Modernliğin Ara Yüzü: Alternatif Tıp ŞİFA BU DEĞİL
Hazırlayan: Dr. Mehmet AYSOY
Modern tıbbın çaresizliğini ifade eden “kronik” günümüzde
yaygınlaşmış ve bu durum karşısında geleneksel uygulamalar, din referanslı
“şifa” etiketleriyle alternatif tıp adı altında piyasa edinmiştir. Alternatif
tıbbın geldiği durum hem modern tıbbın temsilcileri hem de kamu idarecileri
açısından önemli bir sorun niteliği taşımaktadır. Bu durum iki ayrı açıdan
açıklanmış; ya modern tıbbın sorunlarının bir sonucu olarak “medikal”
yaklaşımla veya tıbbileştirme açısından sosyolojik yaklaşımla
değerlendirilmiştir. Elinizdeki çalışma ise alternatif tıbba dünyevilik
açısından yaklaşmaktadır.
Alternatif tıp, modernlik öncesi dönemde var olan din ve
tıp arasındaki sorunların modernlik içine taşınması, söz konusu sorunların
modernlik içinde daha farklı boyutlar elde etmesi anlamını taşımaktadır. Tarihi
süreçte dinlerin Yunan düşüncesiyle temasları telafisi mümkün olmayan etkiler
bırakmış, dinlerin düaliteye dayalı sistematikleri karşısında, Yunan
düşüncesinde yer alan dikotomik yapılar dini düşün-
ceyi etkilemiş ve dini düşüncede varlıkları günümüzde de süren
sorunları belirginleşmiştir. Özelde tıp alanında karşımıza çıkan ruh-beden
dikotomisi, başka bölünmelerin (dünya- ahiret, zahir-batm, akıl-kalb) altlığı
olarak karşımızdadır. Günümüzde dünya, hret, kutsal, hastalık, şifa gibi bir
dizi temel dini kavram düalitesinden kopmuş dikotomik içerik kazanmıştır. Söz
konusu süreç başka bir ifadeyle dünyevileşmeye karşılık gelmektedir. Bu
bağlamda dünyevilik dini düalite -literal anlam- karşısında yeniden
anlamlandırma gayretini ifade eder.
Dikotomiler modernliğin de karakteristiğidir. Klasik dönemde
varolan dikotomiler modernlik içinde ya doğrudan yada başka bir bağlamda
yeniden üretilmiştir. Semavi-dünyevi dikotomisi yerini kutsal-profana,
ruh-beden dikotomisi zi- hin-bedene bırakmıştır. Diğer yandan modernliğin
kendisini kurduğu dikotomiler -gelenek/modem- dine dair olanı teolojinin
alanından fenomenolojinin alanına sürüklemiştir ve bu anlamda fenomenoloji
dünyeviliğin mekanıdır. Alternatif tıp, geleneğin -geleneksel tıbbın- modern
tıp karşısında değişimini ifade eden bir tanımlamadır. Modem (Ortodoks) tıbbın
tarihiyle yaşıt bir tarihe sahip olan alternatif tıp, sosyolojik anlamda
modernlik içinde geleneğin değişimi ve yer edinmesi anlamını taşımaktadır.
Geleneksel uygulamalar modernliğin araçlarıyla yeniden üretilerek “icad edilmiş
gelenek” veya var olan tıp yaklaşımına karşı bir yaklaşım anlamında “karşı-mo-
dern tıp” formunda modernliğe dahil olmaktadır.
Günümüzde modern tıp hastalık alanından sağlık alanına
doğru genişlemekte, hayata dair her alan tıbbileştirilmekte- dir. Bu durum şifa
kavramını hastahk-şifa bağlamından çıkararak hem dini bağlamından kopartan hem
de metalaştıran bir süreci koşullamaktadır. Günümüzde şifa her türlü dini referansla
alternatif tıp alanında üretilen ürünlere katma değer sağlayan bir sıfata
dönüşmüştür. Şifalı ottan, şifalı meyveye, şifalı sudan şifalı taşa sonu
belirsiz bir kutsama süreciyle karşı karşıyayız. Bu durum sadece tıp açısından
değil din adına da değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Tarihsel süreçte din
ve tıp alanını ayıran şifa ve tedavi kavramlarının anlamları aşınmış biri
diğerinin yerine kullanılabilir hale gelmiştir. Benzer anlamda dini bir kavram
olan “hastalığın” anlamı şifanın anlamının dünyevileşmesiyle aşınmaktadır.
Bu
çalışmada hastalık ve şifanın anlamlarının değişimi tarihsel süreçte ele
alınmıştır. Geleneksel tıp, modern tıp ve alternatif tıp, hastalık ve şifa
kavramları bağlamında dünyevileşme açısından konu edilmiştir. Din günümüz
dünyasında anlaşılması zorlaşmış en önemli olgu olarak karşımızdadır. Modernliğin
bilince yansıması, bilinci dine karşı yabancılaştırmakla kalmamış, ürettiği
kavramlarla dini olan, dine dair alan ve kavramları bağlamından sökmüştür.
Günümüzde hangi alanda olursa olsun konuya modernliğin tarafından yaklaşmak
artık yaygınlaşmış ve kolay kullanılan kavram ve terimlere ulaşılmıştır. Buna
karşın dine dair bir alanı konu edebilmek, dinin kendi kavram ve terimleriyle
konuyu değerlendirebilmek imkansızlaştırılmıştır. Sorun elbette sadece bir dil
sorunu değildir.
Modernlik,
dini kavramları tarihselleştirerek tartışılabilir hale getirmekte, başka türlü
okuma ve yoruma açık hale getirmektedir. Bu bağlamda hem din hem de modernlik
açısından kavram ve terimlerin içeriklerinin değişimi önemli bir problematik
olarak yerini almıştır. Din açısından “anlam”, metinsel olanda gizli bir
niteliğe dönüşmüştür. Kavram ve te-
rimlerin ne anlamda kullanıldığı değil de nasıl
anlaşıldığının önemli olduğu modernlikte bu durumun bir problematik değeri de
yoktur.
Çalışma içinde dünyevilik,
günümüz sosyal biliminde yaygınlık kazanmış -modernliğin ürünü- temel kavramlar
ve tarihsel süreçte dini düşünceye dahil olmuş felsefi kavramların dini
kavramlarla karşılaştırılması yöntemiyle konu edilmiştir. Dünyevileşme süreci
ise din-felsefe ve din-tıp ilişkisi çerçevesinde “gelenek” üzerinden
çözümlenirken, tarihi süreçte hastalık, şifa, ruh, beden kavramlarının
edindiği içerikler dünyeviliğin sınırlarını çizmiştir. Çalışmanın alternatif
tıp ve modernlik çözümlemesinde teorik referansı yapılaşma teorisidir bu
nedenle hem alternatif tıbba dair hem de yapılaşma teorisinin temel kavram ve
terimler çalışmanın sonunda yer alan lügatçede açıklanmıştır.
“Mehmet AYSOY
Ankara, 2012 mehmetaysoy@mail.com
birinci bölüm
12
“Ontoloji versus Fenomenoloji”
Dinler kozmolojiyi düaliteler üzerinden kurar, felsefe ise
aynı gayreti dikotomilerle gerçekleştirir. Düalite2 ile dikoto- mi2
arasındaki fark dini ve dünyevi arasındaki -literal anlam ile yorum arasındaki-
farka karşılık gelmektedir. Başka bir açıdan din ve felsefe veya akıl ve vahiy
arasındaki farktır. Tarihsel süreçte dini düşünce düaliteye dayalı
bağlamlardan kopmuş ve dikotomik yapılar edinmiştir. Söz konusu değişim
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam için aynı yönlüdür ve bu anlamda her üç dinin
de düşünce tarihinde yer alan diko- tomiler Yunan düşüncesinin etkisini ifade
etmektedir.
2
Dûalite; doğadaki, evrendeki karşıtlık ve birbirini
tamamlayıcılık ilkesini ifade eden genel bir terimdir. Genellikle,
birlik-çokluk, ruh-madde, bilinçli-bilinçsiz, tesir eden-tesir edilen, şekil
veren-şekil alan, aktiflik- pasiflik, Gök-Yer, spiritûel alem-fiziksel alem,
ışık-karanlık, ak-kara, ha- yır-şer, iyi-kötû, doğum-ölûm, yûkseliş-iniş,
mikrokozmos-makrokoz- mos vb. gibi bir tür karşıtlık ve birbirini
bûtûnleyicilik gösteren iki şeyi, iki gücü, iki varlığı, iki unsuru ifade
etmede kullanılır.
2
Dikotomi: (Yun. dichia: ikili; temnein: kesmek) İki eşit parçaya ayrılmak üzere
büyüme noktasından ikiye bölünerek dallanma.
Modernlik te dikotomi inşa eden, kendisini dikotomiler
eşliğinde kuran bir yapıya sahiptir. Bu nedenle de dikotomiler modernliğin bir
ürünü sayılmakla kalınmamış, onun kayda değer karakteristiği olarak da
değerlendirilmiştir.3 Bu bağlamda tarihsel süreçte dinlerin hem
Yunan düşüncesiyle hem de modernlikle ilişkileri, düalitelerin dikotomik
yapılara dönüşümünün önemli izlerini sunar. Bu izler dünyevileşmenin de
göstergeleridir. Üç büyük dinin Yunan düşüncesi ve modernlikle ilişkisi hem üç
büyük dinin ayrı ayrı değişimini hem de dünyevileşme anlamında ortak
paydalarını anlamamıza izin vermektedir.
Dünyevileşme açısından modernlik yeni bir
dönemin adıdır. Modernlik içinde dünyevilik, modernliğin serüveniyle ilgili
bir bilim olan sosyolojinin kavram ve terimleri ekseninde çözümlenebilir bir
nitelik taşır. Sosyolojik olgular içinde sadece “din” kendi tanımını kendisi
yapar. Buna karşın modernlik bu tanıma rağmen bir tanımlama gayreti olarak
karşımıza çıkar. Modernlik4 içinde ontolojik ve teolojik alana dair
konular sosyolojikleştirilmiş, fenomenolojiye aktarılmıştır.
3
Jenks (2012) sosyolojide yer alan özne-nesne, yapı-eylem,
kûresel-yerel vb. gibi ikilemleri hem modernliğin hem de sosyolojinin
karakteristiği olarak değerlendirir. Diğer yandan Gencer (2009) modernliği
düalitelerin parçalanıp dikotomiye dönüşmesi olarak tanımlar.
4
Modo’dan (“son zamanlar”,”tam şimdi”) gelen modemus
Latince’den üretilmiş bir sözcüktür. İlk olarak İsa’dan sonra beşinci yüzyılın
sonunda an- tiquus’un karşıt anlamlısı olarak kullanıldı. Daha
sonraları, bilhassa onuncu yüzyıldan sonra modemitas (modem zamanlar) ve
moderni (bugünün insanları) terimleri de yaygınlık kazandı. Modernlik, bundan
dolayı, Hristiyan Ortaçağların bir icadıdır. Bu durumun, ilke olarak, eski
dünyayla güçlü bir karşıtlığı tesis etmiş olması gerektiğini tahayyül etmek
mümkün. Eski dünya pagandı, modem dünya ise Hristiyan. Yani, eski dünya
karanlığın örtüsü altında kalmış, ama modern dünya, Mesih’le anlam değiştirmişti,
ya da daha ziyade, tarihe ilk kez bir anlam verilmiş oldu.
Bu anlamıyla fenomenoloji hem
dinin hem de dine ait kavramların modernlik içinde konu edilebileceği
altlıktır. Bu anlamda kavramsal açıdan sosyolojinin kullandığı; din, gelenek
ve kutsal modernliğin ürünüdür. J. Samuel Preus (1987)’un tarihi çalışmasının
da gösterdiği gibi Batı’da Jean Bodin ile birlikte ortaya çıkan religion
(din), seküler bir kavramdır.5 (Gencer,2012) Modernlik içinde
“kutsal” kavramı da fenome- nolojikleştirilmiştir. Tarihsel bir perspektiften
bakıldığında, bu kavram, dini yaşantıyı dinin temeli olarak vurgulayan XIX.
Yüzyıl bağlamında ortaya çıkmıştır. (Furseth,2011) Kutsalın
fenomenolojikleşmesi, sosyolojinin din konusunda en önemli sorunlarının
temelini teşkil etmiş; din kutsala eşitlenmiştir. İşte bu bağlamda bir kutsal
modernliğin ürünüdür.6 Kutsal, dinlerde kullanımı çok sınırlı olan
kavramların başında gel-
5
Buna karşılık W. C. Smith (1991: 98 - 102, 289-90)’in
keşfettiği gibi,
Hint
- Avrupa ve Sami dil ailelerinde bulunan den ve din kelimeleri, Zer- dûştlûk
gibi eski İran dinleri yanında, orijinal olarak Yahudilik, Hıristiyanlık ve
İslam’ın getirdiği gerçek "din”i göstermektedir. Eski Farsçadan gelerek
İbraniceye de geçen den ve dath/data kelimeleri sistematik din ve hukuk/yasa
anlamına gelmektedir. Şu halde din, geleneksel dünyada ahlak ile hukukun iç
içe geçtiği bir düzeni anlatmaktadır. (Gencer, 2012)
6
"Kutsallık" terimi Latince kökende Sanctus, sacer
kelimeleriyle karşılanmaktadır. İngilizce’de "kutsallık” holiness ve
sanctity, " kutsal” holy ve sacred kelimeleriyle ifade edilmektedir.
Sacred ve holy kelimeleri birbirine yakın gibi durmalarına rağmen iki önemli
açıdan farklılık arz etmektedir: Her şeyden önce "Sacred” İngilizce’de
daha yeni bir kelimedir. Sacred kelimesi holy kelimesinin semantik anlam
alanının hepsini değil, bir kısmını içermektedir. Buradan anlaşılıyor ki ,
"sacred” kelimesi ile kastedilen kutsallık bizzat Tanrı tarafından kaynaklanan
bir anlamı değil, insanlardan kaynaklanan, insanlarca öngörülen bir anlamı
göstermektedir.” Holy” kelimesi ise kaynağı ve referansı bizzat Tann’mn olduğu,
en azından inananın hak diye kabul ettiği kutsallığı tasvir etmektedir.
İnsanlar gerçekten de hayatlarında ilahi karaktere sahip yönler ve mektedir.[101]
[102]
Gerçekte, "kutsal” kavramı, bir din içerisindeki unsurları birbirine
bağlayarak o dinin bütünlüğünü sağlayan ve kuşatan en temel öğedir. Kutsal, çok
tanrılı dinlerden tek tanrılı dinlere kadar din biçimlerinin özünde olan bir
anlam içerir. Kutsal, bütün bir din olgusunun kurucu unsurudur; din içinde
diğer unsurların bağlandığı temeldir. Şüphesiz ki, "kutsal” dediğimiz
zaman, mekan ve şahıs gibi unsurlar dini kurmaz; bilakis bunlar dini anlayışın
bir uzantısıdır. Yine gelenek de modernliğin ürünü bir fenomen olarak
karşımızdadır. (Aysoy,2003) Modernlik dışında hiçbir dönemde “gelenek”
kavramına rastlanmaz. Geleneğin dışından söz edilemez. Sadece modern dönemde
bu mümkün olmuştur. Bu anlamıyla kavramlar dini anlamından soyutlanıp
sekülerleştiril- miş/ dünyevileştirilmiştir. Çağımızda önde gelen mukayeseli
din bilgini W. C. Smith (1998: 9; Gencer,2012)’m da belirttiği gibi, dinler
tarihinin onun sembollerinin tarihi olarak alındığı Batı’da gerçek din tarihi
henüz yazılmamıştır. Bunun sonucu olarak bugün üzerinde uzlaşılabilir bir din
tarifine bile ulaşamamış, Batıh bilim dünyasının gelenek kavramının kün- hüne
varması da zor görünmektedir. (Gencer, 2012)
Kutsal, modernlik içinde kutsal-profan
dikotomisiyle tanımlanmıştır ve dinler tarihi, din antropolojisi veya
sosyolojisi aynı tanımı kullanmıştır. Bu bağlamında kutsal teolojik değil
fenomenolojiktir ve din fenomenolojisinin temel konusudur.8 Sosyoloji
içinde kutsal klasik ifadesini Durkheim’da bulur. Durkheim’a göre; dünyanın,
bir kutsal olan her şeyi, diğeri de profan olan her şeyi içeren iki alana
bölümlenmesi dini düşüncenin ayırt edici özelliğidir. (Adıbelli, 2011)
Durkheim’in dine kutsal/dünyevî ayrımı açısından yaklaşan meşhur din tanımı-
8
Felsefenin kurucusu, en önemli çalışmaları 1890 ve 1920
yıllan arasında yayınlanan Edmund Husserl’dir. Husserl bilgi ve
tecrübelerimizin köklerine inen kelimenin tam anlamıyla radikal bir felsefe
geliştirmeye çalışır. Özellikle bilimsel bilginin içinde kök saldığı gündelik
yaşantı ve etkinliklerimizle bağını kopardığını öne süren Husserl’e göre,
fenomenoloj inin görevi bu bağlantıyı yeniden kurmaktır. Bildiklerimizin bu
şekilde bir kenara itilmesi bazen ‘fenomenolojik indirgeme’, bazen ‘paranteze
alma’ ve daha teknik literatürde epoche olarak adlandırılır. Husserl ve onun
gibi düşünenler, yaşam tecrübelerinin objektif bir ampirizm için gözardı
edilmesini arzu eden her türlü bilimsel metodolojiye karşı çıkmışlardı. Bunun
yanında onlar, beşer tecrübelerini azami ölçüde dikkate alarak, onları
hakikatin keşfedildiği birer araç olarak kullanmayı amaçlıyorlardı. Mircea
Eliade (1907- 1986)’nin fenomenolojik yönteminde, dinin özünü anlamak için
kutsal (sacred) ve bilhassa da kutsal- profan ayırımı öne çıkar. Hatta
denilebilir ki onun The Sacred and Profa- ne (1959) adlı eseri Otto’nun The
Idea of Holy’si kadar etkili ve önemli bir fenomenoloji kitabıdır. Otto’nun
Kutsalın tecrübesi dediği şeye o, daha antropolojik bir kelimeyle kutsalın
tecellilerinin (sacred) beşer tarafından tecrübe edilmesi adını verir. Sonuçta
Eliade’nin kutsal- profan dikotomisi varlık alemindeki iki farklı forma işaret
eder ki bu da kutsalın ilk mümkün tanımında gizlidir; kutsal, profan olanın
zıddıdır. Onun bu eserine dalan bir kişi, fenomenolojinin, ya Dinler Tarihi
biliminin başlıca metotlarından biri olduğuna tamamen inanacaktır yahut daha
derin bir okumayla Dinler Tarihi’nin aslında Din Fenomenolojisinden başka bir
şey olmadığını düşünmeye başlayacaktır. (Alıcı,2005) Burada açıkça Eliade’nin
dinin tanımlanmasını da kutsalla ilişkilendirdiği görülür zaten ona göre;“ne yazık
ki şu an elimizde kutsalın tecrübesini ifade edecek din kelimesinden daha uygun
bir terim bulunmamaktadır”. nın altında yatan, dinin özünün
kolektif tecrübelerden ayrılmaması gerektiği varsayımıdır. Durkheim’in
gözlemlerine göre kutsal olan, aynı zamanda güçlüdür. O, bireyleri hem cezbe-
der, hem uzak tutar. Elle tutulup gözle görülemeyen bu güç (ki o Durkheim’e
göre tanrılaştırılmış toplumdan başkası değildir), inançlara yansır ve dinî
ritüellerde hep tecrübe edilir. (Poloma, 1995) Bu yaklaşım daha sonra
modernlik çözümlemelerinde kullanılan kutsal-profan dikotomisinin temelini
oluşturmuştur.9 Durkheim bu disiplini genel anlamda dinin sosyal
fonksiyonları çerçevesinde ele alırken Weber, öncelikli olarak “teodise
problemi” (ölüm, çile, şer gibi en temel ahlaksal problemleri içeren
açıklamalar) ile “kurtuluş dürtüsünün karşılaştırmalı incelenmesi”ni ele
almıştır. (Weber,2012)
“Kutsal” ile "dindışı”
arasındaki sözde evrensel karşıtlığa (dikotomiye) modernlik-öncesi yazılarda
rastlayanlayız.10 (Asad,2007) Ortaçağ teolojisinde esas karşıtlık
dikotomi do-
9
'(Elementary Forms of the Religious Life, İ9f5,s. 37;
Tûrkçesi: Dini Hayatın İlkel Biçimferi, çev. Fuat Aydın, İstanbul Ataç, 2005).
Eleştir- menfer, Durkheim’in kutsat ile din dışının birbirini dışlayıcı alanlar
olduğu görüşüne karşı çıkmışlardır, zira dindışı şeyler kutsal, kutsal şeyler
de dindışı haline gelebilir.(Bkz.William Paden, "Before The Secular Become
Theological: Rereding The Durkheimian Legacy”, Method and Theory in the Study
of Religion, cilt 3, no. 1.1991, bu eleştiriler karşısında Durkheim’i
savunur.) Daha yakın zamanda, eleştirmenler günlük yaşamda kutsal ve dindışmm
tipik olarak "tek bir torbaya tıkıştmldığı” itirazında bulunmuştur. Fakat
bu eleştirmenler bile kutsalın evrenselliğini kabul etmekte ve bunu özel bir
güç türü olarak sunmaktadır. Karşı çıktıkları husus, kutsalın "günlük
yaşamın maddiliğinden katı bir şekilde ayrı tutulması gerektiği görüşüdür (bkz.
Colleen McDan- nell, Material Chrstianity, New Haven, Connecticut: Yale
University Press, 1995, birinci bölüm )
10
Örneğin, Fransa’da sacre sözcüğü ortaçağda ve modem çağma
başlarında Hıristiyanların günlük dillerinin bir parçası değildi. Belirli
şeylere ğaüstü kutsal ile doğal dindışı arasında değil, "semavi” ile
"dünyevi” arasındaydı. Bu dikotomi tarihsel açıdan dini düşünceyi
etkileyen en önemli yapıdır ve hem “doğa”nm kav- ramlaştırılmasmda11
hem de “kozmolojinin” sistemleştiril- mesinde belirleyici olmuştur.
(kaplar), kurumlara
(kardinaller kurulu) ve kişilere (kralın bedenine) gönderme yapan ilmi
kullanımları vardı, ama gönderme yaptığı nesnelere ilişkin olarak
önvarsayıları hiçbir yegane deneyim yoktu ve bir örnek biçiminde ayrı bir yere
koyulmuyorlardı. Tüm bu dönem boyunca halkın dini inancı açısmdan-yani
pratikler ve duyarlılıklar açısmdan- önem arz eden sözcük ve kavram saintete (azizlik),
yani sıradan halka ve onların sıradan dünyasıyla yakından bağlantılı olan,
belirli insanların ve onların anısını yaşatan nesnelerin mübarekliğiydi. Sacre
sözcüğü Devrim zamanında ön plana çıktı ve seküler iktidarı hatırlatan
tehditkar tınılar kazandı. Örneğin, İnsan Haklan Bildirgesi (1789) "droits
natu- rels, inalienables et sacres”ten (doğal, devredilemez ve kutsal haklar)
bahseder. Mülkiyet hakkın on yedinci madde ile kutsal kabul edilir.” L’amour
sacre de la patrie” (kutsal vatan aşkı) yaygın bir on dokuzuncu yüzyıl
sözcüdür. Açık ki bu kullanımların işaret ettiği bireysel deneyim ve bu
deneyimi yaşadığını iddia eden yurttaştan beklenen davranış, Ortaçağda
"kutsal”sözüyle ifade edilenlerden epeyce farklıydı. Bu sözcük artık birey
olarak yurttaşlann ve kolektif olarak halkın kutsallaşmasının doğallaşmış bir
iktidar biçimini ifade ettiği modem seküler devletin işlevlerinin ve
özlemlerinin ayrılmaz bir parçası olan bir söyleme aitti.
Latince “natura”, Grekçe, “phusis-physis”,
Arapça, “tabi’at”: Klasik doğa tasavvurunda, bir ilkeyi, bir prensibi, kök
veya kaynağı ifade eder. Physis sözcüğünün asıl anlamı döllenme, filiz verme,
doğma anlamına gelen phy kökünden gelir ve organik gelişme sürecine işaret
eder. Bu kavram, düşünce tarihi içinde çeşitli anlamlar kazanarak zengin bir
içeriğe sahip olmuştur. Bunlardan ilki, bir şeye kendisi olma özelliğini kazandıran
öz, o şeyin olduğu gibi olmasını sağlayan şey (ilke)dir. Grek zihni, kavramı
genellikle bu anlamda kullanmış, bir çok Grek filozofunun yazdığı “Tabiat
Üzerine” başlıklı kitaplarda da bu birincil anlam kastedilmiştir. Süreç
içerisinde physis kavramının anlam sahası genişleyerek doğal şeylerin tamamı,
evrenin kendisi anlamında da kullanılmaya başlanılmıştır. Öte yandan
Aristotelesçi yorumda kavrama amaçlılık da karışır: Bir şeyin uğruna var
olduğu nihai durumdur, physis.
Platon
ve Aristoles’te sistemleşen, Batlamyus ve Yeni Pla- tonculuk süzgecinden
geçerek Copemicus’a kadar geçerliliğini sürdüren klasik evren tablosu
-kozmoloji-, belirli bir hiyerarşiye göre sıralanan farklı varlık sferlerinin
oluşturduğu kapalı bir yapıdır ve doğa tasavvuru kendi içinde iki kutuplu bir
eksen üzerinde şekillenmiştir; ilki, doğanın her türlü metafizik etkenden
bağımsız olarak kendi başına ve mutlak var olduğu kabulü, İkincisi, bunun tam
tersi olarak, doğanın duyular alemine konu olan tarafı da dahil olmak üzere
tümden yad- smışı ve giderek fiziksel gerçekliğinin yok sayılması. Doğanın
nesnel incelemeye konu olan, duyularla hissedilebilir somut fenomenler alemi
“Natura Naturata” ve fenomenler aleminin kendisinden türediği öz kaynak
anlamında “Natura Naturans” olarak köklü biçimde ikiye ayrılması, klasik
kozmolojinin ay- altı ve ay-üstü alem olarak bölünmesini belirlemiştir.
Aristote- lesçi evren anlayışı ise, kendi kendine hareket eden, dolayısıyla
canh, ruh taşıyan, akıllı, akıllı olduğu için düzenli (yasaya uygun) ve bir
amaç doğrultusunda hareket eden devasa bir organizma olarak ifade edilebilir.
Üç büyük dinin yorumcuları Aristoteles’in temel prensiplerini kendi dinlerinin
evren kavramıyla harmanlamışlardır. (Arslan,2012)
Klasik
dönemin kozmolojisi, insanın varoluşunu semavi hareketlere göre tanımlayan ve
etkileyen aşkın arketipal güçlerin mekanı olan gökyüzü anlayışıyla
yer-merkezli, sonlu ve hiyerarşik iken ve ortaçağ kozmolojisi, bu genel yapıyı
koruyarak, bunu Hıristiyan sembolizmine göre yeniden-yorum- larken; geleneksel
semavi-dünyevi dikotomisi bütünüyle yok eden modem kozmoloji ise, sonsuz uzay
boşluğunda var olan/yüzen bir gezegen dünyası varsayıyordu. Artık gök cisimleri,
aynı tabii ve mekanik güçler tarafından hareket ettiriliyordu ve Yeryüzü’nde
görülen aynı maddi öz’lerden oluşuyordu. Yermerkezli kozmos’un çöküşü ve
mekanistik paradigmanın yükselişiyle birlikte, astronomi, sonunda astrolojiden
büsbütün koptu. Kadim ve ortaçağ dünya tasavvurlarının aksine, modem evren’in
gök cisimleri, esrarlı ya da sembolik bir önemi haiz değildi; bunlar insan
için var var olmuyordu; insanın yolunu aydınlatmak ya da hayatını anlamlandırmak
için var değillerdi. Mahiyeti ve hareketleri, gerek insanın varoluşuyla,
gerekse herhangi bir ilahi gerçeklikle hiçbir ilişkisi olmayan, bütünüyle
mekanistik ilkelerin ürünü olan tastamam maddi entitelerdi/şeylerdi. Sadece
yaratılmakla kalmayıp, aynı zamanda, sürekli olarak ve doğrudan şahsi ve faal
bir Kadir-i Mutlak Tanrı tarafından idare edilen ortaçağ Hıristiyan kozmos
tasavvurunun aksine, modern evren, düzenli tabii yasalar tarafından yönetilen
ve münhasıran fizik ve matematik terimleriyle anlaşılabilir gayr-ı şahsi bir
fenomendi. Yaratıcı ve mimar olarak Tanrı, artık fizik evren’den uzaktan uzağa
uzaklaştırılmaktaydı ve şimdi sevgi, mucize, kurtuluş ya da tarihi müdahale
Tanrı’sı olmaktan ziyade, maddi evreni kuran, değiştirilemez yasalarını koyan
ve sonra da evrene doğrudan müdahale etmek-ten kendisini alıkoyan üstün
akıl/zeka ve ilk neden Tann’sıydı. Ortaçağ kozmos’u, sürekli olarak Tanrı’ya
bağ/ım/lıyken, daha büyük ontolojik gerçekliğe sahip olan ve ister aşkın,
isterse içkin olsun herhangi bir ilahi hakikate ihtiyaç duymayan modern
kozmos, kendi ayakları üzerinde duruyordu. (Tarnas,2011)
Ortaçağ
Hıristiyan dünya tasavvurunda, insan zihni, nihai olarak tabiat üstü bir
nitelik arzeden kainatın düzenini ilahi kaynağın yardımı olmaksızın
kavrayamazken, modern dünya tasavvurunda, insan zihni kendi akli melekeleriyle
evrenin düzenini kavramaya muktedirdi ve bu düzen bütünüyle tabiiydi. Maddi
ve müşahhas olana karşı manevi ve aşkın olanın hakimiyetine yapılan Hıristiyan
dualistik vurgu, fiziki dünyanın beşeri aktivitenin hakim odak noktası
olmasıyla birlikte şimdi tepe taklak edilmişti. Tam insan dramının sahnesi
olarak bu dünyanın ve bu hayatın coşkulu bir şekilde kucaklanması, geleneksel
dinin dünyevi varoluşu ve hayatı, ebedi hayata hazırlık sürecinde talihsiz ve
geçici sınav alanı olarak yok sayan hayat ve dünya tasavvurunun yerini almıştı.
Beşeri umut ve kaygılar, şimdi, gözle görülür bir şekilde seküler başarı
üzerinde odaklanıyordu. Ruh ile madde, Tanrı ile insan arasındaki Hıristiyan
dikotomisi, şimdi, zihin ile madde, insan ile kozmos arasında kurulan modern
dikotomi- ye dönüşüyor ve böylelikle, sübjektif ve şahsi insan bilincine karşı,
objektif ve gayr-ı şahsi maddi dünya bilinci yerini alıyordu, karşı tarafa
yerleştiriyordu. (Tarnas,2011)
Klasik
Grek tasavvuruyla mukayese edildiğinde, modern evren, içkin bir düzene sahipti
ama yine de insan zihninin doğrudan iştirak edebileceği kozmik bir
akıl’dan/zeka’dan sudur etmeyen, aksine, insan zihninin kendi kaynaklan yoluyla
tabiatın maddi kalıplarından ampirik olarak devşirilen bir düzen anlayışı icat
etmişti. Ayrıca, bu düzen, Greklerin anladıkları gibi, hem insan zihni, hem de
tabiat tarafından eşzamanlı olarak ve tevarüs edilerek paylaşılan bir düzende
değildi. Modern dünya düzeni, birinin kabul edilmesinin kaçınılmaz olarak
diğerinin bilgisini de anlamlandırdığı ve sunduğu iç zihin ile dış dünyayı aynı
anda besleyen aşkın, nüfuz edici ve birleşik bir düzen olmaktan da uzaktı. Daha
ziyade, iki alan, sübjektif ve objektif dünyalar, şimdi artık esas itibariyle
birbirlerinden ayrıydı ve farklı ilkelere dayalı olarak işliyordu. Algılanan
düzen ne olursa olsun, bu düzen, şimdi, tabiatın içkin düzenliliklerinin
objektif olarak kabul edilmesinden ibaretti (ya da Kant’tan sonra, zihnin
kendi kategorileri tarafından oluşturduğu fenomenal bir düzendi bu). Artık insan
zihni, tabiatın bütün diğer kısmından ayrı ve onlardan üstün bir fenomen olarak
algılanıyor ve kabul ediliyordu.
Klasik
Grek dünya tasavvuru, insanın entelektüel ve spi- ritüel çabasının yegane
gayesinin, insan ile kozmos’un ve kozmosun ilahi akıl’mm birleştirilmesi (ya da
yeniden-bir- leştirilmesi) olduğuna vurgu yaparken; Hıristiyan dünya tasavvuru,
insanın varoluş gayesinin, insan ile dünyayı Tanrı ile yeniden birleştirmek
olduğunu vurgularken; modern dünya tasavvurunun amacı, insan için mümkün olan
geniş bir özgürlük alanı yaratmaktı: İnsanı, tabiattan; baskıcı siyasi, sosyal
ya da ekonomik yapılardan; sınırlatın metafizik ya da dini inançlardan;
Kilise’den; Yahudi-Hıristiyan Tann’smdan; statik ve sonlu Aristocu-Hıristiyan
kozmosundan; ortaçağ Skolastisizminden; antik Grek otoritelerinden; bütün primitif
dünya kavrayışlarından özgürleştirmek/ti. Galileo ve New- ton’dan sonra,
semavi-dünyevi ayırımı terk edilmişti ve bu ezeli dikotomi olmaksızın,
astrolojik inanç sistemine yardımcı olan metafizik ve psikolojik öncüller
çatırdamaya başlamıştı. Gezegenler, kozmik bir akıl/zeka tarafından hareket ettirilen
arketipal semboller değil, eylemsizlik ve yerçekimi yoluyla hareket ettirilen
şimdi sıkıcı maddi nesneler olarak bilinen, kabul edilen "varhklar”dı.
Astrolojinin esas itibariyle hayati bir önemi haiz olduğuna ikna olmayan
Rönesans’ta yalnızca birkaç düşünür vardı; oysa Newton’dan sonra, astrolojiyi
incelemeye değer olarak kabul edilen sadece birkaç bilim adamı kalmıştı.
(Tarnas,2011)
Üç
büyük dinin “semavi” dinler olarak nitelendirilmesinde de belirleyici olan
semavi-dünyevi dikotomisi ekseninde semavi; kutsal ve dünyevi; kutsal olmayan
anlamını içeriyordu, bu anlamda da Batı düşüncesinde modern dönemde karşımıza
çıkan kutsal-profan bağlamı söz konusu dikotominin yeniden inşası anlamını
taşımaktadır.
Fenomenolojik
açıdan kutsalın ne’liği üzerine çalışan araştırıcılar, genellikle kutsalın
kutsal olmayanla yani prafanla karşılaştırıldığında açık seçik şekilde
anlaşılabileceğine dikkat çekmekte ve kutsalın özelliklerini bu bağlamda
tanımlama yoluna gitmektedirler. Kutsalı kutsal olmayanla açıklamaya dayalı bu
yaklaşım esas alınarak, kutsal olmayanın özelliklerine bakıldığında öncelikli
olarak şu temel karakteristik karşımıza çıkar: Sıradanlık ya da aleladelik.
Buna göre kutsal olmayan ya da daha doğru bir ifadeyle kutsal olarak kabul
edilmeyen şeyler sıradan alelade şeylerdir. İnsan yaşamında herhangi bir
olağanüstülüğe sahip değildir; dolayısıyla olağanüstü anlamda bir etkiye de
sahip değildir. Sıradanlık özelliği taşıyan şeylerin bir diğer özelliği,
varlık ve öz itibarıyla aynı zamanda insanın da yer aldığı bu evrenin
içerisinden olmaları ve aşkın bir değer taşımamalarıdır. Kutsal olmayanın ya
da prafanın bu özellikleri karşısında kutsallar ve kutsal değerler ise sıra
dişilik ya da olağanüstülük karakteri taşırlar. Bunların insan üzerinde sıra
dışı bir etkiye sahip oldukları; aşkın karakterleriyle insan üzerinde
etkileyici/belirleyici bir rol taşıdıkları düşünülür. Sıra dişilik, aşkmlık ve
etkileyicilik gibi özellikleriyle insanın sosyal, kültürel ve doğal çevreyle
ilişkilerinde günübirlik karşı karşıya olduğu sıradan olgu ve olaylardan
farklıdırlar.
Gelenek ve kutsal arasında
önemli bir bileşim söz konusudur. Gelenek özünde teolojik bir kavramdır ve
gelenek dinin fenomenal boyutunu oluşturur.(Gencer,2012) Özünde teolojik bir
olgunun modernlik içinde kavramlaştırılması ve yine modernliğin kutsaldan
uzaklaşma bağlamında değerlendirilmesi, geleneği fenomenolojinin sınırlarına
sürüklemiştir. Bu anlamıyla gelenek modernliğin ürünü bir fenomendir ve konu
edilmesi yine modernliğin ürünü olan bir yaklaşımla imkanlıdır. Modernliğin
ontolojik altlığı olarak nitelendirebileceğimiz gelenek-modern dikotomisi22
günümüzün anlaşılmasında diğer bir sorun olarak karşımıza çıkar. Teolojik bir
kavram olan geleneğin fenomenolojik bir kavrama dönüşmesi, daha doğrusu
geleneğin bizatihi modernliğin ürünü bir kavram olması, sosyolojik anlamda konu
edilmesini sınırlandırmıştır.
22
Sosyoloji modernliği bir dikotomi; “gemeinschaft/gesellschaft” ekseninde
kavramlaştırmıştır. Sosyologlarca ‘büyük ikilik/ayırım’ (great dichonomy)
olarak adlandırılan bu gelenek, günümüz sosyal bilimlerinin ‘geleneksel ve
modern’ ya da ‘modern-postmodern’ ayrımlarının da temelini oluşturmaktadır. Çok
tanınmış ve oldukça sık alıntılanan böyle kutupsal bir tipoloji, 1887’de
yayınlanan ‘Gemeinschaft und Gesells- chaft’ (Cemaat ve Toplum) adlı kitabın
sahibi Ferdinand Tönnies’e (1855-1936) aittir. Bu kitapta Tönnies,
‘gemeinschaftlich’ karakterine sahip ilişkiler temelinde biçimlenmiş bir toplum
tipinden ‘Gesellschaft’ kavramıyla dile getirdiği bir toplum tipine geçişi
tasvir etmektedir. Buna göre; her türlü samimi, mahrem, bize ait olan ve
birlikte ortaklaşa yaşam topluluk (cemaat) hayatı olarak adlandırılır. Toplum
ise dışımızda olan kamusal yaşamdır (puplic life). İnsan kendisinden olanlarla
birlikte (ailesiyle) oluşturduğu cemaatte ak ve kara günlerde doğuştan itibaren
hep ona bağlı olarak yaşar. Toplum ise kişinin yabancı bir ülkeye girer gibi
girmesini gerektirir.
Gelenek modernlik içinde iki ayn yaklaşımla konu edilmiştir;
hermenötik ve fenomenoloji.33 Metin (text) bağlam (context)
ilişkisine dayanan hermenötik, filolojik veriler ışığında Tevrat ve İncil gibi
kutsal metinlerin yorumlanmasına yönelik teolojik bir disiplin olarak
doğmuştur. Hermenötik- le, yorum nazariyesini kastediyoruz. Sözcük, mitolojide
Tan- n’nın habercisi olan Hermes’e bir atıf yapar. Hermes’in görevi,
tanrılarının eylemlerini ve planlarını insanlara izah etmekti. Böylece,
tanrısal alanla beşeri alan arasında bir köprü kurdu. Benzer bir biçimde
hermenötik, iki alanın, bir taraftan bir metnin ya da bir eserin ve diğer
taraftan onu anlamak isteyen kişinin arasındaki ilişkiyle ilgilendi.
Hermenötiğin tarihi, ‘hermenötik’ teriminin tarihiyle özdeş değildir. O, modern
ifademizin kökenine uzanan Yunanca’daki hermenia sözcüğü olmasına rağmen,
hermenötik sözcüğünün işaret ettiği etkinlik, lengüistik, resim ve beşeri
ifadenin diğer biçimlerinin yeterli yöntemi üzerine insanın düşünme pratiği
kadar eskidir. (Jeanrond,2007) XIX. asrın başlarında Schleiermacher, genel
olarak metinlerin anlaşılmasının hangi şartlar altında mümkün olduğunu araştırmak
üzere disipline felsefi bir içerik kazandırdı. Daha sonra Dilthey ve Weber,
"kültür bilimleri" adını verdikleri sosyal bilimlerde hakim
pozitivistik paradigmaya karşı hermenötiği alternatif metodolojik paradig- 33 Peter L. Berger, Robert
N. Bellah ve Clifford Geertz gibi bilginler, teoloji ile sosyolojinin
buluştuğu din sosyolojisi ve antropolojisi -fenome- noloji-perspektiflerinden
geleneğin yeniden keşfi yolunda önemli adımlar atmışlardır. Ayrıca Mircea
Eliade ve Wilfred C. Smith gibi bilginler de çağımızda gelişen mukayeseli din
incelemesi perspektifinden, dinin tecessûmû geleneğin evrensel yönünü
göstermişlerdir. Gene çağımızda Hans-George Gadamer de teoloji ile felsefenin
buluştuğu hermenötik perspektifinden bu konuda canlı bir tartışma
başlatmıştır. (Watson 1997)
ma olarak geliştirdi. Bilgi ile gerçeklik arasında
tek-yönlü bir ilişki öngören pozitivizme karşılık hermenötik, tekst ile ve bu
tekstin tarih ve toplumda tekabül ettiği konteksti, diğer bir deyişle dünya
görüşü ile tekabül ettiği gerçekliği karşılıklı atıfla yorumlamayı amaçlar.14
Bu ele alışta geleneğin anlamlandırılması açısından anlama sürecinin bizzat
kendisi hermenötik bağlamda bir analizi/ayrıştırmayı gerekli kılmaktadır.
Nitekim geleneksel yorumbilimsel teorilerden farklı olarak, anlama süreci
düzenlenmiş, yöntemsel ve önyargısız teknikler sorunu olarak değerlendirilemez.
Zira anlama etkinliği, öznenin önyargıları ve peşin hükümlerine bağlı olarak
bir gelenek içerisinde gerçekleşebilir.15 Hermenötik pers-
14
XX.
Yüzyılda Martin Heidegger ve Hans-George Gadamer gibi filozoflar ise,
hermenötiği metodolojik bir disiplin olmaktan çıkararak bağımsız bir ontolojik
disipline dönüştürdü.
15
Temel
hareket noktası açısından baktığımızda hermenötik anlamanın, hem bir gelenekte
ifadesini bulan ‘nesneye’ hem de o nesnenin bize içinden hitap edebileceği bir
geleneğe ilişkin olduğu gerçeği ortaya çıkar. Hermenötik anlamada bireyin
anlama konuları/nesnelerle olan ilişkisi yalın ve sorunsuz değildir. Hermenötik,
geleneğin bize ilettiği mesajın ‘aşina’ ve ‘yabancı’ karakteri arasındaki
gerilim üzerine inşa olur. Bu gerilim, hermenötik anlamanın konusu olan nesneye
geleneğin aktardığı bir şeydir. Theoria ve praksisin oluşumunda
inşa- i bir karakteristiğe sahip olan geleneğin, bir anlam ve anlamlandırma
evreni yaratarak tarihsel etkinliğini sürdürdüğüne tanık olmaktayız. Geleneğin
yaratıcı üretkenliği içerisinde varlık bulan bu anlamlandırma evreni, öznenin
tüm çeşitliliği ile anlama nesnesine yönelik zihinsel çabasına eşlik eden bir
zemin/perspektif yaratır. Bu perspektif, anlama çabasına eklemlenen arızi bir
unsur olmanın ötesinde özneyi kuşatan bir çerçeve sunar. Özneyi tümüyle
sarmalayarak anlam/anlam- landırma dünyasına dahil eden bu perspektif, yorumsal
otantisitesini tarihsel süreçte sistematik anlamalar ve yorumlamalar eşliğinde
devşirmektedir. Aktarım sürecini deruhte eden geleneğin, anlayan ve yorumlayan
öznenin diyalektiğini tayin edici bir işlevi söz konusudur. Söz pektifle
hakikat, zamanlar üstü değil, tarihsel akış içerisinde varlık bulan bir
olgudur. Bu çerçevede hakikat, tarihsel anlam dünyalarını ve geleneği
anlamlandırmayı ifade eder. Hakikat bilgisinin arayışında olan öznenin bu
bilginin nesnesi ile karşılaştığı ve etkileşime girdiği vasatı, ‘gelenek’
oluşturmaktadır. Hermenötik, anlama sürecini yorumlama ve uygulama
boyutlarıyla kuşatıcı varoluşsal bir eylem olarak tasavvur etmektedir. Sürecin
öznesi tümüyle, önyargılarına ve koşullanmışlığına eşlik eden bir tarihsel
bilinç ile hareket etmektedir. Süjenin tevarüs ettiği tarihsel ve
sosyo-kültürel birikim bir gelenek oluşturarak anlamlandırma sürecinde etkin
bir anlam evreni inşa eder. Bu yönüyle gelenek, Aydınlanma düşüncesinin temel
öngörüsünde olduğu üzere, anlam inşasında aşılması gereken metodik bir açmaz
ya da engel olmaktan çıkar. Böylesi bir temellendirme ile ‘gelenek’ ve
‘önyargı’ ontolojik ve metodolojik meşruiyetini kurmaktadır. Her şeyden önce
anlama etkinliğinin nesnesinin bizzat kendisi bir tarihsel gelenek içerisinde var
olması yönüyle temel meşruiyet zeminini oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra
bütünsel bir kategori olarak anlama-yorumlama uygulama üçlemesinin süj esinin
varoluşsal tarihselliği de meşruiyet zeminini tahkim eden bir unsur olarak
tezahür etmektedir. (Kıhç,2010)
Batı’da yüzyıl dönemecinde yaşayan Emile
Durkheim ve Max Weber gibi, Yahudi ve Protestan güçlü bir dini arka pla-
konusu diyalektik, öznenin kendi iç dünyası
ile temasını kuran ‘içsel bir söyleşi’ olmanın yanı sıra, yönelmiş olduğu
anlamlandırma evreni ile ‘dışsal bir söyleşiye’ de dönüşür. Bu çift yönlü
diyalektik, anlamlandırma sürecini yaratıcı bir dinamizmle inşa eder. Bir
anlamda bu süreçte özgül bir tarihsellikle var olan özne, tarihe bulanmışlıkla
verili geleneğin tarihsel izdüşümlerini her dem yeniden yaratır/üretir. Bu
süreçte geleneğin verili kalıpları içerisinde özne, anlam kurucu ve yorumlayıcı
bir figür olarak var olur. (Kılıç,2010) na sahip öncü sosyologlar, birbirine
bağlı modernlik kadar geleneği de kavramayı başarmışlardı. Modern dünyada en
temelde din, hukuk ile ahlak arasındaki parçalanmaya paralel olarak gerçek
gelenek ve teolojik ve sosyolojik alanlar arasında bölünerek asli bütüncül
anlamını kaybetmiştir. Bunun sonucunda geleneğin özü ile kabuğu ve aktarılış
tarzı birbirine karışmıştır. Nitekim lafzen gelenek, anane veya tra- dition
terimlerine hakim espri aktarmadır. (Gencer,2012) Bu bağlamda geleneğin
sosyolojide konu edilmesi, modernliğin açıklanmasında bir araç niteliği
taşımıştır ve bir diko- tomi ekseninde olmuştur: Gelenek/Modern.16
Aydınlanma felsefesinin sunmuş olduğu perspektif açısından sorunlu bir değer
alanı olarak kategorize edilen gelenek, ne anlam kurucu bir araç ve ne de
anlamlandırma/yorumlama yöntemi olarak öngörülebilir. Zira her şeyden önce
modernite açısından gelenek, modernitenin kendi varoluşunu onun ötekileştiril-
mesi ve yokluğu ile kurduğu negatif bir anlam kategorisidir. Bu yüzden
geleneğin sözünü ettiği anlam çerçevesinde meşruiyeti modernitenin öngördüğü
paradigma açısından sorunlu olduğu aşikardır.
16
Bu
tür dikotomik kavramlar kesinlikle aydınlatıcı olmaktan uzaktır; onların
kusurlarının kaynağı, iç-dinamikçi gelişme modelleriyle ilişkileri ve bu
ilişkinin sıkça işe karışmasıdır. Daha ziyade üstü örtülü ifade edilen bu iki
kabulün, yani bir toplumun kurumsal niteliğinin her şeyden önce o toplumun
ekonomik veya teknolojik gelişme düzeyi tarafından belirlendiği ve bu yüzden
ekonomik açıdan en gelişmiş toplum veya toplumlarm belirli bir zaman diliminde
diğer toplumlarm sonraki gelişimlerinin mevcut bir imgesini oluşturdukları
ön-kabulleri karşısında dikkatli olunmalıdır.” (Giddens,2005,414) “Artık,
dikotomik karşıtlık eleştirilerinde, bunun yerine, belirli toplumlarda geleneksel
ve modemin muhtemel farklı ‘karışımları’ndan söz edilir. (Ay- soy,2008)
Geleneğin fenomenoloji17 içindeki bağlamı ise, farklı
disiplinlerin kesişme mekanı olması anlamında karmaşıktır. Fe- nomenoloji
dünyevileşmenin altlığı işlevini görmüş, modernlikte ontolojinin yerini
almıştır. Ek olarak fenomenolojik yaklaşım, sosyoloji ve teoloji arasında
sürüp giden tartışmalar için uygun koşulların oluşturulmasına imkan
sağlamıştır. Benzer şekilde erken dönem Hnstiyanlığı üzerine yapılan
çalışmalara yeniden ilgi gösterilmesi, din fenomenolojisinin gelişimine katkıda
bulunmuştur.18 Fenomenolojinin sosyoloji içinde yer '7 “Fenomenoloj!” kelimesini felsefî anlamda ilk
defa Alman asıllı İsviçreli matematikçi ve filozof Johann Heinrich Lambert, Neues
Oraganon (Leib- zig, 1764) adlı eserinde kullanmıştır. Lambert’in çağdaşı
Alman filozof Immanuel Kant (1724-1804) ise fenomen kelimesini eserlerinde iki
defa kullanmış ve buralarda “tecrübenin yani görünen ve zihnimizce oluşturulan
şeylerin verileri” olarak anlamlandırmıştı. Ona göre “numenler”, yalnızca akıl
ve idrak ile elde edilen şeylerken, kendinden olan şeylerden ayrışan
fenomenler ise rasyonel, bilimsel ve objektif olarak hareket eden eşyadır.
Felsefî fenomenolojinin en önemli ismi hiç kuşkusuz Ge- org W. F. Hegel
(1770-1831)’dir. O, Tinin Fenomenolojisi (Phanomenolo- gie des Dougles
Ailen, Geistes, 1807) adlı eserinde Kant’m phenomena ve noumena
şeklindeki ayırımına karşı çıkar. Ona göre fenomenler, bilginin fiili safları
olup, evrimsel bir tarzda ham bilinçten mutlak bilgiye doğru daimî bir
ilerleyişi gösterirler. Bir başka değişle fenomenler, zihnimizin bize
gözüktüğü yolları incelemekle mutlak bilgiye ulaştığımız ve Tinin (Ruhun)
gelişim safhalarını bize sunan tezahürlerdir. Hegel için fenomenoloj! ise
kendisi vasıtasıyla zihnimizin bize göründüğü yollan araştırarak mutlak
bilgiye geldiğimiz bir bilimdir. (Alıcı,2005)
'8 Fenomen terimi ve onu anlamaya
yönelik olmak üzere yapı (structure), betimleme (description), morfoloji,
karakter verme (characterisation), anlama (verstehen), öz (wesen/essence) ve
tezahür (erscheinungen/ma- nifestation) gibi felsefe kavramlarla ilintilidir.
Bu bağlamda Din Feno- menolojisi’nin iki temel boyutu bulunmaktadır; a).
Kant’m, numen/fe- nomen ayırımına bağlı olarak “Üstün Kutsal Varlığı” ifade
etmek üzere “Fenomen” (Grekçe Phainomenon/kendini gösteren, tezahür eden şey)
terimi ışığında gelişen anlamlandırmalar b). Hegelci-Husserlci genel fe-
nomenolojiden ödünç alman terimler etrafında gelişen fikirler. edinmesi Schutz
ile başlar ve Schutz, klâsik çalışması “Toplumsal Dünyanın Fenomenolojisi”nde,
Max Weber’in çalışmasını felsefi temelde eleştirerek fenomenolojik görüşleri
sosyolojiye katmaya çalışır. Schutz, toplumsal dünyaya ilişkin bilgimizi
bütünlük ve anlamdan yoksun temel bir tecrübe akışından nasıl oluşturmaya
çalıştığımızı göstermeye çalışır. (Cra- ib,1992) Sosyolojide fenomenolojik
yaklaşım Peter Berger’in çalışmalarıyla önemli bir yer edinmiştir. Özelde din
sosyolojisinde Weber’den sonra en çok etki eden sosyologlardan sayılan
Berger, dünyevileşme konusunda halen geçerliliğini koruyan çalışmalar ortaya
koymuştur.19 Son dönemde küreselleşme teorileri içinde gelenek bir
fenomen olarak yeniden konu
19 Berger’in tezi,
“çoğulcu modern durumda bütün dinlerdeki otorite unsurunun tehlikeye
girebileceği” varsayımına dayanmaktadır (Berger, 1979: xi). Bir dini devam
ettirecek olanların önünde üç seçenek bulunur: Tümdengelim (dinin otoritesini,
ona yönelik meydan okumalara rağmen yeniden tasdik); indirgeme (dini dünyevîleştirmeye
çalışmak); tümevarım (dinde mündemiç tecrübeleri yeniden keşfedip içselleştir-
meye çabalamak). Berger’e göre ne birçok dinî muhafazakârın durduğu
tümdengelimci konum, ne de birçok dinî liberalin tuttuğu indirgemeci konum pek
çok modern erkek ve kadın için makuldür. Sadece üçüncüsü -yani tümevarım-
modernitenin karşısında uygulanabilir bir seçenektir. Bu bağlamda
“dünyevileşme” modernliğin ürünüdür. “Tümevarıma seçenek, tüm dinî tasdiklerin
zemini olarak tecrübeye başvurmak demektir -sınırları nereye kadar giderse
gitsin, bir kimsenin bizzat kendi tecrübesine ve belli bir dinin sınırları
içerisindeki tecrübeye” (Berger,1979:58). Berger, kültür ve toplumun dinî
veçhelerinin ortaya çıkışında dinî tecrübenin önemini kabul etmesine rağmen,
“dinî tecrübenin insanlar arasında herkese ve eşit derecede dağıtılmadı- ğı”nda
ısrarlıdır (Berger,1979:43). Berger (1979:44-45), toplumsal kuramların önemini
vurgulayan güçlü bir sosyolojik duruşu sürdürerek şöyle demektedir: Dinî
tecrübe, gündelik hayatın gerçekliğini ihlal eder; kaldı ki bütün dinler ve
kurumlar gündelik hayatın gerçekliği dahilindeki yapılardır... Bir din ve onun
etrafında şekillenen bütün ku-
edilmiştir. Özellikle Giddens’m
yapılaşma teorisinde gelenek, hem modernliğin hem de geleneksel-sonrası durumun
açıklanmasında önemli bir araç olarak yer edinmiştir.
Sektiler ve dünyevi, biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir.
Sosyolojide kullanıldığı anlamda sekülerlik, modernliğin karakteristiği olma
bağlamında dünyeviliğin anlamını içermesine karşın, dünyevilik modernliği tam
anlamıyla karşılamaz. Sekülerleşme modernliğin ürünü,[103]
[104]
modernlikle ilintili, modernlik içinde tanımlanabilir bir olgu iken, dünyevilik
dini anlamıyla her zamanda konu edilebilen bir fenomendir. Din açısından
dünyevileşme; dünya-ahiret bağlamının dünya lehine aşmdırılmasıdır. Bu durum
biri diğerini belirleyen bir dizi düalitenin dikotomiye dönüşmesini de ifade
eder. Ruh-beden, zahir-batm, madde-mana gibi bir dizi düali- te bağlamından
kopar ve biri diğerini ötekileştiren anlamlara sürüklenir. Din açısından bu
yapılarda ortaya çıkan değişim modernlikle ortaya çıkmış değildir. Tarihte
Yahudilikte dün- yevileşmenin en uç sınırlarını, Hıristiyanlıkta dünyayı ret etmenin
en uç sınırlarıyla karşılaşırız. Bu bağlamda dünyevileşme Yahudilik açısından
ayırıcı niteliği olan bir kavram değilken, Hıristiyanlık için oldukça
belirleyici bir kavramdır. İslam söz konusu olduğunda durum daha farklı bir
hal ahr, Hıristiyanlığın modernlikle serüveni ve İslam’ın serüveni farklıdır.
İslam Hıristiyanlığın “ruhban” yapısı karşısında “dünyevi” bir dindir,
Yahudilik te İslam karşısında “dünyevi”dir.
Sosyoloji
Hıristiyanlığın dünyevileşmesini konu edinmiştir. Dünyeviliği modernliğin
açıklanmasında bir fenomen olarak ele alan bu yaklaşımlar, genelde Weber’in
çalışmalarına dayanmıştır. Weber’e göre sekülerleşme süreci Batı’ya özgü bir
gelişmedir ve bunun kökleri antik Yahudilikte, Protestanlıkta ve gelişen
kapitalizmde bulunmaktadır. Bu sürecin merkezinde akılsallık (Rationalitât)
ve akılcılık (Rationalisie- rung) kavramları bulunmaktadır. Yaşamın
bütün yönlerinde, geleneksel normlar yahut karizmatik coşku olmaksızın hesaplama
ve denetlemede, insanın artan yeteneklerinde akılcılığın yaygınlaşmasını
görürüz. (Robinson,2002) Burada artık karşımızda Weber’in Schiller’den
aktardığı ve sözcük olarak “Nesnelerden büyünün, sihirin kovulması” anlamına
gelen ünlü “dünyanın büyüden arındırılması” (Entzauberung der Welt) süreci
vardır. İnsan artık büyük bir büyülü bahçede yaşamamaktadır. Buradaki
ve yanı başındaki dünyaya yönelmek ve güvenliği elde etmek için, onun
artık ruhları yüceltmesine ve onları yardıma çağırmasına gereksinimi yoktur.
İnsan artık kurtuluşu ayinsel, idolatrik yada sakramental yöntemlerle aramak
zorunda değildir. Onun yaşamında kader duygusu zayıflayarak, yitip gitmektedir.
İnsanın
dünya anlayışındaki farklılaşma ile ‘büyü bozumu’ arasında sıkı bir bağlantı
bulunmaktadır. Bilimlerin gelişmesi, dünyanın doğal ve kültürel bir sürece
tabi olduğunu göstermekte, bu durum insanın dinsel anlayışında tikel ve hatta
öznel olduğunu öğretmektedir. Toplumun fonksiyonel ayrımlaşması, dinin gitgide
kamusal yaşamdan dışarıya itilmesine yol açar. Din, ekonomik, siyasal ve hatta
sosyal davranış ve tutumlar alanından, özel yaşamın gizli bir köşesine çekildi
ve orada bireyselleşmiş insanın kutsalla ilişkilerini yorumlamada ve organize
etmede bir işleve sahip oldu. Böylece hristiyanlık vahyi aracılığı ile
anlaşılan tüm insani tecrübedeki bütünsel görüşün yerine, farklılaşmış görüşler
geçmiş oldu. Artık yalnızca kamusal ve özel yaşamı kuşatan ve yurttaşların
bireysel yaşamı için kısımlara ayrılan bir değer sistemi yoktur.
(Robinson,2002)
Weber,
Protestanlığın ve bilhassa Kalvinist mezheplerin “modern kapitalizm”in “ruhu”
üstündeki etkilerinin izini sürmeye çalıştı ve bu terimlerin anlamlarını -ya da
açıklamayı önerdiği şeyleri- ancak adım adım açıklığa kavuşturdu. Ele aldığı
Protestan mezhepçilerin dinsel yönelimlerinin kapitalizmin ne zorunlu ne de
yeterli nedenleri olarak gördü; ama bu yönelimlerin "modern” kapitalizmin
"ruhu”nun ya da kültürünün şekillenmesine katkıda bulunduğuna inanıyordu.
Gerek "modern” kapitalizmi gerekse onun "ruhu”nu, bunlar ile bu
dünyaya dönük riyazetin (asceticism) Protestan biçimleri arasında bağlantı
kuran tarzlarda tanımladığından, bu konudaki argümanının döngüsel (circular)
olduğu kanaatine varılabilir.
Weber
argümanını telaffuz ederken, çalışmanın skolastik teolojide olduğu gibi organik
bir düzene yapılan katkı olarak değil, bireysel bir ödev ya da "çağrı”
olarak kavrandığı Protestan çalışma anlayışını vurgulayarak işe başladı.
Martin Luther ve takipçileri açısından, özgül bir mesleği icra etme fikri, var
olan toplumsal-siyasi sistemin pasif bir şekilde kabullenmesi anlamına
geliyordu. Gelgelelim, belli bir takım Protestan mezhepler arasında, Kalvinist
takdiri ilahi öğretisinden, Lut- hercilikte görülenden çok daha güçlü ve
devrimci bir potansiyele sahip dünyevi eylem vizyonu geliştirdi. Mantıkta, nedensiz
bir şekilde mukadder kılınmış lanetlenmişliği ya da "cennete seçilmişliği
"anlatan karanlık itikatm kaçınılmaz olarak kaderciliğe yol açması
gerekir. Gerçeklikte ise, bu itikat insanın akıl sır erdiremediği bir Tann’mn
mevcudiyetinde, tipik bir şekilde emsalsiz bir bireysel yahtılmışlık ve yalnızlık
doğurdu. İnanan kişi üstündeki bunaltıcı psikolojik basınçlara günah
çıkarmalar, günahları bağışlamalar ya da kurumsallaştırılmış "büyü”nün
öbür biçimleri çare olmuyordu; bu anlamda Kalvinist dünya tam anlamıyla
"büyü bozumuna” uğramıştı. Bireylerin duygusal açıdan katlanılamaz olduğu
ortaya çıkmış olan bir teolojiyle uğraşmalarının yalnızca iki yolu vardı.
Birincisi, erdemli bir hayatı başarıyla sürdürerek cennete seçilmişler
arasında yer almalarının nedenleri değilse de semptomlarını arayabilirlerdi. Ya
da bunun yerine, genellikle öbür dünyada azizlerin ayrı bir topluluk oluşturulacağını
bildiren mezhepler içerisinde yer alarak, kendilerini Tann’nm bu dünyada
yücelmesinin birer aracı haline getirebilirlerdi. Geliştirdiği
"psikolojik” yorumları sağduyusal bir "anlaşılabiliri’lik nosyonuna
dayandıran Weber, Tann’nm yüceltilmesi uğrunda çalışmanın nasıl olup da genel
iyi uğrunda çalışmak anlamına gelebileceğini -ve böylece nihayetinde dünyevi
faydacılık biçimlerini teşvik edebileceğini- gösterebildi. Kısacası, Weber haz
peşinde koşmayla hiçbir alakası olmayan bir başarma dürtüsünün (compulsion)
dinsel dayanaklarına dikkati çekmeye çalışmıştı. Dünyevi bir riyazet biçimi
ile davranışın sistematik rasyonelleştirimi modern kapitalizmin "ruhu”nu
ve yanı sıra kültürü bugünkü haline getiren daha kapsamlı rasyonelleşme
sürecini tayin edici bir tarzda şekillendirmişti. Weber’in bu uzun
denemesindeki en kasvetli pasajlar, başlangıçta dünyevi riyazet ethos’unu
doğurmuş olan dinsel kaygıların aşınmaya uğramasını ele alan pasajlardır.
Weber’e göre, kapitalist sistem bir kez yerli yerine oturduktan sonra artık
bunun gibi dinsel dayanakları bulunan enerjilere -ya da onların ahlaki
muadillerine- ihtiyaç duymaz. (Ringer,2006)
Giderek
"küçük burjuva”nm, "dükkan sahiplerinin özelliği haline gelen” ve
daha çok orta sınıfın sahip çıktığı bu et- hos, ağırbaşlılık, mantık,
özdenetim, düzen, tutumluluk, ciddiyet gibi motiflerden kuruludur. Bu ethos’un
sahipleri, kazandıkları ve biriktirdikleriyle kendilerini kutsallıktan pay
almış sayarlar. Kazanç getiren ve bu dünyaya odaklı bir "ça- hşma”da
kestirmeden kutsallıkla ilişkilendirilmiş olur. Belirli bir çalışma kültürüne
sahip olmakla, meslek sahibi olmakla dindarlık arasında doğrudan bir ilişki
kurulur. "Manastır çileciliği” nin yerini, "dünyevi ödevlerin yerine
getirilmesi” çabası alır; dindarlıklarını " meslek uğraşısı ve yaşam
biçimi” yoluyla kanıtlamak isterler. ”lş arayıcılığıyla ilahi güce erişme”
amacı taşıyan farklı bir çileciliği uygulamaya sokarlar. Onların yardımıyla
manastırlarda uygulanan çileci pratikler değişir ve "yalın bir dünyeviliğe
geçiş” gerçekleşir,"sistemsiz bir ahlak yaşamı”sona erer. Püriten ahlak
sahibi bu insanlar için "dünyevi yaşam ödev olarak değerlendirilir”. Böylece
Or- taçağ’m "ruhsal aristokrasisini oluşturan dış dünyadan kopmuş
keşişlerin yerini, "yararcı bir meslek yaşamı” içinde inancını kanıtlamaya
çalışan farklı türden bir çileciliğe sahip dindarlar alırlar. Böylece
Protestanların sofuluklarından, kapitalizme ve dünyeviliğe geniş bir aralık
açılmış olur. (Tabu- roğlu,2008)
Ortaçağın
dünyayı dışlayan tutumuna karşın Protestan anlayış, dünyayı kutsallaştırıyor ve
dünyevi eylemlerin yerine getirilmesini Tanrı’nm dileğiyle özdeşleştiriyordu:
“.. .her türlü koşul altında dünyevi ödevin yerine getirilmesini Tanrı’yı
hoşnut kılan tek yaşama biçimi olduğu ve Tann’mn dileğinin de ancak bu olduğu
ve bu yüzden de onaylanmış her mesleğin Tanrı katında aynı değere sahip olduğu
görüşüdür.” (We- ber,2012) Yine ortaçağın batıl inançlarla örülü dini
anlayışına oranla Protestanlık, her türlü akıl dışı ve dünya ötesi metafi-
ziksel unsurları dışlayarak akılcı, pozitivist ve seküler bir dini görüşü
geliştirmiştir: “Gerçek püriten, mezarda bile dini törenle ilgili her işareti
reddetti ve hiçbir “batıl inanç,”büyü ve ayin ile kurtuluşa ulaşılacağı
inancının ortaya çıkmaması için en yakınlarını şarkısız ve ilahisiz gömdü”. (
Weber,2011)
Dünyeviliği
yerine yerleştirirken, sekülerliğin ötesinde genel bir tariften söz etmek
zorunludur. Sekülerlik daha çok siyasal ve tanımken, dünyevilik tüm yaşam
alanlarını içeren sosyal bir tavrın, kültür ve düşünüşün bir parçasıdır.
Dünyeviliği, "dindışı olan her şey” diye tarif etmek de doğru olmaz. Daha
genel bir ifade olarak dünyevilik, modernlik gibi, çok boyutlu bir tarihçeye,
yaşam şekline, hatta ekonomi-politiğe denk düşen bir yaşam ve düşünüş şeklidir.
Weberyen yaklaşımdaki kutsaldan arınma ve ayrımlaşmanın açıklamasında,
Berger’in, dinin toplumsal kuramlardan ve ona etkilerinden uzaklaşması ile ortaya
çıkan yapısal sekülerleşme ile, insan bilincinin dinsel görüşten uzaklaşması
ve onun sonuçları ile gerçekleşen öznel sekülerleşme arasındaki yaptığı ayrımı
kullanıyoruz ve buna “dünyevileşme” diyoruz. (Robinson,2002) Kısaca
söylersek, dünyeviliği tarif ederken, dünya üzerinde duruş kiplerinden,
yeryüzünde var olma şekillerinden söz etmiş oluruz. Kişilerin kısa yaşamları
süresince bu dünyayla, ilgili literatürde kestirmeden, dinsel otoritenin
dışında kalan bir alana göndermeler yoluyla ve özellikle de sekülerlik
üzerinden tanımlanmaktadır. Oysa sekülerlik, maddi ve manevi yaşam alanlarıyla
ilgili bir ikiliğe ve karşılıklı duruşu zorunlu kılar. Yani sekülerlik bu iki
yaşam alanının birbiriyle eşit koşullarda karşılaştığı yerde olanaklıdır. Başka
bir dünyanın bir uzanımı olarak "kozmik bir Dünya” kavrayışından bir
yeryüzü parçası, bir gezegen kesip çıkaran, yere tutkuyla sahip çıkan "yer
sever bir kültür”ün tarihçesi yazılabilir. (Taburoğlu,2008)
Sekülerlik; din-dünya dikotomisinde tanımlı olmasına karşın,
dünyevileşme; hem din-dünya hem de dünya-ahiret dikotomisi bağlamlıdır.21
Başka deyişle olgunun sosyolojik 22 “Dünyevilik” sadece ve yalnız “bu dûnya”yı bir bilgi ve
ilgi objesi haline getirmek demek değildir. Bu ancak sekülerlik olarak
anılabilir. Se- kûlerlik, öncelikle ve behemehal teorik bir problem üzerine
odaklanır. Ontolojik açıdan bir monizme yönelerek monoblok bir varlık küresi
in- karşılığı sekülerlik, dini karşılığı dünyeviliktir.[105]
[106]
(Attas, 1995) Bu anlamıyla dünyevilik fenomenolojiktir. Modernlik açısından
dünyevilik, modernliğin kurucu kavramlarından biridir. Ne var ki modernler de
zamanla, dünyeviliği araçsal- laştırarak, kaynaklarından uzaklaştırırlar,
işlevsel, akılcı bir işleyişin parçası haline getirirler. Taburoğlu’nun
ifadesiyle; Dünyevilik, kutsal olmayandır, kutsallıktan uzaklaşma gayretinin
sonucudur. Oysa dünyeviliğin ve kutsallığın sınırları bu kadar kolay
belirlenemez. Bu kavram çifti, ara bir bölgede, Giorgio Agamben’ in kullandığı
anlamda, "istisnai bir mekan” da birbirine karışır. Bu karşılaşmanın
sonucunda "ara biçimler"ortaya çıkar. Hem kutsal hem de dünyevi
varlıklar olan ara biçimlerin bir yüzü yere, diğeriyse sonsuzluğa, kutsallığa
değer. (Taburoğlu,2008) Bu anlamda dünyevilik ve kutsallık, önce kavramsal
düzeyde bir ikilik ve karşıtlık olarak konumlanmakta, sonra her ikisinin de
aslen diğerinin devamı, eki yada uzanımı olduğu ortaya çıkmaktadır. Yapısal
karşıtlıklar çözüldüğünde, belirsizliklerin ara bölgeleri ortaya çıkar. Bu
bağlamda dünyevilik ara mekanlarda, ara biçimler üzerinden ortaya çıkar. Bu
biçimlerin bir yüzü kutsallıkta, diğer yüzü dünyevi taraftadır.
Tumer, hastalığın anlamının
iki boyutta analiz edilebileceğini öne sürer; birinci olarak kutsal
olan/kutsal olmayan alanlar arasında, ikinci olarak ise sağlığın ve hastalığın
kolektif/bireysel olarak ele almışı şeklinde bir ayrım yapar.23
(Tumer,2000,11). Hastalığın dini anlamı teodise sorununun bir parçasıdır.24
Kö-
23
Turner’a (2000) göre, hastalık sebepleri ve tedavisi kutsal
bir çerçeve içine oturtabilmekte ve bu durumda hastalığın nihai açıklaması
doğal olmayan sebeplerle yapılmakta (ilahi cezalandırma gibi) ve hasta olmak
ahlaki anlamda ele alınmakta; böylece kişiler kendi hastalıklarından sorumlu
tutulmaktadır. Bundan farklı olan bakışta, insan hastalıkları mikroplar,
virüsler gibi etkenlere dayanılarak doğal terimlerle açık- lanmakta ve kişiler
enfeksiyonları için sorumlu tutulmamakta ya da suçlanmamaktadır. İkinci olarak,
hastalık bireysel bir mesele olarak görülmekte ya da insanın hasta olmasının ve
acı çekmesinin sebebi kötü çevre koşullarına, eğitimsizliğe, yoksulluğa ve
benzerlerine atıf yapılarak kolektif bir bakış açısıyla
açılanmaktadır.(Sezgin,2011,37)
24
Kötülük probleminin felsefe karşılığı “Tann’mn adaleti”
anlamına gelen “Teodise” terimidir. “Teodise” terimi, Yunanca “theos (Tanrı)”
ve tülük
problemine çözüm yolu olarak ortaya konan teodise, her şeye gücü yeten
Tann’mn sınırsız iyilik ve adaleti ile evrendeki kötülüğün varlığını uzlaştırma
girişimidir. Bu girişim dinlerin -özellikle Hıristiyan ve İslam dininin- aynı
zamanda da pek çok teolog ve filozofun düşünce sisteminde bir yere sahiptir.
Felsefe ve teoloji geleneği içinde tartışılan kötülük probleminin kendisi
gibi, çözmek için geliştirilmeye çalışılan savunma ve teodise
girişimlerinin de Batı felsefesi tarihinde çok eskilere gittiği görülmektedir.
Tanrı-evren ilişkisini
açıklamada farklılaşan eğilimler, te- odiselerin de çeşitlenmesindeki temel
teorik nedeni teşkil eder. Bu çerçevede Tanrısal olanı aşkmlaştıran Platon ve
Aristo’ya karşılık, Tanrı’yı dünyanın cevheri ile bir kabul eden Stoacı
filozoflar bir karşıtlık oluştururlar. Stoacılara göre Tanrı, her şeyi kuşatan
tabiattan başka bir şey olmayıp, bu anlamda ilahi yasa, evrenin bütün
boyutlarını kapsar ve kader diye adlandırılan sebepleri ortaya çıkarır.
Felsefi yaklaşımlar kötülüğü genellikle metafiziksek fiziksel ve ahlaki
olmak üzere üç başlık altında açıklamaktadırlar. İnsan iradesinden bağımsız,
doğa yasallarına göre gerçekleşen deprem, fırtına, sel, kıtlık vb. Durumlar metafiziki,
maddi ve ruhsal acılar fiziki kötülükleri, daha çok insan iradesinde
gerçekleşen ahlak kurallarına aykırı davranışlar ve günahlar ise ahlaki
kötülükleri ifade etmektedir.
“diche (adalet)” kavramlarından türetilmiştir. Teknik
anlamda teodise, bir tür “kötülük problemi karşısında geliştirilen savunma”
veya “Tan- n’nın adaletini ve haklılığını kötülükler karşısında
gerekçelendirme” demektir. Diğer bir ifadeyle teodise, akim alemde aslen var
olan “hikmetli gaye” ye karşıt olan şeylerin yaşantısallığma işaret ederek
bunlara itirazlarda bulunması ve bu durum karşısında Yaratıcının üstün hikmetinin
savunması şeklinde ifade edilmektedir.
Felsefe tarihi dikkate
alındığında Platon’un eserlerinde sonradan geliştirilen birçok teodise
düşüncesinin izlerini ve ipuçlarını görmek mümkündür. Öyle görünmektedir ki o,
kötülüğü evrendeki düzensiz hareketlere bağlamakta ve kötülükten Tanrı’yı
değil de Kötü Ruhları sorumlu tutmaktadır.25 Platon’dan sonra
maddenin her türlü kötülüğün kaynağı olduğu fikri üzerinde ısrar eden,
özellikle Plotinos’dur. Onun bu görüşü, daha sonra, genel temayülleri
itibariyle kötümser olan birçok düşünürü etkilemiştir. Ortaçağ’da Batı
Hıristiyan düşüncesine teodise tarihi açısından bakılınca karşımıza
çıkan en önemli isimlerden biri Augustinus’tur. Ona göre Tanrı insanı
kendisinde hiçbir günah olmaksızın yaratmıştır ve onu kötülüklerden yalıtılmış
bir dünyaya yerleştirmiştir. Ama insan Tanrı vergisi özgürlüğünü bilerek
kötüye kullanmış ve günaha düşmüştür. Bazı insanlar bu nedenle 25 O bu konuda
özellikle dûalist bir yaklaşım sergiler. Platon’a göre Tanrı iyilik ve
adaletin ta kendisidir. O’nda kötülük ve adaletsizliğin gölgesi dahi bulunmaz.
Bu düşüncelerle Platon, en yüce gücün, iyilik gibi kötülüklerin de kaynağı
olduğu görüşünü reddeder. “O insanlarla ilgili olarak meydana gelen bazı
şeylerden sorumludur; fakat onlarla ilgili çoğu şeyin sorumlusu O değildir. O,
her şeyin sebebi değil, yalnız iyi olanın sebebidir. Kötü olan şeylerle ilgisi
yoktur. Tanrı iyi olduğu için, insanların başına gelen her şey, çoğumuzun
sandığı gibi, ondan gelmez. Yalnız iyi olan şeyler Tanrıdan gelir... İyi olan
şeyler de, kötülüklerden daha az olduğuna göre, Tanrı’dan çok değil, az şey
gelir bize... Bu nedenle kötü şeyler için başka sebepler aranmalıdır. Bunların
Tanrı’dan geldiği söylenmemelidir”. Platon, daha sonraki bir çok Pla- toncu
düşünürün aksine, kötülüğün kaynağını maddede görmemiştir. Ona göre “bütün
kötülüklerin en büyüğü bir çok insanın ruhunda yaradılıştan vardır: herkes bu
kötülüğü hoş görüp ondan bir kaçış yolu aramaz; “her insan kendini sever, böyle
olması da gerekli ve doğrudur” denmesi de bunu gösterir. Aslında bütün
yanılgılarımızın nedeni, her zaman insanın kendini fazla sevmesidir”.
ancak Tann’nm lütfuyla affedilecek, diğerleri cezaya tabi
tutulacaktır. Bu durum da Tann’nm hem iyiliğini hem adaletini ortaya
çıkaracaktır. Yani bunu Hıristiyanlığın düşüş teorisiyle açıklamaya
çalışmıştır. Augustinus, Thomas Açuinas’ı, daha sonraki yüzyıllarda da Luther
ve Calvin’i etkilemiştir. Onlara göre de insan kendi günahı yüzünden düşüş
yaşamış ve kötülükle yüz yüze kalmıştır.
Kötülük26 problemi
konusuna İslam filozoflarının yaklaşımları, Islami telakkiden sapmama
gayretlerine rağmen kısmen Aristo felsefesine, kısmen de Yeni Eflatuncu
felsefenin ürünü olan “sudûr” teorisine dayanır. Bu teoriye göre Tanrı ilk
hayırdır ve evrendeki tüm hayırlar O’ndan bir “taşma”dır. Tanrı’dan ilk varlık
sudûr edince bu ilk varlıkla birlikte ilk eksiklik de ortaya çıkmaya başlamıştır.
Tanrı’dan uzaklaştıkça eksiklik de artarak devam etmiştir. İşte bu uzaklaşma
veya eksiklik şerdir. İslam filozofları iyi ve kötünün karşılığı olarak
kullandıkları hayır ve şerri daha çok ahlâkî amaçların ya da ahlâkî fiillerin
doğurduğu sonuçların nitelikleri olarak 26 Arap dilinde kötülük kavramının tam karşıtı olarak ve daha
geniş bağlamda “şerr” sözcüğü kullanılır. Etimolojik olarak Arapçada “şerare”
mastarından gelen kötülük, “sû” kelimesinden daha kapsamlıdır. Çünkü
lügatlerde “şer”, sû, fesat ve zulüm kavramlarıyla karşılanmaktadır. Çoğulu ise
“şûrur” ve“eşrar” şeklindedir. Mesela, iyilerin (el-ehyar) karşıtı olarak
“kavımın eşrâr (kötülerin topluluğu)” denilir. Kötülük yapan kimseye de
“şerrîr” denilir. Kısacası, lügatte şer kavramı; kötülük, kötü kişinin fiili
anlamına gelir. “Şer” hayrın (iyiliğin) eksikliğidir, yokluğudur. Hayrın zıttı
olduğunu söyleyenler de vardır. Kur’an-ı Kerim’de “şer” kavramı edna (en aşağı,
en değersiz), Sû’ (kötü,çirkin), seyyie (kötülük, günah), ism (günah), durr
(zarar), fitne (bela,darlık), anlamlarında kullanılmıştır. İyilik ve kötülük
konusu kelâm ilminde “hüsün ve kubuh” başlığı altında ele alınmaktadır. Hüsün
ve kubuh kavramları “fazilet-rezalet, gûzel-çirkin, hak-batıl, doğru-yanlış”
seklindeki anlamlarıyla ahlâk, felsefe ve mantık disiplinlerini de
ilgilendirir.
düşünmüşler ve bu yüzden hayırla mutluluğu, şerle mutsuzluğu
aynı anlamda kullanmışlardır.27
Genel olarak Islami teodiseler
adalet ve kötülük probleminin çözümünde Tanrı kavramını temel alırlar.
Augusti- ne’ci Hıristiyan teodiseleri ise Tanrı dışındaki varlıkları devreye
sokarak meseleyi halletmeye çalışırlar. Augustine’a göre kötülüğün Tann’yla
ilişkisi yoktur, ahlaki kötülük temelde şeytana ve şeytanın düşüşüne neden olan
insana aittir. Ondo- kuzuncu yüzyıldan sonra yaygınlaşmaya başlayan İrenea-
us’cu teodise ise kötülüğün nihai kaynağını Tanrısal hikmette arar.
(Çelik,2007) Esasen kitaplı dinlerin hepsinde de acının ve kötülüğün bir anlam
taşıması ortaktır. Kötülüğün varlığına bir açıklama getirmemekle birlikte,
onlar bütün tensel, tinsel acılar ve kötülüğün her biçiminin zamanın sonunda
kesin olarak ortadan kalkacağı umudunu verirler. Kitabı Mukaddesle yer alan
Eyüp Kitabı’nm ana teması, Tann’mn kullarının başına bütün felaketleri bazı
bilgelerin sandığı gibi 27 Farabi’ye göre, “âlemin müdebbiri” (Mûdebbiru’l Alem)
alemdeki her parçada bir takım tabii yatkınlıklar “yaratmıştır”. İşte âlemde
görülen birlik ve bütünlük, bu yatkınlıklar sayesinde hasıl olmuştur. Âlemin
adeta tek bir şeymiş gibi bir gaye istikametinde faaliyetini devam ettirmesi,
bu birlik sayesinde mümkün olmaktadır. Müdebbir tarafından ortaya konan nizamda
ilahi adalet kozmik düzeyde tecelli eder; dolayısıyla orada adaletsizlik
bulunmamaktadır. Farabi için ise asıl önemli olan “hayır ve nizamdır; kötülüğün
şeylere duhulü sadece arızidir”. Fa- rabi’nin bu görüşlerinin temelinde onun
sudûr nazariyesi yatmaktadır. Bu nazariyeye göre her şey ‘Bir’den hiçbir güçlük
olmaksızın tam bir nizam içinde ve nasıl olmaları gerekiyorsa öylece sudûr
etmiştir. Bu sudûr ilahi rızaya uygun olduğu için “iyi”dir, “adaletli”dir. Bu
durumda kötülük, maddenin ilahi nizamı tam olarak kabul edip yansıtacak bir
kuvvete sahip olmamasından doğmaktadır. İşte varlıkların karşı karşıya
kaldıkları bir takım afetler, maddenin tam bir nizamı kabul edemeyişinden
kaynaklanmaktadır.
günahlarım cezalandırmak için değil, inancını ve sadakatini
sınamak için gönderdiği üzerine örülüdür. Bu anlamda Hıristiyan teolojisi
günah ile hastalık, yıkım vb. Cezalar arasında bağ kurulmasını
onaylamamaktadır. Ancak Hıristiyanlıkta, kurtuluşun bir koşulu olarak acı
üzerinde ısrarla durulmasının, temelde çileci, aşırı özveriye ve mazoşizme
dayalı, bizatihi acının kendisine değer veren bir din görüntüsüne yol açtığı ifade
edilmektedir.
Dinin
teodise bağlamında icra ettiği işlevler sosyolojik düzeyde genellikle bir
meşrulaştırma konusu olarak ele alınmıştır. Bu anlamda dinsel meşrulaştırmanın
sağladığı kutsallaştırmanın kapsamı bütün düşünce, davranış ve eylemlere kadar
uzanır. Bireysel düzeyde inanç ve pratikleri meşrulaştıran din, toplumsal
düzeyde sosyal ilişki, tabakalaşma ve süreçleri, içine yerleştirdiği kutsal
formlarla anlamlı ve makul yapılar haline dönüştürür. Mevcut durum, yaşananlar
veya başa gelenleri meşrulaştırma çoğu kez bu tur doktrinlere kaynaklık eden
dini organizasyonlar vasıtasıyla gerçekleştirilir. (Çelik,2007)
Weber,
teodise probleminin, monoteizmle giderek rasyonelleşen ve bir o kadar da
evrenselleşen ve aşkmlaşan Tanrı tasavvurunun almış olduğu yeni anlam ve
biçimleriyle ilgili olduğunu düşünür. Sorun temelde, böylesine mutlak bir kudret
sahibi olduğuna inanılan Tanrı anlayışı ile onun yarattığı ve yönettiği
dünyanın eksiklik ve kusurlarının nasıl bağdaştırılacağı üzerine
şekilleniyordu. Weber esasen değişik şekillerde çözülen teodise probleminin
özellikle Tanrı tasavvurlarının, günah ve kurtuluş düşüncesinin biçimleriyle
sıkı bir şekilde bağlantılı olduğunu vurgular. O, teodise problemini analiz
ederken dinin evrimsel gelişiminde insani akhn üstesinden gelmek zorunda
olduğu ‘ilk günah’ gibi meselelerin dinsel rasyonalitenin de ilk basamaklarını
teşkil ettiği düşüncesindedir. Bu durumu dinin içsel gelişimi olarak gören We-
ber, hangi güç ve süreçlerin bu gelişmeye yol açtığı sorusunu tartışır. Weber
aslında bütün gelişme basamaklarının temelinde insana içkin olan ve daima
dinsel gelişme yönünde yeni çözüm ve cevaplar gerektiren bir problemden
kaynaklandığını belirtir. İnsanın varoluşuyla birlikte başlayan bu problem, temelde
dünyanın adaletsizliği ve eksikliği üzerine yaşanan tecrübelere dayanır. Yine
bu tecrübeler dünyevi adaletsizlikler, yaşam şansının, talihsizliğin ve
acıların adaletsiz dağılımı gibi konularda tezahür eder. İnsan temelde
acılarına katlandığı ama kendisine üstünlük kurmaya ve ona hakim olmaya çalıştığı
bir dünyada yaşamaktadır. Weber bu temel antropolojik problemin yanıtlanması ve
çözümlenmesi konusunu “karizma” ve “teodise” kavramları bağlamında ele alır.
Karizma, insanın sürgüne gönderildiği dünyanın kusurları, acıları ve adaletsizliği
ile dünyanın anlamsızlığını kısmi olarak onun üstesinden gelmek suretiyle
kurtuluşu mümkün kılmaktadır. Zira karizma sahibi karizmanın gösterdiği
olağanüstü niteliklerle dünyanın ve onun acılarının talihsizliklerinin
aşkmlaşmasım sağlar. Karizma arayışı bir bakıma insanın gündelik hayatında,
doğal ve sosyal dünyada bütün acı tecrübelerin bulunduğu yerlerde bir
olağanüstü yaşantılar ve manevi tecrübeler arayışına tekabül eder. Bütün dinsel
gelişme surecine eşlik eden bu süreç aslında dinin içsel mantığına ve
dinamiğine işaret eder. Talihsizliklerle ilgili teodiseler dinin başlangıcında
ortaya çıkmıştır; acıların ve sıkıntıların dini bakımdan telafisini içeren
teodiseler dinsel düşüncenin geleceğini belirlemekteydi. Ancak dinsel gelişme
sureci aynı zamanda teodise- nin rasyonelleşmesini ifade etmektedir. Son
tahlilde kurtuluş dinlerinin mensuplarına yaşamın rasyonel sistematikleşmesini
sağlayan prensipler ve yükümlülükleri, bütünüyle acılardan kurtulmayı vaat
eder. Teodise sorununa cevap olarak dünyanın ve acıların kapsamlı bir
açıklamasının ortaya konduğu bu süreçte kozmosun monoteistik tasarımları
gelişir. Sonuçta bu din anlayışı inananların davranışlarını daima rasyonel
dini-ahlaki amaçlara yöneltir ve onları birleştirir.
Din
sosyolojisi bakımından teodise konusunda Weber’in rasyonellik temelinde ayırt
ettiği “bu dünyada karşılık vaadi.”, “öte dünyada karşılık vaadi”, “düalizm”
ve “karma doktrinleri” şeklindeki dört tarihsel ideal tip, modern dünyanın
sorunlarıyla birlikte yeni dinsel hareketler ve gelişmeler bağlamında
tartışmaya açıktır. Weber’in teodise konusundaki ti- polojisi, esas yaklaşımına
uygun olarak rasyonel ve irrasyonel temelde yapılan bir ayrım olup, Hint dini
düşüncesinde geliştirilen karma-samsara öğretisi ‘rasyonel’, genellikle öte
dünyacı mistisizm ise ‘irrasyonel tipi’ temsil eder. Weber me- siyanik
eskatoloji başlığı altında adaletin teminini bu dünyanın geleceğinde bekleyen
bir inşa olduğunu açıklar. Aslında eskatolojik süreç, bu dünyanın siyasi ve
sosyal bakımdan değişimini ifade eder. Buna göre karizma sahibi bir kahraman
veya Tanrı, gelecekte her hangi bir zamanda gelerek münte- siplerini dünyada
kazanılmış bir konuma yerleştirir. Mesiya- nik teodiselerin eşitliği, adaleti
ve mutluluğu bu dünyada gerçekleştirme vaadi, bir bakıma Cenneti yeryüzüne
getirmek isteyen ütopik seküler teodiselerin de dikkate alınmasını
gerektirmektedir. Weber Batı ve Doğu dinlerinde aşkın ve her şeye kadir kutsal
kavramı ile Tann’mn mükemmeliyetsiz- likler içinde yarattığı dünya olgusunun
barıştırılabileceğini düşünür. Bu sorunun kısaca ya son zamanlarda dünyanın
“Tann’nm krallığına” bırakılacağı mesiyanik eskatoloji, ya dualist Zerdüştçülük
ve Maniheizm’le ya da Karma felsefesi ile çözümlenmeye çalışıldığını vurgulayan
Weber, teodise problemine en uygun çözümün özellikle Karma felsefesinde ortaya
konduğu düşüncesindedir. (Çelik,2007)
Din-tıp
ilişkisi teodise problemi çerçevesinde hastalık ve şifaya verilen anlamlar
ekseninde belirginleşmiştir. Hastalığın dini ve seküler tanımı, şifa ve tedavi
kavramlarını di- ni/dünyevi bağlama yerleştirmiştir. Tarihsel süreçte dinler ve
tıp ilişkisi, dini “şifa” ve tıbbi “tedavi” kavramları arasında bir ayrımla -ki
bu ruh-beden dikotomisinin karşılığıdır- ile şekillenmiştir.28
Tarih boyunca hasta tedavisinde hekimlerin/ta- biblerin yanı sıra Fransızların
‘guerisseur’ (şifa verici), Ingi- lizlerin ‘faith-healers’ (imanla
iyileştiren), Almanların ‘heil- practiker’ (şifacı), Müslümanların Lokman Hekim
dedikleri kişilere rastlanması bu bölünmen bir sonucudur.
Şifa ve hastalığın güncel anlamları karşısında dini —lite-
ral- anlamlarının karşılaştırılması dünyevileşmenin boyutlarını ele verir.
Dinlerde tıp29, sağlık30, hastalık, şifa tanımları
28
Hipokrat metinlerine göre sağlık, çevresel etkiler, hayat
tarzları ve insan doğasının çeşitli bileşikleri arasındaki bir denge durumunu
gerekli kılar. Bu unsurlar, denge içinde olması gereken "mizaçlar” ve
"tutkular” terimiyle tanımlanır. Sağaltım (şifa) olayına gelince,
Hipokrat "doğanın şifa dağıtan gücü" dediği canlı organizmalardaki
sağaltıcı güçleri tesbit etti; hekimin rolü, sağaltım süreci için en elverişli
şartları hazırlamak suretiyle bu doğal güçlere yardımcı olmaktı. İşte Yunanca
the- rapeuin (dikkat etmek) ten gelen "therapy” (tedavi) sözcüğünün orijinal
anlamı budur. (Capra,2009)
29
Tıp kelimesi Hz. Muhammed’in hadislerinde yer almaktadır.
Arapçada dört ayrı anlamı taşımaktadır; düzeltme, ustalık ve maharet, adet,
sihir. İkinci anlamda, uzmanlık anlamıyla “tabib”tir ve bu kullanımı bugün- kû
kullanımda doktora karşılık gelmektedir. El-Cevziyye “Tıbbı Nebevi” adlı
eserinde ilacın kendisine de “tıb” denildiğini aktarır. İlginçtir tıbbın
İngilizcesi de (medicine) ilaç anlamındadır. Geleneğin içindeki benzerlikler
bunlarla kalmaz hastalık ve şifa tanımları da benzerlik gösterir. Fark özelde
dinlerde o dinin peygamberinin “mucizeleri” ile irtibatlıdır. Arapçada tıp
anlamını büyük ölçüde Yahudi hekimlere borçludur ve Yahudilikte “sihir”
peygamberlerinin mucizeleri arasındadır, bu anlamıyla da tıbbın sihir anlamını
da içermesi boşuna değildir.
30
Kur’an’da, hepsi de "güvende olmak”, " bütün ve
sağlıklı olmak” anlamında olan üç anahtar kavram insan davranışları ile
ilgilidir. Birinci kavram, "inanç” anlamında olan imandır, fakat bu
kelimenin kökü olan (e m n), "huzurda/sükünette olmak", "güvende
olmak”, "tehlikeye maruz kalmamak " demektir. Burada ifade edilmek
istenen fikir, imanın güvenlik ve huzur bahşedeceğidir. İkinci kavram (s 1 m)
kökünden gelen İslam’dır. Anlamı ise, "güvende olmak", "tam ve
bütün olmak”, "bö- lünmek/parçalanmamak”tır. Buradaki fikir Allah’ın
kanununu kabul etmek ve ona "teslim olmak” suretiyle, kişinin dağılmaktan
korunacağıdır. Üçüncü temel kavram takvadır ve bu genellikle "dindarlık”
veya "Allah korkusu” olarak çevrilmektedir. Ancak (v k y) kökünden gelen
bu kavram, "kaybolmaktan veya telef olmaktan korunmak” ve "kendini
kötülüğe karşı korumak” anlamındadır. Bu temel kavramlar kümesi, İslam
dininin, insanlığın inanç ve davranışları hakkmdaki (her ne kadar Kur’an, İslam
kavramını, Allah’ın kanununa itaat ettiği ve böyle- ce kendini koruduğu için
bütün tabiata uyguluyorsa da) en önemli tavrını açık bir şekilde ortaya koyar
ki o da şudur: insanlar ahlaki ve fiziki tahribattan sakınabilirler ve
sakınmalıdırlar, Allah’ın insanlar için koymuş olduğu kanuna (tabiatın, kendi
kanunlarına itaat ettiği gibi) uymalıdır ve böylece, geniş potansiyellerini
"Allah’a hizmet etme”, yani Allah’ın (ahlaki) kanununa uyma yolunda
geliştirmek suretiyle mahvolmaktan hem bireysel, hem de toplum olarak
kurtulurlar. Özet olarak İslam, kişinin Allah’a, tabiat ve hemcinsleri
karşısındaki durumu söz konusu olduğunda, hayat hakkmdaki tutarlı bir bakış
açısı sunar ve bunun merkezinde de insanın iyiliği ve sağlığı yer alır.
İslam’da üç en temel dini kavram (İman, İslam, Takva) - hepsi bizzat Kur’an’m
öğretisine de temel teşkil eder - emniyette olma (safety), bütün olma
(wholeness), tehlike, dağılma ve çözülme yoluyla helak olmanın zıddı olarak,
yekpare olma (integrality) anlamına gelir. (Rahman, 1997) arasında önemli
benzerlikler söz konusudur. Sağlık ve sağlığın korunması dinlerin önemli
alanlarıdır. Bu anlamda tıbbi bilgi (tedavi) için dini, vahye dayalı bir
referans sisteminden, dini bir tıptan söz edemeyiz ancak sağlığın korunması
için dini, vahiy referanslı emir ve yasaklardan söz edebiliriz. Yahudi
kaynaklarında31 ve Incil’de yer alan bu manadaki emirler ve Kur’an-ı
Kerim’de yer alan ayetler açıktır.
Şifa dinlerde öncelikle duanın bir karşılığı olarak yer
alır. Eski Ahi t’te; duanın olumsuz koşulları ortadan kaldırıcı, şifa verici ve
olağan üstü yönleri ile ilgi ayetler yer almaktadır.32
31
Yahudilikte insan bedeninin sağlıklı ve sağlam bir hale
gelmesinin dini bir görevdir, Yahudi kutsal kitaplarında insan sağlığıyla
ilgili doğrudan emirler olmamakla beraber, insan hayatını koruyucu ve hatta
hayvan hayatına saygıyı gerekli gören birçok emirler verildiğini ifade eder. Yahudilikte
kişinin kutsal kalabilmek için yasak yiyeceklerden uzak durması gerektiğinin
açık olduğunu belirtilir. Can ve ruhun Yahudilikte ayrılmaz olduğunun ve ruhsal
kirlenme ile bedensel kirlenme, arasındaki farkın oldukça büyük olduğunu ifade
edilir: “Bedensel kirlenme bedensel temizlenme ile yani mikve ile
giderilebilir. Ancak yasak yiyeceklerin yenmesiyle gerçekleşen ruhsal
kirlenme, ruhla manevi kaynak arasında bir engel teşkil ederek insanın
maneviyata duyarsız, günah işlemeye açık hale getirmektedir”. Yahudi halkının
bedenen sağlıklı olabilmesi için kaşer hükümlerinin çok büyük önemi vardır.
32
“...İbrahim Tann’ya dua etti ve Tanrı Avimelek’le karısına,
cariyeleri- ne şifa verdi. Çocuk sahibi oldular. (Yaratılış, 20 : 17) “...
.Firavun Musa’yla Harun’u çağırtıp, “RAB’be dua edin, benim ve halkımın üzerinden
kurbağaları uzaklaştırsın” dedi... Musa firavunun yanından çıkıp RAB’be dua
etti. RAB Musa’nın isteğini yerine getirdi. (Mısır’dan Çıkış, 8: 8 ve 8: 13)
“Mısır’ın üzerinde uçuşan çekirgeler ülkeyi boydan boya kapladı. Firavun acele
Musa’yla Harun’u çağırttı. ‘Tanrınız RAB’be ve size karşı günah işledim’ dedi,
‘Lütfen bir kez daha günahımı bağışlayın ve Tanrınız RAB’be dua edin; bu
ölümcül belayı üzerimden uzaklaştırsın.’ Musa firavunun yanından çıkıp RAB’be
dua etti. RAB, rüzgarı çok şiddetli batı rüzgarına döndürdü. Rüzgar
çekirgeleri sürükleyip Kızıldeniz’e döktü. Mısır’da tek çekirge kalmadı.”
(Mısır’dan Çıkış, Benzer biçimde Hıristiyan inancında; hastalık, şifa, için dualar
vardır.33 (Hoşrik,2010) Kur’an-ı Kerim’de de şifa ve dua önemli bir
vurgudur.34 İkinci olarak şifa ile iman arasında
10:14 ve 10:16-20) “O zaman Kral Yarovam,
Tanrı adamına, ‘Lütfen benim için dua et, Tanrın RAB’be yalvar ki, elim eski
halini alsın’ dedi. Tanrı adamı RAB’be yalvarınca kralın (felçli) eli iyileşip
eski halini aldı.” (I. Krallar, 13:6) "... Dul kadının oğlu gittikçe
ağırlaşan kötü bir hastalığa yakalandı, sonunda öldü, llyas, “Oğlunu bana ver”
diyerek çocuğu kadının kucağından aldı, kaldığı yukarı odaya çıkardı ve yatağına
yatırdı. Sonra RAB’be şöyle yalvardı: “Ya RAB Tanrım, neden yanında kaldığım
dul kadının oğlunu öldürerek ona bu kötülüğü yaptın? llyas üç kez çocuğun
üzerine kapanıp RAB’be şöyle dua etti: “Ya RAB Tanrım, bu çocuğa yeniden can
ver.” RAB llyas’m yalvarışını duydu. Çocuk dirilip yeniden yaşama döndü.” (I.
Krallar 17:19-22) “...Bu nedenle her sadık kulun ulaşılır olduğun zaman sana
dua etsin. Engin sular taşsa bile ona erişemez .” (Mezmurlar, 32:6). “Yunus
balığın kamından Tanrısı RAB’be şöyle dua etti: ‘Ya RAB, sıkıntı içinde sana
yakardım, Yanıtladın beni. Yardım istedim ölüler diyarının bağrından, Kulak verdin
sesime...’, ’... ve RAB balığa buyruk verdi ve balık Yunus’u karaya kustu.
(Yunus 2, 2:1-2 ve 2:10)
33
Hz. İsa Incil’de öğrencilerine, hiç bıkmadan, her zaman dua
etmeleri gerektiğini ifade etmiştir (Luka, 18 :1). Hıristiyanların kutsal
kitabı Incil’de “Yakup’un Mektubu” bölümünde ard arda gelen ve dua ile ilgili
olan bazı ayetler (5:13-18) dikkat çekicidir: “İçinizden biri sıkıntıda mı, dua
etsin... “İçinizden biri hasta mı, kilisenin ihtiyarlarını çağırtsın.”, “İmanla
edilen dua hastayı iyileştirecek ve Tanrı (Rab) onu ayağa kaldıracaktır.”, “Bu
nedenle, şifa bulmak için günahlarınızı birbirinize itiraf edin ve birbiriniz
için dua edin.”, “Doğru kişinin yalvarışı çok güçlü ve etkilidir.”, “llyas
(peygamber) da tıpkı bizim gibiinsandı. Yağmur yağmaması için gayretle dua
etti; üç yıl altı ay ülkeye yağmur yağmadı”. “Yeniden dua etti; gök yağmurunu,
toprak da ürününü verdi.”
34
Bakara, 186: “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler
ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına
cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana
iman etsinler.” Enam, 41: “Hayır, yalnız O’na yakarırsınız (dua edersiniz) da O
dilerse yakındığınız belayı uzaklaştırır...” Enam, 63-64: önemli bir
vurgu söz konusudur. Eski Ahit’te ve dua ile ilişkili olan Incil’deki ayetlere
göre de inanılarak dua edildiği durumda; olağanüstü olayların meydana
getirilebileceğine, bireylerin hastalıklarından kurtulabileceğine örneklerle
vurgu yapıldığı görülmektedir.35 Şifa Kur’an’da da, genelde
“De ki: ‘Sîzler, açıktan ve gizlice ona, ‘eğer
bizi bundan kurtarırsa elbette şûkredenlerden olacağız’ diye dua ederken, sizi
karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) kim kurtarır?’ De ki:
‘Onlardan ve her türlü sıkıntıdan sizi Allah kurtarır...” Araf 56: “Düzene
sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a (azabından)
korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Şüphesiz, Allah’ın rahmeti iyilik
edenlere çok yakındır.” Araf, 180: “En güzel isimler Allah’ındır. O’na o güzel
isimleriyle dua edin...” Tövbe, 103: Onların mallarından, onları kendisiyle
arındıracağın ve temizleyeceğin bir sadaka (zekat) al ve onlara dua et. Çünkü
senin duan onlar için sükûnettir (Onların kalplerini yatıştırır.) Allah
hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” Yunus, 12: “İnsana bir sıkıntı dokundu
mu, gerek yan üstü yatarken, gerek otururken, gerekse ayakta iken (her halinde
bu sıkıntıdan kurtulmak için) bize dua eder. Ama biz onun bu sıkıntısını ondan
kaldırdık mı, sanki kendisine dokunan bir sıkıntı için bize hiç yalvarmamış
gibi geçer gider...” Enbiya, 83-84: “Eyyûb’û de hatırla. Hani o Rabbine, ‘Bana
bu hastalık müptela oldu; Sen merhametlilerin en merhametlisisin.’ diye Rabbine
dua etti. Biz de onun duasını kabul edip kendisinde dert namına ne varsa
gidermiştik...” Furkan, 77: De ki: “Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer
versin!” Nemi, 62: “Yahut kendisine dua ettiği zaman zorda kalmışa cevap veren
ve başa gelen kötülüğü kaldıran, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile
birlikte başka ilah mı var!? Ne kadar az düşünüyorsunuz!” Rum, 33: “İnsanlara
bir zarar dokunduğu zaman, Rablerine yönelerek ona dua ederler...” Mümin, 60:
“Rabbiniz şöyle dedi: Bana dua edin, duanıza cevap (karşılık) vereyim... ”
Şura, 26: “Allah, iman edip salih ameller işleyenlerin dualarına karşılık
verir; lûtfundan onlara fazlasını da verir.
35
“.. .Size doğrusunu söyleyeyim, kim şu dağa, Kalk, denize
atıl!’ der ve yüreğinde kuşku duymadan dediğinin olacağına inanırsa, dileği
yerine gelecektir. Bunun için size diyorum ki, duayla dilediğiniz her şeyi daha
şimdiden almış olduğunuza inanın, dileğiniz yerine gelecektir.” imanlı (mümin)
olan kişilere yönelik bir ayrıma işaret eder. Üçüncü olarak şifa olağanüstü bir
durumdur ki, bunun ifadesi yine dinler tarihinde “mucize”leri ifade eder.
Dünyevilik iman, dua, mucize bağlamında yer
alan şifayı bağlamından kopartarak, hasta olmamak için kullanılan me-
(Markos ,11: 23-24 ve Matta, 21 : 23-24) “...On iki yıldır
kanaması olan bir kadın, Hz. İsa’nın arkasından yetişip giysisinin eteğine
dokundu. İçinden, ‘Giysisine bir dokunsam kurtulurum’ diyordu. İsa arkasına
dönüp onu görünce, ‘Cesur ol, kızım! İmanın seni kurtardı’ dedi. Ve kadın o
anda iyileşti.” (Matta, 9 : 20-22) “İki kör adam, ‘Ey Davut oğlu, halimize
acı!’ diye feryat ederek O’nun (Hz. İsa) ardından gittiler. Hz. İsa eve girince
iki kör adam da yanma geldi. Onlara, ‘İstediğinizi yapabileceğime inanıyor
musunuz?’ diye sordu. Adamlar, ‘İnanıyoruz, ya Rab!’ dediler. Bunun üzerine İsa
körlerin gözlerine dokunarak, ‘İmanınıza göre olsun’ dedi. Ve adamların
gözleri açıldı.” (Matta, 9 : 27-30) “...Kenanlı bir kadın Hz. İsa’ya gelip, ‘Ya
Rab, ey Davut Oğlu, halime acı! Kızım cine tutsak, çok kötü durumda’ diye
feryat etti. Hz. İsa kadına hiçbir karşılık vermedi. Öğrencileri yaklaşıp,
‘Sal şunu, gitsin!’ diye rica ettiler. ‘Arkamızdan bağırıp duruyor.’ Hz. İsa,
‘Ben yalnız İsrail halkının kaybolmuş koyunlarma gönderildim’ diye cevap verdi.
Kadın ise yaklaşıp, ‘Ya Rab, bana yardım et!’ diyerek O’nun önünde yere kapandı.
Hz. İsa ona, ‘Çocukların ekmeğini alıp köpeklere atmak doğru değildir’ dedi.
Kadın, ‘Haklısın, Rab’ dedi. ‘Ama köpekler de efendilerinin sofrasından düşen
kırıntıları yer.’ O zaman Hz. İsa ona şu karşılığı verdi: ‘Ey kadın, imanın
büyük! Dilediğin gibi olsun.’ Ve kadının kızı o saatte iyileşti.” (Matta, 15 :
22-28). “.. .Bir adam İsa’ya yaklaşıp O’nun önünde diz çöktü. ‘Ya Rab’ dedi,
‘oğlumun haline acı! Çocuk saralı ve çok acı çekiyor. Sık sık ateşe ya da suya
düşüyor. Onu senin öğrencilerine getirdim, ama iyileştiremediler.’Hz. İsa, ‘Ey
imansız ve sapmış kuşak!’ dedi. ‘Sizinle daha ne kadar kalacağım? Size daha ne
kadar katlanacağım? Çocuğu buraya, bana getirin.’ Hz. İsa cini azarlayınca,
cin çocuktan çıktı, çocuk da o anda iyileşti. Sonra öğrenciler tek başlarına
İsa’ya gelip, “Biz cini neden kovamadık?” diye sordular. Hz. İsa, ‘İmanınız
kıt olduğu için’ karşılığını verdi. ‘Size doğrusunu söyleyeyim, bir hardal
tanesi kadar imanınız olsa şu dağa, ‘Buradan şuraya göç’ derseniz, göçer.
Sizin için imkansız diye bir şey kalmaz.” (Matta, 17 : 14-21). taya
indirgemiştir. Bu anlamıyla dünyevilik, hastalık ve acı anlayışında bir
değişmedir. Yeni yaklaşımda günah-ceza dü- alitesi, yanlış beslenme-ceza
düalitesine dönüşmektedir. Önceden Tann’mn sahip olduğu failliğin bundan böyle
doğaya bahşedildiği ve onda cisimleştiği basit bir tercümedir bu. (Asad,2007)
Biyolojik-tıbbi bilim adamlarının, fiziki ve psikolojik öğeleri
bütünleştirmeyi başaramayışlarmdan ötürü çok az anlaşılan bir başka olay, acı
(ağrı) olayıdır. Tıp araştırmacıları, acının nedenini şu anda bile kesinkes
bilmemekte ve acının beden ile ruh arasındaki iletişim yollarını tam anlamıyla
anlayamamaktadırlar. Hastalık nasıl fiziki ve psikolojik yönlere sahipse, sık
sık hastalıkla ilişkilendirilen acı (ağrı) da böyledir. Pratikte acının
kaynağının maddi (fiziki) mi, yoksa psikolojik mi olduğunu bilmeye imkan
yoktur; maddi (fiziki) belirtileri aynı olan iki hastadan birisinin ağrısı
azab verici olabilirken, öbürü hiçbir şey hissetmeyebilir. Rey’in ifadesiyle
“acı sorununun” günah, kötülük ve ceza bağlamından ayrı değerlendirilmesi,
konunun artık teolojik (teodise) bağlamından seküler alana taşınmasıdır.(Rey,
1993)
Hastalığın dini anlamı da dinlerde benzerdir ve hastahk-
günah, hastahk-imtihan ilişkisi doğrudan anlamlara sahiptir. Musibet kavramı
İslam düşüncesinde teodisenin altyapısını ifade etmektedir.36 İslam
düşüncesinde teodise Gazali ile bel- 36 Kur’an’da insanın başına gelen durumları ifade
etmek için tercih edilen
kelime “musibet” kelimesidir. S-v-b kökünden türeyen
“musibet”, “isabet eden şey” anlamındadır (Rağıb 1986: 425). Yazır,
kavramı “Hedefine isabet eden mermi gibi insana şiddetle dokunan felâket”
olarak açıklamaktadır (Yazır tsz: VII, 4754). Kavramın, kelime anlamında, her
ne kadar doğrudan ‘olumsuzluk’ bildiren bir işaret yoksa da, terim, çoğunlukla
insanın zarar/şer olarak gördüğü durumları karşılamak için kullanılmıştır
(Kurtubî, 1952: II, 175). Buna göre, musibet, insana ‘isabet eden’, ölüm, hastalık,
sakatlanma, doğal afetler, kazanç kaybı vb. şey- li bir olgunluğa ulaşmış ve
Gazali’nin etkisi neredeyse modern döneme kadar sürmüş, geçen sürede konu
temelden ve yeniden ele alınma ihtiyacı duyulmamıştır. İslam düşüncesinde
felsefecilerden farklı olarak Gazali gibi alimler, teodise probleminin alanını
"usul-i din” olarak adlandırılan kelamdan "usul-i fıkh”a kaydırarak
“hikmet-i teşriiye” (şeriatın felsefesi) perspektifinden Islami dünya görüşünü
temellendirmek suretiyle teodise problemini çözümlediler.[107]
[108]
Buna göre eşyanın yaratılışındaki çok ince bir hikmetin varlığı, mükemmel
düzen Tanrı'nm adaletinin bir göstergesidir. İlahi hikmet düşüncesi,
Gazzâlî'nin teodise anlayışında merkezi bir yer tutmaktadır.[109]
Gazzâlî, insani durumları ve ahlâkî kötülükle-
ri açıklarken de, acıyı,
yoksunluğu, hastalığı kötülükler olarak kabul eder. Fakat bu tür kötülükleri,
sosyal adaletsizliğin, kazaların veya insan kaynaklı kötülüğün sonucu
gerçekleştiğini kabul etmez. Allah bazı kimseler için sağlık, afiyet ve iman
dilediği gibi, bazıları için de yoksulluk, acı ve inançsızlığı dilemiştir.
(Manafov,2008) Bu yaklaşım daha sonrası süreçte Batı düşüncesinde de yer
edinmiş özellikle Leibniz, Ga- zali’nin yaklaşımına benzer bir yaklaşım
geliştirmiştir. Modernlik içinde konunun yeniden ele alınması Bediüzzaman Said
Nursi tarafından olmuştur.
güzel, daha kusursuz ve daha mükemmel bir dünya mümkün)
olsa da; (Allah) onu yaratacak kudreti varken yaratmamış ve böylece lütufkarlığını
göstermemiş olsaydı, bu, İlâhî cömertliğe aykırı bir cimrilik ve İlâhî adâlete
aykırı bir zulüm olurdu. Eğer (onu yaratmaya) kâdir olmasa, bu da uluhiyete
aykırı bir acziyyet olurdu”. Gazzâlî Kur'an ile desteklediği gâiyetçi görüşünü
temellendirirken, Allah'ın evreni tam bir ilimle kusursuz ve adaletine uygun
biçimde yarattığını, bundan daha mükemmelinin yaratılamayacağını iddia
etmektedir. Böyle bir İlâhî adâlet anlayışı İlâhî irâdeyi İlâhî hikmetten
bağımsız ele almamakta ve âlemdeki gâiyyeti bu hikmetin gereği saymaktadır.
Gazzâlî bu fikirleriyle, Eş’arî geleneğinde adeta hikmet ve rahmetten bağımsız
olduğunu vehmettirecek tarzda formüle edilen, İlâhî irâdenin hiçbir gerek ve gerekçeye
dayanmayan mutlak hürriyet ve keyfiliği görüşünü daha da mâkul bir çizgiye
oturtmaktadır.
ikinci bölüm
58
Tedavinin tarihi olarak tıp tarihi kendi içinde
mitolojik, geleneksel ve modern olarak dönemlendirilmektedir. Mitolojik Çağda
tıbbın kurucusu olarak kabul edilen tanrı Chiron, yan at, yarı insan şeklinde
bir tanrıdır ve hastahk-sağhk tanrılarıyla ilişki içindedir. Bu dönemden sonra
felsefi açıklamalarla hastalığın nedenleri üzerinde kuramların ortaya atılmasıyla
felsefe ve tıp arasında ilişki doğmuştur. Bu konuda kuramlar yaratan Milet_ve
Kroton Okulu düşünürleri evreni ve buna bağlı olarak insanı tanımlamaya
çalışmışlardır. Bu tanımlamalarla çeşitli hastalık nedenleriyle ilgili
kavramlar ortaya atılmıştır. Bu anlamda Hippokrates dönüm noktasıdır. Kendine
özgü hastalık ve tedavi kavramları ile çığır açmış ve bu yol XIX. yüzyıla kadar
geçerliliğini korumuştur. Epidemi, Antik Tıp, Tanrılar, Hava-Su ve Yer ile
Kutsal Hastalık üzerine eserleri olduğu gibi, aforizmaları ile birlikte yetmişiki
eseri olduğu bildirilmektedir. Bu eserler “Hipokrat Külliyatı” olarak
bilinmektedir. Hipokrat ile birlikte hasta ve hastalık
kavramı değişmeye başlamıştır. Bu görüşe göre; hastalık,
normal bir olaydır, hasta ise; kendi bünyesine özgü tepki veren kişidir.
Tıbbın klasik döneminde en önemli isim Galen (M.Ö.129-200)’dir. Kaslar,
kemikler ve dolaşım sistemi üzerine yaptığı çalışmaları XVII. yüzyıla kadar
geçerliliğini korumuştur. Dış etkenler adlı teorisi, humoral teorinin
zıddıydı. Buna bağlı olarak tedavi yöntemi de farklıydı. Benzeri benzerle
tedavi yolunu seçen Hipokrat’a karşı, Galen, zıddı zıttı ile tedaviyi
savunmuştur. Tanı yöntemi olarak, nabız sayma ve idrar muayenesi kullanmış,
diyet, fizyoterapi ve zengin ilaçlar kullanmıştır. Polifarmasinin kurucusu olan
Galen’in yüze yakın farmakolojik eseri bulunmakta, soğuk ilaçlarm-sı- cak
hastalıklar için, sıcak ilaçları- soğuk hastalıklar için kullanılmasını
önermektedir. Kan alma ve boşaltımı bir tedavi yöntemi olarak kullanmaktaydı.
Her yaranın iyileşirken irin oluşturduğu fikrini savunmuştur. Beşyüzden fazla
esere sahip olan Galen, büyük dolaşımı tanımlamış, kanın arterlerden venalara
geçişinden söz etmiştir.
Tıp tarihinde modern tıbbın
ortaya çıktığı dönem öncesi “geleneksel tıp” olarak kavramlaştırılmaktadır.39
Geleneksel tıpta ‘beden’ denge eğilimi sergileyen bir organik sistem ola- 39 Bugün Batı ve Doğu tıbbı olarak anılan iki farklı tıp
anlayışı, aslında tek kaynağa dayanmaktadır. Eski zamanlarda iletişim araçları
çok gelişmiş olmamasına karşın, bilgiler şaşılacak bir şekilde yeteri kadar
paylaşılmıştır. Mitolojide tıbbı temsil eden “yılan”, Türk tarihinde aynı
anlamda kullanılmış, Farsça yılan anlamına gelen “mar” sözcüğünden türetilen
“bimar” hasta ve “bimaristan” hastane anlamında kullanılmıştır. Yine eski
Mısırlıların Hermes ve eski Yunanlıların Eskülap’ı, eski İranlIlarda Trita ve
Hürmüz’de, Araplarda İdris Peygamberde, Türklerde ise Lokman Hekim’de karşılık
bulur. Bu isimlerin her biri mitolojikleşmiş ve ab-ı hayat’ı bulan mitoloji kahramanlarına
dönüşmüştür. (Tez,2010,15)
rak kavramlaştırıldı. Bu yüzden, hastalık salgı
faaliyetlerinin fazlalığı veya azlığının sonucuydu ve tedavi dengeyi yeniden
sağlama çabalarını içermekteydi. Bu pratikler diyet, egzersiz, kan akıtmak ve
dinlenmeyle sınırlıydı. Bu açıdan değerlendirildiğinde bir İslam veya
Hıristiyan tıbbmdan söz etmemiz güçtür. Antik Yunan ve Helen medeniyetinin tıp
bilgileri, Roma döneminde Galen gibi ünlü hekimlerce de geliştirilerek sonraki
nesillere aktarılmıştır. Ancak Bizans döneminde yönetime giderek tutucu
anlayışların egemen olmasıyla baskıya uğrayan önemli tıp otoriteleri; çareyi
Antakya, Edessa (Urfa) gibi daha doğudaki kültürel merkezlere sığınmakta bulmuşlardır.
MS. 489 yılında, Bizans İmparatoru Zeno’nun, ünlü Nesturi teolojik ve bilimsel
merkezi Edessa Akademisi’ni kapatması ile buradaki bilginler önce Nusaybin
Akademisi’ne, daha sonra da Sasani (bugünkü İran) egemenliği altındaki
Gundişapur şehrine gelmişlerdir. Zamanla Nesturilerin yanı sıra
Neoplatonistlerin ve diğer bilginlerin de katılmasıyla Gundişapur şehri kısa
zamanda dünyanın her tarafından öğrencileri ve öğretmenleri kendine çeken bir
tıp merkezi durumuna gelmiştir.
İran’ın,
Arap ordularınca fethinden sonra Hindistan’ın, İran’ın, Suriye’nin ve
Yunanistan’ın bilgi ve kültür birikiminin bulunduğu Cundişapur’daki tıp
okulunda mevcut olan eski Yunanca, Latince, Aramice ve Nesturîce eserler,
Suriyeli ve Iranh bilginler tarafından Arapçaya tercüme edilmiştir. Büyük
çoğunluğu Hristiyan olan tercümanlar Abbasi Halifesi El-Me- mun gibi Müslüman
hükümdarlar tarafından saygı görmüş ve paraca desteklenmiştir. MS. 9. Yüzyılda
Hüneyn İbn İshak, Ga- len’in çok sayıda eserini Arapçaya çevirmiştir. Ayrıca
Gundişa- pur’daki İslam öncesi Pers döneminin tıp kitapları ve Antik Hint
tıbbının ünlü Suşruta Samhita, Çaraka Samhita gibi eserleri de Arapçaya
aktarılmıştır. Yunan, Helen, Roma tıp geleneğini benimsemesi nedeniyle o
dönemde İslam dünyasında rağbet gören bu yeni tıp anlayışına “Tıbbı Yunan”
adı verilmiştir.
MS. IX-XIII.
Yüzyılların arası, İslam tıp bilginlerinin tıbba özgün katkılar yaptıkları bir
dönemdir. Bu bilginler anatomi, bakteriyoloji, mikrobiyoloji, oftalmoloji,
patoloji, farmakoloji, fizyoloji, psikoloji ve cerrahi bilimler gibi tıbbın
çeşitli alanlarında kendi katkılarını içeren eserler vererek teori ve pratiği
bir araya getiren geniş bir tıp literatürü oluşturmuşlardır. İslam tıbbmda Ahlat-ı
Erbaa denilen “Humoral Patoloji Teorisi” İbn-i Sina’nın “Kanun
fi’t-tıbb” adlı eserinde duygusal, zihinsel durumlar ve tavır yanında
rüyalar da ele alınarak geliştirilmiştir. Galen ve Hipokrat’m eserlerini de
içeren Yunanı tıp bilgileri bu literatür sayesinde sonraki yüzyıllarda
yeniden Batıya aktarılabilmiş ve bu surette günümüz Batı tıbbının temellerini
oluşturmuştur. Geçmişindeki birikiminden dolayı daha sonraki dönemlerde Yunani
tıp olarak adlandırılan İslam tıbbı; zamanla Mısır, Suriye, İrak, İran,
Hindistan, Çin gibi Orta doğu ve Uzak Doğu ülkelerinin tıp sistemlerini de
özümseyerek daha da zenginleşmiştir. (Gürgan,2012)
Avrupa
hastalığı doğal olayların sonucu olarak görmesi anlamında seküler olan
geleneksel Grek tıp sistemini miras almıştır. Grek tıbbının seküler
ön-kabulleri ile Hıristiyan dinsel pratiğin manevi amaçları arasında büyük bir
çatışma vardır. Klasik Grek tıbbı sağlık ve hastalığın kaynağı konusunda
dindışı bir doğal nedenler açıklaması geliştirmişti. Eski Grek toplumunun
seküler hekimleri kendi tıbbi pratiklerini halk arasında yaygın sülük ve büyü
tedavilerinden ayıracak bir temel olarak rasyonel bir tıbbi model geliştirmeye
çalıştılar. Hipokrat’m “Kutsal Hastalık El Kitabı’nda saranın ilahi veya
kutsal güçler yüzünden ortaya çıkmadığını öne süren açıklaması temelinde,
batılı ve popüler inançlara karşı geniş bir mesleki düşmanlık vardı. Galen ve
Asclepius’un mirası kutsal nedenselliğe, özellikle dört salgı öğretisinde çok
az yer vermekteydi. (Turner,2011,38)
Bu
yaklaşımda unsurlar, insan ve diğer canlıların cisimlerinin ilk (temel)
öğeleridir. Onlar o kadar basit cevherlerdir ki, alt bölümlere ayrılmaları
mümkün olmaz. Onların birle- şip, şekillenmeleriyle doğadaki çeşitli cinste
şekiller ortaya çıkar. Bu dört unsurdan ikisi ağır ve ikisi hafiftir. Hafif
olanlar hava ve ateştir; toprak ve su ise ağırdır. Toprak, doğal yer olarak
diğer elementlerin merkezinde yer alan basit bir cevherdir. Bu durumda, o,
doğasının özelliğine bağlı olarak dingin olur. Ancak, onu doğal yerinden
ayırdıklarında, tekrar aslî yerine döner. Bundan dolayı, ona mutlak ağır
derler. Doğal olarak toprak, soğuk ve kurudur, çünkü doğal durumda ve dışarıdan
herhangi bir müdahale yapılmadığında, bu kaliteler kolayca idrak edilebilirler.
Doğada toprak, objenin sağlam, dingin ve dayanıklı olmasını sağlar.
Su,
doğal halinde, yeri çevrelemiş olan basit bir cevherdir ve sırasıyla hava ve
diğer, doğal halde olan unsurlarla çevrelenmiştir. Doğal halinde, su soğuk ve
nemlidir. Suyun nemliliği, onun doğal halinde ve mizacında kolayca dağılabilen
ve birçok şekilde bir araya gelip, birikebilen bir duruma sahip olduğunu, ancak
bu şekilleri korumaya muktedir olmadığını ifade etmektedir. Böylece su,
yaradılışta bileşiklerin şekillenmesinde ve kısımların kendi zıt
karakterlerine uygun olarak kalıplanmasında ve yayılmasında gereklidir. Bunun
sebebi, zorlukla yeni şekiller kabul edebilen ve aynı şekilde zorluk-
la, parçalarında ayrılabilen kuru bir cisimden farklı
olarak, suyun kolayca farklı şekillerde parçalara ayrılabilir ve yine kolayca
yenilerini kabul edebilir olmasıdır. Ancak, nemli bir şeyle birleşen bir kuru
cismi insan kolayca yayabilir ve neminden dolayı, yeni şekiller verebilir,
fakat nemli bir cisim, kuru bir cisimle karıştırılırsa, o kendi denge ve
sürekliliğini korur. Böylece kuru bir cisim, nemli olmasından dolayı, dağılmaz
ve şeklini kaybetmez ve nemli bir cisim de kuruluğundan dolayı akmaz.
Hava
(doğal olarak) suyun üstünde ve ateşin altında yer alan bir cevherdir. Bu onun
msbî hafifliğini açıklamaktadır. Onun mizacı sıcak ve nemlidir. Yaradılışta,
havanın gayesi, nüfuz edilebilirliğini, hafifliğini ve inceliğini maddeye vermek
ve cisimlere yukarı doğru yükselebilme kabiliyetini sağlamaktadır. Ateş, doğal
yeri, bütün diğerlerinin üstünde olan bir cevherdir. Böylece o, doğada, bütün
dağılımlardan serbest olan evren bölgesinde yerleşmiştir. Ateşin mizacı sıcak
ve kurudur. O, şeylerin çeşitli hallerinin yaratılması için şarttır, çünkü o,
olgunlaşmayı, hafifliği ve nüfuz edilebilirliği sağlar. Beden sıcak ve
nemlidir. Zaten yok olacak olmasının ve yaşlanıp eksilmesinin nedeni de budur.
Sıcaklık nemi etkiler ve nem yok oluncaya kadar ayrışır. Bu ateş üzerine
konulan suyun bir damla kalmaymcaya kadar buharlaşması gibidir.
Geleneksel tıpta bedenle ilgili olarak anlamamız gereken
bir diğer kavram da ‘mîzac’dır. Mîzac, unsurların zıt özelliklerinin
karşılıklı etkileşmesinden ortaya çıkan bir keyfiyettir. Unsurlar,
birbirleriyle sıkı temas edebilmek için çok dakik parçalar ayrılmıştır. Bu
parçacıkların nitelikleri etkin olduklarında ve birbirleri üzerinde etkin
olduklarında, orada, bütün unsurların parçacıklarına, aynı şekilde yayılıp,
dağılmış olan yeni bir model ortaya çıkar. Mademki, unsurların ilk kaliteleri
dörttür, yani, sıcak, soğuk, kuru ve nemlidir, o halde, yeni düzenlenmiş ya da
parçalanmış bir cismin mizacı bu niteliklerin bir ürünüdür.
Tarihi süreçte üç büyük dine ait düşünce sistemleri Yunan
düşüncesiyle karşılaşmış ve önemli değişimlere uğramışlardır. Yahudi
kaynaklarında temel kavramlar ki buna ruh dahil Yunan düşüncesi etkisiyle
yeniden tanımlanmıştır.40 Hıristiyan inancını da bir dogma haline
getiren Yunanlılar olduğu gibi, Hıristiyan dogmasının bizzat kendisi tarihsel
olarak Yunan kültürünün toprağında şekillenmiştir. Yunanlıların
Hıristiyanlığı kendi doğalarına uyumlu getirebilmelerinin tek yolu, ona Yunan
felsefesinin problemleri ve yöntemleriyle yaklaşmalarıydı. Yunanlılar
aklileştirilmiş bir Tanrı inancını Yahudilerle paylaşırlar, buna karşın,
uygarlaşmış insanın ruhun doğası ve kendisini algılama şeklini binlerce yıl
belirleme onuru tek başlarına onlara aittir. Yunanlıların fikirleri,
Hıristiyan dünya görüşünün oluşumunda vazgeçilmez öneme sahip olan bir çok
şeye katkıda bulunmuş ve Hıristiyan dininin bir parçası haline gelmiştir.
Yunanlılara özgü bu “ruh” anlayışı MÖ. 6. Yüzyılda kav-
ramlaştırılmış ve sonraki dönemde ruh-beden dikotomisi in- 40 Teoloji ile
tarih, İbrani/Yahudi dünya tasavvurunda etle tırnak gibi iç içe geçirilmişti.
Tann’nın Fiilleri ve beşeri tecrübenin hadiseleri, ikisi birden tek bir
gerçekliği oluşturuyordu ve İbrani/ Yahudi geçmişine ilişkin Kitab-ı Mukaddes’te
anlatılan kıssalar, tam bir tarihi kaydı yeni- den-inşa edip sunmaktan ziyade,
onun ilahi mantığını ifşa etmeyi amaçlıyordu. Hıristiyanlığın ortaya çıkışıyla
birlikte, Yahudiliğin erken dönem tarihinde efsane ile gerçek artık birbirinden
açıkça ayırt edilemez hale geldi. (Tarnas,2011) şa edilmiştir. (Jaeger, 2012) Batı
düşüncesinde bu dikotomi- nin aşılması için her dönem ciddi çabalar sarf
edilmiştir, hatta hermenötik ve fenomenolojinin ortaya çıkmasını da bu
bağlamda değerlendirilmektedir.41 Antik Yunan felsefesinde ruh-beden
problemi diğer bir çok konu gibi Platon ve Aristo tarafından
sistemleştirilmiştir.42 İlk olarak Sokrates, Yunan felsefesine yeni
bir ruh kavramı getirmiştir. Daha önceleri ya hayati bir güç - "hayat
soluğu” - ya da mistik anlamda aşkın bir ilke olarak tanımlanmış olduğu halde,
Sokrates "psyche” (ruh) sözcüğünü, akıl ve karakterin mahalli şeklinde, modern
psikolojinin sözcüğü tanımladığı anlamda kullanmıştır. (Capra,2009)
41
Benzer anlamda Heidegger, Batı tarihine ait bütün düşüncelerini, me- tafiziksel
zihin ve beden düalizmine dayanmakla suçlar. (Ingraffia, De- mirhan, 2002)
41
Eski Yunan felsefesinin teşekkülüne ve bilhassa Pythagoras, Platon gibi
filozoflara geniş tesirleri olmuş, M.Ö. 6. asırda gelişmiş bir din, gizli bir
tarikat olan Orfik inancına göre, Dianysos adı verilen ve Trakya’dan gelmiş
olan efsane tanrısı önce ölmüş ve sonra tekrar dirilmiş- tir. Böyle bir
düşünceye inanan kişilerin durumu da inandıkları efsanevi tanrı gibidir. Yani
bu dünya önceden yaşanmış bir hayatta işlenen suçların cezalarının çekildiği
bir çile çekme yeridir. Günahkar ruhlar bedenden bedene dolaşarak arınır ve
tekâmül edebilir. Pythagoras ve Platon gibi filozoflarca da benimsenen tenasüh
fikrinin gelişmesinde ve yayılmasında, bu dinin rolü olmuştur. Çünkü bu dinde
de aynı inanç mevcuttur. Orfik dininde ruhun bedenden kurtulması esas gayedir.
Zira beden ruhun mezarı olarak kabul edilir; bu yüzden de onun, kir ve
ihtiraslarından kurtulmak için ve manevî hayatını hazırlamak için tarikata
girmesi gerekmektedir. Tenasüh fikrinin yayılmasına yol açan orfik düşünce
Pythagoras üzerinde etkili olmuştur. Ne var ki ruhun ezeli ve ebedi olduğunu
kabul eden Pythagoras bu düşüncesini temellen- dirememiştir. Bu yüzden onun
girift ve karmaşık fikirlerini açık ve seçik olarak bir teoride toplamak
Platon’a nasip olmuştur.
Platon’un
ruh anlayışını, onun varlık felsefesinden ayrı tutarak değerlendirmek oldukça
zordur. Çünkü Platon, ide- alardan meydana gelen ve akim sezgi gücü ile
anlaşılabilen gerçek dünya ile içinde yaşadığımız duyusal dünya arasında yapmış
olduğu ayırıma paralel olarak ruh anlayışını da geliştirmiştir. Platon, idea
dediği gerçekliğin karşısına görünüşler alemini koymakta ve düalist bir
düşünceye ulaşmaktadır. Platon’un bu birbirine zıt iki alem anlayışındaki
düalizm ruh- beden düalizminin kaynağıdır. Platon, iki evren kabul etmektedir.
Birincisi, mağara benzetmesinde mağaranın duvarı ve gölgelerle anlatılan
görünüşler yani fenomenler evrenidir. Bu evrenin içine işitilen, dokunulan,
doğan, büyüyen, canh, cansız her şey; duygular, hayaller ve bunlara ait tüm
oluş ve bozuluşlar girmektedir. İnsan bu değişen dünyanın içinde yasamakta ve
onun bir parçası durumundadır. Ancak görünüşler alanındaki her şey sürekli
olarak idealar evreninin tesiri altındadır. Nesnelerin hepsi idealara göre
şekillenmektedir. İkincisi ise, mağaranın dışındaki dünya ile temsil edilen
gerçeklikler, yani idealar evrenidir. Bu evren değişkenliğin olmadığı, duyularla
ulaşılamayan, ancak akıl ile kavranılan evrendir. Orfik teoriye göre günahkar
ruhlar yeryüzüne yani madde dünyasına inerken Platon, ruhların gökten saf
olarak indiğini ve sonra bu dünyanın günahlarıyla kirlendiğini ileri sürer.
Çünkü ona göre ruhlar bu dünyaya gelmeden önce idealar aleminde bulunuyor ve
mesut bir hayat sürüyorlardı.
Böylece
Platon bir mitos olarak kabul edilen fikirleri idealar alemine aktararak
temellendirmiş ve ruhun köklerinin bu alemde olduğunu göstermeye çalışmıştır.
Bir başka deyişle o, felsefenin diğer alalarmda olduğu gibi ruh probleminde de
karakteristik düalizmini tekrarlamıştır. Platon’a göre de ruh, evrenin içinde
bulunan ve evreni yöneten külli ruhtan pay almıştır. Bu yüzden varlığın özü
olan insan bütün varlıkların üstündedir. Ruhun idealar aleminde yeryüzüne
inişini nesneler alemini yakından tanımak amacına bağlayan Platon, ruhun
bedenle olan ilişkisini ise, ruhun bedenden önce bedenin de ruhtan sonra var
olduğunu, Tann’mn ruhu vücuttan önce yaş ve erdem bakımından da ona üstün
yarattığını, çünkü ruhu hükmetmek, emretmek için; vücudu da boyun eğmek için
meydana getirdiğini, bedenin ruh için ancak bir araç, bir binek arabası
olduğunu, bununla beraber bedenin aktif olarak ruh kuvvetlerinin serbestçe
gelişmesini engellediğini, ezeli ve ebedi olan ruhun geçici olan bedenle
birleşmesi de geçici olacağından, ruhun bedenin ölümünden sonra da, başka bir
dünyada yasamasına devam edeceğini belirtir. Ruhun bedenle olan ilişkisinde,
ruha daha çok önem verirken bedeni de tamamen inkâr etmeyen Platon’a göre,
şekil veren, yöneten ve her bakımdan aktif olan ruhtur, sekil alan, yönetilen
ve pasif bir nicelik olan ve ruha maddi nesneleri duyular vasıtasıyla tanıtan
da bedendir. Ruhun bedene şekil vermesinden maksat formdur. Bu nedenle ruh ile
form özdeştir denilebilir. Ayrıca meydana getirme, şekil verme özelliklerinden
dolayı ruha canlandırma anlamında “pskhe” de denilir. (Derbeder,2007)
Aristoteles,
kendinden önceki filozofların görüşlerini iki temel nokta etrafında
eleştirmektedir. Bu filozoflar genellikle ruhun çeşitli yetilerinden hareketle
ruhu açıklamaya çalıştıklarından dolayı, ruhun bir birlik olarak anlaşılması
gerektiğini yeterince kavrayamamışlardır. Örneğin Platon, ruhun farklı
parçalarından ya da bölümlerinden söz etmiştir. Aristoteles’in düşüncesinde
ise bu parçalar yerini yetilere ya da güçlere bırakmıştır. Aristoteles,
kendinden önceki filozofların ruhun bedenle olan ilişkisini yeterince açıklığa
kavuşturamadıklarından şikâyetçidir. Bu filozoflar genellikle ruhu bedenden
ayrılabilen ve kendi basma var olabilen bir varlık olarak düşünüyorlardı. Oysa
Aristoteles’e göre, ruhun bedenden önce ve bedenden bağımsız bir varlık olduğu
fikri yanlıştır. Ruh bedenle birlikte vardır. Bu nedenle bir ruhun farklı
bedenlere de girdiği fikrini savunan tenasüh inancı da Aristoteles’e göre
saçmadır. Aristoteles’e göre, nasıl ki form maddeden önce geliyor ve ondan
daha fazla bir gerçekliğe sahipse, ruh da bedene göre bir önceliğe sahiptir.
Madde-form öğretisinde, formun maddeyi biçimlendirmesi gibi ruh da bedeni
biçimlendirmektedir. Çünkü Aristoteles için, “ruh bilkuvve hayata sahip bir
cismin entelekheia’sidir.” O halde Aristoteles’e göre, ruh bedenin bir
formu olarak kabul edilir. Aristoteles’in bu ruh tanımı, aşağı dereceden yetilere
sahip olan nebati veya hayvani ruhu ifade ettiği gibi, üstün dereceden
özelliklere sahip olan insani ruhu da ifade etmektedir. Çünkü Aristoteles’e
göre, beden akıllı bir ruh için yapılmıştır. Bu akıllı ruh, aynı anda daha
aşağı düzeyden yetileri de (nebati ve hayvani ruhun yetilerini) içererek
bedenin fiilini oluşturmaktadır. (Derbeder,2007)
Ruhun
bedenle olan ilişkisi, formun maddeyle olan ilişkisi gibidir. Beden madde, ruh
da formdur. Ruh organizmayı canlı yapmakla, ona, aynı zamanda, şekil de kazandırmış
olur. Ölümle birlikte ruh bedenden ayrılınca beden formunu kaybeder ve
parçalanır. Anlaşılacağı üzere Aristoteles, alemin her alanına uyguladığı
madde-form ilişkisini, ruh-beden problemine de uygulamıştır. Bu sebeple
Aristoteles, ruh için entelecheia ifadesini kullanır. Platon, ruhu akıl, irade
ve istek olmak üzere üç kısma ayırmıştır. Aristoteles ise başka bir sınıflama
yaparak ruhu üç kademeye ayırmaktadır ve her alt tabaka üstteki için maddedir.
En alttaki ruh besleyicidir; çünkü o canlı veya bir ruha sahip olan
bitkilerde, hayvanlarda ve insanlarda bulunmaktadır. Fakat bitkiler ruhun
sadece bu derecesine sahiptirler. Daha sonra bütün hayvanlarda varolan duyusal
ruh gelmektedir. Ruhun bu derecesi de hayvanlarda ve insanlarda bulunmaktadır.
Bitki ve hayvan ruhlarının üstünde yükselen insan ruhunun özelliği ise
akıldır.
Ruh kavramının43
dinlerde yer aldığı anlam belli bir benzerlik taşımasına karşın bağlam biraz
farklıdır. Eski Ahit’ de genel olarak ruh manasına “naefaeş”, “ruah” ve
“neşeme” kelimelerinin kullanıldığı görülmektedir. Eski Ahit literatüründe,
insan Yaratıcının kendi nefesini ona üflemesi ile hayat 43 Bütün dillerde
"ruh” kelimesi semantik olarak nefesi, havayı, ve uçmayı ifade eden soluk
veya rüzgar, bazen de gölge anlamına gelen köklerden türetilmiştir. Bunun
temelinde ölümle bedeni terk ettiği sanılan şeyin, tıpkı insan nefesinde
olduğu gibi uçucu niteliğe sahip olan bir varlık telakkisi yatmaktadır.
Grekçe’deki "pshue” sözlükte hava ve rüzgar anlamına gelmekte iken ruh manasına
kullanılmıştır. Yine, "pneuto” "hava” anlamına gelmesine karşın bazı
felsefi akımlarda "ruh” manasına kullanıldığı gibi, aynı kelimeden
"ruh bilimi” anlamında "pneutolo- ji” kavramı da türetilmiştir.
Fransızca ruh demek olan "spirit”, Latince, "nefes almak "
manasına gelen "spiritus” kelimesinden gelmektedir. İngilizce "soul”
Almanca "seele” kelimeleri de Gotik dilinde "fırtına” anlamındaki
"senevela” kelimesinden gelmektedir. Yine eski İngilizce’de bulunan
"ghost” ile Almanca’daki "gays” kelimesi, İncillerde genel olarak
"ruh” manasına kullanılmıştır. Bu iki kelimenin de "hava”anlamm- daki
"gazukhest” kökünden türetildikleri bilinmektedir. Yine Fransızca "
l’ame” ile Latince’deki "anima” kelimeleri arasında mevcut olan ilişki ve
filolojik gelişme paralelliğine işaret edilerek, bunların sözlük anlamlarının
nefes veya can (hayat) iken zamanla ruh anlamını kazandığı belirtilmiştir.
Aynı durum İbranice’ de de görülmektedir. Nitekim "naefaeş” ve "roah”
kelimeleri "ruh” manasına kullanılmakla birlikte, kök anlamı "nefes
almak, hava veya rüzgar” olan kelimelerinden türetildikleri görülmektedir.
(Dalkılıç,2004) bulmuştur ki, . .ve Rab Yahve yerin toprağından adamı yaptı
ve onun burnuna hayat nefesini (naefaeş hayyah) üfledi ve adam yaşayan canlı
oldu” denilmektedir. Böylece insandaki can soluğu aracısız olarak direk
tanrıdan gelmektedir. Bu durumda nefs, insan davranışlarının sebebi, duygu ve
düşüncelerinin kaynağı sayılmaktadır. Fiziksel hareketin kaynağının her ne
kadar sinir sistemi olduğu bilinse de, gerçekte onu hareket ettiren gücün nefs
olduğu görüşü benimsenmiştir. Bu yüzden Eski Ahit’ de hiçbir yerde bedenin
günah işlediğinden söz edilmez. Zira günah işleyen insanın nefsidir. Ayrıca nefsin
beslenme isteği, iştah veya iştahsızlığı, dua edip yalvarma duygusu, gibi
özelliklere sahip olması veya faziletli davranış ve iradenin kaynağı olarak
takdim edilmesi, Eski Ahit’ de nefsin bedenden ayrı ve aynı zamanda onun
davranışlarının sebebi olarak kabul edildiğini göstermektedir. (Dalkılıç,2004)
Ruh veya ruah çok eski bir
Sami tabir olup, İbranice’den başka Akatça, Arapça ve Süryani dilinde de
bulunmaktadır.44 44 Ruh kelimesi İbranice’ de “ruah” şeklindedir. Elohim’in
insana üflediği ‘can soluğu” anlamına gelen bu kelime, hava, rüzgar, koku
yaymak, esmek, üflemek ve nefes almak manasında, semitik "rvh” kökünden türemiştir.
Aynı kökten gelen reah, güzel koku, fiili olarak "ruah” ise koklamak veya
koku yaymak anlamlarına gelmektedir. Arapça Ruh, "gece yürüyüşü yapmak,
şiddetli rüzgar esmek, kokusunu duymak, mutlu olmak” gibi anlamlara gelen r-v-h
kökünden isim olup, aslında hem mecaz olarak güç, kuvvet, koku, hem de insanın
canlılığını sağlayan "nefesi” ifade etmekle birlikte, terim olarak
genellikle, "insanın manevi varhğı”anlammda kullanımı yaygınlık
kazanmıştır. Çoğulu "enfüs ve nüfus” şeklinde olan nefs kelimesi,
"bir şeyin tamamı, kendisi, bedeni, zatı, hakikati veya cevheri” anlamına
gelmektedir. Elimizdeki en eski Arapça sözlük olarak bilinen Kitabül-Ayn’da
onun aynı zamanda insanın manevi yönünü ifade etmek için kullanılan ruh
terimiyle müteradif bir kelime olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle insandaki
bir takım sıfatları ifade etmek amacıyla kullanılmıştır.
Eski Ahit’te insan, Tanrının kendi niteliklerine benzer
şekilde yarattığı, ilahi bir tabiata sahip olmasına rağmen, ruh ve beden
halinde bir bütün olarak kabul edilmektedir. Ruh kavramının tarih boyunca
Yahudi düşüncesinin sürgün dolayısıyla öncelikle Babil kültüründen, sonra da
Grek felsefesinden etkilenmesi sonucu dikotomik anlamları, kazandığı belirtilmektedir.
Eski Ahit’in özellikle ruh beden ayrımı ve insanın geleceği konusundaki
ifadelerinde bu kültürlerin etkisi açıkça görülmektedir. Helenistik dönemde
ise, Yahudi ruh anlayışı ile Plato’nun nefs teorisi birbirlerine oldukça çok
benzemekte, hatta birbirlerinin aynı olduğu gözlenmektedir. Ruhun tanrısallığı,
üç unsurdan meydana geldiği ve bedenden önce de mevcut olduğu dolayısıyla
müstakil bir varlık olarak yaşamını sürdürebileceği gibi görüşler bu dönemin en
önemli özellikleri arasında sayılmaktadır. İkinci grup da diyebileceğimiz,
Rabbinik Yahudi anlayışında ise, insan tabiatının belki de yine platonizmin
etkisiyle, beden ve nefs gibi iki ayrı unsurdan oluştuğu görüşünün benimsendiği
ifade edilmektedir. Nitekim Talmut’ta, insanı oluşturan bu metafizik unsur
için ruah, naefaeş ve neşeme kelimelerinin sıklıkla kullanıldığı
görülmektedir. Aralarındaki farkı kesin olarak tespit etmenin oldukça zor
olduğu bildirilmekle birlikte, naefaeş kelimesinin ”kan” anlamına geldiği ve canlılığı
sağladığı vurgulanmaktadır. (Dalkılıç,2004)
Burada
Yahudi din bilginlerinin, insanı meydana getiren unsurların tespitinde
anlaşamadıkları ve iki gruba ayrıldıkları da belirtilmelidir. İnsanın beden,
ruh ve nefs gibi üç unsurdan (trichotomy) meydana geldiğini savunanlar, nefsin
bir hayat prensibi olduğunu ve ölümle birlikte tıpkı beden gibi varlığını
kaybedeceği kanısını benimsemişlerdir. Ruh ise insanın akli yönünü, zeka,
şuur, irade ve zihinsel varlığını meydana getirmektedir. Nitekim Tanrı insan
bedenini yerin tozundan yarattıktan sonra akıllı ruhu ona yerleştirmiştir.
Ölümsüz olarak kabul edilen bu ruh tekrar Tanrıya dönecektir. İkinci gruba
göre ise insanın sadece beden ve nefs gibi iki unsurdan meydana geldiği
savunulmaktadır. Onlar buna Eski Ahit’de, “Adem oğlunun ruhu yukarıya
çıktığını ve hayvan ruhunun aşağı yere indiğini kim biliyor?” denildiğini delil
olarak ileri sürmektedirler. Bunlara göre de nefs, ilahi, akıllı, şuurlu ve
insanın ölümünden sonra mevcudiyetini tek başına sürdürebilen bir varlıktır.
Greklerden
tevarüs eden gelişkin bir felsefi geleneğin mevcut olduğu gerçeğiyle yüzleşen
erken dönem Hıristiyanların eğitimli sınıfları, bu geleneği kendi dini
inançlarına süratle entegre etmek ihtiyacı hissetmişlerdi. Bu tür bir entegrasyon,
her iki tarafı da memnun ve tatmin edecek şekilde gerçekleştirecekti ve
Grek-Roma kültürünün Hıristiyan gizeminin anlaşılmasına yardımcı olacağı
düşünülüyordu. Yine de bu, emin olmak için geliştirilen bir "evlilikti”ti;
çünkü manevi bakımdan yankılanan Eflatuncu felsefe, Yeni Ahit’teki Hıristiyan
kavrayışıyla uyumlu hale getirmekle kalmamış, aynı zamanda bu kavrayışı
geliştirmiş ve entelektüel/zihni bakımdan pekiştirmişti. (Tarnas,2011)
Böylelikle, temel Eflatuncu ilkeler, artık Hıristiyan kontekstinde doğrulanmış
ve yeni bir anlam kazanmış oluyordu: Ebedi Mükemmelliğe sahip aşkın bir
hakikatin mevcudiyeti, kozmosta ilahi bilgeliğin hakimiyeti, manevi olan’m
maddi olan’a kıyasla önceliği, "ruhun temayülü” konusunda Sokrates’çi
odaklanma, ruhun ölümsüzlüğü ve yüksek ahlaki zorunluluklar, ölümden sonra
ilahi adaletin tecellisi, kılı kırk yaran bir benlik terbiyesi ve tecrübesinin
önemi, tutkuların ve iştihalarm iyi ve doğrunun hizmetine sunulması için
terbiye edilmesi, adaletsizlik yapmak yerine adaletsizliğe maruz kalmayı
tercih etmenin daha iyi olduğu ahlaki ilkesi, daha mükemmel ve müreffeh bir hayata
geçiş olarak ölüm inancı, insanın sınırlı tabi- i halini muğlaklaştıran ilahi
bilginin önceliği, ilahi arketipe iştirak fikri, insanın varlığının yegane
gayesi olarak Tanrı’ya gönüllü olarak teslim olması. Yahudi-Hıristiyan dininden
bütünüyle farklı kökenlere sahip olmasına rağmen, pek çok kadim Hıristiyan
düşünür için, Eflatuncu gelenek, Hıristiyanlığın en derin sırlarından
bazılarını gün ışığına çıkarmaya muktedir derinlikli bir metafizik fikir sunan
ve ilahi bilgeliğin otantik ifadesi olan bir gelenekti. Dolayısıyla Hıristiyan
kültürü, tarihinin ilk yüzyılları boyunca olgunlaştıkça, Hıristiyanlığın dini
düşüncesi sistematik bir teolojiye dönüştü ve bu teoloji özü itibariyle
Hıristiyan olmasına rağmen, metafizik yapısı bakımından büyük ölçüde
Eflatuncuydu. (Tar- nas,2011)
İncillerde ruh kavramı sıkça kullanılmış olmasına rağmen
mahiyetinden hiç söz edilmemiştir. Bu nedenle Hıristiyan ilahiyatında da ruh
düşüncesinin soyut bir anlam kazanması uzun bir süreç içerisinde oldukça yavaş
gerçekleşmiştir:
“Bütün halk vaftiz olurken, İsa da vaftiz
oldu. Dua ettiği sırada gök açıldı. Kutsal-Ruh, bedensel bir görünümde, bir
güvercin gibi onun üzerine indi ve gökten: ‘Sen benim sevgili oğlum- sun,
senden hoşnudum.’ diye bir ses geldi.” (Luka, 3/21-22)
“Yahya yine şu tanıklığı yaptı: Ruh’un bir
güvercin gibi gökten indiğini ve onun üzerinde durduğunu gördüm. Ben onu tanımıyordum,
fakat su ile vaftiz etmeye beni gönderen, bana: Ruh’un kimin üzerine inip
durduğunu görürsen, Kutsal Ruh’la vaftiz eden, odur, dedi. Evet, gördüm ve
tanıklık ediyorum ki o, Allah’ın oğludur. ” “İsa sudan çıktığı anda göklerin
açıldığını ve Ruh’un bir güvercin gibi kendi üzerine indiğini gördü. Göklerden
bir ses geldi: “Sen, benim sevgili oğlumsun, senden hoşnu- tum.” Ruh, İsa’yı
hemen çöle götürdü. Çölde şeytan tarafından denenerek kırk gün geçirdi. Yabani
hayvanların arasındaydı ve melekler ona hizmet ediyordu.” (Markos, 1/10-13)
Ortaçağın ilk yıllarında kilise babalarının
bile soyut bir ruh tasavvurunu kavrayamadıkları görülmektedir.45
Ayrıca Grek felsefe atmosferinde şekillenen nefs tasavvurları İsa’dan oldukça
sonraları ruh inancı olarak özellikle Gregorios (330- 390) ve Augustinus
(354-30) gibi ilahiyatçılar tarafından Hıristiyanlık düşüncesine
kazandırılmıştır. Augustinus ruh ve beden ayrımını kabul ederek insanın
mahiyeti itibari ile ruhtan ibaret olduğu düşüncesinin Hıristiyan ilahiyatına
geçmesine neden olmuştur. Böylece insanın ruh, beden ve neftsen meydana
geldiği düşüncesi Hıristiyan ilahiyatçıları tarafından da savunularak, ruhun
bedenden bağımsız ve manevi bir mahiyete sahip bir varlık olduğu düşüncesi
benimsenmiştir. Buna göre beden geçici olarak ruhun bineği durumunda yaratılmıştır.
Nefs ise onun dünya hayatındaki canlılığını sağlamakta ve ölümle son
bulmaktadır. Oysa ruh insanın şuur veya akli yönünü oluşturmaktadır. Bu
nedenle insanın ölümsüz 45 Yeni Ahit’te insanın manevi yönünü ifade etmek amacıyla “pneuma”
kelimesinin kullanıldığı görülmektedir. Yine Latin kökenli “spiritus” veya
İngilizcede bulunan “ghost” ile Almancadaki “gayst” kelimeleri İncillerde genel
olarak ruh manasına kullanılmıştır. Pneuma kelimesinin esas anlamının havanın
hareketi, rüzgar, yel veya esinti olduğu ifade edilerek, bu manada Yuhanna
Incil’i ile İbranilere Mektup’ta geçtiği bildirilmektedir. Ancak İncillerde
pneuma kelimesinin insan ruhu (spirit) manasına kök anlamından çok daha fazla
yerde geçtiği görülmektedir.
tarafım oluşturmaktadır. Beden ölümle toprak olurken, ruh
geldiği yer olan Tanrıya geri dönmektedir.
Hıristiyanlığın
tarihinde akıl ve hakikat kavramı da ruh hakkmdaki yaklaşımları sorunlu hale
getirmiştir. Eflatunculuğun ve Augustine’ciliğin entelektüalizmlerine (zihne,
akla dayanmalarına) rağmen, Hıristiyan hakikat yaklaşımı, klasik filozofların
yaklaşımından esas itibariyle farklıydı. Hiç şüphesiz ki, akıl, Hıristiyan
maneviyatında bir rol oynuyordu; zira Clement’in de vurguladığı gibi, insanın
akıl meziyeti nedeniyle insan vahyi Logos’u idrak edebilmeye muktedirdi. İnsan
aklı, Logos’un yaratıcı ilke’nin aracı olduğu, bizatihi Tan- n’nın orijinal
yaratıştaki lütuf ve ihsanıydı. Ve paganizmin daha müphem veya belirsiz
dikotomisiyle karşılaştırıldığında Hıristiyanlığın üstün bir şekilde akıl ile
ritüeli harmanlaması, Hıristiyanlığın geç klasik dönemde yükselişe geçmesinde
belirleyici bir rol oynamıştı. Daha sonraki dönemde Aristo’nun, tabiatın en
yüksek Form’la gayelik/amaçlılık ekseninde ilişki kurduğu kavramından ve
Yeni-eflatunculuğun, her şeyi ihata eden Bir algısından etkilenen Açuinas,
insanın onuru ve potansiyeline ilişkin yeni bir temel ortaya atmıştı: İlahi
olarak konumlandırılan insan tabiatının içinde, tabiattaki mükemmelleşmeye
doğru ilerleyen bütün gelişmelerin yegane kaynağı olan Tanrı’yla yani insanın
varlığının sonsuz te- meli’yle mükemmel bir birleşmeye doğru aktif bir şekilde
hareket etme potansiyeli gizliydi. İnsanın dili bile ilahi bilgeliği
diriltiyordu ve bu nedenle de, yaratışın ve yaratılışın gizemlerine
yaklaşabilmeye ve bunu geliştirebilmeye muktedir değerli bir araçtı.
Dolayısıyla insan aklı, imanın içinde işlev görebilirdi; ama bunu kendi
ilkelerine göre yapabilirdi. Felsefe, kendi meziyetleriyle teolojiden ayrı ama
yine de teolojinin tamamlayıcısı olarak kendi ayakları üzerinde durabilirdi.
İnsan aklı ve özgürlüğü, kendi gerçekliklerini ve değerlerini bizzat Tanrı’dan
alıyordu. (Tamas,2011)
Aquinas’nm
insan tabiatına ilişkin müsbet değerlendirmeleri, kendi ayrıksı epistemolojik
istikametini etkileyen bir değerlendirme olarak insan bedenini de içine alacak
şekilde genişletilmişti. Geleneksel Augustine’ci teolojide önemli ölçüde
yansıdığı gözlenen Eflatun’un fizik-karşıtı duruşunun aksine, Açuinas, yeni bir
tutum geliştirmek için Augustine’ci kavramlardan yardım aldı. İnsanda ruh ile
tabiat, birbirinden ayırt edilebilirdi; ama bunlar aynı zamanda homojen bir bü-
tün’ün parçalarıydılar da: Ruh, insanın suretiydi; beden ise maddesi.
Dolayısıyla, insanın bedeni, tabiatı icabı insanın varoluşunun ayrılmaz ve
kopmaz bir parçasını oluşturuyordu, kaçınılmaz olarak. Her ne kadar Açuinas,
Augustine’in görüşünün belli başlı yönlerini benimseyecek olsa da, Eflatun’un
yalnızca İdelere epistemolojik olarak bağımlılığını kabul edemezdi. İnsan, ruh
olduğu kadar madde’den de ibarettir ve insanın bilişi/kongisyon’u her iki
ilkeyi de mutlaka yansıtmalıdır: Bilgi, tümellerin kendisinden
çıkarılabileceği somut tikellerin duyu tecrübesinden devşirilir ve tikel’deki
tümel’i kabul etmekle insan zihni ne kadar dolaylı olursa olsun Tan- rı’nm
yarattığı bu şeyin orijinal kalıbına zihni/entelektüel olarak iştirak ettiği
için bu bilgi, bir geçerliliğe sahiptir.
İşte
burada Açuinas, ruhu, Aristo’nun faal akıl’ı ya da no- us’u ile bu tür bir
iştirak kapasitesiyle özdeşleştirerek Eflatun ile Aristo’yu bir kez daha
birleştirir. Bununla birlikte Aqui- nas, faal akıl’ı, münferit ruhun
ölümsüzlüğünü inkar etme temayülü gösterecek, bütün insanlığın tek bir
müşterek mah yapacak sözkonusu Aristo yorumcularına karşı çıkıyordu. Aristo’nun
Açuinas’nm aracılık ettiği şekilde Hıristiyan Ba- tı’ya gir dirilmesi,
Hıristiyan düşüncesini, bir yandan, bu dünyanın, insanın ve tabiatın, tabiatı
icabı değerli olduğu ve özerk bir dinamizmi bulunduğu fikrine açarken; öte
yandan da, Augustine’ci teolojinin Eflatuncu aşkmlığım da ihmal etmemişti.
Açuinas’a göre, Aristo’nun anlaşılması girişimi, paradoksal olarak, teolojiye,
çok daha fazlasıyla "Hıristiyan” olma ve tabiat ile ruhun, zaman ile
sonsuzluğun ve insan ile Tanrı’nm kurtarıcı yeniden-birleşmesi olarak Enkarnas-
yon’un/Diriliş’in sırrı ile daha da uygun hale gelme imkanı vermişti. Akılcı
felsefe ve bilimsel tabiat araştırması, hem teoloji ve imanı zenginleştirirken,
hem de onların tahakkuk ettirilmesini sağlamıştı. İdeal olan, " teolojik
olarak dünyevilik ve dünyaya açık bir teoloji’ydi. Zira Açuinas’ya göre,
varlığın sırrı, çözülmesi zor bir işti; ama Tanrı-vergisi akhn samimi bir
şekilde gelişmesi yoluyla - hiçbir zaman bütünüyle olmasa bile kılmen - bu
sır, insana açılmıştı: Dolayısıyla Tanrı, insanı, var edilişinden itibaren
mükemmelleşmeye çalışmaya, Mutlak olan’a tam olarak iştirak etmeyi bilmeye,
kendisinin ötesine geçerek kendi asli kaynağına yeniden-dönmeye imkan
tanıyordu. (Tarnas,2011) Ancak Aristo’nun eserlerinin daha iyi ve düzgün
çevirilerinin yapılmasıyla ve uzunca bir zamandır çatışma halinde olduğu Yeni
eflatuncu yorumlarından yavaş yavaş ayrılmasıyla birlikte, Aristocu
yaklaşımın, hakim Hıristiyan dünya tasavvuruyla kolaylıkla uzlaştırıla- mayacak
naturalist bir kozmoloji olduğu fark edilmeye ve kabul edilmeye başlandı.
Üniversitelerdeki bu türden bir tedirgin edici entelektüel bağımsızlık
patlamasıyla karşı karşıya kalan kilise otoriteleri, yeni (Aristocu) düşünceyi
kınadılar. Hıristiyan imanının hakikatleri tabiatüstüydü ve natüralist
rasyonalizmin sirayet etme temayüllerine karşı şiddetle korunmalıydı. Daha
sonraki süreçte Açuinas’nm Aristo’yu Hıristiyan tasavvuru ve teolojisi
açısından yorumlama çabasındaki olağanüstü başarıyı kabul eden Kilise,
Açuinas’nm en otoritatif yorumcusu olarak kabul edildiği, bu modüle edilen
Aristoculuğu, Kilise’nin doktrinine/amentüsüne yedirdi. (Tarnas,2011)
Hıristiyanlıktan farklı olarak İslam’da
ruh-beden bölünmesiyle karşılaşmayız. Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde geçen
‘ruh’ kelimesi; vahiy/kitap ve Melek/Cebrail anlamlarında kullanılmaktadır.46
Tefsirlerde “Sana ruhun ne olduğunu soruyorlar, de ki: Ruh, Rabbimin
emrindendir. Bilgiden size ancak az verilmiştir.” (Isra, 17/85) ayetinde geçen
‘ruh’, kişiye can veren şey olarak açıklanmıştır. Ruh kelimesinin bu manada
açıklanmasında ilgili diğer ayetlerde geçen bağlamıdır: “Yarattığı her şeyi
güzel yaratan, insanı başlangıçta çamurdan yaratan, sonra onun soyunu, bayağı
bir suyun özünden yapan, sonra şekillendirip ona ruhundan üfleyen Allah’tır.
Size kulaklar, gözler, kalpler verilmiştir. Öyleyken, pek az şükrediyorsunuz.”
(32/Secde, 7-9)
Aynı şekilde ‘ruh’ kelimesi,
en yakın akrabaları da olsa kim olursa olsun Allah’a ve Allah’ın Rasulü’ne
düşmanlık yapan kişilere sevgi beslemeyen bütün müminler için de kullanarak
“ondan bir ruh”la onları desteklediğini şöyle belirtir: 46 Kur’an’da gerek
Âdem/ilk insanın yaratılışını, gerekse İsa’nın yaratılışını anlatırken ‘ruh’
kelimesini bazen “Ben”, bazen “O” tekil zamirine, bazen “Biz” çoğul zamirine
tamlayan/muzaf olarak kullanır. Hepsinde “ruh” kelimesiyle Cebrail’i kasteder.
Onun için “O’ndan bir ruh” (Nisa, 4/171, Mücadele, 58/22), “Onun ruhundan
üfledi.” (Secde, 32/9), “Ruhumdan üfledim.” (Hicr, 15/29, Sad, 38/72), “Ona
ruhumuzu gönderdik.” (Meryem, 19/17), “Ruhumuzdan üfledik.” (Enbiya, 21/91;
Tahrim, 66/12), “Onu Ruhu’l-Kudüs’le destekledik” (Bakara, 2/253, Maide, 5/110)
ayetlerinin hepsinde geçen ‘ruh’tan maksat, Cebrail’dir
“Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kavmin,
babalan veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile Allah’a ve
Peygamberi’ne karşı gelenlere sevgi beslediklerini görmezsin. İşte Allah,
imanı bunların kalplerine yazmış, O’ndan bir ruh ile onları desteklemiştir.
Onları, içlerinden ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlere koyar.
Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da Allah’tan hoşnut olmuştur. İşte
bunlar, Allah’tan yana olanlardır. İyi bilin ki, mutluluğa erecek olanlar,
Allah’tan yana olanlardır.” (Mücadele, 58/22)
Kur’an-ı Kerim, radikal bir zihin-beden ikiliği inancına
sahip görünmemektedir. O, ilahi ruh ve dünyevi bedenin her nasılsa sıkıntılı
bir birlik veya bağda bir araya geldiği ve ruhun mümkün olduğunca çabuk bir
şekilde bedenden kurtulmaya çalıştığı görüşünde değildir. Kur’an’da oldukça
sık bir şekilde geçen ve İngilizce’ye "ruh” (soul) olarak tercüme edilen
nefis terimi gerçekte "kişi” anlamına gelir veya başka bir ihtimalle,
reflektif zamir olarak "kendisi” - hem erkek, hem dişi ve hem de cansızlar
için - anlamına gelip, "ruh” anlamına gelmez.
Kur’an’da nefs kelimesinin
geçtiği ayetler dikkate alındığında ve bütünlük içerisinde
değerlendirildiğinde görülmektedir ki Kur’an’da nefs47 kelimesine
insan, birey, kimse, o veya onlar zamiri olarak cins, zihin anlamları
yüklenmiştir: “Her nefis ölümü tadacaktır. ” , “Her nefsin kazandığı
kendisinedir. ” , .. Allah Teâlâ’nın yasakladığı nefse haksız yere kıymayın...
” 47 Kur’an’da “n-f-s” kökünden türetilmiş iki fiil
kullanılmaktadır. Bunlardan birincisi “Ağarmaya başlayan havaya and olsun
ki” ayetinde sabahın olmasını, havanın ağarmasını ifade eden “teneffese”
kalıbı, diğer kullanım ise “iyi şeylerde yarışanlar, bunun için yarışsınlar”
ayetinde geçen “yetenafese” fiilidir ki bu fiil insanların yanşması anlamında
kullanılmıştır.
Kur’an’a göre bir insan, belli bir şekilde işleyen tek bir
organizmadır. Kişi, sadece bir harici beden (the outer body), "fiziki
çerçeve”olmayıp, "zihin” adı verilebilecek bir dahili kişiyi (inner
person) de kapsar. İkisi birlikte düzenli bir birlik oluştururlar. Bu sebeple
Kur’an, ölümün yeniden dirilişinden mutlak bir şekilde bahseder ve sık sık
tekrarlar.
Daha sonraları, Yunan felsefesinin etkisiyle radikal bir
ruh-beden dikotomisi İslam’a girmiştir. (Fazlurrah- man,1997) Nefisle ilgili
ayetlerde geçen “nefs” kelimesinin anlamı insan, birey, insanın varlığını ifade
etmektedir. Bu ayetlerde geçen nefs, dikotomik insan anlayışına hâkim olan
nefs-beden ikiliğini ifade eden tarzda anlaşılmıştır. Razi bu ayette geçen nefs
kelimesini filozofların anladığı tarzda dikotomik bir yaklaşımla ele
almaktadır. Ayette geçen nefs kelimesinin beden olduğunu iddia etmektedir. Ruh
ise bedenin ölümünden sonra varlığını devam ettirmektedir.
Nefs kelimesinin kullanıldığı bir diğer anlam ise zihin,
akıl, şuurdur. Bu anlamı ifade eden ayetlere örnek ise: “Onlar yalnızca
kendilerini saptırırlar. ” , “Onlar nefislerinde gizledikleri şeyden dolayı
pişman olacaklardır. ” , “Biliniz ki Allah nefislerinizde olanı bilir.”
Yukarıda ifade edilen ayetlerde geçen nefs kelimesi insanın zihnini, düşünce
gücünü, bilinçliliğini ifade etmektedir. Bu anlamda İslam felsefesinde
genellikle ruh kelimesi yerine nefs veya akıl kavramlarının kullanıldığı
dikkati çekmektedir. "Canh olmanın göstergesi olarak eylemleri
gerçekleştirebilecek organa sahip tabii cismin ilk yetkinliği” olarak
tanımlanan nefs, manevi bir cevher olarak kabul edilmiştir. Ancak ilk
yetkinliği ifade etmesi kaydıyla nefse hayat da denilebileceği ifade
edilmiştir. Bu bakımdan o, beraber bulunduğu bedenin özel bir mizaç ve
karaktere sahip olması- m sağlamaktadır. Ruh ise besinlerden elde edilen
sıvıların ince bir şekilde karışımından (meze) meydana gelmektedir. Nefsin
güçlerini bütün organlara taşıdığı varsayılan bu ruhun son derece ince
buharımsı bir cisim olduğu kabul edilir.
Ruh konusu özelikle Farabi ve İbn Sina gibi İslam filozoflarının
katkılarıyla ana hatları tespit edilerek geliştirilmiştir. Bu filozoflar insan
ruhu konusunda çoğu prensipleri Platon ve Aristo kaynaklarına dayanan teoriler
geliştirmişlerdir. Örnek olarak İbn Sina’ya göre ruh, latif bir cisimdir,
karışımların (ahlat) lâtifinden ve buhâriyetinden meydana gelmiştir. Kalbin
iki boşluğundan solda olanı ruhun oluşumunu sağlar. Öncelikli görevi, nefsin
güçlerini bedenin organlarına ulaştırmaktır. İkinci olarak ruh, organların,
kendilerine ait nefsânî güçleri kabul etmek için uygun hale gelmelerini sağlar.
Çünkü organlar ya da beden, karışımların yoğunlaşmasından meydana gelmiştir.
Bu yoğunlaşma ise, karışımların her bir organda farklı düzeyde ve bir ahenk
içerisinde birleşmeleri demektir. Ki organlar, nefsin kendileri ile ilgili olan
gücünü bu birleşim sayesinde kabul edebilir. Birleşimin orantısal farklılığı,
organların yapısal farklılığını ve çeşitliliğini doğurmaktadır. Bunun
sonucunda organlar, nefsin kendileriyle ilgili güçlerini gerçekleştirebilme
yeteneğini kazanmaktadırlar. Beden, kuruluk, yaşlık, soğukluk, sıcaklık gibi
niteliklerin karışımından meydana gelir. İşte bu karışımın belirli ölçüde
olması mizacı oluşturur ki, bu düzenleme (tesviye)dir. Nefs, belirli bir kıvama
gelen inorganik doğal cisimle birlikte var edilmiştir ama onun varlığı cisimsel
olandan tamamen ayrıdır. İbn Sînâ, özellikle karakterlerden bahsederken ruh
ile kan arasında benzerlik kurmuştur. Huylar ve karakter özellikleri, bedenin
fizikî yapısının bir işlevi olup İbn Sînâ’nm ah- lât teorisinde bunlar bedenin
mizacına veya dört sıvının, yani kan, balgam, kara safra ve sarı safranın
belirli oranlarda karışımına bağlıdır. Bu sıvılardan birinin diğerlerine baskın
olması, fertlere özgü hâkim karakterleri belirlemektedir. Meselâ bedende kara
balgam baskın ise kişi sevdâvî (melankolik) olmaktadır. Kişilerdeki bu sıvı
yapısında ortaya çıkan dengesizlik, karakter bozukluklarına, yani kötü
karaktere yol açarken, iyi karakter de dengeli veya mutedil mizacın sonucu
olarak karşımıza çıkmaktadır. Karakter özellikleri gibi mizaçların da değişime
konu olduğu bilinen bir husustur. Bir kimsenin kötü karakterinin daha iyi hale
gelmesinin anahtarı, mizacındaki değişikliktir. Kullanılan ilaç tedavileri ve
perhizler bunun kanıtıdır. Meselâ melankolik bir kimse, mizacında baskın olan
soğuk ve kuru nitelikli kara safranın hâkim karakter özelliklerini dengelemek
için sıcak sıvılar tüketmelidir. Namaz, oruç, hac ve benzeri ibadetlerim hepsi
mizacı dengelemek ve kişiye iyi bir karakter vermek sûretiyle nefsin bedensel
güçlerini, aklî nefsin hizmetine sunmak içindir.48
48 Ruhun beden
üzerindeki tesirini ısrarla belirtmesi İbn Sînâ felsefesinin en önemli ve
orijinal yönün teşkil eder. Bir tabip olarak özellikle heyecan ve dürtülerin
yapısını incelerken fiziki bünyenin önemini korumaya büyük titizlik
göstermesine rağmen tabiatın maddî tarafı, zihnî ve ruhî yönleri tarafından hem
işgal edilmiş ve hem de gölgede bırakılmıştır. İbn Sînâ’ya göre nefsin bedenle
birleşmesi arızîdir. Bunu kanıtlamak için, nefsin bedenle ancak üç biçimde
birleşebileceğini söyler: f.Nefs bedenin varlığıyla birlikte var olur ve nefs
ile beden birbirini tamamlar, ikisi birden tek cevher olur ve o da insandır.
Ancak böyle bir ihtimal fâsitir. Zira nefs ve beden birbirinden bağımsız birer
cevherdirler. Onların tek bir cevher olması söz konusu olamaz. 2.Var olma hususunda
nefs, bedenden sonra olmuştur. Yani nefs, beden fiillerinin yerine gelmesi ile
vücut bulmuştur. Böyle bir görüş de muhaldir. Çünkü böyle bir önermeyi kabul
etmek, nefsin varlık sebebinin beden olduğunu kabul etmeyi gerektirir.
İlletler dört tanedir: Maddî, fail, sûrî ve gâî
İbn Sînâ’ya göre beden ise, bütünüyle insanın
anlamına dâhil olmayan, ancak nefsi taşıyıp onu tutan bir şeydir. İnsanın
‘ben’ dediği gerçek varlığı, insanın ‘kendisi’ olarak bildiği şey zorunlu
olarak nefstir. Nefsin bedene intiba ettiği veya onun cisim (beden) ile kâim
olduğu da söylenemez. Çünkü cisim son tahlilde sonsuz bir güç kaynağı ve sonsuz
bir varlık olamaz. Hâlbuki nefs için aynı sey söylenemez. Öyleyse nefs cisim
olmadığı gibi cisimde yer etmiş, onun tabiatına karışmış bir sey de değildir.
O maddeden mufarak, kendisine yön ve mekân tayin edilemeyen, cisim gibi
bölünmeyen ma’kûlatı akleden bir şeydir. Dolayısıyla insan aslında neftsen
ibârettir. Ve insanda ölüm sonrası bâkî kalan sey de nefstir. Âhiret hayatında
insan başka bir şeye dönüşmeyeceği gi-
şeklinde. Bunlardan hiç biri de maddeye uygulanamaz. Şöyle
ki; cismin illet-i fâiliyye olması muhaldir çünkü cisim yapamaması yönüyle
cisimdir. O ancak bir kuvvetle böyle bir şeyi yapar. Kuvvetle değil de zâtıyla
yapıyor olsaydı bütün cisimlerin bu tür fiilleri yapması gerekirdi. Dahası
cismânî kuvvetlerin hepsi de ya araz ya da maddî sûrettir. Arazların veya
maddelerde kâim sûretin kendi nefsiyle kâim olan bir vücudu ifade etmesi
muhaldir. Mutlak cevher olması, kabul edici bir illet olması da muhaldir. Yine
nefs, herhangi bir şekilde bedenin tabiatına bürünmüş de değildir. Cismin nefs
için sûret verme ve onu yetkin kılma illeti olması da muhaldir. Aksine bunların
tersi doğrudur. Şu halde nefsin bedenle ilişkisi zâti illetle illetlenen bir
ilişki olamaz. 3.Nefsin varlık yönünden bedenden önce olması zaman itibariyle
değildir yani nefsin varlığı bedenin varlık sebebi olamaz. Böyle bir ihtimal
de bâtıldır. Zira bedenin varlığı, nefsin varlığından bir fer olsaydı bedene
ulaşan bozulma, helâk vb. nefsi kuşatan bir bozulma, fesat vb. sebeplerle olurdu.
Hâlbuki bu doğru değildir. Aksine bedenin bozulması onun mizacının veya
terkibinin bozulması ile gerçekleşir. Öyleyse nefs ile beden arasındaki ilişki
zâti olmayıp arızî bir ilişkidir. Nefs, varlığı bozulmayan, yok olmayan bir
sebebe yani sûretleri verene (Vâhibu’s-suver) dönmektedir. Ölümle birlikte
bedenin bozulması ile nefs bozulmaya uğramaz. O, Yaratıcının bâkî olması
sebebiyle bekâ bulur.
bi o, dış dünyadan gelmiş olan
her şeyden de tecerrüt etmiş olacaktır. Öyleyse insan, mâhiyettir, özdür ve o
âhiret hayatında gerçekte su anki durumundan başka bir şeye dönüşecek bir
varlık da değildir. Onun maddî varlığından herhangi bir parçanın kalması da söz
konusu değildir. (Kul,2011)
Din ve tıp arasındaki ilişki dini bir kavram olan şifa ile
tıbbi bir kavram olan “tedavi”nin anlamlarında belirginleşmektedir.
Geleneksel tıbbın temel yaklaşımını belirleyen Galenci tıp anlayışı seküler bir
hastalık tanımı yanında seküler bir tedavi anlayışını içerir. Bu bağlamda
tarihsel süreçte din ve tıp arasında şifa ve tedavi üzerinden belli sorun
alanları tartışma konusu olmuştur. Ruh ve beden dikotomisi, din ve tıp
arasında şifa ve tedavi bağlamında inşa edilmiştir. Şifa Hıristiyanlıkta hem
Hz. İsa’nın en önemli mucizesi hem de bir tebliğ aracıdır.
İslâmî öğretiye göre, bütün zihinsel
hastalıklara dört vücut sıvısının (mizacın) (humor) dengesizliği sebep olmaktadır,
ancak bu, nihai olarak Galen’den gelen bir inanç olan, zihinsel hastalığın
sebebinin tabiatüstü olduğu şeklindeki inançla çelişmektedir. Bu Galen’ci
gelenek, İslam tıp geleneğinde temel bir unsur haline gelmiştir ki, İslam tıp
geleneğinde kötü ruhlar tarafından ele geçirilme (demonic possession)
fikirlerini reddeder. Bununla birlikte, Galen geleneğine rağmen, Galen’in
aksine dört mizacın karşılıklı etkileşimini benimseyen Müslümanlar,
hastalıkların özellikle de ruhsal hastalıkların ruhi nedenleri olduğunu kabul
etmişlerdir. Yunan geleneğinde olduğu gibi, İslam’daki manevi tedavinin bir bölümü
ahlaki açıdan sağlam olmaya hasredilir, fakat bu, uygulama açısından böyledir.
Tıbb-ı
Manevi , her ne kadar her ikisi de ortak ve bazen de karmaşık ise de, iki
farklı anlama gelir. Bunlardan birincisi, hastalıklar için manevi veya ahlaki
veyahut da psikolojik tedaviye inanmaya işaret eder ki, bu fiziksel veya
(manevi) olabilir. Örneğin, Kur’an’dan surelerin veya başka duaların okunması
yoluyla fiziki bir hastalık tedavi edilebilir. Bu inanç, ilmi tıp geleneğinde
bile, birçok müslüman doktor tarafından bir dereceye kadar kabul edilmiştir.
İkincisi ise, hastalığa özellikle akıl hastalığına veya deliliğe tabiatüstü
manevi güçlerin sebep olduğu inancıdır. (Fazlurrahman,1997)
Ebu Bekir er-Razi tedavinin bu
yönü üzerine iki eser kaleme almıştır. Bunlardan biri olan
et-Tıbbu’r-Ruhani’dir (Manevi Tıp).49 Razi tıbbı,
“et-tıbbu’l-cesedani” ve “et-tıbbu’r-ru- hani”, yani cismani (beden) ve ruhani
tıp şeklinde iki kısma ayırmıştır. Bu anlamda “et-tıbbu’r-ruhani”; kalbin
afetlerini ve hastalıklarını ortaya çıkararak tedavi yollarını ve iyileştirme
çarelerini bulmaya çalışan, itidalini öğreten ve bu yolla kalbi kemale
ulaştırmayı hedefleyen bir ilim olarak tanımlanabilir. (Razi,2008) Razi’den
sonraki dönemde bu kavramın yaygın olarak kullanıldığını ve nefsin hastalıkları,
bunların nedenleri ve tedavi edilmelerini konu edinen et-tıbbu’r-ruha- 49 İngilizceye The
Spiritual Physick of Rhazers başlığı altında tercüme edilmiştir. İslam’da ahlak
ve manevi tıp aynı fikirler bütününe aittir ve er-Razi’nin eserlerinde de görüldüğü
Üzere, onları birbirinden tama- miyle ayırmak mümkün değildir. Onun Bir
Felsefecinin Davranış Tarzı (Conduct of a Philosopher) isimli eseri, bir
manevi sağlık ideali ortaya koymakta ve kendi yaşam tarzının bir savunmasını
yapmaktadır. Manevi Tıp ( Spiritual Medicine ) isimli eserinde ise, kişinin
bizzat kendisinin ahlaki rahatsızlıklarını/ bozukluklarını nasıl tedavi etmesi
gerektiği meselesini ele alır. Her iki eser de Müslüman tıp tarihçileri tarafından
rivayet edilen nakilleri teyid ederek, er-Razi’nin özellikle tıp- la ilgili
ahlaki meselelerle ilgilendiğini belirtirler.
ni isimli eserler yazılmış olduğunu görmekteyiz.50
Bu anlamda Ebu İshak İbrahim b. Yusuf eş-Şirazi el-Firuzabadi (1083) ile
Ebu’l-Ferec Abdurrahman lbnu’l-Cevzi(1201)’nin et-Tıb- bu’r-Ruhani isimli
eserleri sayılabilir.
Razi’nin eserinin en önemli
kaynaklarından biri Pla- ton’dur. Ek olarak filozofun eserine et-tıbbu’r-ruhani
adını vermesi de Platon’a dayanan bir anlayıştan kaynaklanmaktadır. Bu
anlayışa göre tıp, fiziki ve fizyolojik hastalıkları konu edinen “bedeni tıp”
ve ahlaki hastalıkları konu edinen manevi tıp olmak üzre iki kısma
ayrılmaktadır. Razi, tıbbı ikiye ayıran ve ruhla beden dikotomisini Platon’a
isnat etmektedir. (Razi,2008, 33) İkinci olarak, bu yaklaşım İslam dünyasına
doğrudan Platon’un eserleriyle değil Galen vasıtasıyla geçmiştir. Çünkü
Galen’in Platon’un genellikle ahlakla ilgili konuları ele almış olduğu
“Timaios” gibi eserlerine yazmış olduğu özetler Arapça’ya tercüme edilerek
İslam dünyasındaki yerlerini almışlardır.
İslam tarihinde belli bir
dönemden sonra Tıbbı Nebevi kitapları yaygınlaşmıştır. Tıbb-ı Nebevi”, Kur’an
ayetleri ve Hz. Muhammed (SAV)’in hadislerinden, yaşayışından ve yapılmasına
izin verdiği hususlardan kaynaklanan tıbba dair tavsiye ve uygulamalara
verilen addır. Bu bilgiler Kütüb-i Sitte olarak bilinen en önemli altı hadis
kitabının “Kitâbü’t-Tıp” başlıklı bölümlerinde yer almaktadır. Daha sonra bazı
yazarlar sadece bu bölümlerde yer alan bilgileri bir araya toplayarak
müstakil kitaplar hazırlamışlar ve Arapça yazdıkları bu eserlere “
et-Tıbbu’n-Nebevî” ismini vermişlerdir. Bu eserler- 50 Mehmet Bayraktar
(1985), “The Spiritual Medicine of Early Muslims”, The Islamic Quarterly,
vol.29, sayı 1.
den bilinen en eskisi Ebu’l-Kasım en-Nişâburî’nin eseridir.
Ayrıca Dinâverî, Zehebî, Suyûtî, Ebu Nu‘aym el-lsfahanî’nin eserleri başta
olmak üzere pek çok eser kaleme alınmış olmakla birlikte bunlardan en meşhuru
İbnü’l-Kayyım el-Cev- ziyye’nin XIV. asırda yazdığı eseridir.51
EIz. Peygamber, tedavinin gerekli olduğunu, her hastalığın
şifasının bulunduğunu ve bazı hastalıkların nasıl tedavi edileceğini ümmetine
öğretmiştir. Elatta koruyucu hekimliği ciddi manada ilk defa O gündeme getirmiş
ve temel ilkelerini belirlemiştir. Ancak EIz. Peygamber, tıbbî tedaviler ve
ilâçlarla ilgili tafsilâtlı bilgi vermemiş; temel sağlık prensiplerini
açıklamış, daha ziyade kolay temin edilebilen ve çok yönlü faydaları olan gıda
ve bitkileri tavsiye etmekle yetinmiştir. Onun tıp konusundaki açıklamaları
alelâde, sıradan tavsiyelerden ibaret görülmemiş, bazı beyanlarının vahiyle
kendisine bildirildiği hatta mucize olduğu kabul edilmiştir. Bunun yanında
bazılarınca Resûlullah (s.a)’in tıp konusundaki açıklamalarının, diğer
hadisler gibi peygamberlik vazifesiyle ilgisinin bulunmadığı iddia edilmiştir.
(Tekineş,1998)
İslâm dünyasında tıp ilminin erken dönemlerden itibaren
ilgi görmesinin önemli sebeplerinden birisi Kur’an ve Sün- net’te tıp konusunda
bir çok nassm bulunmasıdır. Bu bağlamda tıbba verilen önem, Hz. Ali’ye nispet
edilen “ilim ikidir; din ilmi ve beden ilmi” şeklindeki sözde veciz bir şekilde
özetlenmiştir. Tıp ilmi, İslâm’ın klasik çağlarında tabiat 51 M. Hamidullah,
Brockelmann (GAL) ve Kâtip Çelebi (Keşfüz-Zü- nûn)’nin ondan
fazla Arapça yazılmış Tıbb-ı Nebevi kitabının mevcudiyetini haber verdiklerini
(E. Ihsanoğlu bu kitapları yirmiden fazla olarak üstelemiştir), ayrıca
bunlardan başka Farsça, Urduca ve Türkçe Tıbb-ı Nebevi kitaplarının da mevcut
olduğunu belirtmiştir.(To- kaç,2012)
ilimleri grubunda değerlendirilmiş ve diğer tabiat ilimleri
gibi tecrübeye dayandığı kabul edilmiştir. Ancak bazı İslâm âlimleri, tıbbı
gayesini dikkate alarak dinî ilimler kategorisinde değerlendirmiştir. Nitekim
es-Suyûtî (ö.911/1505), dinî ilimleri tanıttığı İtmâmu’d-dirâye li
kurrâi’n-nikâye adlı eserinde tıp ilmine de yer ayırmış ve “tıbbın diğer
dinî ilimlerin yerine getirilmesini temin eden farz-ı kifaye ilimlerden” olduğunu
öne sürmüştür. Ona göre “İbadetlerin ve hayatla alâkalı sorumlulukların yerine
getirilebilmesi için kişide bulunması gereken sıhhat halinin korunması, ancak
tıpla mümkün olur”. Tıbba verilen bu önem nedeniyle bazı müslüman bilginler,
tıp ilminin İlâhî menşeli olduğunu, bazı tıbbî hakikatlerin, hatta tıbbın temel
esaslarının geçmiş peygamberlere vahiyle bildirildiğini, daha sonra beşerî
tecrübelerle geliştirildiğini ve tıp ilminin ortaya çıktığını öne
sürmüşlerdir.
İlk
dönemlerden itibaren tıbb-ı nebevî konusundaki eserlerin telifinde iki önemli
husus etkili olmuştur. Birincisi, Hz. Pey- gamber’in tıp hakkmdaki sünnetini
(hedy) ortaya koyma; böy- lece onun diğer meselelerde olduğu gibi bu konuda da
eşsiz beyânlarının bulunduğunu gösterme çabasıyla yapılan tasnif faaliyetidir.
Hadisçiler bu saikle hareket etmişler ve telif ettikleri eserlerde uydurma
haberlere yer vermedikleri gibi, zayıf haberlerin de durumunu açıklamışlardır.
Nitekim İbn Kayyim el- Cevziyye (ö.751/1350), Resûl- i Ekrem’in muhtelif
konulardaki uygulamalarım anlatmak için telif ettiği “Zâdü’l-me’âd” adh
eserinin bir bölümünde tıbb-ı nebeviye de yer vermiştir. İkincisi ise, tıp
tarihi ve alternatif tıbbî yöntemlerle ilgilenen bazı hekimlerin tıpla alâkalı
hadisleri bir araya toplama çabalarıdır.
Bunların
gayesi de iki noktada toplanabilir, bir kısmı tıp ilmiyle alâkası olan her şeye
ilgi duymuş; bu konulardaki bilgilerini zenginleştirme veya konuyla ilgili
detaylı eserlerde İslâm dininin de tıp ilmiyle alâkalı görüşlerini anlatma ve
tıp ilmine katkısını açıklama maksadıyla tıbb-ı nebeviden bahsetmişlerdir. Bu
müellifler çoğunlukla tıp ilmini bildikleri kadar, dinî ilimleri
bilmediklerinden, zayıf ve uydurma haberlere eserlerinde yer verebilmişlerdir.
İkinci grup ise mütedeyyin hekimlerdir. Bunlar daha çok Hz. Peygamber’in tıp
ilminde bir mucize kabul edilebilecek sözlerini açıklamak ve kendi
dönemlerindeki tıp ilminin verileriyle hadislerin ne kadar uyumlu olduğunu
gösterebilmek için eserlerini kaleme almışlardır. İlk dönem müelliflerinden
bir kısmı ile günümüzde bu sahada eser telif edenler genelde bu düşüncedeki hekimlerdir.
Tıbb-ı nebevî konusundaki kitapların bir kısmında tıbbî faydaları olduğu iddia
edilen sebze ve bitkiler hakkında zayıf ve uydurma bazı haberler de
bulunmaktadır. Tıbb-ı nebevî kitaplarına bu tür hadislerin alınmasının önemli
sebeplerinden
birisi,
söz konusu haberlerin Arap tıbbının altın çağı sayılan dönemlerdeki tıp
anlayışına uygunluğudur. Tıp konusunda bazı zayıf, hatta uydurma haberlerin
mevcudiyeti, tıp hadislerinin İlmî değerinin bulunmadığını değil, aksine tıp ilminin
insanlar için her devirde önem ve aktüelitesini kaybetmediğini, bu sebeple de
bir kısım kişilerin insanlara faydalı olma düşüncesiyle veya farklı
mülahazalarla aslı bulunmayan haberlere itibar ettiğini göstermektedir.
Tıpla
ilgili hadislerin İslâm bilginlerinin kendi devirlerindeki ilim anlayışı ile
değerlendirilmesi bazen olumsuz sonuçlar da ortaya çıkarmıştır. Bir kısım
bilginler, kendi devirlerinin tıbbına uymayan hadisleri, bu gerekçeyle
reddetmişlerdir. Meselâ Zehebî, “güneşte ısınmış su ile abdest alınmasını
yasaklayan” hadisi, İmâm Şafiî’nin güneşte ısınmış su ile ab- dest almayı
mekruh gördüğünü de naklettikten sonra, “Bu hadis sahih değildir; güneşte
ısınmış suyla abdest alınmasını uygun bulmayan bir tabib bilmiyorum” şeklinde
tenkit etmiştir. Bir kısım bilginlerin kendi dönemlerindeki tıp anlayışının
tesiriyle bazı hadisleri tenkit etmesi veya yanlış yorumlaması, tıbbî
hadislerin çevrenin tesiriyle söylenmiş sözler olmadığını göstermesi açısından
üzerinde durulması gereken bir husustur.
İslam’da “Tıbbı Nebevi”
çalışmalarının ortaya çıkması önemli bir problematiktir. Fazlur rahman “İslam
Geleneğinde Sağlık ve Tıp” isimli eserinde Tıbbı Nebevi’nin İslam tarihinde
bir süre sonra ortaya çıkmasını sorgular;
“Tıbb-ı Nebevi’nin kaynağı ve onun oluşum
nedenleri hakkında neler söylenebilir? Müslümanları, tıpla ilgili ilmi hadislerle
birlikte hemen hemen ciltler tutan bu tür eserleri yaratmaya yönelten neydi?
Bu hususa (örneğin Ullman tarafından) verilen bir cevap şöyledir: Bununla
Ehl-i Sünnet, Peygamber’in otoritesi adına "putperest Galen”in tıptaki
otoritesine meydan okumak istemiştir. Bir ikinci cevap, otoritelerin, mümkün
olduğu kadar çok kişinin istifade edebilmesi amacıyla, "tıp el kitabı”
denilebilecek bir tür tıp kitabını orta seviyede eğitim görmüş müslümanın
hizmetine sunma teşebbüsüydü. Zira bu literatür, başlıca, bir takım bilinen
hastalıklar için yazılan reçeteleri ihtiva etmekte ve sıradan kuralların ve
bilinen prensiplerin ötesinde tıbbi kuram ile çok az ilgilenmektedir. Üçüncü
cevaba göre ise, iddia edilebilir ki, bu, tıbbı ruhanileştirme, ona yüksek bir
dini değer yükleme ve onu İslami mülahazaların merkezine çekme teşebbüsüydü.
Son olarak ise, denilebilir ki, felsefenin ve onun tipik temsilcilerinden İbn
Sina’nın - ki O, Ehl-i Sünnet’in nefretini kazanmakla birlikte orta çağdaki en
meşhur tıp adamıydı - amansız muhalifleri olan kelamcılar, tıbbı felsefecilerden
zorla söküp almak ve onu felsefeden ve varsayımlarından bağımsız kılmak
suretiyle, ‘'İslamlaştırmak” arzusundaydılar.”
Fazlurrahman’a
göre; her ne kadar ilk üç açıklama nisbi bir geçerliliğe sahipse de, tıbbı
manevileştirme hedefi en büyük ivmeyi vermiştir. Birincisi, yani Peygamber
adına "putperest Galen”e meydan okuma, muhtemelen en zayıfıdır ve bu
literatürün gelişmesinde çok sonraki bir dönemde gerçekleşmiştir. Bu
açıklamaya karşı, Tıbb-ı Nebevi yazarlarının, umumiyetle geleneksel ilaçları
ve kuralları Yunan tıbbının prensipleriyle birleştirdikleri ileri sürülebilir.
İbnü’l Cevzi (ö. 1200)’nin Tababetten Faydalı Seçme Parçalar (Beneficial Se-
lections from Medicine) isimli eklektik eserinin girişinde ifade ettiğine
göre, O, tabip-alimlerin doktrinlerine yer verdiği kadar, Peygamber’den ve
sahabilerinden gelen hadisleri de göz önüne almıştır. Ez-Zehebi de (ö. 1348)
Nebevi Tıp (Prop- hetic Medicine) adlı eserine giriş mahiyetindeki yazısında
şöyle demektedir: "Sağlıklı iken onu korumak, sağlıklı değilken sağlığa
kavuşmak için gerekli olan tıpla ilgili hadisleri ve tıp adamlarının bıraktıkları
bilgileri toplamak için Allah’ın yardımını diledim.” Ondördüncü yüzyıldaki iki
alim (İbn Kayyim el-Cevziyye, Ö.1350 ve el-Sürremerri, Ö.1374), vahye- dilen
tıp ile (Galen, İbn Sina gibi) tabiplerin tıbbı arasındaki ilişkinin, bu ikinci
tıp türü ile halk tıbbının hurafeleri arasındaki ilişki gibi olduğunu
söylerler. Bununla beraber, her ikisi de Arap tıp otoritelerinden ve
Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman doktorlardan alıntılar yaparlar.
(Fazlurrahman,1997)
İbnü’l-Kayyim’in
bize söylediğine göre, Tıbb-ı Nebevi genel ilkelerle uğraşırken, bilimsel tıp
detayları doldurmaktadır. Bu iddianın ne anlama geldiği hususu,
İbnü’l-Kayyım’in, insanın tabiatıyla ilgili olarak onun sadece bir beden değil,
fakat aynı zamanda zihni-ruhani bir mevcudiyet olduğu, ifadelerinde
bulunabilir. Tıbbi geleneğin metodolojileri- ni-tümdengelim yoluyla akıl
yürütme (kıyas), hayvanlar üzerine yapılan deneme ve gözlemleme (tecrübe,
müşahede) ve "doğru sezgi zikrettikten sonra şöyle denmektedir: Allah’ın
Peygamber’ine onun için neyin faydalı ve neyin zararlı olduğuna dair
gönderdiği vahye nisbetle bunlar nerede durmaktadır? Onların tıbbının vahiyle
olan ilişkisi, onların ilimlerinin ve öğrenmelerinin Peygamberlerin getirdiği
öğretiyle olan ilişkisi gibidir. Gerçekte, büyük doktorların akıllarının bile
tamir edemediği ve onların ilimlerinin, tecrübelerinin ve kıyaslarının bile
onları doğru neticeye götüremedi- ği tedaviler vardır. Örneğin, manevi
tedaviler ve (sadece) Allah’a imandan ve O’na güvenden kaynaklanan kalp
kuvveti, yardımseverlik ve ibadet, tevbe ve Allah’ın affını dileme, insanlığa
iyilik yapma, muhtaca yardım etme ve sıkıntılı olanların sıkıntısını giderme.
Zira, bu ilaçlar, dinlerdeki ve inançlardaki bütün farklılıklarına rağmen
toplumlar tarafından (başarılı bir şekilde) denenmiş, ve yine onlar
tarafından, (sadece) ilim, tecrübe ve tıp adamlarının kıyasi analizleriyle elde
edilemeyen sağlıklı neticeleri olduğu müşahade edilmiştir. Biz ve bizim
gibiler bu hususları sık sık denemiş ve maddi ilaçların sahip olmadığı bir
fayda temin etmişlerdir - gerçekten de, bu ilaçların yukarıdakilere nispetle
durumu, büyücülerin tıbbının bilimsel ilaçlar karşısındaki durumu gibidir.
Bütün bunlar (tabiatta faaliyet halinde olan) Allah’ın hikmeti kanununa göredir
ve hiçbir şey onun dışında değildir. Fakat, bu kanunun işleyiş nedenleri
çeşitlidir. İnsanın kalbi, tabiatı kendi iradesine göre yöneten, hastalıkların
ve şifaların yaratıcısı, bu dünyanın Rabbı’na açık hale geldiği zaman,
inanmayan ve lakayt bir kalp tarafından tecrübe edilemeyen diğer ilaçlar
mevcut hale gelir. Tecrübe ile sabittir ki, insanın ruhu güçlü hale geldiği
zaman beden de güçlenir, hastalığı kovmada ve onun üstesinden gelmede işbirliği
yaparlar ve bu, en cahil insanlar hariç, kimse tarafından inkar edilemez. (Rahman,
1997)Bu düşünce, fiziki tedavilerin faydasını inkar etmemekte, fakat daha
ziyade insanın bütünlüğüne işaret etmektedir. Bu, Galen ve İbn Sina’nın
tıbbının niçin Hz. Peygamber’in tıbbına nispetle daha aşağıda düşünüldüğünü
açıklamaktadır. Yukarıdaki metinde kalp, ruh ve beden arasında yapılan aynı
üçlü ayırım, Galen’den bahset- meksizin çağdaşı ez-Zehebi’nin eserinde de
görünmektedir. Ez-Zehebi için, bir takım farklı fiziki hareketleri ihtiva eden
günlük Islami ibadetlerin faydası dört yönlüdür; manevi, psikolojik, fiziki ve
ahlaki.
Fazlurrahmân
tıpla ilgili hadislerin bir çoğunun sonraki müslüman nesiller tarafından Kur’ân
ve Hz. Peygamber’in faaliyetleri dikkate alınarak yapılan yorumlar neticesinde
ortaya çıktığını ve Peygamber’e nispet edildiğini iddia etmektedir. Ona göre
müslüman bilginleri buna sevk eden âmil, tıbbı manevileştirme, ona yüksek bir
dinî değer yükleme; böy- lece halkın koruyucu ve şifa verici tedbirlere kolayca
ulaşmasını sağlama düşüncesidir. Bu iddiaya göre müslüman bilginler, Kur’an
ve Sünnet’ten istinbat ettikleri (içtihat) kendi görüşlerini daha etkili
kılmak maksadıyla hadis olarak Hz. peygamber’e nispet
etmişlerdir.(Tekineş,1998)
Sosyolojik açıdan konuya yaklaşıldığında Tıbbı Nebevi
çalışmalarının başka bir dönemle kesiştiği görülür, İslam’da epistemolojik
anlamda gerçek bir bölünme52, tıp alanında Tıbbı Nebevi
çalışmalarını koşullamıştır. En başta en önemli Tıbbı Nebevi yazarı
El-Cezviyye, tasavvufa karşı sert duruşuyla tanınan İbn Teymiyye’nin
kitaplarını yeniden gözden geçiren ve ilmi çalışmalarının yayılmasını sağlayan
kişidir. Hadislerdeki tıbbın bu manevî boyutunu gören bazı araştırmacılar,
tıbb-ı Nebevî yazarlarının veya muahhar dönem bilginlerinin, söz konusu
manevileştirme çabalarını tıbba itibar kazandırmak için yaptıklarını öne
sürmüşlerdir. Halbuki tam aksine tıbb-ı Nebevî müellifleri, tıp hadislerine
tıbbî bir hüviyet kazandırmak maksadıyla hadislerdeki bu manevilik niteliğini
zaman zaman ihmal etmişler, rasyonel ve kendi zamanlarının tıp anlayışına uygun
yorumları tercih etmişlerdir.53 Bu bağlamda Tıbb-ı Nebevi
literatürünün önemli niteliklerinden biraz bahsetmek gerekir. Muhtemelen en
önemli şey, karışım ilaçlara (el-murekkebe) karşı, basit ilaçların (el-edvi- ye
el-mufrede veya el-basita) tercih edilmesidir.54 Klein-
52
İslam dünyasında ikinci yüzyılda son derece farklı bir
fenomen zaten
oluşmaya başlamıştı. Sufilik
(İslam tasavvufu) tam anlamıyla İslam’ın manevi görünümünü temsil eder.
Sufilik, ruhen hassas bazı bireyler ve çevreler arasında; kısmen, İmparatorluğun
getirdiği yeni güç ve zenginlikle birlikte Müslüman Toplumu’nda ortaya çıkan
genel bir dünya düşkünlüğünün gelişmesine ve belki daha fazla, İslam’ın hukuki
ve ke- lami kavramlarda şekillendirilmesine (donuklaştırılmasına) karşı bir
reaksiyon olarak ortaya çıkmış görünmektedir. Çünkü Sufilere göre, İslam,
esasında insanın iç dünyası ile, yani "ruh terbiyesi” (tendence of the
soul) ile ilgilenir.
53
Ayhan Tekineş, “Tıbbı Nebevi’nin Metafizik Temelleri”
54
İslam’da bilimsel tıp geleneğinde, farmakoloji
(pharmacology: ilaçların bileşimi, kullanımı ve tesirlerini vb. içeren ilaç
bilimi) ve farmasi (pharmacy. İlaçların hazırlanması yani eczacılık) kesin bir
şekilde birbirinden ayrılır ve pratik olarak hemen her zaman ayrı çalışmalarda
ele alınır ve pratik olarak hemen her zaman ayrı çalışmalarda ele alınır; fa-
Franke’ye göre bunun sebebi, birinci tür ilaçların, İslam
hukuku tarafından yasaklanmış katkı maddelerini içermesi ihtimalidir. Gerçek
sebep, karışım ilaçların daha fazla yan etkilere sahip olma ihtimalinin
varlığı gibi görünmektedir.[110]
[111]
İslam düşüncesinde Yunan düşüncesinin etkileri
ve bu düşünceye gösterilen tepkiler birçok kavramın bağlamından kopmasını da
belirlemiştir. Dini açıklamanın en önemli kavramı olan ilk başta hikmet
kavramının köken itibarı ile İbra- nice “hokmah” ya da Süryanice “hekhmeth”ten
geldiği ve sonradan Arapça’ya hikma şeklinde geçtiği söylenmektedir.
Müs- lümanlar zamanla Yunani hikmeti Islamileştirmişerdir. Buna göre, İdris
peygamber ilim ve sanatın ilk temsilcisi, hikmetin babasıydı. Müslüman
düşünürlere göre bütün bu peygamberlere has hikmet Hermetik külliyatta
toplanmıştır. O halde bu tür kadim hikmet anlayışlarından istifade
etmekte bir sakınca yoktu. Müslümanlar bir adım daha ileri giderek şunu söylüyorlardı:
Orijinal olarak peygamberlerin öğretilerinden derlenen Mısır’daki Hermes
külliyatı aynı zamanda Helenistik Yunan felsefesi için de temel
oluşturmaktadır. O halde felsefe de daha önceki peygambere ait olan hikmet
ve tecrübelerin tor- tulaşmış kalıntılarından başka bir şey değildir. Mesela,
bu görüşü referans alan İhvan al-Safa, Yunan felsefesini Peygamberi ışıktan
aydınlanan bilgelerin ortaya koyduğuna inanırlar.
den olabileceği gerekçesiyle tıpta kullaılmalarma karşı
büyük bir hoşnutsuzluk tavrı sergiler. Aynı şekilde, tiryag denilen bir
karışım (yılan sokması için bir antidot), yılan eti ve alkol içeriği için bu
literatürde yasaklanmıştır. (Rahman, 1997) Üçüncü olarak, koruyucu
tıp/hekimlik (preventive medicine el-hımye) bilimsel İslam tıbbı geleneğinde de
önemli bir ilke olduğu halde, Tıbb-ı Nebevi literatüründe de özel bir öneme
sahiptir. Kur’an’da " Yiyiniz, içiniz, fakat (yemekte ve içmekte) israfa
kaçmayınız”(7:31) ayeti bu tür literatürün yazarlarının hemen hemen hepsi
tarafından iktibas edilir ve hastalığın engellenmesinde en önemli etken olarak
kabul edilir. Bu bağlamda, korunma iki şeyi ifade eder: Birincisi, kişinin
bulaşıcı hastalıklara yakalanmaması için, diyet ve genel hijyen tedbirlerini
almak ve İkincisi, hastalık esnasında, geçici bir süre durmuşken hastalığı
tamamıyla vücuttan defedecek gücü bedene vermek için tedbirler almak.
İbn Sina’ya göre ise hikmet orijinal olarak İsrail
Oğullarına gönderilen peygamberlere aitken daha sonra Yunanlılara geçmiştir.
“Ama” der İbn Sina, “bu hikmetin tamamı nihayet İslam’da yeniden ortaya
konmuştur.” İşte bu yaklaşım, Müslüman düşünürleri hikmet kavramını,
felsefeyi de içine alacak bir genişlikte kullanmaya yöneltmiştir. Her ne kadar
İslam terminolojisinde hikmet, önceleri Peygamber söylevi ve Ku- ran’m
eş diğer ismi anlamında kullanılmış olsa da, daha sonraki dönemlerde
çoğunlukla Yunanca sophia kelimesinin karşılığı olarak bilgelik
manasında kullanılmaya başlanmıştır. (Önal,2011)
İslam
düşüncesinin Yunan düşüncesiyle karşılaşmasındaki tavrı başlangıçta hızlı bir
tercüme ve aktarım gayretiyle sürmüş bir dönem sonra ise bir karşı duruş
geliştirilmesi şeklinde olmuştur. Yunan düşüncesinin sahiplenilmesi ve reddedilmesi
bağlamında İslam düşüncesi tarihi de temelde iki döneme ayrılmıştır. Günümüzde
İslam düşüncesi tarihi kitapları felsefecilerle başlayıp tasavvufcularla devam
eden bölümlerden oluşur, dönemselleştiren etmen felsefe karşıtlığıdır ancak bu
başka bir bölünmenin -zahir ve batın, akıl ve kalb- karşıhğıdır. İslam
düşüncesinde tasavvuf (Gazali) felsefe karşıtlığını temellendiren yaklaşım
olmasına karşın esasta felsefe, tasavvufta önemli bir yeri olan “marifet
teorileri”nin içinde tartışmasız bir yer edinmiştir. Bu bağlamda felsefeye
dair birçok kavram tasavvufun sistematiğinde yer edinmiştir. Örneğin
Islamiyetin ikinci asrına kadar mahiyet, hüviyet ve hakikat deyimleri
kullanılmıyordu. Yunan Felsefesi Arapçaya tercüme edildikten sonra bu tabirler
İslâmlaştırıldı. Bu kelimelerin yerine zahir, batın, tevhid veya hakk
deyimleri vardı. Bazen de İslam ve hanif kelimeleri bu bütünlük ve birlik ma-
nasmda kullanılıyordu. Ki, sırat-ı müstakim ve tevhid manasında olan bu
çizginin diğer iki ucu ise, zahiri ve şeriatı esas alan Yahudilik ile ruhu ve
özü esas alan Hıristiyanlık idi.
Hakikat kelimesi Kur’ân’da
aynen geçmez.56 Fakat “hakikat” kelimesi bu şekliyle bazı
hadislerde yer almıştır ve bu hadisler lügat bilginleri tarafından da delil
olarak kullanılmıştır. Buna göre “hakikat” bir şeyin gerçekliğine, onun durumunun
kesinliğine ulaşmak demektir. Felsefede hakikat, özel olarak zaman zaman
gerçeklik zaman zaman da doğruluk anlamında kullanılmakla birlikte, gerçekte
bir şeyin kendi özü içinde örtüsünü açarak vukua gelmesi ve insanın bunun
farkında olması durumunu ifade etmektedir. İslam felsefe tarihinde ise hakikat
daha ziyade ontolojik bir kavram olarak ele alınmıştır. Kalbi safileştirerek
hakikate ulaşmayı amaçlayan tasavvuf, hakikat kelimesine yaptığı vurguyla dikkat
çekmektedir. Çünkü tasavvuf, insanın hayat yolculuğunda gerçeğe ulaşması için
şeriat, tarikat, hakikat ve marifet şeklinde bir derecelenmeye gitmektedir.57
Özetle tasavvufta hakikat terimi “zahirin ardındaki örtülü ve gizli mana, dini
hayatın en yüksek seviyede yaşanarak ilahi sırlara aşina olunması” gibi
anlamlar ifade eder. (Koçyiğit, 2012)
56
Kur’ân’da aynen geçmeyen hakikat kelimesi “Hak”
kelimesinden türemiştir. “Hak” kelimesi Kur’ân’m anahtar sözcüklerinden
birisidir. Âlimler bu kelimeyi en çok “batıl”m zıddı olması yönüyle değerlendirirler.
Hak batılın zıddıdır. Gerekmek vacip olmak, bir şeyi sağlam yapmak, uygun ve
münasip anlamlarına gelmektedir.
57
Sufiyye bunlardan ilkinin avam (genel olarak halk),
İkincisinin havas (seçkinler), üçüncüsünün havâssü’l-havâs, dördüncüsünün de
ehass-ı havâssü’l-havâssa ait olduğunu söylerler. İbn Arabi ise, “Şeriat
hakikattir. Tasavvuf ehli, hakikatin hükümlerinden zahir olanlara şeriat; hakikatin
hükümlerinden batın olarak içeride kalanlara da hakikat demişlerdir” şeklinde
bir özetleme yapmaktadır.
Tıbbı Nebevi kitaplarının ortaya çıktığı dönem
ve içerikleri dikkate alındığında İslam’ın şifa anlayışında da bir bölünmeyi
yansıttığı görülmektedir. Manevi tıp58 genellikle “dua” üzerinde
dururken,59 Tıbbı Nebevi kitapları şifa-dua ilişkisine neredeyse
yer vermeyip, yoğunluklu olarak şifah-ot ve yiyeceklere yer vermiş ve
ruh-beden dikotomisinde beden tarafını temsil etmiştir. İkinci olarak İslam
düşüncesinde hastalık ve şifa anlayışı bizatihi tasavvufun yorumuyla değişime
uğramıştır.60
58
ÇİŞTİ,H. M. (2011), Sufi Tıbbı, İnsan Yayınları
59
Manevi tıpta rukye önemli bir şifa aracıdır. Rukye
kelimesi, esas itibariyle üç manaya gelmektedir: Yükselmek, kendisiyle
istiazede bulunulacak şey ve ekseriyetle vadi kenarlarında olan arazi parçası
anlamlarına gelmektedir. Tûrkçede efsun, tılsım, nefes, üfürük gibi kullanımı
olan rukye, korku, nazar değmesi, cinnet v.b. hastalıklar karşısında kişinin
yöneldiği şeydir. Rukye, değişik uygulamaları olan şifa arayışıdır. Genellikle
bunun tatbiki üç farklı şekilde gerçekleştirilir: Ya kendisinden şifa ümit edilen
ayetler, dualar okunup hasta üzerine üflenir, ya bunlar bir şey üzerine yazılır
ve hasta bunları boynunda veya üzerinde taşır veya suya okunup üflenir veya bu
yazılanlar suya batınlır ve bu su hastaya içirilir. Kur’an’da “rukye” kelimesi
bir yerde geçmektedir: “Dikkat edin! Can boğaza gelip köprücük kemiklerine
dayandığı zaman, tedavi eden (hekim) yok mu? denir.” Ayetteki “rak” ifadesi
ile ilgili olarak söz konusu ifadenin rukye kökünden olması izahı yapılabilir.
Rukye, Arapça’da, birinin bir şey vasıtasıyla hastanın şifa bulmasını istemesi
durumunda kullanılır. Nitekim: “Seni Bismillah diyerek, Allah’ın yüce adına
dayanarak tedavi ediyorum” denilir. Bu izaha göre, bu sözü söyleyen
kimseler ölümle yüz yüze bulunan o insanın etrafında bulunanlar olmuş olur. “Tedavi
eden yok mu?” sorusunu soranların melekler olduğu da söylenmiştir.
Rukyenin biri menfi diğeri de müsbet olmak üzere iki yönü vardır. Yani biri
iyiliğe kullanılmakta, diğeri kötülüğe kullanılmaktadır. İyi yönü dua ve okuma
ile tedavi şeklidir. Kötü yönü ise efsundur ki; büyücülükte kullanılmakta,
büyücülerin, cadıların elinde malzeme olmaktadır.
60
Dönemin hastalık ve şifa tanımını sufi yorum ve ötekisi
anlamında Ra- zi ve Kureyşi-Arabi tanımlarını vererek sunabiliriz: Muhammed b.
Ömer Fahruddin Razi (v.m.l209)’nin tefsirinde “şifa” bir hastalığa mukabildir.
Bu hastalık da ruhun bedeni hazlara dalması, ruh cevherinde batıl inançların ve
kötü huyların meydana gelmesi suretiyle ortaya çıkar. İşte bu durum, ruh
cevherinin şiddetli hastalığı demektir. Dolayısıyla bu hastalık için, ehil bir
doktorun olması gerekir. Çünkü şiddetli hastalıklara yakalanan kimseye,
isabetli ilaçlarla müdahale edecek ehil bir doktor rastlamazsa, o mutlaka ölür.
Şayet böyle bir doktor rastlar ve beden de o ilaçlan kabul ederse çoğu kez
iyileşme gerçekleşir ve hastalık gider. Bunu iyice kavradığımızda şöyle
diyebiliriz: Hz. Muhammed (s.a.v.) ehil bir doktor, Kur’an-ı Kerim de terkibi
ile kalp hastalıklarına faydalı olan bütün ilaçlar gibi olmuş olur. Doktor,
hastanın yanma gittiği zaman, ona hastalığına neden olan her şeyden
kaçınmasını ve hastalığa karşı neler yapması gerektiğini söyler. İşte “mev’ize”
de budur. “Mev’ize”nin anlamı; Allah’ın nzasmdan uzaklaştıracak ve kalbi
masiva ile meşgul edecek her şeyden kişiyi uzak tutmaktır”. Fahreddin er-Razi,
Kur’an’m, ruhani ve cismani hastalıklara karşı şifa oluşunu şu sözlerle
açıklar: “Kur’an ruhani hastalıklara karşı bir şifa olduğu gibi, cismani
hastalıklara karşı da bir şifadır. Onun ruhani hastalıklara karşı bir şifa
olması aşikârdır. Çünkü ruhani hastalık çeşitlerinden olan “batıl itikad-
lar” ve “kınanmış huylar” gibi hastalıklarla ilgili Kur’an-ı Kerimde detaylı
bilgi yer almaktadır. Kur’an-ı Kerim, batıl inanışlara götüren ayıp ve
kusurları ortaya çıkaran delilleri ihtiva etmektedir. Kur’an-ı Kerim, kınanmış
olan ahlak ve huyların açıklanmasını, onlarda bulunan mefse- detlerin
tanıtılmasını ve üstün, mükemmel huylar ile övülmüş olan amellere irşad edip
yol göstermeyi de içermektedir. Böylece bu tür hastalıkları ve bu
hastalıklarla mücadele yollarını içeren Kur’an, bu tür ruhani hastalıklara
karşı bir şifa olmuş olur. Kur’an’m maddi hastalıklara karşı şifa olması da
inkâr edilemez bir gerçektir. Çünkü bereketini umarak Kur’an okumak pek çok
hastalığa engel olmaktadır. Filozoflardan ve tılsımcılardan büyük bir
topluluğun; manası anlaşılmayan pek çok efsun, rukye ve duaların okunmasının
faydalar verip zararları savuşturacağını söylediğine bakılınca; Allah’ın
zikrini, mukarreb meleklerin ta’zi- mini, azgın kimseler ve şeytanların da
tahkir edilip zelil kılınmasını kapsayan bu yüce Kur’an’m okunması dini ve
dünyevi faydalar elde etmeye öncelikle vesile olur.” Bu anlayış karşısında
tasavvufun geliştirdiği şifa tanımı izafidir: Kuşeyri’nin belirttiğine göre:
“Öğüt avam içindir, şifa havas içindir, hidayet havasın havassı içindir, rahmet
ise hepsi için-
dir. Müminler Allah’ın rahmetiyle bu sayılanlara ulaşırlar.
Herkesin şifası kendi hastalığına göredir: Günahkârların şifası, kurtuluşun
meydana gelmesiyledir. İtaat edenlerin şifası, nimetin meydana gelmesiyledir.
Ariflerin şifası Allah’a yakınlığın hâsıl olmasıyladır. Vecd sahibi olanların
şifası hakikatin müşahede edilmesiyledir”. Muhyiddin İbn Ara- bî(v.m.l239)’nin
yaklaşımına göre: “hidayet” kavramının “şifa” ve “mev’ize”
kavramlarıyla irtibatı söz konusudur: hidayetten önce kişide şifa olmalıdır.
Şifa ile kalplerdeki batıl inanç ve kötü ahlak giderilmezse, bu durum ilahi
nurların oluşmasına engel olur. Mezkur haller eğer giderilebilirse ki bu durum
yine Kur’an’m hakikat ve hikmeti öğretmek suretiyle şüphe ve nifak gibi
hastalıkları gidermesidir, böylece engeller ortadan kalkar ve Allah’ın hidayeti
insanda etkili olur.” Ayetin sonunda yer alan “rahmet” kavramı müminlere tahsis
edilmiştir. Zira inatçı kâfir kulların ruhları, peygamberlerin ruhlarının
nurlarından ışıklanamaz. Dolayısıyla Allah’ın rahmeti onları kapsamaz.
(Sarımurat,2008)
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
104
Geleneksel tıp61
karşısında modern tıp farklı bir doğa, kozmoloji ve insan anlayışının ürünüdür.
Modern tıpla birlikte geleneksel tıp, gelenek-modern dikotomisinde yerini almış
ve modernlik içinde adı ise “alternatif tıp” olmuştur.62 62 Geleneksel tıp
tanımı tarihsel olarak modern öncesi tüm tıp geleneğini ifade etmesine karşın
modern tıbbı tanımlamak da belli güçlükleri barındırır; İngilizce konuşulan
ülkelerde bunun için kullanılan terim “conventional medicine”dir ve “geleneksel
tıp” anlamını karşılar. Benzer şekilde ABD Sağlık Bakanlığı’na (NIH) bağlı
Ulusal Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Merkezi (National Çenter for Complementary
and Alter- native Medicine - NCCAM) tarafından “Batı tıbbı - Western medicine”
teriminin, “conventional medicine” ile eş anlamlı tutulduğunu görüyoruz. Aynı
otorite “allopathic medicine” terimini de bu mana için kullanır.
(Öztürk,2012). Bu manada kullanılan tıp, açıkçası “Ortodoks tıp” olarak
kavramlaştırılan ve modernliğin içinde bir geleneği ifade eden tiptir. Bu
anlamda modern tıp, yaygın kullanılan ıstılahta Ortodoks tıbba karşılık
gelmektedir.
62
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tamamlayıcı (complementary) ve alternatif tıp
terimleri eş anlamlı olarak Batı tıbbı dışında kalan alanı tanım-
Batı bilimi tarihi boyunca,
biyolojinin gelişmesi tıbbmkiyle el ele ilerlemiştir. Doğal olarak daha
sonraları, önce biyolojiye katı biçimde yerleşen mekanistik hayat anlayışı,
sağlık ve hastalığa karşı hekimlerin tavırlarına da egemen olmakta gecikmemiştir.
Tıbbi düşünce üzerindeki Kartezyen paradigmanın etkisi, biyolojik-tıbbi
(biomedical) model adlı modern bilimsel tıbbın kavramsal temelinin oluşturulmasıyla
sonuçlanmıştır. İnsan vücudu, öğelerine bakılarak çözümle- nebilen bir makine
olarak görüldü; hastalık, hücresel ve mo- leküler biyoloji bakış açısından
incelenen biyolojik mekanizmaların kötü çalışması şeklinde anlaşıldı; doktorun
görevi, fiziki olsun, kimyasal olsun, özgül bir mekanizmanın kötü çalışmasını
düzeltmek amacıyla müdahale etmekti. George Engel’in dediği gibi, tıp bilimi
Descartes’tan üç yüzyıl sonra bile, "hala bedeni bir makine, hastalığı
makinanm bozulma-
lamada kullanılmakta ve hatta bazı ülkelerde bunlara
“geleneksel (tra- ditional) tıp” tamlaması da karşılık gelebilmektedir. Diğer
taraftan DSÖ geleneksel tıp tanımı yapmak için çok daha fazla enerji harcar:
“Geleneksel tıp, açıklaması olsun ya da olmasın, sağlığın sürdürülebilmesi,
fiziksel ve mentol hastalıkların engellenmesi, teşhisi, iyileştirilmesi ya da
tedavisinde kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere
dayalı bilgi, beceri ve uygulamaların toplamıdır”. WHO, bu tanımı
yaptıktan sonra, bir ülkede yaygın olarak benimsenen ve o ülkede verilen sağlık
hizmetlerinin bir parçası olan geleneksel uygulamaları alternatif tıp
kapsamından çıkarır; böylece ülkeden ülkeye değişen göreceli bir tanımlama
yapmış olur. Buna göre örneğin akupunktur Türkiye için bir alternatif tıp
uygulaması iken Çin için böyle sayılmaz. (Öz- türk,2012) NCCAM ise daha
deklaratif bir yaklaşımla önce bir şemsiye tabir üretir ve bu alanın tümünü
“tamamlayıcı / alternatif tıp” (complementary / alternative medicine - CAM)
başlığı altında tanımlar. Ardından ise tamamlayıcı ve alternatif kelimelerini
farklı kavramlar olarak tarif eder. Buna göre tamamlayıcı tıp, Batı tıbbının
dışında ama onunla birlikte kullanılan uygulamaları ifade ederken; alternatif
tıp, Batı tıbbı yerine ikame edilen yöntemler anlamına gelir. sının sonucu ve
doktorun görevini de makinamn onarılması şeklinde gören anlayışa dayalıdır”.
(Capra,2009)
Modern
tıp Descardes’in Kartezyen ayrımına dayalıdır. Descartes’in düalizminin bir
tarafında yer alan, ruh (soul), zihin olarak, münhasıran da düşünürün insan
bilinci olarak anlaşılıyordu. Duyular, akış ve yanılmaya yatkındı; muhayyile,
fantezik/hayal mahsulü çarpıtmaların kurbanıydı; duygular, kesin akılcı
kavrayışla ilgisiz bir gerçeklikti. Descartes’in düa- lizminin diğer tarafında
yer alan ve zihne zıt bir konumda bulunan dış dünyanın bütün nesneleri,
sübjektif bilinçten, amaçtan ve ruhtan (spirit) yoksundular. Daha ziyade, bütünüyle
maddi nesneler oldukları için, bütün fiziki fenomenler, özü itibariyle, -hayatı
andıran otomatlar, becerikli makinalar, saatler, değirmenler ve XVII. yüzyılın
Avrupahlan tarafından inşa edilen ve keyif alman çeşmeler gibi- makinalar
olarak kavranabilir/di. Tanrı, evreni yaratmış ve onun mekanik yasalarını
tarif etmişti; ancak sistem kendiliğinden hareket etmeye başladıktan sonra da,
üstün zeka (Tanrı) tarafından üstün bir makine (insan) inşa edilmişti. İnsan
akh ilkin kendi mevcudiyetini, tecrübi zorunluluktan sonra da Tann’mn
mevcudiyetini, mantıki zorunluluktan yola çıkarak kuruyor ve dolayısıyla
Tann’mn garanti ettiği objektif dünyanın ve onun akılcı düzeninin mevcudiyeti
sonucuna varıyordu. Descartes, insan aklını, kesin metafizik hakikati ayırt
etmeye ve maddi dünyanın kesin bilimsel anlayışını ve kavrayışını
gerçekleştirmeye muktedir, bilme meselesinde yegane üstün otorite tahtına
oturuyordu. Bir zamanlar Kutsal Kitap’a ya da üstün papa’ya atfedilen
Yanılmazlık, şimdi bizzat insan akima veriliyordu.
Sonuçta,
Descartes, farkında olmaksızın teolojik bir Ko- pernik devrimi başlatmıştı;
çünkü onun akıl yürütme biçimi, insanın ve aklının mevcudiyetinin Tanrı
tarafından değil de, Tann’nm mevcudiyetinin insan aklı tarafından var kılındığını
öne sürüyordu. Her ne kadar Tann’nm mevcudiyetinin apaşikar kesinliği, Tann’nm
güvenilir bir insan aklı yaratmasındaki şefkat ve lütfü ile garanti edilmişse
de, Descartes’m vardığı sonuç, otoritenin esas itibariyle yalnızca münferit insan
akimın kararında kök-saldığı sadece açık ve anlaşılır olan kriteri temelinde
tasvip ve tasdik edilebilirdi. Nihai dini meselede ise, ilahi vahiy değil,
aksine, insan akimın tabi- i ışığı, son sözü söyleme hakkına sahipti.
Descartes’e gelinceye kadar, vahyi/dini hakikat, insan yargısının dışında
objektif bir otorite olma özelliğini ve konumunu korumuştu; ama onun
geçerliliği, insan akimın tasdik ve tasvibine bağımlı kılınmaya başlanmamıştı.
Luther’in Hıristiyan dininin parametreleri içinde/n talep ettiği metafizilk
bağımsızlık, şimdi Descartes tarafından daha yaygm/evrensel olarak ima ve ifade
edilmişti. (Tarnas,2011)
Dahası,
düşünen öz ile genişleyen öz arasındaki esasa müteallik dikotomisini ifade
etmekle Descartes, maddi dünyayı, uzunca bir zamandır var olagelen dini
inançla olan irtibatından koparmıştı; bilimi, bu dünyanın analizini ruhi ya da
beşeri nitelikler tarafından lekelenmemiş ve teolojik dog- ma/akide tarafından
sınırlandırılmamış bir şekilde gerçekleştirme çabasından uzaklaştırmıştı.
Şimdi hem insan zihni, hem de tabii dünya, önceden olmadığı kadar
birbirlerinden özerk yerlerde, Tanrı’dan ve birbirlerinden koparılmış vaziyetlerde
yapayalnız bir şekilde duruyorlardı. Akılcı özne ile maddi dünya arasındaki
düalizmin meyvesi, bilimdi. Bu dünyanın kesin bilgisini taşıma ve insanı
"tabiatın sahibi ve efendisi” kılma kapasitesine sahip olan bilimdi. Sadece
yaratılmakla kalmayıp, aynı zamanda, sürekli olarak ve doğrudan şahsi ve faal
bir Kadir-i Mutlak Tanrı tarafından idare edilen ortaçağ Hıristiyan kozmos
tasavvurunun aksine, modern evren, düzenli tabii yasalar tarafından yönetilen
ve münhasıran fizik ve matematik terimleriyle anlaşılabilir gayr-ı şahsi bir fenomendi.
Yaratıcı ve mimar olarak Tanrı, artık fizik ev- ren’den uzaktan uzağa
uzaklaştırılmaktaydı ve şimdi sevgi, mucize, kurtuluş ya da tarihi müdahale
Tanrı’sı olmaktan ziyade, maddi evreni kuran, değiştirilemez yasalarını koyan
ve sonra da evrene doğrudan müdahale etmek-ten kendisini alıkoyan üstün
akıl/zeka ve ilk neden Tann’sıydı. Ortaçağ koz- mos’u, sürekli olarak Tanrı’ya
bağ/ım/lıyken, daha büyük on- tolojik gerçekliğe sahip olan ve ister aşkın,
isterse içkin olsun herhangi bir ilahi hakikate ihtiyaç duymayan modern kozmos,
kendi ayaklan üzerinde duruyordu. Ve ortaçağ Hıristiyan dünya tasavvurunda,
insan zihni, nihai olarak tabiat üstü bir nitelik arzeden kainatın düzenini
ilahi kaynağın yardımı olmaksızın kavrayamazken, modern dünya tasavvurunda,
insan zihni kendi akli melekeleriyle evrenin düzenini kavramaya muktedirdi ve
bu düzen bütünüyle tabiiydi.
Maddi
ve müşahhas olana karşı manevi ve aşkın olanın hakimiyetine yapılan Hıristiyan
düalistik vurgu, fiziki dünyanın beşeri aktivitenin hakim odak noktası
olmasıyla birlikte şimdi tepe taklak edilmişti. Tam insan dramının sahnesi olarak
bu dünyanın ve bu hayatın coşkulu bir şekilde kucaklanması, geleneksel dinin
dünyevi varoluşu ve hayatı, ebedi hayata hazırlık sürecinde talihsiz ve geçici
sınav alanı olarak yok sayan hayat ve dünya tasavvurunun yerini almıştı. Beşeri
umut ve kaygılar, şimdi, gözle görülür bir şekilde seküler başarı üzerinde
odaklanıyordu. Ruh ile madde, Tanrı ile insan arasındaki Hıristiyan düalizmi,
şimdi, zihin ile madde, insan ile kozmos arasında kurulan modern dikotomiye
dönüşüyor ve böylelikle, sübjektif ve şahsi insan bilincine karşı, objektif ve
gayr-ı şahsi maddi dünya bilinci yerini alıyordu, karşı tarafa yerleştiriyordu.
(Tarnas,2011)
Akılcı insan, kendi bilincinin kesin olduğunu
ve epistemo- lojik olarak daha az kesin olan ve yalnızca nesne olarak algılanabilen
maddi özlerden müteşekkil dış dünyadan bütünüyle ayrı olduğunu bilir.
Dolayısıyla rscogitans - düşünen öz, sübjektif tecrübe, ruh, bilinç, kısacası
insanın içinde algıladığı şey - temelde res extensa’dan - yani genişleyen
öz’den, objektif dünyadan, maddeden, fiziki bedenden, hayvanlar ve bitkilerden,
taşlar ve yıldızlardan, bütün fiziki evrenden, kısacası insanın kendi dışında
kaldığı her şey’den - farklı ve ayrı olarak anlaşılmaktaydı. Yalnızca insanda
bu iki gerçeklik, zihin ve beden olarak bir araya gelmişti. Ve hem insan
akimın kognitif/bi- lişsel kapasitesi, hem de tabii dünyanın objektif
gerçekliği ve düzeni müşterek kaynaklarını Tann’da buluyordu.
Kartezyen ayırım, sağlık
tedavisi uygulamasını birkaç önemli yönde etkilemiştir.63 İlk
olarak, (tıp) mesleğini, ara- 63 Rodis ve Lewis (1993: 31)’a göre Descartes, insan bedenini
hazır bulunmuş bir makine olarak değerlendirmiştir. Onun bu yaklaşımı, sağlık
ve hastalık algılamalarını etkilemiş, hasta insan, bozuk saat, sağlıklı insanı
ise çalışan saat metaforu ile karşılanmıştır. Zamanla, onun, bu dûalist
yaklaşımı bütün bilimler için temel epistemolojik ilkeye dönüşmüştür. Bu
türden bir uygulama doğa bilimleri için fazlaca sorun çıkarmamış olsa da,
konusu “insan” olan bilimlerde ciddi sorunlara yol açmıştır. Batı tıbbmda,
hastalık algısı da, hayata hükmeden bilimsel paradigmalar temelinde
şekillenmiştir. Hastalığın, insan bedeninin or- gansal ayrımı esas alınarak
anlaşılmaya çalışılması, Descartes’m öncülük ettiği Kartezyen düalizme
dayanmaktadır. Ruh ve bedeni birbirinden bağımsız gerçeklikler olarak kabul
eden Descartes, ruhun bütünlüğüne vurgu yaparken, bedenin anlaşılabilmesinin;
en son parçasına larında çok az iletişim olan iki ayrı kampa bölmüştür. Hekimler
bedenin tedavisiyle uğraşırken, psikiyatrist ve psikologlar ruhun
iyileştirilmesine çalışırlar. İki grup arasındaki uçurum, çoğu büyük
hastalıkların anlaşılmasını güçleştirmiştir; çünkü o, tıp araştırmacılarını
hastalığın gelişimi sırasındaki duygusal durumların ve stresin rollerini
incelemekten alıkoyuyordu. Bu bağalamda klasik şifa-tedavi ayrımına dayah
din-tıp ilişkisi modern dönemde hem ruh hem de bedenin modern tıbbın içine
dahil edilmesiyle sonuçlanmıştır.
Modern tıp, bedenin git gide daha küçük parçaları üzerinde
yoğunlaşmak suretiyle, çoğu kez hastanın bir insan olduğunu göremez hale gelir
ve sağlığı bir makine gibi çalışmaya indirgeyerek sağaltım (şifa) olayıyla
ilgilenmez. Bu belki de, biyolojik-tıbbi yaklaşımın en ciddi kusurudur. Sağaltımın
(şifa), bütün tıbbın esaslı bir yönü olduğu, hemen her pratisyen hekimin
bildiği bir şeyse de, olay hep bilimsel çatının dışında düşünülmüş;
"şifacı” (healer) terimine kuşkuyla bakılmış ve sağlık, şifa bulma
(healing) kavramları tıp okullarında tartışmaya bile konu yapılmamıştır. Şifa
(healing) olayının biyolojik-tıbbi bilimin sınırları dışında bırakılmasının
nedeni açıktır. Bu neden de, sağaltım olayının indirgemeci terimlerle
açılanamayışıdır.
Sağlık ve şifa olayı, değişik çağlarda çeşitli
anlamlar ifade etmişti. Sağlık kavramı, tıpkı hayat kavramı gibi kesin biçimde
tamamlanamaz ve gerçekte her ikisi de birbiriyle çok yakından ilişkilidir.
Sağlık, bir insanın canlı organizmaya ve onun çevresiyle ilişkisine bakışma
bağlıdır. Bu bakış, bir kül-
kadar ayrıştırılmak kaydıyla olanaklı olduğunun
düşüncesindedir. Bu yüzden, hem Batı’nın insan anlayışı hem de tıbbın kendi
içerisinde, mesleki alt uzmanlık dallarına ayrılışı, aynı ilkeye dayah olarak
işlemiştir. (Biri,2009) türden diğerine, bir çağdan öbürüne değiştikçe, sağlık
anlayışları da değişir. Çağlar boyunca şifa, hastalığın, hastanın yalnız
bedenini değil, ruhunu da hesaba katarak bütün bir insanın rahatsızlığı olarak
görüldüğü geleneksel bilgeliğin rehberliğindeki halk şifacılan tarafından
uygulanmıştı; onların benlik imgesi, kozmosla ve ilahlarla ilişkisine olduğu
kadar, fiziki ve toplumsal çevresine de dayanıyordu. Hala dünyanın dört bir
yanında çok sayıda hastaya şifa sunmakta olan bu şifacılar, değişik
derecelerde bütüncül olan pek çok yaklaşımı takip ederler ve çok çeşitli
tedavi teknikleri kullanırlar. (Capra,2009)
Modernlik dini bir terim olan “hastalık” terimini de tıp alanının
dışına taşımıştır ve bu durum tedavi kavramının yeniden tanımlanmasını
belirlemiştir. Hastalığın (illness) rahatsızlığa (disease) indirgenme süreci
içinde64, doktorların dikkati, bütünlüğe sahip bir insan
suretindeki hastadan uzaklaştı. Hastalık topyekün bir insanlık durumu iken,
rahatsızlık be- 64 Modern tıbbın hastalık sözcüğü, terim olarak eski
Fransızca’dan tıp terminolojisine kazandırılmış bir sözcüktür. Sözcük, rahatta
olma, iyi hal üzere bulunma anlamındaki ‘ease’ sözcüğüne -dis ön ekinin ilavesiyle
oluşturulmuştur. Sözcüğün basma getirilen -dis eki ise, olumsuzluk eki olup,
sahip olunan bir şey ya da durumun eksilmesini ve hatta tamamen kaybını ifade
etmektedir. Buradan hareketle disease sözcüğünden rahatın, güçlü-zinde olma
halinin, iyilik durumunun zayıflaması ya da tamamen kaybı anlamı
çıkarılmaktadır. Rahattan uzak olma durumu (discomfort), hastalık hali
(disease) kişinin sübjektif durumuna karşılık gelen sözcüklerdir. Oxford
sözlüğü (1994)’nde hastalık, bedensel bir organı ya da bir parçadaki işlevsel
bozulma ve rahatsızlık durumunun neden olduğu durum olarak tanımlanmaktadır.
Bu tanımda öne çıkan öğeler; bedenin unsurlarına indirgenerek açıklanmaya çalışılması
ve organların insan bütünlüğünün temsilcisi olarak görülmesidir. Ruhsal boyutu
kapsam dışı bırakması, hastalık olgusunu bedenle tanımlı bir realite olarak,
işlevsel bozukluğa yorması, tanımın biyome- dikal perspektiften yapıldığını
göstermektedir. (Biri,2009) denin özel bir kısmının durumudur ve
doktorlar, hastaların hastalıklarından çok, onların rahatsızlıklarını tedavi
etme noktasında yoğunlaşmışlardır. Onlar, her iki kavram arasındaki önemli
ayrımı göz ardı etmişlerdir. Biyolojik - tıbbi görüşe göre, hastalık diye bir
şey yoktur ve bundan dolayı da belirli bir rahatsızlığın yapısal ya da
biyolojik - kimyasal karakterdeki başkalaşımları olmadan, tıbbi bakım için
hiçbir hakh gerekçe bulunamaz. Onyedinci yüzyılda ruh-beden sorunu öyle bir
biçimde döküldü ki, Batıh bilimsel psikolojinin sonraki gelişimine damgasını
vurdu. Descartes’a göre ruh ve beden, her biri öbürüne başvurulmaksızın
incelenebilen; paralellikleri bulunmakla birlikte, iki farklı dünyaya ait
varlıklardı. Bedenin mekanik yasalarca yöneltilmesine karşılık ruh -ya da nefs
(so- ul) - özgür ve ölümsüzdü. Ruh, açıkça ve özgül olarak bilinçle
özdeşleştirilmiş olup, beyindeki pineal bezi aracılığıyla ilişki kurarak
bedeni etkileyebiliyordu. (Capra,2009)
Modern Ortodoks tıbbın sosyolojideki karşılığı
“biyome- dikal” yaklaşımdır ve bu yaklaşım karşısında sosyoloji “helistik tıp”65
yanındadır. Biyomedikal modelin tıbbi hastalık açıklaması bazı önemli yanlara
sahiptir. Bu modelde hastalık biyokimyasal bir makine olarak kavramlaştırılan
insan bedenindeki belirli aksamaların sonucu olarak görülür. İkincil olarak,
biyomedikal model insanlardaki aksamaların nihayetinde organizma içindeki
belirli özel nedensel mekanizmalarla açıklanabileceğini varsayar; gerçekte,
belirli zihinsel rahatsızlık bi- 65 hastalan kendi ortamlannm bütünlüğü içinde
fiziksel varlıklar kadar zihinsel, duygusal, toplumsal ve manevi varlıklar da
olarak ele alan bir tıbbi paradigma -Dictionary of Medical Sociology, William
C. Cocker- ham and Ferris J.Ritchey, Greenwood Press,1997) çimleri doğrudan biyomekanik değişimlerle açıklanabilir.
Bi- yomedikal model, tüm hastalıklar ve rahatsızlıkların nedenlerinin bazı
özel biyokimyasal mekanizmalarla açıklanabileceğini savunması anlamında
indirgemecidir. Ayrıca, biyomedikal model alternatif perspektifleri geçersiz olarak
görmesi bakımından dışlayıcıdır. Son olarak, biyomedikal, nihayetinde, rahatsızlığın
nedensel failini insan bedeni içinde arayan açık bir zihin/beden ayrımına
dayanır. Sosyolojik rahatsızlıklar modelinde biyokimyasal hastalık modeli
eleştirilir ve karşı çıkılır. Bir bedenleşme (embodiment) anlayışı geliştiren,
zihin/beden ayrımını sorgulayan ve suç gibi hastalığın da tek bir nedensel
çerçeveye yerleştirilemeyeceğini öne sürerek indirgemeci ve dışlayıcı
çerçevelere karşı çıkan ve hastanın rahatsızlığının kişinin tarihsel,
toplumsal ve kültürel bağlamı dışında anlaşıla- mayacağım iddia eden bu
sosyolojik model tıp bilimindeki kavramlar ve anlayışları kültürel değişlerimin
ürünleri olarak alır. Geleneksel anlamda ruh-beden düalitesi, sosyolojide zi-
hin-beden düalitesi olarak karşılık bulmuştur ve bu bağlamda modern Ortodoks
tıp “beden odaklı” olarak nitelendirilir.
Weber’i izleyerek, Batı kültürünün tarihini
zihin ve beden, ruh ve vücut, kültür ve doğa arasında kurulan bir dizi farklı
ilişki olarak görebiliriz. Weber çilecilik, rasyonelleşme ve dünyaya
hakimiyetin gelişimini bir ölçüde Hıristiyan teolojisindeki ruhun hayatı ve
dünyadaki mevcudiyeti ayrımının yarattığı gerilim veya çelişkinin sonuçları
olarak görmekteydi. Bu ayrımda, dünya birçok farklı sorun (hazlar, zevkler ve
bedensel lükslerle ilgili problemler) içerir.66 Bu dünya an- 66 Rickert gibi Weber de
ampirik disiplinlerin nesneleri uyarınca bölümlerini, yanı sıra fiziksel ile
psişik arasına ya da "doğa” ile "zihin” arasında çizilen sınırı
reddetti. Bu bakımdan Rickert’den daha tutarlı bir şekilde, beşeri
disiplinleri doğa bilimleriyle kökten karşıtlık içerisinde ta- layışının temel bileşeni bedenleşme sorunsalı çerçevesinde
ele alınabilir. Yani, ‘dünya’ problemi bir beden sosyolojisine, bir bütün
olarak sosyolojideki zımni ve yeterince ele alınmayan ve yeterince
geliştirilmemiş bir soruna işaret eder (Tur- ner, 1984). İnsanın
bedenleşmesinin kendine has özellikleriyle en iyi şekilde ‘vücut’ terimiyle
gösterilebilir.
Batı kültürü ve belirli ölçüde bir bütün olarak
insan kültürü vücudun olağandışı özelliklerini üç temel kuramsal düzen, yani
din, hukuk ve tıp aracılığıyla kontrol altına almıştır. İnsan toplumları
bedenin kontrolüyle ilişkili bu kurumsal düzenlemeler çerçevesinde kavramlaştırılabilir;
hukuk, din ve kitap insan bedenini düzenler ve kontrol eder. Din varlığımızı
manen geliştirmek için insan bedenini çeşitli ritü- el pratikler aracılığıyla
düzenlenmiş ve kısıtlamıştır. Hukuk özellikle suçu ceza yasalarıyla kontrole ve
bilhassa kentli nüfusu gözetim altına almaya çalışmıştır. Son olarak, tıp
vücut olarak bedeni düzenleme, sınırlandırma ve temsil/sunma biçimi olarak
görülebilir. Foucault’nun terminolojisinde hukuk, din ve tıp bedeninin ve
nüfusların rasyonel ve disiplinli idaresiyle ilişkili üç söylemsel
formasyondur. Bu vücut olarak beden analizi modelinin kaynağı Weber’in (2011)
Hıristiyan çileci ahlaki ile - özellikle cinsellik, sanat ve bilgide sunulan
dünya olarak - seküler hayat arasındaki farklı çelişkiler hakkmdaki
tartışmasıdır. Din ve tıp arasındaki ilişki oldukça eskidir ve ‘bedeni
korumak’ ve ‘ruhu korumak’ fiillerini göz önünde bulundurarak bu iki alan
arasında bir bağ kurabiliriz. Nihai ‘kurtuluş’ (salvation) ‘sulus’ veya sağlık
anla-
mmlama ayartısından kaçındı. Buna rağmen, Rickert’in
gerçekliği bizim "içimizdeki" ve "dışımızdaki”, içe doğru
yoğunlaşan ve dışa doğru yayılan sonsuz bir nesneler ve olaylar çeşitliliği
olarak niteleyişini metodolojik dûşûnûmlerinin başlama noktası olarak aldı. mına gelmekteydi.
(Turner,2011) Karşılaştırmalı ve tarihsel bir açıdan bakıldığında, tıbbın
kültürel ve toplumsal yapı içinde derinlere kök saldığı açıkça görülür. Ünlü
tıp bilimleri tarihçisi Sigerist bir zamanlar "Tıp teorileri her zaman belirli
bir dönemin genel uygarlaşma sürecinin bir boyutunu temsil eder ve bunu tam
anlamıyla kavramak için söz konusu uygarlığın diğer tezahürleri, felsefesi,
edebiyatı, sanatı ve müziğini tanımamız gerekir” tespitinde bulunmuştu. Nitekim,
tıp -tıpkı din gibi- belirli bir toplumun genel değerler ve kurumlar örüntüsünü
yansıtır. (Turner,2011)
Sosyolojinin holistik tıbba ilgisi, hastalığın
sosyolojik boyutu nedeniyledir ancak bu durumda da sosyoloji kendi içinde
yeni bir dikotomi kurar. Foucault’nun çalışmalarıyla ilişkili bu epistemoloji
tıp sosyolojisi açısından radikal sonuçlara sahiptir. Artık,
"hastahklar”ı, dünyadaki, betimlendikleri dilden bağımsız olarak ortaya
çıkan doğal olaylar olarak alamayız. Bir hastalık durumu -ayrıca bir
toplumdaki egemen düşünme biçimini (Foucault’nun terminolojisiyle episteme- yi)
yansıtan- tıbbi söylemlerin ürünüdür.
Alternatif tıp da bu bağlamda açıklamasını sosyolojik
bağlamda edinir ve modernliğin ürünü bir olgu olarak karşımızdadır. Parçalı
bir dünya görüşünün aynı zamanda sağlıksız da olacağı, "sağlık” ile
"bütünlük” arasındaki yakın bağıntı göz önüne alındığında şaşırtıcı
olmaktan çıkar.67 Bu durum modern tıp karşısında alternatif bir
yaklaşımın oluşmasını belirlemiştir. Geleneksel yöntemlerin yeniden formatlan-
ması, modernlik içinde üretimi anlamını taşıyan alternatif tıp, mekanistik
dünya ve insan anlayışına bir itirazın da adı- 67 "Hale”,
"heal” ve "holy” sözcükleri kadar "health” (sağlık) ve
"whole”
(bütünlük” sözcükleri de eski İngilizce’ de
sağlam, tam ve sağlıklı anlamına gelen hal kökünden gelir.
dır. Geçmişe doğru yüzeysel bir bakış bile, sağlıklı yaşama
konusunda modern tıbba karşılık özgün seçenekler olarak öne sürülen sayısız
yaklaşımın, gerçekte, tıbbi bilimlerin gelişimiyle ilgilenmeyen ve zamana
direnen az sayıdaki yasa ve uygulamanın sınırsız bileşiminden oluştuğunu görmek
için yeterlidir. Helyoterapi, lenfatik drenaj, kinesioloji, ürün terapisi gibi
birbirleriyle uyumsuz tedavi yöntemleri, ilk bakışta fark edilenden daha çok
ortak değere ve araç gerece sahiptir. Tarihsel bir bakış açısı, eski dönem mono
diyetlerini güncel vitamin terapileriyle, homeopatiyi Bach Çiçekleri’yle, kolon
hidroterapiyi corn flakes’le birleştiren uzak ya da yakın ailevi bağların
ortaya çıkmasını mümkün kılar.(Sandoz,2010,12)
Ne
kadar tartışmalı olurlarsa olsunlar, bu yaklaşımlar, zaman zaman akışını bile
değiştirdikleri sağlık bilimlerinin kültürel tarihine aittirler. Tarihsel bir
bakış açısı, kabul göreni şiddetle reddedilenden ayıran sınırların sürekli yer
değiştirdiğini hatırlatır. Alternatif yaklaşımlar düşüncesi bile, ancak egemen
olan görüş ile karşılaştırıldığında anlam kazanır. Ortaçağ boyunca,
kullandıkları yöntemler ya da oluşturdukları kuramlar sağlık bilimlerinin
uygulamacıları arasında ayrılığa neden olmaz. Bu dönemde herkes Antikçağ
bilgilerine sadıktır ve bedeni, aralarındaki uyumun bozulması durumunda
hastalığın ortaya çıktığı, katı ve sıvı maddelerle ruhsal özelliklerin
bilişiminden oluşan bir bütün olarak görür. Bu durum modern tıbbın kendini
ayrıcalıklı ilan etmesiyle değişir. Bu açıdan bakıldığında, alternatif tıbbın
tarihi modern eczanın ve tıbbın örgütlenip uzmanlık alanları oluşturmasıyla
başlar. Yine bu dönemde roller kesinleşmiş, hedefler belirlenmiş ve katı
yasalar, hastaları olduğu kadar tıp dünyasını da şarlatanlardan (ciarlare,
tıbbi konularda yetenekli olduğunu öne sürüp haykırarak konuşan kişi) korumaya
yönelik olarak düzenlenmiştir.(Sandoz,2010,13) Bu türden bir ötekileş- tirme
sonuçta alternatif tıbbın “tamamlayıcı ve alternatif tıp” (CAM) adıyla bir ara
yüze dönüşmesini belirlemiştir. Günümüz dünyası bu olgu üzerinde yoğun
çalışmalara tanıklık etmektedir.
Bir çok uygulamanın ortak adı olan alternatif tıp, gelenek
fenomeni bağlamında ele alındığında üç farklı kategoride sınıflandırılabilir.
Birinci kategoride geleneksel tıp uygulamaları, ikinci kategoride modernliğin
icadı olan gelenekler ve üçüncü kategoride de karşı-modern tıp olarak
tanımlayabileceğimiz uygulamalar yer alır.
Alternatif tıbbın tarihinde
ilk eşiği fitoterapidir. Fitoterapi modern tıbba karşı verilen savaşta başlıca
silah görevi görür. XlX.yüzyıla kadar, sağlığı korumak ve hastaları
iyileştirmek için bitkisel reçetelere başvurulurdu. Yararlan binlerce yıllık
deneyim sonucunda keşfedilmiş ve damıtılarak, kurutularak, öğütülerek kullanılan
bitkiler bu dönemde de halk tıbbının beslenme kaynaklarını oluşturmayı
sürdürürler. İlaç listelerinin yarısından fazlasını kaplayan bitkisel
reçetelere ve içlerinde geleneksel uygulamaların anlatıldığı bitkibilim
kitaplarına gösterilen ilgi eskisi gibi devam eder.68 Fitoterapi
keşfetme 68 Örneğin, ilk kez 1525’te yayımlanan “Bancke’s Herbal”
(Banck’m lokman hekimliği) 1962 tarihli “Culpeper’s Complete Herbal &
English Physician” (Culpeper tekmil lokman hekimliği ve İngiliz Fizikçi) kadar
ilgi görür. Dolayısıyla, fitoterapinin bu savaşta başlıca silah olması
şaşırtıcı değildir. Fitoterapiyi, ticareti ve mücadeleyi bir araya getirip,
doktorlar kastının karşısına dikilen ilk öncülerden biri, aslen İngiliz olan
ama Virginia’da yaşayan John Tennent’tır ( yaklaşık, 1700-1800 ). 1734’te
yayınladığı “Every Man His Own Doctor” (Herkes kendinin hekimidir) başlıklı el
kitabı heyecan yaratır. Bununla birlikte Amerikan sağlık anlayışını temelinden
sarsan asıl öncü Samuel Thomson’dır .
Thomas, Amerikan lokman hekimciliğinin
hazırlayıcısı Peter Smith’in (1753-1816) izinden gider. 1813’de yayımlanan “The
İndian Doctor’s Dispensatory” (Yerli doktorun dispanseri) başlıklı kitabında
şifalı bitkilerin listesini çıkarır ve bunların tıbbi kullanım biçimlerini
anlatır. Bu kitapta Smith, bilgisinin kaynağı olarak bir indian doctor (yerli
doktor) olan babasını, şifacıları ve kişisel deneyimlerini gösterir.
Thomsonculuk kaynaklı fizyomedikalizm ve eklektrizm, geleneksel tıbba
alternatif arayan hastaların ilgisini çeker.(Sandoz,2010,23) Amerikan
alternatif tıp tarihinde bu süreçten sonra eklektik, sentez uygulamalar
görülmeye başlar. Bunun ilk örneği “fizyomedikalizm”dir. Fiz- yomedikalizmin
macerası Alva Curtis (1797-1881) ile başlar. 1839’da, Colombus’ta (Ohio), ilk
botanik tıp kolejini açar. Daha sonra Cincina- ti’ye ( Ohio) taşman bu kolejde
ileri düzeyde lokman hekimlik eğitimi verilir. Aynı dönemde, Wooster Beach’in
yavaş yavaş botanik uygulamalarını etkisi altına almaya başlamış olan
eklekizmi kurar. Bilimsel tıp alanındaki hızlı gelişmeye rağmen fitoterapi,
Germen kökenli ülkelerde de etkili olur. Bu kişiler bitki temelli tedavilerin
sürekliliğini sağlamaya çalışırlar. Bunlardan biri olan Martin Glünicke
fitoterapiyi XIX. Yüzyılın romantik atmosferine paralel olarak geliştirir.
Dönemin simgesi olmuş fitoterapist ise kuşkusuz, Krauterpfarrer (bitkilerin
papazı) lakaplı Johann Künzle’dır ( 1857-1945). Künzle teoloji eğitimi aldığı
sırada botanikle ve tıbbi bitkilerle de ilgilenir. Dağ köylerinde papazlık
yaparken daha önce edinmiş olduğu bilgileri köylülerin bilgileriyle
karşılaştırma imkanını bulur. İlgisi tutkuya dönüşür ve papazlığı bırakıp
fitoterapiye yönelir. Künzle şöhretini “Chrut und Unchruct” (şifalı bitkiler,
deli otlar) başlıklı küçük kitabın büyük başarısına borçludur. Bu kitap bir
milyondan fazla satar. Künzle adını taşıyan pek çok ürün, özellikle de bitki
suları ve iksirler piyasaya sürülür. Ayrıca temel hastalıkları tedavi yollarını
anlatan Salvia adlı dergi çıkarılmaya başlanır. Fitoterapi, XX. Yüzyılın
ortalarında, naturopati uzmanı, konferansçı, büyük gezgin, şirket yöneticisi
Alfred Vogel (1902-1996) sayesinde hiç bozulmamış bir alan görüntüsü çizer.
Vogel’in adını duyuran asıl kitap, 1952’de yayımlanan “Le Petit Docteur”dür
(Küçük hekim). Vogel, kökleri geçmişe dayanan ancak yeni teknolojilere de açık
bir fitoterapi anlayışını savunur. Her on yıllık süreçte bir fitoterapi erbabı
ortaya çıkar. 1970’lerde bu görev Çek Maria Treben’e ( 1907-1991) düşer.
(Sandoz,2010)
tutkusu en fazla olan disiplinlerden biridir. Modern tıp,
tıbbi bilgilerini arttırmak için ne dünün ne bugünün ne de farklı coğrafyaların
bitkilerini inceleme çabasına girer. Botanik bilimler ve kimya ise bu konuda
ciddi çalışmalar yapan kalıcı bir birlik oluşturur. Günümüz ilaç sanayinin esin
kaynağının bitkiler dünyası olması bu durumun kanıtıdır. Bu noktada kanser
tedavisine yönelik ilaçlar ayrıcalıklı bir yer tutar. Ve gölge gibi her yerde
kendini gösteren şüphe uyandırıcı onko- terapiler de dikkat çeker. Fitoterapi
modernlik karşısında geleneğin bütünüyle kutsanmasını ifade eder. Geleneksel
tıbbın kullandığı yöntemler doğrudan “şifalı” araçlara dönüşür, otlar,
çiçekler, meyveler her şekliyle “şifalı” bir hal alır.
Öz
yağların tedavi amaçlı kullanımı, XX. Yüzyıl boyunca, gösterişsiz ama kalıcı
bir başarı elde eder. 1930’larda ortaya çıkan aromaterapi eski yöntemlerin
geliştirilmesini ister. Fran- kofon dünyada koku tıbbı, yeniden doğuşunu
Rene-Maurice Gattefosse’ye (1881-1950) borçludur. Fitoterapinin, ruhsal ve
bedensel sorunları bitkisel kokularla iyileştirmeyi amaçlayan kolu olarak
tanımlanan aromaterapi (Gattefosse’nin 1928’de yayımladığı başlığı, bir yandan
Fransız aromatik ürünler şirketini yöneten Gattafosse, bir diğer yandan da öz
yağlardan sadece sağlık alanında değil, kozmetik alanında da yararlanabilmenin
yollarım araştırır.) Gattefosse’nin yaptığı pek çok yayın, içinde kimi zaman
metafizikten kimi zamanda home- opatiden ödünç alman görüşlerin olduğu
çalışmalarını anlatır. Aromaterapinin temelleri Gattafosse tarafından atılmış
olsa da uçuçu öz yağların tedavi amaçlı kullanımı Königsberg’de doğan Viyanah
Marguerite Maury (1895-1968) sayesinde gelişir. Gattefosse’nin izinden
ilerleyen başlıca kişi Jean Valnet, namı diğer Valnet Babadır (1920-1995).
1964’Te geniş bir okur kit- leşi hedefleyen ilk kitabı, “Aromatherapie : les
hulies essenti- elles hormones vegetales” (Aromaterapi : öz yağlar, bitkisel
hormonlar) çıkar, bu kitap sözde ”bu alanda yazılmış ilk kitaptır. Bu kitabı
farklı kılavuzlar izler. Sık sık doğal tedavi yöntemlerine gönderme yapan bu
kılavuzlar Volnet’nin tam insan tıbbı” anlayışını açıklarlar. “Therapeutiçue
Journaliere par les legumes, les fruits et les cereales” (Sebzeler, meyveler ve
tahıllarla günlük tedavi, 1967), “Docteur Nature” (Doktor doğa, 1970) ve
“Phytotherapie - Traitement des maladies par les plantes”
(Fitoterapi-Hastahklarm bitkilerle tedavisi, 1972) başlıklı kitapları öne
çıkar. Bu kitapların başarısı o kadar büyüktür ki bunlar, pek çok dile
çevrilirler.(Sandoz,2010,36) Günümüz fitoterapisine göre hastalıkların büyük
kısmı ruhsal dengesizliklerden doğar. Bu görüşün kaynağında, 1930’larda sağlık
sorunlarına yol açabilecek otuz sekiz üzücü ”ruh halini” kapsayan bir liste
hazırlayan İngiliz Edward Bach vardır. Bach bu nedenlerin her biri için çiçek
özlü bir reçete önerir ve Bach Çiçekleri, Özleri veya Armonizanları işte bu
reçetelerden doğar.(Sandoz,2010)
Alternatif tıp tarihinin
ikinci boyutu diyetetiktir. Her ne kadar XVIII. Yüzyılda yiyecek ve içeceklerin
yararlı ve zararlı etkileri üzerine tutkulu tartışmalar yaşansa da, modern diyetetik
XIX. yüzyılın ilk yarısında doğar.69 XIX. yüzyılda, tıp 69 Öncü
çalışmaların, özellikle de iki İtalyan; Luigi Cornaro (1475-1566) ve
Santorio’nun yaptıklarının (1561-1636) devamında, kimyanın da gelişmesiyle
birlikte, yemeklerin bileşimlerine gösterilen ilgi artar. Proteinler,
glusidler ve yağlar birbirinden ayrılır. İnsan bedenine bakışta meydana gelen
değişimler, XIX.yûzyıl boyunca, pek çok beslenme kürüne de kaynaklık ederler.
Bu yüzyıldan itibaren beden, oldukça karmaşık bir makineden çok, fabrikaları
dolduran buharlı makineler örneğinde olduğu gibi, enerji üreten bir makine
olarak görülür. Gıda, hesap yoluyla açıklanabilen bir yakıt biçimini alır.
Dolayısıyla, matematiksel doktorları ve şifacılar, şehirlilerin aşırı ve
sağlıksız beslenmesinin başta kabızlık olmak üzere pek çok hastalığın nedeni
olduğu konusunda hemfikirdir. İlk beslenme kürlerinin ve özgül yöntemlerin
(örneğin Flethcer’in çiğneme yöntemi) yanında, oburluk, aşırı kilo ve mide sorunlarıyla
savaşan farklı yöntemler ortaya çıkar. Laksatifler ve oruç, bu yöntemler içinde
önemli bir yere sahiptirler. Doğrudan doğruya beslenme sorunuyla bağlantılı
olan ve bu sorunun diğer parçalarından (diyetler ve oruçlar) daha ayrıcalıklı
bir konuma yerleştirilen laksatif ilaçlar, ilerleyen zamanda da ilgi çekmeye
devam eder.
Diyetin her zaman dinsel ve tıbbi pratiğin
temel bir parçasını oluşturduğu belirtilmelidir. Grek tıbbi rejiminde diyet
‘diaitia’ ile, yani basitçe, beslenme düzeninin bedenle bağlantılı bir dizi
kural ve kontrol biçiminden oluşan daha genel bir rejimin bir parçasını
oluşturduğu bir hayat tarzı ile ilişkiliy-
hesaplara dayanan ilk gıda rejimleri ile karmaşık beslenme
dengelerini öven tedavi yöntemleri bu dönemde ortaya çıkar. İlaç olarak
değerlendirilmeyi gönüllü kabul eden gıdalar arasında mayalı süt ürünleri
önemli bir yer tutar. Antik dönem tıbbmca da biliniyor olan yoğurdun şifalı
özelliklerini belirleyen kişi Rus asıllı biyoloji bilgini Elia Metchni- kofftur
(1845-1916). Beslenmeyle ilgilenen bilimler, 1950’lere kadar emekleme dönemini
yaşarlar. Şüphesiz beslenme alanında oluşturulmuş bir takım bilgiler
(vitaminler, oligoelementler) vardır ; ama yine de, modern beslenmenin
eksikleriyle savaşta "savaşta "düzeltici diyetlerin” gerekliliği
düşüncesinin etrafı bulanıktır. Yoğun vitamin ve protein desteği öneren
rejimler bu çerçevede ortaya çıkar. Vitaminler, XX.yüzyılm başında, belirlenip
ayrıştırıldıktan andan itibaren tıbbın hizmetine girerler. Hakkıyla kabul
görecek olan gerçek vitamin terapileri oluşturmak amacıyla yürütülen
araştırmaların ki bunlar akademik çevrelerden her zaman destek görmezler-
sayısı iki katma çıkar. Gerçekte mantık, görünmez, basit ama doğal
elementlerin bir fark yaratabileceği düşüncesini benimsemeye
hazırdır.(Sandoz,2010,57) di. Pay etmek diyet bilgisi biçiminde bir güç
uygulayarak bedeni hesaplamak ve sınırlandırmak demektir. Geleneksel olarak,
manastır diyetlerinin amacı cinsel arzuları şiddetlendirmekten kaçınmak için
sınırlı düzeyde kırmızı et ve şarap tüketimi sayesinde sindirimi kontrol
altına alarak tutkuları düzenlemekti.
Tıbbi
’uygun diyet’ talimatı Batılı tıpta uzun bir geçmişe sahip olsa da, diyet
düzeni üzerine (özellikle dinsel perspektifle iç içe geçen) bilimsel
elkitapları Batı Avrupa’da özellikle XVII. Ve XVIII. Yüzyıllarda önemli
olmuştur. Bu alanda önemli etkiye sahip olan bir hekim, geliştirdiği uygulama
Londra ve Bath kentindeki aristokrat ve eğitimli profesyonel sınıflar
tarafından benimsenen George Cheyne (1671-1743) idi. Cheyne melankolinin
kontrol altında tutulmasının temel yöntemi olarak diyeti salık verdiği “İngiliz
Hastalığı” (1733) adh kitabıyla büyük ün kazanmıştı ve müşterileri arasında Da-
vid Hume, Samuel Richardson, Samuel Jackson, Alexander Pope ve John Wesley
vardı. Cheyne’in tıbbi görüşlerinin teorik temelinin kaynağında Descartes’m
mekanist beden analizi çerçevesi, Leyden tıp okulunun rasyonalizmi ve Herman
Bo- erhaave’m matematiksel tıp geleneği (yani, matematiksel ilkelerin tıbba
uygulanması) yatmaktaydı.(Turner,2011)
Beslenmeyle
ilgilenen bilimler, 1950’lere kadar emekleme dönemini yaşarlar. Şüphesiz
beslenme alanında oluşturulmuş bir takım bilgiler
(vitaminler,oligoelementler...) vardır; ama yine de, modem beslenmenin
eksikleriyle savaşta "savaşta "düzeltici diyetlerin” gerekliliği
düşüncesinin etrafı bulanıktır. Yoğun vitamin ve protein desteği öneren
rejimler bu çerçevede ortaya çıkar. Vitaminler, XX. yüzyılın başında, belirlenip
ayrıştırıldıktan andan itibaren tıbbın hizmetine girerler.
Hakkıyla kabul görecek olan gerçek vitamin terapileri oluşturmak
amacıyla yürütülen araştırmaların ki bunlar akademik çevrelerden her zaman
destek görmezler- sayısı iki katına çıkar. Gerçekte mantık, görünmez, basit
ama doğal elementlerin bir fark yaratabileceği düşüncesini benimsemeye
hazırdır. (Sandoz ,2010)
Bilimsel
diyet analizi eğilimi kentsel yoksulluk, verimlilik, cezaevleri ve
tımarhanelerin idaresiyle ilişkili tartışmaların sonucuydu. Booth’un
Londra’daki İnsanların Hayatı ve Çalışması ve Rowntree’nin Yoksulluk, Kasaba
Hayatı Üzerine Bir Araştırma adh eserinde yoksulluğun ölçüsünün bir temeli
olarak gıda tüketimi alındı. Rowntree özellikle çalışan insanların ortalama
ihtiyaçlarının kalorilerini doğru olarak hesaplamaya çalıştı. XX. yüzyılda
popüler kültürde ve tüketim kültüründe ince beden gençlik, aktiflik ve
sağlığın simgesi haline geldi. Bedenin eğitim, diyet ve disiplinle sosyal
olarak inşa edildiği bir toplumda "zayıflık ve incelik” incelik bir
güzellik normu haline geldi. Daha önceki yüzyıllarda manastır pratikleri iç
bedenin düzenlenmesiyle ilgiliyken, tüketimcilik dış bedenin yüzeylerindeki,
benliğin kazandırdığı ve bedenden yoksun sergilenen bir disipline işaret eder.
Şişman olmak kontrolden çıkmak ve bir tüketici çileciliğinden yoksun olmak
demektir. Bununla beraber, tıbbi bakış açılan laikleşmesine rağmen tıbbi
söylemde beden halen belirsiz bir konuma sahiptir. Şişmanlık popüler kültürde
aşağılanırken ( Cahnman, 1968), 1950’lerde giderek daha fazla hastalığıyla
ilişkili bir tıbbi problem olarak tanımlandı. 11.Dünya Savaş’mdan sonraki
bolluk döneminde şişmanlık, alkolizm ve şeker hastalığı yeni medeniyet hastalıkları
olarak görülmeye başladı. (Callen and Sussman, 1984) Günümüzde tıbbi görüş
şişmanlığın (Özellikle stres ve hastalığıyla ilişki içinde) olumsuz etkileri
konusunda daha az dogmatik olsa da, şişmanlık kişisel kontrolün yokluğunun
göstergesi olarak yaygın bir biçimde ahlaken kınanmaktadır.
Alternatif tıp literatüründe hiçbir yazarın adı
Hippokra- tes’inki kadar çok anılmamıştır. Hippokrates’e atfedilen birçokları
arasında en aşılamaz olan parola "Doğa, bazen, iyileştirir” dir. Oysa
naturoterapiler adı altında, doğal bir öğeye -su, güneş, hava, çamur, v.b -
sıkı sıkıya bağlı yöntemler kastedilir.70 Bir başka deyişle, naturoterapinin
temel ilkesi hastalık döneminde bedenin kendi kendini tedavi sürecini başlatmak
amacıyla onu güçlendirecek ve direnci arttıracak araçları doğada aramaktır. Bu
anlamıyla naturoterapi, ne XIX. Yüzyıldaki bir tıbbi devrim ne de geleceğin
tedavisidir. Tersine kendine özgü nitelikleri ve geçerlilik alanları olan
atalardan kalma bir tedavi sanatının devamıdır. Naturoterapilerin kendilerine
has özellikleri, çoğunlukla modern tıpla müttefik olmalarıdır. Hidroterapi,
öngördüğü tıbbi gerekliliklerin ötesinde, dünyaya ilişkin geliştirdiği bakış
açısıyla da etkileyici olur. Üzerinde düşündüğü konular, ilerici Amerika’nın
XIX. Yüzyıl ortalarında ele aldığı sorunlarla - pek çok reformcu tam zamanlı
olarak kölelik, kadınların ezilmesi, geri kalmış eğitim modelleri veya
kapitalizmle mücadele eder - 70 Naturopati, adının düşündürebileceğinin tersine
antik veya bilim öncesi çağlardan kalma bir yaklaşım değil, XX. Yüzyılda
ortaya çıkmış bir buluştur. "Naturopati” sözcüğü, kökenbilimsel olarak,
doğal kabul edilen tedavilere gönderme yapan bir yaklaşım değil bir "doğa
hastalığı”nı belirtir. Sözcüğün iki yaratıcısından biri olan Benedict Lust,
1920’ler- de, alternatif tıbbın öncülerinin kür, tedavi, terapi gibi terimleri
kullanmalarının zor olduğunu hatırlatarak kendini temize çıkarır. Gelecekte
Anglofon bir okumayla yeniden yorumlanacak olan sözcüğün seçimi Lust’un bu
görüşünden ileri gelir. Böylece naturopati doğaya uzanan bir yolu ifade
edecektir.
örtüşür. Dolayısıyla, reformcu
politikacılar gelenek karşıtı tüm alternatif tedavi yollarını benimserler.
İlaçları, saf ve simgesel gücü oldukça fazla olan su adına reddeden hidroterapi,
hastalıkların nedenlerini iki biçimde açıklar: Birincisi bedendeki enerji
azlığı veya zararlı maddeler (hatta ikisinin birleşmesi), İkincisi de sağlık ve
temizlik kurallarına uymamaktır. Hedefte kirli hava, ışık yokluğu, kötü
beslenme, zengin gıdalar, uyuşukluk veya tersine aşırı hareket ve denetim
altına alınamayan heyecanlar vardır.
Alternatif tıp adı altında Doğu Asya uygulamaları içinde
yer alan ve kaynağı Doğu Asya olan belli uygulamalar modernlik içinde yeniden
formatlanmıştır. “İcad edilmiş gelenek, alenen ya da zımnen kabul görmüş
kurullarca yönlendirilen ve bir ritüel ya da sembolik bir özellik sergileyen,
geçmişle doğal bir süreklilik anıştırır şekilde tekrarlara dayanarak belli
değerler ve davranış normlarını aşılamaya çalışan bir pratikler kümesi
anlamında düşünülmelidir.” (Hobsbawm,2006,2) Kısacası, yeni durumlara
uyarlanmış, eski durumları akla getiren formlara bürünmüş, ya da yarı zoraki
tekrarlarla kendi geçmişlerini oluşturarak bugünde karşılığını bulan
geleneklerdir bunlar. Bu yaklaşıma göre modernlikle birlikte toplumlar bu yeni
temayül ya da rutin ağları oluşturmaya daha fazla mecbur kalmışlardır.
Gelenekler icad etmek, burada varsayıldığı üzere, geçmişe referansla
belirginlik kazanan, özünde bir for- melleştirme ve rutinleştirme sürecidir.
Akupunktur, Ayurve- da, Kropraktik ve Refleksoloji bu anlamda tipolojiktir.
Akupunktur
vücut dengesinin yeniden oluşturulması için vücutta bazı özel noktaların
uyarılması yoluyla yapıla bir tedavi yöntemidir.71 Uzakdoğu
ülkelerinde 5.000 yıldan beri bilinen Akupunktur’un Batı ülkeleri tarafından
tanınması 11. Dünya Savaşı yıllarına rastlar. 1972 yılma gelindiğinde ise ABD
Başkanı Nixon’un Çin ziyareti sırasında akupunktur Batı basınında geniş ölçüde
yer almış ve böylece Amerikalı ve Avrupalı doktorların ilgisini çekmeye
başlamıştır.
Şu an yeni bir tıp dalı olarak bilinen Ayurveda, aslında
binlerce yıl öncesine dayanan Hindistan kökenli en eski tıp sistemlerinden
biridir. Ancak başta Amerika’hlar olmak üzere batılılarca tekrar gözden
geçirilmiş ve modernize edilmiştir. 1990 yılı Ocak ayında, dünyada birçok
ülkenin bir referans merkezi olarak kabul ettiği Amerikan Konseyi’nce, legal,
tavsiye edilecek bir tıp dalı olarak kabul edilmiştir. Kelime anlamı olarak
(Ayur) yaşam ve (Veda) bilgi, yani yaşam bilgisi demektir. Amaçları hayatı
uzatmak, mükemmel sağlığı yaratmak ve hastalıkları, bozuklukları vücuttan
uzaklaştırmaktır. Ayurveda’nm esas önemli noktalarından biri de insanı, beden
ve zihinle bir bütün olarak görmesidir. Ve onun tüm unsurlarını bir arada
uyumlu ve dengede tutmaya çalışmasıdır. Bu sistemin en önemli noktalarından
biri de, sağlığı korumanın, tedavi etmekten daha önemli olduğudur.
Kiropraktik, Yunanca “Chiros” (el) ve “Practicos” (uygulama)
kelimelerinden gelmektedir. Omurga ve sinir sisteminin (ilâçsız ve
ameliyatsız) sağlığının korunması için tasarlanan ve tümüyle ellerle yapılan
bir tedavi şeklidir. Kiropraktik, gerçekte oldukça eski bir uygulamadır. Eski
Mısır yazıtlarında kiropraktik tekniklerinin açıklamalarına rastlanmak- tadır.
Eski Hint, Çin, Babil ve Asur medeniyetlerinde de elle 71 Batı dünyasında la
tince Akus (iğne) ve Punctura (noktalama) sözcüklerinin birleşimiyle
anılmaktadır. Çin’de ise chin-chen (iğne-ısı) ismiyle bilinmektedir.
tedaviler uygulanmıştır. Teknik daha sonra unutulmuş ve ortadan
kaybolmuştur. Günümüzde ortaya çıkışı ise, Kanadalı Dr. Daniel David Palmer’in
çalışmalarıyla olmuştur. İlk başarısını, kapıcısı Harvey Lilliard’m
sağırlığını boyun omurgasını elle düzelterek elde etmiş, bu ve bunu izleyen
başarılarla cesaretlenen Palmer, bu tür tedavilerin anatomik ve fizyolojik
temellerini daha derinlemesine inceleyerek bunlardan, kısa zamanda kiropraktik
dediğimiz bir felsefe ve tedavi şekli ortaya çıkarmıştır. Palmer’den sonra
kiropraktik hızla yayılmıştır. Bugün ABD, Kanada, Almanya, Fransa,
Avusturalya, Yeni Zelanda, Danimarka, İsveç ve Norveç’de uygulanmaktadır.
Kiropraktik dünyada en yaygın olarak tanınan ve yasallaştırılan bir alternatif
tıp metodudur.
Refleksoloji ise, muhtemelen
eski Çin’de akupunkturun geliştiği zamanlarda doğdu. Batı’da bu yüzyılın başına
kadar hiç bilinmiyordu. Zamanımızda bir Amerikalı kulak-burun- boğaz doktoru
olan Dr.William H. Fitzgerald tarafından yeniden keşfedilmiştir. Fitzgerald,
bedeni, ayakta bulunan bazı basınç noktalarını kullanarak tedavi etme ihtimali
üzerinde durdu. M.Ö 3000 yıllarında Çinlilerin yaptığı gibi buna “Bölge Terapisi”
adını verdi ve bunu akupunkturla beraber kullandı. O, vücudun bazı bölgelerine
sıkıca bastırarak veya masaj yaparak oldukça uzakta olan diğer bölgelerinde
etki oluşturabileceğini keşfetti. Meslektaşı olan Doktor E. Bowers ise, 1916’da
Doktor Fitzgerald tarafından ileri sürülen bu tedaviyi herkese anlatmış ve
beraber yaptıkları bazı buluşları 1917 yılında “Bölgesel Terapi” adında bir
kitapta toplamıştır.(Aşkm,2010)
Alternatif tıbbın yöntemleri içinde yeni bir
tıp anlayışı iddiası taşıyan iki uygulama bulunmaktadır: Homeopati ve Ho-
listik tıp. Alternatif tıbbın modern tıp içinde yer edinmesinde önemli bir
etkisi olan bu iki uygulama, gelenek-modern ikileminde önemli bir arayı,
karşı-modernliği temsil eder. “Karşı-modernlik” kavramında modern sözcüğünün
sıfat hali de mevcuttur: kasdedilen, modern karşı-modernliktir. Bu kullanımda
modernliğin ürünü olan fenomenlerin karşısında, hiç de eski, zamansallığm
ötesinde, antropolojik bir öz değildir söz konusu edilen. Görece geç bir
dönemde, daha doğrusu modernlikle birlikte ve modernliğe karşılıktır. “Kar-
şı-modernlik, birincisi, üretilmelidir, seçilmelidir; yani, modernliğin bir
projesi ve ürünüdür (kendini temellendirmekle yükümlüdür vb.); İkincisi,
karşı-modernlik, modernlikle bir çelişkiye girer ve onu aynı zamanda
yapılandırarak smırlan- dırır.”(Beck,1999,101) Dünyevileşme diğer geleneksel
yöntemlerden ayrı olarak bu yaklaşımlarda olgunlaşmaktadır. İçinde yoğunlukla
kutsama barındıran bu yaklaşımlar modern tıbbın yeni yüzü olarak karşımıza
çıkar.
Alternatif
tıp tarihinin en önemli hamlesi homeopatidir. Homeopatinin modern tıbba karşı
oynadığı en büyük oyun, onu "allopatik” (okullu) olarak tanımlamasıdır.
Schulmedi- zin (okul tıbbı) teriminin daha ortada olmadığı 1816’da ho- meopati
uzmanı Franz Fischer tarafından modern tıpla dalga geçmek için bulunan
"allopati”, uygulanmakta olan tüm tedavileri belirten tek sözcüktür.
Taşıdığı anlamın farkına varanlar tarafından ciddi biçimde kınanmasına rağmen
bu sözcük, XIX. yüzyılın başından itibaren, tıbbi tartışmaların taraflarınca
kullanılır. "Allopatik” tanımının gücünü anlayabilmek için, Avrupa’da
ortaya çıkan ve yüzyıllar boyunca etkinliğinden hiçbir şey kaybetmeyen bir
alternatif tedavi yöntemi olan homeopatinin kökenine inmek gerekir. Hastaları
tedavi etmek için, sağlıklı bir beden üzerinde tedavi edilecek has- talığmkine
benzer belirtiler ortaya çıkaran ilaçlardan veya yoğunluğu azaltılmış
sıvılardan yararlanmayı amaçlayan bir yöntem olan homeopati tek bir adamın
eseridir: Christian Friedrich Samuel Hahnemann (1755). Hippokrates tıbbının
"benzerler kuralı” “similia similibus curantur”dan etkilenen Hahnemann,
1790’h yılların başında, ileride benzerlik ilkesi olarak adlandırılacak olan
klinik semptomatolojiyle, sağlıklı denekler üzerinde yapılan deneylerden yola
çıkarak hazırlanan semptomatoloji arasında koşutluk kurmaya dayah bir anlayış
geliştirir. Edward Jenner’in ilk aşıyı yaptığı 1776’da Hahnemann’da,
"allopatik” olarak adlandırdığı anlayışın tam zıttı olan yeni bir tedavi
yaklaşımı ortaya koyar. 1832 Yılında yaşanan Asya kolerası salgını, başta
Hahnemann’m doktrini olmak üzere, bir çok alternatif tedavinin tüm dünyada tanınmasına
büyük katkıda bulunur. Modern doktorlar ise güçsüzlükleriyle yüz yüze gelirler.
Bu çerçevede homeopati- nin geleneksel tedaviler üzerindeki etkisi açıkça
ortaya çıkar. Bu etki, aşırı doz alımınm yarattığı tehlikelerin, kloral veya
kalomel uygulamalarının sonuçlarının ve kinin kullanımının sınırlarının yeniden
incelenmesini sağlar. Ayrıca, homeopati- nin elde ettiği başarı, modern tıp
uzmanlarının temel tıp eğitimini yeniden düzenlemeye, etik ilkeler oluşturmanın
gerekli olduğunu düşünmeye ve git gide eleştirel bir tavır takınan kitlelerin
eğitimiyle ilgilenmeye iter.(Sandoz,2010,79) Homeopati günümüz modern tıbbının
içinde bir uygulama olarak kabul edilmektedir.
1960’Larda dikkatler hastalığın biyopsikososyal boyutları
üzerine odaklanır. Bu dönem, verdiği sözleri ne yazık ki yerine getiremeyen
akademik bir "psikosomatik tıbbın” çağıdır. Psikosomatik tıbbın ilkeleri,
düzenli modeller ve karmaşık nedensellik şemaları olmaksızın, alternatif
tıpçılar tarafından da incelenir. Hippokratesçi birikim, hastalığı "maddi”
bedendeki zihinsel, ruhsal ve toplumsal güçlerin ilişkisinin bir ürünü olarak
gören bakış açısını doğrulamak için yeterlidir. Yeni "helistik tıbbın”
çağı başlar. Batılı biçimiyle helistik tıp, naturopatinin[112]
XX. Yüzyılın başında topladığından daha fazla ve birbirleriyle önselce pek
ortak yönleri bulunmayan farklı tedavileri bir araya getirir: Rolfing,
suggestoloji, shi- at-su, mega vitamin terapisi, Kızılderili tıbbı, Tibet tıbbı
v.s... Bunları büyülü bir kavram birleştiriyor gibidir: Holizm. Vatandaşlık
kavramına ilişkin yeni düşünceler şekillenirken (özellikle de hippi hareketinin
etrafında) "holizrri’sözcüğü. tıp veya diğer alanlardaki her bir duruma
uygun düşer ve ortak söylemin anahtar sözcüğü olur. Canlı bedenlerin, onların
tek tek ele alman parçalarından daha karmaşık bir biçimde çalıştıkları
düşüncesini ifade eden "helistik”, 1920’lerde Güney Afrikalı siyasetçi ve
filozof Jan Smuts’un (1870-1950) kaleminde yaşam bulur. Ancak, bu sözcüğün
sağlık disiplerin- de ağrıhkh bir yere sahip olması için çok sayıda on yıhn geçmesini
beklemek gerekir.(Sandoz,2010,148)
Diğer
taraftan holistik tıp düşüncesinin yeni bir yanı yoktur. Sadece, eski ilkeler
farklı bir toplumsal bakış açısıyla yeniden ele alınmıştır. İki yüzyıl önce
olduğu gibi bu dönemde de eleştiri öncelikle ilaç kullanımına ve modern tedavi
yöntemlerine yön veren genel felsefeye yöneliktir. Tüm bunlar, yönetime,
teknolojiye ve bilime karşı açık bir savaş yürüten karşı kültüre -bazıları bu
kültüre "yüzyıllık hümanizma” adını verir- dayanır. XX. Yüzyılın son on
yılları, halk ile bilimsel tıp alanında yüzyılın başında başlayan balayma son
veren kendi kendini iyileştirme düşüncesinin yeniden doğumuna tanık olur. Aynı
zamanda bu, soyut ve nesnel bulunan bir tıbbi düzene bağlanmanın reddinin
ifadesidir.
Bugün
alternatif tıp geleneksel doğu tıbbının bir çok uygulamasını kapsamıştır.
Yoga, akupunktur, Çi-gong, Feng- shui, ayurveda, Shiatsu ve T’ai Chi Ch’uan
önemli bir kullanım yaygınlığı kazanmıştır. Benzer şekilde Osteopati ya da
kiropraktik örneklerinde olduğu gibi, bu yöntemlerden bazıları uzun süren
mücadeleler sonunda kendilerini kabul ettirebilmişlerdir. Refleksoloji gibi
diğerleri ise kabul edilme aşamasındadır. Batıda gerçekleştirilen alternatif
tıp araştırmalarının yoğunlaştığı alan bu uygulamalardır. (Sutcliffe, 2003;
Heelas, 2008; Jay, 2011, Singh,2008).
Turner,
on dokuzuncu yüzyılın, resmi tıp tarihinde bilimsel devrimin büyük zaferi
olarak görülse bile, bireyci allo- patik tıp ile sosyal tıp arasındaki kıhk
değiştirmiş mücadelenin çağı olduğunu düşünmektedir. Yirminci yüzyıldaki gelişmeler,
on dokuzuncu yüzyıldaki gelişmelerin devamı niteliğindedir. Ancak bu dönem,
sadece keşiflerin değil, yeni kavramların, özellikle de tıbbın sosyal
boyutunun gündeme geldiği bir dönemdir. 1960 Yılının başlarından itibaren
iyilik, sağlıklı yaşam, yaşam tatmini ve yaşam kalitesi gibi kavramlar normal
toplumlarda onaylanan kavramlar olmaya; şaşırtıcı bir dizi anket, görüşme
programı ve ölçüm üreterek, sosyal ve tıbbi sözlüğe girmeye başlamıştır.
1960’Lardan itibaren, sosyal tıpta yaygınlaşan "sağlıklı yaşam"
anlayışı günümüzün en yaygın kullanılan sağlık anlayışıdır. "Nasıl daha
sağlıklı olunur?” bilgileri toplumun tüm tabakaları arasında gün geçtikçe
yayılmaktadır. (Sezgin,2011,46)
Modern tıp, alternatif tıbbın yaygınlaşmasının nedenlerini
ve kendi “otorite” kaybının nedenlerini belli hastalıklar karşısında
çözümsüzlük ve doktor-hasta ilişkilerine yüklemektedir. Ancak modern tıp,
alternatif tıbbın da modernliğin bir ürünü olduğunu soru konusu etmez. Modern
tıp, modernliğin “kesinliğin” olmadığı bir dünya olduğu ve bu yapıda da
“uzman” veya “uzman bilgisi”nin tartışmasız, mutlak olamayacağını hesap
etmemektedir. “Modernite gelenek-öte- si, ancak gelenek ve alışkanlığın
sağladığı kesinliklerin yerine rasyonel bilginin kesinliğinin almadığı bir
düzendir. Modern eleştirel aklın yaygın bir özelliği olan kuşku felsefi bilinç
kadar gündelik hayata da nüfuz eder ve çağdaş toplumsal dünyanın genel
varoluşsal bir boyutunu oluşturur.”(Giddens,2010,13)
Geleneksel
otorite biçimleri artık diğerleri gibi herhangi bir "otorite”, sınırsız
bir uzmanlıklar çokluğunun bir parçası haline gelmektedir. Otoritenin (devlet
ve hukukun”otoritesi” sayesinde) güç kullanılarak yaptırıma bağlandığı
yerlerde, otorite özünde uzmanlıkla aynı anlamı taşımaya başlar. Uzmanlık
iddiasındaki farklı alanları kapsayan genel otoriteler yoktur; bu, modern
sistemlerde herkesin toplumsal hayatın tüm boyutlarında fiilen sıradan biri
olduğu görüşünün bir başka ifadesidir. Bu durumda otorite artık kuşkunun
alternatifi değildir. Aksine, uzmanlık biçimleri kuşku ilkesinden beslenir;
sokaktaki insan rakip otoritenin iddialarını değerlendirirken, bu ilkeyi çoğul
koşulların neredeyse kaçınılmaz olarak gerektirdiği kuşkucu bir bakış içinde
kullanır. Belirli soyut sistemler karşısında sergilenen farklı kuşkucu ve uzlaşmaz
tutumlar başka sistemlere tartışmasız itimatla birlikte yer alabilir.
Söz gelimi, kişi katkı maddeleri içeren
besinlerden uzak durmak için büyük çaba harcayabilir, ancak tükettiği her besini
kendisi yetiş tir emiyorsa, zorunlu olarak işlenmiş ürünler sağlayan
"doğal gıda” üreticilerine güvenmek zorundadır. Bazıları ortodoks tıp
karşısında gözü açıldıktan sonra holistik tıbba yönelebilir, ancak kuşkusuz bu
bir inanç değişikliği değildir. Bir hastalıktan muzdarip biri belirli bir
tedavi türü konusunda tüm uzmanlık biçimlerinin iddialarına şüpheci yaklaşıp,
hastalığı büyük ölçüde ilerlediğinde bile doktorlarla bağlantı kurmaktan
tamamen kaçınabilir. Ancak, bu tür köklü bir kopuş içindeki bir kişi bile
tıbbın ve tıbbi araştırma sistemlerinin etkisinden tamamen kaçamaz, zira bu
sistemler gündelik hayatın somut unsurlarını olduğu kadar "bilgi orta-
mı”nm birçok yönünü de etkiler. Örneğin, onlar -"yapay” veya
"doğal”- gıda maddeleri üretimini yönlendiren düzenlemeleri etkilerler.
(Giddens,2011,39)
Günümüzde, tıbbileştirilen73 alanlar doğrudan tıbbın
ilgi alanına giren konulardan, tıpla doğrudan ilgisi olmayan, 73 Tıbbileştirme
(medicalization) terimi, 1970’lerde sosyal bilimler literatürüne girmiş;
terimin anlamı, "tıbbi yapmak, tıbbi etmek” olmasına rağmen, daha geniş ve
daha derin anlama sahip olmuştur. Bu terim temelde, düz anlamının ötesinde
daha geniş ve derin bir anlama sahip olmuş; tıbbi hale gelmiş bir şeyi
anlatmaktan çok, tıbbileştirmenin ya da gereğinden fazla tıbbileştirmenin bir
eleştirisi olarak kullanılmıştır. gündelik yaşamın diğer alanlarına
doğru genişlemektedir. Örneğin beslenme konusu, gündelik yaşamın parçası olduğu
gibi, aynı zamanda sosyal bir konudur. Geçmişten gelen alışkanlık ve bilgiler
yerini, tıbbileştirilmiş beslenme önerilerine bırakmaktadır. Çoğu gıdanın
bilinen faydaları yerini, birtakım, tıbbi olan ve olmayan terimlere bırakmış;
yemekler bu terimler eşliğinde yenilir hale gelmiştir. Domatesde ki liko- pen,
brokoli, yeşil çay ve nardaki anti-oksidan, enginardaki karaciğeri temizleme
özelliği, prebiyotik ve probiyotik yoğurt ve diğer süt ürünleri, bu ihtivaları
nedeniyle tüketilme sıklıkları artmış, tıbbileştirilmiş gıdalardan sadece
birkaçıdır. Tıb- bileştirmenin arka planına bakıldığında, dinin toplumsal yaşam
içindeki rolünün azalması, bilime olan inanç, tıbbi uzmanlığın artan itibarı
ve gücü, problemlere bireysel ve teknolojik çözümler konusunda Batı
toplumlarmdaki genel bir hü- maniter eğilimin bu gelişmeye neden olduğu
söylenebilir. Burada sıralanan nedenler, tıbbileştirmenin gelişimini tamamen
açıklamakla birlikte, kapsamını belirlemiştir. Conrad, tıbbileştirmeyi
sekülerleşme-dinin, baskın sosyal kontrol kurumu olarak kenara itildiği;
geçmişte, günah kabul edilen durumların, hastalık olarak kabul edildiğinin
kabulünün, tıbbi-
Conrad, tıbbileştirmeyi, tıbbi olmayan problemlerin, tıbbi
problem gibi tanımladığı ve bu şekilde davranıldığı; bunun da genellikle,
hastalıklar ve bozukluklar yönünden tanımlanan bir süreç olduğunu ifade eder.
Burada vurgulanması gereken nokta, tıbbileştirmenin bir süreç olduğudur. Asıl
mesele, tıbbileştirmenin gerçekten bir hastalık ve ya tıbbi bir sorun olması
değil, bunun bir kabul olmasıdır. Bu kabul, hekim ve sağlık profesyonelleri,
ilaç endüstrisi, medya ve farklı alanların katkılarıyla oluşturulmakta ve alanı
genişletmektedir. Gündelik yaşamın tıbbileştirilmesiyle; daha çok birey,
tıbbın söylediklerine göre hareket etmekte; bireyler de "sağlıklı"
ve "hasta" olarak tanımlanarak, bir tür tıbbileştirmektedir.
letirmeyi artırdığı anlayışı-ve tıbbi uzmanlığın değişen
statü- sü-profesyonel güç ve otorite sayesinde, sağlık ve hastalık olarak
tanımlanabilecek durumlar için, söz hakkına sahip olma durumu- gibi, iki
önemli kavramsal yönün etkilediğini belirtir (Sezgin,2011; Aysoy,2004).
Modernlik
seçenekler sunan bir yapıdır. Bu yapı içinde her dönemde yeni veya yenilenmiş
alternatifler üretilebilir. Bilimsel yaklaşımlar ve uzmanlık bilgisi için de bu
geçerlidir. Teoriler gözden geçirilir veya terk edilirken beraberlerinde tıbbi
kavramlar ve terminolojiler de değişir. Ayrıca, herhangi bir zaman diliminde,
tıp mesleği içerisinde sağlığı bozan şeylerin nedenleri konusunda olduğu kadar
risk faktörleri konusunda da temel, bazen köklü fikir ayrılıkları vardır. Kalp
damar hastalığı ve kanser gibi ciddi rahatsızlılarda bile, günümüzde bazıları
- daha ana akım yaklaşımlarda tartışmalı olmasına rağmen - Ortodoks tıp
uzmanları tarafından eskiye göre çok daha ciddiye alman birçok farklı
alternatif tıp uygulaması vardır.
Sağlıkla
ilgili risklerin değerlendirilmesi bu tartışmalarda büyük ölçüde "kimin
hakh olduğu " ile yakından bağlantılıdır. Zira belirli bir dönemde
başvurulan bir risk profili nesnel görünse de, bir bireyin veya bireyler
kategorisinin risk yorumu hayat tarzında değişiklikler olup olmadığına ve bu
yorumların gerçekte ne kadar geçerli kabullere dayandıklarına bağlıdır. Bir
kez başladığında, bir hayat tarzı kesiminden -sözgelimi, belirli bir diyet
biçiminden- uzaklaşmak giderek zorlaşabilir, zira bu diyet muhtemelen kişinin
davranışlarının diğer yönleriyle bütünleşmiş olabilir. Bütün bu faktörler sokaktaki
insanların soyut sistemlerin süzgecinden geçen risk parametrelerini düşünümsel
olarak benimsememelerini etkiler. Bu komplekslik karşısında, bazı insanların
fiilen tüm tıp uygulamalarına güvenlerini yitirmeleri, onlara muhtemelen sadece
başka hiçbir umut kalmadığında başvurmaları ve daha önceki yerleşik
alışkanlıklarına daha sıkı sarılmaları şaşırtıcı değildir.
Soyut
sistemlerin çokluğu bireyin gündelik etkinlikleri içinde karşı karşıya kaldığı
farklı tercihlerle doğrudan bağlantılıdır. Bir yandan, çoğu kez yerel veya
gündelik davranış biçimleri ile soyut sistemler alanının sunduğu prosedürler
arasında seçim yapılır. Bu sadece bir "geleneksel" ve "modern"
karşılaşması olmasa da, bu tür durumlar oldukça yaygındır. Yeniden elde etme
süreçlerinin bir sonucu olarak, gündelik inançlar ve pratikler ile soyut
sistemlerin alanı arasında sonsuz sayıda alanın yolu açılır. Belirli bir
durumda, zaman ve diğer gerekli kaynaklar sağlandığında, birey belirli kararlar
ve tasarlanmış eylem akışları bakımından kısmi veya daha tam yeniden vasıf
kazanma imkanına sahiptir. Örneğin, bel ağrısı şikayeti olan birini ele
alabiliriz. Bu kişiye nasıl bir tedavi yöntemi uygulanması gerekir? Kişi Britanya’
da ise Ulusal Sağlık Hizmeti’ne bağlı olarak çalışan bir pratisyen doktora
görünmeyi seçebilir. Pratisyen doktor onu muhtemelen daha iyi tavsiyelerde
bulunabilecek ve daha iyi sağlık hizmetleri sunabilecek bir uzman hekime
yönlendirebilir. Ancak, hiçbir uzmanın bu rahatsızlığı kolayca tedavi edemeyeceği
bir durum ortaya çıkabilir. Bel problemlerinin teşhisi oldukça sorunludur ve
çoğu mevcut tedavi biçimi hem tıp mesleği içinde hem dışında tartışma
tartışmalı olabilir. Örneğin, bazı tıp uzmanları bel fıtığında ameliyat
tavsiye edilebilir. Ancak, söz konusu bel fıtığı problemi olan hastaların neredeyse
cerrahi müdahaleye gerek kalmadan zamanla kendi kendilerine iyileşmelerinin
muhtemel olduğunu gösteren araştırmalar ve farklı ülkelerde bu sorunla ilgili
büyük farklılıklar vardır. Nitekim, ABD’ de bel fıtığı problemi yaşayan her
bin kişi içerisinde ameliyat tavsiyesi alan hastaların sayısı Britanya’ya göre
on kat yüksektir; bu farklılık, başka şeylerin yanı sıra, her iki ülkede bel
fıtığı tedavisine farklı şekilde yaklaşıldığını gösterir. Hasta daha farklı
tedavi tekniklerini araştırmayı seçtiğinde, Ortodoks tıbbi çevrelerde ameliyat
teknikleri konusunda (yaygın bir tedavi biçiminin en iyi strateji olduğu
konusunda birleştiklerinde bile) önemli fikir ayrılıkları olduğunu görecektir.
Örneğin, bazı cerrahlar daha yerleşik omurga cerrahi prosedürlerinin yerine
mikro-cerrahiyi tercih eder. Hasta biraz daha derin bir araştırma yaptığında
birçok farklı tedavi biçimi olduğunu (birbirinden ayrılmış diskleri
birleştirmeyi savunanlar kadar, birçok başka geçici ve daha kronik sırt
problemlerinin bulunduğuna inananlar olduğunu) fark edecektir.
Bu
terapiler birbirlerinden, sadece sundukları tedavi biçimleri bakımından değil,
sırt ağrıları ve hastalıklarının nedensel kaynakları hakkında sundukları
yorumlar bakımından da ayrılırlar. İlaç kullanmadan kemik tedavisi omurga
masajıyla kemik tedavisinde izlenenlerden daha farklı ilkelere dayanır. Diğer
mevcut sırt tedavi biçimleri fizyoterapi, masaj, akapunktur, egzersiz
tedavisi, refleks testleri, Alexander Yöntemi gibi duruş ayarlama sistemleri,
ilaç tedavileri, diyet tedavileri, masaj tedavisi - ve kuşkusuz, ayrıca başka
tedavi yöntemlerini - içerir. Bir düşünce okulu, ciddi birçok problemin yanı
sıra, çoğu bel ağrısı probleminin kaynağında stres yattığına ve bu yüzden,
doğrudan bele yoğunlaşmaktan ziyade, rahatsızlığın stresle ilgili kaynakları
ortadan kaldırarak tedavi edilmesi gerektiğine inanır. Bu tür düşünce
okullarına göre, fizyoterapi, meditasyon, yoga, biyolojik - geri bildirim
teknikleri ve diğer gevşeme biçimleri veya bunların bileşimi en iyi tedavi
aracını oluşturur. Bu noktada, hasta haklı olarak, önerilen tedavinin yeterli
olduğuna hükmedebilir ve şikayetinin doğası ve ilişkili farklı çözümler hakkında
bilgi edinmeye karar verebilir. Piyasada bel ağrılarıyla ilgili teknik olmayan
birçok popüler kitap vardır. Bunların çoğunda omurga konusundaki tıbbi bilginin
genel durumu üzerine bir yorum sunulur ve mevcut rakip tedavi biçimleri
hakkında güvenli yol gösterici bilgiler aktarılmaya çalışılır. Kuşkusuz, farklı
otoriteler arasında bedenin yapısal anatomisi konusunda büyük bir mutabakat
vardır. Şikayeti olan kişinin sırtı etkileyebilecek temel problemler konusunda
temel bir anlayışa sahip olması fazla zaman almayacaktır.
Yeniden
-vasıf kazanma/yeniden-bilgi edinme, kişinin mevcut farklı tedavi biçimleri
hakkında kabaca bilgi sahibi olabilmesi ve onların gerçek uzmanların
önerdikleriyle nasıl karşılaştırması gerektiğini öğrenebilmesi bakımından, muhtemelen
oldukça kolay olacaktır. Ancak seçim imkanı varsa, onlardan hangisinin
seçileceğine karar vermek daha zor olacaktır, zira o kişi farklı yaklaşımların
farklı iddiaları arasında bir denge kurma gereği hissedecektir. Onun
yönelebileceği hiçbir kesin belirleyici otorite yoktur; bu, üst modern koşullardaki
çoğu durumun karakteristik bir ikilemidir. Ancak bu kişi uygun biçimde yeniden
vasıf-kazanmakta sorunlar yaşadığında gerçekte oldukça bilgili seçimler
yapılabilir. Bütün bunlar sadece nasıl davranılacağıyla ilişkili seçimler
değildir: Kişiler bireysel-kimlik anlatısını geriye dönük olarak gözden geçirme
ve geliştirme eğilimdedir. Örneğin, geleneksel veya ileri tıp teknolojisini
seçmek muhtemelen belirli ölçüde bilgili bir tercih meselesidir: Bu tercih
genellikle kişinin hayat tarzı hakkında "bir şeyler anlatır”. Tercih, bir
bireyin muhtemelen belirli itaat biçimlerini de içeren eski yerleşik bir davranış
kalıbına büyük ölçüde uyması anlamına gelebilir. Böyle bir durum kişi
pratisyene ve ardından tavsiye edilen uzmana görünmeyi ve tıp mesleğinin her
iki otorite üyesine saygı içinde uzmanın tavsiyelerine uymayı seçtiğinde söz
konusu olabilir. Alternatif tıp biçimlerinden birini, özellikle daha
özellerinden birini seçmek kişinin sürdürdüğü hayat tarzı hakkında bir şeyin
işareti olabilir veya gerçekte bu hayat tarzına katkıda bulunabilir. Uzmanlar
çoğu kez fikir ayrılıkları içinde oldukları için, belirli bir uzmanlık alanının
merkezindeki profesyoneller bile sokaktaki insanlar gibi kendilerini belirli bir
kararla yüzleşme durumunda bulabilirler. Niha- i otoritelerin olmadığı bir
sistemde uzmanlık sistemlerinin temelini oluşturan en değerli inançlar bile
gözden geçirilmeye açıktır; onların düzenli olarak değişmesi oldukça yaygındır.”
(Giddens,2011)
Günümüz
toplumunda, hastalık kavramından çok, hastalıktan korunma, iyi yaşam
(wellness) kavramına doğru bir kültürel geçiş yaşanmaktadır. Özellikle Batı
toplumlarmda, sağlık sorunlarına, kendi kendilerine çözüm bulmayı amaçlayan
anlayış yaygınlaşmakta; estetik ve kozmetik konuları sağlıkla bağdaştırılarak
sunulmakta; alternatif ve tamamlayıcı tedavi yöntemleri bilimsel tıbbın yanı
sıra yaygınlık kazanmakta; medyada sağlık ve sağlığa ilişkin konular gittikçe
ağırlık kazanmaktadır. Sağlıklı olarak yaşamak, modern dönemlerde algılandığı
gibi, olağan ve istenen bir durum olmaktan çok, gereklerine uyulduğu gibi,
olağan ve istenen bir durum olmaktan çok, gereklerine uyulduğu zaman elde
edilebilecek bir olasılık olarak ortaya çıkmaktadır. Kronik hastalıların çoğalması,
gündelik yaşamdaki sıkıntı ve stresin artması ile sağlık günümüzde birincil
hedef haline gelmekte; sağlık ve sağlığa hizmet eden sektörler de her geçen
gün bireylerin yaşamlarına girmektedir. (Sezgin,2011,34) Ek olarak dünyanın
her yerinde insanlar, doğal ve tamamlayıcı tıp metotlarından yararlanmaktadır.
Bu metotlardan yararlanma oranı ülkeden ülkeye değişmektedir.74
Doğal tedavilerin özellikle Batıda büyük ilgi görmeye başlamasıyla birlikte,
Dünya Sağlık Örgütü 2002 yılında, tüm devletlere doğal tedavi metotlarını yasal
bağlamda düzenleme konunda çağrıda bulunmuştur. (Naka- jima,2012)
Alternatif tıp sosyolojik bir
olgudur ve bu bağlamda önemli bir araştırma alanıdır. Batı dünyasında
alternatif tıp konusunda gerçekleştirilen çalışmalarda, din-tıp ilişkisi öne
çıkmaktadır. Küreselleşme, post-modernlik ve yeni dini hareketler bu
çalışmaların ana konularıdır. (Sutcliffe,2003; Heelas, 2008) Sosyolojik anlamda
ilk çalışmalardan biri Ful- ler’a (1989) aittir. Fuller Amerikan toplumunda
alternatif tıp 74 Örneğin, bir yıl boyunca herhangi bir rahatsızlık için
tamamlayıcı tıptan yararlanma oranı Ingilizlerde % 10, KanadalIlarda % 20
iken, Amerikalıların % 38’i, Hong Kong halkının % 60’1 ve Singapurluların %
76’sı doğal yöntemlerden yaralandıklarını bildirmişlerdir. Çin ve Vietnam’da
tamamlayıcı tıp, resmi sağlık sistemine entegre edilmiş olup halkın üçte biri
bu yöntemleri kullanmaktadır. Gana’da halkın çoğunluğu, Hindistan’da ise %
70’i geleneksel doğal tıp metotlarını, ana tedavi yöntemi olarak
kullanmaktadır. Bu yöntemleri uygulayan profesyonellerin modem tıp
uygulayıcılarına oranı, Güney Afrika ve Gana’da daha fazla iken, Çin, Hindistan
ve Vietnam’da birbirine yakın olup, Kuzey Amerika, Avrupa ve Avustralya’da ise
bu grup daha küçük bir azınlığı oluşturmaktadırlar.
uygulamalarım “yeni çağ hareketi” içinde değerlendirmiş ve
alternatif tıbbın yükselişinin Amerikan dini hayatında önemli roller
üstlendiğini ileri sürmüştür. Diğer yandan özellikle Uzak Doğu uygulamaları Hıristiyanlık
ve Yahudilik inancı açısından değerlendirilmeye çalışılmaktadır. Bağlamı “din
versus alternatif tıp” olan çalışmaların içinde Hıristiyanlık merkezli olanları
karşı duruş sergilemezken, Yahudi din adamları alternatif tıbbı “puta tapma
temelli” olarak nitelemektedirler. (Helix,2003) Üçüncü olarak alternatif tıp,
din- bilim bağlamında değerlendirilmektedir ve bu çalışmalarda alternatif
tıbbın dini bilimin alanına taşıdığı ifade edilmektedir. (Dworkin,2002)
Alternatif tıp, sosyolojik açıdan “tıbbileştirme” içinde anlamını
bulurken ki, sağlığın tıbbileştirilmesi, sağlık-hastalık düalitesini ortadan
kaldırmakta ve hastahk-şifa bağlamını koparmaktadır. Günümüz insanı sadece
hastalık nedeniyle değil sağlığını korumak için “şifa” arayışına girmektedir.
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
144
Ülkemizde alternatif tıp,
sosyolojide bir kaç araştırma ve tezle sınırlı bir literatüre sahip olmasına
karşın bu alanda kapsamlı ilk çalışma Dole (2004) tarafından gerçekleştirilmiştir.
Dole, Türkiye’deki alternatif tıbba yönelik ilgiyi Türkiye’nin modernleşme
projesinin bir parçası olan modern tıbbı yerleştirme çabalarına yönelik bir
tepki olarak değerlendirmiştir. Buna karşın ülkemizde alternatif tıp konusunda
yapılan araştırmaların verileri; bu yöntemlere başvuranları iki kategoride
sınıflandırır.75 (Kav,2008) Birinci kategoride daha 75 Alternatif tıpla
ilgili, hem dünyada hem de ülkemizde yaygınlaşma oranları ve nedenleri üzerine
belli araştırmalar söz konusudur ve elde edilen verilere göre; Ülkemizde
ortalama alternatif tıp kullanım sıklığı %46.2 olup %22.1 ve %84.1 arasında
dağılım göstermektedir. Bu oranın diğer ülkeler ile karşılaştırıldığında
oldukça yüksek olduğu söylenebilir. Ernst ve Cassileth (1998) tarafından
yapılan 13 ülkeden 26 çalışmanın incelendiği literatür çalışmasında erişkin
hastalarda alternatif tıp kullanım sıklığı %7-64 arasında değişmekte olup,
ortalamanın %31.4 olduğu belirlenmiştir. Malassiotis ve arkadaşlarının (2005)
14 Avrupa ülkesinde yürüttüğü çalışmada alternatif tıp kullanım oranı
çok Batı toplumlarında karşımıza çıkan metalaşmış kutsala
ilgi, diğer kategoride de geleneksel şifa algısı. Yoğun olarak kullanılan
yöntem de fitoterapi başlığında değerlendirilebilecek çeşitli otlar ve
otlardan elde edilen basit ilaç terkipleri olduğu görülmektedir. Hızla
yaygınlaşan attarlar ve Lokman Hekim’in bir attar markasına dönüşmesinin nedeni
budur. Bu türden kullanım gelenekseldir ve yeni bir durum elbette değildir.
Ancak, yeni olan ülkede var olan neredeyse tüm otların “şifa” etiketiyle
kutsanıp piyasaya sürülmesidir. Söz konusu piyasa güvenli gıda, doğal, organik
vb. farkmdalık gayretleri yanında sağlığı koruma adı altında sağlığın
metalaştı- nlmasmm bir sonucu olarak karşımızdadır.
Tarihimizde toplum-tıp ilişkisi açısından
önemli dönemeçleri ifade eden aşamaların ilki, 1980’li yıllarda ortaya çı-
%36 olarak belirlenmiş olup %15-%73 arasıda geniş bir
dağılım gösterdiği saptanmıştır. Çalışmalarda en sık kullanılan alternatif tıp
yönteminin bitki karışımları olduğu ve en yaygın olarak kullanılan bitkinin
ise “ısırgan otu” olduğu belirtilmiştir. Kullanılan diğer yöntemlere bakıldığında
dua, dini uygulamalar, vitamin/özel diyet olduğu görülmektedir. Kullanımı
etkileyen faktörlerin cinsiyet (kadınların erkeklerden daha fazla kullandığı);
hastalık süresi ya da ileri evre kanser, sosyoekonomik düzey, eğitim düzeyi, doğum
yeri ve aile tipi gibi faktörler olduğu belirtilmiştir. (Kav,2008) Alternatif
tıp kullanım nedenleri; tıbbi tedaviden duyulan hoşnutsuzluk, hastalıklarla
aktif olarak başetme mekanizması, pasif kalma ve umutsuzluk duygusundan
kurtulma, sağlıkla ilgili değerler ve inançlar, kültürel olarak değer
paylaşımı ve hastanın güçlendirilmesi, geleneksel tıp ve buna dayalı modem
ürünlerin daha çok yaşlılığa dayalı hastalıklarda kullanıldığı, kanser dahil
belli kronik hastalıklarda ise modern anlamda alternatif tıbba yönelindiği,
sağlığın tıbbileştirildiği ve toplumun sağlığı korumak adına doğal ürünlere
yöneldiği, medyanın sağlığın tıbbileştirilmesine önemli etmen olduğu ve
alternatif tıp ürünlerinin pazar edinmesinde önemli olduğu, Daha çok
biyomedikal ürünlerin geleneksel şifa algısının üzerine pa- zarlandığı,
kullanıcının geleneksel kültürüne dayandığıdır.
kan Dr. Ziya ÖZEL ve zakkum
konusudur. Bilimsel ihtilaf açısından bir sosyal fenomen olarak incelenen
Türkiye’nin zakkum serüveni toplumda belli farkmdalıklann oluşmasını
koşullamıştır.76 Bu tartışmaların kaynağı ortodoksiydi77
ve toplum modernliğin araçlarıyla modernliğin temel karakteristiğiyle
tanışıyor, Giddens’m tanımıyla modernliğin iki yü-
7®
1960’iı yılların başında Muğla Devlet Hastanesi Baştabibi operatör doktor Ziya
Özel Türkçe’de zakkum, Latince’de Nerium Oleander diye bilinen bitki üzerinde
kanser tedavisin-de kullanılmak amacıyla bağımsız çalışmalar yaptı ve bu
çalışmaları sonunda elde ettiği ekstrenin (daha) sonra 1995’te Özel bu
ekstreyi Anvirzel C’antiviral” ‘in "anvir”i + Özel’in ”zel”i) diye
adlandırarak bu ilacın isim ve patent hakkını aldı) kansere çözüm olduğunu
düşündü. Ona göre bu büyük bir bilimsel keşifti. Bu keşfini 1973’te Dördüncü
Balkan Tıp Günleri sempozyumun da katılımcılara açıkladı ve 1974’te bulgularını
Türkiye’de yayınlanan bir tıp dergisinde; Dirim’de yayınladı. Keşfini ilk
duyurduğunda muhatapları nispeten dar bir tıp camiası mensubu meslekten
kişiler ve kuramlardı: Doktorlar, akademisyenler, kanser araştırmacıları ve
bilimsel kurumlar. Bu kamuya açılma tıp camiasında bir ihtilafa yol açtı ve bu
ihtilaf sonu gelmez tartışmalar doğurdu. Nerium Oleander ekstresi ya da
Anvirzel gerçek-ten bir keşif miydi, değil miydi? Gerçekten kansere çözüm
müydü, değil miydi? 1988’de TRT Özel’in kanser ekstresinin bir Türk bilim adamı
tarafından yapılmış büyük bir keşif ve Özel’in de bu keşfin kaşifi olduğunu
ilan ettiğinde Nerium Oleander’in ihtilaf sürecine başka sosyal aktörler de
girdiler: Basın, politikacılar, hukukçular, tıp dışı kurumlar, hastalar ve
hasta yakınları. Böylece başlangıçta sınırlı bir çerçeveyi ilgilendiren
sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bir fenomene dönüştü. (Şenses,2010)
77 Ortodoks kavramı
Latince Orthodoxus, Grekçe Orthodoxein’den gelir. Ortodoksi, orto-doks olma
durumunu; özellikle dini inanç ve uygulamada hakikatin/doğrunun resmi
formuna/formülasyonuna bağlılığı; Ortodoks inanç veya pratiği ifade eder.
Ortodoksi homojeniteyi, sürekliliği, geleneği ve sağduyuyu (common sense)
çağrıştırır. Sıfat formunda Ortodoks, orto-doksiyi savunan kişi demektir.
Heresy ortodoksinin karşıtıdır. Latince haeresis, Grekçe hairesis’den
türemiştir. Kuramlaş- züyle tanışıyor, modernlik uzmanlık bilgisini ve uzman otoritesini
yok ediyordu. Bu bağlamda her çağın biliminin kendine has bir ortodoksisi
vardır.
Özel, ihtilafın doğurduğu tartışma sürecinde
holistik tıp anlayışına; ona karşı çıkan muha-tapları mekanik tıbba daha
yakındır. Bu yüzden muhatapları ortodoks tıbbın kemoterapi ve radyoterapisinden
taviz vermemekte kararlı görünürken Özel kemoterapiye ve radyoterapiye pek
itibar etmez ve im- münoterapiyi savunur. Böyle olması da çok doğaldır, çünkü
yaptığı keşif mekanik yaklaşım için anlamlı değildir; çünkü o, kanserin bir
bağışıklık sistemi hastalığı olduğunu düşünür. Dolayısıyla bu ihtilaf, tıp
düzleminde kemoterapi - im- münoterapi ihtilafı-dır. Mekanik evren gibi mekanik
insan da kendi kendine işleyen bir makinadır. Bu ihtilaf sürecinde basın ve
politikacılar özellikle 90’h yıllarda Ortodoks bilim adamlarının ve bilimsel
ortodoksinin yanında yer almışlardır. Sorunun basma bilim adamı
mı,"şarlatan” mı diye yansıtılmış olması bunun açık göstergelerinden
biridir. Fakat bu ihtilaf sürecinde daha ilginç olan şey halkın (hastalar,
hasta yakınları ve genel kamuoyu) konumudur. Bu kamuoyu Özel’i desteklemektedir.
Ortodoks bilim adamları, basın mensupları ve politikacılar bilimsel bir konuda
kamuoyunun görüşünün önemli olmadığını ve toplumun geleneksel tedavi yöntemlerinin
bilim-dışı oldukları için reddedilmesi gerektiğini savunurken halk, Ortodoks
tıbbın kemoterapi ve radyoterapi dahil bütün yöntemlerini ve modern doktorun
otoritesini kayıtsız şartsız kabul eder. Ortodoks bilim halka karşı; halk
Orto-
mış dogmaya, egemen teoriye ya da kanaatlere karşıt
görüşleri dile getirir. Heretic/heretik Grekçe hairetikos Latince haereticus
kavramlarından türemiştir. Ortodoksi karşıtı görüşü, kurum ya da kişiyi ifade
eder. Sosyolojideki karşılığı "sapkm”dır. (Şenses,2010) doks bilime
karşı değildir ve aslında tedavisi bulunamadığı için ölümünü kaçınılmaz gören
bir hasta için şu ya da bu ilacın, şu ya da bu tedavi yönteminin
"bilimsel” olup olmadığının ne anlamı olabilir? Bilimin tartışmasız ve
kesin evrensel bilgiler ürettiğini söyleyen görüşün aksine, aslında hastalık,
hasta ve elbette kanser konusunda "kesif’ bir belirsizlik varlığını
sürdürmektedir. Hastalığın ne olduğu ve ne olmadığı konusundaki anlayışımız
nihai noktada insanın ne olduğu ve ne olmadığıyla ilgili başka bir ihtilaftan
beslenir. Ve insanın ne olduğuna ilişkin ihtilaf kapanmış değildir.
(Şenses,2010)
Gelenek Özel’e Lokman Hekim
ünvanım vermiştir. Tarihsel bir ünvanm güncellenmesini ifade eden bu durum gelenekte
yer alan bu yönlü eğilimi ivmelendirmiştir. Kanser vakalarının ülkemizde
yaygınlaşmasına paralel olarak Batı’da fitoterapinin yaygınlaşmasına benzer
şekilde bir hekimin ifadesiyle “fito-şifacılar” çoğalmaya başlamıştır. Özel’in
durumundan farklı olarak gerçek bir istismar yaygınlaşmıştır.78 78 ALTERNATİF TIP
SAHTEKARLARINI KİM BESLEDİ?: Tabiat boşluk kaldırmaz” kuralı sağlık sektöründe
de işledi. Tıbbın tedavi yöntemlerindeki kısır düşüncesi ve geleneksel tedavi
yöntemlerini bütünüyle reddetmesi sağlık sektöründe üç kağıtçıları çoğalttı.
Bitkisel ilaç pazarı, bugün sağlık sektöründeki dar bakış açısı yüzünden
dünyada yıllık 150 milyar dolarlık ticaret hacmine ulaştı. Türkiye’de bu
rakamın 600- 700 milyon dolara kadar çıktığı tahmin ediliyor. Eskiden bir
şehirde bir ya da iki tane bulabileceğiniz aktarları şimdi neredeyse her mahallede
görebiliyorsunuz. Bugün alternatif tıp diye isimlendirilen bitkisel tedavi
yöntemlerine olan rağbetin artmasının faturası hiç başka yerlere kesilmesin.
Vatandaşı buralarda çare aramak zorunda bırakan sağlık sektörünün ta
kendisidir. İnsanlar şifayı doktorlarda aramak yerine aktarlarda arıyorsa
bunun suçunu, vatandaşın cehaletinde değil, devletin piyasayı başıboş
bırakmasında ve sağlık sektörünün geleneksel tedavi yöntemini tamamen
reddetmesinde arayalım. (Yaşar Süngü Yeni Şafak Gazetesi 21 Ağustaos 2011)
“Göğüs hastalıkları uzmanı Prof Dr Ahmet Rasim Küçükus- ta,
sektördeki yanlışları anlatmaya başlıyor; Alternatif tıbbın farklı türleri
içinde ülkemizde en çok rağbet göreni “fitoterapi” yani bitkilerle tedavidir.
Bizde de Lokman Hekim Tıbbı, geleneksel tıp veya koca-karı ilaçları gibi
tabirler kullanılabilir. İyi niyetle, Allah rızası için yapılır ve bazen
gerçekten de çok işe yarayan bir tedavi yöntemidir. Bunların temelleri
gözlemlere, dine, inançlara ve kültürlere dayanır. Usta-çırak, hoca-talebe,
baba-oğul ilişkisi ile öğrenilir. Ürünlerini ilkel yöntemlerle kendileri
hazırlarlar ve bunları genellikle hiçbir ücret almadan verirler. Alternatif
tıbbın giderek büyük kazanç sağlayan bir sektör olduğunun anlaşılmasıyla
beraber de modem fitoterapi doğmuştur. Eskiden ilkel yöntemlerle her kişi için
özel yapılan bitkisel ürünlerin yerini seri olarak üretilen, ilaçlar gibi
marka ve şık ambalajları olan ürünler alır olmuştur. Bitkilerle tedavi,
dünyanın kâr payı en yüksek sektörlerinin başında gelir; üç kuruşluk otlar
yüzlerce liraya satılabilir. Son senelerde bitki tedavisinde büyük bir kazanç
kapısı olduğunu gören “kerameti kendinden menkul uyanıklar” türemeye
başlamıştır. Bunlara daima ‘Hocam’ şeklinde hitap edilir. Duygu sömürüsü
yanında din sömürüsünü de mükemmel becerirler.”Evelallah” veya “Allah’ın
izniyle” gibi ifadeler ağızlarından hiç düşmez. Bazıları sarışın güzel kadın
programlarında, bazıları ise uydu üzerinden yayın yapan kanallarda sıkça boy
gösterirler.” (Yaşar Süngü Yeni Şafak Gazetesi 21 Ağustos 2011)
Günümüzde bu durum karşısında
Ortodoks tepki yine benzer argümanlara sahiptir ancak bu tepkinin toplumda artık
fazla bir karşılığı, yansıması bulunmamaktadır79 “BİTKİ- 79 “MARANKİ VE
SARAÇOĞLU’ NA SUÇ DUYURUSU”: Anadolu Ajansı’ nın haberine göre “Tohum
Sanayicileri ve Üreticileri Alt Birliği (TSÜ- AB) Yönetim Kurulu, televizyon
kanalları, gazeteler ve internet sitele- LERÎN Efendisi” olarak tanıtılan
Prof. Dr. Ahmet Maranki’nin “kozmik bilim” tezine dayalı “doğadan gelen tedavi
yöntemle- ri”ni anlattığı yazı dizisi, bir ay kadar sürdü. İlgi çeken bu yazı
dizisine tıp dünyası ve okurlardan çok sayıda eleştiri geldi. Aslına bakarsanız
bilim insanlarının ve hekimlerin bitkisel tedavi önerilerine tepki göstermesi
son derece doğal. Özgür Hekimler Platformu adına Op. Dr. İbrahim Sözen ile
Prof. Dr. Pelin Güneri ve Doç. Dr. Teoman Kadıoğlu da Maranki’nin tıp ile
ilgisi olmadığını vurguluyorlardı. Çocuk Alerji ve Astım Akademisi Derneği
Başkanı Prof. Dr. Ülker Öneş ise Maranki’nin “tıp doktoru gibi yazılar
yazdığını ama astım ile ilgili önerdiği bitkisel yöntemin bazı hastalarını
astım krizine soktuğunu” yazıyordu.” (www.ahmetrasimkucukusta.com erişim:
02/08/2012)
Ülkemizde alternatif tıp adına
gelişen ikinci alan diyetlerdir. Günümüzde diyet yöntemleri ve diyetle ilgili
kitaplar en çok satanlar arasındadır. Dr. Murat Kmıkoğlu’na göre; Diyet- rinde yaptıklan yorumlarla halkın sağlığıyla oynadıkları
iddiasıyla Prof. Dr. Ahmet Maranki ve Prof. Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu
hakkında Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu.” TSÜAB Yönetim
Kurulu Üyesi Zekai llter, Prof. Dr. Ahmet Maranki ve İbrahim Adnan
Saraçoğlu’nun basın yayın organları aracılığıyla kamuoyunu yanlış
bilgilendirdiklerini öne sürdü. Maranki ve Saraçoğlu’nun açıklamalarında
tohumculuk meslek grubunu kötülediklerini, aynı zamanda da halkın sağlığıyla
oynadıklarını iddia eden llter, birliğin Ahmet Maranki ve İbrahim Adnan
Saraçoğlu hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunduğunu
açıkladı, llter, söz konusu kişilerin yaptıkları televizyon programları,
internet siteleri ve beyanat verdikleri gazetelerde, ”Hibrit tohumları
kullanmayınız”, "Doğum oranlarının son yıllarda azalması ve kısırlık
probleminde hibrit tohumların etkisi mutlaka araştırılmalıdır” şeklinde
açıklamaları bulunduğunu anımsattı. Zekai llter, suç duyurusunda Maranki ve
Saraçoğlu’nun "Haksız rekabet”, "Zincirleme suç” ve "Nitelikli
dolandırıcılık” suçlarını işlediklerini iddi- a ettiklerini, sözkonusu
kişilerin hapis ve para cezasına çarptırılmalarını talep ettiklerini bildirdi.
(Yayınlanma tarihi 14 Şubat 2012) beslenme kitaplarını iki ana grupta
toplayabiliriz: Birinci grupta kısa sürede hızla kilo vermenizi hedefleyen
zayıflatma diyetleri vardır. Hepsinin mantığı aynıdır; günlük kaloriyi
azaltırken sizi hareket etmeye yani kalori harcamaya teşvik ederler. Kaloriyi
azaltmak için ya yiyecek miktarı azaltırsınız ya da yüksek kalorili glisemik
indeksi yüksek ürünlerden (beyaz un ve şeker gibi) az kalorili (erik, lahana)
glisemik indeksi düşük ürünlere geçersiniz. İkinci grupta zayıflatmayı
hedeflerken aynı zamanda sağlıklı ve doğru beslenmeyi de öğrettikleri
iddiasında olan kitaplar vardır. Yurt dışında Pale- o Diet olarak ünlenen,
ülkemizde Prof. Dr. Ahmet Aydm’m öncülüğünü yaptığı Taş Devri Diyeti, bazı
yönleriyle Atkins Diyeti’ne benzeyen Karatay Diyeti bu grubun örnekleridir.
Dünyevileşmiş
diyet konusu sadece halkın gündeminde değil hekimlerinde gündemini
oluşturmaktadır. Dini anlamda sağlığın korunmasında anlamlı olan “perhiz” ve
“oruç” kilo vermenin araçlarına dönüşmüştür. Dolayısıyla bu bağlamda yapılan
tartışmalar sadece vitamin odaklıdır. Kmıkoğlu bu durumu şöyle ifade ediyor;
“Millet olarak büyük küçük hepimiz “yiyerek sağlıklı kalmanın” peşinde
olduğumuz ve de diyet yapmamak için bahane aradığımız için bu tip yemeli önerilere
bayılıyoruz, oysa sağlık yemekten değil “az yemek” den gelir. Bazı hastalar
Karatay Diyetinden çok memnun olduklarını söylüyorlar? Bu çok normal... Diyet
protein ağırlıklı olduğu için kilo veriyorlar, bu durum hoşlarına gidiyor. Bu
arada vücutlarındaki inflamasyonun arttığının, damarlarının biraz daha
tıkandığının farkında değiller. Eğer bir imkân olsa da diyeti yapanları beş on
yıl süreyle takip etsek ölüm oranının yüksek olduğu ortaya çıkar. Bunu ben
söylemiyorum protein ağırlıklı beslenme rejimleri üzerinde araştırmalar yapan
onlarca saygın bilim adamı söylüyor. Ben Karatay diyetini ana batlarıyla
Atkins diyetine benzetiyorum. Kitabıyla ünlü olan Dr. Atkins’in kendisi de
maalesef kalp hastalığından vefat etmiştir. Hayvansal proteini teşvik eden
diyetleri savunanlar bu konuda yapılmış birkaç ay veya birkaç yıllık bilimsel
araştırmalardan örnekler vererek yüksek proteinli beslenmenin zararlı
olmadığını iddia ederler. Buna karşılık uzun süreyle uygulanan diyetin sonuçlan
tam bir hayal kırıklığıdır, İsviçre’de yapılan ve on yıl süren Atkins diyeti
uygulamasında hem genel ölüm oranında hem de kalp damar hastalıklarından ölüm
oranında artış görülmüştür.”
Esas sorun bu alanda ortaya çıkan yöntemlerin doktor kökenli
olanlarında belirginleşmektedir. Bu tür uygulamalar topluma sunulmuş belli
“tıbbi bilgilerin” yanlış olduğu iddiasını da beslemektedir. Bu durum da bir
süre sonra devlet mekanizmalarının harekete geçirmektedir.80
Günümüzde 80 ‘Karatay diyeti’ne bakanlık el koydu; Tıp dünyasını
sarsan, kalp doktorları ile diyetisyenleri karşı karşıya getiren “Karatay
diyeti” ve kolesterol ilaçlarının gerekli olup olmadığı tartışmasına bakanlık
el koyu- yor.06 Aralık 2011 Salı. Tıp dünyasını sarsan, kalp doktorları ile
diyetisyenleri karşı karşıya getiren “Karatay diyeti” ve kolesterol
ilaçlarının gerekli olup olmadığı tartışmasına TBMM ve Sağlık Bakanlığı el koyuyor.
Ankara Milletvekili Dr. Cevdet Erdöl “Bilimsel veri yok, kolesterol ilaçlarını
bırakmayın. Ölümcül hata olur” dedi ve bu hafta bakanlığın bilim heyetini
toplayacağını söyledi. Prof. Dr. Canan Efendigil Kara- tay’m yazdığı kitapla
gündeme gelen “Karatay diyeti”ne Sağlık Bakanlığı el koyuyor. Bilinen diyet
biçimlerinin dışında, “Sık yemek yerine, daha seyrek yemek ve karbonhidrat ile
şekeri kesmek, bu arada egzersiz yapmak” biçiminde özetlenen “Karatay
diyeti”yle birlikte, kolesterolün belli bir düzeyde vücut için yararlı olduğu,
bu nedenle yumurta ve tereyağ tüketiminin serbest olması gerektiği yolundaki
tezi, kamuoyunda tartışma yaratmıştı. Prof. Karatay’m aynı zamanda kolesterol
ilaçlarının gerekli olup olmadığı yolunda soru işaretleri yaratan açıklamaları
da kalp-damar uzmanlarının tepkisine yol açmıştı. Bir süreden zayıflama
terapilerinden kanser tedavisine kadar geniş bir yelpazede sağaltım için,
modern tedavi yöntemlerinin yanında fitoterapi, ozonoterapi, aromaterapi,
homeopati vs. gibi yöntemlerin de etkili olduğu iddia edilmekte hatta bunların
bazıları halka ziyadesiyle arz edilmektedir. Halka arz sırasında tanıtım için
daha çok televizyon kanalları, internet sitele-
beri devam eden tartışmalara, Sağlık Bakanlığı
ve TBMM’den tepki geldi. Meclis Sağlık Komisyonu Başkanı AK Parti Ankara
Milletvekil Dr. Cevdet Erdöl, dûn TBMM’de vatandaşlan kolesterol ilaçlarını
kesmemeleri konusunda uyardı. Erdöl şöyle dedi: “Kalp-damar hastalıkları, ölüm
nedenleri arasında ilk sırada olmaya devam ediyor. Bu hastalıkla ilgili bazı
risk faktörleri var. Erkek olmak, genetik alın yazımız, bunları
değiştiremiyoruz. Ama değiştirebileceğimiz şeyler var, sigara gibi. Kolesterol,
obezite ve hareketsizlik de risk faktörleri arasında. Yüksek kolesterol, hayati
risk oluşturuyor. Bazı bilim insanlannm, kalp-damar hastalıklarıyla ilgileri
olmamasına rağmen, ortaya çıkıp ‘Kolesterol ilaçlarını kullanmayın’ diyerek
hastalara tedaviyi kestirdiklerini duyuyoruz. Bu, genel halk sağlığı açısından
sorun olmaya başladı. Telafisi mümkün olmayan durumlar ortaya çıkabilir,
ölümcül hata olur. Tıpkı şeker hastalığı gibi ilaçları kestiğinizde sorun
olabilir. Şeker gibi kolesterol de vücut için belli bir oranda gereklidir,
ancak fazlası tehlikelidir. İnsanlar kafalarına göre tedavi metotları
uydurmuyor. Yıllardır yapılan araştırmalar sonucunda bunlara karar veriliyor.
İlaçlarınızı kesmeniz yanlış olur.” Dr. Cevdet Erdöl, bilimsel araştırmalarda
“kanıt’Tarm önemli olduğunu vurgulayarak kalp-damar hastalığı gibi ciddi sağlık
sorunu olan insanlara ilaçlarını kesmelerini söylemenin çok yanlış olduğunu
belirtti ve “Eğer bu önerilerde bulunanların elinde bilimsel kanıt varsa
açıklasınlar. Klinik deneyler varsa açıklasınlar; yoksa bunlar kanıt olmaz
kanaat olur” diye konuştu. Hiçbir doktorun gerekli olmadıkça ilaç yazmadığını
söyleyen Dr. Erdöl, “Bu hastalıklarda zaten öncelikle vatandaşa az yemesi,
yürümesi önerilir. Vatandaş bunları yapmak yerine, yemek yeyip oturup üzerine
ilaç almayı tercih ediyor. Sorun buradan kaynaklanıyor. Elbette önce diyet ve
egzersiz. Bu işe yaramıyorsa ilaç devreye girer. Benim de kolesterolüm biraz
yüksek çıktı ilaç almadım, hemen egzersize başladım, düştü” dedi. Prof. Dr.
Canan Efendigil Karatay, kitabıyla büyük tartışma yarattı. ri ve gazeteler
kullanılmaktadır. Birçok bitkisel ürün için Gıda, Tarım ve Hayvancılık
Bakanlığından “gıda takviyesi” adı altında ruhsat alınmakta ancak bu
ürünler sanki bir ilaçmış gibi endikasyon belirtilerek hatta “Sağlık
Bakanlığından izin alınmıştır” şeklinde ash olmayan ifadeler kullanılmak
suretiyle satılmaktadır. Bu ürünler laboratuvarda inceletildiğinde, içeriğinde
cinsel uyarıcılar, analjezikler, zayıflatma amacıyla üretilmiş ilaç molekülleri
vs gibi kimyasal maddeler saptanmakta, bu ürünlerin gıda takviyeleri ile pek
de ilgili olmadıkları anlaşılmaktadır. Gıda takviyesi adı altında pazarlanan
çeşitli ürünlerin içine yukarıda sayılan ilaçlar katılarak sanki bu ürünler
aynı zamanda ilaç etkisine de sahipmiş gibi bir izlenim oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Daha da kötüsü, bu ürünlerin aynı kutusundaki tabletlerden birinde (bulunmaması
gerektiği halde) 15 mg ilaç molekülü bulunurken, bir diğerinde aynı molekülden
50 mg saptanmakta, yani bu ürünlerin imalinde bir standart da bulunmamaktadır.
Dolayı- sı ile bunları kullanan kişilerin hayatları, açıkça tehlikeye
atılmaktadır.81 (Özbek,2012)
81 Bu ürünleri
pazarlayan kişilerin birçoğunun sağlıkçı kökenli olmaları da başka bir üzücü ve
düşündürücü durumdur. Canlı televizyon programlarında, bu kişilere“Ürünlerininfarmakolojik
ve toksikolojik etkilerini araştırmak amacıyla yapılmış bilimsel çalışmalar
var mıdır?”şeklinde sorular geldiğinde, bu soruları cevaplamaktan ustaca
kaçmaktadırlar. Hâlbuki bir ürünün, insanlara ilaç olarak sunulabilmesi için
preklinik çalışmaların (deney hayvanlan ve laboratuvar ortamında yapılan çalışmalar)
ve ardından da klinik çalışmaların (insanlar üzerinde yapılan çalışmalar)
mutlaka yapılmış olması ve ürünün bu çalışmalardan yüzünün akıyla çıkmış
olması gerekmektedir. Bu sayılanlar yapılmadan bir ürüne ilaç demek veya bu
ürünleri ilaç gibi kullanmak insan sağlığını hiçe saymakla aynı anlama
gelmektedir. Çünkü sayılan bu bilimsel araştırmalar yapılmadan bir ürünün insan
üzerindeki etkilerini, yan etkilerini, kullanılmaması gereken durumları bilmek
mümkün değildir.
Alternatif tıbbın ülkemizdeki serüveni
açısından kayda değer bir durum da Sağlık Bakanlığı’nm bu alanı kendi alanına
dahil etmesi olmuştur. Tıbbileştirmenin son evresi olan bu evre, modern tıbbın
ötekini içselleştirmesi, alternatif tıbbın “tamamlayıcı alternatif tıbba”
dönüşmesi, başka bir ifadeyle geleneğin modernlik içinde yer edinmesi anlamını
taşımaktadır. Tıp-dışı alanın Bakanlık alanına dahil olması, her türlü
geleneksel uygulamanın bir biçimde doktor kontrolüne girmesi anlamını
taşımaktadır. Bu yönlü ilk hamle de attarla- rm sattığı ürünlerin eczanelerde
satışına izin verilmiş olmasıdır.82 Gelinen durumda bir yanda
gelenek taraftarlığı diğer
Bir ûrûnûn ilaç olabilmesi için yapılacak
preklinik ve klinik çalışmalar oldukça uzun (8 -10 yıl) ve pahalı (ortalama 1
milyar Amerikan Doları) bir süreçtir. Bu sûrece klinik dallar yanında
üniversitelerimizin çeşitli fakültelerindeki botanik, farmakognozi,
farmakoloji ve toksikoloji gibi bölümlerinin katkı vermesi, süreci hem
hızlandıracak hem de kolaylaştıracaktır. Ancak bu konuda üniversitelerin
gerekli desteği verdikleri de pek söylenemez. Sonuç olarak üzerinde bilimsel
hemen hiçbir çalışma yapılmamış, içindeki maddeler standardize edilmemiş, bazen
içinde ne olduğu dahi bilinmeyen “bitkisel ürünleri’le karşı karşı- yayız. Tüm
bunlar dile getirildiğinde bu ürünleri üretenlerin yaptığı savunma “bitkisel
ürünler doğaldır, öyleyse bunların zararlı etkisi yoktur” ya da “biz
Bakanlıktan ruhsat aldık” şeklinde olmaktadır. Hâlbuki bir meyve olan
greyfurt bile bazı ilaçlarla birlikte alındığında zehirlenmelere sebep olabilmektedir.
Bitkisel ürünler ile ilaçların birlikte kullanılmaları durumunda ortaya
çıkabilen tehlikeli etkileşimlere hemen her gün bir yenisi eklenmektedir.
Dolayısı ile “bitkisel olan mutlaka güvenlidir” tezi yanlıştır. Ayrıca
Bakanlıktan alman ruhsat, “gıda takviyesi” ile ilgili iken, bu ürünlerin
içine sonradan ilaç moleküllerini katmak, ruhsatın dışına çıkmak demektir.
Dolayısı ile bu da ürünlerin alman ruhsata göre üretilmedikleri anlamına
gelmektedir.
82 500 BİTKİ ECZANE
RAFLARINA GELİYOR: Sağlık Bakanlığı, tıbbi bitkileri mercek altına aldı.
Zayıflattığı, cinsel gücü artırdığı iddialarıyla aktarlarda ya da internetten
kontrolsüz satılan tıbbi bitki ve bu bit- yanda istismara karşı tedbir
tavsiyeli yeni bir ikilem ortaya çıkmıştır.
“Geleneksel tıp resmen
tanındı. Bu konuda Üniversitelerde araştırma merkezleri kurulmaya başladı
bile.. Batı tıbbı yandaşları bu olaya şiddetle karşı çıkıyorlar bir takım
Farmakologlar da. Ama bunu destekleyenler de var..Artık, bundan sonra, sadece
İbni Sina muhabbeti yapmakla kalmayacağız. Konya el yazması eserler ve
Süleymaniye Kütüphanesi, Merkezefendi, Bezmi alem, Edirne Darüşşifası ile
övünmekle kalmayacak, bu alanda yeni gelişmelere tanıklık edeceğiz. Bu arada
hemen belirtmeliyim ki, geleneksel tıp 3 ayaklı bir anlayışı ifade ediyor.
Mesela İslam dünyası için söyleyeyim, tıbbı nebevi diye bir şey var. Ve bu aynı
zamanda dini bir takım ritüelleri de içermektedir.. Sünnet-hacamat gibi..
Mesela “Kur’an mü’minler için şifa ve rahmet vesilesidir” diye bir ayet var.
Zikrin insan hayatı üzerinde etkisi var. Dua da öyle.. Kader ve imtihan
inancının günlük hayat, davranışlar ve stres kontrolü üzerindeki etkisi çok
açık..Kur’an-ı Kerim’de beslenmeyle ilgili bir çok kural var.. Sağ
kilerden
yapılan kapsüller artık eczanelerde satılacak. Önceki yıl, Kastamonu’da
zayıflamak için piyasada satılan Antakya Biberi otu suyu içen Nilay Dinçer’in
(23) ölümüyle gündeme gelen, tıbbi bitkiler artık ilaç gibi ruhsatlandırılarak,
eczanelerde satılacak. Aktardan ve internetten satışı yasaklanacak ve reklam
yasağı gelecek. İlaç Eczacılık Genel Müdürü Saim Kerman, “Bu tıbbi bitkilerin
içerikleri ilaç kadar etkin. Bunların kontrolsüz satışına müsaade edemeyiz. Bu
bitkiler ve bunlardan yapılan kapsüller eczanelerde aynı ilaç gibi prospektüsü
ile birlikte doktor ve eczacı onayıyla satılabilecek” diye konuştu. Aktarlar
Derneği Başkanı Mert Ünyazıcı ise “Bu konuda düzenleme getirilmesini biz de
isteriz. Ayrımın doğru yapılmasından yanayız” dedi. Biota La- boratuvarları
Genel Müdürü Cihat Dündar ise şunları söyledi: “Türkiye’de 3 bine yakın
endemik bitki var ancak bunlar tamamen kontrolsüz. Aktarlardan alıp test
ettiğimiz bitkilerin çoğu sahte çıkıyor ya da hijyenik değil.”
elle yemek, bereket kavramı, meyve ve tatlıyı önceden
yemek, suyu üç yudumda içmek, haram yiyecekler ve içecekler bunlardan bir
kaçı. Mesela hamasin vesvesesinin insan hayatındaki karşılığı konusunda modem
tıp bir şey söylemez. Rüyayı da yorumlamaz”. (Abdurrahman Dilipak “İstismara
hayır, geleneksel tıbba evet” Yeni Akit)
Alternatif
tıp sadece gelenek değildir. Bu başlık altında sayısız uygulamayı
barındırmaktadır, bu açıdan da ne gelenek anlamında sahiplenilebilecek ne de
Ortodoks tıbba karşı savunulabilecek bir yapı taşımaktadır. Yahudi ve Hıristiyan
dünyada özellikle Doğu Asya uygulamalarına karşı çok geniş yelpazede bir karşı
durma söz konusudur. Buna karşın toplumumuzda böyle bir farkmdalığm izlerine
rastlanılmaz- ken Doğu Asya uygulamalarının da kutsandığına tanıklık etmekteyiz.
“Akupunktur tedavisiyle uğraşırken ve bu kitabı hazırlamak
için çalışırken, zorluklardan bunaldığım zamanlarda lütfederek bu aciz ve
değersiz kulunu geniş ilhamları ile destekleyen Allah Teala’ya hamd ve şükürler
olsun. Tek seansta veya birkaç seansta iyileşen astım, serebrovasküler aksedan,
migren, romatizma, alerjik konjonktivit, yüz felci, epilepsi,akne vulgaris
olguları akupunkturun gerçekten hitab-ı peygamberiye mazhar olacak derecede
harikulade bir bilimdalı ve muhtemelen nübüvvet çizgisinin insanlık alemine
bir armağanı olduğunu mükerreren bana ihtar ile itminan etti.” (Semih Akyol (1995), Tradisyonel Çin Tıbbı ve Akupunktur,
İnsan Yayınları)
Bu
bağlamda alternatif tıp başlığında yer alan diğer uygulamalar içinde şifanın
tanımı ise yeni bir dinin ortaya çıktığı izlenimi vermektedir:
Bioenerji
ve şifa:
“Bioenerji, kainatın yaratıcısı olan yüce
Zatın katından bütün yarattıklarının üzerine gönderilen kozmik bir hayat akımıdır.
Bioenerji kozmik kaynaklıdır. Bu kozmik akım vasıtasıyla- dır ki ; yüce Tanrı
yarattıklarının görüntü aleminde devamlılığını temin eder. Esasta kainattaki
her şey canlıdır. Cansız zannedilen şeyler sadece hayat hareketleri dışarıdan
fark edilemeyen unsurlardır. “ OL “ emr-i ilahisi el’an devam etmektedir.
Kozmik Bioenerji hiç kesilmeden devamlı olarak kainatın üzerine akmaktadır.
Kainatın ve onun içinde yer alan tüm unsurların hayat hareketlerine devam
etmesi buna bağlıdır. Bir atomun elektronlarının çekirdek etrafındaki
yörüngelerinde hareketleri de buna bağlıdır. Her şey kozmik bioenerjiye muhtaç
olarak varlığını sürdürmektedir. ” “Tedaviyi ise insan bedeninin kendisi
yaratılışına ait olan kendini yenileme gücü ile gerçekleştirmektedir. Çok iyi
bilinmelidir ki; hastalığa karşı koyan tabiattır. Tedavi ise ona yardımdan
ibarettir. Tedavi tıbbın hangi dalı ile yürütülürse yürütülsün bu gerçek
değişmez. İnsan bedeninde hastalığa karşı koyma özelliği yaradılışta verilmiş
olan bir yetenektir. ”83
Kristal taş ve şifa:
“Kristal taşların ilk bakışta enerjilerinin
olabileceği ve bu enerjilerin şifa verici etkisinin olabileceği hayal gibi
görülebilir. Bunu anlamak için biraz gözlem yapmak ve fizik bilmek gerekir.
Doğal taşlarla yapılan binalar doğal taşların kristallerinin pozitif enerjileri
ile yüklüdürler. Böyle binalara girdiğimizde üzerimizdeki negatif enerji gider,
dinginlik hali hâkim olur ve içimiz huzur dolar. Kristalize teknolojilerin
elektronik sistemlerin gelişiminde kullanılmaları, entegre bir devre içindeki
silikon teknolojisi ve bilgisayar sistemlerindeki gelişme nedeniyle, hafı- 83 ('www.bioenerji.org. erişim tarihi:20 Nisan 2012)
za gücümüzü ve bilgi
depomuzu genişletebileceğimiz yeni araçlara kavuştuk. Kristaller, bilincin
yapısı ve evrenin kendisiyle ilgili düşünce tarzımızda bir devrim yaratmaya
başlayarak birçok bilimsel buluşta önemli roller oynamaktadır. 1960’larda Bell
Laboratuvarı bilim adamları geliştirdikleri ilk lazerin anahtar bileşeni olarak
yakut bir kristal kullanmışlardır. Bir şifa düşünce formunu kabul etme veya
tutma yetenekleriyle kristaller bir bilgisayar disk sürücüsündeki disket gibi
bir manyetik kayıt ortamına benzerler. Kristal, bilincin yüksek boyutlu enerjilerinden
yararlanan uzman bir bilgiyle programlanmıştır. Şi- facının kafasındaki düşünce
veya görüntü ne kadar net ise kristalin içinde depolanacak enerji bilgili
görüntü de o kadar kesin ve net olacaktır. Kristaller teker teker, tek bir
spesifik enerji fonksiyonunu başarmak üzere programlanmalıdır. Bir manyetik
kayıt diskine benzer şekilde kristalin enerji hafızası tek bir bilgi grubunu
aynı anda kabul edecektir. Bir kristali yeni bir ener- jisel düşünce formu veya
fonksiyonuyla yükleyebilmek için, aynen bir manyetik diskteki gibi, yeni
bilgiyi yüklemeden önceki eski içeriğin temizlenmesi gereklidir.” (Alkan,2012, “Kristallerin Enerjisi: Litoterapi”)
Holistik tıp ve şifa:
“Halistik şifa; fiziksel,
duygusal, zihinsel (düşünsel) seviyelerde iyileşmek demektir. Hastalıklar,
ilerlememiz gereken yaşam yolumuzdan nerelerde saptığımızı gösterir. Hastalık
bir denge eksikliğidir. Denge yukarıdaki seviyelerden birinden bozulmayla
başlayabilir ve bu her seviyeye yayılır. Hastalık bir illüzyondur ve bedendeki
her hücredeki bilgeliği görmemektir. İnsan bedenindeki her hücre bir
hologramdır (bütünün özelliklerini tam olarak taşıyan en küçük parça).
Hastalık, enerji düzeyindeki bozulma ile başlar. Aslında olan şey bütünden
ayrı hissetmek ve kaynağın enerjisini alamamaktır. Her şey sevgi ile başlamış
ve sevgi ile devam etmektedir. Sevgi tüm şifanın ve yaşam gücünün temelidir.
Aslında sevgiden başka bir şey yoktur. Şifa ön koşulsuz sevgiyle başlar.
Hastalanan beden kendini bütünden ayrı ve sevgiden yoksun hisseder. Hastalık
bize bütünü hatırlatır ve asla savaşılacak bir düşman değildir. İngilizce
depatient hasta anlamı olan kelimeden gelir ve aynı zamanda sabır anlamındadır.
Sabır beklemek değildir; süreci anlamak ve bütüne dönmek için yolu görmektir.
Batı tıbbında hastalık gelişen teknolojiyle farklılık kazanmıştır. Hastalık
olduğunda artık doktor ve hastalık karşı karşıyadır. Hasta bu arada tam olarak
devrede değildir. Bu süreçte hasta kendini bilgisiz, çaresiz ve kurban gibi
görmeye başlar ve bu bir kısır döngü yaratır. Yapılması gereken, hastalığın
hasta ile ilgili olduğunu unutmamaktır. Hastalık bir ceza değildir, tesadüf de
değildir. Hastalıkları kolay ve zor olarak ayırmak doğru değildir. “Hastalık
yoktur hasta var- dır”prensibinden yola çıkarak her hastayı ayrı değerlendirmek
gerekir.”84 Bu yaklaşımlarda ortaya
konulan tam anlamıyla dünyevi bir şifa tanımıdır.
Şifanın dünyevileşmesi açısından en çarpıcı örnekler elbette
din referansh olanlardır. Bu yaklaşımlarda birer marifet aracı, insan-ı kamil’e
ulaştıran metodlar basitçe araçsallaştı- rılmaktadır: Ender Saraç “Ruhsal
Gelişimimiz ve Kader” adlı kitabında Allah’ın 99 ismi Esmaü’l-Hüsna’yı
zikretmenin bir enerji tekniği olduğunu söylemektedir. Saraç, kitabında Es-
maü’l-EIüsna’nm insanın ruhsal gelişimine nasıl katkıda bulunduğunu
belirterek; kendini biraz katı ve merhametsiz hissedenlere “Er Rahim” ve “Er
Rahman”, aşırı sinirli olanlara 84 KOCATEPE, Musa (2012),”Bir “şifacı”
penceresinden hastalık ve iyileştirme”, Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü
Dergisi, 22. sayı, s: 84-85 “El Halim”,
yaşamında sevgi ve muhabbet az olanlara “Ya Ve- dud”, nereye gideceğini
bilemeyenlere “El Hadi”, içinden çıkılamayan bir durum karşısında “El Vekil”
ismini zikretmelerini söylüyor. Ayrıca her burcun etkilendiği isimlerin neler
olduğunu anlatıyor.
“Sağlıklı yaşam, doğal tıp, doğru beslenme,
obezite, stres gibi konularda gelir seviyesi yüksek kesime danışmanlık yapan
Dr. Ender Saraç, Allah’ın 99 ismini yani Esmaü’l-Hüsna’yı zikretmenin insana
huzur verdiğini söylüyor. Saraç, “Allah’ın isimlerini zikretmek, meditasyon ve
diğer enerji teknikleri gibi pozitif enerji verebilecek etkili bir yöntem. Bu
doğru olarak yapıldığında insanın içinde eksik olan enerjileri tamamlar, zarar
veren enerjileri de törpüler ve kişiyi rahatlatır. Esmaü’l-Hüsna ile yapılan
zikir, beynin bazı merkezlerinde birtakım enerjileri daha çok akti- ve eder.
Zikirden elde edilecek maddi ve manevi güç, diğer insanların acılarını
hafifletmek, topluma daha yararlı olmak için kullanılmalı. Saraç, kitabının ne
dini ne de siyasi bir çalışma olmadığını söyleyerek aslında akılda soru
işareti bırakıyor. Çünkü bir Müslüman için esmaları zikretmenin ilk amacı
Allah’ın rızasını kazanmak. “Zikri ve esmaları dinden bağımsız bir şey gibi
insanlara sunmak doğru mu?” sorumuza şöyle açıklık getiriyor: “Dinden
soyutlamıyorum. Bu evrensel bir bilgidir. İnsanlığa yararlı olabilecek enerji
inanç sistemimizde var. Bırakın pek çok insan bunların tadını alsın. Şifasını,
nurunu öğrensin. Ondan sonra seçimi kendi yapsın. Pek çok insanın
ulaşamayacağı ve giremeyeceği yerlere belirli bir anlatım tekniğiyle ben
girdim. Bu kitap Türk toplumuna iyi bir hizmettir. İnsanlara hissedebileceği ve
anlayacağı dilden ikram yapmak lazım. Sonuçta ben de bazı şeyleri nasıl
yapacağımı hissediyorum.” diyor. Ender Saraç, yoga, meditasyon gibi Batı
toplamlarında çok popüler olan tüm enerji tekniklerini denemiş hastalarının,
“En büyük teknik nedir?” sorusuna, “Kalben tam teslim olarak yaşamak. ”
cevabını veriyor. ”
Ender Saray’a göre;
insanoğluna indirilmiş en son ve bir üst modeli gelmeyecek tek yazılım programı
Kur’an-ı Kerim. Kur’an’da insana şifa verecek pek çok bilgi var. Zikir,
meditasyon ve diğer enerji teknikleri gibi pozitif enerji verebilecek etkili
bir yöntemtir ve zikir doğru olarak yapıldığında insanın içinde eksik olan
enerjileri tamamlar, keskin olup zarar veren enerjileri de törpüler ve kişiyi
rahatlatır. Esmaü’l-Hüsna ile yapılan zikir, beynin bazı merkezlerinde birtakım
enerjileri daha çok aktive ediyor. Zikirden elde edilecek maddi ve manevi güç,
diğer insanların acılarını hafifletmek, topluma daha yararlı olmak için
kullanılmalı. Toplumda herkes enerji emen bireyler olarak yaşıyor. Ortadaki
kaptan herkes emmek istiyor. Kimsenin kaba verecek malzemesi yok. Kur’an’da
söylendiği gibi insanların kalpleri mühürlü. Yani kalp şakraları kapalı. Bu
nedenle 40 gün El Basid esması zikredilebilir. Bu zikir kalbi açar, rahatlatır,
genişletir. “O kadın benle evlensin, bu adam beni boşasın, çok zengin olayım,
şu işi ben kapayım” gibi egomuzu savunmak ve ön plana çıkarmak için korkunç
bir şekilde ben merkezli enerji harcanıyor. Ego merkezli yaşamayı bırakıp,
tam teslimiyet haline geçildiğinde beyin enerji tasarrufu yapıyor ve o zaman
bütün istekler oluyor. Bizim inanç sistemimizin kökü sevgi. Toplumda gerilim
yaratan değil, toplumda daha olumlu enerjiler veren insanların oranı arttıkça
Batı’ya bile meditasyon ve reikilerden çok daha güzel şeyler sunacağız” diyor.”85
Modernlik içinde bilinç dine yabancılaşmış ve
kavramların dünyevileşmesi dine dair kavramların anlaşılmasını güç- 85 10.03.2007 Zaman
Gazetesi Cumartesi Eki leştirmiştir. Şifa
günümüz dünyasında anlamı en fazla aşman dini kavramların başında gelmektedir.
Şifayı anlama gayreti; tarihsel olan bir dizi problematik yanında modernliğin
ürünü olan problematik alanlarının çözümlemesini zorunlu kılar. Sosyolojik
anlamda sekülerleşme modernliğin serüveninde anlamlı bir çerçeve sunmasına
karşın dini açıdan konuya yaklaşıldığında “dünyevileşme” benzer kolaylığı
sunar.
Dünyevileşme Berger’in
kullandığı anlamda fenomenolo- jik bir durum olarak okunduğunda. Kavramların
literal anlamları karşısında değişen içerikleri önemli hale gelir. Kav-
ramlararası ilişkiler değişimin izini sürebildiğimiz göstergelerdir.86
Sosyolojik kullanımda modernlikle ilgili kavramların Yunan düşüncesi ve
Hıristiyanlıkla ilgili kökenleri aşikardır, bu bağlamda İslam toplumunda din,
dünyevileşme, kut- 86 Kavramlar arası ilişkiler çeşitli düzeylerde ele alınıp
incelenebilir. Bir kavram, başka bir kavrama yüklendiğinde kavrama olan nispeti
bakımından ya özsel ya da ilintiseldir. Bir kavram yüklem olarak herhangi bir
şeye yüklendiği zaman, yüklenen kavram, o şeyin özünün dışında değilse, yani,
yüklenilenin varlığı yüklenene bağlı ise, yüklenen kavrama özsel denir. Eğer
yüklenen kavram, yüklendiği şeyin özüne bağlı değilse, yani yüklenen kavram
ortadan kaldırılınca yüklenilen ortadan kalkmıyorsa, yüklenen kavrama
yüklenilene nispetle ilintisel denir. Bilindiği gibi bir dilin yapısında,
biçim ve anlam gibi iki temel ilke vardır. Biçim, bir şeyin, duyular aracılığı
ile algılanabilen yönünü; anlam ise, anlama faaliyetinin bir ucunda söylenen
(muhatıp) vardır. İşte anlama faaliyeti muhatıbm anlatmak ve muhatabın da
anlatmak istediği iki kategoriden oluşur. Diğer taraftan yine bir lafzın,
temel, yan, duygusal ve yapısal olmak üzere dört anlamı vardır. Temel anlam,
belli bir bildirinin, dinleyen ya da okuyana aktardığı, kesin dolaysız
anlamdır. Sözcüğün ilk vaz’ (konulmuş) anlamının, daha sonraki süreçlerde değişik
etkenlerle anlam genişlemesi yaşadığı durumlara da yan anlam denilebilir.
(Altıntaş,2005) Bu doğrultuda Kur’an-ı Kerim’de yer alan dünya, ahret, şifa
gibi temel kavramlar incelendiğinde değişim açığa çıkmaktadır.
sal gibi kavramların literal anlamı ve modernliğin ürünü
kavramlardan farklılığının belirlenmesi konu açısından önemli bir başlangıçtır.
Dünyevilik din, kutsal, dünya, ahiret gibi temel kavramların
bağlamlarından kopartılmasıdır. Modernlik içinde kavrandığının aksine İslama
göre kutsal dinin içinde sınırlı bir anlama sahiptir. Bu manada da din kutsala
indirgenebilir değildir. Sosyolojinin din kavramı ve Kur’an’da yer alan din
kavramı arasında önemli farklılıklar söz konusudur.87 Kur’an-ı
Kerim’de din dört ayrı anlamda kullanılmıştır.88 Bu
87
Din’ kelimesi ‘d-y-n’ kökünden gelmekte ve sözlükte:
Üstünlük, egemenlik, itaat, zorlamak, itaatkâr olarak kendini bir güce teslim
etmek, borçlanmak, boyun eğmek, hakkını almak, ödünç almak, boyun eğdirmek,
egemenlik, idare etmek anlamlanna gelir. Birinin emrine girmek, onun emrine
amade olmak, onun hâkimiyet ve otoritesi altında boyun eğmeyi kabul etmek,
şeriat, kanun, yol, millet, âdet, taklit, hesaba çekmek, ceza veya mükâfat
vermek de din kelimesinin anlamlarmdandır. İsim olarak ‘din’ kelimesi şu
mânâları kapsamaktadır: İyi ya da kötü karşılık; âdet ve alışkanlık; itaat,
zillet, bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek; hâkimiyet, mülk ve hüküm;
bir şeye zorlamak; itaat etmek, ya da tersi olarak isyan etmek; bir şeyi
alışkanlık haline getirmek; şeriat ve millet, yani tevhid inancı. Din
Kelimesinin Türevleri: Aynı kökten gelen ve hadislerde Allah’ın bir ismi olarak
geçen ‘Deyyân’, mutlak kudret sahibi, işlerin karşılığını veren, hikmetle
yöneten, egemen olan demektir. Araplar, bir kimsenin bölgesine ve kavmine
üstünlüğünü belirtmek için ‘deyyân’ sıfatını kullanırlardı. Buna göre aynı
kökten gelen ‘medîn’; köle, ‘medîne’; şehir ve câriye, ‘temeddün’; dinli veya
şehirli-medenî olma, ‘tedâyün’; borçlanma, ‘diyânet’; din ve millet anlamlarına
gelir. ‘Mütedeyyin’ ise; boyun eğen, itaatkâr, Allah’a teslim olan demektir.
88
“Din” kelimesi, Kur’ân-ı Kerim’de 92 yerde geçmektedir.
“Din”in Kur’an’daki Anlamları: ‘Din’ kelimesi Kur’an-ı Kerim’de borç anlamına
gelen ‘deyn’ hariç, dört anlamda kullanılmaktadır: 1- En yüce kudrete teslim
olma, itaat etme, boyun eğme anlamında: “De ki: ‘Ben, Allah’a dini hâlis kılarak,
ibâdet etmekle emrolundum. Bana Allah’a teslim kullanım bağlamları içinde din,
Allah’ın hâkimiyetine bir teslimiyet ve O’ndan gelen hükümleri kabullenmektir.
İslâm’dan önceki Araplar ‘din’ kelimesini çok farklı, biraz da karışık
anlamlarda kullanıyorlardı. Kur’an bu kelimeye bir ıstılah (terim) anlamı
kazandırdı ve bu kelime çok önemli bir İlâhî gerçeği ve bu gerçek karşısında
insanın konumunu ifade eder hale geldi. Bu kelime, her kim olursa olsun yüksek
bir otoriteyi ve bu otoriteye boyun eğmeyi, bu otoriteden kaynaklanan emir ve
hükümleri uyulması gereken kurallar
olan mûslûmanlarm ilki olmam emredildi.” (39/Zûmer, 11-12)
“Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, din de (itaat ve kulluk da) sürekli
olarak O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı ittika ediyorsunuz (korkup
çekiniyorsunuz)?” (16/Nahl, 52; ayrıca bkz. 3/Âl-i İmrân, 83; 40/Mü’min, 64,
65; 39/Zümer, 2-3; 98/Beyyine, 5 vd.). Bu âyetlerde ve benzerlerinde ‘din’,
yüksek bir otoriteye boyun eğme, ona itaat etme ve ona kul olma anlamında
kullanılmaktadır. Dinin Allah’a has kılınmasının mânâsı, hâkimiyeti, hüküm
koyma hakkını, ibâdet ve itaat edilmeye lâyık olmayı yalnızca Allah’a ait kabul
etmektir. Kulluk anlamında Allah’tan başkasına boyun eğmemek, O’ndan başkasına
ibâdet etmemek, kulluğa ait bütün hükümleri O’ndan almak demektir. 2- Âhiret,
ceza, yani amellerin karşılığını verme günü anlamında: “(İbrâ- him dedi ki Din
(ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını umduğum da O’dur.” (26/Şuarâ, 82)
“(Şeytana hitâben Ve şüphesiz, din (kıyametteki hesap) gününe kadar Benim
lânetim senin üzerindedir.” (38/Sâd, 78; ayrıca bkz. 1/Fâtiha, 4; 15/Hicr, 35;
37/Sâffât, 20; 51/Zâriyât, 6, 12; 56/Vâkıa, 56 vd.). 3- Hüküm, âdet, şeriat ve
kanun anlamında: “Zina eden erkek ve zina eden kadının her birisine yüzer
değnek vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız, onlara Allah’ın
dinini (hükmünü, şeriatini uygulama) konusunda sizi bir acıma tutmasın...”
(24/Nûr, 2; ayrıca bkz. 12/Yûsuf, 76; 40/Mü’min, 26; 42/Şûrâ, 13, 21 vd.) 4-
Allah’ın gönderdiği Tevhid Dini anlamında: Kur’an’da ‘din’ en çok bu anlamda
kullanılmaktadır ki, bu mânâ içerisinde hem Allah’ın hâkimiyeti, otoritesi,
hükmünün üstünlüğü, hem bu üstünlüğe kulların boyun eğip itaat etmeleri, hem
de Allah’tan gelen hüküm, kanun ve şeriat konuları yer almaktadır.
olarak kabul etmeyi, bu kurallara uyulduğu zaman mükâfat,
karşı gelindiği zaman ceza alınacağına inanmayı içine alan bir hayat sisteminin
genel adıdır. Modern bir terim olan ‘religi- on’ sözcüğü ‘din’ kavramının ifade
ettiği derin anlamları karşılayamaz.89 Kur’an, ‘millet’ ve ‘şeriat’
kavramlarını da ‘din’ yerine kullanmaktadır (12/Yûsuf, 38; 2/Bakara, 130, 135,
120; 42/Şûrâ, 21 vd.) Ancak, millet kelimesi bir peygambere (İbrahim milleti
gibi); din Allah’a, şeriat ise din’e nisbet edilir. İslâm şeriati, budizm
şeriati gibi.
Kur’an’da kullanılan ‘din’ kavramı, anlam gruplarının bazen
birisini, bazen hepsini birden ifade eden bir nizamın adı olarak yer
almaktadır. Kur’an bu nizama yer yer ‘dinü’l-kay- yim -dosdoğru din-’ (9/Tevbe,
36), ‘dinü’l-hâlis -katıksız- Allah’a has din’ (39/Zümer, 3), ‘dinü’l-hakk’
-dosdoğru- gerçek din’ (9/Tevbe, 29), ‘dinullah -Allah’ın dini-’ (3/Âl-i İmrân,
83) gibi isimler vermektedir. Diğer taraftan, Kur’an’daki ‘din’ kav- 89 Dameğânî’ye göre; ‘din’
Kur’an’da şu anlamlarda kullanılmaktadır: 1-
Tevhid anlamında: “Hiç şüphesiz Allah katında din
İslâm’dır.” (3/Âl-i İmrân, 19). Bu âyette geçtiği gibi ‘din’ kelimesi tevhid
dinini işaret etmektedir. (Ayrıca bkz. 39/Zümer, 2; 30/Rûm, 30; 31/Lokman, 32)
2- Hesap anlamında: “Onlar din (hesap) gününü yalanladılar.” (83/Mu- taffifîn,
11) âyetinde olduğu gibi. (Ayrıca bkz. 56/Vâkıa, 86; 37/Sâffât, 53; 82/lnfitâr,
9, 15 vd.) 3- Hüküm ve yargı anlamında: 12/Yûsuf sûresi 76. âyetinde geçen
kralın (melikin ) dini, kralın uyguladığı veya uyduğu hüküm, yargı demektir.
(Ayrıca bkz. 24/Nûr, 2) 4- Bizzat dinin kendisi anlamında: Bu din, hayatın
bütün alanlarını kapsayan bir inanç olmakla beraber, egemen düzeni, kişi ve
toplum ilişkilerine ait hükümleri, insan eşya ilişkileri ve davranış
kurallarını da içerisine alır (9/Tevbe, 33; 48/Fetih, 28; 61/Saff, 9 vd.). 5-
Millet (bir dine inanan topluluk) anlamında: “Oysa onlar, dini yalnızca O’na
hâlis kılan hanîfler (Allah’ı birleyenler) olarak sadece Allah’a kulluk etmek,
namazı kılmak ve zekâtı vermekten başkasıyla emr olunmadılar. İşte en doğru
din budur.” (98/Beyyine, 5)
ramı, hem ilâhhğı hem de kulluğu ifade etmektedir. Din, yaratıcı
(halik) ve kendisine ibâdet edilen (ma’bud) Allah’a nis- betle; hâkim olma,
itaat altına alma, hesaba çekme, ceza veya mükâfat verme; yaratılmış (mahluk)
olan ve ibâdetle sorumlu insana nisbetle, boyun eğip itaat etme, zelil
olduğunu anlama, teslim olma, Yaratıcının hükümlerine uyma ve ibâdet etmedir.
İslâm’a göre din, kul ile Yaratıcı arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir nizam,
bir yoldur. İslâm inancına göre dinin kurucusu Allah’tır. Bütün vahiy kaynaklı
dinler Allah tarafından gönderilmiş, ilk günkü saflıklarını korudukları müddetçe
yürürlükte kalmıştır. İlk insan, aynı zamanda ilk peygamberdir. Allah’ın
varlığı ve birliği, zat ve sıfatları, melek inancı, kitap inancı, peygamber
inancı, âhiret inancı vahiy kaynaklı dinlerde değişmemiş, sadece şeriatler
değişmiştir.
İkinci
olarak; Kur’an ‘da geçen dünya kelimesinin etimolojisi, anlam bakımından
analiz edildiği zaman, din-dışılıktan ziyade, dini bir anlam taşıdığı görülür.
Sözcüğün arkaik Arapça’da “yakın olmak” anlamındaki kökünden geldiği düşünülürse,
dünya kelimesi, insanı Allah’a yaklaştıran bir araç olmaktadır. Bundan dolayı
Kur’an devamlı surette insanı, insanın bilincine yaklaştırılan
tabiat/harikaları üzerinde tefekkür etmeye davet edilir. Kuran’da dünya ve
doğa, asla alçaltım bir vurgu eşliğinde insan idrakine sunulmaz. Kur ‘an ‘da
uyarı, sadece dünya hayatını, ahiret hayatı göz ardı edildiği taktirde Allah
‘la olan ilişkiyi saptırıcı mahiyetine yöneliktir.
Üçüncü
olarak; kutsal kavramı dinlerde farklı bağlamlarda yer almıştır. İbrânîce’de
kutsal kavramının karşılığı olan “kdş” fiili ve kutsallık anlamındaki
“keduşah”’ profanm karşıtı olan her şeyi içerir. Yahudilik’te mutlak kutsal
olan, Tanrı Yahve ve O’nunla temas halindeki fenomenlerdir. Bütün nesnelerin
Tann’-ya nisbetle kutsallık kazanmasına en iyi örnek ahid sandığıdır. Eski
Ahid’de başta Tanrı olmak üzere kâhinler, Sina dağı, Şabat, ahid sandığı,
Isrâiloğulları, Çadır, Urim, Tumim, belki helâl olan hayvanlar, İsrail diyarı,
Kudüs, Süleyman Mabedi, mâbeddeki eşyalar, ibadet malzemeleri kutsaldır.
Bununla birlikte Yahve’nin Isrâiloğullarmı seçişi ve dolayısıyla onları kutsal
kılması Tann’mn tek taraflı olarak yaptığı bir tercih gibi görünmektedir.
Tevrat’a göre Yahve’nin İsraillileri niçin kutsadığı ve seçtiği açık değildir.
Herhangi bir şeyin kutsal olmasının ona kazandırdığı temel ayrıcalık ihlâl
edilememesi ve bereketli kılmışıdır.
Yeni
Ahid’de kutsalın karşılığı olarak Grekçe “hagios” kelimesi kullanılır. İlk
hıristiyanlarm bu konudaki inançları Eski Ahid’deki inançlara benzer. Yeni
Ahid’e göre Allah’ın kutsallığının yanında Hz. Isâ da “Allah’ın mukaddesi”dir.
Yeni Ahid’in aracısı olması sebebiyle Hz. Isâ kutsal görevler ifa etmiştir.
Böylece Hıristiyanlık kutsallığı Eski Ahid’den farklı bir yere getirmiştir.
Hıristiyanlık’ta kutsallık kavramının gerçek anlamda mimarı Saint Paul’dür.
Paul ile birlikte kutsallık yalnızca Tanrı ve O’na inananlarla
sınırlandırılmıştır. Paul’ün Eski Ahid şeriatını reddetmesi, ona dayah bütün
kutsal fenomenlerden de uzaklaşması sonucunu doğurmuştur. Paul’e göre
kutsallığı bahşeden yalnızca Tanrı’dır. Bütün hıristiyan- lar seçildikleri için
değil “Tanrı’ya adanmış” oldukları için kutsaldır. Mektuplarda “azizler”
(kutsanmışlar) tabiri zaman zaman bütün inananlar için kullanılmıştır. Öte
yandan kurtuluş kutsallıkla ilişkilendirilir; kurtulanlar kutsanmış olanlar
arasından çıkacaktır. Erken Hıristiyanlık’ta. Rûhul-kudüs kavramının henüz önem
kazanmadığı 1. yüzyıl civarında kutsallığı kazanma yolu “Hz. İsa’nın
kurbanlığına dahil olmakla ilişkilendirilmiştir. Rûhul-kudüs’ün formüle
edilişinden itibaren kutsallık onun aracılığıyla elde edilebilen bir “izzet”
olarak düşünülmeye başlanmıştır. Bugünkü hıristiyan mezheplerinde kutsallık
anlayışı yukarıdaki ilkeler doğrultusunda kabul görmektedir. Fakat V.
yüzyıldan itibaren sakra- mentlerin formüle edilmeye başlanmasıyla birlikte
daha çok soyut anlamda etkili olan kutsallık kavramı, zamanla bazı somut
nesnelerin veya kişilerin kutsallaştırmasına giden bir süreçte değişime
uğramıştır. Böylece kutsal kişiler (azizler, bazı görevlerdeki din adamları)
ve hatta nesneler (kutsal emanetler) ortaya çıkmaya başlamıştır. Modern
dünyada hıristi- yan mezhepleri içerisinde Protestanlık, kutsallığın kaza-nı-
mmı doğrudan doğruya Rûhul-kudüs’ün inayetine bağlayarak diğer mezheplerden
farklı bir inanç geliştirmiş, günümüz Protestan kiliselerinde kutsalın alanı
yalnızca Tanrı ile sınırlandırılmıştır.
Türkçe’de
kudsiyyet Arapça’da “temiz ve pak olmak” anlamındaki kuds Kelimesinden
alınmıştır. Aynı kökten gelen takdis “kutsallık nisbet etme”, bundan türeyen
mukaddes de “kutsallık nisbet edilmiş” mânasına gelir. İbn Faris (ö.395/1004)’
e göre, (“kuds” kelimesi, Islami ve dini literatüre ait bir kavramdır ki bu
bize kutsallığın İslam’a girdirilen değil), İslam’ın içinden bir konu olduğu
anlamını vermektedir. Diğer dinlerden farklı olarak Kur’an’da “kutsal” kavramı
iki biçimde yer ahr. Birincisi bizatihi Allah’ın sıfatı “Kuddus” olarak,
İkincisi de meleklerin Allah’ı takdis etmelerinin belirtilmesiyle sınırlıdır.
Buna karşın Kur’an’da mübarek kavramının diğer dinlerde yer alan kutsal
kavramını içerir biçimde kullanıldığı görülmektedir. Kur’an’da genelde mekanlar
için kullanılan bereket kelimesi, ’mübarek” sıfatıyla Ka’be, Kur’an, Hz. İsa,
gökten inen su, zeytin ağacı, gece, toprak parçası için zikredilmiş; Allah
Teala tarafından bunlarda hayır, devamlı ve güzellik faydalılık olduğuna
işaret edilmiştir. Kur’an’a baktığımızda, mübarek kökenli kelimelerin mukaddes
kökenli kelimelerden daha çok zikredildiğini; mübareğin Ka’be, Kur’an, Hz. İsa,
gökten inen su, zeytin ağacı, gece, toprak parçası gibi farklı varlık alanları
için kullanıldığını; buna karşılık mukaddes kelimesinin Allah Teala’yı ayetleri
dışında başka varlıklar için sadece Cebrail ve toprak parçası (mukaddes vadi)
için zikredildiğini görürüz.90
Batı dünyasında kutsalın bir din bilimi problemi olarak ele
alınması XIX. yüzyıldan önceye gitmez. Daha çok Eski Ahid’deki kutsal kavramı
esas alınarak yapılan çalışmalar 90 Mukaddes olan, mübarek olandan daha üst bir
konumda durmaktadır;
zira anlam kökü "tertemiz ve pak” olmak üzere kurulu
bir kelimenin, anlam alanı" hayır ve faydanın bolluğu ve devamlılığı"
üzerine kurulu bir kelimeden daha önde olduğu açıktır; nitekim k-d-s kelimesi
de daha çok yaratıklar hakkında kullanılmaktadır. "Mübarek lafzında yücelik,
temizlik, üstünlük manasıyla beraber kulların dünyevi ya da uh- revi günlük
hayatlarına yansıyan bir yön de vardır; buna karşılık ” mukaddes” kelimesinin
daha çok manevi karaktere sahip olduğunu, kullara yönelik bizzat hayır ve
ihsanların varlığını ifade etmekten ziyade nitelenen şeyin zati sıfatına işaret
ederek üstünlük ve yüceliğini anlattığını söyleyebiliriz. Her mukaddesin
mübarek olduğunu, ama her mübareğin mukaddes olmadığını
söyleyebiliriz.(Güneş,2010) Bu bağlamda "kuds”, "takdis”,
"mukaddis”, "mukaddes”," tekaddes”, mütekad- dis”, "kuddus”,
"Beytu’l-Makdis” gibi kutsallık manasını doğrudan ilgilendiren kelimeler,
lügatlere göre "temiz ve uzak olma” ile "bereketli olma” şeklinde iki
temel manaya gelmektedir. Masdar olan "kuds” kelimesi en temelde,
"tuhr” manasına gelmektedir. Bu mana, hemen hemen tüm lügatlerde ilk
anlam olarak verilmektedir. Masdar olan kelimenin bu hali, isim şeklinde de
gelebilir. "Kuds” kökünden ism-i men- sub olan "kudsi” kelimesi
"her türlü noksanlıktan uzak yüce bir varlığa ait olan şey
"demektir.
Schleiermacher ile başlar ve Rudolf Otto ile zirvesine
ulaşır. Kavramın özellikle bu dönemde ele almışıyla ilgili olarak üç temel
sebep gösterilebilir. Birincisi, XIX. yüzyılda rasyonalizm ve Kitâb-ı Mukaddes
tenkidi çalışmalarıyla güç kazanan liberal Protestanlık, Hıristiyanlığın tarih
içinde vuku bulmuş bir yığın olguyla dolu olduğunu kabul etmekteydi. Liberal
Protestanlar’m, Hıristiyanlık anlayışlarını gereksiz tarihsel olgulardan
arınmış bir din üzerine temellendirme arzuları, onları ister istemez geride
kalan tek esaslı din fenomeni olarak kutsalı ön plana çıkarmaya sevk etmiştir.
İkincisi pozitivizm,
XIX.
yüzyılın
genel bilimsel modeli, insanlığı bâtıl ve dejenere inançlardan kurtarmanın
kutsalı ön plana çıkarmakla gerçekleştirilebileceğini varsaymıştı. Antropoloji,
sosyoloji ve psikoloji gibi dönemin gözde bilim dallan dinlerin aslını kutsala
indirgeyerek bu görüşe katkıda bulunmuştur. Üçüncüsü,
XX.
yüzyılın
başlarından itibaren hıristiyan çevrelerde kutsal kavramının ön plana
çıkarılmasında hıristiyanlarm diğer dinlerle diyalog arayışları etkili
olmuştur. Zira kutsal dışındaki fenomenlerinden arındırılmış bir dinin
Hıristiyanlık’la daha yakından diyalog kurabileceği açıktır.
Fenomenolojik
açıdan kutsalla ilgili algı ve inanışlar yalnızca yaygın anlamda din olarak adlandırılan
geleneksel inanç sistemlerinin değil, genel anlamda bütün insanlığın yaşamında
önemli yer tutmaktadır; kutsala ilişkin telakkiler insanla ilgili her alanda
bir şekilde kendisini gösterir. Öyle ki kendisini geleneksel anlamda din olarak
sınıflanan inanç sistemlerinin dışında gören, hatta metafiziği/doğaüstünü tamamıyla
dışlayan bir bilgi paradigmasına kendisini bağlı addeden kişilerin bile
yaşamlarında -adını koymasalar da- şu ya da bu şekilde çeşitli kutsallarla
kutsal alanların varlığı görülür. Bu durumda kutsalı başka bir terim devreye
girer; mitos. Kutsala ilişkin anlatıların bilim dünyasında sıklıkla mitos ya da
mit (myth) terimiyle ifade edildiği bilinmektedir. Bu bağlamda mitosları ele
alıp inceleyen bilim dalı ise mitoloji ya da mitos bilim olarak adlandırılır.
Yunancada anlatı ya da söylence anlamına gelen mitos teriminin Arapçadaki
karşılığı us- tûre’dir. Usture terimi çoğul formu Esatir şeklinde
Kur’an’da birkaç yerde geçer. Özellikle yeniden diriliş ve hesap verecek olma
gibi Kur’an mesajlarına müşriklerin “bunlar esâtîru’l-ev- velîn” yani
“bunlar eskilerin söylenceleri, söyleye geldikleri şeylerdir” şeklinde karşı
çıktıkları anlatılmaktadır. (Gündüz,2009)
Modernlik
içinde kutsallık, dünyeviliğin neredeyse bir başka yüzü olur. Kutsal ve dünyevi
etkinlikler arasında bir geçişim aralığı açılır. Bu aralık bir çok kültürel ve
sosyal yapının inşa edildiği alandır. Modernlik maneviyat arayışını bu aralık
üzerinden bu dünyada gerçekleştirir. Dünyevilik, kutsal olmayandır,
kutsallıktan uzaklaşma gayretinin sonucudur. Oysa dünyeviliğin ve kutsallığın
sınırları bu kadar kolay belirlenemez. Bu kavram çifti, ara bir bölgede,
"istisna- i bir mekan” da birbirine karışır. Bu karşılaşmanın sonucunda
"ara biçimler”ortaya çıkar. Hem kutsal hem de dünyevi varlıklar olan ara
biçimlerin bir yüzü yere, diğeriyse sonsuzluğa, kutsallığa değer.
(Taburoğlu,2008) Geleneğin kutsal ve dünyeviliği içeren yapısı modernlik içinde
onu bir ara yüze dönüştürmüştür. Alternatif tıp gelenek bağlamında önemli bir dünyevi
mekan, bir ara yüz olarak karşımızdadır.
Dördüncü
olarak, Kur’an açısından dünyevilik; dünya- ahiret düalitesinin kopartılarak
ahretin uzaklaştırılması demektir. Kur’an’da yeryüzü için arz kelimesi
kullanılmış, şu anda yaşanılan hayata “dünya hayatı” denmiştir. Böylece
Kur’ân’da arz coğrafî, dünya ise dinî ve ahlâkî bir terim olarak yer almış;
dünya kötülenir veya hafife alınırken, kozmik varlığı değil burada sürdürülen
ve âhiret kaygısını geri planda bırakan hayat tarzı kastedilmiştir. (Özköse,2002)
Bu kavramsal tahlile göre yaşadığımız aleme dünya denilmesinin sebebi, onun
ahrete oranla bize daha yakın olmasıdır. Bu yakın olan hayatın arkasından
gelecek olan hayata "sonraki hayat” anlamında ahiret hayatı ismi
verilmiştir. Bundan dolayı, Kur’an-ı Kerim’de yeryüzüne en yakın olan gök
tabakasına ”es-semaü’d-dünya” (yakın gök) denilir. Yakın hayat ve yakın sema
tamlamalarında geçen dünya kelimesi sıfat olarak kullanıldığı gibi, ahiretin
mukabili olarak da kullanılmıştır. Kur’an’da ”dünya”kelimesi “el-hayatü’d-dünya”
terkibi ile birlikte 115 defa geçmektedir. Dünya kelimesinin mukabili olan
ahiretin de aynı sayıda geçmiş olması, üzerinde durulmaya değer bir konudur.91
(Altıntaş,2005)
Kur’an’da “dünyevileşme”
kavramı ilk olarak Yahudilerin vasfı olarak kullanılır; “And olsun ki, onları
hayata karşı insanların, hatta şirk koşanlarm en hırslısı bulursunuz. Her bi- 91 Âhiret ise;
“evvelin” mukabili anlamına gelen “ahir” kelimesinin mü- ennesi olarak
geçmektedir. Dînî terim olarak ise öldükten sonra başlayıp ebediyete kadar
sürecek olan hayatın adıdır. Bunun yirmi altısında müzekker ve el-yevm
kelimesine sıfat seklinde el-yevmü’l-âhir (son gün), dokuzunda dâr ile sıfat
veya isim tamlaması halinde ed-dârü’l- âhire, dârü’lâhire (son ikamet mahalli),
birinde en-nes’etü’l-âhire (ikinci yaratılış, son hilkat) arzında, elli yerde
de dünyaya (ikisinde de dünya manasındaki ûlâ ile) mukabil olarak zikredilir.
el-Âhirenin, yalın olarak kullanıldığı yerlerde de ed-dârü’l-âhire tamlaması
manasında olduğu kabul edilir. Bu kullanış şekillerinden anlaşılacağı üzere
ahret mefhumu ile dünya mefhumu arasında sıkı bir münasebet vardır.
(Mutlu,2010)
ri bin sene yaşamayı arzu eder.”(Bakara,96) İkinci olarak
dünya talebi bağlamında karşımıza çıkar; "İnsanlardan öyleleri vardır ki,
‘Rabbimiz bize dünyada ver’ der. O takdirde onun için ahrette hiçbir nasip
yoktur.” (Bakara,200) Dünya- ahiret düalitesi, dini kavramların açıklamasında
“tevhid-şirk” düalitesinden sonra en temel altlıktır. Tevhid ve şirk düalitesi
doğrudan iman ile ilgili ve “iman-küfür” alanının başlığı iken, dünya-ahiret
düalitesi, dini ve öteki bağlamında sosyolojik bir içeriği taşır. Dünyevi bu
bağlam içinde dinin bir mekana indirgenmesi, arzileştirilmesi, öte-dünyanm
uzaklaştırılmasını ifade eder. Başka bir ifadeyle ahiretle anlamını bulan
dünya, ahretten uzaklaştırılıp bizatihi bir mekana dönüşür. Dünyevi, eylemleri
ve din algısı yer merkezli bir yapıdır. Kur’an-ı Kerim’de dünyevileşme
anlamında dünya metama aldanma, dünyalıklara kapılma gibi ifadeler yer
almaktadır. Yani bu kavram içerik itibariyle mevcuttur. Dünyevileşme;
dünya-ahiret, madde-mana, ve beden-ruh ilişkilerindeki dengenin birinciler
lehine bozulmasıdır. (Mutlu,2010)
Son
olarak dinlerin dünyevileşmesi açısından tarihsel süreçte Yunan düşüncesinin
etkisi günümüzde de etkisini sürdüren sorunları belirlemiştir. Üç büyük dini
düşünce içinde Yunan düşüncesinin etkisi ilk başta dünya tanımını belirlemiş
ve dünya dini tanımından uzaklaştırılmıştır. Yaratılmış evrende yalnızca özünde
zaman barındırmayan ve değişmeyen bir Ebedi Varlığın simgesini gören başta
Platon gibi düşünürler, dünyada gerçekten yeni herhangi bir şeyin olmasının
imkansızlığını savunuyorlardı. Platon, Timaeus’de Tan- n’nın evrene
zaman ve hareket verdiğini söylüyordu; ama buna rağmen Tanrı evreni, oluşa
(becoming) değil, varlığa (be- ing) sahip olan temel ebediyet örüntüsü uyarınca
yaratmıştı; ne “idi” ne de “ecek” söz konusudur, yalnızca “dır”dan söz
edilebilir. Tanrı gökleri düzenlediğinde, “bizim zaman dediğimiz, sonsuza dek
aynı kalan ebediyetin, ebediyyen hareket eden bir imgesini yarattı”. Zaman,
“modelini oluşturan ebediyete mümkün olduğunca benzer” halde yaratıldı; zaman
bu modelin bir “kopyası”dır ve modele sıkı sıkıya bağlı kalır. Bu, zamanın,
bizzat zamanın dışında olan ve asla değişmeyen bir ebediyeti sonsuza dek
yansıttığı anlamına gelir.92 Bu görüşün sonuçları, “olayların,
öncelikle sırf birer ilineği oldukları ebedi’ ve tözsel kendiliklere (entity)
tuttukları ışıktan ötürü önemli olduklarını düşünen Eskiçağ tarihçilerinin
yazılarında açıkça görülür. Tözsel bir iyi ve doğru ile tözsel’in içinde
cereyan edenlerin karşılaştırılması ve bunlara değer atfı, klasik felsefe ve
kelamla çağdaş felsefe ve kelam arasında ayırım noktalarından birisidir. Başka
bir ifadeyle, dünyaya anlam katan şey, tözsel/cevhersel olarak dünyanın ne olup
olmadığı değil onda cereyan eden olaylardır. (Düzgün,2002)
Bu
bağlamda alternatif tıp dünyevileşmenin seyri açısından önemli bir olgu olarak
karşımızdadır. Modernlik içinde gelenek dünyeviliğin inşa edildiği bir mekana
dönüşmektedir ve alternatif tıbbın ülkemizdeki serüveni modernlik öncesi
din-tıp arasındaki sorunların daha derin katmanlara aktarılmasını ifade
etmektedir.
Sorunlar açısından ilk başta tarihsel olarak İslam düşüncesinde
yer edinmiş ruh-beden dikotomisi yer almaktadır. Kur’an’m böyle bir ayrıma
temel olacak bir yapıda değildir. Kur’an’m insan anlayışı, hayat anlayışıyla
yakından ilgilidir. Zira Kur’an’da insan, bilinç, idrak ve algılama gücünü
kapsa- 92 (Platon, Timaeus and
Criıias. tere. D. Lee, Harmondsworth: Penguin books 1977,51)
yan ruh niteliği ile, cismani bir nitelik taşıyan bedenin
oluşturduğu bir bütün olan nefs olarak karşımıza çıkmaktadır. ‘Nefs’,
öncelikli olarak bir kimsenin kendisi veya özü anlamına gelir. Açık ve gizli,
dünyaya ve ahirete bakan duyuları, maddî ve manevî becerileri, arzu, heves ve
ihtiyaçları, canı, ruhu, hayatı ve istekleriyle kişinin bizzat kendisi
demektir. ‘Nefs’, ruh ve kalp mânâsında da kullanılmıştır. Allah, Ki- tab’mda
iki ayrı yerde nefse yemin etmekte, ona dikkatimizi çekmektedir: “Nefse ve onu
şekillendirene; ona fücûrunu (bozukluğunu/isyânım) ve takvâsmı
(korunmasmı/itaatini) ilham edene yemin olsun. ” (91/Şems, 7-8). Yine, kıyâmet
gününün hemen ardından nefse (kendini hesaba çeken, levvâ- me özelliğindeki
nefse) de yemin etmektedir (75/Kıyâmet, 1- 2). Allah Teâlâ, direkt olarak nefse
hitap edip, onu cennetine dâvet etmektedir: “Ey mutmain (huzura eren) nefis!
Râzı olmuş ve kendisinden râzı olunmuş olarak Rabbine dön!” (89/Fecr, 27-28)
Âyetlerde
nefisle ilgili olarak verilen bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı
yaratırken nefsini düzenlemiş ve ona “fücur” ilham etmiştir. Fücur Arapçada,
“doğruluk sınırlarının yırtılıp parçalanması” anlamına gelir. Dinî terim
olarak fücurun anlamı ise şöyle verilir: “Günaha ve isyana girişmek, fâsık
olmak, yalan söylemek, başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı
bozmak, zinâ, ahlâkî çöküntü...” Âyetlerde nefisle ilgili olarak verilen
bilgiler son derece önemlidir: Allah, insanı yaratırken nefsini düzenlemiş ve
ona “fücur” ilham etmiştir. Fücur Arapçada, “doğruluk sınırlarının yırtılıp
parçalanması” anlamına gelir. Dinî terim olarak fücurun anlamı ise şöyle
verilir: “Günaha ve isyana girişmek, fâsık olmak, yalan söylemek,
başkaldırmak, karşı gelmek, haktan yüz çevirmek, nizamı bozmak, zina, ahlâkî
çöküntü...” Şems Sûresi’ndeki âyetlerden öğrendiğimize göre Allah, bu
kötülüklerin yanı sıra, insana nefsin fücurundan sakınmayı da ilham etmiştir.
Ayrıca nefsini arındırıp temizleyen, yani nefsinin fücurunu kabul edip,
Allah’ın ilhamına uyarak ondan sakınanlar kurtulacaklardır. Bu, ebedî ve gerçek
kurtuluştur, yani Allah’ın rızâsını, rahmetini ve cennetini kazanmak... Buna
karşılık, nefsini örten, yani onun fücurunu, pisliğini dışarı atıp
temizlemeyen, içinde sakh tutan kişi ise yıkıma uğrayacaktır. Yıkım da
Allah’ın lâneti ve cehennem azâbı demektir. Kur’ân-ı Kerim’den nefse fücurunun
yanı sıra bir de, bu fücurdan sakınmasını sağlayan bir kabiliyetin ilham
edildiğini öğrenmekteyiz (91/Şems, 7-10). İnsanı Allah’a ve dinin bildirdiği
doğrulara, hayırlara yönelten, iyiyi ve kötüyü ayırt etmesini sağlayan nefsin
bu yönü, halk arasında “vicdan” olarak tanımlanır. Kur’an, nefsin sadece
olumsuzluğa meyilli ve tek yönlü olduğunu kabul etmez. Kur’an’a göre, insanı
daima kötülüğe çağıran nefsin hevâsma karşın, onu daima iyiliğe çağıran nefsin
vicdanı da vardır. Dolayısıyla insan, içinde, kendisini sürekli olarak doğruya
çağıran şaşmaz bir pusulaya sahiptir. Vicdan denilen nefsin bu yönü, bir
anlamda doğruya yönelten Allah’ın sesidir. İnsan sürekli olarak bu sese kulak
verdiği ve Kur’an’da gösterilen temel prensipleri tam olarak kavradığı
takdirde, sürekli olarak doğru yolda ilerleyecektir.
“Nefs” ve türevleri Kur’ân-ı
Kerim’de toplam 298 yerde geçer.93 “Nefs”in Allah’a ıtlak olunduğu
âyetler, ya bizzat Al- 93 Nefsin Ruh Anlamında Kullanılması: “Nefs” ile “ruh”un
aslında aynıdır; terbiye edilmemiş rûha “nefs”, terbiye edilmiş nefse de ruh
denilir. Kur’an’da “nefs”in en çok “ruh” anlamında kullanıldığını görüyoruz
(6/En’âm, 93); 39/Zümer, 42; 75/Kıyâmet, 2; 91/Şems, 7-10 vb). Nefsin lah Teâlâ’nm
kendi sözleriyle veya başka birinin ağzından dile getirilmiştir. Bu âyetler
hep “Allah’ın zâtı” mânâsını ifâde etmektedir. Örneğin Allah Teâlâ, Hz. Mûsâ’ya
hitâben: “Seni nefsim (kendim) için seçtim. ” (20/Tâhâ, 41) buyuruyor. Başka
bir âyet-i kerîmede de, bu defa Hz. İsa’nın ağzından “nefs” sözcüğü Allah Teâlâ
için kullanılmaktadır: “(Ey Rabbim!) Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben
Senin nefsinde olanı bilmem. ” (5/Mâide, 116). Bazı âyetlerde Allah Teâlâ,
“nefs” kelimesini kendisi için kullanır: “O (Allah) rahmet etmeyi Kendi nefsine
(üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 12); “Rabbiniz rahmet etmeyi Kendi nefsine
(üstüne) yazdı. ” (6/En’âm, 54); “Allah sizi nefsinden (Kendisinden)
sakındırır. ” (3/Âl-i Im- rân, 28 ve 30).
Nefs, kelime anlamının da
ifade ettiği üzere, ruh- beden şeklinde ayrışması mümkün olmayan bir
bütünlülüktür. Bir başka ifade ile nefs, insanın bilinç, idrak ve canlılık niteliklerini
kapsayan ruh ile cismani ve biyolojik niteliklerini kapsayan bedenin
birbirinden ayrışmayan bütünlüğünü ifade etmektedir. İnsanın yaşadığı ‘hayat’
dediğimiz gerçeklik de, bu bütünün varlık, duyum, bilinç ve idrak olarak
algılanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Buna göre, insanın ve hayatının varlığında
asıl olan, dünya hayat boyutudur. O olmadan insan varlık âlemine çıkamaz.
İnsan, kendisini, kimliğini ve çeşitli varo-
“Kalp, Gönül, İçdünya” vb. Anlamlarında Kullanılması:
Kur’ân-ı Ke- rim’in birçok yerinde nefs kelimesinin, “insanın kalbi, gönlü,
içdünya- sı” gibi mânâlarda da kullanıldığı görülmektedir (2/Bakara, 87, 109,
235; 3/Âl-i İmrân, 154; 11/Hûd, 31; 12/Yusuf, 77; 27/Neml, 14 vb). Nefsin
“İnsan Bedeni” Anlamında Kullanılması: (12/Yusuf, 32, 51; 3/Âl-i İmrân, 61,
145; 6/En’âm, 151; 17/lsrâ, 33; 2/Bakara, 240; 16/Nahl, 7 vb). “Nefs”in
“Bedenle Birlikte Ruh” Anlamında Kullanılması: (16/Nahl, 111; 3/Âl-i İmrân,
25, 151; 11/Hûd, 105; 21/Enbiyâ, 47; 36/Yâsîn, 54; 82/lnfitâr, 5; 81/Tekvîr,
14; 82/lnfitâr, 5, 19 vb). luş tarzlarını işte bu, insanın ilk varlık kazandığı
dünya hayatında gerçekleştirir. Sonradan gelen ahiret boyutu ise, her halükarda
hayatın dünya boyutunda kazanılan benlik ve bilincin devamı şeklinde sürer. Bu
açıdan bakıldığında, belirleyici olanın hayatın dünya boyutu olduğu
söylenebilir. İnsanın bu boyutta sergileyeceği bütün varoluş şekilleri, hem
yaşanılan dünya boyutunda, hem de onu takip edecek olan ahiret hayat boyutunda
insanın mutluluğunu belirlemede temel kıstas olacaktır. Ahiret hayatı ise, bu
hayatın devamı ve yansıması şeklinde, onu takip eden boyuttur. Bu açıdan
değerlendirdiğimizde, belirleyicilik noktasında dünya boyutunun asıl iken,
kalıcılık ve süreklilik noktasında sınırlı ve kısa olduğunu söyleyebiliriz.
(Yavuz,2006) Hayatı hayat yapan öz nitelik, salt canlılık ve hareket değil,
hayat sahibi nefsin bilinç ve idrak içerisinde gerçekleştirdiği eylemlerdir. Bu
eylemler olmaksızın hayatı düşünmek mümkün değildir. Bu eylemler, insanın
canlılığında bilinç ve idrake konu olur, insanlardan her birinin kimliğini,
gerçekliğini dolayısıyla hayatını diğerinden ayırır. O halde hayat dediğimiz
gerçekliğin özünü oluşturan unsur, insanın gerçekleştirdiği bilinçli
eylemlerdir. Bu eylemler Kur’an’da çeşitli kavramlar altında dile getirilmiştir.
Bunlar arasında pozitif ve negatif değer arz edenler bulunmaktadır. Bütün
bunlar da Kur’an’m semantik yapısı içinde, hayr (iyi) ve şer (kötü) tümelleri
altında yerlerini almaktadır. Pozitif değer arz eden iyi (hayr) kategorisinde,
başta salih amel olmak üzere, hasene, birr, ma’ruf, tayyib, helal kavramları
yer almaktadır. Negatif değer arz eden kötü (şer) kategorisinde ise, fesad,
münker, seyyie, fahişe, habis, haram kavramları bulunmaktadır. Kur’an’m bu
kavramlarla nitelediği İnsanî eylemler, insan hayatının dünya boyutunda insanın
varoluşunu, gerçekliğini ve kimliğini belirleyen eylemlerdir. Bu bağlamda
İslam düşüncesinde ruh-beden dikotomisi- nin yansıması olarak ortaya çıkan
Tıbbı Manevi ve Tıbbı Nebevi yaklaşımları da, aynı zamanda İslam düşüncesinde
şifa anlayışında bölünmenin bir ürünüdür.
İkinci olarak tasavvufun İslam tarihinde ortaya çıkması ve
kurumlaşması önemli bir dönüm noktasıdır. Tasavvuf dünya-ahiret düalitesinin
ahret lehine bozulması, denge anlamında düalitenin dikotomikleşmesi anlamını
taşımaktadır ki bu mananın tersi dünyeviliktir. Tasavvufi ıstılahta dünyevilik
anlamını “zühd” kavramında bulur.94 Kısaca zühd, isteksizlik,
rağbetsizlik, önemsizlik, terk etmek, kötü kabul edilen şeylerden yüz çevirmek,
dünyaya buğzetmek, mâsivâ- yı terk anlamlarına gelmektedir. Tasavvufi ıstılah
olarak, dünyadan yüz çevirmek, nefsi mâsivâya olan meyil ve sevgiden
alıkoymak, hırslı, ihtiraslı, çıkarcı, menfaatperest, bencil, tûl-i emel
sahibi, muhteris olmamak, günâha, harama, insanı Hakk’tan uzaklaştırmaya vesile
olacak her şeye rağbetsizliktir. Zâhid kelimesi Kur’ân-ı Kerim’de terim
olarak, “rağbet etmemek” mânâsında, sadece bir yerde geçmektedir. Bu âyette,
hz.Yusuf (a.)’m kardeşleri tarafından kuyuya atılması, bir kervan tarafından
bulunup satılması hikâye edilirken zikredilmektedir. Mahiyet açısından ise,
dünyadan nasibini unutmamakla birlikte Allah Teâlâ’yı hatırdan çıkarmamak,
ticaret ve ahş-verişin, O’nu anmaktan, namazı kılmaktan ve zekâtı 94 Zühd, Arapça z h d
fiilinin mastarı olup, lügatte bir şeye meyletmemek, rağbet etmemek, yüz
çevirmek, ilgisiz davranmak ve terk etmek manalarına gelir. Bu terk etme işi,
o şeyi küçümsemekten, günah saymaktan veya azlığından dolayıdır. Bütün
dilciler, z h d kökünden türeyen kelimelerde azlık veya azla yetinme manasının
ortak olduğu konusunda müttefiktirler.
vermekten alıkoymaması şeklinde dile getirilmektedir.
Kur’ân’da dünya ve mâsivâya tavır koyup, onlardan yüz çevirmek, Allah’a
yönelmek “tebettül” olarak ifade edilmiştir. Dünya ile âhiret arasında bir
tercih yapma mecburiyeti ortaya çıktığı zaman hiç tereddüt etmeden âhiret
hayatının tercih edilmesi istenmiş, aksi davranışta bulunanlar şiddetle kınanmıştır.
(Özköse,2002)
Sufi
yaklaşımla birlikte dünya-ahiret düalitesi yerini kaybetmiştir. Bir taraftan
bu dünya ve öteki dünya arasındaki irtibat parentez içine alınarak dindarlık
ve âhiret adına dünya hayatı aşağılanmıştır ki, bu maddi dünyayı ve imkanlar
alanını parentez içine alan ruhçu yaklaşımdır. Diğer taraftan da insan yapıp
etmelerini ve hayatını maddi dünyayla sınırlı görenler var ki bu da, dünyayı
dünya içinde olanla sınırlandırmaktır. işte bu yaklaşım kelimenin tam
anlamıyla dünyevi- leşmedir. Her iki yaklaşım da Kur’an’m ruhundan uzaktır, insanın,
insan olma ve varlıklar dünyasında yaşama gerçeğini, yani varlığı bilginin
konusu yapma ve dünya kurma etkinliğini ve anlamını inkar eden yaklaşımla,
ahlaki değerleri ve sorumluluğu inkar eden ve alay konusu yapan yaklaşımın
kökleri oldukça derindir. Birisine göre, insanın dünya ile ilişkisinin amacı
sadece ahirete hazırlanmak, dünyayı bir varlık alanı olarak doyumluk değil,
tadımlık olarak görmek, bilgiyi insanın iman meselesine ışık tutan bir araç
olmakla sınırlandırmaktır. Halbuki insanın hayatını insanca sürdürmesi ve
kazanması, kazancını paylaşması, varlık alanında varlığa dönük araçsal
değerler üretmesine ilişkin bütün dini ifadeler bu eğilimin karşısında yer
almaktadır, ikinci yaklaşıma göre ise gerçek, zamana/şimdiye, dünyaya ait
alandır. Dolayısıyla anlam, algı içeriklidir ve görülendir Varlığı bilgi
konusu yaparak keşfetme ve araç değerlerle dünyayı daha yaşanılır hale getirme
de bir dünya kurmadır, dünyevi/leşmedir. (Düzgün,2002)
Tasavvuf,
din-tıp ilişkisi bağlamında bir teodise yaklaşımını ifade eder. Benliği ve
kişiliği kötülüklerden temizlemeyi amaç edinen, kötülüklerin kaynağı olarak
görülen nefsi bir zühd ve çile anlayışı içinde köreltmeyi, ruhu olgunluğa ulaştırmayı
amaçlayan tasavvufi tecrübede varlık ve güzellik önemli kavramlardır. Varlığı
ilahi bir tecelli olarak görmenin çeşitli boyutlarına sahip olan tasavvuf
anlayışında, evrende bütün güzellikler, iyilikler Tann’mn bir tecellisi iken
aynı zamanda kötülükler, acılar, olumsuzluklar da geçici nitelikler olup
esasen iyiliğin güzelliğin anlaşılması için vardırlar. Varlığı ilahi hakikatin
bir aynası olarak yorumlayan tasavvuf, aslında bu anlamda teodise konusunu
halletmiş görünmektedir. Dünyanın faniliği ve geçiciliği, ölümün ve ahiretin
gerçekliği karşısında dünya hayatını oyun ve eğlenceden ibaret gören tasavvufi
zühd anlayışında, bütün maddi duygu ve pratikler yaşananları izafileştirir.
(Çelik,2007) İslam düşüncesinde teodisenin önemli referansı olan Gazali’nin
sufi yönü, insanın yeryüzünde varoluş sebebinin ahiret mutluluğu ve kurtuluşuna
hasredilmesinde ortaya çıkar. Gazali bu hedefe, ancak dünyada zühtle ve
yalnızca Allah’a bağlanıp O’nun dışındakileri dışlamakla mümkün olacağını
düşünür. Onun dünya ve ahret ilişkisine yönelik anlayışı keskin bir dikoto-
miye dayanır. Hadisler “hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi
ahiret için.” çalışmayı talep ederken Gazali dünya ve ahiret arasını kesin bir
şekilde ayırır. (Çelik,2007) Dünya ve ahiretin düalist yapısından dikomik yapıya
dönüşmesi, akıl-kalb, ruh-beden, felsefe-tasavvuf, madde- mana, zahir-batm gibi
temel yapılar yeniden inşa edilmiştir. Örnek olarak Gazâlî’nin İhyan
ulûmi’d-dîn’ adlı eserini verebiliriz. Bu eserde sözünü ettiğimiz ahiret
merkezli parçalanmaya neden olabilecek bazı başlıklara rastlanabilmektedir. Bu
noktada “dünyanın zemmi” başlığı altında Gazali şöyle söylemektedir: “ Dünyayı
yeren ayet ve misaller pek çoktur. Kur’an ayetlerinin çoğu, dünyanın zemmi,
insanları ondan vazgeçirmek ve ahirete davetle ilgilidir. Hatta peygamberlerin
amacı ve gönderilmesinin sebebi de budur. Bu çok açık olduğu için, Kur’an
ayetlerinden örnek göstermeye gerek duymuyor, bu hususta varid olan bazı
haberleri zikretmek istiyoruz “ diyerek “Dünya mü’minin zindanı, kafirin
cennetidir”,”Dünya ve dünyada olan her şey lanetlenmiştir. Ancak Allah için
olan müstesnadır.”, “ Dünyayı seven ahir etine zarar verir; ahretini seven
dünyasına zarar verir. Siz kalıcı olanı (ahreti) geçici (dünya) olana tercih
ediniz”, “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.”, “Dünya Allah katında şu
oğlak leşinden daha değersizdir.” Gibi Hz Peygambere nispet edilen
ifadelere yer vermiştir. (Yavuz,2006)
Dünyevileşmenin modernlik içindeki serüveni ise başka
boyutlarda çözümlemeleri koşullamaktadır. Modernlik içinde din-tıp ilişkisi
teodise problemi dışında, başka boyutlarda da önemli bir problematiktir.
Modernliğin sorunları içinde değerlendirilebilecek olan bu problematikler
içinde dünyeviliğin kavramlaştırılması, dini bağlamı içinde ele alınabilmesi
belli teorik zorlukları barındırmaktadır. Modernlik içindeki dünyeviliğin
ayırıcı karakteristiği ontolojinin yerini fenomenolo- jinin alması, dine dair
alanın fenomenolojikleştirilmesidir. Dinin fenomenolojik açıdan
değerlendirilmesi, ontolojiye başka bir açıdan hakikate dair bağlamı boşa
çıkarır. Bu bağlamda din, kutsal fenomeni aracılığıyla anlaşılabilen bir
olgudur ve çözümleme mekanı gelenektir. Gelenek ise kesinlikle gelenek olarak
anlaşıldığında kabuk değiştirmeye başlar; gelenek en büyük etkiye, aslında
şeylerin geçmişte ve şimdi nasıl oldukları, nasıl yapılmaları (ve ne olmaları)
gerektiği anlaşıldığında sahip olur. Ancak belirli pratiklerin ‘gelenek’ olarak
muhafaza edilmeye çalışılması, geleneği diğer meşrulaştırın yerleşik pratik
biçimleri arasına sokarak zamanla zayıflatır.” Gelenek bu anlamda, dinden
farklı olarak, belli bir inanç ve uygulama gövdesine değil, bu inanç ve
uygulamaların, özellikle zamanla ilişkili olarak düzenlenme biçimine işaret
eder.
Gelenek modem dönemde de yapısal ilke olarak ortaya çıkar,
ancak, içeriği değişmiştir. Artık gelenekler, geleneksel olmaktan çok uzaktır.
Gelenek ve kutsal ilişkisi bu bağlamda anlamını bulmaktadır. Din ve gelenek
ilişkisinde kutsalın geleneğin özü olduğu savunulmuştur. Kutsal geleneğin özü
olmamakla birlikte hakikati daha ziyade kutsal ile geleneği birbirine bağlayan
özellik olarak görmek gerekir. Hakikat, geleneğin önemli yönlerini dokunulmaz
kılan unsurdur”. (Gid- dens,1994b) Gelenek beşeri bir olgudur ve
gelenekteki (geleneğe atfedilmiş) bir kutsallık algısı, doğrudan toplum
tarafından toplumsal düzen gereksinimine göre gelişmiş tümüyle beşeri temelli
bir kabulü ifade ettiği açıktır. Yani kutsallık atfedilmesi, isnadi ve
itibaridir. (Türcan,2004) Bu bağlamda “dini kutsal” ve “kültürel kutsal”
ayrılmak durumundadır. (Vergote,2002)
Kutsal günümüzde şifa kavramı üzerinden metalaşan bir olgu
olarak karşımızdadır ve tıp alanında genişleyen bir piyasanın adına
dönüşmüştür. Bu bağlamda geleneğin içinde Tıbbı Nebevi kitapları günümüzde
yeniden ilgiye mazhar olmuş, ek olarak Kur’an da şifalı yiyecekler üzerinde de
ciddi bir literatür gelişmiştir.95 Tıbbı Nebevi çalışmaları İslam düşüncesinde
daha başka bir tartışmanın da kesişme noktasıdır ve bu tartışmalar ilginç
biçimde dini-dünyevi dikotomisi üzerinedir. İslam düşüncesinde “dünyevi” Hz.
Peygamberin sünnetinin yorumlanmasında önemli bir kavram olarak karşımıza
çıkar. 96 Bu kullanım temelde vahyi olan ve olmayan
sınıflandırılmasıdır ve bu haliyle sekülerin kullanım bağlamına benzer.
Sünnetin yorumlanması bağlamında inşa edilen dini-dünyevi dikotomisi yanında
tartışmanın merkezinde tıbbın olması ise konuyu ayrıca dikkat edilmesi gereken
bir mecraya getirmektedir.97 İslam düşüncesinde tıp, mo- 95 AKYÜZ, D. (2011),
Kur’an-ı Kerim’de Besinler ve Şifa, Işık Yayınlan.
9®
Bazı düşünürler Hz. Peygamber’in masumluğu ile yanılmasını (zelle) bağdaştırmak
istemişler; bu problemi de sünneti “dinî-dünyevî” şeklinde sınıflandırarak
çözümlemeye çalışmışlardır. Onlara göre, zelleler dünyevî konularda vuku bulur,
uhrevî konularda ise Hz. Peygamber’in yanılması mümkün değildir. Bu iddia doğru
olmakla birlikte, dünyevî konulardaki zellelerin de vahiyle tashih edilmesi
mümkündür. Nitekim “dinî-dünyevî ayrımı” yapılmadan Hz. Peygamber’in bazı
konularda yanılabileceği, ancak bunların vahiyle düzeltileceği ve hata üzere
bırakılmayacağı İslâm bilginlerinin çoğunluğu tarafından zaten kabul
edilmektedir. Sünnetin dinî-dünyevî şeklinde ayrımı Kâdî lyâz’a (ö.544/1149)
dayandırılmaktadır. Kâdî lyâz ise Hz. Peygamber’in dünyevî işlerde söz ve
fiillerinin değil, bazan yalnızca, ilk andaki zannınm (akd) gerçeğe uygun
olmayabileceğini, ancak bunların da daha sonra vahiyle tashih edileceğini öne
sürmektedir. Ayrıca o “Hz. Peygamber’in dünyevî meselelerde de kendisinin ve
başkalarının durumuyla alâkalı sözlerinde veya yapmakta olduğu ve geçmişte
yaptığı şeylerle alâkalı haberlerinde hatalı söz söylemesi hiç bir şekilde
mümkün değildir” diyerek, dünyevî konulardaki yanılmaları da yalnızca içtihadî
meselelerle sınırlandırmaktadır. (T ekineş, 1998)
97 Çağdaş fıkıh
bilginlerinden Yusuf el-Kardâvî, sünneti anlama ve yorumlama esaslarını
belirlemek maksadıyla kaleme aldığı “Keyfe ne- demlik
öncesinde olduğu gibi önemli bir problematik olarak yerini korumaktadır.
Hastahk-şifa düalitesinin aşınması dini anlamları
aşıdır- maktadır. Değişimin boyutlarının çözümlenebilmesi için lite- ral anlam
önemli bir nirengi noktası olma niteliğini taşımaktadır. Kur’an-ı Kerim’de
hastalık kelimesi otuzdan fazla ayette yer alır. Hasta ve hastalıkları ifade
etmek için Kur’an’da en çok tercih edilen kavram “marad” kavramıdır. İnsanın
hem bedensel rahatsızlıklarını hem de cahillik, korkaklık, cimrilik, nifak
gibi ahlakî kusurları ifade eden (Râğıb 1986: 707) “marad” kelimesi
çoğu manevî anlamda olmak üzere yirmiüç ayette kullanılır. Bu kullanımlar
şek/şüphe, fücûr, yarah gibi anlamlara gelse de daha çok her türlü hastalığı
ifade etmek için kullanılmıştır (Mukatil b. Süleyman, 2004: 124-125). Deri
üzerindeki lekeleri, bir tür cilt hastalığı olan alaca hastalığını ifade eden (İbn
Manzûr, tsz: Vll, 5) “Ebras” kelimesi iki ayette yer ahr. Kuranda hem bedensel
ve zihinsel her türlü hastalığı, hem de maddî ve manevî her türlü zarar veren
şeyi, noksanlık, şiddet, darlık, kronik hastalık ve sıkıntıyı ifade için en çok
kullanılan kelime “darr” çoğulu, “ed-darrâ’ kelimesidir
te’âmel mea’s-sünneti’n-nebeviyye” adlı eserinde tıbb-ı nebeviye farklı bir açıdan
yaklaşmaktadır. Ona göre kan aldırmak, çörek otu ve sürme kullanmak gibi tıp
hadislerini uygulamak sünnet değildir; nebevi tıbbın ruhu, yani amacı
önemlidir. Nebevi tıbbın ruhu da insan sağlığına önem vermek, tedavi olmak ve
hastalıklardan korunma gibi hususlardır. O bu konuda “Sünneti anlamada hataya
düşme sebeplerinden birisi de bazı insanların, sünnetin gerçekleştirmeye
çalıştığı amaçlarla, hedeflenen bu amaçlara ulaşmaya yardımcı olan etkenleri
birbirine karıştırmalarıdır... Vesileler, asırdan aşıra, çevreden çevreye
değişir ve hatta değişmesi gerekir. Dolayısıyla hadis onlardan herhangi bir
şeyi tayin etmişse, bizi bağlamak için değil, o zamandaki durumu bildirmek içindir”
demektedir. (Tekineş,1998)
(Râğıb, 1986: 435; Fîrûzâbâdî,
tsz: 1, 550). İnsanın zihni, bedeni ve organlarında meydana gelen her türlü
hastalık ve en- gelliliği ifade eden (Râğıb 1986: 435; el-Feyûmî tsz: 11, 360)
“durr” kelimesi de Kur’an’da farklı bağlamlarda kullanılır.98
98 Bela ve şiddet: “sıkıntı
ve hastalık durumlarında ve harbin şiddetli zamanında sabır ve kararlılık
gösterenler” (Bakara 2/177-214). Kuraklık: “Bize yalvarsınlar diye
onları darlık ve sıkıntı ile yakalayıp cezalandırdık” (Enam 6/42; Ayrıca
bkz: Rum 30/33). Korku ve sıkıntı: “Denizde başınıza bir felaket geldiği
zaman, Allah’tan başka yalvardığınız bütün putlar kaybolur.” (Isra 17/67).
Hastalık: Eyyûb da: “Başıma bir bela geldi, (sana sığındım), sen
merhametlilerin en merhametlisisin” diye Rabbine nida etti. Biz de onun duasını
kabul ettik de başına gelenleri kaldırdık” (Enbiya 21/83). Ayrıca Yunus
suresi 12. , Zûmer suresi 38,49. ayetlerde de aynı anlamda kullanılmıştır
(Mukatil b. Süleyman, 2004: 180-181). Noksanlık: “O (Allah’tan hakkıyla
korka)nlar, bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar” (Ali İmran 3/134;
Ayrıca bkz: Nisa 4/113). Açlık: “Sonra (Mısır’a gidip) onun huzuruna
girince, dediler ki: “Ey şanlı vezir! Biz ve çoluk çocuğumuz sıkıntı içindeyiz”
(Yusuf 12/88). İhtiyaç: “Sonra size sıkıntı dokununca Allah a feryat
edersiniz. ” (Nahl 16/53) Zarar ve eziyet: “Veya size fayda veya
zararları olur mu?” (Şuara 26/73) anlamlarında kullanılmıştır. (İbn
Kuteybe, 1981: 483) “Ûlî’d-darar” terkibi; Bir şeye dahil olan eksiklik
anlamına gelen bu kavram körlük, sağırlık, dilsizlik, topallık, bunaklık,
felçlilik, yaşlılık, delilik gibi zihinsel ve bedensel bütün hastalık ve
engelliliği ifade için kullanılmaktadır (Nesefî, tsz: I, 242;Yazır, tsz: 1431).
Kur’an’da Nisa suresinin 95. ayetinde geçmektedir. “Muzdar” kelimesi, zihinsel
ve bedensel, maddî ve manevi, ekonomik ve benzeri her türlü sıkıntı, hastalık,
engellilik ve musibet ile sıkışan, çaresiz anlamındadır.(Nesefî, tsz: III, 219;
Yazır, tsz: 3694). Nemi suresi 62. ayetinde geçmektedir. “Sû”’, Kur’an’daki
kullanımları on bir ayrı anlamda yorumlanmış olan sû’ kelimesi (Mukatil b.
Süleyman, 2004: 130), insana isabet eden maddi manevi her türlü sıkıntı ve
zararı ifade etmek için kullanılmıştır (Râğıb, 1986: 368; Yazır, tsz: 714).
Nemi suresinin 62 âyetinde “ed-durr” kelimesiyle eş anlamdadır. Ayrıca Taha
suresinin 22., Nemi suresinin 12. ayetlerinde de “abraş” hastalığını ifade
etmek için kullanılmaktadır. (Mukatil b. Süleyman, 2004: 132, 133). “Ezâ”
kelimesi; Kur’an’da bu şekliyle sekiz ayette kul-
Kur’an’da hastalıkları ifade
eden kelimeler hem bedensel anlamda rahatsızlıklar için kullanılır hem de
manevî (ruhsal) hastalıklar için kullanılır. Hastalıklar için kullanılan
“marad” kavramı bedensel hastalık anlamında çeşitli kullanımları ile on yerde
geçmektedir (Abdülbakî 1982: 664). Bedensel rahatsızlıklar ifade eden
ayetlerde sözü edilen bedensel ve zihinsel hastalıklar; tedavi olma ve
Allah’ın hastalıklara şifa vermesi, hastalıklarla imtihan ve hastalıklara
sabretme, hasta olanlara dinî açıdan izin verme, Allah’a dua etme, insanın
nankörlüğü ve genel karakterini beyan etme bağlamlarında geçmektedir.
(Tezcan,2006) Bu bağlamda Kur’an imtihan anlamında hastalıklardan ve genel
anlamıyla maddi manevi sıkıntılardan söz etmektedir;
“Eğer insana tarafımızdan bir rahmet
(nimet) tattırır da(ezaknâ), sonra bunu ondan çekip alırsak, şüphesiz o ümitsiz
ve nankör oluverir. Ama kendisine dokunan bir sıkıntıdan(dar- ra’) sonra, ona
bir nimet tattırırsak(ezaknâ) mutlaka, “Kötülükler benden gitti” diyecektir.
Çünkü o şımarık ve böbürlenen biri-
lanılmıştır (Abdulbaki, 1982: 26). İncinmek,
yaralanmak, zarar görmek, dünyevî ve uhrevî, biyolojik ve psikolojik olarak
canlıya ulaşan zararı ifade etmek için kullanılmaktadır (Râğıb, 1986:16).
“Azâb” kelimesi; bu şekliyle Kur’an’da 264 ayette geçmektedir.
(Abdülbakî,1982: 451) zarar, eza, işkence, insana acı veren ve zor gelen,
kişinin isteğine mani olan, şiddetli acı veren şeyleri ifade eder (Râğıb, 1986:
490). “Şerr” kelimesi, bu şekliyle Kur’an’da 26 yerde geçmektedir. (Abulba- kî,
1982:378) maddî ve manevî insana zararı dokunan ve kendisinden herkesin
uzaklaştığı şeyleri ifade emek için kullanılmıştır. “Hayr” kelimesinin
zıddıdır (Râğıb, 1986: 377). “Seyyie” Kur’an’da çeşitli anlamlarda kullanılan
seyyiât kelimesi Hud suresinin 10 ve Arâf suresi- ninl68. ayetlerinde bedensel
ve maddi darlık sıkıntı anlamında kullanılmıştır (Mukatil b. Süleyman, 2004:
421). Ancak bu kavramlardan genelde hastalık ve süreğen hastalıklar için daha
çok tercih edilen kavram “marad” ve ondan türevleridir.
dir. Ancak sabredip salih amel işleyenler böyle değildir.
İşte onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır”(Hud 11/9-11).
“Size ulaşan her nimet Allah’tandır. Sonra
size bir sıkıntı ve zarar (durr) dokunduğu zaman yalnız O’na yalvarır yakarırsınız.
Sonra sizden o sıkıntıyı giderince bir de bakarsınız içinizden bir kısmı
Rabbine orta koşar” (Nahl, 16/53-54).
“İnsana bir sıkıntı(durr) dokundu mu(mess)
gerek yan üstüne yatarken gerek
otururken gerek ayakta iken (her halinde sıkıntısından kurtulmak için) bize dua
eder, Ama biz onun bu sıkıntısını ondan kaldırdık mı sanki kendisine dokunan
bir sıkıntı için yalvarmamış gibi geçer gider... ” (Yunus, 10/12).
“Kendilerine dokunan(messethum) bir
sıkıntıdan(darra’) sonra, insanlara bir rahmet (ferahlık ve mutluluk)
tattırdığı- mız(ezaknâ) zaman, bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında onların
bir tuzakları (birtakım tertipleri ve asılsız iddiaları) vardır. De ki: “Allah
daha çabuk tuzak kurar.” Şüphesiz elçilerimiz (melekler) kurmakta olduğunuz
tuzakları yazıyorlar (Yunus, 10/21).
“İnsana bir sıkıntı ve zarar (durr)
dokunduğu zaman Rabbine yönelerek O’na yalvarır. Sonra zararını bir nimete
dönüştürdüğü zaman daha önce O’na yalvardığını unutur ve Allah’ın yolundan
saptırmak için O’na eşler koşar... ”
(Zümer,39/8 bk. Zümer, 39/49, Rûm, 30/33).
“İnsana nimet verdiğimiz zaman yüz çevirip
yan çizer, kendisine bir şer dokununca ümitsizliğe düşer” (Isrâ, 17/83. bkz: Meâric,70/20).
“İnsan hayır (mal, sağlık, nimet) istemekten
usanmaz. Fakat başına bir şer gelince ümitsizliğe düşer” (Fussılet,41/49).
“Andolsun! Başına gelen bir zarardan(darra’)
sonra kendisine tarafımızdan bir rahmet tattırsak(ezaknâ) mutlaka “Bu benim hakkımdır,
Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Andol- sun, Rabbime döndürülürsem, şüphesiz
O’nun yanında benim için daha güzel şeyler vardır” der. Andolsun, biz inkâr
edenlere yaptıklarını mutlaka haber vereceğiz ve andolsun, onlara mutlaka ağır
azaptan tattıracağız. “İnsana nimet verdiğimizde yüz çevirir ve yan çizer.
Başına bir şer gelince yalvarmaya koyulur” (Fussılet,41/50,51).
“İnsan hayra dua eder
gibi şerre dua eder. İnsan çok acelecidir”
(Isrâ,17/11).
Ayetlerde geçen “ed-durr” ve
“eş-şerr” kelimeleri bedensel ve zihinsel, maddî ve manevî her türlü sıkıntı ve
hastalığı ifade etmektedir. Kur’an literatüründe hastalıkları ifade etmek için
kullanılan “marad” kelimesi hem bedensel hem de manevi anlamda insanın normal
durumdan çıkması, dengesinin bozulması ve görevlerini istenilen şekilde yerine
getirememesine neden olan bir hal anlamına gelmektedir (Yazır, tsz: 1, 227).
Ayrıca insanın bedenen sağlığının bozulması bir hastalık olduğu gibi cehalet,
cimrilik, nifak gibi ruh dünyasındaki dengesizlikler de bir hastalıktır
(Rağıb, 1986: 707). Kur’an hastalıkların bu ikinci türünden daha çok söz
etmektedir. Birçok ayette “kalplerinde hastalık bulunanlardan” (fî
kulûbihim marad) ve onların iç dünyalarından bahsedilmektedir (Bakara 2/10;
Mâi- de 5/52; Enfâl 8/49; Tevbe 9/125; Hac 22/53; Nûr 24/50; Ahzâb 33/12, 32,
60; Muhammed 47/20, 29; Müddessir 74/31).
Kur’an-ı Kerim’de hastalık geniş anlamda
açıklamasını “müsibet” kavramı içinde bulur: “Yeryüzünde ve nefislerinizde
meydana gelen hiçbir musibet yoktur ki Biz onu yaratmadan evvel o Kitap’ta
bulunmasın. Şüphesiz bu Allah’a göre kolaydır. Ki kaybettiğinize üzülmeyesiniz
ve verdikleriyle de şımarmayasınız. Allah kendini beğenip böbürlenen hiç
kimseyi sevmez.”
(Hadid, 22-23)
Ayetlerin açık ifadesine göre, ‘isabet eden şey’ hem hayr, hem de şer olabilir.
Yani insanın başına gelen şey, kendisi için bir şerrin ifadesi oluyorsa buna
musibet denilebileceği gibi, bir hayrın ifadesi oluyorsa, buna da musibet denir."
Bakara Suresi’nin 155-156. ayetleri, musibetlerin sınıflandırılması konusunda
yeterince açıktır. Ayetler şöyledir: “Andolsun, sizi biraz korku, biraz
açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsûllerden eksiltmekle imtihan
edeceğiz- Sabredenleri müjdele. Ki onlar başlarına bir musibet isabet
ettiğinde, “bizler Allah’a aidiz ve yine O’na döneceğiz” derler.”
Burada musibet olarak zikredilen üç ana kategori vardır:
korku, açlık ve mal-can-mahsul kaybı. (Hadid: 22) ayetinde geçen: ‘yeryüzünde
ve nefsinizde meydana gelen musibetler’ tabiri, ikinci ana musibet kategorisinden
bahsetmektedir. Buna göre, musibetler, arzda ve nefislerde meydana gelmektedir.
Arzda meydana gelen musibetler, kuraklık, kıtlık, ürün ve hayvanlara gelen
zararlar, ev veya şehir yıkımı, arazi kaybı, zelzele vb. iken; nefislerde
meydana gelen musibetler, ölüm, hastalık, yaralanma, kırık, hapis, işkence,
açlık, susuzluk, işsiz kalma, zorla mahrum bırakılmalardır. Bunun dışında
Allah’ın hayr olarak verdikleri şeyler de, yine ‘isabet eden şey’ anlamında
musibetlerdir.
Musibetler konusunda müminlerin
ahlakı sabr olmalıdır. Nitekim Lokman (AS), oğluna vasiyet ederken: “namazı dosdoğru
kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır. Başına gelen 99 (Nitekim, Kur’an, s-v-b kökünden türeyen ve fitne
(Hacc:ll, Enfal:25), seyyie (Nisa:79), azab (Tevbe:52 ve 90); hayr (Hacc:ll),
hasene (Ni- sa:79), fazl (Nisa:73), rahmet (Yusuf:56)’in insana ‘isabet
ettiğini’ bildirmektedir. Buna göre fitne, seyyie ve azab, şer olarak isabet
edenler, hasene, fazl ve rahmet de, hayr olarak isabet edenler şeklinde
sınıflandırılabilir).
musibete sabret. Çünkü bunlar, zorlu işlerdendir” demektedir
ki, burada musibetlere sabır, namaz ve tebliğ gibi iki önemli farzla birlikte
anılmıştır. Mümin, musibetlerin Allah’tan geldiğini ve ardında birtakım
hikmetlerin gizli olabileceğini bilerek, her iki musibet durumunda da, orta
(vasat) bir yol tutar ve emr olunduğu şekilde amel etmeye azami dikkati
gösterir. Şayet mümin sabr gösterirse, başına şer ya da hayr isabet etse bile,
sonuçta kazançlı çıkacak olan yine kendisidir. Çünkü şerre sabredip, hayra
şükredecektir. Nihayet her iki durumda da akibet onun olacaktır. Nitekim sahih
hadislerde de müminin bu durumuna ilişkin sarih ifadeler vardır: “Allah, bir
kimseye hayr dilerse, onu musibete uğratır” ve “ bir müslümanm başına hastalık,
bela, diken batmasına varıncaya kadar her ne gelirse, Allah bunları o müslümanm
hatalarına keffaret kılar” (Buhari, Müslim) mealindeki hadisler de, musibet
konusunda tek yolun Sabr olduğunu ve sonuçta müminin bundan kazançlı
çıkacağını hatırlatmaktadır.
Ancak, Kur’an, buraya kadar
ifade edilenin dışında da bir musibet kategorisinden bahsetmektedir ki, o da
insanın ‘kendi eliyle kazandıkları’ neticesinde isabet eden musibettir.100
100 Ali lmran:165, Nisa:62 ve 72, Kasas: 47 ve Şura:30.
ayetlerde, insanoğlunun yapıp-ettikleri yüzünden de başına musibet
gelebileceği açıkça ifade edilmektedir. (Nahl:34, Zümer:51 ve Ra’d:31.
ayetlerde de insanın amelleri (ma amelu), kazandıkları (ma kesebu) ve işledikleri
(ma sanau) yüzünden başına gelen kötülükler (seyyiat) zikredilmektedir). Ali
liman: 165. ayeti bu konuda meşhurdur: “Böyle iken size, düşmanlarınızın başına
iki mislini getirdiğiniz bir musibet gelince: “bu nereden?” dediniz. De ki:
“o, kendi tarafmızdandır”. Çünkü Allah her şeye kadirdir.” Aynı anlam diğer
ayetlerde de: “kendi yaptıkları yüzünden başlarına bir bela geldiği zaman” (bi
ma kaddemet eydihim) ve “ellerinin sunduğu günahlar yüzünden” (fi ma kesebet
eydikum) şeklinde geçmektedir ki, ifadeler gayet sarihtir ve insanın irade
alanına giren konularla alakalıdır.
Burada üzerinde durulması gereken husus, bu tür musibetin
mümin-kafir ayrımı yapılmadan, herkesin başına gelebileceği noktasıdır. Zira
açıktır ki, insana, yapmış olduğu bir takım hatalardan dolayı, musibet isabet
edebilir ve bu, onun yaptıklarına karşılık olmaktadır. Musibetin bu türü,
insanın sorumluluk alanına girer ve bu konuda önceden alınacak tedbirler,
musibeti önleyici olabilir. Nitekim A1İ lmran:165. ayetinde, müminlerin savaş
sırasında yapmış oldukları hatanın karşılığı olarak başlarına isabet eden
musibetten bahsedilmektedir ki, müminler, o hatayı yapmayabilirlerdi de. Bu,
imkan dahi- lindeydi, ancak hata işlendikten sonra, başlarına musibet geldi ve
ardından savaştan mağlup ayrıldılar.
Kur’an,
insanların mallarına ve canlarına maddî veya manevî isabet eden az veya çok
her hangi bir musibetin ancak Allah’ın izni ile meydana geldiğini
bildirmektedir. Allah’ın izni olmadan bir kimsenin istemesi ve çalışması ile
hiç kimseye kaza, bela, âfet ve musîbet isabet etmez (Yazır, tsz: VII, 5033). “Allah’ın
izni olmaksızın hiçbir musibet başa gelmez” (Teğâbün, 64/11) anlamındaki
âyet bu gerçeği ifade etmektedir. Bu ayetlerde mutlak tasarruf sahibi olanın
Allah olduğu vurgulanmaktadır. İster insan hatası sonucunda ister insan iradesi
dışında olsun bütün musibetler Allah’ın onayı ile gerçekleşmektedir (Yazır,
tsz: VII, 5033). Ancak kimi musibetler vardır ki görünürde onların başa
gelmesinde insanın herhangi bir dahli yoktur. Bu tür musibetleri açıklamak
için aslında bütün bir yaşamı açıklarken kullanılan imtihan olgusu devreye
girmektedir. “İmtihan” kavram olarak Kur’an’da başka hiçbir türevine yer
verilmeksizin sadece “iftiâl” kalıbında iki ayette kullanılmıştır. (Hucurât
49/3; Mümtehine 60/10) Bu şekliyle kavram denemek, tecrübe etmek, bir şeyden dolayı
sıkıntıya düşmek (İbn Manzur, tsz: XIII, 401), arınmak (Taberî, 1985: XXVI,
120) gibi anlamlara gelmektedir.
Musibet karşısında Kur’an’m
önerilerinden biri sabırdır. Kur’an’da hem hastalıklara sabır hem de
hastalıkların tedavisi konusunda örnek olarak anlatılan peygamber Eyüp peygamberdir.
Tefsir kaynaklarında kimliği ve yaşadığı dönemle ilgili olarak ayrıntılı
açıklamalarda bulunulan hz. Eyüp peygamber güçlüklere göğüs germekteki
erdemiyle kişileştirilen bir peygamber olarak takdim edilmektedir. Hz. Eyüp
(a.s) bedenine, malına ve ev halkına bela isabet etmiş ve çok büyük sıkıntılı
günler geçirmiştir.101 İslam bilginlerinin çeşitli 101 Onun destansı
hikâyesine bütün ayrıntıları ile “Eski Ahit” de yer vermiş ve onun adına
müstakil bir “kitap” ayrılmıştır. Ahd-i Atik söz konusu bölümde Eyyüb’ün Uts
diyarında yaşamış, Allahtan korkan, kötülükten sakınan kâmil ve doğru bir kişi
olduğundan, kendisine yedi oğul, üç kız ve bir çok mal mülk verilmiş birisi
olduğundan başlayarak başından geçenleri ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır
(Eyub 1/1- 3). İslâm kaynaklarına göre Havrân bölgesinde yaşayan ve çok zengin
olup, sayısız mah-mülkü, birçok oğlu kızı bulunan, baba tarafından İshâk’a anne
tarafından Lût’a dayandığı aktarılan (Taberî, 1987: I, 194) Eyyûb (a.s.), kendi
toplumuna peygamber olarak gönderilmiştir. Sürekli toplumunu düzeltmek ve
Allah’a ibadetle meşgul olan Hz. Eyyûb, Rabbinin bir denemesiyle karşı karşıya
kalmış, bütün servetini, çocuklarını kaybettiği gibi şeytanın kendisine musallat
olması neticesinde kalbi ve dili hariç bütün vücudunda çıbanlar çıkmış,
iltihaplı yaralar açılmış, yaralarına kurtlar dolmuş ve vücudu bozulup kokmaya
başlamıştır. Bu durumda kocasına hizmete sabırla devam eden eşi “Rahmet” (bazı
rivayetlerde “liya”) (Beyzâvî, 1996: V, 49; Taberî, 1987, 1,194) hariç hiç
kimse onun yanma yanaşmadığından toplumdan uzaklaşmak zorunda kalmış, fakat
hiçbir zaman sabrını ve Allah’a bağlılığını kaybetmemiştir. Farklı rivayetlere
göre üç, yedi, onûç veya onsekiz sene gibi epey uzun sûren bu sıkıntılı
dönemden sonra sabrıyla imtihânı kazanan Eyyûb (a.s.) Allah’ın lütfü ve
emriyle ayağını yere vurmuş, fışkıran su kaynağından yıkanıp içerek eski
sıhhati ve güzelliğine kavuşmuştur. Ayrıca kendisine yeniden birçok servet ve çocuk
da verilmiştir (Alûsî,2000: XVII, 80,81).
şekillerde tanımladıkları “sabr” kelimesi lügavî manada hapsetmek,
kendisini ya da başka birisini bir şeyden alıkoymak, birini öldürmek üzere
hapsetmek, (el-masburah: öldürülmek üzere hapsedilen kişi), sıkıca yakalamak,
(“katelehu sabran”, onu sıkıca yakalayarak öldürdü), birini bağlamak,
birisinden öç almak, cezalandırmak, misillemede bulunmak, kısas yapmak, birine
kefil olmak gibi anlamalara gelmektedir (İbn Manzur, tsz: IV, 438; Ferâhidî,
tsz: VII, 115,116; Fîrûzâbâdî, tsz: I, 541, Rağıb, 1986: 403-404). Kelimenin
fiil şeklindeki kullanımında ön plana çıkan temel anlam kendini alıkoymak,
hapsetmek anlamıdır. Kur’an’daki kullanımlarda da kelimenin bu anlamı ön
plandadır. Kur’an’da 104 ayette çeşitli türevleri ile yer alan bu ahlakî kavram
başlı başına bir çalışma konusu olacak mahiyette bir kavramdır. İslam
bilginleri sabır kavramına çeşitli tanımlar getirmişlerdir.102 Sabır
ve 102 Bunlardan bazıları şöyledir: “Aklın ve şeriatın
gerektirdiği durumlarda nefsini hapsetmek, kendine hâkim olmaktır.” Râgib
el-Isfahânî sabrı böyle tanımladıktan sonra bunun umûmî bir anlam ifade
ettiğini, dolayısıyla sabrın değişik durumlara göre farklı lafızlarla
isimlendirildiğini belirtmektedir. Mesela, savaş meydanında savaşın çeşitli
sıkıntılarına karşı kişinin kendisini alıkoyması, kendisine hâkim olması,
seklinde göstermiş olduğu sabra şecaat (yiğitlik), sır saklama konusunda
gösterilen sabra da “kitmân-i nefs” denmektedir (Rağıb, 1986: 404). Râzî de
buna benzer bir tanımlama yapar. Ona göre sabır “nefsi, şehvet gereği olan
arzulardan alıkoymaktır.” Bu sabretme eylemi cinsî arzulara karşı olursa iffet,
öfke ve kızgınlığa karşı olursa hilm, sır saklama konusunda olursa “kitman-i
nefs”, bolluk ve refah içinde yaşamaya karşı olursa zûhd gibi isimler alır
(Râzî 1988: IV, 87).Cür- cânî’ye göre sabır, “bela ve musibetlerden doğan
üzüntüyü, Allah’tan başkasına, şikâyet etmemektir” (Cürcânî I, 1985: 172). ibn
Kayyım el-Cevziyye de sabır hakkında yapılan tanımları bir araya toplamış kimilerinin
“bela geldiğinde edep ve ciddiyeti korumak” kimilerinin de “bela geldiğinde
şikâyet etmemek” şeklinde tanımladıklarını aktar- sabredenlerin Kur’an’a bir çok ayette
konu olduğu sabrın övgüye değer bir davranış sabredenlerinde övgüye mazhar olmuş
kişiler olduğu görülür. (Bkz: Âli İmran 3/120-125; Hud 11/11; Nahl 16/110;
Fussilet 41/34-35; Müzemmil 73/10-11- 16; Ra’d 13/22; Tur 52/48) Kur’an’da
sabır emredilmiş (Nahl 16/127; Tur 52/4), sabrın zıddı acelecilik yasaklanmış
(Ahkaf 3/35; Ali İmran 3/139; Kalem 68/48), kurtuluş sabra bağlanmış (Ali
İmran 3/200), sabredenlerin mükafatının kat kat fazla olacağı bildirilmiş
(Zümer 39/10), dinde önder olmak sabra bağlanmış (Secde 32/24), mağfiret,
rahmet, hidayetin yalnız sabredenlere verileceği belirtilmiş (Bakara
2/155-156- 157), sabırla yardım istenmesi istenmiş (Bakara 2/153), yardımın
verilmesi sabra ve takvaya bağlanmış (Al-i İmran 3/125), sabırla düşmanın
hilesinin bozulacağı bildirilmiş (Ali İmran 3/120), cennette sabredenlere
melekler selam verecekleri haber verilmiş (Ra’d 13/23-24), mağfiret ve büyük
mükafat sabır ve salih amale bağlanmış (Hud 11/11), sabretmenin büyük ve
şerefli bir iş olduğu bildirilmiş (Şura 42/43; Lokman 31/17), yardım ve zafere
ancak sabırla ulaşılacağı bildirilmiş (Araf 7/137), Allah’ın sabreden leri
sevdiği söylenmiş (Ali İmran 3/146), Allah’ın sevabına sabredenler erişeceği
müjdesi verilmiş (Kasas 28/80), Allah’ın öğüdünün ancak sabredenlere ve
şükredenlere fayda vereceği söylenmiş (İbrahim 14/5; Lokman 31/31; Sebe 34/19;
Şura 42/32-33), cenneti kazanan sağ ehlinin en önemli iki özelliği sabır ve
merha-
mıştır (el-Cevziyye, 2001: 17). Kavram
mutasavvıflarca da çeşitli şekillerde tanımlanmıştır. (Ayrıntı için bkz:
el-Cevziyye, 2001: 17-18) Yapılan tanımlardan genel anlamda sabrın, iki
unsurdan oluştuğu söylenebilir. Bunlardan birisi, acele etmemek, diğeri de
sabredilecek durumlar karşısında direnç göstermektir. Dolayısıyla herhangi bir
tavrın sabırlı bir davranış olarak nitelendirilebilmesi için bu iki unsurun
aynı anda bulunması gerekmektedir. met olarak bildirilmiştir (Beled
90/17). Bütün bu ayetler düşünüldüğünde sabrın ne kadar önemli ve faziletli
bir davranış olduğu anlaşılmaktadır. Kavramın Kur’an’daki bazı kullanımlarında
insanlar arası ilişkilerde ortaya çıkan haksızlıklara karşı takınılacak ahlâkî
bir tutum olarak kullanıldığı da görülmektedir (Nahl 16/126; Sûra 42/40-43;
Fussilet 41/34- 35).103 (Tezcan,2006)
Sabrı konumuz açısından
musibetler sonucunda insana dokunan acı ve ızdıraplara karşı gösterilecek
direnç olarak ele aldığımızda Kur’an’nm bu konuda bize verdiği en önemli örnek
Hz. Eyyûb peygamberdir. Daha önce değindiğimiz Ey- yûb peygamberden Allah maddî
manevî musibetlere karşı göstermiş olduğu sabrından dolayı “Gerçekten biz
Eyyub’u sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu! Daima Allah’a yönelirdi”
(Sad 38/44) buyrularak övgüyle söz etmektedir. Bu konuda Kur’an çeşitli
sıkıntılarla karşılaşmış diğer peygamberlerin sabırlarına da yer vermektedir.
Yine önemli bir örnek olarak Hz. Yakup verilmiştir. Çok sevdiği oğlu Yusuf’u
yitirmesi üzerine onun söylediği söz çok anlamlıdır. O oğullarının Yusufu
kurt yedi yalanma karşı “Sizi nefsiniz bir iş yapmaya sürükledi; artık bana
güzelce sabır gerekir. Anlattıklarınıza ancak Allah’tan yardım istenir”
demiştir (Yusuf 12/18). 3®3 Sabrın, Kur’an’da çoğunlukla bazı kavramlarla
veya meziyetlerle birlikte kullanılması da dikkat çekicidir. Bunlarla sabır
arasındaki ilişkinin mahiyeti araştırıldığında, söz konusu kavramların sabrın
anlamını tamamladıkları ve onun doğru anlaşılmasına katkıda bulundukları
anlaşılmaktadır. Bu kavramlar takva (Âli Imran, 3/125 Âli Imran, 3/200. Yusuf,
12/90), tevekkül (İbrahim, 14/12; diğer ayetler: Nahl, 16/42; Ankebut, 29/59;
Mûzzemmil, 73/9-10), şükür (Lokman, 31/31; Sebe’, 34/19; Sûra, 42/32-33;
İbrahim, 14/5)., namaz (Bakara, 2/153; diğer ayetler için bkz.: Bakara, 2/45;
Hacc, 22/35; Meâric, 70/19-23) ve sabrı cemîl (Yusuf, 12/18, 83; Mearic 70/5)
kavramlarıdır.
Burada karşılaşılan musibetin insanda oluşturduğu acı ve ıstıraptan
etkilenmemek insanın güç ve kapasitesini aşar. Zira Hz. Yakup’un durumu bunun
güzel bir kanıtıdır. İnsan karşılaştığı musibetin şiddetine göre üzülür
gözyaşı döker. Hz. Yakup da oğlunu kaybetmenin acısıyla gözyaşı dökerek görme
yeteneğini kaybetmiştir. Ancak bu durumunu Allah’a karşı bir isyana
dönüştürmeden sabretmiştir. (Tezcan,2006)
Sabır kavramı Kur’an’da bazı
kavramlarla birlikte yer almaktadır. Bunlardan biride şükür kavramıdır.104
Sözlükte nimetin unutulması, üstünün örtülmesi anlamına gelen küfür
kelimesinin zıddı olarak verilmektedir. Nimeti düşünmek 104 Kur’an’da 75
yerde geçen ş-k-r kök harflerinden türemiş kelimeler çeşitli anlamlarda
kullanılmışlardır. Kulluğun en önemli tezahürlerinden biri olan şükür, (Bakara
2/172; Nahl 16/114) insanlar arası dünyevî ilişkiler içinde kullanılmıştır
(Lokman 31/14; İnsan 76/9). Kur’an Allah’ın insanlar için verdiği nimetleri
dile getirdiği yerlerde insanlara şükrü hatırlatmaktadır. “Gemilerin denizde
Allah’ın lütfüyle yürüdüğünü görmez misin? Allah bununla size varlığının
delillerini gösterir. Muhakkak bunda çok sabreden, çok şükreden herkes için
ibretler vardır” (Lokman, 31/31; Sebe’, 34/19; Sûra, 42/32-33; İbrahim,
14/5). Ayetlerde sabır ve şükrün birlikte kullanılışlarına dikkat edildiği zaman,
bunların birbiriyle iç içe olan, tek bir meziyet seklinde takdim edildiği
görülür. Bunlardan her birinin varlığı diğerinin varlığına bağlıdır (Cevziyye,
2001: 160). Çünkü insan her halükarda ya bir nimet ya da sıkıntı içerisinde
bulunur (Enbiya 21/35; Fecr 89/15-16). Eğer nimet içerisinde ise hem şükür, hem
de sabır gerekir. Şükür o nimete sahip olması ve elindeki o nimetin sabit
kalmasının ve artmasının bir gereğidir. Sabır ise o nimeti elde ederken yerine
getirilmesi gereken zahiri sebeplere sabredip, onun şartlarına katlanmanın bir
gereğidir. Nimetin elde edilebilmesi açısından bakıldığında burada kişinin
sabra olan ihtiyacı, bela anında sabra olan ihtiyacından daha fazladır (el-
Cevziyye, 2001: 161). “Ayrıca bu iki huyun iman huylarından olması dolayısıyla
burada “sabbar şekûr” ifadelerinin “mû’min” demekten kinaye olduğu
söylenmiştir” (Tezcan,2006). ve beyan etmek anlamında
kullanılmaktadır (Rağıb, 1986: 461). İslam literatüründe elde edilen nimet ve
ihsanın kadir ve kıymetini bilerek, iyilik yapanı övmek ve ona duada bulunmak
anlamında kullanılmaktadır (Toksan, 1997: 696). Nimete karşı gösterilen olumlu
bir tavır olarak tanımlanabilecek şükür üç aşamada ortaya çıkmaktadır. Bunlar:
nimetin farkında olmak, nimeti vereni övmek ve nimetin karşılığını ortaya
koymaktır. Bir başka ifade ile şükür, kalp, dil ve aza- larla yapılır. Kalp,
tanımak ve sevmek dil, övmek ve hamd etmek, azalar ise Allah’a isyandan uzak
durmak ve ona itaat etmekle şükrü ifa eder (el-Cevziyye, 2001: 159).
Açıklamalardan anlaşılan şükür: “Allah’ın nimetinin etkisinin, kulu üzerinde
övgü ve itiraf, kalbinde sevgi ve azalarmda boyun eğme ve itaat olarak ortaya
çıkmasıdır. Kur’an’da vurgulanan bu sabır şükür birlikteliğinden, bir
davranışın tam anlamıyla sabır olarak nitelendirilebilmesi için içerisinde
şükrün de bulunması gerektiği anlaşılmaktadır. Ayrıca sabır ve şükrün birlikte
kullanıldığı ayetlerde “şekûr” kelimesinin tercih edilmesi anlamlıdır. Zira ibn
Kayyım el-Cevziyye’nin bu kavramla ilgili söylenenleri topladığı bölümde şu
açıklamalar yer ahr; “şa- kir, elinde bulunan nimete şükredendir, şekûr ise
elinde mevcut olmayan nimete şükredendir. Şakir, verilince şükredendir, şekûr,
verilmeyene şükredendir. Şakir, menfaate şükredendir, şekûr men olunana
şükredendir. Şakir, bağış ve ihsana şükredendir, şekûr ise belaya şükredendir”
(el-Cevziyye, 2001: 158). Şekûr kelimesini bu açıklamalar doğrultusunda
belalara, verilmeyene şükür olarak alırsak sabırla birlikteliği daha bir anlam
kazanır. Bu noktada konumuz olan engelliler ve süreğen hastalığı olanlar
açısından konu değerlendirildiğinde belalara şükür olarak nitelenen “şekûr”
olma onlar için bu zor duruma rıza göstermeği, kabullenmeği ve o kadar büyük
zorluk ve yetersizlikler içinde şükredilecek kendilerinde olan nimetlere
yoğunlaşarak onları görmek olarak anlaşılabilir. (Tezcan,2006)
Son olarak Kur’an’da musibet ile ilgili diğer bir kavram
“dua”dır.105 Arapça bir kelime olan dua, davet/da’vâ gibi kelimelerin
mastarı olup, çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek (Rağıb 1986:
244-245); küçükten büyüğe, aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşen talep ve niyaz
(Yazır, tsz: 1, 662), sığınmak, ilgi kurmak; dilekte bulunmak gibi manalara
gelmektedir. Rağıb el-lsfehânî dua kelimesi ile nida kelimesi arasındaki anlam
yakınlığına işaret etmekle birlikte dua kelimesinde bir tazim ve istekte
bulunma anlamının olduğunu ifade eder. Bunun delili olarak da Nur suresinin
63. ayetinde Müslümanların peygamberi çağırırken bu kelimenin kullanılmasının
emredilmesini gösterir (Rağıb 1986: 244- 245), Terim olarak ise: Kulun
Allah’a sığınma ve yakarışını, Allah’ın yüceliği karşısında kulun güçsüzlüğünü
itiraf etmesini, sevgi ve tazim (yüce bilme) duyguları içerisinde lütfunu,
yardımını ve affını dilemesini ifade eder (Cilâcı, 1994: IX, 529). Bir
başka değişle dua “insanın halini Allah’a arzetmesi ve O’na ni- 105 Kavram, Kur’an’da fiil
ve isim olarak çeşitli kullanımları ile 212 yerde geçmektedir. Ayrıca tevbe,
istiğfar gibi kulun Allah’a yönelişini ve O’ndan dileklerini ifade eden çok
sayıda ayet de dua ile alakalıdır. Kur’an, bu kullanımlarda; insanların Allah’a
dua etmelerini emretmiş ve bunun nasıl olması gerektiğini belirtmiş (Örn. Bkz:
Bakara, 2/186; Nisa, 4/32, 117, 134; Araf, 7/29, 55, 180; Yusuf, 12/86; Mü’min,
40/60), ayrıca yanlış, yersiz, zamansız ve kabulü olmayan dualardan
bahsetmiştir. (Örn. Bkz: Bakara, 2/200; Yunus, 10/12, 22, 106; Isra, 17/11;
Mü’minûn, 23/99, 100, 106, 107; Kasas, 28/88 Fussilet, 41/51). Birçok ayette de
peygamberlerin ve Salih insanların dualarına yer verilmiştir.
yazda bulunması şeklindeki kalbin derinliklerinden doğan
duyguların dil ile ifade edilmesiyle kendini gösteren sözlü kulluk tavrını
ifade etmektedir”.
Kur’an Allah’a yakınlaşmak adına yapılan tüm yönelişleri
bir dua olarak kabul eder ve bu anlamda dua Kur’an’m birçok yerinde “ibadet”
kavramının yerine geçecek şekilde kullanılır. Nitekim “De ki: “Duanız
olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?” (Furkan 25/77) ayetinde yer
alan dua’yı Ze- mahşerî ibadet olarak açıklar (Zemahşerî, 111, 103). Peygamberin
“dua ibadetin özüdür”(Tirmizî Da’avât 1) anlamındaki sözü de duanın
insanın Allah’a kulluk çerçevesinde gerçekleştirdiği birçok aktiviteyi
kapsayan geniş kapsamlı bir kavram olduğuna işaret etmektedir (Pak, 1999: 86).
Belki de onun bu kapsayıcıhğı ibadetlerin gerçekleştirmeği hedeflediği tüm
ruhsal bilinç süreçlerinin hepsinde istemek, yalvarmak, yakarmak anlamının
bulunması ve bunu da duanın ver- mesindendir.
Şifa kavramı ise Kur’an’da altı ayette geçmektedir. Tevbe
9, Yunus 10, Nahl 16, İsra 17, Şuara 26 ve Fussilet 41. Şifa kelimeleri
isnadları bakımından iki yerde fiil (Tevbe, Şuara), üç yerde isim cümlesinin
haberi olarak haber, Kur’an’a (Yunus, İsra, Fussilet) ve bir yerde de bala
isnad edilmiştir (Nahl 16). Şifa kelimesi; etimolojik kökeni açısından muarreb
bir kelime olmayıp Arapların öteden beri kullana geldikleri ash Arapça olan bir
kelimedir. Kur’an’daki ash Arapça olmayan kelimeleri inceleyen Suyuti’nin
(v.h.911) eserine bakıldığında şifa kelimesi, yaklaşık 120 civarında tespit
edilen Kur’an’daki yabancı kökenli kelimeler arasında belirtilmemektedir. Şifa
kavramı klasik lügat kaynaklarına bakıldığında ıstılahi bir kavram olarak
tanımlanmamış olup, sözlüklerde kelimenin sadece lügat anlamı belirtilmiş,
ıstılahi bir kavram olarak ele alınmamıştır. Arapça sözlükte şifa kelimesi
deva bulma ve hastalıktan kurtulma anlamlarına gelmektedir.106
İlk olarak Kur’an’m insanların ruhi yapılarında
meydana gelen manevi sıkıntılarına şifa olmasıyla ilgili Tevbe suresinin 14.
ayetinde şöyle bir ifade yer almaktadır:
“Onlarla savaşın ki Allah, böylece sizin
elinizle onları cezalandırsın, rezil etsin ve sizi onlara karşı üstün
getirerek müminlerin sadrine şifa versin, kalplerindeki öfkeyi gidersin”
Kur’an’m gönüllerdeki hastalıklara şifa olduğuna dair
ikinci bir ayet de, Yunus suresinin 57. ayetidir: “Ey insanlar! Rabbinizden
size bir öğüt ve sadre bir şifa, inananlara doğru yolu gösteren bir rehber ve
rahmet gelmiştir.” Isra sûresinin 82. ayetinde Allah, Kur’an’m şifa oluşunu
şöyle ifade etmektedir: “Kur’an’dan, inananlara rahmet ve şifa olan şeyleri
indiriyoruz.
106 Şifa kelimesi
mastar olup çoğulu “eşfiye”, nihai cemisi ise “eşafi” şeklinde gelmektedir.
Fiili, hastalığından kurtuldu anlamında “Şefahul- lahu min marazihi” şeklinde
gelmektedir. Birisi şifa talep ettiği zaman “işteşfa fulanun”, birine ilaç
verildiğinde, ilaç yazıldığında ya da şifa temennisinde bulunulduğunda ise
“eşfeytu fulanen” denilir. Dini bir terim olarak Şifa Kur’an’da altı ayette
geçmektedir. Tevbe 9, Yunus 10, Nahl 16, İsra 17, Şuura 26 ve Fussilet 41.
Kur’an’daki şifa kelimelerinin kullanıldığı anlam ile ilgili bilgi verilecek
olursa; iki yerde maddi anlamda (Nahl 16169 ve Şuara 26/80). iki yerde
manevi anlamda (Yunus 10/57 ve Tevbe 9/14) ve iki yerde de mutlak
anlamda (İsra 17/82 ve Fussilet 41/44). Bu kelimeler cümledeki
konumları açısından tahlil edildiğinde bir yerde fail (Yunus 10/57),
iki yerde muzari fiil (Tevbe 9/14 ve Şuara 26/80) ve üç yerde
haber olarak gelmiştir. Şifa kelimeleri isnadları bakımından incelendiğinde
ise iki yerde fiil Allah’a (Tevbe 9/14 ve Şuara 26/80) üç yerde isim
cümlesinin haberi olarak haber Kur’an’a (Yunus 10/57,İsra 17/82 ve Fussilet
41/44) ve bir yerde de yine aynı şekilde haber bala isnad edilmiştir (Nahl
16/69) . (Sarı- murat,2008)
O, zalimlerin ise sadece kaybım (hasar) arttırır. ” Bu ayette şifanın ötekisi olarak “hasar” kavramını
görüyoruz, bu anlamıyla şifa tamir anlamını da içerir.
Kur’an-ı
Kerimde içinde şifa kelimesinin geçtiği ayetlerden biri de Hz. İbrahim’in bir
takım sıfatlan Allah’a tahsis ettiği ve bunlann birinde, hastalandığı zaman
kendisine şifayı verecek olanın Allah olduğunu söyleyerek mutlak şifa verenin
Allah olduğunu, O’nun dışında hiçbir varlığın şifa verme yetkisine sahip
olmadığını belirttiği Şuara suresinin 80. ayetidir: “Hastalandığım zaman da
bana şifayı veren O’dur.” Fussilet 44’te: “Eğer biz onu başka dilde bir Kur’an
yapsaydık onlar mutlaka: “Onun ayetleri genişçe açıklanmalı değil miydi? Başka
dilde bir kitap ve Arap bir Peygamber, öyle mi?” derlerdi. De ki: O, inananlar
için bir hidayet ve şifadır. İnanmayanların kulaklarında bir ağırlık vardır ve
Kur’an onlara kapalı ve anlaşılmaz gelir. Sanki onlara uzak bir yerden
sesleniliyor (da anlamıyorlar.).”
Şifa
ayetlerinde şifa kavramı iki ayette “sadr” kavramı, iki ayette de mümin
kavramıyla birlikte kullanılmıştır. Sadr kalb kavramıyla ilgilidir. Kur’an’da
hastalık çoğunlukla “kalplerin hastalığı” terkibi içinde geçmektedir. Yaygın
kabul edilmiş yoruma göre sadr; kalb, nefs ve ruhu kapsayan mekanın adıdır.107
Kur’an’da hastalık (marad) kavramının çoğunlukla kalp hastalığı terkibi içinde
geçtiği dikkate alındığında şifa, kalb, nesf,ruh gibi unsurları kuşatan bir
kavramdır. İkinci 107 Kur’an’da bu konuyla ilgili geçen kelimeler: sadr, kalp, fuad,
lûbb dur.
Bazı
alimler Kalp ile ilgili dört Kur’an kavramından bahseder: Kur’an- ı Kerim’de
138 yerde”kalb” kelimesi, 16 yerde “fuad” 16 yerde “elbab” (lûbbûn çoğulu), 45
yerde de “sadr” kelimesi geçiyor. Hakim Tirmi- zi’nin tasnifine göre sadr en
dış kısımdır, kalb içidir, fuad daha içidir, lûbb en içidir, özüdür, akılla
görülemeyen kısmıdır. Ruh gibi kalbin ruhanî tarafıdır ve imanın merkezi de
orasıdır. Kur’an-ı Kerim’de “elbab” kelimesi geçmişse mutlaka imanla birlikte
geçmektedir. olarak günümüzde yaygın kullanımına karşın Kur’an-ı Kerim’de
şifa kavramı sadece Kur’an ve bal için kullanılmıştır.108 Bu
kullanım bağlamı şifanın ruh-beden veya zahir-ba- tm olarak ayrılamayacağı, bir
bütün olduğu anlamını içermektedir. Tarihsel süreçte ilaç almak ve deva bulmak
anlamını içeren tedavi109 şifa karşısında seküler bir kavramken, şifa
ile eş anlamlı bir bağlama sürüklenmiştir. Günümüzde alternatif tıp adı
altında karşılaşılan durum şifanın anlamının tedaviye doğru evrilmesi ve
dünyevileşmesi yanında hastalıkla olan bağı kopartılarak sağlığın korunmasında
bir araçsal anlam edinmesidir. Gelenek bu bağlamda tarihinde olmayan şekilde
dini/kutsah araçsallaştırmakta, dini kavram ve terimleri
dünyevileştirmektedir.
108
Bal, Kur’an-ı Kerim’de cenneti tasvir eden bir ayette “asel”
adıyla geçmekte ve orada süzme baldan ırmaklar bulunduğu ifade edilmektedir.
188 Balın arı tarafından nasıl yapıldığı ise Nahl suresinde anlatılmaktadır: Rabbin,
bal arısına şöyle ilham etti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları
çardaklardan (kovanlardan) kendine evler edin. Sonra meyvelerin hepsinden ye de
Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarına gir. Onların karınlarından çeşitli
renklerde bal çıkar. Onda insanlar için şifa vardır. Şüphesiz bunda, düşünen
bir (toplum) için bir ibret vardır.”
109
“Tedavi” “Tedava”nm masdarıdır. “Tedava”; ilaç aldı,
kendini tedavi etti anlamlarına gelen mazi fiilidir. “Edva fulanen” falan adamı
hasta etti, hasta düşürdü anlamına gelir. “Edva” aynı zamanda tedavi etti,
iyileştirdi anlamına da gelir. “Deviye fulanun deven” ona hastalık isabet
etti, içi hastalıkla helak oldu, göğsü kinle doldu gibi anlamlara gelir. “
Deven” masdarı hastalanmak, ölmek, kör olmak gibi anlamlarda kullanılır.
“Terektu fulanen deven” ifadesi onda hayat görmedim anlamına gelir. “Deva,
diva, duva” kelimeleri şifa, ilaç gibi anlamlara gelir. Bu kelimelerin çoğulu
“edviye”dir. “Deva” ayrıca yiyecek anlamına da gelir. Lisanu’l-Arab,
Muhtaru’s-Sahah, el-Mu’cemul-Vesit gibi lügat kitaplarından anlaşıldığına
göre, “tedavi” kavramının ıstılah! anlamı lügat anlamıyla aynıdır. Yani lügat
kitaplarında ayrıca ıstılah anlamına yer verilmemektedir.
İslam düşüncesi tarihsel dikotomiler ve kendi
içinde bölünmelerle modernlikle yüz yüze gelmiştir. Bu doğrultuda da İslam
düşüncesinde teodise problemi yeniden sistemleştiril- miştir. Tasavvufta ortaya
konulan akıl-kalb, dünya-ahiret di- kotomilerinin aksine akıl-kalb düalitesini
kullanan Said Nur- si konuyu ontolojik anlamda yeniden ele almıştır. Nursi öncelikle
kötülük problemini tanımlar; “Şu kâinata dikkat edilse görülür ki, içinde
iki unsur var ki her tarafa uzanmış, kök atmış. Hayır-şer, güzel-çirkin,
nef-zarar, kemal-noksan, ziya- zulmet, hidayet-dalalet, nür-nâr, imân-küfür,
itaat-isyan, havf- muhabbet gibi asarlarıyla, meyveleriyle, şu kâinatta ezdad
bir- biriyle çarpışıyor, daima tagayyür ve tebeddülata mazhar oluyor, başka
bir âlemin mahsulâtının tezgâhı hükmünde çarklar dönüyor. Elbette o iki unsurun
birbirine zıt olan dallar ve neticeleri ebede gidecek, temerküz edip birbirinden
ayrılacak, o vakit cennet-cehennem suretinde tezahür edecektir.” (24. Söz)
Böyle bir âlemde kötülüğün (ahlakî ve tabii) mevcudiyetini,
hatta bu kadar fazla kötülüğün varlığını nasıl açıklayacaksınız? Bu durum,
İlâhî ilim, kudret, irade, merhamet, şefkat ve inayetle nasıl bağdaşır?
Bediüzzaman, bu soruya cevap vermeden önce sorunun “meşruiyeti”ne kısaca temas
eder ve burada genelde Eş’ariliğin, özelde de Gazâli’nin verdiği cevabı
yeterli bulur. “O (Allah), mülkün malikidir ve mülkünde istediği şekilde
tasarruf eder.” Bizim “kötü” diye adlandırdığımız şeylerin ve onların hepsinin
kötü olmadığının bilinmesi, akla gereksiz bazı soruların gelmesini önlemek
bakımından önemlidir. Her şeyden önce eşyanın ve hadisatm bir değil, birden
fazla yönü ve yanı vardır. İmdi, bir açıdan “kötü” görünen bir şey başka
açıdan pekâlâ iyi olabilir. Said Nursî’ye göre, bir açıdan “kötü” görünen bir
şey başka açıdan pekâlâ iyi olabilir. Said Nursî’ye göre, bir kısım hadiseler
vardır ki zahiri çirkin, müşevveştir. Fakat o zahirî perde altında gayet parlak
güzellikler vardır. Bediüzzaman’a göre, cüz’i şer ve zarar ve musibet ve
çirkinliğin bulunmasıyla, külli hayırlar ve külli menfaatler ve külli nimetler
ve külli güzellikler tezahür ederler. Demek çirkinin icadı çirkin değil
güzeldir. Başka bir deyişle, “musibetler ve şerler, Saltanat ve Rubûbiyetin
‘adetul- lah’ namı altında ve külli iradelerin mümessilleri olan umumi ve külli
kanunlarının çok neticelerinden tek tük cüz’i neticeleri olmasından, o
kanunlar cereyanın, cüz’i muktezaları olduğundan, elbette külli maslahatlara
medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için o şerh, cüz’i neticeleri
dahi halleder.” “Niçin kötülük vardır” sorusuna Bediüzzaman’m verdiği bir
diğer cevap da kötülüğün bazan bir “İlâhî ikaz ve ih- tar-ı Rahmanî” olması
keyfiyetidir. Yahut onlardan bazısının “günahlara kefaret” olmasıdır. Başka bir
deyişle bazan zahmet, rahmete götüren bir yol olabilmektedir. (Aydın,2009)
Nursi
“Hastalar Risalesi”nde hastalığı ve şifayı Gazali’den aldığı referanslarla
yeniden açıklar. Gazali, “Sizin iyi bildiğiniz şeylerde kötülük ve kötü
bildiğiniz şeylerde iyilik yarat- mışızdır” ayetini; “hastalıklar, insanları
Tanrı bilgisine (marifet) ulaştıran deneyimlerden biridir. Allah,
“hastalıklar, seçkin kullarıma yanaştırdığım hizmetçilerdir” buyuruyor şeklinde
açıklar. Bediüzzaman’a göre bu dünyada cereyan eden hastalık gibi musibetlerin
Allah’ın isimlerine bakan yönü vardır. Kainatın yaratılmasındaki maksatlardan
biri Esma’yı görmek ve göstermek olduğundan musibetlerin bu gayeye yönelik
neticeleri önemlidir. Bu anlamda Rezzak ismi açlığı gerektirdiği gibi Şafii
ismi de hastalıkları ister. Yani ancak hastalığın varlığında onları
iyileştirerek Şafii olduğunu göstermiş olur. Bu noktaya işareten iyileşmek fiilinin
karşılığı Islami bir terim olarak şifa bulmaktır. Çünkü şifa Şafii’yi
hatırlatır.
Bediüzzaman
hastalığı ifade etmek için Kur’an’da geçtiği biçimde “maraz” kelimesini
kullanır ve Hastalar Risalesinde hastalığın karşıtı olarak şifa yerine “deva” kelimesini
kullanır. Şifa sadece “şifa verici bir ilaç olan ‘iman’ ilacı” bağlamında yer
alır. Bu anlamda Kur’an’da yer aldığı biçimde şifa imanla ilgilidir ve Nursi’ye
göre iman; “kutsal bir ilaçtır”. Kur’an’da geçtiği bağlamda hastalık karşısında
sabır, şükür, dua ilişkisine yer verilir. Hastalık duanın makbuliyetine en
önemli vasıtadır ve Hz. Eyyüb hatırlatılır. Bu çerçevede hastalık; kıymettar
hayatı safileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek ve vücudundaki sair
cihazat-ı insaniyeyi ve hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane müteveccih
etmek ve Sani- i Hakim’in ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek için bir
misafir olarak gönderilmiştir.
Bediüzzaman’a
göre; Cenâb-ı Allah’ın Şafî ismi, Allah’ın kullarına maddî-mânevî şifâ verir,
hastalıklarına deva lütfettiğini bildirir. Yeryüzünü büyük bir eczahane gibi
tanzim eden Cenâb-ı Allah, takdir buyurduğu illetler, hastalıklar ve dertler
için şifâyı, devâyı, dermânı ve ilâcı da yine kendisi ih- sân eder. Kullarını
hastalıklardan kurtarır, sıkıntılardan ferahlandırır. Hazret-i Âdem’e (as)
isimlerin öğretilmesi ve talim edilmesi hakikatinin, yeryüzünün halîfesi olan
insanoğlunun ilim, teknik, fen ve sanatlara kabiliyetli olarak yaratıldığına
işâret ettiğini beyan eden Bedîüzzaman, her bir ilim, fen ve sanatın
hakikâtinin de Cenâb-ı Allah’ın bir ismine dayandığını kaydeder. Tıp ilmi de
Şâfî ismine dayanmaktadır. Cenâb-ı Hakkın yeryüzü eczahanesinde koyduğu
Rahîmâne cilveleri ve devâları araştıran bu ilmin hakikati Şâfî isminden
gelmektedir. Şifâ, deva ve afiyetin, insanı tam minnettar eden ve şükre sevk
eden nimetlerden olduğunu belirten Said Nur- si, küre-i arz hastahanesinde
maddî-mânevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfî-i
Hakîki’nin külli şefkatinin ve kudsî Rahîmiyet’inin asla gözlerden kaçmayacağını
ifâde eder.
Bedîüzzaman’a
göre hastalıklar Şâfî ismine işâret ettiği gibi, Şâfî ismi de hastalıkları
gerekli kılmaktadır. Her bir hayat sahibi ancak Şâfî isminin tecellîsine
mazhariyetle hastalıktan şifâ bulmaktadır. Her bir mahlûk hastalığa dûçâr
olduğunda Şâfî isminin şefkatini hissetmektedir. Kezâ, hastalıkların perde
arkası gayet sevimlidir. Hattâ perde açılsa her bir hasta, korktuğu ve nefret
duyduğu hastalığının rahmet açısından gayet sevimli ve hoş olduğunu görecek ve
kendisini rahmet ve şefkatiyle kucaklayan Cenâb-ı Allah’a sonsuz şükredecek-
tir. Saîd Nursî’ye göre rızık, şifâ ve yağmur doğrudan doğruya Zât-ı Rezzâk-ı
Şâfî olan Cenâb-ı Allah’a aittir, perdesiz Ce- nâb-ı Allah’tan gelmektedir.
Şâfî-i Hakîm-i Zülcelâl, büyük yeryüzü eczahanesinde her derde bir devâ istif
etmiş, her hastalığa bir derman halk etmiştir. Elbette tedâvi için ilâçları
aramak, almak ve kullanmak meşrûdur ve gereklidir. Fakat tesiri ve şifâyı
Cenâb-ı Hak’tan bilmelidir. Çünkü dermanı O verdiği gibi; şifâyı veren de
O’dur.
Bediüzzaman hastalığın ruhsal dünyadaki etkisi ve bu
alandaki istidatlarının inkişafına da vesile olduğunu belirtir: “Hayat
musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki
eder, netice verir, tekemmül eder, vazi- fe-i hayatiyeyi yapar.” Hastalıkla
hayatının lezzetini kaybedenlere ise Bediüzzaman hayatın, Kuranî mesaja göre,
manasını hatırlatarak teselli verir: “Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve
dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı
hizmettir ve mahall-i ubudiyettir. Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve
sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor.”
Ek olarak hastalara teselli edici şu mesajları verir: Hastalık kazandırdığı
sevaplarla ömür sermayesini kazançlı kılar. Sıhhat belasıyla gaflete düşenlere
mukabil hastalıkla ahireti- ni düşünenler için hastalık bir ihsan-ı ilahi, bir
hediye-i Rabbanidir. Benzer anlamda Nursi Hastalar Risalesi Bakara Suresinin
156. Ayeti; “O kimseler ki, başlarına bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah’ın
kullarıyız; dönüşümüz de ancak O’nadır’ derler.” İle başlar ve hastalık bu
bağlamı içinde manevi bir derman olarak tanımlanır.110 İkinci olarak
hastaya sabır ve şükür tavsiye edilir ve hastalık ve ibadet ilişkisi nakledilir111,
110
“Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana
dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor.
Meyvesi bulunmazsa zayi (yok)olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor.
Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk
geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor-tâ meyveleri verdikten sonra
bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darbımesel
(atasözü) dillerde destandır ki, “Musibet (bela) zamanı çok uzundur; safâ
(eğlence rahatlık) zamanı pek kısa oluyor.”
111
“Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu
hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünkü
ibadet iki kısımdır. Biri müsbet (pozitif) ibadettir ki, namaz, niyaz gibi
malüm ibadetlerdir. Diğeri menfi (negatif) ibadetlerdir ki, hastalıklar,
musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîmine
iltica eder, ( merhamet sahibi yaratıcısına yönelir) yalvarır. Hâlis
(katışıksız) , riyâsız (gösterişten uzak) , mânevi bir ibadete mazhar olur
(kavuşur). Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekvâ (şikayet) etmemek
şartıyla, mü’min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha vardır. ( Doğru Hadis
rivayetleri - el-Elbânî, Sahîhu Câmii’s-Sağîr, 256.) Hattâ bazı sâbir (sabreden)
ve şâkir (şükreden) hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne
geçtiği ve bazı kâmillerin (olgun insanlar) bir dakikası Üçüncü olarak
hastalığın insana bir rehber olduğu ifade edilir; “İşte hastalık bu nokta-i
nazardan (bakış açısından) hiç aldatmaz bir nâsih (nasihatçı) ve ikaz edici
(uyarıcı) bir mürşid- dir (yol gösterici). Ondan şekva değil, belki bu cihette
(yönüyle) ona teşekkür etmek, eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir.
Evet, hastalık bu mânâyı bize ihtar edip der ki: “Senin vücudun taştan,
demirden değildir. Belki daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip
edilmiştir (oluşturulmuştur) Gururu bırak, aczini anla. Mâlikini (sahibini)
tanı, vazifeni bil, dünyaya niçin geldiğini öğren. ” Kalbin kulağına gizli
ihtar ediyor. Hem madem dünyanın zevki, lezzeti devam etmiyor. Hususan meşru
(uygun) olmazsa, hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor. O zevki
kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilâkis hastalıktaki mânevi ibadet
ve uhrevî sevap cihetini düşün, zevk almaya çalış. Yani, “Herşey zıddıyla
bilinir.” Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk
olmazsa hararet (ısı) anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet
vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet (hastalık) olmazsa
âfiyet zevksizdir. Maraz (hastalık) olmazsa sıhhat lezzetsizdir. ”
Dördüncü olarak hastalık ve
günahlardan arınma ilişkisi açıklanır; “Ey âhiretini düşünen hasta! Hastalık,
sabun gibi, günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar keffâretü’z-zü-
bir gün ibadet hükmüne
geçtiği, rivâyât-ı sahiha ve keşfiyat-ı sadıka (doğru keşifler) ile sabittir.
Senin bir dakika ömrünü bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü kazandıran
hastalıktan teşekkî (şikayet) değil, teşekkür et. Eğer hastalık olmazsa,
sıhhat ve âfiyet (selamet) gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti
unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor. Sermaye-i ömrünü bâd-ı
heva (nefis rüzgarı) boş yere sarf ettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü
açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: “Lâyemut (ölümsüz) değilsin, başıboş
değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini
bil, öyle hazırlan. ” nub (günahların keffareti) olduğu
hadis-i sahihle sabittir. Hem hadiste vardır ki, “Ermiş ağacı silkmekle nasıl
meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.”222
Günahlar, hayat-ı ebediyede (sonsuz hayatta) daimî hastalıklardır; bu hayat-ı
dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır. Sen eğer
sabredip şekva (şikayet) etmezsen, şu muvakkat (geçici) bir hastalıkla daimî
pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun. Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut
âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık
var ki, milyon defa şendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryad
et. Çünkü, bütün dünyanın mevcudatıyla (varlıklarıyla) kalbin, ruhun ve nefsin
alâkadardır (ilgilidir) . Mütemadiyen (sürekli) firak ve zeval ile (ayrılık ve
yok olmayla) o alâkalar kesilip, sende hadsiz (sonsuz) yaralar açılır. Bahusus
(özellikle) âhireti bilmediğin için, ölümü idam-ı ebedî (sonsuz yokoluş)
tahayyül ettiğinden (hayal ettiğinden) , adeta, güya yara bere içinde, dünya
kadar hastalıklı bir vücudun var.”
Hastalık ve günah bağlamı içinde şifa-iman ilişkisi açıklanır113,
bu tanımlamada iman şifa veren bir ilaçtır; ”İşte en ev- 11-1 Buharı, Merdâ: 1, 2, 13, 16; Müslim,
Birr: 45; Dârimî, Rikâk: 57; Müs- ned, 1:371, 441, 2:303, 335,
3:4, 18, 38, 48, 61, 81.
113 “Ey hasta kardeşler! Siz gayet nâfi (faydalı) ve her derde
devâ ve hakikî lezzetli kudsî (kutsal) bir tiryak (ilaç) isterseniz, imanınızı
inkişaf ettiriniz (geliştiriniz). Yani, tevbe ve istiğfar (af dileme) ile ve
namaz ve ubudiyetle (kullukla) , o tiryak-ı kudsî (kutsal ilaç) olan imanı ve
imandan gelen ilâcı istimal ediniz (kullanınız). Evet, dünyaya muhabbet ve
alâka yüzünden, güya, adeta ehl-i gafletin dünya gibi büyük, hasta, mânevi bir
vücudu vardır. İman ise, o dünya gibi zeval ve firak (yok olma ve ayrılma)
darbelerine, yara ve bere içinde olan o mânevi vücuduna birden şifa verip,
yaralardan kurtarıp hakikî şifa verir. İman ilâcı ise,ferâi- zi (farzları)
mümkün oldukça yerine getirmekle tesirini gösteriyor. Gaflet ve sefahet ve
hevesât-ı (ilacın) tesirini men eder (engeller) . Hastalık vel, hadsiz
(sonsuz) yaralı ve hastalıklı bu büyük manevî vücudun hadsiz hastalıklarına
kat’î ilâç ve kat’î şifa verici bir tiryak (ilaç) olan iman ilâcını aramak ve
itikadını (inancını) düzeltmek gerektir ki, o ilâcı bulmakta en kısa yol, bu
maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve
zaafın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâlin (Büyük ve her şeye gücü yeten
Allah’ın ) kudretini ve rahmetini tanımaktır. Evet, Allah’ı tanımayanın, dünya
dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürurla
doludur; derecesine göre, iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen mânevî
sürür (neşe) ve şifa ve lezzet altında, cüzî (küçük) maddî hastalıkların elemi
(acısı) erir, ezilir.”
Hastalar risalesinde hastalığın hikmeti,
hastalığın bir ödül olması ve Allah’ın sevdiği kullarına bunu vermesiyle açıklanır.[113]
[114]
Nursi risalesinde hastalığı tedavi açısından da ele alır ve hastaların
doktorlara gitmesini tavsiye eder. Nursi’ye göre hastalıklar genellikle
israftan kaynaklanmaktadır.115 Son olarak tedavi ve şifanın
bağlamı belirtilir: “Tedavi için ilâçları almak, istimal etmek (kullanmak)
meşrudur; fakat tesiri ve şifayı Cenâb-ı Haktan bilmek gerektir. Derdi O
verdiği gibi, şifayı da O veriyor. ”
cxvı -Hâzı l< (doktor) ,
mütedeyyin (dindar) hekimlerin (doktorların) tavsiyelerini tutmak, ehemmiyetli
bir ilâçtır. Çünkü ekser (çok) hastalıklar sû-i istimâlâttan (kötü
kullanımlar), perhizsizlikten ve israftan ve hattattan (hatalardan) ve
sefahetten (uygunsuz eğlence) ve dikkatsizlikten geliyor. Mütedeyyin hekim
(dindar doktor) , elbette meşru (uygun) bir dairede (durumda) nasihat eder ve
vesâyâda (tavsiyelerde) bulunur. Sû-i istimâlâttan, israfattan (israflardan)
men eder (yasak koyar) , teselli verir. Hasta o vesâyâ (tavsiyeler) ve o
teselliye itimad edip (güvenip) hastalığı hafifleşir; sıkıntı yerinden bir
ferahlık verir.”
Bioenerji: Alternatif
tıp alanında geniş paramedikal yaklaşımlar ailesinde, "elle yapılan
iyileştirmeler” adı altında toplanan yöntemler ayrıcalıklı bir yere sahiptir.
Bu yöntemler, sayıca kalabalık -sadece XIX. ve XX. yüzyıllarda yüz kadarı kayda
geçirilir- ve eşine az rastlanır bir çeşitliliktedir. Çağlar boyunca, bütün
kültürlerde, hastalığı ve iyileştirmeyi bir "enerjinin” hareketine
bağlayarak açıklayan bilginler olmuştur. Tıpkı bu bakış açısından doğan
tedavilere verilen adlar gibi, bu temel doğal güce verilen adlar da çok sayıda
ve çeşitlidir- bu anlayışın tıbbi bilimler tarihindeki farklı temsilcileri de
bu durumun altını çizerler. Franz Anton Mesmer (1734- 1815) bu enerjiye canhcı
manyetizma adını verir. Baron Kari Ludwig von Reichenbach (1788 - 1869) odik
güç (fiziksel bedenden yayılan manyetizma gücü,çn.)gibi yumuşak bir adı tercih
eder. Henri Bergson kendi hesabına yaşamsal atılımdan bahsederken Hans Driesch
eteleşi sözcüğünü seçer. Sigmund Freud insan duyguları üzerine yürüttüğü
gözlemlerini açıklamak için libido terimini kullanır. Freud’dan kısa bir süre
sonra William MacDougal hormik enerjiden bahsetmeyi tercih eder. Bu liste
neredeyse sonsuza kadar uzayabilir: Charles Littlefield ve yaşamsal
manyetizması, George Starr White ve kozmo - elektrik enerjisi , Wilhelm Reich
ve orgunu... Güncel enerji tedavileri, rağbette olan bilimsel hayal gücüne uygun
olarak, insan bedenini, çoğunlukla, sürekli etkileşim halindeki
elektromanyetik alanlardan oluşan bir ağ olarak değerlendirilirler. Söz konusu
tedavilerin uygulamacıları, hastalıkların enerji alanlarındaki
düzensizliklerden doğduğunu ve bu alanlara müdahale ederek, özellikle de
düzensizliği gidererek hastalığı tedavi edebileceklerini hesaplarlar. Tüm bu
yaklaşımlar, bazen kendilerine rağmen, XIX. yüzyılın ortasında yorumlanan ve
Mesmer’in tanıttığı bir manyetizma anlayışının izini taşır. Güneşin, aym ve
gezegenlerin çekim güçlerinin sinirsel akışkanlığı hastalıklar yaratacak kadar
çok etkileyebileceğine inanan Mesmer, mıknatısların tedavi aracı olarak
kullanılabileceği savını ortaya atar. Bu manyetik güç, radyoaktivitenin
1990’larm ortalarında simgelediği şeyi simgeler: Denetim altına alınamaz,
anlaşılması zor ve hem iyilik hem de kötülük yapabilecek bir güç. Bugün
kullanılan tıbbi tedavi yöntemlerinin yanısıra insanlar, birçok sebeplerden
dolayı, (örneğin farmakolojinin aşırılığı), hastalıklarının tedavisi için halk
tıbbmdan da yararlanma arayışlarına girmişlerdir. Bunların içinde özellikle
elle tedavi (manual therapy) ve biyo- enerji ile tedavi yöntemi, en doğal ve
etkili olanıdır. XX. Yüzyılın başında Sovyetler Birliğinde, V.l. Behterev ve
diğer bazı bilim adamları, insanın bir biyoenerji alanına sahip olduğunu fark
etmişler, bu konuda araştırmalar yaparak birçok kitap ve makaleler
yazmışlardır. Başlangıçta başarıyla sürdürülen bütün bu çalışmalar, bir süre
sonra “Marksizm-Leninizm’e uygun olmadığı için” yasaklanmış ve açılan
fakülteler kapatılmıştır. Dolayısıyla uzun bir zaman biyoenerji ile ilgili
hiçbir bilimsel araştırma yapılmamıştır. Hatta basında çıkan biyolojik alan ve
bağlantılı olaylarla ilgili makaleler de alay konusu olmuştur. Bugün ise, bilim
adamları ve kamuoyu artık biyolojik alanın varlığını kabul etmektedir.
Çigong: Çigong, Antik
Çin’in kültürel bir mirasıdır. Yaşam enerjisi üzerinde uzun sürelerle kararlı
olarak çalışmaya ve bu konuyu incelemeye Çigong denir. Çigong, “çi” ve “gong”
sözcüklerinden türemiştir. Çi, evrenin temelindeki enerji, doğal güç,
canlıların bedenlerindeki yaşam enerjisi şeklinde tanımlanabilir. Gong ise, iş,
kararlı çalışma demektir. Gong sözcüğünün başına getirilen ek, ne işi ya da
çalışması olduğunu anlatır. Tıbbi Çigong geleneksel Çin tıbbının önemli bir
parçası ve Çin’e özgü bir koruyucu sağlık yöntemi olarak görülür. Geçmişi antik
çağa kadar gider, en azından dört bin yıllık bir tarihi vardır. Geleneksel Çin
tıbbına göre birçok hastalık zihindeki dengesizliklerden kaynaklanır, bedenlerimizdeki
yaşam enerjisi döngüsü ise zihinle bağlantılıdır. Böylece sağlığın
korunmasında zihnin ve yaşam enerjisinin düzenlenmesi büyük önem kazanır.
Tarihi kayıtlar, dört- bin yıl önce Çin’de insanların, dans karakterli bir
hareket dizisiyle hastalıklarını tedavi ettiklerini, enerji ve solunumlarını
düzenlediklerini göstermektedir. Çigong beden, soluma, zihin ve yaşam enerjisi
düzenleme temelleri üzerine kuruludur. Uygulamalar belli duruş, devinim,
soluma, imgeleme ve zihin odaklama yöntemlerini içerir. (Aşkın,2010)
Düşünümsellik: Düşünümsellik Giddens’m yapılaşma teorisinde merkezi
konumda olan kavramlardan biridir. Gid- dens için, düşünümsellik yaptıklarımız
üzerinde sürekli düşünme, kendimiz ve durumumuzla ilişkili bilgileri alma ve
etkinliklerimizi bunlara göre değiştirme yeteneğimizi anlatır. Düşünümsellik,
insanların toplumsal gerçekliği aktif bir biçimde inşa etme yolu olduğu için, içinde
oluştuğu sosyal bağlamdan bağımsız olamaz ve bu gerçekliğin tamamlayıcı bir
parçasıdır. (Tucker, 1998, 57)
Düşünümsel
Modernlik: Batılı toplumlarm yeni çağı tartışmaları
içinde gelişen Post-modem yaklaşım karşısında yaşanılan gerçekliği yine bir kırılma
ve kopuş nosyonu çerçevesinde değerlendirerek modernliğin farklı bir evresine
girildiğini ileri süren yaklaşımlar ortaya çıkmıştır. Kuramsal açıdan bu
yaklaşımlar sosyolojinin modernlik teorisini gözeten yeniden
biçimlendirilmesidir. Bu kuramcılar: modernliğin bu evresinde
“düşünümsellik”(reflexive) derecesiyle, modern toplumlarm kendi üzerlerine
düşünmek zorunda kaldıkları ve aynı zamanda gerisin geri kendi üzerlerine
düşünme yeteneğini geliştirdikleri bir noktaya vardıklarını kastederler. Bu yaklaşıma
göre modernlik kendisini şimdiye kadar dar bir şekilde “sanayi toplumu” olarak
görmüştü. Gelgelelim, sanayi toplumu çok eksik anlamda moderndir; feodal
kalıntıların süreklilik arz etmesinden ötürü değil, kendi pratikleri ve
kuramlarının Aydınlanma tarafından tasarlandığı haliyle modernliğin evrensel
ilkelerini yadsımasından ötürü, sanayi toplumu “yarı-modern bir toplum”dur. Bu
bağlamda düşünümsellik tartışmaları içinde “risk toplumu”, yeni bir toplum
tanımı olarak karşımıza çıkar. Risk toplumu açısından, klasik sanayiciliğin
çizdiği yolda devam etmenin kendi kendini yok etme riskine atılmak olduğunu
kabul edilir. Şimdi gerekli olan daha az sanayileşme, ama buna karşılık daha
fazla modernleşmedir -modernlik ilkelerinin, kapitalist sanayi toplumunun
tehlikeli ölçüde kısıtlayıcı pratiklerine ve perspektiflerine daha fazla
uygulanması. Bunun sonucu, Bauman ve Huyssen’in post-modem perspektiflerinin
de tasarlandığı gibi, modernliği kendisinin sınırlı bir kısmına kölelik
etmekten kurtarmak, rasyonel düşünüm ve çok- cepheli gelişim açısından taşıdığı
potansiyeli sonuna kadar serbest bırakmak olacaktır. Tıpkı modernleşmenin
ondoku- zuncu yüzyılda feodal toplum yapısını çözmüş ve sanayi top- lumunu
üretmiş olması gibi, bugünde modernleşme sanayi toplumunu çözmekte ve başka bir
modernlik doğmaktadır. Bugün, gelişkin batı dünyasında modernleşme kendi
ötekisini tüketti ve kaybetti ve şimdi de işlevsel ilkeleriyle birlikte bir
sanayi toplumu olarak kendi öncüllerini kemiriyor. Modem- lik-öncesi deneyiminin
sağladığı ufuk içerisinde, modernleşmenin yerine düşünümsel modernleşme
geçmektedir.
Fengshui:
Günümüzde bilim adamları tüm evrenin bir
titreşime sahip olduğunu ve bir enerji gücü ile birbirine bağlı olduğunu kabul
etmektedir. İşte Feng Shui, bu yaşamsal enerjiye Chi diyor. Bu enerjinin nasıl
doğru olarak hareket ettiğini öğrenirsek, Chi’den en iyi şekilde yararlanabilir
ve yaşantımızda önemli iyileşmeler sağlayabiliriz. Çünkü Chi yaşam veren bir
enerjidir. Bu nedenle bir binanın nereye, hangi konumda inşa edilmesi veya bir
evin, odanın nasıl dekore edilmesi gerektiği önemlidir. Tüm bu düzenlemelerin
amacı, ortamda denge, uyum ve doğru Chi akışını sağlamaktır. Feng Shui,
Günümüzden 3500 yıl önce ortaya çıkan Feng Shui, çevreyi insana, huzur,
mutluluk, refah ve sağlık getirecek şekilde düzenleme sanatıdır.
Güven: Gündelik hayat
düzeyinde güvenin yitimi, bazıları soyut sistemlerin kendilerinin sürmesi için
tamamen önemsiz olabilen çeşitli biçimler alabilir. En önemlisi, soyut
sistemlerde güvenin, kendileri de değişime açık olan/değişi- me uğrayan
kollektif yaşam biçimi motifleri ile yakından ilintili olmasıdır. Yerel ve
merkezi niteliğinden ötürü geleneksel uygulamalar yerleştirilmiştir (embedded):
Bunlar gündelik rutini devam ettiren normatif niteliklere karşılık gelir. Geleneksel
faaliyet bağlamına uyarlandığında, “yaşam biçimi” nosyonunun bir anlamı yoktur.
Modern toplumlarda yaşam biçimi seçenekleri hem gündelik hayattan oluşmaktadır
hem de soyut sistemlere sıkıca bağlıdır. Gelenekten bir kez koptu mu,
modernliğin bütün kuramsal aygıtının, güvenin potansiyel olarak geçici
mekanizmalarında temel bir anlamı vardır. Modernliğin zorlayıcı niteliği,
özellikle bilimin üstün otoritesi tarafından desteklendiğinde, prometheci tipi
güdü hükmettikçe çoğunlukla gözden uzak kalacaktır. Ancak bu faktörler bugün
olduğu gibi sorgulandığında, yaşam biçimi motifleri ile küresel toplumsal
genişleme süreçlerinin rastlantısal baskısı altına girerler. Yaşam biçimi
uygulamalarında değişiklikler çekirdek olan soyut sistemler için büyük ölçüde
tahrip edici olurlar. Örneğin modern ekonomilerde tüketimden genel bir
uzaklaşmanın çağdaş ekonomik kurumlar için çok büyük sonuçları olur. Giddens bu
argümanların akabinde “zorunluluğun” donmuş güven olduğunu tartışmaya açar; “zorunluluk,
bir amacı olmayan ancak kendini devam ettiren bir bağımlılıktır. Bağımlılık
ise; yalan söylememiz gereken herhangi bir şeydir. Bağımlılık, geleneğin
sağladığı ve güvenin bütün biçimlerinin doğru saydığı dürüstlüğün tam tersidir.
Bu bağlamda soyut sistemler dünyası ve potansiyel olarak açık yaşam biçimi
seçenekleri aktif/etkin çatışma/taahhüt gerektirir. Başka deyişle,
alternatifler seçimi göz önünde bulundurularak güven duyulur/sunulur. Bu tür
alternatifler beklenmeyen bağlılıklar -mecburiyetler- tarafından süzgeçten
geçirildiğinde, güven yineleyen basit aciliyete dönüşür. Donmuş güven,
gündelik hayatın içeriğine hükmeden soyut sistemlerle tekrar çatışmayı
engeller. Mecburi yinelemenin dışındaki alanları diyalektik kayıp ve tekrar
tahsis etme/ayırma, daha geleneksel toplumsal düzenlemelerle daha net zıtlık sunarlar.
Geleneklerin gizemli niteliği muhafızlardan diğerlerine aktarılabilecek bir
şey değildir; muhafızların hakikate sahip olmaları, yetkilerinin olması,
onları nüfusun geri kalanından ayırmaktadır. Sıradan insanlar bu niteliği çok
seyrek paylaşırlar -kutsal aleme geçici olarak doğrudan ulaşabildikleri dini
törenlerde olduğu gibi.”(Giddens, 1994b,91)
Kinesioloji:
Kinesioloji, “hareket eden kaslardaki
enerji akışının kontrolü” demektir. Kinesiolojinin amacı, bedensel enerjileri
harekete geçirerek bedensel ve ruhsal dengeyi sağlamaktır. Kollar ve bacaklar
gibi kasların rahat test edilebileceği bölgelerde uygulanan baskı ve bedene
soru sorma yöntemi ile sağlığımızla ilgili pek çok bilgi edinebilir ve yapmamız
gerekenleri de öğrenebiliriz. Kinesioloji, “kiropratik, akupunktur” gibi birçok
Batı ve Doğu tekniğini kendi içinde barındırmaktadır. Kinesioloji’de kaslar çok
önemli bir yer tutar. Çeşitli kas hareketlerinin yardımı ile bedendeki enerji
blokajları ortaya çıkartılır. Kinesioloji, 1960’h yıllarda Amerikalı
Kripraktör Dr. George Goodheart tarafından geliştirilmiştir. Onun görüşüne
göre adalesel denge tüm organların doğru çalışması için önemli bir önkoşuldur.
Her adele bir Chakra ve belirli organlarla ilişki halindedir. Dolayısıyla kaslardaki
bir yorgunluk bir enerji tıkanmasının belirtisi olabilir ve buna bağh olarak
yorgunluklar, konsantrasyon bozukluk- lan ve psikosomatik şikayetler
belirebilir. Goodheart’a göre vücuttaki her adaleye bir de karşı adale karşılık
gelir. Buna göre bir adaledeki kasılmaların ve krampların çözülmesi, ancak o
adalenin karşı adalesinin güçlendirilmesi ile mümkün olabilmektedir.
Litoterapi:
Taşların tedavide kullanımı gelenek içinde
var olan bir uygulamadır. Litoterapi, kristallerin enerjilerinin insan
vücuduna yayılarak organizmayı düzene sokmasının bilimi ve sanatıdır. Taşların
sağlık üzerine yaptığı etkiler hakkında ortaya konan bilgiler, ilgili
sübjektif ve objektif bilim alanlarının tabiatına paralel olarak, doğruluğu
ispatlanmış nesnel bilgiler ve doğruluğu ispatlanmamış ancak genel geçer kabul
gören öznel bilgiler olarak ikiye ayrılır. Kristallerle tedavi konusu her
zaman şarlatanlık konusu olmuştur. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi uygulamayı
bilmeyenlerin insanları aldatması, İkincisi imitasyon taşların, gerçekmiş gibi
satılması. Sadece kuartz kristali ve akik taşının değil hemen hemen tüm değerli
ve yarı değerli taşların doğal tedavi alanında kullanılması eski dönemlerden
günümüze değin süregelen bir alışkanlıktır. Bunlar arasında elmas, zümrüt ve
yakut, geleneksel Tibet tıbbının en önemli alternatif tıp pratikleri arasında
yer ahr. Tibetliler eskiden zümrütü, sıcak deve sütüne katarak zehirlenen
insanlara içirmek suretiyle tedavi etmek için kullanmışlardır. Taş vasıtasıyla
vücuttaki zehir emilerek, vücuda yayılması önlenmeye çalışılmıştır. Sağlık için
kullanılan diğer bir taş ise şifa olmayacağı hiçbir derdin olmadığına inanılan,
hastalıklardan korunma anlamına gelen yakuttur. Öyle ki sindirim
bozukluklarında, sağırlıkta, beslenme sorunlarında, yutmak suretiyle tedavi
yoluna gidilmiştir. Polonya’da günümüzde dahi yakuttan yapılan içki, solunum
hastalıklarında, boğaz ağrılarında ve soğuk algınlığında tedavi yöntemi olarak
kullanılmaya devam etmektedir. Bu konudaki ilgi çekici uygulamalardan biri
ise, taşların toz haline getirilerek çeşitli yöntemlerle vücuda adapte
edilmesidir. Bunlar arasında örneğin ezilmiş yakutun, tütün gibi içe çekilerek
solunması, elde edilen tozun, baharatlara karıştırılmak suretiyle ağız yoluyla
vücuda direkt olarak alınması ya da yaralı bölgeye sürülerek vücutla temas
ettirilmesidir. Yakut taşında yüzde sekiz oranında bulunan “yakut asitinin”
organizmada yaşlılığı bile önleyerek vücudun daha sağlam olmasını, kalp kaslarının
güzel çalışmasını sağlamasını mümkün kılabileceği ve hatta sigaranın
zararlarını belli bir derecede nötrleyerek kanseri önleyebileceği ifade
edilmektedir. Eski Hint kaynaklarına göre, taşlar uzaydan gelen yedi tür
enerjiyi emerek sindirmektedir. Modern bilimde ise bu yedi tür enerji kavramı
henüz hiçbir şekilde açıklanamamıştır. Ancak uzaydan ve güneşten gelen bazı
ışınların, örneğin gamma-ışmlanmn, morötesi ışınların taşlara tesir ettiği
bilinmektedir. (Alkan,2012, “Kristallerin Enerjisi: Litoterapi”)
Modernlik ve Gelenek: Yapılaşma
teorisinde modernlik tamamlanmış bir süreç değildir. Bu argüman özelde postmo-
dern yaklaşımlara karşı bir itiraz anlamını taşır. Giddens’a göre klasik
sosyolojinin modernlik değerlendirmesinde üç temel sorun bulunmaktadır;
birincisi; modernliğin teşhis edilmesiyle ilgilidir, İkincisi; sosyolojik
analizin odağı olan toplumun nasıl tanımlandığı konusudur. Üçüncüsü; sosyolojik
bilgiyle modernliğin karakteristikleri arasında varolan bağlantılara yönelik
belirlemedir. (Esgin, 2008) Giddens ilk başta klasik sosyolojinin modernliğin
doğasına ilişkin toplumsal değişmede tek etmen yaklaşımına itiraz eder. Mo-
demlik çok boyutlu bir nitelik taşımaktadır. Dolayısıyla çeşitli
sosyolojik teorilerde yer alan yaklaşımlar yeniden formüle edilmelidir. Bu
anlamda Giddens modernliğin doğası hakkında teorik bir sentez arayışmdadır.
İkinci olarak toplum kavramı ve ulus-devlet bağı önemlidir. Üçüncü olarak modernliğin
ürünü olan sosyoloji ile modernliğin karakteristikleri arasındaki ilişkinin
önemidir. Bu bağlamda modernliğin ayırıcı dinamikleri, zaman-uzam genişlemesi,
yerinden çıkarma mekanizmaları ve kurumsal düşünümsellik kavramları
aracılığıyla çözümlenebilir. Yapılaşma teorisi içinde gelenek fenomeninin yerleştirildiği
ilk bağlam rutin kavramsallaştır- masıdır. Rutin gündelik yaşamda yapanlar
tarafından gerçekleştirilen eylemlerin kendi kendini yineler olma niteliğidir.
Yinelenir olma niteliği, toplumun yeniden üretiminin temelini
oluşturmaktadır.(Giddens, 1999,26) Varlıksal güvenlik duygusunun devamı ve
toplumsal hayatın rutin karakteri arasında niçin yakın ilişki olması
gerektiğini görmek zor değildir. Rutinin güçlü olduğu yerlerde, davranışın
rasyonali- zasyonu aktörün temel güvenlik sistemini etkileşimde yer alan ve
karşılıklı bilgi olarak kullanılan uzlaşmalara bırakır. Giddens’m “yapılaşma
teorisi”, öncelikle pozitivizmin sorunlarını aşma girişiminde bir olgu olarak
geleneğe başvurur. Klasik sosyolojik teoride sadece modernliğin açıklanmasında
bir fenomen, bir araç olarak yer alan gelenek, yeni durumda yine modernliğin
karakteristiklerinin açıklanmasında kullanılan bir araç olarak yer edinir
ancak bu sefer sadece bir fenomen olarak değil bir olgu olarak. “Giddens,
sosyal teorinin kendini öncelikle ondokuzuncu yüzyıl toplum felsefesi ve
düşüncesinden kurtarması gerektiğini düşünür.” (Tatlıcan, 2005, 4) Bu Bağlamda
ilk olarak “Giddens, sosyal hayatın evrensel ‘yasalar’ı olamayacağını öne
sürer. Ona göre, insan davranışları doğa bilimlerinde mümkün olan kesinlikte
önceden kestirilemez, zira bu davranışlar insanların niyetleri, amaçları ve
onlara bir anlam ve bağlam kazandıran tarihsel olarak değişen anlamlara göre
farklılık gösterecektir.” (Tatlı- can, 2005, 28) İkinci olarak Giddens evrimci
yaklaşımın tarihle toplumsal değişmeyi özdeşleştirdiğini ileri sürer ve ilerlemeci
tarih anlayışını reddeder. Bu doğrultuda da Giddens, sosyolojinin tarihsel
açıklama dikotomilerinden tamamen uzak durmaya çalışır; “(Gelenek/Modern) bu
tür dikotomik kavramlar kesinlikle aydınlatıcı olmaktan uzaktır; onların
kusurlarının kaynağı, iç-dinamikçi gelişme modelleriyle ilişkileri ve bu
ilişkinin sıkça işe karışmasıdır. Daha ziyade üstü örtülü ifade edilen bu iki
kabulün, yani bir toplumun kurumsal niteliğinin her şeyden önce o toplumun
ekonomik veya teknolojik gelişme düzeyi tarafından belirlendiği ve bu yüzden
ekonomik açıdan en gelişmiş toplum veya toplumlarm belirli bir zaman diliminde
diğer toplumlarm sonraki gelişimlerinin mevcut bir imgesini oluşturdukları
ön-kabulleri karşısında dikkatli olunmalıdır.” (Giddens, 2005, 414) “Artık,
dikotomik karşıtlık eleştirilerinde, bunun yerine, belirli toplumlarda
geleneksel ve modernin muhtemel farklı ‘karı- şımları’ndan söz edilir.”
(Giddens, 2005, 415) Yapılaşma teorisinde gelenek ‘en saf ve en masum
toplumsal yeniden-üre- tim biçimidir. Geleneğin, yani toplumsal yeniden üretim
süreçlerinin egemen konumda olduğu toplumlarda, çağdaş sanayileşmiş
dünyadakinden farklı geçmiş, bugün ve gelecek bilinçleri iç içe geçmiştir.
“Geleneksel kültürlerde gelenek gibi ‘zaman’mda bir zaman bilincine dayalı
bağımsız bir boyut olarak görülmediğini söylemek mantıklıdır; toplumsal haya-
tm zamansalhğı, ifadesini, -toplumsal etkinliğin döngüselli- ğinin egemen
konumda olduğu- gelenek tarafından desteklenen geçmiş ve bugünün iç içe
geçişinde bulur. Zaman bağımsız ve özü gereği nicelleştirilebilir bir olgu
haline gelirken, kuşkusuz kıt ve kullanılabilir bir kaynak olarak görülmeye
başlanır.” (Giddens, 2005, 379) “Gelenekle yönetilen toplumlar da, tekrarın ve
yeniden-üretim döngüsel karakteri zaman deneyimine ve planlamasına dolaylı
olarak ayarlıdır. Ancak, ‘doğrusal zaman bilinci’ egemen konuma geldiğinde bile,
kendini asla tamamen döngüsel kılığıyla göstermez. Takvimler ve saatlerin
ardışık zaman hareketi içinde yer almaları gibi, günlük, haftalık ve yıllık
zaman dönemleri de çağdaş toplumlardaki toplumsal etkinliklerin düzenlenmesinde
döngüsel özelliklerini sürdürürler.” (Giddens, 2005, 384) Giddens’a göre
(2001); gelenek geçmişin şimdiki zamanda yaşama ve bu yolla da geleceği
belirleme aracıdır ve şu niteliklere sahiptir; (l)her zaman olmasa da kolektif
tören biçimini alan ritüellere dayanır; (2) tekrarı ve bu yüzden de belirli
bir klasikliği içerir; (3) dolaylı yoldan ‘ritüel gerçek’ kavramını ifade
eder. Geleneğin gerçekliği, ortaya çıktığı uygulama kiplerinde verilidir. Bu
uygulama, bir şeyi yapmanın geleneksel biçimiyle, akılcı veya bilimsel
soruşturmaya dayah biçimi arasındaki farkların düğüm noktasıdır. (4) Gelenek
her zaman kolektiftir; bireyler kendi ritüellerine sahip olabilirler, ama
gelenekler gruplara aittir. Bunun sebebi, Maurice Halbwach’m işaret ettiği
gibi, geleneğin kolektif hafızanın bir biçimi olmasıdır. (5) Gelenek, ritüeller
yoluyla deneyimleri aktarır. Gelenek ritüel içerir ve bu durum açısından geleneğin
ritüele bağh yönleri basitçe onun “düşüncesiz”, otomasyon benzeri niteliğinin
bir parçası olarak düşünülebilir. Ama Giddens’a göre gelenek aktif ve
yorumcudur. Bu anlamda da Giddens, ritüelin gelenekler üzerinde bütünlük ihsan
eden toplumsal yapılar için tamamlayıcı olduğunu öne sürer; ritü- el
muhafazanın sağlanmasının pratik bir aracıdır. Ritüel uygulamada geleneği ağma
düşürmektedir, ancak ritüelin aynı zamanda gündelik faaliyetlerin pratik
görevlerinden az ya da çok açıkça ayrılma eğiliminde olduğunun anlaşılması da
önemlidir. Gelenek, sadece belirli insanların tam olarak sahip olabileceği
“hakikat” ihtiva eder. Hakikat lisanın referans özelliklerine değil tam tersi
özelliklerine bağlıdır; ritüel lisanı temsilidir ve bazen konuşmacıların veya
dinleyicilerin güçlükle anlayabilecekleri kelimeler veya uygulamalar içerebilir.
Hakikat yapısına rağmen değil, hakikat yapısı nedeniyle ritüel doğrunun bir
mekanizmasıdır. Ritüel konuşma ihtilaf halinde bulunmayı veya aksini iddia
etmeyi anlamsız kılacak bir konuşmadır -ve böylelikle ritüel konuşma ihtilaf
ihtimalinin azalmasında etkili bir araç barındırmaktadır. Şüphesiz bu
zorlayıcı niteliği için önemlidir.(Giddens,1994,64)
Risk:
Giddens küreselleşme bağlamında geleneği
konu edinirken ilk önce risk temasını ele ahr; “Aydınlanmanın kesinlik
iddialarının kaynağında paradoksal olarak daima yer almış olan metodolojik
şüphe -radikal şüphe- olduğu gibi açığa çıkmaktadır. Geleceği ne kadar çok
kolonileştirmeye çalışırsak o da bizi o kadar çok şaşırtmaya devam edecektir.
Bu yüzden modernliğin girişimlerinde merkezi olan risk nosyonu iki aşamadan
geçmektedir. İlk başta, gelecek işgal edildikçe sınırları (hem içe hem dışa)
kapamanın bir aracı olan gerekli bir hesabın parçasından başka bir şey değilmiş
gibi görünür. Bu biçimde risk, sigorta kuruluşlarının çalışmalarının
istiatistiksel bir parçasıdır; bu risk hesaplarının çok kesin oluşu adeta
geleceği kontrol altına almada başarılı olunacağının işaretini vermektedir. Harici
doğanın ve gelenek tarafından koordine edilen toplumsal hayat biçimleri de
dahil olmak üzere pek çok şeyin “verili” olduğu bir dünyada bu risktir. İnsan
toplumsallaşması tarafından doğa işgal edildikçe, ve hatta “sonlandıkça” ve
gelenek çözüldükçe yeni hesaplana- mazlık/tahmin edilemezlik biçimleri ortaya
çıkar. Diğer yandan modernlik küresel düzeyde deneysel hale gelmiştir. Hepimiz
ister istemez, insan faktörleri olarak bir zaman için kendimizin meydana
getirdiği - ama düşünülemeyecek ölçüde bizim kontrolümüzün dışında büyük bir
deneyin içine dahil olmuş durumdayız. Labaratuvardaki gibi bir deney değildir
bu. Çünkü sonuçlara belirli parametreler içinde hükmedemeyiz. Daha ziyade
istesek de istemesek de hepimizin katıldığı tehlikeli bir maceraya
benzemektedir. Küresel risklerle dolu büyük modernlik deneyi, geleneği
tartışmanın öneminden bahsederken Aydınlanman öncülerin akimda olan şey
kesinlikle değildi.
Shatsu:
Bize göre oldukça yeni bir kavram olan
Shiatsu da Uzakdoğu’da asırlardır kullanılan bir iyileştirme yöntemidir.
Japonca shi = “parmak” ve atsu = “basınç” kelimelerinden oluşan Shiatsu,
parmak ve avuç içleri ile uygulanan bir masaj tekniğidir. Ki denilen hayat
enerjisinin aktığı meridyenler (kanallar) üzerindeki belirli noktalara uygulanan
basınç sayesinde vücudun çeşitli bölgelerinde bulunan gerginlikler ve
kasılmalar giderilir. Önemli bir tedavi ve iyileştirme yöntemi olan Shiatsu,
aynı zamanda sağlıklı kişilerin sağlıklarını korumasına da katkı sağlar. Bu
yöntem, iğnesiz akupunktur ve “accupressure” olarak da bilinir. Eski Çin kökenli
olan Shiatsu’nun temeli, doğu felsefesi ve tıbbına dayanır. Buna göre beden ile
dış dünya arasında uyumlu bir dengenin kurulması ve korunması amaçlanır. Bu
dengenin bozulması, bir başka deyişle, hayat enerjisinin aktığı meridyenlerde
düzensizliklerin veya tıkanmaların oluşması sonucu bedende çeşitli
rahatsızlıklar veya hastalıklar nüksedebilir. Parmak ve avuç içleri ile
meridyenler üzerindeki belirli noktalara uygulanan basınç sonucu tıkanmalar açılır
ve böylece düzenli bir enerji akışı ve kan dolaşımı sağlanır. Bağışıklık
sisteminin güçlenmesine de katkı sağlayan Shiatsu ayrıca, hastalık sonucu
belirli noktalarda oluşan aşırı hassasiyet nedeniyle bir teşhis yöntemi olarak
da yaygın bir biçimde kullanılır. Doğu felsefesi ve tıbbına göre doğadaki tüm
canlılarda Yin (dişil enerji) ve Yang (eril enerji) uyumlu bir denge
içindedirler. Shiatsu, vücutta bulunan Yin ve Yang enerjilerini harekete
geçirerek düzenler, böylece bedende bir enerji dengesi oluşturur ve kişinin
sağlığına (doğal haline) kavuşmasına yardımcı olur. Doğu tıbbına göre bedenin
kendi içindeki dengesi ile bedenin dış dünyayla olan dengesinin bozulması
sadece hastalıklara yol açmakla kalmayıp, kişinin çevresi ile olan sosyal
ilişkilerini de olumsuz yönde etkiler. Bu tür dengesizlikler iç organlarda
bozukluklara ve hastalıklara yol açabileceği gibi, kişinin huzursuz, mutsuz
veya depresif olmasına da neden olabilir. Geleneksel tedavi yöntemleri (klasik
tıp) semptomları ortadan kaldırmaya yönelikken, doğu tıbbmda amaç bedendeki
enerji bozukluklarını dengelemek ve böylece hastalık nedenlerini ortadan
kaldırmaktır. Shiatsu’yu akupunktur gibi diğer Uzakdoğu kökenli iyileştirme
yöntemlerinden ayıran en önemli özelliği, yalnızca tek bir organa veya bedenin
bir bölümüne değil, vücudun tümüne uygulanması ve böylece iyileştirmeye
yardımcı olmasıdır. Bu açıdan Shiatsu, hem bedeni hem de ruhu dinlendiren ve
güçlendiren bütünsel (holis- tic) bir iyileştirme yöntemidir. (Aşkın,2010)
Tai
Chi: T’ai Chi Ch’uan, kökleri 5000 yıl
öncesine dayanan bir sağlık sistemidir. Günümüzde yalnızca Çin’de yirmi milyon
insan tarafından uygulanmaktadır. Pek çok önemli üniversitenin kulüplerinde ya
da eğitim programlarında yer alan T’ai Chi Ch’uan üzerine yapılan araştırmalar,
bu uygulamanın solunum yolları, kan dolaşım sistemi, kemik ve eklem
rahatsızlıkları gibi pek çok rahatsızlığın tedavisinde son derece etkili
olduğunu ortaya koymaktadır.
Yapı:
Giddens ‘yapı’ terimini aktörlerin kendi
etkinlikleri sırasında toplumu üretir ve yeniden-üretirken yararlandıkları
kurallar ve kaynaklar olarak tanımlar. Bu anlamda yapı sürekli ve gözle
görülür bir varoluşa sahip değildir. Daha ziyade yapı, eylemleriyle yapıyı
inşa ederken kurallar ve kaynaklardan yararlanan insanların bellek izleri
olarak anlaşılabilecek ‘soyut’ bir varoluşa sahiptir. İkinci olarak, yapı
sadece kurallar ve kaynakların insanların etkinliklerinde fiilen kullanıldığı
anlarda varolur. (Layder, 2006, 198) Giddens yapı ve sistem arasında bir ayrım yapar.
Sistem, yapı ile eylem arasında bağ kuran temel olgudur. Bir sistem,
eyleyenler arasında düzenli sosyal pratikler olarak düzenlenip yeniden
üretilmiş ilişkilere karşılık gelmektedir. Diğer bir deyişle, sistemler eyleyenlerin
yerleşik zaman ve uzam boyunca yeniden üretilen etkinliklerinden oluşmaktadır.
(Giddens, 1999) Giddens genellikle toplumsal davranışlar ve karşılaşmaların
zaman ve mekanda oluşturduğu patikalarla ilgilenir. (Layder, 2006, 194) Zamanın
farklı yanları veya farklı zaman anlayışları önemlidir ve gündelik
varoluşumuzda iç içe geçerler. Gündelik etkinliklerimizde iç içe geçen bu
farklı zaman boyutları toplumsal yaşantılarımızın sembolü olan mekansal örüntü-
lerle kesişirler. Giddens’m çalışmasında mekanı anlatan temel kavramlardan biri
“yerel” dir. Bu terim belirli bir alanın etkileşim ortamlarındaki
kullanımlarını anlatır. Giddens’m şemasının bir başka önemli özelliği,
toplumsal ilişkilerin za- man-uzam’da “ayrışmasıdır. Bu olgu modern toplumlarm
bazı ayırt edici özelliklerine işaret etmesi bakımından önemlidir. Bu
doğrultuda Giddens’a göre, kurumlar, zaman ve uzama derin bir biçimde
yerleşmiş sosyal pratiklerdir. Bu nedenle tüm sosyal kurumlar bireysel
eyleyenlerin eylemlerinden bağımsız değildir.
Yapının
İkiliği: Giddens, davranışın
rasyonalizasyonu- nun insani toplumsal etkileşimin evrensel bir özelliği olduğunu
ileri sürer. (Giddens,2005,399) Davranışın rasyonali- zasyonu, daima, toplumsal
hayatın ‘tekrar temelinde’ düzenlenmesini sağlayan yapının ikiliği bağlamında
işler. Düzen problemi’nin asıl odağı, yapının ikiliğinin toplumsal hayatta
nasıl işlediği, yani biçimsel sürekliliğin gündelik toplumsal faaliyetler
içinde nasıl sağlandığı problemidir. ‘Süreklilik’ terimi, gerçekten de, bir
toplumdaki istikrar-değişme ilişkisini araştırmada ‘sürme/devam etme’ gibi
sözcüklerden daha kullanışlıdır; zira süreklilikler en köklü ve kapsamlı
dönüşümlerde bile yer alır. Sosyal yaşam rutin eylemler aracılığıyla yeniden
üretilir. Rutinleşme, aynı zamanda, “toplum yaşamının gündelik etkinliklerindeki
güven duygusu ve varlıksal güvenliği sürdüren ruhsal mekanizmalar için
yaşamsaldır. (Es- gin, 2008,264)
Yapı ve Eylem Dikotomisi: Yapılaşma teorisinde, eyleyenler olarak aktörler, sosyal
yapı ile karşılıklı etkileşim çerçevesinde hem toplumu etkileyen hem de
toplumdan etkilenen bir öge olarak değerlendirilmektedir. Eyleyenlerin etkileşimlerinin
bir sonucu olan yapılar, kurallar ve kaynaklardan oluşur. Toplum, hem insani
eylemler tarafından biçimlenen hem de yapısal belirleyicilerin etkili olduğu
yapılaşma sürecinin bir ürünüdür. Böylelikle, yapılaşma teorisinde birey-
toplum ikiliği reddedilmektedir. Bunun yerine sosyal pratikler ve onların
toplumun yeniden üretilmesindeki etkisi üzerine odaklanılmaktadır. (Esgin,
2008, 241) Sosyolojik teoride sosyal analizde yer alan temel bölünmelerden
başlıcası olan yapı eylem karşıtlığı karşısında Giddens; “yapının ikiliği”
temelinde bir yaklaşım geliştirir. İki bağımsız ve karşıt fenomenden ziyade,
ikili bir doğaya sahip olan bir şeyin göz önüne alınması gerekir. Bu
formülasyonda yapı ve eylem doğaları gereği karşılıklı ilişki içindedir; onlar
aynı paranın iki yüzüdür. Yapının ikiliği teorinin çekirdeğidir ve sosyal teorideki
diğer düalizmleri aşacak, çözecek veya onların birlikteliklerini
sağlayabilecek temeldir. Bu kavram üretim ve yeni- den-üretim ilişkisini
açıklamamızı sağlar. Toplumsal üretim süreci, toplumsal hayatın üretilme
biçimiyle ilişkilidir. (Lay- der, 2006, 189) Yapının ikiliği, yapılaşma
teorisinde eşza- manhhk/artzamanhhk, statik/dinamik farklılaşmasının reddedilmesini
sağlar. Giddens’a göre, yapı ve eylem arasındaki bağlantıyı sosyal analizin
asıl merkezi kavramı olduğunu düşündüğü toplumsal pratikler -yani insanların
düzenli olarak yaptıkları ve yaşantılarının toplumsal dokusunu oluşturan
şeyler- sağlar. Toplumsal pratiklerin, pratik bilinçle birlikte sosyal
teorideki geleneksel iki düalizm arasındaki temel iliş- kilendirici uğraklar
olduğunu düşünür. Bunlardan ilkine iradeci ve determinist teoriler arasındaki
karşıtlık, yani bi- rey/toplum veya özne/nesne bağlamı. İkinci düalizm,
bilinçli ve bilinçsiz bilme tarzları arasındadır.(Giddens, 2005,125) Giddens
‘pratikler’ kavramına üretim ve yeniden-üretimin nasıl iç içe geçtiğini
göstermek için başvurur. (Layder, 2006) Toplumsal yeniden-üretim problemi
toplumsal hayatın nasıl rutinleştiği sorunuyla ilgilidir.
Yapılaşma
Teorisi: Yapılaşma teorisi, sosyolojinin
temel konusu olan modernliği hem bireyin ve onun eylemlerinin bir sonucu olarak
hem de modernliğin kurumsal boyutlarını yeniden ele alan bir süreç olarak
kavramaktadır. Böylelikle, Giddens, sosyolojik teorinin asıl ilgisi olan
modernlik konusunu yapılaşma teorisiyle yeniden ele almakta ve modernliğin
doğasına ilişkin daha kapsamlı açılımlar yapmaktadır. (Esgin, 2008, 169) Bu
yaklaşıma göre ilk olarak modernlik, modern toplumu ve endüstriyel uygarlığı
aynı anda anlatan, temsili bir kavramdır. Bu kavram; dünyaya karşı belirli
yerleşik tutumları, insanın müdahalesiyle şekil almaya açık dünya fikrini;
ekonomik kuramların karmaşık bir bileşimini, özellikle endüstriyel üretim ve
Pazar ekonomisini; ulus-devlet ve kitle demokrasisi dahil olmak üzere, belirli
siyasal kurumlan göstermektedir. Büyük ölçüde bu niteliklerin bir sonucu olarak
modernlik, daha önceki herhangi bir toplum tipine göre daha çok dinamik bir
yapıya sahiptir. Kendinden önceki kültürlerden farklı olarak geçmişte
yaşamaktan çok, gelecekte yaşayan bir toplum, daha teknik bir deyimle, bir
kurumlar bütünüdür. (Giddens, 2001,83) Yapılaşma teorisi, sosyolojik teori
geleneğinde yer alan teorilerlerden farklılığı nedeniyle sosyolojide değişik
açılardan değerlendirilmeye çalışılmıştır, örneğin Marshall sosyoloji
sözlüğünde teoriyi; “fiilen olup bitenler hakkında net hipotezler ortaya
koymaktan ya da gelişme yasaları saptamaktan çok, dünyada ne tür şeyler olduğunu
belirlemeyi öngören bir toplumsal ontolojidir.” Olarak değerlendirmektedir.
Yoga: Yoga’nm
mevcudiyetine ilişkin en eski arkeolojik bulgular, M.Ö. 3000 yıllarına kadar
gider. İndus vadisinde yapılan kazılarda ortaya çıkartılan bazı taş mühürlerde
yoga duruşlarını gösteren figürlere rastlanmıştır. Yoga’dan ilk kez, M.Ö. 2500
yıllarına ait kutsal yazılar olan Veda’larda bahsedilmektedir. Ancak Veda’larm
son kısımlarını oluşturan Upa- nişad’lar Yoga öğretisinin ve Vedanta
felsefesinin temellerini oluşturmaktadır. Vedanta’nm ana fikri şu şekilde
belirtilir: Bir tek mutlak gerçek ve bilinç vardır; o da bütün evrenin temeli
olan Brahman’dır. (Tanrı’dır) Yoga insana kendi benliğini tanımasını, dengede
tutmasını öğretir. Yaşam daha derinlemesine yaşanır. Çektiğimiz anlamsız
acılar, Yoga sayesinde yerini evrensel uyuma bırakır. Yogayla uğraşan insan,
kendi “özünün” farkmdalığım yaşar. Ve kendini evrendeki her şeye çok daha yakın
hisseder. Canlı, cansız her şeye daha derin bir sevgi duyar. Onlarla
bütünleşir. Yoga, mutlu ve aydınlık bir insan olmanın yöntemidir. Yoga bir din
değildir. İnsanları fiziksel, zihinsel ve ruhsal disiplin yoluyla mutluluğa,
başarıya ve “aydmlanma”ya ulaştırmayı amaçlayan bir felsefedir. (Aşkın,2010)
ABRAMS, R. (1989), "Ou t of the Blue: the Rehabilitation of
Electro- convulsive Therapy”, The Sciences, November/December,s.25-30
ADIBELLÎ,
R. (2011), Mircea Eliade ve Din, îz yayıncılık
AICKIN, M. (2010). Comparative effectiveness research and CAM. Journal
of Altemative and Complementary Medicine, 16 (1), 1-2.
AKYOL, S. (1995), Tradisyonel Çin Tıbbı ve Akupunktur, İnsan
Yayınları
ALICI, M. (2005),”Kutsal’a Giden Yol: Dinler Tarihinde Bir
Metodolojik Yaklaşım veya Bir Bilim Olarak Din Fenomenolojisi”, Din-
bilimleri Akademik Araştırma Dergisi V (2005), Sayı: 3
ALLEN, Dougles,(1987), “Phenomenology of Religion” Encyclope-
dia of Religion, ed. Mircea Eliade, (Türkçesi; “Din Fenomenolojisi”, çev.
Mehmet Katar, AÛİFD, XXXV/35 (1996), 437-465).
ALMOND, P. C. (1982) Mystical Experience and Religious
Doctrine: An Investigation of the Study of Mysticism in World Religions, New
York: Mouton Publishers.
ALTINTAŞ,R.
(2005), Din ve Sekülerleşme, Pınar Yayınları.
AR1ES, P. (1962), Centuries of Childhood, Hoarmondsworth, Pe-
regrine Books.
(1974),Western Attitudes Towards Death, from the Middle Ages to
the Preseni, Baltimore, MD, and London, Marion Boyars.
ARMSRONG, D. (1983), Political Anatomy of the Body: Medical
Knowledge in Britain in Ttwentieth Century, Cambridge, Cam- bridge University
Press.
ARNOLD, D. (1993),Colonizing the Body State: Medicine and Epi-
demic Disease in Nineteen Century India, Berkeley, C,A University of
California Press.
ARSLAN,
î. (2012), Çağdaş Doğa Düşüncesi, Küre Yayınları.
ASAD,
T. (2007), Sekülerliğin Biçimleri, Metis Yayınları.
ASTIN, J. A. (1998). Why patients use altemative medicine:
Results of a national study.JAMA, 279 (19), 1548-1553.
AŞKIN, Ö. (2010), “Alternatif Tıp Tedavi Yöntemlerinin AB Üyesi
Ülkelerde Ne Şekilde Kimler Tarafından Uygulandığının Araştırılması Raporu”, www.saglik.gov.tr (erişim tarihi: 15-02- 2012)
ATKİNSON, J.M.(1978),Discovering Suicide: Studies in the Social
Organization of Death, Pittsburgh, University of Pittsburgh Press.
ATTAS, S. N. (1995), İslam, Sekülerizm ve Geleceğin Felsefesi, İnsan
Yayınları
AYDIN, M. S. (2009) , “Risale-i Nur’da “Kötülük” Problemi” Köprü
Dergisi
AYDIN, S. (2012), “Hekim Otoritesinden Otoritenin
Hekimine”,www.sdplatform.com (2012) “Modern Tıp Anlayışı
mızın Hakimiyet Savaşı”, www.sdplatform.com
(2012) “DSÖ ve Gelenekten Küresele Tıbbın Alternatif Serüveni”, Sağlık
Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 22. sayı, s: 8-11
AYSOY, M. (2003), Geleneksel Sonrası Toplum Üzerine, Açı Kitaplar
(2004) Avrupa Birliği Sürecinde Özürlüler Politikası, AçıKitaplar. (2008),
Yapılaşma Teorisinde Gelenek Fenomeni, Maya Akademi Yayınları.
BAEANEI, Ahmet (2012), “Tabip mi, doktor mu; o halde hekim kim?” ,
Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 22. sayı, s: 24-25.
BARNES, P. M., Bloom, B., & Nahin, R.L. (2008). Complementary
and altemative medicine itse among adults and children: United States, 2007.
National Health Statistics Reports, Number 12.
BARNES, P. M., Powell-Griner, E., McFann, K., & Nahin, R. L.
(2004). Complementary and alternative medicine use among adults: United States,
2002. Advance Data: From Vital and Health Statistics. Number 343.
BARNES, V., Davis, El., Murzynowski, J., & Trieber, F. (2004).
“Im- pact of meditation on resting and ambulatory blood pressure and heart rate
in youth”, Psychosomatic Medicine, 66, 909-914.
BARRETT, B., Marchand, L., Scheder, J., Plane, M. B., Maberry, R.,
Applebuam, D., Rakel, D., & Rabago, D. (2003). Themes of ho- lism,
empowerment, access, and legitimacy define complementary, alternative, and
integrative medicine in relation to con- ventional biomedicine. The Journal
of Altemative and Complementary Medicine, 9(6), 937-947.
BECK, U.& A. Giddens & Scott Lash (1994), Reflexive
Moderniza- tion, Polity Press
BECK,
U. (1999), Siyasallığm İcadı, İletişim Yayınları
(2000), “The Cosmopolitan Perspective; Sociology of The Se- cond
Age of Modernity”, British Journal of Sociology, volüme 51 (2000), What is
Globalization, Polity Press
BECKFORD, J. A. (2003), “20. Yüzyılın İkinci Yarısında Din Sosyolojisi”,
AÜİFD Cilt XLIV, Sayı i s. 467-487
BERGER,
P.L. (1991), Kutsal Gökkubbe, İnsan Yayınları
(1989) Modernleşme ve Bilinç, İnsan Yayınları
BİLMEN, Ö. N. (1985). Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meali Alisi ve
Tefsiri. Bilmen Yayınevi, İstanbul.
BİRİ, 1. (2009), Modern Batı Tıbbının Epistemolojik Dayanakları
Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Basılmamış doktora tezi.
CANADA, A. L., Murphy, P. E., Fitchett, G., Peterman, A. H., &
Schover, L. R. (2007). A 3-Factor model for the FACIT-Sp. Psycho-Oncology,
17, 908-916. doi: 10.1002/pon.l307.
CAPRA, F. (2009), Batı Düşüncesinde Dönüm Noktası, İnsan Yayınları
COCHERHAM, W.C.(1982), Medical Sociology, Englewood Cliffs, NI.
Prentice-Hall. (1991), This Aging Society, Englewood Cliffs, NJ, Prentice-
Hail.
COE, R.M. (1978), Sociology of Medicine , New York, McGraw- Hill.
COLEMAN,
V, (1990), Bodysense, Londra: Sheldon Press
COLLİNS, J. E. (1991) Mysticism and New Paradigm Psychology,
Sa- vage, MD: Rowman and
Littlefield.
Committee on Doctrine, United States Conference of Catholic Bis-
hops. “Guidelines for evaluating Reiki as an alternative the- rapy.” Issued
March 25, 2009.
CONRAD, P. & R. Kern (eds) (1985), The Sociology of Health and
Illness, Critical Perpectives, NewYork, St Martin’s Press.
CONRAD, P. And I.W. Schneider (1980), Device and Medicalizati- on:
From Badness to Sickness, St Louis, MO, C.V.Mosby.
COŞKUN, Ahmet (1987), “ Kur’an-ı Kerimin Dünya ve Ahirete Bakışı”,
Erciyes Ün.llâhiyat Fakültesi Dergisi, Kayseri 1987, sayı: 4.
COULTER, I. D., & Willis, E. M. (2004). The rise and rise of
comp- lementary and alternative medicine: A sociological perspective. Complementary
and Alternative Medicine, 180, 587-589.
CRAİB, lan.(1992), Modern Social Theory: From Parsons to Haber-
mas, Harvester Wheatsheaf
(1992),
Anthony Giddens, Routledge
CURLİN, F. A., Rasinski, K. A., Kaptchuk, T. J., Emanuel, E. J.,
Miller, F. G., & Tilburt, J. C. (2009). Religion, clinicians, and the in-
tegration of complementary and alternative medicine. The Journal of
Alternative and Complementary Medicine, 15(9), 897-994.
ÇEKİN, Murat D. (2012), “Geleneğin Karikatürleşmesi: Bitkilerin
Suyunu Çıkarmak”, SD Dergisi 13. Sayı
ÇELİK, C. (2007), “Teodisenin Sosyolojisi, Toplumsal Süreçlerle
İlişkisi İçinde Teodise Konusuna Sosyolojik Bir Yaklaşım”, Bi- limname, sayı
13.
ÇETİN, 0,(2007), “Eskişehir’de Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp Kullanımı”
Sosyoekonomi, 2007
ÇEVİK,C. (2012), “Alternatif Tıbbın Modern Tıp İçinde Yer Bulma
Savaşı”, Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 22. sayı, s: 12-15
DALKILIÇ,
M. (2004), İslam Mezheplerinde Ruh, İnsan Yayınları
DE1KMAN, A. J.(1982) The Observing Self: Mysticism and Psychot-
herapy, Boston: Beacon Press.
DEMİR, Şehmus (1995), Kur’an’ın Dünya Hayatına Bakışı ve Dünya
Ahiret Münasebeti, Atatürk Üniversitesi Soayal Bilimler Enstitüsü, Erzurum
1995 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).
DEM1RHAN,A.
(2002), Heidegger ve Teoloji, insan yayınları
DERBEDER, F. (2007), Platon ve Aristoteleste Ruh Beden Problemi
ve Karşılaştırılması, Pamukkale Ünv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi.
DOLE, C. (2004), “In the Shadows of Medicine and Modernity:
Medical Integration and Secular Histories of Religious Healing in Turkey”,
Culture, Medicine and Psychiatry, 28 (3).
DUSSAULT, G. And A. Sheiham (1982), "Medical Theories and
Professional Development: the Theory of Focal Sepsis and Den- tistry in Early
Twentieth- century Britain”, Social Science and Medicine, 16:1405-1412.
DÜZGÜN, Ş.A. (2002), ‘Bir Kelam Problemi Olarak Din-Dünya İlişkisi’
Sempozyumu”, AüİFD Cilt XLIII (2002) Sayı 2 s.463-488
EASTHOPE, G. (1993), "Response of orthodox medicine to the
challenge of alternative medicine in Australia”, Australian and New Zeland
Journal of Sosiology, 29(3):289-301.
ELİADE, M.,(1999), “A New Humanism”, The Insider/Outsider
Problem in the Study of Religion- A Reader, ed. Russell T. McCuthcheon,
London - New York, 1999.
(2008),
Kutsalı İfade Etmek, İz Yayınları
ELWOOD, R. S., Jr.(1980), Mysticism and Religion, Englewood
Cliffs, NJ: Prentice-Hall.Faulkner, J. E. ve G. E. De Jong
ENGEL, G.L. (1981,”The Need for a New Medical Model: a Challenge
for Bio - Medicine, A.L.Kaplan, H.T. Engelhard! and J.J McCartney (eds.),
Concepts of Health and Interdisciplinary Perspectives, London, Addison -
Wesley, s. 589-608.
ERNST, E. (2009). Research into complementary/alternative medi-
cine: A personal comment. Complementary Health Practice Re- view, 14(1),
51-54.
ERNST E, Cassileth B. (1998) “The prevalence of complementary/ alternative
medicine in cancer: A systematic review.” Cancer 83.
ERTEN,R. (2004), Hıristiyanlık’ta ve İslamiyet’te Şifa, Atatürk
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
ESGİN, A. (2008), Anthony Giddens Sosyolojisi, Anı Yayıncılık.
ESK1NAZ1,
D. P. (1998). Factors that shape alternative medicine.
JAMA, 28(18), 1621-1623.
FAZLURRAHMAN, (1997), İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp: Değişim ve
Kimlik, Ankara Okulu Yayınları.
FULLER, R. C. (1989), Medicine and American Religious Life, Ox-
ford Unv. Press.
FURSETH, I. & P. Repstad (2011), Din Sosyolojisine Giriş:
Klasik ve Çağdaş Kuramlar, Birleşik Yayınevi.
GAZALİ, Ebû Hamid (1975), İhyâu ulûmi’d-dîn, çev.: Ahmed
Serda- roğlu, Bedir Yayınevi, İstanbul.
(1983) Mîzânu’l-amel, Daru’l-kutubi’larabî, Beyrut.
GENCER,
B. (2012), Islamda Modernleşme, Doğu Batı Yayınları.
(2010) “Modern Dünyada Gelenek ve Gelenekselcilik”, Eskiyeni
Dergisi, sayı 16.
(2010), “Seküler Gelenekten Seküleristik Modernliğe”,Rıhle
Dergisi, sayı 10.
GENİA, V. (1997). The spiritual experience index: Revision and re-
formulation. Review of Religious Research, 38, 334-361.
GİDDENS, A. (1994), Modernliğin Sonuçları, Ayrıntı Yayınları
(1994), “Living in a Post-Traditional Society”, Reflexive Moderni-
zation, Polity Pres
(2010),
Modernite ve Bireysel Kimlik, Say Yayınları
GİDDENS, A.& PIERSON, C. (2001), Modernliği Anlamlandırmak,
Alfa Yayınları, Bursa.
GRANT, A. (2007). Spirituality, health, and the complementary
medicine practitioner. Journal of the Australian Traditional-Me- dicine
Society, 13(4), 207-209.
GREESON, J. M. (2009). Mindfulness research update: 2008. Complementary
Health Practice Review, 14(1), 10-18.
GUÎNAN, P. “Therapeutic touch” is not a Catholic hospital pastoral
practice.” The Linacre Quarterly. 2004;71(l):5-14.
GUNDERSEN, Frode (2000), “Between Tradition and Modernity”, 8th
Biennial Conference of International Association for The Study of Common
Property, Bloomington Indiana.
GÜNDÜZ, Ş. (2009), “Kutsal Hakkında Konuşmak: Dinsel Söylemde
Mitos”, MÎLEL VE NÎHAL inanç, kültür ve mitoloji araştırmaları dergisi cilt 6
sayı 1.
GÜNEŞ,
K. (2010), İslam Düşüncesinde Kutsallık, İnsan Yayınları
GÛRGAN, M. (2012), “Hindistan’da Yaşatılan Bir Gelenek: Yunani
Tıp”, Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 22. sayı, s: 74-77
HEELAS, P. (2008), Spiritualities of Life: New Age Romanticism and
Concumptive Capitalism, Blackwell Publishing
HE1LER, Friedrich,(2003), “Dinlerin İşbirliğinin Yol Açıcısı
Olarak Dinler Tarihi”, Dinler Tarihinde Metodoloji Denemeleri, (ed.ve çev.),
Mehmet Aydın, Konya, HEL1X, T. (2003), Alternative Medicine -a Christion
Perspective,
HIDIR,
Ö. (2010), Yahudi Kültürü ve Hadisler, İnsan Yayınları.
HOBSBAWM, E.& T. RANGER (2006), Geleneğin İcadı, Agora kitaplığı
HOŞRİK, M.E. (2010), Dua Ve Plasebonun Siğiller Üzerindeki Etkisi,
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi.
HUGHES, B. M. (2006). Regional patterns of religious affiliation
and availability of complementary and alternative medicine. Journal
ofReligion and Health, 45(4), 549-557.
HUSSERL, Edmund. (1969). İdeas. (Çev.W.R.Boyce Gibson).
Lon- don: Fifth Impression.
(1973). Cartesian Meditations. (Çev.Dorion Cairns),
Martinus Nij- hoff, Fifth Impression.
(1995). Kesin Bir Bilim Olarak Felsefe. (Çev.Tomris
Mengüşoğlu). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
JAEGER W. (2012), İlk Yunan Filozoflarında Tanrı Düşüncesi, It-
haki Yayınları.
JAY, M. E. (2011), “Spiritual/Religious Values and Attidudes
Regar- ding Comlementary and Alternative Medicine”, The University of Alabama
McNair Journal
JEANROND, W. G. (2007), Teolojik Hermenötik, Gelişimi ve Önemi,
İz yayıncılık
JENKS,
C. (2012), Temel Sosyolojik Dikotomiler, Birleşik Yayınları KALBERG, S. (2009),
Max Weber’i Anlamak, Çev. Bedri GENCER, Lotus yayınları.
KAPTCHUK, T. J., & Miller, F. G. (2005). What is the best and
most ethical model for the relationship between mainstream and alternative
medicine: Opposition, integration, or plura- lism? Academic Medicine, 180,
286-290.
KASPERSEN, L. (2000), Anthony Giddens: An Introduction to a Social
Theorist, Blackwell Publishers.
KAV, S. & HANOĞLU, Z. & ALGIER, L. (2008), “Türkiye’de Kanserli
Hastalarda Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavi Yöntemlerinin Kullanımı: Literatür
Taraması”, UHOD, no 1, c.18.
KEHRER, G. (2007). Max Weber ve Protestanlık-Kapitalizm Araştırmaları.
Din Sosyolojisi. Aktay, Y., Köktaş, M. E. (Ed.). Ankara: Vadi Yayınları.
KELLY, D. M. (1978). Comment. Why conservative churches are stili
growing. Journal for the Scientific Study of Religion, 17, 165-172.
KILIÇ, M. (2010), “Anlamın İnşası ve Anlama Etkinliği Bağlamında
Geleneğin Sorunsallaştırılması”, SDÛ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler
Dergisi, Aralık 2010, Sayv.22, ss.117-126.
KİRMAN, M. A. (2010), Yeni Dini Hareketler Sosyolojisi, Birleşik
Dağıtım Kitabevi.
KOÇ, Turan (2000), “Molla Sadrâ’ya Göre Ölüm Sonrası Hayat Açısından
Ruh-Beden İlişkisi, Islâmiyât, Ankara, c.III, sayı:l.
KOÇY1Ğ1T, H. (2012), “Kur’ân’a Göre Hakikati Algılamada Ömrün
Yeterliliği Ve Bunun Önündeki Engeller”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, Cilt: XIV, Sayı: 25 (2012/1).
KUŞEYRİ, Abdulkerim (1999), Kuşeyrî Risalesi, çev.:
Süleyman Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul.
KUŞÇU, E. (2011), Din Fenomenolojisi, Wilfred Cantwell Smith Örneği,
Sarkaç Yayınları
KUTSAL KİTAP, (2001). Eski ve Yeni Antlaşma: (Tevrat, Zebur,
İncil). Yeni Yaşam Yay. İstanbul.
LASSMAN, P. (1974) “Phenomenological perspectives in socio- logy”,
Rex, J. (ed.), Approaches in Sociology, Routledge & Ke- gan Paul, London,
s. 125-144.
LEEUW, Gerardus Van Der(1938), Religion in Essence and Mani-
festation: a Study in Phenomenology, trans. J. E. Turner, Prin- ceton.
MANAFOV, R. (2008), “Meşşai Felsefe ve Kelam Düşüncesinde ‘Adl-i
İlahi’ (teodise) Meselesi”, SAÜ1F. Sayı 28.
McKEOVN, T. (1965), Medicine in Modern Society, London, Rout-
ledge&Kegan Paul.
MECHANİC,
D. (1968), Medical Sociology, New York, Free Press.
MOLASS1OT1S A, Fernadez-Ortega P, Pud D, et al.(2005) Use of
complementary and alternative medicine in cancer patients: A European survey.
Ann Oncol 16.
MOSS, D. (2002). The circle of the soul: The role of spirituality
in health çare. Applied Psychophysiology and Biofeedback, 27(4), 283-297.
MUTLU, Z. (2010), Kur’an-ı Kerim’in Dünyevileşmeye Karşı Ahiret
İnancını Vurgulaması, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
NAKAJİMA, Ş. (2012),”Batıda Alternatif Tıbbı Kayıt Altına Alma Süreci”,
Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 22. sayı, s: 46-47.
NOTTINGHAM, E.K. (2004), “Din Sosyolojisi Araştırmaları”, Din-
bilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV), Sayı: 3
NURSİ, S. (1993), “Hastalar Risalesi”, Risale-i Nur Külliyatı
Lema- lar, Sözler Yayınevi.
OTTO, Rudolf,(1923), The Idea of Holy: An Inquiry into the Non-
Rational Factor in the Idea of the Divine and Its Relation to the Ratinal,
trans. John W. Harvey, London.
OUMEÎSH, OY.(1998), “The philosophical, cultural, and historical
aspects of complementary, alternative, unconventional, and in- tegrative
medicine in the Old World”, Arch Derma- to. ;134:1373-1386.
OWENS, J. E., Taylor, A. G., & DeGood, D. (1999). Complementary
and alternative medicine and psychological factors: To- wards an individual
differences model of complementary and alternative medicine use and outcomes.
The Journal ofAltema- tive and Complementary Medicine, 5(6), 529-541.
ÖKTEM, Û. (2005), “Fenomenoloji ve Edmund Husserl’de Apaçıklık
(evidenz) Problemi”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğ- rafya Fakültesi
Dergisi, 45,1 (2005) 27-55
ÖZ, S. (2004). Kur’an’da Şifa Kavramı. Yayınlanmamış Yüksek Lisans
Tezi. İstanbul: Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü.
ÖZAY,
M. (2007), Sekülerleşme ve Din, İz Yayıncılık
ÖZBEK, H. (2010), “Yenilenen Gelenek Bitkilerle Tedavi”, Şubat
2009-2010 tarihli SD Dergi 13. Sayı
(2012),"Bitkisel Tıbbi Ürünler
Mevzuatı” SD. SAYI 22.
ÖZEN,
A. (2001), Yahudilikte İbadet, Ay Işığı Kitapları, İstanbul.
ÖZKÖSE, K. (2002) “Zühd ve Sufilerin Zühde Yükledikleri Anlam,
Tasavvufta Dünyevileşmeye Tepkisel Yaklaşım,
ÖZTÜRK, G. (2012), “Alternatif Terminoloji”, Sağlık Düşüncesi
ve Tıp Kültürü Dergisi, 22. sayı, s: 6-7
ÖZTÜRK, Mustafa (2006), “ Kur’an’m Değer Sisteminde Dünya ve
Dünyevi Hayatın Anlamı”, Tasavvuf, Ankara, sayı: 16.
PETERMAN, A. H., Fitchett, D. G., Brady, M. J., Hernandez, L.,
& Cella, D. (2002). Measuring spiritual well-being in people with cancer:
The functional assessment of chronic illness therapy- spiritual well-being
scale (FACIT-Sp). Annals of Behavioral Medicine, 24(1), 49-58.
POLOMA, M. (1995),“The Sociological Context of Religious Expe-
rience” Handbook of Religious Experience (Religious Education Press,
Birmingham, Alabama
PSATHAS, G. Phenomenological Sociology: Issues and applicati- ons,
John Wiley, New York.
QUANDT, S. A., Verhoef, M. J., Arcury, T. A., Lewith, G. T.,
Stein- bekk, A., Kristoffersen, A. E., ... , & Fonnebo, V. (2009). De-
velopment of an international questionnaire to measure use of complementary and
alternative medicine (I-CAM-Q). The Journal of Alternative and
Complementary Medicine, 15(4), 331-339.
RAZI,
E. (2008), Ruh Sağlığı -et-Tıbbu’r - ruhani, İz Yayıncılık.
REDWOOD, D., Hawk, C., Cambron, J., Vinjamury, S. P., & Be-
dards,J. (2008). Do chiropractors identify with complementary and alternative
medicine? Results of a study. Journal ofAltema- tive and Complementary
Medicine, 14(4), 361-368.
REİNERT, D. F., & Bloomingdale, J. R. (2000). Spiritual
experien- ce, religious orientation, and self-reported behavior. The International
Journal for the Psychology ofReligion, 10(3), p. 173-180.
REY, R. (1993), The History of Pain, Cambidge, Harward Unv. Press.
RİNGER, F. (2006), Weber’in Metodolojisi, Kültür Bilimleri ile
Sosyal Bilimlerin Birleşimi, Doğubatı yayınları
ROB1NSON,F.(2002) , “Islamda Sekülerleşme”, çev. Celaleddin Çelik,
Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Sayı: 13 Yıl.
ROBİNSON, N. G. (2009), “When Does Medicine Become Religi- on”,
Issue of Veterinary Practise News.
SAKS, M. (2003),”Bringing together the orthodox and alternative in
health çare”, Complement Ther Med;l 1:142-145
SANDOZ,
Thomas (2010), Alternatif Tıp Tarihi, Dost Yayınları
SARIMURAT, M. S. (2008), Kur’an-ı Kerim Açısından Şifa-Tedavi,
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi.
SCHUTZ, A. (1972), The Phenomenology of the Social World, He-
inemann, London.
SEZGİN, D. (2011), Tıbbileştirilen Yaşam Bireyselleştirilen
Sağlık, Ayrıntı Yayınları.
SHERMER, M. (2000). How we believe: Science, skepticism, and
the searchfor God (2nC^ ed.). New York: Freeman.
SHILS, Edward (2002), “Gelenek”, İnsan Bilimlerinde Prolegome- na,
Paradigma Yayınları
(2003),
“Gelenek”, Doğu Batı Dergisi, sayı 25
SINGH, S. & E. Ernst (2008), Trick or Treatment: Alternative
Me- dicine on Trial, Bantam Press.
SOLMAZ, B. & 1. Çapcıoğlu (2006), Din Sosyolojisi Klasik ve
Çağdaş Yaklaşımlar, Çizgi Kitabevi.
SUTCLİFFE, S. J. (2003), Children of The New Age, A History of
Spiritual Practies, Routledge London.
SÛNNEY, F.H. (2008), Max Weber’in Sosyoloji Bilimine Katkıları,
Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi
SWARZTMAN, L. C., Harshman, R. A., Burkell, J., & Lundy, M. E.
(2002). What accounts for the appeal of complementary/alter- native medicine,
and what makes complementary/ alternative medicine “alternative”? Medical
Decision Making, 22, 431-450.
ŞAT, S. (2012) Osmanlı Türkiye’si Yeni llm-i Kelamcılarına Göre
Kötülük Problemi Ve Teodise, Atatürk Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi.
ŞENSES, M. (2010), Sosyal Fenomenler Olarak Bilimsel İhtilaflar,
Nerium Oleander (zakkum) Tartışması, Paradigma yayınları.
TABUROĞLU, Özgür (2008), Dünyevi ve Kutsal, Modernlerin Maneviyat
Arayışları, Metis Yayınları
TAN,
B. (1997), Kur’an’da Hikmet Kavramı, İnsan yayınları
TAN, M. (2010), “Dua ve Dünyevileşme Üzerine”, Diyanet Aylık
Dergi.
TARNAS,
R. (2011), Batı Düşüncesi Tarihi, Külliyat Yayınları
TEKİNEŞ, A. (1998), “Alternatif Islami Tıp: Tıbb-ı Nebevi”, Divan,
1998/1
TEZ,Z.
(2010), Tıbbın Gizemli Tarihi, Hayy Kitap
TEZCAN, M. (2006), Kur’an’m Engellilere Yaklaşımı ve İslam’ın Engellilere
Tanıdığı Kolaylıklar, Kahramanmaraş Sütçü İmam Ûnv. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
TİNDLE, H. A., Davis, R. B., Phillips, R. S., & Eisenberg, D.
M. (2005). Trends in use of complementary and alternative me- dicine by US
adults: 1997-2002. Alternative Therapies, 11(1), 42-49.
TOKAÇ, Mahmut (2012), “Tıbbı- Nebevi’yi yeniden konumlandırmak”, Sağlık
Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisi, 22. sayı, s: 26-29
TUCKER, K. (1998), Anthony Giddens and Modern Social Theory, Sage
TUNA,
Korkut (2001), Yeniden Sosyoloji, Karakulu Yayınları
TURNER, B.S. (2000), “The History of Changing Concepts of Health
and Illness:Outline of a General Model of Illlness Catego- ries,” Handbook of
Social Studies in Health and Medicine. Sage Publications.
(2011),
Tıbbi Güç ve Toplumsal Bilgi, Sentez Yayıncılık.
TÛRCAN, T. (2004), “Geleneğin Genel Teorisi Üzerine Bir Deneme”,
SDÜ. İFD., sayı 13
ÜNAL, M. S. (2007) Modern Toplumda Dinsel Bireycilik, Dokuz Eylül
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi
VERGOTE,
A. (2002), “Kutsal”, Ç.Ü.1.F.DERG1S1, c. 2, sayı2.
W1NCH, P. (1958) The Idea of Social Science, Routledge & Kegan
Paul, London.
WEBER, M. (2011), Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu,
İstanbul: Bilgesu Yayınları
(2012),
Din Sosyolojisi, Çev. Latif Demirci, Yarın Yayınları
WOLFF, K. H. (1978) “Phenomenology and sociology”, Bottomo- re T.
B. and Nisbet, R. (eds), A History of Sociological Analy- sis, Heinemann,
London, s. 499-556.
YAR, Erkan (2000), Ruh Beden İlişkisi Açısından İnsanın
Bütünlüğü Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara.
YAVUZ, Ö. F. (2006), “Kur’an Perspektifinde Dünya-Ahiret Bütünlüğü,
Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi, VI), sayı: 3
YAZICI, Muhammed (2003), “ Dünya-Ahiret Kavramlarının Analizi”, İlahiyat
Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı VII. Eğitim-Öğretim Meseleleri Koordinasyonu
Toplantısı ve Sempozyumu, Gazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları,
Çorum.
ZİNNBAUER, B. J., Pargament, K. I., & Scott, A. B. (1999). The
emerging meanings of religiousness and spirituality: Problems and prospects. Journal
of Personality, 67(6), 889-919.
görünümleri idrak edebilirler. Bazen de insanlar kendi
tahayyüllerine, inançlarına ya da dini tecrübelerine kutsallık izafe ederler.
Dinlerde kutsal ve kutsal olmayan ayırımı vardır. (Güneş,2010)
[102] Zaman,
mekan, şahıs ve nesne diye tasnif edebileceğimiz kutsallık varlık alanlarından
Kur’an-ı Kerim’de sadece mekan (Cebrail için doğrudan kutsallıkla ilgili
kelimeler zikredilmiş, diğer kutsallık alanlarıyla ilgili "k- d-s"
kökünden bir kelime zikredilmemiş tir).
rumlar, olağan, gündelik gerçeklikte vardırlar. O, başka
bir gerçekliğin tecrübesini hem o tecrübeyi hiç yaşamamış olanlara, hem de
yaşayıp da unutma tehlikesi içerisinde bulunanlara aktarır. Her din, kolektif
bir hafızadır... Fakat din, dinî tecrübeyi sadece aktarmakla kalmaz, aynı
zamanda onu ehlileştirir [vurgu aslında]. Dinî tecrübe, gerçekte tehlikelidir.
Onun tehlikeleri, kurumsallaştırma vasıtasıyla azaltılır ve rutinleştirilir.
(Poloma,1995)
[104] "Sekülerizm” ve "sekülarist sözcükler
İngilizceye on dokuzuncu yüzyılın ortalarında "ateisf’ve "kafir”
suçlamalarından (halen çoğunluğu Hıristiyan olan bir toplumda bu sözcükler
ahlaksızlık çağrıştırıyordu) kurtulmaya çalışan özgür-düşünürler tarafından
sokulmuştur. "Sekülerizm " sözcüğünü dile 1851 yılında Georgejacob
Holyoake sokmuştur. "Hol- yoake Sekülarizm sözcüğünü kullanarak kendi teizm
karşıtı konumunu Bradlaughün ateist beyanlarından ayırmayı amaçlıyordu ve her
ne kadar Bradlaugh, Charles Watts,G.W.Foote ve diğer ateistler seküler hareketle
özdeşleştirilmişlerse de, Holyoake her zaman sekülarizm toplumsal, siyasi ve
etik amaçlarının ille de ateist inanca bağlı olmayı gerektirmediğini
göstermeye çabalamıştı: liberal düşünceli ateistlerin, teizmle- rine helal
gelmeden bu amaçları gerçekleştirme mücadelesine katılmalarını umuyordu ve çok
az başarı elde etmiş olsa da bu tutumunu ısrarla korumuştur.”Eric S.
Waterhouse, "Secularizm”, Encyclopedia of Reli- gion and Ethics, cilt
II,haz. James Hastings, s.348.(Owen Chadwick, The Secularization of the
European Mind in the 19th Century, Cam- bridge: Cambridge University Press,
1975; Türkçesi: 19. Yüzyıl AvrupalI Akim Sekülerleşmesi, çev.Murat T.Aslan,
İstanbul: birey.2004.)
şası, Varlık’m sadece ve yalnız bu dünyadan ibaret olduğu
ve onun dışında ve üstünde başka hiçbir realite kabul edilemeyeceği, ve onun
dışında ve üstünde başka hiçbir realite kabul edilemeyeceği temel çıkış
noktasıdır. Bu dünyanın haricinde bir başka realite alanı kabul edilmemekle
işbu fiziksel varlık alanı (res extensia) lehine bir “ontolojik monizm”, bu
monizmi son tahlil safhasında bir tek aslî cevhere irca etmekle “materyalizm”
yine işbu dünyanın üstünde bir başka realite alanı kabul edilmemekle de
“ateizm”, sekülerliğin en temel karakteri olmaktadır. Halbuki dünyevilik,
sekülerlikten radikal bir şekilde farklıdır. Şöyle ki, dünyevilik, bir
ontolojik problemi olarak bu dünyanın tek ve biricik varlık alanı olduğu tezi
üzerine odaklanmış değildir. Yani, dünyevilik sekülerlik’tekinin aksine bir
ontolojik monizm’e yönelmez. O, özü itibariyle, önce ontolojik olarak içinde
yaşamakta olduğumuz bu dünyanın realitesinin kabulü ve sonra da aksiyolojik
olarak meşru bir varlık alanı olduğu, diğer bir ifade ile bu dünyanın ibra
edilmesi gerektiği tezine dayanmaktadır. (Durmuş Hocaoğlu, Felsefe Dersleri,
1993)
[106] Latince sacculum
kökünden gelen seküler teriminin “zaman” ve “mekân” çağrışımlarını birlikte
veren bir anlamı vardır. Zaman onun şimdi oluşunu, hazır oluşunu; "mekân”
ise dünya da ve dünyevi oluşunu gösterir. O halde seaculum; ”bu çağ” veya
“şimdiki zaman” anlamına gelir. “Bu çağ” veya “şimdiki zaman” bu dünyadaki
olaylara işaret eder; yani çağdaş vakıalar manasınadır. Dünyevileşme de
İngilizcede zaman ve mekan çağrışımlı kelimelerle karşılanır; earthliness,
wordliness, temporality, terrenity, mundanity. Islami gelenek içerisinde
dünya-ahi- ret düalitesi bağlamında “dünyevileşme” terimi ona yakın bir anlam
vermektedir. (Attas, 1995)
lerdir. Bunlar arasında, ‘ölüm’, musibet teriminin en çok
kullanıldığı durum olarak bilinmektedir. Fakat, doğru bir anlam için, bu yaygın
kullanımın öncelikle dikkate alınmaması ve Kur’an ayetleri çerçevesinde bir
tahlil yapılması gerekmektedir. “Musibet” terimi, Kur’an’da on yerde
geçmektedir. “S-v-b” kökünden türeyen ayetlerin toplam sayısı ise
yetmişyedidir.
[108] Isfahani örneğinde
olduğu gibi, klasik literatürde genelde "şeriatın üstünlüklerini anlamaya
vesile” türünden başlıklar taşıyan birçok eser, teodisi kaynaklı şüpheler
karşısında Islami dünya görüşünü anlatmak için yazılmıştı. İslam’da bu külli
anlamda tasavvufun merkeze geçmesi de, misyonu açısından Batı Hıristiyan
düşüncesinin kurucusu kabul edilen St. Augustine’e benzetilen Gazali sayesinde
oldu. O,külli ilim olarak fıkhın zamanla parçalanmasıyla ortaya çıkan
"tevhid, kelam, tasavvuf, felsefe" gibi İslam düşüncesinin çeşitli
boyutları arasındaki gerilimi büyük bir ustalıkla çözdü. Gazali, Ubeydullah
Debusi (976- 1039)’ye ait Takvimü’l-Edille ve el-Emedu’l - Aksa, Ebu Talip Mek-
ki’ye ait Kutü’l-Kutub ve Rağıb Isfahani’ye ait ez-zeri’a ila Mekarimi’ş-
Şeri’a gibi büyük kitapların birikimine dayanarak, fıkh-ı batın olarak tanımlanan
tasavvufu, İslam düşüncesinin merkezi, ana mecrası haline getirdi.(Gencer,2008)
[109] Gazzâlî de evrendeki
kötülükleri önce Tanrı kavramının tanımlamasından hareketle açıklamaya
çalışır. Ona göre “eğer (bu dünyadan daha
kat yine de eşit muamele görürler. Nebevi Tıp geleneğinde
farmakoloji, farmasi’den daha hakimdir. Yunan geleneğinde de sentetik ilaçlar
veya farmasi için kullanılan graphidion terimi "küçük risale"
anlamına gelir (Arapça ekrabazin kelimesi, Süryanice vasıtasıyla Yunanca’dan gelir).
Fakat İslam’da famakoloji, veya materia medica bilimi, Yunanlılarda olduğundan
çok daha yüksek derecede gelişmiş olup, son zamanlara kadar da Batılı tıp
tarihçileri tarafından, İslam dininin tıbba en büyük katkısı olarak kabul
edilmekteydi. İslam’da farmakolojinin gelişimi muhtemelen, Tıbb-ı Nebevi’nin
temsilcileri tarafından ona verilen büyük dini değere çok şey borçludur.
[111] Fakat bu, karışım
genel anlamda kelami olarak reddini tam olarak açık- lamamaktadır. İbn Kayyim
el-Cevziyye bu noktayı şöyle açıklığa kavuşturmaktadır: “Peygamberler’™
bizzat kendisinin tıbbi tedavi olması ve ailesi, ashabından hasta olanlara da
böyle yapmalarını emretmiş olması onun rehberliğindendir. Fakat ekrabazin
(el-edviye el-murekkebe’nin karşılığı olarak Müslüman tıbbındaki karışım
ilaçlara verilen ortak isim) olarak bilinen bu karışım ilaçları kullanmak ne
onun ne de sahabilerinin rehberliğine aittir. Her ne kadar tesirlerini
arttıracak veya aşırılıklarını yumuşatacak bir takım şeyleri bu ilaçlara ilave
etseler de, onların ilaçları basitti. Bu, gerçekte, genellikle, etnik
farklılıklarıyla birlikte farklı halkların -Araplar, Türkler ve bütün çöl
sakinleri- tıbbidir. Karışım ilaçlar çoğunlukla Yunanlıların ve BizanslIların
ilgi sahasındadır; çoğu Hind ilaçları ise basittir. Bütün doktorlar, şayet
diyetle tedavi mümkünse, ilaçlara başvurulmaması, basit ilaçlarla
iyileşmesinin mümkün olduğu anlarda bileşimdi ilaçlardan kaçınılması gerektiği
hususunda görüş birliğindedirler. (Belli) yiyeceklerin verilmesi veya verilmemesi
ile hastalığın iyileşebileceği durumlarda ilaç kullanılmaması gerektiğini
söylerler. Bunun temeli, ilaçların yiyeceklerle aynı cinse ait olmalarıdır.
Tedavi yöntemleri de basit ilaçlan ihtiva eder. Fakat, karışımlı yiyeceklere
alışkanlık şehirliler de karışımlı ilaçlara ihtiyaç duyarlar.” (Rahman,1997)
İkincisi, yine dini etki altında, Tıbb-ı Nebevi, bu tür katkı maddelerinin,
mesela zehirlerin tek başına kullanıldıklarında büyük zararlara ve hatta
ölümlere ne-
[112] Naturopati, adının düşündürebileceğinin tersine antik veya
bilim öncesi çağlardan kalma bir yaklaşım değil, XX. Yüzyılda ortaya çıkmış
bir buluştur. "Naturopati” sözcüğü, kökenbilimsel olarak, doğal kabul edilen
tedavilere gönderme yapan bir yaklaşım değil bir "doğa hastalığı”nı
belirtir. Sözcüğün iki yaratıcısından biri olan Benedict Lust, 1920’lerde,
alternatif tıbbın öncülerinin kür, tedavi, terapi gibi terimleri kullanmalarının
zor olduğunu hatırlatarak kendini temize çıkarır. Gelecekte Anglofon bir
okumayla yeniden yorumlanacak olan sözcüğün seçimi Lust’un bu görüşünden ileri
gelir. Böylece naturopati doğaya uzanan bir yolu ifade edecektir.(Sandoz,2010)
madem gafleti
kaldırıyor, iştahı kesiyor, gayr-ı meşru (uygun olmayan) keyiflere gitmeye mâni
(engel) oluyor; ondan istifade ediniz. Hakikî imanın kudsî (kutsal)
ilâçlarından ve nurlarından, tevbe ve istiğfarla (af dilemekle) , dua ve
niyazla istimal ediniz (kullanınız).”
[114] “Ey âh ü enin ( ah edip inleyen) eden hasta! Hastalığın
suretine bakıp ah eyleme; mânâsına bak, oh de. Eğer hastalığın mânâsı güzel
birşey olmasaydı, Hâlık-ı Rahim en sevdiği ibâdına (kullarına) hastalıkları
vermezdi. Halbuki, hadis-i sahihte vardır ki, Yani, “En çok musibet (bela) ve
meşakkate giriftar olanlar (sıkıntıya uğrayanlar), insanların en iyisi, en
kâmilleridir (olgunlarıdır).” Başta Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm, enbiyalar
(peygamberler), sonra evliyalar (Allah dostlan) ve sonra ehl-i sa- lâhat
(ihlas-samimiyet sahibi kullar), çektikleri hastalıklara birer iba- det-i
hâlisa, birer hediye-i Rahmâniye (Allah hediyesi) nazarıyla (bakışıyla)
bakmışlar, sabır içinde şükretmişler, Hâlık-ı Ruhîmin rahmetinden gelen bir
ameliyat-ı cerrahiye nev’inden (cerrahi bir ameliyat olarak) görmüşler.”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar