Print Friendly and PDF

Kötü Çocuk Türk... Nurdan Gürbilek






Nurdan Gürbilek Boğaziçi Üniversitesi, Ingiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü bitirdi ve aynı bölümde master yaptı. Akıntıya Kar­şı, Zemin, Defter ve Virgül dergilerinde yazdı. İlk kitabı Vitrin­de Yaşamak'ta 80'li yıllann Türkiyesi'ndeki kültürel değişimi konu aldı. Yer Değiştiren Gölge ve Ev Ödevi adlı kitaplan ede­biyatla ilgili denemelerine yer verir. Kötü Çocuk Türk Türkiye’ nin yakın tarihinde öne çıkmış kültürel imgeleri, Kör Ayna, Ka­yıp Şark Türk edebiyatına yön veren endişeleri. Mağdurun Di­li edebiyabn mağdurlukla ilişkisini tartışan denemelerden olu­şur. Gürbilek'in Walter Benjamin'in yazılarından derleyip sun­duğu Son Bakışta Aşk Metis Seçkileri'nde çıkmış, Vitrinde Ya­şamak ve Kötü Çocuk Türk'te yer alan denemeleri İngilizcede The New Cultural Climate in Turkey: Living in a Shop Win­dow (Zed, 2010) başlığıyla yayımlanmıştır.

Nurdan Gürbilek, 2010 Erdal öz Edebiyat Ödülü ve dene­me dalında 2011 Edebiyat Mevsimi Büyük Ödülü'nü aldı.

İlk Basım: Ekim 2001

Dördüncü Basım: Kasım 2012

Bu kitapta yer alan yazılardan "Ben de Isterem" ilk kez Defter dergisinin Yaz 1999 tarihli 37. sayısında, "Acıların Çocuğu" Yaz 2000 tarihli 40. sayısında, "Kötü Çocuk Türk" Sonbahar 2000 tarihli 41. sayısında, "Orijinal Türk Ruhu" Bahar 2001 tarihli 43. sayısında, "Yabancının Ölümü" Virgül dergisinin Ekim 1997 tarihli 1. sayısında yayımlanmış, kitaba alınırken yeniden yazılmışlardır.

NURDAN GÜRBİLEK
BÜTÜN YAPITLARI

VİTRİNDE YAŞAMAK 1992

YER DEĞİŞTİREN GÖLGE 1995
EV ÖDEVİ 1999

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK 2001

KÖR AYNA, KAYIP ŞARK 2004
MAĞDURUN DİLİ 2008
BENDEN ÖNCE BİR BAŞKASI 2011

İÇİNDEKİLER

Giriş 7

Ben de İsterem 11

Yabancının Ölümü 26

Acıların Çocuğu 37

Azgelişmiş Babalar 52

Kötü Çocuk Türk I 66

Kötü Çocuk Türk II 89

Orijinal Türk Ruhu 94

Yakın Taşra 135

Giriş

Kötü Çocuk Türk sekiz denemeden oluşuyor. Bunlardan bazıları­nı bir gazete haberinden, bazılarını bir fotoğraftan, bazılarını bir şarkıdan, daha büyük bir bölümünü ise edebiyat yapıtlarından yo­la çıkarak yazdım. Bu yazılar, 80'ler Türkiyesi'nde yaşanan kültü­rel değişimi çözümlemeye çalıştığım Vitrinde Yaşamak adlı kita­bın kaldığı yerden başlıyor bir bakıma. Kendini kültürel alanda bir imkânlar dönemi olarak, bir bireyselleşme ve özgürlük vaadiyle birlikte sunan bu yılların yine kültürel alandaki çelişkili görünüm­lerini anlamaya çalışıyordum o kitapta. Kötü Çocuk Türk'e, yine oradan başladım. Feragat kipinden istek kipine, "İstemem namert­ten bir yudum çare"den "Ben de İsterem"e geçildiği an: O geçişi, başlangıçtaki o istek anını çözümleyerek başladım.

Ama Kötü Çocuk Türk’le önceki kitap arasında, en azından te­maları bakımından önemli farklar var. Daha sert bir malzemeyle, daha karanlık konularla, daha habis içeriklerle uğraşıyor bu yazı­lar. Kitabın başlığından da anlaşılıyor: Büyük ölçüde Türklük ve kötülükle ilgili bu kitap. Yakın tarihte öne çıkmış bazı kültürel imgelerden, bazı edebiyat yapıtlarından yola çıkarak, özellikle de edebiyatın sağladığı imkânlarla her iki konuyu ayn ayn, ama ay­nı zamanda birbirine temas ettiği noktalarda sorunsallaştırmayı deniyor. Türklük derken kendi başına tarif edilebilen özerk ya da kökensel bir durumdan, her türden modem hamleye direnen yapı­sal bir gerilikten ya da bu ülkenin gerçek yerlisini tanımlama ça­bası sonucunda ulaşılmış özsel bir yerel hakikatten değil, tersine başından bu yana daima modem dünyayla ilişki içinde şekillen­miş bir çifte açmazdan, kültürel alanda daima karşıt duygular üretmiş çiftdeğerli bir bağlanıştan, popüler imgelemi olduğu ka­dar edebiyatı da etkilemiş bir kapılma ve kendine dönme çağrı­sından, bir büyülenme ve kendini kaybetme korkusundan, çoğu

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

zaman aynı ruhta yan yana yaşamak zorunda kalan bir yabancı hayranlığı ve yabancı düşmanlığından, bir yetersizlik duygusu ve savunma refleksinden, nihayet bütün bu duyguların ısrarla kışkır- tıldığı bir politik-kültürel bağlamdan söz ediyorum.

Kötülüğe gelince, Türkiye'nin yakın kültürel tarihi içinde ileri geri dolaşan bu kitapta sonunda kötülüğün neden bu kadar ağır bastığını tahmin etmek zor değil. Vitrinin ışıltısını yitirdiği, im­kânların daraldığı, vaadin sınırlarının göründüğü bir dönemdeyiz artık. Başlangıçtaki hafiflik duygusunun dağıldığı, heves ve işta­hın yerini daha karanlık duygulara bıraktığı, yerine getirelemeyen vaadlerin insanlarda artık istek değil hınç uyandırdığı, sokağın zi­hinlere bir kez daha bir suç alanı olarak kazındığı yıllar. Kentteki paylaşım kavgasının artık çok daha acımasız bir ortamda, çok da­ha gergin, çok daha vahşi koşullarda yürütüldüğü tekinsiz yıllar. Bunun belli kaymalarla da olsa kültürel alana yansıması kaçınıl­maz.

Şöyle sorulardan yola çıktım bu kitapta: Uzun yıllar kahra­manlarını mağdur ama masum, çileli ama onurlu figürlerden se­çen, kendini boynubüküklüğe, yetimliğe ve tutunamayanlara ya­kın hissetmiş bu toplum bugün neden hınca kilitlenmiş delikanlı tiplerine ilgi duyuyor? Popüler imgelemde önemli bir yeri olan "kurtarıcı çocuk" ya da "adalet dağıtan yetim" imgesi neden tam da toplumun gerçek yetimleri, sokak çocukları ortaya çıktığı an önemini yitirdi? Uzun yıllar "acıların çocuğu"na malzeme sağla­yan, yaralı ama gururlu, örselenmiş ama erdemli, incinmiş ama haysiyetli çocuk yüzü bugün neden yerini tehlikeli, yıkıcı, suçlu bir çocuk yüzüne bıraktı? Yalnızca popüler kültürün değil, yalnız­ca karikatürün ya da şiirin de değil, eleştirel kuramın da bugün kö­tülüğe, tekinsizliğe, habasete yönelmesi, oradan medet umması neden? Diğer yandan şu da var: Bugünün seyirlik dünyası neden yalnızca göz kamaştıran ışıltılı nesneleri değil, aynı zamanda ölü­mü ve dehşeti, kötülüğü ve suçu, sakil ve tekinsiz olanı da seyir­lik kılıyor? Gazete ve televizyonlarda neden hep bir aşırılık, bir facia, bir skandal olursa temsil ediliyor ölüm?

Ama başka sorular da vardı. Örneğin, Türk edebiyatının kötü kahramanlan, yetimliği çoktan geride bırakmış asi evladan okur-

GİRİŞ

da neden çoğu zaman bir çeviri duygusu uyandırıyor? Bize neden kitaptan kapma fikir ve özlemlere mahkûm, gecikmiş azaplar ve ödünç alınmış arzularla davranan iğreti tipler olarak görünüyor? Bünyemize aykırı mı bu tipler? Böyle bize özgü bir bünye, bir "orijinal Türk ruhu" mu var? O ruhun ihtiyaçlarına bağlı kaldığı­mızda neden -yalnızca kahramanların da değil, okur yazar herke­sin- yansı züppe, öteki yarısı taşralı olarak görünmeye mahkûm? En azmdan edebiyatta bu ikilikleri; taşralı-züppe, sahici-taklit, yerli-yabancı karşıtlıklarını aşmanın, bütün bu kültürel içeriğe belli bir mesafeden, bu ikilikleri yeniden üretmeyecek bir açıdan bakmanın yolu var mı?

Birbiriyle yakından ilgili olduğunu düşündüğüm, okurun da sonunda birbirine bağlayacağını umduğum bütün bu sorulan kuş­kusuz yalnızca Türkiye'ye bakarak cevaplamak mümkün değil. Ama yeryüzündeki kültürel eğilimlerin bu ülkede hangi basınçlar­la nasıl şekil değiştirdiği, zamanla bir reflekse dönüşen hangi tep­kilere neden olduğu, nihayet yerel içeriklerle birleşip kültürel im­gelerin içinde nasıl bir hayat sürdüğü de bir o kadar önemli. "Acılan Çocuğu", "Azgelişmiş Babalar", "Kötü Çocuk Türk" ve "Orijinal Türk Ruhu" adlı yazılar, bu alaturkalık yazgısını eleşti­rel bir mesafeden, yadırgamanın sağladığı imkânlarla da bir kül­türel problem olarak tanımlama çabasının sonucunda ortaya çıktı. Popüler kültürün çoğu zaman rahatça içine yerleştiği, dahası bir sektöre dönüştürdüğü, ama bence yalnızca popüler kültürü değil, aynı zamanda popüler olsun olmasın edebiyatı da yakından ilgi­lendiren bu ruhsal-kültürel malzemeyi çözümlemeye çalışıyor bu yazılar. Türk kültüründe modem açmazların sonucunda ortaya çıkmış, bu açmazlarla başetmek üzere üretilmiş olmalarına rağ­men çoğu zaman onları yeniden üretmeye yarayan kültürel figür­lere, hiçbirimizin yabancısı olmadığı çileli kahramanlara, yabancı isteklerin esiri olmuş züppelere, kudretsiz babalara, yetim oğlan­lara, nihayet kötü çocuklara yakından bakmayı deniyor.

Bütün bu sorulan cevaplayabilmek için yakın tarihin bazı kül­türel ürünlerini karşılaştırmalı olarak incelemeye çalıştım bu ki­tapta. Ahmet Hamdi Tanpınar ile Ayşecik'in, Recaizade Ekrem ile Kemalettin Tuğcu'nun, Oğuz Atay ile kederli çocuk şarkıcılann,

10

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

nihayet edebiyatın yetim oğlanlarıyla sokak çocuklarının, roma­nın azgelişmiş babalarıyla siyasi hayattaki kifayetsiz figürlerin, Araba Sevdası'yla trafik canavarının aynı kitapta yan yana geçiyor olması dekoratif bir çaba olarak algılanmasın. Bu tür ani geçişler kültürel kurguları farklı bir gözle, yadırgayarak görmemizi sağla­yabiliyor bazen. Bunun da ötesinde, popüler kültür denen alanla "ciddi" edebiyat arasındaki bölünmeyi düşüncenin önünü tıkayan bir ayrıma dönüştürmekten, edebiyatı sırf edebiyat olduğu için bu malzemeye bulaşmayacak kadar yükseğe yerleştirmekten yana değilim. Ama iyi edebiyatla kendini hep yeniden üreten kalıplar arasındaki farkı, bütün bu malzemeyle başetme yöntemleri arasın­daki ciddi farkı, iyi edebiyatın içerdiği (ve okurundan beklediği) ruhsal ve edebi emeği görünmez kılmaktan yana da değilim. Ara­da tabii ki bir fark var, ama ne? Kötü Çocuk Türk'ün cevaplamaya çalıştığı sorulardan biri de bu olacak.

Ben de İsterem

Kültürel imgeler de insanlar gibi: Ancak ömürlerini tamamladık­larında, imkânlarını tükettiklerinde, çevrelerine yaydıkları ışık za­yıflarken tam olarak anlaşılabiliyor. İmkânları kadar vaatleri de tükenirken, kendilerine bağlanan umut dağıldığında, yerlerini baş­kalarına bıraktıklarında anlaşılabiliyor. Türkiye'nin yakın tarihin­de öne çıkmış bazı kültürel imgelerden yola çıkan bu kitabın ilk yazısına bu yüzden epey gerilerden, adı etrafında oluşan haleyi yi­tirdiği için bugün kendisi dahil birçok şeye ışık düşüren Orhan Gencebay'dan söz ederek başlayacağım.

70'ler boyunca aslında hep aynı şarkıyı söyledi Orhan Gence­bay. O yıllarda bir erkekten duymaya alışık olmadığımız ağlamak­lı sesiyle hep aynı hikâyeyi anlattı. Kara sevdalardan, gülmeyen bahtlardan, bitmeyen çilelerden söz etti. Başlamadan biten aşklar­dan, mahşerde kavuşulacak sevgililerden, sevgilinin hasretiyle yıllarca beklemekten söz etti. Hiçbir zaman ulaşılamayacak uzak bir imgeye tutulmuş, o imgeye duyulan arzuyla hastalanmış âşığın söylemiydi onunkisi. Israrla aynı hikâyeyi kurdu: Kadın vefasız­dı, uzaktaydı, erişilmezdi; erkek kadının elinde oyuncak olmuştu, garipti ama onurluydu.

Gencebay'ı o yıllarda ilk kez dinlediğimde, bu şarkıların söz­leri kadar bu inleyen, sızlanan, ah çeken erkek sesi de bana nere­deyse müstehcen gelmişti. Kederli bir içerikle oynak ritimleri, ağıt tonuyla melodiyi yaydıkça yayan yaylıları, iyileşmez bir aşk yarasıyla bu yarayı deşmekten duyulan keyfi apaçık biçimde bir araya getiren bu garip şarkılar o yıllarda yalnız bende değil, ay­dınlanmış bir bilinci önemseyen birçok insanda da utançla akraba bir duygu uyandırmış olmalı. Arzunun böyle uluorta dile getirili­şinde, kendini dilenciye ya da idam mahkûmuna benzeten bu acıyla yıkılmış erkek figüründe, yıkılmışlığın kendisinden bir

12

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

onur çıkartmaya çalışan bu aleni yakarışta sanırım kontrolsüz bir arzunun, bir ölçüsüzlüğün, bir taşkınlığın izini görmüştüm.

1970'ler mahrem olanın kamusal âlemde apaçık görünmediği, aşk acısının aleni bir şikâyetle, böyle bağırarak dile getirilmesinin yakışıksız kaçtığı yıllardı. Oysa mahrem olanla kamusal olanı iç içe geçirmiş, aşkı zulmün metaforu haline getirmişti Gencebay. Aşkı bir zulüm olarak tarif ediyor, ama toplumsal zulmü de bir âşık söylemiyle anlatıyordu. Dahası, insanları bu acılı yazgıyı aş­maya değil, bundan düpedüz zevk almaya, garipliğin ötesine geç­meye değil, garipliğin içine yerleşmeye, bu karşılıksız aşkta oya­lanmaya çağırıyordu. Bu yüzden de bütün bu şarkıların, mağdur­ların karanlık yazgısının kültürel bir aydınlanmayla aşılabileceği­ne, siyasal bir terbiyeyle dönüştürülebileceğine, kurumsal bir da­yanışmayla değiştirilebileceğine inanan insanlara müstehcen gel­mesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu: O yıllarda Orhan Gencebay diz­ginlenmemiş bir arzunun, terbiye edilmemiş bir çığlığın, ipini ko­parmış bir taşranın sesi olarak algılandı. Dinleyenlerine Hint ça­yırlarını ya da Mısır çöllerini hatırlatan bu kederli şarkılar, bütün kurgusallığma rağmen Doğulu olan bir mağduriyet duygusunda, bu dünyadan nasibini alamamışlara seslenen bir garibanlık söyle­minde, yana yakıla çatılmış bir bahtsız delikanlı imgesinde ısrarın ifadesiydiler birçoğumuz için.

Aradan geçen yirmi küsur yılda Türkiye'de birçok şeyle birlik­te Gencebay'ı o yıllarda o kadar önemli kılan kültürel ortam da de­ğişti. Bugünün daha arzulu ikliminden geriye baktığımda Gence- bay'ın şarkılarında bu kez bir refleksten çok, bir fren olduğunu fark ediyor olmam tesadüf değil. Israrla arzudan söz ediyordu söz et­mesine, ama aynı zamanda bu arzunun bastırılması gerektiğini va­zediyordu Gencebay. Dinleyicilerine arzu oyununda baştan yenik olduklarını, o halde arzuyla doyumu arasındaki gerilimden pekâlâ haz da alınabileceğini, doyumsuzluğun kendisinden bir ruhsal enerji çıkartılabileceğini söylüyordu. Aşkı zulmün metaforuna dö­nüştürdüğünden söz etmiştim. Şöyle de söylenebilir: Zulme karşı yükseltilecek şikâyetle bunun hedefini hiçbir zaman bulamıyor ol­masının getirdiği gerilimden, bu gariplik halinin kendisinden zevk alınabileceğini söyledi dinleyicilerine Gencebay. "Benim de her

13

BEN DE ÎSTEREM

şeyde bir hakkım vardır," diyordu demesine, ama "hakkımı hemen ver!" yerine, ısrarlı bir talepten ziyade, "istemem namertten bir yu­dum çare" diyordu örneğin. "Dertleri zevk edinmek”ten, "acının tiryakisi" olmaktan, "aşka hasret kalmak"tan söz ediyordu.

Orhan Gencebay 70'lerde popüler olan şarkılarıyla şehrin yeni sakinlerini, sürekli ihtiras pompalayan büyük şehir karşısında, şehrin kadınla özdeşleştirildiği bu arzu oyununda, geri çekilmeye çağırmıştı. İstek kipinde değil, sitem kipinde konuşmaya; doyum- suzluğun, kalp kırıklığının, hatalılığın içine yerleşmeye; âşık olu­nan kişidense aşkın kendisini, arzu duyulandansa arzunun kendi­sini arzulamaya davet etmişti. Şehre neden söz geçiremediklerini, neden garipliğe mahkûm olduklarını, yeni ve yabancı bir dünyada neden hep bir hata olarak kalacaklarını ("hatasız kul olmaz"), dün­ya nimetleriyle aralarında neden kapatılamaz bir mesafe olduğu­nu anlamlandırmaları için onlara dinsel söylemin; adanmışlığm, tahammülün, tevekkülün sözcüklerini önermişti. Fren diyorum, çünkü her şeyden önce feragat ("vazgeç gönlüm") ve sabra ("sab­ret gönlüm sabret") dayalı bir gariplik teklifiydi bu. Gerçi teklifte "gelin birlik olalım", "sen de bizdensin" ya da "sevenin halinden sevenler anlar" gibi bir mağdurlar cemaati kurma, insanları bu ce­maate üye kaydetme isteği yok değil. Ama bu aidiyetin gücünü yoklukla barışmaktan, açıkçası bağrına taş basmaktan aldığını da baştan açık açık söylemişti Gencebay.1

1. Bu yazının ilk hali Defter dergisinde yayımlandığında, "şehrin yeni sakin­leri" sözü yüzünden sanırım, bir itiraza yol açmıştı. Mehmet Harmancı Makâlât dergisinde yayımlanan (sayı: 2, Kasım 1999, s. 69-83) "Mûsikîmizde Orhan Gen­cebay Tavrının Dînî-Felsefî Motifleri" adh yazısında, Orhan Gencebay'm "göç edenlerin ya da varoşların müziği, en azından sadece onların müziği" olmadığını söylüyordu. Harmancı'ya göre Gencebay'm popülerliğinin esas nedeni şehrin de­ğişen yapısından çok, eserlerinin halkın inançlarıyla bağdaşan niteliğinde, özel­likle de dinsel kavramlara yer vermiş olmasında aranmalıydı.

Harmancı'nm Gencebay'ı Türkiye'nin bastınlmış sesi olarak (Kemalist politi­kalarla bastınlmış dinsel inançlann olduğu kadar, Cumhuriyet döneminin dayat- malanna yenik düşmüş bir müzik duygusunun da ifadesi olarak) görme isteğini anlıyorum. Kısmen de doğru bu. Ama bence burada önemli olan, Gencebay’m yaslandığı dinsel söylemin onda nasıl olup da modem bir tavra dönüşmüş oldu­ğu. Unutmayalım: İçinde geleneksel öğeler banndmyor olsa da bir şehir müziği­dir Gencebay'mki. Önerisi de bütün anakronik yanlarına rağmen, o zamana kadar

14

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

Gencebay'daki yeniklik söyleminin, 70'lerin mağdurluğu er geç aşacağına inanan, hayatı toptan dönüştürecek bir devrim bek­lentisine dayalı sol söyleminin tam karşıtı olduğu söylenebilir. Ama bu yeniklik vurgusunun, bu muzaffer söylemin sonunda ya­şayacağı yenilgiyi daha o zamandan bir biçimde içerdiği de söyle­nebilir. Çünkü Gencebay'm şarkıları da benzer bir mutlaklığın için­den söylenmişlerdir. Orada da mutlak karşıtlıklara dayalı bir dünya vardır; dost-düşman, hakikat-yalan, günah-sevap, hasret-vuslat birbirinden kesin sınırlarla ayrılmıştır. Orada da arzu gücünü, arzu­lananın mutlak anlamda erişilmez, arzulayanınsa mutlak anlamda onurlu olmasından alır. Orada da aşk söylemi ancak uzak gelecek­te varılacak mutluluğa ayarlanmıştır; âşık bütün duygusal enerjisi­ni mahşerde kavuşacağı sevgiliye yatırmıştır. Diğer yandan orada da öncelikle bir adalet talebi vardır. Adil olmayan babaya karşı ai­lenin haklarını savunan "ağabey"dir Orhan Gencebay.2 1970'lerde sol hareketin içinde yer alan çoğu insan gibi o da memur çocuğu­dur ama yoksullar adına konuşur. Şehirlidir ama şehirde yolunu bulamamışların çilesine tercüman olur. Arzudan söz eder ama baş­kalarının haklarını savunan, bu yüzden de kendini ister istemez "akıl" konumuna yükselten herkes gibi o da feragatin terimlerine başvurur. İktidara aday bütün ağabeyler gibi o da kendi isteklerini ertelemek zorundadır. "Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!" der o da şimdilik.

Orhan Gencebay 70'lerdeki popülerliğini, ilk bakışta karşıtmış gibi görünen iki özelliği birden içermesine borçluydu. Bir yanıy­la sokağın diliydi; mağduriyeti taşkın bir ses tonuyla uluorta ses-

modemleşmenin dışında ya da kıyısında kalmış kitlelerin şu ya da bu biçimde o modem hayatın içine çekilmesini, büyük şehrin kışkırttığı sınırsız arzuyla başet- mesini sağlayacak bir öneridir. Bu yüzden burada yapılması gereken, bu şarkılar­da halkın yabancısı olmadığı geleneksel değerleri ve dinsel motifleri keşfetmek­ten çok, bütün bu dinsel söylemin modem bir durumla başetmek için nasıl dönüş­türüldüğünü anlamak. Gencebay'm modernliğini açıklayacak olan budur. Bastırıl­mış olan geri dönmüştür evet, ama bastırıldığı biçimiyle değil. Artık yeni kültü- rel-ruhsal ihtiyaçlara cevap vermektedir. Bu yüzden de geri dönen din, hiçbir za­man bastırılan din değildir. Ne burada ne de başka yerde.

2. 70'lerde Orhan Gencebay'ı popüler kılan şeyle, solu popüler kılan şey ara­sındaki akrabalığı daha önce bir başka yazıda ele almıştım: "Vicdan ve Teknik", Vitrinde Yaşamak, Metis Yayınlan, 3. basım 2001, s. 92-101.

15

BEN DE İSTEREM

lendiriyor, Türk müziğinin alışılmış terbiyesini ihlal ediyordu. Ama bir yanıyla da geleneksel bir terbiyeye, dinsel bir söyleme geri çekiliyordu; ağırbaşlıydı, efendiydi, edepliydi. Arzunun ken­disini bir özgürlük söylemiyle değil, tersine bir feragat söylemiy­le ifade ettiği, hep daha fazlasını isteyerek değil, tersine geri çeki­lerek dile getirdiği bir dönemin yıldızı. Benzer bir ikilik gelenek­sellikle modernlik arasında gidip gelişinde de var.3

Şarkılarındaki dinsel söylem, 70'lerde çevirdiği bir dizi filmle kurduğu Mecnun figürü bizi yanıltmasın. O güne kadar modem hayatın kıyısında kalmış insanlara modem bir durumla, büyük şehrin pompaladığı arzuyla, uyardığı istekle nasıl başedebileceği- ne dair bir teklif sunmuştu Gencebay. Modernleşmenin sancılarıy­la başetmeyi önerdiği, sancının kendisini haz kaynağına çevirdiği ölçüde de modem bir teklifti bu. Bastığı fren, anlamını burada ka­zanır. Yabancı topraklarda aşın uyarılmanın yol açacağı patlama­ya karşı geri çekilmeyi öneriyordu Gencebay. Bugün artık marji­nalleşmesinde değilse de bir klasikler repertuarına kaldırılmış ol­masında, meydan okuyan ve onurlu bir ağabeylikten saygın bir Orhan Baba'lığa terfi etmesinde yalnızca yaşlanmasının değil, hem şarkıları hem görüntüsü hem de filmleriyle kurduğu modem Mecnun imgesinin artık bu toplumun ruhsal ihtiyaçlarına cevap veremeyecek kadar hantallaşmış olmasının da payı var.

3. Burada vurgulanması gereken, Orhan Gencebayin taşkınlıkla terbiye, çığ­lıkla edep arasındaki ikiliği, dinleyenlerine sahici gelen bir "ağabey" imgesinde bütünleştirmiş olması. Bunun tam karşıtı, Zeki Müren'in sunduğu imgedir. Orada da bir ikilik vardır, ama bu iki yan hiçbir zaman tek bir imgede bütünleşmez, da­ima iki ayrı parça olarak kalır. Bir yandan abartılı bir İstanbul şivesiyle konuşur Zeki Müren, aşın zarif ve ince biridir, ama bu abartılı zerafetin hemen altında bir ağzı bozukluk saklıdır. Filmlerinde yakışıklı jönü oynar, ama rüya sahnelerinde seyircinin karşısına birden rengârenk tüyler, şifonlar ve payetlerle çıkıverir. Zeki Müren imgesi, daima abartılı bir efendilikle kaba küfür, zerafetle argo, yapma bir haysiyetle zillet arasında gidip gelir. Onu bu milletin hem "sanat güneşi" hem "soytansı" kılan biraz da budur. Şimdilerde, aynı yanlmanın artık iyice karikatür- leşmiş biçimini Bülent Ersoy’da görüyoruz. O da bir yandan "Hakk'ı Taala"sız, "efendim"siz, yapmacık bir Osmanlıcayla kurulmuş nezaket cümleleri olmadan konuşmuyor, ama kafasının tası atınca da altından yakası açılmadık küfürler, vah­şi bir argo dökülüveriyor. Bu toplumun "ağabey" olmayan yıldızlarından esirgedi­ği sahicilik: Hiçbir zaman bütünleşmeyen, hep ayn kimlikler olarak varolacak iki ayn dünya.

16

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

II.

Türkiye'de 8O'lerde yaşanan, kendini bize bir ses, söz ve görüntü patlamasıyla birlikte bir arzu patlaması olarak da sunan değişim, onu açıklayabileceğimiz hikâyeyi de beraberinde getirdi: Uzun yıllar baskı altında tutulmuş olan arzu (son yılların tenden, istek­ten, arzudan söz eden sayısız şarkısından birinin sözleriyle söyler­sek "yaşamadığım çıplak arzularım") artık patlama noktasına gel­mişti. Uzun yıllar görev bilinciyle, terbiyeyle, memurluk ahlakıy­la yetiştirilmiş toplum, yıllardır ertelemek zorunda kaldığı istekle­rini nihayet ifade etme imkânını bulabilmişti. Yalnızca para tasar­rufuna değil, arzu tasarrufuna da dayalı eski kültür yerini bir arzu kültürüne; insanları arzularım hemen ve şimdi doyurmaya davet eden, iştahı ve hevesi kışkırtan yeni bir kültüre bırakmış gibiydi.

Şurası doğru: Türkiye'de 80'lerin ikinci yansında başlayan, et­kisini kısmen de olsa bugün hâlâ sürdüren bu değişim, bu toplu­mun modem olabilmek için o güne kadar dışanda bıraktığı, mo­dem kültürel kodlann dışına ittiği birçok içeriğin (bastınlmış taş­ranın, ama aynı zamanda bastınlmış cinselliğin de) büyük şehrin imkânlanyla buluşmasını, kendini piyasanın sunduğu sınırlar içinde daha özgürce ifade etmesini içeriyordu. Bu dönemin yıldı­zı, arzuyla doyumu arasındaki imkânsızlığı vurgulayan, insanlara sabır ve tevekkül vazeden Orhan Gencebay olamazdı. Yeni döne­min yeni arzusunu ancak daha taşralı, daha tensel, daha iştahlı bir ses dile getirebilirdi. Öyle de oldu: Orhan Gencebay'ın yerini, ya­bancı topraklarda kendine güvenmeyi öğrenmiş, o güne kadar "bozuk" olarak horgörülmüş şivesinden olduğu kadar kendi sev­me kapasitesinden de büyülenmiş ("Allah Allah bu nasıl sev­mek”), zaman kaybetmeden hedefe ilerleyen ("Ben sana dolana­yım"), uzaktaki ulaşılmaz soyut sevgiliye değil de adı sanı belli bir sevgiliye seslenen ("Oy oy Emine") şarkılarıyla İbrahim Tatlı- ses aldı. Uzun yıllar ağabeyinin arzusu, onum, ağırlığı altında ezi­len, onun adaletine sığınmak zorunda kalan, başkasının onura uğ­rana dünya nimetlerinden mahram kalan küçük kardeş sonunda basmıştı çığlığı: "Ben de îsterem."

17

BEN DE İSTEREM

Kuşkusuz "Ben de İsterem" yalnızca İbrahim Tatlıses'in mah­rumiyetten imkâna açılan hayat hikâyesini değil, aynı zamanda tüm toplumun, kendine artık yalnızca bir külfet olarak gelen bir feragatin yükünden kurtulma isteğini de dile getirdiği için bu ka­dar popüler olabildi. İbrahim Tatlıses başkalarının kendisinden daha imkânlı olduğunu gören herkesin pekâlâ içinden geçireceği bu cümleyi pişkin ama aynı zamanda muzip bir ses tonuyla uluor­ta dile getirebildiği için, Orhan "ağabey"inden boşalan yere onun "kıro" kardeşi olarak oturmayı seve seve kabul ettiği için bu kadar önemli olabildi. Nitekim Türkiye'nin, ağabeyinin vicdanında figü­ran olmaktan sıkılmış bütün çocukları İbrahim Tatlıses'i çok sev­di. Onun şarkıları sayesinde göğüslerini gere gere konuşmayı, ya­kın zamana kadar sırt çevirmek zorunda kaldıkları dünya nimetle­rinden paylarını istemeyi, inleyip sızlanarak da olsa sonunda hep frene basan tok sesli ağabeyin yardımı olmadan, yabancının ara­cılığı olmaksızın kendi seslerini duyurmayı öğrendiler.

Bu hikâyede yanlış anlaşılabilecek, kısmen de yanlış ifade edilmiş bir yan var. Her ne kadar 80'lerde başlayan süreç kendini bize bastırılmış arzunun nihayet ortaya çıkması olarak sunduysa da, aslında burada arzusuzluktan arzuya doğru ilerleyen bir süreç­ten değil, arzunun dinamiğinin değiştiği bir süreçten söz ediyoruz. Şöyle söylemek daha doğru olacak: Geçmişin, tek tek istekleri bü­tünsel bir hikâye içinde eriten mutlak arzusu çözülmüş, bileşenle­rine ayrılmıştı bu süreçte. Arzuyu önündeki mutlak engelle tanım­layan, bu sayede ona bütünsel bir yapı kazandıran, her bir tek is­teği bir büyük kültürel talebe, bir dünya meselesine dönüştüren ("Batsın bu dünya") hikâye ortadan kalkmıştı. Gençliğe adımını 70'lerde atan, isteklerini bütünsel bir hikâye içinde eritebildiği öl­çüde ifade edebilen, bu mutlak arzuyu iktidar karşısında topyekûn bir meydan okumaya dönüştürmüş insanlara şimdi tuhaf gelen de buydu: Artık tek tek istekler, bütünsel bir arzunun parçası olma­dan ortalıkta rahatça boy gösterebiliyor, kısa vadede kendilerine daha somut, daha gerçekleşebilir hedefler arayabiliyor, yalnızca kendilerini temsil etmenin verdiği rahatlıkla bir an önce doyurul­mayı talep edebiliyorlardı. Geçmişte arzuya eşlik eden onur bir­den anlamsızlaşmıştı.

18

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

Orhan Gencebay'm şarkılarıyla İbrahim Tatlıses'inkileri karşı­laştırdığımızda, fark açıkça görülür. Biri yatırımını arzuyla doyu­mu arasındaki örtüşmezliğe yapmıştır; o mesafeden bir haz türet­meye çalışır. Diğeri tersine, her ne kadar bazen kederden söz etse, hicrandan filan dem vursa da, hem şarkıları hem de kamusal kim­liğiyle gayet net bir biçimde isteklerinin bir an önce doyurulması­nı ister. Biri enerjisini istediğinin verilmemiş, bu dünyada zaten verilemeyecek olmasından alır. Diğeri her şeye rağmen istemek­ten (ve olabildiğince almaktan) yanadır. Biri doyurulması imkân­sız bir arzunun ağırlığıyla konuşur, bir tür aşkınlıkta ısrar eder, beklemenin onuruna sığınır. Diğerinde ise doyurulmuş tenin, her­kesin gözü önünde dile getirilmiş iştahın, nihayet yüzeyin de fena bir şey olmadığını itiraf etmiş olmanın verdiği hafifleme vardır. "İstemem namertten bir yudum çare" ile "Ben de İsterem" arasın­daki esas fark da budur. Tatlıses'te de yine kadındır şehir. Ama ga­rip ve onurlu erkekle birlikte vefasız ve erişilmez kadın da artık tarih olmuştur. Kiraz dudaklardan, gül memelerden, nihayet her türlü imkândan payını istiyordur adam alenen.4

Buradaki tavır farkının kuşkusuz başka nedenleri de var. Or­han Gencebay popüler kültürün, yarattığı idollerin etrafındaki sa­hicilik halesini henüz yok etmediği bir dönemin yıldızıydı. İbra­him Tatlıses ise bu devirde sahiciliğe yatırım yapmanın beyhude olduğunun farkında. Kendini baştan bir şaka olarak, kendinin tak­lidi ya da parodisi olarak kuruyor. "Ben de İsterem"i daima, bu cümlenin parodisiyle birlikte (örneğin "Ellere var da bize yok mu?" cümlesiyle birlikte) işitmemizin nedeni de bu.5

4. Bu iklim farklılığı, Orhan Gencebay'm 80'lerde yaptığı şarkılarda bile his­sedilir. Meral Özbek, Gencebay'm bu dönem şarkılarının, 70'lerdeki "aşkın" döne­minde görülen gerilimi kısmen yitirdiğinden, arzunun daha dünyevi, daha somut, daha özgül özellikleriyle ele alınmaya başladığından, daha neşeli, oynak ritmlerle anlatıldığından söz eder. Karşılıksız aşka yatırılan arzu yavaş yavaş çözülmeye, kendine daha gerçekçi hedefler aramaya başlamıştır. "Sevenler mesut olmaz" ka­rarlılığından "başka bir sevgili bulacağım, seni unutacağım" arayışına girilmiştir. Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski, İletişim Yayıncılık, 1991, s. 208-11.

5. "Ben de İsterem" Fransız 68'lilerinin "Her şeyi istiyoruz, hemen şimdi" slo­ganını akla getiriyor. Bağlamın çok faıkh olduğu açık: Her şeyden önce politik bir slogandı bu. Ama politik içeriğiyle bağlantısı koptuğu anda, insanları bu dünya-

19

BEN DE İSTEREM

Babayla ilişkilere gelince: Nasıl Orhan Gencebay aşkınlıktaki, tevekküldeki, çiledeki ısrarıyla yenikliğe, bir zamanlar sesini dile getirdiği sokağın dışına düşmeye mahkûmsa, bu İkincisi de daha baştan ailenin şımartılmış çocuğu olmaya mahkûmdu bence. Ba­basına meydan okumadığı, onun yerine göz dikmediği sürece, ço­cuksu talepleri hemen karşılanacak ("bırakın istesinler"), özellikle de o talepler kışkırtılacaktı. Aslında yalnızca İbrahim Tatlıses'in değil, günümüzün taşradan ya da yoksulluktan gelme bütün yıldız­larının yazgısı birbirine benzer. Sibel Can'm ya da Hülya Avşar'm ya da bu toplumun başı beladan bir türlü kurtulamayan yıldızları­nın yüzünde, nihayet yükselmiş olmaktan duyulan memnuniyet kadar, kimseyi değil kendini temsil ediyor olmanın hafifliği kadar, isteklerinin nasıl olsa karşılanacağını bilmenin rahatlığı da var. Ya da zar zor elde ettiği bu yeri ne pahasına olursa olsun koruma iste­ği kadar, suçluluk duygusunu çoktan geride bırakmış bir toplumun suça yatkınlığını bilmenin pişkinliği var. 90'larla birlikte şekille­nen yeni bir yıldız tipinden söz edeceksek eğer, ne babalar ne de ağabeyler arasından, yakın zamana kadar varlığından bile habersiz olduğumuz küçük kardeşler arasından çıkmıştır o.

III.

Bu hikâyede hâlâ eksik bir yan var. O da şu: Bizler kültürel alan­daki bu değişimi, arzuyu bileşenlerine ayırıp hızla söze, sese, gö­rüntüye dönüştüren bu pomografikleşme sürecini hep 80'lerin te­zahürü olarak görmeye yatkınız. Bu yüzden de 70'leri her bakım­dan hemen şimdi haz almaya, dünya nimetlerinden hemen şimdi pay almaya çağı­ran tüketim toplumunun sloganı haline geldiğini de unutmamak lazım. Avrupa'da, burada üzerine konuştuğumuz dönemden neredeyse yirmi yıl önce dile getirilen bu sloganın Türkiye'de muhatabını ancak 80'lerde bulduğunu, çok daha kısa ömürlü olan bir politik vurgunun ardından bu ülkeye özgü yerel renkler kazanıp "Ben de îsterem"e pek uzak olmayan bir yere yerleştiğini hatırlamakta da yarar var. 70lerin "Batsın Bu Dünya"sı, hiçbir zaman doyurulamayacak mutlak arzuda­ki ısrarı, "hemen şimdi"ye değil de uzak geleceğe olan yatırımı, arzuyu kışkırtan tüketim toplumu karşısında anakronik bir direnişi değilse de bir fireni temsil edi­yor, dememin nedeni de bu.

20

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

dan 80'lerin negatif imgesi olarak düşünüyoruz. Oysa sol muhale­fetin tarihi açısından değil, tüm toplumun tarihi açısından baktığı­mızda, 70’lerdeki kültürel ortamın hiç de o kadar yekpare olmadı­ğını fark ederiz. Unutuldu gitti: Türkiye'deki ilk pornografi patla­ması 80'lerde değil, 70'lerde yaşandı. 1975 ile 1980 arasındaki dö­nem, o dönemde anıldığı adla söylersek bir "seks fuıyası” döne­miydi; bu beş yıl içinde Türkiye'de çevrilen filmlerin büyük ço­ğunluğu seks filmleriydi.6 Gerçi toplumun dar bir kesimine, bu filmlerin gösterildiği izbe sinemalara girebilen erkek seyirciye yö­nelik, kendini baştan pis bir şey olarak tanımlamış bir pornogra­fiydi bu. Ama tam da pisliğiyle 70'lerin onurlu dünyasının tam karşıtıydı. Bir türlü vuslata eremeyen sevgililere, erişilemeyen ka­dınlara, karşılıksız aşklara, bize hep aynı hikâyeyi anlatan içli, dramatik, ağlamaklı seslere inat, pornografide vuslat anı komedi kalıplarında da olsa dolaysız ifadesini bulmuştu. Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak, Tarağımla Oynama, Şehvet Kurbanı Şevket ya da Öttür Kuşu Ömer. Bu filmlerdeki komik cinsellik, kadını kolayca elde eden komik erkek figürü, mutlak bir arzu uğruna dünyayı eli­nin tersiyle iten ağır ve ağdalı "Sevenler Mesut Olmaz"ın, bütün dünyanın yükünü taşıyan o zordaki erkek figürünün, sırtını dinsel söyleme dayamış o feragatin öbür yüzü değil de ne?

Şunu söylemek istiyorum: Bize sanki 80'lerde başlamış gibi görünen arzu patlaması, her ne kadar dar bir alana sıkıştırılmış ol­sa da aslında 70'lerin içinde de vardı. Bize şimdi topyekûn bir fe­ragat dönemi olarak görünen, uzun süredir hep 80'lere atıfla "80 öncesi" olarak kavramlaştırdığımız 70'ler kendi içinde açık ve net bir biçimde ikiye bölünmüştü. Bir yanda, hiçbir zaman doyurula- mayacak arzunun verdiği enerjiyle iktidarla rekabeti göze almış, insanları büyük şehrin kışkırtıcılığına kapılmamaya, bugünden değil uzak yarından bir şeyler beklemeye çağıran bir ses vardı. Di­ğer yanda ise feragate razı olmayan, buna zaten imkânı da olma­yan, arzularının kadını uğruna yasayla çatışmaktansa kendini baş-

6. Kesin bir rakam vermek gerekirse, 1979’da çevrilen 195 filmden 131'i seks filmiydi. Giovanni Scognamillo, Türk Sinema Tarihi, 2. cilt, 1960-1986, Metis Yayınlan, 1988.

21

BEN DE İSTEREM

tan çocuksu taleplerle sınırlamayı, müstehcen ve komik olmayı kabul etmiş bir ikinci ses. Bu İkincisinin komiklikten de önemli bir özelliği var: Arzuların yüce ve erişilmez kadınının yerini ora­da her tür aşkmlıktan soyulmuş zelil kadın alır. Yapılan fren kar­şıtını da doğuracaktır: Bir haysiyet olarak yaşanan arzunun karşı­sına, bu kez bir zillet olarak yaşanan cinsellik dikilir. 70'lerin mo­dem dünyasını anlamaya çalışırken, bu ikisinin birlikte tek bir dünya ettiğini, tek bir arzu evreni oluşturduğunu, burada arzuyu arzu yapan şeyin tam da bir yerde bastırılmış olanın bir başka yer­deki kışkırtılmışlığı olduğunu unutmamak gerekir. Bir yanda "Batsın Bu Dünya" varsa, diğer yanda Bülbül Çıkacak Kuş Çıka­cak var, bir yanda "Bir Teselli Ver” varsa, diğer yanda Ölene Ka­dar Seks var, bir yanda "Başa Gelen Çekilirmiş" varsa, diğer yan­da Şehvet Delisi var. Bir yanda arzuyu uyaran ama doyurmadan bırakan, gösteren ama vermeyen kadın varsa, diğer yanda ayrım gözetmeden hemen oracıkta veren kadın var. Bir yanda insanları cezbeden ama tatminsiz bırakan büyük şehir varsa, diğer yanda her türden açlığı doyurmaya aday, iştahı ve hevesi kışkırtan bir ikinci büyük şehir var. Bir yanda her türden arzuyu bir büyük hi­kâyeye ekleyen ağdalı bir aşk söylemi varsa, diğer yanda içinde hiçbir hikâye barındırmayan bir çiftleşme sahnesi var.7

Orhan Gencebay'm genellikle dinsel bir söyleme, bazen de

7. Slavoj Zizek'in romantik filmle pornografik film arasındaki farka değindi­ği "Pornografi, Nostalji ve Montaj" adlı yazısı (Looking Awry: An Introduction to Jacques Lacan through Popular Culture, MIT Press, 1991) bize bazı ipuçlan sağ­layabilir. Şunu söyler Zizek: Romantik filmde aşk sahnesinde daima aşılmaz bir sınır vardır; aşk bir noktaya kadar anlatılır, o nokta geldiğinde görüntü bulanıkla­şacak, kamera uzaklaşacak, sahne kesilecektir. Bu yüzden romantik filmde cinsel organlann iç içe geçtiği "o anı" hiçbir zaman göremeyiz. Pornografide ise sınır kalkmıştır; "o an” gizlenmez, tersine her şey onu göstermenin bahanesidir. Ama burada bir paradoks da vardır. Aşk filminde zevk vermesi beklenen şey daima gizli kalır; pornografide ise zevk vermesi beklenen şey gösterilmiş, ama tam da bu yüzden yok olmuştur. Yani arzuyu gösterdiğimiz anda ondan fazla uzaklaşmı- şızdır; "o an" artık bir anlam ifade etmez. Bu durumda romantik filmde hikâye vardır, arzu tatminsiz kalır, pornografik filmdeyse hikâye "esas meseleye" girişin bahanesidir, dolayısıyla da hikâye filan yoktur. Birinde arzu hep daha ilerdedir, diğerinde ise çoktan geride kalmışUr. Belki şöyle de ifade edilebilir: Arzu ne bi­rinde ne ötekinde, tam da bu iki dünyanın birlikte oluşturduğu, bu iki dünyanın bir türlü Örtüşemiyor olmasının oluşturduğu gerilimdedir.

22                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

açıkça solculuğa yanaşarak kurduğu mahşeri söylem, Türkiye'nin tam anlamıyla bir tüketim toplumu olmasının arifesinde büyük şe­hirlerde yığılan kitlelere verdiği mesaj, bu kutupsallığm içinde de­ğerlendirilmeli. Dönemin gazetelerine göz gezdirdiğimizde, 70' lerde kutupsallaşan içerikler hemen fark edilir. Aradaki dolgu mal­zemesini -popüler basının her zaman vazgeçilmez unsuru olan tra­fik kazalarını, intihar hikâyelerini, cinnet ve cinayet haberlerini çe­kip çıkardığımızda- açık bir biçimde ikiye ayrılır dünya. Bir yan­da açlık grevi, direniş ve boykot haberleri vardır; diğer yanda ör­neğin bir Hürriyet'm dört beş sayfası gazino, gece klübü ve müzik­hol ilanlarına ayrılmıştır. Bir yanda gözaltılar, işçi-polis çatışmala­rı, iş bırakmalar, mitingler vardır; diğer yanda şuh bakışlı şarkıcı ilanları, bedava seks plakları dağıtan dergiler, süper striptizler, seks show'lar, ekstra menüler vardır. Bir yanda Gencebay'm teni olmayan, yüzü bile olmayan zalim kadını vardır, diğer yanda ise sabit bakışları, takma kirpikleri, hafif aralık ıslak dudakları, kaba­rık bukleli saçlarıyla sanki hep aynı kadın, kulağının arkasına sı­kıştırılmış yapma çiçeğiyle gülümsemeye zorlanmıştır. Biri sanki "arzunu bastır ki örgütleyebilesin" diye seslenir karşısındakine; di­ğeri ise "kendini çocuksu arzularına bırak" der: "Bırak, dağınık kalsın."

80'deki askeri darbe Türkiye'de birçok şeyle birlikte bu "seks furyası"nı da sona erdirdi. Kısa bir süre için: Çünkü, hemen ardın­dan, 80'lerin ikinci yansında bunu, bir bakıma kültürün tamamını pornografıkleştirmeyi hedefleyen ikinci "seks furyası" izledi. Bu İkincisi, birçok açıdan farklıydı. Her şeyden önce çok daha yay­gındı; yalnızca kötü sinemalann izbe salonlanna girebilen erkek­lerin değil, erkek kadın çoluk çocuk herkesin bakışına sunulmuş­tu. İkincisi, medyanın, reklam ve eğlence sektörünün sağladığı dil sayesinde çok daha "kültürlü" bir nitelik kazanmıştı. Kendisini ya­sakla, gizlilikle, suçluluk duygusuyla ya da bütün bunları hafiflet­mesi beklenen bir komiklikle tanımlamış bir altkültür olarak değil, kültürün kendisi olarak sunuyordu. Belki hepsinden önemlisi, ar­kasında bir özgürlük vaadi vardı.8 Bütün bu farklı niteliğine rağ-

8. 80'lerin ikinci yansında Playboy ve Penthouse gibi "ikinci kuşak” pomog-

23

BEN DE İSTEREM

men yine de 7O'lerin tümüyle habersiz olduğu bir şey değildi bu. Ne kadar sınırlı, ne kadar sakil, ne kadar komik olursa olsun "seks furyası"nda da kendini belli eden arzu, üzerindeki fren ortadan kalkınca bir zillet hali olmaktan kurtulup kendini tüm topluma mo­dem bir kültürel öneri olarak sunmayı başarabildi.9

IV.

Yakın tarihe, uzak tarihin içinde şekillenmiş bazı talepler ışığında bakmak belki daha açıklayıcıdır. Uygarlığın Huzursuzluğu'nda, haz ve gerçeklik ilkeleriyle kültür arasındaki ilişkiye bir kez daha geri döner Freud. İnsandaki haz ilkesinin, dış dünyanın etkisiyle zamanla daha alçakgönüllü bir ilkeye, gerçeklik ilkesine dönüştü­ğünden söz eder. Freud'a göre uygarlığın bugünkü huzursuzluğu­nun kaynağı da budur; çünkü insanlar dış gerçekliğin baskısıyla mutluluk ve özgürlük arzularını törpülemek zorunda kalmışlardır. Ama aynı yerde bir şey daha söyler: Acı kaynaklarından gelen tehdide karşı kendimizi savunurken kullandığımız araçlar da yine uygarlığa aittir. Kültür bir feragat, bir bastırma, bir "kültürel en­gellenme" üzerine kuruludur, ama insan ancak hazdan feragat ederek ateşi kullanmayı öğrenmiş, "kendi cinsel uyarımının ateşi­ni bastırarak ateşin doğal gücüne hakim" olmuştur. "O halde bu büyük kültürel kazanım, içgüdü yadsınmasının bir ödülü"dür.10

Buradan yola çıkarak uygarlığın iki farklı talebinden söz eder Freud: Adalet ve özgürlük. Freud'a göre bireysel özgürlük uygar-

rafi dergilerinin yayın hayatına başlarken, kültürel iktidarını çoktan yitirmiş bir sol söylemle didişmeyi misyon edinmiş olmaları, kendilerini solculuk karşısında bir özgürlük vaadi olarak konumlandırmış olmaları, bunun tipik örneklerinden bi­ri. Pornografi dergileri başka hangi ülkede böyle bir ideolojik misyonla işe başla­dılar, gerçekten merak ediyorum.

9. Türkiye'de 70'lerin gizlilik ve suçluluktan beslenen asosyal ve norm dışı "dikiz" kültürü ile 80'lerden itibaren modem bir norm olmaya başlayan "sosyal röntgenciliğin" karşılaştırılması ilginç olabilir: Yaşar Çabuklu, "Röntgencilik", Kovulanın İzi içinde, Metis Yayınlan, 2001, s. 104-11.

10. Freud, Sigmund, Uygarlığın Huzursuzluğu, çev. Haluk Banşcan, Metis Yayınlan, 1999, s. 49.

24

lığın getirdiği bir şey değil, tersine uygarlığın kısıtladığı bir şey­dir. Uygarlığın ilk talebi, çoğu zaman bireysel özgürlük pahasına adalettir. Bir başka deyişle adalet, bir kez kurulmuş olan hukuk düzeninin tek bir birey yararına bozulamayacağının garantisidir, dolayısıyla da bireysel özgürlüğe kısıtlamalar getirilmesidir. Böy- lece uygarlık insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas etmiş, bireyin tehlikeli saldırganlık duygusunun üstesinden, onun bir iç merci tarafından, bir üstben tarafından gö­zetlenmesini sağlayarak gelmiştir. Ama bu bastırmanın yol açtığı huzursuzluk da kaçınılmaz olarak ikinci talebe, bu kez özgürlük isteğine yol açacaktır.

Ben bu yazıda yakın tarihe, arzu ile kültür arasındaki farklı di­namikler açısından bakmaya çalıştım. Amacım, birinin diğerinden daha doğru ya da daha sahici olduğunu savunmak değildi. Bu iki dinamiği adalet ve özgürlük talepleriyle ilişkilendirirken, bu talep­lerin kendini her zaman, bizim bu ülkede bir yirmi yıl içinde yaşa­dığımız gibi mutlak bir kutupsallık içinde ifade edeceğini de söy­lemiyorum. Ama bu ikisinin, kültürün yapısı gereği her zaman bir gerilim içerdiğini de unutmamak gerek. Türkiye'nin yakın tarihin­de kısa sayılabilecek bir süre içinde, merkezinde adaletin durduğu bir talepler toplamından, merkezinde özgürlüğün durduğu bir ta­lepler toplamına geçildi. 70'lerin adalet talebi, çok da adil olama­dığı, bireysel özgürlüklere kısıtlamalar getirdiği, insanların mutlu­luk talebini törpülediği, belki hepsinden önemlisi iktidar karşısın­da yenik düştüğü için yerini 80'lerin özgürlük talebine bıraktı. Ama bu özgürlük talebinin çok da özgürce olmadığı, yeni tutsak­lıklara yol açtığı, bir tüketme özgürlüğünden ibaret kaldığı, belki hepsinden de önemlisi acı kaynaklarından gelen tehdide karşı ka­yıtsız kaldığı şu günlerde; imkânlılar ile imkânsızlar arasındaki uçurumun giderek açıldığı, devlet eliyle örgütlenmiş suçun ve haksız savaşların hepimizi suç ortaklığına sürüklediği günümüz­de, bu kez yeniden bir adalet talebine ihtiyaç yok mu?

İşin kişisel ya da "kuşaksal" yanına gelince. "Batsın Bu Dün­ya" diyenlerle "Ben de İsterem" diyenler arasında elbette bir geri­lim olacak. Ama bu farklı talepleri farklı kuşakların ideolojik ter­cihleriymiş gibi sunmaktansa, orada kültürün farklı huzursuzluk-

25

BEN DE ÎSTEREM

lannı görmek, ama aynı zamanda bu huzursuzlukların nasıl yön­lendirildiğini, nasıl bir toplumsal buyruğa dönüştürüldüğünü fark etmek daha önemli bence. "Ben de îsterem"e bir de bu açıdan bakmakta yarar var.

Yabancının Ölümü

1980'lerin başlarında bir gazetenin baş sayfasında sinema oyuncu­su ve şarkıcı Feri Cansel'in bir resmi yayımlanmıştı. Tüm sayfayı kaplayan, morgda çekilmiş bir fotoğraf. Altında da haber: Feri Cansel sevgilisi tarafından kurşunlanarak öldürüldü. Genellikle gazetelerin üçüncü sayfalarında, en fazla birinci sayfanın altların­da bir yerde verilen bu türden bir haberi başköşeye taşıyan kuşku­suz fotoğraftı. 1970'lerde bu ülkede yaşayan insanlar için "çıplak­lık" demek olan Feri Cansel yine çıplak ama bu kez cansız morg çekmecesinde yatıyordu. Belli ki morgda rahatça çalışma fırsatını bulmuştu fotoğrafçı: Cansel'in cansız bedeni üzerindeki kurşun delikleri tek tek sayılabiliyordu.

Basının ülkenin politik gündeminden uzak durduğu; infazla­rın, gözaltında kayıpların, işkence iddialarının gazetelerin arka sayfalarında fark edilmeyecek kadar küçük haberlerle geçiştirildi­ği yıllar. O dönemi hatırlayanlar, o yıllarda gazetelerin baş sayfa­larının aile faciası, aşk cinayeti, cinnet ve trafik kazası haberleriy­le dolu olduğunu da hatırlayacaklardır. En berbat trafik kazası gö­rüntülerini, araba enkazlarının içinde sıkışıp kalmış cesetleri, ça­resizlik içinde donup kalmış gözleri; parçalanmış, yanmış, kömür­leşmiş bedenleri, sanki hepsi tek bir resmin parçalarıymış gibi, birbiri ardına ilk kez o yıllarda gördüm. Böyle ani, gözle görüle­bilir bir patlama olmuştu ölüm sahnelerinde o yıllarda.

Patlamanın bir nedeni, o yıllarda basma uygulanan sansürdü. Politika gündemden düşünce, gazeteler daha tehlikesiz bir bölge­ye açılmışlardı. Okurlarını sarsacak haberleri o bölgeden toplama­ya çalışıyor, şiddetin ve ölümün politik olmayan yüzleriyle uğra­şıyorlardı. Aslında basının her zaman yedeğinde bulundurduğu konulardır bunlar. Ama bu kez bu yedek, karanlık puntolarla, ko­caman kara harflerle verecekleri bir ilk haber bulmakta zorlanan

YABANCININ ÖLÜMÜ

27

gazetelerin her gün tükettiği temel bir kaynağa dönüşmüştü.

Ama aynı zamanda gündemde bastırılan, sözü edilemeyen bir ölüm vardı. İnfazlar, eziyet ve iç savaş. Sanki bütün bunlardan söz edilemediği, orada bir taraf olan devlete duyulan öfke dile getiri- lemediği, öfkenin ve yasın kamusal kanalları tıkalı olduğu için, o yıllarda sanki başka biçimlerde geri dönmüş, dolaylı yollardan da olsa payını istemişti ölüm. Yalnızca insanların kendilerini ya da yakınlarını tehdit eden ölümden değil; yakınlık duyulan fikirlerin, ideallerin, ilişki biçimlerinin de ölümünden söz ediyorum. Cinnet, cinayet ve intihar sahneleri basının gündemine ilk kez o yıllarda bu kadar belirgin bir biçimde damgasını vurdu. Ya da ben o zaman fark ettim: Bütün "Vahşet" haberleriyle birlikte, müşterisi duru­muna düştüğümüz ceset düşkünlüğüyle birlikte, ölüme bakışımız gözle görülebilecek bir biçimde değişmişti. Artık ölümden söz et­menin kamusal dili, onu tümüyle dışsal bir travma olarak ele alan, yabancı ama uyarıcı bir afete dönüştüren pornografik bir dildi. Hayatı boyunca pornografik bir bakışın nesnesi olmuş Feri Can­sel'in bu kez bir film karesinden değil, bir morg çekmecesinden çalınmış çıplaklığı, bugün artık kanıksadığımız bu değişimin ilk örneklerinden biri olduğu için bu kadar çarpıcıydı bence. Bir de insanın içini acıtan bir ironi oluşturduğu için: 70'lerin pornografi yıldızı bu kez bastırılmış cinselliği değil, bastırılmış ölümü gün­deme getirdiğinden, hayatımızın dışına itilen ölümü bütün çıplak­lığıyla temsil ettiğinden av olmuştu basına. Ölüm pornografisi, cinsellik pornografisinin yerine geçmeye değilse de hemen yanı- başında yer almaya adaydı artık.

Aradan geçen yirmi yıla yakın sürede ölümün başka temsille­rini de kanıksamayı öğrendik. Giysileri yukarıya sıyrılmış, yan çıplak bedeni sanki yasak bir dokümanmış gibi teşhir edilen geril­lanın, polis kurşunlanyla delik deşik edilmiş militanın, ay yıldızlı tabuttan ibaret kalmış askerin, çılgın âşığı tarafından bıçaklanan kadının, cinnet geçiren annenin boğduğu çocuğun; artık tek bir dehşet imgesiyle algıladığımız bütün bu ölümlerin her gün gaze­telerde, haber bültenlerinde seyrettiğimiz görüntüleri bize ölüm hakkında ne söyler? Birkaç günde bir Hürriyetin ya da Sabah'm birinci sayfasmda karşımıza çıkan, "ölümün kol kezdiği" uzak ül-

28                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

kelerle ilgili vahşi sahneler bizde nasıl duygular uyandırır? Soma­lili bir siyahın gövdesinden kesilip atılmış kafası, bu adamın ne­rede nasıl yaşadığını, kimlerce neden öldürüldüğünü bilmeyen in­sanlara ne anlatır? Suudi Arabistan'daki baltalı infaz, İran'daki vinçte idam sahneleri televizyon ekranında arka arkaya defalarca gösterildiğinde ne anlama gelir? Filistinli gençleri, İsrail bomba­larıyla parçalanmış arkadaşlarından geriye kalan parçalar ellerin­de gösteri yaparken görmek bizi nasıl etkiler? Ne kadar yakını­mızda olursa olsun bize daima uzak görünecek ülkelerde yaşan­mış, sonu ölümle biten hikâyelerden yapılmış bu alıntılar, Türki­ye'nin kendi uzak varoşlarından, ıssız mezralarından derlenmiş görüntüler, bütün bu görüntüleri kocaman bir "Dehşet!" imgesiy­le piyasaya sunan bu modem dil, parçalanmış beden görüntüleriy­le kurulan bu dünya ölüme bakışımızı nasıl etkiler?

II.

Fransız tarihçi Philippe Aries Batılının Ölüm Karşısındaki Tavır­ları adlı kitabında, Batı uygarlığının ölüme bakışının Ortaçağ baş­larından on dokuzuncu yüzyılın ortalarına değin fazla değişmedi­ğinden söz eder. Bu bin yıla yakın süre içinde ölüm insanlar için tanıdık bir şeydir; insanın kişiliğini yok etmeyen, daha çok uyku­ya yatıran bir kaderin farkına varılması. Bu yüzden ölüm döşeğin­deki kişinin de katıldığı kamusal bir tören, bir toplu ayin olarak yaşanır bu dönem boyunca ölüm. İnsanlar yakınlarının ölümüne olduğu kadar, kendi ölümlerine de yabancı değildirler. Evlerinde ölürler; odalarına çocuklar dahil bütün yakınlan girebilir.1

Batılının Ölüm Karşısındaki Tavırları ölümün bu tanıdıklığı- nın değişmesinin hikâyesidir. On sekizinci yüzyılın sonuna doğru şehirlerde ilginç bir değişim yaşanır. Kişinin kendisinin değil de başkasının ölümünün önem kazanmasıyla birlikte ölüm romantik bir dille ele alınmaya başlar. Ölen kişinin sözcük ve davranışları

1. Philippe Ariâs, Batılının Ölüm Karşısında Tavırları, çev. Mehmet Ali Kı- lıçbay, Gece Yayınlan, 1991.

YABANCININ ÖLÜMÜ

29

< daha önce olmadığı kadar önem kazanır. Gösterişli bir dekorla ku­şatılmıştır ölüm; kişisel bir kült haline getirilmiş, adeta aşınlaş- mıştır. Aries'e göre on sekizinci yüzyılın sonunda başlayıp bugü­ne kadar süren bu tavır kaynağını Hıristiyanlıktan çok pozitivizm­de bulur. Yurtseverlikle, milliyetçilikle birlikte gelişen bu ölüm kültü ölümün yüceltilmesini, duygusallaştırılmasını içerir. On do­kuzuncu yüzyıla gelindiğinde her yerde görünen bir şeydir artık ölüm. Mezarlıkların kapladığı alan büyümüş, cenaze törenleri, mezar ziyaretleri, matem kıyafetleri ve kabirler daha gösterişli ha­le gelmiştir.

Ölümün bu aşın görüntüsünün aslında bir körelmeyi gizlediği­ni söyler Aries. Sonunda bu etkileyici dekor yıkılınca, ölüm artık adlandınlamaz hale gelecektir. İnsanın tevekkülle karşıladığı tanı­dık bir son ya da romantik dönemde olduğu gibi dramatik bir sim­ge olmaktan çıkacak, adlandınlamayacak kadar korkunç, dahası utanç verici bir şeye dönüşecektir. Ölüm döşeğinin, ölenin yakın­lan ve toplumun iyiliği için evden hastaneye taşınmasının bir ne­deni de budur. Aries'e göre ilk kez yirminci yüzyılın başında ABD' de ortaya çıkan, oradan endüstrileşmiş Avrupa'ya yayılan bir ya­saktır bu. Ölümün çirkin yüzünün mutlu bir hayatın ortasında be­lirmesinin doğuracağı rahatsızlığı, faniliğin hayatta kalanlarda uyandıracağı sıkıntıyı, ölüm sahnesinin hayata devam edenlerde yol açacağı duygusal patlamayı ortadan kaldırmak için ölüme ya­sak konması gerekir.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren birçok Batılı araş­tırmacı gibi Aries de o güne kadar özgürleşmeyle bir tutulan mo­dem uygarlığın inkâr ettiği şeyi, içerdiği yasağı ve bastırmayı ele aldı. Ama bugün bizler Aries'i okurken iki soruyu sormamız gere­kir. Birincisi, Türkiye bu hikâyeyi ne ölçüde paylaşıyor; burada hangi öğelerle iç içe geçiyor bu hikâye? İkincisi, ölümün bugün­kü heryerdeliği, bugünün modem kültüründe kazandığı seyirlik nitelik, bu hikâyenin neresine ekleniyor? Ölüm sahneleri karşısın­da önce büyülenen, sonra bağışıklık kazanan seyircileri sarsmak için görüntülerdeki şiddet dozunun her geçen gün biraz daha artı­rıldığı, gazete ve televizyon kanallarının birbiriyle rekabet edebil­mek için hep daha "canlı" ölüm görüntüleri aradığı bir dünyada,

30

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

ölüm üzerinde bir yasak olduğundan söz edilebilir mi? Yılda bir­kaç kez "özel haber" adı altında bir Asya ya da Afrika ülkesinden naklen infaza maruz kaldığımız bir ortamda, ölümün bastırılmış olduğu söylenebilir mi? Yalnızca ölümü de değil, onunla birlikte yeraltına tıkılmış birçok karanlık içeriği de kışkırtan; dehşeti, te- kinsizliği ve kiri yağmalayan bir kültürel ortamda bir inkârdan söz edilebilir mi? Edilebilirse nasıl?

Önce Türkiye'nin farkını vurgulamalıyız. Burada maruz kaldı­ğımız ölüm görüntülerinin çoğunda politik bir mesaj var. Bir sin­dirme politikası, bir tehdit havası, devlete kafa tutanı bekleyen teh­likeyi önceden sezdirmeye yönelik alaturka bir ibret hikâyesi, "yoldan saparsanız sonunuz böyle olur" mesajı, bir "Türk polisi ya­kalar" havası var. Cezaevlerine düzenlenen "Hayata Dönüş" ope­rasyonu sırasında tutuşmuş insanlar, kömürleşmiş bedenlerle ilgili görüntülerin devletin kameralarından birkaç saat içinde her yere nakledilmiş olması başka nasıl açıklanabilir? Türkiye'de büyüyen her çocuk küçük yaştan itibaren gazete ve televizyonlarda eşkiya- nın, şakinin, anarşistin ya da teröristin, adı dönemden döneme de­ğişen bu aynı lanetli yaratığın ölüsünü görerek, başlangıçta yadır­gadığı o "Dehşet!" imgesini kanıksamayı öğrenerek büyür. İnandı­rıcı bir ideolojiyle bile değil, çoğu zaman düpedüz yalanla kurul­muş bir politik mesajı; "hayat" sözcüğünü düpedüz ölümle, "şef­kat" sözcüğünü düpedüz kıyıcılıkla özdeşleştiren bir devlet politi­kasını erken yaşta içselleştirerek, bu kıyıcılığa karşı çıkmak için kendine ya da başkalarına aynı ölçüde kıyıcı olmayı göze alamı­yorsa hiçbir şeye bulaşmamak gerektiğini öğrenerek yetişkinliğe geçer. Bu yüzden siyasi cinayetlerin, faili meçhul ölümlerin ülke­sinde ölüm görüntülerine daima bir siyaset korkusu da eşlik eder.

Yine de Türkiye'de daima ağırlığını hissettirmiş bu politik içe­riğin, daha modem bir hikâyenin içine eklemlendiğini de biliyo­ruz. Aries modem toplumun ölüme koyduğu yasağın, dinde dün­yanın anlamsızlığının ifadesine, aile içindeyse kabullenilemeyen bir ayrılığa dönüştüğünden söz ediyordu. Modem toplumda za­manla "ben"in ölümü "sen"in ölümüne; başkasının, sevilen kişinin ölümüne dönüşmüştü. Bu ölüm, her ne kadar adlandırılmak isten­meyen bir şey olsa da, hayatın bütün anlamını alıp götüren bir

YABANCININ ÖLÜMÜ

31

ölümdü. Tam da burada Aries'in pek girmediği bir alandan, Batı­lının Ölüm Karşısındaki Tavırları'ndan bu yana geçen çeyrek yüz­yıl içinde daha görünür hale gelmiş bir başka şeyden, bastırılan ölümün hangi biçimlerde geri döndüğünden söz etmek gerekiyor. Çünkü bugünün modem kültüründe "senin ölümü"ndeki "sen", yani bu başkası, sevilen kişi olmaktan çıktı artık. Her gün seyret­tiğimiz aşın temsillerinde ölüm, bize gerçekten başkasının, haya­tımıza hiçbir biçimde değmeyen, bize ahlaki, toplumsal ya da po­litik olarak daima uzak olacak kişinin, bir yabancının ölümü ola­rak görünür. Ölümüyle bu dünyanın anlamını da beraberinde gö­türecek, benliğimizde iyileşmez yaralar açacak bir başkası değil, tersine benliğimizi pekiştirecek, ahlaki ve politik reflekslerimizi güçlendirecek bir yabancıdır o. Gazete sayfalanndaki ya da ek­randaki cesetlere baktığımızda hep onu görürüz: Ya bir sapık, bir terörist, bir çılgın, bir cani, bir canavardır o ya da bir cinnet anı­nın, bir gaflet anının, doğal veya toplumsal bir afetin, bir kazanın veya kendine yönelmiş kıyıcılığın kurbanı. Sabahtan akşama ka­dar ölümün temsilleriyle karşı karşıya kalırız ama hiçbirinde ölüm, insanın nihayet karşı karşıya kalacağı kaçınılmaz son değil­dir. Görüntülerin hiçbiri doğal bir süreç olan ölümü, hiçbiri eceli, hiçbiri faniliği içermez. Tersine hepsinde ölüm olağandışı bir olay, bir aşırılık, bir sapma, bir facia, bir skandal olarak temsil edilmiş­tir. Henüz bu ülkede, kendilerini seyreden milyonlarca seyircinin önünde başlarına kurşun sıkan, kendi ölümünü bir skandala çevi­ren televizyon sunucuları yok belki. Ama insanlar ölürken yanla­rına yakınlarını değil de televizyon programcılarım çağırıyorlarsa örneğin, ya da televizyon programlarında kurulan telefon bağlan­tılarında kaybettikleri yakınlarından tuhaf bir sükûnetle söz edebi- liyorlarsa, ya da tersine sevdiklerinin ölümünden bir yolsuzluktan ya da bir skandaldan söz ediyormuşçasına konuşabiliyorlarsa, bu­nun başlıca nedeni yası ifade etmenin toplumsal kanallarının tıka­lı olması kadar, uzaktaki yabancı ölümden söz etme biçiminin in­sanın yakınlarının ölümünden söz etmesinin de meşru biçimi ha­line gelmesi değil mi?

Skandal iki şeye yarar. Birincisi, ölümü canavarca bir ruhun, bir sapkınlığın, bir aşırılığın ifadesi olarak ya da nedeni belirsiz,

32                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

faili meçhul bir felaket, sıradışı bir ölüm olarak gösterip toplum­sal, ruhsal ya da politik içeriğinden arındırır. Trafik kazasını infaz anma, işkencede ölümü trafik kazasına, politik katliamı cinnet anma, iç savaşı cinayete, açlık grevinde ölümü intihara, yani do­ğal olmayan bütün ölümleri bir dehşet ekseninde birbirine eşitler. İkincisi, ölümü hayatımızın merkezine taşırken, bizi her gün sıra- dışı ölüm görüntüleriyle karşı karşıya bırakırken, aslında onu ha­yatımızın tümüyle dışına atmış olur. Artık o bizim için doğal bir son değil, bir sapmadır. Mutlaka evin dışında bir yere; tehlikeli kavşaklara, kaygan yollara, izbe sokaklara, ıssız mezralara, hapis­hane hücrelerine, aklın kıyılarına doğru itelenmiştir. Şehrin varoş­larına, ülkenin taşrasına, bambaşka kuralların geçerli olduğu uzak ülkelere, Afrika'ya, Arabistan'a, Afganistan'a sürülmüştür. Ölüm bizim için artık o ülkelerin kaderi, taşranın kuralıdır. Kovulduğu yere, modem uygarlığa geri döndüğünde bile hep o karanlık taş­ranın işareti, oradan sızmış akıldışı bir içerik olarak; bizim için sı- radışı, şok edici, travmatik, onlar içinse sıradan olan bir dehşetin simgesi olarak görülecektir.

Ölümü hep uzak mekânlara sürme ısrarının ardında, aslında onu zamanın dışına sürme isteği var. Zaman duygusunun, gelip geçiyor olma duygusunun önemsiz olduğu bir dünyada herkes her zaman çocuktur, öyle de kalmalıdır. Bu yüzden önümüzde akıp gi­den bütün ölüm görüntülerini, bütün bu aşırı malzemeyi, bir ço­cuk çizgi filmlerde patlayan bombalan, yıkılan evleri, delik deşik, eğri büğrü, yassılmış figürleri nasıl seyretsin istiyorsak öyle sey­rederiz. Büyülenmeyle kayıtsızlık arasında gidip gelen bir tepkiy­le, tekdüze hayatımızı renklendiren suçlu bir hazla, yabancının ölümünün hayatımızdan hiçbir şeyi çekip alamayacağından emin olmanın verdiği kayıtsızlıkla algılarız. Daha da önemlisi, artık bir skandaldan ibaret kalan ölümü seyrederken, öyle aşın değil, böy­le sıradan bir hayat sürmekten, öyle anormal değil, böyle normal bir vatandaş olmaktan huzur duyacağızdır. Yalnızca politik ölüm­lerden de söz etmiyorum. Bali koklamış gencin, boğazını bıçakla deşip kendini bir apartmanın çatısından boşluğa fırlattığını gör­mek, bizi bu tür acılara daha duyarlı kılmaz. Tersine, şehirde kol gezen tehlike karşısında kendi evimizin en emin, kendi hayatımı-

YABANCININ ÖLÜMÜ

33

zın en tehlikesiz yer olduğu duygusunu pekiştirir. Ama ölümün skandallaştınlmasına tersinden de bakmak gerekir. Bütün bu vah­şi görüntüler kaçınılmaz son olan ölümü sıradışı bir dehşet olarak hayatımızın dışına atmakla kalmaz, aynı zamanda kaçınılabilir bir şey olan toplumsal dehşeti de sıradan, öyleyse kayıtsız kalabilece­ğimiz bir şeye dönüştürür.

Aries'in yasağın öbür yüzüne pek girmediğinden söz etmiştim. Yine de kitabında, bastırılanın bir başka düzlemde nasıl geri dön­düğüyle ilgili ipuçları da yok değil. Ölüme konan yasağın itaatsiz­liği de beraberinde getirdiğinden, Avrupa'da on altıncı yüzyıldan on sekizinci yüzyıla uzanan dönem boyunca ölümle erotizmin iç içe girdiğinden, on sekizinci yüzyılda başta Marquis de Sade'ınki- ler olmak üzere bazı edebiyat yapıtlarında ölümün tıpkı cinsel bir­leşme gibi insanı gündelik hayatından, akılcı bir toplumdan, tek­düze bir yaşantıdan kopartıp akıldışına götüren bir ihlal olarak dü­şünülmeye başladığından söz eder örneğin. Tanıdıklığından sıyrı­lan ölüm hayal dünyasında bu kez erotizmle ittifak kurmuştur. Ba­tılının Ölüm Karşısındaki Tavırlarinm yayımlanmasından bu ya­na geçen çeyrek yüzyıl bizi bu ittifakın niteliği üzerine daha ay­rıntılı olarak düşünmeye zorluyor. Çünkü ölüm karşısındaki tav­rın artık yasak-itaatsizlik, yasa-ihlal, bastırma-inkâr ikilikleriyle açıklanamayacak bir yanı var. Bu itaatsizliğin sanat ya da edebi­yattan çok, kitle iletişim araçlarının yöntemleriyle yapıldığı bir dönemde özellikle geçerli bu.

III.

İngiliz antropolog Geoffrey Gorer, Aries'in kitabının yayımlanma­sından yirmi yıl önce 1955'te "Ölümün Pornografisi" adlı bir yazı yazmıştı. Bundan on yıl sonra da Death, Grief and Mourning (Ölüm, Keder ve Yas) adlı kitabını yayımladı.2 Kitap, İngiltere'de insanların ölüme bakışlarının nasıl değiştiğini ortaya koymak

2. Geoffrey Gorer, Death, Grief and Mourning, Doubleday § Company, 1965. Yazarın "Ölümün Pornografisi" adlı yazısı da bu kitaba alınmıştır.

34                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

amacıyla farklı toplumsal sınıflardan kişilerle yapılmış bir araştır­manın sonuçlarını içeriyordu. Aries'in de kaynakları arasında ge­çen, kitabının "Yasaklanmış Ölüm" adlı bölümüne esin kaynağı olan bu iki çalışmada şunu söyler Gorer: İçinde yaşadığımız yüz­yılda yas hem toplumsal hem de bireysel olarak inkâr edilir. Çün­kü eğlence ahlakının, bu hayatın her ne olursa olsun zevk alma üzerine kurulu etik görev anlayışının, başkalarının keyfini kaçıra­cak hiçbir şey yapmama yönündeki buyruğun, yükümlülüğe dö­nüşmüş mutluluk hakkının ihlalidir yas. Ölümü utanç ve tiksinti kaynağı olarak gören toplum, yası da ruhsal bir zorunluluk olarak değil, bir zaaf, dahası bir maraz olarak görür. Yastaki kişiye hoş­görüyle ama sanki sakatmış gibi davranılmasmın nedeni de budur.

Gorer'ın tespitleri arasında daha önemlisi şu sanırım: Yirminci yüzyılda ölümle cinsellik yer değiştirmiştir. Ölüm hayatımızdan kovulurken ondan boşalan yeri cinsellik almış, ya da cinsellik ta­bu olmaktan çıkınca onun yerine ölüm tabulaştınlmıştır. Nasıl ön­ceki iki yüzyıl cinsel birleşme ve doğumu utanç verici, tiksinile­cek şeyler olarak, gizlilik ve suçluluk duygusuyla algılamışsa, yir­minci yüzyıl da ölümü öyle algılar. Artık suçlu bir hazla yüklü olan cinsellik değil, ölümdür. Gorer'ın "ölümün pornografisi" ola­rak adlandırdığı şey de budur. Suudi Arabistan'da yapılan baltalı infazların televizyon ekranlarından gösterilen görüntülerini hatır­layın burada. Cellat darbesini indirir, bunu görürüz, tekrar tekrar gösterilen görüntüyü defalarca seyrederiz, ama tam kurbanın başı gövdesinden ayrılacaktır ki ekranın o bölümü, yalnızca o bölümü, bir zamanlar çıplak kadın resimlerinde cinsel organları kapatan si­yah bantları andırır bir gölgeyle karartılır. Ölüm, bu anlamıyla cinselliğin yerini almıştır.

Günümüz insanının ölüm karşısındaki tavrına, bu tavrın içer­diği ikiliğe işaret ettiği için, pornografi doğru kavram. Çünkü hem yasağı hem de ihlali içerir pornografi. İhlalin (Aries’inkinden farklı bir vurguyla) aynı zamanda bir kışkırtma üzerine kurulu ol­duğuna işaret eder. Bir başka deyişle metaforunu cinsellikten al­mış bir ölüm söz konusudur burada. Ama bu cinselliği yalnızca bastırılmış, yasaklanmış, üzeri örtülmüş bir şey değil, aynı za­manda Foucault'nun sözünü ettiği türden gizli bir haz bölgesi, bir

YABANCININ ÖLÜMÜ

35

itiraf konusu olarak söze dökülmeye zorlanmış, kışkırtılmış bir cinsellik olarak da düşünmek gerekir. Ancak o zaman bugünün toplumunun ölüm görüntülerini neden sürekli çoğalttığını, ölüm karşısında yaşanan suskunluğu neden bir başka düzlemde bozdu­ğunu, insanları ölümü daima bir aşırılık olarak, bir skandal olarak, sıradışı bir felaket olarak temsil etmeğe kışkırttığını anlayabiliriz. Birbiriyle çelişiyormuş gibi görünen, aslında birbirini besleyen iki tavır var burada. Modem deneyimin iki yüzü: Bir yanda yası mut­luluk, görev ya da sağlık adına reddetmek, yakınlarımızın değil ölümüne hastalığına bile tahammül edememek, çocuklara ölüm­den söz etmenin dilini bir türlü bulamamak varsa, öbür yanda biz­de hiçbir kederi harekete geçirmeyen, yasın kırıntısına bile izin vermeyecek sıradışı bir ölümü, vahşi bir cinayeti, akılalmaz bir cinnet anını tıpkı bir zamanlar cinsellikte olduğu gibi biraz tiksi­nip biraz gözlerimizi kaçırarak, ama büyük bir merak ve hazla seyretme isteği var.

Ölüm karşısındaki bu ikili tavır, aslında bugünün kültürel or­tamının çelişkili doğasını da açığa vuruyor. Seyirlik toplum önce ışıltılı nesneler yaratarak işe başladı; etrafına ışık saçan, göz ka­maştıran, parıltılı nesneler. Ölümün, dehşetin, tekinsiz olanın bas­tırıldığı, her şeyin üzerinin yaldızla kaplandığı, piyasaya sunulan nesnelerin bunu başardıkları ölçüde çekici, ayartıcı, tüketilebilir olduğu bir an vardı başlangıçta. Ama bugün artık seyirlik dünya ışıltılı olan kadar, karşıtını da içinde taşıyor. Bilincimizin en alt katmanlarındaki karanlık içerikleri, bastırılmış enerjileri, yıkıcı dürtüleri; ucube, sakil ya da iğrenç olanı da yaldızla kaplayabili­yor. Evet, bastırılan bir başka düzlemde geri dönüyor bugün, ama şu da var: Bastırılan geri döndüğünde hiçbir zaman bastırıldığı şey olarak geri dönmez; o artık başka bir şeye dönüşmüştür. Gü­nümüz insanının ölüm karşısındaki tavrını bu yüzden yalnızca "yasak" ya da yalnızca "bastırma" kavramıyla açıklamak mümkün değil. Ama yasakla kışkırtılmışlık arasındaki dengede sınıfsal bir yan olduğunu da görmek gerekir. Dehşetengiz ölüm görüntüleri neden hep uzaktaki fakir ülkelerden derlenir? Neden üçüncü say­faların cinnet ve cinayet haberleri, sayısal olarak değilse de kültü­rel olarak azınlık muamelesi gören, kendi başına bir güçsüzlük ve

36

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

akıldışılık olarak, bir tiksinti ya da utanç kaynağı olarak görülen yoksulluktan derlenir? Ölüm bizden uzak olmalıdır. Yoksullardan duyulan korkunun nedenini burada aramıştı Battaille. "Zenginle­rin işçilerden korkması, küçük burjuvaların işçileşme tehlikesi karşısında içine düştükleri panik hali, onların gözünde yoksul in­sanların ölüme daha yakın olmalarındandır." Böyle diyordu Ede­biyat ve Kötülük'te'. "Hatta kimi kez pisliğin, güçsüzlüğün, karga­şanın ölüme götüren izbe sokakları, bizleri ölümün kendisinden daha çok tiksindirir."3

Tiksindirir, bu yüzden de daha çok haz verir. Bu toplum savaş­ta ölen askerlerin ölümünden bir mit, ünlü yıldızların ölümünden bir kült çıkarmaya devam edecek. Hepsinde ölüm yabancı, hep­sinde bir inkâr var. Ama bugünün pornografik ölümlerinin esas malzemesini kültleşen ölüler, muhteşem cenazeler ya da anıtsal­laşmış kabirlerdense kamuoyunda teşhir edilen sahipsiz cesetler­den alması tesadüf değil. Barış Manço'nun cenazesiyle bir üçüncü sayfa kahramanının parçalanmış bedeni arasındaki, Vehbi Koç'un naaşıyla Feri Cansel'in morg çekmecesine tıkıştırılmış cesedi ara­sındaki farkın esas nedenini burada aramak gerekir.

3. George Battaille, Edebiyat ve Kötülük, çev. Ayşegül Sönmezay, Ayrıntı Ya­yınlan, 1997, s. 51.

Acıların Çocuğu

Şişli'deki, Beşiktaş'taki, Aksaray'daki seyyar kartpostal tezgâhla­rında ünlü yıldızların, çıplak kadınların, asker ve manzara resim­lerinin yanı başında daima kederli çocuk resimleri de vardır. Göz pınarlarında yaşlar birikmiş, güzel yüzlü, üzgün bakışlı, çileli ço­cuk kartpostalları. Yirmi yıl kadar önce bunlardan biri çok meşhur olmuştu. Dudaklarını çaresizce bükmüş, tombul yanaklarından yaşlar süzülen küçük bir oğlan çocuğu resmiydi bu. Sonra poster­leri de yapıldı; bakkal dükkânlarına, kahvelere, işyerlerine asıldı. En çok da taşrayla büyük şehir arasında gidip gelen uzun yol sü­rücüleri sevmişti resmi. O yıllarda şehirlerarası otobüslerin arka camlarına asılı dev posterinden, uzun süre yaşlı gözlerle bize bak­tı çocuk. Acının alışılmış temsillerine; bir dönem bu ülkede ihmal edilmişliğin simgesi olmuş ezik, kavruk, bakımsız köylü çocukla­rına pek benzemiyordu. Düzgün taranmış san saçlan, kocaman mavi gözleri, temiz pak giysileri, aydınlık bir yüzü vardı. İyi bir aileden gelmiş, acının içine doğmaktan çok, acıya sonradan ma­ruz kalmış gibiydi. Dünyaya gözünü açar açmaz karşı karşıya ka­lınan bir yoksulluktan, daima orada olmuş bir yokluktan çok, son­radan yenen bir darbeyi, en çok da öksüzlüğü ya da yetimliği dü­şündürüyordu. Sanki bir türlü anlam veremediği o darbe yüzün­den dünyaya küsmüştü çocuk. Murat Belge o yıllarda yazdığı bir yazıda bu resmin bu ülkede bu kadar popüler olmasının nedenini, Türk toplumunun çocuklarına karşı suçlu bir toplum olmasına bağlamıştı. Kimsenin çocuğu olmayıp da herkesin çocuğu olabi­lecek bu gözü yaşlı çocuğun, bilinçliliğin derinliklerinde yıllardır uyuklayan suçluluk duygularını uyandırdığını söylüyordu.1

1. Murat Belge, "Bir Poster", Tarihten Güncelliğe, Alan Yayıncılık, 1983, s. 265-9.

39

ACILARIN ÇOCUĞU

Bense orada suçluluktan çok, mağduriyet duygusunun ağır bastığını, toplumun kendini suçlu bir yetişkinden çok, acılı bir ço­cuk olarak gördüğünü düşünmüştüm. İnsanlar kendilerini zalim (dolayısıyla da suçlu) bir yetişkin olarak çocuğun karşısına değil, mazlum (dolayısıyla da mağdur) bir çocuk olarak onun yerine koymuşlardı. Onun suretinde kendi acılarını seyrediyor, onun şah­sında aslında kendilerine acıyorlardı. Merkezinde kederli bir ço­cuk yüzünün yer aldığı bütün savaş, felaket ya da acı görüntüle­rinde vardır bu. Hepsinde çocuk yüzü, büyüklerin kendi acılarının en kestirme ifadesi olarak dolaşıma girer. Ama hep bir anlam faz­lası da vardır orada. Aslında bu yüz bize acıyı değil, hak etmedi­ği halde acıya maruz kalmış olmayı anlatır. Masum olduğu halde mağdur olmuşluğun, suçsuz yere cezalandınlmışlığm, adil olma­yan bir yasanın kurbanı olmanın simgesidir orada çocuk. Görün­tüye bir de ikinci anlam eşlik eder. Onu seyredenler için aynı za­manda bir direnci temsil eder acılı çocuk. Erken yaşta yaşanmış onarılmaz bir dehşet duygusu, koyu bir çaresizlik ya da kendini er geç ifade edecek ürkütücü bir hınçtan çok, her şeye rağmen ko­runmuş bir onura işaret eder. Derinden yaralıdır, çocuk yaşta ör­selenmiştir, ama buna rağmen (sanki tam da bu yüzden) ona kötü davranan dünyaya inat yıkılmamış, ayakta kalmıştır. Her şey san­ki bir anda tersine dönmüştür. Zalim bir dünyada erken yaşta ya­şanan acı şimdi karşımıza onurun, erdemin, iyi yürekliliğin kay­nağı olarak çıkıyordun

Kartpostaldaki çocuğun sarışınlığına gelince. En azından bu örnekte, Türk toplumu kederli çocuk kahramanını, ona kendi ço­cuk kalmışlığının gerçek nedenlerini, örneğin Doğululuğunu, ge­ri ve yoksul bırakılmışlığını hatırlatan kendi kavruk çocuklarında değil, bilmediğimiz bir nedenden acı çeken bu Batılı oğlan çocu­ğunun yüzünde bulmuş gibidir. Tıpkı çocuk kitaplarındaki güler- yüzlü sarışın çocuklar gibi, tıpkı bebek maması ya da çocuk bezi reklamlarına çıkan mavi gözlü tombul çocuklar gibi, tıpkı Yeşil- çam'm temiz yüzlü sokak çocukları gibi, tıpkı Ömercik, Sezercik ya da Yumurcak gibi bu yüz de bütün yetimliğine rağmen, çocuk yaşta acı çekmiş olmanın yol açabileceği her türlü ruhsal kirlen­meden, hınçtan ya da şiddetten arınmıştır. Acıya eşlik eden bütün

40

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

olumsuz duygulardan arındırıldığı, kederli ama dirençli, çileli ama onurlu bir imgede dondurulduğu ölçüde de toplumsal acının metaforu olabilmiştir.

n.

Gözü yaşlı çocuk posteri, bu ülkede popüler olmuş acılı çocuk yüzlerinin ne ilki ne de sonuncusuydu. Türkiye'nin şehirli popüler edebiyatmın ilk örneklerinde de rastlarız bu yüze. Kemalettin Tuğcu'nun romanlarının neredeyse tamamı, iyi geçirilmiş bir ço­cukluğun ardından büyük şehirde yapayalnız kalmış, boynu bü­kük oğlan çocuklarını; çileli kahveci ya da demirci çıraklarını, bahtsız küfeci ya da gazeteci çocukları anlatır. Bu çocukların he­men hepsi, başlarına sonradan gelmiş bir felaket yüzünden acı çe­kerler. Hemen hepsi bir biçimde yetim kalmıştır; babalan ya ger­çekten ölmüş ya da fiilen güçten düşmüş, iflas etmiş ya da hapis­haneye girmiştir. Anne daima iyi ama güçsüz, küçük kızkardeş da­ima hastadır. Israrla hep aynı kalıbı izleyen bu romanlar, oğlan ço­cuğunun acımasız şehir ortamında erken yaşta vesayet üstlenme­sinin, parçalanmış ailesini yeniden bir araya getirmesinin, kendi­ne bir baba ya da usta bulmasının ya da kendi ustalaşma sürecinin hikâyesidir. Bu değişmeyen hikâyeyi anlatırken iki şeyi yüceltir Tuğcu. Birincisi, acıya tahammül. İkincisi, çocukluk. Acıya ta­hammülün karşımıza bir milli değer olarak çıktığı, acıyla çocuk­luğun mutlak bir biçimde özdeşleştirildiği bu sahnede, ülkenin bütün erdemlerinin gerçek sahibi olarak belirir çocuk. Karşımızda daima kötü muamele görmüş ama onurlu, örselenmiş ama vicdan­lı, mazlum ama hakikatli, mahzun ama iyi kalpli çocuklar vardır. Bu yüzden de bütün bu romanlar büyükleri doğru yola çağıran, kalbi buz tutmuş ihtiyarların kalbini kazanan, haylaz zengin ço­cuklarını ıslah eden, cin gibi akıllı, ince duygulu, iyi huylu yoksul çocuğun zaferiyle sonuçlanır. Büyük laflarla, manidar cümlelerle, hep dolu dolu konuşan bu büyümüş de küçülmüş çocuklar bize büyüklerin avutulmaya muhtaç, çocuklarınsa avutmaya kadir ol­duğu bir dünyanın kapılarını aralarlar. Bir şey daha yaparlar: Bi-

41

ACILARIN ÇOCUĞU

ze erken yaşta maruz kalman yokluğun, çocuk yaşta çekilen çile­nin, yaşamın başlarında göğüslenen kötülüğün iyileştirici bir yanı olduğunu; acıdan erdem, yokluktan onur, kötülükten iyilik doğa­cağını müjdelerler. Bu romanların değişmeyen yanı da budur. Ko­şullar ne kadar kötü olursa olsun, azmi sayesinde yokluğu aşacak, şerefli, haysiyetli, örnek bir insan olacaktır acılı çocuk.

60'lar boyunca ve 70'lerin başında çevrilen Ayşecik filmleriy­le (bunların ilki de bir Tuğcu uyarlamasıydı) onu izleyen Ömer- cik, Sezercik ve Yumurcak filmlerinin bu ülkede yalnızca çocuk­lar tarafından değil, büyükler tarafından da çok sevilmesinin ne­deni bu olmalı. Bu filmlerin çoğunda, kötülüklerle dolu büyük şehrin ortasında öksüz veya yetim kalmış ya da her an öksüz ve­ya yetim kalma tehdidi altında olan çocuk, erken yaşta hak etme­diği bir acıyla savaşmak zorunda kalıyordu. Ama büyük şehrin he­nüz güçsüzler için tam bir çaresizlik anlamına gelmediği bir dö­nemin ürünü olduklarından, tıpkı Tuğcu'nun romanlarında olduğu gibi, dökülen onca gözyaşına rağmen çocuğun zaferiyle biterdi bu filmler. Büyümüş de küçülmüş yavru melek Ayşecik ya da aslan parçası Sezercik sonunda aklını kullanarak, yoksul mahallelinin de desteğiyle haksızlıklara göğüs gerer; babasını hapishaneden, annesini hastaneden, nihayet ailesini parçalanmaktan kurtarır, da­ha olmadı kendisine sıcak (çoğu zaman da varlıklı) bir yuva bu­lurdu.

Ebeveynlerin kurtarılmaya muhtaç, çocuğunsa kurtarıcı olarak göründüğü bütün Yeşilçam filmlerinin değişmez kalıbıdır bu. Se­yirci olarak bizler haksızlığa karşı mücadele eden, adalet dağıtan, küçük yaşta yuvanın bekçiliğini üstlenmiş kahraman çocukla öz­deşleşirken aslında kendi çocuk kalmışlığımıza ağlar, ama aynı zamanda orada büyüklere hiçbir zaman nasip olmayacak bir kuv­vet de buluruz. Çocuğuzdur, ama büyükleri kötülükten kurtarma, haksızlıklara karşı adaleti temsil etme, şu hoyrat dünyaya direnme görevi bize verilmiştir. Çocuk olmamıza rağmen, aslında tam da çocuk olduğumuz için. Çocukların bilgeliği, fedakârlığı ve diren­ci temsil ettiği bütün bu filmler aslında büyüklerin kendi kötü yaz­gılarını, ailevi olduğu kadar toplumsal da olan kendi iktidarsızlık­larını, kısacası kendi çocuk bırakılmışlıklannı sevme çabasının

42

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

ifadesidir. Birçok masalda da rastlanan, romantik edebiyatın ise yepyeni bir hâle kazandırdığı kurtarıcı çocuk imgesinin Türki­ye'nin şehirli popüler kültüründe bu kadar ısrarla yinelenmesinde; insanların bu çocuk kalmışlıkta yerli bir haysiyet, bir yavru me- leklik, bir "çıtı pıtı" erdem görme ısrarında; kuşkusuz bu toplu­mun modem Batı karşısındaki kendi çocuk kalmışlığıyla başetme, kendini gülünç ve güdük bırakmış bu yazgıyı sevilebilir bir şeye dönüştürme, Batı'nın tuttuğu aynada beliren çocukluk imgesini tersyüz etme çabasının payı var. Ama her şeyden önce o aynada beliren "çocuk toplum" imgesini kabullenmesinin payı var. Bu yüzden de bu filmlerde ısrarla hep aynı sahne kurulur. Yetersizlik duygusunun masumiyetle, masumiyetin kurtarıcılıkla özdeşleşti- rildiği bu sahnede her türden yozlaşmışlığın; insanların ahlakını bozan paranın, şımarık zenginlerin, pavyonların ve batakhanelerin karşısına küçük düşürülmüş bir yerel erdemin, bir arınma imkânı­nın simgesi olarak çıkar acılı çocuk. Sonunda zafere ulaşan çileli çocuğun hikâyesi aracılığıyla orada büyükler, maruz bırakıldıkla­rı bu aşılmaz yoksunluktan milli ve Doğulu bir gurur türetmeyi başarırlar: Erken yaşta büyümek zorunda kalmak (yani çocuklu­ğunu yaşamamak, bu yüzden de hep çocuk kalmak) bize yalnızca acı değil, aynı zamanda kuvvet de verecektir.

III.

Ağlayan çocuk posteri, bu toplumun kötü yazgısını sevme çaba­sındaki yeni bir evrenin habercisiydi. 80'lerde yaşanan "acı" patla­masının ilk örneklerinden biri. Nitekim "acıların çocuğu" kavramı da adını, 80'lerin ortalarında bir çocuk şarkıcının, Küçük Emrah'ın aynı adla filme de çekilen şarkısından aldı. Küçük Emrah için yi­ne o yıllarda çekilen Boynu Bükükler filmi de imgeyi pekiştirmiş olmalı. Türk toplumu, askeri bir darbenin ardından, adil olmayan bir siyasi iktidarın karşısında kendini bir kez daha çocuk konu­munda bulduğu, bu yazgıyı bir kez daha sevmek zorunda bırakıl­dığı 80'lerde, yalnızca gözü yaşlı çocuk yüzlerini, yalnızca çığlık çığlığa acıdan söz eden çocuk şarkıcıları değil, büyük şehrin bir

43

ACILARIN ÇOCUĞU

kez daha acıyla, acının da çocuklukla özdeşleşleştiği bütün bu sah­neyi çok sevdi. Aslında yalnızca Küçük Emrah'tan ya da sayılan ve kazançları arttıkça kederleri hızla arsızlığa dönüşen çocuk şar­kıcılardan da söz etmiyorum. Yalnızca dayatılan bir endüstriden değil, acılı çocukta bir kez daha kendi kudretsizliğinin izlerini bu­lan, bu güçsüzlüğü bir kez daha bir milli erdeme dönüştürmeye ça­lışan, maruz kaldığı acıyı bu kalıbın içine yerleştirmeye hazır bir toplumdan da söz ediyorum. Kendimizi de toplumdan öyle net çizgilerle ayırmayalım. Oğuz Atay'ın hayat bilgisinden yoksun, beceriksiz ve çocuk kalmış kahramanlarına, Ece Ayhan'ın "devlet dersinde öldürülmüş" çocuklarına, "orta ikiden ölerek ayrılan ço­cuklarına, "solgun bir halk çocukları ayaklanması"na o yıllarda gösterdiğimiz ani ilginin ardında da benzer bir şey yok mu?

Gözü yaşlı çocuk posteri, acıyı uzun bir dönem boyunca temiz yüzlü "iyi aile çocuklan"mn, acımasız şehrin bu Batılı kurbanla­rının, Ayşecik'lerin, Omercik'lerin, Sezercik'lerin yüzünde sevmiş bu toplumun belki de son kederli sarışın çocuk kahramanıydı. Tuğcu'nun kimsesiz çıraklarından Yeşilçam'm yetimlerine, keder­li çocuk kartpostallarından 80'lerin "acıların çocuğu" imgesine ka­dar aslında kalıbın ana hatları pek değişmedi. Yalnız 80'lerin orta­larında Türkiye'nin kendi Doğulu yüzünü, kendi taşrasını, şehir­lerde biriken Kürtleri, ama aynı zamanda onların yazgısının alınıp satılabilir bir şey olduğunu keşfetmesiyle birlikte, kalıbın içine yeni bir içerik sızmaya başladı. Kederli çocuk daha kara, daha es­mer, nihayet daha delikanlı bir çehreye kavuştu. Ömercik'in artık kimseye pek inandırıcı gelmeyen sarışın neşesi geride kalmıştı. Yine de şu hiç değişmedi: Acıların çocuğu, horlanmış çocuğun za­fere ulaştığı andan geriye dönülerek kurulmuş bir hikâye oldu hep. Bize acıların çocuğu olarak sunulan, aslında bu çileli kavruk yüzün büyük şehirde başarıya ulaştığı, bir aileye değilse de para­ya kavuştuğu, kendi Doğulu yazgısından "yırttığı" anda çekilmiş fotoğrafıydı. Biraz da bu yüzden bu acılı yüz, tıpkı Tuğcu'nun ro­manlarında ya da Yeşilçam filmlerinde olduğu gibi, acıya eşlik eden onca olumsuz içeriğe rağmen temiz, masum, onurlu bir im­ge olarak kalabildi. Acıların çocuğu acımasız büyük şehir orta­mında babasız, evsiz ve yolsuz kalmıştı; ama tam da bu yüzden

44                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

hem mağdur hem masum, hem kırılgan hem dirençli, hem çocuk hem delikanlıydı.

İmgenin zamanla politik bir vurgu kazandığını, esas gücünü bu ülkede yaşanan haksız savaştan aldığını da unutmayalım. Çocu­ğun yetimliği gerçek bir babadan yoksun olmaktan çok, adil bir babadan yoksun olmaktan kaynaklanıyordu. Bu yoksunluk ise inanılırlığını, haksız yere çocuklarına kıyan baba imgesiyle suçsuz yere cezalandırılmış çocuk imgesinden, haksız yere halkına kıyan devlet imgesiyle suçsuz yere cezalandırılmış halk imgesinden al­dı. Böylece, aşağı yukarı aynı yıllarda ortaya çıkan "acıların kadı- nı"nın, ona adını veren şarkıcı Bergen gibi kısa ömürlü olmasına rağmen (kocası sonunda gerçekten öldürdü Bergen'i), acıların ço­cuğu Türk kültür hayatında uzunca bir ömür sürdü. Şarkısı söylen­di, şiiri yazıldı, filmi yapıldı. Uzun bir dönem boyunca yalnızca çocuk şarkıcıların değil, neredeyse bütün taşralı erkek yıldızların yüzünde ondan bir iz vardı. Horlanan oğlanın şehrin şımarık kız­lan için bir arınma fırsatı olduğu, onlara çoktan geride bıraktıkla- n masumiyetle birlikte mutluluk imkânını da armağan edeceği, 90'ların birçok filminin tekrarlayan temalanndan biriydi.2

IV.

Aslında beni bu yazıda imgenin tarihinden çok, yalana dönüştüğü an ilgilendiriyor. Acıların çocuğu 80'lerde yaşadığı patlamanın ar­dından bir on yıl içinde kültürel dokunun içindeki ana ipliklerden biri olmaktan çıkıp piyasadaki yüzlerce farklı imgeden biri haline geliverdi. Eski popülerliğini, daha önemlisi eski inanılırlığını kay­betti. Ama bunda yadırgatıcı bir yan da var. Çünkü bu değişim tam

2. Nezih Erdoğan, "Ulusal Kimlik, Kolonyal Söylem ve Yeşilçam Melodra­mı" adlı yazısında (Toplum ve Bilim, sayı: 67, Güz, 1995) Yeşilçam timlerinde köyden kente gelen, onu horgörenler karşısında yalınlık, dürüstlük ve sadakat gi­bi "aşağı sınıf" değerlerini temsil eden kahramanın genellikle kadın olduğunu vurgular. O yıllardan 90'lara uzanan süreçte bu mazlum ama dürüst, horgörülmüş ama gururlu kişiliğin neden daha çok erkekler tarafından temsil edildiği sanının aynca incelenmeye değer.

45

ACILARIN ÇOCUĞU

da bu ülkede acının, çocukların yüzünde en görünür hale geldiği, büyük şehrin sokaklarının haksız yere mağdur olmuş, öksüz Ye yetim kalmış çocuklarla dolduğu sırada gerçekleşti. Tuhaf bir bi­çimde imge, işaret ettiği şeyin kendisiyle karşı karşıya geldiğinde, belki biraz da bu yüzden inanılırlığını kaybediverdi. Daha da önemlisi, gazetelerde ve televizyonda her an karşımıza çıkan "ço­cuk şiddeti" haberleriyle birlikte çocuk yüzü acıyı simgeler ol­maktan çıktı. Adil olmayan bir dünyada erken yaşta darbe yemiş, ama buna rağmen adalet dağıtan kırılgan çocuk imgesi, şehir ha­yatının önünde bir tehdit olarak dikilen, her an suç işlemeye hazır, tehlikeli ve yıkıcı bir imgeye bıraktı yerini. Uzun yıllar milli bir yetimlik duygusunun, yoksunluktan beslenen Doğulu bir gururun simgesi olan, bu toplumun pek sevdiği bu mağdur romantizminin merkezindeki çocuk bu kez bambaşka yönüyle, bir korku nesnesi olarak, bir dehşet figürü olarak çıktı karşımıza.

Yadırgatıcı olan şu: Sokak çocukları kamuoyunun gündemine aslında acıların çocuğu imgesinin popülerleştiği yıllarda girmişti. Ama bu çocukların toplumca paylaşılan bir acının temsili, milli bir yokluk duygusunun timsali olamayacakları başından belliydi. Her ne kadar kendilerine başlangıçta bir acıma duygusuyla yakla- şıldıysa da, sokak çocukları aslında başından itibaren acı çektikle­ri için değil, suç işledikleri için, adaletsiz şehrin kurbanı oldukla­rı için değil, tersine şehri tehdit ettikleri için, kısacası ilk başlarda haber dergilerinde anıldıkları adla "suçlu çocuklar" oldukları için gündeme geldiler. Yani bu çocuklar başından itibaren "acıların ço- cuğu"nu tanımlayan masumiyetten, büyük şehirde babasızlıkları­na rağmen ayakta kalmış olmanın verdiği onurdan, gücünü acıya tahammül etmiş olmaktan alan bir haysiyetten yoksundular. On­larda kötü kader Tuğcu'nun köprüaltı çocuklarında, Yumurcak'ta ya da Küçük Emrah'ta olduğu gibi delikanlılığa değil, nedense hep suça açılıyordu. Bu yüzden de onlar bir üçüncü sayfa dehşe­tinin muhtemel özneleri olarak daima kötülükle birlikte anıldılar. Sokak çocukluğundan şarkıcılığa yükselen Doğuş da buna dahil. Gözlerinde birkaç damla yaş kederli şarkılar söylerken, az kalsın Reha Muhtar bile çileyi başarıya dönüştürmüş bu çocuğu bağrına basacaktı. Ama kötü sicilin, hırsızlıkların, suçun ortaya çıkması

46

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

fazla zaman almadı; hikâye tam açıldığı anda bitiverdi. Sokak ço­cukluğu sınıfsal bir korku kaynağı olmaktan çıkıp milli bir acıla­rın çocuğu imgesine bir türlü terfi edemedi.

Acıların çocuğu imgesinin masumiyetiyle sokak çocuklarının suçluluğu arasındaki örtüşmezlik, imgeyle gerçeği arasındaki bu karşıtlık, bize iki şeyi gösteriyor. Birincisi, "acıların çocuğu" as­lında bir yalandı. Çünkü kendini ancak mazlumluğun gerçek ne­denlerini, ardındaki gerçek çatışmayı, ona eşlik eden dehşeti, ama aynı zamanda orada biriken hıncı gizleyerek masum bir imgeye dönüştürebiliyor, acıyı ancak bu şekilde sevilebilir kılıyordu.3 İkincisi, Türkiye'de bir dönem sona erdi. Bu ülkede acının yetim kalmış şehirli çocuklar tarafından, sonunda örnek bir insan olma­yı başarmış hakikatli çıraklar tarafından, büyük şehirde yolunu bulmuş taşralı çocuklarca temsil edildiği dönem geride kaldı. Çünkü, her ne kadar yalanı içinde banndırsalar da bu imgeler ina- nılırlıklannı, taşranın henüz olanca gerçeğiyle, bütün şiddeti ve yoksulluğuyla büyük şehre boşaltılmamış olduğu, yoksulluğun henüz kitlesel bir tehdit olarak algılanmadığı bir dönemden alı­yordu. Yoksul çocuğun iyi kalpli ustaların ya da yoksul mahalle­linin yardımıyla, bilgece davranarak, aklını kullanarak, şiddete bulaşmadan zafere ulaşacağı yolundaki hikâye bugün yalnızca tu­tumluluk fikrinden çoktan vazgeçmiş orta sınıf için değil, yoksul­ların kendisi için bile pek inandırıcı değil. Sefaletin empatiyle yaklaşılacak bir şey olarak değil, korkulacak bir şey olarak algı­landığı; yoksulluğun acımasız bir kaderin görünümü olarak değil, düpedüz kişisel bir beceriksizlik olarak görüldüğü günler bunlar.

3. Türk siyasal hayatındaki, özellikle de Türk-İslam sentezindeki mazlum öz­ne tasarımını sosyolojik ve psikanalitik açıdan çözümleyen bir yazı için Fethi Açıkel'in '"Kutsal Mazlumluğun' Psikopatolojisi" adlı yazısına bakılabilir. Açıkel bu yazıda, Türkiye Cumhuriyeti'nin "ikinci modernleşme söylemi" olarak nitelen­dirdiği bu acı ve ısdırap söyleminin, geç kapitalistleşmenin şiddetiyle sınıfsal, kültürel ve simgesel dayanaklarını yitiren yığınların güç istemini, hınç ve intikam eğilimini temsil ettiğini ileri sürer. Bu yüzden bu eziklik söylemi bir yandan geri kalmışlığı dile getirirken, diğer yandan bir sertlik, büyüklük ve güç söylemini ("büyük Türkiye", "şanlı tarih", "Türk'ün gücünü dünyaya gösterme" vb.) hareke­te geçirir. Baskıcı bir siyasal aygıtla eklemlenmesinin nedeni de budur. Toplum ve Bilim, sayı: 40, Güz 1996.

47

ACILARIN ÇOCUĞU

Bu yüzden bugünün popüler imgelemi esas malzemesini acılı hi­kâyelerden değil, büyük gazetelerin tamamına yön veren üçüncü sayfalardan, haber programlarının neredeyse tamamına hakim olan "reality show"lardan alıyor. Çünkü onlar bize çileli yoksulla­rın tehlikeli bir kitleye, mağduriyetin hınca, acının suça dönüştü­ğü andan söz ediyorlar.

V.

Yine de şu soruyu sormak gerekir: Uzun yıllar masumiyetle, kırıl­ganlıkla özdeşleştirdiğimiz çocuğu nasıl oluyor da kolayca bir korku nesnesi olarak algılayabiliyoruz bugün? Sokak çocukları karşısında hissedilen sınıfsal korku hangi eski korkularla iç içe geçiyor? Tekinsizliğin bir çocuk tarafından temsil ediliyor olması ne demek?

Belki önce "masum çocukluk" fikrinin kendi tarihine bakmak gerekir. Philippe Aries Çocukluk Yüzyılları adlı kitabında, apayrı bir çocukluk imgesinin var olmadığı Ortaçağ'dan çocukluğu bir sabit fikre dönüştürmüş modem dünyaya nasıl gelindiğini anlatır­ken, bu sorulan cevaplamamızı sağlayacak ipuçlannı verir. Uzun yıllar "minyatür bir yetişkin" olarak görülen, yetişkinlerle aynı mekânlan, aynı giysileri, aynı oyunlan paylaşan çocuk Batı Avru­pa toplumlarında on sekizinci yüzyıldan bu yana ayn bir bilgi, ay­rı bir cazibe merkezi olarak ayrışır. Böylece hayat, yetişkinler dünyasıyla bu dünyanın dışında bırakılan çocukluk dünyası olarak kesin çizgilerle ikiye ayrılır. Aries'e göre çocukluğun bu modern keşfine iki düşünce eşlik eder. Birincisi, çocuk günaha ve kötülü­ğe yatkın değil, esas olarak iyi ve masumdur; bu yüzden de büyük­lerin dünyasından korunması gerekir. İkincisi, çocuk zayıf ve ca­hildir; bu yüzden de eğitilmesi, terbiye edilmesi gerekir. Yetişkin duygularına hakim, mesafeli ve ölçülü olan, gözleyen ve gözetle- yense; çocuk her an uçlara savrulan, mesafesiz ve ölçüsüz olan, bu yüzden de sürekli gözetlenmesi gerekendir. Aries'in anlattıkları her ne kadar Avrupa, özellikle de orta sınıf için geçerliyse de, ço­cuğa yönelik modem tutumun temel özelliklerini aydınlatan ipuç-

48

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

larıni içinde taşır.4 Çocuğa karşı bu yeni bakışta (aslında yalnızca çocuğa değil, aynı zamanda bir çocukluk olarak düşünülen vahşi­liğe, ilkelliğe ya da Doğu'ya yönelik bakışta da) farklı anlarda farklı tutumlar doğuracak bir ikilik saklıdır. Çocuk hem masumi­yeti, bozulmamışlığı ve saflığıyla bir özlem nesnesidir; hem de doğumundan başlayarak terbiye edilmesi, bir bilgi ağıyla kuşatıl­ması gerektiğine göre aslında yırtıcı, vahşi ve tehlikeli bir doğaya sahiptir.

Çocukla ilgili korkularımızın bir kaynağı da çocuğun çoğu za­man bastırılmış bu ikinci yüzü. O korkuda, tıpkı başıboş bırakıl­mış kitle gibi başıboş bırakılmış çocuğun da vahşetin öznesi oldu­ğu sezgisi gizli. Yakın zamana kadar masum bir varlık olarak dü­şündüğümüz çocuğu bugün kolayca tekinsiz bir varlık olarak al­gılıyor olmamızın nedeni de bu. Çünkü, hakkında anlattığımız bü­tün masumiyet hikâyelerine rağmen, modem toplumda çocuk ba­şından itibaren kitlenin gizli metaforudur. Nasıl kitleyi kendini denetlemekten acizliği, dizginlenmesi gereken akıldışı tabiatıyla terbiyeye muhtaç bir çocuk olarak algılarsak, çocuğu da bastırıl­ması gereken tehlikeli tabiatıyla daima bir kitle olarak algılarız. İkili bir mecaz vardır burada: Nasıl başıboş bırakılmış kitle başı­boş bırakılmış çocuk gibi isyankâr, vahşi ve tekinsizse, başıboş bı­rakılmış çocuk da başıboş bırakılmış kitle gibi isyankâr, vahşi ve tekinsizdir.

Sokak çocuklarını nasıl algıladığımızı düşünelim. Sokaktan geçip giden biri için bu çocuklar benzer kaderleri ama ayn yüzle-

4. Arifes "çocukluğun keşfi" olarak adlandırdığı dönüşümün esas olarak orta sınıfta yaşandığını belirtir. Yoksullar her zaman bu dönüşümün biraz kıyısında yer almışlardır. Birçok nedenle: Yoksul ailelerde çocukların ölüm oranı yüksek oldu­ğundan, yani çocuklara sürekli varlıklar olarak bakılmadığından, çocuk orta sınıf ailelerde olduğu gibi ayn bir cazibe merkezi haline pek gelmez. İkincisi, yoksul ailelerde çocuklar küçük yaşta çalışmak zorunda kaldıklarından yetişkinlerin dün­yasına çok daha çabuk adım atarlar; fabrikayla, işyeriyle, orduyla, karakolla, so­kakla, ıslaheviyle erken yaşta tanışırlar. Bu da yetişkinler dünyasıyla çocukluğun orta sınıfta olduğu gibi birbirinden kesin çizgilerle ayrılmasını engeller. Aries, Centuries of Childhood, Peregrine Books, 1986, (Fransızca ilk basım, 1960) s. 30- 130. Aries ve modem dünyanın çocuğa bakışındaki değişimle ilgili ayrıntılı bir değerlendirme için Kemal İnal'ın "Modem Çocukluk Paradigması" adlı yazısına bakılabilir, Cogito, Yapı Kredi Yayınlan, sayı: 21, Kış 1999, s. 63-87.

49

ACILARIN ÇOCUĞU

ri olan tek tek çocuklar değil, birlikte hareket eden bir çocuklar or­dusudur, dizginlenemez bir sürü. Şehrin izbe karanlıklarından, kontrol edilemez bir kargaşanın içinden günışığına çıkıp sonra tekrar oraya geri dönecek bir kara kalabalığın, her an uçlara sav­rulabilecek bir ayaktakımmın, başıboş kalmış bir güruhun üyele­ri. Bu yüzden de daima sınıfsal bir korkuyu harekete geçirirler. Ama burada bundan fazlası da var. Çünkü sokak çocuklarından duyulan korku, sindirilmiş kitlenin sonunda onu sindirenden inti­kam alacağı korkusu kadar, ondan çok daha eski bir korkuyu, bas­tırılmış çocukluğun (ya da bastırılmış kadınlığın veya fethedilmiş yerliliğin) sonunda uygarlığa kötülük olarak geri döneceği korku­sunu da içinde taşır.5 Sokak çocuklarıyla göz göze geldiğimizde orada yalnızca dizginlerinden kurtulmuş kitlenin tekinsizliğini de­ğil, aynı zamanda başıboş kalmış, başıboş kalır kalmaz kendini kötülüğe adamış çocuğun isyanını da görürüz. Erken yaşta darbe yemiş, buna rağmen sonunda adil, şerefli, iyi huylu bir insan ol­mayı başarmış yoksul çocukla ilgili milli-romantik hikâye de bu­rada çöker. Orada, büyümüş de küçülmüş kurtarıcı çocukların, boynu bükük evlatlıkların, ağzı var dili yok beslemelerin, gözü yaşlı yetimlerin, bahtsız delikanlıların, nihayet tüm acıların ço­cuklarının yerini ıslahı imkânsız bir çocuk kitlesi almıştır.

Tuğcu'daki milliyetçi yoksul sevgisinin, Yeşilçam'm mutlu sonla biten yetim hikâyelerinin, nihayet boynu bükük ama erdem­li delikanlı hikâyelerinin bitip üçüncü sayfa dehşetinin devreye

5.  Andreas Huyssen kitlelerden duyulan korkunun bu kadar yoğun olmasının nedenini, bu korkunun çok daha eski korkulardan besleniyor olmasına bağlar. Da­ha çok kadın korkusunu örnek verir Huyssen: Burjuvanın kitle korkusu birçok du­rumda erkeğin kadm korkusuyla iç içe geçmiştir. Bütün bir on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyıl boyunca Batı Avrupa'da siyasi bir tehdit oluşturan kitlelerin his­terik bir ayaktakımı olarak, yutucu isyan tufanlarıyla, barikatlardaki kızıl orospu figürleriyle tanımlanmasının, yine bu dönemde ilk kitle kültürü kuramcılarının kitle kültürünü ısrarla kadınsı, yutucu ve akıldışı bir şey olarak tanımlamalarının, ondan cazibesine direnilmesi gereken ayartıcı bir kötü kalpli kraliçeymiş gibi söz etmelerinin nedeni budur. Kitle korkusunda yalnızca kitlelerin oluşturduğu siyasi ve toplumsal tehditten duyulan koıku değil, aynı zamanda kontrol altında tutula­mayan bir doğadan, cinsellikten, bilinçdışmdan, sabit ego sınırlarının yitirilmesin­den duyulan korku da vardır. "Kadın Olarak Kitle Kültürü", Eğlence İncelemeleri, Tania Modleski (Haz.), çev. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınlan, 1998. s. 235-57.

50                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

girdiği yer de burası: toplumun gözünde mağdurun suçluya dö­nüştüğü an. Tıpkı korku filmleri gibi (özellikle de uğursuzluğu masumiyetin içine yerleştiren çocuk-şeytan filmleri gibi) gazete­lerin üçüncü sayfalan da uygarlığa eşlik eden korkunun bu kez sı­nıfsal bir içerikle geri döndüğü yerlerdir. Orada cani anneler, vic­dansız babalar, parçalanmış aileler, sönmüş hayatlar vardır; bayat­lan cinnete ve cinayete açık, her an ölebilir, her an öldürebilir in­sanlar vardır. Ama hepsi de öteki sınıftandır. Orada dehşet daima aşağı sınıfın kaderi olan bir kötülüğün, yoksul kitlelerin neredey­se doğuştan getirdikleri bir patolojik nüvenin görünümüdür. İçine doğduğumuz uygarlıkla ilgili temel huzursuzluğumuz, orada biz­den daima daha yoksul, daha kötü, daha çaresiz olan insanlara yansıtılmış, aslında hep yambaşımızda olduğunu bildiğimiz kötü­lük' orada daima olağanüstü, sıradışı, yabancı bir sahneye taşın­mıştır. Nasıl korku romanı "bir zamanlar" denilen uzak zamanlar­da, uygarlıktan uzak mekânlarda; yeterince ışıklandırılmamış, yo­lu izi olmayan ücra köşelerde; karanlık ormanlarda, dağ başların­da, ıssız şatolarda geçerse, üçüncü sayfa da dehşeti bizden her za­man uzakta olacak insanların karanlık tabiatına, onların içine pu­su kurmuş, ne zaman nerede ortaya çıkacağı bilinmeyen, bize ge­rilimli bir bekleyişten başka seçenek bırakmayan şeytani nüveye bağlar. Tek farkla: Burada katilin kim olduğu başından bellidir; belli olmayan sadece nerede ve nasıl harekete geçeceğidir.

İşte sokak çocukları bize bu olağanüstü sahneyi verdi. Çünkü onlar her şeyden önce yetişkinle çocuk arasındaki ayrımın tam var olmadığı bir dünyayı temsil ediyorlar. Kurumsal kötülükle; devlet baskısıyla, asker şiddetiyle, polis dayağıyla erken yaşta tanışmış olmaktan kaynaklanan bir hayat bilgisine sahipler. Ama bir şey daha var: Sokak çocukları, acının kestirme ifadesini bulmakta zorlandığımız donuk ve ifadesiz yüzleriyle olduğu kadar, vicdanı­mıza değil cüzdanımıza seslenen arsız ve talepkâr bakışlarıyla da sokaktan geçenler için acının değil suçun, kaba kuvvetin ve ihla­lin alanına aitler. Büyümüş de küçülmüş yüzlerinde bu kez anası­nı babasını batakhaneden kurtarmış çocuğun bilmiş sevimliliği değil, bir çocuğun bunu hiçbir zaman yapamayacağının, dahası ai­lelerin parçalanmaktan kurtarılmasının hiç de o kadar kolay olma-

51

ACILARIN ÇOCUĞU

dığının, bazı babaların hapishaneye, bazı annelerin hastaneye, ba­zı çocukların sokağa mahkûm olduklarının kanıtı var. Milli bir acz duygusunun metaforu değil, horlanan çocuğun sonunda yetişkin­den intikam alacağı korkusuyla bütünleşmiş sınıfsal bir korkunun nesnesi olmalarının nedeni de bu.

Televizyon kanallarında biraz dolaşmak yetiyor. Her ne kadar sokak dekorlarından stüdyoya terfi ettiyse de besili "sokak çocu­ğu" Savaş Ay seyircisini uzun yıllar bu imajla tavlamayı başardı. Bir başka kanalda, baştan aşağı manidar dizelerle dolu, dokunak­lı şiir küplerinden biri var. Adı, "Sokak Çocuğu". Bütün bunlar, acıdan beslenen delikanlı duyarlılığının artık pek inanılır olmasa da, bu ülkede daima bir müşterisi olduğunu gösteriyor. Ama ro­mantik imgeyi bozan sokak çocuğu görüntüleri şunu açıkça orta­ya koydu. Acıların çocuğu yalnızca acıyı bir delikanlılık imgesiy­le süslediği, kötü yazgıyı kadre uğramış ama zedelenmemiş çocuk imgesinin ardında görünmez kıldığı için değil, aynı zamanda bu kültürün kendini korumak için sindirdiği kitlelerden olduğu kadar, kendini korumak için bastırdığı çocukluktan duyduğu korkuyu gizlediği için de bir aldatmacaydı bence. Sokak çocuklarının ro­mantik bir "poetika"sı yapılabilir, ama onlar hiçbir zaman milli bir kimsesizlik duygusunun, toplumca paylaşılan Doğulu bir yetimli­ğin simgesi olamayacaklar.

Öyle görünüyor ki Türkiye yeni popüler kahramanlarını, her şeye rağmen adalet dağıtan mazlum, mağdur ama masum yetim­lerden, çektikleri çileye rağmen onurlu davranan kırılgan Doğulu çocuklardan değil, toplumun yeni korku nesnelerine karşı savaş açan, şehri pislik ve kargaşadan korumak için her yola başvuran, suça ve hınca kilitlenmiş güçlü Türkler'den, artık kendini masum olmak zorunda hissetmeyen yeni bir delikanlı tipinden alacak, en azından bir süre için.

Azgelişmiş Babalar

Acıların çocuğu tipik ifadesini Kemalettin Tuğcu'nun romanların­da, Yeşilçam'ın çileli çocuk fimlerinde, nihayet 80'lerin çocuk şar­kıcılarının kederli sesinde bulmuştu. Ama bu imgenin yalnızca popüler kültüre özgü olduğunu düşünmek doğru olmaz. Başından bu yana Türk seçkinlerinin de başetmek zorunda kaldığı bir so­rundu yetimlik. Jale Parla Babalar ve Oğullar'da. Tanzimat roma­nı bağlamında tam da bu sorunu ele alır: Tanzimat romanı bir ba­basızlığa, bir yetimliğe doğmuştur. Sorun, bu romanların çoğunun kahramanının yetim oğullar olmasından ibaret değildir. Romanın esas oğlanının ısrarla yetim oluşu, yabancı topraklarda tutunmaya çalışan bu türe özgü yapısal bir sorunun işaretidir aynı zamanda. Bu ilk romanların kendilerinin "yetim metinler" olduğunu söyle­yecektir Parla. Tanzimat romancıları bir yandan Batı'dan aldıkları yeni edebi türde ürün verirlerken, bir yandan da Osmanh İmpara- torluğu'ndan devraldıkları eski dünya görüşünü, eski ahlak ve de­ğerler sistemini sürdürmeye çalışırlar. Bu ikisini aynı anda yapa­bilmek, bu kaygan zeminde yol alabilmek için ise güçlü, adil, ko­ruyucu bir babaya muhtaçtırlar.

Parla'nın Türk romanının kaynağında saptadığı temel boşluk da budur. İlk Türk romancıları savundukları cemaatçi değerlerin koruyucusu olabilecek kudretli bir babadan, romanlarının episte- molojik temelinin Batı'ya yenik düşmesini engelleyecek güçlü bir otoriteden yoksundur. Bu ilk romanlardaki katı ahlaki havayı, ka­lıplaşmış değerleri, öğretici üslubu, yargılayıcı ses tonunu da bu­na bağlar Parla. Tanzimat romancıları erken yaşta bir kudret boş­luğunu kapatmak zorunda kalmış otoriter çocuklardır. Siyasi vasi­sini kaybetmiş bir kültürün acil vasi ihtiyacını giderebilmek için çocuk yaşta vesayet üstlenmek zorunda kalmışlardır. Yalnızca ye­tim oğlanın ibret dolu hikâyesini anlattıkları için değil, yazarları

AZGELİŞMİŞ BABALAR

53

daha baştan cemaatçi değerlerin bekçiliğini üstlenmek zorunda kaldığı için de yetim metinlerdir bunlar. O halde bu metinlerdeki otoriter ses tonu, arkasını bir kuruma dayamış olmanın verdiği bir yazarlık kudretinden çok, o kudrete hiçbir zaman sahip olamamış yazarın bir an önce yetimlikten kurtulma telaşını yansıtır. Parla'ya göre Türk romanı bir baba-oğul çatışmasından çok, babadan yok­sun kalmanın telaşı içinde, bir baba arayışının içine doğmuştur.1

Popüler kültürün "Size baba diyebilir miyim amca"sıyla yeni­likçi seçkinlerin "yetim metinleri" arasında elbette sayısız dola­yım, ama aynı zamanda temel bir bağ da var. Yıllar sonra modem Türk romanının en iyi örneklerinden bazılarının bu acıklı popüler içeriği yok saymadan, ama aynı zamanda türün kaynağındaki bu yetimliği sorunsallaştırarak yazılabilmiş olması tesadüf değil. Oğuz Atay'dan, Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar'dan söz edi­yorum. Bir zamanlar romanın ses tonunu, ahlaki havasını, kalıp­laşmış değerlerini belirleyen yetimlik, bu romanlarda yapıtın doğ­rudan sahnesi, romanların konusunu olduğu kadar anlatımını da belirlemiş temel meselelerden biri haline gelir.

Önce içerikten, Atay'ın karakterlerinden söz ederek başlaya­lım. Bu kişilerin ayırt edici özelliklerinden biridir kudretsizlik. Dahası, her iki romanda da işaret edildiği gibi, babadan tevarüs edilmiştir. Tutunamayanlann prensi Selim "azgelişmiş bir babanın azgelişmiş tek oğhı"dur. Turgut "pısırık bir babanın ürünü"dür. "Benim içimdeki çocuk büyümedi... yaşamadığı için büyümedi hiç, amcası," der Tehlikeli Oyunlarda. Hikmet. Atay'ın her iki ro­manında da kahramanlar çocukluğunu yaşamadan büyümek zo­runda kalmış, bu yüzden çocuk kalmışlardır. Vaktinden önce bü­yümüşler, bu yüzden evde kalmışlardır. Hayatın acemisidirler; ha­yat bilgisinden, "hayat paso"sundan yoksundurlar.

Atay'ın bu çocuk kalmışlığı yalnızca kendi kahramanlarının değil, "Türkiye'nin Ruhu" dediği şeyin de ayırt edici özelliklerin­den biri olarak gördüğünü biliyoruz. Batı dünyasından tümüyle farklı bir bakışı nasıl anlatabileceğini sorun edinmişti Atay. Gün-

1. Jale Parla, Babalar ve Oğullar, İletişim Yayınlan, 1990, özellikle de "Ba­basız Ev" bölümü, s. 9-19.

54

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

/Mİ'teki notlarından, en azından Tehlikeli Oyunları tasarlarken böyle bir kaygısı olduğu anlaşılıyor. Bu kaygı bir tür çocuk kal­mışlığa, bir akıldışılığa, yarı şaka yarı ciddi övündüğü bir taşralı- lığa, Batı'nın "soğuk ve mesafeli" tutumundan farklı olarak duy­guların alanına götürmüştü onu. Günlük'te bunu açıkça dile geti­rir: "Batı Dünyasından bütünüyle farklı bir görüşü anlatmayı bil­mem nasıl becermeli? Bunu hissettiğimi sanıyorum. Bir bakıma 'irrational' -Batı'nın anladığından ayrı- bir görüş bu. İçinde, düşü­nenin fark etmediği bir 'humour' olan, saf diyebileceğim bir görüş. Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayla­rı ve dünyayı, mucizelere bağlı, myth'lere bağlı bir şekilde yorum- luyoruz en ciddi bir biçimde. Aklı başında bir Batılının gülerek karşılayacağı ve bize ölesiye ciddi gelen bir şekilde."2

Bu cümlelerde de hissedilir. Oğuz Atay'da çocukluk daima iki­li bir anlam taşır; birbirinin karşıtı olan iki anlamı birden içinde ba­rındırır. Bir yanıyla saflık, hesapsızlık ve samimiyet demektir ço­cukluk. Doğu'nun çocukluğuna, "bizim samimiyetimiz ve sıcaklı­ğımız" dediği şeye sempati duyar Atay: "Biz Steinbeck'in pamuk ve şeftali toplayan işçileriyle birlikte acı çekeriz, Hamlet'in mese­lesine katılırız. 'Palto' bizi derinden sarar. Batılı değerlendirir, biz severiz."3 Yine Günlük'te bir "çocuksu gurur" olarak söz edecektir bundan: "îyi aile çocukları arasında, onlara çamur atan mahalle çocukları gibiyiz. Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempati duyuyorum." Gelişmemişlikte erdem gören, orada soylu bir yan bulan, saflığı yücelten romantik bir çocukluk anlayışı var­dır burada. Ama öbür yanda Atay için düpedüz azgelişmişlik de­mektir çocukluk; başkalarının gözünde gülünç duruma düşmek, alay konusu olmak, hayat boyu utanç duygusundan kurtulamamak demektir. Erken yaşta haksızlığa uğramış olmak, mağdur olmak, bu yüzden de hep öfke duymak demektir. Günlük'teki cümlenin devamında Doğu'nun çocuk kalmışlığının öbür yüzü de açıkça be­lirtilmiştir: "Ben buna saflık diyorum ve genel anlamda bir sempa­ti duyuyorum. îçinde yaşarken de öfkeyle tepiniyorum."4

2.  Oğuz Atay, Günlük, İletişim Yayınlan, 1987, s. 26.

3.  Günlük, s. 132.  4. Günlük, s. 28.

AZGELİŞMİŞ BABALAR

55

Çocukluğun yüklendiği bu iki karşıt anlamın, bunlara eşlik eden karşıt duyguların ardında elbette bir açmaz vardır. "Türki­ye'nin Ruhu"nun (ya da Atay'ın yine günlüğünde kullandığı kav­ramla, "Batı dünyası''nın dışında kalan dünyanın, Doğu'nun "ço­cuk millet"lerinin) Batı karşısında bir "mahalle çocukluğu"ndan ibaret kalmışlığı apaçık bir haksızlıktır; insanda utanç olduğu ka­dar öfke de uyandırır. Ama Atay'ın benimsediği romantik tersine çevirme de -çocuk toplumlarda bir saflık, bir samimiyet, bir bo­zulmamıştık görme, oradaki sıcaklığa, çocuksu gurura sığınma ih­tiyacı da- kendini bir kez daha Batı'nın tuttuğu aynada görmek demektir. Oradan yansıyan gelişmemiştik imgesini, ona eşlik eden yetersizlik duygusunu, yani çocuk kalmışlığı, yani duygudan iba­ret bırakılmışlığı - evet, bu kez içini olumlu içeriklerle doldurmak üzere, ama yine de peşinen kabul etmek demektir. Günlükteki cümleleri bu açıdan bir kez daha okuyalım: "Biz Steinbeck'in pa­muk ve şeftali toplayan işçileriyle birlikte acı çekeriz, Hamlet'in meselesine katılırız. 'Palto' bizi derinden sarar. Batıh değerlendi­rir, biz severiz."

Oğuz Atay'ın gerçek hayatta aşılması o kadar da kolay olma­yan, fikirsel olduğu kadar duygusal içeriklerden de yapılmış bu açmazı romanın imkânlarıyla nasıl sorunsallaştırdığı, çocuk kal­mışlığı nasıl bir edebi olgunluğa dönüştürdüğü üzerinde durmak istiyorum bu yazıda. Atay'ın yazdıklarının bu çerçeveyle sınırlı ol­duğunu, bu ulusal-kültürel açmazın alegorisinden ibaret olduğunu düşündüğüm için değil. Çok daha zengin ruhsal-varoluşsal açı­lımları olan sorunları, bu yerli malzemenin içinden yol alarak, ba­rındırdığı duygusal içerikleri kendi iç dünyasında yoklayarak ele almıştı Atay. Yerli malzemeye gelince, bunun popüler roman, film ya da şarkılarda gördüğümüz "acıların çocuğu" imgesine çok da yabancı olmadığını söyleyeceğim ben. Belli ki Tehlikeli Oyun­ların Hikmetinde, çocukluğun bu ikili anlamını (çocuk kalmışlı­ğın iyi bir şey olduğunu düşünen "duygulu ve romantik" çocuk Hikmet ile burada kendine yapılmış bir haksızlık olduğunu hisse­den; çocuk kalmışlık sahneye "soytarı" ya da "uşak" rolünde çıka­rılmış olmak demektir, diye düşünen öfkeli Hikmet'i) aynı kişilik­te buluşturmayı denemişti Atay. Her an birbirine dönüşebilen ama

56

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

birbiriyle pek de uzlaşamayacak olan bu anlamların aynı yerde yan yana durmasının doğurduğu gerilimin Atay'da bir üçüncü se­çeneğe, bir kötü çocukluğa yol açtığını da söyleyeceğim ilerde. Ama bunun Hikmet için (kuşkusuz Atay için de) neden bir çözüm yolu olamadığına da değineceğim. Şimdilik sadece şunu belirt­mekle yetinelim: Günlük'tcki romantik imge (Doğu'nun duygulu­luğu ve samimiyeti, akıldışılığın erdemleri ve çocuksu gurur) bu romanlarda da vardır, ama artık bağlanılamayacak bir imgeye dö­nüşmüştür. Ya da tersinden söyleyelim: İnandırıcılığını çoktan yi­tirmiştir imge, ama yine de duygusal içerikleri kımıldamaya de­vam eder. Hikmet'in çocuk kalmışlıkla ilgili cümlelerinin okurun kulağına hep ürkütücü bir "Ha-ha" sesiyle ulaşmasının nedeni de bu: "Çocuk kalmak iyiymiş. Biz de iyi kaldık albayım; medeniyet bizi bozamadı. Ha-ha."

II.

Madem yetimlikten söz ediyoruz, babalara daha yakından bak­makta yarar var. Atay'ın her iki romanında da gerilerde bir yerde bir "utanç devri", o devrin başında çocuklarını gülünç duruma dü­şüren "azgelişmiş" bir baba vardır. Kültürel kudretini kaybetmiş, bu yüzden de sakil düşmüş babalardır bunlar. Tutunamayanlar'da Turgut'un babası Hüsnü Bey "isimleri yerli yerinde ve başka isim­lerle münasebetini bilerek" kullanma denen yetenekten yoksundur örneğin. Aristophanes'le Ksenophanes'i, Platon'un aile nazariye- siyle Dante'nin devlet mefhumunu birbirine karıştırır. Daha kötü­sü dile de hakim değildir. Hayatı telaffuz etmekte zorluk çektiği kelimelerle boğuşarak, anlamadığı sözleri tekrarlayarak geçmiştir. Platon'dan söz ederken de, Turgut'un kulağına ezanı fısıldarken de "bilmediği bir düzenin ezberciliğini" yapıyordur. Onu "yarı mü­nevver" kılan koşullar, babalığının da yansını alıp götürmüş gibi­dir. Aile fotoğrafında bir sığıntı gibi durur Hüsnü Bey: Yerinden edilmiş, kudreti çalınmış, komik düşürülmüş çocuk adam.

Bu temayı ısrarla tekrarlayacaktır Atay. Benzer bir biçarelik Hikmet'in "berber taklidi çantasıyla baba taklidi yapan", muhase-

AZGELİŞMİŞ BABALAR

57

beyi hususiye memuru babası Hamit Bey için de geçeriidir. Ber­ber çantasına benzeyen şişkin bavulu, traş takımı, karısının dikti­ği (bir çocuk gibi boynuna bağladığı) traş bezi, pijamaları ve ter­likleriyle tipik bir alaturka babadır Hamit Bey. Babalarından daha modem olmaya çalışan bütün buralı çocukların hayatlarının şu ya da bu aşamasmda çizgili pijamayı, fileli atleti, terliği ya da bıyığı bu kudretinden olmuş, bu yüzden daha da zorbalaşmış kifayetsiz babanın simgesi diye küçümsemiş olmaları boşuna değil. Bir tür biçimsizliktir çünkü alaturkalık. Batılı şapkanın sakil gösterdiği yerlilik; şapkanın düştüğü, şekilsizliğin kendini ele verdiği yer. Çocuğu küçük düşüren alaturka içeriğin daha çok babayla özdeş­leştirilmesi de tesadüf değil. Kültürel idealler bu kültürde babanın alanı olduğuna göre, bir kez Batılı idealler açısından bakıldığında hep şekilsiz ve yarım görünen, ne yaparsa yapsın modernliğin be­risine düşen, her zaman çoktan alaturka olan da baba olacaktır. Çocuğu utandıran yerli malzemenin esas simgesidir artık baba. Atay'ın "terlikli" babalarında (kuşkusuz kendi "terlikli" babaları­mızda da) açıkça görülür bu. "Babamın gülünçlüğüne de dayana- mıyordum, onun yüzünden herkes sanki benimle alay ediyordu," der Hikmet. "Kadınlara gülünç bir istekle bakıyordu babam; ben de ona mı benzedim Bilge?" diye sorar. Sahte olurum ya da gü­lünç düşerim diye, yaşamayı bir türlü beceremeyecektir Selim.

Atay'dan da önce ilk Türk tutunamayanının yaratıcısı Yusuf Atılgan da hissettirmişti bunu. Aylak Adamda C.'nin en önemli korkusuydu babasına benzemek. Gerçi Atay'daki kadar sevimli, sevilebilir biri değildir oradaki baba. Ama bıyık buruşuyla, sırtını kamburlaştırıp hizmetçiye abanmış haliyle alt edilmesi gereken kudretli bir babadan çok, oğlunu küçük düşüren, ideal oluştura­mayacak kadar sakil olduğu da kesindir. Aylak adamın aylaklığı seçmesinde hiç de önemsiz değildir bu: "Babam adamsa ben ol­mayacaktım."

Bunun hemen yanına Çocukluğun Soğuk Gecelerindeki, ço­cuklarının odasına gülünç öğütler asan, müfettişlikten emekli ba­bayı da yazmalıyız bence. Alaturkalığın vazgeçilmez simgesi olan çizgili pijama orada da var. Pazar günleri sırtından çıkarmadığı bol pijaması, beden öğretmenliğinden kalan düdüğüyle evi kışla-

5S                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

ya çeviren, ciddiye alınamayacak kadar komik, ama aynı zaman­da epey zorba bir figürdür orada baba. İnandırıcılığı kalmamış, belki hiçbir zaman o kadar inandırıcı olmamış bir kamusal idealin, bir ideolojinin evdeki memuru. Kamusal fikirlerle ev arasında ol­ması beklenen dolayım yok denecek kadar az: Baba bayram gün­lerinde çocuklarını hazırola geçirip İstiklal marşını söyletiyor ör­neğin, evde Atatürk köşeleri hazırlıyor, bağıra çağıra Harbiye marşını söylüyor.

İdealin içinin nasıl da çocuksu biçimlerle (aile üyelerine pek de inandırıcı gelmeyen gülünç öğütlerle, uydurma nutuklarla, Atatürk köşeleriyle, Harbiye Marşı'yla) doldurulduğunu gayet iyi bilir me­mur çocukları. Çocukluğun Soğuk Gecelerinde bence biraz da bu­nu anlatmıştır Tezer Özlü, kız çocuğun bu kışladan ibaret kalmış evden "gitmek, gitmek, gitmek....” isteğini. Ama konuyu Oğuz Atay'la sınırlayacağım burada. Bu yüzden de daha çok oğullar üzerinde, nereye giderse gitsin babanın aczini, bu "utanç devri"ni de beraberinde götürmek zorunda kalan oğul üzerinde duracağım. Korkuyu Beklerken'deki "Babama Mektup"ta, "köylü tabiatını" oğluna miras bırakan, "köyde, kasabada, taşrada yetişmiş" Cemil Bey'i düşünürken fark eder bunu oğul. "Azgelişmiş babanın azge­lişmiş oğlu" olma denen gerçeği, çatışmayı da uzlaşmayı da bu çok da sağlam olmayan idealle gerçekleştiriyor olmanın kaçınılmazlı­ğını açıkça hissettirmişti orada Atay. Ölen babasına yazıyordu oğul: "Seni artık değiştirmek mümkün değil babacığım; bu neden­le kendimi de değiştirmenin mümkün olacağını sanmıyorum".

Tehlikeli Oyunlar'da. Hikmet’in zihninde yeniden yarattığı, ka­fasının bir ürünü, oyununun bir parçası olan, onu "babası gibi se­ven" babacan Hüsamettin Tambay'ı bir emekli albay olarak dü­şünmüş olması tesadüf değil kuşkusuz. "Tambay" soyadmdaki tersine çevirme de önemli: Hayallerini gerçekleştiremeden ordu­dan emekli olmasıyla; çoktan içi boşalmış, zaten hiçbir zaman tam doldurulamamış bir idealin askeri olmasıyla; Alman hayranlığıy­la; sonunda bir gecekonduda oyunlar yazmaya mahkûm olmasıy­la tam bir eksik baydır Hüsamettin Tambay. Hikmet’in gerçek ha­yattaki kötülüğü oyun dünyasında giderme, gerçekte zorbalıktan ibaret kalmış figürün içini iyi içeriklerle doldurma, albaydan sevi-

AZGELİŞMİŞ BABALAR

59

lebilir bir figür yaratma çabasının ifadesi olduğu da söylenmiştir.3 Aylak Adam ve Çocukluğun Soğuk Gecelerinin pek de sevilebilir olmayan, en azından uzak figürler olarak kalan babalarından önemli bir farktır bu. Buna rağmen sonucun değişmeyeceğini söy­leyeceğim ben. Bir ideal yaratması beklenen babanın kendisi o ideale hiçbir zaman tam oturmaz çünkü: Yünlü donu, yünlü fani­lası, beyaz kılları, kıllarının arasındaki kahverengi lekeleriyle ide­al oluşturamayacak kadar zavallıdır Hüsamettin Albayım. Hik­meti hazin sonundan kurtarmak şöyle dursun, kendisi kurtarılma­ya muhtaçtır: Hikmeti "İngiliz" Bilge karşısında daima küçük dü­şürecek bir "komik Hikmetamca."

Birkaç şey birden var burada. Kuşkusuz babayı korkutucu ol­maktan çıkartmanın bir yoludur onu komikleştirmek. Ama diğer yandan baba sahiden de komik, sahiden de korunmaya muhtaç, sahiden de çocuktur. Bu durumda herkesten önce davranıp onu önce kendisi gülünç kılarak, onunla önce kendisi alay ederek düş­manca bir alaydan korumak ister onu çocuk. "Babama Mektup"ta da vardır bu. Ama koruma isteğinin bu kadar ağır basması bile rol­lerin daha baştan tersine çevrilmiş olduğunu gösterir. Yine aynı mektup-öyküde, bir zamanlar kendisine haksızlık etmiş olan ba­bayı, bir zamanlar karşısında bir asi evlat olduğu babayı şimdi be­ceriksizliği ve hesapsızlığı, basit beğenileri ve samimiyeti, saflığı ve çocuksu gururuyla bir "huysuz çocuk" olarak, bu huysuzluktan bir çıkar elde etmeyi de bilememiş saf bir çocuk olarak, sessiz fa­ziletleri olan bir çocuk adam olarak sevebilecektir oğul. Mebusluk yapmış ama ülkeyi yönetenler arasına "taşradan getirtilerek" kon­muş biridir baba: O salonda neden bulunduğunu hiç düşünmemiş, siyasetin içinde yaşadığı halde siyasetin ne olduğunu bilmeyen, insanın evrendeki yerinden de oğlunun Oidipus kompleksinden de

5. Atay'ın "yaşayabilmek için, kendi iç mekânını, iç boşluğunu çok iyi olma­yan, ama o kadar da kötü olmayan figürlerle doldurmak zorunda" olduğundan söz ediyordu Orhan Koçak. Hüsamettin Albayım’ı da içselleştirilerek "kudretinden, korkutuculuğundan ve kötülüğünden" anndınlmış, sevgi ve endişeyle yumuşatıl­mış, bu anlamda da "iyileşen, iyileştiren bir figür" olarak ele alıyordu. "Oğuz Atay Çözümsüzlüğün Yazanydı", Özgür Gündem, 14 Aralık 1992, Oğuz Atay’ın Yaşam Oyunu içinde, Hasip Akgül, Akış Yayıncılık, 1996, s. 82-5.

60

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

habersiz biri. Atay'ın bütün ironik (bu yüzden de her an tersine dö­nüşebilecek) anlatımına rağmen oğul onu ancak "onun çocuklu­ğuna sığınarak", kopup geldiği köyü özlemle anarak, onu bir ço­cuk adam olarak görürse bağışlayabilecektir. Oğulu kötü çocuk­luktan vazgeçiren, kendisi de haksızlıklara maruz kalmış bu baba­yı koruma isteğidir: "Sen öldüğünden beri gittikçe daha 'muhafa­zakâr' oluyorum babacığım."

Bize haksızlık ettiğini düşündüğümüz insanları bağışlamanın, onlara duyduğumuz kızgınlığı hafifletmenin bir yolu budur: On­ları, bir zamanlar kendileri de haksızlığa uğramış çocuklar olarak düşünürüz. Ama haksızlık duygusuyla başetmenin bir yolu daha var: Çocukluğa yüklenen bütün olumlu değerleri (masumiyeti ve bozulmamışlığı, erdemi ve duygululuğu) hiçe sayıp bir kötü ço­cuk, bir asi evlat olmak. Nitekim Atay'ın romanlarında çocukluk yalnızca bir masumiyet olarak değil, bir an önce aşılması gereken bir zaaf olarak da değil, yazara oyun imkânını da sunan, kahra­manlarına tehlikeli oyunlar oynama, "uzak kötülükler" düşünme, adileşme ve bayağılaşma imkânını da veren bir oyun alanı olarak çıkar karşımıza. Artık yalnızca bir masumiyeti değil, yalnızca bir mağduriyeti, bir kimsesizliği, bir kudretsizliği de değil, aynı za­manda bir yaratıcılığı, büyüklerin dünyasına yadırgatıcı bir gözle bakabilme gücünü, o dünyanın değerlerini tersyüz etme yeteneği­ni, o çok önemsenen kudreti "gayriciddiye alma" yeteneğini, bir bakıma piçliği, bir kötü çocuk olma imkânını da içinde taşır. Atay'ın Hikmet'i "çocukluğundaki kötü huylarına dönen", kötülü- kerine engel olamayan, tersine daha da "beter" olmak isteyen "aşağılık bir adam" olarak tasarlamış olması boşuna değil.

Ama açmazın burada da bütün çözümsüzlüğüyle varlığını sür­dürdüğünü unutmayalım. Kötülükçü bir yazar değildir Atay; kötü çocukluğu hiçbir zaman bir çözüm olarak sunmamıştır. Evet, hak­sızlığa uğramışlık duygusuyla insanlara kötü oyunlar oynar Hik­met, ama bu kötü oyunlar bile daima bir onarma ihtiyacının, bir doğruluk kaygısının, Atay'ın kendi deyişiyle bir "fazilet" arayışı­nın sonucudur. Başta sözünü ettiğimiz açmazla yakından ilgili bu çözümsüzlük: İyilik düzlemini, ideal denen yücelik alanını, şu sa­kil gerçekliği aşacak erdemleri savunmak, haksızlıklara karşı ada-

AZGELİŞMİŞ BABALAR

61

leti dile getirmek, kifayetsiz babayı kurtarmak da yine oğulun pa­yına düşmüştür. Bizi hareket ettiğimiz noktaya geri götürür bu; Çocuk zaten bu yüzden erkenden büyümemiş miydi, zaten bu yüzden çocuk kalmamış mıydı?

Kuşkusuz başka ruhsal süreçlerden de söz edilebilirdi. Her ne kadar "iç dünya" denen yer aynı zamanda dış dünyadan, ruhsal sü­reçler aynı zamanda kültürel süreçlerden oluşursa da, bunların özellikle de bir edebiyat yapıtında tam çakışmayacağı, kendi ba­balarımızın kültürel babayla bir ve aynı şey olmadığı açık. Ama ben Atay'daki ruhsal malzemenin bu romanlarda hep aşılmaz bir yetimlik sorunuyla iç içe geçtiğini, Atay'ın "Türkiye'nin Ruhu" dediği şeyi bu yetimlikten yapılma bir ruh olarak düşündüğünü vurgulamak istedim burada. Bu yüzden de yalnızca Türk popüler kültürünün değil, başından beri Türk romanının da temel malze­melerinden biri olmuş bu yetimliği, Batı ideallerinin benimsen­mesiyle birlikte yerinden edilmiş, kudretini yabancıya kaptırmış, bu durumda da ortada çük gibi kalakalmış (daha doğrusu bir çük- ten ibaret kalmış) bu baba imgesiyle birlikte düşünmeye çalıştım. Çünkü bu durumda baba kendisi bir ideal oluşturan, daha doğru­su kültürün benimsediği bir idealin simgesi olan, kudretini o ide­alden alan bir figür değil. Hep yabancı ideallerin (uzaktaki "Batı­lı amcaların" ya da Selim'in babası gibi artık geçmişte kalmış, do­layısıyla da artık yabancı sayılan "bunak ve sağır bir dedenin") ya­rım yamalak temsilcisi olmaya mahkûm. Açığı kapatmak için vaktinden evvel büyümek zorunda kalan, bu yüzden de hep çocuk kalan alaturka Oidipus'un "acıklı ama gülünç" hikâyesinin bir tra­jedi olarak değil, bir çatışma hikâyesi olarak değil, bir kudret sa­vaşı olarak da değil, Yeşilçam'da olduğu kadar Atay'ın romanla­rında da hep bir yanlışlıklar komedisi olarak temsil edilmiş olma­sının nedeni de budur bence.

"Size baba diyebilir miyim amca?"nın uzun yıllar Yeşilçam melodramının vazgeçilmez kalıbı olmasını, bu toplumun cumhur­başkanını yıllar boyunca yan şaka ama epeyce de ciddi bir ses to­nuyla "Baba" diye çağırmasını, karşısına adilce bir emniyet mü­dürü, biraz içli bir şarkıcı, biraz muktedir bir tip çıksa onu da "Ba­ba" diye bağnna basmasını başka nasıl açıklayacağız?

62

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

III.

"Acıların çocuğu" ile Atay'ın "tutunamayanlar"ı arasında, nihayet popüler kültürün klişeleşmiş imgeleriyle iyi edebiyatın temaları arasında yakınlık kurmamı yadırgayanlar olacak kuşkusuz. Ama burada bir malzeme ortaklığı olduğunu vurgulamak istedim önce. Birincisi: Her ne kadar şakadan örülmüş de olsa ağlayıp sızlanan, bir türlü reşit olamayan, öfke içinde tepinen, çocukluğunu yaşaya­madığı için herkesin burnundan getirmek isteyen yetim bu roman­ların da vazgeçilmez figürüdür. Daha baştan haksızlığa uğramış, hakkı yenmiş, oyuna getirilmiştir. "Bana çok kötü davrandılar Bil­ge," der Hikmet, "Beni çok ezdiler, çok horladılar albayım." İkin­cisi: Hem Hikmet hem de Tutunamayanlar'm Selim'i çileyle kur­tarıcılığı birleştiren yerlileştirilmiş birer İsa figürüdürler: Başkala­rı yüzünden ve başkaları adına genç yaşta acı çekmektedirler. Hik­metin "ruh proletaryası" lafını da yabana atmamak lazım. Birçok şeyin yanı sıra Türk aydınının sonuçsuz kalmış, kudretsiz ruhsal emeğini de anlatır bu laf. "Ariflik" yazgısı birçok bakımdan bir "acıların çocuğu" yazgısıdır Atay'da. Müellif olmasına rağmen ikiyüz küsur eser tercüme ettiği için "mütercim" admdan bir türlü kurtulamayan, Favust ve Verter çevirmeni Mütercim Arif Efendi havagazı borusunu ağzına dercetmek suretiyle canma kıyar so­nunda. Üçüncüsü: Erken yaşta maruz kalınan çile bir biçimde sa­natı da etkileyecektir. Bir "ıstırabımızı sanatımıza gömelim", bir "dolmakalemimizi kanla dolduralım" durumu vardır burada ister istemez.

Atay'ın çelişkisi şuydu sanırım. Bize bir hikâye anlatmak isti­yordu, ama bu hikâye ister istemez trajedinin melodrama, duygu­sallığın samimiyet buhranına, içtenliğin sarhoş muhabbetine doğ­ru kaydığı bir zeminde anlatılabiliyordu. Günlüğünde de söyledi­ği gibi bir yandan "Batı Dünyasından bütünüyle farklı bir görüşü" anlatabilmek istiyordu, ama öbür yandan bu "farklı görüş" dediği şeyin bir çocuk bırakılmıştık, bir fikre geç kalmışlık, bir duygu­dan ibaret bırakılmıştık içerdiğinin de farkındaydı. Anlatmak isti­yordu, ama anlatma çabası hep bir duygu buhranına, bir ucuz his-

AZGELİŞMİŞ BABALAR

63

siyata takılıp kalıyordu. Açmaz şöyle de tarif edilebilir: Anlatınca "söylem" olur, bunun farkındadır yazar; ama anlatılan da bir söy­lem hatasından ibaret değildir, bunun da farkındadır. "Biz Niçin Onlar Gibi Olamıyoruz?" sorusu, sorulur sorulmaz hep aynı ref­lekslere yol açar, duyguyu klişeden ibaret bırakır. Ama o klişeye gücünü veren bir de gerçek vardır ortada: Çocuk gerçekten de haksızlığa uğramıştır.

Aynı çözümsüzlük, anlatılan hikâyenin duygusal tonu bakı­mından da önemli. Duygudan ibaret bırakılmışlık denen şey yo­ğun duygular olmadan anlatılamıyordur, ama yoğun duygular olunca da anlatılamıyordur. Atay'da ironinin neden zorunlu bir teknik olduğunu anlamamız bakımından önemli bu. Madem duy­gudan ibaret bırakılmışlıktan söz ediyoruz, kendini iç dünyasında­ki bütün seslere açarak, bu seslere eşlik eden bütün duygulan ser­best bırakarak, ama aynı zamanda bu duygulan bir oyun alanının basmçsız ortamında, ironinin imkânlanyla yansızlaştırarak anlata­bilmiştir hikâyesini Atay. Hikmet bu yüzden "ben duygusal ve ro­mantik bir insanım albayım" diye lafa başlar; taşındığı gecekon­duda bu yüzden 'Batı Aklına Karşı Doğu Duygusu' diye bir kitap yazar. Ama Atay da romanlanndaki duygu patlamasını yine bu yüzden daima ironiyle dengeler. Bu ülkede yazılmış sayısız acık­lı romanın başkahramanı, sayısız kederli filmin esas oğlanı, sayı­sız hüzünlü şarkıya, manidar şiire, yaralı gönül muhabbetine esin kaynağı olmuş bu acılı, bu tutunamamış, bu musdarip çocuk an­cak o zaman bir romantik klişe olmaktan çıkıp ağrılı bir roman kahramanına dönüşebilecektir.

Popüler kültürün durmadan çoğalttığı, hep yeniden ürettiği bu kederli malzemeyi, her zaman çoktan acıklı ve gülünç olan bu ye­rel içeriği ciddiye almış, bunun kendi hayatındaki izlerini takip et­mişti Atay. Onu yok saymadan, küçümseyip bir kenara da itme­den, bu yetim dilin içinden yol almaya çalışmış, kederli içeriği mizahi hazza, çocuk kalmışlığı edebi olgunluğa dönüştürmeyi de­nemişti. Kudretsizliği yalnızca kahramanlarının bir özelliği olarak düşünmeyelim. Bir bakıma Atay'ın bütün yapıtı, ilk Türk roman­cılarının otoriter bir ses tonuyla örtmeye çalıştığı, popüler roman ve filmlerinse tersine erdeme dönüştürdüğü bu eksiklikle başetme

64                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

çabasını yansıtır. Bu romanlar bir zamanlar Tuğcu'nun romanla­rında ya da Yeşilçam filmlerinde gördüğümüz, daha sonra arabesk şarkı ve filmlerde göreceğimiz milli-melodramatik ruhsal malze­menin derinlemesine çalışılmasına, orada sevmek zorunda bıra­kıldığımız yetimliğin bir ironi ortamında tersyüz edilmesine daya­nır. Atay’ın çocuk kalmışlığa duyduğu yakınlıkta, çocukluğu ba­zen romantik bir tarzda yüceltmesinde, özellikle de günlüğündeki notlarında bu bozulmamış "çocuk toplum" imgesine teslim olma­sında, iktidarla bağlan seyrelmiş bir yazar konumundan, bir aczin içinden konuşmasının payı var kuşkusuz. Ama romanları hepimi­zi zaman zaman etkilemiş bu samimiyet imgesinin, çocukluğu bu kez olumlu içeriklerle doldurup kabullenmemize yol açan bu ter­sine çevirmenin, izleri bir türlü silinemeyen bu çocuk kalmışlığın gerçek hayatta nasıl aşılabileceğini değil elbette, ama edebiyatta nasıl bir olgunluğa dönüştürülebileceğini gösterdiği çok önemli bence. Ama unutmamak gerekir: Atay'da edebi olgunluk tam da açmazın çözümsüzlüğünden kaynaklanır. Tuğcu'nun romanların­da ya da Yeşilçam filmlerinde sevmek zorunda bırakıldığımız, da­ima zaferle sonuçlanan çocuk kalmışlık, Atay'da kişinin kendi ba­şına asla aşamayacağı bir kötülük olarak orada öylece durur. Tıp­kı bir türlü giderilemeyen yoksulluk, giderilemeyen Doğululuk, geçmeyen azgelişmişlik gibi, bizi başkalarının gözünde küçük dü­şürür, gülünç duruma sokar, bizde öfke uyandırır. Türkiye'nin po­püler kültürünün değişmez klişesi, Tuğcu'nun kalıplaştırdığı, bir dönemin Yeşilçam filmleriyle içimize işleyen, acıdan erdem çıka­cağı varsayımı Atay'da tersine çevrilmiştir. Tehlikeli Oyunlar'da Hikmet söyler: "Kötülükten ancak kötülük çıkar."

Oğuz Atay'ı klişelerle dolu acıklı fimler, kötü kederli şarkılar­la aynı imgede buluşturup rahatsız ettiğim okur şimdi biraz rahat­lar belki. Popüler kültürle iyi edebiyatın sayısız farkından biri de bu çünkü. Atay'da ütopik ufkun devreye girdiği yer de burası. Bü­tün dünyanın yetimlerinin gönül rahatlığıyla atacağı yegâne slo­ganı da bence o bulmuştur: "Genel af ne zaman çıkacak, alba­yım?"

*

AZGELİŞMİŞ BABALAR

65

Evde kalmışlıktan söz etmemize rağmen annelerden hiç söz etme­dik bu yazıda. Atay'da çok fazla yeri de yok bunun. Ama ideale, geleceğe doğru yol kapanınca, bu kez geriye, ana kucağına yolcu­luk başlar. Atay'ın tutunamayanlanyla "acıların çocuğu"nun önemli bir farkı da burada bence. Acıların çocuğunun büyüyünce tutunduğu delikanlılığın, içine yerleşiverdiği efelenmenin, anam- avradım olsun dayılanmasının ardında çoğu zaman giderilmez bir anne hasreti var. Ama hasret şarkısını onurlu delikanlıya değil, ön­ce Zeki Müren'e, sonra da bir kız çocuğuna söyletmişlerdi yanıl­mıyorsam: "Geceler soğuk, sessiz ve karanlık, üşüdüm üstümü örtsene anne."

Kötü Çocuk Türk

Türk edebiyatının sayıları çok da fazla olmayan kötü kahramanla­rından biri, Ahmet Hamdi Tanpmar'm Huzur'unda karşımıza çıkar. Romanm başkahramanı değilse de önemli kişilerinden biri olan Suad'tır bu. Her şeye yabancı ve düşman olması, kötü kötü sırıt­ması, tanrıtanımazlığı ve pervasızlığıyla olduğu kadar, hayatla ba­rışma imkânlarını kökünden yok etmiş sefil ve marazi tabiatıyla da romanı bir huzursuzluk romanına dönüştüren kişidir Suad. Ruhdansa maddeyi, varlıktansa yokluğu, ölçülülüktense tekinsiz zevkleri savunup herkesin huzurunu kaçıran, aşkın her şeyi aydın­latan ışığını karartan, kültüre ve saadete inananlara ölümün iğrenç bir çürüme olduğunu hatırlatan karanlık bir ruh. Bu dünyadaki za­lim oyundan kurtuluşun yine zalim bir eylemden, insanın içinde­ki iyilik hâzinesini keşfetmesinin yolunun cinayetten geçtiğine inanan biri. Hastalığın yol açtığı haksızlığa uğramışlık duygusuy­la iyiliğin, neşenin ve sağlığın düşmanı kesilmiş, sanatoryumdaki hasta yatağından herkesi zehirlemeye çalışmaktadır. Ama bu kö­tülükte bir inkâr da yok değildir. Romanda İhsan'ın temsil ettiği bilinç ve iradenin olduğu kadar Mümtaz'm temsil ettiği aşk ve es­tetik zevkin de karşısında yer alacak, ülkü ve hülya adamlarının karşısına tüm kabalığı, hoyratlığı ve isyankârlığıyla çıkacaktır Su­ad. Toplumsal etiketten duyduğu sıkıntıyla, çevresindeki aydınla­rın ortalama fikirleri, dengeli zevkleri, ölçülü merhameti, küçük ümitleri ve sığ ısdıraplanna yönelik alayıyla, okuduğumuz aşk ro­manına kötücül şüphelerin, sefil acıların, kültürün örtmekte yeter­siz kaldığı yıkıcı duyguların, hıncın, hiddetin ve kinin gölgesini düşürecektir. Onu bir "kirli el" olarak tarif etmeyi seçmiştir Tan- pınar: Herkesin hayatına "temiz çamaşırlarla dolu bir dolaba ka­ranlıkta giren kirli, yapışkan, parmaklarından pislik akan bir el gi-

67

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

bi" girecek, her şeyi "iğrenç bir pelte"ye dönüştürecek, herkesi bu "siyah, bulaşık, âdeta kül rengi çamur"un içine çekecektir. Açıkça boka benzetilmiştir Suad: "Sefil ve bulaşık şahsiyetinin iğrenç ha- munTyla önüne çıkan her şeyi pisletecek, bu "cıvık yığını" herke­se bulaştıracaktır. Bazen de Mümtaz'm burnuna "en adi cinsinden bir tuvalet suyu kokusu" getirir; onda iğrenme, tiksinti ve mide bulantısı uyandırır. Bütün bu yönleriyle, Türk edebiyatının az sa­yıdaki şeytani, ama bir o kadar da sefil kahramanından biri olma­yı hak eder Suad.

Suad'ın Huzur'un gelişiminde asli bir rolü olduğu açıktır. Mümtaz'ın "öldürücü şeylerin müzlim cazibesi"ne kapılmasına yol açacak, varlığıyla olduğu kadar intiharıyla, ölü yüzündeki o korkunç tebessümle de Nuran'ı aşktan iğrendirmeyi başaracaktır. Mümtaz'ın dikkatini yüksek kültürün yeraltına, hayatlarını hiçbir zaman öğrenemeyeceği, fikirleri hiç sorulmamış, biraz da bu yüz­den bu fikir romanında yer alamayacak insanlara çekmeyi başaran da yine odur. Suad'ın etkisine kapıldıktan sonradır ki Mümtaz, Bo- ğaz'm güzelliğini, camileri ve yaldan bir an bırakıp göz ucuyla da olsa estetik kültürün berisinde kalmış şeyleri fark eder. Lağım su­larının açıkta aktığı sokaklan, tenekeden ve kerpiçten evlerde ya­şayan insanları, kahveci çıraklannı ve hamalları, "her kültürün ve terbiyenin üstünden atlamaya hazır bir insanlığı" fark eder. Daha­sı Tanpmar'ın rüya estetiğine kâbusu sokan, romanın ikinci bölü­mündeki sanat-doğa-aşk üçgenini parçalayan, romana felsefi de­rinliğini kazandıran bütün temsili sözcüklerin ("rüya"nın, "ruh sal­tanatı" nın, "imkân"m) inkârına yönelen, Tanpmar'ın o çok sevdiği "terbiye"yi ihlal eden de yine odur. Belli ki Tanpınar, Suad aracılı­ğıyla kendi estetik tavrının karşıtını da içermeye çalışmış, kötülü­ğü yalnızca bir dışsal düşman olarak değil, cazibesi olan bir içsel güç olarak da anlatmayı denemiştir.

Sorun da burada: Romandaki bütün asli rolüne rağmen, inan­dırıcı bir karakter değildir Suad. Hatta birçok bakımdan bize bir taklit kahraman olarak görünür. Fazlasıyla kitabi, fazlasıyla tem­sili, fazlasıyla simgeseldir. Sanki sırf kötülüğü temsil etsin diye oraya konmuştur. Gerçi hayata bir zevk meselesi olarak bakan Mümtaz'm estetizmine mesafe almamızı sağlar, romanı bir fikir-

68

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

ler ve hülyalar geçidi olmaktan kurtarır kurtarmasına ama, kendi­sini bir türlü müsveddelikten, yabancı bir "mefhum" olmaktan kurtaramaz. O olsa olsa, Mümtaz'ın ölüm, gurbet ve yalnızlıkla dolu kederli yanının, annesinin ve babasının ölümünü izleyen yıl­larda içine çekildiği boşluğun, içindeki bu "ölüm mayası"nın dış dünyadaki temsilcisi, Mümtazın mutsuz bilincinin dışarıdaki tim­salidir. Sanki romana sırf Mümtaz'ın iç dünyasına yığdığı kültürel malzemeyi anlamsız kılmak, oradaki kalın kültürel katmanı par­çalayıp ardındaki dipsiz boşluğa işaret etmek, kısacası kendi sefil­liğinden çok, "esas oğlan"ın kederini sahici kılmak üzere konmuş­tur. Bunun dışında bir yabancı, bir ecnebidir Suad. Beethoven'in keman konçertosu eşliğindeki intihan da bize açıkça bunu göste­rir. Nitekim eleştirmenler de ısrarla buraya takılmışlardır: Suad yapay, eğreti, taklit, hatta çeviri bir karakterdir; Dostoyevski'nin romanlanndan çıkıp gelmiş gibidir. Özellikle de intihan, Ecinni­lerin kahramanı Stavrogin'in intihanna fazlasıyla benzer; bir "çe­viri intihar"dır Suad'ınki.1

Eleştirilerde bir doğruluk yok değildir. Tanpmar'ın bir yazısın­da Beyoğlu için söyledikleri, kendi kahramanı için de geçerlidir. Nasıl Beyoğlu'nda bulduğumuz her şeyin "daha hakikisi" dışan- daysa, Suad'ta bulduğumuz her şeyin de "daha hakikisi" dışanda- dır. Gerçekten de Avrupa edebiyatı ve felsefesinden derlenmiş bir karakter olarak, bir Rus-Fransız-Alman kırması olarak, bütün ki- tabiliğiyle karşımızda durmaktadır Suad. Arkasında biraz Nietzsc­he, biraz Baudelaire, bol miktarda da Dostoyevski vardır. Söyle­diği her şey, daha önce başka yerlerden okuduğumuz cümlelerin

1. Fethi Naci ve Mehmet Kaplan, Suad'm Dostoyevski'den gelme bir karak­ter olduğu görüşünde birleşir. Fethi Naci, "Huzur", Yüzyılın Yüz Romanı, Adam Yayınlan, 1999, s. 249; Mehmet Kaplan, "Bir Şairin Romanı: Huzur”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, 31 Aralık 1962, s. 37-8. Suad'ın intihanyla Stavrogin’inki arasındaki benzerliğe dikkat çeken, Suad'ınkini bir "çeviri intihar" olarak nitele­yen Fethi Naci'dir. "Çeviri intihar" fikrine sonradan Berna Moran da katılacak, Suad'm intihanyla Aldous Huxley'nin Ses Sese Kargı'sının kahramanı Spandrel'in intihan arasındaki benzerliğe dikkat çekecektir: Spandrel de Beethoven'in La Mi- neur Dörtlüsü eşliğinde kendini asmıştır. Yalnız Moran, bu benzeyişin bir rastlan­tı olmadığını, Tanpmar'ın "Mümtaz'ın çok sevdiği" bu yazardan romanda söz et­tiğine de değinir. Berna Moran "Bir Huzursuzluğun Romanı", Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, 1. cilt, İletişim Yayınlan, 2. bas. 1987, s. 274-75.

69

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

tekrarı gibidir. Evet Dostoyevski'den, Alman felsefesinden, Fran­sız kötülükçü şiirinden, ama aynı zamanda faşist İtalyan fütürist- lerinden de: "Bâkir türküler" ister Suad, "yeni doğan insanın te- ganni edilmesini" ister, "eskinin hiçbir artığını" kabul etmek iste­mez, savaşın bir temizlik olduğuna, insanlığın ölü kalıplardan an­cak savaşla kurtulacağına inanır; Ronsard'ı da Fuzuli'yi de silkip atmaktan yanadır. Türk meyhanelerinin, Ferahfezâ ayininin, Ru­meli türkülerinin ortasına kaza sonucu düşmüş gibi duran bu adam gerçekten de fazlasıyla ecnebidir. Kandil çöreklerinin, ra­mazan manilerinin, Kandilli yazmalarının, Bursa dokumalarının, kısacası "bu toprakta kendi hayatımızla yarattığımız şekiller"in karşısında, yabancı fikirlerden derlenmiş bir alafranga kötülük olarak, züppe bir alçak, fazlasıyla şık bir kötü çocuk olarak kalır.

İlginç olan, benzer bir suçlamayı yalnızca eleştirmenlerin de­ğil, Tanpmar'ın kendisinin de İhsan'm ağzından kahramanına yö­neltmiş olmasıdır: "Hazin tarafı şu ki," der İhsan, "bu cins azapla­rı bütün dünya bir asır evvel yaşadı, bitirdi. Hegel, Nietzsche, Marx geldiler, geçtiler. Dostoyevski Suad'dan seksen sene evvel bu azabı çekti. Bizim için yeni nedir bilir misiniz? Ne Eluard'm şi­iri, ne de Comte Stravoguine'in azabıdır. Bizim için yeni, en ufak Türk köyünde, Anadolu'nun en ücra köşesinde bu akşam olan ci­nayet, arazi kavgası veya boşanma hadisesidir."2 Halk havalarının "kendine has, elle tutulur" ıstırabı karşısında Suad'ın ısdırabı so­yut, afaki ve ödünç alınmıştır. Halit Ziya'yı "bizden" olmadığı için eleştiren, onda bir doğallık eksikliği ve özentilik bulan, yapıtları­nın "bize ait çok esaslı bir şeyin yokluğundan gelen bir tad ve sı­caklık eksikliği"ne sahip olduğunu ileri süren Tanpınar, bu kez ay-

2.  Belli ki Tanpınar Dostoyevski'den etkilenmiş, ama Huzur'u yazdığı tarih­lerde artık ondan sıkılmıştır. "Hayat Karşısında Romancı" adlı yazısında, Dosto- yevski'nin büyüklüğünden söz etse de şöyle der: "Beylik Rus romanından ve hi­kâyesinden bıktım. Aıkasmda bir insan yerine, kurulmuş bir saatin, takırtısı sinir­leri bozan bir zembereğin işlediği her şeyden bıktığım gibi... O yeraltı itirafların­dan, o cinlerin çarptığı insanlardan, o enfüsiliği korkunç bir cehennem kuyusu gi­bi açılan büyük muzdarip benliklerden, iradesizliklerden, o sefalet ve ızdırap sar­hoşluklarından, onulmaz biçareliklerden artık rahatça sarhoş olamıyorum. O de­liler bana letafetsiz görünüyor, yeislerinin makineleşmiş tarafını derhal buluyo­rum..." Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınlan, 3. bas. 1992, s. 54.

70

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

nı eleştiriyi kendi kahramanına yöneltmiş gibidir.3 Kötü çocuk Su­ad, yaratıcısının gözünde bile gecikmiş bir kahramandır; kendili- ğindenlik ve doğallıktan yoksun olduğu için, yabancı modellerin silik bir kopyası olmaktan kurtulamayacaktır. Üstelik burada, kas­tedilmemiş bir ironi de vardır. İnsanın dipsiz bir boşluğun üstüne yığdığı onca kültürel katmanın yıkılıp atılması gerektiğini savu­nan, fikirlerle yaşayan insanların huzurunu kaçırmak üzere oraya konmuş, hiçbir fikirle tam olarak barışamayacak bir sefilin sonun­da bir fikirden ibaret kalması, etrafına "kelimelerle yaşıyorsunuz!" diye çatan Suad'ın sonunda başka kitaplardan çevrilmiş bir keli­meye dönüşmesi, Mümtaz'a "Sen hikayecisin... bense sadece yaşı­yorum" diyen adamın sonunda kitaptan kapma şu "malûm hikâ­yeden ibaret kalması gerçekten ironiktir. Onu bu fikir romanı içinde bir fikri temsil eden herkesten daha eğreti kılan da budur. Peki, neden? Neden başka kitaplardan hatırladığımız bir kötülük cümlesi olmaktan, bize başka karakterleri hatırlatan bir kötülük müsveddesi olmaktan öteye geçmez Suad? Neden yalnızca eleştir­menlerin değil, kendi yaratıcısının bile gözünde başkasının kötü çocuğu olarak, ecnebi bir kötü bilincin sahte taklidi olarak kalır?

Her şeyden önce bir dil engelinden söz edilmelidir: Yanlış bir dilin içine düşmüştür Suad. Tanpmar'ın çevresindeki her şeyi ruh­sal saltanata yönelik bir imkân olarak değerlendiren, her anlam kı­rıntısını geniş bir mananın içine çekmeye çalışan, en dağınık un­surları bile bir terkip haline getirip aynı cümlenin ahenginde bu­luşturan bu fazlasıyla imkânlı, bol sıfatlı, bol benzetmeli dili, bu ısrarla yüce ve güzel olana ayarlanmış üslubu, Suad'ın kötü bilin­cini anlatmaya pek de uygun değildir. Kadın güzelliğini de Bo- ğaz'ı da güzel Türkçeyi de aynı geniş tecrübenin, aynı geniş man­zumenin, aynı ruh nizammın içinde birleştiren bu ahenk estetiği-

3. Orhan Koçak "Kaptırılmış İdeal: Mai ve Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme" adlı yazısında Edebiyat-ı Cedide yazarlannı, özellikle de Halit Ziya'yı estetizmle, köksüzlükle, "bize uzaklık"la, yani dıştan gelen telkinlere, yabancı ve eğreti ideallere kapılmakla suçlayanlar arasında Tanpmar'ın da bulunduğuna işa­ret eder. Halit Ziya'yı bir tür "Bovarizm"le, yani içten, doğal ve kendiliğinden değil, devralınmış ya da taklit edilmiş arzulan dile getirmekle eleştiriyordur Tan- pınar: Toplum ve Bilim, 70, Güz 1996, s. 94-150.

71

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

nin kendisi Suad için sorun yaratıyordun

Şunu anlatmaya çalışıyorum: Huzur'da nasıl bütün kentsel ve kırsal biçimler (Boğaz köyleriyle eski masallar, Trabzon oyun ha­valarıyla Bektaşi nefesleri, Rumeli türküleriyle sırmalı kumaşlar), Batı'ya ve Doğu'ya özgü kültürel biçimler (Wagner operasıyla De­de Efendi, Baudelaire şiiriyle Ferahfezâ ayini) aynı romanda bir yarılmaya yol açmadan yan yana durabilirse, bütün eski ve yeni, yerli ve yabancı sözcükler de ("enterseptör" gibi bir sözcükle he­men ardından gelen "dimağ" örneğin, ya da "realite" ile "çehre", "complex" ile "tasavvur, "rotation" ile "uzlet") aynı cümlede bir gerginliğe, bir çözülmeye yol açmadan yan yana durabilir. Tanpı- nar aynı cümlede Trabzon'un gül ilahisinden Fra Flippo Lippi'nin "Güller îçinde Çocuk İsa" tablosuna geçebilir örneğin. Bu ikisini aynı geniş tecrübenin parçalan olarak, tek bir yücelik ekseninde birleştirebilir. Roman rüya ile hüsran, huzur ile huzursuzluk, ruh­sal saltanat ile ruhsal boşluk arasında gidip gelir, ama sıra başka- lannın hayatına bir "kirli el" gibi giren bu alçalmışlığa, hiçlikten beslenen bu zalim ve alaycı inkâra, ahengini çoktan yitirmiş bu düşkünlüğe geldiğinde, bu dilin smırlanna da gelinmiş demektir. Terkip inkân, organiklik çürümeyi, bütünsellik çözülmeyi, yüce­lik alçalmışlığı içeremeyecektir. Bu durumda, bütünlüğü bozul­muş bu şekilsiz içeriği, bu "iğrenç pelte"yi anlatmak için yabancı kitaplardan alınmış kötülük cümlelerine başvurur Tanpmar. O za­man da bizim kötü çocuk, Ferahfezâ ayinin ortasında birden Stav­rogin gibi konuşacak, sonunda Emirgan'daki bir evde, yandaki ca­miden gelen ezan sesini bastınrcasma çalman keman konçertosu eşliğinde intihar edecektir. Kendi imkânlı dilinin nasıl bir imkân­sızlığa dönüştüğünü, romanın sonuna doğru Tanpmar'ın kendisi de hissetmiş olmalıdır. Huzur'an sonunda Mümtaz gene Botticel- li'nin meleklerinden, Passion'dan ve İsa'dan söz ettiğinde, Suad'm hayali tam da kendini kuşatan bu benzetmeli dilden yakınır: "Bı­rak bu manasız benzetmeleri... Bir şeyi öbürüne benzetmeden ko­nuşamaz mısın? Bu fena huylar yüzünden işleri ne kadar karıştır­dığınızı hâlâ anlamadınız mı?"4

4. Fethi Naci'ye göre bu cümle, Tanpmar'ın bu "dilsel" zaafının farkında oldu-

72

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

Ama belki de sorun bir estetik tercihten, bu tercihin yol açtığı bir dilsel yetersizlikten çok, Tanpınar'ın "bu memleketin hayatı" dediği şeydedir. Dilsel bir engelin -Batı dillerindeki "daemon” sözcüğünü Türkçeleştirirken karşımıza çıkan zorluğun- yapısal bir nedenden kaynaklandığını söyleyen Şerif Mardin haklıdır o za­man. Mardin'e göre "daemon"u Türkçeye çevirirken karşılaştığı­mız zorluk, insandaki bu karanlık yönün bu topraklarda, gelenek­sel kültürde olduğu kadar çağdaş kültürde de "örtülü kalmış bir in­san davranışı ekseni" oluşturduğunu gösterir. İnsanın hem yaratıcı hem kahredici gücünün ortak kaynağı olan "daemon'un kabul edil­mediği, maskelendiği ve yalnız 'kötü' ile bir tutulduğu uygarlıklar­da edebiyat ve sanat yüzeysel kalmaya mahkûmdur." Türkiye'de trajedinin yokluğunu, çağdaş Türk edebiyatının fakirliğini, Türk görsel sanatlarında "fantastik" olanın yalnızca bir şekil taklidinden ibaret olmasını, hatta Türk psikiyatrisinin yaygın yüzeyselliğini de buna bağlayacaktır Mardin. Daemon'u hep dışsal bir güç olarak, bir dış düşman olarak, yalnızca dış şekliyle tanımaya yatkın bir uygarlık, bu saklı gücün iç serüvenlerini anlatırken yüzeyselleş­meye, yapaylığa, yalınkatlığa, dahası taklide mahkûmdur. Türk edebiyatı "dıştan gelen tehlike"yi anlatmakta ustadır, ama aynı öy­künün içerden anlatılmasında "bir aşılmazlık, bir sun'ilik, en azın­dan belirli bir 'kalıp' üslubu" devreye girecektir.5

ğunu gösterir, a.g.e., s. 252; Berna Moran'a göre ise bu abartılı üslubu Mümtaz'ın tutumunu, yaşantısını ve estetizmini daha iyi anlatabilmek, dolayısıyla da eleşti­rilebilir kılmak için oraya koymuştur Tanpınar, a.g.e., s. 273.

5. Şerif Mardin, "'Aydınlar' Konusunda Ülgener ve Bir İzah Denemesi", Top­lum ve Bilim, sayı: 24,1984, s. 9-16.

Türk edebiyatının yaratıcı bir kötülükten nasibini almadığı, trajediden yoksun olduğu, fantastik açıdan yüzeysel olduğu, bu yüzden de güdük kaldığıyla ilgili bu tez birçok başka yazıda da yankısını buldu. Hatta çoğu zaman, her kapıyı açan bir anahtara dönüştürüldü. Örneğin, Hasan Bülent Kahraman benzer esinler taşıyan "Siyasal Romanm Ölümü" adlı yazısında, Türk edebiyatında trajedinin yokluğun­dan, fantastik olanın zayıflığından, metafizik eksikliğinden, kötülük, şiddet ve ye­nilgi korkusundan yakınır. Batı'nın kendi roman damarlarını işletmesine karşın Türkiye'de romanm, özellikle de siyasal romanın kısırlaşmasını bu kültürel eksik­liğe bağlar. 1970'lerin romancılarıyla; Sevgi Soysal'ın, Pınar Kür’ün, Füruzan'm romanlarıyla ilgili söyledikleri şunlar: "Siyaset, bu romanlarda yeni bir tipi gün­deme getiriyordu: Kendi trajiği karşısında tavır almak ve onunla yüzleşmek zo­runda olan birey. Ne var ki, kültür yaşamını oluşturan zihinsel yaklaşımın asla bir

73

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

Taklit sorunu bu kez daha geniş bir kültürel bağlamda yeniden karşımıza çıkmıştır. Bu durumda Türk kültüründe sahici bir de- monik aydın, Türk edebiyatında taklit olmayan bir demonik kah­raman aramak boşunadır. Öyleyse birçok başka Türk yazan gibi Tanpmar'ın da "kültür dağarcığında kendi içindeki daemon'u anla­masına yarayacak açıklıklar yoktur." Belki de Suad bu yüzden bu kadar kitabidir. Son yıllarda Türkiye'de yayımlanan onca şeytan kitabının "Batı'da Şeytan" bölümleri kanlı canlı bir şeytanı anla­tırken, "İslam'da Şeytan"la ilgili olanlan bu yüzden tahrik gücü az, kitabi, bir o kadar da sıkıcı bir şeytana yer verir.6 Ciddiyetleri­ni kanla kanıtlamalanna rağmen, Türk satanistleri belki de bu yüzden bizim gözümüzde daima uzak ülkelerde geliştirilmiş bir projenin taklitçileri olarak kalır. Ya da Gündüz Vassafm karanlı­ğa, cehenneme ve geceye adanmış kitabı Cehenneme Övgü yine bu yüzden bize Batı dillerinden çeviriymiş gibi gelir. Baudela- ire'in Kötülük Çiçekleri'nden dizeleri ya da Genet'nin Hırsızın Günlüğünden bir pasajı, örneğin Beyoğlu'nda bir barda duyduğu­muzda da benzer bir duyguya kapılacağızdır. Başkasının kötü ço­cuğudur o; Avrupalı ebeveynlerine yönelik isyanı başka bir coğ­rafyaya taşındığında ister istemez şık bir jeste, ödünç alınmış bir mimiğe dönüşür. Tanpınar belki de bunu hissetmiş, başkalarından önce davranıp İhsan'a erkenden harcatmıştır kahramanını: Ödünç alınmış arzulan, gecikmiş azaplan ve devralınmış negatif idealle­riyle Suad "bu memleketin hayatı"na yabancı, "kendi bünyemiz"e aykın bir kötü çocuktur, öyle de kalacaktır.

Doğu-Batı, yerli-ithal, sahici-taklit, asıl-kopya gibi ikiliklere kilitlenen bu tartışmayı burada başka bir düzleme taşımayı dene­yeceğim ben. Bunun için de Suad'ın taklitliğinin yalnızca Suad'ın değil, modem edebiyatın bütün kötü çocuklannın temel açmazı tragedya geleneğine dayanmaması, daima ahlakçı olması, daima 'iyi'den ve 'doğ- ru'dan yana tavır alması, 'kötülük'ten ve şiddetten kaçınması, 'yenilgi'den korkma­sı ve ona uzak durması bu romanlann da belli bir çizgiyi aşamaması demekti." Radikal, 19 Ağustos 2000, s. 23.

6. Örneğin, Giovanni Scognamillo ve Arif Arslan'ın yazdığı Doğu ve Batı Kaynaklarına Göre Şeytan (Karizma Yayınlan, 1999) adlı kitapta bu fark açıkça görülebilir.

74                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

olduğunu söyleyeceğim. Eleştirmenlerin Suad'ı "çeviri" bir karak­ter olarak değerlendirdiklerinden söz etmiştik daha önce; özellik­le de Dostoyevski'den çeviri olduğunu söylüyorlardı. Ama bu ilk izlenimle yetinmeyip bir adım daha attığımızda, daha türsel bir şey keşfederiz: Dostoyevski'nin alçalmayı göze almış neredeyse bütün kahramanlarının açmazı budur. Suç ve Cezada canilikle soylu bir ruhu birleştiren, ancak sıradan olmayan insanların yasa­nın dışına çıkma haklan olduğunu savunan, bu yüzden de kendi­ni namuslu ve uysal yığınlardan ayırmak için cinayet işleyen, her­kes gibi bir "bit" değil de bir Napoleon olmak için kan döken Ras- kolnikov'a arkadaşı Razumukin'in söylediği budur: Raskolnikov herkesten farklı olmak ister, ama onda "bağımsız yaşamdan eser yoktur", o olsa olsa "yabancı bir roman kahramanının soluk bir kopyası"dır. Evet, aynen böyle söyler Raskolnikov'a Razumukin. Polis müfettişi Porfiri'nin söyledikleri de buna benzer: "Bir kuram uydurmuşsunuz, hiçbir özgün yanı olmadığı anlaşılınca da utanı­yorsunuz."

Suç ve Ceza Raskolnikov'un Napoleon olmak uğruna işlediği cinayetin, sıradanlığı aşmak uğruna yaptığı bu kanlı hareketin, so­nunda sıradan bir adli vakaya dönüşmesinin de hikâyesidir. Suad belki Raskolnikov'un silik kopyasıdır, ama Raskolnikov da sanki yabancı bir romandan çıkmış gibidir; yasayı ihlal edip kan döktü­ğü an bile taklit olmaktan, yapmacıklıktan, yapaylıktan kurtula­maz. Ya da Ecinnilerin Stavrogin'inden çeviridir Suad; ama sağ­duyuya meydan okumasıyla çekicileşen, iğrenç duyguların etkisi altındaki, tuhaf yaradılışlı, kibirli ve küstah Stavrogin de Shakes- peare'in IV. Henry adlı tarihsel oyunundaki, serseriler kralı sefih Sir John Falstaff la düşüp kalkan Prens Hal'i fazlasıyla andırır; en azından romanın başlarında. Nitekim Dostoyevski kahramanım okura tanıtırken açıkça Prens Harry diye söz eder ondan. Stavro­gin acısının doruğunda, piskopos Tihon'a içini dökerken bir an azabının düzmece olabileceğini düşünür: "Kendim için anlattıkla­rım gerçekten de yalandır belki." Stavrogin'i en çok öfkelendiren, yaptığı kötülükler yüzünden nefret edilmekten çok, başkalarınca alay edilmek, itiraflarını okuyanların gözünde gülünç duruma düşmek, bir bakıma bir türlü sahici olamamaktır. Üstelik Suad'a

75

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

musallat olan şu "bünyemize yabancılık" meselesi onun için de geçerlidir. Şatov bunu söyler Stravrogin'e; "İyi ile kötü anlayışını­zı yitirdiniz, çünkü ulusunuzu tanımıyorsunuz artık." Stavrogin'in azabının devralınmış bir yanı olduğunu açıkça hissettirmiştir Dos- toyevski: Stravrogin öğrenimini Avrupa'da tamamlamıştır, "İtiraf- lar"ındaki imla yanlışlarından Rus dilbilgisini iyi bilmediği anla­şılmaktadır. Evet, inançsızlığıyla belki her yere, ama en çok da Rusya'ya yabancıdır Stavrogin. Diliyle, yurduyla, Tanrılarıyla ba­ğını bu yüzden yitirmiştir.

Dostoyevski'nin alçak kahramanlarının, kendi alçalmışlığı üzerine en çok kafa yoranı Yeraltından Notlar'da karşımıza çıkar. Kendi yeraltında kinini içine akıta akıta yaşayan, yaşamdan tiksi­nen ve onu kitaptan öğrenmeyi tercih eden Yeraltı Adamı'nı alçal­tan, erken yaşta örselenmişliğin getirdiği bir gurur ve onu sarhoş eden bir hınç kadar, insan varoluşunun hayattan azami çıkar elde etme üzerine kurulu hesaplanabilir bir çaba olduğu yolundaki ya­rarcı görüşe, insanın sonunda aklın buyruğunda soylu ruhlu birisi olacağı yolundaki ilerlemeci anlayışa duyduğu tepkidir. Aslında bu tepki, kendi varoluşunun istatistiksel bilgilerle, ekonomi for­mülleriyle, bilimsel yasalarla açıklanabilecek sıradan bir olguya dönüşmüş olmasına duyduğu tepkidir. Sağduyunun, formüllerin ve yasaların açıklayamadığı, bir "piyano tuşu" ya da bir "cıvata" değil de bir insan olmasını sağlayan, onu sıradan değil de özgün kılan şeydir lanet yağdırmak. Kendi başıboş isteklerine, akılalmaz düşlerine, bayağı ve alçak arzularına bu yüzden yapışacaktır: "Ya kahraman olacaktım ya da çamurlarda; bu ikisinin ortası yoktu be­nim için." Açmaz yine buradadır: Yeraltı Adamı, "Avrupa ölçüle­rinin hiçbiri biz Ruslara uygulanamaz," der ama, "topraktan ve halkın özünden" sıyrılıp Avrupa kültüründen bir şeyler kapmış bi­ri olarak, lanet yağdırırken bile kitabiliğe, yapmacıklığa, ikincilli- ğe mahkûm olduğunun farkındadır. Onu daha da alçalmaya iten de budur. Romanın son sahnesinde Liza bunu söyler ona: "Siz tıp­kı kitap gibi konuşuyorsunuz..." Sonunda kendisi de itiraf edecek­tir: "Acımasızlığım öylesine yapmacık, zorlama, yalnızca kafa­mın ürünü ve kitaptan kapmaydı ki, kendi davranışıma kendim bi­le bir dakika olsun dayanamadım."

76

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

Ortak bir edebi yazgı var gibidir: Sıradanlığa lanet yağdıran, sağduyuya meydan okuyan, genelgeçer yasaları ihlal eden alçak, kitaptan kapma fikir, arzu ve özlemleriyle sonunda kendi gecik­mişliğine, kendi devrahnmışlığına, kendi sıradanlığına hapsolu- yordur.

II.

Kötülük fikrini çoğu zaman kültürün büsbütün dışından gelen, kültürü toptan yıkmaya azmetmiş, yabanıl, yıkıcı, ehlileştirilemez bir canavar figürüyle birlikte düşünürüz. Ruha karşı bedenin hak­larının, bastırılmış cinselliğin, istenmeyen hazzm, yıkıcı öfkenin, toplum tarafından lanetlenmişliğin, aynı zamanda can sıkıntısının da timsalidir canavar. Oysa hiçbir zaman o kadar görkemli, o ka­dar emsalsiz, öyle doğal ya da kültür dışı değildir. Bir tarihi var­dır; bu yüzden de daima gecikmiştir. Ben burada bu gecikmişliğe, edebiyat eleştirmeni Michael Andre Bemstein'ın tür kuramınm da yardımıyla, "kötü çocuk" tipinin kendi geçmişi açısından bakma­yı deneyeceğim.

Bernstein Bitter Carnival (Acı Karnaval) adlı kitabında, Bakh- tin'in karnaval kavramının aslında bir yas tonu içerdiğinden söz eder; çünkü edebiyatta kamavalvari olan, çoktan geride kalmış bir geleneğin anısından ibarettir. Karnavalda sahne ışıklan yoktur; seyirci ile oyuncu, seyreden ile seyredilen aynını yoktur. Ama edebi temsilden söz ettiğimiz anda, sahne ışıklan çoktan devreye girmiştir. Bemstein'a göre bu gecikmişlik yalnızca Rönesans son­rası burjuva kültürüne özgü değil, Saturnalia şenliklerinden kay­naklanmış bütün bir edebi türün özelliğidir. "Aşağılık kahra- man"m doğuşunu da buna bağlar Bernstein.7 Bu alçalmış tip, bu

7.  Bemstein'ın Diderot'nun Rameau'nun Yeğeni adlı diyaloglarındaki sefil ye­ğen tipinden ve Dostoyevski'nin kahramanlarından yola çıkarak geliştirdiği ab­ject hero kavramını, yüce değer ve yüksek ideallerden bir uzaklaşmayı, bir alçal­mayı, insanın kendi "aşağı"sma doğru çekilmesini içerdiği için, "aşağılık" ya da "alçak kahraman" olarak Türkçeleştirdim. Bemstein'ın abject kavramı, Julia Kris- teva'nın Pouvoirs de l'horreur'de (Dehşetin Güçleri) psikanalizden ve Mary Do-

77

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

şenliklerde olduğu varsayılan olumlu ve kurtarıcı gücün karşı kut­bu, şenlikle ilgili iyimser varsayımların antitezi olarak ortaya çı­kar. Şenlikte olduğu varsayılan pozitif enerji onda yıkıcı, negatif bir enerjiye dönüşmüştür. Latin komedilerindeki, efendisinin za­aflarıyla dalga geçen tembel ve obur uşak tipiyle Rönesans tiyat­rosundaki bilge soytarı tipinin bir karışımıdır alçak kahraman. Ama tümüyle gerçekleşmiş bir figür olarak ilk kez, Dostoyevs­ki'nin romanlarından da önce, Diderot'nun Rameau'nun Yeğeni ad­lı diyaloglarında ortaya çıkar.8 Fransa'nın yaşayan en büyük bes­tecisinin kendisi de müzisyen olan, iyi eğitim almış ama amcası­nın gölgesinde kalmaktan kurtulamamış kaçık ve kifayetsiz yeğe­nidir Jean-François Rameau. Aydınlanma filozoflarının temel de­ğerlerini (vatan sevgisi, dostluk, toplumsal görev, erdem) "boş laf' olarak alaya alan, vicdanın sesinin boş midenin feryatları ya­nında daima zayıf kaldığını söyleyen, "yan açık duran ağza" bir iki lokma atmayı her şeyden çok önemseyen, erdemi savunan fi­lozofun karşısında esas sorunun akşam rahat rahat helaya gidebil­mek ("Ey şahane dışkı!") olduğunda direten bayağı ruhlu bir pa­razit. Bulutlann üstüne yükselmektense yerde alçak bir yaşam sürmeyi tercih eden edepsiz bir maskara. Kişiliğinde, midesi gu­ruldayan köleyle hüzünlü soytanyı, alçaklıkla bir tür yüksekliği, rezillikle kibri, kepazelikle eşine az rastlanır bir doğruculuğu bir­leştirir. Bütün bu yönleriyle de görkemli bir şeytani kahramandan

uglas gibi antropologlann ilkel topluluklar ve Hindistan'la ilgili çalışmalanndan hareketle geliştirdiği, Louis-Ferdinand Celine'in yapıdan üzerinden örneklediği abject kavramından farklıdır. Kristeva'mn abject'i aynı anda hem psikolojik hem kültürel hem edebi hem dinsel hem de antropolojik göndermeleri olan daha genel bir kavram. Bemstein'ınki ise edebiyatta belirli bir tarihsel dönemde ortaya çık­mış belirli bir tipi, bu tipin düşkünleşmesini, alçalmasını; aşağılık, sefil ve rezil birine dönüşmesini anlatan daha tikel bir kavram. Yine de abject sözcüğünün La- tincede "atmak" anlamına gelen abjicere’den geldiğini ve Kristeva'mn kavrama yüklediği anlamlan (abject'm "iç" ile "dış" arasındaki sınınn çökmesiyle, bunun vücuttan atılan sıvılarla ilgili olduğunu) hesaba katarak "pislik kahraman" ya da düpedüz "bok herif gibi kavranılan da aklımızın bir köşesinde tutmakta yarar var. Bernstein, Bitter Carnival: Ressentiment and the Abject Hero, Princeton Uni­versity Press, 1992. Kristeva’mn kitabının İngilizce çevirisi: Powers of Horror: An Essay on Abjection, Columbia University Press, 1982.

8. Diderot, Denis, Rameau'nun Yeğeni, çev. Adnan Cemgil, Engin Yayıncılık, 1991.

78

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

çok, sefilin tekidir Rameau. Bir yandan toplumun erdem ve çıkar­larıyla dalga geçer, öbür yandan da alay ettiği toplumun en rezil değerlerini benimser.

Bernstein'a göre, tıpkı kendinden sonra gelecek olan Yeraltı Adamı gibi Rameau'nun esas ısdırabı da bir edebi-felsefi gelene­ğin içine hapsolmuş olmaktır.9 Gerçekten de Rameau'nun belki yoksulluktan bile çok korktuğu şey, başkalarına özgün görünme­mek ("beni alçalışımda bile ne kadar özgün olduğumu söyleyecek kadar tanımanızı isterdim"), bir başka deyişle türünün sıradan bir örneği olmaktır. ("Büyük bir serseri, sonunda büyük bir serseridir, ama asla sıradan bir adam değil.") Madem müzikte özgün olama­mıştır, o zaman parazitlikte ya da cinayette özgün olmalıdır. Ama sorun da yine buradadır: Ne yaparsa yapsın zincire bir halka daha eklemekten, daha önce söylenmiş sözlerin pastişine dönüşmekten kurtaramayacaktır kendini. Bernstein'a göre Rameau'nun ya da Yeraltı Adamı'nm kendini aşağılamasının temel nedeni, özgün ol­maya en çok ihtiyaç duyduğu anda sahicilikten ne kadar yoksun olduğunu fark etmiş olmasıdır. Alçak kahraman işte burada ro­mantik canavardan, kişinin kendini bir anda herkesten ayırmasını sağlayan emsalsiz, yüce ve soylu kötülük fikrinden uzaklaşır: Aşağılık kahraman gecikmişliğinin, kurgusalhğınm, daima bir taklit öğesi içerdiğinin farkındadır. Bu gecikmişlikle başedebil- mek için soytarı giysilerinden soyunup gerçekten sövmeye, baş­kalarını kötülüğüne inandırabilmek için gerçek bir canavarmış gi­bi davranmaya, alçaklığı bir kamusal gösteriye dönüştürmeye başlar, ama ne yaparsa yapsın yalnızca bir toplumsal parazit değil, aynı zamanda kendinden önce yazılmış metinlerin sırtından geçi­nen bir kültürel parazit de olmaktan kurtulamaz. Öfkeyle sövüp sayarken bile fazlasıyla gecikmiş, fazlasıyla ikincil, fazlasıyla te- atraldir. Böylece Batı edebiyatında soytarı zamanla alçak kahra­mana dönüşürken, kişi sahici bir sesi arzuladığı ve gecikmişliği yara olarak gördüğü sürece alçalmışlığa hınç eklenir; kendini aşa­ğılama ve kendinden nefret eklenir. Yeraltı Adamı'nı hınça sürük­leyen başarısız olması değil, alçalmışhğı bir kişisel özgünlüğe dö-

9. Bernstein, a.g.e., s. 118.

79

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

nüştürme girişiminde başarısız olmasıdır. En kişisel başkaldırısı­nın bile devralınmış olduğunu; Puşkin'e ya da Lermontov'a, daha kötüsü Rousseau'ya ya da Byron'a borçlanmadan konuşamadığını, acı çektiği sırada bile bir edebi klişe olduğunu fark etmesidir.10

Şöyle özetlenebilir: Edebiyatta kötü çocukluk çoğu zaman or­talama olana, ölçülülüğe ve sağduyuya verilmiş bir tepkidir. Ra­meau "büyük bir serseri", "eşsiz bir alçak" olmak ister. Dosto- yevski'nin kahramanları bir "bit" olmaktan, bir "böcek" olmaktan, bir "vida" ya da "piyano tuşu" olmaktan kurtulmak ister. Suad uy­sal zevklerin, ortalama duyarlılıkların, sığ azapların ötesine geç­meye çalışır. Ama hepsi de eşsiz, özgün, sıradışı bir kötülüğe ulaş­maya çalıştıkları anda müsveddeliğe mahkûmdurlar. Hepsinde kötülük, uygarlık tarafından ehlileştirilememiş bir dürtünün (mi­denin feryatlarının, erken yaşta örselenmişliğin verdiği hıncın, yı­kıcı bir öfkenin) dile getirilmesiymiş gibi görünür. Gerçekten de canavarcadır ses, ama çok geçmeden mimik ve jestlere, alıntı ve klişelere boğulacaktır. Kötülüğün edebi temsili söz konusu oldu­ğu sürece her zaman çoktan gecikilmiştir. Kötü çocuk hiçbir za­man yeterince doğal, yeterince dürtüsel ya da yeterince özgün;

10. İki yüzyıl sonra yeniden Rameau'nun ülkesine, Paris'e döndüğümüzde şu "şahane dışkı" yeniden karşımıza çıkar: Bu kez şiiri "boku kullanma ve onu ye­dirme sanatı" olarak tanımlayan Jean Genet'dir: "Şiir aşağılık olarak nam salmış maddeleri soylu olarak kabul edilen maddelere dönüştürmekten, bunu da dil ara­cılığıyla yapmaktan ibaretti..." Yüce İyi Fransa'dan Yüce Kötü’yü çıkartarak inti­kam almaya, iyi vatandaşların zihnine bulaşan yabanıl bir nesne yaratmaya, lanet- lenmişliğini bir duruşa, kendini de bir nefret nesnesine dönüştürmeye çalışır Ge­net. Ama onu burada konuştuğumuz anlamda "aşağılık" kılan, belki de boktanlık ya da lanetlenmiştik savunusuyla kahramanlaşmasından, galiplerin bedbahtlığın­dan zevk aldığını ya da kitaplarından yüklü telif hakları alarak eski mesleğini, hır­sızlığı sürdürdüğünü söylemesinden çok, bütün bunları hınç-gurur karışımı duy­gularla söylediğini kabul etmekte bir mahsur görmemesi ("umrumda değil"), kö­tülük kararının "naif, romantik, hatta aptalca" olduğunu söylemekten geri durma­ması, daha önemlisi kötülük savunusunun daima "ele geçirilebilir" bir şey oldu­ğunu hissetmiş olmasıydı ("Kötülüğü o şekilde yaşayacaksınız ki İyiliği simgele­yen toplumsal güçler sizi ele geçiremesin"). Bütün bunlara bir sanatçının hiçbir zaman tam olarak "yıkıcı" olamayacağı sezgisini de eklemek gerekir: "Ahenkli bir cümle kurma kaygısı bile bir ahlakı, yani yazarla muhtemel okur arasındaki bir ilişkiyi gerektirir. Okunmak için yazıyorum. Laf olsun diye yazılmaz." Jean Genet, "Piçlik, İhanet, Toplumun Reddi ve Yazı", Açık D uçman, Metis Yayınlan, 1994, s. 13-34.

go                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

çevresindekileri benzersiz bir kötülükle kavuran eşsiz kötü adam olamayacaktır.11

Bemstein'ın Diderot'nun ve Dostoyevski'nin kahramanlarına dayanarak kurduğu hikâye alçak kahramanın nasıl bir edebi-felse- fi geleneğin içine hapsolduğunu gösterir göstermesine, ama hikâ­yede en azından Suad'ı açıklarken bizi huzursuz edecek eksik bir halka kalmıştır. Diderot'dan Dostoyevski'ye, Rameau'nun Yeğe­ninden Yeraltından Notlara, Paris'teki kafeden St. Petersburg'un yeraltına geçişteki bu acelecilik, Fransız parazitiyle Rus alçağı arasında görülen bu süreklilik şu önemli farkı görünmez kılar: Dostoyevski'nin alçakları yalnızca türsel bir gecikmişliğin değil, aynı zamanda ulusal-kültürel bir gecikmişliğin de tutsağıdırlar.

11. Edebiyatın yasatanımaz kötü çocuğuna yöneltilebilecek (ya da onun ken­disine yöneltebileceği) belki de en berbat suçlamadır bayağılık. Çünkü herkes gi­bi olmak, klişeden ibaret kalmak, yasaya itaat etmek demektir bu. Hannah Arendt'in, milyonlarca Yahudinin öldürülmesinde aktif rol oynayan Nazi subayı Adolf Eichmann üzerine yazdığı kitabın altbaşlığıydı "Kötülüğün Bayağılığı". 1960’ta Kudüs'te yargılanmış, iki yıl süren davanın ardından ölüme mahkûm edi­lerek asılmıştı Eichmann. Arendt'in "bayağılık" ya da "banallik" sözcüğüyle kas­tettiği şuydu: Yargılanması sırasında herkes Eichmann'ı şeytani bir canavar, bir cani olarak düşünmek istemişti. Ne var ki edebiyatta rastladığımız kötü kahra­manlara pek benzemiyordu Eichmann; ne bir lago'ydu ne bir Macbeth ne de bir IH. Richard. Ne kötülere özgü bir kibri ne alaycı bir itaatsizliği ne de onu yargı­layanlara meydan okuyan, şeytani bir derinliği vardı. (Örneğin, bundan on yıl sonra Los Angeles'ta yargılandığı sırada toplum karşıtı açıklamalarıyla bir medya kahramanına dönüşen, olumsuz bir ibret hikâyesi kahramanı olarak efsaneleşen, bu yüzden de çatışma, suçluluk duygusu ve azaptan yoksun, yani "başarmış" Amerikalı bir Raskalnikov olan Charles Mason gibi değildi.) Tersine, fazlasıyla normal, ortalama, hatta basmakalıptı; sıradan bir devlet memuruydu. Dünyanın en sıradışı cinayetlerinden sorumlu bu adam, bunları olabilecek en sıradan güdü­lerle, iyi bir vatandaş olma isteği, terfi etme gayreti, görev duygusu ve nezih top­luma duyduğu inançla işlemişti. Eichmann'da kötülük bir ihlal, bir yasatanımaz- lık ya da bir kuraldışılık değil, tersine daha baştan yasaya boyun eğmekti. Herke­si şaşırtan da buydu. Şeytani bir zekâyla falan değil, inanılmaz bir bayağılıkla ko­nuşuyordu Eichmann. İdam edilmeden önceki son sözleri bile, yasaya uymanın verdiği kıvancı yansıtan klişelerle doluydu. Arendt'e göre, Kudüs'teki davanın öğ­rettiği de buydu. Eichmann tüm dünyaya kötülüğün ürkütücü, akılalmaz, dile ge­tirilmesi zor bayağılığını göstermişti ve kriminal ilkelerle örgütlenmiş bir toplum­da bu bayağılık, insanın doğasında var olan tüm kötücül güdülerin toplamından daha büyük bir felaket getirmişti dünyaya. Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil (Eichmann Kudüs'te: Kötülüğün Bayağılığı Üzerine Rapor), Penguin Books, 1963, yeni basımı 1992.

81

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

Bir çifte gecikmişlik vardır orada; her ne kadar biri diğerine indir­genemezse de, birincisi daima İkincisinin renklerini alacaktır. Gerçi Bernstein da Rameau'daki açlık sancılarının ("midenin gu­rultusu") yerini Dostoyevski'de bir tür toplumsal marjinalliğin al­dığını, Dostoyevski'nin soytarılıkla incinmişlik arasında gidip ge­len kahramanlarında on dokuzuncu yüzyıl Çarlık Rusyası'nm işsiz kalmış ve acılaşmış entelektüellerine özgü bir hıncın izleri oldu­ğunu söyler. Ama tür kuramının sınırlan içinde kaldığından türsel gecikmişliğin nasıl bir kültürel gecikmişlikle iç içe geçtiği, ikin- cilliğe mahkûmiyetin nasıl yalnızca temsili değil, ulusal bir boyut da alabileceği, "dünyaya karşı hınç" denen şeyin nasıl varoluşsal bir hınç kadar Avrupa'ya karşı bir hınç da olduğu üzerine pek bir şey bulamayız orada.12

IH.

Orhan Koçak, Edebiyat-ı Cedide üzerinde oluşmuş önyargı taba­kasının nedenlerini araştırdığı "Kaptırılmış İdeal: Mai ve Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme" adlı yazısında, "'Batılılaşma'

12. Orhan Pamuk, Dostoyevski'yle ilgili "Aşağılanmanın Zevkleri" (Radikal İki, 9 Temmuz 2000) adlı yazısında buna dikkat çeker. Pamuk'a göre Yeraltında Notlara asıl enerjisini veren şey "Avrupalı olamama kıskançlığı, öfkesi ve guru- ru"dur. Bir açmaz vardır orada: Kahramanı gibi Dostoyevski'nin kendisi de Batı eğitimi almıştır, varlığını Batılılaşmaya borçlu olduğunun farkındadır, her şeyden önce bir Batı sanatını kullanıyordun Ama diğer yandan Batıcılıktan bir başarı, bir haklılık ya da bir sevinç çıkarmış olanlara da öfke duyar. Bu açıdan Dostoyevs­ki'nin "Avrupa düşüncesine yatkınlığıyla ona duyduğu öfke, Avrupalı olmak ile Avrupa'ya karşı çıkmak arasında hissettiği kahredici gerginliğin" ürünüdür Yeral­tından Notlar. Kuşkusuz Dostoyevski'de birçok başka yorum gibi bu yorumu da aşan bir yan var. Ama Orhan Pamuk'un söyledikleri, Dostoyevski yorumlarında genellikle ihmal edilmiş bir yanı vurguladığı için önemli, bu yönüyle de doğru bence. Ama doğrunun içinde bir de ikinci doğru var. O da Pamuk'un Dostoyevs­ki yorumunun kendisinin de yorumun konusunu oluşturan açmazın ürünü olduğu. Türkiye'nin en Batılı yazarlarından biridir Orhan Pamuk; Batı eğitimi almıştır, varlığını Batılılaşmaya borçludur, nihayet bir Batı sanatını kullanıyordur, ama ne yaparsa yapsın Batı'da bir Türk olmaktan kurtulamıyordur. "Aşağılanmanın Zevkleri" Dostoyevski'nin gerginliğini açıklama çabası kadar, Pamuk'un kendi "kahredici gerginliği"ni dile getirmesi bakımından da önemli bence.

82

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

adı verilen ama aslında gecikmişliğin kabullenilmesi anlamına ge­len o büyük model kayması"nın, her türlü çabayı daha en başın­dan bir kapılmaya dönüştüren bu kaymanın, Osmanlı-Türk yaza­rını bir çifte açmazla karşı karşıya bıraktığından söz eder: Türk edebiyatı gündeliğe ve yerli olana el attığında bayağılaşmaya mahkûm olur, ideallerin alanına geçtiğinde ise yabancı istek ve hayranlıkların buyruğuna girer. Bir yanda yerli ama yavan, yeter­siz ve sakil bir içerik vardır, öbür yanda ise yücelik ideallerinin oluşumuna imkân veren ama devralınmış ya da taklit edilmiş bir içerik, bir özgünlük ve doğallık eksikliği, ikincillik konumundan kaynaklanan bir yüzeysellik ve özentililik. "Bir yanda öbür yarı­mın bayağı ve şekilsiz görünmesine yol açan bir yabancı ideal; öte yanda, idealin hep ulaşılmaz ve sahte görünmesini garantileyen bir yerli gerçek." Bu çifte açmaz, estetizmle suçlanan Halit Ziya gibi yazarlarla onları suçlayan "yerlici" ya da "gelenekçi"leri aynı zeminde buluşturur; yabancı model karşısında her ikisi de aynı gecikmişlik konumundan konuşuyordur.13

Benzer bir açmazı Yunanistan örneğinden yola çıkarak Gre­gory Jusdanis de dile getirmiştir: "Gecikmiş modem" toplumlarda milli edebiyat, kaçınılmaz olarak gecikmiş bir proje olarak ortaya çıkar. Modem Yunan edebiyatı Avrupa kültürüne yönelik hem bir hayranlık hem bir horgörü, hem bir gıpta hem bir korkunun içine doğmuştur; her iki tepki de aynı gecikmişliğin ürünüdür. Yunanis­tan'da "kendine özgü" bir edebiyat yaratma çabası kadar, "yıpratı­cı karşıtlıklar arasında bir uyumun sağlandığı ve geçmiş kavgala­rın unutulduğu hayali bir alan" rolü oynayan bir özerk estetik kül­tür yaratma çabası da paradoksal biçimde gecikmiş bir modem stratejidir.14 O halde Rameau'dan Raskolnikov'a, oradan Suad'a geçtiğimizde bir çifte gecikmişlikten söz etmemiz gerekecektir. Edebi temsilin zorunlu olarak içerdiği, yazarın en sahici duygula­rını dile getirirken bile kendinden önceki metinlerin tekrarı oldu­ğunu hissetmesine yol açan bir türsel gecikmişlik vardır bir yan-

13. Orhan Koçak, a.g.e., s. 147.

14. Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, Metis Yayınla­rı, 1998, s. 102, 121-5, 229.

83

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

da, diğer yanda ise kahramanı zorunlu olarak yabancı arzu ve ide­allerin buyruğuna sokan, en sahici azabını bile kitabi, yabancı ve yapmacık kılan bir ulusal gecikmişlik. Suad örneğinde bu ikisi ay­rılmaz bir biçimde iç içe geçmiştir.

Ben bu yazıda modern Türk edebiyatının kötü kahramanının zorunlu olarak bu çifte gecikmişliğe doğduğunu söylemiş oldum. Ama hemen şu sorulabilir: Türk edebiyatının iyi ya da kötü, bü­tün kahramanları aynı açmazın içine doğduğuna göre, kötü çocu­ğun farkı ne? Birincisi, kötü çocukluk bu çifte açmazın, dolayısıy­la da bu gecikmişliğin alevlendirdiği bütün bir kendiliğindenlik- dolayım, sahicilik-düzmecelik, özgünlük-taklit ikiliklerinin belki de en iyi göründüğü yerdir. Çünkü doğadan fışkıran, kendiliğin­den, eşi benzeri görülmemiş bir kötülük hayal eder kötü çocuk; ama sonunda en doğal eyleminin bile ne kadar kültürel, en kendi­liğinden davranışının bile ne kadar devralınmış, en özgün duygu­larının bile ne kadar gecikmiş olduğunu fark edecektir. İkinci ne­dene gelince; model kaymasına yol açan travmanın, özgün-taklit ikiliğini doğuran gecikmişliğin kendisine verilmiş bir cevaptır kö­tü çocukluk. Suad iki model arasında salınmak ya da bunları bir biçimde birleştirmek yerine, içine doğduğu bu bağlamın toptan ihlaline yönelir: "Evet, bir adımda eski, yeni ne varsa hepsini sil­kip, fırlatmak. Ne Ronsard ne Fuzulî..." Daha da ileri gider: Bu gecikmişliğe maruz kalan öznenin kendisini yok eder, canına kı­yar. Ama açmaz bu kez tam da buradadır: Suad'ın en sahici eyle­mi olan ölümüne bile taklidin gölgesi düşmüştür. Nasıl azabı ge­cikmişse, Beethoven eşliğindeki intihan da çeviri olmaktan kurtu­lamayacaktır.

Tanpmar'ın bütün bu ikincilliğin farkında olmadığı söylene­mez; yer yer açıkça hissettirmiştir bunu. Mümtaz'la Suad'ın ilişki­sini anlatırken, "aralarında artık bir frenk şairinin dediği gibi, 'öl­dürücü şeylerin muzlim cazibesi' konuşuyordu" der, örneğin. Su- ad'ı anlatırken Nietzsche, Marx, Dostoyevski adlarını kendisi sa­yar. Kahramanının "akan nehre sonradan eklendiği"nin, ondaki doğallık eksikliğinin o da farkındadır. Modem romanın alçak kah­ramanlarını alçaltan bütün koşullan romanına koymuştur Tanpı- nar. Tek farkla: İhsan'ın, onu gecikmiş bir azabı yaşıyor olmakla

84

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

suçlayan sesi, romanın hiçbir anında Suad'm bilincinde yankılan­maz. Bilincin ve iradenin alanından gelen, okurun da kolayca be­nimseyeceği bu ses, romanda yalnızca bir dış ses olarak kalmıştır. Oysa Suad'ın sorunu, romanın yalnızca kötü çocuğunun değil, esas oğlanlarının da sorunudur. İhsan "hususi hüviyet" olmak ge­rektiğinden söz ederken Peguy'den, yeni Türk insanının nasıl dav­ranması gerektiğinden söz ederken Shakespeare'den, "bize özgü" bir kültürün gerekliliğini anlatırken Goethe'den alıntı yapmadan edemez. Evet, Ferahfezâ ayininin ortasında bir Rus ya da bir Fran­sız gibi oturuyordur Suad, ama Huzur'un ulusal ya da estetik bir ülküyü benimsemiş bütün kahramanlan da, bize özgü bir ulusal kimlik yaratmaya (İhsan) ya da özerk bir estetik kültüre (Mümtaz) ulaşmaya çahştıklan ölçüde bu zorunlu gecikmişlik zeminini pay­laşırlar. Daha önemlisi Tanpınar'ın kendisi de roman yazdığı, bü­tün bu yıpratıcı karşıtlıktan bir yücelik hayalinde birleştirdiği, bü­tün geçmiş kavgalann unutulduğu özerk bir estetik yaratmaya ça­lıştığı ölçüde, kendi kötü çocuğuyla aynı zeminde yer alır. Belki de bu yüzden Suad'm gecikmişliğini adeta temsil edip bir an önce safdışı bırakmak istemiştir Tanpmar. Çünkü bu gecikmişlik, Tan- pınar'ın ulusal kimlik fikriyle olduğu kadar özerklik iddiasıyla, "kendimize has" bir terkip oluşturma fikri kadar Huzuru mümkün kılan bütün bir "imkânlar" dünyasıyla da çelişecektir. Suad'ı eğre­ti bulan eleştirmenlerin görmezden geldiği şey de budur: Suad ya­bancı idealleri benimsediği için değil, Dostoyevski'den gelme bir karakter olduğu için değil, "çeviri" bir intiharla canına kıydığı için de değil, kendi kaçınılmaz gecikmişliğinin yeterince farkında ol­madığı, bu zorunlu devralmmışlıkla yüzleşmediği için, yani Tan- pınar bunu bir roman malzemesine dönüştürmediği için eğreti bir karakterdir. Bu yüzden bir iç sesi yoktur. Sanki bünyemizi fazla­sıyla yansıttığı için, yazarı onu "bünyemize aykırı" bir fikir olarak erkenden safdışı etmiştir.

Şerif Mardin şurada haklıydı: Başka yapısal koşulların ürünü olan bir tür, başka bir düşünce iklimine doğmuş bir tip, coğrafya değiştirdiğinde, en azından başlangıçta zorunlu olarak yüzeyselli­ğe, yahnkatlığa ya da taklide mahkûm olur. Ama bu doğru fazla tekrarlandığında bir başka doğruyu da ele verir: Taklit ya da yü-

85

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

zeysellik eleştirisinin kendisi de kaçınılmaz olarak aynı açmazm izini taşıyordun Türk edebiyatına tam da sözünü ettiğimiz yaban­cı ideal açısından bakılmış, karşımızda duran malzeme bir kez da­ha o ideal açısından yetersiz, yapay ya da yüzeysel bulunmuştur: Türk aydını ne kadar derin bilgilerle donatılmış olursa olsun 'da­emon' konusundaki görüşlerinde "mahalle adabından" ileri gide­meyecek, Türk edebiyatı da benzer nedenlerle melodramdan kur­tulamayacaktır. 15

Oysa pekâlâ bir gecikmişlik bilincinden, bu açmaza doğmuş olmanın kışkırttığı bir yaratıcılıktan, kültürel gecikmişliği edebi­yatın kendi gecikmişliğiyle birleştirmenin yaratıcı bir yolu oldu­ğundan da söz edilebilirdi. "Kahredici gerginliğin" yaratıcı bir gerginliğe dönüştüğü, gecikmişlik azabının edebiyatın oyun dün­yasında yansızlaştınldığı bir ara bölge. Bernstein, Batı edebiyatın­daki alçak kahraman tipinin saflığını kaybettiği, gecikmişliğini fark ettiği ölçüde yaratıcı bir ses kazandığına dikkat çekmişti. Al­çağı ikili varoluşa iten bir açmazdan söz ediyordu: O artık inandı­rıcı olabilmek için, gerçekten kendinin olan bir rolü taklit etmek, onu şarlatan konumuna iten durumun gerçekten şarlatanı olmak zorundadır. Saturnalia diyaloglarının gerçek birer diyaloğa dönüş­mesinin nedenini de burada arıyordu Bernstein. Çünkü Promethe- us'vari bir başkaldırının ihtişamından yoksun olan, romantik cana­varın imkânsızlığını temsil eden alçak kahraman, şeytani olan ile kölece olanın kesiştiği imkânsız alanda yer alıyordu. Bu yüzden de bilinci, uzlaşmaz arzu ve yasakların yankılandığı bir yerdi. Orada hem canavarın hem başarılı vatandaşın hem de çaresizce aç parazitin sesleri birbirine karışıyordu. Kendini hep yeniden üreten hınç kesin bir eylemle giderilemediğinden, alçak kahraman bir yandan kendiyle bitmek bilmez konuşmasının yol açtığı sonsuz

15. Türkiye'de edebiyat ve kültür eleştirisindeki yaygın tavrın daima bir yok­luk tespitine dayanması da aynı açmazın sonucu. Uzun bir "olmayanlar" listesi: "Türkiye'de trajedi yok", "Türkiye'de roman yok", "Türkiye'de düşünce hayatı yok", "Türkiye'de eleştiri yok." Batılı aydınlar ısrarla bir anlam fazlasıyla, aşın mevcudiyetle uğraşırken, bizim ısrarla bir eksikten yakınıyor olmamız, bu yokluk tespitine hapsolmuş olmamız, bunun da ötesinde eleştirmenin otoritesini bu tes­pitten alıyor olması da aynı kapılmanın ürünü değil mi? Bu kitabın bir sonraki ya­zısında daha ayrıntılı olarak tartışacağım bunu.

86                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

bir laf ebeliğine, bir yandan da bundan duyulan koyu bir yorgun­luğa sürükleniyordu. Tuhaf bir biçimde klişelerin dağılıp daha ya­ratıcı bir sesin duyulmaya başladığı yer de burasıydı.16

Son bir kez Tanpınar'a dönersek: Evet, Huzurda, inandırıcı bir kötü çocuk yaratmayı başaramamıştı Tanpınar. Ama, kendinden sonra gelen yazarların adım adım uzaklaşacakları yüksek zemini, onlara alçalma imkânını veren yücelik düzlemini, nihayet laf ebe­liğinin de bayağılığın da habasetin de içine sızabileceği güzel dili yaratan da en çok o olmuştu. Nitekim Türk romanında, yukarıda tarif ettiğimize benzer bir alçalmışlık 70’lerde sesini duyurmakta gecikmedi. "Adilik de artmalı, insan gittikçe bayağılaşmalı" diyen Turgut Özben'in sesi geliyor hemen aklıma. "Çocukluğundaki kö­tü huylarına dönen", insanlara kötü oyunlar oynayan, "burnumun dibindeki kötülüğünüzü yok etmek için, uzak kötülükler düşüne­ceğim" diyen, Oğuz Atay'ın kendi deyişiyle de bir "aşağılık adam" olan Hikmet Benol'unki. Turgut ile Olric, Hikmet ile Hüsamettin Albayım arasındaki bitmek bilmez diyalog; Oğuz Atay'ın geveze­likle yorgunluk ("yoruldum albayım, yoruldum, yoruldum, yorul­dum") arasında gidip gelen sesi. Nerede ulusal gecikmişlik biter, nerede edebi gecikmişlik başlar; bu çok da önemli değildir artık. Ama geç kalındığı ortadadır; bazı sözler zamanında söylenmemiş­tir, bazı kelimeler fazlasıyla gecikmiştir, bazı kahramanlarınsa çoktan modası geçmiştir: "Çünkü ben geçmiş, modası geçmiş bi­riyim," der Turgut, "burada kendimi temsilen bulunuyorum." Atay'ın bütün kahramanları gibi o da ancak, kendini rezil ederek başkalarını rezil edebilecektir.

Oğuz Atay'ın kahramanlarını da alçaltan, en derin acılarını ifa­de ederken bile melodrama, bayağılığa, klişeye mahkûm oldukla­rını bilmeleriydi. Sahne ışıklan devreye girdiği anda her zaman çoktan gecikilmiş olduğunu (Turgut: "Herkes birikmiş bizi seyre­diyor. Dağılın! Kukla oynatmıyoruz burada. Acı çekiyoruz."), her edebi tavır gibi edebi kötülüğün de her zaman bir dolayım içerdi­ğini (Hikmet: "Fakat bunlar yazı, Sevgili Bilge, kötülüğüm, keli­melerin arasında kayboluyor"), nihayet bütün isyânkarlıklarına

16. Bernstein, a.g.e., s. 112.

87

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

rağmen kendilerinin de bu düzenin parçası olduklarını sezmiş ol­malarıydı (Hikmet: "Eski düzene isyan ediyorum ve eski düzenin değişmesine karşıyım. Ha-ha."). Atay'daki "şövalye romanları okuya okuya kendini şövalye sanan Donkişotluk yazgısı"nın he­men yanına Vüsat. O. Bener'in "sahtegilik" duygusunu, Bay Mu­annit Sahtegi'nin "bir kurtuluşsuzluk gevezeliği" dediği şeyi, Bu­zul Çağının Virwrw'ndeki "yanlış adam"lığı da ("Ah ben ne yanlış adamım, atılacak safrayım") yazmalıyız bence. Hikmet'in Ha- Ha'lan gibi Bay Sahtegi'nin Ühü, Ühü, Ühü’leri de giderilemez bir sahtelik duygusuyla birlikte soytan-uşak-rezil adam tipinin devra­lınmış hafızasını da ulaştırır bize. Yoksa Atay neden durmadan şö­valye romanlarından, yeraltında yaşayanlardan, ecinni tayfasın­dan, yaralı Donkişotlardan, karanlıklar prenslerinden söz etsin? Vüsat O. Bener neden "ben, Richard Strauss müziğinde, El Greco yüzlü şövalye Donkişot'tum" gibi bir cümle kursun? Bence Tanpı- nar'ın sefil Suad'ıyla bu "yanlış adam"lar arasındaki fark, İkincile­rin yalnızca gecikmişliği kabul etmeleri değil; kendi yazgılarıyla birlikte, içine doğdukları edebiyatın, yalnızca gecikmiş bir edebi­yatın değil, zaten her zaman çoktan gecikmiş olan edebiyatın yaz­gısını da edebi malzemeye dönüştürmüş olmalarıydı. Onları bu "muannit sahtegiliğin", bu iflah olmaz yapaylığın içinde inandırı­cı kılan da buydu.

Açmazın ancak bir ironik olgunlukla aşılabileceğini söylemek istemiyorum. Sadece, yollardan biri buydu. Başka yollardan gi­denler de oldu. Türk romanının bence en alçalmış kahramanların­dan biri, Anayurt Oteli’nin herkesin alay konusu olan, şeytani bir kudrete hiçbir zaman sahip olamamış; mahallede, genelevde, or­duda aşağılanan, ufak tefek, çelimsiz, "kız kılıklı" kahramanı Ze- bercet’di. Bana öyle gelmişti ki Tanpmar'ın öğrencisi Yusuf Atıl­gan, Suad gibi Beethoven konçertosu eşliğinde değil, bu kez 10 Kasım töreni sırasında öten koma ve fabrika düdüğü sesleri ara­sında canına kıyan kahramanıyla, onun tek bir cümleye sığdırıl­mış ani cinayetiyle ("birden abanıp iki eliyle boynunu sıktı”), Hu- zur'daki bütün o "manasız benzetmeleri'den arındırılmış kısacık bir cümlede anlatılan intiharıyla ("ipi boynuna geçirdi; düzeltti"), sanki Suad'ın fazlasıyla manidar "çeviri" intiharına bir yanıt ver-

88                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

meyi denemişti.

Türk romanını incelerken hep "olmayan"lardan değil, biraz da ”olan"lardan söz edelim: Oğuz Atay'daki önüne geçilemez irtifa kaybını, Vüsat O. Bener'deki bayağı, habis ve sahte malzemeyi, Bilge Karasu'daki yabanıl ve yırtıcı içeriği, Leyla Erbil'deki sert­lik ve karanlığı, Yusuf Atılgan'ın basit cümlelerinde birden beliren kiri de (yalnızca meniyi değil kulak ve ayak kirini de) kaydede­lim. Bütün bunları görünmez kılan, Türk edebiyatında karanlığa pek de yer olamayacağı yargısına yol açan, edebiyata ısrarla bir şeytani ideal, emsalsiz bir romantik canavar, muhteşem bir kötü çocuk imgesi açısından bakmamız olamaz mı?

Kötü Çocuk Türk

II

Üç dört yıl önce bir çocuk parkında oğlan çocuklarının şu tuhaf sloganı attığını duymuştum: "Yaşasın kötülük!" Gerçi o sıradaki davranışlarıyla çok da bağlantısız değildi söyledikleri. On üç on dört yaşlarındaydılar ve kendilerinden çok daha küçük çocuklar için yapılmış parkta terör estiriyor, oyuncakları kırıyor, acayip de eğleniyorlardı. Ama durumda bir tuhaflık da yok değildi. O sıra­da kendilerini kötücül arzularına kaptırmış da olsalar, "Yaşasın kötülük!" gibi bir slogan çocukların dilinde fazlasıyla simgesel, fazlasıyla ecnebi, fazlasıyla çeviri kaçıyordu. Sonradan anladım: Slogan, özel radyolardan birinde bir sunucu tarafından kullanıl­mıştı. Öylesine bir cümleydi işte; fazla bir yükü olmayan, yakaya takılabilecek binbir rozetten kötülükçü olanı. "İyi çocuk" olmala­rı için sıkıcı öğütlere maruz kalan; anababalannın, büyüklerinin, öğretmenlerinin dayattığı yavan iyilikten sıkılan çocuklar belli ki anında hoşlanmışlardı bu cümleden.

Sonradan kötülüğe, tekinsizliğe ve habasete olan ilginin her zaman o kadar çocuksu olmadığını, insanda her zaman bir çeviri duygusu da bırakmadığını, dahası kötülüğe doğru bu çekilişin bu­gün bu ülkede semptomatik bir anlamı olduğunu düşündüm. Özellikle de karikatürde epey zamandır ne kadar çok tipin kötü­lük fikrinden hareketle yaratılmış olduğunu fark ettim. Karikatü­rün bazılarını sevdiğim, bazılarını ise hiç sevmediğim kötü çocuk­larını; "Zalim Şevki"yi, "Canavar Koyun Orhan"ı, "Kötü Kız"ı, "Hain Evlat Ökkeş"i, "Beter Hamdi"yi, "Kötü Kedi Şerafettin"i düşündüm. Bunların tek bir çizgi oluşturduğunu, hatta her birinde tek bir mesajın olduğunu söylemek doğru olmaz. Çok farklı ses­ler var orada. Bazıları yüceliğe dayalı bir estetiğin ihmal ettiği çir-

90

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

kin, sakil, kirli içeriğin sevimli de olabileceğini, bu ülkede yerli bir çizginin ancak bu sakilliğe sahip çıkılarak oluşturulabileceği­ni gösterdi bize. Kibar bir dünya, ortalama zevkler ve düzgün çiz­giler karşısında toplumsal arızaya, kültürel ucubeye, kınk dökük çizgilere sahip çıkmak isteyen tarafımıza seslendi. Bazıları (çoğu mizahçının yerlilik denen şeyi her zaman çoktan komik olan içe­riklerden oluşmuş bir depo olarak gördüğü, bunun da ötesinde şehre uyum gösterememiş taşralıyı daha da komik, daha da sakil kılacak kalıpları yaratmaktan öteye geçemediği bir dönemde) bu itilip kakılmış yerli malzemenin ancak bir "aşağılık adam" tipi aracılığıyla, mizahi hazzın da vereceği güçle yeni bir cazibe kaza­nabileceğini gösterdi. Bazıları toplumun vurduğu "kötü" damgası­nı sahiplenirken "iyi" olanın aynı zamanda bir ideolojik kurgu ol­duğunu görmemizi, iyiliğe ve kötülüğe yüklenen yerleşik simge­sel anlamlan tersyüz etmemizi sağladı. Bazıları kötülüğün dilini bir zafer edasıyla kullanıp toplumun korunaklı, kayıtsız yüzeyin­de bir gedik açmayı denedi. Bazılan dışlanmışlığın kötücül ener­jisinden güç alıp bu dışlanmışlıktan yalnızca bir azap değil, bir kahkaha da çıkabileceğini gösterdi. Bazıları "iyi aile çocuklan"na tepki. Bazıları ise düpedüz hıncı sevimlileştiriyor. Bazen iktidara duyulan bir hınç bu. Ama çoğu zaman imkânlar dünyasına, iyi eğitim görmüşlere, son zamanlardaysa bütün bu imkânların timsa­liymiş gibi gösterilen şehirli kadına duyulan hınç. Yabancı imkân­lara karşı yerli gerçeğin sözcülüğüne soyunmuş, çizgilerdeki bü­tün kırıklığa rağmen birden doğallaşan koyu, giderilmez bir hınç.

Şunu da unutmamak lazım: Kara Melek'ten Yılan Hikâyesine., Deli Yürek'ten Aynalı Tahir'e kadar hemen hemen bütün televiz­yon dizilerinde artık zengin bir kötüler repertuarı var. Şeytani, ha­in, yılansı tipler; ahlaki bir düşüş sonucu kötülüğe yuvarlanmış karanlık ruhlar; "kötülerin de yaşamaya hakkı vardır" diye bağı­ran, delici kahkahalar atan, bir ruhsal derinliği olsun istenmiş ha­inler; çok eskiden yaşanmış bir acı yüzünden kötülükte karar kıl­mış hınç dolu adamlar; bir çıkar uğruna ya da zevk aldıkları için ya da sırf pisliğine kötülük yapanlar; dişi örümcekler, Doğulu mağrur kötüler, marazi caniler. Artık kabak tadı veren iyicil aile ve mahalle dizilerinden sonra bütün bu filmler, toplumun ilgisinin

91

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

en azından şimdilik karanlık ve kötü olana kaydığını gösteriyor. Kötülerin karşısında, mahalleyi temizlemeye ant içmiş bıçkın bir delikanlı var kuşkusuz, ama o da en az diğerleri kadar suça, hın­ca, şiddete kilitlenmiş. Türkiye uzun süre kahramanlarını çileli ama iyi yürekli, acılı ama haysiyetli, mağdur ama masum tipler­den seçtikten, uzun yıllar kendini boynubüküklük ve bağnyanık- lıkla tanımladıktan sonra, çoğu zaman baştan aşağıya tercüme ko­kan Amerikan dizilerinin kalıplarıyla da olsa, yerli kabadayı ve külhanbeyi deposundan aktardığı malzemelerle, "acıların çocuğu- "nun içinde uyuklayan öfke ve güç talebini de ayaklandırıp sonun­da kendi kötü çocuğunu yaratmaya soyunmuş görünüyor.

Bu yazının birinci bölümünde, modem edebiyatın bütün kötü çocuklarının bir açmazla karşı karşıya olduğundan söz etmiştim. Genelgeçer yasaları, bayağı değerleri, vasat bir ahlakı ihlal eden, nihayet tüm uygarlığı temelinden sarsan, kendini sıradan yığınlar­dan net bir biçimde ayıracak emsalsiz bir kötülük imgesiyle yola çıkıyordu kötü çocuk. Ama sonunda bir alıntıya, bir edebi jeste, bir alçaklık klişesine dönüşen de yine o oluyordu. Ortalama fikir­ler, ölçülü bir merhamet ve sahte erdemler karşısında, çıkar ilişki­lerini gizleyen yavan bir iyilik karşısında, huzur ve güven arayı­şından ibaret kalmış sığ bir gündelik hayat karşısında tekinsiz duygulardan, marazi ve habis içeriklerden, skandal yaratacak aşa­ğılık dürtülerden medet umuyor, ama sonunda kendinden önce ya­ratılmış kötü kahramanların müsveddesinden ibaret kalıyordu. Te­kil ve sahici bir sesin peşindeydi, ama sonunda kendi gecikmişli­ğine, kendi devralınmışlığına, kendi kitaptan kapmalığına hapso- luyordu. Ama edebiyatın kötü çocuğunu inandırıcı kılan yegâne şeyin de bu açmazı fark etmesi olduğunu söylemeye çalışmıştım orada. Bir edebi-felsefi geleneğe, yani yıkmaya azmettiği kültüre hapsolmuş olduğunu fark ettiği ölçüde eğretilikten kurtuluyordu alçak kahraman. Türk edebiyatının "aşağılık adam"ı da kendi ge­cikmişliğini, türsel olduğu kadar ulusal-kültürel özellikler de taşı­yan bu gecikmişliği fark ettiği ölçüde sahici bir sese kavuşabili­yordu.

Şimdi bu tartışmaya bir şeyi daha eklemek gerekiyor. Bugün romanm, şiirin, karikatürün kötü çocuklarının önünde; dışlanmış-

92

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

lığın lanetlenmişliğin ya da can sıkıntısının timsali olacak kötü kahramanın önünde, yalnızca onu bir klişe olmaya zorlayan bir cdebi-felsefi gelenek değil, yalnızca lanetlenmişliğin kutsandığı bir kötülük altkültürü de değil, insanlardaki karanlık yanı bastır- maktansa kışkırtan, kötülüğü olduğu kadar tekinsiz olanı, dehşeti ve iğrençliği de yağmalayan, bütün bu habis içeriği kamusal bir gösteriye, şık bir cümleye ya da sıradan bir kötülük efektine dö­nüştüren koskoca bir endüstri de var. Belki bundan da önemlisi, bugünün dünyasında iktidardakiler, ne kadar yalan içerirse içersin her şeye rağmen bir iyilik düzleminde tanımlanmış inandırıcı bir ideolojiye gerek duymadan, düpedüz kötülükle, korsanlıkla, hay­dutlukla iş görebiliyor.1 Bugünün kötü çocuğu yüce bir îyi'nin içi­ne değil, kötülüğün daha önce hiç olmadığı kadar kurumsallaştı- ğı, sıradanlaştığı, bayağılaştığı bir dünyaya doğdu. Başından bu yana kudretsiz bir figürle; idealdeki boşluğu sopayla doldurmaya yatkın, kifayetsiz ama zorba bir babayla yaşamak zorunda kalan Türkiyeli kötü çocuğu özellikle ilgilendiriyor bu. Kötülüğün iş- kencecilik, uyuşturucu kaçakçılığı, kiralık katillik biçiminde mes- lekleştiği, dehşetin ve iğrençliğin böyle sıradanlaştığı bir dünyada şu bizim kötü çocuk sıradışı bir kötülüğün dilini zafer edasıyla na­sıl kullanacak? Dışlanmışlığın kötücül enerjisinin ele geçirilemez olduğuna nasıl inanacak?

Bence bugünün kötü çocuğunun esas meselesi bu. Bu kez bu­raya hapsolmuşluktan nasıl kurtulacak? Dünyanın kayıtsız yüzeyi­ni delip geçecek sıradışı bir kötülük imgesi ile kötülüğün çoktan sistemin ürettiği kolektif cinnetin parçası haline gelmiş olduğu

1. Martin Jay, "Tekinsiz 90'lar" adh yazısında benzer bir açmaza işaret eder. 90'larda Batı Avrupa ve Amerika'da (yalnızca popüler kültürde değil, kuramsal düşüncede de) tekinsiz olana doğru bir kayma yaşanmış, geçmişte olduğu varsa­yılan bir ideal yurdu yeniden kurmaya çalışan totaliter düşüncelere karşı çıkmak için yersiz yurtsuzluk ve göçebelik gibi akraba kavramlarla birlikte asli bir meta- fora dönüştürülmüştür tekinsizlik. Oysa bu metaforik düşüncenin görmezden gel­diği bir çelişki vardır: Hayali ev arayışlarına karşı panzehir olarak tekinsize baş­vuruluyor, tekinsizin narsistik idealleri çözen yıkıcı içeriği vurgulanıyordun ama bütün bunlar tam da evsizliğin tüm dünyada daha önce hiç olmadığı kadar arttı­ğı, dünya nüfusunun önemli bir kesiminin göçe zorlandığı, evsiz kaldığı bir dö­nemde yapılıyordun "The Uncanny Nineties", Cultural Semantics, University of Massachusetts Press, 1998, s. 157-65.

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK          93

gerçeği arasındaki; dizginlenemez bir yabanıl canavar imgesiyle bu yabanıllığın da her an sisteme dahil edilebilir bir bela odağına dönüşebileceği gerçeği arasındaki çelişkiyi nasıl aşacak? Bugünün Raskolnikov'lan yalnızca yabancı bir romanın silik kopyaları ola­cakları için değil, bir üçüncü sayfa haberinin, daha da kötüsü bir birinci sayfa haberinin, evet, önce emsalsiz ama giderek solup gi­den kopyalan olacaklan için de fazlasıyla gecikmişler bence. Ba­kalım bugün bu açmazı roman, şiir ya da karikatür nasıl aşacak?

Orijinal Türk Ruhu

Türkiye'de eleştiride -yalnızca edebiyat eleştirisinde değil, toplu­ma ya da kültüre yönelik eleşiride de- reflekse dönüşmüş bir yak­laşım var. Bir yokluk tespitiyle, onsuz yapılamayan şu ilk cümley­le başlıyor eleştiri: Bizde felsefe yok, bizde roman yok, bizde tra­jedi yok, bizde eleştiri yok, bizde birey yok. Demek ki daha baş­tan karşılaştırmalı bir eleştiri bu. Otoritesini karşılaştırmadan alan, yapıta uygulayacağı eleştirel ölçütü yapıtın kendisinden çok, bu karşılaştırmadan türetmiş bir eleştiri. Cümleye başlar başlamaz bir "biz" tanımlıyor bir de "onlar". Kendini ancak onlarda olan, bizde olmayan bir şeyden söz ederek, daima giderilmez eksikliğe işaret ederek, her şeyden önce nesnesinin yetersizliğini göstererek inandırıcı kılabiliyor. Gücünü, daha ilk cümlede kendini hissetti­ren bu yukarıdan bakışa borçlu: "Bizde yok, olamaz da!"

Sorunun yalnızca bir söylem hatası olduğunu, yalnızca eleşti­ri söyleminin kendisinden kaynaklandığını söylemek haksızlık olur. Çünkü refleksi uyaran, tepkinin zamanla reflekse dönüşme­sine yol açmış bir nesne var ortada. Üzerinde yeterince duruldu: Gecikerek modernleşmiş bir toplum, kendini üstün gören bir dü­şünce karşısında yetersizliğini kabul etmiş bir düşünce, yabancı idealler karşısında kendini çocuk kalmış hisseden bir kültür, Batı modellerini taklit ederek gelişmiş bir roman, bütün bunlar var. Yu­nanlı Gregory Jusdanis'in "gecikmiş modernlik" dediği, îranh Daryush Shayegan'ın "fikre geç kalmış bilinç" diye tarif ettiği, Ja­le Parla'nın bir "yetimlik" duygusuyla açıkladığı, Orhan Koçak'm "kaptırılmış ideal" kavramından hareketle incelediği, genellikle Batılılaşma denen bir model kayması söz konusu burada.1 Eleşti-

1. Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, çev. Tuncay Bir- kan, Metis Yayınlan, 1998; Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç, çev. Haldun Bayn, Metis Yayınlan, 1991; Jale Parla, Babalar ve Oğullar, İletişim Yayınlan, 1990;

ORİJİNAL TÜRK RUHU

95

riyi daha baştan, nesnesinin yoksunluğundan söz etmeye prog­ramlanmış bir karşılaştırma sanatına dönüştüren de bu.

Aslında eleştirmen olmaya da gerek yok. Yerli yapıtlara yöne­lik kendi eleştirel tepkilerimiz de zaman zaman benzer bir yerden beslenir. Okuduğumuz birçok kuramsal yapıt bizde bir çeviri duy­gusu uyandırıyordun Başka topraklarda başka basınçlar altında kurulmuş kuramlardır çünkü bunlar; yabancı bir ortama taşındık­larında hem bir gecikmişlik duygusu veriyordur bize hem de ister istemez bir yapaylık, bir yüzeysellik, bir yalınkatlık çıkıyordur or­taya. Hayatiyetini kaybetmiş kavramlar blok halinde orada öylece duruyor, yapıta dekoratif bir katkıda bulunmanın ötesine pek ge- çemiyordur. En azından "yabancı" kuramla "yerli" gerçek arasın­da bir gerilim olabileceği, bu gerilimin kendisi pek konu edilme­miştir.

Romanla ilgili sık sık dile getirilen eleştiriler de çok farklı de­ğil: Türk romanında kahramanlar yeterince inandırıcı, kendiliğin­den, doğal ya da özgün değildir; roman bu topraklara sonradan gelmiş bir tür olduğu için, malzeme ikinci elden bir malzeme ol­duğu için, roman kahramanlan da taklit arzulann, kopya edilmiş duyarlıklann, kitaptan kapma hülyalann, gecikmiş azaplann esiri olmaktan kurtulamazlar. Eleştiri ya da kuram oluşturma çabası sanki nesneden kaynaklanan bir hata yüzünden; giderilemeyecek bir imalat hatası, orada daima sıntan bir defo yüzünden kendini baştan tasfiye etmiş gibidir. Eleştiri başlamadan bitmiş, eleştirmen daha ilk cümlede nesnesinden esirgenmiş olan doluluğa işaret eden, her şeyin sahicisinin dolu dolu orada, "dışarıda" olduğunu söyleyen, edebiyatta dış borçlanmanın kaydını tutan bir Batılı gözlemciye dönüşmüştür. Nesnesi ilkel, çocuk ve kabadır; bu yüz­den eleştiri kendini ona bir türlü teslim edemeyecek, ona daima kibirli bir mesafeden bakacaktır.

Eleştirideki yokluk tespiti aslında bir değil, iki uç arasında gi­dip gelir. Birini yukarıda ele aldık: "Bizde özgün bir düşünce, öz­erk bir roman yok!" diyor bu ses. Bir de ikinci ses var: "Bütün

Orhan Koçak, "Kaptırılmış İdeal", Toplum ve Bilim, sayı 70, Güz 1996. Bu yazı, özellikle de son iki kaynağa çok şey borçlu.

96                        KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

bunlar taklit, bize yabancı, züppece şeyler; oysa bize özgü, daha sahici bir edebiyat, daha yerli bir düşünce var; daha dipte, daha derinde var bu, oraya bakalım!" Birincisi yabancı ideale duyulan koşulsuz hayranlıkla nesnesini daha baştan değersizleştiriyor, onu bir taklitten, bir gölge edebiyattan ibaret bırakıyorsa ("İyisi onlar­da var, bizimkisi kopya"), İkincisi karşılaşmadan yenik çıkmış do­ğal bir kendiliğin yanında yer alıyor; bastırılmış sahici geleneğin, itelenen özgün geçmişin, travmadan her nasılsa el değmeden kur­tulmuş özerk bir iç dünyanın bize özgü sahici bir dille konuşaca­ğı anı bekliyor ("Kendimize dönelim, herkese kendi sahici tarafı­mızı gösterelim"). Bütün eleştirel çabaların bu iki tavırdan ibaret olduğunu söylemiyorum. Kuşkusuz arada birçok başka tavır var; ama eleştirinin içinde şekillendiği çerçeveyi çizen, çoğu zaman da benzer kavramlarla çalışan iki uç tavır bu ikisi. Yabancı model karşısındaki yetersizliğini nesnesinin yüzüne vuran soğuk bir göz­lemcilik ile sahici olduğu düşünülen bir yerellikten, milliyetçi bir kızgınlıktan ya da şekilsiz bir üçüncü dünya duyarlığından besle­nen fazlasıyla sıcak bir tavır arasında, züppece bir kibirle taşralı bir gurur arasında, nihayet yabancı hayranlığıyla yabancı düşman­lığı arasında sıkışıp kalmış gibidir eleştiri.

Yine de iyi niyetli bir yorum, bütün bunların ardındaki özgün­lük arzusunu fark edecektir. Taklitten uzak, bize özgü, kendiliğin­den bir düşünceye, Tanpmar'ın ünlü deyişiyle "bünyemize uygun" bir kültüre, bu toprakların kendi kaynaklarından gelişmiş özerk bir romana, kendi kavramlarını oluşturmuş bağımsız bir eleştiriye, burada yaşıyor olmanın yarattığı basıncı da kaydetmiş bir kurama duyulan arzu. Bu arzuyu henüz bir reflekse dönüşmeden önce, ilk kez değilse de bütün yönleriyle dile getiren Tanpınar'dı. "Bizde Roman" adlı yazısında bu "olmayan" sorununa, bu "büyük nok- san"a bir çözüm aramıştı: "Neden bize özgü bir roman yok?" Bu­nu zaman zaman geniş, gerilimli bir sanat hayatının yokluğuna, zaman zaman şahsi tecrübenin darlığına, bazen sınıf meselesine, bazen gücünü günah çıkartmadan alan bir içe bakışın yokluğuna, bazen göz sanatlarının gelişmemiş olmasına, çoğu zaman da ya­zarların muhayyilesinin darlığına bağlıyordu. Onunki de karşılaş­tırmalı bir eleştiriydi. Batı'dan alınan modelle eldeki örnekleri

ORİJİNAL TÜRK RUHU

97

karşılaştırıyor, buradaki özgünlük yoksunluğuna dikkat çekiyor­du. Şu ikiliği ilk ifade eden de yine o olmuştu: Türk yazarı kendi­ni gündelik hayatın emrine "cömertçe terk etmesine" rağmen bir türlü hayatiyetsizlikten kurtulamaz; yabancı ufuklara açılıp Batı edebiyatının etkisine girdiğinde ise bu kez bir samimiyet, bir sı­caklık eksikliği, bir sunilik görülür orada. Demek ki "gülünç ve biçare" bir yerellikle "sakat ve yarım" bir model arasında kalmış­tır yazar; ya sadece Garp'ta kalıyordur ya da "iptidai bir zevkin adamı" oluyordur. Her iki tavır da edebiyatta derinlikten yoksun bir yığın kukla doğuracaktır.2

Bu çelişki Tanpınar'ı "tamamiyle bize mahsus" bir edebiyatın gereğine inandırmıştı. Hem bir ufku hem de insani sıcaklığı olan, biçarelikten kurtulmuş ama köksüzlükten de uzak bir edebiyatın "yerli hususiyetlerle Avrupa idealleri arasında yapılabilecek öz­gün bir terkipten doğacağına inanıyordu. Böyle bir sentez oluştur­mak için yaptığı her öneri "kendi" sözcüğüyle başlar: "Kendimize dönmemiz", kendi hayatımıza, kendi geçmişimize, kendi zengin­liklerimize dönmemiz gerekir. "Kendi bünyemize uygun" bir ede­biyat yaratmak için "kendi kendisi olmak" gerekir. Ama çelişki de kendini hemen hissettirmiştir. Milli bir benlikten beslenen milli bir edebiyattan söz ediyordur Tanpmar, ama cümlenin kendisi bi­le harici modelin basıncıyla, modelin seviyesine yükselme arzu­suyla, bir fetih hülyasıyla değilse de kendini modele beğendirme, hayran olunan modelin hayranhğını kazanma isteğiyle söylenmiş­tir: "Bizi AvrupalIların, kendilerinden aldığımız şeyler için beğen­mesi ve bize hayran kalması mümkün değildir. Olsa olsa aferin deyip geçerler, bizde asıl bizim olan şeyleri tanıttığımız zamandır ki, bizi beğenip seveceklerdir; çünkü o zaman güzelliğin, kendi kendisini tahakkuk ettirmenin yolunda kendileriyle müsavi göre­ceklerdir."3

2. Ahmet Hamdi Tanpmar'ın bu konuyla ilgili görüşleri için "Bizde Roman: 1 ve 2" (s. 45-52), "Milli Bir Edebiyata Doğru" (s. 86-9) ve "Türtc Edebiyatında Cereyanlar" (s. 119-20) adlı yazılarıyla (Edebiyat Üzerine Makaleler içinde, Der­gâh Yayınlan, 3. bas., 1992) "Ahmet Hamdi Tanpınar'la Bir Konuşma"ya (Yala­dığım Gibi içinde, Dergâh Yayınlan, 1996) bakılabilir.

3. "Milli Bir Edebiyata Doğru", a.g.e., s. 91.

98

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

Orhan Koçak, daha önce de sözünü ettiğim "Kaptırılmış İdeal” adlı yazısında tam da bu ikiliği, bu "çifte açmaz"ı çözümlemeye çalışmıştı. Osmanlı-Türk yazan gündelik alana girdiğinde idealsiz bir yerelliğe mahkûm oluyordur; ideallerin alanına geçtiğindeyse yabancı isteklerin, taklit hülyaların, ödünç alınmış emellerin buy­ruğuna giriyordun Birinci durumda bir sakillik ve ufuksuzluk, İkincisinde ise zorunlu bir ikincillik, bir özentilik söz konusudur.4 Demek ki ikili bir şekilsizleştirme vardır burada: Bu yerellik o ideali şekilsiz gösterecektir, ama o ideal de bu yerelliği bir kez şe- kilsizleştirmiştir. Bu yerellik yüzünden o ideal daima eğreti, ya- nmyamalak ve züppece duracaktır, ama o ideal de bu yerelliği hamlesiz, hantal ve köhne bir taşraya dönüştürmüştür. İdeal daima bir karikatür olarak, alafrangalık olarak görünecektir; ama yerel­lik de çoktan kendi karikatüründen, alaturkalıktan ibaret kalmıştır. "Çifte açmaz" sözü önemli: Çünkü açmazı Tanpınar'm kendisi de görmüş, neredeyse bu kavramlarla tarif etmişti, yine de Halit Zi- ya'ya ve Edebiyat-ı Cedide'ye taklitçilik suçlamasını yöneltenler arasında o da vardı. Demek ki eleştiren zihnin kendisi de nesne­siyle aynı maddeden yapılmış olduğunu, yani benzer basınçların etkisiyle davrandığını unutabiliyordun Demek ki bu ülkede yaşa­yan yazarların (bunun da ötesinde bu ülkede yaşayan okur yazar herkesin) yansının züppe, yarısmmsa taşralı görünmesine yol açan bir açmazdır bu. Bizi ya sonradan görmeliğe ya da düpedüz görmemişliğe hapsediyordun

Bu açmazın edebiyatta aşılabileceği bir yer var mıdır? Tanpı- nar'ın "gülünç ve biçare" yerelliğiyle "sakat ve yanm" ideali ara­sında ya da Koçak'ın tarif ettiği "sakil ve dar" gündelik hayatla "ödünç alınmış" yabancı ideal arasında bize özgü, özgün bir böl­ge var mıdır? Benzer sorular, eleştiri için de geçerli. Nesnesini baştan yetersiz gören, bu yüzden de kendini ona "cömertçe terk e- demeyen" kibirli bir gözlemcilik ile yabancı ideal karşısında za- vallılaşmış yerelliğin sözcülüğünü üstlenen gururlu bir taşralılık arasında, gerçekleştirilmesi imkânsız yabancı ideal adına konuşan yukarıdan bir bakış ile Oğuz Atay'm "kibar aile çocuklarına çamur

4.  "Kaptırılmış İdeal", a.g.e., s. 118 ve 147.

ORİJİNAL TÜRK RUHU

99

atan mahalle çocukları" diye tarif ettiği konum arasında bir üçün­cü yol var mı? Varsa, kavramları ne olmalı?

Ben bu sorulan cevaplayabilmek için, önce edebiyatta özgün­lük sorununu tartışmak istiyorum. Çünkü sorun, gerçekten de bu kavramda düğümlenmiş gibi. "Bizde roman yok" ya da "bizde eleştiri yok" gibi bir cümleyle söylenmek istenen, aslında bizde özgün bir düşüncenin, özgün bir eleştirinin, özgün bir romanın ya da romanda özgün kahramanların olmadığıdır. Nitekim bu özgün­lük arzusu uygulamada kendini açıkça belli eder. Eleştirmenler bir yapıtı beğenmediklerinde, genellikle o yapıtın özgün olmadığını söylerler. Karşımızdaki metin bize bizim hakkımızda bir şey söy­lememektedir, zaten kahramanlan da başka metinlerden ödünç alınmış taklit kahramanlardır. Dahası, bu tavırda ısrar çoğu zaman eleştirmeni taklit kitaplann, çalıntı kurgulann, gecikmiş kahra­manların peşine düşmüş, neyin nerden alındığını bulup çıkaran bir hafiyeye, kendini neyin sahte neyin sahici olduğunu ayni etmeye adamış bir kalite kontrol memuruna dönüştürür. Özgünlüğün bir problem olarak tanımlanmadan temel bir ölçüte dönüştürülmesi­nin, uygulamada baş döndürücü bir döngü yarattığını da unutma­yalım. Eleştirmen Tanpmar, romancı Halit Ziya'nın kahramanla­rında "bize ait çok esaslı bir şeyin yokluğundan gelen bir tad ve sıcaklık eksikliği" bulur. Sonraki eleştirmenler de bu ölçütü bu kez romancı Tanpınar'a karşı işleteceklerdir. Huzur'un kötü çocu­ğu Suat taklit bir kahraman olduğu için, Dostoyeski'den çeviri ol­duğu için inandırıcı bulunmamıştır örneğin.5 Bu böylece sürüp gi­der. Ama özgünlük arzusunun ardındaki milliyetçi refleksi görme­mek de imkânsızdır. Çok önceden Fuat Köprülü şöyle sormuştur soruyu: '"Milli zaferi' kazanan, 'milli inkilabı'ı yaratan asil ve or­ijinal Türk ruhu, binlerce senelik istiklal ve hakimiyet hayatının yoğurduğu o hürriyetine müştak, yabancı harsların esaretinden müteneffir Türk seciyesi edebiyatımıza niçin daha girmedi? Bize Anadolu'nun saf ve temiz Türk halkının hayatını ve esrarını anla­tacak ve gayr-ı meş'ûr duygularımızı şuurlu bir hale sokacak mil-

5. Suat'la ilgili "taklitlik" tanışmasını, bu kitapta yer alan "Kötü Çocuk Türk" adlı yazının birinci bölümünde ele almıştım.

100

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

li 'şahescr'e ne zaman nail olacağız?"6

Daha fazla ilerlemeden önce, özgünlük kavramına daha yakın­dan bakmakta yarar var. İngiliz edebiyat tarihçisi Ian Watt İngilte­re'de romanın doğuşunu incelediği The Rise of the Novel'da, İngi­lizce original sözcüğünün modern anlamını romanın ortaya çıktı­ğı dönemde kazandığını söyler. Ortaçağ'da "başlangıçtan beri var olan"ı anlatan sözcük, sonradan tuhaf bir anlam kaymasıyla değiş­miş, "hiçbir yerden türememiş, bağımsız, dolaysız, yepyeni" anla­mını kazanmıştır.7 Biz de Türkçede "orijinal" sözcüğünü bu iki farklı anlamda birden kullanıyoruz. Birinci anlam, ilginç, şaşırtıcı ya da yepyeni, başka kimsede olmayan, bir yere ya da kişiye öz­gü olana işaret ediyor. İkinci anlamsa bir kökene, bir aşıla gönde­riyor bizi; ödünç alınmış, devralınmış, ikincil ya da taklit olana değil, kendi kaynağından kendiliğinden ortaya çıkmış, bir şeyin bünyesinden ya da bağrından kendi kendine şekillenmiş bir şeyi dile getiriyor. Ama neredeyse birbirinin karşıtı olabilecek bu iki anlam giderek şöyle bütünleşmiş bizim için: Orijinal olan şeyin bir başka şeyin kopyası değil, aslı olduğu için; dahası özerk bir düşüncenin, dolaysız bir yaşantının, kendiliğinden bir imgelemin ürünü olduğu için orijinal, yani yepyeni olduğunu varsayıyoruz. Başkasının taklidi değil, başkalarının taklidine açık bir ilk kopya o. Kendisi bir model, bir başlangıç, bir kaynak; onu bağımsız ve sahici kılan da bu.

Yine de "orijinal" sözcüğünün hep iki karşıt anlamı ifade etti­ğini unutmamak lazım. "Orijinal Türk ruhu" dendiğinde belli ki bizim bünyemizden çıkmış, bize özgü değerlerden beslenen bir ruh anlatılmak isteniyor. Diğer yandan piyasanın diliyse tam ter­sini söyler: Orijinal bir parfümden söz edildiğinde hiç de bize öz­gü, burada yapılmış bir şeyi değil, tersine Batı'da imal edilmiş ola­nı, düpedüz "Avrupa'dan ithal" olanı anlarız. Piyasanın dilinde orijinal dışarıdan gelendir daima; taklitse burada yapılan. Benzer bir çiftanlamlılık "özgün" sözcüğünde de var. "Çeviri olmayan,

6. Atatürk Devri Fikir Hayatı II, der. Mehmet Kaplan vd., Kültür Bakanlığı Yayınlan, 1981, s. 131-33.

7.  Ian Watt, The Rise of the Novel, Penguin Books, yeni basımı 1972, s. 15.

ORİJİNAL TÜRK RUHU

101

asıl olan" demektir özgün; ama sürekli bir dili diğerine, bir kültü­rü diğerine, nihayet bir para birimini diğerine çevirerek yaşayan bir kültürde "özgün" sözcüğünde de anlam sürekli kayar. Nasıl Öz Türkçe bir kimlik kaybı korkusunu, dolayısıyla da yabancının teh­didini içinde taşırsa, Öz Türkçeyle aynı "öz"e gönderme yapan "özgün" de Batı'yla ilişkilerdeki büyülenmenin ve tabii ki kızgın­lığın izini taşır. Ya daima "dışarıda" olan, Türkçeye çevrilendir öz­gün; ya da'tam tersine o dışa karşı direnen, tümüyle bize özgü olan. Sözcüğün zihnimize 80'lerin "özgün müzik" kavramıyla ka­zındığını da unutmayalım. Belli ki müziğe bu adı verenler, yığın­la seri üretilmiş malın ortasında, taklit duygusundan bezmiş bir kitleye bu kez sahici, bu kez bize özgü, bu kez orijinal bir şey sat­mayı vaat ediyorlardı. Kapitalist pazarın daimi ilkesi: Taklidi ku­rala dönüştürür pazar, ama sahicilik tutkusunu, tümüyle bize öz­gü, biricik ve emsalsiz nesnelere olan arzumuzu kışkırtan da yine o olacaktır.

Ben bu özgünlük arzusunun bize özgü yanlan üzerinde dura­cağım bu yazıda. Özgünlükte ısrarın sanıldığı gibi bu açmazı aş­manın yolu değil, açmazın bir parçası olduğunu söyleyeceğim. Taklitten uzak, bize özgü bir Türk romanı yaratma ısrannın daha baştan gecikmişliğin yarattığı basınçlarla birlikte gündeme geldi­ğinden, özgünlük arzusunun başından beri bililerini züppe, bilile­rini ise zorunlu olarak taşralı kılan bölünmenin ürünü olduğundan söz edeceğim. Her türlü yapaylığın, yapmacıklığm, düzmeceliğin ötesinde dolaysız bir ilk anlam; bize özgü gerçekleri bize özgü bir üslupla dile getiren "hüviyeti açık seçik belli bir Türk romanı"8, var mı böyle bir şey, olabilir mi, bu soruların cevaplarını arayaca­ğım. Bunu yapabilmek için de Türkiye'de romanm olduğu kadar züppeliğin de ön-tarihine geri döneceğim. Sadece kültürel zemi­nini değil, konusunu da züppeliğe borçlu bir romana, Araba Sev- dası'na. yakından bakacağım. Bu romanm sunduğu çerçevede asıl- kopya, sahici-taklit, kendi-öteki gibi ikilikleri aşıp en azından edebiyatta döngüyü kırmanın yollan var mı, onu araştıracağım.

8. Bu nitelendirme Cemil Meriç'in: Kırk Ambar, (Cilt 1: Rümuz-ül Edeb), Otüken Neşriyat 1980, yeni basımı: İletişim Yayınlan, 1998, s. 322.

102

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

II.

Türk romanında gerçekçiliğin -romantizme mesafe almış gerçek­çi bir romaneskin- grotesk bir jestle ya da Tanpmar'ın deyişiyle, baştan aşağıya "şaka"dan oluşmuş bir romanla başladığı söylenir. Recaizade Ekrem'in bir Osmanlı beyzadesinin araba tutkusunu anlattığı Araba Sevdasıdır bu. Roman, Bihruz Bey'in Çamhca'da gördüğü Periveş Hanım'a olan aşkını anlatır. Ama aslında Bihruz Bey yüzünü bile doğru dürüst görmediği Periveş Hanım'a değil, onu içinde gördüğü süslü landoya, landonun konakladığı Çamlı- ca'ya, Çamlıca'daki havuzbaşının Bihruz Bey'e hatırlattığı Lamar- tine'in "Le Lac" (Göl) şiirine, o sırada huvuzbaşında çalan Belle Helene operetine, nihayet Fransız romantik şairlerinin imgelerine âşık olmuştur. Bihruz Bey'in sevgilisini kaybettikten sonraki ısdı- rabı da daha az taklit değildir. Acının merkezinde yine Lamar- tine'in, âşık olduğu kızın ölümü üzerine yazdığı Graziella'sı dur­maktadır; tabii ki yabancı model coğrafya değiştirdiğinde epey yamulmuş, şekilsizleşmiş, gülünçleşmiştir. Bihruz Bey'in aşkını anlatma çabası kadar, sevgilisini yitirdikten sonra acısını dile ge­tirme çabası da karmakarışık bir çeviri faaliyetine neden olur. Araba Sevdası yanlış anlaşılan sözcükler, olmayan mezarlar, kaza yapan arabalar, nihayet yazarının elinde sürekli arıza yapan bir ro­manla karşı karşıya bırakacaktır bizi.

Tanpmar'ın Araba Sevdası üzerine yorumlarında, bu aşırılığın onu huzursuz ettiği hissedilir. Bir yandan romanı takdir eder Tan- pınar (Araba Sevdası roman bünyesine uyan ilk Türk eseridir, biz­de romaneski hazırlayan yapıttır), bir yandan da romandaki "taar­ruz halindeki realizm"den, bu saldırgan gerçekçilikten pek hoş­lanmadığı açıktır. Tanpınar'a göre Recaizade Ekrem muhayyilesi dar bir yazardır; alaya ve gerçekçiliğe bu kadar sığınmasının ne­deni de budur. Recaizade "komiği" yakalamıştır yakalamasına ama fazlaca abartmiştır. Bu komiklik üzerinde "o kadar şiddetle ısrar eder, dokunulup geçilmesi lazım gelen tellere o kadar şiddet­le ve üsüste vurur ki saz kırılır." Tanpmar'ın yorumlan bir açma-

ORİJİNAL TÜRK RUHU

103

za işaret eder: Araba Sevdası bir züppelik eleştirisidir, yani yap­macıklık, köksüzlük va aşırılık üzerinedir, abartılı jestlerden iba­ret kalmış bir adam üzerinedir, ama tuhaf bir biçimde romanın kendisi de eleştirdiği şey kadar abartılı ve aşırıdır. Tıpkı Bihruz Bey gibi Araba Sevdası'nın kendisinde de onu karikatürden ibaret bırakan, yapmacık bir şeyler vardır. Bu romanda insanlar "adeta bir gölge gibi ve sadece dışardan" yaşarlar. Ekrem'in romanını bir "köksüz gölgeler kitabı" olarak niteleyecektir Tanpmar.9

Tümüyle haksız da sayılmaz. Edebiyat tarihindeki önemi bir yana, Araba Sevdası gerçekten de bir gölge romandır; şakayla başlayıp şakayla biten grotesk bir yanlışlıklar komedisi. Ama ro­manın en çok da kahramanı rahatsız etmiş gibidir Tanpınar'ı. Ni­tekim bunu açıkça söyler: Araba Sevdasının kahramanı "pek az mevcut" bir kahramandır; "insanı insan yapan değerler bu roman­da yoktur". İçten gelen duygulan, kendiliğinden bir yaşantıyı, in­sana özgü değerleri dile getirmemiştir Recaizade Ekrem romanın­da. Gerçekten de Bihruz Bey kendine ait bir iç dünyası olmayan, tümüyle taklit bir hülyanın, yabancı bir eşyanın peşine düşmüş, ödünç alınmış jest ve mimiklerden ibaret bir züppedir; içi olma­yan bir kabuk adam.

Roman Bihruz Bey'in araba gezintilerine olan düşkünlüğü ka­dar, Periveş Hanım'a duyduğu aşkın da aslında bir "araba sevda­sından ibaret olduğunu anlatır. Bu yüzden de doğal duygulardan, kendiliğinden tutkulardan, özerk bir iç dünyadan değil, düpedüz devralınmış bir modelden söz eder. Tanpınar'ı huzursuz eden de bu olmalıdır. Romanın kahramanının bir insan değil, bir araba ol­duğunu söyleyecektir Tanpmar.

"İç insan"a önem veren, daima geniş hayattan yana olmuş, de­vamlılık ilkesinde ısrar eden Tanpınar'ın, kendini baştan aşağıya şakaya dönüştürmüş bu romanı sevmesi beklenemez. Çünkü ne Bihruz Bey'de ne de onun dışında bir yerde bize özgü bir "iç" yok-

9. Tanpınar’ın Recaizade Ekrem’le ilgili görüşleri için: "Romana ve Roman­cıya Dair Notlar IIT, "Recâi Zâde Mahmud Ekrem”, Edebiyat Üzerine Makale­ler, s. 67 ve 248-53; "Recâi Zâde Mahmut Ekrem Bey", 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 1. cilt, 2. bas., İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınlan, 1956. s. 467-96.

104

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

tur bu romanda. Ama Araba Sevdası'nm konusu da budur zaten. Nasıl romandaki bütün kahramanlar Çamlıca yollarında dolu diz­gin giden arabanın gölgesinde kalmışsa, Bihruz Bey'in aşkını ifa­de etme çabaları da Fransızca metinlerin gölgesinde kalmıştır. Rousseau'nun Nouvelle Heloise'i ya da Lamartine'in Graziella’sı olmadan, Manon Lescaut, Paul et Virginie ya da La Dame aux ca­mellas olmadan, Bihruz Bey bırakın âşık olmayı bir damla gözya­şı bile dökemez. Düpedüz içsiz bir kahramandır Bihruz; iç denen yer çoktan bir dıştan (Batılı metinlerden, romantik klişelerden, ödünç alınmış jest ve mimiklerden) ibaret kalmıştır. Olmayan sev­gilinin olmayan mezarını arayan bu yok-adamla ilgili bu şaka-ro- man, bir metinler arasında kaybolma, bir diller arasında çeviri hi­kâyesine dönüştüğü ölçüde özerk bir iç dünyadan, kendi kaynak­larından şekillenmiş bir şahsi tecrübeden de yoksun kalacaktır. Kendimize dönmemiz gerektiğini savunan, kendimize ait bir şah­si tecrübeyi önemseyen, daima bize özgü bir "imkân"ın, bünyemi­ze uygun bir "hülya"nın önemini vurgulamış, hep daha sahici, da­ha samimi bir kendi arayışı içindeki Tanpınar için Bihruz Bey bir beyhudelik anıtı olmalıdır. Şahsi tecrübenin her zaman o kadar doğal olmayabileceğini, dahası bu beyhudeliğin kendisinin bir şahsi tecrübe olabileceğini hatırlatan bir gölge adam. Şu sonuca varır Tanpınar: Modayı ve köksüzlüğü anlatan bu roman bir dö­nem eleştirisi, bir kuşak hikâyesi ya da bir çağ psikolojisi olduğu için önemlidir.

Peki, gerçekten öyle midir? Geçici bir hevesin, bir dönemle sı­nırlandırılabilecek bir alafrangalığın, sadece Abdülaziz dönemini hırpalayan bir ihtirasın romanı olduğu için mi önemlidir Araba Sevdası? Bir dönem eleştirisinden, çoktan geride bıraktığımız bir kuşak hikâyesinden, aşılmış bir moda eleştirisinden mi ibarettir? Bir "iç" varsa, nerede arayacağız onu?

ORİJİNAL TÜRK RUHU

105

III.

Züppelik daima bir aşırılık olarak tanımlanır. Züppe aslında taklit eden değil, taklidi aşırıya vardırandır; ödünç alan değil, ödünç alırken ölçüyü kaçırandır; başkasının arzusunu arzulayan değil, bu arzuyu abartandır. Bu yüzden de züppelik eleştirisi daima bir aşırılığın eleştirisidir. Orada bizden daha ztippe, daha aşırıya kaç­mış, abarttığı için bir karikatürden ibaret kalmış biri daima vardır. Bizim kendimizi sahici hissedebilmemizin yegâne teminatıdır züppenin varlığı.

Bihruz Bey geleneksel Osmanlı değerlerine yabancılaşmışlığı, Batı kültürüne olan koşulsuz hayranlığı, modernleşmenin getirdi­ği tüketim düzenine kapılmışlığı, kaba bulduğu halk kültürüne ta­hammül bile edemeyişi, yarımyamalak Fransızcası ve Türkçeyi küçümseyişiyle tipik bir Batılılaşmış züppedir. Daha önce Ahmet Mithat'ın Felatun Beyle Rakım Efendi’sinde ortaya çıkan bu tip, Berna Moran'ın da belirttiği gibi Araba Sevdası'nda. bir "iç dün- ya"ya kavuşur. Recaizade Ekrem hem Bihruz'un iç konuşmalarını aktarıp hem de iç çözümlemelere yer vererek onun iç dünyasını okuruna tanıtır.10 Daha sonra Hüseyin Rahmi'nin Şıpsevdi'si, Ömer Seyfettin'in Efruz Beyi gibi birçok romanda tekrar tekrar karşımıza çıkacaktır bu tip. Nitekim Şerif Mardin de "Tanzimat' tan Sonra Aşın Batılılaşma" adlı yazısında Tanzimat'ta birçok ya­zan etkisine almış bir "Bihruz sendromu" olduğundan söz eder.11 Mardin'e göre Tanzimat edebiyatındaki züppe bolluğu, bu dönem edebiyatının tipik özelliklerinden biri olan züppe aleyhtarlığı, Ba­tı uygarlığının Osmanlı împaratorluğu'nda yarattığı şoka verilmiş bir tepkidir. Sokaktaki adamın yönetici seçkinlere, müslüman ma­hallenin gösteriş düşkünü Çamlıca'ya, geleneksel cemaatin günah ve işret dolu Beyoğlu’na tepkisini dile getirir. Pazara dayalı ekono-

10. Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İletişim Yayınlan, 2. bas., 1987, s. 73. Türk edebiyatında züppe tipinin geçirdiği değişim için aynı ki­tabın "Alafranga Züppeden Alafranga Haine" yazısına bakılabilir, s. 250-9.

11. Şerif Mardin, "Tanzimat'tan Sonra Aşın Batılılaşma", Türk Modernleşme­si, İletişim Yayınlan, 8. basım: 2000, s. 21-79.

106                      KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

miyi ve bireysel tüketimi geleneksel yapıya tehdit olarak algılayan cemaatçi alt sınıfların yeni değerlere duyduğu hoşnutsuzluğu ifa­de eder. Halk adamı Karagöz'ün çapraşık bir dille konuşan şarla­tan Hacivat'a karşı alaycı tepkisinin bu kez yeni seçkinlere yönel­tilmiş biçimidir Bihruz aleyhtarlığı. Bu yüzden Bihruz sendromu, Batı uygarlığının maddi yönlerine tutkunluk kadar, bu tutkuyu kö­tü ve günahkâr olarak damgalayan modem aleyhtarı cemaatçi tu­tuculuğu da yansıtır. Cemaat normlarına uymayanlara uygulanan sosyal denetimin bir yönüdür alaycılık; modernleşme hareketinin dizginlerini eline almış, şalvarlı ve peçeli halka sırtını dönmüş, aşın Batılılaşmış kişileri lekelemeye ve dışlamaya dayanır.

Züppeye; başkasının arzusunu taklit eden bu köksüz ve özenti yaratığa, aşırılığı ve fazlalığı temsil eden bu ucubeye, bu gösteriş­çi müsrife yönelik alayın yalnızca edebiyatta değil, politik söy­lemde de önemli bir yeri olduğunu hatırlamakta yarar var. "Tatlı su frenki"nden "salon sosyalistine, hatta günümüz mizahının baş kahramanı olan efemine "entel" tipine kadar birçok kavram ve tip benzer bir tepkiyi yansıtır. Savaşçı erkeksi değerlerin olduğu ka­dar sokağın, mahallenin olduğu kadar cemaatin de tam karşı ucu­dur züppe. Nitekim Şerif Mardin Bihruz aleyhtarı tutumun Türki­ye'de 1960'lara kadar sosyalizm aleyhtarlığı biçiminde göründü­ğünden söz eder. Batı aleyhtarı şovenizmde de Türk milliyetçili­ğinde de izleri olan bir tepkidir bu.12

12. Kuşkusuz sol içinde de izleri olan bir tepki bu. Bu tepkinin yakın dönem örneklerinden biri için Adnan Özer'in "Ben Paris'teyken Diye Başlarlar Hep..." adlı yazı-söyleşisine bakılabilir: Öküz, Eylül 2000, sayı: 2000/09. Özer'in Türk yazarlarını züppelikle suçlayan, dahası bu züppelikte bir "kasıt" arayan bu söyle­şisi, kendi özerkliğini ya da sahiciliğini sorgulama, kendi sözlerinin nasıl bir sa­vunma refleksi olduğu üzerinde düşünme gereği hissetmeyen, kendini ortaya çı­karan koşullar üzerinde düşünmekten hepten vazgeçmiş bir özerklik ve sahicilik beklentisinin nasıl zorunlu olarak milliyetçiliğe ("Türk sermayesi, Türk işadam­ları Avrupa'da ciddi bir rakam oluşturabiliyorlarsa artık Türk edebiyatının bu nu­maralan yutulmaz") ve solcu düşmanlığına ("Marksist kontrollüdür edebiyatımız, kimse bunu inkâr etmesin... Türk edebiyatındaki modem dönemin krizlerinden Marksist kesimin hesap vermesi lazım") vardığını göstermesi bakımından önem­li. Burada artık Marksizm, Türk aydınlannda bir "iç” hesaplaşmaya yol açmış, ay­dınların kendilerini eleştirel bir mesafeden görmelerini sağlayabilecek bir düşün­sel imkândan çok, Türk'ün Türk'e yabancılaşmasına yol açan bir yabancı travma­nın, bir "dış" kontrolün adı olmuştur çoktan.

ORİJİNAL TÜRK RUHU

107

Yine de Araba Sevdasıyla ilgili cevapsız kalan bir soru vardır. Mardin bu soruyu sorar: Nasıl olur da Recaizade Ekrem gibi ede­bi inceliğiyle tanınmış bir yazar Bihruz Beyle büyük bir zevkle alay edebilir? Daha önce Ahmet Mithat da züppeyle alay etmiştir, ama çoğunluğu aydınlatmayı ve onun ısdıraplannı dile getirmeyi amaçlayan, "halis Türklerden, mübarek Müslümanlar"dan yana olan, sanat için sanat yapmanın bir lüks olduğunu düşünen, ro­manlarında genellikle hesaplılık, kanaatkârlık, çalışkanlık gibi te­maları işlemiş esnaf kökenli Ahmet Mithat'ın züppe aleyhtarlığın­da kendiliğinden, içten denilebilecek bir yan vardır. Bu, anlaşıla­bilir. Anlaşılmaz olan, Recaizade Ekrem'in tutumudur. Nasıl olur da alafranga rahatlıklara yakınlığıyla tanınmış, "sanat için sanat"a yakın Ekrem züppe aleyhtarı olmuştur?

Edebiyatın kendisi için de ilginç olan bu soruyu, Mardin daha çok sosyolojinin sınırlan içinde kalarak açıklamayı dener. Mar­din'e göre Recaizade Ekrem'in züppe aleyhtarlığının nedeni, Yeni Osmanlılar'a duyduğu yakınlıktır. Tanzimat'ın nimetlerinden iste­dikleri ölçüde yararlanamamış, modernleşme sürecinde toplumsal seferberliğin hızından tatmin olmayan, halk kitlelerini kendi siya­si hedefleri etrafında toplamak için halkçı bir eleştirinin gereğine inanmış seçkinlerdir bunlar. Alt sınıfların yeni değerlere karşı duyduğu hoşnutsuzluğu kendi amaçlan için kullanırlar, üst bürok­rasiye karşı verdikleri mücadelede züppe aleyhtarlığına yaslanır­lar, Tanzimatçılan yeni soylular yaratmakla ve sokaktaki insanı unutmakla suçlarlar. Böylece halk kitlelerini kendi sınırlı modern­leşme projeleri etrafında, belli bir tutuculuk içinde seferber etme­yi hedeflerler. Bu yüzden Yeni Osmanlılar'ın Bihruz aleyhtarlığın­da Ahmet Mithat'ınkinden farklı olarak kendiliğinden değil, araç- sal bir yan vardır. Bihruz aleyhtarlığı, kendileri de modernleşme yanlısı olan bu aydmlann halk kitlelerine seslenirken kullandıkla­rı bir araçtan ibarettir. Dolayısıyla da bu aleyhtarlık, geleneksel kültürde üst ve alt sınıf kültürlerinin ortak yanmı oluşturur; cema­atin olduğu kadar cemaatçi Osmanlı devlet adamlarının da Ba- tı'nın tüketim düzenini yadırgamasının ürünüdür.

Bütün bunlar züppe tipinin Tanzimat edebiyatında niye bu ka­dar sık görüldüğünü açıklar, Recaizade Ekrem'in neden Bihruz

10g

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

aleyhtarı bir hiciv yazmaya kalkıştığını da açıklar. Hatta Tanpı- nar'm Recaizade Ekrem'i aşın ve abartılı bulmasının nedenleri bi­le burada aranabilir. Sınırlı bir modernleşmeden yana olanlar da­ima kendilerinden aşırı, kendilerinden züppe birini bulacaklardır. Ama yine de edebiyat sosyolojisinin açıklamadığı, Araba Sevda- sı'nda görmezden gelinen bir yan kalmıştır: Araba Sevdası'nı Tan­zimat romanı içinde farklı kılan, onu bir "Bihruz sendromu" bel­gesi olmaktan çıkaran, cemaatçi değerlere yaslanarak züppeliği hicvetmesinde değil, bir hiciv olmayı bir türlü becerememiş -da­ha doğrusu belki de bunu becermek istememiş- olmasındadır. Hi­civde daima bir doğru vardır; yazar karşısmdakiyle alay ederek, nesnesinin acz içinde, sakil ve gülünç olduğunu göstererek bu doğrunun görünmesini sağlar. Alay ettiği şeyle kendisi arasınday­sa mutlak, aşılmaz bir duvar vardır. Bu yüzden yazarın sesi kendi doğrularından emin, kararlı, net bir sestir. Araba Sevdası ise bu sesten, budala Bihruz'u yargılayacak sağlam bir anlatıcıdan yok­sundur. Kararsız bir sestir oradaki; üçüncü tekil şahıs anlatımla bi­rinci çoğul şahıs arasında gidip gelen, daha önemlisi dünyayı za­man zaman Bihruz Bey'in alafranga sözcükleriyle tarif eden, ken­dini alay ettiği kahramanından tam olarak ayırt etmemiş bir ses. İşte bu ses, Araba Sevdası'nı genellikle söylendiği gibi bir hicve değil, yazarın sesini yitirdiği, bu sesi tam olarak kuramadığı arı­zalı bir romana dönüştürür. Recaizade Ekrem'in okuruyla paylaş­tığı bir doğru olduğunu (milli geleneklerimizden sıyrılmış zibidi­lere, o alafranga illetine karşı olduğunu) varsaysak bile, doğruyu resmetmenin imkânları çoktan yitirilmiştir. Romancı bir türlü ger­çeğin bekçisi olamamaktadır, çünkü onu gerçeğin bekçisi kılacak dilin kendisi işlememektedir. Bihruz'un alafranga dili, ilk kuşak Tanzimat yazarlarının kullandığı "yüksek" dil, Fransız romantik­lerinden ödünç alınmış yapay dil, Ekrem'in gerçekçi olmaya çalı­şan sesi, hepsi yan yana durur bu romanda. Ama zaten konusu da budur Araba Sevdası'nm. Bihruz'un hayatı sürekli bir dili diğeri­ne çevirerek geçer. Rousseau'yu çevirir, ama "lisan-ı Türkinin ki­fayetsizliği" buna izin vermez. Bu kez "Türklerin Beranje'si" Va­sıf m Divan'mdan bir şansonet çevirmek ister, bu da onun için Çince kadar yabancıdır; Redhouse'un hazırladığı Lûgat-i Osmani-

ORİJİNAL TÜRK RUHU

109

ye olmadan bir dizesini bile anlayamaz. Bütün bunlar Araba Sev- dası'nı hicvin değil, Jale Parla'nm ayrıntılı bir üslup okumasıyla gösterdiği gibi "anlam çıkmazlarını, iletişim açmazlarını ve gide­rek kendi metnini yadsıyan stratejileri" barındıran, "dönemin ya­zınsal krizinin de bir simgesi" olan bir metne dönüştürür.13 Reca- izade'nin romanı yalnızca geleneksel cemaatçi değerlere yaslanan bir züppe aleyhtarlığını değil, yenilikçi ilkeleri daima cemaatçi değerlere tercüme ederek ilerleyebilen Tanzimat yazarının kaçı­nılmaz yazınsal krizini, yeni değerlerin cemaatçi değerlerle karşı­laşması sonucunda ortaya çıkan kaçınılmaz anzayı da simgeler. Araba Sevdası'nda züppelik yerilecek bir aşırılıktan çok, Tanzimat romanı denen tuhaf yaratığın temel karakterini açığa vuran bir im­kânsızlığa işaret eder. Züppenin çocuksu arzusu, bu imkânsızlığı açıkça görmemizi sağlayacaktır: Araba kiralık, aşk devralınmış, duygular kitabi, nihayet roman taklittir.

Tanpmar'ın romanda esas kahramanın bir araba olmasından pek de hoşlanmadığını söylemiştim yukarıda. Ama Araba Sevda- sı'nın esas esprisi de burada. Arabayla roman Tanzimat yazan için aynı yabancı idealin, dışandan alınmış aynı tüketim düzeninin, aynı modem hayatın simgesidir. Recaizade Ekrem'in roman yaz­ma sevdasının Bihruz'un araba sevdasından hiçbir farkı yoktur as­lında. Araba Sevdası'nda bu sezginin bütün işaretleri vardır. Tıpkı Batı'dan ödünç alınmış roman gibi, araba da borçla alınmıştır. Na­sıl Bihruz Bey arabasını beğendiği için Periveş Hanım'ın âşık ol­muşsa, Recaizade Ekrem de bir Batı icadı olduğu için romana sev- dalanmıştır. Roman artık sakil bir söz yığınına dönüşmüş olan Türk edebiyatından uzaklaştırıp çok sevdiği Lamartine'e, Mus- set'ye yaklaştıracaktır Recaizade'yi. Henri Lefebvre'in nesnelerin en kralı ya da "kral-nesne" olarak adlandırdığı araba,14 tüketimin

13. Jale Parla, "Metinler Labirentinde Bir Sevda: Araba Sevdası", Babalar ve Oğullar, s. 105-24. Parla'nın yine Araba Sevdası'yla ilgili yorumlarına yer veren bir başka yazısı için: "İstanbul'da İki Don Kişot: Meczup Okurdan Saf Okura", Berna Moran'a Armağan: Türk Edebiyatına Eleştirel Bir Bakış içinde, İletişim Yayınlan, 1997, s. 206-9.

14. Henri Lefebvre, Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yayınlan, çev. Işın Gürbüz, 1996, s. 103.

110                      KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

göstergesi olduğu kadar göstergelerin tüketimine de imkân sağla­yan kıal-nesne, bu yüzden hem arzu hem de haset kaynağı olan bu yabancı oyuncak, tıpkı roman gibi yer değiştirmenin, kişinin ken­dinden başkası olmasının, başkasının yerine geçebilmesinin, yani bir bakıma arzunun merkeziyle taşrası arasındaki mesafeyi kapat­masının yegâne simgesi olmalıdır. Tıpkı roman gibi bir ikinci ha­yat vaadidir araba: Süleymaniye'yle Çamlıca (Çamlıca'yla Paris) arasındaki yolu kısaltacak, Bihruz'un eski mahallesinden uzaklaş­masını, kendinden başkası olmasını, kendini başkası olarak gör­mesini, belki daha da önemlisi kendini başkası olarak göstermesi­ni sağlayacaktır. Göstergelerin tüketimi bu yüzden önemlidir züp­pe için. Araba Sevdası tam da bunu anlatır zaten: "Bihruz Bey her nereye gitse, her nerede bulunsa maksadı görünmekle beraber görmek değil, yalnız görünmek idi."

Araba, bu yüzden esas oğlanıdır romanın. Diğer yandan, tam da bu yüzden bir arızalar kitabıdır Araba Sevdası. Nasıl aşk mek­tubu yanlış anlaşılmış sözcüklerle doluysa, nasıl araba borçla alın­mışsa, kaza yapacaksa, dingili çarpılıp boyası sıynlacaksa, roman da Recaizade Ekrem'in elinde sürekli arıza yapacaktır. O zaman o araba, bir türlü tam efendisi olunamayan bir başka modem tekni­ğin, arabayla aynı zamanda yine aynı yerden ödünç alınmış, bu yüzden de Tanzimat yazarının elinde mutlaka arıza yapacak olan bir başka modem oyuncağın, romanın kendisinin simgesine dönü­şür. O araba burada kaza yapıyordur; o roman da burada arıza ya­pacaktır. Bunu biraz da olsa hissetmiş olmalıdır Recaizade Ekrem.

Türk romanında arabayı merkezine yerleştirmiş tek yapıt Ara­ba Sevdası değil. Başka romanlar, bu romanların başkahramanı olan başka arabalar da var. Adalet Ağaoğlu'nun Fikrimin İnce Gü­lündeki bal renkli Mercedes var örneğin. Sonra Latife Tekin'in Buzdan Kılıçlarındaki kırmızı Volvo var. Bu romanlarda da kah­ramanın dünyayla ilişkisi bir arabayla kurdukları (ya da kurama­dıkları) ilişki aracılığıyla anlatılmıştır; bu romanlarda da sürekli arıza yapar arabalar. Fikrimin ince Gülünde öksüz yetim büyü­müş Bayram Almanya'da çalışıp sonunda satın almayı başardığı arabasıyla; saflığı ve el değmemişliğiyle bir kızı andıran Merce- des'iyle tozu dumana kata kata köyüne gireceği, sonunda dört te-

ORİJİNAL TÜRK RUHU

111

kerlekli motorun efendisi olup itilip kakılmışlıktan kurtulacağı ânın hayalini kurar. Buzdan Kılıçladın öksüz Halilhan'ı için de "hayatının dolambaçlı yollarını hüzünlü farlarıyla” ışıtan, ölümü­ne tutulduğu kırmızı Volvo, parlak gelecek hayallerini, "çemberi yarma planlan"nı gerçek kılacak, şehirde paranın yerini bulması­nı sağlayacak yegâne nesnedir. Tıpkı roman gibi, Halilhan'ın "imajinasyon gücüyle" hayatına bir yön verebilme umudu, "ken­dine göstermelik bir hayat kurmasını sağlayan dekor"dur Volvo. Ama bu romanlarda da kahramanlar hayallerini süsleyen yabancı nesnenin bir türlü efendisi olamazlar. Bayram'ın Mercedes'i ro­man boyunca çizilir, şarampole yuvarlanır, yıldızı düşer, kaporta­sı göçer, katrana ve zifte bulanır. Volvo Halilhan'ın ruhunun ku­mandasını ele geçirir, ama Halilhan Volvonun kumandasını bir türlü ele geçiremez. Volvo da kaza yapar, ama zaten "başkalarının hayatından ödünç alınmış"tır o. Araba Sevdası'nm açık sarıya bo­yanmış landosuysa zaten borçla alınmıştı; roman bitmeden gerçek sahibine geri döner. Trafik canavarının, düdüklü kazalarının, şof­ben felaketlerinin, çeviri romanların ülkesinde, nesnelerin en kra­lı olan araba sanki bir Türklük yazgısına olduğu kadar, bir roman­cı tavrına da işaret ediyor gibidir. Romancı sanki kendi sonradan görmeliğiyle, romanla aynı sıralarda görülmüş bir başka yabancı alet aracılığıyla hesaplaşıyor gibidir.

Araba Sevdası’nm anlatım özelliklerinin, romanı bir hiciv ya da ibret hikâyesi olmanın ötesine taşıdığından söz etmiştim yuka­rıda. Bu özellikler yüzünden Araba Sevdası, Tanzimat yazarının roman yazma sevdasının da tıpkı Bihruz Bey'in araba sevdası gi­bi yapmacık olduğunu sezdiren, kökendeki bu kaçınılmaz züppe­liğe işaret eden bir metne dönüşür. Batı taklidi edebiyatla dalga geçerken gününün yazınsal bunalımım da aktaran bir Tanzimat parodisine, Bihruz'un züppeliğiyle alay ederken kendi kaçınılmaz züppeliğini de ele veren bir kara parodiye dönüşür. İlerde yeniden döneceğiz buna.

112

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

IV.

Şerif Mardin'in sorduğu soruyu, edebiyatın imkânlarıyla düşünüp cevaplamak üzere bir kez daha sormak istiyorum: Nasıl olur da Recaizade Ekrem gibi edebi inceliğiyle tanınmış bir yazar Bihruz Bey'le büyük bir zevkle alay edebilir?

Recaizade Ekrem'in Yeni Osmanlılar'a yakınlığına rağmen, önceki kuşak Tanzimat yazarlarına oranla politikadan daha uzak biri olduğunu biliyoruz. O dönemde bir lüks olarak (demek ki züppece) görülen "sanat için sanat” ilkesini ilk savunanlardan bi­ri olduğunu, yine önceki Tanzimat yazarlarına oranla Arap ve Acem edebiyatlarıyla pek ilgilenmediğini, daha çok Fransız ede­biyatının yörüngesinde olduğunu, döneminin edebi tartışmaların­da Muallim Naci karşısında yenilikçileri temsil ettiğini de biliyo­ruz. Ahmet Mithat'ın "dekadan" olarak suçlayacağı, sonraki yıllar­da hayattan kopukluk, yapaylık ve köksüzlükle, bir kaçış edebiya­tı olmakla suçlanan Servet-i Fünun edebiyatının başlatıcısı oldu­ğunu da biliyoruz. Bence bütün bunlar, Recaizade Ekrem'in ken­dinde bir "bihruzluk" hissetmesi için yeterli nedendir. O da Bih­ruz Bey gibi alafranga rahatlıkların adamıdır, o da duyguların özerkliğini yücelten Fransız romantiklerine düşkündür. Romantiz­min kurucularından Chateaubriand'm Atala'smı Türkçeye çevirip oyunlaştırmış, Alfred de Musset'den ve Lamartine'den etkilenmiş, Lamartine'in Graziella'sım okuyup dokunaklı aşk hikâyesi Muh­sin Bey'i yazmış, büyük olasılıkla yine Lamartine'in Medita- tions'um pek beğendiği için şiir kitabına Tefekkür adını koymuş­tur. O da tıpkı Bihruz Bey gibi, Tanpınar'ın deyişiyle, "devri sıtma gibi saran fikirler"in etkisindedir. Araba Sevdasından önce, Tan- pmar'ın "bir tür kartpostal duyarlılığı" taşıdığını söyleyeceği do­kunaklı şiirler kaleme almış, Fransız romantiklerinin etkisinde "mahzun ve dokunaklı şeyleri" sevmiş, "hisli ve acıklı şeylerden" söz etmiş, "hayatın arızalan üstüne ağlamaklı bir ses" tutturmuş­tur. Ölen oğlu için yazdığı Nejad-Ekrem bile bir romantik klişeler abidesidir.15 Acaba Lamartine'in, Doğu yolculuğu sırasında ölen

ORİJİNAL TÜRK RUHU

113

kızı için yazdığı "La Mort de Julie"yi okumuş mudur Ekrem?

Tanpınar'ın Recaizade Ekrem'in şairliğiyle ilgili söyledikleri bize yol gösterebilir. Tanpmar'a göre "etrafındaki bütün tesirlere açık adam"dır o; bu yüzden de şiirlerinde insanı ve ısdırabı boş yere arar. Altüst olmuş bir dilde yazar, dil zevkini bulamaz, aruza bir türlü hakim olamaz. Kısacası, "mahrekini değiştirdiği için kay­bolan insan"dır Ekrem. Bir zevk buhranının kurbanıdır, Fransız kitaplarından öğrendiği ölçüsüz bir hassasiyetle, gecikmiş bir ro­mantizmle içi boş dizeler yazmış, teatral jestlerle, kontrolsüz bir zevkle, boş bir hissiyatla, çocukça muhtevaya sahip kıvamsız manzumeler kaleme almıştır. O halde kendisi bir kabuk adamdır Ekrem'in; en azmdan Tanpınar tarafından (kuşkusuz birçok çağ­daşı tarafından da) öyle algılanmış olmalıdır. Sanki Bihruz Bey'i tarif eder Tanpınar, yabancı tesirler yüzünden kendine bir iç geliş­tirememiş, başkasının arzusunun peşine takılıp kofluktan ibaret kalmış çocuk adam. "Bihruz Bey aslında Ekrem'dir," demeye ge­tirir Tanpınar, ama belki de yazarla yapıtını karıştırmamak gerek­tiğini düşündüğünden, bunu böyle söylemez. Bunu böyle söyle­yen Tanpınar değil, ustası Yahya Kemal'dir. Recaizade'nin yazdık­larından değil, alafranga davranışlarından, züppece tavırlarından yola çıkarak söyleyecektir bunu Yahya Kemal: "Ekrem Bey, Ara­ba Sevdası'ndaki Bihruz Bey'dir vesselam."16

15. "Ah Nijad"ın ilk dörtlüğü şöyle: Hasret beni cayır cayır yakarken / Bede­nimde buzdan bir el yürüyor. / Hayâlin çılgın çılgın bakarken / Kapanası gözümü kan bürüyor.

16. Alıntının tamamı şöyle: "Bizde Garp tesirinden bahsederken Recaizade Ekrem Bey'i unutmamak lazımdır. Bu vesile ile müsaadenizle size bir hikâye nak­ledeyim: Bir gün İsmail Safa, üstadı ziyarete gitmiş. Kendisini misafir salonuna almışlar. İçeriye girdiği zaman Ekrem Bey piyano çahyormuş. İsmail Safa tabii hürmetsizlik olur diye paltosunu çıkarmamış veya unutmuş. Her ne ise. Bunu göz ucuyla gören üstad piyano çalmağa devam etmiş, istifini bile bozmamış ve sanki odada hiç kimse yokmuş gibi hareket etmiş. Genç şair İsmail Safa ecel teri döke­rek beş on dakika kadar bekledikten sonra istiskaal edildiğinin farkına varmış ve beyninden vurulmuş bir halde konaktan çıkmış. Ertesi gün Bâbıâli'de Muallim Naci'ye rastlamış. Ekrem Bey'in yaptığı ağır muameleyi anlatmış. Muallim Naci: 'İçeriye girdiğinde paltonu çıkarmamış miydin?" diye sormuş. İsmail Safa 'Hayır' deyince Muallim kahkahalarla gülmeğe başlamış. Bunun üzerine genç şair: 'Ne­den gülüyorsun üstad?' diye sorunca Muallim Naci: 'Ayni vak'a benim de başım­dan geçti de... meğer alafrangalıkta palto çıkarmak icab edermiş!' diye bıyık al-

114

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

Şimdi, soru şu; Araba Sevdasının yazan kendi bihruzluğunu, kendi hacivatlığmı hiç mi hissetmemiştir? Bihruz'un köksüzlüğü­nü rahatça kendi dışına yerleştirebilmiş midir? Kendine şaka yol­lu "Le Ekrem" diyen adam,17 bu şakadaki gerçek payını hiç mi görmemiştir? Kendi içine bakıp iç âlem dediği yerin romantik kli­şelerden, apartılmış teşbihlerden, parlak ibarelerden ibaret kaldı­ğım hiç mi fark etmemiştir? O iç âlemde birbirine asla çevrileme­yecek kopuk kopuk cümleler olduğunu görmemiş olabilir mi? Kendi roman yazma sevdasının da sonuçta bir yer değiştirme sev­dası olduğunu fark etmemiş olabilir mi? Ya da biz Araba Sevda­sı'™., okulda bize öğretildiği gibi bir zibidilik yergisi olarak okur­ken, bizi okul sıralarına taşıyan değişimin kökeninde her zaman çoktan bir zibidilik olduğunu sezmemiş olabilir miyiz? Züppelik­le ilgili resmi görüşü benimserken, o resmiyetin kendi özerkliğini ancak züppeliği (aynı şekilde taşralılığı da) başkalarına malede- rek, daima kendi dışına atarak kurmuş olduğunu hissetmemiş ola­bilir miyiz?

Yaygın kanı şu: Tanzimat romancıları gözlerini kendi içlerine çeviremedikleri için, romanlarını Batı romancılarından aşınlmış kişilerle, ruhumuza çok yabancı bir yığın kuklayla doldurmuşlar­

ımdan gülerek cevap vermiş... Ekrem Bey, Araba Sevddsı'ndaki Bihruz Bey'dir vesselam." Edebiyata Dair, Yahya Kemal Enstitüsü Yayınlan, 1984, 2. basım, s. 288-90.

17. Abdülhak Şinasi Hisar anlatıyor: "Babamın dediklerine göre, Recaîzâde biraz gururlu ve azametli bir adammış. Ona dair bir fıkrasını söylemişti: Bir ah­babının evinde kendisiyle ilk tanıştıktan gün 'Ekrem Bey' denilince o zat gizlice 'Hangi Ekrem Bey?' diye sorunca bunu duymuş ve biraz alınmış, -Bilirsiniz ki, o zamanlar söz arasında birçok fransızca kelimeler kullanılırdı- 'Meşhur Ekrem Bey!' demek manasına kendisi de 'Le Ekrem' demiş." Recaizade Mahmut Ekrem: Yaşamı, Sanatı, Yapıtları içinde, Engin Yayıncılık, s. 98.

18. "Edebiyatımızın modem çizgisinde, birdenbire çehresi değişen realiteyi yakalamak için didinmeye başlayan Türk yazarlan, uzun bir süre, gerçekçiliği eş­ya ve hadiselerin fotoğrafını çekmek zannetmiş, insanı psikolojik gerçekliğiyle yakalayamadıktan için, kuklalardan farksız kişilerin serüvenlerini anlatıp dur­muşlardır... Gözlerini kendi içlerine çeviremeyen şair ve yazarlar, insanımızı asır­lardan beri şekillendiren ve bir 'iç tecrübe' niteliği taşıyan tasavvufla da bütün iliş­kileri kesildiği için, dış görünüşleri bize benzeyen, yaşadıktan çevre de bizim olan, ama gerçekte ayaklan yerden kesilmiş olan insanlan, Batı romancılarından aşınlmış münasebet biçimleri içinde roman ve hikâyelerine doldurmuşlardır." Be- şir Ayvazoğlu, Geleneğin Direnişi, ötüken Yayınlan, 1997, s. 259.

ORİJİNAL TÜRK RUHU

115

dır.18 Şimdi bu yorumu bir adım öteye götürmekte yarar var. Ya kendi içlerine baktıklarında gördükleri buysa? Ya oraya baktıkla­rında bir başkası -evet, şekilsizleşmiş, çarpılmış, yamulmuş bel­ki, ama bir başkası- oradan onlara bakıyorsa? Ya iç denen alan, daima bir dışsal travmadan, bir dıştan oluşuyorsa? Hep orada ol­muş doğal bir hazine değil, bir arızaysa iç dünya? Ortalığı sıtma gibi saran fikirler, istenmemiş konuklarsa iç? Tecrübe kaybının kendisiyse tecrübe?19

Recaizade Ekrem'in bu sorulan sorup sormadığını bilmiyoruz. Ama şunu bilebiliriz: Fransız klasiklerinin, onlara da model oluş­turmuş klasik yapıtlarla birlikte bir an önce Türkçeye çevrilmeye çalışıldığı, Fransa'dan Eski Yunan'a, Eski Yunan'dan Eski Hint'e uzanan karmakanşık bir coğrafyadan sayısız klasik yapıtı aktarma telaşına düşmüş bir yerde kolay kolay bir "bünye"den söz edile­mez. "Kendi" denen alan çoktan gürültülü bir söylem alanına, bir kitaplar geçidine, bir modeller savaşına dönüşmüştür. Recaizade Ekrem'e gelince, madem bir gerçekçilik arzusu vardır, o halde bir züppe aleyhtarlığına, mutlak bir hicve çekilemeyecek kadar mese­lenin içinde olduğunu az da olsa hissetmiş olmalıdır. Bütün bun­ları, kahramanla yaratıcısının aynı kişi olduğunu anlatmak için söylemiyorum. Ama yazarın, yapıtında hiç bulunmadığını söyle­mek de yanlış olur. Belli ki yaratıcısı da kahramanıyla aynı rüz­gârlara kapılmış, aynı şeyleri arzulamış, sonunda benzer engelle­re takılmıştır. Araba Sevdası züppeliği yerdiği için değil, ya da yalnızca ondan değil, yazarın kendi kaçınılmaz züppeliği üzerine, bunun da ötesinde modem Türk yazarının kökenindeki kaçınıl­maz züppelik üzerine düşünmemize imkân tanıdığı için de önem­lidir. Şerif Mardin'in Bihruz sendromuyla ilgili yazısında değer­lendirmediği imkân da budur. Araba Sevdasını bir hicivden ibaret

19. Batı ile Doğu arasında "bahtiyar" bir diyalogun imkânsızlığını, "irfandan kültüre geçiş"in ister istemez bir haysiyet kaybıyla birlikte yaşandığını, ama geri dönüşün de imkânsızlığını sezdiği için şu cümleyi, evet öfkeyle, ama bu kadar açık seçik kurabilmiştir Cemil Meriç: "Kendimizi tanımak... Ruhumuzun mah­zenlerinde bizden habersiz yaşayan bir alay misafir var... Kendini tanımak. Ken­dini, yani eriyeni, dağılanı, dumanlaşanı. Sen acıların, utançların, zilletlerinle ay­nısın. Rüyaların, hayallerin, dileklerinle bir başkası." Bu Ülke, İletişim Yayınlan, 1985, 5. basım, s. 244.

116

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

gören yorum, romanın yalnızca yazarını değil, bütün bunlar üze­rine fikir yürüten eleştirmenini de (onu hicivden ibaret gören eleş­tirmenin kendisini de) züppeliğin bulaşmadığı özerk bir alana yer­leştirmiş olur. Bir bakıma kendi kaçınılmaz züppeliğini konunun dışına taşır. Bunu yapabilmek için de romanı olduğundan daha az bir şey olarak görecek, bir ibret hikâyesine geriletecektir.

Aslında Tanpınar bunu görmüştü. Araba Sevdası'nm kahrama­nının "pek az mevcut" biri olduğunu, ama onun karşısında sağlam bir manevi hakikati temsil edecek yazarın sesinin de "pek az mev­cut" olduğunu fark etmişti. Onu tedirgin eden buydu. İçselliğin di­linin bir kültürün diliyle çakıştığı aydınlık anlardan beslenen bir dilden yanaydı Tanpınar. Kültüre doğru açıldıkça kendi ruhumu­za, o ruhta derinlere indikçe yeniden kültüre ulaşabileceğimiz ge­niş, zengin, manalı bir dilden yanaydı. Batı idealleriyle yerli de­ğerler arasında kurulacak milli terkibi ısrarla bir bünye, bir milli gövde, ahenk içinde çalışan bir beden, bir canlı organizma olarak tarif ediyordu. Recaizade Ekrem'se düpedüz bir garabetten söz ediyordu: Yerli hususiyetler yabancı hülyaları, yabancı hülyalar yerli hususiyetleri geri dönüşü olmayan bir biçimde şekilsizleştir- mişti. Bihruz'un iç dünyası düpedüz imal edilmiş (kendi alafranga Türkçesiyle söylersek "fabrike edilmiş") bir dünyaydı. Üstelik ro­manın yalnızca kahramanı değil, kendisi de "uzlaşmasına imkân olmayan iki epistemolojik sistemin" bir araya gelmesinden oluş­muş bir ucubeydi.20 Tanpınar bir "imkân" adamıydı; rüyaya kaça­rak kurulmuş da olsa bir bütünlükten yanaydı, geçmişteki yekpa­re dünyayı özlüyordu, bunu sanatta yeniden üretecek bir ahenk es­tetiğinde ısrar ediyordu. Recaizade ise komik olanı imkânsızlıklar üzerine kurmuştu; geçmişin bir sözlükten (bir îngilizin hazırladı­ğı Lûgat-ı Osmaniye'den) ibaret kalmış olabileceğini, bütünlüğün yama olabileceğini, oluşacak terkibin ister istemez şekilsiz ve ya­muk olacağını, eldeki "sazın" ister istemez "kırık" oduğunu sezdi­riyordu. Tanpınar "iç insan"a önem veriyordu; Recaizade ise bu iç

20. Burada yine Jale Parla'ya dönmek istiyorum. Araba Sevdası'nm uzlaşma­larına olanak olmayan iki karşıt epistemolojik sistemin "birlikte varolabilecekle­ri fikrinin metinsel bir yadsıması" olduğunu söyler Parla. Babalar ve Oğullar, s. 103.

ORİJİNAL TÜRK RUHU

117

insanın yabancı etkilerden, harici basınçlardan yapılmış olabilece­ğini düşündürüyordu. "Kendine dön!” diyordu Tanpınar; Recaiza- de ise kendine dönmek için geç kalınmış olabileceğini hissettir­mişti. Bu çağrıyı Tanpmar'm kendisinde belki o kadar değil, ama daha sonra her işittiğimizde şu açmazı da fark etmişizdir: Kendi­ne dönülemez, çünkü kendi denen şey daima başka başka biçim­lerde, başka büyüteçler altında başkalaşmış olarak, daima bir sa­vunma refleksi olarak, çoğu zaman bir iktidar talebiyle bütünleş­miş olarak çıkar ortaya. Milliyetçi bir hınç olarak ("kendimize dö­nelim, onlara sahici tarafımızı, bu arada dünyanın kaç bucak oldu­ğunu da gösterelim"), yabancıya yaranma çabası olarak ("kendi­mize dönelim, onlara kendi sahici tarafımızı gösterelim, Nobel'i ancak böyle alabiliriz"), en iyi ihtimalle bir dekorasyon çabası olarak ("eserlerimize bize özgü, tarihimize özgü, Doğu'ya özgü bir şeyler katalım") çıkar. Özellikle bu sonuncusu, günümüz ede­biyatım yakından ilgilendiriyor. Çünkü "kendi" denen şey prob­lemli bir alan olarak tanımlanmadığı sürece Osmanlı motiflerin­den, bir mazi efektinden ya da bir Doğu atmosferinden ibaret ka­lır; tıpkı Beyoğlu'nda, vitrinde gözleme yapan köylü kadınlar gibi göstermelik bir şeye dönüşür. Kendine dönmek için her zaman çoktan geç kalınmışta-; "Kendine dön!" çağrısının kendisi bu ge­cikmişliğin ifadesidir.

V.

Yazının başında sorduğum soruların bazılarını hâlâ cevaplamış değilim. Bu yüzden züppelik meselesine bir kez daha, bu kez Ba- tı'daki kapıdan girmek istiyorum. Ama bunun için yine Bihruz Bey'e döneceğim. Bihruz Bey ile Don Kişot arasındaki benzerliğe dikkat çekmişti Berna Moran; her iki kahraman da kendi yarattık­ları hayal dünyasında yaşıyorlardı.21 Türk Romanı'nm yazan Ro-

21. Berna Moran, a.g.e., s. 69. Bu iki romanı bir başka açıdan Süha Oğuzer- tem de karşılaştırmıştır. Oğuzertem'e göre roman türünün doğuş dönemlerinde "romansların idealize edilmiş aşk söyleminin eleştirisi"nin özel bir yeri vardır ve

118

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

bert Finn ise Bihruz Bey'in Emma Bovary'yi andırdığını söyler; ikisi de "yaşamın sanata öykünmesi"nin örnekleridir.22 Üzerinde fazla durulmamış, değinilip geçilmiş yakınlıklardır bunlar, ama özgünlük sorununa başka açılardan yaklaşmamızı sağlayacak önemli ipuçlarını da içlerinde taşırlar.23

Daha çok Bihruz'la Emma arasındaki yakınlıktan yola çıkaca­ğım ben. OsmanlI züppesiyle taşralı Fransız kadını birbirine yak­laştıran, ikisinin de doğallıktan, özgünlükten, kendiliğindenlikten yoksun, kitaptan kapma tutkulardan ibaret kalmış, taklit kahra­manlar olmalarıdır. Nasıl Emma okuduğu şehvet dolu kitapların, o kitaplarda okuduğu karanlık ormanların, ıssız köşklerin, meh­taplı gecelerin etkisiyle aşka kışkırtılmışsa, Bihruz Bey de Fran­sızca hocası Mösyö Piyer'in tavsiye ettiği "şevkengiz" romanlarla aşka kışkırtılmıştır. Nasıl Emma "ellerine daha on beşinde ucuz kitapların tozu" sürülmüş olduğu için, oradaki romantik kahra­manlara öykünüp gözünü Paris'e dikerse, Bihruz Bey de romantik Fransız yazarlarını okuduğu için, Fransız romantik şairlerinin âşık imgesine öykünüp Parisliliğe öykünür. Dahası, taşralı küçük bur­juvayla züppe beyzadenin hülyalarını aynı kitap süsler. Bemardin de Saint-Pierre'in iki saf kalbin el değmemiş bir doğada yaşadığı masum aşk hikâyesi Paul et Virginie'yi Emma genç yaşta manas­tırda okumuştur; aynı kitabı Bihruz Bey de Periveş Hanım'a âşık olmadan birkaç ay önce okur. Paul et Virginie'nin okuru üzerinde­ki etkisinde ise bir ironi gizlidir. El değmemiştik, saflık ve doğal­lık üzerinedir kitap, ama her iki durumda da taklit kahramanlara rehber olacaktır.

Öksüz Emma'yla yetim Bihruz'un benzerlikleri bununla da kalmaz. Her ikisi de gösterişçi bir tüketime sürüklenmişlerdir. Pi­yasa romanlarından ve gazetelerden Paris'in son modalarını öğre-

Don Quixote ile Araba Sevdası'ndaki eleştirel tavır bu bakımdan birbirine benzer. "Taklit Aşklardan Taklit Romanlara: Genel Kadın Yazarlığı", Toplum ve Bilim, sa­yı: 81, Yaz 1999.

22. Robert P. Finn, Türk Romanı, çev. Tomris Uyar, Bilgi Yayınevi, 1984, s. 91.

23. Don Kişot ile Emma Bovary de edebiyat tarihinin en çok karşılaştırılan kahramanlarındandır. "Emma Bovary, Mançalı hidalgonun kızkardeşidir," der ör­neğin Cemil Meriç, Kırk Ambar, s. 209.

ORİJİNAL TÜRK RUHU

119

nen, edebiyatı ihtiraslarını coşturduğu için seven Emma, roman­lardan kapma benliğini bir hayal olmaktan çıkarabilmek için, Pa­ris'ten gelen son mallan satın almak zorundadır. Onu yıkıma sü­rükleyen budur. Madame Bovary mn "ilk tüketici trajedisi" olarak anılmasının nedeni de budur.24 Okurun aklında bu romandan, Em- ma'nın âşıklarına karşı ne hissettiğinden çok, aşkın göstergesi olan nesneler kalır. Fıskiyeli havuzlar, gümüş şamdanlar, ipekli perdeler vardır orada, incecik bardaklardan dökülen şampanya köpükleri, pembe satenden tüylü terlikler, altın köstekler, parlak gümüş tabakalar vardır. Benzer biçimde Araba Sevdası'ndan da aklımızda Bihruz Bey'in duygularından çok, şık pardesüsünün iç tarafındaki "Terzi Mir" markası, parlak potinlerindeki "Heral" eti­keti, beyaz yeleğinin cebinde taşıdığı mineli saati ve gümüş saplı bastonu kalır. Dahası Araba Sevdasının merkezindeki tema, Ma­dame Bovary'de de bir yan tema olarak tekrarlanır. Yer değiştir­menin, bir başkasının yerine geçmenin, bir başkası olmanın sim­gesi araba, Emma'nın hülyalarında da önemli bir yer tutar. Em- ma'nm en gizli arzularından biri, İngiliz atı koşulmuş mavi bir arabaya sahip olmaktır. Nasıl Bihruz'u Bihruz yapan bir landonun içinde Süleymaniye'den Çamhca'ya doğru yer değiştirmesiyse, Emma'yı Emma yapan da bir posta arabasının içinde Yonville'den Paris'e doğru yer değiştirmesidir. Tıpkı ihtirası kamçılayan kitap­lar gibi araba da taşrayı arzunun merkezine yaklaştıracaktır.

Bihruz Bey'le Emma Bovary arasındaki yakınlığın bir "dış borçlanma"dan kaynaklanmadığını biliyoruz. Recaizade Ekrem'in yetiştiği dönemde ortalığı salgın gibi saran fikirler arasında Fla- ubert'inki yoktur; Flaubert adı, Tanzimat'ın fikir tartışmalarına da­ha geç bir tarihte girecektir.25 O halde Flaubert ve Recaizade Ek­rem ayrı ama belki de benzer nedenlerle, iç dünyadan yoksun kal­mış bir kahramanı yapıtlarının merkezine yerleştirmişlerdir. Belli ki Fransız eleştirmen Rene Girard'ın "edebiyatın dölleme işlevi"

24. Franco Moretti, The Way of The World, Verso, 2000, s. 173-4.

25. "Meslek-i hakikiyyun"un pirini Türk okuruna tanıtan kişi Edebiyyat-ı Ha- kikiyye Derslerinin yazan Ali Kemal ve Servet-i Fünun dergisinde yayımlanan inceleme ve eleştirilerden oluşan Hayat ve Kitaplar'ın yazan Ahmet Şuayb’dır. Cemil Meriç, Kırk Ambar, s. 298 ve Beşir Ayvazoğlu, a.g.e., s. 115-6.

120

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

dediği, "edebi telkin" olarak adlandırdığı şey her ikisi için de önemli olmuştur.26 Emma büyük ölçüde bu dışsal telkin yüzünden Rudolphe'u beyaz atlı prens sanar; Bitiniz da yine bu nedenle so­kak yosmasını kibar bir hanım sanacaktır.

Jules de Gaultier, Emma'dan hareketle geliştirdiği ünlü "Bova- rizm" denemelerini, aşağı yukan Recaizade Ekrem'in Araba Sev- dası'm yazdığı yıllarda kaleme almıştı. Bovarizmi bir doğallık ek­sikliği olarak, kahramanların "kendi içlerinden gelen bir telkinin yokluğu”yla, kişinin "dış çevreninin telkinine boyun eğme"siyle açıklıyordu. Flaubert'in kişilerinin özelliği "kendilerine ait bir öz­günlüklerinin" olmamasıydı; bu kişiler kendi başlarına bir hiç ol­dukları için, kendi yetersizliklerinden kaçmak, kendilerini olduk­larından farklı kavramak için, kendilerinin yerine koydukları bir imgeyle özdeşleşiyorlar, kendilerini öteki olarak algılıyorlardı.27 Demek ki özgünlük, genellikle söylendiği gibi roman kahramanla­rının temel karakter özelliği olmayabiliyor. Tersine, özellikle de on dokuzuncu yüzyıl romanı söz konusu olduğunda, problemli bir alandayız demektir. Kendiliğinden, özerk, dolaysız bir doğanın yi- tirildiği; dışsal telkinlerden, yabancı kültürel kodlardan, kamusal bir söylemden örülmüş bir ikinci doğanın bağrında başlıyor ro­man. Roman kahramanının özgünlüğü de tuhaf bir biçimde tam da özgünlüğün yitirildiği yerde başlıyor. Araba Sevdasına geri dö­nersek, bir tür Bovarizm olarak da görülebilir Bihruzluk. Nitekim Gaultier de züppeliği bir "muzaffer Bovarizm" olarak tanımlar. Madame Bovary evdeki hesap çarşıya uymadığı için sonunda ye­nilir, intihar eder. Bihruz'sa "pardon" deyip olay yerinden tüyecek- tir. Gaultier'nin "muzaffer Bovarizm"iyle "çocuksu Bovarizm"i arasında bir yerde, kendi taklitliğiyle yüzleşmeden, sonunda Em­ma gibi trajik bir, sona da sürüklenmeden, ona buna "pardon" de­yip yoluna devam eden bir çocuk adam, bir kof adamdır Bihruz.

Rene Girard, Gaultier'nin "Bovarizm" kavramından da yarar­landığı Romantik Yalan ve Romansal Hakikat adlı kitabını, taklit

26. Rend Girard, Romantik Yalan ve Romansal Hakikat: Edebi Yapıda Ben ve Öteki, çev. Arzu Etensel lldem, Metis Yayınlan, 2001, s. 12.

27. Girard, a.g.e., s. 26, 47-8 ve 67.

ORİJİNAL TÜRK RUHU

121

arzunun özgün arzudan daha silik olduğunu söyleyen romantik te­ze karşı yazmıştı. Kitapta, züppelik önemli bir yer tutar. Girard'a göre, sadece başkalarının arzuladığı nesneleri arzulayan, modanın kölesi olmuş züppe bir karikatürdür ve tüm karikatürler gibi çiz­gileri abartır; ama bunu yaparken, arzunun taklitçi doğasını da bü­tün çıplaklığıyla gün ışığına çıkarır. Çünkü ne çocuğun arzusu ne de âşığın arzusu züppeninkinden daha kendiliğinden, daha dolay­sız, daha özgün değildir; üçünün arzusu da gücünü önüne çıkan engelden alır. Öyleyse Proust'un züppesiyle Flaubert'in dış telkine boyun eğmiş kahramanlan, Stendhal'in kibirli karakterleriyle Dostoyevski'nin yeraltı adamı arasında, romantizmin bizi inandır­mak istediği kadar büyük bir mesafe yoktur. Bütün büyük roman­lar kendi ile öteki arasındaki mutlak ayrımları, özerk ben yanılsa­masını yıktıkları ölçüde, züppenin arzusunun aslında bize hiç de yabancı olmadığını gösterirler. Yeraltı adamı mutlak tekilliği, tek olmanın gururunu ve acısını yaşamak için yeraltına iner; ama so­nunda herkese uygulanabilecek bir ilkeye varacaktır. Kendini baş­kalarından tümüyle uzaklaştırdığını, tümüyle tekil olduğunu san­dığı an, aslında başkalarına en yakın olduğu andır.

Girard'ın kuramının kuvvetli yanlarından biri, eleştiri dilinin romanın hakikatine yabancı kaldığı, o hakikatin berisine düştüğü, bu yüzden romanı da bir bakıma kendine benzettiği yere işaret et­mesindedir. Bir başka deyişle, "romansal yapıtı romantik yapıta gerileten" okuma tarzını karşısına almıştır Romantik Yalan ve Ro­mansal Hakikat. Girard burada, arzunun romantik eleştirmenlerin (ya da bir tür yeni romantizm olarak nitelediği varoluşçu eleştir­menlerin) dediği gibi, kendi kaynaklarından özgürce devşirilmiş, doğal ve kendiliğinden, özerk ve özgün değil, büyük romanların gün ışığına çıkardığı gibi daima dolaylı, daima devralınmış oldu­ğunu, bir modelin dolayımını, yani bir başkasının arzusunu, da­ima bir başkası olma arzusunu içerdiğini söyler. Girard'a göre ar­zu özneyle nesneyi birleştiren düz bir çizgiden değil, bir modelin varlığını gerektiren bir üçgenden oluşur. Bu yüzden de kökeninde gerçek ya da hayali bir başka arzu vardır daima. Stendhal, Flau­bert, Proust, Dostoyevski gibi on dokuzuncu yüzyıl romancıları­nın önemi, eleştirmenlerin öve öve bitiremediği "içsel" bahçenin

122                    ORİJİNAL TÜRK RUHU

hiç de sanıldığı kadar "ıssız" bir bahçe olmadığını anlatmaları, bi­reysel arzu ile kolektif yapı arasındaki dinamik ilişkiye, kendi ile öteki arasındaki düşmanca diyaloga işaret etmeleriydi. Bir başka deyişle, bu romancıların önemi, özgün kahramanlar yaratmış ol­malarında değil, arzunun taklitçi doğasını yansıtan, hiçbir zaman özgün olamayacak kahramanlar yaratmış olmalarındaydı. Bu yüz­den Batılı eleştirmenlerin taklitlerin taklidi Don Kişot'un özgünlü­ğünü yüceltmelerinde ya da Dostoyevski'nin yeraltı adamını ken- diliğindenliğin timsali olarak övmelerinde bir ironi vardır. Bu tür eleştiriler romanın kendisindeki özgünlükten çok, eleştirmenin özgünlük beklentisini yansıtır. Modem insanın kendini ötekinden ayırma isteğini, arzusunda başkasının oynadığı rolü unutma eğili­mini, yani bir özerklik yalanını ifade eder. Oysa roman kendi ile öteki arasında mekanik bir karşıtlık kurmaktan vazgeçtiği, iç ha­yatın zaten çoktan toplumsal hayat olduğunu gördüğü, "içindeki romantiği geride bıraktığı" ölçüde derinleşecektir. Gururumuzu okşayan, kendimizi özerk hissetmemizi sağlayan yorumlar yapar eleştirmen. Romanın hakikatiyse Girard'ın "romantik gurur" dedi­ği bu gururun, arzuyu kendiliğinden ve tekil görme ısrarının da­ğıldığı yerde başlar. Romana bu yüzden yabancı kalmıştır eleştir­men. Romanı olmadığı, olamayacağı, çoktan aştığı şeye, roman­tik yapıta gerilettiği için yabancı kalmıştır.

Züppelik burada bir kez daha, bu kez bir okuma stratejisiyle il­gili olarak karşımıza çıkar. Züppeliğe duyulan yıkıcı öfkede, Bih- ruzluğu bir aşırılık olarak alay konusuna indirgeyip bünyenin dı­şına atma telaşında, alay sahibinin kendi özerkliğini inşa etme ça­bası vardır. Girard'ın "romantik gurur" dediği de bundan başka bir şey değildir aslında. Kendimizde daima özerk, kendiliğinden, do­ğal çocuğu; başkalarında ise taklitçi, yapay ve teatral züppeyi gör­me eğilimidir romantik gurur. Kişi kendi özerkliğini inşa etmek, dolayımın kendi arzusunun kuruluşundaki payını saklamak için, başkalarında dolayımcının varlığını seve seve açığa çıkaracak, züppeliği başkalarına özgü tatsız bir kusur olarak alay konusu edecektir: "Ekrem Bey, Bihruz Bey'dir vesselam." Oysa kendimi­zi biraz daha yakından incelediğimizde, şunu fark edebilmemiz gerekir: Züppe kendi züppeliğimiz ölçüsünde bizde kızgınlık

ORİJİNAL TÜRK RUHU

123

uyandırıyordun Kendi başkası olma arzumuz yüzünden, bu arzu­nun yarım kalmışlığı yüzünden bizi sinirlendiriyordun Orada gör­düğümüz karikatür, kendi arzularımızın tatsız bir karikatürü oldu­ğu için bizde öfke uyandırıyordun

Bu tür bütün evrensel kuramlarda olduğu gibi Girard'ın roman kuramında da temel sorun, açıklanmak istenen yapıtları, çatısı çoktan çatılmış bir üst anlatının yerel görünümleri olarak ele al­masıdır. Nitekim hızla Flaubert'den Dostoyevski'ye, Cervantes'ten Proust'a geçebilir bu kuram; yerel ya da ulusal kırılmaları çok da hesaba katmaz, katamaz.28 Ama Girard'ın kuramının gücü de, baş­langıçta bir zaaf gibi duran bu özelliğinden kaynaklanın Çünkü arzunun taklitçi doğasıyla ilgili bu kuram evrenselliğini, büyük ölçüde nesnesinin çoktan evrenselleşmiş olmasından almıştır. Gi- rard'ın bu kuramı, Cervantes'i saymazsak on dokuzuncu yüzyıl ro­manlarından hareketle geliştirmiş olması tesadüf değildir. Bütün bu romanlar yalnızca sermaye ve malların, yalnızca fikir ve ide­olojilerin değil, arzu ve özlemlerin de ırk, ülke, kıta farkı tanıma­dan yayıldığı, bakir alanlara sirayet ettiği, arzunun yasalarının ev-

28. Girard'ın kuramının zaaflanna girmeyeceğim burada. Yalnız bir iki nok­taya değinmek istiyorum. Bu kuramın en zayıf yerlerinden biri, baktığı her şeyde metafizik arzuyu görme, daha doğrusu her şeyi metafizik arzudan ibaret görme eğilimi. Bu yaklaşım, kitabın ilerleyen bölümlerinde "I. Dünya Savaşı'nın bu ar­zunun meyvesi olduğu" gibi, bence fazlasıyla iri önermelere yol açıyor. Ama bu yazıda bizim için belki daha önemlisi, kuramın üzerinde durduğu yazarlar arasın­daki ulusal-kültürel farklara yeterince girmemiş olmasıdır. Bu eleştiriyi daha ön­ce "Kaptırılmış IdeaTde Orhan Koçak dile getirmişti, (a.g.e., s. 120-2). Ben bu eleştiriye kısmen katılmakla birlikte, Girard'ın kültürlerarası bir alanda böyle hız­la hareket edebilmesinin koşulunun da, incelediği nesnenin -on dokuzuncu yüz­yılda gerçekleşen büyük dönüşümün, bu dönüşüm sonucunda şekillenen modem arzunun- tabiatından geldiğini söylemeye çalışacağım burada. Yani Girard'ın ku­ramını tarihselleştirerek okumaktan yanayım. Bu kuram evrenselliğini, ya da ev­rensel bir arzudan söz ederken taşıdığı kuvveti, büyük ölçüde kapitalizmin tek bir arzu "evren"i yaratmış olmasından, bu arzu evrenini sınıf, ırk, ülke, kültür ayrımı gözetmeden her yere taşımış olmasından alıyor.

Girard'a yöneltilebilecek bir başka eleştiriyi ise Emre Aköz, kuramı Yakup Kadri'nin Sodom ve Gomore'sine uyguladığı "Dolaylı Aşklar" adlı yazısında dile getirmiştir. Aköz bu yazıda, arzunun üçgensel niteliğini gün ışığına çıkaran bütün romanların, sırf bu özellikleri yüzünden "büyük" sayılamayacağını, bir başka de­yişle bu özelliğin bir edebi ölçüte dönüştürülemeyeceğini vurgular. "Dolaylı Aşk­lar", Defter, sayı: 5, Haziran-Eylül 1988, s. 109- 20.

124

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

renselleştiği bir taşra-merkez gelgitinin içinde şekillenmişlerdir. Yine bu dönem, herkesin dikkatinin "dünyanın atölyesi" Lond­ra'dan paranın her şeyi satın alabileceği "arzunun merkezi" Paris'e kaydığı, "ihtiyaç" kavramındansa "arzu" kavramının öne çıktığı, nihayet özel hayat denen bölgenin daralmakta olduğu bir dönem­dir.29 Nitekim bu tür bir vurgu Girard'm kendisinde de var: Kaba kuvvet, şiddet ve keyfiliğin değil, eşitlik ilkesine göre kurulmuş, insanlar arasındaki farklılıkların silindiği, herkesin birbirini taklit ettiği modern uzlaşma çağının arzusudur taklitçi arzu.

Bütün bunlara, romanı yaratan koşullar kadar, romanın kendi­sinin de doğumuna katkıda bulunduğu yeni okur tipini eklemek gerekir. Başkalarının arzusunu kendi arzusu olarak benimsemiş, kendini başkalarının yerine koymaya hazır, benzer bir arzu evre­ninde yaşadığı ölçüde de evrensel sayılabilecek bir okurdur bu. Graziella Flaubert'in de Recaizade'nin de başucu kitabıdır artık; Paul et Virginie de hem Bihruz'un hem Emma'nın başucu kitabı olacaktır.

Ama bu evrenselliğin ardındaki eşitsizliği görmemek olmaz. Arzuya yolculuk, romanların anlattığı, bu arada kendi kişisel hi­kâyelerimizin de bize söylediği gibi (vahşi kırın, soylu vahşinin, büyülü Doğu'nun, doğal yerlinin ya da masum çocuğun özlem nesnesi olduğu romantik tersine çevirmelerde bile) sönük taşradan ışıltılı merkeze doğrudur. Sermayenin peşinden gider arzu: yeni malların, parıltılı nesnelerin, göz kamaştıran eşyaların peşinde taşradan sermayenin anayurduna doğru hareket eder. Zaten taşra­yı taşra kılan, onu "dışarısı" yapan da bu anayurda olan uzaklığı­dır. Bu yüzden kendine yeterli, kendini dinleyen, kendine dönebi­lecek özgün ve özerk bir taşra aslında hiçbir zaman hiçbir yerde yoktur. Ne bizde ne onlarda. Taşra bugünlerde sayısız reklam fil­minin bize anlattığı gibi pastoral bir uzak ülke, kendine yeterli bir kır değil, taşralaştmlmış olandır daima. Tanımı gereği kendiliğin-

29. Modem arzuyu kapitalizmle bağlantısı içinde alan bir değerlendirme için: Moretti, "Arzunun Diyalektiği", The Way of the World içinde, s. 164-9. Mo­retti burada, 70'lerde daima aykın ve yıkıcı bir güç olarak değerlendirilen "arzu­layan özne" kavramının birçok bakımdan kapitalist metropolün ürünü olduğun­dan söz eder.

ORİJİNAL TÜRK RUHU

125

den olamayacak bir sürüklenişe, bir kapılmaya, bir ayartılmışhğa verilen addır. Romanın dışsal telkinin esiri olmuş kahramanlan, bu ayartıcı ışığa doğru çekildikleri için taklit kahramanlardır. Em­ma sabahlara kadar "içinde kanlı sahnelerle azgın şehvet betimle­ri bulunan kitaplar" okuduğu için, yutarcasına okuduğu kitapların kahramanları tarihin karanlık semasında birer "kuyruklu yıldız gi­bi" parıldadığı için, kitaplar aracılığıyla da olsa ışığa sürtünmüş olmak hayatında giderilmez bir yarık açtığı için özgünlüğünü yi­tirmiştir. Zaten birçok roman bize bu ışığın, kahramanın hayatını nasıl da geri dönülemez bir taşraya dönüştürdüğünü anlatır. Işık orada belirdiği an kişinin hayatı sakil bir taşraya dönüşmüştür çoktan. Hülya uyandırmayan fikirleri ve dümdüz konuşmasıyla kocası, Emma'nın gözünde yavan ve bayağıdır artık. Yalnızca do­ğallık değil, doğanın kendisi bile payını alır bundan. İsviçre'nin karlı dağlarıyla ilgili manzaralar ruhunu yükseltip sınırsız bir uzaklık duygusu verirken, Emma'nın kendi bahçesi ruhu körelten bayağı bir yere dönüşüvermiştir. Ulusal-kültürel fark en çok da burada devreye girer. Bihruz Bey için bayağılaşan yalnızca eski mahallesi ya da yalnızca doğa değil, en çok da dilin kendisidir. Türkçe bir anda, yüce duygulan anlatamayacak kadar yetersiz bir dil haline gelivermiştir. Bihruz'un aşkını ifade etme çabası daima "lisan-ı Türkinin kifayetsizliği"ne takılıp kalacaktır.

Züppeyle taşralının kaderlerinin birleştiği yer de burası. Ken­dini başkasının gözünde yetersiz, gelişmemiş, çocuk görmek de­mektir taşra. Züppenin gizlediği, başkasının yerine geçerek göz­den uzak tuttuğu da bu yetersizlikten başka bir şey değildir. Böy­le baktığımızda züppeyle taşralı birbirinin karşıtı değil, her an bir­birine dönüşebilecek iki tip, aynı tipin tersi ve yüzü olarak belirir. Romanlar bize biraz da bunu gösterir. Girard'ın söylediği gibi köy soylularının gözünde züppeden başka bir şey değildir Don Kişot. Yonville halkı da Emma'yı bir züppe olarak algılamış olmalıdır. Bihruz'un züppeliğini kazıdığımızda ise bu kez dünyanın taşrası­na sürüklenmiş, kendini Batı karşısında yetersiz ve bayağı hisse­den yetim Osmanlı'yı görürüz orada. Türklük denen kapılma ve kendine dönme çağrısının kendini özerk, orijinal bir ruh olarak kurarken, hep bu iki aşın tiple uğraşması, bu aşırılıkları bünyenin

126                    ORİJİNAL TÜRK RUHU

dışına atma telaşına kapılması da tesadüf değil. Kendi bünyemizi tanımlayan iki tatsız karikatürdür bu ikisi ve sanıldığının aksine, biri diğerine dönüşüverir aniden.

VI.

Roman türünün dünyaya okuduğu kitapların içinden bakan, aklı­nı şövalye hikâyeleriyle bozmuş meczup asilzadenin hikâyesiyle başlamış olması, dahası Don Quijote'nin yalnızca Batı edebiyatın­da değil, Rus ve Türk edebiyatlarında da yankı uyandırmış olma­sı tesadüf değil.30 Don Quijote'den bu yana roman tarihi, kitapla­rın sunduğu yabancı ideallerin, ödünç alınmış arzuların dünyasın­da yaşayan, bu yüzden de gerçekle ilgili değerlendirmelerinde ya­nılan sayısız kahramanın hikâyesiyle dolu. Roman kahramanları­nın sahici bir sesi arzuladıkları ölçüde sıradanlığa, genellikle de sıradan bir ölüme mahkûm olmaları da tesadüf değil. Suç ve Ce- za’da Raskolnikov tüm Avrupa'yı büyüleyen Napoleon'a özenip kendini sıradan yığınlardan ayırmak için kan döker, ama sonunda cinayeti sıradan bir adli vakadan, kendisi de "yabancı bir roman kahramanının soluk bir kopyası"ndan ibaret kalır. Yeraltından Notlar'da hayattan tiksindiği için onu kitaptan öğrenmeyi tercih eden yeraltı adamı genelgeçer yasalara, sağduyuya ve sıradanlığa lanet yağdırır, ama sonunda lanetinin ne kadar yapmacık, devra­lınmış ve kitaptan kapma olduğunu fark edecektir. Ecinniler'de Kirilov "hiçliği arzulama cesareti"yle Tann'ya meydan okumak için ölümü seçer, ama intihan İsa'nın ölümünün sıradan bir takli­dinden ibarettir.31 Huzurda Suat çevresindeki aydınlann ortalama fikirlerine, dengeli zevklerine ve ölçülü merhametine meydan okuyup herkesten intikam almak üzere canına kıyar; ama Beetho­ven eşliğindeki intiharı bir taklitten, kendisi de Dostoyevski'den

30. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için Cemil Meriç'in Kırk Ambar'ımn (1. cilt) "Don Kişot" bölümüne (s. 175-210) ve Jale Parla'nın Don Kişot'tan Bugüne Roman (İletişim Yayınlan, 2000) adlı kitabının "Giriş" bölümüne (s. 11-21) bakı­labilir.

31. Girard, a.g.e., s. 203.

ORİJİNAL TÜRK RUHU

127

apartılmış bir edebi klişe olmaktan kurtulamaz. Tutunamayan- lar'da kasaba kökenli "kitap kurdu" Selim kitaplarla hayatı karış­tırdığı için büyüyememiş, aynı anda hem Dostoyevski hem Gorki hem Oscar Wilde olma arzusu yüzünden genç yaşta tükenip git­miştir.32 Bütün bunlara Berci Kristin Çöp Masallarının Lado'su- nu da ekleyeceğim. Madame Bovary'de. olduğu gibi gümüş şam­danlar, altın köstekler, fıskiyeli havuzlar değil, Araba Sevdasında olduğu gibi gümüş saplı bastonlar, mineli saatler, kehribar tespih­ler de değil; renk renk meyve tozlan, likör takımları ve blucinler­le yeni bir hayata geçen Çiçektepe'de Lado da kafayı kitaba tak­mıştır. Çöp bayırlannda kurulan kahvelerin bu ilk kahramanı, ka­rnından gizli "hayatının romanı"nı yazmaktadır.

"Bir kitap okuyup hayatı değişen" roman kahramanlannm yaz­gısı, aslında romanın kendi yazgısını da dile getirir. Bir özgünlük iddiasıyla ortaya çıkmıştı roman; önceki türlerden farklı olarak konulannı geçmiş tarihten, mitolojiden, masal, efsane ya da eski edebiyattan çok, kişisel deneyimden alacaktı. Edebi değerini be­lirleyen, eski modellere bağlı kalıp kalmaması ya da üzerinde uz­laşılmış biçimsel kurallara uyup uymaması değil, kişisel deneyi­me sadık kalmasıydı. İngilizce adını, bu yüzden "yenilik" sözcü­ğünden (novel) almıştı roman; İngilizce original sözcüğü de mo­dem anlamını ("hiçbir yerden türememiş, bağımsız, dolaysız, yep­yeni") yine bu yüzden romanın ortaya çıktığı dönemde kazanmış­tı. Roman, deneyime sadık kaldığı sürece kendinden önceki bütün türlerden istediği gibi yararlanacak, hiçbir kural benimsemeden istediği biçime girebilecekti.33 Çelişki de burada başlar: Özgün

32. Kitap kurtluğunun taşralı temellerini, bunun ardındaki yer değiştirme ar­zusunu en iyi dile getiren yazarlardan biri, romancı olmasa da düşünce dünyası­na romanlar aracılığıyla giren, Balzac'ı, Hugo'yu, Chateaubriand'ı büyük bir aşk­la seven, "taşralı tecessüsüyle sürüklendiğim o gürültülü dünyadan, kitapların asude inzivasına iltica ettim," diyen Cemil Meriç bence: "Kitaplar bir limandı be­nim için. Kitaplarda yaşadım. Ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi... Gurbetteydim. Benim vatanım Don Kişot' un îspanya'sıydı, Emma Bovari'nin yaşadığı şehir. Sonra Balzac çıktı karşıma, Balzac'ta bütün bir asrı yaşadım, zaman zaman Votren oldum, Rastinyak oldum, dört bin kahramanda dört bin kere yaşamak." Kırk Ambar, s. 36.

33. Watt, a.g.e., s. 12-5.

128

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

olabilmek için tikel, yerel, yepyeni bir şey olan deneyime sadık kalmak zorundadır roman; ama bir salgın hastalık gibi yayılan fi­kirlerin, sirayet eden arzuların, bulaşıcı tutkuların olduğu bir dün­yada daima gecikmişlikle, bir türlü sahici olamıyor olmakla, hep bir özgünlük problemiyle karşı karşıyadır deneyim. Öyleyse de­neyime sadık kalmak, kendini bir türlü doğal ve sahici hissedeme- yen kahramanın (ya da kendini bir türlü özgün hissedemeyen ya­zarın) bu deneyiminin kendisidir aynı zamanda. Bu yüzden de ro­man tarihi bir özgünlük iddiası kadar özgünlüğün yitirilmesinin, bir yerellik patlaması kadar yerelliğin istila edilmesinin, bir öznel­lik patlaması kadar öznelliğin tehlikeye girmesinin de tarihidir. Benzer biçimde bir "iç" patlaması kadar, içten gelenin çoktan kli­şeye dönüşmüş olduğunun fark edilmesiyle de başlar modern ro­man. Aslında romanda öznelliğin ortaya çıkmasının yegâne koşu­lu da budur. Çünkü öznellik denen şey, öznenin dışsal bir duvara çarpmasından, kendi tehlikeye girmiş öznelliğini görmesinden, kendi fethedilmiş yerelliğini fark etmesinden, bir bakıma kendi sı- radanlığının, kendi hiçliğinin yüzüne bakabilmesinden geçer. Mo­dem roman ancak o zaman başlar.

Bütün bunlar Flaubert'in nesnel ciddiyetiyle Recaizade'nin grotesk mizahı, birincinin mesafeli ironik tutumuyla İkincinin ka­ra parodisi, birincinin üslupçuluğuyla İkincinin arızalı üslubu, ni­hayet ilkinde bir itiraf olarak yaşanan şeyin ("Emma Bovary be­nim!") İkincisinde neden bir ithamla, bu kez başkaları tarafından yazara yöneltilmiş bir suçlamayla ("Ekrem Bihruz'dur vesse­lam!") gündeme gelmiş olduğunu elbette açıklamıyor. Bu yazıda bu farklara girmedim. Benzer biçimde Girard'ın kuramı da bir farklar kuramından çok, farklı yerlerde ortaya çıkmış farklı ro­manları besleyen benzer psikolojik toprağın yol açtığı şaşırtıcı benzerliklerin kuramıdır.34 Ama romanı, yansıttığı yerel basmçla-

34. Girard'ın kuramında farklara ilişkin başlıca açıklama, içsel dolayım ile dışsal dolayım arasında gözetilen farktır. Dışsal dolayım, modelle öznenin aynı evreni paylaşmadıkları, aradaki mesafenin kapatılamayacak kadar büyük olduğu, dolayısıyla da modelle rekabetin olmadığı durumlar için geçerlidir. Mesafenin azaldığı, dolayımın içselleşip modelin içsel bir nesneye dönüştüğü durumlarda ise grotesk taklit yerini gizli bir hayranlığa, dolayısıyla da içsel bir çatışmaya bırakır;

ORİJİNAL TÜRK RUHU

129

ra rağmen bir "milli kimlik" belgesi olmaktan öteye taşıyan da bü­yük ölçüde bu şaşırtıcı benzerliklerdir. Osmanlı beyzadesinin Fransız taşra burjuvasıyla, Fransız taşra burjuvasının Mançalı asil­zadeyle, Mançalı asilzadenin Rus yeraltı adamıyla, nihayet Rus yeraltı adamının Türk tutunamayanıyla paylaştığı modem zemini görmemizi sağlar bu. Kahramanı Emma gibi gençliğinde aşk ro­manları çılgınlığına kapılan, Madame Bovary'ten önce yazdığı iç­li anlatılan arkadaşlanna gösterince "bütün bunları ateşe at ve bir daha sözünü etme" uyansıyla karşılaşan romantik mizaçlı Flau- bert'in, aşkla maliye hesaplarının, arzuyla borç senetlerinin birbi­rine kanştığı, zinanın da tıpkı evlilik kadar kamusal bir alana dö­nüştüğü35 "içsiz" Emma hikâyesi ile bir dizi hisli ve ağlamaklı şiir yazan Recaizade Ekrem'in sonunda romantik olmaktan çok roma­neske kaçan bir zevkle kaleme aldığı, aşkın bir söylemden ibaret kaldığı "içsiz" Bihruz hikâyesi belki de yalnızca bu bakımdan bir­birine benzer. Ama önemsiz değildir bu benzerlik; burada bunu vurgulamaya çalıştım.36

arzu da haset de artar. Girard'a göre Cervantes ve Flaubert dışsal dolayımın, Stendhal, Proust ve Dostoyevski içsel dolayımın örnekleridir. Ne var ki bu da, her ikisi de dışsal dolayımın örnekleri olan Madame Bovary ile Araba Sevdası arasın­daki farkı ya da her ikisi de içsel dolayımın örnekleri olmalarına rağmen örneğin bir Yeraltından Notlar ile Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ı arasındaki farkı açık­layamayacaktır. Belli ki kültürel faiklan, yerel kınlmalan, tekil hassasiyetleri an­layabilmek için arzunun yanı sıra başka kavramlara da ihtiyaç vardır.

35. Flaubert'de öznelliğin diliyle mâliyenin dilinin nasıl iç içe geçtiğiyle ilgi­li bir yazı için: İskender Savaşır, "Modemizmin Eşiğinde", Defter, sayı: 5, Hazi- ran-Eylül, 1988, s. 58-83.

36. Recaizade Ekrem'in bu içsizliği, erkeksi değerlerden uzaklaşmış, gösteriş ve süs düşkünlüğüyle "kadınsı" özellikler gösteren efemine Bihruz aracılığıyla iş­lemiş olması ilginçtir. Flaubert'in içsiz kahramanı ise bir kadındır. Andreas Huys- sen, Madame Bovary’de kadının (Emma) aşağı edebiyatın okuru, erkeğin (Flau­bert) ise sahici edebiyatm yazan olarak konumlandınldığına dikkat çeker. Sonuç olarak Flaubert'in modemizmi, Emma'nın okumaya bayıldığı şeyin tavizsiz reddi üzerine kuruludur, yani Emma'nın içine düştüğü çelişkiyi estetik olarak aşabile­cek olan, yazar Flaubert'dir. Bir bakıma Flaubert, kendi romantik mizacındaki sıç­ramayı bir kadın kahraman üzerinden yapabilmiştir. Ünlü "Madam Bovary be­nim!" sözlerine rağmen, kadın kahramanın konumuyla yaratıcısının konumu ara­sında apaçık bir fark vardır. "Kadın Olarak Kitle Kültürü", Eğlence İncelemeleri, Tania Modleski (Haz.), çev. Nurdan Gürbilek, Metis Yayınlan, s. 235-57.

130

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

Son bir kez Araba Sevdası'ra. döneceğim. Önce şunu kesinleş­tirelim: İroni pırıltıları taşımasına rağmen ironik bir roman değil Araba Sevdası. İroni olabilmesi için romanın değil, romandaki bi­lincin arıza yapması, romanın bu arızalı bilincin, özlemlerle ger­çekler arasında bölünmüş bir benliğin, uzlaşmaz taraflara ayrılmış bir bilincin romanı olması gerekirdi. Bihruz'un bilincinde etrafın­daki bütün seslerin, yalnızca Lamartine'in ya da Dumas'nm değil, coşkulu bir ilerlemeden yana olan yurtsever Namık Kemal'in se­sinin, eski edebiyata bağlı Muallim Naci'nin sesinin ya da roman­tizme karşı bayrak açan Beşir Fuad'ın kendi kendini yiyip bitiren iradesinin de orada yankılanması gerekirdi örneğin. Bir türlü öz­gün olamıyor olmanın Bihruz'u gerçekten hırpalaması gerekirdi.

Tanpınar burada haklıdır: Araba Sevdası kahramanı gibi ken­disi de jesten ibaret bir romandır. Bihruz Bey soylu bir kadın diye yücelttiği Periveş Hanım'm bir sokak yosması, aşk dediği şeyin bir kışkırtma, ısdırap dediği şeyin klişeleşmiş bir alıntı, nihayet tüm iç dünyasının bir dıştan ibaret olduğunu anladığı an, oradan geçen bir arabaya binip olay yerinden hızla uzaklaşacaktır. Bu yüzden roman da -aslında tam başlayacakken- orada biter. Ama bütün zaaflarına rağmen yine de önemlidir Araba Sevdası. Reca- izade Ekrem grotesk bir jestle de olsa bundan sonra Türk roma­nında geri dönülemeyecek sınırı da çizmiştir. Türk yazarı için züppeliğin yalnızca bir hiciv konusu olamayacağını, yazarın ken­dini temize çekmesine yarayan bir aşırılık değil, "orijinal Türk ru- hu"nun kurucu öğelerinden biri olduğunu, yazann kendisinin de her zaman çoktan o alanda gezindiğini anlatabilmiştir. Özgünlü­ğün kendisini mesele edinmeden özgünlük üzerine pek bir şey söylenemeyeceğini, yalnız fikirlerin değil, iç dünya denen alanın da her zaman çoktan tehlikede olduğunu, roman yazma sevdası­nın da her zaman çoktan bir araba sevdası olduğunu hissettirebil- miştir. Türkiye'de modem romanın bir zaafından söz edilecekse eğer, bence kendine dönmemiş olmasında değil, kendine yeterin­ce dönmemiş olmasındadır. Kendiliğinden olamadığı, kendi kıy­metlerimize, şu özgün Türk ruhuna dönüp özerk bir ses yaratama­dığı için değil, kökenindeki kaçınılmaz özgünlük yoksunluğuyla, kendi kaçınılmaz taklitliği, kaçınılmaz gecikmişliğiyle, kendine

ORİJİNAL TÜRK RUHU

131

döndüğünde orada bulacağı sayısız davetsiz misafirle, bunun da ötesinde kendine dönmek için zaten her yerde her zaman çoktan geç kalındığı gerçeğiyle yeterince yüzleşmemiş olmasındadır esas zaaf.

Oğuz Atay'ın Tehlikeli Oyunlar'ını hatırlayalım. Tehlikeli Oyunlar, "Aklın Kurallarına Karşı Öfkenin Savaşı", "Batı Aklına Karşı Doğu Duygusu", "İnsanlardan Hesap Soruyorum" gibi me­lodramların yazarı, "duygulu ve romantik insan" Hikmet'in aynı anda hem Batı'nın derinliğini sezmiş "soğuk İngiliz Bilge"yle, hem "Garbın ilk nazarda inkârı gayrı kabil fikriyatına karşı bizim hakiki kıymetlerimiz"! savunan Mütercim Arifle, "kibar aile ço­cuklarına çamur atan mahalle çocuklarf'yla, "yurttan sesler"le do­lup taşan, birbiriyle uyuşamayacak bir sürü farklı Hikmet'ten oluş­muş arızalı bilincinin hikâyesidir. Hüsamettin Albayım'la bitmek bilmez diyaloglarından birinde, Albayım'a şunları söyler Hikmet: "Dün gece rüyamda bu Hikmetler kalabalığını ilk defa açıkça gör­düm. Sonra, bir ansiklopedi yazmayı düşündüm." Albay, "Ansik­lopedi mi?" dedi, "Ne ansiklopedisi?" "Bayağı ansiklopedi işte, Hikmet Ansiklopedisi." "Nasıl Hikmet?" "Bildiğimiz Hikmet ca­nım." Durdu, "Öyle ya," dedi, "Birçok Hikmet vardı değil mi? Hangisini yazacaklar?" "Kim yazacak?" dedi albay. "Önce ben ya­zacaktım, sonra da başkaları. Birbirimizden habersiz çalışacaktık. Geri kalmış bir ülke insanının iç dünyası olamaz diye vazgeçtiler." Hüsamettin Bey sabırsızlanmaya başlamıştı: "Kimler?" "İngiliz- ler," dedi Hikmet zayıf bir sesle.

"Geri kalmış ülke insanının iç dünyası olamaz." Oğuz Atay'ın ironisinin kuvveti bence bu cümlenin hem doğru hem de elbette yanlış olmasından kaynaklanır. Atay'ın Türk edebiyatındaki tekil­liği de acıyı, kızgınlığı, yetersizlik duygusunu, oyuna getirilmiş olmayı, sahneye soytarı rolünde, uşak rolünde çıkarılmış olmayı, var olduğundan tabii ki emin olduğumuz bu devasa malzemeyi, ister istemez dokunaklı, acıklı ve gülünç olan bu ruhsal malzeme­yi hem Doğululuğa seslenen bir mağdur romantizmiyle hem de doğrudan taklit sorunuyla, gecikmişlikle, yapaylıkla boğuşarak yazmış olmasından gelir. Karikatür gerçek hayatta değilse de ka­ğıt üstünde içerilmiş ve aşılmıştır. îç dünya ancak kendi boşluğu-

132

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

nu, kendi bağımlılığını, kendi kökensel anzasını görebildiği an iç dünya olur. Bir orijinallikten söz edilebilecekse eğer, kökendeki yamukluğa; romanı da okuru da eleştirmeni de çoktan biçimlen­dirmiş olan kaçınılmaz anzaya bakabilmekten geçiyor yolu. Oğuz Atay özgünse eğer, bu yüzden özgün.

VII.

Türkiye'de eleştirinin özgün edebiyat idealini -ilk başlarda endi­şeyle, telaşla, öfkeyle, yetersizlik duygusuyla dile getirilmiş bu ideali- zamanla bir reflekse dönüştürdüğünden söz etmiştim yazı­nın başında. Sorunu yaratan değilse de, aşılmasını engelleyen ne­denlerden biri bu. Çünkü ideal reflekse dönüştüğü, kendi kendine harekete geçtiği, kendini problemli bir alan olarak tanımlamaktan vazgeçtiği an, özgünlük arayışının gecikmişliğin çözümü değil, gecikmişliğe verilmiş bir tepki olduğunu gizler. Yazının başmda sözünü ettiğim, farklı politik vurgularla da olsa özgünlük ısrarın­da birleşen yaklaşımların benzer bir unutuşla iş görmelerinin ne­deni de bu. Birincisi ("bizde özgün roman yok, olamaz da!") öz­günlüğü, yalnızca kendi sakil gerçeğimize uygulanan bir ölçüte dönüştürüp modelin kendisini bir özgünlük abidesi olarak alır; öz­günlük daima başka yerdedir. İkincisi ise ("kendimize dönelim, herkese sahici tarafımızı gösterelim!") özgün ve özerk bir "biz" tanımlarken, "biz bize benzeriz"de ısrar ederken, aslında bu "biz"in tam da safdışı edilmek istenen başkaları tarafından çoktan şekillenmiş olduğunu, "Kendine dön!" çağrısının başkasının ya­rattığı basınçla yapılmış olduğunu; milli bir edebiyat, özgün bir roman, özerk bir estetik kültür yaratma çabasının daima bir gecik­mişlik stratejisi olarak kalmaya mahkûm olduğunu görmezden ge­lir. İki durumda da eleştiri, nesnesini ya bir taşra ya da bir züppe­lik olarak kendi dışına taşır. Diğer yandan otoritesini tam da bu bölünmeden; bililerine "züppe", başkalarına "taşralı" deme yetki­sinden alır. Birincisinde kendini nesnesinden bütünüyle ayırıp da­ima dışarıda olduğu varsayılan bir özgünlüğün bekçiliğine çekil­miştir. İkincisindeyse bililerine taklit derken, bunu büyük bir

ORİJİNAL TÜRK RUHU

133

cümleye çevirirken, bu tepkiyi ortaya çıkaran açmaz üzerine, ken­di sahicilik iddiası üzerine, kendi mağduriyet söylemi üzerine, ya­ni kendi taklitliği üzerine hiç düşünmemiş gibidir.

Oysa eleştiri de tıpkı roman gibi, iki kültür arasındaki çeviri problemlerinin ortasında, bir travmayla birlikte doğmuştu. "Ne­den onlarda var da bizde yok?" sorusunu cevaplamaya çalışıyor­du. Tıpkı roman gibi o da Avrupa kültürüne karşı beslenen hay­ranlık ve horgörünün, gıpta ve korkunun içine doğmuştu. Bu yüz­den romanı en iyi anlayacak olan aslında odur. Ama bir adım ön­den yürüyüp romana hep bu özgünlük ölçütünü dayatması, sanki kendisi başka bir malzemeden yapılmış gibi romanın önüne sü­rekli bir dış borçlar faturası sürmesi sadece kendini değil, romanı da geriletiyor. Bu yüzden eleştirinin safdil bir özgünlük çağnsm- dansa, daha baştan bir anzaya doğan Türk romanı kadar kendini de gecikmiş kılan koşullan anlamlandıracak, bu kültürel gecik­mişliği edebiyatın her zaman çoktan gecikmişliğiyle birleştirebi­len kavramlarla çalışmasında, yokluğun ya da yetimliğin dilini sü­rekli yeniden üretmektense, başkası olma arzusunun romanda ol­duğu kadar kendinde de yol açtığı kaymaları kaydetmesinde yarar var. Çünkü eleştiri de tıpkı roman gibi kendi koşulsuz hayranlık ve kızgınlıklanyla; kendini özerk başkalannı züppe, kendini do­ğal başkalarını taklit ya da tam tersine kendini modem başkaları­nı taşralı gören yanıyla didişerek ilerleyebilir. Eleştiride züppece bir kibrin olduğu kadar taşralı bir gururun da dağıldığı bir an ol­malıdır. Eleştirinin bu açmazın dışına çıkabilmesi gerekir; dışına çıkabilmek ise çoktan içinde olduğunu bilmekten geçiyor. Adı, bu yüzden eleştiri.

Orijinal Türk Ruhu'na gelince. Söylemeye bile gerek yok: Ori­jinalin içinde bol bol taklit, ruhun içindeyse bol bol madde var. Madde, üstelik yabancı madde.

*

Bir bahar günü Türk arkadaşlarıyla birlikte arabayla kestirmeden denize varmak isterken kendini karlı tepelerde bulan, benzinin de

134                      KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

bittiğini öğrenince nezaketi bırakıp "başka türlü çalışan" bir "Türk kafası" olabileceğini düşünen arkadaşım Victoria Holbro- ok'a hediye etmek istiyorum bu yazıyı. Türk kafasının, ya da oriji­nal Türk ruhunun bir an önce yer değiştirme arzusuyla, ama bir türlü hedefe ulaşamamakla da yakından ilişkisi var. Bu yüzden en çok arabalarda gezinir bu ruh, bir de romanlarda.

Yakın Taşra

Birkaç yıl önce Bursa'da bir gazino vardı, belki hâlâ vardır. Küçük bir taşra gazinosuyken birden büyüyen, sahibini şehrin gazinocu­lar kralı yapan bir yer. Büyümesinin tek bir nedeni var: Kamu­oyunda skandal yaratmış, bunu bir biçimde düşkünleşerek yapmış kişiler sahneye çıkıyordu orada. Kumkapı cinayetinin Zeynep'i, aynı cinayette kocasını kaybeden kadın, kamera önünde rezalet çıkardığı için adından söz ettiren tiyatrocu adam, Çankaya Köş- kü'nde soyunan kadın... Skandaldan hemen sonra, sonsuza kadar unutulmadan hemen önce, kısa bir an için son kez bir ışık yayı­yorlar çevrelerine. Gazinocunun kazanca çevirdiği de o kısacık an işte.

Arkalarındaki hikâyeyi, o insanları o sahneye taşıyan nedenle­ri tam bilmiyoruz. Zaten beni bu yazıda bu insanların neden düş­künleştiği değil, bizim o ışığa neden toplandığımız ilgilendiriyor. Gazinonun kendisi çok da önemli değil; pekâlâ başka şeylerden de söz edebilirdim. Ekran başmda çoğu zaman daha iyi bir şeyler de­ğil, daha kötü bir şeyler ararken; bize düpedüz kötü, berbat, sakil gelen görüntüleri üst üste seyrederken alttan alta bize keyif veren ne? Gazete sayfalarında çoğu zaman iyi bir haber, dergi sayfala­rında iyi bir yazı falan değil, kötü kötü şeyler okumak, birinin da­ha açık verdiğini, arıza yaptığını, hep hatayı, hep defoyu görmek bize neden zevk veriyor? Daha da önemlisi, neden düşkünlüğü se­yirlik kılan, bunu kültürün öyle kıyıda kalmış bir öğesi değil, dü­pedüz ana eğilimlerinden biri haline getiren bir sektör var ortada?

Bence gazinocu büyük şehri çok değil, biraz uzaktan izleyen taşra sahnesinde bir şeyin çok iyi sattığının farkında. Seyirciler bu insanların birden ulaştıkları şöhretin, kendilerininki kadar sönük bir hayatın ortasında birden beliren o parıltılı anın ancak düşkün­leşerek kazanılmış olmasından zevk alıyor. Sıradan insanların sı-

136                      KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

radanlık denen yazgıdan öyle sıradışı yetenekler, emsalsiz beceri­ler, olağanüstü çabalarla falan değil, düpedüz alçalarak yırtmış ol­masından keyif duyuyor. Anlamak çok da zor değil. Çocukken ar­kadaşımızın bize elletmediği parıltılı oyuncağın nihayet bozuldu­ğunu, yaldızlarının pul pul döküldüğünü, alttaki plastik iskeletin öylece sırıttığını gördüğümüzde biz de benzer şeyler hissetmişiz­dir. Ahlaki ilkelerimizden artık pek emin olmadığımız bir anda hâ­lâ dürüst olmakta direnen birinin aslında yıllardır rüşvet yediğini öğrendiğimizde, güzel yazılmış bir kitabın çalıntı olduğu ortaya çıktığında, bir cümlenin tam da doğruyu dile getirecekken gözden kaçmış bir sözcük hatasıyla devrilip gittiğini gördüğümüzde içi­mizde birden çakan sevinç. Apaçık bir rahatlama var orada: Hay­ran olmamız beklenen parlak cisim nihayet boktan çıkmıştır.

Bu yazının konusu bu duygunun ne kadar köklü olduğu ya da neden bazı insanları teslim aldığı değil. Daha çok bugün neden her yerde bu kadar görünür hale geldiğini, kültürün kurucu öğele­rinden birine dönüştüğünü, toplumsal ya da kültürel durumları açıklamak için neden bu duygudan hareketle kurgulanmış ("haset toplumu" ya da "haset kültürü" gibi) kavramlara ihtiyaç duyduğu­muzu, ama aynı zamanda bu kavramların bazı şeyleri açıklarken bazılarını nasıl gizlediğini anlamaya çalışıyorum.

Önce sahnenin kendisine bakmakta yarar var: Kapitalizm yal­nızca sermaye değil, herkesin kendini başka herkesle kıyaslama­ya zorlandığı bir toplumsal sahnede sayısız arzu, istek, hayal de biriktirdi, bunu biliyoruz. Bütün bu isteklerin o sahnede sanki tat­min edilebilirmiş gibi göründüğünü, kapitalist pazarın kendini sı­nırsız bir imkânlar dünyası olarak, gücünü yasaktan alan bir baba gibi değil, tüm çocuklarına istedikleri her şeyi verebilecek cömert bir anneymiş gibi sunduğunu da biliyoruz. Pazarda dolaşan imge­yi, reklam imgesini başka imgelerden ayıran, ona gücünü veren de bu. Bize daha önce yaşadığımız bir hazzı, tadına doyamadığımız bir yemeği, ışıltısından nasibimizi aldığımız bir nesneyi hatırlat­mıyor o. Hatırlatsa bile, esas gücü bu değil. O sırada bizde arzu uyandıran, daha önce tattığımız bir şeyi yeniden tatmak, bir kez daha sevilen bir bedene dokunmak, bir kez daha iyi ve korunaklı bir dünyada yaşamak değil. Bir zamanlar doyurulmuş olduğu için

137

YAKIN TAŞRA

unutamadığımız şeylerden çok, zamanında doyurulmamış olduğu için hiçbir zaman doyurulamayacak olan, belki de zaten doyuru- lamaz olan yanlarımızı harekete geçirir o imge. Bu dünyada bir zamanlar nasibimizi aldığımız, sonra her nasılsa elimizden alın­mış olandan çok, bir türlü nasibimizi alamadığımıza seslenir. Pa­zarın vaadi daima oraya, her türden isteği anında bir sürüklenişe, eldeki her şeyi sönük bir taşraya dönüştüren o eksiğe yönelir: Be­ni al, kapansın boşluk.

Boşluğun kapanmadığını, pazarda göz kamaştıran nesnenin elimize geçtiği an bayağı, sıradan bir nesneye dönüştüğünü herkes kendi hayatından gayet iyi bilir. Pazarın vaadi daima taşraya yö­neliktir. Ya da tersinden söyleyelim: Taşrayı taşra yapan da aslın­da bu vaaddir. Taşra denince illa uzaktaki kırı, ücra topraklan, ıs­sız bölgeleri, medeniyetten nasibini alamamış insanlan değil; merkezden yayılan güçlü ışığın sırf daha güçlü diye bir anda sö- nükleştirdiği her şeyi, ışığın hem cezbedip hem imkânsız bıraktı­ğı, kendi gözümüzde bile köhne ve yavan kılınmış yanımızı, ken­di imkânsız taraflanmızı da düşünelim. Vaad hep o eksiği uyarır; eksikten daima daha büyük bir eksik yaratır. Yokluktan varlığa, sönük bir hayattan sahne ışıklanna, imkânsızlıktan imkânlılığa yükselen yıldızlar, yapıp ettiklerinden de çok, gerçek hayat hikâ­yeleriyle arzunun engel tanımadığını, imkânların herkes için aynı ölçüde geçerli olduğunu, eksiğin eninde sonunda giderilebileceği­ni söyledikleri için bu vaadin en kıymetli kültürel simgeleridirler daima.

Ben de vaatten söz ederek başlamıştım bu kitaba. Piyasanın taşraya doğru genişlediği, taşranın kültürel alanda yükseldiği yıl­lardan söz ediyordum. Kırda olsun şehirde olsun üvey evlat mu­amelesi görmüş, taşradan ibaret bırakılmış her şeyin sonunda pi­yasanın imkânlarıyla buluşmasının; uzun yıllar bastırılmak zorun­da kalman bir iştahın, yabancı topraklarda kendine güvenmeyi öğ­renmiş bir sesin şarkısı olarak yorumlamayı denemiştim "Ben de İsterem"i. Taşrayla imkânlar dünyası arasında sanki mutlu sonla biten bahtiyar bir ilişki kurulmuş gibiydi. Çok değil, dört beş yıl önce millet bu şarkıyla kendinden geçerken, bu toplumun kısa bir süre içinde nasıl da bir arzu toplumuna dönüştüğünün kanıtları

138

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

vardı sanki her yerde.

Bugünse aynı şarkının, yakın zamana kadar pek görünmeyen karanlık tarafını yaşıyoruz daha çok. Gazetelerde ya da televizyon ekranlarında, sonunda tutunmayı başarmış iştahlı taşralıların, şe­hirli kızlan tavlamayı başarmış arzulu delikanlıların, kıyıda kal­mış içeriklerin merkeze ilerleyebileceğini gösteren pozlanndan çok, istek mekânlarının önünde hevesi kursağında birikmiş kara kalabalığın, şehri şehir olmaktan çıkaran öfkeli taşralıların; arzu­nun hasete, iştahın hınca, isteğin suça dönüştüğü anın fotoğrafla- n var. Ama bildik bir işbölümü de var burada: Kendi iştahını taş- ranınkine eklemekte, oradan neredeyse milli bir arzu çıkarmakta gecikmemişti şehirli, ama sıra aynı duygunun arka yüzüne gelin­ce, onu şehre sızmış öfkeli taşralının karanlık tabiatına, memleke­ti çaktırmadan ele geçirmiş bu kara yabancının giderilmez haseti- ne devrediyor. Kısa bir süre önce iştahına ortak olduğu taşrayı şimdi yalnızca mekânsal olarak değil, zamansal olarak da oldu­ğundan geriye itip ondan tümüyle yabancı, uğursuz, tehlikeli bir derin taşra yaratacağı açık.

Türkiye'nin, bir toplumun tarihi açısından çok kısa sayılabile­cek bir süre içinde hızla bir mal, imge, istek akışına sahne olduğu doğru. Bütün bu sürecin ortada imkândan çok istek biriktirdiği de doğru. Evet, başkasının imkânlılığına duyduğumuz kızgınlıktır haset. Ama her geçen gün daha da fazlasına maruz kaldığımız vah­şi taşralı görüntülerinin bize söylediği gibi yalnızca yokluktan de­ğil vaatten, iktidarsız bir nefret kadar bir kudret vaadinden, acz ka­dar kışkırtılmışlıktan da yapılmıştır. Bugün ortada bir haset fazlası olduğundan söz ediliyorsa eğer, bunun nedenini taşranın karanlık tabiatında, eksik doğasında, doğası gereği giderilmez olan bu ye­tersizlikte değil; zaten her zaman her yerde kendine bir taşra yara­tarak var olan, kendi imkânlarını ancak başkasınınkileri sönük, ba­yağı ve güdük kılarak var eden, kırda olsun şehirde olsun hepimi­zin en yetersiz tarafına seslenen, geniş toprakları olduğu kadar tek tek insanları da bir anda çorak bir taşradan ibaret bırakan, nihayet girdiği her krizden daha da derin bir taşra yaratarak çıkan kapita­lizmin kendi doğasında aramak gerekir.

Kudretsiz babalar, mağdur ama gururlu yetimler, yabancı ide-

139

YAKIN TAŞRA

allere kapılmış züppeler, acıların çocukları, nihayet kötü çocuk­larla ilgili bu kitabın bu son yazısında bütün bu figürlerin yanın­da, her geçen gün biraz daha daralan imkânlar dünyasında bu kez hüsranın, isteyip de alamamanın göstergesi olabilecek yeni bir kö­tü çocuğa, yetersizlik duygusu kadar kapılmışlıktan da yapılmış bir hasetoğlana yer açmak gerektiği doğru. Iç dünya denen yerin biraz da bunlardan yapıldığı doğru. Ama aynı pazarın bir zaman­lar iyi yürekliliğinden ve gururundan söz ettiği, şehri arındıracak erdemlerin taşıyıcısı olduğuna inandığı, isteme kudretine özenip bağrına bastığı taşralıyı şimdi karanlığın, hasetin ve hıncın simge­si olarak bir kez daha dışarıya (bu kez kaba saba ama çocuksu bir taşraya değil, arzusuyla bizim de iştahımızı kabartan istekli bir taşraya da değil, bu kez vahşi ve tehlikeli bir derin taşraya) itme­sinin nedenleri üzerinde de düşünmek gerekir. İsteğin neden hep cömertçe dağıtıldığı, imkânınsa neden hep bir yerde toplandığın­dan, yani yalnızca hasetten değil, aynı zamanda epeydir sözlükler­den çıkardığımız haksızlık ve adaletsizlikten de söz etmek gere­kir. "Haset toplumu" gibi bir laf en çok da bunu görmemizi engel­lediği; karanlık duygulan hep öte tarafa, uzaktaki yabancının ka­ranlık tabiatına yükleyip içinde yaşadığımız kültürün karanlıktan beslenen tabiatını akladığı için yanlış bence.

En iyisi biz uzaktan değil, yakından; lanetli ötekinden değil, kendimizden; en yakınımızdaki taşradan, kendi taşralaştınlmış yanlarımızdan yola çıkalım. Karanlık günler yaşıyoruz yaşaması­na, ama baktığımız her yerde hep karanlığı, hep kötüyü görme is­teğimizde yalnızca karanlığa bakma cesareti değil, aynı zamanda başka hiçbir şeyden o kadar zevk alamıyor olduğumuz gerçeği de var. Işığını bizden esirgemiş bir dünyada yalnızca kötü şeyleri görme isteği. Şimdi düşünüyorum da bana bu toplumun gideril­mez defosundan, iflah olmaz bir haset toplumu olduğumuzdan söz eden arkadaşım aslında pek de kederli görünmüyordu. Gaze­te küpürlerinden, orda burda çıkmış yazılardan, defolardan oluş­muş bir kötülük arşivi yaptığını anlatırken baktım, gözleri ışıl ışıl parlıyordu.

Bursa'daki gazino önemliydi bence. Yaldızı dökülmüş nesne­ler, defolu mallar, sakil içerikler görmek için gidiyoruz oraya. Bir

140

KÖTÜ ÇOCUK TÜRK

zamanlar şu ya da bu biçimde imrendiğimiz parıltının lekelenerek kazanılmış olduğunu görmek insanı rahatlatıyor: İmrenilecek hiç­bir şey yok orada. Bugün piyasanın başlangıçta olduğu gibi ışıltı­lı nesneleri, pırıltılı malları, göz kamaştıran bir yaldızı değil, düş­kün ve sakil olanı seyirlik kılmasının bir nedeni de bu bence. Va­adin koskoca bir sınırdan yapıldığı, uzun süre kuyrukta bekleyip sıra bize geldiğinde dükkânın çoktan kapanmış olduğu ortaya çı­karsa, insanın gözü tek bir şeyi arıyor pazarda: Yaldızı bozulmuş boktan dünya. Orhan Gencebay'm bir zamanlar mahşeri bir anlam yüklediği "Batsın Bu Dünya"nm bugünün dünyasında, böyle ba­kıldığında kazanacağı yegâne dünyevi yorum da bu işte.

Taşrayı anlayacaksak önce buradan; haksızlığı görmezden ge­lerek yarattığımız derin taşradan değil, bir kez daha kültürün dışı­na ittiğimiz uzak taşradan değil, hiçbirimizin yabancısı olmadığı yakın taşradan, her türlü iyilik imkânını olduğu kadar iyileştirme çabasını da görmemizi engelleyen, her yerde hep bir defo bulmak­ta ısrar eden bu daha tanıdık taşradan başlamakta yarar var.

Nurdan Gürbilek

Kötü Çocuk Türk

Popüler şarkılardan, fotoğraflardan, gazete haberlerinden olduğu ka­dar edebiyat yapıtlarından da yola çıkarak Türkiye'nin yakın tarihin­de öne çıkmış kültürel imgeleri inceliyor Kötü Çocuk Türk: Bir yan­da bir kapılma, özenme ve büyülenme, diğer yanda bir "kendine dön­me" ısrarı.

Gürbilek, bu ikilikten doğan ve neredeyse bir yazgı halini almış ruh durumuyla, alaturkalık açmazıyla ilgileniyor: Popüler imgelem kadar edebiyatı da etkilemiş bu yazgının kültürel alandaki ifadelerine, hiç­birimizin yabancısı olmadığı çileli kahramanlara, acıların çocuklarına, kudretsiz babalara, mağdur olmalarına rağmen onurunu korumuş ye­tim delikanlılara, yabancı arzuların buyruğuna girmiş züppelere, ni­hayet edebiyatın kötü çocuklarına yakından bakmayı deniyor.

"Türklük" ve "kötüTük" nerede değiyor birbirine? Bu temas noktasını nasıl kavrayabiliriz? Hepimiz düşünmeyi erteleyemeyeceğimiz kadar yakınız bu sorulara...

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar