CAMÎ HAYATI ve ESERLERİ ALI ASGAR HİKMET
Bu eseri M. Nuri GENCOSMAN dilimize
çevirmiştir.
ONSOZ
Fars ve Arap dilleriyle konuşan geniş ülkelerde
beş yüz yıldan beri ölümsüz bir şöhreti temsil eden Horasan'lı Nurettin Abdurrahman
Camî çeşitli cepheleri bakımından başlı başına bir inceleme konusudur. Onun hayat
ve eserleriyle ilmî ve edebî değerini tanıtmanın Şark İslam Kültürü hesabına
kutsal bir hizmet olacağına şüphe etmiyoruz. Henüz yaşadığı çağlarda bile
dünya ölçüsünde büyük bir sevgi ve saygı toplıyan Camî'nin Türk ilim ve
edebiyat tarihinde de Özel bir mevkii vardır. O, yüzyıllarca en doğmatik ve
mutaassıp medrese kültür sahasından en hür düşünceli ilim ve felsefe
muhitlerine kadar büyük bir dehanın, engin bir irfanın temsilcisi sayılmıştır.
Zengin şiirleri, felsefi ve tasavvufî eserleriyle derin
ilim konuları Üzerindeki te'lifleri şöyle dursun Arap sentaksının en çetin
kurallarını en ince teferruatına kadar şerh ve izah eden Elfevaidüzzıyaiyye Fi
şerhil'kâfiye adlı eseri İslam
medresklerinde klasik ders kitabı olarak yakın zamanlara kadar okutturulmakta
idi. Bahariatanı,
Nefahatal’üns’a,
Şevahidünnüüv vt'si, Lemeat şerhi gibi şark
İslam irfanının ana kaynaklarından sayılan eserleri ilim ve fikir tarihinde
Önemli mevki tu.muştur. Birçok sayılı Osmanlı bilginleri Camî'nin eserlerini
senelerce şerh ve tercümeye uğramış ona büyük bir hayranlık beslemişlerdir.
On beşinci yüzyılın kendisini Tanrı gölgesi sayan azametli
sultanlarına bile el öptürecek kadar üstün bir saygı toplıyan Camî bu ideal
bahtiyarlığa ancak engin ve hudutsuz irfanı, parlak dehası sayesınde erdi.
Fatih Sultan Mehmet ve oğlu İkinci Bayazit gibi asrın
kudretli sultanları .ondan feyiz ve himmet almak için alçak gönüllülüğün türlü
Örneklerini verdiler. Hindistan, İran, Azerbaycan ülkelerinde saltanat süren
Gürganîler, Akkoyunlular, Karakoyunlular gibi çeşitli mezhep ve akideler
taşıyan hükümdarlar Camî'nin teveccühlerini paylaşmakta birbirleriyle yarışa
girdiler. Fakat O bunların hepsini mütevazı bir istiğna ile karşıladı. Sade,
tekellüfsüz bir irfan ve dervişlik hayatının temiz heyecanları içinde yaşadı.
Camî'nin kuvvetli bir vecd ve ilham kaynağı 'olan zekası
hudutsuz bir irfan hazinesiyle beslenmiştir. Asıl takdir ve hayranlığı çeken
tarafı hiçbir üstada borçlu olmadan bu kadar geniş bir kültüre sahip
olabilmesi, kendi kendini yetiştirmenin canlı bir misalini vermiş bulunmasıdır.
ÖNSÖZ
Bariz vasfı sadece büyök bir mutasavvıf şair veya zahir ve
batın bilgilerinde eşsiz bir dahi olmakla kalmıyan aynı zamanda insanlık
faziletlerinin de mükemmel bir Örneği olan bu Horasan'lı köylü çocuğunnn hayat
ve eserlerini realist bir görüşle belirtmek imkanına ancak bugün kavuşabildik,
Son yıllarda bu satırların yazarı tarafından dilimize
çevrilen Baharistan ile, İstanbul Üniversitesi Lektörlerinden Abdulvahhap
Tarzi tarafından güzel bir tercümesi verilen Se’âman ve Apsal'den başka tercüme bürosunun yeni çalışma devresi
listesine giren eserleri, Camî'nin toplu bir monografisini de Türk aydınlarına
sunmak lüzumunu hissettirdi. Bu lüzum ve ihtiyacı karşılamak Üzere yaptığımız
araştırmalar neticesinde komşu İran'ın eski Maarif
Veziri sayın edip ve bilgin Ali Asgar Hikmet tarafından 1941 yılında Tahran'da yayınlanmış olan değerli monografisini
seçtik. Üstat Ali Asgar Hikmet'in uzun çalışmalarının mahsulü olan bu eser,
mükemmel bir başarı örneğidir. Camî'nin hususî ve ilmi hayatını en yakın tarih
vesikala. rının şahadetine ve kendi eserlerinin esaslı bir tetkikına dayanarak
tarafsız ve objektif bir görüşle aydınlatan bu kitap bize aynı zamanda bir
dahiyi yetiştiren meddi ve manevi şartları hesaba katmak ve bunların ilmi
tahlillerini de yapmak suretiyle mükemmel bir monoğrafi yazmanın misalini de vermektedir.
Üstat, kanaatlerinde mümkün olduğu kadar tarafsız ve
objektif kalmış iddialarını metinlerden sık sık naklettiği parçalarla ispata
çalışmıştır ki, bu da bir ilim adamı için büyük bir meziyettir. Kitabın ilk
bölümünü bir batün halinde tercümeye çalıştık. İkinci bölümünü teşkil eden
seçme şiirler, ilerde terciimesi yapılacak eserler arasında olduğu için bunlardan yalnız bazı parçalar
vermekle yetindik.
Bize bu imkanı sağlıyan sayın müellife burada en kalbi
teşekkürleri mizi sunarken kardeş İran milletinin Şark İslam Kültürü
konusundaki feyizli çalışmalarını da saygı ile selamlarız.
Sözlerimi bitirirken tercümemize esas olan metni bize
vermek suretiyle lûtufkâr himmetlerini esirgemiyen sayın dostum Profesör
Doktor S aip Ragıp Atademir'i de şükran ve saygı ile anarım.
M.
Nuri Gencosman
""
HAYATI ve ESERLERİ
İslâm tarihinin dokuzuncu yüzyılında Iran ülkesinde yetişen
en büyük nazım ve nesir üstadı şüphe yok ki, Nureddin Abdurrahman Camî’dir.
Onun yüksek bilgisiyl eeşssiz faziletlerinin ünü yalnız kendi vatanı olan
Horasan' da yayılmakla kalmamış, belki Fars diliyle konuşan bütün Hindistan,
Efganistan, Maveraünnehir' den taşarak ta küçük Asya ve İstanbul sınırlarına
kadar dayanmış, onun ölümsüz adı, sade kendi çağında değil, ta bugüne kadar
bütün edebiyat ve ilim âleminde saygı ile anılmakta bulunmuştur Çağdaşlarından
ve müritlerinden emir Alişir [ l] Camî'nin ölümünden sonra yazdığı Hamsetülmütehayyirin
[ 2] adlı eserinyle üstadının hal tercümesi ve yüksek ahlaklı hakkında bilgiler
vermiştir. Babürnâme müellifi ve Hindistan' da Gürgâniler -Timur
oğulları Saltanatının kurucusu Zahirüddin Babür şah [ 3] kitabında Camî'nin
adını büyük saygıyla anmakla beraber:
«Ona, kendi çağında zahirî
ve mânevi bilgilerde yetişebilen hiç kimse yoktu» diyor ve sözlerine ilâve
ediyor: «Cmî'nin
[1]
Alişir Nevai 844 Hicrî yılında doğmuş, 906
tarihinde ölmüştür. Herat Sultanı H t sey in Bay kara devrinin en büyük bir devlet adamı olan bu vezirin, ilim ve edebiyatı teşvik, bilginleri, fazilet sahiplerini kayırmak suretiyle gösterdiği hayırseverliklerin kutsal hatırası hala
yaşamaktadır. Türk ve Fars dillerinde yazdığı değerli eserler ölmez bir şöhrete sahiptir. Hayat
ve
eserleri hakkında
TG.rih-i
Habibüssiyerle mösyö (Blin) in 1861 yılında Journal Asiatique deki yazılarına ve Tezkere-i mecalisünnefâis e bakınız.
[2]
Hamsetülmütehayyirin Alişir'in Cami haHında yazdığı bir önsöz, üç makale ve bir sm söz olmak Üzere beş kısımdan ibaret bir eserdir,
Okurların hayretini celbottiği İçin bu isimle anılmıştır. Kitap Çağatay lehçesiyle yazılmış, sonra Hacı Mehmet Akayı Nahcıvanî tarafından Farsçaya çevrilmiştir.
[3]
Hindistan’da
1857 Milâdî yılında sona eren Timur oğulları salta
natını kurmuş olan Zahirüddin Mehmet Babürşah, 887 hieret yılında doğmuş ve 937 yılında ölmüştür. Baftürni'ıme adlı eserini Çağtay
Türkçesiyle yazmıştır. Hayat ve eserleri hahkkında 1857 de Kazrn’da İlminsky tarafından yazılan bir biyofrrafi 1905 te basılmıştır. Müellif öğülmeye
ihtiyacı yoktur. Ancak onun yüce adını anmak, bizim için kutlu ve uğurlu bir
vesiledir.»
O devir tezkirecilerinden Semerkand' lı Devletşah [ 1 ] Sam
Mirzay-i Safevi [ 2] ile Habibüssiger adlı eserin
müellifi Hondmir [ 3] gibi müelliflerden her biri eserlerinde Cami'yi büyük bir
saygı ile anmakta ve başka başka yönlerden onun yüce değerini
belirtmektedirler.
Son zamanlarda İran edebiyat tarihi üzerinde uğraşan Avrupalı
tahkik ehli müelliflerin hepsi onun üstatlık mertebesini itirafta
birleşmişlerdir. Hattâ bunlardan biri [ 4] diyorki: «Cami İran ülkesinde
yetişmiş olan ölmez dehalardan biridir. Çünkü o hem büyük bir şair, hem büyük
bir tahkik ehli hem de ulu bir âriftir.»
Bir başka muharrir de [ 5 ] Cami’nin faziletleri hakkında
şöyle diyor: «Cmînin yalnız şiir ve şairliği bakımından değil belki ilrnî faziletleri ve
tahkîk ehli olması yönünden de taşkın bir karihaya ve engin bir bilgiye sahip olduğu
herkesçe teslim edilmiştir.» Bu açık ve doğru konuşan âlimin, bu engin irfanlı
şairin hayatının tetkiki ve eserlerinin mütalâası gönül çekici bir ders, ahlakı
terbiye eden, zevki harekete getiren bir konudur. Bize düşen vazife: Onun hayat
ve eserleri üzerindeki araştırmalnrımızdan kısa görüşlerimizle elde ettiğimiz
neticeleri ilim ve edebiyat heyacaniyle çırpınan gençlere sunmaktan ibarettir.
Tahran
Ocak 1941 Şemsi 1320
[1) Emir Aliiüddin Bah ışah'ın oğlu olan
Devletşah Tezkiretüşşuarâ adlı kitabın müellifidir 896 Hicre yılında
ölmüştür. Hayat ve eserleri hakkında Mirâtâssaja
ile Mecolıseünnefois Alişir ve Brown'un İran
edebiyatı frihı 'ne bakınız.
]2] Sam Mirza birinci Şah
İsmail'in ikinci oğludur. 933 te doğmuş
984 te ölmüştür. Hayat ve eserleri
İçin Habibüssiyer, Tuhfei Sami. Ahseuütteva-ih
Hasan Rumlu, fihristkütüp i farisT \Rieu) bakınız.
[3]
Gıyasüddin
bin Hümamiddin Hundmir 929 yılında yazılan Habibüssiyer adlı eserin
müellifidir. Harici 941 de ölmöştür.
[4]
Edvard
G. Browne İran edebiyat tarihi müellifi (1862\ — 1925).
[5]
Kapiıen
Nassau Les Nefebaiüliinss'ün tab'ı dolayısiyle yazdığı
mukaddimede söylemektedir. Müellif
BİRİNCİ BÖLÜM
CAMİ'Yİ
YETİŞTİREN MUHİT
Cami dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru
Herat'ta doğmuştur. O çağlarda bütün İran ülkesi ayrı ayrı iki saltanat
hanedanının bayrağı altında parçalanmıştı.
Doğu bölgesinde Timur oğulları hâkimdi.
Başkentleri Semerkand ve Herat şehirleri idi. Timur oğulları devrinde yetişen
Camî Şahruh saltanatının bir kısmı ile Mirza Ebulkasım Babür (855 -861), Mirza Ebu Sait Gürgân (861 873) devirlerinin tamamı ve
sultan Hüseyin Baykara (875 899) devrinin uzun bir
kısmını yaşamıştır.
İran'ın batı ve güney bölgelerinde önce
Karakoyunlu Türkmenleri, sonra Akkoyunlular saltanat sürmekte idi. Bunların
her ikisinin başkentleri de Tebriz idi. Camî’nin hayatı, Karakoyunlu Cihanşah (
841 • 8 7 5) ile Akkoyunlu Uzun Hasan Bey (871-883) ve oğlu Yakup
bey (884-896) zamanlarına rastlar.
Dokuzuncu yüzyılda İran
siyasi tarihinin uzun bir devresi güven ve barış içinde, bazı kısa devreleri
de fitne ve ihtilâller arasında geçmiştir. Bu sultanlardan birinin iktidar ve
galebesini takip eden birkaç yıl barış ve esenlik içinde geçer sonra sultan
ölür ölmez bütün ülkede zemane şahlariyle şehzadelerinin kanlı savaşları eksik
olmazdı. Nasıl ki Şahruh'un ölümünden sonra hicri 85()• 85 6 yılları arasında ve Ebulkasım Babür'ün ( 856 861) ve Ebu Said' in ( 8 7 3 8 7 5) ölümlerinden sonra İran büyük ölçüde cenklere,
katillere, yağmalara ve karışıklıklara sahne oldu. Camî bu Üç inkılâp devresini de birer birer gördü. Ancak 8 7 5
sıralarında İran saltanatı Hüseyin Baykara' da karar kıldıktan sonradır ki, ömrünün
sonuna kadar Horasan ve Mâveraünnehir'de tam bir güven ve barış havası içinde
bahtiyar bir hayat geçirebildi.
Yirmi beş yıla varan bu zaman
içinde de en güzel manzum ve mensur eserlerini verdi. Bu 2 5 yıllık sükûn devresi Iran' ın ikinci bölgesinde Uzun Hasan
ile oğlu Yakup beyin saltanatları zamanına raslar. Hele Yakup bey zamanında her
iki İran bölgesi, Irak, Azerbaycan, Fars ve Beynennehreyn
memleketleri gibi tamamiyle huzur ve rahata kavuşmuş bulunuyordu.
Dokuzuncu yüzyılın din ve mezhep
müesseseleriyle kelâm ve usul kaideleri Ehli sünnet velcemaat ve Eş'arî töresi
Üzerine kurulmuştu. Doğu İran' da vaktiyle Kadı Adud Eycî ve Sadüddin -i
Teftâzanî ile mir seyyid Şerif Cürcânî ve başkaca kelâm âlimleri tarafından
yayınlanan ve öğretilen şekillerde yerleşmişti. Zamane sultanının resmî mezhebi
ve onun özel İnancı da Sünnilik idi. Bununla beraber İmamiye şialığı usul ve
kaideleri ki, ilk temellerini Nasîrüddini Tusî ve Allamei
Şirazî ile Şehidi evvel kurmuşlardı Azerbaycan' da pek fazla yayılmış, fakat Horasanda pek yer bulamamıştır. Karakoyunlu
sultanları gerçi
ilk zamanlarda Şialığa fazla meyil göstermiş ve Şia mezhebinin
nüfuz ve itibarını Tebriz ve Irak' ta: son derecesine yükseltmişlerdi. Lâkin
Horasan' ın bazı yerlerinde de bu mezhebin yayılması Batı
İran'dan geri kalmamıştır. Şirvan, Meşhet gibi şehirlerle Gor vilâyetinde
kuvvetli Şia ocakları türemişti.
İşte bu yüzden İran' da
dokuzuncu yüzyılın mezhep tarihi Sünnî'lerle Şiîler arasında başgösteren
kavgalarla kargaşalıklardan ibaret kaldı ve o asrın sonunda en yüksek derecesini
buldu. Birinci Şah İsmail'in fetih ve galebesiyle Şiîlerln zaferi son kertesine
dayandı.
Camî'nin bütün hayatında ve
eserlerinde bu iki mezhep arasındaki uyuşmazlığın izleri pek güzel seçilebilir.
Camî her ne kadar muhit icabı olarak büyük âlimler arasında ve ehli sünnet usulü bilginleri arasında sayılmakta ise de ilk zamanlarda İsnâ aşeriye -On iki imama bağlılık
bakımından Şialığa da büyük saygı göstermiştir.
Cami' yi yetiştiren devrin
başka bir özelliği de Mutasavvife akidelerinin genişlemesi olmuştur. Bu
akideler bütün İslâm ülkelerinin doğu ve batısında tam bir yayılma halinde idi.
Timur'un tekke ulularına ve fakir şeyhlere karşı gösterdiği yüksek saygı onun
tarih ve zafernamelerini yazan müelliflerin eserleriyle başka kaynakların
verdiği geniş bilgilerde görülmektedir. Fethettiği bütün şehir ve kasabalarda
ilk iş olarak sayılı şeyhleri ve ölmüş büyüklerin kabirlerini ziyaret eder,
onların hâcec kapılarına el açarak imdat ve himmet beklerdi. Baba Süngü ile
buluşmalarını fetih ve zaferinin başlangıcı sayardı. 791 de ölen Zeynüddin
Taybadi ile olan sohbet ve muhabbetleri de bu cümledendir. Bu geleneği
Timur'un torunları da devam ettirdiler. Hırka ve seccâde sahiplerine karşı
güven ve inan göstermekte daha ileri gittiler.
Vilayet valileri de sultanları taklidediyor,
her şehirde bir şeyhin eteğine yapışıyorlardı. Bu yüzden Timur oğullarının
hükmü altına giren memleketlerin her köşesinde dervişlik ve irşat ocakları
kuruluyor, Sofiye zümresi içtimai sınıflar arasında önemli bir yer alıyordu.
Çeşitli Sofi zümreleri arasında bazıları ifrata kaçan aşırı hareketleriyle işi
Zındıklık ve sapkınlığa kadar vardırdılar. Hurufiler ve daha başka Mehdi'lik
dâvasına kalkışan ifratçılar türedi. Maveraünnehir'de tarihi değişimleri
konumuzun dışında kalan (Nurbahşiye) silsilesi gibi oldukça mutedil fakat
mutaassıp birer sünnet ehli olarak sultanlarla iyi geçinen tarikatlar meydana
çıktı.
Sekizinci hicret asrının sonlarına doğru
geniş bir alanda yayılmaya başlıyan en büyük tarikat Nakşibendiye oldu. Bu
tarikatın kurucusu veya yeniden düzenleyicisi Buhara'lı Hoca Bahaüddin
Ömer’dir. (Ölümü 791) Nakşibendiye Buhara ve Semerkand'dan Horasan sınırlarına
ve daha sonra Hindistan'a kadar sayısız halk kümesini içine alarak büyük bir
itibar kazandı.
Timur' dan sonra gelen
sultanlar Yani Şahruh, Mirza Ebu Sait, Sultan Hüseyin Mirza Baykara hep
Nakşibendiye şeyhlerine büyük bağlılık gösterdiler. İki cihan saadetini
onların kutsal nefeslerinden beklediler. Dünya ve âhiret işlerinde onlardan
irşat ve fikir aldılar. Bu yüzden Şahruh'un geniş ülkesi içinde sayısız şeyhler
türedi. Pek çok tekkeler, zaviyeler açıldı. Buralara her bölgeden feyiz ve
irşat almak için akın akın gelen halk ağır hediyeler ve armağanlar taşıyordu.
ilk tahsilini Herat ve Semerkand' da görmüş
olan Camî, henüz pek genç denilecek bir yaşta, hele mânevi terbiyesini
alabilmek için en uygun çağ olan bu devrede Nakşibendiye tarikatı ululariyle
tanıştı. Onların kutsal inancalarının mânevi beşiğinde yetişti. ilk feyzini
Kaşgar'lı Nakşibendiye ulularından Mevlâna Sadüddin (vefatı 8 5 O) in eteğine yapışarak ona mürid olmakla aldı. Camî,
mürşidinden o derece üstün bir sevgi ve itibar gördü ki bunun karşılığını ona
damat olmak şerefiyle bulmuştu. (Kitabımızın ikinci bölümünde Camî'nin hayatı bahsinde bu hususta ayrıca bilgi verilecektir.) Sadüddin’ in
ölümünden sonra Hoca Ahrar lâkabiyle meşhur Nasırüddin Ubeydullah (ölümü 89 5) İrşat postuna oturdu. Bu zat Mirza Ebu Sait ve oğulları
tarafından o derece büyük bir saygı ve itibar gördü ki bu şeref şeyhlerden pek
az kimseye nasibolmuştur. Cami, bu yeni şeyhe de intisap ve teslimiyet göstermekle
beraber her yerde onun mertebesine yaraşan hürmeti esirgemedi.
O devir sultanlarının Nakşibendiye şeyhlerine
karşı ne derece büyük saygı gösterdiklerini, onların arzularını
yerine getirmek hususunna ne kadar dikkatli davrandıklarını anlatabilmek için Ravzcitülcennat
fi evsafi medinei Heral adlı kitapta Hoca Ubeydullahi Ahrar’ın
Semerkand'dan Herat' a yaptığı bir yolculuktan
bahseden şu satırları aynen alıyoruz: Bu cümlelerin mütalâasi bize, ta Cengiz
han devrinden beri yerleşmiş bir vergi olan damga vergisi ile öşür vergisini ve şehirlere giren ve çıkan mallardan alınmakta olan resimlerin
Ebu Sait hanın bir emriyle Semerkand ve Buhara ülkelerinde nasıl kaldırılmış
olduğunu pek güzel anlatmaktadır. «Büyük veli Sadüddin Buhara' dan Horasan' a
gitmiş ve 2 3 Sefer 865 te başkent Herat,e dönmüştü.
Bu seyahat sırasında sultan hürmet ve tazim şartlarından, karışılama ve
uğurlama törenlerinden hiçbirini ihmal etmedi. Şeyh Horasan' a vardığının
ikinci günün evliya türbelerini ve kutsal yerleri ziyaret etti. Bütün Horasan
büyükleri onun gelişini kutlu ve uğurlu bir hâdise gibi karşıladılar. Sultan
Ebu Sait birçok kere şeyhi makamında ziyarete gitti. Her ne dilekte bulundu ise
kabul etti, Semerkand
ve Buhara'nın damga vergisini ki, büyük bir yekûn tutuyordu, onun şerefine affetti. Şeyh
Raibül'evvel ayının 1 1 inci günü Maveraünnehir tarafına döndü. (Ravza
20 Çemen 2)»
Cami Ubeydullahi Ahrar namına armağan ettiği
Tuhfetül Ahrar adlı mesnevisinden Nakşibendiye tarikatına girdiğini tam bir
açıklıkla belirttikten sonra ilkönce yüce kutup ve bu tarikatın yeniden
kurucusu olan Hoca Bahaüddin ömeri Buhari' yi şu sözlerle övmektedir :
«Önce Mekke ve Medine' de başılmış olan sikke,
son defa Buhara' da basıldı. O İslâm sikkesinin yazısınban şah Nakşibend'in
nakışlardan temizlenmiş olan kalbinden başkası faydalanamadı. Dinin başına
değer tacını o kodu. Din kapısından hava ve heves
kilidini o açtı»
Hoca Ahrar hakkında da şöyle diyor: «Cihanda
şahinşahlık nöbetini ancak Ubeydullah'ın dervişlik alayı çaldı, Fakr
mertebesinin sırrına ermiş bir ârif varsa o da hoca Ahrar Ubeydullah' tır.»
Cami baştan başa bütün iman ve ilgileri
tarikat önderleri Üzerinde toplıyan böyle bir muhit içinde yetişti. Kendisi de
bu zümrenin büyükleri sırasına geçti. Bundan dolayıdır ki eserleri Nakşibendiye
edebiyatı arasında en büyük bir yer tutmuş, o zümrenin en makbul kitapları arasında
sayılmıştır. Nakşibendilik İran'ın Şia bölgelerinde yayılmışsa da Hindistan ve
Türkistan' da bugüne kadar yaşamaktadır. Bu bölgeler halkı Camî'nin bütün
eserlerini kutsal kitaplar derecesinde sayarlar.
Camî'nin vatanı ve ebedi istirahat yurdu olan Herat şehri
hicrî dokuzuncu yüzyılda son derecede büyümüş ve genişlemişti. Suyunun,
havasının güzelliği, mahsulünün bolluğu dolayısıyle kendine yaraşan terakki ve
inkişafın en yüksek derecesini bulmuştu. Herat, Şahruh devrinde bütün Iran,
Türkistan, Maveraünnehir ve Efganistan ile batı Hindistan’ın başkenti oldu. Her
ne kadar İran'da Safevi devletinin, Hindistan' da Gürgânilerin doğuşundan sonra önemli birer merkez haline gelen İsfahan ve Delhi şehirleri
bu hanedanların başkenti olmuş ve Herat'ın büyük inkişafı kısmen bu yeni
merkezlere intikal etmişse de Herat yine dokuzuncu asır boyunca Orta Asya'nın
en azametli şehri olarak kalmıştır.
Camî'nin yaşadığı çağlarda
Herat'ın bayındırlıkta en yüksek dereceye varmış bir şehir olduğunu anlıyabilmek
için dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Muînüddin Esefrazî'nin yazdığı Ravzâtülcennât fi evsaji Medinei Herat • Herat şehri vasfında cennet bahçeleri adlı eserinden şu
parçayı nakletmekle yetineceğiz Kitabın ikinci bahçesi İkinci bölümü şöyle divor:
« Herat kalesi içinde dört pazar vardır. Ayrıca her kale
kapısından çarşıya kadar birer pazar daha vardır ki aynı kapıların adlariyle
anılır. Her kapının dışında yine şehrin kenar mahallelerine kadar uzıyan birer
fersah boyunda dört pazar vardır. Tahrir sıralarında şehrin çevresiyle hisar
burçlarını ölçmeleri ve sonuçunu doğru olarak bildirmeleri için talebemden bir
kaçını göndermiştim, Bana şu neticeyi getirdiler: Kale burçlarının sayısı l 4 9, hisarın çevresi 7 3 00 ayak (dört kilometre kadar) şehrin
kutru Melik kapısından Firuzâbad' ve Hoş kapısından Irak kapısına kadar
her biri 1900 ayak.»
Aynı ki tap Ravza 2. Çemen 3 de şunları yazmaktadır. «Bugün şehrin genişliği Melik
Muizzüddin Kert zamanında çok arttı. İki kardeş deresinin Malan köprüsüne kadar
uzıyan kıyıları boyunca iki fersah daha genişledi. İki kardeş deresinden
İskele dağı ve Gülruhan mevkiine kadar uzıyan dört
fersahlık mesafe tamamiyle yeni binalar, bahçeler, saraylarla doldu. Ovadan
Küsye'ye kadar otuz fersah mesafedeki saraylar, bağlar, köyler hep Herat
şehrinin bitişik birer parçası haline geldi.»
Bu şehrin o asırdaki nüfusu hakkında bir fikir
edinmek için 83 8 yılında büyük bir salgın 'yapan taûn hastalığından ölenlerin
sayısına bir göz atmak kâfidir. Dört ay sekiz gün devam eden bu salgın
müddetince her gün Herat ile çevresindeki köy ve mailelerde ortalama beş bin
kişi öldü. Yine aynı müellif şunları yazıyor:
«Muhasiplerin tesbit ettiğine göre Taûndan ölüp
de mezar ve kefen bulabilenlerin sayısı yalnız Herat şehri İçinde altı yüz bin
kişiye varmıştır. Cenazeleri çukurlera atılanlar veya evlerinde gömülenler bu
hesabın dışındadır. Bu hâdise hakkında müellifin babası tarafından nazmedilen
acıklı bir kasideden şu iki beyti alıyoruz:
«Ölenlerden sayısı belli olanlar, gltı yüz bin
kişiye vardı. Onlar mezar, kefen ve hayır sahibi adamlar bulabildiler. Fakat
geri kalanı kimsesizliklerinden hep evlerinde kaldılar, gözlerini karıncalar,
yılanlar oydu.>
Asıl hayret edilecek nokta bu hâdiseden ve bu kadar çok
sayıda insanın ölümünden sonrada bu şehrin eski parlaklığını kaybettiğine dair
bir delil bulunamıyor. Demek ki bu facia Herat'ın azameti üzerinde ufak bir
sarsıntı bile yapmadı.
Herat şehri bu bayındırlığı ve nüfus bolluğu
ile beraber Şahruh'un ilim ve edebiyat mensuplarına gösterdiği himaye yüzünden
tam elli sene müddetle de bir ilim ve edebiyat merkezi olmak şerefini muhafaza
etti. Dünyanın her tarafından koşup gelen bilginlerle, fazilet erbabiyle
doldu.
Bundan sonra da Mirza Emir Sait'in on yıllık
saltanatı devrinde yine siyasî, iktisadi ve ilmi bir
merkez olması bakımından parlaklığı devam etti. Hele Hüseyin Baykara' nın 3 5 yıl süren azametli sultanlık çağlarında daha parlak bir
ikbale kavuştu. Sultan ve emirlerinin bilgin ve ilim âşıkı insanlar olması
sayesinde önemi bir kat daha arttı. Herat o çağlarda en büyük âlimlerin, en
şöhretli edip ve şairlerin yuvası olmuştu ki, bunların en başta geleni mevlâna
Cami' dir. Herat'ın adı onun varlığiyle edebiyat tarihinde ölmez bir şöhret kazandı.
Timur oğullarının yaptıkları yüksek saraylar,
büyük köşkler le safalı bağ ve bahçelerde,, muhteşem kasırlarda gerek
kendileri ve gerekse kendi adanları ve yabancılar safa sürer, bu binalar ve
bahçeler şehri süslerlerdi Bağ-i Sefid Akbağ, Bağ-i Zağan -Kargalar bağı, Bağ-i
Cihanârâ cihanı süsliyen bağ gobi eğlence
yerleri şairlerin güzel kasidelerine konu olurdu. Bir gün Camî’ nin huzuruna
şahın saraylarını öğen dokuz kaside götürmüşlerdi. Bu şiirler o asrın âdeti
üzere en nefis ve sanatlı yazılarla sarayların dış duvarlarına işlenmişti.
Bunlardan birini kısaca nakledelim:
«öyle güzel bir saray ki ayvam felekten daha
yüce, ulu kubbesi gök kubbesinden daha yüksektir.
— Kabe taştan yapılmıştır amma bunun temelindeki taşlar, içindeki
bahtiyarlar tarafından tavaf edilen başka bir kıbledir. '
— Felek onun mimarına gökteki sarayları gösterdi. Ayın
tuğlası ham gümüşten, güneşin yapısı altındandır dedi.
— Fakat o ayı ve güneşi süsliyen
tuğlalara hiç değer vermedi. Onları yere at ki, ancak bu sarayın avlusunu döşemeye
lâyıktır diye cevap verdi.
— Çamurunu onun işçileri hesabına kaza ve
kaderin eli yuğurdu. Toprağı Huld cennetinden, suyu Kevser havuzundan geldi.
— Kubbelerini yapan usta için güneş her sabah
aydın şafakların üstübeciyle kireç karıştırmıştır.
— Duvarlarına işlenmiş ağaçların dallariyle
yaprakları yücelikte Tubâ ağaçlariyle beraberdir.
— Onun renkler yrratan nakkaşının hüneri
yanında bu Gök kubbe sanki lâcivert bir çanak parçası gibi kalır.
Gece. onun şemsesi ışığından sanki körün gözünde bir
noktaya döner. Aydın gözlerle de kuşluk güneşinden daha parlak görünür.
— Genişlikte cihan alanından daha fazla olduğunu iddia
ederim gerçi âlemin uzunluğu ve
genişliği ülkeden ülkeye dayanır. .
— Bu iddianın yeter delili, o şahın şu alem
halkına saçtığı nimetlerin cihana sığmıyacak kadar bol ve sonsuz olmasıdır.
— Gaziler babası, din ve ülkeyi yücelten Sultan
Hüseyin öyle
bir şahtır ki, sarayının seyran yerinden do kuz felek bir manzara gibi görünür.
Hulâsa Herat şehri büyük ağaçlı caddeleri,
safalı bağları, geniş mahalleleri, bol nüfusiyle öyle bir semayı andırıyordu ki
içinde âlimler, bilgeler, şairler, fazilet erbabı, zevk sahipleri, üstat
nakkaşlar, hünerli hattatlardan gurup gurup binlerce parlak yıldızlar toplanmış
bu semanın ufuklarını süslemişti. Bu sırada tam çeyrek asır süren bir müddetle
Herat'ın merkezinde âlim bir Üstat, şair bir mutasavvıf ki varlığının feyizli ışığı, irfanının yüksek zevki parlak bir güneş gibi
ufukları aydınlatıyordu.
Edebiyat semasının bu güneşi
sözümüzün konusu olan Cami idi.
İran'ın doğu bölgesinde saltanat kuran Timur oğullarının dokuzuncu asır boyunca hicri 80 7 den 912 ye kadar meydana getirdikleri
medeniyet eserleri özel bir değer taşır. O medeniyetin
ışığı altında ünlü sultanlarla büyük emirler ve vezirler yetişti. Hikmet ve
Kelâm bilginleriyle Felsefe, Fıkıh, Usul, Tasavvuf, Şiir, Nesir ve her türlü
güzel sanatlardan Resim, Mimari, Kâşisazlık, Tezhipçilik gibi hünerlerin ilerlemesi
bu sultanların çağına özel bir parlaklık verdi. Bu devri İran tarihinin en
parlak çağlarından saymak gerektir.
Bu asrın siyasi tarihi iki bölüme ayrılır. Her
iki bölüm arasındaki ayrım noktası Şahruh'un 850 yılına raslıyan ölümüdür.
Mirza Şahruh yedi yıl babası Timur adına Horasan'da hükümet sürdü. 4 3 yıl tam
bir bağımsızlıkla Horasan' ı han saltanatının merkezi haline getirdi. İyi
idaresi ve temiz ahlâkı, İslâm şeriatı kurallarına bağlılığı sayesinde Timur'un
baştan başa fethetmiş olduğu İran'ı bu suretle idareye muvaffak oldu. Şahruh
eski bir gelenek olan Moğol yasa ve töresini büsbütün terketti. Saltanatını
tamamiyle İslâm şeriatı temelleri üzerine kurdu. [ 1 ] Bu devrin Timur evladını sayılı
bir müslüman hanedanı olarak belirtti. Bunlar İslâm âlimleri ve bütün
müslümanlar nazarında çok sevilen birer hükümdar oldular.
Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı, han' da Timur oğulları
saltanatının dağılma devresidir. Bir taraftan bu hanedanın dış düşmanları olup
Cüci han soyundan gelmiş bulunmaları iddiasiyle kendilerini haklı olarak Cengiz
hanın mirasçısı sayan bazı Türk'lerin Hazer denizinin kuzey bölgelerinden
yaptıkları baskınlar, öte yandan İran'ın batı bölgelerindeki Türkmenlerin sık sık yaptıkları şiddetli akınlar, diğer taraftan baba, oğul, amca çocukları gibi şehzadeler arasında başlıyan saltanat
kavgalarının doğurduğu
iç düşmanlar memlekette büyük
kargaşalıklar kopardı. Oğul babayı öldürdü. Baba oğlunu boğdurdu. Bu yüzden İran'da Timur oğulları
saltanatı birtakım ufak beylikler halinde parçalandı. Şahruh'un kurmuş olduğu
kudret ve şevket son derece zayıfladı.
Bu küçük memleket parçaları da ayrı ayrı birer ilim merkezi
oldu. Bu asrın ikinci yarısında da ünlü şairlerle büyük edipler yetişti. Hele
ilim ve edebiyat tarihinde değerli hizmetleriyle daima anılmaya hak kazanmış
olan Timur oğullarından dört padişahı bilhassa unutmamalıyız. Bunlardan birincisi
Semerkand'da Mirza Uluğ bey, ikincisi Herat'ta Mirza Ebu Sait, üçüncüsü yine
Herat'ta Mirza Ebulgazi Hüseyin Bin Mansur Bin Baykara, dördüncüsü ise Mirza
Ebu Said'in torunu ve Hindistan' da Gürgâniler saltanatının kurucusu Delhi
sultanı Zahirüddin Babur' dur.
Camî'nin Zahirüddin Babur'la doğrudan doğruya
bir alış verişi olmadığından bu sultandan bahsetmek konumuzun dışındadır. Ancak
onun adaşı olan Herat'ta Mirza Ebulkasım
[l] Matlaüssâdegn adlı eserde 815 yılı vekayiine bakınız.
Babur'u anmadan geçemiyecegiz. Bu sultan pek kısa süren
saltanatı günlerinde her ne kadar fazilet ve ilim erbabını himayesi altına
almaya fırsat bulamamışsa da Cami'nin ilk defa övdüğü bir şahsiyet olması
bakımından bahse değer buluyoruz. Bu sultanlar devrinde ilim ve edebiyatın ne
büyük inkişaflar sağladığını bu çağlarda yetişen şair ve ediplerin sayısiyle
ölçebiliyoruz. Her padişah devrinde yetişen şairlerin hal tercümeleriyle hayat
ve eserlerinden bahseden Habibüs siyer müellifi bunlardan 12 O kişiye varan
şairlerin ismini kaydetmekte ve bu şairlerden 2 3 unun Timur devrinde, gen kalanın da oğulları devrinde
yetiştiğini söylemektedir.
Yabancı tetkikçilerden birinin [ 'ı'] Tezhip ve
resim sanatlariyle Hint, İran ve Türkiye ressamlarından bahseden eserinde
Timur asrı için yazmış olduğu bir makaleyi kısaca nakledelim: Bu kısa
bilgiler, bize Timur hanedanının ilim ve sanat sevgisi hakkında yeter derecede bir fikir verecektir.
Timur soyundan gelen sultanlar babalarının uzun ve sürekli
harblerde kendileri için toplamış olduğu azametli servet ve hazinelere yaraşan
bir şekilde yeni bir hayat kurdular. Memleketin ilerlemesi için her türlü
yenilikleri uygulamakta gecikmediler. Tarihte daima kendilerini hatırlatmaya
kafi eserler bıraktılar. Bunlar bize «Chansons de gestes» deki eski Paladins prenslerini hatırlatıyor. Bunlar da
kısa fakat pek parlak ve şevketli bir saltanat sürdükten sonra o yüksek mevkiden en düşkün bir mertebeye İnmiş ve
mahvolmuşlardı. Timur oğulları da İran tarihinin aydın ve hünerli birer yıldızı
idiler. Timur'un orduları gerçi cihanda birçok sanat ve medeniyet eserlerini
çiynediler. Fakat onun yerine geçen münevver ve irfanlı şehzadelerin yüksek
himayesi, yeni yeni sanat eserleri meydana getirdi. O yıkıntılar olmasaydı bu
yenilikler de olmazdı. Timur'la oğulları, kurdukları müesseseler sayesinde
İran' da güzel sanatları, zarif hünerleri en olgun bir mertebeye yükseltir. Bu
şehzadeleri vahşi ve yabanî sanmamalıdır. Bunlar şehirlerde yaşıyan, hoş
meşıepli, ilim
[l] Tezhip ve resim:
Hint, İran ve Türkiye ressamları: Dr. F. R. Martin.
meraklısı idiler. Güzel
sanatları yalnız öğünmek ve gösteriş için değil, belki sırf sanat severlik
gayretiyle korurlardı. Aralarındaki muharebeler biraz duraklayınca
kütüphaneleri düzenlemeye ve doldurmaya çalışırlar, şairlerin divanlarını
toplarlardı. Birçokları bizzat kendileri de şiir söylerlerdi, eserleri o
çağlardaki şairlerden daha üstün bir değer taşırdı. Sultan Hüseyin Mirza
küçümsenecek bir şair değildi. Onun Türkçe yazmış olduğu gazeller tanınmış
birçok şairlerin gazellerinden daha yüksekti. Hatta Farsça ve Arapça şiir söylemekte
Cami ile rakabet ederdi. Bu şehzadelerin medeni hayat tarzları ve pek latif
halleri birçok bakımdan aynı asırdaki Avrupa prenslerini ve miladi on
sekizinci asrın sonlarına kadar Fransa' da yaşıyan prensleri hatırlatır. Ancak
edebiyat sevgisi bakımından Timur şehzadelerinin mertebeleri her halde
garpteki emsalinden daha üstündür. Şahruh, Bay Sungur, Uluğ bey, Sultan Hüseyin
Mirza kitap severlikte yalnız Burgondiya dokalarını değil, onlarla çağdaş olan
Rene d'Anjou'yi de çok geride bırakmış, belki onaltı ve on yedinci yüz yıldaki
Fransız ve İtalyan kitap severlerinden de ileri varmışlardır. Çünkü bunlar
yalnız kitap toplamakla kalmadılar, Kendileri de eser yazdılar. Bay Sungur ve
Sultan Hüseyin Mirza İran'da İngiltere'nin Vilyam Moris'i gibi birer şahsiyet
sayılırlar. Bu şahzadeler kitap yazmakta yeni bir üslûp yarattılar. Bu cihetten
ayrık bir şeref kazandılar. Eserleri hep canlı, zarif ve güzeldir Hele Avrupa'
daki el yazması kitaplar yazı güzelliği bakımından şarkın bu nefis eserleriyle
asla ölçülemez............
Cami ve Timur oğulları sultanları
Şimdi Cami devrinde gerek
Horasan' da ve gerekse başka İslâm ülkelerinde saltanat süren bazı sultanlardan
söz açmak ve bunların Cami Üzerindeki te'sirleriyle onun Tanrı vergisi olan
şahsi istidadının genişlemesinde amil olan hükümdarlardan bahsetmek zamanı
gelişmiştir. Önce Timur oğullarından söze başlıyalım:
Cami'nin ilk edebi eserleri
Mirza Ebulkasım Babur'un saltanatı zamanında yayılmaya başladı. Daha evvelki
sultanlardan mesela Şahruh zamanında Cami Semerkand' da tahsil ile
uğraştığından henüz eserlerinin adı sanı yoktu.
Üstadın çocukluk ve ilk gençlik zamanlarına raslıyan bu günlerde tahsil uğrunda
geçirdiği mücadeleler, kendisine bu sultanlara yaklaşmak ve onların şairleri
sırasına katılarak, lâyık olduğu yeri alabilmek fırsatını vermemiş,
faziletlerini tanıtmak imkanına henüz kavuşamamıştı. Habinüssiyer
sahibi Üstadın edebi faaliyetine başladığı devreyi şu sözlerle hulâsa
etmektedir :
«Mirza Ebulkasım Babur zamanında bu öfkeli
padişahın yüce adına sunmak üzere bedialar yaratan kalemiy'e Hilye'i HHel
adlı eserini ve sultan Ebu Sait devrinde Divani evvel adlı ilk divaniyle
tasavvufa ait bazı eserlerini yazdı. Bundan başka te'lif ve eserleri Hüseyin
Baykara devrine
raslar >.
Şimdi bize düşen vazife Habibüssiyer
ın s özleri ni takip ederek Cami'nin
Horasan' da methiyeleriyle övdüğü kimselerin hatıralarını anmaktır.
Şahruh oğlu Bay Sungur' un
oğludur. (Ölümü 2 5 Rabiulahir 861 hicri) On yıl Esterabad ve Horasan'da önce
dedesi adına, sonra da bağımsız olarak bütün Efganistan, Irak, Fars ve Horasan'
da saltanat sürdü Emir Alişir Mecalisünvefâis adlı eserinde bu sultan
hakkında şunları yazmaktadır:
«Babur Mirza, derviş huylu. Tanrı adamı, Cömert tabiatlı
bir padişah idi. Son zamanlarda himmet ve
cömertlikte bu padişaha yaklaşan bir sultan gelmemiştir. Derler ki, bir gün huzuıunda Hatem’ den
bahsedilirken konağında kırk kapı olduğunu ve her kapıya gelen dilenciye ikram
edildiğini anlatmışlar, padişah şöyle demiş: Niçin bir kapıdan yeter de recede bir şey vermezler ki zavallılar kırk kapıyi
birden dolaşmaya mecbur olsunlar?
Tasavvufa ait eserlerden Lemeat ile Gülşeni raz dan pek hoşlanırdt. Tabiatı nazım
cihetine de kabiliyetliydi. Şu mealdeki rubai onundur:
« — Mademki şarap ile kadehi
birbirine kavuşturuyorsun, iyi bil ki cömert ruhlu bir Rind'sin. Kadehten
maksat Şeriat, Şaraptan murat Hakikattir. Kadehi kırarsan şüphe yok ki akılsız
bir sarhoşsun.»
Cami'nin eserleri arasında nesirle yazılmış,
muamma sanatının usul ve kaidelerinden bahseden Hilyetül ; hilel adlı eser 8 5 7 hicret yılında te' lif
edilmiştir. Bu eser Mirza Ebulkasım Babur adına armağan edilmiş ve padişahın
isminden kitabın başında Tamiye yoliyle
bahsedildiği gibi söz aralarında ve türlü şiirler ve muammalar içinde de
temsil ve İşaret yoliyle tekrar edilmiştir. (Cami'nin eserleri bahsine bakınız).
Cami' nin divanındaki gazeller arasında da bu padişahın methine ait bir parçanın baş ve son beyitlerinde şöyle demektedir:
« — Gel ey aya benziyen Saki: Şah Ebulkasım muizzüddin Babur'un şerefine parlak bir kadeh sun:
« —
Cami'nin gönül çekici
şiirleri onun meclisinin nağmeleri olsun.
Sakinin sunduğu şarap bir gün ebedi hayat müjdesi getirsin.................. »
Şahruhtan sonra Maveraünnehir padişahı olan
Mirza Ebu Said Gürgân öteden beri Horasan'ı fethetmek sevdasına kapılmıştı.
Mirza Ebulkasım Babur'un ölümünden sonra Maveraünnehir' den Horasan'a
saldırdı. Herat'ı hicri 863 te fethetmek suretiyle büyük bir devlet kurdu. ( 8 7 3) Azerbaycan hükümdarı Türkmen uzun Hasan'ın katline
ferman verdi. On iki yıl Maveraünnehir, Ffganistan ve
Horasan'da bağımsız bir saltanat sürdü.
Ravzâ/ü7cennat fi evsafi Medine i Herat
sahibi Muinüddin Esefrazi 8 7 O yılı olaylariyle Ebu Sait devrinin
kudreti ve
şevketini memleketin o sıralardaki genişleme durumu ve sultanın
ihtişam ve azametini şu kısa ve belagatli cümlelerle belirtmektedir: Sözü geçen
sultanın yücelik ve saltanatı hakkında bir fikir verebilmek için o satırları
aynen buraya nakletmeyi faydalı bulduk.
«870 yılı girdiği zaman bütün memleket işleri düzenine konmuştu.
Padişahın adaletli ve uğurlu idaresi sayesinde zulüm ve fesat töreleri,
bozgunculuk usulleri tamamiyle yok edilmişti. Çin sınırlarından ve Kilmak
çölünden Harzem ve Irak ülkelerine, Mazandıran kıyılarından Moğolistan
taraflarına, Türkistan yaylalarından Hindistan'ın son hudutlarına kadar
dayanan bir memleket sultan Ebu Said'in fermanı altında toplanmıştı. Bütün
ülkeler hükümdarları, memleket başbuğları başlarını onun itaatine bağladılar.
Sultanın adaletinin ünü ve merhametinin sesi cihanın her tarafına öyle yayıldı
ki birçok ülkeler halkı eski yurtlarını bırakarak onun yüksek sayesi etrafına
sığındılar.»
Mevlana Cami yukarda söylediğimiz gibi bu
sultan zamanında ilk defa divanını tertibederken ondan pek az bahsediyor.
Bunlar arasında bizim rasladığımız manzum bir mesnevi şu mealdeki mısralarla
başlar:
«— Dün gece sanki güneş geri döndü de yerin
mahruti gölgesi başını alıp gitti.»
Bu mesnevide Sultan Ebu Said'i şöyle
övmektedir:
«— Şah sultan Ebu Said varken gökler onun yüce
değeri önünde alçak kalır.
— Şah ile emirleri arka arkaya dizilmiş,
çavuşları saltanatta birer şahı andırıyor.»
Cami'nin divanındaki gazeller arasında yine bu
sultanı öven bir
gazel daha vardır. Bu gazel ihtimalki Ebu
Said, henüz Semerkand' da iken Cami'nin Horasan' dan Semerkand'a geldiği (855 860) Hicret yılları arasında yazılmıştır. Meali şudur:
«— Saki: Bayram ayının hilali
altun bir kadeh şeklinde doğdu. Devlet kudretiyle sultan Ebu Said'e mey sun.
— Orucun neşe ve zevk kapısına vurduğu kilide,
Bayram hilali altundan bir anahtar uydurdu.
— Uzun zamandan beri şaraba tövbe etmiştim.
Fakat böyle demlerde tövbeyi bozmak çok görülmez.
— İlk bayram, genç sevgili, taze bahar. Gönlüm her tazelikten
yeni bir zevk duymada.
— Bizim devletimizin artması şahın duası
sayesindedir. Onun devlet ve ikbali de daima artmakta devam etsin.
— Cami: Semerkand'ın şeker dudaklı güzellerine
candan mürid oldun. Tanrı dileklerini kolaylaştırsın.»
Cami'nin eserleri arasında
sultan Ebu Said adına telif edilmiş bir kitap gozümüze ilişmedi. Bundan
anlaşılıyor ki Mevlâna Cami Ebu Said'in sarayına İntisap için henüz yol bulamamış.
Sultan da onu layık olduğu derecede tanıyamamıştı. Halbuki Sultan Ebu Said' in
8 7 3 yılında öldürüldüğü sıralarda Camî 5 6 yaşına varmıştı.
Sultan
Hüseyin Baykara
Baba tarafından soyu Emir zade Ömer Şeyh
vasıtasiyle Timur' a dayanır. Timir hanedanından gelen padişahların sonucuncusu
olan bu sultanın doğu İran'da tam bir bağımsızlıkla hüküm sürdüğü 35 yıllık bir müddet içinde Horasan pek parlak ve bayındır bir
ülke olmuştu. İlim ve fazilet sahiplerini okşamak yolunda gösterdiği
cömertlikler sayesinde Herat şehri Sultan Mahmud i Gaznevi zamanındaki Gazneyn
şehri gibi ünlü alimler ve büyük şairlerle hüner sahiplerinin yurdu olmakla
yeni bir devreye girdi.
Hüseyin Baykara'nın çağdaşı olan HaAlöüsszger sahibi, bu sultanın zamanını tasvir eden Cilt 3, Bölüm 3 te onu şu sözlerle vasıflandırmaktadır.
«Büyük Seyyitlerle İslâm alimlerini ve zamane
fazıllarını, yüksek belagatte şiir söyliyen şairleri korumak hususunda asla
gaflet ve ihmal göstermezdi. Onların dileklerini yerine getirmek, iltimaslarını
dinlemek ve kendilerini her türlü nimetlerden faydalandırmak yolunda daima
itaat edilmesi gerekli fermanlar verridi. Haftada iki defa pazartesi ve
perşembe günleri kadı ve alimleri huzuruna davet eder. önemli bir iş olunca din
ulularının fetvasını alarak başarırdı. Dervişler, fakirler sohbetine, vaız
meclislerine fazla devam eder, İslâm şeyhlerine, tatlı sözlü vaızlara karşı çok
saygı göstermeyi yüce zimmetinde bir borç bilirdi. Hayır kurumları, mesçitler,
medreseler, tekkeler. konuk yurtları yaptırmaya çok meraklı idi. Kendi
hazinesinden bayındır kasabalar, büyük akarlar, yaptırarak vokfettirirdi. Gönül
çekici büyük saraylar, yüksek binalarla şehirleri süslerdi. Bağlar bostanlarla
ağaçlı ve çiçekli bahçeler tarhettirmeyi kendine başlıca bir vazife bilirdi.»
Hüseyin
Baykara’nın uzun ve gürültüsüz geçen saltanat çağlerında
Horasan ülkesiyle Herat şehrinin eriştiği bayındırlık derecesini (Şahın
ölümünden sonra Şibani Mehmet Hanın hamleleri ve Özbeklerin akınlariyle harap
ve perişan bir hale gelmiştir.) Muînüddin Esefrazi Herat tarihinde şöyle
anlatıyor.
«Ovada, taşlık ve bayırlarda hiçbir yer
kalmamıştı ki tarla ve bağ haline getirilmemiş olsun Bütün kırlarda, derelerde
ne kadar kurak ve boş topraklar varsa hepsi arklar ve kanallarla sulandı. Hele
Mürgapla Mervi Şahican arasında otuz fersaha yakın boş ve kumsal arazi,
Serhas'ten yine Merv' e kadar uzuyan yirmi beş fersahlık çöl o çağlarda tamamiyle
ekili tarlalar, birbirine bitişik çiftlikler haline geldi.»
Herat' ın fethinden ve özbeklerin bozguna uğratılmasından
sonra babası tarafından 9 2 8 -9 3 6 tarihleri arasında
bir kaç yıl Herat ve Horasan'a gönderilen ve hakikatte Hüseyin Baykara'nın
yerini tutmuş olaıı Şah İsmaili Safevi'nin oğlu Sam Mizra Tuhfe-i samı
adlı nefîs tezkiresinde şu birkaç satırla kısa bir ifade içinde geniş bir
bilgi vermektedir:
«Sultan Hüseyin Mizra adaletli ve uyruk sever
bir padişah idi. Devletinin baharı, bahar günleri gibi mesut ve taze, saltanat
çağlarının safası, bayram günleri gibi şen ve gamsızdı. Hiçbir tekellüfe düşmeden
böyle övülecek bir padişah olmak şerefi pek az sultana nasibolmuştur. O hayır
kurumları açtırmak, ilim adamlarını, talebeyi kayıamak, zamanında vazifeli
olan on iki bin âlimin günlük ihtiyacını sağlamak, memleketi
bayındırlaştırmak, halkın refahını düşünmek, hüner sahiplerine ve şairlere
riayet göstermek gibi faziletleriyle ölçülebilir. Hakikatte Alişir gibi bir
kölesi ve Mevlâna Cami gibi bir meddahı olan kimsenin ne methiyecilerin
övmesine ve ne de tarihçelerin tavsifine ihtiyacı vardır.»
Bu padişah bütün ihtişam ve yüceliği, bütün bağınısızlığiyle
beraber şahsan zevk ehli, edip bir sultandı. Farsça ve Türkçe yazdığı
şiirlerden birçok armağanlar bırakmıştır. Bunlardan başka Mecalisal’usşak
adiyle meşhur bir tezkiresi de kalmıştır, Şiirlerinde «Hüseynî» mahlasını
kullanırdı.
Bu şiir sever ve şair padişah zamanında Cami
gibi Tanrı vergisi bir dehanın en uygun inkişaf imkânları bulunmasına ve onun
feyizli kaleminden en nefis manzum ve mensur eserler çıkmasına hayret edilemez.
Muînüddin Esefrazi, Herat tarihinde Cami'ye ait
bir hikâye nakleder.
Bir aralık üstad, sultanın ordusiyle Herat
dışına çıkmıştı. (Bu hikâyeyi Sam Mirza,tezkiresinde şüpheli olarak sultan Ebu
Said'e isnat etmiştir.) Hüseyin Baykara'nın fazilet ve edep erbabına ve hele
kendi çağında yetişen âlim ve edeplerin ilk safında gelen mevlâna Cami'ye karşı
ne derece bağlılık gösterdiğini ve tabiatının şiirden anlamak ve irticalen
şiir söylemek hususunda ne derece kabiliyetli olduğunu şu hikâye pek gözel açıklamaktadır.
«padişah, uğurlu bir saatte mutlu bir maksatla
Mazandıran taraflarındaki düşmanları defetmek için Herat'tan yola çıkmıştı.
Sâlâr köprüsü ordugâh oldu. Bu sırada Hoca Nasırüddin Ubeydullah (kabri nur
olsun) Cami'ye bir mektup yollamış ve bu mektupta Semerkand beylerinden bir
cemaatin padişahtan izinsiz o tarafa gelerek bütün
ağırlıklariyle çoluk çocuklarını Horasan' da bırakmış olmalarının can sıkıcı
bir hadise olduğu bildirilmekte ve bunların usul ve adete yakışmıyan bir
şekilde münasebetsiz hareketlerinden dolayı kusurlarının affı için sultandan
iltimas edilmesi rica olunmakta idi. Cami, mektubu alınca bizzat ordunun
bulunduğu tarafa yollandı. Ordugaha yaklaştığı sıralarda ağızdan eğıza
padişahın meclis
arkadaşlariyle birlikte güneş çehreli güzeller
ve ay yüzlü sakiler arasında zevk ve İşaretle meşgul bulunduğu; meclisin her
tarafı Zühre endamlı dilberlerle süslenmiş, zevk ve eğlence için her ne lazımsa
hazırlanmış olduğu haberi yayıldı. Mevlana Cami orada atından indi. Büyük
emirlerle dergah uluları, hazreti karşıladılar. Hakkında gerekli hürmet ve
saygıyı gösterdikten sonra mesele anlaşıldı. Bunun üzerine Cami hal ve makama
uygun bir gazel söyledi. Gazeli hemen sultanın meclişine yetiştirdiler. llk iki beyti şu anlamdadır:
« — Aşk ve zevklerini düşünenlerin meclisinde bana zahitlik
engel değildir. Ben onların meclisinde belki gam ve elemlerimden uzak kalırım.
— Bir yerde ki şahların atlası yollara
serilmeye layık değildir, dervişlerin tozlu abasiyle hâşâ oraya yaklaşmaya kim
yol bulabilir ?»
Mevlana Cami'nin mübarek karihasından çıkan bu
şahane İnciler padişahın kulağı sedefine erişince «güzel sözler şahlar kulağına
yaraşır» kavlince sultanın ilham denizi de dalgalandı ve gazelin tamamını bir
cevapla süsliyerek Cami'nin sırlar kaynağı olan kutsal meclisine gönderdi. Şu
üç değerli mücevher ki, mana aleminde yaşıyan dilberlerin kulaklarına küpe ve
cennet hurilerinin saçlarına muska olmaya layıktır. O cevahir dizisindendir:
« — Senin yüzün ışıgı o meclise çerağ olmadıkça
zevk ve işretini düşünenlerin derneğine meclis demek yaraşmaz.
— Saltenat tahtı, şahlık atlası kuru görültüden
başka bir şey değildir Dervişlerin feragat köşesi, tozlara bulanmış hırkası
belki daha hoştur.
— Hüseyni gibi harâbât şeyhinden bir kadeh
arıyorum. Çünkü Camî’nin kadehindeki inciler bağrı yanıkların yakut renkli
şarabıdır.
(Ravzâtülcennat
Ravza 24)
Camî’nin sultana yakınlığı o derecede idi ki
çok kere vezirler, emirler, devlet büyükleri onu her işte şefaatçi tanır ve kendi. işle.inde yardım dilenirlerdi. O, Bütün dervişliğiyle beraber bunların dileklerini yerine
getirmekte güçlük çekmezdi. Sultanın öfkeli zamanlarına rastladıkları vakit
yine Cami' den yardım isterler O da şefaat hususunda hizmet kemerini kuşanır,
elinden geleni esirgemezdi.
Habibüssiyer tarihinde (Cilt 3. Bölüm 3.) şöyle yazar:
Bir gün vezir hoca Mecdüddin Muhammet Hâfi,
sultanın öfkesine uğradı. Derhal bir tarafa gizlendi. Sultanın heybetinden, can korkusu, mal düşüncesiyle saklandığı yerden bir türlü
meydana çıkamıyordu Nihayet Camî’nin eteğine yapıştı.
«Camî, sultanla görüştü. Münasip sözlerle
annattı ki Hoca Mecdüddin Muhammet padişahın çetin işlerde, memleketin
bayındırlığında halkın ve askerin sevgisini kazanmakta hizmeti geçmiş bir
vezirdir. Ona hoş muamele etmek, garazkârlarının sözlerini dinlememek gerektir.
Sultan, Camî’nin tavsiyesini kabul etti Söylediklerini doğru buldu. Mecdüddin'
e haber verildi. Kalbine emniyet geldi, ertesi gün gizlendiği
yerden doğruca Bağ i Cihan âra sarayına koştu. Barlas Beylerinin kılavuzluğu
ile yer öpmek şerefini kazandı ve ayrıca yermi bin dinar ihsan aldı.»
Cami’nin Münşeat mecmuasında
(derlenmiş mektuplarında) yermi bir parça mektup vardır ki bunları Sultan
Hüseyin Baykara kaleme almıştır. Ihtimalki bunlar Camî’nin kendisine yazdığı
mektupların cevabıdır. Sultan bu mektuplarda Gami’ ye karşı her türlü hürmet ve
bağlılık hişleri ifade eden cümleler sarf etmiştir. Sultanın çok defa bir
harbe gitmek veya bir sulh müjdesi vermek için derhal Herat'a bir ulak göndererek
Camî’ye mektuplar yolladığı anlaşılıyor. Bunlar arasında Herat' a gitmek için
en mutlu saatı öğrenmek maksadiyle yazılmış bir mektup da vardır. Bu mektupta
Safer ayının sonuncu çarşamba gününün uğurlu veya uğursuz sayılmasındaki
sebebi Cami' den sormakta olması burada ayrıca bahse değer görülmüştür.
Sultan ile Üstat arasındaki
bağlılığın derecesi bu vesika ile de pek güzel anlaşılacaktır. Camî'nin cevabı
şudur:
«— Tanrı adiyle: Muzaffer
saltanat sancağının bu diyardaki riyasız kullarına doğru hareket edeceği
müjdesini getiren ve bahtiyarlık ve yücelik vesilesi olan kutlu mektubunuz alındı.
Gönül yurduna şenlik ve sevinç verdi. Umut gözlerimiz yollara dikildi. Hasret
yuvası olan gönlümüzün nağmesi ve iştiyak viranesi olan kalbimizin ezgileri şu
kıt'adadır:»
«— O ayın şehrimize doğacağı
zaman mutlu bir saattir. Vuslatından can neşelenir. İkbalinden gönül nazlanmaya
başlar.
— Onun İçin uğurlu saati
seçmeye ne hacet, onun doğmasiyle saatlerde saadet hâsıl olur.
Mektubunuzda Safer ayının
son çarşambası hakkında her tarafa yayılmış olan inancanın nereden geldiğini
soruyorsunuz. Olabilir ki, bu itikadın kaynağı, bazı tefsircilerin Kur'ânda
devamlı uğursuz gün olarak bahsedilen Safer ayının son çarşambasından
çıkardıkları mânadan gelmektedir. Bilmek gerektir ki o günün uğursuzluğu kâfir
ve münafıklar içindir. Çünkü onların başına gelen musibetler o güne raslar.
Fakat îman ve ahlâk sahipleri için ki, bunlar Peygamber' !erle ümmetleridir.
Son derece kutlu ve mutludur. Çünkü onların hakka yakın ve kâfirlere galip
oldukları gün aynı gündür. O halde bugün dosta kutlu, düşmana uğursuzdur. Bu
yılın Safer ayının çarşambası, geçen yılın Safer ayındaki salı gününün eşidir.
Kuvvetle umarım ki geçen yılda Safer ayının aynı gününe raslıyan salı günü bu
şehre gelmemiz nasıl kutlu ve uğurlu oldu ise bu yılın Safer ayı çarşambası da
mutlu ve mübarek olsun.
— Bilgisizlere karşı kulağını kapa. Çünkü senin
yüce değerin öyle her nadana yaraşacak şeylerden arıdır.
— Orada müneccim aramaya ne lüzum var? Güneş
daima şeref burcundan bakmaktadır.
Ulu Tanrı sonsuz bir devlet, yıldızlarla semalara sığmıyacak
kadar saadet nasibetsin vesselâm.»
Hüseyin Baykara, zamane aşıklarının ahvalinden bahseden Mecalisül'
uşşak kitabında 5 5 inci meclisi Camî’nin vasfına
ayırmıştır. Üstadın âşikâne hallerini ve gazelleriyle hikaye ve şiirlerini
naklederken söze şöyle başlar:
«— 5 5 inci
meclis: Yüceliğinin derecesi sözle ifade edilmiyecek kadar yüksek olan Mevlâna
Camî, zâhir ve bâtın bilgilerinde çağının biricik alimi idi. Ondan irfan
tarihine pek çok eserler yadigâr kalmıştır. Şiir nevilerinden kâside, gazel,
müsnevî rubaî ile kıt'a ve muammâ gibi parçaları hep güzeldir. Eserlerinde büyük mutasavviflerden Muhyiddin -i Arabî ile
Konya'lı şeyh Sadreddin'in yolunu tutmuştur....»
Camî’ de hemen pek çoğu bu padişahın devrine raslıyan
eserlerinde onun adını anmaktadır. Mensur eserlerinden Baharistan, Risale i sağır
der Muamma ve manzum eserlerinden
Silsiletüzzehepm birinci cildiyle Sübhatül'ebrar, Yusuf ile Züleyha,
Leylâ ile Mecnun. Hurdnâmei lskenderi (mesnevilerinin sonuncusudur) gibi bütün mesnevilerinde
onun adını anmakla söze başlar.
Divanında da sultan Hüseyin Baykara vasfında
pek parlak kaside ve gazelleri vardır. Kasidelerinin birçoğunda sultanın
saraylarını, köşklerini övmekle söze başlar ve sözlerini daima sultanın
methiyle bitirir.
Camî, 898 hicret yılı Muharrem ayının 1 7 inci günü yani sultan Hüseyin Baykara'nın ölümünden on yıl
önce dünyadan göçmüştür. Ölümü sıralarında sultanın şevket ve ikbal günleri en
parlak mertebesini bulmuştu. Sultan gerek üstadının cenazesini uğurlamada,
gerekse yas tutma töreninde ona karşı duyduğu saygı ve hayranlığı en yüksek bir
şekilde ifade etmiştir. Bu yas töreninin uzun hikâyesi emir Alişir Nevai'nin Hamsetül mütehayyirin adlı eseriyle Muinüddin Esefrazi'nin Ravzcitül
-cenncit fi evsaf i medine -i Herat adlı eserlerinde yazılıdır.
Emir Alişir şöyle diyor:
« — Cami'nin ölüm haberi
şehirde yayılınca her taraftan sayılı büyüklerle ileri gelen memleket uluları
toplandılar. Yas donu giydiler. Devletlü sultan Hüseyin Baykara meclise geldi.
Yüksek sesle ağlaştılar. Mevlâna Ziyaüddin Yüsüf'u şefkatle kucakladılar. bütün
dostlar teselli ettiler. Bu fakir Alişire de göz yaşlariyle taziyeler sunarak değerli nasihatlar verdiler.
Üstadın mübarek mizacında arıklık başgöstermiş,
Başkent'e saltanat dergahına dönmüştü. Bütün Şehzadelerle Devlet büyüklerine
merhumun tabutunu uğurlamak için emir buyurdular. Sultan Ahmet Mirza ve
Muzaffer Mirza ve başka şehzadeler tabutu omuzlarında taşımak hususunda
birbirleriyle yarış ediyorlardı. Bu tertip üzere Musalla'ya getirdiler.
I |
Cmî, eserlerinde Hüseyin Baykara'nın bazı
şehzadelerinin de adlarını anmış, onları da övmüştür. Bunlardan sultanın en çok
sevdiği ve daima yanından ayırmadığı oğlu Sultan Muzaffer Hüseyin'i Yusuf ile Züleyhâ adlı
eserinin baş tarafında şu sözlerle övmaktedir:
« — Öteki Muzaffer talihli şehzade ki, henüz çocukluk çağında
tac-ü taht onun oyuncağı oldu. Akıl onun yüce mevkiini ve saygı değer
varlığını görünce adını tarihe nakşetmek arzusunu duydu.»
Leylâ ile Mecnun un başlangıcında mevlâna Cami eski sultanlardan bir kaçını
da anmaktadır. Bunlar arasında Timur ogullarının nefret ve düşmanlığını
kazanmış olan Cengiz'i kö-
tülemekte, Timur ile Şahruh'un adlarını saygı ile dile
getirmekte bunlardan sonra da Sultan Hüseyin'i övmekle sösünü bitirmektedir.
Bu parçalar şu meâldedir:
« — Sâkî o güneş gibi parlayan şarabı ver! İçinde Cemşid' e
cihanı seyrettiren o kadehi getir.
O şarap ki, Nur gibi ışık saçar, eski ve yeni
çağların tarihini aydınlatır.
— Behram nerede? Mezarı hani? O Aslanlar
paralıyan kollar, o kudret nerede?
— Keykâvus nerede? Kâsesi ne oldu? Temelleri
göklere yükselen sarayı hani ?
— Bu yaylaların kurdu olan Cengiz kim idi? Bu
ovalar artık onun canavarlıklarından kurtuldu.
— O ölümün pençesinde bir tilkiye döndü. Cesedi savaş meydanında cansız düştü.
— Timur, her türlü rahneler açan sarsıntılardan
emin, demirden bir kal'a gibi sağlamdı.
— Aczin elinde mum gibi yumuşadı. Mal ve
mülkünden geri kalmış olduğu halde can verdi.
— Şahruh'ki bahtiyarlıkta son mertebeye ermiş,
ünü en uzak ülkeleri tutmuştu.
— Bu belâ ve müsibetler
meydanının safları arasında Şâhane çehresi ölüm rengiyle soldu.
— Sâkî: Bir an için mühlet ver. Ortaya iki dolu
kadeh getir.
— Öyle bir şarap sun ki
kokusundan gönülde adaletli padişahın dua reyhanı filizlensin.»
— Şimdi Camî'ye çağdaş olan Horasan sultanları hakındaki
sözlerimizi bitirirken hicri dokuzuncu yüzyılda meydana gelen edebî eserlerle
Camî'nin eserlerinin te'lifinde kuvvetli bir âmil olan büyük devlet
adamlarından kısaca bahsetmek yerinde olacaktır.
Dokuzuncu yüzyılda ilim ve edebiyatın fazla
itibar kazanmasında ve bu çağda büyük edebi eserlerin meydana gelmesinde hele
bunlar arasında irfan ve edebiyat semasının parlak birer yıldızı olan Cami'nin kaleminden çıkmış değerli eserlerin her tarafta
yayılmasında sultanın en nüfuzlu veziri büyük
Emir Alişir Nevai' nin edebi ve ahlâki faziletleriyle şahsi servet ve
kudretinin büyük yardımı olmuştur.
Bu edip ve irfan sever emiri, âlimlere, fazilet
ve kemal sahiplerine karşı gösterdiği yüksek sevgi ve ilgi bakımından üstat
Browne, Maecenas E. Cilinius [ 1 ] e
benzetmektedir. O fazilet ve irfan ışığının çevresine sayısız âlimler,
şairlerle zevk ve sanat erbabı pervane gibi üşüşmüşlerdi. Kendisi de bizzat
Camî’nin müridleri arasında bulunuyordu. Emîr Alişir nazarında Cami' nin
mevkii hem dostluk ve sevgi bakımından hem de üstatlık ve şakirtlik ilgisi
yönünden pek yüksekti. Üstat da manzum ve mensur eserlerinin birçoğunu bu
vezirin teşvik veya arzusuna uyarak yazmış, bütün eserlerinde onun adını saygı
ile anmıştır. Kitaplarına eklenmiş birçok mensur mektuplarla kıt’alar ve
gazeller vardır ki bunların hepsi Alişir'e hitabeden veya ona cevap teşkil eden
parçalardır. Büyük şairin 898 hicret yılında ölümünden
sonra Emir Alişir Üstadına uzun bir ağıt ile terkib-i bend tarzında
yedi kupleden ve yetmiş beytten ibaret uzun bir şiir yazdı. İlk beyti şu
mealdedir:
«— Felek derneğinde her an yeni bir cafa var.
Onuu meclisinde bulunanların her birinde başka bir belâ nişanesi belirmekte.»
Bunlardan başka Hamsetül • mütehayyirin adlı
kitabını da Camî’ye armağan etmiştir. Bu kitapta kendisini Cami'nin ölümünden
dolayı en çok taziyeye muhtaç görmektedir.
[l] Maecenas Cilinius, edebiyat ve sanat aşıkı olan Roma
Şövalyesi (8 • 73) yılları arasında yaşamış,
şair Virjil ve Horas'ın dostu ve hamisi olmuştur.
Camî'nin (875 ten 898) hicret yılına kadar
süren ve ömrünün dörtte birine varan müddet içinde meyadana getirmiş olduğu
eserlerin hemen hepsi Alişir'in yüksek saygı ve teşviklerinin mahsulüdür. Emir
Alişir 844 yılında Herat'ta doğmuş 906 da aynı
şehirde ölmüştür. Çocukluk çağlarında sultan Hüseyin Baykara ile arkadaşlık
etmiş, sultan Hüseyin Herat' ta tahta çıktığı zaman onun en sevgili yakınlıkları
arasına girmişti. Önce saltanat mühürdarlığı vazifesiyle saraya alındı. Son
derece cömert ve tok gözlü olması, dünya hırslarından, mevki düşkünlüğünden
uzak kalması, Devlet işlerinde tarafsız hareket etmesi dolayısiyle sultan ile
şehzadelerin güven ve sevgilerini kazandı. Pek yüksek bir mevki tuttu. Sultan
tarafından kendisine Rüknüssaltana ve Htimadülmemalik veddevle ve mukarribül
-hazretis -Sultanî yani saltanatın direği, ülkenin ve devletin inalı, sultanın en yakın dostu unvaniyle
vezirliğe getirildi. Bu yüce unvanla beraber o zaman sultanın en geniş ve
bayındır ülkelerinden bulunan Esterâbâd gibi büyük bir vilâyetin timar ve
idaresi de kendisine terkedildi. Fakat az bir müddet sonra bu işlerden affını
diledi. O, sükûn ve feragat köşesine çekilerek edebiyat mütalâsiyle vakit
geçirmeyi geçici dünya mesnetlerinden daha hayırlı buldu. Camî’nin irşadiyle
Nakşibendiye tarikatine girerek tasavvuf yolunu tuttu. Bu tarikatten aldığı
feyiz ve neşe ile yaptığı hayırlı işlerin sayısı hesaba gelmez. Rivayete göre
Emir Alişir 3
7 O e yakın mescit, medrese, ibadet yeri ve mezarlık binalariyle
kabristanlardan bir kısmını yeniden yaptırmış, bir kısmını da tamir
ettirmiştir. Zamanının Üstat Behzat, Şah Muzaffer gibi hünerli ressamları, Kul
Mehmet, şeyh Nayî ve Udi Hüseyin gibi sayılı musiki bilginleri sanatlarında
gösterdikleri yüksek terakkileri hep onun cömert, himaye ve ihsanlarına
borçludurlar. Kendisi de bizzat mahir bir musiki üstadı, sanatkâr bir ressam
idi.
Emir Alişir, Türk ve Çağatay lehçelerinde şiir
söyliyen eşsiz
bir şairdir. Bu lehçelerde yazdığı
gazellerden dört parça divan ve Gence'li Nizami'nin Hamse'si örneğinde beş uzun
mesnevi, Attar'ın Mantıkuitayr’ı tarzında Lisanüttayr adlı bir
mesnevî meydana getirmiştir.
Türkçe şiirlerinde Neval mahlasını kullanırdı.
Alişir'in şairlikteki şöhreti daha çok Türkçe
eserleriyledir. Farsça şiirlerini (Fani) lâkabiyle yazmıştır. Bu dildeki manzum
eserleri o kadar kuvvetli olmamakla beraber kendisine (Züllisaneyn) iki dil
sahibi derler. Alişir'in aruz ilmine dair de bir kitabı vardır ki buna Mizânül’evzan
Vezinler ölçüsü adını vermiştir.
Alişir verimli bir muharrir ve müelliftir. Otuz
cilde yakın Türkçe ve Farsça eser bıraktı. Eserlerinin kısa bir fihristini
verelim:
1 — Garaihüssığar, Nevâdirüşşebab,
Bedayiül'evsaf, Fevaidülkiber başlıklı çeşitli gazellerinden toplanmış dört divan.
2 — Hamse tarzındaki mesneviler: Tahiyyetül'ebrar,
Ferhad ve Şirin, Leylâ ve Mecnun, Sedd i lskenderî, Seb’ai seyyare unvanlı
beş eser. ■
4 — Tezkere i mecalisünnefais:
kendi zamanındaki şairlerin kısa hal tercümelerinden bahseder. Dokuzuncu
asırda Farsça'ya tercüme edilmiş ise de henüz basılmamıştır. [ 1 ]
1 1 — Nesaimül’mahabbe.
1 2 — Risale i Aruziye.
1 3 — Hamsetül’mütehayyirîn.
14 — Mühakemelül’lugateyn'. Bu eserde Türk dilinin
Farsça'ya üstünlüğünü ispata çalışmıştır. Ölümünden bir yıl önce yani hicri 9 O 5 tarihinde te' lif etmiştir.
1 5 — Halati pehlivan Esed.
[1] Bu eser birkaç yıl Önce
İran'da basılmış ve bir nüshası da Milli Eğitim Bakanlığına göndeâlmişti. Mütercim
16 — Halât-i Seyyid Hüseyin Ardişir.
1 7
— Müfredat
der fenn i muamma.
20 — Münşeat i Türkî
2 2 — Münşeât-i Farisi
23 — Mizanülevzan
Bu eserlerden mesneviler ve gazeller gibi
bazıları bugün -elde bulunmakta ise de bir kısmı hemen pek az ve bulunması
mümkün görülmemektedir.
Habibüssiyer tarihi sahibi (Mirhund) Alişir'in çağdaşı ve onun
yetiştirmelerindendir. 906 Hicret yılı
olaylarına ek olarak yazdığı bir parçada vezirin ölümü hâdisesini tafsilâtiyle
anlatırken onun yüksek ahlâk ve faziletlerini olduğu gibi belirtmek ve şiirleriyle
eserlerinin tafsilâtını çizebilmek maksadiyle ayrıca Mekârim-i ahlak
adlı bir risale yazmış ol duğunu söyler.
Habibüssiyer de de şunları
yazmaktadır:
« 1 2 Cümazel'âhır Pazar sabahı, can kuşu ten kafesini kırmış.
Madde âleminin dar ve sıkıntılı alanından ebediyet bahçelerinin yeşilliklerine
uçmuştu. Erken sabah bir acı haber Herat başkentinde yayıldı. Halkın ve
ilerigelen memleket büyüklerinin yanık gönüllerinde keder ve matem ateşleri
yükseldi. Feryat, figan sesleri, fakirlerin, vezirlerin, genç ve ihtiyar bütün
halkın ağlıyan sesleri gök kubbeyi inletti.
Sayılı âlimlerin şeref ve
itibar tacı başlarından düştüŞaşkın bir hale geldiler. Başka kimden imdat ve
ihsan göreceklerdir? Saygı değer fazilet sahiplerinin sabırları tükendi.
Bundan böyle kimin meclisine koşacaklarını bilemiyorlardı..»
Yukarda söylediğimiz gibi
Cami'nin birçok eserleri Mîr Alişir adına yazılmıştır. Kitabımızda (Cami'nin
eserleri bölümüne bakınız.)
Türkman Irak ve Azerbaycan sultanları
Hicrî dokuzuncu yüzyılda İran'ın doğu bölgesi
haklı sultan Ebu Said ve Hüseyin Baykara' nın idaresi altında mesût ve
bahtiyar bir hayat sürerken batı İran'da da Karakoyunlu Cihanşah ve Akkoyunlu
Uzun Hasan ve oğlu Yakub'un kudret ve şevketle saltanat sürmekte olduklarını yukarda belirtmiştik. Cami'nin bu padişahlarla da dostluğu son
derece sağlam ve kuvvetli oldu. Bunlardan her biri üstad saygı ve itibar
göstermekte ötekinden geri kalmadılar. Bu cihet hem tarih ve siyer kitaplarının şahadetinden hem de büyük şairin eserlerinden
anlaşılmaktadır.
Karakoyunlu Cihanşah (H 841-8 7 2)
Karakoyunlu hanedanı Timur
oğullarının en kanlı düşmanı olduğu cihetle Cihanşah'ın Uzun Hasan tarafından
öldürülerek bu ocağın tamamiyle söndürüldüğü zamana kadar Gamî'nin eserleri
arasında Karakoyunluların adları pek az geçmektedir. Bununla beraber Cami'nin
mektupları içinde gözümüze ilişen manzum bir parça Cihanşah adına yazılmıştır.
Cihanşah görünüşe bakılırsa şiir söyler, zevk ve irfan sahibi bir padişahtı.
Şiirlerinde «Hakikî» mahlasını kullanıyor. Karakoyunlu ocağının Şialik
yönünden Peygamber evlâdına son derece bağlılık göstermekte olduğu
anlaşılıyor.
Bir zamanlar Cihanşah,
Divanını Camî'ye göndermiş, Cami de ona aşağıdaki kıt'ayı armağan yollamıştır.
«Sâkî! İçinde Cihan'ı gösteren o kadehi verj O
kadeh ki varlığı unutturur, sarhoşluğu arttırır.
— Ver ki sarhoşlukla şu varlıktan sıyrılalım,
aşk ile mest olmuş gönüllerin sırrına erelim.
— Mutrip ! O gönül okşayıcı
nağmeleri çal. Çal da, gönül perdesinde inlesin!
— Sevinç ve teşekkürlerle dedikodu perdesi
arkasından ilham perileri yüz göstersinler!
— Cennet gülüstanından, sesi kesilmiş bir
bülbülün yuvasına bir gül geldi.
— Cömertlik yağmuru ve kerem bulutlariyle kara
topaak bengi suya kavuştu.
— Taze bir feyzin esrar denizinden, kıyılardaki
susamış dudaklar suya kavuştu.
— Sözün kısası, ilim sığınağı ve irfan yuvası
olan Şah'ın ilham hazinesinden.
— İçi mücevher hokkasını andıran gerçek
incilerle dolu mübarek bir kitap geldi.
— Onda: Gazeller, Mesneviler, suret ve mânaya
ait sırlar var.
— Her gazelin ilk beytinden ezel sabahı
müjdelerinin nurları parlamada.
— Hele son beyitlerine
ne diyelim? Her birinde sonsuz feyzin kaynağı fışkırmada.
— Mecaz ülkesinin suret aşıkı şairlerine hakikî
şahın belirtileri göründü.
Mesnevide sözün hakkını vermiş, eski nükteler
onun kaleminde yenilik rengi almıştır.
— Kitaplar anası olen Kur’an’ın esrarını
anlatmak hususunda her mısraı bir kapu açmıştır.
—■ Bu ne güzel, ne çekici, ne yürek ferahlatıcı
kitap ki Attar’ın ruhu ondan ıtır sürünüyor.
— O Mesnevi’nin kokusu Mevlâna'nın hatırına
sirayet ediyor sanki.
— İçinde esrarla açılmış mce güller var ki, ona
Gânlşen-i riz desek yaraşıyor.
— O şiirin mertebesi o kadar yüce ki bizim vasfımızın kemendi ona nasıl erişebilir?
— Şahın şiirleri onun arı gönlünden sanki bizim yüce üstatlarımız olan tanrı
erlerinin gönlüne akmıştır.
— Bu nükte onun tam kanıtı olmuştur. Nasıl ki
Şahların sözü, sözlerin şahıdır derler.
— Ben şahın sözlerinin vasfında acizim. Hatıram
onun medhine nasıl yol bulabilir?
— Yarasada göz nvru yoktur ki, yeryüzünde
güneş'in aksine bakabilsin.
— Göz ona bakmaya nasıl güç yetirebilir?
Gökteki güneşe kim bakabilir?
— Cami ağzını kapa. Burada (bu şahın vasfında)
sözün yeri pek dardır.
Son sözü dua ile kesmek eski bir töredir. Sen
de sözünü şahın duasiyle bitir.
— Tanrı'nın feyiz ve hayat saçan cömertliği,
nesilleri devam ettirdikçe,
— Şahın temiz kalbi de sırlar hazînesi olsun,
gönlüne feyiz kapısı açılsın.
— Dünya fermanına, cihan
muradına uygun gelsin. Dua cısı bütün insanlar ve melekeler olsun.»
Cami'nin sultan Cihanşah tarafından gönderilen
hediyeleri aldığına dair başka bir mektup daha vardır. Hahikatte bu mektup
sultanın Azerbaycan kumaşlarından yaptırmış olduğu yünlü elbise ile Börk'ün
alındığını bildiren bir makbuz sayılabili.
«Hilafet sığınağı olan padişahın -Tanrı
yardımcılarını aziz etsin ve Hazreti Ali'nin aşikar olan feyiz ve iktidariyle
gücünü kat kat artırsın. Lütuf ve keremi yönünden ihsan buyurulan hırkaya
benzer sof, sofiler meclisinde alındı:
(Kaza terzisi ahir
zamana kadar devletimizin hil'atini o kumaştan dikecektir.) Bu arada ayrıca
hayırlı ve bahtiyar Tanrı erlerinin sergisi gibi beyaz bir Börk dervişlere
yücelik sermayesi oldu. O hanedanın aşıklarına mahabbet dersi veren Ehli
beyt'in altına toplandıkları abayı andıran bir abayı da giyindik. Bu sözler tarihiede kaleme alınmıştır Vesselam.»
Akkoyunlu Uzun Hasan (871 -883 H)
Uzun Hasan bey Tebriz' de saltanat tahtına
yerleştikten sonra 8 7 8 yılında Cami Hicaz seferinden dönmüştü. Tebriz'de
sultanın huzuruna kabul edildi. Hasan beyden sonra yerine geçen oğlu Yakup
beyin son günlerine kadar da Horasan'lı üstat ile Azerbaycan hanedanı
arasındaki dostluk bağları pek sağlam kaldı. Bu dostluğun izleri her iki taraf
arasında gidip gelen mensur ve manzum mektuplarda açıkça görülmektedir.
Camî'nin münşeatı arasında Hasan beye yazmış olduğu bir
mektup görülmektedir. Bu mektup Uzun Hsan bey tarafından daha önce yazılan ve
Hicaz yollarının emniyetiyle Gürcistan muharebesinden Üstada bazı bilgiler
veren bir yazının cevabıdır:
«Sultan Hasan beyin mektubuna cevap: Kıt'a
— Kudretlü sultanın boz güvercini Kayser sarayında dervişler
yurduna indi.
— Kanadına yüksek hüner ve tam bir itina ile yazılmış bir
zafer levhası asılı idi.
Asiler ve düşmanlara karşı kahraman, gaziler ve savaşçılar
sultananı, cihan halkının sığınağı adaletlü padişahın Sid. retül'münteb.a'yı ve
semaları andıran yüce makamı Kâtiplerinin kaleminden damlıyan iltifat
serpintileri geldi. Kıt'a:
— Osman oğlu Ali oğlu Muizüddin Hasan ki, bugü hac ve gaza
işleri onun himmetiyle düzen dulmuştur.
— Çöller onun sayesinde bayındırlaştı. Kumsallar üzerinde
şimdi sam yelleri yerine cana can katan serin rüzgârlar esiyor.
— Savaş peşinde ayagını üzengiye koyduğu zaman, onun cengi
kâfirlere matem günü olur.
— Hiçbir sultan boyununu keskin kılıca teslim
etmedikçe onun itaati çemberinden baş çeviremez.
— Cihan gûya onun sayesinde hâdiselerden güven
buldu. Çünkü o hâdiseler doğuran feleğe karşı merhamet kapısını kapamıştır.
— Onun adaleti çağında zalimler İçin feryadü figandan başka
bir iş kalmadı. Tanrı onu hayırlı sebeplerle mükâfatlandırsın.
Mektubunuz Kâbe de ehrama girenlerin yolunu azıtmış
haydutlar elinden kurtarıldığını ve cihanı fetheden ordumuzun Gürcistan ülkesi
kâfirleriyle . savaşa gittiğini bildiriyor. Bu haber çöllerde dudakları kurumuş
Kâbe yolcularının gönül bahçesine taze bir yeşillik ve savaş meydanlarına
susamış gaza âşıklarının yüreklesine ölçüsüz bir tazelik verdi. Şimdi bütün
halk hep bir ağızdan ve bir günülden yüzlerini yerlere koymuş, ellerini göklere
kaldırmış, duacılık borcunu ödemekte ve teşekkür töreni yapmaktadır.
Kâbe çevresinde tanrı evini tevaf için koşan mü' minlerin
ayaklarının bereketi ve islâm düşmanlarını kahr için savaşan muzeffer gazilerin
tükenmez gayretleri, o devlet ve ikbal sahibi dergâh ve ordugâh erlerinin
yardımcısı ve kurtarıcısı olsun. Peyganberin ve şerefli evlâdının himmeti
yoldaşınız olsun..»
Reşehat i aynülhayat adlı eserin sahibi Hüseyin Vaız Kâşifi'nin oğlu Ali, Uzun
Hasan beyle Cami'nin 8 7 8 yılı Cemaziyelâhır ayındaki görüşmelerinden şu
suretle bahsetmektedir:
«Mevlâna Cami Tebriz'e geldiği zaman Hasan
beyin büyük emirlerinden Kadı Hasan, mevlâna Ebubekir Tahrani, devriş Kasım
Şagavul ile başkaca ileri gelen memleket eşrafı karşı gittiler. Büyük hürmet ve
ikramlarla onu hazırlanmış olan güzel bir yere indirdiler. Cami, Hasan beyle
mülâkatta bulundu. Hasan bey misafirine son derece saygı ve hürmet gösterdi.
Padişahlara yaraşan armağanlar verdi. Tebriz' de kalması için çok rica ve
ısrarda bulundu. Fakat Cami, pek yaşlı olan annesinin ziyaretine gideceğini
bahane ederek Horasan’a yollandı.»
Sultan Yakup Bey (884 896 H.)
Cami'nin divanında Sultan Yakup beye yazılmış türlü öğütler
ve felsefi nasihatlerle dolu bir kaside vardır. Genç sultanın üstada karşı
gösterdiği saygı ve bağlılığın derecesi ile üstadın zamane sultanlarına
nisbetle ona karşı pek açık konuşması bu kasideden pek güzel anlaşılmaktadır.
Bazı parçalarını nakletmemiz faydalı olacaktır.
— Bir haberci geldi, burnuma güzel kokular
getirdi. Meğer mektubunun içinde Huten miski varmış.
— O, mektup değil bir bahçıvan hediyesi,
çemenden toplanmış menekşelerle sarılı bir yasemin demeti.
— Bunlar birer kinayedir. Sözü açık söylerim, Yakîn’ ın
çevresinden Şüphe'nin duvağını kaldırayım.
— İhlâs sanatı ile yazılmış bir ikbalnâmedir ki Aslan oğlu
Aslandan, Hasan oğlu Yakup' dan gelmiştir.
— Sen Mısıra tahtı kurmuş Yusuf, ben de senden
uzakta cefa çeken bir Yakup'um.
— Öyle bir hayat geçir ki, adaletin emellerdeki
düğümleri çözsün, zulmün dileklere düğüm vurmasın.
— İnsafınla memleketi öyle şenlendir ki, orada
gariplerin gönlünde vatan hasreti kalmasın.
— Bilgi nurları saçan alimi kayır ki. Mum gibi
ayağı ateş içinde şamdanı altından olsun.
— Nursuz kalınca alimin ilmi cehalet karaltısı
olur. Karanlık gecede meclisi insan ışığiyle aydınlat.
— Halkın nefsini, malını, paraya karşı düşkün
olan bir kimseye itimat etme.
— Ölü yıkıyanların gömleğini, cenazelerin
kefenini soyanları elbise dolabına yaklaştırma.
— Bir şey istiyeceksen, ehlinden İste. Narı Nar
ağacından ıoplıvabilirsin. Karağaçtan değil.
— İyiler Melek huylu, kötüler Ehrimen
sıfatlıdırlar. Şeytanların hükmünü Meleklere tercih etme.
— Sekiz cennet de bayındır birer evdir. Onların bahası
ancak kırık gönüller yapmakla ödenir.»
Cami, Akkoyunlu Yakup beyin ölümünden sonra yazdığı ve
üçüncü defterini Türk sultanı Beyazit 2. adına armağan
ettiği Silsiletüzzehep adlı mesnevisinde Sultan Yakup'un güzel siyasetiyle,
mazlumları okşamak, zulmü kaldırmak hususundaki himmetlerini anarken onun
ölümünden acı duyduğunu söyler. Faydalı öğütlerle dolu olan o kıt'a şudur:
«— Hasan oğlu Yakup öyle bir şah' dı ki
güzelliğinin semasında bir ay parlardı.
— Henüz genç yaşta taze bir civan iken
hâdiselerin derinliklerine girmeyi kendine iş edinmişti.
— Şam'dan Horasan'a kadar uzıyan bir ülkesi, kötülüklerden
sakınan bir kalbi vardır.
— Zalimlerin arkası onun adaletiyle kesildi.
Nûşirevan'ın şöhreti onun sayesinde tazelendi,
— Bir gün ona Şiraz' dan niyaz erbabının
dualariyle dolu bir mektup geldi.
— Bu mektupta zalim ve gaddar tabiatlı falan
kimse, eline kalemden bir balta almış.
— Tanrı kullarının kökünü kazıyor. Ey ulu
sultan merhamet buyur, (deniliyordu).
— gaddar köpeği yani o mayası bozuk soysuz iti
Tebriz' e çağırdı.
— Eteğime bir köpek bile saldırsa bundan dolayı
bir kin duymam.
— Fakat bahsettiğiniz bu zulüm ve hakaretler
benim hesabıma işlenmiştir, dedi.
— Nihayet Şah bu adamı huzuruna aldı mektubu
baştan başa ona okudu.
— Once inkâr ettiyse de sonra bütün olup
bitenleri söyledi.
— Bunun Üzerine şah eline oluklu dir keman
aldı, Can alıcı okunu yerinden fırlattı.
— Amacını bulan ok, onu kudurttu. Köpek gibi
dört gözlü oldu.
— Evet bu ok onu delip geçerken vücudunda iki
göz daha açılmıştı.
— Ta ki bu gözlerle layık olduğu akıbeti
görsün, kötülüklerine yaraşan cezayı seyretsin.
— Yazık ki o yay, ok ve onu kullanan el ile böyle bir
padişah zamanenin çevrinden.
— Ne fırtınalar ne afetler gördü. Akibet şu
mecazî alemden yüz çevirdi.
Tanrı'nın lûtfu canına dolsun, hakkın rahmeti
ruhunu şad etsin.»
Ayrıca sultan Yakup adına müstakil bir mesnevi
de kaleme almıştır ki bu da Selaman ve Ebsal adlı eserdir. Kitabın
baş ve son kısmında bu padişahın adını büyük bir saygı
ile tekrar etmiştir. Başlangıcı şöyledir:
« — Güzel huylulukta Şah Hasan (uzun) meşhurlardandı. Oğlundaki
bu güzel huy da onun mirası oldu.
— Babası atını cennet saraylarına sürdü. Ondan bu güzel
ahlak örneği miras kaldı.»
Sultan Yakup'un kardeşi Yusuf beyin adını da aynı mesnevide
anmakta ve onu da şu sözlerle övmektedir:
«— Yücelik ve ihtişam Mısrı'nın valisi olduğu için adını
Yusuf kodular.
— O bir şahın kardeşi ise de yüz türlü meziyetleriyle bir
şahtan farksızdır.
— Şaha hem kardeş, hem de gerçek dost oldu ki, bu tesadüfe
zamanede pek az raslanır.
Bu mesnevide dikkati çeken bir nokta da Camî
nin Hasan beyi rüyada gördüğü ve kendisiyle konuştuğu sırada Hasan beyin
eğilip Cami'nin elini öptüğüdür. Camî, bu rüyayı yazmış olduğu mesnevinin
sultan tarafından kabul edilmesiyle tâbir etmekte ve şunları söylemektedir:
«— Söz bu noktaya varınca gece olmuştu Uyku
düşüncelerime galebe etti.
— Kendimi Tanrı erlerinin
kalbi ğibi ışıklı ve temiz, uzun bir yol üzerinde gördüm.
— Bu yolda ne toz koparan bir esinti, ne de
çamurdan bir eser var.
— Hulasa tozsuz topraksız bir cadde, ben gönül
hoşluğu ile yürümekteyim.
— Arkamdan ansızın coşkun bir ordunun
gürültüsünü işittim.
— Çavuşların sesi kalbimi yerinden oynattı.
Aklım başımdan gitti. Dizlerimin bağı çözüldü.
— Bunların zararlarından korunmak için çare
arıyordum.
Bu sırada gozume yüksek bir ayvan ilişti.
— Orada sığınacak bir yer bulayım da kendimi bu
asker kafilesinin ziyanından kurtarayım diye koşuyordum.
— Bunların arasında zamane şahının babası, o
adı sanı huyu ve yüzü güzel Hasan,
— Altında yüğrük bir at olduğu halde ay ve
güneş gibi parlıyan yüzünü gösterdi.
— Üzerine şahane elbiseler giyinmiş, başına
kafur renkli bir sarık sarmıştı.
— Şen ve güleç bir çehre ile dizgini bana doğru
çevirdi. Tebessümleriyle korkularımı giderdi.
— Tam karşıma gelince atından inerek elimi öptü. Hal hatır
sormağa başladı.
— Gösterdiği iltifatlardan ferahladım.
Miskinleri okşıyan o tevazu' dan sevindim. .
— Benimle konuşurken nice mana cevherleri saçtı. Fakat
onlardan hiçbiri hatırımda kalmadı.
— Sabah uykudan uyandığım zaman akıldan bu rüyanın tabirini
sordum.
— Bu, Şah'ın sana bir lûtfu ve senden hoşnut
olmasına alamettir. Şiirinin kabul edildiğine bir şahittir dedi.»
Mevlana Camî'nin Hatimetül hayat adı üçüncü divannında yine Sultan Yakup'u metheden birkaç
kaside daha vardır. Bunlardan birinde sultanın Tepriz' de yaptırdığı Heşt
bihişt adındaki sarayı övmektedir.
Bu saray sultan devrinde
dikkat ve alakayı üzerinde toplıyan önemli bir bina idi. Italyan seyyahları ile
elçileri o zaman yazmış oldukları seyahatnamelerde binadaki ihtişam ve
güzelliği uzun uzadıya tavsif etmişlerdir. «Müneccim başı'nın Sahaifül'ahbarı ile Markopolonun seyahatnamesine bakınız.»
Cami bu kasidede diyor ki:
«— Bu saray değil belki başka bir cennettir.
Safa erbabına açılmış sekiz kapıdır.
— Ona Heşt bihişt Sekiz
cennet demek de yerinde olur. Çünkü içindeki her nakıştan bir Huri çehreli
cilveleşmektedir. » _
Saray medhindeki kasidenin
mahlas
kısmında da şöyle diyor:
«— Ey Cami. Bu cennetin kevseri senin karalar
ve denizler şahının lûtuflarına kanmış olan yanık bağrınla kızıl dudağına can
verdi.
— Cemşit mertebeli Yakup şahın güzel ahlakı
sayesindedir ki, cihan baştan başa ona baba mirası oldu.»
Kasidenin sonunu da şu beyitlerle bağlar:
« — Şu gönül açıcı yerde yeptırdığın bu saray,
kurduğun adalet binaları yanında pek ufak kalır.
— Adalet göster adalet ki, senin bu işteki
yapıcılığın ufuklarda açılan her zulüm rahnesini kapıyacaktır. »
Cami. Sultan Yakup’un emirlerinden bazılariyle
de edebî münasebetlerde bulunmuştur. Bunlardan biri, sultanın baş veziri Kadı 1 sa Savecî' dir ki pek edip ve zevk ehli idi. Emir Alişir,
bu zat hakkında Mecalisünnefais kitabında şöyle yazar:
«— Sultan Yakup Isa’ yı o
derece yüksek tutar, o kadar saygı gösterirdi ki, o tarihte Irak
padişahlarından hiçbiri vezirine bu derece yüksek
bir mevki
vermemiştir. Kadı Isa şiire o derece kendini
vermişti ki günde on gazel yazardı. Şu Matla' onundur:
«— Herkes kendi gül
bahçesinde gezip tozdu. Biz de gönlümüzle goncalar gibi birbirimize
sarıldık.> -
Camî'nin Münşeat
mecmuası arasında gözümüze ilişen uzun bir mektup Kadı Isa’ya cevap olarak
yazılmış ve onun namına te'lif ettiği Ihlâs suresi tefsiriyle birlikte
gönderilmiştir. Mektup şu beyit ile başlıyor:
«— Ey İslâm ehli, sana benden selâm olsun. Şevk ve muhabbetim daima
sanadır.» Sonunda da şöyle söyler:
Dün hatırımdan geçti ki Ihlâs suresinin
tefsirini ve stee karşı duyduğum özel sevgiyi kaleme getireyim ye sizin huzurunuza
sunayım. Fakat küstahlık olur düşüncesiyle vazgeçmiştim. Yüce Tanrıya çok
şükür ki, bu zinciri harekete getirmek ve bu yola yönelmek fırsatı sızın
nimetler bağışlıyan mutlak ve sebepsiz inayetiniz sayesinde başgösterdi. Evet evet,
bunlar senden geldi ve böyle şeyleri ancak sen yaparsın.»
Habibüssiyer sahibi, Emîr
Kemalüddin Hüseyin'in ahvali hakkındaki bahsin altında bir hikaye
anlatmaktadır. Pek zarif olan bu fıkrayı biz de nakledelim:
Emîr Kemalüddin Hüseyin bir tarihte elçilikle Herat'tan
Tebriz'e göndermiştir. Emîr Hüseyin gelirken veziri âzamdan Kadı Isa'ya da
birtakım hediyeler getirmiş, bunlar arasında Camî’nin Külliyat'ından bir nüsha
da varmış. Kemalüddin bu kitabı vezirin kitapçısından alırken meğer yanlışlıkla
aynı büyüklük ve kalınlıkta olan Fütuhat i kebir adlı eseri almış ve farkında olmıyarak Tebriz' e getirmiş.
Habibüssiyer şöyle anlatıyor:
<Emîr Kemalüddin Sultan Yakup'un huzuruna kabul edildi.
Hediyeleri teslim etti. Padişah güzel ahlâkı ve keremi yönünden ona iltifatla
sordu. Bu yolculukta mesafenin uzaklığı yüzünden hiç sıkıntı çektiniz mi? Emîr
Hüseyin şöyle cevapverdi: Kulunuzun öyle bir yoldaşım vardı ki, bana hiç yolculuk
zahmetini hissettirmedi. Sultan Yakup Mirza bu sözün hakikatini anlamak İstedi.
Kemalüddin dedi ki bu yoldaş, sultanın en yakın dostu Veziri azamdan
(Alişir'den) Kadı İsa'ya gönderilen mevlâna Camî'nin Külliyet’ıdır. Onun yol arkadaşı edindim. Her nezaman hatırama ufacık
bir sıkıntı gelse derhal o feyizli kitaba göz
atardım. Sultan emretti. Külliyatı buraya
getirsinler de görelim. Emîr Hüseyin adam göndererek pitabı getirtti. Açtıkları
zaman bir de ne görsünler! Fütuhat kitabı. Camî’nin
Külliyatı değil. Emir Hüseyin şüphesiz ki bu hadiseden çok sıkıldı.
Bundan dolayı emir
Alişir’in teveccühünü
kaybetti.»
(Habibüssiyer Cilt 3 Bölüm: 3)
Azerbaycan emîrlerinden Camî ile ilgisi olanlardan biri de
Şirvan padişahı Ferruh Yesar Şirvanşah'dır. Bu eski hanedan pek eski çağlardan
beri Şirvan bölgesinde saltanat sürerlerdi. Farsça yazan şairler daima bu
şahlara yüksek bir mevki vermişlerdir. Bu şahlar İran’ın başka bölgelerindeki büyük üstatlarla da mektuplaşırlardı. Camî’nin Münşeat mecmuasında Ferruh Yesâr’ın mektubuna cevap olarak
yazdığı aşağıdaki mektubu görüyoruz:
«— Himmetin en uzak yollarından emellerimin
yükseldiği, dileklerimin kabul olunduğu yerden,
— Bir mektup geldi. Bu öyle kutsal bir yazı ki,
bize inmesiyle beraber şeref ve kıymeti en yüce şahikalara yükseldi.
— Yücelikler diyarının uluları yönünden
mühürlenmiş mübarek bir ferman geldi.
— Siyah peçelerle örtünmüş bir gelin, misk
kokulu duvaklara bürünmüş bir sevgili.
— Baştan sonuna kadar lütuf ve kerem,
on sözünden son sözüne kadar nimet ve ihsan.
—. Sözleri mana ehline, her ufak kaynaktan
engin bir deniz açıyor.
— Yazısının rengi sanki türlü kutşal ışıklarla
parlıyan kalem fidanından bir gölge.
Ağrl gÖrmÜŞ gözler o ışıklı siyah satırları
okumakla aydınlandı. Gamlı gönül o nurun saçtığı fikirlerle şenlendi. O
yazının her harfinde sevgi ve muhabbetin ışığı parlıyor. O nurun parıltısı
gerçek bağlılık ve inanç alanına aydınlık saçıyor. Tanrı'nın rızasına ve
Peygamber'in şefaatine uygun olsun. Bu mektuplaşmaya ruhsat veren ve bu
konuşmadaki küstahlığımızı mazur gören padişahtn fakirler ve düşkülerle
haberleş-' meye tenezzül gösterişini irfanlı kalem sahipleri duymuş olacaktır.
— Yer, Bu perişanlık ve dedikodularla semaya
nasıl yükselebilir?
— Zerre, yerdeki tozlardan farksızdır. Ama
güneş ışığı ona parlaklık verir.
Sözü fazla uzatmak can
sıkar. En ıyısı dua vazifesini ye•rine getirerek sözü kısaltmaktır,
Yeryüzü ile onun sağında ve solunda bulunan
ülkeler Sultan Ferruh Yesar'ın uğurlu mülkü olsun.
— Cihan mülkü hiç kimseye
baki değildir. Zamane onu memleketler fethiyle ebedileştirsin vesselam vel
ikram.»
Osmanlı Sultanları ve Cami
Cami'nin tam olgunluk
mertebesini bulduğu çağlarda yani dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı
padişahlarından ikisi bütün küçük Asya ve Balkan yarımadası üzerindeki ülkelerinde
saltanat sürmüşlerdir. Bunlar Osman oğulları hanedanının en meşhurlarından
idiler. Adları Cami'nin eserlerinde görülmekte ve Cam'lı Üstat ile bu sultanlar
arasındaki dostluk bağlarının derecesi pek güzel anlaşılmaktadır.
Birincisi Fatih lekabını taşıyan Sultan Mehmet
Han (858.886 H.)
İkincisi Sultan Bayezit Han İl. dir (886 -918 H.)
Cami'nin şöhret ve faziletlerenin sesi daha
kendi hayatında Doğu Iran' dan İslam medeniyetinin ve Fars dil ve edebiyatının
en son sınırı olan İstanbul'a kadar yayılmıştı.
Feridun bey münşeatında (Birinci
cilt İstanbul tab'ı Sayfa 361) ıkinci Beyazit ile
Abdurrahman Gami arasında karşılıklı yazılmış iki mektup vardır ki bu
vesikalprda Sultan Beyazit'in mevlana Camî'ye karşı gösterdiği yöksek saygı ve
ikramın derecesi
anlaşılmaktadır. Sultan Beyazit bu mektuplarla
birlikte Camî'ye biner filori altun göndermiştir. Mektupların buraya naklini
faydalı bulduk.
Sultan Beyazit’in mevlana Cami'ye mektubu:
«Tanrı yüce sırlarını
kutlasın. Tanrısal sözler ve yüksek ülkeler sarayının perdeleri arasından
kutsal irfan nurlarının hidayet saçan ışıkları belirdi. O İrşat ve kerametler
dergahından, o feyz ve şevket kapısından, o Tanrı velileri sığınağı olan kubbeden gerçek bilgiler semasının güneşi parladı. Tanrı
onun sadık müritlerine saçtığı irfan güneşini karartmasın. Teveccühlerinin
nurunu dostlarının gözlerinden ayırmasın. Mektubunuz gayb aleminden ilham
gözetliyen bu murakabe ehlinin gözlerini aydınlattı. Tanrısal işaretlere
basiret gözünü çevirmiş olan bu hidayet aşıkının gözünün ışığını parlattı.
— Bu kutsal feyz bana Eymen
vadisinden geldi sandım. Evet ta Sidre' den havalanan Devlet kuşu benim başıma
kondu.
Hayırlı bir yazardan hayırlı bir haber geldi. Ona hoş geldin safa geldin dedim.
Şüphesiz ki gidip gelen
haberciler ve elçiler vasıtasiyle de olsa biribirimize karşı bayağı merasimden
uzak, sevgilerimizi ve yalnız hadiselerin dış yüzünü
gören gafil gözlerden ırak, samimi temennilerimizi sunmak vesilesiyle kutsal
sohbetimizden faydalanmak gerekli göröldü.
— Sana mecazî olan selamım, hakikatte benden
sana yollanmış yüksek bir saygıdır.
Umarım ki her zaman aramızda Tanrı vergisi olan
gerçek ssvgi ve itimat havası estikçe irfan saçan kalemlerin misk kokulu
kakülünü okşıyacak, onu harekete getirecektir. Daima irşadınızın sayesi doğru
yolu arıyan taliplerin başları üzerinden eksik olmasın.
Ezel kaynağından fışkıran şu varlıklar nizami
içinde gönül ve neş e ehli kimselerin birleşip kaynaştığı ve Tanrı varlığının
nuru bütün zahir ve batın ehlinin sevgilerini cihan ufuklarına yaydığı günden
beri içinden dönyayı aksttiren gönül kadehi daima saadetin çehresini size
bağlılık yolunda ve sizin feyzinizin aynasında aradı. Velî mertebeli doğru
gidişli. irşat sığınağı, feyz ocağı, Tanrısal nurlar kaynağı, rahmet kokuları
saçan ilahî nefesler sahibi. tevhit gülşeninin bülbülü. veliler derneğinin aziz
misafiri, kutlu nefesli. uğurlu başarıcı.. İlâhî feyzin ışıklariyle
aydınlanmış, beşerî kötülüklerinden arın mış, yüce Tanrıdan kurtuluş müjdesi
almış, hak ve kakikatın nuru Abdurrahman’i Camî’ki Tanrı onu ölümsüz Kevser
şarabiyle kandırsın. Camının (Kadehinin) feyzini kıyamete kadar parlatsın. Biz
gönül safasını onda aradık, güzel bir vesile ile ona bağlanmak arzusunu • kalbimizde taşıdık. Her hangi bir yerde onun ilhamından
doğmuş şiir perileri cilveleşir, onun vahyi andıran vezinli ve ahenkli
sözlerinin nağmesi kulağımıza erişirse bu tamaşanın zevkiyle o ulular başbuğunın
fazilet ve kemali daha aydınlaşır. Fakat yüz yüze görüşmek arzusu bu davacıya
kuvvetli bir delil ve şahit olacaktır. Sadece gayb aleminde yazılı alan şeyleri
göstermek eski bir adet ise de gizli sırları açıklamak da yeni bir töreeir.
Nasıl ki Tanrı (kendimi bilmeye meyi ve muhabbet gösterdiğim için varlıkları
halk ettim) buyurmuştur. Bundan dolayı da Tanrı'ya yeniden iman getirmek ve
ondan yardım dilemek adeti tazelenmiştir.
Hidayet ve irşadınızın gölgesi kıyamete kadar
üzerimizde olsun.
Camî’nin
bu mektupa cevabı:
«Din sığınağı, adil
yürüyüşlü, gaziler ve savaşçılar sultanı, su ve toprak üzerinde tek kahraman,
asiler ve azgınları kahreden, kafir ve müşriklerin kökünü kazıyan Tanrı'nın
iki cihanda gölgesi, İslâmiyet ve mülümanlığın
barınağı olan padişahın göklerda dalgalanan zafer bayrakları inmesin ve onun
ebediyet levhası üzerine yazılı Devlet âyetleri silinmesin. Sırf Tanrı rızasını
kazanmak maksadiyle ve ancak lûtf û ihsan yönünden
saray mülâzımları eliyle Rum diyarından (Aadolu'dan) Horasan' da o devletle
tanışmak şerefinden mahrum kalmış olan fakirlere göndermiş oldukları hediyeler
buraya vardı. O yüce makamdan dervişlere gönderilen müjde ve iltifatlar teşekkürlerle karşılandı.
— Adaletli padişahın, kalbi yaralı dervişlere
gönderdiği hediyeler,
— O şahın şefkat ve
ihsanına birer
delil ve onun
Tanrı rızasını kazandığına birer şahittir.
— Hususiyle onun gerçek kulluğunun belirtisi
olan bu eksiksiz noksansız şahitler ki,
— yüzleri çakan şimşekler gibi parlak ve Kur'anda
vasfedildiği gibi parlak sarıdır. [ 1 ]
— Perişan gönüllere sevinç verdi. Seyredenleri
sevindirdi mealindeki âyet sanki onların vasfında ‘ndirilmiştir.
— Bu şahitlerin (altunların) aslı Firenk parası
ise de dindar padişah onları kafirler elinden kurtarmıştır.
— Kerem sahiplerinin mesleğini tutmuşlar, iman
sahipleri •diyarında yolculuğa çıkmışlar.
— Çokluklarından dolayı
sayıya sığmazlar, Çünkü şahın bahşişleri sonsuzdur.
[1] Bakare
suresi âyet : 69
— (Şümar ^sayı) [ 1 ] kelimesinin ilk ve son
harflerini alırsak bunların tam sayısı anlaşılır.
— Alemi aydınlatan güneş, sabahın cebinden
cihana inciler saçtıkça,
— Şahın eli de parlak güneş gibi bu toprakta
yaşıyanların başlorına altunlar saçsın.
«Amin ey alemlerin Tanrısı
ve ey yardımcıların en hayırlısı.»
Sultan Beyazit'in
mevlana Cami tarafından gönderilen Külligat’ı aldığına dair ikinci mektubu
«Tanrı'nın mutlu yardımı ve gücümüzü artıran
kudret ve İnayeti
sayesinde ayetler
aynası ve Tanrısal
ilham nurlarının meş' alesi olan aydın
kalbimizde şöyle sağlam bir İnanç var: Devlet ve saltanat günlerimizin devamı
ve hükümdarlık ocağımızın bekası, keşif ve keramet sahibi, vecd Ü hal ehli uluların
büyük birer nimet olan himmetlerine dayandığı şüphe götürmez bir gerçektir. (0 veliler ki, onları ticaret ve alım satım sevdası Tanrı'yı
anmaktan geri koymaz) yolundaki tavsife mazhar olmuşlardır. Hangi saadet ehli
devletlû ve hangi akıl sahibi bahtiyar bu zümrenin kulpuna yapışır ve muhabbetine
bağlanırsa ona her türlü yücelikler kapısı açılır. Her gün ölçüsüz inkişaflar
ve taze saadetlerle müjdelenir. Nimetleri ve saltanatı sonsuz olan Tanrı'ya
hamdolsun ki bu gerçek sözler bizim mutlu ve uğurlu düşüncelerimizin
ifadesidir. Biz, şerefli hilafet kisvesini ve tertemiz saltanat hil'atini bu
şerçek veliler zümresine saygı ve ikram göstermek yoliyle bezemişiz. Bizim bu
gösterişten uzak ve her türlü güzel huylar ve faziletlerle vasıflanmış olan
zümreye inan ve güvenimiz vardır. Hele yüksek ruhlu, velilik ve hidayet
sığanağı, irşat sahibi, fazilet ve kemal erbabının başbuğu, keşif ve hal
[1] Yani beş yüz filori: gönderilen altunların sayısı bu
mıs'raın delaletiyle düzelmiş oluyor.
ehli kişilerin özü, feyzinin nurlarından bütün zamane
halkına ışık veren efendimiz, din ve milletin nuru, Nureddin Abdurrahman-i
Cami'ki, Tanrı onun ömrünün bereketini aylar ve güneşler semada parladıkça
artırmakta, devam etsin. En yüksek mertebeli ve en yüce dereceli bir velidir.
Her gün kemali artmakta, feyzi kat kat çoğalmaktadır. Hususiyle şu ferahlı
gönlerde onun yüksek hakikatlerle dolu olan külliyatı ki, kutsal nefeslerinin
kokusu ve taze mazmunlarının meyvalarıdır. Beytleri kuvvet ve belağatte en
sağlam beytin [ 1 ] temelleri gibi muhkem ve
manzumelerinin parlak mücevher dizisi, kusursuz Hûrilerin gerdanlığı gibi
muntazam, manalarının parlak incileri, saçılmış cevherler kadar nefis. Tanrısal
alemden gelen kuvvet ve ilham ile yazılmış, amber udu bir kalemin belağatli
lisanının tercümanlığı ile yazı ülkesine sıralanmış. mısra:
— Onun inci yağdıran kalemini Tanrı mübarek
kılsın.
Beyt
— Yüzüne tecellî nuru
aksetmiş, Ledün ilminden nasip almış.
Külliyat bizim hilafet ocağı
olan tahtımıza ulaştı. Alıp . mutalaa kıldık. İçinde yazılı vaızlar ve öğütler
kabulümüze mazhar oldu. Çok güzel ve faydalı bulduk.
Beyt
— Camî, soz söylerse böyle
söyler. Bu sözlerden Nizamî nin ruhu tazelenir.
İnanımızın artmasına vesile oldu. Saltanat
hazinesinden filori tam ayarlı ve kendi adımıza basılmış olan bir sikkeden,
hediye olarak gönderildi. Ta ki, saltanat nimetlerinin kemalini kendi
hesabımıza görmüş olalım ve ebedi Devletin devamı duasını artıralım vesselam.»
[1] Kabe yapısının.
Melekût alemi sakinlerinin ağızlarında
dolaşan dualarla Tanrısal tapınaklarda tesbih çekenlerin daima andıkları senalar,
bütün derviş ve fakirlerin gönlünden koparak İslam sığınağı olan ulu saltanat
dergâhına saçılmaktadır. Yüce gölgesi daim olsun. Her an kanaat köşesinde ve
tekke bucağında bekliyen Tanrı erleri candan ve yürekten dua ve senalarınızı
bir din ve dünya yazifesi bilirler. Umarım ki, Tanrı'nın lûtfu yardımcı olur da
bu dualar onun ulu dergahında kabul buyurulur. Allah, Peygamber ve onun
yakınları hakkıyçün sayı sız ihsanlarınızla yüksek kereminizin ifadesi olan
mektubunuz saadetimizi artırdı ve şu sözlerle teşekkürlerimizin arzına ve sile
oldu.
— Cami nerede? Rum sultanının ihsanı nereden
geliyor? Bu görünmiyen lütuf ona ilâhî bir yoldan yetişiyor.
— Gönül altından ne kadar çok kaçınsa da Şah'ın
altun mühürlü kesesi onu mum gibi yumuşatıyor.
— Onun zahitlikteki şöhreti şüphesiz ki
yalandı. Şimdi bu ihsan ve lı'.itfa uğradıktan sonra da riyaya başladı.
— Bu kırmızı hazineden öyle zenginleşti ki,
korkarım ona mal sevgisi musallat olacak.
— Bu altunlar saymakla bitmez. Miktarını
akıldan söyliyeyim. Rum mülki mahsülünden bin altundur.
Mektubumuzu sunacak olan
derviş Muhammet Bedahşî (Takvası artık olsun) bir cemaale Hicaza yollanmıştır.
Gidiş geliş sırasında o taraftan geçer ve duanız şerefiyle bahtiyar olursa
inayet nazariyle bakacağınıza ve bu perişan kafileye karşı lûtuflarınızı
esirgemiyeceğinize şüphemiz yoktur. Tanrının yardımı ve hayırlı başarısiyle
ki, bu hayırın kokusu miskten daha lâtif, ışığı aydan daha parlak olacak ve
çok yüksek bir lütuf sayılacaktır.»
Reşahat-i aynül’hayat sahibi Ali bin Hüseyin Kaşifi, Cami' nin hal tercümesinde
Hicaz' dan dönüşünü şöyle anlatıyor:
«Şam' dan Halep' e doğru yola çıktılar. Halep'e
vardıkları zaman Rum kayseri (Türk sultanı) daha Önce üstad'ın Horasan'dan
Hicaz'a gitmiş olduğunu işitmişti. Saray adamlarından bir hey' eti karaman'lı
Hoca Ataullah efendi beraberinde istikbaline göndererek üstadı İstanbul' a
devlet etmelerini emretti. Hey' etle birlikte nakit olarak beş bin Eşrefi
altunu gönderdi. Bir müddet iltifatları ışığını Rum diyarına saçmaları için
maiyetindeki cemaatle birlikte kendilerine yüz bin Eşrefi altunu daha
vadedildi.
İyi bir tesadüf eseri olarak Cami, Sultanın
elçileri henüz yetişmezden evvel Tanrısal bir ilhamla birkaç gün içinde yolunu
Şam' dan Halep tarafına çevirdi. Elçiler Şam'a vardıkları zaman Cami henüz
Halep'te bulunduğu sırada idi ki, Sultan elçilerinin kendisini davet etmek
üzere Şam'a gelmiş olduklarını haber aldı. Hiç vakit kaybetmeden Halep'ten
Tebriz'e yollandı. Elçilerin Şam' dan Halep'e kadar gelerek kendisini İstanbul'
a davet için fazla ısrar göstermelerine meydan vermek
istemiyordu. Nasıl ki, Tebriz'e varır varmaz Azerbaycan' lılar ile Osmanlı' !ar
arasında başlıyan harb yüzünden yollarda karışıklıklar baş göstermişti.»
Cami'nin divanında Rum kayseri (Osmanlı
padişahı) Fatih Sultan Mehmed' e hitaben yazılmış mesnevi tarzında bir kıt'a
görüyoruz ki, bunda sultanın yaptığı fetihlere işaret edilmektedir.
« — Ey kuzey rüzgarı, ne hoş kokuyorsun? Kalk, emeller
kıblesi olan semte doğru yürü!
— Nefesine samimiyet kokuları karıştır, İhlâs
yoluna gitmeye alış!
— Rica ve niyaz yüklerini Horasan' dan bağla,
yolunu Rum diyarına çevir I
— Giderken yolda usul ve kaide öğren, Ululuk ve
saltanat dergâhını sor!
— Yüzünü kapıcılarının ayak tozlarına sür, izin
istiyerek yeri öp ve huzura gir!
— O savaş eri Gazi Padişahın önünde nükteler
saçarak söze başla, de ki:
— Ey yöce mesnetlerin en yüce mertebesinde olan padişah,
sana cihan mülki atalarından kalma bir mirastır.
— Hesabedilirse senin aslın ta Adem peygamber devrinden
beri hep hükümdar ve taç giymiş kişilerdir.
— Onlar daha önce gelenlere öğünecek bir şey bırakmamışlardı.
Fakat bugün herkes seninle iftihar duymakta.
— Pek az kimse böyle ululuk ve ihtişam tahtında senin gibi
feyz ve kemal sahibi olabilmiştir.
— Hikmet müşkülleri senin kemalinle çözüldü,
mantığın, her nüktenin en keskin ifadesidir.!
Aristo'cuların yolu, senden aydınlandı.
Eflâtun’cuların işığı senden parladı.
— Senin Hak ile bâtılı ayıran tabiatın için,
hikmet mes'elesini kavramak gayet tabiîdir.
— Kalbinde Tanrısal hikmet ışığı parladığı için
de, yü. zün kötülerin karanlığından arıdır.
— Fikrin riyaziyecilere ilham verince gönülleri
Cennet bahçeleri gibi şenlendi.
— Peygamber şeriatının nüfuzu, senin gayretinle
yenilik ve kuvvet buldu
— Küfür yuvaları, put tapınakları senin
himmetinle İslâm kubbesi oldu.
— Harb ve savaştaki İsabetli tedbirlerin küfür
ve sapkın lık kalelerini kökünden kazıdı.
— Daima şefkat yönüne yüz tutmuş, kötü
huylardan uzaklaşmış bir padişahsın!
Seni çekemiyenlerin inadına her türlü hikmet,
namus, yiğitlik ve cömertlik sıfatları sende toplanmış.
— Bağışta daima deniz ve altun madeni gibisin.
Hattâ denizden ve maden ocağından da artıksın.
— Altun madeni senin cömertliğin yüzünden
kayalar içinde gizlendi. Deniz yüzünü köpüklerle örttü.
— Gök kubbenin zirvesi var oldukça, dünya yerinde durdukça,
— Feleğin dönüşü dileklerine uygun olsun. Dünyanın şerefi
ayaklarının tozuna saçılsın.
— Ey amber kokuları saçan seher yeli! Madem ki dua ve sena
demetleri diziyorsun,
— Garip
şiirlerden birkaç yaprak ki, o yüksek akıllı edib'in anlayışına lâyık ola,
— Sana
emanet ettik. Aman bu garip armağanları şahın meclisine götür.
— Bu
değersiz hediyeyi onun özel derneğine sunarken söyle ki:
—
Karınca, sevgi ve bağlılık yönünden Süleyman katına yarım çekirge ayağı
gönderdi.
—
Armağan, gönderenin değeriyle ölçülür, diyerek sozu bitirmeye bak.
—
Fazla ısrardan sakın kısaca selâm ve saygılarımı söyliyerek söze son ver.»
Cami, Hicaz seferinden sonra Beyazit II . adına te'lif ettiği Silsiletüczehep mesneuisinin üçüncü cildinde diyor ki:
«— Kâşki bundan önce en adaletli
geçinen Nuşiveran şimdi sağ olsaydı.
— Adalet davasından utanır. Rum sultanına kul olurdu.
— Bu savaşçı ve gazi padişahın katında kul olmakla şeref
kazanırdı.
— Şah ile vezirleri sırt sırta vermiş, köleleri şahlar gibi
haşmetli.
— O yücelik ue kudret ıssı, o Rum diyarının Beyazid’i,
cihan padişahı ki,
— Yunan ülkesinin toprağı onun varlığiyle gül bahçesi oldu.
Yunanlıların gözü onunla aydınlandı. >
Aynı kitabın sonunda sözü yine bu padişahın
methiyle bitirmekte, gönderdiği hediyelerle Eşrefi altunları tamiyeli bir
tâbirle işaret etmektedir. Cami diyor ki:
« — Hususiyle öyle bir şah
ki, arası aylar ve seneler süren uzak bir mesafeden,
— Benim gibi darlık ve
ıstırap içinde bir köşeye çekilmiş aciz bir duacısına karşı.
— Henüz nazmındaki manzum cevherleri okumadan
mektuplariyle iltifatta bulunur.
— Henüz nesrinden saçılan incileri görmeden dua
kitabında adını anar.
— Armağanlariyle beni hatırlar, değerli
hediyeleriyle sevindirir.
— Nedir o hediye
bilir misin? Halis altunla dolu hir kese, ele geçmez bir nimet.
— 1 çinde ay gibi parlak sayısız yuvarlaklar. Sanki semanın
yıldızları içine dolmuş.
— Değirmi ayla parlak güneş birbirine karışmış,
renkleri gönüllere sefa veriyor.
— Yıldızlarının sayısı zahmetsizce Ebcet
hesabına göre şöyledir:
— Semadaki sabit yıldızların toplamından
bunların kesri çıkarılırsa kalan miktar ne ise odur [ 1 ]
— Hepsi de sarı elbiseli oyuncaklar, iki
yüzlülükte meşhur fettanlar.
— Siyah taşa yüz sürseler (mahek taşına
vurursalar) taşın yüzü ay gibi parlar.
— Nasıl ki bundan önce de seadetlfı Şah' dan
duacı fakirlere gönderilmişti.
— Bu sefer de cömertliğini
iki kat artırdı. O cömert elleri denizi utandırdı.»
[1] Eski alimlerin kanaatine göre gökteki sabit yıldızlar 1028 dir. Bunun
kesri düşürülürse 1000 kalı .. Şu hale göre
gönderilen para 1000 filorin olduğu anlaşılıyor.
Camî, Silsiletüzzehb'in üçüncü cildini
Sultan Bayezit II. nin adiyle bitirmektedir.
Hatimetül’hayat adını verdiği üçüncü diyanında da Sultan Bayezit hakkında
birkaç kaside vardır. Bunlardan biri Enverînin meşhur kasidesini tanzir yoliyle
yazılmıştır ki başlangıç beyti şöyledir:
« — Ağzında dili olan herkes Cihan padişahını
öğmekle meşgul olmada.»
Son beyti de şu anlamdadır :
« — ikinci Bayezit öyle bir şahtır ki,
kapısında taçlar toprağa serilir.»
Başka bir kaside de aynı sultanın mensur
mektubuna cevap olarak yazılmış ve evvelce gönderdiği hediyelerle mektuba
teşekkür maksadiyle kaleme alınmıştır. Bu kasidede şu sözler var: « — O düzgün
ifade tarzını görünce cevap yazmanın pek çetin bir iş olduğunu anladım.
— Bu çetin vazifeyi başarmak cesareti ve ışin
dehşeti karşısında ilham perisi beni daima şaşkın buldu.
— Ey Camî dedi: Sen nesir yolunda buna cevap
vermeye güç yetiremiyeceksin.
— Bana kalırsa nesir fikrinden vazgeç, ona
şiirle cevap yaz ki, şairlere caize verir.
— Şiir söyliyenlerin hatırı
için 2 00 dakika beklemek ho şuma gider ama, nesir yazanın yanında
bir dakika bile kalmaktan hoşlanmam.»
Sultan Hüseyin Baykara'nın ölümünden sonra
Horasan' a akın eden Özbekler, İran’ da Timur oğulları hanedanını çökerttiler.
Sultan Hüseyin’in Bediüzzaman ve Muzaffer Hüseyin adındaki oğulları
babalarından sonra doğu İran'da Timur ve Şahruh'un tâc ü tahtını koruyamadılar.
Tam o sıralarda batı İran’da birinci Safevî hükümdarı Şah İsmail' in talih
yıldızı doğuyordu. Şah İsmail 9 1 6 hicret yılında Özbek
Hanı Mehmet Şibek (Mehmet ŞiBâni) ile Horasan’da yaptığı meşhur
muharebede bu Han'ı Merv' de öldürdükten sonra bütün Horasan bölgesini hükmü
altına aldı. 9 1 7 ve 9 1 8 yıllarında tekrar bu tarafa yaptığı seferlerde
Doğu lryn'ı Özbek akınlarından kurtardı. Safevi devleti artık Timur oğulları
saltanatının yerini tutmuştu. Cami'nin ölümüne raslıyan 898 yılından 916 hicret
yılına kadar henüz yirmi yıl bile geçmemişti. Bu müddet içinde Safevi
sultaniyle Cami arasında kayda değer bazı münasebetler olmuştur.
Cami'nin Herat'ta büyük devlet adamları ve Ehl-i sünnet
âlimleri arasında büyük bir itibar kazanması, Rafızi mutaassıplarına karşı
daima tenkit ve itirazlarda bulunması halis Şia'lık gayreti güden Safevi
sultanlarının hoşuna gitmemiş, bu yüzden üstadı daima kötülemeye
uğraşmışlardır. Şekaikunnumaniyye fi ahval-il ulemâiddevletil-Osmaniyye adlı eser sahibi Taşköprü'lü Mustafa efendi yedinci
bölümün zeylinde Fatih devri alimlerinin hal tercümesinde Camı hakkında şunları yazmaktadır:
«Derler ki, Erdebil asileri Horasan'a akın ettiği sırada
Cami'nin oğlu, babasının cenazesiai kabirinden çıkararak
başka bir vilayete götürdü ve orada defnetti. Asiler Horasan'a musallat olup
da Cami' nin kabrini açtıkları vakit içinde bir şey bulamadılar. Ancak
gördükleri birkaç tahta parçasını yaktılar.» (Eşşekaıkunnümaniyve: Mısır tab’ı sahife 294).
Bu
rivayet her ne kadar Farsça kaynaklarda gözüme ilişmediyse de sağlam tahminlere
göre hakikatten uzak olmasa gerektir.
Yine
bir rivayete göre Şah İsmail Herat şehrini zaptettiği zaman emir verdi: Her
nerede her hangi bir kitap üzerinde Cami'nin adı görülürse Cim harfinin altındaki
noktayı kazıyarak üstüne koysunlar. Bu suretle Cami'nin adı Hamî yani çiy ve ham adam anlamında okunsun. Bu hadiseyi duymuş
olan kız kardeşinin oğlu mevlâna Hâtifi çok müteessir oldu. Aşağıdaki kıt'ayı
yazdı:
— Ülkeler açan şahın insafına çok hayret ettim. O Cami ki,
bir ömür boyunca cihan, kapısında kölesi olmuştu.
— Birkaç traşsız haydudun hatırı için adı altındaki noktayı
tıraş ettirdi de Hamî yaptı. (Başka bir anlama göre) Hamlık etti [ 1 ] .
Şah İsmail bir gün Hatifi' nin divanını okurken
bu kıt'aya rastlayınca çok hoşuna gitmiş ve gülmüştür.
Kadı Nurullah-i Şüsterî Mecalisül’mü’minin adlı eserinde bütün eski âlimleri Şialıkla ilgili
göstermeye uğraşır. Nurullah' ın eseri bize onuncu ve
on birinci yüzvıllarda yürülükte olan fikirleri aksettiren bir ayna gibidir,
Hiçbir yerde Camî' nin şialiğine İşaret etmemektedir. Aksine olarak onu daima
inatçı ve muhalif vasıflariyle anar.
Safevîlerle Şia âlimlerinin Cmî'ye karşı
gösterdikleri bu nefret yüzünden eserleri Üç dört asır kadar uzun bir devre içinde
Hindistan ve Maverâünnehir'de kazandığı büyük itibar ve şöhreti han’ da
bulamadı. Bütün bunlara rağmen Camî'nin yüksek ilim ve irfanının şöhreti öyle bir dereceye varmıştı ki, onun büyüklüğü ve sonsuz
faziletleri ne Şah İsmail'in zamanında ve ne de oğulları devrinde inkâr
edilmedi. Şah İsmail'in oğlu ve Horasan hâkimi Sam Mizra Tuhfe-i Samı adlı
eserinin beşinci sayfasında Camî'nin adını âlimler ve şairler defterinin en
başında anar ve şöyle yazar:
« — Camî, yaratılışındaki büyüklük ve
zekasıneaki keskinlik bakımından tarif ve tavsife sığamaz bir şahsiyettir.
Faziletlerinin
ışıkları şarktan en uzak garp sınırlarına
kadar yayılmış, onun irfan sofrası dünyanın bir ucundan öreki ucuna kadar
döşenmiştir.
Kıt'a
— Bu divan bir şiir divanı değil, belki Cami, kerem sahipleri
töresince bir sofra döşemiştir.
— Onda istediğin nimetlerin her türlüsü var.
Uluların methinden alçakların hicvine kadar her ne ararsan bulabilirsin.»
[l] Bu hikaye Hüseynî ve Mecmaul’fusahtı tezkirelerinde
Hatifî'nin hal tercümesinde yazılıdır.
Sam Mizra tezkiresinde Camî'nin yeğeni mevlâna Hatifi' nin
hal tercümesinden de bahsetmekte ve şairin 9 1 7 yılında Şah İsmail ile Hurd
Cird-i Cam mevkiinde yaptığı bir görüşmeyi pek sade bir şekilde anlatmaktadır.
Sam
Mizra diyor ki:
c — Şah, onu manzum bir fetihname yazmaya memur etti.
Hatifî'de bu vazifeyi kabul ettti. Bu kitaptan bin beyit kadar yazdı ise de
bitirmeye muvaffak olamadı.
Üstadın mektupları arasında birkaçı Hindisan tüccarları
reisi olduğu anlaşılan bir şahsa yazılmıştır. Bu mektuplar aynı adamın veya
oğlu Hoca Ali' nin yazmış olduğu mektupların karşılığıdır. Anlaşıldığına göre
Meliküttüccar unvanını taşıyan bu adam
memlekette büyük bir hürmet ve itibar sahibi olmakla beraber irfan ve tasavvuf
sevdasına da kapılmış, zevk ve hal konuları üzerinde Camî ile uzun müddet
mektuplaşmıştır. Üstad' da kaleminin dizginini salıvermiş, pek ince irfan
nükteleriyle Arap ve Fars şiirlerinin güzelliklerini belirten cevaplar yazmış,
bu cevapların birinde ona Gıyasül'islâm Celâlüddin'in bir mektubunu da nakletmiştir. Bu Celâlüddin'in kim olduğuna
dair bir bilgi edinmek mümkün olmadı.
İşte bu yüksek irfanlı şairi yetiştiren ve onu ilim ve edebiyyat feyizleriyle kandıran muhitin bu
durumu onun bol bol saçtığı fikir mücevherlerini Fars edebiyatı tarihine
işlemiştir. Biz burada Camî'nin çağındaki siyasi hareketlerle çağdaş kültür
tarihinde görülen fikir değişikliklerini ve onun yüksek fikirlerinin doğuşunda
âmil olan sebepleri elden geldiği dadar belirtmeğe çalıştık. Bu konuda daha
fazla bilgi edinmek için Semerkand'lı Abdürrezzak'ın Matlaüssadeyn adlı tarihiyle Hondmir vc Mirhund’un Ravzatussafa ve Habibüssiyer adlı
eserlerini, Alişir Nevai ve Devletşah tezkirelerini
hulâsa o devre ait başkaca mufassal tarih ve tezkireleri de gözden geçirmek
lâzımdır.
BÖLÜM il.
CAMI'NİN HAYATI
Cami'yi yetiştiren muhit hakkındaki sözlerimizi
bitirdikten sonra
şimdi birkaç kelime ile üstadın hal
tercümesiyle hayatını anlatmak sırası gelmiştir. Bu yüce şahsiyetin hayat ve
eserlerini aksettiren kaynaklardan bugün elimizde bulunanlar, başka büyüklere
ait tarihî vesikalardan daha bol ve daha zengin olmakla beraber daha güvenli
eserlerdir. Bizim bu konuda faydalandığımız başlıca kaynaklın sıralıyalım:
I
—
Önce Camî’nin hayatını her şair ve muharrir hakkında uygulanması gerekli bir
metotla yani kendi eserlerini inceleme yoliyle aydınlatmak muvafık
olur. Çünkü Üstadın nazım ve nesir olarak yazdığı Arapça ve Farsça eserl erin den birçoğu zamanımızın kemal ve irfan sahipleri nazarında da büyük bir hürmet ve itibarla karşılanmış, geçen çağların her türlü tahrip ve âfetlerinden kurtulabilen hatasız ve eksiksiz nüshaları, hattâ Şairin el yazısiyle yazılmış
kû'Z/ı'gat’ından bazıları bize kadar gelebilmiştir. Bu bakıma göre Camî’nin
eserleri bugün tarih ve tezkire müelliflerinin rivayetlerinden daha sağlam
birer vesika ve onun hayatını aksettiren birer ayna hükmündedir.
II
— Şairin Nefehatül'üns
adlı eserine müridlerinden Raziyüddin Abdulgafur Lârî tarafından yazılmış olan
zeyl ve haşiyedir. Lârî, irfan mertebelerinde ve ruhanî âlemde üstadının
sırlarına ermiş, candan bir mürit olduğu için mürşidinin iç duygulariyle özel
fikirleri hakkında bilgiler veriyor. Bu hal tercümesinin hicrî 1 O 2 6 tarihinde yazılmış bir uüshası bu satırların yazarı
tarafından elde edilmiştir. [ 1 ]
[1J Bu Nefthatül'üns
nüsha.ı çok güzel ve pek az hatalı bir yazı ile yazılmış
ve Raziyüddin Abdulgafur-i Lâr'i'nin haşiyesiyle süslenmiştir.
Kitap, faziletli bilginlerden Akay -i Abbas ikbal -i Aştiyanı’ye aittir. Hiç
bir zorluk göstermeden bu satırların yazarına emanet etmiş ve istifademize sunmuş.ur. Müellif
III
—
Hüseyin Vaız Kaşifi'nin oğlu Safiyüddin Ali'nin. Reşehat -i agnülhagat kitabında şairin hayatına ait verdiği mufassal bilgiler de
bu aradadır. Reşehat'ın te' lifi Cami'nin
ölümünden on yıl sonraya yani 909 hicret yılına raslar. Bu
eser Nakşibendiye sofileri silsilssinden gelen büyük mürşitlerin tarihidir.
Müellifi Sebzevar'lı Hüseyin Kaşifi'nin oğlu Safiyüddin Ali, yalnız Camî'nin
çağdaşı değil belki onun en yakınlarından biri idi. Cami ile bacanak da
olmuştu. Her ikisi de Kaşgar'lı Hoca Sadettin'in oğlu Hoca Kelan'ın damadı
idiler. Müellif bu hısımlığın tafsilatını aynı kitapta anlatırken Cami'nin
ikinci oğluna Safiyüddin Muhammed adını koyduğunu ve bu çocuğun ölümünden bir
yıl sonsa üstat, oğlunun yerde kalan adını bacanağına mahlas verdiğini ve
müellifin lakabı olan Fahr İsmini de oğlunun doğum tarihi olarak kaydettiğini
söyler. (Bu tarih
88O dir.)
Şu bakıma göre Safiyüddin Ali’ nin Camî
hakkında verdiği bilgiler doğru ve tam bir
esasa dayanmaktadır.
[ 1 ]
IV
—
Cami'nin alim ve faziletli dostu Emir Alişir Nevaî' nin, üstadın ölümünden
sonra Çağtay Türkçesiyle yazmış olduğu bir risale vardır. Bu eser bir önsözle
üç makale ve bir son sözden ibaret olmak üzere beş bölüme ayrılmıştır.
Okurların hayretini çeken bir konu olması bakımından Alişir'in bu kitabına
Hamsetül'mütehayyirin adını verdiğini söylerler. [ 2]
Yine Alişir' in 3 5 O ye yakın
zamane şair ve ediplerinin kısa hal tercümesine ait Mecalîsünnefais adlı eserinde Cami'ye ayırdığı birkaç satır vardır.
Sözlerini onun devlet ve faziletinin devamı dileğini ifade eden Türkçe bir
rubaî ile bitirmektedir.
V
—
O çağa yakın zamanlarda bazı tarihçiler ve tezkireciler tarafından başkaca
yazılmış olan kısa hal tercümeleri
[1] Bu kitaptan güzel bir el yazması elimizdedir.
[2] Hamsetül’mülehayyirin 1319 -1940 tarihinde Akay'i Muhammet Nahcavani tarafından Farsçaya
tercüme ediımiş ve bir nüshası bize gönderilmiş
olduğundan bu konuda faydalanmamıza yardım etmiştir, Müellif ki, bu arada
Cami'nin Memduh'u adını vereceğimiz Sultan Hüseyin Baykara'nın MecalisüVuşşak
adlı eserini söyliyebiliriz. Hüseyin Baykara, kitabının 5 5 inci bölümünde
üstadın hayat ve eserleri hakkında malûmat vermekte ve onun aşıkane alemlerinden
bahsetmektedir.
VI
—
Semerkand'lı Alaüddevle Bahtişah'ın oğlu emir Devletşah tezkiresi de bu
kaynaklardan biridir. Cami'nin ölümünden altı yıl önce, yani 892 Hicret yılında yazılmış olan bu eserin son bölümü çağdaş
büyük alim ve şairlerin hal tercümenlerine ayrılmıştır. Müellif, bunların en
başında Camî'yi anmaktadır.
VII
—
Habibüssiyer tarihi: Kitabın üçüncü cildinin üçüncü bölümü sonunda
Sultan Hüseyin Baykara devrinde yetişen şair ve fazılların hayat ve
eserlerinden kısaca bahsederken Cami'nin hal tercümesine ait toplu ve faydalı
bilgiler veriyor. Kitabın te'lifi Cami'nin ölümünden sonraya rasladığı için müellif,
onun hayatına bağlı bazı vak'alarla birlikte ölümünden de bahsetmiştir.
VIII
—
Sam Mirza tezkiresi: Cami'nin
ölümünden yirmi yıl sonra hicri onuncu yıl başlarında Herat tahtında Horasan'a
hükmeden ve Şah İsmail Safevi' nin oğlu olan Sam Mirza tarafından kaleme
alınmıştır. Müellif, eserinde Cami' den yüksek bir saygı ve edeple bahsetmektedir.
Bu tezkire bize aynı zamanda mevlana Cami'nin eserlerinin bir fihristini de vermektedir.
IX
—
Letâifittavâif: Yukarda sözü geçen Hüseyin Vâîz Kaşifi'nin oğlu.
Safiyüddin lakabiyle meşhur Fahrüddin Ali tarafından Cami'nin ölümünden kırk
yıl sonra 93
7 Hicret yılında yazılmış olan bir risaledir.
Muhtelif tarikatlara mensup birçok ulular hakkında pek latif ve zarif
hikayelerle dolu olan bu kitapta Letaif i arıf. i Cam başlığı
altında özel bir bölüm de ayrılmıştır. Bu fasılda mevlana Cami ile ilgili
birçok mizahi nükte ve fıkralar da bulunmaktadır.
X
—
Camî'ye ait vesikalar arasında Taşköprülü zade Mustafa bin Ahmet'in Şekaikunnumaniye Fi ulemâi Devleti!Osmaniye'si de önemli bir kaynaktır. 131 O yılında Mısır' da Vefeyatül'âyan [ 1 ] haşiyesinde basılmıştır.
Kitabın yedinci bö• lümünün zeylinde bilhassa Fatih sultan Muhammed han devri
alimleri arasında Cami'ye ait oldukça uzun bir hal tercümesi nakledilmektedir.
Bu kitab Cami' nin ölümünden 6 7 yıl sonra yani 965 hicret yılında yalılması ve üstadın çağına oldunkça yakın bir devrin mahsulü olması bakımından doğruluğuna
güvenilir eserlerdendir.
Buraya kadar saydığımız ve
bügün elimizde bulundurduğumuz kaynakların, büyük adamın hayat ve eserleri
hakkın da bize az çok bilgi verecek bir değerde olduğunu sanıyoruz.
Cami'nin hayat ve ölümü
hakkında yukarda adı geçen ve üstadın çömezlerinden olan Razıyüddin Abdugafur
Lârî Nefehalül’üns'e yazdığı haşiyenin zeylinde bazı kısa ve faydalı malûmat
veriyor.
Lari, östadının hal tercümesine ait bahsin
sonunda onun ahvali, tahsili bilgisi ve tarikatte eriştiği mertebelerle te'lif
ettiği eserleri hakkında geniş bilgi vermekte, sözlerini onun zahiri halleriyle
ne suretle öldüğünü anlatarak bitirmektedir. Müelliften kısaca nakledeceğimiz
şu parçalar bizi her türlü tafsilattan müstağni bırakacak derecededir.
«Mevlana Camî, (Tanrı rahmet
etsin) Cam kasabasının Hurdcird köyünde 8 1 7 hicret vılı
Şaban ayının 2
3 Üncü günü yatsı vakti doğdu. Asıl lâkabı
İmadüddin ve
meşhur olan lakabı Nurüddin, göbek adı
Abdurrahman' dır. Kendi mahlasını anlatırken şöyle der:
— Doğum yerim Cam kasabasıdır. Kalemimin
serpintileri de Şeyhül' İslam Abdullah -i Ansarî' nin kadekinden bir damladır.
— Şüphe yok ki Eş'ar
ceridesinde, her iki manasiyle de mahlasım Cami' dir.
Babaları Ahmet Bin Muhammed üd'Deşti'dir.
Deşt lsfa-
[1] İbni Hallekan'ın meşhur eseri.
han' da bir mahalle adıdır. Büyük babası mevlana Muhammed,
İmam Muhammed Şibanî'nin kızlarından biriyle evlenmiş ve bu evlenmeden Cami'nin
babası mevlana Ahmet dünyaya gelmiğtir.
Cami 8 1 yıl yaşadı. Yaşının sayısı Ebced
hesabiyle Ke's kelimesinin harfleri kadardır. Ecel sakisi onu 898 Yılı Muharrem ayının on sekizinci
günü Tanrı birliği bezminden sunduğu katıksız
bir şarapla yakaladı ....
Hazretin ölümü yılında bize bazı belirtiler baş göstermişti.
Daima ayrılık demlerinin yaklaştığını İşaret eden sözleriyle şu mealdeki
rübaiyi tekrar eder dururdu:
— Yazık ki bizden sonra daha çok güller açacak, taze
baharlar fışkıracak.
— Nice Haziranlar, Aralıklar, Nisanlar geçecek,
fakat biz toprak ve çömlek olacağız.
Hastalığın başlamasından birkaç gün önce evinden ayrılmış,
bazı şehir ve kasabalarda bir gezintiye çıkmıştı. Bu arada kendine ait bir
köye uğradı. Orada adeti dışında istirahate çekildi. Köydeki istirahat müddeti
uzayınca eş ve dostları üzülmeye başladılar. Geri dönmesini rica ettiler. Cami:
«Gönüllerin biribirinden ayrılması lâzım
geliyor» diye cevap verdi. Hastalığına üç gün kala dervişlerden biri ile
Cami'yi şehre çağırdılar. Dervişe şu cevabı verdi: «Şahit ol
ki bizim gönlümüzde artık hiçbir kimse ile ve hiçbir suretle İlgi kalmamıştır.»
Üstat evine döndükten' sonra hastalandı.
Hastalığının altıncı gününe raslıyan bir Cuma sabahı Muharremin 1 8 inci günü
kuşluk vakti nabızı hareketten kalmış, Cami, ebediyet ülkesine göçmüştü. Bu
sırada mübarek gözieri odanın tavanına dikildi.
ölümlerinden iki yıl evvel buyurmuşlard ıki,
büyük bir mecliste kendimi ölüm halinde gördüm. Halimde çok mühim bir
değişiklik buldum. O sırada hemen Ayetülkürsi'yi okumaya başladım. Bu ayetin feyzi derhal kendini gösterdi. Üzerimdeki ıstırap
mahvodu.
Üstadın
bu sözü o sırada hatırıma geldi. Çünkü o daima bu ayeti tekrarlar her namazdan
sonra okurdu. Ben de hemen Ayetülkürsi'yi okumaya başladım. Müritlerden
bazıları da Yasin okuyorlardı.
Bir an geldi ki, Üstadın ağzından ansızın «Öyledir» kelimesi
çıkıverdi. Gûya biri kendisine bir meseleden haber vermiş, o da cevabını veriyordu. Bundan sonra hemen namaz ihramını giyerek
ellerini göğsüne koydu. f ptida açık sesle Nakşi tarikatı
adetince «yüzüm kıbleye ..» duasiyle iki rek'at namaz
kıldı. Hastalıkla sağlık arasında garip bir hal almıştı. ilk rek'atte Kafirun
suresini. ikinci rek’atta Fatiha ve İhlas surelerini okudular. Halinde hiçbir
ıstırap sezilmiyordu. -«Mü’minler bir evden başka eve göçerler» sözündeki hakikat
sanki üstadın halinden okunuyordu. Tam Cuma ezanı okunmaya başladığı sırada idi ki Cami fena yurdundan Ebediyet ülkesine göçtü
Cumartesi sabahı, vaktin sultanı Hüseyin Baykara. o sıarada hasta ve zayıf bir durumda olmasına
bakmadan yanık gönlü ve yaşlı gözleriyle üstadın evine
koştu. Yüce şehzadeler, ünlü vezirlerle emirler zamane büyükleri cenazenin huzurunda
edeple el bağladılar. Üstadı büyük nakşibendi velisi Sadüddin Kaşgari’nin kabri
yanına getirdiler. Toprak bir sedef gibi dudaklarını açtı. O baha biçilmez
indyı göğsüne yerleştirdi. Sultan Hüseyin’in ayaklarındaki ağrılar yülünden
cenazeyi omuzlarında taşımak şerefine nail olmak hususundaki isteği gönülde
kaldı. Zamane şairleri tarihler ve mersiyeler söylediler. Büyük vezir
Nizamüddin Alişir Nevâî bu tarih ve mersiyeleri dinledikten sonra kendileri de
bir mersiye yazdılar
Bu
törenlerden sonra emir Alişir, Cami'nin mezarı üzerine yüksek bir türbe
yaptırdı. Hafızlardan bir cemaati de bu türbeye memur etti.»
Cami’nin hal tercümesini aydınlatan vesikalardan biri de
bizzat kendisi tarafından yazılmış ve ikinci divanına konulmuş olan bır
kasidedir (Per-i şeh-bal beşerhi -hal) unvanını verdiği bu kaside 893 yılında yani ölümünden beş yıl önce ya. zılmıştır. Seksen
beyt kadar tutat bu manzumenin bazı beytleri içine sıkıştırdığı
birtakım ince nükteler vardır ki bir türlü çözmeğe imkan bulamadık.
Önce doğum tarihini şu sözlerle işaret etmektedir:
«—Peygamberin yüce otağını Mekke' den Medine' ye naklettiği 8 1 7 hicret yılında,
— İzzet ve ebediyet semasındaki kulenin tepesinden şu alçak
toprağa inmek için kanat açtım.»
Sonra kasidenin nazım tarihini işaret ederek diyor ki:
« — Bugün ömür dizginini. şu his ve hayal çukuru içinde 8 9 3
yılına kadar çektim.»
Daha sonra ilim tahsili uğrunda çektiği emekleri anlatıyor:
« — Ondan sonra ilim tahsil etmek çağına vardım. Fen bilgilerinin arkasına takıldım,»
Bu kasidede saydığı ilimler Sarf, Nahiv. Mantık, Hikmet-i Meşşai = Aristo felsefesi. Hikmet i İsrâki = Eflatun
felsefesi, Hikmet
i Tabiî, Hikmet i Riyazi, Fıkıh, usuli fıkıh. ilm -i hadis, ilm -i kıraat • i, Kur’ân ve Kur’ân tefsiri.
Daha aşağıda taeav'luf merhalesine yükselmesini ve irfan
vadisine girmesini anlatıyor.
« — Nihayet temiz kalbli sofiler derneğine ayak bastım.
Bunların ilimden kasıtları amelden başka bir şey değildir.»
Bu arada tarikat hayatında geçirdiği seyir ve sülük mertebelerini
birer birer saydıktan sonra şairliğe nasıl tutulduğu. nu hikâyr eder.
Camı, ruhundaki şiir iptilâsını şöyle anlatıyor:
« — Yer yer dolaştım. Fakat bir türlü
şiir söylemek fikrinden gönlümü kurtaramadım.
— Bu işe belki yüz defa tövbe ettim. Ne çare ki, başka
işlerden kaçındığım derecede bundan yakayı sıyıramadım.
En
nihayet kasidenin sonunda, Ulu Peygamberlerle İslâm peygamberlerine, dört
halifeye, Peygamberlerin yoldaşlarına, onlara uyanlara, hak yolunda yürüyen
Tanrı erlerine ve Tan--
rı vuslatına ermiş gerçek erenlere ayrı ayrı birer münacat
faslı yazarak bitirmekte ve şöyle demektedir:
« — Camî! Tabiata ait isteklere karşı nefsin ayağına ve
boynuna vuracağın şey zincir ve köstektir.
— Hele onu, şu zincir ve kösteğinden kurtar da bak, O,
kendi varlığını anlaması yüzünden bu bağlardan istırap duymaz.
— Ona dedikodu yapmak şerefini veriyorsun da bu
müsamaha yüzünden sana hal ve zahir diliyle teşekkür ediyor.
Mevlana Camî’nin tahsil durumu hakkında Reşahat sahibi Safiyüddin Ali, bize toplu ve faydalı bilgiler
veriyor . Şairin hayatına ait tafsilât arasında onun, üstatlarından müderrislerinden,
ilim uğrunda yaptığı seferlerden ve henüz tahsil çağında iken gösterdiği
yüksek istidat ve deha örneklerinden uzun uzadıya bohsediyor. Reşehat'ın bu
bölümündeki bllgileri olduğu gibi naklediyoruz:
« — Camî’nin ilk çağlarda ilim tahsili ile uğraşması ve
fazilet ve kemal sahipleriyle tanışması:
— O, küçük yaşta babasiyle birlikte Herat'a geldi. Nizamiye
medresesine yerleşti. O devirde Arapçanın üstatlarından ve bu ilimde zamanın
en meşhur bilginlerinden olan mevlana Cüneyd Usulî’nın dersine devama başladı Muhtasar Telhis mütalâasına
meyil göstermişti. Bu derse başladığı zaman birçok arkadaşları Şarh’i Miftâh ve Mutavvel dersleri
mutalâasiyle meşgul oluyorlardı. O, daha erginlik çağına varmamıştı. Çocuk denecek
bir yaşta bu ağır eserleri anlıyacak kadar kendisinde istida! görüyordu. Mutavvel ve haşiyesini bitirdi. Sonra zamanın en büyük tahkik ehli
ve meşhur Seyyid Şerif-i Cürcanî'nin talebesi Semerkand'lı mevlana Hoca
Ali’nin dersine devam etti. Bu zatın eşsiz bir mutalâa metodu vardı. Fakat
ancak kırk gün kadar devam ettikten son-
ra bu müderristen İstiğna
gösterdi. Daha sonra asrının en faziletli âlimlerinden ve meşhur Saddeddin-i
Teflâzanî' nin çömezlerinden olan mevlâna Şebabettin Mehmet Cacermi'nin
talebesi oldu. Bu talebelik hayatını anlatırken diyorlarki:
«Kaç kere onun dersine gittim. Kendisinden' ancak işe yarar
iki söz işittim. Biri Telvih kitabında mevlâna
Zade-i Hatayi'nin itirazlarını defetmesiydi. tik gün bu itirazlara cevap
vermek için birkaç mukaddeme ortaya attı. Onları yanlış buldum, başka bir
derste uzun bir düşünceden sonra başka şekilde bir cevap verdi. Bu cevap
yerinde idi. İkinci sözü de Mutavvel’den beyan fennine ait kısa bir tartışmada bulunmasıdır. Bu bahsin
her ne kadar esasta fazla bir tartışma kıymeti yoktu; ancak kitaptaki kelime
ve ibare ile ilgisi vardı. Fakat üstadın bu konudaki fikrini doğru buldum.»
Daha sonra Semerkand'da asrın tahkik ehli
bilginlerinden meşhur Kadı Zade-i Rumî’nin ziyaretine gitti. tik görüşmelerinde
aralarında uzun bir tartışma oldu. Nihayet Kadı zade Camî'nin fikrini kabul
etmek zorunda kaldı. Meşhur âlimlerden olup Ulgu bey tarafından kendisine
sadaret mertebesi verilmiş olan Tebriz’li mevlâna Fethullah anlatır ki, ben o
mecliste hazır idim. Kadı zade, Cami' yi Semerkand'daki medresesinde misafir
etmişti. Vaktin bütün fazılları, ulnları o mecliste idiler. Kadı zade o sırada
istidat sahibi ve hoş tabiatlı şairden bahsediyordu. MevlânaAbdurrahman-i Camî
hakkında şu tavsifte bulundu: Semerkand kurulduğu günden beri bu Cam' lı
delikanlı gibi kariha genişliğine ve tasarruf kudretine sahip hiç kimse Ceyhun
ırmağı üzerinden geçmemiştir.
Kadı-i Rum'un şakirtlerinden mevlâna Ebâ
Yusuf-i Semerkandî anlatır ki, Cami Semerkand' a gelmişti. O sırada heyet
fennine ait bir tezkireyi şerh etmekle uğraşıyordu. Kitap üzerinde Kadı'nın
yapmış olduğu birçok haşiyeler vardı, ki yıllardan beri mûteber sayılmıştı.
Camî, her gün ve her mecliste bu haşiyelerden birkaçını silip düzeltmek
suretiyle ıslâh etti. Kadı bundan son derece memnun kaldı. Yine o sıralarda
Çağminî'nin Mülahhas adlı eserlerine bir şerh yazmayı tasarlıyordu. İşe
başladı ve eserden birtakım tasarruflar yaptı ki, bunlar asla Kadı’nın hatırına
gelmemişti.
Bir gün Herat'ta iken
mevlana Ali Kuşçu, Türk adetince beline garip bir çanta bağlamış olduğu halde
Cami'nin meclisine girdi. Bir fırsatını düşürarek heyet fenninin pek çetin ve
ince bahislerine ait birkaç mesele sordu. Camî hemen bu meselelerin her birine
ayrı ayrı tatmin edici cevaplar verdi. Mevlana Ali Kuşçu susmuş ve hayrete
dalmıştı. Camî latife yoliyle buyurdu ki, mevlana 1 Çantanızda bundan daha güzel bir şey yok muydu? Ali Kuşçu
bu görüşmenin üzerinde bıraktığı te'sirle talebesine demiştir ki, o günden
sonra bana bu alemde kutsal nefes denilen şeyin varlığı malûm oldu. Bazı
mürşitler, bu kudretin Hacegan tarikatiyle meşgul olmaktan ileri geldiğini.
çünki bu tarikattt aklı terbiye eden ve idrak melekesini kuvvetlendiren bir tesir bulunduğunu söylerler.
Camî’nin tatil günleri kalb huzuru ve gönül
boşluğu ile geçerdi. Pek işlek ve kavrayışlı olan
zekası başka düşüncelere de takılırdı. Derse gittiği
vakitlerde çok kere arkadaşlarından birinin kitabını alır bir an göz gezdirir, derse kalktığı zaman hepsinden daha iyi anlatırdı Tus'lu mevlana Muînüddin anlatır ki, Cami mevlana Hoca Ali'nin dersine devam ederken arkadaşları
arasında en istidatlı talebenin ortaya attığı şüpheleri o anda açıkça
hallederdi. Her gün o mecliste ileri sürü. len birkaç şüphe ve itirazı
cevaplandırır, sonra eserlerinin mutalaasına koyulurlardı. Cami işitmeğe bağlı
olan bazı bilgileri zamane alimlerinin ders meclislerinden öğrendi Yoksa hakikatte
hiç kimseden öğrenmek ihtiyacını duymodı. Belki de bir çok müderrislerden nstün
bir bilgi ve anlayışa sahipti. Bir gün söz, Camî'nin hocaları ve Üstatları bahsine dayanmıştı. Buyurdular ki, biz hiçbir
üstadın önünde ders okumadık ki, o bizden daha Üstün olsun. Belki daima onlarla
tartışmalarımızda galebe çaldık. Pek seyrek olarak bazılariyle berabere
kalabildik. Üzerimizde hiç bir üstadın hakkı yoktur. Biz hakikatte kendi
babamızın talebesiyiz Çünkü lisanı ondan öğrendik.
Öyle anlaşılıyor ki Camî Sarf ve nahv'i babasından
öğrenmiş, ondan sonra aklî bilgilerle yakın
bahsine ait irfanda hiç kimsenin üstatlığına ihtiyaç göstermemiştir.»
Reşehat sahibinin verdiği bilgileri buraya kadar aynen naklettik.
Bize Camî’ nin tahsil çağındaki hayatını. muallim ve üstatlarını ve onun zahirî ilimlerde eriştiği kemal mertebesini olduğu
gibi anlatmaktadir.
Bu sözlerde sezilen öğünme ve kendini beğenme
temayülleri şüphe yok ki, Reşehat sahibinin Üstadı
hakkında bes lediği derin saygı ve bağlılıktan ilerigelmektedir. Yoksa üstadın
o yüksek tevazû ve dervişliği ile manevi faziletleri bu gibi küçüklüklerden
uzaktır.
Çömezi Raziyüddin Abdülgafur-i Lâri de üstadının tahsil hayatı
hakkında uzun malumat vermekte ve yukarıda bahsi geçen tafsilâttan bir çoğunu o
da eserinde anlatmaktadır. Bu bilgilere ilâye olarak onun nasıl tahkik ehli bir
alim olduğunu, kavrayışındaki genişliği, mânevi vasıflarını, büykklerden nasıl
feyz ve himmet aldığını birkaç nükte ile belirtmektedir ki, bunlardan
bazılarını burada nakletmek faydasız olmıyacaktır:
«Ben henüz merhumun eşıgmm toprağını öpmek şerefine nail
olmadığım bir sırada Camî’nin şiirlerindeki bu yüksek değerin pek ince bir
fikre ve derin bir düşünceye dayanmadan nasıl meydana geleceğinde tereddüt
etmiştim. Çünkü şiirle bu kadar fazla uğraşmak kemal mertebesine aykırı ve hal
ehli kimselere yaraşmaz diyordum. Fakat onunla tanışmak şerefine erdikten
sonra anladım ki hiçbir iş ve hiçbir dünya gailesi onun zahir ve batına ait
meşgalelerine engel olmuyor. Halinde hiçbir değişiklik olmadan şiir ve irfanla
uğraşmak imkanını bulabiliyor. En hoş vakitlerinden olan ders saatlerinde daima
düşünmeden ve hiçbir külfet duymadan konuşuyordu.»
Camî’nin şiirlerinde açık veya kinaye yoluiyle çeşitli
bilim konuları veya terimlerine işaret eden birçok nüktelere raslanır.
Bunlardan onun geniş ve derin bilgisini anlamak mümkündür. Örnek olarak bazı
beytlerini nakledeceğiz:
Bu arada Tuhfetül’ebrar
adlı mesnevisinde, akıllarınca kendilerini fıkıhçı ve alim zanneden bazı zahir
bilginlerinin ahvalinden bahseden bir kıt'a vardır ki, bunda yalnız resmi
ilimlerle yetinerek gerçek ve manevi bilgilerden gafil yaşıyanları kötülemek
iştemiştir. Bu kıt'a o zamanlarda meşhur bulunan ilim kitaplariyle terimlerini
de anlatmaktadır. Şu beytler o kıt'adandır:
« — Mademki yarın her şeyden bahsedecek, halka
ders vereceksin okutacağın kitapların yapraklarını bugünden çevirmeğe bak.
— Yanlış okunan ilim, kitap sayfalarını
karartmaktan başka bir şeye yaramaz.
--- Ibni Sina' nın gözünde kalb ışığı arama, kör gözde aydınlık olmaz.
— Onun İşarat adlı
kitabı küfür yönüdür. Müjdeleri korkutucudur.
— Şz/a’sındaki fikirler hep hasta bir göröşün
Necat'ındaki temayül esir bir ruhun ifadesidir.
— Kanun adlı eseriyle kurduğu Tıb kuralları kaide dışı atılmış
adımlardır.
— O Talep ehline karşı Müsebbz'b’in yüzünü
sebep perdesiyle gizledi.
— İlmin hassası, sebebi ortadan kaldırmak,
cahilin adeti ise her şeyin sebebini öğrenmektedir.
— Tıp fennini Peygamber' den öğren ki,
Tzbbünnebi denilen eser sendeki bütün yabancı alemleri ıslah eder.
— Sana cehalet hastalığından şıfa verir.
Nefsindeki kederleri safaya dönderir.
— Yüzün ancak amel Esbab’i ile parlar, Ahlakını kötü şeylerden korur.
— Ömrün Usul ve Fürû gibi bahisler yolunda harcandı. Hiç aslına döneceğin
hatırına gelmedi.
— Makasıd’den . haberin yoksa onu aramak için Mevakıf’ta bekleme.
— Miftah'dan bir feyiz alamazsan fetih devletini kapılar açan Tanrı'
nın dergahından iste.
— Gönlün engellerden temizlenmemişse bu
engelleri keşfetmek Keşşa/’ın haddi değildi1.
—
ilk
Nuru Hidaye denilen kitapta arama. Son yolu
da Nihaye adlı eserden bekleme.
—
iki
yüzlülüğü, riyayı bırak da ilmi kutsal kaynağından al!»
Yeni Silsiletüzzeheb mesnevisinin,
birinbi cildinde kitap ve mütalaa sevgisi hakkında bir kıt'a vardır ki, bunda
mev-
lana Cami' nin mutalaa ettiği ve başkalarına da okunmasını
Âdab bahsindeki metodu bu sözlerden anlaşılacağı için bir
kaç beytini naklediyoruz:
c—
Nefis kitaplara karşı sevgi besle. Çünkü zamanımızda kitaptan daha İyi arkadaş
yoktur.
— irfan sahiplerinin ruhu gibi dürüst, parlak
ve okunaklı Kur'an ara.
— Peygamber'in ahlak ve vasıflarını gösteren
gerçek Hadis'leri oku.
— Buharı
ve Müslim gibi hatasız hadis kitaplarından birer nüsha al ki, bunlar
her türlü yanlış ve aksaklıklardan arıdır.
— Uydurma şeylerle Bid' atlerle karıştılmamış
olan meşhur Tefsir kitaplarını gözden geçir.
— Şeriatın kökünü dallarını araştır da en
değerli ve en uygun hükümlerini gör.
— Edebiyat fenlerinden Sarf olsun Nahiv olsun bu güzel bilgiler için gerekli olan şeylere çalış.
— Keşif müşahede ehli velilerin risalelerini
zevka ve vücut sırrına ermiş uluların makalelerini oku.
— Akla ve anlayışa pek acayip gelen şeyler
irfanlı kişilerin fikirleriyle aydınlanır.
— Sonra fesahat ehli şairlerin divan' !arını, parlak
fikirli nazımlarını güzel sözlerini topla.
— Bu vasıtaları bir kere elde ettikten sonra
artık fani varlıklara iltifat gösterme!»
Mevlâna Cami'nin mânevi üstatları hakkında en doğru bilğiyi
onun talebesi ve müridi tarihçi Abdülgafur-i Lari vermektedir. Aşağıdaki
sözleri ondan dinleyelim:
«Üstada o sıralarda bir günü! dağınıklığı ve
fikir perişanlığı gelmişti. Herat,tan Semerkand'e yollandı. Bir müddet orada
kaldılar. Semerkand' de fazilet ve kemal tahsiline koyuldular Bir gece amma ne
gece, belki saadet ve ikbal sabahı olan aydın saatlerden birinde hatırı gurbet
acıları ve dünya ıstıraplariylı: dolu olarak uykuya varmışlardır' Rüyasında kendilerini, arifler başbuğu, ulular önderi büyük Tanrı
erlerinden Kaşgar'lı Sadettin'in yanında gördüler. Mürşidin söylediği şu sözleri can kulağiyle dinlediler:
(Git ey kardeş, kendine bir dost
bul, ona çok ihtiyacın var)
«— Beni harabat aleminden, bir sevgili çığırdı. Aşk
şarabından dolu bir kadeh sundu.
— Aklın baş ağrılarından kurtuldum amma vuslat sevdasiyle
feryada başladım»
Bu ruya Cami'nin ruhunda derin bir tesir
yaptı. Büyük bir velvele kopardı Hemen bütün bağlılığiyle ona mürit olmak
aşkına tutuldu. Dizgini Horasan tarafına çevirdi. Kaşgar'lı Sadettin'in
meclisine katıldı{1 ]
[1] Kaşgar'lı Sadettin'in bal tercümesi Reşehat-i agnülhayat ve Nefehatül’üns
kitaplarında yazılıdır. Ölümü 860 hicret yılı Cemaziyel'ahirinin yedinci gününe
raslar Cami', bu mürşidin mertebesi hakkında beş kupleden
ibaret bir terkib-i bend yazmıştır ki, şu beyitler ondandır:
«— Gönül sahibi veliler ölmeden önce öldüler.
Ölüm kadehinden ab ı hayat içtiler.
« — Şu gök kubbe altında bir pir gördüm. Hiç kimse onun kadar
kendi benliğinden kurtulmuş değildi.
— O, öyle bir ayna
idi ki, yüzünde parlıyan Vücut güneşinin aksi surette Aslı gösteriyordu.
— İlkönce göçlerini Fena menziline çektiler. Sonra Beka ülkesine yollandılar.
— Tabiatin hazanı ile donup kalmış olanlar onların
rüzgarından bahar kokusu aldılar.
— Henüz Müritlik yolunda iki adım yürümeden gönülden ve
candan vazgeçmemiş onlara can kurban.
— Zevzekler onların sözlerini nasıl kavrıyabilirler ki,
onlar adlarını varlık tahtasından silmişlerdir.
— Dağ gibi bela dalgaları' nazarında saman çöpü gibi idi. Onların
sademleleri karşısında dağ gibi sebat etti.
— O Tanrı'dan insanlara bir
armağrndır ki, gönül ehli olanlar bu armağanı bir buluntu sayarlar. '
— Zamane, son derecesini bulan nimetlerin değerini, ancak onu kaybettiği
zaman anlayabilir.
— Ruhun Sidre'ye konmuş bir kuş ve tenin bir kafesdir. Kuş
daima kafesinden uçmaya heveslenir.
— Öyle bir ömür geçir ki, ecel kafesini parçaladığı zaman
cennet bahçelerinden yüzgeri edip de dönmiyesin.
— Cennet’in yeşil bahçeleri senin için
bezenmiştir. Halbuki, sen burada çörçöplerin temaşasiyle zevk alıyorsun.
— Yar yolunda çıkmıyan nefesler soğuktur. Bu hayatta
sabahtan daha ğerçek hangi şahit var.
— Elde edemediğin arzu’ara kavuşamadınsa şu aldatıcı
beşikte sebatla bekle.
— Şu dar menzilde gideceğin yolu unutma. Çünkü, felekler o
yolun bineği, yıldızlar çıngırağıdır.
— Bu harabede hiç kimseye sonsuz bir hayat ümidi yoktur. İşte büyük mürşidin ölümü buna yeter bir şahittir,
— Fakr Ü fena yolunun ulusu, din ve milletin velisi, Sadettin'ki
tcvazuuudan fakirlik külahını feleklere attı.
* *
*
— Hu sabah dostları onun halvet sarayının kapısında yüzünü
görmek sevdasiyle saf saf dizilirlerdi.
— Herkes şemdi yerli yerinde oturuyor. Yarabbi ne oldu ki, onun yeri böyle boş kaldı.
Bu mürşide intisabından az bir zaman sonra büyük bir
cezbeye tutuldular. Öyle ki, tarikat arkadaşı olan büyüklerden biri Cami'nin
şu halini görünce hayretle: Nakşibendi tartkatı Cami'yi pek çabuk cezbetti
demişti.
Sadettin-i Kaşgari daima Cami'nin semtine yakın olan Herat
mescidi kapısında oturur. fakirlerle sohbet ederdi. Camî'nin yoluda bu mescidin
önünden geçerdi. Üstadın oradan her geçişinde mürşit, bu adamda hayret edilecek
bir kabiliyet var, bizi meftun ediyor. Bunun nasıl bir hile ile pençemize
düşürelim derdi. İşte Cami'nin ilk tarikate intisabettiği gün idi ki. Şeyh
yanındakilere, pençemize bir şehbaz düştü, diyerek sevincini göstermişti.
Cami'nin tarikatte üç vasıta ile Bahaüddin Nakşibend'e
intisabı vardı. Çünkü: Sadettin-i Kaşgari mevlana Nizamüddin Hamûş-un, o da
Hoca Alaeddin Attar'ın, Alaeddin Attar ise Büyük mürşit Bahaüddin Nakşibend'in
müridi ve damadı idi.
Reşelıat r Aynül’hayat'ta Cami'nin mânevi
üstatlarına ait bölümde Nakşibendiye silsilesi büyükleriyle üstadın hayatında
onlarla olan münasebetleri ve onlara intisabı hakkında uzun bilgiler verilmekte
ve bu bölümde onun tam bir Seyr ve Sülük devresinden bahsedilmektedir.
Okurlarımıza Cami'nin eriştiği irfan mertebelerini anlatabilmek için bu
makaleden bazı nükteleri nakledeceğiz:
— O artık yok, sanki feleğin cefalı eli onun varlık
libasının yakasını yırmış.
— Kutsal Tanrı'nın ebediliğinde fenaye erdi. Bütün Bu
varlıkların bekası onun fenasına feda olsun.
— Tanrı'ya şükür ki yoldaşlarının gönlünde her
ne kadar ölümünden dolayı yüz dağ ağırlığı varsa da.
— İki şerefli evladını yadigar bıraktı. Her biri babasının
gerçek irfanını ve ruhundaki safayı taşıyor.
— Ruhu öyle bir mertebeye yükselsin ki, bu
Mîrac'ı lâmekân menzilinden daha öteye varsın.
— Toprak onu gizlemekle göğsünde bir hazine
sakladı. İki temiz mücevherlerinin Ömrü ebedî olsun.
Cami'nin
çocukluğundan ölümüne kadar büyük
mürşitlerle görüşmesi
«Şurası gizli kalmamalıdır
ki, Cami'nin Sadettin-i Kaşgari' den başka görüşüp tanıştığı tarikat erleri
arasında en başta geleni Hoca Muhammed Parsâ'dır. (Tanrı mertebesini kutlasın)
Nefahatül’üns kitabında şöyle yazıyor: Hoca Parsa Hicaz seferine giderken Cam vilâyetinden geçmişti. 82 2 yılı Cernaziyelevvel veya Cemaziyel'âhır aylarına raslıyan
bu tarihte şeyhin müritlerinden ve bildiklerinden kalabalık bir cemaat şehir
dışında istikbale çıkmıştı. Ben de babamla beraber gittim. O zaman henüz beş
yaşını bile bitirmemiştim. Şeyh adamlarından birine beni omuzlıyarak mahfesine
kaldırmasını söyledi. Bana iltifat buyurdular ve on beş miskal kirman şekeri
verdiler. O gönden bu göne kadar altmış yıl geçtiği halde
henüz şeyhin nurlu yüzü gözümün önünde, onun mübarek ve tatlı çehresi hâlâ hayalimdedir. Benim Nakşibendi tarikatına ilk sevgi ve
bağlılığım o mübarek zatın nazarlarındaki feyz ve himmetle olmuştur. Umarım ki,
bu bağlılığın uğurlu yardımiyle Mahşer'de de onları seven ve saygı gösterenler
zümresi arasında bulunayım. Tanrı'nın minnet ve inayetiyle...
İkincisi Loristan'lı mevlâna Fahrettin
olmuştur. Bu zat da zamanın ulu şeyhlerinden idi. Yine Nefehatül’üns’te yazıyorlar
ki, hatırladığıma göre mevlâna Fahrettin ile tanışmam memleketim olan Hurdcird
kasabasındaki evimizde oldu. Bizde misafir kalmışlardı. Ben henüz pek küçüktüm.
Beni dizinin önüne oturttu. Mübarek parmağiyle havaya Ömer, Ali gibi meşhur isimler yazıyorlardı. Ben de bu kelimeleri
okuyordum. Gülerek hayret edıyordu. O şefkat ve lütuf gönlümde bu taifeye
karşı sevgi ve bağlılık tohumları saçtı. O zamandan beri bu sevgi her gün daha
çok arttı. Ümidederim ki, daima onların muhabbetiyle yaşıyayım. Onların sevgisiyle
öleyim, onları sevenler zümresiyle dirileyim. Tanrım beni derviş olarak yaşat,
derviş olarak öldür ve miskinler zümresinde Haşret.
Üçüncüsü: Burhanettin Ebû Nasr Parsa' dır.
(Tanrı sırlarını kutlasın) Cami'nin Ebû Nasr ile sohbeti uzun zamanlar devam
etmiştir. Yine Nefehat'ta diyorlar ki, bir gün Ebu Nasr'ın meclisinde Şeyh
Muhiddin-i Aarabi (Tanrı sırrını kutlasın) .ve onun eserlerinden söz açıldı.
Şeyh, babasından şu sözleri nakletti: Füsüs candır. Fütuhat ise kalb. Şunu da ilave ettiler: her kim Füsüs'u iyi bilir ve anlarsa onun Hazret-i Peygamber'e
karşı beslediği bağlılık kuvvetlenir.
Dördüncüsü: Şeyh Bahaeddin Ömer'dir. Bu zat
hakkında diyor ki, büyük bir istrğrak [ 1 ] ve İstihlak [ 2 ] mertebesine
ermişti. Daima sert sert havaya bakardı. Gûya ki, mahlûkların nefeslerinden
yaratılan ve havada yaşıyan Melekleri seyrederdi. Buyuruyorlar ki, bir gün şeyh ile birlikte Cefare köyüne gitmiştim. Şehirden bir
kalabalık da oraya gelmişti. Şeyhin âdeti her uğradığı şehirde rasgeldiğine ne haber ;ı diye sormaktı. Bu adeti gereğince herkese ayrı ayrı şehirden ne haber
getirdin? diye sordu. herkes bir şeyler söyledi. Nihayet
bana da sıra geldi. Benden de sordu: Sen de ne haber var? Hiç dedim bir şey
yok. Yolda ne gördün buyurdular. Hiçbir şey görmedim cevabını verdim. Bunun üzerine şöyle
dediler: Herkes bir fakirin yanına gittiği zaman gerektir ki ne şehirden bir
haber ve ne de yolda gördüklerindan bir havadis getirsin ve arkadan şu beyti
okudular:
«Mademki bir güzele gönül bağladın, artık gözünü bütün
aleme kapa.»
Beşincisi Şemsüddin Muhammed Kusevî' dir. Bu
zat hakkında buyuruyorlar ki: Hoca Şemsüddin va'zediyorlardı. O sırada asrın
büyük sofilerinden mevlanamız Sadettin, mevlana Şemsüddin Muhammed Esad,
mevlana Celalüddin Ebu Yezid Puranî ve daha başka veliler de o mecliste hazır
idiler. Şeyhin irfanlı sözlerini ve lâtif’ fıkralarını çok beğendiler. Mev-
[1] İstiğrak: Tasavvuf terimlerindendir.
Tanrı tecelliyatının bolluğu içinde kendinden geçmek.
[2] İstihlak: Bu da yine tasavvuf
terimlerindendir. Tamamiyle Tanrı varlığında yok olmak (Fena fillah).
lana Şerefüddin Ali Y ezdi bizi de onun vaız meclisine
teşvik etti. Bazı azizlerden rivayet edildiğine göre her gün Cami Kûsevi
Şemsüddin Muhammed'in ziyaretine gider, şeyh de ona «meclisimizde bir ışık
parladı» sözleriyle iltifatta bulunurmuş. Dilinden gerçek bilgilere ve irfana
ait pek çok mücevherler saçılırdı. Yine Cami diyor ki, Hoca Şemsüddin, şeyh
Muhyiddini Arabi'nin eserlerine inanır, tevhid meselesini onun anlattıklarına
uygun bir şekilde izah ederdi. Bu izahlarını minbeade zahir bilginlerine öyle
bir belagatla anlatırdı ki, hiç kimsenin inkar mecali kalmazdı. Kur'an'ın sır
ve hakikatleriyle hadiseleri ve şeyh sözlerini gayet çabuk kavrar, kısa
sözlerle büyük ve geniş manalar ifade ederdi. Başkalarının uzun düşüncelerle
hatırlıyamıyacağı birçok şeyleri derhal hatırlar ve anlatırdı. Vaız ve tarikat
ayinlerinde büyük bir vecd alemine dalar, bol sohbetler ederdi. Sözlerindeki tesir meclistekileri derhal sarardı.
Hocanın huzurunda bazı vakitlerde halk,
kendilerinde olaganüstü haller görürlerdi. Bir gün buyurdular ki, bizim
yoldaşlarımız zaman zaman insanlık kılığından çıkarlar amma yine kendi
hallerine çabuk dönerler. Birkaç kişinin adını vererek dediler ki, bunlar ne
zaman karşıma gelseler köpekler kılığında dört gözlü görünürler,
Çok defa sohbet sırasında birinin hatırından
geçen ve sahibinden başka kimsenin asla bilmediği şeyleri hoca açıktan
söylerdi.
Altıncısı mevlana Celalddin puranî: (Tanrı
rahmet etsin) Cami, bu zatı ziyaret için sık sık Puran köyüne giderdi. Nefehat'da
diyor ki, bir gün yanında namaz kılıyordum. Onu öyle kendinden geçmiş bir halde
gördüm ki, gûya benliği hakkında bile bir şuuru yoktu. Ayağa kalktığı zaman
gah sağ elini sol eli üzerine, gah sol elini sağ eli üzerine koyuyordu.
Yedincisi: Mevlana Şemsüddin Muhammet Esed'idi. Camî, bu
zatla da sık sık görüşürdü, Nefehat da yazıyorlar ki bir
defa şeyh ile birlikte bir yola gidiyorduk. Sözü bir sırasına getirerek dedi
ki, bana şu birkaç gün içinde hiç ümidetmediğim ve hiç beklemediğim bir hal
geldi. Kısaca şu noktaya işaret ediyordu ki, ben o halinden şeyhin cem' makamına
eriştiğini anladım.»
Abdulgafur-i Lari'nin kitabında Cami'nin ta ömrünün sonuna
kadar müridlik halkasını boynunda taşıdığı Hoca-i Ahrar lakabiyle meşhur
Nasırüddin Ubeydullah hakkında uzud bilgiler verilmektedir. Biz de her ikisi
arasında görülen manevi bağlılıkla candan ilgiyi ve bu bağlılığın onun nazım ve nesri Üzerinde bıraktığı tesiri
bazı şahit ve delilleriyle belirtmek istiyoruz. Lari diyor ki:
«Cami ile Ubeydullah-i Ahrar arasında dört defa görüşme
olmuştur. Bunlardan ikisi Semerkand' de, üçüncüsü Herat'tadır. Ubeydullah
Sultan Ebu Sait zamanında Maveraünnehir'den Horasan’a geliyordu. Bu sırada Camı de Herat'tan ayrılmış şeyh'i görmek maksadiyle Merv' e ugramıştı. Cami
bir yazısında diyor ki, Hoca Ubeydullah Merv taraflarında bu acizden kaç
yaşındasın diye sordu. Ben elli beş yaşımda olduğumu söyledim. Buyurdular ki
bizim yaşımız tahminen on iki yıl daha fazladır.
Şurası gizli kalmamalıdır ki, bu görüşmeden daha önce ve
daha sonraları her ikisi arasında bir çok mektuplaşmalar da olmuştur. Camî'nin
bu şeyhe son derece bağlılığı manzum ve mensur eserlerinin şahitliğiyle
herkesça bilinmekta olan aydın bir hakikattir. Bu manzum ve mensur parçaların
şöhreti, burada birkaç örnek vermemizi yeterli kılmaktadır. Aşağıda
göstereceğimiz parçalar aynı zamanda şeyh Ubeydullah'ın da Cami'ye karşı
beslediği derin sevgiyi aksettirecektir. Bu bakıma göre değerli birer vesika
olan bu mektupları şurada kayt edeceğiz:
Birinci mektup:
Niyazlarını sunduktan sonra bu zavallı aşıkın
dilekleri şudur ki, zaman zaman küstahlık ile halimdeki haraplığı birazıcık
olsun o dergahın kullarına bildirmek arzusunu duymaktayım. Fakat korkuyorum
ki, bu fakirin elem ve kederleri yakaladığı doğanı kaçıranların duyduğu
ıstıraba dönsün. «yalnızlık vahşettir» sözü her halde doğrudur. Ricamız şudur
ki: himmet nazarınız şu kimsesiz zavallıya dönsün. Merhamet büyüklerin
ahlakındandır. Bu biçareden de esirgenmesin. Sizin lûtfunuzdan başka aşkımın
tesellisine bir çare bilmiyorum.
— Şeytan, kerem sahiplerınden her kimi
azdırırsa onu öldürmeden önce başını yer.
Selam ve ikram.
ikinci mektup:
Şu mektubumla o dergahın
eşiğini öpmek hususundaki hasret ve İştiyakın artmış olduğunu arz etmek
isterim. Her ne kadar kendi kendime bu bir bevlete konmak dileğidir. Bugün kime nasip olabilir '.I diyorum, amma kendimi o kutsal eşiğin üzerinde görmek arzusu da çok derindir. Tanrı'nın
sonsuz lûtuflarından ümit edilir ki, bu kolsuz kanadsız, himmetsiz zavallıya
inayet ve keremiyle bu saadeti ihsan eder. Her ne suretle olursa olsun benlik
zindanının karanlığından kurtulmak icin o dergakın eşiğini öpmeye koşacağım
vesselam.»
**
Horasan ve Maveraünnehir' de Nakşibendiye
tarikının Mürşidi olan Hoca Nasırüddin Ubeydullah-i Ahrar, Cami-nin çağdaşıdır.
Cami de onun ululuğunu her yerde tekrarlar durur. Onu birçok kitaplarında
Üstat ve Mahdûm Mürşit sözleriyle anar, Şüphe yok ki, Uubeydullaâ-i Ahrar
asrının en büyükleri sırasındadır. Sultan Ebu Said Gürgan devlet idaresondeki
başarılarını onun irşadına borçludur. Her işte şeyhin tavsiye ve şefaatlerini
kabul ederdi. Bir aralık Semerkand ve Buhara vilayetlerinin damga vergilerini
bu mürşidin ısrar ve ricası üzerine affetmiştir. Başkent'i Semerkand'dan Herat'
a naklettikten sonra da hocayı iki defa Horasan'a davet etti. İlk davette
Herat' a, ikinci devlette Merv' e gitti.
Muinüddin i Esefrazi; Herat
tarihinde şeyhin Merv' de misafirliğini 8 7 2 yılı olayları
arasında şu suretle kaydediyor:
«Zamane velisi Hoca Nasırüddin Uybeydullah'ın (Tanrı
sırrını kutlasın) gönlünde Irak' a gitmek arzusu uyandı. Maveraünnehir.den
Horasan'a yöneldi. Merv e geldikleri zaman saadetlû Sultan Ebu Said onu
ağırlamakta pek tantanalı İstikbal törenleri yapmak hususunda hiçbir şey eksik
bırakmadı. Şeyh' e o derecede bir saygı gösteriyordu ki.. sultan Üst üste iki
defa ziyaretine gittiği halde o ancak bir fefa sultanın meclisine gidebilirdi.
Merv' de uzun müzakere ve müşaverelerden sonra İrak yoluna devam etmeğe karar
verdi. (Hiç kimse nerede öleceğini bilmez: Lokman suresi 3 5 ) ayeti hükmünce göklere eren irşat bayraklarını İrak
tarafına çevirdiler. . . Sonra Hoca Ubeydullah saadetle Maveraünnehir tarafına
döndü »
Cami, Sîlsîletüzzehep mesnevesinin birinci cildinde Hoca Ubeydullah' ın Merv' e geldiği
sırada sultanın ona karşı gösterdiği yüksek saygıyı ve yine o misafirlik
sırasında üstadının keneisine verdiği öğütleri anlatmakta ve bu hikâyeyi bir
mesnevisine konu yaparak şunları yazmaktadır:
«— İşten anlıyan kölelerin efendisi talihlerin
kıblesi Ubeydullah,
— Tanrı geçmişlerin ruhlarına rahmet,
geleceklerinin ömürlerine bereket versin.
— Zamane şahının ricasiyle Semerkand'den Merv
tarafına dizgin çevirdi.
— Şah bütün yücelik ve haşmetiyle fersahlarca
onun istikbaline gitti.
— Hoca tatlı su bulutları içinde uçuşan
melekler gibi atını acele sürüyordu.
— Şah ile onun, külahları arşa değen ardu
başbuğları, Hep birlikte şeyhin maiyetinde yürüyorlar, üzengilerine yüz
sürüyorlardı
— Hepsi kendi gururlarında geçmiş. ona srygı
armağanları sunuyorlar.
— Hepsi yüceliğine inanmış ona hürmet ve tazim
şartlarını yerine getiriyorlar,
— Onun heybetli hareketinde,
yerinden kopmuş bir dağın yürüyüşünü andıran bir azamet vardı.
— Fakat bu dağ heybetli velî. belki bir vakar
ve tamkin şahikası idi.
— Kah herkesle birlikte, kah tek başına atını
sürer, irfanlı ağzından cevherler saçılırdı.
— Ansızın bu acize seslendi. Fena mertebesinin
zevki ancak bu sesin manasında idi.
Çünkü sağdan soldan yükselen hay huy sesleri
hiç kimsede zerre kadar tesir bırakmaz.
— Bütün bu çeşitli işler.insanı benliğinden uzaklaştırmaz
— Doğrusu bu irşat postunun sultanı kendi halinden haber
veriyor.
— Surete tapan ve yalınız hadiselerin dış
yüzünü görenlerin aksine olarak onun hali daima böyle idi.
— Ben şevkımdan birkaç söz söyledim. Yoksa onu
övmek benim gibilerin haddi değildir.
— Onu tanıtmak için onun gibi bir şahit işter.
Fakat şu zamanda onun bir eşi varını ki?
— Sema yüzyıllarca dönmelidir ki, onun gibi bir
yıldız doğurabilsin.
— Bulut yıllarca kerem yağdırmalıdır ki, öyle
bir inci tanesi meydana gelsin.
Bu mürşidin arkasına düş, çünkü tanrı fakirleri
defterinin en başında gelen budur.
— Kapısında sıra sıra dizilmiş nice niyaz ehli
var amma, o kimsenin kapısının halkasını çalmadı.
— Feleğin çemberi onun
kapısında halkadır. Melekler derneği onu övmekle meşguldür. »
Şu manzumede işaret edildiğine göre Hoca
Nasırüddin Ubeydullah’ın kapısı bütün dilek sahiplerinin sığınağı olmuştu,
Horasan ve Maverâünnehir’ de halkın en çetin işlerini o kolaylaştırırdı. Niyaz
ehli kimselere birçok tavsiye mektupları
yazardı. Böylece damga kanunu
ve (yargu=yargı [ 1 ] usulü de onun arzusiyle kaldırılmıştır.
— Dilek sahipleri daima hacılar gibi onun
kapısının halkasına yapışırlardı.
— Fazilet ırmağından Horasan'a da,
Maveraünnehir' e de Feyiz ve hayat dağıttı.
— Feyizli kaleminin irfanlı damlaları memleket
levhasındaki zulüm izlerini yıkadı.
— Kaleminin sureti kurtuluş anahtarı, yazısının
mananı hayat bağışlıyan bir ifade idi.
— Mektubu kime ulaşsa sanki semadan inmiş bir
ayet hükmüne geçirdi.
— Tavsiyeleri, zulüm önlemekte, her türlü kavga
ve anlaşmazlığı gidermekte, Şah Şüca' gibi nüfuzlu ve tesirli idi.
— Din ve şeriatin hükümlerini sultanların boynuna bir halka
gibi geçirdi.
— Sertlilkle karışık lûtuflariyle alemi Cengiz ocağının
dumanlarından kurtardı.
— Dürüst
fikriyle, din uğrunda gösterdiği
gayretle damga belasını ve yargu pisliğini temizledi.
— Evet, o rahmet yağdıran bir bulutt. Bulutun vazifesi de
ortalığı yıkamaktır.»
Ubeydullah'i Ahrar'ın ikinci Horasan seferi,
Sulfan Ebu . Said'in Azerbaycan cengine hazırlandığı sıraya raslar. Ebu Sait,
Şeyhi meşveret etmek ve himmetinden faydalanmak maksadiyle Horasan’a çağırdı,
Kendisi de Merv' e gitti.
Cami Tuhfetül Ahrar adlı mesnevisinde
Nakşibendiye tarikatına girmiş olduğunu açıkça belirttikten sonra ilkönce
[1] l Yargu) o zamau
işkence ile suç itiraf ettirmek anlamına kullanıl ırdı. Mütercim
büyük kutup ve tarikatın yeniden kurucusu
Buhara'lı Nakşibent lâkabiyle meşhur Bahaeddin'i över ve ona ait menkabeler
anlatır. Daha sonra da zamanının mürşidi ve bu tarikatın şeyhi Hoca Nasırüddin Ubeydullah'a duva ederek manzumesini
bitirir. Hoca Ubeydullah-i Ahrar hakkında şunları şöyler:
«— Cihanda ulu padişahlık nöbetini, Ubeydullah'i Ahrar'ın
dervişlik saltanatı çaldı.
— Fakr mertebesinin hürriyetini anlamış olan bir velî varsa
o da hür insanların efendisi olan Ubeydullah-i Ahrar' dır.»
Şu kıt' ada şeyhin Cengiz yasasiyle kurulmuş
olan bir takım vergi kanunların kaldırılması hakkındaki himmetleri ve sultanlar
katında mazlumların korunması hususunda yaptığı teşebbüsler işaret
edilmektedir.
«— Cevher saçan kalemini ıslatınca cengiz
yasasının zulümlerini yıkadı.
— Kalemi, yazdığı nefis yazılarla memleketin
her tarafındaki zulüm fermanlarının hattım kuruttu.
— Yazıları, her karanlığa ışık verir, makamı
ikinci bir Ka'be gibidir.
— Etrafını çeviren dost halkası onun evrat ve zikirlerinden
feyz almaktadır.»
Cami Tuhfetül -Ahar mesnevisinin
başlangıcından pîr'i ile aralarında geçen Üç sohbet bahsini anlatırken,
tarikatte nasıl ilerlediğini açıklamakta ve bu Üç sohbet neticesinde üç irfan
mertebesi olan İlmülyakîn, Aynülyakîn, Hakkulyakîn derecelerine ne suretle
yükseldiğini belirtmekte ve daha sonra da sırasiyle kitabındaki makalelere
geçmektedir. Bu üç sohbet hakkındaki manzumelerinde çok latif nükteler var. Tam
bir vecd ve hararet içinde yazdığı bu şiirler onun seyr ve sülük merhalelerinden
nasıl geçtiğini, pirine karşı nasıl kuvvetli bir bağlılık gösterdiğini, tatlı
sözler ve hoş ifadelerle anlatır.
Hatimetül -hayat adlı üçüncü divanında Camî'nin yedi kup leden ibaret bir
Terkib -i bendi var ki, bunda Hoca Nasırüddin Ubeybullah'
ın mertebesine şu beytle İşaret edilmektedir :
« — Her gözde bir gam tufanının dalgalandığını görüyorum.
Her dudakta kulağıma bir matam sesi çarpıyor.»
Kuplenin sonunda da şu beyit var:
« — Hoca giiti. Biz onun ayrılık elemiyle esir düştük. Pir'
in gölgesi asla müritlerin başından eksik olmasın.»
İkinci kup lede:
« — Fark mertebesinin manasına ezelden aşima olan bir arif
varsa o da dinin yardımcısı, dünyanın nusreti Nasırüddin Ubeydullah
idi.»
Beşinci kuplede de:
« — Bu musibet yalnız Maveraünnehir' lilere
gelmedi. Her şehir
bu acı haberden halka zindan kesildi.»
Yine üçüncü divanda Hoca Ubeydullah'ın ölüm tarihini
gösteren iki kıt'a var. Bunlardan biri şudur:
« — 795 yılı bir pazar gecesi ki, Hazret-i Peygamber'in dünyadan göçtüğü ayın son gününe r.aslamıştı..
— Din ve dünyanın piri Ubeydullah, ebedî
hayatın saf şarabını ecel kadehinden içti.»
Cami'nin yakınları ve akrabası
Reşehat -i Aynül’hayat kitabında
Camî'nin ailesiyle çocukları ve hısım akrabası hakkında uzun bilgiler
verilmekte. dir. Bu sözleri buraya aynen almak bizi başka vesikalara baş vurmak
külfetinden kurtaracaktır:
«Şurası gizli kalmaktadır ki, Kaşgar'lı
mevlana Sadeddin'in büyük oğlu hoca Kelân’ın iki kızı vardı. Bunlardan biri Cami
ile evlenmiş, öteki de bu satırların yazarına nişanlanmıştı. Bu münasebetle şu kıt' ayı söylemiştik:
« — Din ve milletin saadeti
olan Sadeddin'in burcundan iki şeref yıldızı doğdu. Sedeften çıkan inciler gibi
parladı.
— Bunlardan biri Cam'lı arifin evine ışık
verdi. Öteki de Safiyyüddin Ali'yi bu düşkünlük mevkiinden şeref makamına
yükseltti.»
Cami' nin bu kızcağızdan dört çocuğu dünyaya
geldi. İlk çocuğu bir günden fazla yaşamadığı için bir ad bile verilemedi. İkinci oğlu Hoca Safiyüddin Muhammed ise bir yaşında iken öldü. Cami bu çocuğun ölümünden çok özüldü. Yavrusu için yazdığı mersiye ilk divanında
kayıtlıdır. [
1 ] Tuhaf bir tesadüf olarak çocuğun ölümünden
sonra onun lakabi olan
[1] Be mersiye yedi kupleden ibaret pek acıklı
bir parçadır: Gerek fesahati ve güzelliği ve gerekse yanık bir gönülle
söylenmiş olması bakımın. dan pek latif düşmüştür, Dört kuplesini naklediyoruz.
« — Bu köhne bağda giil daima dikenle beraberdir. O dikenle
kanamamış bir gönül var mı?
— Rahatlık düzeni isteme, Dilek meyvesi arama, O
bağ elem
yaprağı gam meyvaıs ve ıstırapla doludur.
— Misk bu kadar güzel kokusiyle beraber içinde
tatar geyiklerinin pıhtılaşmış kanı var.
— Çalgıcının kucağında uyuyan ut tellerine
parmak vurma! onda yüzlere!" inilti sesleri gizlidir,
— Goncanın defterinde nice renkli yapraklar var
amma onlarda gülün kısa ömrü yazılıdır.
— İbret için yerin göbeğini yar da bir bak,
içinde ne dilber yanak. ların, ne kaytan bıyıkların çürüdüğünü gör.
— Cihan kaza çevganma takılmış bir top gibi
kararsızdır. Onda devamlı bir hayatın imkanı var mı?
— Dünyanın kararsızlığı
benim de sabır ve tahammülümü tüketti. Gönlümün muradını, canımın dileğini
yanımdan aldı.
— Şu cefa tabiatlı feleğin dönüşünü seyret! Benim gibi bir
miskin'in nasıl altını Üstüne çevirdi.
— Gözümden yüzlerce mücevher damlaları akıttı,
varlık manzumesinden Safiyüddin'in sedefindeki güzel inciyi kopardı,
— Öz bağımdan taze bir gül dalı kırdı. Onunla
Ceylan gözlü Hurilerin bahçesini süsliyecek.
— Gümüş topraktan çıkar. bilmem ki ne yüzle o gümüş tenliyi koynunda sakladı?
— Gözüm onun yanağını görmeden cihana bakmak
istemiyor. Bari dünyaya bakan gözlerime kan bağlıyayım.
Safi'yi bana takdılar ve benim lakabım olan Fahr'i de ona
doğum tarihi düşürdüler. Mübarek yazılariyle nazm ettikleri şu rubaide bu nokta
belirtilmiştir:
«— Safiyyüddin Muhammed'ki cihan onunla, tenin canla hayat
bulması gibi, yeni bir hayat bulmuştu.
— Dünya onun varlığiyle iftihar ettiği için doğum yılı Fahr
kelimesinden aşikar oldu. (880)»
Bu çocuğun ölümünden sonra Emir Nizameddin Alişir Nevai
dört kelimeden ibaret olan ve «Siz sağ olun» anlamına gelen bir cümle ile
Cami'ye hem tesellide bulunmüş, hem de bu cümleyi tarih düşürmüştür.
Cami'nin üçüncü oğlu Ziyaeddin Yusuf’tur. Doğum
tarihi üstadın el yazısiyle şu suretle kaydedilmiştir: «Değerli oğlum Ziyaeddin
Yusuf'un doğumu, Tanrı onu güzel bir fidan gibi yetiştirsin. 882 yılı Şavval ayının
dokuzuncu çarşamba günü gece yarısından
sonraya rastlar.»
Bir gün Cami eski
mescidin kuzey tarafındaki havuz başın da oturuyordu. Hizmetçilerden biri hoca
Ziyaeddin Yusuf'u omuzuna almış harem dairesinden getiriyordu. Ziyaeddin o
tarihlerde ancak beş yaşlarında idi. Babasına yaklaşınca hemen söze başladı.
Baba ben Hoca Ubeydullah'ı görmedim, dedi, Camî, gülümsedi. Oğluna, yavrum dedi
sen Hocayı gördün amma benim hatırıma gelmiyor. Sonra buyurdular
— Neş'emin
mayası o idi. Bilmem ki
bundan böyle hangi vasıta ile şu gamlı gönlümü şad edeyim?
— Onun ayrılık ateşi göğsüme bayrak dikdi. O ateşi söndürmek için zaman zaman su serpeyim.
— Ey gönül, ahınla yoldaş ol da Cennet'in
yolunu ara, bu nükteyi dinle de Safiyüddin'in kulağına söyle.
— Ey baba. ağlıyan gözünden gönül kanı döküyorsun. Ey
babasının eanı, babana acımak aklından geçmedi mi?
— Taze bahar geldi, güller topraktan fışkırdı, Bari sen de
topraktan silkin, ey babasının neş'eli güiü!
— Ruhların dağılışı babanın emriyle olsaydı, kendi canını
senin canınla değişirdi.
— Gözlerim Yakub’un gözleriöe döndü. Ey
babasının Yusuf'u Ken'anı ki, bu günlerde rüyamda Hoca hazretlerini şuracıkta
gördüm ve mescidin kuzeyindeki Ruvak'ı işaret ederek: Ben Ziyaeddin'in elinden
tutmuştum. Hoca'nın huzuruna götürdüm. Şu çocuğa inayet nazariyle bir bakın da
onu kabul ve iltifatınız şerefine mazhar kılın dedim. Hoca, çocuğu elimden
aldı. Mübarek ağzını onun ağzının üzerine koydu Gayet beyaz bir şey Hocanın ağzından çocuğun ağzına
döküldü. Ziyaeddin'in ağzı bu süt gibi madde ile doldu. Biraz da taştı. Sonra
çocuğu yine bana verdi. Ben de hemen uykudan uyandım. Bu vak'ayı Hurdname i lskenderî’nin
başlangıcında Ziyaeddin Yusuf'un menkabesinde de hikaye eder. [ 1 ]
[l] Reşehat müellifinin işaret ettiği beytler:
— Su ve topraktan filizlenmiş bir fidan ki, gönlümün bağı
onunla süslenmiştir.
— O. bir fidan
değil yen i yetişmiş bir yavru. senin yerini tutacak bir müjdeci.
— Bir gece onu rüyamda öyle gördüm ki, gonca ğibi hırkamın
içine sakladım
— Ümitlerle senin huzuruna getirdim, Başını şefkatle
kucakladım.
— LÛtf ile ağzını ağzına koydun, ağzından onun ağzına bir şey akıttın.
— Saf ve latif bir şerbet ki,
tatlılıkta ve renkte bal ve süt gibi.
— Ağzı o şerbetle öyle dolu ki, mücevher
kadehi tamamiyle taştı.
Allah aşkına
gömleğinin' kokusunu gönder!
— Gül gibi hayatımın yakasını yırtmıyorsam
toprağında biten dikenlerin sevğisindeu, onların eteğime yapışması
yüzündendir.
— Seni rüyamda görmüştüm ki, gönlümdeki
topluluğu dağıtıyorsun, deme ki, babanın bu perişan rüyası doğruymuş.
— Kimse yok ki ondan senin
halini öğreneyim, gönlümü yatıştırmak için bari Seni hayalinden sorayım.
— Ne yazık ki, sen kötüler eline düşmüş bir
inci danesi, yahut şaşıların gözü önüne konulmuş bir ayna idin.
— Yazık ki, kutsal saraydan gelmiş senin gibi
bir ışık körler derneğinde parladı.
Yazık oldu. Senin gibi güneş unuruna layık bir
ay parçası şu intikam dolu savaş alanında kin kılıcına kurban gitti.
— Temiz geldin. temiz
gittin. Sonra kayb perdesinde saaa leke sürecek bir el yoktur.
Cami' nin dördüdcü oğlu Zahirüddin Isa' da
Ziyaeddin Yusuf' tan dokz yıl sonra dünyaya geldi. Doğum tarihini el
yazılariyle şöyle kayd etmişlerdir: «Oğlum Zahirüddin îsa 891 yılı Muharrem
ayının beşinci Perşembe pünü öğle sularında doğdu. Tanrı onu güzel bir fidan
gibi yetiştirsin, ona iki cihan saadetini nasip etsin. Hazret-i Muhammed ve
onun temiz ve
kutlu evladı hürmetine»
Zahirüddin İsa doğumundan kırk gün sonra
öldü. Cami, bu çocuğun doğum ve ölüm tarihini şu kıt'alarla nakletmiştir.
« — Zahirüddin yavru Muharremin beşinci günü öğle vakti bize
huzur ve savinç getirmişti.
— Adını koymak için rakamlarda isim aradım,
<Zalike îsa* dan başka gayb
aleminden bir işaret gelmedi.
— Isa'nın yazılışı değil
okunuşu hesap edilirse doğum tarihi bu olur. (890)
« — Gözüm nuru Zahirüddin'in gelip gitmeei pek çabuk oldu.
— O, Kerem göğünden çakmış
bir şimek idi. Doğmasiyle ölmesi o kadar yakın düştü.
*
*
Camî'nin
mevlana Muhammed adlı bir de kardeşi vardı. Hal tercümesi Mecalisünnefais
kitabında yazılıdır. Bu zat gö-
— Ey gül yanaklı, hoş lehçeli yavru, şu körler
ve sağırlar hangâme• sinden göçünü çabuk bağladın.
— Feleğin işlerinde sağlamlık yoktur. Çünkü, Kaza daima bu şişeciler tezgahına taş savurmartadır.
— Gün görmüş pîr, nasıl
sonsuz bir hayat bekliyebilir ki, ondan daha küçükleri göçlerini yüklediler.
— Cami bu merhalede en iyisi
başkalarının ölümünden kendi ölümü için ibret almaktır.
rünüşte alim ve faziletli bir
adam idi. Zahiri ilimleri gayet iyi bilirdi. Tarih ve musiki bilgilerinde üstad
idi. Mir Alişir şu rubaiyi onun vasfında söylemiştir:
« — Sensiz İçtiğim bu badeyi artık sevInç ve zevk peşinde
içemeyeceğim.
— Siyah zülfün hayatıma karanlık getirdi.
Gündzümüzün matemini geceye eriştiriyorum. »
Cami. kardeşi mevlana Muhammed'in ölümü
dolayısiyle terkib-i bend tarzında bir mersiye yazmıştır. Bu acıklı ağıttan şu
beyitleri alıyoruz:
« — Zamane daha ne kadar ciğerimi gamlarla dağlıyacak?
Vurduğu dağların biri sağalmadan öteki geliyor.
— Biraz hafif geçen her yaranın arkasından daha beter bir yara açılıyor,
— Binlerce gamın yükü altında
eziliyorum. Felek imkan bulsa sırtıma daha yüzlerce gam dağları yükliyecek.
— O Zalimin misafir sofrasına rastlasam önüme
ciğer kebabı çıkaracak.
— Aleme şeker ziyafeti çekse o arada
hazırladığı yüzlerce katıksız zehri de bana yutturmak ister.
— Mademki bana ihsan ve lütuf kapısından bir
şey gelmeyecek, kaşki göçümü bu yoksulluk sarayından dışarı atsalar.
— Bilir misin? Felekten bana düşen rahat
yastığı nedir? Son günümde başımın altına koyacakları bir kerpiç.
— Ölüm korkusundan can ve gönüller yaralıdır
amma o korkudan ümitli yaşamakta da yüz türlü rahatlık var.
'f. 'f.
*
— Gihanda sevgili bir kardeşle bir zendre
dizilmiş iki değerli inci gibi beraberce bahtiyar idik.
— Öyle bir kardeş ki, ilim ve fazilette,
zamanenin anası ona benzer bir oğul doğurmamıştı.
— Hüner bağında öten bir
bülbül, ilim gökünde parlıyan bir yıldızdı.
— Fazilet semasının güneşi Muhammed, daima
yürüyüşünde ezeli nuru kendine klavuz edinmişti. *
— Onun vasıflarından azıcık bahsetsem, ahlaki
faziletlerden derlenmiş bir kitap olur.
— Yazık, yazık ki, cihan bağında diktiği irfan
ve kemal fidanlarından bir meyva yemeden gitti.
— Zamanenin gözü yüz yıllarca onun gibi aydın gönüllü, ince anlayışlı bir
şair görmemişti.
— Çok değerli olan bu nükteyi kulağında tut,
çünkü bu onun latif şiiri, fakat bizim hasbihalimizdir. »
* *
*
Fasılasız bir surette devam eden başka bir
bend'de mevlana Muhammed' e ait bir gazelin Cami tarafından yapılmış olan bir
tazmin'ini görüyoruz:
« — Gittin, fakat dert ve elemin bana
yadiğar kaldı.
Ümitle çarpan kalbimde sana ait yuzlerce
hasret hatırası yaşıyor.
— Gülistanın elemini bülbül çekti, amma sonunda gülü Saba
rüzgarı kaptı, bize ancak dikeni kaldı.
— Eteğim göz yaşlarımla denize döndü. Fakat ne çare, o
birıcik mücevherim topraklara karıştı.
Ey Şefkatli yar, kereminle elimi tutmuştun 1 İşim elimden gitti, lâkin hâlâ elim işte duruyor.
— Kalbimdeki yaradan eser kalmadığına şaşıyarum. Fakat bu
yanıp yakılma gönlümde ebedi kaldı.
— Canımın özeldiği o kardeş elden gitti. Yalnız bu yaslı
can kaldı. Bilmemki, bana ne faydası var?
— Gönlümü bir gülün dikeni sızlatıyor. O gül soldu, fakat içinde hala dikenler dolu.
— Onun misk saçan kaleminden bir şöz bulayım
da bari bir hatırası olarak can ve gönlüme hamail gibi takayım.»
Cami'nin hal tercümesini
anlatırken onun bazı seyahatlerinden de bağsetmek yerinde olur. Bunları
sırasiyle gösterelim:
1
—
Çocukluğumda babasiyle birlikte Cam vilâyetinden Herat’a gelerek Semerkand'lı
Hoca Ali' den ders okuması.
2
—
Delikanlılık çağında Şahruh devrinde Herat' tan Semerkand’e gitmesi.
3
—
Semerkand'den tekrar Herat’a dönüşü, Alâeddin Ali Kuşçu ile görüşmesi ve ondan
ders aldığı sırada mevlâna Sadettin i Kâşgarî’ye intisabı.
4
—
Hoca Ubeydullah-i Ahrar’ı ziyaret maksadiyle Herat’tan Mevre gitmesi.
5
—
Yine Hoca Ubadullah’la görüşmek üzere 8 7 O tarihinde
ikinci defa Semerkand' e seyahati.
6
—
Üçüncü defa 884
yılında Farab ve Taşkend taraflarında bulunan
Hoca Ubeydullah’ı ziyaret İçin Semerkand’e gitmesi.
8 7 7 yılında Horasan' dan Hicaz'a giderken Hemedan Kürdistan, Bağdad, Kerbelâ, Necef, Medine, Mekke, Şam, Halep,
Tebriz’ den geçerek tekrar Horasan'a dönmüştii.
Camî’nin evvelki seferlerinden daha uzun ve devamlı olan
son seyahatı hakkında Reşehati Aynülhayat’ta yazılı bilgileri önemi dolayısiyle aynen buraya
geçiriyoruz:
«Camî, 8 7 7 yılı
Rabiül'evvel ayının ortalarına doğru Hicaz’a yollandı. Gidip gelmeleri tarihi
bu bölümün sonunda kendi ifadeleriyle olduğu gibi anlatılacaktır. Hicaz
yolculuğuna karar verdiği ve yol hazırlıklarilye meşgul bulunduğu sıralarda
Horasan ileri gelenlerinden bir çoğu onu bu seyahatten vaz geçirmek istediler
ve dediler ki, her gün sizin iltifatınız sayesinde birçok dervişlerin
ihtiyaçları sağlanmaktadır. Sultan katında sizin himmet ve aracılığınızla
görülen hayırlı işlerin sevabı Hacce yaya gidip gelmekle beraberdir. Cami
latife yoliyle şunları söyledi: Çoktanberi piyade hac etmekten yorgun ve azgın
bir hale geldik. Şimdi de süvari olark bir hac etmes istiyoruz,
Herat’tan ayrıldıktan sonra Sebzvar, Bistam,
Damgan, Semnan, Kazvin yoliyle Hemedan’a geldiler. Hemedan hâkimi şah
Minuçehr, üstad hakkında tam bir bağlılık ve saygı gösterdi, Üç gün üç gece
Cami ile beraberindeki yolcuları misafir etti. Şahane ziyafetler verdi.
Yanlarına kendi akrabasından ve saray adamlarından kalabalık bir muhafaza
kafilesi kattı. Bunlar Hacılar alayını ÎCürdistan' dan Bağdad sınırına kadar
selametle uğurladılar. Cami, Cemaziyel'ahir ayının başına doğru Bağdad'a
yetişti. Birkaç gün 'istirahatten sonra Hazret-iHüseyin'in türbesini ziyaret
niyetiyle Hille'ye yollandı. Kerbelaya geldikleri zaman şu beyt ile başlıyan
gazeli söylediler:
« — Hüseyin'in şehid olduğu yere gözlerimi sürerek geçtim.
Bu yolculuk aşıklar mezhebinde Farz-i ayn'dır.»
Hille' den tekrar Bağdad'a döndüler. O günlerde
bazı garip hadiseler başgösterdi. Rafiziler, Silsiletüzzehep kitabındaki bazı
beytlere itiraz ile gürültü kopardılar. Bu vaka kısaca şöyle geçti:
Sevathan'lı Fethi adında biri Cam vilayetinde
yerleşmiş, senelerce mevlana Cami ile komşuluk etmişti. bu hayırlı yolculukta
da üstadın kafilesine katılmıştı. Bir gün, üstadın hizmetçilerinden biriyle aralarında çıkan şahsi bir anlaşmazlık yüzünden
bazı dedikodular oldu. Nihayet bu münakaşa büyük bir kavga derecesine vardı, Fethi, başka bir gün mayasındaki
bozukluk ve tabiatındaki kabalık dolayısiyle Cami' den ayrıldı Rafizilerle
aralarındaki mezhep ve cinsiyet ilgisini tazeliyerek onlarla daşüp kalkmaya
başladı. Nihayet tamamiyle onların tarafına geçti.
Silsiletüzzehep’vn. birinci cildinde üstadın Kadı Adud' dan naklettiği bir
temsilde bir çok kimsenin kendi vehim ve hahayallerinde yarattıkları Tanrı'ya
kulluk ettikleri belirtilmektedir. Fethi, bu temsilin baş ve son
taraflarındaki beyitleri atarak ancak Kızılbaşların işine gelen kısımlarını
ayırmak suretiyle onlara gösterdi. Rafizilerden biri son derece bir taassubla
fitneyi körüklemek için bu hadiseyi büyüterek o beytlere birkaç beyt daha
ekledi. Birtakım cahil ve azgın Rafıziler her taraftan Cami kafilesindeki
yolcuları kinaye ve İşaret yollariyle, bir takım karışık sözlerle iğnelemeğe
başladılar. Cami'yi bir gün Bağdad'ın büyük medreselerinden birinde kurulan
ilmi bir meclise davet ettiler. Sağında ve solunda Hanefi ve Şafii kadıları yer
aldı. O sıralarda Akkoyunlu uzun Hasan bey tarafınden Bağdad hakimliğine tayin
edilmiş olan yeğeni Maksut beyle kayın biraderi Halil bey diğer Türkman beyleriyle
birlikte Cami'nin karşısında oturuyorlardı, Bütün Bağdad halkı medresenin etrafına üşüşmüş, damını, kapısını çevrelemişti.
Silsiletüzıeheb kitabını ortaya koydular. Bu hikâyenin hulasası halka
anlatıldı. Cami, güleç bir çehre ile dedi ki, Silsiletüzzeheb kitabında
Hazret-i Ali ile onun şerefli evlâdını (Tanrı hepsinden de razi olsun) öğdüm.
Horasan Sünnilerinin beni rafızilikle suçlandırılmasmdan korkuyordum. Amma bu
gün Bağdad'da rafızilerin cefasına uğrayacağımı hiç düşünmemiştim.
Meclistekiler hadisenin iç yüzünü anlayınca hayretle parmak
ısırdılar ve hep birden dediler ki, bu ümmet içinde hiç kimse Hazret-i Ali'yi
bu kar güzel bir ifade ile öğmeğe aslâ muvaffak olmamtş, onun menkabelerini bu
derece lâtif bir mübalağa ile tasvir edememiştir. Bundan sonra Bağdad Kadilkuzat'
ı ile Hanefi ve Şafii kadıları şehir ulularından bazılariyle birlikte bu vaka
hakkında bir mahzar kaleme aldılar. Bir müddet sonra da Cami yine kadılar ve
şehir eşrafının bulunduğu bir mecliste Rafıziler cemaatının reisi olan Nimet
Hayderi adında birisiyle konuşurken bu adama sordu:
Sen bizimle şeriat yönünden mi konuşmak istiyorsun, yoksa
tarikat yönünden mi? Nimeı Haydari cevap verdi: Her iki yönden de.
Cami o halde dedi, önce
şeriat hükmüne göre hareket et. Kalk çehrende bütün ömrünce el sürülmemiş olan
şu bıyıklarını düzelt Cami bu sözü söyler söylemez mecliste hazır bulunan ve
daima kendi sevgisini güden Şirvan'lılardan bir cemaat hemen yerinden fırladı.
Nimet Hayderi'yi kucaklıyarak makas yetişinceye kadar bıyığının bir tarafını
bir değnek üzerine getirerek bıçakla kestiler. Öteki tarafını da makasla kırptılar.
Bıyıkları tamamiyle kırpılınca Cami dedi ki, sana tarikat yönünden bir el
erişdi amma o yolun erenleri nazarında sürgün oldun. Sana fakr mertebesi haram
oldu. Şimdi kendini vaktin pirine tanıtmak zorundasın. Ola ki, sana bir Fatiha
ve Tekbir okusun. Rafızî trikatı usulüne göre onun Kerbalâ'ya giderek bir
müddet orada seyyidlerin tekbirini kabul ettikten sonra tekrar mücadelesi
başına dönmesi gerekli idi. Bundan sonra Nimet Hayderî’nin tarikat adamlarından
Silsiletüzzeheb'in
beytleri arasına uydurma ve uygunsuz
beytler eklemek suretiyle taassub ve ifratta pek ileri gitmiş olan bazı
rafızileri çağırarak mecliste tekdir ettiler. Ayrıca hâkimlerin kahir ve
siyasetleri de baş gösterdi. Hemen aynı mecliste Nimet Hayderi’nin başına
tahtadan bir külâh geydirdiler. Sonra ters eşeğe bindirdiler. Öteki
yardakçılariyle birlikte ite kaka şehir ve pazarlarda dolaştırarak kepaze
ettiler. Bu vakadan ve Bağdad’lıların cefasından duydukları teessürle şu gazeli
yazdılar:
— Sakî: destinin ağzını Dicle kıyısına çevir.
Hâtıramdan Bağdad’lıların elemini yiyka.
— Dudaklarıma mey kadehiyle bir mühür vur ki,
bu ülkenin insanlarından hiçbiri konuşulmaya değmez.
— Alçaklardan vefa ve erkeklik bekleme!
Şeytanın tabiatında İnsanlık meziyeti arama!
— Aşk yolunda Zühd ve selâmet satın alınmaz. Cefa ve melâmete
alışmış olanlara ne mutlu.
— Gizlice vuslat odasının duvarını delen âşık
köy köpeklerinin havhavından kurtulmuştur.
— Aşıkların vasfı renksiz ve nişansız olmaktır.
Renk ve kokuya esir olanlardan bunu bekleme.
— Cami, bu toprak doğru yürüyüşlü İnsanların
makamı değildir. Kalk Hicaz yoluna yüz tutalım!
Camî Bağdad' da dört ay kaldı. Aynı yılın
Ramazan bayramından sonra Hicaz'a yollandı. Peygamber'in şahri olan Medine'ye
yöneldi. Yolda Hazret'i Peygamberi öven bir Terkib • i bend namzett. İlk beyti şöyle başlar:
— Ey Deveci, göçü yükle
yâr'ın şevkinden her ân yüzümde kan damlaları katar çekiyor.
Şevval ayı sonlarına doğru İzzet kıblesi olan
Necef Eşref tarafına
yollandı. O kutsal makamda da şu
sözlerle başlıyan gazeli söylediler:
— Efendimin yattığı yer göründü. Devemi ilgar
sürün, O şehidin toprağından bana âşikâr görünen ışıklar parladı.
Hazret'i Ali'nin kutsal meşhedini ziyaretten
sanra da onun parlak menkabesini terennüm eden ve şu sözlerle başlayan gazeli
yazdı:
— Senin ziyaretinle sabahladım ey Necef ulusu!
Mezarına saçmak için elimde bir canım var.
O zaman Necef taraflarının Nakibül' eşraf'ı ve
seyyidler başkanı olan Seyyid Şerefüddin
Muhammed Leys bütün ailesi halkı ve memleket büyükleriyle birlikte Üstadı karşılamak ve uğurlamak hususunda çok büyük bir saygı ve ikram gösterdi.
Üç gün geceli gündüzlü üstada karşı her türlü konukseverliği esirgemedi. Her
hizmetini yerine getirdi. Zilkade ayı tazelenirken üstad, kafilesiyle birlikte
çöl yolunu tuttu ve tekrar Medine tarafına yöneldi. Bu yolculukta da türlü
sanat mûcizeleriyle dolu bir kaside yazdılar ki ilk beyti şudur:
—Kafileden göç sesleri yükseldi. Ey deveci
kalk, yükümu sar, göç âhengini tuttur.
Başka bir kasidenin başlangıcı da şöyledir:
— Yarabbi bu harem öyle bir şehir ki toprağından
hayat kokusu geliyor. Burası ya İrem bağı alanı, yahut da Cennet bahçelerinin
arasıdır.
Hareketlerinin 2 2 inci
günü Medine' ye vardılar. Hazret'i Peygamber'in mübarek kabrini ziyaret
hususunda gerekli şartları yerine getirdikten sonra Mekke yolunu tuttular. On
günde Zilhicce ayının iptidalarına doğru Mekke'ye yetiştiler. Cami Mekke' de
onbeş gün kaldı. Hac törenini bitirdikten sonra tekrar Medineye yollandı.
Hazret' i Peygamber'in mübarek türbesine yüz çevirirken şu beyt ile başlıyan
gazeli yazdı:
— Kabeye gittim. Orada yine
senin mübarek toprağını özledim. Kabe'nin cemalini, senin yüzünü anarak temaşa
ettim.
Medine'de bu seferde kırkbeş gün oturdular. Orada kaldıkları müddetçe Medine ve çevresi Kazıyülkuzat'
ı olan büyük hadis bilginlerinden Kadı Muhammed Haysari ile
sohbette bulundular. Ondan hadis dinlediler ve hadislere ait vesikaları
incelediler. Kadı, Üstad hakkında gerekli konukseverlik vazifesini tamamiyle
yerine getirdi. Medine' den sonra Halep yolunu tuttular. Bu şehre geldikleri
zaman seyyidler, İmamlar, Kadılar türlü armağanlarla üstadı ağırladılar. O
sıralarda Rum Kayseri (Türk sultanı) Beyazıt İl, Cami'nin Horasan'dan Hicaz'a gittiğini haber
almış, saray mensuplarından bir hey' eti Karaman'lı
Ataullah'ın başkanlığı altında uzak yollardan istikbalci göndermiş, İstanbul'a
davet etmişti. Bu heyet beraberinde beşbin Eşrefi altun getirmiş ve ayrıca
maiyeti halkına dağıtılmak üzere yüzbin ahun vereceğini tebliğa memur edilmişti.
Sultan. tevazu ve rica yoliyle birkaç gün için iltifatları ışığını Rum diyarı
alanına da saçmalarını ve bu ülke sakinlerini de sevindirmelerini istemişti.
İyi bir tesadüf eseri olarak sultanın davetçileri Şam'a varmadan önce Cami de
Tanrısal bir ilham ile Şam'dan Helep' e yollanmıştı. Davetçiler Şam'a geldikleri
zaman Cami'yi bulamadıklarına çok üzüldüler. Üstad henüz Halep' te iken
kendisini davet için gönderilen hey' etin Şam'a geldiğini duydu. Bunların
Halep' e kadar gelerek davette ısrar göstermeleri ihtimalini düşündü, Halep' te
hiç durmadan doğruca Tebriz yolunu tuttu. Bu sırada yollar Osmanlı ve
Azerbaycan orduları arasındaki muharebeler yüzünden çok tehlikeli idi. Halep
hakimi, Türkman beylerinin ulularından ve Uzun Hasan beyin akrabasından Mehmet
beydi. Cami'ye karşı beslediği büyük saygı ve bağlılık dolayısiyle kendi
ekrabasiyle yakın adamlarından mükemmel bir surette donattığı 300 süvariyi
Üstadın kafilesine muhafız tayin etti. Hacılar kafilesi Kürdistan yoliy le
birçok tehlikeli geçitlerden selametle geçerek Tebriz vilâyetine geldi. Şehrin
ileri gelenlerinden Kadı Hasan, Tahran.lı mevlâna Ebubekir, Derviş Kasım
Şagrvul ile sultanın yakın maiyyet adamları tarafından karşılandı. Haklarında
büyük ikramlar edildi. Güzel konaklar tertip olundu. Cami Hasan beyle mülâkatta
bulundu. Hasan bey üstada son derece hürmet gösterdi. Şahâne hediyeler ve
armağanlar sundu. Tebriz'de kalması çin çok ısrar
etti. Fakat Cami bir an evvel ihtiyar annesinin yanında bulunmak bahanesiyle
Horasan yolunu tuttu. Herat' a vardıkları zaman Mizra Sultan Hüseyin (Baykara) Merv'de
bulunuyordu. Üstadın Başkent'e geldiğini haber alınca has mutemetlerinden
birkaç kişiyi değerli hediyelerle beraber saygı ve bağlılığını ifade eden bir
mektupla Başkent'e gönderdi Mektubun başında şu arapça beyt yazılı idi:
— Hoş geldin, uğurlu ayağın kalplere neş-e,
ruhlara safa getirdi.
Emir Alişir Harnsetül’mütehayyirin
kitabında Caminin Herat'a dönüşü bahsinde bu hadiseyi kutlamak için yazdığı iki
rubai ile üstadın cevaplarını şu satırlarla anlatır:
«Üstad Mekke seferinden döndükleri sırada
padişah Belh şehrinde idi. Bir tebrik mektubu yazarak bir ulak eliyle gönderdi.
Selâmetle Herat'a dönmüş olduklarının haber alındığını bildirdi. Bizde şu
Rubai'yi yazdık:
—İnsaf et ey gök kubbe: Şu iki yıldızdan
hangisi daha güzel salınıyor?
Senin Şark'tan doğarak cihanı aydınlatan
güneşin mİ, yoksa benim dünyayı dolaşıp Şam tarafından dönen dolunayım mı ?
Üstad bu rubaiye karşı uzun
bir cevap yazmış ve mektubuna şu rubaiyi ilâve etmişlerdi:
— Kaleminle yazılı mektup diyor ki, ey seyahat günle-
rinde Şam' dan Rum diyarına yüzlerce armağan taşıyan yolcu:
— Senin kutlu ayağın aramızda olmadıkça hasret
çekenlere sevgiliden müjde gelmez.
Cami'nin aşağıdaki gazeli de Hicaz seferinden
döndükten sonra yazdığı anlaşılıyor.
« — Tanrı'ya şükür ki, uzun yolculuklardan
sonra gözlerim yüzünü bir daha gördü.
— Senin yüzün, benim de gözüm açık oldukça
karşımda kirpiklerimi kapamaklığım hoş kaçar mı?»
Gazelin sonunda da:
« — Cami, senin sevgi ve
hasretinin makamından bir Neva çalarsa Uşşaka Rast ve Hicaz yollarından gider.
[ 1 ]
[1] Cami bu beyitte musiki fasıllaıından Neva, Uşşak, Rast ve
Hicaz fasıllarına telmih suretiyle bir tenasüp sanatı yapıyor. Nevaî
kelimesiyle de ayrıca Alişir'e işaret ediyor.
BÖLÜM III.
Eserleri üzerinde yapılacak incelemelerle hayat
ve sergüzeştleri hakkında tarihçilerin verdiği bilgiler, bu büyük adamın
şahsiyetinde parlıyan seçkin vasıflarla yüksek meziyetleri okurlara pek aydın
bir şekilde aksettirmektedir. Bu değerli meziyetlerin ışığı altında feyizli
kaleminden sızan hakikat cevherleri Fars edebiyatı tarihine ölmez sahifeler
vermiştir. Yine o faziletli vasıflar sayesindedir ki, adını şark ve garpta en
geniş bir alanda ebedîleştirmeğe muvaffak olmuştur.
Hakikatte onun fani hayatını tasvir ve hikayeden
önce, bütün olgunluğu ve yüksek vasıflariyle mânevi hayatını tebarüz
ettirebilmek ancak tahkik ehli ve irfan sahibi tarihçelere
düşer. Bu bahiste onu derin bir görüşle İncelemek, ruhundaki olağanüstü
meziyetlere nüfuz
edebilmek için derin araştırmalara ihtiyaç
vardır, Tâ ki, irfan ariyan gençler o ergin ve engin âlimin faziletli ahlakını
hayatta bir örnek olarak alsınlar. Cami. ancak bu ahlâk ve seciyanin
ışığıyledir ki, Horasan-da ufak bir köyün mütevazı bir köşesinde yaşayan adı
belirsiz bir delikanlı iken memleketin dâhileri arasına geçti. Bütün cihana ün
saldı. Makam ve mertebesi öyle bir dereceye yükseldi ki, yeryüzünün büyük
sultanları onun teveccüh ve iltifatını kazanmaya, ondan himmet dilemeye
koştular.
Camî’nin burada belirtmek
istediğimiz yüksek meziyetleri arasında onun yaratılışında gizli olan özel
faziletleriyle sonradan çalışma ile elde ettiği eserlerinin incelenmesinden
anlaşılan engin irfanını bir bölümde kısaca anlatacağız.
Eserlerini gözden geçirenler, onun ilk bâriz
vasfını, ilim tahsilinde gösterdiği doymaz bir şevk ve gayrette görürler.
Öğrenmek aşkı Camî'nin yaradılışında vardı. İlk gençliğinden en yaşlı ve bitkin
çağlarına kadar bir ilim adamı olarak daima öğrenmek ve öğretmekten zevk
almış, bu asîl meşgaleden bir an bile geri kalmamıştır. Hayatı, ilim peşinde
koşanlar İçin tam bir örnek ve mükemmel bir misaldir.
Şahsi anlayış kabiliyeti, yanılmaz bir
hâfıza, keskin ve taşkın bir zekâ, Camî'nin elinde birer muvaffakiyet
vasıtasıydı. Bunlar ona ilim ve fazilet tahsilinde birer yardımcı oldu. Öyle
bir mertebeye ermişti ki, tilmizleriyle irfan meclisine devam eden âşıkları
kendisinde kutsal nefes olduğuna inanırlardı. Bilgi tahsilinde esaslı
şartlardan olan, devam, sebat ve intizam onda son mertebesini bulmuştu. Bu
husus, tilmizlerinden Molla Abdülgafur -i Lârî'nin üstadı için yazdığı hal
tercümesi zeylinde şu sözlerle ifade edilmektedir:
«Üstat, ilim ve maarif
tahsilinde birçok aşk ve cezbe halleri arasında bile şiir ve şairliğe,
mutalâaya, münakaşa ve münazararaya vakit bulurdu. Bütün tahsil arkadaşlarına
hattâ hocalarına Üstün bir olgunluk gösterirdi. Tatil günleri gönül hoşluğu ve
İstirahatle geçer, başka düşüncelerle kendini yormazdı. Derlerdi ki, hangi
halde olursam olayım, endişesiz kalamıyorum.
Tahsile devam ettiği zamanlarda çok defa
sınıf arkadaşlarından birinin kitabını alır, bir an gözden geçirdikten sonra
derse girer, yine bütün arkadaşlarını geride bırakırdı. Tahsilleri daima kısa
ve belirli zamanlara münhasır kalmış, fakat zahir ve hakikat ilimlerindeki
derinliği Usul ve Füru'daki geniş bilgisiyle
kendini tanıtmıştır. Son zamanda otuz yıl kadar tahsile ara vermişlerdi. Fakat
herhangi bir bahisten söz açılsa ve o da orada hazır bulunsa idi, meseleyi
temelinden hal ederdi. Bu hususta gösterdiği tasarruf kudreti meclisinde
bulunanlara, beşer kafasının kavrıyamıyacağı bir harika vehmini verirdi.
Maveraünnehir âlimlerinden
biri heyet ilminde çetin bir mesele ile karşılaşmıştı. Bu adam bu fendeki ihtisasiyle meşhurdu. Bir müddet bu
müşkülünü halletmek için başvurduğu yerlerden kanaat
verici bir cevap alamamıştı. Cami' nin sohbetinde bulunmak şerefine erdikten
sonra bir gün meseleyi üstada açtı. Cami bu meseleyi derhal çözdü. O alim demiştir
ki, o. günden sonra ben Camî’de kutsal nefes denilen bir kudret bulunduğuna
İnandım.»
Yine Lârî diyor ki:
«Mütalâa ettiği kitaplara bir daha bakmazdı.
«İlim bir noktadır. Cahiller onu çoğaltmışlardır» sözü gereğince herhangi bir
eserde kastedilen şeye derhal intikal ederlerdi. Nazarlarına çarpan her
meseleyi temelinden çözümlemedikçe kalbi bir türlü rahat edemez ve başka bir meseleye
geçmezdi. Derlerdi ki, bir bahsi sonuna
kadar getirmedikçe başka bir işe başlıyamıyorum.
Üstadın tabiatında kitap okuma zevki ve mütalâa aşkı o
kadar kuvvetli idi ki, çok kere manzume ve mesnevilerinde kendi oğlu ile
talebesine de daima faydalı kitaplar okumalarını tavsiye ederdi. Üstadın eserlerinde
bu gibi öğütlerle dolu birçok beyitler görülmektedir. Nasıl ki, şu Rubaî de
aynı tavsiyeyi tekrarlar:
— Cihanda kitaptan daha hoş bir arkadaş yoktur.
Şu gam yurdu olan zamanede ondan daha iyi bir teselli kaynağı ne var?
— Onunla birlikte tenha bir köşede yaşamakta
her an yüz türlü rahatlık vardır. Fakat asla incinmek ihtimali yoktur.»
Yusuf
ve Züleyha mesnevisinde de şu sözleri söyler:
«— Şu dünya âleminden yüzünü kitaplara çevir.
Kitaplardan öğreneceğin ahlâk ve fazilet öğütleriyle bezen 1
— Alimlerden kalma meşhur bir nükte vardır.
İlim kitaplarda, alim mezarda yatar.
— Uzlet köşesinin dostu kitaptır. İrfan
sabahının ışığı yine kitaptır.
— O. sana minnetsiz ve ücretsiz ustalık eder.
İlimden sana yeni yeni gelişmeler sağlar.
— O, bir yoldaş, bir özlü yemiş, bir kabuklu
meyvadır. İşin sırrını sessizce söyliyen bir dosttur.
— İçi gonca gibi yapraklarla doludur. Bu
yapraklardan her biri birer tabak dolusu inci değerindedir.
— O meşin renkli bir mahfedir ki, içinde gülden
gömleğiyle yüzlerce peri gizlenmiştir.
— İçinde yanağı misk kokan nice dilberler
sıralanmış, ince güzellikleriyle yüz yüze dayanmışlardır.
— Kenarlarına parmakla dokunulsa yüzleriyle
arkalarının hep aynı renkte olduğu anlaşılır.
— Latife söylemek için bir defa dudakları
açıldı mı içinde binlerce mana incileri görünür.
— CS.h Kur
aıı'ııı sırlarından bahsederler, gah Peygamber sözlerinden
nükteler anlatıriar.
— Bazan sâf yürekliler gibi türlü hakikatlerin
yollarını gösterirler.
— Bazı da ifadeleri arasında Yunan'lıların
hikmetlerine işaret ederler.
— Sana hazan geçip gitmişlerin tarihlerini
söyler, hazan geleceklerden haber verirler.
— Gah şiir denizlerinden aklının ceplerine
esrar mücevherleri dökerler.
— Bu maksatlardan hangisine kulak verirsen ver,
ancak esas maksadı unutma.»
Tuhftiül’ebrar mesnevisinde de ilmin fazileti hakkında şu sözler vardır:
« — İlim, bütün hünerlerin baş tacıdır. Her kapının kilidini
açan bir anahtardır.
— İlim uğrunda kemerini kuşan da elini başka işlerden çok.
— Sana ilimden sonra ne söz söyliyeyim. O sana gelirse ne
yapacağını öğretir.
— Ne çare ki, ilim çok uzun, ömrün kısadır. Fakat en çok
gerekli olanlara çalış.
— Bilinmesi zarûri olan
şeyleri öğren amma en iyisi gönül yapmaya bak.
Camî’de dünya ihtiraslarından uzak
yaşama
Cam'lı üstadın müstesna vasıflarından
biri de dünya kaytlerinden ve maddi hayat ihtiraslarından uzak yaşamasıdır.
Yaratılışında tam mânasiyle bir derviş tevazuu vardı. Bütün eserlerinde olduğu
gibi hareketlerinde ve sözlerinde de daima alçak gönüllülük, riyasızlık,
feragat ve iman hâkimdi. O, hiçbir vakit pîr’lik ve mürşidlik iddiasına
kalkışmadı. Daima zikir ve riyazetle meşgul olduğu halde hayat için zaruri olan
işlerini de ihmal etmezdi.
Şeriat kurallarına daima bağlı kalmakla
beraber, sofiye şeyhlerinin müridlerine telkin ettiği bütün ahlâkî faziletleri
de nefsinde toplamıştı. Gösteriş, büyüklenme ve riya gibi bayağılıklardan uzak
kaldı. Bu hususta tilmizlerinden Abdul gafur-i Lârî’nin üstadının fazilet ve
ahlâkî vasıfları hakkındaki sözlerini aynen nakledelim:
«Üstat, batınî meşgalelerden
bir an bile geri kalmazdı. Sanki «o velileri, ticaret ve alım satım sevdası
Tanrı' yı anmaktan geri koymaz» âyeti onun hal ve şanına uygun olarak
indirilmişti. Dışı halk ile, içi hak ile meşguldü. Zamanenin hâdiseleri,
günlerin geçişi onun üzerinde hiçbir tasarruf ve tesir bırakmazdı. Bazı
sapkınlar, üstadın meclisinde bir takım fitneci ve karışık fikirler ileri
sürerlerdi. O bunlara hiç iltifat etmez, etse bile öfkesi çakan bir şimşek gibi
çabuk geçerdi. Buyururlardı ki, Nakşibendi tarikatının lâtif bir çehresi vardır.
Her yerde ve herkesle geçinebilmek.
— Kardeş 1 Devlet ipinin
ucuna yapış da şu değerli ömrü boşuna harcama.
— Her zaman, her yerde ve
herkesle beraber daima kalb gözünü gizlice dost tarafina çevir.
Camî, daima Nakşibendiye ahlâkının öz mânasiyle
hareket eder, haramdan pek sakınırdı. Sultanlar veya hâkimler meclisinde
içkiden bir şey hazır bulundururlursa çok kere kendisine ayrı, yemek
getirirlerdi. Yemeği ancak lüzumu kadar yerdi. Buyurulardı ki, her ne zaman
zaruret dolâyısiyle böyle bir olup tibbi ile karşılaşsam günlerce ıstırabını
çekerim. Eğer kendi meclislerinde buna benzer bir şey hazır etseler,
meclistekilerden hiç kimseye his ettirmiyecek bir şekilde yemeğini ayrı
getirirlerdi.-
Günlük işlerini bitirdikten, yatsı namazını
kıldıktan sonra bir saat kadar bir cemaatle sohbet .eder, bu meclisten ayrıldıktan
sonra da bir saat kadar Nakşibendiye tarikatı gereğince zikirle meşgul olurdu.
Derlerdi ki, uykudan önce bu vazifenin yapılması daha önemlidir. Tâ ki, bereketi
bütün geceyi kaplasın. Zikir faslı bittikten sonra istirahate çekilirdi. İlk
zamanlarda İstirahat müddetleri pek kısa idi. İlk uykudan uyanır uyanmaz sabaha
kadar namaz ve murakabe ile meşgul olurdu. Fakat son yıllarda gecenin üçte
birini geçirdikten sonra uyur, bu zamana kadar yine namaz ve murakabe ile vakit
geçirirdi. Seher vaktindeki ibadetin bereketi bütün gün devam eder derlerdi.
Üstat, uykudan kalkınca sabah namazı için abdest alır, namazı bitirince güneş
bir mızrak boyu yükselinceye kadar murakabede kalırlar, öğleye kadar yine murakabe,
eser yazma ve kitap mütalâası gibi şeylerle uğraşırlardı.
Camî’nin oturuş vaziyeti namazda oturur gibi idi. Hakka ve
halka saygı göstermek yönünden bu vaziyeti tercih eder ve daima kıbleye karşı
oturmaya çalışırlardı. Çok kere de kuru toprak üzerinde otururlardı. Sırtına
açık yenli bir kaftan örtünür, pek sade giyer, her ne giyşe yakıştırırdı. Bazan
cüppe, hazan da kaftan giyer, kâh sarık sarar kâh sarmazdı. » «Sohbetlerinde garip bir özellik vardı. Meclisine gelenler
bütün gam ve kederlerini unutur, bir neşe ve ferahlık duyarlardı. Ziyaretine
gelenler ister halktan, ister eşraf tabakasından olsun kendisi kıyam etmedikçe
oturmazlardı. Bu teşrifat tarzı sonradan onda bazı hastalıklara sebeboldu.
Bundan dalayı mecliste daima en aşağı hattâ mümkün olsa kapı eşiğinde oturmak
isterdi. Sofrada en fakir insanlarla beraber yemek yerdi. Yemekte pek teklifsiz
davranır, sade yemekleri daha çok severdi.»
«İçinde riya karışık olan bir ilim ondan işitilmezdi. Dünyalık
ihtiyacı olup da bu ihtiyaca nefis ve arzularına kapılmak yüzünden düşmemiş
olanlara gizlice yardımda bulunurlar, fakat bu
zümreden olmıyanlara karşı da tekellüf göstermezlerdi. Onda riya bulunmazdı.
Halkın ne takdirine, ne de tenkidine ihtiyacı vardı. Şöhret ve itibar kazanmak
için riyaya başvurmayı asla tavsiye etmezdi. Dünya ihtiyaçlarından fazlakalan
nesi varsa hep hayır işlerine sarfetti. Herat şehrinde bir medrese ve Hiyaban
kasabasında medrese ve tekke, Cam vilâyetinde cami yaptırdılar. Emlâkinin çoğunu
kendi köyüne yakın bulunan Hiyaban medresesine vakfettiler. »
«Camî, meclislerde pek az konuşurdu. Bazan da, dostlar, siz
konuşun artık bizde söz kalmadı diyerek sözü meclise bırakır, fakat cemaati
neşelendirmek için yine ara sıra konuşurdu. Bir gece buyurdular ki, aynı
meicliste daima beraber yaşıyan dost ve azizler gerektir ki, biribirlerinde
fâni olsunlar ve neşelerini öteki arkadaşlarına da
aksettirsinler.»
«Halvet zamanlarında Nakşibendiye ulularının
öğütleriyle onların hakikat ve irfan alanındaki sözlerini çok konuşurlardı. Bu
zümreye yabancı bulunanlar arasında fazilet ve kemal ehli insanlar olsalar bile
Camî bu hususta hiçbir şey söylemezdi.
— Camî, dostun gamını âleme açıklama, şüphe yok ki, bu gamı
şerh edecek kimse yabancılar değildir.
— Yabancıların gam kuşu hiyle ile bizim
elimize düştü. Sus ki, ele geçen bir kuşu ürkütmeyesin.
Üstadın makbul vasıflarından biri de yüksek bir onur ve tok
gözlülükle cimriliklen, halkın yardımına güvenmekten daima uzak kaçmasıdır. Bu
faziletlerini birçok tarih ve tezkire müellifleri yazmakla beraber kendileri de
bizzat sözleri ve şiirleriyle pek güzel tasvir etmişlerdir.
Bu konuda tezkirecilerin kaydettiği sözlerin en
mükemmelini Reşehat müellifi Safiyüddin
Ali' den dinliyelim:
«Üstadın gençlik çağlarında bir gün ders arkadaşlarından
mevlana Şeyh Hüseyin, mevlana Davud, mevlana Muin aralarında kararlaştırdılar
ki Şahruh'un büyük emirlerinden birinin kapısına gideler, ondan bir vazife
istiyeler. Cami'nin de yeninden yakaladılar, çeke çeke Emir'in kapısına götürdüler
Bir müddet kapıda bekledikten sonra Emir'le görüşerek dışarı çıktılar. Cami, o
zaman dedi ki, benim sizinle beraber yapacağım İş ancak bundan ibaret
olacaktır. Benden bu şekilde bir arkadaşlık artık beklemeyin. İşte bu vak'adan sonra bir
daha zamane büyüklerinden ve dünya ehlinden hiç
kimsenin kapısına gidip gelmedi. Daima yoksulluk köşesinde himmet ayağını sabır ve kanaat eteğine çekti. Şeyh Nizamî’nin şu sözleri sanki onun hakkında söylenmiştir.
« — Gençlik çağlarımda senden ümit kesip de başkalarının
kapısına gitmedim.
— Her şeyi benim kapıma sen gönderdim. Ben istemediğim
halde sen verdin.»
Cami demiştir ki, biz gençlikte asla kendimizi alçaltmadık.
Semerkant ve Herat'ın birçok İstidatlı ve faziletli gençleri yaya olarak
Kadı-i Rum ve Hoca Ali-i Semerkandi'nin maiyetinde yürüdüler. Biz onlara
uymadık. Hatta talebelik icabı olarak da onların evine bile gidip gelmedik.
Bütün bu noksanlarımızla birlikte vazifemizi yapmağa imkan bulduk.
Reşehat'ta gördüğümüz şu izahattan sonra üstadın yüksek vakarı ve
onuru hakkında bir fikir edinmek için aşağıya nakledecğimiz şu kıt'alarla
yetinmek esteriz.
Hurd-name-i
Îskenderi adlı eserinden:
« — İstemeyi inkar et demiyorum. İste lâkin yoliyle, usuliyle
iste.
— Kartal gibi leş arama, herkese, her alçağa kapılma!
— Lokma peşinde köpek gibi yaltaklanma, alçakların
terkisine asılma.
— Boynunu cimrilik zincirinin ağırlığından kurtar, eteğini
tamah denilen bayağılığın dikenlerinden topla!»
İnsanın manevi şerefi ve mertebesinin yüceliği hakkında
üstadın en güzel sözlerinden birini de Sübhatül'ebrar adlı mesneviden alıyoruz,
« — Ey
Elest bağından koparılmiş taze gül! cihanda elden ele dolaşıyorsun:
— Feleğin gök perdesi senin goncandır. Bu
elbise ancak senin varlığın sayesinde onun boynuna yaraşmıştır.
— Bahçıvan, gerçi goncaya heves eder, fakat onun kasdı
gülün cilvesidir. O kadar,
— Bu varlık çemeninde gül sensin, senden başka her şey
dikendir. Dikene tapma sevdasını bırak!
— Yolundaki gül ağacı sert çalıdandır. Amma kah eline, kah
avcuna altın doldurur.
— Gonca sanki bir avuç dolusu altın, gül de
açılmış bir eldir. Her taraftan sana altın ister.
— Nargis'in gözü seni temaşaya açılmış, bülbülün feryadı
sana nağmeler besteliyor.
— Yasemin senin meclisine kokular dağıtır. Nar ağacı başına
çadır açmış.
— Yeşillikler ayaklarının altına serilmek
arzusunda, rüzgar bineğini çekmeğe razi.
— Etrafında açılan laleler kervanının boynuna çıngırak olmak
için çırpınmakta.
— Berrak sular yüzüne ayna tutar, saba rüzgarı saçlarını
tarar.
— Ne garip hal ki, her şey semn uşagın, şu dernekte her
varlık senin buyruğunda.
— Sen İse bütün bu nimetlere gözünü kapamış,
kendini birkaç altın parçasına kaptırmışsın!
— Bunlar, senin irfanını sâf altın gibi mehenk
taşına vuruyorlar.
— Yüzünün bu sarılığı yetişir, sevinç rengim
zenginlerin altınında arama!
— Daima başın önünde kederli oturursan menekşe
gibi beli bükük kalırsın!
— En iyisi gül gibi neşeli ve başı havada
yaşamak, sert dikenlerin elemlerini düşünmemektir.
— Altın ve gümüşten el çakerssn çınar gibi dik
başlı yaşarsın.
— Avucun gonca gibi altun parçalariyle dolu
olmaktansa çörçöple geçinmek daha iyidir.»
Lüccetül'esrar adlı mesnevisinde insanlık ahlâk ve faziletlerinden
bahsederken tok gözlülük ve yüce himmetliliği şu sözlerle anlatmaktadır:
«— Himmet sahipleri
alçakların sofrasına
tenezzül etmezler. Yıldızların dişine yaraşan ay ve güneş yufkasıdır.
— Cimriler bir lokma için her alçağın önünde
baş eğerler.
Kanaat sahipleri ise memleketin şah ve
vezirine bile güler geçerler.
— Tavuklar dane toplamak için başlarını saman
içine sokarlar. Dağda bayırda kahkaha atmak da kekliklere yaraşan bir zevktir.»
Yine ele geçmiyen şeyler arkasında koşanlar
için söylediği şu kit'a da aynı mealdedir:
«— Dişleriyle polad'ı kemirmek, tırnaklariyle mermerden gedik
açmak,
— Tepesi Üstü mangala girmek, göz kapaklariyle
kıvılcım toplamak,
— Başına yüz deve yükü ağırlık yüklenmek, hattâ
meşriktan mağribe kadar koşmak, •
Cami'ye alçakların minnetini çekmeden daha
kolay görünür.»
Kusur arıyan bir tenkidci
ortaya çıksa da dese ki, o irfan sahibi Camî, bu kadar maddi ve mânevi
faziletleri, bu derece onurlu tabiatı ve tok gözlülüğüyle beraber kalemini
niçin sultanları övme alanında yürütmüş, niçin başlıca emelleri birkaç kuruş
kazanmaktan başka bir şey olmıyan medhiyeci şairler gibi kasideler yazmıştır?
Dünya bağlarından bu kadar uzak yaşıyan o maneviyat şahbazı ki, himmetinin
kanadlariyle en yüce bir hürmet ve itibar mertebesine yükselmiştir. Böyle bir
tuzağa neden kendini kaptırmıştır?
Bu sorunun cevabını Liyej
üniversitesi profesörlerinden Auguste Bricteux 1 9 1 1 de
Pariste bastırmış olduğu Selâman ve Apsal'ın 4 2 sayfa tutan
önsözünde Camî' nin hal tercümesine ait bahiste şu sözlerle veriyor;
profesörün bu husustaki kanaatini buraya aynen geçirmek faydasız olmıyacaktır:
«Camî'nin öğdüğü sultanlar
için yazmış olduğu parlak kasideleri görüp de ona baş kakıncı yapmak istiyenler yanlış düşünüyorlar. Bu tenkidciler de tasdik
ederler ki, bu gibi şiirlerde hüner göstermek ve sanat yapmak düşüncesinden
başka bir maksat yoktur.
Şark şairleri de tıpkı Avrupa'dakiler gibi son
günlere kadar daima kalemlerinin mahsulleriyle yani o zamanlara göre kanuni
te'lif hakkı sayılan caizelerle geçinebilirlerdi. O çağların edip ve yazarları
eserlerinde sultanlarla emirleri daima saygı ile anmak zorunda idiler. Ancak bu
suretledir ki, hem onların cömertliklerinden faydalanmak, hem de kahir bir padişahın
teveccühünü kalem ve sanatının yardımiyle kazanabilmek imkanına
kavuşabilirlerdi. Şüphe yok ki, bu sayede onlar bugünkü şair ve yazarlardan
daha rahat yaşarlardı. Aynı zamanda o çağlarda Avam denilen yüzbin başlı Dev'i
de övmek ve onlarla hoş geçinmek suretiyle kendilerine bağlamak cihetini de
düşünürlerdi. Eski şair ve yazarlar diğer taraftan da bu kaside ve
medhiyelerden birini herhangi bir emîrin huzuruna sunmakla ömürlerinin sonuna
kadar kendi fikir ve hünerlerini daha başka eserler üzerinde de serbestçe
gösterebilmek fırsatını bulurlardı... »
Yine hatıra gelen bu itirazın cevabını
başkalarından daha iyi bir şekilde bizzat Cami vermekte ve medhiyecilikteki mazeretlerini
üçüncü Divan ında şu sözlerle belirtmektedir:
«— Şiir divanında çok kerre dertli aşıkların
gazelleri yazılmıştır:
— Yahut sanatlar, öğüdler ve felsefeler vardır
ki, ilim şuurundan doğmuştur.
— Onda alçakları öven bir şey bulamazsın. Çünkü
bu tarzda şiir yazmak ömür törpüsüdür.
— Ondaki sultan medhiyeleri hep istek üzerine
yazılmıştır. Yoksa ne kendi arzumla ne de hatır yapmak içindir.
— Divanımı baştan sonuna kadar yoklasan, yüz
kere göz gezdirsen,
— O medhiyelerden hatırına asla cimrilik ve
tamâh kokusu gelmez.
— Yine divanda hiçbir 'yer
yoktur ki, bir medhiyenin arkasından bir hesap sorma kıt’ası gelmesin.»
Camî’nin yaşayış tarzı ve geçim sadeliği
Camî’nin hayatı, o asrın büyükleriyle
sultanlarının saygılarını kazanmış olması bakımından görünüşteki yüksek mevkii
ve şerefli mertebesinin aksine olarak pek sade ve tekellüfsüz geçmiştir. Vücudu
sanki
dervişlik ve fakr içinde fanileşmiş, varlığı
hakikat ve faziletler arasında mahvolmuştu. Mânevi üstünlükler
sağlamak yolunda o kadar kendinden geçmiş bir halde idi ki, onun zaten maddi
zevk ve tekellüflerle uğraşmaya fırsat bulmasına imkân yoktu.
Abdulgafur-i Lârî kitabında
üstadının günlük hayatını tasvir eden bir bölüm ayırmış ve bu arada kısaca onun
mûtat yaşayış tarzını da anlatmıştır. Bu izahlardan anlaşılıyor ki, üstat
vaktının büyük bir kısmını faydalı işlere, zikr ve ibadete ayırmış, Sofiye
tarikatı gereğince nefis terbiyesi ve kalb temizliği yolunda harcamış,
bununla beraber halk terbiyesine ve halk hizmetlerine de vakit bulabilmiştir.
Böyle bir hayat programı, her ilim adamı ve her tarikat ehli için bir taklit
örneği sayılmaya layıktır. Lari diyor ki:
«Çok zaman toprak üstünde
oturur ve çok kerre açık yenli bir kaftan örtünürlerdi. Daima sade giyinir, ne
giyse yaraşırdı. Kâh cüppe, kâh kaftan giyer, kâh sarık sarar, kâh sarıksız
otururlardı. Bütün hareketleri hoş ve lâtifti. Konuşmasında son derece
tatlılık ve belâgat vardı. Nükteli sözleri, çeşitli lâtifleri çoktu. Sık sık
şaklaşırlardı.»
Mîr Alişir' de Hamsetülmütehaygirin risalesinde Camî’nin tevazû ve tekellüfsüzlüğü hakkında
şöyle diyor:
«Zahir bilgileriyle şairlikteki bu kadar yüksek
bir engin, liğin insana gurur veren bir kudret olmasına rağmen o büyük zat, müridlerî arasında, oturup kalkmasında yeyip
İçmesinde, giyinmesinde o kadar sade hareket ederdi ki, uzak yollardan
irfanının şöhretini işitip de ziyaretine gelenler onu, yanındakilerden biri
tanıtmadıkça kim olduğunu fark edemezlerdi.»
Bu sözlerin doğruluğu üstadın kendi eserlerinden ve şiirlerinden
de açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü, Zühd ve tevazua davet yolunda verdiği
öğütlerle mübarek kaleminden damlayan nazım ve nesir parçalarının hemen hepsi
kalb okşıyan ve gönül çeken hakikatlerdir. O sözlerdeki doğruluk ve samimiyet,
söyliyenin heyecan ve hararetini aksettirmeseydi dinliyenlerde de aynı heyecanı
yaratmazdı.
Vaktiyle dervişlerden birinin yazmış olduğu mektuba üstat
tarafından verilen ve Münşeat mecmuasında kayıtlı bulunan bir cevap
onun ruhundaki yükseklikle ahlâkındaki temizliği aksettirmeğe kâfidir. Bu
cevabın icaz ve fesahatin son mertebesine varan cümleleri arasında onun olgun
tevazuu ile şefkat ve feragati pek açık görünüyor.
«Tanrı'nın selâmı, rahmetli ve
bereketi üzerinize olsun ... en büyük
dileğimin mübarek ellerinizi öpmekten ibaret olduğunu tasavvur buyurursunuz.
Diğer Aziz'lerle birlikte bu âcizin niyazlarını bilhassa falan ve falana tebliğ
buyurursunuz. O yüksek huzurda adını andığınız bu fakir, o dergahın müridleri
arasında sayılanlardan daha âciz ve zavallıdır. Kıt'a:
— Sana selâmını o dergâha ulaştır demiyorum, Miskin bir
zerrenin niyazını güneş' e götür.
— Fakat ağrıyan gözlerimin duasını da o murada
ermiş padişahın ayaklarına saç.
İki cihan devletine ve sonsuz saadete ermenizi
dilerim.»
Sübhatül’ebrar mesnevisindeki şu münacatla gösterdiği iman ve itikat
samimiyeti onun mayasındaki zühd ve dervişliğin derecesini anlamak için en iyi
bir ölçüdür.
« — Ey rahmet kapısı herkese açık olan Tanrı; yerde, gökte ne
varsa hep senin nimetine boğulmuştur.
— Aşıklar sana gönül bağlamış, Zahidler senin
hayaline kanmıştır.
— Senden dimağa bir korku gelmiyor, kimse o
bahçedeki hoş kokulu gülü koklamıyor amma,
— Senin aşkın Camî’nin kalbinde bir
gülistandır. O
ancak bahçenden gelecek bir koku hevesinde.
— Bari kendi bağından ona bir koku gönder,
içindeki aşkın zevkini ona açıkla.
— Hava ve heves
yollarını bırak
da ona bağlan. Kapıldığın boş sevdaların
ipini kes.
— Kalbine onun gamını nakşet, onun hatırasını
başka nakışlarla bir tutma.
— Ondan yırtık hırkana fakr dikişi işle, onun
feyzinden kalbini fena zevkiyle diri kıl.
— Fakr hırkasından başını çıkaran. kendi
benliğinde ölmüş, fakat fakr mertebesinde dirilmiş olur.»
Bu bahsi bitirirken Üstadın elimize geçen ve
onun şekil ve endamı ile giyiniş tarzını canlandıran bir resmi hakkında da
birkaç söz söylemek İsteriz:
Tahran' daki Gülüstan sarayının saltanat
kitaplığında Murakka -i gülşen adlı el yazması bir kitap var. Bu eser
Hindistan Moğol imparatorlarından Gürgânî Cihangir Şah (doğumu 9 7 7 H.) a ait olduğu anlaşılıyor. Kitabın sayfaları kenarında
gayet hünerli ressamlar tarafından işlenmiş Cihangir devrine ait birtakım
şahıslarla hatıraları canlandıran minyatürler görülmektedir. Bu sanatkarlardan
Ağa Rıza, Beşendaz ve Devlet adında üç kişinin imzaları okunabiliyor. Cihangir
şah' ın babası Ekber şah' ın ressamlarından olduğu anlaşılan Devlet'in işlediği
sayfalarda (Zilkâde 1O18) tarihi vardır ki, bu tarih Camî'nin vefatından 1 2 O
sene sonraya raslar, 140 ıncı sayfanın üst haşiyesindeki tasvir ihtiyar bir
adama aittir. Oturmuş vaziyette üzerinde gayet sade bir elbise, koyu kül renkli
bir aba var. Belinde maî bir kuşak sarılı, saç ve sakal beyaz, başında ufak ve zarif
bir sarık halinde ve vaziyetinde sadelik, necabet ve dervişlik görülüyor. Sağ
elinde tuttuğu bir kâğıt üzerinde şu sözler yazılı:
«Allâh-u Ekber Mevlâna Abdurrahman'i Câmî'nin
tasviri.»
Resmin yanıbaşında açık bir kitap, hokka ve
divite benzer bir şeyler bırakılmış açık kitabın sayfasında da şu yazı
okunmaktadır:
«Cihangir şah devletinin sarayında yetişmiş, aciz ressarnlardan
biri tarafından yapılmış
ve üstat Behzad'ın eserinden kopya edilmiştir.
Madam Y eda A. Godard 1 9 3 6 yılında İran mecmuasının birinci fasikülünde yazdığı «Attar ve han*
başlıklı nefîs bir makalede mevlana Camî'nin bu risale haşiyesindeki resminden
de bahsetmiş ve bunun bir kopyasını aldırarak aynı mecmuada neşretmiştir.
Bizzat bir güzel sanatlar müntesibi olan Madam'ın bu minyatür hakkındaki
düşüncelerini aynen naklediyoruz:
«Camî'nin necip ve sade edası (resimde
görüldüğü gibi tezkireciler tarafından onun ahlâk ve karakteri hakkında söylenen
sözlere pek uygundur. O gerek kendi asrında, gerekse daha evvel İran' da yetişmiş
olan şairlerin aksine olarak hepsinden daha şefkatli, daha alçak gönüllü,
dalkavukluktan uzak ve meddahlığa düşman yaşamıştır. Camî'nin pek samimî âşıklarından
olan Babur Şah'ın bizzat yazmış olduğu Baburname adlı kitabını onun bir
resmiyle süslemiş olmasına hayret edilemez.»
Behzad' ın eserinden pek doğru kopya edildiği
anlaşılan bu resmin aslına tamamiyle uygun olduğunu kabul edebiliriz. Çünkü,
üstat Kemalüddin Behzat Camî'nin vefat ettiği 898
hicri yılında Herat'ta yaşıyordu.
Mevlâna Caml'nin resmini Sultan Hüseyin Baykara' nın emriyle yapmış olması
tahmin edilebilir.» [ 1 ]
Cami'nin hayırseverlik ve iyilik tarafı
Camî’ nin yaradılışındaki hayırseverlik ve insanlık vasıfları onu daima bir fazilet kaynağı halinde
yaşatmıştır. Zayıfların elini tutmak, mazlumları korumak, zavallılara yardım
etmek hususundaki himmeti pek yücedir. O yalnız halkı hayırlı işlere davet
etmekle kalmamış, başkalarına sevgi beslemeyi, nefsinden fedakâr lıkl ar yapmayı, maiyetindekilere lütuf göstermeyi teşvik ve
düşkünlere yardım tavsiyesinde bulunmakla yetinmemiş; belki bütün bu insanlık
vasıflarını bizzat nefsinde toplamış, hattâ bu hususta herkese Örnek olmuştur.
Abdulgafur-i Lâri, üstadın
hal türcümesinde şu satırları yazıyor:
«Dünya işlerine ait bir ihtiyacı olup ta bu ihtiyaca nefis
ve arzularına kapılmak yüzünden düşmemiş olanlara gizlice yardımda bulunurlar,
fakat bu zümreden olmıyanlara karşı da tekellüf göstermezlerdi. Onda riyadan
eser bulunmazdı. Halkın ne tenkidine, ne de takdirine ihtiyacı vardı. Şöhret ve
itibar kazanmak İçin rıyaya başvurmayı asla tavsiye edemezdi. Dünya
ihtiyaçlarından fazla kalan nesi varsa hep hayır işlerine harcardı. Herat
şehrinde bir medrese, ve Hiyaban kasabasında medrese ve tekke, Cam vilayetinde
cami yaptırdılar. Emlâkinin çoğunu kendi köyüne yakın
bulunan Hiyaban medresesine vakfettiler.
Bir gün meclislerinde bir zattan bahsettiler. Bu adam ben
falan işi sırf Tanrı yızası için yaptım demiş, buyurdular ki, galiba o adam
Allah rızasını hatırından bile geçirmemiş.»
[1] Sayın Ali Asgar
Hikmet'in bir kopyasını kitabına koyduğu bu minyatürle Camî’nin
Herat'taki türbesinden iki görünüş. Nedim Gencosman
tarafından Gravür tarzında ve aslına pek uygun bir şekilde kopya edilerek
kitaba konulmuştur.
Sultanlara, vezirlere ve
devlet büyüklerine yazdığı mektuplarda daima iyilik ve hayır yapmalarını,
halka yardım etmelerini, zulümden uzak kalmalarını tavsiye ettiği görülür. Münşeat
mecmuasında vaktiyle vezirlerden birine yazdığı şu mektubun satırları arasında
onun beliğ bir ifade ile belirttiği yüksek insanlık duygusu açıkça göze
çarpmaktadır.
«Sevgi ve samimiyet diliyle ihlâsımı sunduktan sonra şunu
arzetmek isterim ki, kudrerli sultana yaklaşmak ve onun yüee makamında sözünü
yürütebilmek büyük bir nimettir. O nimetin şükrü ise vaktini müslümanların
işlerine harcamak, zalim ve müfsitlerin kötülüklerini önlemekle yerme
getirilir. Eğer Tanrı korusun, ansızın lâtif mizaçlarına o meşgaleler yüzünden
biraz ağırlık gelir ve mübarek hatırlarında perişanlık yüzgösterirse o ağırlıklara tahammül etmek insana amel terazisinin iyilik kefesinde büyük bir
kazanç olacak, o perişanlıklara sabır
göstermek de saadet sebeplerini nefsinde toplamaya yarıyacaktır. Mesnevi:
— Mademki rahat da zahmet de geçicidir. O halde
başkalarının rahatı için zahmete katlan.
— Ümit tarlasında çekeceğin meşakkat, sana
ebedî rahat tohumları yetiştirecektir.
Ulu Tanrı, yoksullara yardım İçin
size kolaylıklar versin versin, hakkınızda Yüce Peygamber' le velilerin şefaat
ve himmetlerini ziyade kılsın vesselâm............. »
Şu sade ve kısa parça, hiçbir tekellüf bulaşığı ve hiçbir
sanat gösterme düşüncesi olmaksızın üstadın öz yüreğinden sultanlara hitabıdır
ki, onun yüksek ahlâkını pek göze! aksettirmeye kâfi bir delileir.
« —Ey Tac ile mühre tapan zavvalı: Bu tac ile saltanat
mühürü sende ne zamana kadar bekliyecek?
— Varlık mülkü hep mahvolacak, ne yerden, ne de zamandan
bir eser kalmıyacak.
— Elinden gelirse bütün cihana iyilik et. Çünkü o, yme öylece cihandan
sana dönecektir.
Cami'de sanat ve güzellik sevgisi
Cam' lı üstadın çağdaş ve
yakın dostu olan Mizra Sultan Hüseyin Baykara, Mecalisül'uşşak adlı bir kitap yazmış, bu eserde cihanın bütün meşhur
büyükleriyle irfan sahibi velilerinde mecazî bir muhabbet ve güzelliğe karşı bir aşk duygusu olduğunu İspata çalışmıştır. Mecazî aşk ve ilgiyi hakikat
yolunda yürüyebilmek ibin bir köprü olarak kabul eden Hüseyin Baykara,
mevlana Camî hakkında da şu sözleri söyliyor:
«Mübarek meclislerinde güzel
yüzlüler hemen eksik olmazdı.» Bu nükteyi İşaret ettiktem sonra Camî'den
birkaç hikâye de anlatıyor ve bu arada Mevlananın
her yerde hoşlandığı güzellerin ilhamiyle birer
gazel yazdığını da ilave ediyor. Muhakkak ki, o büyük
mürşidin manevi eteği zahirî kirlere bulaşmaktan münezzeh ve o fazilet sahibi
ilim adamı hava ve heves peşinde alçalmaktan her suretle uzak kalmıştır. Ancak
üstadın güzellere karşı yüksek bir sevgi beslediği, bir cemal aşıkı olduğu
güzel yüzler ve gönül çekici zülüfler karşısında ateşli ruhunun daha ziyade alevlendiği, hele tabiat güzelliklerinin onun hassas mizacını harekete getirdiği
muhakkaktır. Hatta bu yüksek aşk istidadı neticesi
olarak bütün manzum ve mensur parçaları pek ateşli bir eda taşımaktadır. Onun
kaleminden herhangi bir kağıt parçası Üzerine damlıyan bir mürekkep izi bile
çağlar boyunca değerli bir yadigar gibi saklanmıştır. Camî'nin ilk aşk ve
garamını terennüm eden şiirleri Fars lirik edebiyatı arasında en değerli
örneklerinden sayılır. Talebesi mevlana Abduldafur' i Larî, kitabında üstadının
hususî hallerine ayırdığı bir bölümde onun gönül işlerinden de bahsetmektedir.
Bu bölüm kendi konusunda eşsiz bir başarı ile yazılmış ve büyüklere ait hal
tercümesi vadisinde eşi pek az görülmüş edebî bir değer taşımaktadır. Çünkü,
başka hal tercümelerinde bu noktalar ihmal edilmiştir.
Larî, Üstadına karşı
vazifesini hakkiyle yapmıştır. Pek ince bir dil zarif bir ifade ile o büyük
zatın şeref ve meziyetlerine yaraşan temiz bir eda ile onun âşıkâne
maceralarını, gönül alemlerini de bize anlatmış, ifadesini yer yer Üstadın
rubaileriyle süslemiştir. Şimdi bu sözleri olduğu gibi nakletmemize imkân
olmadığından yalnız tazeliği ve orjinalliği bakımından iki parçasını alıyoruz:
«Camı gençliğinden ta
kemal çağlarına kadar vecd ve aşk ■ . . . ... .
aleminden ayrılmadı. Halindeki aşk ve muhabbet cezbeleri
daima galipti, Aşk esrarını gizlemek de onun yaradılışı İcabındandı. ilk
zamanlarda cemal âşıklığı tarzında bir insan güzeline gönül vermişti. Fakat
bunu başkalarına açıklamaktan çok çekiniyorlardı. Bu gönül işinde namus kaygısı
en son mertebesine varmış ve her türlü vehim ve hayallerin dışında kalmıştı.
Rubaî:
—
Âşıklık âleminde eşsizim, vefa şehrinde temizlik ve namus örneğiyim.
— İlim ve amel gibi
gösterişlerden uzağım, ancak ezel kıblesine gözümü çevirmişim.
Sevginin kaynağı bu büyük âşık nazarında ruhsel
bir coşkunluktur. Yoksa, şeytanî zevklerden gelen bir vesvese değil. Aşktan
beklenen şey ancak muhabbet derdine tutulmaktır. Yoksa onda ne rahat, ne de
gönül hoşluğu aranır. Fakat nefis ve arzularına esir olan bir zümre vardır ki,
gönül muradlarını ancak şehvetlerini tatmin yolunda ararlar, nefsin hazlarını
ruhsel feyz sanırlar. Bunlar sevgi ve âşıklık denilen yüksek muhabbet zevkinden
mahrumdurlar. Rubaî:
— Aşka yabancı olan bir zümre, nefsin
İsteklerine aşk adını verdi.
— Bu gibilerle aşk kâbesinde makam tutmak nasıl
yaraşır? Bunlar haram bir aşkın boşboğazlarıdırlar.
Gerçek aşkın alâmetleri, yanıp tutuşmak, nefse
ait zevklerden kaçınmaktır. Sevilen bir güzelden rahat ve huzur beklemek ise
nefsin isteklerindendir. Rubaî:
— Senin aşkınla gönlümde
hava ve heves bitmiştir. Alevli bir ateşte çöp kalır mı?
Herkes senden gönlünün
dileğini istiyor. Cami İse senden yalnız seni istiyor o kadar ! »
Abdulgafur'i Lârî başka bir yerde büyük ârifin
garip hallerine ait pek acaip bir hikâye anlatıyor. Aşağıya nakledeceğimiz bu
hikâye üstadın bazı fikirleriyle gizli düşüncelerini açıklaması ve bazı
âdetlerini bize öğretmesi bakımından çok mânalıdır.
« .... Son günlerinde Yusuf ve Züleyha
hikâyesini nazmet» mekle meşgul bulundukları sıralarda buyurdular ki, gönülde
hayali bir surete karşı öyle derin bir sevgi var ki, o suretle hariçte bir vücut tasavvur edemiyorum. O. sıralarda Üstatta birçok batini teessürler, yanıp
yakılmalar görülürdü. Kaç kere semâ yaptılarsa
hep dönmek suretiyle yaptılar ve bu dönüşte de çok mübalâğa gösterdiler. Uzun
müddet devam ettiler. Hatta sazcılarla okuyucular tamamiyle
yorgun düştükleri halde mevlâna Cami'nin hâlâ semâ'da ısrar ettiği olurdu.
Nihayet rahatsız ve takatsız düşerlerdi. Halbuki bundan önce semâ' bahsinde
tereddüt ederlerdi. Derlerdi ki, mademki kimseyi kuvvetli bir te'sirle
bulunduğu halden daha iyi bir hale getiremiyor, semâ'ı niçin yapmalı? Ben şimdi
Cami' de gördüğüm şu değişiklikten çok hayret ediyordum. Nihayet bir gün bana
dediler ki, bize öyle bir hal geldi ve öyle bir duruma düştuk ki, bunu semâ'dan
başka hıçbir şeyle gidermek mümkün olmuyor.»
Cami'nin mayasındaki
hararetli şevk ve cezbe ile ruhundaki ilâhi neş'enin sebebini onun hal
tercümesinde okuduğumuz şu hikâyeden güzelce anlıyabiliyoruz: İşte o vecd ve
cezbe anlarında en ateşli eserinden biri olan Yusuf ve Züleyha mesnevtsini
yaratmıştır. Onun bu kutsal vecd içinde çırpınan yüksek ruhundan zaten böyle
eserler beklenebilirdi.
Yusuf ve Züleyha
mesnevisinin baş tarafında kendi halini anlatırken şöyle diyor:
« — Dadım bendeki misk'i
mahfazasız görünce göbeğimi aşıklık kılıciyle kesmiş.
— Annem dudaklarıma memesini koyarken bana aşkm içtigi
kanlardan süt vermiş.
— Her ne kadar şimdi bütün tüylerim süt gibi beyazlandı
amma o sütün tadı hâlâ damağımda.
— Aşk ihtiyarlığa gençliğe bakmaz, bana her an bu efsûnu
veren aşktır.
— Cami! mademki âşıklıkla ihtiyarladın, bari
gafif ruhlu ol ve yine âşık olarak ol.»
Cami, birçok şahsi meziyetlerinden başka pek zarif ve
nükteci bir zekâya ve daima şen ve güleç bir tabiata sahipti. Kendisinden
birçok mizah ve lâtifeler nakledilmiş olmakla beraber eserlerine yemeğe tuz
atma kabilinden birçok gülünç fıkralar ve kıt’alar da karıştırmıştır. Bu mizahi çeşni onun derin fikirleriyle yüksek ifadesini daha Lâtif ve çekici bir hale
getirmiştir.
Reşehat sahibi mevlâna SafiyüddinAli, Cami’nin ölümünden kırk yıl
sonra yani, hicri 939 yılında te’lif ettiği Letaifuttavaif [ 1 ] adlı
ikinci eserinde muhtelif mesleklere mensup büyük
zavata ait pek zarif nüktelerle dolu fıkralar ve hikâ, yeler
toplamış, bu arada Letaif-i ârif-i Cam adlı bir bölüm de Cami’ye ayırmıştır.
Üstada ait otuza yakın kikâye arasında onun hayat tarihçesiyle meslek ve
meşrebini aydınlatacak dedeğerde olan birkaçını nakledelim:
«l — Cami, Hicaz seferi
sıralarında Bağdad'a geliyordu. Pir Cemal i lraki, müridlerinden bir cemaatle
üstadı karşıladı. Bu zat bircok kimselerin saygısını kazanmış, büyük şeyhlerdendi.
Gerek kendisi, gerekse müridleri hep deve tüyü elbise giymişlerdi. Cemali
lraki’nin gözü Cami’ye ilişince «Tanrı’nın cemalini gördük» dedi. Cami’ de Deve
tüyüne boyanmış şeyh ve müridlerini süzdükten sonra «biz de Tanrı' nın
(cimalini =
develerini) gördük» demiştir.
[1] Bu
kitabın bir nüshası Akay i Abbas İkbal'in kitaplığındandır. Bu eserin yazarı
buradaki fıkraları o kitaptan kopya etmiştir. Müellif
II
—
Mevlana şeyh Hüseyin, Sultan Ebu Sait Mizra zamanında bağımsız (muhtesib) idi.
Nasıl ki, sultan, her zaman mevlana benim malımın ortağıdır diye takılırdı.
Mevlana Hüseyin bir gün bir Mecusî’yi müslüman etmiş. kendi sarığını
Mecusî’nin başına sarmış, sultanın hazinesinden yeni bir elbise giydirmiş ve
yeni müslümanı bir ata bindirerek davullar zurnalarla şehrin pazarlarını
doltştırmağa başlamış. Bu hali Camî'ye haber vermişler; mevlana Hüseyin bu gün
bir Mecusi’yi müslüman etti, kendi sarığını da adamın başına sardı demiştir.
Camî hemen şu cevabı vermiş:
Zaten altmış senedir ki, mevlana Hüseyin sarığını
Mecuainin başına sarmıştı.
III
—
Mizra Babur zamanında Semerkand’lı mevlana Mezid adında bir fıkıh bilgini
Herat'a gelmişti. Bir gün Cami Mizra Babur'un meclisinde iken Mezid'de orada
bulunuyordu. Babur şah Mezid'e dönerek sordu: Yezid'e lanet hususunda ne
dersiniz? Mezid, Münasip düşmez dedi. Çünkü Yezid kıble ehli idi. Bu sefer
Camî'ye döndü. Bakınız dedi. Mevlana Mezid böyle söylüyor. Siz ne buyrursunuz?
Gamî şu cevabı verdi: Öyle ise yüz lanet Yezid'e yüz lanet te Mezid'e olsun
IV
— Bir gün
zamane bilginlerinin en sayılılarından Hadis’ci Hafız Gıyasüddin hastalanmıştı.
Camî ziyaretine gitti. Hafız, Sofiye zümresindeki irfan ve hakikatlere dair söz
açtı. Halbuki o ilimle uğraşmamış, terimlerini bile öğrenmemişti. Bazı
meseleleri terimlere aykırı olarak söylüyordu. Camî, bu dedikodulara hiç
karşılık vermdi. Sükût etti. Hafız Gıyasüddin'in yanından ayrıldı. Biraz sonra
Hafız'ı başka bir ulema kafilesi ziyarete gelmişti. Hafız bunlara biraz evvel
mevlana Abdurrahman Camî burada idi. Kendisine birçok tasavvuf mes'eleleıi
anlattım. O da kulak tuttu dinledi dedi. Cami bu mes’ eleyi haber alınca evet
dedi: Onun söylediği o sözlere karsı ancak kulaklarını tutmak yaraşır.
V
—
Semerkand eşrafından uzun sakallı bir ihtiyar vardı. Bir gün iki oğlu ile birlikte
mevlana Camî'yi ziyarete gelmişti. Oğlanlar bir aralık memleketlerinde iyi üzüm
yetiştiğinden
bahsettiler. Dediler ki, bizim vilayette (Baba sakalı) denilen gayet siyah
renkli, uzunca ve şiralı bir üzüm vardır. Halbuki sizin Horasan' da böyle bir
üzüm görmedik. Cami şu cevabı verdi: Bizim de siyah, uzunca ve tatlı bir cins
üzümümüz vardır ki, oğlan yumurtası derler. Bu cins sizin baba sakalınızdan
daha iyidir.
VI
—
Mirza Uluğ bey
zamanında Camî birkaç defa Sernerkand' de
bulundular. O rıralarda Kâni gil ^Kil ocağı adındaki bir kasabadan Sernerkand'
e gelmiş pek yakışıklı bir delikanlı vardı. Bu şair ve zarif genç şiirde «Haki»
mahlâsını kullanırdı. Bu mahlâsla da meşhur olmuştu. Bir gün Cami Horasan' lı
şairlerden bir kafile ile dolaşırken Haki'nin birçok Semerkand'lı talebe ve
yerli edip ve şairlerle bir yerde oturmakta olduğunu gördü. Yanlarından
geçerken Haki, Cami kafilesine ta'riz yoluyla «Horasan eşekleri nereye gidiyorlar?» dedi. Cami de şu cevabı yetiştirdi: Üzerinde yuvarlanacak
yumuşak bir Haki arıyorlar [ 1 ] .
VII
—
Boşboğaz bir şair birgün Cami'ye: Dün gece Hızır Aleyhisselâmı rüyamda gördüm
dedi, Mübarek ağzının suyunu benim ağzıma döktü. Üstat cevap verdi: Yanlış görmüşsün.
Hızır saçına sakalına tükürmek istemiş, sen ağzını açtığın için tükrük ağzına
düşmüş.
VIII
—
Şairlerden biri üstada dedi ki, KemalHucendî' nin, Hafız'ın divanlarına ve
Hazret'i Ali'nin yüz hadisine cevap verdim. Üstat da şöyle buyurdular: Pekiyi
amma Allah' a ne cevap vereceksin?
IX
— Zevzek
şairlerden biri Cami'ye anlattı. Kâbe'ye gittiğim zaman kutlu olsun diye şiir
divanımı Hacerül'esved'e sürdüm. Cami buyurdular ki, zemzem kuyusunda
yıkasaydın daha iyi olurdu.
[1] Haki toprağa mensup, mütevazı, alçak gönüllü manalarına geldiği gibi (bir toprak) anlamına da gelir. Burada ikinci manasiyle Haki ismi arasında bir tevriye sanatı yapılmıştır.
X
—
Şehir şeyhzadelerinden biri abdallığiyle beraber şairlik davası güderdi.
Camî’nin:
— Yeterki, dertli canımda, uykusuz gözlerimde
sen varsın, uzaktan kimi görsem seni sanırım.
Başlıklı gazelini üstadın huzurunda okuduktan
sonra ilk beytteki «Uzaktan kimi görsem seni sanırım» mısraını tenkid etti. Ve
dedi ki, mesela bir eşek veya öküz görseniz)
Camî cevap verdi: Seni sanırım.
Zavallı Şeyhzade Farsça’ da (kim) anlamına gelen
(ki) ile (ne) anlamında kullanılan (Çi) edatlarından evvelkinin (şahıs) için,
ikincinin (eşya) için kullanıldığının farkı.nda değildi. Üstadın «Uzaktan kimi
görsem seni sanırım» mısraında uzakta beliren şeyin ancak insan cinsinden
olması gerektiğini anlıyamamıştı.
XI
—
Mevlana Sagarî Camî ile yakından münasebeti olan şairlerdendi. Üstat, zaman zaman Sagarî ile şakalaşırdı. Sagarî aynı zamanda
ciırriliğiyle de meşhurdu. Ramazanın ilk gününe raslıyan bir sabah üzeri Sagarî, Camî’nin huzurunda bulunuyordu. O gün
ramazan ayının görünüp görünmediği şüpheli
olduğu için Kadı halkın öğleye kadar bir şey yememesini
dellallar vasıtasiyle ilan ettiriyordu. Camî, mevlana Sagarî, dedi, bari bu
sabah bir şey
yemediniz mi? Meclistekilerden biri, unutmuş
da yemiş olacak dedi. Camî ilave etti:
— Eğer kendi odasında yemişse mutlak unutmuş da
yemiştir. Üstat mevlana Sagarî için şu kıt’ayı söylemişlerdir:
« — Sagarî diyordu ki, mana hırsızları hangi
şiirimde renkli bir nükte gördülerse aşırdılar.
— Onun birçok şiirlerinde mana olmadığını
gördüm. Mânalarının çalınmış olduğu hakkındaki sözü doğrudur..»
Bu kıta ağızdan ağıza yayılınca mevlana Sagarî
de işitti. Üstada şikayete geldi. Ben bu dergahın eski emektarlarından olduğum
hale hakkımda yazdığınız kıta bütün şehir halkının dilinde dolaşıyor, bunu bana
da okudular ve güldüler. Bu kıt'a beni aleme kepaze etti, diye sızlandı. Camî,
evet dedi, biz öyle bir kıta yazdık amma bunda «Sagarî söylüyor . . . »
demedik «Bir şair şöylüyor» dedik. Şehrin katip ve
zarifleri «bir şair» sözünü Sagarî’ye çevirmişler.
XII
—
Mevlana Sagarî uzun sakallı idi. Bir gün Hiyaban başı mevkiinde ve ırmak
kenarında Camî’nin yedi yaşındaki oğlu Ziyaeddin Yusuf’la otururken bir adamın
ırmakta atını yıkadığını gördüler. Bir eline bir kase almış, öbür eliyle de
atın kuyruğunu çekiyordu. Mevlana Sagarî Ziyaeddin Yusuf' a sordu: Şu kase ile atın kuyruğu neye benziyor? Çocuk cevap
verdi:
— Adamın elindeki kase Sagarî’nin suratına atın
kuyruğu da tıpkı sakalına benziyor.
XIII
—
Bir gün mevlana Zubî adında biri Camî'yi ziyarete gelmişti. Bu pek cahil ve
saf bir adam olmakla beraber bazı vezinsiz sözleri yan yana dizmek suretiyle
şiir yazdığını zanneder, bunları defterine geçirir, herkese okur ve halkı güldürürdü.
Camî'den birçok rica ve ısrarlarla bir tak lir yazısı istedi. Azizler ve Mürşidler adına büyük yeminler verdirerek benim için
mutlaka bir şeyler yazınız ki, şairler ve nükteciler arasında onunla öğüneyim dedi. Cami, divit kalem ve kağıt istedi. Adamın
gönlünü yapmak için şu sözleri yazmağa mecbur oldu :
«Mevlana Zubi derneğimize sohbetleriyle şeref
verdi. Gönül çekici şiirlerini okuyarak ruhumuzu okşadı. Onun şiirinin
mertebesi vezin ve kafiyenin daracık kalıbına sığmıyacak kadar yüksektir.
Onları zevk ölçüsüne vurabilenlerle bizim ve bütün saçma söz söyliyenlerin
günahlarını Allah yarlıgasın. »
Camî’nin ince ruhlu ve mizahçı tabiatı o kadar
şöhret bulmuştur ki, ölümünden sonra bile birçok latifeleriyle zarif nükteleri
yıllarca dillerde dolaşmıştır. Osmanlı padişahı ikinci sultan Selim devrinde
üstadın ölümünden yüzyıl kadar sonra Hicrî 9 8 O tarihinde
yazıldığı anlaşılan Keremi tezkiresi'indeki
fıkralardan birini de nakledelim:
« — Camî tam ölümle pençeleşirken başı ucunda
Horasan rindlerinden bir dernek toplanmış. üstadın ebedî ayrılığından
duydukları teessürle feryat ve figana başlamışlardı.
Beklenilen akibet gelip çatınca rindiler şu gazeli karışık
bir üslûp ve makamla tekrarlamaya koyuldular.
— Zevk meclisinde bade
içenlerin hepsi gitti. Artık kiminle derdleşelim, dqstlardan kimse kalmadı.
— Ne dağ delen zavallı Ferhad, ne de Mecnun
var. Deliler yurdunda zincirlilerin hepsi gitti.
Can verirken de bir tesadüf
eseri olarak birkaç kötü sesli hafız bir Yasin tutturarak durmadan hastaya
ıstırap veriyprlardı. Bunlar birkaç ayet okuyunca Cami, bitkin bir halde
gözlerini açarak «Ah yetişir artık öldüm.» diyebildi.
Üstadın kendi eserlerinde de bu latifeci
tabiatının birçok izleri göze çarpar. Hatta SıZsiZetüzzeheb mesnevisi, ilmi ve
'tasavvuf! bir çeşnide yazılmış, ağır başlı ve pek özlü bir eser olduğu halde
birçok güldürücü hikayelerle doludur. Bunlar arasında mazmunu her dilde ve herkesçe meşhur olan şu hikaye
de vardır.
« — Ayının biri ağzında bir lokma olduğu halde balık avlamak
hırsiyle ırmak kenarına gelir.?:'.
— Ansızın sudan bir balık sıçrar, ayı derhal
yakalamak için pençesini uzatır.
— Fakat ayağı yerinden kaymasiyle suya '.düşer, yanlışlıkla postu suya verir.
— Hırs, birçoklarının yolunu kesmiş, onları
uykuda susuz bırakmıştır.
— Ayı ırmağa kendi canı için koştu amma içinde
ölümünden başka bir şey bulamadı.
— Su çok bulanık ve genişti. Miskin hayvan
zaruri bir halde suya battı.
— Bir hayli el ayak oynattı. Pek çabaladı amma
faydası olmadı. Nihayet kendini suya bıraktı.
— Bir yerdeki, hiyle ile beladan kurtulmak imkanı kalmamıştır.
Orada hiyleden vazgeçmek gereklidir.
— Ayı, tüyü yolunmamış bir tulum gibi şişmiş
bir halde kaldı.
— Su Üstünde çarha vurarak can ve tenden ümidi
kesti.
— O sırada uzaktan iki Üzgeç
su kıyısına geldi. Acele bir işe gidiyorlardı.
— Ansızın gözleri ayı'ya ilişti. Onu görünce
hayretten donakaldılar.
— Bu nasıl şey acaba, ölü mü, diri mi) Yoksa
içi kumaş dolu bir tulum mu)
— Üzgeçlerden biri yavaşça kıyıya çekildi.
Öteki hemen suya atladı.
— Yanına yaklaşınca işi anladı. Zaten ayı da
kendine bir kurtarıcı arıyordu.
— Pençelerin sıkıca üzgeç'in sırtına vurdu.
Üzgeç de artık üzmesinden geri kaldı.
— O dalgalar arasında canı ağzına geliyor, kah
suyun dibine batıyor, kah yüze çıkıyordu.
— Arkadaşı kıyıdan bu hali görünce bağırmaya
başladı. Ey aziz dost diyordu.
— Tulum ağır geliyorsa bırak onu, hem orası çok dalgalı.
— Zavallı cevap verdi: Ben bu tulumdan çoktan vazgeçtim.
Ondan el çektim amma.
— O benim yakamı bırakmıyor. Belki de sırtımı pençesiyle parahyacak. »
Sübhatül'ebrar mesnevisinde mizah tarzına ait talakattan bahseden bir
bölüm vardır. «Sıkıcı laflarla alınları buruşturmak ve latife yoliyle tatlı
sözler söylemek» başlığını taşıyan bu bölüm kitabın 32 nci makalesidir.
Bu bölümde mizah ve latife bahsi çok güzel izah
edilmiş ve nükteciliğin vasfı hakkında latif sözler söylenmiştir. Gönüldeki
düğümlerden birini çözmek için şu beyitlerden sıralanmış bir şiir gerdanlığı
sunuyoruz:
«— Ey Çin resimleri gibi somurtkan çehreli 1 Şu kötü huyunla Çin nakkaşlarına benziyorsun.
— Çatık kaşlarının her telinde bir düğüm var.
Bu düğümlerle can damarını bağlamışsın.
— Dudakların şirin nüktelerden uzak, çehrendeki ekşilikle
sanki turşu satıyorsun.
— Suratındaki bu somurtkanlık ne? Sendeki mizacı safra bile
yumuşatamıyor.
— Sana
bir bela oku gelmedi ya, yüzün neden kalkan gibi kırışıklıklarla dolu?
—
Gönlündeki düğümler hep cehalet yüzündendir. O düğümlerin şahidi ise alnındır.
— Irmağın yatağı uygunsuz olunca suyun yüzü de İster
İstemez dalgalı olur.
— Ağacın kökü toprağın derinliklerine inmedikçe büyüyüp
serpilemez.
— Bir zavallı sana misafir olsa sofranda turşudan başka bir
şey bulamaz.
— Herkesin tabiatı senden nefret eder. Sinek bile sirkeyi
sevmez.
— Boş kuruntularla alnını buruşturma. Gönlü kırıkların işini zorlaştırma.
— Bulut değilsin, bu gamlı çehre nedir? Bu ekşi suratla
daha ne kadar yaşıyacaksın?
— En iyisi parlak şimşekler gibi neşeli ol. Ömrün oldukça
şen ve güleç yaşa. _
— Bir kederlinin yanağında beliren tebessüm, onun bağışlayacağı
bir denk şekerden daha tatlıdır.
— Haline şükretmek, ağzı dili rahata kavuşturur. Tatlı
gülümsemeler ise Ömrü artırır.
— Yüzün yıldızlı gece gibi daha ne kadar çatık duracak?
Aydın sabahlar gibi açıl ve gül!
— Bağın safası, gülün neşesindendir. Gülmek akıllıların
adetidir.
— Gülmek her ne kadar ciddîlikten uzaksa da, devamlı
ciddîlik de yaratılış icabı değildir.
— Gönül gece gündüz ciddî yaşamaktan usanır. Onun .
mizacını mizahla düzeltmeye çalış.
— Ciddiyet daima yürüyen ayakları aşındırır.
Bir dakikacık mizah ise yol yorgunluğunu giderir.
— Gönül hoşluğu, dert ve kederleri silmemiş
olsaydı ıstıraptan bitkin bir hale gelirdin.
— Yalan perdesiyle örtülü olmıyan bir şaka, haysiyet ve
şerefini kırar.
— İrfan ehlinin gönlüne kin tohumu saçar, alınlara utanç
terleri yağdırır.
— Akıl denilen feyz kaynağından telkin ara. Doğru söyle,
fakat hoş ve tatlı sözlü ol.»
Aynı mesnevide daha sonra ihtiyar kadınla Hazret-i Peygamber
arasındaki latifeyi şahit göstererek şu fıkrayı anlatıyor:
« — Kocakarımın biri Hazret-i Peygambere sordu, ey mübarek huylu Şah dedi.
— Mahşer gününde cenneti süsledikleri zaman tabiî oraya
iyi amel sahipleri yerleşecek.
— O yüce mertebeliler durağında benim gibi kocakarılara da
bir rahat köşesi bulunacak mı?
— Peygamber, hayır dedi, böyle hoş bir yer kocakarılar için
nasıl istirahat yurdu olur?
— O bağın gülleri, ancak taze delikanlılar; goncası da genç
dilberler olacaktır.
— Kocakarı Peygamberden bu cevabı duyunca yaslı yüreğinden
feryatlar kopardı.
— Ahlariyle gam nağmeleri besteledi. Kirpiklerinden kanlı
yaşlar akıttı.
— Peygamber kadının teessürünü görünce hemen
şu müjdeyi verdi. İlkönce kocakarılar tazelenirler.
— Birer genç kız haline gelirler. Ondan sonra
da cennet bahçelerine girerler.
— Önce onlara gençlik
verilecek, sonra da diledikleri saadete kavuşacaklar [ 1 ] . »
[l] Bu fıkra Cami'nin Baharistan'ında geçer. (Mütercim)
Cam'lı Üstadın şahsındaki büyük meziyetlerin en
başında onun mizacındaki şairlik İstidadı gelir. Kendi asrında Fars'ça konuşan
bütün İran, Hindistan ve Türkistan ülkeleri, onun şiir sanatında tek ve eşsiz
bir üstat olduğunu kabul etmiş, ona « Hatemüşşuara
-Şairlerin sonuncusu» lakabını vermişlerdiHorasan, Fars, Irak gibi yerlerde
yetişen eski Üstatların tarz ve üslûbu üzere gelişen şiir sanatı onun ölümü ile
beraber artık değerini kaybetmiş, hicri dokuzuncu asrın nihayetlerine
raslıyan ölümünden sonra da 1 3 üncü asra kadar yerini dolduracak parlak bir.
sanat yıldızı artık İran edebiyatı ufkunda doğmamıştır.
Her ne kadar bu meyvalı fidanın yemiş vermesi, ömrünün son yıllarına raslamakta, gençlik ve orta yaş
devirlerinde ilk ve ikinci divanında bulduğumuz gazellerinden başka önemli bir
eseri görülmemekte, hatta HeftEvrenk ve başkaca meşhur
kasideleri hep Hüseyin Baykara'nın saltanat yıllarına (873 -898) rastlamakta
ise de asla tereddüt edilemezki, bu büyük şairde başka emsali gibi Tanrı
vergisi bir istidat ile meçhuliyetten söhrete yükselmiş onun yaratıcı zekası ve
ateşli mizacı nazım ve nesirde güzel eserler yaratmasına yardım etmiştir
Hele tarikatte ilerlediği zamanlarda, daima
gizli cezbelerle ruhundaki değişiklikleri ancak şiir diliyle ifade ittiği
anlaşılıyor. Çömezi Abdulgafur i Lari bu halini şöyle anlatır:
«Camî'nin halini halk nazarında gizliyen ve
ondaki manevi inkişafları perdeliyen ancak şiir ve şairlik sıfatı idi. Büyüklerle
sohbette bulundukları zaman daima şiirin himayesine sığınır, şairlikten
bahseder, kah ilim tarafına kaçar, kendini bir ilim heveslisi kılığında
gösterirdi. Hulasa bu silâhlardan hangisi işine yararsa ona el uzatırdı.»
Cami eserlerinde daima şiirin ve şairliğin yüce
mertebesini belirtmiş, buna dair şiirler söylemiştir. Kaside ve gazellerini
topladığı divanın baş tarafında gayet güzel bir ön söz yazmış, bunda şiir ve
edebiyat sanatının değerini âyet ve hadislerden deliller göstermek suretiyle
İspata çalışmıştır Bu makalede de kendi ahvalini ve şairlik vasfını nasıl
takınmış olduğunu şu sözlerle işaret etmektedir:
«Madde âleminin karanlıklarından henüz kurtulamamış olan kırık
gönüllü Abdurrahman -i Camî
(Tanrı onu varlık cihanının zulmetlerinden kurtarsın) şöyle diyor:
Ulu Tanrı, ilk yaradılışımda şiir istidadını
benim mayama karıştırmış, gönlümü tarnamiyle bu mesleke bağlamış, kendimi bu
sanattan kurtarmaya bir türlü muvaffak olamadım.
Hayat sahifesinin
baş yazısı olan gençlik çağlarından ömür
yıllarının altmışı aşarak yetmişe dayandığı bu güne kadar
asla şiirden uzak kalmadım. Şiir düşüncesinden bir an bile vazgeçmiş değilim. Ne gönül bahçesine umut tohumları saçarak gençlik ve güzellik
baharının taze fidanlarını temaşaya koyulduğum zamanlarımda,
ne fazilet ve kemal erbabının hizmetlerine bel bağlıyarak medrese köşelerinin
en geri saflarında çömeldiğim günlerimde ve ne de eşimden, yoldaşımdan
ayrılarak diyar diyar dolaştığım o hasret ve gurbet çağlarımda,
hattâ dervişler hizmetinde dünyadan el çekerek hırka giydiğim ve onların
işaretiyle kalbimi arıtmak ve hatır topluluğuna kavuşmak için tarikat
mücahedesi yaptığım sıralarda bu hevesten kendimi kurtaramadım. Bugün bile çok
zaman odama kapanır, kendi köşeme büzülür, bu sevda ile uğraşırım. Hulâsa ne
zaman hâl ve vakta uygun bir söz hatırıma gelse bir yere
kayt eder ve her ne zaman o halin icabı olan bir nükte yakalasam hemen tesbit
ederim. İşte bu dağınık parçalar bir mecmuadan derlendi. Her türlü edebî
nevileri sahifelerine aksettiren bir eser haline geldi. Ancak ham tama'lar ve
menfaat hırsları yüzünden birtakım bayağıların medh veya hicviyle dilimi
bulaştırmak ve kalemimi aşındırınak külfetine de katlanmadım. Bundan dolayı
Tanrı'ya şükür olsun. Bu hususta şu kıt'ayı söylemiştim:
— Bu divan bir şiir divanı değildir. Camî belki bununla kerem sahipleri âdetince bir sofra
döşemiştir.
— Onda türlü nimetlerden ne istersen bulursun.
Ancak alçakların medh ve hicvine raslıyamazsın.
Ölümünden altı yıl evvel
yazmış olduğu «Reşh -i bal beşerh -i hal» başlıklı bir kasidede şairliğine ve
şiirde yükseldiği yüce şöhret mertebesine İşaretle şunları anlatıyor:
«— Dağdan dağa kaçtım amma bir türlü şiir
derdinden gönlümü
kurtaramadım.»
— Bu işe belki bin defa tövbe ettim. Fakat
başka işler gibi bu derdin çaresini bulamadım.
— Yeryüzünde şiirle o derece şöhret kazandım
ki, felegın çevresi benim teranelerimle doldu.
— Zamane gelini, kulağını, gerdenini süslemek
peşinde, şnr mücevherlerinden gerdanlık İster.
— Çalgıcı İşret nağmelerini benim şarkılarımla
besteler. Hanende
sema makamlarını benim şiirlerimle okur.
Şiirlerimin kervanı Fars ülkesine gitse Sadi
ile Hafız' m ruhları istikbale çıkar.
— Hindistan'a ulaşsa Husrev ile Hasan Dehlevî
bir ağızdan gel gel ey cihan garibi merhaba derler !
— Benim dedikodularım ülkelere yayıldıktan
sonra hükümdarlar sözümün meftunu oldular.
— Kah Rum ülkesinden Kayser bana selam yazar,
kah Hindistan’ dan Lahur padişahı müjdeler gönderir.
— Irak ve Tebriz valilerinden bana bol bol
hediyeler, sık sık armağanlar taşınır.
— Hele Horasan ile onun cömert büyükleri
hakkında ne söyleyeyim, onların elleri beni nimet ve ihsan denizine batırdı.
Baharistan kitabında, şairlerin hal tersümesine ayırdığı yedinci
bölümde Cami, halk ve edebiyat dillerinde geçen terimleri bir arada gösteren
toplu bir bilgi verdikren sonra Sübhatül’ebrar
adlı mesnevisinden geniş ilhamının mahsulü olarak naklettiği şu latif parça ile
şiir ve şairliğin faziletini belirtmektedir. Üstadın bu kıtada şiir sanatiyle
edebiyat
fenninde eriştiği yüksek mertebe ile öğündüğünü görüyoruz.
Cami diyor ki:
« — Şiirin karşılığını
vermek Allah' a mahsustur. Onun mertebesi ne kadar büyüktür. Yeri ne kadar
yücedir. Ne olurdu ben de anlıyaydım. Hangi fazilet şiirden yüksektir?
Hangi sihir bu büyüden daha keskindir?
— Söz gibi ahenkli ve ölçülü bir güzel yoktur.
Güzelliğin iç yüzü onun yazısından dışarı değildir.
— O güzele karşı sabretmek çetin, ondan teselli
bulmak zordur. Hele gönüller avladığı zamanlarda.
— Vezin'den işlenmiş naz kaftanını giyer,
Kafiye ile eteklerini bezer.
— Redif halhallariyle ayaklarını süsler. Hayal'
den benlerle yüzünün câzibesini artırır.
— Teşbih düzgünü ile ay gibi yanaklarına cilve vererek
yüzlerce yolunu sapıtmış aşıkın aklını dağıtır.
— Tecnis = Cinas sanatlariyle kılı kırk yarar, saçlarını
kimse farkına varmadan iki bölük halinde örer.
— Kinaye sanatiyle dudaklardan inciler saçar, misk kokulu zülüflere mücevherden askılar yapar.
— îyham hüneriyle göze gözlük takar, vehim ve
hayal derneğine fitne salar.
— Çehresine Mecaz kâküllerini dağıtarak perde
arkasından Hakikat nağmeleri besteler.
Ulu tanrının Kur'an'ın mucizeli sözleri
hakkında (Nefiy edatı olan Ma ile açıkça «bu, şair süzü değildir» buyurmak suretiyle
onu şiir bulaşığından temiz tutmuş olması ve o kitabın gönderildiği tanrısal
makamın bayrağını taşıyan Peygamber’ i «Belki o
şairdir» gibi bir iftiradan korumak ıçm «Biz ona şiir öğrtemedik, ona şiir
yaraşmaz» gözleriyle en kutsal bir mertebeye yükseltmesi, şiirin kendi aslından
çirkin bir şey olduğu, şairlerin de ölçülü söz söylemelerinden dolayı Tanrı
katında suçlu düşeceklerini anlatmak için değildir. Bu işaretler ancak bazı
kısa görüşlülerin Kur'an'daki yüksek nazım ve ahengi şiir sanmaları ve pek
ileri giden bazı inatçıların Peygamber’in değerini küçültmek için onu şairler
zümresinden saymamaları düşüncesiyledir. Bu, belki şiirin mevkinin yüksekliğini,
sihirler yaratan şairlerinde mertebelerinin yüceliğini göstermek için en açık
bir delildir.
— Şiirin değerini gör ki, Kâfirler onunla
Peygamber'in yalvaçlık şerefini inkâar etmek istediler.
— Kur’an’ın ona
indirilmediğini gerçeklemek İçin, Peygamber'e şairlik suçu kondurdular.»
v ¥
*
Şiir ve şairliğin
gerilemesinde Cami’nin duyduğu
üzüntü
Hicri dokuzuncu yüzyılda Timur oğulları
ocağından gelen sultanların şiir ve edebiyat hakkında gösterdikleri sevgi dolayısiyle
birçok şairler yetişti. Bunların başlıca emelleri, söz sanatları ve kasidelerle
geçim yolunu aramak, sultanların cömertliklerinden faydalanmaktı. Bu yüzdendir
ki, şiir, o yüksek mevkiini kayb etti. Sanatta bir gerileme başgösterdi. Bu
gibi müflis veya para âşıkı meddehalarla söz sarraflarının çoğalması, edebiyat
âleminde bir çöküntü devresinin başlamasına sebeb oldu. Daha sonraki
yüzyıllarda ise bu çüküntü artık bütün hıziyle devam ederek son kertesine
vardı.
Cam'lı Üstat, şu durumdan çok üzülmekte idi.
Bir alay menfaat düşkünü, para avcısı şiir mesleğini, kendi hesaplarına bir
tuzak haline getirmiş, bir dalkavukluk vesilesi yapmışlardı.
Hakiki şiirle yüksek şairlerin değerini alçaltan bu gibi bayağıların türemesi.
Cami’nin eserlerinde yer yer acı şikâyetlere meydan vermiştir. Bu iddiamıza
delil olmak Üzere üstadın eserlerinden bazı parçalar nakletmemiz pek uygun olacaktır.
Silsiletüzzehep mesnevisinin birinci cildinde Zahirüddin Faryabî' nin:
«— Şiir aslında fena bir şey değildir. Benim
feryadım ancak meslek arkadaşlarının cimriliğindendir.»
Mealindeki beytini tazmin yoliyle yazdığı
parçayı okuyalım :
«— Şiir aslında fena bir şey değildir, bu söz
gönül ehli kimselerce de reddedilmemiştir.
— Benim feryadım ancak meslek arkadaşlarının
cimriliğindendir. Şu kamış gibi boyum onların şerrinden büküldü.
— Bundan önceki faziletli şairler, çok irfan
tahsil ntmişlerdi.
— Fazilet ve hünerle süslenmişlerdi. Boş
sözlerden, dalkavukluklardan uzak yaşarlardı.
— Onlar hikmet'e, usul ve fürû bilgilerine çalışır. Bunları şeriat terazisiyle tartarlardı.
— Daima ahlâkî meziyetler gösterir, bütün
ülkelerde şöhret kazanırlardı.
— Kutsal nefesleri ruha safa verir,
kalemlerinin hareketi ruhsel inkişaflar sağlardı.
— Hepsinin de gönülleri, yüce himmetleri
sayesinde kanaat dolu ve tama'sızdı.
— Yazık ki, onlardan şimdi efsaneden başka bir
şey kalmadı. Arada artık kuru lâftan başka bir şey yok.
— Şair kimdir? Şimdi bir düşkün, iyiyi kötüden ayıramayan
bir cahil;
— Şiirle, arpayı farkedemiyen, cennet
safasını cehennem azabından ayıramıyan bir gafil !
— Himmeti düşkün, tabiatı alçak, herkesle dost
ve ahbab geçinen bir zamane adamı!
— Gece gündüz köy köy, diyar diyar gezer, ayağı
yanık itler gibi dolaşır;
— Her nerede birkaç kişinin
toplanıp bir eğlence tertip ettiklerini duysa,
— İçki meclisi kurmak için şarap, kebab, çalgı
ve rebab tedarik ettiklerini haber alsa,
— Hiyle ve yalanlarla aralarına sokulur; ayrana
üşüşen sinekler gibi oraya koşar!
— Birkaç bardak zıkkımlanır, herkesle hır gür
etmeye başlar.
— Boşboğazlık eder, zarafet sanır. Herze söyler
latife zanneder.
— Nihayet meclisteki hoyratlardan kafasına bir
tokat, suratına bir sille iner.
— Başı kızarmış, gözlerinin etrafı morlaşmış
olduğu halde sokağa atılır.
— O bereli baş, o morarmış gözle yüzünü o
kapıdan başka kapıya çevirir.
— Herhangi bir şehirde misafirler İçin bir
sofra kurulmaz ki,
— O sofranın başına gidip de bir tufeyli gibi
oturmasın.
— Hiç kimse bir gemiye binmez veya bir bağ
köşesine bir kır sefasına gitmez ki,
— Arkasından külahını atıp da onun işret meclisine koşmasın.
— İşte bütün cimrilikler ve tacizler yüzünden
şiir, ayıp bir meslek, şairler de bayağı insanlar haline geldi.
— Bir İnsana düşkün ve
zavallı demektense, şair demek daha uygun düşer. '
— Şair, her ne kadar kısa bir kelimedir amma
yüzbinlerce şer ve fesadı içinde toplamıştır.
— Hiçbir fena huy ve sıfat yoktur ki, bu
lakaptan malûm olmasın.»
Yine Tuhfetül’ Ahrar mesnevisinde
şiir ve şairleri zem etmekte, hele dalkavuk medhiyecileri kötülemektedir. Oğlu
Ziyaeddin Yusuf a öğüd verirken bu fen ve san’ ata asla heves etmemesini
tavsiye ediyor. Şu beytler o mesnevidendir:
« — Yazık ki, cevherin kadrini anlarnıyan bu
halk, ümit ve korku zincirine katır boncukları dizmektedir.
— Cevher adını verdikleri her ne varsa, katır
boncuğu gibi eşek kuyruğuna bağladılar.
— Daha ne kadar hırs ve tama yolunda laf
atacak, her alçağın boyuna göre hulle donu biçeceksin?
— Daha ne kadar bayağılara
kerem sahibi diyecek, ah•
lâksızları hikmet ehli diye vasfedeceksin?
— O cimri ki, yüz iğne vursan elinden bir damla kan
çıkaramazsın.
— Avucunu cömertlik denizi gibi gümüşler, inciler saçan bir
derya gibi tasvir edersin.
— Yine o hasis ki, hayat
mektebinde hâlâ elif'le Dal'ı ayıracak kadar bir irfan edinememiştir.
— Ona ezel âleminin bilgini, ebed felsefesinin âlimi diye
vasıflar kondurursun.
— Kedi korkusundan fare deliği arıyan tilkileri
bile,
— Bir kükremiş arslan, bir yaban kaplanı gibi
gösterir, hattâ onlardan daha yavuz dersin.
— Çarpık mizacının yorgunlukları arasında nasıl
rahat yaşıyabilirsin?
— Önünde kalbin gibi kirli, perişan, köhne bir
mürekkep hokkası yüzünün rengi gibi uçuk bir kâğıt parçası.
— Sözlerindeki ahengi andıran kaba, çarpık bir
kalem, kırık bir ümit ile bozuk bir yazı.
— Bunları her sabah sarığının arasına sokar
mevki sahiplerinin kapısını çalarsın.
— Methettiğin efendi, Allah onun yüzünü kimseye
göstermesin, onun karşısına kimseyi çıkarmasın,
— Uzun intizarlardan sonra çıkagelir, yüksek
makamına kurulur.
— Önüne varır ayaklarını öpersin, fesahat
taslıyarak övmeğe başlarsın.
— Şiir ve kasidelerini sarığından çıkarır önüne
koyarsın, içinde yüz türlü hırs ve tama, kaynaşır.
— Evet Ona sunduğu şiirler yüz parça olsun da
kıymette günaharının defterine yazılsın. »
Cami, sözlerini zarif ve
güldürücü bir hikaye ile bitirmektedir. Lagari mahlaslı bir şair, şişman bir
vezire methiye yazar. Vezir bu adamın usanç veren hallerinden sıkılarak pek
yüksek bir yerde olan konağına doğru kaçmağa başlar. Şair de arkasına düşer
yakasını bırakmaz. Vezirin artık nefesi kesildiğini gören şair Efendimiz der:
Bu şişmanlık size fazla istirahatten geliyor. Vezir cevap verir: Vallahi hayır,
ben bir Lagari'nin yüzünden bu işkence ve azaba uğradım.
İşte bu himmetsiz şairlerle bayağı methiyeciler
yüzünden duyduğu teessürler, Cami'yi bütün bu zümreden nefret ettirmiştir. Silsiletüzzeheb mesnevisinden naklettiğimiz şu kıt' ada da bu nefret ve
teessürü pek açık görüyoruz:
«—Cami! bu öğütlerle acı sözler, bu kusur bulmalar, ayıp aramalar daha ne kadar sürecek)
— Başındaki saçlara ak düştü. Öğütlerinin kıl
kadar tesiri kalmadı.
— Şiir yazmadan yüz çevirmek istiyorsun amma
gece gündüz şiirden el çektiğin de yok. ’
— Kah mürekkepten imdat istiyor, şiiri şür
müsveddesi gibi yazıyorsun.
— Çünkü zamane şiire bu kadar kapılmış amma
kendin söyle! Şiir karalamanın ne faydası var?
— Şiir bir oyuncaktır, bundan vazgeç. Keşki
daha ne zamana kadar bu oyunla aldanacağımı anlasaydım.
— Redif ve Kafiye'ye çengel takıyor, kendi
işini kafiye gibi kendin daraltıyorsun.
— Ömür de güzel bir zaman, gibidir. Hastalığı
kafiye ölümü redif tir.
— Gönlünü şiir yazmaya kaptırmışsan Redif ve
Kafiye işlerini düşün.
— Şiir bir havadır ki şairler onu mefail,
failat gibi ölçülerle yaratırlar.
— Halbuki cehalet ve gururunla, sabahtan akşama
kadar başıboş dolaşıyorsun.
— Kamil kişiler söz incileri de diler. Şiirin
en latifi en yalanıdır dediler.
— Güzelliği yalana borçlu olan bir san'atın basiret
ehli nazarında ne değeri olabilir?»
Bu parçanın sonunda da şöyle der:
«— Her ne kadar gönül okşayıcı bir şair değilim, fakat ne
gariptir ki, ondan kurtulmaya çarem yok.
— «Arpa yenir amma şiir yenmez» nüktesinin
Araplar arasında bir ata sözü olduğunu bilirim.
— Bu gün o ata sözünün konusu benim. Kendim
için bu ■ sözü daima tekrar ediyorum.
— Hem şiiri ayıplar, hem şiir söylerim. Hem
miski zemmeder, hem koklarım.
— Şiiri yine şiirle kötüler, onun değerini yine kendisiyle kırarım.
— Ne yapayım, benim mayamın icabı bu, ezelden
beri alnımın yazısı budur.
— Ben bu sanat için yaratılmışım. Beni bu
tarafa doğru sürüklemişler.
— Tanrı'nın gerdanıma taktığı bu halkadan nasıl
boynumu kurtarabilirim?
'f.
* *
Cam' lı şairin bizzat kendi eserlerinin
mütalaası, onun bu derece tabiat kuvvetine ve şairliğinin kemal mertebesine erişebilmek
için hangi üstatların divanlarından ve hangi mürşitlerin eserlerinden
faydalandığını pek açık göstermektedir.
Bununla beraber Nefehatül’üns’te şiir üstatlarını daima Sofiye büyükleri arasında saymış,
onların sözlerinden örnekler vermiştir.
Baharistan ın yedinci bahçesinde de meşhur şairleri sayarken büyük
üstatlardan kendisine örnek ve muallim olanların adlarını edep ve saygı ile
anar. Bir yerde gazel tarzında biL hassa Kemal Hucendi' nin üslûbunu
beğendiğini ve bir gazelin sonunda da onu örnek tuttuğunu söyler. Sözü geçen
gazel şöyle başlar:
«— Gözün Sad harfine, zülfünün kıvrımları Dal'a
benzer. Seninle olduğum zaman bana o her iki harften yüz hayal âlemi açılır.
Son beyitleri de şöyle biter:
«— Cami o dudağın feyzi ile söze başladığı için
lakabı şirin sözlü Tûtî oldu.
— Şiirleri ancak Kemal
Hucendi'nin sözlerinden bir ceşni aldıktan sonra kemal mertebesini buldu.»
Hakim Hakani tarzında söylediği bir kasidede kendi nazmını
överken bu üstadın adını da saygı ve edeple anmakta ve şöyle demektedir:
« — Benim şiir kitabım hikmet sofrasındandır. O lokma
acıkanlara gıda olmak için onun Lokman gibi eliyle hazırlamıştır.
— Şairin sözde sanat göstermesi hoş kaçar
amma o kadar değil. Noksan fikirlere ait manaları kemal mertebesinde kim ifade
edebilir}
— Mana dilberinin yanağında ben tasavvur etmek
ham bir hayaldir. Ancak yanağındaki ben az olursa ona daha çok
güzellik verir.
— Söz odur ki, üstat Hakani onu konuklar yurdu olan şu
cihanda daha önce geçip gitmiş olan bilginlerden sonra söylemiştir.»
Başka bir yerde mesnevi tarzındaki başarılarını hakim
Nizami ile Emir Hüsrev i Dehlevi'ye borçlu olduğunu' söyler. Ve çok kere
mesnevilerinde bu iki büyük şairin adlarını da saygı ile anar. Bu cümleden
olarak Üstat Heft Evrenk adlı yedi mesnevisinden sonuncusu olan Hurdnamei Iskenderî'nin son
kısmına eklediği bir parçada, şiir ve şairlik mesleğinde geçirdiği devrimleri
anlatırken, niçin ilkönce gazel, sonra kaside ve rubai yazdığını İzah ediyor.
Ve en sonra da Heft -Evrenk mesnevisini yazmaya koyulması sebebini gösteriyor. Bu
parçada mesnevilerinin isimlerini yazarken Nizami ile Emir Hüsrev'in adlarını
da karıştırmaktadır.
« — Bir ömür boyunca eşsiz güzellerden meseller
söyledim. Ceylanlar vasfında gazeller besteledim.
— Taze dilberlerden dem vurdum. Gazeli en yüce
mertebesine eriştirdim.
— AŞıklara doğru yolu gösterdim. Sesimle
ufukları doldurdum.
' — Sonra kaside tarafına koştum. Muammalar 'nazmında
şöhret kazandım.
— Bu dört köşe arasında çaresizliklerle Rubai nazmında çare
aradım.
— Şimdi de mesnevi tarzına bir yenilik getirmek için himmetimi
yüceltiyor;
— Geçip gitmiş olan üstatlardan yadigar kalan eski mesnevilere
yeni bir hayat vermek istiyorum.
— Eskiler her ne kadar hayat veren, can besliyen şeylerse de, yeni şiirlerde başka bir' lezzet
var.
— Bu tarzın üstadı Nizami' dir. Bu alanda en parlak ışık odur.
— Gence viranesinden hazineler getirdi. Söz
hazinesini beşe çıkardı.
— Hüsrev'i Dehlevi de yine beş eserle
pençeleşti. Dimağını onlarla yordu.
— Elinde inci ve cevheri
yoktu ama şiir alanına tam ayarlı halis altınlar armağan etti.
— Altın her ne kadar gümüşten daha makbul ıse
de kıymette inci ve mücevherden aşağıdır.
— Halbuki benim gibi hünersiz, çıplak bir
müflisin ne altın kisesi, ne de cevahir hokkası var.
— Ben de bu sanat ve zarafet tezgahında bakır
paralardan beş hazine dizdim.
— Onların hazinelerine benzer bir esere sahip
olamadığımdan mahcubum. Çünkü şu beş eser onların kalp akçaları değerinde bile
değildir.
— Fakat ayağımı kuvvetli bastım. Himmetimin
adımlarını sıklaştırdım.
— Azim anahtariyle ilkönce söz hazinesinin kapısını
açtım.
— Önce Şeyh Ahrar adına Tuhfetül'
ahrar'ı armağan ettim. Veliler ruhuna Sühhetül’ ebrar’la tesbih
çektim.
— Ondan sonra kaleme tasarruf ettim. Yusuf ve Züleyha hikayesini yazdım.
— Çocuklar gibi kamıştan bir at oyuncağı
yaptım. Leyla
ve Mecnun ülkesinde at koşturdum.
— Bu dört kitapla gönlüm muradına erdi. Şimdi
beşinci kitaba başladım.
— Bugün de İskender’den kalan kısa fıkraları
Cevher gibi bir ipliğe dizmek istiyorum.
— Hurdnâme kitabını İskender'in menkabelerinden seçtim. Yoksa efsanecilik benim işim değil. .
— Hikmet sırlarına ait söz söylemek, bayat
hikayeler okumaktan daha iyidir.
— Behram i Gûr’ dan
kitabımda söz açmadım. Bağımda öyle bir servi fidanı dikmedim.
— Artık ömür sarayı çöküp harap olduktan sonra Heft Peyker Yedi suret gibi bir eserin mimarlığından ne çıkar?
— O vezinde bir Mesnevi daha yazdım. Asıl hakikatler tohumunu ona ektim.
— Bütün din bilginlerinin nükteleri keşif ve
yakin erbabı erenlerin hikâyeleri hep ondadır.
— O nükteler benim o engin denizden çıkardığım
incilerimdir. Onda hiçbir harf bile tekrarlamadım.
— O eser peşinde ne güçlükler çektim. Fakat
bitirince de hepsini telâfi ettim.
— Bu sefer de başka bir bahirde =■
vezinde inciler saçtım. Ondan Velilerin ruhuna tesbihler çektim.
— Yazık ki, kıymetli ömür, redif ve kafiye
toplama derdiyle geçip gitti.
— Kah kafiye düşüncesi nefesimi daraltır, kah
redif sevdasına kapılırım.
— Gönül hoşluğunu kaybeder, taze nükteler
avlamak için uğraşır dururdum. ’
— Mana bakireleri hazan ürkek ceylanlar gibi benden
kaçar, bir türlü tuzağa düşüremem.»
Cami, başka eserlerinde de sırası geldikçe
üstatlarının adlarını tekrarlamakta ve onlara ait hikâyeler anlatmaktadır. Silsiletüzzehep
mesnevisinin üçüncü cildinde Asayiş i Can başlığı altında şairleri ve güzel şiiri
öven nefis bir parça ile kötü şiiri hicveden «Kahiş -i dil gönülsüzlük»
başlıklı bir kıt'ası vardır. Bu eserde bazı eski üstatlardan parçalar naklederek
geçmiş sultanların zamane şairlerinin medhiyeleri sayesinde nasıl bir ün
kazandıklarını anlatırken Unsuri' den, irtical yoliyle Rubai söylemekten,
Ayaz'ın zülfünü kesmesinden, Sultan Mahmud'un ona karşı gösterdiği iltifatlardan bahseder. Bu şiirler, söz ve manalarındaki incelik bakımından
Cami'nin en belagatli parçalarından olduğu için buraya nakletmeyi uygun bulduk:
— Şiir nedir? Akıl kuşunun nefhası, şiir nedir?
Sonsuzluk aleminin bir misali.
— Akıl kuşunun külhanda mı, yoksa gül
bahçesinde mi şakıdığı ancak şiirle aydınlaşır.
— Melekût aleminin gülistanında öterse o
halvetten ruhlara kuvvet ve gıda getirir.
— Dinliyenlere murat ve neşe kapıları açılır.
Cana safa, ruha esenlik verir.
— Şiirin, sözü latif ve ince, manası kuvvetli
ve her ikisi birbirine uygun olunca,
— Ünü semalar yolunu tutar. Şairin adı bütün
cihana yayılır.
— Fakat dar bir kafadan doğan, manası kaba,
sözü kekeme olan bir şiir,
— Bıyıktan daha yukarı çıkamaz. Öyle bir meta,
sahibinin sakalı önünde kalır.
— Ne methiyeci şairler vardır ki, sultanları
överken hiç bir sıkıntı vermemişlerdir.
— Onların adları takdir kalemleriyle zamanenin defterine
işlenmiş, ebedileşmiştir.
— Rudeği, inciler deliyor. Saman oğullarını övüyordu.
— Onlarla yan yana yürü’dü. Onlardan az bir debdebesi yoktu.
— İnci gibi dizdiği şiirlerin caizesi her seferde dört yüz
deve idi. •
— Develer bu konuk yurdundan gitti. Sultanın altınları da
kalmadı. Yalnız şiirler duruyor.
— Bugün onun adının anılması, meclislerde dolaşan o parlak
şiirler sayesindedir.
— Böylece iyi gidişli ve ünlü Saman oğullarının adlarını
da,
— Nazımlarında yaşatıyor, onları perde arkasından ışığa
çıkarıyor.
— Temiz mayalı Unsuri gibi bir şair şu alemde az yetişir.
— Dört unsuru birleştiren bir cevher idi. Cihanın kulağı
onun şiirleriyle dolu.
— Rudeğı’nin Saman oğullarından bulduğu itibarı, o fazlasiyle
Gazne'li Mahmud’ dan buldu.
— Onun caizesi de servet ve iltifattı. Aldığı hediyeler
Mahmudi fillerle taşınırdı.
— Sultan Mahmud'u öven kasidelerinin miskini şiir suyu ile
karıştırdı. İkbal sarayına kitabeler yazdı.
— O saraylar, köşkler yüz kere yer değiştirdi amma o
kitabeler yerinde ebedî kaldı.
— Hele Sultan Sancar'ın dostu olan Muizzi
fasahat ve belagatta hançer gibi idi.
— Keskin, cevahir kaplı bir hançer, üstündeki
cevherler ise dindar padişahın kasideleridir.
— Sultanın medhinde keskin bir hançer gibi
işledikçe şahın eli de ona cevherler yağdırdı.
— Gerçi şahın eli yüzlerce hazine saçtı amma
ortada şahın methinden başka bir şey kalmadı.
— Enverî de Sultan Sancar'ı övdü. Bu değerli
incileri onun methiyle deldi.
— « Kalb ile el, denize veya maden ocağına benzeseydi, bunlar
ancak sultanımızın kalbi ve eli olurdu» diyen Enverî idi.
— Şimdi deniz kurudu, maden ocağı zelzeleden
yıkıldı.
Fakat o inciler ebediyet zincirinde dizili kaldı.
— Hakânî bütün tomtarakiyle Şirvan şahları
için,
— Hoş sözler söyledi, binlerce hazine değerinde
methiyeler yazdı.
— Cihan halkının serveti yok oldu amma 'onun
altın gibi şiirleri yerinde duruyor.
— Sadi gitti. Fakat Saad bin Zengi hakkındaki nefis
şiirleri,
— Gülistanında sultanın sarayından, köşkünden daha güzel
hâtıralar bıraktı.
— Hakim Senaj ile Nizami sayesinde cihan
tuzağına tutulmuş
niceleri.
— Şu belalar yurduna ün saldılar. Behram Şahı bu ikisi yaşattı.
— Nerde o zahirüddin • i Faryabi, methiyelerinin nefhasiyle feleğin dokuz kürsüsünü
ayakları altına almıştı ki,
— Sultanının üzengilerini öpsün de kendisine rızık kapılan
açılsın diye 1
— Şimdi onun dalkavukluğundan yalnız ayak öpme masalı
kalmıştır.
— Hocend'li Kemal'den Saıd'lılardan bu arada sözden başka
hâtıra yoktur.
— Saveli Selman şu harabeler diyarında gönül hoşluğu ile
Sultan Üveys'in methiyecisi idi.
— Bugün dillerde dolaşan ne varsa hep onlardan
kalmadır. Selman’ın şiirlerinden birkaç beyitten başka ortada ne var?
— Ey feleklere yükselmiş ayvanlar, ey göğe ser
çekmiş saraylar.
— Sultanlar sizi şu fena âleminde yadigâr
kalmak için yaptırmışlardı.
— Şu göç yurdundan geçip giderken geri
.kalanlar sizi temaşa edecekti.
— Çünkü gelenler gidenlerin hatırasını anar,
onları takdirle yad ederler.
— Daha ne kadar gözü kapalı oturacaksın? Kalk
da gözünü aç ki, olup bitenleri göresin.
— Saraylar zamanenin sarsıntılarından çöktü.
Saraylılar kahır ve ölüm zincirine vuruldular.
— O yapılardan eser kalmadı. Ancak şiir
defterlerinde yazılı tasvirleri duruyor.
— O binaların ne çatısı ne temeli kaldı. Onları
yaşatan bir şey varsa ancak sözleridir.
— Şu köhne konuklar yurdunda manzum ve mensur
sözlerden başka nesillere kalacak bir armağan yoktur.
— Paslar, söz cilasiyle temizlenir. Düğümler
söz sayesinde çözülür.
— Zamanede çözümlenmesi çetin karışık bir iş başgösterirse,
— Derhal söz şivesine başvurmalısın ki, o işin düğümünü kolaylıkla çözebilesin.
:[.
* *
— Ayaz, bütün Çin ve Bedehşan oyuncaklarından ziyade güzel
huyları sayesinde seçkin bir gözde olmuştu.
— Sultan Mahmud’un hizmetini yerine getirmekte asla ihmal
göstermezdi.
— Şahın gönlü de ona vurulmuş, güzelliğine edeb ve
terbiyesine meftun olmuştu.
— Bir gece Şah içki meclisine oturdu. Şarabın tesiriyle
oldukça kendinden geçti.
— Gönlündeki arzuyu rica yoliyle anlattı, gözünü Ayaz’ın
yüzüne dikti.
— Kulağının arkasından onuızlarına sarkan büklüm büklüm
saçlarına baktı.
— Sıcağın tesiriyle kıvrılmış bir Sümbül, sanki
güneşin etrafında halkalanmış gibi idi.
— O zülfün tellerinden
örülmüş bir Zünnar’ı aşk eliyle beline bağlamak istedi.
— Namus, derhal sultana seslendi. Çabuk dedi Ey
Mahmud, gölgen bütün cihana yayılsın.
— İşin küfür derecesine varmadan şu zünnarı
kesmek için kılıcını çek.
— Sultan hançerini Ayaz'ın eline verdi. Lütfet
de ne olacaksa olsun dedi.
— Şu misk kokulu kemendi kes, yoksa din ve namus havaya gidecek.
— Şah' dan bu sözü işiten Ayaz zülfünün
yarısını kesti.
—■ Öperek Şah'ın önüne bıraktı. Şah da cömert
ellerini açtı.
— Emrini yeride getiren kölenin başına
altınlar, mücevherler saçtı.
— Ayaz artık şah'ın huzurunda bir daha başını
kaldıramadı.
— Gece bu nefis mücadeleleriyle sona erdi.
Herkes kendi işini bitirmişti.
— Sarhoşluk ve uyku şahı sarstığı için mest ve
harap bir halde başını yastığa koydu.
— Gece uykusundan uyanınca seher rüzgârının
okşayışlariyle yerinden kalktı.
— Gece olup biten şeyleri hatırladı. Fena bir
gün geçirdiğini anlıyordu.
— Dün gece yaptığı yolsuzlukların hâtırası
kalbini coşturmuştu.
— Ayaz' ın zülfü ömrü boyunca uzundu. Ben uzun
ömürden yüz çevirdim diyor.
— Sabrı ve aklı gitmiş kararsız bir halde bir
türlü yerinde oturamıyordu.
— O gün akşama kadar kendine gelemedi. Saray
halkından hiç kimse Şahı teskin edemiyordu.
— Unsurî'yi önlerine kattılar. Hele yürü
dediler. Şaha bir görün.
— Sultan, uzaktan Unsurî'yi görünce artık işten
güçten el çektim dedi.
— Unsuri hemen cevap verdi. Ey padişah dedi: Senin mülkünün
bağında Ayaz taze bir servidir.
— Bahçivanın yetiştirdiği serviyi budaması ancak onu
güzelleştirmek içindir. Dedi.
— Aynca bu anlamda birkaç beyt söyliyerek bestelemek için
Şahın çalgıcılarına verdi.
— Derken meclistekilere neş’eli bir coşkunluk geldi.'Tekrar içki ve eğlence alemi başladı.
— Şahın gönlü bu nağmelerle hoş oldu. Neş'e kadehleri dolup
boşaldı.
— Şah emretti inci getirin, Unsurî’nin ağzını üç defa inci
ile doldurun.
— O
inciler saçan ağzı üç defa inci, ile doldurdular.
— Unsurî de, onun mücevher dolu ağzı da dünyadan gitti.
Fakat bu delinmiş inci (Bu nükteler) hala cihan halkının kulağında duruyor.»
Mevlana Celaleddin • i Rumî’ nin mesnevisi
tarzında yazdığı Selâman ve Absal adlı
eserinde Camî, Mevlâna’nın mesnevisiyle sahibini anmakta ve ön sözünde
Celaleddin'in mesnevisinden tazmin yoliyle şu iki beyti nakletmektedir:
«— Mevlâna’nın mesnevisindeki şu iki beytin
benim halimle kuvvetli ilgisi vardır;
— Sağlık ve esenlik temelleri sarsıldıktan
sonra artık bana nazım ve kafiye bulmak kudreti nasıl gelebilir?
— Ben kafiye
düşüncesindeyim. Halbuki sevgilim bana diyor ki, benim yüzümü görmekten başka
bir şey düşünme!»
Yine Selâman ve Absalda Mevlâna
Celaleddin’in yüksek mertebesine işaret yoliyle şöyle bir tazmin vardır:
«— Tanrı erenlerinin vasfını halktan gizlemek
gerek. Şu nükteyi diyen irfan sahibinin ruhu şâd olsun.
— Dilberlerin vasfını başkalarının sözleri
arasında dinlemek daha hoştur.»
Yine aynı eserde övdüğü Emir
Fazlun'un bağışlarından
utanarak kaçan Tebriz'li şair Katran'a ait bir hikaye
vardır ki, ilk beytleri şöyle başlar:
« — Katran sihirbaz bir nükteci idi. Kaleminden sıçrıyan
her damla birer sır denizi gibi idi.»
Sübhatül’ebrar mesnevisinin üçüncü bölümünde Şiraz'lı Şeyh Sadî’nin:
«— Akıl sahipleri nazarında her yeşil yaprak, • Tanrı bilgisini
öğreten bir defterdir.»
Mealindeki meşhur beytini söylediği geceye ait bir rüyayı _
hikaye ederken der ki:
« — Sadî, O çimenlerde öten Şiraz bülbülü, Şiir Gülistanında
destanlar okurdu.
— Bir gece Tanrı'ya Hamd ve tesbih eden bir ağaç üzerinde
seher nağmelerinden sihirli teraneler besteledi.
— iki mısralık bir beyt söyledi amma her
mısraında Tanrısal nurun ışığını parlattı.
— Can, o beytten Canan'ın müjdesini alıyor. Akıllara irfan
nurları saçıyordu.
Arif, uyanık ve ergin bir zat vardı ki, Sadî’ye manmaz
fakat bu inkarını gizlerdi.
— Gece rüyasında, bir alay meleğin gelip göklerin kapı'
sını açtıklarını gördü.
— Bunlar, arkalarını gök kubbeye, yüzlerini de şu kara
toprak tarafına çevirmişlerdi.
— Korku ve yalvarma ile karışık bir cesaretle
yavaşça sordu: Böyle nereye koşuyorsunuz?
— Müjde verdiler: Sadî Tanrı vasfında öyle taze
bir inci deldi ki dediler.
— Tanrı erlerinin bütün sermayesi onun değerine
yetişemez. işte onun sırlarından meydana çıkan o nükte incisini alkışlamaya
koşuyoruz.
— Rüya gören arif, artık inkar düğümünü çözdü.
Yüzünü o hür insanlar kıblesine çevirdi.
— Şeyhin tekkesinin kapısına geldi. içeriden
Sadî'nin nağmelerini işitti.
— Yüzü ciğer kaniyle ıslanmış
gibi ter içinde kaldı. Kendi kendine bu beyti tekrarladı.»
Sübhatül'ebrar mesnevisinin sonnndaki 39 uncu bölümü
kendi nefsine öğüd vermeğe ayırmış, bundan sonra kendisini şiir ve şairlikle
uğraştığından dolayı ayıplamakla beraber nefse ait himmet makamını şairlikten
daha Üstün saymıştır. llk kısımda Firdevsi, Nizami, Hakani, Enveri, Zahir i
Faryabi, Kemal -1 lsfahani, Sadi, Hafız, Kemal • i Hucendi gibi eski şairlerle büyük üstatların
eserlerinden misaller getirmekte ve Hasan . i Dehlevi ile Emir Husrev -i
Dehlevi olması lazımgelen Hindistan'lı iki şairden de örnekler nakletmektedir.
Sözü, meşhur hakim Senai'nin şu:
«— Artık şiirden vazgeçtim,
çünkü ne sözde mana, ne de manada söz kaldı»
Beytiyle başlıyan uzun ve
latif bir hikayesini şerh ederken şu beyt ile söze başlar:
«— Gör ki, felek ecel okunu
Firdevsi'nin arkasından fırlatmak için nasıl bir yay dizdi.»
Bu faslın sonunda Cami, emir Muizzi'nin
sultan Sancar Bin Melikşah hakkında söylediği kıt' ayı naklederek bu şairin
yüksek onuru ile yüce mertebesini öğdükten sonra sozun, zamanla ebedileşen
değerini gayet akıcı bir ifade ile anlatır.
Cami'nin söze ve yüksek
nüktelere ne derece değer verdiğini anlamak için şu kıt'ayı aynen alıyoruz:
« — Şiirin letafetinden ve
caize verenlerin minnetinden bahsedilirken emir Muizzi'nin sultan Sancar'a ne
dediğini işittin mi?
— Senin bağışların açlık hırsını dindirmeye
yeter derecede değildir. Çünkü, mide zindanından kurtuldu mu çöplüğe gider!
— Halbuki benim methiyelerim, senin
faziletlerini şark ve garba yaymak için giden kafilelere yoldaşlık
eder.»
Arap edebiyatını kavrama
ve tecrüme bahsindeki
yüksek yetkisi
Cami'nin yüksek fazilet ve
kemalinin bir cephesi de Arap dil ve edebiyatında son derece derinleşmiş
olmasıdır. Bu cihet onun Arapça şiirlerinde açıkça görülmekle beraber Arap
diliyle kaleme aldığı eserlerde de kesin olarak anlaşılmaktadır.
Cami'nin tefsir, lügat, tarih, hadis ve şiirdeki yüksek yetkisi
onun Farsça eserlerine özel bir olgunluk ve topluluk verdiği gibi Arap
edebiyatı da ona parlak inciler ve renk renk mücevherler saçabilmesi için
zengin bir hazine olmuştur. Cami, bugün bile değerini muhafaza eden bazı
eserleriyle Arap dil ve edebiyatına hizmet eden birçok Üstatlardan daha ileri
bir mertebeye yükselmiştir.
Oğlu Ziyaeddin Yusuf için
yazmış olduğu Fevaidüzzıyaiyye adlı eseri
meşhur lbn i Hacib'in Kafiye adlı kitabının
şerhidir. Tahkik ehli bilginler nazarında bu eser Arap nahvinin en sağlam bir
vesikası sayılmaktadır.
Arap dili öğretmenleri bu
Farsça konuşan alimin kitabını bugüne kadar talebelerine okutmakta ve onun
sözlerini Arap nahvinin en çetin bahislerinde birer kanıt olarak saymaktadırlar.
Revzâtül’cennat
sahibi Cami'nin Fevaidüzztyaiyye'si hakkında şunları söylemektedir:
«Bu eser, nahiv ilminde
yazılmış bulunan kitapların en güzelidir. Fikir ve nazar bakımından en İnce,
ifade bakımından en beliğ, yazılış ve düzgünlük cihetinden en mükemmel bir
eserdir. Lisanın nüktelerini, inceliklerini araştırarak en geniş bir ölçüde
toplamıştır.
Büyük ve faziletli
alimlerden mevlana Mirza Muhammed Şirvani demiştir ki, ben bu dersi yirmi beş
defa okuttum. Her defasında, daha evvelki okutmalarını sırasında onu hakkiyle
anlatamadığıma, eserin hakkını gerektiği gibi verememiş olduğuma kanaat
getirdim.»
Bir Horasan'lı çocuğunun
Arap ilminde Irak, Suriye ve Mısır üstatlariyle yan yana yürümüş olmasına
hayret etmemelidir. Önce de söylediğimiz gibi Horasan ve Maverâânnehir Hicrî
dokuzuncu asırda birer ilim ve edebiyat merkezi olmuş, Herat ve Semerkand
şehirleri büyük âlim ve ediplerle dolmuştu. (Birinci Bölüme bakınız)
Camî'nin Arapça beyt ve mısralarla karışık (Mülâmma)
gazelleri Arap ve Fars dillerini birbiriyle karıştırmak hususunda en güzel
birer örnektir. Cam'lı üstadın karihasından doğan bu santlı şiirler onun Arap
dilinde ne derece fasahat ve belâgatla söz söylemek kudretine sahip olduğunun
birer şahidi sayıldığı gibi Fars dilinde de Tus'Iu Firdevsî'nin kudretli bir
halefi olduğunu gösterir.
Ahlâkî kasidelerinin zeyli ile yedi
mesnevisinde Arap edebiyat ve sanatının akisleri pek açık görünmektedir. Hattâ
denilebilir ki, Cami, Arap şaheserlerinden birçoğunu daha güzel bir şekilde
Fars dilinin tatlı ifadesine uydurmuştur. Büyük Üstat Şeyh Sadî' den sonra Arap
edebiyatını Farsçaya nakleden Üstatların en büyüğü ve en hünerlisi Camî'dir.
Silsiletüzzehep,
Tuhfetül’ahrar ve Sübhatül’ebrar mesnevilerinde Kur'an âyetlerinden ve Hadislerden
naklettiği birçok yüksek hakikatlerle büyük sofîlerden aldığı fıkra ve hikâyelerde
Arap şiirlerini Fars dilinin şirin kalıbına dökmüştür. Erbain -ı Cami yahut Ktrk Hadis tercümesi ile
Kur' an' daki hikâyelerin en güzeli olan Yusuf ve Züleyha mesnevisi, Hoca Nasîrüddin -i Tusî'nin İbn -i Sina'nın El’işârat adlı eserine yazdığı şerhten iktibas ettiği. Selâman ve Absal destanı, Kays bin Amirî'nin divanından naklettiği Leylâ ve Mecnun mesnevisi Âğani’den Kays’e ait naklettiği hikâye ve şiirler hep bu
cümledendir. Bunlar iddiamızın en kuvvetli delilleridir.
Iskendernâme
mesnevisinde büyük âlim ve feylesofların kitaplarından faydalanmak suretiyle
ortaya attığı ilim ve felsefe mes'eleleri şüphe yok ki manzum ve mensur Arap
edebiyatı kaynaklarından taşmış birer hakikat çağlıyanıdır.
Camî, tercüme sanatında daima mânanın aslına
yeni bir kisve giydirmeye uğraşmıştır. Fikirleri şerh ve izah ederken çok kere
kısaltma yoluna gideceği yerde sözü uzatmak ister.
Dilediği yerde konunun hakkını tamamiyle verir.
Onu birçok takma bezeklerle süsler. Bu cihetten fikirlere başka bir parlaklık
verir.
Burada misal olarak Mülâmma tarzında yazdığı bir gazel ile
bir Rubai ve Silsiletüzzehep mesnevisinden
bir hikaye ile Leyla ve Mecnun dan bir
parçayı nakletmekle yetineceğiz.
«— Selmân’ın yuzunu
görecegım ülkenin şevkiyle inliyorum. Ola ki, o yerden bizim tarafa bir lütuf
müjdesi gelir.
— Fikir ve şuur dizginini
elinden bırakmış olduğu halde gam çöllerine düşmüş biri varsa benim. Bahtım
vefasız, aklım rehbersiz, tenim dermansız, gönlüm sabırsızdır.
— Sende o ne güzelliktir ki,
Canımın kıblesi olmuşsun. Köyünün etrafı gönlümün
kabesi haline gelmiştir. Secde etmek istesem sana sana secde eder, koşmak
istesem sana doğru koşarım.
Aşk ehlinin dili senin
sevginin sırriyle sustu. Fakat bu dilsizlik yüzünden gizli elemler bildiğin
gibi açığa vuruldu.
— Şu halimi görünce gözlerim
ağladı. İşim fenaya vardı ve kolayca anladım ki, senin yüzünden hasta olan bu
zavallıyı tedavi edecek bir tabib varsa o da ancak senin vuslatındır.
— istersen cefalarla canımı
al. dilersen naz kılıcı ile boynumu kes, Canına yemin ederim ki, sana
bağlanmış olan başımı ayağının bastığı topraktan aslâ ayırmıyacağım.
— Bana nâz ile:
nerelerdesin, şu ayrılık demlerinde halin nice oldu? diyorsun. Aşkından
hastalandım. Hasretinden öldüm, bunları sana nasıl şikâyet edeyim?
— Zavallı Cami senin eşiğinde oturmayı şu sebepten istemez
ki, o şimdi kalbinin acılariyle ayrılık köşesine sığınmış, mihnet yurdunda yuva
kurmuştur.
«— Ayrı düştüm, senden başka dostum yok, ahbab böylemi
yapar? lütfet, ihsan et.
— Sanıyorum ki, beni
hasretinle öldüreceksin. Tanrı hakkı için bana yaptığın şeyi hiç ümidetmezdim.
Şair Ferezdak'ın Hazret-i .Hüseyin'in oğlu
Ali'yi öven kasidesinin hikayesi:
Silsiletüzzehep mesnevisinin birinci cildinde Cami, yersiz methiyeler
yazan şairlerle bunların aksine olarak iyi bir niyetle methiye yazanlardan
bahsederken hırs ve tama hislerinden uzak olarak iyi insanları iyilikle
vasıflandırmayı adet edinen şair Ferezdak'ın Hazret -i Hüseyin'in oğlu
Zeynel'abidin Ali'ye, Emevî halifesi Hişşam'ın huzurunda inşad ettiği kasideyi
anlatır ve bunu en güzel bir üslûpla Farsçaya tercüme eder. Bu tercüme iddiamızın
en kuvvetli şahididir. [ 1 ]
«— Abdülmelik'in torunu Hişşam, Şam halkiyle
birlikte Kabeye gelmişti.
— Kabe'nin etrafını tavaf ediyordu. Fakat
Hacıların kalabalığından,
— Hacerül'esved'i ziyaret etmeğe vakit
bulamadı. Seyretmek için bir tarafa çekildi.
— O sırada ansızın Peygamber ve Velilerin
sevgilisi Hazret -i Hüseyin'in oğlu İmam Zeynel'abidin Ali'nin,
— Şeref ve vakar ile Kabe etrafında yürümekte
olduğunu gördü.
— Tavaf için geçtiği yerlerde halk, safları
yararak ona yol açıyordu.
— Hacerül'esved'i ziyarete yönelince kalabalık
derhal önünden çekildi.
— Bu hali gören Şam'lılardan biri Hişşam'a
sordu: Bu güzel ve heybetli adam kim?
— Hişşam cehaleti yüzünden
birdenbire irkildi. Onu tanımamazlıktan geldi. .
h] Bu hikayen:n aslı İbn • i Hallekan'ın Vefeyatül'ayan adlı
eserinin ikinci cildindedir.
— Tanımam kim olduğunu
bilmiyorum. Medine'li mi, Yemen' li mi, yoksa Mekke' den mi?
— Bufiras
Ferezdak o eşsiz şair de Şam' lılar arasında idi. .
— Hemen atıldı: Ben onu çok
iyi tanıyorum dedi. Bundan ne soruyorsun, bana sor I
— O öyle bir adamdır ki,
Mekke'nin kumlu vadileri, dağları, zemzem kuyusu, Mena' sı,
— -Kabe'nin içi dışı direk ve duvarlariyle
altın oluğu, İbrahim'in makamı,
— Merve, Mes'a, Safa, Hacerül'esved, Arafat
dağı hatta Tibe, Küfe, Kerbela, Fırat.
— Hulasa hepsi onun değerini
tanır ve onun yüceliğine şahadet eder.
— O şehitler serdarı Hazreti Hüseyin'in göz bebeği, Hazret
-i Fatıma'nın bahçesinde yetişen fidanın çiçeğidir.
— Hazret -i Muhammed'in
bağının meyvası, Hazret -i Ali'nin çemeninin lalesidir.
— Kureyş kabilesi arasında
bir kere göründü mü, adı dillerinde neş' e ve iftiharla
dolaşır.
Çünkü, bu yüce başbuğ,
Fazilet ve cömertliği son mertebesine erdirmiştir.
— Onun makamı ululuk
şahikasıdır. Onun devesi Devlet ve saadet bineğidir.
— Bu kadar açık olan devlet
ve izzetini değerlemekte Arap da, Acem de acizdir.
— Onun dedesi, temkin mesnedine yükselmişti.
Mührün ün yazısı Peygamberler ulusu idi.
— Yüzünde hidayet ışıkları
parlar, ahlakından vefa kokusu gelir. .
— Yüzü aydınlık saçan bir güneştir ki, etrafa neş' eler dağıtır, karanlıkları yakar.
— Dedesi Tanrı hidayetinin
kaynağıdır. O da böyle bir kaynaktan süzülmüştür.
— Hicab ve hayâsından gözünü
açıp da herkesin yüzüne bakamaz.
— Halk da onu gördükçe
gözlerini önüne eğer, heybetinden yüzüne dikkatle bakamazlar.
— Halk ile gülümsemeden konuştuğu görülmemiştir.
— Araplar arasında da, Acemler arasında da
şöhret salmıştır. Bu mağrur ve aldatıcı adam onu nasıl tanımaz?
— Güneşin nuru bütün cihanı tutmuştur. Körler
göremezlerse ona ne zarar gelir?
— Güneş feleklerde yükselirken baykuş bu
manzaradan faydalanmazsa ne çıkar?
— Onun eli iyilere de kötülere de bağışlar
saçan bir bulut gibidir.
--- Feyzi bütün cihanı kaplıyan bir buluttur ki, ne kadar yağsa eksilmez.
— O yüce mertebeli cemaatten
niceleri cennetlerin semasına yükselmiştir.
— Onları
sevmek gerçek İmanın delili, onlara kin beslemek küfür ve münafıklık
nişanesidir. w
— Onlara yakın bulunmak
yücelik mertebesi, onlardan uzaklaşmak sapkınlık mayasıdır.
— Takva sahipleriyle Tanrı
rızasını arıyanları seçmek lazım gelse.
— O aileye . uyanlarla o
kafilenin önünde yürüyenler olduğu anlaşılır.
— Yeryüzünün en hayırlı
insanları kimlerdir diye semalardan sorulacak olsa,
— Yıldızların dilinden
gelecek cevap şu olacaktır: Peygamber evladı.
— Onlar, bağışladıkları
zaman Yağmur bulutuna, düşmana saldırdıkları zaman Aslan'a benzerler.
— Bütün ağızlarda Tanrı
adından sonra onların adı söylenir.
— Her kitabın başında Tanrı
adından sonra onların İsini geçer.
— Her nazım ve nesrin sonu,
ancak onların adının uğuru ile parlaklık kazanır.
— Hişşam, Ferezdak'ın okuduğu bu parlak
kasideyi,
— Baştan sonuna kadar
dinleyince öfkesinden kam beynine sıçradı.
— Ferezdak'ı Bülbülden
hoşlanmıyan bir baykuş gibi keskin bir bakışla süzdü.
— Şam'lıların gözü önünde
ona hakaret etti. Bu hareketinden dolayı da şairi hapsetti.
— Ferezdak'ın bu kaside
hikayesi Zeynel'abidin'in kulağına varınca, ’
— O belagatli şaire derhal
on iki bin dirhem altın gönderdi.
— Fakat Ferezdak parayı
kabul etmedi.
Benim maksadım Tanrı ve Peygamber rızasıdır
dedi.
— O methiye, ihsan ve bahşış
için değildi. Bana yalnız canınızın sağlığı kafidir.
— Vaktiyle nice Sivri
sinekler için kasideler, hicviyeler söylemiştim.
— Şimdi o sözlerin günahını
affettirmek İçin bu methiyeyi inşat ettim.
— Zeynel'abidin haber
gönderdi. Biz verdiğimiz karşılığı geri almayız.
— Peygamber neslinden
olduğumuz için verdiğimizi geri almak adetimiz değildir.
— Ferezdak bu vefa ve cömertliği görünce caizeyi kabul
etti.»
— Çöl kumları üzerine
Leylâ’nın adını yazan Mecnun’a ait bir hikâye. -
— Mecnun bir gün kalem gibi
çırılçıplak bir halde kumlar üstüne bir şeyler yazıyor.
— Onun misk kokulu zülfünün
hayalini kumlara resmetmek için uğraşıyordu.
— Parmaklarını kalem gibi
tutuyor, bir düzüye Leyla, Leyla diye yazıp duruyordu.
— Kumlara işlediği bu adın
nakşını ciğerinden sızan kanlarla yuğuruyor,
— Kirpiklerinin seliyle
tertemiz yıkıyor; sonra tekrar yeni bir hevesle yazmaya koyuluyordu.
— Bu garip yazı ve nakışları
daima tekrarlamayı kendine bir vazife edinmişti.
— Onun bütün işi gücü,
hayatının zevkı, ömrünün sermayesi bu idi.
BÖLÜM IV.
CAMİ'NİN İNANDIĞI
ŞEYlER
Tezkirecilerle Biyografi muharrirleri Camî'nin akideleri
bahsinde ayrı ayrı fikirler yürütmüşlerdir. Çünkü, Camî’nin ölümü İran' da
Safevîler hanedanının doğuşu sıralarına raslar. O zamanlarda ise fikirlerde
büyük bir inkılâp ve değişiklik başgöstermişti. İran halkı, memlekette siyasî
durumun değişmesiyle başlıyan bu yeni merhalede mezhep telakkileri ve fikir
hareketleri bakımından da yeni bir devrim hayatına girmişlerdir. O tarihte mevlana Camî’ nin yeni
yayılmaya başlıyan eserleri büyük bir küme tarafından beğenilmekte ve ufak bir zümre tarafından da kötülenmek suretiyle
itiraza uğramakta idi. Bu eserler, bir şehirde son derece takdirle
karşılanırken başka bir şehirde red ve inkar edildi. Bir zümre Camî'yi bir bid'at kurucusu veya tasavvufça olarak tanıdı. Eserlerini küfür
ve zındıklığa isnad
etti. Ba.şka bir zümre üstadı İslâmiyetin ilk
asrındaki âlimler derecesinde gördü. Hatta onu Veliler mertebesine yükseltti.
Üstadın latif ve gönül çekici sözlerinin tesiri altında kalanlar, onun şiir ve
nesirlerindeki fikirleri ele aldılar. Birçok şahit ve deliller göstererek
Camî'yi bir Şia âlimi veya hiç değilse Ehl i beyt
(Peygamber ailesi) dostu olarak tanıdılar. Eserleri hakkında da uzun
dedikodular ortaya attılar. İlmin yüksek mertebesini cahilce taassublarla
bulaştırmak istemiyen gerçek fikir ve nazar erbabı ıse daima hakikate
yöneldiler. Üstadın eserlerinin mutalâasından şu neticeye vardılar:
Cami Semerkand ve Herat gibi
iki ilim merkezinde tahsil ve terbiye görmüştür. İlk zamanlarda zahir
bilgilerini, Eş'arî mezhebi kelâmcılariyle Şafiî fıkıhı esaslarına göre, batın
ilmini de irfan tarikına mensup büyük tasavvuf erbabiyle Nakşibendiye
şeyhlerinin müridliği yolu ile elde etmiştir.
Herat şehri, Hicri dokuzuncu yüzyıl
sonlarında Horasan ve Irak Şiileriyle Efganistan ve Türkistan sünnîlerinin
kaynaştığı bir merkez haline geldiği zamanlarda Cami, hayatının büyük bir
kısmını burada geçirmiş, o sıralardaki mezhep kavgalarını yakından takip
etmiştir. Zaman ve mekân bakımından bazan öyle anları olmuştur ki, ne tamamiyle
genel cereyanlardan kendini kurtarabilmiş, ve ne de İmamiyye mezhebi
esaslarını kökten inkâr edebilmiştir. Bu itibarla sözlerinde daima dört halife
ile Peygamber yoldaşlarının faziletlerini takdirle beraber on iki imamın yüce
mertebelerini de itiraftan çekinmediği görülür. Keskin zekâsiyle aydın imanı
sayesinde Kelamcılarla Eş’ari’ler arasındaki mezhep mücadeleleri safhasında
duraklamamış, zahir bilginlerinin kuru ilkelerinden Sofîyenin Vecd ve Hâl
alanına yönelmiştir. O sıralarda Maverâünnehir ve Horasan' da revaçta olan
Naksibendiye sofileri arasında muhitin geleneğine uygun bir hayat tarzı ihtiyar
eden Cami, halkın kabul ve teveccühünü kazanmakla beraber Timur soyundan gelen
sultanlarla emirlerin de bu zümreye karşı besledikleri sevgi sayesinde onlar
tarafından da benimsenmiştir.
Cami yalnız ölümünden sonra
değil, belki bütün hayatı boyunca da Şiilerle uyuşamadı. Sözleri ve fikirleri
daima Irak ve Azerbeycan'daki mutaassıb Şiilerin itirazına uğradı. Nasıl ki,
Bağdad halkiyle üstat arasında geçtiği Reşehati Aynül’hayat’da yazılı büyük gürültüler de bunun misalidir.
Üstadın dini inancını gösterebilmek
için şu rubaisini örnek alıyoruz:
« — Ey zamanenin taze sakisi,
bana bir kadeh şarab ver, çünkü Sünni ve Şii kavgalarından mideme bulantı
geldi.
— Bana soruyorlar: Cami,
hangi mezheptensin? Çok şükür ki, Sünni köpeği ve Şii eşeği değilim.»
Cami'nin mezhebi hakkında Şia âlimlerinin itirazlarını öğrenmek
için Kadı Nurullah i Şüsteri'nin Mecalis’ülmü’minin adlı eseriyle Seyyid Muhammed Bâkır'i Honsari'nin Ravzatül’cennat fiahvalil'ulema -i Vessadat
adlı kitabına ve başkaca Şia kitaplarına baş vurmak gerektir. Biz bu hahsi onun
manzum ve mansur bazı sözlerinden alacağımız birkaç parça vesikaya dayanarak
kısaca anlatmakla kapayacağız. Ola ki, onun mezhep ve irfan hayatını baştan
sonuna kadar aydınlatacak ufak bir 'Işığa kavuşalım.
Cami’nin dinî itikatları
Silsiletüzzehep mesnevisinin birinci cildinin son kısmındaki bir manzume,
üstadın akait usulünde kelamcıların ilkeleriyle Ehl i sünnet velcemaat
inançlarına uygun bir itikat taşıdığını açıklamaktadır. Bu manzumede Tevhid,
Nübüvvet ve İmamet bahislerinden de söz açıyor. İtikadname adını verdiği bu manzume şu sözlerle başlar:
« — Tanrı’ya hamd ' ettikten ve Peygarnber'i övdükten sonra bu
nükteyi kabul kulağiyle dinle.»
/tzkadnâme’nin yazılışı sebebini anlatırken
diyor ki, Silsiletüzzeh eb’i te’lifle
uğraştığım sırada şeyhim Ubeydullah’i Ahrar'ın oğlu tarafından gönderilen bir
mektupta Islf.m akidelerini nazım yoliyle ifade eden birkaç beyt yazmaklığım
isteniyordu. Şeyhzadenin isteğini yerine getirmek için bu manzumeyi yazmaya
başladım. Sonuna yaklaşırken bu sefer sözün ucu Aşk
bahsine dayandı. Bu konuya ait birkaç beyti de aşağıya nakledelim.
«— Fakat gönül aşk bahsinin şerhini diledi, söz sırası aşka
dayandı.
— Aşk ülkesinden bir yolcu, aşk pınarından bir
serpinti geldi.
— Yani Canan ilinden gelen bir haberci vefalı
dostlardan bir mektup getirdi.
— Bu pek aziz bir mektuptu. Gönderen de
şeyhimin göz bebeği oğlu idi.
— Mektubun hulasası, benim birkaç latif ve
akıcı beytle,
— İslâm akidelerini tam bir şekilde nazım
yoliyle ifade etmekliğimi emrediyordu.
— Toparlaması kolay olan o akideler hem halka,
hem de seçkinlere hitap edecekti.
— Tâki, Sünnet ehli ve dindar kimseler onu
ister istemez ezberleyebilsinler.
— işte o bahisleri yüce tanrımdan yardım
diliyerek yazıyorum .. »
İtikadnâme de geçen
bahisler şunlardır:
1 — Tanrı varlığı, 2 — Tanrı
birliği, 3 — Tanrı sıfatları, 4 — Tanrı'nın hayat sıfatı, 5 — Tanrı'nın ilmi, 6
— Tanrı'nın iradesi, 7 — Tanrı'nın kudreti, 8 —
Tanrı'nın işitmesi ve görmesi, 9 — Tanrı'nın kelâm sıfatı, 1 O — Tanrı'nın fiilleri, 1 1 — Meleklerin
varlığı, 1 2 — Peygamberlere îmân, 1 3 — Islâm
Peygamberinin fazileti, l 4 — Islâm Peygamberinin sonunculuğu
bahsi, 1 5 —
Peygamberimizin şeriatı, 1 6 — Mi'racı, 1 7 — Peygamberlerin mucizeleri, 1 8 — Tanrı kitapları, 1 9 — Tanrı kitabının ezelî
olduğuna dair, 2
O — Peygamberimizin faziletiyle evlâdının ve
dört halifesinin şerefi hakkında, 2 1 — Kıble
ehline kâfirlik isnad etmenin caiz olmadığı, 2 2 — Kabir
azabiyle sorgu melekleri, 23 — İki nefes bahsi, 24 — Kitap yazılarının uçuşu, 25 —
Mîzan, 26 —Sırat, 27 — Kıyamet meydanında
duraklar, 2 8 — Kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalması ve bazılarının
şefaat yardımiyle kurtulması, 2 9 — Kevser havuzu, 3 O — Cennetlerin dereceleri ve Cennetdeki sonsuz hayat ile
Tanrı'yı görme bahsi.
Bu eser şu beytlerle sona ermektedir:
« — Tanrı cemali nimetlerin en büyüğüdür. Söz bununla biter.
Sen de sözünü bitir.
— Bu itikadnâmenin yazılması tamamlandığı için tekrar bahsimize
dönüyoruz.»
'f.
* *
Camî, yine Silsiletüzzeheb’ in birinci cildinde, dinî İnancalarını kısaca
belirttikten sonra Cebriye ve Kaderiye gibi kelâmcıların en çetin ve önemli
tartışma konusu olan mezheb meselelerinden Eş'arî'ye akidelerine uygun bir
şekilde bahsediyor. Bu meseleleri uzun uzadıya inceledikten sonra Gazne' li
sultan Mahmud'la kölelerinden bir temsil getirerek şu beyt ile söze başlıyor:
«— Sebüktekinin torunu Sultan Mahmud'un gül
yanaklı lâle yüzlü servi boylu iki kölesi vardı.»
Dedikten sonra bu konudaki inancını şu
beytlerle hulâsa ediyor:
«— Ey kaderin sırrını keşfeden hakikat ehli,
ciddiyet ve içtihat perdesini yırtma.
— Kendinden vazgeç de Tanrı yönüne kaç.
Benlikten kurtul da ona yapış.
— Sen gerçi İhtiyar denilen hareket
serbestliğine sahipsin, fakat serbestlikte' de mecbursun.
— Sen ihtiyar ve iradeden mahrum bir kalıpsın
çünkü ancak hakkın fiilleri ihtiyar ve irade ile cereyan eder.
— O fiillerde cereyan eden hal,
dikkat et ki,
bu ikisinin dışında değildir.
— O fiiller, ya Tanrı'ya ve
onun nimetlerine yaklaşmaya, yahut da onun azapve öfkesine uğramaya sebeptir.
— İşin birinci kısma girerse
Tanrı'nın nimetlerini tanı, şükrünü yerine getir.
— İkinci hale düşersen amelindeki fenalığı
nefsinden bil.
— Suç ve günahı kendi
tarafına yor, utanç ve tövbe sırrını göz önünde bulundur.»
Hazret-i Peygamber'in
ahvaliyle Peygamberliği hakkındaki tanıklardan bahseden Şevahidünnübüvve
adlı eserinde, Peygamberlik kanıtlarını belirtmekle beraber kitabın altı
bölüme ayrılan bahislerinden birinde ayrıca Peygamberimizin yoldaşlarından
ailesi halkından da söz açmış, onların hayat ve menkabeleriyle kerametlerinden,
olağan üstü hallerinden de geniş bilgiler vermiştir.
Eserin yazılışındaki üslûp
güzelliği ile ifade kudreti Cami' nin itikat bakımından Şialiğe meyleden bir
sünnî olduğunu göstermektedir. Cami, bu eserde dört
halifenin adını daima büyük bir saygı ve edeple anar. Hattâ onları Peygamber'in
aile halkına bile üstün
tutar. Burada dört halifenin faziletleri hakkındaki hadisleri de Farsça'ya
tercüme ediyor. Daha sonra on iki imamın menkabelerine geçiyor, Hazret -i
Ali'den İmam Huccet İbnü'l Hasan'a kadar geçen imamları birer birer büyük
hürmet ve saygı ile vasıflandırdıktan sonra sözü tekrar halifelerin
tavsiflerine getirerek cennetle müjdelenmiş olan on sahabeyi anlatmağa
başlıyor.
Hulâsa bu kitap, Camî'nin
taassubdan uzak bir sünni, fakat imamiye akidelerine meyletmiş bir müsluman
olduğunu pek güzel açıklamaktadır.
İşte bu bakıma gyre sade ve akıcı bir ifade ile, her türlü
edebî külfetten, fazla sözlerden ayrı bir üslûp güzelliğinin örneği olan Şevahidünnübüvve
kitabı mutaassıp İran Şiaları nazarında iyi karşılanmamış, belki de bu kitap
müellifinin itikadındaki bozukluğa bir delil sayılmıştır.
Camî'nin şiirleri arasında
Peygamber torunları hakkında da birçok methiyeler vardır. Yedi mesnevisinin baş
taraflarında çok kerre üç halifeyi .de ayrı ayrı övmüştür. Fakat kaside ve
gazellerinde on iki İmamdan Hazret • i Ali ve Hazret i Hüseyin ve Musa Kâzım'ın oğlu Ali'yi fazla
övdüğü görülür. Bu cihet de Üstadın her iki akideyi birleştirmiş olduğuna ayrı
bir delildir.
Silsiletüzzeheb'de
dört halifeyi şu sözlerle övüyor:
(— Hususiyle Peygamber'in
evlâdı ve yoldaşları ki, bütün insanlardan her bakıma göre üstündürler.
— Bunların arasında
halifeliğe Hazret -i Ebubekir'den daha değerlisi yoktu.
— Ondan sonra da o hür
insanlar içinde bu iş için Ömer'den liyakatlisi olamazdı.
— Ömer'in ölümiyle hilâfet
makamı ancak Osman'ın vücudiyle şereflenebilirdi.
— Bu Üç halifenin ardından
da ilim ve vefa bahsinde Tanrı'nın aslanı olan sonuncu halife geldi.
— Vahiy ve ilhamın bütün
eserleri ondan göründü. Dinin bütün sırları ondan işitildi.
— Tanrı hepsinden de razi
olsun, Hak yönünde onlar için mutlak Cennet müjdesi vardır.
Onlardan Allah razi olsun
ki, mansıbları bütün Tanrı rızasını arıyanlardan daha ’ yücedir.
— Hepsi de Tanrı'nın sevgili
kullarıdır. Onları Amir vc Zeyd beğenmemişse ne
çıkar?
— Rafızilerinn onlara
savurdukları lanet ancak 'kendi nefislerine döner...
Sübhatül’ebrar mesnevisinde
de şu parçalar vardır:
— Ebubekir' in yüzündeki
perdeyi aç da zındıkların perdesini yırt.
— Ömer'in elindeki adalet
turasını her sersemin kafasına vur.
— Osman'ın hayasından
saçacağın kanlarla vefa tarlasına bir yağmur yağdır.
— Tanrı arslanını eline
geçir de birkaç tilkinin postunu yüz...
Cami'yi seven ve onu
gerçekten tam akideli halis bir Şia gibi tanıtmağa çalışan bazı İran
kızılbaşları üstadın üç halifeyi öven şiir ve makalelerini te'vil ederler. Bu
şiirlerin son beytlerinden mana çıkararak gûya üç halife hakkında evvelki beytlerde
geçen medihleri kinaye yoliyle zem şeklinde göstermek gayretini güderler.
Fakat bu yolsuz te'viller Cami'nin ■ şialiğine
asla delil olamaz. Hususiyle başka bir yerde (Leyla ve Mecnun mesnevisi
başlangıcında) açıkça şu sözleri söyler:
«— Senin ünlü evladından hoşnuduz. Dört
dostun olan halifeleri biz de severiz.
— Din yapısının o dört direği, temkin
meclisinin o dört çerağı ki,
— Her biri sana halife olmaya layıktır. Her
dördü bir ve her biri dört sayılır.
— Onlar tek bir vücut gibi birleşmişlerdir. Aralarında
ayrılık hissi bizim idraksizliğimizden doğmuştur.
— Şahlar safa ile uyuşmuş, taş yüreklilik yüzünden bir
zümre de hâlâ kavgada...»
Ölümüne yakın te'lif ettiği Hurdnamei İskender’i adlı mesnevisinin sonunda bu itikadını tekrar açıklıyarak
Ehl i Sünnet mezhebine ve dört halifeye methiyeler yazmakta, ilk halifeyi
Peygamber'e bağlılık, ikincisini adalet, üçüncüsü Hayâ ve dördüncü halifeyi de
cömertlik ve yiğitlik vasıflariyle övmektedir. Hattâ onları din yapısının beka
ve devamını sağlıyan dört unsur gibi tanımıştır.
«— Hususiyle o tacsız tahtsız başbuğlar, tadı sultanlardan
haraç aldılar.
— Bunlardan biri Ebubekir Peygamber' e mağara köşesinde
yoldaşlık etti. Onu korumak için can yakıci bir oku andıran yılanın sokmasına
tahammül etti.
— İkincisi Ömer ki, onun bastığı adalet sikkesinden din ve
dünyanın yüzü neşelendi.
— Üçüncüsü cihanın eksiksiz hayâ hazinesi Osmandır.
Peygamberlik ışığından parlıyan iki nura, (Peygamber'in iki kızına) kavuştu.
— Dördüncüsü deryalar saçan bir buluttur ki yağmuru
cömertlik, yıldırımı Zülfekar adlı kılıcıdır.
— Onlar esasta dört unsura benzerler. Bu madde âleminde
sana din ve fazilet örneğidirler.
— Aralarında bir ayrılık olduğunu zanneder de
adalet gözü ile bakmazsan dinin şekli gaip olur.
— Her alçak gibi
adaletsizlik gösterme, kalbini bu dört aziz'in sevgisinden uzak tutma.»
Cami' nin bundan başka
yalnız Şia. imamları için yazdığı şiirler de çoktur. Necefi Eşrefi ziyareti
sıralarında Hazret-i Ali hakkında yazdığı bir kaside pek meşhurdur. Şu beytler o kasidedendir:
«— Senin ziyaretinle sabahladım ey Necef ulusu! Mezarına
saçmak için canımın sermayesini getirdim.
— Yüce sarayının eşiğini
öpüyorum. Gözlerimde geçmiş günahlarımın mazeretini ağlıyan yaşlar var.
— Yabancının senin sevginden
söz açmaya ne haddi var? Onun aşkı ancak kendi hayalindeki mevhuma aittir.»
Hicaz seferinde Bağdad' dan Necef'i ziyarete giderken
uzaktan beliren türbenin yüksek kubbesini görünce söylediği gazelin birkaç beytini, üstadın bu husustaki itikadını belirtmesi bakımından
buraya alıyoruz:
« — Efendimin türbesi
göründü aman devemi koşturun. O şehitlikten bana parlak nurlar belirdi.
— Gözler, onun yüzünün
ışığiyle Tanrı'yı gördü. Mûtezile’nin gözü de kör o İsa o tarafa döner.
— Ey hiyle ve akılsızlıkla
gönül ehli erenlere karşı kin besliyen müfsid, aşk ve bağlılık davasında
bulunma.
— Cami! aşk yolunun karvancı
başısı sana o sevgili kimdir diye sorarsa söyle ki O, Ali' dir Ali.»
Tuhfetül’ahrar’m beş vakit namazdan bahseden dördüncü makalesinde maddi
varlıklardan ayrılarak bâtmî aleme yönelmeyi ve huzur halinde bulunmayı
anlatırken Hazret -i Ali' nin namazda ayağına saplanan bir oku hiçbir acı
duymadan nasıl çıkarmış olduğunu temsil yoliyle şöyle hikaye eder:
« Tanrı' nın arslanı, velilik
ülkesinin sultanı Ali ki, Allah'a gizli veya aşikar ortak koşmaktan kalbini
temizlemiş ve parlatmıştı.
— Uhud gazasında savaş
safları arasında çarpışırken aksi bir ok tenine saplandı.
— Okun ucu, onun gül
bedeninde gizlendi. Vücudunda kan damarlarından yüzlerce gonca belirdi.
— «Bu haliyle» namaz kılmak
için yüzünü kıbleye arkasını harb meydanının facialarına çevirdi.
— Ona elmas gibi sert bir
hançer fırlatarak tenini yara. ladıkları zaman sanki üzerine gül atmışlardı.
— Kan içinde kalmış, o gül ağacından koyu
renkli goncalar gibi kanlar sızmaya başlamıştı.
— Namaz kıldığı yeri ıslatan bu kanları o ancak
ibadetini bitirdiği zaman görebildi.
— Geçirdiği hali kendisine anlattıkları zaman,
Tanrı'ya and içerim ki dedi:
— Nefsini benden daha iyi bilen kimse yok iken,
ayağımdaki okun ıstıraplarını asla duymadım...»
Cami'nin Silsiletüzzeheb'de Hazret-i Peygamber' in amcası ■ Ebu Talib'in imanı bahsine
ait bir kıt'ası vardır. Bunda Şiaların itikadı hilafına Ebu Talib'i kutsal
Peygamberlik ağacının bir dalı olmasına rağmen iman meyvası veremediğinden dolayı
Ebu Leheb gibi kafir ve dinsiz telakki etmiştir. Bu husustaki kıt'a şudur:
«— Peygamber' e iman etmemiş olan Ebu Talib Hazreb i Muhammed' in amcası ve Hazret •i Alinin babası idi.
— O bunların yakîni idi amma akrabasiyle
beraber imandan nasip almadı.
— Soyundaki kutsallığın ona bir faydası olmadı.
Ebu Leheb gibi Cehennemde yerleşti...»
Camî'nin bu ve buna benzer şiirleri Şia
alimlerinin büyük itirazlarına yol açtı. Hatta Kadı Mîr Hüseyin Şafiî -i Yezdî
Camî'yi kötülemek için şu kıt'ayı söylemiştir:
«— Tanrı velisi olan o gerçek İmam ki, adı
«Allah'ın galip Arslanı» dır.
— Onu iki kişi candan incittiler. Bu işi, biri
cahilliğinden öteki hamlığından yaptı.
— Her ikisinin' de adı Abdurrahman' dır.
Birinin lakabı Mülcem ötekinin lakabı Camî'dir. [ 1 ] »
Halbuki Sükhatürebrar’m 3 8 inci
faslında Hazret-i Haşan için yazdığı methiyede, onun zahid ve köşeye çekilmiş
bir genç ile görüşmesi hikayesini anlatırken şunları söyler:
[1] Abdurrahman ibni Mülcem Hazret-i Ali'yi şehid etti.
Abdurrahman Camî ise babasına hakaret ederek ruhaniyetini incitti demek
istiyor,
Çeviren
«— Çehresinde aşikar nurlar
parlıyan o Peygamber torunu, o veli örneği Hasan,
— Gönül sahipleri yolundan
yürüyerek o genç zahid'in evine gitti...»
___•
Hicaz seferinde Hazreti Hüseyin in türbesini
ziyaret için giderken söylediği gazelden de şu beytleri alıyoruz:
«— Hazret-i Hüseyin’in türbesine doğru yürürken gözümü ayak yaptım. Böyle bir yolculuk aşıklar mezhebinde Farz
-ı ayn' dır.
— Türbesinin hizmetçileri başıma ayaklarını
bassalar, başım «Firkateyn» yıldızlarından daha yüksek
kalır.
— Cami, onun kapısında dilenci ol ki, o
ayrılık acılarını vuslat zevkına çevirir.»
Yine Horasan' da Musa Rıza'nın oğlu imam Ali'nin
kahrını ziyaret sırasında şöyle demiştir:
«— Selam sana ey Tâhâ ve
Yasin sureleriyle müjdelenmiş olan hanedanın evladı: Selam sana ey
Peygamberlerin en hayırlısı Hazret -i Muhammed' in torunu.
— Mülk ve dinin iftihar
ettiği o Imam'ın cesediyle süslenmiş olan bu türbeye de selam olsun.
— Bu gerçek İmam ve ulu
şahın kapısı sultanlar kıblesi oldu.
— İmam Musa Rıza'nın oğlu
Ali ki, Tanrı' dan ona Rıza lakabı verildi. Çünkü onun ahlak ve adeti rıza
yolunda yürümekti.
— Cami, onun muhabbet okunun
zevkmı tattıktan sonra düşmanın çekeceği kin hançerinden ne korkusu olabilir?
...
Bütün bu şiir ve kasideleriyle beraber Şia alimleri, hususiyle
Kadı i Şüsteri Camî'yi halis bir Şia olarak kabul etmemiş,
hakkında nefret ve lanetler yağdırmışlardır.
*
* *
Geçen bölümde tam tercümesini verdiğimiz büyük Arap şairi Ferezdak'ın, Hazret-i Hüseyin’in oğlu Ali'yi metheden
kasidesinde:
«— Bu öyle bir adamdır ki, Mekke' nin kumlu
vadileri, dağları... hep onu tanır.»
Gibi vecdli sözleri Cami'
nin Peygamber ocağına fazla muhabbetini ve onun Ehl. i beytini daima her
zümreden üstün gördüğünü ispat eden parlak birer delildir. Ahond Molla Muhammed
Taki Menlâ
yahzuruhül
fakih adlı eserin şerhinde yukarki
kıt'a ile ilgili bir hikâye anlatır ve der ki:
«Cami' nin meclisinde biri şu fıkrayı anlatır: Karının biri
Ferezdak'ı rüyasında görmüş, halini sormuş. Ferezdak ona şu sözleri söylemiş:
Abdülmelik oğlu Hişşam'ın yanında Hazret -i Hüseyin oğlu Ali'yi öven kasideyi
inşad ettiğim için Tanrı bütün günahlarımı yarlığadı. Bunu işiten Cami, bütün
heyecaniyle gerektir ki dedi ulu Tanrı cümle alem halkının günahlarını da o
kaside hürmetine bağışlasın...»
Cami, yine aynı manzumenin sonunda ehl i beyti
övmenin faziletlerini saymakla beraber İmam Şafiî'nin:
«Hazret-i Muhammed' in evladını sevmek
Rafızî’lik ise, iki cihan şahidim olsun ki ben Rafızî'yim»
Mealindeki meşhur beytinin tercümesini vererek
hazret i Peygamber'in yoldaşlarından bazısına düşmanlık hissi besliyen
Rafızileri tenkid eder. Aşağıya nakledeceğimiz kıt’a bu hususta Cami'nin öz
İnancını belirtmiş olacağından aynen tercümesini koyarak bu bölümü
kapayacağız:
<< — Ehl -i beyti övenler manen kendilerini methetmiş olurlar.
— Peygamber'in ve evladının
aşıkı, onun kötü huylu muhaliflerinin düşmanıyız. .
— Selman -i Farisî gibi ben de ehl •i beytten oldum. Işığım O nur kaynağının feyziyle parladı.
— Ben milletin ulusu olan O yüce Peygamber'e
yüz tutdum. Onu seven onlardandır. Hiç kimsenin kınamasından korkum yoktur.
— Bu, Rafızi'lik değil, belki imanın tam kendisidir.
İrfan sahiplerinin malûm olan bir adetidir.
— Peygamber evladını sevmek Rafızî’lik ise,
bu türlü Rafızî'lik herkese farzdır.
— Peygamber' in sünnetini gerçek
içtihatlariyle kuvvetlendiren İmam Şafiî bile,
— Açık ve kuvvetli bir dil ve ifade ile,
sihirli bir şiir tarziyle şöyle diyor:
— Peygamber evladını sevmek, Hazret -i Fatıma
ocağına yüz tutmak Rafızî’lik ise,
— insanlar ve periler şahid olsun ki ben
Rafızî’ den başka bir şey değilim.
— Ehi i beyti sevmek Rafızî’liğin fena şekli
değildir. Onun kötü tarafı Peygamber'in vefalı yoldaşlarına düşmanlık duygusu
beslemektir.
— O fazilet ve din kılavuzlarına, o hidayet
yolunun ergin yolcularına kin beslemek,
— O vatanlarından ayrı düşenlere Peygamber'le
birlikte cefalara sabredenlere,
— En korkunç tehlikelere göğüs gererek can ve mallarını
feda edenlere düşmanlık beslemek Rafızîliğin en fena şeklidir....»
İ |
v
* *
Camî, irfan ve tasavvuf merhalelerinde şeyh Muhiddini
Arabî'nin izini ve üslûbunu takip eder. Bundan dolayı Şeyhi Ekberle
şakirdlerinin eserlerini şerh etmekle uğraşmıştır. Füsusül • hikem e yazdığı Nakdüntıusus
adlı şerh ile Fahrüddin -i Irakî'nin LemeUt'ına yazdığı Eşi’atüllemeât
bu nevidendir.
Lemeât şerhinde daima
yer yer şeyhin Füsus'undan Fütuhat i
Mekkiye'sinden şahitler gösterir.
Camî'nin kanaatine göre İnsanı ebedî saadete
ulaştıracak şey ancak gerçek aşktır. Varlık alemindeki bütün oluş ve görünüşlerde
cilveleşen aşk sultanıdır. Aşık, maşuk, aşk hep mutlak varlığı hissettiren bir
ayna gibidir. Seven de sevilen de her mertebede Hak'ın kendisidir. Aradaki
ayrılık sevenle sevilenin başka başka mazharlardan belirmesindendir. Sevenle
sevilenden her biri de ötekinin aynasıdır. Mutlak aşk bütün mazharlardan
parlamakta, her idrak ve şuurda belirmektedir. Bu aşk, Sülük erbabına yani
Tanrı yolcusuna çeşitli şekillerde tecelli etmektedir. Bütün varlıkların
suretlerinde tecelli eden belirtiler gibi ilim zevk ve irfan sahiplerinde
zevki, sülük mertebesinin en son derecesine varmış olanlarda zati tecelliler
vardır. Kulda Tanrı'nın görünüşü aynada hayalin görünüşüne benzer. Pürüzsüz
hulül ve ittihad ^Tanrı ile birleşme, pürüzsüz zendaka ve ilhad = Dinsizlik ve
zındıklıktır.
Hak yolunun yolculuğu
tamamiyle Tanrı'ya yönelmekle başlar. Daha sonra Tanrı'da yolculuk merhalesine
erişir. Bu yolculukta birçok parlak ve karanlık perdeler vardır. Sefer denilen şey bu
perdeleri kaldırmaktan ibarettir. Bu yolculukta iki kavs vardır. Viicub i kavs, imkân i kavs. «Kâbe kavseyni
ev ednâ» bu nükteye İşarettir.
Sevenin fiil ve hareketi
sevilenle ilgilidir. Aşıkın her şeyi mâşukundur. Birlik içinde çeşitli
şekillerin çokluğu gerçek Tanrı'ya tesir etmez. Aynı çokluk içinde tek olan
gerçek varlık da kendi birliğinde kalır.
Sevgilinin bin bir türlü
belirtisi vardır. Aşıkın istidatları da çok çeşitlidir. Aşıkta te'siri altında
kaldığı belirtiler derecesinde terakki hâsıl olur. Tanrı'da yolculuğun yolları
sayısızdır. Aşıkın hareketi, isteği, dileği ve terakkisi sonuna kadar devam
eder. Öyle bir noktaya gelir ki, âşıkın kalbi Tanrısal bir kubbe altında her
türlü Teayyün = belirtiden uzak, Gayb ve şahadet = Görünmiyen ve görünen âlemi
birleştirmiş olur. Böyle bir kalbin erginliği:
«— Denizi şarap diye kadehime doldursalar bile himmetim
başka bir şarap arar» beytinin ifade ettiği mertebeye yükselir.
Bu hali şu suretle temsil
ederler: Biri donmuş sudan yani buzdan desti yapsa, içini su ile doldursa,
şüphe yoktur ki bu desti hem desti şeklinde ve hem de buzdan yapılmış olmak
dolayısiyle sudan ayrı bir madde gibi görünür. Fakat güneş sıcağı buzdan
destiye vurunca hem desti hem de içindeki su aynı şey olur. Böylece gerçek
hakikat ve muayyen şekiller ve görünüşler altında birçok mazharlardan
belirmektedir. Vahdet güneşi de herhangi bir bahtiyarın kalbinde parladı da
zahirî görünüşlerin suretlerini onun gözleri önünde mahvetti mi her şeyi aynı
görür. Her
şeyde bir birlik manzarası bulur. O zaman şu cihan içinde yaratıcıdan başka bir şey
olmadığını anlar.
«Avcı da o, av da o, danede.
Saki de kendisi ahbab da, şarap da, kadeh de.»
Sıfatlar da iki türlüdür.
Biri varlık yönünden vücudî öteki yokluk yönünden Ademidir. Varlık yönünden
olan sıfatlar, maşuk ile, yokluk yönünden olanlar da aşık ile ilgilidir. Nasıl ki, Gına = Zenginlik maşukun sıfatı,
Fakr ^Yoksulluk da aşıkın sıfatıdır. Fakr sıfatının fazilet mertebeleri vardır.
Aşık Garaz menfaat düşüncesinden uzak olmalı, kendi istek ve iradesini aradan
çıkarmalı, maşukun idaresine bağlanmalı. Onun istediği ve istemediği şeyleri
ayırmalıdır. Bu sebepten dolayı aşık daima suret ve manaya ait mücahedelerle
riyazetlerle uğraşmak yolunda olan bir
yolcudur. Aşıktaki varlık sıfatı hakikatte maşukun
sıfatıdır. Yoksa bu sıfat aşıkta geçici bir emanettir.
Aşık, maşukuna kavuşmak için
üç merhaleden geçer. Bunlar: 1 — İlmülyakîn -Bilgi kanıtı, 2 — Aynülyakîn -Görgü kanıtı, 3 — Hakkulyakîn Duygu
kanıtıdır. Bu kanıtları şu suretle temsil edebiliriz: Gözü kapalı bir adam
ateşi ancak sıcaklık hakkındaki bilgisiyle anlar. Gözünü açınca onu olduğu
gibi görür. Ateşe düşüp de içinde yanmaya başladı mı onun ne olduğunu ancak o
zaman duyar.
Sevenle sevilen arasında bir ihtiyaç ilgisi vardır. Aşık,
Tecrid ve Tefrid denilen dünyadan el çekme mertebesine erişirse her şeyden
hatta maşukundan bile vazgeçer. Çokluk ve ikilik libasından yani aşıklık ve
maşukluk ilgisinden sıyrılır. Görünenle gören birleşir. Tek bir verlık haline
gelir. Aşıkın sıfatları değişerek Fena'dan sonra Beka mertebesine erişir. Cem'=
birleşmeden sonra Fark = ayrılma makamına ulaşır. Aşık işte o zaman tekmil ve
irşad menziline varır. Nefsine bakar, daima kendini Tanrı' da bulur. O zaman
seven de benim, sevilen de der. Nasıl ki;
«— Ey sevgili, aramızda
benlik senlik kalmadı. Ben sen oldum. Sen de ben, artık ikilikten bahsetme.»
diyen arif gibi her neye bakarsa sevgiliyi görür. «Her şey yok olmaya mahkûmdur,
ancak onun varlığı yaşıyacaktır.» ayetinin manasını anlar. Acaba, Müfessirler
niçin bu ayet metnindeki «Vechehû» kelimesinin sonundaki gaip zamirinin Hak'a
raci olup başka bir şeye ait olmıyacağını söylemişlerdir? Bu o demektir ki her
şey yok olacaktır. Fakat onun hakikati olan vechi ve onun aynı sabite'si baki
kalacaktır.
işte mevlâna Camî'nin eserlerinde çeşitli
ifade ve söz
•
sanatları ile nazım ve nesir yollariyle şerh ve izaha
çalıştığı tasavvuf prensipleri budur.
«Tanrım, Allahım bizi kötü şeylerle
uğraşmaktan kurtar, bize eşyanın gerçeklerini olduğu gibi göster. Basiret
gözümüzdeki gaflet perdesini aç. Olan biten şeyleri gereği gibi gözümüzün
önüne ser. Yokluğun varlık suretinde cilveleşmesine meydan verme, yokluktan
varlık yüzüne perde çekme. Şu hayalî suretleri cemalinin belirtilerine ayna
kıl. Kendini örtmek veya uzaklaştırmak tarafını tutma. Şu yalancı nakışları
bizim için bilme ve görme sermayesi et, cehalet ve körlük vasıtası kılma. Bizim
bütün yoksulluk ve hasretimiz hep kendimizdendir. Bizi kendi halimize bırakma,
bizi kendi benliğimizden kurtarmak kerametini göster. Kendimizi anlamak iz
anını bağışla 1
— Yarabbi bana temiz anlayışlı bir kalb ver.
Geceleri ah etmek, seher vakitlerinde ağlamak aşkı ver!
— Senin yolunda her şeyden önce beni kendi benliğimden
kurtar. Sonra da kendimden geçmiş olduğum halde sana giden yolu göster!»
Camî'ye göre tasavvuf
akidesi feylesoflarla kelamcıların prensiplerinden üstündür. Biz her ne kadar üstadın
sofî ile kelamcı arasında geçen bir tartışmadan bahseden risalesini elde
edemedik. Fakat Sübhatül'ebrar mesnevisinde
Cezb ve Hal ehli olan mutasavvife tarikatinin dedikodu ile uğraşan kelamcıların
mesleğinden üstün olduğunu müdafaa eden bir kıt’asını bulduk. Cami bu kıt'ada şöyle diyor:
«— Delil peşinden koşan bir
bilgin, kendini tartışma .alanında yıprattı.
— Ömrünü Cedel bahsinde
tüketti. Emel atını koşturdu durdu.
— Fakat ne kalbinde tarikten
bir nur parladı, ne de kafasında hakikatten bir heyecan belirdi.
— Bir gün hayatı hiçe sayan bir sofiye rasladı,
— Teni riyazetle ipince, başı damdazlak bir
hale gelmiş,
Tartışma alanında bir savaş arslanı gibi bu
sofî ile mücadeleye girişti.
— Sofî'ye; Ey huyu gibi yüzü de sert adam. Ey
arifler sohbetine arkasını dönmüş mağrur: dedi;
— Sen kendi bilgilerinle bir
sahtekarsın: Söyle bakalım Tanrı’yı hangi delil ile bulabildin?
— Sofî cevap verdi: Ayıp ve
kusurdan arı olan Tanrı'nın gayb aleminden kalbime ve canıma serptiği feyz ile.
— Bilgin, öyle amma dedi: bu
gizli keşfinle cihandaki körlere nasıl kumanda edeceksin?
— Sofi, ben irfan nurlarına
gark olmuşum. Zahir bilginleriyle bir işim yok dedi.
— Her kim bana ayak
uydurursa bulacağım şeyleri o da bulabilir.
— Benim işim, insanları
tartışma ile yola getirmek değildir, ancak yüce Tanrı'ya yönelmektir.»
Camî' ye göre feylesofların akide ve
safsataları gibi kelamcıların ilkeleri de mutasavvifenin telkinleriyle
ölçülemez. Feylesof ve kelamcılar doğru yoldan ayrılmış, sofîlerin Tanrı'sal
heyecan ve neşesinden habersiz yaşıyan kimselerdir. Hakikikat ışığı din
çerağından başka bir kaynaktan parlamaz. Felsefe kanunlarına güvenilemez.
Leyla ve Mecnun mesnevisinin sonunda oğlu
Ziyaeddin Yusuf'a verdiği öğütlerde onu feylesoflara uymaktan menederek mezhep
sahibi alimlerin izinden yürümesini tavsiye eder.
« — Dinsiz feylesoflar gibi din ışığını
felsefe ile parlatmağa uğraşma.
— Göksel işaretler Kutsal kitaplar önünde
iken yerde sürünenlerin efsunlarını ne okursun?
— Mekke burada! Bayağılar gibi Yunan
toprağından iksir arama!
— Din bilginlerinin gerçi hararetli müşterisi
yoktur. Fakat din ve Medine surlarının dışında değildir.
— Hazret i Mustafa'ya giden yoldan başka
insanı kutsal maksada eriştirecek selamet yolu yoktur.
Ancak onun yoluna ve o yolda yürü. Onun izini
gördüğün yola gir.
— Onun ayak izlerinden nişan olmıyan yerden
geri dön. Çünkü: hayatını boşuna harcamaktan başka bir netice elde edemezsin.»
Camî’nin Nakşibendiye sofilerine intisabını
daha önceki bahislerde gördük. Buhara'lı Hoca Bahaeddin Ömer, Mevlana
Nizameddin Hamuş, Hoca Muhammed Parisa, Kaşgar'lı Sadeddin ve daha başka
Nakşibendiye ulularının hayat ve hal tercümeleriyle değerli sözlerini Nefehatülüns de hikaye eden
Cami, çok defa kendi mesnevilerinde de onları anmakta, onların aziz
ruhlarından yardım dilemektedir. Hele Nakşibendiye şeyhlerinin sonuncusu olan
Hoca Ubeydullah -i Ahrar'dan daima edep ve saygı ile bahseder.
Silsiletüzzeheb kitabındaki
şu parça bu iddiayı gerçekliyen bir delildir.
«— O bir muhittir. Etrafını çeviren yoldaşlar ise feyz sunan, irfan dağıtan
bulutlar gibidirler.
Hoca ile müridler halka
çevirince kaşlı bir yüzüğü andırırlar.
— Öyle bir halka ki,
feleklerin üstünde uçan sürü sürü melekler, etrafında kulağı küpeli birer köle
gibi dolaşıl lar.
— O ne hoş günlerdi ki,
Devletimin atı onlar tarafına dizgin çevirmişti. ,
— Her zaman orada dolaşır, o kaynaklardan su
içerdim.
' — Susuz ve perişan
demlerinde onların önlerinde duran berrak suya kanardım.
— Her gün onların çevresinde
dolanır, damla damla feyz dilenirdim-
Her katraya doğru koştukça taze bir hayat
bulurdum. ...»
Aynı parçanın sonunda
üstadın ilk mürşidi Kâşgar’lı Sadeddin’in kendi şeyhi mevlâna Nizameddin
Hamuş’dan naklettiği bir hikâyeyi de şu suretle anlatır:
«— Müridler sığınağı, din ve
devletin saadeti Sadeddin ki, ilim ve amel yolunda en son merhaleye ermişti.
— Gönlü iki cihan ilgisinden
uzak, kendisi yalnız Kâşgar’lı denilmekle meşhurdur.
— Piri Nizameddin Hamuş’ dan nakil yoliyle
şöyle anlattı:
— Bir cuma günü kalbimin
safalı bir zamanında mescide -gitmiştim.
— Namazı kılıp mescidden
çıktıktan sonra evime dönüyordum.
— Bir dükkâncıkta güzellikte eşsiz, bir taze
civan gördüm.
— Aşkı beni öyle çetin bir
duruma düsürdü ki, canımda gönlümde bir fırtına koptu sandım.
— Halime şaştım kaldım. Öyle bir gönül ki,
dedim, bütün bir cihan,
— Onun engin irfanı içinde kaybolur. Nasıl
olur da böyle bir zerrenin aşkına kapılır?
— Damlanın ne değeri ve kudreti vardır ki,
denizi kaphyabilsin?
— Ansızın o civanın karşısında gönlünü
kaybetmiş bir zavallının yol Üstünde yuvarlandığını gördüm.
— Derhal bana malûm oldu ki.
o dert ve sevgi benim kalbimden o zavallıya geçmiş.
— Manzaradan birkaç adım uzaklaşınca o hava ve hevesten
içimi boşalmış buldum.»
Yusuf ve Züleyha mesnevisinin
başında da yine şeyh Ubeydullah'ın adını anmayı uğur tutmakta, ondan bahsetmeyi
feyz ve rahmet sermayesi bilmektedir. Şu beytler hocanın ziraat işleriyle
uğraştığını da
bize anlatmaktadır:
« — Fakr kitabının bir ön
sözü vardır ki, hocamızın kaleminden çıkmıştır.
— -Şeref sahipleri levhasında hiç kimse
Nakşibendi' lerin latif nakşini onun gibi işliyemedi.
— Fakr mertebesi şahlık libası içinde
göründiyse bu, mutlaka Ubeydullah'ın tedbiri sayesindedir.
— Lutfiyle fakr sırrına aşina olanların
omuzlarında bir hırkaları varsa, o mutlaka kaftan şekline sokmuştur.»
Bu manzumeyi şeyh Ubeydullah
i Ahrar'ın ömür ve afiyetine ve çocuklarına dua etmekle belirtmektedir. Cami,
büyük mürşid Hoca Bahaeddin Ömer'in postuna oturan ve hicri 8 2 2 yılında
Medine' de dünyadan göçen Nakşibendiye ulularından Hoca Muhammed Parsa'dan da
bahseder. Nefe.hatül'üns’ de bu mürşidin hal
tercümesini anlatırken şeyhin Hicaz seferinde Cam vilâyetinden geçtiğini ve
kendisinin o zaman beş yaşında olduğu halde babasiyle birlikte şeyhin yanına
gittiğini söyler ve şunları ilava eder:
«— O günden bugüne kadar tam
altmış yıldır ki, şeyhin nurlu çehresinin safası hala gözümün önünde, mübarek
simasının zevki hala gönlümdedir. Bende Nakşibendi tarikatına girmek sevdası
(Tanrı sırlarını kutlasın), onlar hakkındaki. sevgi ve bağlılık hep onun nazarı
bereketiyle başlamıştır. Umarım ki, bu bağlılığın kutsal yardımiyle de onları
sevenler arasında haşrolunayım. »
Nefehat'ın Hoca Ubeydullah i Ahrar'ın menkabelerine ait kısmını da şu
sözlerle bitiriyor:
«Hacegan tarikatına mensup uluların bazı
halleriyle sözlerinden hele Hoca Bahaeddin ile tarikat arkadaşlarının hareket
tarzlariyle öğütlerinden bunların «ehl i sünnet
vel'cemaat» mezhebi akidelerine tamamiyle bağlı oldukları, şeriat hüküm• lerine
itaat ettikleri, Hazret. i Peygamber'in sünnetlerine uygun bir yol tuttukları
açıkça anlaşılmaktadır. Kulluk vazifesinde devam, şuurun ve başka bir şeyin
yardımı olmaksızın Tanrı varlığına bilgi hâsıl etmekle olur. Hava ve heves karanlıkları
ve bid' atlerle basiretleri körleşmiş olan bazı hasta gözlerin 'taassub ve
kıskançlıkları yüzünden bu zümrenin zâhiri ve mânevi faziletleriyle saçtıkları
hidayet nurlarını görememeleri, onları küçümsemek istemeleri mümkündür. Hatta
bu körlüklerini onları inkâra kadar vardırarak doğudan batıya kadar yayılan
feyz ve irfanlarını anlamamak suretiyle de açıklamak istiyenler bulunabilir.
Onlara bu irfan ne kadar uzak.
— Nakşibendiye uluları acaip
bir kafilenin önderidirler. Kârvanlarını gizli yollardan Kâbe'ye götürürler.
— Onların sohbetinin
cazibesi, hidayet yolcusunun gönlünden halvet vesvesesini ve çille düşüncesini
uzaklaştırır.
— Kısa
görüşlünün biri, bunlara dil uzatsa da ne çıkar? Ben o itirazcılar sürüsünün
adını bile anmak istemem. Allah etmesin. ’
— Bütün cihan arslanları bu zincire bağlanmışlardır. Tilkiler
hile ile bu zinciri nasıl koparabilirler? »
Camî'nin tasvvuf yolunda
yazdığı bütün eserlerinde hep Nakşibendiye ulularının inançları ve onların
tesirleri görülmektedir.
Hâcegân tarikatı da denilen
Nakşibendiye tarikatının inançları birkaç düsturla hulasa edilebilir. Bunları Reşehat. müellifi büyük bir Nakşibendiye şeyhinden naklederek şu
terimler içinde toplamıştır:
«Hûş der dem, Nazar her
-kadem, Sefer der. vatan, Halvet der -encümen, yâd • kerd, bâz -geşt, nigâh daşt, yâd daşt. Bunlardan başkası
hep zan ve tahminden ibarettir.
HÛş der. dem: Göğüsten çıkan
her nefesin huzur ve şuurla çıkması, ona
gafletin yol bulmamasıdır.
Nazar her kadem: Salikin şehirde, kırlarda, her
nerede
olursa olsun yürürken daima ayağının ardına bakmasıdır. Bu
suretle dikkati dağılmaz ve gözleri uygunsuz şeylere takılmaz.
Sefer der -vatan: Salikin beşerî tabiatından ve sıfatlarından
ayrılarak meleklik tarafına yönelmesi yani kötü huy ve sıfatlardan geçerek İyi
vasıflara doğru yol almasıdır.
Halvet der -encümen: Hoca Bahaeddin Nakşibend'in buyurduğu
gibi zahirde halk ile, batında Hak ile olmaktır. Tanrı'nın «O erleri, kazanç ve
alış veriş düşüncesi Tanrı'yı anmaktan alıkoymaz. > mealindeki ayetle
işaret buyurduğu erenler, bu mertebeye ermiş olanlardır.
Yad -kerd: Bu, kalb veya dil ile Tanrı' yı anmaya işarettir.
Mevlana Sadeddini Kaşgarî, zikrin talimi usulünü şöyle tarif etmiştir: önce
şeyh müride karşı kalbinde Lailahe İllallah Muhammedürresûlullah der, mürid de
kalbini buna hazır bulundurarak şeyhin kalbine doğru yönelip ı;öz:ünü havaya kaldırır,
ağzını yumar, dilini damağına yapıştırır, dişlerini üst üste getirerek nefesini
tutar, tam bir ululama ve kalb kuvvetiyle şeyhin hareketlerine uygun olarak
zikre başlar. Mürit, zikri diliyle değil kabiyle yapar. Nefesini hapsetmekte
sabırlı olur. Her nefeste bu zikri üç defa yapmıya çalışır. İşte bu suretle
yapılan zikrin zevk ve lezzeti kalbe ermiş olur... Zikrin tatbiki kolay olan
bir şekli de nefesi, içinde daraltmıyacak bir halde göbek altında bekletirken
dudakları birbirine ve dili ağzına yapıştırarak kalbi bütün düşüncelerden
arıtmak ve onu çam kozalağı şeklinde bir et parçası halinde farzederek daima
zikretmekle meşgul bir duruma sokmaktır. Şu halde «La» kelimesini göbek
üstünden yukarıya doğru çekmek, «İlahe» kelimesini sağa doğru hareket ederek
ifade etmek. «İllallah» kelimesini de kozalak şeklindeki kalb üzerine sertçe
vurmak gerektir ki, o zikrin harareti bütün azaya sirayet etsin.
Bazgeşt: Zikreden kimse yukarda söylediğimiz Kelime i Tevhid'i tekrarladıkça bu tekrarın arkasından aynı dille
«Yarabbi istediğim sensin, dilediğim senin _rizandır» anlamında olan «İlahî
ente maksudî ve rızake matlubî» sözlerini ilave
etmektir. Çünkü bu kelimeler kalbe gelen iyi kötü her
hatırayı silip süpürerek müridin zikrini halis kılar, gönlünü Tanrı' dan başka
olan yabancı duygulardan arıtır.
Nigah-daşt: Hatıranın murakabesi demektir. Her nefeste kaç
defa Kelime -i Tevhid zikredilirse hatıra o nisbette başka şeylere' iltifat
etmez. Mevlana Sadeddin bu kelimenin mapasını şöyle anlatır.: «Bir saat, iki saat, hulasa ne kadar zikirle
meşgul olmak mümkünse bu müddet içinde hatıranın Tanrı'dan başka hiçbir tarafa
yönelmemesine dikkat etmelidir.»
Yad daşt:. Bundan maksat hep Tanrı'yı anmak,
devamlı surette hep bunu düşünmek ve zevk yoliyle hep onu hatırlamaktır.
Yad-daşt terimini huzurda bulunmak, Tanrı'yı perdesiz görme zevkının tesiri
altında kalmak şeklinde de tarif ederler.»
Cami, Şerh i Rubaiyyat
adlı kitabının sonunda bir rubaiyi şerh ederken mürşidi Sadeddin -i
Kaşgarl'nin şu sözlerini de naklediyor ki: Nakşibendiye sofilerinin meslekini
aydınlatması bakımından faydalı bulmaktayız. Rubai:
«— Kalbinin zikir nurlariyle
dolduğu demlerde nefsinin o ışıklar içinde kahrolması ne hoştur.
— Çokluk düşüncesi aradan
kalkar, zikreden hep zikir kesilir. Zikredilen de zikredenle birleşir.»
Cami, bu rubaiyi şerh ederken diyor ki :
«Efendimiz ve mürşidimiz
millet ve dinin saadeti Kaşgar' lı Sadeddin Tanrı sırrını kutlasın; bazı
değerli dostların iltimasiyle bu azizlerin zikir ve teveccüh bahsindeki
iştigallerini anlatırken birkaç kelime yazmışlardı. Ben bugün o yazıları ve onların mübarek ifadelerini uğur tutarak o
sözlerden irşat dileme yoliyle buraya nakletmek istedim. Taki, bu Risale kutsal
sözlerle sona ermiş ve mübarek nefeslerle tamamlanmış olsun. Sadeddin buyuruyor
ki: Tanrı sözü ile başlarım. Bu azizlerin meşgul olduğu tarikatın temeli Huş
der dem ve halvet derencürnen' dir derler. Hûş der -dem' in manası o dur ki:
- Nakşîlerin
yöneldiği yola gelince: Kalblerini Ulu Tanrı'ya
çevirirler. Bu yönelmede söz, ses, Arapça,
Farsça gibi zâhirî şeyler yoktur. Her türlü cihet ve taraf fikrinden de
arıdırlar. Gönüllerini kendi yeri olan çam kozalığı şeklindeki Kalb i sanavberî
tarafından uzaklaştırmazlar. Çünkü cihet ve taraf kavramlarından arı olan
gerçek sevgili oradadır. Nasıl ki Allah Kur’ânında « Biz ona şah damarından daha yakınız» buyurmuştur. Mesnevi:
— Ey kemanlar, oklar tertibeden avcı: Av
yakında fakat sen uzağa atıyorsun.
— Uzaklara ok atan hedeften çok uzaklaşır. O,
böyle bir avda daima eli boş döner.
Fakat basiretteki zayıflık yüzünden her ne
kadar bu mertebeye tamamiyle erişilemezse de yavaş yavaş terakki hâsıl olur ve
öyle bir hale gelir ki, basiret gözü önünde bu mâna' dan başka hiçbir şey
kalmaz. Mürit her ne kadar bu mânayı kendiliğinden tefsir etmek istese de imkân
bulamaz. Bu hâl, gırtlağına kadar denize batmış bir insanın gözü önünde denizden
başka bir şey görmemesine benzer. Yavaş yavaş bu ,,
hakikatler onun gözünde canlanır amma pek
uzakta hayal mayal görünen ve iç yüzü anlaşılmıyan zayıf
bir cisim gibi kalır. Müridin kalbini iyiden iyi meşgul edemez. Fakat sözü geçen bu yönelmenin de oldukça zor bir tarafı vardır. Bu
zorluğu da Tanrı zatının ismi olan o kutsal adı kalbde yeniden anarak ve daima
o mânayı murakabe ederek yenmek mümkündür. Bu murakabe ile uğraşan sâlik gözü
herhangi bir şeye takıldığı ve onu gördüğü halde akliyle sebebini bulamıyan
bir kimse gibidir. En doğrusunu Allah bilir.»
Sadeddin i Kâşgarî bu kutsal sözlerin sonunda
bu âcizin haline ve konusuna uygun olan şu iki mesnevi beytini söylemektedir:
«— Alçaklar bir sâf gönüllüyü kandırmak için
derviş sözlerini çalarlar. O efsunları ona okurlar.
— Erlerin işi açık ve samimî konuşmaktır.
Alçakların mesleği ise hiyle ve hayasızlıktır.»
Cam'lı üstadın sadece
tasavvf mesleğinde Nakşîlerin bazı adet ve âyinlerini mecazî anlamiyle
taklideden bir meczub olduğunu zannetmek büyük hatadır. O, Nakşilikte bulduğu
yüksek hakikate samimi şekilde gönül kaptırmış, tasavvufun iç ve dış anlamına ermiş bir aşıktır, Asrında mürşidlik iddiasında
bulunarak her köşede birer dergah ve tekke kurmak suretiyle geçinen
birçoklarını şiddetle ayıplamış onları sapkın ve şaşırtıcı birer mukallid
olarak tanıtmıştır. Bir yerde diyor k:
«— Şeyhimiz çılgınlık ve
heyecanla gece gündüz naralar atar.
— Başı gururla, gönlü
kibirle dolu olduğu halde yüzünü halka, arkasını mihraba çevirir.
— Etrafında bir eşek sürüsü
saf bağlamış, şehre velvele salmışlar.
— Bu nedir diye sorarsanız
Şeyh zikrediyor, gaflet pisliğini zikirle temizliyor derler.
— Kapıdan ansızın bir adamcağız koşar, şeyhin
ve dostların kulağına eğilir.
— Şeyh hazretlerinin dostu ve müridi olan
falan vezir veya falan bey geldi der.
— Şeyh ile müridleri artık şaşırmışlardır.
Gurur şarabiyle mest olmuşlardır.
— Yüksek sesle devam eden o zikir âlemi, yeni
gelenlerin huzuriyle büsbütün coşar.
— Kubbeyi çatlatan
figanlarla dervişlerin göğsü göbekten dudağa kadar kurumuştur.
— Birinin ağzı köpürmüş,
eliyle göğsüne yumruklar indirir.
— Öteki hırkasının yakasını
yırtar. Zaman zaman acıklı âhlar çeker.
— Birkaç duygusuz kendini
kapıp koyuvermiş, ne halktan ne de Tanrı' dan utanma kalmış.
— Şeyh zikri paydos edince
yüzünü artık dedikodu alanına çevirir.
— Keşiften, ilhamdan söz
açar. Hal ile makam mertebe• lerini ayırmak ister.
— O Tahkikten dem vurur ama taklide ait merasim kendisini
kepaze eder.>
Nefehatül'üns'te Tebriz'li Seyyid Kasım Envar'ın ahvalinden bahsederken
güzel bir ifade ve iyham sanatiyle şeyhin müridlerini hicvetmektedir. Camî
diyor ki:
«Müridlerinden birçoğu islam
dininin boyunduruğundan kurtulmuş, şeriat ve sünnette her şeyi hoş görme ve
savsaklama yoluna girmişlerdi.»
Daha sonra bunların
gidişlerini ve fazla serbest hareketlerini anlatarak Seyyid Kasım’a halef
olanların halkasında revaç bulan saygısızlıklara işaretle orada nefse ait zevk
ve arzuların nasıl yer bulduğunu ve maddî hazlar ve şehvetler sofrasının nasıl döşendiğini hikaye eder.
«Şahsî cömertlik yönünden
tekkeye gelen her türlü bağışlar hep mide işlerine sarfolunur. Nefis ve
havasına düşkün kimselerin maksadı burada hasıl olurdu. Bunlar için hiçbir
engel yoktu. Tamah ehli kişilerden bir cemaat toplanmıştı. Şeyhin irfanından
öğüdler dinlerler, nefis ve havalarına uygun bir şekilde bu sözleri derhal
benimser, bunları zevk ve eğlencelerine birer sermaye edinir, keyf ve
heveslerinden vazgeçmedikleri gibi şerait ve sünnetin emirlerine karşı da
daima her şeyi mubah saymak suretiyle sapkınlık çukuruna düşerlerdi. Fakat
şeyhin kendisi bu fenalıklardan ari idi.)
Camî'nin Silsiletüzzfheb mesnevisinin birinci cildinde düzme sofilerle sahte
mutasavvıfları hicveden uzun bir manzumesi daha vardır. Bu manzumede sözü
geçen mutasavvıfların çevresine toplanan günahkar müridlerin rezaletleri
hakkında açık tarizler yer bulmaktadır. Manzumeden bazı parçalar:
( — Şehir ve ülkelerde sofî
geçinenlerden sakın, hepsi de kahbe ve insan avlıyan canavarlardır.
— Onların işi, gücü yemek içmekle uykudan, düşünceleri
günlerini öldürmekten başka bir şey değildir.
— Zikirleri hep geçim yolu, fikirleri sofra ve
aş derdidir.
— Her biri bir yere
kapılanmış, adına tekke veya dergah demişler.
— Güzel sergilerle döşenmiş, İyi kap kacak
dizilmiş.
— Sac ayağı kurulu, tencere
üstünde, mutfak takımları hazır.
— Köyden veya şehirden ne hediye gelecek diye gözler kapıda.
— Birkaç batman et veya un
getirenler zamane şeyhinin baş köşesine geçerler. -
— Dağarcık üzerine söz
açılır, dostlara martavallar okunur. '
— Yemek pişinciye kadar zevzekliklerin arkası gelmez.
— Onun dostluğu yemek
içindir. Neş’ esi de tencere ateşinden gelir.
— Her nerede eline fırsat
geçmiş, şehirden bir delikanlıyı azdırmış, bir müfsid varsa,
— Hep
dervişler derneğini anar, başım onların ayağına feda
olsun der.) .
Yine bu manzumede diyor ki:
( — Bu sofilik değil, mutlak
bir serbestlik, belki sahtekarlık ve kaltabanlıktır.
— Sana yüz defa şeyh ve sofi
dedim amma şimdi o ; sözlerden af diliyorum.
— öyle alçakların bu adları takınmaya ne
hakları var?
— Birkaç padişahın isim ve lakabını şu bayağı insanlara
yakıştırmak yazık olur.)
Cami'nin sofilik ve irfan bahsinde en büyük
olgunluğunun bir şahidi de, onun bütün meziyetlerinin başında gelen tevazuudur.
O, hayatında hiçbir tekke ve dergah açmadı. Müridlik ve mürşidlik gibi davalara
keşif ve keramet sevdalarına kapılmadı. Kendisine şeyhlik' süsü vererek halkı
arkasından yürütmek gibi bayağı arzulardan uzak yaşadı.
Emir Alişir, Hamsetül’mütehayyiriride diyor ki:
«O Hazret, Tanrı yönünden keramet
göstermeğe memur edilmemiştir. Dürüst ve temiz hayatını şairlik, melamilik, mollalık
kılığı altında gizledi.» '
Abdulgafur -i Lari de Tekmile sinde üstadının sözlerinden bahsederken diyor ki:
«Buyururlardı ki, keşif ve keramete
güvenilemez, hiçbir keramet bir fakirin bir devletlû huzurunda teessür ve cezbe
duymasından, onun bir zaman ıçin kendi benliğinden uzaklaşmasından daha zevkli
değildir.
Rubai:
— Yüzünü görmekle kendinden geçecegm bir
sevgilinin ayakları altında sürünmek daha hayırlıdır.
Her ne kadar dudaklarının kadehinden vuslat
şarabı içemezsen de bari onun sarhoş gözlerinin büyüsüyle mest olursun ya.»
Lari, ustadın mükaşefeleri ve manevi halleri
hakkında da şu sözleri söylemektedir ki, son derece gariptir:
«Buyururlardı ki, ne zaman kendimi şöyle
toparlamak istersem mağluboluyor ve garip bir hal karşısında kalıyorum. Öyle zannediyorum
ki yerden uzaklaşmışım, ayaklarım yere değmez olmuş.»
Cami’nin İrşad için bir tekke açmak ve mürid
toplamaktan kaçınması sebebini de Abdulgafur -i Lari uzun uzadıya
anlatmaktadır. Bu geniş bilgiden bir kaçını nakletmek bizi • o tafsilatı okumak külfetinden kurtarır sanırız. Cami’nin
Nakşibendiye tarikatına girmesi sebebini anlatan bu kısımda Lari şunları
yazmaktadır:
«Üstat, hiç kimseye
bu tarikatı telkin etmedi. Sadeddin • i Kaşgari' den bu hususta icazet almış ve
gıyabında buna mezun bulunmuş iken yine mürşitdlik davası etmedi. Ancak ansızın
fakirin biri gelir de baş vurursa ona gizlice tarikat edeplerini öğretirdi. Bu
kemal mertebesi onun son derece latif ve nazik oluşundandı. Yine buyururlardı
ki, bu tarikatte şeyhlik yüküne tahammül edemem »
«Gerçi son zamanlarda tarikata girmek arzu eden
bazı İstekliler de artmıştı. Fakat buyururlardı ki, ne yazık ki, talip bulmak
imkanı yok, her ne kadar istekli çoksa da onlar hep kendi zevklerinin dilediği
şeyi arıyorlar. Be y t»
«— Şeker dudaklarından gönül muradı istiyenler
şüphe yok ki âşıktırlar. Fakat onlar ancak kendi nefislerinin âşıkıdırlar.»
Yine
Lârî diyor ki:
«Tevhid ve fena hali Camî’ye galebe ettiği
zamanlarda bile iyi veya kötü hiç kimsenin sohbetinden çekinmezdi. İç âlemiyle
uğraşırken dış âlemini de ihmal etmez, Nakşibendilerin âdetleri gereğince
«Halvet der encümen» mertebesinde zâhir ve bâtını birleştirmeye muvaffak
olurdu.»
Reşehat -i Aynalhayat’ da üstadın bâtınî âlemlerdeki derecesiyle şahsi erginliği
hakkında bazı bilgiler verilmektedir. Bu bilgiler Cami'nin manevi ilkeleriyle ahlâkî terbiye
sisteminin daima halk ile kaynaşmak, toplum hayatının düzeni içinde kalmaktan
ibaret olduğuna en güzel birer delildir. Reşehatdaki
sözlerden bazılarını buraya nakletmemiz yersiz olmıyacaktır.
«Bir gün Üstat, birisine sordu: Ne işle
meşgulsün? Cevap verdi: Pek rahatım, dünyadan el ayak çekmiş, feragat köşesine
büzülmüşüm. Buyurdular ki: Rahat ve âfiyet, ayaklarını keçesinin altına çekerek
köşeye yan gelmek değildir. Afiyet nefsinin esaretinden kurtulmaktır. Bunu elde
ettikten sonra ister köşede otur ister halk içinde....»
Yine Reşehat"ın anlattığına göre:
«Biri Üstat'tan sordu: Tasavvuftan pek seyrek
söz açmanızın sebebi nedir? Şu cevabı verdiler: Farzet ki bir zaman için
biribirmizden ayrılıyoruz...»
Üstadın Nakşibendiye tarikatına bağlılığı
hakkında da şöyle denilmektedir:
«Buyururlardı ki, -Tanrı sırlarını kutlasın Hâcegân
tarikatında pek az kimse görmüşüz ki, kendisinde bir nevi zevk ve kabiliyet
olmasın. Başka tarikat şeyhlerinin son durağı bu taifenin başlangıcıdır. Bu
zümreye girenler arasında sonradan , yüz çevirenler pek azdır. Nefis ve
havasına uyup bir kenarda kalmış olanlar da er geç yine ona bel
bağlamışlardır.»
Yine kalbe yönelme ve kalbi zikir hakkında da şu sözler vardır:
«Bir gün Üstattan birisi ricada bulundu. Bana bir zikir
öğretin ki dedi. Ömrümün son yıllarında onunla uğraşayım. Üstat şöyle
buyurdular: Birisi mevlâna Sadeddin i Kâşgari’ • den de aynı dilekte bulunmuştu. Mürşid elini sol tarafına
götürerek çam kozalağı şeklinde bulunan kalb tarafını İşaret buyurdu ve dedi
ki, bununla meşgul olunuz ki, iş buradadır. Yani kalbi anlamaya çalış. Bu
anlama işaret için şu rubaiyi de okudu: Rubai:
«— Efendi,
gönül sahipleri semtinde yerleş, gönül sahipleri katında kendine bir gönül
bulmağa çalış.
— Ezeli sevgilinin yüzünü görmek istiyorsan senrn aynan
gönüldür’. Yüzünü aynaya çevir.»
:(.
* *
Yukarıya naklettiğimiz menkabe ve hikâyeler her ne kadar
Cami'nin rreşrebindeki safayı, mezhebindeki arılığı ve mertebesinin yüceliğini
gösteren yüksek birer keramet değerindedir; bunları belirtmekle ayrıca ona
nispet edilen birtakım keşif ve kerametleri saymaya lüzum görmüyoruz. Ancak
bütün bu meziyetleriyle beraber Cami'nin müritleri onun birtakım âdet dışı
hallerini de hikâye ederler. Bize göre bu gibi hikâyeler, onun şerefli
dervişlik hayatiyle yüksek feragat ve istiğnasının değerinden bir şey
kaybettirmese bile aslâ bir şey de ilâve edemez. Fakat başkalarının Cami'nin
mânevi mertebesi hakkındaki kanaatlerini gereği gibi belirtmek noktasından
birkaç riyayetin burada sıralanması faydasız olmıyacaktır. Reşehat -i Aynülhayat' da şunları okuyoruz:
«Geylan vilâyeti halkından bir Aziz, birkaç gün hasta oldu.
Nihayet ölüm haline geldi. Oğulları, torunları, dostları, akraba ve aşireti
yakalarını yırtıyorlar, feryat ve figanlarla teçhiz ve tekfin hazırlıkları
görüyorlardı. Ansızın hastada his
ve hareket belirtileri başladı.
Yavaş yavaş o bitkin ve baygın durumundan ayılmaya yüz tuttu ve iyileşti. Aynı
günde yataktan da kalktı. Sapasağlam bir hale geldi. Bunu haber alanlar
hayrette kaldılar. Hiç kimse bu hadiseden bir şey anlıyamadı. Aradan bir müddet
geçtikten sonra bazı mahrem dostlarına şöyle anlattı: Hastalığın en şiddetli devresinde tam canımdan geçeceğim
sırada karşımda mevlana Abdurrahman Cami belirdi. Bana iltifat gösterdi.
Hastalığım birdenbire sakinleşti. Bu vak'adan sonra Geylan'lı Aziz yirmi bin
dinar, nefis yünlü ketenli ve daha başka kumaşlardan bir armağan tertip ederek
üstada yolladı. Gerçek bir bağlılıkla ondan himmet ve irşat diledi. Cami de
Nakşibendiye tarikatına ait kısa ve faydalı bir risale yazarak Geylan' a
gönderdi.
Risalenin sonunda şu sözler yazılı idi: Bu gibi
sözleri söylemek ve yazmak bu fakirin mesleği değildi. Fakat o taraftan gelen
taltif bir ihlas kokusu bu manaların yazılmasına sebep oldu. Rubai:
«— Bütün bu öğütlerle beraber yine eli boş ve hiçten
ibaretsin. Kapıda kalmış, muradına erememiş, düny heveslerinden kurtulamamış
bir insansın.
• — Sana aradığın hazinenin yerim gösteriyoruz. Biz her ne
kadar ona kavuşamadık amma ola ki sen yetişesin...»
Reşehat'dan başka bir hikaye:
«Bir gün Herat şeyhül'islamı mevlana Seyfeddin
Ahmet, ders arkadaşlariyle birlikte Cami'nin ziyaretine gitmişti. Cami onlara
bir ziyafet çekti. Hanende ve sazendelere güzel gazeller okumalarını, latif
havalar çalmalarını emretti. Bu muhab. bet meclisinden birkaç gün sonra üstat
bir gezinti yapmak üzere Ziyaretgah semtine doğru gittiler. Orada takva ehli
sofilerden Şah Şeyh adlı bir zat ile tanıştılar. Şeyh, Cami ile tanışmadan önce
meğer Şeyhül'islam ile arkadaşlarının saz söz meclislerinin söylentisini haber
almış, muhabbet sırasında Şeyh Şah: siz ki cihan alimlerinin önderi, Arab ve
Acem ariflerinin en başında gelenisiniz. Kutlu meclisinizde ney ve çalgı aletleri gibi zevk ve eğlence vasıtalarının yer
bulması sebebi nedir?
Şeyh bu itirazı söyledikten sonra Cami başını
şeyhin kulağına götürdü, ona gizlice bir şeyler söyledi. Mecliste bulunanlar
hiçbir şey anlayamadılar. Ansızın Şeyhin yüreğinden bir feryad koptu ve kendisinden
geçti. bir müddet sonra kendine gelen Şeyh Cami' den birçok özürler diledi
ve bir daha bu gibi sözleri ağzina
almadı....>
Nazar ve tetkik ehli bir bilgin olan Alişir Nevâî, Hamsetül’mütehayyirin de Üstadın kerametleri ve ruhî olgunlukları hakkında
birkaç hikaye nakletmektedir:
«Sultan Hüseyin Baykara'nın
büyük emirlerinden Muzafferüddin Barlas'ın dostlarından Irak'lı Seydim isminde
biri cehaleti yüzünden daima Cami'yi inkar ederdi.^Bir gün edepsizlikle
hazret'in divanını parça parça ederek ateşe attı. Hemen o birkaç gün içinde
azasından birine bir yara musallat oldu. O yara kısa bir zamanda cerahat ve
iltihap peyda ederek kanser halini aldı ve adam öldü.»
Yine bu eserde Alişir,
Cami'nin şefaat ve iltimasiyle Sultan Hüşeyin Baykara'nın işkence zindanından
kurtulmuş olan Mecdüddin Muhammed Hafi' den bahsederken şunları yazmaktadır:
(Alişir ile Mecdüddin arasındaki geçimsizliği anlamak için Habibüssiger in üçüncü cildine bakınız).
«Mecdüddin ’,Muhammed, herkesce bilinen ve tarifine lüzum
olmıyan bir adamdır. Bir hatası yüzündenŞpadişah emriyle hapsedilmişti.
Zindandan salıverilmesi için padişaha yalvarması Üzerine padişah bir kefil
istedi. Mecdüddin de Cami'den kendisine kefil olmasını rica etti. Üstat şefkat
ve merha^ met yönünden bu ricayı kabul etti. Fakat bu insafsız hapisten çıkar
çıkmaz :kaçtı. On onbeş gün geçmeden yine yakayı ele verdi. Bu sefer getirerek
cerme ve işkenceye mahkûm ettiler. Bütün servetini divan memurları müsadere etti.
Kendisi de şehirde süründü.> ’
Hamselül’mütehayyirin
in sonlarında Alişir çağdaşlar tarafından
Camî'nin ahval ve kerametleri hakkında yazılan şeylere dair kendisinden
malûmat istiyen bir zata diyor ki:
«Cami, kerametin nevileri hakkında mevlana
Abdülvası' ve mevlana Ahmet Pîr Şems gibi kitap ve risaleler yazmıştır.
İsteyenler kitap ve risalelere baş vurabilirler.»
işte mevlana Cami'nin tasavvufta ve bu ilmin
ilkelerini kavramaktaki mevki ve mertebesiyle onun dervişlik merhalesindeki
yüksek erginliğini yani Halk'tan Hak'a nasıl geçtiğini şu sözlerle kısaca belirtmeğe çalıştık:
'f.
* *
Camî'nin bugün gerek ellerde dolaşan, gerekse büyük kütüphanelerde tek nüsha veya mecmua
halinde bulunan ve bazıları birçok defa İran
ve Hindistan' da bastırılmış olan eserlerinden başka eski bir müellifin Tuhfe’i Samî sahibi
Sam Mirza'yı Safeviınin tezkiresinde bunların toplu bir listesini buluyoruz.
Tahran basması Tuhfe’i Sami"nin 7 6-ıncı
sahifesinde Camî'nin te' lif ettiği eserlerin sayısı büyüklü küçüklü, manzum,
mensur, Arapça ve Farsça olmak üzere 45 parça olarak gösterilmektedir. Sam
Mirza diyor ki:
«Cami, ömrünün bütün günlerini daima eser
te'lif etmekle geçirmiştir. Yazdığı kitaplar şunlardır:
1 — Tefsir (Ve lyyaye ferhebun)
ayetine kadar, 2 — Şevahidünnübüvve, 3 — Eşi’atüllemeât, 4 — Şerh’i Füsussülhikem, 5 — Levami', 6 — Şerh’i bazı ebyat’i iâiyye’i Farızıyye, 7 — Şerh’i Rubaiyyat, 8 — Levayih, 9 — Şerh’i Beytî çend ez Mesnevi'i mtvlevi, 1 O —
Şerh’i
Hadis'i Ebîzer'i Gıfarf, 1 1 — Risale Filvücut, 1 2 — Tercüme’i erbain Hadis, 1 3
— Risale’i La İlahe İllallâh, 1 4 — Menakib’i Hace Abbdullah'i A nsarf, 1 5 — Risale’i tahkik’i mezheb’i sofî ve mütekellim ve hakim, 1 6 — Risale’i sual ve cevab'i Hindustan, 1 7 — Risale’i Menasik'i Hac,
1 8 — Silsiletüzzeheb, l 9 — Selâman ve Absal, 20 — Tuhfetül’ahrar, 2 1 — Sübhatül'ebrar, 22 — Yusu/ ve Züleyha, 2 3 — Leylâ ve Mecnun, 24 — Hurdnâme’i İskender!, 2 5 —Risale der kâfiye, 2 6 —
Divani
evvel, 2 7 — Divan’i Sani, 2 8 —
Divan’i Salis, 29 —Risalei manzume, 3 O — Baharistan, 3 1 — Risale’i kebir der muammâ,
3 2 —
Risale’i mutavassıt, 33 — Risale’i Sağır, 34 — Risale’i asgar der muammâ,
35 — Risale’i aruz, 36 — Risale’i musikî, 3 7 — Münşeat, 38 — Fevaidiizzıyaiyye Fi şerhilkâfiye, 39 — Şerh'i bazi ez
miftahülgayb, Manzum ve mensur, 40 —Nakdünnüsus, 41 — Nefehatül’üns, 42 — Risale’i tarik’ı Sofiyan (Hacegân), 43
—Şerh’i beyt'i Husrev’i Dehlevi, 44 — Menakıb’i Mevlevi, 45 — Suhanan’i hace’i
Pârsâ.»
Zamanına yakın tezkirecilerin tesbit ettiği bu fihrist Camî’nin
eserlerini en toplu bir halde göstermektedir. Üstadın hayat ve eserlerinden
bahseden daha sonraki tezkireciler ise bu listede gösterilenlerden epeyce fazla
olduğunu söylemiş ve mübalâğaya kaçarak Camî’nin kitap, risale, şerh ve haşiye
olmak üzere yazdığı eserlerin toplamı «Camî» kelimesinin harfleri adedince Ebced
hesabiyle 5
4 olduğunu söylemişler Mir’âtülhayal adlı tezkire . sahibi Emîr Şir Alihan Ludî, Camî’nin hal
tercümesi zeylinde (Bombay basması sahife 7 3) Üstadın eserlerini 9 9 kitap ve risaleye çıkarmakta ve şunları yazmaktadır: '
«99 kitap tasnif etti. Bunlar İran, Turan, Hindistan ülkelerindeki
alimler nazarında makbul sayıldı. Hiç kimse bu eserlere bir itiraz sesi yükseltmemiştir.»
Fakat Şîr Alihan bu sözlerini, eserlerin
adlarını saymak suretiyle ispat etmemiştir. Adı geçen fihriste ilave olarak
Camî’nin Tecnisül’hat unvanlı bir manzumesini daha elde ettik ki, bu eser Londra
ve Kalkuta'da basılmıştır.
Camî'nin en yakın tilmizlerinden olup burada
adını birçok defa tekrarladığımız mevlana Abdulgafur i Lârî, üstadının eserlerini 48 kitap ve risale, olarak
göstermiştir. Tuhfe’i Sami de kayıtlı
bulunmıyan bu üç kitabın da listeye ilâvesi gereklidir. Sözü geçen Üç kitap
şunlardır:
1 —
Şerh'i Ehi Zerini Ükaylî, 2 — Risale Filvahid, 3 — Sarf • i Farisî manzum ve mensur.
Abdulgafur -i Lari'nin
fihristi şüphe yok ki Sam Mirza'nmkinden daha muteberdir.
Abdulgafur i Lârî’nin henüz
üstadı sağ iken eserlerinin yayılması bahsine dair verdiği toplu bilgiyi burada
aynen nakletmek bize bu yayılmanın sür'ati ve derecesi hakkında daha açık bir
fikir vereceğinden aşağıya alıyoruz:
«Onun fazilet ve kemal ağacından derlenen her
yemiş, -onun inciler saçan kaleminden doğan her nükte, onun hakikat nakışları
işliyen fırçasından çıkan her fikir ve hayal zamane sahifelerini süsler, .gök
kubbede ebedileşirdi. Ülkeler halkı -eserlerini tam bir ilgi ile benimsedi.»
Lârî devam ediyor: '
«Üstat, te' lifine uğraştığı eserleri, tertip ettikleri
risaleleri pek az bir müddet içinde bitirirdi.»
Camî'nin şiir ve eserlerinin pek çabuk yayıldığını daha
hayatta iken büyük alimler ve zamane sultanlariyle sık sık mektuplaşmasından ve
her birine manzum veya mensur bir kitabını hediye etmesinden de anlıyoruz.
Hatta o çağın sultanları kendi aralarında birbirlerine gönderdikleri
hediyeleri çok kere Camî’nin eserlerinden intihap ederlerdi.
Eşşakaikunnumânîyye fi âsar-i ulemâ-i Devletil’osmaniyye adlı kitabın sahibi Taşköprü'lü zadenin naklettiği şu
hikaye •Cami' nin eserlerinin ne kadar çabuk ve geniş bir alanda yayıldığına
ayrıca bir şahittir. Hikayenin kısaca tercümesi şöyledir: (Mısır basması sahife
2 9 3). .
«Ulu efendimiz Muhyiddin -i Fenan babası m.evlana Aliyyül'fenarî'
den nakletmiştir ki: babam Fatih Sultan Muhammed'in ordugahında kadı idi,
sultan bir gün ona şöyle buyurmuş: hakikati arıyan kelamcılarla sofiler ve
filozoflar arasında anlaşmazlık var. Bu zümreleri biribirleriyle karşılaştırmak
ve .muhakeme etmek gerek. Babam demiş ki onları muhakeme etmeğe hiç kimsenin
yetkisi yoktur. Bunu ancak mevlâna Cami yapabilir. Bunun üzerine sultan,
Camî’ye bir elçi gönderdi. Değerli hediyeler yolladı. Üstatdan bu muhakeme
işini sona erdirmesini diledi. Cami, bir mektup yazdı. Bu zümreler arasındaki
altı meselede hâkimlik yaptı. Önce bunlardan «Vücud» meselesi hakkında fikrini
bildirdi. Sultana yazdığı mektupta, eğer bu cevabım makbul tutulursa Öteki meselelerin cevabı da ayrıca gönderilecektir. Beğenilmediği
takdirde boşuna vakit geçirmiş olmıyalım diyordu. Btı mektup Sultan Muhammed'in
ölümünden sonra İstanbul’ a geldi. Babamın yanında idi....»
Bu risalenin ismi Camî’nin eserleri listesi
arasında da görülmektedir. Üstadın zamane büyüklerine yazdığı mektupları
toplıyan Mecmua
i münşeat risalesinin mutalaasından pek güzel anlaşılıyor
ki, o devrin
bütün sultanlarına, büyük vezirlerine, tanınmış
şahsiyetlerine, İstanbul' dan ta Hindistan’a Semerkand’ den Şirvan'a ve
Tebriz’e kadar mektuplaşma yolunu açmış, bunların hepsi de üstadın eserlerine
rağbet göstermişlerdir.
Mesnevilerinin, şiir divanının ve diğer
manzum ve mensur eserlerinin birçok nüshaları bugün Asya ve Avrupa kütüphanelerinde
bulunmaktadır. Bunların hepsi ya kendi hayatında veya
ölümüne yakın tarihlerde pek nefis bir şekilde yazılmış, tezhip edilmiş,
ciltlenerek muhafaza edilmiştir.
Eser verme çağı ve çeşitli telifleri
Cami’ de eser yazma melekesinin en ziyade orta
yaşlarına doğru başladığı görülmektedir. Elimizde bulunan eserlerinden
anlaşıldığına göre en eski kitabı Risale’i Kebir der muammâ’dır. Yine Muamma sanatında yazdığı Hilye i Hile! adlı kitabını hicrî 856 yılında Mirza Ebülkasım Bahur
Şah’a armağan etmiştir ki o tarihte 39 yaşında bulunuyordu. Habibüssiyer sahibi, üstadın hal tercümesinde diyor ki:
«Öfkeli padişahlarda Mirza Ebülkasım Babur
zamanında Hilye
i Hilel adlı eserini onun namına telif etti ve saadetli Sultan
Mirza Ebu Sait zamanında bazı tasavvufi risaleleriyle divanını tertip etti.
Diğer telifleriyle latif manzumeleri muzaffer padişah Sultan Hüseyin Baykara
devrine raslar. (Habibüssiger cilt 3, Bölüm 3 Tahran basması).
Hâtimetülhayat adını verdiği
üçüncü divanını hicrî 896 yılında tertip etmiştir ki, bu tarih ölümünden bir
yıl öncedir. Camî'nin dehasının gelişme devresi ve en verimli çağı ömrünün
ikinci yarısından yani kırk yaşından seksen yaşına kadar devam eder. Bu kırk
yıl içinde yazdığı eserleri şekil bakımından Arapça ve. Farsça olarak ikiye,
mana bakımından da pek çok nevilere ayırabiliriz. Tefsir, Fıkıh, irfan, Hadis
ve ahlak hakkında risaleler, kaside ve gazellerden derlenmiş şiir divanları,
edebî sanatlar, Sarf, Nahiv, aruz, kafiye, Muamma ve hal tercümeleri gibi
çeşitli konular üzerindeki telifler hep bu devrin mahsulüdür. Farsça eserlerini de manzum ve mensur olmak üzere ikiye ayırabiliriz.
Her ne kadar üstadın bütün eserlerini elde
etmek imkanını bulamadıksa da Tahran'da gücümüzün yettiği kadar her vasıtaya
baş vurarak ziyaretleriyle şeref bulduğumuz kitapsever üstatlardan da faydalanmak
suretiyle bunların telif tarihleri sırasına göre bazı izahlar vermek istedik.
1 —
Risale i Kebir
der
Muamma, yani Hilyei Hilel. Bu muamma sanatının usûl ve kaidelerini anlatan bir
eserdir. Şu sözlerle başlar:
«Benliğindek hakikat muammasını isimlerdeki
hakikatler gibi isim kisvesinde ve muammâ kılığında gösteren o kutlu bilgeyi
övmekle söze başladıktan sonra...»
Eser, yazıldığı tarihi de
gösteren şu kelimelerle biter: «Bu beyazın karalanması ve bu bahçelerin
sulanması ıstırap kadehlerini yudum yudum İçmiş olan Cam'lı Ahmet oğlu
Abdurrahman'ın eliyle tamamlandı. Allah, ona kendi güzel isimlerinin muammasını
çözümlemek ve yüce Tanrısal sanatlarının bilmecelerini çözmek başarısını
verdi. 85 6 Hicri.»
Bu kitap Camî'nin en eski eseri olup o sırada
Herat ve Horasan padişahı bulunan Mirza Ebulkasım Babur (Vefatı 861 H.) adına yazılmıştır. Konusu muamma fennine ait bulunmak
itibariyle padişahın ismini de sık sık muammalar arasına karıştırmak suretiyle
örnekler vermekte ve başlangıçta şöyle demektedir:
«— Şahın ismini muamma arasına karıştırmak
uygun olur. Çünkü o incidir. . İncinin delinmemişi ise daha makbuldür.
— Adını açıkça söyliyecek olsam heybetinden
ağzımda dilim hareketten kalır.
— Bari o mücevheri güzel saklayayım. Muamma
sahifeleri arasına sıkıştırayım.»
Camî'nin bu kitabı yazmaktan maksadı mevlana
Şerefeddin Ali Yezdî' nin (ölümü 8 5 8 H.) Hilel'i Mutarraz der muamma ve lugaz = Muamma ve bilmece sanatlarında işlenmiş süsler, adlı
eserinin bir kısaltmasını yapmaktı. Bu'sebeple Şerefeddin'in adını yüksek saygı
ile anar ve müellifin eserindeki unvana karşılık olmak üzere kendi eserine de Hilye i Hilel yani süsler süsü adını vermiştir. Kitaptaki bahisleri
çeşitli bölümlere ayırmış, bunlardan her birini kuyumcu ve mücevhercilerin
kullandıkları terimlerden biriyle ifade etmiştir. Bu cümleden olarak:
Efser = Tac: On söz kısmında Tarsî' ^İşleme: Metin
kısmında:
Birinci dizi Teshil^ Kolaylaştırma sanatına
aittir. Bunda dört türlü gerdanlık vardır. Birinci gerdanlık usta yapısı, ikincisi
eritme, üçüncüsü birleştirme, dördüncüsü' değiştirme işidir.
İkinei dizi: Tahsil = Kazanma sanatı. Bu da
sekiz gerdanlığa ayrılır. Birinci gerdanlık Tenkis ve tahsis, ikinci Tesmiye,
üçüncü Telmih, 'dördüncü Müteradif ve İştirak, beşinci. Kinaye, altıncı
Tashif, yedinci İstiare ve teşbih, sekizinci Hesap işleri.
Üçüncü dizi: Tekmil^ Tamamlama sanatıdır ki,
bunda
da Üç gerdanlık vardır.
Birincisi Telif, İkincisi İskat, üçüncüsü ise Kalb = çevirmedir.
Bu kitap Cami'nin gençlik
çağlarına ait bir eserdir. Gençliğe mahsus olan neş’e ile birtakım çetin zihin
idmanları ve fikir oyunları yapması da bunu açıkça göstermektedir.
2 —
Risale'i Sağir der muamma = Muamma bahsine ait küçük
risale. Şu beytlerle başlar:
« — Zatî benliği» isimlerden ve isimleri de
muammadan peyda olan Tanrı adiyle başlarım...
— Alem öyle bir muammadır ki, Tanrısal isimler
onda belirmiştir.»
Bu risalenin telif tarihi
belli değildir. Fakat içindeki bir gazelden muamma yoliyle şu Şah Ebulgazi sultan
Hüseyin Bahadır' dan «Meddellahu taala Zılale celalihi» sözleri çıkarılmaktadır
ki, bu delil eserin Sultan Hüseyin Mirza devrinde ve Cami'nin son yıllarında
yazdığını anlatmağa kafidir. Gazelin ilk beyti şöyledir: *
«^ Yolunda bir şehir halkı canlarını saçarak
yüzlerini yere koydu. Uğurlu ayaklarına saçılar yerine canlar saçıldı.
— Kaşların tazelenmeğe yüz tutmuş bir aydır ki,
parlak güneş burcunda aşikar görünür.»
Bu risale de yukarda bahsettiğimiz büyük risale gibi muamma
fenninin usulünü dörde ayırmakta ve dört sanattan bahsetmektedir. Teshili,
tahsili, tekmili, tezyili. Bunlardan her birinin zeylinde de bu nevilerden
birkaç sanat daha anlatır ve her biri için misal olarak kıt'a ve beytler söyler
ki, bunlar da ayrı ayrı birer muammadır.
Cami'nin muamma fennine ait iki risalesi daha vardır ki
bunlardan biri Britanya müzesindeki el yazması kitaplar listesi arasında
gözümüze ilişti. Bu risale şu beytle başlıyor:
«— Tanrı'nın hamd ve senasından feyz aldınsa, muammâ
fenninde de şöhret kazanmasını bil. . . .»
3
— Risale der fenni kafiye: Bazı fihristlerde bu kitahın adı Ernsaletül'vâfiye Fi ilmil'kafiye şeklinde yazılıdır. Başlangıcı şöyledir:
« — Fesahat derneklerinde kafiye tartan söz sarraflarının konuştukları pek ölçülü sözlerden uğur
diledikten sonra....»
Bu risalenin de telifi tarihi belli değildir. Önsözde de
kime armağan edildiği yazılmıyor. Bu itibarla telif tarihini doğru olarak tesbite imkân bulamadık. Kitabın yazılış sebebi
olarak da şunları söylüyor:
«— Bu, kafiye bilgisi kaidelerini kısaca içine alan bir
eserdir ki, bazı büyük dostların işaretiyle kaleme alındı.»
Risalede Redif ve kafiyeyi tarif eden bir
başlangıç ile kafiye ilmine at terimler, kafiyenin hareketleri, kafiyede
sanatlar, Reviy, mutlak ve mukayyet kafiyeler, kafiyenin kusurları bahsine ait
bölümler vardır. Son kısım mâmul ve gayri mamul kafiyelerden bahseder
ve kemal İsmail’in bir kasidesinin şu mealde olan
ilk beytine muammâlı ve redifli bir cevap vererek sözlerini bitirir.
Kemal Ismailin beyti:
«— Zamane artık bahtımızdan yüz çevirdi. Bu yüzdendir ki,
yârin zülfünün ucu bile elimize girmez oldu.>
Camî’nin cevabı: Korkak düşmanını kurban ediyor. Kasap o neş' e ile bıçağını sıyırmış...
4 — Kitabü Nakdinnusüs fi şerhi Nakşilfürıus. Bu eser şu sözlerle başlar:
«— Himmet sahiplerinin kalbleri alanını hikmet nakışlarını
aksettirmeye elverişli kılan Tanrı'ya Hamd olsun...»
Eserin ön sözünde şunları söyler:
«Kitabü Nakşilfüsus, İmam Muhyiddin Muhammed bin Aliyyül' Arabi [ 1
] nin Füsusül'hikem adlı eserinin bir kısaltmasıdır.
[1) Şeyh
Muhyiddin Muhammed bin Aliyyül'Arabi büyük sofiye şeyhleri nden ve vücut birliği felsefesine taraftar
olanlardandır. Zahir bilginlerinden birçoğu onu inkar ederler. Şeyhin tasavvuftaki nispeti bir vasıta ile Şeyh Muhyiddin Abdülkadir’i Ceylani'ye varmaktadır. Füsusül'hikemle Fütuhat'i Mekkiye meşhur eserindendir. 560 Hicret yılının Ramazan ayında Endülüs'te doğmuş, sonra birçok seyahatler yaparak 638 yılında Şam'da dünyadan
göçmüştür.
Eserin aslındaki ibareleri düzeltmek,
işaretleri açıklamak suretiyle hiçbir tekellüf ve tasarrufa meydan vermeden yazdım.
Füsusülhikem’in Sadreddin'i Konseyi [ 1 ], Şeyh Müeyyedüddin-i Cündî, [2] Şeyh
Sadeddin Said-i Ferganî [3] taraflarından yazılan şerhlerini de buna ilave
ederek eserin adını Nak'dünnüsus fi şerhil/üsus
koydum....»
Bu kitap Arap ve Fars nesirleriyle karışık sade ve akıcı
bir üslupla yazılmış, büyük şairlerden söz arasında birçok şiirler
nakledilmiştir. Önce Füsus' daki terimlerle prensipleri anlatan uzun bir
başlangıç, sonra kitabın bölümlerini sıra ve tertibe göre Şerheden metin kısmı
gelir. Metin, Tanrısal hikmetler ve Adem bahsinden başlar. Muhammed
kelimesindeki eşşiz hikmeti anlatarak biter. Kitabın sonunda yazdığı tarihi de
gösteren sözlerle şu kıt' ayı aynen naklediyoruz.
«Yalnızlık ve ihmal köşesinde aksak ve unutulmuş bir halde
yaşıyan Abdurrahman-i Camî, bu faydalı şeyleri derlemek ve bu gerdanlıkları
dizmek işini şu beyitlerle bitirdi:
— Zamanenin ebediyet levhası üzerine yazdığı bu . taze
yazılar ki, .
— Bu fennin tenkidcileri nazarında adı Nakdinüsus terkibiyle anıldı.
— Sırlar ilham eden Tanrı’ya hamd olsun ki kutlulukla sona
erdi.
— Kalemin verimli çalışması sayesinde 863
yılında tamamlandı.»
[1] Şeyh Sadreddin Ebül'maali Muhammed bin
Mecdüddin İshak'ul Konevi, Zahir ve batın bilgilerini nefesinde toplamış,
birçok eserler yazmıştır. Tefsir’i Fatiha ve Mifiahâl'gayh ile Füsus şehri bunlar
arasındadır. Sadreddin Konyada doğmuş ve orada yaşamıştır. Mevlana Celaleddin
Rumî, Nasirüddin-i Tusî ve Âllame-i Şirazî’nin _ çağdaşıdır.
[2] Şeyh Müeyyedüddin i Cünbî Sadreddin-i
Konevî’nin şagirdlerindendir. Zahir ve batın bilgilerinde üstad bir zattı.
Füsusülhikem'i ilk defa şehr eden budur.
[3] Sadettin Said-i Fergani : Bu zat da
şeyh Sadreddn-i Konevi'nin tilmizlerindendir. İbni Farız'ın Taiye kasidesinde
de şerh yazmıştır.
Elimize geçen bir nüshada Cami'nin bazı çetin
Arab ve Fars lügatlerini şerheden el yazısına da rastladık.
5
—
Levayih: Farsça secili bir nesir örneğiyle yazılmış, kısa -makalelerden
derlenmiş ufak bir eserdir. Her makalede Layiha adını verdiği irfan
konularından zarif bir nükte, her lâyihada bir veya birkaç latif ve fasahatli
rubaî vardır. Levayih’in ön sözünde Cami, eski bir alışkanlık esen olarak (hutbe)
ve (münâcât) gibi vazifeleri yerine getirdikten sonra kitabı, Hemedan şahına
armağan ettiğini şu rubai içine sıkıştırmıştır: Rubai:
« — Büyük üstadların sözlerini buraya naklederken aydın
akıllılar gibi birkaç inci deldim.
— Olaki, arada hiçbir vasıta olmaksızın bu ermağan Hemedan
şahına erişsin.»
Kitabın o zaman Azerbaycan, İrak ve Hemedan hükümdarı olan
Karakoyun’lu Cihanşah adına yazıldığı anlaşılmakta ise de bu padişah Herat'
lılar arasında iyi bir ün bırakmamış olduğundan ya adı açıkça söylenmemiş, veya
sonradan silinmiştir. Te' lif tarihi de yazılı değildir. Bize kalırsa eser 8 7
O sıralarında yani cihanşah'ın şevket ve azamet çağlarında yazılmış olmalıdır.
Levavih birkaç rubai ile sona armektedir ki, şu rubai de o cümledendir:
« — Cami, sus! Şu söz kuyumculuğu daha ne kadar sürecek, bu
efsunculukla efsanecilik ne vakta kadar?
— Hakikatlerin sözle açıklanması hayaldir. Ey sâf yürekli
şu hayal oyunculuğu ne zamana kadar?»
6
—
Lcvami’ fi şerhilhamriyye-. Ibni Farız [ 1 ] ın meşhur kaside'i hamriyesinin
şerhidir. Şu sözlerle başlar:
« — Yüzünde nurdan başka
örtüsü olmıyan o güzel Tanrı’ yı anarak..»
[l] — Şeyh Ömer bin Ebilhasan Farız ; Aslen Hama'lıdır. Mısır'da
doğmuştur. (567 = 632 H.) İbni Farız
şöhretiyle tanınmıştır. Arap şairlerinin en büyüklerinden ve meşhur
sofilerdendir. Kahire'de ölmüş ve orada gömülmüştür. Kaside'i Hamriyesi
meşhurdur. Birçokları tarafından şerh edilmiştir.
Kasidenin her bölümüne «lamia» ve kitabın
tamamına Levami’ adını verir. Te'lif tarihi essrin sonundaki rubaiden de
anlaşılacağı üzere Şehri Safer terkibinin delalet ettiği 8 7 5 hicri yılıdır,
Bir örnek olmak üzere kasideden birer rubai ile tercüme ettiği iki beyti buraya
alıyoruz:
«— Çarhın ve feleklerin henüz yaratılmadığı, su
ile ateşin ve toprağın birbiriyle kaynaşmamış olduğu bir günde .içtim.
— Hep senin hatıranla mest ve bade düşkünü
oldum. Halbuki o zaman ne badeden, ne de üzüm asmasından bir nişan vardı.»
Anlaşıldığına göre Cami;
« — Hedüz ne asma fidanından, ne de asma dikenden
bir nişan olmadığı demlerde bu meyhanede tortu İçenlerden idim.»
Matlaiyle başlıyan meşhur gazelinin ilhamını,
Ömer ibni Farız’ın sözü geçen beyitlerinden almıştır. İkinci beytin tercümesi
de şöyledir:
« — O parlak güneşe benziyen şarabın kadehi sanki hilal
tarafından çevrelenmiş bir Dolunay.
— Mey ateşi su ile
güzel kaynaşınca bu imtizaçtan yüzlerce parlak yıldızlar belirdi.
7 — Risale’i
erkânül'hac-, Şu sözlerle başlar:
«Halka savap kazandırmak için Kabe'yi
Beytülharem kılan ve bu kutsal yapının etrafını tavaf eden müslüman zümrelerinin
birbiriyle anlaşıp sevişmesine imkan veren ulu Tanrı’ ya hamd olsun.»
Yazıldığı yeri ve tarihi gösteren şu cümlelerle
biter:
«Bu eserin te'lifi 878 yılı Şaban ayının 2 2
inci perşembe günü ilk sabahında Ba’ğdad şehrinde Kabe'ye yöneleceğimiz sırada
Abdurrahman . bin Ahmed • i Cami tarafından tamamlandı. Tanrı muradına ve
rızasına uygun kılsın.»
Bu eser farsça bir
risaledir. Fakat yer yer Arapça nesirlerle karışıktır. Hac ve Umre'nin
farzlariyle usul ve kaidelerini Medine'de Hazreti Peygamber'in türbesiyle
Bukay'de imamların kabirlerini ziyaret sırasında yapılacak ayin ve meraslm
şekillerini anlatır. Eser, mezhep sahibi dört imamın fıkıhlarına uygun olarak
yazılmıştır. Sofiye tarikatında bulunan isteklilerin ellerinden geldiği kadar
bu merasim ve usulleri öğrenerek Hac vazifelerini yaparken yabancılık göstermemeleri
için te' lif edilmiştir. Risale üzerine İmam Ebulhüseyin Nevevi' den nakil
yoliyle bir haşiye yazılmıştır ki, bunun da Camî'ye ait olduğu anlaşılmaktadır.
Kitap, konusu .bakımından şu bölmelere
ayrılmıştır:
Birinci bölüm: Başlangıç, Haccın fazliletleri
ve şartları. İkinci bölüm: Haccın rükünleri.
Üçüncü bölçm: Hac' de sakınılması gerekli
şeyler.
Dördüncii bölüm: Hac etmenin yolları.
Beşinci bölüm: Tavaf.
Altıncı bölüm: Haccin rükünlerinin tafsilâtı, sünnetleri,
âdab ve erkânı ve okunacak dualar.
Yedinci bölüm: Peygamber' in türbesini ziyarette usul ve
erkân.
Sekizinci bölüm: Peygamber ailesinin Ehli beyt'in kabirlerini
ziyaret.
Bu risale Cami'nin İslâm fıkhı esas ve teferruatında ne
derece derinleşmiş olduğuna bir şahiddir.
8
—
Nefehatül’üns
Min HazaratU’kuds. Yani kutsal derneklerden
hoş kokular yahut armağanlar adlı kitaptır. Bu eserin ön sözünde Cami şunları
söylemektedir:
«Nişabur'lu Ebu Abdurrahman Muhammed bin Hüseyin'üs
Sülemî'nin şeyhülislâm Ebu İsmail Abdullah bin Muhammed'ül Ansaı î'nin sohbet
ve vaız meclislerine devam ederken derlediği bilgilerden meydana getirmiş
olduğu Tabakatussofige
adlı kitap ile bu eserde bahsi geçmiyen
bazı şeyhlere ait sözlerin ve kendi zevkine uygun birkaç menkabenin ilâvesi
suretiyle Ebu Abdurrahman' ın müridlerinden biri tarafından yazılan risale, o
asrın âdeti gereğince eski Herat lehçesiyle yazılmıştı. Bunlar sonradan
kopyacıların yaptıkları birçok değiştirmelerle anlaşılmaz ve okunmaz bir hale
geldi. Bu bilgiler esasen vaktiyle gelip geçmiş olan bazı velilerle onlardan
nakledilen bir kısım hâtıralara ve hususiyle şeyhül'islâm Herat' h Abdullah'i Ansarî’nin menkabelerine münhasır kalmıştı.
Şeyhül'islâm'ın bazı çağdaşlariyle daha sonrakilerden bahsetmemekte idi..»
İşte bu eksikliği tamamlamak için zamanenin
anlıyabileceği bir dil ile yeni kitap kaleme almak Cami'nin fikrinden geçiyor, elde mevcut başka muteber
kaynaklardaki bilgileri de buna eklemek suretiyle her Veli'nin hal tercümesini,
hatıralarını, kerametlerini, doğum ve ölüm tarihlerini tesbit ederek kitapta
ismi geçmiyenlerin de hayat ve eserlerini yaşatmak istiyor. Hicri 881 yılında
Emir Ali Şir’in istegi üzerine işe başlıyor ve 883 yılında bitiyor. Şu rubai’
de bu tarihi tesbit etmektedir:
« — Bu nüsha kerem sahiplerinin kutlu nefeslerinden dinlenmiştir. Bundan
dolayı burnuna hoş kokular getirir,
— İnsanların hayırlısı ve halkın kıvancı olan
Hazret' i Muhammed'in hicretinden 883 yıl geçince tamam oldu.»
Nefeaat büyük sofilerden 5 82 erkek
ve 34 kadın olmak üzere 6 1 6 kişinin hâl tercümesini içine almakta ve asıl konuya
girmeden önce uzun bir önsözle sofiye taifesi arasında dolaşan terim ve
deyimlerin şerhini yapmakta ve başkaca gerek ârif ve sofideki marifetten,
mucize ve kerametlerden, Tanrı erlerinin âdet dışı hallerinden bahsettikten
sonra hal tercümeleri bahsine geçmektedir. Cami, eserin, erkeklere ait hâl
tercümesi kısmına ilk önce Ebülhaşim Sofi' den başlamakta ve Şiraz'lı hafız Şemseddin Muhammed'le son vermektedir. Kadınlara ait kısma ise Rabia-i Adeviye’den başlar veJlmree-i Farisiyye'nin menkabeleriyle sözlerini bitirir.
İran edebiyat tarihi müellifi Browne eserinin üçüncü cildinde Nejahûlül’üns için özel bir bölüm ayırmış, bu eseri Timur asrının
sonlarında İran' da yazılmış olan Farsça Biyoğrafi'lerin ilk müjdecisi olarak
tanıtmakta ve Cami’yi biyoğrafi gephesinde
meşhur Tezkiretül'evliya sahibi Feridüddin Attar' dan sonra ikinci üstad
saymaktadır. Bu kitap hakkında Browne'in pek haklı bulduğumuz şahadet ve
hükmünü aynen aşagıya alıyoruz:
«Bu eser taze ve dürüst bir ifade ile konusuna
yaaaşan üslûpla yazılmıştır. Gerçekte bu eserin te'lifinde Cami'nin zevki
letafetin en yüksek derecesini ve iyi niyeti ihlas'ın en yüce mertebesini
bulmuştur. Kendisini o çağlardaki başka muharrirler gibi söz üstalığı hevesine
ve parlak ibare merakına kaptırmamış, kitabını o gibi bayağılıklarla
bulaştırmamıştır.»
Doğrusunu söylemek lazımgelirse mevlana
Cami'nin Nefehatül'üns'ün yazılışında kullandığı lisan, bu eseri hicri dokuzuncu
asrın en güzel nesir örneği sırasına geçirmiştir.
Sözü geçen Tabakatusofiye ile Şeyhül'islam Abdullah'i Ansari zamanında yazılmış olan
Farsça nüsha hakkında Britanya müzesinin yazma eserler kataloğunda gördüğümüz
şu kısa malûmatı aynen naklediyoruz:
« Tabakatussofiye nin yazma bir nüshası
Britanya kütüphanesindedir. Arapça eserler
katoloğunun 4 3 8 inci sayfasına bakınız. Bu eser hicri 41 2 yılında ölen
Nişabur'lu Muhammed bin Hüseyin'üs Sülemi tarafından yazılmıştır. Müellif Sofiye
şeyhlerini beş zümreye ayırmış, her zümrede yirmi kişiden bahsetmiştir. 481
yılında Herat'ta dünyadan göçmüş olan şeyhül'islam Abdullah'i Ansari'nin
ölümünden 400 yıl sonra mevlana Cami bu eseri yeniden kaleme almış, hal
tercümeleri evvelce yazılı olanlardan başka daha birçok sofiye şeyhlerini de
ilave ettirmiştir. Cami bu kitapta ilk sofilerden başlıyarak kendi çağına kadar
gelen büyük şahsiyetlerin menkabelerini toplamıştır.»
Crmi'nin en samimi çömezlerinden Raziyüddin
Abdulgafur-i Lâri Nefehat'a bir şerh yazmıştır.
Üstadın oğlu Ziyaeddin Yusuf'un Nefahat
metnini kolaylıkla anlıyabilmesi için yazılmış olan bu şerhin sonunda Cami'nin
uzunca bir hal tercümesi vardır ki, biz şu eserimizde Lari'nin verdiği
bilgilerden çok faydalandık. [ 1 ]
[l] Bu haşiyeden bir nüshası Britanya müzesindedir. El
yazması' bir metin kenarına ilave edilmiş olan diğer bir nüsha da değerli
âlimlerimizden Abbas Ikbal'i Aştiyanî'dedir. Bizim gördüğümüz nüsha budur.
Abdulgafur' i Lari üstadın en yakın şakirdi
ve mahremi olmakla beraber asrın büyük alimlerindendi. Hâl tercümesi, Reşehat-i Aynülhayat,
Lübbüttevarih, Sefinetül. evliya gibi
muteber eserlerde yazılıdır. Hicrî 9 1 2 yılı Şaban ayının beşinci pazar günü
Herat' ta ölmüş, Cami' nin mezarı yanına gömülmüştür.
Muslihüddin’i Lârî, Mirfitül’edvar adlı kitabında «Yekşenbih i Pencüm’i Şaban» terkibinin
ebced hesabiyle Raziyüddin’ in ölüm tarihi olduğunu ilâve ediyor. [ 1 ]
Bu satırları yazarken Nefahatül' üns ün son derece nefîs bir el yazması nüshası elimizde
bulunmaktadır. Bu, güzellik ve ehemmiyeti bakımından dünyada eşi olmıyan bir
nüshadır. Gayet lâtif bir nesih yazı ile yazılmış olan bu metin Sultan Hüseyin
Baykara'nın çok sevdiği oğlu Şehzade Muzaffer Mirza kütüphanesindedir.
Şehzadenin turunç şeklindeki
mührü ilk sayfasının arkasına tezhible işlenmiştir. Kitabı yazan Muhammed bin
Abdülkerimül’hüseyin’î eserin sonuna kendi adını da ilave etmiştir. Bu nüshada
her ne kadar tarih yoksa da başlıca değeri ve özelliği, üzerinde büyük müellifinin, yani Cami'nin el yazısiyle ilave edilmiş
birçok haşiyeler bulunmasındadır. Kitaba ayrıca eklenmiş olan ve yaprağı
dolduran 1 8 sayfa yazı tamamiyle müellifin pek okunaklı olan nesih yazısiyle
yazılmıştır. Metinde siyah ve isimlerde kırmızı mürekkep kullanılmıştır.
(Ebulkasım’ül'kusayrî’nin hal tercümesinin son kısmı ile Musa bin Umran'i
Ceyreftî’ nin son günleri bu ek sayfalarda yazılıdır) Müellifin nezaret ve murakabesi altında yazıldığı anlaşılan
bu kitapta birçok kelime, cümle ve ibare eksiklikleri düzeltilmiş ve bazı
büyük sofîlerin hal tercümelerindeki unutulmuş. noktalar müellifin kalemiyle
ilave edilmiştir. Bu arada hal tercümesi üzerinde düzeltme yapılanlardan biri
de Hoca Şemseddin Muhammed, yani Hâfız -ı Şirazî' dir ki metnin son sayfasının
haşiyesinde ilave edilmiştir. Nüshanın sonuna ayrıca
[1] Bu terkibin ebced hesabiyle kıymeti on beş yıl
eksik çıkmaktadır. Risale i Münşeat adlı bir parça daha eklenmiştir. Bu risalede Cami'nin
çeşitli vesilelerle ayrı ayrı şahıslara yazdığı Farsça on parça mektup vardır. Fakat bu
mektupların yazısiyle
Nefehat
nüshasının yazısı arasında fark görülmektedir.
Sözü geçen nüshaya, gerek tarihi ehemmiyet ve
değeri yönünden, gerekse üstadın el yazılarını taşıması bakımından baha
biçilmez. Nasıl ki, meşhur Arapça bir şiirde haklı olarak şöyle denilmektedir:
«— Bu öyle kitaptır ki, satılacak olsa ağırlığınca inci
değerindedir. Fakat satıcısı daima aldanır.»
— 9 Suhanan i Hace-i Parsa: Hace Muhammed Parsa' nın sözleri, beş sayfayı geçmiyen
küçük bir risaledir. Şu sözlerle başlar:
«En yüce sultanın kutsal vasıflarını övmekle
söze başladıktan
sonra . . . . » ve şu sözlerle biter:
«.
. . Lâkin onun güneş ışığı gibi parlak
olan nuruna (onun irşadına) uymakta gaflet göstermek asla caiz değildir........................................................................................................................ »
Kitabın telifi sebebi, başlangıçta ifade edildiği gibi Şeyh
Muhammed Parsa'
ya karşı üstadın duyduğu gerçek bağlılıktır.
Denilebilir ki Cami Nakşibendiye ulularının hemen hepsine karşı büyük bir inan
beslemekle beraber Buhara'lı Şeyh Parsa ile özel bir ilgisi vardır. Kendini daima onun kutsal nefes lerinden feyz almış bir
mürid sırasında sayar. Henüz beş yaşında iken bu pîr ile Hurdgird'i Cam
kasabasında görüşmesi Hoca, Hicaz şerefine giderken ondan himmet almış olması
menkabeleri Nefehatül'üns'te uzun uzadıya anlatılmaktadır.
Cami, risalesinin başında diyor ki, vaktiyle Hace Parsa'nın
dağınık bir surette kaydetmiş olduğum bazı sözlerini kendisine karşı
beslediğim büyük inan ve bağlılığım dolayısiyle şu sayfalarda toplu bir halde
yazmak istedim. Ta ki istidat sahibi taliplerin
irfanını artırsın ve tarikatte ilerlemiş olanlara da bir hatıra olsun. Kıt'a:
«— Aşıklar, o sevgilinin kaleminden damlamış nakışları her
nerede bulurlarsa ona kirpiklerinin incilerini saçarlar.
— Herkes o sözlerden birisini hâtırasına
yerleştirir, canına muska, kulağına küpe yapar.»
Hoca Muhammed Parsâ 822 yılı Muharrem ayında
Medine’de öldü ve Abdülmuttalip oğlu Abbas'ın türbesi yanına gömüldü. Cami, Nefehaiül'üns'te pirin vefatı dolayısiyle Seyyid Nimetullah -ı Kirmanî’
den şu sözleri naklediyor:
«Mürşidin Medine' de vefatı haberi Seyyid
Nimetullah i Kirmanî gibi bazı İran ulularının kulağına düştüğü vakit «Medine’ye
yönelin, çünkü oradan cilveleşiyor» demiştir.»
Bu risalede Camı’ nin Hoca Pârsâ’dan naklettiği
çeşitli sözler Arapça ve Farsça olmak üzere ikiye ayrılır. Her ikisi de çok
sade ve akıcı bir üslûpla, yüksek bir irfan ve tasavvuf cezbesiyle
yazılmıştır. Risalenin telif tarihi belli değildir. Fakat Nefehat'ın tamamlanmasından
daha sonraki tarihlerde yazılmış olması ihtimali vardır.
1 O — Şevahidünnübüvvet: Peygamberlik delilleri. Bu kitap Arapça bir hutbe ile
başlar. İlk sözleri şöyledir:
/«insanlara korkutucu
ve müjdeleyici Peygamberler gönderen Allah'a hamdolsun »
Kitabın telifi sebebi ön sözden anlaşıldığına
göre vaktiyle Nefehatül’üns’ te de olduğu
gibi Alişir Nevai ve bazı dostların istek ve ısrarlarıdır. Cami, Hazret-i
Peygamber’ le sahabe, tâbiin ve tebaai tâbiin'in ahlak ve faziletleri hakkında
bir eser yazmayı ve sofîyenin ilk çağlarından kendi zamanına kadar olan Ulam
büyüklerinin hayat ve eserlerini toplu bir halde yazarak Nefehatül’üns’e
eklemeyi düşünmüştür. Eserin ön sözünde diyor ki:
«Peygamberlik delilleri ve Hazret i
Peygamber’in gerçek risaleti hakkında kitaplar yazılmış, bu bahse ait birçok
eserler meydada getirilmiştir. Bu fakir, bu eserlerden bazılarını okumak
şerefine erdim. Daima muhabbet kuvvetini ve bağlılığı artıran bu gibi
mutalaaların faydasını nefsimde buldum. Bu faydalardan başka müslümanlara da
sağlamak istedim. Hususiyle haklarında çok sevgi ve bağlılık gösterdiğim
Azizlerin hayatlarını yazmak, bu kitabın telifi hakkında yapılan teklif-
ten daha önce hatırıma gelmiş ve bu konuda Nefehatül' üns Min
Hazarat'il kuds adlı eserimiz meydana
getirilmişti.. Bununla beraber kitaplarda dağınık bir halde bulunan bilgilerin
araştırılmasında rastlanacak zorlukları kolaylaştırmak için bunların bir araya
toplanması ve faydasını genişletmekiçin de Fars diliyle yazılması uygun görüldü.
Eserin kısa olması düşüncesiyle de çeşitli tarikatlarla birçok vesikaların
çıkarılmasına lüzum hasıl oldu
Hazret i Peygamber'
den ve bazı dostlariyle evladından ve sahabe ile Tabiîn ve Tebe'i Tabiîn'den
başlıyarak ahvali nefehat’ta hikaye edilen bazı sofileri de içine almak üzere
imkan nisbetinde toplu bir eser meydana geldi ve Nefehat'a ek bir kitap oldu.
Kitabın en büyük faydası tarikat ve hakikat
erenleri yolunda yürüyenlerin itikat ve imanlarını kuvvetlendirmesidir. Kitaba bu bakımdan Şevahidünnübüvveh li takviyeli Yakıni Ehlil'
jütüvveh, ismi verilmesi pek yerinde
olur.» .
Kitaptaki bahisler bir ön söz ile yedi makale
ve bir son
söze ayrılmıştır. On söz, Nebi ile Resûl'ün manalarını izah ve
Peygamberlikle ilgili meselelerden bahseder.
Birinci makale: Hazret -i Muhammed'in
doğuşundan önce baş gösteren belirtiler.
İkinci makale: Peygamber' imizin doğuşundan
Peygamberliğine kadar görülen ahval.
Üçüncü makale: Peygamber' liğinden hicret
tarihine kadar görülen şeyler.
Dördüncü makale: Hicretten vefat tarihine kadar
geçen zamanlarda beliren alametler.
Beşinci makale: Bu vakitlerle ilgili olmayıp
delaleti, vefatından sonra görülen haller.
Altıncı makale : Peygamber'in sahabelerinde ve
ehli beyt imamlarında raslanan haller.
Yedinci makale: Tabiîn ve Tebai Tabiîn'den
sofiye tabakasına kadar görülen şahit ve deliller.
Son bahis: Düşmanlara tatbik edilen ceza.
Altıncı makalede dört halifenin Faziletlerinden açıkça
bahsedilmiş olması yüzündendir ki, bu kitap İran ve Irak'da Farsça konuşan
Şialar arasında itibar ve iltifat bulamamıştır.
Eser, gayet sade ve tekellüfsüz bir Farsça ile yazılmıştır.
Şekle ait sanat özentilerinden uzak bir üslûbdadır. Eserde Arapça ve Farsça
şiirler pek az yer bulmakta, o da söz arasında
geçmektedir. Amma Hadis ve rivayetlerle arabca mensur metinler çoktur.
Kitabın te'lifi, arapça «Temmemtühü» yani onu tamamladım
sözüne uygun olarak 885 hicri tarihine rastlar. Kitap sonundaki şu beyt de
bunu isbat etmektedir.
«— Kitabın bitmesi ancak «Temmemtühü» ye uygun düşen yılda
mümkün olabildi.
11 — Eşi’atüllemeât: Lemeât
ışıkları: Bu kitap mutasavviflerden Şeyh Fahreddin’i
lraki üniyle meşhur, Hemedan'lı şeyh Fahreddin İbrahim’in Lemeât adlı eserinin şerhidir, Eserin başlangıçtaki sözlerden
anlaşıldığına göre Emir Alişir Nevai Lemerifın Fusus ile
karşılaştırılarak düzeltilmesini rica etmiş,
halbuki Camî Fusus ve Lemeât ile uğraşmaktan çekinmektedir.
Fakat nihayet Alişir'in ricasını kabul ediyor. işe başlar başlamaz kendisini
eserde gördüğü yüksek irfanın cezbesine kaptırıyor. Lemeât'ı Şeyh
Muhyiddin'i Arabi'nin Fususu metni ile tilmizi
Konya’ lı Şeyh Sadreddin'in ve başka âriflerin yazmış oldukları şerhlere de baş
vurmak suretiyle Eşi’atüllemât adını verdiği eseri meydana getiriyor. Kitabın baş
tarafında emir Alişir'in adı tamiye ve iyhâm sanatlariyle gösterilmiştir. Cami
diyor ki:
«Bu işte Ihvanüssafa'nın en büyüğü ve erbab'ı
vefanın en değerlisi, -Tanrı onu arif kullarının faziletleriyle vasıflandırsın
kutlu adı bu dua sırasında en güzel bir remiz ve ima şekliyle Allah ile kulları
arasında yayıldı. lemeât’ın karşılaştırılması ve düzeltilmesi dileğinde
bulunmuştu.,.» [ 1 ]
[1] Ala siyer • i ibadihi terkibindeki «Ala
siyer» in Arap harfleriyle yazılışta Alişir ile imla beraberliğinde
bir nevi tamiye san'atı meydana gelmiştir. Çeviren
Eşi’atullemeât, kitabın
te'lif sebebini ve Cami'nin memduhu olan Alişir'in ismini andıktan sonra
mutasavıflar arasında kullanılan nükte ve terimleri anlatan uzun bir önsözle
başlar. Metin 2 8 Lem' a'ya ayrılmıştır. Camî, bunları birer birer şerh eder.
Kitabın sonunda te'lif tarihini gösteren bir kıt'a ile iki rubai vardır.
Rubai I
«— Cami sus, Söz kapısını daha ne kadar
çalacaksın? Boş yere yap, yapma gibi sözlerden ne zamane kadar dem vuracaksın
?»
— Sen şu taze gülcük üzerine düşmüş bir çöp
parçasısın. Eski denizlerde kulaç sallamak sevdasından daha ne kadar lâf
atacaksın? »
Rubai II
«— Ey yaratılmışların özü olan insan! Tanrı'yı ' birleme,
söz ile imkansızlıkları anlamakla olur.
— Git benliğinden vazgeç ki,
kalbinde, Fusus’dan, Lemeât'tan bulamıyacağın
bir sırrı bulasın.»
« — Cami, varlık ilgileriyle esir olmuştur.
Tanrı suçlarını yarlığasm.
— Hatalarını itiraf ederek şu şerhi karalamak
işini başarabildi.
— Bitmesi tarihini söylemek lâzımsa (Etmemtühû)
dedim.» Etmemtühû kelimesini ebced hesabına vurursak 886 hicret yılı çıkar ki,
bu da müellifin 69. uncu yaşına raslamaktadır.
12 Çehl Hadis Kırk hadis. Bu
eser çok yüksek ve ince hakikatleri ifade eden, ahlâki öğütlerle dolu kırk Peygamber
sözünün Farsça manzum tercümesidir. Cami, bu tercümeyi ötedenberi din
ulularının kırk Hadis seçerek bunları tercüme etmek yolundaki geleneklerine ve
Peygamber'in «Ümmetimden kırk hadis toplayıp ezberleyen onun manevi ecrini
görür, Tanrı onu kıyamet gününde alim ve fakih olarak diriltir.» mealindeki
Hadisi şerifi hükmüne uyarak hazırlamıştır.
Risale, hep Bahr'i Hafif vezniyle yazılmış kırk
kıt' adan ibarettir. Bunlardan her biri bir Hadis' in tercümesidir. Tarihi,
risalenin sonunda da gösterildiği gibi 886 dır.
Eser şu mealdeki hadisle başlar:
«Fedakarlıkta ağır davrananlara mü'min deme.
Kendisi için istediğini kardeşi için de istemiyen mü'min sayılmaz.»
Şu parça ile de biter:
«Cami! saliklerin kırk
günlük çilesi Tanrı'ya ermek ve onun dergahına kabul edilmek içindir. Hakkın
fazilet ve cömertliği olaki, seni de şu kırk hadisle vuslatına nail ederse bunda şaşılacak bir şey yoktur.»
13 — Risale-i Tecnis-i hat — Yazı
cinasları hakkında risale: bu arap lûgatındaki kelimelerin yazılışlarına göre
değişik manalar alabileceğini gösteren uzun bir manzumedir. Şu mealdeki
mısra'la başlar:
« — Akşam ve seher vakitlerinin halikı olan Tanrı'yı
birledikten ve sıfatlarını saydıktan sonra... »
Önce de söylediğimiz gibi bu risale, Camî'nin
kitapları fihristinde görülmediğinden te'lif tarihi de belli değildir. Ancak
bunun Hindistan'da tab' edildiği malûmdur.
14 — Mesneviyat-Î heft-evrenk = Yedi
kardeş mesnevisi: Camî’nin muhtelif vakitlerde inşad ettiği yedi parça
mesnevidir. Üstad bunları sonradan bir araya getirmek suretiyle Heft evrenk
adını verdi. Bu mecmuanın bazı el yazması nüshalarında mevlana Camî'nin
kalemiyle yazılmış olduğu anlaşılan bir mukaddimede şu sözler vardır:
«Bu yedi mesnevi, Vasıt'ta yetişmiş kalem
kamışı ile Çin
aslından gelme hokkanın evlenmesi
neticesinde dünyaya gelmek bahtiyarlığına ermiş yedi kardeş gibidir. Gayb
âleminden varlık alanına çıka geldiler. Gerektir ki, bunlara eski Fars lügatinde yedi kardeş anlamına gelen ve
şimal tarafından doğarak kutup tarafında devreden yedi yıldız kümesinin ismini
yani «heft •
evrenk» adını verelim....
— Bu yedi geminin de yapısı
aynıdır. Bu yedi hazinenin cevherleri aynı taştandır.
— Şu yüce göklerdeki yedi
kardeş gibi bunlar da yeryüzünde yetişmiş yedi âşıktır.»
Bu önsöz kısmına pek eski yazmalar
üzerinde rastlanmadığına bakılırsa Cami önce Hamse sahibi şairlerden Genceli
nizami ve Emir Husrev-i Dehlevi gibi beş parça mesnevi yazmış, bunlara
sonradan yazdığı iki parçayı da ilâve etmek suresiyle Heft ■ Evrenk adını vermiştir. Bu iddiayı isbat eden başlıca delil
Cami'nin Hurdname i Iskenâeri de bizzat Nizami ve Husrev'i taklid yoliyle beş mesnevi
yazmak istediğini söylemiş olması ve sözü geçen kimselerin her birine karşı
aynı vezin ve teknik dahilinde bir mesnevi yazarak sonradan bunlara Silsiletüzzeheb ile Sübhatül-ebrar-ı da
ilâve etmesidir. Yine Heft Evrenk'te bir müddet gazel yazmakla meşgul
olduğunu, sonra kasideler inşad ettiğini ve muammâlar tergibinde hünerler
gösterdiğini, daha sonra Rubailer nazmettiğini ve en nihayet işi Mesnevi
tarzına dökmüş bulunduğunu anlatır. Cami'nin bahsettiği mesneviler sırasiyle
şunlardır:
1 — Silsiletüzzeheb = Altın
zincir: birinci defter: bu bahri hafiften Failâtün Failâtün Failün vezninde
Senaî.nin Hadikası ve evhadi'nin Câm-i Cemi üslûbunda yazılmıştır. Eser Sultan
Hüseyin Baykara adına sunulmuştur. ilk beyiti şu sözlerle başlar.
< Her sözden önce yücelik ve ikram sıfatlariyle vasıflanmış
olan Tanrı'ya hamd ile başlarım...»
Sonu da şu beyt ile biter.
«Ömrün akışı hareketten kalırsa Tanrı bana hayırlı bir son
nefes ihsan etsin.»
Bu cildin te’ lif tarihi kitapta
gösterilmemiştir. Fakat Sultan Hüseyin Baykara'nın tahta çıktığı hicri 873 yılı ile Camî’nin Hicaz
seferine başladığı 8 7 7 yılları arasında yazılmış
olması şüphesizdir. Çünkü Reşehat • i Aynülhagat sahibi Safiyüddin
Ali'nin tasrih ettiğine göre üstadın Bağdada ulaştığı günlerde bu mesnevinin
yayılmış olan bazı parçaları Bağdat şialarını Cami aleyhine ayaklandırmaya
vesiyle olmuştu. Kitabın ortalarında sahte ve riyakâr sofileri hicveden bir
parçasından sonra söylenen şu kıt'a kitabın telif edildiği tarihi tahmin ettirmeye kafi gelmektedir:
«— Hiyle ve desise ile dine düşman kesildi.
Yarabbi dinin intikamını ondan sen al!
— Şeriatı alçalttı. Sen de onu alçalt. Hayayı
elden bıraktı. Sen onu daima mahcub et!
— Hem ne hacet ki, ben ona dua edeyim. Ciğeri
Üstüne duadan bir ok vurayım.
— Bu sekiz yüz yetmiş yılından daha önce,
Peygamber onun duasına el açtı;
— Dedi ki, Ey Tanrım her kim dine yardım
ettiyse sen de iki âlemde ona yardımcı ol.»
Silsiletüçzeheb'in ilk defteri yüksek ahlak ve
irfan meselelerini kapsıyan uzun bir mesnevidir. Kitapta bazı ayet ve
hadislerle büyük sofilere, mezhep imamlarına ait makalelerin şerheleri yer
almıştır. Kelâm ilmine ait meselelerden irâde ihtiyar, cebir, kaza, kader,
peygamberlik, imamlık, kıdem, ve hudûs i alem (âlemin önceden var olması veya
sonradan yaradılması) gibi bahislerle namaz oruç, kur'ân okuma gibi zahiri
şeriat vazifelerinden de genişçe bahsedilmiştir. Bundan başka tarikata ait
gizli ve âşikâr zikir konusu, uzlet, halvet, samt ^sukût, seher = uyanıklık,
cı'.i.' aclık gibi meseleleri şerh ederek yer yer temsil ve hikâyelerle
süslemiştir. Eser nihayet İslâm akidelerini hulâsa eden ve üstadın mürşidi
Ubeydullah -i Ahrar'ın tavsiyesiyle nazma çekilmiş olan itikadnâme kısmı ile sona erer. (Bu mesele hakkında dördüncü bölümde
tafsilât verilmişti) Kitabın ismi hakkında
şöyle diyor:
«— O, adi bir bağ değil altın zincirdir. Ona bağ veya iplik
demek edebe uygun düşmez.
— Altın zincirler Arslanlar
içindir. Gerçek arslan o zincir altında başını kımıldatamaz.»
II — Silsiletüzzeheb defter 2 — Bu
cildin konusu müellifin dediği gibi ruhâni aşk âlemleriyle aşk dersinden elde
edilmiş bir gerçektir. Şu mealdeki beytlerle başlar:
(------
Ey kulak. aşk efsanesi dinle!
kalem gıcırtısından aşk
teranesi işit! ,
Eldeki şu kamış kalem ney gibi seslenerek aşk hikâyeleri anlatıyor.»
Kitabın tasnif tarzına göre müellif her bahiste
Tanrısal sevgi ve mânevi aşktan söz açarak
konuya uygun lâtif nüktelerle karışık ince meseleler ortaya atmaktadır. O
arada bü, yük sofilerin başından geçen bir hikâyeden veya Kur’ ân âyetlerinden
ve hadislerden de delil Ve şahit göstermektedir. Kitapta adları geçen sofiye uluları şunlardır:
Bayezid i Bistami, Zunnun i Mısri, Şah Şucâ Kirmani Şems i Tebrizi,
Şeyh Evhadüddin •i Kirmani, Şeyh Muhyiddin • i Arabi, Şeyh Ali Muvaffak, Şeyh Mâruf i Kerhi, Bişr-i Hafi, Ahmed i Han
bel. (Sofiyeden sayılamazsa da), Ebu Ali Rudbari Seri i
Sakatî, Tuhfe'i Muganniye, Şeyh Ebu Ali Dekkak Üstadın büyük meseleleri şerh ve izah ederken kullandığı
zarif nükteler onun yaradılışındaki inceliği, zevkindeki yüksek olgunluğu
aksettirmektedir. Bazan temsil yoliyle anlattığı bir hikâyeye
«yemeğin tuzu» kabilinden bir mizah çeşnisi karıştırması başka bir
zarafet verir. Bu mizahi koku, okurları daima tatlı bir neş’e ve gönül hoşluğu
âlemine götürür.
Bu mesnevi de birinci defterde olduğu gibi
Bahr'i hafif vezniyle kaleme alınmış, birinci defterin yarısı kadar yer tutmaktadır.
Eserin bitmesi 890 Hicri yılına yani Camî’nin Hicaz seferinden dönüşü
tarihlerine raslamaktadır. Kitabın sonunda da şöyle diyor:
«— Yiice feleğin katibi, senelerin harflerini
yazmakta büyük gayret gösterdi.
— Rakamların sırası Sat—90 ve Dad — 800'e
erişince kaleme dinlenmek düştü.»
Üstat bu cildi birinci defterin bir eki olarak
yazmayı kararlaştırdığı için aradan yıllar geçtikten sonra tamamlanmış olan bu
kısmı müstakil bir eser saymamıştır. Bu sebepledir ki ikinci defterin baş
tarafında birincisi gibi önsöz, nat ve medhiye gibi esere müstakil bir kitap
çeşinisi veren sözlerle zamane sultanlarını öven mûtat manzumeler yer
bulmamşıtır.
Ill — Silsiletüzzeheb defter 3 — Bu mesnevi de evvelkiler gibi aynı vezinde
yazılmış beşyüz beyitlik kısa bir manzumedir. Cami bu manzumeyi o çağlarda
Kayser'i Rum ve Kayseri ıklimi Rum şöhretiyle anılan Osmanlı padişahı İkinci
Bayezid Han adına armağan etmiştir. İkinci Bayezid 886 yı lında yani üstadın
ölümünden on iki sene evvelki tarihten 919 hicri tarihine kadar İstanbul’ da
hilâfet ve saltanat sürmüştür. Cami, kitabının başında ve sonunda Osmanlı sultanının adını şu sözler le anar:
t: — İzzet ve yücelik kaynağı ve
devranın şahı Sultan Bayezid (lldırım) (?)
Yunanlılar toprağı onun feyziyle gül bahçesi
oldu. Yunanlıların gözü onu görmekle aydınlandı.»
Eserin sonunda da aynı padişahı medhederek
değerli ihsan ve hediyeleriyle birlikte mektubunun alındığını işaret eder.
İşte o hediyelerin teşekkür borcu olarak bu mesneviyi padişaha armağan ve
sözünü de onun duasiyle bitirir. Bazıları müellifin bu mesneviye Tuhfei şahı adını vermiş olduğunu
iddia ederek eserin sonundaki şu beyti buna delil gösterirler.
«— Fakat Tuhfe'i şah'm geldiği yerden bu acizin
dileği mahabbet ve teveccühtür.»
Halbuki bu beyit, mesnevinin unvanı hakkında kesin bir
delil vermemektedir. Risalenin metni, memleket idaresi ve hükümdarlık
usullerine ait öğütlerle adaleti öven sözlerden ve sultanlara nasihatten
ibarettir. İçindeki felsefe! manzumelerin her birini padişahlar için zarurî
olan faziletlerden birini övmeğe tahsis etmiş ve bu faziletlerden her birini
de hale münasip latif bir hikaye ile süsleyerek anlatmağa çalışmıştır.
Bu risalenin te'lifinde tarih kitaplariyle sultanlara ait
vakayinamelerden hususuyle Semerkand’li Nizami-i Aruzî'nin \,ahar Makale adlı eserinden faydalanmıştır. Kendi çağına yakın
sultanlardan kitapda adı geçenler, ( llhanîlerden) mogol Gazan han ile (Ak
koyunlulardan) Türkman Yakub beydi.
Mesnevinin
bitim tarihi yazılı değildir. Fakat ikinci defterin 890 Hicrî yılında bitmiş
olduğuna göre üçüncü bölümü teşkil eden bu parçanın da sözü geçen tarihten
sonra yazılmış olması gayet tabiidir. Mesnevi şu
mealdeki beyitte nihayet bulmaktadır.
«— Maksat bu nükteyi tamamlamaktır. Hamd ve sena, yücelik
ve cömertlik Tanrı'ya mahsustur.»
İkinci mesnevi: Selâman ve Absal:
Bu da (Remel-i müseddes) bahrinde (
Failatün Failâtün Failün) veznindedir. İlk beyti:
« — Ey hatırasiyle aşıkların canlarını tazeliyen sevgili!
aşıkların dili senin lıitfunun neş’esiyle bülbülleşmekte :>
Camî, bu risaleyi de Akkoyunlu sultan Yakub bey adına
yazmış, kitabın baş tarafında onu şu sözlerle övünmüştür:
« Cihane hükmeden o Şah Yakub bey ululuğu önünde feleklerin
kubbesi alçak kalır.»
Mesnevinin sonunda da yine aynı padişah adına şu söz !eri
söyler:
« — Bahtiyar padişah Yakup beyi övmek, sanki yağmurun
verdiği bir feyz; bense susamış bir çöl gibiyim...
— Makamı ve ululuğu daima
taze olsun. Sultanlık çağı, ölçülemiyecek kadar uzun sürsün.li
Selâman ve Absâl'ın baş tarafında Yakub beyin babası Irak ve Azerbaycan
fatihi Uzun Hasan beyle, sultanın kardeşi Emir Yüsüf'un da adları geçmekte,
her ikisi de övülmektedir. Mesnevinin ilk kısımlarında üzerine çöken bir uykudan
ve bu uyku sırasında Hasan beyi rüyasında gördüğünden ve onunla konuştuğundan bahseder.
« — Onlar arasından zamane şahının babası,
o, adı ve ahlakı güzel Hasan göründü.
— Şahane kaftanlar giymiş. başına kafur renkli bir sarık
sarmış.
— Önüme geldi oturdu, elimi öperek hal ve hatır
sormaya
başladı ...>>
Selâman ve Absıil'ın telif tarihi de açıkça gösterilmemiştir. Ancak
eserin 885
yılında bittiği anlaşılıyor. Çünkü Yakub
bey 884 yılında tahta çıkmıştır. Cami ise Tuhfetül'ahrar mesnevisini Selâman ve Absâ/’i bitirdikten
sonra 886 yılında yazdığını söylüyor. Şu hale göre mesnevinin telif tarihi 884 886
yılları arasına raslamaktadır. Kitabın baş tarafında ihtiyarlığından şikayetle
söze başlar çünkü, o sıralarda Cami'nin yaşı 69 u bulmuştur. Cami diyor ki:
«— Yıllardır şu köhne sarayda şiirimin tellerini söz udu
üzerine bağladım.
— Ömür gitti. Bu nağmelerin sonu gelmedi. Hayat kesiliyor
amma bu maceranın biteceği yok.
— Sırtım çengele döndü. Ben ise hâlâ gece
sabahlara kadar saz söz peşindeyim.
— Ut bozukdüzen, zamane artık mutribin kocamış
ellerini titretiyor.»
Cami, Selâman ve Absâl hikâyesinin aslını, İbni Sina'nın El’işarat vettenbihat adlı eserini şerh etmiş olan Fahrüddin'i Razî ile
Nasirüddin'i Tusi'den almıştır. Bu hikaye
Hoca Nasirüddin'in şerhinde iki şekilde nakledilmektedir. Cami’nin bu
rivayetlerden birini, ufak bir değiştirme ile nazmettiği anlaşılıyor. İbni
Sina'nın El'işaratın'da şöyle denilmektedir:
«Selâman ve Absâl kıssasını
okumamış veya işitmemişsen bil ki, Selâman senin için bir ibret dersi, Absalde şayet
irfan sahiplerinden isen bilgideki dereceni gösterecek bir örnektir. Elinden
gelirse bu (Remz)i çözmeğe çalış... »[ 1 ]
Fahrüddin’i Razi hikâyenin aslını ele
geçiremediğinden buradaki (Remz)in çözülmesini imkansız saymıştır. Fakat Nasîrüddin'i
Tusi hikayeyi iki ayn kaynaktan dinlemiş olduğu , için izah ve te' vile
girişerek içersindeki remzi çözümlemeğe imkan bulmuştur. Camî de Nasirüddin'in
şerhine dayanarak remiz ve hikayeleri şerh ve tefsir etmiş, bununla beraber
bazı yerlerde Nasîrüddin ile fikir ayrılığı göstermiştir. Biz bu uyuşmazlık
noktalarını açıklamak istiyoruz.
I —
Hoca Nasirüddin'in şerhinde kısaca bahsedilen bu hikâye, Cami'nin mesnevisinde bazı ilâvelerle
genişletilmiştir. Öteden beri hikâye tavsif ve tasvirlerde sözü uzatmak adetinde
olan Cami, hikâyenin bazı kısımlarındaki ihtilâflar hakkında yalnız şu
noktaları belirtiyor ve önce (Selâman) isminin (Selamet) kökünden geldiğini
iddia ile diyor ki:
«— Çünkü her ayıptan selâmet buldular. Adını
Selamet kelimesinden Ürettiler. Ten ve endamı sapasağlam Selâmet adı ona gökten
inmiş gibi.»
İl — Hoca Nasirüddin de şöyle diyor: .
«Şah' ta bir âlet vardı onunla iklimleri
seyreder, oralarda olup bitenleri görür, anlar, halk üzerinde her türlü
tasarruflarını yürütürdü...»
Camî bu âlet ve vasıtayı Ayine i Giti nümâ cihanın her tarafını gösteren ayna şekline sokmakta ve
şöyle anlatmaktadır:
«— Şah' ın cihanı gösteren
bir aynası vardı. Bütün dünyanın esrar perdesini açardı. .
Ariflerin kalbi gibi parlak olan bu aynadan iyi kötü hiçbir
şey gizli kalmazdı.
[l] El'işarat vettenbihat, kısım 9.
— Şah emretti, aynayı önüne
koydular, tâ ki istediğini içinde görebilsin.
— Ayna üzerinde derhal
kaybolan âşıkların hayali gözüne ilişti.
— Her ikisi de bir ormanda,
Dünya gamından uzak ve mesut yaşıyorlardı.»
III — Nasîruddin' Tusî, Selâman ve Absıil’ın araştırılması sırasında bunların el ele tutuşarak
boğulduklarını yazar ve şöyle der:
«Selâman ile Absâl el ele
tutuşarak kendilerini denize attılar. Şahın emriyle suyun ruhaniyeti boğulmak
üzere olan Selâmrân' ı kurtardı, Absâl ise boğulup gitti.»
Fakat Cami bu vakıayı
anlatırken Selâman ile Abgâl’ın kendilerini ateşe attıklarını. Selâman'ın şahın
himmetiyle kurtulduğunu, Absâl'ın ise yandığını göyler
ve der ki:
« — Selâman bu hikâyeleri
işitince, üstünü başını yırtmağa başladı.
— Artık yaşamadan umudunu keserek
kendisini öldürmek sevdasına kapıldı.
— Hayat artık değerini
kaybettikten sonra ölmek yaşamaktan hayırlıdır dedi.
— Yüzünü Absâl ile birlikte
kırlara çevirdi, artık candan geçmenin sırası gelmişti.
— Her taraftan arka arka
odun taşıdı. Bunları üst üste bir yere yığdı.
— Odun denkleri bir dağ gibi
yükseldi. Bu odundan dağa bir ateş salıverdi.
— Aşıklar ateşi görünce
sevindiler. El ele vererek kendilerini içine attılar.
— Şah gizlice bu hali
anlayınca himmetini Absâl' ı öldür. mek tarafına
sarf etti.
— Himmetini gönlü muradına
göre kullandı. Absâl'ı yaktı, Selâman' ı kurtardı.
— Erenlerin işinde Tanrı
kudretinden nasip vardır. Bu, himmet sahibi ulular için çok görülmez »
IV
— Nasirüddin'i
Tusi'nin şerhinde Filozof, Selaman'a Absal'in hayali suretlerini göstererek ona
yavaş yavaş Zühre yıldızını seyretmek istidatını kazandırdığından bahseder ve
şöyle der:
«Zühre' yi görebilecek derecede istidat sahibi
oluncaya kadar .... »
Halbuki Cami bunu _şu şekilde anlatır:
« — Zaman zaman söz arasında Zührenin vasıflarından bahseder.
— Derdi ki: Zühre yıldızı, yıldızlar derneğinin
meş' alesidir. Onun güzelliği önünde bütün güzellerin adı anılmaz olur.»
Cami, biraz sonra:
« — Bu söz tekrarlandıkça içinde bu yıldıza karşı büyük bir
gevgi buldu:
— Filozof bu sevgideki
manayı sezerek Zühre' de büyük bir te' sir yaptı.
— Yıldızdaki güzellik
tamamiyle meydana çıktı. Selâman' ın canına ve gönlüne işledi.»
El’işarat' ta anlatılan evvelki hikayeye gore
Zühre' de Tanrısal bir güzellik vardır. (Çünkü) o Yunan masallarına göre bir
tanrıça'dır.»
Halbuki Cami bunu sadece saz çalan bir
muganniye timsalinden başka bir şey zannetmemektedir.
V
—
Nasirüddin'i Tusi'nin şerhi sonlarında Filozofun padişah ve kendisi için iki
mezar yaptırarak hikayenin bu mezarlarda saklanmasından sonra Eflatun'un tarifi
üzerine Aristo tarafından ele geçirilmesinden, hatta hikayenin yayılması ve bunun Yunan'cadan Arapçaya Huneyn bin İshak'ın kalemi
ile çevrilmesinden geniş ölçüde bilgiler verildiği
halde Cami bu cihetler hakkında kitabında bir şeyler demiyor. Yalnız
mesnevisini padişahın Selaman' a söylediği öğütlerle ve birtakım remiz ve
İşaretlerin te'villeriyle bitiriyor. Hikayelere sokulan bazı terim ve
deyimlerin doğrudan doğruya Camî
tarafından mı uydurulduğu
yoksa bizim bilmediğimiz bir kaynak veya şerhten mi anladığı anlaşılamıyor. [
1 ]
Üçüncü
mesnevi: Tuhfelül’Ahrar: Bu didaktik bir mesnevidir. (Bahri seri) den «Müfteilün
Failün» veznindendir. Hakim Nizami'nin Mahzen i esrarı
ve Emir Husrev i Dehlevi'nin Matlaül'envar' ı üslûbunda yazılmıştır.
Şu mealdeki beyt ile başlar: . -
«— Söze besmele ile
başlamak, hikmet ehlinin başının duasıdır.»
Cami bu mesnevinin sonunda
adet gereğince birkaç sözle mesnevisini vasfederken eserinin adı hakkında şöyle
der:
«— Kalem o dilberi
süslerken, benden kendisine bir ad koymamı diledi.
— Ben de ona Tuhfetül’ Ahrar lâkabını verdim ve Şeyh Ahrar' a armağan gönderdim.»
Kitabı şu meâldeki beyt ile
bitmektedir:
«Kitabın son sözü ve altındaki mührünün
yazısı (Temmetülkitap = 894) oldu.»
Halbuki, daha sonra kitabın bittiği tarihi
mensur bir ibare ile şöyle tesbit ediyor:
«Bu teşbihin dizilmesi tesbih ayında ve Tevarih mevsımınde
886 yılı içinde ikmal edilmiştir.»
[1] Selâman ve Absal hikayesinin asıl ve kaynağını anlıyabilmek için şu
eserlerin gözden geçirilmesi faydalı olacaktır:
J — El ’işarat vettenbihat filmanjik-ı velkikme
şerhi Fahrüddin-i Razı
İl — « » « » hoca Nasirüddin-i Tusî
III
—
Mütefekkirin.i İslam
: Baron Kara de Vaut
IV
—
Esrar'i hikmetül meşrikiyye der Halat.i Hay bin Yakazan Ebî
Cafer bin Tufeyl Endülüsi
V
—
İngilizce Selâman
ve Absâl tercümesi Fitz Gerald
VI
—
Fransızca » ,. ,. August Brieneux (Paris
basması) 1911
Vl( — Name-i
Danışverun’de ibni T ufeyl'in hal tercümesi
Vlll — Mukaddimeıi Mesnevf-i
Slâman ge
Absâl Reşid Yasemi (Tahran basması)
IX — Selâman ve Absâl tercümesi. Millî Eğitim Bakanlığı Şark İslam klasikleri
serisinden Abdülvehab -Tarzi...
Mesnevisinin baş tarafında mensur bir önsöz
vardır. Cemi burada Gence'li Hakim Nizami ile Emir Husrev'i Dehlevi'nin
adlarını hürmetle anar, Sonra dört münacat, bir tanrı tapısına hitap, beş nâat
ile Nakşibendiye tarikatı kurucusu Hoca Bahaüddin' i Nakşibend'in faziletleri
hakkında bir menakıbnâme ve zamanının mürşidi Hoca Nasirüddin Ubeydullah i
Ahrar'ın devletine dua tarzında bir methiye ile sözlerini bitirmektedir. Eserde
zemane sultanının adını hiç anmadığına göre Cami bunu doğrudan doğruya mürşidi
Ubeydullah' a bir armağan olmak üzere yazmıştır. Baş tarafında nazma çekilen üç
sohbette üç yakin mertebesine yani İlmülyakin, Aynülyakin, Hakkulyakln.
mertebelerine İşaret eden pek latif izahlar ve şerhler vardır.
Kitap yirmi makaleye
ayrılmıştır. 1 — Yaratılış, 2 — Adem'in yaratılışı, 3 — Islâm dinindeki saadet, 4 — Beş vakit Namaz,
5 — Zekât, 6 — Hac, 7 — Uzlet, 8 — Sükun, 9 — Feleklere dair, 1 O — Sofilerin alametleri, 1 1 Zahir bilginlerinin ahvaline dair, 1 2 — Sultanlarla konuşma bahsi, 1 3 —
Katib ve vezirlerin hallerine işaret, 1 4 — İhtiyarlık belirtileri 1 5 —
Gençliğe dair, 1 6 — Güzele
ve güzelliğe dair, 1 7 — Aşk hakkında, 1 8 — Aç gözlü
şairlerle hasbihal, 1 9 — Oğlu Ziyaeddin Yusuf' a öğütler... Bu makalelerin her
birinde meram ve maksadı ifade ettikten sonra sözü lâtif bir hikâye ile bitirmektedir.
Dördüncü mesnevi Sübhatül’ebrar = Erenler duası: Bu da didaktik bir mesnevidir. (Remel'i
müseddes gurupundan) «Failâtün F ailâtün Failün » veznindedir. Cami' den önce hiçbir mesnevi
üstadı bu vezinde eser yazmadı. Ancak Husrev'i Dehlevi bir Nüh sipihr Dokuz
felek) mesnevisinden birkaç beyt söyledi.
Sübhatül'ebrar şu anlamdaki beyt ile başlar:
« — Merhamet ve ihsanının arkası
kesilmeyen kerem sahibi ulu ve şefkatli Tanrı adiyle söze başlarım.»
Eserin te' lif tarihi belli değildir. Ancak kitabın 3 8
inci bölümünü teşkil eden duada oğlu Ziyaeddin Yusuf'a hita hederken çocuğun
henüz beş yaşında olduğunu söyler ve şöyle der:
•— Şu iğreti tapınakta yaşın beş oldu. Bu beş
yaş yüz yılından da fazla olsun.»
Oğlu Ziyaeddin Yusuf 882 yılında doğmuş
olduğuna ve bu eserin 886 ve g88 yıllarında yazılmış olan Tuhfetül’Ahrar ile
Yusuf ile Züleyha mesnevilerinden sonra kaleme alınmış bulunduğuna
göre te'lif tarihini 887 olarak kabul edebiliriz.
Bu kitap Sultan Hüseyin Baykara adına yazılmıştır. Nasıl ki
metinde de şöyle söylüyor:
«— Adı öyle bir tac ve taht incisidir ki, şiirimin denizi
ona dar. gelir.
Şahlıktan nasib ve şeref bulmuş olan bir kimse varsa o da
saltanat tâcı altında Hüseyin' in kendisidir.»
Sübhatü!ebrar ın son derece külfetli ve sıkıntılı kafiye ve seci'lerle dolu olan önsözü de hutbe, naat ve padişaha duadan
sonra kitabın metnini kırk bölüme ayırır. Son söz olarak kalemine hitabeden
latif bir manzume ile bitirir. Manzumenin iki beytini alıyoruz:
«— Sözü güzel bitirmek eski adettir. Biz de bu
nükte ile sözü kesiyoruz.
— Tanrı sonumuzu hayır etsin. O ulu sahibimiz ne
güzel bir sahiptir.»
Kitapta kırk bölüme ayrılan çeşitli konular
hakkında söylediği şu:
«Bu dua tesbihinin danelerinin sayısı kırka
varır, her biri kalbdeki bir cehalet düğümünü çözer.»
Sözünden de anlaşılmaktadır ki, bu bahisler yüksek ahlak
ve irfan telkinleridir. Her bölüm, insanı muhatap tutan bir hitabe ile başlar.
Nefse ait faziletlerden birini şerh ederek latif bir hikaye ile işe girişir.
Sonra Tanrı'dan o fazileti diliyen bir münacat ile bitirerek sözü başka bir
bölüme bağlar. Kitabın konusuna giren bahisler şunlardır:
1 — Kalbin hakikatını keşfetmek, 2 — Söze dair, 3 — Şiir
hakkında, 4 — Eserlerden Tanrı varlığına istidlal, 5 — Tanrı birliği
bahsi, 6 — Gerçek varlık ancak Tanrı zatıdır, 7 —
Tasavvufun şerhi, 8 — irade bahsi, 9 — Tövbe makamı, l O — Takva sırrının
keşfi, l 1 —Zühd makamı, 1 2 —Fakr mertebesinin sırrı, l 3
— Sabır hakkında, 1 4 — Şükür hakkında, 1 5 — Tanrı korkusu,_ 1 6 — Reca, 1 7
— Tevekkül, 1 8 — Rıza, 1 9 —Muhabbet, 2 O
—Şevk, 21 —Gayret, 2 2 — Kurb -—Yakınlık, 23 — Haya, 24 —
Hürriyet, 2 5 —Fütüvvet^ Mertlik, 2 6 — Sıdk = Doğruluk,
2 7 — İhlâs =
bağlılık, 28 — Cömertlik, 2 9 — Kanaat, 3
0 — Tevazû, 31 — Hilm, 3 2 — Düzgün söz söylemek ve mizah, 3 3 — Sevişme
uyuşma, 3 4 — Semâ’ = Musiki,. 3 5 — Sultanlara
hayır dua, 3 6 — Devlet büyüklerine başarı dilekleri, 3 7 —Üyrukların sultanlara
saygı ve teşekkür beslemelerine aracılık yapmak, 3 8 — Oğlu Ziyaeddin Yusuf'a
vasivet, 39 — Nefsine öğüt, 40 — Okurlardan rica.
Sübbatülebrar
mesnevisi Camî’nin eserleri arasında çok güzel ve düzgün bir ifade ile yazılmış
en yüksek ahlâk ve irfan meselelerini toplamış bir mesnevidir. Camî’nin bu
eserde kullandığı vezni kendisinden sonra kullanan kimse olmamıştır.
Beşinci mesnevi Yusuf ve Züleyha'. Aşıkâne bir mesnevi ve lirik bir
şiirdir. Bahri hezeci müseddesi' in «Mefailün mefailün Feilün» vezninde ve
Gence'li Nizamî'nin Hustev ve Şirini ile Fahr’i Gürgânî’nin Vegs ve
Ramini tarzında yazılmıştır. Şu anlamdaki beyt ile başlar:
«— Tanrım umut goncasını aç. Sonsusuzluk bahçesinden
bir gül göster.»
Hutbe, Nâat, Miraciye gibi manzumelerden ve
Nakşibendiye tarikatı Piri Ubeydulah' i Ahrar’ın hâtırasını andıktan sonra zamane sultanı Hüseyin
Baykara’yı şu sözlerle metheder:
«O, sanki bu gözde göz bebeğidir. insanlık
cihanı Sultan Hüseyin'dir.»
Kitabın nazmı sebebi ve sözün faziletleri
hakkında iki manzumelik bir mukaddime yaptıktan sonra asıl destan kısmına
geçer ve Peygamber Yakub’un oğlu Hazret i Yusuf hakkında İslâm kaynaklarında
bulduğu bilgileri hikaye eder.
Hikayenin yazılışında
Camî'nin başlıca kaynağı Kur'’ ân' ın 1 2 inci
suresi olan (Sure -i Yûsuf) dür. Fakat hikayenin aslı Tevrat' tan alınmıştır.
^(Tekvin bahsi bab 3945) Islâm müfessirleri çok defa Sure'i Y ûsüf' ü tefsir
ederlerken Tevrat'a baş vurmuşlardır. Tarihçilerle menakıpname yazanlarda bu
kaynaktan faydalanmışlardır. Cami ve daha önceki şairler de hep böyle yaptılar.
Fakat Tevrat'ta Yahudi aslından alınan hikâye ile islâm kaynakları arasında
bazı değişiklikler vardır. Buna bir misal olarak Mısır (Aziz) i ile karısı
hakkında her iki kaynaktaki rivayetleri kısaca gözden geçirelim: Tevratta:
«Yusuf’u Mısır'a gönderdiler. Mısır sarayında
vezir ve serdar bulunan Fotifar adında zengin bir Mısır'lı onu Mısır'a getiren
İsmaili kabilesinden bir adam satın aldı. Tanrı Yusuf’la beraberdi. O bahtiyar bir adam oldu. Mısır'lı sahibinin evinde yerleşti, sonra efendisinin nazarında iltifat buldu. Ona hizmet
ediyordu. Vezir bütün evinin idaresini Yusuf a bıraktı. Bütün servetini onun
eline teslim ettti. Yusuf yakışıklı Ve güzel yapılı idi. Sonra efendisinin
karısı ile olan vaka meydana geldi. Kadın Yusuf'a göz koydu, Tekvin bahsi, bab
39.>
Kur'ân’i Kerim' de Sure'i Yusuf’un 2 1 inci âyetinde şöyle buyrulmuştur:
«Yusuf u satın alan Mısırlı,
karısına: Ona iyi bak, belki bize faydası olur. yahut onu kendimize evlât
ediniriz, dedi. Böylece Yusuf' u yeryüzünde sağlamlaştırdık
... »
Şeyh Ebül'Fütuh-i Razi bu ayetin tefsirinde
şöyle diyor:
«Yusuf un sahibi onu pazara götürdü. Satışa arz
etti. Memleketin hazinadarı olan bir adam onu satın aldı. Bu adamın lâkabına
(Aziz) derlerdi. Adı «Katfir» yahut «Atfar bin Rahib» idi. O sıralarda Mısır
hükümdarı da Velid bin Reyyan idi. Aziz Katfir Yusuf'u satın alınca evine
götürdü. Aziz' in Öfkâ binti Hevs adlı bir karısı vardı. Kadına tenbih etti.
Ona iyi bak, olaki bize faydası dokunur, bunu evlâtlığa alırız...
Yusuf suresinin başka bir
ayetinde de «evinde bulunduğu kadın kendisinden yakınlık diledi...» denilmektedir. Yani Yusuf Aziz'in evine gidiyor. Aziz onu
karısına teslim edivor: Haddinden fazla olan güzellik ve yakışıklığı yüzünden
Aziz'in Züleyha adlı karısı ona göz koyuyor. Onu seviyor, Yusuf'un güzelliği de
günden güne artmakta, Züleyha'nın aşkı da o nisbette alevlenmekte. (Ebûfütuh
tefsiri. Tahran tab'ı, cilt 3).
Fakat yeni tarihçilerin
incelenmelerine göre Yusuf'un tutsak edilerek Mısır'a götürülmesi vakası
üçüncü Tutmes zamanına yani Milâddan önce 1 4 4 9 1 5 O 3 yılları arasına raslamak
tadır. Tutmes 1 8 inci Firavun sülâlesinden idi. Onun idaresi zamanında Şam
medeniyetinin nüfuzu Mısır' da çok ileri gitmiş ve
Şam taraflarından Mısır'a esirler getirmek âdet hükmünü almıştı. (Sir Filnders
Petrie'nin tarihine bakınız)
Cami, eserinin her yerinde ufak hâdiselerle aşk hikâyelerini
uzun uzadıya tavsiflerle doldurmuş, mesnevinin sonuna da üç manzume eklenmiştir. Bunlardan biri zamaneden şikâyet, İkincisi oğlu Ziyaüddin Yusuf' a öğüt, üçüncüsü de nefsiyle
hesaplaşma konusu üzerindedir. Bunlardan sonra kitaba dair beliğ bir medhiye
söylemekte ve bu arada kitabın te'lif tarihi ile içindeki şiir sayısının 4000
beyt olduğunu açıklamaktadır.
« — Allah için sen bir ilkbahar mevsimi, bu baharın yanında
İrem ,bağı bir dikenlik gibi.
— Sanki her dersten, neşeden bir bostan oluyor.
Her bostan da gül bahçesi kesiliyor.
— İçinde binlerce taze gül açmış, iki yüz nergıs naz uykusuna
dalmış.
— Mana çemenleri dal dal olmuş, ifadeleri küstah hânendeler
gibi nağmeler besteliyor.
— Kâfur renkli kâğıt üstünde (Misk) ten yazısı.
sanki yeşillik denizinde nurdan bir gölge.
— İçinden kaynaklar sızan her harfi. mâna
bakımından daima dalgalanan bir ırmak.
— Kanalından her yana bir
pınar dağılıyor. Şirinlik suyu ile dolu bir çay akıyor.
— Ne bahtiyardır o yolcu ki, talihi yardım eder
de o ırmağın kıyısında oturur.
— Suya dalan gözleriyle gönlündeki gamı, hatırasındaki
tozları yıkar.
— Kalem ağır kaftanlar dokuyarak nihayet bu yılı da sonuna
getirdi.
— Bundan sonra gelecek yılise 888 yılı olacaktı.
— içindeki beytleri sayayım dedim, tam dört bin beyt
tuttu...»
Nihayet eski adeti gereğince değerli dostu Alışır Nevaî’ nin
adını anarak esere son verir:
« — Yeter ki, bir yeşillik İçinde cihanın en değerli bilginlerinden
bir kahraman var. Adı her iki mânasiyle de Arslandır. [ 1 ]
— Ta'miye yoliyle burada onnn adını andım ki,
halkın endişesi ondan uzak kalsın.»
Yusuf ve
Zülüyha Camî’nin en tanınmış mesnevileaindendir.
Farısça konuşan ülkelerde pek çok yayıldığı gibi yabancı dillere de tercüme
edilmiştir.
Altıncı mesnevi: Leyla ve Mecnun. Bu da pek âşıkanne bir üslup ve
heyecanlı bir ifade ile yazılmış bir aşk kitabıdır. (Hezeç-i müseddes)
bahrinden (Mefûlü, Mefailün, heûlün) veznindedir. Nizamî ile Emîr Hüsrev'i
Dehlevî'nin Leylâ
ve Mecnun'ları üslûbunda, onlara nazire
şeklinde yazılmıştır. Şu anlamdaki beyt ile başlar:
«— Ey toprağı sultanların tacı olan ulu Tanrı,
akıllıların aklı senin Mecnun'undur.»
Tevhid, Naat, Mîraciyeden
sonra aşkın mânasını açıklıyan bir manzume, daha sonra kitabın yazılış sebebi
gelir. Bu sebep aşk mazharlarını tavsif için hâtırasında duyduğu büyük bir
iştiyaktan ileri gelmektedir. Cami, bunu şu mısralarla anlatır:
[l] (Ali) Tanrı arslanı (şir) de Arslan anlamında
olduğu İçin Alişir iki arslandır demek istiyor. Çeviren
« — Lütuf çeşmesinin başında idim. Lâkin susuzluğum bir türlü
dinmedi.
— Gönlümün kuşu başka yerde başka nağmeler bestelemek
istiyordu.
— Uğurlu bir fal ile kur'a çektim. Bahtıma
mecnun’un halini şerh etmek düştü.
— Her ne kadar bundan önce söz ülkesinde iki
yüce üstat vardı.
— Gence'den hazine gibi cevher yağdıran Nizami,
Hind’ den de Tûti gibi şeker saçan Husrev geldi.
— Ben de yoksulluğumla beraber devemi o çöle
sürerek kendimi onların tozuna ulaştırdım.»
Daha sonra Nakşibendiye tarikatı piri
Ubeydullah'i Ahrar'
ı öven bir manzume ve en nihayet isim
söylemeksizin zamane sultanına bir medhiye yazdıktan sonra asıl destan metnine girer. Hikayenin nescinde bütün atkılar yer yer arab
kaynaklarından alınmış malzemedir. Kays bin Amiriden gerek Ağanı de ve gerekse
başka edebi eserlerde rivayet edilen üslüp ve terkip gözönünde tutulmuştur. Çok
kere Kays bin Amiri'ye ait şiirler latif ve gönül çekici bir ifade ile tercüme
edilmiştir. Kitabın sonunda birkaç beyitten sonra oğluna öğüt veren bir manzume
ile sözlerini bitirirken Gence'li Hakim Nizami ile Emir Husrev'i Dehlevi'yi tekrar anmaktadır. Leyla ve
Mecnun'u, nazım tarihi ile beytlerinin sayısını ifade eden şu kıta ile
bitiriyor: '
«— Bu uzun sözlerin sona ermesi 889 yılına rasladı.
— Beytlerini saymaya kalkarsam 3860 tutar.
— Dört ay boyunca az çok bu konu üzerinde
düşünen tab'ımın ilhamlariyle
— Her gün iki üç saat uğraşarak bitirmeye zafer
bulabildim.
— Sarf edilen saatlar hesabedilirse toplamı
ancak birkaç hafta tutar.
— Her ne kadar bu eli boş
müflisin bu kırık dökük nazımla da değeri kırıldıysa
da,
Ondaki cevherlerden çarhın hokkası inci kutusu
oldu. Zamanenin kulağı onun velvelesiyle doldu.
— Tanrı erleri, sehar sularında, yarlıgaması
için Allah'a yalvardılar.»
Leyla ve
mecnun mesnevisi de birçok defa yabancı
dillere tercüme ve tab' edilmiştir. [ 1 ]
Yedinci mesnevi: Hurdname’i Îskenderi. Bu da yüksek ahlak ve felsefe mes'elelerinden bahseden
didaktik bir eserdir. (Mütekarib-i Müsemmen) bahrinde ve «Feûlün, Feûlün, Feûlün, Feul» veznesindedir. Nizamî ve
Emir Husrev'in (İskendername) leri tarzında yazılmıştır. İlk beyti şu
anlamdadır:
«— Tanrım! Tanrısal ululuk sendedir. Cihan padişahına yaraşan güzellik
sana mahsustur.
— Camî, tevhid ve münacat ile, düşkünlük ve
ihtiyarlık vasfında yazdığı şiirlerden Naat, Miraciye, Hoca Ubeydullah' ın manevi devletine duadan ve zamane sultanı Hüseyin Baykara’
yı övdükten sonra oğlu Ziyaüddin Yusuf için bir öğüt kasidesi ve nihayet
nefsine hitabeden bir nasihat ile sözün faziletleri hakkında bir mutalaa
sıralar. Daha sonra da asıl metne geçer. Eserde yer yer Aristo, Eflatun,
Sokrat, Bukrat, Fisagors, Calinüs, Hermes ile başkaca filozofların fikirleri ve
İskender’e öğütler görülmektedir. İskender ile büyük feylezoflar arasında geçen
konuşma ve mektuplaşmalarla filozofça münasebetler, ufak birer manzume
parçasiyle anlatılmaktadır. Bu mesnevi. İskender'in ölümü destaniyle
filozofların bu ölüm dolayısiyle kopardıkları feryatların hikayesi ve
Aristo'nun İskender'in anasına yazdığı bir mektup ile sona erer.
Kitabın telif tarihi
açıklanmamıştır. Ancak Hoca Ubeydullah'i Ahrar'ı öven kasidenin delaletiyle
bunun 890 yılına doğru Leyla ve Mecnun dan sonra yazıldığı tahmin edilebilir.
[1] Bu mesnevi ve tercümeleri hakkında daha fazla bilgi edinmek
için müellifin 1319
yılında Tahran'da basılmış olan Romeo ve Jülyet adh tercümesine bakınız.
Ubeydullah'i Ahrar, 895 yılında vefat ettiğine göre telif
aşağı yukarı bu rakama yaklaşır. Cami bu mesnevide sık sık ihtiyarlığından
yıprandığından şikayet eder. Bu arada şunları söyler:
«— Bir gençlik çağı hep gaflet çağı içinde
geçti. O kara saçlı günler hep boşa gitti.
— Artık saçlarımdaki karalar bana veda etti.
Bari sen gönlümdeki siyahlığı da temizle.
— Şimdi ak saçlarımdan utanarak gönlümün
karasını o
beyaz renge boyıyayım.
— Diyelim ki gönül henüz taze, gönlümün saçları
daha simsiyah, fakat şu iki kat olmuş sırtımın kamburunu nasıl düzelteyim ?»
Hurdnamenin sonundaki beliğ bir manzumede, bu
mesnevinin artık
hamse külliyatı
arasında son mesnevi olduğunu söylemekle
beraber bunun son derece düzgünlük, belagat ve akıcı bir üslûp ile yazılmış
bulunduğunu ve hatta kendi Hamsesinin başka hamseci şairlerden kat kat üstün
olduğunu iddia ederek şöyle der:
«— Gel ey ömürler boyunca ıztırap çekmiş Cami ! bu beş hazine hâtıraya sığmıyacak kadar zengindir.
— Senin bu beş hazinen öyle ele geçmez
hazinelerdendir ki manzarasından cömertliğin gözleri aydınlanır.»
Fakat biraz sonra yine eski dervişliği tutar,
alçak gönüllülükten gelerek geçmiş Üstatları saygı ile anar ve şunları söyler:
«— O Hamseler hiç sana nasip olur mu? Onların
bir hazinesi senin yüz hazinenden iyidir.»
Camî bundan sonra Nizamüddin Alişir Nevaî’ nin
türkçe hamsesini şu sözlerle över:
«— Türk diliyle öyle garip bir nakış belirdi
ki, Câdu nefeslilerin dudakları mühürlendi.
— inciler saçan şairler Farsça'ya Derî lehçesiyle
ne cevherler bağışladılar.
— O Türkçe nakışlar, Deri lehçesiyle olsaydı
artık başkaca şiir söylemek imkanı kalmazdı.
— O mucize gibi sözlerin yüksek değeri
karşısında Nizamî kim oluyor? Husrev necidir?
— Eğer o başka dille nükte söylemiş olsaydı, aklın onu çözmeğe
takalı yetişmezdi.» •
Bundan biraz aşağıda yine memduhu Emîr Alişir'e
hitap eden birkaç beyitle fasahat ve belagatın hakkını vermekte ve nihayet şu
birkaç lâtif mısrala sözü kesmektedir:
«— Gel ey Sakî gönül çekici kadehi getir 1 Ateş gibi sıcak ve parlak olan o şarabı sun.
— Sun ki dudağımızı o latif kadehe dokundurunca bütün defter ve kalemi ateşe
atalım.
— Gel ey mutrip çalgıyı çabuk çal! bir mızrap
darbesiyle bize en yüksek bir ahenk dinlet.
— Çal ki kalbimizin
kulağındaki pamuğu çıkaralım, hep kulak kesilelim ve dem çekelim ....»
15 — Baharistan. Cami bu kitabı, oğlu Ziyaüddin Yusuf un henüz on yaşlarında iken
Arapça öğrenmeğe ve edebiyatla uğraşmağa başladığı ve bu arada Şeyh Sadî'nin Gülistan'ını okuduğu sıralarda telif
etmiştir.
Önsözünde şöyle diyor:
« — O sırada hatıra geldi ki Sadî'nin mutlu
nefeslerine, güzel şiirlerine benzer birkaç yaprak da teberrüken aynı üslûp
üzere ben yazayım. Ta ki, hazırlara destan ve gaiblere armağan ola....»
Yine aynı münasebetle önsözde şu kıt' ayı
söylemiştir:
« • Bu Baharistan' dan bir geç ki içinde giilistanlar göresin.
— Buradaki eşsiz güzelliklerden her gülistanın
içinde ne güller açmış, ne Reyhanlar filizlenmiştir.»
Kitabın üslûp ve ifadesi, Sadî'yi taklit
yoliyle nazım ve nesirle karışıktır. Fakat manzum parçalar tenasüp bakımından
mensurlardan daha güzeldir. Cmî kitabın nesir kısmını pek sanatlı ve tekellüflü
yazmıştır. Mizahî bölümdeki fıkralar da zarif ve hoş nüktelerle doludur.
Şairlerin hal tercüme• lerine ait bölüm ise o çağlarda ki tezkirelerle daha yakın ve ‘uzak
devirlerde yazılan emsalinden tarihî ve
edebî bakımdan daha değerli ve faydalıdır.
Cami bu kitabı da Şultan Hüseyin Baykara adına armağan
etmiş, yine birkaç kıt'a ile onu övmek fırsatını bulmuştur.
Baharistan'ın bölümleri Sadî’nin Gülista'nın taklit yoliyle sekiz ravza. bahçeye ayrılmıştır ilk bahçede Tanrı
velileriyle büyük sofilerden bazılarına ait hikayeler, ikinci bahçede filozoflardan
derlenmiş sözler, üçüncü bahçede sultanlarda adalet, dördüncüde cömertlik ve
kerem, beşincide aşk ahvali, altıncıda aşka ve latifeler, yedincide şairlerin
ahvali, sekizinci bahçede ise hayvanlar dilinden nakledilen hikaye ve fıkralar
yer almıştır.
Kitabın sonunda Camı de Sadi gibi süzü uzattığından dolayı özür diledikten sonra eserde geçen bütün şiir ve man
zumelerin tamamiyle kendisine ait bulunduğunu, hiç kimseden ödünç söz ve fikir
almadığını şu sözlerle belirtmektedir:
« — Camî her nerede bir eser yapısı donattıysa, hiç kimsenin
sözlerinden ödünç istemedi.
— Kendi sanatının kumaşlariyle ■ dükkânı oldu olanlara başkalarının
mallarına dellallık etmek yaraşmaz»
Eserin en sonunda yazıldığı tarihi gösteren şu anlamdaki
kıt'ayı görüyoruz:
«— Camî'nin çala kalem tabiatını sınadığı bu garip eser,
Hicret tarihinin 89 2 inci yılında sona er mistir...
:(.
. * *
16 Errisaletünnaiyye = Ney
risalesi. Ney'in hakikat dilindeki manasını izah ve Mevlana Celâleddin’in mesnevisindeki
ilk beyti şerheden bir risaledir. Nazım ve nesirle karışık olan bu eser şu
mısra ile başladı:
« — Aşk bir nefesten, bizda bir Ney' den
başka bir şey değiliz.>
Bu risaleyi elde edemediğimizcen tarihini
tesbit de mümkün olamadı.
17 — Risale'i şerh'i Rubaiyat:
Tanrı'yı birleme ve bilme bahisleriyle
onun güzellik sıfatına ait belirtileri Sofiye görüşii ile açıklıyan bir
eserdir. Şu anlamdaki rubai ile söze başlar:
« — Hamd ve sena Allah İçindir. O, hamd sıfatı ile gerçekleşmiştir.
Cihanın bütün zerreleri onun nimetlerinin denizinde boğulmuştur.
— Fakat kendi fazilet ve keremi yönünden kuluna
başarı vermedikçe hiç kimseler o nimetlerin
şükrünü yerine getirmeğe yol bulamazlar.»
Cami, bu risalenin baş tarafında, önce Vahdet'i
vücutvarlık birliği ile bu birligin belirti dereceleri hakkında birkaç rubai
yazdığını fakat vezin ve kafiye zorlukları dolayısiyle büyük Nakşibendiye
ariflerinin bazı sözlerindeki çetin nükteleri nesir yoliyle çözümleme
maksadiyle kendi Rubailerinden kırk dört tanesini şerh etmiş olduğunu
söylemektedir. Kitap . şu rubai ile nihayet bulur:
« — Cami ne nükte, ne d'e kilise adamıdır. Durmadan da,
yürümeden de habersizdir.
Onun ilk sözü de, son sözü de hep sensin.
Yarabbi her işimizin başı da sonu da hayır olsun!... »
Bu risalenin te’lif tarihi de belli değildir.
18 — Risale'i Münşeat: Camî’nin hayatında yazdığı mektuplardan taplanmış bir
mecmuadır. Şu
sözlerle başlar:
«— Hamd ve sena sahifelerini bitirdikten sonra belirtmek
isterim ki: bu aciz her ne kadar inşa sanatının inceltklerine eremedim ve büyük
yazarların eserlerini taklit yoluna da gidemedim, amma zamanenin bazı
zaruretlerine ve halin icaplarına uyarak yüce mertebeli kişiler ve ulu
bilginlerle zaman zaman mektuplaşmalarda bulundum. işte sırf tabiatımdaki sağ
duyu ile zihnimdeki dürüst düşüncenin birer mahsulü olan bu parçaları burada
toplayarak sıraladım....»
Bu risaleden bir nüshasını İran Milli
kütüphanesinde Cami'ye a^t eserler arasında bulduk. Fakat ne yazık ki son
kısımları eksiktir. Halbuki Risalede toplanmış olan parçaların sayısı 1 O 7 yi bulmaktadır. Bunlar beş bölüme ayrılmıştır:
1
—
Mürşidi Hoca Ubeydullah'ın dervişlerine yazdığı mektuplar.
2
—
Sultan Hüseyin Baykara’nın saray adamlarına yazılanlar.
3
—
Devlet erkanına gönderilmiş olanlar.
4
—
Horasan ülkesi dışındaki sultanlarla büyüklere gönderilenler.
5
—
Bazı padişahlarla ululara ve dostlara hitap eden
mektuplar, kıt'alar ve ısmarlama
ve danışma yoliyle gelen recalara karşı verilen cevaplar, taziye mektupları
Bu mektupların üslûp ve inşa tarzı Camî’nin
kendine mahsus bir özellik taşır. Bunlarda başlıca iki önemli vasıf göze
çarpmaktadır. 1.
İcaz, II. Sec' i merakı. Mektuplarda yer yer
manzum parçalar, tâmiye sanatları görülmektedir. Hele çeşitli şiirlerden
derlenmiş olan beşinci bölümde Üç parça vardır ki bunlardan biri Nefehatu'üns
kitabının, ikincisi Şevahidünnübüvve'nın ve üçüncüsü de adı belli
olmıyan bir kitabın arkasına asıllariyle karşılaştırıldıktan sonra yazılmış
olduğu anlaşılıyor. Şu parçayı aşağıya naklediyoruz:
«Bu Huri kızı, yazı bezekleriyle süslendi.
Düzeltme ve karşılaştırma puşusu örtündü. Simdi kütüphanelerde koltuğa oturarak
kendisini beğenmeğeye gelen keskin fikirli, doğru düşünceli istekliler le
—Tanrı eksikliklerini vermesin — cilveleşmesi zamanıdır. Olaki onlar
tarafından beğenilerek öpülmek bahtiyarlığına erer. Kıt'a:
— Yapılan düzeltmeden sonra da kitapta yer yer
yanlışlıklar bulursun.
— Bu işin zorluğu zeki adamlara malûm olduğu
için daima herhangi bir yazıyı düzeltmekten çekinirler.»
Yine beşinci bölümde birkaç tarihî mektup
görülmektedir. Bunlar zamanının büyük alimlerine, kadılarına yazılmıştır. Bu
parçalarda Camî, fesahat ve belagatin tamamiyle hakkını vermiştir. Bu arada
Semerkand'in büyük alimlerinden ve yeni Gürganiler takviminin tertibinde Mirza
Uluğ beyle birlikte çalışmış olan (Kadı zade -i Rumî) Salahaddin Musa’ ya
yazılmış bir mektup da vardır. Camî'nin gençliğinde bu üstattan ders okuduğu
hatırlardadır (Camî'nin tahsili bahsine bakınız). Bu mektupta Cami, üstadının
işareti üzerine bir kitap telif ederek ona göndermiş olduhunu yazmaktadır.
Yine Kadı Mecdüddin Hasan'i Yezdî’ye yazılmış bir mektup
ile Akkoyunlu Sultan Yakub'un veziri meşhur Kadı İsa'ya yazılmış bir cevap
göze çarpmaktadır. Hatta bu cevabî mektuba göre üstadın Kadı'ya İhlas sûresini
tefsir eden bir risale gönderdiği anlaşılıyor.
:(.
*
*
19 — Divan' i kasaid ve gazeliyat: Cami, divanını ayrı ayrı tarihlerde ve sırasiyle üç bölüm
olarak tertip etmiştir.
İlk bölüm 884 yılında derlendi. Üstat beliğ bir ön söz içinde bunun derleme tarihini şu rubai ile belirtmektedir;
« — Gönüle dedim ki, Ey gün görmüş, safa sürmüş
aşık! incilerle dolu bir sedefin var mı, ne haber?
— Bu inci gerdanlığın dizilmesi için yıllık
mücevherler arasından bir İnci danesi çıkardı. Sedefin üzerine koydu.»
Divanında şu beytler ile başlıyan bir mukaddime
vardır:
«— Tanrı adiyle başlarım. Besmele cömert Tanrı'
nın sofrasının duasıdır.
— Kerem sahibi Allah cömertlik sofrasını yaydı.
Hemen bismillah diyerek bir lokma almaya bak.»
Bu mukaddimenin başlıca güzelliği, okuyanların
şivelerine uygun ibarelerle yazılmış olmasında, şiirle şairliğin fazilet ve
meziyetlerini övmüş bulunmakla beraber Kur'an ayetleriyle peygamber
hadîslerinden delil gösterilmesindedir.
Camî, şiiri ve şairleri kötüliyen bazı ayet ve
hadîsleri kaydettikten sonra Hazreti Peygamber'e
ait bazı fıkralarla onun şiir severliği hakkındaki rivayetleri de nakleder.
Büyük sofilerin manzum söze meyletmeleri hakkında hikayeler anlatır. Daha sonra
sözü kendi şairliği bahsine getirir ve der ki:
«Hulâsa her ne zaman hale münasip bir söz
bulsam not eder, her ne vakit zamâne ve zemine uygun bir nükte hatırıma gelse
kayde geçirirdim. İşte bu dağınık parçalar bir mecmuada derlendi. Her türlü
edebi nevileri sahifelerinde aksettiren toplu bir eser haline geldi. Ancak ham
tamâlar ve menfaat ihtirasları yüzünden birtakım bayağıların medh veya hicviyle
dilimi bulaştırmak ve kalemimi aşındırmak külfetine de katlanmadım. Bundan dolayı Allah' a şükür olsun. Bu konuda
şu kıt'ayı söylemiştim:
— Bu divan bir şiir divanı değil, belki de
Cami, bununla kerem sahipleri âdetince bir sofra döşemiştir.
— Onda türlü nimetlerden ne İstersen bulursun.
Ancak alçakların medh ve hicvine raslıyamazsın. »
Böylece muhtelif vakitlerde,
çeşitli hallerde yazılmış ve derlenmiş olan şiirlerin tertibine
de alfabe sırasından başka bir şekil bulamadım. Bu itibarla birçok takdim ve
te'hirler baş gösterdi. Şu günlerde bunların eski sıralarını büsbütün
değiştirerek yeni bir tertip altında toplamayı düşündüm. Tâ ki her şiir kendi yerini bulsun. Her gazel kendine yaraşan
bir_ sıraya girsin.
Fakirin doğduğum yer, Şeyhül'islâm
Ahmed’ülcami’nin temiz ve kutsal memleketi ve şehadet mahalli olan Cam vilâyetidir.
Bu şiirleri de onun velilik kadehinden sızmış birer damla gibi telâkki
ediyorum. Bundan dolayı lâkabım, hem Cam vilâyetine hem de Şeyhül'islâm
Cami’nin himmeti kadehine nisbet yoliyle (Cami) oldu.
Kıt'a: ■
— Doğum yerim Cam' dır.
Kalemimin sızıntıları da Şeyhül'islâm'ın kadehinden damlamıştır. . .
— Şüphesiz şiir mecmuasında da her iki
mânasiyle lâkabım Cami'dir.»
Divanın ikinci bölümü birinciden bir sene sonra
yani 885 te tertip edilmiştir. Cami topladığı bir kısım şiirlerini de bu divana
koyarak ilk kısma eklemiş ve ayrıca bu kısım için de bir önsöz yazmıştır. Şu
beytlerle başlar:
«— Minnet ve kerem sahibi Tanrı'ya hamd ederek
onun kutsal adiyle başlarım.
— Kur'ân'ın önsözü olan (Fatiha) da bu ölçülü nükteyi belirtmektedir.
— Sözü yaratan ulu Tanrı Kur’ân’ın mucizeli
sözleri hakkında (bu şair lafı değildir) buyurmak suretiyle onu şiir bulaşığından temiz
tutmuştur.»
Bu mukaddime şu sözlerle sona erer:
«.... 884 hicri yılında ömrün altmışı aşarak yetmişe doğru
llerlediği sıralarda idi; on bine yakın çeşitli şiir toplanmıştı. Bunlara
değerli vakitlerimi harcamıştım. Halime acıyordum. Bari bu dağınık parçaları
bir sıra ve tertip altına koyayım da, bundan böyle ömrüm oldukça bu uğurda geçen
zamanımı telâfiye çalışayım dedim. Fakat zaman zaman ahval icabı olarak hazan tekellüfsüz bir veya birkaç beyt daha doğuverdi. Hak selâmet versin, bazı
devrişlerin işaretleriyle bunları da tamamlıyarak deftere geçirdim. Bir
gerdanlık üzerinde inciler nasıl düzgün bir tertipte görünürse bu şiirler de
öylece sıralandı. Umarım ki Tanrı'ya yarar bir iş olmasa bile kimseye de
zararı dokunmaz.
«— Bu taze nakşı işlerken başlangıçta Temmetühû — Onu
bitirdim sözünü fal tuttum.
— Akıllı bilgin Ebced hesabı sırriyle bu sözden eserin
yazıldığı tarihi anlar. [ 1 ] »
Cami, divanının üçüncü bölümünü 885 te yani ölümünden iki
yıl önce tertibetti ve bununla divana yeni bir düzen verdi ve üçe ayırdı:
1. Gençlik çağlarına ait şiirler: Bunlara Fatihatüşşebab adını verdi.
İl. Orta yaş devirlerine ait
ilham mahsullerine Vasıtatül’akd dedi.
[1] Bu tarihten bir
sene sonra yani 886 yılında Eşi'atüllerneat'ın
tarihi de bir elif ilavesiyle «Etmemtühû,. kelimesidir.
III. Son demlerine ait manzumelere de Hatirnetü/ha'Yat unvanını verdi.
Divanın bu şekilde tertiplenmesi iki sebepten
ileri gelmiştir. Biri Üstad Emir Husrevi-i Dehlevi'nin divanındaki tertibe
uygun düşmesi, ikincisi de Emir Alişir nevâinin ısrarı Bu noktayı Alişir bizzat
Hamsetülmütehayyirin adlı eserinde şu sözlerle açıklamaktadır:
« .... İmam Ali Bin Musa Rıza'nın türbesini ziyaretten döndükten
sonra âdet gereğince ziyaretlerine gitmiştim. Üstadı, üçüncü divanının
tertibiyle meşgul buldum. El yazılariyle tamamlanmış olan bir divan nüshasını
da bu fakire armağan ettiler. Küstahlıkla şöyle bir fikir ortaya attım. Fmir
Husrev' den başka birkaç divan birden tertibetmiş kimse işitilmemiştir. Fakat
Emir Hüsrev bu ayrı ayrı divanlardan her birine mustekil bir isim vermiştir dedim ve ilave
ettim: Sizin de her divan için bir ad bulmanız
hoş olacaktır. Bu mutalâamı kabu-l buyurdular ve iki gün sonra ziyaretlerine
gittiğim zaman divanlarının fihristi yazılı ve her biri için birer isim tâyin
edildiğini gösteren bir pusula verdiler.»
Bu divanda eski âdet gereğince üstadın
kalemiyle yazılmış bir mukaddimede şöyle denilmektedir:
« ..., Bu âcizin yaratılışında ötedenberi söz sanatına karşı bir
düşkünlük vardır. Bir an olmaz ki vaktini ya manzum veya mensur bir parça
yaratmak sevdasına harcamasın veya boş dursun. İşte ayıar
ve yıllar geçtikçe bu suretle yazılmış kaside, gazel ve mesnevi gibi manzum parçalardan hayli defter ve risaleler ve mensur parçalardan birçok kitap ve dergiler
meydana geldi. Hicretin yedinci yüzyılını tamamlamaya ancak üç sene gibi az bir
zaman kaldığı şu tarihte dervişleri seven ve onlara inanan hattâ onların
sevdiği din ve milletin nizamı Nizamüddın Alişir sayısı üçe varan kaside ve
gazel divanlarını bir cilt içiade toplamamı ve bunları bir kabuk içinde üç öz gibi saklamamı tavsiye etmekle beraber bunlardan her
birinin bir unvanla adlandırılmasını ve bu suretle bir karışıklık ve
anlaşılmazlığa meydana veailmemesini de ilave ettiler. Ben de şiirlerin yazıldıkları
zaman ve tarihe göre .gençlik çağlarına rastlıyan,, ümit ve emellerle dolu
günlerin ilhamlarıaa Fatihatüşşebab, orta yaş
zamanlarında yazılan ikinci kısma Vasıtatül akd,
ömrümün son günlerinde tertibe başladığım üçüncü tertibe de Hatimatülhayat adını verdim. Tanrı’ nın kereminden kuvvetle umarız ki cümle Azizlerin adı zamane sahifelerinde iyi ameller ve güzel
sözlerle ebedî kalsın ve bu adlar birer hayır
dua vasıtası ve ahiret saadeti vesilesi olsun. Kıt'a:
« — Şu mücadele dolu felek, adımızı varlık defterinden
silmesin.
— Çünkü onun bekası ölümünden sonra başlar,
buna bilgeler ikinci hayat derler...>
Hatimatülhayat adını veadiği üçüncü divan şu sözlerle başlar:
« Tanrı adiyle başlarım sözü, kutsal
kitaptan ne latif bir hitaptır.
— Tanrı'yı övenler bunu boyunlarına muska,
Peygamberler de yüzüklerine nakş eeindiler» Sonunda da:
«— Bu, Camî’nin şiirlerinden derlenmiş üçüncü
divandır. İçindekilerin
değerlisi ile değersizi ancak basiret sahiplerine malûm olur.
— Yarabbi şu sözü söyliyen nükteci ne güzel söylemiştir. Çiftleşmiyen şey üçleşemez.»
Camî’nin her Üç divanında da değişik mevzularda
ve ayrı ayrı bölümlerde yazılmış her türlü şiir göze çarpar.
1
—
Kasideler bölümünde tevhid ve nâatler ile imamlar
hakkında medhiyeler, irfan ve ahlak konularına ait şiirler, çağdaş sultanları
öven parçalar ve mersiyeler vardır.
2
—
Mesneviler ve terci’ler, çeşitli konularda yazılmîş ufak bir bölüm tutmaktadır.
3
—
Gazeller. Divanının temelini teşkil eden kısım ancak
gazeller bölümüdür. Bunlar, hemen pek çoğu yedişer beyti geçmiyen aşikane ve hazan da arifane şiirlerdir.
İçlerinde fikir yeniliği ve taze mazmunlar yönünden dikkati çeken parkalar pek
azdır. '
4
—
Kıt'alar: Bu bölüm ötekilerine göre daha azdır. Öğütler, Mizahî fıkralar ve
başkaca çeşitli konularda yazılmış parçalardan ibarettir.
5
—
Rubaîler: Bunlar da ya tasavvufa ait bazı irfan meselelerini veya aşikane
nükteleri ifade eder.
İşte bu beş nevi şiir
sanatında Camî'nin ne tanınmış kasidecilerden Enverî ve Muizzî ve ne de meşhur
gazelcilerden Sadî ve Hafız derecesinde bir sanatkar olmadığı gibi mesela Ebu
Said Ebülhayr ve Hayyam gibi birer rubaiyatçı veya İbni Yemin ve Hakîm Senaî
gibi kıt'acı bir şair de olmadığı ve yukarda saydığımız Üstatlardan her birinin
kendi nevinde Camî’ den pek yüksek mertebeye ermiş oldukları inkar edilemez.
Fakat söz her nerede ve her ne zaman tasavvuf bahsine dayanırsa bu konu
üzerinde o sözün hakkını vermek Camî'ye has bir sanat olmuştur. Her nerede Arap
hikâye ve manzumlarından veya sözlerinden bir şey nakledilmişse onun Farsçaya
tercümesinde büyük bir hüner göstermiştir. Tercümelerde emanete çok riayet
eder, sözü uzun ve etraflıca anlatırsa da mevzuun çerçevesinden dışarı çıkmaz.
Her ne zaman ya doğrudan doğruya veya Mülemmâ sanatiyle Arap dilinden bir
kıt'a veya beyti Farsça şiirler arasında söylemek İstese söze son derece
fasahat ve ifade güzelliği verir. Üstadın Arap şiir ve edebiyatındaki derin
kavrayışı ona şiir alanında büyük bir sermaye sağlamıştır. Diğer İran
şairlerinden Arapça şiir yazmak veya Arap edebiyatından nakiller yapmak
hususunda Camî' den daha evvel ve daha sonra hiç kimse bu alandabu kadar engin
ve geniş bir yetkiye sahip olamamıştır. Camî bu hususta erişilmez bir şahika
gibi kalmıştır.
Üstadın üçüncü divanında şiirlerini
vasıflandıran şu kıt'asını, bizi bu hususta fazla söz söylemek külfetinden
kurtardığı için aynen alıyoruz:
«— Şiir divanımda birçok
aşikâne gazeller var:
— Ayrıca şuur ve irfan
kaynağından süzülmüş öğütler, felsefeler de yer almıştır.
— Amma o ömür törpüsü olan (Alçaklar medhi) ne dair bir şey
bulamazsın.
— Şahlar hakkında gördüğün medhiyeler, hep istekleri
üzerinedir. Yoksa kendiliğimden ve hatır hoş etmek maksadiyle yazılmış bir şey
yoktur.
— İstersen başından sonuna
kadar yüz defa karıştır da tecrübe
et.
— İçindeki methiyelerden bir hırs mânası veya
tamâ kokusu aslâ sezemezsin.
— O methiyelerde hiçbir yer yoktur ki,
arkasından tenkid edici bir kıt'a gelmesin....»
20 — Elfevaidüzzıyaiyye yahut şerh ber kâfiye'i İbni Hacib [ 1 ] : Bu da Arap nahvine ait bir eserdir. Başlangıcı şöyledir:
«Hamd, Allah içindir, dua ve selâm
onun Peygamberine ve o peygamberin edeb ve ahlâkiyle vasıflanmış olan evlâdına
ve yoldaşlarına mahsustur.»
Kitap, telif tarihini de gösteren şu cümlelerle sona ermektedir:
«— Fakir kul Abdurrahman'i Cami ....
bu şerhi müsvedde
halinden beyaza çekme İşini 8 9 7 yılı Ramazan
ayının yirmi yedinci cumartesi günü kuşluk sıralarında bitirdi.»
Şu tarihe göre Cami, ölümünden bir yıl evvele rastlıyan bu
şerhi o sıralarda Arap gramerini tahsil etmekte bulunan oğlu Ziyaeddin Yusuf
için telif etmiş ve bu münasebetle de eserin adını oğlunun adına eklemiştir.
Kitabın telif tarzı eski şârihlerin üslûbu üzeredir. Yani esastan cümle ve
ibareler naklederek onları izah eder ve bu arada kelimelerin gramer kurallarına
göre İncelemesini yapar. Bazı cümle ve kelimelere Arap şiirlerinden, âyet ve
hadîsten misaller verir.
'{.
* *
[l] İbni Hacib Hicrî 571 yılında doğmuş, tahsilini Kahire'de
bitirmiş, büyük islaın fakîh ve müftilerinden ve çeşitli eserlerin müellifi
olan bir âlimdir. Bir müddet Şam'da müderrislik yapmıştır. Hicrî 646 da
İskende. riye’de ölmüştür.
Cami' nin eserleri hakkındaki sözlerimizi
burada bitiriyoruz. Üstadın öteki eserleıini
elde edemediğimiz için onlardan bahsetmeğe imkân bulamamış olduğumuza çok
teessüf etmekteyiz. Biz ancak Tahran' da elimize geçen bütün imkân ve fırsatlardan
faydalanarak görüp mütalâa edebildiğimiz kitaplar hakkında umumi bir bilgi
vermekle yetindik. Bu eser ileride Camı hakkında daha geniş ölçüde yapılacak olan
tetkikler için bir başlangıçtır. Faziletli tetkikçilerimizin ileride bu eksiklikleri
tamanılıyacaklarını umarız.
BÖLÜM V.
CAMİ'NİN
MEZARI
Birinci bölümde Horasan' daki inkılâptan ve bu ülkenin Cami'nin
ölümünden sonra kızılbaşlar tarafından feth ve tahrip edildiğinden
bahsetmiştik. Fakat üstadın türbesinin şimdiki durumu hakkında geniş bir
bilgimiz yoktu. Bunu elde etmek için sayın ve faziletli âlimlerden Tahran'da
Ffganistan'ın büyük elçisi Nevruz Han'a başvurmak zorunda kaldık. Büyük Üstadın
türbesinin bugünkü halini aydınlatacak bilgi vermesini
rica ettik.
Kitabın tam baskıya verileceği sırada idi ki büyük bir
sevgi ve lütufkârlıkla dolu olan mektuplarına Kâbil ve Herat şehirlerinde iki
sayılı âlim ve edibin makaleleriyle Hoca Saadeddin Kâşgari ve Mevlâna Cami'nin
türbelerine ait iki fotoğrafı da eklemek suretiyle adresime gönderdiler.
Şu beliğ yazılar, bize türbenin durumu hakkında bir fikir
vermeğe kâfi geldi. Bu lütfu da üstadın kalbi teveccühlerine ayrı bir delil
saymaktayım, Teşekkürlerimi sunmakla beraber gelen bu mektup ve makaleleri de
müstakil bir bölüm olarak yazmaya karar verdim.
Efganistan sefiri Muhammed Nevruz Han'ın mektubu:
Aziz ve muhterem dostum:
2
5-10-1320
(Hicri-i Şemsi) tarihli ve ünlü şair Mevlâna Abdurrahman
Cami'nin ebedi istirahat yurduna ait sorularını bildiren mektubunuzu aldıktan
sonra derhal Kâbil ve Herat edebî encümenlerine baş vurmuştum. Bu kere Herat
edebi encümeni müşaviri sayın ve faziletli yazarlardan Server Gûya Han ile bu encümenin başkanı sayın bilgin Abdül'Ali Han'dan
gelen cevaplarla türbenin iki parça fotoğrafisini ve (Ri-
sale'i mezarât-i Herat) adlı
kitabı belki faydalanmanıza vesile olur ümidiyle sunuyorum. Bu vesile ile de
samimi dileklerimi tekrarlar ve derin hürmetlerimi arzederim.
Samimî Dostunuz
Muhammed Nevruz
Müellifin yukariki mektuba cevabı
Aziz
ve sayın dostum!
1 6 3 1
3 2 1 (Hicrii Şemsi) tarihli mektubunuzla Mevlâna Nureddin Abdurrahman'i
Cemi'nin türbesine ait iki fotoğraf ve bir cilt (Mezarat'i Herat) adlı nefis
kitabı sevinç ve minnetle aldım. Şüphe yok ki büyük üstadın ruhu Efgan bilginlerinin
bu hususta bize karşı gösterdikleri ilgiden hoşnut kalacaktır.
Sîzden ilk dileğimiz, teşekkürlerimizin Herat Edebi Encümeni Başkanı sayın
bilgin Abdül'Ali Han ile Server Güya Han' a ulaştırılmasıdır.
İkinci
ricamız da gönderilen fotoğraflarla makalelerin Cami namına yazılan bu eserde
yayınlanmasına müsaade alınmasıdır. Bu suretle gösterilen edebi alâkanın
hâtırası ebedileşmiş olacaktır. Tekrar teşekkür ve hürmetlerle....
Matbuat
Reisliği edebi müşaviri Server Gûya Han'ın mektubu:
Mevlâna
Cami'nin mezarı hakkındaki bilgiler, mevlâna Ubeydullah bin Ebu
Saidül'Hirevi'nin 1 198 yılında te'lif ettiği Risale i mezarat' i Herat = Herat mezarları risalesinde üstadın hal
tercümesi bahsinde yazılıdır. Bu risalenin aynı tarihte yazılmış
bir nüshası şahsi kütüphanemdedir. Bendeki yazma nüsha 1 3 1 5 Hicri i Şemsi
yılında Herat Maarif matbaasında basılmış olan nüshadan farklıdır. Her iki
nüsha da Cami nin mezarı hakkında verilen izahatı ayrı ayrı aşağıya naklediyoruz:
Yazma
nüshada:
«Mevlâna
Nureddin Abdurrahman'i Cami (Tanrı rahmet
16
eylesin) onun fazilet ve kemalinin ışıkları cihanı
aydınlatan güneş nurunun parıltıları gibi bütün dünya alanını kaplamıştır.
Genç ve yaşlı bütün insanlık ruhunun özü olan o şairin feyizli kaleminin
serpintileri yağmur damlaları gibi bukalemun renkli fezaya yeşillik ve tazelik
verir. Nazmının cevherlefinden feleklerin sadefi İncilerle dolar. Nesrinin
incilerinden yeryüzüne mücevher yağar. Onun çeşitli bilim dallarındaki
eserleri sayısızdır. Kitaplarındaki mana hazineleri pek boldur. Kerametleri
saymakla tükenmez. Babası Mevlâna Nizamüddin Ahmet, dedesi Mevlana Şemsüddin
Muhammed'dir. Soyu, lmam-i Amil ile müçtehitler ulusu, peygamberlerin tek
mirasçısı meşhur imam Muhammed Şibanî'ye ulaşır ki, bunlardan biri büyük
vezirlerden, öteki de sayılı müçtehitlerdendir. Mesut doğumları (Bâhurz i Cam)
kasabasında 81 7 hicret yılı Şaban ayının yirminci
cuma gecesine. dünyadan göçmeleri ise 898 yılı
Muharrem ayının 1 8 inci cuma gününe raslar. Ömürleri 81 yıl sürmüştür. Cuma
sabahı İslâm padişahı Muzaffer hakan, Ebulgazi Sultan Hüseyin Bahadır ve emir
-i kebir emir Alışir ve başkaca beylerle devlet büyükleri, memleket eşrafı,
büyük seyyidler, şeyhler, alimler ve ediplerden büyük bir kalabalık Camî’nin
evine akın etmişti. Cenazeleri hazırlandıktan sonra Herat'ın Bayram yerine
getirildi. Namazı kılındı. Sonra Hazret'i Sadeddin i
Kâşgari'nin nurlu mezarı yanına getirilerek onun
cephesi tarafına defnedildi. Hazret'in türbesi dilekler kıblesi ve muradlar
kâbesidir....»
1198 yılı Şaban ayının
beşinci euma gününde Herat’ta adı belirsiz bir kâtip tarafından yazılmış olan
nüsha ile yine aynı risalenin 1 3 1 O yılında (Hicrîi Şemsî) Herat Maarif
matbaasında ileride bahsedeceğimiz diğer iki risale ile birlikte basılan ayrı
bir nüshasında ise Cami ve türbesi hakkında şu sözleri buluyoruz.
«Mevlana Nureddin
Abdurrahman'i Cami (Tanrı rahmet eylesin) onun fazilet ve kemalinin İşıkları
cihana aydınlık saçan güneş nurunun parıltıları gibi bütün dünya alanını
kaplamıştır. Genç ve yaşlı bütün insanlık ruhunun özü olan
o şairin feyizli kaleminin
serpintileri, yağmur damlaları gibi bukalemun renkli fezaya yeşillik ve tazelik
verir. Nazmının cevherlerinden feleklerin sadefi incilerle dolar, nesrinin incilerinden
yeryüzüne mücevher yağar. Eserleri (Cami) kelimesinin Ebcet hesabı sayısınca 5
4 tür. Şerh'i Molla ve Nefehatül'üns,, yedi
kitaptan derlenmiş Harf evrenk, Baharislan ve daha başka eserleri bütün alemce tanınmış eserlerdendir.
Cami'de hiç kimsede görülmiyen pek yüksek bir zeka ve anlayış kabiliyeti
vardı. Çok iyi huylu, güzel konuşur, tatlı latifeler söylerdi. Asıl lakabı
İmadüddin ve meşhur lakabı Nureddin, mahlası Camî idi. Babasının adı Nizamüddin
ve lakabi Ahmed bin Şemsüddin Muhammed-i Deşti' dir. Deşt İsfahan' da bir
mahalledir. .
Mezhepleri Hanefi idi. Cami, zâhir ve batın ilimlerini kavramış bir alim olduğu için daima makbul ve muteber
tanınmış, bütün Horasan ve Maveraünnehir halkınca zamanın en ilerigelen bir
üstadı sayılmıştır. Sultan Hüseyin Baykara ondan himmet ve inabe almıştı.
Kendisi de Mevlana Sadeddin Kaşgarî'nin en olgun müridi idi. Çocukluğunda Hoca
Muhammed Pârsâ ile tanışmış, şeyh ona bir parça Kirman şekeri ikram etmişti.
Hoca Ubeydullah Ahrar da Cami'ye çok saygı göstermiş, hatta yazdığı mektuplarda
(arzolundu) vesaire gibi hürmet ifade eden deyimler kullanmıştır. Ubeydullah'i
Ahrar derlerdi ki; Horasan' da bir güneş var, halk onu bırakmış da
Maveraünnehir'deki bir çerağın ışığına koşuyor.
Camî bu kadar yüksek mertebesiyle beraber aslâ
dervişlik göstermez ve keramet iddiasında .bulunmazdı. Kendini bir zahir
bilgini kılığında gösterir, hazan şair sıfatı altında gizlenirdi. Buyururlardı
ki, gizlenmek bu tarikatın şartıdır. Fakirlerden her biri bir kılık içinde
gizlenir. Bu fakir de kılıkların en güzeli olan ulema kılığını örtündüm.
Doğumları Hicrî 81
7 yılı şaban ayının yirminci gecesidir. Ömürleri 81 yıla varmıştır. Ölümü Hoca
Ahrar'in ölümünden üç yıl sonraya yani 898 hicret yılı Muharrem ayının 18 inci . . . -
perşembe gecesi .sabah ezanı zamanına raslar.
Büyük hakan Sultan Hüseyin Mirza ve emir Alişir ve başka
devlet büyükleriyle seyyid ve alimlerden, şeyhlerden bir cemaat Camî'nin Töleki
köprüsü semtinde (Devlethane) adiyle meşhur olan evine koşmuşlardı. Büyük
mürşid Mevlana Sadeddin'i Kâşgârî'nin cephesi tarafına defnettiler. Hazretin
mezarı dilekler kıblesi ve muradlar kabesidir. Birçok Herat halkı perşembe günü
ziyaretine gider, feyiz ve himmet alırlar. Menkabeleri çoktur. Bu kısa kitaba
sığmaz (Herat basması.)»
Camî'nin kabri Şeyh Sadeddin Kaşgarî'nin (Taht-i mezar)
denilen türbesi içinde olduğu için Asîlüddin Vâız'ın (Maksd'i İkbal) adlı Herat
mezarları risalesinden aldığımız şu kısa bilgileri de buraya geçirmek uygun
olur. Bu cihet hakkında da elimizde bulunan yazma bir nüsha ile Herat Maarif
matbaasında basılmış olan kitap biribirini tutmamaktadır. Biz her iki nüshanın
verdiği malûmatı da aşağıya nakledelim: [ 1 |
«Mevlâna Sadeddin'i Kaşgarî (Tanrı rahmet
etsin) çağının en büyük velilerindendir. Hoca Bahaeddin’i Nakşıbend'in Hacegan
tarikatına girmişti. Daima zahiri halk ile batını Hak ile meşguldü. Tarikatte
en son mertebeye ermiş ululardandı. Bütün halk ile hakimlerin; azizlerin ileri
gelenlerin umumî sevgi ve itimadını kazanmış bir Tanrı eri idi. 860 hicri senesi
Cemaziyelahirinin 1 7 inci çarşamba günü sabah namazı sularında dünyadan
göçmüştür. Kabri, şeyh Zeynüddin Ebubekir Hâfî'nin mezarının sağ tarafında kendileri
için ayrılmış olan yerdedir.
[1] Server Gûya Han Asîlüddin Vâız'ın hal tercümesi
hakkında şöyle diyor : Asıl vaız lâkabiyle meşhur Mîr Abdullah'i Hüseynî Herat’ın yüksek seyyidleri neslindendir. İlim, zühd ve takvada herkesçe tanınmış bir zat idi. Mogol ilhanlarının sonuncusu olan Mirza Ebu
Said Gürgân zamanında anayurdu olan Şiraz’dan Herat'a
göçmüştü. Herat'm Hıyaban semtinde meşhur Gevherşad ağa medresesinde haftad;,.
bir gün halka vaız ederdi. Eserleri: Dürcüddürer, Herat mezarları risalesi ki buna Maksadul’ikbâl adını vermiş ve 864 yılında yazmıştır. Bu risalede kendi
zamanına kadar olan bütün Herat mezarlarını yazmıştır. Müellifin bir de ibadet
ve evrad'dan bahseden
(Mıracül'âmâl) adlı kitabı va.dır. 17 Rabiül'evvel 897 tarihinde rlmüştür. Kabri Gevherşad ağa
medresesi yanındadır.
işte Herat' lı Ubeydullah'ın Herat
mezarları risalesiyle birlikte bir cilt içinde şirazelenmiş ve ( 1 1 9 8 Hicri -i Şemsi) tarihinde bir
eserden kopya edilmiş olduğu anlaşılan risaledeki malûmat bundan ibarettir.
Herat Maarif matbaasında basılan nüshada ise şöyle yazılıdır
:
«Mevlâna Sadeddin'i Kâşgari (Tanrı rahmet etsin) çağının en
büyük velilerindendir. Tanrı velilerinin en ulusu olan bu zat Nakşibendiye
tarikatına girmişti. Daima zâhiri halk ile ve bâtını Hak ile meşguldü. Gayet
yüce bir makamı vardı. Bütün aziz'lerin, hâkimlerin,
seçkinlerin ve halkın itimadını kazanmıştı. Mevlâna Nizamüddin Hâmuş'un
halifesiydi. Seyyid Kasım tebrizi Mevlâna Ebu Yezid
Purani. Şeyh Zeynüddin'i Hâfi, Şeyh bahaüddin Ömer Cefareği ile görüşmüş; onların sohbetlerine nail olmuştu. Mevlâna Abdurrahman'i Cami
(Tanrı sıralarını kutlasın) Hazretin şakirdi, müridi ve damadı idi. Vefatları
860 Hicret yılının Cemaziyelâhir ayının yedinci Çarşamba günü öğle namazı
sularındadır. Kabri Hıyaban mevkiinde (Taht -i Mezar) denilen
yerdedir. Mevlâna Cami de mürşidinin cephesi tarafına defnedilmesini vasiyet
buyurmuştu. Aynı yere gömdüler.»
Herat edebi encümeni reisi Abdui’ Ali Han'ın
Cami'nin mezarı hakkında verdiği bilgiler
A)
—
Coğrafi durumu ve şimdiki hali: Sözü geçen mezar eski şehrin kuzeyinde biraz batıya doğru ve
yeni Herat şehrinin kuzey batısında üç kilometre kadar uzaklıktadır. Mezarın bulunduğu yere çevresiyle birlikte Hıyaban i Herat derler. Cami'nin mezarının kuzey
batısında Şeyh Zeynüddin Hâfi'nin kabri vardır. Mezardan
tahminen beş yüz ayak kadar yükseklikte bulunan kuzey
tarafındaki sırtın tepesinde ise Seyyid Ebu Abbullah'i Muhtar'ın
türbesi
bulunmaktadır. Hıyaban adiyle meşhur olan bu sahada
birçok büyük zatların mezarları da vardır ki bunların bir
kısmı bugün sağlam bir halde, bir kısmı ıse ancak tarih sahifelerinden başka
varlıklarına delalet edecek hiçbir nişan ve alamet bırakmadan dümdüz olmuştur.
Şimdiki haliyle bu
kabristanda görülen bayındırlık eseri geniş bir alan ile bir bağ ve bir
bahçeden ibarettir. Alanın etrafı tuğladan duvarla çevrilidir. Alanın zemini
taş ve tuğlalarla döşenmiştir. Tabii renkte siyah ve beyaz taşlar
muntazam hendesî şekillerle işlenmiştir. Alanın ortasında kuzeye doğru Muşabak
tarzında tuğlalar döşenmiş bir saha daha vardır ki, bu kısımda Vezir'in kargir
mezarile başka bir kabir bulunmaktadır. Yine aynı sahada tarihi simalardan
birkaç zat ile o asırdaki Herat zenginlerinden bazıları gömülüdür.
Ortadaki ayvanın batı tarafiyle iki yan
cephesinde tuğladan yapılmış altlı üstlü ikişer hücre görülmektedir. Ayvan mescid şeklinde ve mihraplıdır. Kuzey tarafındaki duvarda 1,5 metre yükseklikte bir taş dikilmiştir. Bu taşta buranın
vakfına ait su yolu ile birlikte şehit Habibullah han devrinde onarıldığı
yazılıdır. (Türbenin kitabesi aşağıda aynen gösterilecektir.) Ayvanın kuzey
köşesinde bir yeraltı mescidi' yapılmıştır. Sözü geçen sahanın iki yolu
vardır. Biri doğu tarafında kabristanın ortasından dos doğru geçer, öteki
kuzey cihetinden ve kuzey tarafındaki bağın içinden
dolaşarak geri döner. Sahanın kuzeyinde bir çamlık vardır. Saha çamlığa
nispetle bir metre kadar yüksektir. Çamlığın çevresi iki metre yükseklikte bir
duvarla çevrilidir. Buradaki bazı iri çamlar bağ kısmının eskiliği hakkında bir
fikir verebilir. Sahanın batısında bir küçük bahçe daha vardır ki bir
köşesinde pişmiş tuğladan yapılmış bir aşevi görülmektedir. Bu bahçede pek
yaşlı iki çam ağacı var. Bu bahçenin kabristan haline getirilmiş olan bir parçasını
eski mezarlar işgal etmektedir.
Yukarda bahsi geçen çamlıkta büyük alanın
methalinde görülen şekilde birkaç tuğla tezyinattan başka açık bir havuz ve tam
ortasında yarım metre 'kadar yükseklikte tuğladan işlenmiş bir taht görülür.
Bağın mevzun ağaçlan bu tahtın etrafını çevrelemiştir.
B)
—
Türbe çevresinde gömülü bulunan memleket meş. hurlarının mezarları ile tarihi
anıtları:
Tuğladan çevrilmiş muşabak duvarın iç
kısmında ve Camı nin kârgir mezarının dışında yatanlar:
1 — Camî’nin
tarikat mürşidi Mevlâna Sadeddin'i Kâşgari: Bu kabrin Camî’nin vefatından önce
yapılmış mükemmel ve zarif bir eser olduğu tarihin şehadetinden anlaşılmaktadır.
Mevlâna Camî’nin zaten tarikat mürşidi olan Sadeddin’in ön cephesinde ve
kardeşi Mevlâna Muhammed’in mezarı yanında yattığı bütün vesikalarda
yazılıdır. Emir Alişir esasen mâmur bir halde bulunan Sadeddin'in mezarı
Üzerine Camî'ye olan saygısı dolayısiyle yüksek bir bina yaptırmak ve gayet
ziynetli bir tekke ile büyük alanı ve havuzu ilâve ettirmek suretiyle bir kat
daha şenlendirmiştir. Ne yazık ki Şah İsmail Safevî bunların hepsini yıkmış,
viran etmiştir. Şahın bu gayreti sırf mezhep ■ taassubu yüzündendir. Şah İsmail
her nerede Cami isminin yazılı olduğunu görmüşse (c) c
harfinin altındaki noktasını kazıtarak
üzerine koydurmuş 13..!;. (Hami) şekline sokturmuştur.
Bir müddet o harap ve ıssız
türbede yalnız kabirlerin izi belli idi. Ahmet Şah baba devrinde Herat halkı
türbeyi az çok onarmaya çalışmış ve bir dereceye kadar bayındır bir hale
getirmiştir. Şehit Habibullah Han Herat'a geldiği sıralarda verdiği bir emirle
Herat naibi merhum Muhammed Haydar Han'ın himmetiyle türbe bugünkü haline
getirilmiştir. Son yıllarda Efganistan hükümetinin gösterdiği teveccüh ve ilgi
sayesinde gerekli onarmalar da ihmal edilmemiştir. Bugün türbe çamlıklar içinde
muntazam ve lâtif bir haldedir.
Mevlâna Sadeddin Kâşgarî’nin kabrinde Herat'lı (Hoşnüvis)
lâkabiyle meşhur Muhammed Ömer Han tarafından yazılmış ve Mirza Gevherî'nin
iki kasidesini taşıyan iki levha vardır. Her ne kadar mezarın başucunda (Remel i müseddes maksur) bahrinde yazılmış olan bu kasidede mahlâs
yoksa da Mirza Gevherî'nin şiiri olduğu muhakkaktır. (Kasidenin tercümesi
ileride ayrıca nakledilecektir.)
2
—
Mevlâna Hatifi: Mevlâna Sadeddin'i Kaşgari'nin ayak ucundaki kabir mevlâna
Hatifi'nin mezarıdır. Bunun mezar taşında yazı yoktur. (Mezarat i Herat)
risalesinin ikinci cildi ile Vesiletüşşefaat adlı eserler
Hatifi'nin mezarının burada olduğunu yazarlar. Her ne kadar ateşgede ve Tuhfe'i
Samı sahibi Sam Mirza Mevlâna Hatifi nin kabrinin Cam vilâyetinde olduğunu
söylemişlerse de Herat' taki umumi kanaat, Hatifi'nin burada gömülü olduğunu
desteklemektedir.
3
—
Cami nin ayak tarafındaki mezar ise onun şakirdi Abdulgafur'i Lâri'ye aittir.
Bunun da kitabesi yoktur. Cami'nin eski mezar taşının yarısı bu mezarın başına
dikilmiştir. Bunun yeri hakkında da gerek Mezarat' i Herat risalesi. gerekse
Vesiletüşşefâat'ın ifadeleri birbirini tutmaktadır.
4
—
Cami'nin kardeşi mevlâna Muhammed'in mezarı: Bu kabirden şimdi bir eser kalmamıştır. Mezarat'i Herat risalesi sahibine
göre, Mevlâna Muhammed'in kabri Cami'nin ön cephesindedir. Bu zat Cami’den önce
ölmüş ve üstad, kardeşinin ölümü dolayısiyle (Terci' bend) tarzında uzun bir
mersiye yazmıştı.
Mezarlar çevresi içinde göze
çarpan başkaca kabirler, o çağlardaki Herat zenginlerine aittir. t
Cami'nin mezarı başında zarif bir mermer levha
dikilmiştir. Yazısı meşhur hattatlardan Herat'lı Molla Muhammed Hüseyin
Selçuki' dir. Türbe bahçesinin çevresi içinde üç fıstık ağacı yetişmiştir.
Bunlardan biri Cami'nin, ikincisi Sadeddin'i Kaşgari'nin, üçüncüsü de Mevlâna
Hatifi'nin mezarlarını süslemektedir.
C) — Türbenin vakıfları: Bugün Cami'nin türbesine dahil
vakıflar arasında iki çiftlik kaytlıdır. Bunlardan birinin Babacı köyü denmekle
meşhur Babacı mahallesinde 3 7 cerib ekili arazisi vardır. İkincisi de Hıyaban
mevkiinde Husrev ağa arkının altındadır. Kabristanın bağ ve bahçesi de vakfın
çevresi içindedir. Alt kısımdaki arazi her sene ekilmekte ve bol mahsul
vermektedir.
D)
—
Vakıf mütevelliliği: Sözü geçen türbenin evkafı
şehrin vakıflar defteri sicilinde
kayıtlıdır. Merhum Ahond Molla Feyz Muhammed Han'ın halefi Molla Muhammed Faruk
türbenin mütevellisidir. Türbe ile bağ ve sahanın bakımı, ziyaretçilerin
istikbal ve kabulü, türbe mescidinin hatiplik ve İmamlık vazifesi mütevellinin
üzerindedir. Vakıfların geliri de mütevellinin hizmetlerine karşılık olarak
kendisine ve mahalli belediyesinin vakıflar idaresine bırakılmıştır.
Mütevellinin evi türbenin güney batısına yakın bir semttedir. .
Türbenin bugünkü mütevellilik şekli merhum Habibullah Han
zamanında başlamıştır. Türbenin tamirinden sonra bu vazife âlim ve edip bir zat
olan merhum Ahond Molla Feyz Muhammed Han’a verilmiş, onun ölümünden sonra da
halefi Molla Muhammed Faruk bu işi veraset yoliyle Üzerine almıştır. Daha önce
türbe mütevelliliği bugün isim ve şöhreti belli olmıyan başka bir ailede idi.
E)
— Cami’nin
türbesi hakkında halkın itikadı: Halk pazar günleriyle pazar gecelerinde Cami'
nin mezarını ziyaret etmekte özel bir feyz ve tesir bulunduğuna inanmışlardır.
Şairi belli olmıyan şu beyt halk arasında pek meşhurdur:
— Her kim Pazar günleri Mevlâna Camî'nin kabrini tavafa
gelirse onun her tavafı yetmiş hacc'ı ekber sayılır.
Bu inancın yerleşmesi neticesi olarak halk hâlâ her pazar
gece gündüz dileklerinin kabulü için akın akın türbeye hücum etmektedir. Herkes
üst üste altı pazar günü türbeyi ziyarete gelir, son pazar günü muradları hâsıl
olduğu takdirde fukaraya verilmek üzere bir sadaka vâdeder. Bu inancın
kaynağını anlıyamadık.
F)
—
Türbenin kitabeleri: 1 — Mevlâna Cami'nin türbesindeki "Yazılar:
« — Baki ancak Odur. Yeryüzünde olanların hepsi fanidir.
Yalnız cömert ve Ulu Tanrı'nın varlığı bakidir. Lahut âlemi anka'sının kutsal
ruhu, Ceberut semasının şahbazı ve ezeliyet nuriyle aydınlanmış, ilim ve hikmet
sırlarına ermiş, ulu makamlı kâbe mesnedinde oturan, yüksek bahar bahçelerinin
hoş sesli bülbülü, ölmez ârif ve Aziz kutub, Hak ve milletin ışığı olan
efendimiz Abdurrahman'i Cami —Tanrı yüce sırlarını kutlasın — Hak'ın davetine
uyarak sağlam kalb ile, ey temiz insan sen benden, ben de senden razı olduğumuz
halde Allah'ına dön: yolundaki emir gereğince şu aldatıcı dünya tuzağından zevk
ve safa İle dolu cennet sarayına uçtu.
— Cami Cennet'e meyletmişti. Zemini sema gibi olan solmaz
Cennet bahçelerine yerleşti.
— Kaza
kalemi Cennet kapısına giderek tarihini şöyle yazdı: (Ve Mendahelehu kâne âminâ
= Buraya giren emniyette oldu. (898)
Bu levha Rüstem Ali Han'ın gayret ve himmetiyle dikildi.
Ziyaretçilerden hayır dua umar. 1304 »
Yukardaki cümlelerle Rubai'nin yazılı bulunduğu levha
Cami'nin başı ucundadır. Mezarın ayak kısmında kitabe levhası yoktur.
Mermer sandukanın batı cephesinde beyaz bir plâka üzerinde.
türbenin onarılmasına himmet etmiş olan Herat naibi merhum Muhammed Haydar
Han'ın kalem ve ifadesi ile aşağıdaki rubai yazılıdır; Bu rubai Hoca AbdullahAnsari'
nin mezarının yan cephesine değerli edip Hasan Han Şamlu tarafına yazılan aynı
üslûptaki rubaiyi andırmaktadır:
« — Tanrı erleri himmetinin sana yardımcı olmasını istiyorsan
Cam' lı ârifin cennet gibi türbesine gel.
— Onun türbesinin fezasıgamlı gönüllere ferahlık verir.
Mezarının etrafını dolaşmak her yerde belâlardan kurtulmaya sebebolur. »
Cami'nin mezarının doğu tarafında muşabak tuğladan yapılmış
duvarla çevrili saha içinde, sözü geçen sandukanın dış kısmındaki kabir Mevlâna
Sadeddin'i Kaşgari'ye aittir. Bu türbenin başucundaki levhada da şu manzume
yazılıdır:
« — Türbenin yüce yapıcısı ziyaretçilerden şunu dilemektedir:
— Ey halktan ve seçkinlerden bu dergâha gelen ziyaretçiler
mademki bu hoş mevkie geldiniz;
— Gönül safası ve dürüst bir inançla edeble, tevazûla ve
Tanrı'yı anarak giriniz.
— Dinin saadeti olan bu Sadeddin'i ziyaret etmekle size de
birer birer saadet erişir.
— Her nefeste hususiyle son deminizde Mevlâna’nın
ruhu size yardımcıdır.
— Bu temiz Tanrı erleri, âlemlere rahmet olan Ulu Peygamber' in huzurunda diridirler.
— Bu aylar ve yıllar geçtikçe her birinizden dua dilerim.
— Hüzünlü bir kalbden gelen her duayı Tanrı'nın kabul
edeceğine umudum var.
— Bu iki gönül çekici -ve lâtif levha 1 305 yılında
dikildi.»
Sadeddin'i Kâşgari'nin ayak ucundaki levhada yazılı manzumenin
tercümesi de şöyledir:
«—
Dünya heveslerinden tamamiyle arınmış olanlar ne bahtiyardırlar. Ruhlarının
kuşu daima âhiret tarafına uçmak İster.
—
Onlar dostundan başkasını görmez, daima dostun yüzüne bakarak gözlerini
kaparlar ki, öldükten sonra da dünya göziyle dostun yüzünü seyretsinler.
— Onlar ancak dostun rızası tarafına baş eğdikleri için istiğna ayaklarını kutup yıldızlarından daha yücelere basarlar.
— Nicelerine yol göstermiş, nicelerine şeriat sülûkü öğretmiş
olan Sadeddin’ de gerçi zahirde Kâşgar' da otururdu.
— Fakat (Vahdet)
içinde her âlemde ne seferler yaptı. Suret âlemini de, mâna âlemini de dolaştı.
— Bir gün Hazret'in nazarı Cam'lı ârife ilişti; Camî o nazardan mest olup dünyasından geçti.
— Onun hâs müridi Nizamüddin Hamuş' dur. Kendisi de Mevlâna
Alâüddin Attar'ın müridlerindendir.
— Alâüddin Attar da kutsal adı Bahaüddin olan Şah
Nakşibend'den feyz almıştı.
— Bugün onun adaşının sâyi ile yüce mertebeli Sadeddin
için Herat halkının efendisi olan Kabil sultanı tarafından,
— Kutsal türbesine konulmak üzere iki levha
işlendi. Biri baş tarafını, öteki de ayak ucunu süsledi.
— Zarafet ve güzellikte biri Bostan'daki
serviyi, öteki de Cennet'teki Tûbâ ağacını andırmaktadır.
— Hazret'in dünyadan göçmesi Hicretin 860
yılına raslar. Buyüce kubbenin altındaki kara toprağa gömüldü.
— Gevheri. bu levhaların dikildiği tarih için şu mısraı söyledi: Yüce Valinin varlığı nimeti, hayır delili
oldu. ( 1305 Hicri)
Yazan
Muhammed Ömer
Sahanın batı cihetindeki yüksek ayvanın kapısı
üzerine de bir mermer plâka konulmuştur. Yazısı şöyledir:
«Fikir levhasını, öyle bir yaratıcının hamd ve senası ışıklariyle aydınlatmak yaraşır ki, cihanı bir emirle yoktan
var etti ve varlığını kudret kalemiyle işledi. Ulu sevgilisi Hazret' i
Muhammed'in kutsal ruhunu «Ey iman edenler Muhammed'e dua ve selâmlar
yollayın;» tarzındaki iltifatiyle hoşnut kıldı.
Tanrı feyzinden başarılar
sağlamış ulu sultan ve cömert hakan Tanrı yönünden kuvvet ve kudret bulmuş ve
onun «Allah adalet ve ihsan ile emreder» meâlindeki buyruğuna boyun eğmiş olan
adil ve şeriata
bağlı Emir oğlu Emir oğlu Emir, din ve
milletin ışığı bağımsız Efganistan padişahı Emir Habibullah Han Bahadır ki,
daima yüce semalarda uçan himmeti hayır ve iyilikler fezasında dolaşmaktadır.
Tanrı erlerinin kutsal türbelerine son derece saygı göstererek 132 5 Hicret
yılında Efganistan çevresini dolaşırken güzel bir tesadüf olarak zafer diyarı
olan Herat şehrine indi ve kutsal ziyaret yerlerine de uğramak suretiyle
şereflendi.
Bunlar arasında ârifler kutbu ve Tanrıya ermişler sığınağı
olan Mevlâna Nureddin Abdurrahman! Cami'nin nurlu mezarını da ziyaret etti.
Burada yatan velilerin mübarek türbeleri onarılmaya değer güzel binalar olduğu
halde bakımsız .kalmıştı. Bu iş için yüce saltanat divanının İş
başarıcılarından Herat kaza naibi Muhammed Haydar Han'a emir buyurdular. Türbe
ve bahçe ile bağ ve mescid ve ayrıntılarının yeni baştan tamiri için gerekli
görülen malzemenin hususi hazineden sağlanmasında saltanat mukarriblerinden
Herat hükümet naibi Muhammed Server Han'ın da yardımını diliyerek tamir işinin
dürüst bir şekilde başarılmasını kararlaştırdılar. Iş gereği gibi düzenlendi ve
Tanrı' nın yardım ve başarısı ile istenildiği gibi tamamlandı. Türbenin tamiri
ile beraber ileride gerekli görülecek onarma ve bakım ihtiyacını karşılamak ve
bağ bahçe ile türbeye bağlı arazinin sulanmasını sağlamak için Husrev ağa
arkından bir su kanalı açtırmak suretiyle yapılan bütün masraflar, hep Allah ve
Peygamber rızasını kazanmak yolunda saltanat hususi hazinesinden sarfedilerek
daimi vakıf tah sis olundu. Bu mübarek levhada bu maksatla saltanat yönünden yadigar olarak
yazdırılmış tır. Bu vakfı değiştirmek teşebbüsünde
bulunanların '' günahı boynuna olsun. Yarabbi; sultanın devletini kıyamete
kadar baki kıl.
Yazan
Muhammed
Ömer 1329
Tanrı'ya hamdolsun ki sultanın kutsal
irşadlariyle türbe bağ, bahçe ve ayvanlarla mermer pencereler, mescid ve havuzların
tamiri bugünkü 1
3 2 9 tarihinde pek güzel bir tertip.
dahilinde başarılmıştır.
26-81947
SON
Gazel: I
Cihanda ne varsa hepsi vehim
ve hayaldir. Her şey aynadaki akisler veya gölgeler gibidir. Hidayet güneşi
hayallerin gölgesinde parladı. Sapkınlık çölünde yolunu şaşırma;
Adem kimdir? Ebedi Tanrı ışığının yankısı, alem
nedir? Tükenmez denizin dalgası. Bu yankı ile dalgayı o ışık ile denizin
kendisi farzet. Burada ikilik yer bulmaz.
Aşk yolcularına bak!
Birinin hali nasıl ötekine uymuyor. Biri, varlığın bütün zerrelerinde
parlak ve sönmez bir güneş görüyor. Öteki varlık aynasından alemin üstü 'kapalı
güzellik* lerini seyrediyor. Bir başkası
da her ikisini birden görebiliyor. Daha başkası bunları perdesiz ve engelsiz temaşayiı.
koyulmuş. Bahtiyar o aşıktır ki, aşk sultaniyle birlikte vuslatın son menzillerine
doğru yol almıştır. Sevgilisine: Ey gül yanaklı gel, o şirin dudağınla bana
tatlı tatlı anlat der ve onun fitnelerle dolu oynak zülüfleriyle cilveleşir.
Siyah pırlanta benlerini koklamak için yalvarır. Deniz kıyısından başka
içindeki incileri dışarı atan bir dudak (sırları açıklıyan bir ağız)
bilmiyorum.
Yansı ışıktan nasıl
ayrılabilir? Dalga, denizden nasıl uzaklaşır? Cihandaki karanlık, bana o zülfün
gölgesi gibi geliyor. Sevgilinin yanağındaki (ben) de bana Tanrı zatının noktası
gibi görünmekte.
Cami: Bu dedikodular daha ne
kadar sürecek? sesmi kes! Boş sözden ne çıkar? İnsana hal ehli olmak gerek İçinde cevherin varsa sedef gibi ağzını, kulağını
tıka da hakikat denizinin -derinliklerine yerleş.
Gazel: II
Henüz ne üzüm asmasından bir eser, ne de asma dikenlerden
bir nişan yokken biz bu meyhanede tortu içiyorduk.
Harabatta oturanlardan ne nişan arıyorsun? Kendinden geçmiş
zavallıların artık adı sanı kalır mı?
Ay çehreli güzellerin her birinde başka bir özellik vardır. Fakat o canlarda yaşıyan güzelin naz ve cilvedeki şöhreti
bütün güzellerden daha üstündür.
Hele bizim gibi gönülsüz kalmışları okşamak için eteklerini
beline vurarak diyar diyar dolaşan güzellere can feda.
Ey gönül î Meyhane
yolunda toprak olsam da ne mutlu! Ola ki o sarhoş bir gün bu taraftan geçer de
üzerimize birkaç damla serper.
Ey öğütçü I aşk nüktesini taklid yoliyle anlatma. Önce bu aşk şarabının tadına sen bak da sonra
başkalarına tattır. (Camî), Şu riya hırkasını at: Çünkü dost elden ayaktan
düşmüşlerle, rind meşreblilerle düşer kalkar.
Gazel: III
Dünya varlıklariyle daha ne kadar boş yere
üzülüp duracaksın? Her şeyden yüz çevir de Tanrı'ya yönel ki, rahat yaşıyasın.
Gece gündüz gözünün önünde başlangıcı olmıyan engin bir deniz dalgalanıyor.
Yaratıkların pisliklerine bulaşırsan kendine yazık edersin.
Uykuyu bırak ki diri
gönüllülerin derneğinde bir şey görebilirsen bari ayık gözle göresin. Sahte
bakırla ne uğraşıyorsun? İksir ara! Onu hiyle ile altın suyuna batırsan bile
ne çıkar ki? Efendi! bu karanlık mağarada bahtiyarlık arama. Göz açıp yumuncıya
kadar ayaklar altında kalacaksın.
Gökteki ay gibi varlığını küçültmeye çalış.
Küçüldükçe şüphesiz kendini büyültmüş olursun.
Camî, Dünya varlıklarına sevinmek, yokluğa
tasalanmak huyları sende varken (Fakr) denilen yüce mertebeden bir korku
duymıyacaksın.
Gazel: IV
Yeter ki dertli canımda, uykusuz gözlerimde Sen varsın.
Uzaklarda beliren her hayal bana Seni hatırlatıyor. Canı ile oynamaktan
bıkmıyan bir aşık varsa Ben'im. Kanımı döktüğü halde cefasından baş
çevirmediğim bir güzel varsa Sen'sin. Gönlüm yaslarla dolmuş ne çıkar? Onu okşıyacak Sen değilmisin? Gam yüzünden ne düşkünlüklere uğradım. Fakat ey
Sevgili! dert ortağım Sen olduktan sonra ne gam çekeyim.
Sen karanlık gecelerime aydınlık saçan bir ay olduğun için
gündüz, sanki o loş gecelerimden ışık toplıyan bir dilencidir. Tanrım! Şu
gamlı gecelerde kiminle dertleşeyim? Benim sabrımın az, kederimin çok olduğunu
bilen ancak Sen'sin.
Vuslat pazarında beni beş paraya almıyorsun. Amma bendeki övünmeye bak ki hâlâ tek alıcınım Sen'sin diyorum.
Cami, ben senin yârınım
demişsin ! Başka sevgili arama ! Eğer yârım Sen
isen. kim bilir daha ne kadar yârsız kalacağım.
Gecem de günlüm gibi Hummalar içinde âhımdan
göklerde yıldızlar tutuşur. Gönül ateşinden vücudum öyle alevlenmiş ki,
üstümdeki elbisenin tutuşup yanmasından korkuyorum.
Ateşten Yakut'u andıran bir dudağın var ki, ne
zaman öpmek hayaline kapılsam dudaklarımı yakacak sanırım.
Ayrılık günü için bu yanıp yakılmalarım gönül çerağını
bütün gece söndüremiyeceğim içindir. Ey rüzgar; küllerimi sevgilimin yollarından süpür ! Olmaya ki
kıvılcımlarım atının tırnaklarını tutuştursun.
Ham rakibin henüz pişkinlikten haberi yok. Yarabbi Onun katı kalbli feryadlarımızla yansın!
Bir kere hasretinin ateşi (Cami) yi sardı mı
şüphe yok ki onun bütün varlık sermayesini küle çevirir.
Gök
kubbeyi tersine dönmüş bir kadeh farzet. Yüzü koyu dönmüş bir kadeh içinde
neş'e şarabı aramak aptallıktır.
Cahil,
dünya kazancına Devlet adını verir. Çocuğunu şişmiş görünce semizlemiş sanır.
Dünya
hiç kimsenin boyuna göre beka kumaşından elbise dikmedi. Ömür pek süslü bir
elbisedir ama tek kusuru kısalığıdır.
Meyvalı
ağaçlar, alçakların taşından kurtulamaz. Ne bahtiyardır o eli boşlar ki yüce
serviler gibi daima taşlanmaktan uzak kalırlar.
Yol
çok dar, gece karanlık, hırsızlar pusuda (böyle şartlar içinde) klavuzsuz yola
çıkmak yolsuzluk, ahmaklık alâmetidir.
Ey
bahçıvan! tehlikelerle dolu o lan bu bağda hoş geçinmek ümidini besliyorsan
fidanlar gibi budanmak ve sökülüp dikilmek acılarına katlanmaya bak.
Her
kim bu yolda Cami gibi benlik, senlik dâvasından vazgeçmese görünüşte henüz toy
olsa bile hakikatte ergin sayılır.
Yarabbi!
şu iddiacı şeyhlere İnsaf ver de tortu İçen zavallı rind'lere hor bakmasınlar.
Onlar
sanıyorlar ki; Şeriat, gönül sahiplerini incitmektir. Bu maksatla da rasgeleni
azarlamak yolunu tutmuşlar.
Gönül,
hakikat hazinesinin kilidi„ Şeriat İse onun anahtarıdır. Esrar incileri ancak
o hazineden çıkarılabilir.
Şeriat anahtarını kendi İsteğine göre çevirmek istiyenlere gönül
kapısı değil ancak musibet kapısı açılır.
Tarika.t yolunda gidenleri inkâr edenlerin irfandan payları
yoktur. Bu inkârın sebebi de onların yaratılışlarındaki cehaletten başka bir
şey değildir.
Attar'ın sözlerinden âlemi aşk kokusu sardı.
Hoca nezleli olduğu için Attar'ı inkâr eder.
Ey Cami: Vahdet sırrı Mantıkuttayr
kitabında gizlidir. Ağzını kapa 1 Bu sözü bir tek (Süleyman)
dan başka kimse anlıyamaz.
Gazel: VIII
Ayna ol da sevgilinin yanağını aynada seyret.
Ondan haber sormakla yetinme, çünkü işitmek görmek gibi değildir.
Yüzünü görebilir miyim? diye sordum. Nazlanarak
cevap verdi: Ayna gibi daima temiz kalbli olursan!
Cihandaki zerreler onun güzelliğinin aynasıdır.
Yanağı her aynada başka bir nakış gösterir.
Ey Sofi: Sen hırka giyiniyorsun. Bizim gibi
Rind' ler de yudum yudum şarap çekiyoruz. Seninle bizim aramızda yalnız ayrılık var.
Camî, iptidası ve sonu
olmıyan bir denizin coşkunluğu içinde. Artık fani
varlıkların dalgasından kendini kurtarmıştır.
1
Akıldan habersiz yaşıyan
sofist; cihan geçici bir hayaldir der. Evet bütün alem bir hayaldir, fakat o
hayal içinde daima bir hakikat cilveleşmektedir.
2
Ey ay yüzlü putlların
Tanrısal güzelliği, ah senin elinden! Ey gönlümüzü kendine doğru kaydıran fettan 1 İllallah sen den. Tanrım. onların elinden gönlümüz kan
ağlıyor. Onlardan mı feryadedelim kendimizden mi, yoksa sen'den mi?
3
Ben bir hiçim, hatta hiçten de çok eksik bir
varlığım. Hiçten daha değersiz olan bir varlık ne işe yarar? Hakikat
sırlarından size anlattığım şeyler, bana kuru bir sözcülükten başka bir fayda
sağlamadı.
4
Günlerim köhne dünyanın yaslariyle geçti.
Gecelerim artık, eksik şeylerin kuruntulariyle tükendi.
Bir ânı cihana bedel olan ömür, hep böyle boş düşüncelerle
mahvolup gitti.
5
Daha ne kadar Yaradan'la yaradılmıştan (önü, sonu olmıyan
Tanrı ile fani varlıklardan) söz açacaksın, ne zamana kadar nereden gelip
nereye gittiğini yorumlamakla uğraşacaksın?
Varlığın meydana gelişini, Tanrı bilgisinde
ezelden gerçekleşmiş, bir olay farzet, ağzını kapa da bu bahse son ver!
6
Tanrım beni iki cihandan el çekmiş kullar
arasına geçir, başımı fakirlik mertebesinin taciyle süsle.
Seni ararken bana sır yoldaşı ol da kapına
varmıyacak yollara sapmaktan beni koru!
7
Komşu, arkadaş, yoldaş hep O. Dilenci hırkasında şahların
sırmalı atlas kaftanında görünen hep Odur.
Tanrıya andiçerim ki halvet derneğinde, gizli
meclislerde dolaşan hep Odur O.
8
Zamane levhasında doğru bir yazı varsa onu
ancak söz sanatı yardımiyle okuyabilirsin. O sanata yüz tut.
Hiç kimse ile konuşmadan, kimseyi dinlemeden
hakikatleri anlıyabilmek ne hoştur. İşte bu konuşan dilsiz kitap'tır kitap.
9
Gözündeki perdeleri kaldır,
kitap toplamaya bakma! Kitap toplamakla gaflet perdeleri açılmaz. Aşk ve neş'e
kitaplar devretmekle elde edilmez. Hepsini bir tarafa at da Tanrı'ya yönel,
günahlarına ağla.
10
Ey gönül daha ne kadar medrese' den ilim
arıyacaksın? Felsefeden, Hendeseden bilgi edinmek hevesi ne kadar sürecek?
ilim sahibi olmak kalbe
kuruntular getirir. Allahtan utan. Bu vesvese ne zamana kadar?
1 1
Cihan tarihi küçüklerle büyüklerin masallarıdır. Onda
kahramanların, taçlı sultanların destanları da yer almıştır.
O kitabın her yaprağında hemen genel olarak,
falan öldü, filan öldü diye yazılıdır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar