Print Friendly and PDF

CAMÎ HAYATI ve ESERLERİ ALI ASGAR HİKMET


 

Bu eseri M. Nuri GENCOSMAN dilimize çevirmiştir.

ONSOZ

Fars ve Arap dilleriyle konuşan geniş ülkelerde beş yüz yıldan beri ölümsüz bir şöhreti temsil eden Horasan'lı Nurettin Abdurrahman Camî çeşitli cepheleri bakımından başlı başına bir inceleme konusudur. Onun ha­yat ve eserleriyle ilmî ve edebî değerini tanıtmanın Şark İslam Kültürü hesabına kutsal bir hizmet olacağına şüphe etmiyoruz. Henüz yaşadığı çağ­larda bile dünya ölçüsünde büyük bir sevgi ve saygı toplıyan Camî'nin Türk ilim ve edebiyat tarihinde de Özel bir mevkii vardır. O, yüzyıllarca en doğmatik ve mutaassıp medrese kültür sahasından en hür düşünceli ilim ve felsefe muhitlerine kadar büyük bir dehanın, engin bir irfanın temsilcisi sayılmıştır.

Zengin şiirleri, felsefi ve tasavvufî eserleriyle derin ilim konuları Üze­rindeki te'lifleri şöyle dursun Arap sentaksının en çetin kurallarını en ince teferruatına kadar şerh ve izah eden Elfevaidüzzıyaiyye Fi şerhil'kâfiye adlı eseri İslam medresklerinde klasik ders kitabı olarak yakın zamanlara kadar okutturulmakta idi. Bahariatanı, Nefahatal’üns’a, Şevahidünnüüv vt'si, Lemeat şerhi gibi şark İslam irfanının ana kaynaklarından sayılan eserleri ilim ve fikir tarihinde Önemli mevki tu.muştur. Birçok sayılı Os­manlı bilginleri Camî'nin eserlerini senelerce şerh ve tercümeye uğramış ona büyük bir hayranlık beslemişlerdir.

On beşinci yüzyılın kendisini Tanrı gölgesi sayan azametli sultanlarına bile el öptürecek kadar üstün bir saygı toplıyan Camî bu ideal bahtiyarlığa ancak engin ve hudutsuz irfanı, parlak dehası sayesınde erdi.

Fatih Sultan Mehmet ve oğlu İkinci Bayazit gibi asrın kudretli sul­tanları .ondan feyiz ve himmet almak için alçak gönüllülüğün türlü Örnek­lerini verdiler. Hindistan, İran, Azerbaycan ülkelerinde saltanat süren Gürganîler, Akkoyunlular, Karakoyunlular gibi çeşitli mezhep ve akideler taşıyan hükümdarlar Camî'nin teveccühlerini paylaşmakta birbirleriyle yarışa girdiler. Fakat O bunların hepsini mütevazı bir istiğna ile karşıladı. Sade, tekellüfsüz bir irfan ve dervişlik hayatının temiz heyecanları içinde yaşadı.

Camî'nin kuvvetli bir vecd ve ilham kaynağı 'olan zekası hudutsuz bir irfan hazinesiyle beslenmiştir. Asıl takdir ve hayranlığı çeken tarafı hiçbir üstada borçlu olmadan bu kadar geniş bir kültüre sahip olabilmesi, kendi kendini yetiştirmenin canlı bir misalini vermiş bulunmasıdır.

ÖNSÖZ

Bariz vasfı sadece büyök bir mutasavvıf şair veya zahir ve batın bil­gilerinde eşsiz bir dahi olmakla kalmıyan aynı zamanda insanlık faziletleri­nin de mükemmel bir Örneği olan bu Horasan'lı köylü çocuğunnn hayat ve eserlerini realist bir görüşle belirtmek imkanına ancak bugün kavuşabildik,

Son yıllarda bu satırların yazarı tarafından dilimize çevrilen Baharistan ile, İstanbul Üniversitesi Lektörlerinden Abdulvahhap Tarzi tarafından güzel bir tercümesi verilen Se’âman ve Apsal'den başka tercüme bürosu­nun yeni çalışma devresi listesine giren eserleri, Camî'nin toplu bir mo­nografisini de Türk aydınlarına sunmak lüzumunu hissettirdi. Bu lüzum ve ihtiyacı karşılamak Üzere yaptığımız araştırmalar neticesinde komşu İran'ın eski Maarif Veziri sayın edip ve bilgin Ali Asgar Hikmet tarafından 1941 yılında Tahran'da yayınlanmış olan değerli monografisini seçtik. Üstat Ali Asgar Hikmet'in uzun çalışmalarının mahsulü olan bu eser, mükemmel bir başarı örneğidir. Camî'nin hususî ve ilmi hayatını en yakın tarih vesikala. rının şahadetine ve kendi eserlerinin esaslı bir tetkikına dayanarak tarafsız ve objektif bir görüşle aydınlatan bu kitap bize aynı zamanda bir dahiyi yetiştiren meddi ve manevi şartları hesaba katmak ve bunların ilmi tahlil­lerini de yapmak suretiyle mükemmel bir monoğrafi yazmanın misalini de vermektedir.

Üstat, kanaatlerinde mümkün olduğu kadar tarafsız ve objektif kalmış iddialarını metinlerden sık sık naklettiği parçalarla ispata çalışmıştır ki, bu da bir ilim adamı için büyük bir meziyettir. Kitabın ilk bölümünü bir batün halinde tercümeye çalıştık. İkinci bölümünü teşkil eden seçme şiirler, ilerde terciimesi yapılacak eserler arasında olduğu için bunlardan yalnız bazı parçalar vermekle yetindik.

Bize bu imkanı sağlıyan sayın müellife burada en kalbi teşekkürleri mizi sunarken kardeş İran milletinin Şark İslam Kültürü konusundaki fe­yizli çalışmalarını da saygı ile selamlarız.

Sözlerimi bitirirken tercümemize esas olan metni bize vermek sure­tiyle lûtufkâr himmetlerini esirgemiyen sayın dostum Profesör Doktor S aip Ragıp Atademir'i de şükran ve saygı ile anarım.

M. Nuri Gencosman

""

CAMI

HAYATI ve ESERLERİ

BAŞLANGIÇ

İslâm tarihinin dokuzuncu yüzyılında Iran ülkesinde yeti­şen en büyük nazım ve nesir üstadı şüphe yok ki, Nureddin Abdurrahman Camî’dir. Onun yüksek bilgisiyl eeşssiz fazilet­lerinin ünü yalnız kendi vatanı olan Horasan' da yayılmakla kalmamış, belki Fars diliyle konuşan bütün Hindistan, Efganistan, Maveraünnehir' den taşarak ta küçük Asya ve İstanbul sınırlarına kadar dayanmış, onun ölümsüz adı, sade kendi çağında değil, ta bugüne kadar bütün edebiyat ve ilim âle­minde saygı ile anılmakta bulunmuştur Çağdaşlarından ve müritlerinden emir Alişir [ l] Camî'nin ölümünden sonra yaz­dığı Hamsetülmütehayyirin [ 2] adlı eserinyle üstadının hal tercümesi ve yüksek ahlaklı hakkında bilgiler vermiştir. Babürnâme müellifi ve Hindistan' da Gürgâniler -Timur oğulları Saltanatının kurucusu Zahirüddin Babür şah [ 3] kitabında Camî'nin adını büyük saygıyla anmakla beraber:

«Ona, kendi çağında zahirî ve mânevi bilgilerde yetişebilen hiç kimse yoktu» diyor ve sözlerine ilâve ediyor:                                                                                                          «Cmî'nin

[1]     Alişir Nevai 844 Hicrî yılında doğmuş, 906 tarihinde ölmüştür. Herat Sultanı H t sey in Bay kara devrinin en büyük bir devlet adaolan bu vezirin, ilim ve edebiyatı teşvik, bilginleri, fazilet sahiplerini kayırmak suretiyle gösterdiği hayırseverliklerin kutsal hatırası hala yaşamaktadır. Türk ve Fars dillerinde yazdığı değerli eserler ölmez bir şöhrete sahiptir. Hayat ve eserleri hakkında TG.rih-i Habibüssiyerle mösyö (Blin) in 1861 yılında Journal Asiatique deki yazılarına ve Tezkere-i mecalisünnefâis e bakınız.

[2]     Hamsetülmütehayyirin Alişir'in Cami haHında yazdığı bir önsöz, üç makale ve bir sm söz olmak Üzere beş kısımdan ibaret bir eserdir, Okurların hayretini celbottiği İçin bu isimle anılmıştır. Kitap Çağatay leh­çesiyle yazılmış, sonra Hacı Mehmet Akayı Nahcıvanî tarafından Farsçaya çevrilmiştir.

[3]     Hindistan’da 1857 Milâdî yılında sona eren Timur oğulları salta­

natını kurmuş olan Zahirüddin Mehmet Babürşah, 887 hieret yılında doğ­muş ve 937 yılında ölmüşr. Baftürni'ıme adlı eserini Çağtay Türkçesiyle yazmıştır. Hayat ve eserleri hahkkında 1857 de Kazrn’da İlminsky tarafın­dan yazılan bir biyofrrafi 1905 te basılmıştır.                                                                                                                                       Müellif öğülmeye ihtiyacı yoktur. Ancak onun yüce adını anmak, bi­zim için kutlu ve uğurlu bir vesiledir.»

O devir tezkirecilerinden Semerkand' lı Devletşah [ 1 ] Sam Mirzay-i Safevi [ 2] ile Habibüssiger adlı eserin müellifi Hondmir [ 3] gibi müelliflerden her biri eserlerinde Cami'yi büyük bir saygı ile anmakta ve başka başka yönlerden onun yüce değerini belirtmektedirler.

Son zamanlarda İran edebiyat tarihi üzerinde uğraşan Avrupalı tahkik ehli müelliflerin hepsi onun üstatlık merte­besini itirafta birleşmişlerdir. Hattâ bunlardan biri [ 4] diyorki: «Cami İran ülkesinde yetişmiş olan ölmez dehalardan bi­ridir. Çünkü o hem büyük bir şair, hem büyük bir tahkik ehli hem de ulu bir âriftir.»

Bir başka muharrir de [ 5 ] Cami’nin faziletleri hakkında şöyle diyor: «Cmînin yalnız şiir ve şairliği bakımından değil belki ilrnî faziletleri ve tahkîk ehli olması yönünden de taş­kın bir karihaya ve engin bir bilgiye sahip olduğu herkesçe teslim edilmiştir.» Bu açık ve doğru konuşan âlimin, bu engin irfanlı şairin hayatının tetkiki ve eserlerinin mütalâası gönül çekici bir ders, ahlakı terbiye eden, zevki harekete getiren bir konudur. Bize düşen vazife: Onun hayat ve eser­leri üzerindeki araştırmalnrımızdan kısa görüşlerimizle elde ettiğimiz neticeleri ilim ve edebiyat heyacaniyle çırpınan genç­lere sunmaktan ibarettir.

Tahran Ocak 1941 Şemsi 1320

[1) Emir Aliiüddin Bah ışah'ın oğlu olan Devletşah Tezkiretüşşuarâ adlı kitabın müellifidir 896 Hicre yılında ölmüştür. Hayat ve eserleri hak­kında Mirâtâssaja ile Mecolıseünnefois Alişir ve Brown'un İran edebiyatı frihı 'ne bakınız.

]2] Sam Mirza birinci Şah İsmail'in ikinci oğludur. 933 te doğmuş 984 te ölmüştür. Hayat ve eserleri İçin Habibüssiyer, Tuhfei Sami. Ahseuütteva-ih Hasan Rumlu, fihristkütüp i farisT \Rieu) bakınız.

[3]    Gıyasüddin bin Hümamiddin Hundmir 929 yılında yazılan Habi­büssiyer adlı eserin müellifidir. Harici 941 de ölmöştür.

[4]    Edvard G. Browne İran edebiyat tarihi müellifi (1862\ — 1925).

[5]    Kapiıen Nassau Les Nefebaiüliinss'ün tab'ı dolayısiyle yazdığı

mukaddimede söylemektedir.                                                  Müellif

BİRİNCİ BÖLÜM

CAMİ'Yİ YETİŞTİREN MUHİT

Cami dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Herat'ta doğ­muştur. O çağlarda bütün İran ülkesi ayrı ayrı iki saltanat hanedanının bayrağı altında parçalanmıştı.

Doğu bölgesinde Timur oğulları hâkimdi. Başkentleri Semerkand ve Herat şehirleri idi. Timur oğulları devrinde yetişen Camî Şahruh saltanatının bir kısmı ile Mirza Ebulkasım Babür (855 -861), Mirza Ebu Sait Gürgân (861 873) devirlerinin tamamı ve sultan Hüseyin Baykara (875 899) devrinin uzun bir kısmını yaşamıştır.

İran'ın batı ve güney bölgelerinde önce Karakoyunlu Türkmenleri, sonra Akkoyunlular saltanat sürmekte idi. Bun­ların her ikisinin başkentleri de Tebriz idi. Camî’nin hayatı, Karakoyunlu Cihanşah ( 841 8 7 5) ile Akkoyunlu Uzun Hasan Bey (871-883) ve oğlu Yakup bey (884-896) zaman­larına rastlar.

Dokuzuncu yüzyılda İran siyasi tarihinin uzun bir dev­resi güven ve barış içinde, bazı kısa devreleri de fitne ve ihtilâller arasında geçmiştir. Bu sultanlardan birinin iktidar ve galebesini takip eden birkaç yıl barış ve esenlik içinde geçer sonra sultan ölür ölmez bütün ülkede zemane şahlariyle şehzadelerinin kanlı savaşları eksik olmazdı. Nasıl ki Şahruh'un ölümünden sonra hicri 85()• 85 6 yılları arasında ve Ebulkasım Babür'ün ( 856 861) ve Ebu Said' in ( 8 7 3 8 7 5) ölümlerinden sonra İran büyük ölçüde cenklere, katillere, yağ­malara ve karışıklıklara sahne oldu. Camî bu Üç inkılâp devresini de birer birer gördü. Ancak 8 7 5 sıralarında İran saltanatı Hüseyin Baykara' da karar kıldıktan sonradır ki, öm­rünün sonuna kadar Horasan ve Mâveraünnehir'de tam bir güven ve barış havası içinde bahtiyar bir hayat geçirebildi.

Yirmi beş yıla varan bu zaman içinde de en güzel manzum ve mensur eserlerini verdi. Bu 2 5 yıllık sükûn devresi Iran' ın ikinci bölgesinde Uzun Hasan ile oğlu Yakup beyin saltanatları zamanına raslar. Hele Yakup bey zamanında her iki İran bölgesi, Irak, Azerbaycan, Fars ve Beynennehreyn memleketleri gibi tamamiyle huzur ve rahata kavuşmuş bu­lunuyordu.

Dokuzuncu yüzyılın din ve mezhep müesseseleriyle ke­lâm ve usul kaideleri Ehli sünnet velcemaat ve Eş'arî tö­resi Üzerine kurulmuştu. Doğu İran' da vaktiyle Kadı Adud Eycî ve Sadüddin -i Teftâzanî ile mir seyyid Şerif Cürcânî ve başkaca kelâm âlimleri tarafından yayınlanan ve öğretilen şekillerde yerleşmişti. Zamane sultanının resmî mezhebi ve onun özel İnancı da Sünnilik idi. Bununla beraber İmamiye şialığı usul ve kaideleri ki, ilk temellerini Nasîrüddini Tusî ve Allamei Şirazî ile Şehidi evvel kurmuşlardı Azerbaycan' da pek fazla yayılmış, fakat Horasanda pek yer bulamamıştır. Karakoyunlu sultanları gerçi ilk zamanlarda Şialığa fazla meyil göstermiş ve Şia mezhebinin nüfuz ve itibarını Tebriz ve Irak' ta: son derecesine yükseltmişlerdi. Lâkin Horasan' ın bazı yerlerinde de bu mezhebin yayılması Batı İran'dan geri kalmamıştır. Şirvan, Meşhet gibi şehirlerle Gor vilâyetinde kuvvetli Şia ocakları türemişti.

İşte bu yüzden İran' da dokuzuncu yüzyılın mezhep ta­rihi Sünnî'lerle Şiîler arasında başgösteren kavgalarla karga­şalıklardan ibaret kaldı ve o asrın sonunda en yüksek dere­cesini buldu. Birinci Şah İsmail'in fetih ve galebesiyle Şiîlerln zaferi son kertesine dayandı.

Camî'nin bütün hayatında ve eserlerinde bu iki mezhep arasındaki uyuşmazlığın izleri pek güzel seçilebilir. Camî her ne kadar muhit icabı olarak büyük âlimler arasında ve ehli sünnet usulü bilginleri arasında sayılmakta ise de ilk zamanlarda İsnâ aşeriye -On iki imama bağlılık bakımından Şialığa da büyük saygı göstermiştir.

Cami' yi yetiştiren devrin başka bir özelliği de Mutasavvife akidelerinin genişlemesi olmuştur. Bu akideler bütün İslâm ülkelerinin doğu ve batısında tam bir yayılma halinde idi. Timur'un tekke ulularına ve fakir şeyhlere karşı göster­diği yüksek saygı onun tarih ve zafernamelerini yazan müel­liflerin eserleriyle başka kaynakların verdiği geniş bilgilerde görülmektedir. Fethettiği bütün şehir ve kasabalarda ilk iş olarak sayılı şeyhleri ve ölmüş büyüklerin kabirlerini ziyaret eder, onların hâcec kapılarına el açarak imdat ve himmet beklerdi. Baba Süngü ile buluşmalarını fetih ve zaferinin baş­langıcı sayardı. 791 de ölen Zeynüddin Taybadi ile olan soh­bet ve muhabbetleri de bu cümledendir. Bu geleneği Timur'un torunları da devam ettirdiler. Hırka ve seccâde sahiplerine karşı güven ve inan göstermekte daha ileri gittiler.

Vilayet valileri de sultanları taklidediyor, her şehirde bir şeyhin eteğine yapışıyorlardı. Bu yüzden Timur oğullarının hükmü altına giren memleketlerin her köşesinde dervişlik ve irşat ocakları kuruluyor, Sofiye zümresi içtimai sınıflar ara­sında önemli bir yer alıyordu. Çeşitli Sofi zümreleri arasında bazıları ifrata kaçan aşırı hareketleriyle işi Zındıklık ve sap­kınlığa kadar vardırdılar. Hurufiler ve daha başka Mehdi'lik dâvasına kalkışan ifratçılar türedi. Maveraünnehir'de tarihi değişimleri konumuzun dışında kalan (Nurbahşiye) silsilesi gibi oldukça mutedil fakat mutaassıp birer sünnet ehli olarak sultanlarla iyi geçinen tarikatlar meydana çıktı.

Sekizinci hicret asrının sonlarına doğru geniş bir alanda yayılmaya başlıyan en büyük tarikat Nakşibendiye oldu. Bu tarikatın kurucusu veya yeniden düzenleyicisi Buhara'lı Hoca Bahaüddin Ömer’dir. (Ölümü 791) Nakşibendiye Buhara ve Semerkand'dan Horasan sınırlarına ve daha sonra Hindistan'a kadar sayısız halk kümesini içine alarak büyük bir itibar kazandı.

Timur' dan sonra gelen sultanlar Yani Şahruh, Mirza Ebu Sait, Sultan Hüseyin Mirza Baykara hep Nakşibendiye şeyh­lerine büyük bağlılık gösterdiler. İki cihan saadetini onların kutsal nefeslerinden beklediler. Dünya ve âhiret işlerinde on­lardan irşat ve fikir aldılar. Bu yüzden Şahruh'un geniş ülkesi içinde sayısız şeyhler türedi. Pek çok tekkeler, zaviyeler açıldı. Buralara her bölgeden feyiz ve irşat almak için akın akın gelen halk ağır hediyeler ve armağanlar taşıyordu.

ilk tahsilini Herat ve Semerkand' da görmüş olan Camî, henüz pek genç denilecek bir yaşta, hele mânevi terbiyesini alabilmek için en uygun çağ olan bu devrede Nakşibendiye tarikatı ululariyle tanıştı. Onların kutsal inancalarının mânevi beşiğinde yetişti. ilk feyzini Kaşgar'lı Nakşibendiye uluların­dan Mevlâna Sadüddin (vefatı 8 5 O) in eteğine yapışarak ona mürid olmakla aldı. Camî, mürşidinden o derece üstün bir sevgi ve itibar gördü ki bunun karşılığını ona damat olmak şere­fiyle bulmuştu. (Kitabımızın ikinci bölümünde Camî'nin ha­yatı bahsinde bu hususta ayrıca bilgi verilecektir.) Sadüddin’ in ölümünden sonra Hoca Ahrar lâkabiyle meşhur Nasırüddin Ubeydullah (ölümü 89 5) İrşat postuna oturdu. Bu zat Mirza Ebu Sait ve oğulları tarafından o derece büyük bir saygı ve itibar gördü ki bu şeref şeyhlerden pek az kimseye nasibolmuştur. Cami, bu yeni şeyhe de intisap ve teslimiyet göster­mekle beraber her yerde onun mertebesine yaraşan hürmeti esirgemedi.

O devir sultanlarının Nakşibendiye şeyhlerine karşı ne derece büyük saygı gösterdiklerini, onların arzularını yerine getirmek hususunna ne kadar dikkatli davrandıklarını anlata­bilmek için Ravzcitülcennat fi evsafi medinei Heral adlı kitapta Hoca Ubeydullahi Ahrar’ın Semerkand'dan Herat' a yaptığı bir yolculuktan bahseden şu satırları aynen alıyoruz: Bu cümlelerin mütalâasi bize, ta Cengiz han devrinden beri yerleşmiş bir vergi olan damga vergisi ile öşür vergisini ve şehirlere giren ve çıkan mallardan alınmakta olan resimle­rin Ebu Sait hanın bir emriyle Semerkand ve Buhara ülkele­rinde nasıl kaldırılmış olduğunu pek güzel anlatmaktadır. «Büyük veli Sadüddin Buhara' dan Horasan' a gitmiş ve 2 3 Sefer 865 te başkent Herat,e dönmüştü. Bu seyahat sırasında sultan hürmet ve tazim şartlarından, karışılama ve uğurlama törenlerinden hiçbirini ihmal etmedi. Şeyh Horasan' a vardı­ğının ikinci günün evliya türbelerini ve kutsal yerleri ziyaret etti. Bütün Horasan büyükleri onun gelişini kutlu ve uğurlu bir hâdise gibi karşıladılar. Sultan Ebu Sait birçok kere şeyhi makamında ziyarete gitti. Her ne dilekte bulundu ise kabul etti, Semerkand ve Buhara'nın damga vergisini ki, bü­yük bir yekûn tutuyordu, onun şerefine affetti. Şeyh Raibül'evvel ayının 1 1 inci günü Maveraünnehir tarafına döndü. (Ravza 20 Çemen 2)»

Cami Ubeydullahi Ahrar namına armağan ettiği Tuhfetül Ahrar adlı mesnevisinden Nakşibendiye tarikatına girdiğini tam bir açıklıkla belirttikten sonra ilkönce yüce kutup ve bu tarikatın yeniden kurucusu olan Hoca Bahaüddin ömeri Buhari' yi şu sözlerle övmektedir :

«Önce Mekke ve Medine' de başılmış olan sikke, son defa Buhara' da basıldı. O İslâm sikkesinin yazısınban şah Nakşibend'in nakışlardan temizlenmiş olan kalbinden başkası fay­dalanamadı. Dinin başına değer tacını o kodu. Din kapısından hava ve heves kilidini o açtı»

Hoca Ahrar hakkında da şöyle diyor: «Cihanda şahinşahlık nöbetini ancak Ubeydullah'ın dervişlik alayı çaldı, Fakr mertebesinin sırrına ermiş bir ârif varsa o da hoca Ahrar Ubeydullah' tır.»

Cami baştan başa bütün iman ve ilgileri tarikat önder­leri Üzerinde toplıyan böyle bir muhit içinde yetişti. Kendisi de bu zümrenin büyükleri sırasına geçti. Bundan dolayıdır ki eserleri Nakşibendiye edebiyatı arasında en büyük bir yer tut­muş, o zümrenin en makbul kitapları arasında sayılmıştır. Nakşibendilik İran'ın Şia bölgelerinde yayılmışsa da Hindistan ve Türkistan' da bugüne kadar yaşamaktadır. Bu bölgeler halkı Camî'nin bütün eserlerini kutsal kitaplar derecesinde sayarlar.

Herat Şehri

Camî'nin vatanı ve ebedi istirahat yurdu olan Herat şehri hicrî dokuzuncu yüzyılda son derecede büyümüş ve genişlemiş­ti. Suyunun, havasının güzelliği, mahsulünün bolluğu dolayısıyle kendine yaraşan terakki ve inkişafın en yüksek derecesini bulmuştu. Herat, Şahruh devrinde bütün Iran, Türkistan, Maveraünnehir ve Efganistan ile batı Hindistan’ın başkenti oldu. Her ne kadar İran'da Safevi devletinin, Hindistan' da Gürgânilerin doğuşundan sonra önemli birer merkez haline gelen İsfahan ve Delhi şehirleri bu hanedanların başkenti olmuş ve Herat'ın büyük inkişafı kısmen bu yeni merkezlere intikal et­mişse de Herat yine dokuzuncu asır boyunca Orta Asya'nın en azametli şehri olarak kalmıştır.

Camî'nin yaşadığı çağlarda Herat'ın bayındırlıkta en yük­sek dereceye varmış bir şehir olduğunu anlıyabilmek için dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru Muînüddin Esefrazî'nin yazdığı Ravzâtülcennât fi evsaji Medinei HeratHerat şehri vasfında cennet bahçeleri adlı eserinden şu parçayı naklet­mekle yetineceğiz Kitabın ikinci bahçesi İkinci bölümü şöy­le divor:

« Herat kalesi içinde dört pazar vardır. Ayrıca her kale kapısından çarşıya kadar birer pazar daha vardır ki aynı ka­pıların adlariyle anılır. Her kapının dışında yine şehrin kenar mahallelerine kadar uzıyan birer fersah boyunda dört pazar vardır. Tahrir sıralarında şehrin çevresiyle hisar burçlarını ölçmeleri ve sonuçunu doğru olarak bildirmeleri için talebem­den bir kaçını göndermiştim, Bana şu neticeyi getirdiler: Kale burçlarının sayısı l 4 9, hisarın çevresi 7 3 00 ayak (dört kilo­metre kadar) şehrin kutru Melik kapısından Firuzâbad' ve Hoş kapısından Irak kapısına kadar her biri 1900 ayak.»

Aynı ki tap Ravza 2. Çemen 3 de şunları yazmaktadır. «Bugün şehrin genişliği Melik Muizzüddin Kert zamanında çok arttı. İki kardeş deresinin Malan köprüsüne kadar uzı­yan kıyıları boyunca iki fersah daha genişledi. İki kardeş deresinden İskele dağı ve Gülruhan mevkiine kadar uzıyan dört fersahlık mesafe tamamiyle yeni binalar, bahçeler, saray­larla doldu. Ovadan Küsye'ye kadar otuz fersah mesafedeki saraylar, bağlar, köyler hep Herat şehrinin bitişik birer par­çası haline geldi.»

Bu şehrin o asırdaki nüfusu hakkında bir fikir edinmek için 83 8 yılında büyük bir salgın 'yapan taûn hastalığından ölenlerin sayısına bir göz atmak kâfidir. Dört ay sekiz gün devam eden bu salgın müddetince her gün Herat ile çevre­sindeki köy ve mailelerde ortalama beş bin kişi öldü. Yine aynı müellif şunları yazıyor:

«Muhasiplerin tesbit ettiğine göre Taûndan ölüp de me­zar ve kefen bulabilenlerin sayısı yalnız Herat şehri İçinde altı yüz bin kişiye varmıştır. Cenazeleri çukurlera atılanlar veya evlerinde gömülenler bu hesabın dışındadır. Bu hâdise hakkında müellifin babası tarafından nazmedilen acıklı bir ka­sideden şu iki beyti alıyoruz:

«Ölenlerden sayısı belli olanlar, gltı yüz bin kişiye vardı. Onlar mezar, kefen ve hayır sahibi adamlar bulabildiler. Fa­kat geri kalanı kimsesizliklerinden hep evlerinde kaldılar, göz­lerini karıncalar, yılanlar oydu.>

Asıl hayret edilecek nokta bu hâdiseden ve bu kadar çok sayıda insanın ölümünden sonrada bu şehrin eski parlaklığını kaybettiğine dair bir delil bulunamıyor. Demek ki bu facia Herat'ın azameti üzerinde ufak bir sarsıntı bile yapmadı.

Herat şehri bu bayındırlığı ve nüfus bolluğu ile beraber Şahruh'un ilim ve edebiyat mensuplarına gösterdiği himaye yüzünden tam elli sene müddetle de bir ilim ve edebiyat merkezi olmak şerefini muhafaza etti. Dünyanın her tarafın­dan koşup gelen bilginlerle, fazilet erbabiyle doldu.

Bundan sonra da Mirza Emir Sait'in on yıllık saltanatı devrinde yine siyasî, iktisadi ve ilmi bir merkez olması ba­kımından parlaklığı devam etti. Hele Hüseyin Baykara' nın 3 5 yıl süren azametli sultanlık çağlarında daha parlak bir ikbale kavuştu. Sultan ve emirlerinin bilgin ve ilim âşıkı insanlar olması sayesinde önemi bir kat daha arttı. Herat o çağlarda en büyük âlimlerin, en şöhretli edip ve şairlerin yuvası olmuş­tu ki, bunların en başta geleni mevlâna Cami' dir. Herat'ın adı onun varlığiyle edebiyat tarihinde ölmez bir şöhret ka­zandı.

Timur oğullarının yaptıkları yüksek saraylar, büyük köşk­ler le safalı bağ ve bahçelerde,, muhteşem kasırlarda gerek kendileri ve gerekse kendi adanları ve yabancılar safa sürer, bu binalar ve bahçeler şehri süslerlerdi Bağ-i Sefid Akbağ, Bağ-i Zağan -Kargalar bağı, Bağ-i Cihanârâ cihanı süsliyen bağ gobi eğlence yerleri şairlerin güzel kasidelerine konu olurdu. Bir gün Camî’ nin huzuruna şahın saraylarını öğen do­kuz kaside götürmüşlerdi. Bu şiirler o asrın âdeti üzere en nefis ve sanatlı yazılarla sarayların dış duvarlarına işlenmişti.

Bunlardan birini kısaca nakledelim:

«öyle güzel bir saray ki ayvam felekten daha yüce, ulu kubbesi gök kubbesinden daha yüksektir.

— Kabe taştan yapılmıştır amma bunun temelindeki taş­lar, içindeki bahtiyarlar tarafından tavaf edilen başka bir kıbledir. '

— Felek onun mimarına gökteki sarayları gösterdi. Ayın tuğlası ham gümüşten, güneşin yapısı altındandır dedi.

— Fakat o ayı ve güneşi süsliyen tuğlalara hiç değer vermedi. Onları yere at ki, ancak bu sarayın avlusunu döşe­meye lâyıktır diye cevap verdi.

— Çamurunu onun işçileri hesabına kaza ve kaderin eli yuğurdu. Toprağı Huld cennetinden, suyu Kevser havuzundan geldi.

— Kubbelerini yapan usta için güneş her sabah aydın şafakların üstübeciyle kireç karıştırmıştır.

— Duvarlarına işlenmiş ağaçların dallariyle yaprakları yücelikte Tubâ ağaçlariyle beraberdir.

— Onun renkler yrratan nakkaşının hüneri yanında bu Gök kubbe sanki lâcivert bir çanak parçası gibi kalır.

Gece. onun şemsesi ışığından sanki körün gözünde bir noktaya döner. Aydın gözlerle de kuşluk güneşinden daha parlak görünür.

— Genişlikte cihan alanından daha fazla olduğunu iddia

ederim gerçi âlemin uzunluğu ve genişliği ülkeden ülkeye dayanır.               .

— Bu iddianın yeter delili, o şahın şu alem halkına saçtığı nimetlerin cihana sığmıyacak kadar bol ve sonsuz olmasıdır.

— Gaziler babası, din ve ülkeyi yücelten Sultan Hüseyin öyle bir şahtır ki, sarayının seyran yerinden do kuz felek bir manzara gibi görünür.

Hulâsa Herat şehri büyük ağaçlı caddeleri, safalı bağları, geniş mahalleleri, bol nüfusiyle öyle bir semayı andırıyordu ki içinde âlimler, bilgeler, şairler, fazilet erbabı, zevk sahipleri, üstat nakkaşlar, hünerli hattatlardan gurup gurup binlerce parlak yıldızlar toplanmış bu semanın ufuklarını süslemişti. Bu sırada tam çeyrek asır süren bir müddetle Herat'ın mer­kezinde âlim bir Üstat, şair bir mutasavvıf ki varlığının feyizli ışığı, irfanının yüksek zevki parlak bir güneş gibi ufukları aydınlatıyordu.

Edebiyat semasının bu güneşi sözümüzün konusu olan Cami idi.

Timur oğulları saltanatı

İran'ın doğu bölgesinde saltanat kuran Timur oğullarının dokuzuncu asır boyunca hicri 80 7 den 912 ye kadar meyda­na getirdikleri medeniyet eserleri özel bir değer taşır. O me­deniyetin ışığı altında ünlü sultanlarla büyük emirler ve ve­zirler yetişti. Hikmet ve Kelâm bilginleriyle Felsefe, Fıkıh, Usul, Tasavvuf, Şiir, Nesir ve her türlü güzel sanatlardan Resim, Mimari, Kâşisazlık, Tezhipçilik gibi hünerlerin ilerle­mesi bu sultanların çağına özel bir parlaklık verdi. Bu devri İran tarihinin en parlak çağlarından saymak gerektir.

Bu asrın siyasi tarihi iki bölüme ayrılır. Her iki bölüm arasındaki ayrım noktası Şahruh'un 850 yılına raslıyan ölü­müdür. Mirza Şahruh yedi yıl babası Timur adına Horasan'­da hükümet sürdü. 4 3 yıl tam bir bağımsızlıkla Horasan' ı han saltanatının merkezi haline getirdi. İyi idaresi ve temiz ahlâkı, İslâm şeriatı kurallarına bağlılığı sayesinde Timur'un baştan başa fethetmiş olduğu İran'ı bu suretle idareye muvaf­fak oldu. Şahruh eski bir gelenek olan Moğol yasa ve töre­sini büsbütün terketti. Saltanatını tamamiyle İslâm şeriatı temelleri üzerine kurdu. [ 1 ] Bu devrin Timur evladını sayılı bir müslüman hanedanı olarak belirtti. Bunlar İslâm âlimleri ve bütün müslümanlar nazarında çok sevilen birer hükümdar oldular.

Dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı, han' da Timur oğulları saltanatının dağılma devresidir. Bir taraftan bu hanedanın dış düşmanları olup Cüci han soyundan gelmiş bulunmaları iddiasiyle kendilerini haklı olarak Cengiz hanın mirasçısı sayan bazı Türk'lerin Hazer denizinin kuzey bölgelerinden yaptık­ları baskınlar, öte yandan İran'ın batı bölgelerindeki Türkmenlerin sık sık yaptıkları şiddetli akınlar, diğer taraftan baba, oğul, amca çocukları gibi şehzadeler arasında başlıyan saltanat kavgalarının doğurduğu iç düşmanlar memlekette büyük kargaşalıklar kopardı. Oğul babayı öldürdü. Baba oğlunu boğdurdu. Bu yüzden İran'da Timur oğulları saltanatı birtakım ufak beylikler halinde parçalandı. Şahruh'un kurmuş olduğu kudret ve şevket son derece zayıfladı.

Bu küçük memleket parçaları da ayrı ayrı birer ilim mer­kezi oldu. Bu asrın ikinci yarısında da ünlü şairlerle büyük edipler yetişti. Hele ilim ve edebiyat tarihinde değerli hiz­metleriyle daima anılmaya hak kazanmış olan Timur oğulla­rından dört padişahı bilhassa unutmamalıyız. Bunlardan birin­cisi Semerkand'da Mirza Uluğ bey, ikincisi Herat'ta Mirza Ebu Sait, üçüncüsü yine Herat'ta Mirza Ebulgazi Hüseyin Bin Mansur Bin Baykara, dördüncüsü ise Mirza Ebu Said'in toru­nu ve Hindistan' da Gürgâniler saltanatının kurucusu Delhi sultanı Zahirüddin Babur' dur.

Camî'nin Zahirüddin Babur'la doğrudan doğruya bir alış verişi olmadığından bu sultandan bahsetmek konumuzun dışındadır. Ancak onun adaşı olan Herat'ta Mirza Ebulkasım

[l] Matlaüssâdegn adlı eserde 815 yılı vekayiine bakınız.

Babur'u anmadan geçemiyecegiz. Bu sultan pek kısa süren saltanatı günlerinde her ne kadar fazilet ve ilim erbabını hi­mayesi altına almaya fırsat bulamamışsa da Cami'nin ilk defa övdüğü bir şahsiyet olması bakımından bahse değer buluyoruz. Bu sultanlar devrinde ilim ve edebiyatın ne büyük inkişaflar sağladığını bu çağlarda yetişen şair ve ediplerin sayısiyle ölçebiliyoruz. Her padişah devrinde yetişen şairlerin hal tercümeleriyle hayat ve eserlerinden bahseden Habibüs siyer müellifi bunlardan 12 O kişiye varan şairlerin ismini kay­detmekte ve bu şairlerden 2 3 unun Timur devrinde, gen kalanın da oğulları devrinde yetiştiğini söylemektedir.

Yabancı tetkikçilerden birinin [ 'ı'] Tezhip ve resim sanatlariyle Hint, İran ve Türkiye ressamlarından bahseden ese­rinde Timur asrı için yazmış olduğu bir makaleyi kısaca nak­ledelim: Bu kısa bilgiler, bize Timur hanedanının ilim ve sa­nat sevgisi hakkında yeter derecede bir fikir verecektir.

Timur soyundan gelen sultanlar babalarının uzun ve sü­rekli harblerde kendileri için toplamış olduğu azametli servet ve hazinelere yaraşan bir şekilde yeni bir hayat kurdular. Memleketin ilerlemesi için her türlü yenilikleri uygulamakta gecikmediler. Tarihte daima kendilerini hatırlatmaya kafi eserler bıraktılar. Bunlar bize «Chansons de gestes» deki eski Paladins prenslerini hatırlatıyor. Bunlar da kısa fakat pek parlak ve şevketli bir saltanat sürdükten sonra o yüksek mevkiden en düşkün bir mertebeye İnmiş ve mahvolmuşlardı. Timur oğulları da İran tarihinin aydın ve hünerli birer yıldı­zı idiler. Timur'un orduları gerçi cihanda birçok sanat ve medeniyet eserlerini çiynediler. Fakat onun yerine geçen münevver ve irfanlı şehzadelerin yüksek himayesi, yeni yeni sanat eserleri meydana getirdi. O yıkıntılar olmasaydı bu ye­nilikler de olmazdı. Timur'la oğulları, kurdukları müesseseler sayesinde İran' da güzel sanatları, zarif hünerleri en olgun bir mertebeye yükseltir. Bu şehzadeleri vahşi ve yabanî sanmamalıdır. Bunlar şehirlerde yaşıyan, hoş meşıepli, ilim

[l] Tezhip ve resim: Hint, İran ve Türkiye ressamları: Dr. F. R. Martin.

meraklısı idiler. Güzel sanatları yalnız öğünmek ve gösteriş için değil, belki sırf sanat severlik gayretiyle korurlardı. Aralarındaki muharebeler biraz duraklayınca kütüphaneleri düzenlemeye ve doldurmaya çalışırlar, şairlerin divanlarını toplarlardı. Birçokları bizzat kendileri de şiir söylerlerdi, eserleri o çağlardaki şairlerden daha üstün bir değer taşırdı. Sultan Hüseyin Mirza küçümsenecek bir şair değildi. Onun Türkçe yazmış olduğu gazeller tanınmış birçok şairlerin ga­zellerinden daha yüksekti. Hatta Farsça ve Arapça şiir söy­lemekte Cami ile rakabet ederdi. Bu şehzadelerin medeni hayat tarzları ve pek latif halleri birçok bakımdan aynı asır­daki Avrupa prenslerini ve miladi on sekizinci asrın sonları­na kadar Fransa' da yaşıyan prensleri hatırlatır. Ancak ede­biyat sevgisi bakımından Timur şehzadelerinin mertebeleri her halde garpteki emsalinden daha üstündür. Şahruh, Bay Sungur, Uluğ bey, Sultan Hüseyin Mirza kitap severlikte yal­nız Burgondiya dokalarını değil, onlarla çağdaş olan Rene d'Anjou'yi de çok geride bırakmış, belki onaltı ve on yedinci yüz yıldaki Fransız ve İtalyan kitap severlerinden de ileri varmışlardır. Çünkü bunlar yalnız kitap toplamakla kalmadı­lar, Kendileri de eser yazdılar. Bay Sungur ve Sultan Hüse­yin Mirza İran'da İngiltere'nin Vilyam Moris'i gibi birer şah­siyet sayılırlar. Bu şahzadeler kitap yazmakta yeni bir üslûp yarattılar. Bu cihetten ayrık bir şeref kazandılar. Eserleri hep canlı, zarif ve güzeldir Hele Avrupa' daki el yazması kitaplar yazı güzelliği bakımından şarkın bu nefis eserleriyle asla ölçülemez............

Cami ve Timur oğulları sultanları

Şimdi Cami devrinde gerek Horasan' da ve gerekse başka İslâm ülkelerinde saltanat süren bazı sultanlardan söz açmak ve bunların Cami Üzerindeki te'sirleriyle onun Tanrı vergisi olan şahsi istidadının genişlemesinde amil olan hükümdarlar­dan bahsetmek zamanı gelişmiştir. Önce Timur oğullarından söze başlıyalım:

Cami'nin ilk edebi eserleri Mirza Ebulkasım Babur'un saltanatı zamanında yayılmaya başladı. Daha evvelki sultan­lardan mesela Şahruh zamanında Cami Semerkand' da tahsil ile uğraştığından henüz eserlerinin adı sanı yoktu. Üstadın çocukluk ve ilk gençlik zamanlarına raslıyan bu günlerde tahsil uğrunda geçirdiği mücadeleler, kendisine bu sultanlara yaklaşmak ve onların şairleri sırasına katılarak, lâyık olduğu yeri alabilmek fırsatını vermemiş, faziletlerini tanıtmak imka­nına henüz kavuşamamıştı. Habinüssiyer sahibi Üstadın edebi faaliyetine başladığı devreyi şu sözlerle hulâsa etmektedir :

«Mirza Ebulkasım Babur zamanında bu öfkeli padişahın yüce adına sunmak üzere bedialar yaratan kalemiy'e Hilye'i HHel adlı eserini ve sultan Ebu Sait devrinde Divani evvel adlı ilk divaniyle tasavvufa ait bazı eserlerini yazdı. Bundan başka te'lif ve eserleri Hüseyin Baykara devrine raslar >.

Şimdi bize düşen vazife Habibüssiyer ın s özleri ni takip ederek Cami'nin Horasan' da methiyeleriyle övdüğü kimsele­rin hatıralarını anmaktır.

Mirza Ebulkasım Babur

Şahruh oğlu Bay Sungur' un oğludur. (Ölümü 2 5 Rabiulahir 861 hicri) On yıl Esterabad ve Horasan'da önce dedesi adına, sonra da bağımsız olarak bütün Efganistan, Irak, Fars ve Horasan' da saltanat sürdü Emir Alişir Mecalisünvefâis adlı eserinde bu sultan hakkında şunları yazmaktadır:

«Babur Mirza, derviş huylu. Tanrı adamı, Cömert tabiat­lı bir padişah idi. Son zamanlarda himmet ve cömertlikte bu padişaha yaklaşan bir sultan gelmemiştir. Derler ki, bir gün huzuıunda Hatem’ den bahsedilirken konağında kırk kapı ol­duğunu ve her kapıya gelen dilenciye ikram edildiğini anlat­mışlar, padişah şöyle demiş: Niçin bir kapıdan yeter de recede bir şey vermezler ki zavallılar kırk kapıyi birden dolaşmaya mecbur olsunlar?

Tasavvufa ait eserlerden Lemeat ile Gülşeni raz dan pek hoşlanırdt. Tabiatı nazım cihetine de kabiliyetliydi. Şu meal­deki rubai onundur:

« — Mademki şarap ile kadehi birbirine kavuşturuyor­sun, iyi bil ki cömert ruhlu bir Rind'sin. Kadehten maksat Şeriat, Şaraptan murat Hakikattir. Kadehi kırarsan şüphe yok ki akılsız bir sarhoşsun.»

Cami'nin eserleri arasında nesirle yazılmış, muamma sa­natının usul ve kaidelerinden bahseden Hilyetül ; hilel adlı eser 8 5 7 hicret yılında te' lif edilmiştir. Bu eser Mirza Ebul­kasım Babur adına armağan edilmiş ve padişahın isminden kitabın başında Tamiye yoliyle bahsedildiği gibi söz arala­rında ve türlü şiirler ve muammalar içinde de temsil ve İşa­ret yoliyle tekrar edilmiştir. (Cami'nin eserleri bahsine ba­kınız).

Cami' nin divanındaki gazeller arasında da bu padişahın methine ait bir parçanın baş ve son beyitlerinde şöyle de­mektedir:

« — Gel ey aya benziyen Saki: Şah Ebulkasım muizzüddin Babur'un şerefine parlak bir kadeh sun:

« — Cami'nin gönül çekici şiirleri onun meclisinin nağ­meleri olsun. Sakinin sunduğu şarap bir gün ebedi hayat müjdesi getirsin.................. »

Mirza Ebu Sait Gürgen

Şahruhtan sonra Maveraünnehir padişahı olan Mirza Ebu Said Gürgân öteden beri Horasan'ı fethetmek sevdasına kapıl­mıştı. Mirza Ebulkasım Babur'un ölümünden sonra Maveraün­nehir' den Horasan'a saldırdı. Herat'ı hicri 863 te fethetmek suretiyle büyük bir devlet kurdu. ( 8 7 3) Azerbaycan hüküm­darı Türkmen uzun Hasan'ın katline ferman verdi. On iki yıl Maveraünnehir, Ffganistan ve Horasan'da bağımsız bir saltanat sürdü.

Ravzâ/ü7cennat fi evsafi Medine i Herat sahibi Muinüddin Esefrazi 8 7 O yılı olaylariyle Ebu Sait devrinin kudreti ve

şevketini memleketin o sıralardaki genişleme durumu ve sul­tanın ihtişam ve azametini şu kısa ve belagatli cümlelerle belirtmektedir: Sözü geçen sultanın yücelik ve saltanatı hak­kında bir fikir verebilmek için o satırları aynen buraya nak­letmeyi faydalı bulduk.

«870 yılı girdiği zaman bütün memleket işleri düzenine konmuştu. Padişahın adaletli ve uğurlu idaresi sayesinde zulüm ve fesat töreleri, bozgunculuk usulleri tamamiyle yok edilmişti. Çin sınırlarından ve Kilmak çölünden Harzem ve Irak ülkelerine, Mazandıran kıyılarından Moğolistan tarafları­na, Türkistan yaylalarından Hindistan'ın son hudutlarına kadar dayanan bir memleket sultan Ebu Said'in fermanı altında toplanmıştı. Bütün ülkeler hükümdarları, memleket başbuğları başlarını onun itaatine bağladılar. Sultanın adaletinin ünü ve merhametinin sesi cihanın her tarafına öyle yayıldı ki birçok ülkeler halkı eski yurtlarını bırakarak onun yüksek sayesi etrafına sığındılar.»

Mevlana Cami yukarda söylediğimiz gibi bu sultan zama­nında ilk defa divanını tertibederken ondan pek az bahsedi­yor. Bunlar arasında bizim rasladığımız manzum bir mesnevi şu mealdeki mısralarla başlar:

«— Dün gece sanki güneş geri döndü de yerin mahruti gölgesi başını alıp gitti.»

Bu mesnevide Sultan Ebu Said'i şöyle övmektedir:

«— Şah sultan Ebu Said varken gökler onun yüce değe­ri önünde alçak kalır.

— Şah ile emirleri arka arkaya dizilmiş, çavuşları salta­natta birer şahı andırıyor.»

Cami'nin divanındaki gazeller arasında yine bu sultanı öven bir gazel daha vardır. Bu gazel ihtimalki Ebu Said, henüz Semerkand' da iken Cami'nin Horasan' dan Semerkand'a geldiği (855 860) Hicret yılları arasında yazılmıştır. Meali şudur:

«— Saki: Bayram ayının hilali altun bir kadeh şeklinde doğdu. Devlet kudretiyle sultan Ebu Said'e mey sun.

— Orucun neşe ve zevk kapısına vurduğu kilide, Bayram hilali altundan bir anahtar uydurdu.

— Uzun zamandan beri şaraba tövbe etmiştim. Fakat böyle demlerde tövbeyi bozmak çok görülmez.

— İlk bayram, genç sevgili, taze bahar. Gönlüm her tazelikten yeni bir zevk duymada.

— Bizim devletimizin artması şahın duası sayesindedir. Onun devlet ve ikbali de daima artmakta devam etsin.

— Cami: Semerkand'ın şeker dudaklı güzellerine candan mürid oldun. Tanrı dileklerini kolaylaştırsın.»

Cami'nin eserleri arasında sultan Ebu Said adına telif edilmiş bir kitap gozümüze ilişmedi. Bundan anlaşılıyor ki Mevlâna Cami Ebu Said'in sarayına İntisap için henüz yol bulamamış. Sultan da onu layık olduğu derecede tanıyama­mıştı. Halbuki Sultan Ebu Said' in 8 7 3 yılında öldürüldüğü sıralarda Camî 5 6 yaşına varmıştı.

Sultan Hüseyin Baykara

Baba tarafından soyu Emir zade Ömer Şeyh vasıtasiyle Timur' a dayanır. Timir hanedanından gelen padişahların sonucuncusu olan bu sultanın doğu İran'da tam bir bağımsız­lıkla hüküm sürdüğü 35 yıllık bir müddet içinde Horasan pek parlak ve bayındır bir ülke olmuştu. İlim ve fazilet sahiplerini okşamak yolunda gösterdiği cömertlikler sayesinde Herat şehri Sultan Mahmud i Gaznevi zamanındaki Gazneyn şehri gibi ünlü alimler ve büyük şairlerle hüner sahiplerinin yurdu olmakla yeni bir devreye girdi.

Hüseyin Baykara'nın çağdaşı olan HaAlöüsszger sahibi, bu sultanın zamanını tasvir eden Cilt 3, Bölüm 3 te onu şu sözlerle vasıflandırmaktadır.

«Büyük Seyyitlerle İslâm alimlerini ve zamane fazıllarını, yüksek belagatte şiir söyliyen şairleri korumak hususunda asla gaflet ve ihmal göstermezdi. Onların dileklerini yerine getirmek, iltimaslarını dinlemek ve kendilerini her türlü nimet­lerden faydalandırmak yolunda daima itaat edilmesi gerekli fermanlar verridi. Haftada iki defa pazartesi ve perşembe günleri kadı ve alimleri huzuruna davet eder. önemli bir iş olunca din ulularının fetvasını alarak başarırdı. Dervişler, fakirler sohbetine, vaız meclislerine fazla devam eder, İslâm şeyhlerine, tatlı sözlü vaızlara karşı çok saygı göstermeyi yü­ce zimmetinde bir borç bilirdi. Hayır kurumları, mesçitler, medreseler, tekkeler. konuk yurtları yaptırmaya çok meraklı idi. Kendi hazinesinden bayındır kasabalar, büyük akarlar, yaptırarak vokfettirirdi. Gönül çekici büyük saraylar, yüksek binalarla şehirleri süslerdi. Bağlar bostanlarla ağaçlı ve çiçekli bahçeler tarhettirmeyi kendine başlıca bir vazife bilirdi.»

Hüseyin Baykara’nın uzun ve gürültüsüz geçen saltanat çağlerında Horasan ülkesiyle Herat şehrinin eriştiği bayındır­lık derecesini (Şahın ölümünden sonra Şibani Mehmet Hanın hamleleri ve Özbeklerin akınlariyle harap ve perişan bir hale gelmiştir.) Muînüddin Esefrazi Herat tarihinde şöyle anlatıyor.

«Ovada, taşlık ve bayırlarda hiçbir yer kalmamıştı ki tarla ve bağ haline getirilmemiş olsun Bütün kırlarda, dere­lerde ne kadar kurak ve boş topraklar varsa hepsi arklar ve kanallarla sulandı. Hele Mürgapla Mervi Şahican arasında otuz fersaha yakın boş ve kumsal arazi, Serhas'ten yine Merv' e kadar uzuyan yirmi beş fersahlık çöl o çağlarda tamamiyle ekili tarlalar, birbirine bitişik çiftlikler haline geldi.»

Herat' ın fethinden ve özbeklerin bozguna uğratılmasından sonra babası tarafından 9 2 8 -9 3 6 tarihleri arasında bir kaç yıl Herat ve Horasan'a gönderilen ve hakikatte Hüseyin Baykara'nın yerini tutmuş olaıı Şah İsmaili Safevi'nin oğlu Sam Mizra Tuhfe-i samı adlı nefîs tezkiresinde şu birkaç sa­tırla kısa bir ifade içinde geniş bir bilgi vermektedir:

«Sultan Hüseyin Mizra adaletli ve uyruk sever bir padi­şah idi. Devletinin baharı, bahar günleri gibi mesut ve taze, saltanat çağlarının safası, bayram günleri gibi şen ve gamsız­dı. Hiçbir tekellüfe düşmeden böyle övülecek bir padişah ol­mak şerefi pek az sultana nasibolmuştur. O hayır kurumları açtırmak, ilim adamlarını, talebeyi kayıamak, zamanında va­zifeli olan on iki bin âlimin günlük ihtiyacını sağlamak, mem­leketi bayındırlaştırmak, halkın refahını düşünmek, hüner sa­hiplerine ve şairlere riayet göstermek gibi faziletleriyle ölçü­lebilir. Hakikatte Alişir gibi bir kölesi ve Mevlâna Cami gibi bir meddahı olan kimsenin ne methiyecilerin övmesine ve ne de tarihçelerin tavsifine ihtiyacı vardır.»

Bu padişah bütün ihtişam ve yüceliği, bütün bağınısızlığiyle beraber şahsan zevk ehli, edip bir sultandı. Farsça ve Türkçe yazdığı şiirlerden birçok armağanlar bırakmıştır. Bunlardan başka Mecalisal’usşak adiyle meşhur bir tezkiresi de kalmıştır, Şiirlerinde «Hüseynî» mahlasını kullanırdı.

Bu şiir sever ve şair padişah zamanında Cami gibi Tanrı vergisi bir dehanın en uygun inkişaf imkânları bulunmasına ve onun feyizli kaleminden en nefis manzum ve mensur eser­ler çıkmasına hayret edilemez.

Muînüddin Esefrazi, Herat tarihinde Cami'ye ait bir hi­kâye nakleder.

Bir aralık üstad, sultanın ordusiyle Herat dışına çıkmıştı. (Bu hikâyeyi Sam Mirza,tezkiresinde şüpheli olarak sultan Ebu Said'e isnat etmiştir.) Hüseyin Baykara'nın fazilet ve edep erbabına ve hele kendi çağında yetişen âlim ve edeplerin ilk safında gelen mevlâna Cami'ye karşı ne derece bağlılık gös­terdiğini ve tabiatının şiirden anlamak ve irticalen şiir söyle­mek hususunda ne derece kabiliyetli olduğunu şu hikâye pek gözel açıklamaktadır.

«padişah, uğurlu bir saatte mutlu bir maksatla Mazandıran taraflarındaki düşmanları defetmek için Herat'tan yola çıkmıştı. Sâlâr köprüsü ordugâh oldu. Bu sırada Hoca Nasırüddin Ubeydullah (kabri nur olsun) Cami'ye bir mektup yollamış ve bu mektupta Semerkand beylerinden bir cemaa­tin padişahtan izinsiz o tarafa gelerek bütün ağırlıklariyle çoluk çocuklarını Horasan' da bırakmış olmalarının can sıkıcı bir hadise olduğu bildirilmekte ve bunların usul ve adete yakışmıyan bir şekilde münasebetsiz hareketlerinden dolayı kusur­larının affı için sultandan iltimas edilmesi rica olunmakta idi. Cami, mektubu alınca bizzat ordunun bulunduğu tarafa yol­landı. Ordugaha yaklaştığı sıralarda ağızdan eğıza padişahın meclis arkadaşlariyle birlikte güneş çehreli güzeller ve ay yüzlü sakiler arasında zevk ve İşaretle meşgul bulunduğu; meclisin her tarafı Zühre endamlı dilberlerle süslenmiş, zevk ve eğlence için her ne lazımsa hazırlanmış olduğu haberi yayıldı. Mevlana Cami orada atından indi. Büyük emirlerle dergah uluları, hazreti karşıladılar. Hakkında gerekli hürmet ve saygıyı gösterdikten sonra mesele anlaşıldı. Bunun üzerine Cami hal ve makama uygun bir gazel söyledi. Gazeli hemen sultanın meclişine ye­tiştirdiler. llk iki beyti şu anlamdadır:

« — Aşk ve zevklerini düşünenlerin meclisinde bana zahitlik engel değildir. Ben onların meclisinde belki gam ve elemlerimden uzak kalırım.

— Bir yerde ki şahların atlası yollara serilmeye layık de­ğildir, dervişlerin tozlu abasiyle hâşâ oraya yaklaşmaya kim yol bulabilir ?»

Mevlana Cami'nin mübarek karihasından çıkan bu şahane İnciler padişahın kulağı sedefine erişince «güzel sözler şahlar kulağına yaraşır» kavlince sultanın ilham denizi de dalgalandı ve gazelin tamamını bir cevapla süsliyerek Cami'nin sırlar kaynağı olan kutsal meclisine gönderdi. Şu üç değerli mücev­her ki, mana aleminde yaşıyan dilberlerin kulaklarına küpe ve cennet hurilerinin saçlarına muska olmaya layıktır. O cevahir dizisindendir:

« — Senin yüzün ışıgı o meclise çerağ olmadıkça zevk ve işretini düşünenlerin derneğine meclis demek yaraş­maz.

— Saltenat tahtı, şahlık atlası kuru görültüden başka bir şey değildir Dervişlerin feragat köşesi, tozlara bulanmış hır­kası belki daha hoştur.

— Hüseyni gibi harâbât şeyhinden bir kadeh arıyorum. Çünkü Camî’nin kadehindeki inciler bağrı yanıkların yakut renkli şarabıdır.

(Ravzâtülcennat Ravza 24)

Camî’nin sultana yakınlığı o derecede idi ki çok kere vezirler, emirler, devlet büyükleri onu her işte şefaatçi tanır ve kendi. işle.inde yardım dilenirlerdi. O, Bütün dervişliğiyle beraber bunların dileklerini yerine getirmekte güçlük çekmez­di. Sultanın öfkeli zamanlarına rastladıkları vakit yine Cami' den yardım isterler O da şefaat hususunda hizmet kemerini kuşanır, elinden geleni esirgemezdi.

Habibüssiyer tarihinde (Cilt 3. Bölüm 3.) şöyle yazar:

Bir gün vezir hoca Mecdüddin Muhammet Hâfi, sultanın öfkesine uğradı. Derhal bir tarafa gizlendi. Sultanın heybe­tinden, can korkusu, mal düşüncesiyle saklandığı yerden bir türlü meydana çıkamıyordu Nihayet Camî’nin eteğine yapıştı.

«Camî, sultanla görüştü. Münasip sözlerle annattı ki Hoca Mecdüddin Muhammet padişahın çetin işlerde, memleketin bayındırlığında halkın ve askerin sevgisini kazanmakta hizme­ti geçmiş bir vezirdir. Ona hoş muamele etmek, garazkârlarının sözlerini dinlememek gerektir. Sultan, Camî’nin tavsiye­sini kabul etti Söylediklerini doğru buldu. Mecdüddin' e haber verildi. Kalbine emniyet geldi, ertesi gün gizlendiği yerden doğruca Bağ i Cihan âra sarayına koştu. Barlas Bey­lerinin kılavuzluğu ile yer öpmek şerefini kazandı ve ayrıca yermi bin dinar ihsan aldı.»

Cami’nin Münşeat mecmuasında (derlenmiş mektupların­da) yermi bir parça mektup vardır ki bunları Sultan Hüseyin Baykara kaleme almıştır. Ihtimalki bunlar Camî’nin kendisine yazdığı mektupların cevabıdır. Sultan bu mektuplarda Gami’ ye karşı her türlü hürmet ve bağlılık hişleri ifade eden cüm­leler sarf etmiştir. Sultanın çok defa bir harbe gitmek veya bir sulh müjdesi vermek için derhal Herat'a bir ulak gönde­rerek Camî’ye mektuplar yolladığı anlaşılıyor. Bunlar arasın­da Herat' a gitmek için en mutlu saatı öğrenmek maksadiyle yazılmış bir mektup da vardır. Bu mektupta Safer ayının so­nuncu çarşamba gününün uğurlu veya uğursuz sayılmasında­ki sebebi Cami' den sormakta olması burada ayrıca bahse değer görülmüştür.

Sultan ile Üstat arasındaki bağlılığın derecesi bu vesika ile de pek güzel anlaşılacaktır. Camî'nin cevabı şudur:

«— Tanrı adiyle: Muzaffer saltanat sancağının bu diyar­daki riyasız kullarına doğru hareket edeceği müjdesini getiren ve bahtiyarlık ve yücelik vesilesi olan kutlu mektubunuz alın­dı. Gönül yurduna şenlik ve sevinç verdi. Umut gözlerimiz yollara dikildi. Hasret yuvası olan gönlümüzün nağmesi ve iştiyak viranesi olan kalbimizin ezgileri şu kıt'adadır:»

«— O ayın şehrimize doğacağı zaman mutlu bir saattir. Vuslatından can neşelenir. İkbalinden gönül nazlanmaya başlar.

— Onun İçin uğurlu saati seçmeye ne hacet, onun doğmasiyle saatlerde saadet hâsıl olur.

Mektubunuzda Safer ayının son çarşambası hakkında her tarafa yayılmış olan inancanın nereden geldiğini soruyorsunuz. Olabilir ki, bu itikadın kaynağı, bazı tefsircilerin Kur'ânda devamlı uğursuz gün olarak bahsedilen Safer ayının son çar­şambasından çıkardıkları mânadan gelmektedir. Bilmek gerek­tir ki o günün uğursuzluğu kâfir ve münafıklar içindir. Çünkü onların başına gelen musibetler o güne raslar. Fakat îman ve ahlâk sahipleri için ki, bunlar Peygamber' !erle ümmetleri­dir. Son derece kutlu ve mutludur. Çünkü onların hakka ya­kın ve kâfirlere galip oldukları gün aynı gündür. O halde bugün dosta kutlu, düşmana uğursuzdur. Bu yılın Safer ayının çarşambası, geçen yılın Safer ayındaki salı gününün eşidir. Kuvvetle umarım ki geçen yılda Safer ayının aynı gününe raslıyan salı günü bu şehre gelmemiz nasıl kutlu ve uğurlu oldu ise bu yılın Safer ayı çarşambası da mutlu ve mübarek olsun.

Kıt'a

— Bilgisizlere karşı kulağını kapa. Çünkü senin yüce de­ğerin öyle her nadana yaraşacak şeylerden arıdır.

— Orada müneccim aramaya ne lüzum var? Güneş daima şeref burcundan bakmaktadır.

Ulu Tanrı sonsuz bir devlet, yıldızlarla semalara sığmıyacak kadar saadet nasibetsin vesselâm.»

Hüseyin Baykara, zamane aşıklarının ahvalinden bahseden Mecalisül' uşşak kitabında 5 5 inci meclisi Camî’nin vasfına ayırmıştır. Üstadın âşikâne hallerini ve gazelleriyle hikaye ve şiirlerini naklederken söze şöyle başlar:

«— 5 5 inci meclis: Yüceliğinin derecesi sözle ifade edilmiyecek kadar yüksek olan Mevlâna Camî, zâhir ve bâtın bilgilerinde çağının biricik alimi idi. Ondan irfan tarihine pek çok eserler yadigâr kalmıştır. Şiir nevilerinden kâside, gazel, müsnevî rubaî ile kıt'a ve muammâ gibi parçaları hep güzel­dir. Eserlerinde büyük mutasavviflerden Muhyiddin -i Arabî ile Konya'lı şeyh Sadreddin'in yolunu tutmuştur....»

Camî’ de hemen pek çoğu bu padişahın devrine raslıyan eserlerinde onun adını anmaktadır. Mensur eserlerinden Baharistan, Risale i sağır der Muamma ve manzum eserlerin­den Silsiletüzzehepm birinci cildiyle Sübhatül'ebrar, Yusuf ile Züleyha, Leylâ ile Mecnun. Hurdnâmei lskenderi (mes­nevilerinin sonuncusudur) gibi bütün mesnevilerinde onun adını anmakla söze başlar.

Divanında da sultan Hüseyin Baykara vasfında pek par­lak kaside ve gazelleri vardır. Kasidelerinin birçoğunda sulta­nın saraylarını, köşklerini övmekle söze başlar ve sözlerini daima sultanın methiyle bitirir.

Camî, 898 hicret yılı Muharrem ayının 1 7 inci günü yani sultan Hüseyin Baykara'nın ölümünden on yıl önce dünyadan göçmüştür. Ölümü sıralarında sultanın şevket ve ikbal günleri en parlak mertebesini bulmuştu. Sultan gerek üstadının cena­zesini uğurlamada, gerekse yas tutma töreninde ona karşı duyduğu saygı ve hayranlığı en yüksek bir şekilde ifade etmiştir. Bu yas töreninin uzun hikâyesi emir Alişir Nevai'nin Hamsetül mütehayyirin adlı eseriyle Muinüddin Esefrazi'nin Ravzcitül -cenncit fi evsaf i medine -i Herat adlı eserlerinde yazılıdır.

Emir Alişir şöyle diyor:

« — Cami'nin ölüm haberi şehirde yayılınca her taraftan sayılı büyüklerle ileri gelen memleket uluları toplandılar. Yas donu giydiler. Devletlü sultan Hüseyin Baykara meclise geldi. Yüksek sesle ağlaştılar. Mevlâna Ziyaüddin Yüsüf'u şefkatle kucakladılar. bütün dostlar teselli ettiler. Bu fakir Alişire de göz yaşlariyle taziyeler sunarak değerli nasihatlar verdiler.

Üstadın mübarek mizacında arıklık başgöstermiş, Başkent'e saltanat dergahına dönmüştü. Bütün Şehzadelerle Devlet bü­yüklerine merhumun tabutunu uğurlamak için emir buyurdu­lar. Sultan Ahmet Mirza ve Muzaffer Mirza ve başka şehza­deler tabutu omuzlarında taşımak hususunda birbirleriyle yarış ediyorlardı. Bu tertip üzere Musalla'ya getirdiler.

I

*

Cmî, eserlerinde Hüseyin Baykara'nın bazı şehzadelerinin de adlarını anmış, onları da övmüştür. Bunlardan sultanın en çok sevdiği ve daima yanından ayırmadığı oğlu Sultan Muzaffer Hüseyin'i Yusuf ile Züleyhâ adlı eserinin baş tara­fında şu sözlerle övmaktedir:

« — Öteki Muzaffer talihli şehzade ki, henüz çocukluk çağında tac-ü taht onun oyuncağı oldu. Akıl onun yüce mev­kiini ve saygı değer varlığını görünce adını tarihe nakşetmek arzusunu duydu.»

Leylâ ile Mecnun un başlangıcında mevlâna Cami eski sultanlardan bir kaçını da anmaktadır. Bunlar arasında Timur ogullarının nefret ve düşmanlığını kazanmış olan Cengiz'i kö-

tülemekte, Timur ile Şahruh'un adlarını saygı ile dile getir­mekte bunlardan sonra da Sultan Hüseyin'i övmekle sösünü bitirmektedir. Bu parçalar şu meâldedir:

« — Sâkî o güneş gibi parlayan şarabı ver! İçinde Cemşid' e cihanı seyrettiren o kadehi getir.

O şarap ki, Nur gibi ışık saçar, eski ve yeni çağların ta­rihini aydınlatır.

— Behram nerede? Mezarı hani? O Aslanlar paralıyan kollar, o kudret nerede?

— Keykâvus nerede? Kâsesi ne oldu? Temelleri göklere yükselen sarayı hani ?

— Bu yaylaların kurdu olan Cengiz kim idi? Bu ovalar artık onun canavarlıklarından kurtuldu.

— O ölümün pençesinde bir tilkiye döndü. Cesedi savaş meydanında cansız düştü.

— Timur, her türlü rahneler açan sarsıntılardan emin, demirden bir kal'a gibi sağlamdı.

— Aczin elinde mum gibi yumuşadı. Mal ve mülkünden geri kalmış olduğu halde can verdi.

— Şahruh'ki bahtiyarlıkta son mertebeye ermiş, ünü en uzak ülkeleri tutmuştu.

— Bu belâ ve müsibetler meydanının safları arasında Şâhane çehresi ölüm rengiyle soldu.

— Sâkî: Bir an için mühlet ver. Ortaya iki dolu kadeh getir.

— Öyle bir şarap sun ki kokusundan gönülde adaletli padişahın dua reyhanı filizlensin.» 

— Şimdi Camî'ye çağdaş olan Horasan sultanları hakındaki sözlerimizi bitirirken hicri dokuzuncu yüzyılda meydana gelen edebî eserlerle Camî'nin eserlerinin te'lifinde kuvvetli bir âmil olan büyük devlet adamlarından kısaca bahsetmek yerinde olacaktır.

Emir Alişir

Dokuzuncu yüzyılda ilim ve edebiyatın fazla itibar ka­zanmasında ve bu çağda büyük edebi eserlerin meydana gel­mesinde hele bunlar arasında irfan ve edebiyat semasının parlak birer yıldızı olan Cami'nin kaleminden çıkmış değerli eserlerin her tarafta yayılmasında sultanın en nüfuzlu veziri büyük Emir Alişir Nevai' nin edebi ve ahlâki faziletleriyle şahsi servet ve kudretinin büyük yardımı olmuştur.

Bu edip ve irfan sever emiri, âlimlere, fazilet ve kemal sahiplerine karşı gösterdiği yüksek sevgi ve ilgi bakımından üstat Browne, Maecenas E. Cilinius [ 1 ] e benzetmektedir. O fazilet ve irfan ışığının çevresine sayısız âlimler, şairlerle zevk ve sanat erbabı pervane gibi üşüşmüşlerdi. Kendisi de bizzat Camî’nin müridleri arasında bulunuyordu. Emîr Alişir naza­rında Cami' nin mevkii hem dostluk ve sevgi bakımından hem de üstatlık ve şakirtlik ilgisi yönünden pek yüksekti. Üstat da manzum ve mensur eserlerinin birçoğunu bu vezirin teşvik veya arzusuna uyarak yazmış, bütün eserlerinde onun adını saygı ile anmıştır. Kitaplarına eklenmiş birçok mensur mek­tuplarla kıt’alar ve gazeller vardır ki bunların hepsi Alişir'e hitabeden veya ona cevap teşkil eden parçalardır. Büyük şairin 898 hicret yılında ölümünden sonra Emir Alişir Üsta­dına uzun bir ağıt ile terkib-i bend tarzında yedi kupleden ve yetmiş beytten ibaret uzun bir şiir yazdı. İlk beyti şu mealdedir:

«— Felek derneğinde her an yeni bir cafa var. Onuu meclisinde bulunanların her birinde başka bir belâ nişanesi belirmekte.»

Bunlardan başka Hamsetülmütehayyirin adlı kitabını da Camî’ye armağan etmiştir. Bu kitapta kendisini Cami'nin ölü­münden dolayı en çok taziyeye muhtaç görmektedir.

[l] Maecenas Cilinius, edebiyat ve sanat aşıkı olan Roma Şövalyesi (8 73) yılları arasında yaşamış, şair Virjil ve Horas'ın dostu ve hamisi olmuştur.

Camî'nin (875 ten 898) hicret yılına kadar süren ve ömrünün dörtte birine varan müddet içinde meyadana getir­miş olduğu eserlerin hemen hepsi Alişir'in yüksek saygı ve teşviklerinin mahsulüdür. Emir Alişir 844 yılında Herat'ta doğ­muş 906 da aynı şehirde ölmüştür. Çocukluk çağlarında sultan Hüseyin Baykara ile arkadaşlık etmiş, sultan Hüseyin Herat' ta tahta çıktığı zaman onun en sevgili yakınlıkları arasına gir­mişti. Önce saltanat mühürdarlığı vazifesiyle saraya alındı. Son derece cömert ve tok gözlü olması, dünya hırslarından, mevki düşkünlüğünden uzak kalması, Devlet işlerinde tarafsız hareket etmesi dolayısiyle sultan ile şehzadelerin güven ve sevgilerini kazandı. Pek yüksek bir mevki tuttu. Sultan tara­fından kendisine Rüknüssaltana ve Htimadülmemalik veddevle ve mukarribül -hazretis -Sultanî yani saltanatın direği, ülkenin ve devletin inalı, sultanın en yakın dostu unvaniyle vezirliğe getirildi. Bu yüce unvanla beraber o zaman sultanın en geniş ve bayındır ülkelerinden bulunan Esterâbâd gibi büyük bir vilâyetin timar ve idaresi de kendisine terkedildi. Fakat az bir müddet sonra bu işlerden affını diledi. O, sükûn ve feragat köşesine çekilerek edebiyat mütalâsiyle vakit geçirmeyi geçici dünya mesnetlerinden daha hayırlı buldu. Camî’nin irşadiyle Nakşibendiye tarikatine girerek tasavvuf yolunu tuttu. Bu tarikatten aldığı feyiz ve neşe ile yaptığı hayırlı işlerin sayısı hesaba gelmez. Rivayete göre Emir Alişir 3 7 O e yakın mescit, medrese, ibadet yeri ve mezarlık binalariyle kabristanlardan bir kısmını yeniden yaptırmış, bir kısmını da tamir ettirmiştir. Zamanının Üstat Behzat, Şah Muzaffer gibi hünerli ressamları, Kul Mehmet, şeyh Nayî ve Udi Hüseyin gibi sayılı musiki bilginleri sanatlarında gösterdikleri yüksek terakkileri hep onun cömert, himaye ve ihsanlarına borçludurlar. Kendisi de bizzat mahir bir musiki üstadı, sanatkâr bir ressam idi.

Emir Alişir, Türk ve Çağatay lehçelerinde şiir söyliyen eşsiz bir şairdir. Bu lehçelerde yazdığı gazellerden dört parça divan ve Gence'li Nizami'nin Hamse'si örneğinde beş uzun mesnevi, Attar'ın Mantıkuitayr’ı tarzında Lisanüttayr adlı bir

mesnevî meydana getirmiştir. Türkçe şiirlerinde Neval mah­lasını kullanırdı.

Alişir'in şairlikteki şöhreti daha çok Türkçe eserleriyledir. Farsça şiirlerini (Fani) lâkabiyle yazmıştır. Bu dildeki man­zum eserleri o kadar kuvvetli olmamakla beraber kendisine (Züllisaneyn) iki dil sahibi derler. Alişir'in aruz ilmine dair de bir kitabı vardır ki buna Mizânül’evzan Vezinler ölçüsü adını vermiştir.

Alişir verimli bir muharrir ve müelliftir. Otuz cilde yakın Türkçe ve Farsça eser bıraktı. Eserlerinin kısa bir fihristini verelim:

1    — Garaihüssığar, Nevâdirüşşebab, Bedayiül'evsaf, Fevaidülkiber başlıklı çeşitli gazellerinden toplanmış dört divan.

2     — Hamse tarzındaki mesneviler: Tahiyyetül'ebrar,

Ferhad ve Şirin, Leylâ ve Mecnun, Sedd i lskenderî, Seb’ai seyyare unvanlı beş eser.

3     M,.snevî-i lisanüttayr

4     Tezkere i mecalisünnefais: kendi zamanındaki şair­lerin kısa hal tercümelerinden bahseder. Dokuzuncu asırda Farsça'ya tercüme edilmiş ise de henüz basılmamıştır. [ 1 ]

5      Siracül muslimîn.

6      — Erbain manzum.

7      Nazmül’cevahir.

8      Mahbubül'kulûb.

9      Tarih i Enbiyâ.

10     Tarih i Müluk'ül Acem.

1 1 — Nesaimül’mahabbe.

1 2 — Risale i Aruziye.

1 3 — Hamsetül’mütehayyirîn.

14 — Mühakemelül’lugateyn'. Bu eserde Türk dilinin Farsça'ya üstünlüğünü ispata çalışmıştır. Ölümünden bir yıl önce yani hicri 9 O 5 tarihinde te' lif etmiştir.

1 5 — Halati pehlivan Esed.

[1] Bu eser birkaç yıl Önce İran'da basılmış ve bir nüshası da Milli Eğitim Bakanlığına göndeâlmişti.     Mütercim

16 — Halât-i Seyyid Hüseyin Ardişir.

1   7 — Müfredat der fenn i muamma.

1   8 — Kıssa i Şeyh San'an

1   9 — Münacat name

20 — Münşeat i Türkî

2     1 — Divan i Farisî

2 2 — Münşeât-i Farisi

23 — Mizanülevzan

Bu eserlerden mesneviler ve gazeller gibi bazıları bugün -elde bulunmakta ise de bir kısmı hemen pek az ve bulunması mümkün görülmemektedir.

Habibüssiyer tarihi sahibi (Mirhund) Alişir'in çağdaşı ve onun yetiştirmelerindendir. 906 Hicret yılı olaylarına ek olarak yazdığı bir parçada vezirin ölümü hâdisesini tafsilâtiyle anlatırken onun yüksek ahlâk ve faziletlerini olduğu gibi belirtmek ve şiirleriyle eserlerinin tafsilâtını çizebilmek maksadiyle ayrıca Mekârim-i ahlak adlı bir risale yazmış ol duğunu söyler.

Habibüssiyer de de şunları yazmaktadır:

« 1 2 Cümazel'âhır Pazar sabahı, can kuşu ten kafesini kır­mış. Madde âleminin dar ve sıkıntılı alanından ebediyet bah­çelerinin yeşilliklerine uçmuştu. Erken sabah bir acı haber Herat başkentinde yayıldı. Halkın ve ilerigelen memleket bü­yüklerinin yanık gönüllerinde keder ve matem ateşleri yüksel­di. Feryat, figan sesleri, fakirlerin, vezirlerin, genç ve ihtiyar bütün halkın ağlıyan sesleri gök kubbeyi inletti.

Sayılı âlimlerin şeref ve itibar tacı başlarından düştüŞaşkın bir hale geldiler. Başka kimden imdat ve ihsan göre­ceklerdir? Saygı değer fazilet sahiplerinin sabırları tükendi. Bundan böyle kimin meclisine koşacaklarını bilemiyorlardı..»

Yukarda söylediğimiz gibi Cami'nin birçok eserleri Mîr Alişir adına yazılmıştır. Kitabımızda (Cami'nin eserleri bölü­müne bakınız.)

Türkman Irak ve Azerbaycan sultanları

Hicrî dokuzuncu yüzyılda İran'ın doğu bölgesi haklı sul­tan Ebu Said ve Hüseyin Baykara' nın idaresi altında mesût ve bahtiyar bir hayat sürerken batı İran'da da Karakoyunlu Cihanşah ve Akkoyunlu Uzun Hasan ve oğlu Yakub'un kud­ret ve şevketle saltanat sürmekte olduklarını yukarda belirt­miştik. Cami'nin bu padişahlarla da dostluğu son derece sağ­lam ve kuvvetli oldu. Bunlardan her biri üstad saygı ve iti­bar göstermekte ötekinden geri kalmadılar. Bu cihet hem tarih ve siyer kitaplarının şahadetinden hem de büyük şairin eserlerinden anlaşılmaktadır.

Karakoyunlu Cihanşah (H 841-8 7 2)

Karakoyunlu hanedanı Timur oğullarının en kanlı düşmanı olduğu cihetle Cihanşah'ın Uzun Hasan tarafından öldürüle­rek bu ocağın tamamiyle söndürüldüğü zamana kadar Gamî'nin eserleri arasında Karakoyunluların adları pek az geçmek­tedir. Bununla beraber Cami'nin mektupları içinde gözümüze ilişen manzum bir parça Cihanşah adına yazılmıştır. Cihan­şah görünüşe bakılırsa şiir söyler, zevk ve irfan sahibi bir padişahtı. Şiirlerinde «Hakikî» mahlasını kullanıyor. Karako­yunlu ocağının Şialik yönünden Peygamber evlâdına son de­rece bağlılık göstermekte olduğu anlaşılıyor.

Bir zamanlar Cihanşah, Divanını Camî'ye göndermiş, Cami de ona aşağıdaki kıt'ayı armağan yollamıştır.

Cihan Padişahı Cıhanşah'a

«Sâkî! İçinde Cihan'ı gösteren o kadehi verj O kadeh ki varlığı unutturur, sarhoşluğu arttırır.

— Ver ki sarhoşlukla şu varlıktan sıyrılalım, aşk ile mest olmuş gönüllerin sırrına erelim.

— Mutrip ! O gönül okşayıcı nağmeleri çal. Çal da, gö­nül perdesinde inlesin!

— Sevinç ve teşekkürlerle dedikodu perdesi arkasından ilham perileri yüz göstersinler!

— Cennet gülüstanından, sesi kesilmiş bir bülbülün yuva­sına bir gül geldi.

— Cömertlik yağmuru ve kerem bulutlariyle kara topaak bengi suya kavuştu.

— Taze bir feyzin esrar denizinden, kıyılardaki susamış dudaklar suya kavuştu.

— Sözün kısası, ilim sığınağı ve irfan yuvası olan Şah'ın ilham hazinesinden.

— İçi mücevher hokkasını andıran gerçek incilerle dolu mübarek bir kitap geldi.

— Onda: Gazeller, Mesneviler, suret ve mânaya ait sırlar var.

— Her gazelin ilk beytinden ezel sabahı müjdelerinin nurları parlamada.

— Hele son beyitlerine ne diyelim? Her birinde sonsuz feyzin kaynağı fışkırmada.

— Mecaz ülkesinin suret aşıkı şairlerine hakikî şahın be­lirtileri göründü.

Mesnevide sözün hakkını vermiş, eski nükteler onun kaleminde yenilik rengi almıştır.

— Kitaplar anası olen Kur’an’ın esrarını anlatmak husu­sunda her mısraı bir kapu açmıştır.

—■ Bu ne güzel, ne çekici, ne yürek ferahlatıcı kitap ki Attar’ın ruhu ondan ıtır sürünüyor.

— O Mesnevi’nin kokusu Mevlâna'nın hatırına sirayet ediyor sanki.

— İçinde esrarla açılmış mce güller var ki, ona Gânlşen-i riz desek yaraşıyor.

— O şiirin mertebesi o kadar yüce ki bizim vasfımızın kemendi ona nasıl erişebilir?

— Şahın şiirleri onun arı gönlünden sanki bizim yüce üs­tatlarımız olan tanrı erlerinin gönlüne akmıştır.

— Bu nükte onun tam kanıtı olmuştur. Nasıl ki Şahların sözü, sözlerin şahıdır derler.

— Ben şahın sözlerinin vasfında acizim. Hatıram onun medhine nasıl yol bulabilir?

— Yarasada göz nvru yoktur ki, yeryüzünde güneş'in aksine bakabilsin.

— Göz ona bakmaya nasıl güç yetirebilir? Gökteki gü­neşe kim bakabilir?

— Cami ağzını kapa. Burada (bu şahın vasfında) sözün yeri pek dardır.

Son sözü dua ile kesmek eski bir töredir. Sen de sözünü şahın duasiyle bitir.

— Tanrı'nın feyiz ve hayat saçan cömertliği, nesilleri devam ettirdikçe,

— Şahın temiz kalbi de sırlar hazînesi olsun, gönlüne feyiz kapısı açılsın.

— Dünya fermanına, cihan muradına uygun gelsin. Dua cısı bütün insanlar ve melekeler olsun.»

Cami'nin sultan Cihanşah tarafından gönderilen hediye­leri aldığına dair başka bir mektup daha vardır. Hahikatte bu mektup sultanın Azerbaycan kumaşlarından yaptırmış ol­duğu yünlü elbise ile Börk'ün alındığını bildiren bir makbuz sayılabili.

«Hilafet sığınağı olan padişahın -Tanrı yardımcılarını aziz etsin ve Hazreti Ali'nin aşikar olan feyiz ve iktidariyle gücü­nü kat kat artırsın. Lütuf ve keremi yönünden ihsan buyuru­lan hırkaya benzer sof, sofiler meclisinde alındı:

(Kaza terzisi ahir zamana kadar devletimizin hil'atini o kumaştan dikecektir.) Bu arada ayrıca hayırlı ve bahtiyar Tanrı erlerinin sergisi gibi beyaz bir Börk dervişlere yücelik sermayesi oldu. O hanedanın aşıklarına mahabbet dersi veren Ehli beyt'in altına toplandıkları abayı andıran bir abayı da giyindik. Bu sözler   tarihiede kaleme alınmıştır Vesselam.»

Akkoyunlu Uzun Hasan (871 -883 H)

Uzun Hasan bey Tebriz' de saltanat tahtına yerleştikten sonra 8 7 8 yılında Cami Hicaz seferinden dönmüştü. Tebriz'de sultanın huzuruna kabul edildi. Hasan beyden sonra yerine geçen oğlu Yakup beyin son günlerine kadar da Horasan'lı üstat ile Azerbaycan hanedanı arasındaki dostluk bağları pek sağlam kaldı. Bu dostluğun izleri her iki taraf arasında gidip gelen mensur ve manzum mektuplarda açıkça görülmektedir.

Camî'nin münşeatı arasında Hasan beye yazmış olduğu bir mektup görülmektedir. Bu mektup Uzun Hsan bey tara­fından daha önce yazılan ve Hicaz yollarının emniyetiyle Gürcistan muharebesinden Üstada bazı bilgiler veren bir ya­zının cevabıdır:

«Sultan Hasan beyin mektubuna cevap: Kıt'a

— Kudretlü sultanın boz güvercini Kayser sarayında der­vişler yurduna indi.

— Kanadına yüksek hüner ve tam bir itina ile yazılmış bir zafer levhası asılı idi.

Asiler ve düşmanlara karşı kahraman, gaziler ve savaş­çılar sultananı, cihan halkının sığınağı adaletlü padişahın Sid. retül'münteb.a'yı ve semaları andıran yüce makamı Kâtipleri­nin kaleminden damlıyan iltifat serpintileri geldi. Kıt'a:

— Osman oğlu Ali oğlu Muizüddin Hasan ki, bugü hac ve gaza işleri onun himmetiyle düzen dulmuştur.

— Çöller onun sayesinde bayındırlaştı. Kumsallar üzerin­de şimdi sam yelleri yerine cana can katan serin rüzgârlar esiyor.

— Savaş peşinde ayagını üzengiye koyduğu zaman, onun cengi kâfirlere matem günü olur.

— Hiçbir sultan boyununu keskin kılıca teslim etmedikçe onun itaati çemberinden baş çeviremez.

— Cihan gûya onun sayesinde hâdiselerden güven buldu. Çünkü o hâdiseler doğuran feleğe karşı merhamet kapısını kapamıştır.

— Onun adaleti çağında zalimler İçin feryadü figandan başka bir iş kalmadı. Tanrı onu hayırlı sebeplerle mükâfat­landırsın.

Mektubunuz Kâbe de ehrama girenlerin yolunu azıtmış haydutlar elinden kurtarıldığını ve cihanı fetheden ordumuzun Gürcistan ülkesi kâfirleriyle . savaşa gittiğini bildiriyor. Bu haber çöllerde dudakları kurumuş Kâbe yolcularının gönül bahçesine taze bir yeşillik ve savaş meydanlarına susamış gaza âşıklarının yüreklesine ölçüsüz bir tazelik verdi. Şimdi bütün halk hep bir ağızdan ve bir günülden yüzlerini yerlere koymuş, ellerini göklere kaldırmış, duacılık borcunu ödemekte ve teşekkür töreni yapmaktadır.

Kâbe çevresinde tanrı evini tevaf için koşan mü' minlerin ayaklarının bereketi ve islâm düşmanlarını kahr için savaşan muzeffer gazilerin tükenmez gayretleri, o devlet ve ikbal sa­hibi dergâh ve ordugâh erlerinin yardımcısı ve kurtarıcısı olsun. Peyganberin ve şerefli evlâdının himmeti yoldaşınız olsun..»

Reşehat i aynülhayat adlı eserin sahibi Hüseyin Vaız Kâşifi'nin oğlu Ali, Uzun Hasan beyle Cami'nin 8 7 8 yılı Cemaziyelâhır ayındaki görüşmelerinden şu suretle bahset­mektedir:

«Mevlâna Cami Tebriz'e geldiği zaman Hasan beyin bü­yük emirlerinden Kadı Hasan, mevlâna Ebubekir Tahrani, devriş Kasım Şagavul ile başkaca ileri gelen memleket eşrafı karşı gittiler. Büyük hürmet ve ikramlarla onu hazırlanmış olan güzel bir yere indirdiler. Cami, Hasan beyle mülâkatta bulundu. Hasan bey misafirine son derece saygı ve hürmet gösterdi. Padişahlara yaraşan armağanlar verdi. Tebriz' de kalması için çok rica ve ısrarda bulundu. Fakat Cami, pek yaşlı olan annesinin ziyaretine gideceğini bahane ederek Ho­rasan’a yollandı.»

Sultan Yakup Bey (884 896 H.)

Cami'nin divanında Sultan Yakup beye yazılmış türlü öğütler ve felsefi nasihatlerle dolu bir kaside vardır. Genç sultanın üstada karşı gösterdiği saygı ve bağlılığın derecesi ile üstadın zamane sultanlarına nisbetle ona karşı pek açık konuşması bu kasideden pek güzel anlaşılmaktadır. Bazı par­çalarını nakletmemiz faydalı olacaktır.

Kaside

— Bir haberci geldi, burnuma güzel kokular getirdi. Me­ğer mektubunun içinde Huten miski varmış.

— O, mektup değil bir bahçıvan hediyesi, çemenden toplanmış menekşelerle sarılı bir yasemin demeti.

— Bunlar birer kinayedir. Sözü açık söylerim, Yakîn’ ın çevresinden Şüphe'nin duvağını kaldırayım.

— İhlâs sanatı ile yazılmış bir ikbalnâmedir ki Aslan oğlu Aslandan, Hasan oğlu Yakup' dan gelmiştir.

— Sen Mısıra tahtı kurmuş Yusuf, ben de senden uzakta cefa çeken bir Yakup'um.

— Öyle bir hayat geçir ki, adaletin emellerdeki düğüm­leri çözsün, zulmün dileklere düğüm vurmasın.

— İnsafınla memleketi öyle şenlendir ki, orada gariplerin gönlünde vatan hasreti kalmasın.

— Bilgi nurları saçan alimi kayır ki. Mum gibi ayağı ateş içinde şamdanı altından olsun.

— Nursuz kalınca alimin ilmi cehalet karaltısı olur. Ka­ranlık gecede meclisi insan ışığiyle aydınlat.

— Halkın nefsini, malını, paraya karşı düşkün olan bir kimseye itimat etme.

— Ölü yıkıyanların gömleğini, cenazelerin kefenini so­yanları elbise dolabına yaklaştırma.

— Bir şey istiyeceksen, ehlinden İste. Narı Nar ağacından ıoplıvabilirsin. Karağaçtan değil.

— İyiler Melek huylu, kötüler Ehrimen sıfatlıdırlar. Şey­tanların hükmünü Meleklere tercih etme.

— Sekiz cennet de bayındır birer evdir. Onların bahası ancak kırık gönüller yapmakla ödenir.»

Cami, Akkoyunlu Yakup beyin ölümünden sonra yazdığı ve üçüncü defterini Türk sultanı Beyazit 2. adına armağan ettiği Silsiletüzzehep adlı mesnevisinde Sultan Yakup'un güzel siyasetiyle, mazlumları okşamak, zulmü kaldırmak hususunda­ki himmetlerini anarken onun ölümünden acı duyduğunu söy­ler. Faydalı öğütlerle dolu olan o kıt'a şudur:

«— Hasan oğlu Yakup öyle bir şah' dı ki güzelliğinin semasında bir ay parlardı.

— Henüz genç yaşta taze bir civan iken hâdiselerin de­rinliklerine girmeyi kendine iş edinmişti.

— Şam'dan Horasan'a kadar uzıyan bir ülkesi, kötülük­lerden sakınan bir kalbi vardır.

— Zalimlerin arkası onun adaletiyle kesildi. Nûşirevan'ın şöhreti onun sayesinde tazelendi,

— Bir gün ona Şiraz' dan niyaz erbabının dualariyle dolu bir mektup geldi.

— Bu mektupta zalim ve gaddar tabiatlı falan kimse, eline kalemden bir balta almış.

— Tanrı kullarının kökünü kazıyor. Ey ulu sultan mer­hamet buyur, (deniliyordu).

— gaddar köpeği yani o mayası bozuk soysuz iti Teb­riz' e çağırdı.

— Eteğime bir köpek bile saldırsa bundan dolayı bir kin duymam.

— Fakat bahsettiğiniz bu zulüm ve hakaretler benim hesabıma işlenmiştir, dedi.

— Nihayet Şah bu adamı huzuruna aldı mektubu baştan başa ona okudu.

— Once inkâr ettiyse de sonra bütün olup bitenleri söyledi.

— Bunun Üzerine şah eline oluklu dir keman aldı, Can alıcı okunu yerinden fırlattı.

— Amacını bulan ok, onu kudurttu. Köpek gibi dört gözlü oldu.

— Evet bu ok onu delip geçerken vücudunda iki göz daha açılmıştı.

— Ta ki bu gözlerle layık olduğu akıbeti görsün, kötü­lüklerine yaraşan cezayı seyretsin.

— Yazık ki o yay, ok ve onu kullanan el ile böyle bir padişah zamanenin çevrinden.

— Ne fırtınalar ne afetler gördü. Akibet şu mecazî alem­den yüz çevirdi.

Tanrı'nın lûtfu canına dolsun, hakkın rahmeti ruhunu şad etsin.»

Ayrıca sultan Yakup adına müstakil bir mesnevi de ka­leme almıştır ki bu da Selaman ve Ebsal adlı eserdir. Kita­bın baş ve son kısmında bu padişahın adını büyük bir saygı ile tekrar etmiştir. Başlangıcı şöyledir:

« — Güzel huylulukta Şah Hasan (uzun) meşhurlardandı. Oğlundaki bu güzel huy da onun mirası oldu.

— Babası atını cennet saraylarına sürdü. Ondan bu gü­zel ahlak örneği miras kaldı.»

Sultan Yakup'un kardeşi Yusuf beyin adını da aynı mes­nevide anmakta ve onu da şu sözlerle övmektedir:

«— Yücelik ve ihtişam Mısrı'nın valisi olduğu için adını Yusuf kodular.

— O bir şahın kardeşi ise de yüz türlü meziyetleriyle bir şahtan farksızdır.

— Şaha hem kardeş, hem de gerçek dost oldu ki, bu tesadüfe zamanede pek az raslanır.

Bu mesnevide dikkati çeken bir nokta da Camî nin Ha­san beyi rüyada gördüğü ve kendisiyle konuştuğu sırada Ha­san beyin eğilip Cami'nin elini öptüğüdür. Camî, bu rüyayı yazmış olduğu mesnevinin sultan tarafından kabul edilmesiyle tâbir etmekte ve şunları söylemektedir:

«— Söz bu noktaya varınca gece olmuştu Uyku düşün­celerime galebe etti.

— Kendimi Tanrı erlerinin kalbi ğibi ışıklı ve temiz, uzun bir yol üzerinde gördüm.

— Bu yolda ne toz koparan bir esinti, ne de çamurdan bir eser var.

— Hulasa tozsuz topraksız bir cadde, ben gönül hoşluğu ile yürümekteyim.

— Arkamdan ansızın coşkun bir ordunun gürültüsünü işittim.

— Çavuşların sesi kalbimi yerinden oynattı. Aklım ba­şımdan gitti. Dizlerimin bağı çözüldü.

— Bunların zararlarından korunmak için çare arıyordum.

Bu sırada gozume yüksek bir ayvan ilişti.

— Orada sığınacak bir yer bulayım da kendimi bu as­ker kafilesinin ziyanından kurtarayım diye koşuyordum.

— Bunların arasında zamane şahının babası, o adı sanı huyu ve yüzü güzel Hasan,

— Altında yüğrük bir at olduğu halde ay ve güneş gibi parlıyan yüzünü gösterdi.

— Üzerine şahane elbiseler giyinmiş, başına kafur renkli bir sarık sarmıştı.

— Şen ve güleç bir çehre ile dizgini bana doğru çevirdi. Tebessümleriyle korkularımı giderdi.

— Tam karşıma gelince atından inerek elimi öptü. Hal hatır sormağa başladı.

— Gösterdiği iltifatlardan ferahladım. Miskinleri okşıyan o tevazu' dan sevindim.            .

— Benimle konuşurken nice mana cevherleri saçtı. Fakat onlardan hiçbiri hatırımda kalmadı.

— Sabah uykudan uyandığım zaman akıldan bu rüyanın tabirini sordum.

— Bu, Şah'ın sana bir lûtfu ve senden hoşnut olmasına alamettir. Şiirinin kabul edildiğine bir şahittir dedi.»

Mevlana Camî'nin Hatimetül hayat adı üçüncü divannında yine Sultan Yakup'u metheden birkaç kaside daha vardır. Bunlardan birinde sultanın Tepriz' de yaptırdığı Heşt bihişt adındaki sarayı övmektedir.

Bu saray sultan devrinde dikkat ve alakayı üzerinde toplıyan önemli bir bina idi. Italyan seyyahları ile elçileri o za­man yazmış oldukları seyahatnamelerde binadaki ihtişam ve güzelliği uzun uzadıya tavsif etmişlerdir. «Müneccim başı'nın Sahaifül'ahbarı ile Markopolonun seyahatnamesine bakınız.»

Cami bu kasidede diyor ki:

«— Bu saray değil belki başka bir cennettir. Safa erba­bına açılmış sekiz kapıdır.

— Ona Heşt bihişt Sekiz cennet demek de yerinde olur. Çünkü içindeki her nakıştan bir Huri çehreli cilveleş­mektedir. »                                                                                         _

Saray medhindeki kasidenin mahlas kısmında da şöyle diyor:

«— Ey Cami. Bu cennetin kevseri senin karalar ve de­nizler şahının lûtuflarına kanmış olan yanık bağrınla kızıl dudağına can verdi.

— Cemşit mertebeli Yakup şahın güzel ahlakı sayesinde­dir ki, cihan baştan başa ona baba mirası oldu.»

Kasidenin sonunu da şu beyitlerle bağlar:

« — Şu gönül açıcı yerde yeptırdığın bu saray, kurduğun adalet binaları yanında pek ufak kalır.

— Adalet göster adalet ki, senin bu işteki yapıcılığın ufuklarda açılan her zulüm rahnesini kapıyacaktır. »

Cami. Sultan Yakup’un emirlerinden bazılariyle de edebî münasebetlerde bulunmuştur. Bunlardan biri, sultanın baş veziri Kadı 1 sa Savecî' dir ki pek edip ve zevk ehli idi. Emir Alişir, bu zat hakkında Mecalisünnefais kitabında şöyle yazar:

«— Sultan Yakup Isa’ yı o derece yüksek tutar, o kadar saygı gösterirdi ki, o tarihte Irak padişahlarından hiçbiri ve­zirine bu derece yüksek bir mevki vermemiştir. Kadı Isa şiire o derece kendini vermişti ki günde on gazel yazardı. Şu Matla' onundur:

«— Herkes kendi gül bahçesinde gezip tozdu. Biz de gönlümüzle goncalar gibi birbirimize sarıldık.> -

Camî'nin Münşeat mecmuası arasında gözümüze ilişen uzun bir mektup Kadı Isa’ya cevap olarak yazılmış ve onun namına te'lif ettiği Ihlâs suresi tefsiriyle birlikte gönderilmiştir. Mektup şu beyit ile başlıyor:

«— Ey İslâm ehli, sana benden selâm olsun. Şevk ve muhabbetim daima sanadır.» Sonunda da şöyle söyler:

Dün hatırımdan geçti ki Ihlâs suresinin tefsirini ve stee karşı duyduğum özel sevgiyi kaleme getireyim ye sizin huzu­runuza sunayım. Fakat küstahlık olur düşüncesiyle vazgeç­miştim. Yüce Tanrıya çok şükür ki, bu zinciri harekete getir­mek ve bu yola yönelmek fırsatı sızın nimetler bağışlıyan mutlak ve sebepsiz inayetiniz sayesinde başgösterdi. Evet e­vet, bunlar senden geldi ve böyle şeyleri ancak sen yaparsın.»

Habibüssiyer sahibi, Emîr Kemalüddin Hüseyin'in ahvali hakkındaki bahsin altında bir hikaye anlatmaktadır. Pek zarif olan bu fıkrayı biz de nakledelim:

Emîr Kemalüddin Hüseyin bir tarihte elçilikle Herat'tan Tebriz'e göndermiştir. Emîr Hüseyin gelirken veziri âzamdan Kadı Isa'ya da birtakım hediyeler getirmiş, bunlar arasında Camî’nin Külliyat'ından bir nüsha da varmış. Kemalüddin bu kitabı vezirin kitapçısından alırken meğer yanlışlıkla aynı büyüklük ve kalınlıkta olan Fütuhat i kebir adlı eseri almış ve farkında olmıyarak Tebriz' e getirmiş. Habibüssiyer şöyle anlatıyor:

<Emîr Kemalüddin Sultan Yakup'un huzuruna kabul edil­di. Hediyeleri teslim etti. Padişah güzel ahlâkı ve keremi yö­nünden ona iltifatla sordu. Bu yolculukta mesafenin uzaklığı yüzünden hiç sıkıntı çektiniz mi? Emîr Hüseyin şöyle cevapverdi: Kulunuzun öyle bir yoldaşım vardı ki, bana hiç yolcu­luk zahmetini hissettirmedi. Sultan Yakup Mirza bu sözün hakikatini anlamak İstedi. Kemalüddin dedi ki bu yoldaş, sultanın en yakın dostu Veziri azamdan (Alişir'den) Kadı İsa'ya gönderilen mevlâna Camî'nin Külliyet’ıdır. Onun yol arkada­şı edindim. Her nezaman hatırama ufacık bir sıkıntı gelse der­hal o feyizli kitaba göz atardım. Sultan emretti. Külliyatı buraya getirsinler de görelim. Emîr Hüseyin adam göndererek pitabı getirtti. Açtıkları zaman bir de ne görsünler! Fütuhat kitabı. Camî’nin Külliyatı değil. Emir Hüseyin şüphesiz ki bu hadiseden çok sıkıldı. Bundan dolayı emir Alişir’in tevec­cühünü kaybetti.»

(Habibüssiyer Cilt 3 Bölüm: 3)

Azerbaycan emîrlerinden Camî ile ilgisi olanlardan biri de Şirvan padişahı Ferruh Yesar Şirvanşah'dır. Bu eski hane­dan pek eski çağlardan beri Şirvan bölgesinde saltanat sü­rerlerdi. Farsça yazan şairler daima bu şahlara yüksek bir mevki vermişlerdir. Bu şahlar İran’ın başka bölgelerindeki büyük üstatlarla da mektuplaşırlardı. Camî’nin Münşeat mec­muasında Ferruh Yesâr’ın mektubuna cevap olarak yazdığı aşağıdaki mektubu görüyoruz:

«— Himmetin en uzak yollarından emellerimin yüksel­diği, dileklerimin kabul olunduğu yerden,

— Bir mektup geldi. Bu öyle kutsal bir yazı ki, bize in­mesiyle beraber şeref ve kıymeti en yüce şahikalara yükseldi.

— Yücelikler diyarının uluları yönünden mühürlenmiş mübarek bir ferman geldi.

— Siyah peçelerle örtünmüş bir gelin, misk kokulu du­vaklara bürünmüş bir sevgili.

Baştan sonuna kadar lütuf ve kerem, on sözünden son sözüne kadar nimet ve ihsan.

—. Sözleri mana ehline, her ufak kaynaktan engin bir deniz açıyor.

— Yazısının rengi sanki türlü kutşal ışıklarla parlıyan kalem fidanından bir gölge.

Ağrl gÖrmÜŞ gözler o ışıklı siyah satırları okumakla ay­dınlandı. Gamlı gönül o nurun saçtığı fikirlerle şenlendi. O yazının her harfinde sevgi ve muhabbetin ışığı parlıyor. O nurun parıltısı gerçek bağlılık ve inanç alanına aydınlık saçı­yor. Tanrı'nın rızasına ve Peygamber'in şefaatine uygun olsun. Bu mektuplaşmaya ruhsat veren ve bu konuşmadaki küstahlı­ğımızı mazur gören padişahtn fakirler ve düşkülerle haberleş-' meye tenezzül gösterişini irfanlı kalem sahipleri duymuş olacaktır.

Kıt’a

— Yer, Bu perişanlık ve dedikodularla semaya nasıl yükselebilir?

— Zerre, yerdeki tozlardan farksızdır. Ama güneş ışığı ona parlaklık verir.

Sözü fazla uzatmak can sıkar. En ıyısı dua vazifesini ye•rine getirerek sözü kısaltmaktır,

Kıt'a

Yeryüzü ile onun sağında ve solunda bulunan ülkeler Sultan Ferruh Yesar'ın uğurlu mülkü olsun.

— Cihan mülkü hiç kimseye baki değildir. Zamane onu memleketler fethiyle ebedileştirsin vesselam vel ikram.»

Osmanlı Sultanları ve Cami

Cami'nin tam olgunluk mertebesini bulduğu çağlarda yani dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı padişahlarından ikisi bütün küçük Asya ve Balkan yarımadası üzerindeki ül­kelerinde saltanat sürmüşlerdir. Bunlar Osman oğulları hane­danının en meşhurlarından idiler. Adları Cami'nin eserlerinde görülmekte ve Cam'lı Üstat ile bu sultanlar arasındaki dost­luk bağlarının derecesi pek güzel anlaşılmaktadır.

Birincisi Fatih lekabını taşıyan Sultan Mehmet Han (858.886 H.)

İkincisi Sultan Bayezit Han İl. dir (886 -918 H.)

Cami'nin şöhret ve faziletlerenin sesi daha kendi hayatın­da Doğu Iran' dan İslam medeniyetinin ve Fars dil ve edebi­yatının en son sınırı olan İstanbul'a kadar yayılmıştı.

Feridun bey münşeatında (Birinci cilt İstanbul tab'ı Say­fa 361) ıkinci Beyazit ile Abdurrahman Gami arasında karşı­lıklı yazılmış iki mektup vardır ki bu vesikalprda Sultan Beyazit'in mevlana Camî'ye karşı gösterdiği yöksek saygı ve ikramın derecesi anlaşılmaktadır. Sultan Beyazit bu mektup­larla birlikte Camî'ye biner filori altun göndermiştir. Mektup­ların buraya naklini faydalı bulduk.

Sultan Beyazit’in mevlana Cami'ye mektubu:

«Tanrı yüce sırlarını kutlasın. Tanrısal sözler ve yüksek ülkeler sarayının perdeleri arasından kutsal irfan nurlarının hidayet saçan ışıkları belirdi. O İrşat ve kerametler derga­hından, o feyz ve şevket kapısından, o Tanrı velileri sığınağı olan kubbeden gerçek bilgiler semasının güneşi parladı. Tan­rı onun sadık müritlerine saçtığı irfan güneşini karartmasın. Teveccühlerinin nurunu dostlarının gözlerinden ayırmasın. Mektubunuz gayb aleminden ilham gözetliyen bu murakabe ehlinin gözlerini aydınlattı. Tanrısal işaretlere basiret gözünü çevirmiş olan bu hidayet aşıkının gözünün ışığını parlattı.

Beyt

— Bu kutsal feyz bana Eymen vadisinden geldi sandım. Evet ta Sidre' den havalanan Devlet kuşu benim başıma kondu.

Beyt

Hayırlı bir yazardan hayırlı bir haber geldi. Ona hoş geldin safa geldin dedim.

Şüphesiz ki gidip gelen haberciler ve elçiler vasıtasiyle de olsa biribirimize karşı bayağı merasimden uzak, sevgileri­mizi ve yalnız hadiselerin dış yüzünü gören gafil gözlerden ırak, samimi temennilerimizi sunmak vesilesiyle kutsal sohbe­timizden faydalanmak gerekli göröldü.

Şiir

— Sana mecazî olan selamım, hakikatte benden sana yollanmış yüksek bir saygıdır.

Umarım ki her zaman aramızda Tanrı vergisi olan ger­çek ssvgi ve itimat havası estikçe irfan saçan kalemlerin misk kokulu kakülünü okşıyacak, onu harekete getirecektir. Daima irşadınızın sayesi doğru yolu arıyan taliplerin başları üzerinden eksik olmasın.

Ezel kaynağından fışkıran şu varlıklar nizami içinde gö­nül ve neş e ehli kimselerin birleşip kaynaştığı ve Tanrı var­lığının nuru bütün zahir ve batın ehlinin sevgilerini cihan ufuklarına yaydığı günden beri içinden dönyayı aksttiren gö­nül kadehi daima saadetin çehresini size bağlılık yolunda ve sizin feyzinizin aynasında aradı. Velî mertebeli doğru gidişli. irşat sığınağı, feyz ocağı, Tanrısal nurlar kaynağı, rahmet ko­kuları saçan ilahî nefesler sahibi. tevhit gülşeninin bülbülü. veliler derneğinin aziz misafiri, kutlu nefesli. uğurlu başarıcı.. İlâhî feyzin ışıklariyle aydınlanmış, beşerî kötülüklerinden arın mış, yüce Tanrıdan kurtuluş müjdesi almış, hak ve kakikatın nuru Abdurrahman’i Camî’ki Tanrı onu ölümsüz Kevser şara­biyle kandırsın. Camının (Kadehinin) feyzini kıyamete kadar parlatsın. Biz gönül safasını onda aradık, güzel bir vesile ile ona bağlanmak arzusunu kalbimizde taşıdık. Her hangi bir yerde onun ilhamından doğmuş şiir perileri cilveleşir, onun vahyi andıran vezinli ve ahenkli sözlerinin nağmesi kulağımıza erişirse bu tamaşanın zevkiyle o ulular başbuğunın fazilet ve kemali daha aydınlaşır. Fakat yüz yüze görüşmek arzusu bu davacıya kuvvetli bir delil ve şahit olacaktır. Sadece gayb aleminde yazılı alan şeyleri göstermek eski bir adet ise de gizli sırları açıklamak da yeni bir töreeir. Nasıl ki Tanrı (kendimi bilmeye meyi ve muhabbet gösterdiğim için varlık­ları halk ettim) buyurmuştur. Bundan dolayı da Tanrı'ya ye­niden iman getirmek ve ondan yardım dilemek adeti tazelenmiştir.

Hidayet ve irşadınızın gölgesi kıyamete kadar üzerimizde olsun.

Camî’nin bu mektupa cevabı:

«Din sığınağı, adil yürüyüşlü, gaziler ve savaşçılar sulta­nı, su ve toprak üzerinde tek kahraman, asiler ve azgınları kahreden, kafir ve müşriklerin kökünü kazıyan Tanrı'nın iki cihanda gölgesi, İslâmiyet ve mülümanlığın barınağı olan pa­dişahın göklerda dalgalanan zafer bayrakları inmesin ve onun ebediyet levhası üzerine yazılı Devlet âyetleri silinmesin. Sırf Tanrı rızasını kazanmak maksadiyle ve ancak lûtf û ihsan yönünden saray mülâzımları eliyle Rum diyarından (Aadolu'dan) Horasan' da o devletle tanışmak şerefinden mahrum kal­mış olan fakirlere göndermiş oldukları hediyeler buraya vardı. O yüce makamdan dervişlere gönderilen müjde ve iltifatlar teşekkürlerle karşılandı.

Şiir

— Adaletli padişahın, kalbi yaralı dervişlere gönderdiği hediyeler,

— O şahın şefkat ve ihsanına birer delil ve onun Tanrı rızasını kazandığına birer şahittir.

— Hususiyle onun gerçek kulluğunun belirtisi olan bu eksiksiz noksansız şahitler ki,

— yüzleri çakan şimşekler gibi parlak ve Kur'anda vasfedildiği gibi parlak sarıdır. [ 1 ]

— Perişan gönüllere sevinç verdi. Seyredenleri sevindirdi mealindeki âyet sanki onların vasfında ‘ndirilmiştir.

— Bu şahitlerin (altunların) aslı Firenk parası ise de din­dar padişah onları kafirler elinden kurtarmıştır.

— Kerem sahiplerinin mesleğini tutmuşlar, iman sahipleri •diyarında yolculuğa çıkmışlar.

— Çokluklarından dolayı sayıya sığmazlar, Çünkü şahın bahşişleri sonsuzdur.

[1] Bakare suresi âyet : 69

— (Şümar ^sayı) [ 1 ] kelimesinin ilk ve son harflerini alırsak bunların tam sayısı anlaşılır.

— Alemi aydınlatan güneş, sabahın cebinden cihana in­ciler saçtıkça,

— Şahın eli de parlak güneş gibi bu toprakta yaşıyanların başlorına altunlar saçsın.

«Amin ey alemlerin Tanrısı ve ey yardımcıların en ha­yırlısı.»

Sultan Beyazit'in mevlana Cami tarafından gönde­rilen Külligat’ı aldığına dair ikinci mektubu

«Tanrı'nın mutlu yardımı ve gücümüzü artıran kudret ve İnayeti sayesinde ayetler aynası ve Tanrısal ilham nurlarının meş' alesi olan aydın kalbimizde şöyle sağlam bir İnanç var: Devlet ve saltanat günlerimizin devamı ve hükümdarlık oca­ğımızın bekası, keşif ve keramet sahibi, vecd Ü hal ehli ulu­ların büyük birer nimet olan himmetlerine dayandığı şüphe götürmez bir gerçektir. (0 veliler ki, onları ticaret ve alım satım sevdası Tanrı'yı anmaktan geri koymaz) yolundaki tav­sife mazhar olmuşlardır. Hangi saadet ehli devletlû ve hangi akıl sahibi bahtiyar bu zümrenin kulpuna yapışır ve muhab­betine bağlanırsa ona her türlü yücelikler kapısı açılır. Her gün ölçüsüz inkişaflar ve taze saadetlerle müjdelenir. Nimet­leri ve saltanatı sonsuz olan Tanrı'ya hamdolsun ki bu ger­çek sözler bizim mutlu ve uğurlu düşüncelerimizin ifadesidir. Biz, şerefli hilafet kisvesini ve tertemiz saltanat hil'atini bu şerçek veliler zümresine saygı ve ikram göstermek yoliyle bezemişiz. Bizim bu gösterişten uzak ve her türlü güzel huy­lar ve faziletlerle vasıflanmış olan zümreye inan ve güveni­miz vardır. Hele yüksek ruhlu, velilik ve hidayet sığanağı, irşat sahibi, fazilet ve kemal erbabının başbuğu, keşif ve hal

[1] Yani beş yüz filori: gönderilen altunların sayısı bu mıs'raın dela­letiyle düzelmiş oluyor.

ehli kişilerin özü, feyzinin nurlarından bütün zamane halkına ışık veren efendimiz, din ve milletin nuru, Nureddin Abdurrahman-i Cami'ki, Tanrı onun ömrünün bereketini aylar ve güneşler semada parladıkça artırmakta, devam etsin. En yük­sek mertebeli ve en yüce dereceli bir velidir. Her gün kemali artmakta, feyzi kat kat çoğalmaktadır. Hususiyle şu ferahlı gönlerde onun yüksek hakikatlerle dolu olan külliyatı ki, kut­sal nefeslerinin kokusu ve taze mazmunlarının meyvalarıdır. Beytleri kuvvet ve belağatte en sağlam beytin [ 1 ] temelleri gibi muhkem ve manzumelerinin parlak mücevher dizisi, ku­sursuz Hûrilerin gerdanlığı gibi muntazam, manalarının parlak incileri, saçılmış cevherler kadar nefis. Tanrısal alemden ge­len kuvvet ve ilham ile yazılmış, amber udu bir kalemin belağatli lisanının tercümanlığı ile yazı ülkesine sıralanmış. mısra:

— Onun inci yağdıran kalemini Tanrı mübarek kılsın.

Beyt

— Yüzüne tecellî nuru aksetmiş, Ledün ilminden nasip almış.

Külliyat bizim hilafet ocağı olan tahtımıza ulaştı. Alıp . mutalaa kıldık. İçinde yazılı vaızlar ve öğütler kabulümüze mazhar oldu. Çok güzel ve faydalı bulduk.

Beyt

— Camî, soz söylerse böyle söyler. Bu sözlerden Nizamî nin ruhu tazelenir.

İnanımızın artmasına vesile oldu. Saltanat hazinesinden filori tam ayarlı ve kendi adımıza basılmış olan bir sikkeden, hediye olarak gönderildi. Ta ki, saltanat nimetlerinin kema­lini kendi hesabımıza görmüş olalım ve ebedi Devletin de­vamı duasını artıralım vesselam.»

[1] Kabe yapısının.

Cami'nin bu mektuba cevabı

Melekût alemi sakinlerinin ağızlarında dolaşan dualarla Tanrısal tapınaklarda tesbih çekenlerin daima andıkları sena­lar, bütün derviş ve fakirlerin gönlünden koparak İslam sığı­nağı olan ulu saltanat dergâhına saçılmaktadır. Yüce gölgesi daim olsun. Her an kanaat köşesinde ve tekke bucağında bekliyen Tanrı erleri candan ve yürekten dua ve senalarınızı bir din ve dünya yazifesi bilirler. Umarım ki, Tanrı'nın lûtfu yardımcı olur da bu dualar onun ulu dergahında kabul bu­yurulur. Allah, Peygamber ve onun yakınları hakkıyçün sayı sız ihsanlarınızla yüksek kereminizin ifadesi olan mektubunuz saadetimizi artırdı ve şu sözlerle teşekkürlerimizin arzına ve sile oldu.

Şiir

— Cami nerede? Rum sultanının ihsanı nereden geliyor? Bu görünmiyen lütuf ona ilâhî bir yoldan yetişiyor.

— Gönül altından ne kadar çok kaçınsa da Şah'ın altun mühürlü kesesi onu mum gibi yumuşatıyor.

— Onun zahitlikteki şöhreti şüphesiz ki yalandı. Şimdi bu ihsan ve lı'.itfa uğradıktan sonra da riyaya başladı.

— Bu kırmızı hazineden öyle zenginleşti ki, korkarım ona mal sevgisi musallat olacak.

— Bu altunlar saymakla bitmez. Miktarını akıldan söyliyeyim. Rum mülki mahsülünden bin altundur.

Mektubumuzu sunacak olan derviş Muhammet Bedahşî (Takvası artık olsun) bir cemaale Hicaza yollanmıştır. Gidiş geliş sırasında o taraftan geçer ve duanız şerefiyle bahtiyar olursa inayet nazariyle bakacağınıza ve bu perişan kafileye karşı lûtuflarınızı esirgemiyeceğinize şüphemiz yoktur. Tanrı­nın yardımı ve hayırlı başarısiyle ki, bu hayırın kokusu misk­ten daha lâtif, ışığı aydan daha parlak olacak ve çok yüksek bir lütuf sayılacaktır.»

Reşahat-i aynül’hayat sahibi Ali bin Hüseyin Kaşifi, Ca­mi' nin hal tercümesinde Hicaz' dan dönüşünü şöyle anlatıyor:

«Şam' dan Halep' e doğru yola çıktılar. Halep'e vardıkları zaman Rum kayseri (Türk sultanı) daha Önce üstad'ın Hora­san'dan Hicaz'a gitmiş olduğunu işitmişti. Saray adamların­dan bir hey' eti karaman'lı Hoca Ataullah efendi beraberinde istikbaline göndererek üstadı İstanbul' a devlet etmelerini em­retti. Hey' etle birlikte nakit olarak beş bin Eşrefi altunu gön­derdi. Bir müddet iltifatları ışığını Rum diyarına saçmaları için maiyetindeki cemaatle birlikte kendilerine yüz bin Eşrefi altunu daha vadedildi.

İyi bir tesadüf eseri olarak Cami, Sultanın elçileri henüz yetişmezden evvel Tanrısal bir ilhamla birkaç gün içinde yo­lunu Şam' dan Halep tarafına çevirdi. Elçiler Şam'a vardıkları zaman Cami henüz Halep'te bulunduğu sırada idi ki, Sultan elçilerinin kendisini davet etmek üzere Şam'a gelmiş oldukla­rını haber aldı. Hiç vakit kaybetmeden Halep'ten Tebriz'e yollandı. Elçilerin Şam' dan Halep'e kadar gelerek kendisini İstanbul' a davet için fazla ısrar göstermelerine meydan ver­mek istemiyordu. Nasıl ki, Tebriz'e varır varmaz Azerbaycan' lılar ile Osmanlı' !ar arasında başlıyan harb yüzünden yollarda karışıklıklar baş göstermişti.»

Cami'nin divanında Rum kayseri (Osmanlı padişahı) Fa­tih Sultan Mehmed' e hitaben yazılmış mesnevi tarzında bir kıt'a görüyoruz ki, bunda sultanın yaptığı fetihlere işaret edil­mektedir.

« — Ey kuzey rüzgarı, ne hoş kokuyorsun? Kalk, emel­ler kıblesi olan semte doğru yürü!

— Nefesine samimiyet kokuları karıştır, İhlâs yoluna git­meye alış!

— Rica ve niyaz yüklerini Horasan' dan bağla, yolunu Rum diyarına çevir I

— Giderken yolda usul ve kaide öğren, Ululuk ve sal­tanat dergâhını sor!

— Yüzünü kapıcılarının ayak tozlarına sür, izin istiyerek yeri öp ve huzura gir!

— O savaş eri Gazi Padişahın önünde nükteler saçarak söze başla, de ki:

— Ey yöce mesnetlerin en yüce mertebesinde olan padi­şah, sana cihan mülki atalarından kalma bir mirastır.

— Hesabedilirse senin aslın ta Adem peygamber devrin­den beri hep hükümdar ve taç giymiş kişilerdir.

— Onlar daha önce gelenlere öğünecek bir şey bırak­mamışlardı. Fakat bugün herkes seninle iftihar duymakta.

— Pek az kimse böyle ululuk ve ihtişam tahtında senin gibi feyz ve kemal sahibi olabilmiştir.

— Hikmet müşkülleri senin kemalinle çözüldü, mantığın, her nüktenin en keskin ifadesidir.!

Aristo'cuların yolu, senden aydınlandı. Eflâtun’cuların işı­ğı senden parladı.

— Senin Hak ile bâtılı ayıran tabiatın için, hikmet mes'elesini kavramak gayet tabiîdir.

— Kalbinde Tanrısal hikmet ışığı parladığı için de, yü. zün kötülerin karanlığından arıdır.

— Fikrin riyaziyecilere ilham verince gönülleri Cennet bahçeleri gibi şenlendi.

— Peygamber şeriatının nüfuzu, senin gayretinle yenilik ve kuvvet buldu

— Küfür yuvaları, put tapınakları senin himmetinle İslâm kubbesi oldu.

— Harb ve savaştaki İsabetli tedbirlerin küfür ve sapkın lık kalelerini kökünden kazıdı.

— Daima şefkat yönüne yüz tutmuş, kötü huylardan uzaklaşmış bir padişahsın!

Seni çekemiyenlerin inadına her türlü hikmet, namus, yiğitlik ve cömertlik sıfatları sende toplanmış.

— Bağışta daima deniz ve altun madeni gibisin. Hattâ denizden ve maden ocağından da artıksın.

— Altun madeni senin cömertliğin yüzünden kayalar içinde gizlendi. Deniz yüzünü köpüklerle örttü.

— Gök kubbenin zirvesi var oldukça, dünya yerinde durdukça,

— Feleğin dönüşü dileklerine uygun olsun. Dünyanın şe­refi ayaklarının tozuna saçılsın.

— Ey amber kokuları saçan seher yeli! Madem ki dua ve sena demetleri diziyorsun,

— Garip şiirlerden birkaç yaprak ki, o yüksek akıllı edib'in anlayışına lâyık ola,

— Sana emanet ettik. Aman bu garip armağanları şahın meclisine götür.

— Bu değersiz hediyeyi onun özel derneğine sunarken söyle ki:

— Karınca, sevgi ve bağlılık yönünden Süleyman katına yarım çekirge ayağı gönderdi.

— Armağan, gönderenin değeriyle ölçülür, diyerek sozu bitirmeye bak.

— Fazla ısrardan sakın kısaca selâm ve saygılarımı söyliyerek söze son ver.»

Cami, Hicaz seferinden sonra Beyazit II . adına te'lif etti­ği Silsiletüczehep mesneuisinin üçüncü cildinde diyor ki:

«— Kâşki bundan önce en adaletli geçinen Nuşiveran şimdi sağ olsaydı.

— Adalet davasından utanır. Rum sultanına kul olurdu.

— Bu savaşçı ve gazi padişahın katında kul olmakla şe­ref kazanırdı.

— Şah ile vezirleri sırt sırta vermiş, köleleri şahlar gibi haşmetli.

— O yücelik ue kudret ıssı, o Rum diyarının Beyazid’i, cihan padişahı ki,

— Yunan ülkesinin toprağı onun varlığiyle gül bahçesi oldu. Yunanlıların gözü onunla aydınlandı. >

Aynı kitabın sonunda sözü yine bu padişahın methiyle bitirmekte, gönderdiği hediyelerle Eşrefi altunları tamiyeli bir tâbirle işaret etmektedir. Cami diyor ki:

« — Hususiyle öyle bir şah ki, arası aylar ve seneler süren uzak bir mesafeden,

— Benim gibi darlık ve ıstırap içinde bir köşeye çekilmiş aciz bir duacısına karşı.

— Henüz nazmındaki manzum cevherleri okumadan mektuplariyle iltifatta bulunur.

— Henüz nesrinden saçılan incileri görmeden dua kita­bında adını anar.

— Armağanlariyle beni hatırlar, değerli hediyeleriyle se­vindirir.

— Nedir o hediye bilir misin? Halis altunla dolu hir ke­se, ele geçmez bir nimet.

— 1 çinde ay gibi parlak sayısız yuvarlaklar. Sanki sema­nın yıldızları içine dolmuş.

— Değirmi ayla parlak güneş birbirine karışmış, renkleri gönüllere sefa veriyor.

— Yıldızlarının sayısı zahmetsizce Ebcet hesabına göre şöyledir:

— Semadaki sabit yıldızların toplamından bunların kesri çıkarılırsa kalan miktar ne ise odur [ 1 ]

— Hepsi de sarı elbiseli oyuncaklar, iki yüzlülükte meş­hur fettanlar.

— Siyah taşa yüz sürseler (mahek taşına vurursalar) ta­şın yüzü ay gibi parlar.

— Nasıl ki bundan önce de seadetlfı Şah' dan duacı fa­kirlere gönderilmişti.

— Bu sefer de cömertliğini iki kat artırdı. O cömert elleri denizi utandırdı.»

[1] Eski alimlerin kanaatine göre gökteki sabit yıldızlar 1028 dir. Bu­nun kesri düşürülürse 1000 kalı .. Şu hale göre gönderilen para 1000 filorin olduğu anlaşılıyor.

Camî, Silsiletüzzehb'in üçüncü cildini Sultan Bayezit II. nin adiyle bitirmektedir.

Hatimetül’hayat adını verdiği üçüncü diyanında da Sul­tan Bayezit hakkında birkaç kaside vardır. Bunlardan biri Enverînin meşhur kasidesini tanzir yoliyle yazılmıştır ki baş­langıç beyti şöyledir:

« — Ağzında dili olan herkes Cihan padişahını öğmekle meşgul olmada.»

Son beyti de şu anlamdadır :

« — ikinci Bayezit öyle bir şahtır ki, kapısında taçlar toprağa serilir.»

Başka bir kaside de aynı sultanın mensur mektubuna cevap olarak yazılmış ve evvelce gönderdiği hediyelerle mektuba teşekkür maksadiyle kaleme alınmıştır. Bu kasidede şu sözler var: « — O düzgün ifade tarzını görünce cevap yazmanın pek çetin bir iş olduğunu anladım.

— Bu çetin vazifeyi başarmak cesareti ve ışin dehşeti karşısında ilham perisi beni daima şaşkın buldu.

— Ey Camî dedi: Sen nesir yolunda buna cevap verme­ye güç yetiremiyeceksin.

— Bana kalırsa nesir fikrinden vazgeç, ona şiirle cevap yaz ki, şairlere caize verir.

— Şiir söyliyenlerin hatırı için 2 00 dakika beklemek ho şuma gider ama, nesir yazanın yanında bir dakika bile kal­maktan hoşlanmam.»

Cami ve Safevi sultanları

Sultan Hüseyin Baykara'nın ölümünden sonra Horasan' a akın eden Özbekler, İran’ da Timur oğulları hanedanını çökert­tiler. Sultan Hüseyin’in Bediüzzaman ve Muzaffer Hüseyin adındaki oğulları babalarından sonra doğu İran'da Timur ve Şahruh'un tâc ü tahtını koruyamadılar. Tam o sıralarda batı İran’da birinci Safevî hükümdarı Şah İsmail' in talih yıldızı doğuyordu. Şah İsmail 9 1 6 hicret yılında Özbek Hanı Meh­met Şibek (Mehmet ŞiBâni) ile Horasan’da yaptığı meşhur muharebede bu Han'ı Merv' de öldürdükten sonra bütün Hora­san bölgesini hükmü altına aldı. 9 1 7 ve 9 1 8 yıllarında tek­rar bu tarafa yaptığı seferlerde Doğu lryn'ı Özbek akınlarından kurtardı. Safevi devleti artık Timur oğulları saltanatının yerini tutmuştu. Cami'nin ölümüne raslıyan 898 yılından 916 hicret yılına kadar henüz yirmi yıl bile geçmemişti. Bu müd­det içinde Safevi sultaniyle Cami arasında kayda değer bazı münasebetler olmuştur.

Cami'nin Herat'ta büyük devlet adamları ve Ehl-i sünnet âlimleri arasında büyük bir itibar kazanması, Rafızi mutaas­sıplarına karşı daima tenkit ve itirazlarda bulunması halis Şia'lık gayreti güden Safevi sultanlarının hoşuna gitmemiş, bu yüzden üstadı daima kötülemeye uğraşmışlardır. Şekaikunnumaniyye fi ahval-il ulemâiddevletil-Osmaniyye adlı eser sa­hibi Taşköprü'lü Mustafa efendi yedinci bölümün zeylinde Fatih devri alimlerinin hal tercümesinde Camı hakkında şun­ları yazmaktadır:

«Derler ki, Erdebil asileri Horasan'a akın ettiği sırada Cami'nin oğlu, babasının cenazesiai kabirinden çıkararak baş­ka bir vilayete götürdü ve orada defnetti. Asiler Horasan'a musallat olup da Cami' nin kabrini açtıkları vakit içinde bir şey bulamadılar. Ancak gördükleri birkaç tahta parçasını yak­tılar.» (Eşşekaıkunnümaniyve: Mısır tab’ı sahife 294).

Bu rivayet her ne kadar Farsça kaynaklarda gözüme ilişmediyse de sağlam tahminlere göre hakikatten uzak olmasa gerektir.

Yine bir rivayete göre Şah İsmail Herat şehrini zaptettiği zaman emir verdi: Her nerede her hangi bir kitap üzerinde Cami'nin adı görülürse Cim harfinin altındaki noktayı kazıya­rak üstüne koysunlar. Bu suretle Cami'nin adı Hamî yani çiy ve ham adam anlamında okunsun. Bu hadiseyi duymuş olan kız kardeşinin oğlu mevlâna Hâtifi çok müteessir oldu. Aşağıdaki kıt'ayı yazdı:

— Ülkeler açan şahın insafına çok hayret ettim. O Cami ki, bir ömür boyunca cihan, kapısında kölesi olmuştu.

— Birkaç traşsız haydudun hatırı için adı altındaki nok­tayı tıraş ettirdi de Hamî yaptı. (Başka bir anlama göre) Hamlık etti [ 1 ] .

Şah İsmail bir gün Hatifi' nin divanını okurken bu kıt'aya rastlayınca çok hoşuna gitmiş ve gülmüştür.

Kadı Nurullah-i Şüsterî Mecalisül’mü’minin adlı eserinde bütün eski âlimleri Şialıkla ilgili göstermeye uğraşır. Nurullah' ın eseri bize onuncu ve on birinci yüzvıllarda yürülükte olan fikirleri aksettiren bir ayna gibidir, Hiçbir yerde Camî' nin şialiğine İşaret etmemektedir. Aksine olarak onu daima inatçı ve muhalif vasıflariyle anar.

Safevîlerle Şia âlimlerinin Cmî'ye karşı gösterdikleri bu nefret yüzünden eserleri Üç dört asır kadar uzun bir devre içinde Hindistan ve Maverâünnehir'de kazandığı büyük itibar ve şöhreti han’ da bulamadı. Bütün bunlara rağmen Camî'nin yüksek ilim ve irfanının şöhreti öyle bir dereceye varmıştı ki, onun büyüklüğü ve sonsuz faziletleri ne Şah İsmail'in zama­nında ve ne de oğulları devrinde inkâr edilmedi. Şah İsmail'­in oğlu ve Horasan hâkimi Sam Mizra Tuhfe-i Samı adlı eserinin beşinci sayfasında Camî'nin adını âlimler ve şairler defterinin en başında anar ve şöyle yazar:

« — Camî, yaratılışındaki büyüklük ve zekasıneaki kes­kinlik bakımından tarif ve tavsife sığamaz bir şahsiyettir. Faziletlerinin ışıkları şarktan en uzak garp sınırlarına kadar yayılmış, onun irfan sofrası dünyanın bir ucundan öreki ucuna kadar döşenmiştir.

Kıt'a

— Bu divan bir şiir divanı değil, belki Cami, kerem sa­hipleri töresince bir sofra döşemiştir.

— Onda istediğin nimetlerin her türlüsü var. Uluların methinden alçakların hicvine kadar her ne ararsan bulab­ilirsin.»

[l] Bu hikaye Hüseynî ve Mecmaul’fusahtı tezkirelerinde Hatifî'nin hal tercümesinde yazılıdır.

Sam Mizra tezkiresinde Camî'nin yeğeni mevlâna Hatifi' nin hal tercümesinden de bahsetmekte ve şairin 9 1 7 yılında Şah İsmail ile Hurd Cird-i Cam mevkiinde yaptığı bir görüş­meyi pek sade bir şekilde anlatmaktadır.

Sam Mizra diyor ki:

c — Şah, onu manzum bir fetihname yazmaya memur etti. Hatifî'de bu vazifeyi kabul ettti. Bu kitaptan bin beyit kadar yazdı ise de bitirmeye muvaffak olamadı.

Camî'nin Hindistanla ilgisi

Üstadın mektupları arasında birkaçı Hindisan tüccarları reisi olduğu anlaşılan bir şahsa yazılmıştır. Bu mektuplar aynı adamın veya oğlu Hoca Ali' nin yazmış olduğu mektupların karşılığıdır. Anlaşıldığına göre Meliküttüccar unvanını taşıyan bu adam memlekette büyük bir hürmet ve itibar sahibi ol­makla beraber irfan ve tasavvuf sevdasına da kapılmış, zevk ve hal konuları üzerinde Camî ile uzun müddet mektuplaşmıştır. Üstad' da kaleminin dizginini salıvermiş, pek ince irfan nükteleriyle Arap ve Fars şiirlerinin güzelliklerini belirten ce­vaplar yazmış, bu cevapların birinde ona Gıyasül'islâm Celâlüddin'in bir mektubunu da nakletmiştir. Bu Celâlüddin'in kim olduğuna dair bir bilgi edinmek mümkün olmadı.

İşte bu yüksek irfanlı şairi yetiştiren ve onu ilim ve edebiyyat feyizleriyle kandıran muhitin bu durumu onun bol bol saçtığı fikir mücevherlerini Fars edebiyatı tarihine işlemiştir. Biz burada Camî'nin çağındaki siyasi hareketlerle çağdaş kül­tür tarihinde görülen fikir değişikliklerini ve onun yüksek fi­kirlerinin doğuşunda âmil olan sebepleri elden geldiği dadar belirtmeğe çalıştık. Bu konuda daha fazla bilgi edinmek için Semerkand'lı Abdürrezzak'ın Matlaüssadeyn adlı tarihiyle Hondmir vc Mirhund’un Ravzatussafa ve Habibüssiyer adlı eserlerini, Alişir Nevai ve Devletşah tezkirelerini hulâsa o devre ait başkaca mufassal tarih ve tezkireleri de gözden ge­çirmek lâzımdır.

BÖLÜM il.

CAMI'NİN HAYATI

Cami'yi yetiştiren muhit hakkındaki sözlerimizi bitirdikten sonra şimdi birkaç kelime ile üstadın hal tercümesiyle haya­tını anlatmak sırası gelmiştir. Bu yüce şahsiyetin hayat ve eserlerini aksettiren kaynaklardan bugün elimizde bulunanlar, başka büyüklere ait tarihî vesikalardan daha bol ve daha zengin olmakla beraber daha güvenli eserlerdir. Bizim bu konuda faydalandığımız başlıca kaynaklın sıralıyalım:

I    — Önce Camî’nin hayatını her şair ve muharrir hak­kında uygulanması gerekli bir metotla yani kendi eserlerini inceleme yoliyle aydınlatmak muvafık olur. Çünkü Üstadın nazım ve nesir olarak yazdığı Araa ve Farsça eserl erin den birçoğu zamanımızın kemal ve irfan sahipleri nazarında da büyük bir hürmet ve itibarla karşılanmış, geçen çağların her türlü tahrip ve âfetlerinden kurtulabilen hatasız ve eksiksiz nüshaları, hattâ Şairin el yazısiyle yazılmış kû'Z/ı'gat’ından ba­zıları bize kadar gelebilmiştir. Bu bakıma göre Camî’nin eser­leri bugün tarih ve tezkire müelliflerinin rivayetlerinden daha sağlam birer vesika ve onun hayatını aksettiren birer ayna hükmündedir.

II    Şairin Nefehatül'üns adlı eserine müridlerinden Raziyüddin Abdulgafur Lârî tarafından yazılmış olan zeyl ve haşiyedir. Lârî, irfan mertebelerinde ve ruhanî âlemde üsta­dının sırlarına ermiş, candan bir mürit olduğu için mürşidi­nin iç duygulariyle özel fikirleri hakkında bilgiler veriyor. Bu hal tercümesinin hicrî 1 O 2 6 tarihinde yazılmış bir uüshası bu satırların yazarı tarafından elde edilmiştir. [ 1 ]

[1J Bu Nefthatül'üns nüsha.ı çok güzel ve pek az hatalı bir yazı ile yazılmış ve Raziyüddin Abdulgafur-i Lâr'i'nin haşiyesiyle süslenmiştir. Ki­tap, faziletli bilginlerden Akay -i Abbas ikbal -i Aştiyanı’ye aittir. Hiç bir zorluk göstermeden bu satırların yazarına emanet etmiş ve istifademize sunmuş.ur.                                                                          Müellif

III     — Hüseyin Vaız Kaşifi'nin oğlu Safiyüddin Ali'nin. Reşehat -i agnülhagat kitabında şairin hayatına ait verdiği mufassal bilgiler de bu aradadır. Reşehat'ın te' lifi Cami'nin ölümünden on yıl sonraya yani 909 hicret yılına raslar. Bu eser Nakşibendiye sofileri silsilssinden gelen büyük mürşitlerin tarihidir. Müellifi Sebzevar'lı Hüseyin Kaşifi'nin oğlu Safiyüd­din Ali, yalnız Camî'nin çağdaşı değil belki onun en yakın­larından biri idi. Cami ile bacanak da olmuştu. Her ikisi de Kaşgar'lı Hoca Sadettin'in oğlu Hoca Kelan'ın damadı idiler. Müellif bu hısımlığın tafsilatını aynı kitapta anlatırken Cami'nin ikinci oğluna Safiyüddin Muhammed adını koyduğunu ve bu çocuğun ölümünden bir yıl sonsa üstat, oğlunun yerde kalan adını bacanağına mahlas verdiğini ve müellifin lakabı olan Fahr İsmini de oğlunun doğum tarihi olarak kaydettiğini söyler. (Bu tarih 88O dir.)

Şu bakıma göre Safiyüddin Ali’ nin Camî hakkında ver­diği bilgiler doğru ve tam bir esasa dayanmaktadır. [ 1 ]

IV     — Cami'nin alim ve faziletli dostu Emir Alişir Nevaî' nin, üstadın ölümünden sonra Çağtay Türkçesiyle yazmış olduğu bir risale vardır. Bu eser bir önsözle üç makale ve bir son sözden ibaret olmak üzere beş bölüme ayrılmıştır. Okurların hayretini çeken bir konu olması bakımından Alişir'in bu kitabına Hamsetül'mütehayyirin adını verdiğini söy­lerler. [ 2]

Yine Alişir' in 3 5 O ye yakın zamane şair ve ediplerinin kısa hal tercümesine ait Mecalîsünnefais adlı eserinde Cami'ye ayırdığı birkaç satır vardır. Sözlerini onun devlet ve fazi­letinin devamı dileğini ifade eden Türkçe bir rubaî ile bitir­mektedir.

V      — O çağa yakın zamanlarda bazı tarihçiler ve tezkireciler tarafından başkaca yazılmış olan kısa hal tercümeleri

[1]     Bu kitaptan güzel bir el yazması elimizdedir.

[2]     Hamsetül’mülehayyirin 1319 -1940 tarihinde Akay'i Muhammet Nahcavani tarafından Farsçaya tercüme ediımiş ve bir nüshası bize gönde­rilmiş olduğundan bu konuda faydalanmamıza yardım etmiştir, Müellif ki, bu arada Cami'nin Memduh'u adını vereceğimiz Sultan Hüseyin Baykara'nın MecalisüVuşşak adlı eserini söyliyebiliriz. Hüseyin Baykara, kitabının 5 5 inci bölümünde üstadın hayat ve eserleri hakkında malûmat vermekte ve onun aşıkane alem­lerinden bahsetmektedir.

VI     — Semerkand'lı Alaüddevle Bahtişah'ın oğlu emir Devletşah tezkiresi de bu kaynaklardan biridir. Cami'nin ölü­münden altı yıl önce, yani 892 Hicret yılında yazılmış olan bu eserin son bölümü çağdaş büyük alim ve şairlerin hal tercümenlerine ayrılmıştır. Müellif, bunların en başında Camî'yi anmaktadır.

VII    Habibüssiyer tarihi: Kitabın üçüncü cildinin üçün­cü bölümü sonunda Sultan Hüseyin Baykara devrinde yetişen şair ve fazılların hayat ve eserlerinden kısaca bahsederken Cami'nin hal tercümesine ait toplu ve faydalı bilgiler veriyor. Kitabın te'lifi Cami'nin ölümünden sonraya rasladığı için mü­ellif, onun hayatına bağlı bazı vak'alarla birlikte ölümünden de bahsetmiştir.

VIII     Sam Mirza tezkiresi: Cami'nin ölümünden yirmi yıl sonra hicri onuncu yıl başlarında Herat tahtında Horasan'a hükmeden ve Şah İsmail Safevi' nin oğlu olan Sam Mirza ta­rafından kaleme alınmıştır. Müellif, eserinde Cami' den yük­sek bir saygı ve edeple bahsetmektedir. Bu tezkire bize aynı zamanda mevlana Cami'nin eserlerinin bir fihristini de ver­mektedir.

IX        Letâifittavâif: Yukarda sözü geçen Hüseyin Vâîz Kaşifi'nin oğlu. Safiyüddin lakabiyle meşhur Fahrüddin Ali tarafından Cami'nin ölümünden kırk yıl sonra 93 7 Hicret yı­lında yazılmış olan bir risaledir. Muhtelif tarikatlara mensup birçok ulular hakkında pek latif ve zarif hikayelerle dolu olan bu kitapta Letaif i arıf. i Cam başlığı altında özel bir bölüm de ayrılmıştır. Bu fasılda mevlana Cami ile ilgili birçok mizahi nükte ve fıkralar da bulunmaktadır.

X     — Camî'ye ait vesikalar arasında Taşköprülü zade Mustafa bin Ahmet'in Şekaikunnumaniye Fi ulemâi Devleti!Osmaniye'si de önemli bir kaynaktır. 131 O yılında Mısır' da Vefeyatül'âyan [ 1 ] haşiyesinde basılmıştır. Kitabın yedinci bö• lümünün zeylinde bilhassa Fatih sultan Muhammed han devri alimleri arasında Cami'ye ait oldukça uzun bir hal tercümesi nakledilmektedir. Bu kitab Cami' nin ölümünden 6 7 yıl sonra yani 965 hicret yılında yalılması ve üstadın çağına oldunkça yakın bir devrin mahsulü olması bakımından doğruluğuna güvenilir eserlerdendir.

Buraya kadar saydığımız ve bügün elimizde bulundur­duğumuz kaynakların, büyük adamın hayat ve eserleri hakkın da bize az çok bilgi verecek bir değerde olduğunu sanıyoruz.

Cami'nin hayat ve ölümü hakkında yukarda adı geçen ve üstadın çömezlerinden olan Razıyüddin Abdugafur Lârî Nefehalül’üns'e yazdığı haşiyenin zeylinde bazı kısa ve fay­dalı malûmat veriyor.

Lari, östadının hal tercümesine ait bahsin sonunda onun ahvali, tahsili bilgisi ve tarikatte eriştiği mertebelerle te'lif ettiği eserleri hakkında geniş bilgi vermekte, sözlerini onun zahiri halleriyle ne suretle öldüğünü anlatarak bitirmektedir. Müelliften kısaca nakledeceğimiz şu parçalar bizi her türlü tafsilattan müstağni bırakacak derecededir.

«Mevlana Camî, (Tanrı rahmet etsin) Cam kasabasının Hurdcird köyünde 8 1 7 hicret vılı Şaban ayının 2 3 Üncü gü­nü yatsı vakti doğdu. Asıl lâkabı İmadüddin ve meşhur olan lakabı Nurüddin, göbek adı Abdurrahman' dır. Kendi mahla­sını anlatırken şöyle der:

— Doğum yerim Cam kasabasıdır. Kalemimin serpintileri de Şeyhül' İslam Abdullah -i Ansarî' nin kadekinden bir dam­ladır.

— Şüphe yok ki Eş'ar ceridesinde, her iki manasiyle de mahlasım Cami' dir.

Babaları Ahmet Bin Muhammed üd'Deşti'dir. Deşt lsfa-

[1] İbni Hallekan'ın meşhur eseri.

han' da bir mahalle adıdır. Büyük babası mevlana Muhammed, İmam Muhammed Şibanî'nin kızlarından biriyle evlenmiş ve bu evlenmeden Cami'nin babası mevlana Ahmet dünyaya gelmiğtir.

Cami 8 1 yıl yaşadı. Yaşının sayısı Ebced hesabiyle Ke's kelimesinin harfleri kadardır. Ecel sakisi onu 898 Yılı Mu­harrem ayının on sekizinci günü Tanrı birliği bezminden sun­duğu katıksız bir şarapla yakaladı ....

Hazretin ölümü yılında bize bazı belirtiler baş göstermişti. Daima ayrılık demlerinin yaklaştığını İşaret eden sözleriyle şu mealdeki rübaiyi tekrar eder dururdu:

— Yazık ki bizden sonra daha çok güller açacak, taze baharlar fışkıracak.

— Nice Haziranlar, Aralıklar, Nisanlar geçecek, fakat biz toprak ve çömlek olacağız.

Hastalığın başlamasından birkaç gün önce evinden ayrıl­mış, bazı şehir ve kasabalarda bir gezintiye çıkmıştı. Bu ara­da kendine ait bir köye uğradı. Orada adeti dışında istirahate çekildi. Köydeki istirahat müddeti uzayınca eş ve dostları üzülmeye başladılar. Geri dönmesini rica ettiler. Cami:

«Gönüllerin biribirinden ayrılması lâzım geliyor» diye cevap verdi. Hastalığına üç gün kala dervişlerden biri ile Cami'yi şehre çağırdılar. Dervişe şu cevabı verdi: «Şahit ol ki bizim gönlümüzde artık hiçbir kimse ile ve hiçbir suretle İlgi kalmamıştır.»

Üstat evine döndükten' sonra hastalandı. Hastalığının al­tıncı gününe raslıyan bir Cuma sabahı Muharremin 1 8 inci günü kuşluk vakti nabızı hareketten kalmış, Cami, ebediyet ülkesine göçmüştü. Bu sırada mübarek gözieri odanın tava­nına dikildi.

ölümlerinden iki yıl evvel buyurmuşlard ıki, büyük bir mecliste kendimi ölüm halinde gördüm. Halimde çok mühim bir değişiklik buldum. O sırada hemen Ayetülkürsi'yi okuma­ya başladım. Bu ayetin feyzi derhal kendini gösterdi. Üzerim­deki ıstırap mahvodu.

Üstadın bu sözü o sırada hatırıma geldi. Çünkü o daima bu ayeti tekrarlar her namazdan sonra okurdu. Ben de he­men Ayetülkürsi'yi okumaya başladım. Müritlerden bazıları da Yasin okuyorlardı.

Bir an geldi ki, Üstadın ağzından ansızın «Öyledir» keli­mesi çıkıverdi. Gûya biri kendisine bir meseleden haber ver­miş, o da cevabını veriyordu. Bundan sonra hemen namaz ihramını giyerek ellerini göğsüne koydu. f ptida açık sesle Nakşi tarikatı adetince «yüzüm kıbleye ..» duasiyle iki rek'at namaz kıldı. Hastalıkla sağlık arasında garip bir hal almıştı. ilk rek'atte Kafirun suresini. ikinci rek’atta Fatiha ve İhlas su­relerini okudular. Halinde hiçbir ıstırap sezilmiyordu. -«Mü’minler bir evden başka eve göçerler» sözündeki hakikat san­ki üstadın halinden okunuyordu. Tam Cuma ezanı okunmaya başladığı sırada idi ki Cami fena yurdundan Ebediyet ülke­sine göçtü             

Cumartesi sabahı, vaktin sultanı Hüseyin Baykara. o arada hasta ve zayıf bir durumda olmasına bakmadan yanık gönlü ve yaşlı gözleriyle üstadın evine koştu. Yüce şehzade­ler, ünlü vezirlerle emirler zamane büyükleri cenazenin hu­zurunda edeple el bağladılar. Üstadı büyük nakşibendi velisi Sadüddin Kaşgari’nin kabri yanına getirdiler. Toprak bir se­def gibi dudaklarını açtı. O baha biçilmez indyı göğsüne yerleştirdi. Sultan Hüseyin’in ayaklarındaki ağrılar yülünden cenazeyi omuzlarında taşımak şerefine nail olmak hususundaki isteği gönülde kaldı. Zamane şairleri tarihler ve mersiyeler söylediler. Büyük vezir Nizamüddin Alişir Nevâî bu tarih ve mersiyeleri dinledikten sonra kendileri de bir mersiye yaz­dılar   

Bu törenlerden sonra emir Alişir, Cami'nin mezarı üze­rine yüksek bir türbe yaptırdı. Hafızlardan bir cemaati de bu türbeye memur etti.»

Cami’nin hal tercümesini aydınlatan vesikalardan biri de bizzat kendisi tarafından yazılmış ve ikinci divanına konulmuş olan bır kasidedir (Per-i şeh-bal beşerhi -hal) unvanını ver­diği bu kaside 893 yılında yani ölümünden beş yıl önce ya. zılmıştır. Seksen beyt kadar tutat bu manzumenin bazı beytleri içine sıkıştırdığı birtakım ince nükteler vardır ki bir tür­lü çözmeğe imkan bulamadık.

Önce doğum tarihini şu sözlerle işaret etmektedir:

«—Peygamberin yüce otağını Mekke' den Medine' ye nak­lettiği 8 1 7 hicret yılında,

— İzzet ve ebediyet semasındaki kulenin tepesinden şu alçak toprağa inmek için kanat açtım.»

Sonra kasidenin nazım tarihini işaret ederek diyor ki:

« — Bugün ömür dizginini. şu his ve hayal çukuru içinde 8 9 3 yılına kadar çektim.»

Daha sonra ilim tahsili uğrunda çektiği emekleri anlatıyor: « — Ondan sonra ilim tahsil etmek çağına vardım. Fen bilgi­lerinin arkasına takıldım,»

Bu kasidede saydığı ilimler Sarf, Nahiv. Mantık, Hikmet-i Meşşai = Aristo felsefesi. Hikmet i İsrâki = Eflatun fel­sefesi, Hikmet i Tabiî, Hikmet i Riyazi, Fıkıh, usuli fıkıh. ilm -i hadis, ilm -i kıraat • i, Kur’ân ve Kur’ân tefsiri.

Daha aşağıda taeav'luf merhalesine yükselmesini ve irfan vadisine girmesini anlatıyor.

« — Nihayet temiz kalbli sofiler derneğine ayak bastım. Bunların ilimden kasıtları amelden başka bir şey değildir.»

Bu arada tarikat hayatında geçirdiği seyir ve sülük mer­tebelerini birer birer saydıktan sonra şairliğe nasıl tutulduğu. nu hikâyr eder.

Camı, ruhundaki şiir iptilâsını şöyle anlatıyor:

« — Yer yer dolaştım. Fakat bir türlü şiir söylemek fik­rinden gönlümü kurtaramadım.

— Bu işe belki yüz defa tövbe ettim. Ne çare ki, başka işlerden kaçındığım derecede bundan yakayı sıyıramadım.

En nihayet kasidenin sonunda, Ulu Peygamberlerle İslâm peygamberlerine, dört halifeye, Peygamberlerin yoldaşlarına, onlara uyanlara, hak yolunda yürüyen Tanrı erlerine ve Tan--

rı vuslatına ermiş gerçek erenlere ayrı ayrı birer münacat faslı yazarak bitirmekte ve şöyle demektedir:

« — Camî! Tabiata ait isteklere karşı nefsin ayağına ve boynuna vuracağın şey zincir ve köstektir.

— Hele onu, şu zincir ve kösteğinden kurtar da bak, O, kendi varlığını anlaması yüzünden bu bağlardan istırap duy­maz.

— Ona dedikodu yapmak şerefini veriyorsun da bu mü­samaha yüzünden sana hal ve zahir diliyle teşekkür ediyor.

Camî’nin tahsili

Mevlana Camî’nin tahsil durumu hakkında Reşahat sa­hibi Safiyüddin Ali, bize toplu ve faydalı bilgiler veriyor . Şairin hayatına ait tafsilât arasında onun, üstatlarından mü­derrislerinden, ilim uğrunda yaptığı seferlerden ve henüz tah­sil çağında iken gösterdiği yüksek istidat ve deha örnekle­rinden uzun uzadıya bohsediyor. Reşehat'ın bu bölümündeki bllgileri olduğu gibi naklediyoruz:

« — Camî’nin ilk çağlarda ilim tahsili ile uğraşması ve fazilet ve kemal sahipleriyle tanışması:

— O, küçük yaşta babasiyle birlikte Herat'a geldi. Ni­zamiye medresesine yerleşti. O devirde Arapçanın üstatların­dan ve bu ilimde zamanın en meşhur bilginlerinden olan mevlana Cüneyd Usulî’nın dersine devama başladı Muhtasar Telhis mütalâasına meyil göstermişti. Bu derse başladığı za­man birçok arkadaşları Şarh’i Miftâh ve Mutavvel dersleri mutalâasiyle meşgul oluyorlardı. O, daha erginlik çağına varmamıştı. Çocuk denecek bir yaşta bu ağır eserleri anlıyacak kadar kendisinde istida! görüyordu. Mutavvel ve haşiye­sini bitirdi. Sonra zamanın en büyük tahkik ehli ve meşhur Seyyid Şerif-i Cürcanî'nin talebesi Semerkand'lı mevlana Ho­ca Ali’nin dersine devam etti. Bu zatın eşsiz bir mutalâa me­todu vardı. Fakat ancak kırk gün kadar devam ettikten son-

ra bu müderristen İstiğna gösterdi. Daha sonra asrının en faziletli âlimlerinden ve meşhur Saddeddin-i Teflâzanî' nin çö­mezlerinden olan mevlâna Şebabettin Mehmet Cacermi'nin talebesi oldu. Bu talebelik hayatını anlatırken diyorlarki:

«Kaç kere onun dersine gittim. Kendisinden' ancak işe yarar iki söz işittim. Biri Telvih kitabında mevlâna Zade-i Hatayi'nin itirazlarını defetmesiydi. tik gün bu itirazlara ce­vap vermek için birkaç mukaddeme ortaya attı. Onları yan­lış buldum, başka bir derste uzun bir düşünceden sonra baş­ka şekilde bir cevap verdi. Bu cevap yerinde idi. İkinci sözü de Mutavvel’den beyan fennine ait kısa bir tartışmada bulun­masıdır. Bu bahsin her ne kadar esasta fazla bir tartışma kıy­meti yoktu; ancak kitaptaki kelime ve ibare ile ilgisi vardı. Fakat üstadın bu konudaki fikrini doğru buldum.»

Daha sonra Semerkand'da asrın tahkik ehli bilginlerinden meşhur Kadı Zade-i Rumî’nin ziyaretine gitti. tik görüşmele­rinde aralarında uzun bir tartışma oldu. Nihayet Kadı zade Camî'nin fikrini kabul etmek zorunda kaldı. Meşhur âlimler­den olup Ulgu bey tarafından kendisine sadaret mertebesi verilmiş olan Tebriz’li mevlâna Fethullah anlatır ki, ben o mecliste hazır idim. Kadı zade, Cami' yi Semerkand'daki med­resesinde misafir etmişti. Vaktin bütün fazılları, ulnları o mec­liste idiler. Kadı zade o sırada istidat sahibi ve hoş tabiatlı şairden bahsediyordu. MevlânaAbdurrahman-i Camî hakkında şu tavsifte bulundu: Semerkand kurulduğu günden beri bu Cam' lı delikanlı gibi kariha genişliğine ve tasarruf kudretine sahip hiç kimse Ceyhun ırmağı üzerinden geçmemiştir.

Kadı-i Rum'un şakirtlerinden mevlâna Ebâ Yusuf-i Semerkandî anlatır ki, Cami Semerkand' a gelmişti. O sırada heyet fennine ait bir tezkireyi şerh etmekle uğraşıyordu. Kitap üze­rinde Kadı'nın yapmış olduğu birçok haşiyeler vardı, ki yıl­lardan beri mûteber sayılmıştı. Camî, her gün ve her mecliste bu haşiyelerden birkaçını silip düzeltmek suretiyle ıslâh etti. Kadı bundan son derece memnun kaldı. Yine o sıralarda Çağminî'nin Mülahhas adlı eserlerine bir şerh yazmayı tasar­lıyordu. İşe başladı ve eserden birtakım tasarruflar yaptı ki, bunlar asla Kadı’nın hatırına gelmemişti.

Bir gün Herat'ta iken mevlana Ali Kuşçu, Türk adetince beline garip bir çanta bağlamış olduğu halde Cami'nin mecli­sine girdi. Bir fırsatını düşürarek heyet fenninin pek çetin ve ince bahislerine ait birkaç mesele sordu. Camî hemen bu meselelerin her birine ayrı ayrı tatmin edici cevaplar verdi. Mevlana Ali Kuşçu susmuş ve hayrete dalmıştı. Camî latife yoliyle buyurdu ki, mevlana 1 Çantanızda bundan daha güzel bir şey yok muydu? Ali Kuşçu bu görüşmenin üzerinde bı­raktığı te'sirle talebesine demiştir ki, o günden sonra bana bu alemde kutsal nefes denilen şeyin varlığı malûm oldu. Ba­zı mürşitler, bu kudretin Hacegan tarikatiyle meşgul olmaktan ileri geldiğini. çünki bu tarikattt aklı terbiye eden ve idrak melekesini kuvvetlendiren bir tesir bulunduğunu söylerler.

Camî’nin tatil günleri kalb huzuru ve gönül boşluğu ile geçerdi. Pek işlek ve kavrayışlı olan zekası başka düşüncelere de takılırdı. Derse gittiği vakitlerde çok kere arkadaşlarından birinin kitabını alır bir an göz gezdirir, derse kalktığı zaman hepsinden daha iyi anlatırdı Tus'lu mevlana Muînüddin an­latır ki, Cami mevlana Hoca Ali'nin dersine devam ederken arkadaşları arasında en istidatlı talebenin ortaya attığı şüphe­leri o anda açıkça hallederdi. Her gün o mecliste ileri sürü. len birkaç şüphe ve itirazı cevaplandırır, sonra eserlerinin mutalaasına koyulurlardı. Cami işitmeğe bağlı olan bazı bilgileri zamane alimlerinin ders meclislerinden öğrendi Yoksa haki­katte hiç kimseden öğrenmek ihtiyacını duymodı. Belki de bir çok müderrislerden nstün bir bilgi ve anlayışa sahipti. Bir gün söz, Camî'nin hocaları ve Üstatları bahsine dayanmıştı. Buyurdular ki, biz hiçbir üstadın önünde ders okumadık ki, o bizden daha Üstün olsun. Belki daima onlarla tartışmaları­mızda galebe çaldık. Pek seyrek olarak bazılariyle berabere kalabildik. Üzerimizde hiç bir üstadın hakkı yoktur. Biz ha­kikatte kendi babamızın talebesiyiz Çünkü lisanı ondan öğ­rendik.

Öyle anlaşılıyor ki Camî Sarf ve nahv'i babasından öğ­renmiş, ondan sonra aklî bilgilerle yakın bahsine ait irfanda hiç kimsenin üstatlığına ihtiyaç göstermemiştir.»

Reşehat sahibinin verdiği bilgileri buraya kadar aynen naklettik. Bize Camî’ nin tahsil çağındaki hayatını. muallim ve üstatlarını ve onun zahirî ilimlerde eriştiği kemal mertebesini olduğu gibi anlatmaktadir.

Bu sözlerde sezilen öğünme ve kendini beğenme tema­yülleri şüphe yok ki, Reşehat sahibinin Üstadı hakkında bes lediği derin saygı ve bağlılıktan ilerigelmektedir. Yoksa üs­tadın o yüksek tevazû ve dervişliği ile manevi faziletleri bu gibi küçüklüklerden uzaktır.

Çömezi Raziyüddin Abdülgafur-i Lâri de üstadının tahsil hayatı hakkında uzun malumat vermekte ve yukarıda bahsi geçen tafsilâttan bir çoğunu o da eserinde anlatmaktadır. Bu bilgilere ilâye olarak onun nasıl tahkik ehli bir alim olduğu­nu, kavrayışındaki genişliği, mânevi vasıflarını, büykklerden nasıl feyz ve himmet aldığını birkaç nükte ile belirtmekte­dir ki, bunlardan bazılarını burada nakletmek faydasız olmıyacaktır:

«Ben henüz merhumun eşıgmm toprağını öpmek şerefine nail olmadığım bir sırada Camî’nin şiirlerindeki bu yüksek değerin pek ince bir fikre ve derin bir düşünceye dayanma­dan nasıl meydana geleceğinde tereddüt etmiştim. Çünkü şiirle bu kadar fazla uğraşmak kemal mertebesine aykırı ve hal ehli kimselere yaraşmaz diyordum. Fakat onunla tanış­mak şerefine erdikten sonra anladım ki hiçbir iş ve hiçbir dünya gailesi onun zahir ve batına ait meşgalelerine engel olmuyor. Halinde hiçbir değişiklik olmadan şiir ve irfanla uğraşmak imkanını bulabiliyor. En hoş vakitlerinden olan ders saatlerinde daima düşünmeden ve hiçbir külfet duyma­dan konuşuyordu.»

Camî’nin şiirlerinde açık veya kinaye yoluiyle çeşitli bilim konuları veya terimlerine işaret eden birçok nüktelere raslanır. Bunlardan onun geniş ve derin bilgisini anlamak müm­kündür. Örnek olarak bazı beytlerini nakledeceğiz:

Bu arada Tuhfetül’ebrar adlı mesnevisinde, akıllarınca kendilerini fıkıhçı ve alim zanneden bazı zahir bilginlerinin ahvalinden bahseden bir kıt'a vardır ki, bunda yalnız resmi ilimlerle yetinerek gerçek ve manevi bilgilerden gafil yaşıyanları kötülemek iştemiştir. Bu kıt'a o zamanlarda meşhur bulunan ilim kitaplariyle terimlerini de anlatmaktadır. Şu beytler o kıt'adandır:

« — Mademki yarın her şeyden bahsedecek, halka ders vereceksin okutacağın kitapların yapraklarını bugünden çe­virmeğe bak.

— Yanlış okunan ilim, kitap sayfalarını karartmaktan başka bir şeye yaramaz.

---  Ibni Sina' nın gözünde kalb ışığı arama, kör gözde aydınlık olmaz.

— Onun İşarat adlı kitabı küfür yönüdür. Müjdeleri korkutucudur.

— Şz/a’sındaki fikirler hep hasta bir göröşün Necat'ındaki temayül esir bir ruhun ifadesidir.

— Kanun adlı eseriyle kurduğu Tıb kuralları kaide dışı atılmış adımlardır.

— O Talep ehline karşı Müsebbz'b’in yüzünü sebep per­desiyle gizledi.

— İlmin hassası, sebebi ortadan kaldırmak, cahilin adeti ise her şeyin sebebini öğrenmektedir.

— Tıp fennini Peygamber' den öğren ki, Tzbbünnebi de­nilen eser sendeki bütün yabancı alemleri ıslah eder.

— Sana cehalet hastalığından şıfa verir. Nefsindeki ke­derleri safaya dönderir.

— Yüzün ancak amel Esbab’i ile parlar, Ahlakını kötü şeylerden korur.

— Ömrün Usul ve Fürû gibi bahisler yolunda harcandı. Hiç aslına döneceğin hatırına gelmedi.

— Makasıd’den . haberin yoksa onu aramak için Mevakıf’ta bekleme.

— Miftah'dan bir feyiz alamazsan fetih devletini kapılar açan Tanrı' nın dergahından iste.

— Gönlün engellerden temizlenmemişse bu engelleri keş­fetmek Keşşa/’ın haddi değildi1.

     ilk Nuru Hidaye denilen kitapta arama. Son yolu da Nihaye adlı eserden bekleme.

     iki yüzlülüğü, riyayı bırak da ilmi kutsal kaynağın­dan al!»

Yeni Silsiletüzzeheb mesnevisinin, birinbi cildinde kitap ve mütalaa sevgisi hakkında bir kıt'a vardır ki, bunda mev-

Metin Kutusu: tavsiye ettiği kitapların adı geçmektedir. Üstadın Maarif ve

lana Cami' nin mutalaa ettiği ve başkalarına da okunmasını

Âdab bahsindeki metodu bu sözlerden anlaşılacağı için bir

kaç beytini naklediyoruz:

c— Nefis kitaplara karşı sevgi besle. Çünkü zamanımızda kitaptan daha İyi arkadaş yoktur.

— irfan sahiplerinin ruhu gibi dürüst, parlak ve okunak­lı Kur'an ara.

— Peygamber'in ahlak ve vasıflarını gösteren gerçek Hadis'leri oku.

— Buharı ve Müslim gibi hatasız hadis kitaplarından birer nüsha al ki, bunlar her türlü yanlış ve aksaklıklardan arıdır.

— Uydurma şeylerle Bid' atlerle karıştılmamış olan meş­hur Tefsir kitaplarını gözden geçir.

— Şeriatın kökünü dallarını araştır da en değerli ve en uygun hükümlerini gör.

— Edebiyat fenlerinden Sarf olsun Nahiv olsun bu güzel bilgiler için gerekli olan şeylere çalış.

— Keşif müşahede ehli velilerin risalelerini zevka ve vücut sırrına ermiş uluların makalelerini oku.

— Akla ve anlayışa pek acayip gelen şeyler irfanlı kişi­lerin fikirleriyle aydınlanır.

— Sonra fesahat ehli şairlerin divan' !arını, parlak fikirli nazımlarını güzel sözlerini topla.

— Bu vasıtaları bir kere elde ettikten sonra artık fani varlıklara iltifat gösterme!»

Cami’nin manevi üstatları

Mevlâna Cami'nin mânevi üstatları hakkında en doğru bilğiyi onun talebesi ve müridi tarihçi Abdülgafur-i Lari ver­mektedir. Aşağıdaki sözleri ondan dinleyelim:

«Üstada o sıralarda bir günü! dağınıklığı ve fikir peri­şanlığı gelmişti. Herat,tan Semerkand'e yollandı. Bir müddet orada kaldılar. Semerkand' de fazilet ve kemal tahsiline koyul­dular Bir gece amma ne gece, belki saadet ve ikbal sabahı olan aydın saatlerden birinde hatırı gurbet acıları ve dünya ıstıraplariylı: dolu olarak uykuya varmışlardır' Rüyasında ken­dilerini, arifler başbuğu, ulular önderi büyük Tanrı erlerinden Kaşgar'lı Sadettin'in yanında gördüler. Mürşidin söylediği şu sözleri can kulağiyle dinlediler:

(Git ey kardeş, kendine bir dost bul, ona çok ihtiyacın var)

Şiir

«— Beni harabat aleminden, bir sevgili çığırdı. Aşk şarabından dolu bir kadeh sundu.

— Aklın baş ağrılarından kurtuldum amma vuslat sevdasiyle feryada başladım»

Bu ruya Cami'nin ruhunda derin bir tesir yaptı. Büyük bir velvele kopardı Hemen bütün bağlılığiyle ona mürit ol­mak aşkına tutuldu. Dizgini Horasan tarafına çevirdi. Kaşgar'lı Sadettin'in meclisine katıldı{1 ]

[1] Kaşgar'lı Sadettin'in bal tercümesi Reşehat-i agnülhayat ve Nefehatül’üns kitaplarında yazılıdır. Ölümü 860 hicret yılı Cemaziyel'ahirinin yedinci gününe raslar Cami', bu mürşidin mertebesi hakkında beş kupleden ibaret bir terkib-i bend yazmıştır ki, şu beyitler ondandır:

«— Gönül sahibi veliler ölmeden önce öldüler. Ölüm kadehinden ab ı hayat içtiler.

Şiir

« — Şu gök kubbe altında bir pir gördüm. Hiç kimse onun kadar kendi benliğinden kurtulmuş değildi.

— O, öyle bir ayna idi ki, yüzünde parlıyan Vücut gü­neşinin aksi surette Aslı gösteriyordu.

— İlkönce göçlerini Fena menziline çektiler. Sonra Beka ülkesine yollandılar.

— Tabiatin hazanı ile donup kalmış olanlar onların rüzgarından bahar kokusu aldılar.

— Henüz Müritlik yolunda iki adım yürümeden gönülden ve candan vazgeçmemiş onlara can kurban.

— Zevzekler onların sözlerini nasıl kavrıyabilirler ki, onlar adlarını varlık tahtasından silmişlerdir.

— Dağ gibi bela dalgaları' nazarında saman çöpü gibi idi. Onların sademleleri karşısında dağ gibi sebat etti.

— O Tanrı'dan insanlara bir armağrndır ki, gönül ehli olanlar bu armağanı bir buluntu sayarlar.            '

— Zamane, son derecesini bulan nimetlerin değerini, ancak onu kay­bettiği zaman anlayabilir.

— Ruhun Sidre'ye konmuş bir kuş ve tenin bir kafesdir. Kuş daima kafesinden uçmaya heveslenir.

— Öyle bir ömür geçir ki, ecel kafesini parçaladığı zaman cennet bahçelerinden yüzgeri edip de dönmiyesin.

— Cennet’in yeşil bahçeleri senin için bezenmiştir. Halbuki, sen burada çörçöplerin temaşasiyle zevk alıyorsun.

— Yar yolunda çıkmıyan nefesler soğuktur. Bu hayatta sabahtan da­ha ğerçek hangi şahit var.

— Elde edemediğin arzu’ara kavuşamadınsa şu aldatıcı beşikte sebat­la bekle.

— Şu dar menzilde gideceğin yolu unutma. Çünkü, felekler o yolun bineği, yıldızlar çıngırağıdır.

— Bu harabede hiç kimseye sonsuz bir hayat ümidi yoktur. İşte bü­yük mürşidin ölümü buna yeter bir şahittir,

— Fakr Ü fena yolunun ulusu, din ve milletin velisi, Sadettin'ki tcvazuuudan fakirlik külahını feleklere attı.

* *

*

— Hu sabah dostları onun halvet sarayının kapısında yüzünü gör­mek sevdasiyle saf saf dizilirlerdi.

— Herkes şemdi yerli yerinde oturuyor. Yarabbi ne oldu ki, onun yeri böyle boş kaldı.

Bu mürşide intisabından az bir zaman sonra büyük bir cezbeye tutuldular. Öyle ki, tarikat arkadaşı olan büyükler­den biri Cami'nin şu halini görünce hayretle: Nakşibendi tartkatı Cami'yi pek çabuk cezbetti demişti.

Sadettin-i Kaşgari daima Cami'nin semtine yakın olan Herat mescidi kapısında oturur. fakirlerle sohbet ederdi. Camî'nin yoluda bu mescidin önünden geçerdi. Üstadın oradan her geçişinde mürşit, bu adamda hayret edilecek bir kabiliyet var, bizi meftun ediyor. Bunun nasıl bir hile ile pençemize düşürelim derdi. İşte Cami'nin ilk tarikate intisabettiği gün idi ki. Şeyh yanındakilere, pençemize bir şehbaz düştü, diye­rek sevincini göstermişti.

Cami'nin tarikatte üç vasıta ile Bahaüddin Nakşibend'e intisabı vardı. Çünkü: Sadettin-i Kaşgari mevlana Nizamüddin Hamûş-un, o da Hoca Alaeddin Attar'ın, Alaeddin Attar ise Büyük mürşit Bahaüddin Nakşibend'in müridi ve damadı idi.

Reşelıat r Aynül’hayat'ta Cami'nin mânevi üstatlarına ait bölümde Nakşibendiye silsilesi büyükleriyle üstadın hayatında onlarla olan münasebetleri ve onlara intisabı hakkında uzun bilgiler verilmekte ve bu bölümde onun tam bir Seyr ve Sülük devresinden bahsedilmektedir. Okurlarımıza Cami'nin eriştiği irfan mertebelerini anlatabilmek için bu makaleden bazı nükteleri nakledeceğiz:

— O artık yok, sanki feleğin cefalı eli onun varlık libasının yakasını yırmış.

— Kutsal Tanrı'nın ebediliğinde fenaye erdi. Bütün Bu varlıkların bekası onun fenasına feda olsun.

— Tanrı'ya şükür ki yoldaşlarının gönlünde her ne kadar ölümünden dolayı yüz dağ ağırlığı varsa da.

— İki şerefli evladını yadigar bıraktı. Her biri babasının gerçek irfa­nını ve ruhundaki safayı taşıyor.

— Ruhu öyle bir mertebeye yükselsin ki, bu Mîrac'ı lâmekân menzi­linden daha öteye varsın.

— Toprak onu gizlemekle göğsünde bir hazine sakladı. İki temiz mü­cevherlerinin Ömrü ebedî olsun.

Cami'nin çocukluğundan ölümüne kadar büyük
mürşitlerle görüşmesi

«Şurası gizli kalmamalıdır ki, Cami'nin Sadettin-i Kaşgari' den başka görüşüp tanıştığı tarikat erleri arasında en başta geleni Hoca Muhammed Parsâ'dır. (Tanrı mertebesini kutla­sın) Nefahatül’üns kitabında şöyle yazıyor: Hoca Parsa Hi­caz seferine giderken Cam vilâyetinden geçmişti. 82 2 yılı Cernaziyelevvel veya Cemaziyel'âhır aylarına raslıyan bu tarihte şeyhin müritlerinden ve bildiklerinden kalabalık bir cemaat şehir dışında istikbale çıkmıştı. Ben de babamla beraber git­tim. O zaman henüz beş yaşını bile bitirmemiştim. Şeyh adam­larından birine beni omuzlıyarak mahfesine kaldırmasını söy­ledi. Bana iltifat buyurdular ve on beş miskal kirman şekeri verdiler. O gönden bu göne kadar altmış yıl geçtiği halde henüz şeyhin nurlu yüzü gözümün önünde, onun mübarek ve tatlı çehresi hâlâ hayalimdedir. Benim Nakşibendi tarikatına ilk sevgi ve bağlılığım o mübarek zatın nazarlarındaki feyz ve himmetle olmuştur. Umarım ki, bu bağlılığın uğurlu yardımiyle Mahşer'de de onları seven ve saygı gösterenler züm­resi arasında bulunayım. Tanrı'nın minnet ve inayetiyle...

İkincisi Loristan'lı mevlâna Fahrettin olmuştur. Bu zat da zamanın ulu şeyhlerinden idi. Yine Nefehatül’üns’te yazıyor­lar ki, hatırladığıma göre mevlâna Fahrettin ile tanışmam memleketim olan Hurdcird kasabasındaki evimizde oldu. Bizde misafir kalmışlardı. Ben henüz pek küçüktüm. Beni di­zinin önüne oturttu. Mübarek parmağiyle havaya Ömer, Ali gibi meşhur isimler yazıyorlardı. Ben de bu kelimeleri okuyor­dum. Gülerek hayret edıyordu. O şefkat ve lütuf gönlümde bu taifeye karşı sevgi ve bağlılık tohumları saçtı. O zaman­dan beri bu sevgi her gün daha çok arttı. Ümidederim ki, daima onların muhabbetiyle yaşıyayım. Onların sevgisiyle öleyim, onları sevenler zümresiyle dirileyim. Tanrım beni der­viş olarak yaşat, derviş olarak öldür ve miskinler zümresinde Haşret.

Üçüncüsü: Burhanettin Ebû Nasr Parsa' dır. (Tanrı sırları­nı kutlasın) Cami'nin Ebû Nasr ile sohbeti uzun zamanlar devam etmiştir. Yine Nefehat'ta diyorlar ki, bir gün Ebu Nasr'ın meclisinde Şeyh Muhiddin-i Aarabi (Tanrı sırrını kut­lasın) .ve onun eserlerinden söz açıldı. Şeyh, babasından şu sözleri nakletti: Füsüs candır. Fütuhat ise kalb. Şunu da ila­ve ettiler: her kim Füsüs'u iyi bilir ve anlarsa onun Hazret-i Peygamber'e karşı beslediği bağlılık kuvvetlenir.

Dördüncüsü: Şeyh Bahaeddin Ömer'dir. Bu zat hakkında diyor ki, büyük bir istrğrak [ 1 ] ve İstihlak [ 2 ] mertebe­sine ermişti. Daima sert sert havaya bakardı. Gûya ki, mah­lûkların nefeslerinden yaratılan ve havada yaşıyan Melekleri seyrederdi. Buyuruyorlar ki, bir gün şeyh ile birlikte Cefare köyüne gitmiştim. Şehirden bir kalabalık da oraya gelmişti. Şeyhin âdeti her uğradığı şehirde rasgeldiğine ne haber ;ı di­ye sormaktı. Bu adeti gereğince herkese ayrı ayrı şehirden ne haber getirdin? diye sordu. herkes bir şeyler söyledi. Ni­hayet bana da sıra geldi. Benden de sordu: Sen de ne haber var? Hiç dedim bir şey yok. Yolda ne gördün buyurdular. Hiçbir şey görmedim cevabını verdim. Bunun üzerine şöyle dediler: Herkes bir fakirin yanına gittiği zaman gerektir ki ne şehirden bir haber ve ne de yolda gördüklerindan bir havadis getirsin ve arkadan şu beyti okudular:

«Mademki bir güzele gönül bağladın, artık gözünü bütün aleme kapa.»

Beşincisi Şemsüddin Muhammed Kusevî' dir. Bu zat hak­kında buyuruyorlar ki: Hoca Şemsüddin va'zediyorlardı. O sırada asrın büyük sofilerinden mevlanamız Sadettin, mevlana Şemsüddin Muhammed Esad, mevlana Celalüddin Ebu Yezid Puranî ve daha başka veliler de o mecliste hazır idiler. Şey­hin irfanlı sözlerini ve lâtif’ fıkralarını çok beğendiler. Mev-

[1]    İstiğrak: Tasavvuf terimlerindendir. Tanrı tecelliyatının bolluğu içinde kendinden geçmek.

[2]    İstihlak: Bu da yine tasavvuf terimlerindendir. Tamamiyle Tanrı varlığında yok olmak (Fena fillah).

lana Şerefüddin Ali Y ezdi bizi de onun vaız meclisine teşvik etti. Bazı azizlerden rivayet edildiğine göre her gün Cami Kûsevi Şemsüddin Muhammed'in ziyaretine gider, şeyh de ona «meclisimizde bir ışık parladı» sözleriyle iltifatta bulu­nurmuş. Dilinden gerçek bilgilere ve irfana ait pek çok mü­cevherler saçılırdı. Yine Cami diyor ki, Hoca Şemsüddin, şeyh Muhyiddini Arabi'nin eserlerine inanır, tevhid meselesini onun anlattıklarına uygun bir şekilde izah ederdi. Bu izah­larını minbeade zahir bilginlerine öyle bir belagatla anlatırdı ki, hiç kimsenin inkar mecali kalmazdı. Kur'an'ın sır ve ha­kikatleriyle hadiseleri ve şeyh sözlerini gayet çabuk kavrar, kısa sözlerle büyük ve geniş manalar ifade ederdi. Başkala­rının uzun düşüncelerle hatırlıyamıyacağı birçok şeyleri der­hal hatırlar ve anlatırdı. Vaız ve tarikat ayinlerinde büyük bir vecd alemine dalar, bol sohbetler ederdi. Sözlerindeki tesir meclistekileri derhal sarardı.

Hocanın huzurunda bazı vakitlerde halk, kendilerinde olaganüstü haller görürlerdi. Bir gün buyurdular ki, bizim yoldaşlarımız zaman zaman insanlık kılığından çıkarlar amma yine kendi hallerine çabuk dönerler. Birkaç kişinin adını ve­rerek dediler ki, bunlar ne zaman karşıma gelseler köpekler kılığında dört gözlü görünürler,

Çok defa sohbet sırasında birinin hatırından geçen ve sahibinden başka kimsenin asla bilmediği şeyleri hoca açıktan söylerdi.

Altıncısı mevlana Celalddin puranî: (Tanrı rahmet etsin) Cami, bu zatı ziyaret için sık sık Puran köyüne giderdi. Nefehat'da diyor ki, bir gün yanında namaz kılıyordum. Onu öyle kendinden geçmiş bir halde gördüm ki, gûya ben­liği hakkında bile bir şuuru yoktu. Ayağa kalktığı zaman gah sağ elini sol eli üzerine, gah sol elini sağ eli üzerine koyuyordu.

Yedincisi: Mevlana Şemsüddin Muhammet Esed'idi. Camî, bu zatla da sık sık görüşürdü, Nefehat da yazıyorlar ki bir defa şeyh ile birlikte bir yola gidiyorduk. Sözü bir sırasına getirerek dedi ki, bana şu birkaç gün içinde hiç ümidetmediğim ve hiç beklemediğim bir hal geldi. Kısaca şu nok­taya işaret ediyordu ki, ben o halinden şeyhin cem' maka­mına eriştiğini anladım.»

Abdulgafur-i Lari'nin kitabında Cami'nin ta ömrünün sonuna kadar müridlik halkasını boynunda taşıdığı Hoca-i Ahrar lakabiyle meşhur Nasırüddin Ubeydullah hakkında uzud bilgiler verilmektedir. Biz de her ikisi arasında görülen manevi bağlılıkla candan ilgiyi ve bu bağlılığın onun nazım ve nesri Üzerinde bıraktığı tesiri bazı şahit ve delilleriyle be­lirtmek istiyoruz. Lari diyor ki:

«Cami ile Ubeydullah-i Ahrar arasında dört defa görüş­me olmuştur. Bunlardan ikisi Semerkand' de, üçüncüsü Herat'tadır. Ubeydullah Sultan Ebu Sait zamanında Maveraünnehir'den Horasan’a geliyordu. Bu sırada Camı de Herat'tan ayrıl­mış şeyh'i görmek maksadiyle Merv' e ugramıştı. Cami bir yazısında diyor ki, Hoca Ubeydullah Merv taraflarında bu acizden kaç yaşındasın diye sordu. Ben elli beş yaşımda ol­duğumu söyledim. Buyurdular ki bizim yaşımız tahminen on iki yıl daha fazladır.

Şurası gizli kalmamalıdır ki, bu görüşmeden daha önce ve daha sonraları her ikisi arasında bir çok mektuplaşmalar da olmuştur. Camî'nin bu şeyhe son derece bağlılığı manzum ve mensur eserlerinin şahitliğiyle herkesça bilinmekta olan aydın bir hakikattir. Bu manzum ve mensur parçaların şöhreti, burada birkaç örnek vermemizi yeterli kılmaktadır. Aşağıda göstereceğimiz parçalar aynı zamanda şeyh Ubeydullah'ın da Cami'ye karşı beslediği derin sevgiyi aksettirecektir. Bu bakı­ma göre değerli birer vesika olan bu mektupları şurada kayt edeceğiz:

Birinci mektup:

Niyazlarını sunduktan sonra bu zavallı aşıkın dilekleri şudur ki, zaman zaman küstahlık ile halimdeki haraplığı birazıcık olsun o dergahın kullarına bildirmek arzusunu duy­maktayım. Fakat korkuyorum ki, bu fakirin elem ve keder­leri yakaladığı doğanı kaçıranların duyduğu ıstıraba dönsün. «yalnızlık vahşettir» sözü her halde doğrudur. Ricamız şudur ki: himmet nazarınız şu kimsesiz zavallıya dönsün. Merhamet büyüklerin ahlakındandır. Bu biçareden de esirgenmesin. Sizin lûtfunuzdan başka aşkımın tesellisine bir çare bilmiyorum.

Şiir

— Şeytan, kerem sahiplerınden her kimi azdırırsa onu öldürmeden önce başını yer.

Selam ve ikram.

ikinci mektup:

Şu mektubumla o dergahın eşiğini öpmek hususundaki hasret ve İştiyakın artmış olduğunu arz etmek isterim. Her ne kadar kendi kendime bu bir bevlete konmak dileğidir. Bugün kime nasip olabilir '.I diyorum, amma kendimi o kutsal eşiğin üzerinde görmek arzusu da çok derindir. Tanrı'nın sonsuz lûtuflarından ümit edilir ki, bu kolsuz kanadsız, himmetsiz zavallıya inayet ve keremiyle bu saadeti ihsan eder. Her ne suretle olursa olsun benlik zindanının karanlığından kurtulmak icin o dergakın eşiğini öpmeye koşacağım vesselam.»

**

Horasan ve Maveraünnehir' de Nakşibendiye tarikının Mürşidi olan Hoca Nasırüddin Ubeydullah-i Ahrar, Cami-nin çağdaşıdır. Cami de onun ululuğunu her yerde tekrarlar du­rur. Onu birçok kitaplarında Üstat ve Mahdûm Mürşit sözleriyle anar, Şüphe yok ki, Uubeydullaâ-i Ahrar asrının en büyükleri sırasındadır. Sultan Ebu Said Gürgan devlet idaresondeki başarılarını onun irşadına borçludur. Her işte şeyhin tavsiye ve şefaatlerini kabul ederdi. Bir aralık Semerkand ve Buhara vilayetlerinin damga vergilerini bu mürşidin ısrar ve ricası üzerine affetmiştir. Başkent'i Semerkand'dan Herat' a naklettikten sonra da hocayı iki defa Horasan'a da­vet etti. İlk davette Herat' a, ikinci devlette Merv' e gitti.

Muinüddin i Esefrazi; Herat tarihinde şeyhin Merv' de misafirliğini 8 7 2 yılı olayları arasında şu suretle kaydediyor:

«Zamane velisi Hoca Nasırüddin Uybeydullah'ın (Tanrı sırrını kutlasın) gönlünde Irak' a gitmek arzusu uyandı. Maveraünnehir.den Horasan'a yöneldi. Merv e geldikleri zaman saadetlû Sultan Ebu Said onu ağırlamakta pek tantanalı İstik­bal törenleri yapmak hususunda hiçbir şey eksik bırakmadı. Şeyh' e o derecede bir saygı gösteriyordu ki.. sultan Üst üste iki defa ziyaretine gittiği halde o ancak bir fefa sultanın meclisine gidebilirdi. Merv' de uzun müzakere ve müşavere­lerden sonra İrak yoluna devam etmeğe karar verdi. (Hiç kimse nerede öleceğini bilmez: Lokman suresi 3 5 ) ayeti hükmünce göklere eren irşat bayraklarını İrak tarafına çevir­diler. . . Sonra Hoca Ubeydullah saadetle Maveraünnehir ta­rafına döndü »

Cami, Sîlsîletüzzehep mesnevesinin birinci cildinde Hoca Ubeydullah' ın Merv' e geldiği sırada sultanın ona karşı gös­terdiği yüksek saygıyı ve yine o misafirlik sırasında üstadının keneisine verdiği öğütleri anlatmakta ve bu hikâyeyi bir mes­nevisine konu yaparak şunları yazmaktadır:

«— İşten anlıyan kölelerin efendisi talihlerin kıblesi Ubeydullah,

— Tanrı geçmişlerin ruhlarına rahmet, geleceklerinin ömürlerine bereket versin.

— Zamane şahının ricasiyle Semerkand'den Merv tarafına dizgin çevirdi.

— Şah bütün yücelik ve haşmetiyle fersahlarca onun is­tikbaline gitti.

— Hoca tatlı su bulutları içinde uçuşan melekler gibi atını acele sürüyordu.

— Şah ile onun, külahları arşa değen ardu başbuğları, Hep birlikte şeyhin maiyetinde yürüyorlar, üzengile­rine yüz sürüyorlardı

— Hepsi kendi gururlarında geçmiş. ona srygı armağan­ları sunuyorlar.

— Hepsi yüceliğine inanmış ona hürmet ve tazim şart­larını yerine getiriyorlar,

— Onun heybetli hareketinde, yerinden kopmuş bir dağın yürüyüşünü andıran bir azamet vardı.

— Fakat bu dağ heybetli velî. belki bir vakar ve tamkin şahikası idi.

— Kah herkesle birlikte, kah tek başına atını sürer, irfanlı ağzından cevherler saçılırdı.

— Ansızın bu acize seslendi. Fena mertebesinin zevki ancak bu sesin manasında idi.

Çünkü sağdan soldan yükselen hay huy sesleri hiç kim­sede zerre kadar tesir bırakmaz.

— Bütün bu çeşitli işler.insanı benliğinden uzaklaştırmaz

— Doğrusu bu irşat postunun sultanı kendi halinden ha­ber veriyor.

— Surete tapan ve yalınız hadiselerin dış yüzünü gören­lerin aksine olarak onun hali daima böyle idi.

— Ben şevkımdan birkaç söz söyledim. Yoksa onu öv­mek benim gibilerin haddi değildir.

— Onu tanıtmak için onun gibi bir şahit işter. Fakat şu zamanda onun bir eşi varını ki?

— Sema yüzyıllarca dönmelidir ki, onun gibi bir yıldız doğurabilsin.

— Bulut yıllarca kerem yağdırmalıdır ki, öyle bir inci tanesi meydana gelsin.

Bu mürşidin arkasına düş, çünkü tanrı fakirleri defterinin en başında gelen budur.

— Kapısında sıra sıra dizilmiş nice niyaz ehli var amma, o kimsenin kapısının halkasını çalmadı.

— Feleğin çemberi onun kapısında halkadır. Melekler derneği onu övmekle meşguldür. »

Şu manzumede işaret edildiğine göre Hoca Nasırüddin Ubeydullah’ın kapısı bütün dilek sahiplerinin sığınağı olmuştu, Horasan ve Maverâünnehir’ de halkın en çetin işlerini o kolaylaştırırdı. Niyaz ehli kimselere birçok tavsiye mektupları

yazardı. Böylece damga kanunu ve (yargu=yargı [ 1 ] usulü de onun arzusiyle kaldırılmıştır.

Mesnevi

— Dilek sahipleri daima hacılar gibi onun kapısının hal­kasına yapışırlardı.

— Fazilet ırmağından Horasan'a da, Maveraünnehir' e de Feyiz ve hayat dağıttı.

— Feyizli kaleminin irfanlı damlaları memleket levhasın­daki zulüm izlerini yıkadı.

— Kaleminin sureti kurtuluş anahtarı, yazısının mananı hayat bağışlıyan bir ifade idi.

— Mektubu kime ulaşsa sanki semadan inmiş bir ayet hükmüne geçirdi.

— Tavsiyeleri, zulüm önlemekte, her türlü kavga ve an­laşmazlığı gidermekte, Şah Şüca' gibi nüfuzlu ve tesirli idi.

— Din ve şeriatin hükümlerini sultanların boynuna bir halka gibi geçirdi.

— Sertlilkle karışık lûtuflariyle alemi Cengiz ocağının dumanlarından kurtardı.

— Dürüst fikriyle, din uğrunda gösterdiği gayretle dam­ga belasını ve yargu pisliğini temizledi.

— Evet, o rahmet yağdıran bir bulutt. Bulutun vazifesi de ortalığı yıkamaktır.»

Ubeydullah'i Ahrar'ın ikinci Horasan seferi, Sulfan Ebu . Said'in Azerbaycan cengine hazırlandığı sıraya raslar. Ebu Sait, Şeyhi meşveret etmek ve himmetinden faydalanmak maksadiyle Horasan’a çağırdı, Kendisi de Merv' e gitti.

Cami Tuhfetül Ahrar adlı mesnevisinde Nakşibendiye tarikatına girmiş olduğunu açıkça belirttikten sonra ilkönce

[1] l Yargu) o zamau işkence ile suç itiraf ettirmek anlamına kullanı­l ır.          Mütercim

büyük kutup ve tarikatın yeniden kurucusu Buhara'lı Nakşibent lâkabiyle meşhur Bahaeddin'i över ve ona ait menkabeler anlatır. Daha sonra da zamanının mürşidi ve bu tarikatın şeyhi Hoca Nasırüddin Ubeydullah'a duva ederek manzume­sini bitirir. Hoca Ubeydullah-i Ahrar hakkında şunları şöyler:

«— Cihanda ulu padişahlık nöbetini, Ubeydullah'i Ahrar'ın dervişlik saltanatı çaldı.

— Fakr mertebesinin hürriyetini anlamış olan bir velî varsa o da hür insanların efendisi olan Ubeydullah-i Ah­rar' dır.»

Şu kıt' ada şeyhin Cengiz yasasiyle kurulmuş olan bir takım vergi kanunların kaldırılması hakkındaki himmetleri ve sultanlar katında mazlumların korunması hususunda yaptığı teşebbüsler işaret edilmektedir.

Kıt'a

«— Cevher saçan kalemini ıslatınca cengiz yasasının zu­lümlerini yıkadı.

— Kalemi, yazdığı nefis yazılarla memleketin her tarafın­daki zulüm fermanlarının hattım kuruttu.

— Yazıları, her karanlığa ışık verir, makamı ikinci bir Ka'be gibidir.

— Etrafını çeviren dost halkası onun evrat ve zikirlerin­den feyz almaktadır.»

Cami Tuhfetül -Ahar mesnevisinin başlangıcından pîr'i ile aralarında geçen Üç sohbet bahsini anlatırken, tarikatte nasıl ilerlediğini açıklamakta ve bu Üç sohbet neticesinde üç irfan mertebesi olan İlmülyakîn, Aynülyakîn, Hakkulyakîn derecelerine ne suretle yükseldiğini belirtmekte ve daha sonra da sırasiyle kitabındaki makalelere geçmektedir. Bu üç sohbet hakkındaki manzumelerinde çok latif nükteler var. Tam bir vecd ve hararet içinde yazdığı bu şiirler onun seyr ve sülük merhalelerinden nasıl geçtiğini, pirine karşı nasıl kuvvetli bir bağlılık gösterdiğini, tatlı sözler ve hoş ifadelerle anlatır.

Hatimetül -hayat adlı üçüncü divanında Camî'nin yedi kup leden ibaret bir Terkib -i bendi var ki, bunda Hoca Nasırüddin Ubeybullah' ın mertebesine şu beytle İşaret edil­mektedir :

« — Her gözde bir gam tufanının dalgalandığını görü­yorum. Her dudakta kulağıma bir matam sesi çarpıyor.»

Kuplenin sonunda da şu beyit var:

« — Hoca giiti. Biz onun ayrılık elemiyle esir düştük. Pir' in gölgesi asla müritlerin başından eksik olmasın.»

İkinci kup lede:

« — Fark mertebesinin manasına ezelden aşima olan bir arif varsa o da dinin yardımcısı, dünyanın nusreti Nasırüddin Ubeydullah idi.»

Beşinci kuplede de:

« — Bu musibet yalnız Maveraünnehir' lilere gelmedi. Her şehir bu acı haberden halka zindan kesildi.»

Yine üçüncü divanda Hoca Ubeydullah'ın ölüm tarihini gösteren iki kıt'a var. Bunlardan biri şudur:

« — 795 lı bir pazar gecesi ki, Hazret-i Peygamber'in dün­yadan göçtüğü ayın son gününe r.aslamıştı..

— Din ve dünyanın piri Ubeydullah, ebedî hayatın saf şarabını ecel kadehinden içti.»

Cami'nin yakınları ve akrabası

Reşehat -i Aynül’hayat kitabında Camî'nin ailesiyle ço­cukları ve hısım akrabası hakkında uzun bilgiler verilmekte. dir. Bu sözleri buraya aynen almak bizi başka vesikalara baş vurmak külfetinden kurtaracaktır:

«Şurası gizli kalmaktadır ki, Kaşgar'lı mevlana Sadeddin'in büyük oğlu hoca Kelân’ın iki kızı vardı. Bunlardan biri Ca­mi ile evlenmiş, öteki de bu satırların yazarına nişanlanmıştı. Bu münasebetle şu kıt' ayı söylemiştik:

Kıt'a

« — Din ve milletin saadeti olan Sadeddin'in burcundan iki şeref yıldızı doğdu. Sedeften çıkan inciler gibi parladı.

— Bunlardan biri Cam'lı arifin evine ışık verdi. Öteki de Safiyyüddin Ali'yi bu düşkünlük mevkiinden şeref maka­mına yükseltti.»

Cami' nin bu kızcağızdan dört çocuğu dünyaya geldi. İlk çocuğu bir günden fazla yaşamadığı için bir ad bile verileme­di. İkinci oğlu Hoca Safiyüddin Muhammed ise bir yaşında iken öldü. Cami bu çocuğun ölümünden çok özüldü. Yavrusu için yazdığı mersiye ilk divanında kayıtlıdır. [ 1 ] Tuhaf bir tesadüf olarak çocuğun ölümünden sonra onun lakabi olan

[1] Be mersiye yedi kupleden ibaret pek acıklı bir parçadır: Gerek fesahati ve güzelliği ve gerekse yanık bir gönülle söylenmiş olması bakımın. dan pek latif düşmüştür, Dört kuplesini naklediyoruz.

« — Bu köhne bağda giil daima dikenle beraberdir. O dikenle kana­mamış bir gönül var mı?

— Rahatlık düzeni isteme, Dilek meyvesi arama, O bağ elem yaprağı gam meyvaıs ve ıstırapla doludur.

— Misk bu kadar güzel kokusiyle beraber içinde tatar geyiklerinin pıhtılaşmış kanı var.

— Çalgıcının kucağında uyuyan ut tellerine parmak vurma! onda yüz­lere!" inilti sesleri gizlidir,

— Goncanın defterinde nice renkli yapraklar var amma onlarda gülün kısa ömrü yazılıdır.

— İbret için yerin göbeğini yar da bir bak, içinde ne dilber yanak. ların, ne kaytan bıyıkların çürüdüğünü gör.

— Cihan kaza çevganma takılmış bir top gibi kararsızdır. Onda de­vamlı bir hayatın imkanı var mı?

— Dünyanın kararsızlığı benim de sabır ve tahammülümü tüketti. Gönlümün muradını, canımın dileğini yanımdan aldı.

— Şu cefa tabiatlı feleğin dönüşünü seyret! Benim gibi bir miskin'in nasıl altını Üstüne çevirdi.

— Gözümden yüzlerce mücevher damlaları akıttı, varlık manzumesin­den Safiyüddin'in sedefindeki güzel inciyi kopardı,

— Öz bağımdan taze bir gül dalı kırdı. Onunla Ceylan gözlü Hurile­rin bahçesini süsliyecek.

— Gümüş topraktan çıkar. bilmem ki ne yüzle o gümüş tenliyi koynunda sakladı?

— Gözüm onun yanağını görmeden cihana bakmak istemiyor. Bari dünyaya bakan gözlerime kan bağlıyayım.

Safi'yi bana takdılar ve benim lakabım olan Fahr'i de ona doğum tarihi düşürdüler. Mübarek yazılariyle nazm ettikleri şu rubaide bu nokta belirtilmiştir:

«— Safiyyüddin Muhammed'ki cihan onunla, tenin canla hayat bulması gibi, yeni bir hayat bulmuştu.

— Dünya onun varlığiyle iftihar ettiği için doğum yılı Fahr kelimesinden aşikar oldu. (880)»

Bu çocuğun ölümünden sonra Emir Nizameddin Alişir Nevai dört kelimeden ibaret olan ve «Siz sağ olun» anlamına gelen bir cümle ile Cami'ye hem tesellide bulunmüş, hem de bu cümleyi tarih düşürmüştür.

Cami'nin üçüncü oğlu Ziyaeddin Yusuf’tur. Doğum tarihi üstadın el yazısiyle şu suretle kaydedilmiştir: «Değerli oğlum Ziyaeddin Yusuf'un doğumu, Tanrı onu güzel bir fidan gibi yetiştirsin. 882 yılı Şavval ayının dokuzuncu çarşamba günü gece yarısından sonraya rastlar.»

Bir gün Cami eski mescidin kuzey tarafındaki havuz ba­şın da oturuyordu. Hizmetçilerden biri hoca Ziyaeddin Yusuf'u omuzuna almış harem dairesinden getiriyordu. Ziyaeddin o tarihlerde ancak beş yaşlarında idi. Babasına yaklaşınca he­men söze başladı. Baba ben Hoca Ubeydullah'ı görmedim, dedi, Camî, gülümsedi. Oğluna, yavrum dedi sen Hocayı gördün amma benim hatırıma gelmiyor. Sonra buyurdular

— Neş'emin mayası o idi. Bilmem ki bundan böyle hangi vasıta ile şu gamlı gönlümü şad edeyim?

— Onun ayrılık ateşi göğsüme bayrak dikdi. O ateşi söndürmek için zaman zaman su serpeyim.

— Ey gönül, ahınla yoldaş ol da Cennet'in yolunu ara, bu nükteyi dinle de Safiyüddin'in kulağına söyle.

— Ey baba. ağlıyan gözünden gönül kanı döküyorsun. Ey babasının eanı, babana acımak aklından geçmedi mi?

— Taze bahar geldi, güller topraktan fışkırdı, Bari sen de topraktan silkin, ey babasının neş'eli güiü!

— Ruhların dağılışı babanın emriyle olsaydı, kendi canını senin canınla değişirdi.

— Gözlerim Yakub’un gözleriöe döndü. Ey babasının Yusuf'u Ken'anı ki, bu günlerde rüyamda Hoca hazretlerini şuracıkta gördüm ve mescidin kuzeyindeki Ruvak'ı işaret ederek: Ben Ziyaeddin'in elinden tutmuştum. Hoca'nın huzuruna götürdüm. Şu çocuğa inayet nazariyle bir bakın da onu kabul ve iltifatınız şerefine mazhar kılın dedim. Hoca, çocuğu elimden aldı. Mübarek ağzını onun ağzının üzerine koydu Gayet beyaz bir şey Hocanın ağzından çocuğun ağzına döküldü. Ziyaeddin'in ağzı bu süt gibi madde ile doldu. Biraz da taştı. Sonra çocu­ğu yine bana verdi. Ben de hemen uykudan uyandım. Bu vak'ayı Hurdname i lskenderî’nin başlangıcında Ziyaeddin Yusuf'un menkabesinde de hikaye eder. [ 1 ]

[l] Reşehat müellifinin işaret ettiği beytler:

— Su ve topraktan filizlenmiş bir fidan ki, gönlümün bağı onunla süslenmiştir.

— O. bir fidan değil yen i yetişmiş bir yavru. senin yerini tutacak bir müjdeci.

— Bir gece onu rüyamda öyle gördüm ki, gonca ğibi hırkamın içine sakladım

— Ümitlerle senin huzuruna getirdim, Başını şefkatle kucakladım.

— LÛtf ile ağzını ağzına koydun, ağzından onun ağzına bir şey akıt­tın.

— Saf ve latif bir şerbet ki, tatlılıkta ve renkte bal ve süt gibi.

— Ağzı o şerbetle öyle dolu ki, mücevher kadehi tamamiyle taştı.

Allah aşkına gömleğinin' kokusunu gönder!

— Gül gibi hayatımın yakasını yırtmıyorsam toprağında biten diken­lerin sevğisindeu, onların eteğime yapışması yüzündendir.

— Seni rüyamda görmüştüm ki, gönlümdeki topluluğu dağıtıyorsun, deme ki, babanın bu perişan rüyası doğruymuş.

— Kimse yok ki ondan senin halini öğreneyim, gönlümü yatıştırmak için bari Seni hayalinden sorayım.

— Ne yazık ki, sen kötüler eline düşmüş bir inci danesi, yahut şaşı­ların gözü önüne konulmuş bir ayna idin.

— Yazık ki, kutsal saraydan gelmiş senin gibi bir ışık körler derne­ğinde parladı.

Yazık oldu. Senin gibi güneş unuruna layık bir ay parçası şu intikam dolu savaş alanında kin kılıcına kurban gitti.

— Temiz geldin. temiz gittin. Sonra kayb perdesinde saaa leke sürecek bir el yoktur.

Cami' nin dördüdcü oğlu Zahirüddin Isa' da Ziyaeddin Yusuf' tan dokz yıl sonra dünyaya geldi. Doğum tarihini el yazılariyle şöyle kayd etmişlerdir: «Oğlum Zahirüddin îsa 891 yılı Muharrem ayının beşinci Perşembe pünü öğle sula­rında doğdu. Tanrı onu güzel bir fidan gibi yetiştirsin, ona iki cihan saadetini nasip etsin. Hazret-i Muhammed ve onun temiz ve kutlu evladı hürmetine»

Zahirüddin İsa doğumundan kırk gün sonra öldü. Cami, bu çocuğun doğum ve ölüm tarihini şu kıt'alarla nakletmiştir.

Doğum tarihini gösteren kıt'a

« — Zahirüddin yavru Muharremin beşinci günü öğle vakti bize huzur ve savinç getirmişti.

— Adını koymak için rakamlarda isim aradım, <Zalike îsa* dan başka gayb aleminden bir işaret gelmedi.

— Isa'nın yazılışı değil okunuşu hesap edilirse doğum tarihi bu olur. (890)

Ölümünü gösteren kıt'a

« — Gözüm nuru Zahirüddin'in gelip gitmeei pek çabuk oldu.

— O, Kerem göğünden çakmış bir şimek idi. Doğmasiyle ölmesi o kadar yakın düştü.

*

*

Camî'nin mevlana Muhammed adlı bir de kardeşi vardı. Hal tercümesi Mecalisünnefais kitabında yazılıdır. Bu zat gö-

— Ey gül yanaklı, hoş lehçeli yavru, şu körler ve sağırlar hangâme• sinden göçünü çabuk bağladın.

— Feleğin işlerinde sağlamlık yoktur. Çünkü, Kaza daima bu şişeciler tezgahına taş savurmartadır.

— Gün görmüş pîr, nasıl sonsuz bir hayat bekliyebilir ki, ondan daha küçükleri göçlerini yüklediler.

— Cami bu merhalede en iyisi başkalarının ölümünden kendi ölümü için ibret almaktır.

rünüşte alim ve faziletli bir adam idi. Zahiri ilimleri gayet iyi bilirdi. Tarih ve musiki bilgilerinde üstad idi. Mir Alişir şu rubaiyi onun vasfında söylemiştir:

Rubai

« — Sensiz İçtiğim bu badeyi artık sevInç ve zevk pe­şinde içemeyeceğim.

— Siyah zülfün hayatıma karanlık getirdi. Gündzümüzün matemini geceye eriştiriyorum. »

Cami. kardeşi mevlana Muhammed'in ölümü dolayısiyle terkib-i bend tarzında bir mersiye yazmıştır. Bu acıklı ağıt­tan şu beyitleri alıyoruz:

« — Zamane daha ne kadar ciğerimi gamlarla dağlıyacak? Vurduğu dağların biri sağalmadan öteki geliyor.

— Biraz hafif geçen her yaranın arkasından daha beter bir yara açılıyor,

— Binlerce gamın yükü altında eziliyorum. Felek imkan bulsa sırtıma daha yüzlerce gam dağları yükliyecek.

— O Zalimin misafir sofrasına rastlasam önüme ciğer kebabı çıkaracak.

— Aleme şeker ziyafeti çekse o arada hazırladığı yüzler­ce katıksız zehri de bana yutturmak ister.

— Mademki bana ihsan ve lütuf kapısından bir şey gel­meyecek, kaşki göçümü bu yoksulluk sarayından dışarı atsalar.

— Bilir misin? Felekten bana düşen rahat yastığı nedir? Son günümde başımın altına koyacakları bir kerpiç.

— Ölüm korkusundan can ve gönüller yaralıdır amma o korkudan ümitli yaşamakta da yüz türlü rahatlık var.

'f. 'f.

*

— Gihanda sevgili bir kardeşle bir zendre dizilmiş iki değerli inci gibi beraberce bahtiyar idik.

— Öyle bir kardeş ki, ilim ve fazilette, zamanenin anası ona benzer bir oğul doğurmamıştı.

— Hüner bağında öten bir bülbül, ilim gökünde parlıyan bir yıldızdı.

— Fazilet semasının güneşi Muhammed, daima yürüyü­şünde ezeli nuru kendine klavuz edinmişti. *

— Onun vasıflarından azıcık bahsetsem, ahlaki faziletler­den derlenmiş bir kitap olur.

— Yazık, yazık ki, cihan bağında diktiği irfan ve kemal fidanlarından bir meyva yemeden gitti.

— Zamanenin gözü yüz yıllarca onun gibi aydın gönüllü, ince anlayışlı bir şair görmemişti.

— Çok değerli olan bu nükteyi kulağında tut, çünkü bu onun latif şiiri, fakat bizim hasbihalimizdir. »

* *

*

Fasılasız bir surette devam eden başka bir bend'de mevlana Muhammed' e ait bir gazelin Cami tarafından yapılmış olan bir tazmin'ini görüyoruz:

« — Gittin, fakat dert ve elemin bana yadiğar kaldı. Ümitle çarpan kalbimde sana ait yuzlerce hasret hatırası yaşıyor.

— Gülistanın elemini bülbül çekti, amma sonunda gülü Saba rüzgarı kaptı, bize ancak dikeni kaldı.

— Eteğim göz yaşlarımla denize döndü. Fakat ne çare, o birıcik mücevherim topraklara karıştı.

Ey Şefkatli yar, kereminle elimi tutmuştun 1 İşim elimden gitti, lâkin hâlâ elim işte duruyor.

— Kalbimdeki yaradan eser kalmadığına şaşıyarum. Fa­kat bu yanıp yakılma gönlümde ebedi kaldı.

— Canımın özeldiği o kardeş elden gitti. Yalnız bu yaslı can kaldı. Bilmemki, bana ne faydası var?

— Gönlümü bir gülün dikeni sızlatıyor. O gül soldu, fakat içinde hala dikenler dolu.

— Onun misk saçan kaleminden bir şöz bulayım da bari bir hatırası olarak can ve gönlüme hamail gibi takayım.»

Camî’nin seyahatleri

Cami'nin hal tercümesini anlatırken onun bazı seyahatlerin­den de bağsetmek yerinde olur. Bunları sırasiyle gösterelim:

1   — Çocukluğumda babasiyle birlikte Cam vilâyetinden Herat’a gelerek Semerkand'lı Hoca Ali' den ders okuması.

2   — Delikanlılık çağında Şahruh devrinde Herat' tan Semerkand’e gitmesi.

3   — Semerkand'den tekrar Herat’a dönüşü, Alâeddin Ali Kuşçu ile görüşmesi ve ondan ders aldığı sırada mevlâna Sa­dettin i Kâşgaye intisabı.

4   — Hoca Ubeydullah-i Ahrar’ı ziyaret maksadiyle He­rat’tan Mevre gitmesi.

5    — Yine Hoca Ubadullah’la görüşmek üzere 8 7 O tari­hinde ikinci defa Semerkand' e seyahati.

6    — Üçüncü defa 884 yılında Farab ve Taşkend tarafla­rında bulunan Hoca Ubeydullah’ı ziyaret İçin Semerkand’e gitmesi.

8 7 7 yılında Horasan' dan Hicaz'a giderken Hemedan Kürdistan, Bağdad, Kerbelâ, Necef, Medine, Mekke, Şam, Halep, Tebriz’ den geçerek tekrar Horasan'a dönmüştii.

Camî’nin evvelki seferlerinden daha uzun ve devamlı olan son seyahatı hakkında Reşehati Aynülhayat’ta yazılı bilgileri önemi dolayısiyle aynen buraya geçiriyoruz:

«Camî, 8 7 7 yılı Rabiül'evvel ayının ortalarına doğru Hi­caz’a yollandı. Gidip gelmeleri tarihi bu bölümün sonunda kendi ifadeleriyle olduğu gibi anlatılacaktır. Hicaz yolculuğu­na karar verdiği ve yol hazırlıklarilye meşgul bulunduğu sı­ralarda Horasan ileri gelenlerinden bir çoğu onu bu seyahat­ten vaz geçirmek istediler ve dediler ki, her gün sizin iltifa­tınız sayesinde birçok dervişlerin ihtiyaçları sağlanmaktadır. Sultan katında sizin himmet ve aracılığınızla görülen hayırlı işlerin sevabı Hacce yaya gidip gelmekle beraberdir. Cami latife yoliyle şunları söyledi: Çoktanberi piyade hac etmekten yorgun ve azgın bir hale geldik. Şimdi de süvari olark bir hac etmes istiyoruz,

Herat’tan ayrıldıktan sonra Sebzvar, Bistam, Damgan, Semnan, Kazvin yoliyle Hemedan’a geldiler. Hemedan hâki­mi şah Minuçehr, üstad hakkında tam bir bağlılık ve saygı gösterdi, Üç gün üç gece Cami ile beraberindeki yolcuları misafir etti. Şahane ziyafetler verdi. Yanlarına kendi akraba­sından ve saray adamlarından kalabalık bir muhafaza kafilesi kattı. Bunlar Hacılar alayını ÎCürdistan' dan Bağdad sınırına kadar selametle uğurladılar. Cami, Cemaziyel'ahir ayının ba­şına doğru Bağdad'a yetişti. Birkaç gün 'istirahatten sonra Hazret-iHüseyin'in türbesini ziyaret niyetiyle Hille'ye yollandı. Kerbelaya geldikleri zaman şu beyt ile başlıyan gazeli söyle­diler:

« — Hüseyin'in şehid olduğu yere gözlerimi sürerek geç­tim. Bu yolculuk aşıklar mezhebinde Farz-i ayn'dır.»

Hille' den tekrar Bağdad'a döndüler. O günlerde bazı garip hadiseler başgösterdi. Rafiziler, Silsiletüzzehep kitabın­daki bazı beytlere itiraz ile gürültü kopardılar. Bu vaka kı­saca şöyle geçti:

Sevathan'lı Fethi adında biri Cam vilayetinde yerleşmiş, senelerce mevlana Cami ile komşuluk etmişti. bu hayırlı yol­culukta da üstadın kafilesine katılmıştı. Bir gün, üstadın hiz­metçilerinden biriyle aralarında çıkan şahsi bir anlaşmazlık yüzünden bazı dedikodular oldu. Nihayet bu münakaşa büyük bir kavga derecesine vardı, Fethi, başka bir gün mayasındaki bozukluk ve tabiatındaki kabalık dolayısiyle Cami' den ayrıldı Rafizilerle aralarındaki mezhep ve cinsiyet ilgisini tazeliyerek onlarla daşüp kalkmaya başladı. Nihayet tamamiyle onların tarafına geçti.

Silsiletüzzehep’vn. birinci cildinde üstadın Kadı Adud' dan naklettiği bir temsilde bir çok kimsenin kendi vehim ve hahayallerinde yarattıkları Tanrı'ya kulluk ettikleri belirtilmek­tedir. Fethi, bu temsilin baş ve son taraflarındaki beyitleri atarak ancak Kızılbaşların işine gelen kısımlarını ayırmak su­retiyle onlara gösterdi. Rafizilerden biri son derece bir taassubla fitneyi körüklemek için bu hadiseyi büyüterek o beytle­re birkaç beyt daha ekledi. Birtakım cahil ve azgın Rafıziler her taraftan Cami kafilesindeki yolcuları kinaye ve İşaret yollariyle, bir takım karışık sözlerle iğnelemeğe başladılar. Cami'yi bir gün Bağdad'ın büyük medreselerinden birinde kurulan ilmi bir meclise davet ettiler. Sağında ve solunda Hanefi ve Şafii kadıları yer aldı. O sıralarda Akkoyunlu uzun Hasan bey tarafınden Bağdad hakimliğine tayin edilmiş olan yeğeni Maksut beyle kayın biraderi Halil bey diğer Türkman beyle­riyle birlikte Cami'nin karşısında oturuyorlardı, Bütün Bağ­dad halkı medresenin etrafına üşüşmüş, damını, kapısını çev­relemişti. Silsiletüzıeheb kitabını ortaya koydular. Bu hikâye­nin hulasası halka anlatıldı. Cami, güleç bir çehre ile dedi ki, Silsiletüzzeheb kitabında Hazret-i Ali ile onun şerefli evlâdını (Tanrı hepsinden de razi olsun) öğdüm. Horasan Sünnilerinin beni rafızilikle suçlandırılmasmdan korkuyordum. Amma bu gün Bağdad'da rafızilerin cefasına uğrayacağımı hiç düşün­memiştim.

Meclistekiler hadisenin iç yüzünü anlayınca hayretle par­mak ısırdılar ve hep birden dediler ki, bu ümmet içinde hiç kimse Hazret-i Ali'yi bu kar güzel bir ifade ile öğmeğe aslâ muvaffak olmamtş, onun menkabelerini bu derece lâtif bir mübalağa ile tasvir edememiştir. Bundan sonra Bağdad Kadilkuzat' ı ile Hanefi ve Şafii kadıları şehir ulularından bazılariyle birlikte bu vaka hakkında bir mahzar kaleme aldılar. Bir müddet sonra da Cami yine kadılar ve şehir eşrafının bulunduğu bir mecliste Rafıziler cemaatının reisi olan Nimet Hayderi adında birisiyle konuşurken bu adama sordu:

Sen bizimle şeriat yönünden mi konuşmak istiyorsun, yoksa tarikat yönünden mi? Nimeı Haydari cevap verdi: Her iki yönden de.

Cami o halde dedi, önce şeriat hükmüne göre hareket et. Kalk çehrende bütün ömrünce el sürülmemiş olan şu bıyıkla­rını düzelt Cami bu sözü söyler söylemez mecliste hazır bulu­nan ve daima kendi sevgisini güden Şirvan'lılardan bir cema­at hemen yerinden fırladı. Nimet Hayderi'yi kucaklıyarak makas yetişinceye kadar bıyığının bir tarafını bir değnek üze­rine getirerek bıçakla kestiler. Öteki tarafını da makasla kırp­tılar. Bıyıkları tamamiyle kırpılınca Cami dedi ki, sana tari­kat yönünden bir el erişdi amma o yolun erenleri nazarında sürgün oldun. Sana fakr mertebesi haram oldu. Şimdi kendini vaktin pirine tanıtmak zorundasın. Ola ki, sana bir Fatiha ve Tekbir okusun. Rafızî trikatı usulüne göre onun Kerbalâ'ya gide­rek bir müddet orada seyyidlerin tekbirini kabul ettikten sonra tekrar mücadelesi başına dönmesi gerekli idi. Bundan sonra Nimet Hayderî’nin tarikat adamlarından Silsiletüzzeheb'in beytleri arasına uydurma ve uygunsuz beytler eklemek sure­tiyle taassub ve ifratta pek ileri gitmiş olan bazı rafızileri çağırarak mecliste tekdir ettiler. Ayrıca hâkimlerin kahir ve siyasetleri de baş gösterdi. Hemen aynı mecliste Nimet Hayderi’nin başına tahtadan bir külâh geydirdiler. Sonra ters eşeğe bindirdiler. Öteki yardakçılariyle birlikte ite kaka şehir ve pazarlarda dolaştırarak kepaze ettiler. Bu vakadan ve Bağdad’lıların cefasından duydukları teessürle şu gazeli yaz­dılar:

Gazel

— Sakî: destinin ağzını Dicle kıyısına çevir. Hâtıramdan Bağdad’lıların elemini yiyka.

— Dudaklarıma mey kadehiyle bir mühür vur ki, bu ül­kenin insanlarından hiçbiri konuşulmaya değmez.

— Alçaklardan vefa ve erkeklik bekleme! Şeytanın tabi­atında İnsanlık meziyeti arama!

— Aşk yolunda Zühd ve selâmet satın alınmaz. Cefa ve melâmete alışmış olanlara ne mutlu.

— Gizlice vuslat odasının duvarını delen âşık köy köpek­lerinin havhavından kurtulmuştur.

— Aşıkların vasfı renksiz ve nişansız olmaktır. Renk ve kokuya esir olanlardan bunu bekleme.

— Cami, bu toprak doğru yürüyüşlü İnsanların makamı değildir. Kalk Hicaz yoluna yüz tutalım!

Camî Bağdad' da dört ay kaldı. Aynı yılın Ramazan bay­ramından sonra Hicaz'a yollandı. Peygamber'in şahri olan Medine'ye yöneldi. Yolda Hazret'i Peygamberi öven bir Terkib i bend namzett. İlk beyti şöyle başlar:

— Ey Deveci, göçü yükle yâr'ın şevkinden her ân yü­zümde kan damlaları katar çekiyor.

Şevval ayı sonlarına doğru İzzet kıblesi olan Necef Eşref tarafına yollandı. O kutsal makamda da şu sözlerle başlıyan gazeli söylediler:

— Efendimin yattığı yer göründü. Devemi ilgar sürün, O şehidin toprağından bana âşikâr görünen ışıklar parladı.

Hazret'i Ali'nin kutsal meşhedini ziyaretten sanra da onun parlak menkabesini terennüm eden ve şu sözlerle başlayan gazeli yazdı:

— Senin ziyaretinle sabahladım ey Necef ulusu! Mezarına saçmak için elimde bir canım var.

O zaman Necef taraflarının Nakibül' eşraf'ı ve seyyidler başkanı olan Seyyid Şereddin Muhammed Leys bütün ailesi halkı ve memleket büyükleriyle birlikte Üstadı karşılamak ve uğurlamak hususunda çok büyük bir saygı ve ikram gösterdi. Üç gün geceli gündüzlü üstada karşı her türlü konukseverliği esirgemedi. Her hizmetini yerine getirdi. Zilkade ayı tazele­nirken üstad, kafilesiyle birlikte çöl yolunu tuttu ve tekrar Medine tarafına yöneldi. Bu yolculukta da türlü sanat mûcizeleriyle dolu bir kaside yazdılar ki ilk beyti şudur:

—Kafileden göç sesleri yükseldi. Ey deveci kalk, yükümu sar, göç âhengini tuttur.

Başka bir kasidenin başlangıcı da şöyledir:

— Yarabbi bu harem öyle bir şehir ki toprağından hayat kokusu geliyor. Burası ya İrem bağı alanı, yahut da Cennet bahçelerinin arasıdır.

Hareketlerinin 2 2 inci günü Medine' ye vardılar. Hazret'i Peygamber'in mübarek kabrini ziyaret hususunda gerekli şart­ları yerine getirdikten sonra Mekke yolunu tuttular. On günde Zilhicce ayının iptidalarına doğru Mekke'ye yetiştiler. Cami Mekke' de onbeş gün kaldı. Hac törenini bitirdikten sonra tekrar Medineye yollandı. Hazret' i Peygamber'in mübarek türbesine yüz çevirirken şu beyt ile başlıyan gazeli yazdı:

— Kabeye gittim. Orada yine senin mübarek toprağını özledim. Kabe'nin cemalini, senin yüzünü anarak temaşa ettim.

Medine'de bu seferde kırkbeş gün oturdular. Orada kal­dıkları müddetçe Medine ve çevresi Kazıyülkuzat' ı olan büyük hadis bilginlerinden Kadı Muhammed Haysari ile sohbette bulundular. Ondan hadis dinlediler ve hadislere ait vesikaları incelediler. Kadı, Üstad hakkında gerekli konukseverlik vazi­fesini tamamiyle yerine getirdi. Medine' den sonra Halep yolunu tuttular. Bu şehre geldikleri zaman seyyidler, İmamlar, Kadılar türlü armağanlarla üstadı ağırladılar. O sıralarda Rum Kayseri (Türk sultanı) Beyazıt İl, Cami'nin Horasan'dan Hi­caz'a gittiğini haber almış, saray mensuplarından bir hey' eti Karaman'lı Ataullah'ın başkanlığı altında uzak yollardan istikbalci göndermiş, İstanbul'a davet etmişti. Bu heyet beraberin­de beşbin Eşrefi altun getirmiş ve ayrıca maiyeti halkına da­ğıtılmak üzere yüzbin ahun vereceğini tebliğa memur edilmiş­ti. Sultan. tevazu ve rica yoliyle birkaç gün için iltifatları ışı­ğını Rum diyarı alanına da saçmalarını ve bu ülke sakinlerini de sevindirmelerini istemişti. İyi bir tesadüf eseri olarak sul­tanın davetçileri Şam'a varmadan önce Cami de Tanrısal bir ilham ile Şam'dan Helep' e yollanmıştı. Davetçiler Şam'a geldikleri zaman Cami'yi bulamadıklarına çok üzüldüler. Üs­tad henüz Halep' te iken kendisini davet için gönderilen hey' e­tin Şam'a geldiğini duydu. Bunların Halep' e kadar gelerek davette ısrar göstermeleri ihtimalini düşündü, Halep' te hiç durmadan doğruca Tebriz yolunu tuttu. Bu sırada yollar Os­manlı ve Azerbaycan orduları arasındaki muharebeler yüzün­den çok tehlikeli idi. Halep hakimi, Türkman beylerinin ulu­larından ve Uzun Hasan beyin akrabasından Mehmet beydi. Cami'ye karşı beslediği büyük saygı ve bağlılık dolayısiyle kendi ekrabasiyle yakın adamlarından mükemmel bir surette donattığı 300 süvariyi Üstadın kafilesine muhafız tayin etti. Hacılar kafilesi Kürdistan yoliy le birçok tehlikeli geçitlerden selametle geçerek Tebriz vilâyetine geldi. Şehrin ileri gelen­lerinden Kadı Hasan, Tahran.lı mevlâna Ebubekir, Derviş Kasım Şagrvul ile sultanın yakın maiyyet adamları tarafından karşılandı. Haklarında büyük ikramlar edildi. Güzel konaklar tertip olundu. Cami Hasan beyle mülâkatta bulundu. Hasan bey üstada son derece hürmet gösterdi. Şahâne hediyeler ve armağanlar sundu. Tebriz'de kalması çin çok ısrar etti. Fakat Cami bir an evvel ihtiyar annesinin yanında bulunmak baha­nesiyle Horasan yolunu tuttu. Herat' a vardıkları zaman Mizra Sultan Hüseyin (Baykara) Merv'de bulunuyordu. Üstadın Başkent'e geldiğini haber alınca has mutemetlerinden birkaç kişiyi değerli hediyelerle beraber saygı ve bağlılığını ifade eden bir mektupla Başkent'e gönderdi Mektubun başında şu arapça beyt yazılı idi:

— Hoş geldin, uğurlu ayağın kalplere neş-e, ruhlara safa getirdi.

Emir Alişir Harnsetül’mütehayyirin kitabında Caminin Herat'a dönüşü bahsinde bu hadiseyi kutlamak için yazdığı iki rubai ile üstadın cevaplarını şu satırlarla anlatır:

«Üstad Mekke seferinden döndükleri sırada padişah Belh şehrinde idi. Bir tebrik mektubu yazarak bir ulak eliyle gön­derdi. Selâmetle Herat'a dönmüş olduklarının haber alındığını bildirdi. Bizde şu Rubai'yi yazdık:

Rubai

—İnsaf et ey gök kubbe: Şu iki yıldızdan hangisi daha güzel salınıyor?

Senin Şark'tan doğarak cihanı aydınlatan güneşin mİ, yoksa benim dünyayı dolaşıp Şam tarafından dönen dolun­ayım mı ?

Üstad bu rubaiye karşı uzun bir cevap yazmış ve mek­tubuna şu rubaiyi ilâve etmişlerdi:

Rubai

— Kaleminle yazılı mektup diyor ki, ey seyahat günle-

rinde Şam' dan Rum diyarına yüzlerce armağan taşıyan yolcu:

— Senin kutlu ayağın aramızda olmadıkça hasret çeken­lere sevgiliden müjde gelmez.

Cami'nin aşağıdaki gazeli de Hicaz seferinden döndük­ten sonra yazdığı anlaşılıyor.

« — Tanrı'ya şükür ki, uzun yolculuklardan sonra gözle­rim yüzünü bir daha gördü.

— Senin yüzün, benim de gözüm açık oldukça karşımda kirpiklerimi kapamaklığım hoş kaçar mı?»

Gazelin sonunda da:

« — Cami, senin sevgi ve hasretinin makamından bir Ne­va çalarsa Uşşaka Rast ve Hicaz yollarından gider. [ 1 ]

[1] Cami bu beyitte musiki fasıllaıından Neva, Uşşak, Rast ve Hicaz fasıllarına telmih suretiyle bir tenasüp sanatı yapıyor. Nevaî kelimesiyle de ayrıca Alişir'e işaret ediyor.

BÖLÜM III.

Camî'nin vasifları

Eserleri üzerinde yapılacak incelemelerle hayat ve sergü­zeştleri hakkında tarihçilerin verdiği bilgiler, bu büyük ada­mın şahsiyetinde parlıyan seçkin vasıflarla yüksek meziyet­leri okurlara pek aydın bir şekilde aksettirmektedir. Bu de­ğerli meziyetlerin ışığı altında feyizli kaleminden sızan haki­kat cevherleri Fars edebiyatı tarihine ölmez sahifeler vermiş­tir. Yine o faziletli vasıflar sayesindedir ki, adını şark ve garpta en geniş bir alanda ebedîleştirmeğe muvaffak olmuştur.

Hakikatte onun fani hayatını tasvir ve hikayeden önce, bütün olgunluğu ve yüksek vasıflariyle mânevi hayatını teba­rüz ettirebilmek ancak tahkik ehli ve irfan sahibi tarihçelere düşer. Bu bahiste onu derin bir görüşle İncelemek, ruhundaki olağanüstü meziyetlere nüfuz edebilmek için derin araştırma­lara ihtiyaç vardır, Tâ ki, irfan ariyan gençler o ergin ve engin âlimin faziletli ahlakını hayatta bir örnek olarak alsın­lar. Cami. ancak bu ahlâk ve seciyanin ışığıyledir ki, Horasan-da ufak bir köyün mütevazı bir köşesinde yaşayan adı belirsiz bir delikanlı iken memleketin dâhileri arasına geçti. Bütün cihana ün saldı. Makam ve mertebesi öyle bir dereceye yükseldi ki, yeryüzünün büyük sultanları onun teveccüh ve iltifatını kazanmaya, ondan himmet dilemeye koştular.

Camî’nin burada belirtmek istediğimiz yüksek meziyetleri arasında onun yaratılışında gizli olan özel faziletleriyle sonra­dan çalışma ile elde ettiği eserlerinin incelenmesinden anlaşı­lan engin irfanını bir bölümde kısaca anlatacağız.

Camî’de ilim aşkı

Eserlerini gözden geçirenler, onun ilk bâriz vasfını, ilim tahsilinde gösterdiği doymaz bir şevk ve gayrette görürler. Öğrenmek aşkı Camî'nin yaradılışında vardı. İlk gençliğinden en yaşlı ve bitkin çağlarına kadar bir ilim adamı olarak da­ima öğrenmek ve öğretmekten zevk almış, bu asîl meşgale­den bir an bile geri kalmamıştır. Hayatı, ilim peşinde koşan­lar İçin tam bir örnek ve mükemmel bir misaldir.

Şahsi anlayış kabiliyeti, yanılmaz bir hâfıza, keskin ve taşkın bir zekâ, Camî'nin elinde birer muvaffakiyet vasıtasıydı. Bunlar ona ilim ve fazilet tahsilinde birer yardımcı oldu. Öyle bir mertebeye ermişti ki, tilmizleriyle irfan meclisine devam eden âşıkları kendisinde kutsal nefes olduğuna inanır­lardı. Bilgi tahsilinde esaslı şartlardan olan, devam, sebat ve intizam onda son mertebesini bulmuştu. Bu husus, tilmizle­rinden Molla Abdülgafur -i Lârî'nin üstadı için yazdığı hal tercümesi zeylinde şu sözlerle ifade edilmektedir:

«Üstat, ilim ve maarif tahsilinde birçok aşk ve cezbe halleri arasında bile şiir ve şairliğe, mutalâaya, münakaşa ve münazararaya vakit bulurdu. Bütün tahsil arkadaşlarına hattâ hocalarına Üstün bir olgunluk gösterirdi. Tatil günleri gönül hoşluğu ve İstirahatle geçer, başka düşüncelerle kendini yormazdı. Derlerdi ki, hangi halde olursam olayım, endişesiz kalamıyorum.

Tahsile devam ettiği zamanlarda çok defa sınıf arkadaş­larından birinin kitabını alır, bir an gözden geçirdikten sonra derse girer, yine bütün arkadaşlarını geride bırakırdı. Tahsil­leri daima kısa ve belirli zamanlara münhasır kalmış, fakat zahir ve hakikat ilimlerindeki derinliği Usul ve Füru'daki geniş bilgisiyle kendini tanıtmıştır. Son zamanda otuz yıl kadar tahsile ara vermişlerdi. Fakat herhangi bir bahisten söz açılsa ve o da orada hazır bulunsa idi, meseleyi temelinden hal ederdi. Bu hususta gösterdiği tasarruf kudreti meclisinde bulunanlara, beşer kafasının kavrıyamıyacağı bir harika veh­mini verirdi.

Maveraünnehir âlimlerinden biri heyet ilminde çetin bir mesele ile karşılaşmıştı. Bu adam bu fendeki ihtisasiyle meş­hurdu. Bir müddet bu müşkülünü halletmek için başvurduğu yerlerden kanaat verici bir cevap alamamıştı. Cami' nin sohbe­tinde bulunmak şerefine erdikten sonra bir gün meseleyi üstada açtı. Cami bu meseleyi derhal çözdü. O alim demiş­tir ki, o. günden sonra ben Camî’de kutsal nefes denilen bir kudret bulunduğuna İnandım.»

Yine Lârî diyor ki:

«Mütalâa ettiği kitaplara bir daha bakmazdı. «İlim bir noktadır. Cahiller onu çoğaltmışlardır» sözü gereğince her­hangi bir eserde kastedilen şeye derhal intikal ederlerdi. Na­zarlarına çarpan her meseleyi temelinden çözümlemedikçe kalbi bir türlü rahat edemez ve başka bir meseleye geçmezdi. Derlerdi ki, bir bahsi sonuna kadar getirmedikçe başka bir işe başlıyamıyorum.

Üstadın tabiatında kitap okuma zevki ve mütalâa aşkı o kadar kuvvetli idi ki, çok kere manzume ve mesnevilerinde kendi oğlu ile talebesine de daima faydalı kitaplar okumala­rını tavsiye ederdi. Üstadın eserlerinde bu gibi öğütlerle dolu birçok beyitler görülmektedir. Nasıl ki, şu Rubaî de aynı tav­siyeyi tekrarlar:

— Cihanda kitaptan daha hoş bir arkadaş yoktur. Şu gam yurdu olan zamanede ondan daha iyi bir teselli kaynağı ne var?

— Onunla birlikte tenha bir köşede yaşamakta her an yüz türlü rahatlık vardır. Fakat asla incinmek ihtimali yoktur.»

Yusuf ve Züleyha mesnevisinde de şu sözleri söyler:

«— Şu dünya âleminden yüzünü kitaplara çevir. Kitap­lardan öğreneceğin ahlâk ve fazilet öğütleriyle bezen 1

— Alimlerden kalma meşhur bir nükte vardır. İlim kitap­larda, alim mezarda yatar.

— Uzlet köşesinin dostu kitaptır. İrfan sabahının ışığı yine kitaptır.

— O. sana minnetsiz ve ücretsiz ustalık eder. İlimden sana yeni yeni gelişmeler sağlar.

— O, bir yoldaş, bir özlü yemiş, bir kabuklu meyvadır. İşin sırrını sessizce söyliyen bir dosttur.

— İçi gonca gibi yapraklarla doludur. Bu yapraklardan her biri birer tabak dolusu inci değerindedir.

— O meşin renkli bir mahfedir ki, içinde gülden gömle­ğiyle yüzlerce peri gizlenmiştir.

— İçinde yanağı misk kokan nice dilberler sıralanmış, ince güzellikleriyle yüz yüze dayanmışlardır.

— Kenarlarına parmakla dokunulsa yüzleriyle arkalarının hep aynı renkte olduğu anlaşılır.

— Latife söylemek için bir defa dudakları açıldı mı için­de binlerce mana incileri görünür.

— CS.h Kur aıı'ııı sırlarından bahsederler, gah Peygamber sözlerinden nükteler anlatıriar.

— Bazan sâf yürekliler gibi türlü hakikatlerin yollarını gösterirler.

— Bazı da ifadeleri arasında Yunan'lıların hikmetlerine işaret ederler.

— Sana hazan geçip gitmişlerin tarihlerini söyler, hazan geleceklerden haber verirler.

— Gah şiir denizlerinden aklının ceplerine esrar mücev­herleri dökerler.

— Bu maksatlardan hangisine kulak verirsen ver, ancak esas maksadı unutma.»

Tuhftiül’ebrar mesnevisinde de ilmin fazileti hakkında şu sözler vardır:

« — İlim, bütün hünerlerin baş tacıdır. Her kapının kili­dini açan bir anahtardır.

— İlim uğrunda kemerini kuşan da elini başka işlerden çok.

— Sana ilimden sonra ne söz söyliyeyim. O sana gelirse ne yapacağını öğretir.

— Ne çare ki, ilim çok uzun, ömrün kısadır. Fakat en çok gerekli olanlara çalış.

— Bilinmesi zarûri olan şeyleri öğren amma en iyisi gö­nül yapmaya bak.

Camî’de dünya ihtiraslarından uzak yaşama

Cam'lı üstadın müstesna vasıflarından biri de dünya kaytlerinden ve maddi hayat ihtiraslarından uzak yaşamasıdır. Yaratılışında tam mânasiyle bir derviş tevazuu vardı. Bütün eserlerinde olduğu gibi hareketlerinde ve sözlerinde de da­ima alçak gönüllülük, riyasızlık, feragat ve iman hâkimdi. O, hiçbir vakit pîr’lik ve mürşidlik iddiasına kalkışmadı. Daima zikir ve riyazetle meşgul olduğu halde hayat için zaruri olan işlerini de ihmal etmezdi.

Şeriat kurallarına daima bağlı kalmakla beraber, sofiye şeyhlerinin müridlerine telkin ettiği bütün ahlâkî faziletleri de nefsinde toplamıştı. Gösteriş, büyüklenme ve riya gibi bayağılıklardan uzak kaldı. Bu hususta tilmizlerinden Abdul gafur-i Lârî’nin üstadının fazilet ve ahlâkî vasıfları hakkındaki sözlerini aynen nakledelim:

«Üstat, batınî meşgalelerden bir an bile geri kalmazdı. Sanki «o velileri, ticaret ve alım satım sevdası Tanrı' yı an­maktan geri koymaz» âyeti onun hal ve şanına uygun olarak indirilmişti. Dışı halk ile, içi hak ile meşguldü. Zamanenin hâdiseleri, günlerin geçişi onun üzerinde hiçbir tasarruf ve tesir bırakmazdı. Bazı sapkınlar, üstadın meclisinde bir takım fitneci ve karışık fikirler ileri sürerlerdi. O bunlara hiç iltifat etmez, etse bile öfkesi çakan bir şimşek gibi çabuk geçerdi. Buyururlardı ki, Nakşibendi tarikatının lâtif bir çehresi var­dır. Her yerde ve herkesle geçinebilmek.

Rubai

— Kardeş 1 Devlet ipinin ucuna yapış da şu değerli öm­rü boşuna harcama.

— Her zaman, her yerde ve herkesle beraber daima kalb gözünü gizlice dost tarafina çevir.

Camî, daima Nakşibendiye ahlâkının öz mânasiyle hare­ket eder, haramdan pek sakınırdı. Sultanlar veya hâkimler meclisinde içkiden bir şey hazır bulundururlursa çok kere kendisine ayrı, yemek getirirlerdi. Yemeği ancak lüzumu ka­dar yerdi. Buyurulardı ki, her ne zaman zaruret dolâyısiyle böyle bir olup tibbi ile karşılaşsam günlerce ıstırabını çekerim. Eğer kendi meclislerinde buna benzer bir şey hazır et­seler, meclistekilerden hiç kimseye his ettirmiyecek bir şekil­de yemeğini ayrı getirirlerdi.-

Günlük işlerini bitirdikten, yatsı namazını kıldıktan sonra bir saat kadar bir cemaatle sohbet .eder, bu meclisten ayrıl­dıktan sonra da bir saat kadar Nakşibendiye tarikatı gere­ğince zikirle meşgul olurdu. Derlerdi ki, uykudan önce bu vazifenin yapılması daha önemlidir. Tâ ki, bereketi bütün geceyi kaplasın. Zikir faslı bittikten sonra istirahate çekilirdi. İlk zamanlarda İstirahat müddetleri pek kısa idi. İlk uykudan uyanır uyanmaz sabaha kadar namaz ve murakabe ile meşgul olurdu. Fakat son yıllarda gecenin üçte birini geçirdikten sonra uyur, bu zamana kadar yine namaz ve murakabe ile vakit geçirirdi. Seher vaktindeki ibadetin bereketi bütün gün devam eder derlerdi. Üstat, uykudan kalkınca sabah namazı için abdest alır, namazı bitirince güneş bir mızrak boyu yük­selinceye kadar murakabede kalırlar, öğleye kadar yine mu­rakabe, eser yazma ve kitap mütalâası gibi şeylerle uğraşırlardı.

Camî’nin oturuş vaziyeti namazda oturur gibi idi. Hakka ve halka saygı göstermek yönünden bu vaziyeti tercih eder ve daima kıbleye karşı oturmaya çalışırlardı. Çok kere de kuru toprak üzerinde otururlardı. Sırtına açık yenli bir kaftan örtünür, pek sade giyer, her ne giyşe yakıştırırdı. Bazan cüppe, hazan da kaftan giyer, kâh sarık sarar kâh sarmazdı. » «Sohbetlerinde garip bir özellik vardı. Meclisine gelenler bütün gam ve kederlerini unutur, bir neşe ve ferahlık duyar­lardı. Ziyaretine gelenler ister halktan, ister eşraf tabakasın­dan olsun kendisi kıyam etmedikçe oturmazlardı. Bu teşrifat tarzı sonradan onda bazı hastalıklara sebeboldu. Bundan dalayı mecliste daima en aşağı hattâ mümkün olsa kapı eşi­ğinde oturmak isterdi. Sofrada en fakir insanlarla beraber yemek yerdi. Yemekte pek teklifsiz davranır, sade yemekleri daha çok severdi.»

«İçinde riya karışık olan bir ilim ondan işitilmezdi. Dün­yalık ihtiyacı olup da bu ihtiyaca nefis ve arzularına kapılmak yüzünden düşmemiş olanlara gizlice yardımda bulunurlar, fakat bu zümreden olmıyanlara karşı da tekellüf göstermez­lerdi. Onda riya bulunmazdı. Halkın ne takdirine, ne de ten­kidine ihtiyacı vardı. Şöhret ve itibar kazanmak için riyaya başvurmayı asla tavsiye etmezdi. Dünya ihtiyaçlarından fazlakalan nesi varsa hep hayır işlerine sarfetti. Herat şehrinde bir medrese ve Hiyaban kasabasında medrese ve tekke, Cam vilâyetinde cami yaptırdılar. Emlâkinin çoğunu kendi köyüne yakın bulunan Hiyaban medresesine vakfettiler. »

«Camî, meclislerde pek az konuşurdu. Bazan da, dostlar, siz konuşun artık bizde söz kalmadı diyerek sözü meclise bırakır, fakat cemaati neşelendirmek için yine ara sıra konu­şurdu. Bir gece buyurdular ki, aynı meicliste daima beraber yaşıyan dost ve azizler gerektir ki, biribirlerinde fâni olsunlar ve neşelerini öteki arkadaşlarına da aksettirsinler.»

«Halvet zamanlarında Nakşibendiye ulularının öğütleriyle onların hakikat ve irfan alanındaki sözlerini çok konuşurlardı. Bu zümreye yabancı bulunanlar arasında fazilet ve kemal ehli insanlar olsalar bile Camî bu hususta hiçbir şey söyle­mezdi.

Rubai

— Camî, dostun gamını âleme açıklama, şüphe yok ki, bu gamı şerh edecek kimse yabancılar değildir.

— Yabancıların gam kuşu hiyle ile bizim elimize düştü. Sus ki, ele geçen bir kuşu ürkütmeyesin.

Cami'de onur ve tok gözlülük

Üstadın makbul vasıflarından biri de yüksek bir onur ve tok gözlülükle cimriliklen, halkın yardımına güvenmekten da­ima uzak kaçmasıdır. Bu faziletlerini birçok tarih ve tezkire müellifleri yazmakla beraber kendileri de bizzat sözleri ve şiirleriyle pek güzel tasvir etmişlerdir.

Bu konuda tezkirecilerin kaydettiği sözlerin en mükem­melini Reşehat müellifi Safiyüddin Ali' den dinliyelim:

«Üstadın gençlik çağlarında bir gün ders arkadaşlarından mevlana Şeyh Hüseyin, mevlana Davud, mevlana Muin aralarında kararlaştırdılar ki Şahruh'un büyük emirlerinden birinin kapısına gideler, ondan bir vazife istiyeler. Cami'nin de yeninden yakaladılar, çeke çeke Emir'in kapısına götürdü­ler Bir müddet kapıda bekledikten sonra Emir'le görüşerek dışarı çıktılar. Cami, o zaman dedi ki, benim sizinle beraber yapacağım İş ancak bundan ibaret olacaktır. Benden bu şe­kilde bir arkadaşlık artık beklemeyin. İşte bu vak'adan sonra bir daha zamane büyüklerinden ve dünya ehlinden hiç kim­senin kapısına gidip gelmedi. Daima yoksulluk köşesinde him­met ayağını sabır ve kanaat eteğine çekti. Şeyh Nizamî’nin şu sözleri sanki onun hakkında söylenmiştir.

« — Gençlik çağlarımda senden ümit kesip de başkaları­nın kapısına gitmedim.

— Her şeyi benim kapıma sen gönderdim. Ben isteme­diğim halde sen verdin.»

Cami demiştir ki, biz gençlikte asla kendimizi alçaltma­dık. Semerkant ve Herat'ın birçok İstidatlı ve faziletli genç­leri yaya olarak Kadı-i Rum ve Hoca Ali-i Semerkandi'nin maiyetinde yürüdüler. Biz onlara uymadık. Hatta talebelik icabı olarak da onların evine bile gidip gelmedik. Bütün bu noksanlarımızla birlikte vazifemizi yapmağa imkan bulduk.

Reşehat'ta gördüğümüz şu izahattan sonra üstadın yüksek vakarı ve onuru hakkında bir fikir edinmek için aşağıya nakledecğimiz şu kıt'alarla yetinmek esteriz.

Hurd-name-i Îskenderi adlı eserinden:

« — İstemeyi inkar et demiyorum. İste lâkin yoliyle, usuliyle iste.

— Kartal gibi leş arama, herkese, her alçağa kapılma!

— Lokma peşinde köpek gibi yaltaklanma, alçakların terkisine asılma.

— Boynunu cimrilik zincirinin ağırlığından kurtar, eteğini tamah denilen bayağılığın dikenlerinden topla!»

İnsanın manevi şerefi ve mertebesinin yüceliği hakkında üstadın en güzel sözlerinden birini de Sübhatül'ebrar adlı mesneviden alıyoruz,

« — Ey Elest bağından koparılmiş taze gül! cihanda elden ele dolaşıyorsun:

— Feleğin gök perdesi senin goncandır. Bu elbise ancak senin varlığın sayesinde onun boynuna yaraşmıştır.

— Bahçıvan, gerçi goncaya heves eder, fakat onun kasdı gülün cilvesidir. O kadar,

— Bu varlık çemeninde gül sensin, senden başka her şey dikendir. Dikene tapma sevdasını bırak!

— Yolundaki gül ağacı sert çalıdandır. Amma kah eline, kah avcuna altın doldurur.

— Gonca sanki bir avuç dolusu altın, gül de açılmış bir eldir. Her taraftan sana altın ister.

— Nargis'in gözü seni temaşaya açılmış, bülbülün feryadı sana nağmeler besteliyor.

— Yasemin senin meclisine kokular dağıtır. Nar ağacı başına çadır açmış.

— Yeşillikler ayaklarının altına serilmek arzusunda, rüz­gar bineğini çekmeğe razi.

— Etrafında açılan laleler kervanının boynuna çıngırak ol­mak için çırpınmakta.

— Berrak sular yüzüne ayna tutar, saba rüzgarı saçlarını tarar.

— Ne garip hal ki, her şey semn uşagın, şu dernekte her varlık senin buyruğunda.

— Sen İse bütün bu nimetlere gözünü kapamış, kendini birkaç altın parçasına kaptırmışsın!

— Bunlar, senin irfanını sâf altın gibi mehenk taşına vu­ruyorlar.

— Yüzünün bu sarılığı yetişir, sevinç rengim zenginlerin altınında arama!

— Daima başın önünde kederli oturursan menekşe gibi beli bükük kalırsın!

— En iyisi gül gibi neşeli ve başı havada yaşamak, sert dikenlerin elemlerini düşünmemektir.

— Altın ve gümüşten el çakerssn çınar gibi dik başlı yaşarsın.

— Avucun gonca gibi altun parçalariyle dolu olmaktansa çörçöple geçinmek daha iyidir.»

Lüccetül'esrar adlı mesnevisinde insanlık ahlâk ve fazilet­lerinden bahsederken tok gözlülük ve yüce himmetliliği şu sözlerle anlatmaktadır:

«— Himmet sahipleri alçakların sofrasına tenezzül etmez­ler. Yıldızların dişine yaraşan ay ve güneş yufkasıdır.

— Cimriler bir lokma için her alçağın önünde baş eğer­ler. Kanaat sahipleri ise memleketin şah ve vezirine bile güler geçerler.

— Tavuklar dane toplamak için başlarını saman içine sokarlar. Dağda bayırda kahkaha atmak da kekliklere yaraşan bir zevktir.»

Yine ele geçmiyen şeyler arkasında koşanlar için söylediği şu kit'a da aynı mealdedir:

«— Dişleriyle polad'ı kemirmek, tırnaklariyle mermerden gedik açmak,

— Tepesi Üstü mangala girmek, göz kapaklariyle kıvıl­cım toplamak,

— Başına yüz deve yükü ağırlık yüklenmek, hattâ meşriktan mağribe kadar koşmak, •

Cami'ye alçakların minnetini çekmeden daha kolay gö­rünür.»

Kusur arıyan bir tenkidci ortaya çıksa da dese ki, o irfan sahibi Camî, bu kadar maddi ve mânevi faziletleri, bu derece onurlu tabiatı ve tok gözlülüğüyle beraber kalemini niçin sul­tanları övme alanında yürütmüş, niçin başlıca emelleri birkaç kuruş kazanmaktan başka bir şey olmıyan medhiyeci şairler gibi kasideler yazmıştır? Dünya bağlarından bu kadar uzak yaşıyan o maneviyat şahbazı ki, himmetinin kanadlariyle en yüce bir hürmet ve itibar mertebesine yükselmiştir. Böyle bir tuzağa neden kendini kaptırmıştır?

Bu sorunun cevabını Liyej üniversitesi profesörlerinden Auguste Bricteux 1 9 1 1 de Pariste bastırmış olduğu Selâman ve Apsal'ın 4 2 sayfa tutan önsözünde Camî' nin hal tercüme­sine ait bahiste şu sözlerle veriyor; profesörün bu husustaki kanaatini buraya aynen geçirmek faydasız olmıyacaktır:

«Camî'nin öğdüğü sultanlar için yazmış olduğu parlak kasideleri görüp de ona baş kakıncı yapmak istiyenler yanlış düşünüyorlar. Bu tenkidciler de tasdik ederler ki, bu gibi şiirlerde hüner göstermek ve sanat yapmak düşüncesinden başka bir maksat yoktur.

Şark şairleri de tıpkı Avrupa'dakiler gibi son günlere kadar daima kalemlerinin mahsulleriyle yani o zamanlara göre kanuni te'lif hakkı sayılan caizelerle geçinebilirlerdi. O çağla­rın edip ve yazarları eserlerinde sultanlarla emirleri daima saygı ile anmak zorunda idiler. Ancak bu suretledir ki, hem onların cömertliklerinden faydalanmak, hem de kahir bir pa­dişahın teveccühünü kalem ve sanatının yardımiyle kazanabil­mek imkanına kavuşabilirlerdi. Şüphe yok ki, bu sayede on­lar bugünkü şair ve yazarlardan daha rahat yaşarlardı. Aynı zamanda o çağlarda Avam denilen yüzbin başlı Dev'i de övmek ve onlarla hoş geçinmek suretiyle kendilerine bağla­mak cihetini de düşünürlerdi. Eski şair ve yazarlar diğer taraftan da bu kaside ve medhiyelerden birini herhangi bir emîrin huzuruna sunmakla ömürlerinin sonuna kadar kendi fikir ve hünerlerini daha başka eserler üzerinde de serbestçe gösterebilmek fırsatını bulurlardı... »

Yine hatıra gelen bu itirazın cevabını başkalarından daha iyi bir şekilde bizzat Cami vermekte ve medhiyecilikteki ma­zeretlerini üçüncü Divan ında şu sözlerle belirtmektedir:

«— Şiir divanında çok kerre dertli aşıkların gazelleri yazılmıştır:

— Yahut sanatlar, öğüdler ve felsefeler vardır ki, ilim şuurundan doğmuştur.

— Onda alçakları öven bir şey bulamazsın. Çünkü bu tarzda şiir yazmak ömür törpüsüdür.

— Ondaki sultan medhiyeleri hep istek üzerine yazılmış­tır. Yoksa ne kendi arzumla ne de hatır yapmak içindir.

— Divanımı baştan sonuna kadar yoklasan, yüz kere göz gezdirsen,

— O medhiyelerden hatırına asla cimrilik ve tamâh ko­kusu gelmez.

— Yine divanda hiçbir 'yer yoktur ki, bir medhiyenin arkasından bir hesap sorma kıt’ası gelmesin.»

Camî’nin yaşayış tarzı ve geçim sadeliği

Camî’nin hayatı, o asrın büyükleriyle sultanlarının saygı­larını kazanmış olması bakımından görünüşteki yüksek mevkii ve şerefli mertebesinin aksine olarak pek sade ve tekellüfsüz geçmiştir. Vücudu sanki dervişlik ve fakr içinde fanileşmiş, varlığı hakikat ve faziletler arasında mahvolmuştu. Mânevi üstünlükler sağlamak yolunda o kadar kendinden geçmiş bir halde idi ki, onun zaten maddi zevk ve tekellüflerle uğraş­maya fırsat bulmasına imkân yoktu.

Abdulgafur-i Lârî kitabında üstadının günlük hayatını tasvir eden bir bölüm ayırmış ve bu arada kısaca onun mû­tat yaşayış tarzını da anlatmıştır. Bu izahlardan anlaşılıyor ki, üstat vaktının büyük bir kısmını faydalı işlere, zikr ve iba­dete ayırmış, Sofiye tarikatı gereğince nefis terbiyesi ve kalb temizliği yolunda harcamış, bununla beraber halk terbiyesine ve halk hizmetlerine de vakit bulabilmiştir. Böyle bir hayat programı, her ilim adamı ve her tarikat ehli için bir taklit örneği sayılmaya layıktır. Lari diyor ki:

«Çok zaman toprak üstünde oturur ve çok kerre açık yenli bir kaftan örtünürlerdi. Daima sade giyinir, ne giyse yaraşırdı. Kâh cüppe, kâh kaftan giyer, kâh sarık sarar, kâh sarıksız otururlardı. Bütün hareketleri hoş ve lâtifti. Konuş­masında son derece tatlılık ve belâgat vardı. Nükteli sözleri, çeşitli lâtifleri çoktu. Sık sık şaklaşırlardı.»

Mîr Alişir' de Hamsetülmütehaygirin risalesinde Camî’nin tevazû ve tekellüfsüzlüğü hakkında şöyle diyor:

«Zahir bilgileriyle şairlikteki bu kadar yüksek bir engin, liğin insana gurur veren bir kudret olmasına rağmen o büyük zat, müridlerî arasında, oturup kalkmasında yeyip İçmesinde, giyinmesinde o kadar sade hareket ederdi ki, uzak yollardan irfanının şöhretini işitip de ziyaretine gelenler onu, yanındaki­lerden biri tanıtmadıkça kim olduğunu fark edemezlerdi.»

Bu sözlerin doğruluğu üstadın kendi eserlerinden ve şiir­lerinden de açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü, Zühd ve tevazua davet yolunda verdiği öğütlerle mübarek kaleminden damla­yan nazım ve nesir parçalarının hemen hepsi kalb okşıyan ve gönül çeken hakikatlerdir. O sözlerdeki doğruluk ve sa­mimiyet, söyliyenin heyecan ve hararetini aksettirmeseydi dinliyenlerde de aynı heyecanı yaratmazdı.

Vaktiyle dervişlerden birinin yazmış olduğu mektuba üs­tat tarafından verilen ve Münşeat mecmuasında kayıtlı bulu­nan bir cevap onun ruhundaki yükseklikle ahlâkındaki temiz­liği aksettirmeğe kâfidir. Bu cevabın icaz ve fesahatin son mertebesine varan cümleleri arasında onun olgun tevazuu ile şefkat ve feragati pek açık görünüyor.

«Tanrı'nın selâmı, rahmetli ve bereketi üzerinize olsun ...      en büyük dileğimin mübarek ellerinizi öpmekten iba­ret olduğunu tasavvur buyurursunuz. Diğer Aziz'lerle birlikte bu âcizin niyazlarını bilhassa falan ve falana tebliğ buyurur­sunuz. O yüksek huzurda adını andığınız bu fakir, o dergahın müridleri arasında sayılanlardan daha âciz ve zavallıdır. Kıt'a:

— Sana selâmını o dergâha ulaştır demiyorum, Miskin bir zerrenin niyazını güneş' e götür.

— Fakat ağrıyan gözlerimin duasını da o murada ermiş padişahın ayaklarına saç.

İki cihan devletine ve sonsuz saadete ermenizi dilerim.»

Sübhatül’ebrar mesnevisindeki şu münacatla gösterdiği iman ve itikat samimiyeti onun mayasındaki zühd ve derviş­liğin derecesini anlamak için en iyi bir ölçüdür.

« — Ey rahmet kapısı herkese açık olan Tanrı; yerde, gökte ne varsa hep senin nimetine boğulmuştur.

— Aşıklar sana gönül bağlamış, Zahidler senin hayaline kanmıştır.

— Senden dimağa bir korku gelmiyor, kimse o bahçe­deki hoş kokulu gülü koklamıyor amma,

— Senin aşkın Camî’nin kalbinde bir gülistandır. O an­cak bahçenden gelecek bir koku hevesinde.

— Bari kendi bağından ona bir koku gönder, içindeki aşkın zevkini ona açıkla.

— Hava ve heves yollarını bırak da ona bağlan. Kapıl­dığın boş sevdaların ipini kes.

— Kalbine onun gamını nakşet, onun hatırasını başka nakışlarla bir tutma.

— Ondan yırtık hırkana fakr dikişi işle, onun feyzinden kalbini fena zevkiyle diri kıl.

— Fakr hırkasından başını çıkaran. kendi benliğinde öl­müş, fakat fakr mertebesinde dirilmiş olur.»

Bu bahsi bitirirken Üstadın elimize geçen ve onun şekil ve endamı ile giyiniş tarzını canlandıran bir resmi hakkında da birkaç söz söylemek İsteriz:

Tahran' daki Gülüstan sarayının saltanat kitaplığında Murakka -i gülşen adlı el yazması bir kitap var. Bu eser Hindistan Moğol imparatorlarından Gürgânî Cihangir Şah (doğumu 9 7 7 H.) a ait olduğu anlaşılıyor. Kitabın sayfaları kenarında gayet hünerli ressamlar tarafından işlenmiş Cihan­gir devrine ait birtakım şahıslarla hatıraları canlandıran min­yatürler görülmektedir. Bu sanatkarlardan Ağa Rıza, Beşendaz ve Devlet adında üç kişinin imzaları okunabiliyor. Cihangir şah' ın babası Ekber şah' ın ressamlarından olduğu anlaşılan Devlet'in işlediği sayfalarda (Zilkâde 1O18) tarihi vardır ki, bu tarih Camî'nin vefatından 1 2 O sene sonraya raslar, 140 ıncı sayfanın üst haşiyesindeki tasvir ihtiyar bir adama aittir. Oturmuş vaziyette üzerinde gayet sade bir elbise, koyu kül renkli bir aba var. Belinde maî bir kuşak sarılı, saç ve sakal beyaz, başında ufak ve zarif bir sarık halinde ve vazi­yetinde sadelik, necabet ve dervişlik görülüyor. Sağ elinde tuttuğu bir kâğıt üzerinde şu sözler yazılı:

«Allâh-u Ekber Mevlâna Abdurrahman'i Câmî'nin tasviri.»

Resmin yanıbaşında açık bir kitap, hokka ve divite ben­zer bir şeyler bırakılmış açık kitabın sayfasında da şu yazı okunmaktadır:

«Cihangir şah devletinin sarayında yetişmiş, aciz ressarnlardan biri tarafından yapılmış ve üstat Behzad'ın eserinden kopya edilmiştir.

Madam Y eda A. Godard 1 9 3 6 yılında İran mecmuasının birinci fasikülünde yazdığı «Attar ve han* başlıklı nefîs bir makalede mevlana Camî'nin bu risale haşiyesindeki resmin­den de bahsetmiş ve bunun bir kopyasını aldırarak aynı mec­muada neşretmiştir. Bizzat bir güzel sanatlar müntesibi olan Madam'ın bu minyatür hakkındaki düşüncelerini aynen nak­lediyoruz:

«Camî'nin necip ve sade edası (resimde görüldüğü gibi tezkireciler tarafından onun ahlâk ve karakteri hakkında söy­lenen sözlere pek uygundur. O gerek kendi asrında, gerekse daha evvel İran' da yetişmiş olan şairlerin aksine olarak hep­sinden daha şefkatli, daha alçak gönüllü, dalkavukluktan uzak ve meddahlığa düşman yaşamıştır. Camî'nin pek samimî âşık­larından olan Babur Şah'ın bizzat yazmış olduğu Baburname adlı kitabını onun bir resmiyle süslemiş olmasına hayret edilemez.»

Behzad' ın eserinden pek doğru kopya edildiği anlaşılan bu resmin aslına tamamiyle uygun olduğunu kabul edebiliriz. Çünkü, üstat Kemalüddin Behzat Camî'nin vefat ettiği 898

hicri yılında Herat'ta yaşıyordu. Mevlâna Caml'nin resmini Sultan Hüseyin Baykara' nın emriyle yapmış olması tahmin edilebilir.» [ 1 ]

Cami'nin hayırseverlik ve iyilik tarafı

Camî’ nin yaradılışındaki hayırseverlik ve insanlık vasıfları onu daima bir fazilet kaynağı halinde yaşatmıştır. Zayıfların elini tutmak, mazlumları korumak, zavallılara yardım etmek hususundaki himmeti pek yücedir. O yalnız halkı hayırlı işlere davet etmekle kalmamış, başkalarına sevgi beslemeyi, nefsin­den fedar kl ar yapmayı, maiyetindekilere lütuf göstermeyi teşvik ve düşkünlere yardım tavsiyesinde bulunmakla yetinme­miş; belki bütün bu insanlık vasıflarını bizzat nefsinde topla­mış, hattâ bu hususta herkese Örnek olmuştur.

Abdulgafur-i Lâri, üstadın hal türcümesinde şu satırları yazıyor:

«Dünya işlerine ait bir ihtiyacı olup ta bu ihtiyaca nefis ve arzularına kapılmak yüzünden düşmemiş olanlara gizlice yardımda bulunurlar, fakat bu zümreden olmıyanlara karşı da tekellüf göstermezlerdi. Onda riyadan eser bulunmazdı. Halkın ne tenkidine, ne de takdirine ihtiyacı vardı. Şöhret ve itibar kazanmak İçin rıyaya başvurmayı asla tavsiye edemezdi. Dünya ihtiyaçlarından fazla kalan nesi varsa hep hayır işleri­ne harcardı. Herat şehrinde bir medrese, ve Hiyaban kasa­basında medrese ve tekke, Cam vilayetinde cami yaptırdılar. Emlâkinin çoğunu kendi köyüne yakın bulunan Hiyaban medresesine vakfettiler.

Bir gün meclislerinde bir zattan bahsettiler. Bu adam ben falan işi sırf Tanrı yızası için yaptım demiş, buyurdular ki, galiba o adam Allah rızasını hatırından bile geçirmemiş.»

[1] Sayın Ali Asgar Hikmet'in bir kopyasını kitabına koyduğu bu minyatürle Camî’nin Herat'taki türbesinden iki görünüş. Nedim Gencosman tarafından Gravür tarzında ve aslına pek uygun bir şekilde kopya edilerek kitaba konulmuştur.

Sultanlara, vezirlere ve devlet büyüklerine yazdığı mek­tuplarda daima iyilik ve hayır yapmalarını, halka yardım etmelerini, zulümden uzak kalmalarını tavsiye ettiği görülür. Münşeat mecmuasında vaktiyle vezirlerden birine yazdığı şu mektubun satırları arasında onun beliğ bir ifade ile belirttiği yüksek insanlık duygusu açıkça göze çarpmaktadır.

«Sevgi ve samimiyet diliyle ihlâsımı sunduktan sonra şu­nu arzetmek isterim ki, kudrerli sultana yaklaşmak ve onun yüee makamında sözünü yürütebilmek büyük bir nimettir. O nimetin şükrü ise vaktini müslümanların işlerine harcamak, zalim ve müfsitlerin kötülüklerini önlemekle yerme getirilir. Eğer Tanrı korusun, ansızın lâtif mizaçlarına o meşgaleler yüzünden biraz ağırlık gelir ve mübarek hatırlarında perişan­lık yüzgösterirse o ağırlıklara tahammül etmek insana amel terazisinin iyilik kefesinde büyük bir kazanç olacak, o peri­şanlıklara sabır göstermek de saadet sebeplerini nefsinde toplamaya yarıyacaktır. Mesnevi:

— Mademki rahat da zahmet de geçicidir. O halde baş­kalarının rahatı için zahmete katlan.

— Ümit tarlasında çekeceğin meşakkat, sana ebedî rahat tohumları yetiştirecektir.

Ulu Tanrı, yoksullara yardım İçin size kolaylıklar versin versin, hakkınızda Yüce Peygamber' le velilerin şefaat ve him­metlerini ziyade kılsın vesselâm............. »

Şu sade ve kısa parça, hiçbir tekellüf bulaşığı ve hiçbir sanat gösterme düşüncesi olmaksızın üstadın öz yüreğinden sultanlara hitabıdır ki, onun yüksek ahlâkını pek göze! akset­tirmeye kâfi bir delileir.

« —Ey Tac ile mühre tapan zavvalı: Bu tac ile saltanat mühürü sende ne zamana kadar bekliyecek?

— Varlık mülkü hep mahvolacak, ne yerden, ne de za­mandan bir eser kalmıyacak.

— Elinden gelirse bütün cihana iyilik et. Çünkü o, yme öylece cihandan sana dönecektir.

Cami'de sanat ve güzellik sevgisi

Cam' lı üstadın çağdaş ve yakın dostu olan Mizra Sultan Hüseyin Baykara, Mecalisül'uşşak adlı bir kitap yazmış, bu eserde cihanın bütün meşhur büyükleriyle irfan sahibi velile­rinde mecazî bir muhabbet ve güzelliğe karşı bir aşk duygusu olduğunu İspata çalışmıştır. Mecazî aşk ve ilgiyi hakikat yo­lunda yürüyebilmek ibin bir köprü olarak kabul eden Hüse­yin Baykara, mevlana Camî hakkında da şu sözleri söyliyor:

«Mübarek meclislerinde güzel yüzlüler hemen eksik olmaz­dı.» Bu nükteyi İşaret ettiktem sonra Camî'den birkaç hikâye de anlatıyor ve bu arada Mevlananın her yerde hoşlandığı güzellerin ilhamiyle birer gazel yazdığını da ilave ediyor. Mu­hakkak ki, o büyük mürşidin manevi eteği zahirî kirlere bu­laşmaktan münezzeh ve o fazilet sahibi ilim adamı hava ve he­ves peşinde alçalmaktan her suretle uzak kalmıştır. Ancak üstadın güzellere karşı yüksek bir sevgi beslediği, bir cemal aşıkı olduğu güzel yüzler ve gönül çekici zülüfler karşısında ateşli ruhunun daha ziyade alevlendiği, hele tabiat güzellikle­rinin onun hassas mizacını harekete getirdiği muhakkaktır. Hatta bu yüksek aşk istidadı neticesi olarak bütün manzum ve mensur parçaları pek ateşli bir eda taşımaktadır. Onun kaleminden herhangi bir kağıt parçası Üzerine damlıyan bir mürekkep izi bile çağlar boyunca değerli bir yadigar gibi saklanmıştır. Camî'nin ilk aşk ve garamını terennüm eden şiirleri Fars lirik edebiyatı arasında en değerli örneklerinden sayılır. Talebesi mevlana Abduldafur' i Larî, kitabında üstadı­nın hususî hallerine ayırdığı bir bölümde onun gönül işlerin­den de bahsetmektedir. Bu bölüm kendi konusunda eşsiz bir başarı ile yazılmış ve büyüklere ait hal tercümesi vadisinde eşi pek az görülmüş edebî bir değer taşımaktadır. Çünkü, başka hal tercümelerinde bu noktalar ihmal edilmiştir.

Larî, Üstadına karşı vazifesini hakkiyle yapmıştır. Pek ince bir dil zarif bir ifade ile o büyük zatın şeref ve mezi­yetlerine yaraşan temiz bir eda ile onun âşıkâne maceralarını, gönül alemlerini de bize anlatmış, ifadesini yer yer Üstadın rubaileriyle süslemiştir. Şimdi bu sözleri olduğu gibi naklet­memize imkân olmadığından yalnız tazeliği ve orjinalliği ba­kımından iki parçasını alıyoruz:

«Camı gençliğinden ta kemal çağlarına kadar vecd ve aşk ■ . .              . ... .

aleminden ayrılmadı. Halindeki aşk ve muhabbet cezbeleri daima galipti, Aşk esrarını gizlemek de onun yaradılışı İcabındandı. ilk zamanlarda cemal âşıklığı tarzında bir insan güzeline gönül vermişti. Fakat bunu başkalarına açıklamaktan çok çekiniyorlardı. Bu gönül işinde namus kaygısı en son mertebesine varmış ve her türlü vehim ve hayallerin dışında kalmıştı. Rubaî:

— Âşıklık âleminde eşsizim, vefa şehrinde temizlik ve namus örneğiyim.

— İlim ve amel gibi gösterişlerden uzağım, ancak ezel kıblesine gözümü çevirmişim.

Sevginin kaynağı bu büyük âşık nazarında ruhsel bir coş­kunluktur. Yoksa, şeytanî zevklerden gelen bir vesvese değil. Aşktan beklenen şey ancak muhabbet derdine tutulmaktır. Yoksa onda ne rahat, ne de gönül hoşluğu aranır. Fakat ne­fis ve arzularına esir olan bir zümre vardır ki, gönül muradlarını ancak şehvetlerini tatmin yolunda ararlar, nefsin hazlarını ruhsel feyz sanırlar. Bunlar sevgi ve âşıklık denilen yüksek muhabbet zevkinden mahrumdurlar. Rubaî:

— Aşka yabancı olan bir zümre, nefsin İsteklerine aşk adını verdi.

— Bu gibilerle aşk kâbesinde makam tutmak nasıl yara­şır? Bunlar haram bir aşkın boşboğazlarıdırlar.

Gerçek aşkın alâmetleri, yanıp tutuşmak, nefse ait zevk­lerden kaçınmaktır. Sevilen bir güzelden rahat ve huzur bek­lemek ise nefsin isteklerindendir. Rubaî:

— Senin aşkınla gönlümde hava ve heves bitmiştir. Alevli bir ateşte çöp kalır mı?

Herkes senden gönlünün dileğini istiyor. Cami İse senden yalnız seni istiyor o kadar ! »

Abdulgafur'i Lârî başka bir yerde büyük ârifin garip hal­lerine ait pek acaip bir hikâye anlatıyor. Aşağıya nakledece­ğimiz bu hikâye üstadın bazı fikirleriyle gizli düşüncelerini açıklaması ve bazı âdetlerini bize öğretmesi bakımından çok mânalıdır.

« .... Son günlerinde Yusuf ve Züleyha hikâyesini nazmet» mekle meşgul bulundukları sıralarda buyurdular ki, gönülde hayali bir surete karşı öyle derin bir sevgi var ki, o suretle hariçte bir vücut tasavvur edemiyorum. O. sıralarda Üstatta birçok batini teessürler, yanıp yakılmalar görülürdü. Kaç kere semâ yaptılarsa hep dönmek suretiyle yaptılar ve bu dönüşte de çok mübalâğa gösterdiler. Uzun müddet devam et­tiler. Hatta sazcılarla okuyucular tamamiyle yorgun düş­tükleri halde mevlâna Cami'nin hâlâ semâ'da ısrar ettiği olurdu. Nihayet rahatsız ve takatsız düşerlerdi. Halbuki bun­dan önce semâ' bahsinde tereddüt ederlerdi. Derlerdi ki, mademki kimseyi kuvvetli bir te'sirle bulunduğu halden daha iyi bir hale getiremiyor, semâ'ı niçin yapmalı? Ben şimdi Cami' de gördüğüm şu değişiklikten çok hayret ediyordum. Nihayet bir gün bana dediler ki, bize öyle bir hal geldi ve öyle bir duruma düştuk ki, bunu semâ'dan başka hıçbir şey­le gidermek mümkün olmuyor.»

Cami'nin mayasındaki hararetli şevk ve cezbe ile ruhun­daki ilâhi neş'enin sebebini onun hal tercümesinde okuduğu­muz şu hikâyeden güzelce anlıyabiliyoruz: İşte o vecd ve cezbe anlarında en ateşli eserinden biri olan Yusuf ve Züleyha mesnevtsini yaratmıştır. Onun bu kutsal vecd içinde çırpınan yüksek ruhundan zaten böyle eserler beklenebilirdi.

Yusuf ve Züleyha mesnevisinin baş tarafında kendi hali­ni anlatırken şöyle diyor:

« — Dadım bendeki misk'i mahfazasız görünce göbeği­mi aşıklık kılıciyle kesmiş.

— Annem dudaklarıma memesini koyarken bana aşkm içtigi kanlardan süt vermiş.

— Her ne kadar şimdi bütün tüylerim süt gibi beyazlan­dı amma o sütün tadı hâlâ damağımda.

— Aşk ihtiyarlığa gençliğe bakmaz, bana her an bu efsûnu veren aşktır.

— Cami! mademki âşıklıkla ihtiyarladın, bari gafif ruh­lu ol ve yine âşık olarak ol.»

Cami'de incelik ve nüktecilik

Cami, birçok şahsi meziyetlerinden başka pek zarif ve nükteci bir zekâya ve daima şen ve güleç bir tabiata sahipti. Kendisinden birçok mizah ve lâtifeler nakledilmiş olmakla beraber eserlerine yemeğe tuz atma kabilinden birçok gülünç fıkralar ve kıt’alar da karıştırmıştır. Bu mizahi çeşni onun derin fikirleriyle yüksek ifadesini daha Lâtif ve çekici bir ha­le getirmiştir.

Reşehat sahibi mevlâna SafiyüddinAli, Cami’nin ölümün­den kırk yıl sonra yani, hicri 939 yılında te’lif ettiği Letaifuttavaif [ 1 ] adlı ikinci eserinde muhtelif mesleklere mensup büyük zavata ait pek zarif nüktelerle dolu fıkralar ve hikâ, yeler toplamış, bu arada Letaif-i ârif-i Cam adlı bir bölüm de Cami’ye ayırmıştır. Üstada ait otuza yakın kikâye arasında onun hayat tarihçesiyle meslek ve meşrebini aydınlatacak dedeğerde olan birkaçını nakledelim:

«l — Cami, Hicaz seferi sıralarında Bağdad'a geliyordu. Pir Cemal i lraki, müridlerinden bir cemaatle üstadı karşı­ladı. Bu zat bircok kimselerin saygısını kazanmış, büyük şeyh­lerdendi. Gerek kendisi, gerekse müridleri hep deve tüyü elbise giymişlerdi. Cemali lraki’nin gözü Cami’ye ilişince «Tanrı’nın cemalini gördük» dedi. Cami’ de Deve tüyüne bo­yanmış şeyh ve müridlerini süzdükten sonra «biz de Tanrı' nın (cimalini = develerini) gördük» demiştir.

[1] Bu kitabın bir nüshası Akay i Abbas İkbal'in kitaplığındandır. Bu eserin yazarı buradaki fıkraları o kitaptan kopya etmiştir.                                                                                                                                                      Müellif

II     — Mevlana şeyh Hüseyin, Sultan Ebu Sait Mizra za­manında bağımsız (muhtesib) idi. Nasıl ki, sultan, her zaman mevlana benim malımın ortağıdır diye takılırdı. Mevlana Hü­seyin bir gün bir Mecusî’yi müslüman etmiş. kendi sarığını Mecusî’nin başına sarmış, sultanın hazinesinden yeni bir elbi­se giydirmiş ve yeni müslümanı bir ata bindirerek davullar zurnalarla şehrin pazarlarını doltştırmağa başlamış. Bu hali Camî'ye haber vermişler; mevlana Hüseyin bu gün bir Mecusi’yi müslüman etti, kendi sarığını da adamın başına sardı demiştir. Camî hemen şu cevabı vermiş:

Zaten altmış senedir ki, mevlana Hüseyin sarığını Mecuainin başına sarmıştı.

III     — Mizra Babur zamanında Semerkand’lı mevlana Mezid adında bir fıkıh bilgini Herat'a gelmişti. Bir gün Cami Mizra Babur'un meclisinde iken Mezid'de orada bulunuyordu. Babur şah Mezid'e dönerek sordu: Yezid'e lanet hususunda ne dersiniz? Mezid, Münasip düşmez dedi. Çünkü Yezid kıb­le ehli idi. Bu sefer Camî'ye döndü. Bakınız dedi. Mevlana Mezid böyle söylüyor. Siz ne buyrursunuz? Gamî şu cevabı verdi: Öyle ise yüz lanet Yezid'e yüz lanet te Mezid'e olsun

IV     Bir gün zamane bilginlerinin en sayılılarından Hadis’ci Hafız Gıyasüddin hastalanmıştı. Camî ziyaretine gitti. Hafız, Sofiye zümresindeki irfan ve hakikatlere dair söz açtı. Halbuki o ilimle uğraşmamış, terimlerini bile öğrenmemişti. Bazı meseleleri terimlere aykırı olarak söylüyordu. Camî, bu dedikodulara hiç karşılık vermdi. Sükût etti. Hafız Gıyasüddin'in yanından ayrıldı. Biraz sonra Hafız'ı başka bir ulema kafilesi ziyarete gelmişti. Hafız bunlara biraz evvel mevlana Abdurrahman Camî burada idi. Kendisine birçok tasavvuf mes'eleleıi anlattım. O da kulak tuttu dinledi dedi. Cami bu mes’ eleyi haber alınca evet dedi: Onun söylediği o sözlere karsı ancak kulaklarını tutmak yaraşır.

V       — Semerkand eşrafından uzun sakallı bir ihtiyar vardı. Bir gün iki oğlu ile birlikte mevlana Camî'yi ziyarete gelmişti. Oğlanlar bir aralık memleketlerinde iyi üzüm yetiştiğinden
bahsettiler. Dediler ki, bizim vilayette (Baba sakalı) denilen gayet siyah renkli, uzunca ve şiralı bir üzüm vardır. Halbuki sizin Horasan' da böyle bir üzüm görmedik. Cami şu cevabı verdi: Bizim de siyah, uzunca ve tatlı bir cins üzümümüz vardır ki, oğlan yumurtası derler. Bu cins sizin baba sakalı­nızdan daha iyidir.

VI      — Mirza Uluğ bey zamanında Camî birkaç defa Sernerkand' de bulundular. O rıralarda Kâni gil ^Kil ocağı adındaki bir kasabadan Sernerkand' e gelmiş pek yakışıklı bir delikanlı vardı. Bu şair ve zarif genç şiirde «Haki» mahlâsını kullanırdı. Bu mahlâsla da meşhur olmuştu. Bir gün Cami Horasan' lı şairlerden bir kafile ile dolaşırken Haki'nin birçok Semerkand'lı talebe ve yerli edip ve şairlerle bir yerde otur­makta olduğunu gördü. Yanlarından geçerken Haki, Cami kafilesine ta'riz yoluyla «Horasan eşekleri nereye gidiyorlar?» dedi. Cami de şu cevabı yetiştirdi: Üzerinde yuvarlanacak yumuşak bir Haki arıyorlar [ 1 ] .

VII     — Boşboğaz bir şair birgün Cami'ye: Dün gece Hı­zır Aleyhisselâmı rüyamda gördüm dedi, Mübarek ağzının suyunu benim ağzıma döktü. Üstat cevap verdi: Yanlış gör­müşsün. Hızır saçına sakalına tükürmek istemiş, sen ağzını açtığın için tükrük ağzına düşmüş.

VIII     — Şairlerden biri üstada dedi ki, KemalHucendî' nin, Hafız'ın divanlarına ve Hazret'i Ali'nin yüz hadisine cevap verdim. Üstat da şöyle buyurdular: Pekiyi amma Al­lah' a ne cevap vereceksin?

IX         Zevzek şairlerden biri Cami'ye anlattı. Kâbe'ye gittiğim zaman kutlu olsun diye şiir divanımı Hacerül'esved'e sürdüm. Cami buyurdular ki, zemzem kuyusunda yıkasaydın daha iyi olurdu.

Metin Kutusu: Mütercim

[1] Haki toprağa mensup, mütevazı, alçak gönüllü manalarına geldiği gibi (bir toprak) anlamına da gelir. Burada ikinci manasiyle Haki ismi arasında bir tevriye sanatı yapılmıştır.

X   — Şehir şeyhzadelerinden biri abdallığiyle beraber şair­lik davası güderdi. Camî’nin:

— Yeterki, dertli canımda, uykusuz gözlerimde sen var­sın, uzaktan kimi görsem seni sanırım.

Başlıklı gazelini üstadın huzurunda okuduktan sonra ilk beytteki «Uzaktan kimi görsem seni sanırım» mısraını tenkid etti. Ve dedi ki, mesela bir eşek veya öküz görseniz)

Camî cevap verdi: Seni sanırım.

Zavallı Şeyhzade Farsça’ da (kim) anlamına gelen (ki) ile (ne) anlamında kullanılan (Çi) edatlarından evvelkinin (şa­hıs) için, ikincinin (eşya) için kullanıldığının farkı.nda değildi. Üstadın «Uzaktan kimi görsem seni sanırım» mısraında uzakta beliren şeyin ancak insan cinsinden olması gerektiğini anlıyamamıştı.

XI    — Mevlana Sagarî Camî ile yakından münasebeti olan şairlerdendi. Üstat, zaman zaman Sagarî ile şakalaşırdı. Sa­garî aynı zamanda ciırriliğiyle de meşhurdu. Ramazanın ilk gününe raslıyan bir sabah üzeri Sagarî, Camî’nin huzurunda bulunuyordu. O gün ramazan ayının görünüp görünmediği şüpheli olduğu için Kadı halkın öğleye kadar bir şey yeme­mesini dellallar vasıtasiyle ilan ettiriyordu. Camî, mevlana Sagarî, dedi, bari bu sabah bir şey yemediniz mi? Meclistekilerden biri, unutmuş da yemiş olacak dedi. Camî ilave etti:

— Eğer kendi odasında yemişse mutlak unutmuş da ye­miştir. Üstat mevlana Sagarî için şu kıt’ayı söylemişlerdir:

« — Sagarî diyordu ki, mana hırsızları hangi şiirimde renkli bir nükte gördülerse aşırdılar.

— Onun birçok şiirlerinde mana olmadığını gördüm. Mânalarının çalınmış olduğu hakkındaki sözü doğrudur..»

Bu kıta ağızdan ağıza yayılınca mevlana Sagarî de işitti. Üstada şikayete geldi. Ben bu dergahın eski emektarlarından olduğum hale hakkımda yazdığınız kıta bütün şehir halkının dilinde dolaşıyor, bunu bana da okudular ve güldüler. Bu kıt'a beni aleme kepaze etti, diye sızlandı. Camî, evet dedi, biz öyle bir kıta yazdık amma bunda «Sagarî söylüyor . . . »

demedik «Bir şair şöylüyor» dedik. Şehrin katip ve zarifleri «bir şair» sözünü Sagarî’ye çevirmişler.

XII     — Mevlana Sagarî uzun sakallı idi. Bir gün Hiyaban başı mevkiinde ve ırmak kenarında Camî’nin yedi yaşındaki oğlu Ziyaeddin Yusuf’la otururken bir adamın ırmakta atını yıkadığını gördüler. Bir eline bir kase almış, öbür eliyle de atın kuyruğunu çekiyordu. Mevlana Sagarî Ziyaeddin Yusuf' a sordu: Şu kase ile atın kuyruğu neye benziyor? Çocuk cevap verdi:

— Adamın elindeki kase Sagarî’nin suratına atın kuyruğu da tıpkı sakalına benziyor.

XIII      — Bir gün mevlana Zubî adında biri Camî'yi ziya­rete gelmişti. Bu pek cahil ve saf bir adam olmakla beraber bazı vezinsiz sözleri yan yana dizmek suretiyle şiir yazdığını zanneder, bunları defterine geçirir, herkese okur ve halkı gül­dürürdü. Camî'den birçok rica ve ısrarlarla bir tak lir yazısı istedi. Azizler ve Mürşidler adına büyük yeminler verdirerek benim için mutlaka bir şeyler yazınız ki, şairler ve nükteciler arasında onunla öğüneyim dedi. Cami, divit kalem ve kağıt istedi. Adamın gönlünü yapmak için şu sözleri yazmağa mec­bur oldu :

«Mevlana Zubi derneğimize sohbetleriyle şeref verdi. Gö­nül çekici şiirlerini okuyarak ruhumuzu okşadı. Onun şiirinin mertebesi vezin ve kafiyenin daracık kalıbına sığmıyacak ka­dar yüksektir. Onları zevk ölçüsüne vurabilenlerle bizim ve bütün saçma söz söyliyenlerin günahlarını Allah yarlıgasın. »

Camî’nin ince ruhlu ve mizahçı tabiatı o kadar şöhret bulmuştur ki, ölümünden sonra bile birçok latifeleriyle zarif nükteleri yıllarca dillerde dolaşmıştır. Osmanlı padişahı ikinci sultan Selim devrinde üstadın ölümünden yüzyıl kadar sonra Hicrî 9 8 O tarihinde yazıldığı anlaşılan Keremi tezkiresi'inde­ki fıkralardan birini de nakledelim:

« — Camî tam ölümle pençeleşirken başı ucunda Hora­san rindlerinden bir dernek toplanmış. üstadın ebedî ayrılı­ğından duydukları teessürle feryat ve figana başlamışlardı.

Beklenilen akibet gelip çatınca rindiler şu gazeli karışık bir üslûp ve makamla tekrarlamaya koyuldular.

— Zevk meclisinde bade içenlerin hepsi gitti. Artık ki­minle derdleşelim, dqstlardan kimse kalmadı.

— Ne dağ delen zavallı Ferhad, ne de Mecnun var. De­liler yurdunda zincirlilerin hepsi gitti.

Can verirken de bir tesadüf eseri olarak birkaç kötü sesli hafız bir Yasin tutturarak durmadan hastaya ıstırap veriyprlardı. Bunlar birkaç ayet okuyunca Cami, bitkin bir hal­de gözlerini açarak «Ah yetişir artık öldüm.» diyebildi.

Üstadın kendi eserlerinde de bu latifeci tabiatının birçok izleri göze çarpar. Hatta SıZsiZetüzzeheb mesnevisi, ilmi ve 'tasavvuf! bir çeşnide yazılmış, ağır başlı ve pek özlü bir eser olduğu halde birçok güldürücü hikayelerle doludur. Bunlar arasında mazmunu her dilde ve herkesçe meşhur olan şu hi­kaye de vardır.

« — Ayının biri ağzında bir lokma olduğu halde balık avlamak hırsiyle ırmak kenarına gelir.?:'.

— Ansızın sudan bir balık sıçrar, ayı derhal yakalamak için pençesini uzatır.

— Fakat ayağı yerinden kaymasiyle suya '.düşer, yanlış­lıkla postu suya verir.

— Hırs, birçoklarının yolunu kesmiş, onları uykuda susuz bırakmıştır.

— Ayı ırmağa kendi canı için koştu amma içinde ölü­münden başka bir şey bulamadı.

— Su çok bulanık ve genişti. Miskin hayvan zaruri bir halde suya battı.

— Bir hayli el ayak oynattı. Pek çabaladı amma faydası olmadı. Nihayet kendini suya bıraktı.

— Bir yerdeki, hiyle ile beladan kurtulmak imkanı kal­mamıştır. Orada hiyleden vazgeçmek gereklidir.

— Ayı, tüyü yolunmamış bir tulum gibi şişmiş bir halde kaldı.

— Su Üstünde çarha vurarak can ve tenden ümidi kesti.

— O sırada uzaktan iki Üzgeç su kıyısına geldi. Acele bir işe gidiyorlardı.

— Ansızın gözleri ayı'ya ilişti. Onu görünce hayretten donakaldılar.

— Bu nasıl şey acaba, ölü mü, diri mi) Yoksa içi kumaş dolu bir tulum mu)

— Üzgeçlerden biri yavaşça kıyıya çekildi. Öteki hemen suya atladı.

— Yanına yaklaşınca işi anladı. Zaten ayı da kendine bir kurtarıcı arıyordu.

— Pençelerin sıkıca üzgeç'in sırtına vurdu. Üzgeç de ar­tık üzmesinden geri kaldı.

— O dalgalar arasında canı ağzına geliyor, kah suyun dibine batıyor, kah yüze çıkıyordu.

— Arkadaşı kıyıdan bu hali görünce bağırmaya başladı. Ey aziz dost diyordu.

— Tulum ağır geliyorsa bırak onu, hem orası çok dalgalı.

— Zavallı cevap verdi: Ben bu tulumdan çoktan vazgeç­tim. Ondan el çektim amma.

— O benim yakamı bırakmıyor. Belki de sırtımı pençe­siyle parahyacak. »

Sübhatül'ebrar mesnevisinde mizah tarzına ait talakattan bahseden bir bölüm vardır. «Sıkıcı laflarla alınları buruştur­mak ve latife yoliyle tatlı sözler söylemek» başlığını taşıyan bu bölüm kitabın 32 nci makalesidir.

Bu bölümde mizah ve latife bahsi çok güzel izah edilmiş ve nükteciliğin vasfı hakkında latif sözler söylenmiştir. Gönül­deki düğümlerden birini çözmek için şu beyitlerden sıralanmış bir şiir gerdanlığı sunuyoruz:

«— Ey Çin resimleri gibi somurtkan çehreli 1 Şu kötü huyunla Çin nakkaşlarına benziyorsun.

— Çatık kaşlarının her telinde bir düğüm var. Bu düğüm­lerle can damarını bağlamışsın.

— Dudakların şirin nüktelerden uzak, çehrendeki ekşilikle sanki turşu satıyorsun.

— Suratındaki bu somurtkanlık ne? Sendeki mizacı safra bile yumuşatamıyor.

— Sana bir bela oku gelmedi ya, yüzün neden kalkan gibi kırışıklıklarla dolu?

— Gönlündeki düğümler hep cehalet yüzündendir. O dü­ğümlerin şahidi ise alnındır.

— Irmağın yatağı uygunsuz olunca suyun yüzü de İster İstemez dalgalı olur.

— Ağacın kökü toprağın derinliklerine inmedikçe büyü­yüp serpilemez.

— Bir zavallı sana misafir olsa sofranda turşudan başka bir şey bulamaz.

— Herkesin tabiatı senden nefret eder. Sinek bile sirkeyi sevmez.

— Boş kuruntularla alnını buruşturma. Gönlü kırıkların işini zorlaştırma.

— Bulut değilsin, bu gamlı çehre nedir? Bu ekşi suratla daha ne kadar yaşıyacaksın?

— En iyisi parlak şimşekler gibi neşeli ol. Ömrün olduk­ça şen ve güleç yaşa.     _

— Bir kederlinin yanağında beliren tebessüm, onun ba­ğışlayacağı bir denk şekerden daha tatlıdır.

— Haline şükretmek, ağzı dili rahata kavuşturur. Tatlı gülümsemeler ise Ömrü artırır.

— Yüzün yıldızlı gece gibi daha ne kadar çatık duracak? Aydın sabahlar gibi açıl ve gül!

— Bağın safası, gülün neşesindendir. Gülmek akıllıların adetidir.

— Gülmek her ne kadar ciddîlikten uzaksa da, devamlı ciddîlik de yaratılış icabı değildir.

— Gönül gece gündüz ciddî yaşamaktan usanır. Onun . mizacını mizahla düzeltmeye çalış.

— Ciddiyet daima yürüyen ayakları aşındırır. Bir daki­kacık mizah ise yol yorgunluğunu giderir.

— Gönül hoşluğu, dert ve kederleri silmemiş olsaydı ıs­tıraptan bitkin bir hale gelirdin.

— Yalan perdesiyle örtülü olmıyan bir şaka, haysiyet ve şerefini kırar.

— İrfan ehlinin gönlüne kin tohumu saçar, alınlara utanç terleri yağdırır.

— Akıl denilen feyz kaynağından telkin ara. Doğru söy­le, fakat hoş ve tatlı sözlü ol.»

Aynı mesnevide daha sonra ihtiyar kadınla Hazret-i Pey­gamber arasındaki latifeyi şahit göstererek şu fıkrayı anlatıyor:

« — Kocakarımın biri Hazret-i Peygambere sordu, ey mübarek huylu Şah dedi.

— Mahşer gününde cenneti süsledikleri zaman tabiî ora­ya iyi amel sahipleri yerleşecek.

— O yüce mertebeliler durağında benim gibi kocakarılara da bir rahat köşesi bulunacak mı?

— Peygamber, hayır dedi, böyle hoş bir yer kocakarılar için nasıl istirahat yurdu olur?

— O bağın gülleri, ancak taze delikanlılar; goncası da genç dilberler olacaktır.

— Kocakarı Peygamberden bu cevabı duyunca yaslı yü­reğinden feryatlar kopardı.

— Ahlariyle gam nağmeleri besteledi. Kirpiklerinden kanlı yaşlar akıttı.

— Peygamber kadının teessürünü görünce hemen şu müj­deyi verdi. İlkönce kocakarılar tazelenirler.

— Birer genç kız haline gelirler. Ondan sonra da cennet bahçelerine girerler.

— Önce onlara gençlik verilecek, sonra da diledikleri saadete kavuşacaklar [ 1 ] . »

[l] Bu fıkra Cami'nin Baharistan'ında geçer. (Mütercim)

Cami'de şiir kabiliyeti

Cam'lı Üstadın şahsındaki büyük meziyetlerin en başında onun mizacındaki şairlik İstidadı gelir. Kendi asrında Fars'ça konuşan bütün İran, Hindistan ve Türkistan ülkeleri, onun şiir sanatında tek ve eşsiz bir üstat olduğunu kabul etmiş, ona « Hatemüşşuara -Şairlerin sonuncusu» lakabını vermişler­diHorasan, Fars, Irak gibi yerlerde yetişen eski Üstatların tarz ve üslûbu üzere gelişen şiir sanatı onun ölümü ile bera­ber artık değerini kaybetmiş, hicri dokuzuncu asrın nihayetle­rine raslıyan ölümünden sonra da 1 3 üncü asra kadar yerini dolduracak parlak bir. sanat yıldızı artık İran edebiyatı ufkun­da doğmamıştır.

Her ne kadar bu meyvalı fidanın yemiş vermesi, ömrü­nün son yıllarına raslamakta, gençlik ve orta yaş devirlerinde ilk ve ikinci divanında bulduğumuz gazellerinden başka önemli bir eseri görülmemekte, hatta HeftEvrenk ve başka­ca meşhur kasideleri hep Hüseyin Baykara'nın saltanat yılla­rına (873 -898) rastlamakta ise de asla tereddüt edilemezki, bu büyük şairde başka emsali gibi Tanrı vergisi bir istidat ile meçhuliyetten söhrete yükselmiş onun yaratıcı zekası ve ateşli mizacı nazım ve nesirde güzel eserler yaratmasına yar­dım etmiştir

Hele tarikatte ilerlediği zamanlarda, daima gizli cezbe­lerle ruhundaki değişiklikleri ancak şiir diliyle ifade ittiği anlaşılıyor. Çömezi Abdulgafur i Lari bu halini şöyle anlatır:

«Camî'nin halini halk nazarında gizliyen ve ondaki ma­nevi inkişafları perdeliyen ancak şiir ve şairlik sıfatı idi. Bü­yüklerle sohbette bulundukları zaman daima şiirin himayesine sığınır, şairlikten bahseder, kah ilim tarafına kaçar, kendini bir ilim heveslisi kılığında gösterirdi. Hulasa bu silâhlardan hangisi işine yararsa ona el uzatırdı.»

Cami eserlerinde daima şiirin ve şairliğin yüce mertebesini belirtmiş, buna dair şiirler söylemiştir. Kaside ve gazellerini topladığı divanın baş tarafında gayet güzel bir ön söz yazmış, bunda şiir ve edebiyat sanatının değerini âyet ve hadislerden deliller göstermek suretiyle İspata çalışmıştır Bu makalede de kendi ahvalini ve şairlik vasfını nasıl takınmış olduğunu şu sözlerle işaret etmektedir:

«Madde âleminin karanlıklarından henüz kurtulamamış olan kırık gönüllü Abdurrahman -i Camî (Tanrı onu varlık cihanının zulmetlerinden kurtarsın) şöyle diyor:

Ulu Tanrı, ilk yaradılışımda şiir istidadını benim mayama karıştırmış, gönlümü tarnamiyle bu mesleke bağlamış, kendimi bu sanattan kurtarmaya bir türlü muvaffak olamadım.

Hayat sahifesinin baş yazısı olan gençlik çağlarından ömür yıllarının altmışı aşarak yetmişe dayandığı bu güne ka­dar asla şiirden uzak kalmadım. Şiir düşüncesinden bir an bile vazgeçmiş değilim. Ne gönül bahçesine umut tohumları saçarak gençlik ve güzellik baharının taze fidanlarını temaşa­ya koyulduğum zamanlarımda, ne fazilet ve kemal erbabının hizmetlerine bel bağlıyarak medrese köşelerinin en geri safla­rında çömeldiğim günlerimde ve ne de eşimden, yoldaşımdan ayrılarak diyar diyar dolaştığım o hasret ve gurbet çağlarım­da, hattâ dervişler hizmetinde dünyadan el çekerek hırka giydiğim ve onların işaretiyle kalbimi arıtmak ve hatır toplu­luğuna kavuşmak için tarikat mücahedesi yaptığım sıralarda bu hevesten kendimi kurtaramadım. Bugün bile çok zaman odama kapanır, kendi köşeme büzülür, bu sevda ile uğraşırım. Hulâsa ne zaman hâl ve vakta uygun bir söz hatırıma gelse bir yere kayt eder ve her ne zaman o halin icabı olan bir nükte yakalasam hemen tesbit ederim. İşte bu dağınık parçalar bir mecmuadan derlendi. Her türlü edebî nevileri sahifelerine aksettiren bir eser haline geldi. Ancak ham tama'lar ve menfaat hırsları yüzünden birtakım bayağıların medh veya hicviyle dilimi bulaştırmak ve kalemimi aşındırınak külfetine de katlanmadım. Bundan dolayı Tanrı'ya şükür olsun. Bu hususta şu kıt'ayı söylemiştim:

— Bu divan bir şiir divanı değildir. Camî belki bununla kerem sahipleri âdetince bir sofra döşemiştir.

— Onda türlü nimetlerden ne istersen bulursun. Ancak alçakların medh ve hicvine raslıyamazsın.

Ölümünden altı yıl evvel yazmış olduğu «Reşh -i bal beşerh -i hal» başlıklı bir kasidede şairliğine ve şiirde yüksel­diği yüce şöhret mertebesine İşaretle şunları anlatıyor:

«— Dağdan dağa kaçtım amma bir türlü şiir derdinden gönlümü kurtaramadım.»

— Bu işe belki bin defa tövbe ettim. Fakat başka işler gibi bu derdin çaresini bulamadım.

— Yeryüzünde şiirle o derece şöhret kazandım ki, felegın çevresi benim teranelerimle doldu.

— Zamane gelini, kulağını, gerdenini süslemek peşinde, şnr mücevherlerinden gerdanlık İster.

— Çalgıcı İşret nağmelerini benim şarkılarımla besteler. Hanende sema makamlarını benim şiirlerimle okur.

Şiirlerimin kervanı Fars ülkesine gitse Sadi ile Hafız' m ruhları istikbale çıkar.

— Hindistan'a ulaşsa Husrev ile Hasan Dehlevî bir ağız­dan gel gel ey cihan garibi merhaba derler !

— Benim dedikodularım ülkelere yayıldıktan sonra hü­kümdarlar sözümün meftunu oldular.

— Kah Rum ülkesinden Kayser bana selam yazar, kah Hindistan’ dan Lahur padişahı müjdeler gönderir.

— Irak ve Tebriz valilerinden bana bol bol hediyeler, sık sık armağanlar taşınır.

— Hele Horasan ile onun cömert büyükleri hakkında ne söyleyeyim, onların elleri beni nimet ve ihsan denizine batırdı.

Baharistan kitabında, şairlerin hal tersümesine ayırdığı yedinci bölümde Cami, halk ve edebiyat dillerinde geçen terimleri bir arada gösteren toplu bir bilgi verdikren sonra Sübhatül’ebrar adlı mesnevisinden geniş ilhamının mahsulü olarak naklettiği şu latif parça ile şiir ve şairliğin faziletini belirtmektedir. Üstadın bu kıtada şiir sanatiyle edebiyat

fenninde eriştiği yüksek mertebe ile öğündüğünü görüyoruz. Cami diyor ki:

« — Şiirin karşılığını vermek Allah' a mahsustur. Onun mertebesi ne kadar büyüktür. Yeri ne kadar yücedir. Ne o­lurdu ben de anlıyaydım. Hangi fazilet şiirden yüksektir? Hangi sihir bu büyüden daha keskindir?

Mesnevi

— Söz gibi ahenkli ve ölçülü bir güzel yoktur. Güzelli­ğin iç yüzü onun yazısından dışarı değildir.

— O güzele karşı sabretmek çetin, ondan teselli bulmak zordur. Hele gönüller avladığı zamanlarda.

— Vezin'den işlenmiş naz kaftanını giyer, Kafiye ile etek­lerini bezer.

— Redif halhallariyle ayaklarını süsler. Hayal' den benlerle yüzünün câzibesini artırır.

— Teşbih düzgünü ile ay gibi yanaklarına cilve vererek yüzlerce yolunu sapıtmış aşıkın aklını dağıtır.

— Tecnis = Cinas sanatlariyle kılı kırk yarar, saçlarını kimse farkına varmadan iki bölük halinde örer.

— Kinaye sanatiyle dudaklardan inciler saçar, misk ko­kulu zülüflere mücevherden askılar yapar.

— îyham hüneriyle göze gözlük takar, vehim ve hayal derneğine fitne salar.

— Çehresine Mecaz kâküllerini dağıtarak perde arkasın­dan Hakikat nağmeleri besteler.

Ulu tanrının Kur'an'ın mucizeli sözleri hakkında (Nefiy edatı olan Ma ile açıkça «bu, şair süzü değildir» buyurmak suretiyle onu şiir bulaşığından temiz tutmuş olması ve o kita­bın gönderildiği tanrısal makamın bayrağını taşıyan Peygam­ber’ i «Belki o şairdir» gibi bir iftiradan korumak ıçm «Biz ona şiir öğrtemedik, ona şiir yaraşmaz» gözleriyle en kutsal bir mertebeye yükseltmesi, şiirin kendi aslından çirkin bir şey olduğu, şairlerin de ölçülü söz söylemelerinden dolayı Tanrı katında suçlu düşeceklerini anlatmak için değildir. Bu işaret­ler ancak bazı kısa görüşlülerin Kur'an'daki yüksek nazım ve ahengi şiir sanmaları ve pek ileri giden bazı inatçıların Peygamber’in değerini küçültmek için onu şairler zümresinden saymamaları düşüncesiyledir. Bu, belki şiirin mevkinin yük­sekliğini, sihirler yaratan şairlerinde mertebelerinin yüceliğini göstermek için en açık bir delildir.

Kıta

— Şiirin değerini gör ki, Kâfirler onunla Peygamber'in yalvaçlık şerefini inkâar etmek istediler.

— Kur’an’ın ona indirilmediğini gerçeklemek İçin, Peygamber'e şairlik suçu kondurdular.»

v ¥

*

Şiir ve şairliğin gerilemesinde Cami’nin duyduğu
üzüntü

Hicri dokuzuncu yüzyılda Timur oğulları ocağından gelen sultanların şiir ve edebiyat hakkında gösterdikleri sevgi dolayısiyle birçok şairler yetişti. Bunların başlıca emelleri, söz sanatları ve kasidelerle geçim yolunu aramak, sultanların cö­mertliklerinden faydalanmaktı. Bu yüzdendir ki, şiir, o yük­sek mevkiini kayb etti. Sanatta bir gerileme başgösterdi. Bu gibi müflis veya para âşıkı meddehalarla söz sarraflarının çoğalması, edebiyat âleminde bir çöküntü devresinin başla­masına sebeb oldu. Daha sonraki yüzyıllarda ise bu çüküntü artık bütün hıziyle devam ederek son kertesine vardı.

Cam'lı Üstat, şu durumdan çok üzülmekte idi. Bir alay menfaat düşkünü, para avcısı şiir mesleğini, kendi hesaplarına bir tuzak haline getirmiş, bir dalkavukluk vesilesi yapmış­lardı. Hakiki şiirle yüksek şairlerin değerini alçaltan bu gibi bayağıların türemesi. Cami’nin eserlerinde yer yer acı şikâyet­lere meydan vermiştir. Bu iddiamıza delil olmak Üzere üsta­dın eserlerinden bazı parçalar nakletmemiz pek uygun olacak­tır. Silsiletüzzehep mesnevisinin birinci cildinde Zahirüddin Faryabî' nin:

«— Şiir aslında fena bir şey değildir. Benim feryadım ancak meslek arkadaşlarının cimriliğindendir.»

Mealindeki beytini tazmin yoliyle yazdığı parçayı oku­yalım :

«— Şiir aslında fena bir şey değildir, bu söz gönül ehli kimselerce de reddedilmemiştir.

— Benim feryadım ancak meslek arkadaşlarının cimriliğindendir. Şu kamış gibi boyum onların şerrinden büküldü.

— Bundan önceki faziletli şairler, çok irfan tahsil ntmişlerdi.

— Fazilet ve hünerle süslenmişlerdi. Boş sözlerden, dal­kavukluklardan uzak yaşarlardı.

— Onlar hikmet'e, usul ve fürû bilgilerine çalışır. Bunları şeriat terazisiyle tartarlardı.

— Daima ahlâkî meziyetler gösterir, bütün ülkelerde şöh­ret kazanırlardı.

— Kutsal nefesleri ruha safa verir, kalemlerinin hareketi ruhsel inkişaflar sağlardı.

— Hepsinin de gönülleri, yüce himmetleri sayesinde ka­naat dolu ve tama'sızdı.

— Yazık ki, onlardan şimdi efsaneden başka bir şey kalmadı. Arada artık kuru lâftan başka bir şey yok.

— Şair kimdir? Şimdi bir düşkün, iyiyi kötüden ayıramayan bir cahil;

— Şiirle, arpayı farkedemiyen, cennet safasını cehennem azabından ayıramıyan bir gafil !

— Himmeti düşkün, tabiatı alçak, herkesle dost ve ahbab geçinen bir zamane adamı!

— Gece gündüz köy köy, diyar diyar gezer, ayağı yanık itler gibi dolaşır;

— Her nerede birkaç kişinin toplanıp bir eğlence tertip ettiklerini duysa,

— İçki meclisi kurmak için şarap, kebab, çalgı ve rebab tedarik ettiklerini haber alsa,

— Hiyle ve yalanlarla aralarına sokulur; ayrana üşüşen sinekler gibi oraya koşar!

— Birkaç bardak zıkkımlanır, herkesle hır gür etmeye başlar.

— Boşboğazlık eder, zarafet sanır. Herze söyler latife zanneder.

— Nihayet meclisteki hoyratlardan kafasına bir tokat, suratına bir sille iner.

— Başı kızarmış, gözlerinin etrafı morlaşmış olduğu halde sokağa atılır.

— O bereli baş, o morarmış gözle yüzünü o kapıdan başka kapıya çevirir.

— Herhangi bir şehirde misafirler İçin bir sofra kurul­maz ki,

— O sofranın başına gidip de bir tufeyli gibi oturmasın.

— Hiç kimse bir gemiye binmez veya bir bağ köşesine bir kır sefasına gitmez ki,

— Arkasından külahını atıp da onun işret meclisine koşmasın.

— İşte bütün cimrilikler ve tacizler yüzünden şiir, ayıp bir meslek, şairler de bayağı insanlar haline geldi.

— Bir İnsana düşkün ve zavallı demektense, şair demek daha uygun düşer.       '

— Şair, her ne kadar kısa bir kelimedir amma yüzbinlerce şer ve fesadı içinde toplamıştır.

— Hiçbir fena huy ve sıfat yoktur ki, bu lakaptan ma­lûm olmasın.»

Yine Tuhfetül’ Ahrar mesnevisinde şiir ve şairleri zem etmekte, hele dalkavuk medhiyecileri kötülemektedir. Oğlu Ziyaeddin Yusuf a öğüd verirken bu fen ve san’ ata asla he­ves etmemesini tavsiye ediyor. Şu beytler o mesnevidendir:

« — Yazık ki, cevherin kadrini anlarnıyan bu halk, ümit ve korku zincirine katır boncukları dizmektedir.

— Cevher adını verdikleri her ne varsa, katır boncuğu gibi eşek kuyruğuna bağladılar.

— Daha ne kadar hırs ve tama yolunda laf atacak, her alçağın boyuna göre hulle donu biçeceksin?

— Daha ne kadar bayağılara kerem sahibi diyecek, ah•

lâksızları hikmet ehli diye vasfedeceksin?

— O cimri ki, yüz iğne vursan elinden bir damla kan çıkaramazsın.

— Avucunu cömertlik denizi gibi gümüşler, inciler saçan bir derya gibi tasvir edersin.

— Yine o hasis ki, hayat mektebinde hâlâ elif'le Dal'ı ayıracak kadar bir irfan edinememiştir.

— Ona ezel âleminin bilgini, ebed felsefesinin âlimi diye vasıflar kondurursun.

— Kedi korkusundan fare deliği arıyan tilkileri bile,

— Bir kükremiş arslan, bir yaban kaplanı gibi gösterir, hattâ onlardan daha yavuz dersin.

— Çarpık mizacının yorgunlukları arasında nasıl rahat yaşıyabilirsin?

— Önünde kalbin gibi kirli, perişan, köhne bir mürekkep hokkası yüzünün rengi gibi uçuk bir kâğıt parçası.

— Sözlerindeki ahengi andıran kaba, çarpık bir kalem, kırık bir ümit ile bozuk bir yazı.

— Bunları her sabah sarığının arasına sokar mevki sa­hiplerinin kapısını çalarsın.

— Methettiğin efendi, Allah onun yüzünü kimseye gös­termesin, onun karşısına kimseyi çıkarmasın,

— Uzun intizarlardan sonra çıkagelir, yüksek makamına kurulur.

— Önüne varır ayaklarını öpersin, fesahat taslıyarak öv­meğe başlarsın.

— Şiir ve kasidelerini sarığından çıkarır önüne koyarsın, içinde yüz türlü hırs ve tama, kaynaşır.

— Evet Ona sunduğu şiirler yüz parça olsun da kıymette günaharının defterine yazılsın. »

Cami, sözlerini zarif ve güldürücü bir hikaye ile bitir­mektedir. Lagari mahlaslı bir şair, şişman bir vezire methiye yazar. Vezir bu adamın usanç veren hallerinden sıkılarak pek yüksek bir yerde olan konağına doğru kaçmağa başlar. Şair de arkasına düşer yakasını bırakmaz. Vezirin artık nefesi kesildiğini gören şair Efendimiz der: Bu şişmanlık size fazla istirahatten geliyor. Vezir cevap verir: Vallahi hayır, ben bir Lagari'nin yüzünden bu işkence ve azaba uğradım.

İşte bu himmetsiz şairlerle bayağı methiyeciler yüzünden duyduğu teessürler, Cami'yi bütün bu zümreden nefret ettir­miştir. Silsiletüzzeheb mesnevisinden naklettiğimiz şu kıt' ada da bu nefret ve teessürü pek açık görüyoruz:

«—Cami! bu öğütlerle acı sözler, bu kusur bulmalar, ayıp aramalar daha ne kadar sürecek)

— Başındaki saçlara ak düştü. Öğütlerinin kıl kadar te­siri kalmadı.

— Şiir yazmadan yüz çevirmek istiyorsun amma gece gündüz şiirden el çektiğin de yok. ’

— Kah mürekkepten imdat istiyor, şiiri şür müsveddesi gibi yazıyorsun.

— Çünkü zamane şiire bu kadar kapılmış amma kendin söyle! Şiir karalamanın ne faydası var?

— Şiir bir oyuncaktır, bundan vazgeç. Keşki daha ne zamana kadar bu oyunla aldanacağımı anlasaydım.

— Redif ve Kafiye'ye çengel takıyor, kendi işini kafiye gibi kendin daraltıyorsun.

— Ömür de güzel bir zaman, gibidir. Hastalığı kafiye ölümü redif tir.

— Gönlünü şiir yazmaya kaptırmışsan Redif ve Kafiye işlerini düşün.

— Şiir bir havadır ki şairler onu mefail, failat gibi ölçü­lerle yaratırlar.

— Halbuki cehalet ve gururunla, sabahtan akşama kadar başıboş dolaşıyorsun.

— Kamil kişiler söz incileri de diler. Şiirin en latifi en yalanıdır dediler.

— Güzelliği yalana borçlu olan bir san'atın basiret ehli nazarında ne değeri olabilir?»

Bu parçanın sonunda da şöyle der:

«— Her ne kadar gönül okşayıcı bir şair değilim, fakat ne gariptir ki, ondan kurtulmaya çarem yok.

— «Arpa yenir amma şiir yenmez» nüktesinin Araplar arasında bir ata sözü olduğunu bilirim.

— Bu gün o ata sözünün konusu benim. Kendim için bu sözü daima tekrar ediyorum.

— Hem şiiri ayıplar, hem şiir söylerim. Hem miski zem­meder, hem koklarım.

— Şiiri yine şiirle kötüler, onun değerini yine kendisiyle kırarım.

— Ne yapayım, benim mayamın icabı bu, ezelden beri alnımın yazısı budur.

— Ben bu sanat için yaratılmışım. Beni bu tarafa doğru sürüklemişler.

— Tanrı'nın gerdanıma taktığı bu halkadan nasıl boynu­mu kurtarabilirim?

'f.

* *

Cami'nin şiir üstatları

Cam' lı şairin bizzat kendi eserlerinin mütalaası, onun bu derece tabiat kuvvetine ve şairliğinin kemal mertebesine eri­şebilmek için hangi üstatların divanlarından ve hangi mürşit­lerin eserlerinden faydalandığını pek açık göstermektedir.

Bununla beraber Nefehatül’üns’te şiir üstatlarını daima Sofiye büyükleri arasında saymış, onların sözlerinden örnekler vermiştir.

Baharistan ın yedinci bahçesinde de meşhur şairleri sayar­ken büyük üstatlardan kendisine örnek ve muallim olanların adlarını edep ve saygı ile anar. Bir yerde gazel tarzında biL hassa Kemal Hucendi' nin üslûbunu beğendiğini ve bir gazelin sonunda da onu örnek tuttuğunu söyler. Sözü geçen gazel şöyle başlar:

«— Gözün Sad harfine, zülfünün kıvrımları Dal'a benzer. Seninle olduğum zaman bana o her iki harften yüz hayal âlemi açılır.

Son beyitleri de şöyle biter:

«— Cami o dudağın feyzi ile söze başladığı için lakabı şirin sözlü Tûtî oldu.

— Şiirleri ancak Kemal Hucendi'nin sözlerinden bir ceşni aldıktan sonra kemal mertebesini buldu.»

Hakim Hakani tarzında söylediği bir kasidede kendi naz­mını överken bu üstadın adını da saygı ve edeple anmakta ve şöyle demektedir:

« — Benim şiir kitabım hikmet sofrasındandır. O lokma acıkanlara gıda olmak için onun Lokman gibi eliyle hazırla­mıştır.

— Şairin sözde sanat göstermesi hoş kaçar amma o kadar değil. Noksan fikirlere ait manaları kemal mertebesinde kim ifade edebilir}

— Mana dilberinin yanağında ben tasavvur etmek ham bir hayaldir. Ancak yanağındaki ben az olursa ona daha çok güzellik verir.

— Söz odur ki, üstat Hakani onu konuklar yurdu olan şu cihanda daha önce geçip gitmiş olan bilginlerden sonra söylemiştir.»

Başka bir yerde mesnevi tarzındaki başarılarını hakim Nizami ile Emir Hüsrev i Dehlevi'ye borçlu olduğunu' söyler. Ve çok kere mesnevilerinde bu iki büyük şairin adlarını da saygı ile anar. Bu cümleden olarak Üstat Heft Evrenk adlı yedi mesnevisinden sonuncusu olan Hurdnamei Iskenderî'nin son kısmına eklediği bir parçada, şiir ve şairlik mesleğinde geçirdiği devrimleri anlatırken, niçin ilkönce gazel, sonra kaside ve rubai yazdığını İzah ediyor. Ve en sonra da Heft -Evrenk mesnevisini yazmaya koyulması sebebini göste­riyor. Bu parçada mesnevilerinin isimlerini yazarken Nizami ile Emir Hüsrev'in adlarını da karıştırmaktadır.

« — Bir ömür boyunca eşsiz güzellerden meseller söyle­dim. Ceylanlar vasfında gazeller besteledim.

— Taze dilberlerden dem vurdum. Gazeli en yüce merte­besine eriştirdim.

— AŞıklara doğru yolu gösterdim. Sesimle ufukları dol­durdum.

' — Sonra kaside tarafına koştum. Muammalar 'nazmında şöhret kazandım.

— Bu dört köşe arasında çaresizliklerle Rubai nazmında çare aradım.

— Şimdi de mesnevi tarzına bir yenilik getirmek için himmetimi yüceltiyor;

— Geçip gitmiş olan üstatlardan yadigar kalan eski mes­nevilere yeni bir hayat vermek istiyorum.

— Eskiler her ne kadar hayat veren, can besliyen şeyler­se de, yeni şiirlerde başka bir' lezzet var.

— Bu tarzın üstadı Nizami' dir. Bu alanda en parlak ışık odur.

— Gence viranesinden hazineler getirdi. Söz hazinesini beşe çıkardı.

— Hüsrev'i Dehlevi de yine beş eserle pençeleşti. Dima­ğını onlarla yordu.

— Elinde inci ve cevheri yoktu ama şiir alanına tam ayarlı halis altınlar armağan etti.

— Altın her ne kadar gümüşten daha makbul ıse de kıymette inci ve mücevherden aşağıdır.

— Halbuki benim gibi hünersiz, çıplak bir müflisin ne altın kisesi, ne de cevahir hokkası var.

— Ben de bu sanat ve zarafet tezgahında bakır paralar­dan beş hazine dizdim.

— Onların hazinelerine benzer bir esere sahip olamadı­ğımdan mahcubum. Çünkü şu beş eser onların kalp akçaları değerinde bile değildir.

— Fakat ayağımı kuvvetli bastım. Himmetimin adımlarını sıklaştırdım.

— Azim anahtariyle ilkönce söz hazinesinin kapısını açtım.

— Önce Şeyh Ahrar adına Tuhfetül' ahrar'ı armağan ettim. Veliler ruhuna Sühhetül’ ebrar’la tesbih çektim.

— Ondan sonra kaleme tasarruf ettim. Yusuf ve Züleyha hikayesini yazdım.

— Çocuklar gibi kamıştan bir at oyuncağı yaptım. Leyla ve Mecnun ülkesinde at koşturdum.

— Bu dört kitapla gönlüm muradına erdi. Şimdi beşinci kitaba başladım.

— Bugün de İskender’den kalan kısa fıkraları Cevher gibi bir ipliğe dizmek istiyorum.

— Hurdnâme kitabını İskender'in menkabelerinden seç­tim. Yoksa efsanecilik benim işim değil. .

— Hikmet sırlarına ait söz söylemek, bayat hikayeler okumaktan daha iyidir.

— Behram i Gûr’ dan kitabımda söz açmadım. Bağımda öyle bir servi fidanı dikmedim.

— Artık ömür sarayı çöküp harap olduktan sonra Heft Peyker Yedi suret gibi bir eserin mimarlığından ne çıkar?

— O vezinde bir Mesnevi daha yazdım. Asıl hakikatler tohumunu ona ektim.

— Bütün din bilginlerinin nükteleri keşif ve yakin erbabı erenlerin hikâyeleri hep ondadır.

— O nükteler benim o engin denizden çıkardığım incilerimdir. Onda hiçbir harf bile tekrarlamadım.

— O eser peşinde ne güçlükler çektim. Fakat bitirince de hepsini telâfi ettim.

— Bu sefer de başka bir bahirde =■ vezinde inciler saçtım. Ondan Velilerin ruhuna tesbihler çektim.

— Yazık ki, kıymetli ömür, redif ve kafiye toplama der­diyle geçip gitti.

— Kah kafiye düşüncesi nefesimi daraltır, kah redif sev­dasına kapılırım.

— Gönül hoşluğunu kaybeder, taze nükteler avlamak için uğraşır dururdum. ’

— Mana bakireleri hazan ürkek ceylanlar gibi benden kaçar, bir türlü tuzağa düşüremem.»

Cami, başka eserlerinde de sırası geldikçe üstatlarının adlarını tekrarlamakta ve onlara ait hikâyeler anlatmaktadır. Silsiletüzzehep mesnevisinin üçüncü cildinde Asayiş i Can başlığı altında şairleri ve güzel şiiri öven nefis bir parça ile kötü şiiri hicveden «Kahiş -i dil gönülsüzlük» başlıklı bir kıt'ası vardır. Bu eserde bazı eski üstatlardan parçalar nakle­derek geçmiş sultanların zamane şairlerinin medhiyeleri saye­sinde nasıl bir ün kazandıklarını anlatırken Unsuri' den, irtical yoliyle Rubai söylemekten, Ayaz'ın zülfünü kesmesinden, Sul­tan Mahmud'un ona karşı gösterdiği iltifatlardan bahseder. Bu şiirler, söz ve manalarındaki incelik bakımından Cami'nin en belagatli parçalarından olduğu için buraya nakletmeyi uygun bulduk:

— Şiir nedir? Akıl kuşunun nefhası, şiir nedir? Sonsuzluk aleminin bir misali.

— Akıl kuşunun külhanda mı, yoksa gül bahçesinde mi şakıdığı ancak şiirle aydınlaşır.

— Melekût aleminin gülistanında öterse o halvetten ruh­lara kuvvet ve gıda getirir.

— Dinliyenlere murat ve neşe kapıları açılır. Cana safa, ruha esenlik verir.

— Şiirin, sözü latif ve ince, manası kuvvetli ve her ikisi birbirine uygun olunca,

— Ünü semalar yolunu tutar. Şairin adı bütün cihana yayılır.

— Fakat dar bir kafadan doğan, manası kaba, sözü ke­keme olan bir şiir,

— Bıyıktan daha yukarı çıkamaz. Öyle bir meta, sahibi­nin sakalı önünde kalır.

— Ne methiyeci şairler vardır ki, sultanları överken hiç bir sıkıntı vermemişlerdir.

— Onların adları takdir kalemleriyle zamanenin defterine işlenmiş, ebedileşmiştir.

— Rudeği, inciler deliyor. Saman oğullarını övüyordu.

— Onlarla yan yana yürü’dü. Onlardan az bir debdebesi yoktu.

— İnci gibi dizdiği şiirlerin caizesi her seferde dört yüz deve idi. •

— Develer bu konuk yurdundan gitti. Sultanın altınları da kalmadı. Yalnız şiirler duruyor.

— Bugün onun adının anılması, meclislerde dolaşan o parlak şiirler sayesindedir.

— Böylece iyi gidişli ve ünlü Saman oğullarının adlarını da,

— Nazımlarında yaşatıyor, onları perde arkasından ışığa çıkarıyor.

— Temiz mayalı Unsuri gibi bir şair şu alemde az yetişir.

— Dört unsuru birleştiren bir cevher idi. Cihanın kulağı onun şiirleriyle dolu.

— Rudeğı’nin Saman oğullarından bulduğu itibarı, o fazlasiyle Gazne'li Mahmud’ dan buldu.

— Onun caizesi de servet ve iltifattı. Aldığı hediyeler Mahmudi fillerle taşınırdı.

— Sultan Mahmud'u öven kasidelerinin miskini şiir suyu ile karıştırdı. İkbal sarayına kitabeler yazdı.

— O saraylar, köşkler yüz kere yer değiştirdi amma o kitabeler yerinde ebedî kaldı.

— Hele Sultan Sancar'ın dostu olan Muizzi fasahat ve belagatta hançer gibi idi.

— Keskin, cevahir kaplı bir hançer, üstündeki cevherler ise dindar padişahın kasideleridir.

— Sultanın medhinde keskin bir hançer gibi işledikçe şa­hın eli de ona cevherler yağdırdı.

— Gerçi şahın eli yüzlerce hazine saçtı amma ortada şahın methinden başka bir şey kalmadı.

— Enverî de Sultan Sancar'ı övdü. Bu değerli incileri onun methiyle deldi.

— « Kalb ile el, denize veya maden ocağına benzeseydi, bunlar ancak sultanımızın kalbi ve eli olurdu» diyen Enverî idi.

— Şimdi deniz kurudu, maden ocağı zelzeleden yıkıldı.

Fakat o inciler ebediyet zincirinde dizili kaldı.

— Hakânî bütün tomtarakiyle Şirvan şahları için,

— Hoş sözler söyledi, binlerce hazine değerinde methi­yeler yazdı.

— Cihan halkının serveti yok oldu amma 'onun altın gibi şiirleri yerinde duruyor.

— Sadi gitti. Fakat Saad bin Zengi hakkındaki nefis şiirleri,

— Gülistanında sultanın sarayından, köşkünden daha gü­zel hâtıralar bıraktı.

— Hakim Senaj ile Nizami sayesinde cihan tuzağına tu­tulmuş niceleri.

— Şu belalar yurduna ün saldılar. Behram Şahı bu ikisi yaşattı.

— Nerde o zahirüddin i Faryabi, methiyelerinin nefhasiyle feleğin dokuz kürsüsünü ayakları altına almıştı ki,

— Sultanının üzengilerini öpsün de kendisine rızık kapı­lan açılsın diye 1

— Şimdi onun dalkavukluğundan yalnız ayak öpme ma­salı kalmıştır.

— Hocend'li Kemal'den Saıd'lılardan bu arada sözden başka hâtıra yoktur.

— Saveli Selman şu harabeler diyarında gönül hoşluğu ile Sultan Üveys'in methiyecisi idi.

— Bugün dillerde dolaşan ne varsa hep onlardan kalma­dır. Selman’ın şiirlerinden birkaç beyitten başka ortada ne var?

— Ey feleklere yükselmiş ayvanlar, ey göğe ser çekmiş saraylar.

— Sultanlar sizi şu fena âleminde yadigâr kalmak için yaptırmışlardı.

— Şu göç yurdundan geçip giderken geri .kalanlar sizi temaşa edecekti.

— Çünkü gelenler gidenlerin hatırasını anar, onları tak­dirle yad ederler.

— Daha ne kadar gözü kapalı oturacaksın? Kalk da gö­zünü aç ki, olup bitenleri göresin.

— Saraylar zamanenin sarsıntılarından çöktü. Saraylılar kahır ve ölüm zincirine vuruldular.

— O yapılardan eser kalmadı. Ancak şiir defterlerinde yazılı tasvirleri duruyor.

— O binaların ne çatısı ne temeli kaldı. Onları yaşatan bir şey varsa ancak sözleridir.

— Şu köhne konuklar yurdunda manzum ve mensur söz­lerden başka nesillere kalacak bir armağan yoktur.

— Paslar, söz cilasiyle temizlenir. Düğümler söz sayesinde çözülür.

— Zamanede çözümlenmesi çetin karışık bir iş başgösterirse,

— Derhal söz şivesine başvurmalısın ki, o işin düğümünü kolaylıkla çözebilesin.

:[.

* *

— Ayaz, bütün Çin ve Bedehşan oyuncaklarından ziyade güzel huyları sayesinde seçkin bir gözde olmuştu.

— Sultan Mahmud’un hizmetini yerine getirmekte asla ihmal göstermezdi.

— Şahın gönlü de ona vurulmuş, güzelliğine edeb ve terbiyesine meftun olmuştu.

— Bir gece Şah içki meclisine oturdu. Şarabın tesiriyle oldukça kendinden geçti.

— Gönlündeki arzuyu rica yoliyle anlattı, gözünü Ayaz’ın yüzüne dikti.

— Kulağının arkasından onuızlarına sarkan büklüm bük­lüm saçlarına baktı.

— Sıcağın tesiriyle kıvrılmış bir Sümbül, sanki güneşin etrafında halkalanmış gibi idi.

— O zülfün tellerinden örülmüş bir Zünnar’ı aşk eliyle beline bağlamak istedi.

— Namus, derhal sultana seslendi. Çabuk dedi Ey Mahmud, gölgen bütün cihana yayılsın.

— İşin küfür derecesine varmadan şu zünnarı kesmek için kılıcını çek.

— Sultan hançerini Ayaz'ın eline verdi. Lütfet de ne ola­caksa olsun dedi.

— Şu misk kokulu kemendi kes, yoksa din ve namus havaya gidecek.

— Şah' dan bu sözü işiten Ayaz zülfünün yarısını kesti.

—■ Öperek Şah'ın önüne bıraktı. Şah da cömert ellerini açtı.

— Emrini yeride getiren kölenin başına altınlar, mücev­herler saçtı.

— Ayaz artık şah'ın huzurunda bir daha başını kaldıra­madı.

— Gece bu nefis mücadeleleriyle sona erdi. Herkes kendi işini bitirmişti.

— Sarhoşluk ve uyku şahı sarstığı için mest ve harap bir halde başını yastığa koydu.

— Gece uykusundan uyanınca seher rüzgârının okşayışlariyle yerinden kalktı.

— Gece olup biten şeyleri hatırladı. Fena bir gün geçir­diğini anlıyordu.

— Dün gece yaptığı yolsuzlukların hâtırası kalbini coş­turmuştu.

— Ayaz' ın zülfü ömrü boyunca uzundu. Ben uzun ömür­den yüz çevirdim diyor.

— Sabrı ve aklı gitmiş kararsız bir halde bir türlü yerin­de oturamıyordu.

— O gün akşama kadar kendine gelemedi. Saray halkın­dan hiç kimse Şahı teskin edemiyordu.

— Unsurî'yi önlerine kattılar. Hele yürü dediler. Şaha bir görün.

— Sultan, uzaktan Unsurî'yi görünce artık işten güçten el çektim dedi.

— Unsuri hemen cevap verdi. Ey padişah dedi: Senin mülkünün bağında Ayaz taze bir servidir.

— Bahçivanın yetiştirdiği serviyi budaması ancak onu güzelleştirmek içindir. Dedi.

— Aynca bu anlamda birkaç beyt söyliyerek bestelemek için Şahın çalgıcılarına verdi.

— Derken meclistekilere neş’eli bir coşkunluk geldi.'Tek­rar içki ve eğlence alemi başladı.

— Şahın gönlü bu nağmelerle hoş oldu. Neş'e kadehleri dolup boşaldı.

— Şah emretti inci getirin, Unsurî’nin ağzını üç defa inci ile doldurun.

— O inciler saçan ağzı üç defa inci, ile doldurdular.

— Unsurî de, onun mücevher dolu ağzı da dünyadan gitti. Fakat bu delinmiş inci (Bu nükteler) hala cihan halkının kulağında duruyor.»

Mevlana Celaleddin • i Rumî’ nin mesnevisi tarzında yazdığı Selâman ve Absal adlı eserinde Camî, Mevlâna’nın mesnevi­siyle sahibini anmakta ve ön sözünde Celaleddin'in mesnevi­sinden tazmin yoliyle şu iki beyti nakletmektedir:

«— Mevlâna’nın mesnevisindeki şu iki beytin benim ha­limle kuvvetli ilgisi vardır;

— Sağlık ve esenlik temelleri sarsıldıktan sonra artık ba­na nazım ve kafiye bulmak kudreti nasıl gelebilir?

— Ben kafiye düşüncesindeyim. Halbuki sevgilim bana diyor ki, benim yüzümü görmekten başka bir şey düşünme!»

Yine Selâman ve Absalda Mevlâna Celaleddin’in yüksek mertebesine işaret yoliyle şöyle bir tazmin vardır:

«— Tanrı erenlerinin vasfını halktan gizlemek gerek. Şu nükteyi diyen irfan sahibinin ruhu şâd olsun.

— Dilberlerin vasfını başkalarının sözleri arasında dinle­mek daha hoştur.»

Yine aynı eserde övdüğü Emir Fazlun'un bağışlarından

utanarak kaçan Tebriz'li şair Katran'a ait bir hikaye vardır ki, ilk beytleri şöyle başlar:

« — Katran sihirbaz bir nükteci idi. Kaleminden sıçrıyan her damla birer sır denizi gibi idi.»

Sübhatül’ebrar mesnevisinin üçüncü bölümünde Şiraz'lı Şeyh Sadî’nin:

«— Akıl sahipleri nazarında her yeşil yaprak, • Tanrı bil­gisini öğreten bir defterdir.»

Mealindeki meşhur beytini söylediği geceye ait bir rüyayı _ hikaye ederken der ki:

« — Sadî, O çimenlerde öten Şiraz bülbülü, Şiir Gülista­nında destanlar okurdu.

— Bir gece Tanrı'ya Hamd ve tesbih eden bir ağaç üze­rinde seher nağmelerinden sihirli teraneler besteledi.

— iki mısralık bir beyt söyledi amma her mısraında Tan­rısal nurun ışığını parlattı.

— Can, o beytten Canan'ın müjdesini alıyor. Akıllara irfan nurları saçıyordu.

Arif, uyanık ve ergin bir zat vardı ki, Sadî’ye manmaz fakat bu inkarını gizlerdi.

— Gece rüyasında, bir alay meleğin gelip göklerin kapı­' sını açtıklarını gördü.

— Bunlar, arkalarını gök kubbeye, yüzlerini de şu kara toprak tarafına çevirmişlerdi.

— Korku ve yalvarma ile karışık bir cesaretle yavaşça sordu: Böyle nereye koşuyorsunuz?

— Müjde verdiler: Sadî Tanrı vasfında öyle taze bir inci deldi ki dediler.

— Tanrı erlerinin bütün sermayesi onun değerine yetişe­mez. işte onun sırlarından meydana çıkan o nükte incisini al­kışlamaya koşuyoruz.

— Rüya gören arif, artık inkar düğümünü çözdü. Yüzünü o hür insanlar kıblesine çevirdi.

— Şeyhin tekkesinin kapısına geldi. içeriden Sadî'nin nağmelerini işitti.

— Yüzü ciğer kaniyle ıslanmış gibi ter içinde kaldı. Ken­di kendine bu beyti tekrarladı.»

Sübhatül'ebrar mesnevisinin sonnndaki 39 uncu bölümü kendi nefsine öğüd vermeğe ayırmış, bundan sonra kendisini şiir ve şairlikle uğraştığından dolayı ayıplamakla beraber nefse ait himmet makamını şairlikten daha Üstün saymıştır. llk kısım­da Firdevsi, Nizami, Hakani, Enveri, Zahir i Faryabi, Ke­mal -1 lsfahani, Sadi, Hafız, Kemal i Hucendi gibi eski şair­lerle büyük üstatların eserlerinden misaller getirmekte ve Hasan . i Dehlevi ile Emir Husrev -i Dehlevi olması lazımgelen Hindistan'lı iki şairden de örnekler nakletmektedir. Sözü, meşhur hakim Senai'nin şu:

«— Artık şiirden vazgeçtim, çünkü ne sözde mana, ne de manada söz kaldı»

Beytiyle başlıyan uzun ve latif bir hikayesini şerh eder­ken şu beyt ile söze başlar:

«— Gör ki, felek ecel okunu Firdevsi'nin arkasından fır­latmak için nasıl bir yay dizdi.»

Bu faslın sonunda Cami, emir Muizzi'nin sultan Sancar Bin Melikşah hakkında söylediği kıt' ayı naklederek bu şairin yüksek onuru ile yüce mertebesini öğdükten sonra sozun, za­manla ebedileşen değerini gayet akıcı bir ifade ile anlatır.

Cami'nin söze ve yüksek nüktelere ne derece değer ver­diğini anlamak için şu kıt'ayı aynen alıyoruz:

« — Şiirin letafetinden ve caize verenlerin minnetinden bahsedilirken emir Muizzi'nin sultan Sancar'a ne dediğini işittin mi?

— Senin bağışların açlık hırsını dindirmeye yeter derece­de değildir. Çünkü, mide zindanından kurtuldu mu çöplüğe gider!

— Halbuki benim methiyelerim, senin faziletlerini şark ve garba yaymak için giden kafilelere yoldaşlık eder.»

Arap edebiyatını kavrama ve tecrüme bahsindeki
yüksek yetkisi

Cami'nin yüksek fazilet ve kemalinin bir cephesi de Arap dil ve edebiyatında son derece derinleşmiş olmasıdır. Bu ci­het onun Arapça şiirlerinde açıkça görülmekle beraber Arap diliyle kaleme aldığı eserlerde de kesin olarak anlaşılmaktadır.

Cami'nin tefsir, lügat, tarih, hadis ve şiirdeki yüksek yetkisi onun Farsça eserlerine özel bir olgunluk ve topluluk verdiği gibi Arap edebiyatı da ona parlak inciler ve renk renk mücevherler saçabilmesi için zengin bir hazine olmuştur. Cami, bugün bile değerini muhafaza eden bazı eserleriyle Arap dil ve edebiyatına hizmet eden birçok Üstatlardan daha ileri bir mertebeye yükselmiştir.

Oğlu Ziyaeddin Yusuf için yazmış olduğu Fevaidüzzıyaiyye adlı eseri meşhur lbn i Hacib'in Kafiye adlı kitabının şerhidir. Tahkik ehli bilginler nazarında bu eser Arap nahvinin en sağlam bir vesikası sayılmaktadır.

Arap dili öğretmenleri bu Farsça konuşan alimin kitabını bugüne kadar talebelerine okutmakta ve onun sözlerini Arap nahvinin en çetin bahislerinde birer kanıt olarak saymaktadır­lar. Revzâtül’cennat sahibi Cami'nin Fevaidüzztyaiyye'si hak­kında şunları söylemektedir:

«Bu eser, nahiv ilminde yazılmış bulunan kitapların en güzelidir. Fikir ve nazar bakımından en İnce, ifade bakımın­dan en beliğ, yazılış ve düzgünlük cihetinden en mükemmel bir eserdir. Lisanın nüktelerini, inceliklerini araştırarak en ge­niş bir ölçüde toplamıştır.

Büyük ve faziletli alimlerden mevlana Mirza Muhammed Şirvani demiştir ki, ben bu dersi yirmi beş defa okuttum. Her defasında, daha evvelki okutmalarını sırasında onu hakkiyle anlatamadığıma, eserin hakkını gerektiği gibi verememiş olduğuma kanaat getirdim.»

Bir Horasan'lı çocuğunun Arap ilminde Irak, Suriye ve Mısır üstatlariyle yan yana yürümüş olmasına hayret etmeme­lidir. Önce de söylediğimiz gibi Horasan ve Maverâânnehir Hicrî dokuzuncu asırda birer ilim ve edebiyat merkezi olmuş, Herat ve Semerkand şehirleri büyük âlim ve ediplerle dol­muştu. (Birinci Bölüme bakınız)

Camî'nin Arapça beyt ve mısralarla karışık (Mülâmma) gazelleri Arap ve Fars dillerini birbiriyle karıştırmak hususun­da en güzel birer örnektir. Cam'lı üstadın karihasından doğan bu santlı şiirler onun Arap dilinde ne derece fasahat ve belâgatla söz söylemek kudretine sahip olduğunun birer şahidi sayıldığı gibi Fars dilinde de Tus'Iu Firdevsî'nin kudretli bir halefi olduğunu gösterir.

Ahlâkî kasidelerinin zeyli ile yedi mesnevisinde Arap ede­biyat ve sanatının akisleri pek açık görünmektedir. Hattâ de­nilebilir ki, Cami, Arap şaheserlerinden birçoğunu daha güzel bir şekilde Fars dilinin tatlı ifadesine uydurmuştur. Büyük Üstat Şeyh Sadî' den sonra Arap edebiyatını Farsçaya nakle­den Üstatların en büyüğü ve en hünerlisi Camî'dir.

Silsiletüzzehep, Tuhfetül’ahrar ve Sübhatül’ebrar mesne­vilerinde Kur'an âyetlerinden ve Hadislerden naklettiği birçok yüksek hakikatlerle büyük sofîlerden aldığı fıkra ve hikâye­lerde Arap şiirlerini Fars dilinin şirin kalıbına dökmüştür. Erbain -ı Cami yahut Ktrk Hadis tercümesi ile Kur' an' daki hikâyelerin en güzeli olan Yusuf ve Züleyha mesnevisi, Hoca Nasîrüddin -i Tusî'nin İbn -i Sina'nın El’işârat adlı eserine yazdığı şerhten iktibas ettiği. Selâman ve Absal destanı, Kays bin Amirî'nin divanından naklettiği Leylâ ve Mecnun mesne­visi Âğani’den Kays’e ait naklettiği hikâye ve şiirler hep bu cümledendir. Bunlar iddiamızın en kuvvetli delilleridir.

Iskendernâme mesnevisinde büyük âlim ve feylesofların kitaplarından faydalanmak suretiyle ortaya attığı ilim ve fel­sefe mes'eleleri şüphe yok ki manzum ve mensur Arap ede­biyatı kaynaklarından taşmış birer hakikat çağlıyanıdır.

Camî, tercüme sanatında daima mânanın aslına yeni bir kisve giydirmeye uğraşmıştır. Fikirleri şerh ve izah ederken çok kere kısaltma yoluna gideceği yerde sözü uzatmak ister.

Dilediği yerde konunun hakkını tamamiyle verir. Onu birçok takma bezeklerle süsler. Bu cihetten fikirlere başka bir parlak­lık verir.

Burada misal olarak Mülâmma tarzında yazdığı bir gazel ile bir Rubai ve Silsiletüzzehep mesnevisinden bir hikaye ile Leyla ve Mecnun dan bir parçayı nakletmekle yetineceğiz.

Gazel

«— Selmân’ın yuzunu görecegım ülkenin şevkiyle inliyo­rum. Ola ki, o yerden bizim tarafa bir lütuf müjdesi gelir.

— Fikir ve şuur dizginini elinden bırakmış olduğu halde gam çöllerine düşmüş biri varsa benim. Bahtım vefasız, aklım rehbersiz, tenim dermansız, gönlüm sabırsızdır.

— Sende o ne güzelliktir ki, Canımın kıblesi olmuşsun. Köyünün etrafı gönlümün kabesi haline gelmiştir. Secde etmek istesem sana sana secde eder, koşmak istesem sana doğru koşarım.

Aşk ehlinin dili senin sevginin sırriyle sustu. Fakat bu dilsizlik yüzünden gizli elemler bildiğin gibi açığa vuruldu.

— Şu halimi görünce gözlerim ağladı. İşim fenaya vardı ve kolayca anladım ki, senin yüzünden hasta olan bu zaval­lıyı tedavi edecek bir tabib varsa o da ancak senin vuslatındır.

— istersen cefalarla canımı al. dilersen naz kılıcı ile boy­numu kes, Canına yemin ederim ki, sana bağlanmış olan ba­şımı ayağının bastığı topraktan aslâ ayırmıyacağım.

— Bana nâz ile: nerelerdesin, şu ayrılık demlerinde halin nice oldu? diyorsun. Aşkından hastalandım. Hasretinden öl­düm, bunları sana nasıl şikâyet edeyim?

— Zavallı Cami senin eşiğinde oturmayı şu sebepten iste­mez ki, o şimdi kalbinin acılariyle ayrılık köşesine sığınmış, mihnet yurdunda yuva kurmuştur.

Rubai

«— Ayrı düştüm, senden başka dostum yok, ahbab böylemi yapar? lütfet, ihsan et.

— Sanıyorum ki, beni hasretinle öldüreceksin. Tanrı hak­kı için bana yaptığın şeyi hiç ümidetmezdim.

Şair Ferezdak'ın Hazret-i .Hüseyin'in oğlu Ali'yi öven kasidesinin hikayesi:

Silsiletüzzehep mesnevisinin birinci cildinde Cami, yersiz methiyeler yazan şairlerle bunların aksine olarak iyi bir ni­yetle methiye yazanlardan bahsederken hırs ve tama hislerin­den uzak olarak iyi insanları iyilikle vasıflandırmayı adet edi­nen şair Ferezdak'ın Hazret -i Hüseyin'in oğlu Zeynel'abidin Ali'ye, Emevî halifesi Hişşam'ın huzurunda inşad ettiği kasi­deyi anlatır ve bunu en güzel bir üslûpla Farsçaya tercüme eder. Bu tercüme iddiamızın en kuvvetli şahididir. [ 1 ]

«— Abdülmelik'in torunu Hişşam, Şam halkiyle birlikte Kabeye gelmişti.

— Kabe'nin etrafını tavaf ediyordu. Fakat Hacıların ka­labalığından,

— Hacerül'esved'i ziyaret etmeğe vakit bulamadı. Seyret­mek için bir tarafa çekildi.

— O sırada ansızın Peygamber ve Velilerin sevgilisi Haz­ret -i Hüseyin'in oğlu İmam Zeynel'abidin Ali'nin,

— Şeref ve vakar ile Kabe etrafında yürümekte olduğunu gördü.

— Tavaf için geçtiği yerlerde halk, safları yararak ona yol açıyordu.

— Hacerül'esved'i ziyarete yönelince kalabalık derhal önünden çekildi.

— Bu hali gören Şam'lılardan biri Hişşam'a sordu: Bu güzel ve heybetli adam kim?

— Hişşam cehaleti yüzünden birdenbire irkildi. Onu tanımamazlıktan geldi.    .

h] Bu hikayen:n aslı İbn • i Hallekan'ın Vefeyatül'ayan adlı eserinin ikinci cildindedir.

— Tanımam kim olduğunu bilmiyorum. Medine'li mi, Ye­men' li mi, yoksa Mekke' den mi?

— Bufiras Ferezdak o eşsiz şair de Şam' lılar arasında idi. .

— Hemen atıldı: Ben onu çok iyi tanıyorum dedi. Bun­dan ne soruyorsun, bana sor I

— O öyle bir adamdır ki, Mekke'nin kumlu vadileri, dağları, zemzem kuyusu, Mena' sı,

— -Kabe'nin içi dışı direk ve duvarlariyle altın oluğu, İbrahim'in makamı,

— Merve, Mes'a, Safa, Hacerül'esved, Arafat dağı hatta Tibe, Küfe, Kerbela, Fırat.

— Hulasa hepsi onun değerini tanır ve onun yüceliğine şahadet eder.

— O şehitler serdarı Hazreti Hüseyin'in göz bebeği, Hazret -i Fatıma'nın bahçesinde yetişen fidanın çiçeğidir.

— Hazret -i Muhammed'in bağının meyvası, Hazret -i Ali'nin çemeninin lalesidir.

— Kureyş kabilesi arasında bir kere göründü mü, adı dillerinde neş' e ve iftiharla dolaşır.

Çünkü, bu yüce başbuğ, Fazilet ve cömertliği son merte­besine erdirmiştir.

— Onun makamı ululuk şahikasıdır. Onun devesi Devlet ve saadet bineğidir.

— Bu kadar açık olan devlet ve izzetini değerlemekte Arap da, Acem de acizdir.

— Onun dedesi, temkin mesnedine yükselmişti. Mührü­n ün yazısı Peygamberler ulusu idi.

— Yüzünde hidayet ışıkları parlar, ahlakından vefa ko­kusu gelir.    .

— Yüzü aydınlık saçan bir güneştir ki, etrafa neş' eler dağıtır, karanlıkları yakar.

— Dedesi Tanrı hidayetinin kaynağıdır. O da böyle bir kaynaktan süzülmüştür.

— Hicab ve hayâsından gözünü açıp da herkesin yüzüne bakamaz.

— Halk da onu gördükçe gözlerini önüne eğer, heybe­tinden yüzüne dikkatle bakamazlar.

— Halk ile gülümsemeden konuştuğu görülmemiştir.

— Araplar arasında da, Acemler arasında da şöhret sal­mıştır. Bu mağrur ve aldatıcı adam onu nasıl tanımaz?

— Güneşin nuru bütün cihanı tutmuştur. Körler göremez­lerse ona ne zarar gelir?

— Güneş feleklerde yükselirken baykuş bu manzaradan faydalanmazsa ne çıkar?

— Onun eli iyilere de kötülere de bağışlar saçan bir bu­lut gibidir.

---  Feyzi bütün cihanı kaplıyan bir buluttur ki, ne kadar yağsa eksilmez.

— O yüce mertebeli cemaatten niceleri cennetlerin sema­sına yükselmiştir.

— Onları sevmek gerçek İmanın delili, onlara kin besle­mek küfür ve münafıklık nişanesidir.      w

— Onlara yakın bulunmak yücelik mertebesi, onlardan uzaklaşmak sapkınlık mayasıdır.

— Takva sahipleriyle Tanrı rızasını arıyanları seçmek lazım gelse.

— O aileye . uyanlarla o kafilenin önünde yürüyenler ol­duğu anlaşılır.

— Yeryüzünün en hayırlı insanları kimlerdir diye sema­lardan sorulacak olsa,

— Yıldızların dilinden gelecek cevap şu olacaktır: Pey­gamber evladı.

— Onlar, bağışladıkları zaman Yağmur bulutuna, düşma­na saldırdıkları zaman Aslan'a benzerler.

— Bütün ağızlarda Tanrı adından sonra onların adı söy­lenir.

— Her kitabın başında Tanrı adından sonra onların İsini geçer.

— Her nazım ve nesrin sonu, ancak onların adının uğuru ile parlaklık kazanır.

— Hişşam, Ferezdak'ın okuduğu bu parlak kasideyi,

— Baştan sonuna kadar dinleyince öfkesinden kam bey­nine sıçradı.

— Ferezdak'ı Bülbülden hoşlanmıyan bir baykuş gibi kes­kin bir bakışla süzdü.

— Şam'lıların gözü önünde ona hakaret etti. Bu hareke­tinden dolayı da şairi hapsetti.

— Ferezdak'ın bu kaside hikayesi Zeynel'abidin'in kula­ğına varınca, ’

— O belagatli şaire derhal on iki bin dirhem altın gön­derdi.

— Fakat Ferezdak parayı kabul etmedi. Benim maksadım Tanrı ve Peygamber rızasıdır dedi.

— O methiye, ihsan ve bahşış için değildi. Bana yalnız canınızın sağlığı kafidir.

— Vaktiyle nice Sivri sinekler için kasideler, hicviyeler söylemiştim.

— Şimdi o sözlerin günahını affettirmek İçin bu methiyeyi inşat ettim.

— Zeynel'abidin haber gönderdi. Biz verdiğimiz karşılığı geri almayız.

— Peygamber neslinden olduğumuz için verdiğimizi geri almak adetimiz değildir.

— Ferezdak bu vefa ve cömertliği görünce caizeyi kabul etti.»

— Çöl kumları üzerine Leylâ’nın adını yazan Mecnun’a ait bir hikâye. -

— Mecnun bir gün kalem gibi çırılçıplak bir halde kum­lar üstüne bir şeyler yazıyor.

— Onun misk kokulu zülfünün hayalini kumlara resmet­mek için uğraşıyordu.

— Parmaklarını kalem gibi tutuyor, bir düzüye Leyla, Leyla diye yazıp duruyordu.

— Kumlara işlediği bu adın nakşını ciğerinden sızan kan­larla yuğuruyor,

— Kirpiklerinin seliyle tertemiz yıkıyor; sonra tekrar yeni bir hevesle yazmaya koyuluyordu.

— Bu garip yazı ve nakışları daima tekrarlamayı kendine bir vazife edinmişti.

— Onun bütün işi gücü, hayatının zevkı, ömrünün serma­yesi bu idi.

BÖLÜM IV.

CAMİ'NİN İNANDIĞI ŞEYlER

Tezkirecilerle Biyografi muharrirleri Camî'nin akideleri bahsinde ayrı ayrı fikirler yürütmüşlerdir. Çünkü, Camî’nin ölümü İran' da Safevîler hanedanının doğuşu sıralarına raslar. O zamanlarda ise fikirlerde büyük bir inkılâp ve değişiklik başgöstermişti. İran halkı, memlekette siyasî durumun değiş­mesiyle başlıyan bu yeni merhalede mezhep telakkileri ve fikir hareketleri bakımından da yeni bir devrim hayatına gir­mişlerdir. O tarihte mevlana Camî’ nin yeni yayılmaya başlıyan eserleri büyük bir küme tarafından beğenilmekte ve ufak bir zümre tarafından da kötülenmek suretiyle itiraza uğramakta idi. Bu eserler, bir şehirde son derece takdirle karşılanırken başka bir şehirde red ve inkar edildi. Bir zümre Camî'yi bir bid'at kurucusu veya tasavvufça olarak tanıdı. Eserlerini kü­für ve zındıklığa isnad etti. Ba.şka bir zümre üstadı İslâmiyetin ilk asrındaki âlimler derecesinde gördü. Hatta onu Veliler mertebesine yükseltti. Üstadın latif ve gönül çekici sözlerinin tesiri altında kalanlar, onun şiir ve nesirlerindeki fikirleri ele aldılar. Birçok şahit ve deliller göstererek Camî'yi bir Şia âlimi veya hiç değilse Ehl i beyt (Peygamber ailesi) dostu olarak tanıdılar. Eserleri hakkında da uzun dedikodular orta­ya attılar. İlmin yüksek mertebesini cahilce taassublarla bulaş­tırmak istemiyen gerçek fikir ve nazar erbabı ıse daima hakikate yöneldiler. Üstadın eserlerinin mutalâasından şu neticeye vardılar:

Cami Semerkand ve Herat gibi iki ilim merkezinde tah­sil ve terbiye görmüştür. İlk zamanlarda zahir bilgilerini, Eş'arî mezhebi kelâmcılariyle Şafiî fıkıhı esaslarına göre, batın ilmini de irfan tarikına mensup büyük tasavvuf erbabiyle Nakşibendiye şeyhlerinin müridliği yolu ile elde etmiştir.

Herat şehri, Hicri dokuzuncu yüzyıl sonlarında Horasan ve Irak Şiileriyle Efganistan ve Türkistan sünnîlerinin kaynaş­tığı bir merkez haline geldiği zamanlarda Cami, hayatının büyük bir kısmını burada geçirmiş, o sıralardaki mezhep kavgalarını yakından takip etmiştir. Zaman ve mekân bakımından bazan öyle anları olmuştur ki, ne tamamiyle ge­nel cereyanlardan kendini kurtarabilmiş, ve ne de İmamiyye mezhebi esaslarını kökten inkâr edebilmiştir. Bu itibarla söz­lerinde daima dört halife ile Peygamber yoldaşlarının fazilet­lerini takdirle beraber on iki imamın yüce mertebelerini de itiraftan çekinmediği görülür. Keskin zekâsiyle aydın imanı sayesinde Kelamcılarla Eş’ari’ler arasındaki mezhep mücade­leleri safhasında duraklamamış, zahir bilginlerinin kuru ilke­lerinden Sofîyenin Vecd ve Hâl alanına yönelmiştir. O sıra­larda Maverâünnehir ve Horasan' da revaçta olan Naksibendiye sofileri arasında muhitin geleneğine uygun bir hayat tarzı ih­tiyar eden Cami, halkın kabul ve teveccühünü kazanmakla beraber Timur soyundan gelen sultanlarla emirlerin de bu zümreye karşı besledikleri sevgi sayesinde onlar tarafından da benimsenmiştir.

Cami yalnız ölümünden sonra değil, belki bütün hayatı boyunca da Şiilerle uyuşamadı. Sözleri ve fikirleri daima Irak ve Azerbeycan'daki mutaassıb Şiilerin itirazına uğradı. Nasıl ki, Bağdad halkiyle üstat arasında geçtiği Reşehati Aynül’hayat’da yazılı büyük gürültüler de bunun misalidir.

Üstadın dini inancını gösterebilmek için şu rubaisini ör­nek alıyoruz:

« — Ey zamanenin taze sakisi, bana bir kadeh şarab ver, çünkü Sünni ve Şii kavgalarından mideme bulantı geldi.

— Bana soruyorlar: Cami, hangi mezheptensin? Çok şükür ki, Sünni köpeği ve Şii eşeği değilim.»

Cami'nin mezhebi hakkında Şia âlimlerinin itirazlarını öğ­renmek için Kadı Nurullah i Şüsteri'nin Mecalis’ülmü’minin adlı eseriyle Seyyid Muhammed Bâkır'i Honsari'nin Ravzatül’cennat fiahvalil'ulema -i Vessadat adlı kitabına ve başkaca Şia kitaplarına baş vurmak gerektir. Biz bu hahsi onun manzum ve mansur bazı sözlerinden alacağımız birkaç parça vesika­ya dayanarak kısaca anlatmakla kapayacağız. Ola ki, onun mezhep ve irfan hayatını baştan sonuna kadar aydınlatacak ufak bir 'Işığa kavuşalım.

Cami’nin dinî itikatları

Silsiletüzzehep mesnevisinin birinci cildinin son kısmın­daki bir manzume, üstadın akait usulünde kelamcıların ilkele­riyle Ehl i sünnet velcemaat inançlarına uygun bir itikat taşıdığını açıklamaktadır. Bu manzumede Tevhid, Nübüvvet ve İmamet bahislerinden de söz açıyor. İtikadname adını ver­diği bu manzume şu sözlerle başlar:

« — Tanrı’ya hamd ' ettikten ve Peygarnber'i övdükten sonra bu nükteyi kabul kulağiyle dinle.»

/tzkadnâme’nin yazılışı sebebini anlatırken diyor ki, Silsiletüzzeh eb’i te’lifle uğraştığım sırada şeyhim Ubeydullah’i Ahrar'ın oğlu tarafından gönderilen bir mektupta Islf.m akide­lerini nazım yoliyle ifade eden birkaç beyt yazmaklığım iste­niyordu. Şeyhzadenin isteğini yerine getirmek için bu manzumeyi yazmaya başladım. Sonuna yaklaşırken bu sefer sözün ucu Aşk bahsine dayandı. Bu konuya ait birkaç beyti de aşağıya nakledelim.

«— Fakat gönül aşk bahsinin şerhini diledi, söz sırası aşka dayandı.

— Aşk ülkesinden bir yolcu, aşk pınarından bir serpinti geldi.

— Yani Canan ilinden gelen bir haberci vefalı dostlardan bir mektup getirdi.

— Bu pek aziz bir mektuptu. Gönderen de şeyhimin göz bebeği oğlu idi.

— Mektubun hulasası, benim birkaç latif ve akıcı beytle,

— İslâm akidelerini tam bir şekilde nazım yoliyle ifade etmekliğimi emrediyordu.

— Toparlaması kolay olan o akideler hem halka, hem de seçkinlere hitap edecekti.

— Tâki, Sünnet ehli ve dindar kimseler onu ister istemez ezberleyebilsinler.

— işte o bahisleri yüce tanrımdan yardım diliyerek yazı­yorum .. »

İtikadnâme de geçen bahisler şunlardır:

1 Tanrı varlığı, 2 Tanrı birliği, 3 — Tanrı sıfatları, 4 — Tanrı'nın hayat sıfatı, 5 — Tanrı'nın ilmi, 6 — Tanrı'nın iradesi, 7 Tanrı'nın kudreti, 8 — Tanrı'nın işitmesi ve gör­mesi, 9 — Tanrı'nın kelâm sıfatı, 1 O — Tanrı'nın fiilleri, 1 1 — Meleklerin varlığı, 1 2 — Peygamberlere îmân, 1 3 — Is­lâm Peygamberinin fazileti, l 4 — Islâm Peygamberinin sonunculuğu bahsi, 1 5 Peygamberimizin şeriatı, 1 6 — Mi'racı, 1 7 — Peygamberlerin mucizeleri, 1 8 — Tanrı kitapları, 1 9 — Tanrı kitabının ezelî olduğuna dair, 2 O — Peygamberimizin faziletiyle evlâdının ve dört halifesinin şerefi hakkında, 2 1 — Kıble ehline kâfirlik isnad etmenin caiz olmadığı, 2 2 — Kabir azabiyle sorgu melekleri, 23 — İki nefes bahsi, 24 — Kitap yazılarının uçuşu, 25 — Mîzan, 26 —Sırat, 27 — Kıyamet meydanında duraklar, 2 8 — Kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalması ve bazılarının şefaat yardımiyle kurtulması, 2 9 — Kev­ser havuzu, 3 O — Cennetlerin dereceleri ve Cennetdeki sonsuz hayat ile Tanrı'yı görme bahsi.

Bu eser şu beytlerle sona ermektedir:

« — Tanrı cemali nimetlerin en büyüğüdür. Söz bununla biter. Sen de sözünü bitir.

— Bu itikadnâmenin yazılması tamamlandığı için tekrar bahsimize dönüyoruz.»

'f.

* *

Camî, yine Silsiletüzzeheb’ in birinci cildinde, dinî İnanca­larını kısaca belirttikten sonra Cebriye ve Kaderiye gibi kelâmcıların en çetin ve önemli tartışma konusu olan mezheb meselelerinden Eş'arî'ye akidelerine uygun bir şekilde bahse­diyor. Bu meseleleri uzun uzadıya inceledikten sonra Gazne' li sultan Mahmud'la kölelerinden bir temsil getirerek şu beyt ile söze başlıyor:

«— Sebüktekinin torunu Sultan Mahmud'un gül yanaklı lâle yüzlü servi boylu iki kölesi vardı.»

Dedikten sonra bu konudaki inancını şu beytlerle hulâsa ediyor:

«— Ey kaderin sırrını keşfeden hakikat ehli, ciddiyet ve içtihat perdesini yırtma.

— Kendinden vazgeç de Tanrı yönüne kaç. Benlikten kurtul da ona yapış.

— Sen gerçi İhtiyar denilen hareket serbestliğine sahipsin, fakat serbestlikte' de mecbursun.

— Sen ihtiyar ve iradeden mahrum bir kalıpsın çünkü ancak hakkın fiilleri ihtiyar ve irade ile cereyan eder.

— O fiillerde cereyan eden hal, dikkat et ki, bu ikisinin dışında değildir.

— O fiiller, ya Tanrı'ya ve onun nimetlerine yaklaşmaya, yahut da onun azapve öfkesine uğramaya sebeptir.

— İşin birinci kısma girerse Tanrı'nın nimetlerini tanı, şükrünü yerine getir.

— İkinci hale düşersen amelindeki fenalığı nefsinden bil.

— Suç ve günahı kendi tarafına yor, utanç ve tövbe sırrını göz önünde bulundur.»

Hazret-i Peygamber'in ahvaliyle Peygamberliği hakkındaki tanıklardan bahseden Şevahidünnübüvve adlı eserinde, Pey­gamberlik kanıtlarını belirtmekle beraber kitabın altı bölüme ayrılan bahislerinden birinde ayrıca Peygamberimizin yoldaş­larından ailesi halkından da söz açmış, onların hayat ve menkabeleriyle kerametlerinden, olağan üstü hallerinden de geniş bilgiler vermiştir.

Eserin yazılışındaki üslûp güzelliği ile ifade kudreti Ca­mi' nin itikat bakımından Şialiğe meyleden bir sünnî olduğunu göstermektedir. Cami, bu eserde dört halifenin adını daima büyük bir saygı ve edeple anar. Hattâ onları Peygamber'in

aile halkına bile üstün tutar. Burada dört halifenin faziletleri hakkındaki hadisleri de Farsça'ya tercüme ediyor. Daha sonra on iki imamın menkabelerine geçiyor, Hazret -i Ali'den İmam Huccet İbnü'l Hasan'a kadar geçen imamları birer birer bü­yük hürmet ve saygı ile vasıflandırdıktan sonra sözü tekrar halifelerin tavsiflerine getirerek cennetle müjdelenmiş olan on sahabeyi anlatmağa başlıyor.

Hulâsa bu kitap, Camî'nin taassubdan uzak bir sünni, fakat imamiye akidelerine meyletmiş bir müsluman olduğunu pek güzel açıklamaktadır.

İşte bu bakıma gyre sade ve akıcı bir ifade ile, her türlü edebî külfetten, fazla sözlerden ayrı bir üslûp güzelliğinin örneği olan Şevahidünnübüvve kitabı mutaassıp İran Şiaları nazarında iyi karşılanmamış, belki de bu kitap müellifinin itikadındaki bozukluğa bir delil sayılmıştır.

Camî'nin şiirleri arasında Peygamber torunları hakkında da birçok methiyeler vardır. Yedi mesnevisinin baş tarafların­da çok kerre üç halifeyi .de ayrı ayrı övmüştür. Fakat kaside ve gazellerinde on iki İmamdan Hazret i Ali ve Hazret i Hüseyin ve Musa Kâzım'ın oğlu Ali'yi fazla övdüğü görülür. Bu cihet de Üstadın her iki akideyi birleştirmiş olduğuna ayrı bir delildir.

Silsiletüzzeheb'de dört halifeyi şu sözlerle övüyor:

(— Hususiyle Peygamber'in evlâdı ve yoldaşları ki, bü­tün insanlardan her bakıma göre üstündürler.

— Bunların arasında halifeliğe Hazret -i Ebubekir'den da­ha değerlisi yoktu.

— Ondan sonra da o hür insanlar içinde bu iş için Ömer'den liyakatlisi olamazdı.

— Ömer'in ölümiyle hilâfet makamı ancak Osman'ın vücudiyle şereflenebilirdi.

— Bu Üç halifenin ardından da ilim ve vefa bahsinde Tanrı'nın aslanı olan sonuncu halife geldi.

— Vahiy ve ilhamın bütün eserleri ondan göründü. Dinin bütün sırları ondan işitildi.

— Tanrı hepsinden de razi olsun, Hak yönünde onlar için mutlak Cennet müjdesi vardır.

Onlardan Allah razi olsun ki, mansıbları bütün Tanrı rızasını arıyanlardan daha yücedir.

— Hepsi de Tanrı'nın sevgili kullarıdır. Onları Amir vc Zeyd beğenmemişse ne çıkar?

— Rafızilerinn onlara savurdukları lanet ancak 'kendi ne­fislerine döner...

Sübhatül’ebrar mesnevisinde de şu parçalar vardır:

— Ebubekir' in yüzündeki perdeyi aç da zındıkların per­desini yırt.

— Ömer'in elindeki adalet turasını her sersemin kafasına vur.

— Osman'ın hayasından saçacağın kanlarla vefa tarlasına bir yağmur yağdır.

— Tanrı arslanını eline geçir de birkaç tilkinin postunu yüz...

Cami'yi seven ve onu gerçekten tam akideli halis bir Şia gibi tanıtmağa çalışan bazı İran kızılbaşları üstadın üç halife­yi öven şiir ve makalelerini te'vil ederler. Bu şiirlerin son beytlerinden mana çıkararak gûya üç halife hakkında evvelki beytlerde geçen medihleri kinaye yoliyle zem şeklinde göster­mek gayretini güderler. Fakat bu yolsuz te'viller Cami'nin şialiğine asla delil olamaz. Hususiyle başka bir yerde (Leyla ve Mecnun mesnevisi başlangıcında) açıkça şu sözleri söyler:

«— Senin ünlü evladından hoşnuduz. Dört dostun olan halifeleri biz de severiz.

— Din yapısının o dört direği, temkin meclisinin o dört çerağı ki,

— Her biri sana halife olmaya layıktır. Her dördü bir ve her biri dört sayılır.

— Onlar tek bir vücut gibi birleşmişlerdir. Aralarında ayrılık hissi bizim idraksizliğimizden doğmuştur.

— Şahlar safa ile uyuşmuş, taş yüreklilik yüzünden bir zümre de hâlâ kavgada...»

Ölümüne yakın te'lif ettiği Hurdnamei İskender’i adlı mesnevisinin sonunda bu itikadını tekrar açıklıyarak Ehl i Sünnet mezhebine ve dört halifeye methiyeler yazmakta, ilk halifeyi Peygamber'e bağlılık, ikincisini adalet, üçüncüsü Hayâ ve dördüncü halifeyi de cömertlik ve yiğitlik vasıflariyle övmektedir. Hattâ onları din yapısının beka ve devamını sağlıyan dört unsur gibi tanımıştır.

«— Hususiyle o tacsız tahtsız başbuğlar, tadı sultanlar­dan haraç aldılar.

— Bunlardan biri Ebubekir Peygamber' e mağara köşesin­de yoldaşlık etti. Onu korumak için can yakıci bir oku andı­ran yılanın sokmasına tahammül etti.

— İkincisi Ömer ki, onun bastığı adalet sikkesinden din ve dünyanın yüzü neşelendi.

— Üçüncüsü cihanın eksiksiz hayâ hazinesi Osmandır. Peygamberlik ışığından parlıyan iki nura, (Peygamber'in iki kızına) kavuştu.

— Dördüncüsü deryalar saçan bir buluttur ki yağmuru cömertlik, yıldırımı Zülfekar adlı kılıcıdır.

— Onlar esasta dört unsura benzerler. Bu madde âlemin­de sana din ve fazilet örneğidirler.

— Aralarında bir ayrılık olduğunu zanneder de adalet gözü ile bakmazsan dinin şekli gaip olur.

— Her alçak gibi adaletsizlik gösterme, kalbini bu dört aziz'in sevgisinden uzak tutma.»

Cami' nin bundan başka yalnız Şia. imamları için yazdığı şiirler de çoktur. Necefi Eşrefi ziyareti sıralarında Hazret-i Ali hakkında yazdığı bir kaside pek meşhurdur. Şu beytler o kasidedendir:

«— Senin ziyaretinle sabahladım ey Necef ulusu! Meza­rına saçmak için canımın sermayesini getirdim.

— Yüce sarayının eşiğini öpüyorum. Gözlerimde geçmiş günahlarımın mazeretini ağlıyan yaşlar var.

— Yabancının senin sevginden söz açmaya ne haddi var? Onun aşkı ancak kendi hayalindeki mevhuma aittir.»

Hicaz seferinde Bağdad' dan Necef'i ziyarete giderken uzaktan beliren türbenin yüksek kubbesini görünce söylediği gazelin birkaç beytini, üstadın bu husustaki itikadını belirt­mesi bakımından buraya alıyoruz:

« — Efendimin türbesi göründü aman devemi koşturun. O şehitlikten bana parlak nurlar belirdi.

— Gözler, onun yüzünün ışığiyle Tanrı'yı gördü. Mûtezile’nin gözü de kör o İsa o tarafa döner.

— Ey hiyle ve akılsızlıkla gönül ehli erenlere karşı kin besliyen müfsid, aşk ve bağlılık davasında bulunma.

— Cami! aşk yolunun karvancı başısı sana o sevgili kim­dir diye sorarsa söyle ki O, Ali' dir Ali.»

Tuhfetül’ahrar’m beş vakit namazdan bahseden dördüncü makalesinde maddi varlıklardan ayrılarak bâtmî aleme yönel­meyi ve huzur halinde bulunmayı anlatırken Hazret -i Ali' nin namazda ayağına saplanan bir oku hiçbir acı duymadan nasıl çıkarmış olduğunu temsil yoliyle şöyle hikaye eder:

« Tanrı' nın arslanı, velilik ülkesinin sultanı Ali ki, Al­lah'a gizli veya aşikar ortak koşmaktan kalbini temizlemiş ve parlatmıştı.

— Uhud gazasında savaş safları arasında çarpışırken aksi bir ok tenine saplandı.

— Okun ucu, onun gül bedeninde gizlendi. Vücudunda kan damarlarından yüzlerce gonca belirdi.

— «Bu haliyle» namaz kılmak için yüzünü kıbleye arka­sını harb meydanının facialarına çevirdi.

— Ona elmas gibi sert bir hançer fırlatarak tenini yara. ladıkları zaman sanki üzerine gül atmışlardı.

— Kan içinde kalmış, o gül ağacından koyu renkli gon­calar gibi kanlar sızmaya başlamıştı.

— Namaz kıldığı yeri ıslatan bu kanları o ancak ibade­tini bitirdiği zaman görebildi.

— Geçirdiği hali kendisine anlattıkları zaman, Tanrı'ya and içerim ki dedi:

— Nefsini benden daha iyi bilen kimse yok iken, aya­ğımdaki okun ıstıraplarını asla duymadım...»

Cami'nin Silsiletüzzeheb'de Hazret-i Peygamber' in amcası ■ Ebu Talib'in imanı bahsine ait bir kıt'ası vardır. Bunda Şiaların itikadı hilafına Ebu Talib'i kutsal Peygamberlik ağacının bir dalı olmasına rağmen iman meyvası veremediğinden do­layı Ebu Leheb gibi kafir ve dinsiz telakki etmiştir. Bu husus­taki kıt'a şudur:

«— Peygamber' e iman etmemiş olan Ebu Talib Hazreb i Muhammed' in amcası ve Hazret i Alinin babası idi.

— O bunların yakîni idi amma akrabasiyle beraber imandan nasip almadı.

— Soyundaki kutsallığın ona bir faydası olmadı. Ebu Leheb gibi Cehennemde yerleşti...»

Camî'nin bu ve buna benzer şiirleri Şia alimlerinin büyük itirazlarına yol açtı. Hatta Kadı Mîr Hüseyin Şafiî -i Yezdî Camî'yi kötülemek için şu kıt'ayı söylemiştir:

«— Tanrı velisi olan o gerçek İmam ki, adı «Allah'ın galip Arslanı» dır.

— Onu iki kişi candan incittiler. Bu işi, biri cahilliğinden öteki hamlığından yaptı.

— Her ikisinin' de adı Abdurrahman' dır. Birinin lakabı Mülcem ötekinin lakabı Camî'dir. [ 1 ] »

Halbuki Sükhatürebrar’m 3 8 inci faslında Hazret-i Ha­şan için yazdığı methiyede, onun zahid ve köşeye çekilmiş bir genç ile görüşmesi hikayesini anlatırken şunları söyler:

[1] Abdurrahman ibni Mülcem Hazret-i Ali'yi şehid etti. Abdurrahman Camî ise babasına hakaret ederek ruhaniyetini incitti demek istiyor,

Çeviren

«— Çehresinde aşikar nurlar parlıyan o Peygamber toru­nu, o veli örneği Hasan,

— Gönül sahipleri yolundan yürüyerek o genç zahid'in evine gitti...»

___•

Hicaz seferinde Hazreti Hüseyin in türbesini ziyaret için giderken söylediği gazelden de şu beytleri alıyoruz:

«— Hazret-i Hüseyin’in türbesine doğru yürürken gözü­mü ayak yaptım. Böyle bir yolculuk aşıklar mezhebinde Farz -ı ayn' dır.

— Türbesinin hizmetçileri başıma ayaklarını bassalar, başım «Firkateyn» yıldızlarından daha yüksek kalır.

— Cami, onun kapısında dilenci ol ki, o ayrılık acılarını vuslat zevkına çevirir.»

Yine Horasan' da Musa Rıza'nın oğlu imam Ali'nin kah­rını ziyaret sırasında şöyle demiştir:

«— Selam sana ey Tâhâ ve Yasin sureleriyle müjdelen­miş olan hanedanın evladı: Selam sana ey Peygamberlerin en hayırlısı Hazret -i Muhammed' in torunu.

— Mülk ve dinin iftihar ettiği o Imam'ın cesediyle süs­lenmiş olan bu türbeye de selam olsun.

— Bu gerçek İmam ve ulu şahın kapısı sultanlar kıblesi oldu.

— İmam Musa Rıza'nın oğlu Ali ki, Tanrı' dan ona Rıza lakabı verildi. Çünkü onun ahlak ve adeti rıza yolunda yü­rümekti.

— Cami, onun muhabbet okunun zevkmı tattıktan sonra düşmanın çekeceği kin hançerinden ne korkusu olabilir? ...

Bütün bu şiir ve kasideleriyle beraber Şia alimleri, husu­siyle Kadı i Şüsteri Camî'yi halis bir Şia olarak kabul etme­miş, hakkında nefret ve lanetler yağdırmışlardır.

*

* *

Geçen bölümde tam tercümesini verdiğimiz büyük Arap şairi Ferezdak'ın, Hazret-i Hüseyin’in oğlu Ali'yi metheden kasidesinde:

«— Bu öyle bir adamdır ki, Mekke' nin kumlu vadileri, dağları... hep onu tanır.»

Gibi vecdli sözleri Cami' nin Peygamber ocağına fazla muhabbetini ve onun Ehl. i beytini daima her zümreden üstün gördüğünü ispat eden parlak birer delildir. Ahond Molla Muhammed Taki Menlâ yahzuruhül fakih adlı eserin şer­hinde yukarki kıt'a ile ilgili bir hikâye anlatır ve der ki:

«Cami' nin meclisinde biri şu fıkrayı anlatır: Karının biri Ferezdak'ı rüyasında görmüş, halini sormuş. Ferezdak ona şu sözleri söylemiş: Abdülmelik oğlu Hişşam'ın yanında Hazret -i Hüseyin oğlu Ali'yi öven kasideyi inşad ettiğim için Tanrı bütün günahlarımı yarlığadı. Bunu işiten Cami, bütün heyecaniyle gerektir ki dedi ulu Tanrı cümle alem halkının günah­larını da o kaside hürmetine bağışlasın...»

Cami, yine aynı manzumenin sonunda ehl i beyti övme­nin faziletlerini saymakla beraber İmam Şafiî'nin:

«Hazret-i Muhammed' in evladını sevmek Rafızî’lik ise, iki cihan şahidim olsun ki ben Rafızî'yim»

Mealindeki meşhur beytinin tercümesini vererek hazret i Peygamber'in yoldaşlarından bazısına düşmanlık hissi besliyen Rafızileri tenkid eder. Aşağıya nakledeceğimiz kıt’a bu hu­susta Cami'nin öz İnancını belirtmiş olacağından aynen tercü­mesini koyarak bu bölümü kapayacağız:

<< — Ehl -i beyti övenler manen kendilerini methetmiş olurlar.

— Peygamber'in ve evladının aşıkı, onun kötü huylu mu­haliflerinin düşmanıyız.          .

— Selman -i Farisî gibi ben de ehl i beytten oldum. Işığım O nur kaynağının feyziyle parladı.

— Ben milletin ulusu olan O yüce Peygamber'e yüz tutdum. Onu seven onlardandır. Hiç kimsenin kınamasından korkum yoktur.

— Bu, Rafızi'lik değil, belki imanın tam kendisidir. İrfan sahiplerinin malûm olan bir adetidir.

— Peygamber evladını sevmek Rafızî’lik ise, bu türlü Rafızî'lik herkese farzdır.

— Peygamber' in sünnetini gerçek içtihatlariyle kuvvetlen­diren İmam Şafiî bile,

— Açık ve kuvvetli bir dil ve ifade ile, sihirli bir şiir tarziyle şöyle diyor:

— Peygamber evladını sevmek, Hazret -i Fatıma ocağına yüz tutmak Rafızî’lik ise,

— insanlar ve periler şahid olsun ki ben Rafızî’ den başka bir şey değilim.

— Ehi i beyti sevmek Rafızî’liğin fena şekli değildir. Onun kötü tarafı Peygamber'in vefalı yoldaşlarına düşmanlık duygusu beslemektir.

— O fazilet ve din kılavuzlarına, o hidayet yolunun ergin yolcularına kin beslemek,

— O vatanlarından ayrı düşenlere Peygamber'le birlikte cefalara sabredenlere,

— En korkunç tehlikelere göğüs gererek can ve malları­nı feda edenlere düşmanlık beslemek Rafızîliğin en fena şeklidir....»

İ

v

* *

Cami'de tasavvuf anlayışı

Camî, irfan ve tasavvuf merhalelerinde şeyh Muhiddini Arabî'nin izini ve üslûbunu takip eder. Bundan dolayı Şeyhi Ekberle şakirdlerinin eserlerini şerh etmekle uğraşmıştır. Füsusül hikem e yazdığı Nakdüntıusus adlı şerh ile Fahrüddin -i Irakî'nin LemeUt'ına yazdığı Eşi’atüllemeât bu nevidendir.

Lemeât şerhinde daima yer yer şeyhin Füsus'undan Fütu­hat i Mekkiye'sinden şahitler gösterir.

Camî'nin kanaatine göre İnsanı ebedî saadete ulaştıracak şey ancak gerçek aşktır. Varlık alemindeki bütün oluş ve gö­rünüşlerde cilveleşen aşk sultanıdır. Aşık, maşuk, aşk hep mutlak varlığı hissettiren bir ayna gibidir. Seven de sevilen de her mertebede Hak'ın kendisidir. Aradaki ayrılık sevenle sevilenin başka başka mazharlardan belirmesindendir. Sevenle sevilenden her biri de ötekinin aynasıdır. Mutlak aşk bütün mazharlardan parlamakta, her idrak ve şuurda belirmektedir. Bu aşk, Sülük erbabına yani Tanrı yolcusuna çeşitli şekillerde tecelli etmektedir. Bütün varlıkların suretlerinde tecelli eden belirtiler gibi ilim zevk ve irfan sahiplerinde zevki, sülük mer­tebesinin en son derecesine varmış olanlarda zati tecelliler vardır. Kulda Tanrı'nın görünüşü aynada hayalin görünüşüne benzer. Pürüzsüz hulül ve ittihad ^Tanrı ile birleşme, pürüz­süz zendaka ve ilhad = Dinsizlik ve zındıklıktır.

Hak yolunun yolculuğu tamamiyle Tanrı'ya yönelmekle başlar. Daha sonra Tanrı'da yolculuk merhalesine erişir. Bu yolculukta birçok parlak ve karanlık perdeler vardır. Sefer denilen şey bu perdeleri kaldırmaktan ibarettir. Bu yolculukta iki kavs vardır. Viicub i kavs, imkân i kavs. «Kâbe kavseyni ev ednâ» bu nükteye İşarettir.

Sevenin fiil ve hareketi sevilenle ilgilidir. Aşıkın her şeyi mâşukundur. Birlik içinde çeşitli şekillerin çokluğu gerçek Tanrı'ya tesir etmez. Aynı çokluk içinde tek olan gerçek var­lık da kendi birliğinde kalır.

Sevgilinin bin bir türlü belirtisi vardır. Aşıkın istidatları da çok çeşitlidir. Aşıkta te'siri altında kaldığı belirtiler dere­cesinde terakki hâsıl olur. Tanrı'da yolculuğun yolları sayısız­dır. Aşıkın hareketi, isteği, dileği ve terakkisi sonuna kadar devam eder. Öyle bir noktaya gelir ki, âşıkın kalbi Tanrısal bir kubbe altında her türlü Teayyün = belirtiden uzak, Gayb ve şahadet = Görünmiyen ve görünen âlemi birleştirmiş olur. Böyle bir kalbin erginliği:

«— Denizi şarap diye kadehime doldursalar bile himme­tim başka bir şarap arar» beytinin ifade ettiği mertebeye yükselir.

Bu hali şu suretle temsil ederler: Biri donmuş sudan yani buzdan desti yapsa, içini su ile doldursa, şüphe yoktur ki bu desti hem desti şeklinde ve hem de buzdan yapılmış olmak dolayısiyle sudan ayrı bir madde gibi görünür. Fakat güneş sıcağı buzdan destiye vurunca hem desti hem de içindeki su aynı şey olur. Böylece gerçek hakikat ve muayyen şekiller ve görünüşler altında birçok mazharlardan belirmektedir. Vahdet güneşi de herhangi bir bahtiyarın kalbinde parladı da zahirî görünüşlerin suretlerini onun gözleri önünde mahvetti mi her şeyi aynı görür. Her şeyde bir birlik manzarası bulur. O zaman şu cihan içinde yaratıcıdan başka bir şey olmadığını anlar.

«Avcı da o, av da o, danede. Saki de kendisi ahbab da, şarap da, kadeh de.»

Sıfatlar da iki türlüdür. Biri varlık yönünden vücudî öteki yokluk yönünden Ademidir. Varlık yönünden olan sıfatlar, maşuk ile, yokluk yönünden olanlar da aşık ile ilgilidir. Na­sıl ki, Gına = Zenginlik maşukun sıfatı, Fakr ^Yoksulluk da aşıkın sıfatıdır. Fakr sıfatının fazilet mertebeleri vardır. Aşık Garaz menfaat düşüncesinden uzak olmalı, kendi istek ve ira­desini aradan çıkarmalı, maşukun idaresine bağlanmalı. Onun istediği ve istemediği şeyleri ayırmalıdır. Bu sebepten dolayı aşık daima suret ve manaya ait mücahedelerle riyazetlerle uğ­raşmak yolunda olan bir yolcudur. Aşıktaki varlık sıfatı hakikatte maşukun sıfatıdır. Yoksa bu sıfat aşıkta geçici bir emanettir.

Aşık, maşukuna kavuşmak için üç merhaleden geçer. Bunlar: 1 — İlmülyakîn -Bilgi kanıtı, 2 — Aynülyakîn -Gör­gü kanıtı, 3 — Hakkulyakîn Duygu kanıtıdır. Bu kanıtları şu suretle temsil edebiliriz: Gözü kapalı bir adam ateşi ancak sıcaklık hakkındaki bilgisiyle anlar. Gözünü açınca onu oldu­ğu gibi görür. Ateşe düşüp de içinde yanmaya başladı mı onun ne olduğunu ancak o zaman duyar.

Sevenle sevilen arasında bir ihtiyaç ilgisi vardır. Aşık, Tecrid ve Tefrid denilen dünyadan el çekme mertebesine erişirse her şeyden hatta maşukundan bile vazgeçer. Çokluk ve ikilik libasından yani aşıklık ve maşukluk ilgisinden sıyrılır. Görünenle gören birleşir. Tek bir verlık haline gelir. Aşıkın sıfatları değişerek Fena'dan sonra Beka mertebesine erişir. Cem'= birleşmeden sonra Fark = ayrılma makamına ulaşır. Aşık işte o zaman tekmil ve irşad menziline varır. Nefsine bakar, daima kendini Tanrı' da bulur. O zaman seven de be­nim, sevilen de der. Nasıl ki;

«— Ey sevgili, aramızda benlik senlik kalmadı. Ben sen oldum. Sen de ben, artık ikilikten bahsetme.» diyen arif gibi her neye bakarsa sevgiliyi görür. «Her şey yok olmaya mah­kûmdur, ancak onun varlığı yaşıyacaktır.» ayetinin manasını anlar. Acaba, Müfessirler niçin bu ayet metnindeki «Vechehû» kelimesinin sonundaki gaip zamirinin Hak'a raci olup başka bir şeye ait olmıyacağını söylemişlerdir? Bu o demektir ki her şey yok olacaktır. Fakat onun hakikati olan vechi ve onun aynı sabite'si baki kalacaktır.

işte mevlâna Camî'nin eserlerinde çeşitli ifade ve söz

sanatları ile nazım ve nesir yollariyle şerh ve izaha çalıştığı tasavvuf prensipleri budur.

«Tanrım, Allahım bizi kötü şeylerle uğraşmaktan kurtar, bize eşyanın gerçeklerini olduğu gibi göster. Basiret gözümüz­deki gaflet perdesini aç. Olan biten şeyleri gereği gibi gözü­müzün önüne ser. Yokluğun varlık suretinde cilveleşmesine meydan verme, yokluktan varlık yüzüne perde çekme. Şu hayalî suretleri cemalinin belirtilerine ayna kıl. Kendini örtmek veya uzaklaştırmak tarafını tutma. Şu yalancı nakışları bizim için bilme ve görme sermayesi et, cehalet ve körlük vasıtası kılma. Bizim bütün yoksulluk ve hasretimiz hep kendimizdendir. Bizi kendi halimize bırakma, bizi kendi benliğimizden kurtarmak kerametini göster. Kendimizi anlamak iz anını bağışla 1

— Yarabbi bana temiz anlayışlı bir kalb ver. Geceleri ah etmek, seher vakitlerinde ağlamak aşkı ver!

— Senin yolunda her şeyden önce beni kendi benliğim­den kurtar. Sonra da kendimden geçmiş olduğum halde sana giden yolu göster!»

Camî'ye göre tasavvuf akidesi feylesoflarla kelamcıların prensiplerinden üstündür. Biz her ne kadar üstadın sofî ile kelamcı arasında geçen bir tartışmadan bahseden risalesini elde edemedik. Fakat Sübhatül'ebrar mesnevisinde Cezb ve Hal ehli olan mutasavvife tarikatinin dedikodu ile uğraşan kelamcıların mesleğinden üstün olduğunu müdafaa eden bir kıt’asını bulduk. Cami bu kıt'ada şöyle diyor:

«— Delil peşinden koşan bir bilgin, kendini tartışma .ala­nında yıprattı.

— Ömrünü Cedel bahsinde tüketti. Emel atını koşturdu durdu.

— Fakat ne kalbinde tarikten bir nur parladı, ne de ka­fasında hakikatten bir heyecan belirdi.

— Bir gün hayatı hiçe sayan bir sofiye rasladı,

— Teni riyazetle ipince, başı damdazlak bir hale gelmiş,

Tartışma alanında bir savaş arslanı gibi bu sofî ile müca­deleye girişti.

— Sofî'ye; Ey huyu gibi yüzü de sert adam. Ey arifler sohbetine arkasını dönmüş mağrur: dedi;

— Sen kendi bilgilerinle bir sahtekarsın: Söyle bakalım Tanrı’yı hangi delil ile bulabildin?

— Sofî cevap verdi: Ayıp ve kusurdan arı olan Tanrı'nın gayb aleminden kalbime ve canıma serptiği feyz ile.

— Bilgin, öyle amma dedi: bu gizli keşfinle cihandaki körlere nasıl kumanda edeceksin?

— Sofi, ben irfan nurlarına gark olmuşum. Zahir bilgin­leriyle bir işim yok dedi.

— Her kim bana ayak uydurursa bulacağım şeyleri o da bulabilir.

— Benim işim, insanları tartışma ile yola getirmek değil­dir, ancak yüce Tanrı'ya yönelmektir.»

Camî' ye göre feylesofların akide ve safsataları gibi ke­lamcıların ilkeleri de mutasavvifenin telkinleriyle ölçülemez. Feylesof ve kelamcılar doğru yoldan ayrılmış, sofîlerin Tanrı'sal heyecan ve neşesinden habersiz yaşıyan kimselerdir. Hakikikat ışığı din çerağından başka bir kaynaktan parlamaz. Felsefe kanunlarına güvenilemez.

Leyla ve Mecnun mesnevisinin sonunda oğlu Ziyaeddin Yusuf'a verdiği öğütlerde onu feylesoflara uymaktan menede­rek mezhep sahibi alimlerin izinden yürümesini tavsiye eder.

« — Dinsiz feylesoflar gibi din ışığını felsefe ile parlat­mağa uğraşma.

— Göksel işaretler Kutsal kitaplar önünde iken yerde sürünenlerin efsunlarını ne okursun?

— Mekke burada! Bayağılar gibi Yunan toprağından iksir arama!

— Din bilginlerinin gerçi hararetli müşterisi yoktur. Fa­kat din ve Medine surlarının dışında değildir.

— Hazret i Mustafa'ya giden yoldan başka insanı kutsal maksada eriştirecek selamet yolu yoktur.

Ancak onun yoluna ve o yolda yürü. Onun izini gördü­ğün yola gir.

— Onun ayak izlerinden nişan olmıyan yerden geri dön. Çünkü: hayatını boşuna harcamaktan başka bir netice elde edemezsin.»

Camî’nin Nakşibendiye sofilerine intisabını daha önceki bahislerde gördük. Buhara'lı Hoca Bahaeddin Ömer, Mevlana Nizameddin Hamuş, Hoca Muhammed Parisa, Kaşgar'lı Sadeddin ve daha başka Nakşibendiye ulularının hayat ve hal tercümeleriyle değerli sözlerini Nefehatülüns de hikaye eden Cami, çok defa kendi mesnevilerinde de onları anmakta, on­ların aziz ruhlarından yardım dilemektedir. Hele Nakşibendiye şeyhlerinin sonuncusu olan Hoca Ubeydullah -i Ahrar'dan da­ima edep ve saygı ile bahseder.

Silsiletüzzeheb kitabındaki şu parça bu iddiayı gerçekliyen bir delildir.

«— O bir muhittir. Etrafını çeviren yoldaşlar ise feyz sunan, irfan dağıtan bulutlar gibidirler.

Hoca ile müridler halka çevirince kaşlı bir yüzüğü andı­rırlar.

— Öyle bir halka ki, feleklerin üstünde uçan sürü sürü melekler, etrafında kulağı küpeli birer köle gibi dolaşıl lar.

— O ne hoş günlerdi ki, Devletimin atı onlar tarafına dizgin çevirmişti. ,

— Her zaman orada dolaşır, o kaynaklardan su içerdim.

' — Susuz ve perişan demlerinde onların önlerinde duran berrak suya kanardım.

— Her gün onların çevresinde dolanır, damla damla feyz dilenirdim-

Her katraya doğru koştukça taze bir hayat bulurdum. ...»

Aynı parçanın sonunda üstadın ilk mürşidi Kâşgar’lı Sadeddin’in kendi şeyhi mevlâna Nizameddin Hamuş’dan nak­lettiği bir hikâyeyi de şu suretle anlatır:

«— Müridler sığınağı, din ve devletin saadeti Sadeddin ki, ilim ve amel yolunda en son merhaleye ermişti.

— Gönlü iki cihan ilgisinden uzak, kendisi yalnız Kâş­gar’lı denilmekle meşhurdur.

— Piri Nizameddin Hamuş’ dan nakil yoliyle şöyle anlattı:

— Bir cuma günü kalbimin safalı bir zamanında mescide -gitmiştim.

— Namazı kılıp mescidden çıktıktan sonra evime dönü­yordum.

— Bir dükkâncıkta güzellikte eşsiz, bir taze civan gördüm.

— Aşkı beni öyle çetin bir duruma düsürdü ki, canımda gönlümde bir fırtına koptu sandım.

— Halime şaştım kaldım. Öyle bir gönül ki, dedim, bü­tün bir cihan,

— Onun engin irfanı içinde kaybolur. Nasıl olur da böyle bir zerrenin aşkına kapılır?

— Damlanın ne değeri ve kudreti vardır ki, denizi kaphyabilsin?

— Ansızın o civanın karşısında gönlünü kaybetmiş bir zavallının yol Üstünde yuvarlandığını gördüm.

— Derhal bana malûm oldu ki. o dert ve sevgi benim kalbimden o zavallıya geçmiş.

— Manzaradan birkaç adım uzaklaşınca o hava ve heves­ten içimi boşalmış buldum.»

Yusuf ve Züleyha mesnevisinin başında da yine şeyh Ubeydullah'ın adını anmayı uğur tutmakta, ondan bahsetmeyi feyz ve rahmet sermayesi bilmektedir. Şu beytler hocanın ziraat işleriyle uğraştığını da bize anlatmaktadır:

« — Fakr kitabının bir ön sözü vardır ki, hocamızın ka­leminden çıkmıştır.

— -Şeref sahipleri levhasında hiç kimse Nakşibendi' lerin latif nakşini onun gibi işliyemedi.

— Fakr mertebesi şahlık libası içinde göründiyse bu, mutlaka Ubeydullah'ın tedbiri sayesindedir.

— Lutfiyle fakr sırrına aşina olanların omuzlarında bir hırkaları varsa, o mutlaka kaftan şekline sokmuştur.»

Bu manzumeyi şeyh Ubeydullah i Ahrar'ın ömür ve afi­yetine ve çocuklarına dua etmekle belirtmektedir. Cami, bü­yük mürşid Hoca Bahaeddin Ömer'in postuna oturan ve hicri 8 2 2 yılında Medine' de dünyadan göçen Nakşibendiye ulula­rından Hoca Muhammed Parsa'dan da bahseder. Nefe.hatül'üns’ de bu mürşidin hal tercümesini anlatırken şeyhin Hicaz seferinde Cam vilâyetinden geçtiğini ve kendisinin o zaman beş yaşında olduğu halde babasiyle birlikte şeyhin yanına gittiğini söyler ve şunları ilava eder:

«— O günden bugüne kadar tam altmış yıldır ki, şeyhin nurlu çehresinin safası hala gözümün önünde, mübarek sima­sının zevki hala gönlümdedir. Bende Nakşibendi tarikatına girmek sevdası (Tanrı sırlarını kutlasın), onlar hakkındaki. sevgi ve bağlılık hep onun nazarı bereketiyle başlamıştır. Umarım ki, bu bağlılığın kutsal yardımiyle de onları sevenler arasında haşrolunayım. »

Nefehat'ın Hoca Ubeydullah i Ahrar'ın menkabelerine ait kısmını da şu sözlerle bitiriyor:

«Hacegan tarikatına mensup uluların bazı halleriyle sözle­rinden hele Hoca Bahaeddin ile tarikat arkadaşlarının hareket tarzlariyle öğütlerinden bunların «ehl i sünnet vel'cemaat» mezhebi akidelerine tamamiyle bağlı oldukları, şeriat hüküm• lerine itaat ettikleri, Hazret. i Peygamber'in sünnetlerine uy­gun bir yol tuttukları açıkça anlaşılmaktadır. Kulluk vazifesin­de devam, şuurun ve başka bir şeyin yardımı olmaksızın Tanrı varlığına bilgi hâsıl etmekle olur. Hava ve heves ka­ranlıkları ve bid' atlerle basiretleri körleşmiş olan bazı hasta gözlerin 'taassub ve kıskançlıkları yüzünden bu zümrenin zâhiri ve mânevi faziletleriyle saçtıkları hidayet nurlarını görememe­leri, onları küçümsemek istemeleri mümkündür. Hatta bu körlüklerini onları inkâra kadar vardırarak doğudan batıya kadar yayılan feyz ve irfanlarını anlamamak suretiyle de açık­lamak istiyenler bulunabilir. Onlara bu irfan ne kadar uzak.

— Nakşibendiye uluları acaip bir kafilenin önderidirler. Kârvanlarını gizli yollardan Kâbe'ye götürürler.

— Onların sohbetinin cazibesi, hidayet yolcusunun gön­lünden halvet vesvesesini ve çille düşüncesini uzaklaştırır.

— Kısa görüşlünün biri, bunlara dil uzatsa da ne çıkar? Ben o itirazcılar sürüsünün adını bile anmak istemem. Allah etmesin.                                                                                    

— Bütün cihan arslanları bu zincire bağlanmışlardır. Til­kiler hile ile bu zinciri nasıl koparabilirler? »

Camî'nin tasvvuf yolunda yazdığı bütün eserlerinde hep Nakşibendiye ulularının inançları ve onların tesirleri görül­mektedir.

Hâcegân tarikatı da denilen Nakşibendiye tarikatının inançları birkaç düsturla hulasa edilebilir. Bunları Reşehat. müellifi büyük bir Nakşibendiye şeyhinden naklederek şu terimler içinde toplamıştır:

«Hûş der dem, Nazar her -kadem, Sefer der. vatan, Hal­vet der -encümen, yâd kerd, bâz -geşt, nigâh daşt, yâd daşt. Bunlardan başkası hep zan ve tahminden ibarettir.

HÛş der. dem: Göğüsten çıkan her nefesin huzur ve şuurla çıkması, ona gafletin yol bulmamasıdır.

Nazar her kadem: Salikin şehirde, kırlarda, her nerede

olursa olsun yürürken daima ayağının ardına bakmasıdır. Bu suretle dikkati dağılmaz ve gözleri uygunsuz şeylere takılmaz.

Sefer der -vatan: Salikin beşerî tabiatından ve sıfatların­dan ayrılarak meleklik tarafına yönelmesi yani kötü huy ve sıfatlardan geçerek İyi vasıflara doğru yol almasıdır.

Halvet der -encümen: Hoca Bahaeddin Nakşibend'in bu­yurduğu gibi zahirde halk ile, batında Hak ile olmaktır. Tanrı'nın «O erleri, kazanç ve alış veriş düşüncesi Tanrı'yı an­maktan alıkoymaz. > mealindeki ayetle işaret buyurduğu erenler, bu mertebeye ermiş olanlardır.

Yad -kerd: Bu, kalb veya dil ile Tanrı' yı anmaya işaret­tir. Mevlana Sadeddini Kaşgarî, zikrin talimi usulünü şöyle tarif etmiştir: önce şeyh müride karşı kalbinde Lailahe İllal­lah Muhammedürresûlullah der, mürid de kalbini buna hazır bulundurarak şeyhin kalbine doğru yönelip ı;öz:ünü havaya kaldırır, ağzını yumar, dilini damağına yapıştırır, dişlerini üst üste getirerek nefesini tutar, tam bir ululama ve kalb kuvve­tiyle şeyhin hareketlerine uygun olarak zikre başlar. Mürit, zikri diliyle değil kabiyle yapar. Nefesini hapsetmekte sabırlı olur. Her nefeste bu zikri üç defa yapmıya çalışır. İşte bu suretle yapılan zikrin zevk ve lezzeti kalbe ermiş olur... Zik­rin tatbiki kolay olan bir şekli de nefesi, içinde daraltmıyacak bir halde göbek altında bekletirken dudakları birbirine ve dili ağzına yapıştırarak kalbi bütün düşüncelerden arıtmak ve onu çam kozalağı şeklinde bir et parçası halinde farzederek daima zikretmekle meşgul bir duruma sokmaktır. Şu halde «La» kelimesini göbek üstünden yukarıya doğru çekmek, «İlahe» kelimesini sağa doğru hareket ederek ifade etmek. «İllallah» kelimesini de kozalak şeklindeki kalb üzerine sertçe vurmak gerektir ki, o zikrin harareti bütün azaya sirayet etsin.

Bazgeşt: Zikreden kimse yukarda söylediğimiz Kelime i Tevhid'i tekrarladıkça bu tekrarın arkasından aynı dille «Ya­rabbi istediğim sensin, dilediğim senin _rizandır» anlamında olan «İlahî ente maksudî ve rızake matlubî» sözlerini ilave

etmektir. Çünkü bu kelimeler kalbe gelen iyi kötü her hatırayı silip süpürerek müridin zikrini halis kılar, gönlünü Tanrı' dan başka olan yabancı duygulardan arıtır.

Nigah-daşt: Hatıranın murakabesi demektir. Her nefeste kaç defa Kelime -i Tevhid zikredilirse hatıra o nisbette başka şeylere' iltifat etmez. Mevlana Sadeddin bu kelimenin mapa­sını şöyle anlatır.: «Bir saat, iki saat, hulasa ne kadar zikirle meşgul olmak mümkünse bu müddet içinde hatıranın Tanrı'dan başka hiçbir tarafa yönelmemesine dikkat etmelidir.»

Yad daşt:. Bundan maksat hep Tanrı'yı anmak, devamlı surette hep bunu düşünmek ve zevk yoliyle hep onu hatırla­maktır. Yad-daşt terimini huzurda bulunmak, Tanrı'yı per­desiz görme zevkının tesiri altında kalmak şeklinde de tarif ederler.»

Cami, Şerh i Rubaiyyat adlı kitabının sonunda bir ruba­iyi şerh ederken mürşidi Sadeddin -i Kaşgarl'nin şu sözlerini de naklediyor ki: Nakşibendiye sofilerinin meslekini aydın­latması bakımından faydalı bulmaktayız. Rubai:

«— Kalbinin zikir nurlariyle dolduğu demlerde nefsinin o ışıklar içinde kahrolması ne hoştur.

— Çokluk düşüncesi aradan kalkar, zikreden hep zikir kesilir. Zikredilen de zikredenle birleşir.»

Cami, bu rubaiyi şerh ederken diyor ki :

«Efendimiz ve mürşidimiz millet ve dinin saadeti Kaşgar' lı Sadeddin Tanrı sırrını kutlasın; bazı değerli dostların iltimasiyle bu azizlerin zikir ve teveccüh bahsindeki iştigallerini anlatırken birkaç kelime yazmışlardı. Ben bugün o yazıları ve onların mübarek ifadelerini uğur tutarak o sözlerden irşat dileme yoliyle buraya nakletmek istedim. Taki, bu Risale kutsal sözlerle sona ermiş ve mübarek nefeslerle tamamlanmış olsun. Sadeddin buyuruyor ki: Tanrı sözü ile başlarım. Bu azizlerin meşgul olduğu tarikatın temeli Huş der dem ve halvet derencürnen' dir derler. Hûş der -dem' in manası o dur ki:    

-         Nakşîlerin yöneldiği yola gelince: Kalblerini Ulu Tanrı'ya

çevirirler. Bu yönelmede söz, ses, Arapça, Farsça gibi zâhirî şeyler yoktur. Her türlü cihet ve taraf fikrinden de arıdırlar. Gönüllerini kendi yeri olan çam kozalığı şeklindeki Kalb i sanavberî tarafından uzaklaştırmazlar. Çünkü cihet ve taraf kavramlarından arı olan gerçek sevgili oradadır. Nasıl ki Allah Kur’ânında « Biz ona şah damarından daha yakınız» buyur­muştur. Mesnevi:

— Ey kemanlar, oklar tertibeden avcı: Av yakında fakat sen uzağa atıyorsun.

— Uzaklara ok atan hedeften çok uzaklaşır. O, böyle bir avda daima eli boş döner.

Fakat basiretteki zayıflık yüzünden her ne kadar bu mer­tebeye tamamiyle erişilemezse de yavaş yavaş terakki hâsıl olur ve öyle bir hale gelir ki, basiret gözü önünde bu mâna­' dan başka hiçbir şey kalmaz. Mürit her ne kadar bu mânayı kendiliğinden tefsir etmek istese de imkân bulamaz. Bu hâl, gırtlağına kadar denize batmış bir insanın gözü önünde de­nizden başka bir şey görmemesine benzer. Yavaş yavaş bu ,,

hakikatler onun gözünde canlanır amma pek uzakta hayal mayal görünen ve yüzü anlaşılmıyan zayıf bir cisim gibi kalır. Müridin kalbini iyiden iyi meşgul edemez. Fakat sözü geçen bu yönelmenin de oldukça zor bir tarafı vardır. Bu zorluğu da Tanrı zatının ismi olan o kutsal adı kalbde yeni­den anarak ve daima o mânayı murakabe ederek yenmek mümkündür. Bu murakabe ile uğraşan sâlik gözü herhangi bir şeye takıldığı ve onu gördüğü halde akliyle sebebini bulamıyan bir kimse gibidir. En doğrusunu Allah bilir.»

Sadeddin i Kâşgarî bu kutsal sözlerin sonunda bu âcizin haline ve konusuna uygun olan şu iki mesnevi beytini söyle­mektedir:

«— Alçaklar bir sâf gönüllüyü kandırmak için derviş sözlerini çalarlar. O efsunları ona okurlar.

— Erlerin işi açık ve samimî konuşmaktır. Alçakların mesleği ise hiyle ve hayasızlıktır.»

Cam'lı üstadın sadece tasavvf mesleğinde Nakşîlerin bazı adet ve âyinlerini mecazî anlamiyle taklideden bir meczub olduğunu zannetmek büyük hatadır. O, Nakşilikte bulduğu yüksek hakikate samimi şekilde gönül kaptırmış, tasavvufun ve dış anlamına ermiş bir aşıktır, Asrında mürşidlik iddia­sında bulunarak her köşede birer dergah ve tekke kurmak suretiyle geçinen birçoklarını şiddetle ayıplamış onları sapkın ve şaşırtıcı birer mukallid olarak tanıtmıştır. Bir yerde diyor k:

«— Şeyhimiz çılgınlık ve heyecanla gece gündüz naralar atar.

— Başı gururla, gönlü kibirle dolu olduğu halde yüzünü halka, arkasını mihraba çevirir.

— Etrafında bir eşek sürüsü saf bağlamış, şehre velvele salmışlar.

— Bu nedir diye sorarsanız Şeyh zikrediyor, gaflet pis­liğini zikirle temizliyor derler.

— Kapıdan ansızın bir adamcağız koşar, şeyhin ve dost­ların kulağına eğilir.

— Şeyh hazretlerinin dostu ve müridi olan falan vezir veya falan bey geldi der.

— Şeyh ile müridleri artık şaşırmışlardır. Gurur şarabiyle mest olmuşlardır.

— Yüksek sesle devam eden o zikir âlemi, yeni gelen­lerin huzuriyle büsbütün coşar.

— Kubbeyi çatlatan figanlarla dervişlerin göğsü göbekten dudağa kadar kurumuştur.

— Birinin ağzı köpürmüş, eliyle göğsüne yumruklar indirir.

— Öteki hırkasının yakasını yırtar. Zaman zaman acıklı âhlar çeker.

— Birkaç duygusuz kendini kapıp koyuvermiş, ne halk­tan ne de Tanrı' dan utanma kalmış.

— Şeyh zikri paydos edince yüzünü artık dedikodu alanı­na çevirir.

— Keşiften, ilhamdan söz açar. Hal ile makam mertebe• lerini ayırmak ister.

— O Tahkikten dem vurur ama taklide ait merasim kendisini kepaze eder.>

Nefehatül'üns'te Tebriz'li Seyyid Kasım Envar'ın ahvalin­den bahsederken güzel bir ifade ve iyham sanatiyle şeyhin müridlerini hicvetmektedir. Camî diyor ki:

«Müridlerinden birçoğu islam dininin boyunduruğundan kurtulmuş, şeriat ve sünnette her şeyi hoş görme ve savsak­lama yoluna girmişlerdi.»

Daha sonra bunların gidişlerini ve fazla serbest hareket­lerini anlatarak Seyyid Kasım’a halef olanların halkasında revaç bulan saygısızlıklara işaretle orada nefse ait zevk ve arzuların nasıl yer bulduğunu ve maddî hazlar ve şehvetler sofrasının nasıl döşendiğini hikaye eder.

«Şahsî cömertlik yönünden tekkeye gelen her türlü ba­ğışlar hep mide işlerine sarfolunur. Nefis ve havasına düşkün kimselerin maksadı burada hasıl olurdu. Bunlar için hiçbir engel yoktu. Tamah ehli kişilerden bir cemaat toplanmıştı. Şeyhin irfanından öğüdler dinlerler, nefis ve havalarına uygun bir şekilde bu sözleri derhal benimser, bunları zevk ve eğlen­celerine birer sermaye edinir, keyf ve heveslerinden vazgeç­medikleri gibi şerait ve sünnetin emirlerine karşı da daima her şeyi mubah saymak suretiyle sapkınlık çukuruna düşer­lerdi. Fakat şeyhin kendisi bu fenalıklardan ari idi.)

Camî'nin Silsiletüzzfheb mesnevisinin birinci cildinde düzme sofilerle sahte mutasavvıfları hicveden uzun bir man­zumesi daha vardır. Bu manzumede sözü geçen mutasavvıfla­rın çevresine toplanan günahkar müridlerin rezaletleri hakkın­da açık tarizler yer bulmaktadır. Manzumeden bazı parçalar:

( — Şehir ve ülkelerde sofî geçinenlerden sakın, hepsi de kahbe ve insan avlıyan canavarlardır.

— Onların işi, gücü yemek içmekle uykudan, düşünceleri günlerini öldürmekten başka bir şey değildir.

— Zikirleri hep geçim yolu, fikirleri sofra ve aş derdidir.

— Her biri bir yere kapılanmış, adına tekke veya dergah demişler.

— Güzel sergilerle döşenmiş, İyi kap kacak dizilmiş.

— Sac ayağı kurulu, tencere üstünde, mutfak takımları hazır.

— Köyden veya şehirden ne hediye gelecek diye gözler kapıda.

— Birkaç batman et veya un getirenler zamane şeyhinin baş köşesine geçerler.             -

— Dağarcık üzerine söz açılır, dostlara martavallar oku­nur.             '

— Yemek pişinciye kadar zevzekliklerin arkası gelmez.

— Onun dostluğu yemek içindir. Neş’ esi de tencere ate­şinden gelir.

— Her nerede eline fırsat geçmiş, şehirden bir delikan­lıyı azdırmış, bir müfsid varsa,

— Hep dervişler derneğini anar, başım onların ayağına feda olsun der.)           .

Yine bu manzumede diyor ki:

( — Bu sofilik değil, mutlak bir serbestlik, belki sahte­karlık ve kaltabanlıktır.

— Sana yüz defa şeyh ve sofi dedim amma şimdi o ; sözlerden af diliyorum.

— öyle alçakların bu adları takınmaya ne hakları var?

— Birkaç padişahın isim ve lakabını şu bayağı insanlara yakıştırmak yazık olur.)

Cami'nin sofilik ve irfan bahsinde en büyük olgunluğunun bir şahidi de, onun bütün meziyetlerinin başında gelen tevazuudur. O, hayatında hiçbir tekke ve dergah açmadı. Müridlik ve mürşidlik gibi davalara keşif ve keramet sevdalarına kapılmadı. Kendisine şeyhlik' süsü vererek halkı arkasından yürütmek gibi bayağı arzulardan uzak yaşadı.

Emir Alişir, Hamsetül’mütehayyiriride diyor ki:

«O Hazret, Tanrı yönünden keramet göstermeğe memur edilmemiştir. Dürüst ve temiz hayatını şairlik, melamilik, mol­lalık kılığı altında gizledi.»                                                       '

Abdulgafur -i Lari de Tekmile sinde üstadının sözlerinden bahsederken diyor ki:

«Buyururlardı ki, keşif ve keramete güvenilemez, hiçbir keramet bir fakirin bir devletlû huzurunda teessür ve cezbe duymasından, onun bir zaman ıçin kendi benliğinden uzak­laşmasından daha zevkli değildir.

Rubai:

— Yüzünü görmekle kendinden geçecegm bir sevgilinin ayakları altında sürünmek daha hayırlıdır.

Her ne kadar dudaklarının kadehinden vuslat şarabı içe­mezsen de bari onun sarhoş gözlerinin büyüsüyle mest olur­sun ya.»

Lari, ustadın mükaşefeleri ve manevi halleri hakkında da şu sözleri söylemektedir ki, son derece gariptir:

«Buyururlardı ki, ne zaman kendimi şöyle toparlamak istersem mağluboluyor ve garip bir hal karşısında kalıyorum. Öyle zannediyorum ki yerden uzaklaşmışım, ayaklarım yere değmez olmuş.»

Cami’nin İrşad için bir tekke açmak ve mürid toplamak­tan kaçınması sebebini de Abdulgafur -i Lari uzun uzadıya anlatmaktadır. Bu geniş bilgiden bir kaçını nakletmek bizi o tafsilatı okumak külfetinden kurtarır sanırız. Cami’nin Nakşibendiye tarikatına girmesi sebebini anlatan bu kısımda Lari şunları yazmaktadır:

«Üstat, hiç kimseye bu tarikatı telkin etmedi. Sadeddin • i Kaşgari' den bu hususta icazet almış ve gıyabında buna mezun bulunmuş iken yine mürşitdlik davası etmedi. Ancak ansızın fakirin biri gelir de baş vurursa ona gizlice tarikat edeplerini öğretirdi. Bu kemal mertebesi onun son derece latif ve nazik oluşundandı. Yine buyururlardı ki, bu tarikatte şeyhlik yükü­ne tahammül edemem      »

«Gerçi son zamanlarda tarikata girmek arzu eden bazı İstekliler de artmıştı. Fakat buyururlardı ki, ne yazık ki, talip bulmak imkanı yok, her ne kadar istekli çoksa da onlar hep kendi zevklerinin dilediği şeyi arıyorlar. Be y t»

«— Şeker dudaklarından gönül muradı istiyenler şüphe yok ki âşıktırlar. Fakat onlar ancak kendi nefislerinin âşıkıdırlar.»

Yine Lârî diyor ki:

«Tevhid ve fena hali Camî’ye galebe ettiği zamanlarda bile iyi veya kötü hiç kimsenin sohbetinden çekinmezdi. İç âlemiyle uğraşırken dış âlemini de ihmal etmez, Nakşibendilerin âdetleri gereğince «Halvet der encümen» mertebesinde zâhir ve bâtını birleştirmeye muvaffak olurdu.»

Reşehat -i Aynalhayat’ da üstadın bâtınî âlemlerdeki de­recesiyle şahsi erginliği hakkında bazı bilgiler verilmektedir. Bu bilgiler Cami'nin manevi ilkeleriyle ahlâkî terbiye siste­minin daima halk ile kaynaşmak, toplum hayatının düzeni için­de kalmaktan ibaret olduğuna en güzel birer delildir. Reşehatdaki sözlerden bazılarını buraya nakletmemiz yersiz olmıyacaktır.

«Bir gün Üstat, birisine sordu: Ne işle meşgulsün? Cevap verdi: Pek rahatım, dünyadan el ayak çekmiş, feragat köşe­sine büzülmüşüm. Buyurdular ki: Rahat ve âfiyet, ayaklarını keçesinin altına çekerek köşeye yan gelmek değildir. Afiyet nefsinin esaretinden kurtulmaktır. Bunu elde ettikten sonra ister köşede otur ister halk içinde....»

Yine Reşehat"ın anlattığına göre:

«Biri Üstat'tan sordu: Tasavvuftan pek seyrek söz açma­nızın sebebi nedir? Şu cevabı verdiler: Farzet ki bir zaman için biribirmizden ayrılıyoruz...»

Üstadın Nakşibendiye tarikatına bağlılığı hakkında da şöyle denilmektedir:

«Buyururlardı ki, -Tanrı sırlarını kutlasın Hâcegân tari­katında pek az kimse görmüşüz ki, kendisinde bir nevi zevk ve kabiliyet olmasın. Başka tarikat şeyhlerinin son durağı bu taifenin başlangıcıdır. Bu zümreye girenler arasında sonradan , yüz çevirenler pek azdır. Nefis ve havasına uyup bir kenarda kalmış olanlar da er geç yine ona bel bağlamışlardır.»

Yine kalbe yönelme ve kalbi zikir hakkında da şu sözler vardır:

«Bir gün Üstattan birisi ricada bulundu. Bana bir zikir öğretin ki dedi. Ömrümün son yıllarında onunla uğraşayım. Üstat şöyle buyurdular: Birisi mevlâna Sadeddin i Kâşgari’ den de aynı dilekte bulunmuştu. Mürşid elini sol tarafına götürerek çam kozalağı şeklinde bulunan kalb tarafını İşaret buyurdu ve dedi ki, bununla meşgul olunuz ki, iş buradadır. Yani kalbi anlamaya çalış. Bu anlama işaret için şu rubaiyi de okudu: Rubai:

«— Efendi, gönül sahipleri semtinde yerleş, gönül sahip­leri katında kendine bir gönül bulmağa çalış.

— Ezeli sevgilinin yüzünü görmek istiyorsan senrn aynan gönüldür’. Yüzünü aynaya çevir.»

:(.

* *

Yukarıya naklettiğimiz menkabe ve hikâyeler her ne ka­dar Cami'nin rreşrebindeki safayı, mezhebindeki arılığı ve mertebesinin yüceliğini gösteren yüksek birer keramet değe­rindedir; bunları belirtmekle ayrıca ona nispet edilen birtakım keşif ve kerametleri saymaya lüzum görmüyoruz. Ancak bütün bu meziyetleriyle beraber Cami'nin müritleri onun birtakım âdet dışı hallerini de hikâye ederler. Bize göre bu gibi hikâ­yeler, onun şerefli dervişlik hayatiyle yüksek feragat ve istiğ­nasının değerinden bir şey kaybettirmese bile aslâ bir şey de ilâve edemez. Fakat başkalarının Cami'nin mânevi mertebesi hakkındaki kanaatlerini gereği gibi belirtmek noktasından birkaç riyayetin burada sıralanması faydasız olmıyacaktır. Reşehat -i Aynülhayat' da şunları okuyoruz:

«Geylan vilâyeti halkından bir Aziz, birkaç gün hasta oldu. Nihayet ölüm haline geldi. Oğulları, torunları, dostları, akraba ve aşireti yakalarını yırtıyorlar, feryat ve figanlarla teçhiz ve tekfin hazırlıkları görüyorlardı. Ansızın hastada his

ve hareket belirtileri başladı. Yavaş yavaş o bitkin ve baygın durumundan ayılmaya yüz tuttu ve iyileşti. Aynı günde ya­taktan da kalktı. Sapasağlam bir hale geldi. Bunu haber alan­lar hayrette kaldılar. Hiç kimse bu hadiseden bir şey anlıyamadı. Aradan bir müddet geçtikten sonra bazı mahrem dost­larına şöyle anlattı: Hastalığın en şiddetli devresinde tam canımdan geçeceğim sırada karşımda mevlana Abdurrahman Cami belirdi. Bana iltifat gösterdi. Hastalığım birdenbire sakinleşti. Bu vak'adan sonra Geylan'lı Aziz yirmi bin dinar, nefis yünlü ketenli ve daha başka kumaşlardan bir armağan tertip ederek üstada yolladı. Gerçek bir bağlılıkla ondan him­met ve irşat diledi. Cami de Nakşibendiye tarikatına ait kısa ve faydalı bir risale yazarak Geylan' a gönderdi.

Risalenin sonunda şu sözler yazılı idi: Bu gibi sözleri söylemek ve yazmak bu fakirin mesleği değildi. Fakat o taraftan gelen taltif bir ihlas kokusu bu manaların yazılma­sına sebep oldu. Rubai:

«— Bütün bu öğütlerle beraber yine eli boş ve hiçten ibaretsin. Kapıda kalmış, muradına erememiş, düny hevesle­rinden kurtulamamış bir insansın.

— Sana aradığın hazinenin yerim gösteriyoruz. Biz her ne kadar ona kavuşamadık amma ola ki sen yetişesin...»

Reşehat'dan başka bir hikaye:

«Bir gün Herat şeyhül'islamı mevlana Seyfeddin Ahmet, ders arkadaşlariyle birlikte Cami'nin ziyaretine gitmişti. Cami onlara bir ziyafet çekti. Hanende ve sazendelere güzel gazel­ler okumalarını, latif havalar çalmalarını emretti. Bu muhab. bet meclisinden birkaç gün sonra üstat bir gezinti yapmak üzere Ziyaretgah semtine doğru gittiler. Orada takva ehli sofilerden Şah Şeyh adlı bir zat ile tanıştılar. Şeyh, Cami ile tanışmadan önce meğer Şeyhül'islam ile arkadaşlarının saz söz meclislerinin söylentisini haber almış, muhabbet sırasında Şeyh Şah: siz ki cihan alimlerinin önderi, Arab ve Acem ariflerinin en başında gelenisiniz. Kutlu meclisinizde ney ve çalgı aletleri gibi zevk ve eğlence vasıtalarının yer bulması sebebi nedir?

Şeyh bu itirazı söyledikten sonra Cami başını şeyhin ku­lağına götürdü, ona gizlice bir şeyler söyledi. Mecliste bulu­nanlar hiçbir şey anlayamadılar. Ansızın Şeyhin yüreğinden bir feryad koptu ve kendisinden geçti. bir müddet sonra ken­dine gelen Şeyh Cami' den biok özürler diledi ve bir daha bu gibi sözleri ağzina almadı....>

Nazar ve tetkik ehli bir bilgin olan Alişir Nevâî, Hamsetül’mütehayyirin de Üstadın kerametleri ve ruhî olgunlukları hakkında birkaç hikaye nakletmektedir:

«Sultan Hüseyin Baykara'nın büyük emirlerinden Muzafferüddin Barlas'ın dostlarından Irak'lı Seydim isminde biri cehaleti yüzünden daima Cami'yi inkar ederdi.^Bir gün edep­sizlikle hazret'in divanını parça parça ederek ateşe attı. He­men o birkaç gün içinde azasından birine bir yara musallat oldu. O yara kısa bir zamanda cerahat ve iltihap peyda ede­rek kanser halini aldı ve adam öldü.»

Yine bu eserde Alişir, Cami'nin şefaat ve iltimasiyle Sul­tan Hüşeyin Baykara'nın işkence zindanından kurtulmuş olan Mecdüddin Muhammed Hafi' den bahsederken şunları yaz­maktadır: (Alişir ile Mecdüddin arasındaki geçimsizliği anla­mak için Habibüssiger in üçüncü cildine bakınız).

«Mecdüddin ’,Muhammed, herkesce bilinen ve tarifine lüzum olmıyan bir adamdır. Bir hatası yüzündenŞpadişah em­riyle hapsedilmişti. Zindandan salıverilmesi için padişaha yal­varması Üzerine padişah bir kefil istedi. Mecdüddin de Cami'den kendisine kefil olmasını rica etti. Üstat şefkat ve merha^ met yönünden bu ricayı kabul etti. Fakat bu insafsız hapisten çıkar çıkmaz :kaçtı. On onbeş gün geçmeden yine yakayı ele verdi. Bu sefer getirerek cerme ve işkenceye mahkûm ettiler. Bütün servetini divan memurları müsadere etti. Ken­disi de şehirde süründü.> 

Hamselül’mütehayyirin in sonlarında Alişir çağdaşlar tara­fından Camî'nin ahval ve kerametleri hakkında yazılan şey­lere dair kendisinden malûmat istiyen bir zata diyor ki:

«Cami, kerametin nevileri hakkında mevlana Abdülvası' ve mevlana Ahmet Pîr Şems gibi kitap ve risaleler yazmıştır. İsteyenler kitap ve risalelere baş vurabilirler.»

işte mevlana Cami'nin tasavvufta ve bu ilmin ilkelerini kavramaktaki mevki ve mertebesiyle onun dervişlik merhale­sindeki yüksek erginliğini yani Halk'tan Hak'a nasıl geçtiğini şu sözlerle kısaca belirtmeğe çalıştık:

'f.

* *

Cami'nin eserleri

Camî'nin bugün gerek ellerde dolaşan, gerekse büyük kütüphanelerde tek nüsha veya mecmua halinde bulunan ve bazıları birçok defa İran ve Hindistan' da bastırılmış olan eserlerinden başka eski bir müellifin Tuhfe’i Sa sahibi Sam Mirza'yı Safeviınin tezkiresinde bunların toplu bir listesini buluyoruz. Tahran basması Tuhfe’i Sami"nin 7 6-ıncı sahifesinde Camî'nin te' lif ettiği eserlerin sayısı büyüklü küçüklü, manzum, mensur, Arapça ve Farsça olmak üzere 45 parça olarak gösterilmektedir. Sam Mirza diyor ki:

«Cami, ömrünün bütün günlerini daima eser te'lif etmekle geçirmiştir. Yazdığı kitaplar şunlardır:

1 — Tefsir (Ve lyyaye ferhebun) ayetine kadar, 2 — Şevahidünnübüvve, 3 — Eşi’atüllemeât, 4 — Şerh’i Füsussülhikem, 5 — Levami', 6 — Şerh’i bazı ebyat’i iâiyye’i Farızıyye, 7 — Şerh’i Rubaiyyat, 8 — Levayih, 9 — Şerh’i Beytî çend ez Mesnevi'i mtvlevi, 1 O — Şerh’i Hadis'i Ebîzer'i Gıfarf, 1 1 Risale Filvücut, 1 2 — Tercüme’i erbain Hadis, 1 3 — Ri­sale’i La İlahe İllallâh, 1 4 — Menakib’i Hace Abbdullah'i A nsarf, 1 5 — Risale’i tahkik’i mezheb’i sofî ve mütekellim ve hakim, 1 6 — Risale’i sual ve cevab'i Hindustan, 1 7 — Ri­sale’i Menasik'i Hac, 1 8 — Silsiletüzzeheb, l 9 — Selâman ve Absal, 20 — Tuhfetül’ahrar, 2 1 — Sübhatül'ebrar, 22 — Yusu/ ve Züleyha, 2 3 — Leylâ ve Mecnun, 24 — Hurdnâme’i İskender!, 2 5 —Risale der kâfiye, 2 6 — Divani evvel, 2 7 — Divan’i Sani, 2 8 — Divan’i Salis, 29 —Risalei manzume, 3 O — Baharistan, 3 1 — Risale’i kebir der muammâ, 3 2 — Risale’i mutavassıt, 33 — Risale’i Sağır, 34Risale’i asgar der muammâ, 35 — Risale’i aruz, 36 — Risale’i musikî, 3 7 — Münşeat, 38 Fevaidiizzıyaiyye Fi şerhilkâfiye, 39 — Şerh'i bazi ez miftahülgayb, Manzum ve mensur, 40 —Nakdünnüsus, 41 Nefehatül’üns, 42 — Risale’i tarik’ı Sofiyan (Hacegân), 43 —Şerh’i beyt'i Husrev’i Dehlevi, 44 — Menakıb’i Mevlevi, 45 — Suhanan’i hace’i Pârsâ.»

Zamanına yakın tezkirecilerin tesbit ettiği bu fihrist Camî’nin eserlerini en toplu bir halde göstermektedir. Üstadın hayat ve eserlerinden bahseden daha sonraki tezkireciler ise bu listede gösterilenlerden epeyce fazla olduğunu söylemiş ve mübalâğaya kaçarak Camî’nin kitap, risale, şerh ve haşiye olmak üzere yazdığı eserlerin toplamı «Camî» kelimesinin harfleri adedince Ebced hesabiyle 5 4 olduğunu söylemişler Mir’âtülhayal adlı tezkire . sahibi Emîr Şir Alihan Ludî, Ca­mî’nin hal tercümesi zeylinde (Bombay basması sahife 7 3) Üstadın eserlerini 9 9 kitap ve risaleye çıkarmakta ve şunları yazmaktadır:    '

«99 kitap tasnif etti. Bunlar İran, Turan, Hindistan ülke­lerindeki alimler nazarında makbul sayıldı. Hiç kimse bu eserlere bir itiraz sesi yükseltmemiştir.»

Fakat Şîr Alihan bu sözlerini, eserlerin adlarını saymak suretiyle ispat etmemiştir. Adı geçen fihriste ilave olarak Camî’nin Tecnisül’hat unvanlı bir manzumesini daha elde ettik ki, bu eser Londra ve Kalkuta'da basılmıştır.

Camî'nin en yakın tilmizlerinden olup burada adını birçok defa tekrarladığımız mevlana Abdulgafur i Lârî, üstadının eserlerini 48 kitap ve risale, olarak göstermiştir. Tuhfe’i Sami de kayıtlı bulunmıyan bu üç kitabın da listeye ilâvesi gerek­lidir. Sözü geçen Üç kitap şunlardır:

1   — Şerh'i Ehi Zerini Ükaylî, 2 — Risale Filvahid, 3 — Sarf • i Farisî manzum ve mensur.

Abdulgafur -i Lari'nin fihristi şüphe yok ki Sam Mirza'nmkinden daha muteberdir.

Eserlerinin yayılması

Abdulgafur i Lârî’nin henüz üstadı sağ iken eserlerinin yayılması bahsine dair verdiği toplu bilgiyi burada aynen nakletmek bize bu yayılmanın sür'ati ve derecesi hakkında daha açık bir fikir vereceğinden aşağıya alıyoruz:

«Onun fazilet ve kemal ağacından derlenen her yemiş, -onun inciler saçan kaleminden doğan her nükte, onun hakikat nakışları işliyen fırçasından çıkan her fikir ve hayal zamane sahifelerini süsler, .gök kubbede ebedileşirdi. Ülkeler halkı -eserlerini tam bir ilgi ile benimsedi.»

Lârî devam ediyor:                     '

«Üstat, te' lifine uğraştığı eserleri, tertip ettikleri risaleleri pek az bir müddet içinde bitirirdi.»

Camî'nin şiir ve eserlerinin pek çabuk yayıldığını daha hayatta iken büyük alimler ve zamane sultanlariyle sık sık mektuplaşmasından ve her birine manzum veya mensur bir kitabını hediye etmesinden de anlıyoruz. Hatta o çağın sul­tanları kendi aralarında birbirlerine gönderdikleri hediyeleri çok kere Camî’nin eserlerinden intihap ederlerdi.

Eşşakaikunnumânîyye fi âsar-i ulemâ-i Devletil’osmaniyye adlı kitabın sahibi Taşköprü'lü zadenin naklettiği şu hikaye •Cami' nin eserlerinin ne kadar çabuk ve geniş bir alanda yayıldığına ayrıca bir şahittir. Hikayenin kısaca tercümesi şöyledir: (Mısır basması sahife 2 9 3).                         .

«Ulu efendimiz Muhyiddin -i Fenan babası m.evlana Aliyyül'fenarî' den nakletmiştir ki: babam Fatih Sultan Muhammed'in ordugahında kadı idi, sultan bir gün ona şöyle buyur­muş: hakikati arıyan kelamcılarla sofiler ve filozoflar arasında anlaşmazlık var. Bu zümreleri biribirleriyle karşılaştırmak ve .muhakeme etmek gerek. Babam demiş ki onları muhakeme etmeğe hiç kimsenin yetkisi yoktur. Bunu ancak mevlâna Cami yapabilir. Bunun üzerine sultan, Camî’ye bir elçi gön­derdi. Değerli hediyeler yolladı. Üstatdan bu muhakeme işini sona erdirmesini diledi. Cami, bir mektup yazdı. Bu zümreler arasındaki altı meselede hâkimlik yaptı. Önce bunlardan «Vücud» meselesi hakkında fikrini bildirdi. Sultana yazdığı mektupta, eğer bu cevabım makbul tutulursa Öteki meselele­rin cevabı da ayrıca gönderilecektir. Beğenilmediği takdirde boşuna vakit geçirmiş olmıyalım diyordu. Btı mektup Sultan Muhammed'in ölümünden sonra İstanbul’ a geldi. Babamın yanında idi....»

Bu risalenin ismi Camî’nin eserleri listesi arasında da gö­rülmektedir. Üstadın zamane büyüklerine yazdığı mektupları toplıyan Mecmua i münşeat risalesinin mutalaasından pek güzel anlaşılıyor ki, o devrin bütün sultanlarına, büyük vezir­lerine, tanınmış şahsiyetlerine, İstanbul' dan ta Hindistan’a Semerkand’ den Şirvan'a ve Tebriz’e kadar mektuplaşma yolu­nu açmış, bunların hepsi de üstadın eserlerine rağbet göster­mişlerdir.

Mesnevilerinin, şiir divanının ve diğer manzum ve mensur eserlerinin birçok nüshaları bugün Asya ve Avrupa kütüpha­nelerinde bulunmaktadır. Bunların hepsi ya kendi hayatında veya ölümüne yakın tarihlerde pek nefis bir şekilde yazılmış, tezhip edilmiş, ciltlenerek muhafaza edilmiştir.

Eser verme çağı ve çeşitli telifleri

Cami’ de eser yazma melekesinin en ziyade orta yaşlarına doğru başladığı görülmektedir. Elimizde bulunan eserlerinden anlaşıldığına göre en eski kitabı Risale’i Kebir der muammâ’dır. Yine Muamma sanatında yazdığı Hilye i Hile! adlı kita­bını hicrî 856 yılında Mirza Ebülkasım Bahur Şah’a armağan etmiştir ki o tarihte 39 yaşında bulunuyordu. Habibüssiyer sahibi, üstadın hal tercümesinde diyor ki:

«Öfkeli padişahlarda Mirza Ebülkasım Babur zamanında Hilye i Hilel adlı eserini onun namına telif etti ve saadetli Sultan Mirza Ebu Sait zamanında bazı tasavvufi risaleleriyle divanını tertip etti. Diğer telifleriyle latif manzumeleri muzaf­fer padişah Sultan Hüseyin Baykara devrine raslar. (Habibüssiger cilt 3, Bölüm 3 Tahran basması).

Hâtimetülhayat adını verdiği üçüncü divanını hicrî 896 yılında tertip etmiştir ki, bu tarih ölümünden bir yıl öncedir. Camî'nin dehasının gelişme devresi ve en verimli çağı ömrü­nün ikinci yarısından yani kırk yaşından seksen yaşına kadar devam eder. Bu kırk yıl içinde yazdığı eserleri şekil bakımın­dan Arapça ve. Farsça olarak ikiye, mana bakımından da pek çok nevilere ayırabiliriz. Tefsir, Fıkıh, irfan, Hadis ve ahlak hakkında risaleler, kaside ve gazellerden derlenmiş şiir divan­ları, edebî sanatlar, Sarf, Nahiv, aruz, kafiye, Muamma ve hal tercümeleri gibi çeşitli konular üzerindeki telifler hep bu devrin mahsulüdür. Farsça eserlerini de manzum ve mensur olmak üzere ikiye ayırabiliriz.

Eserlerinin sıra ve tertibi

Her ne kadar üstadın bütün eserlerini elde etmek imka­nını bulamadıksa da Tahran'da gücümüzün yettiği kadar her vasıtaya baş vurarak ziyaretleriyle şeref bulduğumuz kitapse­ver üstatlardan da faydalanmak suretiyle bunların telif tarih­leri sırasına göre bazı izahlar vermek istedik.

1    — Risale i Kebir der Muamma, yani Hilyei Hilel. Bu muamma sanatının usûl ve kaidelerini anlatan bir eserdir. Şu sözlerle başlar:

«Benliğindek hakikat muammasını isimlerdeki hakikatler gibi isim kisvesinde ve muammâ kılığında gösteren o kutlu bilgeyi övmekle söze başladıktan sonra...»

Eser, yazıldığı tarihi de gösteren şu kelimelerle biter: «Bu beyazın karalanması ve bu bahçelerin sulanması ıstı­rap kadehlerini yudum yudum İçmiş olan Cam'lı Ahmet oğlu Abdurrahman'ın eliyle tamamlandı. Allah, ona kendi güzel isimlerinin muammasını çözümlemek ve yüce Tanrısal sanat­larının bilmecelerini çözmek başarısını verdi. 85 6 Hicri.»

Bu kitap Camî'nin en eski eseri olup o sırada Herat ve Horasan padişahı bulunan Mirza Ebulkasım Babur (Vefatı 861 H.) adına yazılmıştır. Konusu muamma fennine ait bu­lunmak itibariyle padişahın ismini de sık sık muammalar ara­sına karıştırmak suretiyle örnekler vermekte ve başlangıçta şöyle demektedir:

«— Şahın ismini muamma arasına karıştırmak uygun olur. Çünkü o incidir. . İncinin delinmemişi ise daha makbuldür.

— Adını açıkça söyliyecek olsam heybetinden ağzımda dilim hareketten kalır.

— Bari o mücevheri güzel saklayayım. Muamma sahifeleri arasına sıkıştırayım.»

Camî'nin bu kitabı yazmaktan maksadı mevlana Şerefeddin Ali Yezdî' nin (ölümü 8 5 8 H.) Hilel'i Mutarraz der mu­amma ve lugaz = Muamma ve bilmece sanatlarında işlenmiş süsler, adlı eserinin bir kısaltmasını yapmaktı. Bu'sebeple Şerefeddin'in adını yüksek saygı ile anar ve müellifin eserindeki unvana karşılık olmak üzere kendi eserine de Hilye i Hilel yani süsler süsü adını vermiştir. Kitaptaki bahisleri çeşitli bö­lümlere ayırmış, bunlardan her birini kuyumcu ve mücevher­cilerin kullandıkları terimlerden biriyle ifade etmiştir. Bu cümleden olarak:

Efser = Tac: On söz kısmında Tarsî' ^İşleme: Metin kısmında:

Birinci dizi Teshil^ Kolaylaştırma sanatına aittir. Bunda dört türlü gerdanlık vardır. Birinci gerdanlık usta yapısı, ikin­cisi eritme, üçüncüsü birleştirme, dördüncüsü' değiştirme işidir.

İkinei dizi: Tahsil = Kazanma sanatı. Bu da sekiz ger­danlığa ayrılır. Birinci gerdanlık Tenkis ve tahsis, ikinci Tesmiye, üçüncü Telmih, 'dördüncü Müteradif ve İştirak, be­şinci. Kinaye, altıncı Tashif, yedinci İstiare ve teşbih, sekizinci Hesap işleri.

Üçüncü dizi: Tekmil^ Tamamlama sanatıdır ki, bunda

da Üç gerdanlık vardır. Birincisi Telif, İkincisi İskat, üçüncüsü ise Kalb = çevirmedir.

Bu kitap Cami'nin gençlik çağlarına ait bir eserdir. Genç­liğe mahsus olan neş’e ile birtakım çetin zihin idmanları ve fikir oyunları yapması da bunu açıkça göstermektedir.

2    — Risale'i Sağir der muamma = Muamma bahsine ait küçük risale. Şu beytlerle başlar:

« — Zatî benliği» isimlerden ve isimleri de muammadan peyda olan Tanrı adiyle başlarım...

— Alem öyle bir muammadır ki, Tanrısal isimler onda belirmiştir.»

Bu risalenin telif tarihi belli değildir. Fakat içindeki bir gazelden muamma yoliyle şu Şah Ebulgazi sultan Hüseyin Bahadır' dan «Meddellahu taala Zılale celalihi» sözleri çıkarıl­maktadır ki, bu delil eserin Sultan Hüseyin Mirza devrinde ve Cami'nin son yıllarında yazdığını anlatmağa kafidir. Gaze­lin ilk beyti şöyledir:      *

«^ Yolunda bir şehir halkı canlarını saçarak yüzlerini yere koydu. Uğurlu ayaklarına saçılar yerine canlar saçıldı.

— Kaşların tazelenmeğe yüz tutmuş bir aydır ki, parlak güneş burcunda aşikar görünür.»

Bu risale de yukarda bahsettiğimiz büyük risale gibi muamma fenninin usulünü dörde ayırmakta ve dört sanattan bahsetmektedir. Teshili, tahsili, tekmili, tezyili. Bunlardan her birinin zeylinde de bu nevilerden birkaç sanat daha anlatır ve her biri için misal olarak kıt'a ve beytler söyler ki, bunlar da ayrı ayrı birer muammadır.

Cami'nin muamma fennine ait iki risalesi daha vardır ki bunlardan biri Britanya müzesindeki el yazması kitaplar listesi arasında gözümüze ilişti. Bu risale şu beytle başlıyor:

«— Tanrı'nın hamd ve senasından feyz aldınsa, muammâ fenninde de şöhret kazanmasını bil. . . .»

3     — Risale der fenni kafiye: Bazı fihristlerde bu kitahın adı Ernsaletül'vâfiye Fi ilmil'kafiye şeklinde yazılıdır. Başlangıcı şöyledir:

« — Fesahat derneklerinde kafiye tartan söz sarraflarının konuştukları pek ölçülü sözlerden uğur diledikten sonra....»

Bu risalenin de telifi tarihi belli değildir. Önsözde de kime armağan edildiği yazılmıyor. Bu itibarla telif tarihini doğru olarak tesbite imkân bulamadık. Kitabın yazılış sebebi olarak da şunları söylüyor:

«— Bu, kafiye bilgisi kaidelerini kısaca içine alan bir eserdir ki, bazı büyük dostların işaretiyle kaleme alındı.»

Risalede Redif ve kafiyeyi tarif eden bir başlangıç ile kafiye ilmine at terimler, kafiyenin hareketleri, kafiyede sanatlar, Reviy, mutlak ve mukayyet kafiyeler, kafiyenin ku­surları bahsine ait bölümler vardır. Son kısım mâmul ve gayri mamul kafiyelerden bahseder ve kemal İsmail’in bir kaside­sinin şu mealde olan ilk beytine muammâlı ve redifli bir ce­vap vererek sözlerini bitirir.

Kemal Ismailin beyti:

«— Zamane artık bahtımızdan yüz çevirdi. Bu yüzdendir ki, yârin zülfünün ucu bile elimize girmez oldu.>

Camî’nin cevabı: Korkak düşmanını kurban ediyor. Ka­sap o neş' e ile bıçağını sıyırmış...

4 — Kitabü Nakdinnusüs fi şerhi Nakşilfürıus. Bu eser şu sözlerle başlar:

«— Himmet sahiplerinin kalbleri alanını hikmet nakışla­rını aksettirmeye elverişli kılan Tanrı'ya Hamd olsun...»

Eserin ön sözünde şunları söyler:

«Kitabü Nakşilfüsus, İmam Muhyiddin Muhammed bin Aliyyül' Arabi [ 1 ] nin Füsusül'hikem adlı eserinin bir kısalt­masıdır.

[1) Şeyh Muhyiddin Muhammed bin Aliyyül'Arabi büyük sofiye şeyh­leri nden ve vücut birliği felsefesine taraftar olanlardandır. Zahir bilginle­rinden birçoğu onu inkar ederler. Şeyhin tasavvuftaki nispeti bir vasıta ile Şeyh Muhyiddin Abdülkadir’i Ceylani'ye varmaktadır. Füsusül'hikemle Fütuhat'i Mekkiye meşhur eserindendir. 560 Hicret yılının Ramazan ayında Endülüs'te doğmuş, sonra birçok seyahatler yaparak 638 yında Şam'da dünyadan göçmüştür.

Eserin aslındaki ibareleri düzeltmek, işaretleri açıklamak suretiyle hiçbir tekellüf ve tasarrufa meydan vermeden yaz­dım. Füsusülhikem’in Sadreddin'i Konseyi [ 1 ], Şeyh Müeyyedüddin-i Cündî, [2] Şeyh Sadeddin Said-i Ferganî [3] taraflarından yazılan şerhlerini de buna ilave ederek eserin adını Nak'dünnüsus fi şerhil/üsus koydum....»

Bu kitap Arap ve Fars nesirleriyle karışık sade ve akıcı bir üslupla yazılmış, büyük şairlerden söz arasında birçok şiirler nakledilmiştir. Önce Füsus' daki terimlerle prensipleri anlatan uzun bir başlangıç, sonra kitabın bölümlerini sıra ve tertibe göre Şerheden metin kısmı gelir. Metin, Tanrısal hik­metler ve Adem bahsinden başlar. Muhammed kelimesindeki eşşiz hikmeti anlatarak biter. Kitabın sonunda yazdığı tarihi de gösteren sözlerle şu kıt' ayı aynen naklediyoruz.

«Yalnızlık ve ihmal köşesinde aksak ve unutulmuş bir halde yaşıyan Abdurrahman-i Camî, bu faydalı şeyleri derle­mek ve bu gerdanlıkları dizmek işini şu beyitlerle bitirdi:

— Zamanenin ebediyet levhası üzerine yazdığı bu . taze yazılar ki, .

— Bu fennin tenkidcileri nazarında adı Nakdinüsus terkibiyle anıldı.

— Sırlar ilham eden Tanrı’ya hamd olsun ki kutlulukla sona erdi.

— Kalemin verimli çalışması sayesinde 863 yılında ta­mamlandı.»

[1]    Şeyh Sadreddin Ebül'maali Muhammed bin Mecdüddin İshak'ul Konevi, Zahir ve batın bilgilerini nefesinde toplamış, birçok eserler yazmıştır. Tefsir’i Fatiha ve Mifiahâl'gayh ile Füsus şehri bunlar arasındadır. Sad­reddin Konyada doğmuş ve orada yaşamıştır. Mevlana Celaleddin Rumî, Nasirüddin-i Tusî ve Âllame-i Şirazî’nin _ çağdaşıdır.

[2]   Şeyh Müeyyedüddin i Cünbî Sadreddin-i Konevî’nin şagirdlerindendir. Zahir ve batın bilgilerinde üstad bir zattı. Füsusülhikem'i ilk defa şehr eden budur.

[3]   Sadettin Said-i Fergani : Bu zat da şeyh Sadreddn-i Konevi'nin tilmizlerindendir. İbni Farız'ın Taiye kasidesinde de şerh yazmıştır.

Elimize geçen bir nüshada Cami'nin bazı çetin Arab ve Fars lügatlerini şerheden el yazısına da rastladık.

5    — Levayih: Farsça secili bir nesir örneğiyle yazılmış, kısa -makalelerden derlenmiş ufak bir eserdir. Her makalede Layiha adını verdiği irfan konularından zarif bir nükte, her lâyihada bir veya birkaç latif ve fasahatli rubaî vardır. Levayih’in ön sözünde Cami, eski bir alışkanlık esen olarak (hutbe) ve (münâcât) gibi vazifeleri yerine getirdikten sonra kitabı, Hemedan şahına armağan ettiğini şu rubai içine sıkış­tırmıştır: Rubai:

« — Büyük üstadların sözlerini buraya naklederken ay­dın akıllılar gibi birkaç inci deldim.

— Olaki, arada hiçbir vasıta olmaksızın bu ermağan He­medan şahına erişsin.»

Kitabın o zaman Azerbaycan, İrak ve Hemedan hüküm­darı olan Karakoyun’lu Cihanşah adına yazıldığı anlaşılmakta ise de bu padişah Herat' lılar arasında iyi bir ün bırakmamış olduğundan ya adı açıkça söylenmemiş, veya sonradan silin­miştir. Te' lif tarihi de yazılı değildir. Bize kalırsa eser 8 7 O sıralarında yani cihanşah'ın şevket ve azamet çağlarında ya­zılmış olmalıdır. Levavih birkaç rubai ile sona armektedir ki, şu rubai de o cümledendir:

« — Cami, sus! Şu söz kuyumculuğu daha ne kadar sü­recek, bu efsunculukla efsanecilik ne vakta kadar?

— Hakikatlerin sözle açıklanması hayaldir. Ey sâf yürekli şu hayal oyunculuğu ne zamana kadar?»

6    Lcvami’ fi şerhilhamriyye-. Ibni Farız [ 1 ] ın meş­hur kaside'i hamriyesinin şerhidir. Şu sözlerle başlar:

« — Yüzünde nurdan başka örtüsü olmıyan o güzel Tan­rı’ yı anarak..»

[l] Şeyh Ömer bin Ebilhasan Farız ; Aslen Hama'lıdır. Mısır'da doğmuştur. (567 = 632 H.) İbni Farız şöhretiyle tanınmıştır. Arap şairleri­nin en büyüklerinden ve meşhur sofilerdendir. Kahire'de ölmüş ve orada gömülmüştür. Kaside'i Hamriyesi meşhurdur. Birçokları tarafından şerh edilmiştir.

Kasidenin her bölümüne «lamia» ve kitabın tamamına Levami’ adını verir. Te'lif tarihi essrin sonundaki rubaiden de anlaşılacağı üzere Şehri Safer terkibinin delalet ettiği 8 7 5 hicri yılıdır, Bir örnek olmak üzere kasideden birer rubai ile tercüme ettiği iki beyti buraya alıyoruz:

«— Çarhın ve feleklerin henüz yaratılmadığı, su ile ateşin ve toprağın birbiriyle kaynaşmamış olduğu bir günde .içtim.

— Hep senin hatıranla mest ve bade düşkünü oldum. Halbuki o zaman ne badeden, ne de üzüm asmasından bir nişan vardı.»

Anlaşıldığına göre Cami;

« — Hedüz ne asma fidanından, ne de asma dikenden bir nişan olmadığı demlerde bu meyhanede tortu İçenlerden idim.»

Matlaiyle başlıyan meşhur gazelinin ilhamını, Ömer ibni Farız’ın sözü geçen beyitlerinden almıştır. İkinci beytin ter­cümesi de şöyledir:

« — O parlak güneşe benziyen şarabın kadehi sanki hilal tarafından çevrelenmiş bir Dolunay.

— Mey ateşi su ile güzel kaynaşınca bu imtizaçtan yüz­lerce parlak yıldızlar belirdi.

7    — Risale’i erkânül'hac-, Şu sözlerle başlar:

«Halka savap kazandırmak için Kabe'yi Beytülharem kı­lan ve bu kutsal yapının etrafını tavaf eden müslüman züm­relerinin birbiriyle anlaşıp sevişmesine imkan veren ulu Tan­rı’ ya hamd olsun.»

Yazıldığı yeri ve tarihi gösteren şu cümlelerle biter:

«Bu eserin te'lifi 878 yılı Şaban ayının 2 2 inci perşembe günü ilk sabahında Ba’ğdad şehrinde Kabe'ye yöneleceğimiz sırada Abdurrahman . bin Ahmed • i Cami tarafından tamam­landı. Tanrı muradına ve rızasına uygun kılsın.»

Bu eser farsça bir risaledir. Fakat yer yer Arapça nesir­lerle karışıktır. Hac ve Umre'nin farzlariyle usul ve kaideleri­ni Medine'de Hazreti Peygamber'in türbesiyle Bukay'de imamların kabirlerini ziyaret sırasında yapılacak ayin ve meraslm şekillerini anlatır. Eser, mezhep sahibi dört imamın fıkıhlarına uygun olarak yazılmıştır. Sofiye tarikatında bulu­nan isteklilerin ellerinden geldiği kadar bu merasim ve usul­leri öğrenerek Hac vazifelerini yaparken yabancılık gösterme­meleri için te' lif edilmiştir. Risale üzerine İmam Ebulhüseyin Nevevi' den nakil yoliyle bir haşiye yazılmıştır ki, bunun da Camî'ye ait olduğu anlaşılmaktadır.

Kitap, konusu .bakımından şu bölmelere ayrılmıştır:

Birinci bölüm: Başlangıç, Haccın fazliletleri ve şartları. İkinci bölüm: Haccın rükünleri.

Üçüncü bölçm: Hac' de sakınılması gerekli şeyler.

Dördüncii bölüm: Hac etmenin yolları.

Beşinci bölüm: Tavaf.

Altıncı bölüm: Haccin rükünlerinin tafsilâtı, sünnetleri, âdab ve erkânı ve okunacak dualar.

Yedinci bölüm: Peygamber' in türbesini ziyarette usul ve erkân.

Sekizinci bölüm: Peygamber ailesinin Ehli beyt'in kabir­lerini ziyaret.

Bu risale Cami'nin İslâm fıkhı esas ve teferruatında ne derece derinleşmiş olduğuna bir şahiddir.

8    Nefehatül’üns Min HazaratU’kuds. Yani kutsal der­neklerden hoş kokular yahut armağanlar adlı kitaptır. Bu eserin ön sözünde Cami şunları söylemektedir:

«Nişabur'lu Ebu Abdurrahman Muhammed bin Hüseyin'üs Sülemî'nin şeyhülislâm Ebu İsmail Abdullah bin Muhammed'ül Ansaı î'nin sohbet ve vaız meclislerine devam ederken derle­diği bilgilerden meydana getirmiş olduğu Tabakatussofige adlı kitap ile bu eserde bahsi geçmiyen bazı şeyhlere ait söz­lerin ve kendi zevkine uygun birkaç menkabenin ilâvesi sure­tiyle Ebu Abdurrahman' ın müridlerinden biri tarafından yazı­lan risale, o asrın âdeti gereğince eski Herat lehçesiyle yazıl­mıştı. Bunlar sonradan kopyacıların yaptıkları birçok değiştir­melerle anlaşılmaz ve okunmaz bir hale geldi. Bu bilgiler esasen vaktiyle gelip geçmiş olan bazı velilerle onlardan nakledilen bir kısım hâtıralara ve hususiyle şeyhül'islâm Herat' h Abdullah'i Ansarî’nin menkabelerine münhasır kalmıştı. Şeyhül'islâm'ın bazı çağdaşlariyle daha sonrakilerden bahsetmemekte idi..»

İşte bu eksikliği tamamlamak için zamanenin anlıyabileceği bir dil ile yeni kitap kaleme almak Cami'nin fikrinden geçiyor, elde mevcut başka muteber kaynaklardaki bilgileri de buna eklemek suretiyle her Veli'nin hal tercümesini, hatı­ralarını, kerametlerini, doğum ve ölüm tarihlerini tesbit ede­rek kitapta ismi geçmiyenlerin de hayat ve eserlerini yaşatmak istiyor. Hicri 881 yılında Emir Ali Şir’in istegi üzerine işe başlıyor ve 883 yılında bitiyor. Şu rubai’ de bu tarihi tesbit etmektedir:

« — Bu nüsha kerem sahiplerinin kutlu nefeslerinden dinlenmiştir. Bundan dolayı burnuna hoş kokular getirir,

— İnsanların hayırlısı ve halkın kıvancı olan Hazret' i Muhammed'in hicretinden 883 yıl geçince tamam oldu.»

Nefeaat büyük sofilerden 5 82 erkek ve 34 kadın olmak üzere 6 1 6 kişinin hâl tercümesini içine almakta ve asıl ko­nuya girmeden önce uzun bir önsözle sofiye taifesi arasında dolaşan terim ve deyimlerin şerhini yapmakta ve başkaca gerek ârif ve sofideki marifetten, mucize ve kerametlerden, Tanrı erlerinin âdet dışı hallerinden bahsettikten sonra hal tercümeleri bahsine geçmektedir. Cami, eserin, erkeklere ait hâl tercümesi kısmına ilk önce Ebülhaşim Sofi' den başlamak­ta ve Şiraz'lı hafız Şemseddin Muhammed'le son vermektedir. Kadınlara ait kısma ise Rabia-i Adeviye’den başlar veJlmree-i Farisiyye'nin menkabeleriyle sözlerini bitirir. İran edebiyat tarihi müellifi Browne eserinin üçüncü cildinde Nejahûlül’üns için özel bir bölüm ayırmış, bu eseri Timur asrının sonların­da İran' da yazılmış olan Farsça Biyoğrafi'lerin ilk müjdecisi olarak tanıtmakta ve Cami’yi biyoğrafi gephesinde meşhur Tezkiretül'evliya sahibi Feridüddin Attar' dan sonra ikinci üstad saymaktadır. Bu kitap hakkında Browne'in pek haklı bulduğumuz şahadet ve hükmünü aynen aşagıya alıyoruz:

«Bu eser taze ve dürüst bir ifade ile konusuna yaaaşan üslûpla yazılmıştır. Gerçekte bu eserin te'lifinde Cami'nin zevki letafetin en yüksek derecesini ve iyi niyeti ihlas'ın en yüce mertebesini bulmuştur. Kendisini o çağlardaki başka muharrirler gibi söz üstalığı hevesine ve parlak ibare mera­kına kaptırmamış, kitabını o gibi bayağılıklarla bulaştırmamıştır.»

Doğrusunu söylemek lazımgelirse mevlana Cami'nin Nefehatül'üns'ün yazılışında kullandığı lisan, bu eseri hicri doku­zuncu asrın en güzel nesir örneği sırasına geçirmiştir.

Sözü geçen Tabakatusofiye ile Şeyhül'islam Abdullah'i Ansari zamanında yazılmış olan Farsça nüsha hakkında Bri­tanya müzesinin yazma eserler kataloğunda gördüğümüz şu kısa malûmatı aynen naklediyoruz:

« Tabakatussofiye nin yazma bir nüshası Britanya kütüphanesindedir. Arapça eserler katoloğunun 4 3 8 inci sayfasına bakınız. Bu eser hicri 41 2 yılında ölen Nişabur'lu Muhammed bin Hüseyin'üs Sülemi tarafından yazılmıştır. Müellif So­fiye şeyhlerini beş zümreye ayırmış, her zümrede yirmi kişi­den bahsetmiştir. 481 yılında Herat'ta dünyadan göçmüş olan şeyhül'islam Abdullah'i Ansari'nin ölümünden 400 yıl sonra mevlana Cami bu eseri yeniden kaleme almış, hal tercümeleri evvelce yazılı olanlardan başka daha birçok sofiye şeyhlerini de ilave ettirmiştir. Cami bu kitapta ilk sofilerden başlıyarak kendi çağına kadar gelen büyük şahsiyetlerin menkabelerini toplamıştır.»

Crmi'nin en samimi çömezlerinden Raziyüddin Abdulgafur-i Lâri Nefehat'a bir şerh yazmıştır. Üstadın oğlu Ziyaeddin Yusuf'un Nefahat metnini kolaylıkla anlıyabilmesi için yazılmış olan bu şerhin sonunda Cami'nin uzunca bir hal ter­cümesi vardır ki, biz şu eserimizde Lari'nin verdiği bilgilerden çok faydalandık. [ 1 ]

[l] Bu haşiyeden bir nüshası Britanya müzesindedir. El yazması' bir metin kenarına ilave edilmiş olan diğer bir nüsha da değerli âlimlerimizden Abbas Ikbal'i Aştiyanî'dedir. Bizim gördüğümüz nüsha budur.

Abdulgafur' i Lari üstadın en yakın şakirdi ve mahremi olmakla beraber asrın büyük alimlerindendi. Hâl tercümesi, Reşehat-i Aynülhayat, Lübbüttevarih, Sefinetül. evliya gibi mu­teber eserlerde yazılıdır. Hicrî 9 1 2 yılı Şaban ayının beşinci pazar günü Herat' ta ölmüş, Cami' nin mezarı yanına gömül­müştür.

Muslihüddin’i Lârî, Mirfitül’edvar adlı kitabında «Yekşenbih i Pencüm’i Şaban» terkibinin ebced hesabiyle Raziyüddin’ in ölüm tarihi olduğunu ilâve ediyor. [ 1 ]

Bu satırları yazarken Nefahatül' üns ün son derece nefîs bir el yazması nüshası elimizde bulunmaktadır. Bu, güzellik ve ehemmiyeti bakımından dünyada eşi olmıyan bir nüshadır. Gayet lâtif bir nesih yazı ile yazılmış olan bu metin Sultan Hüseyin Baykara'nın çok sevdiği oğlu Şehzade Muzaffer Mir­za kütüphanesindedir.

Şehzadenin turunç şeklindeki mührü ilk sayfasının arka­sına tezhible işlenmiştir. Kitabı yazan Muhammed bin Abdülkerimül’hüseyin’î eserin sonuna kendi adını da ilave etmiştir. Bu nüshada her ne kadar tarih yoksa da başlıca değeri ve özelliği, üzerinde büyük müellifinin, yani Cami'nin el yazısiyle ilave edilmiş birçok haşiyeler bulunmasındadır. Kitaba ayrıca eklenmiş olan ve yaprağı dolduran 1 8 sayfa yazı tamamiyle müellifin pek okunaklı olan nesih yazısiyle yazılmıştır. Me­tinde siyah ve isimlerde kırmızı mürekkep kullanılmıştır. (Ebulkasım’ül'kusayrî’nin hal tercümesinin son kısmı ile Musa bin Umran'i Ceyreftî’ nin son günleri bu ek sayfalarda yazılı­dır) Müellifin nezaret ve murakabesi altında yazıldığı anlaşılan bu kitapta birçok kelime, cümle ve ibare eksiklikleri düzeltil­miş ve bazı büyük sofîlerin hal tercümelerindeki unutulmuş. noktalar müellifin kalemiyle ilave edilmiştir. Bu arada hal tercümesi üzerinde düzeltme yapılanlardan biri de Hoca Şemseddin Muhammed, yani Hâfız -ı Şirazî' dir ki metnin son sayfasının haşiyesinde ilave edilmiştir. Nüshanın sonuna ayrıca

[1] Bu terkibin ebced hesabiyle kıymeti on beş yıl eksik çıkmaktadır. Risale i Münşeat adlı bir parça daha eklenmiştir. Bu risalede Cami'nin çeşitli vesilelerle ayrı ayrı şahıslara yazdığı Farsça on parça mektup vardır. Fakat bu mektupların yazısiyle Nefehat nüshasının yazısı arasında fark görülmektedir.

Sözü geçen nüshaya, gerek tarihi ehemmiyet ve değeri yönünden, gerekse üstadın el yazılarını taşıması bakımından baha biçilmez. Nasıl ki, meşhur Arapça bir şiirde haklı ola­rak şöyle denilmektedir:

«— Bu öyle kitaptır ki, satılacak olsa ağırlığınca inci değerindedir. Fakat satıcısı daima aldanır.»

— 9 Suhanan i Hace-i Parsa: Hace Muhammed Parsa' nın sözleri, beş sayfayı geçmiyen küçük bir risaledir. Şu söz­lerle başlar:

«En yüce sultanın kutsal vasıflarını övmekle söze başla­dıktan sonra . . . . » ve şu sözlerle biter:

«. . . Lâkin onun güneş ışığı gibi parlak olan nuruna (onun irşadına) uymakta gaflet göstermek asla caiz değildir........................................................................................................................ »

Kitabın telifi sebebi, başlangıçta ifade edildiği gibi Şeyh Muhammed Parsa' ya karşı üstadın duyduğu gerçek bağlılıktır. Denilebilir ki Cami Nakşibendiye ulularının hemen hepsine karşı büyük bir inan beslemekle beraber Buhara'lı Şeyh Par­sa ile özel bir ilgisi vardır. Kendini daima onun kutsal nefes lerinden feyz almış bir mürid sırasında sayar. Henüz beş yaşında iken bu pîr ile Hurdgird'i Cam kasabasında görüş­mesi Hoca, Hicaz şerefine giderken ondan himmet almış olması menkabeleri Nefehatül'üns'te uzun uzadıya anlatılmak­tadır.

Cami, risalesinin başında diyor ki, vaktiyle Hace Parsa'nın dağınık bir surette kaydetmiş olduğum bazı sözlerini ken­disine karşı beslediğim büyük inan ve bağlılığım dolayısiyle şu sayfalarda toplu bir halde yazmak istedim. Ta ki istidat sahibi taliplerin irfanını artırsın ve tarikatte ilerlemiş olanlara da bir hatıra olsun. Kıt'a:

«— Aşıklar, o sevgilinin kaleminden damlamış nakışları her nerede bulurlarsa ona kirpiklerinin incilerini saçarlar.

— Herkes o sözlerden birisini hâtırasına yerleştirir, canına muska, kulağına küpe yapar.»

Hoca Muhammed Parsâ 822 yılı Muharrem ayında Medi­ne’de öldü ve Abdülmuttalip oğlu Abbas'ın türbesi yanına gömüldü. Cami, Nefehaiül'üns'te pirin vefatı dolayısiyle Seyyid Nimetullah -ı Kirmanî’ den şu sözleri naklediyor:

«Mürşidin Medine' de vefatı haberi Seyyid Nimetullah i Kirmanî gibi bazı İran ulularının kulağına düştüğü vakit «Me­dine’ye yönelin, çünkü oradan cilveleşiyor» demiştir.»

Bu risalede Camı’ nin Hoca Pârsâ’dan naklettiği çeşitli sözler Arapça ve Farsça olmak üzere ikiye ayrılır. Her ikisi de çok sade ve akıcı bir üslûpla, yüksek bir irfan ve tasav­vuf cezbesiyle yazılmıştır. Risalenin telif tarihi belli değildir. Fakat Nefehat'ın tamamlanmasından daha sonraki tarihlerde yazılmış olması ihtimali vardır.

1 O — Şevahidünnübüvvet: Peygamberlik delilleri. Bu ki­tap Arapça bir hutbe ile başlar. İlk sözleri şöyledir:

/«insanlara korkutucu ve müjdeleyici Peygamberler gönde­ren Allah'a hamdolsun               »

Kitabın telifi sebebi ön sözden anlaşıldığına göre vaktiyle Nefehatül’üns’ te de olduğu gibi Alişir Nevai ve bazı dostla­rın istek ve ısrarlarıdır. Cami, Hazret-i Peygamber’ le sahabe, tâbiin ve tebaai tâbiin'in ahlak ve faziletleri hakkında bir eser yazmayı ve sofîyenin ilk çağlarından kendi zamanına ka­dar olan Ulam büyüklerinin hayat ve eserlerini toplu bir halde yazarak Nefehatül’üns’e eklemeyi düşünmüştür. Eserin ön sözünde diyor ki:

«Peygamberlik delilleri ve Hazret i Peygamber’in gerçek risaleti hakkında kitaplar yazılmış, bu bahse ait birçok eserler meydada getirilmiştir. Bu fakir, bu eserlerden bazılarını oku­mak şerefine erdim. Daima muhabbet kuvvetini ve bağlılığı artıran bu gibi mutalaaların faydasını nefsimde buldum. Bu faydalardan başka müslümanlara da sağlamak istedim. Husu­siyle haklarında çok sevgi ve bağlılık gösterdiğim Azizlerin hayatlarını yazmak, bu kitabın telifi hakkında yapılan teklif-

ten daha önce hatırıma gelmiş ve bu konuda Nefehatül' üns Min Hazarat'il kuds adlı eserimiz meydana getirilmişti.. Bu­nunla beraber kitaplarda dağınık bir halde bulunan bilgilerin araştırılmasında rastlanacak zorlukları kolaylaştırmak için bunların bir araya toplanması ve faydasını genişletmekiçin de Fars diliyle yazılması uygun görüldü. Eserin kısa olması düşüncesiyle de çeşitli tarikatlarla birçok vesikaların çıkarıl­masına lüzum hasıl oldu  

Hazret i Peygamber' den ve bazı dostlariyle evladından ve sahabe ile Tabiîn ve Tebe'i Tabiîn'den başlıyarak ahvali nefehat’ta hikaye edilen bazı sofileri de içine almak üzere imkan nisbetinde toplu bir eser meydana geldi ve Nefehat'a ek bir kitap oldu.

Kitabın en büyük faydası tarikat ve hakikat erenleri yo­lunda yürüyenlerin itikat ve imanlarını kuvvetlendirmesidir. Kitaba bu bakımdan Şevahidünnübüvveh li takviyeli Yakıni Ehlil' jütüvveh, ismi verilmesi pek yerinde olur.» .

Kitaptaki bahisler bir ön söz ile yedi makale ve bir son söze ayrılmıştır. On söz, Nebi ile Resûl'ün manalarını izah ve Peygamberlikle ilgili meselelerden bahseder.

Birinci makale: Hazret -i Muhammed'in doğuşundan önce baş gösteren belirtiler.

İkinci makale: Peygamber' imizin doğuşundan Peygamber­liğine kadar görülen ahval.

Üçüncü makale: Peygamber' liğinden hicret tarihine kadar görülen şeyler.

Dördüncü makale: Hicretten vefat tarihine kadar geçen zamanlarda beliren alametler.

Beşinci makale: Bu vakitlerle ilgili olmayıp delaleti, ve­fatından sonra görülen haller.

Altıncı makale : Peygamber'in sahabelerinde ve ehli beyt imamlarında raslanan haller.

Yedinci makale: Tabiîn ve Tebai Tabiîn'den sofiye tabakasına kadar görülen şahit ve deliller.

Son bahis: Düşmanlara tatbik edilen ceza.

Altıncı makalede dört halifenin Faziletlerinden açıkça bahsedilmiş olması yüzündendir ki, bu kitap İran ve Irak'da Farsça konuşan Şialar arasında itibar ve iltifat bulamamıştır.

Eser, gayet sade ve tekellüfsüz bir Farsça ile yazılmıştır. Şekle ait sanat özentilerinden uzak bir üslûbdadır. Eserde Arapça ve Farsça şiirler pek az yer bulmakta, o da söz ara­sında geçmektedir. Amma Hadis ve rivayetlerle arabca men­sur metinler çoktur.

Kitabın te'lifi, arapça «Temmemtühü» yani onu tamamla­dım sözüne uygun olarak 885 hicri tarihine rastlar. Kitap so­nundaki şu beyt de bunu isbat etmektedir.

«— Kitabın bitmesi ancak «Temmemtühü» ye uygun dü­şen yılda mümkün olabildi.

11 Eşi’atüllemeât: Lemeât ışıkları: Bu kitap mutasavviflerden Şeyh Fahreddin’i lraki üniyle meşhur, Hemedan'lı şeyh Fahreddin İbrahim’in Lemeât adlı eserinin şerhidir, Eserin başlangıçtaki sözlerden anlaşıldığına göre Emir Alişir Nevai Lemerifın Fusus ile karşılaştırılarak düzeltilmesini rica etmiş, halbuki Camî Fusus ve Lemeât ile uğraşmaktan çekin­mektedir. Fakat nihayet Alişir'in ricasını kabul ediyor. işe başlar başlamaz kendisini eserde gördüğü yüksek irfanın cez­besine kaptırıyor. Lemeât'ı Şeyh Muhyiddin'i Arabi'nin Fususu metni ile tilmizi Konya’ lı Şeyh Sadreddin'in ve başka âriflerin yazmış oldukları şerhlere de baş vurmak suretiyle Eşi’atüllemât adını verdiği eseri meydana getiriyor. Kitabın baş tarafında emir Alişir'in adı tamiye ve iyhâm sanatlariyle gösterilmiştir. Cami diyor ki:

«Bu işte Ihvanüssafa'nın en büyüğü ve erbab'ı vefanın en değerlisi, -Tanrı onu arif kullarının faziletleriyle vasıflan­dırsın kutlu adı bu dua sırasında en güzel bir remiz ve ima şekliyle Allah ile kulları arasında yayıldı. lemeât’ın karşılaş­tırılması ve düzeltilmesi dileğinde bulunmuştu.,.» [ 1 ]

[1] Ala siyer • i ibadihi terkibindeki «Ala siyer» in Arap harfleriyle yazılışta Alişir ile imla beraberliğinde bir nevi tamiye san'atı meydana gelmiştir.                                                                                                        Çeviren

Eşi’atullemeât, kitabın te'lif sebebini ve Cami'nin memduhu olan Alişir'in ismini andıktan sonra mutasavıflar arasın­da kullanılan nükte ve terimleri anlatan uzun bir önsözle başlar. Metin 2 8 Lem' a'ya ayrılmıştır. Camî, bunları birer birer şerh eder. Kitabın sonunda te'lif tarihini gösteren bir kıt'a ile iki rubai vardır.

Rubai I

«— Cami sus, Söz kapısını daha ne kadar çalacaksın? Boş yere yap, yapma gibi sözlerden ne zamane kadar dem vuracaksın ?»

— Sen şu taze gülcük üzerine düşmüş bir çöp parçasısın. Eski denizlerde kulaç sallamak sevdasından daha ne kadar lâf atacaksın? »

Rubai II

«— Ey yaratılmışların özü olan insan! Tanrı'yı ' birleme, söz ile imkansızlıkları anlamakla olur.

— Git benliğinden vazgeç ki, kalbinde, Fusus’dan, Lemeât'tan bulamıyacağın bir sırrı bulasın.»

Tarih Kıt'ası

« — Cami, varlık ilgileriyle esir olmuştur. Tanrı suçlarını yarlığasm.

— Hatalarını itiraf ederek şu şerhi karalamak işini başa­rabildi.

— Bitmesi tarihini söylemek lâzımsa (Etmemtühû) dedim.» Etmemtühû kelimesini ebced hesabına vurursak 886 hic­ret yılı çıkar ki, bu da müellifin 69. uncu yaşına raslamaktadır.

12 Çehl Hadis Kırk hadis. Bu eser çok yüksek ve ince hakikatleri ifade eden, ahlâki öğütlerle dolu kırk Pey­gamber sözünün Farsça manzum tercümesidir. Cami, bu ter­cümeyi ötedenberi din ulularının kırk Hadis seçerek bunları tercüme etmek yolundaki geleneklerine ve Peygamber'in «Ümmetimden kırk hadis toplayıp ezberleyen onun manevi ecrini görür, Tanrı onu kıyamet gününde alim ve fakih ola­rak diriltir.» mealindeki Hadisi şerifi hükmüne uyarak hazır­lamıştır.

Risale, hep Bahr'i Hafif vezniyle yazılmış kırk kıt' adan ibarettir. Bunlardan her biri bir Hadis' in tercümesidir. Tarihi, risalenin sonunda da gösterildiği gibi 886 dır.

Eser şu mealdeki hadisle başlar:

«Fedakarlıkta ağır davrananlara mü'min deme. Kendisi için istediğini kardeşi için de istemiyen mü'min sayılmaz.»

Şu parça ile de biter:

«Cami! saliklerin kırk günlük çilesi Tanrı'ya ermek ve onun dergahına kabul edilmek içindir. Hakkın fazilet ve cö­mertliği olaki, seni de şu kırk hadisle vuslatına nail ederse bunda şaşılacak bir şey yoktur.»

13 Risale-i Tecnis-i hat — Yazı cinasları hakkında risale: bu arap lûgatındaki kelimelerin yazılışlarına göre de­ğişik manalar alabileceğini gösteren uzun bir manzumedir. Şu mealdeki mısra'la başlar:

« — Akşam ve seher vakitlerinin halikı olan Tanrı'yı birledikten ve sıfatlarını saydıktan sonra... »

Önce de söylediğimiz gibi bu risale, Camî'nin kitapları fihristinde görülmediğinden te'lif tarihi de belli değildir. An­cak bunun Hindistan'da tab' edildiği malûmdur.

14 Mesneviyat-Î heft-evrenk = Yedi kardeş mes­nevisi: Camî’nin muhtelif vakitlerde inşad ettiği yedi parça mesnevidir. Üstad bunları sonradan bir araya getirmek sure­tiyle Heft evrenk adını verdi. Bu mecmuanın bazı el yazması nüshalarında mevlana Camî'nin kalemiyle yazılmış olduğu anlaşılan bir mukaddimede şu sözler vardır:

«Bu yedi mesnevi, Vasıt'ta yetişmiş kalem kamışı ile Çin

aslından gelme hokkanın evlenmesi neticesinde dünyaya gel­mek bahtiyarlığına ermiş yedi kardeş gibidir. Gayb âlemin­den varlık alanına çıka geldiler. Gerektir ki, bunlara eski Fars lügatinde yedi kardeş anlamına gelen ve şimal tarafın­dan doğarak kutup tarafında devreden yedi yıldız kümesinin ismini yani «heft evrenk» adını verelim....

Kıt'a

— Bu yedi geminin de yapısı aynıdır. Bu yedi hazinenin cevherleri aynı taştandır.

— Şu yüce göklerdeki yedi kardeş gibi bunlar da yer­yüzünde yetişmiş yedi âşıktır.»

Bu önsöz kısmına pek eski yazmalar üzerinde rastlanma­dığına bakılırsa Cami önce Hamse sahibi şairlerden Genceli nizami ve Emir Husrev-i Dehlevi gibi beş parça mesnevi yaz­mış, bunlara sonradan yazdığı iki parçayı da ilâve etmek su­resiyle Heft ■ Evrenk adını vermiştir. Bu iddiayı isbat eden başlıca delil Cami'nin Hurdname i Iskenâeri de bizzat Niza­mi ve Husrev'i taklid yoliyle beş mesnevi yazmak istediğini söylemiş olması ve sözü geçen kimselerin her birine karşı aynı vezin ve teknik dahilinde bir mesnevi yazarak sonradan bunlara Silsiletüzzeheb ile Sübhatül-ebrar-ı da ilâve etmesi­dir. Yine Heft Evrenk'te bir müddet gazel yazmakla meşgul olduğunu, sonra kasideler inşad ettiğini ve muammâlar tergibinde hünerler gösterdiğini, daha sonra Rubailer nazmettiğini ve en nihayet işi Mesnevi tarzına dökmüş bulunduğunu anlatır. Cami'nin bahsettiği mesneviler sırasiyle şunlardır:

1 Silsiletüzzeheb = Altın zincir: birinci defter: bu bahri hafiften Failâtün Failâtün Failün vezninde Senaî.nin Hadikası ve evhadi'nin Câm-i Cemi üslûbunda yazılmıştır. Eser Sultan Hüseyin Baykara adına sunulmuştur. ilk beyiti şu sözlerle başlar.

< Her sözden önce yücelik ve ikram sıfatlariyle vasıflan­mış olan Tanrı'ya hamd ile başlarım...»

Sonu da şu beyt ile biter.

«Ömrün akışı hareketten kalırsa Tanrı bana hayırlı bir son nefes ihsan etsin.»

Bu cildin te’ lif tarihi kitapta gösterilmemiştir. Fakat Sul­tan Hüseyin Baykara'nın tahta çıktığı hicri 873 yılı ile Camî’nin Hicaz seferine başladığı 8 7 7 yılları arasında yazılmış ol­ması şüphesizdir. Çünkü Reşehat i Aynülhagat sahibi Safiyüddin Ali'nin tasrih ettiğine göre üstadın Bağdada ulaştığı günlerde bu mesnevinin yayılmış olan bazı parçaları Bağdat şialarını Cami aleyhine ayaklandırmaya vesiyle olmuştu. Kita­bın ortalarında sahte ve riyakâr sofileri hicveden bir parça­sından sonra söylenen şu kıt'a kitabın telif edildiği tarihi tahmin ettirmeye kafi gelmektedir:

«— Hiyle ve desise ile dine düşman kesildi. Yarabbi dinin intikamını ondan sen al!

— Şeriatı alçalttı. Sen de onu alçalt. Hayayı elden bı­raktı. Sen onu daima mahcub et!

— Hem ne hacet ki, ben ona dua edeyim. Ciğeri Üstüne duadan bir ok vurayım.

— Bu sekiz yüz yetmiş yılından daha önce, Peygamber onun duasına el açtı;

— Dedi ki, Ey Tanrım her kim dine yardım ettiyse sen de iki âlemde ona yardımcı ol.»

Silsiletüçzeheb'in ilk defteri yüksek ahlak ve irfan mese­lelerini kapsıyan uzun bir mesnevidir. Kitapta bazı ayet ve hadislerle büyük sofilere, mezhep imamlarına ait makalelerin şerheleri yer almıştır. Kelâm ilmine ait meselelerden irâde ihtiyar, cebir, kaza, kader, peygamberlik, imamlık, kıdem, ve hudûs i alem (âlemin önceden var olması veya sonradan yaradılması) gibi bahislerle namaz oruç, kur'ân okuma gibi zahiri şeriat vazifelerinden de genişçe bahsedilmiştir. Bundan başka tarikata ait gizli ve âşikâr zikir konusu, uzlet, halvet, samt ^sukût, seher = uyanıklık, cı'.i.' aclık gibi meseleleri şerh ederek yer yer temsil ve hikâyelerle süslemiştir. Eser nihayet İslâm akidelerini hulâsa eden ve üstadın mürşidi Ubeydullah -i Ahrar'ın tavsiyesiyle nazma çekilmiş olan itikadnâme kısmı ile sona erer. (Bu mesele hakkında dördün­cü bölümde tafsilât verilmişti) Kitabın ismi hakkında şöyle diyor:

«— O, adi bir bağ değil altın zincirdir. Ona bağ veya iplik demek edebe uygun düşmez.

— Altın zincirler Arslanlar içindir. Gerçek arslan o zin­cir altında başını kımıldatamaz.»

II Silsiletüzzeheb defter 2 — Bu cildin konusu müel­lifin dediği gibi ruhâni aşk âlemleriyle aşk dersinden elde edilmiş bir gerçektir. Şu mealdeki beytlerle başlar:

(------ Ey kulak. aşk efsanesi dinle! kalem gıcırtısından k

teranesi işit!                                                                                                 ,

Eldeki şu kamış kalem ney gibi seslenerek aşk hikâyeleri anlatıyor.»

Kitabın tasnif tarzına göre müellif her bahiste Tanrısal sevgi ve mânevi aşktan söz açarak konuya uygun lâtif nük­telerle karışık ince meseleler ortaya atmaktadır. O arada bü, yük sofilerin başından geçen bir hikâyeden veya Kur’ ân âyet­lerinden ve hadislerden de delil Ve şahit göstermektedir. Kitapta adları geçen sofiye uluları şunlardır:

Bayezid i Bistami, Zunnun i Mısri, Şah Şucâ Kirmani Şems i Tebrizi, Şeyh Evhadüddin i Kirmani, Şeyh Muhyiddin i Arabi, Şeyh Ali Muvaffak, Şeyh Mâruf i Kerhi, Bişr-i Hafi, Ahmed i Han bel. (Sofiyeden sayılamazsa da), Ebu Ali Rudbari Seri i Sakatî, Tuhfe'i Muganniye, Şeyh Ebu Ali Dekkak Üstadın büyük meseleleri şerh ve izah ederken kul­landığı zarif nükteler onun yaradılışındaki inceliği, zevkindeki yüksek olgunluğu aksettirmektedir. Bazan temsil yoliyle anlat­tığı bir hikâyeye «yemeğin tuzu» kabilinden bir mizah çeşnisi karıştırması başka bir zarafet verir. Bu mizahi koku, okurları daima tatlı bir neş’e ve gönül hoşluğu âlemine götürür.

Bu mesnevi de birinci defterde olduğu gibi Bahr'i hafif vezniyle kaleme alınmış, birinci defterin yarısı kadar yer tut­maktadır. Eserin bitmesi 890 Hicri yılına yani Camî’nin Hicaz seferinden dönüşü tarihlerine raslamaktadır. Kitabın sonunda da şöyle diyor:

«— Yiice feleğin katibi, senelerin harflerini yazmakta büyük gayret gösterdi.

— Rakamların sırası Sat—90 ve Dad — 800'e erişince kaleme dinlenmek düştü.»

Üstat bu cildi birinci defterin bir eki olarak yazmayı karar­laştırdığı için aradan yıllar geçtikten sonra tamamlanmış olan bu kısmı müstakil bir eser saymamıştır. Bu sebepledir ki ikinci defterin baş tarafında birincisi gibi önsöz, nat ve medhiye gibi esere müstakil bir kitap çeşinisi veren sözlerle zamane sultanlarını öven mûtat manzumeler yer bulmamşıtır.

Ill   Silsiletüzzeheb defter 3 — Bu mesnevi de evvel­kiler gibi aynı vezinde yazılmış beşyüz beyitlik kısa bir man­zumedir. Cami bu manzumeyi o çağlarda Kayser'i Rum ve Kayseri ıklimi Rum şöhretiyle anılan Osmanlı padişahı İkinci Bayezid Han adına armağan etmiştir. İkinci Bayezid 886 yı lında yani üstadın ölümünden on iki sene evvelki tarihten 919 hicri tarihine kadar İstanbul’ da hilâfet ve saltanat sürmüştür. Cami, kitabının başında ve sonunda Osmanlı sultanının adını şu sözler le anar:

t: — İzzet ve yücelik kaynağı ve devranın şahı Sultan Bayezid (lldırım) (?)

Yunanlılar toprağı onun feyziyle gül bahçesi oldu. Yunan­lıların gözü onu görmekle aydınlandı.»

Eserin sonunda da aynı padişahı medhederek değerli ih­san ve hediyeleriyle birlikte mektubunun alındığını işaret eder. İşte o hediyelerin teşekkür borcu olarak bu mesneviyi padişaha armağan ve sözünü de onun duasiyle bitirir. Bazı­ları müellifin bu mesneviye Tuhfei şahı adını vermiş oldu­ğunu iddia ederek eserin sonundaki şu beyti buna delil gös­terirler.

«— Fakat Tuhfe'i şah'm geldiği yerden bu acizin dileği mahabbet ve teveccühtür.»

Halbuki bu beyit, mesnevinin unvanı hakkında kesin bir delil vermemektedir. Risalenin metni, memleket idaresi ve hü­kümdarlık usullerine ait öğütlerle adaleti öven sözlerden ve sultanlara nasihatten ibarettir. İçindeki felsefe! manzumelerin her birini padişahlar için zarurî olan faziletlerden birini öv­meğe tahsis etmiş ve bu faziletlerden her birini de hale mü­nasip latif bir hikaye ile süsleyerek anlatmağa çalışmıştır.

Bu risalenin te'lifinde tarih kitaplariyle sultanlara ait va­kayinamelerden hususuyle Semerkand’li Nizami-i Aruzî'nin \,ahar Makale adlı eserinden faydalanmıştır. Kendi çağına yakın sultanlardan kitapda adı geçenler, ( llhanîlerden) mogol Gazan han ile (Ak koyunlulardan) Türkman Yakub beydi.

Mesnevinin bitim tarihi yazılı değildir. Fakat ikinci def­terin 890 Hicrî yılında bitmiş olduğuna göre üçüncü bölümü teşkil eden bu parçanın da sözü geçen tarihten sonra yazıl­mış olması gayet tabiidir. Mesnevi şu mealdeki beyitte niha­yet bulmaktadır.

«— Maksat bu nükteyi tamamlamaktır. Hamd ve sena, yücelik ve cömertlik Tanrı'ya mahsustur.»

İkinci mesnevi: Selâman ve Absal: Bu da (Remel-i mü­seddes) bahrinde ( Failatün Failâtün Failün) veznindedir. İlk beyti:

« — Ey hatırasiyle aşıkların canlarını tazeliyen sevgili! aşıkların dili senin lıitfunun neş’esiyle bülbülleşmekte :>

Camî, bu risaleyi de Akkoyunlu sultan Yakub bey adına yazmış, kitabın baş tarafında onu şu sözlerle övünmüştür:

« Cihane hükmeden o Şah Yakub bey ululuğu önünde feleklerin kubbesi alçak kalır.»

Mesnevinin sonunda da yine aynı padişah adına şu söz !eri söyler:

« — Bahtiyar padişah Yakup beyi övmek, sanki yağmu­run verdiği bir feyz; bense susamış bir çöl gibiyim...

— Makamı ve ululuğu daima taze olsun. Sultanlık çağı, ölçülemiyecek kadar uzun sürsün.li

Selâman ve Absâl'ın baş tarafında Yakub beyin babası Irak ve Azerbaycan fatihi Uzun Hasan beyle, sultanın kar­deşi Emir Yüsüf'un da adları geçmekte, her ikisi de övülmektedir. Mesnevinin ilk kısımlarında üzerine çöken bir uyku­dan ve bu uyku sırasında Hasan beyi rüyasında gördüğünden ve onunla konuştuğundan bahseder.

« — Onlar arasından zamane şahının babası, o, adı ve ahlakı güzel Hasan göründü.

— Şahane kaftanlar giymiş. başına kafur renkli bir sa­rık sarmış.

— Önüme geldi oturdu, elimi öperek hal ve hatır sor­maya başladı ...>>

Selâman ve Absıil'ın telif tarihi de açıkça gösterilmemiş­tir. Ancak eserin 885 yılında bittiği anlaşılıyor. Çünkü Yakub bey 884 yılında tahta çıkmıştır. Cami ise Tuhfetül'ahrar mesnevisini Selâman ve Absâ/’i bitirdikten sonra 886 yılında yazdığını söylüyor. Şu hale göre mesnevinin telif tarihi 884 886 yılları arasına raslamaktadır. Kitabın baş tarafında ihti­yarlığından şikayetle söze başlar çünkü, o sıralarda Cami'nin yaşı 69 u bulmuştur. Cami diyor ki:

«— Yıllardır şu köhne sarayda şiirimin tellerini söz udu üzerine bağladım.

— Ömür gitti. Bu nağmelerin sonu gelmedi. Hayat kesi­liyor amma bu maceranın biteceği yok.

— Sırtım çengele döndü. Ben ise hâlâ gece sabahlara kadar saz söz peşindeyim.

— Ut bozukdüzen, zamane artık mutribin kocamış elle­rini titretiyor.»

Cami, Selâman ve Absâl hikâyesinin aslını, İbni Sina'nın El’işarat vettenbihat adlı eserini şerh etmiş olan Fahrüddin'i Razî ile Nasirüddin'i Tusi'den almıştır. Bu hikaye Hoca Nasirüddin'in şerhinde iki şekilde nakledilmektedir. Cami’nin bu rivayetlerden birini, ufak bir değiştirme ile nazmettiği anla­şılıyor. İbni Sina'nın El'işaratın'da şöyle denilmektedir:

«Selâman ve Absâl kıssasını okumamış veya işitmemişsen bil ki, Selâman senin için bir ibret dersi, Absalde şayet irfan sahiplerinden isen bilgideki dereceni gösterecek bir örnektir. Elinden gelirse bu (Remz)i çözmeğe çalış... »[ 1 ]

Fahrüddin’i Razi hikâyenin aslını ele geçiremediğinden buradaki (Remz)in çözülmesini imkansız saymıştır. Fakat Nasîrüddin'i Tusi hikayeyi iki ayn kaynaktan dinlemiş olduğu , için izah ve te' vile girişerek içersindeki remzi çözümlemeğe imkan bulmuştur. Camî de Nasirüddin'in şerhine dayanarak remiz ve hikayeleri şerh ve tefsir etmiş, bununla beraber bazı yerlerde Nasîrüddin ile fikir ayrılığı göstermiştir. Biz bu uyuş­mazlık noktalarını açıklamak istiyoruz.

I — Hoca Nasirüddin'in şerhinde kısaca bahsedilen bu hikâye, Cami'nin mesnevisinde bazı ilâvelerle genişletilmiştir. Öteden beri hikâye tavsif ve tasvirlerde sözü uzatmak adetin­de olan Cami, hikâyenin bazı kısımlarındaki ihtilâflar hakkın­da yalnız şu noktaları belirtiyor ve önce (Selâman) isminin (Selamet) kökünden geldiğini iddia ile diyor ki:

«— Çünkü her ayıptan selâmet buldular. Adını Selamet kelimesinden Ürettiler. Ten ve endamı sapasağlam Selâmet adı ona gökten inmiş gibi.»

İl — Hoca Nasirüddin de şöyle diyor: .

«Şah' ta bir âlet vardı onunla iklimleri seyreder, oralarda olup bitenleri görür, anlar, halk üzerinde her türlü tasarrufla­rını yürütürdü...»

Camî bu âlet ve vasıtayı Ayine i Giti nümâ cihanın her tarafını gösteren ayna şekline sokmakta ve şöyle anlatmak­tadır:

«— Şah' ın cihanı gösteren bir aynası vardı. Bütün dün­yanın esrar perdesini açardı.     .

Ariflerin kalbi gibi parlak olan bu aynadan iyi kötü hiç­bir şey gizli kalmazdı.

[l] El'işarat vettenbihat, kısım 9.

— Şah emretti, aynayı önüne koydular, tâ ki istediğini içinde görebilsin.

— Ayna üzerinde derhal kaybolan âşıkların hayali gözü­ne ilişti.

— Her ikisi de bir ormanda, Dünya gamından uzak ve mesut yaşıyorlardı.»

III — Nasîruddin' Tusî, Selâman ve Absıil’ın araştırılması sırasında bunların el ele tutuşarak boğulduklarını yazar ve şöyle der:

«Selâman ile Absâl el ele tutuşarak kendilerini denize attılar. Şahın emriyle suyun ruhaniyeti boğulmak üzere olan Selâmrân' ı kurtardı, Absâl ise boğulup gitti.»

Fakat Cami bu vakıayı anlatırken Selâman ile Abgâl’ın kendilerini ateşe attıklarını. Selâman'ın şahın himmetiyle kur­tulduğunu, Absâl'ın ise yandığını göyler ve der ki:

« — Selâman bu hikâyeleri işitince, üstünü başını yırtma­ğa başladı.

— Artık yaşamadan umudunu keserek kendisini öldür­mek sevdasına kapıldı.

— Hayat artık değerini kaybettikten sonra ölmek yaşa­maktan hayırlıdır dedi.

— Yüzünü Absâl ile birlikte kırlara çevirdi, artık candan geçmenin sırası gelmişti.

— Her taraftan arka arka odun taşıdı. Bunları üst üste bir yere yığdı.

— Odun denkleri bir dağ gibi yükseldi. Bu odundan da­ğa bir ateş salıverdi.

— Aşıklar ateşi görünce sevindiler. El ele vererek ken­dilerini içine attılar.

— Şah gizlice bu hali anlayınca himmetini Absâl' ı öldür. mek tarafına sarf etti.

— Himmetini gönlü muradına göre kullandı. Absâl'ı yaktı, Selâman' ı kurtardı.

— Erenlerin işinde Tanrı kudretinden nasip vardır. Bu, himmet sahibi ulular için çok görülmez »

IV  Nasirüddin'i Tusi'nin şerhinde Filozof, Selaman'a Absal'in hayali suretlerini göstererek ona yavaş yavaş Zühre yıldızını seyretmek istidatını kazandırdığından bahseder ve şöyle der:

«Zühre' yi görebilecek derecede istidat sahibi oluncaya kadar .... »

Halbuki Cami bunu _şu şekilde anlatır:

« — Zaman zaman söz arasında Zührenin vasıflarından bahseder.

— Derdi ki: Zühre yıldızı, yıldızlar derneğinin meş' alesidir. Onun güzelliği önünde bütün güzellerin adı anılmaz olur.»

Cami, biraz sonra:

« — Bu söz tekrarlandıkça içinde bu yıldıza karşı büyük bir gevgi buldu:

— Filozof bu sevgideki manayı sezerek Zühre' de büyük bir te' sir yaptı.

— Yıldızdaki güzellik tamamiyle meydana çıktı. Selâman' ın canına ve gönlüne işledi.»

El’işarat' ta anlatılan evvelki hikayeye gore Zühre' de Tanrısal bir güzellik vardır. (Çünkü) o Yunan masallarına göre bir tanrıça'dır.»

Halbuki Cami bunu sadece saz çalan bir muganniye tim­salinden başka bir şey zannetmemektedir.

V   — Nasirüddin'i Tusi'nin şerhi sonlarında Filozofun padişah ve kendisi için iki mezar yaptırarak hikayenin bu mezarlarda saklanmasından sonra Eflatun'un tarifi üzerine Aristo tarafından ele geçirilmesinden, hatta hikayenin yayıl­ması ve bunun Yunan'cadan Arapçaya Huneyn bin İshak'ın kalemi ile çevrilmesinden geniş ölçüde bilgiler verildiği halde Cami bu cihetler hakkında kitabında bir şeyler demiyor. Yal­nız mesnevisini padişahın Selaman' a söylediği öğütlerle ve birtakım remiz ve İşaretlerin te'villeriyle bitiriyor. Hikayelere sokulan bazı terim ve deyimlerin doğrudan doğruya Camî

tarafından mı uydurulduğu yoksa bizim bilmediğimiz bir kay­nak veya şerhten mi anladığı anlaşılamıyor. [ 1 ]

Üçüncü mesnevi: Tuhfelül’Ahrar: Bu didaktik bir mesne­vidir. (Bahri seri) den «Müfteilün Failün» veznindendir. Hakim Nizami'nin Mahzen i esrarı ve Emir Husrev i Dehlevi'nin Matlaül'envar' ı üslûbunda yazılmıştır. Şu mealdeki beyt ile başlar:       .    -

«— Söze besmele ile başlamak, hikmet ehlinin başı­nın duasıdır.»

Cami bu mesnevinin sonunda adet gereğince birkaç sözle mesnevisini vasfederken eserinin adı hakkında şöyle der:

«— Kalem o dilberi süslerken, benden kendisine bir ad koymamı diledi.

— Ben de ona Tuhfetül’ Ahrar lâkabını verdim ve Şeyh Ahrar' a armağan gönderdim.»

Kitabı şu meâldeki beyt ile bitmektedir:

«Kitabın son sözü ve altındaki mührünün yazısı (Temmetülkitap = 894) oldu.»

Halbuki, daha sonra kitabın bittiği tarihi mensur bir iba­re ile şöyle tesbit ediyor:

«Bu teşbihin dizilmesi tesbih ayında ve Tevarih mevsımınde 886 yılı içinde ikmal edilmiştir.»

[1] Seman ve Absal hikayesinin asıl ve kaynağını anlıyabilmek için şu eserlerin gözden geçirilmesi faydalı olacaktır:

J — El ’işarat vettenbihat filmanjik-ı velkikme şerhi Fahrüddin-i Razı

İl —             «               »                        «              » hoca Nasirüddin-i Tusî

III     — Mütefekkirin.i İslam : Baron Kara de Vaut

IV      — Esrar'i hikmetül meşrikiyye der Halat.i Hay bin Yakazan Ebî Cafer bin Tufeyl Endülüsi

V       — İngilizce Selâman ve Absâl tercümesi Fitz Gerald

VI      — Fransızca »                ,.                    ,.         August Brieneux (Paris

basması) 1911

Vl( — Name-i Danışverun’de ibni T ufeyl'in hal tercümesi

Vlll — Mukaddimeıi Mesnevf-i Slâman ge Absâl Reşid Yasemi (Tahran basması)

IX — Selâman ve Absâl tercümesi. Millî Eğitim Bakanlığı Şark İslam klasikleri serisinden Abdülvehab -Tarzi...

Mesnevisinin baş tarafında mensur bir önsöz vardır. Cemi burada Gence'li Hakim Nizami ile Emir Husrev'i Dehlevi'nin adlarını hürmetle anar, Sonra dört münacat, bir tanrı tapısına hitap, beş nâat ile Nakşibendiye tarikatı kurucusu Hoca Bahaüddin' i Nakşibend'in faziletleri hakkında bir menakıbnâme ve zamanının mürşidi Hoca Nasirüddin Ubeydullah i Ahrar'ın devletine dua tarzında bir methiye ile sözlerini bitirmektedir. Eserde zemane sultanının adını hiç anmadığına göre Cami bunu doğrudan doğruya mürşidi Ubeydullah' a bir armağan olmak üzere yazmıştır. Baş tarafında nazma çekilen üç sohbette üç yakin mertebesine yani İlmülyakin, Aynülyakin, Hakkulyakln. mertebelerine İşaret eden pek latif izahlar ve şerhler vardır.

Kitap yirmi makaleye ayrılmıştır. 1 — Yaratılış, 2 — Adem'in yaratılışı, 3 — Islâm dinindeki saadet, 4 — Beş vakit Namaz, 5 — Zekât, 6 — Hac, 7 — Uzlet, 8 — Sükun, 9 — Feleklere dair, 1 O — Sofilerin alametleri, 1 1 Zahir bilgin­lerinin ahvaline dair, 1 2 — Sultanlarla konuşma bahsi, 1 3 — Katib ve vezirlerin hallerine işaret, 1 4 — İhtiyarlık belirtileri 1 5 — Gençliğe dair, 1 6 — Güzele ve güzelliğe dair, 1 7 — Aşk hakkında, 1 8 — Aç gözlü şairlerle hasbihal, 1 9 — Oğlu Ziyaeddin Yusuf' a öğütler... Bu makalelerin her birinde me­ram ve maksadı ifade ettikten sonra sözü lâtif bir hikâye ile bitirmektedir.

Dördüncü mesnevi Sübhatül’ebrar = Erenler duası: Bu da didaktik bir mesnevidir. (Remel'i müseddes gurupundan) «Failâtün F ailâtün Failün » veznindedir. Cami' den önce hiçbir mesnevi üstadı bu vezinde eser yazmadı. Ancak Husrev'i Dehlevi bir Nüh sipihr Dokuz felek) mesnevisinden birkaç beyt söyledi.

Sübhatül'ebrar şu anlamdaki beyt ile başlar:

« — Merhamet ve ihsanının arkası kesilmeyen kerem sa­hibi ulu ve şefkatli Tanrı adiyle söze başlarım.»

Eserin te' lif tarihi belli değildir. Ancak kitabın 3 8 inci bölümünü teşkil eden duada oğlu Ziyaeddin Yusuf'a hita hederken çocuğun henüz beş yaşında olduğunu söyler ve şöy­le der:

•— Şu iğreti tapınakta yaşın beş oldu. Bu beş yaş yüz yılından da fazla olsun.»

Oğlu Ziyaeddin Yusuf 882 yılında doğmuş olduğuna ve bu eserin 886 ve g88 yıllarında yazılmış olan Tuhfetül’Ahrar ile Yusuf ile Züleyha mesnevilerinden sonra kaleme alınmış bulunduğuna göre te'lif tarihini 887 olarak kabul edebiliriz.

Bu kitap Sultan Hüseyin Baykara adına yazılmıştır. Nasıl ki metinde de şöyle söylüyor:

«— Adı öyle bir tac ve taht incisidir ki, şiirimin denizi ona dar. gelir.

Şahlıktan nasib ve şeref bulmuş olan bir kimse varsa o da saltanat tâcı altında Hüseyin' in kendisidir.»

Sübhatü!ebrar ın son derece külfetli ve sıkıntılı kafiye ve seci'lerle dolu olan önsözü de hutbe, naat ve padişaha dua­dan sonra kitabın metnini kırk bölüme ayırır. Son söz olarak kalemine hitabeden latif bir manzume ile bitirir. Manzumenin iki beytini alıyoruz:

«— Sözü güzel bitirmek eski adettir. Biz de bu nükte ile sözü kesiyoruz.

— Tanrı sonumuzu hayır etsin. O ulu sahibimiz ne güzel bir sahiptir.»

Kitapta kırk bölüme ayrılan çeşitli konular hakkında söylediği şu:

«Bu dua tesbihinin danelerinin sayısı kırka varır, her biri kalbdeki bir cehalet düğümünü çözer.»

Sözünden de anlaşılmaktadır ki, bu bahisler yüksek ah­lak ve irfan telkinleridir. Her bölüm, insanı muhatap tutan bir hitabe ile başlar. Nefse ait faziletlerden birini şerh ederek latif bir hikaye ile işe girişir. Sonra Tanrı'dan o fazileti diliyen bir münacat ile bitirerek sözü başka bir bölüme bağlar. Kitabın konusuna giren bahisler şunlardır:

1 — Kalbin hakikatını keşfetmek, 2 — Söze dair, 3 — Şiir hakkında, 4 — Eserlerden Tanrı varlığına istidlal, 5 — Tanrı birliği bahsi, 6 — Gerçek varlık ancak Tanrı zatıdır, 7 — Tasavvufun şerhi, 8 — irade bahsi, 9 — Tövbe makamı, l O — Takva sırrının keşfi, l 1 —Zühd makamı, 1 2 —Fakr mertebesinin sırrı, l 3 — Sabır hakkında, 1 4 — Şükür hakkın­da, 1 5 — Tanrı korkusu,_ 1 6 — Reca, 1 7 — Tevekkül, 1 8 — Rıza, 1 9 —Muhabbet, 2 O —Şevk, 21 —Gayret, 2 2 — Kurb -—Yakınlık, 23 — Haya, 24 — Hürriyet, 2 5 —Fütüvvet^ Mertlik, 2 6 — Sıdk = Doğruluk, 2 7 — İhlâs = bağlılık, 28 — Cömertlik, 2 9 — Kanaat, 3 0 — Tevazû, 31 — Hilm, 3 2 — Düzgün söz söylemek ve mizah, 3 3 — Sevişme uyuşma, 3 4 — Semâ’ = Musiki,. 3 5 — Sultanlara hayır dua, 3 6 — Devlet büyüklerine başarı dilekleri, 3 7 —Üyrukların sultan­lara saygı ve teşekkür beslemelerine aracılık yapmak, 3 8 — Oğlu Ziyaeddin Yusuf'a vasivet, 39 — Nefsine öğüt, 40 — Okurlardan rica.

Sübbatülebrar mesnevisi Camî’nin eserleri arasında çok güzel ve düzgün bir ifade ile yazılmış en yüksek ahlâk ve irfan meselelerini toplamış bir mesnevidir. Camî’nin bu eserde kullandığı vezni kendisinden sonra kullanan kimse olmamıştır.

Beşinci mesnevi Yusuf ve Züleyha'. Aşıkâne bir mesnevi ve lirik bir şiirdir. Bahri hezeci müseddesi' in «Mefailün mefailün Feilün» vezninde ve Gence'li Nizamî'nin Hustev ve Şirini ile Fahr’i Gürgânî’nin Vegs ve Ramini tarzında yazılmıştır. Şu anlamdaki beyt ile başlar:

«— Tanrım umut goncasını aç. Sonsusuzluk bahçesinden bir gül göster.»

Hutbe, Nâat, Miraciye gibi manzumelerden ve Nakşibendiye tarikatı Piri Ubeydulah' i Ahrar’ın hâtırasını andıktan sonra zamane sultanı Hüseyin Baykara’yı şu sözlerle metheder:

«O, sanki bu gözde göz bebeğidir. insanlık cihanı Sultan Hüseyin'dir.»

Kitabın nazmı sebebi ve sözün faziletleri hakkında iki manzumelik bir mukaddime yaptıktan sonra asıl destan kıs­mına geçer ve Peygamber Yakub’un oğlu Hazret i Yusuf hakkında İslâm kaynaklarında bulduğu bilgileri hikaye eder.

Hikayenin yazılışında Camî'nin başlıca kaynağı Kur'’ ân' ın 1 2 inci suresi olan (Sure -i Yûsuf) dür. Fakat hikayenin aslı Tevrat' tan alınmıştır. ^(Tekvin bahsi bab 3945) Islâm müfessirleri çok defa Sure'i Y ûsüf' ü tefsir ederlerken Tevrat'a baş vurmuşlardır. Tarihçilerle menakıpname yazanlarda bu kaynaktan faydalanmışlardır. Cami ve daha önceki şairler de hep böyle yaptılar. Fakat Tevrat'ta Yahudi aslından alınan hikâye ile islâm kaynakları arasında bazı değişiklikler vardır. Buna bir misal olarak Mısır (Aziz) i ile karısı hakkında her iki kaynaktaki rivayetleri kısaca gözden geçirelim: Tevratta:

«Yusuf’u Mısır'a gönderdiler. Mısır sarayında vezir ve serdar bulunan Fotifar adında zengin bir Mısır'lı onu Mısır'a getiren İsmaili kabilesinden bir adam satın aldı. Tanrı Yu­suf’la beraberdi. O bahtiyar bir adam oldu. Mısır'lı sahibinin evinde yerleşti, sonra efendisinin nazarında iltifat buldu. Ona hizmet ediyordu. Vezir bütün evinin idaresini Yusuf a bıraktı. Bütün servetini onun eline teslim ettti. Yusuf yakışıklı Ve güzel yapılı idi. Sonra efendisinin karısı ile olan vaka meyda­na geldi. Kadın Yusuf'a göz koydu, Tekvin bahsi, bab 39.>

Kur'ân’i Kerim' de Sure'i Yusuf’un 2 1 inci âyetinde şöyle buyrulmuştur:

«Yusuf u satın alan Mısırlı, karısına: Ona iyi bak, belki bize faydası olur. yahut onu kendimize evlât ediniriz, dedi. Böylece Yusuf' u yeryüzünde sağlamlaştırdık ... »

Şeyh Ebül'Fütuh-i Razi bu ayetin tefsirinde şöyle diyor:

«Yusuf un sahibi onu pazara götürdü. Satışa arz etti. Memleketin hazinadarı olan bir adam onu satın aldı. Bu ada­mın lâkabına (Aziz) derlerdi. Adı «Katfir» yahut «Atfar bin Rahib» idi. O sıralarda Mısır hükümdarı da Velid bin Reyyan idi. Aziz Katfir Yusuf'u satın alınca evine götürdü. Aziz' in Öfkâ binti Hevs adlı bir karısı vardı. Kadına tenbih etti. Ona iyi bak, olaki bize faydası dokunur, bunu evlâtlığa alırız...

Yusuf suresinin başka bir ayetinde de «evinde bulunduğu kadın kendisinden yakınlık diledi...» denilmektedir. Yani Yu­suf Aziz'in evine gidiyor. Aziz onu karısına teslim edivor: Haddinden fazla olan güzellik ve yakışıklığı yüzünden Aziz'in Züleyha adlı karısı ona göz koyuyor. Onu seviyor, Yusuf'un güzelliği de günden güne artmakta, Züleyha'nın aşkı da o nisbette alevlenmekte. (Ebûfütuh tefsiri. Tahran tab'ı, cilt 3).

Fakat yeni tarihçilerin incelenmelerine göre Yusuf'un tut­sak edilerek Mısır'a götürülmesi vakası üçüncü Tutmes zama­nına yani Milâddan önce 1 4 4 9 1 5 O 3 yılları arasına raslamak tadır. Tutmes 1 8 inci Firavun sülâlesinden idi. Onun idaresi zamanında Şam medeniyetinin nüfuzu Mısır' da çok ileri git­miş ve Şam taraflarından Mısır'a esirler getirmek âdet hükmünü almıştı. (Sir Filnders Petrie'nin tarihine bakınız)

Cami, eserinin her yerinde ufak hâdiselerle aşk hikâye­lerini uzun uzadıya tavsiflerle doldurmuş, mesnevinin sonuna da üç manzume eklenmiştir. Bunlardan biri zamaneden şikâ­yet, İkincisi oğlu Ziyaüddin Yusuf' a öğüt, üçüncüsü de nefsiy­le hesaplaşma konusu üzerindedir. Bunlardan sonra kitaba dair beliğ bir medhiye söylemekte ve bu arada kitabın te'lif tarihi ile içindeki şiir sayısının 4000 beyt olduğunu açıkla­maktadır.

« — Allah için sen bir ilkbahar mevsimi, bu baharın yanında İrem ,bağı bir dikenlik gibi.

— Sanki her dersten, neşeden bir bostan oluyor. Her bostan da gül bahçesi kesiliyor.

— İçinde binlerce taze gül açmış, iki yüz nergıs naz uy­kusuna dalmış.

— Mana çemenleri dal dal olmuş, ifadeleri küstah hânendeler gibi nağmeler besteliyor.

— Kâfur renkli kâğıt üstünde (Misk) ten yazısı. sanki yeşillik denizinde nurdan bir gölge.

— İçinden kaynaklar sızan her harfi. mâna bakımından daima dalgalanan bir ırmak.

— Kanalından her yana bir pınar dağılıyor. Şirinlik suyu ile dolu bir çay akıyor.

— Ne bahtiyardır o yolcu ki, talihi yardım eder de o ırmağın kıyısında oturur.

— Suya dalan gözleriyle gönlündeki gamı, hatırasındaki tozları yıkar.

— Kalem ağır kaftanlar dokuyarak nihayet bu yılı da sonuna getirdi.

— Bundan sonra gelecek yılise 888 yılı olacaktı.

— içindeki beytleri sayayım dedim, tam dört bin beyt tuttu...»

Nihayet eski adeti gereğince değerli dostu Alışır Nevaî’ nin adını anarak esere son verir:

« — Yeter ki, bir yeşillik İçinde cihanın en değerli bil­ginlerinden bir kahraman var. Adı her iki mânasiyle de Arslandır. [ 1 ]

— Ta'miye yoliyle burada onnn adını andım ki, halkın endişesi ondan uzak kalsın.»

Yusuf ve Zülüyha Camî’nin en tanınmış mesnevileaindendir. Farısça konuşan ülkelerde pek çok yayıldığı gibi ya­bancı dillere de tercüme edilmiştir.

Altıncı mesnevi: Leyla ve Mecnun. Bu da pek âşıkanne bir üslup ve heyecanlı bir ifade ile yazılmış bir aşk kitabıdır. (Hezeç-i müseddes) bahrinden (Mefûlü, Mefailün, heûlün) veznindedir. Nizamî ile Emîr Hüsrev'i Dehlevî'nin Leylâ ve Mecnun'ları üslûbunda, onlara nazire şeklinde yazılmıştır. Şu an­lamdaki beyt ile başlar:

«— Ey toprağı sultanların tacı olan ulu Tanrı, akıllıların aklı senin Mecnun'undur.»

Tevhid, Naat, Mîraciyeden sonra aşkın mânasını açıklıyan bir manzume, daha sonra kitabın yazılış sebebi gelir. Bu sebep aşk mazharlarını tavsif için hâtırasında duyduğu bü­yük bir iştiyaktan ileri gelmektedir. Cami, bunu şu mısralarla anlatır:

[l] (Ali) Tanrı arslanı (şir) de Arslan anlamında olduğu İçin Alişir iki arslandır demek istiyor.                Çeviren

« Lütuf çeşmesinin başında idim. Lâkin susuzluğum bir türlü dinmedi.

— Gönlümün kuşu başka yerde başka nağmeler bestele­mek istiyordu.

— Uğurlu bir fal ile kur'a çektim. Bahtıma mecnun’un halini şerh etmek düştü.

— Her ne kadar bundan önce söz ülkesinde iki yüce üs­tat vardı.

— Gence'den hazine gibi cevher yağdıran Nizami, Hind’ den de Tûti gibi şeker saçan Husrev geldi.

— Ben de yoksulluğumla beraber devemi o çöle sürerek kendimi onların tozuna ulaştırdım.»

Daha sonra Nakşibendiye tarikatı piri Ubeydullah'i Ahrar' ı öven bir manzume ve en nihayet isim söylemeksizin za­mane sultanına bir medhiye yazdıktan sonra asıl destan met­nine girer. Hikayenin nescinde bütün atkılar yer yer arab kaynaklarından alınmış malzemedir. Kays bin Amiriden gerek Ağanı de ve gerekse başka edebi eserlerde rivayet edilen üslüp ve terkip gözönünde tutulmuştur. Çok kere Kays bin Amiri'ye ait şiirler latif ve gönül çekici bir ifade ile tercüme edilmiştir. Kitabın sonunda birkaç beyitten sonra oğluna öğüt veren bir manzume ile sözlerini bitirirken Gence'li Hakim Nizami ile Emir Husrev'i Dehlevi'yi tekrar an­maktadır. Leyla ve Mecnun'u, nazım tarihi ile beytlerinin sa­yısını ifade eden şu kıta ile bitiriyor:                                                                                      '

«— Bu uzun sözlerin sona ermesi 889 yılına rasladı.

— Beytlerini saymaya kalkarsam 3860 tutar.

— Dört ay boyunca az çok bu konu üzerinde düşünen tab'ımın ilhamlariyle

— Her gün iki üç saat uğraşarak bitirmeye zafer bula­bildim.

— Sarf edilen saatlar hesabedilirse toplamı ancak bir­kaç hafta tutar.

— Her ne kadar bu eli boş müflisin bu kırık dökük na­zımla da değeri kırıldıysa da,

Ondaki cevherlerden çarhın hokkası inci kutusu oldu. Zamanenin kulağı onun velvelesiyle doldu.

— Tanrı erleri, sehar sularında, yarlıgaması için Allah'a yalvardılar.»

Leyla ve mecnun mesnevisi de birçok defa yabancı dillere tercüme ve tab' edilmiştir. [ 1 ]

Yedinci mesnevi: Hurdname’i Îskenderi. Bu da yüksek ahlak ve felsefe mes'elelerinden bahseden didaktik bir eser­dir. (Mütekarib-i Müsemmen) bahrinde ve «Feûlün, Feûlün, Feûlün, Feul» veznesindedir. Nizamî ve Emir Husrev'in (İskendername) leri tarzında yazılmıştır. İlk beyti şu anlamdadır:

«— Tanrım! Tanrısal ululuk sendedir. Cihan padişahına yaraşan güzellik sana mahsustur.

— Camî, tevhid ve münacat ile, düşkünlük ve ihtiyarlık vasfında yazdığı şiirlerden Naat, Miraciye, Hoca Ubeydullah' ın manevi devletine duadan ve zamane sultanı Hüseyin Baykara’ yı övdükten sonra oğlu Ziyaüddin Yusuf için bir öğüt kasidesi ve nihayet nefsine hitabeden bir nasihat ile sözün faziletleri hakkında bir mutalaa sıralar. Daha sonra da asıl metne geçer. Eserde yer yer Aristo, Eflatun, Sokrat, Bukrat, Fisagors, Calinüs, Hermes ile başkaca filozofların fikirleri ve İskender’e öğütler görülmektedir. İskender ile büyük feylezoflar arasında geçen konuşma ve mektuplaşmalarla filozofça münasebetler, ufak birer manzume parçasiyle anlatılmaktadır. Bu mesnevi. İskender'in ölümü destaniyle filozofların bu ölüm dolayısiyle kopardıkları feryatların hikayesi ve Aristo'nun İskender'in ana­sına yazdığı bir mektup ile sona erer.

Kitabın telif tarihi açıklanmamıştır. Ancak Hoca Ubeydullah'i Ahrar'ı öven kasidenin delaletiyle bunun 890 yılına doğru Leyla ve Mecnun dan sonra yazıldığı tahmin edilebilir.

[1] Bu mesnevi ve tercümeleri hakkında daha fazla bilgi edinmek için müellifin 1319 yılında Tahran'da basılmış olan Romeo ve Jülyet adh tercü­mesine bakınız.

Ubeydullah'i Ahrar, 895 yılında vefat ettiğine göre telif aşağı yukarı bu rakama yaklaşır. Cami bu mesnevide sık sık ihtiyarlığından yıprandığından şikayet eder. Bu arada şunları söyler:

«— Bir gençlik çağı hep gaflet çağı içinde geçti. O kara saçlı günler hep boşa gitti.

— Artık saçlarımdaki karalar bana veda etti. Bari sen gönlümdeki siyahlığı da temizle.

— Şimdi ak saçlarımdan utanarak gönlümün karasını o beyaz renge boyıyayım.

— Diyelim ki gönül henüz taze, gönlümün saçları daha simsiyah, fakat şu iki kat olmuş sırtımın kamburunu nasıl düzelteyim ?»

Hurdnamenin sonundaki beliğ bir manzumede, bu mesne­vinin artık hamse külliyatı arasında son mesnevi olduğunu söylemekle beraber bunun son derece düzgünlük, belagat ve akıcı bir üslûp ile yazılmış bulunduğunu ve hatta kendi Ham­sesinin başka hamseci şairlerden kat kat üstün olduğunu iddia ederek şöyle der:

«— Gel ey ömürler boyunca ıztırap çekmiş Cami ! bu beş hazine hâtıraya sığmıyacak kadar zengindir.

— Senin bu beş hazinen öyle ele geçmez hazinelerdendir ki manzarasından cömertliğin gözleri aydınlanır.»

Fakat biraz sonra yine eski dervişliği tutar, alçak gönül­lülükten gelerek geçmiş Üstatları saygı ile anar ve şunları söyler:

«— O Hamseler hiç sana nasip olur mu? Onların bir hazinesi senin yüz hazinenden iyidir.»

Camî bundan sonra Nizamüddin Alişir Nevaî’ nin türkçe hamsesini şu sözlerle över:

«— Türk diliyle öyle garip bir nakış belirdi ki, Câdu nefeslilerin dudakları mühürlendi.

— inciler saçan şairler Farsça'ya Derî lehçesiyle ne cev­herler bağışladılar.

— O Türkçe nakışlar, Deri lehçesiyle olsaydı artık baş­kaca şiir söylemek imkanı kalmazdı.

— O mucize gibi sözlerin yüksek değeri karşısında Niza­mî kim oluyor? Husrev necidir?

— Eğer o başka dille nükte söylemiş olsaydı, aklın onu çözmeğe takalı yetişmezdi.»       

Bundan biraz aşağıda yine memduhu Emîr Alişir'e hitap eden birkaç beyitle fasahat ve belagatın hakkını vermekte ve nihayet şu birkaç lâtif mısrala sözü kesmektedir:

«— Gel ey Sakî gönül çekici kadehi getir 1 Ateş gibi sıcak ve parlak olan o şarabı sun.

— Sun ki dudağımızı o latif kadehe dokundurunca bütün defter ve kalemi ateşe atalım.

— Gel ey mutrip çalgıyı çabuk çal! bir mızrap darbe­siyle bize en yüksek bir ahenk dinlet.

— Çal ki kalbimizin kulağındaki pamuğu çıkaralım, hep kulak kesilelim ve dem çekelim ....»

15 Baharistan. Cami bu kitabı, oğlu Ziyaüddin Yusuf un henüz on yaşlarında iken Arapça öğrenmeğe ve edebiyatla uğraşmağa başladığı ve bu arada Şeyh Sadî'nin Gülistan'ını okuduğu sıralarda telif etmiştir.

Önsözünde şöyle diyor:

« — O sırada hatıra geldi ki Sadî'nin mutlu nefeslerine, güzel şiirlerine benzer birkaç yaprak da teberrüken aynı üs­lûp üzere ben yazayım. Ta ki, hazırlara destan ve gaiblere armağan ola....»

Yine aynı münasebetle önsözde şu kıt' ayı söylemiştir:

« • Bu Baharistan' dan bir geç ki içinde giilistanlar göresin.

— Buradaki eşsiz güzelliklerden her gülistanın içinde ne güller açmış, ne Reyhanlar filizlenmiştir.»

Kitabın üslûp ve ifadesi, Sadî'yi taklit yoliyle nazım ve nesirle karışıktır. Fakat manzum parçalar tenasüp bakımın­dan mensurlardan daha güzeldir. Cmî kitabın nesir kısmını pek sanatlı ve tekellüflü yazmıştır. Mizahî bölümdeki fıkra­lar da zarif ve hoş nüktelerle doludur. Şairlerin hal tercüme• lerine ait bölüm ise o çağlarda ki tezkirelerle daha yakın ve ‘uzak devirlerde yazılan emsalinden tarihî ve edebî bakımdan daha değerli ve faydalıdır.

Cami bu kitabı da Şultan Hüseyin Baykara adına arma­ğan etmiş, yine birkaç kıt'a ile onu övmek fırsatını bulmuştur.

Baharistan'ın bölümleri Sadî’nin Gülista'nın taklit yoliyle sekiz ravza. bahçeye ayrılmıştır ilk bahçede Tanrı velileriyle büyük sofilerden bazılarına ait hikayeler, ikinci bahçede filo­zoflardan derlenmiş sözler, üçüncü bahçede sultanlarda ada­let, dördüncüde cömertlik ve kerem, beşincide aşk ahvali, altıncıda aşka ve latifeler, yedincide şairlerin ahvali, sekizinci bahçede ise hayvanlar dilinden nakledilen hikaye ve fıkralar yer almıştır.

Kitabın sonunda Camı de Sadi gibi süzü uzattığından dolayı özür diledikten sonra eserde geçen bütün şiir ve man zumelerin tamamiyle kendisine ait bulunduğunu, hiç kimseden ödünç söz ve fikir almadığını şu sözlerle belirtmektedir:

« — Camî her nerede bir eser yapısı donattıysa, hiç kimsenin sözlerinden ödünç istemedi.

— Kendi sanatının kumaşlariyle ■ dükkânı oldu olanlara başkalarının mallarına dellallık etmek yaraşmaz»

Eserin en sonunda yazıldığı tarihi gösteren şu anlamdaki kıt'ayı görüyoruz:

«— Camî'nin çala kalem tabiatını sınadığı bu garip eser, Hicret tarihinin 89 2 inci yılında sona er mistir...

:(.
.        * *

16 Errisaletünnaiyye = Ney risalesi. Ney'in haki­kat dilindeki manasını izah ve Mevlana Celâleddin’in mesne­visindeki ilk beyti şerheden bir risaledir. Nazım ve nesirle karışık olan bu eser şu mısra ile başladı:

« — Aşk bir nefesten, bizda bir Ney' den başka bir şey değiliz.>

Bu risaleyi elde edemediğimizcen tarihini tesbit de müm­kün olamadı.

17      Risale'i şerh'i Rubaiyat: Tanrı'yı birleme ve bilme bahisleriyle onun güzellik sıfatına ait belirtileri Sofiye görüşii ile açıklıyan bir eserdir. Şu anlamdaki rubai ile söze başlar:

« — Hamd ve sena Allah İçindir. O, hamd sıfatı ile ger­çekleşmiştir. Cihanın bütün zerreleri onun nimetlerinin de­nizinde boğulmuştur.

— Fakat kendi fazilet ve keremi yönünden kuluna başarı vermedikçe hiç kimseler o nimetlerin şükrünü yerine getirme­ğe yol bulamazlar.»

Cami, bu risalenin baş tarafında, önce Vahdet'i vücutvarlık birliği ile bu birligin belirti dereceleri hakkında birkaç rubai yazdığını fakat vezin ve kafiye zorlukları dolayısiyle büyük Nakşibendiye ariflerinin bazı sözlerindeki çetin nükte­leri nesir yoliyle çözümleme maksadiyle kendi Rubailerinden kırk dört tanesini şerh etmiş olduğunu söylemektedir. Kitap . şu rubai ile nihayet bulur:

« — Cami ne nükte, ne d'e kilise adamıdır. Durmadan da, yürümeden de habersizdir.

Onun ilk sözü de, son sözü de hep sensin. Yarabbi her işimizin başı da sonu da hayır olsun!... »

Bu risalenin te’lif tarihi de belli değildir.

18      Risale'i Münşeat: Camî’nin hayatında yazdığı mektuplardan taplanmış bir mecmuadır. Şu sözlerle başlar:

«— Hamd ve sena sahifelerini bitirdikten sonra belirtmek isterim ki: bu aciz her ne kadar inşa sanatının inceltklerine eremedim ve büyük yazarların eserlerini taklit yoluna da gidemedim, amma zamanenin bazı zaruretlerine ve halin icap­larına uyarak yüce mertebeli kişiler ve ulu bilginlerle zaman zaman mektuplaşmalarda bulundum. işte sırf tabiatımdaki sağ duyu ile zihnimdeki dürüst düşüncenin birer mahsulü olan bu parçaları burada toplayarak sıraladım....»

Bu risaleden bir nüshasını İran Milli kütüphanesinde Cami'ye a^t eserler arasında bulduk. Fakat ne yazık ki son kısımları eksiktir. Halbuki Risalede toplanmış olan parçaların sayısı 1 O 7 yi bulmaktadır. Bunlar beş bölüme ayrılmıştır:

1    — Mürşidi Hoca Ubeydullah'ın dervişlerine yazdığı mektuplar.

2    — Sultan Hüseyin Baykara’nın saray adamlarına yazı­lanlar.

3    — Devlet erkanına gönderilmiş olanlar.

4    — Horasan ülkesi dışındaki sultanlarla büyüklere gön­derilenler.

5    — Bazı padişahlarla ululara ve dostlara hitap eden

mektuplar, kıt'alar ve ısmarlama ve danışma yoliyle gelen recalara karşı verilen cevaplar, taziye mektupları          

Bu mektupların üslûp ve inşa tarzı Camî’nin kendine mahsus bir özellik taşır. Bunlarda başlıca iki önemli vasıf göze çarpmaktadır. 1. İcaz, II. Sec' i merakı. Mektuplarda yer yer manzum parçalar, tâmiye sanatları görülmektedir. Hele çeşitli şiirlerden derlenmiş olan beşinci bölümde Üç parça vardır ki bunlardan biri Nefehatu'üns kitabının, ikincisi Şevahidünnübüvve'nın ve üçüncüsü de adı belli olmıyan bir kita­bın arkasına asıllariyle karşılaştırıldıktan sonra yazılmış oldu­ğu anlaşılıyor. Şu parçayı aşağıya naklediyoruz:

«Bu Huri kızı, yazı bezekleriyle süslendi. Düzeltme ve karşılaştırma puşusu örtündü. Simdi kütüphanelerde koltuğa oturarak kendisini beğenmeğeye gelen keskin fikirli, doğru düşünceli istekliler le —Tanrı eksikliklerini vermesin — cilveleş­mesi zamanıdır. Olaki onlar tarafından beğenilerek öpülmek bahtiyarlığına erer. Kıt'a:

— Yapılan düzeltmeden sonra da kitapta yer yer yanlış­lıklar bulursun.

— Bu işin zorluğu zeki adamlara malûm olduğu için daima herhangi bir yazıyı düzeltmekten çekinirler.»

Yine beşinci bölümde birkaç tarihî mektup görülmekte­dir. Bunlar zamanının büyük alimlerine, kadılarına yazılmış­tır. Bu parçalarda Camî, fesahat ve belagatin tamamiyle hakkını vermiştir. Bu arada Semerkand'in büyük alimlerinden ve yeni Gürganiler takviminin tertibinde Mirza Uluğ beyle birlikte çalışmış olan (Kadı zade -i Rumî) Salahaddin Musa’ ya yazılmış bir mektup da vardır. Camî'nin gençliğinde bu üstattan ders okuduğu hatırlardadır (Camî'nin tahsili bahsine bakınız). Bu mektupta Cami, üstadının işareti üzerine bir ki­tap telif ederek ona göndermiş olduhunu yazmaktadır. Yine Kadı Mecdüddin Hasan'i Yezdî’ye yazılmış bir mektup ile Akkoyunlu Sultan Yakub'un veziri meşhur Kadı İsa'ya yazıl­mış bir cevap göze çarpmaktadır. Hatta bu cevabî mektuba göre üstadın Kadı'ya İhlas sûresini tefsir eden bir risale gön­derdiği anlaşılıyor.

:(.

* *

19 Divan' i kasaid ve gazeliyat: Cami, divanını ayrı ayrı tarihlerde ve sırasiyle üç bölüm olarak tertip etmiştir.

İlk bölüm 884 yılında derlendi. Üstat beliğ bir ön söz içinde bunun derleme tarihini şu rubai ile belirtmektedir;

« — Gönüle dedim ki, Ey gün görmüş, safa sürmüş aşık! incilerle dolu bir sedefin var mı, ne haber?

— Bu inci gerdanlığın dizilmesi için yıllık mücevherler arasından bir İnci danesi çıkardı. Sedefin üzerine koydu.»

Divanında şu beytler ile başlıyan bir mukaddime vardır:

«— Tanrı adiyle başlarım. Besmele cömert Tanrı' nın sof­rasının duasıdır.

— Kerem sahibi Allah cömertlik sofrasını yaydı. Hemen bismillah diyerek bir lokma almaya bak.»

Bu mukaddimenin başlıca güzelliği, okuyanların şivelerine uygun ibarelerle yazılmış olmasında, şiirle şairliğin fazilet ve meziyetlerini övmüş bulunmakla beraber Kur'an ayetleriyle peygamber hadîslerinden delil gösterilmesindedir.

Camî, şiiri ve şairleri kötüliyen bazı ayet ve hadîsleri kaydettikten sonra Hazreti Peygamber'e ait bazı fıkralarla onun şiir severliği hakkındaki rivayetleri de nakleder. Büyük sofilerin manzum söze meyletmeleri hakkında hikayeler anlatır. Daha sonra sözü kendi şairliği bahsine getirir ve der ki:

«Hulâsa her ne zaman hale münasip bir söz bulsam not eder, her ne vakit zamâne ve zemine uygun bir nükte hatı­rıma gelse kayde geçirirdim. İşte bu dağınık parçalar bir mecmuada derlendi. Her türlü edebi nevileri sahifelerinde aksettiren toplu bir eser haline geldi. Ancak ham tamâlar ve menfaat ihtirasları yüzünden birtakım bayağıların medh veya hicviyle dilimi bulaştırmak ve kalemimi aşındırmak külfetine de katlanmadım. Bundan dolayı Allah' a şükür olsun. Bu ko­nuda şu kıt'ayı söylemiştim:

— Bu divan bir şiir divanı değil, belki de Cami, bununla kerem sahipleri âdetince bir sofra döşemiştir.

— Onda türlü nimetlerden ne İstersen bulursun. Ancak alçakların medh ve hicvine raslıyamazsın. »

Böylece muhtelif vakitlerde, çeşitli hallerde yazılmış ve derlenmiş olan şiirlerin tertibine de alfabe sırasından başka bir şekil bulamadım. Bu itibarla birçok takdim ve te'hirler baş gösterdi. Şu günlerde bunların eski sıralarını büsbütün değiştirerek yeni bir tertip altında toplamayı düşündüm. ki her şiir kendi yerini bulsun. Her gazel kendine yaraşan bir_ sıraya girsin.

Fakirin doğduğum yer, Şeyhül'islâm Ahmed’ülcami’nin temiz ve kutsal memleketi ve şehadet mahalli olan Cam vi­lâyetidir. Bu şiirleri de onun velilik kadehinden sızmış birer damla gibi telâkki ediyorum. Bundan dolayı lâkabım, hem Cam vilâyetine hem de Şeyhül'islâm Cami’nin himmeti kade­hine nisbet yoliyle (Cami) oldu. Kıt'a: ■

— Doğum yerim Cam' dır. Kalemimin sızıntıları da Şeyhül'islâm'ın kadehinden damlamıştır. .        .

— Şüphesiz şiir mecmuasında da her iki mânasiyle lâka­bım Cami'dir.»

Divanın ikinci bölümü birinciden bir sene sonra yani 885 te tertip edilmiştir. Cami topladığı bir kısım şiirlerini de bu divana koyarak ilk kısma eklemiş ve ayrıca bu kısım için de bir önsöz yazmıştır. Şu beytlerle başlar:

«— Minnet ve kerem sahibi Tanrı'ya hamd ederek onun kutsal adiyle başlarım.

— Kur'ân'ın önsözü olan (Fatiha) da bu ölçülü nükteyi belirtmektedir.

— Sözü yaratan ulu Tanrı Kur’ân’ın mucizeli sözleri hak­kında (bu şair lafı değildir) buyurmak suretiyle onu şiir bu­laşığından temiz tutmuştur.»

Bu mukaddime şu sözlerle sona erer:

«.... 884 hicri yılında ömrün altmışı aşarak yetmişe doğ­ru llerlediği sıralarda idi; on bine yakın çeşitli şiir toplanmıştı. Bunlara değerli vakitlerimi harcamıştım. Halime acıyordum. Bari bu dağınık parçaları bir sıra ve tertip altına koyayım da, bundan böyle ömrüm oldukça bu uğurda geçen zamanımı te­lâfiye çalışayım dedim. Fakat zaman zaman ahval icabı ola­rak hazan tekellüfsüz bir veya birkaç beyt daha doğuverdi. Hak selâmet versin, bazı devrişlerin işaretleriyle bunları da tamamlıyarak deftere geçirdim. Bir gerdanlık üzerinde inci­ler nasıl düzgün bir tertipte görünürse bu şiirler de öylece sıralandı. Umarım ki Tanrı'ya yarar bir iş olmasa bile kim­seye de zararı dokunmaz.

Kıt'a

«— Bu taze nakşı işlerken başlangıçta Temmetühû — Onu bitirdim sözünü fal tuttum.

— Akıllı bilgin Ebced hesabı sırriyle bu sözden eserin yazıldığı tarihi anlar. [ 1 ] »

Cami, divanının üçüncü bölümünü 885 te yani ölümünden iki yıl önce tertibetti ve bununla divana yeni bir düzen ver­di ve üçe ayırdı:

1. Gençlik çağlarına ait şiirler: Bunlara Fatihatüşşebab adını verdi.

İl. Orta yaş devirlerine ait ilham mahsullerine Vasıtatül’akd dedi.

[1] Bu tarihten bir sene sonra yani 886 yılında Eşi'atüllerneat'ın tarihi de bir elif ilavesiyle «Etmemtühû,. kelimesidir.

III. Son demlerine ait manzumelere de Hatirnetü/ha'Yat unvanını verdi.

Divanın bu şekilde tertiplenmesi iki sebepten ileri gel­miştir. Biri Üstad Emir Husrevi-i Dehlevi'nin divanındaki tertibe uygun düşmesi, ikincisi de Emir Alişir nevâinin ısrarı Bu noktayı Alişir bizzat Hamsetülmütehayyirin adlı eserin­de şu sözlerle açıklamaktadır:

« .... İmam Ali Bin Musa Rıza'nın türbesini ziyaretten döndükten sonra âdet gereğince ziyaretlerine gitmiştim. Üs­tadı, üçüncü divanının tertibiyle meşgul buldum. El yazılariyle tamamlanmış olan bir divan nüshasını da bu fakire armağan ettiler. Küstahlıkla şöyle bir fikir ortaya attım. Fmir Husrev' den başka birkaç divan birden tertibetmiş kimse işitilmemiştir. Fakat Emir Hüsrev bu ayrı ayrı divanlardan her birine mustekil bir isim vermiştir dedim ve ilave ettim: Sizin de her divan için bir ad bulmanız hoş olacaktır. Bu mutalâamı kabu-l buyurdular ve iki gün sonra ziyaretlerine gittiğim za­man divanlarının fihristi yazılı ve her biri için birer isim tâ­yin edildiğini gösteren bir pusula verdiler.»

Bu divanda eski âdet gereğince üstadın kalemiyle yazıl­mış bir mukaddimede şöyle denilmektedir:

« ..., Bu âcizin yaratılışında ötedenberi söz sanatına karşı bir düşkünlük vardır. Bir an olmaz ki vaktini ya manzum veya mensur bir parça yaratmak sevdasına harcamasın veya boş dursun. İşte ayıar ve yıllar geçtikçe bu suretle yazılmış kaside, gazel ve mesnevi gibi manzum parçalardan hayli def­ter ve risaleler ve mensur parçalardan birçok kitap ve der­giler meydana geldi. Hicretin yedinci yüzyılını tamamlamaya ancak üç sene gibi az bir zaman kaldığı şu tarihte dervişleri seven ve onlara inanan hattâ onların sevdiği din ve milletin nizamı Nizamüddın Alişir sayısı üçe varan kaside ve gazel divanlarını bir cilt içiade toplamamı ve bunları bir kabuk içinde üç öz gibi saklamamı tavsiye etmekle beraber bunlar­dan her birinin bir unvanla adlandırılmasını ve bu suretle bir karışıklık ve anlaşılmazlığa meydana veailmemesini de ilave ettiler. Ben de şiirlerin yazıldıkları zaman ve tarihe göre .gençlik çağlarına rastlıyan,, ümit ve emellerle dolu günlerin ilhamlarıaa Fatihatüşşebab, orta yaş zamanlarında yazılan ikin­ci kısma Vasıtatül akd, ömrümün son günlerinde tertibe baş­ladığım üçüncü tertibe de Hatimatülhayat adını verdim. Tan­rı’ nın kereminden kuvvetle umarız ki cümle Azizlerin adı zamane sahifelerinde iyi ameller ve güzel sözlerle ebedî kal­sın ve bu adlar birer hayır dua vasıtası ve ahiret saadeti ve­silesi olsun. Kıt'a:

« — Şu mücadele dolu felek, adımızı varlık defterinden silmesin.

— Çünkü onun bekası ölümünden sonra başlar, buna bil­geler ikinci hayat derler...>

Hatimatülhayat adını veadiği üçüncü divan şu sözlerle başlar:

« Tanrı adiyle başlarım sözü, kutsal kitaptan ne latif bir hitaptır.

— Tanrı'yı övenler bunu boyunlarına muska, Peygam­berler de yüzüklerine nakş eeindiler» Sonunda da:

«— Bu, Camî’nin şiirlerinden derlenmiş üçüncü divandır. İçindekilerin değerlisi ile değersizi ancak basiret sahiplerine malûm olur.

— Yarabbi şu sözü söyliyen nükteci ne güzel söylemiş­tir. Çiftleşmiyen şey üçleşemez.»

Camî’nin her Üç divanında da değişik mevzularda ve ayrı ayrı bölümlerde yazılmış her türlü şiir göze çarpar.

1   — Kasideler bölümünde tevhid ve nâatler ile imamlar hakkında medhiyeler, irfan ve ahlak konularına ait şiirler, çağdaş sultanları öven parçalar ve mersiyeler vardır.

2   — Mesneviler ve terci’ler, çeşitli konularda yazılmîş ufak bir bölüm tutmaktadır.

3    — Gazeller. Divanının temelini teşkil eden kısım ancak

gazeller bölümüdür. Bunlar, hemen pek çoğu yedişer beyti geçmiyen aşikane ve hazan da arifane şiirlerdir. İçlerinde fikir yeniliği ve taze mazmunlar yönünden dikkati çeken par­kalar pek azdır.              '

4   — Kıt'alar: Bu bölüm ötekilerine göre daha azdır. Öğüt­ler, Mizahî fıkralar ve başkaca çeşitli konularda yazılmış par­çalardan ibarettir.

5   — Rubaîler: Bunlar da ya tasavvufa ait bazı irfan meselelerini veya aşikane nükteleri ifade eder.

İşte bu beş nevi şiir sanatında Camî'nin ne tanınmış ka­sidecilerden Enverî ve Muizzî ve ne de meşhur gazelcilerden Sadî ve Hafız derecesinde bir sanatkar olmadığı gibi mesela Ebu Said Ebülhayr ve Hayyam gibi birer rubaiyatçı veya İbni Yemin ve Hakîm Senaî gibi kıt'acı bir şair de olmadığı ve yukarda saydığımız Üstatlardan her birinin kendi nevinde Camî’ den pek yüksek mertebeye ermiş oldukları inkar edile­mez. Fakat söz her nerede ve her ne zaman tasavvuf bahsine dayanırsa bu konu üzerinde o sözün hakkını vermek Camî'ye has bir sanat olmuştur. Her nerede Arap hikâye ve manzum­larından veya sözlerinden bir şey nakledilmişse onun Farsçaya tercümesinde büyük bir hüner göstermiştir. Tercümelerde emanete çok riayet eder, sözü uzun ve etraflıca anlatırsa da mevzuun çerçevesinden dışarı çıkmaz. Her ne zaman ya doğ­rudan doğruya veya Mülemmâ sanatiyle Arap dilinden bir kıt'a veya beyti Farsça şiirler arasında söylemek İstese söze son derece fasahat ve ifade güzelliği verir. Üstadın Arap şiir ve edebiyatındaki derin kavrayışı ona şiir alanında büyük bir sermaye sağlamıştır. Diğer İran şairlerinden Arapça şiir yaz­mak veya Arap edebiyatından nakiller yapmak hususunda Camî' den daha evvel ve daha sonra hiç kimse bu alandabu kadar engin ve geniş bir yetkiye sahip olamamıştır. Camî bu hususta erişilmez bir şahika gibi kalmıştır.

Üstadın üçüncü divanında şiirlerini vasıflandıran şu kıt'asını, bizi bu hususta fazla söz söylemek külfetinden kurtardığı için aynen alıyoruz:

«— Şiir divanımda birçok aşikâne gazeller var:

— Ayrıca şuur ve irfan kaynağından süzülmüş öğütler, felsefeler de yer almıştır.

— Amma o ömür törpüsü olan (Alçaklar medhi) ne dair bir şey bulamazsın.

— Şahlar hakkında gördüğün medhiyeler, hep istekleri üzerinedir. Yoksa kendiliğimden ve hatır hoş etmek maksadiyle yazılmış bir şey yoktur.

— İstersen başından sonuna kadar yüz defa karıştır da tecrübe et.

— İçindeki methiyelerden bir hırs mânası veya tamâ kokusu aslâ sezemezsin.

— O methiyelerde hiçbir yer yoktur ki, arkasından tenkid edici bir kıt'a gelmesin....»

20 Elfevaidüzzıyaiyye yahut şerh ber kâfiye'i İbni Hacib [ 1 ] : Bu da Arap nahvine ait bir eserdir. Başlangıcı şöyledir:

«Hamd, Allah içindir, dua ve selâm onun Peygamberine ve o peygamberin edeb ve ahlâkiyle vasıflanmış olan evlâdı­na ve yoldaşlarına mahsustur.»

Kitap, telif tarihini de gösteren şu cümlelerle sona er­mektedir:

«— Fakir kul Abdurrahman'i Cami .... bu şerhi müsvedde halinden beyaza çekme İşini 8 9 7 yılı Ramazan ayının yirmi yedinci cumartesi günü kuşluk sıralarında bitirdi.»

Şu tarihe göre Cami, ölümünden bir yıl evvele rastlıyan bu şerhi o sıralarda Arap gramerini tahsil etmekte bulunan oğlu Ziyaeddin Yusuf için telif etmiş ve bu münasebetle de eserin adını oğlunun adına eklemiştir. Kitabın telif tarzı eski şârihlerin üslûbu üzeredir. Yani esastan cümle ve ibareler nak­lederek onları izah eder ve bu arada kelimelerin gramer ku­rallarına göre İncelemesini yapar. Bazı cümle ve kelimelere Arap şiirlerinden, âyet ve hadîsten misaller verir.

'{.

* *

[l] İbni Hacib Hicrî 571 yılında doğmuş, tahsilini Kahire'de bitirmiş, büyük islaın fakîh ve müftilerinden ve çeşitli eserlerin müellifi olan bir âlimdir. Bir müddet Şam'da müderrislik yapmıştır. Hicrî 646 da İskende. riye’de ölmüştür.

Cami' nin eserleri hakkındaki sözlerimizi burada bitiriyo­ruz. Üstadın öteki eserleıini elde edemediğimiz için onlardan bahsetmeğe imkân bulamamış olduğumuza çok teessüf etmek­teyiz. Biz ancak Tahran' da elimize geçen bütün imkân ve fır­satlardan faydalanarak görüp mütalâa edebildiğimiz kitaplar hakkında umumi bir bilgi vermekle yetindik. Bu eser ileride Camı hakkında daha geniş ölçüde yapılacak olan tetkikler için bir başlangıçtır. Faziletli tetkikçilerimizin ileride bu eksik­likleri tamanılıyacaklarını umarız.

BÖLÜM V.

CAMİ'NİN MEZARI

Birinci bölümde Horasan' daki inkılâptan ve bu ülkenin Cami'nin ölümünden sonra kızılbaşlar tarafından feth ve tah­rip edildiğinden bahsetmiştik. Fakat üstadın türbesinin şim­diki durumu hakkında geniş bir bilgimiz yoktu. Bunu elde etmek için sayın ve faziletli âlimlerden Tahran'da Ffganistan'ın büyük elçisi Nevruz Han'a başvurmak zorunda kaldık. Büyük Üstadın türbesinin bugünkü halini aydınlatacak bilgi vermesini rica ettik.

Kitabın tam baskıya verileceği sırada idi ki büyük bir sevgi ve lütufkârlıkla dolu olan mektuplarına Kâbil ve Herat şehirlerinde iki sayılı âlim ve edibin makaleleriyle Hoca Saadeddin Kâşgari ve Mevlâna Cami'nin türbelerine ait iki fotoğ­rafı da eklemek suretiyle adresime gönderdiler.

Şu beliğ yazılar, bize türbenin durumu hakkında bir fikir vermeğe kâfi geldi. Bu lütfu da üstadın kalbi teveccühlerine ayrı bir delil saymaktayım, Teşekkürlerimi sunmakla beraber gelen bu mektup ve makaleleri de müstakil bir bölüm olarak yazmaya karar verdim.

Efganistan sefiri Muhammed Nevruz Han'ın mektubu:

Aziz ve muhterem dostum:

2    5-10-1320 (Hicri-i Şemsi) tarihli ve ünlü şair Mevlâna Abdurrahman Cami'nin ebedi istirahat yurduna ait sorularını bildiren mektubunuzu aldıktan sonra derhal Kâbil ve Herat edebî encümenlerine baş vurmuştum. Bu kere Herat edebi encümeni müşaviri sayın ve faziletli yazarlardan Server Gûya Han ile bu encümenin başkanı sayın bilgin Abdül'Ali Han'­dan gelen cevaplarla türbenin iki parça fotoğrafisini ve (Ri-

sale'i mezarât-i Herat) adlı kitabı belki faydalanmanıza vesile olur ümidiyle sunuyorum. Bu vesile ile de samimi dileklerimi tekrarlar ve derin hürmetlerimi arzederim.

Samimî Dostunuz
Muhammed Nevruz

Müellifin yukariki mektuba cevabı

Aziz ve sayın dostum!

1 6 3 1 3 2 1 (Hicrii Şemsi) tarihli mektubunuzla Mevlâna Nureddin Abdurrahman'i Cemi'nin türbesine ait iki fotoğ­raf ve bir cilt (Mezarat'i Herat) adlı nefis kitabı sevinç ve minnetle aldım. Şüphe yok ki büyük üstadın ruhu Efgan bil­ginlerinin bu hususta bize karşı gösterdikleri ilgiden hoşnut kalacaktır.

Sîzden ilk dileğimiz, teşekkürlerimizin Herat Edebi Encü­meni Başkanı sayın bilgin Abdül'Ali Han ile Server Güya Han' a ulaştırılmasıdır.

İkinci ricamız da gönderilen fotoğraflarla makalelerin Ca­mi namına yazılan bu eserde yayınlanmasına müsaade alın­masıdır. Bu suretle gösterilen edebi alâkanın hâtırası ebedi­leşmiş olacaktır. Tekrar teşekkür ve hürmetlerle....

Matbuat Reisliği edebi müşaviri Server Gûya Han'ın mektubu:

Mevlâna Cami'nin mezarı hakkındaki bilgiler, mevlâna Ubeydullah bin Ebu Saidül'Hirevi'nin 1 198 yılında te'lif ettiği Risale i mezarat' i Herat = Herat mezarları risalesinde üstadın hal tercümesi bahsinde yazılıdır. Bu risalenin aynı tarihte ya­zılmış bir nüshası şahsi kütüphanemdedir. Bendeki yazma nüs­ha 1 3 1 5 Hicri i Şemsi yılında Herat Maarif matbaasında ba­sılmış olan nüshadan farklıdır. Her iki nüsha da Cami nin mezarı hakkında verilen izahatı ayrı ayrı aşağıya nakle­diyoruz:

Yazma nüshada:

«Mevlâna Nureddin Abdurrahman'i Cami (Tanrı rahmet

16 eylesin) onun fazilet ve kemalinin ışıkları cihanı aydınlatan güneş nurunun parıltıları gibi bütün dünya alanını kaplamış­tır. Genç ve yaşlı bütün insanlık ruhunun özü olan o şairin feyizli kaleminin serpintileri yağmur damlaları gibi bukalemun renkli fezaya yeşillik ve tazelik verir. Nazmının cevherlefinden feleklerin sadefi İncilerle dolar. Nesrinin incilerinden yeryü­züne mücevher yağar. Onun çeşitli bilim dallarındaki eserleri sayısızdır. Kitaplarındaki mana hazineleri pek boldur. Kera­metleri saymakla tükenmez. Babası Mevlâna Nizamüddin Ah­met, dedesi Mevlana Şemsüddin Muhammed'dir. Soyu, lmam-i Amil ile müçtehitler ulusu, peygamberlerin tek mirasçısı meşhur imam Muhammed Şibanî'ye ulaşır ki, bunlardan biri büyük vezirlerden, öteki de sayılı müçtehitlerdendir. Mesut doğumları (Bâhurz i Cam) kasabasında 81 7 hicret yılı Şaban ayının yirminci cuma gecesine. dünyadan göçmeleri ise 898 yılı Muharrem ayının 1 8 inci cuma gününe raslar. Ömürleri 81 yıl sürmüştür. Cuma sabahı İslâm padişahı Muzaffer ha­kan, Ebulgazi Sultan Hüseyin Bahadır ve emir -i kebir emir Alışir ve başkaca beylerle devlet büyükleri, memleket eşrafı, büyük seyyidler, şeyhler, alimler ve ediplerden büyük bir kalabalık Camî’nin evine akın etmişti. Cenazeleri hazırlandık­tan sonra Herat'ın Bayram yerine getirildi. Namazı kılındı. Sonra Hazret'i Sadeddin i Kâşgari'nin nurlu mezarı yanına getirilerek onun cephesi tarafına defnedildi. Hazret'in türbesi dilekler kıblesi ve muradlar kâbesidir...

1198 yılı Şaban ayının beşinci euma gününde Herat’ta adı belirsiz bir kâtip tarafından yazılmış olan nüsha ile yine aynı risalenin 1 3 1 O yılında (Hicrîi Şemsî) Herat Maarif matbaasında ileride bahsedeceğimiz diğer iki risale ile birlikte basılan ayrı bir nüshasında ise Cami ve türbesi hakkında şu sözleri buluyoruz.

«Mevlana Nureddin Abdurrahman'i Cami (Tanrı rahmet eylesin) onun fazilet ve kemalinin İşıkları cihana aydınlık saçan güneş nurunun parıltıları gibi bütün dünya alanını kaplamıştır. Genç ve yaşlı bütün insanlık ruhunun özü olan

o şairin feyizli kaleminin serpintileri, yağmur damlaları gibi bukalemun renkli fezaya yeşillik ve tazelik verir. Nazmının cevherlerinden feleklerin sadefi incilerle dolar, nesrinin inci­lerinden yeryüzüne mücevher yağar. Eserleri (Cami) kelime­sinin Ebcet hesabı sayısınca 5 4 tür. Şerh'i Molla ve Nefehatül'üns,, yedi kitaptan derlenmiş Harf evrenk, Baharislan ve daha başka eserleri bütün alemce tanınmış eserlerdendir. Cami'de hiç kimsede görülmiyen pek yüksek bir zeka ve an­layış kabiliyeti vardı. Çok iyi huylu, güzel konuşur, tatlı latifeler söylerdi. Asıl lakabı İmadüddin ve meşhur lakabı Nureddin, mahlası Camî idi. Babasının adı Nizamüddin ve lakabi Ahmed bin Şemsüddin Muhammed-i Deşti' dir. Deşt İsfahan' da bir mahalledir.                                        .

Mezhepleri Hanefi idi. Cami, zâhir ve batın ilimlerini kavramış bir alim olduğu için daima makbul ve muteber tanınmış, bütün Horasan ve Maveraünnehir halkınca zamanın en ilerigelen bir üstadı sayılmıştır. Sultan Hüseyin Baykara ondan himmet ve inabe almıştı. Kendisi de Mevlana Sadeddin Kaşgarî'nin en olgun müridi idi. Çocukluğunda Hoca Muhammed Pârsâ ile tanışmış, şeyh ona bir parça Kirman şekeri ikram etmişti. Hoca Ubeydullah Ahrar da Cami'ye çok saygı göstermiş, hatta yazdığı mektuplarda (arzolundu) vesaire gibi hürmet ifade eden deyimler kullanmıştır. Ubeydullah'i Ahrar derlerdi ki; Horasan' da bir güneş var, halk onu bırakmış da Maveraünnehir'deki bir çerağın ışığına koşuyor.

Camî bu kadar yüksek mertebesiyle beraber aslâ derviş­lik göstermez ve keramet iddiasında .bulunmazdı. Kendini bir zahir bilgini kılığında gösterir, hazan şair sıfatı altında gizle­nirdi. Buyururlardı ki, gizlenmek bu tarikatın şartıdır. Fakir­lerden her biri bir kılık içinde gizlenir. Bu fakir de kılıkların en güzeli olan ulema kılığını örtündüm.

Doğumları Hicrî 81 7 yılı şaban ayının yirminci gecesidir. Ömürleri 81 yıla varmıştır. Ölümü Hoca Ahrar'in ölümünden üç yıl sonraya yani 898 hicret yılı Muharrem ayının 18 inci .      . .            -

perşembe gecesi .sabah ezanı zamanına raslar.

Büyük hakan Sultan Hüseyin Mirza ve emir Alişir ve başka devlet büyükleriyle seyyid ve alimlerden, şeyhlerden bir cemaat Camî'nin Töleki köprüsü semtinde (Devlethane) adiyle meşhur olan evine koşmuşlardı. Büyük mürşid Mevlana Sadeddin'i Kâşgârî'nin cephesi tarafına defnettiler. Hazretin mezarı dilekler kıblesi ve muradlar kabesidir. Birçok Herat halkı perşembe günü ziyaretine gider, feyiz ve himmet alırlar. Menkabeleri çoktur. Bu kısa kitaba sığmaz (Herat basması.)»

Camî'nin kabri Şeyh Sadeddin Kaşgarî'nin (Taht-i mezar) denilen türbesi içinde olduğu için Asîlüddin Vâız'ın (Maksd'i İkbal) adlı Herat mezarları risalesinden aldığımız şu kısa bil­gileri de buraya geçirmek uygun olur. Bu cihet hakkında da elimizde bulunan yazma bir nüsha ile Herat Maarif matbaa­sında basılmış olan kitap biribirini tutmamaktadır. Biz her iki nüshanın verdiği malûmatı da aşağıya nakledelim: [ 1 |

«Mevlâna Sadeddin'i Kaşgarî (Tanrı rahmet etsin) çağı­nın en büyük velilerindendir. Hoca Bahaeddin’i Nakşıbend'in Hacegan tarikatına girmişti. Daima zahiri halk ile batını Hak ile meşguldü. Tarikatte en son mertebeye ermiş ululardandı. Bütün halk ile hakimlerin; azizlerin ileri gelenlerin umumî sevgi ve itimadını kazanmış bir Tanrı eri idi. 860 hicri se­nesi Cemaziyelahirinin 1 7 inci çarşamba günü sabah namazı sularında dünyadan göçmüştür. Kabri, şeyh Zeynüddin Ebubekir Hâfî'nin mezarının sağ tarafında kendileri için ayrılmış olan yerdedir.

[1] Server Gûya Han Asîlüddin Vâız'ın hal tercümesi hakkında şöyle diyor : Asıl vaız lâkabiyle meşhur Mîr Abdullah'i Hüseynî Herat’ın yüksek seyyidleri neslindendir. İlim, zühd ve takvada herkesçe tanınmış bir zat idi. Mogol ilhanlarının sonuncusu olan Mirza Ebu Said Gürgân zamanında anayurdu olan Şiraz’dan Herat'a göçmüştü. Herat'm Hıyaban semtinde meşhur Gevherşad ağa medresesinde haftad;,. bir gün halka vaız ederdi. Eserleri: Dürcüddürer, Herat mezarları risalesi ki buna Maksadul’ikbâl adını vermiş ve 864 yılında yazmıştır. Bu risalede kendi zamanına kadar olan bütün Herat mezarlarını yazmıştır. Müellifin bir de ibadet ve evrad'dan bahseden (Mıracül'âmâl) adlı kitabı va.dır. 17 Rabiül'evvel 897 tari­hinde rlmüştür. Kabri Gevherşad ağa medresesi yanındadır.

işte Herat' Ubeydullah'ın Herat mezarları risalesiyle bir­likte bir cilt içinde şirazelenmiş ve ( 1 1 9 8 Hicri -i Şemsi) ta­rihinde bir eserden kopya edilmiş olduğu anlaşılan risaledeki malûmat bundan ibarettir.

Herat Maarif matbaasında basılan nüshada ise şöyle ya­zılıdır :

«Mevlâna Sadeddin'i Kâşgari (Tanrı rahmet etsin) çağının en büyük velilerindendir. Tanrı velilerinin en ulusu olan bu zat Nakşibendiye tarikatına girmişti. Daima zâhiri halk ile ve bâtını Hak ile meşguldü. Gayet yüce bir makamı vardı. Bütün aziz'lerin, hâkimlerin, seçkinlerin ve halkın itimadını kazanmıştı. Mevlâna Nizamüddin Hâmuş'un halifesiydi. Seyyid Kasım tebrizi Mevlâna Ebu Yezid Purani. Şeyh Zeynüddin'i Hâfi, Şeyh bahaüddin Ömer Cefareği ile görüşmüş; onların sohbetlerine nail olmuştu. Mevlâna Abdurrahman'i Cami (Tanrı sıralarını kutlasın) Hazretin şakirdi, müridi ve damadı idi. Ve­fatları 860 Hicret yılının Cemaziyelâhir ayının yedinci Çar­şamba günü öğle namazı sularındadır. Kabri Hıyaban mevki­inde (Taht -i Mezar) denilen yerdedir. Mevlâna Cami de mür­şidinin cephesi tarafına defnedilmesini vasiyet buyurmuştu. Aynı yere gömdüler.»

Herat edebi encümeni reisi Abdui’ Ali Han'ın
Cami'nin mezarı hakkında verdiği bilgiler

A)      — Coğrafi durumu ve şimdiki hali: Sözü geçen me­zar eski şehrin kuzeyinde biraz batıya doğru ve yeni Herat şehrinin kuzey batısında üç kilometre kadar uzaklıktadır. Me­zarın bulunduğu yere çevresiyle birlikte Hıyaban i Herat derler. Cami'nin mezarının kuzey batısında Şeyh Zeynüddin Hâfi'nin kabri vardır. Mezardan tahminen beş yüz ayak ka­dar yükseklikte bulunan kuzey tarafındaki sırtın tepesinde ise Seyyid Ebu Abbullah'i Muhtar'ın türbesi bulunmaktadır. Hı­yaban adiyle meşhur olan bu sahada birçok büyük zatların mezarları da vardır ki bunların bir kısmı bugün sağlam bir halde, bir kısmı ıse ancak tarih sahifelerinden başka varlıkla­rına delalet edecek hiçbir nişan ve alamet bırakmadan dümdüz olmuştur.

Şimdiki haliyle bu kabristanda görülen bayındırlık eseri geniş bir alan ile bir bağ ve bir bahçeden ibarettir. Alanın etrafı tuğladan duvarla çevrilidir. Alanın zemini taş ve tuğla­larla döşenmiştir. Tabii renkte siyah ve beyaz taşlar munta­zam hendesî şekillerle işlenmiştir. Alanın ortasında kuzeye doğru Muşabak tarzında tuğlalar döşenmiş bir saha daha vardır ki, bu kısımda Vezir'in kargir mezarile başka bir kabir bulunmaktadır. Yine aynı sahada tarihi simalardan birkaç zat ile o asırdaki Herat zenginlerinden bazıları gömülüdür.

Ortadaki ayvanın batı tarafiyle iki yan cephesinde tuğla­dan yapılmış altlı üstlü ikişer hücre görülmektedir. Ayvan mescid şeklinde ve mihraplıdır. Kuzey tarafındaki duvarda 1,5 metre yükseklikte bir taş dikilmiştir. Bu taşta buranın vakfına ait su yolu ile birlikte şehit Habibullah han devrinde onarıldığı yazılıdır. (Türbenin kitabesi aşağıda aynen gösteri­lecektir.) Ayvanın kuzey köşesinde bir yeraltı mescidi' yapıl­mıştır. Sözü geçen sahanın iki yolu vardır. Biri doğu tarafın­da kabristanın ortasından dos doğru geçer, öteki kuzey cihe­tinden ve kuzey tarafındaki bağın içinden dolaşarak geri döner. Sahanın kuzeyinde bir çamlık vardır. Saha çamlığa nispetle bir metre kadar yüksektir. Çamlığın çevresi iki metre yükseklikte bir duvarla çevrilidir. Buradaki bazı iri çamlar bağ kısmının eskiliği hakkında bir fikir verebilir. Sahanın ba­tısında bir küçük bahçe daha vardır ki bir köşesinde pişmiş tuğladan yapılmış bir aşevi görülmektedir. Bu bahçede pek yaşlı iki çam ağacı var. Bu bahçenin kabristan haline getiril­miş olan bir parçasını eski mezarlar işgal etmektedir.

Yukarda bahsi geçen çamlıkta büyük alanın methalinde görülen şekilde birkaç tuğla tezyinattan başka açık bir havuz ve tam ortasında yarım metre 'kadar yükseklikte tuğladan işlenmiş bir taht görülür. Bağın mevzun ağaçlan bu tahtın etrafını çevrelemiştir.

B)      — Türbe çevresinde gömülü bulunan memleket meş. hurlarının mezarları ile tarihi anıtları:

Tuğladan çevrilmiş muşabak duvarın iç kısmında ve Ca­mı nin kârgir mezarının dışında yatanlar:

1 — Camî’nin tarikat mürşidi Mevlâna Sadeddin'i Kâşgari: Bu kabrin Camî’nin vefatından önce yapılmış mükem­mel ve zarif bir eser olduğu tarihin şehadetinden anlaşılmak­tadır. Mevlâna Camî’nin zaten tarikat mürşidi olan Sadeddin’in ön cephesinde ve kardeşi Mevlâna Muhammed’in me­zarı yanında yattığı bütün vesikalarda yazılıdır. Emir Alişir esasen mâmur bir halde bulunan Sadeddin'in mezarı Üzerine Camî'ye olan saygısı dolayısiyle yüksek bir bina yaptırmak ve gayet ziynetli bir tekke ile büyük alanı ve havuzu ilâve ettirmek suretiyle bir kat daha şenlendirmiştir. Ne yazık ki Şah İsmail Safevî bunların hepsini yıkmış, viran etmiştir. Şahın bu gayreti sırf mezhep ■ taassubu yüzündendir. Şah İs­mail her nerede Cami isminin yazılı olduğunu görmüşse (c) c harfinin altındaki noktasını kazıtarak üzerine koydurmuş 13..!;. (Hami) şekline sokturmuştur.

Bir müddet o harap ve ıssız türbede yalnız kabirlerin izi belli idi. Ahmet Şah baba devrinde Herat halkı türbeyi az çok onarmaya çalışmış ve bir dereceye kadar bayındır bir hale getirmiştir. Şehit Habibullah Han Herat'a geldiği sıralar­da verdiği bir emirle Herat naibi merhum Muhammed Hay­dar Han'ın himmetiyle türbe bugünkü haline getirilmiştir. Son yıllarda Efganistan hükümetinin gösterdiği teveccüh ve ilgi sayesinde gerekli onarmalar da ihmal edilmemiştir. Bugün türbe çamlıklar içinde muntazam ve lâtif bir haldedir.

Mevlâna Sadeddin Kâşgarî’nin kabrinde Herat'lı (Hoşnüvis) lâkabiyle meşhur Muhammed Ömer Han tarafından ya­zılmış ve Mirza Gevherî'nin iki kasidesini taşıyan iki levha vardır. Her ne kadar mezarın başucunda (Remel i müseddes maksur) bahrinde yazılmış olan bu kasidede mahlâs yoksa da Mirza Gevherî'nin şiiri olduğu muhakkaktır. (Kasidenin tercümesi ileride ayrıca nakledilecektir.)

2     — Mevlâna Hatifi: Mevlâna Sadeddin'i Kaşgari'nin ayak ucundaki kabir mevlâna Hatifi'nin mezarıdır. Bunun mezar taşında yazı yoktur. (Mezarat i Herat) risalesinin ikin­ci cildi ile Vesiletüşşefaat adlı eserler Hatifi'nin mezarının burada olduğunu yazarlar. Her ne kadar ateşgede ve Tuhfe'i Samı sahibi Sam Mirza Mevlâna Hatifi nin kabrinin Cam vi­lâyetinde olduğunu söylemişlerse de Herat' taki umumi kanaat, Hatifi'nin burada gömülü olduğunu desteklemektedir.

3     — Cami nin ayak tarafındaki mezar ise onun şakirdi Abdulgafur'i Lâri'ye aittir. Bunun da kitabesi yoktur. Cami'nin eski mezar taşının yarısı bu mezarın başına dikilmiştir. Bunun yeri hakkında da gerek Mezarat' i Herat risalesi. ge­rekse Vesiletüşşefâat'ın ifadeleri birbirini tutmaktadır.

4     — Cami'nin kardeşi mevlâna Muhammed'in mezarı: Bu kabirden şimdi bir eser kalmamıştır. Mezarat'i Herat risa­lesi sahibine göre, Mevlâna Muhammed'in kabri Cami'nin ön cephesindedir. Bu zat Cami’den önce ölmüş ve üstad, kar­deşinin ölümü dolayısiyle (Terci' bend) tarzında uzun bir mersiye yazmıştı.

Mezarlar çevresi içinde göze çarpan başkaca kabirler, o çağlardaki Herat zenginlerine aittir.           t

Cami'nin mezarı başında zarif bir mermer levha dikilmiş­tir. Yazısı meşhur hattatlardan Herat'lı Molla Muhammed Hüseyin Selçuki' dir. Türbe bahçesinin çevresi içinde üç fıstık ağacı yetişmiştir. Bunlardan biri Cami'nin, ikincisi Sadeddin'i Kaşgari'nin, üçüncüsü de Mevlâna Hatifi'nin mezarlarını süs­lemektedir.

C)     Türbenin vakıfları: Bugün Cami'nin türbesine da­hil vakıflar arasında iki çiftlik kaytlıdır. Bunlardan birinin Babacı köyü denmekle meşhur Babacı mahallesinde 3 7 cerib ekili arazisi vardır. İkincisi de Hıyaban mevkiinde Husrev ağa arkının altındadır. Kabristanın bağ ve bahçesi de vakfın çevresi içindedir. Alt kısımdaki arazi her sene ekilmekte ve bol mahsul vermektedir.

D)     — Vakıf mütevelliliği: Sözü geçen türbenin evkafı

şehrin vakıflar defteri sicilinde kayıtlıdır. Merhum Ahond Molla Feyz Muhammed Han'ın halefi Molla Muhammed Fa­ruk türbenin mütevellisidir. Türbe ile bağ ve sahanın bakımı, ziyaretçilerin istikbal ve kabulü, türbe mescidinin hatiplik ve İmamlık vazifesi mütevellinin üzerindedir. Vakıfların geliri de mütevellinin hizmetlerine karşılık olarak kendisine ve mahalli belediyesinin vakıflar idaresine bırakılmıştır. Mütevellinin evi türbenin güney batısına yakın bir semttedir.                                                                                                                  .

Türbenin bugünkü mütevellilik şekli merhum Habibullah Han zamanında başlamıştır. Türbenin tamirinden sonra bu vazife âlim ve edip bir zat olan merhum Ahond Molla Feyz Muhammed Han’a verilmiş, onun ölümünden sonra da halefi Molla Muhammed Faruk bu işi veraset yoliyle Üzerine almış­tır. Daha önce türbe mütevelliliği bugün isim ve şöhreti belli olmıyan başka bir ailede idi.

E)     Cami’nin türbesi hakkında halkın itikadı: Halk pazar günleriyle pazar gecelerinde Cami' nin mezarını ziyaret etmekte özel bir feyz ve tesir bulunduğuna inanmışlardır. Şairi belli olmıyan şu beyt halk arasında pek meşhurdur:

— Her kim Pazar günleri Mevlâna Camî'nin kabrini ta­vafa gelirse onun her tavafı yetmiş hacc'ı ekber sayılır.

Bu inancın yerleşmesi neticesi olarak halk hâlâ her pazar gece gündüz dileklerinin kabulü için akın akın türbeye hücum etmektedir. Herkes üst üste altı pazar günü türbeyi ziyarete gelir, son pazar günü muradları hâsıl olduğu takdirde fukara­ya verilmek üzere bir sadaka vâdeder. Bu inancın kaynağını anlıyamadık.

F)     — Türbenin kitabeleri: 1 — Mevlâna Cami'nin tür­besindeki "Yazılar:

« — Baki ancak Odur. Yeryüzünde olanların hepsi fanidir. Yalnız cömert ve Ulu Tanrı'nın varlığı bakidir. Lahut âlemi anka'sının kutsal ruhu, Ceberut semasının şahbazı ve ezeliyet nuriyle aydınlanmış, ilim ve hikmet sırlarına ermiş, ulu makamlı kâbe mesnedinde oturan, yüksek bahar bahçelerinin hoş sesli bülbülü, ölmez ârif ve Aziz kutub, Hak ve milletin ışığı olan efendimiz Abdurrahman'i Cami —Tanrı yüce sırla­rını kutlasın — Hak'ın davetine uyarak sağlam kalb ile, ey temiz insan sen benden, ben de senden razı olduğumuz halde Allah'ına dön: yolundaki emir gereğince şu aldatıcı dünya tuzağından zevk ve safa İle dolu cennet sarayına uçtu.

— Cami Cennet'e meyletmişti. Zemini sema gibi olan solmaz Cennet bahçelerine yerleşti.

— Kaza kalemi Cennet kapısına giderek tarihini şöyle yazdı: (Ve Mendahelehu kâne âminâ = Buraya giren emni­yette oldu. (898)

Bu levha Rüstem Ali Han'ın gayret ve himmetiyle dikildi. Ziyaretçilerden hayır dua umar. 1304 »

Yukardaki cümlelerle Rubai'nin yazılı bulunduğu levha Cami'nin başı ucundadır. Mezarın ayak kısmında kitabe lev­hası yoktur.

Mermer sandukanın batı cephesinde beyaz bir plâka üze­rinde. türbenin onarılmasına himmet etmiş olan Herat naibi merhum Muhammed Haydar Han'ın kalem ve ifadesi ile aşa­ğıdaki rubai yazılıdır; Bu rubai Hoca AbdullahAnsari' nin mezarının yan cephesine değerli edip Hasan Han Şamlu tara­fına yazılan aynı üslûptaki rubaiyi andırmaktadır:

« — Tanrı erleri himmetinin sana yardımcı olmasını isti­yorsan Cam' lı ârifin cennet gibi türbesine gel.

— Onun türbesinin fezasıgamlı gönüllere ferahlık verir. Mezarının etrafını dolaşmak her yerde belâlardan kurtulmaya sebebolur. »

Cami'nin mezarının doğu tarafında muşabak tuğladan yapılmış duvarla çevrili saha içinde, sözü geçen sandukanın dış kısmındaki kabir Mevlâna Sadeddin'i Kaşgari'ye aittir. Bu türbenin başucundaki levhada da şu manzume yazılıdır:

« — Türbenin yüce yapıcısı ziyaretçilerden şunu dilemek­tedir:

— Ey halktan ve seçkinlerden bu dergâha gelen ziyaret­çiler mademki bu hoş mevkie geldiniz;

— Gönül safası ve dürüst bir inançla edeble, tevazûla ve Tanrı'yı anarak giriniz.

— Dinin saadeti olan bu Sadeddin'i ziyaret etmekle size de birer birer saadet erişir.

— Her nefeste hususiyle son deminizde Mevlâna’nın ruhu size yardımcıdır.

— Bu temiz Tanrı erleri, âlemlere rahmet olan Ulu Pey­gamber' in huzurunda diridirler.

— Bu aylar ve yıllar geçtikçe her birinizden dua dile­rim.

— Hüzünlü bir kalbden gelen her duayı Tanrı'nın kabul edeceğine umudum var.

— Bu iki gönül çekici -ve lâtif levha 1 305 yılında dikildi.»

Sadeddin'i Kâşgari'nin ayak ucundaki levhada yazılı man­zumenin tercümesi de şöyledir:

«— Dünya heveslerinden tamamiyle arınmış olanlar ne bahtiyardırlar. Ruhlarının kuşu daima âhiret tarafına uçmak İster.

— Onlar dostundan başkasını görmez, daima dostun yü­züne bakarak gözlerini kaparlar ki, öldükten sonra da dünya göziyle dostun yüzünü seyretsinler.

— Onlar ancak dostun rızası tarafına baş eğdikleri için istiğna ayaklarını kutup yıldızlarından daha yücelere basarlar.

— Nicelerine yol göstermiş, nicelerine şeriat sülûkü öğ­retmiş olan Sadeddin’ de gerçi zahirde Kâşgar' da otururdu.

— Fakat (Vahdet) içinde her âlemde ne seferler yaptı. Suret âlemini de, mâna âlemini de dolaştı.

— Bir gün Hazret'in nazarı Cam'lı ârife ilişti; Camî o nazardan mest olup dünyasından geçti.

— Onun hâs müridi Nizamüddin Hamuş' dur. Kendisi de Mevlâna Alâüddin Attar'ın müridlerindendir.

— Alâüddin Attar da kutsal adı Bahaüddin olan Şah Nakşibend'den feyz almıştı.

— Bugün onun adaşının sâyi ile yüce mertebeli Saded­din için Herat halkının efendisi olan Kabil sultanı tarafından,

— Kutsal türbesine konulmak üzere iki levha işlendi. Biri baş tarafını, öteki de ayak ucunu süsledi.

— Zarafet ve güzellikte biri Bostan'daki serviyi, öteki de Cennet'teki Tûbâ ağacını andırmaktadır.

— Hazret'in dünyadan göçmesi Hicretin 860 yılına raslar. Buyüce kubbenin altındaki kara toprağa gömüldü.

— Gevheri. bu levhaların dikildiği tarih için şu mısraı söyledi: Yüce Valinin varlığı nimeti, hayır delili oldu. ( 1305 Hicri)

Yazan

Muhammed Ömer

Sahanın batı cihetindeki yüksek ayvanın kapısı üzerine de bir mermer plâka konulmuştur. Yazısı şöyledir:

«Fikir levhasını, öyle bir yaratıcının hamd ve senası ışıklariyle aydınlatmak yaraşır ki, cihanı bir emirle yoktan var etti ve varlığını kudret kalemiyle işledi. Ulu sevgilisi Hazret' i Muhammed'in kutsal ruhunu «Ey iman edenler Muhammed'e dua ve selâmlar yollayın;» tarzındaki iltifatiyle hoşnut kıldı.

Tanrı feyzinden başarılar sağlamış ulu sultan ve cömert hakan Tanrı yönünden kuvvet ve kudret bulmuş ve onun «Allah adalet ve ihsan ile emreder» meâlindeki buyruğuna boyun eğmiş olan adil ve şeriata bağlı Emir oğlu Emir oğlu Emir, din ve milletin ışığı bağımsız Efganistan padişahı Emir Habibullah Han Bahadır ki, daima yüce semalarda uçan him­meti hayır ve iyilikler fezasında dolaşmaktadır. Tanrı erleri­nin kutsal türbelerine son derece saygı göstererek 132 5 Hic­ret yılında Efganistan çevresini dolaşırken güzel bir tesadüf olarak zafer diyarı olan Herat şehrine indi ve kutsal ziyaret yerlerine de uğramak suretiyle şereflendi.

Bunlar arasında ârifler kutbu ve Tanrıya ermişler sığınağı olan Mevlâna Nureddin Abdurrahman! Cami'nin nurlu meza­rını da ziyaret etti. Burada yatan velilerin mübarek türbeleri onarılmaya değer güzel binalar olduğu halde bakımsız .kal­mıştı. Bu iş için yüce saltanat divanının İş başarıcılarından Herat kaza naibi Muhammed Haydar Han'a emir buyurdular. Türbe ve bahçe ile bağ ve mescid ve ayrıntılarının yeni baş­tan tamiri için gerekli görülen malzemenin hususi hazineden sağlanmasında saltanat mukarriblerinden Herat hükümet naibi Muhammed Server Han'ın da yardımını diliyerek tamir işinin dürüst bir şekilde başarılmasını kararlaştırdılar. Iş gereği gibi düzenlendi ve Tanrı' nın yardım ve başarısı ile istenildiği gibi tamamlandı. Türbenin tamiri ile beraber ileride gerekli görü­lecek onarma ve bakım ihtiyacını karşılamak ve bağ bahçe ile türbeye bağlı arazinin sulanmasını sağlamak için Husrev ağa arkından bir su kanalı açtırmak suretiyle yapılan bütün masraflar, hep Allah ve Peygamber rızasını kazanmak yolun­da saltanat hususi hazinesinden sarfedilerek daimi vakıf tah sis olundu. Bu mübarek levhada bu maksatla saltanat yönün­den yadigar olarak yazdırılmış tır. Bu vakfı değiştirmek teşebbüsünde bulunanların '' günahı boynuna olsun. Yarabbi; sultanın devletini kıyamete kadar baki kıl.

Yazan

Muhammed Ömer 1329

Tanrı'ya hamdolsun ki sultanın kutsal irşadlariyle türbe bağ, bahçe ve ayvanlarla mermer pencereler, mescid ve ha­vuzların tamiri bugünkü 1 3 2 9 tarihinde pek güzel bir tertip. dahilinde başarılmıştır.

26-81947

SON

Gazel: I

Cihanda ne varsa hepsi vehim ve hayaldir. Her şey ay­nadaki akisler veya gölgeler gibidir. Hidayet güneşi hayallerin gölgesinde parladı. Sapkınlık çölünde yolunu şaşırma;

Adem kimdir? Ebedi Tanrı ışığının yankısı, alem nedir? Tükenmez denizin dalgası. Bu yankı ile dalgayı o ışık ile denizin kendisi farzet. Burada ikilik yer bulmaz.

Aşk yolcularına bak! Birinin hali nasıl ötekine uymuyor. Biri, varlığın bütün zerrelerinde parlak ve sönmez bir güneş görüyor. Öteki varlık aynasından alemin üstü 'kapalı güzellik* lerini seyrediyor. Bir başkası da her ikisini birden görebiliyor. Daha başkası bunları perdesiz ve engelsiz temaşayiı. koyulmuş. Bahtiyar o aşıktır ki, aşk sultaniyle birlikte vuslatın son men­zillerine doğru yol almıştır. Sevgilisine: Ey gül yanaklı gel, o şirin dudağınla bana tatlı tatlı anlat der ve onun fitnelerle dolu oynak zülüfleriyle cilveleşir. Siyah pırlanta benlerini kok­lamak için yalvarır. Deniz kıyısından başka içindeki incileri dışarı atan bir dudak (sırları açıklıyan bir ağız) bilmiyorum.

Yansı ışıktan nasıl ayrılabilir? Dalga, denizden nasıl uzaklaşır? Cihandaki karanlık, bana o zülfün gölgesi gibi geli­yor. Sevgilinin yanağındaki (ben) de bana Tanrı zatının nok­tası gibi görünmekte.

Cami: Bu dedikodular daha ne kadar sürecek? sesmi kes! Boş sözden ne çıkar? İnsana hal ehli olmak gerek İçin­de cevherin varsa sedef gibi ağzını, kulağını tıka da hakikat denizinin -derinliklerine yerleş.

Gazel: II

Henüz ne üzüm asmasından bir eser, ne de asma diken­lerden bir nişan yokken biz bu meyhanede tortu içiyorduk.

Harabatta oturanlardan ne nişan arıyorsun? Kendinden geçmiş zavallıların artık adı sanı kalır mı?

Ay çehreli güzellerin her birinde başka bir özellik vardır. Fakat o canlarda yaşıyan güzelin naz ve cilvedeki şöhreti bütün güzellerden daha üstündür.

Hele bizim gibi gönülsüz kalmışları okşamak için etekle­rini beline vurarak diyar diyar dolaşan güzellere can feda.

Ey gönül î Meyhane yolunda toprak olsam da ne mutlu! Ola ki o sarhoş bir gün bu taraftan geçer de üzerimize bir­kaç damla serper.

Ey öğütçü I aşk nüktesini taklid yoliyle anlatma. Önce bu aşk şarabının tadına sen bak da sonra başkalarına tattır. (Camî), Şu riya hırkasını at: Çünkü dost elden ayaktan düşmüşlerle, rind meşreblilerle düşer kalkar.

Gazel: III

Dünya varlıklariyle daha ne kadar boş yere üzülüp du­racaksın? Her şeyden yüz çevir de Tanrı'ya yönel ki, rahat yaşıyasın. Gece gündüz gözünün önünde başlangıcı olmıyan engin bir deniz dalgalanıyor. Yaratıkların pisliklerine bulaşır­san kendine yazık edersin.

Uykuyu bırak ki diri gönüllülerin derneğinde bir şey görebilirsen bari ayık gözle göresin. Sahte bakırla ne uğraşı­yorsun? İksir ara! Onu hiyle ile altın suyuna batırsan bile ne çıkar ki? Efendi! bu karanlık mağarada bahtiyarlık arama. Göz açıp yumuncıya kadar ayaklar altında kalacaksın.

Gökteki ay gibi varlığını küçültmeye çalış. Küçüldükçe şüphesiz kendini büyültmüş olursun.

Camî, Dünya varlıklarına sevinmek, yokluğa tasalanmak huyları sende varken (Fakr) denilen yüce mertebeden bir korku duymıyacaksın.

Gazel: IV

Yeter ki dertli canımda, uykusuz gözlerimde Sen varsın. Uzaklarda beliren her hayal bana Seni hatırlatıyor. Canı ile oynamaktan bıkmıyan bir aşık varsa Ben'im. Kanımı döktüğü halde cefasından baş çevirmediğim bir güzel varsa Sen'sin. Gönlüm yaslarla dolmuş ne çıkar? Onu okşıyacak Sen değilmisin? Gam yüzünden ne düşkünlüklere uğradım. Fakat ey Sevgili! dert ortağım Sen olduktan sonra ne gam çekeyim.

Sen karanlık gecelerime aydınlık saçan bir ay olduğun için gündüz, sanki o loş gecelerimden ışık toplıyan bir dilen­cidir. Tanrım! Şu gamlı gecelerde kiminle dertleşeyim? Benim sabrımın az, kederimin çok olduğunu bilen ancak Sen'sin.

Vuslat pazarında beni beş paraya almıyorsun. Amma bendeki övünmeye bak ki hâlâ tek alıcınım Sen'sin diyorum.

Cami, ben senin yârınım demişsin ! Başka sevgili arama ! Eğer yârım Sen isen. kim bilir daha ne kadar yârsız kala­cağım.

Gazel: V

Gecem de günlüm gibi Hummalar içinde âhımdan gök­lerde yıldızlar tutuşur. Gönül ateşinden vücudum öyle alev­lenmiş ki, üstümdeki elbisenin tutuşup yanmasından korku­yorum.

Ateşten Yakut'u andıran bir dudağın var ki, ne zaman öpmek hayaline kapılsam dudaklarımı yakacak sanırım.

Ayrılık günü için bu yanıp yakılmalarım gönül çerağını bütün gece söndüremiyeceğim içindir. Ey rüzgar; küllerimi sevgilimin yollarından süpür ! Olmaya ki kıvılcımlarım atının tırnaklarını tutuştursun.

Ham rakibin henüz pişkinlikten haberi yok. Yarabbi Onun katı kalbli feryadlarımızla yansın!

Bir kere hasretinin ateşi (Cami) yi sardı mı şüphe yok ki onun bütün varlık sermayesini küle çevirir.

Gazel: VI

Gök kubbeyi tersine dönmüş bir kadeh farzet. Yüzü ko­yu dönmüş bir kadeh içinde neş'e şarabı aramak aptallıktır.

Cahil, dünya kazancına Devlet adını verir. Çocuğunu şişmiş görünce semizlemiş sanır.

Dünya hiç kimsenin boyuna göre beka kumaşından elbise dikmedi. Ömür pek süslü bir elbisedir ama tek kusuru kısalığıdır.

Meyvalı ağaçlar, alçakların taşından kurtulamaz. Ne bah­tiyardır o eli boşlar ki yüce serviler gibi daima taşlanmaktan uzak kalırlar.

Yol çok dar, gece karanlık, hırsızlar pusuda (böyle şart­lar içinde) klavuzsuz yola çıkmak yolsuzluk, ahmaklık alâ­metidir.

Ey bahçıvan! tehlikelerle dolu o lan bu bağda hoş geçin­mek ümidini besliyorsan fidanlar gibi budanmak ve sökülüp dikilmek acılarına katlanmaya bak.

Her kim bu yolda Cami gibi benlik, senlik dâvasından vazgeçmese görünüşte henüz toy olsa bile hakikatte ergin sayılır.

Gazel: VII

Yarabbi! şu iddiacı şeyhlere İnsaf ver de tortu İçen za­vallı rind'lere hor bakmasınlar.

Onlar sanıyorlar ki; Şeriat, gönül sahiplerini incitmektir. Bu maksatla da rasgeleni azarlamak yolunu tutmuşlar.

Gönül, hakikat hazinesinin kilidi„ Şeriat İse onun anahta­rıdır. Esrar incileri ancak o hazineden çıkarılabilir.

Şeriat anahtarını kendi İsteğine göre çevirmek istiyenlere gönül kapısı değil ancak musibet kapısı açılır.

Tarika.t yolunda gidenleri inkâr edenlerin irfandan payları yoktur. Bu inkârın sebebi de onların yaratılışlarındaki ceha­letten başka bir şey değildir.

Attar'ın sözlerinden âlemi aşk kokusu sardı. Hoca nezleli olduğu için Attar'ı inkâr eder.

Ey Cami: Vahdet sırrı Mantıkuttayr kitabında gizlidir. Ağzını kapa 1 Bu sözü bir tek (Süleyman) dan başka kimse anlıyamaz.

Gazel: VIII

Ayna ol da sevgilinin yanağını aynada seyret. Ondan haber sormakla yetinme, çünkü işitmek görmek gibi değildir.

Yüzünü görebilir miyim? diye sordum. Nazlanarak cevap verdi: Ayna gibi daima temiz kalbli olursan!

Cihandaki zerreler onun güzelliğinin aynasıdır. Yanağı her aynada başka bir nakış gösterir.

Ey Sofi: Sen hırka giyiniyorsun. Bizim gibi Rind' ler de yudum yudum şarap çekiyoruz. Seninle bizim aramızda yal­nız ayrılık var.

Camî, iptidası ve sonu olmıyan bir denizin coşkunluğu içinde. Artık fani varlıkların dalgasından kendini kurtarmıştır.

Rubailer

1

Akıldan habersiz yaşıyan sofist; cihan geçici bir hayaldir der. Evet bütün alem bir hayaldir, fakat o hayal içinde da­ima bir hakikat cilveleşmektedir.

2

Ey ay yüzlü putlların Tanrısal güzelliği, ah senin elinden! Ey gönlümüzü kendine doğru kaydıran fettan 1 İllallah sen den. Tanrım. onların elinden gönlümüz kan ağlıyor. Onlardan mı feryadedelim kendimizden mi, yoksa sen'den mi?

3

Ben bir hiçim, hatta hiçten de çok eksik bir varlığım. Hiçten daha değersiz olan bir varlık ne işe yarar? Hakikat sırlarından size anlattığım şeyler, bana kuru bir sözcülükten başka bir fayda sağlamadı.

4

Günlerim köhne dünyanın yaslariyle geçti. Gecelerim ar­tık, eksik şeylerin kuruntulariyle tükendi.

Bir ânı cihana bedel olan ömür, hep böyle boş düşün­celerle mahvolup gitti.

5

Daha ne kadar Yaradan'la yaradılmıştan (önü, sonu olmıyan Tanrı ile fani varlıklardan) söz açacaksın, ne zamana kadar nereden gelip nereye gittiğini yorumlamakla uğraşa­caksın?

Varlığın meydana gelişini, Tanrı bilgisinde ezelden ger­çekleşmiş, bir olay farzet, ağzını kapa da bu bahse son ver!

6

Tanrım beni iki cihandan el çekmiş kullar arasına geçir, başımı fakirlik mertebesinin taciyle süsle.

Seni ararken bana sır yoldaşı ol da kapına varmıyacak yollara sapmaktan beni koru!

7

Komşu, arkadaş, yoldaş hep O. Dilenci hırkasında şahla­rın sırmalı atlas kaftanında görünen hep Odur.

Tanrıya andiçerim ki halvet derneğinde, gizli meclislerde dolaşan hep Odur O.

8

Zamane levhasında doğru bir yazı varsa onu ancak söz sanatı yardımiyle okuyabilirsin. O sanata yüz tut.

Hiç kimse ile konuşmadan, kimseyi dinlemeden hakikat­leri anlıyabilmek ne hoştur. İşte bu konuşan dilsiz kitap'tır kitap.

9

Gözündeki perdeleri kaldır, kitap toplamaya bakma! Ki­tap toplamakla gaflet perdeleri açılmaz. Aşk ve neş'e kitap­lar devretmekle elde edilmez. Hepsini bir tarafa at da Tanrı'ya yönel, günahlarına ağla.

10

Ey gönül daha ne kadar medrese' den ilim arıyacaksın? Felsefeden, Hendeseden bilgi edinmek hevesi ne kadar sürecek?

ilim sahibi olmak kalbe kuruntular getirir. Allahtan utan. Bu vesvese ne zamana kadar?

1 1

Cihan tarihi küçüklerle büyüklerin masallarıdır. Onda kahramanların, taçlı sultanların destanları da yer almıştır.

O kitabın her yaprağında hemen genel olarak, falan öldü, filan öldü diye yazılıdır.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar