KUR'ÂN ve PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Dr. Abdülaziz
HATİP
4. Muhaliflerinin
tutumuyla ilgili deliller.......................... 134
C. Hz.
Muhammed'in Mekke döneminde samimi olduğu Medine döneminde ise bu samimiyetini
yitirdiği iddiası.......................................... 146
1. Mekke'deki Allah telakkisinde değişiklik
meydana
geldiği
iddiası............................................................................. 152
2. Yahudilere
katı davrandığı iddiası................................. 156
3. Ekonomik
üstünlük hırsına kapıldığı iddiası............... 160
4. Antlaşmalarına
bağlılık göstermemeye başladığı.. iddiası 162
5. Cinsel arzularına aşırı düşkünlük göstermeye
başladığı iddiası.164
6. Hz. İbrahim ile Kâbenin inşası arasında bağ
kurmaya
başladığı
iddiası......................................................................... 177
7. Yahudilerden ümidini kestiği için kıbleyi
değiştirdiği iddiası..181
8. Bir putperestlik kültürü olan Hacer-i Esved'i
ibka
ettiği
iddiası................................................................................ 183
9. Öğle namazını ve aşure orucunu Yahudilerden
öğrendiği iddiası.185
10. Kur'ân'm üslup ve muhtevasında değişiklik
meydana
getirdiği
iddiası........................................................................ 187
İKİNCİ BÖLÜM
KUR'ÂN'IN KAYNAĞIYLA İLGİLİ İDDİALAR
A. Dış kaynaklar
1. Mekke
dönemindeki kaynaklar..................................... 229
2. Medine
dönemindeki kaynaklar.................................... 286
3. Allah'ın adaletine ve akla ters olan bazı
hükümlerin
yer
alması.................................................................................. 314
4. Büyük peygamberlerin bazısı hakkında büyük
iftiraların
bulunması..................................................................................... .315
5. Çok basit ve önemsiz işlerle ilgili olarak
Allah'ın müdahalede
bulunduğunun belirtilmesi......................................................... 316
6. Tevratm birtakım hurafeleri ve akla ters
fikirleri
ihtiva
etmesi............................................................................... 317
7. ibadet ve
muamelelerde durum.................................... 319
B. İç kaynaklar
1. Bile bile
kendi sözlerini Allah'a nisbet ettiği iddiası... 323
2. Hz. Muhammed'in farkında olmaksızın kendi
kendisini aldattığı
ve gördüklerinin hayal olduğu iddiası..................................... 340
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
KUR'ÂN MUHTEVASININ KAYNAĞINA DELALETİ
Kur'ân muhtevasının kaynağına
delaleti
A. Kur'ân'da İlâhi bir otorite ve azametin açıkça
göze çarpması 383
B. İnsanların
sevinç ve üzüntüsünden hiçbir iz taşımaması......... 389
C. Gaybtan haber
veren ayetler ihtiva etmesi.................... 394
1. Geçmişle
ilgili gaybi haberler......................................... 395
2. Hal ile
ilgili gaybi haberler............................................. 398
3. Gelecekle
ilgili gaybi haberler....................................... 399
D. İlimlere dair hakikatlerle dolu olması............................. 403
1. İslâmi ilimler..................................................................... 403
2. Kevni (tabii) ilimler......................................................... 405
E. Kur'ân-ı Kerimin tesiri........................................................ 411
1. Düşmanlarına
tesiri....................................................... 412
2. Kur'ân'ın
dostlarına tesiri............................................... 413
F. Kur'ân'ın bir lisan harikası oluşu..................................... 415
SONUÇ...................................................................................... 421
BİBLİYOGRAFYA
Kur'ân, İslâm dininin temeli, güneşi
ve planıdır. Ona gelecek en ufak bir şüphe ağacın köküne musallat olmuş bir
kurt gibi bu dini içten içe kemirir ve zamanla yıkılışa sürükler. Geniş dairede
ve dünya çapında bunu başarmak mümkün değilse de, fertler ve topluluklar
bazında bunun örneklerine nâdir de olsa şahit olunmaktadır. Bu gerçeği çok iyi
bilen İslâm düşmanları, bütün mesâilerini Kur'ân'a karşı şüpheler uyandırma ve
müntesiplerini ondan soğutma noktasında yoğunlaştırmışlardır. Bin dört yüz
küsur yıllık İslâm tarihinde bu durum görülmektedir.
Ne yazık ki, etrafındaki surlarda
önce gediklerin meydana geldiği, arkasından müntesiplerinin maddî ve siyasî
güçlerini büyük çapta yitirmeleriyle de maddeten savunmasız kalan Kur'ân, son
bir iki asırdır sözkonusu hücumlara daha fazla maruz kalmıştır. Ne var ki, bu
son derece olumsuz durum bile o manevî güneşin söndürülmesine yetmemiş, aksine
i'câzınm daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Evet,
Kur'ân'm beşer sözü olmadığına en açık delil, onun bunca amansız hücumların,
yıldızmisal âyetlerinde kusur bulabilmek amacıyla yüzyıllar süren
tarassutların ve öz bünyesinde bir eksiklik yakalayabilmek ümidiyle onu âdeta
büyüteç altında inceleme gayretlerinin hep neticesiz kalmasıdır. Öyle görünüyor
ki o, mu'cizeliğiyle düşmanlarına dün olduğu gibi bugün de meydan okumuş ve
onları ilmen ve fikren bozguna uğratmış ve uğratmaktadır. Mevlâ'nın yaktığı
güneş kandilini üfleyerek söndürmek, onu balçıkla sıvamakla karartmak mümkün
olmadığı gibi, manevî bir güneş olan Kur’ân-ı Kerimi de bu tür saldırılarla
gözden düşürmek ve şüphe çamurlarını atmakla gölgelemek mümkün değildir.
Bunun en açık delili, işaret
ettiğimiz bunca olumsuz şartlar içerisinde bile bizzat düşmanları tarafından
ona sayısız övgülerin gönderilmesi ve insanlık için bir câzibe merkezi olmaya
devam ederek her gün yeni yeni pervâneleri ışığına celbetmesidir. Bizce
Kur'ân'm bu kuvvet, salabet ve tesiri bile onun mu'cize olduğunu ispatlamaya
yeter. Özellikle günümüzde Kur'ân'm tadılıp zevkedilen, fakat genellikle
gerçek sebebi tam olarak tesbit edilemeyen bu yönü hamiyetli İlâhiyatçıların
önünde bâ- kir bir saha olarak durmaktadır. Bu konuda özellikle yeni mühtediler
üzerinde gerçekleştirilecek ciddi ve geniş anket ve istatistikler, birer
kıvılcımı andıran ferdî tecrübe ve görüşleri birleştirerek güneş gibi bir
gerçeği ortaya çıkaracaktır. O da Kur'ân'm, peşin hükümsüz okuyucusu üzerinde
bıraktığı etkinin gerçek kaynağının İlâhî oluşudur.
Kur'ân'm vahiy kaynağı ile ilgili
iddialara, müsteşrikler tarafından kaleme alman "Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatı, İslâm dini, İslâm tarihi" gibi konuları ele
alan eserlerde, özellikle Batı dillerine yapılan Kur'ân tercümelerinin giriş
kısımlarında ve dinleri konu alan ansiklopedilerde hemen istisnasız bir
şekilde yer verilmiştir. Ayrıca bu konuda müstakil olarak, bazıları ciltler
tutan kitaplar ve yüzlerce makale bulunmaktadır. Biz, örnek kabilinden bu tür
eserlerin kısa bir listesine tezimizin Giriş bölümünün ilgili kısmında yer
verdik.
Özellikle son asırda Kur'ân'm büyük
çapta savunmasız ve hâmisiz kaldığını belirttik. Bu, Kur'ân cephesinde hiçbir
müdafaanın yapılmadığı anlamına gelmez. Nitekim, Kur'ân'm İlâhî oluşu
konusunda oldukça kifâyetli ve orijinal görüşlerle ortaya çıkan ve ilk anda
hatıra gelen bazı alimler vardır. Bunlardan özellikle,
"en-Nebeü'l-Azîm" ve "Initia- tion au Coran" isimli iki
kıymetli eseriyle Muhammed Abdullah Draz, "el-Vahyu'l-Muhammedî"
eseriyle Reşîd Rıza, "Menâhilü'l-İrfân Fî Ulûmi'l-Kur’ân" hacimli
çalışmasıyla Muhammed Abdu'l-Azîm ez-Zer- kanî, büyük bir kısmı konumuzla
ilgili olan "Risâle-i Nûr Külliyatı"yla Bediüzzaman Said Nursî,
"Le Phenomene Coranique" kitabıyla Mâlik bin Nebî, "Hakikat
Nurları", "İzâle-i Şükûk" gibi kıymetli çalışma- larıya İsmail
Fennî Ertuğrul, "Müdafaa (Ehl-i İslâmî Nasraniyete davet edenlere karşı kaleme
alınmıştır)" ve "Beşâir (Sıdk-ı Nübuvvet-i Mu- hammediye)"
isimli iki risâlesiyle Ahmed Midhat Efendi, "Masdaru'l- Kur'ân" ve
"el-Musteşrikûn ve'l-Kur'ân" çalışmalarıyla İbrahim Avad, "La
Bible, le Coran et la Science" adlı çalışmasıyla Maurice Bucaille,
"Defense de la Vie du Prophete Muhammed contre ses detracteurs" ve
"Defense du Coran Contre ses Critiques" isimli çalışmalarıyla
Abdurrahman Bedevî, "el-Kur'ân ve'l-Mubeşşirûn" isimli
çalışmasıyla Muhammed İzzet Derveze, "ez-Zahiretü'l-İstişrakıyye"
isimli hacimli eseriyle Salim el-Hâc Sâsî, “el-İslâm Fî
Kafesi'l-İttihâm" gibi eserleriyle Şevkî
Ebu Halîl, “İftiraâtü'l-Musteşrıkîn Ale'l-İslâm" adlı çalışmasıyla
Ab- du'l-Azîm İbrahim Muhammed el-Mutıî, “el-Musteşrikûn ve Şiibehâtu- hum
Havle'l-Kur’ân" adlı risalesiyle Muhammed Bakır el-Hakîm... özellikle
sayılması gereken şahsiyetlerdir. Burada müsteşriklerin, özellikle Kur’ân'ın
kaynağı, siyer ve İslâm hukukunun yanısıra diğer değişik İslâmî konulara
ilişkin şüphelerine cevaplar vermeyi amaçlayan ve sahalarında salahiyetli bir
heyet tarafından hazırlanmış "Menâhicü'l- Musteşrikîn
Fi'd-Dirâseti'l-Arabiyyeti'l-İslâmiyye" isimli iki ciltlik değerli
çalışma ile Mustafa Asım Köksal'm, "Caetani'nin İslâm Tarihi'- ne
Reddiye" isimli değerli eseri de zikretmeden geçemeyeceğiz. Dr. İdris
Şengül tarafından doktora tezi olarak hazırlanan “Kur'ân Kıssaları
Üzerine" adlı çalışma da, konumuzla ilgili kıymetli bilgiler ihtiva etmektedir.
Kur an düşmanlarının asırlardır
birbirine eklenerek yığılmış isnat ve şüphelerine karşı bu çalışmalar, büyük
bir boşluğu dolduruyorsa da, en azından kemmiyet olarak bizce bu şanlı ümmetin
hamiyet ve gayretlerini tam olarak yansıtmamaktadır. Bunların pek çoğu da,
düşmanlarına karşı yenik çıkmış ümmetin gönül yaraları için birer ilk yardım niteliğindedir.
Bu konuda çok daha derin, kapsamlı ve nitelikli çalışmalar yapılmalı ve Kur'ân
muhaliflerinin çoğu kez yaptığı gibi öyle pervasızca söz söylemelerine fırsat
verilmemeli, onları bin düşünüp bir söylemeye mecbur bırakmalıdır. Bu iş
sanıldığı kadar da zor olmasa gerek. Nitekim, pek çok müsteşrikin, kendinden
son derece emin bir edâ ile ileri sürdüğü pek çok ithamın, iyice tetkik
edildiğinde gerçekle hiçbir ilgisinin bulunmadığı, bizzat kendi ölçüleri
kullanılarak bile rahatlıkla ortaya konulabilmektedir. Bu tür iddialarda çoğu
kez, biri ötekinin görüşünü nakzetmekte, öncekinin büyük bir iddiayla
geliştirdiği bir hipotezi sonraki temelinden çürütmektedir. Daha da ötesi, aynı
müsteşrik bir tek eserinde bile bazan defalarca tenakuza düşmekten kur-
tulamamaktadır.
Bizim bu mütevazî çalışmamızın amacı
konuya ilişkin söylenenleri toparlamak, iddialara farklı bir bakış açısıyla
yaklaşarak değişik bir üslupla değerlendirmek ve cüz'î de olsa konuya katkıda
bulunabilmektir. Bundan fazlasını yapmaya ne yazık ki, ne süre, ne hacim bakımından
çalışmamız elvermez. Ancak bundan sonraki hedefimiz, burada belki de çoğu
zaman isimlerine ve bir iki görüşüne yer verilerek geçilen pek çok
müsteşriki—bir ferdin imkânı ölçüsünde—müstakil, hatta yerine göre bir tek
eserini ele alarak mevziî çalışmalar gerçekleştirmektir. İlâhiyat alanında
ciddî akademik adımların atılmaya başlandığı günümüzde bundan böyle bu yöndeki
çalışmaların çoğalmasını kuvvetle ümit ediyoruz.
Bizce şu soruyu sorma
zamanı gelmiş, hatta geçmektedir: Ümmet olarak daha ne zamana kadar bizzat
kendi Kitabımız, Peygamberimiz, inancımız ve kültürümüzle ilgili alanlarda
yapılanlara seyirci kalacağız? Bu sahnede sergilenen rolleri izlerken hoşumuza
giden tabloları görünce sevinecek, bizi rencide eden bir söz ve davranış
karşısında sadece burkulacak, yüzümüzü asacak, fakat eli kolu bağlı ve daima
seyirci koltuğunda oturmakla yetineceğiz? Bizce bazı müsteşriklerin bizzat ruh
kökümüze el atmaları, kendimiz olarak varlığımızı sürdürmemizi ciddî biçimde
tehdit etmeleri karşısında gerekli savunmayı yapmak bile yeterli olmayıp, bir
yandan onların cesaretlerini kıracak biçimde yanlışlarını bir bir ortaya
koyarken, diğer yandan karşı atağa geçerek bize karşı kullandıkları silahlarını
kendi kutsal kitaplarına, kültür ve medeniyetlerine çevirmeliyiz.
Unutulmamalıdır ki, onların kuvvetli görünmeleri bizim zayıf oluşumuzdandır.
Tezimiz, bir Giriş ve üç
ana bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmında, oryantalizm ve oryantalist
kelimelerinin sözlük ve terim anlamları, oryantalizmin doğuşu, tarihî gelişimi,
İslâmî konularda yaptıkları çalışmalarından örnekler, Hz. Muhammed'e ve
Kur'ân'a bakışları, Kur'ân ilimleri alanında yaptıkları çalışmalar üzerinde
durduk.
Birinci bölümde,
müsteşriklerin, Kur'ân'm tebliğcisi olarak Hz. Muhammed'in şahsıyla ilgili
iddialarını ele aldık. Kur’ân'm İlâhî kaynaklı oluşunu kabul etmeseler de Hz.
Muhammed'in baştan beri samimi olduğunu ve bu samimiyetini ömrünün sonuna kadar
sürdürdüğünü söyleyenler; bu konuda Mekke ve Medine dönemlerini farklı
değerlendirenler ve Hz. Muhammed'i baştan beri samimiyetsiz ve artniyetli
olduğunu söyleyenlerin görüşlerini ele aldık. Bu bölümde daha çok son iki iddia
üzerinde geniş değerlendirmelerde bulunduk.
Çalışmamızın ikinci
bölümünde, doğrudan doğruya Kur'ân'm kaynağı ile ilgili iddiaları ele aldık.
Müsteşriklerin öne sürdükleri bu kaynakları "İç Kaynaklar" ve
"Dış Kaynaklar" başlıkları altında inceledik. Dış Kaynaklardan
kastımız, Hz. Peygamberin ruhî ve aklî faktörünün dışında kalan yer ve
şahıslardır. Bunları Mekke Dönemindeki Kaynaklar ve Medine Dönemindeki
Kaynaklar olmak üzere ikiye ayırdık. İç Kaynaklardan amacımız da doğrudan
doğruya Hz. Muhammed'in ruhî ve aklî varlığıyla ilgili olarak hatıra
gelebilecek hususlardır. Bu başlık altında, Hz. Muhammed'in, bazı şahsî ve
toplumsal amaçlar gözeterek bile bile sözlerini Allah'a isnat etme ihtimalinin
bulunup bulunmadığı; farkında olmaksızın ve ihtiyarı dışında böyle bir yola
girmesinin mümkün olup olmadığı noktaları üzerinde durduk.
Tezimizin üçüncü bölümünde ise,
Kur'ân'm, gerek üslup, gerekse muhteva bakımından beşer kaynaklı olup
olamayacağı noktaları üzerinde durduk.
Tezin sonuç kısmında, araştırmamız
sonunda ulaştığımız neticeleri belirttik.
Çalışmamın başından beri yol
gösterici himmetlerini benden esirgemeyen muhterem hocam Prof. Dr, Suat
Yıldırım Bey'e özellikle şükranlarımı sunarken, emeği geçen diğer hoca ve
arkadaşlarıma da teşekkür etmeyi görev sayıyorum.
Doktora çalışmamızın basımını
gerçekleştiren Nesil Basım-Yaym yetkililerine özellikle kitap olarak yayma
hazırlanmasında gayretlerini esirgemeyen muhterem Mehmed Paksu ve Kenan
Demirtaş'a şükranlarımı bildirmek istiyorum.
Abdulaziz HATİP
İstanbul,
1997
ORYANTALİZMİN,
DÜNDEN BUGÜNE KUR'ÂN'A VE HZ. MUHAMMED'E BAKIŞI
ORYANTALİZMİN,
DÜNDEN BUGÜNE KUR’ÂN’A VE HZ. MUHAMMED’E BAKIŞI
A. Müsteşrik Kavramının Tanımı ve Kapsamı
Oryantalizm, diğer deyimiyle
müsteşriklik, Doğu bilimi veya Doğu Dünyası bilimi veya Şark ilmi demektir.1
Oryantalist ise, genel anlamıyla ve bir bütün olarak Yakın, Orta ve Uzak
Doğuyu dili, edebiyatı, uygarlığı ve dinleriyle incelemeye çalışan Batılı
bilim adamları için kullanılan bir terimdir. Ancak biz burada bu geniş anlamı
üzerinde durmayacağız. Ayrıca "Doğu" kavramının değişik dönemlerde
kazandığı çeşitli coğrafî ve medenî değişikliklere değinmeyeceğiz. Burada bizi
asıl ilgilendiren husus, Müslüman Doğunun edebiyatıyla, tarihiyle,
inançlarıyla, hukuk yapısıyla ve genel olarak medeniyetiyle ilgilenen Batı
araştırmaları anlamındaki oryantalizmdir. Zaten İslâm dünyasında da
"oryantalizm" veya "oryantalist" denildiğinde ilk akla gelen
ve oryantalistlerin de kendi çalışmalarında yaygın olarak kastettikleri anlam
budur.2 Şunu hemen belirtelim ki, son dönemlerde oryantalistler
araştırma alanlarını daha da genişletmiş olmakla birlikte, temel ve en önemli
konusu hâlâ, İslâm dini ve İslâm dünyası olmaya devam etmektedir.3
Müsteşriklik, diğer deyimiyle oryantalizm, düşünce alanında, özellikle
medeniyetler sözkonusu olduğu ve Batının, genel olarak Doğu, özellikle de
İslâm medeniyetiyle olan ilişkisi ele alındığı zaman çok kullanılan bir
terimdir. Daha önce pek çok araştırmacı oryantalizmi incelemeyi konu almış,
onu tanımlamış, ne zaman doğduğu, arkasındaki faktörlerin neler olduğu, hangi
yöntemleri kullandığı ve ne gibi amaçlar güttüğü vb. hususlarda, çok fazla söz
söylemeye ihtiyaç
1 Rudi Paret,
ed-Dirâsâtü’l-islâmiyye ve’l-Arabiyye Fi'l-Câmiati'l-Almâniyye (trc. Mustafa
Mâhir, Kahire 1967, s. 11.
2 Bk. Mahmud Hamdî
Zakzûk, el-istişrak Ve’l-Halfiyyetü’l-Fikriyye Li’s-Sıra’t'l-Hadarî, Kuveyt 1404,
s. 18.
3 Adnân Vezzân,
el-istişrak ve’l-Musteşrikûn, Mekketü’l-Mükerreme, 1984, s. 15.
18 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
bırakmamışlardır.4
Bütün araştırmacıların bu konudaki gayretlerini takdir etmekle birlikte, bu
kısa "Giriş" te oryantalizmin tarihçesini, perde arkasını, İslâm
dinine bakışını bir kez daha kısaca ele almakta fayda mülâhaza ediyoruz.
B. Tarihçesi
Araştırmacılar, oryantalizmin kesin
olarak ne zaman doğduğu konusunda birleşememektedir. Bu da muhtemelen, şarkiyat
araştırmalarının, oryantalizm (istişrak) teriminden—bin yıla yakın—uzun bir
zaman önce başlamasından kaynaklanmaktadır. Bazı araştırmacılar, Batıda oryantalizmin
resmen ortaya çıkışını 1312'de toplanan Viyana Konsûlü'nün çeşitli Batı
üniversitelerinde birkaç Arap Dili kürsüsünün kurulmasına ilişkin karar
çıkarmasıyla başlatıldığına işaret ediyorlarsa da bu konuda kesin bir tarih
vermek güçtür.5 Ancak burada "Kilise Oryantalizmi" - ne
işaret edilmesi, bu tarihten önce de gayr-ı resmî bir oryantalizmin bulunduğunu
göstermektedir. Bir kısım araştırmacılar, oryantalizmin ilk başlangıcının
Milâdî 11. yüzyılın başlarına kadar dayandığını söylerken; Rudi Paret,
Avrupada İslâm ve Arap araştırmalarının, Kur’ân'ın ilk defa Latinceye
çevrildiği ve ilk defa Latince-Arapça sözlüğün çıkarıldığı 12. yüzyılda
başladığı görüşündedir6. Oryantalizmin başlangıcını bu tarihten iki
asır öncesine kadar dayandıranlar da vardır7. Öyle görünüyor ki,
oryantalizmin kökleri yaklaşık olarak geçen bin yılın derinliklerine kadar uzanmasına
rağmen, bu kavram Avrupada ancak 18. yüzyılın sonlarında ortaya çıkmıştır. İlk
defa 1779'da İngiltere'de, daha sonra 1799'da ise Fransa'da kullanılmaya
başlanmıştır. "Oryantalizm" kelimesi Fransız Dil Akademisinin
sözlüğüne ise 1838'de kaydedilmiştir8. Görüldüğü gibi,
oryantalizmin başlangıcı için belirli bir dönem üzerinde görüş birliği
edilememektedir. Fakat burada önemli olan "oryantalizm" veya
"oryantalist" terimlerinin ne zaman ortaya çıktığı değil; asıl önemli
olan İslâmî araştırmaların Avrupada ilk defa ne zaman başladığıdır.
Buna göre öncelikle şu noktalara
dikkat çekmekte fayda görüyoruz:
4 Msl., bk. Mustafa
Sibâî, el-istişrak ve'l-Musteşrikûn, Beyrût 1979, s. 13 vd.
5 Edward Said,
Oryantalizm, (trc. Nezihi Uzel) İstanbul 1982, s. 91.
6 Rudi Paret, a.g.e., s.
9.
7 Nitekim,
Necîb el-Akîkî, el-Musteşrikûn isimli üç ciltlik ünlü esirine, Fıransız Rahip
Gerard de Oraliac (M. 940-1003)'ın hayatına yer vererek başlamak suretiyle
böyle bir kanaatte olduğu izlenimini vermektedir.
8 Schaht ve Bosworth’tun
tasnif edip, Muhammed Züheyr es-Sanhûrî’nin tercüme ettiği Silsiletü Alemi'l-
Ma’rife (Kuveyt 1978) isimli eserde, Maxime Rodinson’un “İslâm Kültürü”
hakkında yazdığı bölüme, I, 78.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 19
1. Şark
araştırmaları Batıda bir anda ortaya çıkmamış, aksine bu, alandan alana,
ülkeden ülkeye göre değişiklik göstermiştir. Bu da o ülkenin İslâm dünyasıyla
temas edip etmemesi, ona olan uzaklık ve yakınlığı ile yakından ilgilidir. Bu
ölçü ışığında, İslâm araştırmalarının meselâ neden Endülüs gibi bir bölgede,
İngiltere ve Almanya gibi ülkelere nisbetle öncelik kazandığı daha iyi
anlaşılmaktadır.
2. Oryantalizmin
en birinci sâiki—bizzat müsteşriklerin de iti- riafıyla—dinîdir. Yani, daha
etkin bir biçimde mücadele etmek ve dindaşlarını onu benimsemekten korumak için
İslâm dinini ve İslâm dünyasını daha iyi tanıma arzusudur.9
3. Avrupanm
İslâm dini ve İslâm dünyası ile tanışması, Müslümanlarla Hıristiyanların karşı
cephelerde yer almaları dönemine rastlayınca, sözkonusu araştırmaların
hedefinin İslâm ile mücadele, onu mağlup etme ve yayılmasına engel olma
şeklinde kendisini göstereceği kaçınılmazdı. Bu konuda Alman müsteşrik Rudi
Paret, Hıristiyan Batının İslâma karşı tutumunun itici ve sürtüşmeci olduğunu,
Hıristiyan din ve bilim adamlarının İslâm ile tanışırken, Hıristiyanlığa düşman
olan bir dinde hayır bulunmasının mümkün olmadığı şeklinde peşin bir hüküm
taşıdıklarını itiraf etmektedir.10
Bu noktalar ışığında denilebilir ki,
Şarkiyat araştırmalarının tarihi, Avrupalınm İslâm ve Müslümanlarla
tanışmasıyla başlar. Bu tanışmanın ise, birçok kişinin zannettiğinden çok daha
erken bir döneme rastlar ve çok sonraları kullanılmaya başlanan oryantalizm ve
oryantalist kelimeleri, fiilen var olan bir olguya ve yüzyıllar önceden mevcut
bulunan faaliyetlere isim bulmaktan öte bir anlam taşımaz. Öyle görünüyor ki,
Avrupalınm İslâm ile tanışması, Hicretin 7. yılında11 Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), diğer belli başlı devlet ve kabile
reislerinin yanısıra, zamanın Bizans Kralına da bir İslâma davet mektubunu göndermesiyle
başlamıştır. Nitekim Buharî'nin kaydettiği bir rivayette, Ebu Süfyân ve diğer
bazı Kureyşli tüccarlar, Hudeybiye Antlaşması sonrasında ticaret amacıyla
Şam'da bulundukları sırada, Hirakl onları çağırmış, Ebu Süfyân'a, Hz.
Muhammed'in ahlâkını, halkı arasındaki durumunu, onları neye davet ettiğini
sormuş, Ebu Süfyân ise henüz Müslüman olmadığı halde yalanının açığa
çıkacağından korkarak bu sorulara doğru cevap vermiştir. Hirakl, Ebu Süfyân'm
cevaplarını duyunca, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında
güzel sözler sarfetmiş ve bu da Rum
9 ed-Dirâsâtü’l-Arabiyye
Fİ'l-CâmiatiTBİritaniyye’den nakleden “ed-Dirâsâtü'ül-Arabiyye ve'l-islâmiyye
Fî Ba’di’l-Bilâdi’l-Avrûbiyye, Beyrût, 1973, s. 10 vd.
10 Rudi Paret,
a.g.e., s. 9.
11 ibn Sa’d,
Tabakat, I, 258; M. Asım Köksal, a.g.e, VII, 37. Bunun, 6. yıl Zilhicce ayında
olduğu da rivayet edilir. Taberî, Tarih, III, 84; M. Asım Köksal, a.g.e, VII,
37.
20 H KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ileri gelenlerini
kızdırmış, homurdanmalarına ve seslerinin yükselmelerine sebep olmuştur.12
Kanaatimize göre, Avrupalı olan
BizanslIların İslâm ve Peygamberi ile ilk tanışması ve buna karşı muhalif
tutumları böyle olmuştur. Bilindiği gibi bu sırada henüz iki taraf arasında
bir savaş durumu sözkonusu değildi. Bu da gösteriyor ki, hiçbir siyâsî sebep
ortada bulunmaksızın, sırf dinî mülâhazalarla Avrupalı, İslâma karşı bir tavır
takınmıştır. Daha sonra İslâmî fetihler başlamış, Müslümanlarla AvrupalI
BizanslIlar arasında savaşlar meydana gelmiş ve bu durum Hıristiyan Avrupanm
İslâma olan düşmanlığını bilemiştir. Bu kin ve düşmanlık, haçlı seferleriyle
doruğa ulaşmıştır.
Ortodoks olan Bizanslılar, Katolik
olan Batı AvrupalIlardan daha önce İslâm dünyasıyla temas sağlamış, İslâmla
tanışmış ise de, İslâm dünyası sınırlarının erken sayılacak bir dönemde önce
Endülüs, sonra da Sicilya'ya kadar uzanması, Katolik Batı Avrupalımn da
doğrudan doruya İslâm ile temas sağlayıp onunla tanışmasını temin etmiştir.
Maalesef bu tanışma da, problemsiz ve objektif bir biçimde gerçekleşememiş,
aksine "Bizanslı polemikçilerin hiçbir kaynağa inme zahmetine katlanmadan
İslâmî karalayıcı ve tahkir edici faaliyetlerinin ve bunu kendilerine ekmek
kapısı edinmiş yazar ve şairlerin Müslüman Arap- lara, asılsız, hatta çelişkili
ithamlarda bulunmalarının sonucunda"13 gerçekleşmiştir.
İslâmın doğuşu ve daha sonra başlayan
fetihleri Avrupahlar nezdinde "İslâm Problemi" denebilecek bir
gerçeği doğurmuştur. Bu da, gerek doğu ve gerekse batı Avrupanın kapılarını
zorlamaya başlayan İslâm tehlikesine Hıristiyan Avrupalımn nasıl karşı
koyacağıydı. Hıristiyan Batının İslâma karşı mücadelesi yalnızca kılıçla ve
savaş meydanlarında vuruşmakla kalmıyor, önem ve tehlike bakımından
birincisinden hiç de geri kalmayan başka bir alanda da devam ediyordu. Bu da,
İslâm ile fikren mücadele etme anlamına geliyordu. Bu mücadelede ise Batının
elindeki en önemli araç şarkiyat araştırmalarıydı. Şu halde denilebilir ki,
oryantalizm tarihi, Avrupalı tarafındaki "İslâm Problemiyle birlikte
başlar. Bu da, daha önce de belirtildiği gibi, İslâm cereyanına karşı koyma
anlamına gelir.
Müslümanlarla Hıristiyanlar
arasındaki mücadelenin kısaca beş aşamaya ayrılması mümkündür:
12 Buharî,
Cihad 101; Ahmed, Müsned, I, 263; M. Asım Köksal, Islâm Tarihi, VII, 48.
13 Muhammed
Gallâb, Nazarâtün istişrakıyye Fi’l-İslâm, (Mecelletü’l-Ezher, Nisan 1970
tarihli sayısının eki) Kahire, s. 9.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 21
Birincisi: Müslümanların, Batıya doğru fütuhata
başlama aşaması. Bu aşama, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
vefatından az bir zaman öncesinden başlar, Doğu Roma İmparatorluğunun büyük bir
kısmı, Kuzey Afrika, İspanya ve Sicilya fethine kadar sürer.
İkincisi: İspanya savaşında Hıristiyanların
mukabil hücuma geçmesiyle başlar, Kuzey Afrika'daki savaşlar ve Doğuya yapılan
Haçlı Seferleriyle devam eder.
Üçüncüsü: Türklerin önderliğinde, Müslümanların
yeniden fütuhata geçmeleriyle başlar. Bu aşamanın özelliği İstanbul, Balkan ve
Orta Avrupa'nın fethinin gerçekleşmesidir. Yine bu dönemde, Kuzey Afrikada,
Hıristiyanların ilerlemesi de durdurulmuştur.
Dördüncüsü: Hıristiyanların yeniden hücuma
geçmesiyle başlar. Türkler, daha önce fethettikleri toprakların büyük bir
kısmından atılır. Orta Asya ve Rusya'da Müslümanların kuvveti yok edilir. İslâm
ülkelerinin büyük bir kısmı sömürgeleştirilir.
Beşincisi: Çağdaş dönem sayılır ki, bu dönemde
sömürgeciliğe karşı savaş ve Müslümanların yeniden hürriyetlerine kavuşmaları
ile tanınır.14
Fakat Batıda İslâm problemi iki ana döneme
ayrılabilir. Bu iki dönemin sınırı ise Miladî 15. yüzyıl olarak tesbit
edilebilir.
Birinci dönem, İslâm dininin
yayılması dönemidir. Bu dönemde bir yandan Müslümanların siyasî iktidarları
bizzat Avrupanm bir kısım toprakları üzerinde yayılırken, diğer yandan İslâm
medeniyeti de yükseliştedir. Ortaçağın karanlıklarını dağıtan tek ışık kaynağı
bu medeniyettir. Bu dönemde gerek doğuda ve gerekse Endülüs'te haçlı seferleri
yapılmış ise de, İslâmm siyasî gücü ancak çok az geriletilebilmiştir. Bu dönem,
Osmanlılarm Doğu Avrupayı fethetmesi ve Viyana kapılarına kadar dayanmasıyla
son bulmuştur. Bundan sonra İslâmm yayılma süreci duraklama dönemine girmiş,
arkasından da gerilemeye başlamıştır. Bu dönemde Gırnata'nm düşmesiyle
Müslümanlar Endülüs'ü bütünüyle kaybetmişlerdir (897 H. 1492 M.). Yine bu
dönemde, Avrupahlar Ortaçağın karanlıklarından silkinmeye başlamışlardır.
Osmanlılarm zayıf düşmesiyle de İslâm dünyasını sömürgeleştirme iştihaları
kabarmıştır. Uyanışının sebepleri ne olursa olsun, İslâma olan düşmanlığından
hiçbir şey kaybetmemiş ve İslâm dünyasını sömürme arzusu bir an bile Binmemiştir.
Gerek bu dönem, gerekse bundan
sonraki dönemde oryantalizm büyük roller oynamıştır. Meselâ birinci dönemde
Şarkiyatçılık, Batılı
14 Jean Paul Roux,
el-islâm Fi’l-Garb, (trc. Necde Hacer ve Said el-izz), Beyrût, 1960, s. 69.
22 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Hıristiyanları İslâmdan
korumaya, Hıristiyanlık aleyhine yayılmakta olan İslâmm önüne set çekmeye çaba
göstermiştir. Çerek doğu ve gerekse batı Arupa kiliseleri birbiriyle çelişip
sürtüşen inançlarıyla İslâmm güçlü inanç sistemine karşı koyamayacağını ve
Avrupalı kendi halinde bırakıldığı takdirde Güney Akdeniz ve Endülüs'te olduğu
gibi İslama büyük bir yönelişte bulunacağını anlamıştır. Bu yüzden Kilise,
Müslümanlığı karalama ve onu Avrupalı mensuplarına çirkin bir imaj ile sunma
konusunda elinden gelen çabayı göstermiştir. Bu görev için de Kiliseye mensup
veya taraftar müsteşrikler görevlendirilmiştir. Bu sebeple, terim olarak "Oryantalist"
ismini alanların temel öncülerinin bunlar olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Bunlar, aynı zamanda Hıristiyan din adamlarıydı. Bir rahip olan Gerard de
Oraliac bunlara örnek olarak zikredilebilir. Bu zat, Endülüs'e giderek
Müslümanlardan ilim öğrenmiş, Avrupaya döndüğünde II. Sylvester adıyla M. 10.
yüzyıl sonlarında papalık makamına getirilmiştir. Pierre le Venerable ve benzerleri
de o dönemde şarkiyatla uğraşan Hıristiyan din adam- larındandır.15
Bu gibi Hıristiyan ve
şarkiyatçı din adamları İslâm aleyhinde bir sürü uydurma ve iftiralarda bulunup
bunları kendi dindaşları arasında yaydılar. Müsteşrik Carra de Vaux şu itirafta
bulunmaktadır:
"Muhammed, Batıda
uzun zaman çok kötü olarak tanındı. Kendisine nisbet edilmedik hiçbir
hurafe ve hakaret bırakılmadı."
Bütün bu iddialar
Batıhlar arasında büyük bir revaç buldu. Çünkü onlar, Hz. Muhammed'e ve dinine
zarar veren her sözü delilsiz kabul etmeye hazırdılar.16
Müslümanların siyaset ve
medeniyet alanında gerilemesine rastlayan ikinci dönemdeki müsteşriklerin
rolüne gelince, bu aşamada, müsteşriklerin İslâma ve Müslümanlara olan
saldırıları sömürgeci güçlerce de alabildiğine desteklendi. Müsteşrikler,
misyonerlerle de yardımlaşarak bizzat Müslümanları inançlarına karşı şüpheye
düşürmeye; maneviyatlarını zayıflatmaya ve böylece de sömürgecilere kolayca
teslim olmalarını sağlamaya çalıştılar. Çünkü, sömürgeciliğin bir aleti
durumundaki oryantalizm, İslâm dünyasında kendilerine karşı mukavemetin temel
unsurunun İslâm dini olduğunu çok iyi kavramışlardı. Bu amaçla onlar, İslâma
saldırmaya devam ederek bu mukavemeti yok etmeye, İslâmî bizzat Müslümanların
gözünden düşürmeye çalıştılar. Bununla da, emperyalizme karşı en sağlam
kalelerinin yıkılmasını amaçladılar.
15 Daha
geniş bilgi için bk. Necîb el-Akîkî, el-Musteşrikûn, el-Kahire, 4. Baskı, I,
110-124.
16 Paret,
a.g.e, s. 10.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 23
Her şeye rağmen, İslâm düşmanlığının,
oryantalizmin temel sâiki olması, tarafsızlık ve objektifliğe daha eğilimli ve
İslâma insaf gözü ile bakan az bir kısım müsteşrikin de ortaya çıkmasına engel
olamadı. Ne varki, fikrî altyapıları ve içinde yaşadıkları ortam onları da,
Müslümanların anladığı mânada İslâmın hakikatini algılamalarına perde
oluyordu. Şarkiyat araştırmalarının geçirdiği bu değişikliğe işaret eden bazı
araştırmacılara göre: "19. yüzyıldan önce Batıkların İslâm hakkında
gerçekleştirdikleri araştırmalar ve az da olsa yaptıkları Kur'ân tercümeleri
gibi çalışmaların pek çoğu İslâm düşmanı Hıristiyan din adamları kaynaklıydı.
Bu çalışmaların asıl amacı da açıkça İslâmla mücadele, kendilerince eksik ve
gediklerini tesbit ve Müslümanlarla mücadele ederken yararlanmak üzere
misyonerlere malzeme hazırlamaktı. Bunun amacı da sözkonusu araştırmaların,
Hıristiyanlığı Müslümanlığa karşı galip kılmaktan ibaretti. Bu sebeple de, çok
fazla sağlıklı, iyi niyetli ve tarafsız değildi."17
Onsekizinci yüzyılda, bu saldırgan
tutum nisbeten hafifleyip zayıflamaya başlamıştır. Fakat bu sözkonusu dönemin
düşünürlerinin İslâm hakkında insaf ve hakperestliğinden değil, hürriyetçi
olanından, dinsiz ve materyalist olanına kadar çeşitli inançtaki bu
düşünürlerin, Hıristiyanlığa olan düşmanlığından kaynaklanıyordu. Bu düşmanlık
kendilerini, İslâmî bir derece daha titiz ve daha nezih bir biçimde araştırmaya
ve saldırı yerine onu daha iyi anlamaya şevketti. Hatta bunlardan, resmî
Katolikliği çürütmek amacıyla Müslümanlığı savunanlar bile oldu.18
C. Müsteşrikler
Hakkında Detaylı Bir Değerlendirme Yapmanın Güçlüğü
Müsteşriklerin İslâmın değişik
konuları ve özellikle İslâm tarihiyle ilgili çalışmalarını detaylı bir biçimde
ele almak mümkün değildir. Bunun birkaç sebebi vardır. Bunlardan bazılarını
zikretmek gerekirse şöyle denilebilir:
1. Konunun tabiatı: Müsteşrikler, çok değişik
hüviyet ve düşüncede oldukları için bu özellikleri aynen çalışmalarına da
yansımıştır. Meselâ, dindar bir Hıristiyan müsteşrikin araştırmaları, laik bir
müsteşrikin çalışmalarından; onikinci yüzyılda yaşamış bir müsteşrikin eseri,
onsekizinci yüzyılda yaşamış bir müsteşrikin eserinden oldukça büyük
farklılıklar arzetmektedir. Müsteşriklik, her ne kadar genel bir cereyan
17 Gallâb, a.g.e.,
s. 8.
18 Gallâb,
a.g.e., s. 12.
24 H KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ise de, bölge itibariyle,
fikren, amaç bakımından ve İslâm dünyasıyla temas halinde olup olmamasına göre
çok çeşitli ekollerden meydana gelmektedir. Bu nedenle, meselâ az da olsa bir
Fransız müsteşrik ile bir Alman veya bir Rus müsteşrikin konulara yaklaşımları
arasında farklılıklar bulunabilmektedir. Öte yandan İslâm dünyasının çok geniş
olması, tarihinin çok farklı dönemlere ayrılması ve müsteşriklerin bu farklı
dönemleri baz olarak alıp Müslümanları ve İslâmî konuları ele alması da
eserlerine çok büyük farklılıklar kazandırmıştır. Ayrıca müsteşriklerin
kullandıkları metodların da değişmesi ölçüsünde eserlerinde ve iddialarında
farklılıklar doğmuştur.
2. Müsteşriklerin amaç ve yöntem bakımından
birbirine benzer veya farklı olmaları: Müsteşrikler gerek fert ve gerekse grup
olarak bazan aynı amacı paylaştıkları halde, farklı yöntemler uygulamakta,
bazan da tersi olmaktadır. Bu yüzden müsteşriklerin eserlerini aynı ölçüyle
değerlendirmek oldukça güçtür19.
Meselâ, müsteşrikleri zaman
itibariyle "Eski" (Cerard de Oraiac gibi.) ve "Yeni" (Carra
de Vaux, Goldziher, Shaht.. vb.) veya İslâma ve Müslümanlara karşı genel
tutumlarına göre, İslâmî ve İslâm medeniyetini öven, ılımlı; ona karşı
karalayıcı ve düşmanca tutum takman katı... gibi gruplara ayırmak mümkün olduğu
gibi, başka tasnifler de yapılabilir. Nitekim müsteşrikleri şu şekilde tasnif
edenler de vardır:
1. Arapçayı
ve İslâm dininin ana kaynaklarının dilini bilmeyen, çalışmalarında tamamen
başkalarının eserlerine ve özellikle kendi dillerine yapılmış tercümelere
dayanan kimseler. Bu grubun eserleri dikkat ve gerçekçilikten alabildiğine uzak
olacağı tabiidir.
2. Tarih,
felsefe ve Arapçayı çok iyi bildikleri halde Siyeri ve İslâmî ilimleri
bilemeyen grup.
3. Dili
oldukça iyi bildiği, İslâmî ilimlere de vakıf bulunduğu halde ve kendilerinden insaflı
ve objektif olmaları beklenirken değişik amaçlarla İslâma olan düşmanlığını
eserlerine yansıtan grup. Margoliuth bunlara örnek olarak verilebilir20.
Daha başka tasnifler yapanlar da
vardır. Meselâ, (1) Efsane ve hikayeleri malzeme olarak kullanan grup. (2)
Kendi araştırma ve incelemelerini sömürgeciliğin hizmetine veren grup. (3) Kin
ve kibirlerinin kendilerini İlmî nezaheti görüp göstermeyecek kadar körelttiği
grup. (4)
19 Muhammed b.
Abûd, Menhecü’l-lstişrâk Fî Dirâseti’t-Tarîhi’l-islâmî “Menâhicü’l-Müsteşrikîn
Fî’d- Dirâsâti’l-Arabiyye el-islâmiyye”, Mektebü’t-Terbiyyeti’l-Arabi Li
Düveli’l-Halîc, Riyad, 1405-1985- l-ll) kitabından, J, 344... vd.
20 Sabahuddîn
Abdurrahman, el-Üsûsu’l-Edebiyye Li Dirâsâti'l-Müsteşrıkîn (“el-islâm
ve’l-Müsteşrikûn” isimli kitaptan) Cidde, 1985, s. 145.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 25
Eserlerine İlmî araştırma
süsü verdiği halde, doğru yoldan saparak İslâmiyette zaaf noktalarını aramaya
çalışan grup. (5) İslâma ilişkin araştırmalarında objektifliğe ve İlmî nezahete
sarılan, İslâmiyet ve Müslümanlar hakkında insaf ve adaletten ayrılmayan ve bu
özellikleriyle bir kısmı Müslüman olmuş grup21. (6) çalışmalarını
Arap Dili, dil felsefesi ve Arap Edebiyatı üzerinde yoğunlaştırmış, ya da
sözlük ve gramer kitapları yazmakla faydalı eserler ortaya koymuş grup22.
Bu gruplandırmaları kabul edip
etmememiz bir yana, onları birtek açıdan değerlendirmenin ne kadar güç olduğunu
açıkça ortaya koymaktadır.
D. Müsteşriklerin Hz. Muhammed'in Hayatına Bakış açıları
İslâmî konularla ilgilenen
müsteşriklerin ilk ilgi alanları hiç kuşkusuz Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatıdır. Hemen hepsi bu konuya kendi eserlerinde kısa veya
uzun bir biçimde yer vermiş ve bunu hüküm ve teorilerine birer basamak yapmaya
çalışmışlardır. Nitekim, müsteşrikler tarafından gerçekleştirilen hemen bütün
Kur'ân meâllerinin başında Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
hayatı yer almaktadır. Kur'ân'm ilâhiliğini bir yana bırakacak olursak—ki
müsteşrikler bunu kabul etmiyorlar—İslâm dininin tek kaynağı Hz. Muhammed'dir (salla’llâhü
aleyhi ve sellem). Dolayısıyla onunla ilgili en ufak bir şüphe uyandırmaları
İslâmî temelden yıkmak için yeterli olacaktır. Bunu çok iyi bildikleri için de
çalışmalarını bu nokta üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bunlardan, özellikle
Hıristiyan veya Yahudi olup da dinî taassup taşıyanlar, Hz. Peygambere en ağza
alınmayacak isnat ve iftiralarda bulunmaktan çekinmemişlerdir. Bu taassuptan
nisbeten kurtulan laik bazı müsteşrikler ise, objektif olmayı teorik olarak
kendilerine prensip edindikleri halde pratikte çoğu zaman bu ölçülerine
bağlılık gösterememişlerdir. Çünkü, bir Batılının kolay kolay kendi fikrî
birikimini, şuurunu besleyen telkinleri bütünüyle bir yana bırakıp ezelî düşman
ve rakip olarak tanıdığı İslâm dini konusunda tarafsız davranması mümkün
olamayacak derecede güçtür.
Hiç kuşkusuz, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatını gerçek anlamda anlayıp aktarabilmenin asgarî şartı,
ona iman etmek, en azından onun ri- saletinin İlâhî ve gaybî kaynağına saygı
duymak; hiçbir peşin hüküm taşımayan objektif bir yöntem uygulamak; Arap dilini
iyi bilmek, bu
21 el-Akîkî,
a.g.e., III, 619...vd.; es-Sibâî, a.g.e., s. 22..vd.
22 Zakzuk,
a.g.e., s. 75-76.
26 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
konuda gerekli İlmî
malzemeyi titizlikle toplayıp bunlar arasında ciddi bir muvazene, değerlendirme
ve sentezde bulunabilmektir.23
Müsteşrikler, siyerin pek çok temel
prensiplerini inkâr konusunda birleşiyorlar. Meselâ, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) peygamberliği, vahiy, Kur'ân'm İlâhî kaynaklı oluşu... bunlardan
birkaçıdır. Hemen hemen bütün müsteşrikler, Kur'ân'm beşer kaynaklı olduğunda
ısrar ediyorlar. Bunun en açık delili ona iman etmemeleridir. Aynı zamanda bir
AvrupalI aydın olan Müslüman Dr. Maurice Bucaille, Batının bu saplantısını ve
bunun doğurduğu bakış açısını şöyle dile getirir:
"Nesiller boyunca onların
(Batıkların), insanlığın dinî meselelerini öğrenme tarzları ve İslâma ait her
hususta bilgisiz bırakıldıkları hatırlanırsa, buna şaşmamak gerekir.
"Muhammedî din" veya "Muhammedîler" şeklindeki
adlandırmaların—hem de günümüze varıncaya dek—kullanılışı, zihinlerde şu yanlış
kanaati yerleştirmek için değil midir: 'İslâm demek—Hıristiyanların kabul
ettiği Tanrı'nın kendisiyle hiçbir ilgisi olmadığı bir kimse tarafından
yayılmış olan bir takım inançlar demektir.' Kültürlü çağdaşlarımızın birçoğu,
kelimenin tam anlamıyla İslâm vahyi üzerinde tam olarak düşünmeksizin, İslâmın
felsefî, sosyal ve siyasî yönleriyle ilgilenmektedir. Bizatihî Kur'ân'ı
incelemeyi bir tarafa bıraktırmak gayesiyle, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kendisinden önceki peygamberlerin kitaplarından faydalandığı
iddiası, kesin bir gerçekmişçesine kabul ettirilmek isteniyor."24
Rudi Paret, başka bir müsteşrik olan
Sprenger hakkında: "Kaleme aldığı siyer kitabı birçok açıdan hayal
kırıklığına uğratıcıdır. Bu eserinde, İlmî inceleme ve takrîr şartlarını
gözetmemiştir. İslâmın, asrının bir ürünü olduğu şeklindeki kanaati kendisini
yanıltmış ve Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şahsiyet ve tarihî
gayretlerinin değerini düşürmüştür" demektedir.25
Müsteşriklerin bir konudaki insaf ve
itidali bizi aldatmamalıdır. Çünkü, çok geçmeden başka bir konuda dengesizlik
ve aşırılığı hemen kendisini gösterir. Bu yüzden de, bir tek müsteşrik hakkında
bazan Müslümanlar tarafından değişik değerlendirmeler yapılıyor. Aynı
müsteşriki bazılarımız, "İslâmî öven ve takdir eden birisi" olarak görürken,
başka birimiz, aynı şahsı "İslâm düşmanı ve İsâm'ı karalayıcı" olarak
görebilmekteyiz. Müsteşriklerin, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ve Kur'-
23 Imaduddîn
Halîl, el-Müsteşrikûn ve’s-Siretü’n-Nebeviyye (“Menâhicü'l-Musteşrikîn
Fî’d-Dirâsâti’l- Arabiyye el-lslâmiyye") adlı kitaptan. I, 116.
24 Maurice
Bucaille, la Bible, le Coran et la selence, International Islamic Federation of
Student Organizations, Kuwait, ts. s. 6.
25 R. Paret, a.g.e.
s. 22.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 27
ân-ı Kerim hakkmdaki
değerlendirmeleri ne kadar âdilâne ve insaflıca olursa olsun, eğrilik ve
eksiklikle malul olmaya mahkumdur. Bu da Müslümanlarmkinden çok farklı olan ve
az önce işaret ettiğimiz bakış açılarından ileri gelmektedir. Zira müsteşrik
Müslüman olmayıp, ya gaybe inanmayan materyalist ve laik veya Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) peygamberliğine ve İslâmm orijinalliğine inanmayan Hıristiyan
ve Ya- hudidir.
Müsteşriklerin, İslâm tarihi ve
medeniyetini ele alırken genel olarak içine düştükleri yöntem hataları şu
şekilde maddeleştirilebilir:
1. Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı hakkında laik bir tutum
takınmaları, şüphe uyandırmak için kasden dinî metin ve rivâyetleri tahrif
etmeleri, bazı önemsiz noktalar üzerinde yoğun bir biçimde durmaları (Mesela,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Bahîra ile karşılaşması olayı)
ve sahih bir kaynağa dayanmayan noktalarda ısrar etmeleri. Bütün bu
tutumlardaki amaçları, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğini
ve vahyi inkâr etmektir.
2. Bilimsellik
iddiasıyla Islâm tarihini beşeri ve maddi bir yaklaşımla anlamaya çalışmaları.
Meselâ bu bakış açılarından dolayıdır ki, İslâmî fetihler gibi önemli
olayları, İktisadî sosyal ve maddî sâiklerle izah etmeye çalışmakta ve
arkasındaki din ve inanç faktörünü görmezlikten gelmektedirler.
3. Bazı
asılsız iftiralarda bulunmaları ve yalanlar uydurmaları. Meselâ, İslâm
fütuhatının kılıç zoruyla gerçekleştiğini ve Müslümanların dinî müsamahaya
sahip bulunmadıklarını iddia etmeleri, yine bazılarının İslâmî, İlmî gelişmeye
ve Müslümanların ilerlemesine engel olduğunu ileri sürmeleri.
4. İslâm
tarihindeki ihtilaf noktaları üzerinde yoğun bir biçimde durmaları, İslâm
fırkalarını sürekli inceleme konusu yapıp eski kin, düşmanlık ve tarafgirlikleri
yeniden canlandırmaya gayret etmeleri, böylece İslâm dünyasını parçalayıp
yutulmasını kolaylaştırmaları.
5. Kendilerine
yarayan ve emellerine uygun düşen rivâyetleri ne kadar zayıf olursa olsun
arayıp bulmaları, buna karşı sahih, hatta mütevatir rivâyetleri görmezlikten
gelmeleri. Bunu da, kötü düşüncelerini ve peşin hükümlere dayalı hipotezlerini
ispat etmek için yapmaları.
6. İslâm
medeniyetinin değerini düşürmeye çalışmaları, insanlık medeniyeti içerisinde
önemli bir yerinin bulunmadığını, özellikle modern Avrupa medeniyeti üzerinde
müsbet hiçbir tesirinin olmadığını ileri sürmeleri ve bu konuda İlmî emanete,
tarafsızlık ve objektifliğe ters düşme durumunda kalmalarıdır.
30 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
tıpkı diğer semâvî
kitaplar gibi beşerî unsurlar ihtiva ettiğini, onun İlâhî kaynaklı oluşunun,
Allah tarafından gönderilişinin metin tenkitleri ve modern araştırmalar
karşısında tutunacak bir görüş olmadığını ileri sürmekte ve onun Ahd-i
Atik'ten hikâyeler ihtiva ettiğini söyleyerek, bunları onlardan aldığını ima
etmektedir.36 Gold- ziher, vahyi üstün nitelikli insanlara isabet
eden bir hastalık olarak görür ve "Nebi ve havarilerin gayretleri bu
hastalıktan başka bir şey değildir" ifadesini kullanır.37
Brockelmann ise, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) için şunları
söylemektedir: "İlk defa Hira dağında (mağara-smda) şahsına has bir hads
şüphesini giderdi. Orada bir gün, kendisini sonradan melek Cebrâil olarak kabul
ettiği bir hayal göründü. İçindeki, kendisinin Tanrı elçisi olduğuna dâir
beliren sesi, buna isnad etti... Bu hallerde işittiğine inandığı şeyler,
kaybolur olmaz, vahiy olarak bildirmeyi adet edindi."38
Brockelman şu iddiada da bulunur: "Onun ruh dünyasının ancak pek cüz'î bir
kısmı kendi öz malı idi. O bilgiler Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ekseriya Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan gelmekte, fakat o bunları maharetle
kavminin dinî ihtiyaçlarına uydurmakta idi."39
San Tritton da, İslâmm sağdan soldan
devşirilmiş bir din olduğunu ileri sürer.40 H. Lammens ise,
Kur'ân'daki melek inancını biraz karışıkça bulur ve Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu inancı ancak Medine'deki Yahudilerle olan münasebetiyle
tekemmül ettirdiğini ileri sürer41. R. Blachere bile, Hz.
Muhammed'in, (salla’llâhü aleyhi ve sellem) "asıl öğrenimini sapık bir
Hıristiyan keşişinden aldığını" ileri sürmektedir42. Richard
Bell de bu konuda şöyle demektedir: "Muhammed, halkın maddi açıdan oldukça
iyi olmalarına mukabil, manevî açıdan hiç de iyi bir durumda ol-
Louis
Leblois, Le Koran et La Bible Hebraique, Strasbourg, 1887.
St.
Clair-Tisdall, W. The Original Sources of the Our’ân, London 1905.
D. Sidersky,
Les Origines de Legendes Musulmanes dans le Coran, Paris 1933.
D. Masson, Le
Coran et Revelation Judeo-Creetienne, Paris 1958.
D.
Künslinger, Christliche Herkunft der Kuranischen Lot-Legende, Lwow 1930.
Jacque
Jomier, The Bible and the Koran, New York, 1964.
Joseph
Bertuel, L’lslam Ses veritables Origines, Paris 1981. (1-3).
(Bunlar sözkonusu eserlerden sadece
birkaçıdır. Bu hususta daha fazla bigi için bk. Index Islamicus;
Bibliographie
des ouvrages Arabes; Handbuche der Islam-Literatur; Bell’s Introduction to the
Oor’an).
36 Alfred
Guillaume, İslam (a Pelican Books) 1964, s. 55-58.
37 I.
Goldziher, el-Akîde ve’ş-Şerîa Fi’l-islâm (Mısır, et-Tab’atü’s-Sâniye) s. 12.
38 C.
Brockelmann, İslâm Milletleri ve Devletleri Tarihi (trc. Neşet Çağatay) Ankara
1964, s. 14.
39 Brockelmann,
a.g.e., s. 33.
40 A.
S. Tritton, İslam Belief and Practices, London 1951, s. 15-20.
41 Lammens,
L’lslam Croyances et Institutions, Beyrouth, 1943, s. 49.
42 Blachere,
Le Coran, (Que Sais-je) Presse Universitaire de Franc, Paris 1966, s. 7.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 31
maçlıklarını görmüştü.
Bunun üzerine daha kültürlü bölgelerde yaşayanların sahip oldukları dinî
bilgileri onlara aktarmaya koyuldu.
Aslında, onun bu düşünceler hakkmdaki
bilgisi oldukça sınırlıydı. Mekkelilerin onun ileri sürdüğü tevhid düşüncesine
karşı çıkışları, anlattıklarının büyük bir çoğunluğuna hücum edilmesi sonucunu
ortaya çıkardı. Ancak öğretisinin belirli kurallarını Medine'ye göç etmeden
önce Kur’ân'a almış ve yürürlüğe koymuştu. Bunun için kendisinden önceki
muvahhidlere, yani Yahudi ve Hıristiyanlara baktı. Onun daha çok Hıristiyan
kaynaklarını mı, yoksa Yahudi kaynaklarını mı kullandığını kestirebilmek güç.
Ancak bu öyle büyük bir sorun da değildir. Çünkü ilk dönemlerde onlardan
tanınmamak için, onların arasında da görünmedi. Ona göre bütün dinler
vahyedilmişti ve tek bir ilâh tarafından bildirilen dinler de bir olmalıydı.
Behemehal bu bakış açısı içinde ilk monoteist dinleri kendi öğretisinin
temelleri olarak kabul etmişti. Doğal olarak da onların kendisiyle birlikte
olacaklarını düşünüyordu."43
Gibb de şu iddiada bulunur:
"Kur'ân, Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve muakkib- lerinin
doğrudan doğruya ilham edilmiş olarak kabul ettikleri nutuklarının ve şekli
ifadelerinin tescil edilmiş şeklidir. Son zamanlardaki araştırmalar kat'î
olarak isbat etmiştir ki, ondaki haricî tesirler, Ahdi Atîk malzemelerini
ihtiva eden Hıristiyan Süryanî menşeine ulaşır."44
S. Moscati de şöyle demektedir:
"Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çocukluğunda Suriye'ye gidişi
ve orada Hıristiyan keşişe rastlamasıyla ilk monoteist anlayışın onda teşekkül
etmeye başladığını, Arabistan'daki Yahudi ve Hıristiyanlarla temas halinde
olduğunu, vaazlarının esaslarını kolayca Yahudilik ve Hıristiyanlıkta bulmanın
mümkün bulunduğunu" söylemektedir45.
E. Montet de, Kur'ân tercemesine yazdığı
mukaddimede, Kur’ân'a kaynak olarak üç şeyi ileri sürer: Yahudi ve Hıristiyan
kaynaklar, İslâmdan önceki (cahilî) kaynaklar ve Muhammed tarafından vazedilen
yeni İslâmî elemanlar46 A. C. Bouquet de, bu konuda şöyle demektedir:
"Muhammed 12 yaşlarında ticaret kervanı ile Suriye'ye gittiği, Yahudilik
ve Hıristiyanlık hakkında bilgi edindiği ihtimal haricinde değildir. O, daha
çok şekli bozulmuş Hıristiyanlıktan bir şeyler bilmekte idi. Mümkündür ki,
bazı mezhepler arasında kullanılan apokrif
43 R.
Bell, Who Were the Hanifs? (The Moslem World), XX (1930), s. 122-123.
44 H.
A. R. Gibb, Mohammedanism An Historical Survay, Oxford Uniyersity Presse 1953
(Second edition) s. 35-45.
45 S.
Moscati, Histoire et Civilisation des Peuples Semitiques, s. 203.
43 E. Montet, Le Coran, Paris 1949, s.
29-31.
32 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
İnciller hakkında bilgisi
vardı. O, Mekke'nin etrafındaki verimsiz çölü müteaddit defalar dolaştıktan
sonra, vücud hastalığı arttı ve sesler işitmeye başladı"47. B.
Lewis de: "...açıktır ki, o, Yahudilik ve Hıristiyanlık tesiri
altındaydı... Onda pekçok eski mukaddes kitapların elamanlarının mevcud
olduğunu" söylemektedir48. İslâm Ansiklopedisine
"Allah" maddesini yazan Mc. Donald da, Kur'ân'ı Peygamberin eseri
kabul eder ve bütün hükümlerini bu noktaya dayandırarak yürütmeye çalışır49.
Yine aynı anlayışın sonucudur ki, pek çok Avrupalı Kur'ân mütercimi,
tercümelerinin baş tarafına, Kur'ân sanki Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) eseri imiş gibi, "Muhammed" ismini yazmışlardır. Savary,
Kasimirski, E. Montet ve ilk devir Avrupa tercümelerinde olduğu gibi. Biz,
tezimizin akışı içerisinde bu iddiaların bellibaşlılarını ele alıp
değerlendirdik.
F. Müsteşriklerin
İlmî Çalışmalarından Örnekler
Müsteşriklerin büyük bir gayretle
çalıştıklarını söylemiştik. Bu gayret çeşitli alanlarda semeresini vermiş ve
büyük İlmî ürünler ortaya ça- karmıştır. Bu çalışmalar, başlıca, akademik
araştırmalar50; yazma eserlerin toplanması, fihristlendirilmesi51,
tahkik ve neşredilmesi52;
47 A.
C. Bouquet, Comparative Religion (Penguin Books) Great Britain 1956 (Fifth
edition), s. 266.
48 Bernard
Lewis, The Arabs in History, London 1956, s. 38.
49 İslâm
Ansiklopedisi, İstanbul 1941,1, 360-375.
50 Hemen
her Avrupa ve Amerika üniversitesinde İslâmî araştırmalar yapmak amacıyla
çeşitli enstitülerin bulunması, bu enstitülerde güçlü akademisyenlerden meydana
gelen ekiplerin son derece organizeli bir biçimde çalışması; Doğu dillerini
öğretmekten tutun da lisansüstü akademik çalışmaların yaptırılması, o alanlarla
ilgili değişik müesseselerde çalışmak üzere elemanların yetiştirilmesi, bu
öğrencilerden bir kısmının kendi memleketlerine dönerek, oralarda sözkonusu
müessese veya ekollerin birer temsilcisi gibi faaliyet göstermesi... hep bunun
delilleridir. Sözü edilen müesseseler, İslâm dünyasında yapılan hemen bütün
İlmî ve akademik araştırmalardan haberdırlar. Çalışanları, sonsuz bir
fedakarlık, samimiyet, ciddiyet ve gayretle çalışmaktadırlar, (bk. Zakzuk,
a.g.e., s. 59-60.)
51 Müsteşrikler,
ta asırlardan beri, Müslüman Şark memleketlerinin hemen her köşesinden el
yazması eserleri toplamaya büyük bir özen göstermişlerdir. Hatta bunu kendi
özel çabalarıyla yapmakla yetinmemiş, kral ve yöneticilerinin de emir ve
teşvikinden yararlanmışlar. Şarka seyahata giden ticaret gemilerine bu tür
esirleri getirmeyi zorunlu kılmasını sağlamışlardır. Yine Napoleon’un Mısır’ı
işgalinden sonra, İslâm dünyasında Avrupanın nüfuzu artması sonucu birçok yazma
eserin toplanıp Batıya taşınması sağlanmıştır. Hatta, zaman zaman sırf el
yazması eserleri satın almak amacıyla Doğuya heyetler gönderilmiştir.
Toplanan, bu el yazmalara büyük itina
gösterilmiş, onları tanıtıcı fihristler yapılmış, müellifleri hakkında bilgiler
verilmiş, kısaca kendilerinden istifadeyi kolaylaştıracak her türlü çalışma
yapılmıştır. Avrupa kütüphanelerinde Arap ve İslâm yazma eserlerinin on
binlerce olduğu tahmin ediliyor. (Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Zakzuk,
a.g.e., s. 61 -62.)
52Müsteşrikler, topladıkları el yazma
eserleri, fihrislendirmekle kalmamışlar, birçoğunun tahkik ve neşrini de gerçekleştirmişlerdir.
Tahkik yaparken, muhtelif nüshalarını karşılaştırarak, varsa aralarındaki
farklara dikkat çekmiş, en doğru olduğuna inandıklarını tercih etmişler, kitabı
çeşitli yönlerden indekslendirmişler, hatta bazan neşrettikleri kitabın çok
faydalı şerhlerini de yapmışlardır, (bk. el-Lebbân, el-Müsteşrikûn ve’l-islam,
Mecelletü'l-Ezher, Nisan 1980 sayısının ek, 20).
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 33
Arapçadan Batı dillerine
tercemeler yapılma53; değişik İlmî alanlarda telif eserlerin kaleme
alınması54 şeklinde gruplaştırılabilir.
G. Müsteşriklerin
Kur'ân Üzerinde Yaptıkları Bazı Çalışmalar
Kur'ân-ı Kerim, Batıkları
rahatsız eden, onları hayrette bırakan ve akıllarını allak bullak eden bir
kitaptır. Blachere, şöyle der: "Biz, Şarkın dinî kitapları arasında Kur'ân
kadar, okunuşuyla fikrî düzenimizi dağıtan bir kitap görmedik."55
Aslında bu, Kur'ân-ı Kerimin haşmet ve azametini hissetmeyi itiraftan başka bir
şey değildir. Kur'- ân-ı Kerim'in bu haşmet ve büyüklüğünü gözlerden uzak
tutmak konusunda müsteşriklerin büyük tesiri olmuştur. İlmî araştırmalarını,
kişisel heveslerinin veya siyasî ve dinî hedeflerinin emrine vermiş bir grup
müsteşrik her vesileyle Kur'ân'ı gölgelemeye çalışmıştır. Çünkü, onlar çok iyi
biliyorlar ki, Kur'ân o hayat dolu düsturlarıyla Müslümanların elinde kaldıkça,
daima muzaffer olacaklar ve Batının sömürgeciliğini kabul etmeyeceklerdir.
Nitekim Kur'ân, Allah'ın sağlam ipine sim sıkı sarılarak birlik olmayı56
iyilik ve takvada yardımlaşmayı,57 ilim öğrenip cehaletten
kurtulmayı58 emretmekte; kötülük59 ve zulümden60 başkalarıyla
alay61 ve onların gizli yönlerini araştırmaktan, gıybet
Müsteşriklerin yaptıkları, tahkik
çalışmalarının uzun bir listesi için bk. Zakzuk, a.g.e., s. 63-64).
53 Müsteşrikler
sadece Arapça metinlerin neşriyle kalmamışlar, aynı zamanda yüzlerce İslâmî ve
ilmi eser değişik Avrupa dillerine tercüme edilmiştir. Msl., birçok şiir
divanını, “Muallaklar”ı, Ebu’l-Fidâ'nın Tarihini, Taberi Tarihini, Mes'ûdî'nin Murûcu’z-Zeheb’ini,
Makrizî'nin Tarihu'l-Memâliki’ni, Suyûtî'nin Tarihu’l- Hulefâ'sım;
Gazâlî'nin //ıyâ'sını...vs. gibi çok sayıda İslâmî, lügavî, edebî, tarihî ve
İlmî eseri kendi dillerine çevirmişlerdir. Ayrıca Orta Çağda Müslümanların
felsefe, tıp, astronomi ve diğer ilimler alanında yazdıkları eserler bazı Batı
dillerine çevrilmiştir. (Bu konu için bk. Zakzûk, a.g.e., s. 64).
54 Müsteşrikler,
İslâm araştırmaları konusunda çok değişik konularda telifatta bulunmuşlardır.
19. asrın başlarından 20. asrın ortalarına kadar geçen birbuçuk asırlık zaman
içinde Doğu ile ilgili olarak yazdıkları eserlerin sayısı altmış bindir.
(Edward Said, a.g.e., s. 316).
İslam Tarihi, Kelâm, Fıkıh, İslâm
Felsefesi, Tasavvuf, Arap Dili ve Edebiyatı, Kur'ân ve Hadis vs. gibi bütün
sahalarda eserler telif etmişlerdir. Bu eserlerin bir kısmı son derece faydalı
olduğu halde, İslâm'a karşı ağır sözler ihtiva eden, hemen hemen hiçbir İlmî
değeri olmayan yalan ve iftiralarla dolu kitaplar da vardır.
Müsteşriklerin yazdığı önemli telif
eserlerden bazıları şunlardır: Brockelmann (Ö. 1956) tarafından .hazırlanmış
Geschichte de Arabichen Litterature (G.A.L.), İslâm Ansiklopedisi (Heyet);
çeşitli Arapça sözlükler; el-Mu'cemü’l-Müfehres Li Elfazı’l-Hadîsi’n-Nebevî
(Concordance)...
55 Blachere,
Le Coran (Que Sais-je), s. 29.
56 Aı-i
imrân, 103.
57 Mâide,
2.
58 Zümer,
9.
59 En'âm,
151.
60 Şura,
40.
61 Hucurat,
11.
34 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
yapmaktan62...
sakmdırmaktadır. Bunlar ise insanlığı ayağa kaldıracak esaslardır. İyi
anlaşılıp tatbik edildikleri takdirde riiensuplarını bütün dünyaya egemen kılıp
insanlığın geleceğine hükmettirecektir.
Kur'ân, İslâm dininin
temeli, kökü ve güneşidir. Ona karşı uyandı- rılabilecek en ufak bir şüphe, bu
dini ve mensuplarını yok etmeye yeterli olacaktır. Bu yüzdendir ki, İslâmm eski
ve yeni düşmanları bütün mesâilerini Kur'ân üzerinde yoğunlaştırmışlardır.
Müsteşriklerin Kur'ân üzerinde çalışmalarının kökleri çok eskilere kadar
dayanır.
Müsteşriklerin Kur'ân
üzerinde yaptıkları en önemli çalışmalar, onu çeşitli Batı dillerine tercüme
etme alanında kendisini gösterir. Kur'ân-ı Kerim ilk defa 12. yüzyılda bir Batı
diline tercüme edilmiştir. Müsteşrikler o zamandan beri hatta bugün bile Avrupa
dillerine çok sayıda Kur'ân-ı Kerim tercümesi gerçekleştirmiş ve gerçekleştirmektedirler.
Onlar bu tercemelerin baş taraflarına İslâm hakkmdaki düşüncelerini ihtiva eden
uzun mukaddimeler koymuşlardır. Bununla, daha işin başında okuyucuya çoğu zaman
İslâmm gerçekleriyle bağdaşmayan düşüncelerini sunmuşlardır. Bu düşünceler
genellikle çok esaslı bir biçimde İslâmî hakikatlerle çatışmaktadır. Bugüne
kadar Batı dillerine yetmişi aşkın Kur'ân meâli gerçekleştirilmiştir. Bunlardan
Almanca 14, İngilizce, İtalyanca ve Rusça 10'ar, Fransızca ve İspanyolca 9'ar;
Latince 7 ve Hollandaca (Felemenkçe) de 6 adet Kur'ân meâli mevcuttur.63
Bu sayı gün geçtikçe de artmaktadır.64
Müsteşriklerin, Kur'ân
üzerinde tercümeden başka çalışmaları da vardır. Bu çalışmaların büyük bir
kısmı Kur'ân tarihi üzerinde yoğunlaşmaktadır.65 Genellikle bundan
amaçları da, Kur'ân metninin sıhhati konusunda şüphe uyandırmak, en azından
Kur'ân'ı kendi kutsal kitaplarının seviyesine indirmektir. Ayrıca, Kur'ân'm
dili, kıraat farklılıkları üzerinde de oldukça yoğun bir biçimde durmuşlar ve
durmaktadırlar.66
62 Hucurat, 12.
63 Bu
sayılar, H. 1404’de yayınlanmış, “el-İstişrak ve'l-Halfiyyetü’l-Fikriyye
Lİ’s-SaraTI-Hadarî” isimli eserden alınmıştır, bk. s. 65.
64 Müsteşriklerin
Kur'ân tercümeleri hakkında geniş bilgi için bk. T. D. V. İslâm
Ansiklopedisi’nin Suat Yıldırım tarafından kaleme alınan ilgili maddesine.
65 Nöldeke’nin
Geschihte des Corans; Blachere'in Introduction au Coran; Arthur Jeffry’nin İbn
Ebi Davud’un Kitâbu'l-Masâhif adlı eserin tahkikine yazdığı mukaddime bu tür
çalışmalara sadece birkaç örnektir.
66 Bu
tür çalışmalara Örnek olarak, Andrew Rippin’in Bulletin of the School of
Oriantal and African Studies" (1981, 1983)’de Kur’ân’daki Dialect
üzerindeki çalışmaları; VVansbrough’un Ooranic Studies: Sources and Methods of
Scriptural Interpretation” (1977) adlı çalışması; Paul Nwiya’nın Exegese
Coranique et Language Mystique (1970)... gibi çalışmalar gösterilebilir.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 35
Müsteşrikler bir bakıma Kur'ân'la
ilgili olarak ilk müfessirler ve tefsir tarihi üzerinde büyük çalışmalar
yapmışlardır67. Bununla da yetinmeyerek, klasik tefsirlerimizi
çeşitli yönlerden tanıtmaya da büyük önem vermeye başlamışlardır68.
Tefsir açısından dinler arası ilişkileri konu alan çalışmalar da az değildir.
Bu tür çalışmaların özellikle "Islamo-Cristiana" adlı dergide
yayınlanmış pekçok örnekleri vardır.
Günümüzde Islâm dünyasında kaleme
alman ve geçmiş tefsirlerdeki bilgileri aynen tekrar etmekten ziyade yeni bakış
açıları getirme çabasında olan yeni tefsirler de yazılmış ve yazılmaktadır.
Müsteşrikler bu tefsirleri de yakından takip etmekte ve bunlara ilişkin
değerlendirmelerde bulunmaktadırlar.69
Netice olarak denilebilir ki, bu kısa
Giriş çerçevesi içinde, ciltlerle anlatılamayan "Oryantalizm"
konusunu detaylı bir biçimde ele almak mümkün değildir. Bu konuyu, olumlu ve
olumsuz, faydalı ve zararlı yönleriyle ele alan çok sayıda kitap ve makale
bulunmaktadır. Biz konuya ilişkin geniş bigiyi onlara havale ederek diyoruz ki:
Oryantalizm çok çeşitli eğilim, ekol ve yöntemleri barındıran son derece
kompleks bir konudur. Bu akımın içinde yer alanlar, nadiren ilmi ve İnsanî
saiklerle, çoğu kez ise, siyâsî, dinî ve emperyalist mülahazalarla çalışmalar
yapan, amaçlarına hizmet ederken bazan son derece yararlı eserler de ortaya koyan
bir harekettir. Bu hareket, faaliyetleriyle Müslümanların dinî hamiyetlerini
uyandırıp kamçılamaya yaramışsa da, genellikle İslâm akidesinin temellerini
sarsmaya, imanın köklerini kurutmaya yönelmiştir. Kısaca, oryantalizm, İlmî
olmaktan ziyade sömürgecilik, misyonerlik, Siyonizm, ticarî çıkar gerçeklerinin
ilim kisvesi altında ortaya çıkmasından ibarettir.
Kendi ülkelerinde gerekli İslâmî
kültürü alamayan, İslâmî Batıkların eserlerinden öğrenmeye kalkışan bazı
Müslümanlar, ne yazık ki Batının bu gayelerini tahakkuk ettirmeye hizmet
etmektedirler. Batıklar, bu çalışmalarıyla, Müslümanlar arasında, tarihlerini
ve benliklerini inkâr eden nesiller yetiştirmeye ve bunlar vasıtasıyla ellerini
yakmaksızm emellerini gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Nitekim, XX. yüzyılda
67 Buna
örnek olarak şu çalışmalar verilebilir: Goldziher'in “Die Richtungen der
Islamischen Koranauslegung” (1920); Birkeland’ın “Old Müslim Oppositon Against
Interpretation of the Koran” (1955); Nabia Abbott “Studies in Arabie Leterary
Papyri II: Cor'anio Commentary and Tradition” (1967). Müsteşriklerin ilk
müfessirler hakkında yaptıkları çalışmaların başka örnekleri için bk. İsmail
Cerrahoğlu, Batıda Kur’ân Üzerine Araştırmalar (A.Ü. ilâhiyât Fakültesi
Dergisi, c. XXXI) s. 131.
68 R.
Arnaldez ve Jomier’in Fahruddîn er-Razî hakkında yaptıkları genel ve ayrıntılı
çalışmaları; Gotz’un Maturidî üzerindeki çalışması buna örnek olarak
verilebilir.
69 Msl.,
J. M. S. Baljon (1960)’un 1880-1960 yıllarını, J. j. G. Jansen’in (1974)
Mısır’daki tefsir çalışmalarını konu alan araştırmaları ile, Abbott’un
Mevdûdî’yi; De Jong’un Cevherî’yi; Boullata’nın, Bintu’ş-Şatî'yi; Chartier'in,
Mustafa Mahmud’u ve Ahmed Halefullah’ı konu alan çalışmaları buna örnektir.
36 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
İslâm ülkelerinde görülen
ilhad hareketlerinin, büyük çapta bu çalışmaların yeşeren filizleri olduğu
unutulmamalıdır. Nitekim meşhur Fransız müsteşriklerden Louis Massignon
"Onlarmherşeylerini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık
hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin birboşluğa düştüler. Anarşi veya intihar için
olgun hale geldiler"70 sözleriyle; İngiliz Başbakanlarından
Lord Curzon 1909'da Oxford'da Kraliyet Basın Konferansı delegelerine karşı
konuşurken: "Sizin valilerinizi, yönetiçilerinizi, yargıçlarınızı,
profesörlerinizi, papazlarınızı ve hukukçularınızı burada yetiştirerek
gönderiyoruz..."71 sözleri bugünkü İslâm dünyasının karanlık
durumunu çok güzel aksettirmekte, oryantalizmin gayesini de çok açık bir
şekilde ortaya koymaktadır. Batı dünyası, Ortaçağdan beri açtığı kaba kuvvet
mücadelesinde mağlup edemediği İslâmî, bir iki asırdır açmış olduğu fikir
savaşı ile mağlup etme yolunu denemektedir. Bu hücumlar karşısında susuşumuz,
varlığımızı inkârdan başka ne işe yarar? İslâm dünyası olarak üzerimizdeki
birkaç asırlık gaflet uykusunu atmamızın zamanı gelmiş, hatta geçmek üzeredir.
Bu uyanışın gerçekleşmesi karşı tarafın hücumlarını bertaraf etmenin yanısıra
fikren karşı hücuma geçmekle mümkün olacaktır. Bu da İslâmî çok iyi öğrenip,
gerçeklerini asrın idrakine uygun bir üslupla sunacak olan genç ve hamiyetli
ilim adamlarının görevidir.
70 Edward
Said, Oryantalizm (trc. Nezih Uzel), İstanbul 1982, s. 8.
71 A.g.e.,
s. 360.
HZ. MUHAMMED’İN ZATIYLA İLGİLİ İDDİALAR
A. Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Baştan Beri Samimi Olduğunu Kabul Edenler
Müsteşriklerin hemen hepsi Hz.
Muhammed'in peygamberliğine inanmadıkları gibi, büyük çoğunluğu da, onun
samimiyetine inanmamaktadır. Onlara göre, o, Kur'ân'ı bilerek değişik kaynaklardan
alıp Allah'a isnat etmek suretiyle insanlara sunmuştur. Fakat bu genel hükmün
istisnaları da yok değildir. Nitekim bazıları Hz. Peygamberi (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu iftiraya karşı savunmuştur. İngiliz yazar Tomas Cariyle
(1795-1881) bunlara örnek olarak gösterilebilir. Bu zat, Kur'ân
hakkında, "Bir Kitap ki, kalbten gelmiştir, başka kalblere gitmek yolunu
mutlaka bulacaktır. Denilebilir ki, Kur'ân'm esas karakteri masum tabiîliğidir;
bir ihlas ve hüsniniyet kitabı olması hadisesidir"72 diye bu
konudaki kanaatini açıkça dile getirdikten sonra Prideaux ve daha başkalarının
Kur'ân'ı— Haşa—Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından
"Günahlarını mazur göstermek ve örtmek, yükselme hırslarına ve
şarlatanlığına mesnet hazırlamak için fasıl fasıl yazılmış bir hokkabazlık nümûnesi"73
olarak nitelemelerine karşı çıkmakta ve haklılığını iki noktayla delillen-
dirmektedir. O da Müslümanların tarih boyunca bu dine çok büyük bir samimiyetle
sarılıp onu tatbik etmeleri74 ve Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) durmadan kaynayan, fokurdayan ateşten bir kalb taşıması ve
yaşayışında engin bir tabiiliğe sahip olmasıdır.75
Maxime Rodinson, zaman zaman kendi
kendisiyle ters düşüyor ve gerçek görüşünü nakzedici iddialar ileri sürüyorsa
da, Hz. Muhammed'in
72 Tomas
Cariyle, Peygamber Kahraman Muhammed, Serdengeçti Neşriyat, Ayyıldız Matbaası,
Ankara 1958. s. 34.
73 Cariyle,
a.g.e., s. 34.
74 A.g.e.,
s. 34.
75 A.g.e.,
s. 36, 42.
38 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
çeşitli amaçlarla
Kur'ân'ı uydurarak Allah'a isnat ettiğini söyleyen Hıristiyan yazarların bu
yaklaşımına karşı en azından şüpheci kalınması gerektiğini söylüyor ve şunları
ekliyor: "...Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) krizlerini anlatan
metinlerin gerçeği dile getirdiğine inanmaktayız. Çünkü bizce Muhammed daima
doğaüstü âlemde bir yer bulmak için çırpman bu metinler, onu bu derece doğaiçi
ve insânî gösteren çizgileri icat etmiş olamaz. Kısaca bugün, samimi bir
Muhammed'i açıklamak, sahtekâr bir Muhammed'i (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
açıklamaktan çok daha kolaydır."76 Rodinson, Kur'ân'ı Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bilinçaltının ürünü olarak
nitelendirmektedir.77 Yine Rodinson, Belçikalı Cizvit rahibi olan
Henri Lammens'in kindârlığmdan dolayı, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) samimiyetini inkâr edişini söyleyerek ona katılmadığını ima etmektedir.78
Alfred Guillaume ise, Hz. Peygamber hakkmdaki yalancılık ve benzeri iddiaları
reddediyor. Bunun için de, Israiloğulları nezdinde peygamberliğin doğruluk
ölçüsünün aynısını uyguluyor. Bu da şu noktalarda özetlenebilir: Gür ve ateşli
söz, şiir79 kendini tam olarak Allah'a adama, ahlâkî konulara özen,
Allah'ın sözünü ilan etmesine kendisini sevkeden bir itici gücün varlığını
hissetme. Yazar, bütün bu belirtilerin Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) hayatında açıkça görüldüğünü söylüyor. Ayrıca, Hz. Peygamberin, (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) davetin başlangıcında vahyin kaynağı hakkmdaki kuşkularını ve
hatta canına kıymaya bile girişmesini onun samimiyet ve doğruluğuna kuvvetli
bir delil olarak görüyor. Bu noktadan onu Eremya80 Peygamberle
karşılaştırıyor.81
Ancak müsteşriklerin, Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) davasında samimi olduğunu kabul
etmelerinden, zorunlu olarak ona gelen vahyin de İlâhî olduğunu kabul ettikleri
anlaşılmamalıdır. Çünkü kendisine ilhâm gelen birinin, yepyeni sandığı
fikirlerin, zihninde aniden zuhur ettiğini gördüğü zaman gayr-ı şuûrî illüzyona
maruz kalması mümkündür; halbuki gerçekte o, ruhunun derinliklerinde yatan ve
unutulmuş olan eski şeyleri tekrar etmekten başka bir şey yapmamaktadır. Hatta
menşeine dikkat etmediği için, kendisinde şahsî ilhamlarıyla aynı olduğu
76 Maxime
Ronison, Mahomet, Editions du Seuil, 1961 .s. 104.
77 Rodinson,
a.g.e., s. 102-103,338.
78 A.g.e.,
s. 351.
79 Yazar’ın
bu noktada yanıldığını ve Kur’ân’m şiir olmadığını söylemeye bile ihtiyaç
yoktur. Bununla birlikte Kur'ân’m şiir olmadığı gerçeğine ileride temas
edeceğiz.
80 Eremya'nın
hayatı hakkında bilgi için bk.Şemseddin Sami, Kamus'l-A’lâm, II, 840-841. 0 4
Alfred Guillaume, İslam,
Pelican Books, 1864, s. 28-30; aynı şekilde bu ölçünün birinci ve ikinci
unsurları içinbk. Malik b. Nebî, Kur'ân Mu’cizesi(trc. Ergun Göze) Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1991, s. 35-40.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 39
inancını uyandırmış
olması dolayısıyla, edinilen yeni bilgilerin ona vahyedilmiş şeyler gibi
görünmesi bile mümkündür.82
Diğer bir ifadeyle, bunlara göre,
ekseriya Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) iç dünyası, duyularının
baskın çıkarak, kendisine hitap eden birisini işittiğini zannettiği şey,
hayallerinin ve iç dünyasının dışa yansımasından ibaretti.83
Bu görüş de yeni bir şey olmayıp
cahiliye devri müşriklerinin "cinnet" ve "karışık rüyalar"
iddialarının tekrarından ibarettir.
Bu konuyu ayrıca tezimizin "İç
Kaynaklar" (Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Şahsıyla İlgili
Kaynaklar) başlığı altında detaylı bir biçimde ele alacağız.
B. Hz. Muhammed'in Baştan Beri Yalancı ve Aldatıcı
Olduğunu İddia Edenler
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), İslâma insanları açıkça çağırmaya başladığı ilk günden başlayarak
günümüze kadar birçok kimselerin tekzibine muhatap olmuştur. Kur'ân-ı Kerim,
birçok yerinde, Arap müşriklerinin yönelttikleri, tarih içerisinde Hıristiyan
ve Yahudilerin ise tekrar ettikleri bu ithamı kaydetmiştir. Arap Yarımadasının
haricindeki çevrelerde ise, Charles J. Ledit, Romalıların Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hakkmdaki hükümlerinin çok katı olduğunu belirtiyor. Nitekim,
onu, Hz. Hatice'nin (r.a.) mal ve hayvanlarına el koymakla, sara hastalığına
yakalandığı etrafta duyulunca da Hatice'yi teselli etmek için Cebrail'in (r.a.)
gökten kendisine vahiy getirdiğini iddia etmekle itham etmişlerdir.84
Sara ithamını şimdilik bir yana bırakacak olursak (çünkü bunu Hz. Peygamberin
bedenî, ruhî ve aklî sağlığı hakkında şüphe meydana getiren benzer ithamlarla
birlikte ileride ele alacağız) önümüzde "yalancılık" kalmış olur.
Bilindiği gibi, Batıhlar arasında bu iftirada bulunanlar sadece Romalı yazarlar
da değildir. Kuşkusuz Hıristiyan olanlarıyla, pozitivist olanlarıyla pek çok
müsteşrik ta günümüze kadar Kur'ân'ın aslında Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) uydurması olup onu Allah'a nisbet ettiğini iddia ediyorlar.85
182 Oysa bu illüzyonlar ve hafıza
zayıflığı az çok anormal bir zihnin arazlarıdır ve bunun gerek fail ve gerekse
konu yönünden, bizim vak’amızla uzaktan yakından herhangi bir ilgisi yoktur.
(Muhammed Abdullah Draz, Initiation au Coran, s. 155).
83 Suat
Yıldırım, “Kur’ân Beşer Sözü Olamaz” isimli tebliği, (Kur’ân Sempozyumu, Zaman
Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1989) s. 141.
84 Charles
J. Ledit, Mahomet, israel et le Christ, La Colombe 1956, s. 43.
85 Kendisi
de Kur’ân’ın, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bilinç altının ürünü
olduğunu iddia eden Maxime Rodinson, bu konuda şöyle demektedir: “...Özellikle
Hıristiyanların gözünde Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), bir numaralı
düşman haline gelmekte gecikmeyecekti. Saralı bir sahtekâr, iğrenç bir yaratık
gözüyle bakılacaktır
40 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Hz. Muhammed'in
samimiyetsiz ve sahteci olduğu iddiası Kur'ân'ın kaynağı olarak gösterilen en
önemli iddiadır. Bu, gayr-i müslimlerin Kur'ân'ın vahiy gerçeğini kendisiyle
eskiden beri açıklamaya kalkıştıkları bir hipotezdir. Kur'ân Hz. Peygambere
yöneltilen bu ithamı bizzat reddederek şöyle buyuruyor: "Aslında onlar
seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar."86
Fakat biz çalışmamızda bu gibi âyetlerin arkasına sığınmayacağız. Öncelikle
Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in—haşa—uydurması olmadığını kesin delillerle ortaya
koymak gerekir. Aksi halde—yalancılıkla itham edilmesine rağmen—Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi kendisine şahitlikte
bulunması demek olur. Tabiatıyla böyle bir şahitlik de kabul edilmez. Öyleyse
bu hipotez tartışılırken Hz. Peygamber ile ilgili ilk tarihî kaynaklara inme
zorunluluğu vardır. Başta Kur'ân-ı Kerim olmak üzere o belgelerde Hz.
Muhammed'in kişiğini belirleyen işaretler tesbit edilmelidir. Bu konuda son
derece titiz davranılmak ve onun hayatını ve ahlâkını konu alan rivâyetlerden
sadece sâlim, hür ve tarafsız bir aklın mantığına göre üzerinde doğruluk mührü
açıkça parlayanlar esas alınmalıdır. İşte ileriki değerlendirmelerimizde bu
ölçülere özenle uymaya çalışılacaktır.
Bu Görüşe Karşı Hz. Muhammed'in Doğru ve Samimî
Olduğunu İspat Eden Deliller
1. Zatı
ve Ahlâkıyla İlgili Deliller
kendisine. Müritlerinin Peygamber
hakkında anlattıkları tahrif edilerek ortaya şehvet düşkünü (Ne yazık ki bu
tahrifi yapan ve böyle bir iddiada bulunan birisi de bizzat Rodinson’un
kendisidir. A. H.) ve zalim, boğazına kadar cinayete ve fenalığa gömülmüş, tek
tük fikirleri yolunu şaşırmış Hıristiyanlardan çalmış ve saf insanları türlü
hokkabazlıklarla kendine çelmiş bir adam portrasi ortaya sürülecektir.”
“...dine inanmayan bir takım başka
adamlar, onda kendileri gibi düşünen ve eyleyen bir insan buimaya
çalışacaklardır. XIII. yy. başlarında Boulainvilliers, akla uygun bir din
kurmuş olan bir doğa filozofu olarak selamlamaktadır Muhammedi (salla’llâhü
aleyhi ve sellem).”
“Voltaire ise, onu, hurafelerden
yararlanarak halkını zafere eriştiren kinik bir sahtekâr olarak
tanımlamaktadır."
“Bütün ışıklar yüzyılının gözünde
Muhammed doğa ve akıl dininin peygamberidir.”
“Hubert Grimme, onu, zenginleri
korkutarak onaylarını almak için gelişigüzel uydurduğu bir “mitoloji’’nin
yardımıyla malî ve sosyal bir reformu gerçekleştirmiş olan bir sosyalist olarak
görmektedir. Çoğu şarkiyatçılar yargılarında dikkatli davranarak, Muhammed’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) dinsel şevkini ön plana çıkarırken; tarihsel kaynakların
büyük bilgini Belçikalı Cizvit rahibi Henri Lemmens, kindarlığı, peygamberin
samimiyetini inkâra kadar götürmektedir.” (Rodinson, a.,g.e., s. 351-352.).
86 En’âm, 33.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 41
a. Kavmi
Arasında Doğruluk ve Güvenilirlikle Ün Salması
Doğruluğun Arapça
karşılığı sıdktır. Sıdk, sözü ve haberi doğru ve gerçek söylemek; söz, haber,
doğru, gerçek, vakıaya uygun olmak; doğru ve gerçek sözlü olmak demektir ki,
yalanın ve yalancılığın zıddıdır.87
Hz. Muhammed'in tebliğ
ettiği Kur'ân, onlarca âyetiyle doğruluğu ve doğru olanları övmüştür88
ve Allah adına yalan söyleyen, Allah'tan hak söz geldikten sonra da onu
yalanlayandan daha zalim kimsenin bulunmadığını,89 sözünü Allah'a
isnât ederek Ona iftira edenlerin Kıyâmet günü yüzlerinin kara olacağını90
belirtmiştir. Hz. Muhammed de, Sahabilerini doğruluk konusunda özenle eğitir91,
"Doğruluğa devam ediniz.92 Çünkü doğruluk iyiliğe götürür,
iyilik ise Cennete götürür. Doğruyu araştıra araştıra kişi, en sonunda Allah
katında Sıddîk (özü sözü doğru) olarak yazılır"93.
"Yalandan sakınınız.94 Çünkü yalan fücûra (sapıklığa) götürür.
Fücûr da Cehenneme götürür. Kişi yalan söyleye söyleye, yalanı araştıra
araştıra en sonunda Allah katında kezzap (yalancı) olarak yazılır"95,
"Mü'min yalancı olamaz"96 buyurmuş ve kendisi de
peygamberliğinden önce bile kavmi arasında doğrulukta, doğru sözlülükte ve
güvenilirlikte en başta gelmiştir.97
Onun ağzından hiçbir
zaman hak ve gerçek sözden başkası çıkmazdı. Abdullah b. Amr der ki: "Ben
Resulullahtan duyduğum her şeyi ezber- TSmgk*~ist6f ve yazardım. Kureyşlilerden
olan Sahabiler, beni bundan nehyettiler ve 'Sen Resulullahtan duyduğun her şeyi
yazıp duruyorsun. Oysa Resûlullah beşerdir; gazap halinde de, rıza halinde de
söz söyler' dediler. Bunun üzerine ben bir müddet yazmaktan vazgeçtim. Nihâyet
durumu Resulullaha arzettim. Resûlullah, ağzına parmağıyla işaret
87 Fîruzâbâdî,
el-Kamusu’l-Muhît, III, 262.
88 Bakara,
177; Mâide, 119; Ankebût 3; Muhammed, 21; Zümer, 33; Meryem, 50; Şuara, 84...
89 Zümer,
32-33.
90 Zümer,
60.
91 Ebu
Dâvud, Edeb 80; Ahmed, Müsned, III, 447, 452.
92 Buharî,
Edeb 69; Müslim, Birr 103, 104, 105; Ebu Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; ibn
Mace, Mukaddime 7, Dua 5; Dârimî, Rikak 7; Muvatta, Kelâm 16; Ahmed, Müsned,
c.1, s.3, 5, 7, 8, 9, 11, 384, 405, 432.
93 Müslim,
Birr, 104; Ahmed, Müsned, I, 393, 432, 440; Taberânî, el-Mu'cemuTKebîr, IX,
100.
94 Müslim,
Birr, 103-105; Ebu Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46; ibn Mace, Mukaddime 4, 5,
7; Muvatta', Kelâm 16; Ahmed, Müsned, I, 1,3, 5, 7, 8, 384, 332.
95 Buharî,
Edeb 69; Müslim, Birr 102-105; Ebu Dâvûd, Edeb 80; İbn Mâce, Mukaddime 7,
Dârimî, Rikak 7; Tirmizî, Birr 46; Ahmed, Müsned, I, 384, 410, 424, 430, 432.
96 Muvatta’,
Kelâm 19.
97 ibn
İshâk, Sîretü ibni ishak, (Tahkîk ve ta’lîk, Muhammed Hamidullah) Hayra hizmet
Vakfı Neşriyatı, Konya, 1981, s. 57; ibn Hişâm, es-Sîretü’n-Nabeviyye (Tahkik:
Mustafa es-Seka vd.) Mektebetü ve Matbaatü Mustafa el-Babî el-Halebî (II.
Baskı), 1955, I, 197-198.
42 B KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ederek 'Yaz, varlığım
kudreti elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, buradan, hak sözden başkası
çıkmaz' buyurdu."98
Hz. Peygamber, şakayla
söz söylerken bile, doğruluktan, doğru sözlülükten ayrılmaz, "Ben şaka
yaparım, ama gerçekten başkasını söylemem" buyururdu.99
Kureyş müşriklerinin
ileri gelenlerinden ve Hz. Peygamberin en azılı düşmanlarından Ebû Cehil,
kendisine: "Biz seni yalanlamıyoruz. Fakat senin getirdiğin şeyleri
yalanlıyoruz"100 demiştir.
Müşriklerden Ahnes bin
Şerîk'm, Bedir yolunda, Ebû Cehil'e: "Ey Ebu'l-Hakem, şurada benden ve
senden başka konuşmamızı işiten yok. Sen bana Muhammed hakkmdaki kanaatini
söyle; o doğru sözlü müdür, yoksa yalancı mıdır?" sorusuna da:
"Vallahi, Muhammed,
muhakkak doğru sözlüdür ve hiç yalan söylememiştir!" dediği gibi, Hz.
Peygambere dili ile en çok eziyet eden müşriklerden Nadr b. Haris de,
müşriklere "Muhammed, içinizde hoşunuza giden bir gençti. En doğru
sözlünüz ve en emininizdi!" demiştir.101
Bu konuda en tipik ve en
açık şehadet, bizzat düşmanı olan tarafın başkanı olan ve bu şehadetinden ancak
birkaç sonra İslâm dinini kabul eden biri, yani Ebu Süfyân tarafından
yapılmıştır. Bu şehadet üzerine İmparator Herakliyüs şu neticeye varmıştır:
"İnsanlara yalan söylemeyen, Allah hakkında da yalan söylemez.102
Hatta o, münafıklığın
alametinin üç olduğunu söylemiş ve bunları şöyle sıralamıştır: "(Münafık)
konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiği zaman sözünde durmaz, kendisine bir
şey emanet edildiğinde hiyanet eder."103 Kendisi doğruluk ve
samimiyete son derece itina gösterdiği gibi, sahabilerini de, konuşurken veya
söz verirken çok dikkatli olmaya teşvik eder, hatta kendisini dinleyip itaat
edeceklerine ilişkin onlardan bey'at alırken—mutlak söz vererek ardından bir
engelin çıkmasıyla bu sözlerini yerine getirememe durumuna düşmemek
için—sözlerine "gücünüz yettiğince" ifadesini eklemeyi ihmal etmezdi.104
Aynı şekilde
98 Ebû
Dâvud. ilim 3^Ahmed, Müsned, Jl, 162,_192j Dârirnî, Mukaddeme 43.
99 Buharî,
Edebü’l-Müfred, s. 77; Tirmizî, eş-Şemâilü’n-Nebeviyye, Hımış 1968, s. 120;
Heysemî, Mecmeu’z- Zevâid ve Menbau'l-Fevâid, 1-X, Beyrut, ts., IX, 17.
100 Tirmizî,
Tefsîru Sûre 6.
101 M.
Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, (Medine Devri) Şamil Yayınevi,
İstanbul, ts., I-XI, XI, s.
437.
102 Buharî,
Cihad 102.
103 Buhârî,
Şehâdât28; Müslim, İmân 107, 109; Tirmizî, İmân 14.
104 Buhârî,
Ahkâm 43; Müslim, İmân 99, imâre 9, Bey’a 24; ibn Mâce, Cihad 41, 43; Nesâî,
Bey’a 16, 18, 24; Muvatta’, Bey’a 1, 3; Ahmed, Müsned, II, 9, 62, 81, 101, 139.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 43
sahabilerinin, birini
överken, kesin ifadeler kullanmayıp "öyle olduğunu sanıyorum"
demelerini severdi.105 İbadetlerde zorlamaya kaçmaktan hoşlanmaması
da bu konuyla ilgilidir.106
Hz. Peygamberin doğruluk,
güvenilirlik ve samimiyetine ilişkin bu ahlâk ve tutumu, peygamberlikten önce
de kavmi arasında ün salmıştı. Öyle ki kendisine "Emin" lakabını
vermişlerdi107 Hatta Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ilk defa, Mekkelileri açıkça Allah'ın dinine davet ettiği zaman, kendileri
arasındaki bu yaygın şöhretine dayanmak istediği görülüyor. Doğruluk ve
güvenilirliğini açıkça onlara itiraf ettirmeden, sürpriz bir biçimde yeni dine
onları çağırmak istememişti. Nitekim, Mekke civarındaki bir tepe üzerine
çıkarak onlara şöyle sordu: "Ben size, bu dağın arkasında bir süvari
birliğinin bulunduğunu—size hücum edeceğini—söylesem bana inanır mısınız?"
Hepsi tek bir sesle: "Evet!" diye cevap verdi. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tam o sırada kendilerini İslâma davet etti. Fakat, doğruluk
ve güvenilirliğine olan itiraflarının üzerinden birkaç saniye bile geçmemişken,
onlar tam bir dönüş yaparak kendisini akılsızlıkla itham ettiler ve etrafından
dağıldılar.108
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) onların o derece güvenini kazanmıştı ki, peygamberlik verilmesi
üzerine kalblerde kendisine karşı kin ve düşmanlık kök saldıktan sonra bile mal
ve kıymetli eşyaları kendisine emanet ediyorlardı.109 Eğer kendisine
bunca kıymetli eşya emanet edilen kişi Hz. Muhammed değil de başka biri
olsaydı, hicret ettiği gece bütün o emanetleri alıp götürmesi işten bile
değildi. Hele kendisine olan düşmanlıkları onu öldürmek için komplolar
düzenlemeye sevkedecek bir dereceye vardıktan sonra... Fakat o gerçekten doğru
ve güvenilir zat, sözkonusu malların bir kuruşunu bile kendisine helâl
görmemiş, henüz çocuk yaşta olan ve terbiyesinde büyümüş amcasıoğlu Hz. Ali
onları yanıltmak için Resulullahm yatağında yatmış, sabah olunca erkenden Hz.
Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) emanet bir şey bırakan herkesi
dolaşarak emanetlerini teslim etmiştir.110
105 Buhârî,
Şehâdat 16, 87, Edeb 54, 95; ibn Mâce, Edeb 36; Ahmed, Müsned, V, 41,45, 47.
106 Buharî,
Savm 55; Ahmed, Müsned, V, s. 266.
107 el-Kadî
lyaz, eş-Şifâ bi Ta’rîfi Hukûki’l-Mustafa (Tahkik: Muhammed Karaali vd.) I-II,
Dımeşk, ts., I, 270.
108 Bk.
Buhârî, Tefsir (24., 111. Sûreler); Beydavî, Tefsir, Şuara, 214. âyetin izahı;
Belli ki, Yahudi bilginlerinin büyüklerinden olan Abdullah bin Selam da buna
benzer bir yönteme başvurmuştur. Nitekim, Hz. Peygamberin kendi kavmi olan
Yahudilere onun hakkmdaki düşüncelerini sormadan Müslümanlığını ilan etmek
istememiştir. Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kanaatlerini
sorması üzerine, Yahudiler Abdullah bin Selam’ı, onun ilmini ve değerini güzel
bir şekilde övmüşler. Bunun üzerine Abdullah bin Selam da hemen ayağa kalkarak
Kelime-i Şehadet getirmiş. Fakat az önce kendisine övgü yağdıran Yahudiler bu
kez her türlü karalamada bulunmuşlar, bk. ibn Hişam, a.g.e., II, 517).
109 İbn
Hişâm, a.g.e., II, 485,
110 ibn
Hişâm, a.g.e., II, 493.
44 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Kur'ân'm Hz. Muhammed
tarafından uydurulduğunu iddia etmek, onun en büyük sahtekâr olduğu manasına
gelir ki, yukarıdaki bütün delillerle taban tabana zıt olduğu gibi, Mekke
müşrikleri bile böyle bir iddiada bulunma cüretini gösterememişlerdir.111
İyi düşünüldüğünde bu
konuda mutlaka iki şıktan birisi olması gerektiği ve bunların ortasının
bulunmadığı görülür. Şöyle ki: Kur'ân Allah'ın kelâmı olmazsa, hakikatlerin
kaynağı değilse,-hâşa-iftiracı, haddini bilmez bir yalancının düzdüğü
iftiralardan ibaret olur. Onu tebliğ eden, Allah'ın gerçek elçisi değil ise,
yalancı, hem de Allah adına devamlı surette yalan uyduran biri durumuna düşer.
Doğruluk ve samimiyetiyle, Allah'a tevekkül etmesiyle, beşeriyete öğrettiği
hakikat prensibiyle, insanlara yol gösteren, aradan bin dörtyüz seneden fazla
bir zaman geçtiği halde bugün de milyarlarca insanın kalblerinin mah- bubu,
akıllarının mürşidi olan Hz. Muhammed'in sahtekâr, Allah'tan korkmaz, Allah'ı
tanımaz, en âdi bir insan olduğunu kabul etmek gerekir. Bunu yeryüzünde iddia
etmiş bir tek adam bile çıkabilmiş değildir. Öyleyse bu mesele iki şıkta
münhasırdır ve ikinci şık imkânsız olduğuna göre birinci şık, yani Kur'ân'm
Yüce Allah'ın kelâmı olduğunu kabul etmek şarttır.112
b. Engin
Tevazuu
Tevazu, alçak gönüllü
olmak113 hakka boyun eğmek114 hakkı kabul etmek demektir115.
Her huyun olduğu gibi tevazuun da ifrat (aşırılık) ve tefrit (kıtlık)
dereceleri vardır. Kıtlığına tekebbür, aşırılığına ise zillet denir. Tevazu bu
iki huyun ortasıdır.
Alçak gönüllülük;
eşitlik, başkasını kendisine tercih, hoşgörü, duygu ve düşünceyi paylaşma ve
adalete tutkunluk gibi iyi huyları gerçekleştirirken kibir, öç alma, kendini
başkalarına tercih etme, boş gurur, baskı gibi aşağılıkları doğurur. Bundan
dolayıdır ki aklı başında ve faziletli kişiler kibirden ve övünmekten uzak
durmuşlardır116. Hz. Mu-
111 En’am,
33.
« « o
Suat Yıldırım, Kur’ân
Beşer Sözü Olamaz, Kur’ân Sempozyumu, Zaman Gazetesi Yayınları, s. 127-128.
113 Firuzabâdi,
Kamusu’l-Muhît, III, 98.
114 imam
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye, l-ll, Mısır, ts., I, 427.
115 Kuşeyrî,
a.g.e. I, 434.
116 ibn
Miskeveyh, Tehzîbü’l-Ahlâk ve Tathîru'l-A’rak, el-Matbaatu’l-Huseyniyye, Mısır
1329 H. s. 164;
Ahmed Muhammed el-Hûfî, Min
Ahlâkı’n-Nebî, Matabiu’-Ehrâm et-Ticâriyye, 1970, s. 282.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 45
hammed makam ve
mertebesinin yücelik ve yüksekliğiyle birlikte insanların en mütevazii117
ve en kibirsizi idi118.
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) bu konuda öyle halleri var ki, doğruluk ve samimiyetinin en açık
göstergesi olarak ortada durmaktadır. Bir defasında sahabilerine namaz
kıldırırken yanılmış, bunu kendisine hatırlattıklarında hiçbir tartışmaya
girmemiş, yanılmayacağını, yanılgı sandıkları şeyin, bu namaza mahsus olmak
üzere (uydurabileceği) şu veya bu sebepten dolayı Allah tarafından bir kolaylık
olduğunu iddia etmemiştir. Aksine yanıldığını itiraf etmiş ve dönüp namazını
tamamlamıştır.119 Bir başka defa namazda yine yanılmış, kimse
tarafından uyarılmadan kendisi sehiv secdesi yapmıştır.120 Bu, asla
yanılmayan ve unutmayan bir Rabbin elçisi olmakla birlikte kendisinin ise
yanılabileceğin! itiraftan başka bir şey değildir. Hatta daha ötesi, bir başka
defasında namaz için kaamet getirilmiş, saflar düzelmişti ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) dışarı çıkmış. Çünkü tam namaza başlayacağı zaman cünup
olduğunu hatırlamış ve Sahabilerine: "Bekleyin" buyurmuş, sonra evine
dönerek gusül abdesti almış, saçlarından su damlaya damlaya yanlarına dönmüş ve
namazı kıldırmıştır.121 Eğer iddia edildiği gibi—haşa—sahte bir
peygamber olsaydı, cünüp haliyle namaz kıldırabilirdi. Namaz kılanlardan onun
cünüp olduğunu kim biliyordu ki? Fakat, namaz için evinden çıkmışken, kaamet
getirilmiş, saflar dizilmişken ve sahabileri için de bir bekleme güçlüğü
sözkonusuyken, evine dönüp önce gusül abdesti almadaki ısrarı, dinin direği
olan namaz gibi bir ibadete hazırlık ve temizlik konusunda bile unutabileceğini
itiraftan başka bir şey değildir ve onun doğru olduğuna en kesin delillerden
biridir. Rabbinden kendisine doğru söyleyen bir dil nasip etmesini dileyen122
böyle bir zatın yalancı olması mümkün mü?
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) kendisinde bulunabileceğini itiraf ettiği tek beşeri noksanlık
unutmak da değildir. Yine bir defa olsun gaybı bildiğini iddia ettiği
görülmemiştir. Bu konuda başka bir örnek de şudur: Bir sene Şevval ayının
hilâli buluttan dolayı görülmemiş, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
117 imam
Gazalî, ihyâu Ulûmi’d-Dîn, el-Matbaatu'l-Osmaniyye el-Mısriyye, 1933, II, 483;
K. lyaz, a.g.e.,, I, 97.
118 Kadı
lyaz, a.g.e., II, 97.
110 ibn Mâce, ikâme 134.
120 Tirmizî,
Salât 173; Nesâî, Sehv 23; Ahmed, Müsned, II, 447.
121 Buhârî,
Vudu' 34, Gusl 17, Mevâkît 24, Ezân 25; Müslim, Mesâcid 225; Ebu Dâvud, Taharet
93; Nesâî, Mevâkît 20; ibn Mâce, Taharet 83, 110, ikâme 132; Ahmed, Müsned, I,
88, 99, 366...; eş-Şevkânî, Neylu’l- Evtar, Dâru't-Turâs, Kahire, l-VIII, III,
190.
122 Tirmizî,
Daavât 23; eş-Şevkânî, a.g.e., II, 289.
46 H KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
dahil bütün Müslümanlar
oruç tutmuşlar, o gün birisi gelerek başka bir yerde dün hilâl görüldüğünü
bildirmiş, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) orucunu bozmuş,
Müslümanlar da bozmuşlardır.123 Eğer—haşa—yalancı olup, semâdaki
gaybı bildiğini iddia etseydi, bu gelen şahsın yanıldığım söyler ve orucu
tamamlamakta ısrar ederdi. Tâ ki, gaybı bilemediği söylenmesin. Çünkü, o
dönemde birçok Arap, peygamberliğin gaybı bilmeyi gerektirdiğini sanıyordu124.
Aynı şekilde, iki kişi arasında hüküm verdiği zaman, taraflardan birisi
hasmmdan daha iyi kendini savunabildiği takdirde, isterse, haksız olarak
kendisini yanıltabileceğini sa- habilerine, üzerine basa basa belirtmiştir.125
Bu sözler bir yandan Hz. Peygamberin
tevazuuna ve tekellüften son derece uzak bulunduğuna delil olduğu gibi,
Kur'ân'daki gaybî haberlerin kaynağı olmadığına da delildir. Çünkü kendi
zamanında, kendi memleketinde, şahsen tanıdığı ve sözlerini işittiği iki
davacı arasında cereyan eden meselenin hakikatini idrâk etmeye gücü yetmeyen
bir şahsın, kendisinden uzakta veya istikbalde meydana gelen hadiseleri
bilmekte daha âciz olacağı açıktır.
Hz. Peygamberin kendisi hakkında
söylediği şu söz de konumuz açısından oldukça anlamlıdır: "Ben sizin gibi
insanım. İnsanın zannı isabet de edebilir, hata da. Ama ne zaman size: 'Allah
şöyle buyurdu' dersem bilin ki ben Allah'a isnat ederek yalan söz
söylemem."126
Aynı şekilde Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ölen insanların başına geleceklerini de bilemediğini
söylerdi. Hatta bizzat kendisi hakkında bile şöyle buyururdu: "Ben
Allah'ın Resûlü olduğum halde bana nasıl davranılacağını bilemiyorum."127
Öyle konular var ki, onları insanlara
tebliğle görevli olmadığı için gizli tutsaydı hiçbir zararı olmazdı. Meselâ,
bir defasında annesinin mezarını ziyaret etmiş, hem ağlamış, hem de
etrafındakiler! ağlatmıştı. Buraya kadar anormal bir durum yok. Fakat işin
garibi, Rabbinden, annesinin mezarını ziyaret etmek için izin istediğini, Allah'ın
buna izin verdiğini, fakat onun için bağışlama dilemek için izin
123 ibn
Mace, Sıyâm 6.
Müşriklerin. Hz.
Peygamber’e yönelttikleri bazı isteklerine karşılık onlara, “Ben gaybı bilmem”
(En’âm, 50; Hûd, 31); “Eğer gaybı bilseydim pek çok menfaatim olurdu; hiçbir
kötülük de bana dokunmazdı” (A’raf, 188) gibi ayetlerle cevap vermesi
onların böyle bir anlayışa sahip olduklarını gösteriyor.
125 Buharî, Şehâdat 27, Hiyel 10, Ahkâm
20; Müslim, Akdiye 4; Ebu Dâvud, Akdiye 7; Tirmizî, Ahkâm 11; Nesâî, Kudat 13,
33; ibn Mace, Ahkâm 5; Muvatta’, Akdiye 1; Ahmed, Müsned, II, 332, VI, 203,
307, 320.
125 Müslim, Fedâil 139; ibn Mâce, Ruhun
15; Ahmed, Müsned, I, 162,163.
1 97
Buharî, Cenâiz 3;
Belirtilen yerde Osman bin Maz’un’un şehid edilişinden, kadınlardan birinin,
Allah’ın kendisine ikram ettiği konusunda şehadette bulunmasından söz edilmekte
ve kadının bu sözünün Hz. Peygamberi, kaydedilen sözü söylemesine sevkettiği
ifade edilmektedir.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 47
istediğini,
buna ise izin vermediğini söyleyebilmesidir.128 Bu, yalancı bir
sahtekârın söz ve davranışı olabilir mi?
Resulullahın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) doğruluğu konusunda hayran kalınacak bir durum da şu ki, bir
gün olsun bir tek mucizeyi getirebileceğini iddia etmemiştir. Çünkü o,
müşriklerden veya Yahudilerden kendisine karşı koyanlara her zaman söylediği
gibi, ancak insan olan bir peygamberdi.129
Şöyle bir itirazda
bulunulabilir: "Acaba, mucize getirmeye gücü yettiğini söylerse,
kendisinden bir mucize isteneceğini, yapamaymca da yalancılığının ortaya
çıkacağını düşündü de mi, böyle bir iddiada bulunmadı? Öyleyse, onu bundan,
doğruluğu ve samimiyeti değil de, dehâsı alıkoymuştur." Böyle bir şüphenin
de hiçbir dayanağı yoktur. Çünkü, Hz. Muhammed kendi lehine istismar
edebileceği olaylardan yararlanmayı hiçbir zaman düşünmemiştir. Meselâ,
biricik oğlu ve ciğerparesi olan İbrahim'in vefat ettiği gün, güneşin
tutulmasını bir fırsat olarak değerlendirip, üzüntüsüne bütün kâinatın iştirak
ettiğine ilişkin İlâhî bir delil olduğunu iddia edebilirken, böyle bir yola
tevessül etmemiştir.130 Yine, kendisinden önceki peygamberlerin de
mucize göstermediklerini söylemek suretiyle, onları da bu konuda kendisine
benzetebilirdi. O zaman kendisini tasdik etmeyenlerin aksini isbat etmeleri
gerekirdi ki bu da tabiatiyle imkânsızdı. Çünkü, sözkonusu peygamberlerin hepsi
asırlar önce vefat edip gitmişlerdi.
Bir kimsenin kalkıp da
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eski peygamberlerin mucizelerini
nefyetmemesini, bunun eskiden beri akıl ve ruhlarda yer etmesinden dolayı
olduğunu iddia edebileceğini sanmıyoruz. Çünkü akıl ve ruhlarda bundan daha
fazla yer etmiş bulunan başka şeyleri reddetmekte tereddüt etmemiştir. Meselâ,
Hz. İsa aleyhisselâmm ilâh olduğu, veya en azından Allah'ın oğlu olup Hz.
Adem'in işlediği günaha keffa- ret olsun diye çarmıha gerilerek öldürüldüğü
inancı, Hıristiyanların akıl ve ruhlarında ondan daha fazla yer etmişti. Bunlar
Hıristiyanlığın temelini oluşturuyor, yıkılmalarıyla Hıristiyanlık temelinden
yıkılıyordu.131 Akıl ve ruhlardaki bu yer ediş, Hz. Peygamberi, bu
inancı ve onu taşıyanları Kur'ân diliyle, akılsızlıkla niteleye-
128 Müslim, Cenâiz 105; Tirmizî, Cenâiz
60; Nesâî, Cenâiz 101; ibn Mace, Cenâiz 49.
. 129 Bu husus için örnek
olarak bk. En’am, 37,109; Yunus, 20; Ankebût, 50.
130 W. Irving, Mahomet and His
Successors, edited by Rochmann, The University of Wisconsin Press, Madison,
London, 1970, s. 176.
131 Mensuplarınca belirtildiği üzere
Hıristiyanlık, tanrılığına inanılan İsa üzerinde temerküz eden, odaklaşan bir
dindir. Kredo (amentü)lerinden de anlaşıldığı gibi Tanrı hakkındaki bu
inançları, tanrısal mahiyetin bedenleşmesi (tecessüd, incarnation), üç şahısta
tezahürü (teslis, tirinite), insanlığı günahtan kurtarması (fidâ, redemption)
ve Onun insanları hesaba çekmesi (ahiret, jugement dernier) hususlarını ihtiva
eder. (Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, Diyânet işleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara 1988, s. 113.
48 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
rek reddetmesine132
engel olmamıştır. Bunun benzerini hatta daha şiddetlisini Yahudilere ve
müşriklere karşı da yapmıştır. Öyleyse, düşmanlarının elinde bir koz olarak
duran, mücadele edip güçlük çıkarma vesilesi olarak kullanılan kapıyı bütünüyle
kapamak için neden, eski peygamberlerin mucizelerini tamamen inkâr etmedi?
Evet, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kardeşleri olan geçmiş
peygamberlerin mucizelerini itiraf ve kabul etmiş133 aynı zamanda
da, kendisinin insan olan bir peygamberden başka bir şey olmadığını
vurgulamıştır.134 Bu hiçbir şekilde, sahtekâr ve yalancı birinin
tutumu olabilir mi? Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğruluk ve
samimiyeti öyle bir noktada idi ki, soru olarak kendisine yöneltilen bir konuda
özel bir görüşü olur, daha sonra vahiy bu görüşten farklı bir çözümle gelirdi
ve o bunu ilan eder, gizlemezdi.135 Bu da konumuz açısından üzerinde
dikkatle düşünülmesi gereken bir noktadır.
Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kardeşleri olan diğer peygamberleri ancak hayırla anardı.
Nitekim Allah'a olan bir niyaz ve yakarışında Hz. İbrahim'i Allah'ın kulu,
dostu ve peygamberi olarak nitelerken kendisini sadece kulluk ve
peygamberlikle nitelemiştir.136 Öte yandan kendisini, herhangi bir
kimsenin Hz. Yunus bin Metta'dan üstün görmesini menetmiştir.137 Hz.
Yusuf (a.s) için de şöyle buyururdu: "Eğer Hz. Yusuf'un kaldığı kadar
hapiste ben kalsaydım, hapisten çıkma davetlerini kabul ederdim. (Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu sözleriyle, Hz. Yusuf'un tamamen suçsuz
olduğu hiçbir şek ve şüphe götürmeyecek derecede belli olmadıkça hapisten çıkma
önerisini reddettiğine işaret etmiştir.)138 O Hz. Yusuf ki, Hz.
Peygambere "İnsanların en asili ve değerlisi kimdir?" diye
sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: "Allah'ın dostunun (Hz. İbrahim'in) oğlu,
Allah'ın peygamberinin (Hz. İshak'm) oğlu, Allah'ın peygamberinin (Hz.
Yakub'un) oğlu, Allah'ın peygamberi Hz. Yusuf'tur."139
Allah'ın en sevdiği oruç ve namaz hakkında kendisine soru so-
132 Teslîs’in
reddi için Bk. Nisa, 171; Mâide, 73; En’am, 151; Hz. isâ’nın öldürülmediğine
delil için bk. Nisa, 157-159; Hz. İsa’nın Allah’ın kulundan başka bir şey
olmadığına delil için bk. Nisâ 172; Hz. isây’ı tanrılaştırdıkları için
Hıristiyanları, Hz. Üzeyr’i tanrılaştırdıkları için de Yahudiler! şiddetle
tenkid ve tekfir eden ifadeler için de bk. Rûm, 30-31.
133 Kur’ân’da
yer verilen Peygamber mucizeme misal için bk. Bakara, 60; Al-i imran, 49; Nemi,
16, Enbiyâ, 69;40;Sebe’, 1, 10, 12
134 Bk.
isrâ, 93.
1
Hz. Peygamber'in vahiy
ile düzeltilen bu tür ictihadlarına örnekler ileride gelecektir.
136 İmâm
Mâlik, el-Muvatta’ III, 83.
137 K.
lyad, a.g.e., I, 265.
138 132.
Buhârî, Ta’bîr, 9; Enbiyâ 11, 19; Müslim, imân 238, Fadâilus'-Sahâbe 152;
Tirmizî, Tefsir 13; Ahmed, Müsned, II, 326.
139 Buhârî,
Enbiya 14,19.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 49
rulmuş, o ise şöyle cevap
vermiştir: "Allah'ın en sevdiği oruç, Hz. Dâ- vûd'un orucu, Allah'ın en
sevdiği namaz da Hz. Dâvûd'un namazıdır."140 Hatta, Hz
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerinden pek çok kötülük,
edepsizlik ve hiyanet gördüğü, kendisiyle onlar arasında savaşlar cereyan etmiş
olan Yahudiler'in peygamberi Hz. Musa için de aynı tazim sözkonusudur. Nitekim
sahabilerin, ondan üstün tutmalarını reddetmiş ve şöyle buyurmuştur: "Beni
Musa'dan üstün tutmayın. Kıyamet günü insanlar ölecekler. İlk dirilen ben
olacağım. Bir de bakarım ki, Hz. Musa Arş'm yanında bekliyor. Kendisi de ölüp
de benden önce mi uyanmış, yoksa Allah'ın ölümden müstesna tuttuğu kimselerden
mi olduğunu bilemeyeceğim." Bu şahitliğin önemini ve ne derece Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) doğruluğunu gösterdiğini daha iyi
anlayabilmek için şunu belirtelim ki, bu söz, bir Müslüman ile bir yahudi
arasında geçen bir tartışma sonucunda söylenmiştir. Tartışmada Müslüman şöyle
yemin etmiş: "Hz. Muhammed'i alemlerden üstün kılan Allah'a yemin ederim
ki..." Buna karşılık Yahudi de: "Hz. Musa'yı alemlerden üstün kılan
Allah'a yemin ederim ki..." diye yemin etmiş. Kendini tutamayan Müslüman
elini kaldırarak Yahudiye bir tokat atmış. Yahudi Hz. Peygambere (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) giderek durumu haber vermiş.141
Bütün bunlar, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), kardeşleri olan diğer peygamberler karşısında kendisini
küçük gördüğünü göstermez. Aksine, bu sözler dahi, büyüklüğün, kendine güvenin
ve tevazuun birer ifadesidir. Nitekim başka bir yerde Resulullah -(salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Kıyamet günü bütün peygamberlerden daha fazla tabilerinin
bulunacağını umduğunu söylemiş142, Şefaat-ı Uzma hakkının kendisi
için saklı tutulduğunu143 belirtmiştir. Hz. Ali naklettiğine göre
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Bana, başka
hiçbir peygambere verilmeyen şu dört şey verilmiştir: 1. Düşmanlarımın kalbine
korku salınmakla (Allah tarafından) bana yardım edilmiş, 2. Bana Ahmed ismi
verilmiş, 3. Yeryüzü benim için temiz kılınmış. 4. Ümmetim, ümmetlerin en hayırlısı
yapılmıştır.144 Acaba, kendinin ve kardeşleri olan diğer büyük
peygamberlerin değerini bundan daha güzel ve hassas bir ölçüyle ortaya koymak
mümkün mü? Bu gerçek de onun ne derece dengeli, hikmetli ve samimi olduğunu
göstermektedir.
140 Buharî,
Teheccüd 7, Enbiya 37, 38; Müslim, Sıyâm 189, 190; Ebû Dâvûd, Savm 66; Nesâî,
Sıyâm 14, 68, 69, 76, 77, 78, 890.
141 Buharî,
Husûmat 1, Diyât 32, Ebiyâ 25, 31, Tevhîd 22; Müslim, Fedâil 160; Ebu Dâvud,
Sünnet 13; Ahmed, Müsned, II, 264, III, 41.
142 Buhârî,
Fedailü’l-Kur’ân 1.
143 Buharî,
Rikâk 51, Enbiya 3, 17, Tevhîd 19, 24, 36; Müslim, İmân 322, 326, 327; Tirmizî,
Cuma 63, Kıyâme 10; ibn Mâce, zühd 37; Ahmed, Müsned, V, s. 145, 147.
144 Ahmed,
Müsned, V, 256.
50 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
c. Kendisini
Yakından Tanıyanların Ona Olan Bağlılıkları
Hz. Peygamberin yakınında bulunan
insanların ona olan sevgi, ve bağlılıklarının onun doğruluk ve samimiyetine
işareti insaf sahibi Batılı bilim adamlarının itiraf ettiği bir noktadır.145
Biz, kısaca işaret edilen bu önemli noktayı örnekleriyle açıklamaya
çalışacağız:
Hz. Hatice, evlilik için, kendisine
gelen Kureyş'in en namlı kabile reislerinin isteklerini reddetti. Ama, Hz.
Muhammed'in ahlâkına hayran olduğu için kendisine bizzat evlilik teklifinde
bulundu.146 On beş yıllık bir evlilik, bir kadının kocasının günah
ve sevaplarını öğrenebilmesi için yeterli bir müddettir. Hele bu kadın hem
yaşça büyük, hem akıllı ve hem de kocası onun malları ve sermayesiyle ticaret
yapıyorsa, bu iş daha da kolaylaşır. Fakat Hz. Hatice bu uzun müddet sırasında
Hz. muhammed'i yakından görüp takip ettikten sonra büyüklüğüne o kadar inandı
ki, kendisinin sadece büyük bir insan olduğunu teslim etmedi, ayrıca kendisinin
Allah'ın Resulü olduğunu kabul etti ve kendisine iman etti. Halbuki sahtekâr
bir insanın menfaatçi ve maddeci karısı, kurduğu tezgâhında her ne kadar ortak
olsa dahi kendisine kalben bağlanmaz ve samimiyetle iman etmez.147
Bu konunun başka bir örneği de Hz.
Muhammed'in kölesi Zeyd b. Hari- se'dir. Bu köle, efendisi tarafından âzad
edilmesine rağmen, babası ve amcasının bütün ısrarlarına rağmen yine onun
hizmetinde kalmayı tercih etti. Bu köle 15 sene Hz. Muhammed'e hizmet etti ve
onun tarafından âzad edilerek evlatlık haline getirilince o yüksek ahlâkından o
kadar etkilendi ki, peygamberlik makamına yükselince tıpkı Hz. Hatice gibi ona
iman etmekte zerre kadar tereddüt etmedi. Zeyd, aklı ermeyen bir çocuk değil,
otuz yaşında yetişkin bir gençti ve öylesine yiğit, akıllı ve zeki idi ki,
Hicrî 8. yılında komutasına verilen orduda Hz. Cafer b. Ebi Talib ve Hz. Halid
b. Velîd gibi namlı ve şöhretli komutanlar vardı. Bu bakımdan Zeyd b.
Harise'nin İslâmiyeti kabulü, efendisine son derece bağlı ve borçlu olan saf
bir hizmetçinin iman etmesi olarak değerlendi- rilmemelidir. Hakikatte, Zeyd b.
Harise on beş yıllık yakın temastan
145 Bunlardan
Cariyle şöyle demektedir: “Onda her nevi iştahtan çok daha yüksek bir şey
vardı. Yoksa yirmi üç yıl omuz omuza döğüşen, onunla dirsek dirseğe yaşayan bu
çöl bedevileri ona bu kadar uyarlar mıydı? Onlar zaman zaman vahşi bir
samimiyetle köpüren ve birbirlerini boğazlayan bir nevi yabanilerdi. Gerçekten
değerli ve mert olmayan bir insanın onlara emretmesi mümkün olmazdı.” (Cariyle,
a.g.e., s. 40).
146 Bk.
İbn Hişâm, I, 188-189.
147 Mevdûdî,
Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, (derleyenler: Nâim
Sıddîkî-Abdulvekîl Alvî, trc. Dr. N. Ahmed Asrar) Pınar Yayınları, İstanbul,
I-II, II, 644.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 51
sonra Hz. Muhammed'in
peygamber olduğuna kesin olarak inanmıştır ki, ilk mü'minler arasında yerini
almıştır.148
Aynı durum Hz. Ebûbekir için de
geçerlidir. Hz. Ebûbekir bir nesep bilginiydi. En azından Kureyş kabilesindeki
her insanın geçmişini, ailesini ve ahlâkını bilirdi. Aynı zamanda yirmi yıldan
beri Hz. Muhammed'in dostu, refiki, habîbi ve sırdaşıydı.149 Eğer
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şahsiyetinde en ufak bir leke’
olduğunu bilseydi, zerre kadar tereddüt göstermeden herkesten önce koşması
şöyle dursun, hiçbir zaman İslâma girmezdi. Hz. Ali'nin durumu da aynıydı.
Osman b. Affan, Hz. Muhammed'in teyzesinin torunuydu. Hz. Zübeyr de teyzesinin
oğlu ve Hz. Hatice'nin yeğeniydi. Hz. Ebu Seleme, Hz. Muhemmed'in hem süt
kardeşi, hem teyze oğluydu. Hz. Cafer b. Ebî Talib, Hz. Muhammed'in öz amca
oğluydu. Abdurrahman b. Avf ile Sa'd b. Ebî Vakkas, Hz. Muhammed'in annesinin
akrabalarıydılar. Bunlardan hiçbirinin Hz. Muhammed'i yakından tanımadığı,
karakterini bilmediği iddia edilemez. Bütün bu yakın akraba, eş ve dostlar, Hz.
Muhammed'in nübüvvetini ve davasını ilk tanıyıp kabul edenlerdir.150
d. Sahabi
ve Yakınlarını İncitmemesi
Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) doğruluğu, güvenilirliği ve samimiyetinin ölçülebileceği başka bir
psikolojik ölçü daha vardır. O da şudur: Kendisi hiçbir zaman bir sahabisini
kırıp, kendisinden darılmasına sebep olmamıştır. Aynı şekilde, dostlarından
hiçbirisi de, ne hayatında, ne de vefatından onlarca sene sonra onu tenkit
etmemiş, yaptığı bir işi çirkin bulmamış ve kendisi hakkmdaki müsbet kanaatini
değiştirmemiştir. Bir yalancı veya aldatıcının, böylesi nadir ve çok çeşitli
dostluklar kurup
148 Mevdûdî,
a.g.e., II, 645.
149 Mevdûdî,
a.g.e., II, 645.
150 Mevdûdî,
a.g.e., II, 645. Leone Caetani’nin şu itirafları da aynı gerçeği teyid
etmektedir: “Yahudilerden başka Muhammed'in muhaliflerinden ve düşmanlarından
hiçbiri onun hakikaten mülhem (ilhama mazhar) olmasından hiçbir zaman şüpheye
düşmedi; bu baptaki iddiasının yalan olduğuna ihtimal vermedi. Buna kat’î
surette hükmedebiliriz. Ebu Bekir, Ömer, Abdurrahman b. Avf, Ebu Ubeyde b.
Cerrah, Sa’d ibn Ebi Vakkas ve şâire gibi en zeki ve seciye itibariyle en
yüksek adamlar Hz. Muhammed’in etrafında toplandılar. Devirlerinin hiç şüphesiz
en büyükleri olan bu zatlar, onun yalanlarını anlamayacak kadar kör ve idraksiz
olduklarına ihtimal verilebilir mi? “Bunlar, işin içinde bir yalancılık
olduğunu farkettiler, fakat sustular” denilemez. Bu adamların bu kadar sahte ve
hilekâr olmaları nasıl kabul edilir? Muhammed yalancı olsaydı bu, herhalde
meydana çıkardı, itirazlar, ayrılıklar olurdu. Halbuki hayatının son gününe
kadar etrafındakilerin ona muhabbet ve sadakatleri arttı. Muhammed’in dinini
kabul edenlerin tabiatına ve kendisinin gösterdiği misalden doğan ahlâkî
hadiselerin yüksek mahiyetine bakarak şu hükmü veriyoruz ki evvelâ, Muhammed,
nihayet meydana çıkacak olan bir yalancılıkla devam edemezdi; sâniyen, böyle
bir yalancılık olsaydı bunun hatırası elbette bize bir sûretle intikal ederdi.
Muir bile Muhammed’in samimi, belki de aldanmış bir adam olmasını kabul ıztırarında
kalmış ve yalancı olmadığını teslim etmiştir. Cariyle de Muhammed'in
samimiyet-i tammesi itirafında bulunmuştur." (İslâm Tarihi, (trc. Hüseyin
Câhid), İstanbul 1924. I-X, VII, 370-373).
52 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
sürdürebilmesi mümkün
değildir. Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Mu- aviye, Übeyy bin Ka'b, Halid b.
Velid, Amr b. As, Ebu Musa el-Eş'arî, Ebu Zerr, Ebu Hüreyre... ve daha binlerce
ona yakın yaşamış ve te- rimleşmiş manasıyla değil de—çünkü bu anlamda ashabı on
binleri bulmuştur—dostları anlamında ashabı diyebileceğimiz bütün bu ayrı
fıtrat ve mizaçtaki insanlar hep o eşsiz dostluğun meyveleridir. Gerek geçmişte
ve gerekse günümüzde birçok devlet başkanı veya lider görüyoruz ki, bazan gün
geçmez ki, yanında yer alan ve onu iktidara getiren şu veya bu yakınıyla arası
bozulmasın ve birbirlerinin aleyhine geçmesinler. Bu noktada Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) durumu tamamen farklıdır. Böyle bir dostun, hilebaz ve
yalancı olması asla mümkün değildir.
Dostları için söylediklerimiz, aynen
hanımları için de geçerlidir. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
hepsine karşı son derece nazik ve merhametliydi. Onlar da istisnasız,
özellikle de yaşça en küçükleri ve aralarından tek bakire olan Hz. Aişe de
dahil onu çok sever ve onu herkesten kıskanırlardı. Yine bunlar, gerek onun
hayatında ve gerekse vefatından sonra dinlerine bağlılık, ibadetlerine özen,
ahlâk, kerem ve yetimlere merhamet bakımından Ashabın en önde gelenleri
arasında yer alıyorlardı. Bir ara sayıları dokuzu bulmasına ve yaşça, yetiştiği
çevrece, yapıca ve geldiği din itibariyle farklı farklı olmalarına rağmen
istisnasız hepsinin sevgisini kazanmak hayret edilecek bir durum değil mi? Eğer
Hz. Muhammed—haşa—yalancı ve hilebaz olsaydı, hepsi veya en azından birkaçı
bunu farketmez miydi? O takdirde, ona karşı gelmez veya vefatından sonra olsun
şurada burada kendisi hakkında kuşkularını ifade eden kelimeleri ağızlarından
kaçırmazlar mıydı? Üstelik bunlar kumaydılar. Hepsi de onu o kadar çok
seviyordu ki, hayatlarının biraz daha müreffeh olmasını istediklerinde,
isterlerse kendilerini boşayabileceğim önerdiğinde istisnasız ve kesin bir
biçimde bunu reddetmişlerdir.151 Hz. peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) hayatının son derece zahitçe ve yokluklarla dolu olduğu da
bilinmektedir. Bu şartlarda bile meselâ bunlardan Ümmü Habibe'nin (r.a.) (V. 44
H.) sevgisi o derecedeydi ki, Habeşistan’a hicret etmesinden ve orada da ilk
kocasını kaybetmesinden beri yıllarca görmediği müşrik babası Ebû Süfyan'ın
altından Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) minderini çekip almış ve sebebini
sorduğunda gerçeği yüzüne karşı söylemiştir.152
İşin daha da hayret edilecek yanı
şudur: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) genç değildi. Hayatı,
müreffeh olmak şöyle dursun orta rahatlıkta bile
151 Bk.
Buharî, Tefsîru Sûre (33) 4-5; Tirmizî, Tefsîru Sûre (33) 6.
152 ibn
Hişâm, a.g.e., II, 396.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 53
değildi153.
Üstelik vahiy inmiş ve bütün bu hanımların sonsuza kadar bir daha evlenmeleri
yasaklanmıştı. Birçokları gençti. Bu durum karşısında hiçbirisi çıkıp da,
birtek kelime itirazda bulunmamıştır. Sonra çok geçmeden Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) vefat etti. Ondan sonra da, bir tanesi bile çıkıp da,
hayatlarının sonuna kadar kendilerine getirilen bu yasaktan sıkıldığını ifade
eden tek kelimeyi yanlışlıkla olsun ağızından kaçırmamıştır. Eğer Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) genç olarak vefat etseydi, onun gençlik hatırasına vefa
göstererek bu mahrumiyete katlandılar denilebilirdi. Eğer onunla birlikte
bolluk içinde müreffeh bir hayat geçirmiş olsalardı, ömürlerinin kalan
günlerini eski müreffeh günlerin hatırasıyla avunarak geçirdiler derdik. Eğer,
Resulullahtan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çocukları olsaydı, kalan
ömürlerini çocuklarının başında, onların terbiyesiyle ilgilenerek
geçirdiklerini ve kocalarının yokluğundan doğan boşluğu evlat sevgisiyle doldurarak
teselli bulduklarını söylerdik. Eğer miras olarak büyük bir servet bıraksaydı,
bu servetle avunduklarını belirtirdik. Fakat bunların hiçbiri sözkonusu
değildi. Yoksulların annesi Hz. Zeynep binti Huzeyme (r.a) dışında hepsi de
Resulullahtan (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sonra da yaşadılar. Hz. Aişe (V.
57 H.) gibi bir kısmının hayatları ondan sonra onlarca sene sürdü. Hz.
Muaviye'nin halifeliği döneminde vefat eden Hz. Safiyye (r.a) Resulullahtan (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kırk sene sonra (V. 50
H.) dünyaya veda etmiştir.154
Hz. Meymûne (r.a)—muhtemelen—Hicret'in 51. yılında Rabbinin rahmetine
kavuşmuştur.155 Buna rağmen hiçbirinin ağzından kuşku ifade eden bir
tek kelime bile duyulmamıştır. Acaba, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) hakkında zerre kadar bir şüpheleri olsaydı, bütün Müslüman kadınlar
arasından sadece kendilerini muhatap alan bu hükümlere bağlı kalmaları aklen
mümkün müdür? Böyle bir kuşkuları bulunsaydı, bazıları için onlarca sene süren
bu katı mahrumiyete maruz bırakılmaya razı olurlar mıydı? Oysa dul
kaldıklarında
153 Resulullahm
hanımlarının bu durumunu, Safiyye binti Huyey’inkiyle karşılaştırınız. Bu
hanım, Hz. Peygamber’in, katlini emrettiği kocası için üzüntü ifade eden bir
tek kelime bile etmemiştir. Sanki hiç kocası değilmiş gibi... Oysa kocası
kavminin ileri geleniydi. Zengindi. Lüks bir hayatı vardı ve gençti. (Ebu
Dâvud, imâre 24; eş-Şevkânî, a.g.e., VIII, 51); Yine bu durumu Ebû Süfyan’ın
karısı Hind’inkiyle karşılaştırınız. Mekke’nin fethi günü Ebû Süfyân, Hz.
Peygamber’in ordusunun yanından dönüp Mekke’lilere İslam ordusuna karşı
koymamalarını söylerken Hind, onu çok kötü karşılamış, hakaretler yağdırmış ve
çok acı sözler söylemiştir, (ibn Hişâm, a.g.e., II, 405); Aynı şekilde Esved
el-Ansî’nin karısı da, onun aleyhine dönmüş ve ondan kurtulmak için
Müslümanlara yardım etmiştir. (Irving, a.g.e.,s. 182).
154Muhammed Huseyn Heykel, Hayâtu
Muhammed, Matbaatu’s-Sünneti’l-Muhammediyye, Kahire 1968, s. 392; Irving,
a.g.e., s. 131; Bakınız ki, o Müslüman olmadan önce bir Yahudiydi. Aynı zamanda
halkının reisi olan Huyey bin Ahtab’ın da kızıydı. Şayet Hz. Peygamber -haşa-
yalancı olsaydı, konum itibariyle bunu ortaya çıkarmaya en elverişli biriydi.
Özellikle kocası Kinâne b. er-Rebi’ savaşta müslümanlar tarafından
öldürüldükten sonra, kendisi ganimet olarak bir Müslümanın hissesine düşmüş,
Resulullah onu âzat ederek kendisiyle evlenmişti. (İbn Hişâm, a.g.e., II, 646;
M. H. Heykel, a.g.e., s. 391-392.)
155 Muhammed Hamidullah,
Le Prophete de L’lslam, Sa Vie, Son Oeuvre, Association des Etudiants
Islamiques en France, 5. Baskı, Paris 1989, l-ll, 2, s. 629.
54 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
—daha önce de
belirttiğimiz gibi—büyük çoğunluklan henüz gençti. Acaba iddia edildiği
gibi—haşa—yalancı bir kocanın kendileri için vazettiği bir yasanın hatırı için
hayatlarının kalan kısmını mahrumiyet ve sıkıntılarla sürdürmeye boyun
eğmeleri—haşa—bir dost olsun tutmamaları156 veya en azından dış
ülkelere kaçmamaları mümkün müydü? Böyle bir kaçma arzuları alsaydı, bir
meseleden dolayı ceza görmemek için Bizans'a kaçan ve orada Hıristiyan olan
Cebele bin el-Eyhem157 kendileri için iyi bir örnekti. Hiç şüphesiz,
bütün Arap Yarımadası çevresindeki ülkelerin kralları onları güzel bir şekilde
karşılamaya hazırdılar. Başka hiç bir gaye gütmeseler bile, tahtlarını tehdit eden
yeni dine karşı onları istismar etmek için olsun bunu can u gönülden yapmaya
hazırdılar.158
Bu ve bundan önceki
şıkların özü şudur: Hz. Peygambere tabi olmuş, onun bildirdiği yolda her şeyi,
hatta gerektiğinde canlarını vermiş binlerce zeki, uyanık, dikkatli insanlar,
onun bütün gidişatını yakından izledikten sonra, ondan gördükleri mükemmel
ahlâk, dürüstlük, akıl ve hikmete hayran kalmışlardır. O, nübüvvetten sonra,
ilk vahyi tebliğinden itibaren artık bütün harekâtı ve sekenâtı tescil edilen,
tarihe mal olmuş bir şahsiyet haline gelmesinden sonra yirmi küsur sene gibi
uzun bir hayat sürmüştü. Bu hayat da, öyle tek düzende giden bir yaşama şekli
olmayıp adetâ insanlık aleminde çekilmiş ve çekilecek
156 Msl.,
Hz. Aişe, babasının halife vasfıyla İslam Devletinin zirvesinde bulunduğunu
fırsat bilerek istediği şeyi yapabilirdi. Hz. Peygamber’in vefatından iki sene
sonra halifeliği devralan ve on sene boyunca müslümanlar, yöneten Hz. Ömer’in
kızı olan Hz. Hafsa da babasının halifeliği döneminde aynı fırsatı
değerlendirebilirdi.
157 Bu
şahıs ve nasıl Hirakl’e sığınıp Hıristiyan olduğu hakkında bilgi için bk. Ş.
Sâmî, Kâmusu’l-A’lâm, III, 1770-1771
158 Msl.
bk. nasıl Gassa Meliki, Ka’b bin Mâlik’in Tebuk Seferinden geri kalması üzerine
Hz. Peygamber’n kendisine kızması ve Müslümanların da kendisiyle ilişkilerini
koparmasını fırsat bilerek ona ipekten bir mektup göndererek kendisine
sığınmasını, böyle yaptığı takdirde büyük izzet ve ikram göreceğini
bildirmiştir (Riyâdu’s-Salihîn, s. 49). Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’eşlerinin bu tutumları bile münafıkların ve birçok müsteşrikin Hz. Aişe
hakkında gevelediklerinin yalan olduğuna en büyük delildir. Nitekim Hz. Aişe,
gencecikken kaybettiği Resulullahtan sonra tam kırk dokuz sene yaşamış. Bu uzun
zaman zarfında hakkında en ufak bir olumsuzluk duyulmamış ve görülmemiştir.
Aynı şekilde bu Hz. Zeyneb binti Cahş
hakkında söylenenlerin de çirkin bir yalan olduğuna kesin delildir. Gûya Hz.
Zeyneb, evinin kapısından dönen Hz. Peygamber'in hayranlık ifade eden sözlerini
duyduktan sonra, kocasının aleyhine dönmüş, hayatını acılaştırmış ve bununla
kendisine hayran kalan Hz. Muhammed ile evlenmeyi amaçlamıştır! Böyle davranan
birisi, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vefatından sonra
yaşadığı süre olan on yıl boyunca kocasız ve çocuksuz sabredemez. Mü’minierin
annesi Hz. Zeyneb, hanımlarından, vefat edip Resululiaha ilk kavuşandır, işte
iki kumasının kendisi hakkında şehadetleri: Hz. Aişe şöyle diyor:" Din ve
diyanet bakımından ondan daha hayırlı, Allah’tan daha çok korkan, daha doğru
sözlü, akrabalarına daha fazla iyilik eden ve daha bol sadaka veren bir kadın
olmamıştır." Hz. Ûmmü Seleme şöyle diyor: “O, saliha, çok oruç tutan, çok
namaz kılan, elinin emeğiyle kazanıp hepsini Müslümanlara sadaka olarak dağıtan
biriydi.” (bk. Ahmed Atiyyetullah, el-Kamûsu’l-İslâmî,
Mektebetü’n-Nehda'l-Mısriyye, “Zeyneb binti Cahş” maddesi.)
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 55
bütün meşakkatlerin,
yirmi senelik bir zamanda yoğunlaştırılmış şeklidir. Bunlar öyle hallerdir ki,
insanın iç yüzünü çok kısa bir zamanda ayna gibi gösterir.
Bir misâl verelim: Senelerce önce
tanışıp birbirine saygı besleyen çok arkadaş vardır ki, bir ay süren bir
yolculukta içli dışlı olduktan sonra, birbirinden küsenler, gücenenler olur.
Birbirine karşı eski duyguları kalmaz. Yakından iş münasebetine girer, çalışma
hayatı dolayısıyla bir görevde bulunurlarsa, iş verme, iş isteme, yetki verme,
adam tercih etme, görevden alma gibi haller ortaya çıkınca durumlar değişir.
Neden? Çünkü, bu ortamlar insanları hakiki kimlikleriyle ortaya çıkarır. Feragat,
kâr, zarar, menfaat, rahat ve rahatın kaçması gibi durumlar kendini gösterir.
Kısaca diyebiliriz ki, Resulullah ve yakın ashabı bu tarzda ve bundan on misli
daha çileli bir ortamda senelerce birlikte bulunduktan sonra (sadece on yıllık
Medine döneminde 68 kadar sefer düzenlemek durumu olmuştur ki, ortalama iki
aya bir sefer düşmektedir), o zeki insanlar, onun ahlâkına, idareciliğine,
aklına hayranlıklarını dile getirmiş, tam bir şekilde itaat
etmişlerdir.—Haşa—az bir sahtelik dahi olsaydı bir müddet sonra foyası mutlaka
meydana çıkardı.159
e. Bilmediği
Konularda Asla Konuşmayarak Haddini Bilmesi
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), tertemiz, dürüst, ağırbaşlı, bilmediği hususlarda tek söz bile
söylemeyen bir kişiliğe sahipti. Özellikle bu son özelliğinin pek çok örnek ve
delilleri bulunmaktadır.
Onun başına öyle hadiseler geliyordu
ki bunlar, onu bir şeyler söylemeye zorluyordu. İş kendisinin elinde olsaydı,
bir şeyler söylemeye olan şiddetli ihtiyacı sebebiyle, söyleyecek söz
bulabilirdi. Fakat günler geceleri kovalıyor, yine de o konuda insanlara
okuyacağı birkaç Kur'ân âyeti bulamıyordu.
İfk hadisesini ele alalım.
Münafıklar, onun hanımı Hz. Aişe'ye (r.a.) namus iftirası attıklarında vahiy
gecikmiş, iş uzadıkça uzamış, dedikodu sel gibi yayılmıştı. Yürekler ağızlara
gelmişti. Hz. Peygamber ise büyük bir ihtiyat ve çekingenlikle: "Ben onun
hakkında iyi halden başka bir duruma tanık olmadım" demekten başka bir şey
yapamıyordu. Derken, işi araştırıp tahkik etmek konusunda hayli gayret gösterip
ashabıyla istişare etti. Böylece bir ay geçti. Hepsi de: "Onun şüphe
uyandıracak hiçbir kötü durumunu bilmiyoruz" dediler. İşin sonunda Hz.
Aişe'ye şöyle dedi: "Bak Aişe, senin hakkında şöyle şöyle bir söz
159 Suat
Yıldırım, a.g.teblîğ, s. 122-123.
56 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
işittim. Şâyet masum isen
Allah seni temize çıkaracaktır. Yok eğer günaha teşebbüs ettiysen, Allah'tan
af dile."160
Bu söz, görüldüğü gibi, gaybı
bilemeyen beşere ait bir ifadedir. Zanna tabi olmayan, bilgisi olmadığı
müddetçe konuşmayan güvenilir bir dostun sözüdür. Fakat bu kelimeleri
söyledikten sonra henüz yerinden ayrılmadan, Nûr Sûresinin baş tarafı nâzil
olarak Hz. Aişe'nin masumluğunu ilan etti, meseledeki kesin hükmü bildirdi.161
Şâyet iş kendi elinde olsaydı, bu kesin hükmü işin başında söyleyip semâvî
vahye izafe ederek şerefini korumasına ve namusunu müdafaa etmesine, böylece
rastgele atıp tutan ahalinin dedikodularını kesip atmasına hangi mani vardı ki?
Lâkin o, insanlar hakkında bile yalan söylemezken hiç Allah Tealâ hakkında
yalan uydurur muydu? Bakın Yüce Allah ne buyuruyor: "Eğer o (Hz. Muhammed)
bazı laflar uydurup Bize iftira etseydi, elbette ondan sağ elini (yani gücünü
kuvvetini) alırdık, sonra onun can damarını keserdik, sizden hiç kimse de buna
engel olamazdı."162
Hz. Peygambere Ashab-ı Kehf,
Zü'l-Karneyn ve rûh hakkında soru sorulmuş, o ise, "Yarın gelin size
cevap vereyim" demiş ama "İnşaallah" dememişti. Bu konuları
aydınlatıcı vahiy gelmedi. Cevap geciktikçe gecikti. Hz. Peygamber son derece
sıkılmaya başladı. Kureyş müşrikleri kendisini daha şiddetli bir biçimde
yalanlamaya başladılar ve Rabbi- nin kendisini terkedip gazap ettiğini ileri
sürdüler. Böylece aradan on beş gün kadar bir zaman geçti. Derken: Duha Sûresi
inerek Rabbinin kendisini terkedip gazap etmediğini bildirdi. Kehf Sûresinin şu
âyeti kendisini şöyle uyardı: "Allah'ın dilemesine bağlamadıkça (inşaallah
demedikçe) hiçbir şey için 'Bunu yarın yapacağım' deme. Bunu unuttuğun takdirde
Allah'ı an ve: 'Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın bir yola iletir'
de."163
Hz. Peygamber, kendisi bilmediği bir
konuda, hele Allah adına konuşmaktan titizlikle kaçındığı gibi, başkalarını da
bu konuda uyarırdı, işte bir kaç örnek:
Muavviz kızı Rubeyyi'in düğününün
sabahında küçük kızlar oturmuş, def çalıyorlardı. Derken, Bedir şehidleri
içinde yer alan babalarını da anmaya başladılar. İçlerinden biri dedi ki:
"Aramızda, yarın ne olacağını bilen Peygamber var". Bunun üzerine
Resulullah, derhal mü-
160 Buharî,
Tefsir (24.) 11.
161 Buharî,
Tefsir (24.) 11; Müslim, Tevbe 56-58.
162 Hakka,
44-47; bk. Muhammed Abdullah Draz, en-Nebeü’l-Azîm, Matbaatu’s-Saadeh, 1969, s.
16-17.
163 Kehf,
23-24; Bu konudaki geniş bilgi için bk. Muhammed Abdulazîm ez-Zerkanî, Menâhilü’l-irfân
Fî Ulûmi’l-Kur’ân, Matbaatu isâ el-Bâbî el-Halebî, ts., I-II, II, 397; Elmalık
Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, Matbaai Ebüzziyâ, İstanbul 1935,
l-IX, IV, 3218.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 57
dahale etti: "Böyle
deme! Daha önce söylediğin şeyleri söylemeye bak."164
Kur'ân'da da bu gerçeği tasdik eden
bir âyet bulunup meâli şudur: "De ki: 'Ben size Allah'ın hâzineleri
yanımdadır' demiyorum. Gaybı da bilmem; size, 'Ben meleğim' de demiyorum. Ben
sadece bana vahyolu- nana uyuyorum."165
Bir defasında, Ensar'dan birinin
çocuğu ölmüş, namazının kılınması için cenazeyi getirmişlerdi. Hz. Aişe dedi
ki: "Ne mutlu ona! Hiç günah işlemedi." Bunun üzerine Resululah,
"Ya başka türlü mü olacaktı. Aişe! Allah Cenneti yarattığı gibi Cennetin
ahalisini de yaratmıştır. Cennetlikler henüz babalarının sulblerinde iken
onlar için Cenneti yaratmıştır. Allah Cehennemi yarattığı gibi Cehennemlikleri
de yaratmıştır. Cehennemlikler henüz babalarının sulblerinde iken Cehennemi
onlar için yaratmıştır."166
Osman b. Maz'un vefat edince,
Ensar'dan bir hanım olan Ummü'l- Alâ'nm, merhuma hitap ederek: "Yâ Ebâ
Saib, ben Allah Tealâ'nm seni şerefli bir mevkiye çıkardığına şahitlik
ederim" demesi üzerine Hz. Peygamber şöyle dedi: "Allah'ın onu şerefli
bir mevkiye çıkardığını nereden biliyorsun?" O cevap verdi: "Anam
babam sana feda olsun, yâ Re- sulallah! (Allah ona ikram etmese) kime ikrâm
eder ki?" Hz. Peygamber de buyurdu ki: "Doğrusu her fâni gibi o da
vefat etti ve ben onun hakkında iyi bir akibet ümit ederim. Ama ben Resûlullah
olduğum halde âkibetimin ne olacağını bilemem." Bundan sonra kadın:
"Vallahi bundan böyle hiç kimseyi temize çıkarmam!" dedi.167
Şu âyet-i kerime de bu gerçeği teyid etmektedir: "De ki 'Peygamber olan
ilk insan elbet ben değilim. İşin sonunda bana ve size ne yapılacağını da
bilemem.168 Ben sadece bana vahyedilene uyuyorum. Ben apaçık bir
uyarıcıdan başka bir şey değilim."169
Aynı şekilde Kur'ân, Resulullahın (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini ısrarla ifade
ediyor.170
104 Buharî, Megâzî 12, Nikâh 48; ibn
Mâce, Nikah 21.
165 En’am,
50.
166 Müslim,
Kader 31; Ebu Dâvud, Sünne 17. Alimler der ki: “Resulullahın bu ifadede kesin
olmayışı, müslümanların çocuklarının cennete gireceğini bilmesinden önceki zamanda
vaki olmasından ileri gelmiş olabilir. (Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 26).
167 Buharî,
Cenâiz 3.
168 Bu,
Fetih Sûresinin baş tarafının vahyedilmesinden önceki durumu gösterir. Orada
kesinlikle bağışlandığı bildirilmektedir. (Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 27).
169 Ahkaf,
9.
170 Fussilet,
47; Nâziat, 42-45.
58 ■ KUR'ÂN
VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Kur'ân'ın sahibi olsaydı, onlara bu konuda vefatından
sonraya denk gelecek biçimde uzun bir vade verir; meselâ Kıyametin yüz elli
sene sonra kopacağını söylerdi. Böylece, gaybı bildiği izlenimini verir,
prestij ve etkisini arttırırdı. Fakat, onun dışı gibi içi de ayna gibi açıktı.
Böyle tekellüf ve sahtekârlıklara fıtratı asla müsaade etmemiştir.
f. Her Davranışı Mucize Olmasa Bile Hal ve
Hareketlerinin
Hak Olduğunu Göstermesi
Bazı şairlerin şiirlerini
incelemek sûretiyle onların hayatlarını ortaya koymak isteyenler bulunur. Bu
araştırıcılar, şairin kendi sözlerinden onun inançlarını, adetlerini ahlâkını,
düşünce çizgisini ve geçim tarzını yansıtan pasajlar, tablolar bulup
çıkarırlar. Şiirin yaldızı, onun iç yüzünü keşfetmelerine, köpüğü özden
ayırmalarına mani olmaz. Bu şundan ileri gelir ki: Hakikatin, gizlilik
perdelerini delip geçen etkin bir kuvveti vardır. Bu gerçek, satırlar arasında,
sözün edasında okunur. Bir insan ne kadar sun'î davranırsa davransın;
kızdırıldığı, zorlandığı, daraldığı, muhtaç olduğu, arzusuna nâil olduğu veya
güvendiği biriyle başbaşa kaldığı zaman, işlerinde ve sözlerinde, esas
fıtratını ortaya koyan birtakım davranışlardan hâli olmaz.
Hz. Peygamberin hayat ve
yaşayışı da onun iç dünyasının gerçek bir aynasıdır. Bu öyle bir aynadır ki,
dışından içini gösterir. Onun sözlerinden herbir sözde, davranışlarından
herbir davranışta, doğruluk ve samimiyetin tezahür ettiği açıkça görülür.
Hatta ona bakan zeki ve anlayışlı bir kimse, konuşmadığı ve bir iş yapmadığı
zaman bile, onun gidişatında kendini gösteren yüce ahlâkını temaşa edebilir.
İşte bundandır ki, yüce Allah'ın, kalblerini İslâma açtığı ashabın çoğu, ondan
söylediklerine delil istememişlerdi. Onların bir kısmı beraber yaşayarak
sîretini, gidişatının yüceliğinde, bir kısmı ise uzaktan gelip de mübârek
simasında onu tanımışlardı.
Abdullah bin Selâm (r.a)
anlatır: "Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye geldiği
sıra, halk ona doğru koşuştu. 'Resulullah geldi, Resulullah geldi!' diye
bağrıştılar. Ben de gidenlere katıldım. Kalabalık arasında onun simasını
seçince anladım ki bu yüz, bir yalancının yüzü olamaz."171
Hz. peygamber'in zatını
hakkaniyetine delil olarak gören Bediüzza- man, onun her hal ve bereketinin
onun doğruluk ve samimiyetine olan delâletini değişik açılardan isbat eder:
171 Tirmizî, Kıyame 42; ibn
Mâce, ikame 174; Dârimî, Salât 156 Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 28
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 59
Birincisi: Sonradan kazanılan ve
yapmacık olan şey ne kadar mükemmel olursa olsun fıtrî ve tabiî olanın yerini
tutamaz. Bu yüzden zaman zaman ortaya çıkacak tutarsızlıklar, o davranışın
yapmacıklığını gösterecektir.
İkincisi: Yüksek ahlakı hakikatle
bağlayan şey ciddiyet, güzel huyları canlı tutan, onları bir arada tutan ve
intizama sokan yalnızca doğruluktur. Doğruluk ve ciddiyet kesildiği anda, o
yüksek ahlak kurur ve boşa gider.
Üçüncüsü: Birbirine uygun nesnelerde bir karşılıklı
meyil, yardımlaşma vardır. Birbirine zıt şeyler arasında da nefret ve itişme
bulunur. Maddi nesnelerde bu kaide geçerli olduğu gibi maneviyat ve ahlakta da
geçerlidir.
Dördüncüsü: Fertlerden meydana gelen
bir bütünün öyle bir hükmü var ki, onu meydana getiren her fert için o hüküm
yoktur.
İşte hadis, siyer ve tarih-i
hayatı—hatta düşmanlarının şehâdet-le- riyle—Hz. Peygamberde (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bulunduğu kesin olan yüce huyların çokluğunun sonucu olan
izzet ve haysiyetten doğan şeref, vakar ve izzet-i nefis vardır. Evet birbirine
zıt oldukları için melekler arasına şeytanların karışamaması gibi, Hz.
Peygamberde bulunan o kadar çok yüksek ahlakın arasına da kötü huylar,
özellikle yalancılık ve samimiyetsizlik giremez. Bu yüksek huylar, hayat ve
mayaları makamında olan doğruluk ve gerçekliği tazammun ettiklerinden parlak
bir ışık gibi onun Peygamberliğini açıkça göstermektedir."172
Bir adam yalnız kahramanlıkla ün
salarsa, o şöhretin ona verdiği haysiyeti bozmamak için kolaylıkla yalana
tenezzül etmez. Artık bir araya gelen bütün yüksek huyların yalanı nasıl asla
kabul etmeyeceği düşünülsün.173
Tarih ve siyere bakılırsa açıkça
görülür ki: Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dört yaşından kırk
yaşına kadar, özellikle şe'ni, ahlâk ve hileyi dışarıya vurmak olan gençliğin
en hararetli zamanında, tam bir istikamet, metânet, hal, tavırlardaki
muvazenet ve nihâyet iffet ile ve hiçbir hali gizliliği muhafaza etmeyen (hele
hele bunca inatçı düşmanlara karşı) gençlik yıllarının hiçbir hileyi
hissettirmediği düşünülüp gözö- nüne getirilirse, ahlakın artık karar kılıp
adeta kemikleşmesi zamanı olan kırk seneden sonra meydana getirdiği o büyük
inkılab nazara alınırsa haktan geldiğini ve hakikat olduğunu tasdik etmeyen
kişi kendini kınasın. Hem de en tehlikeli durumlarda (Hicret esnasında sak-
172 Bediüzzaman
Said Nursî, Asâr-i Bedîiyye, (Neşreden: Abdulkadir Badıllı), s. 273-274.
173 A.g.e.,
s. 274.
60 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
landıkları mağaradaki
gibi) kurtuluş yolu kalmamış ve adeten ümit bağı tamamen kesilmiş iken gâyet
metanet, tam bir güven ve nihâyet derecede huzur dolu hareket, hal ve tavrı,
peygamberlik ve ciddiyetine yeterli şahittir ve hak üzere bulunduğuna kesin
delildir."174
Hz. Peygamberin doğruluk
delili herbir hareketi herbir halidir. Evet, herbir hareketinde göze çarpan
tereddütsüzlüğü, itirazcıları önemse- meyişi, düşmanlarından perva etmeyişi ve
muhaliflerinden çekinmeyişi doğruluğunu ciddiyetini ve işlerinde hakikatin
ruhuna tam isabet ettiğini gösteriyor. Özetlemek gerekirse, korkaklık,
çekingenlik ve telaş gibi şeyler hileyi, davasına güvensizliği ve kararsızlığı
ima eder. Hz. Peygamber bu gibi şeylerden uzak bulunduğu gibi pervasızca,
kuvvet ve güvenle en tehlikeli makamlarda olan hareketi ve sonuçta da hak ve
gerçeğe isabet etmesi ve iki alemde semere verecek olan hayat dolu kaideleri
davranışlarıyla te'sis etmesine binâen, herbir fiil ve herbir tavrının iki
taraftan, yani gerek başlangıçları gerekse sonuçları açısından ciddiyet ve
doğruluğu dikkatli nazarlara açıkça gösteriyor. Özellikle haraketlerinin bütünü
gözönüne getirildiğinde ciddiyet ve hakikat parıldayan nur gibi tezahür ve
tecelli ediyor."175
Gerçekten de Hz.
Muhammed'in şahsiyeti, büyük ve namlı bir peygambere yakışır bir şekilde idi.
Onun vücudu, eşkâli, yüz hatları, genel görünüşü, oturuşu, kalkışı, hareketi,
konuşması ve alışkanlıkları çocukluğundan beri parlak geleceğinden haber
veriyorlardı. Fizyonomi uzmanları ve akıllı kimseler bu belirtileri gördükten
sonra Abdulmufta- lib'in ailesinden olağanüstü bir kişinin doğduğuna inanmaya
başlamışlardı. Bu hususta Hz. Muhammed'in annesi, büyük babası, amcası, süt
kardeşi, dadısı ve arkadaşlarının intibaları tarih sayfalarına geçmiştir.
Bunların hepsi, Hz. Muhammed'in küçük yaşta bile büyük bir şahsiyet olacağının
çeşitli örneklerini verdiğini beyan etmişlerdir. Bazan da Hz. Peygamberi hiç
tanımayan kişiler ilk bakışta, "Vallahi bu asla yalancı ve sahte bir
kişinin yüzü değildir" diyerek görüşlerini belirtmiş oluyorlardı. Hz.
Peygamber büluğ çağma erişince ailesi ve hemşehrileri, şahsiyetinin daha da
etkisinde kalmaya başladılar. Yoldan geçenler kendisini görünce gayr-i
ihtiyarî olarak sevgi ve saygı belirtmekten geri kalmazlardı. Çünkü kendisini
toplumun en iyi ferdi olarak görürlerdi.176
174 A.g.e.,
s. 275.
175 A.g.e„
s. 272-273.
176 Hz.
Muhammed’in peygamberliğine, hatta Allah’a ve maneviyata inanmayan Marksist
Maxim Rodinson bile, “Muhammed, genellikle, bilge, ölçülü, dengeli bir adam
izlenimini uyandırmaktadır. Bütün hayatı boyunca bir karara varmadan enine
boyuna düşündüğünü, kurumsal ve özel işlerini ustaca yürüttüğünü, gerektiğinde
beklemesini, yeri geldiğinde geri çekilmesini bildiğini ve tasarılarının
başarıya ulaşması için
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 61
Resulullahm yakışıklılığı, nezâketi,
vakarı, ciddiyeti, doğruluğu, dürüstlüğü, yüksek ahlâkı, temizliği ve alçak
gönüllülüğü kendisini halkın sevgilisi yapmıştı. Resulullah'm şahsiyetinin bu
heybeti ve etkisi İslâmî davetini yapmaya başlaması ve Kureyşliler kendisinin
can düşmanı olmasından sonra da devam etti. Kureyşliler öfke ve nefrete
kapılarak ekseriya çok alçakça ve haince tezgâhlar kuruyor ve oyunlar
oynuyorlardı. Fakat Kureyşliler, bizzat kendi aile mensupları, oğul, kardeş ve
yeğenlerine reva gördükleri insanlık dışı ve dehşet verici eziyet ve
işkenceleri Hz. Muhammed'e hiçbir zaman uygulamadılar. Kendi akraba ve
yakınlarına karşı bu kadar gaddarca ve serbestçe hareket edebilen bu insanlar
Resulullah ile karşılaşınca sanki birden değişiveriyorlardı. Gerçek şu ki,
Kureyşliler bütün alçaklıklarına rağmen Hz. Peygambere kötü bir söz söylemek
veya el kaldırmak konusunda her zaman aralarında belli bir mesafeyi koymayı
unutmazlardı. Bu mesafenin doğmasının sebebi Resulullahm müthiş ikna ve nüfuz
edici şahsiyeti idi."177
Resulullahm, hakikatten kuvvet alan
mühim vasıflarından biri de söz ve fiillerindeki ahenkti. Onun söz ve
hareketlerinde en ufak bir tezat yoktu. Resulullah daima söylediklerini
yapardı ve yapamayacağı şeyi söylemezdi. O, yasakladığı kötülüklerden hem
kendisi hem de arkadaşları arınmış durumda idiler. Mekkeliler Resulullahm
sadece cemiyetteki yaşantısını değil, özel hayatını da çok iyi biliyorlardı.
Zira bunların bir çoğu annesi, babası veya zevcesinin akrabalarıydılar. Fakat
bunlardan hiç kimse, Resulullahm başkalarına yasakladığı şeyleri kendisinin
yaptığını iddia edemedi. Aynı şekilde Resulullah, hangi iyi ve hayırlı işlere
halkı davet ederse onları ilk önce kendisi yapardı. Resulullahm hayatı
davasının canlı bir örneğiydi. Kimse onun hayır ve iyi. işte en ufak bir hata
veya eksiklik gösterdiğini söyleyemezdi."178
Böyle bir hayat ve şahsiyete sahip
olan bir zatın sağdan soldan topladığı veya kendi düşünce ve muhayyilesinin
eseri olan bir eseri Allah'ın Kelâmı diye insanlara sunması mümkün olabilir
mi?
g. Ümmî
Olup Okuma-Yazma Bilmemesi
zorunlu tedbirleri zamanında almasını
becerdiğini görüyoruz.”, “...Muhammed 35 yaşındadır. el-Emîn lakabını
vermişlerdir kendisine. Yani kentin güvenilir adamıdır. Herkes tarafından
değerlendirilmekte, küçük yurdunda pekala bir rol oynamaktadır. (...) Bir sevgi
halesiyle çevrilidir etrafı." demekten kendisini alamıyor, (bk. Maxsime
Rodinson, a.g.e., s. 77-78).
177 Mevdûdî,
a.g.e. II, 642-643.
178 A.g.e.,.
II, 649.
62 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Hz. Muhammed, okuma yazma biliyor
muydu? Kur'ân-ı Kerim, bu hususta bize menfi cevap vermekte ve onun bu
durumunu risaletinin İlâhîliğine delâlet eden bir delil olarak göstermektedir.
Kur'ân-ı Kerim, Hz. Muhammed'in sadece ümmî olan bir kavmin ümmî (okuma yazma
bilmeyen) peygamberi179—yahut Sprenger'in de ileri sürdüğü
gibi—İlâhî vahye mazhar olmamış müşrik bir kavmin ferdi180 olarak
tavsif etmez, fakat aynı zamanda onun, Kur'ân-ı Kerimden önce ne bir kitap
okuduğunu ne de yazı yazdığını açık bir şekilde teyid eder.181 Şüphesiz
bizzat muarızları da onun bu ümmî halini biliyorlardı ki, geçmişe dâir
anlattığı bir kıssanın kaynağını izah etmek istediklerinde, onun bu kıssayı
kendisinin yazmış olabileceğini (Ketebehâ) söylemeye cesaret edememiş, fakat
onu başkasına yazdırdığını (iktetebehâ) ifâde etmişlerdir182.
Birbirinden farklı olmakla birlikte Leblois183 gibi bazı
müsteşrikler bu iki fiil kalıbını karıştırmışlardır. Diğer bazıları gibi bu
müellif de, Hz. Peygamberin ölüm döşeğinde iken, hilafet konusunda vasiyette
bulunmak üzere kâğıt kalem istediğini bildiren bir hadis-i şerifi delil
göstererek, onun okuma yazma bildiğini isbat etmek istemiştir. Fakat bu delil
kesin değildir; çünkü bu rivâyette Hz. Peygamberin yazı yazmış olduğu
zikredilmemiştir. Binâenaleyh, ölmek üzere olan bir kimsenin bu gerçekleşmemiş
arzusundan bu konuda bu dereceye varılamaz. Sonra ve özellikle, umumiyetle
devlet reislerine ve evlevi- yetle, müntesipleri arasında okuma yazma bilmeyen
biri olarak tanınmış olan devlet reisine izafe edilen "yazmak"
fiilinin, "imlâ etmek ve mührünü basmak"dan başka bir anlam ifade
etmesi düşünülemez. Nitekim, Hz. Peygamberin diplomatik mektuplarından söz
edilirken "Ketebe ilâ fülân" ifâdesi kullanılmaktadır ki, bununla
onun kâtiplerine yazdırmış olduğu mektuplar kast edilir.
Aynı şekilde Hudeybiye müsalahasmda
"beynemâ yektübü hüve ve Süheylü iz talaa...ilh. Hz. Peygamber ve Süheyl
anlaşmayı yazdıkları sırada..." denilmiştir. Oysa anlaşmayı Hz.
Peygamberin emriyle yazan Hz. Ali'nin bizzat kendisidir. Bu anlaşmadan
müsteşrikler, görüşlerini teyid edecek başka bir delil çıkarmaya gayret
etmişlerdir. Hz. Ali: "Bu Allah'ın elçisi Muhammed'in sulh
yaptığı..." ibareleriyle anlaşmayı yazmaya başlayınca, Kureyş delegesi
Süheyl buna itiraz ederek: "Biz
179 A’raf,
157; Al-i imrân, 164; Cum’a, 2.
180 Bu
yorum, her ne kadar bazı ayetler için tutarlı ise de, “ümmî” kelimesinin câhil
Yahudilere ıtlak olunduğu diğer bazı ayetlerle (Bakara,Al-i imrân, 78)
çelişkiye düşer. Diğer taraftan, kendi ve kavmi hakkında: “Biz ümmî bir
ümmetiz” diyen Hz. Peygamber bu sözünü şöyle açıklamıştır: “Biz ne yazmasını ne
de hesap yapmasını biliriz" (Buharî, Savm 13).
181 Ankebût,
48.
182 Furkân,
5.
183 Le
Koran et La Bible Hebraîque. Paris, Fishbacher, 1887, s. 34.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 63
senin gerçekten Allah'ın
elçisi olduğunu tanımış olsaydık seninle harb etmezdik" demiştir. Bunun
üzerine Hz. Peygamber, Hz. Ali'ye bu ünvanı silerek, sadece Muhammed bin
Abdullah ibaresini bırakmasını emretmiş, ancak bu emrin yerine getirilmesi,
sadık kâtibe son derece ağır geldiği için bunu yapma cesaretini kendinde
bulamamıştır. Durumu gören Hz. Peygamber, ona bu kelimenin nerede bulunduğunu
sormuş ve bizzat kendi eliyle silmiştir.
Buraya kadar herhangi bir güçlük
sözkonusu değildir. Ancak bu olayla ilgili olan son derece vecîz bir rivâyette
de şu ibare yer almaktadır: "...ve yerine Muhammed bin Abdillah
yazdı." Görünüşe göre bu rivâyet, yazma fiilini Hz. Peygambere isnat
etmektedir. Fakat rivâyetin böyle bir anlama gelebileceğini kabul etsek bile,
ibare herhangi bir güçlük çıkarmaz. Çünkü genel kaide, bir yandan, böyle bir
isnatın dolaylı bir anlamda anlaşılmasını gerektirirken, diğer yandan, Hz.
Peygamber tarafından silinen ünvanı, Hz. Ali'nin değiştirdiğini tasrih eden
diğer rivâyetler, bu görünüşteki kapalılığı açıklığa kavuşturmuştur. Aslında
Hz. Peygamberin yazı bildiğini savunmak için böyle kapalı bir rivâyete istinad
etmek; onun silinecek kelimeyi ancak kâtibin delâletiyle görebildiğini çabucak
unutup, hemen aynı yerde, kâtibe başvurma işine Hz. Muhammed'in okuma yazma
bilmemesini açıklayan bir notu görmemezlikten gelmek demektir. Böylece bizzat
Hz. Peygamberin itirafı, "Mâ ene bikariin, nahnü ümmetün ümmiyetün lâ
yuhsinü yektüb=Ben okuma bilmem, biz ümmi bir ümmetiz", hayatı boyunca
davranışı, ashabının şehadeti, muarızlarının itirazları ve nihâyet Kur’ân-ı
Kerimin sarih bir şekilde bildirmesiyle, Hz. muhammed'in okuma yazma bilmediği
hususu kesinlik kazanmış bulunmaktadır. Aksini isbata matuf bütün gayretler, bu
gerçeği sarsamayacak kadar çok zayıftırlar.184 Çünkü Hz. Peygamber
başka bir gezegende yaşamamıştır. Onun hayatı en ince teferruatına
184 Bazı alimler,
Buhari’de geçen bu rivayete,(Fethu’l-Bârî, c. 16, s. 88) “isra’ya götürüldüğüm
gece, Cennetin kapısında ‘Sadaka on kat sevabıyla, borç vermek ise on sekiz kat
sevabıyla yazılır’ ibaresini gördüm”(ibn Mâce, Sadakat 19), “Kalemi kulağının
üzerine koy, bu imla ettirenin hatırlaması için daha iyidir” (bk.
Feyzu’l-Kadîr, IV, s. 255) gibi rivayetlere dayanarak Hz. Peygamber’in,
Kur'ân’m kendisi tarafından yazılmadığı gerçeği ortaya çıktıktan sonra artık
okuma yazma bildiğini ileri sürüyorlarsa da, bize pek ikna edici gelmemektedir.
Bir kere, Hudeybiye antlaşmasında adını bizzat yazdığı kabul edilse bile,
sadece adını yazabilen bir kimsenin okuma yazma bildiği söylenemez. Cennetin
kapısında, sözkonusu ifadeyi görmesi de, o alemin şartlarına göre
değerlendirilebilir ve bu görmenin mutlaka bizim bildiğimiz bir yazı ile oraya
yazılmış olduğu kabul edilmeyebilir. Kısacası, Hz. peygamber’in okuma yazma
bilmediğini gösteren deliller, yakîn ifade ederlerken, bunun zıddını ifade eden
deliller ise zan ifade ederler, ikisini telif etmek mümkünse telif edilir, aksi
halde yakîn karşısında zannın hükmü ve değeri yoktur. Ancak özellikle şu
gerçeği bir kez daha vurgulayalım ki, okuma yazma bildiğini söyleyenler de,
Kur'ân inmeye başlayıp, Peygamber'in hücceti kesinleşinceye kadar okuma yazma
bilmediğini kabul ediyorlar. Bu konuda ittifak vardır, ihtilaf bundan sonraki
devre için sözkonusudur.(Bu konudaki geniş bilgi için bk. Muhammed Abdulhay
el-Kettânî, et- Terâtibü’l-idâriye (trc. Ahmed Özel), iz Yayıncılık, İstanbul
1990, I, 249-253; ez-Zerkânî, Menâhil, I, 364- 367).
64 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
kadar bilinmektedir.
Kavminin de saflığı yüzünden yanılması mümkün değildir. Şâyet gerçekten okuma
yazma bilmiş olsaydı, hiç değilse ara sıra mektuplarına veya Kur'ân nüshalarına
bakıp onları tahkik etmiş olması gerekmez miydi? Bu yüzden bazı rivayetlerin kapalı
olmasına rağmen, Nöldeke185 şu kesin sonuçlara ulaşmıştır:
1. Bizzat
Hz. Peygamber kendini ümmî olarak göstermiş ve bundan dolayı gerek Kur'ân-ı
Kerimi, gerekse mektuplarını başkalarına okutmuştur.
2. O,
her halükârda ne Kitab-ı Mukaddes'i, ne de başka büyük bir eseri okumuştur.186
Hz. Peygamberin okuma yazma bilmediği
başka bazı müsteşriklerce de itiraf edilmektedir. Kazimirski,187
Montet188 ve Amari189 bunlar- dandandır.190
185 Theodor
Nöldeke, 1836-1930 yılları arasında yaşamıştır. Hamborg’ta doğdu. Honkong
Üniversitesinde Arap dilini öğrendi. Daha sonra Lebziç, Viyana, Leydin ve
Berlin’de öğrenimine devam etti. 1861'de Honkong Üniversitesinde Sâmî Dilleri
ve İslam Tarihi Hocası oldu. Sonra Strasburg Üniversitesine geçti ve 1872-1920
yılları arasında burada ders verdi. Nöldeke 94 yıllık uzun hayatında pekçok
Alman ve AvrupalI müsteşrik kendisinden okudu. 25 kadar önemli eser verdi. 700
kadar da makale yazdı. Önemli eserleri şunlardır: 1. De Origine et Compositione
Surarum Qorancarum Ipsiusque Qorani=Kur'ân Sûrelerinin Oluşum ve Terkibi; 2.
Geschichte des Qorans=Kur’ân Tarihi; 3. Beitrage zur Kenntnis der Poesie der
Alten Araber.
186 Geschichte
des Corans, Leipzig, 2. Baskı 1938, s. 16; Draz, Initiation au Coran, s.
173-175.
187 1807-1887
yılları arasında yaşamıştır. Berlin’de tahsilini tamamlamış, 1839-40
yıllarında Doğuyu dolaşmış, daha sonra da Fransa'ya yerleşmiştir. Eserleri:
Fransızca Kur’ân Tercümesi; 2. Arapça- Fransızca Lugât (iki büyük cilt); 3.
Sa’dî’nin Gülistan’nının Polonyaca tercümesi.)
188 Edward
Montet, 1856-1927 yılları arasında yaşamıştır. Lyon'da İsviçre asıllı bir
aileden doğdu. 1874’e kadar burada tahsilini sürdürdü. Paris Üniversitesinde
Protestanlık ilahiyatında doktor ünvanını kazandı (1883). 1885’te Cenevre
Üniversitesinde ibranice, Aramca ve Eski Ahid hocası olarak atandı. Daha sonra
bu ihtisas sahasına Arapça ve Kur’ân Tarihi de eklendi (1894). Bu 1910-12
tarihlerinde adı geçen üniversiteye rektör oldu. Fransız Hükümeti kendisini
1901-10 yıllarında Mağrib’e gönderdi. 1910'da ders vermek üzere Fransa’ya
yeniden çağrıldı. Dimaşk'taki el-Mecma’u’l-ilmî el-Arabî’nin kuruluşundan
itibaren üye olarak görev yaptı. Arapça ve İslâmî araştırmalarıyla ün kazandı.
Eserleri: 1. İslam'ın Bugünü ve Geleceği (Paris, 1910); 2. İslam (Paris, 1921);
3. Fransızca Kur’ân Tercümesi (Paris, 1929); 4. İsrail Milletinin Tarihi.
189 Michele
Amari, 1806-1889 yılları arasında yaşamıştır. Alman oryantalizminin canlı bir
örneği kabul edilirdi. Oryantalizminin zirveye ulaştığı kendi döneminde
eserlerinde tam bir ciddiyet ve derinlik sezilir. Babası yetişmesi için iki
özel hoca tuttu. Daha sonra üniversiteye kaydolup cebir, Latince ve italyancayı
tahsil etti. Sonra tabiat, hukuk ve siyasî iktisat konularına çalıştı.
1820’deki ihtilalden sonra (1822) babası idam edildi. Bu arada İngilizceden
çeşitli şiirler tercüme etti. Bilim ve Edebiyat Kurulu üyeliğine seçildi. 1842
senesinde Paris’e geri döndüğünde Şark ve İslâm araştırmaları oldukça parlak
çağını yaşıyordu. Amari bu arada Arapçayı öğrendi. Arapçadan Fransızca
ve İtalyanca’ya bazı eserler tercüme etti ve bunlardan bir kısmını yayınladı.
Bir ara Balramo’da maliye ve maarif bakanlığı (1862) yaptı. 1879’da
Floransa’daöldü. Bazı eserleri: 1. Hakbe Min Târihi Sakaliyye
Fi’l-Karni’s-Sâlise Aşer=Onüçüncü Asırda Sicilya Tarihinden Bir Dilim; 2.
Dirâsât Ani’ş-Şark; 3. Mebâhis Li Muerrihî’l-Arab An Sakaliyye Fî
Ahdi’l-Müslimîn; 4. Tarihu Müslimî Sakaliyye (Üç cilt, yazarın en önemli eseri)
(Necîb el-Akîkî, el-Musteşrikûn, Dâru’l-Maarif, 3. Baskı, Mısır 1965, i, 419-421).
190 Regis
Blacere, Introduction au Coran, Maisonneve et Larose, Paris 1991, s. 7.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 65
Öte yandan eğer Kur'ân-ı Kerimin, Hz.
Muhammed'in okuma yazma bilmediğini bildiren ifadeleri—haşa—doğru olmasaydı,
kâfirler kesinlikle sükut etmezlerdi. Kur'ân da adeti üzere itirazlarını
kaydeder ve cevap verirdi.
Alfred Guillaume ise, Hz. Peygamberin
ümmi oluşunda şüphe uyandırmaya çalışanlardandır. Delili de, Hz. Muhammed'in
ticaretle uğraştığı yıllarda malların fiyatlarını ve peygamber olduktan sonra
kendisine gelen mektupları okumada başkasına itimad etmesinin akla uygun
olmayacağıdır. Hudeybiye barış antlaşması sırasında Hz. Muhammed'e yazmayı
nisbet eden bir rivâyeti de buna ekliyor. Guillaume, "Sen bundan önce ne
bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın"191 âyetinde
kastedilenin, Yahudi ve Hıristiyan kitapları olduğunu ve bu âyetin dediği
doğruysa (!) ümmiliğinin sadece peygamberliğinin başlangıcına kadar devam
ettiğini ileri sürer.192 Gerçekte ise sözkonusu âyet, onun herhangi
bir kitabı okuduğunu nefyediyor. O halde bunu Yahudi ve Hıristiyan kitaplarına
tahsis etmenin anlamı yoktur. "Sen bundan önce ne bir yazı
okurdun..." ifadesini "Sen ondan önce her ne kadar okuma ve yazmayı
bilmez idiysen de, şu anda artık buna gücün yetiyor" şeklinde anlamak ise,
garib bir anlayıştır. Çünkü bize göre o takdirde Kur'ân'm getirdiği delil
tutarsız ve manasızlaşır. Zira o zaman kâfirlerin cevabı şu olurdu:
"Mademki şu anda okuma ve yazmayı biliyorsun, demek ki, eski kitaplara
bakabiliyor ve onlardan nakilde bulunabiliyorsun." Fakat kâfirler bu âyete
verecek cevap bulamadıklarına göre, Guillaume'un sözkonusu âyete ilişkin
anlayışı doğru ve sağlıklı değildir ve âyetin amacı şudur: "Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) peygamberlikten önce ümmi olduğu gibi peygamberlikten sonra
da ümmî kalmaya devam etmiştir." Aksi halde bu müsteşrikin yöntemine göre
birisi kalkıp diyebilir ki, "Kur'ân, Hz. Muhammed'in sağ eliyle bir şey
yazamadığını ifade ediyor, fakat sol eliyle yazabildiğin! nefyetmiyor. O halde
Hz. Muhammed, yazı yazardı, fakat sol eliyle!..." bu da görüldüğü gibi
gülünç bir anlayıştır.
Guillaume'un işaret ettiği rivâyet—ki
hangi kaynaktan aldığını belirtmiyor—Hz. Peygamberin bizzat ve fiilen adını
yazdığını açıkça ifade ediyorsa, bu onun okuma ve yazma bildiğini göstermez.
Çünkü, belki de Hz. Peygamber sadece ismini okuyup yazabiliyordur. Nitekim
tanıdığımız pek çok ümmînin de durumu budur. Bu konuda bir tek rivâ- yete
sarılıp da, Hz. Peygamberin ümmî olduğu konusunda birbirine destek veren bunca
rivâyeti bir yana bırakmak akla uygun değildir. Hz.
191 Ankebût,
48.
192 Alfred
Guillaume, İslam, Pelican Books, 1964, s. 56-57.
66 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Peygamberin ticarî
hayatında özel hesabını tutacak birisine itimat etmesi ve Peygamber olduktan
sonra da mektuplarını okumasını akıldan uzak görmesi ise, ham hayalden başka
hiçbir esası yoktur. Değilse, kültürel ve medenî seviyesi o zamanki
Mekke'ninkinden yüz defa daha yüksek olduğunda hiçbir şüphe bulunmayan günümüz
büyük şehirlerinde bile bugün pek çok tüccar ve esnaf vardır ki, okuma yazma
bilmezler ve bu onların ticarette başarılı olmalarına engel olmaz, öyle ki
bazıları zamanla milyarder bile olabilmiştir.193
Hayır, Hz. Peygamberin
altmış üç sene yaşayıp da, sözüedilen Hudey- biye antlaşmasında Müslüman
yazıcının yazmak istemediği birkaç kelime dışında, bir mektup yazdığını veya
bir kitap okuduğunu belirten bir tek rivayetin bile duyulmaması makul değildir.
Hal böyleyken, sözkonusu rivâyetin o müphem işaretini alelacele doğru kabul
edip de öteki durumu gözardı etmemiz nasıl doğru olabilir?
Ismâil Fennî Ertuğrul,
Hudeybiye muahedesi esnasında Hz. Peygamberin, müşriklerin elçisinin isteği
üzerine, metinde geçen "Resûlullah" kelimesini silip yerine
"Muhammed bin Abdillâh" ifadesini yazdığı şeklindeki rivâyete işaret
ederek şu değerlendirmeyi yapar: "Bu hâdise Hicretin altıncı senesinde
vuku bulduğundan Resul-i Ekrem'in o vakit elli bir yaşında194 olduğu
anlaşılıyor. Bu yaşta iken kendi adını güzelce yazamamaları yazı yazmaya ne
derecede az bir iktidar hâsıl edebildiğini göstermektedir. Hz. Peygamberin
Suriye cihetine ilk seyahati on bir ve ikinci seyahati yirmi dört veya yirmi
beş yaşlarında iken vuku bulmuştu. Halbuki kendisinin vahiyden önce okuma ve yazma
bilmediği ittifakla kabul edilmiştir. Çünkü Mekke'de nâzil olan Ankebût
Sûresinde "Sen ondan—Kur’ân'm inzâlinden—evvel bir kitap okumaz ve sağ
elinle onu yazmazdın. Eğer okuyup yazsaydın müşrikler şüphe ederlerdi"195
buyurulmuştur. Binâenaleyh bu seyahat esnasında not almadığı,
193 Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatını konu alan siyer kitapları,
belirtiyorlar ki: Hz. Hatice’nin kölesi Meysere, ticarî seferlerinde Hz.
Peygamber’e arkadaşlık ediyordu (Msl., bk. ibn Hişâm, I, 187-188) Hz.
Peygamber, müstakbel eşi Hz. Hatice’nin sermayesiyle ticaret yaptığı süre
boyunca bu böyle devam etmiştir. (Meslâ bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 188-189).
Muhtemelen Hz. Peygamber alım satım işlerine bakarken Meysere hesap tutma ve
yazma işlemlerine bakıyordu.
194 İsmail
Fennî merhum, “elli bir yaşında” ifadesini kullanıyorsa da bu bir sehiv olsa
gerektir. Doğrusu “elli altı yaşında" olmalıdır.
195 Ankebût,
47; âyet-i kerimenin vermek istediği mesaj kısaca şudur: “Ümmî Peygamber’in
ağzından Semâvî kitapların talimatı, geçmiş peygamberlerin hikayesi, din ve
mezheplerin akideleri, eski milletlerin tarihi, medeniyet, ahlak ve iktisadın
mühim meseleleri hakkında çıkan hikmet dolu sözler ve İlmî değerlendirmelerin
kaynağı vahiyden başka bir şey olamaz. Eğer bu Peygamber okuma yazmayı bilseydi
ve çevresindekiler onun kitap okuduğunu ve araştırmalar ile incelemeler
yaptığını görmüş olsaydılar, onun bu ilim ve kültürü, vahiyden değil, başka
kaynaklardan elde ettiğine inanabilirlerdi. Fakat ümmiliği bu tür bütün
imkânları ortadan kaldırmıştır. Bundan sonra ancak beyinsizler ve
inatçılar onun peygamberliğini inkâr edebilirler." (Mevdûdî, a.g.e. II,
240).
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 67
hatta bunun için lazım
gelen vasıtalara bile mâlik olmadığı bedihîdir. Yabancı müelliflerden bazıları
bunu bildiklerinden, Hz. Peygamberin Yahudilerden ve Hıristiyanlardan işittiği
şeyleri ağızdan belleyip Kur'ân'a dercettiğini iddia ederler. Lâkin bu kadar
çok ve mütenevvi şeyleri hatırda tutabildiğine halkı inandırmak pek güç olacağından,
velev pek iyi olmasın yazı yazmağı da bildiğini ilave ederler. Yabancı
müellifler ne derlerse desinler, Hz. Peygamberin okumayı, yazmayı değil, farz-ı
muhal olarak İbranî, Rûmî ve Farisî dillerini bildiği de söylense, Kur'ân'ı
şahsen telifi muhaldir. Çünkü Tevrat ve İncil'i mütalaa etmiş ve fesahat ve
belağatta şöhret kazanmış olanlar bile Kur'ân'ın bir sûresini tanzirden âciz
kalmışlardır. Mekke gibi medeniyet vasıtalarından mahrum küçük bir kasabada
ümmî bir kavinin arasında büyümüş, dağlarda koyun gütmüş, hiçbir tahsil
görmemiş bir kimsenin ne kadar zeki olursa olsun, Kur'ân gibi mu'ciz bir kitabı
meydana getirmesi, beşer cemiyetinin idaresine esas olacak kanunlar ve o kadar
yüksek ahlâk kaideleri koyması en büyük filozofları bile aciz bırakan ictimâî
ve tabiat üstünde bazı meseleleri akla en uygun sûrette halletmesi mümkün
değildir. Bu bapta söylenen safsatalar, ne kadar mahirane olursa olsun ancak
muhakeme ve temyize muktedir olmayan bazı zayıf akıllı kimseleri
aldatabilir."196
h. Hayatı
Boyunca Davasına İçtenlikle Bağlılığı ve Tavizsizlîği
"Resulullahm
karakterinin diğer mühim bir vasfı da büyük bir irade azim ve kararlılığıydı.
Resulullah, muhalefet, zorluk ve tehlikelerin en büyüğüyle karşılaşınca bile
azminden zerre kadarını kaybetmedi. Hiçbir endişe ,ve korku onu yolundan
caydırmadı, hiçbir tamah veya heves onu hak yolundan uzaklaştırmadı ve en zor
şartlar bile üzüntüye ve ümitsizliğe kapılmasına sebep olmadı. Resulullah'm
kaya gibi iradesi ve azmine çarpan bütün muhalefet kuvvetleri paramparça
oldular. Hiçbir güç gösterisi, baskı ve zulüm, hırs ve ihtirasa davet, iftira
ve itham, davasına zarar veremedi. Resulullahm yıllarca bu azim ve kararlılıkla
davasını savunmaya devam ettiğini gören bir kişi mutlaka şu neticeye
varacaktır: Resulullah, kendi davasının doğru ve haklı olduğuna inanmadığı ve
her türlü şahsî menfaat ve ikbale sünger çekmediği sürece böylesine azimli,
kararlı, dirâyetli, sebatlı davranamazdı.197
Gerçekten de ilk vahyin
inişi karşısında duyduğu telaş, kuşku ve tereddütler dönemi sona erdiği andan
itibaren Hz. Muhammedi (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
196 i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, Sebil Yayınevi, İstanbul 1975, s. 52-53.
197 Mevdûdî,
a.g.e., II, 647.
68 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
hayatı boyunca Rabbine ve
omuzuna yüklenmiş İlâhî misyonuna karşı sarsılmaz derecede güçlü bir iman,
hayret verici derecede derin bir ya- kîn ve itmi'nan taşıdığını görüyoruz.
Çünkü, öz vatanlarında garip ve azınlık durumundayken kendisine ve tabilerine
reva görülen türlü türlü eziyetlere,198 Medine'ye hicret ettikten
sonra da, Arap Yarımadasının dahilinde ve haricindeki bütün güçler tarafından
kendisine yöneltilen çeşit çeşit komplo ve ardı arkası kesilmeyen savaşlara
rağmen, inancından kıl kadar olsun uzaklaşmamış ve taviz vermemiştir.199
Eğer Hz. Peygamber (salla'llâhü aleyhi ve sellem) iddia edildiği
gibi—haşa—yalancı ve aldatıcı biri olsaydı, hicret edecek tek bir fert
kalmaymcaya kadar, yalnızca Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ali'yle birlikte Mekke'de
kalmaya kendisini zorlayan neydi? Neden önce kendi canını kurtarıp, daha sonra
"arkamdan gelmek isteyen gelsin" demedi?200 Her ne kadar
Irving, Mekke döneminde Hz. Muhammed'in samimiyet ve doğruluğuna olan inancını
oturttuğu temellerden biri olarak türlü türlü tazyiklere katlanmasını kabul
ediyorsa da201, diğer bazı müsteşrikler202 bu noktayı
hafife alıyorlar. Bu konunun çok abartıldığını söylüyorlar. Bu yazarlara göre,
eğer ortada o derece bir işkence olsaydı, eziyet gören Müslümanların kabileleri
intikamlarını alırdı. Çünkü, Arap geleneğine göre, her kabile kendi mensuplarını
aşırı derecede savunurdu.
Ne var ki sözü edilen müsteşrikler,
bu kabile taassubunun Ebû Leheb ve karısını Hz. Peygambere eziyet ve onu tehdit
etmekten alıkoyamadığını; Müslüman olmadan önceki Hz. Ömer'i, kız kardeşi ve
eniştesi gibi en yakın iki akrabasını, hem de kendi evlerinde dövmekten
vazgeçiremediğini203 unutuyorlar. Yine bunların, abartarak,
yakınlara eziyet etmekten alıkoyması gerektiğini söyledikleri bu kabilecilik,
Beni
198 Msl.,
Yâsir Ailesinin uğradığı işkenceler için bk. ibni Hişâm, a.g.e., i, 319-320;
İbn Sa’d, et-Tabakât’ül- Kübra, l-VIII, 1957, III, 246-264; Belâzûrî,
Ensâbü’l-Eşraf, Matbaatu Dâri’l-Maarif, Mısır 1959, I, 156-168; Halebî,
İnsânu’l-Uyûn, Mısır 1964, l-IV, I, 280, 282, 300, 301, II, 79; M. Asım Köksal,
a.g.e.,s. 215-218.
199 Kureyş
müşriklerinin Ebu Talib’e müracaatı üzerine, Hz. Peygamber’den taviz istemesine
karşılık Hz. Muhammed’in verdiği cevap şudur: “Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi
sağ elime, ayı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem.
Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm.” bk. ibni
Hişâm, a.g.e., I, 266; Taberî, Tarih, I-XIII, Mısır 1326, II, 220).
200 Resulullah
, bi’setin 13. yılının 12 Zilhicce’sinde yapılan son Akabe Biatından
başlayarak, bi’setin 14. yılının 14 saferine kadar, yani yaklaşık 2,5 ay
Mekke’de beklemeyi tercih etti. Halbuki bu arada Medine’ye akın akın hicret
ediliyordu. Son günlerde ise uzaktan yakından bütün arkadaşları Mekke'yi
terketmişti. Resulullah , “gemisini en son terkeden bir kaptan olarak” Allah’ın
izni gelmediğinden sadece iki arkadaşı ve can yoldaşıyla birlikte Mekke’de
kâfirler ve düşmanlar arasında beklemeyi uygun gördü. Bu olaya biraz dikkatle
baktığımızda Resulullahm ne kadar vazifesine sadık, fedâkâr ve cesur olduğunu görüyoruz.(Mevdûdî,
a.g.e., II, 611).
201 Irving,
a.g.e, s. 35,196.
202 Jozeph
Hubby, Manuel d’Histoire des Religions, Paris 1946, s. 783; Guillaum, a.g.e.,s.
34-35.
203 İbn
Hişâm, a.g.e., c. 1, 344; ibn Sa’d, a.g.e., III, 267-269; M. Asım Köksal, Hz.
Muhammed ve İslâmiyet (Mekke Devri) s. 278-279.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 69
Haşim kabilesini Şi'b-i
Ebî Talib'te aylarca muhasaraya alıp, kendisine şiddetli bir ambargo
uygulamaktan204 Kureyş'i vazgeçirememiştir. Yoksa bütün bu tarihi
gerçekleri inkâr mı edelim? Haydi bunları inkâr ettik, Hz, Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tebliğ için gittiği Taif'ten dönerken, bu beldenin çocuk,
köle ve serseriler takımı tarafından kovalandığı sırada üzerine fırlatılıp
mübarek vücudunu kanlar içinde bırakan taşları ve Ta- if'in ileri gelenlerinden
hiçbirinin samimiyetsizce ve göstermelik de olsa işe müdahele etmemesini de mi
inkâr edeceğiz?205 Peki, Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) öldürmeye yönelik, Kur'ân'm da açıkça yer verdiği206 komplolarını
da mı görmezlikten geleceğiz?
Bu yazarlar, Arap
kabilelerinin kendi gelenek ve göreneklerine karşı çıkanları dışladıklarını
unutuyorlar. Bu gelenek ve göreneklere karşı hangi başkaldırı onların gözünde,
kendilerini ve geçmiş atalarını beyinsizlikle itham eden, hayat tarzlarını,
putlarım ve nesiller boyu demirden kökleriyle ruhlarının derinliklerine kadar
inmiş inançlarını alay konusu yapan bir dinden daha kötü (!) olabilirdi?
Kureyş, İslâmla mücadelede öylesine ısrarlıydı ki, hürriyetlerini,
inançlarını, hayatlarını ve evlatlarını kurtarmak amacıyla, bütün mal
varlıklarından sadece bir deve yüküyle yetinip Habeşistan'a kaçan bir avuç
Müslümanı sığındıkları yere kadar takip etmiştir. Necaşî'ye elçiler yollayıp
değerli hediyeler sunarak, yaltaklanarak ve onunla bu güçsüz muhacirlerin
arasını açmaya gayret ederek bunları ülkelerine geri göndermek konusunda onu
ikna etmeye çalışmıştır.207 Biz, aklı başında hiçbir kimsenin bir an
olsun, Kureyş'in bunları sevgiyle bağrına basmak veya ayaklarına kapanıp
pişmanlık gözyaşları dökmek için geri getirmek istediğini sanacağına
inanmıyoruz. Eğer Necaşî, âdil bir hükümdar ve dinlerini kabul edecek kadar bu
güçsüz muhacirlere karşı sempati duyan bir kimse olmasaydı, bu Müslümanlar,
ülkelerine dönüp bir kez daha işkence ve azap ateşine düşeceklerdi. Acaba,
sözkonusu muhacirlerin korku ve endişelerinin derecesini göstermek bakımından,
yıllar sonra Müslümanlar Medine'ye göçüp orada bir devlet ve güç sahibi
oluncaya
204 Müslümanların,
Şi'b-i Ebi Talib’de muhasara altına alınması ve ambargo uygulanmasıyla ilgi
olarak bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 350-382; ibn Sa’d, a.g.e., I, 208-210,
188-189; Belâzurî, a.g.e., I, 229, 230, 234-237; Taberî, a.g.e., II, 225,
228-229; Halebî, a.g.e., I, 336-345; M. Asım Köksal, a.g.e. (Mekke Dönemi), s.
310- 317.
205 Taife
giden Hz. Peygamber’e, Taifliler tarafından yapılan eziyet ve işkenceler için
bk. ibn Hişam, a.g.e., c. 1, 419-422; ibn Sa’d, a.g.e., I, 211-212;
Belâzurî,a.g.e., I, 237; Taberî, a.g.e., II, 229-231; Halebî, a.g.e., I,
353-364; M. Asım Köksal, a.g.e., (Mekke Dönemi) s. 343-349
206 Enfâl,
30.
207 Kureyş'in
Habeşistan'a kadar elçi gönderip, Müslümanmuhacirlerini geri getirme
teşebbüsleri için bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 333-338; Belâzurî, a.g.e., I, 232;
Taberî, a.g.e., II, 225; M. Asım Köksal, a.g.e., (Mekke Dönemi), s. 295-301.
70 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
kadar kardeşlerinin yanma
kesin dönüş yapmamaları gerçeği bile bir fikir vermiyor mu?
Medine'de ise, hepimiz
biliyoruz ki, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buradaki bütün
hayatı, gerek Medine'nin dahilinde gerek haricinde, gerek Arap Yarımadası
sınırları içinde ve gerekse bu sınırlara yakın Bizans devletindeki inkâr,
tuğyan ve nifak güçlerine karşı sürekli bir mücadele ile geçmiştir.
Düşünelim bir kere, eğer
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—yalancı olsaydı, bütün bu
meşakkat ve tazyiklere neden katlansın, şer güçlerin düşmanlık ve komplolarına
kendisini neden hedef etsindi? Bunda ne zoru vardı? Onun doğruluğunun en açık
delili, gerek güçsüz ve türlü eziyetlere hedef olduğu, gerekse güçlü ve
saldırıları savabildiği zaman olsun bütün bu ardı-arkası kesilmeyen mihnetlere
rağmen inancına sadakatle bağlılığını sürdürmesidir. Eğer—haşa—yalancı
olsaydı, kısa zaman sonra pes eder, bu yoldan geri dönerdi.208
Buna rağmen müsteşrikler,
peygamberliğine, bu peygamberliğin eksenini oluşturan Rabbinin mutlak
vahdaniyetine olan kuvvetli imanı konusunda kendisini itham etmekte inat
ediyorlar. Bu konuda, hiçbir tarihî ve mantıkî değerlendirme karşısında önem
ifade etmeyen zayıf bir rivâyete sarılıyorlar. Bu asılsız rivâyete göre, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), putlara ve putperestliğe olan
düşmanlığını sürdürdüğü sürece dinine uymalarından ümidini kestikten sonra,
onları kendi safına çekmek amacıyla, Tevhid inancıyla ilgili olarak kavmine
bazı tavizler sunmuş! Sözde, Lat, Uzza ve Menat putlarını yücelten ve Kıyamet
günü onları birer şefaat kaynağı olarak gösteren iki tane âyet getirmiş!
Alfred Guillaume bu rivâyetin uydurma olmasını akıldan uzak görüyor. Ona göre,
bu, Müslümanların Hz. Peygambere ve Islâma kötülük etmek istemeleri anlamına
gelir. Bu da—yine onun bakış açısına—göre samimi Müslümanların yapabileceğine
akıl ihtimal vermez.209 Dolayısıyla bu rivâyet doğrudur. Maxime
Rodinson210 ise, bu hikayeyi bazı İslâmî kaynaklarda geçtiğine
binâen biraz detaylı olarak kaydeder ve şu sözleriyle bitirir:
"Kureyşliler bu âyeti (iki âyeti demek istiyor) işitince büyük bir sevinç
208 İbrahim
Avad, Masdaru’l-Kur’ân, Dirâse Fi’l-İ’chazi’n-Nefsî, 1986, a.g.e. s. 20-22.
209 Guillaume,
a.g.e., s. 35. p« n
1915’de Paris’te doğdu.
Edebiyat alanında doktorasını yaptıktan sonra, Yaşayan Doğu Dilleri’nde diploma
aldı. 1941-1946 yıllarında Beyrut’ta el-Ma’hedü'l-islâmî'de hoca olarak
çalıştı. 1946-47 tarihinde ■Dımaşk’taki el-Ma’hedü’l-Fransî'de bulundu. Çeşitli
İlmî teşkilat üyeliği, kütüphane müdürlüğü yaptı. En önemli eserleri: 1.
Mahomet (Paris, 1961); 2. el-islâm ve'r-Re’sümâliyye (Paris, 1966); 3.
el-Marksiyye ve’l- Âlemü’l-Arabî (Paris, 1972).
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 71
duydular ve Müslümanıyla,
Müşrikiyle hepsi birden secdeye kapandılar."211
Şimdi biz önce bu olayı
bazı İslâmî kaynaklarda geçtiği ve müsteşriklerin eline bir delil verdiği
şekliyle sunalım daha sonra bunun hakkında gereken değerlendirmeyi yapalım.
Sözkonusu müfessir ve mu- haddisler bu hikayeyi şu şekilde naklediyorlar:
"Resulullah, İslama
karşı kâfirlerin nefretini kaldıracak ve onların İslama daha çok yaklaşmalarını
sağlayacak bir takım vahiylerin gelmesini arzu ediyordu. Resulullah bu
istikamette düşünürken ve kendisi Kureyşlilerin bir toplantısında iken Necm
Sûresi nazil oldu ve kendisi bunu okumaya başladı. Resulullah
"Eferaeytümü'l-Lâte ve'l-Uzzâ ve Menâte's-Sâlisete'l-uhrâ"212
sözlerine gelince ağzından şu kelimeler dökülüverdi: "TilkeTGarânîku'l-ulâ
ve inne şefaatehünne leturtecâ" (Bunlar yüksek rütbeli tanrıçalardır ve
onların şefaati muhakkak beklenmelidir). Bundan sonra Resulullah, sûrenin
diğer âyetlerini normal olarak okumaya devam etti, tâ ki sûrenin sonunda secde
etti ve diğer Müslümanlar ile müşrikler de secde ettiler. Mekke'li kâfirler
dedi ki: "Artık bizimle Muhammed arasında herhangi bir ihtilaf
kalmamıştır. Biz de zaten aynı şeyi diyoruz. Yani, Halik (yaratıcı) ve Razık
(rızık veren) Allah'tır. Ama mabudlarımız Allah katında bizim için şefaatte bulunacaklardır."
Akşam Hz. Cebrâil geldi ve Resulullaha dedi ki: "Siz ne yaptınız? Ben bu
sözleri getirmemiştim." Bunu duyunca Resulullah çok üzüldü. Bunun üzerine
Allah İsrâ Sûresinin şu âyetlerini indirdi:
"Müşrikler, sana
vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni,
neredeyse, sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan
dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebâtkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse
onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün
sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da
bulamazdın."213
Bu olay Resulullahı
sürekli olarak tedirgin etti ve üzüntülü olmasına sebep oldu. Tâ ki, Hac
Sûresinin 52. âyeti indi. Bu âyette Resulullah teselli edildi ve kendisinden
önceki peygamberlerin aynı hataya düştükleri, onların arzu ettiklerine şeytanın
karıştığı ve fakat Allah'ın daha sonra şeytanın bu şerlerini ortadan kaldırdığı
ve âyetlerini sağlamlaştırdığı kaydedildi.
Diğer taraftan, Kur'ân-ı
Kerimi dinledikten sonra Kureyşli kâfirlerin secde etmesi, Habeşistan'daki
Müslümanlara başka türlü ulaştı ve onlar
211 Rodinson,
a.g.e., s. 135.
212 Necm,
19.
213 isrâ,
73-75.
72 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
zannetti ki Hz. Peygamber
ile Mekkeli kâfirler arasında mütareke ve sulh gerçekleşmiştir. Bu sebeple,
muhacirlerin çoğu Mekke'ye geri döndüler. Geri döndükten sonra Islâm ile küfür
arasında anlaşmaya varıldığı yolundaki haberlerin yanlış olduğunu, ikisi
arasındaki düşmanlığın aynen devam ettiğini gördüler."
Naklettiğimiz bu hikaye
İbn Cerîr ve diğer birçok müfessirin tefsirlerinde, İbn Sa'd'm
"Tabakat"mda, Vahidî'nin "Esbâbü'n-nüzûlü"nde, İbn İshâk'ın
"Siyer"inde, Mûsa bin Ukbe'nin "Megâzî"sinde, İbn Ebî
Hatim, İbnü'l-Münzir, Bezzâr, İbn Merdûye ve Taberanî'nin hadis kitaplarında
yer almıştır. Bu hikâye'nin ravileri ise şunlardır: Muhammed bin Kays, Muhammed
bin Ka'b Kurazî, Urve bin Zübeyr, Ebu Salih, Ebu'l-AIiye, Sa'îd bin Cübeyr,
Dahhak, Ebu Bekr bin Abdurahhman bin Haris, Ka- tade, Mücâhid, Süddî, İbn Şihab
Zührî ve İbn Abbas.214
Bazı müfessir ve âlimler,
meselâ İbn Kesîr, Beyhakî, Kadı lyâz, İbn Huzeyme, Kadı Ebu Bekr İbnü'l-Arabî,
İmam Razî, Kurtubî, Bedruddîn Aynî, Şevkânî ve Alûsî vs. bu hikâyenin tamamıyla
uydurma ve asılsız olduğunu belirtmişlerdir. Özellikle Razî, Kadı Ebu Bekr ve
Alûsî bu konuyu enine boyuna tartışarak şiddetle reddetmişlerdir. Fakat beri
tarafta Hafız İbn Hacer gibi büyük bir muhaddis ve Ebu Bekr Cassas gibi
tanınmış fakihler ve Zemahşerî215 gibi akılcı müfessirler ile İbn
Cerîr Taberî216 gibi müfessir, tarihçi ve fıkıh alimi bu hikâyenin
doğru olduğunda ısrar etmişlerdir. Bunlara göre Hac Sûresinin 52. âyeti bu hikâyenin
doğru oluşunun bir isbatıdır.217
Bu görüşleri münakaşaya
tabi tutmadan önce, şu gerçeğe işaret etmek isteriz: İtalyan müsteşrik Leone
Caetani218 gibi bazı müsteşrikler bu rivâyeti kabul etmeyip
reddetmişlerdir.219 Şimdi bu rivâyeti değerlendirmeye tabi tutalım:
Garanîk olayının uydurma
oluşuyla ilgili başlıca deliller özetle şunlardır:
214 Mevdûdî,
a.g.e., II, 480-481.
215 Bk.
Zemahşerî, Keşşaf, III, 19.
216 Bk.
Taberî, Tefsîr, XVII, 131-132.
212 Mevdûdî, a.g.e, II, 481.
218 1869-1962
yılları arasında yaşamıştır. Roma’da doğdu ve Roma Üniversitesini bitirdi.
Arapça ve Farsça dahil yedi dil öğrendi. VVashington’da İtalya büyükelçiliği
yaptı. I. Dünya Savaşından önce (1914- 19) serveti beş milyon altın lira civarındaydı.
Servetinden her sene on bin altın lirayı ilim yolunda harcardı.
Hindistan, İran, Mısır, Suriye ve Lübnan’a seyahatler yaptı. Şark yazma
eserlerinden nefis bir kütüphane meydana getirdi. Arap Tarihi konusunda en
büyük müsteşriklerden sayılır. Eserleri: 1. Annali dell'lslam; 2. .Studdi
Storia Orientale (Şark Tarihi Araştırmaları) İki cilt.; 3. Onomastioon Arabicum
(Arap Müellifleri
Sözlüğü) (Giuseppe Gabrieli ile
birlikte) tamamlanamamıştır.
219 Jozeph
Hubby, a.g.e., s. 785; Avad, a.g.e., s. 23.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 73
1. Hz.
Peygamberin putları yüceltmek gibi küfür ve kendisine nâzil olmayan şeyi
Cenâb-ı Allah'a isnat gibi yalan ve iftiradan ko- runmuşluğu ve nezâheti birçok
âyet-i kerime ile sâbittir. "Velev Tekav- vele aleynâ... "220
"Vemâ yantıku ani'l-hevâ..."221 "Levlâ en sebbetnâke
le kad kidte tarkenü..."222, "Lâ ye'tîhi'l-batılu..."223
âyetleri buna örnektir.
2. İbn
Kesîr bu hususta şunları yazmıştır: "Bu hikaye hangi senetlerle rivâyet
olunmuşsa hepsi 'mürsel' ve zmünkatı"dırlar. Ben bu hususta
hiçbir sahih-i muttasıl senede rastlamadım." Muhammed bin İshâk bin
Huzeyme, "Bu kıssa zındıklar tarafından uydurulmuştur"; Beyhakî de
"Nakil cihetinden sâbit değildir ve ravileri mecruhtur" demiştir.
Kadı lyaz diyor ki: "Bu hikayenin zayıflığı, Sıhah-ı Sitte müelliflerinden
hiçbirinin bunu nakletmemiş olmalarından ve sahih-i muttasıl sağlam senetlerle
güvenilir raviler tarafından naklolunmamasından dolayı ortadadır." İmâm
Buharî Sahihinde, Hz. Peygamberin Ve'n-Necm Sûresini okuduğunu, Müslüman, ins
ve cinnin secde ettiklerini rivâyet etmiş ise de bunda Garanîk hikayesi yoktur.
Bu hadis değişik kanallarla rivâyet edilmiş ise de, büyük çoğunluğu zayıf ve
önemsizdir. Bunu hikâye eden müfessirler ve Tâbiînden hiçbiri makbul bir senedi
zikrederek ve onu Sahabeden birine kadar itimada değer bir rivâyetle ulaştıra-
mamıştır. Bu konuda Sahabeye kadar dayandırılan, yalnız Şu'be'nin Ebû Bişr,
Saîd bin Cübeyr ve ibn Abbas tarikiyle rivâyet ettiği hadis ise de bunda dahi
Saîd bin Cübeyr "Zannederim ki..." diyerek tereddüt etmiştir. Şek
ise, sağlamlığı zedeliyici ve sıhhate terstir. Bu hadisi Şu'be'den yalnız
Ümeyye b. Halid rivâyet etmiştir. Diğerleri onu İbn Cübeyr'den mürsel olarak,
yani haberin senedinden Sahabiyi hazf ve ıskat ederek rivâyet etmişlerdir.
Kelbî'nin za'f ve kizbi cihetiyle hadisi zikre şâyan değildir. Sahih-i
Buharî'deki hadis, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Necm Sûresini
Mekke'de iken okudu, onunla beraber Müslümanlar, müşrikler ve hazır olan cin
ve ins secde etti" meâlindedir. Haber-i vâhid mütevatir naklî ve aklî
delillerle muaraza edemez.224
3. Rivâyette
ihtilaf vardır. Ravilerin bazıları, "Tilke'l-garânîku'l- ulâ ve inne
şefâatehünne leturtecâ", bazıları: "...ve inne şefâatehâ tur-
220 Hâkka,
44-47. Meâl: “Eğer (Peygamber) bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette
onu kıskıvrak yakalardık. Sonra da onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz
buna mani de olamazdınız."
221 Necm,
3-4. Meâli: “O? arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası
değildir."
222 (sra,
74-75. Meâl: “Eğer seni sebatkar kılmasaydık, gerçekten, neredeyse
onlara birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün
sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da
bulamazdın."
223 Fussilet,
42. Meâli: “Ona önünden de ardından da bâtıl gelemez. O, hikmet sahibi, çok
övülen Allah’tan indirilmiştir."
224 i.
F. Ertuğrul, İzâle-i Şükûk, Orhaniye Matbaası, İstanbul 1928, s. 36-38.
74 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
tecâ" veya
"...turteda" diğer bazıları, "tilke'l-garanîku minhâ'ş-şefâatü
turtecâ" demişlerdir. Ayrıca müfessirlerin beyanlarında da ihtilaf vardır.225
4. Hikâyenin
birçok çelişkili ve tutarsız tarafları olmakla birlikte, bunların en dikkat
çekeni, bu sözlerin Kur'ân-ı Kerimin âyetlerine giriş şekliyle ilgilidir. Bazı
rivâyetlere göre, bu kelimeler, vahiy sırasında şeytan tarafından Resulullahm
gönlüne indirilmiş ve Resulullah da bunların Cebrail tarafından geldiğini
zannetmiş. Bazı rivâyetlere göre, bu sözler Resulullahm öteden beri taşıdığı
arzu üzerine mübarek ağzından yanlışlıkla dökülüvermiş. Bazı rivâyetlere göre
bu kelimeler Resulullah uyukladığı bir sırada gayr-ı ihtiyarî olarak ağzından
çıkmış. Bazıları diyor ki, Resulullah bunları kasten söyledi; ama soru ve
hayret belirtici bir şekilde. Yine bazıları diyor ki: Şeytan, Resulullahm
konuşmasına karışmış ve onun sesiyle birlikte bu kelimeleri ortaya atıvermiş,
orada bulunanlar da bu sesin Hz. Peygambere ait olduğunu sanmış. Yine başka
rivâyetlere göre bu sözleri söyleyen orada bulunan müşriklerden biriymiş.226
5. Hz.
Peygamber için, başlangıçta Kabe'de namaz kılmak ve Kur'ân okumak müşriklerin
sıkıntı vermesinden dolayı mümkün olamazdı. Hatta bazı kere ona el bile
kaldırdılar. Hz. Peygamber, namazını müşrikler Kabe'de bulunmadıkları
vakitlerde ve geceleri kılmıştır. Öte yandan, Hz. Peygambere müşriklerin
adaveti, bu kadarcık bir söze aldanıp da işin hakikatini öğrenmeksizin hemen
secdeye varmalarına elverişli olamayacak derecede büyüktü. Şu halde Hz.
Peygamberin kendilerine muvafakati açık olmamakla beraber onların ilahlarını
ta'zim ettiği hakkında nasıl kanaat birliği ettiler ve hatta secdeye bile
vardılar?227
6. Bu
hikâyenin doğruluğu farzedilecek olursa ifadede tezat ve tenakuz olmak lazım
gelir, kelâmın nazmı bozulur. Zira: "Onlar yüce kuğulardır ve şefaatleri
umulur" sözünden sonra "Demek erkek size, dişi Ona öyle mi? O zaman
bu, insafsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı
isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil
indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki
kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir" buyuruluyor. Bu
ifadeler bütünüyle putları yermekten ibarettir ve putların Allah katında değer
ve makamlarının olmadığına delâlet eder. Halbuki "Onlar yüce kuğulardır
ve şefaatleri umulur" onların
225 i.
F. Ertuğrul, a.g.e., s. 36-38.
226 Mevdûdî,
a.g.e., II, 481.
227 i.
F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 38.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 75
yücelik ve makamlarını ve
şefaatlerinin ümid edildiğini bildiriyor. Bu faraziyeye göre bir yandan deniliyor
ki: "Sizin tanrıçalarınız çok değerli, tapılmaya layık
yaratıklardır"; diğer yandan da buyuruluyor ki: "Akılsızlar, siz ne
yaptığınızı biliyor musunuz? Siz bunların Allah'ın kızları olduğunu nereden
çıkarıyorsunuz? Bu nasıl adalet ve insaftır ki, siz kendinize erkekleri
ayırıyorsunuz ve Allah'a kızları bırakıyorsunuz? Gerçekten bunlar birer uydurma
ve safsatadır. Bu gibi ayırımların Allah ile hiçbir ilgisi yoktur." Bir
kişi aynı konuşmasında birbirine zıt iki şeyi söyleyebilir mi? Bir an için farzedelim—ki
bu saçma sapan sözler aklı başında olan bir kişinin ağzından çıkmaz—ve diyelim
ki şeytan Resulullaha gelip (!) ağzından bu birbirini tutmayan sözleri
döktürüvermiştir.(!) Fakat toplantıda bulunan Kureyşlilerin o koskoca
kalabalığı deli miydi? O kâfir ve müşrikler akıllarını mı kaybetmişlerdi ki,
önce kendi tanrıçalarının methini duyunca sevinçten uçar gibi oldular, ama
bundan sonra aynı tanrıçaların sürekli olarak kötülenmesi, eleştirilmesini
tamamıyla görmezlikten geldiler. Onlar sağır mıydı, yoksa dilsiz mi? Yoksa
onlar sadece tanrıçalarının övgüsünü duydular da, sonra onların lanetlenmesini
işitmediler ve tepki göstermediler mi ki toplantının sonunda hep beraber
secdeye gittiler! Sadece bu da değil, Necm Sûresinin bundan sonraki
bölümlerinde ve sonuna kadar putperestlik ağır bir dille yerilmiş ve tarihten
sapık ve putperest milletlerin örneği verilerek Kureyşli kâfirlerin doğru yola
gelmeleri istenmiştir.228 Kureyşliler bütün bunları sessizlik
içinde dinledikten sonra,
228 Onun için biz, Lat, Uzza
ve Menafi açıkça yeren bu üç ayetle, onları öven iki sözde ayetin çelişkisinden
hareket etmekten ziyade, başlangıcından sonuna kadar bütün sûrenin tahlilinden
ve sûreye egemen olan psikolojik havadan yola çıkmak istiyoruz. Bu da Hz.
Peygamber ile kavmi arasındaki esaslı düşmanlık havasıdır. Necm, ilk ayetinden
tutun tâ son ayetine kadar, tıpkı bir organik bünyenin kendisine yabancı bir
dokuyu reddetmesi gibi, o iki sözde ayeti şiddetle reddetmekte ve onlarla
bağdaşmamaktadır. Msl. 1-18. ayetler, Kureyş’in Hz. Peygamberi (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)’yalanlamalarına ve onu sapıklık, azgınlık ve nefsinin kötü
arzularına uymakla itham etmelerine cevap veriyor. Zevk-i selim sahibi bir
okuyucu Yüce Allah'ın “Düştüğü (battığı) zaman yıldıza and olsun” şeklindeki
yeminin ifade ettiği cevabın şiddetini açıkça görür. Kanaatime göre bu ayet,
Mekke müşriklerini tehdit ediyor. Uzun asırlar boyu üzerinde dönüp durdukları
yörüngelerinden koparılıp fırlatılan ve uçsuz bucaksız uzayda darmadağın olan
yıldızların akibetine uğrayacaklarına işaret ediyor. Aynı şekilde, Hz.
Peygamber'e vahyin gelişinden, Hz. Cebrail’in nitelendirildiği çeşitli
sıfatlardan, bir kere daha dönüp vahiy sırasında Hz. Muhammed’in gördüğünün hiç
kuşku götürmeyen bir gerçek olduğundan detaylı bir biçimde söz eden ayetlerde
de sözkonusu cevabın şiddeti açıkça göze çarpıyor. Bu ayet grubunun son
cümlelerinin (13-18. ayetler) Mi'rac olayına yaptığı işaretler de okuyucunun
dikkatinden kaçmıyor. O Mi’rac ki, Mekke müşriklerinin şiddetli inkârına hedef
olmuştur. Daha önce sözünü ettiğimiz üç puttan bahseden ayetleri geçtiğimiz
zaman Yüce Allah’ın, meleklerden herhangi bir meleğin bile Kendi izni ve rızası
dışında bir şefaat hakkının bulunmasını reddettiğini görüyoruz. Sonra ayetlerin
akışı, bilgisizce ve hiçbir kesin delile dayanmadan melekleri dişilikle
nitelendiren kimseleri alaylı bir üslupla kınamaya başlıyor. Arkasından Hz.
Peygamber’e, Allah’ı anmamaları ve dünya hayatının arkasından doludizgin
koşmaları yüzünden müşriklerden yüz çevirmesini emrediyor. (32. ayetten burada
ayrıca söz etmiyorum. Çünkü bu ayet Medine'de nazil olmuştur. Bu ayet bir
önceki ayete biraz daha açıklık getiren önemli bir noktayı konu alıyor. Bizim
bu sûrenin terkibi ve psikolojik havası konusunda
76 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
sûrenin başındaki sadece
bir cümle yüzünden "Bugün bizimle Muhammed arasında kavga bitti"
diyebilirler miydi?229
7. İlk defa olarak
işittikleri bir şeyden nefret etmek ve meydana gelen en küçük fitneden
yararlanarak mü'minleri şüpheye düşürmek için Hz. Peygamberin sözlerine kendi
sözlerini karıştırmak ve mü'minlerin nefis ve hevalarma tâbi olduklarından ve
Allah'tan başka putları da övdüklerinden sözederek ayıplamak ve onların
üzüntülerine sevinmek ve Müslüman göründüğü halde kalblerindeki hastalık sebebiyle
en küçük bir şüpheden dolayı dinden dönmek münâfıkların ve inatçı müşriklerin’
ve mü'minlerden de imanı henüz zayıf ve cahil olanların adetleri olduğu halde
böyle bir şeyin meydana geldiği asla nakledilmemiştir. Eğer bu hikâye doğru
olsaydı onun sebebiyle Kureyş'in mü'minler üzerinde baskı kurmaları ve
Yahudilerin de "Muhammed müşriklerin tanrılarını meth ve onların Allah'a
vesile olduklarını itiraf etti" diyerek mü'minlere karşı delil açısından
galip gelmeleri tabii idi.230
Kısaca, Fahreddin Razî
(V. 606), "Bu kıssa zahiriyyundan olan müfes- sirlerin rivâyetidir. Ehl-i
tahkik bunun uydurma ve batıl olduğuna hükmetmişler ve buna karşı Kur'ân ve
Sünnet ve makul sözlerle delil getirdiler" dediği gibi, Kadî Beydâvî (V.
691) dahi bu rivâyetin muhakkikler nezdinde merdud olduğunu beyan etmiştir.
Kadı lyaz (V. 544) ise, "Buna ve buna benzer şeylere ancak her garip olan
şeye karşı aç gözlü olup kitaplarında sahih ve zayıf her şeyi iktibas eden
tarihçi müfes- sirler düşkünlük gösterdiler" demiştir.231
anlattıklarımızla uzaktan veya
yakından bir çelişkisi yoktur. (Bu ayetin Medine'de nâzil olduğuna ilişkin bk.
Mahmûd eş-Şerkavî, “el-Kur’ânü’l-Meoîd”, Dâru’ş-Şa’b, Kahire 1971. s. 50).
33-38. ayetlere gelince, bunlar da
servetleriyle mağrur olan, bununla birlikte son derece cimri davranan
Kureyşlilerden birini konu alıyor. Onu şiddetli bir şekilde kınıyor. Amellerin
karşılığını görme ve ahlakî sorumluluk konusundaki inancını çürüklükle
niteliyor. Kendisini, Ad, Semûd ve Hz. Nuh’un kavminin başına gelenler gibi bir
akıbetin beklediğini belirterek tehdit ediyor. Bunun eskidenberi yapılması
İlâhî adet olan uyarılardan biri olduğunu, İlâhî kapışın ve titretici azabın
yaklaştığını gür bir sesle ilan ediyor. Sûre, Kureyş’in Hz. Peygamber ve
Kur’ân’ı yalanlamalarının, acıklı hallerine ağlayacaklarına gülecek kadar
kalblerinin katılaşmasının şaşılacak bir şey olduğunu belirterek son buluyor.
En sonunda da azar ve tehdit dolu bir emirle onlara şöyle sesleniyor: “Haydi
Allah’a secde edip ona kulluk edin!’’ (Necm, 62).
Acaba böyle bir fikrî ve psikolojik
akış ve atmosferde Kureyş'in bazı putlarını yücelten ayetler yer alabilir mi?
Bu bizatihi imkânsız değil midir? Haydi farz-ı muhal olarak bunun mümkün
olduğunu kabul edelim, acaba nasıl olup da Kureyş, baştan sona kadar bütün
sûrenin kendilerine ve yeni dinin çağrısına karşı takındıkları tavırlarına
şiddetle yüklendiğini, fikirlerini asılsızlıkla nitelediğini, kendilerini
açıkça tehdit ettiğini gözden kaçırıp, putları hakkında birkaç kelimelik tatlı
söze kanarak Müslümanlarla birlikte secdeye kapandılar?!
229 Mevdûdî,
a.g.e., II, 484.
230 i.
F. Ertuğrul, izâle-i Şükuk, s. 39-40.
231 i.
F. Ertuğrul, a.g.e., s. 40.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 77
9. İddialara
göre, Resulullahı serzeniş etmek ve uyarmak üzere İsrâ Sûresinin ilgili âyeti
inmiştir. Ama İsrâ Sûresinin Mirac'tan sonra indiği bilinmektedir. Muteber
rivâyetlere göre Mi'rac, Nübüvvetten sonra 11. veya 12. yılda meydana
gelmiştir. Bundan çıkan sonuç şudur: Allah'ın tekzibi 5-6 yıl sonra yapılmıştır!
Teselli olarak indiği söylenen Hacc Sûresinin 52. âyetinin ise bütün sûre ile
birlikte Medine'ye hicretten sonra yani 1. Hicrî yılda indiği bizzat sûrede
işlenen konunun ifade tarzından anlaşılıyor. Demek ki, Allah'ın tekzib ve
uyarısından sonra da 2-2,5 yıl geçtikten sonra Cenâb-ı Allah'ın Resulullahı
affettiği ve olayın, şeytanın bir oyunuyla meydana geldiği beyân olunmuştur!
Aklı başında olan bir kişi, Allah'ın kelâmına şeytanın veya şahsî sözlerinin
karışmasından 6 yıl sonra tekzip ve uyarının yapıldığını ve bu fiilin affının
ya da sözü edilen karışık sözlerin iptalinin 9 yıl sonra yapıldığını kabul
edebilir mi?232
10. Bir
Müslüman bu hikayenin ravilerinin şeytan tarafından aldatıldığını daha
kolaylıkla kabul edebilir, ama Hz. Peygamberin kendi nefsinin isteğiyle
Kur'ân-ı Kerime birtek-kelime eklemiş olduğuna inanamaz. Bir Müslüman Hz.
Peygamberin bir an bile tevhid'e biraz şirk katarak kâfirleri memnun etmek
istediğini, ya Allah'ın, kâfirlerle barışması için bazı emir ve hükümler
gönderdiğini düşündüğünü, ya da vahyin kendisine şüpheli ve şâibeli bir şekilde
geldiğini ve Cebrâil'in sözlerine şeytanın karıştığını kendisinin
farketmediğini düşünemez. Bu gibi zan ve düşünceler Kur'ân-ı Kerimin her satır
ve kelimesine büs bütün aykırıdır. Bu tür ihtimal ve iddialar Müslümanların
Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygambere olan iman ve bağlılıklarıyla da ters düşüyor.
Sadece senet ve kaynakların çokluğunu görerek Cenâb-ı Allah, Kur'ân-ı Kerim ve
Hz. Peygamber hakkında böylesine tehlikeli, zararlı ve yaralayıcı hikaye ve
olaylara inananlara pes doğrusu!233
11. Aynı
şekilde, âyet olduğu ileri sürülen o uydurma iki cümle, putlara Kıyamet günü
şefaat yetkisi tanıyor. Bu ise, Kur'ân'm, Allah katındaki makamı ne olursa
olsun hiçbir varlığa atfetmediği bir yetkidir. Uzağa gitmeye hiç gerek yok.
Bizzat Necm Sûresinde yer alan ve sözde iki âyetin bulunduğu ileri sürülen
yerden sadece ve çok kısa beş âyet sonra gelen bir âyeti dinleyelim:
"Göklerde nice melek var ki onların şefaatleri, dilediği ve hoşnut olduğu
kimse için Allah'ın izin vermesi dışında, bir işe yaramaz"234.
Melekler hakkında bile böyle buyu- rulmuşken, nasıl olur da, âyet oldukları
söylenen uydurma iki cümleden
232 Mevdûdî,
a.g.e., II,. 483.
233 Mevdûdî
a.g.e., II, 485-486.
234 Necm,
36.
78 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
biri, sözü edilen üç
putun şefaatleri ümit edilmeye değer olduğunu, hem de Allah'ın iznine
bağlamaksızm, söyleyebilir?235
12. Önemli bir nokta da
şudur: Tereddüd ve kararsızlık hiçbir zaman Hz. Peygamberin ahlâkı olmamıştır
ki bu olayda da "yolun yarısında kararsızlığa düşmüş ve az önce ortaya
koyduğu prensiplerinden dönüş yapmıştır" denilebilsin. Aksine onun dinine
bağlılığındaki salabeti, kuvvetli bir iman ve ideali dillere destan olmuştur.
Hatta, insanın, daha önce aldığı kararları tekrar tekrar gözden geçirme
gereğini duyduğu savaşta dahi Hz. Peygamberin en ufak bir tereddüt ve kararsızlık
gösterdiği nakledilmemiştir. Nitekim, kendisi şehirde durup müdafaa savaşı
yapmayı daha uygun gördüğü halde, Ashabın büyük çoğunluğunun Medine dışına
çıkıp meydan savaşını istediği Uhud savaşı öncesinde, çoğunluğun görüşüne
uyarak zırhını giyip Kureyş Müşriklerini dışarıda karşılamaya çıktığında, karşı
görüş bildiren Sahabiler pişman olarak kendisine müracaat etmişler, fakat o
geri dönmeyi reddederek şu meşhur sözünü söylemiştir: "Bir peygamber,
zırhını giydikten sonra savaşmadıkça onu çıkarması kendisine yakışmaz."236
Daha önce de Mekke döneminde amcası Ebû Talib tekrar tekrar kendisine ricada
bulunarak putlara ve putperestlere karşı tutumunu biraz yumuşatmasını istediği
ve bu isteğe karşı onun verdiği cevap meşhurdur.237
Artık adı geçen amcası
bunca yıl kendisini destekledikten, (Ebu Le- hep müstesna) Müslümanıyla,
kâfiriyle Haşim oğulları onun yanında yer aldıktan, bu uğurda Şi'b-i Ebî
Talib'de aylarca kuşatma ve ambargoya katlandıktan sonra mı bu çirkin geri
dönüşü yapacak?! Hem de ne zaman? Islâm, Hattaboğlu Ömer238 ve
Abdulmuttaliboğlu Hamza gibi Mekke'nin iki kahramanıyla güçlendikten ve
Müslümanlık civar kabileler arasında yayılmaya başladıktan sonra! Öte yandan
onu bu tavize zorlayan neydi ki? Oysa o sıralarda Kureyş'in ileri gelenleri
tarafından
235 Avad,
a.g.e., s. 28.
236 İbn
Hişâm, a.g.e., II, 63.
237 Bk.
ibn Hişâm, a.g.e.,1,266.
238 Charles
Ledit bu noktada büyük bir tarihi hata işlemektedir. Çünkü, Hz. Ömer’in
Müslümanoluşunun, uydurma Garanik hadisesinden sonra olduğunu iddia etmektedir.
Bu yeni dine girişinin, Hz. Peygamber'in şahsında büyük bir tesir meydana
getirdiğini söylemektedir. Kendi rivayetine göre, Hz. Peygamber güya ondan
sonra putlarla kesin olarak ilişkisini kesmiş ve davasını yalın tevhid inancına
dayandırmıştır, (a.g.e., s. 96-97). Yine Ledit, Kâfirûn Sûresini de, Necm
Sûresinde yapılan düzeltmenin bir tekidi olarak kabul etmektedir. Oysa doğrusu,
Kâfirûn Sûresinin Necm Sûresinden önce nazil olduğudur. Arthur Jeffery
tarafından neşredilen (s. 8-11) “Mukaddimetân Fî Ulûmi’l-Kur'ân” adlı eserin
birinci kitabında bulunan ve özellikle de Kur’ân Sûrelerinin iniş sırasını konu
alan hiçbir rivayet bunun tersini söylememektedir. Düşünün! Ledit’in ortaya
attığı bu çirkin iddianın asılsızlığından emin olmak için, ayrıca bk. Suyûtî,
el-itkan, Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kahire 1979, I, 13-14; Mahmûd Şarkavî,
el-Kur’ânü’l-Mecîd, Dâru’ş-Şa’b, Kahire 1971, s. 50, 55, 56; Bu belirttiğimiz
yerlere göz atıldığında Kâfirûn Sûresinin değil de Necm Sûresinin sonra nazil
olduğu görülecektir.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA
CEVAPLAR ■ 79
elçi olarak gönderilen
Utbe bin Rebi'a adeta altın bir tepsi içerisinde kendisine servet ve reislik
sunmuş, o ise, bunu reddetmiş ve Utbe'nin yüreğini titreten Secde Sûresinin
başındaki âyetleri okumakla yetinmişti. Bunun üzerine son derece etkilenen
Utbe, kendisini gönderen arkadaşlarının yanına apayrı bir yüz ifadesiyle dönmüştü.239
13. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
hiçbir zaman Tevhid konusunda tavizkâr davranmamıştır. Hatta, Arap kabileleri
peşpeşe Islâm çağrısı karşısında safdışı kaldıkları ve Allah'ın dininin hiç
kuşkusuz galip geleceği açıkça görüldüğü zaman bile bu tutumu devam etmiştir.
Hz. Peygamberin şirke ve müşriklere taviz vermediğinin diğer bir delili de Sa-
kif kabilesinin, putlarına bir ay olsun müsaade edip ondan sonra dilediğini
yapacaklarına ilişkin müracaatlarını kabul etmemesidir.240 Çoğu
zaman ve pek çok meselede tedriciliği esas aldığı bilindiği halde bu konuda
tedricilik yoluna gitmek istememiştir. Kendisinin bizzat ve Kur'ân'mda (!) yer
vermek suretiyle Lat, Uzza ve Menat'ı tazim ve şefaatlerinin ümit edildiğini
itiraf etmesinden bin kere daha hafif olmasına rağmen böyle bir müracaatı
kabul etmemiştir. Oysa bu müracaat, onun hayatının son dönemlerine
rastlamıştır. Güç ve kuvvetle dizginleri tamamen eline almıştı ve bir daha
putperestliğe dönüşün sözkonusu ola- mayacığını kesin olarak biliyordu. Hal böyle
iken, nasıl olur da daha yolun başındayken ve canla başla, hiçbir taviz
vermeden ve cesaretle davasını savunması gerektiği bir dönemde müşriklere
putperstliklerine devam izni verebilir? Sonra, Müslüman oldukları için
Kureyş'in eziyet ve işkencesinden kaçarak Habeşistan'a hicret eden tabileri
kendisinden daha mı cesurdular? Oysa onlar, bunca belalara karşı sürekli olarak
kendisinden güven, iman ve sabır bekliyorlardı. Fiilen de, Necaşî'ye gönderilen
iki Kureyş elçisinin bizzat Necaşî ve patriklerinin huzurunda düzenledikleri
komploya karşı sarsılmadan direnmişler. Nitekim, Kral'm huzuruna, dinleri ve
Hz. İsa hakkmdaki inançlarını anlatmak üzere getirilmişler, garip, kimsesiz ve
mihmandarlarının duygularını okşamaya son derece muhtaç olmalarına rağmen, hile
yollu ve vaziyeti idare etme kabilinden olsun İslâmın Hz. İsa (a.s) hakkmdaki
görüşünden bir tek kelime olsun gizlememişlerdir.241
14. İbn Saib el-Kelbî (V. 146), el-Asnam
adlı eserinde, Kureyş'in Kabe- yi tavaf ederek şöyle dediğini belirtir:
"Lat hakkı için! Uzza hakkı için! Onlar yüksek turnalardır onların
şefaatleri umulur. Üçüncüleri Me- nât hakkı için!" Yine Kureyşliler şöyle
diyorlardi: "Şüphesiz onlar,
239 ibn
Hişam, a.g.e.,I, 293-294; ibrâhim Avad, a.g.e. s. 28-30.
240 ibn
Hişam, a.g.e.,II, 540.
241 Bk.
ibn Hişâm, I, s. 334-338; Avad, a.g.e. s. 30.
80 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
—haşa-Allah'm kızlarıdır.
Onun nezdinde şefaat edeceklerdir." Bunun üzerine Allah, Elçisini
gönderince ona şunu indirdi: "Gördünüz mü o Lat ve Uzza'yı? Ve üçüncüleri
olan ötekini, Menâfi? Demek erkek size, dişi Ona öyle mi? O zaman bu
insanfsızca bir taksim! Bunlar (putlar) sizin ve atalarınızın taktığı
isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil
indirmemiştir"242. Öyle görünüyor ki, zındığın biri bu rivâyeti
alıp tahrif etmiştir. Kureyş'in putları hakkmdaki sözlerini Hz. Peygamber
söylemiş gibi göstermiştir.243
15. Rodinson'un bu konuda
yazdıklarını okuduğumuzda bu iki âyeti duyar duymaz Müslümanların ve
müşriklerin sevinçlerinden hep birlikte secdeye kapandıklarını görürüz.244
Biz iki tarafın da bu iki âyet okunduğunda niçin ve nasıl secde ettiklerine bir
mana veremiyoruz. Arap müşriklerinin putlarına secde ettikleri kaynaklarda yer
almamaktadır. İşte Kur'ân-ı Kerim, işte Arap Yarımadasındaki putperestliği
detaylı olarak ele alan İbn Hişam, yine işte bu konuda
"Kitabül'-Asnam" adlı müstakil bir eser yazmış olan İbnu'l-Kelbî!
Bütün bu kaynaklar istenildiği gibi araştırılıp incelensin. Bir müşrikin, putu
için secde ettiği bulunamayacaktır. Müşrikler, kutsal bildikleri taşların,
putların ve Kabe- nin etrafında dolaşır tavaf ederlerdi. Putları için evler
yapar, bu evlerde "sedene" dedikleri kimseleri görevlendirirlerdi.
Putlarına hediyeler sunar, kurbanlar keserek onlara manen yaklaşmaya
çalışırlardı. Hayvan ve ekinlerinden bir kısmını onlara ayırır, uzak yerlerden
onları ziyarete gider, yanlarında saçlarını tıraş eder, onlara el ve yüz sürer,
çevrelerini koruma altına alırlardı. Yanlarında fal oklarıyla kur'a çeker,
onlara yemin eder, Lât, Menât... vs'nin kulu anlamında Abdullât, Abdulmenât...
gibi isimler alırlardı. Fakat sözü geçen kaynakların hiçbirinde müşriklerin
Kabe'dekiler dahil hiçbir put ve saneme secde ettikleri belirtilmemiştir.
Putların yanında ve bizzat onlara secde etmedikleri halde, nasıl olur da bir
Kur'ân âyetinde sadece Lât, Menât ve Uz- za'nm adını duymakla secdeye
kapanırlar!245
Peki o iki sözde âyeti
işittiklerinde Müslümanları secde etmeye iten neydi? Bu iki sözde âyet, secde
âyetleri değil ki? Kur'ân'daki secde âyetleri belli ve bu âyetlerin bir özellik
ve kuralı var. Sözü edilen ri- vâyete göre indiği söylenen o iki âyet bu
özellikleri taşımamakta ve bu kuralın altına girmemektedir. Onlardan sonra
gelen âyetlerin, bu sözde iki âyette yer alan secde emrini neshettiği de
söylenemez. Çünkü bunun
242 Necm,
19-23; Kitâbü’l-Asnâm, el-Ustaz Ahmed Zekî Paşa, Neşriyâtu
Kulliyâti’l-ilâhiyyât bi Câmiati Ankara, 1969, s. 13.
243 Avad,
a.g.e., s. 31.
244 Rodinson,
a.g.e., s. 135.
245 Avad,
a.g.e., s. 24.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 81
için hiçbir gerekçe
gösterilemez. Hayret edilecek bir durum da şu ki, Müslümamyla müşrikiyle bütün
Kureyş'in bu iki âyeti işitir işitmez secde ettiğini belirten bu hikayeyi büyük
bir özen ve hararetle nakleden Rodinson, daha birkaç sayfa bile geçmeden dönüş
yaparak Hz. Muhammed'in bu tavizden vazgeçişini, Müslümanların buna karşı
koymalarına ve direnmelerine bağlıyor.246 Bu da asla olmayan bir
şeydir. Acaba rivâyette bundan daha çirkin -bir çelişki düşünülebilir mi?
İnsanın aklına şöyle bir
soru gelebilir: Bu kadar büyük isimlerin hepsi bir konuda nasıl yanılmış
olabilirler? Bu hikâyenin hiçbir aslı astarı yoksa, bu kadar çok mu'teber ravî
ve bu kadar tanınmış tarihçiler, nasıl Hz. Peygambere ve Kur’ân-ı Kerime böyle
korkunç ve ciddi bir suçlama ve iftirada bulunabilirler?" Bu sorunun
cevabını biz yine hadis kaynaklarımızda bulabiliriz. Buharî, Müslim, Ebu
Dâvud, Nesâî ve Müsned-i Ahmed'te bu hikaye gerçek şekliyle anlatılmıştır.
Bütün hikâye, Hz. Peygamberin Necm Sûresini tilâvet etmesi ve bunun sonunda
secde edince toplantıda hazır bulunan bütün Müslüman ve müşriklerin secde
etmesinden ibarettir.247 Bunda aslında hayret edilecek bir şey
yoktu ve pek garipsenmemeliydi. Zira evvelâ Kur'ân-ı Kerimin bizatihi son
derece tesirli ve büyüleyici bir üslubu vardır. Üstelik, Hz. Peygamberin mübarek
ağzıyla okunmasının bu etkiyi daha da arttıracağı unutulmamalıdır. Bu iki
faktörün birleşerek toplantıdakileri büyülediği ve secdeye gitmelerine sebep
olduğu pek uzak bir ihtimal değildir. Zaten bundan dolayıdır ki Kureyşliler,
Hz. Peygamber'e sihirbaz ve büyücü gibi lakaplar takıyorlardı. Bundan sonra
sanılıyor ki, Kureyşliler bir anlık dalgınlıklarından dolayı pişmanlık duydular
ve onlardan bazısı buna bir gerekçe bulmaya çalıştılar ve dediler ki:
"Vallahi biz bunu yapmak istemiyorduk, ama biz Hz. Muhammed'in ağzından
mabudlarımızı öven bazı sözler duyduktan sonra secdeye gittik248
Diğer tarafta bu olay, Habeşistan'daki Müslüman muhacirlere, "İslâm ile
küfr arasında sulh temin edildi" diye ulaştı; zira görgü tanıkları, müşrik
ve Müslüman herkesin aynı anda secde ettiklerini görmüşlerdi. Bu söylenti
öylesine yoğunlaştı ki Habeşistan'daki muhacirlerin hepsi değilse de, çoğu Mekke'ye
dönmüş oldu. Bu olaydan sonra, aradan geçen yüz yılda, Ku- reyşlilerin secde
etmesi olayı bu secde ile ilgili Kureyşlilerin ileri
246 Rodinson,
a.g.e., s.136,147-148.
247 Buharî,
Sücûd 1, 4-5, Menâkıbu’l-ensâr 29; Megâzî 8, Tefsîru Sûre (53) 4; Tirmizî,
Cum’a 51; Nesâî, iftitah 49, 51; Muvatta’, Kur'ân 15; Dârimî,
Salat 160; Ahmed, Müsned, I, 388...
248 Yakut,
“Mu'cemüTBüldân”da “Uzza” kelimesini tarif ederken, Kureyşlilerin Kabe’yi tavaf
ederken “Ve’l- Lât ve’l-Uzza ve Menâtü’s-Sâlisetü’l-Uhra...” dediklerini
belirtmiştir. Bununla şu ihtimal ortaya çıkıyor: Resulullahın ağzından Lât ve
Uzzâ’nın ismini duyan kişi bu sözleri yüksek sesle söylemiş ve toplantıda hazır
bulunanlar bunların Hz. Peygamber’in sözleri olduğunu sanmışlardır.
82 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
sürdüğü gerekçe ve
Habeşistan'daki Müslümanların yurda dönüşü, hepsi bir araya gelip gerçek bir
olay şeklini aldı ve bazı çok mümtaz alim, tarihçi, ve müfessir bunu
kabullenmek zorunda kaldılar. İnsan insandır. En bilgili ve imanı en kuvvetli
kişi bile hataya düşebilir."249
2. Kur'ân'a
Karşı Tutumuna Dayalı Deliller
a. İlk Vahiy
Karşısındaki Tepkisi
Kendisine ilk defa vahiy nâzil olduğu
zamanki tutumu, onun doğruluğuna tartışma götürmez bir delildir. Önce bu
konudaki tarihî belgeyi kaydedelim ve üzerinde gerekli değerlendirmeyi
yapalım. Vahyin başlangıcının nasıl olduğunu bize en güzel bir şekilde anlatan
Hz. Aişe şöyle demektedir:
"Resulullaha vahiy, ilkin uykuda
gördüğü sâdık rüyalar ile vaki olmuştur; o sırada gördüğü her rüya sabah
aydınlığı gibi aynen çıkardı. Sonra uzlet ve yalnızlık kendisine sevdirildi.
Hira'da inzivaya çekilip birkaç gün boyunca ibadet ediyor, sonra ailesine
dönerek tekrar birkaç günlük azığını alıp gidiyor, böylece aynı işi
tekrarlıyordu. Nihâyet hak, ona beklemediği bir anda geliverdi. Hira
mağarasında iken ansızın melek kendisine gelerek 'Oku!' dedi. O, 'Ben okumak
bilmem' diye cevap verdi. Resulullah diyor ki: 'Beni tutup canımı acıtacak derecede
sıktı, sonra serbest bırakıp 'Oku!' dedi. 'Okumak bilmem' dedim. Tekrar tutup
üçüncü defa sıktı ve bırakıp: 'Yaratan Rabbinin adıyla oku, insanı bir alâk'tan
yarattı.250 Oku, Rabbin o en büyük keremkârdır ki, insana kalemle
(yazıyı) öğretti, insana bilmediklerini öğretti.251 Resulullah,
kalbi ürperti içinde döndü. Huveylid'in kızı Hatice'nin yanma girip, 'Beni
örtün, beni örtün' dedi.252 Örttüler, derken korkusu zâil oldu.
Sonra Hatice'ye: 'Kendimden endişe ediyorum' deyince o: 'Hayır, hayır. Endişe
etme; vallahi, Allah seni hiç utandırmaz, zira sen yakınlarını gözetir, darda
kalanlara yardımcı olursun, muhtacı giydirirsin, misafiri sevip ikram edersin
ve kötü gün dostu olarak musibetzedelere, düşkünlere yardım edersin' diye cevap
verip teselli etti. Bundan sonra Hatice, Hz. Peygamberi alıp amcazâdesi Varaka
b. Nevfel'e götürdü. Bu zat câhiliyye çağında Hıristiyan olmuş, İbraniceyi
bilir ve Incil'den
249 Mevdûdî,
a.g.e., II, 486-487; Garanîk Olayı ile ilgili müstakil eserler kaleme
alınmıştır. Bunların en kapsamlı ve ikna edicilerinden biri de, Prof. Dr.
Hüseyin Hatemî’nin 159 sayfalık “Şeytan Rivayetleri” adlı çalışmasıdır, (işaret
Yayınları, İstanbul, 1989.)
250 Kan
pıhtısı görünümünde, taalluk eden, asılıp tutunan bir şey.
251 Alâk,
1-5.
252 Örtü
istemesi, üşüdüğünden değil, müthiş bir manzaranını verdiği yorgunluktan dolayı
istirahat ihtiyacından ileri gelmiş olmalıdır.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 83
nasibi nisbetinde bir
şeyler yazardı. O günlerde gözleri kör idi. Hatice Varaka'ya, 'Amcam oğlu,
dinle bak, kardeşinin oğlu ne söylüyor?' dedi. Varaka, 'Kardeşimin oğlu, ne
var?' deyince, Resulullah başından geçenleri anlattı. Bunun üzerine Varaka, 'Bu
gördüğün, Allah'ın Musâ'ya indirdiği Nâmûs-u Ekber'dir. Keşki senin davet
günlerinde genç olsaydım da kavminin seni çıkaracakları zamanı görseydim' dedi.
Allah'ın Resulü de, 'Onlar beni çıkaracaklar mı?' diye sordu. O da, 'Evet,
senin gibi bir şeyle gelen hiçbir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın, şâyet
senin davet günlerine yetişirsem, sana yardım ederim' diye cevap verdi..."253
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, Hira
mağarasında gördüğü manzara ve aldığı telkin konusunda korku ve telaşa
kapılmış, bu vahyin kaynağı hakkında tereddüt göstermiş ve bundan dolayı büyük
bir endişeye maruz kalmıştır. Telâş ve tedirginlik içinde evine dönerek, eşi
Hatice'ye, "Beni örtünüz, beni örtünüz" demiş. Hatice ise onun güzel
ahlakından bazı örnekler vererek, böyle bir insanı Allah'ın mahcup ve perişan
etmeyeceğini söyleyerek teselli etmiş, bununla da yetinmeyerek, durumun gerçek
mahiyetini tahkik etmek için amcasıoğlu Varaka bin Nevfel'e götürmüştür. Varaka
da olayı bizzat Hz. Peygamberin ağzından dinledikten sonra, kendisine gelenin
melek olduğunu ve durumunun Hz. Mu- sâ'nmkiyle aynı bulunduğunu söyleyerek onu
müjdelemiştir. Konumuzla ilgili olarak bundan çıkarılacak ders ise şudur: Peygamber,
kendi dışından bir kuvvet tarafından, adeta yakalanıp, kendisinin rağmma, bir
elçiliğe memur edilmiştir. Bu durum birçok peygamberin bi'setinde de
görülmüştür. Hz. Peygamberin, vahyi getiren meleğe: "Ben okumak bilmem"
demesinde, onun kaçma arzusu görülebilir. Duyduğu sesin, gördüğü manzaranın ve
gelen meleğin mahiyetinden emin olmak için sarfettiği gayret de bunu gösterir.
Eğer Resulullah, Hz. Cebrail ve vahiy
konusunda —haşa— yalancı olsaydı, önünde büyük bir yalan alanı vardı. Dilediği
gibi bu meydanda dolaşır ve at koşturabilirdi. Eğer—haşa—samimiyetsiz ve
yalancı olsaydı, Cebrail'in üç kez kendisini sıkıp neredeyse canının
çıkacağını söylemek yerine, dostça yanma gelip şefkatle elini tuttuğunu; mahiyetini
ve amacını bilemediği "Oku!" şeklindeki kesin ve beklenmedik emir
yerine arkadaşça sohbet ettiğini söylemesi gerekirdi. Aynı şekilde öyle bir
durumda, mütebessim ve sevinçli bir biçimde evine dönmesi daha uygun olurdu.
Değil mi ki, Alemlerin Rabbinden kendisine vahiy geldiğini söylüyordu? Öyleyse
O Yüce Rab, kendisini dost ve elçi seçmişti. Öyleyse bu geniş yalanın mantıkî
sonucu da en az onun kadar büyük başka
253 Buharî,
Bed’ül-Vahy, 7.
84 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
bir yalan olması
gerekirdi ki, Rabbinin nasıl da bizzat kendisine göründüğünü, yüzyüze
konuştuğunu, omuzlarını okşadığını... —ve daha bunlar gibi yalancı deccallara
daha çok yakışan, kaypak ruh ve akıl sahiplerinin ağzına daha layık
hezeyanlar—söylerdi.254
Yine şâyet Hz. Muhammed öteden beri kendisinin
peygamber olacağını tasarlamış olsaydı, kendisi gibi bir insanın nebi olması
gerektiğine inansaydı ve kendisine bir melek gelsin diye bir mağarada yalnız
başına ibadet ve murakabede bulunmuş olsaydı, gâyet tabii ki Hira mağarasındaki
olay cereyan ettiği zaman büyük bir sevinç içinde yerinden fırlar, sevinç
çığlıkları atar, mağaradan kurşun gibi çıkıp eve gelir ve herkese bağıra bağıra
kendisinin peygamber olduğunu ilan ederdi. Fakat, gördüğümüz gibi burada durum
bambaşka idi ve kendisi hayli heyecanlı, şaşkın ve sarsılmış bir durumda idi.
Titreyerek eve geldi ve yorgana sarılıp sessizce yattı. Biraz sonra kendine
gelir gibi olunca hayat arkadaşına sırrını açıkladı, kendisine bir şeyler
olduğunu, hayatının tehlikede olduğunu belirtti. Peygamberliği öteden beri
bekleyen bir kişinin tepkisi böyle mi olmalıydı? Tabii ki hayır."255
Öte yandan Hz. Hatice'nin olayı
duyunca gösterdiği tepki de Hz. Muhammed'in daha önce bir peygamberlik
beklentisi içinde olmadığını gösteriyor. Şöyle ki:
Bir kadın kocasına en yakın kişidir.
Kocasının hayat, yaşantı, huy, zevk, karakter ve duygularını en iyi bilen odur.
Eğer Hz. Hatice, kocasının peygamberliğe aday olduğunu ve her zaman kendisinin
bir meleği beklediğini bilmiş olsaydı, Hz. Peygambere verdiği cevap herhalde
çok farklı olacaktı. O gâyet doğal olarak diyebilirdi ki: "Kocacığım,
neden korkuyorsun? Korkulacak ne var? İstediğin bu değil miydi? Sen peygamber
olmak istemiyor muydun? İşte muradına erdin. Sen bir yandan peygamberlik
tezgâhını aç, ben de bir yandan adak, hediye ve paraları toplayayım ve böylece
ikimiz de zengin oluruz." Fakat biz ne görüyoruz? Hz. Hatice, on beş
yıllık evlilik hayatında Hz. Muhammed'in ne gibi bir insan olduğunu çok iyi
anlamıştı. Aralarındaki samimiyet ve sevgi Hz. Muhammed'in doğru ve dürüst bir
insan olduğunu ortaya koymuştu. Kendisinin yalan söylemeyeceği ve herhangi bir
sahtekârlıkta bulunmayacağı kesindi. Hz. Hatice, kendisine bir şeytanın
gelmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Cenab-ı Allah'ın kendisini bir azaba
sokacak çetin bir sınavdan geçirmeyeceğini, gördüklerinin doğru olduğunu pek
iyi biliyordu.256
254 Avad,
a.g.e., s. 17.
255 Mevdûdî,
a.g.e., II, 113.
256 Mevdûdî,
a.g.e., II, 114.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 85
Aynı durum Varaka bin Nevfel için de
geçerlidir. Varaka yabancı bir kişi değildi. Aksine Resulullahm sülâlesinden
bir kişi olup hanımının amcasıoğluydu. Ayrıca ilim vc irfan sahibi bir
Hıristiyan olarak da peygamberliğin, kitabın ve vahyin ne olduğunu çok iyi
biliyordu. Bu hususta yapılacak asılsız ve çürük bir iddiayı reddedecek bir
durumda idi. Yaşı hayli büyük olduğu için do tecrübe sahibi biriydi ve Hz.
Muhammed'in bütün ömrü gözünün önünde geçmişti. Varaka bin Nevfel de Hira
vakasını duyduktan sonra kendisine gelenin Hz. Musa'ya gelen melekten başkası
olmadığını tereddüt etmeden söyledi. Zira burada da durum Hz. Musa'nmki
gibiydi. Hz. Muhammed, tıpkı Hz. Musa gibi saf, temiz ve her şeyden habersiz
iken peygamberlik makamına getirilmişti. Peygamberliğe hevesli olmak şöyle
dursun, böyle bir şeyin vuku bulacağını aklının köşesinden bile geçilmemişti.
Bu apaçık durum, Varaka bin Nev- fel'in de, Hz. Muhammed'in şeytanın bir
oyununa gelmediğine, doğru ve temiz karakterinden dolayı herhangi bir art
niyeti ve ihtirası olmadan nihâî hakikati bulduğuna inanmasına sebep olmuştu.
Gerçeği ve doğruyu kabul eden bir
kişi için Hz. Peygamberin bu durumu hiç de şaşırtıcı olmasa gerektir. Zaten bu
yüzden bu durum Kur'ân-ı Kerimde defalarca misal olarak gösterilmiştir.257
Hz. Muhammed'in bu olaydan önce
hiçbir zaman peygamberlik hevesi taşımadığının diğer bir delili de,
peygamberliğini ilan ettiğinde müşriklerin tutumudur. Gerçekten de müşriklerden
hiç kimse çıkıp da: "Ben zaten tahmin etmiştim, bu kimsenin peygamberlik
iddiasında bulunacağı öteden beri belliydi" demeye cesaret edemedi.258
Biz bu delili, yalnızca Müslüman
olduğumuz için ileri sürmüyoruz. İngiliz müsteşrik Alfred Guillaume bile Hz.
Muhammedin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) peygamberliğine inanmadığı halde bu
olayı onun samimiyetine ve Hira mağarasında kendisine görünenlerin kuşku
götürmez bir gerçek olduğundan emin olma isteğine delil olarak değerlendiriyor259.
Washington Irving de, aynen bu ölçüyü Hz. Muhammed'in doğruluğuna, bir çeşit
vehim olabileceği düşüncesiyle olayı hemen kabul etmek istemediğine delil
olarak ileri sürüyor260. Hafta hiçbir ruhî güce inanmayan, herşeyi
maddî ortama ve bu ortamın insan psikolojisi üzerindeki etkisine bağlayan
Marksist Maxime Rodinson bile yukarıdaki noktaya açıkça dikkat çekmekten
kendini alamıyor. Nitekim Rodinson, Hz. Pey-
257 Yûnus,
6; Şûra, 52; Mevdûdî, a.g.e., II, 114.
258 Mevdûdî,
a.g.e., II, 111.
258 Guillaume, a.g.e., s. 28-30.
260 Irving, a.g.e., s. 32.
Burada bir kez daha belirtelim ki, bu müsteşrik Hz. Muhammed'in peygamberliğine
inanmıyor. Fakat burada konumuz, bilerek yalan söyleyip sahtekârlık yapmak
meselesi olduğundan; bu, onun bu noktayla ilgili itirafıdır.
86 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
gamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), kendisine gelen şeyin Allah'ın vahyi olduğuna kesin kanaat
getirmeden önce uzun bir süre tereddüt geçirdiğini kabul ediyor.261 Bu
tereddüt ve bu gerçeği öğrenmeye yönelik şiddetli arzu, Hz. Muhammed'in vahiy
gelmeden önce, peygamber olmaya yönelik bir beklenti içinde olmadığına
reddedilmesi imkansız kesin bir delildir. Bu da, bazı müsteşriklerin hiçbir
delile dayanmadan, Hacer-i Esved'i yerine yerleştirmesi olayının, Hz.
Muhammed'i, peygamberlikle görevlendirileceğine inanmaya sevkettiği şeklindeki
iddialarını çürütüyor.262 Çünkü, sözkonusu müsteşriklerden hiçbiri,
Hz. Muhammed'in hayat ve icraatından buna en ufak bir delil bile getiremediği
gibi, Kureyş'in, Ha- cer-i Esved'i eski yerine yerleştirmeye ilişkin
anlaşmazlıklarını çözmek için, tamamen bir tesadüf sonucunda Hz. Muhammed'ten
yardım istemeleri,263 mantıkan kendisini, bunu ileride herhangi bir
İlâhî misyonla görevlendirileceğine bir işaret olarak görmeye sevketmesi mümkün
değildir. Hz. Muhammed'in aklı, sebepler ve neticeleri arasındaki ilişkiyi
görmek konusunda böylesi tutarsızlık ve zayıflıklardan münezzehtir.264
b. İlk
Dönemde, İnen Âyetleri Hızlı Hızlı Tekrarlayıp Ezberlemeye Çalışması ve Vahiy
Esnasındaki Hali
Vahyin başlangıcında Resulullah,
Kur'ân nâzil olduğunda, unutmak endişesiyle, vahyedilen metni, kendi kendisine
acele acele tekrarlar, dudaklarını depretirdi265. Halbuki sözü
hatırında tutma işinde, gerek nübüvvetini ilandan önce gerek sonra böyle bir
adeti yoktu. Keza Araplar arasında da bu adet mevcut değildi. Onlar, sözlerini
içlerinden geçirerek hazırlıyorlardı266. Kur'ân, onun kendi
varlığından kaynaklansaydı, onu söyleme tekniğinin de şahsî ve kavmî adete
uyması, görüşünü olgunlaştırmak ve fikrini açık seçik hale getirmek üzere uzun
uzadıya düşünmekle dolu sükût seansları geçirmesi gerekirdi. Ama iş böyle
261 M.
Rodinson, a.g.e., s. 99-100; Rodinson Hz. Muhammed'i samimiyetsiz görenlerle
ilgili olarak şöyle demektedir: “Dinsel bir mesaja karşı takınılan şüpheci ve
inanmaz tavrın, insanları, bu mesajı getirenleri birer yalancı ve sahtekâr gibi
görmeye sürüklediği çağda değiliz artık. Yani Muhammed'i tam bir sahtekâr
şeklinde gören Hıristiyan ilâhiyatçıları kadar XVIII. yüzyılın akılcı
(rasyonalist) filozofları da geride kalmıştır.” (a.g.e., s. 102.), Rodinson,
Hz. Muhammed’in bu samimiyetini bilinç altına ve gördüğü halüsinasyonlara
bağlamaktadır, (a.g.e., s. 103).
262 E.
E. Kellet, A Short History of Relijions, London 1933, s. 335.
263 ibn
ishâk, a.g.e., s. 87; ibn Hişâm, a.g.e., I..197; ibn Sa’d, a.g.e., I, 146;
Taberî, a.g.e., II, 201; Belâzûrî, a.g.e., 1,99.
264 Avad,
a.g.e., s. 18.
265 ibn
Abbas, Tâhâ Sûresinin 114. âyetiyle ilgili olarak şöyle demiştir: Resulullah ,
kendisine indirilen ayetleri ezberlemekte zorluk çektiğinden, bellemek için çok
defa dudaklarını kımıldatırdı. Bu âyetin inmesinden itibaren, Cibrîl gelince,
onu dinler, ayrılır ayrılmaz gelen vahyi, Cibril’in okuduğu gibi okurdu.”
(Buharî, Bed’ul-Vahy, 1).
266 Zerkanî,
Menâhil, II, 399-400.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 87
değildi. O, ansızın
kendisini bir öğretimle karşı karşıya buluyor, bu rehber birden gelip sür'atle
kayboluyordu. Öyle ki—peşine düşse bile—tefekkür, kaçırdığı bilgiyi hatırlama
konusunda işe yaramıyordu. Kendisine bildirilenleri harfiyyen tekrar etmesi
gerekiyordu. Karşı karşıya kaldığı bu yeni durumda, ister istemez, alışmadığı
bu işi yapması, bir harf dahi kaçırmamak için büyük bir hırs göstermesi
lazımdı. Nihâyet Allah Tealâ şu sözüyle vahyi koruma işini taahhüd etti:
"Onu tekrarlamak için (Henüz Cebrâil sana vahyi bitirmeden) dilini
depretme. Onu senin kalbinde toplamak ve (sana) okutmak Bize aittir"267,
"Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan, Kur'ân'ı acele okumaya kalkma. 'Ya
Rabbi ilmimi artır' de."268
Yine A'la Sûresinde de Hz.
Muhammed'in vahiyleri ezberlemek için telaşlanmasına gerek olmadığı ve icabında
bunların kendisine tekrarlanacağı şöyle bildiriliyor: "Sana (Kur'ân'ı)
okutacağız; artık Allah'ın dilediği hariç, sen hiç unutmayacaksın. Şüphesiz
Allah, açığı ve gizleneni bilir."269
Ayrıca kendisine ne zaman Kur'ân
nâzil olursa, mübarek çehrelerinde değişik bir durum meydana geldiğini çoğumuz
biliriz. Bu esnata onun maruz kaldığı hal, yanındakilerin meçhulü değildi.
Etrafındakiler, birden bire onun yüzünün kızardığını, onu şiddetli bir halin
sardığını, derken inci taneleri gibi ter döktüğünü, mübârek bedenlerinin son derece
ağırlaştığını, hatta meselâ bu sırada deve üzerinde bulunuyorsa devenin
çöktüğünü, yüzünün yanında arı uğultusuna benzer bir sesle daha değişik sesler
işitildiğini270 sonra çok geçmeden o şiddet halinin açılarak
vahyedilen yeni bir Kur'ân parçası okuduğunu bildirirler.271
Bu hadisenin unsurlarına kısaca göz
atacak olursak, sun'î olmasının mümkün olmadığını kolaylıkla anlarız. Peygamber
Efendimizin mübarek yüzünün etrafında işitilen sesleri düşünürsek, o seslerin
şahsı ile ilgili olmadığı iyice anlaşılır. Kezâ sun'i olsaydı, istediği zaman,
alışmış olduğu bu usulle yeni bir vahiy getirebilmesi gerekirdi. Oysa daha önce
de işaret edildiği üzere, bazan en şiddetli ihtiyaç zamanlarında çok is-
267 Kıyâme,
16-17.
268 Tâhâ,
114; Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 24-25.
269 A’la,
6-7.
270 Bütün
bu durumlar için bk. Buharî, Bed’ü’l-vahy 2; Hac 17; Umre 10; Bed’ü’l-Halk 6;
Nür ve Feth Sûreleri tefsiri; Fazâilü’l-Kur’ân 2; Müslim, Hac 6, 8; Hudûd 13;
Fedail 86-88; Ebû Dâvud, Cihad 19.
271 Draz,
en-Nebeü’l-Azîm, s. 62-63.
88 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
tediği halde vahye mazhar
olamamış,272 ancak Allah Tealâmn dilemesi halinde vahiy gelmişti.
Demek bu ihtiyarî olmayan bir haldi.273
Acaba bu hal bir uyku hali miydi? Bu
halin tezahürlerini bir kez daha tetkik ettiğimizde bunun, uyku ihtiyacı
sırasında, insana arız olan tabiî uyku sâiki arasında uzak bir mesafe
bulunduğunu görürüz. Zira vahiy hali bazan ayakta dururken, bazan oturmuş
vaziyette iken, gâh yürürken, gâh binek üzerinde iken, bazan sabah, bazan
akşam vakti, gâh ashabiyle sohbet ederken, gâh düşmanlarıyla konuşurken ârız
olabiliyordu. Ona birden gelip birden ayrılıyor, çok kısa bir an içinde geçip
gidiyordu.274 Yoksa uyuklayan kimseye arız olan uyku gibi, yavaş
yavaş ilerlemiyordu. Keza vahiy haline bir takım garip sesler refakat ediyordu275
ki uyku sırasında ne ondan, ne de diğer insanlardan böyle sesler işitilmesi
vaki değildir. Hülasa, ondaki vahiy hali gerek konumunda, gerek vakitlerinde,
gerek şekillerinde ve gerekse bütün tezahürlerinde uyuyan kimsenin halinden
tamamen başka bir hal idi."276
Ayrıca bu halle marazî belirtiler ve
asabî nöbetler arasında tam bir tenakuz olduğunu görüyoruz.277
Marazî ve asabî durumlarda yüz sararır, parmak uçları gibi vücudun uç tarafları
soğur, dişler birbirine çarpar, edep yerleri açılır, akıl nuru gizlenir,
cehalet karanlığı hakim olur, hasta ne yaptığını bilemez. Halbuki vahiy
esnasında Hz. Peygamber'in bedeninin kuvveti fazlalaşır, rengi açılır ve
parlar, vücudunun harareti artardı. Ayrıca bu hal, zulmetin değil nûrun,
cehâletin değil ilmin kaynağı olurdu. Daha doğrusu o durumda öyle bir ilim ve
nûr gelirdi ki bütün akıllar ondaki hikmete hayran olur, bütün nurlar yanında
zayıf kalırdı.278
Demek ki biz, ne zuhurunda ne de
gizlenmesinde mazharmın hiç rolü olmayan bir ışıkla karşı karşıyayız. Acaba bu
ışığın gerçek kaynağı nedir? Bu kaynak Hz. Muhammed'in benliği olabilir miydi?
Ondan kaynaklansaydı, her zaman feyezan etmesi, uyuklama veya baygınlığa benzeyen
ve şeffaf bir bulut gibi onu saran kısa lahzalarda olmaktan ziyade, normal
uyanıklık ve tefekkür zamanlarında olması gerekirdi. O
272 Şiddetle
muhtaç olduğu halde vahyin gelmemesiyle ilgili örnek için, bk. aynı başlığı
taşıyan ve az sonra gelecek olan konuya.
273 Draz,
en-Nebeü’l-Azîm, s. 63.
274 Geniş
bilgi ve örnekler için bk. Suyutî, el-itkan Fî Ulûmi’l-Kur’ân, l-ll, Matbaatu
Hicâzî, Kahire 1941, I, 19-23; Subhi Salih, Mebâhis Fî Ulûmi’l-Kur’ân,
Dersaadet, İstanbul, ts., s. 170-174.
275 Ahmed,
Müsned, I, 34.
276 Draz,
en-Nebeü’l-Azîm, s. 64.
277 Bazı
AvrupalI müsteşrikler onda görülen bu halleri sara illeti zannetmişler. Bu tür
iddialar Hz. Peygamber’in manevî cephesini anlayamamaktan ileri gelmektedir. Bu
konuyu, tezimizin ikinci Bölümünde yer alan “İç Kaynaklar” başlığı altında ele
alacağız.
278 Draz,
en-Nebeü’l-Azîm, s. 64.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 89
halde, bu bulutun
ötesinde, Hz. Muhammed'in ruhunu (varlığını) zaman zaman gıdalandıran nurânî
bir kaynak bulunması lazımdır. Bu nûr menbamdan gelen feyiz onu, mahdut şiir
ufkundan yüceltmekte, dilediği ilimlere mazhar etmekte, sonra da müteakip
buluşmaya kadar onu ilimle dolu tekne halinde sahilde bekleyen bizlere
göndermektedir. Aym ışığı, güneş karşısındaki durumuna bağlı olarak değişir.
Bundan dolayı insanlar Ayın ışığının kendinden olmayıp, onu güneşten aldığına
inanırlar. İşte bu nübüvvet kamerinin nûrunun da, görmedikleri fakat eserlerini
ve nûrlarını müşahede edip durdukları güneşin ışığının yansıması olduğuna
inanmaları gerekir. Gerçi bu güneşi gündüz ortasında görmediler; insanların
anlayabileceği tarzda sözünü kulaklarıyla işitmediler, ama onun azıcık ateşini,
vahyin tecelligâhı olan zatın alnında inci taneleri halinde görüp, mübarek
yüzünün yanındaki uğultusunu işitmişlerdi.279
c. Vahyin
Kesintiye Uğraması
Vahyin, bir süre devam
edip arkasından aniden kesilmesi meselesi de bu konuyla ilgilidir. İlk vahyin
gelişinden sonra uzun bir süre Hz. Ceb- râil ikinci bir vahy getirmedi. Bu ara
uzadıkça Hz. Peygamberin ıztırap ve üzüntüsü artmaya başladı. Bu devre içinde
Hz. Peygamber kendisinden öylesine geçiyordu ki, bazan Sebîr (Mekke yakınındaki
bir tepe) dağına ve bazan Hira tepesine giderek oradan kendisini atmak istiyordu.
Bu konuda İmam Zührî’nin (V. 124) rivâyeti şöyledir:
"Oldukça uzun bir
müddet280 Hz. Peygambere bir vahiy gelmedi. Bu müddet içinde
Resulullah öylesine üzüntülü ve ıstıraplıydı ki, bazan dağların tepesine çıkıp
kendisini aşağıya atıp intihar etmeyi akima getirirdi281. Fakat Hz.
Peygamber ne zaman bir dağın tepesine çıksa, hemen Cebrâil ortaya çıkar,
kendisinin Allah'ın Resulü olduğunu hatırlatırdı ve böylece üzüntüsü ve elemi
bir nebze de olsa dinmiş olurdu."282
279 Draz,
en-Nebeü’l-Azîm, s. 64-65; Bu konu için ayrıca bk. Zerkanî, Menâhil, II,
295-296; İsmail Karaçam, Sonsuz Mu’cize Kur’ân, Çağ Yayınları, 2. baskı,
İstanbul 1990, s. 407-408.
280 Kaynaklarda
bu sürenin ne kadar olduğu konusunda çok değişik görüşler vardır. Hatta, belki
de İslâm tarihinde bu kesinti müddeti kadar farklı görüşler ileri sürülmüş
başka bir konu yoktur, (bk. Muhammed Beltâcî, Medhal
ile’d-dirâsâti’l-Kur’âniyye, s. 133). Bu süre, kaynaklarda üç seneden üç güne
kadar değişebilmiştir. (bk. es-Sîretü’l-Halebiyye, I, 285-286; ibn Kesir,
Fadâilü’l-Kur’ân, s. 12-13; Bütün bu görüşlerin değerlendirmesi için bk.
Muhammed Beltâcî, Medhal İle’d-dirâsâti’l-Kur’âniyye, s. 133). Bu süre ne kadar
olursa olsun bizim izahımızı fazla etkilemez. Önemli olan, bir süre vahyin
kesilmesi ve Hz. Peygamber’in çok arzu ettiği halde kendi kendine vahiy
getirememesidir.
281 Buharî,
91/1; Hamidullah, a.g.e., I,.89.
282 Mevdûdî,
II, 123.
90 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Cabir b. Abdillah şu
hadis-i şerifi naklediyor: Resûlullah, vahiylerin arasının kesildiği devreden
bahsederken şunları buyurmuşlardı: "Bir gün yoldan geçiyordum. Birden bire
gökten bir ses geldiğini duydum. Başımı kaldırıp yukarıya baktım. Hira
mağarasında bana gelen meleğin gök ile yer arasındaki boşlukta bir koltuğa
oturduğunu gördüm. Bu vaziyeti görünce dehşet ve korkuya kapıldım ve eve gelip
'Beni örtün, beni örtün!' dedim. Evdekiler dediğimi yaptılar ve örtüye
sardılar. O sırada, Cenâb-ı Allah, 'Yâ eyyühe'l-müddessir' sözleriyle başlayan
âyetleri bana inzal etti. Ve bundan sonra vahiyler devamlı gelmeye
başladı."283
Müslüman ümmet hemen
hemen ittifakla Alak sûresinin ilk beş âyetini, Hz. Muhammed'e inen ilk vahiy
olarak kabul etmiş durumdadır. Bundan sonra İbnu'l-Esîr, Müddessir Sûresinin
inişine kadar vahiylerin arasının kesildiğini beyân etmiştir. Daha sonra
vahiylerin muntazaman gelmeye devam ettiğini kaydetmiştir.284
Vahyin bir kez daha,
fakat kısa bir süre için kesildiği tefsîr kitaplarından anlaşılıyor. Bu süreyi
fırsat bilen kavmi Hz. Peygambere eziyette bulunmuşlar ve—haşa—şeytanının
kendisini terkettiğini iddia etmişler.
Söz konusu eserlerde Duha
Sûresinin nüzûl sebebi anlatılırken bir süre vahyin kesildiği, müşriklerin bunu
bahane ederek Resulullaha dil uzattıkları belirtilir ve bu konuda değişik
rivâyetler kaydedilir. Meselâ, İbn Ebi Şeybe (V. 234), Taberânî ve İbn
Merdûye'den (V. 410) vahyin kesintiye uğraması dört gün; İbn Cüreyc'den (V.
149) on iki gün; Kelbî'den (V. 146) on beş gün (on küsur gün de denilmiş); İbn
Abbas'tan (V. 68) yirmi beş gün; Süddî (V. 128) ve Mukatil'den (V. 150) kırk
gün diye rivâyetler vardır. Belli ki bu sûrelerle ilgili bilgi, sûrenin ne zaman
başladığını bilmey tam olarak bilmek Resulullahın kendisinden olabilir. Bu ise
Hz. Peygambere kadar varan bir yolla rivâyet edilmemiştir. Sahih olarak bilinen
şudur ki, bir müddet vahyin gecikmesi durumu meydana gelmiştir. Resûlullah da
bundan üzüntü ve sıkıntı duymuş ve davranışlarından bu hissedilmiştir. İki üç
283 Buharî,
Tefsîru Sûre 74 (1,3,4) 96 (1); Müslim, imân, 255, 257; Tirmizî, Tefsîru Sûre
47 (1); Ahmed, Müsned, III, 306.
284 Mevdûdî,
a.g.e., II, 124; Ayrıca bk. Zerkânî, Menâhil, I, 92-96. Vahyin bir süre
kesilmiş olması şüphesiz birçok hikmete binaen gerçekleşmiştir. Bizim bütün bu
hikmetleri bilmemize imkân yoktur. Bununla birlikte meseleye çeşitli izah
tarzlarını getirenler de vardır. Bu görüşleri şöylece özetlemek mümkündür: a)
Allah Resûlü ilk vahiy karşısında fazla telaş duymuş ve ruhu adeta vahyin
ağırlığıyla sarsılmıştı. Bu durumda ruhunun ve sair latifelerinin biraz sükûn
bulması ve daha sonra gelecek vahye hazırlanması için bu hadise vuku bulmuştur,
b) Hz. Peygamber’in ruhunun ızdırap ve elemlere şimdiden alıştırılması... c)
Vahye daha fazla iştiyak duymasını temin. (Abdullatîf es-Sübkî, el-Vahyu
İle’r-Rasûl Muhammed, s. 89; Salih Suruç, Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed’in
Hayatı, I, 200-201)
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 91
gece kalkmadığı görülünce
onun her halini izleyen müşriklerin böyle demelerine sebep doğmuştur,285
Arkasından vahiy gelmiş ve Rabbinin
kendisine olan sevgisinin asla değişmeyip devam ettiği müjdesini vermiştir. Bu
da gösteriyor ki, müşriklerin iddiaları Hz. Peygamberi derinden üzmüştür. Şimdi
düşünelim! Eğer—haşa—yalancı ve samimiyetsiz olsaydı, neden kendisine
geldiğini ileri sürdüğü vahyi kesintiye uğratsmdı? Şahsına yönelik İlahî
övgüler dizmese de bunca söylentileri kesecek kadar olsun vahiy diye birkaç boş
söz söyleyemez miydi? Haydi bunu beceremedi, haşa yalancı olduğunu, bu işin
bir düzmeler zinciri olduğunu bizzat kendisinin de bildiği ileri sürülürse,
Duha Sûresinin işaret ettiği gibi bu iddialardan neden o kadar etkilensindi?
Kureyş'in dedikodularına karşı kalbini saran derin üzüntü, hiç şüphesiz doğru
insanların üzüntüsüdür. Bu sûre, Hz. Muhammed'i savunmayı, ona övgüler
yağdırmayı veya düşmanlarını kötülemeyi konu almıyor. Aksine "Rabbin seni
ne bıraktı ve ne de sana darıldı"286 gibi kısa bir cümleyle onu
teselli ediyor. Arkasından Allah'ın kendisine olan nimetlerini hatırlatıyor;
öksüzken Allah'ın kendisini barındırdığını, şaşkınken doğru yola
eriştirdiğini...287 söylüyor. Buradaki hidâyet ve dalaletin anlamı
ne olursa olsun, bu cümleler, bu şartlardaki bir yalancı ve hilebazın ağızmdan
en son çıkabilecek sözlerdir. Sûrenin başındaki bu güven verme ve
hatırlatmadan sonra İlâhî emirler yer alıyor.288 Bu emirlerde
öylesine yüce vurgular hissediliyor ki, bunların, kendi kendisini hedef alarak
Hz. Peygamberden kaynaklanması mümkün görünmüyor.289
d. En
Muhtaç Olduğu Anlarda Vahyin Gelmemesi
Hz. Peygamberin başına öyle hadiseler
geliyordu ki, bunlar, onu bir şeyler söylemeye zorluyordu. İş kendi elinde
olsaydı, bir şeyler söylemeye olan şiddetli ihtiyacı sebebiyle, söyleyecek söz
bulabilirdi. Fakat günler geceleri kovalıyor, yine de o konuda insanlara
okuyacağı birkaç Kur'ân âyeti bulamıyordu. Bunun bir çok örnekleri vardır.
Bunlardan üç tanesine özetle yer verelim:
1. İfk hadisesidir. "Bununla ilgili
açıklama, "Hz. Peygamber'in Bilmediği Konularda Konuşmaması ve Haddini
Bilmesi" başlığı altında daha önce ele alındığı için burada tekrar etmeye
ihtiyaç görmüyoruz.
285 Elmahlı,
Hak Dini, IX, 266-267.
286 Duhâ,
3.
287 Duhâ,
6-8.
288 Duhâ
,9-11.
288 Avad, a.g.e., s. 19-20.
92 ■ KUR'ÂN
VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
2. Bu
örnek kıblenin değişmesi ile ilgilidir. Bilindiği gibi Müslümanlar hicretin
birinci yılma kadar namazlarını Kudüs'teki Beytü'l- Makdis'e dönerek
kılarlardı. Hz. Peygamber ise, Kabe'nin kıble olmasını çok arzu ediyordu. Fakat
onun bu isteğine rağmen, birbuçuk sene kıblenin değişmesi için bekleme durumu
hasıl oldu. Nihâyet hicretin ikinci yılı Receb ayında Resulullah, ashabıyla
yine Beytü'l-Makdis'e yönelmiş olarak öğle namazını kılarlarken, ikinci rekatı
kıldıktan sonra kıblenin Kabe olduğu ve oraya yönelinmesi Allah tarafından âyet
ile açıklanınca, Hz. Peygamber cemaatiyle beraber Kabe'ye yöneldi ve öğle
namazının son iki rekatı böylece kılındı. Şimdi bu olayı konumuzla ilgisi
açısından değerlendirelim:
Kıblenin değişmesiyle ilgili âyette
şöyle buyurulmuştur:
"Şüphesiz ki Biz, yüzünü (İlâhî
buyruğu bekleyerek) göğe doğru çevirip durduğunu görüyoruz. Artık seni, hoşnut
olacağm bir kıbleye döndürüyoruz. (Bundan böyle namazda) yüzünü Mescid-i
Haram'a doğru çevir. Siz de (ey mü'minler) nerede bulunursanız, (namazda)
yüzünüzü oraya doğru çevirin."290
Âyetten hemen anlaşılacağı üzere Hz.
Muhammed, kıblenin Kabe'ye doğru çevrilmesini çok arzuluyordu. Bundan dolayı
mübarek yüzünü semâya çevirip Rabbine yalvarıyor ve kıbleyi değiştirmesi
hususunda bir vahiy indirmesini hararetle diliyordu. Nihâyet aradan birbuçuk
sene geçtikten sonra Allah onun bu arzusu paralelinde bu âyeti indirmiştir.
Eğer Kur'ân,—haşa—Hz. Muhammed'in
kendisinin ortaya koyduğu, bir eser olsaydı, nefsinin ve kavminin arzu ettiği
bu işi hemen yapar, bu sıkıntıdan da kurtulurdu. Ama durum böyle cereyân
etmedi. Çünkü o da, Kur'ân'ın inzâli konusunda, emrolunduğunu yapma
mecburiyetinde olan bir kimse idi.291
3. Hz.
Peygambere müşrikler tarafından, Ashab-ı Kehf, Zü'l-Karneyn ve rûh ile ilgili
soru sorulması, Hz. Peygamber'in, "inşaallah" demeden "yarın
gelin size cevap vereyim" demesi ve bu yüzden vahyin bir süre gelmemesi
olayı ki, bunu da "Hz. Peygamberin Bilmediği Konularda Konuşmaması ve
Haddini Bilmesi" başlığı altında daha önce açıkladık.292
e. Vahyin
Bazan Arzusuna Muhalif Olarak İnmesi
290 Bakara,
114.
291 Zerkânî,
a.g.e., II, 395-396; İsmail. Karaçam, a.g.e., s. 400-401.
292 Bunula
ilgili başka örnekler için bk. Zerkanî, a.g.e., II, 397-399.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 93
Kur'ân'm, Hz. Muhammed
tarafından olmadığının bir başka delili de, vahyin bazan arzu etmediği tarzda
gelmesidir. Kur'ân, bazan onun görüşünde hatalı olduğunu bildirir, bazan
meyletmediği bir şeye izin verirdi. Az bir miktar oyalanacak olsa, Kur'ân'dan
şiddetli bir itap, acı bir tenkit gelirdi. Bu en önemsiz sayılabilecek
şeylerden ötürü de olabilirdi.293
Eğer Kur'ân, Hz.
Muhammed'in vicdanından gelen telkinler olsaydı, bu kadar acı ve dehşetli
tenkidlerle dolu olamazdı. Hatalı bir şey yaptığını bilse bile, en azından
sükut ederek, sözlerine olan saygıyı zedeleyebilecek tenkitte bulunmazdı.
İhtiyaç halinde sözlerinden bir kısmını dışarıya vurmazdı. İşte Kur'ân vahiy
eseri olduğu içindir' ki, ondan hiçbir şeyi saklayamamıştır.294
Bu âyetlerden özellikle
Enfâl Sûresinin 67-68. âyetleri oldukça dikkat çekicidir.295 Bu
âyetlerden birincisi, Bedir gazvesinde alman esirlerin salıverilmesinden ve
onlardan fidye alınmasından sonra indi. Âyet-i kerime, yapılan işin hatalı
olduğunu bildirerek başlıyor. Hemen arkasından o tatbikatı kabul edip, ondan
dolayı gönülleri ferahlatıyor, şüpheye yer bırakmıyor. Hatta bundan böyle benzeri
durumlarda hatalı olduğu bildirilen bu uygulama, bir kaide haline getiriliyor.
Kur'ân'm kaynağı kendisi olsaydı, bu sözün başını söyleyen biri olarak sonunu
da söylemesi tasavvur edilebilir miydi? Kesinlikle hayır! Bu iki halet-i ruhiye
insanda peşpeşe sadır olduğu farzedildiği takdirde İkincisi birincisini silmiş
olacağı için, onu zikretmezdi. Ve nihâî hüküm hangisi olmuşsa, sonunda o
hükümde karar kılardı. Haksız yere şiddetli bir aleni tenkidi ve helâl hoş
edilecek o yiyeceği bulandıracak bir ifâdeyi ihtiva ettiği halde, artık
vazgeçilmiş olan o halet-i ruhiyeyi tasvir ve tescil etmeye hangi etken
bulunabilirdi. Psikoloji bilginleri bu âyet-i kerimeyi okuyunca, burada
birbirinden ayrı iki şahsiyetin bulunduğunu, bu sözün şöyle diyen bir hakime ait
olduğunu kabul ederler: "Yaptığın iş pek doğru değil, bununla beraber seni
affettim ve bu hususta sana izin verdim, artık böyle yapabilirsin."296
Hz. Muhammed, bir konuda
iki şey arasında tercihte serbest kalacak olsa, günah olmadıkça mutlaka ümmeti
için en kolay ve şüphe
293 Ahzâb,
37; Tevbe, 43, 113.
294 Tekvîr,
24.
295 Ayet-i
kerimelerin meali, "Yeryüzünde ağır basıncaya (küfrün belini kırıncaya)
kadar, hiçbir peygambere esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici dünya malını
istiyorsunuz, halbuki Allah (sizin için) ahireti istiyor. Allah güçlüdür,
hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı,
aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.”
299 Draz, en-Nebeü'l-Azîm,
s. 19.
94 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR
uyandırmaktan en uzak
olanı tercih ederdi.297 Âyetlerden de içtihadına göre hükümler
çıkarır ve bu konuda kendisinin muhayyer bırakıldığını anladığı anda aynı
ölçüyü uygulardı. Bu nedenle bazan içtihadında yanılır ve hemen İlâhî ikaz
yetişerek onu bir yanlışlık yapmaktan korurdu.298
Meselâ, münafıkların başı
Abdullah bin Ubey ölmüştü. Hz. Peygamber onu kendi elbisesine kefenledi, onun
için af dileyip cenaze namazını kılmak istedi. Bunu gören Hz. Ömer ise ona:
"Rabbin seni nehyettiği halde namazını mı kılacaksın yâ Resulallah?"
deyince o şöyle cevap verdi: "Rabbim şöyle buyurarak beni muhayyer
bıraktı: "Onlar için ister af dile, ister dileme; yetmiş defa bile af
dilesen yine Allah onları affetmez..."299 Ben de yetmiş
defadan fazla af dilerim." Böyle buyurarak namazını kıldırdı. Bunun
üzerine Allah Tealâ, sözkonusu âyeti anlamada yanıldığını ve doğru davranışın
ne olduğunu bildiren Tevbe Sûresinin 84. âyetini indirdi. Bu emirden sonra Hz.
Peygamber münafıkların namazını kılmaktan vazgeçmiştir.300 Bu örnek
de, biri amirinin talimatlarını harfiyyen anlayıp kulları hakkında en şefkatli
biçimde uygulamak isteyen memur; diğeri ise memurunu yanlışlıklardan ve hatalı
anlama ve uygulamalardan korumaya çalışan âmir olmak üzere iki ayrı şahsiyetin
sözkonusu olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Yine Kur'ân Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözü olsaydı, kendi döneminde
binler, müteakip yüzyıllarda ise milyarlarca insanın okuyarak tekrar edip
duracakları hatalarından Kur'ân'da söz eder miydi?
Meselâ, Hz. Peygamber bir
gün, Mekke müşriklerinin ileri gelenlerini İslâma davetle meşgulken Abdullah
İbni Ümmi Mektum adında daha önce Müslüman olmuş âma bir zat gelmiş ve
kendisinden bir şeyler sormak istemişti. Hz. Peygamber, Müslüman olmalarına
son derece istekli olduğu, İbni Ümmi Mektum'un ise, sorusunun Müslüman olmak
için değil, zaten mazhar olduğu hidâyetini biraz daha arttırmak için soru
sormak istediğinden, Hz. Peygamber yüzünü çevirmişti. Bunun üzerine Abese Sûresinin
şiddetli bir ikaz ve tenkid ihtiva eden ilk âyetleri inmiş-tir.301
297 Buharî,
Menâkıb 23, Edeb 80, Hudûd 10; Müslim, Fedâil 77, 78; Ebû Dâvud, Edeb 4;
Tirmizî, Menâkıb 34; Muvatta’, Husnü’l-Huluk 2; Ahmed, Müsned, VI, 85, 113,
114, 116, 130, 162, 182, 189, 191, 209, 223, 232, 262.
298 Zerkanî,a.g.e.,
II, 390.
299 Tevbe,
80.
300 Buharî,
Tefsir (Tevbe) 12-13; Müslim, Münâfıkîn 4.
301 “(Peygamber)
âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitip döndü. Nereden bileceksin,
belki de günahlarından arınacaktı. Yahut öğüt alacak ve o öğüt kendisine fayda
verecekti. Öğüte ihtiyaç duymayan kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun
inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen mes’ul değilsin. Sana koşarak
gelen ve Allah'tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun. Sakın! O Kur’ân bir
öğüttür. Dileyen
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 95
Bu âyetlerin indiği günden itibaren
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında bu âyetlerin indiği İbn
Ümmi Mektûm'u kendine yakın tutmaya büyük bir özen göstermiş,302
hatta Sahabileriyle sefere çıktığı birkaç kez Medine'de kendisine vekil olarak
görevlendirmiştir.303
Yine, eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Kur’ân'ın müellifi olsaydı, neden kendi çok özel duygularını
şu ve benzeri âyetlerle herkese ilan edecek şekilde açığa vursundu:
"Bundan sonra artık başka
kadınlarla evlenmen, elinin altında bulunan cariyeler hariç, güzellikleri
hoşuna gitse bile, bunların yerine başka hanımlar alman sana helal
değildir..."304
Neden, "güzellikleri hoşuna
gitse de..." ifâdesini kullansmdı? Hz. Muhammed'ten kaynaklanmasının
imkânsızlığına inandığımız bu yeni hüküm, Resulullahm bazı kadınların
güzelliklerinden hoşlandığına işaret etmeyi gerektirmezdi.
Faraza bu hükmün Resulullah kaynaklı
olduğu ileri sürülse bile, neden kendi özel ailevî meselelerini ve eşlerinin
bazı durumlarını âyetlere konu edip de tarih boyunca herkesin ağzına sakız
yapsın:
"Ey Peygamber! Eşlerine şöyle
söyle: 'Eğer dünya dirliğini ve ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size
boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ın
Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki Allah, içinizden güzel
davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır. Ey Peygamber hanımları!
Sizden kim açık bir hayasızlık yaparsa, onun azabı iki katma çıkarılır. Bu
Allah'a göre kolaydır."305
ondan öğüt alır. O Allah katında pek
şerefli, kadri yüce, tertemiz sayfalardadır. Şeref ve kıymetleri pek yüksek ve
Allah’a itaatli meleklerin eliyle peygambere ulaştırılmıştır.”Abese, 1-16)
302 Bk.
ibn Kesîr, Tefsir, (Abese Sûresi), VIII, 342-344.
303 ibn
Hacer, el-isâbe, II, 523; Muhammed Abdu'l-Hayy el-Kettânî,
et-Teratibü’l-idâriyye l-li (Tere. Ahmet Özel) iz Yayıncılık, İstanbul 1990,
II, 74-75.
304 Ahzâb,
52.
305 Ahzâb,
28-30; Not: Ayetin nâzil olduğu sıralarda, artık Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) aşağı yukarı bütün Arabistan'a hakim durumda idi. ictimâî
hayatta büyük değişiklikler meydana gelmişti. Artık fakirlik yerine refah
ortalığı kaplamaktaydı. Bu şartlar altında Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) hanımları da, umumî refahtan pay almayı arzulayarak, Resulullahtan
bazı zînet eşyaları ve daha iyi bir geçim istemişlerdi. İşte bu sırada gelen
vahiy, Hz. Peygamber’e yine eskisi gibi, sadelikten ayrılmamasını emretti.
Böyle bir emir, dünya hayatına düşkün, her geçen gün gücüne güç, servetine
servet katmak için çırpınan maddeperest bir insan tarafından tebliğ edilmiş
olamazdı. Şayet Resulullah (s.a) zevcelerine de bu umûmî refahı sağlamış
olsaydı, en küçük bir itirazla karşılaşmazdı. Ne var ki Resûl-i Ekrem,
yaşantısını ve sadeliğini asla değiştirmeyecekti. Cemiyetin yaşantısında ne
kadar değişiklik olursa olsun, dünyanın geçici ziynetleri Resulullahm evinde
yer almayacak, nübüvvet harîmi, dünya alayişinden uzak kalacak, iktidar
sahiplerine örnek olacaktı. Hz. Peygamberin hanımlarından gelen istekler
üzerine nâzil olan bu âyete “tahyîr” (serbest bırakma) ayeti denir. Neticede,
hanımları refah ve ziynet yerine Hz. Peygamberi tercih etmişlerdir.
96 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
"Ey Peygamber! Eşlerinin
rızasını gözeterek Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram
kılıyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah (gerektiğinde)
yeminlerinizi bozmanızı size meşru kılmıştır. Sizin yardımcınız Allah'tır. O,
bilendir, hikmet sahibidir. Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir şey
söylemişti. Fakat eşi o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygambere
açıklayınca, Peygamber, bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti.
Peygamber, bunu ona haber verince eşi: 'Bunu sana kim bildirdi?' dedi.
Peygamber: 'Bilen ve herşeyden haberdar olan Allah bana haber verdi' dedi. Eğer
ikiniz de Allah’a tevbe ederseniz (yerinde olur). Çünkü kalbleriniz sapmıştı.
Ve eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka verirseniz, bilesiniz ki onun dostu
ve yardımcısı Allah, Cebrail ve mü'minlerin iyileridir. Bunların ardından
melekler de (ona) yardımcıdır. Eğer o sizi boşarsa Rabbi ona, sizden daha iyi,
kendini Allah'a veren, inanan, sebatla itaat eden, tevbe eden, ibadet eden,
oruç tutan dul ve bâkire eşler verebilir."306
Bu alıntıların açık ve doğru tek bir
yorumu vardır, o da, Aziz ve Hakim olan Allah katından gelmiş birer Kur'ân
âyeti olmalarıdır.
Sonra, şâyet Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)—haşa—Kur'ân'ı uydurmuş olsaydı, kardeşleri olan geçmiş
peygamberlerin mucizelerine uzaktan yakından işaret etmezdi ve bu konuda
kitaplarda yazılı veya dilden dile gelen şeylerin eskilerin uydurması olduğu
üzerinde ısrar ederdi. Çünkü, bunlara temas etmesi, muarızlarının kendisinden
de aynı veya benzer mucizeleri istemelerine sebep olurdu. O mucizeleri inkâr
etseydi, herhangi bir kimsenin çıkıp da bunun aksini ispat etmesi de mümkün
değildi. Fakat o, bu mucizeleri kabul ve itiraf ederken, kendi peygamberliğinin
doğruluğunu gösteren bir mucize isteyen herkese şu İlâhi sözü tekrar edip
duruyordu: "Rabbimi tenzih ederim! Ben insan olan bir elçiden başka bir
şey miyim?"307
İşte bu, sıradan bir insanın
yapamayacağı bir şeydir.
Şu gerçeğe de işaret etmeden geçmek
istemiyoruz: Kur'ân-ı Kerim, İsrailoğullarına, inkârları, dikkafalılıkları,
kalb katılıkları, Allah'ın sözlerini yerlerinden saptırmaları, elleriyle kitap
yazıp bunun Allah katından indiğini ileri sürmeleri, Hz. Meryem'e büyük bir
iftirada bulunmaları, Hz. İsa'yı öldürdüklerini ileri sürmeleri...308
yüzünden oldukça yüklenirken, Allah'ın bir zamanlar onları bütün insanlara
üstün
306Tahrîm, 1-5.
307 İsrâ,
93.
308 Nisa,
155-157; Mâide, 13, 41, 78, 79, 80.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 97
kıldığını309,
kendilerinden peygamberler gönderdiğini, onları sultan ve krallar yaptığını330
açıkça ifâde etmekten de geri kalmıyor. Eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) ileri sürüldüğü gibi—haşa—Kur'ân'm müellifi olsaydı, onlardan
kendisine karşı inkârlarını,311 azılı düşmanlıklarını,312 kendisine
hakarette bulunmalarını313 dini314 ve mensuplarıyla alay
etmelerini,315 kendisini öldürmek için komplo kurmalarını,316
aleyhinde ordular kışkırtıp kâfirlerin kinini bilemelerini317
görünce, Allah'ın bir gün olsun onları üstün kıldığını inkâr etmesi gerekirdi.
Fakat o bunu yapamazdı. Çünkü Rabbi tarafından görevlendirilmiş bir peygamberdi
ve bu İlâhî gerçeği en ufak bir değişikliğe tabi tutmayı aklından bile
geçirmedi. Evet, az önce de belirttiğimiz gibi Kur'ân onlara yüklenmiştir.
Fakat bu, onların doğru yoldan sapmalarından kaynaklanmıştır. Allah'ın fazlı,
belli insanlara özgü ve hiç değişmez bir yazgı değildir. Aksine, imân ve
hayırlı iş neredeyse oradadır. Hiç bir millet bu kuralın dışında değildir. İşte
Kur’ânı Kerimin, bizzat Müslümanlara şöyle buyurduğunu görüyoruz: "Siz
insanların iyiliği için ortaya çıkmış en hayırlı bir ümmetsiniz" sözünün hemen
devamında bu "hayırlı"lığm şartlarına açıkça parmak basıyor:
"...İyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız..."318
f. Kur'ân'da,
Daha Sonra Açıklanmadıkça Kendisinin de Bilemediği Mücmel ve Müşkil İfadelerin
bulunması
İlâhî emirler bazan, Hz. Peygambere
mücmel veya müşkil bir tarzda gelirdi ki, Allah Tealâ bilahare bir açıklama
bildirmeksizin, ne kendisi, ne de ashabı o emirlerden kesin maksadı
anlayamazlardı. Şimdi düşünelim: Hangi akıllı kimsenin aklı, kendisinin bile
anlayamadığı sözler telkin edebilir? Hikmetini bilemeyeceği emirler verir? Bu
durum da onun âmir değil memur, kâil (söyleyen) değil nâkil (nakleden)
olduğunun açık delillerinden biri değil midir?
Allah Teâlâ'nm: "Göklerde ve
yerde olanların hepsi Allah'ındır; içi- nizdekini açıklasanız da gizleseniz de
Allah sizi onunla hesaba çe-
309 Bakara,
122.
310 Câsiye,
16.
311 Bakara,
41-42; Al-i imran, 98.
312 Mâide,
82.
313 Bakara,
104; Nisâ, 46.
314 Mâide,
57.
315 M.
Hamidullah, a.g.e., I, 539.
313 ibn Hişâm, Siyer, II, 190; Taberî, Tarih,
I, 1448-52; Hamidullah, a.g.e., I, 536-539.
317 Yahudilerin,
müşrikleri kışkırtmaları ve bu konuda inen âyet-i kerimeler için bk. ibn Hişâm,
II, 214-215.
318 Al-i
imran, 110.
98 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ker."319
buyruğu inince ashab-ı kiram bu yük altında ezildi. Zira, bu âyetten, her
şeyden, kalbin hareketlerinden, hatta kalbden geçenlerden bile hesaba
çekilecekleri manasını anladılar ve sonunda dediler ki: "Yâ Resulallah, bu
âyete nasıl dayanacağız?" Hz. Peygamber dedi ki: "Ne o! Yoksa sizden
önceki iki Ehl-i Kitabın (Yahudi ve Hıristiyanların) dediği gibi 'işittik, ama
isyan ettik' demek mi istiyorsunuz? Siz asıl şöyle deyiniz: 'İşittik ve itaat
ettik. Ey Rabbimiz, bizleri bağışlamanı dileriz, dönüşümüz Sanadır." Onlar
da bu tarzda dua ve niyaz ettiler. Nihâyet Allah Teâlâ o âyeti açıklayan şu
buyruğunu indirdi:
"Allah kimseye
gücünün üstünde bir şey yüklemez. Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına,
kötülük de kendi zararmadır. (Siz şöyle dua ediniz:) Rabbimiz! Unutur ya da
yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin
gibi ağır yük yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet eyle! Mevlâmız,
Efendimiz Şensin! kâfirlere karşı da bize yardım eyle!"320
Böylece kalbi hallerden sadece
güçleri yeten şeylerden sorumlu tutulacaklarını anladılar ki onlar da
kesbedilen niyetler ve istikrar bulan azimlerdir; ihtiyarî olmaksızın kalbden
geçenler veya hayalî kuruntular mes'uliyete yol açmazlar.321
Bu hadis-i şerifte
konumuza ışık tutan husus şudur: Şâyet Resulullah âyetin yorumunu bu şekliyle
daha işin başında bilmiş olsaydı, sahabenin hatasını bildirir ve onların
şüphesini derhal giderirdi. Çünkü onların bu derece muhtaç oldukları bir
bilgiyi onlardan saklaması düşünülemez. Onlara karşı pek müşfik olduğu halde,
kalblerini neredeyse kökünden söküp çıkaran o korku içinde onları nasıl
bırakabilirdi? Doğrusu bu konuda o da onlar gibiydi ve durumun açıklanmasını
bekliyordu. Allah Tealâ'nm bu beyanı geciktirmesi de elbette bir hikmete mebnîdir.
Ve kezâ "Sümme inne aleynâ beyâneh...Sonra da onu açıklamak bize
düşer"322 buyurduğunda terâhî (geriye bırakma) ifâde eden
"Sümme" edâtının kullanılması da elbette bir hikmete mebnîdir.323
g. Kur'ân'ın
Kendi Eseri Olmadığını Israrla Belirtmesi
Kur'ân-ı Kerimi baştan
sona kadar okuyan ve tetkik eden herkes görür ki, Cenâb-ı Hak, birçok âyet-i
kerimede, Kur'ân'ın hiçbir âyetinin veya kelimesinin, Hz. Muhammed'e ait
olmadığını bildirmiş, Kur'ân'ın
319 Bakara,
284.
320 Bakara,
286.
321 Bu
konuyu açıklayan hadis için bk. Müslim, imân 199.
322Kıyâme, 19.
323 Draz, en-Nebü’!-Azîm, s. 21-22.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 99
inişinden önce onun,
kitap nedir, iman nedir bilmediğini haber vermiş324, kitap ve
hikmetten uzak bir halde iken, hatta böyle bir şeyi uzaktan yakından ümit
etmezken ona bu iki nimeti lütfettiğini nimetini hatırlatma babında ifâde
etmiştir.325
Kur'ân'm Hz. Muhammed'in
eseri olmadığına, onun da bunun son derece farkında bulunduğuna bir delil de,
risalet vazifesini yürüttüğü esnafa kendisine feyiz veren bu kuvvetin
kesilmesinden son derece korkmasıdır. Nitekim, vahyin kesildiği fetret-i vahiy
zamanında son derece üzülmüş, hatta kendisini yüksek bir yerden atmaya bile
kalkışmıştı.326 Yine, kendisine vahyin gelmesi anında, ondan bir şey
kaçırırım korkusu ile titrerdi. Bu durum, Allah'tan kendisine gelen vahyin
unuttu- rulmayacağına dair garanti verilmesine kadar devam etmiştir.327Öte
yandan Hz. Muhammed, Allah'ın kendisine vahyetmiş olduğu ve ezberlediği
vahiyleri geri almasından da korkuyordu.328
Hz. Muhammed bu kitabı
herhangi bir talebenin hocasından bir metni öğrenmesi tarzında öğrenmiş, metnin
hazırlanması konusunda en ufak bir hissesi olmamıştır. Onun ne manalarını
keşfetmekte, ne de bu manaları kalıba dökmekte en ufak bir rolü olmamıştır.329
Kur'ân'm manasının Allah'tan geldiğini gösteren pek çok âyet bulunduğu gibi,
lafzının da Allah'tan olduğuna dâir pek çok âyet vardır.330
İlgili âyet-i kerimelerde
geçen "İkrâ (oku)", "Kıraat (okuma)", "Tertîl (ağır
ağır okuma)", "Tilâvet (dili depretme)", "Kur'ân'm arapça
olmasın gibi mefhumlar, hep lafızlarla ilgilidir ve Kur'ân'm lafzının da Allah
katından geldiğine delil teşkil eder. Demek Kur'ân, ne Hz. Muhammed'in ne
başka hiçbir kimsenin eseri olmayıp lafzı ve manasıyla İlâhîdir.
O sadece metni hazır
olarak almış, aldıktan sonra da sırayla şu işleri yapmıştır. 1) Ezberlemek. 2)
Onu anlatıp insanlara tebliğ etmek. 3) Açıklamak ve tefsir etmek 4) Tatbik ve
icra etmek.331
Bu durumda hangi insaflı
insan kalkıp da Kur'ân'm, Hz. Muhammed'in kendi sözü olduğunu düşünebilir? Her
şeyden önce, böyle mucizeler mucizesi, övünçler övüncü bir kelâmı hangi deha
gücü biraraya getirebi-
’324 Şûrâ, 52.
325 Nisâ,
113; Kasas, 86.
326 Hamidullah,
a.g.e.,I, 88-89.
327 Kıyâme,
16-17.
328 isrâ,
86-87 ayetleri bu gerçeği ima etmektedir.
329 Necm
4; A'râf, 203; Yûnus, 15.
330 Yûsuf,
2; Kıyâme , 16-19; Alak , 1-5; Kehf, 27; Müzzemmil, 4.
331 Draz,
en-Nebü’l-Azîm, s. 13.
100 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
lir? Sonra şöyle bir adam
düşünülebilir mi ki, eşi emsali bulunmayan böyle bir eseri ortaya koysun da,
açıkça insanlara: "Bu benim eserim değil, iftihar vesilem değil, ben ona
kendi istidadımdan bir şey eklemedim, siz beni ve daha önceki istidat ve
kabiliyetimi biliyorsunuz, şimdiye kadar böyle bir eser ortaya koydum mu?"
desin.332
Böyle bir davada, Hz. Muhammed'in
itirafının tek başına kesin bir kanaat vermesi gerekir. Ortada kendisine isnâd
edilen bir eser var. O da bu eseri bizzat kendi malı kabul etmekle kıymetini kat
kat arttıracak bir durumda bulunuyor. Bu pozisyondaki bir insanın kendisine ait
bir kıymetli eseri ısrarla başkasına mal etmesi düşünülemez.
Çünkü, edip, şair ve yazarlarda
kuvvetli temâyül, başkalarının eserlerinden yararlanıp onu kendisine nisbet
etmek çoğunlukla yapılan bir durumdur. Hiçbir kimse çıkıp da kendi kıymetli
eserini bir başkasına mal etmez. Zira insan ruhu, ulu ve yüksek şeylere rağbet
etmeye tutkun; kendisini ebedileştirecek ve şanını yüceltecek şeyleri sevmek de
onun karakteri gereğidir. Özellikle bu eser-görünüşte-o kimsenin kendi ruhundan
fışkıran ve sâdır olan bir eser ve bunun sahibi de hiçbir kimse tarafından
tekzip olunmayan doğru bir kimse ve sesi insanlığın şerefini yükseltip onları
hakka davet eden bir ses ise!... Hiçbir şey, Kur'ân'dan daha yüksek bir şana
layık olmadığı gibi, ondan daha devamlı bir şöhrete de erişmemiştir. Eğer Hz.
Muhammed, Kur'ân'ı kendi eseri kabul etseydi, onu kendisine nisbet etmekten
daha büyük şeref olamazdı. Halbuki o, insanları Kur'ân'a ve onunla getirdiklerine
iman etmeye çağırmıştır.333
Yine eğer Kur'ân, Hz. Peygamberin
kendi telifi olmuş olsaydı, onunla peygamberliği yerine—haşa—ulûhiyetini isbat
ederdi. Zira Kur'ân'm Allah'tan başkasından sâdır olması mümkün değildir. Bu
takdirde ulûhiyet, emeline ulaşmakta daha elverişliydi. Böylece insanlara
nüfuz edip galip gelmek hususunda nübüvvetten daha münasip bir kuvvet elde
ederdi. Çünkü bir ilâha tabi olmak, bir peygambere tabi olmaktan daha şerefli
telakki edilmekteydi.334
h. Kur'ân'a
Olan Saygısı ve Bağlılığı
Hz. Peygamberin, nâzil olan âyetler
karşısında daima son derece hür- metkâr bir tutum içerisinde bulunduğu ve
onların Allah'ın sözü olduğu hususunda en ufak bir şüpheye düşmediği
bilinmektedir. O, İlâhî Ki-
332 Zerkanî,
a.g.e., II, 403-404.
333 A.g.e.,
II,. 404.
334 A.g.e.,
II, 404.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 101
tapta en ufak bir rötuş
dahi yapamaz.335 Onu tefsir ederken, kendisine ait olmayan bir metni
tefsir eden bir müfessir gibi hareket eder.336 Onun, çok basit de
olsa, dememiş olduğu bir şeyi Allah'a dedirtmiş olmak endişesiyle, korkudan
titrediğini görürüz.337
Zira o, vazifesini yerine getirme
hususunda kendisini sıkı bir murakabe altında bulunduran İlâhî muhafızlarla
çevrilmiş olduğunu hissetmektedir.338
Elinde vahye dayalı bir emir veya
kesin bir bilgi bulunmadığı sürece, Hz. Peygamber, bize, dâima çekingen,339
dedikodular karşısında hassas,340 mütereddit, işlerinde ashabına
danışan,341 en ufak bir şüphede tam manasıyla çekimser davranan342
ve başkalarınki kadar kendi akibetinin de ne olacağını bilmediğini itiraf eden343
bir şahsiyet olarak görülür.
Fakat vahyi alır almaz da, dünyada
hiçbir kuvvetin etkileyeme- yeceği bir otoritenin salahiyetiyle risaletini
tebliğ eder. Kendini münevver kimseler için olduğu kadar cahil kimseler için
de evrensel bir mürebbi olarak tanıtır.344 O, Yahudi kavmini ve
umumî olarak da İlâhî kitaba mazhar olmuş milletleri doğru yola iletmenin,
risaletinin esasını teşkil ettiğini daha hicretten önce bildirmiştir. Hz.
Peygamber ihtilaf ettikleri konularda onlara hakikati söylemekle
görevlendirilmiştir345. İhtilafları çözerken hiçbir tarafa taviz
vermeden346 ve hiç kimseden çekinmeden, korkusuzca ve adaletle
meseleleri halledip karara bağlamıştır.347
Kur'ân, Hz. Muhammed'in gönlünün
baharı ve çiçeğiydi. O Kur'ân'ı bazan gizli bazan sesli olarak okur348
insanları İslâma davete çok kerre Kur'ân okuyarak başlardı ve İslâm'a çağırdığı
herkese Kur’ân-ı Kerimi okuma itiyadındaydı349. Geceleri kalkıp
saatlerce Kur'ân okurdu.
335 Yûnus,
15.
336 Msl.,
Tevbe, 80. ayetini, Munâfikûn Sûresinin 6. âyetiyle mukayese ediniz.
337 Hâkka,
44-47.
338 Cin,
27-28; Draz, Initiation au Coran, s. 152.
339 Ahzâb,
53.
340 Ahzâb,
37.
341 Al-i
imran, 159.
342 Enbiyâ,
109; Cin, 25.
343 Ahkat,
9.
344 Al-i
İmran, 20.
345 Nahl,
64; Nemi, 76.
346 Mâide,
4, 8-9; Şuarâ, 15.
347 Draz,
Initiation au Coran, 153-154.
348 Tirmizî,
eş-Şemâil, s. 163.
349 Ahmet
Önkal, Resulullahm İslâm'a Davet Metodu, Konya 1981, s. 87.
102 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Bazan kendisine sorulan
sorulara Kur'ân okuyarak cevap vermiştir.350 Gelen heyetlere Kur'ân
okur, Müslüman olmalarına çalışırdı.351 Onun Kur'ân'sız geçirdiği
gün yoktu.352 O sadece Kur'ân'm lafızlarını okuyarak kalmamış, onu
harfiyyen yaşamıştır.353
Zaman zaman Kur'ân'ı
okuduğunda veya dinlediğinde kendini tutamayarak ağlardı.354 Acaba,
kendisinin uydurup Allah'a nisbet ettiğini çok iyi bildiği bir sözü okuyup
dinlerken bir sahtekârın etkilenerek ağladığı görülmüş müdür? Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)—haşa—büyük ve mahir bir aktör olduğu iddia edilirse ancak
böyle bir şey söylenebilir. Fakat, onun mübarek kişiliği tahlil, hayatı en ince
noktasına kadar tetkik edildiğinde, gerçekten etkilenmediği halde ağlar gibi
görünme şüphesini tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kur’ân'a olan bağlılığı bununla
da bitmiyor. Hatta zaman zaman Kur'ân'ı şifa niyetiyle okuyup vücuduna üflerdi.355
Yatağına girdiğinde Felak ve Nâs Sûrelerini okuyup elleriye vücudunu
sıvazlardı.356
Kur'ân, kendisinin vahiy
mahsulü bir eser olduğunu, onun tebliğci ve neşredicisi olan Hz. Muhammed'in de
vahye tabi bir peygamber olduğunu ısrarla belirtir.357
Bütün bunlar, Kur'ân'm
gerçekten Allah'ın kelâmı olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü Allah'a iftira
edecek kadar ruhî bir sapmaya düşmüş bir insanın—haşa—kendi düzdüğü bir söze
her ne pahasına olursa olsun, her hal ve durumda titizlikle bağlılık
göstermesi, ondan böylesine etkilenmesi mümkün değildir. Böyle bir insan, asıl
amacı yolunda gerekirse, Allah'a nisbet ettiği kendi sözünü askıya almaktan
zerre kadar çekinmez.
i. Kur'ân'm
Üstünlüğü Karşısındaki Âczi
Hz. Muhammed'in şahsiyeti
Kur'ân gibi mucize bir esere kaynak olamaması, Hz. Muhammed'in onu Allah'a
nisbet etmesinde doğru olduğunu isbat eder. Bir ayna, kendi zatında ışıksız ve
karanlıktır. Ama yüzünü güneşe karşı çevirdiğinde, o muhteşem güneşi bütün
özellikleriyle
350 ibn
Hişam, a.g.e., (I-IV, Mısır, 1972), II, 35.
351 ibn
Sa’d, Tabakâtü’l-Kübra, l-VIII, Beyrut, ts., I s. 357.
352 ibn
Kayyım, Zâdü’l-Mead, Fî Hedyi Hayri’l-ibâd, l-IV, Mısır 1970, I, 164.
353 Müslim,
Musâfirîn 139; Ebû Dâvud, Tatavvu’ 26; Ahmed, Müsned, VI, 54, 91, 163, 216.
354 Buharî,
Fadâilü’l-Bakara, 23.
355 Buhârî,
Fadâilü’l-Kur’ân, 14, Megâzî 83; Ebû Dâvud, Tıb 19; ibn Mâce, Tıb 38; Muvatta’,
Ayn 10; Ahmed, Müsned, VI, 114, 263.
356 Buharî,
Deavat 11, Fadâilü’l-Kur’ân 14; Ebû Dâvud, Edeb 98; Tirmizî, Dua 21, ibn Mâce,
Dua 15; Ahmed, Müsned, VI, 116, 154; Avad, a.g.e., s. 66.
357 En’âm,
50, 106; Ahzâb, 2; A’râf, 207; Zuhruf, 43.
KUR'ÂN VŞ HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA
CEVAPLAR ■ 103 yansıtarak,
etrafını aydınlatır. Kışın, kuru, çelimsiz ve meyvesiz olan bir asma çubuğu,
Allah'ın izni ve kudretiyle yazın ballı tulumbacıklarm dizildiği koca koca
salkımlarla donanır. Bir tavus kuşu yumurtası, sayısız renk ve desenlere
bürünüp, gökyüzünde kanat çırpmadan önce bütün kuşların en güzeli olduğunu
iddia edemez. Ama Allah, ihsan ettiği o yeteneklerini geliştirip, inkişaf
ettirerek, hayat verip kabuğundan dışarı çıkardığında bam başka bir görünüm ve
üstünlük kazanır. İşte tabir caizse Hz. Muhammed de, vahiy güneşine bir
aynadır. İlâhî, ilim ve hakikatlere, yine onun izni ile donanmış bir dal
hükmündedir. Beşerî şahsiyetiyle bir yumurtayı andırırken, istidatları
nübüvvetle sonsuz derecede gelişmiş bir şahsiyete bürünmüştür. Bu ince sırdan
habersiz olan, güneş ışığını aynadan, salkımları kuru çubuktan, tavusu
yumurtadan bilen müşrikler, Hz. Muhammedin, mazhar olduğu Kur'ân-ı Kerimden
başka bir Kur'ân getirmesini, hiç değilse Kur'ân'da bazı değişiklikler
yapmasını istemişlerdi. Hz. Muhammed ise katiyyen buna yanaşmadı. Farz-ı muhal
olarak yanaşsa bile gücü yetmezdi.
Eğer Kur'ân onun kendi
sözü olmuş olsaydı, onların bu teklifi karşısında tavizkâr bir tavır
takınabilirdi. Buna şiddetle ihtiyacı vardı. Oysa, Kur'ân kendi kelâmı
olmadığı, aksine onun güç ve kuvvetinin haricinde bir eser olduğu ve
kendisinin fevkinde bir kudretten geldiği için onlara karşı kesin bir tavır
takınmıştır.
Diğer bir ifâdeyle,
Kur'ân, onun kendi te'lif ettiği bir eser olsaydı, onların bu arzuları
karşısında, bu eserden başka bir kitap daha vücuda getirir veya yaptığı ilk
te'Iifte bazı değişiklikler yapabilirdi, dolayısıyla buna gücü ve kudreti
yeterdi. Böyle bir işe teşebbüs edince kendisine yardımcılar bulabilir, bu tür
bir davranış da, başarısı hususunda hırslı bulunduğu daveti için daha geçerli
bir sebep sayılabilirdi. Oysa Hz. Muhammed, bu isteklere karşı vermiş olduğu
cevabında, kendisinden istenen bu şeylere gücünün yetmeyeceğini açıkça ilan
etmiş, bundan son derece korktuğunu belirtmiş, Kur'ân'm kendisine nispet
edilmesinden sıyrılıp çıkmış, getirdiği delillerle de onları susturmuştur.
İşte konumuza ışık tutan
Yûnus Sûresindeki iki âyet şöyledir:
"Onlara açık açık
âyetlerimiz okunduğu zaman, Bize kavuşmayı um- mayanlar: 'Bundan başka bir
Kur'ân getir veya bunu değiştir' dediler. De ki: 'Onu kendi tarafımdan
değiştirmem benim için imkânsızdır. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Şâyet
ben Rabbime karşı gelirsem, büyük bir günün azabından korkarım."
104 B KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
"De ki: Eğer Allah
dileseydi, onu size okumazdım ve onu size hiç bildirmezdi. Ben ondan
(Kur'ân'dan) önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım (da böyle bir şey
yapamamıştım) hiç düşünmüyor musunuz?358
Bu iki âyetin verdiği
mesajın özeti şudur:
"Kur'ân benim
takatimin üstündedir. Yetki ve tasarrufumda değildir. Ben ancak nakledici ve
aracıyım. Sadece bana vahyedilene uyarım. Onun âyetleriyle oynayacak veya bir
değişiklik yapacak olsam, onun sahibinden korkarım. Çünkü Kur'ân, benim değil
Onun kelâmıdır. O, sizinle kendisi arasında bir elçi olmamı istemeseydi, bu
kitabı size okumak, sizin de onu benden dinlemeniz için hiçbir imkânım
olmazdı. Nitekim, bu kitabın inişinden önce aranızda kırk seneyi aşkın bir
süre yaşadım. Bu uzun sayılacak bir ömürdür. Benden böyle yüksek bir istidat
görmediniz. Böylesi eşsiz bir sözü benden asla duymadınız. Allah'ın kullarından
hiçbirine bir kerecik olsun ağzımdan bir yalan işitmediniz. Bu uzun yaşantıdan
sonra nasıl Allah'a karşı yalan söyleyebilirim? Hiç düşünmüyor musunuz?"359
Ayette geçen, "Hiç
düşünmüyor musunuz?" ifâdesi de, "Böylesi büyük ve kıymetli bir
kitabın, öğrenim görmemiş, talebe olmamış, hiçbir kitap okumamış ve İlmî
tartışmalarda bulunmamış bir kimsenin eliyle gelmesi, bunun ancak bir vahiy ve
inzâl yoluyla olacağını zarurî olarak bildirir, gösterir. Zarurî olarak bilinen
şeyleri kabul etmemek ise, aklın sağlığına zarar verir" mesajını
vermektedir.360
Hemen arkadan gelen şu
âyet de bu gerçeği biraz daha pekiştirir:
"Allah'a karşı yalan
uydurandan, yahut Onun âyetlerini yalan sayandan daha zâlim kimdir? Şu
muhakkak ki, mücrimler asla felaha ermezler."361
Bu âyet, Peygamberin
Allah'a iftira sayılacak böyle bir isteği yerine getirmesinin mümkün
olamayacağım bildirirken, bu Kur’ân'a inanmayıp Allah'ın âyetlerini yalanlayan
müşriklerden daha zalimin bulunmadığını tarizen ifâde ediyor.362
i. Kur'ân
Üslûbuyla Hadis Üslûbu Arasındaki Fark
358 Yûnus,
15-16.
359 Bu
konu için bk. Bakıllânî, İ'câzü’l-Kur'ân, s. 441-450; Zerkânî, a.g.e., II,
297-298; Elmalık, Hak Dini, IV, 2688-2691; i. Karaçam, Sonsuz Mu’cize Kur’ân,s.
432-434.
360 Fahreddin
Razî, Mefâtih, ilgili ayet-i kerimenin tefsiri.
361 Yûnus,
17.
362 Fahreddin
Râzî, a.g.e., ilgili âyet-i kerimenin tefsiri.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 105
Ağzından Kur'ân-ı Kerimin söz ve
vaazları çıkan bir lider ve önder olan Hz. Peygamber, Mekkeliler arasından
ansızın çıkmamıştı. O, bilinmeyen bir ülkeden gelip hikmetli sözleri söyleyip
sonra kayıplara karışmadı. Aksine bu zat, başlattığı hareketten önce de
insanlar arasında ve toplumda diğer insanlar gibi yaşamıştı. Ve davasının dal
ve budak salmasından sonra da yine insanlar arasında hayatını sürdürmüştü.
Onun sözleri, konuşma tarzı ve üslûbunu herkes bilirdi. Hadislerde onun söz ve
konuşmaları hemen hemen aynı şekilde muhafaza edilmişlerdir. Arapça bilenler
bugün de bu ibare ve ifâdeleri okuyup, Kur'ân-ı Kerim ile karşılaştırabilirler.
Gerek bu liderin yaşadığı çağda, gerekse günümüzde bu iki eserin dil, ifâde ve
üslûbunda büyük fark bulunduğunda şüphe yoktur. Merakı olan herkes Kur'ân-ı
Kerim ile hadisleri birbiriyle karşılaştırarak bu farkı bulabilir?63
Bu fark bilhassa hadislerde iktibas edilen Kur'ân'm âyet ve sûreleriyle daha da
belirgin hal alır. Bir kişinin yıllarca iki ayrı dil, ifâde ve üslûp
kullandığına şahit olunmuş mudur? Bu kişinin yıllarca bu işi kimsenin şüphesini
çekmeden ve kimseye yakalanmadan becermesine imkân ve ihtimal var mıdır? Böyle
bir ikilik belki de geçici bir müddet için başarılı olabilir, ama bir kişinin
23 yıl bunu becermesi mümkün müdür? Birisi çıkıp, bu kişinin Allah'tan vahiy
aldığını söylediği zaman başka türlü konuştuğunu ve vahiy gelmediğini söylediği
zaman, normal konuşurken ve sohbet ederken başka türlü konuştuğunu söyleyebilir
ve isbatlayabilir mi?364
Mekke müşrikleri, hiçbir zaman
Kur'ân'm Hz. Muhammed'in sözü olduğunu söylememişlerdir. Bu da onun üslûbunu
bilmeleri bu konuda sarraf olmalarından ileri gelmiştir.
Öte yandan, şayet Kur’ân'm tebliğ
edicisinin işi olsaydı, o insana mizaç ve tutum itibariyle benzeyen,
akrabalıkça yakın olan ve onu çokça
353 Msl., Sahabe’den Ubey bin Ka'b'ın
hususi mushafında yer alan iki kunut duasının bazılarınca iki sûre zannedilmesi
karşısında Nöldeke isimli müsteşriğin bile üslûp mukayesesi ve tahlili yaparak
nasıl cevap verdiğine bakalım: Özetle diyor ki: Bu metinlerin muhtevaları ve
biçimleri Kur’ân’ı değil, duayı andırmaktadır. Başlarında “Kul(De ki)"
yoktur. Gerçi “Kul" olmayışı başlı başına bir sebep sayılmaz. Zira
Fatiha'nın başında da yoktur. Kunut dualarında, Kur’ân’da alışık olmadığımız
tabirler vardır. Gramer yönünden de ufak bir fark bulunur. Sena etmek (esna)
fiili, Kur’ân'da hiç geçmez; bu manada başka kelimeler kullanılır (hamide,
sebbeha, kebbere gibi). Se’a (Nes’a) fiili, Kur’ân’da Allah’a ulaşma yolunda
çabalamak manasında kullanılmaz. Fecara (yefcuruk) Kur'ân’da mef’ul almadığı
halde, bu duada aküzatif şahıs zamiriyle karşımıza çıkmaktadır. Hala’a
(nahla'u) fiili ise, Kur’ân’da yalnız bir defa, o da yalnız ayakkabıyı çıkarmak
hakkında (Tâhâ, 12) geçer; halbuki burada çok daha başka bir manada, yani Allah
yolunda olmayanları terketmek manasında kullanılmıştır. Keza kefere (ve lâ
nekfuruk) kâfir olmak manasına geldiğinde Kur’ân'da bâ (be) harf-i cerri ile
müteaddi olur; ancak küfrân (nankörlük) manasına geldiği takdirde burada olduğu
gibi mef’ulun bih alır. Halbuki burada kâfirlik manasına geldiği halde (be)
kullanılmıştır. (Nöldeke, Kur’ân Tarihi, s. 46-48; Suat Yıldırım, Kur'ân-ı
Kerim ve Kur’ân İlimlerine Giriş, s. 162-163)
364 Mevdûdî, a.g.e., II,
258-259.
106 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
dinleyen birinin,
onunkilere benzer bir şeyler söyleyebilmesi gerekirdi. Hatta Kur'ân'm inişine
şahit olan, onu okuyan, ezberleyen, manalarını zevkeden, işlerine yansıtan, onu
adım adım izleyen, onun pınarlarından kana kana içen ashab-ı kiramın örnek alma
ve benimseme fıtrî duygusunun gereği olarak, üsluplarını onun üslûbuna
yaklaştırmaları gerekirdi. Ama bütün bunlardan hiçbiri olmadı. Onların içindeki
beliğlerin yaptığı en fazla iş—şimdi bizim beliğlerimizin de yaptığı
gibi—sözleri arasında Kur'ân'dan bazı parçalar iktibas etmek süreliyle şan ve
şerefini arttırmaktı.
Sonra insanların
üsluplarına baktığımızda, onların da arzın sathından yukarıya yükselemediğini
görürüz. Bu itibarla da, yani arzın sathından yükselememe itibariyle de
insanların üslûbu, bir üslup nevi teşkil eder. İnsanların üsluplarının kimisi
emekler, kimisi koşar. Ama en kuvvetlisinin (gezegen ve yıldızlara) Kur'ân'a
nisbeti, yerdeki seyyârelerin (arabaların) gökteki seyyârelere nisbetinden
farksızdır.
Hikmetli bir söz
okuduğunuzda, onun nübüvvet kelâmı mı, sahabe veya tabiine ait bir söz mü
olduğunda tereddüt edebilirsiniz? Hz. Peygamberin üslûbu fesahatta çok ileri
olmakla mümtaz bulunduğu halde bu tereddüdü geçirirsiniz. Çünkü bu belağat
ilminde en ileri dereceye varmamış olanlara, bazan gizli kalabilen bir
imtiyazdır; zevk bazan tek başına onu idrak etmekten geri kalır, nakle
başvurmak, böylece merfu' mevkuf, maktu' rivâyetleri ayırd etmeden ondan
faydalanmak zorunda kalır. Oysa Kur'ân üslûbu, başka sözlerle karıştırılmayacak
bir hususiyet taşır; hiç kimse onun derecesine yükselecek gücü bulamaz.365
Bu noktada şöyle bir
itirazda bulunulabilir: Bir edibin şöylece iki çeşit sözü olması, büsbütün
görülmeyen bir şey değildir: Birisi, düşünmeksizin içinden, lisanına geldiği
şekilde bıraktığı, özenip işlemediği; diğeri ise, tefekkür neticesinde, yavaş
yavaş, özene bezene söylediği söz olabilir. Bu nevi, birincisinden o kadar
farklıdır ki, aynı kişinin sözleri olduğu halde, işiten, neredeyse öbürünü bir
başka insanın sözü sanır. Aynı misal Hz. Muhammed'e de tatbik edilip de onun
hadislerinin birinci, Kur'ân'm ise ikinci neve uygun düştüğü söylenemez mi?
Cevabımız şudur: Bu iki
nevi hadisle Kur'ân'a teşmil etmek, realiteye asla uymaz. Çünkü Kur'ân
vahyinin ekserisi, Hz. Peygambere, daha önce hiç düşünmediği ve bilgi sahibi
olmadığı hususlarda geliyor, hatta gâh bir soruya cevap olarak, gâh ortaya
çıkan bir hadiseye fetva olarak, gâh geçmiş bir ümmetten kıssa olarak veya buna
benzer bir durum olarak hiç ummadığı sırada ansızın kendisini
yakalayıveriyordu. Ifk hadisesi ve kıblenin değiştirilmesi meselelerinde olduğu
gibi,
365 Draz,
en-Nebü'1-Azlm, s. 90-92.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 107
düşünme imkânı veren bir
bekleme devresinden sonra vahyin geldiği pek az durum vardır. Her iki haldeki
üslûbu da görüyor ve vahyin diğer parçalarından gerek üslup ve gerek nizam
bakımından hiçbir suretle farklı olmadığını müşahede ediyoruz.
Aynı şekilde diyebiliriz
ki, değişik şartlarda söylediği hadislerin üslûbu da aynıdır. Şöyle ki, bazan
uzun bir düşünmeden, tefekkürden veya ifk meselesinde gördüğümüz'üzere, yahut
birtakım savaş ve barış meselelerinde gördüğümüz üzere ashabıyla istişareden
sonra, bazan da vahyi bekleyerek uzun bir duraklamadan sonra konuşurdu.366
Bazan ise, daha önce
karşılaştığı ve müşkilat çekmediği aklî veya dinî mesele karşısında derhal
cevap verirdi. Gördüğünüz gibi, üslûbu aynı kalmakta, vahye mi kendi görüşüne
mi dayandığını ayırd etmeniz mümkün olmamaktadır. Keza aile efradı veya
ashabıyla yaptığı günlük konuşmalarla, muayyen günlerde muazzam topluluklar
karşısında yaptığı konuşmalar arasında da üslup farkı göremezsiniz. Böylece
Kur- 'ân'la hadis arasında bu tarzda bir ayırım yapmakta sual sahibinin sağlam
bir esasa dayanmadığı meydana çıkmış oldu.
Hatta daha ileri giderek,
'münazara icabı' ve 'faraza' kaydı ile bu taksimi kabul etsek bile bu durum,
üzerine bir şüphe bina edilecek bir temel teşkil edemez. Çünkü kelâmın
düşünmeksizin (mürsel) ve üzerinde düşünülerek (müzevver) şeklinde ikiye
ayrılması, fasîh Arapların, iki ayrı kimsenin sözleri zannedilecek derecede
farklı söz söylemelerine yol açmazdı. Aslında tasavvur edilen bu farklılık,
Arap selikasının (lisan zevkinin, tabiatının) inkırazından ve dili,
"analarından öğrenmeyen müvelledîn neslinin ot gibi bitmesinden" ve
konuştukları dilin, yazdıkları dilden farklı oluşundan sonra ortaya çıkmıştır.
Böylece müvelledlerin,
biri: "tabiî avam ifâdesi", diğeri de: "tahsille kazanılan
yüksek Arapça" olmak üzere iki ayrı üslupları zuhur etti.367
Zaten, tabiî olmayarak
zorlamayla ortaya konulan edebî bir söz her- zaman kendisini gösterir ve
sun'îlik kokacağı için, söz sarraflarının gözünde değerini yitirir.
Bu sebeptendir ki o
devrin Arapları, tekellüfle hazırlanan sözlerle değil de, tabiî olarak söylenen
sözlerle övünürlerdi. Hz. Peygamber'in ■mütekellifler, yani yapmacık söz
söyleyenlerle hiçbir ilgisi yoktu.
366 Hicretin
sekizinci yılında Ci’rân’da adamın biri, üzerinde cübbe ve vücuduna çokça koku
sürmüş olarak gelip umre hakkında sual sordu. Peygamberimiz bir süre ona bakıp
sükut etti. Derken kendisini vahiy hali tuttu. O hal geçince: “Demin umre
hakkında soran şahıs nerede?” dedi. Adam bulunup huzuruna getirilince buyurdu
ki: “Üzerindeki kokuyu üç defa yıka, cübbeyi de çıkar, hac sırasında ne
yapıyorsan umrede de onu yap." (Buharî, Hac 17; Müslim, Hac 8).
367 Draz,
en-Nebe’l-Azîm, s. 90-92. (Dipnot).
108 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Bilakis, konuşmada olsun,
diğer bütün hususlarda olsun, tekellüf göstermekten en çok nefret eden bir zat
idi. Şu söz onun değil midir: "İyi bilin ki konuşurken tekellüf gösteren,
ağdalı ağdalı konuşanlar helak olmuştur."368
Kısaca, Kur'ân, Hz.
Muhammed'in sözü olsaydı, onun diğer sözlerine benzemesi gerekirdi. Çünkü bir
insanda iki ayrı tabiat ve fıtrat bulunamaz. Halbuki Kur'ân, hadîse
benzemediği gibi, diğer sözlerden hiçbirine de benzememektedir. Demek ki
Allah'ın kelâmıdır.
368 Müslim, ilim 7; Ebû
Dâvud, Sünne 5; Ahmed, Müsned, I, 386; Bunun başka bir örneği de şu olaydır:
Ana karnında öldürülen ceninin diyeti konusunda mesele çıkarıp tartışan adamı
kınamasına da dikkat ediniz; hadise kısaca şudur: Huzeyl kabilesinden iki kadın
birbiriyle döğüşüp, bunlardan biri diğerine taş atmış ve onu karnındaki
çocuğuyla birlikte öldürmüştü. Bunun üzerine Resulullahın huzurunda
davalaştılar. Ceninin diyetinin “ğurre” (kıymeti tam diyetin onda birine ulaşan
bir erkek veya kadın köle) olduğuna hükmedince, Hamelu'bnu Nâbiğa el-Hüzelî,
secili ve kafiyeli bir eda ile:
“Yâ Resulallah, keyfe eğrim diyete
men lâ şeribe velâ ekel vela nafaka vele'stehell fe mislü zâlike yutall"
Yani: “Yâ Resûlallah, henüz içmeyen, yemeyen, söz söylemeyen ve bağırıp
ağlamayan ceninin diyetini ödemekle mükellef tutuluruz? Böyle birinin kanı
heder oiur” dedi. Resûlullah , böyle secili konuşmasından ötürü: “Bu adam ancak
kâhinlerin kardeşlerindendir” buyurdu. Başka bir rivayette “Bedevilerin
secileri gibi seci mi yapıyorsun!" buyurmuştu. Böylece bu tarz seciyi Hz.
Peygamber’in kınadığı anlaşılıyor. Kınadığı seci, kâhinlerinki gibi sun’î olup
da tabiî olmayan secidir. Zira bu tip secide mana lafza tabidir, yoksa lafız
manaya tabi olmaz. (Müslim, Kasâme 37-38; Ebû Dâvud, Diyât 19; Tirmizî, Diyât
15).
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 109
Vahye ilk muhatap olan Araplar, Hz.
Muhammed'den, risaletinin doğruluğuna delil istediler. Allah Teâlâ, en büyük
delil ve mucizenin Kur'ân olduğuna dikkat çekti369. Böylece Allah,
geçici bir zamanda, sınırlı kimseler tarafından görülen ve delâlet yönünden de
daha geri planda kalan mucizeleri onların nazarlarına vermek yerine, devamlı ve
meseleye delâleti kuvvetli, ileri seviyeye hitabeden bir mucizeyi gözler önüne
serdi. Kur'ân, nâzil olduğu muhitin en fazla ileri olduğu belâğat sahasının bir
mucizesi kılınmıştır. Bunu ispat için o, edîblere önce benzeri bir kelâm
ortaya koymak hususunda meydan okudu:
"(Kur'ân'm, Allah kelâmı
olmadığı iddialarında) doğru iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler"370.
Onlara uzunca mühlet verdi, yapamadılar. Sonra, asılsız, uydurma şeyler dahi
olsa tesir ve belağat bakımından on sûrenin benzerini yapmaları ile iktifa
edeceğini bildirdi:
"Yoksa 'onu uydurdu' mu
diyorlar? De ki: 'Öyle ise siz de onun benzeri, uydurulmuş on sûre getirin.
Eğer doğru iseniz Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de (yardıma)
çağırın!"371 Bunu da yapamaymca, bu defa bir sûre getirmelerini
istedi:
"Yoksa 'onu uydurdu' mu
diyorlar? De ki: 'Eğer doğru iseniz haydi onun benzeri bir sûre getirin ve
Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!"372 Bunu daha
sonra Bakara Sûresi 23. âyetinde de tekrar etti. Aynı sûrenin 24. âyetinde bu
işi yapmadıkları takdirde, yakıtı kâfirler ve taşlar olan cehennem ateşiyle
tehdit ederek tahrik etti.373 Bundan sonra da ortaya çıkan aczlerini
şöyle ilân etti:374
369 Ankebût,
50-51.
370 Tûr,
34.
371 Hûd,
13.
372 Yûnus,
38.
373 Kur’ân-ı
Kerim’in, birkaç cümlelik bir tek sûresinin bile benzerinin getirilemeyeceği
hususu -haşa- mübalağa gibi gözükebilir. Bu tür cümlelere benzeyen çok
cümlelerin insanların söz ve yazılarında bulunabildiği ileri sürülerek böyle
bir düşünceye kapılanlar olabilir. Oysa bunda hiç bir mübalağa sözkonusu
değildir. Hatta diyebiliriz ki Kur’ân’m bir tek cümlesinin, hatta bir tek
kelimesinin bile benzeri yapılamaz. Şöyle ki: Kur’an’ın cümleleri ve kelimeleri
birbirine bakar. Bazan bir kelime on yere bakar, onda da on belagat nüktesi
bulunur. Msl., çeşitli tezyinat ve nakışlarla süslenmiş bir sarayda, birçok ve
çeşitli nakışların düğümü yerindeki bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir
şekilde bir yere yerleştirmek için, bütün o duvarı nakışlarıyla bilmek gerekir.
Aynen bunun gibi, insanın başındaki gözbebeğini yerine yerleştirmek için, bütün
bedenin ve organların birbiriyle alakasını ve harika vazifelerini, gözün o
vazifelere karşı durumunu bilmek lazımdır, işi derinlemesine ele alıp inceleyen
muhakkik alimler, Kur’ân’m kelimelerinde pek çok münasebetleri ve diğer
ayetlere, cümlelere bakan vecihleri, alakaları göstermişlerdir.
Madem Kur’ân her şeyi yaratan Allah’ın
kelâmıdır, o halde herbir kelimesi bir kalb durumuna geçerek sırlı bir manevî
vücudun merkezini teşkil edebilir. Veya gövdesi, dalları, yaprakları, çiçekleri
ile bu ağacın çekirdeği olabilir. İşte insanların sözlerinde Kur’ân’m
kelimeleri gibi kelimeler, belki cümleler, âyetler
110 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
"De ki: İnsanlar ve
cinler şu Kur'ân'ın benzerini yapmak üzere toplansalar, yine onun benzerini
yapamazlar; birbirlerine arka olup yardımlaşsalar dahi bunu yapamazlar.375
Bu tekitli kesin nefye,
daha doğrusu bu ebedî hükme bakınız. Hiç ne söylediğini bilen bir Arap, böyle
bir söz söyler mi? Arap edipleri arasında edebî yarışma kapısının ardına kadar
açık olduğunu ve fikrini işleten bir tenkitçinin, daha önce söylenip yazılmış
bir parçanın tenkidi sadedinde tamamlayacağı bir eksiklik, dolduracağı bir
boşluk veya daha mükemmel hale getireceği bir kemâl bulmakta hiç de güçlük çekmediğini
devamlı surette bilip gören aklı başında bir Arap, hiç böyle bir söz sarfeder
mi? Bu konuda tetikte bekleyen o zamanki Arap ediplerinin edebî hamiyyet ve
taassuplarının, kendisine rekabet için üzerine sel gibi boşanacağından çekinmez
miydi? O söz üstadlanndan bir grup anlaşarak —şiir tenkidinde yapageldikleri
üzere— birisi rakip metnin taslağını ortaya koysa, sonra diğerleri de düzeltme,
daha muhkem' ve daha güzel hale getirme işini yapsa, bir sonra gelen bir
öncekinin eksiğini tamamlasa, derken, çeşitli yönlerinden hiç değilse bir
yönünde, onu geçmese bile ona ulaşmaya çalışan bir kelâm, bir edebî metin
ortaya çıkarsalardı onun hali nice olurdu? Haydi diyelim ki muasırları için
böyle bir hüküm çıkarmayı, nefsi kendisine hoş gösterdi, peki, kıyamete kadar
gelecek nesilleri, hatta bütün cin ve insi karşısına alarak bu hükmü vermesine
ne buyurulur? Bu, kendini bilen, kendine değer veren bir insanın kesinlikle
girmeyeceği bir maceradır. Bunu yapmak, ancak semâdan gelen haberle, kudret-i
İlâhiyyenin teyidi ile kucaklarını dolduran birinin işi olabilir. İşte böylece
dünyanın karşısına geçerek bu daveti ortaya attı, akıllara meydan okudu. Daha
muaraza etmeye kim teşebbüs ettiyse rüsvay oldu; aciz kalıp bildiğini de
şaşırdı ve asırlar boyunca bu hep böyle devam etti.376
Böylece şu gerçek ortaya
çıkmış oluyor: Bu meydan okuma işi, bizzat Hz. Muhammed'ten sâdır olmuş olamaz.
Bu işi yapan, olsa olsa, Hz. Peygamberin lisanı ile konuşan, Kudret ve azameti
sonsuz, ilmi, ezel ve ebedi kuşatan, Alîm ve Habîr olan Cenâb-ı Hak'tır.377
bulunabilir. Fakat Kur'ân’da, çok
münasebetler gözetilmiş bir metod ve tarz ile yerleştirildiği yerde, tamamını
ihata eden ve bilen bir ilim lâzım ki, öyle yerli yerine yerleşsin. (Nursî,
Mektûbat, s. 170-171).
374 Suyûtî,
itkan, II, 117; Suat Yıldırım, a.g.e., s. 172-173.
375 isrâ,
88.
376 Draz,
en-Nebeü’l-Azîm, s. 36-37.
377 Nursî,
işâratü’l-i’câz, s. 129-143.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 111
I. Kur'ân'm
Hıfz ve Bekasına Olan Gayreti
Kur'ân-ı Kerim, ümmî bir kavme ve
yine ümmî bir Peygamber'e indirilmiştir378. Bu da açıkça Hz.
Peygamberin Kur'ân'ı ezberlemesini gerektirmekteydi. O, ümmî bir insan halet-i
ruhiyesiyle vahyi telakki ederken, bir kelimesini dahi kaybetmeden ezberlemek
için acele ederdi. Yüce Allah, Kur'ân'ı göğsünde hıfzettireceğine, lafzının
kıraati ve manasının anlaşılması hususunda kendisine kolaylık ihsan edeceğine
ilişkin garanti verinceye kadar bu hali devam etti379.
Hz. Muhammed, özellikle namaz ve
benzeri ibadetler vesilesiyle olmak üzere bütün hayatı boyunca Kur'ân-ı Kerimi
gece gündüz okumuş380, ayrıca her sene, o zamana kadar gelen
âyetleri Cebrâil ile müzakere ve mukabelede bulunmuş, vefat edeceği sene ise bu
durum iki defa tekerrür etmiştir.381
Hz. Peygamberin terbiye ve teşvikiyle382
Sahabilerinin Kur'ân'ı öğrenmek, öğretmek ve ezberlemek hususundaki gayretleri
bilinen bir gerçektir.
Hz. Peygamber, Kur'ân'm öğretim ve
eğitim işini yürütmek, onun doğru bir şekilde ezberlenmesini temin etmek
gayesiyle daha hicretten önce Mus'ab b. Umeyr ve İbn-ü Ümmi Mektum'u Medine'ye,
Hicretten sonra da Muaz b. Cebel'i Mekke'ye göndermiştir.383
Bütün kaynakların ittifakla haber
verdiklerine384 göre, Hz. Peygambere ne zaman Kur'ân'dan bir vahiy
gelse, hemen vahiy kâtiplerinden birini çağırır ve Cebrail'in delâletiyle
"Bunu falan sûreye koyunuz" diye emreder ve yazdırırdı385.
Vahiy kâtiplerince yazılan âyetler Hz. Peygamber'e arzedilir, şâyet bir
eksiklik olursa tashih ederdi.386
Hz. Peygamber, Kur'ân'm hıfz ve
kitabetine verdiği bu önemi, diğer sözlerine vermemiş, hatta kendi sözlerinin,
izahlarının Kur’ân-ı Ke-
378 Cum’a,
2.
379 Kıyâme , 16-17; Tâhâ, 114.
380 Hz.
Peygamber'in Kur'ân'ı okuması ile ilgi bk. “Hz. Muhammed'in Kur’ân'a Saygı ve
Bağlılığı" başlığına.
381 Buharî,
Fadâilü’l-Kur'ân 7; ibn Mâce, Sıyâm 58; Ahmed, Müsned, I, 276, 326, II, 399.
382 “Ümmetimin
en şereflileri Kur’ân’ı ezberleyenlerdir" (Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, I, 129;
Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 522) “En hayırlınız Kur’ân'ı öğrenen ve
öğretendir" Buharî, Fadâilü’l-Kur’ân, 21; Ebû Dâvud, Vitr, 14, 15, 19;
Tirmizî, Sevabü’l-Kur’ân 15; ibn Mâce, Mukaddime 16; Dârimî, Fadâilü’l-Kur’ân
2; Ahmed, Müsned, I, 57, 58, 69,153.
383 Zerkânî,
a.g.e., I, 234.
384 islâmm
ilk günlerinden itibaren Hz. Peygamber vahiy kâtipleri edinmiştir. Bunların
adedi kırka kadar varır, (bk. ibn Hacer, Fethu’l-Bârî, Bulak 1300, IX, 18)
Müsteşriklerin eserlerinde de vahiy kâtiplerinin isimlerine
rastlanır.(Blâchere, Introduction au Coran, s. 12).
385 Zerkeşî,
el-Bürhân, I, 232, 256.
388 M. Hamidullah,
Kur’ân-ı Kerim Tarih, (Tere. M. Said Mutlu), İst. 1965, s. 43.
112 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
rimle karıştırılmasından,
hele ikisinin de ayni sahifede toplanmasından korkarak hadislerin yazılmasını
önceleri yasak etmiştir.387 Bu yasak Kur'ân âyetlerinin ekserisi
nâzil olup, birçok hafızlar tarafından ezberleninceye ve artık başka bir şeyle
karışması konusundaki endişe ortadan kalkıncaya kadar sürdü.388
Hz. Peygamberin
Kur'ân'ın, hıfz ve bekasına verdiği bu önem, acaba onun ağzından çıkan diğer
sözlerden, sîret ve yaşantısından farklı bir özelliğe sahip olduğunu açıkça
ortaya koymaz mı? Dinî bağlayıcılık konusunda Kur'ân ile diğer sözleri arasında
hiçbir fark bulunmadığı halde Kur'ân'a gösterdiği bu itina, hiç şüphesiz onun
lafzı ve manasıyla İlâhî kaynaklı oluşuna olan kesin imanından ileri gelmiştir.
Bunun başka bir izahı bulunmamaktadır.
3. Rabbiyle Olan Münâsebetine İlişkin Deliller
a. Rabbine Olan Bağlılığı
Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) davasında doğru ve samimi olmasının bir delili de, kendisinin
gerek inanç, gerek ibadet ve gerek yasalarıyla İslâm prensiplerine sıkı sıkıya
bağlılık açısından insanların başında gelmesidir. Rabbine olan imanı, Onun
kudretine, azametine, büyüklüğüne, rahmetine, nimetine, kullarını hayır ve şer
adına ne yapmışlarsa Kıyamet gününde hesaba çekeceğine olan derin şuuru,
aklını, kalbini ve vicdanını tamamen doldurmuştu ve her an ve fırsatta dilinden
dışarı taşıyordu. Her an ve her vesileyle Rabbine dua ediyordu. Sabahleyin
uykudan kalktığında yeni günde tadacağı hayat nimetini takdir ettiğini
gösteren dualarla Yüce Rabbine yalvarıyordu. Akşamleyin yatağına girdiğinde
Rabbine karşı güven dolu, Ona canını ve bütün varlığını teslim etmiş bir
kimsenin yakarışıyla niyazda bulunuyordu. Yağmur yağdığında dua ediyor, güneş
veya ay tutulduğunda namaz kılıp dua ediyor, kuraklık olduğunda dua ediyor,
yolculuğa çıktığında Rabbine yalvarıyor, dua esnasında hamd ve şükür ifâdeleri
mübarek ağızmdan duyuluyor, haccettiğinde telbiye sesleriyle dağ, dere ve
ovaları çınlatıyordu. Kısaca, Rabbini asla unutmuyor, savaşta ve barışta lisanı
Onun zikrinden hiç geri kalmıyordu. Ölülere dua ediyor,
387 "Benden,
Kur'ân dışında bir şey yazmayınız, Kur’ân’dan başka benden bir şey yazmış olan
varsa onu derhal imha etsin. Benden hadis rivayet ediniz...” (Müslim, Zühd 72;
Dârimî, Mukaddime 42; Ahmed, Müsned, III, 12, 21, 39, 56.
388 ibn
Kuteybe, Te’vîlü Muhtelefi’l-Hadîs, Mısır 1326, s. 365.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 113
dirilere dua ediyor,
gündüzün aydınlığında, gecenin karanlığında hep dua ediyordu.389
Hac veya umreden döndüğünde, herbir
tepeye çıktığında veya bir düzlüğe indiğinde üç defa tekbir getirir, arkasından
da şöyle derdi: "Allah'tan başka hiçbir İlah yoktur, O tektir, hiçbir
ortağı yoktur, mülk sadece Onundur, hamd de Ona mahsustur. Onun her şeye gücü
yeter. Rabbimize sığınırak, Ona tevbe ederek, Ona ibadet, secde ve hamdede- rek
geri dönüyoruz. Allah sözünü doğru çıkardı, kuluna yardım etti ve tek başına
orduları bozguna uğrattı"390. Bir topluluktan korktuğu zaman
dua ederdi. 391 Yeni bir elbise giydiğinde dua ederdi392.
Uyumak üzere yatağına uzandığında dua ederdi393. Uykudan uyandığında
dua ederdi394. Hayır işlemeyi, kötülüklerden sakınmayı ve miskinleri
sevmeyi nasib etmesi, insanlar hakkında bir fitne geleceği zaman, canını alması
pahasına o fitneye maruz bırakmaması için Rabbine yalvarırdı395. Hatta
tuvalete girerken ve çıkarken bile dua ederdi396. Bir meclisten
kalktığında dua ederdi397. Güneş ve ay tutulduğunda, yağmur
389 Resulullahm
Duaları için bk. ibn Kayyim, Zâdü’l-Meâd, II, 17...; Nevevî, Riyadu’s-Sâlihîn,
(Tah. Şuayb el- Arnavût), Muessesetü’r-Risâle, 17. baskı, Beyrut, 1409, s.
532-561.
390 Buharî,
Umre 12, Daavât 52; Müslim, Hac 428; Ebû Dâvud, Menâsik 34, 56; Tirmizî, Hac
104; ibn Mâce, Menâsik 84; Muvatta’, Hac, 243; Ahmed, Müsned, I, 444, II, 5,
10...).
391 “Allahım,
onları sana havale ediyoruz ve şerlerinden sana sığınıyoruz.” (Ebû Dâvud, Vitr
30; Ahmed, Müsned, IV, 414-415.
392 “Allahım,
Sana hamdolsun. Onu bana Sen giydirdin. Onun hayrını ve yapıldığı amacın en
hayırlısını Senden diliyorum." (Ebû Dâvud, Libâs 1; Tirmizî, Libâs 29; Ahmed,
Müsned, III, 30, 50.
393 “Allahım,
canımı Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana havale ettim,
sırtımı Sana dayadım. Bunu Sana ümit bağladığım ve Senden korktuğum için
yaptım. Senin azabından kurtulmak için Senden başka sığınılabilecek hiçbir
sığınak ve kurtuluş yeri yok. indirdiğin kitabına ve gönderdiğin peygamberine
iman ettim.” (Buharî, Tevhîd 34, Daavât 5, 6, 8; Müslim, Zikir 56,- 57, 68; Ebû
Dâvud, Edeb 8; Nesâî, Zekât 1, 73; ibn Mâce, Dua 15). Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu dua sonunda vahyi ve kendisinin de bir ferdi bulunduğu
bütün peygamberleri nasıl gönülden kabul ettiğini iyice bir düşünün. Acaba
böyle bir zatın -haşa- yalancı olması mümkün mü? Böyle içten bir duada bulunan
bir insanın kendi kendisini aldatmasının imkânı var mı?
394 “Bizi,
öldürdükten sonra dirilten Allah’a hamdolsun. Dirilerek dönüş sadece
Onadır." (Buharî, Daavât 7, 8, 16; Müslim, Zikir 59; Ebû Dâvud, Edeb 98;
Tirmizî, Edeb 28; İbn Mâce, Dua 16; Dârimî, İsti’zân 53; Ahmed, Müsned, IV,
291, 302...).
Bakınız nasıl uyku ile ölüm, uyanma
ile diriliş arasında bir bağlantı kuruyor? Bu, onun akıl ve kalbinin
Ulûhiyet ve diriliş inancıyla dopdolu bulunduğunu gösteriyor.
?95 “Allahım! Hayır
işlemeyi, kötülüklerden ise sakınmayı ve miskinleri sevmeyi nasib etmeni Senden
diliyorum, insanlar hakkında bir fitne irade buyurduğun zaman fitneye maruz
bırakmadan canımı alarak beni yanına al.” (Tirmizî, Tefsîru Sûre 38 (2, 4);
Muvatta’, Kur’ân 40; Ahmed, Müsned, I, 368...)
Rabbinden nasıl korktuğuna, gönlünün
nasıl Rabbine bağlı olduğuna ve fitneden nasıl çekindiğine bakınız!
396 Ebû
Dâvud, Tahâret 17; Tirmizî, Tahâret 5, ibn Mâce, Tahâret 10, 40.
397 “Allahım,
bizimle Sana isyan sayılan şeyler arasında engel olacak korkunu, bizi cennetine
ulaştıracak taatini, dünya musibetlerini gözümüzde hafifletecek kuvvetli imanı
bize nasib eyle. Allahım, hayatta kaldığımız sürece bizi kulaklarımızdan ve
gözlerimizden faydalandır ve biz ölünceye kadar onları bizden alma. Bize
zulmedenlerden öcümüzü al. Bize düşmanlık edenlere karşı bize yardım eyle. Bize
dini musibet
114 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
yağmadığında, bir kişi
öldüğünde yaptığı dualar ise gâyet maruf ve meşhur olup bütün fıkıh
kitaplarında yer almaktadır. Hastalara da şöyle dua ederdi: "Allahım! Ey
insanların Rabbi! Hastalığı gider. Şifa ver. Şifa veren ancak Şensin. Senin
şifandan başka şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hastalıktan eser
kalmasın!"398
Eğer—haşa—Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) yalancı olsaydı, bir taraftan Allah'ın elçisi olduğunu ve
kendisine gökten vahiy geldiğini söylerken diğer taraftan, bu duaların
muhtevalarında da görüldüğü gibi böylesine acizliğini, fakirliğini ve
hiçliğini, Cenneti kazanmak için vargücüyle çalışması gerektiğini itiraf ve
günah işlemekten bu kadar çok korktuğunu ilan eder miydi? Yalancı ve hilekâr
bir kişinin böylesine hayret edilecek derecede Rabbinin yolunda fani olması
mümkün mü?
Hayatının son
nefeslerinde ise duası şu olmuştu: "Allahım, ölümün sıkıntı ve
sekeratlarına karşı bana yardım eyle.399 Beni bağışla ve merhamet et
ve beni en yüce dosta kavuştur."400 Bunlar bir sahtekâr ve
hilebazın sözleri olabilir mi? Veya sahtekâr ve hilebaz bir kimse, iftira
ettiği ve vahiy uydurup kendisine isnat ettiği Allah'a karşı bu kadar büyük bir
kalbi bağlılıkla ölümün yüzüne gülebilir mi?
Hz. Peygamber her
vesileyle bizzat dua etmekle yetinmemiş, bazı sa- habilerinden de kendisi için
dua etmelerini istemiştir. Mesela, Ömer b. el-Hattab'a şöyle demiştir:
"Kardeşim, duanda bizi unutma"401.
Bunun diğer bir örneği
de, Allah nasib eder ümidiyle kendisi için "vesile" makamını
dilemelerini mü'minlerden istemesidir.402
b. Son
Derece Takvası ve Rabbinden Korkması
Korku gelecekte hoş
olmayan bir şeyle karşılaşmak düşüncesinden dolayı kalbin hararetlenip
üzülmesidir.403 Gazâlî'ye göre korku: İlim, hal
verme. Dünyayı bizim en büyük
kaygımız ve ilmimizin hedefi yapma. Bize merhamet etmeyenleri başımıza musallat
etme.” Tirmizî, Daavât 116, 79).
398 Buharî,
Marda 20, Tıb 38, 40, Ebû Dâvud, Tıb 17,19; Tirmizî, Cenâiz 4, Daavât 111; ibn
Mâce, Tıb 36, 39, Cenâiz 64; Ahmed, Müsned, I, 76...).
399 Tirmizî,
Cenâiz 8.
400 Buharî,
Marda 19, Fadâilu’s-Sahâbe 5, Daavât 28; Müslim, Selâm 46, Fadâilu’s-Sahâbe 85,
86;
Tirmizî, Daavât 76; ibn Mâce, Cenâiz
64; Muvatta’, Cenâiz 46, 47; Ahmed, Müsned, VI, 45, 48...
401 Ebû
Dâvud, Vitr, 23; Tirmizî, Daavât 109; ibn Mâce, Menâsik 5.
Bakınız, nasıl müjdeleyici ve uyarıcı
bir peygamber iken, dualarına muhtaç olduğunu, hesap, sevap, ceza, cenneti ve
Allah’ın rızasını isteme, Allah’ın azap ve ateşinden korkma konusunda herhangi
bir insandan farksız olduğunu gösterir biçimde mesuplarına ilan ediyorl
402 eş-Şevkânî,
a.g.e., II, s. 55.
403 Gazâlî,
ihyâu Ulûmi’d-Dîn, l-IV, Mısır, ts., IV,152.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 115
ve amel ile meydana
gelir. İlim, hoş olmayan şeylere götüren sebepleri bilmektir. Bu sebepleri
bilmek kalbin üzülmesine ve elem duymasına sebep olur. İşte korku da budur.404
İlâhî korku da böyledir. O, bazan Allah'ı ve sıfatlarını bilmekle olur. Zira
Yüce Allah kâinatı helak etse, Ona hiçbir şey mani olamaz. Bazan da günahların
çokluğu sebebiyle olur.405 Çünkü günahlar kişinin cehennemde
yanmasına sebep olacaktır. Korkunun sebeplerini en iyi bilen Hz. Peygamber,
"Ben aranızda Allah'tan en çok korkanım"406 demiştir.
Korkunun tesiri insanın halinde ve
azalarında da görülür. Azalar, birçok şeyleri yapmaktan kaçınır. Kaçınılması
gereken haramlardan sakınmaya "vera"', bununla beraber şüpheli
şeylerden kaçınmaya da "takva" denir.407 Bütün bunlar Hz.
Peygamberde kemâle ermişti. Bir defasında ona hurmalar getirilmiş; o,
"Eğer sadaka (zekât) olmasından korkmasaydım elbette yerdim"408
demişti. Bir başka defa, geceleyin yanında bir hurma bularak yemişti. Ancak
daha sonra da şüphelenmiş ve uyuyamamıştı. Yanındaki hanımı niye uyuyamadığını
sorunca o, "Yanımda bir hurma buldum, yedim. Bizde sadaka olan hurmalar
vardı. Bunun onlardan olup olmadığından şüphelendim. Onun için rahatsız oldum"
demişti.409
Hz. Peygamber, her zaman Allah
korkusu içerisinde yaşamıştır. Hz. Aişe, hava bozduğu ve fırtınalı rüzgâr
estiği zamanda onun rengi değişir, kalkar, odada ileri geri yürür, sonra içeri
girer ve çıkardı. Bütün bunları Allah'ın azabından korktuğu için yapardı"
der410. Diğer bir haberde ise, "Resulullah namaza başladığı
vakit ağlamasından dolayı göğsünden, kazanın kaynaması gibi bir ses
duyulurdu" denilmiştir.411
Bir hutbesinde en yakınlarına,
Allah'ın azabını ve herkesin kendisini bu azaptan kurtarmaya bakmasını, hatta
kızı Fatıma'yı bile kurtaramayacağını hatırlatmıştır412.
404 Gazali,
a.g.e., IV, 152.
405 Gazâlî,
aynı yer.
406 Gazâlî,
aynı yer.
407 Gazâlî,
a.g.e. IV, 153, Bunun yanında şüpheli şeylerden, hatta bir kısım mubahlardan
kaçınmaya “vera”’ diyenler de vardır, (isfehânî, ez-Zerî’a, s. 167).
408 İbnü’l-Cevzî,
a.g.e., II,. 542.
409 ibn
Kesîr, Şemâilü’r-Resûl, Beyrût, ts., s. 108.
410 Gazâlî,
a.g.e. IV, 177.
411 Tirmizî,
eş-Şemâil, s. 165.
412 ibn
Kesîr, Tefsir, III, s. 349.
116 B KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Hz. Peygamberin Allah
korkusunun tesiriyle ağladığı da görülmüştür. Nitekim o, bir defasında
İbn Mes'ûd'dan Kur'ân dinlemiş ve ona "Yeter" dediği zaman
gözlerinden yaşlar akmıştı.413
Hz. Peygamberin fiil ve
davranışlarını tetkik edenler, onda vera ve takvanın mükemmel derecesini
görürler. Bilindiği üzere kendilerini cis- manî ibadetlerde herkesten ziyade
devam ederdi414. Hatta herkesten fazla olarak gecenin son üçte
birinde kalkıp teheccüd namazını kılardı415. Yemede ve giymede daima
zarurî ihtiyacını gidermeye yetecek bir miktar ile yetinip doyuncaya kadar
yemek bile yemezdi416. Deriden yapılmış içi hurma lifi ile dolu bir
döşekte yatardı417.
Rabbinden böylesine
korkan, Onun en ufak bir emrini çiğnemekten şiddetle kaçman bir zat, hiç Ona
itaatsizliğin en büyüğünü yaparak, Ona iftirada bulunur mu? Haddini sonsuz
derecede aşıp, kendi sözünü Allah'a mal etmeye kalkışır mı? O'nun celal, azamet
ve azabı karşısında titreyen yüreği böyle bir cinâyete cüret eder mi? Asla!
c. İbadete
Düşkünlüğü
ibadetine gelince,
namazın gözünün nuru olduğunu söylemiştir418. Hatta bazan namaz
kılarken ağlardı419. Farz namazlarla da yetinmezdi. Soğuk kış
gecelerinde sıcak yatağını terkeder, soğuk su ile abdest alarak saatlerce namaz
kılardı420. Bu şartlarda bir tek sabah namazını kılmanın güçlüğü
düşünülürse bunun ne demek olduğu daha iyi anlaşılır. Kellett onun
kişiliğindeki bu noktaya dikkat çeker ve Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), hayatının son anma kadar namaz kılmaya devam ettiğini belirtir.421
Kuşluk ve teheccüd namazları dışında, her farz namazla birlikte kıldığı bazı
nafileleri vardı422. Savaşta veya hastayken, ya da
413 Tirmizî,
eş-Şemâil, s. 166.
414 Buharî,
Teheccüd 6, Tefsîru Sûre 48 (2), Münâfıkîn, 79-81; Tirmizî, Salât 187; Nesâî,
Kıyâmu’l-Leyl 17; ibn Mâce, ikâme 200; Ahmed, Müsned, IV, 251...).
415 isrâ,
79.
418 Bunun örnekleri için
bk. Tirmizî, eş-Şemâil, s. 67, 68, 75; Müslim, Zühd 22, 34; Tirmizî, Zühd 39;
ibnü’l- Cevzî, el-Vefâ Bi Ahvâli’l-Mustafa, l-ll, Mısır 1975, II, 482.
417 Buharî,
Rikak 17; Müslim, Libâs 38; Tirmizî, Libâs 27.
418 Nesâî,
Salât 1; Ahmed, Müsned, III, 127, 199, 285.
419 Ebû
Dâvud, Salât 157; Nesâî, Sehv 18; Ahmed, Müsned, IV, 25, 26.
420 Buharî,
Teheccüd, 6, Tefsîru Sûre 48 (2), Münâfıkîn, 79-81, Küsûf, 50, 53, 59; Müslim,
Salâtu’l-Müsâfirîn 140; Tirmizî, Salât 187; Nesâî, Kıyâmu’l-Ley! 17; ibn Mâce,
ikâme 200; Ahmed, Müsned, IV, 251...
421 Kellett,
a.g.e., s. 342. Aynı şekilde, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
halkı arasında doğruluk ve güvenilirlikle ün saldığını belirtmeden edememiştir.
422 Hz.
Peygamber’in 24 saatlik gün içindeki namazlarını şöyle özetleyebiliriz: Birinci
derecedeki namazlar: Farzlar: 17; Vitir: 3, yekûn: 20 rekat. Nâfileler: Sabah:
2; öğle: 6; akşam: 2; yatsı 2; vitir hariç gece 8, yekhun 20 rekat. Gece ve
gündüz kıldığı nafilelerinde bazan değişiklik göze çarpardı. Ancak devamlı
kıldığı rekat
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 117
yolculukta devesinin
sırtında bulunurken bile bu nafileleri terketmezdi. Düşünün bir kere, orduları,
putperestliğin en büyük karargâhı olan Mekkeyi, ahalisinin kendisini evinden,
memleketinden çıkardığı, öldürmek için komplolar kurduğu ve bunca yıldır
kendisine karşı çetin bir savaşı sürdürdüğü beldeyi fethederken bile, bu zaferi
kendisini gaflete sevketmiyor, Rabbini bir an olsun unutturmuyor, tam aksine
hiç vakit kaybetmeden sekiz rekattık kuşluk namazını kılmak için acele ediyor423.
Ayrıca, teravih namazı,424 bayram namazları425, evvâbîn
namazı426, ay ve güneş tutulması427, istiska428,
teşbih namazı429, istihare430... gibi vesilelerle de
namaz kılardı. Bu da onun ne kuvvetli ve asla kopmayacak olan sıkı bir iman
bağıyla kalben ve vicdanen Allah'a bağlı olduğunu gösteriyor.
Hz. Peygamber altın ve gümüş diye bir
şey yığmamıştır. Ne varsa fakir fukaraya dağıtmıştır. Bu sebeple kendine zekât
farz olacak kadar mal yığmamıştır.431 Eline oldukça çok dünyalık
geçtiği halde, her ne geçerse muhtaçlara dağıtıyordu.432
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) sık sık oruç tutardı. Bazan oruçlu olduğu bu günler çok sıcak ve
kavurucu zamanlara rastlardı. Bu durumda serinlemek için mübarek başına su
dökmekten çekinmezdi. Bu da haliyle onun samimiyet ve tevazuuna delildir.
Yoksa, münafıkların yaptığı gibi mensuplarının gözünde büyümek için insanların
arasında buna katlanır gibi görünüp, evine girdiği ve yalnız kaldığı zaman kana
kana su içebilirdi.433 Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
haccına ve hac yolculuğu sırasında çektiği sıkıntılar ve karşılaştığı
güçlüklere işaret etmeye lüzum görmüyoruz.434 Eğer—haşa—yalancı
olsaydı bu sıkıntı ve güçlükler karşısında evinde oturup Allah'ın kendisini bu
ibadetten affettiğini söyleyebilirdi. Bütün
sayısı yekûn 40’tır. Gayr-ı müekked
sünnetlerde daha fazla kıldığı da rivayet edilmiştir, (ibn Kayyim, a.g.e., II,
109).
423 Tirmizî,
eş-Şemâil, s. 151.
424 Buharî,
Küsûf, 55, 60.
425 Ebû
Dâvud, Salât 239; Nesâî, ideyn 9, 10; Dârimî, Salât 218; Ahmed, Müsned, I, 243.
426 Müslim,
Müsâfirîn 143, 144; Dârimî, Salât 153; Ahmed, Müsned, II, 265...
427 Buharî,
Küsûf 15, 19; Müslim, Küsûf 5; ibn Mâce, Fiten 29; Ahmed, Müsned, I, 293
428 Ebû
Dâvud, İstiska 3; ibn Mâce, ikâmet 154; Ahmed, Müsned, IV, 235, 236.
429 Ebû
Dâvud, Salât 303.
430 Buharî,
Teheccüd 25, Daavât 49, Tevhîd 10; Tirmizî, Vitir 18; ibn Mâce, İkâme 188;
Ahmed, Müsned, III, 344.
431 ibrâhim
Bayraktar, Hz. Peygamber’in Şemaili (Doktora Tezi), Sehâ Neşriyat, İstanbul
1990, s. 192.
432 Resulullahm
cömertliği ve nafile sadakaları için bk. ibn Kayyim, a.g.e., II, 22-23.
433 Muvatta,
(Kitâbu’ş-Şa’b, tah. M. Fuad Abdulbakî) ts., I, s. 275.
434 Hz.
Peygamber, hicretten sonra hepsi de Zilkade ayında olmak üzere dört defa umre
(ibn Kayyim, a.g.e., II, 90), hicretin onuncu yılında olmak üzere bir kere de
hac yapmışlardır.(ibn Kayyim, a.g.e, II, 101).
118 S KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
güçlüklerle dolu
ibadetlerin temeli ve muharriki hiç şüphesiz niyettir.435 Bu da onun
bütün işlerinin ekseninin doğruluk, samimiyet ve apaçık iman olduğunu, yoksa
kuru bir rol ve şekilcilik olmadığını en güzel şekilde ispatlıyor.
d. Davasına
Olan Sonsuz Güveni ve Engin Tevekkülü
Hz. Muhammed'in hayatına
baktığımız zaman, sonsuz derecede bir güven ve tevekkül görmekteyiz. O, bir
beşerden katiyyen beklenmeyecek bir emniyet ve iç huzuru içindedir. Haklı
olduğuna ve davasında muvaffak olacağına kesin imanı vardır. İşte, Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu kendine güvenidir ki, asırlardan
beri Arap liderlerinin, huzurlarına girdiklerinde yerlere kadar eğildikleri
etraftaki dünya devletlerinin krallarına elçiler ve mektuplar göndermesine
neden olmuştur.436 Bu Arap liderlerinin hayal edebilecekleri en
büyük paye, kendisinin, Kisra'nm kuzey doğudaki veya Hirakl’m Şam'daki
imparatorluğuna bağlı küçücük bir devletçiğin başı olmaktı. Fakat Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) sözkonusu krallara gönderdiği mektuplarla bütün
bu düşünceleri yıkıp yerle bir etti. Çünkü bu mektupları, son derece özlü,
kesin ve Allah'a, kendisine vahyedilen dine ve peygamber oluşuna güvenle
doluydu. Bu mektuplarıyla onları İslâma girmeye çağırıyor, aksi halde hem
kendilerinin, hem de emirleri altındaki halk yığınlarının vebaline
katlanacaklarını bildiriyordu.
Kisra, Hz. Muhammed'in,
mektubunun başında ismine onun isminden önce yer vermesini bir cüretkârlık
kabul etmiş, mektubu parçalamış ve kendisine bağlı Yemen valisi Bâzân'a, Hz.
Muhammed'in kafasını koparıp kendisine getirmesi emrini vermişti437.
Bu hareket bile Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) attığı adımın
ne kadar tehlikelerle dolu olduğunu göstermeye yeter ve onun gökten kendisine
vahiy gelen Resûlullah olmasından başka bir şeyle açıklanamaz. Aksi halde,
kendilerine olan bağlılığını veya ifa ettiği hizmetlerini arzetmek için bile
olsa Kisra, Hirakl ve Mısır Mukavkıs'ma böyle bir mektup göndermeyi büyük ihtimalle
aklından bile geçiremezdi.
O, Kur'ân vahyinin
sözkonusu olmadığı zamanlarda son derece çekingen, Allah'ın iradesine ters bir
şey yaparım endişesiyle ihtiyatlı dav-
435 Buharî, Bed’ü’-Vahy 1,
İmân 41, Nikâh 5, Talak 11, Menâkıbu’l-Ansar 45, Itk 6, Eymân 23, Hiy.el 1;
Müslim, İmâre 155; Ebu Dâvud, Talak 11; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd 17; Nesâî,
Taharet 59, Talak 24, Eymân 19.
436Hz. Peygamber'in bu mektupları için bk.
M. Hamidullah, el-Vesâiku’s-Siyâsiyye, Dâru’n-Nefâis, 5. Baskı, Beyrut, 1405,
s. 99-155) Hz. Peygamber (s.a), sahabilerine yabancıların kendi krallarını
ta’zim ettikleri gibi kendisini tazim etmekten meneder ve sürekli olarak onlar
gibi Allah'ın bir kulu olduğunu hatırlatırdı.
437 Heykel, Hayâtu
Muhammed, 12. baskı, Kahire, 1968, s. 395-396; Irving, a.g.e.,s. 132.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 119
ranan ve bir tek söz bile
söylemeye yanaşmayan bir kimseydi. Ama, Kur'ân'm emir ve irşadı sözkonusu
olduğu yerde öylesine özgür ve kararlı tutum takınırdı ki, onun bu kararlı
tutumunda, birkaç fikri bir araya getirip onunla yetinen bir kimsenin izini
görmediğimiz gibi, dün benimsediğini bugün reddedebilen, bugün kurduğunu yarın
yıkabilecek olan hesapçı bir zihniyetin umursamazlığını da görmüyoruz. Bu
sağlam atılımın arkasında, İnsanî kuvvetten farklı bambaşka bir kuvvet görmek
zor olmasa gerekir. Bu yüzden o, dünya güçleri karşısında ve hayatının en
kritik anlarında bile, İlâhî yardımdan mutlak surette emin bir şekilde, son
derece soğuk kanlı hareket etmiştir438. Yine bu yüzden tebliğinin
İlâhî olduğu hususunda en ufak bir şüpheye düşmediği için, kendilerinden emin
olamayan şüpheciler geri çekilirken439 o, yakınlarıyla birlikte
mübaheleye girmekten çekinmemiştir440. Bugün müsteşrikler arasında tarafsızca
gerçeği arayan bazı kimseler441 bu kadar çok kesin deliller
karşısında, Hz. Peygamberin davasında gâyet samimi olduğu ve bu yüzden
görüşlerini insanlara açıklayıp onları ikna ettiği hususunda görüş birliğine
varmışlardır442.
Hz. Muhammed'in bu engin
tevekkül ve kendine güvenine bir başka örnek de, getirdiği dinin hiçbir zaman
ortadan kaldırılmayacağını ve bütün dinlere galip geleceğini,
Allah'ın izni ve kesin ifâdelerle dile getirmesidir. O, getirdiği Kur'ân'la bu
dinin ortadan silinmeyeceğini, ebediyen baki kalacağını ve Allah'ın, Kur'ân
metnini tağyir ve tahripten korumayı taahhüt ettiğini, kat'î bir tarzda
bildirmiştir: "Allah, hak ve batıl için şöyle bir misal verir: Köpük uçar
gider, insanlara fayda veren ise yerde kalır"443
"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde sâbit,
dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir ki, Rabbinin izniyle her zaman
meyvesini verir. Allah, ibret alsınlar diye
438 Tevbe,
40.
439 Al-i
İmran, 61; bk. Massignon, La Mubahala, Paris, Imr. Adminidrative, 1944, s. 11.
440 Al-i
imran, 61; Bu âyete mübahele âyeti denir ki, bir meselede haklı olanın ortaya
çıkması için karşılıklı lanetleşmek demektir. Müfessirlerin belirttiğine göre
Neorân Hıristiyanlarından bir heyet, Hz. Peygamber’in huzuruna gelerek, Kur’ân,
Hz. Isâ’nın babasız doğduğunu kabul ettiğine göre onun Allah olması lazım
geleceğini iddia ettiler. Hz. peygamber onları, bir araya gelerek kim yalancı
ise Allah’ın ona lanet etmesi için dua etmeye çağırdı. Fakat Necrân heyeti buna
cesaret etmeyerek Müslümanların himayesine girmeyi kabul eden bir antlaşma
imzalayıp gittiler.
441 Bilhassa
bk. Andrae, B. St. Hilaire, Cariyle, Goldziher, Massignon, Noeldeke, Turpin...
442 Draz,
Initiation au Coran, s. 154-155; Ancak müsteşriklerin, Hz. Peygamber’in
davasında samimi olduğunu kabul etmelerinden, daha önce de belirttiğimiz gibi,
zorunlu olarak, ona gelen vahyin de İlâhî olduğunu kabul ettikleri
anlaşılmamalıdır.
443 Ra’d,
17.
120 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
insanlara böyle misaller
verir.444 "Doğrusu Kur'ân'ı Biz indirdik, onun koruyucusu da
elbette Biziz."445
Bu kesin müjdeler, daha
doğrusu, bu sağlam ahitler Mekke döneminde inen âyetlerdir. Hz. Muhammed'in
dini yaymasının, Mekke dönemindeki durumunu biliyoruz. Bütün on sene boyunca
hemşehrileri, Kur'ân'ı dinlemekten yüz çevirmiş, başkaları kulak vermesin diye
iyice engellemişlerdi. İman eden pek az sayıdaki cemaate de işkence etmişler,
daha sonra hem onu, hem de aşiretini boykot etmiş ve onları uzun müddet,
bulundukları kuytu geçitte kuşatmışlar ve nihâyet gizli açık entrikalarla onu
öldürmeye veya sürmeye teşebbüs etmişlerdi. On yıl süren bu uzun gecenin kat
kat koyu karanlıkları arasından o mazlumlara pek zayıf da olsa, bir ümit ışığı
görebilecek, onların bu davetlerini ilan edebileceklerini söyleyecek bir tek
insan çıkabilir miydi? Bir reformcunun, hadiselerin yön veremediği dünya
ufkunda değil de, kendisini davasına vermesinden ve ona güvenmesinden ötürü,
sübjektif benliğinde zayıf bir ümit ışığı sezdiğini düşünsek bile, o şartlarda
kendi içinde zafere kesin bir tarzda hükmetmesini tasavvur edebilir miyiz?
Farzedelim ki hayatında,
davasının muzaffer olacağı ümidiyle dolu olsun, peki ölümünden sonra da bu
davanın, istikbalin korkunç dalgaları arasında bekasını ve himayesini kim ona
tekeffül edebilirdi ki? Zamanın akışından aldığı ders, bu husustaki yakmini
zayıflatırken o nasıl böyle bir yakîne sahip olabilirdi? Toplumları düzeltmek
için ortaya çıkıp eserlerini yükseltmiş olan nice reformcular vardır ki, çok
geçmeden sesleri rüzgâra karışmış gitmiştir. Tarihte bir varlık ortaya koyduğu
halde silinmiş olan nice medeniyetler vardır. Ve tarih, katledilmiş
peygamberlerle, kaybolmuş, noksanlaştırılmış veya değişikliğe, tahrife uğramış
kutsal kitaplarla doludur.
Hz. Peygamberin,
arzuların kendisini havalandırıp da hayal peşinden gidecek biri olması hiç
mümkün müydü? Esasen nübüvvetinden önce kendisini vahye mazhar olup nebî
yapılacağı hatırından bile geçmemişti.446 Nübüvvetinden sonra da bu
vahyin kendisine payidar kalacağını taahhüt edememişti, edemiyordu.447
Şu halde bu vahyi
korumaya kefil olacak kendi dışında bir varlık bulunması gerekir. Ama devamlı
surette sürprizlerle alt üst olan zaman
444 İbrahim,
24-25.
445 Hicr,
9.
446 “Sen,
sana kitabın verileceğini ummazdın. O, ancak Rabbinin bir rahmetidir.” (Kasas,
89).
447 “Yemin
ederim ki, Biz dilesek, sana vahyettiğimizi tamamen gideririz; sonra onun geri
alınması için Bize karşı sana yardım eden bir vekil de bulamazsın. Ancak
Rabbinin sana rahmeti (onu sana bırakmaktadır). Çünkü, Onun sana olan lütfü
cidden büyüktür." (İsrâ, 86).
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 121
akışına karşı bunu kim
garanti edebilirdi ki? Bütün hadiselerin dizginini elinde tutan, olayların
başlangıcını da sonunu da takdir eden, akışını da demirleyeceği yeri de ilmiyle
kuşatan, zamanın Rabbinden başka hiç kimse!
Sorunuz tarihe: Nice
defalar, baht İslâm devletlerine sırtını dönmüş; kâfirler, Müslümanların başına
musallat olmuş, katliam etmiş, onlardan bazı milletleri dininden dönmeye
zorlamış; kitapları yakmış, camileri yıkmış... Ve hülasa, daha önceki semâvî
kitaplar için yapılmış olduğu gibi, pek azı bile, bu Kur'ân'ın da tamamen veya
kısmen zayi olması sonucunu doğuracak olan nice işler yapmışlardır. Bütün bu
yangın çatırtıları ve savaş gürültüleri arasında Kur'ân, sancaklarını yüceltebilmiş,
âyet ve hükümlerini koruyabilmiş ise, bunun tek sebebi İlâhî inâyet elinin onu
hıfzetmesidir.
Hatta günlük gazetelere
sorunuz: Bu Kur'ân'ı imha etmek, insanları yanıltmak, iftira etmek, aldatmak ve
kışkırtmakla İslâmdan döndürmek veya uzak tutmak için ne müthiş para sarfiyatı
yapıldığını ve fakat bunu yapanların Yüce Allah'ın bir âyetinde bildirdiğinden
başka bir netice elde edemediklerini göreceksiniz.448
Bunun sebebi şudur ki:
Kur’ân'ı muhafaza eden, gökleri ve yeri ayakta tutan Zâttır: "Müşrikler
istemese de, dinini, bütün dinlerin üstüne çıkarmak için, Resulünü hidâyet ve
hak dinle gönderen Ödttr."449 Allah, istediği işi
gerçekleştiren, nûrunu tamamlayandır. Nitekim İslâm onca engele rağmen üstün
çıkmış, ayakta durmuştur ve "Allah, Kıyamet emrini verinceye kadar da
muarızları ona zarar vermeksizin ayakta durmaya devam edecektir."450
Eğer denilse ki,
"Muhammed, Saf Sûresinin 8, 9, ve 13. âyetlerinde İslâmm, kâfirlerin
itirazına rağmen, nihâyet muzaffer olacağı hakkında beyan ettiği yakîn (yani
şüphesizlik), bu âyetlerin Beni Nadir kabilesinin kovulmasından sonra
söylediğini gösteriyor. Muhammed o zaman, hiç değilse Medine'de kendi
hükümetine hiç kimsenin karşı koyamayacağını ümit etmekte haklı idi."
Buna cevaben deriz ki:
Benî Nadir hadisesi hicretin dördüncü senesinin Rebiulevvel ayında vuku
bulmuştu. Beni Kurayza ve Beni Mustalik Yahudileri henüz yerlerinde
duruyorlardı. Abdullah bin Übeyy gibi zahiren İslâmî kabul eden münafıklar
Medine'de fesat çıkarmaktan geri
448 “inkârcılar,
insanları Allah’ın yolundan uzaklaştırmak için, mallarını harcarlar ve
harcayacaklar da. Sonra bu, kendilerine yürek acısı olacak, nihâyet
yenilecekler ve inkâr edenler Cehenneme tıkılacaklardır.” (Enfâl, 36.)
449 Şaft,
9; Tevbe, 33.
450 Draz,
en-Nebü’l-Azîm, s. 34-37.
122 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
durmuyorlardı. Medine
civarından sürülen Yahudilerin çoğu Şam yolu üzerinde dört günlük mesafede
bulunan Hayber kalesinde toplanarak ticaret yolunu tehdit ediyorlardı. Hatta
Medine'de Yahudi ve münafıklar bir aralık Hayber Yahudilerinin kuvvet ve
şevketinden bahisle Müslümanları tehdit ettiler, alacaklarının vadeleri
gelmeden istemeye başlayıp onları tefrikaya düşürmeye çalıştılar. Bu hale
rağmen Medine- de Hz. Peygamberin hükümetine karşı koyacak kimse bulunmadığı
far- zedilse bile bunun nihâyet İslâm dininin, dinlerin hepsine galebe
edeceğini ilân edecek derecede cesaret vermemesi tabiî idi. Halbuki nihâî
zafer gerçekleşinceye kadar daha yapılacak pek büyük iş vardı. Hendek (Ahzâb)
savaşı henüz vukubulmamış, Mekke'nin fethi şöyle dursun, Hudeybiye antlaşması
bile yapılmamıştı. Binâenaleyh bu müjdenin sadece İlâhî vahye dayandığından
şüphe etmemek gerekir.451
Bu konudaki başka bir
örnek de, risâletini tebliği etmesi için, Yüce Allah'ın, Hz. Peygamberin
hayatını korumayı üzerine almasıdır: "Ey Peygamber! Rabbinden sana
indirileni tebliğ et; eğer bunu yapmazsan, Onun elçiliğini yapmamış olursun.
Allah seni insanlardan (insanların şerrinden) koruyacaktır."452
Bu sözü söylemek, beşerin
yapacağı iş değildir. Önünde ve ardında muhafızları, koruma görevlileri
eksilmeyen bir hükümdar dahi olsa, bunu garanti edemez. Kendilerini askerlerin
ve yardımcıların koruduğu nice hükümdârlar ve ileri gelenler, hepimiz gördük ki
suikastçıların ellerinden kurtulamadılar. Fakat bu gerçek vade, Resulullahm
gösterdiği itimada bakın: Hadis kitaplarının naklettiklerine göre geceleri
Resulul- lahın yanında mü'minler nöbet tutardı. Bu âyet iner inmez korumayı
terketti ve dedi ki: "Artık gidebilirsiniz. Çünkü Allah beni korumayı
deruhte etti."453
Gerçekten Allah onu
birçok yerde korudu. Öyle yerlerde korudu ki ölüm, ona ayakkabısının bağından
daha çok yaklaşmıştı, burnunun dibinde idi. Yüce Allah'tan başka hiç kimsenin
koruyamayacağı durumlarda korumuştu.
Birçoğu arasından şu
hadiseyi misal verelim: Câbir b. Abdillah nak- / lediyor: "Seferlerimiz
esnasında gölgeli bir ağaca rastladığımızda, Re- sulullahm istirahatı için ona
tahsis ederdik. Zâtü'r-rikâ gazvesinde Resulullah bir ağacın altında
konakladı, kılıcını da üstüne astı. Müşriklerden biri kılıcı alarak kınından
çıkardı ve Resulullaha
451 Ertuğrul,
Hakikat Nurları, s. 127-128.
452 Mâide,
68.
453 Tirmizî,
Tefsîr (Mâide Sûresi); bk. Tuhfetü’l-Ahvezî, III, 410); el-Müstedrek, II, 313;
Taberî, Tefsir, ilgili âyet.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 123
"Benden korkuyor
musun?" dedi. "Hayır!" diye cevap verdi. Müşrik: "Peki
şimdi seni elimden kim kurtaracak?" Hz. Peygamber: "Allah kurtaracak,
bırak kılıcı!" dedi. O da kılıcı bıraktı."454
Şunu da bilmek önemlidir ki, Allah
Teâlâ'nm ona sağladığı bu güvenlik, salat-ı havfin meşru kılındığı gazvede
vaki olmuştur. (Demek ki en korkulu bir vaziyette bile o, böylesine emin ve
mütevekkil bulunuyordu.)
Bu gerçek haberi teyid eden büyük
hadiselerden biri de, Hz. Peygamberin Huneyn gazvesinde gösterdiği kararlı
tavır ve kahramanlıktır. O savaşta Müslümanlar dağılmış, Hz. Peygamber
düşmanlar arasında tek başına kalmıştı. Müslümanlar bozguna uğrayıp kaçınca o,
kısrağını düşman cihetine doğru sürdü. Amcası Abbas da kısrağın gemini tutarak
sürat yapmasını engelliyordu. Derken, müşrikler, Resulullahın bulunduğu tarafa
doğru geldiler, etrafını sardılar. O ise dönüp arkasına bakmadı bile. Aksine
kısrağından indi. Hareketleriyle adetâ: "İşte eli- nizdeyim, elinizden
geleni yapın!" demek istiyordu. Sonra şöyle dedi: "Ben gerçekten
peygamberim, bunda yalan yok. Ben Abdulmuttalib'in oğluyum." Onlara meydan
okuyor, sanki bulunduğu yeri bildiriyordu. Neticede ona en ufak bir zarar bile
veremediler. Bilakis Allah onu görünmez ordularıyla destekledi, Kendi eliyle
düşmanlarını defetti.455
Başka bir misâl: Mekke döneminde
Kur'ân, mü'minlere, daha önceki peygamberlerin maruz kaldıkları durumları
anlatıyor, böylece onları teselli ve takviye ediyor, neticede onların
kavuştuğu güven ve zaferi, kendilerine de vadediyordu: "Andolsun ki,
peygamber kullarımıza söz vermişizdir ki, onlar muhakkak yardım göreceklerdir.456
"Elbette Biz, peygamberlerimize ve iman edenlere, hem dünya hayatında hem
de şahitlerin şâhitlik edecekleri günde (mahşerde) yardım ederiz."457
Dinlerini fitne ve tehlikeden
kurtarmak için Medine'ye hicret edince, o hicret diyarında güvenlik
bulduklarını zannetmişlerdi. Fakat çok geçmeden, savaş her taraftan bütün
şiddetiyle üzerlerine hücum etti. • Bir korkudan kurtuldukça daha şiddetlisine
düşüyorlardı. Artık öyle bir hal oldu ki, bekledikleri tek şey, silahlarını
bırakacakları günün gelmesi oldu. İşte onlar, o şiddetli sıkıntının içinde
kıvranırken Kur'ân onlara, güvenlik ve huzurlu günlerden de öte, hâkimiyet ve
devlet va- detti. O ne demekti? Bu olsa olsa rüya ve kuruntu olabilirdi. Ama
öyle değildi. Allah, yeminle tekid ederek buyuruyordu. Öyleyse doğruydu:
"Allah, sizden imân edip iyi işler yapanlara, onlardan öncekileri nasıl
454 Buharî,
Megâzî 31.
455 Buharî,
Cihâd 52, 61,97, 167; Müslim, Cihad 78-81.
456 Saffât,
171-173.
457 Mü'min,
51.
124 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
hükümran kıldıysa, onları
da hükümrân kılacağına ve kendileri için seçip beğendiği dini temelli
yerleştireceğine ve korkularının ardından kendilerini tam güvene erdireceğine
söz vermiştir."458
Hâkim (V. 405), sahih bir senetle
Übeyy b. Ka'b'dan (V. 30) naklediyor: Resulullah ile ashabı Medine'ye hicret edip
de Ensar onları bağrına basınca, diğer bütün Araplar kendilerine karşı tek
yumruk halinde birleştiler. Silahsız uyuyamıyorlar, sabahleyin silahsız kal-
kamıyorlardı. Onlar, "Acaba huzura ereceğimiz, Allah'tan başka kimseden
korkmayacağımız bir gün gelir mi?" deyince, âyet bunun üzerine nâzil
olmuştu. İbn Ebî Hatim (V. 320), Bera' bin Azib'ten naklediyor: "Bu âyet,
biz müthiş bir korku içinde bulunduğumuz sırada inmişti."459
Bakınız ve ümmet içinde bu vahye
muhatap olan sahabe arasında bile, bu âyetin hakikatinin en geniş bir tarzda
nasıl tezahür ettiğini görünüz. "Sizden" hitabına mazhar oldular,
korkuları tam bir güvenliğe dönüştürüldü, yeryüzünün doğusunda ve batısında
hükümran kılındılar.460
Başka bir örnek: Hudeybiye
antlaşmasının yapıldığı sene Müslümanların Mekke'ye girmeleri engellenmişti.
Kureyşliler, şâyet ertesi yıl haccetmek için gelirlerse, ancak—kınında olan
kılıç dışında—hiçbir silah taşımamak şartıyla girebileceklerine dair madde koydurtmuşlardı.
Müşriklerin ahdi bozduklarına, mü'minlerle akrabalık bağlarını kesip
attıklarına ve onların Allah Tealâ nazarındaki her türlü mukaddesleri
çiğnediklerine şahit olmuş olan Müslümanlar, müşriklerin bu ahde sadık
kalacaklarına güvensinler miydi? Şu anda kurbanlıklarıyla hac için gelmişken,
onların yerine varmasını, bu ibadeti engelleyen onlar değil miydi? Şimdi bunu
yapanlar yarın kim bilir ne yaparlardı? Diyelim ki, Müslümanların girmesine
imkân vererek sözlerini tuttular, peki silahsız ve kuvvetsiz olarak onların
memleketlerine giren mü'minler, onların yanında canlarından nasıl emin
olabileceklerdi? Bu, onları tuzağa yavaş yavaş çekme planı olamaz mıydı? Nitekim
kındaki kılıç dışında hiçbir silah taşımamayı şart koşmaları da, bunun delili
sayılmaz mıydı? Kılıç ise, sadece elleri ve mızraklarıyla savaşmaya karşı bir
güvenlik tedbiri olabilirdi, ama, mesela ok yağmuruna tutulmaları halinde ne
yapabilirlerdi ki? İşte böyle müthiş vaziyette oldukları bir sırada şu üç şeyi:
Yani Mekke'ye girmeyi, güvenliği ve hac ibadetini ifa etmeyi teminat altına
alan kat'î vaat geldi:
458 Nûr,
55.
459 ibn
Kesîr, Tefsir, Nûr Sûresi 55. âyetinin tefsiri.
480 Draz, en-Nebü’l-Azîm,
s. 37-39.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 125
"Elbette Allah, Resulünün
rüyasının461 gerçek olduğunu tasdik eder. Ey mü'minler, siz
inşaallah, güven içinde, kiminiz başlarını tıraş etmiş, kiminiz saçlarını
kısaltmış olarak, korkmaksızm Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah, sizin
bilmediğinizi bilir. Size bundan başka, yakın zamanda bir zafer
verecektir."462
Bilindiği gibi, ertesi sene
Müslümanlar kaza umresini güvenlik içinde yaptılar. Mekke'de üç gün kalarak
bütün menasikiyle ziyaretlerini ifa ettiler.463
e. Bine
Ulaşan Mucizenin Kendisine İhsan Edilmesi
Hz. Peygamberin mucizeleri pek
çoktur. Hatta sadece Kur'ân'da bine ulaşan nübüvvet delilinin olduğu söylenir.464
Bunun dışındaki mucizelerinin de bin kadar olduğu ifâde edilir.465
Hatta günümüze kadar bu konuda ciltler dolusu eserler kaleme alınmıştır.466
Fakat biz burada bu mucizeleri tek tek sayacak değiliz. Bu, amacımızı aşar.
Yalnızca bunlardan bazı örnekler vererek, Hz. Peygamber'in ne derece İlâhî
inâyet ve gözetim altında bulunduğu, böylesine Allah ile irtibat halinde bulunan
bir zatın Allah'a—haşa—iftira ederek, Onun adına yalana, cüret, tevessül ve tenezzül
edemeyeceğini belirtmektir. Çünkü, mucize, Yüce Allah'ın, yürürlükte olan
kevnî bir kanununu bir peygamberinin tevessülü ile geçici bir süre için
değiştirmesidir.467 Böyle bir değişiklik, peygamber
461 Hz. Peygamber bu sırada rüyasında,
ashabıyla beraber Mekke'ye girdiklerini, Ka’be’yi tavaf ederek bazılarını
saçlarını tamamen tıraş edip, bazılarının da kısalttıklarını görmüştü. Ayetin
sonunda müyesser olacağı tebşir buyurulan yakın fetih ise, Hayber'in fethi
olarak gerçekleşecektir.
432 Feth,
27.
433 Buharî,
Megazî 35, 43; Ebû Dâvud, Menâsik 79; Tirmizî, Hac 92.
434 Nursî,
Mektûbat (Envâr Neşriyat), s. 118-119.
465 A.g.e. s. 119.
433 Bu eserler içinde en kıymetli
olanlardan bir tanesi, Hindistanlı Alim Mevlânâ Şiblî tarafından kaleme alınan
ve Türkçeye Ömer Rıza tarafından “Peygamberimizin Ruhanî Hayatı” ismiyle
tercüme edilmiş ölmez eserdir.
Hatta tasavvufî bir yaklaşımla,
evliyaların kerametlerini de mensubu bulundukları Hz. Peygamber’e ait
sayabiliriz. Çünkü, başta sahabiler olmak üzere, onun manevi terbiyesiyle
ümmetinden sayısız evliya yetişmiş ve bunlar çeşitli kerâmeilere mazhar
olmuşlardır. Bu harika hadiseler de yine onun terbiyesiyle oldukları için,
büyük çapta ona ait sayılabilir.(bk. İsmail Karaçam, a.g.e., s. 42).
437 Bazı tabiat bilimciler, kâinattaki
kanunları değişmez olarak görüp mucizeyi inkar etmişlerdir. Bunlar, “Tabiattaki
kanunlar bozulmaz. Bozulacak olsa artık ilim yok demektir" diyorlar. Evet,
Cenâb-ı Hak, bu kanunları hikmet ve maslahata en uygun biçimde koymuş olduğundan
bunları bozması hikmete ters bir hareket olur. Ancak, Kendi eksiksiz kudretini
ve gönderdiği peygamberlerin iddialarında haklılıklarını ispat hikmetine
binaen, istisnâî ve geçici olarak bu kanunları değiştirmesinden bu kanunların
değiştiği anlamı çıkmaz. Mucize anı geçtikten sonra İlâhî kevnî hükümlerin
aynen cereyan etmesine hiçbir engel yoktur. Kısacası, mucizeye inanmamak, Yüce
Allah’ın mutlak kudretini inkâr etmek veya sınırlamak olacağından iman ile
bağdaştırılması mümkün değildir. Mü'min, tabiat olaylarını, tecrübî usule göre
incelerken, fiilen
126 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
hakkında "Evet,
kulum doğru söylüyor, ben onu görevlendirdim, o benim elçimdir, benden ne
tebliğ ederse, iznimledir..." manasını taşır.468
Biz burada, bazılarına
Kur'ân'da da işaret edilmiş ve en sahih hadis kaynaklarında yer alan birkaç
mucizeye değinmekle yetineceğiz. Anlattıklarımız denizden bir damla ve
güneşten bir parıltı kabilindendir. Bunlar bazı müsteşriklerin ileri sürdüğü
gibi, Müslümanların, Peygamberlerini yüceltmek için uydurdukları birer menkıbe
değil, tarihi birer realitedirler. Hemen tamamına yakını Buharî ve Müslim gibi
Kur'ân'- dan sonra en güvenilir kaynaklardan alınmıştır. Bunlarla ilgili
hadislerin doğruluğu hakkında hadis alimleri ittifak etmektedirler. Hz. Peygamberin,
Kur'ân'dan başka mucize göstermediği hiç de doğru bir iddia değildir.469
Bilakis o, pekçok mucize gösterdi ve bunların büyük tesirleri de oldu. Pek çok
kâfir bu sayede imana geldi, mü'minlerin de yakîni ziyadeleşti. Hz.
Muhammed'in, Kur'ân'daki mucize ve delillerinin diğer peygamberlerin mucize ve
delilleri kadar detaylı bir biçimde kaydo- lunmadığı da kesindir. Bu nedenle
bir taraftan İslâm düşmanları, Hz. Peygamberin bu İlâhî ihsandan yoksun
olduğunu ileri sürdükleri gibi, diğer taraftan aklı ön planda tutan bir takım
İslâm düşünürleri de, Hz. Muhammed'in hârikulade sayılacak hareketlerde
bulunmadığını iddia etmişlerdir.470 Bazı yabancı müellifler, Hz.
Muhammed, kendisinden istenilen mucizeleri yapmaya muktedir olmadığından,
Kur'ân'da belirtildiği üzere "Ben diğer insanlar gibi bir insanım. Mucize
yapmak benim elimde değil, Allah'ın elindedir. Ben gaybı da bilmem; ancak bana
vahyolunan şeye uyarım"471 demekle yetindi, Müslümanlar evvelki
peygamberlerin ve bilhassa Hz. İsâ'nın mucizelerine özendiler ve Peygamberlerinin
bu aczini gizlemek için bir takım hadisler icad edip kitaplarına yazdılar,
diyorlar.472
tecrübeye elverişli olmayan şeyleri
doğal olarak inceleme alanının dışında bırakırsa da, Cenâb-ı Hakk’ın irade ettiği
her şeyi yaratmaya kadir olduğunda şüphe etmez. (İ. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk,
s. 439).
468 Zerkânî,
a.g.e., II, 335; Nursî, Mektubat, s. 118.
469 Mısır
alimlerinden Abdulaziz Çaviş’in, “Anglikan kilisesine Cevap (Çev. Mehmed Akif.
Sadeleştiren, Süleyman Ateş). Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, Ankara 1979.
s. 25-28)” adlı eserinde, islâmm, mucizelerle ne peygamberin vazifeleri, ne de
kulların salah ve saadeti adına gerçekleşen bi’setinin sübutu arasında hiçbir
münasebetin olmadığını bildiren yegane din olduğunu ve Hz. Peygamber’in Arap
müşriklerinin, mucize hakkındaki isteklerini yerine getirmeye hiçbir zaman
yanaşmadığını belirtiyor. Böyle seçkin bir alimin, Hz. İsâ’nın mucizeleriyle
övünen ve mucizesiz peygamberliği kabul etmeyen papazlara karşı bu sözleri
söylemesi ve hiç olmazsa Buharî ve Müslim'de yer alan bazı mucizelerden
hiç söz etmeyerek Hz. Muhammedi mu’cizesiz bir peygamber gibi göstermesi hayret
uyandırıcıdır.
470 Mevlânâ
Şiblî, Peygamberimizin Ruhanî Hayatı, Tere. Ömer Rıza, ts., s. 1556.
471 Kehf,
11.
472 i.
F. Ertuğrul, Hakîkat Nurları, s. 435-436.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 127
Resulullahm Kur'ân dışında
mucizesinin bulunmadığını ileri sürenler tarafından delil olarak gösterilen
âyetlerde, kendilerini destekleyecek hiçbir şey yoktur. Evet, Kur'ân'da
"De ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım, bana vahyolunuyor"473
buyuruluyor. Hz. Muhammed’in bir insan olmasında şüphe yoktur. Ama İlâhî vahye
mazhar ve Allah'ın elçisi olan bir insan. Bu özelliğiyle diğer insanlardan
ayrılır. Pırlanta da taştır. Fakat diğer taşlar gibi olmayıp büyük bir değeri
vardır. Yine Kur'ân'da "Ben size Allah'ın hâzineleri benim yanmadadır,
demiyorum. Size Ben gaybı bilirim de demiyorum. Size Ben meleğim de demiyorum.
Ben ancak bana vahyolunan şeye uyarım, de"474 buyuruluyor.
Kendisinin bizzat ve beşerî şahsiyetiyle gaybı bilmemesi, Allah tarafından
kendisine bazı gaybî şeylerin bildirilmesine engel midir? Engel olmadığı,
gerek Kur'ân'da ve gerekse hadis-i şeriflerde görülen gaybî haberlerle ilgili
pek çok örnekle sabittir. "Ona Rabbinden bir mucize indi- rilseydi ya!'
dediler. De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu
bilmezler"475 buyuruluyor. Şüphesiz, onların "Ona
Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!" demelerinden, kendisine Kur’ân'-
dan başka mucize verilmediği manası çıkmaz. Verilmeyen mucizeler, adât-ı
İlâhiyyeye ve hikmet-i Rabbaniyyeye büsbütün aykırı olarak istenilen
mucizelerdir. Bunun sebebi de bu gibi mucizeleri yalanladıkları takdirde, mahv
ve helak olmalarını gerektirmesi olduğu Kur'ân'da bildirilmiştir.476
Kaldı ki, Hz. Peygamberin göstermiş olduğu mucizeler peygamberliğinin tasdikine
fazlasıyla yeter.
Kur'ân'da Hz. Peygambere kâfirlerin
"sihirbaz"477, "kâhin"478 dedikleri
belirtilir. Sihirbaz, acîb ve garib işler yapan kimseye denir. Kâhin ise,
Arabistan'da, gaybı haber veren kişiye denirdi. Bunlar, bazı harikalar
görmeiniş olsalardı, gayble ilgili bir takım peygamberi ha-
473 Kehf,
110; Fussilet, 6.
474 En’âm,
50.
475 En’âm,
37.
476 isrâ,
59; Bu ayet-i kerimede geçen “âyet'ten maksat, kâfirlerin keyiflerine göre
gösterilmesini istedikleri mucizelerdir. Nitekim Abdullah b. Abbas’ın
rivayetine göre Mekke müşrikleri, Resulullahtan Safa tepesini altın ve gümüş
yapmasını istemişlerdi. Ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, daha önceki
kavimler de bu tür mucizeleri istemişlerdi ki, onların asıl maksadı inanmak
değildi. Allah, onların peygamberlerinden istedikleri mucizeleri tahakkuk
ettirmiş, fakat iman etmedikleri için de onları helâk etmişti. Bu Allah’ın bir
kanunudur. Eğer Hz. Peygamber de, müşriklerin istedikleri bu nevi mucizeleri
göstermiş olsaydı, -ki onlar yine de inanmayacaklardı- o takdirde geçmiş
kavimler gibi onlar da helâk olacaklardı.-Nitekim bu ayette Salih Peygamber'in
kavmi Semûd'un isyankâr tutumuna değinilmekte ve mucizeden maksadın korkutmak
olduğu tasrih edilmektedir, ancak bu takdirde mucize imana vesile olabilir ve
beklenen faydayı sağlayabilir. Belki de “Kur’ân-ı Kerimin fesahat ve belagatı
ve ihtiva ettiği yüce hükümleri ortada iken başka mucize aramaya ihtiyaç mı
vardır?” demek istemiştir.
477 Saffât,
15; ez-Zuhruf, 30; Ahkaf, 7; Kamer, 2; Saf, 6...
478 Tür,
29; Hâkka, 42.
128 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
herlere şahit olmamış
olsalardı böyle demeye hiç gerek duymazlardı. Bu nokta çok önemli olup,
Kur'ân'dan Hz. Peygamberin maddî mucizelerine delildir.479
Hz. Muhammed'in Kur'ân dışındaki
mucizelerinin, Kur'ân'da detaylı bir biçimde ele alınmamasının bir takım
sebebleri vardır. Bunlar, Kur'- ân'm, kendisi dışındaki mucizeleri bir
peygamberlik delili olarak çok fazla nazara vermek istemeyip, insanları ruhanî
delilleri ve derûnî hususiyetleri tefekkür ve teemmüle davet etmesi; Hz.
Muhammed'in maddî mucizelerinin tekrara ve beyana ihtiyaç bırakmayacak kadar
çeşitli ve çok olması; yer verdiği mucizeleri de Allah'ın fiili olarak gösterip
Hz. Muhammed'e nispet etmemesi ve bazılarının Hz. Peygamberin mucizeleri
yoktur gibi bir düşünceye kapılmaları; Müslümanların birinci hüküm ve bilgi
kaynağı olan Kur'ân'm, bu tür mucizeleri nakil görevini, ikinci kaynak olan
Sünnet'e havale etmesi olarak özetlenebilir.480 Ayrıca, müşriklerin
isteyip, Allah'ın yaratmayı reddettiği mucizelerin bir takım özellikleri
vardır. Her şeyden önce bunların ne kadar abes şeyler olduğu Kur'ân'm şu
ifâdelerinde açıkça görülmektedir:
"Onlar: 'Sen, dediler, bizim
için yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla inanmayacağız. Veya senin bir
hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki, içlerinden gürül gürül ırmaklar
akıtmalısın. Yâhut, iddia ettiğin gibi, üzerimize gökten parçalar yağdırmaksın
veya Allah ve melekleri gözümüzün önüne getirmelisin. Yahut da altından bir
evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize okuyacağımız bir kitap indirmediğin
sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız.' De ki: 'Rabbimi tenzih ederim. Ben
sadece beşer bir elçiyim."481
Yine bazı kaynaklarda belirtildiğine
göre, müşrikler bir defasında, yine bu tür garip isteklerde bulunmuşlar:
"Ey Muhammed, Allah'a dua et ki, yerimizi daraltan şu Mekke dağları
gitsin, Şam ve Irak toprakları gibi ovalarımız, bağlarımız, bahçelerimiz, akar
sularımız olsun. Biz de ziraat ve istirahatla hayat geçirelim. Dua et de,
babalarımız, dedelerimiz Kusay b. Kilâb'a kadar dirilsin, senin dinini onlardan
soralım." İşte müşriklerin istenilip, meydana gelmediği bildirilen mucizeler
böylesine, İlâhî adetlere büsbütün ters ve önceki peygamberler zamanında da
benzeri görülmemiş, meydana gelse de inanmayacakları,
479 Mevlânâ
Şiblî, a.g.e., s. 1558-1560.
480 Mevlânâ
Şiblî, a.g.e, s. 1557-1558.
481 isrâ,
90-94.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 129
kendi sözlerinden açıkça
belli olan hususlardı.482 Yoksa Hz. Peygamber'in, mucize
gösteremediği iddiası büsbütün gerçeğe aykırıdır.
Hz. Muhammed'in mucizeleri, çeşitli
kaynaklarda değişik açılardan tasnife tabi tutulmuştur. Biz bu tasniflerden
hiçbirine girmeyeceğiz. Yer verdiğimiz örnekler genel olarak şu özellikleri
taşırlar: (1) Münkirleri irşad ve mü'minlerin imanını takviye için gösterilen
mucizeler. (2) Mü'minlerin felâket ve musibetlere uğradıkları sırada mazhar
oldukları İlâhî inâyetler. (3) Hz. Peygamber tarafından haber verilerek harfiy-
yen gerçekleşen gaybî haberler.
Şimdi Hz. Peygamberin mucizelerinden
bazı örnekleri en mu'teber kaynaklardan seçerek kaydedelim:
Hz. Peygamberin, en büyük ve dâimî
mucizesi Kur’ân'dır. Kur'ân, fesahat ve belagatiyle, ihtiva ettiği ilimleri,
gayb haberleri, ilim, ahlak ve medeniyet düsturlarıyla mucize bir kitaptır.
Tezimizin değişik yerlerinde bazı vesilelerle buna temas ettiğimiz için izahına
girmiyoruz.
Biz önce Kur'ân'da işaret veya tasrîh
edilen mucizelere sadece ismen değinerek, tafsilatını, ilgili âyetlerin tefsîr
kitaplarındaki izahlarına havale edeceğiz: Fîl olayı483; gökteki
haberleri dinlemek isteyen şeytanların Hz. Muhammed'in peygamberliğiyle
birlikte yasaklanması ve buna yeltenenlerin ateşli güllelerle taşlanması484;
Hz. Muhammed'in göğsünün yarılması485; Mescid-i Haram'dan Mescid-i
Aksa'ya seyr486; Kureyş'in uğradığı kıtlık487; hicret
esnasındaki İlâhî inâyetler488; Bedir savaşındaki âyet ve deliller489;
Ahzâb (Hendek) savaşındaki ihbârat490; Huneyn Gazvesindeki İlâhî
yardımlar491; Benî Nadir'in su-i kastının haber verilmesi492;
Habeşistan Muhacirlerine vuku' bulan müjdeler493; Hicretten sonra
Kureyş'in uğradığı durum494; Medine'de
482 Daha
geniş bilgi için bk. İ. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 435-445; izâle-i
Şükûk, s. 115-124; Maddiyyûn Mezhebinin İzmihlali, s. 346...vd.; Nursî,
Mektubât, 19. Mektub; Mevlâna Şiblî, Peygamberimizin Ruhanî Hayatı, (Müt. Ömer
Rıza).
483 Fîl,
1-5.
484 Cin,
8.
485 İnşirah,
1.
488 isrâ, 1.
487 Duhân,
10-16.
488 Enfâl,
30; Tevbe, 40.
489 Enfâl,
9,11,12,17,43-44.
490 Ahzâb,
9, 22.
491 Tevbe,
25, 64.
492 Mâide,
11.
493 Nahl,
41.
494 isrâ,
76.
130 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
karşılaşılacak
zorlukların önceden haber verilmesi495; dinî ve dünyevî
hakimiyetlere ilişkin müjdeler496; Mekke fethinin müjdelenmesi;497
Hayber ve Huneyn'e ilişkin müjdeler498; Yahudilerin akibetinin
haber verilmesi499; Hz. Peygamber'in vefatına dair haber.500
Hz. Peygamberin eski
kitaplarda pek çok vasıfları bildirilmiş, geleceğinden haber verilmiştir.501
Doğumuna yakın, doğumu
esnasında ve peygamberlikle görevlendirilmesine yakın pek çok harikulâde
olaylar meydana gelmiş ve bu olaylar, tarih ve siyer kitaplarına geçmiştir.
Bir gece içinde, Mescid-i
Haram'dan, Mescid-i Aksa'ya götürülmüş, oradan da yedi kat semaya çıkarılmış,
ruhâni ve manevî alemlerde gezdirilmiş ve aynı gece yine Mekke'de yattığı yere
geri getirilmiştir.502
Mekke'de Kureyş'in, kendisinden
bir mucize istemesi üzerine Allah onun bir işaretiyle ayı ikiye böldü.503
Hz. Câbir'in evinde, Ebu Talha'nm hanesinde ve Hendek günü az bir yiyecekle çok
sayıda insanı doyurdu; bir defasında seksen kişiyi dört müd arpa ve bir oğlak
etinden504; bir defa çocuk yaşta olan Hz. Enes'in elinde
taşıyabileceği birkaç adet arpa ekmeğiyle seksen kişiden fazla kimseyi doyurdu505;
bir keresinde de,
495 Bakara,
155.
490 Nûr, 55; Zuhrul, 41; Yûnus, 46.
497 Saf,
13.
498 Feth,
18-20,27.
499 Bakara,
94; Cum’a, 6.
500 Nasr,
1-3.
501 Bu
konu için bk. Prof. Dr. Abdulahad Dâvud, Tevrat ve Incil’e Göre Hz. Muhammed
(Tere. Y. Doç. Dr. Nusret Çam) Nil Yayınları, İzmir 1988; Nursî, Mektûbat,
(Envâr Neşriyat), s. 193-203; Hüseyin Cisr, Risâle-i Hamîdiyye.
502 Mi’rac
Olayı için bk. Buharî, Menâkıbu’l-Ensâr, 42.
503 Buharî,
Menâkıb 27, Menâkıbu’l-Ensâr 36, Tefsiri Sûre 54 (1); Müslim, Münâfıkîn 43, 47,
48; Ahmed, Müsned, I, 377, 413, 447, III, 275, 277, IV, 82; Kamer Sûresi 1.
âyeti bu mucizeyi açıkça ifade eder: “Kıyamet yaklaştı, ay ikiye bölündü.”
Müşrikler, Kur’ân’ı kabul etmedikleri halde, bu âyete karşı seslerini
çıkaramamışlardır. Bu ayetin, ayın bir mucize eseri olarak asr-ı saadette değil
de, ileride Kıyametin kopmasıyla yarılacağım söylemek de doğru bir yaklaşım değildir.
Yukarıdaki bunca kaynakların bunun böyle olmadığını teyit etmesi bir yana,
aklen de bu mümkün değil. Çünkü hemen arkasındaki iki ayette şöyle denir;
"Onlar bir mu’cize görürlerse, hemen yüz çevirirler ve eskiden beri devam
edegelen bir büyüdür derler. Yalanladılar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki
her işin ulaşacağı yeri vardır." (Kamer, 2-3). Görüldüğü gibi müşriklerin
bu olay karşısında, “Sihirdir” diyerek işin içinden çıkmak istedikleri ve
mucizelik yönünü inkâr ettikleri belirtilir. Kıyamet manzarı karşısında böyle
bir ifade kullanmaları mümkün değildir.
504 Buharî,
Megâzî 29; Müslim, Eşribe 141.
505 Buharî,
Menâkıb 25, Et’ime 6; Müslim, Eşribe 142; Tirmizî, Menâkıb 6; Muvatta’,
Sıfatü’n-Nebî 19.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 131
yine az bir miktar
hurmadan ordusundakiler doyuncaya kadar yediler, fazla bile kaldı.506
Sahabiler, Hz.
Peygamberin sofrasında yemeklerin teşbih ettiğini duyarlardı.507
Bir defasında ordunun yiyeceği azalmış, Hz. Peygamber emrederek kimde ne varsa
bir yere toplanmış, oldukça az bir miktar toplanabilmiş, Hz. peygamber
bereketle dua etmiş, sonra da ondan almalarını emretmiş, orduda kim varsa
kabını onunla doldurmuştur.508
Parmaklarından çeşme gibi
sû akmış, susuz olan bütün ordusu doyuncaya kadar içmiş.509 Yine
abdest alıp bu sudan, kuru olan Tebûk çeşmesine dökmüş, bir başka defa
Hudeybiye kuyusuna aynı şeyi yapmış ikisinden de su kaynamıştır. Tebûk
çeşmesinden sayıları binlere varan ordusu kana kana içmiş, Hudeybiye kuyusundan
da sayıları bin beşyüz olan askerler doyasıya içmiştir.510
Hz. Ömer'e, bir devenin
çömeldiği yer kadar mesafe tutan bir miktar hurmadan dörtyüz atlının yol
azığını doldurmasını emretmiş, Hz. Ömer hepsine verdiği halde artmış ve
muhafaza etmiştir.511
Yerden aldığı bir avuç
toprağı küf far ordusunun yüzüne karşı savurmuş, hepsinin gözü görmez olmuştur.512
Daha önce dayanıp hutbe
okuduğu kuru hurma direği, minberin yapılmasıyla onun ayrılığına dayanamayarak
inlemiş, deve gibi ses çıkarmış, Hz. Peygamberin onu bağrına basmasıyla
susmuştur.513
Hz. Muhammed, gaybtan
haber vermiştir. Hz. Osman'a, sonunda Cennete girmeye sebep olacak bir
musibete uğrayacağını514; Hz. Ammar'ı bağî bir gürühun öldüreceğini515;
Hz. Hasan'm eliyle Allah'ın iki büyük Müslüman grubun arasını bulduracağını
bildirmiştir516. Görünüşte Allah yolunda savaşan bir kimsenin
Cehennemlik olduğunu haber vermiş, daha
506 Beyhakî,
Delâilü’n-Nübüvve’de ibn ishak tankıyla rivayet etmiştir. Zeynu’d-Dîn
el-lrakî.ihyâ’nm dipnotundan II. 415.
507 Buharî,
Menâkıb 25.
508 Buharî,
Cihad 123; Müslim, Lukata 19.
500 Buharî, Menâkıb 25; Müslim, Fedâil
6; Tirmizî, Menâkıb 6; Ahmed, Müsned, III, 147, 170, 215, 289.
510 Buharî,
Şurût 15; Müslim, Cihâd 132; Ahmed, Müsned, IV, 48.
511 Ahmed,
Müsned, V, 445.
’512 Müslim, Cihâd 81.
513 Buharî,
Menâkıb 25; Tirmizî, Cum’a 10, Menâkıb 6; Nesâî, Cum’a 17; ibn Mâce, İkâme 199;
Dârimî, Mukaddeme 6, Salât 202; Ahmed, Müsned, I, 249, 267, 315, 363.
514 Buharî,
Fadâilü’s-Sahâbe 5-7, Edeb 19.
515 Buharî,
Salat 63; Müslim, Fiten 70, 72, 73; Tirmizî, Menâkıb 34; Ahmed, Müsned, II,
161, 164, 206, III, 5, 22, 28, 91, IV, 197, 199...
516 Buharî,
Sulh 9, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî 2, Menâkıb 25; Ebû Dâvud, Sünnet 12; Tirmizî,
Menâkıb 30; Nesâî, Cum’a 27; Ahmed, Müsned, V, 38, 44, 49, 51.
132 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
sonra bu adamın intihar
ettiği ortaya çıkmıştır.517 Bütün bu örnekler, ne bir fal, ne
müneccimlik, ne keşifle bilinemeyecek, ancak Allah'ın vahyi ve bildirmesiyle
bilinecek hususlardır.518
Hicret esnasında kendisini
takip eden Suraka b. Mâlik'in atının ayakları yere batmış kendisini bir duman
kaplamış, nihayet Hz. Peygamberden medet dileyerek Hz. Peygamber de ona dua
etmiş ve atı bile konuşmuştur. Yine Suraka'ya Kisra'nın bileziklerinin
giydiriliceğini haber vermiş ve öyle de olmuştur.519 Yemen'in San'a
şehrinde bulunan yalancı peygamber Esved el-Ansî'nin öldürüldüğünü ve bunun
kimin tarafından gerçekleştirildiğini bildirmiştir.520
Sahabilerinin huzurunda bir deve gelip halini şikâyet yollu arzetmiş ve ona saygı
göstermiştir.521 Bir grup sahabisine hitaben: "Sizden biriniz
Cehenneme gidecek ve dişi Uhud dağı kadar büyük olacak" demiş, orada
bulunanların hepsi mü'min olarak öldükleri halde, birisi dinden çıkmış ve
mürted olarak öldürülmüştür.522
İki ağacı çağırmış, onlar
da yanyana gelmişler, daha sonra yine onun emriyle herbiri ayrılarak yerine
gitmiştir.523 Necran Hıristiyanlarının heyetini mübaheleye çağırmış,
onlar, kendisinin doğru sözlü olduğunu anlayıp mübahele sonunda helak
olacaklarını bilerek buna yanaşmamışlar.524
Hz. peygamber'e zehirli
et yedirilmiş, onunla beraber sofrada bulun ve yemekten yiyen birisi ölmüş, o
ise bundan sonra dört sene yaşamıştır. Ağzına götürdüğü zehirli kol konuşarak
durumu haber vermiştir.525
Bedir günü Hz. Peygamber,
Kureyş reislerinin öldürülüp düşecekleri yerleri tek tek söylemiş, haber
verdiği kimselerden hiçbiri kurtulamayarak aynı yere düşürülmüştür.526Hz.
Peygamber ümmetinden bazı grupların deniz üzerinde sefere çıkacaklarını
bildirmiş, aynen öyle olmuştur.527 Yer onun gözünde dürülmüş,
yeryüzünün doğusunu ve batısını
517 Buharî,
Megâzî 38; Müslim, imân 178, 179.
518 Gazâlî,
ihyâ, II, 416.
518 Beyhakî rivâyet etmiştir,
Aliyyü’l-Karî, I, 703; Şifâ, I,. 344.
520 Buharî,
Ta’bîr 38, 40, Menâkıb 25, Megâzî 70, 71; Müslim, Rü’yâ 21, 22; Tirmizî, Rü’yâ
10; İbn Mâce, Rü’yâ 10; Ahmed, Müsned, I,. 263, II, 219...
521 Ebû
Dâvud, Cihâd 44; Ahmed, Müsned, I, 204, 205.
522 K.
lyaz, Şifâ, I, 342-343.
523 Müslim,
Zühd 74,
524 Ahmed,
Müsned, I, 248.
525 Buharî,
Megâzî 41, Hibe 28; Ebû Dâvud, Diyât 6; Müslim, selâm 43; ibn Mâce, Tıb 45.
526 Müslim,
Cihâd 83, Cennet 76; Ebû Dâvud, Cihad 115; Nesâî, Cenâiz 117; Ahmed, Müsned, I,
26.
527 Müslim,
imâre 161; Ebû Dâvud, Cihad 9; Dârimî, Cihad 28.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 133
görmüş ve ümmetinin
toprak ve hakimiyetlerinin kendisine gösterilen yerlere kadar ulaşacağını
bildirmiş,528 aynen öyle olmuştur.
Kızı Fatıma'ya, yakınlarından
kendisine ilk kavuşacak olanın o olacağını bildirmiş,529 aynen öyle
olmuştur. Hanımlarına, elleri uzun olanın vefatla en önce kendisine
kavuşacağını söylemiş,530 sadaka vermek bakımından elleri en uzun
(en cömert) olan Hz. Zeyneb en önce vefat ederek ona kavuşmuştur.
Bir keçinin kupkuru memelerine elini
sürmüş, meme süt ile dolmuş, bu olay İbn Mesud'un Müslüman olmasına vesile
olmuştur.531
Bir sahabisinin gözüne bir ok
isabetiyle yerinden çıkarak yanakları üzerine düşmüş, Hz. peygamber eliyle onu
yerine yerleştirmiş, göz eskisinden daha güzel ve daha sağlam olmuştur.532
Hayber'in fethi günü, Hz. Ali'nin ağrıyan gözlerine mübarek tükürüğünden
sürmüş, göz anında iyileşerek, Hz. Ali sancaktarlık yapmıştır.533
Kısaca> Hz. Muhammed'in avucunda
küçük taşların zikir ve teşbih etmesi, aynı avucunda, küçücük taş ve toprak,
düşmana top ve gülle hükmünde onları bozguna sevketmesi, aynı avucunun
parmağıyla, ayı iki parça etmesi; aynı el, çeşme gibi on parmağından suyun
akması ve bir orduya içirmesi; ve aynı el hastalara yaralılara şifa olması,
elbette o mübarek el, ne kadar harika bir İlâhî kudret mucizesi olduğunu
gösterir. Sanki dostlar içinde o elin avucu, büyük bir İlâhî zikirhanedir ki,
küçücük taşlar dahi içine girse, zikir ve teşbih ederler. Ve düşmanlara karşı,
küçücük bir cephane-i Rabbânîdir ki; içine taş ve toprak girse, gülle ve bomba
olur. Ve yaralılar ve hastalara karşı, küçücük bir Rahmânî ec- zahânedir ki,
hangi derde temas etse, derman olur. Ve celâl ile kalktığı vakit, ayı parçalar,
cemâl ile döndüğünde kevser suyu akıtan on musluklu bir rahmet çeşmesi hükmüne
geçer. Acaba böyle bir zâtın bir tek eli, böyle acîb mucizelere mazhar ve medâr
olsa; o zâtın, kâinatın Yaratıcısı yanında ne kadar makbûl olduğu ve davasında
ne kadar sadık bulunduğu ve o el ile bîat edenler, ne kadar bahtiyar
olacakları, apaçık derecede anlaşılmaz mı?534
528 Müslim,
Fiten 13; Ebû Dâvud, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 14; ibn Mâce, Fiten 9; Ahmed,
Müsned, V, 278.
529 Buharî,
Menâkıb 25; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 99; ibn Mâce, Cenâiz 64; Ahmed, Müsned,
VI, 240, 282, 283.
530 Buharî,
Zekât 11; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe 102; Nesâî, Zekât 55; Ahmed, Müsned, VI,
125.
531 ibn
Mâce, Zühd 8; Ahmed, Müsned, I, 101, V, 77.
532 K.
lyaz, Şifâ, I, 322.
533 ibn
Mâce, Mukaddeme 11; Ahmed, Müsned, V, 354, 358.
534 Nursî,
Mektûbât (Envâr Neşriyat), s. 171.
134 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR
Çok sayıdaki mucizelerden
burada ancak birkaç tanesini numune olarak kaydettik. Biri çıkıp da, "Bu
münferit olayların herbirisi mütevatir değil, tek mütevatir mucize
Kur'ân'dır" diyerek bu mucizeler hakkında kuşku duyarsa, onun durumu
aynen, Hz. Ali'nin cesareti veya Hatem-i Tâî'nin cömertliği hakkında şüphe
duyan kimseye benzer. Bilindiği gibi bunların cesaret ve cömertliklerini
gösteren herbir olay mütevatir değildir. Fakat bu olayların hepsi gözönüne
getirildiğinde zarurî ve kesin bilgi ifâde eder.535
4. Muhaliflerinin Tutumuyla İlgili Deliller
a. Muhaliflerinin Kararsızlık ve Tutarsızlıkları
Kur'ân-ı Kerim
incelendiğinde, birinci düşman ve muhaliflerinin kendisini kabul etmemek için
mübelliği hakkında bir takım bahane ve iddialar ileri sürdüklerini görürüz.
Bunlar özetle şöyle sıralanabilir: Hz. Peygamberin insan olması,536
peygamber olarak başka birinin değil de Hz. Muhammed'in seçilmesi,537
davası haklı olsaydı önemli şahsiyetlerin kendisine uyması gerektiği,538
Hz. Peygamber'in kâhin olduğu veya kendisine şeytanların geldiği539,
Hz. Peygamberin mecnun, çılgın ve divane olduğu,540 Hz. Peygamberin
şâir olduğu541, Hz. Peygambere binlerinin bazı şeyler öğrettiği542,
getirdiğini söylediği Kur- 'ân'm saçma sapan rüyalar ve uydurma olduğu543,
geçmişlerin masal ve efsanelerinden ibaret bulunduğu544 gibi belli
başlı iddia, itham ve bahaneler ileri sürüyorlardı. Kur'ân bu iddiaların
hepsine tek tek cevap vermiştir. Ancak bizim burada dikkat çekmek istediğimiz
nokta, bu iddia sahiplerinin iman etmemek için bahane ileri sürerken belli bir
iddiada durmamaları, çoğu zaman birbirine ters düşen iddialar ileri sürmeleridir.
Bizce bu halet-i ruhiyeleri temelde bir gerçeğe dayanmamaların dan ileri
geliyor. Aksi halde böylesine birbirinden kopuk bahaneler ileri sürmezlerdi.
535 Gazâlî,
a.g.e., II, 418.
536 Enbiyâ,
3; Furkân, 7-8; Allah bu itirazlarını şu ayetlerle çürütmüştür: Ra‘d Sûresi 38;
Enbiyâ, 7-8; Teğâbun, 5-6; isrâ, 94-95; Yûsuf, 109; Ahkaf, 9.
537 Sâd,
8; Zuhruf, 31-32.
538 Ahkaf,
11.
539 Tûr,
29; Tekvîr, 25-26; Şuarâ, 210-212.
540 Saffât,
36; Mü'minûn, 70; Sebe, 46; Kalem, 2-4; A'râf, 184.
541 Enbiyâ,
5;Yâsîn, 64; Saffât, 36; Tûr, 30; Hakka, 41.
542 Duhân,
14; Nahl, 103.
543 Enbiyâ,
5.
544 En'âm,
25; Enfâl, 31; Nahl, 24; Mü'minûn, 83; Furkân, 5; Nemi, 68; Ahkaf 17; Kalem
Sûresi 15; Mutaffifîn ,15.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 135
Kur'ân'm, kendi tenkitçilerinin
fikirlerinden yaptığı nakilleri araştıran kimse görecektir ki, onların en az
bahsettikleri şüphe, "insanların öğretmiş olması" şüphesi olmaktadır.
Buna karşılık, en çok bahsettikleri ise, Kur'ân'ı, tebliğcisinin şahsına
bağlamalarıdır545. Şahsına bağlayanlar da Kur'ân'm sâdır olduğunu
düşündükleri ruhî hal konusunda değişik düşüncelere sahiptirler. Şiir mi,
cinnet mi, karışık rüyalar mı?... Ne diyeceklerini şaşırmışlardır. Bu iddia ve
ithamlardan hiçbiri doğru, tutarlı ve ölçülü'değildir. Ayrıca az önce de
belirttiğimiz gibi bu suçlamalar kendi içinde de çelişkilidirler.
Pek iyi biliyoruz ki, vicdanlarının
derinliğinde, bu görüşlerden hiçbirisi kendilerini tatmin etmiş değildir.
Onlar, bu görüşlerden hangisinin üzerine ellerini koyup Kur'ân için o tezgâhta
bir elbise dokumak isterlerse, kendi zevklerinin bile onu kabul etmediğini,
bunun ona uymadığını görürler, can havliyle ikinci bir görüşü denemeye
koşarlar; bakarlar ki o da reddettiklerinden daha uygun değil, bu sefer bir
üçüncüye koşarlar, böylece endişeden kurtulup istikrar kazanamazlar. Bu gülünç
durumu öğrenmek isterseniz, tavsifini Kur'ân'da okuyabilirsiniz:
"Hayır" dediler (Muhammed'in söyledikleri) karmakarışık rüyalar,
hayaller!", "hayır, hayır onu uydurmuş!", "yok, yok!
doğrusu o bir şâir!"546 Bu
545 Günümüzdeki
dinsizlerin “kendi kendine telkin (ruhun ilhamı)” tabirini kullanarak geçer
akçe haline getirmeye çalıştıkları iddia da, “şahsa bağlama” içinde mütalaa
edilmelidir. Halbuki onlar, bu tabirle yeni bir yorum getirdiklerini
zannetmektedirler. Aslında bu yeni bir şey değil, bilakis eski cahilî bir
görüştür; o cahiliye görüşünden gerek prensipte gerek teferruatta farklı
değildir. Onlar, Hz. Peygamber’i, hayal-ufku oldukça geniş, duyguları derin ve
kuvvetli, dolayısıyla da şair tasavvur ediyorlar, sonra ilave ediyorlar ki;
“Ekseriya onun iç dünyası duygularına baskın çıkarak kendisine hitap eden
birini işittiğini zannettiği şey, hayallerinin ve iç dünyasının dışa
yansımasından ibarettir. Şu halde bu “cinnet” veya “karışık rüyalar”
iddiasından başka bir şey değildir. Kaldı ki bu tadilatlarda da uzun zaman
sebat etmediler. Kur'ân’da maziye ve istikbale ait bilgileri ve haberleri
görünce “kendi kendine telkin” tabirini bıraktılar, “bunları seyahatleri
esnasında alimlerin ağızlarından toplamış olabilir” dediler. Şu halde iş yine
insanların öğretmesine varıyor, iyice dikkat ediniz: Bütün bunlarda yeni bir
taraf görüyor musunuz? Kureyş cahillerinin sözlerine benzeyen, onlarınkinin
tekrarı olan sözlerden başka bir şey midir? Böylece dinsizlik modern elbisesi
içinde, en eski elbisesindeki şeklinin mensuh, daha doğrusu memsuh (yani onun
kopyası, kopyası bile değil bozulmuş) şeklinden başka bir şey değildir. Modern
çağda medenî fikirlerin gıdası, ilk cahiliye asrında taşlaşmış kalblerin geriye
bıraktıkları sofra artıklarından ibaret! “Onlardan öncekiler de onlar gibi
demişlerdi. Kalbleri nasıl da birbirine benzedi!" (Bakara, 118).
Şaşılacak bir taraf varsa o da şöyle
demeleridir: “Bütün bunlarla beraber o, doğru, emin bir zattır. Rüyalarını
İlâhî vahye maletmesinde mazurdur. Zira onun pek kuvvetli olan rüyaları,
bunları kendisine, İlâhî vahiy suretinde tasvir etti. Sadece gördüğünü
söyledi.” Allah Tealâ onların seleflerinden de aynı iddiayı şöyle naklediyor:
“Ey Resûlüm, onlar aslında seni yalanlamıyor, yalancı olduğunu söylemiyorlar,
lâkin o zalimler, Allah’ın ayetlerini bile bile inkâr ediyorlar.” (En’âm, 33).
Haydi diyelim ki görme ve işitmesindeki özrü bu olsun, hadiseleri daha önce ne
kendisinin ne de kavminin bilmediğini iddia etmesine ne denilecek! Bu da
onların tenakuz (çelişki) içinde olduğunu göstermez mi? Sözlerinin hepsinin
birbirine benzemesini temin için “uyduruyordu” deyip de işi bilirseler ya!
Fakat onlar insaf (objektiflik) ve aklî muhakeme iddiasında olduklarından,
böyle demezler. Ama görüyorsunuz ki, farkında olmadan yine bunu söylemiş
oluyorlar. Draz, en-Nebü’l-Azîm, s. 59-60.
546 Enbiyâ,
5.
136 B KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
kısacık cümle, ihtiva
ettiği üç idrab547 edatiyle onların görüşlerinde düştükleri
şaşkınlığın ve kararsızlığın derecesini pek mükemmel bir tarzda göstermektedir.
Kezâ bu âyet, yalan şahitlik yapanın zor durumda kaldığını hissettiği sıradaki
durumunu tasvir eder: Nasıl gâh sağa gâh sola dönüyor, söylemiş olduğu muhali
düzeltmek isterken yolu nasıl şaşırıyor? Bütün bunları canlı bir şekilde tasvir
eder: "Bak seni nelere nelere benzettiler! (Gâh şâire, gâh sihirbaza, gâh
kâhine, gâh mecnûna benzettiler) benzettiler de hakikatten ayrıldılar, artık
bir daha yol bulamazlar."548
Kur'ân-ı Kerim başka bir
yerde de kâfirlerin bu zaafına parmak basmış ve yalanlarını yüzlerine
vurmuştur:
"O halde (ey
habibim) sen öğüt ve nasihata devam et. Sen Rabbinin nimeti sayesinde ne
kâhinsin, ne de mecnûn. Yoksa, 'O bir şâirdir, onun felâket zamanını
bekliyoruz' mu diyorlar? De ki, 'Bekleyin, ben de sizinle bekleyenlerdenim.'
Yoksa onların akılları kendilerine böyle mi emrediyor? Yahut onlar azgın bir
kavim midirler?"549
Görüldüğü gibi, bu birkaç
cümle ile muhaliflerinin bütün propagandaları boşa çıkarılmış ve maskeleri
düşürülmüştür. Burada denilmek isteniyor ki, Kureyşli kabile reisleri
kendilerinin çok akıllı ve zeki olduklarını sanıyorlar. Ama şair olmayan bir
kişiye şair demek, herkesin akıllı ve zeki olarak kabul ettiği kişiye mecnûn
lakabını takmak akıllıca bir davranış olabilir mi? Kâhinlikle yakından uzaktan
hiçbir alakası olmayan bir kişiye kâhin demek doğru bir hareket sayılabilir mi?
Meselâ diyelim ki—haşa—Hz. Peygamberin aklî dengesi bozuktu. O zaman ancak
delilik veya mecnun lakabı kendisine uygun olabilirdi. Fakat bir kişi aynı
zamanda nasıl kâhin, şair ve mecnûn olabilir? Çünkü eğer mecnûn ise ne kâhin
olabilir, ne de şair. Eğer kâhin ise ne mecnun olabilir ne de şâir. Aynı
şekilde biri şair ise, kendisine ne kâhin ne de mecnun denebilir. Bir şairin
ilgilendiği konular, ifâdesi ve üslûbu bir kâhinin faaliyet alanı ve dilinden
fersah fersah uzaktırlar. Aynı söz ve kelâma hem şiir, hem kehânet diyen bir
kişi herhalde şairlik ve kâhinlik arasındaki farkı bilmiyor demektir. Bu açık
tezat gösteriyor ki, kâfirler Hz. Peygambere körü körüne muhalefet etme
sevdasıyla kendisi hakkında tuhaf ve tutarsız iftira ve ithamlarda
bulunuyorlar.
547 idrab,
daha önceki fikirden vazgeçip bir diğerine atlamak demek olup, bu ayette üç
defa geçen idrab edatı, “bel”dir.
548 isrâ,
48; Furkân, 9; Draz, en-Nebeu’l-Azîm, s. 59-60.
549 Tûr,
29-32.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 137
Müşriklerin,
"Kendisine büyü yapılmış biri" ithamına karşı Kur'ân, Hz. Peygambere
hitaben şöyle buyurur: "Bak, sana nasıl misaller getirip dalalete
düştüler. Onlar doğru yolu bulmaya güç yetiremeyeceklerdir."550
Yani, ey peygamber, senin
hakkında kâfir ve müşrikler sabit fikirli ve sabit sözlü değillerdir. Bunlar,
bugün başka bir şey yarın başka bir şey söylerler. Bazan darler ki, "Sen
sihirbazsın", bazan da derler ki, "sana büyü yapılmıştır."
Bazan, "şair", bazan "mecnûn" ve bazan "kâhin"
derler. Bu çelişkili iftira ve iddialar gösteriyor ki, kendileri hakikati
bilmezler. Zira hakikati bilselerdi, hergün yeni bir iddia ve yeni bir iftira
ile ortaya çıkmazlardı. Bu tutum ve davranışları, aynı zamanda kendi
söylediklerine de inanmadıklarını ispatlıyor. Bazan bir ithamda bulunurlar ve
bir süre sonra bu ithamın yerini bulamadığını ve inandırıcı olmadığını
gördükten sonra ikinci bir ithamda bulunurlar. Bu da uymayınca bir üçüncü
ithamı ortaya atıverirler. Bu suretle onların her yeni ithamı eski ithamlarını
tekzip etmiş olur. Kısacası bu insanlar sadece kin, nefret ve düşmanlık
yüzünden sana olur olmaz ithamlarda bulunuyorlar, ki bunların hakikatle hiçbir
alakası yoktur. Yüce Allah onların, bu tutarsızlıklarının gerçek nedeninin peşin
hükümlü olmaları ve peşinen gerçeği yalanlamaları olduğuna şu âyetiyle de
işaret eder: "Doğrusu onlar, kendilerine hak geldiği vakit, onu tekzib
ettiler. Onlar bu hususta şaşırmış bir haldedirler."551
Şu âyet de bu tür
tutarsızlıklarına parmak basıyor:
"Onlar, seni
gördükleri zaman istihza ederler. Ve, 'Allah'ın peygamber olarak gönderdiği bu
mudur? Eğer sebat etmeseydik, az kalsın bizi ilâhlarımızdan saptıracaktı'
derler."552
Görüldüğü gibi kâfirler
burada da aynı anda birbirine zıt iki şey söylüyorlar. Meselâ ilk âyette
onların Hz. Peygamber ile alay ettikleri ve hem kendisini hem davetini küçük
gördükleri belli oluyor. Hemen bunun ardından ikinci âyette onların Hz.
Peygamberden ve onun mesajından korktukları anlaşılıyor. Bu âyete göre,
kendileri Hz. Muhammed'in şahsiyeti ve mesajının gücü ve üstünlüğünden telaşa
kapılmışlardı. Kendi dediklerine göre, eğer inat ve taassupla kendi sahte tanrı
ve tanrıçalarına dört elle sarılmamış olsalardı, Hz. Peygamber onları mat
etmişti bile. Bu, birbirine zıt olan iki görüş, İslâm hareketinin kâfir ve
müşrikleri ne kadar telaşlandırdığını ve ne kadar acze düşürdüğünü açıkça
ortaya koyuyor.553
550 Isrâ,
48.
551 Kaf,
5.
552 Furkân, 41-42.
553 Mevdûdî,
a.g.e., II, 232-234.
138 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
"Biz onların; 'ona
bir insan öğretiyor' dediklerini biliyoruz"554 âyeti de
müşriklerin bu tutarsız iddiaları arasındadır. Fakat onların bu sözde ciddi
olduklarını ve İlmî makamını bildiklerini ve gerçekten yaşayan bir insanı kast
ettiklerini hiç düşünebilir misiniz? Asla! Ama onların ciddî ve haklı olma gibi
bir dertleri yoktu; bütün gayeleri, susmak ve cevap verememek utancını doğru
veya yalan, ciddî veya gayr-i ciddî ayırd etmeksizin, rastgele bir sözle
kendilerinden uzaklaştırmaktı.
Zanneder misiniz ki, bu
öğretimi sadece bir kişiye mal ettiler? Kesinlikle hayır! Kendilerinin de
babalarının da bilmediği şeyleri bilen bir kişinin orada bulunmadığını pekala
biliyorlardı. Veya zanneder misiniz ki, bi'set senesinde Mekke bölgesinin din
ve tarih alimlerinden yoksun olduğunu görünce Medine'de, Şam'da veya başka
yerde bulabilecekleri bir âlim arayıp, bu öğretimi ona mal ettiler? Hayır,
onlar böyle bir iddiada da bulunmadılar. Şu halde kimdir bu muallim? Belli
biri değilse, yok demektir.555
Kur’ân'a beşerî bir
kaynak bulma sevdasında olan Batılı müsteşriklerin durumu da Mekke
müşriklerinkinden farklı değildir. Onlardan da birisi veya bir grup Kur’ân'ı ve
Kur'ân'm mübelliği olan Hz. Muhammed'in hayatını adeta büyüteç altında inceden
inceye araştırıp bir hipotez geliştiriyor. Bu uğurda bunca emek ve enerji
sarfediyor. Kendince, Kur’ân'a beşerî bir kaynak bulduğuna kanaat getiriyor. Bu
hipotez bir süre gündemde kalıp, alkışlanıyor. Fakat çok geçmeden, bir başkası
aynı konuda araştırmalar yaparak onu tamamen veya kısmen çürüten başka bir
hipotez ortaya atıyor. Böylece birbirlerini nakzederek asırlardır didinip
duruyorlar. Onların kılı kırk yararcasına dikkatli mesaileri, asırlarca
fikirlerin telahukuyla birbirine destek olan Batının bu konudaki zengin İlmî
altyapısı ve Müslümanların her alandaki gerilemesinden dolayı etrafındaki
surlar yıkılıp müdafaasız kalmış Kur'ân'ı gözlerden düşürüp yokluğa mahkum
etmeye olan aşırı hırslarına rağmen bu konuda hiçbir şey yapamıyorlar. Kur'ân
adeta mucizelik kılıcıyla bu ilim ve medeniyet meydanında kendi kendisini
müdafaa edip duruyor. Bize göre tek bu gerçek bile Kur’ân'm Allah kelâmı
olduğunun yeterli delilidir.
Tezimizin Giriş kısmında
müsteşriklerin Kur’ân'm kaynağıyla ilgili birbirine taban tabana zıt ve yekdiğerini
çürüten bazı iddialarını gördük. Çalışmamızın başından sonuna kadar da bu
iddiaları detaylı bir biçimde ele almaktayız. Bu çelişkili iddialar,
birbirlerini hükümden düşürmektedir. Kur’ân'm on dört asır önceki muhaliflerine
verdiği ce-
554 Nahl,
103.
555 Draz,
en-Nebü’l-Azîm, s. 55-56.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 139
vaplar, onların halet-i
ruhiyelerinin tasviri günümüz müsteşrikleri için de aynen geçerlidir. Çünkü
Kur'ân, bütün asırlara hitap eden Ezelî bir İlâhî hutbedir.
b. Pek
Çoğunun Daha Önce İleri Sürdükleri İddialarını Bir Yana Bırakarak Ona İman
Getirmeleri
Başta Ebu Süfyân, Amr b. Âs , Halid
b. Velid, Hz. Ömer, Ebu Cehl'in oğlu İkrime olmak üzere daha sonra iman getiren
bütün Mekke müşrikleri, tek tek bu konumuza birer örnektir. Bunlardan Ebu
Süfyân ve İkrime gibi, Mekke fethine, Amr b. As ve Halid b. Velîd gibi bu
tarihe çok yakın bir zamana kadar bütün gayretleriyle Kur'ân'ı yalanlıyor, Hz.
Muhammed'in peygamber olmadığım iddia ediyorlardı. Bu uğurda defalarca ordular
düzenleyerek Hz. Muhammed ve Sahabilerinin üzerine yürüdüler. Hz. Ömer, Hz.
Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmak için evinden çıktı.
Yukarıda sözkonusu ettiğimiz ve
Kur'ân'm sık sık temas edip cevaplandırdığı iddiaların sahibi bu insanlardı.
Fakat çok geçmeden başta bunlar olmak üzere on binlerce müşrik ve ehl-i kitap
imana geldi. Kur'ân'a dört elle sarıldı, onun uğrunda eski dininden, malından,
canından ve her şeyinden geçti. Mekke'de on üç sene boyunca her türlü hakaret,
tekzib ve tazyike maruz kalan ve vatanım terketmek zorunda bırakılan Hz.
Muhammed ve bir avuç ashabı, on sene sonra sayıları on binlere varmış olarak
muzaffer bir biçimde geri döndüler. Veda Haccmda, hacca gitme fırsatı bulup
Resulullahı dinleyen mü'minlerin sayısı on bindi. Aradan yirmi sene geçmeden
Müslümanlar, dünyanın ikinci süper gücü olan Sasanî imparatorluğunu tarih
sayfasından sildiler. Doğu Roma imparatorluğunu müteaddit defalar bozguna
uğrattılar. Kur'ân nûru doğuda Çin Şeddine, batıda Endülüs'e kadar dayandı. Dönemindeki
bütün büyük dinler, kavmi, kabilesi, hatta öz amcası bile can düşmanı olan bir
tek Zat, nübüvvet nuruyla adetâ dünyayı mayaladı ve kısa bir zaman içinde
kalblerin sevgilisi, gönüllerin sultanı ve akılların muallimi oldu. Kur'ân'm
bir tek meselesi için ordular sevkedildi, muharebeler yapıldı. Onun âyet, cümle
ve hatta kelimelerini tefsir için binlerce cilt eser yazıldı. Onun mübelliği
olan Hz. Muhammed'in bir tek sözünü veya onunla ilgili en ufak bir bilgiyi elde
etmek için ömürler harcandı, ülkeler katedildi.
Kur'ân'm ve onun mübelliği olan Hz.
Muhammed'in bu manevî saltanatı diğer zorba müstebitler gibi kısa sürmedi, bin
dört yüz sene gibi uzun bir süre devam etti. Zaman ihtiyarladıkça Kur'ân
gençleşti. İlmî keşifler, teknik ilerlemeler onun yeni yeni sır ve
meziyetlerini ortaya
140 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
çıkardı. Acaba binlerce
dikkatli gözlerin, önünde yıllar yılı bir sineğin tavus diye görünmesi ve
kendine o süsü vererek o dikkatli gözleri yanıltması mümkün mü? İşte, Kur'ân ve
onun mübelliği olan Hz. Muhammed bin dörtyüz seneyi aşkındır insanlık
semasında, arz-ı endâm ediyor. Dost ve düşman milyarlarca insanın gözleri
kendilerine çevrilmiş. Mü'minlerin imanı zerre kadar sarsılmamış, bilakis daha
da güçlenmiş. Düşmanlarından da insaflı olanlar imana gelmiş, en azından onun
üstünlük ve meziyetini takdir ve tebcil etmiş. Geri kalanlar da, hasetlerinden,
taassuplarından veya tarihten kalma kin ve nefretlerinden dolayı inatla ve bin
dereden su getirerek onun ışığını perdelemek istiyorlar. Bir doktorun binlerce
hastayı iyileştirdiğini gözleriyle gördükten sonra ondan tabip sıfatını
esirgemeye kalkışmak ne kadar vicdanı rahatsız edici inat ise, Hz. Muhammed'in
de diğer dinlere üstün bir din tesisi ettiğini ve milyonlarca insanın bu din
sayesinde küfür ve şirkten kurtularak hidâyet yoluna girdiğini görüp dururken
onu hala sadece akıllı, ileri görüşlü ve işini bilir bir insan sayıp, peygamber
ünvanma layık görmemek ondan daha açık ve adalet ve insafa sığmaz bir inatçılıktır.
Tarih bize göstermiştir ki, aklının
sesine kulak vererek ve kesin delile dayanarak İslâmî terkeden, din değiştiren
hiçbir Müslüman yoktur. Ama, gerçekleri araştırarak, bilimsel incelemeler
sonucu, aklî bürhan- larla Müslüman olan, hem de her dinden binlerce insan var.
Öyle ki, pekçok din adamı, hatta materyalist bile Müslümanlığı kabul etmiş ve
Kur’ân'a hayatını vakfetmiştir. İslâmm en çok garip ve maddeten himayesiz
kaldığı asrımızda bile bunların adını kaydetmeye kalkışsak, sayfalar dolar.
Meselâ, Garaudy daha önce marksist
bir insan olup yıllarca Komünist Partisinin genel sekreterliğini yapmıştı,
Müslüman oldu ve bu konuda kıymetli kitaplar kaleme aldı. Konumuzun başka bir
örneği de eski adı Peter Dawid Benjamin Keldani olan Abdu'l-Ahâd Dâvûd'dur. Bu
zat Uniate Keldani Kilisesine mensup bir rahipti. Hatta bu alanda çıkılabilecek
en üst makamlara kadar yükseldi. İstanbul'da 1904 yılında İslâmiyeti kabul
etti.556 Bu konuda başka bir örnek de, ünlü Fransız tabib Prof. Dr.
Maurice Bucaille'dir. Bu zat, Batıda İslâmî tanıma önünde dikilmiş aşılmaz
nitelikteki engelleri557 aşarak Müs-
556 Bu
zatın hayatı ile ilgili geniş bilgi için bk. kendi telifi olan ve Nusret Çam
tarafından Türkçeye çevrilen “Tevrat ve incil’e Göre Hz. Muhammed” s. 1-5.
557 Tarihten
gelen, Hıristiyanlığın aleyhteki propagandalarından, sömürgecilik gibi siyasi
ve İktisadî sebeplerden, genel olarak Müslümanların İslama ters
yaşayışlarından, Müslümanların çağdaş dünyadaki etkinliklerinin! azlığından,
Batıkların teknik üstünlüklerinden ve İlmî gururlarından,
müsteşriklerin-islam’ı tanıtıyor görünürken- anlayamayıp tahrif etmelerinden
gelen...vb. engeller.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 141
lüman olmuş, bununla da
kalmayarak meslekî formasyonunu, özel bir ilgi duyduğu din alanına tatbik
ederek semâvî kitapları dikkatle inceleyip, Kur'ân'ı ve diğer iki kutsal kitabı
bu ilimler ışığında değerlendirmeye tabi tutmuş ve gerçekten enteresan
tesbitlerde bulunmuştur.558
Daha önce Hıristiyan, Yahudi ve
Budist olan birkaç ilim adamını örnek olarak sadece isimlerini burada
kaydedelim: İbrahim Halil Ahmed,559 D. (Dibora) Potter,560
'W. B. Beckard,561 Amir Ali David,562 Et. Dinet563,
C. Stephens,564 Dr. Ahmed Nesîm Sousa,565 Basheer A.
Shad,566
558 Bu
eser dilimize, Prof Dr. Suat Yıldırım tarafından Kitab-ı Mukaddes Kur’ân ve
Bilim adıyla Türkçeye çevrilmiştir.
559 1919
İskenderiye doğumlu bir papaz ve misyonerdi. Mısır Papalık Fakültesinden, din
adamlığı diplomasını aldı. Daha sonra Amerikan Brenston Üniversitesinden de
aynı alanda mezun oldu. Esyot'taki Papalık Fakültesinde 1955 yılında hoca
olarak çalıştı. 1954 yılında Alman-isviçre irsaliyesinde genel sekreter olarak
çalıştı. Gerçek görevi ise, misyonerlik ve İslâm aleyhtarı faaliyetlerdi. Ne
var ki, İslâmî araştırmalarda derinleşmesi, bu dini kabul etmeye şevketti ve
1959'da Müslümanlığını ilan etti. Pekçok eseri vardır. En önemli üç tanesi
şunlardır: "Muhammed Fi't-Tevrât ve’l-lncîl ve ve’l-Kur’ân", “el-
Musteşrikûn ve'l-Mubeşşirûn Fi’l-Alemi’l-Arebî el-islâmî” ve "Tarihçi
Beni İsrail".(bk. imaduddîn Halîl, Kalû Ani’l-Kur'ân, B. S.
Nursî’nin, İşâratü’l-İ'câz tefsirinin, zeylindeki neşri, s. 249)
588 1954 yılında Amerika'da doğdu. Basın
yayın Fakültesinden mezun oldu. 1980 yılında Müslüman oldu. Bu kararını yaptığı
derin araştırmalar sonucu, islâmdan başka hiçbir dinin gerek erkek ve gerekse
kadın olarak insanlığın ihtiyaçlarına tam olarak cevap veremediğini anladıktan
sonra verdi, (imâdüddîn Halil, a.g.e, s. 255.)
561 İngiliz
olup, ünlü bir yazardır. İngilizce olarak meşhur eserlerinden ikisi şudur:
“Muğameratü’l-Kasım" ve “Alemün Cedîd". Bu zat Birinci Dünya Savaşına
katılmış ve esir düşmüştür. Bir süre Uganda’da çalışmıştır. 1922 yılında
Müslüman olmuştur. (İmâdü'd-Dîn Halîl, a.g.e., s. 257.)
562 Brehmân
olan Hind kökenli bir ailede doğdu. Sömürgecilikle faaliyete başlayan bazı
misyonerlerin etkisiyle Hıristiyan oldu. Dini kitapları mütalaaya çok
meraklıydı. Kur’ân-ı kerim'i okuyup inceleme fırsatı bulunca hemen Müslüman
oldu. (İmhadü'd-Dîn Halîl, a.g.e. s. 259.)
563 1929-1961
yılları arasında yaşamıştır. Fransa'da öğrenimini tamamladı. Daha sonra
Cezayir’e gitti. Orada Müslüman oldu. Nasiruddin ismini aldı (1927). Ertesi
sene Mekke’ye giderek hac görevini yerine getirdi. (.İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e.
s. 263); Bazı eserleri şunlardır: “Muhammed Fi's-Siyeri’n-Nebeviyye”,
“Hayâtü’l-Arab”, “Hayatu's-Sahrâ”, “Eşi'atün Hassatün Bi Nûri’l-islâm”,
“eş-Şark Fi Nazari’l-Garb’’, “el-Hac ilâ Beyti’l-Lâhi’l-Haram”
564 Ünlü
İngiliz şarkıcısıydı. Altmışlı yılların sonlarıyla yetmişli yılların başında
müzik kasetleri milyonlar satıyordu. 1976 yılında, kardeşi vasıtasıyla Kur’ân’ı
tanıma ve inceleme fırsatı bulduktan sonra Müslümanoldu. Şimdi vaktinin
tamamını İslâmî hizmetlerle geçirmektedir. İngiltere'de bu alanda büyük bir
hizmet ve faaliyeti bulunmaktadır. (İmâdü'd-Dîn Halîl, a.g.e. s. 268)
585 Iraklı araştırmacı ve mühendistir.
el-Mecme'u’l-llmî el-lrakî’nin üyesidir. Yahudi asıllıdır. Daha sonra
Kur'ân’dan etkilenerek Müslümanoldu. Değişik alanlarda birçok eser vermiştir.
Birçok eserinde, Beynelmilel Siyonizmin iddialarını çürütmeye
çalışmıştır. Ünlü iki eseri şudur: “Mafsalu’l-Arab ve’l-Yehûd Fi’t-Tarîh",
“Fî Tarikî İle'l-İslâm”. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e, s. 270.)
588 1928 yılında Hindistan’da Hıristiyan
bir aileden dünyaya geldi. Babası misyonerdi. Bu nedenle oğlunu da kendisi gibi
yetiştirmek istedi. 1947 yılında öğrenimini tamamlayarak Lahor’da misyoner
olarak göreve başladı. Fakat çok geçmeden, diğer birçokları gibi Hıristiyanlık
hakkındaki kanaati tamamen değişti. Yirmi sene süren araştırma ve incelemeden
sonra Müslümanoldu (1968). (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 273.) •
142 B KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
L. Weiss (Muhammed Esed),567
Lady E. Cobold,568 Kwelem,569 F. Montague (el-Masûr
Billâh eş-Şafi'î)570, Ayesha Bridget Honey.571
c. Ona
İman Getirmediği Halde İçten ve Samimi Olduğuna İnanan Çok Sayıda İnsanın
Bulunması
"Gerçek faziletin
odur ki, düşmanların bile onu inkâr edemesin, kabul etmek zorunda kalsın"
diye bir söz var. Bu sözün ışığında, Hz. Muhammed'in düşmanlarına, muhalif ve
münkirlerine baktığımızda onun doğruluk ve samimiyette ne kadar eşsiz olduğunu
görüyoruz. Önce Mekke müşriklerinin bu konudaki itiraflarına göz atalım:
Mekke müşrikleri, Hz.
Muhammed'in, doğru bir insan olduğunu biliyorlardı. Çünkü onun ağzından hiç
yalan söz duymamışlardı. Fakat buna rağmen ona inanmamalarının bazı nedenleri
vardı. Bunların başında, cehalet, atalarını körü körüne taklit etme, taassup,
boş yere şan ve şereflerini koruma, menfaat ve makamlarını sürdürme kaygısı geliyordu.
Bu nedenlerle Hz. Muhammed'e muhalefet ediyorlardı. Kendi içlerindeki zaaf ve
suçluluk duygularını saklamak için Hz. Muhammed'i mutlaka durdurmaları
gerektiğine inanıyorlardı. Nitekim Resulullahm en büyük düşmanlarından biri
olan Ebu Cehil bile, bir defa değil, birkaç defa Hz. Muhammed'in haklılığına
inandığını itiraf etmişti. O, Hz. Muhammed'e muhalefet etmek için de çok sudan
bahaneler ve boş sebepler ileri sürüyordu.
İbn Ebi Hatim (V. 320),
Ebu Yezîd Menedî'ye dayanarak kaydetmiştir ki: Bir defasında Ebu Cehil, Hz.
Muhammed ile karşı karşıya geldi ve kendisiyle el sıkıştı. Bir kişi laf attı:
"Bu da ne, gözlerim neler görüyor? Sen dininden dönen bu adamla el mi
sıkışıyorsun?" Ebû Cehil onu biraz
887 Nemçe’li mütefekkir ve gazetecidir.
Müslüman oluş hikayesini “Et-Tarîk ilâ Mekke” alı eserinde anlatmıştır. Kendisi
gibi Müslümanolmuş bir arkadaşıyla beraber “es-Sekâfeti’l-islâmiyye” adlı bir
dergi çıkararak(1927), pek çok İlmî araştırmalar neşretmiştir. Bu
araştırmaların büyük bir kısmı, müsteşriklerin İslâm hakkmdaki yanlış
düşüncelerini çürütmeyle ilgilidir. Bazı eserleri şunlardır: “Ta’likli ve
Fihristi! Buharî Tercemesi", “Usûtu’l-Fıkhi’l-İslâmî", “et-Tarîk ilâ
Mekke”, “Minhâcü’l-islâm Fi’l-Hukm” ve “el-islâm Alâ Mufterekı’t-Tarîk”. (İmâdü’d-Dîn
Halîl, a.g.e. s. 276.)
568 Ingiliz
asilzade bir hanımdır. Müslüman olmuş, hacca gitmiş ve hac hatıralarını “el-Hac
ilâ Mekke” adlı eserinde kaleme almıştır (1934).
569 İngiliz
mütefekkiridir. 1856’da doğdu, 1887’de Müslümanolup eş-Şeyh Abdullah Kwelem
adını aldı. En önemli iki eseri, “el-Akîdetüî-islâmiyye” (1889) ve
“Ahsenü’l-Ecvibe”. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 282).
570 Fransız
bir araştırmacı ve seyyahtır. Arab ve İslâm memleketlerinin problemleriyle
yakından alakadar olur. İslâm Dünyasının doğusunda ve batısında yıllarca
yaşamış, İslâm ve İslâm Medeniyetiyle ilgili onlarca eser neşretmiş ve son
olarak 1977 yılında Müslümanolmuştur. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 287).
571 Hıristiyan
bir İngiliz ailesinde doğup büyümüştür. Felsefeye merak büyük ilgi duymaya
başlamış, daha sonra Kanada’ya gidip öğrenimini tamamlamıştır. Bu sırada
İslâm'la tanışmış ve Müslümanolmuştur. Nijerya’da bir üniversitede hoca olarak
çalışmıştır. (İmâdü’d-Dîn Halîl, a.g.e. s. 287.)
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 143
uzağa götürüp kulağına
fısıldadı: "Vallahi onun peygamber olduğunu biliyorum. Ama bizim Abd-i
Menaf'a tabi olduğumuzu hiç gördün mü?572"
Süfyân-i Sevrî (V. 161), Tirmizî (V.
279) ve Hakim (V. 405), Hz. Ali'den şunu nakletmiştir: "Ebu Cehil, bir
defasında Resulullaha şöyle dedi: "Biz seni değil, senin getirdiğin şeyi
yalanlıyoruz."573
Yine Kureyş'ten Haris b. Amir:
"Ey Muhammed, vallahi sen bize hiç yalan söylemedin, fakat biz sana
uyarsak, yerimizden olacağız, bundan dolayı iman etmiyoruz" demiştir.574
Beyhakî (V. 458) ve İbn Hişam (V.
213), İbn İshak'a (V. 151) dayanarak ve İbn İshak da Zührî'ye (V. 124)
dayanarak şu olayı nak- letmişlerdir: Bir gece Ebu Cehil, Ebu Süfyân ve Ahnes
bin Şerîk ayrı ayrı evlerinden çıkıp Resulullahın namazda okuduğu Kur'ân'ı
dinlemeye çalıştılar. Her üçü de birbirlerinden habersizdi. Sabahleyin üçü de
birbirini gördü ve utandılar ve bundan sonra bu gibi bir harekette bulunmayacaklarına
karar verdiler. Zira, onlara göre halk kendilerinin böyle gizli gizli Hz. Muhammed'in
okuduğu Kur'ân'ı dinlemeye gittiklerini duyunca onlara karşı duydukları güveni
kaybedecekti. Ama ikinci gün yine aynı olay meydana geldi ve sabah yine
birbirlerini görüp ilerisi için sözleştiler. Tesadüf bu ya, üçüncü gece de aynı
olay tekrarlandı. Bu sefer Ahnes bin Şerîk dayanamadı ve Ebu Süfyan'a gidip
sordu: "Ey Ebu Han- zala, bana doğru söyle, Muhammed'in okuduğu şeyler
hakkında ne düşünüyorsun?" Ebu Süfyân dedi ki: "Ebu Sa'lebe, vallahi
ben duyduklarımı anladım ve bunların ne demek olduğunu da biliyorum. Fakat
bazı şeyler var ki, onların manasını ve gayesini bilmem." Ahnes, "Ben
de aynı fikirdeyim" dedi. Sonra Ahnes, Ebu Cehil'e gitti ve,
"Ebu'l-Ha- kem, Muhammed'den duydukların hakkında ne diyorsun?" diye
sordu. Ebu Cehil dedi ki: "Duymak ne demek? Bizim ile Abd-i Menâf arasında
büyüklük kavgası var. Onlar da (hacılara) yemek yedirdiler, biz de. Onlar da
bazı mesuliyetler taşıdılar, biz de. Onlar da mal ve mülk verdiler, biz de.
Nihâyet biz şimdi aynı hizaya gelince diyorlar ki, kendilerinde bir peygamber
vardır. Bu peygambere Allah'tan vahiy geliyormuş. Şimdi bana söyler misin, biz
böyle bir peygamberi nereden bulalım? Allah'a yemin ederim, biz onu kabul
etmeyeceğiz ve onu tasdik etmeyeceğiz." Hemen hemen aynı şeyleri Ebu
Cehil, Ahnes bin Şerîk'e Bedir savaşı sırasında da tenha bir yerde söylemişti.
İbn Cerîr Taberî kendi tefsirinde Süddî'ye dayanarak şu olayı anlatmıştır:
"Ahnes, Ebu Cehil'e: 'Şu anda burada sen ve benden başka kimse yoktur.
Bana
572 ibn
Kesîr, Tefsîr, II!, 246.
573 Bk.
Taberî, Tefsîr, VII, 116 ( En’âm, 33. ayet).
574 Bk.
Eimahlı M. Hamdi Yazır, Hak Dini, (el-En’âm (6), 33 ayet) III, 1912-1913.
144 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
doğruyu söyle, Muhammed
sadık (gerçek bir peygamber) midir, yoksa bir kâzib (yalancı, sahte bir
peygamber midir?)' Ebu Cehil dedi ki: 'Vallahi Muhammed, doğru sözlü bir
insandır. O hiçbir zaman yalan söylememiştir. Fakat Benî Kusayy, Kabe'nin
bayraktarlığı ile hacılara yemek yedirme ve su içirme vazifelerinin yanısıra
peygamberliği de alıp götürürlerse diğer Kureyşliler ne yapsın?"575
el-İsabe'de, Hafız İbn
Hacer (V. 852), İmam Zührî'ye dayanarak Hz. Saîd bin el-Müseyyeb'in (V. 91)
hadisini nakletmiştir. Bu hadise göre Ebu Süfyan, Ahnes'e fikrini sorunca
kendisi, Hz. Muhammed'in hak yolunda olduğuna inandığını söyledi.576
Bunlar, Hz. Muhammed'in
hayatını çok iyi bilen Mekke müşriklerinin en ileri gelenlerinin itiraflarından
bir kaç örnektir. Şimdi Batılı müsteşriklerin konumuza ışık tutması için Hz.
Muhammed ve onun tebliğ ettiği Kur’ân hakkında söylediklerinden bazı örnekler
kaydedelim:
"Kur’ân, tabiatın
ezelî inâyet ile insana bahşettiği kütüb-i semâviye- nin en güzelidir.
Kur’ân'ın her kelimesi, her şeyi yaratan ve her şeyi haiz olduğu kabiliyete
göre sevk ve irşad eden Zat-ı Kibriya'nın azametinde mündemiçtir. Edebî
dehaların, yüksek şairlerin Kur'ân huzurunda eğildikleri bir gerçektir.
Kur’ân'ın hergün daha fazla anlaşılan, fakat bitmeyen esrarı, şiir ve nesirde
üstad olan Müslümanları, üslûbunun ne- zâhet ve ulviyeti huzurunda diz çökmeye
mecbur etmektedir."577
"Hz. Muhammed'in
doğruluğu, faaliyeti, hakikati taharride samimiyeti, sarsılmaz azmi, hiçbir
vakit sarsılmayan imanı, kendisini dinlemek istemeyenlere ezelî hakikati
dinletmek yolundaki sebatı, bana kalırsa bunlar, onun o cesûr ve azimkâr
Peygamberin Hatem-i Risâlet olduğuna en kat'î ve en emin delillerdir."578
"Kur'ân bütün
kâinatı yaratan, gizli ve aşikâr her şeyi bilen Kadir-i Mutlak sıfatıyla Zat-ı
Kibriyâyı takdis ve tebcîl ettiğinden her övgüye layıktır. Kur'ân'ın, Vahid,
Ehad olan Allah'a imanı, (yani iman delilleri) sarsılmazdır."579
"Hz. Muhammed'in,
şuur ve idrak timsali olduğu, dimağının iman ışığıyla ve kâmil yakînle pürnûr
olduğu muhakkaktır. Resul-i İslâm
575 Bk.
ibn ishak, Sîre, s. 169-170.
576 el-İsabe,
I,. 39; Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, (Mekke Devri) s. 270-271.
577 Marrice,
Le Parle Frençaise Roman adlı gazetede kendisi gibi Kur’ân’ın mütercimi olan
Salmen Ronah’ın tenkitlerine verdiği cevaptan. Ömer Rıza Doğrul, Kur’ân Nedir?
s. 95-98.
578 İngilizce-Arapça,
Arapça-ingilizce lügatların yazarı Dr. Steingas’dan nakleden Ömer Rıza Doğrul,
a.g.e. s. 998-99.
579 Kur’ân
ayetlerini, nüzûl sırasına göre tercüme ve tertib eden İngiltere’nin mütaassıp
papazlarından G. M. Rodvvel’den Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 100-101.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 145
çağdaşlarını aynı
heyecanla alevlemiş, bu sıfatlarla donatmıştır. Bu vahy-i İlâhî bir nevi
ilhamdır."580
"Gerçekten Müslümanların yüksek
ahlakı her takdîre layıktır. Bu ahlakın nâzımı, Kitâbullah'm emirleridir.
Allah'a teslimiyeti ta'lim eden Müslümanlığın sâlikleri, doğru, dürüst,
insaflı, sözüne bağlı, vaadine vefalı olmak gibi sıfatlarla muttasıftırlar.
Başka türlü söyleyecek olursak akıl ve mantık bizi çerheder. Kur'ân'm Hz.
Muhammed tarafından meydana getirildiği genellikle iddia edilir. Bu bakış
açısına göre Hz. Muhammed, Kur’ân'ı, Tevrat ve Incil'den çalmıştır. Benim kanaatim
bunun tersinedir. İlhâm aleminde vahiy dediğimiz şey varsa ve (vahiy) kâmil bir
varlığı haizse, Kur'ân'm bir indirilmiş kitap olduğunda şüphe yoktur.
Hıristiyanlar, Hz. Muhammed'in hak bir peygamber olmadığını ve Kur'ân'm onun
eseri olduğunu söylüyorlar. Hakikat bu merkezde olsa Muhammed, nasıl olur da
kendisini muaheze eden âyetler söyler ve bunları niçin eserinde ibka
ederdi?"581
"Kur'ân'm başlıca
hususiyetlerinden biri, onun orijinalliğidir. Benim fikrim ve kanaatime göre
Kur'ân serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Kur'ân'm diğer hususiyetleri
bu iki sıfata dayanmaktadır. Hz. Muhammed'in cihana tebliğ ettiği davet, hak ve
hakkikattir. Bu davetin menşei Sonsuz Varlıktır. Sanki Hz. Muhammed'in tebliğ
ettiği söz, bir barut mahzenine atılan kıvılcımdı. Bu kıvılcım, Gırnata'dan
Delhi'ye kadar uzanan mesafeleri aydınlatmıştı."582
"Halık'ın hukuku ile mahlukatın
hukuku ancak ve ancak Müslümanlık tarafından mükemmel bir surette tarif
olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da, Musevîler de
itiraf ediyorlar. İ'câzı, Hz. Muhammed tarafından beyan olunan Kur'ân gerçekten
de bir mucizedir. Çünkü Hz. Muhammed medenî bir insan olmakla beraber üm-
mîydi. Dünyada Kur'ân'a benzer başka bir kitap yoktur ve bu kitap gerçekten de
akıllara hayret vericidir."583
"İnsanlığın hidâyeti için Hz.
Muhammed'e vahyolunan Kur'ân, hikmetle dolu parlak bir eserdir. Hz.
Muhammed'in hakiki bir peygamber
580 Edward
Montet, Hıristiyanlığın intişarı ve Hasmı Olan Müslümanlar” adlı eserinden
nakleden, Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 101.
581 Mauell
King, Prespiteryenler’in Theo Theoavnard kilisesinde 1915 senesinde 17 Ooak’ta
Müslümanlık hakkında verdiği bir koferanstan alınmıştır. Ömer Rıza Doğrul,
a.g.e. s. 102-103.
582 Joseph
Dacr Cariyle (bu zat meşhur İngiliz düşünür Thomas Carlyle’den başkadır. Bu zat
bir oryantalisttir. Arapça’yı bir Bağdatlıdan öğrenmiş, 1795’te Cambridge’de
Arapça müderrisliğine tayin edilmiş, 1795’te İstanbul’a gelmiş, Anadolu,
Filistin, Yunanistan İtalya’da seyahatlerde bulunmuş ve 1811’de ölmüştür.) Ömer
Rıza Doğrul, a.g.e. s. 104-105.
583 Mr.
Marmaduc Bicthall, Londra’da “Müslümanlık ve Çağdaşlık” isimli bir
konuşmasından, Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 107-108.
146 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ve mukadderat-ı aleme
hâkim Zat-ı Kibriya'nın gönderdiği hak bir peygamber olduğuna şek ve şüphe
yoktur."584
"Kur'ân'm âyetleri,
zamanın ihtiyaçlarına ve devrin hadisatma göre Hz. Muhammed'e
vahyedilmişti."585
"Gerçi Hz. Muhammed
ümmi idi, fakat cihana her şey olan bir kitab-ı mukaddesi tebliğ etti. Kitab,
doğruluğu, nezaheti, belagati ve hikmeti dolayısıyla bütün Müslümanların tazîm
ve hürmetini kazanmaktadır. Hz. Muhammed, bu kitabın daimî ve sonsuza kadar
yaşayacak bir mucize olduğunu söylüyor ki, gerçek olan da budur.586
"Kur'ân, en yüksek,
en faydalı ve en samimi fikirleri ihtiva etmektedir."587
Müsteşriklerin eserleri,
satır aralarında bu tür itiraflarla doludur. Bu beyanatlar, bazı Müslüman ilim
adamları tarafından toplanmış ve ki- taplaştırılmışlardır.588 Onlara
havale ederek bu kadarla yetiniyoruz. Gerek Mekke müşriklerinin ve gerekse
Batılı müsteşriklerin bu itirafları, Hz. Muhammed'in ne kadar doğru ve samimi
olduğunu başka izaha ihtiyaç bırakmayacak kadar açık bir biçimde ortaya
koymaktadır.
C. Hz. Muhammed'in Mekke Döneminde
Samimi Olduğu, Medine Döneminde İse Bu Samimiyetini Yitirdiği İddiası
Birbirine zıt yukarıdaki
iki görüşün yanısıra üçüncü bir görüş daha vardır ki, Mekke'deki davet
dönemiyle, Medine'deki davet dönemini birbirinden ayırıyor. Bu ayırıma göre,
ilk dönemde Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) samimi ve doğrudur.
Doğruluk ve samimiyeti davasını şiddetli bir şekilde savunmasından,
meşakkatlere katlanmasından, kendisine tabi olan zenginleri fakirlere karşı
mütevazi davranmaya, onlarla oturup kalkmaya ikna etmesinden...vs. açıkça
belli oluyor, ikinci dönemde ise, başarısı artık gözlerini öylesine karartmıştır
ki, kişisel arzularını tatmin etmek için peşpeşe vahiyler uydurmaya başlar!
İşte Kur’ân'm— bu görüşte olanlara göre—çelişkilerle ve yanlış iddialarla dolu
olmasının nedeni budur.589
584 Fransız
Filozofu Alexis Loison, Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 108-109.
585 Fransız
müsteşrik Sedillot (Ö. 1832), Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 109-110.
588 Boswert Shimith, “Hz.
Muhammed’in Hayatı” adlı eserinden, Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 122.
587 Washington
Irwing Hz. Muhammed’in Hayatı ve Hz. Muhammed’in Halifeleri isimli iki eserin
sahibi, Amerika’lı bir müsteşriktir. Ömer Rıza Doğrul, a.g.e. s. 134.
588 Bk.
Ömer Rıza Doğrul, “Kur’ân Nedir?” Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, (ikinci
Baskı) Ankara, 1967; Prof. Dr. İmâdü’d-Dîn Halil, Kalû Ani’l-İslâm; İsmail Hami
Danişmend, Garb İlminin Kur’ân-ı Kerim Hayranlığı, İstanbul, 1978; Eşref Edib,
Kur'ân Garb Mütefekkirlerine Göre, İstanbul 1957; Osman Keskioğlu, Kur’ân
Tarihi; Jaun Davenport, Hz. Muhammed ve Kur’ân-ı Kerim (Tere: Ömer
Rıza Doğrul) İstanbul 1926.
589 Edmond
Power, Joseph Hubby Christus, Manuel d’Histoire des Religions, s. 795-797, 800.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 147
Burada sözü edilen "yanlış
iddialar"dan maksat, Hz. Peygamberin dörtten fazla hanımı nikahı altında
tutma hakkının bulunması, Kâbe'yi bina edenin Hz. İbrahim olduğu... vesâiredir.
Bu görüşü destekleyenlerden biri de ünlü Amerikalı yazar Washington
Irving'tir. Yazar, Hz. Peygamber'e sahtecilik ithamında bulunanlara cevap
veriyor ve hayatının birinci devresinin bu ithamı çürüttüğünü söylüyor. Çünkü,
o dönemde istediği ne olabilirdi ‘ki? Mal mı? Oysa Hz. Hatice'nin malı eli
altındaydı. Malı arttırmak bakımından çok hırslı da değildi. Öyleyse elde etmek
istediği şan-şeref miydi? Oysa, kavmi arasında asîl biriydi. Zekâsı,
güvenilirliği ve Kabe'nin anahtarlarını elinde tutan ailesinin mevkisi
itibariyle saygı görüyordu. Öyleyse, bütün bunları kaybetmek pahasına neden
sürtüşmeye girsindi? Halbuki, yeniden o serveti toplamak zordu. Allah yoluna
çağrı uğrunda gerek kendisi ve gerekse sahabi- leri mallarını kaybettiler.
Yazar sözlerini sürdürerek sonunda şöyle soruyor: "Samimi olmasaydı neden
her çeşit tazyike katlansmdı?590
Irving'e göre Medine'de bütün bu
şartlar değişti. Çünkü daha önce bütün düşüncesi kendisini savunacak birilerini
bulmak iken, birdenbire arkadaşlarının kendisini kutsallaştırdıklarını,
etrafını savaşmaya bile istekli bir topluluğun sardığını gördü. O anda dünyalık
arzuları uyandı. Kurân da her şeyi kendisine caiz göstermeye başladı. Birçok
çelişkilere düştü. Kısacası doğruluğu ve samimiyeti kayboldu.591
Maxime Rodinson da Hz. Peygamberin
Mekke ve Medine'de samimiyet açısından farklılık gösterip göstermediği
konusunda şu değerlendirmeleri yapıyor. Önce, Hz. Muhammed'in ilk zamanlar
samimi olduğuna bir takım deliller getiriyor:
"Muhammed'in ilk mesajlarını
incelediğimiz, ve hele bu ilk mesajları inceleyen ya da eşleyen şüphe ve
umutsuzluk buhranlarıyla ilgili rivayetleri okuduğunuz vakit; sözkonusu
vahiylerde, soğukkanlılıkla hesaplanmış ve tutku ya da insan sevgisinin
etkisiyle amansızca uygulanmış bir planın belirimlerini gören anlayışa karşı en
azından şüpheci kalmamız gerekiyor. (Çoğu Hıristiyan yazarlar, Muhammed'in din
590 Washington
Irving, Mohamet and his Successors, s. 195-196; Şu önemli noktaya dikkat çekmek
isteriz: Irving ve benzerleri -bu olumlu gibi görünen yaklaşımlarına rağmen-
Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanmıyorlar. Açıkça görüldüğü gibi, Hz.
Muhammed'in doğruluğunu savundukları halde, onun peygamber olduğuna olan
inancını, şiddetli hamasetine, arzu ettiği birliğe ve bedeni hastalığı ile
gördüğünü zannettiği imajlara bağlıyorlar. Bütün bunlar -Irving'e göre-
kendisini, özellikle de eşi Hz. Hatice onu destekleyip Varaka bin Nevfel de
teşvik ettikten sonra, gerçek peygamber olarak görmesine sebep olmuştur.
591 A.g.e,
s. 197; Şaşılacak durum şu ki: Irving çok değil, sadece iki sayfa sonra dönüş
yapıp Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşı konulmaz başarı ve
zaferinin kendisinde bir gurur ve şımarıklık meydana getirmediğini, çünkü
kişisel heves ve çıkarlar peşinde olmadığını, aksine bir dini yaymak hedefinde
olduğunu söylüyor. Bu büyük bir çelişkidirl
148 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
alanındaki
sahtekârlığını! tutkusuna ya da insan sevgisine bağlamak yolunu tutmuşlardı.)
Hemen ekleyelim ki, Peygamberin krizlerini anlatan metinlerin gerçeği dile
getirdiğine inanmaktayız..."592
Rodinson, daha sonra dönüp İlâhî
vahyin gerçekliği konusunda kuşku duyduğunu söyleyerek şunları ilâve ediyor:
"Muhakkak ki daha sonraları, endişe verici çizgiler belirmektedir:
Muhammed artık, günü gününe kararlar almak zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Ve
bunlar gereklerinin Tanrı tartından fısıldanmasını bekleyemeyecek kadar âcil,
siyasal, pratik veya idari kararlardır. Binlerce soru karşısmdadır artık
peygamber: İnananlar her şeyi ona danışmakta, her konuda ondan öğüt beklemekte
ve yol göstermesini istemektedir. Bütün bu sorulara vereceği cevapların Tanrı
tarafından ilham edilmiş bir karakter taşıması, hiç şüphe yok ki,
inandırıcılıklarını bir kat daha arttıracaktır. Acaba peygamber zaman zaman da
olsa, hakikati bir nebzecik zorlamak gereğini duymuş mudur? Çünkü bazı
vahylerin, Muhammed tarafından son derece İnsanî bir itilişle arzu ve hesap
edilebilecek çözüm şekillerine tıpatıp uygun düştüğünü görmekteyiz. Yoksa
burada işe gene Peygamberin bilinçaltı mı el atmıştır? Bunu hiçbir zaman
bilemeyeceğiz."593
Rodinson daha sonra şunları söylüyor:
"...Muhammed, duyduğu ve edindiği seslerin Allah'tan geldiğine samimi
olarak inanıyordu. Nasıl gelirse gelsin bu vahyi karşılamaya alışkanlık
kazanmıştı. Hz. Muhammed'in doğruluk ve samimiyeti konusunda—özellikle
Mekke'de bulunduğu dönemde—kuşku duymak mümkün değildir..."594
Rodinson, İslâm davetinin bu dönemine
ilişkin önemli bir problemi ortaya atıyor. Yazar bu problemi, Kur'ân'm
Medine'deki özelliğinden söz ederken ortaya atar. Problem şudur: "Acaba
Peygamber, Allah'tan vahiy aldığına inanma konusunda hâlâ doğru va samimi
miydi?" Yukarıdaki ifâdelerinden de görüldüğü gibi Rodinson, Mekke
döneminde bu inanç ve samimiyetin kesinliğini vurgular. Ancak Medine dönemi
konusunda biraz kuşkulu davranır ve müsteşrik F. Buhl'un görüşlerini aynen
aktarır. Buhl, Muhammedi vahyin Medine döneminde Mekke döneminki gibi kesin ve
güven duyulan bir derecede olmadığı görüşündedir. Ona göre bu dönemde vahiy,
tereddütlü, çekingen ve ağırdan alan bir görüntü sergilemiştir. Bu da
Muhammed'in kendisine yöneltilen problemler üzerinde iyice düşünmesi,
karşılaştığı meseleleri etraflıca tetkik etmesi ve yerine göre en uygun çözümü
getirmeyi tercih etmesinden ileri gelmiştir. Bazan bu çözüm, yakınlarından,
danışmanlarından ve çevresindeki in-
592 M.
Rodinson, a.g.e., s. 104.
593 A.g.e,
s. 104.
594 Rodinson,
a.g.e, s. 252.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ.İDDİALARA CEVAPLAR ■ 149
sanlardan da
gelebiliyordu. Buna göre, vahyin bu dönemde tıpkı önceki dönemdeki gibi
olduğuna inanmak güçtür.595
Rodinson şöyle soruyor: "Acaba,
Muhammed karşılaştığı durum ve şartlara göre vahyi araç olarak kullanacak
derecede bir istismarcıya mı dönüştü? Birçok zor durumlarda tereddütlü,
sahabilerine danışan, semâdan vahiy gelip sahabilerinin ortaya attığı
görüşlere uygun olarak kesin çözüm getirmeden önce düşünen bir halde görmüyor
muyuz? Hattaboğlu Ömer, üç yerde vahyin kendi bakış açısını teyid ettiğini
belirtmiyor mu? Yine Hz. Ömer, Peygamberin vefatından sonra Müslümanlara
teklif ettiği bir meseleyle ilgili olarak, "Şâyet vahiy gelseydi, kendisini
teyid edeceğini" söylememiş midir?" Rodinson, bu soruların cevabının
"Evet" olduğunu söylüyor, fakat Hz. Peygamberin bildirdiği ve
insanları davet ettiği konularda doğruluk ve samimiyetini kesin olarak
vurguluyor. O sözlerine şöyle devam ediyor: "Muhammed'in bu dönemde
aldatıcı olması gerekmez. Çünkü o, ortaya çıkan meselelerle ilgili olarak
kendisine gelen fikir ve çözümlerin sadece ve sadece Allah'tan geldiğine hâlâ
inanmaktadır. Eğer vahiy, sahâbileriyle istişare etmeyi uygun ve münasip
gördüğü konulara paralel olarak geliyorsa bu Allah'ın ona bir yardım ve
tevfikidir. O gibi meselelerde İlâhî çözümlerin, akıllı ve dirâyetli bir
kulunun düşüncesine uygun olarak gelmesinde ga- ripsenecek hiçbir şey yoktur.596
Leone Caetani de İslâm Tarihi
adıyla Türkçemize tercüme edilen eserinde Hz. Peygamberin Medine'ye gitmesiyle
değiştiğini, daha önce bir menfaat fikriyle hareket etmediği halde
Medine'de—haşa—Hz. Peygamberin aile kavgalarına son vermek veya cinsel
arzularını tatmin etmek için Allah'ı- konuşturduğunu iddia ediyor:
"Olayların hadislerdeki rivâyet tarzına bakılırsa, kendi kendisinin
Medine'de Mekke'dekinden pek farklı, yani o kadar yüksek ve menfaat fikrinden
ârî olmayan bir sûrette hareket ettiğine hükmolunur. Biz yirminci asrın medenî
Hıristiyanları, ulûhiyet hakkında o kadar yüksek bir fikre malikiz’ ki,
Muhammed'in bir takım aile kavgalarına nihâyet vermek, hatta bir defasında
altmış yaşında iken gayr-ı meşru' aşıkâne bir keyfiyeti tatmin etmek için
Allah'a müracaat etmesini okuduğumuz zaman şaşırıp kalırız. Fakat Araplar gibi
âdeta barbar kavimlerde ulûhiyet mefhumunun ne kadar aşağı ve ne gibi adi
işler gördüğünü düşünecek olursak Muhammed'in hatt-ı hareketi hakkında makul
bir izah bulmak bizim için daha kolaydır."597
595 A.g.e,
s. 253.
596 A.g.e,
s. 254.
597 Özetleyerek
nakleden, i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 385.
150 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Oysa insanlarla olan ilişkilerindeki
güvenilirlik ve doğruluk hayatı boyunca ne Mekke'de, ne de Medine'de bir an
olsun kendisinden ayrılmayan bir niteliktir. Bu durum, müsteşriklerin,
"Hicretten sonra olaylar seli kendisini davetin başlangıcında sımsıkı
sarıldığı ideal şahsiyetten uzaklaştırmıştı!" şeklindeki iddialarını
çürütmektedir.
Adı geçen müsteşrik bunları söylese
de, Hz. Peygamber, bir şanlı peygambere yakışır hareket tarzından hiçbir vakit
ayrılmamıştır. Alicenaplığının en büyük ve aşikar örneklerini asıl Medine'de
gösterdi. Mekke'de gösterdiği faziletler hemşehrilerini hidâyet yoluna ve
insaniyete davet etmesine karşılık onlar tarafından gördüğü tahammülün fevkinde
eza, cefa ve istihzalara katlanarak kutsal vazifesini ifa etmek uğrunda
uykusunu ve rahatını feda ederek gece ve gündüz çaba göstermekten ibaret iken,
Medine'ye geldiklerinde bu vazifenin ifası kat kat güçleşti. Bir taraftan
memleketlerini ve ellerinde olan malları ve eşyayı terkederek, oraya gelen
mü'minlerin hayatlarını—mümkün olabildiği kadar—temin etmek ve diğer taraftan
Yahudilerin küstahçasına ve muannidane muhalefet ve husumetleriyle uğraşmak
icap etti; ve nihayet hem haricen Mekke müşrikleriyle, hem de dahilen—onlarla
ittifak eden—Yahudilerle harb etmek mecburiyetinde bulundu. Bu mücadeleler
esnasında halin icabına göre, fakat daima alicenâbane ve insaniyetkârane hareket
ve sonunda muvaffakiyetini temine yarayacak olan tedbirlere tevessül etti.
Fakat bunlarda aradığı fayda, şahsî menfaat değil, şirk ve zulmün izalesi ve
yerine emniyet ve adaletin tesisi ile insanların saadetini temin edecek olan
İslâm dininin menfaat ve muzafferiyetiydi. Kendisinin ve hatta evlat ve
iyalinin istikbalini hiç düşünmeyerek en sade ve kanaatkârane bir halde
yaşadıktan sonra borçlu olarak vefat etti ve terekesinin beytü'l-mala ait
olduğunu söyledi. Artık Allah yolunda kendisini bu derecede unutmuş ve en
şiddetli düşmanları hakkında bile merhamet ve şefkat ve ali cenaplığmı her
vakitte ve bilhassa Mekke'nin fethinde, genel af ilan ederek ispat etmiş olan
Hz. Peygamber hakkında "daha az ulvî", "Fikr-i menfaatten daha
az ârî" tabirlerinin kullanılması hiçbir şekilde adalet ve insafa uygun
sayılamaz.598
Hz. Zeyneb ile evlilik hadisesinin
hakikat ve meşruluğu başka bir başlık altında ele alınacaktır.
Dr. Dozy de "Tarih-i
İslâmiyet” adıyla Türkçeye tercüme edilen eserinin 39. sayfasında,
kullandığı şu ifâde de, konumuzla ilgilidir: "...Bundan şu netice çıkar
ki, hayatının son devrinde (çünkü hayatının ilk döneminde peygamberliğine iman
ettiği şüphesizdir) murseliyetine, (peygamberliğine) hâla inanıyor muydu yoksa
inanmıyor muydu, bunu
598 i.
F. Ertuğrul, a.g.e., s. 385-386.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 151
bilmek muhaldir. Bunu
nefyeden deliller bulunduğu gibi doğrulayan deliller de vardır."
Ismâil Fennî (V. 1946 M.)
merhum bu satırları da naklettikten sonra hakkında şu değerlendirmeyi yapar:
Dozy bu menfî delillerin
ne gibi şeyler olduğunu açıkça beritmeliydi. Çünkü bunlar, yazarın, Hz.
Muhammed'in üzerine aldığı vazife için son derece gerekli olduğunu 49. sayfada
itiraf ettiği kalbî inancın, sarsılmaz imanın ortadan kalkmasını gerektirici
olacağından bunların izahı pek ziyade önemliydi. Ve eğer kendisi bunlarda biraz
ikna gücü görmüş olsaydı, bu hususta müsamaha göstermesi mümkün değildi. Biz
kesin olarak eminiz ki böyle deliller yoktur ve Hz. Muhammed'in kendi peygamberliğine
inancına hiçbir vakit halel gelmemiştir. Eğer böyle bir ihtimal bulunsaydı, o
halde—haşa—yalandan peygamberlik iddiasına devam etmiş olması lazım gelirdi. Bu
ise mümkün ve mutasavver değildir. Zira onun fıtratının gereği olan hulûs-i
kalb ve doğru sözlülüğüyle bağdaştırılması mümkün değildir. Bi'setinden evvel
bile doğruluk ve güvenilirlikle ün kazanmış ve ondan sonra dahi "Ene'n-ne-
biyyü lâ kezib, Ene'bnü Abdilmuttalib (Ben peygamberim, yalan değil. Ben
Abdulmuttalib'in oğluyum)" demiş599 ve bize, "Kendi
elleriyle kitap yazıp da sonra bu Allah'ın indindendir diyenlere veyl"600
ve "Allah'a kizb iftira eden kimseden daha zalim kimdir"601
âyet-i celileleriyle böyle bir iftiranın Allah katında ne büyük bir musibet
olduğunu bildirmiş ve hayatı boyunca latîfe olarak söylediği sözlerde bile bir
kere olsun yalan saylememiş olan ve vefatından bir ay evvel sahabilerinin ileri
gelenlerini Hz. Aişe'nin hanesine çağırıp: "Ey As- hab, Refîk-i A'Lâya
dönüş zamanı yaklaşmıştır, size takvayı ve Allah korkusunu vasiyet ederim. Sizi
Allah'a ısmarladım. Ben müjdeleyici olduğum gibi hem de apaçık uyarıcıyım.
Cenâb-ı Hakkın mülkünde kullarına tepeden bakıp büyüklük taslamayınız"602
demiş olan ve kalb temizliği ve doğru sözlülüğüyle yukarıda ismi geçen
Barthelemy-St-Hi- laire gibi Müslüman olmayan bazı ehl-i insaf kimseler
tarafından bile tasdik edilen masumiyeti her halinden belli olan bir zata karşı
böyle bir sû-i zan ve isnatta bulunmak doğrusu ancak ar ve insaftan büsbütün
yoksun bir inatçı münkire yakışır. Yalan ve gösteriş takva gibi yüce bir
hasletle bağdaşması imkansız bir utançtır. Vera' ve takvanın en ayırıcı
599 Buharî,
Cihad 52, 61,97, T67, Megazî 54; Müslim, Cihad 78-80; Tirmizî, Cihad 15.
600 Bakara,
79.
601 En’âm,
21, 93, 144; A’râf, 37; Yûnus, 17 vd.
602 Ahmed,
Müsned, III, 272; Salih Suruç, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz’in Hayatı, II,
699-700.
152 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
özelliği doğruluk ve
ihlastır. Takvalılar zümresince yalan ve riya kadar nefret edilen başka bir
kötülük olamaz."603
Görüldüğü gibi davet tarihinin ilk
yarısında Resulullah'm doğruluk ve güvenilirliğini kabul eden bazı
müsteşrikler, onu, bu ikinci dönemde, eski doğruluk ve güvenilirlik özelliğini
yitirmekle itham etmektedirler. Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
yönelttikleri en önemli itham, Tanrı telakkisinde değişiklik meydana geldiği,
Yahudilere karşı katı davrandığı, müşriklerle yaptığı antlaşmalara saygı
göstermediği, hac ibadetinde putperestlik dönemine ait bazı geleneklerin
devamına izin verdiği, gerekçesiyle tevhid meselesinde tavizkâr davrandığı,
cinsî arzularını tatmine aşırı eğilim gösterdiği ve Mekke ve Medine dönemlerinde
Kur'- ân'ın üslup ve muhtevasında değişiklik meydana getirdiğidir. Bu bölümde
sözkonusu iddialar teker teker ele alınıp değerlendirilecektir:
1. Mekke'deki
"Allah" Telakkisinde Değişiklik Meydana Geldiği iddiası
Bazı Müsteşrikler "Müslümanların
Medine'de savaşçı bir tutum içine girmeleri, Tanrı anlayışında bile değişiklik
meydana getirmiştir." Onun daha önce merhamet sıfatına, katı kalbli
kâfirlere karşı gösterdiği sertlik vasfı eklenmiştir"604
demekte ve iddiasında bulunmaktadır.
Şimdi de müsteşriklerin Kur'ân-ı
Kerimdeki Tanrı telakkisiyle ilgili görüşlerini gözden geçirelim. Mekkî ve
Medenî sûrelerde İslâmın Tanrı anlayışında herhangi bir değişiklik meydana
gelip gelmediğini anlamak için Kur'ân-ı Kerime başvurmak yeterlidir. Gerçekten
Kur'ân-ı Kerim, Allah'tan daima hem iyinin hem de kötünün karşılığını veren,
adalet sahibi bir varlık olarak bahseder. Mekkî sûreler bu iki tip mükâfatı
aynı anda bize göstermektedirler.605 Buna karşılık gerek Mekke'de
gerek Medine'de nâzil olan sûrelerin herbiri besmeleyle başlamaktadır. İki
devrede de, herhangi bir ayırım yapılmaksızın, insanlar için Allah aşkının,
iyiliksever, doğru, sabırlı, muttakî kulların nasibi olduğunu; gazabının ise,
zalimlere, kibirlilere, kâfirlere tahsis edildiğini anlamak güç olmasa
gerektir. Fakat münekkitlerin görüşleri hilafına burada belirtilmesi gereken
husus, savaş isteyen İlâhî kudretin en sık Mekke'de nâzil olan sûrelerde
geçmesidir: Doğru yoldan ayrılmış ve bu yüzden korkunç İlâhî azaba duçar olmuş
kavimlerin kıssaları Mekkî sûrelerde, aynı yolda yürüyen şehirler için kapalı
bir tehdit olarak sık sık zikredilmiştir. Üstelik Kur'ân-ı Kerimi daha
yakından tet-
603 İ.
F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 22-23.
604 Goldziher,
Le Dogm et Le Loi de L’lslam, s. 21-22.
605 En'âm,
165; Ra'd, 6; Mü'minûn, 43.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 153
kik edecek olursak,
saldırganlara karşı Medine'de farz kılınan harbin, daha önceleri Mekke'de açık
bir şekilde verilmiş olan ültimatomun ifasından başka bir şey olmadığını
görürüz.606
Gerek bu itirazın, gerekse daha başka
birçoğunun temelinde, bir yanlış anlama yatmaktadır; bu, müsteşriklerin
Islâmdaki "nesh" mefhumu hakkında yanlış bir fikir edinmelerinden
kaynaklanmaktadır.607
606 Yûnus,
102; Hûd, 121, 122; isrâ, 58.
607 Draz,
Initiation au Coran, s. 143-144. Müsteşriklerden, R. Brunchsving, bu nesih
meselesine kısaca temas ederek, İslam Şeriatında, tabiî kanunların bulunmaması,
tek kanun koyucu olan Allah’ın iradesi gözönünde bulundurulduğu için, diğer
tabiî kanunlar gibi, aklın tasarrufuna verilemez. Ne var ki, bu vahyedilen
kanunlar akılla ters de düşemezler. Bu, İslamın ilk döneminden itibaren,
müslümanların kabul ettikleri bir görüştür. Onlar buna, teşri’ hikmetleri ve
maksatları adını verirler. Böylece, Şeriatın hükümlerinin tutarsızlık ve
çelişki ile nitelenmemesini amaçlarlar. Fakat, vahiy eseri olmakla birlikte
bazan bu kanunlar, akla uymayabiliyor. Bazı Kur'ân ayetlerinde çelişki göze
çarpıyor. Bu nedenle, bu çelişkiyi ortadan kaldırmak için yasal bir takım ölçüler
bulunması gerekir. Bunun için Kur'ân, “nesih" mefhumunu getirmiştir. Yani,
önceki bir hükmü, delili sonra gelen başka bir hükümle değiştirmek. Beşerî
kanunlarda nesih ve tadil mümkün ise de, ismet, kemâl ve ebedîlikle mevsuf olan
Allah’tan gelen İlâhî kanunlarda bunu kabul etmek çok güçtür. Bu probleme,
objektif ve tarihî bir bakış atfedilmesi, İslam bilginlerinin, Kur’ân ayetleri
arasındaki çelişkileri gidermek ve Kur’ân ile Hadisi uzlaştırmak için bu yola
sığınmalarındaki demogojiyi ortaya koyar, (bk. Etüde d'lslamologie T. 2.
Maisonneuve et La rose, 1979, p p 347-348; ez-Zahiretü'l-lstişrakıyye, s.
448-449).
Montgomery Watt da özetle şunları
söylüyor: “Hz. Muhammed’in vahyin İlâhîliğine inanması, onu, eklemek ve
çıkarmak suretiyle vahyi tanzim etmesine engel olmamıştır. Kur'ân'da, vahyin
Peygambere bazı ayetleri unutturduğuna ilişkin bir işaret görüyoruz. Kur’ân
metnini derin bir biçimde incelemek, bazı kelime, cümle ve parçaların Kur’ân’a
eklendiğine inanma konusunda şüphe bırakmaz. Bu fazlalıkların, Muhammed’in işi
olmadığı tabiidir. Muhammed’in, düşündüğü konuda kendisine ışık tutan vahyi
dinlemede belli bir metodunun bulunduğu kesindir. O, kendisini doğruya ileten
vahyi almadan metni tashih etmezdi. Müslümanlar, baştan beri, Kur’ân’da
neshedilmiş ve hükümleri kaldırılmış birçok ayeti ihtiva ettiği noktasında
birleşmişlerdir. Daha önce yer verdiğimiz “Şeytan Ayetleri" hikayesi buna
en büyük delildir. (Watt, Mahomet, s. 18; ez-Zahiretü’l-İstişrakıyye, s. 449).
Maxime Rodinson da “Mahomet"
adlı eserinde, R. Bellin bu konudaki görüşünü kendine delil olarak kaydeder:
“Elimizdeki Kur'ân, birçok düzeltmelere (müracaat) tabi tutulmuştur. Bu işlem,
bizzat Muhammed tarafından gerçekleştirilmemişse, onun gözetimi altında
gerçekleştirilmiştir. Sözkonusu elden geçirmeler, hatalardan ve kötü
sonuçlardan uzak kalamamıştır. Allah da, vahyini tazeler, tekmil ve ta’dil
eder. Muhalifleri, bu gerçeği görmüş olacaklar ki, tenkid ettiler. Fakat Allah,
onlara cevap vererek, dilediğini yapmada ve risaletini ta’dil etmede mutlak
serbestliğe sahip olduğunu belirtti. Değil mi ki Allah’ın hikmeti, kulların
karşılaştıkları zaafları gözönünde bulundurmayı gerektirir ve kendilerine
yüklenen yükümlülükleri hafifletir. Bunu da kendi maslahatlarına binaen, önceki
hükümleri nesh ve yerlerine başka hükümleri ikame etmekle yapar."
(Rodinson, Mahomet, s. 161).
Herşeyden önce şunu belirtelim ki,
Kur’ân’da neshin varlığı, bazı müsteşriklerin iddia ettiği gibi, İslam
alimlerinin üzerinde ittifak ettikleri bir konu değildir. Ayrıca, neshi kabul edenler
arasında da mensuh ayetlerin sayısı konusunda bir ittifak yoktur. Bu konudaki
ihtilaf nesih kelimesinden ne anlamaya bağlı bir husustur. Muhakkiklerin
belirttiğine göre, birçok alimin nesh zannettiği şey, ya nesî’ ve erteleme, ya
ihtiyaç anında beyan edilmiş bir mücmel, ya bir başka hitabın araya girdiği bir
hitap, ya âmmı tahsis eden bir hüküm, ya da has bir hükmün ta’mimidir. (bk.
Zerkeşî, Bürhân, II, 44; S. Salih, Mebâhis, s. 273 (dipnot).) Ayrıca, neshin
sözkonusu olması, için, “Falan ayet, filan ayetle neshedildi” şeklinde Hz.
Peygamber veya Sahabeden gelen açık bir nakil olması şarttır. Ayrıca, ayetlerin
gerçekten birbirine zıt bir mana ifade etmeleri ve bu konuda kesin bir tarihî
naklin alması şarttır, (bk. es-Suyutî, el-itkan, II, 40.)
Müsteşriklerin bu iddiaları, Kur’ân,
bir taraftan kendinden önceki şeriatleri neshederken ve diğer taraftan bir
takım hükümlerini neshe tabi tutarken Müslümanlar gibi, teşride gelişme ve
tedriciliğe inanmamalarından
154 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Gerek Kur'ân ve gerekse Kur'ân'm
tebliğ edicisi Hz. Muhammed hiçbir zaman, insan nefsine saygıyı ihmal
etmemişlerdir. Bunların, insan canına saygı duymak için sunmuş olduğu etkin,
sağlıklı ve doğru yolun bir benzerini herhangi bir dinde görmemiz oldukça
zordur. Kur'ân-ı Kerim, her yerde ve değişik üsluplarla etkileyici ve kesin
bir ifâdeyle bu direktiflerini sunmaktadır. O, haksız yere bir cana kıyanı
bütün insanların canına kıymış, bir kimseyi yaşatanı da bütün insanları
yaşatmış gibi kabul eder.608 Allah sevdiği kullarının niteliklerini
açıklarken, "Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin" der
ve bunu çiğneyenin "günahı ile karşılaşacağını" vadeder.609
Bir başka âyette, doğrudan doğruya insana seslenerek, "Hak ile olması hali
dışında; Allah'ın haram kıldığı cana kıymayın" diye emreder.610
Hz. Muhammed de, cana kıymayı,
Allah'a ortak koşmaktan sonra en büyük günah kabul etmiştir.611
Kişinin, -bir cana kıymadığı sürece-bir genişlik içinde olmaya devam ettiğini
belirtmiş,612 insanlar arasında hakkında hüküm verilecek ilk şeyin
kan dökmeler olduğunu ifâde etmiştir.613
Medine döneminde farz kılınan silahlı
mücadele ne Hz. Muhammed'in Allah hakkmdaki anlayışında bir değişikliğin
meydana gelmesinden, ne de diğer herhangi bir dünyevî amaçtan ileri gelmiştir.
Aksine, zulüm
ileri gelmektedir. Oysa toplum,
durmadan gelişme kaydeder ve halden hale intikal eder, işte böyle durumlarda,
ansızın nihaî hükümle karşılaşıp o anki yapısına son derece ters geldiği için
reddetmemesi ve uyumda güçlük çekmemesi için geçişin adım adım ve tedrici
olarak sağlanması gerekir. Bu geçiş, dönemlerine mahsus ara hükümlerle
mümkündür. Müsteşriklerin şöyle düşündüğü anlaşılıyor: Değil mi ki bu
hükümlerin Allah'dan geldiği söyleniyor, o halde Allah, kullarının onu kabul
edip etmeyeceklerini önceden bilir. Dolayısıyla Allah’ın böyle bir tedriciliğe
ihtiyacı yoktur.” Allah’ın böyle bir tedriciliğe ihtiyacı olmadığı kesin. Buna
ihtiyacı olan Allah değil insanlardır. Bu nesih, Allah'ın önceden bilmeyip
sonradan farkına vardığı bir hikmetten dolayı olduğunu düşünmek de yanlıştır.
Çünkü Allah, geçmişi, hali geleceği ve bu üç zamanda olup biten her şeyi ve
kullarının tabiat ve maslahatlarını çok iyi bilir. Hükümlerin, muhataplara göre
değiştiği, hal ve şartlarını farklılık göstermesiyle farklılaştığı bir
gerçektir.
Müsteşriklerin bu görüşleri,
Mutezilenin “Aklî Hüsün ve Kubuh” nazariyesini de çağrıştırıyor. Buna göre,
nesih, iki zıttın birleşmesini gerektiriyor. Çünkü, bir şeyi emretmek, onun
güzel olduğunu, nehyetmek ise çirkin olduğunu gösterir. Bir şeyin hem güzel hem
de çinkin olması ise imkansızdır...
Oysa, bir şey Allah emrettiği için
güzel, nehyettiği için çirkindir. Bir de, fiilin güzel veya çirkin sayıldığı
zaman değişmiştir. Bir vakitte güzel veya çirkin addedilen şey, yine aynı
vakitte bu hükümlerin zıddıyla nitelendirilmemiştir. Dolayısıyla hüsün ve
kubuh, aynı anda aynı fiil üzerinde bir araya gelmemiştir. Bu farklı
zamanlarda, muhatapların durumlarının değişebildiği ise inkâr edilemez.
608 Mâide,
32.
609 Furkân,
68.
610 En'âm,
151.
611 Buharî,
Eymân 16; Nesâî, Tahrîm 3
612 Buharî,
Diyât 1; Ahmed, Müsned, II, 94.
613 Nesâî,
Tahrimü’d-Dem 2.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 155
ve haksızlıklara karşılık
vermek,614 Allah yolundan alıkoyanlara engel olmak,615
hıyanet ve antlaşmayı bozanlara gereken cezayı vermek,616 iç
düşmanın kökünü kazımak,617 güvenliği korumak,618 mazlum
Müslümanları desteklemek,619 fitne ve fesada engel olmak620
kısaca kâfirlerin m'üminlere olan kötülük ve hücumlarını savmak, artık belli
bir toprak parçası üzerinde organize bir yapı halini almış İslâm toplumunun
dinî, vatanî ve sosyal haklarını korumak ve yeryüzünün her tarafında bulunan
Allah kullarına Allah'ın dini olan İslâmî barışçı yollarla tebliğ etmeye
çalışırken, ortaya çıkan ve maddî güçten başka bir şeyden anlamayan engelleri
aşmak için farz kılınmıştır.621
Cihad görevi yarine getirilirken en
hassas ölçüler ortaya konmuş, suiistimali önleyecek her türlü tedbir
alınmıştır. İslâm cihadı, maharet, hazakat ve merhametli bir cerrah doktorun
elindeki neştere benzetilebilir. Müzmin hastalıklar, vücudu tahrip edici
mikroplar var olduğu sürece bu neşterle ameliyat kaçınılmazdır. Fakat bunun en
İnsanî ve az zararla gerçekleşmesi için gerekli tedbiri alınmıştır. Meselâ şu
noktalara getirdiği yasaklar bunun örnekleridir: Savaşçı olmayan sivillere dokunma
yasağı,622 ânî hücuma kalkışma yasağı,623 ateşle yakma yasağı,624
hedef yaparak öldürme yasağı,625 yağma, talan yasağı,626
yıkım ve tahrip yasağı,627 müsle (organları kesme yasağı),628
esirin
614 Hac,
39-40; Bakara, 190-191.
615 Enfâl,
36, 47; Tevbe, 29, 34...
616 Enfâl,
55-58; Tevbe, 1-2, 4- 5, 7-8, 10-14.
617 Nisâ,
81,89, 91; Tevbe, 73; Ahzâb, 60-65.
618 Mâide,
33-34.
619 Nisâ,
75; Enfâl, 72-73.
620 Bakara,
193; Enfâl, 73.
621 İslâmî
cihadın, gaye ve usulleri hakkında geniş bilgi için, bk. Mevdûdî,
Şerîatü’l-İslâm Fi’l-Cihâd ve’l- Alakati’d-Devliyye; Muhammed Ebu Zehre,
islâmda Cihad Kavramı; Abdulazîz Hatip, Gönüllerin Fethinde Cihad.
622 Ebû
Dâvud, Cihad, 82, 111; ibn Mâce, Cihad 30; Dârimî, Siyer 25; Muvatta’, Cihâd 9;
Ahmed, Müsned, I, 300.
623 Buharî,
Cihad i02, Megâzî 38; Ebû Dâvud, Cihad 91; Tirmizî, siyer 3, 48.
824 Ebû Dâvud, Cihad 149, 112, Edeb 164;
Tirmizî, Siyer 20; Dârimî, Siyer 23.
625 Ebû
Dâvud, Cihad 119.
626 Buharî,
Mezalim 30; Zebaih 25, Megâzî 36; Ebû Dâvud, Sünne 5, Cihad 110, 128, imare 33,
Hudûd 3; Tirmizî, ilim 10.
627 Bakara,
205.
628 Buharî,
Mezâlim 30, Zebâih 25, Megâzî 36; Müslim, Cihad 2; Ebû Dâvud, Cihad 82, 110;
Tirmizî, Diyât
14, Siyer 47; ibn Mâce, Cihad 38.
156 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
öldürülmesi yasağı,629
elçi ve aracıların öldürülmesi yasağı,630 ahidlerin bozulması
yasağı,631 fesât ve ifsat yasağı...632
2. Yahudilere
Kah Davrandığı İddiası
Şimdi bir asılsız ithamı daha ele
alalım. Hz. Muhammed'in, Medine döneminde Yahudilere karşı katı davrandığı
iddiasına bir göz atalım. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Medine'ye gelir gelmez, o andaki şehrin bütün sakinleriyle yapmış olduğu
antlaşmanın kapsamına Yahudileri de aldığını görüyoruz.633 Antlaşma
herkesi eşit tutmuş. Kendilerine kötülük yapmak isteyen dış düşmana karşı tek
yumruk olmalarını zorunlu kılmıştır.634 Bu antlaşma, sadece
Yahudilerle diğer dinlerden olan vatandaşlarını eşit tutmakla kalmıyor, aynı
zamanda kendi aralarında Yahudileri de eşit ve aynı haklara sahip görüyordu.635
Oysa ondan önce Yahudiler kendi aralarında bile bölük pörçük ve yekdiğerine
düşmandılar.636 Bazıları, kendilerini diğer dindaş ve
vatandaşlarından daha faziletli ve üstün sayıyordu. Bu eşitsizlik kan
bedellerine bile yansıtılıyor olacak ki, sözkonusu antlaşma bütün bu
eşitsizlikleri iptal ettiğini belirtme gereğini duyuyordu.637 Bütün
bunların yanısıra, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerini
İslama girmeye mecbur etmediğini de gözönüne getirdiğimizde,638 bu
antlaşmanın temel şartı her ki tarafın düşmanca herhangi bir yola
başvurmamaları, herhangi birisinin ötekinin düşmanına yardımcı olmaması şartı
idi.639 Bu antlaşma ile Resûlullah ve bütün Müslümanlar Yahudilerden
yana kendilerini güvenlik içinde hissettiler. Böylelikle Yahudilerle
Müslümanlar arasındaki ilişkilere sevgi ve dostluk egemen oldu. Fakat Yahudiler
antlaşma şartlarına aykırı işler yapmaya başladılar. Meselâ, Na- diroğulları,
Kureyşlilere (Müslümanlara ait) gizli haberler ulaştırmış ve onları Hz.
Peygamber ile savaşmaya teşvik etmiş, Müslümanların
629 Muhammed,
4.
630 Ebû
Dâvud, Cihad 154; Dârimî, Siyer 59; Ahmed, Müsned, III, 487; Ebu Yusuf,
Kitabu’l-Harac, s. 116.
631 Buharî,
İmân 24, Mezâlim 17, Cizye 5, 22, Diyât 30; Tirmizî, Siyer 26-27, Diyât 11; Ebû
Dâvud, Cihad 152; İbn Mâce, Diyât 32; Dârimî, Siyer 61; Ahmed, Müsned, IV, 193.
632 Ebû
Dâvud, Cihad 88; Ahmed, Müsned, III, 441, IV, 193.
633 Bu
antlaşmanın mukayeseli metni ve kaynakları için bk. Muhammed Hamidullah,
el-Vesâiku’s- Siyâsiyye, s. 57-64; Le Prophet de L’islam, I, 193-197.
634 Madde
1-2.
635 Madde
26-33.
636 Hamidullah,
a.g.e., 1,178.
637 Madde
26-33.
638 Madde
25.
639 Madde
16, 37, 37/B, 43, 44.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 157
zayıf yerlerini onlara
bildirmişlerdi.640 Hatta Nadîroğulları bununla da yetinmeyerek
birkaç kez Hz. Peygamberi öldürmeye teşebbüs etti.641 Bu yaptıkları
affedilmez bir hiyanet olduğu gibi, kendileri açısından büyük bir akılsızlık
olduğu da görülüyor.
Bütün bunlara karşılık, Hz. Peygamber
onlara verdiği taahhütlerinde herhangi bir eksiklik yapmamış ve güzel bir
şekilde onlara muamele etmişti. Ansızın onlara hücum etmek yerine, Muhammed bin
Mesleme yoluyla onları sakındırmak üzere haber göndermiş ve artık yaptıkları sözleşme
şartlarını çiğnediklerini, bu yüzden on gün zarfında Medine'yi terketmeleri
veya savaşmayı kabul etmeleri gerektiğini söyledi. Buna karşılık onlar,
"Bizler topraklarımızı bırakıp bir yere gitmeyiz. İşine geleni yap"
dediler.642
Bunun üzerine Hz. Peygamber, onları
kuşatmak zorunda kaldı. Kuşatma uzadıkça güçleri zayıfladı ve sonunda,
kanlarının dökülmemesi, develerinin taşıyabileceği kadar mal götürerek Şam'a
göç etmeleri için izin verilmesini istediler. Hz. Peygamber onlara bu izni
verdi ve onlar da göç ettiler.643 Hz. Peygamber, onları
öldürebilirdi. Hiyanetleriyie bunu hak etmişlerdi. Fakat Hz. Peygamber onlara
merhamet etti. Sadece canlarını bağışlamakla kalmadı, götürebildikleri kadar
mallarını da götürmelerine müsaade etti. Fakat onlar gittikleri yerde rahat
durmadılar, bütün Arapları Müslümanlara karşı kışkırttılar. Aradan iki sene
geçince 24 bin savaşçısı bulunan bir ordu hazırlayarak Medine'ye saldırmaya
kalkıştılar. Görüldüğü gibi, Hz. Peygamber son derece merhametli davranmış ve
ileride kendisine zarar verir diye yılanın başını ezmemiş tir.
Benî Kaynuka'da, kendi çarşılarında
alışveriş yapmak üzere bulunan genç bir Müslüman kadına bazı Yahudi
delikanlıları tarafından laf atılıp, örtüsü kaldırılmak istendi. Kadın
kendilerine karşı koydu. Fakat onlardan biri durumdan habersiz kadının
elbisesini bir iple bir yere bağladı, kadın aniden yürüyünce elbisesi açıldı ve
vücudu göründü. Bunun üzerine hem utançtan, hem de öfkeden acı çığlıklar atmaya
başladı. O sırada oradan geçen Müslüman bir genç bunu yapan Yahudiyi orada öldürdü.
Maktûlün yakınları da toplanarak Müslüman genci şehit ettiler. Bu bir savaş
sebebi oldu. Yahudilerin oturdukları mahalle kuşatıldı. 15
640 Fethu’l-Barî,
VII, 332.
641 Ebû
Dâvud, imâre, 22, 23; ibn Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Barî bi Şerhi’l-Buharî,
I-XVII, Mısır, 1959., VII, 332; Taberî, Tarih, I-XIII, Mısır 1326, III, 37; ibn
Esîr, Üsdü’l-Gabe, l-VII, 1970. III, 57 (Taiha b. Bera’nın biyografisi).
642 Taberî,
Tarih III, 38; Askalânî, a,g.e., VII 233; Belâzûrî, Futûhu'l-Büldân,
Dâru’l-Maarif, Mısır 1959, s. 24; Mevdûdî, Cihad (Tere. M. Beşir Eryarsoy,
Şafak Yayınları, İtanbul, 1992, s. 359.
643 Taberî,
Tarih, III, 38; Askalânî, a.g.e., VII, 232.
158 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
gün süren kuşatmada, Hz.
Peygamber onlara Müslüman olmayı teklif etti, onlar ise bunu reddettiler.644
Fakat on beş gün sonunda teslim oldular.645 1500 kılıç, 300 zırh,
2000 mızrak ve 500 kalkandan ibaret646 olan silahları alınarak,
Medine'yi terketmelerine izin verildi. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber adı geçen
iki kabileye karşı merhametli davranmıştır.
Benî Kurayza'ya gelince,
suçları en büyük hiyanetti. Çünkü, Hendek Savaşı sırasında, kendilerinin ve
dinlerinin kökünü kazımak amacıyla, vatandaşları olan Müslümanlara, hem de daha
önce akdedilmiş ve Müslümanların saflarında savaşmayı gerekli kılan kuvvetli
bir antlaşma ortada dururken647 sırt çevirmişler ve aleyhlerine
dönmüşler. Böylece Medine'yi kuşatmış olan Kureyş ve müttefiklerinin ordusuyla
birlikte fiilen savaşa katılmış oldular.648 Hz. Peygamber, onların
antlaşmayı bozduklarını haber alınca onlara Sa'd b. Muaz ile Sa'd b. Ubade'yi
gönderdi. Elçiler, antlaşmaya bağlı kalmaları konusunda onlara öğüt verdi.
Fakat Kurayzaoğulları, net bir şekilde "Bizimle senin aranda hiçbir
antlaşma yoktur" diye ilan etti. Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar.
Öyle ki Hz. Peygamber, Medine mahsullerinin üçte birini hücum edenler ile bir
barış yapmak karşılığında vermeye hazırlanıyordu.649 Bu zor duruma
bizzat Kur'ân-ı Kerimde de işaret edilir.650 Bu şartlar altında
antlaşma bozulduktan sonra, artık bu gibi insanlara güzel davranmak intihar
sayılırdı. Müslümanlar, Hendek savaşını bitirir bitirmez, Kurayzaoğullarını
kuşatma altına aldılar. 15 veya 25 gün boyunca kaleleri yıkılmaya devam edildi.
Kesin olarak yenileceklerini anlayınca, bir elçi göndererek Sa'd b. Muaz'm
vereceği karara razı olarak teslim olacaklarını söylediler.651 Sa'd
b. Muaz ise onlar hakkında şu kararı verdi: "Ergenlik yaşma gelmiş
erkekler öldürülecek, kadın ve çocuklar esir alınacak, malları Müslümanlar
arasında paylaşılacak." Bu hüküm uygulamaya konuldu ve buna dayanılarak öldürüldüler.
Bu durumda hiç kimse Hz. Peygamberin hücum ettiğini ve antlaşmayı bozduğunu
söyleyemez.
644 Buharî,
Sahîh, 58/6; Hamidullah, a.g.e. I, 533.
645 M.
Hamidullah, a.g.e., I, 532-533.
646 İbnü’l-Cevzî,
el-Vefâ bi Ahvâli’l-Mustafa, l-ll, Mısır 1966, s. 695; Hamidullah, a.g.e., I,
533-534.
647 Antlaşmanın
metni için bk. İbn Hişam, I,. 501-504.
648lbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I-XIII,
Beyrut, 1965; Askalânî, a.g.e., VII, 280.
649 İbnü’l-Esîr,
el-Kâmil, II, 68; Askalânî, a.g.e., VII, 281.
650 Ahzâb,
10.
651 Buharî,
Cihad 168; Menakıbu’l-Ensar 12; Megazî 30; Müslim, Cihad 29, 64; Tirmizî, Siyer
28; Dârimî, Siyer 65.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 159
Şu hususlar düşünüldüğü takdirde
haklarında verilen hükmün hiç de öyle adalete ters bir şey olmadığı anlaşılır:
(1) En zor şartlarda antlaşmalarını bozmuş, müttefiklerini yok etme pahasına
düşmanlarının tarafına geçmişlerdi. (2) Kaleleri son derece stratejik bir
noktada bulunuyordu. Burada kalmalarına izin verilmesi Müslümanlar için her an
büyük bir tehlikeydi. (3) Mal ve silahlarının ellerinden alınıp sürgün
edilmeleri de akıllıca bir iş olmazdı. Çünkü daha önce sürülen ırkdaşları (Nadir
oğulları) Müslümanların aleyhinde ordular toplamış ve bütün Arabistanı hücuma
geçirmişlerdi. (4) Bu cezayı Hz. Peygamber teklif etmemiş, kendilerinin teklif
ettiği bir hakem tarafından önerilmiştir. (5) Dünyaca kabul edilen hüküm
şudur: İki taraf birinin hakemliğini kabul ederse, o kişinin verdiği hükmü
yerine getirmekle yükümlüdürler. (6) Bizzat Tevrat böyle bir suçu işleyene bu
cezanın verilmesini emrediyor. (7) Sadece silah taşıyabilen erkekler
öldürülmüş, kadın ve çocuklara dokunulmamıştır.652
Bir müsteşrik de, İlâhının Rahman ve
Rahim olduğunu söyleyen bir dinin, Beni Kurayza Yahudilerine nasıl öyle bir
ceza verdiğine şaşıyor.653 Ama bu müsteşrik, sözkonusu Yahudilerin
ahde hiyanet ettiklerini, kurdukları planın amacı İslâmî ve Müslümanları yeryüzünden
silmek olduğunu bilmezlikten geliyor.
Eğer zafer kazanıp Müslümanların
ülkesini ele geçiren Yahudiler olsaydı, taptıkları ve bir iddiaya göre654
Müslümanların Alemlerin Rabbini bir bildiğinden daha çok bir bildikleri ilahın,
peygamberlerine vahyettiği Tevrat'ın hükmü gereğince ne yapacaklarını adıgeçen
müsteşrik biliyor mu acaba? Evet Tevrat bu konuda şöyle diyor: "Savaşmak
üzere bir şehre yaklaştığında önce barışa çağır. Eğer seninle barış yapmayıp
savaşmaya karar verirse, onu kuşat. Eğer İlâhın olan Rabb, onu almayı sana
nasib ederse, bütün erkeklerin boynunu keskin kılınç ile vur. Kadınlara,
çocuklara, hayvanlara ve şehirde bulunan diğer her şeye gelince, hepsini
ganimet olarak al. Ganimet olarak kendin için sakla. İlahın olan Rabbin sana
verdiği düşmanının ganimetini yersin. Senden gerçekten uzakta olan ve bu
civardaki milletlerin olmayan bütün şehirlere karşı böyle davranırsın."
(Buraya kadar olan hüküm
Müslümanlarla ilgili değil. Çünkü onlar aynı şehirde yanyana yaşadıkları
Yahudilere göre uzak milletlerden sayılmazlardı. Onlarla ilgili hüküm ise
şuydu:) "Fakat İlahın olan
652 Mevdûdî,
Cihad, s. 366-367.
653 Alfred
Gııiilaume, İslam , Pelican Books, 1964,s. 48.
654 Msl.
bk. Josephe Hubby, Christus: Manuel d’Histioire des Religions, Beauchenese et
ses Fils, Paris, 1964, s. 787.
160 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Rabb'in sana nasib ettiği
bu milletlere gelince, onlardan tek bir ferdi bile geride bırakma (hepsini
öldür)!"655 Görülüyor ki, Müslümanların İlahı, hatta bizzat
onların ölçülerine göre bile Yahudilere karşı merhametli davranmıştır. Acaba
İngiliz müsteşrik bunu neden unutuyor? Beni Kurayza Yahudilerinden biri olan
Amr bin Sa'dî bile bu alçakça hiyanetlerine ortak olmayı reddetmiş ve şöyle
demekten kendini alamamıştır: "Ben Muhammed'e asla hiyanet etmem!"656
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), onların malında gözü olsaydı onları sürgün edip mallarına el koymak
veya en azından Medine'de kalmalarına müsaade edip mensupları hesabına
mallarını ellerinden almakla yetinirdi. Hainlerin bizzat kendileri bile, bir an
olsun inkâr etmeyi düşünmemişlerdir. Öyleyse, bunca asırlar sonra birinin
çıkıp bunu inkâr etmesi gülünçtür.
3. Ekonomik
Üstünlük Hırsına Kapıldığı İddiası
Hz. Peygamber hakkında Medine'de
kendini kaptırdığı iddia edilen ekonomik üstünlük hırsına gelince, bunun da
hiçbir aslı esası yoktur. Çünkü, Medine'ye akan ganimet mallarına sahip
Müslümanlar ekonomik açıdan Yahudilerden daha aşağı değillerdi. Üstelik, eğer
bu İktisadî üstünlük iddiası doğru olsaydı, Müslümanların servete kavuştuğu o
son günlerden ziyade hicretin başlangıcında daha açık olarak göze çarpmalı ve
daha etkili bir biçimde Müslümanların iştahını kabartmalıydı. Bilindiği gibi
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dünya malına hiç önem vermezdi657.
Dolayısıyla, mallarına el koyup o sıralar fakir olmayan Müslümanlar arasında
bölüştürmek için Benû Kurayza Yahudilerini öldürme planlarını yapması ma'kul
değildir. Sonra eğer, Hz. Peygamberi, onları öldürmeye iten sebep mallarını ele
geçirmek olsaydı, neden daha önce Benû Kaynuka' ve Benu Nadîr kabilelerini
öldürmedi? Eğer, Hz. Peygamberin Yahudilere karşı kin ve nefret duyguları zaman
geçtikçe yükselip güçleniyordu denirse, o zaman, Benû Kurayza'dan sonra kendileriyle
savaştığı Hayber Yahudilerini öyle bir cezalandırmalıydı ki, onlardan
büyük-küçük, erkek-kadm .kılıçtan geçirmedik hiç kimse bırakmamalıydı. Oysa
bunlara verdiği ceza önceki üç kabileye
655 Kitâb-ı
Mukaddes, Tesniye,
20/10-16.
656 İbn
Hişam, a.g.e., II, 238; Yine Hz. Peygamber’in bu olaydaki haklılığını gösteren
başka bir delil de, Huyey b. Ahtab en-Nadrî’nin, Ka’b b. Esed el-Kurazî’ye
mevcut antlaşmayı bozma konusunda ikna etmek için geldiğinde, gösterdiği çaba
ve Kabin ona verdiği cevaplardır. Huyey, Ka’b’ı çok zor ikna edebilmiştir.
Detaylı bilgi için bk. ibn Hişâm, a.g.e., II, 220-221.
657 Hz.
Peygamber'in dünya malını önemsemeyişiyle ilgili söz ve davranışları için bk.
Nevevî, Riyâdu's- Salihîn, s. 236-280.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 161
verdiğinden ve hatta
bizzat kendilerinin tercih ettiğinden çok daha hafiftir.658
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), Cabir bin Abdullah'tan alacağı olan bir Yahudinin iradesine karşı
adalet ve saygısına bakınız ki, Yahudi, onun, Abdullah'ın borcu konusundaki
şefaatini reddedince, Yahudiye razı oluncaya kadar mal veriyor. Yine bakınız
ki, kendisi vefat edinceye kadar zırhı, veresiye olarak.yiyecek aldığı bir
Yahudinin yanında rehin kalıyor.659 Eğer Hz. Peygamberin,
Yahudilerin servetlerinde gözü olsaydı, mallarına el koymak için ortaya çıkan
hiçbir fırsatı kaçırmazdı. Oysa örnek olarak, Hayber Kalesinin kuşatılması
sırasında Resulullahm yanma gelip Müslümanlığını ilan eden ve bir Yahudinin
koyunlarmı güden bir hizmetçiye Resulullah, efendisine hiyanet etmemesini ve
hayvan sürüsünü alıp ona götürmesini ve sonra tekrar ordugâha dönmesini
emretti.660
Resulullahm Yahudilere karşı
insaflılığına ve onlardan haksız yere hiçbir şey almak istemeyişine bir örnek
de, Hayberlilerin bir çeşmesinin başında öldürülmüş olarak bulunan bir
sahabisinin, katilin tam olarak tesbit edilmemesi üzerine diyetini bizzat
kendisinin ödemesidir.661 Hz. Peygamber'in maktulün yakınlarına,
katilin kimliği konusunda yemin edip etmeyeceklerini sormuş, onlar ise yüzde
yüz emin olmadıkları bir konuda yemin etmeyeceklerini belirtmişlerdi. İşte
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
658 Hz.
Peygamber, Hayberlileri yenip, onlarla kendi önerdikleri bir şart üzere
antlaştı. Bu şart, mahsullerinin yarısını Müslümanlara vermek karşılığında
toprakları üzerinde kalmalarına izin verilmesiydi. Hz. Peygamber, bunu kabul etti,
ancak şartlar gerektirdiğinde Müslümanların kendilerini oradan sürebilmeleri
kaydını da koydu, bk. Ebû Dâvud, imare 23, 24; Mevdûdî, Cihad, s. 371-372.
659 Buharî,
Cihad 89, Megazî 86; Tirmizî, Buyu’ 7; Nesâî, Buyu’ 58, 83; ibn Mâce, Ruhûn 1;
Dârimî, Buyu’ 44; Ahmed, Müsned, I, 236, 300.
660 ibn
Hişam, a.g.e., II, 344-345; Serahsî, Şerhu Siyeri’l-Kebîr, IV, 381. Makrizî’nin
yazdığına göre geri döndüğünde, Yanudilere karşı başlatılmış bu savaşa katıldı
ve ve burada şehid düştü, (bk. imtâ, I, 312-313; M. Hamidullah, İslâm
Peygamberi, a.g.e., 1,549.
661 Abdullah
bin Sehl, bir miktar hurma toplamak için bazı arkadaşlarıyla birlikte gittiği
Hayber'de öldürülmüştü. Bir çeşme başında boynu kırılmış olarak bulunmuştu.
Yahudiler ise, onu oradan alıp izini kaybettirmişlerdi. Sonra da Hz.
Peygamber’e gelerek durumu kendisine bildirdiler. Maktulun kardeşi Abdurrahman
bin Sehl, amcasının iki oğlu Huveyyısa ve Muhayyısa ibnâ Mes’ud ile birlikte
Resulullahm huzurune geldiler. Abdurrahman yaşça en küçükleriydi. Maktulün en
yakını olduğu için kanın sahibi oydu. Toplumda da biraz daha saygın bir yeri
vardı, iki amcası oğlundan önce söze başlayınca, Hz. Peygamber (s.a):” Yaşça
senden daha büyük olana sözü bırak!” diye ikaz etti. Kendisi de daha sonra
konuştu. Akrabalarının öldürülüşünü Hz. Peygamber’e anlattılar. Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) “Siz katilin adını verip, sonra adını verdiğiniz bu kişinin
gerçek katil olduğuna elli defa yemin edebilir misiniz? Eğer böyle yaparsanız,
katili size teslim ederiz" buyurdu. Onlar: “Biz kesin olarak bilmediğimiz
bir konuda yemin etmeyiz” dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a): “Peki
onların, katili bilmediklerine dair elli defa yemin edip öldürme suçundan
beraat etmelerine ne dersiniz?" diye sordu. Onlar: “Biz yahudilerin
yeminini kabul etmiyoruz. Çünkü içlerinden inkar, yalan yere yemin etmelerinden
daha büyüktür. (Yani, kâfir oldukları için yalan yere yemin etmekte tereddüt
etmezler) ey Allah'ın Resûlü" dediler. Bunun üzerine Resulullah (s.a)
kendi malından, maktulün, yüz deve olan kan bedelini ödedi, (ibn Hişam, a.g.e.,
II, 354-356).
162 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
mensuplarını böylesine
yüce bir ahlakla terbiye etmişti: Bu terbiye sayesinde, suçlu olduğunu
gözleriyle görmedikleri birinin katil olduğuna yemin etmiyorlardı. Oysa,
katilin mutlaka bir Yahudi olduğunu da biliyorlardı. Yahudilerle Müslümanlar
arasında böyle bir suça itebilecek kadar bir düşmanlık mevcuttu. Müslümanların
ne Yahudilere ve ne de dinlerine asla güvenleri yoktu. Maktulun yakınları,
birini katil diye ilan etmek için şüphe ve ithamlarla yetinmiyor, kesin
delillerin olmasını zorunlu görüyorlardı. Resûlullah isteseydi, onları şu veya
bu gerekçeyle diyeti ödemeye mecbur ederdi. Değil mi ki, maktul, onlara ait bir
çeşmenin başında ölü bulunmuştu. Üstelik onunla hiç kimse arasında bir
düşmanlık da yoktu. Aksi halde yakınları bunu söylerlerdi. Fakat Resûlullah
bütün bu gerekçelere bakmamış, maktulün diyetini kendi malından vermeyi tercih
etmişti.
4. Antlaşmalarına
Bağlılık Göstermemeye Başladığı İddiası
Ahde vefa ve bağlılık,
Hz. Muhammed'in en önemli özelliklerinin başında gelir. Ona inen Kur'ân'da
defalarca ahde ve yapılan sözleşmelere bağlılıkla ilgili emir ve tavsiyelerde
bulunulmuştur662. Hadis ve siyer kitapları, onun ahde vefa ve
sözleşmelerine bağlılık örnekleriyle doludur. O, sözden dönmeyi münafıklık
alameti saymış, sözünden dönenler için Kıyamet günü bir sancağın dikilerek
herkesin içinde rezil edileceğini söylemiş663, bir borcunu ödemek
için alacaklıyla sözleştiği yere üç gün boyunca gidip beklemiş,664
Bedir Harbi gibi Müslümanların ölüm kalım savaşı olan bir zorlu anda yanma
gelen Hz. Hu- zeyfe ve babası, yolda müşriklere yakalanıp onların sıkıştırması
üzerine Hz. Muhammed'e yardım etmemeye söz verdikleri için, Hz. Peygamber
ikisinin sözlerine bağlı kalarak Medine'ye dönmelerini istemiş ve yardımı
Allah'tan isteyeceğini belirtmiştir.665
Bütün bu örnekler ortada
dururken ve ahde vefa Hz. Peygamber'in tabiat ve karakteriyken bir itham
ortaya atılıyor.666 Bu ithama göre Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) Mekke müşrikleriyle olan antlaşmalarına —haşa— bağlı kalmamıştır!
Hiç şüphesiz bu, söyleyecek söz bulamayan, sırf bir
662 Örnek
olarak bk. Al-i imran, 76; Mâide, 1; En’âm, 152; Nahl, 91; isrâ, 34; Ra’d,
20...
663 Buharî,
Cizye 22, Edeb 99, Fiten 21; Müslim, Cihad 8, 10-17; Ebû Dâvud, Cihad 150;
Tirmizî, Siyer 28, Fiten 26; ibn Mâce, Cihad 42; Dârimî, Buyu’ 11; Ahmed,
Müsned, I, 411.
664 Ebû
Dâvud, Edeb 90; ibn Sa’d, Tabakat, VII, 59; Asım Köksal, a.g.e. XI, 439.
665 Bk.
Ahmed, Müsned, V, 395; Asım Köksal, Hz. Muhammed ve İslamiyet, (Medine devri)
Şâmil yayınları, İstanbul, ts. I-XI, XI, 439-440.
666 Msl.
Frantz Buhl şöyle diyor: "Muhammed'in, ahid ve sözleşmelerine karşı
tutumunu bilen, tâ işin başından itibaren, ortaya çıkan en ufak bir fırsatta bu
gibi yükümlülüklerden kurtulmak niyetinde olduğundan şüphe edemez.” (Buhl, Das
Leben Muhammadd, s. 304)
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 163
karalamada bulunmak için
konuşan bir kimsenin sözü olabilir. Yoksa bütün dünya da biliyor ki, Hudeybiye
barış antlaşmasını ihlal eden müşriklerdir. Oysa, şartlarını bizzat kendileri
tercih edip dikte ettirmişlerdi. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
de, sırf bir barış gerçekleşsin ve geri dönüş yaptıklarında kendi aleyhlerinde
kendileri hakem olsun diye bu konuda müşriklere muvafakat etmişti. Hatta bu
tutumu, saçını tıraş etmek ve Mekke'de kesmek üzere beraberinde getirdiği
kurbanları kesmek istediğinde, Müslümanları, belki de ilk defa, neredeyse karşı
gelme gibi bir duruma itmişti. Nihayet, Hz. Ummü Seleme (r.a), Resu- lullahın
gönlünü almış, kalkıp tıraş olarak kurbanlarını kesmesini istemişti. Böylece
Müslümanların, yaptıklarından utanarak Resulullah'm yaptığı gibi davranmalarını
sağlamıştı.667
Hz. Ömer (r.a)'ın, sözkonusu antlaşma
maddelerine itirazı ve şu meşhur sözü bilinmektedir: "Dinimizden neden
taviz veriyoruz?". Müşrikler, bu son derece şirretçe şartları dikte
ettirdiler. Hz. Peygamber ise, bir insanın yapabileceğinden daha fazla bir
gayretle bu maddelere sadakat gösterdi. Hatta, henüz antlaşmanın mürekkebi bile
kurumadan, müşriklerin safından biri Müslüman olarak geldi, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) antlaşma gereği onu saflarına kabul etmeyerek geri iade etti.
Yine, daha sonraları da, akrabalarının muvafakatim almadan Müslüman olarak
gizli bile olsa Medine'ye gelen hiç kimseyi kabul etmemiştir. Nihâyet öyle
gelişmeler oldu ki, Kureyşliler kendileri, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)'a gelip, Müslüman olarak yanma gelen herkesi kabul etmesi için ricada
bulundular. Çünkü, Mekke'de yakınları rağmma Müslüman olanlar, bir çete
kurmuşlar ve Mekkelilerin ticaret yolu üzerinde yerleşerek, kendilerine
güçlükler çıkarmaya başlamışlardı. Bütün bunlara rağmen, antlaşmayı bozanlar
yine müşrikler oldu. Öyle ki, o şan ve şöhretiyle (!) Ebu Süfyan, tedirginlik
ve telaş içinde Medine'ye gelerek Hz. Peygamberi razı edip yeniden barış
antlaşmasını tazelemesini istemeye mecbur kaldı. Medine'ye gelen Ebu Süfyan öz
kızı ve Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eşi Ümmü Habibe
tarafından bile soğuk karşılandı. Çaresiz, konuyla ilgili olarak Hz. Peygamberin
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) muhtereme kızı Hz. Fatıma'nm yanma gitti. O gün
için henüz çocuk olan oğlu Hz. Hasan'a başvurarak Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) nezdinde kendisine aracı olmasını rica etti. Bizzat kendi
deyimiyle, bu davranışıyla Hz. Haşan kıyamete kadar, Arapların efendisi
olacaktı.668
667 Hudeybiye
Antlaşması hakkında bilgi için bk. Buharî, Sulh 6, 7; Müslim, Cihad 90-94; Ebû
Dâvud, Cihad 156.
668 Bu
antlaşma ve bozulması ile ilgili olarak bk. ibn Hişam, a.g.e., II, 316-325,
389-396.
164 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR
Gerçekler böylesine gün gibi açıkken
nasıl olur birisi çıkıp da, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
başarısız kalan birkaç girişimden sonra antlaşmayı bozarak Mekke'nin üzerine
yürüdüğünü ileri sürebiliyor?!669 Burada, Tevbe Sûresinin başında
işaret edilen olaylar ima ediliyor. Oysa oradaki âyetler670 hiçbir
yoruma ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır. Sözkonusu âyetler, Müslümanlarla
yaptıkları antlaşmaya bağlı kalan müşrikleri ayırıp, Müslümanların bu
antlaşmalara sonuna kadar bağlı kalmalarını emrediyor. Antlaşmalafrım ihlal
eden hainler için de ayrı bir hüküm getirerek, bunlara da dört ay süre
tanınmasını istiyor. Bu süre sonunda savaş halindeki düşman gibi muamele
göreceklerini ilan ediyor. Antlaşmaya hiyanet etmek bunun neresinde? Asıl
hiyanet edenler, yaptıklarına rağmen, kendile-rine, dört ay boyunca tam bir
hürriyet içinde yeryüzünde dolaşma izni verilen müşrikler değil midir?
5. Cinsel
Arzularına Aşırı Düşkünlük Göstermeye Başladığı
İddiası
Pekçok müsteşrik, Hz.
Peygamberin—haşa—şehvetine düşkün olduğunu, bunun için Allah'a iftira etmekte
tereddüt etmediğini, şehvet- perestliğini meşru göstermek için zaman zaman
âyetler uydurmaktan çekinmediğini iddia etmektedir. Meselâ Sprenger, "Das
Leben und Lehre des Mohammad" isimli eserinin III. cildinin 61-87
sayfalarını Hz. Muhammed'in hanımlarına ayırır. Burada özetle, Hz. Peygamber'in
14 hanımından her birisi hakkında bilgi verir ve eserin özetle şunları söyler:
Çok evlilik Araplarda bulunmakla birlikte aşırısı ahlaksızlık olarak telakki
edilirdi. Bunun için Muhammed, kamuoyunun tepkisini özel bir vahiyle teskin
etme ihtiyacını duydu. Güya Allah, Ahzâb Sûresinin 50. âyetinde, diğer
erkeklerden farklı olarak evlilik sayısında ve istediği kadını tercihte
kendisine büyük bir hürriyet bahşetmişti... Muhammed, bizzat, bu dünyadan
kadınlar, güzel koku ve namaz olmak üzere üç şeyin kendisine sevdirildiğini
ifâde etmiştir..."671
Frantz Buhl de, "Hz. Muhammed'in
vahyi onun şehvetperestliğinin hizmetinde bulunmaktadır" iddiasında
bulunmakta ve buna delil olarak da Hz. Muhammed'in evlatlığının hanımı olan
Zeyneb binti Cahş ile olan evliliğini göstermektedir. Mekke'de yalnız Hz.
Hatice ile evlendiğini, ancak Medine'ye intikal ettiği andan itibaren
hanımlarının sayısının durmadan arttığını, nikahları altında
bulundurabilecekleri hanım sayısını mensupları için dört hür ve istedikleri
kadar cariye
659 E. E. Kellett, A Short Histoir of
Religion, Gollancz, London, 1921, s. 341.
670 Tevbe,
1-13.
671 Bk.
III, 86-87.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 165
(Sûre IV, âyet 3) ile
sınırladığı halde bu sınırlamanın kendisi için sıkıcı ve rahatsız edici
olduğunu hissetmiş ve şahsını bu sınırlamadan istisna etmiştir. (XXXIII, 49)672
Tor Andrae de Hz. Peygamberin çok
evliliğine temas eder, bunun Medine'deki Yahudilerin de dikkatini çektiğini,
"Bu ne biçim peygamber ki, evlenmekten başka bir şey düşünmez"
dediklerini belirtir ve bu kadar çok kadınla evlenmenin ahlakî açıdan şüphe
uyandırdığını iddia eder.673
Şimdi müsteşriklerin Hz. Peygamberin—haşa—şehvetperestliği
ve bu uğurda Allah'a iftira ederek vahiy bile uydurmaktan çekinmediği
konusundaki iddialarını ele alalım.
Her şeyden önce Hz. Peygamberin
şehvetperest olmasının gerçekle ve tarihi realiteyle hiçbir ilgisi yoktur.
Çünkü, gençliğini mutlak bir iffet içinde geçirmiş, evlendikten sonra henüz
ömrünün baharındayken ve Allah yoluna davetin ve bu uğurdaki savaşların ağır
yükü omuzlarına yük- lenmemişken otuz sene müddetle, hayatını sadece bir tek
kadınla dürüst bir şekilde sürdürmüş674 Arkasından yine elli yaşında
yaşlı bir hanımla evlenmiş ve üç sene bu hanımla yetinmiştir. Elli üç yaşında
iken ilk defa üçüncü bir kadınla evlenmeyi düşünmüştür. Bu teşebbüsü, Hz. Ebu
Bekir'in kızı Hz. Aişe ile gerçekleşmiştir. Öte yandan Hz. peygamber, çok kadınla
evlenmeyi ne icat etmiş ne de dışarıdan kendi camiasına sokmuştur. O sadece,
daha önce gelmiş geçmiş Peygamberlerin yolunda
672 Frantz
Buhl, Das Leben Muhammad, s. 360-361.
673 Tor
Andrae, Mahomet, sa vie et sa dootrine, s. 187-190; Müsteşrikler Hz.
Peygamber'in evliliği konusunu ele alırken, bize göre doğru sonuçlar
çıkarmamanın yanısıra, her zaman tarihî gerçeklere de bağlı kalmıyorlar.
Aksine, bazıları kafalarından aslı esası olmayan şeyler uyduruyorlar. Msl.
bunlardan Edmond Power Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
mahremlerle evlenme yasağına bağlı kalmaktan kendisini istisna ettiğini iddia
ediyor. (Bkz, Jozeph Hubby, a.g.e., s. 815) Vashington Irving de, “Zina eden
kadın ile zina eden erkeğe, her birisine yüz değnek vurunuz..." (Nûr, 2.)
ayetinin -haşa- Hz. Peygamber’i, Mariye ile birleşmekten mennettiğini,
dolayısıyla bununla ilgili özel bir ayet uydurduğunu ileri sürüyor (bk. Irving,
a.g.e., s. 133). Oysa Hz. Mariye cariyeydi. İslam’a göre cariyesiyle birleşmek
her Müslüman için caizdir. Dolayısıyla Hz. Mariye’nin durumu hiçbir şekilde
problem doğurmazdı. Üstelik, Hz. Peygamber (s.a) Hassan bin Sâbit’e Mariye’nin
kız kardeşi Sîrin’i vermiştir. Acaba bu iddiaya göre, Hz. Peygamber (s.a) onun
için de —haşa— bir vahiy uydurmuş mudur? Bu hangi ayettir?
374 Müsteşrikler bunu kendilerince şöyle
bir gerekçeye dayandırırlar: Güya Hz. Hatice, İçtimaî mevkii ve malıyla Hz.
Peygamber üzerinde hakimiyet kurmuş, evde kendisini söz sahibi kılmıştı!..
Halbuki Hz. Peygamber de kavmi arasındaki mevkii itibariyle Hz. Hatice’ninkinden
geri değildi. Hz. Hatice, kendisine talip çıkan bunca Kureyş eşrafının bu
isteğini reddetmişken ona bir elçi göndererek kendisiyle evlenmek istediğini
bizzat iletmişti. Bu evliliğe engel, Hz. Hatice'nin malı olsaydı, Hz. Ebu
Bekir, bütün malını Allah yolunda harcadı, Hz. Peygamber’e verdiği maddî destek
İslam’ın muzaffer olmasında büyük etkisi oldu. Buna rağmen bu durum
Resulullahın, onun kızı Hz Aişe üzerine evlenmesine engel olmadı. Hz. Aişe, Hz.
Hatice'nin aksine gençti, bakireydi ve güzeldi. Hz. Aişe üzerinde bir değil,
iki değil tam sekiz kadınla evlendi. Son olarak, Resulullahın Hz. Hatice’nin
vefatından sonra bile onun hatırasına büyük ve samimi bir bağlılık
göstermesini, Hz. Aişe de dahil olmak üzere bütün hanımlarından onu
üstün görmesini nasıl izah edeceğiz? Ki bu tercih ve hatıraya sadakat, Hz.
Aişe’yi oldukça kıskandırırdı.
166 H KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
yürümekle kalmamış, aynı
zamanda hiçbir sınır tanımayan bir çokevlilik anlayış ve uygulamasına da bir takım
sınırlar çekmiştir.675
Böyle bir şahsiyetin
ahlâkî karakterini takdir etmek için pek öyle kuvvetli tarihçi olmaya gerek
yoktur. O zat ki, sabahın erken saatlerinden gecenin karanlığına kadar günde
beş vakit namaz kıldırır, Müs- lümanlara Kur'ân-ı Kerimi öğretir, toplanan
zekâtları dağıtır, Müslü- manlar arasında çıkan anlaşmazlıkları halleder,
yabancı heyetleri kabul eder, kral ve valilerle mektuplaşır, seferlere
kumandanlık eder, kanunlar koyar, İslâm devletinin temellerini atarak sağlıklı
bir biçimde işlemesi için gerekli esasları tesbit eder, tek kelimeyle herşey ve
herkesle meşgul olur ve bütün bunlardan sonra da, bütün geceyi ibadet içinde
geçirirdi. İşte Hz. Peygamberin saydığımız bu şahsî ve İçtimaî meşgalelerini,
düşüncelerini, vazifelerini, çeşitli sıkıntılarını gözönüne alacak olursak,
onun çok kadınla olan evliliklerinde sırf arzuların tatmin edilmesi dışında
diğer sebeplerin rol oynadığını kabul etmek zorunda kalırız. Gündüzünü bu
şekilde geçiren Hz. peygamber, geceleyin de-Hz. Aişe ve diğer
ümmehatü'l-mü'mininden naklonunan rivâyetler gözden gezçirilecek
olursa-uykusundan fedâkârlık ederek, bazan ayakları şişinceye kadar kıyamda
durarak676, bazan da öldü sanılacak derecede secdeye kapanarak677
uzun müddet namaz kılar; zaman zaman, ölen Müslümanların ruhlarına dua etmek
için mezarlığa gittiği görülürdü.678
Bilindiği gibi onun
sünnetinin büyük bir kısmı insanlığın yarısını teşkil eden kadınlarla
ilgilidir. Bu bilgileri, diğer Müslüman kadınlara iletebilmek ancak, yaşları
ve hayat şartları itibariyle çok çeşitli kadınlar vasıtasıyla mümkündü. Hz.
Peygamberin hanımları, kendi dönemlerindeki Müslüman hanımların hukuk
danışmanları oldukları gibi, kendilerinden sonraki hanımlar için de önemli bir
bilgi kaynağını oluşturmuşlardır. Bu görevlerine Kur'ân-ı Kerimde de işaret
edilmiştir.679 Bu ağır görev birkaç hanımla yerine getirilemezdi. Bu
başlıbaşma yeterli bir gerekçe olmakla birlikte, bir de Hz. Peygamberin hak
oluşuna bakan hikmetleri de vardır. Şöyle ki: İnsanın özel aile hayatında her
türlü ikiyüzlülük örtüleri düşer. Kişinin ne olduğu tam olarak ortaya çıkar.
Çünkü birisinin uzun süre ve özel hayatına girmiş birçok zekî insanın dikkatli
gözlemleri altında kendi gerçek kişiliğini gizlemesi mümkün
675 Bu
sınırlamalar için bk. Nisa, 3,129.
676 Buharî,
Teheccüd 6.
677Bayhak1, zikreden: Nebhânî,
el-Envâru’l-Muhammediyye, Beyrut 1312, s. 522
678 Müslim,
Cenâiz 35; Bütün bunlar, Hz. Peygamber’in Medine’de, takvasının azalmak şöyle
dursun, daha da artarak sağlamlaştığını isbat etmektedir.
679 Ahzâb
, 28-34.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 167
değildir. Eğer, Hz.
Peygamberin—haşa—en ufak bir iki yüzlülük ve samimiyetsizliği bulunsaydı, bu,
mutlaka farkedilir ve yayılırdı.
Oysa bakıyoruz ki, bütün o muhtereme
hanımlar, Hz. Peygamberin sağlam karakteri üzerinde ittifak ediyorlar. Onun
samimiyetinin şahitliği için olsun bu kadar çok kadınla evlenmesi yine yeterli
bir sebep sayılırdı.680
Hz. Peygamber, bu önemli iki hikmetin
yanında ictimâî bir takım hikmetleri de gözetmiş olabilir. Bunlar, bazı fedakar
Müslüman hanımları mükâfatlandırmak681, Müslümanların en ileri gelen
şahsiyetleriyle bağları kuvvetlendirmek682, güçlü Arap kabile
reisleriyle irtibat kurup aradaki bağları güçlendirmek683, esir
alman bir kabilenin ileri gelen şahsiyetlerini hürriyete kavuşturmaya önayak
olmak684 veya kendisine uygun olmayan bir sosyal mevkiden birini kurtarmak...
vs/dir.685
Hemen belirtmek isteriz ki, Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu dünyadan kendisine iki şeyin
sevdirildiğini, bunlardan birinin saliha kadın, diğerinin güzel koku olduğunu,
bunların yanında namaz kılmanın da gönlünün sevinci olduğunu bildirmiştir.686
Bu Hz. Peygamberin ruh ve beden ihtiyaçlarına dengeli bir önem verdiğini
gösterir. Erkeğin kadını, kadının da erkeği sevmesi bir kusur değildir687.
Asıl problem, Hz.
680 Bu manalar için bk.
Draz, Initiation au Coran, s. 138-139.
881 Önce
kendisi Müslüman olup, Müslüman olmasına yardımcı olduğu kocası Sekran bin Amr
ile birlikte Habeşisten’a hicret eden, orada kocası önce Hıristiyan olup daha
sonra da ölen, Şevde binti Zem'a buna örnektir. Hz. Peygamber, Mekke’ye dönmek
zorunda kalan ve beş çocuğu bulunan bu fedâkâr himayesiz hanımla evlenmiş ve
onu böylece teselli etmiştir.
O devirde hangi Müslüman kadın,
inandığı Resulullahm zevcesi olmayı hatta kendisiyle birlikte aile içinde daha
başka zevceler dahi bulunsa, en büyük saadet kabul etmezdi. Nitekim, Ahzâb
Sûresinin 50. ayetinde bu gerçeğe işaret edildiğini görmekteyiz.
882 Hz.
Ebu Bekir'in kızı, Hz. Aişe ve Hz. Ömer'in kızı Hz. Hafsa ile evlenmesi buna
örnektir.
883 Benu
Mustalik kabilesi reisinin kızı Hz. Cüveyriye binti Haris ve Ebu Süfyân'ın kızı
Ümmü Habîbe ile evlenmesi buna örnektir.
884 Rayhâne
binti Zeyd ile evliliği buna örnektir.
885 Msl.,
Azatlı bir köle ile evli bulunan Hz. Zeyneb'le, boşandıktan sonra Allah'ın
emriyle evlenmesi buna örnektir.
888 Nesâî, İşretü’n-Nisâ 1; Ahmed, Müsned,
III, 128, 199, 285.
887 Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) cinsel gücü ve bir tek gecede bütün hanımlarını dolaştığına ilişkin
olarak bazı sahabilere nisbet edilerek nakledilen rivayetleri ise (Bu rivayet
için bk. eş-Şevkânî, I, 230) bazı alimler hangi kaynakta yer alırsa alsın kabul
etmemektedir. Bu konuda Dr. İbrahim Avad şöyle demektedir: “Aynı gecede
eşlerinden herbirisiyle yattığını nereden bilsinler? Bu konuda ne Hz.
Peygamber’den ne de mü’minlerin anneleri olan hanımlarından naklen hiçbir
rivayet gelmemiştir. Hal böyle iken, acaba bu iddiada bulunan kişi, Hz.
Peygamber’! takip edip herbir eşiyle ne yaptığını mı araştırdı? Sonra, cinsel
gücü ne olursa olsun herhangi bir erkek, bir gecede dokuz kadınla birleşmeye
nasıl vakit bulabilir? Özellikle, sözkonusu olan, geceleyin kalkıp Rabbine
ibadette bulunan; uykuya ayırdığı saatlerde bile, yatağında her hareket
ettiğinde, fecrin geldiğini zannedince kalkıp dişlerini yıkayan, Rabbine dua
eden, henüz sabah olmadığını anlayınca da, yeniden uykuya dalıp, sabah
olduğunda ise Hz. Bilal’in ezan sesiyle uyanan Hz. Peygamer ise bu nasıl mümkün
olur? (Bu konuda bk. eş-Şevkânî, Neylu'l-Evtar, III, 37) Nitekim sözü
edilen kaynakta
168 ■ - KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Peygamberin—haşa—şehvetine
aşırı derecede düşkün olup olmadığıdır. Çok iyi biliniyor ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) meselâ, kadınlarla tokalaşmazdı.688 Hatta eli
hiçbir namahrem kadının eline değmemiştir. Eğer müsteşriklerin iddia ettiği
gibi, şehvet düşkünü olsaydı, onlarla tokalaşmaya, vücutlarına dokunmaya,
onları huzurunda daha uzun süre tutmaya çalışması gerekmez miydi? Böyle bir
durum sözkonusu olsaydı, neden örtünmeyi kanun altına alarak, kadın ergenlik
çağma ulaşınca eli yüzü hariç bütün vücudunu örtmesini bir mecburiyet olarak
getirdi?689 Bu müsteşriklerin belirttikleri doğru olsaydı, acaba,
yabancı kadınlara bakışı engelleyen böyle bir tesettür emrini aklından bile
geçirir miydi?
Oysa Hz. Peygamberden (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatı boyunca, ne peygamberlikten önce, ne de peygamber
olduktan sonra, ne Mekke'de iken, ne de Medine'de bu konuda şüphe uyandıracak
bir tek davranış, üstü kapalı olsun bir tek kelime nakledilmemiştir. Onun özel
hayatı gün gibi ortada olup gizli kapaklı hiçbir yönü yoktur.
Üstelik, Hz. Peygamberin
hayatı genel olarak zahidâne bir hayattı. Yeme ve içmesine özel bir özen
gösterdiği bilinmemektedir. Aksine, bulabildiği yemekle yetinirdi. Bazan
haftalar geçer mübarek hanesinde ateş bile yanmazdı.690 Bu esnada
gıdası, hurma ve sudan ibaretti.691 Bu sabit bir gerçek olup hemen
herkes tarafından bilinmektedir. Aklı başında hiç kimse bunun, şehvetine düşkün
kimselerin tavrı olduğunu asla söyleyemez. Yine eğer denildiği gibi Hz. Peygamber—haşa—
şehvetine düşkün biri olsaydı, içinde bulundukları hayattan daha müreffeh bir
hayatı kendisinden istediklerinde hanımlarından bir ay ayrı yaşayabilir miydi?692
Denebilir ki, bunu tek onları cezalandırmak için
ise bu nasıl mümkün olur? (Bu konuda
bk. eş-Şevkânî, Neylu'l-Evtar, III, 37) Nitekim sözü edilen kaynakta Hz.
Aişe, Resulullahın vitir namazı ile ilgili olarak sorulan bir soruya cevaben
şöyle demektedir: ‘Biz Hz. Peygamber’in misvakını ve abdest suyunu hazırlardık.
Allah, geceleyin uyanmasını takdir buyurduğu saat gelince kalkar, dişlerini
misvaklar, abdestini alır ve dokuz rekat namaz kılardı...’ Yine, Hz.
Peygamber’in geceyi nasıl geçirdiğiyle ilgili olarak bk. el-Buhârî, Sahih, I,
46, 117, 198; III, 116; IV, 74; el-Muvatta’, III, 103. Sonra eğer durum
böyleyse, -haşa- o şehvetine düşkün zat (I), bir ay boyunca hanımlarına karşı
kendisini nasıl zabt edebildi? Aynı şekilde, Hz. Peygamber’in yaptığı bilinen
şu uygulamayla bu iddia nasıl bağdaştırılacak? Uygulama şudur: Hz. Peygamber hanımlarından
her birine bir gece tahsis etmiş, o geceye sırası olan eşinden başkası iştirak
etmezdi. İşte bütün bu gerekçelerden dolayı, kaynak olarak hangi kitapta yer
alırsa alsın ben bu hadisi kabul etmiyorum." (bk. Avad, a.g.e., s.
120-121)
Hz. Peygamber’in, “akşamları bütün
hanımlarını dolaştığı” (bk. Buharî, Gusl 24, Nikâh 4; Müslim, Hayz 28; Tirmizî,
Tahare 106...) şeklindeki rivayetin sıhhati bize göre inkâr edilemese de, bu,
cinsel ilişki olarak anlaşılmamalıdır. Hz. Peygamber, hal ve hatırlarını sormak
ve bir ihtiyaçlarının bulunup bulunmadığını öğrenmek için dolaşması da
muhtemeldir.
688 Nesâî,
Bey’a 18; ibn Mâce, Cihad 43; Muvatta’, Bey’a 2; Ahmed, Müsned, II, 213, VI,
357.
689 Nûr,
31.
690 Ahmed,
Müsned, II. 405, VI, 71,86.
891 Muvatta’, Sıfatü’n-Nebî 31; Ahmed,
Müsned, II, 298.
692 Bk. Muhammed Huseyn
Heykel, a.g.e., s. 448.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 169
yapmıştır. O zaman biz de
sorarız: Neden onları bu şekilde cezalandırma yoluna gitsin? Şehvetine düşkün
bir kişi, hele elinde geniş imkânlar da varsa, bütün gücünü kullanarak,
gönlünü eğlendiren insanları memnun etmek ister. Sonra farz-ı muhal olarak
böyle bir şeyi düşünsek bile, acaba Hz. Peygamber o bir ay zarfında başka bir
kadınla evlene- mez miydi?
Yine, bakıyoruz ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) yaptığı bütün evliliklerde hiçbir zaman debdebeye kaçmamış,
hep mütevazi düğün yemekleri vermekle yetinmiştir. Oysa devletin bütün malları
emrindeydi. Hanımlarını memnun etmek için avuç avuç alıp dilediği gibi
harcayabilirdi. Hanımları da, kendilerine olan sevgisini isbat etmesi için
düğünlerinde, yığın yığın etlerin yendiği—haşa—içkilerin içilip eğlenildiği
ziyafetler vermeye zorlamıyorlar. Böyle bir zat, asla şehvetine düşkün biri
olamaz. Evet, yeni Müslüman olmuş biriyle evlenip, beraber olmak istediğinde,
kadın beraber olmaktan Allah'a sığındığında sadece şu sözlerle tepki gösteren
bir zat asla şehvet düşkünü olamaz: "Allah'a sığman birine dokunmam."
Bundan sonra onu güzellikle boşamış, izzet ve ikramla ailesinin yanma göndermiştir.
Onu incitecek bir tek kelime bile söylememiş ve yaptığından dolayı kendisini
cezalandırmayı da asla düşünmemiştir.693
Burada, (gülüp geçilmesi için)
Washington Irving'in konuyla ilgili bir iddiasına da değinmeden geçemeyeceğiz.694
Bu iddiaya göre, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—güzel bir
kadını gördüğünde saçlarını tarıyor, elleriyle kaşlarını düzeltiyormuş!
Irving'in böyle son derece gülünç bir rivâyeti nereden çıkardığını bilemiyoruz.
İşin garibi, Irving'in kendisi bu sözü söylemeden bir sayfa önce Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'i oruç tutmayı seven, son derece sade giyinen, tabiatı
itibariyle yapmacık davranışlardan hoşlanmayan biri olduğunu söylüyor. Yine
kitabının başka bir yerinde, namazın Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) ruh tesellisi olduğunu belirtiyor695. Başka bir yerde de,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem), yanına elçi olarak gelen Adiy
bin Hatem'in tasvir ettiği gibi ev ve yaşayışının sadeliği üzerinde duruyor696.
Bütün bunlar, şehvetperestliğe tamamen zıt olan şeyler değil midir?
Ayet inip de Müslümanların evli
bulundukları kadın sayısını —cariyeleri hariç—dörtle sınırladıktan sonra da Hz.
Peygamberin dörtten fazla olan bütün hanımlarını nikahında tutmasına itiraz
edile-
693 Bk.
Buharî, Talak 3; ibn Mâce, Talak 11; İbn Hişam, a.g.e., II, 647.
694 Irving,
a.g.e.,s. 193.
695 A.g.e.,s.
199.
696A.g.e.,s. 132.
170 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
bilir. Öncelikle şunu
belirtelim ki, bu sınırlandırma emri ancak hicretin sekizinci senesinde697,
yani Hz. Peygamberin hayatının son yıllarında inmiştir. O zaman altmış yaşını
geçmek üzereydi. O tarihten sonra yeni bir kadın almamıştır. Bu durum
karşısında kişi sormadan edemiyor: "Eğer—haşa—Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sanıldığı gibi kadınlara düşkün biri olsaydı, kendisinin
riâyet etmeyeceğini bile bile neden nikah altında tutulabilecek kadın sayısını
dörtle sınırladı? Acaba böyle bir sınırlamadan amacı, bizzat bağlı kalmayacağı
bir kanunu vazederek kendi kendisini sıkıntıya sokmak mıydı? Eğer Hz. Peygamber
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) —haşa—Kur'ân'm müellifi olsaydı, böyle bir kanun
koymaya asla tevessül etmezdi. Veya en azından, önceden zannettiği gibi bağlı
kalmayacağını bilir bilmez onu başka bir hükümle nesheder, yürürlükten
kaldırırdı. İslâmda neshin, sürekli olarak kolaydan zora doğru bir seyir takip
ettiği de sanılmasın.698
Bunların hiçbiri
sözkonusu olmadığına, sınırsız bir şekilde evlenmek de geçerli bir örf olduğuna
göre, böyle bir kanunu neden koydu? Neden Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) diğer mü'minlere böyle bir sınırlama getirdiği halde, kendisi de sadece
bu dört hanımı alıkoyup diğer hanımlarını bırakmadı? Üstelik istenildiği kadar
cariye ile de beraber olunabilirdi? Hatta, böyle bir yasa koymaya niyet
ettiğine göre, şehevî arzusunu razı ederek de bunu kendisine tatbik edebilirdi.
Bunu da, kendisine hiç erkek evlat bırakmayan mevcut hanımlarını bırakıp,
onların yerine Arapların en güzel bakire dört kızını alarak
gerçekleştirebilirdi. Müsteşrikler tarafından Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)—haşa—şehvet düşkünü olduğu tasvir edilip konunun bu derece
dile dolanmasına, diğer taraftan kendisini bu kadar sıkıntıya sokacak bir
vahyi—haşa—uydurduğu söylenmesine gerçekten hayret edilir. Oysa Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu smırladırmadan sadece bir sene önce Safiyye binti Huyey
ile evlenmişti. Hz. Safiyye, Hayber Yahudilerinden birinin kızıydı. Esir olarak
alındığı için onunla hür bir kadın olarak evlenmek suretiyle değil de, cariye
olarak yanında tutabilirdi. Safiyye'den sadece bir sene önce de Cüveyriye
binti'l-Haris'- le evlenmiştir. Oysa Cüveyriye, Beni Mustalik ganimetleri
arasından bir Müslümanm hissesine düşmüştü. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) onu kendisine cariye olarak alması gerekirdi. Fakat, Safiyye'de
olduğu gibi bunda da böyle yapmadı. Acaba, iki sene sonra haklarında hüküm
inecek olan eşlerine ilave olarak bu iki hanımı nikahlanmakla kendine proplem
mi
697 Bk.
M. H. Heykel, a.g.e., s. 321.
698 Müslümanların
kâfirlerle olan ilk çarpışmalarında, onlardan birinin düşmanlarından on
tanesini mağlup etmesi kendilerinden istenmiş, sonra bu hüküm hafifletilerek on
sayısı ikiye indirilmiştir. (Enfâl, 65-66) Yine, bir dönem, Kur'ân-ı Kerim, Hz.
Peygamber (s.a) ile konuşmak isteyen herkesten, konuşmadan önce durumuna göre
bir sadaka vermesini istemiş, daha sonra ise bunu neshetmiştir (Mücâdele,
12-13).
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 171
çıkarmak istiyordu? Böyle
bir iddia tutarsızlığın işaretidir. Bu ise, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'de asla rastlanmamıştır. Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), mü'minlere getirdiği dört kadınla yetinme sınırlamasından kendisini
istisna etmesini bir kusur olarak ileri sürenler, kısa bir süre sonra vahiy
inip Müslümanları değil de sadece Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
muhatap alarak mevcut eşlerinden birini başka biriyle değiştirmesini özel
olarak yasaklamıştır.699 Bu da Hz.. Peygamberin bu konuda özel bir
durumu bulunduğunu gösteriyor. Bazan yalnızca onu bağlayan bir hüküm Müslümanları
bağlamıyor, bazan da aksi vaki oluyordu. Öte yandan Hz. Peygamberin hanımları
âyet-i kerimenin açık ifâdesiyle mü'minlerin anneleri sayılırlar700
ve onlarla hiçbir şekilde evlenemezlerdi. Aynı anda nikah altında bulunabilecek
hanım sayısını dörtle sınırlayan âyet indiği zaman Hz. Peygamber fiilen dörtten
fazla kadınla evli bulunuyordu. Eğer sınırlama onu da kapsasaydı, nikâhı
altından çıkaracağı kadınlar başka mü'minlerle dinen evlenemez ve büyük bir
haksızlığa uğrarlarladı.
Son olarak, işaret etmek
isteriz ki, hiçbir Müslüman, hatta hiçbir müşrik Hz. Peygamberi (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu noktadan yadırgamamıştır. Eğer Müs- lümanlar, bu konuda
şüpheyi gerektirecek bir nokta bulunduğunu hisset- selerdi, asla susmazlardı.
Kaldı ki, aralarından son derece tenkitçi Hz. Ömer gibi zatlar bulunuyordu. Hz.
Ömer (r.a) Resulullahın (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kayınpederiydi. Kızının
bunca kumalarının bulunmaması kendisini yakından ilgilendiriyordu. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mecbur kalarak, kendisini bunca
sıkıntıdan kurtarmak için diğer mü'minlerin de kendisi gibi dörtten fazla
kadınla aynı anda evlenmesine izin veren bir hüküm çıkarabilirdi. Gerçekten, ne
şekilde ifâde edilirse edilsin, bu konuda Hz. Peygambere tenkit olarak yöneltilecek
bir şeyi göremiyoruz. Çünkü, hüküm koyan kendisi değil, Allah'tır.
Kendiliğinden ne şahsı için, ne de Müslümanlar için bir hüküm ortaya
koymamıştır.
Söyleyip
naklettiklerindeki mesuliyeti takdir edemeyen bazı sözde Müslümanların uydurup,
bazılarının da rivâyet ettikleri zayıf bir rivâ- yeti dillerine dolayan
Müsteşriklerin ileri sürdükleri tutarsız itham da konumuzla yakından ilgilidir.
Bu da Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendi halasının kızı olan
Hz. Zeyneb binti Cahş ile evlenmesi hadisesidir. Bu uydurma rivâyet şöyle
özetlenebilir: Sözde, Hz. Peygamber bir gün herhangi bir iş için Zeyd'in evine
gitmiş. Onu evde bulamamış. Bunun üzerine, perdenin arkasında alelacele
elbisesini giyen Zeyneb Hz. Peygamber ile konuşmuş. Tam o sırada esen rüzgar
perdeyi kaldırmış ve Hz.
699 Ahzâb,
52.
700 Ahzâb,
6.
172 B KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) onu açık olarak görmüş. Bu da Resulullah'm duygularını
altüst etmiş. "Sübhane Mukallibe'l-Kulûb Kalbleri döndüren Allah'ın şanı ne
yücedir!" diyerek geri dönmüş. Zeyd eve dönüp de, hanımından olup
bitenleri öğrenince, Resulullahm kendi karısına gönül verdiğini anlamış. Hemen
Resulullahm huzuruna vararak, Zeyneb'i boşayıp kendisinin evlenmesini önermiş.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hanımını tutmasını ve Allah'tan
korkmasını emretmiş. Fakat çok geçmeden vahiy inip Hz. Peygamberin boş yere
gizlediği ve bastırmak istediği duygularını ortaya çıkarmış ve açıkça Hz.
Zeyneb'i eş olarak almasını emretmiş. Uydurma rivâyet bundan ibarettir701.
Washington Irving de kendi kafasından bu rivâyete başka eklemelerde bulunuyor.
Hz. Zeyneb evde ev kıyafetiyle otururken Hz. Peygamber, kocasının babalığı
olarak ansızın eve dalıyor. Zeyneb'in güzelliğini ayan beyan görüyor.702
Hemen şunu belirtmek
isterim ki, birinci rivâyette geçen perde hadisesini, yani kadınların perde
arkasına çekildiklerini bu döneme ait hiçbir rivâyette göremiyoruz. Aksine, Hz.
Peygamberin evinde, Hz. Zeyneb'le evlendikten sonra perde çekilmeye
başlanmıştır703. Irving'in, Hz. Peygamberin, yalnız başına evde
bulunan Hz. Zeyneb'in yanma ansızın girdiğini belirten iddiasına gelince,
öncelikle böyle bir rivâyeti nereden çıkardığını söylemeliydi. Böyle bir
davranış, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ve sahabilerin ahlakıyla
taban tabana zıt olması bir yana, şu anda üzerinde durduğumuz tutarsız ve
asılsız rivâyette bile yer almamıştır.
Hz. Zeyneb'in bu
kıssasında cidden önemli bir nokta vardır. O da şudur: Gerek kendisi ve gerekse
ailesi kesin olarak Hz. Zeyd'le evlenmesini reddetmişlerdi.704
Çünkü Zeyd (V. 8), Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kölesiydi.
Hz. Hatice, Resulullah ile evlendiğinde Zeyd'i kendisine hediye etmiş,
Resulullah da onu azad etmişti. Diğer taraftan Hz. Zeyneb ise, Müslümanların
lideri ye reisi, Allah'ın Peygamberi olan Hz.
701 Bu
rivayet için bk. Keşşâf ve Kadı Beydavî tefsirleri Ahzâb, 37. âyetinin tefsiri.
702 Irving,
a.g.e.,s. 112; Muhammed Hüseyn Heykel bu hikayeyi buna yakın bir ifadeyle ve
müsteşriklerin bu konudaki iddialarını çürütmek üzere Hayatu Muhammed
adlı eserinde kaydeder, s. 322-323. Maxime Rodinson da bu hikayeyi
nakletmiştir. Rodinson, “Muhammed’in, Zeyd evde değilken Zeyneb'in kapısını
vurduğunu, Zeyneb yarı çıplak olarak onu içeriye buyur etmek istediğini, Hz.
Muhammedi hem anası hem babası olarak gördüğünü, Muhammed'in eve girmediğini,
fakat o sırada rüzgârın Zeyneb’in üstündekini havalandırdığını, Hz.
Muhammed'in, onun anlayamadığı bazı sözler mırıldanarak uzaklaştığını; Zeyd eve
geldiğinde Zeyneb'in ona olup bitenleri anlattığını, Zeyd'in hemen Muhammed’in
huzuruna çıkarak neden eve girmediğini sorduğunu ve Zeyneb’den hoşlanmışsa onu
derhal boşayacağını söylediğini ve fiilen de Zeyneb’le önce ilişkisini
kestiğini ardından da onu boşadığını, Muhammed'in Zeyd'e “karın senin olsun”
dediğini...” söylüyor, (bk. Rodinson, a.g.e., s. 238-241). Ayrıca, konuya
alaylı ve kısa bir işaretle yer veren
; şu kitaba da bkz: A. C. Bouquet: J.
Comparative Religion. Kitabın yazarı İngiliz Hıristiyan bir din adamıdır.
703 Buharı,
ili, 177.
704 Huseyn
Heykel, a.g.e., s. 323-324.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 173
Muhammed'in halasının
kızıydı. Ailesi, Kureyş'in en asil ve sosyal mevkice en yüksek ailelerinden
biriydi. Eğer, Zeyneb ve ailesi hakkında vahiy inip gâyet sert bir dille
onların bu evlilik teklifini reddetmelerini kmamasaydı705, böyle bir
evliliğe ne Zeyneb, ne de ailesi asla razı olmazdı.
Neden Hz. Zeyneb ve
ailesi hakkında özel olarak vahiy inip Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) teklif ettiği azatlık bir köleyle evlenmesine kendilerini mecbur etti?
Demek ki işin içinde, kaderin başka bir sırrı saklıydı. Bu da, ikinci bir vahiy
inip706, Hz. Peygamberi Hz. Zeyneb'le evlenmeye mecbur ettiği an
ortaya çıkacaktı.
Sonra eğer—haşa—Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şehvetini tatmin peşinde olsaydı, Hz.
Zeyneb'i iddia edilen vaziyette gördüğünde neden evine girmedi. Ne de olsa
dayısının oğluydu. Sevimli gözükerek Hz. Zeyd'le zorla evlendirme kabahatini
affettirmek istediğini bahane edebilirdi. Üstelik, Zeyneb'in, kocası Zeyd ile
olan ilişkisi istenildiği düzeyde iyi değildi. Çünkü bu evlilikte haksızlığa
uğradığı duygusunu taşıyordu.
Öte yandan Hz. peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in bu evliliği gerçekleştirmesinde büyük, ama çok büyük bir
risk de vardı. Çünkü Araplar, böyle bir evliliği asla akıllarına
sığıştıramazlardı. Çünkü onlara göre, evlatlık, insanın öz evladından
farksızdı. Problemin odak noktası da burasıydı. Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tereddüdünü ve bu evliliğin gerçekleşmesindeki isteksizliğini
buradan anlıyoruz. Şu âyet-i kerime de bu gerçeği açıkça ifâde ediyor:
"İnsanlardan çekiniyordun; oysa Allah'tan çekinmen daha uygundu."707
Rodinson, Hz. Muhammed'in, Zeyd'in kendi hesabına hanımını boşama teklifini
kabul etmediğini, evlatlığın hanımının öz evladın hanımı gibi kabul edildiği
için toplumda huzursuzluk çıkmasından çekindiğini, fakat ileri görüşlü bir
bireyci olduğu ve kav- minin sayısız yanlışlarına karşı çıktığı gibi,
evlatlığın öz evlat gibi kabul edilmesindeki garabeti sezdiğini, bu anlayışı
ortadan kaldırmak istediğini, bunun üzerine her zaman olduğu gibi bu defa da
Allah'ın kendi yardımına koştuğunu ve krize (!) yakalanmasının ardından gülümseyerek
Ahzâb Sûresinin ilgili âyetlerini bir solukta okuduğunu; evlilik törenini
çarçabuk yaptığını ve bu hususi evlilikten genel bir hukukî düzenleme
çıkardığını söyleyerek708, Hz. Muhammed'in Zeyneb'e gönül
•kaptırdığını, fakat halktan çekindiği için Zeyd'in teklifini kabul et-
705 Ahzâb,
36.
706 Ahzâb,
37.
707 Ahzâb,
37
708 Rodinson,
a.g.e., s. 239-240; Rodinson, Hıristiyan Batıklar ve Volter’cilerin daha çok
Peygamber’in yıldırım aşkına tutulduğu şeklinde düşündüklerini ve bu konuda
biraz da alaycı bir tavır takındıklarını söylüyor, (a.g.e., s. 240).
174 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
mediğini ima ediyor.
Oysa, âyetin, bizim mantığa daha yakın bulduğumuz şöyle bir yorumu vardır: Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Zeyneb ile evlenmek zorunda
olduğunu söyleyerek insanların karşısına çıkmak istemiyordu. Fakat, ne kadar
acı olursa olsun İlâhî vahiy insanlara açıkça tebliğ edilmeliydi. Demir gibi
sağlam bir biçimde kökleşmiş örf ve adetlerle ne kadar çelişirse çelişsin İlâhî
yasa tatbik edilmeliydi. İnsanlar nezdinde meydana getireceği şiddetli
sarsıntıya ve kafalarında doğuracağı büyük karışıklığa rağmen Allah, bu yasayı
şahsında ilk uygulayanın bizzat Hz. Peygamber olmasını irade buyurmuştu.709
Henüz elbiselerini tam olarak
giyememiş Hz. Zeyneb'e anî bir tek bakışın, Hz. Muhammed'i gönülden sarstığı
iddiası, kabul edilmesi imkansız bir iddiadır. Çünkü, Hz. Zeyneb'i Hz. Zeyd
ile evliliğe mecbur eden bizzat Resulullahtır. Bu da çok kısa bir süre önce
olmuştu. Bu gerçekten çok kısa süre içinde ne değişmişti ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bir tek bakışla derinden sarsılsın? Şâyet Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) onu çocukluğundan beri görmeyip daha sonra ergenlik çağında
ansızın karşılaşsaydı belki şöyle denebilirdi: "Bu ma'kuldur. Çünkü
ergenlik, genç kızlarda bir takım çekici değişiklikler meydana getirir."
Fakat bu dönemi aşmış olgun bir hanımda, hem de çok kısa bir süre içerisinde
böyle bir değişikliğin meydana gelmesi ma'kul değildir. Özellikle, Hz. Zeyneb
gibi, eşinden memnun kalmayan ve sürekli olarak daha asil olduğunu ileri
sürerek onu küçümseyen710 bir hanım, aile hayatında dış görünüşüne,
elbisesine ve süsüne özen göstermeye fazla gerek duymaz. Oysa—güzel olmayan—bir
kadını güzel ve çekici gösteren—güzelse— güzelliğini arttıran bu gibi
şeylerdir.
Hikayede devamla şöyle deniyor: Hz,
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Zeyneb'i o halde görünce, hemen
geri dönerek şu sözü tekrarladı: "Kalbleri çeviren Allah'ın şanı ne
yücedir!" Şimdi düşününüz ve lütfen söyleyiniz: Bu söz neyi gösteriyor?
Faraza bu rivâyet doğru kabul edildiği takdirde, acaba bu söz, Allah'a imanın
Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bütün gönlünü doldurduğunu ve
Rabbini mutlak irade sahibi gördüğünü göstermez mi? Acaba, bu—haşa, yüzbin defa
haşa—gerçekte kendi nefsanî arzularını tatmin etmek için vahiy uydurduğu halde
Allah ile irtibat halinde olduğunu ve Ondan kendisine vahiy geldiğini iddia
eden bir yalancının duyguları olabilir mi?
Yine bu rivâyete göre, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hemen geri dönüyor. Evde Hz. Zeyneb'ten başka hiç kimse
bulunmamasına rağmen bir an olsun yanma girmeyi asla düşünmüyor. Eğer
müsteşriklerin tasvir ettikleri
709 İslâm
bilginlerinden bu kanaatte olanların görüşleri için bk. i. Fennî Ertuğrul,
izâle-i Şükûk, s. 54-57.
710 M.
H. Heykel, a.g.e., s. 324
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR B 175
gibi Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şehvetinin esiri olan biri olsaydı, o andaki tabii tepki
şöyle olması gerekirdi: Bunca şehveti taşıyan kişi içeri girecek ve kendisini
derinden sarsan kişiyle, zavallı kocası dışarıdan dö- nünceye kadar başbaşa
kalmayı deneyecekti. Hiç değilse, kısa bir süre lafa dalacak ve bu kısa süre
zarfında olsun güzelliğini doya doya seyredecekti!
Farz-ı muhal olarak Hz.
Muhammed'in—haşa—ömrünün en büyük hatasını işlediğini ve eline geçen bu altın
fırsatı değerlendirmeyerek içeri gireceği yerde geri döndüğünü düşünelim.
Acaba, daha sonra efendisinin sevgisiyle kendinden geçmiş-binlerce defa
estağfirullah-saf ve ahmak kocanın olayı öğrenir öğrenmez, altın tepsi içinde
getirip kendisine sunduğu teklifi reddederek ikinci bir kez fırsatı neden
kaçırdı? Oysa uydurma rivâyete göre, koca, ancak ahmak ve geri zekâlılardan
beklenebilecek bir tavırla efendisine gelip, gönül verdiği karısından boşanarak
ona devretmeyi önermiş! Sözkonusu uydurma rivâyete göre Resulullahm (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu öneriye cevabı şu olmuş: "Eşini bırakma, Allah'tan
kork!"711 Acaba, insanların dedikodularından korktuğu için
tereddüt etmiş, fakat bu konuda kamuouyunu hazır hale getirdikten sonra bu
teklifi kabul etmekte en ufak bir tereddüt göstermeyecek miydi? Fakat görüyoruz
ki, bu sır bir üçgen içinde kalmış, kamuoyunun kulağına varmamış, kamuouyunu
bu büyük meseleye hazırlamak için hiçbir çaba sar- fedilmemiştir.
Acaba, bu kadar başını ağrıtacağına,
insanların diline düşüreceğine ve dolambaçlı yollar deneyeceğine, bütün
bunlardan daha etkili, daha hızlı ve arzusuna daha kestirmeden ulaştırıcı bir
yol olarak, Hz. Muhammed—haşa—eski kölesinin hanımıyla anlaşıp her fırsatta
gizli gizli buluşmayı kararlaştıramaz mıydı? Haydi diyelim ki, bu fırsatı, da
kaçırdı, acaba Kitab-ı Mukaddes'in naklettiği üzere, —haşa— Hz. Davud'un
hilesine başvurmayı da mı beceremedi? O Kitab-ı Mukaddes ki, bizzat sözkonusu
müsteşrikler, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Efendimizin Kur'ân'ı
ondan çaldığını iddia ederler. Bu hileyi örnek alarak, Zeyd'i tehlikeli bir
savaşa gönderip, onu sevmeyen arkadaşlarından birisiyle anlaşarak kendisini ön
saflara sürüp düşmanın ok, mızrak ve kılıçlarına kesin hedef yaptırabilirdi.
Nitekim—Kitab-ı Mukaddes'in iddiasına göre haşa— Hz. Davud, sözkonusu uydurma
rivâyetin ileri sürdüğüne bakılırsa Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) taşıdığı aynı duyguyu yakın bir komutanı olan Uriya'nın karısına karşı
taşımış! Ama, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) aksine, savaşa gönderip
ölümüne sebeb olmadan önce bu komutanın karısıyla—haşa—beraber olmuş. Nihâyet
kocasını, işaret
711 Hucurât,
37.
176 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
edilen hileyle ortadan
kaldırdıktan sonra kadın artık kendisine kalmış! Hz. Dâvud, bunu yakın bir
komutanına yapabildiğine göre, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) eski
kölesine neden yapamasın? Çünkü, eski bir köleden kurtulmak, Uriya gibi712
yüksek bir askerî, İçtimaî ve siyasî mevkii olan büyük bir komutandan
kurtulmaktan bin defa daha kolaydır. Yoksa, Hz. Muhammed—haşa—Yahudilerden
sadece güzel fikirleri çalmakla yetinip kötü fikirleri bir tarafa mı
bırakmıştır?!713
Olayın sözkonusu tutarsız rivâyetin
iddia ettiği şekilde gerçekleştiğini halen imkânsız olmanın yanında, Hz.
Muhammad ile Hz. Zeyd arasındaki karşılıklı sevgi öylesine derin, sağlam ve
sarsılmazdır ki, Zeyd (r.a) henüz küçükken Hz. Muhammed'i, anasına, babasına;
kısacası, baskına uğrayıp alınarak, köle olarak satılıp, durmadan el
değiştirerek sonunda Hz. Muhammed'in eline geçinceye kadar göremediği bütün
yakınlarına tercih etmiş ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu
kendi yanında kalmakla yakınlarıyla birlikte vatanına dönmek arasında serbest
bıraktığında onlarla birlikte geri dönmeyi reddetmiştir714. Bundan
sonra bir kere olsun bu kararından pişmanlık duyduğu ve Hz. Muhammed'i bırakıp
yakınlarına dönmek istediği nak- ledilmemiştir. Eğer, Hz. Muhammed'den (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) en ufak bir kuşku sez- seydi, bunca uzun yıllar boyu aynı
erişilmez sevgiyi ona karşı sürekli besleyebilir miydi? Yine eğer, en gizli bir
vesvese bile hatırına gelseydi bu olaydan sonra Resulullah ile birlikte kalır
mıydı? Acaba, Hz. Zey- d'e küçüklüğünden o ana kadar gerçek bir baba gibi
davranan, onu elleriyle büyütüp terbiye eden, duru şefkat pınarından kendisine
kana kana içiren, bir lider, mutlak bir hakim ve idareci olarak halasının
kızını bu eski kölesiyle evlendiren Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
gibi bir zat, kendi evlatlığının karısını görür görmez ona—yüzbin defa haşa-
aşık olması asla düşünülebilir mi? Haydi farz-ı muhal olarak, bir tek bakışla
böyle bir sevgiye kapıldığı düşünülsün—evlatlığı tamamen öz evlat gibi kabul
eden cahiliyet geleneğini yıkmayı hedefleyen İlâhî emir olmasaydı ve Allah bu
yeni yasanın ilk olarak bizzat Nebîsi tarafından tatbik edilmesini irade etmeseydi—onunla
evlenmeye razı olması mümkün müydü?
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) şanına kendilerince leke getirebilecek her şeyi hemencecik tasdik
edip savunmaya başlayan bu adamların gözünden kaçan bir başka gerçek vardır. O
da şudur: Sözkonusu tutarsız rivâyet diyor ki: Hz. Muhammed'in, kocasından
boşandıktan sonra Hz. Zey-
712 Hz.
Davut ve Uriya’nın hikayesi için bk. Kitab-ı Mukaddes, II. Samuel,
11/2-27.
713 Avad,
a.g.e., s. 54-62.
714 ibn
Hişâm, a.g.e., 1,248-249.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 177
neb'le evlenmesi, büyük
bir gürültü meydana getirdi. Çünkü insanlar, bir adamın kendi evlatlığının
boşadığı kadınla evlenmesini kolay kolay içlerine sindiremediler. Çünkü
evlatlığı öz evlat gibi görüyorlardı. İnsanlar bu derece şiddetle böyle bir
evliliği yadırgadıklarına göre acaba, mantıkî olan, Zeyd'in evlatlık yoluyla
babasının evlenmesi hesabına karısını boşamayı teklif etmeyi aklından bile
geçirmemesi lâzım değil midir? Yine, bizim de böyle bir olayın imkânsızlığını
söylememiz en mantıkî yol değil mi?
Sonra, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Aişe gibi oldukça gayyûr bir hanımı var. Eğer Hz. Aişe, en
ufak şüpheli bir durum sezseydi, asla susmazdı. Fakat, Hz. Peygambere karşı
oldukça nazlı ve serbest olan Hz. Aişe (r.a) bu konuda tamamen başka bir
görüşte olup şöyle demektedir: "Eğer Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) (vahiyden) bir şeyi gizlemiş olsaydı, bunu gizlerdi"715.
Çünkü o—daha önce de belirttiğimiz gibi—Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Hz. Zeyneb ile evlenmesinin doğuracağı sarsıntının şiddetini çok iyi
biliyordu.
Sonra, haydi bu rivâyette yer verilen
olayların tamamını doğru kabul edelim. Hz. Peygamberin yadırganabileceği hangi
noktası var ki? Tesadüfen Hz. Zeyneb'i görüp, bunun gönlünde bir etki meydana
getirmesi mi? İçeri gireceğine, "Kalbleri halden hale çeviren Allah'ın
şanı ne yücedir!" diyerek geri dönmesi mi? Hz. Zeyd'e "Hanımını
yanında tut ve Allah'tan kork" diyerek karısını kendisi için boşamasına
engel olmaya çalışması mı? Kocası tarafından tamamen kendi iradesi ve tercihi
ile boşandıktan sonra Hz. Zeyneb ile, herhangi bir adamın herhangi bir kadınla
meşru bir biçimde evlenmesi gibi evlenmesi mi? Bunlardan hangisi Hz.
Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karşı bir kusur olarak ileri
sürülebilir? Görüldüğü gibi aslında konuda tartışılabilecek hiçbir nokta yok.
Mesele bazı kesimlerce boşuna dile dolanıyor. Müsteşriklerin kopardıkları gürültü
tamamen anlamsızdır. Değil mi ki mesele, İlahî bir vahiy olarak, yeni yasanın
ilk defa Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şahsında uygulanmasını
emreden âyetle hiçbir biçimde çelişmemektedir.716
6. Hz.
İbrahim ile Kabe'nin İnşası Arasında Bağ Kurmaya
Başladığı İddiası
715 Buharî,
Tevhid 22; Müslim, imân 288; Tirmizî, Tefsiru Sure (33) 9, 10, 11; Ahmed,
Müsned, VI, 241.
716 Hz.
Peygamber’in çok evliliğine ve özellikle Hz. Zeyneb ile evlenmesine olan
itirazlarına ilişkin cevap ve değerlendirmeler için bk. Muhammed Huseyn Heykel,
Hayâtu Muhammed, s. 315-326; Abdurrahmân Bedevî, Delense de La Vie du
Prophete Muhammede contre ses detracteurs, s. 83-100; İsmail Fennî Ertuğrul,
izâle-i Şükûk, s. 51-72; Bedîüzzaman Said Nursî Hakikat Nurları, s. 132-135;
Bedîüzzaman Said Nursî, Mektûbât (Envâr Neşriyât), s. 38-40.
178 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Bazı müsteşrikler, "Hz.
Peygamberin Medine'de Yahudilerle temasa geçmesi, onun, Hz. İbrâhim tarihine ve
Hz. İsmâil'in Arap kavmi ile olan nesebi bağlarına aşina olmasını
sağlamıştır" demektedirler717.
Müsteşrik Caetani ise daha da ileri
giderek, Mekkî sûrelerden hiçbirinde İbrahim ve İsmail'in isminin bir defa
bile geçmediği, hiçbir âyette İsmâil'in ne Arapların, ne de Hz. Muhammed'in
ceddi olmak üzere zik- redilmediği iddiasında bulunmaktadır."718
Önce Caetani'nin bu iddiası üzerinde
durup, arkasından önceki iddiayı değerlendirelim: Caetani'nin de eserinde esas
alıp dercettiği719 Nöl- deke'nin zaman tertibine göre hazırladığı
cetveline göre tamamı Mekkî olan 18 sûrenin değişik âyetlerinde720
Hz. İbrahim'in; yine tamamı Mekki olan 5 sûrenin 5 âyetinde721 Hz.
İsmail'in adı geçer. Gerçek bu kadar gün gibi açıkken Caetani'nin bu konudaki
inkârı, koyu bir cehaletten değilse tam bir inattan kaynaklanmış olabilir.
Hz. İsmail'in Kur’ân-ı Kerimde,
Arapların ve dolayısıyla Hz. Peygamberin ceddi olarak gösterilmediği iddiasına
gelince, bunun da gerçekle hiçbir alakası yoktur. Çünkü, Hacc Sûresinin 78.
âyetinde Hz. İbrahim'in, gerek Hz. Peygamberin, gerekse Arapların babası olduğu
açıkça belirtilir. Hal böyle olunca Hz. İsmail de, onların ceddi olmuş olmaz
mı?
Bakara Sûresinin 127-129. âyetlerinde
açıklandığına göre, Hz. İbrahim, Kabe'nin temellerini Hz. İsmail'le birlikte
yükseltirken zürri- yetlerinden Müslüman bir ümmet zuhur etmesini ve onların
içinden de onlara İlâhî âyetleri okuyacak, kitabı, hikmeti öğretecek, onları
kötülüklerden temizleyecek bir peygamber gelmesini Allah'tan dilemişlerdi.
Bakara Sûresinin 151. âyetinde ise,
bu ümmetin Araplar, onlar içinde gönderilen Peygamberin Hz. Muhammed olduğuna
açıkça ışık tutuluyor. Al-i İmran Sûresinin 67-68. âyetleri de bu gerçeği teyid
ediyor.
Müslümanların beş vakit namazda okudukları
Salavatta Hz. İbrahim'i ve onun ehl-i beytini anmaları bu yakınlığın fiilî bir
delili ve tezahürü değil midir?
Bazı müsteşrikler de, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'i, Hz. İbrahim'in Mekke- yi ziyaretine ve Kabe'yi bina
edişine ilişkin kıssasını -haşa- uydur-
717 Lammens,
L’lslam, Croyance et Institutions, Beyrut, ed. Catholique, 1926, s. 33.
718 Caetani,
a.g.e., 1,133.
719 İslam
Tarihi, II, 103.
720 En'âm,
74-86, 163; Hûd, 70-77; Yûsuf, 7, 39; ibrâhim, 34; Hicr, 51; Nahl, 120-123;
Meryem, 41-49; Enbiyâ, 51-72; Şuarâ, 70-77 Ankebût, 16, 17, 31, 32; Saffât,
83-113; Sâd, 45; Şûrâ, 13; Zuhruf, 26; Zâriyât , 24; Necm, 37; A'lâ , 19.
721 En'âm,
87; ibrâhim, 39; Meryem, 54; Enbiyâ, 85; Sâd, 48.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 179
makla itham ediyorlar.
Bunu yaparken şu üç önemli noktayı unutuyorlar:
Birincisi: Araplar nesiller boyu buna
inanıyorlardı. Bu kıssayı Hz. Peygamber —haşa— uydurmamıştı. Bunun en açık
delili de Haniflerin birbirlerine şöyle demeleridir: "Şunu iyice bilin:
Vallahi kavminiz hiçbir hak din üzere değildir. Babaları İbrahim'in dininden
sapmışlar. Şu etrafında dönüp durduğumuz, ne duyan ne de gören, ne zarar ve ne
de fayda veren taşlar nedir ki? Ey millet! Kendinize hak dini arayın. Siz
—Allah'a yemin ederim ki—hak din adına hiçbir şey üzerinde değilsiniz."
İbn Hişam bunu naklettikten sonra şunları da ekliyor: "Bunun üzerine
ülkelere dağılarak Hz. İbrahim'in dini olan Hanifliği aramaya koyuldular."722
Hanifliği benimseyen bu zatlardan biri olan Amr bin Nüfeyl zaman zaman şöyle
derdi: "Ben Hz. İbrahim'in Rabbine kulluk yapıyorum"723.
Bir gün de sırtını Kabe'ye yaslamış ve şöyle demiştir: "Ey Kureyşliler!
Zeyd bin Amr'm canı kudreti elinde olana yemin ederim ki, içinizde benden başka
Hz. İbrahim'in dini üzerinde kalan yoktur."724
İkincisi: Müşrikler, meleklerin
heykellerini yaptığı gibi Hz. İbrahim ve İsmail'in (ikisine de selam olsun) de
heykellerini yapmış ve Kabe'nin içine yerleştirmişlerdi. Hatta bu heykeller
ellerinde fal oklarını tutuyorlardı.725 Bunun ifâde ettiği mana
gâyet açıktır: Kabe ile Hz. İbrahim arasındaki ilişkiyi—haşa—Hz. Peygamber
uydurmamıştır. Aksine ondan önce de Araplar buna kesin olarak inanıyorlardı.
Üçüncüsü: Eğer böylesi bir
ilişkiyi—haşa—Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) uydurmuş olsaydı
veya Araplar bu konudaki inançlarında az da olsa bir tereddüt içinde-
bulunsalardı—fitneleri uyandırmada gâyet mahir olan— Yahudiler susmazlar,
çığırtkanlıklarıyla dünyayı velveleye verirlerdi. Fakat buna rağmen Alfred
Guillaume soruyor: "Eğer Hz. İbrahim ve İsmail Mekke'yi ziyaret etmişlerse
neden İslâm öncesi Araplardan bir tanesinin bile İsmail ismini kullandığını
göremiyoruz?"726 Gerçek şu ki, Araplar çok önceden Hz. İbrahim
ve oğlu İsmail'in dininden sapmışlar. O kadar ki, Hz. İbrahim'i bile—haşa—bir
put haline getirmişler. Heykelini yaparak, tıpkı kendileri gibi fal oklarını
çektiği şeklinde tasvir etmişler. Yine, Haniflerin, kendilerinden başka bir tek
Arabm bile, Hz. İbrahim'in dini üzerinde kalmadığını belirten sözlerini daha
722 ibn
Hişâm, a.g.e.,1, 223.
723 ibn
Hişâm, a.g.e., I, 225.
724 ibn
Hişâm, a.g.e., I, 225.
725 ibn
Hişâm, a.g.e., II, 413; ibn Kesir, Mâide, 3. âyetinin tefsin.
725 Avad, a.g.e., s. 44.
180 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
önce gördük. Demek ki,
putperestlik kendilerini Hz. İbrahim ve İsmail'den öylesine uzaklaştırmış ki,
bunların adını almak yerine, Ab- du'l-Uzza, Abdu'l-Lât ve Abdu Menât... gibi
adlar almaya başlamışlar. Hatta Abdullah adını alanları bile çok nadirdi. Eğer,
isim alma meselesi bu kadar önemli bir ölçüyse, acaba müsteşrikler, hiçbir
Arabm, Hûd, Salih ve Şuayb... gibi Arap asıllı herhangi bir peygamberin adını
almamasını nasıl izah edecekler? Oysa bunların Arap asıllı olduklarında şüphe
yoktur. Arapların da bu peygamberleri ve kavimleriyle olan maceralarını
bildikleri de kuşku götürmez. Acaba bu peygamberlerin tarihî varlıklarını veya
en azından Arap olmadıklarını iddia etmek mümkün mü? Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Hz. İbrahim ve İsmail'in Kabe'yi inşa ediş
kıssalarını—haşa—uydurmuşsa, neden acaba bu inşa işini Arap asıllı olan mesela
Hz. Hûd ve Hz. Salih... gibi başka bir peygambere isnat etmedi? Oysa böylece
Kabe'yi de, inşasını da Araplara mal etmiş olurdu. Amaç, Mekke müşriklerinin
gönlünü almak için arapçılık damarını okşamak olsaydı, böyle yapılması daha uygun
olacaktı.727
Kısaca, Hz. İbrahim
meselesiyle ilgili olarak, Arap milleti gibi, fertleri çok defa yirminci
kuşağa varıncaya kadar atalarının isimlerini hafızalarında tutmaya özen
gösteren ve nesep ilmine böylesine önem veren başka bir milletin bulunmasının
imkansızlığını özellikle belirtmek isteriz. Böyle bir milletin, son ana kadar
menşei hakkında cahil kalmış olması tasavvur edilebilir mi? Şayet belli
kısımları Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e izafe olunan Kabe-i Muazzamanm
mevcudiyeti, bu şerefli isimlerle olan alakaları hususunda onlar için canlı ve
devamlı bir şehadet teşkil etmemiş ise, hicretten asırlarca evvel, uzun müddet
komşuları olan Yahudilerden bu konuda malumat edinmiş olmaları gerekmez miydi?
Her hal ü kârda bu münasebetin tesisi için Kur’ân-ı Kerimin Medine'ye
intikaline ihtiyaç yoktur. Çünkü Mekkî sûreler bu hususa yeterince işaret
etmekle kalmamış728, aynı zamanda Hz. Peygambere de, Hz. İbrahim'in
dinine tabi olmasını emretmiştir.729
Hemen her konuda olduğu
gibi bu konuda da, müsteşriklerin ifâdelerindeki tutarsızlıklar, birbirlerini
çürütmekte ve hükümden düşürmektedir. Nitekim, Caetani, Mekkî sûrelerde
İbrahim ve İsmail'in adından söz edilmediğini iddia ederken, Blachere,
"İslâm çağrısının bu aşamasında, direkt ataları olması itibariyle Hz.
İsmail'in babası olması açısından Hz. İbrâhim'in Arapların babası olması da
(Mekke Döneminin Üçüncü Devresinde) kesinlik kazandı. Ayrıca Hz. İbrahim'in
Hanifliği
727 Avad,
a.g.e. s. 44-45.
728 İbrahim
37
729 Nahl,
123; Draz, Initiation au Coran, s. 140-141
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 181
tesis edişi de
vurgulandı. (...) Bu gerçek İbrahim Sûresinde açıkça kendisini gösteriyor.
(...) Bu Hz. İbrahim'in Arapların atası olduğu anlayışı, Medine-i Münevvere'd e
de kuvvet bulmuştur"730 demektedir.
7. Yahudilerden
Ümidini Kestiği İçin Kıbleyi Değiştirdiği
Caetani, "Muhammed, Medine'ye
ulaşmasından on yedi on sekiz ay sonra Yahudilerin gayet şiddetli
muhalefetinden nefret ederek Kudüs'ün artık kıble olmamasını ondan sonra Mekke
istikametinde namaz kılınmasını emretti" demekte731, böylece
kıble değişikliği ile ilgili emrin Allah'tan değil de, Hz. Peygamberden
geldiğini ima ederken, diğer taraftan bunu beşeri arzuya bağlamaktadır.
Hicretin başında, Müslümanların namazlarını kılmak üzere bir müddet Kudüs'e
doğru döndükleri doğrudur.732 Ancak, sonraları kıblenin Kudüs'ten
Kabe'ye doğru değiştirilmesine (ki bu değişikliğin gerekçesi Kur'ân-ı Kerimde
yeterince açıklanmıştır.)733 Yahudilerin Islâma olan
düşmanlıklarının sebebiyet verdiğini ileri sürmek, tarihi gerçeklerle
bağdaşmaz. Çünkü, bu düşmanlık ancak 624 senesinin Şevval ayında (Beni Kaynuka
Gazasıyla) başlamıştır; oysa Kıblenin Kabe istikametine döndürülmesi Hicretin
ikinci yılının (M. 623) Şaban ayında vuku bulmuştur.734
Müsteşriklerden Gibb de Hz.
Peygamberin Yesrib'e hicret ettikten sonra Yahudilerden aldığı şeyleri (!)
sayıyor. Bunların Aşure orucu, öğle namazı ve kıble olarak Beytü'l-Makdis'e
yönelme olduğunu söylüyor735. Biz burada kıble konusu üzerinde
durup diyoruz ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hicretten önce
de bu kıbleye (Beytü'l-Makdis'e) yönelerek namaz kılardı. Fakat Kabe'yi
kendisiyle onun arasına alırdı.736 Yani aynı anda iki kıbleye birden
yönelirdi. Medine'ye hicret edince, ikisine birden yönelmek imkânsızlaştı737.
Belli bir süre Beytü'l-Makdis'e yöneldi. Sonra kıblenin Kabe'ye çevrildiğine
ilişkin İlâhî vahiy indi.738 Bunun üzerine Yahudiler, kıblelerine
yeniden dönmesini, bunun
730 Blachere,
Le Coran, s. 46.
731 Caetani,
İslam Tarihi, İli, 287.
732 ibn
Sa'd, Tabakat, I, 243; Ahmed, Müsned, I, 325.
733-Bakara, 142-150.
734 ibn
Hişâm, a.g.e., I, 606; Taberî, Tarih, II, 265; M. Asım Köksal, İslam Tarihi,
II, 38.
735 Gibb,
Mohammedanism, Oxford University Press, 1949, s. 44; Aşure orucu ve
kıble değişikliği ile ilgili iddia için bk. Andrea, Mahomet, s. 137.
736 ibn
Sa’d, Tabakat, I, 243; Ahmed, Müsned, I, 325; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II, 12;
Kastalanî, Mevâhib, I, 100; M. Asım Köksat, İslam Tarihi, II, 38.
737 ibn
Esîr, Kâmil, II, 115.
738 ibn
Sa'd, Tabakat, I, 241-242; Belâzûrî, Ensâb, I, 246; Ya'kubî, Tarih, II, 42; M.
Asım Köksal, İslam Tarihi, II, 39.
182 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
karşılığında ise, onun
dinine tabi olacaklarını önerdiler739. Bu da onların kaypaklık ve
kötü niyetlerini açıkça ortaya koyuyor. Kendi dinine samimi olarak bağlı bir
insan böyle bir teklifte bulunamaz. Fakat Hz. Peygamber bu öneriyi reddetti.740
"Hz. Muhammed, Yahudilerin gâyet
şiddetli muhalefetinden nefret ederek Kudüs'ün artık kıble olmamasını, ondan sonra
Mekke istikametinde namaz kılınmasını emretti"741 şeklindeki
iddia doğru olmadığı gibi, Hz. Peygamberin, Yahudilerin Müslümanlığı kabul
etmesinden ümidini kestiği için kıbleyi değiştirdiği742 şeklindeki
iddia da doğru değildir.
Çünkü Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bir gün olsun ümitsizliğe düştüğü görülmemiştir743.
Üstelik, Mekke müşriklerinin tutumu o sırada yakında iman edeceklerini
gösterecek bir belirti arzetmiyordu ki, Arapların kabul edecekleri bir dini
yerleştirmeyi hedeflediğini söylemek doğru olsun.
Sonra eğer bu gerekçe doğruysa, Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) halkını Allah'ın dinine davet
etmekle geçirdiği uzun yıllara rağmen çok az bir kısmı dışında iman
getirmedikleri halde bir gün gelip de kendisine tabi olacaklarına ilişkin büyük
bir ümit taşıdığı halde, Yahudilerin iman getirmesinden böyle çabucak ümidini
kestiği nasıl söylenebilir?744 Yoksa Yahudilerin Mekke kâfirlerinden
daha güçlü olduğunu mu gördü? Halbuki durum bunun tam tersidir. Yesrib'te
Yahudiler o zaman sözü edilen müşriklerden çok daha zayıf ve güçsüzdü. Şehirde
Müslümanlar çoğunluk durumundaydı. Hakimiyet ellerindeydi. Orduları vardı,
zafer kazanmışlardı ve güçlüydüler. Mekke'deyken ellerinde bunların hiçbiri
yoktu. Sonra, nisbeten azımsanmayacak sayıda Yahudi Islâma girmişti. Daha önce
de belirttiğimiz gibi bunların arasında bir kısım din bilgini de vardı.
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) kıble olarak Beytü'l-Makdis'ten Kabe'ye dönüşünü tartışma konusu
yapmanın faydasızlığma inanıyoruz. Çünkü, Müslümanm bu veya şu tarafa yönelerek
namaz kılması arasında ne fark vardır ki? Bütün mesele, Allah'a kulluk ve
Müslümanların birliği için bir simge belirlemek değil midir? Beytü'l-Makdis'e
yönelmek tevhidin,
739 ibn
Hişâm, a.g.e., II, 550.
740 Bakara,
142-147. âyetleri, bu ısrarlarına açıkça işaret etmektedir. Bu âyetlerin irşadı
ortada dururken, Hz. Peygamber’in onlara itaat etmesi mümkün değildi.
741 Caetani,
İslâm Tarihi, III, 287.
742 T.
Andrae, Mahomet, Sa Vie et Sa Doctrine, s. 138-139.
743 Daha
önce geçen “Hz. Peygamber’in Rabbine Olan Güveni ve Engin Tevekkülü” başlığı
altında bu sonsuz ümidin örneklerini gördük.
744 Hz.
Peygamber’in Medine'ye gelişinden birbuçuk sene sonra kıble yönünün Kâbe’ye
çevrildiğini belirttik, ibn Hişam, a.g.e., II, 181.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 183
Kabe'ye yönelmek ise
putperestliğin delili sayılabilir mi? Böyleyse, neden? Oysa, Allah, Müslümanm
yüzünü çevirdiği her tarafta mevcuttur745. Asıl önemli olan bir yön
üzere karar kılmak ve ittifak etmektir. Bir kere bu yön belli olunca artık bütün
mü'minlerin yüreği orada çarpar. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
hicretten sonra bir süre Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılmışsa ve hatta ileri
sürüldüğü gibi bunu Yahudilerin gönlünü alıp onları yeni dine çekmek için
yapmışsa bunda ne kusur olabilir ki? Üstelik, Hz. peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'in hicretten önce Mekke'de iki kıbleye birden yönelerek namaz
kıldığını da unutmamalıyız. Eğer mesele, Yahudilere karşı beslenen kişisel bir
ilgiden ibaret olsaydı, acaba, Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o
sırada Kureyş'e karşı sevgi ve sempati mi besliyordu ki kıble olarak
Beytü'l-Makdis'i bırakıp, müşriklerin elinde bulunan Kabe'ye dönsün? Yine
acaba, o erken dönemde (hicretten sadece 17 ay sonra) Mekke müşriklerinin Hz.
Peygamber ve Müslümanlara karşı tutumu, Müslüman olmalarını ümit ettirecek bir
durumda mıydı ki, anahtarlarını ellerinde bulundurdukları Beytü'l-Harama
dönülsün? Oysa o sıralar, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile
Yahudiler arasındaki ilişki, olumsuz yönden gelişerek daha sonraları vardığı
şiddetli düşmanlık noktasına henüz ulaşmış değildi. Öyleyse, Yahudilerden
ümidini kestiği için —haşa— kendi kafasına göre Kabe'ye yöneldiğini söylemenin
anlamı yoktur. Bu da bir tarafa, eğer gerçekten Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Beytü'l-Makdis'e yönelerek namaz kılmayı Yahudilerin gönlünü
Islâma ısındırmak için kasden yapmış olsaydı neden Müslümanları namaza çağırmak
için tıpkı Yahudiler gibi bir boru edinilmesini kabul etmedi? Oysa Yahudiler
ibadete çağırma aracı olarak bunu kullanıyorlardı746. Yine, Yahudi
eşrafından bir grup kendisine iman etme şartı olarak Beytü'l-Makdis'e yeniden
dönmesini istedikleri zaman747 arzularını neden yerine getirmedi?
8. Bir
Putperestlik Kültürü Olan Hacer-i Esved'i İbka Ettiği İddiası
Kabe'yi kıble edinme konusunda
yapılan ithamın benzeri Hacer-i Es- ved konusunda da yapılıyor. Meselâ
Brockelmann, Hacer-i Eseved'in, Mekke'de tapınılan en eski put olduğunu iddia
eder ve şunları ekler: "Muhammed, Kabe'ye varınca, binitinin üzerinde
Kabe'yi tavaf etmeye başladı ve her defasında Hacer-i Esved'e asa'sıyla
dokundu. Böylece bu
745 Bakara,
115.
746 Bk.
ibn Hişâm, a.g.e., I, 508.
747 Bk.
ibn Hişâm, a.g.e., II, 198-200; M. Asım Köksal, a.g. e., II, 41-42.
184 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
putperstlik ayinini
dinine katmış oldu"748. Bu şüpheyi ortaya atan Brockelmann,
"Zira Sâmilerde ekseriya başka birçok mukaddes taşlara rastlıyoruz"749
diyerek çevrenin bu konuda etkili olduğunu öne sürer. Fakat, bizzat kendisi,
Hz. Muhammed'in gerek Kabe'nin içinde gerek çevresinde ve gerekse Mekkelilerin
evlerinde bulunan bütün sûretlerin ortadan kaldırılmasını emrettiğini söyler750.
Brokcelmann dahil bütün müsteşrikler de biliyorlar ki, Hz. Peygamber ta
başından beri şirk ve putlar konusunda tavizsiz davranmış, bu yüzden
mensuplarıyla birlikte birçok eziyetlere maruz kalmıştır. Brockelmann, Hacer-i
Esved'in muhtemelen ilk put olabileceğini ileri sürerken hiçbir kaynak
göstermez. Sadece "Belki ve muhtemelen" ifâdesiyle yetinir751.
Hatta, Araplardan da, puta taptıkları gibi bu taşa taptıkları konusunda hiç bir
tarihi rivâyet nakledilmemiştir.
Müslümanlar da hac için Mekke'ye
gidip Hacer-i Esved'i istilam ettiklerinde, bunu, kendilerini Allah'a daha iyi
yaklaştırsın diye ona tapmak için yapmıyorlar. Aksine bu, tavafın
sünnetlerinden biridir. Hz. Ömer bir defasında Hacer-i Esved'i öperken,:
"Ben senin, ne fayda ne de zarar veremeyen bir taş olduğunu
biliyorum..."752 diyerek Brockelmann'm bu iddiasına asırlar
öncesinden cevap vermiştir. Hacıların da yaptığı, onu eliyle okşamaktır. Eğer
izdiham gibi bir nedenle bu mümkün değilse, uzaktan işaret etmekle yetinir.
Nitekim Resullulah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hz. Ömer'e (r.a) şöyle
buyurmuştur: "Ey Ebu Hafs, sen güçlü kuvvetli bir adamsın. Hacer-i Esved'e
ulaşmak için kalabalığın arasına dalma. Çünkü muhtemelen güçsüzlere sıkıntı
verirsin. Dolayısıyla, tenha bulduğunda gidip elini sürebelirsin. Aksi halde
tekbir getir ve geç."753 İbn Ömer'in (r.a) bildirdiğine göre,
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir defasında mübarek dudaklarını
Hacer-i Esved'in üzerine koyup uzun uzun ağladı. Bunu gören Hz. Ömer de uzun
süre ağlamaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
şöyle buyurdu: "Ey Ömer, burası ibretlerle doludur."754
Hacca giden kimsenin, Hacer-i Esved'i
istilamı (selamlama) sırasında şöyle demesinin sünnet olduğu rivâyet
edilmiştir: "Ya Rabbi! Bunu Sana iman ederek, Kitabını tasdik, Sana
verdiğim ahde tabi olarak ve Pey-
748 Brockelmann, İslam
Milletleri ve Devletleri Tarihi, I, 31; Bu iddianın cevabı için ayrıca bk.
el-Menhel dergisi, “el-istişrak vel-Musteşrikûn" ile ilgili özel sayısı.
(Yıl, 55, sayı, 471) Ramazan ve Şevvâi, 1409. sayfa. 40-41.
743 Brockelmann, A.g.e. I, 31.
750A.g.e. I, 31.
751 A.g.e.,
I, 42.
752 Buharı,
Hac, 50, 57; Müslim, Hac 248; Ebû Dâvud, Menâsik 46; Nesâî, Hac 147-178; İbn
Mâce, Menâsik 27; Dârimî, Menâsik 42; Muvatta’, Hac 115; Ahmed, Müsned, I, 21
753 Ahmed,
Müsned, I, 28.
754 ibn
Mâce, Menâsik 27.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 185
gamberin Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sünnetine uyarak yapıyorum"755. Bakınız,
nasıl da her kelime, her hareket ve hatta her duygu yalnızca Allah Tealâ'ya
olan derin ve mükemmel bir imanı gösteriyor? Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) hatta cahiliyet döneminde bile, Hac esnasında put tapıcılık
adetlerinden şiddetle kaçınırdı. Hicretin dokuzuncu yılı bu çirkin adetlerin
tamamen ortadan kaldırılmasına sahne oldu756. Haccm bütün şeairleri,
tıpkı namaz, .oruç ve zekâtın rükün ve adapları gibi Allah'a itaatin, rızasına
koşmanın birer simgesinden ibarettir. Sonra, acaba Hacer-i Esved, Mekke'nin
fethi sabahında ebediyyen ortadan kaldırılan başta Hubel olmak üzere diğer üç
yüz altmış puttan— müşriklerin gözünde—daha mı önemliydi? Elbette değil. Bütün
o putları ortadan kaldıran Hz. peygamber, Hacer-i Esved'in zerre kadar puta
tapıcılıkla alakası olsaydı o haliyle devam etmesine müsaade eder miydi?
Hz. Peygamberin, Hacer-i Esved'e
Islâmda yer vermesiyle putperestlere yaranmak, onların gönlünü almak istediği
de söylenemez. Çünkü, tâ başından beri ve en güçsüz olduğu bir dönemde,
müşriklere taviz vermeyeceğini, onların putlarına asla tapmayacağını kesin
ifâdelerle ilan etmiş757 diğer taraftan şirk kokan her türlü yanlış
uluhiyet anlayışlarını reddetmiş, sahiplerini şiddetle yermiştir.758
Allah'tan emirler alarak böylesine
kesin ifâdelerle konuşan bir Zatın, Allah'ın izin verdiği ölçünün dışında,
müşriklere yaranmaya çalışması, onların gönlünü hoş tutması mümkün mü?
9. Öğle
Namazını ve Aşûre Orucunu Yahudilerden Öğrendiği İddiası
Müsteşrikler, Müslümanların namazı
hakkında da çok değişik iddialar ileri sürmüşlerdir. Meselâ Brockelmann, aynen
şöyle demektedir: "Mekke'deki mü'minler günde yalnız iki defa namaz
kılarlarken, burada (Medine'de) Yahudilere uyarak öğleyin bir üçüncü namaz
ihdas ettiler"759. Caetani de, İslâm namazının ne Mekke ne de
Medine döneminde, şu anda kılman muayyen vakitlerde ve düzenli bir biçimde hiçbir
zaman kılınmadığını, bugünkü düzenine göre Hz. Muhammed'in ve-
755 Seyyid
Sabık, Fıkhu’s-Sünneh, I, 207-208; Ahmed Atiyyetullah, el-Kamûsu’l-islâmî, c.
I, “İstilâmü’l- Hacer” maddesi.
756 ibn
Hişam, a.g.e., I, 184-188, II, 543-546.
757 Kâfirûn
, 1-6; Yûnus, 104-106.
758 Nisâ,
171; Tevbe, 30-31.
759 Brockelmann,
a.g.e., I, 22.
186 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
fatından çok sonra tesbit
edildiğini iddia ederken760; kimisi de Hz. Muhammed'in, Mekke'de
Hıristiyanları takliden sabah akşam olmak üzere iki kez namaz kıldığım,
Medine'ye geldiğinde ise günlük namazın sayısını —öğle veya ikindi namazını da
ekleyerek— üç vakit kılmayı Yahudilerden öğrendiğini iddia eder; bu yalana bir
kılıf bulmak için de, beş vakit namazın Hz. Muhammed'in vefatından sonra
teessüs ettiğini ileri sürer761. Bazı müsteşrikler, Aşure orucunun
da Hz. Muhammed tarafından Medine'de ve Yahudileri takliden vazedildiğini
ileri sürerler.762 Onlara göre daha sonra kıble ile birlikte bu
uygulama da Ya- hudilere düşmanlıktan dolayı neshedilmiştir.763
Böylece, ibadetle ilgili ahkâm da, siyasî değişikliğin tesirinde kalmıştır.764
Bu konularda, İslâm bilginleri çok
değerli açıklamalarda bulunmuşlar ve müsteşriklere gerekli cevapları detaylı
bir biçimde vermişlerdir.765 Onun için tafsilata girişmeyecek,
sadece şu kadarını söylemekle yetineceğiz:
Öğle namazı meselesine gelince,
müsteşriklerin öğle namazı dahil beş vakit namazın Mekke döneminde İsra ve
Miraç gecesinde farz kılındığını766 nasıl bilmezlikten geldiğini
anlayamıyoruz.
Namazların sayısı hakkında, müracaat
edebileceğimiz İslâmî kaynakların hiçbirinde böyle bir gelişmeye dâir herhangi
bir malumat bulamadığımızı ifâde edelim. Batılı münekkitlerin, bu görüşü hangi
eserden aldıklarını bildirmemeleri gerçekten esef vericidir. Zira elimizdeki
bütün kaynaklar, Mekke'de farz kılınmasından itibaren, bu namazların günde beş
kere kılındığını bildirmektedir.767 Ayrıca Hz. Peygamber, gerekli
açıklamalarla birlikte bu namazları böylece tespit etmiş, Kur'- ân-ı Kerim de
birçok yerde bunlardan kısaca bahsetmiştir.768
Kur'ân-ı Kerimin herhangi bir îmâda
bulunmadığı Aşure günü meselesine gelince; Kureyşlilerin İslâmdan önce bu
günde oruç tuttuklarını ve
760 L.
Caetani, a.g.e., III, 246-257.
761 Bk.
Frantz Buhl, Das Leben Muhammads, s. 215; Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, s.
464, Institutions Musul, s. 66; Andrae, Mahomet. s. 81.
762 Andrae,
a.g.e., s. 137.
763 A.g.e.
s. 138.
764 G.
Demombynes, a.g.e., s. 68.
765 Caetani’nin
bu iddialarına ikna edici cevaplar için bk. M. Asım Koksal, Müsteşrik
Caetani’nin Yazdığı ‘Islâm Tarihine Reddiye", s. 325-338; Dr. Abdurranmân
Bedevi, Defense de la vie du Prophete Contre ses Dedracteurs, s. 189-192.
766 ibn
Hişâm, a.g.e., I, 407-408; Buharî, Sahih, II, 328; Müslim, Sahih, I, 101; Salih
Suruç, Peygamberimizin Hayatı, 1,375-376.
767 Bk.
Buharî, Salat 1; Müslim, iman 263; ibn Mâce, İkâme 194; Tirmizî,
Salat 45; Nesâî, Salat 1; Ahmed, Müsned, III, 161...
768 Rûm,
17-18; Tâhâ, 130; Hûd, 114; İsrâ, 78.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 187
Hicretten evvel bizzat
Hz. Peygamber'in de bu adete uyduğunu hadisçi- lerden öğreniyoruz769.
Yine bu Aşure orucunun, (Ramazan orucunun farz kılınmasından sonra da) Hz.
Peygamber tarafından mü'minlere tavsiye edildiğini770 biliyoruz. O
halde, Hz. peygamber'in, hidâyette Yahudi- leri taklid için böyle bir karar
aldığını, ancak siyasî ortamın değişmesi yüzünden bu kararından döndüğünü iddia
etmek, gerçekleri saptırmaktan başka bir şey değildir.
Ayrıca Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Medine'ye gelip Yahudilerin o gün oruç tuttuğunu gördüğünde,
Sahabilerine o gün oruç tutmalarını emretmesinin ve Yahudilere: "Ben Hz.
Musa'ya sizden daha yakınım"771 demesinin verdiği mesaj şudur:
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) hiçbir zaman onlara yaranma yoluna gitmediği gibi, onlara tâbi olma
gibi bir düşüncesi de olmamıştır. Aksine ta başından beri, kendileri hakkındaki
görüşü neyse onunla, karşılarına çıkmış, onları ve peygamberleri olan Hz.
Mûsa'yı birbirinden ayırmış ve Hz. Musa'yı tıpkı kendisi gibi Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamber olarak kabul etmiştir.
Bunun yanısıra Aşure orucu nafiledir,
yani Islâmın temel prensiplerinden uzaktan yakından bir alakası yoktur.
10. Kur’ân'ın
Üslup ve Muhtevasında Değişildik Meydana Getirdiği İddiası
Biz bu konuyu ele alırken amacımız,
müsteşriklerin, Mekke'de inen âyet ve sûrelerle Medine'de inen âyet ve
sûrelerin üslup ve muhtevasına ilişkin görüşlerini sunmak ve bunun üzerinde
Kur'ân'ın kaynağını ilgilendirdiği ölçüde gerekli değerlendirmeleri yapmaktır.
Zira, biraz sonra yapacağımız alıntılardan da görüleceği üzere müsteşrikler
Kur’ân'ın indiği zaman ve mekânların etkisini ileri sürerek onun İlâhîliği konusunda
şüphe uyandırmak istemişlerdir. İslâm bilginleriyle müsteşriklerin bu konuda
gösterdikleri çaba arasında, yöntem ve amaç farklılığı vardır. İki tarafın da
yöntemleri üzerinde durmayacağız. Amaçlarına gelince, İslâm alimleri, bir
âyetin tarihini, ne zaman ve ne hakkında nâzil olduğunu incelerken, ilgili
rivâyetleri araştırıp tespit etme konusunda çaba harcarken amaçları, İslâm
davetinin gelişmesini en ince detaylarına kadar tesbit etmek, her aşamasına
ışık tutmak ve o
709 Buharî, Savm 1; Müslim, Savm
19.
770 Müslim,
Savm 36.
771 Seyyid
Sabık, Fıkhu’s-Sünne, I,. 451.
188 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
dönemlerde inen hüküm ve
yasaları belirlemek olmuştur. Müsteşriklerin amacı ise, netice itibariyle
Kur'ân'm beşeriliğini kanıtlamaktır.
Müsteşrikler, Kur'ân-ı Kerimi zaman
bakımından tertip etmek istemişler ve Müslüman alimleri kullandıkları sahih
rivâyetlerin zayıflığını iddia ederek bu tertip konusunda karalama eğilimini
göstermişlerdir772. Nöldeke, Schwally ve diğer Alman müsteşriklerin
kabul ettikleri bu tertip, Batılı bilginlerin zihinlerini meşgul etmiştir. Bu
nedenle, Kur'ân araştırmaları alanında en tehlikeli sonuçları buna dayandırmışlardır.
Kur'ân'm sıhhatini cerhetmek, öğretilerini birbiriyle çelişkili gibi göstermek;
problemlerini, ümitlerini ve acılarını ele aldığı zaman ve mekân şartlarından
etkilendiğini isbat etmek için bu tertibi, en büyük kapı edinmişler. Öte yandan
bu tasnif, Kur'ân'm birçok cüz'iyatını—kendi bakış açılarına göre—kapalı,
müphem, tartışma ve izaha muhtaç halde göstermişlerdir. Ancak bu Kur'ânî
tasnifi yapan Alman Ekolü, Kur'ân tertibinin, Müslüman alimlerin bin sene hatta
daha fazla bir zaman önce kullandıkları yöntemden başka bir yolla tasnif
etmenin imkânsızlığını da kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanıtlamıştır. İslâm
bilginlerinin yönteminin, çerçevesi—ictihad ve istidlale de büyük yer vermekle
birlikte—sahih rivâyetlerle çizilmiştir. Sözkonusu rivâyetleri gözönünde
bulundurmak, Kur'ân'ı doğruya en yakın bir nüzul sırasına göre tertip etmeye
götüren biricik yoldur. Bu metod, Alman Ekolünün gerçekleştirdiği bilimsel (!)
tertipten çok daha üstündür773.
Alman ekolünün Kur'ân-ı Kerimi bu
şekilde tertip etmesinin sonucu olarak Kur'ân metninin sıhhati ve âyetlerin Hz.
Peygamberin karşılaştığı şahsî ve mahallî şartlardan etkilendiği konusunda
birçok şüphe ortaya atıldı. Öyle ki bu ekol, Kur'ân'm, Hz. Peygamber, kavmi
arasında davasını yaymaya; karşılaştığı problemlere karşı çözümler bulmaya;
şirk ve geçmiş semâvî kitaplar karşısında yeni stratejiler belirlemeye
çalışırken duyduğu ümit ve acıların fiilî bir yankısından başka bir şey
olmadığını kabul etti.
772 Müsteşrikler,
bu rivayetler konusunda, tamamen reddedici değil de müteşeddit ve titiz
davransalardı söyleyeceğimiz bir şey olmazdı. Çünkü, İslam bilginleri de aynı
titizliği göstermişlerdir. Müsteşriklerden H. Grimme, bu konuda Müslüman
bilginlerin metodunu uygulamıştır. Ancak iki noktada tenkid edilmektedir: (1)
Sahih ve zayıf rivayetleri bibirinden ayıramaması, (2) Nöldeke ile ters
düşmemek için, çalışmasının başında belirlediği metoda, yani rivayetlere bağlı
kalmaya dikkat etmemesi. (Bk. Subhî Salih, Mebâhis, s. 175).
773 Bu
konuda geniş bilgi için bk. Subhî Salih, a.g.e, s. 175-178. * Müsteşriklerin,
Rahman ismiyle ilgi olarak ileri sürdükleri iddialar ve bu iddialara cevaplar
için bk. Suat yıldırım, “er-Rahmân isminin Kur’ân-ı Kerimde kullanılışı” adlı makalesine,
A. Ü. İslâmî ilimler Fakültesi Dergisi, sy. 4’den ayrı basım, Sevinç Matbaası
Ankara 1980; Yine aynı yazara ait, “Ayetlerin Kronolojik Sıralanması" Yeni
Ümit Dergisi Nisan, Mayıs, Haziran, 1996, s. 5-7
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 189
Belçikalı müsteşrik
Lammens, Mekkî ve Medenî sûreleri birbirinden ayırmış. Bunu yaparken, İslâm
davetinin geçirdiği aşamalara göre meydana gelen olay ve oluşan şartlara uygun
olarak değişen üslup ve ele alman konuları incelemeye dayanmıştır. Yazar
araştırmasında, Mekke dönemine ait iki tür sûreyi tesbit ettiğini
söylemektedir. Ona göre, Kur'ân'm, Hz. Peygamberin görevlendirilişine yakın
ilk sûreleri, üslûbundaki vecizlik, sûrelerindeki kısalık, âyetlerde
duraklarla sık sık nefes kesilmesi, hatta bazan bunun bir tek cümlede mana
tamamlanmadan bile olması; Arap kâhinlerininkine benzer seci'li üslûbun
tercihi; Kıyamet gününü dramatik ve korkutucu bir üslupla anlatılması ile
farklılık arze- derler. Yine yazara göre, Kur'ân'm ilk inen âyetlerine
"hatabî" bir üslup egemendir. Bunların yanısıra birçok sûrede sık
sık yemine başvurulur. Müellif—bu kelime ile Hz. Muhammed'i kastediyor—bu tür
kasemleri, göğe, yıldızlara, dağlara, ağaçlara, güneşe, aya, yere, fecre ve
"leyâl-i aşre"... yapıyor. Ancak, bu gibi doğal nesnelere bu şekilde
yemin edilmesi yavaş yavaş azalmakta, sonunda Medenî âyetlerde bütünüyle
kaybolmaktadır.774
İkinci Mekke dönemi ve
nisbeten peygamberliğin başlangıcından uzaklaşıldığı zaman Kur'ân sûreleri,
İncil kıssalarına yer vermekle te- mâyüz eder. Bu kıssalar, Hz. Muhammed'in
Mekke'deki çağrısında riiu- haliflerine karşı gösterdiği değişikliği ve yeni
mücadele yöntemini yansıtmaktadır. Yine bu dönemin ayırıcı bir özelliği de,
geçmiş peygamberleri ve sözkonusu peygamberlere karşı gelen kavimlerinin
acıklı sonlarını anlatan kıssalarına yer vermesidir. Aynı bu dönemde, ilk defa
Rahmân kelimesi Allah anlamında kullanılmaya başlanmıştır/ Daha sonra Medine
döneminde "Yâ eyyühe'l-lezîne âmenû" olarak değişecek "Yâ
eyyühennâsü" ifadesi de bu dönemde kullanılmıştır. Yine daha önce
genellikle kısa olan sûreler bu dönemde yavaş yavaş uzamaya başlamış, bizzat
üslupta da bir değişiklik meydana gelmiştir. Üslup daha önce kâhinlerin seci'li
sözlerini andırırken, yavaş yavaş açıklık kazanmaya ve Arap nesrine benzemeye
başlamıştır. Hz. Muhammed, peygamberliğinin başlangıcından itibaren ilk on
sene zarfında^ her üç jşemâvî dinin inandığı tevhid esasında birbirine
olan yakınlığını gözönünde bulundurarak kendileriyle iyi ilişkiler içinde
bulunacağını düşünerek hiçbir şekilde Yahudî ve Hıristiyanlara hücum
etmemiştir. Ayrıca Hz. Muhammed, peygamberliğinin diğer semâvî dinlerin bir
tamamlayıcısı olduğuna, ancak o güne kadar kendilerine peygamber gönderilmemiş
Arapların ihtiyaçlarına göre bir keyfiyete büründüğüne inanıyordu775.
774 H.
Lammens, a.g.e., s. 60.
775 A.g.e,
s. 61.
190 ■ KUR'ÂN
VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Medenî sûrelerle ilgili olarak da
Lammens, şunları söylüyor: Medine'de inen sûreleri, gerek şekil ve gerekse konu
bakımından her iki dönemiyle Mekkî sûrelerden ayırıp tanımak kolaydır. Şekil
bakımından bu sûrelerin üslûbu, özellikle teşri’ konularını düzenleyen âyetler
normal nesre yaklaşmıştır. Kur'ân'ın cümleleri gelişme kaydetmiş, öyleki bazen
tam ve belirli bir dönemi yansıtacak biçimde mütekâmil bir bütünlük
göstermektedir. Aynı şekilde nağme de Mekke'dekine göre değişikliğe uğramış ve
daha çok sağlamlık ve ahenk kazanmıştır. Bu dönemde, dinî, medenî ve cinâî
hükümleri detaylı bir biçimde ortaya koyan yönetici ve kanun koyucu bir sesi
hissediyoruz. Şöyle ki: Hicret, Hz. Muhammed için, ahiret işlerine daha fazla
özen gösterdiği Mekke döneminde yaptığından daha fazla olarak dünyevî işleri
elinde tutup düzenleme kapısını geniş bir biçimde açmıştır. Şu tür emirler
peşpeşe gelmeye başlar: "Peygambere itaat ediniz!",
"Mallarınızın zekâtını veriniz!"...vs. Aynı şekilde, Kıyametin
yaklaştığını bildiren Mekkî sûreler de geride kalmıştır. Yine müşriklerle
tartışma ancak nâdir rastlanır olmuş, ancak bu dönemde Yahudiler ve kalblerinde
hastalık bulunan münafıklara hücum edilmiştir. Bunlar, Medine halkından iki
gruptur. Bu dönemde nazil olan Kur'ân'da askerî emir ve yükümlülükler büyük bir
yer tutmaktadır.
Yine bu dönemde ahlakî kurallar
üzerinde de açıkça durulur. Peygambere saygı göstermeye, onun huzurunda
seslerini yükseltmemeye ve bir- birleriyle konuşur gibi ona yüksek sesle hitap
etmemeye, hareminin hücreleri gerisinden kendisine çağırmamaya, iyice
araştırıp emin olmadıkça bir haberi doğru kabul etmemeye, Müslümanlar
birbirleriyle savaştıklarında onları barıştırmaya gayret etmeye, bir taraf
barışa yanaşmadığı takdirde Allah'ın emrine dönünceye kadar o tarafla savaşmaya
çağrı; insanların birbirleriyle alay etmemesi, birbirlerine kötü lakaplar
takmaması, zannın bir kısmının günah olduğu için zandan uzak durmanın zarureti,
tecessüs, gıybet ve nemimeden kaçınılması, Müslüman millet ve kabilelerin
birbiriyle eşit oldukları... gibi Müslümanların ahlak ve yaşayışım düzenleyen
kurallar hep bu dönemde inen âyetlerde yer alan konulardır. Medenî sûreler,
Peygamberin ailevî meseleleri, eşleriyle olan problemleri ile dolu
bulunmaktadır. Bu dönemde inen sûrelerde, evlatlığının boşadığı bir kadınla
evlendirilir. Hz. Aişe'ye yöneltilen ifk hadisesi sözkonusu edilir, vefatından
sonra hanımlarının durum ve konumlarına açıklık getirilir...vs. Bu dönemde Hz.
İbrahim (a.s) Arap kavmiyle irtibatlandırılır, Araplara Kabe'nin kurucusu
olarak takdim edilir, İslâma Hz. İbrahim'in dininin adı verilir. Ne Yahudi, ne
Hıristiyan ne de müşrik olmadığı aksine Hanif ve
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 191
Müslüman olduğu
belirtilir776. Lammens, sözlerini şöyle sürdürüyor: Hz. Muhammed
bütün bu icraatlarıyla İslâm dininin, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi diğer
semavî dinlerden bağımsız olduğunu ilan etmeyi amaçlamıştır. Sonra Hz. Muhammed
Yahudilerden alakasını kesince, Hıristiyanlarla da ilişkisini kesmekte tereddüt
etmemiştir..."777.
Müsteşrik Blachere de, bu konuyu
eserlerinde ele almış, özellikle Alman müsteşrik Nöldeke'nin konuyla ilgili
görüşlerine yer vermiştir. Blachere'in eserlerini inceleyerek Nöldeke ve
Schevvally'nin görüşlerini de tesbit edebiliyoruz. Blachere, Nöldeke ve
Schevvally'nin görüşlerini öz bir biçimde naklederek şunları söylüyor: Kur'ân'm
ilk inen âyetlerini ele alıp incelediğimiz zaman, Hz. Muhammed'in mütereddit,
tedirgin, üzerine yüklenen görevin ağırlığı karşısında ümitsiz olduğunu
görüyoruz. İlk inen 23 sûre, yeni Peygamberin başlangıçtaki alışma dönemini
bize açıkça gösteriyor. O bu dönemde henüz "İlâhî nidâ"nın ağır
tesiri altındadır. Hayali, yakında aleme isabet edecek büyük felâket ve musibetlerin
ve de kıyamet gününün yaklaştığının endişesiyle tedirgindir. Ona göre, Kıyamet
—zamanını tam olarak belirleyemezse de— yavaş yavaş yaklaşmaktadır. Kıyamet
koptuğunda insanlar kendilerini kaybedeceklerdir. O bu anları dramatik bir
biçimde canlandırmaktadır; kişi eşini, çocuklarını ve aşiretini unutur. Çünkü
herkesin, başından aşkın bir meşgalesi vardır. Yeryüzü bambaşka bir şekle
dönüşecek. Ölüler clirilip mezarlarından kalkacaklar ve hesap anı gelip
çatacak. Herkesin cezası yaptığı işe göre olacak; kim zerre ağırlığınca hayır
işlemişse karşılığını görecek, kim de zerre ağırlığınca kötülük yapmışsa
cezasını çekecektir.
Yine naklettiğine göre bu dönemin bir
başka ayırıcı özelliği de, Hz. Muhammed'in peygamberliğinin İlâhî kaynaklı
olduğu ve Allah'ın birliğine çağrı üzerinde şiddetle durulmasıdır. Kur'ân
değişik yerlerde yeni Peygamberin ve görevinin rolünü açık ve net bir biçimde
belirler. Bu rol, mütevazi bir görev olup onun bir müjdeleyici ve uyarıcı
olması çerçevesini aşmaz. Her şeyin yaratıcısı Allah'tır. Her şeyi görüp
gözeten Odur. Hiçbir yaratık Onu göremez. Elçilik görevi, Melek Cebrail
aracılığıyla Peygambere nakledilir. İşte bu dönemden ve Mekke müşrikleri
Kur'ân'm Allah'tan gelen vahiy olmadığına, aksine eskilerin efsaneleri olduğuna
inanmaya başladığı andan itibaren Kur'ân âyetleri Hz. Muhammed ile müşrikler
arasında patlak veren mücadeleye, Hz. Muhammed'in onların sözü edilen
iddialarına karşılık kendilerini beyinsizlikle nitelediğine, putlarıyla alay
ettiğine ve bilgisizliklerini ortaya koyduğuna işaret ediyor.
776 A.
g. eserden mana olarak naklen.
777 A.
g. e„ s. 62; Blachere, Le Coran, s. 36.
192 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Blachere, İslâm davetinin bu ilk
aşamasında, İslâmm temel inancı olan vahdaniyet konusunda Kur'ân ifadelerinin
kapalı olduğuna, hatta Kureyş ilahlarını karalama (tesfîh) ile ilgili bir şey
ihtiva etmediğine, bu mesele hakkında kesin hükmün daha sonra geldiğine, bunun
da Allah'ın birliğini, Samed oluşunu, ne doğurup ne de doğduğunu ve dengi
hiçbir varlığın bulunmadığını belirten âyetlerin gelişiyle gerçekleştiğine
inanıyor.778
Blacere, Kureyş'in Hz. Muhammed'e
olan muarazasmın başlangıçta şiddetli olmadığı kanaatindedir. Ancak, Hz.
Peygamber, Kureyş'i putlarını bırakmaya ve yalnızca bir olan Allah'a inanmaya
çağırdıktan; zenginlerin tutumlarını, fakir ve köleleri sömürmelerini tenkit
ettikten sonra iki taraf arasındaki bağ tamamen kopmuştur. Çünkü bu durum
karşısında Kureyş, kendi sınıfsal imtiyazını yitirmekten korktu ve İslâm
çağrısına, dinî bir inanç sistemi olmaktan çok sosyal bir reform niteliğinde
görerek karşı çıktı.779
Bu aşamadaki Kur'ân pasajları üslup
bütünlüğüyle temayüz eder. Meselâ, âyetler genellikle altı ile on duraktan
oluşur. Ayrıca âyetler, yoğun manalar yüklü olup tek bir kafiye halinde aynı
tarzda birbirini izler gider. Büyük çoğunlukla, bu âyetler düzenli bir şarkı
biçimindedir. Yine genellikle bu mukaddes parçalar yıldızlara, gezegenlere,
dağlara yeminle başlar. Bu parçalar, poetik ve müzikal üslûbu ve cezbedi-
ciliğiyle temâyüz eder.780
Hz. Muhammed'in Mekke'deki çağrısının
ikinci aşamasına gelince bu da, Kehf Sûresinden başlayarak Necm Sûresinin
sonuna kadar toplam yirmi iki hizbde kendisini göstermektedir. Necm Sûresi,
mürekkep ve uzun bir sûredir. Bu terkîbî yapı, içinde Allah'ın birliğini
gösteren diğer isimlerinin yanısıra Rahmân ismine de yer verilen Kehf Sûresinde
açıkça görülmektedir. Bu ve benzeri kelimelerin, Kur'ân'm bu dönemde ortaya
çıkardığı kavramlarla çok sıkı bir ilişkileri vardır. Nitekim bu dönemde,
göklerin ve yerin Yaratıcısı olan, yeri döşek yapan, onda insanlar için yollar
meydana getiren, gökten su indiren ve onunla ölü bir ülkeyi dirilten, bütün
çiftleri yaratan, insanlar için gemi ve hayvanlardan binekler var eden
Allah'tan bahsedilir781. Bu dönemde küçük İslâm cemaatiyle
düşmanları arasında kesin kopuş meydana geldi. Mü'minûn Sûresinden birkaç pasaj782
bu kesin ayrılışı gösteriyor. Vahdâniyet
778 Blacere,
a.g.e, s. 37.
779 A.g.e,
s. 38.
780 A.g.e,
s. 39.
781 Zuhruf,
9-13.
782 81,83,
90, 92. âyetler.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 193
akidesi bu aşamada
kesinleşti. Hz. Muhammed'in rolü, mübeşşir ve nezir olmaktan öteye giderek
başka amaçlara yöneldi. Cehennem, Peygamberin çağrısını inkâr eden Mekke
müşrikleri için bir tehdit unsuru haline geldi.783
Blachere devamla şöyle diyor: Bu
dönemde, "çölde vaaz eden peygamber" meselesinin gelişme
kaydetmesini ancak belli belirsiz bir biçimde görebiliyoruz. Çünkü bu dönemde
müşriklerin Peygambere olan düşmanlıkları artmış ve bu dava yeni bir yöne
yönelmiştir. Şöyle ki: Hz. Muhammed amacına ulaşmak için, çağrısı, Arap
Yarımadasında, bilinen kıssa ve efsânelere işaretler yapmaya başlamıştır.
Ayetler, imândan ve Allah'ın birliğinden söz ettikten hemen sonra,
peygamberlerini yalanlayıp inkâr eden, bu yüzden de Allah'ın üzerlerine felâket
ve azap gönderip onları yakıp yıktığı kavim, kabile ve milletlerin kıssalarına
yer veriyor. Ad Kavmi, Salih Kavmi, Lût Kavmi, Firavun Kavmi ve Nuh Kavmi
bunlara birkaç örnektir. Kur'ân âyetleri, sözü edilen peygamberlerin
elçilikleriyle, Hz. Muhammed'in peygamberliği arasında bir karşılaştırma
yapıyor ve kavmine, sapıklıklarına devam ettikleri takdirde geçmiş kavimlerin
başına gelen musibetlerin kendilerinin de başına geleceğini haber vermekle
tehdit ediyor. İşte, Hz. Muhammed'in, "çölde vaz eden" konumundan
İncil'de yer alan kıssalarla tanışmasına doğru gelişme kaydettiğini belirten
sözün anlamı budur. Kur'ân bu aşamada, eski mukaddes semâvî kitaplardan
etkilenmiş-tir.784
Kur'ân'ın üslûbuna gelince, o da,
Mekke döneminin birinci aşama- smdakinden kesin bir biçimde farklılaşmıştır.
Ayetlerin sayısı artmış, öyle ki bir sûre on iki ilâ yirmi âyeti ihtiva etmeye
başlamıştır. Dahilî keskinliği dinmiş, öyle ki, nefesleri sık sık kesen
duraklarından, ateşîn ve helvese ve‘ zühûl ile karışık âyetlerden pek fazla
eser kalmamıştır. Peygamber, eskiye nazaran daha fazla kendisine güvenmeye,
kavmine yeni üslûp ve delillerle meydan okumaya başlamıştır. Eski poetik ve
müzikal üslûbun yerini cerh ve kötüleme üslûbu almıştır.785
Mekke'nin üçüncü dönemine gelince,
müsteşrik Nöldeke, bu dönemle bir önceki arasında köklü farkların bulunmadığı
kanaatindedir. Çünkü bu dönem gerek şekil, gerekse mevzu bakımından öncekinin
bir uzantısı sayılır. Fakat bu uyum, bütün alanlarda ve mutlak değildir. Çünkü,
meselâ Peygamber'in Beytü'l-Makdis'e olan yolculuğu anlamında Isra ve göğe
yükselişi anlamında Mi'rac gibi yeni konulara bakarak iki dönemi birbirinden
ayırmak mümkündür. Bu iki olay, daveti etkilemiş, Ku-
783 A.g.e,
s. 40.
784 A.g.e,
s. 40.
785 .A.g.e,
s. 42.
194 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
reyş'in yalanlamasıyla
karşılanmış, bazı Müslümanların da dinden dönmelerine neden olmuştur. Bu
dönemin başka bir farklı özelliği de, vaaz ve irşad şeklinin değişmesidir.
Nitekim Peygamber, kavmini sadece ahirette değil dünyada bile azap ve helâk
ile tehdit etmeye başlamıştır. Öte yandan Kur'ân âyetleri, "eşyanın yeni
tabiatına" mukabele etmeye başlamış, Peygamber'in, koruyucu ve destekçisi
olan amcasının vefatından sonra takınması gereken tutumu konu almıştır. Bu dönemde,
kavmi kendisine düşmanlık ve alay ile karşı koymuş, zayıf mensupları
Habeşistan'a hicret etmek zorunda kalmış, bir sığmak bulma ümidiyle kendisi
bizzat Taif'e tebliğ için gitmiştir. Ne var ki Taif halkı kendisini inkâr ve
kaba kuvvetle karşılamıştır. Kur'ân âyetlerinin bu yeni konulara değinmesi
tabiidir. Kur'ân'm hitap üslûbu da değişmiş ve "Ey insanlar"
ifadesini kullanmaya başlamıştır. Çünkü artık vahiy sadece Mekke halkına hitap
etmemekte, aksine bütün insanlara seslenmektedir.786
Şekil ve mevzu bakımından bu
sürekliliği, bu dönemde İslâm çağrısını saran ve üç ana faktöre ayrılabilen ortam
ve şartların gerektirdiği ufak değişiklik meydana getirmiştir: Eski
peygamberlerin başarısızlığına işaret; İslâmın, Allah'ın dört bir tarafa
yayacağı ve bütün dinlere galip getireceği bir din olduğunu vurgulama ve
mensuplarını sabra, tahammüle, yakın bir gelecekte galip geleceklerine tam bir
iman ve güven duygusuyla dolu bir kalble güçlüklere göğüs germeye teşvik; Mekke
müşriklerini, Hz. Peygamber ve çağrısına karşı düşmanca tutumlarında ısrar
etmeleri halinde geçmiş ümmetlerin başına gelenlerin aynısının kendilerinin de
başına geleceğini belirterek tehdit etmek.
İslâm çağrısının bu aşamasında,
direkt ataları olması itibariyle Hz. İsmail'in babası olması açısından Hz.
İbrâhim'in Arapların babası olması da kesinlik kazandı. Ayrıca Hz. İbrahim'in
Hanifliği tesis edişi de vurgulandı. Haniflik, bütün peygamberlerin tebliğ
ettiği, mülhid milletlerin ise bilmezlikten geldiği temel dindir. Bu gerçek
İbrahim Sûresinde açıkça kendisini gösteriyor. Hz. İbrahim'in Arapların atası
olduğu şeklindeki bu anlayış, Medine'de de kuvvet bulmuştur.787
Blachere, Kur’ân'm Medenî sûre ve
âyetlerini ele alırken, araştırmasının girişinde, İlâhî vahiy ile bağlantılı
yeni kanunlara dayanan bu siyâsî ve ictimâî değişikliğe işaret etmektedir. Bu
dönemde Hz. Muhammed'in rolü değişmiştir. O artık Allah'ın kendisini, çölde
dinini yaymak için seçip görevlendirdiği bir kişi değildir. Fakat, aynı
zamanda, içinde bulunduğu şart ve ortamın da etkisiyle görünüş, yaşayış
786 A.g.e,
s. 42.
787 A.g.e.,
s. 46.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 195
ve ibadetleriyle
başkalarından ayrılan dinî bir cemaatin de lideri olmuştur. Bu cemaatin
karşısında sadece müşrikler değil, aynı zamanda Medine'deki, son derece
teşkilatlı üç Yahûdî kabilesi de yer almaktadır. Bunlar, İslâm Cemaatinin
peygamberine hem dinî hem de dünyevî pek çok zorluk çıkarmaktadır. Bu cemaatin,
Mekke müşrikleriyle olan ilişkisi de, çok geçmeden silahlı mücadele biçimine
dönüştü. Bu mücadelede sözkonusu cemaat önce bir zafer kazandı. Arkasından
Uhud Savaşında bozguna uğradı. Daha sonra, zafer ve hezimetler zaman zaman el
değiştirdi. Bu durum, Hz. Muhammed'in muzaffer bir fatih olarak ana yurduna
dönmesine kadar devam etti.
İnen vahyin bu dönemlerle olan
ilişkisine gelince, gelen Kur'ân âyetleri acısıyla tatlısıyla bu cemaatin
yaşayışını konu alıyordu. Kur'ân, o günkü İslâm cemaatinin başından geçen
önemli olayları bize aktarmaktadır. Medine'de inen sûrelerin adedi, yirmi
dördü bulmaktadır. Bunlar, zaman, mekân ve konu sıralaması gözetmeksizin
Mushaf'ta serpiştirilmiş biçimde yer almaktadır. Ancak Müslümanlar, uzun
sûreleri Mushaf'ın başına yerleştirmişler. Orta uzunluktaki sûreler ise, Mushaf'ın
ortasında yer aldıkları gibi son kısmında da yer almışlardır. Bu döneme ait
sûrelerin bir özelliği de, kanunî hükümleri, özellikle ceza kanunlarını ihtiva
etmesidir. Belli başlı had cezalarıyla ilgili âyetler buna örnektir. Öte yandan
bu âyetlerde kullanılan ifadeler, Allah'a ve Resulüne itaate teşvik etmekte,
Müslümanların hiçbir itiraz ve tartışmaya girmeden Allah ve Resulünün
emirlerine itaat etmeyi öngörmektedir. Sözkonusu emir ve yasaklamalar, her
türlü kapalılık ve belirsizlikten uzak net ve açık bir ifadeyle sunulmaktadır.
Bu dönemde Kur'ân âyetleri de belli bir uzunluk kesbetmiştir. Eski kesik kesik,
heyecanlı ve nefes kesen üslûbu ihtiva etmemektedir. Bununla birlikte Medine
döneminde Kur'ân üslûbu zaman zaman açıkça birbirinden farklılık arzetmektedir.
Meselâ, ateşli ve tehdit dolu kısa âyetlerin yanında uzun, rahat ve sakin
âyetler yer alabilmektedir. Bunun yanısıra, Medenî sûre ve âyetler, bu
dönemdeki Muhammedi çağrının karşısındaki yeni olgular karşısında bir ahenk ve
açıklıkla farklılık arzeder.
Kuşkusuz, Medenî âyetler, Mekkî
âyetlerin ele aldığı pek çok meseleyi de ihtiva etmektedir. Meselâ, eski
peygamberlere ve kavimlerinin akibetlerine yer vermek, müşrik ve münafıkları
helak ve azap ile tehdit etmek... gibi. Fakat, İslâm davetinin siyâsî
gelişiminin gerektirdiği ve Medenî vahiylerin ele aldığı yeni konular da yok
değildir. Meselâ, Müslümanların gayr-i müslim komşularıyla olan diplomatik
ilişkileri, barış, savaş, sulh ve ateşkes gibi meseleler... buna örnektir. Ne
var ki Kur'ân, diğer semâvî kitaplardan farklı olarak sözkonusu olayları tarihî
tertip itibariyle açıklayıp sıralamıyor. Aksine, emir ve yasakla-
196 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
malarda bulunurken, öğüt
verip ibret almaya çağırırken, dinî ve dünyevî muameleleri tanzim ederken
bunlara değiniyor. Bundan dolayı diyoruz ki: Kur'ân bir tarih kitabı değildir.
Medine'de inen âyetlerin bir özelliği
de, Yahudilerle hoş geçinme ve Hıristiyanlarla en güzel bir metodla mücadele
yöntemini kullanmasıdır. Ancak, her bir taraf diğerini kendi dinine çekmekten
ümidini kesince Müslümanlar ile Yahûdiler arasında mücadele kızıştı. Dinî,
itikâdî ve kültürel mücadele son derece şiddetli bir savaşlı mücadeleye
dönüştü. Bu da, Müslümanların Yahûdilere galip gelmesi ve onları Arap Yarımadasından
kovmasıyla sonuçlandı. Kur'ân birçok sûre ve âyetlerinde, bu fikrî ve askerî
mücadeleyi çok güzel bir biçimde gözlerimiz önüne sermektedir.
Başlangıçta, İslâm cemaatiyle Arap
Yarımadasındaki Hıristiyanlar arasındaki münasebetler iyiydi. Bu dönemin ilk
aşamasında, Kur'ân Hz. İsâ'nm uluhiyyetini ve teslis inancını inkâr etmesine
rağmen iki taraf arasında hiçbir düşmanlık kaydedilmemektedir. Fakat ne zaman
ki bu cemaat, Bizans mukavemetini hissetti, özellikle Mûte savaşından sonra,
Kur'ân âyetleri, (şâyet kendilerine uyacak olsa Allah'ın gazab ve azabına
çarpılacak) Peygamberden kendi dinlerine tabi olmadıkça razı olmayacak olan
Hıristiyanları da Yahûdilerle aynı kefeye koymaya başladı.788
Medine'de inen Kur'ân pasajları,
gerek şahsî, gerek medenî ve gerekse cinâî konulardaki yasaları ortaya koymakla
farklılık arzeder. Bu pasajlar, İslâm toplumunun günlük hayatını tanzim
etmekte, Hz. Peygamberin aile hayatına ait düzenlemeler getirmekte, eşleri
arasındaki tartışmalara çözümler sunmakta, bir hanımına yöneltilen bir iftirayı
çürütmekte, evlatlık kurumunu ortadan kaldırmak için Peygamberin, evlatlığının
boşadığı Zeyneb ile evlenmesini sağlamaktadır. Öte yandan bu pasajlar,
"Münâfıklar" adını verdiği, dilleriyle inandıklarını ileri süren,
gerçekte ise gönülden inanmayan ve ilk defa Medine'de ortaya çıkan yeni bir
grubu ele almaktadır. Kur'ân sûreleri, özellikle savaşla ilgili konularda bu
grubun Peygamber'i ne derece rahatsız ettiklerini bize açıkça göstermektedir.789
Blachere'in Mekkî ve Medenî âyet ve
sûrelere ilişkin görüşlerini bu şekilde kısaca arzettik. Gelecek sayfalarımızda
tahlil ve tenkide tabi tutacağımız bu görüşleriyle onun neyi gerçekleştirmeyi
amaçladığı bu kısa açıklamalarımızdan açıkça belli olmaktadır.
788 A.g.e,
s. 56.
789 A.g.e,
s. 60.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 197
Maxime Rodinson ise, bu gibi zaman,
mekân ve konulara göre bir taksime kalkışmamıştır. Ancak, sözünün akışı
içerisinde Mekkî Kur’ân'm —kendi görüşüne göre—İslâm öncesi Araplarca
bilinmeyen bir nesir üslûbundan farklılık arzeden özelliklerine işaret
etmiştir. Ona göre, cahiliye Arapları nesir ile değil şiirle ün salmışlar.
Müslüman alimler, bu özelliği, Kur'ân'm hak ve İlâhî kaynaklı oluşu konusunda
çürütülmez bir delil olarak kullanmışlardır. Çünkü, Arapların daha önce hiç
bilmedikleri bu yeni edebî üslup ancak, Hz. Peygamberin söyledikleri konusunda
doğruluğunu gösteren bir İlâhî mucizeyle açıklanabilir. Özellikle, Hz.
Muhammed, belagat ve fesahatta son derece ileri olan Araplara bir benzerini
getirmeleri konusunda bu üslup ile meydan okumuştur. Rodinson, Kur'ân
üslûbunun taklidi mümkün olmayan hâsiyetini itiraf ediyor. Fakat, İslâmdan önce
Kur'ân üslûbuna benzer bir üslûbun bulunduğu konusunda ısrar ediyor. Ona göre
böyle bir üslup var, fakat yazılı metinler elde bulunmadığı için bunu isbat
etmek mümkün olamamaktadır. Dolayısıyla bir karşılaştırma yapmak
imkânsızlaşıyor.790
Görüldüğü gibi, Mekke döneminde
Kur'ân üslûbu şiir olmadığı gibi tam anlamıyla bir edebî üslûp da değildi.
Ancak Kur'ân üslûbu, başlangıcında kâhinlerin seci'li sözlerine yaklaşıyordu.
Özellikle yıldızlara, gezegenlere ve diğer tabiat faktörlerine yemin ederken bu
daha çok göze çarpıyordu. Cümleler, kesik kesik olarak birbirini izliyordu.
Ayetler hararetli ve kısaydı ve tek nağme biçiminde son buluyordu.791
Konu bakımından ise, Rodinson şu
görüşü taşıyor: İlk Mekkî sûrelerde Peygamberin yeni bir din getirdiğine işaret
eden herhangi bir şey yoktur. Bu sûreler, başkaldırıcı veya rahatsız edici ve
huzuru kaçırıcı fikirler içermiyor. Sonra, Muhammed'in İlâhı, başka ilahların
varlığını veya kudretini- yok saymıyor. Başlangıçta bunları
bilmezlikten gelme veya kendilerinden söz etmemeyle yetiniyor. İlk âyetler
Allah'ın mutlak vahdaniyetini vurgulamıyor. Muhtemelen Hz. Muhammed, bu dönemde
aynı zamanda Yahudi ve Hıristiyanların da İlâhı olan kendi İlâhının sonsuz
kudretine tam olarak inanıyor. Belki de ikinci derecede önemli olan ve asıl
tanrının etrafında bulunan, fakat yüce Allah'ın kudretine dayandıkları için
bağımsız gerçek kudretleri bulunmayan, fakat Allah'ın bazı yaratıkları olarak
varlıklarına inandığı cin ve şeytanlardan birazcık daha güçlü olan bir grup
tanrıya da inanıyordu.
790 Rodinson
bu ifadeleriyle, taklidi mümkün olmayan Kur’ân üslubunun belağatı konusunda
kuşku uyandırıyor ve kitabında hür fikirli İslam düşünürleri diye nitelediği ve
“Kur’ân’a muaraza" adı verilen eserler kaleme almış bazı kimselerin adını
veriyor. Ancak -ona göre- bu eserler yok edilmiştir. Rodinson, kitabında ayrıca
Nöldeke’nin “Kur'ân üslubunun kusurlarıyla ilgili neşrettiği bir makalesine
işaret ediyor. (Rodinson, a.g.e, s. 120).j
791 A.g.e,
s. 123.
198 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Diğer bazı tanrıların varlığını da
inkâr etmeden onların üzerinde bir ilâhın tazim edilmesi müşriklerin inanç ve
dinlerinde bilinen bir gerçektir. Bu tür ilah türüne "Henoteisme"
adı verilir ve bu, Arap Yarımadası sakinleri olan Araplar nezdinde
bilinmektedir. Büyük ihtimalle Muhammed bu tür ilahlarla Yahudî ve
Hıristiyanların inandığı gerçek tevhid inancı arasında tereddüt ediyordu.
Böylece Muhammed'in, Allah'ın kudreti
üzerindeki ısrarı Mekke'de kimseye dokunmadı. Özellikle Kureyş zenginleri
başlangıçta İslâm çağrısından etkilenmediler. Çünkü servetleri sayesinde başka
herhangi bir kudrete ihtiyaçları olmadığını sanıyorlardı. Hatta zekat vermeye
ilişkin ısrar bile onlar açısından garip bir şey değildi. Çünkü bu, Arapların
bütün canlılığıyla yaşayan kabilevî geleneklerine de uygundu ve bir özellik
olarak sahip olmakla övünülen "kerem" erdemiyle de paralellik
gösteriyordu. Aynı zamanda, tanrıların gazabını teskin edip kullara zarar
vermelerini önlemek için kurban sunma biçimindeki egemen ve yaygın dinî
düşünceye de uygun düşüyordu.
Bütün bunlar Kureyş nezdinde makbul
şeylerdi. Değil mi ki, Muhammed'in çağrısı, Araplarca maruf dinî ve ahlakî
eğilimi temsil ediyordu. Fakat bu yeni fikirler çok geçmeden şiddetli
çekişmelerin patlak vermesine katkı yaptı. Bunun birçok ve değişik sebebleri
var. Birincisi: Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilk inanan insanlar, eşi
Hatice, amcasının oğlu Ali ve evlatlığı Zeyd bin Harise gibi aile fertleriydi.
Bunları, Ebu Bekir es-Sıddîk ve Osman bin Affan gibi bazı zengin tüccarlar
takip etti. İlk mü'minler arasında, aristokrat Kureyş ailelerine mensup olan
Halid bin Saîd bin el-Âs gibi bir grup genç de vardı. Yine, Talha bin
Ubeydillah ve Abdurrahman bin Avf gibi orta halli Kureyş ailelerine mensup
başka gençler de bulunmaktaydı. Bir grup da vardı ki, kendilerine "Zuafa
Güçsüzler" adı verilirdi. Bunlar, soy itibariyle Kureyş ailelerine mensup
değillerdi. Bunların sözkonusu ailelere mensubiyeti "Velâ" yoluyla
idi. Habbab bin Eret, Suhayb bin Sinan, Ammar bin Yâ- sir gibi kimseler bunlara
örnek olarak verilebilir. Bu gruptan sonra, Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilk
günden itibaret inanan Bilal, Amir bin Fuheyre gibi kimselerden oluşan bir köle
grubu gelir. Gerek efendi ve gerekse köleleri barındıran böyle bir cemaatin
geniş bir ufku, hür bir fikri vardı. Bunlar yeni dini benimseyince Kureyş
toplumunu birbirinden ayıran sınıf farklılıklarını tartışmaya başladılar.
Tartışma, sınıflar arası çatışmayı kızıştıran başka bir şekil aldı. Kureyş,
kendi imtiyazlarını ve ticaretini yitirmekten korktu. Büyük emelleri bulunan
bu küçük cemaati tehlikeli görmeye başladı. Sınıflar arası çatışma sonucunda,
Islâm çağrısıyla muhalifleri arasındaki mücadele hesapta olmayan yeni bir
mecraya yöneldi.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 199
İkincisi: Yeni dinde Kureyş
tanrılarının rol ve yerini açıklama; sonra Peygamberin yeni dindeki yer ve
rolünü belirleme de peygamber ile kavmi arasındaki ilişkiyi daha da zor duruma
soktu.792
Çok geçmeden Peygamberden net cevap
geldi: Buna göre, Bir ve Samed olan Allah'tan başka ilahlar yoktu. Kendisi için
biçilmiş rolü, "Beşîr ve Nezîr" olmaktan öteye geçemiyordu. Ancak,
ilk bakışta mütevazi gibi görünen bu rol çok geçmeden, İslâm cemaatinin itikadı
ve amelî hayatının diğer yönlerine egemen olmaya başladı. Çünkü bu meselelerin
tanzimi yukarıdan geliyordu. Peygamberin görevi sadece apaçık bir tebliğden
ibaretti. İşte bu noktada hasım iki taraf arasındaki çekişme daha şiddetli bir
şekle girdi. Ayetler peşpeşe gelerek, müşrikleri, putlarını, tanrılarını ve
inançlarını tehdit etmeye ve Allah'ın birliği fikrini güçlendirmeye başladı.
Yeni din bütün inançları, fikirleri, geleceği, emelleri ve elemleriyle
başkalarından ayrıldı. Bu noktada Kureyş, maddî ve manevî bütün imkânlarıyla bu
yeni dine karşı koydu. Peygamberin mensuplarına baskı yaptı. Çekişme had
safhaya vardı. Hasımları tarafından başvurulan bütün barış girişimlerine rağmen
Peygamber emrettiği veya nehyettiği en ufak bir şeyden taviz vermedi.
Bu hadiseler cereyan ederken vahyin
inişi de devam etti. Gelen vahiy, büyük bir dikkat, kararlılık ve teenniyle
yeni dinin esaslarını açıklıyor, Allah'ın birliğini kökleştiriyor ve başka
tanrılarla olan nihaî bağları koparıyordu. Böylece Muhammedi risaletin kesin
bir biçimde çerçevesi çiziliyordu. Buna göre, Allah'tan başka ilah yoktu.
Ulûhiyet ve mülkünde hiçbir ortağı mevcut değildi. Mü'minler yalnızca ona
yöneliyorlardı.
İslâm çağrısının bu aşamasında Kur'ân
üslûbu değişti. Daha az asabî, daha az heyecanlı ve hararetli, fakat daha çok
vurgulu ve kendinden emin olmaya başladı. Ayetler uzadı. Nağme daha bir ahenk
kazandı. Kasemler ve kâhinlerin seci'li sözleri biçimindeki üslûp kayboldu. Bununla
birlikte dil özlü (Elliptique), okuyuşlar dramatik bir biçimde münazaralardan
oluşmaya devam etti. Ayetler, sahabilerine ve muhaliflerine hitap eden
Peygambere "Kul de ki" şeklinde hitap ediyordu. Söz- konusu âyetler,
mü'minler açısından parlak, gönül alıcı ve ümit verici; kafirler için ise
karanlık, tehditkâr ve korkutucu tablolar ihtava ediyordu.793
Rodinson, Hz. Peygamberin Medine'ye
hicretinden sonraki hayatını ele alırken, bu aşamada inen Kur'ân'ın
özelliklerine de işaret eder ve kısaca onun, Hz. Peygamberin yeni vatanındaki
hayatının açık bir
792 A.g.e,
s. 125.
793 A.g.e,
s. 162.
200 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
yansıması, inanç ve yasa
bakımından yeni toplumu tanzim eden talimat, emir ve nehiyler bütünü olarak
nitelendirir. Bu dönemde, Peygamber'in nisbeten mütevazi olan rolü sınırlıdır.
Şu kadar var ki, mü'minler, aralarında bir anlaşmazlık çıkması durumunda ona
başvurmak zorundaydılar. O, Allah'ın yücelerden gelen talimatlarına uygun
olarak hakem ve ka'dî konumundadır. Nitekim, Kur'ân, anlaşmazlıkları gidermek
için, cahiliye özelliği olan kuvvete veya intikam yöntemine başvurmaktan
sakınmayı açıkça emretmektedir. Kısasa başvurmak kesin bir emir olarak
kendisini gösterir. Kısas durumunda sadece ve sadece katil öldürülür. Katilin
ailesinden hiçbir şekilde intikam alınamaz. Maktulün yakınları diyete razı
oldukları veya karşılıksız olarak katili affettikleri takdirde katile kısas
uygulanmaktan vazgeçilir.
Bu döneme ait Kur'ân
âyetleri, Peygamber ile Medine'de oturan Yahudiler arasında patlak veren fikrî
ve ideolojik mücadeleden söz eder. Özellikle herbirisi, ötekini kendi dinine
çekmeye çalışıp başarısız kalınca bu sürtüşme daha da şiddetlenir. Aralarındaki
uçurum gittikçe derinleşir. Özellikle âyetlerin açıkça ifade ettikleri gibi iki
taraf arasında fikrî ve kültürel mücadele başgösterir. Öte yandan bu döneme ait
Kur'ân âyetleri İslâmî anlamda cihadı, şartlarını, nasıl yapılacağını ve
mü'minlerin buna nasıl önem vermeleri gerektiğini tanzim eder. Sözkonusu
askerî emir ve talimatlar, mü'minlerin Mekke müşriklerine, Medine Yahudilerine
ve bunların işbirlikçilerine karşı giriştikleri savaşlarda geniş bir yankı
bulur. Yine bu döneme ait kutsal pasajlar, Peygamberin ailevî problemlerini,
eşleri arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları, onlardan birinin iftiraya maruz
kalışını, evlatlığının boşadığı bir hanımla evlenmesini konu alır.
Bu dönem, savaş ve barış
meselelerinin tanzimi, beytü'l-mâlm düzenlenmesi, İslâm cemaatinin gelir ve
giderlerinin izahı, harcamalarının nerelere yapılması ve hak sahiplerinin
kimler olduğunun beyanı, savaş ganimetlerinin taksimi, medenî, cezâî ve ahval-i
şahsiye ile ilgili yasaların çıkarılması ve kölelerle nasıl muamele edilmesi
gerektiğiyle ilgili konuların ele alınmasıyla temayüz eder. Bütün bu konuları
Medenî âyetler açıklıyor.794
Goldziher de, Le Dogm
et La Loi de L'Islam isimli kitabında Mekkî âyetler ile Medenî âyetler
arasındaki farklılıktan söz eder. Bu konuda Kur'ân'm tenkidi ve belağî
tetkikine dayanır. Buna göre, Mekke döneminde, Muhammed'in ateşli kararlılığının
kendisine telkin ettiği imajları sunduğu vaazlar gelmiştir. Bu vaazlar, vehmî,
hayalî, keskin, direkt ve zâtîdir. Bu dönemde onun kılıcının şakırtısı
duyulmaz, Müslüman
794 A.g.e.,
s. 249-275 (özetle).
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 201
savaşçılara veya
vatandaşlarına hitap etmez. Aksine., muarız ve muhaliflerinin tümüne, alemin
Yaratıcısı, Rabbi ve Sultanı olan Allah'ın kudretine ilişkin ruhunu dolduran
inançtan; vahiy şeklindeki görüp müşahede ettiği ve gerçekten kendisinin de
rahatını kaçıran hesap gününün yaklaştığından söz ediyordu. Yine o, geçmiş
çağlardaki azgın insanların ve peygamberleri aracılığıyla kendilerine gelen
İlâhî uyarılara karşı koyan milletlerin başına gelen cezaları haykırıyordu.
Fakat paygamberliğin
hamaset ve şiddeti—Medine vaazlarında ve orada gelen vahiylerde—yavaş yavaş
dinmeye ve sakinleşmeye başladı. Öyle ki, bu vahiyde belağat zayıf ve sönük
hale gelmeye başlamıştır. Aynı şekilde vahyin kendisi de daha önce ele alıp
çözüme kavuşturduğu konu ve meselelere nisbetle daha az bir seviyeye inmiştir.
Öyle ki, bazan sakin bir nesir haline gelir. Bu dönemde, Peygamberin, gerek
vatanının dahilinde, gerekse haricinde gaye ve amaçlarını gerçekleştirmeye
karşı koyan basımlarına karşı tecrübesini, tanzim edici karihasını, ince
görüşünü ve cihanşümul basiretini kullandığını görüyoruz. Aynı şekilde o,
mensuplarını, sancağının altına girenleri bir nizam altında toplamaya, yavaş
yavaş ayaklarını sağlamlaştırmaya başlayan bu yeni oluşum için dinî ve medenî
bir yasa vazetmiş ve pratik hayatın bütün şartlarına ilişkin kurallar ortaya
koymuştur. Onun özel hayatı da önemli ve önemsiz bütün yönleriyle kenidisine
gelen İlâhî vahyin çerçevesi içinde yer almaktadır.795
Goldziher, sözünü
ettiğimiz kitabında şunları da söylemektedir: "İlk inen sûreler, eski
kâhinlerin gaybdan verdiği haberleri dile getirdikleri sözler biçimindeydi.
Şayet başka bir biçimde gelseydi, hiçbir Arap bunun Allah tarafından
vahyedilen bir Kur'ân olduğunu kabul etmeyecekti. Zaten Muhammed de, getirdiği
her şeyin İlâhî vahyin eseri olduğunu üzerine basa basa belirtiyordu. Ancak,
Mekkî sûrelerin secileriyle Medenî sûrelerin seci'leri arasındaki fark çok
büyüktür! Muhammed'in, ilk dönemde, kendi keşfî ve ilhâmî görüşlerini (Ses
visions) kendi yanık yüreğinin vuruşlarına uygun olarak seci'li ve kesik kesik
pasajlarla dile getirdiğini görürken, ikinci dönemde vahyin, yine aynı seci'li
şekliyle geldiğini ancak, Mekkî sûrelerde ele aldığı aynı konulara göre hamle
ve kuvvetten soyutlandığını müşahede ediyoruz796.
• Biz, bu mesele hakkında
müsteşriklerin görüşlerini detaylı bir biçimde belirttik. Ayrıca Kur'ân
vahyinin doğruluğuna ilişkin en önemli şüphelerini de özetledik. Şimdi bu
iddiaları değerlendirmeye çalışalım:
795 I.
Goldziher, Le Dogm et La Loi de L'lslam, s. 9-10.
796 a.g.e.,
s. 10.
202 S KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Müsteşriklere göre, Mekkî
sûreler, kısa olmaları, nefesin sık sık kesilmesine sebep olan kısa âyetler
ihtiva etmeleri, üslupta bir uyumun bulunmayışı, nağmede intizamın olmayışı;
Medenî sûreler ise, uzunlukları, nağmelerinin ahenkli oluşu, nefes kesen kısa
âyetlerin yer almayışı ve sunuluşundaki akıcılıkla dikkat çekiyor. Bu
farklılığın kaynağı, Peygamberin aklî ve psikolojik durumuna dayanmaktadır.
Çünkü o, Mekke'de iken henüz tecrübesizdi. Davet işinde yeniydi. Ortamın
şartlarını yansıtan kitabını telif etmeye çalışırken bir derece zorluk çekmiş,
tereddüt ve kararsızlık göstermiştir. Medine'de ise, problemler ve çözümleri
karşısında artık kendine güveni artmış ve tecrübe kazanmıştır. Bu nedenle de
telif ölçülü, açık ve net gelmiştir. Ayrıca bu rahatlık, Hz. Muhammed'in
düşünmesinden, araştırmasından ve gerek sahabilerine, gerekse etrafındaki diğer
insanlara danışmasından da kaynaklanmıştır. Müsteşrikler bunları açıkça
söylemiyorlarsa da ifadelerinden anlaşılan budur.
Bu şüphenin ne realite ne de üslup
bakımından hiçbir aslı esası yoktur. Şöyle ki, genel olarak Kur'ân üslûbunun
dil ve belağat açısından mu'ciz bir özelliği vardır. Islâm alimleri bunu çok
ciddi bir biçimde tetkik ve tahkik etmişler, onu diğer beşer üsluplarından
ayıran belli hususiyetlerini tespitte bulunmuşlardır. Bu üslup gerek Mekke'de,
gerekse Medine'de hareket ve duraklarında emsalsiz bir biçimde ahenk ve uyumluluğuyla
kendisini gösterir. Bu konuda ne manzum ne de mensur hiçbir söz ona ulaşamıyor.
Bu savtî alan, etkili nizam, ahenkli nağmedir ki Arapları Kur’ân'm, içinde
nesir veya şiir özelliği göremedikleri, sihir diye nitelendirmeleri için de
daha önce benzerini bulamadıkları hasiyetine dikkatlerini çekmiştir.
Kur'ân üslûbunun özelliklerinden biri
de, havas avam herkesin aynı şekilde ondan etkilenmesidir. Herkes onun
azametini hissediyor, beyanının halâvet ve zenginliğini tadıyor. Bu onun İlâhî
kaynaklı oluşunun en büyük delilidir. Çünkü eğer beşer kaynaklı olsaydı, geniş
halk kitleleri onun üslûbundan etkilenmez, sadece kültürlü elit tabaka onun
tadına varabilirdi.
Kur'ân üslûbunun özelliklerinden biri
de, müsteşriklerin iddialarının tersine ifadelerinin orijinalliği, üslûbunun
sağlamlığı, eczaları arasındaki irtibat, kelime, cümle, âyet ve sûreleri
arasındaki uyumdur. Bu konuda farklı düşünen müsteşriklerin şüphelerini
özellikle zikrettik. Biz, iddialarının doğruluğunu kanıtlayan canlı misaller
getirmelerini ısrarla istiyoruz. İddia ediyoruz, Kur'ân'da soluk ve nefesi
bölen kesintiler yoktur. Belirsizlik ve kapalılık bulunmaz. Onda, kural bozan
nağmeler mevcut değildir. Tamam olmayan cümleler yoktur. Aksine Kur'ân, lafız
ve mana bakımından ahenkliliği, cümle ve duraklarında
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 203
tekamülü, muhtelif
parçalarının birbiriyle irtibatı, durumlara göre âyetlerinin uzunluk ve
kısalığı ile başka eserlerden ayrılır.
İkincisi
Müsteşriklerin hepsi, Hz. Peygamberin
davetinin başlangıcında inkılapçı, yeni ve cihanşümûl bir dine çağırmadığını,
diğer Arap tanrılarına ses çıkarmadığını ve ancak İslâm davetinin aşamalarının
gerektirdiği kişisel ve mevziî şartların gerçekleşmesinden sonra mutlak
vahdaniyeti talep ettiğini ve şartların lehine dönüşmesiyle dininin cihanşümûl
olduğunu söylediğini iddia etmektedirler. Bu sebepledir ki, Mekkî Kur'ân
başlangıçta, Allah'ın birliğine ve Ona şirk koşmamaya çağırmamakla dikkat
çeker. Bu çağrı, Mekke döneminin son yıllarında kendisini göstermiş ve Medine
döneminde kuvvet kazanmıştır...
Bu şüphe muhteva ve mana bakımından
gerçekten çok tehlikelidir. Biz, müsteşriklerin bunu kanıtlamak için
dayandıkları delil ve bürhan- lara rastlayamıyoruz.
Bu tür iddiaların tam tersine, İslâm
davetine tâ başlangıcından itibaren egemen fikir yalnızca tevhiddir. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) baştan beri Allah'a başka herhangi bir
tanrı ortak tutmamıştır. Ne ibadet, ne’ de muâmelat alanında Ona hiçbir şeyi eş
görmemiştir. Aksine, bizzat Blachere, Nöldeke ve bütün alimlerin ittifakıyla,
ilk indiği kabul edilen şu âyetler mutlak vahdaniyete işaret etmektedir:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.
Oku! İnsana bilmediklerini belleten, kalemle (yazmayı) öğreten Rabbin, en büyük
kerem sahibidir"797. Blachere ve Nöldeke'ye inişi itibariyle
ikinci sırada yer alan Müddessîr Sûresinin üçüncü âyeti olan, "Sadece
Rabbini büyük tanı" ifadesi, Allah'tan başka tanrıları büyük tanımamasını
açıkça emretmektedir. Aynı sûrenin, 7. âyetinde "Li Rabbike" ifadesinin
öne alınmasıyla yine tevhide açıkça işaret eder. Aynı sûrenin 5. Ayetinde geçen
ve Hz. Peygamber'den terkedilmesi istenen "Ricz" kelimesine hangi
lügatten bakarsanız bakınız, manaları içinde "Puta tapma"nm da yer
aldığını görürsünüz. Tefsirlerde de böyle açıklanmıştır. Blachere'e göre 3.,
Nöldeke'ye göre 4. sırada inen Kureyş Sûresinin son âyeti de, "Kureyş'i
açlık ve korkudan emin kılan, Kâbe'nin Rabbine" ibadet etmelerini istiyor.
Blachere'e göre, 9, Nöldeke'ye göre, 15. sırada inen Târik Sûresinin, insanın
yaratılışına dikkat çekmekte, insanı bu şekilde yaratanın insanı yeniden
diriltmeye kâdir olduğunu ifade etmekte ve müşriklerin tuzaklar kurduğunu, buna
karşılık Allah'ın da onların tuzaklarını boşa çıkarıcı hesaplarının
bulunduğunu, ifade ediyor. Leyi Sûresi 13. âyetinde, dünya ve ahiretin Allah'a
ait olduğu tekitle
797Alak, 1-5.
204 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
belirtiliyor. Ayrıca sûre
baştan başa tevhid havasını yansıtıyor. Bunlar, Blachere ve Nöldeke'ye göre,
ilk inen sûrelerde yer alan delillerden sadece birkaç tanesidir. Bu sûreler
taranacak olsa buna benzer yüzlerce delil bulunabilir. Hele, bu konuda en
yetkili ve en sağlam ri- vâyetlere dayanan İslâm bilginlerinin, nüzûl tertibine
göre sadece şöyle bir göz atmakla yüzlerce delil bulunabilir. Meselâ, Mekke'de
5. sırada inen Fatiha798 bütünüyle tevhid havasını yansıtmakla
birlikte, "Biz ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz"799
ifadesi açıkça tevhidi ifade ve şirki reddetmektedir. Aynı şekilde Mekke'de
inen sûrelerin ilklerinden olan800 Müzzemmil Sûresinde de bu tevhide
çağrı yer almaktadır: "Rabbinin adını an. Bütün varlığınla Ona yönel. O,
doğunun da batının da Rabbidir. Ondan başka ilâh yoktur. Öyleyse yalnız Onun
himâyesine sığın."801
Yine başlangıçta, putlarına
dokunmadığı, hatta onları daha düşük seviyede de olsa tanrı kabul ettiği için
müşriklerin Hz. Muhammed'e ses çıkarmadıkları, asıl zıtlaşma ve sürtüşmenin,
İhlâs Sûresinin inmesiyle başladığı iddia ediliyor. Oysa bunun gerçekle hiçbir
alakası olmadığı Tevhid'e dâir verdiğimiz örneklerden anlaşıldığı gibi, İslâm
alimlerine göre 6., Nöldeke'ye göre 3. sırada yer alan Tebbet Sûresi, Ebu Leheb
ve karısının Hz. Peygambere eziyetine binaen indiği bütün tefsirlerde belirtilir.
Acaba, öz amcası olan Ebu Leheb ve karısı, durup dururken mi Hz. Peygambere
eziyet ettiler? İnanç veya sosyal yaşantı bakımından aralarında bir sürtüşme
başlamasaydı, daha önce iki kızını gelin olarak aldıkları Hz. Muhammed'e neden
eziyet etmeye başlasmlardı? Yine, Blachere'e göre 4., Nöldeke'ye göre 13.,
İslâm alimlerine göre 11. sırada inen Duha Sûresinin nüzul sebebine
baktığımızda, müşriklerin, "Muhammed'in Rabbi kendisini terketti"
diye ileri geri konuşmalarına binaen bir teselli olarak indiği belirtilir. Eğer,
arada bir mücadele olmasaydı, neden böyle kendisine dil uzatsınlar ve Hz.
Peygamber buna karşı neden bu kadar müteessir olsun?
Bir de, yukarıda da görüldüğü gibi
müsteşrikler arasında bu noktalarda bir ittifak sözkonusu değildir. Kimisi,
Hz. Muhammed, başlangıçta, Tevhid'e çağırmadığı ve putlara ses çıkarmadığı için
müşriklerin, bu noktadan değil de sosyal mevkilerine zarar geleceği için karşı
koyduklarını söylerken, kimisi de, fakire, yoksula akrabaya yardım etmek zaten
Kureyş'in kerem ve mürüvvet gibi vasfılarının
798 Zerkânî,
Menâhil, I, 95-96.
799 Fatiha,
5.
800 İslâm
alimlerine göre, 3., Blachere'e göre 34, Nöldeke’ye göre, 23.
801 Müzzemmil,
8-9.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 205
gereğiydi, başlangıçta
aralarında hiçbir sürtüşme yaşanmamış, sürtüşme, İhlâs Sûresinin inip, kesin
tevhidi ifade ettikten sonra başladı diyor. Bu da her iki iddianın gerçekle
alakası olmadığının açık bir göstergesidir. Müsteşrikler, önce minareyi çalıp
arkasından ona kılıf hazırlıyorlar. Peşin bir hükümle ortaya attıkları büyük
ölçüde dinî, siyasî ve ideolojik bir hipotez için bütün Kur'ân'ı kendilerine
pürüz oluşturacak herşeyden yontuyorlar. İslâm bilginlerinin en kesin rivâyet-
lerin desteğinde derin bir tetkik ve ictihadla, dolayısıyla gerçeğe en yakın
olarak tesbit ettikleri Mekkî ve Medenî sûre ve âyet sıralanışını kabul
etmeyerek kendilerince bir sıralamada bulunuyorlar. Bu sıralamanın da ne kadar
sağlıklı (!) olduğu ve iddialarını doğruladığı yukarıda verdiğimiz birkaç
örnekten bile anlaşılmıştır.
Öte yandan Hz. Muhammed
tamamen vahye tabidir. Davet işini ve yeni dinin seyir ve geleceğini kendisi
planlayıp belirlemekten kesin olarak uzaktır. O, kendi başına hiçbir zaman
hiçbir şeyi kurma peşinde ve iddiasında olmamıştır. Allah, zamana, zemine ve şartlara
göre en güzel plan ve stratejileri önüne koymuş, o da bunları harfiyen
uygulamıştır.
Üçüncüsü
Şimdi de Mekke'nin
birinci dönemine ait sûre ve âyetlerin "hatabî" olduğu iddiasına
gelelim. Hatabî kelimesi, tesir gücü muhatabın hüsn-ü zan ve kabulüne dayanan,
aklî delil ihtiva etmeyen söz demektir. Müsteşrikler, bu iddialarıyla,
Mekke'nin ilk döneminde inen âyetlerin delil ve bürhandan uzak, tamamen karşı
tarafın hissiyatına hitab eden, onu bu şekilde etkilemeye çalışan sözlerden
ibaret olduğunu söylemek istiyorlar. Bu iddiayla aslında, Kur'ân'm bulunduğu
ortamdan etkilendiğini, Hz.- Muhammed'in kendi eseri olan Kur'ân'a,
müşriklerin karşı koyduğunu, itiraz ettiğini görünce deliller bularak söylediği
âyetlere yerleştirdiğini, mensup ve tabileri çoğaldıkça, özellikle Medine döneminde
ise, sahabilerine ve etrafındaki insanlara danışarak iddialarını destekleyecek
delilleri çoğalttığı şeklindeki iddialarını kanıtlamak istiyorlar.
Bu şüphenin de tıpkı
diğerleri gibi hiçbir aslı esası yoktur. Çünkü ilk inen sûrelere şöyle bir göz
attığımızda iddianın hemen yanında delilin de yer aldığını açıkça görüyoruz.
Meselâ ilk nazil olan Alak Sûresinde, "Rabbinin adıyla oku" diye emir
verilirken, Allah'ın rubûbiyetine delil olan bir takım fiil ve sıfatlarına
dikkat çekilmiştir. O da, "Yaratıcı olması", "insanı döllenmiş
bir yumurtadan yaratması", "insana kalemle öğretmesi" dir. Hatta
bu ilk inen sûrelerde sık sık, İlâhî birer sanat eseri olan maddî olay ve
varlıklara802 yemin edilmesi de dolaylı bir çeşit
802 Msl., bk. Tîn, 1;
Duhâ, 1-2; Leyi, 1-3; Şems, 1-7...
206 B KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
delildir. Ayrıca, bu
sûrelerde genellikle müşriklerle tartışmaya girilir, onların iddia ve kötü
davranışlarına karşı çürütücü deliller ve caydırıcı cezalar ileri sürülür. Yine
Alak Sûresi buna açık bir örnektir. Meselâ- ilk inen Sûrelerden olan Kureyş
Sûresinde, Kabe'nin Rabbi olan Allah'a ibadet etmeleri lüzumunun gerekçesine
dikkat çekilir. O da, kendilerini beslemesi ve korkudan emin kılmasıdır. Meselâ,
Nöldeke'ye göre, 11. sırada inen Beled Sûresinin 7. âyetinde "hiç kimse
onu görmediğini mi sanıyor" dedikten sonra gelen üç âyette bu zannı
çürütücü mukabil deliller ortaya koyuyor. İslâm alimlerine göre 8., Nöldeke'ye
göre 19., Blachere'e göre 16. sırada inen A'lâ sûresinin ilk âyetleri çok
çarpıcı deliller ihtiva etmektedir. Daha buna benzer pek çok örnek
gösterilebilir.803
Daha sonraki dönemlere
ait olan Mekkî sûreler de incelendiğinde bu iddianın gerçekle hiçbir alakası
olmadığı açıkça görülür. Bu sûreler de, İslâmm inanç esaslarına, Allah'ın
birliğinin isbatma ilişkin delil ve bürhanlarla doludur. Bunlar, Kureyş'i,
Allah'ın varlık, birlik ve kudretini belgeleyen kevnî ve tabiî olaylar
üzerinde tedebbür ve tefekküre davet eder. Ayetlerinde, öldükten sonra diriliş
ve amellerin karşılığını görmeye dâir kevnî804 ve aklî deliller
sunar.805 Hz. Muhammed'in peygamberliğini isbata çalışır.806
Müşriklerle, putları ve bozuk inançları üzerinde tartışır. Onların sözde
delillerini aklî ve mantıkî hüccetlerle çürütür807. Bu tür aklî
delil ve mantıkî hüccetler ihtiva etmeyen hemen hiçbir Mekkî sûre yoktur.808
Kaldı ki, iddia edildiği
gibi bu anlamda ortamdan etkilenme durumu sözkonusu olsaydı, herkesten önce ilk
muhataplarının dikkatini çeker ve buna ilk itiraz da onlardan gelirdi. Fakat
böyle bir şey nakledilmiyor. Oysa onların ekserisi, Resulullahm en azılı
düşmanlarıydılar. Yine, eğer böyle bir etkilenme olsaydı, Kur'ân gibi harika
bir eserin, Hz. Muhammed'in—haşa—kendilerine danışarak veya kendilerinden etkilenerek
Kur’ân'mı yazdığı kimselerin eseri olurdu. Onlar öncelikle bunu ortaya
koyarlardı. Veya Hz. Muhammed'in bu durumunu açığa vururlardı. Böyle bir şeyin
olmadığına göre, iddianın da bir aslı yoktur. Demek ki, İlmî, kevnî ve gaybî
haberlerin insanüstü bir fesahat ve belagatle dile getirilişi olan Kur'ân gibi
bir eserin öyle, birkaç insandan veya beşerî ortamlardan kaynaklanması mümkün
değildir.
803 Msl.
Bk. Gaşiye, 17-20; Abese, 17-32; Tarık, 4-8.
804 Kaf,
6-11, 15.
805 Mu’minûn,
115; Secde, 18-22; Câsiye, 21-35;
808 Ankebût, 48-51.
807 807 En'am, 148-149.
808 Zerkanî,
Menâhil, I, 237-239.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 207
İlk Mekkî sûre ve
âyetler, bunun yanısıra, eğer onları Kıyamet gününün yaklaşmasıyla
korkutuyorsa, bu, dünya ve ahirette kurtuluş ve saadete ermeleri için onları
Allah'a imana, Allah'ın birliğini kabule, kötü davranışlardan sakınmaya ve
doğru yolda yürümeye teşvik etmek içindir. Medenî âyetlere gelince, bunlar da
her ne kadar kesin delil ve bürhan- larla dolu iseler de, aynı zamanda onlar da
Kıyamet gününü tasvir etmekte, müşrikleri bekleyen-kötü akibete, gerçek
mü'minlerin elde edecekleri güzel mükâfatlara ışık tutmaktadırlar. Böylece hem
şekil, hem de konu bakımından asılsız bir iftiradan öteye gitmeyen bu şüphe de
çürümüş olmaktadır.
Dördüncüsü
Mekke'de ilk inen
sûrelerde âyetlerin, kâhinlerin seci'li sözlerine benzediği iddiasına gelince,
bunun da amacı, Hz. Muhammed'in aslında, peygamber olmadığını, Allah'tan emir
alarak bir din tesis etmek istemediğini veya kendi başına böyle bir amacı
varsa, bunu, müşrikleri etkilemek için alışkın oldukları kâhinlerin, kehanette
bulunurken yaptıkları konuşma biçimleriyle ifade ettiğini söylemek isterler.
Bu iddianın da gerçekle
hiçbir alakası yoktur. Hz. Muhammed'in kâhin olduğu iddiası ileride daha
detaylı bir biçimde ele alınacaktır. Ancak burada şu kadarını belirtmek
gerekir ki: Her kâhinin bir cinni olduğuna inanılır, kâhin o cinden haber
aldığını iddia eder, seci'li ve her zaman hemen hemen aynı cümlelerden meydana
gelen bir nesir ile konuşurlardı. Gerçekte kâhinlerin büyük çoğunluğu hilekâr
olup, gâyet karışık ve karanlık bir dil kullanırdı ve gaybdan haber
verdiklerini iddia eder, bunu meslek ve geçim kaynağı edinirlerdi. Bütün
kahinler bedeviydi. Çocukluklarından itibaren bu işle uğraşırlardı.809
Şunu belirtmek gerekir
ki: Kur'ân âyetlerinin sonunda yer alan ses uyumlarının seci olmadığını bütün
erbab-ı ihtisas söylemiş ve bunu ispat etmiştir810. Hz. Peygamber
ise, hiçbir zaman gaybtan haber verme iddiasında bulunmamış, hatta gaybı
bilmediğini ısrarla belirtmiştir811. Hz. Peygamber kâhinlere özenmek
şöyle dursun, onların dillerini şiddetle yermiştir.812 Kâhinlerin
cinlerle irtibatlı olmasına karşılık, Hz. Peygamberin kâhin ve mecnun
olmadığını bizzat Kur'ân söylemektedir.813 Kâhinlerin sözleri,
hemen her zaman aynı ve kapalı şeylerden
809 Bk.
Kasım Küfrevî, Hz. Peygamber’e Dil Uzatanlar, (“Oryantalizm Soruları"
isimli kitabın ekinde) s. 171- 172.
810 Msl.
bk. Bakıllânî, İ’câzu'l-Kur'ân, s. 57; M. Said Ramazan el-Bûtî, Min
Revaii’l-Kur'ân, s. 111-112.
811 Bk.
En'âm, 50, 59; A’raf, 188; Yunus, 20; Hud, 31; Nemi, 65.. •
812 Müslim,
Kasame 36-38; Ebu Dâvud, Diyât 19; Tirmizî, Diyât 15.
813 Tur,
29; Hakka, 42.
208 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
meydana gelirken, Kur'ân
âyetleri, sonsuz denecek derecede renkli, farklı konuları ele alan, hadsiz
ilimleri ihtiva eden, fasih, beliğ, açık ve net bir üslupla gelmiştir.
Kehânetin çocukluktan başlayan bir meslek olmasına karşılık, Hz. Peygamber,
kırk yaşında bu işe başladığı iddia edilmiş oluyor. Bunun da ne gerçekle ne
teamülle hiçbir alakası yoktur. Her şeyden önemlisi, eğer Hz. Peygamberin
Kur'ân diye getirdiği sözler, kahinlerin sözleri gibi sıradan bir şey olsaydı,
içinde kâhinlerin de bulunduğu en fasih ve beliğ olan Kureyş edîbleri, bunca
meydan okuma karşısında bir sûresinin benzerini ortaya koymaları gerekmez
miydi?
Beşincisi
Bu şüphenin özeti şudur:
İlk Mekkî sûreler, kuşluk, gece, incir, zeytin, Tûr-u Sînâ ve daha başka
kâinattaki birçok maddî varlıklara yeminler içermektedir. Bu tür yeminler
zamanla azalmış ve Medenî sûrelerde artık tamamen kaybolmuştur. İddia sahipleri
sözü şuraya getirmek istiyorlar: Bu durum, Kur'ân'm her iki ortamdan
etkilendiğinin delilidir. Çünkü, Mekke'nin sosyal ortamı, maddî şeylerden,
Medine'nin sosyal ortamı ise, daha kültürlü ve aydın olduğu için aklî ve
manevî şeylerden etkilenirdi.
Bu şüphe temelden
çürüktür. Çünkü Mekke ortamı, müsteşriklerin niteledikleri kadar kaba ve geri
değildi. Hatta, denebilir ki, Mekkeliler, Medine halkından edebî zevk
bakımından daha ince, belagat bakımından daha ileri ve zekâ bıkımmdan daha
üstündüler. Kur'ân'm inişi sırasında Mekkelilerin diğer bütün Arap
kabilelerinin merkezi ve hepsinden üstün görülmeleri bunun en güzel delilidir.
Dolayısıyla onlara hitap, ancak zekî, kültürlü ve beyan sanatında mahir
kimselerin anlayabileceği özellikler ihtiva etmelidir. Bu da gösteriyor ki,
sözkonusu yeminlerde bir takım ince mesajlar ve yüksek beyânlar vardır. Medine
ortamı da, müsteşriklerin yakıştırdıkları biçimde ileri ve medenî değildi.
Mekke döneminde bazı varlıklara yemin edilmesi, müşriklerin haline uygun
düşmektedir. Onların, maddî şeyleri Allah'a ortak koşmak gibi sapık inançlarını
kırar. Çünkü, maddî nesnelere yeminle on- lardaki İlâhî sanata dikkat çeker ve
arkasında Allah'ın ilim, hikmet ve kudretini görmeye sevkeder. Öte yandan bu
olay ve nesnelere işaret, Allah'ın kudretini, saltanatının genişliğini
açıklama, varlık ve azametine delildir. Aynı şakilde, bu gibi varlıklara yemin,
Allah'ın onlara yerleştirdiği ve ancak zeki ve akıllı kimselerin anlayabileceği
ve insanlığın, gelecek uzun asırlar boyunca keşfetmeye devam edeceği bazı
sırlara işarettir. Aynı zamanda bu tür yeminler, onların kainat olaylarına
yemin konusundaki üsluplarına uygundu. Çünkü onlar da, bir me-
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 209
selenin doğruluğu veya
yanlışlığına inandıkları zaman bu gibi olay ve nesnelere yemin ederlerdi.814
Medenî sûrelerde yeminlerin
kaybolması ise, bu da şirkin gerilemesinden, maddî ve hissî şeylerin
tahakkümünden fazla, akıl ve mantığın hayata egemen olmasından ileri gelmiştir.
Hitap dili, artık iknayı, yumuşaklığı ve karşılıklı konuşur gibi rahat bir
üslûbu esas almaya başlamıştır. Bu dönemde Kıyamet günü ve ahiret tablolarını
sert ve şiddetli bir üslupla tasvir etmek çok fazla yoktur. Çetin lafzî dokundurmalar
o kadar göze çarpmaz. Kur'ân bu dönemde, İslâm ümmetini değişik hayat
alanlarında eğitmeye yönelmiştir. Müşriklerin hallerini, inatlarını ve putlara
tapma konusundaki ısrarlarını yansıtan karanlık tablolar gizlenmiştir. Bu
tabloların yerini parlak, net ve aydınlık tablolar almıştır. Bu tablolar,
İslâm toplumunda meydana gelen inkılabı canlandırmaktadır. Çünkü artık
vahdâniyet fikri yayılmış, şirkin yerini imân almış, kuşku yerini yakîne
terketmiş, dalâlet yerini hidâyete bırakmıştır. Kur'ân tabloları da, bu
durumlara uygun olarak değişmiştir. Bu da tabiî bir durumdur ve garipsenecek
hiçbir tarafı yoktur. Bu, Hz. Peygamberin yeni ortamdan etkilenmesinin sonucu
değildir. Aynı şakilde, Mekke'li muhatapların saflık ve düşüklüklerini
göstermez. Yine, Medinelilerin aydın, ileri, kültürlü, anlayış ve zekâda,
fesahat ve beyanda üstün olduklarına delil teşkil etmez.815
Alhncısı
Mekke döneminin ikinci devresinde ilk
defa İncil kıssalarına yer verilmeye başlandığı, geçmiş peygamberlere ve
inanmayan kavimlerinin acıklı akıbetine yer verildiği, "Yâ eyyühellezîne
âmenû" yerine "Yâ eyyünnâsü" ifadesinin kullanılmaya başlandığı
söyleniyor, bundan da amaç Kur'ân'ın beşer kaynaklı olduğunu isbat etmektir.
Kur'ân'ın kaynağının, birbiriyle
çelişen muharref İnciller olmadığını ileride başka bir başlık altında ele
alacağımız için burada bu konuya girmiyoruz. Bu iddiaları ise şöyle
değerlendiriyoruz: Nedense, sema ve vahiy kapılarını, kendi kutsal kitaplarının
önünde ardına kadar açık tutan müsteşrikler, Kur'ân'a sıra gelince aynı kapıyı
sıkı sıkıya kapama zorunluluğunu duyuyorlar. Allah'ın rahmet, nimet ve
risaleti ellerinde olsa neyse de, Allah böyle bir hakkı kendilerine1
vermediğine göre, daha önce birçok semâvî kitap ve suhuf gönderen Yüce Allah'ı,
Kur'ân'ı indiremeyecek acizlikle itham etmiş olmuyorlar mı? Kur'ân'ın İncil
kıssalarını ihtiva ettiği tariziyle, ondan alındığı ithamına karşı
814 Bu
konuda daha geniş bilgi için Bk. Zerkânî, Menâhil, I, 220-225.
815 es-Sâsî,
ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 435-436.
210 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
şimdilik Fransız Doktor
Maurice Bucaille'in şu değerlendirmesine yer vermekle yetinelim:
"Kur'ân/İnciller paralelliği ile
ilgili hususta, her şeyden önce şunu hatırlatmak gerekir ki, İncillerde
bulunup, bilimsel yönden çeşitli tenkitlere sebep olan—ve bu kitabın ikinci
kısmında bildirilen—konuların hiçbirisi Kur'ân'da mevcut değildir.
Kur'ân'da birçok yerde Hz. İsa'ya
atıfta bulunulur. Meselâ, Hz. Meryem'in babasına, kendisinin doğumunun haber
verilmesi, Hz. İsa'nın mucizevî doğumunun Hz. Meryem'e bildirilmesi, Hz.
İsa'nın mahiyeti, peygamberlerin ilk safında yer aldığı Mesih vasfı, Tevrat'ı
hem doğrulayıp, hem de bazı hükümlerini değiştirerek insanlara tebliğ ettiği
vahiy, insanları irşad ve daveti, kendisine inanan havariler, mucizeler,
neticede Allah katma yükselişi, kıyamet gününde rolü...vs.
Kur'ân'm üçüncü sûresi ile, Meryem
adını taşıyan 19. sûresi, Hz. İsa'nın ailesine uzun pasajlar ayırırlar. Bu
parçalar, Hz. İsa'nın annesi Meryem- in doğumunu, onun gençliğini, mucizevî
analığının Meryem'e bildirilişini anlatır. Hz. İsa her defasında
"Meryem'in Oğlu" diye nitelendirilir. Esas itibariyle onun soyu, ana
tarafından zikrolunur. Hz. İsa'nın biyolojik yönden babası olmadığına göre, bu
da tamamen makuldür. Kur'ân bu konuda Matta ve Luka İncillerinden ayrılır. Zira
daha önce açıklandığı üzere, onlar Hz. İsa'ya baba tarafından soy kütüğü izafe
ederler. Üstelik bu hususta birbirlerine aykırı bilgiler verirler.
(....)
Tekrar edelim ki, tarafsızlık, bu
gerçeğe parmak basmayı gerektirir. Yine tekrar edelim ki bu tarafsızlık
"Kur'ân’m yazarı Muhammed'in büyük ölçüde Kitab-ı Mukaddes'i kopya
ettiğini" iddia edenlerin esastan mahrum sözleri karşısında, olanca önem
kazanır. Bunlara karşı haklı olarak şu soru yöneltilebilir: Hz. İsa'nın soyu
konusunda, onu kopya etmekten kim veya hangi delil alıkoymuştu? Çağdaş
bilgilerin ortaya koyduğu tenkitlere hedef teşkil etmeyecek şekilde bir düzeltmeyi
Kur'ân metnine koyduran sebep nedir? Oysa bu bakımdan hem İncil metinleri, hem
de Eski Ahid metinleri, kesinlikle kabul edilemeyecek durumdadır."816
Kur'ân'm bu dönemde, "Ya
Eyyühellezîne âmenû" ibaresi yerine, "Yâ Eyyühe'n-nâsü" tabirini
kullanmaya başladığını söylemenin manası, ise şudur: Hz. Muhammed ayağının
önünü görmeye başlayınca, yani inananları çoğalınca, artık işi büyüttü ve
sadece inananlara hitap etmekle ye-
816 Bucaille,
a.g.e., s. 213-214.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 211
tinmedi, çağrısının
alanını genişletti. Demek ki, bu işi baştan beri bizzat planlı bir şekilde
yürütüyor. O halde Kur'ân onun sözüdür...
Bu iddiaya karşı da deriz ki:
"Yâ EyyüheTLezîne âmenû" ifadesi, değil ikinci dönem Mekkî sûrelerde,
medenî sûrelerde bile sıklıkla geçer. Meselâ Bakara sûresinde 11, Al-i İmrân
Sûresinde 7, Nisâ Sûresinde 9, Mâide Sûresinde 8 defa geçmektedir. Bunlar örnek
kabilindendir, diğer medenî sûreleri saymadık. Aynı şekilde bu medenî sûrelerde
"Yâ eyyü- he'n-nâsu" ifadesi de çok kere geçmektedir.817
Kur'ân'm, Mekke devrini ilk döneminde
bile cihanşümûl bir davet olduğuna en açık bir örnek, İslâm alimlerine göre, 7,
Nöldeke'ye göre 27, Blachere'e göre 18. iniş sırasında olan Tekvîr Sûresindeki
şu ifadelerdir: "O (Kur'ân) âlemler için, sizden doğru yolda gitmek
isteyenler için bir öğüttür. Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz
dileyemezsiniz."818 Allah bu ifadelerle Kureyş'e, bu vahyin
sadece kendilerine yöneltil- mediğini, sadece kendilerine hitap etmenin
sözkonusu olmadığını, aksine cihanşümûl bir davet olduğunu, şu anda ona iman
edenler ne kadar zulme ve zorbalığa maruz kalırlarsa kalsınlar, nihaî zaferin
bu vahye ait olacağını, bu davet kapısının hak ve hidâyet yolunda doğru yürümek
isteyen herkesin önünde ardına kadar açık bulunduğunu belirtmek istiyordu.819
Müsteşrikler bile bu sûrenin ilk
Mekke döneminde indiğini itiraf ettikleri için, içinde geçen şu
"alemîn" kelimesine bir kulp bulamayarak, birçok sonuçsuz çabalardan
sonra, bu ifadenin, İslâm davetinin ufuklarının genişliği konusunda büyük bir
önemi bulunduğunu itiraf etmek zorunda kalmışlardır.820
Yedincisi
Bu iddia Kur'ân'm Mekke dönemindeki
üslubuna yöneliktir. Buna göre Kur’ân'm Mekkî üslûbu, şiddet, sertlik, kötüleme
ve karalama, tehdit ve tahkir gibi bir özellik taşımaktadır821.
Böylece, Mekke şartlarının İnsanî açıdan bütün olumsuz durumlarını yansıttığı
kastedilmiştir. Onlara göre bu üslup Medine'de değişerek, yumuşak, merhametli,
muhaliflerle en güzel usulle mücadele etme gibi özellikler göstermiştir. Bu
da, Medîne ortamının bir yansımasıdır.
- Bu şüphenin de hiçbir
aslı esası yoktur. Sağlam hiçbir İlmî temele dayanmaz. Şöyle ki: Kur'ân, edeb,
nezâket ve nezâhet sınırlarını aşan
817 Bk.
M. F. Abdulbakî, el-Mu’cemü'l-Müfehres, “en-Nâs” maddesi.
818 Tekvîr,
27-29.
819 Subhî
Salih, Mebâhis, s. 189.
820 Bk.
Blachere, Le Coran, Tradduction Nouvelle. I, 39; Subhî Salih, a.g.e., s. 189.
821 Bu
iddiayı ortaya atarken, Tebbet, Asr, Tekâsür... gibi sûreleri kastediyorlar.
212 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
hiçbir sövgü ve hakaret
içermemektedir. Buna örnek olabilecek bir tek âyet gösterilemez. Kur'ân, açıkça
şu ve benzeri âyetleriyle bu tür sövgü ve dil uzatmalardan uzak durmayı
emretmiştir: "Allah'tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra
onlar da bilmeyerek Allah'a söverler..."822 Ancak Kur'ân,
müşrikleri cerh ve zemmetmiş, beyinsizlikle nitelemiş, put ve sahte
tanrılarıyla alay etmiş, çirkin işlerini kötülemiş, Ebu Leheb ve Velîd b.
Muğîre gibi zorba ve mütekebbirleri korkutup tehdit etmiştir. Fakat, bazı
Medenî âyetler de aynı özellikleri taşımakta ve aynı noktaları ihtiva
etmektedir.823 Hele hele münafıklar824 ve Yahûdiler825
sözkonusu olduğu zaman... Kur'ân onlara karşı kesin delil ve belgeler
getirmekte, yaydıkları zehirli fikirlerden dolayı onları azarlamakta,
tutuşturmak istedikleri fitne ateşinden İslâm toplumunu korumaya çalışmaktadır.
Hatta denebilir ki Kur'ân, baştan başa vaad ve tehdit, müsamaha ve teşdit,
kabul ve red gibi unsurlarla dolu bulunmaktadır. Bu, yeni yeni oluşturulmakta
olan İslâm topulumunu istikamet üzere eğitmenin ve onu iyiliklere teşvik edip
kötülüklerden sakındırmanın gereğiydi. Öte yandan Mekkî âyetlerde de yerine
göre yumuşaklık, müsamaha, af ve hoşgörü örnekleri az değildir.826 Mekkî
Kur'ân, biraz daha şiddet ve sertlikle temâyüz ediyorsa bunun sebebi, bu
dönemde Hz. Peygamber ve sahabilerine yapılan eziyetler, onlara karşı kurulan
tuzaklar, hatta onları vatanlarından bile sürmeleri ve bununla da yetinmeyerek
göçtükleri yerlerde bile onlara eza ve cefa vermeleridir.
Bu iddianın asılsızlığının başka bir
delili de, Mekke döneminde maddî cihadı emreden âyetlerin bulunmaması ve
genellikle eziyetlere karşı sabır tavsiye edilmesidir.
Müsteşriklerin, iki dönemde Kur'ân üslûbunun
farklılık sebebinin, Ku- reyş'in aşağılık muhiti, Medine'nin ise ileri ortamı
olduğu şeklindeki iddialarına gelince, bu da delilden yoksun bir iddiadır.
Çünkü Kureyş, Araplar arasında liderlik ve reislik merkeziydi. Bütün
Arabistan'da, siyâsî, iktisâdî ve kültürel konularda temâyüz etmişlerdi. Mekke
halkı ve dili, Araplar arasında fesahat ve belagatla tanınırdı. Öte yandan
Medine halkı ise, iddia edildiği kadar kültürlü ve ilerlemiş değillerdi.
Sakinlerinin büyük çoğunluğu Arap kabilelerinden meydana geliyordu. Onlar
arasında da çoğu zaman kabilevî kavgalar patlak veriyordu. Bu açıdan diğer Arap
kabilelerinden farksızdılar. Siyaset ve iktisatta hiç-
822 En'am,
108.
823 Msl.
bk. Bakara, 24, 275, 278; Al-i imrân, 10-12...
824 Bakara,
8-20.
825 Bakara,
90; Al-i imrân, 112.
826 Msl.
bk. Fussilet, 33-35; Şura, 36-43; Hicr, 87-99; Zümer, 53.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 213
bir üstünlükleri yoktu.
Hemşehrileri olan Yahudiler onların kültürel ve İktisadî güçlerine egemen bulunuyorlardı.
Bu nedenle de, Mekke'de geri ve aşağılık bir ortamın, Medine'de ise ileri ve
gelişmiş bir muhitin bulunduğu söylenemez. Müsteşriklerin bu gibi iddiaları ve
Kur'ân'm indiği ortamın özelliklerinden etkilendiğine ilişkin sözleri, onun
Allah'ın değil Muhammed'in kelâmı olduğunu isbata yöneliktir.827
Bununla birlikte, Mekkî ve Medenî
sûrelerin üslup bakımından farklı olmasını inkar etmek mümkün değildir. Kur'ân,
üslûbunun Mekke'de, Medine'dekinden farklı olması tabii bir durum olup bunda
garipsenecek hiçbir şey yoktur. Çünkü, Mekkelilere yöneltilen hitap,
Medinelilere yöneltilen hitaba üslup ve konu bakımından tıpatıp uygun olamaz.
Mekke'de hitap, Muhammedî daveti reddeden, ihtiva ettiği hükümlere karşı inat
gösteren, İlâhî vahyin doğruluğunu çürütmeye çalışan, Hz. Muhammed'in
peygamberliğini inkâr eden, Allah'ın birliği fikrine karşı koyan, putlarına,
sahte tanrılarına ve hayat tarzlarına sıkı sıkıya yapışan, bu noktalarda daha
da ileri giderek Peygamber ve mensuplarına işkence etmeye, onlarla gerek kalem,
gerekse kılıç ile savaşmaya kadar varan kimselere yöneltilmiştir. Bunlara
yöneltilen hitabın, sertlik, şiddet, kararlılık ve karşı tarafın delillerini
çürütücü, inançlarını iptal edici bir özellik taşıması tabiidir. Ama Peygamberi
bağırlarına basıp destekleyen, İslâm dinini benimseyen, onu kılıç ve
kalemleriyle müdafaa eden Medine ehline yöneltilen hitap böyle değildir.
Bunlara yöneltilen hitap, yumuşak, latîf, tolerans dolu olacaktır. Hitap, her
toplumun, her olayın ve her ortamın yapısına uygun olmalıdır. Bu nedenledir
ki, Mekke'de inen âyetlerin, müşriklerin başına vurduğunu, akıllarını şiddetli
tahkir, Peygamber ve mü'minleri ise teselli ettiğini, onlara hoşgörü, ve
müsamaha öğrettiğini görmekteyiz.828
Sekizincisi
Hz. Muhammed'in ilk Mekke döneminde,
tereddütlü, tedirgin ve ümitsiz olduğu ve bunun alışma dönemini teşkil ettiği
iddiasını değerlendirelim: Hz. Peygamber bir beşer olarak, ağır vahiy yükünün
altına ansızın girmiş olmaktan büyük bir tedirginlik ve endişe duymuş olabilir.
Fakat bu şahsî halet-i ruhiyesi kesinlikle o dönemlerde inen âyetlere
yansımamıştır. Hatta bu nokta bile, Kur'ân'm onun değil, Allah'ın sözü
olduğuna kesin delildir. Çünkü, onun acısından, sevincinden, korkusundan,
endişesinden hiçbir iz taşımıyor. Meselâ oryantalistlerin de ittifakıyla ilk
nazil olan sûrelerden istediğinizi okuyun, meselâ, Alak, Tîn, Zilzâl, Karia,
Tekâsür, Hümeze, Mesed, Kâfirûn, Ihlas... sû-
827 Bk.
Zerkânî, Menâhil, I, 206-213.
828 Subhî
Salih, a.g.e s. 184
214 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
relerini inceleyin, acaba
bunlarda zerre kadar bir endişe, bir tereddüt, bir tedirginlik görebiliyor
musunuz? Asla, hepsi de ele aldıkları konuları, kendinden son derece emin,
hatta üst üste tekitler ve yeminlerle üzerine basa basa dile getiriyorlar.
Nerede müsteşriklerin bu iddiası? Böyle yuvarlak laflarla iddialarda bulunmak
kendilerine objektiflik süsünü veren ilim adamlarına yakışmaz. Delillerini
getirsinler de görelim. Yoksa, nasılsa muhataplarımız araştırma imkanına sahip
değildir, ne dersek kendilerince makbuldür, en azından söylediklerimiz tutmasa
bile iz bırakır düşüncesi, tarafsız ilim adamlarına asla yakışmaz.
Yine Mekke devrinin başlarında Hz.
Muhammed'in, âleme isabet edecek bir felaketin, yani kıyametin yaklaştığını
sık sık dile getirdiğini, canlı kıyamet sahnelerini sergilediğini söylemenin de
bir anlamı vardır. Bunun anlamı, "Muhammed, önceleri, gerçekten
dediklerine inanıyordu. Çünkü gelecekten kendisi de endişeliydi. Fakat zamanla
güç ve kuvveti artmaya başladı, ahireti yavaş yavaş unuttu, eski samimiyetini
yitirdi ve siyasî bir lider konumuna girdi... Dolayısıyla onun dediklerinin vahiyle
ilgisi yoktur..."
Bu iddianın da gerçekle bir alakası
yok. Hz. Muhammed'in samimiyetinin daha sonra değişip değişmediğini ayrı bir
yerde ele aldık. Burada sadece şu kadarla yetiniyoruz: (19. âyetten itibaren 6
âyet hariç) Medenî bir sûre olan Hac Sûresinin ilk iki âyeti, belki de
Kur'ân'da az rastlanır canlı bir kıyamet sahnesini gözler önüne seriyor. Bunun
gibi, kıyametin kopmasından tutun, mahşer, Cennet ve Cehenneme kadar birçok
canlı ahiret sahnesi Medenî sûrede de canlı birer tablo halinde insanlara
sunuluyor. Bu sahnelerden herbirini okuduğunuzda bazan korku ve endişe, bazan
da sevinç ve neşeden bizzat o tabloyu yaşıyor gibi oluyorsunuz829 .
Kaldı ki, bu tür ahiretle ilgili
konular zamanla azalmış olması, yine hikmet ve tebliğde tedriç gereğidir.
Çünkü, bunlar bir kere indikten, Kur'ân'da yer aldıktan ve tekrar tekrar
okunarak zihinlere yerleştikten sonra artık bu şuura bina edilecek ahkâmın
gelmesi lazımdır. Aksi halde hep bu tür sahneler gelmiş olsaydı, Kur'ân'da
öteki önemli konulara yer kalmazdı.
Kıyametin yakında geleceği haber
verildiği halde, aradan 1400 küsur sene geçmesine rağmen hala gelmemesi bir
şüphe olarak ileri sürülebilir. Oysa, dünya ömrüyle kıyaslandığı zaman bu süre
kısa bile kalır. Çünkü, Peygamberimizin asrı, bir güne benzeteceğimiz dünya
ömrüyle
829 Örnek olarak Bk. (Bu
sûrelerin hepsi Medenîdir) Bakara, 48, 165-167, 254, 281; Al-i imran, 9-10, 25,
30, 106-107, 185, 194; Nisa, 87; Ra’d, 2, 5; Hac, 5-7, 55-56; Mumtehine, 3;
Teğâbun, 9.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 215
kıyaslandığında, ikindi
zamanından sonraki saatleri andırır. Bu da bir günün son anları demektir.
Müsteşriklerin bir iddası da şudur:
Başlangıçta müşriklerle Hz. Mu- hammed arasında mücadelenin bulunmadığı, ne
zaman ki, müşrikler Kur'ân'ı efsane olmakla itham ettiler, Hz. Muhammed de
putlarına hakaret etti ve aralarındaki bağ koptu...
Kur'ân'da müşriklerin, "efsane"
anlamında Kur'ân için kullandıkları kelime "Esâtîr"dir. Bu kelime,
Kur’ân'da on yerde geçmektedir830. Enfâl hâriç, geçtiği sûrelelerin
tamamı Mekkî olmakla beraber, nüzûl sırasına göre, en önde olan Kalem Sûresi,
İslâm alimlerine göre 2., Blachere'e göre 51., Nöldeke'ye göre 18. sıradadır.
Diğerleri bundan daha sonradırlar. Bundan önce, hatta ilk inen âyetlerden
itibaren tevhid üzerinde hassasiyetle durulduğunu daha önce örneklerle
açıkladık. Allah'tan başka ilahın bulunmadığı baştan beri belirtilmiştir.
Kur'ân'da, batıl inançları çürütme sözkonusudur, onlara hakaret değil. Hatta,
putlara sövmek yasaklanmıştır. Meselâ, İslâm alimlerine göre 6., Blachere'e
göre 37., Nöldeke'ye göre 3. sırada inen Mesed Sûresi, müşriklerle Hz. Muhammed
arasında ciddi bir sürtüşmenin varlığına açık delildir. Nöldeke'ye göre 5.
sırada olan Kevser Sûresi de bu sürtüşmenin açık belgesidir. Aralarındaki
anlaşmazlık herhalde inanç meselesinden ileri gelmiştir. Aksi halde neden öz
amcası ve yengesi kendisine eziyet etsinler ve Mesed sûresinin inmesine sebep
olsunlar? Neden kavmi kendisine "Ebter" diyerek hakaret etsin ve
Kevser Sûresi buna cevap olarak insin. Demek bu iddia da böylece suya
düşmektedir.
Dokuzuncusu
Kur'ân sûrelerinin indikleri zaman ve
mekâna uygun olarak kısa veya uzun oluşları, Kur'ân'ın bu iki ortamdan
etkilendiğinin en büyük delilidir ve sözkonusu ortamların tabiî bir yansıması
sayılır. Eğer Mekke'de sûre ve âyetler kısa ise, halkının büyük çoğunluğunun
kaba, ümmî ve cahil olmasından; Medine'de sûre ve âyetler uzun ve açık ise bu,
Medine'nin sakinleri olan Yahudilerden etkilenmiş kültürlü ve anlayışlı ortamından
ileri gelmiştir ve bunların bir yansımasıdır. Mekke'de hem kendisi, hem de
içinde bulunduğu toplum ümmî olduğundan sûre ve âyetler de böyle kısa gelmiş;
Medine'de ise kültürlü ve aydın kimseler arasında bulunup onlardan etkilendiği
için ilerleme kaydederek, sûre ve âyetler uzamıştır.
830 Bk. M. F. Abdulbakî,
el-Mu’cemü'l-Müfehres, “Esâtîr” maddesi.
216 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Her şeyden önce, Mekkî sûrelerin
hepsi kısa olmadığı gibi831 Medenî sûrelerin de hepsi uzun değildir.832
Üstelik, Mekkî sûreler içinde yer alan Medenî âyetler bulunduğu gibi, tersi de
sözkonusudur. Yani âyetler, bütün Kur'ân'a serpiştirilmiş durumda olduğu halde,
Kur'ân'm konu bütünlüğü, üslûbunun ahenk ve akışı bozulmamaktadır. Öyle ki aynı
anda nâzil olmuş gibi bir belagat göstermektedir.
Mekkî sûre ve âyetlerin nisbeten daha
kısa olması, ortamın geriliğinden değil, tam tersine, Kureyş'in diğer Araplara
göre, zekâ, anlayış, edebî zevk ve belagatta ileri oluşlarından olabilir. Bu
yüzden onlara gelen hitaplar daha vecîz olmuştur. Aydın, okumuş ve kültürlü olmak,
her zaman zekî, ince anlayışlı olmayı ve vecîz sözleri anlamayı gerektirmez.
Öte yandan, Kur'ân, herkese, en kısa
bir sûresinin benzerini getirme konusunda meydan okumuştur. Eğer, kısalık
geriliğin ve kolay söylenebi- lirliğin işaretiyse, o zaman o kolay denilen
sûrelerin benzerini ortaya koysalardı.833
Onuncusu
Müsteşriklerin diğer bir şüphesi de,
Hz. Muhammed'in Mekke'de iken Yahudi ve Hıristiyanlara dokunmadığı, onları hoş
tuttuğu, hatta getirdiği dini müstakil bir din olarak kabul etmesinin ancak
Medine döneminde başladığıdır...
Kur'ân-ı Kerime başvurduğumuzda bu
iddianın da asılsız olduğunu görüyoruz. Kur’ân bu konuda bize şu malumatı
vermektedir: Mekkî sûrelerde Kur'ân'm, bir yandan Kitab hakkında bilgi sahibi
olanların şehadetine devamlı bir şekilde müracaat ettiğini,834 diğer
yandan da şeytanın yoluna tabi olmuş ve onunla birleşmiş bulunan kitab ehline
karşı cephe aldığını görüyoruz.835 Buna mukabil, Kur'ân dâima, şahit
olarak kabul ettiği alimler karşısındaki tutumunu Medine'de de aynen muhafaza
etmekte, ancak aralarından bir kısmının bu şehadeti yerine getirmek
istemediklerini bildirmektedir.836 Böylece iki durumda da Kur'ân-ı
Kerim, bizzat Mukaddes Kitablar ve onlara ihlaslı bir şekilde tabi olan
alimlerle, kendilerinin Yahudi veya Hıristiyan olduklarını
831 Msl.
şu sûreler gibi: En’am, A’raf, Yunus, Hûd, Yusuf, İbrahim...
832 Msl.
hem kendisi hem de ayetleri, kısa olan, Nasr, Beyyine, Zilzâl Sûresi... gibi;
ayrıca ayetleri kısa olan Rahmân Sûresi gibi.
833 Bk.
Zerkânî, Menâhi, I, 216-218.
834 Ra’d,
43; Nahl, 43.
835 Nahl,
63.
836 Bakara,
121,144,146.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 217
söyleyen fakat sadece
hevalanna uyan kimseler arasında açıkça bir ayırım yapmaktadır.837
Onbirincisi
Bu şüpheyi ortaya
atanlara göre Mekkî Kur'ân'da teşri' ve ahkâm bulunmamaktadır. Medine'de nâzil
olan âyetler ise, ibadet ve muamelelerin detaylarını içermektedir. Bu da,
Kur'ân'm beşer kelâmı olduğunu, Muhammed ve sahabileri tarafından yazıldığını
gösteriyor. İki dönemde inen âyetlerin farklılığı, ortamın etkisinin eseridir.
Bu şüphe özetle şöyle çürütülebilir: Öncelikle kabul edelim ki, Medenî âyetler
teşri' ve ahkâmın tafsil ve detaylarıyla doludur. Fakat bu, İslâm davetinin
Medine'de karar kılmasının tabiî bir neticesidir. İslâm, bu dönemde yeni
oluşturduğu toplumun İçtimaî tanzimine önem vermiştir. Bu toplum, siyasetiyle,
iktisadıyla ve teşriatiyle eski toplumdan farklı bir özellik arzedecektir. Bu
dönemde, ibadet ve muamelat konusunda dinî hakikatlerin kökleşmesi, helal ile
haram arasında kesin sınırların çizilmesi, şahsî ve medenî ahval, uluslararası
hukuk, devletler arası ilişkilerin tanzimi, savaş ve barış hallerinin
açıklanması, gerekli maddî ve manevî donanımıyla askerî konuların düzenlenmesiyle
alakalı yasaların detaylı bir biçimde ortaya konulması zorunluydu. Belli
sınırları bulunan bir toprak parçası üzerinde kurulan bir devlet olmadan
sözkonusu düzenlemelerin yapılması mümkün değildi. Bu nedenledir ki, Medenî
sûreler şer'î meselelerin tanzimiyle dolu bulunmaktadır. Çünkü bunlar, hayatın
bütün alanlarında kendine özgü değerleri bulunan yeni bir devletin bir
organizasyonudur.
Biz, ibadet ve
muamelelerin detaylarının Medenî sûre ve âyetlerde yer aldığını kabul etmekle
beraber, Mekkî pasajların da yer yer bu tafsilatı ihtiva ettiğine işaret
etmeden geçemeyeceğiz. Fakat Mekkî Kur'ân sözkonusu tafsilatın nüvelerine
icmalî bir biçimde temas etmiştir. Dinin beş ana maksadını Kur'ân bu dönemde
açıklamıştır. İman esaslarını izah etmiş; canı, aklı, nesli ve malı korumayı
garanti altına alıcı açıklamalarda bulunmuştur. Biz biliyoruz ki, bütün İslâmî
hükümlerin en önemli maksadı, bu beş değeri korumaktır. İçki ve içki hükmündeki
sarhoş edici ve uyuşturucu maddeler aklı korumak için, zina, nesli korumak
için, hırsızlık, malı korumak için, namus iftirası şerefi korumak için, katil
canı korumak için yasaklanmıştır. Mekkî Kur'ân, bu beş amacı gözetme konusunda
son derece açık hükümler getirmiştir.838
Bu yasakların cezasıyla
ilgili tafsilat ise Medenî surelerde yer almaktadır. Bu da, daha önce
belirttiğimiz gibi tabiî bir durumdur. Çünkü
837 Draz,
Initîation au Coran, s. 141-142.
838 Bunun
için Bk. Msl. Mekke'de inen En’am, 151-153.
218 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
toplumun sosyal açıdan
tam olarak karar kılması, onun medenî ihtiyaçlarını kanun ve kaide
ihtiyaçlarının sağlanması bakımından bu gereklidir. Bu tafsilatın, bazı
müsteşriklerin iddia ettikleri gibi Hz. Muhammed'in kültürlü Medine halkıyla;
ihtilafının bir sonucu olduğu asla zannedilmesin. Yine, Medine'de, kutsal bir
kitapları olan Yahudilerin bulunduğunu, Hz. Muhammed'in ibadet ve muamelatla
ilgili bütün tafsilî öğretilerini bu kitaptan aldığı sanılmasın. Biz, böyle bir
düşüncenin asılsız olduğunu başka bir bölümde açıkladık. Buna göre Hz.
Peygamberin böyle bir kitaptan yararlanmış olması mümkün değildir. Çünkü Hz.
Peygamber, Yahudilerin inançlarına karşı çıkmış, onları temelden çürütmüş,
kutsal kitaplarını tahrif ve tezvire uğramakla itham etmiş, hem lafız hem de öz
bakımından onların tafsilî yasa ve ibadetlerine muhalif kanunî ve teşri'î
kurallar getirmiştir. Doğrunun yanlıştan iktibas edilmiş olması mümkün mü?839
Mekkî âyetlerin, kanun ve ahkamı
detaylı bir biçimde ihtiva etmemesinin bir hikmeti de, insanları terbiyedeki
hikmetli ölçüye riâyet etmesindendir. Çünkü, iman ve ahlak, diğer hukukî ve
ictimâî yasalardan önce gelir ve onların temelini teşkil eder. Bu temeller
iyice zihinlere nakşedilmeden, diğer hukukî konulara girmesi, hem zamansız,
hem de etkisiz olurdu.
Yine eğer, Kur'ân, bu konularda
iddiacının çok yüksek ve medenî gördüğü Medine'deki Yahudilerden etkilenmiş
olsaydı, Kur'ân'ın ihtiva ettiği bu gerçekleri önce onlar ve onların etkilediği
çevrelerindeki insanlar dile getirirler ve peygamberlik şerefini kimseye
kaptırmazlardı. Oysa, kendileriyle haşirneşir olan, gerek diğer Medine halkı,
gerekse onlara gidip gelen öteki Araplarda böylesi ictimâî ve medenî düsturlar
ya bilinmemekte veya bilinse de uygulanmamaktadır.
Yine Kur'ân, içinde kaynak olarak
gösterilen o kimselerin de bulunduğu, herkese, hatta bütün cin ve insanlara en
küçük bir sûresinin benzerini getirme konusunda meydan okumuş, hepsi de bundan
aciz kalmışlardır. Bu da Allah'tan başka hiç kimsenin Kur'ân'daki yüksek
hakikatlere kaynak olamayacağını kanıtlamaktadır.840
pqq
Kur’ân’ın, Yahudileri
nasıl tenkit ettiği, onların yanlışlarını düzelttiği ve hak yola sevketmeye
gayret ettiği konusunda bk. Al-i imrân, 64-81,93-99; Mâide, 45-50.
840 Bu konuda daha geniş bilgi için bk.
Zerkanî, Menâhil I, 218-220; ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 434-436.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 219
Müsteşrikler, daha çok Mekkî
sûrelerin başlarında yer alan Mukattaa harfler olgusu üzerinde yoğun bir
biçimde durmuşlar ve bunlara bir açıklama ve gerekçe bulmak için her yola
sapmışlardır. Bazıları bunu, Peygamberin bu harfleri mırıldandığı, fakat hemen
arkasındaki âyetleri getirmede güçlük çektiği şeklinde izah ediyorlar.
Oysa—onlara göre—bu gibi harflerin kullanımı Medine döneminde kaybolmuştur.
Çünkü, Peygamber Kur'ân âyetlerini sakin ve rahat bir ortamda telif etmeye
başlamış, ortaya çıkan yeni yeni meselelerin çözümü üzerinde düşünme ve
sahabileriyle istişare etme imkânını bulmuştur. Bu gibi harflerin Medine
döneminde görünmemesinin sırrı işte budur.841
Öncelikle belirtelim ki, bu harflerle
başlayan sûrelerin hepsi Mekkî değil, 27 tanesi Mekkî, 2'si Medenî'dir.
Müfessirler, bu harfler, önemleri,
sûre başlarında yer almalarının hikmetleriyle ilgili çok değişik yorumlar yapmışlardır.
Sözkonusu mü- fessirlerin büyük çoğunluğu, bu harflerin, Kur'ân'da bulunan
beyân konusunda bir benzerini getirmeleri için Araplara bir meydan okuma
olduğu noktasında birleşiyorlar.842 Diğer bazıları ise, bu harfleri
tefsir etmenin mümkün olmadığına, çünkü, bunların, Allah'tan başka te'vilini
kimsenin bilemediği müteşâbihattan olduklarına kâil olmuşlardır. Onlara göre bu
harfler, Şa'bî'nin (V. 104) de dediği gibi, "Kur'ân'm sırlarıdır."843
Zerkânî, "Menâhilü'l-İrfân"
isimli eserinde, Müslüman âlimlerin açıklamalarına dayanarak bu harflerin
işaret ettikleri hususları üç noktada özetlemiştir.
Birincisi: İbn Abbas'm rivâyetine
bakarak bu harflerin, Allah'ın isimlerinden birer harf olması.
İkincisi: Bu harflerin, Hz.
Peygamberin hak peygamber olduğuna dâir en acîb mucize ve işaret olmaları.
Üçüncüsü: Allah, âlemi muhkem,
ahenkli ve uyumlu yaratmıştır. Semâvî kitap olan Kur'ân da âlemin bu nizamına
uygun, bedî yaratılışına muvafık ve onda cereyan eden kanunları gözetir bir
biçimde gelmiştir. Zerkânî bu ifadelerini detaylı bir biçimde izah etmektedir844.
Müsteşrikler de, bu harflerin izahı
konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan Sprenger, "Tâ Sîn
Mîm" harflerinin, "Lâ yemes- sühû ille'l-mutahharûn" âyetinde
açıkça ve galip olarak göze çarpan
841 es-Sâsî, ez-Zahiretü’l-istişrakıyye,
I, 427-428. o/o
ez-Zemahşerî, Keşşaf, I,
16.
843 es-Suyûtî,
el-itkân, I, 15.
844 Zerkânî
Menâhil, I, 232-236.
220 ■ KUR'ÂN
VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
harfler olduğunu
söylemekle izah etmeye çalışmıştır. Ona göre, "Tâ"
"el-Mutahharûn" kelimesinde en belirgin harf, "Sîn" ve
"Mîm" de, "Lâ yemessühû"de en güçlü harflerdir. Blachere'in
belirttiğine göre müsteşrik Loth, titizliğine rağmen, Sprenger'in bozuk
görüşünü aynen kabul etmiştir845.
Müsteşrik Nöldeke de, daha sonra
vazgeçtiği ilk görüşünde, sûrelerin başlarında bulunan harflerin, Kur'ân
metnine sonradan eklendiğini söylemiştir. Ona göre, bu harfler, kendilerinde
Kur'ân sûrelerinden belli nüshalar bulunan bazı sahabilerin isimlerinin, baş
veya son harflerinden alınmıştır. Meselâ, "sîn" Sa'd bin Ebî
Vakkas'tan, "mîm" el-Muğîre'den, "nûn" Osman bin Affan'dan,
"hâ" "Ebû Hureyre'den alınmıştır...vs.846
Blahcere, Loth ve Power bu görüşü
kesin olarak reddetmekte ve sahabilerin sahip oldukları zühd ve takvaya rağmen
isimlerinin birer aslî unsur olarak Kur'ân metnine sokulmasına razı
olacaklarını kesinlikle kabul etmemektedirler. Özellikle Blachere, bu görüşü şu
sözleriyle tam olarak çürütmektedir: "Muhtelif mushaf sahiplerinin, başka
hiçbir anlamı olmadığını bildikleri takdirde, bizzat kendi nüshalarında
çağdaşlarının isimlerinin ilk harflerini bulundurmaları makul değildir. Aynı
şekilde, Übey, Ali veya İbn Mes'ûd'un, kendi özel mushaflarında, Kur'ân'm cem
ve istinsahında kendilerine rakip olarak gördükleri bazı şahısların isimlerinin
baş harflerini muhafaza etmeye aşırı istek göstermelerinin hiçbir gerekçesini
göremiyoruz.847
Blachere'in kendisi, bu konuda İslâm
alimlerinin ortaya attıkları na- zariyelere dönmenin en sağlıklı yol olduğunu
belirtmiş ve "Bu harflerin sırlarını açmaya ilişkin her çabanın abes
olduğu görüşünde olan takva sahibi Müslümanlar, tek akıllı ve hikmetli
olduklarını kuşkuya yer bırakmayacak derece isbat etmişlerdir."848
Rodinson da, "Öyle anlaşılıyor
ki, ilk zamanlarda Muhammed, kekeleyerek ya da gelişigüzel sesler çıkararak,
aldığı şeyin dile gelmesini hızlandırmak istemiştir. Kur'ân'm bazı sûrelerinin
başında yer alan ve birçok varsayıma yol açan sessiz harfler, belki de bu
kekeleme çabasını karşılamaktadır" diyerek849 bu konudaki
görüşünü dile getirmektedir.
845 Blachere,
Introduction, s. 148.
846 Subhî
Salih, a.g.e, s. 242; Muhammed Gallâb, Nazratün İstişrakiyye Fî'l-islâm,
el-Kahire, Dâru’l- Kutubi’l-Arabî, s. 42, ts.
847 Blachere,
Introduction, s. 148.
848 A.g.e,
s. 149.
849 Rodinson,
a.g.e., s. 101.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 221
Burada, sözkonusu harflerin neden
sûre başlarında yer aldığı meselesi burada bizi fazla ilgilendirmiyor. Asıl
bizi ilgilendiren, bu konuda müsteşrikler tarafından yöneltilen şüphelerdir. Bu
şüphelerden birincisi:
Bu harfler, Muhammed'in, Yahudi olan
kâtipleri tarafından konulmuşlardır. Amaçları bir sözün bittiğine, diğer bir
sözün ise başladığına işaret etmektir.
İkincisi: Bu harflerden amaç,
Kur'ân'ı esrarengiz göstermek, insanların gözlerini korkutmak ve Kur'ân'ı derin
ve heybetli bir görünüşe bürün- dürmektir...vs. Daha bunlar gibi, hepsi de
Kur'ân'ın beşer kaynaklı olduğu ve İlâhî olmadığı konusunda kuşku uyandırmaya
yönelik başka şüpheler...
Biz, bu harflerin, yanlarında,
bilinen Kur’ân nüshaları bulunan bazı sahabilerin isimlerinden harfler olduğunu
söylemekle açıklamaya çalışan kimselerin görüşlerini çürüten bazı
müsteşriklerin izahlarını kaydettik. Kaldı ki, Nöldeke "Gescihişte des
Qorans" isimli kitabının ikinci baskısında bu konudaki görüşünden
dönmüştür.
Bu harflerin, Hz. Muhammed'in Yahudi
olan kâtipleri tarafından, kendilerine yazılması emredilen kitaba
inanmadıklarını belirtmek için konulduğuna ilişkin görüş ise, hiçbir sağlam
esasa dayanmamaktadır. Çünkü, Hz. Peygamber'in Yahudi kâtibi asla olmamıştır.
Yahudilerin bu harfler konusunda Hz. Peygamberle tartıştıkları da tarihen
bilinmemektedir.850 Hz. Übeyy gibi Yahudi asıllı vahiy kâtibine
gelince, o da İslâmî kabul etmiştir.
Nöldeke önceki görüşünü terkederek şu
görüşü benimsemiştir: "Peygamber bu harflere hususi bir mana vermemiş,
fakat yalnız esrarlı bir tarzda, semâvî metni, Levh-i Mahfuzu hatırlatmak
istemiştir. "851Bu nazariye de doğru değildir. Eğer böyle bir
şey olsaydı, bunların sadece bazı surelerin başında bulunması değil, vahiy
sonucu olan bütün sûrelerin başında bulunması gerekirdi.852
Yine bu harfler, Hz. Peygamberin
kekeleme, tereddüt ve güzel konuşmak için çabalamasmm sonucu da değildir. Çünkü
o, tarihin şehadetiyle fesahat, belağat ve üslûbunun akıcılığıyla ün salması
bir yana, Kur'ân kendisine vahyedilmiş Allah Kelâmıdır. Rodinson'un az önce
kaydettiğimiz iddiası onun ne kadar objektiflik, akıl ve insaftan uzak
iddialarda bulunduğuna güzel bir örnektir. Çünkü, onun ileri sürdüğü gibi, bu
mukattaa harfler, ilk inen sûrelerden çok, daha sonra
850 Zerkanî,
Menâhil, I, 225-226.
851 Ancyclopedie
de L’lslam, II, 1134.
852 İsmail
Cerrahoğlu, Tefsîr Usulü, s. 145.
222 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
inen sûrelerden çok, daha
sonra inen sûrelerin başında yer almaktadır. Nitekim sayıları 29 olan sözkonusu
sûrelerin iki tanesi Medine'de nâzil olmuştur. Geri kalan 27 tanesinden de
Kalem Sûresi hariç (o da Nöldeke'ye göre 18, Blachere'e göre 51) hatta Nöldeke
ve Blachere'in tertibine göre dahi nüzul sırası itibariyle 54. sıradan aşağı
olan yoktur. Pek çoğu 70. sıranın üzerindedir. Görüldüğü gibi bu sûrelerin hiç
biri ilk döneme ait değildir. Artık Rodinson'un iddiasının doğruluğu nerede
kaldı?
Onüçüncüsü
Medenî sûreler, Peygamberin aile
hayatıyla ilgili problemlerle doludur. Birçok âyetler bu problemlerin çözümünü
konu alır. Eğer Kur'ân Allah tarafından indirilmiş olsaydı, Peygamberin özel
aile hayatıyla ilgili meselelerle ilgilenmezdi. Çünkü bu, toplum hayatının
tanzimini pek fazla ilgilendirmemektedir. Öte yandan, diğer pek çok âyet de,
Müslümanların Peygambere karşı ve kendi aralarında nasıl davranacaklarıyla
ilgili düzenlemelerle doludur. Bu durum, Peygamberin rolünün, bir müjdeleyici
ve uyarıcı olmaktan, şahsına kulluk ve kendini takdis ettirmeye dönüştürüyor.
Müsteşrikler, bundan Kur'ân'm beşer kaynaklı olduğu ve Allah tarafından
olmadığı neticesini çıkarmışlardır. Çünkü, eğer Allah'tan gelseydi, bu gibi
özel meselelerle ilgilenmezdi.
Bu şüpheye cevap kolay ve basittir.
Şöyle ki: Kur’ân, Hz. Peygamberin ailevî meşelerini düzenliyorsa, bu onun,
Müslümanların rehber ve önderi olması itibariyledir. Kur'ân, Hz. Peygambere
her hitap ettiğinde veya bir talimat, emir ve nehiy yönelttiğinde, ona özel
olduğunu ifade etmesi durumu dışında853, gerçekte bunu bütün
Müslümanlara yöneltmiş olmaktadır. Resulullaha her hitap edildiğinde, aynı
hitap diğer bütün İslâm ümmetine de yönelmiş bulunmaktadır. Hz. Peygamberin
hanımlarına bir şeyi emrettiğinde vaya onları bir kötülükten sakındırdığında,
aynı talimat diğer Müslüman hanımlara da verilmiş olmaktadır. Meselâ Kur'ân,
Hz. Peygambere, evlatlığının boşanmış hanımıyla evlenmesini emretmişse, bu
cahiliyet döneminde Araplarca bir örf olarak uygulanan evlatlık düzenini
ortadan kaldıran açık bir yasa olmaktadır. Bundan anlıyoruz ki, Kur'ân'm bu
gibi yasaları ihtiva etmesi, bütün ümmete bilaistisnâ şamil olması içindir.
Yine, İfk
853 Ancak şunu da
belirtelim ki, Hz. Peygamber’in ailevî meseleleriyle ilgili âyetlerin amacı
aynı zamanda ümmeti için de yasalar ortaya koymak olduğu halde, sadece onun
şahsını ilgilendiren, ümmetinin diğer fertleri için geçerli olmayan bazı özel
kanunî düzenlemeler de vardır. Meselâ, kendisine dörtten fazla kadınla evlenme
izninin verilmesi, hanımlarının mü’minlerin annesi kabul edilerek vefatından
sonra diğer mü’minlerle evlenmelerinin yasaklanması... bunlara örnek olarak
verilebilir. Bu gibi istisnaî hükümler, bir açıdan Hz. Peygamber’in şahsına
gösterilmesi gereken ziyade saygı ve takdirin, diğer açıdan Müslümanların
yüksek maslahatlarının gözetilmesinin bir ifadesi olarak, ümmetin diğer
fertleri için değil de sadece onun zatı için geçerli bulunmaktadır.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 223
olayında mü'minlerin
annesi ve muhtereme eşine iftira edilmesi üzerine âyetler inmişse, bu âyetler
hem bir masumeyi itham ve iftiradan temizlemiş, hem de o ve benzeri durumlarda
müfterilere uygulanacak cezanın ne olacağını ebedî bir hüküm olarak ortaya
koymuş, konuyla ilgili olan zinâ suçunun cezası ve zinayla şu veya bu şekilde
alakalı hususlarda da aynı sûrede detaylı bir biçimde açıklanmıştır.854
Eğer Kur'ân, Müslümanların
birbirlerine ve Hz. Peygamber'e karşı gözetmelerini istediği bir takım ahlakî
kaideleri ortaya koymuşsa, bundan amaç, Hz. Peygamberin şahsına kulluk ve onu
takdis etmek değildir. Çünkü o, sürekli olarak kendini kul kabul etmiş855
gerek hayatında ve gerekse vefatından sonra şahsını takdis edici şeylerin
kendisine yapılmasını reddetmiştir.856 Aksine Kur'ân'daki bu
düzenlemenin amacı, ahlakî kaideleri toplumda yerleştirmek ve fertlerin
birbirlerine karşılıklı saygı ve samimi bir sevgiyle muamele etmesini
sağlamaktır. Gıybetin, tecessüsün yapılmaması, sahiplerinden izinsiz başkasına
ait evlere girilmemesi... gibi aynı zamanda mutlu bir medenî toplumun da
özellikleri olan güzel ahlakî kaideler Kur'ân'da bunun için yer almıştır.
Ondördüncüsü
Müsteşrikler, Kur'ân-ı Kerimin,
nüzulü sırasındaki Arapların durumlarını yansıttığı noktası üzerinde çok
duruyorlar. Buna göre, cahiliyet döneminin en gerçekçi bir aynasıdır. Carra de
Vaux, Kur'ân'ı, çölü ve kumsalıyla Arap Yarımadasının bir aynası olarak
nitelemekte, muhitten ilham aldığını belirtmekte, durum ve geleneklerini
yansıttığını ifade etmektedir. Ona göre, Kur'ân, Arapların bozuk adetlerini ve
batıl inançlarını değiştirmek üzere vahyedilmiş bir kitap değildir. Sözü edilen
müsteşrik şöyle demektedir: "Kur'ân, bir bedevîlik görüntüsünü yansıtan
müphem ve zayıf bir metindir. Fıkıh ise, kültürlü bir düşüncenin eseri olan
İlmî ve ince bir tahlildir. Kur'ân, çölde çürümüş ve rengi solmuş bir
müsveddeyi andırır."857
Bu noktada asıl konumuz, Kur'ân'm,
sûrelerinde Arap muhitini yansıttığı iddiasına cevap vermektir. Görüyoruz ki,
bu gibi şüpheler Kur'ân'm doğruluğunu ve kaynağının sıhhatini etkilememektedir.
Şöyle ki: Kur'ân, coğrafî, beşerî ve iklimsel özellikleri bulunan belli bir
ortamda inmiştir ve kültürel, dinî ve İçtimaî hususiyetleri bulunan bazı
854 Nûr,
1-34.
855 Kur’ân’da
Hz. Peygamber defalarca, “Allah’ın kulu” anlamına gelen ifadelerle tavsif
edilmiştir. Msl. Bk. isra, 1; Kehf, 1; Furkan, 1; Necm, 10; Hadîd, 9; Kelime-i
Şehaddet, Hz. Muhammed’in, “Allah’ın kulu ve elçisi” olarak nitelenmesi, hatta
kulluk vasfına öncelik verilmesi de anlamlıdır.
858 Ebu Dâvud, Edeb 165; ibn Kesir,
Şemail, s. 77; Buharî, Bed’ü'l-Halk, 61; İbnü’l-Cevzî, el-Vefâ bi
Ahvali'l-Mustafa.ll, 438; Ahmed, Müsned,II, 231; İbnü'd-Deybâ eş-Şeybânî,
Teysîru'l-Vusûl, IV, 229.
857 Sözkonusu müsteşrikten nakleden
Salim Hâc es-Sâsî, ez-Zahiretü’l-istişrakıyye, I, 440.
224 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
topluluklara hitap
etmektedir. İşin tabiatı, Kur'ân'ın, sözkonusu topluluklara, kâinat ve hayat
hakkında benimseyegeldikleri telakkilerine uygun bir üslupla hitap etmesini
gerektiriyordu. Kur'ân'ın, kendilerinin haberdar olmadıkları şeylerle hitap
etmesi; cahili bulundukları bazı fikrî ve aklî meselelerle karşılarına çıkması
mümkün değildi. Zira eğer böyle yapsaydı, Araplar onu hakkıyla anlayamazdı.
Dolayısıyla bazıları onunla tartışmaya giremez, bazıları onu inkâr edemez,
diğer bazıları ise ona inanamazdı. Araplar Kur'ân'ı gerek şekil ve gerekse
muhteva bakımından güzelce anladılar. Çünkü Kur'ân, gerçekten de durumlarını,
ortamlarını, problemlerini, sevinçlerini ve tasalarını yansıtıyordu. Kur'ân'ı
çok iyi anladıkları için de, onunla mücadeleye giriştiler; bazıları inat ve
kibrinden dolayı düşmanlık ve mücadelede aşırı gitti, bazıları ise üzerinde
düşünüp ikna olması sonucunda ona iman ettiler.
Kur'ân, Arapların şartlarını hakkıyla
yansıtmaktadır. Mesela, Allah'ın vahdaniyetine delil olan misallerden
Arapların kolaylıkla algılayabilecek olanlarını tercih etmiştir. Onları kâinat
ve hayat konularında tefekküre çağırmış, Allah'ın kudretini göstermeleri
itibariyle maddî mahlukatın yaratılışları üzerinde düşünmeye davet etmiş,
geçmiş peygamberlerin kıssalarından, yolculukları sırasında harabe ülkelerinin
yanından geçtikleri kavimlerinin başına gelen felaketlerden ibret almalarını
istemiş, âşinâ oldukları eşyanın tabiatına münasip bir mantalite ile hitap
etmiştir. Onlara, başka ortamları ve başka dünyaları tasvir etmemiştir. Eğer
böyle yapsaydı, onu inkâr eder ve daha fazla ce- delleşirlerdi. Kur'ân,
gerçekten de olumlu ve olumsuz yönleriyle o çevrenin bir aynası olmuştur.
Meselâ, müşriklerin kendisiyle olan mücadelelerini, kendisinin de bunlara
cevabını anlatmakla o günkü Arapların dinî yaşantılarını çok güzel ortaya
koymuştur. Aynı şekilde, cedel, tartışma ve mübahaseye olan kudretlerine yer
vererek Arapların güçlü olan aklî hayatını gözler önüne sermiştir. Kur'ân,
Arapların içtimâi ve İktisadî durumlarını en güzel biçimde göstermiştir. O,
zengin, aydın ve servet, makam, zekâ ve ilmiyle imtiyazlı tabakayla, zayıf,
cehalet ve fakirliğiyle tanınan tabakadan söz etmekte, bize Arapların komşu
milletlerle olan siyasî ve İktisadî ilişkilerini göstermekte, Mekke'de zenginlerle
fakirler arasında patlak veren ve tabiatıyla fakirlerin tarafında yer alıp,
faizi yasaklayarak, zekâtı farz kılıp, zenginlere fakirlerin haklarını
korumalarını tavsiye etmiş ve hedeflediği adaleti sağlamıştır. j
Kur'ân'ın Arap muhiti için yaptığı bu
ayinedarlık, onun ne sıhhatini, ne de kuvvetini cerhetmez ve müsteşriklerin
büyük çoğunluğunun zannettikleri gibi onun İlâhî kaynaklı olduğu konusunda
kuşku meydana getir-
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 225
mez. Aksine o, sözkonusu
toplumun lehinde ve aleyhindeki her şeye tam bir aynadarlık yaparak ıslahına
çalışmış, kendisi hakkındaki duygularını yansıtmış ve onları aklî seviyelerine
göre Tevhid'e, siyâsî, içtimâi ve iktisâdî ıslaha davet etmiştir. O bütün
bunları, güçlük ve meşakkat çıkarmayacak bir biçimde gerçekleştirmiştir. Sonuç
olarak da, bu toplulukları insanca bir hayata yeniden kavuşturmuş, kökü
Kur’ân'a dayanan yüce bir medeniyete ulaştırmıştır.858
858 A.g.e., I, 440-441.
KUR'ÂN'IN KAYNAĞIYLA İLGİLİ
İDDİALAR
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 229
1. Mekke
Dönemindeki Kaynaklar
Bugün ele alacağımız görüşlerin en
basiti, Kur'ânî doktrini teşkil eden gerekli bütün unsurları, Hz. Peygamberin
doğum yeri olan Mekke'de olmasa bile, Hicaz çevresinde bulmak isteyen
görüştür. Meseleye bu zaviyeden bakanlardan biri olan Fransız âlim Ernest
Renan "Mahomet et Les Origines de L'Islamisme"1 adlı
makalesinde VI. yüzyıl Arabistamna dair çekici bir tablo sunarak bize bu konuda
tipik bir örnek verir. Müellif bu makalesinde herkesin yakından tanıdığı bu
putperest kavmi, Allah'ta hiçbir surette çeşitlilik tanımayan ve Onu daima
doğurmamış ve doğurulmamış tek bir varlık olarak düşünen bir kavim olarak
tanıtır.2 Bu ırkın ince edebiyat zevkine ve canlı gerçek anlayışına
da haklı olarak işarette bulunursa da, onun saygınlığını gideren diğer
vasıflarına hiç temas etmez. Yüce hakikat hakkmdaki düşünceye hemen hiç ilgi
duymayan, sefih ve kendini beğenmiş bir kavmin yerine, sadece bütün din ve
medeniyetleri kendi içinde biraraya getiren değil, fakat aynı zamanda dinî
konuları tartışan ve bu yüzden dinî kargaşa içinde bulunan bir cemiyet takdim
eder3. Ernest Renan'ın bu görüşleri kabul edilecek olursa, Hz.
Muhammed'in, zamanındaki dinî hareketi geride bırakmış değil, aksine onun
peşinden gitmiş olduğu neticesine varılır.4
Aslında, o devirdeki Arap hayatının
hakiki imajını Kur'ân-ı Kerimde buluruz. Zira onun karşımıza çıkardığı tablo,
yukarıda çizilen tablodan tamamıyla farklıdır.
1 Revue de Deux Mondes,
Aralık 1851.
2 s.
1070-1071.
3 s.
1089.
4 s.
1089.
230 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Bir kısım insanlar tamamen inkârcı
idiler.5 Bir kısmı Allah'a ve ahiret gününe inanıyor, ancak
insanlardan bir peygamberin olacağını kabul etmiyorlardı.6 Diğer bir
kısmı ise, Allah'ın varlığını kabul edip inanıyor, ancak ahiret hayatını,
öldükten sonra dirilme gerçeğini, oradaki ceza ve mükâfatı kabul etmiyordu.7
Allah'ın varlığına inananlar da
çeşitli hurafelere dalarak bu inançlarını tanınmaz hale getirmişlerdi. Meselâ
bunlar tektanrı inancını tamamen ortadan kaldırmışlardı. Aslında tektanrı
inancı, sadece ataları Hz. İbrahim'in dininin bir kalıntısı değil, aynı zamanda
bir tohum olarak her insanın ruhunda mevcuttur. Çünkü cesetlerle birleşmeden
çok önce ruhlar Allah'ın birliğini ikrar etmişlerdir.8 Kur'ân-ı
Kerimin tabiî bir din olarak adlandırdığı bu tektanrı inancı9 müşrik
Araplar nezdinde nazarî bir görüş haline gelmişti. Çünkü sayısız küçük ilahlara
yaptıkları ibadetlerle, bu tek Allah inancı zayıflamış ve pratik olarak da
ortadan kalkmıştı.10 Sadece büyük bir tehlikeyle karşılaştıklarında
Allah'ı hatırlıyorlar11 ve kestikleri kurbanların da ancak cüz'î bir
kısmını Ona ithaf ediyorlardı.12 Karşı karşıya bulundukları güneş ve
yıldızlara da birtakım güçler atfetmekten kendilerini alamıyorlardı.13 Allah
ile insanlar arasına, onu yaratıcısına yaklaştırabilecek14 veya
Allah katında lehinde şefaatte bulunabilecek15 bazı aracı güçler
ihdas etmişlerdi. Allah'ın kızları telakki ettikleri meleklere de bundan dolayı
ibadette bulunuyorlardı.16 Bazı gizli güçleri barındırdığını veya
görünmeyen birkaç ilahı sembolize ettiğini kabul ettikleri putlar zamanla
nazarlarında sembolize ettikleri şeyle aynileşmişti.17 Tek bir
ilahın mevcudiyeti onların akıllarının alamayacağı bir şeydi artık.18
Böyle bir görüşün kendilerine garip
gelmesi gayet normaldi. Çünkü ne içlerinden birinden ne de Kuzey ve Güney
Arabistan'a sığınmış olan bazı Hıristiyan mezheplerinden daha önce tek tanrı
inancının tebliğ
5 Casiye, 24
6 isra, 94.
7 Yâsin, 78.
8 A’raf, 172.
9 Rûm, 30.
10 Yusuf, 106.
11 Yunus, 22.
12 En’am, 136.
13 Necm, 49;
Fussilet, 37
14 -
Zumer, 3
15 Yunus, 18.
16Zuhruf, 19, 20.
17 Hacc, 30; Mâide, 90 18Sad,
5, 6.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 231
edildiğini asla
duymamışlardı. Şurada veya burada ilahlaştırılan şahsiyetler arasındaki
ayrılığa rağmen, yine de onlar kendi bayağı politeist inançları lehine delil
çıkarabilecek kadar bunlarda benzerlik buluyorlardı.19 Zira Kitab
Ehli de yaratıcı Tek Allah inancını tapılan ilahlarla uzlaştırmayı
başarmışlardı.20
Yine Mekkelilerin içtimâi
ve ahlakî vaziyetleri de acınacak bir haldeydi. Çünkü onlar, kız çocuklarını
diri diri gömüyor21 fuhuşta bulunuyor,22 nikahı haram
olan kimselerle zina ediyor,23 kadınlara vermiş oldukları mihri
zorla geri alıyor, onlara kerhen varis oluyor24, yetimlere
zulmediyor,25 açgözlülük gösteriyor, fakirleri ihmal ediyor, zayıf
kimseleri de hakîr görüyorlardı.26 Amacı israf ve gösterişten başka
bir şey olmayan meşhur Arap cömertlik ve misafirperverliği (mürüvvet) dahi
Kur'ân-ı Kerim tarafından bizzat kötülüğün kendisi olmasa bile, içinde kötülük
bulunan yersiz bir iyilik olarak sunulur.27 Kısacası, müşrik Arap
topluluğu apaçık bir dalâlet içinde bulunmakta28 ve cahi- liyye
devrini yaşamakta idi29. Bununla beraber onlar, hac gibi ibadetlerinde
ataları Hz. İbrâhim dininden kalma bazı kalıntıları yine de muhafaza
etmişlerdir. Ancak bu kalıntılar hata ve hurafelerle karma karışık bir
vaziyetteydi.30
Aralarında, Hz.
İbrahim'in, dininin iyice silikleşmiş izlerini arayanlar ve putlardan nefret
edenler de yok değildi. Kendilerine Hanîf adını veren bu bir avuç insan da
mevcut dinî kargaşanın farkında, fakat yolları tam da net olmadığı için şaşkın
durumdaydılar. Bu nedenle bunlar, Hıristiyan ve Yahudi olmadıkları halde,
herbiri bu iki dinden birine meyil gösteriyordu. Bunları ve Kur'ân'a kaynak
olup olamayacaklarını ileride detaylı bir biçimde ele alacağız.
İşte İslâmm gelişi
sırasında Mekke'nin durumu bundan ibaretti.
19Zuhruf, 57, 58.
20 Bu
konularda daha geniş bilgi için bk. Draz.lnitiation au Coran, s. 61-75.
21 En’am,
140.
22 Nûr,
33.
’23 Nisâ, 22-23.
24 Nisâ,
19-20
25 Nisâ,
127.
26 Fecr,
17-20.
27 Nisâ,
38.
28 Al-i
imrân, 164; Cum’a, 2
29 Ahzâb,
33; Fetih, 26.
30 Bakara,
189-200; Draz, Initiation au Coran, s. 113-114.
232 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
a. Mekke'de
Oturan Yahudî ve Hıristiyanlardan Alındığı İddiası
Müsteşrikler, İslâm öncesi
Arabistan ve özellikle de Mekke'deki dini durum üzerinde detaylı bir biçimde
durmuşlardır. Onların asıl gayesi, kendilerince Kur'ân'm kaynaklarını
bulmaktır. Ne var ki, bu uğraşları, İslâmın doğuşu konusunda bekledikleri
sonucu verememiştir. Fakat, Mekke'de veya civarında Yahudi veya Hıristiyanların
bulunup bulunmadığı konusunda aralarında büyük görüş ayrılıkları vardır.
Ayrıca eğer böyle dinî topluluklar var idiyse, etkileyici bir çoğunlukta olup
olmadıkları konusunda da fikir ayrılığına düşmüşlerdir.31
Bell ve Watt, Mekke'de
öyle önemli ölçüde bir Ehl-i Kitab topluluğunun olmadığını kabul etmektedir.
Ancak buna rağmen, Watt,-hiçbir delil göstermeksizin-Yahudi ve Hıristiyan
fikirlerinin Arabistan toplumunda özellikle Mekke'de yaygın olduğunu iddia etmektedir.32
Richard Bell'in de içinde
bulunduğu bir grup, İslâmın temel tarihî kaynağının Hıristiyanlık olduğunu
ileri sürerken,33 C. C. Torrey'nin temsil ettiği grup ise,
Musevîliğin İslâmın ana kaynağını oluşturduğunu ileri sürmektedir.34
Torrey'nin görüşü
diğerlerine göre daha az makul olup, -hiçbir delile istinad etmeden-Mekke'de
büyük bir Yahudi toplumunun bulunduğunu ileri sürmektedir. Oysa bu tez için şu
çok önemli engel bulunmaktadır: Medine ve civarındaki Yahudilerin daha sonraki
durumları bütün detaylarıyla bilindiği halde, daha sonraki dönemlerde,
Mekke'de bulundukları iddia edilen Yahudi toplulukları hakkında hiçbir haber
bulunmamakta ve tarih kitaplarında akibetlerinden hiç söz edilmemektedir.
Bunların, Müslüman mı oldukları veya Medine ve Hayber'deki diğer Yahudiler gibi
İslâma şiddetle karşı mı çıktıkları konusunda bir haber bize kadar ulaşmalıydı.35
Fazlurrahman, bütün bu
görüşlerden farklı olarak, fakat o da ikna edici bir delil göstermeksizin,
Mekke'de muhtemelen çok az sayıda birkaç Yahudi ailesinin bulunduğunu,
bunların, Medine'den gelen yakınları tarafından sık sık ziyaret edildiğini akla
daha yatkın bulur.36
31 Bk.
Fazlurrahman, Kur’an’da Ana Konular, s. 291.
32 Watt,
Muhammed at Mecca, Oxford, 1953, I. Bölüm; Fazlurrahman, a.g.e. s. 292.
33 Msl.
bk. The Origin of İslam in its Cristiyan Environment, Londra, 1926.
34 C.
C. Torrey, The Jewish Foundation of İslam, New York, 1933.
35 Bk.
Fazlurrahman, a.g.e. s. 292
36 A.g.e.,
s. 295
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 233
Yine Fazlurrahman, "Diğer
taraftan, Mesihlik37 fikrini (Messanie expectations) benimseyen bazı
Yahudi ve hatta Hıristiyanların da Mekke'de olabilecekleri muhakkaktır"
sözü de bir delile dayanmadığı için bizce gerçeği yansıtmamaktadır. Özellikle
"bunların, Hz. Peygamber çıkınca derhal İslâmî kabul edip yayılmasına
yardımcı ve destek oldukları"38 ifadesiyle eğer Hanifleri kast
ediyorsa, bu hükmün bütün hanifler için geçerli olmadığı-biraz sonra
hayatlarını ele aldığımızda da görüleceği üzere-bir gerçektir. Yazar, Mekke'de
Müslümanlığı hemen kabul eden bu Yahudi ve Hıristiyanların kim olduklarını
belirtmeliydi.
Şimdi de, Hz. Peygamberin bilgilerini
Mekke'de oturan bazı Yahudi ve Hıristiyanlardan edindiğine ilişkin
müsteşriklerin tekrar edip durdukları iddialara geçelim:
Mekke'de Yahudilerin bulunduğuna
ilişkin hiçbir delilin gösterileme- mesi, aksine bulunmadıklarına ilişkin
işaretlerin var olması, bu dinî grubu burada sözkonusu etmemize ihtiyaç
bırakmıyor. Hıristiyanlara gelince, Mekke'de bunların varlığından söz
edilebilir. Fakat bunlar, yerli olmayıp, kölelik, ticaret, demircilik sanatı
gibi vesilelerle gelmiş birtakım yabancı ve büyük bir kısmı maceracı kimseler
olduğu anlaşılıyor.
Nitekim, Nahl Sûresi 103.39
ve Furkan Sûresi 4. âyetinin tefsiri münasebetiyle müfessirlerin verdikleri
bilgiler, bu görüşü destekliyor.
Nahl Sûresi, 103. âyet şu mealdedir;
"Şüphesiz Biz onların; 'Kur’ân'ı ona ancak bir insan öğretiyor'
dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır.
Halbuki bu (Kur'ân) apaçık bir Arapça'dır."
Müfessirler bu âyette işaret edilen
şahsın kim olduğu konusunda çok değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Ancak
hepsi de, Hıristiyanlık dinine mensup bir Rum köle olduğu noktasında ittifak
ediyorlar. Bu da müşriklerin, iddialarında samimi ve kararlı olmadıkları,
herbirinin bir başka kişiyi veya her defasında başka kişileri ileri
sürdüklerini gösterir. Kur'ân, gerek müşriklerin bu iddialarının ve gerekse
müsteşriklerin Kur'ân'ı Mekke'deki yabancı Hıristiyanlara nisbet eden iddialarını
birleştirip ortak niteliğini yakalayarak hepsine birden cevap veriyor ve
Kur'ân'm edib ve şairleri hayran ve hayrette bırakan belîğ bir
37 Yahudilere
göre mesih, onları kurtarıp yeryüzünde adaleti temin edecek bir “kurtarıcı'dır.
Hıristiyanlara göre ise Mesih, Hz. İsa’dır ve dolayısıyla “kurtarıcı” olarak
tekrar yeryüzüne gelip tüm insanlığı adalete kavuşturan da Hz. İsa olacaktır.
Bu görüşlerin tümünü kapsayan ekol anlamında “Mesihlik” kelimesi
kullanılmıştır. (Fazlurrahman, a.g.e, s. 296)
38 A.g.e.
s. 296-297
39 et-Taberî,
Tefsir (ilgili âyetin tefsiri) XIV, 119 vd.
234 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Arapça olmasına karşılık,
ileri sürülen şahsın ise, bu dille meramını bile ifade ermekten aciz ve adeta
dilsiz bir yabancı olduğunu belirtiyor.
Kur'ân, müşriklerin, bu
konuda bir kararda durmadıklarını ve bu sefer de bir kişiyi değil de bir grubu
merci gösterdiklerini belirtiyor:
"İnkâr edenler: zBu
(Kur'ân), olsa olsa onun (Muhammed'in) uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre
de bu konuda kendisine yardım etmiştir' dediler. Böylece onlar hiç şüphesiz
haksızlığa ve iftiraya başvurmuşlardır."40
Ayette işaret edilen
zümre de, Nahl Sûresi 103. âyetinde ileri sürülen tek tek şahısların tamamıdır.
Belli ki Kur'ân başlangıçta bu ithama cevap vermeyi önemsememiş, ne zaman ki
kâfirler bu nokta üzerinde ısrar etmişler, Kur'ân da Furkan Sûresinden sonra
inen Nahl Suresindeki âyetle onu çürütmüş ve asılsızlığını ortaya koymuştur.
Bazı müsteşrikler
tarafından da-tıpkı Mekke müşrikleri gibi-Mekke'- nin kenar mahallerinde ikamet
edip Arap satıcılığı ve hamallıkla geçimlerini temin eden Romalı veya
Habeşistanlı, maceracı bazı kimselerin varlığına işaret edilmekte41
ve İncil'in cahil kimselere meyhanede duyurulmuş olduğuna dikkat çekilmektedir.42
"Acaba Hz. Muhammed ilk defa burada mı dini fikirlerle karşı karşıya
gelmiştir?" diyerek ve hiçbir belge göstermeden muhataplarını tereddüde
düşürmek istemektedirler. Halbuki şu gerekçelerden dolayı böyle bir iddiayı
kabul etmemiz kesinlikle mümkün görülmemektedir. Şöyle ki:
Önce müstakbel
Peygamberin bi'setten önceki meşgaleleri iyice bilinmektedir. Güvenilir tarihî
kaynaklar onu bize tek başına çobanlık yapan; ticaret amacıyla kafileyle
birlikte sefere çıkan; ve cemiyet içinde kabile şefleriyle birarada bulunan bir
insan olarak gösterir.43 Ne ahlakı, ne yaradılışı ve ne de
meşgaleleri itibariyle onu daha önce adı geçen çevrelerde tasavvur etmek
mümkün değildir.
Sonra böyle bir
münasebet, bu kimselerin sadece dinlerini iyi tanımamaları değil, fakat aynı
zamanda bilhassa Kur'ân-ı Kerimin de açıkça ifade ettiği gibi44
yabancı dillerinin de Hz. Peygamber için bir engel teşkil etmesi sebebiyle,
faydasızdır.45 Kur'ân'ı öğrettiği iddia edilen kişi, Arapçayı güzel
konuşamıyor. Günlükle ufak tefek ihtiyaçlarını karşılamaya yarayacak
kadarından fazla Arapça bilmez. Bu ne-
40 Furkan, 4.
41 Masse,
H, L’lslam, Paris, Collin, 1936, s. 21
Huart, Une Nouvelle Source du Coran,
Jour. as. Juillet-août 1904, s. 131.
43 Bu
konuda, güvenilir siyer ve tarih kitapları ittifak halindedirler.
44 Nahl,
103.
45 Lammens,
a.g.e., s. 28.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR B 235
denle, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) için, onunla meseleleri tartışmak, bilgi alışverişinde
bulunmak imkansızdı.46
Nihâyet ortada istifade edilebilecek
bir kaynak bulunsaydı, muarızlarının Hz. Peygamberin arzusunu kırmak için İlmî
silahlar aramak üzere Medine'ye gidecekleri yerde, diledikleri bütün malumatı
o kaynaktan elde etmeleri daha tabiî ve daha kolay olmaz mıydı?47
Eğer, Kur'ân-ı Kerimin bu-ithama
cevabı doğru olmasaydı, kâfirler susmazlar, onu çürütmeye çalışırlardı. O zaman
Kur'ân, vahyin adeti üzere bu çürütme çabalarını kaydedecek ve mukabil cevapta
bulunacaktı. Gerek müşriklerin ve gerekse diğer İslâm düşmanlarının Hz. Peygamberi
hedef alarak ortaya attıkları hiçbir şey yoktur ki, Kur'ân onları kaydetmesin.
Bunun tek bir istisnası bile yoktur.
Yine görüldüğü gibi müşrikler, Hz.
Peygambere Kur'ân'm hangi yerinin öğretildiği konusunda bir tahditte
bulunmuyorlar. Tam aksine, yeni din ve peygamberi hakkında kafaları
karıştırmayı amaçlayan genel ve yuvarlak bir söz sarfediyorlar. Elinde bir
delil bulunan kimse, böyle belirsiz ve mübhem bir ithamla yetinmez. Bilakis
hücum ettiği noktayı açıkça belirtir. Bu konuda şahitler getirir. Gerçeğin
anlaşılmasına yardımcı olacak zaman, mekan ve ortamların adlarını verir. Oysa
görüyoruz ki, kâfirlerin sözlerinde bu noktalardan hiçbiri yoktur.
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) Kur'ân'ı kendilerinden öğrendiği iddia edilen kimseler ya Müslüman
olmuşlar veya olmamışlar. Müslüman olmuşlarsa, Müslüman oluşları bu ithamın
yalan olduğuna delildir. Çünkü, üstadın, öğrettiği meselede talebesine talebe
olması ve ma'kul veya gayr-ı makul hiçbir gerekçe yokken gerçeği gizlemesi
aklen mümkün değildir. O sıralarda henüz Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) hiç kimseyi ne korkutacak, ne de ümitlendirecek hiçbir maddi güce sahip
değildi. Hz. Muhammed'e Kur’ân'ı öğrettiği ileri sürülen kimseler Müslüman
değillerse, dinini kendilerinden öğrenip de sonra dönerek peygamber olduğunu
iddia eden ve üztadlarının dinini yanlış olmakla itham eden Hz. Muhammed'i
neden ele güne rezil etmediler? Bütün bu varsayımlar, iddia edilen bu talim ve
teallüm için diyalogu sağlayacak yeterli lisan bilgisinin bulunması şartıyla
sözkonusu olabilir. Böyle bir faraziyenin imkânsız olduğuna ise bizzat Kur'ân
parmak basıyor.
46 ibn
Kesir’de, Hz. Peygamber’in kendilerinden bilgi almakla itham edildiği bu
kimselerden ikisinin kendi dilleriyle yazılmış birer kitabı bulunduğu ve bu
kitabı zaman zaman okudukları belirtiliyor. Fakat ne bu kitapların ne de
yazıldıkları dillerin he olduğu açıklanmıyor, (bk. ibn Kesir, Tefsîr, Nahl
Sûresi 103. ayet-i kerimesinin tefsiri.)
47 Draz,
Initiation au Coran, s. 117-118.
236 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Her ne olursa olsun, eğer böyle bir
itham doğru olsaydı, (daha önce Müslümanlığı kabul etmişken, Habeşistan'da
Hıristiyan olan) Ubeydul- lah b. Cahş48 ve muhacir Müslümanlara
karşı Necaşi'yi kışkırtmak için huzuruna giden Kureyş elçileri49
orada da bu ithamı tekrar ederlerdi. Veya Hirakl, kendilerine Hz. Muhammed'i ve
niteliklerini sorduğunda Ebu Süfyan ve beraberindekiler50 böyle bir
ithamı dile getirirlerdi. Oysa bu iki yer de, Hz. Muhammed ve dini aleyhinde
propaganda için altın birer fırsattı. Üstelik Kureyşliler, İslâmın çağrısına
karşı zihinleri bulandırmak amacıyla söylediklerinde yalancı ve uydurmacı
olduklarını kendileri de biliyordu.
Öte yandan, eğer karalamalarında
samimi olsalardı, daha sonra neden Hz. Muhammed’e iman ettiler ve dininin
düşmanlarına karşı savaştılar? Nitekim, ondan sonra eski hatıraları yad etmek
şeklinde de olsa bir tanesinin çıkıp sözkonusu eski ithamı tekrar ettiğini asla
duymadık.51
Hepsinden önemlisi Kur'ân'm ihtiva
ettiği ilim ve hikmetin öyle şunun bunun öğretmesiyle öteden beriden iktibas
yoluyla vücuda gelemeyeceği açıktır.52
Furkan Sûresi 5. âyetin ifade ettiği
ithama gelince, Kur'ân, üzerinde fazla durmuyor. Sadece vahyin Allah katından
geldiğini vurgulayarak bunu zulüm ve iftira diye nitelemekle yetiniyor.
b. Rahip
Bahîra'dan Alındığı İddiası
Müsteşriklerin, İslâm Peygamberini
itham ettikleri diğer bir nokta da, Bahîra'dan bazı şeyleri öğrendiğidir. Hatta
bazıları daha da ileri giderek Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Şam'a yaptığı bir yolculuğunda sözkonusu rahibin yanında kaldığını da yalan
yere iddia etmekte53, hatta Kur’ân'm bizzat Bahîra tarafından
yazıldığını ileri sürüyorlar54. Bu da,
48 Ubeydullah
hakkında bk. Balâzûrî, I. Ha. No. 529, 903, 904; ibn S’ad, 1/2, s. 15; M.
Hamidullah, Le Prophete de L’lslam, I, 278.
49 Bu
heyet ve girişimleri için bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 333; M. Huseyn Heykel,
Hayâtu Muhammed, s. 154- 158.
50 Buharî,
Cihad, 102.
51 Avad,
a.g.e., s. 79-80.
52 i.
F. Ertuğrul, izâle-i Şukûk, s. 150-151.
53 Appeleton,
a.g.e., s. 519.
54 Carra
de Vaux, “Kur’ân Müellifi Bahîra” (La Legende de Bahîra, ou Un moine chretien
auteur du Coran, Paris 1898) adlı eserini baştanbaşa bu konuya tahsis etmiştir.
Bir Hıristiyan papazına ait olduğu aynı yazarca farzedilen bu Kur’ân, nasıl
olur da Hıristiyan dininden vazgeçilmesi ve İslâm’a girilmesini ister?! (bk. M.
Hamidullah, Le Prophete de L’lslam, I, s. 55). Bu da müsteşriklerin ne akıl
almaz hayallere sapabileceğini gösteriyor.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 237
müsteşriklerin İslâmî
konu alırken ne gibi noktaları bile istismar konusu yapabileceklerini
gösteriyor. Şüphesiz siyer yazarları ve İslâm tarihçileri olmasaydı, sözkonusu
rahibin tarihte iz ve eserine bile rast- lanamazdı. Bu nedenle önce bu
rivâyetin İslâm tarihçileri tarafından üzerinde ittifak edilen noktalarına yer
verelim ve hakkında gerekli değerlendirmeyi yapalım:
Bahîra denilen şahıs, tıpkı aynı yolu
tutan diğer arkadaşları gibi, Arap Yarımadasının sınırında bulunan kilisesine
çekilip kendini ibadete vermiş bir rahiptir. Kilisesi, Kureyş ticaretinin Şam
yolu üzerine düşer. Çok kere ticarî kervanlar yolun yorgunluğunu atmak ve biraz
dinlenmek için onun kilisesine sığınırlar. O da onları misafir eder ve onlara
soğuk su ikram ederdi. Hz. Peygamber on iki veya dokuz55
yaşındayken, amcası Ebu Talib ile bir ticaret kervanıyla birlikte Şam'a gitmek
istedi. Buna hazırlanınca Hz. Muhammed de kendisiyle gitmek için ısrar etti.
Ebu Talib ona acıdı ve çocuk yaşta olduğu halde onu da beraberinde götürdü.
Kervan, Şam bölgesinde bulunan Busra'ya vardı. Orada Bahîra adında bir rahip
vardı. Bu zat ileri gelen Hıristiyan din bilginlerinden olup bir manastırda
yaşıyordu. Kureyş kafilesi kendisine misafir olunca, onlara bol miktarda yemek
yaptı. Kervanı yemeğe çağırdı. Yaşı küçük olduğu için amcası tarafından
kafilenin yüklerini beklemek üzere bırakılan Hz. Muhammed dışında hepsi geldi.
Bahîra, onun da gelmesi konusunda ısrar etti. Çünkü onda peygamberlik
belirtileri görmüştü. Yemek yendikten sonra Bahîra Hz. Muhammed'e, durumu,
uykusu ve birtakım işleriyle ilgili bazı sorular sordu. Hz. Muhammed de sorduklarına
cevap verdi. Bunun üzerine Bahîra gelecekte bu çocuğun çok önemli bir şahsiyet
olacağını kesin olarak anladı ve amcasına Yahudi- lerin tuzaklarina karşı
dikkatli olması konusunda uyardı ve Şam'daki ticaretini bitirir bitirmez
Mekke'ye geri götürmesini tenbihledi.56
İşte tarihçilerin bütün söyledikleri
bundan ibaret. Fakat gel gör ki, müsteşrikler bu rivâyetleri dallandırıp çok
değişik yönlere çektiler. Meselâ, bundan çıkardıkları iddialardan bir tanesi
şöyledir: Hz. Muhammed gençliğinde ticarî yolculuklarında bu rahibe gidip
gelirdi. Ondan birçok bilgileri ve dinî malumatları edindi. Kur'ân'ı-haşa-telif
ederken sözkonusu rahip onun kaynaklarından biri oldu..." Bu görüşün
esassızlığı birçok yönden göze çarpmaktadır.
55 M.
Hamidullah, Hz. Muhammed’in bu yolculluk esnasında sadece 9 yaşında olduğunu
belirtir, (bk. Le Prophete de L’lslam, I, 54.)
56 Bu
hikaye için bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 191-194; ibn Sa’d, Tabakât, I, 153-155;
Belâzûrî, Ensâb, I, 96-97; Taberî, Tarih, I, 194-195; en-Nevevî,
Nihâyetü’l-Erib, XVI, 91 vd.
238 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Evvelâ: Hz. Peygamber bir
defadan başka Bahîra'yı görmemiştir. O defada da, kendisi çocuk yaşta olup
görüşme çok kısa sürmüştür. Bu küçük yaşta bu kadar kısa bir görüşme sırasında
ondan önemli sayılabilecek bir bilgi ve kültür edinmesi, Kur'ân'm kâinatı
kuşatan, dünya ve ahiretin en ince ayrıntılarını ihtiva eden hakikatlerini
alması düşünülemez.
Hz. Peygamberin daha
sonra gençliğinde bir defadan fazla ticaret için sefere çıkmadığı sabittir. Bu
da Hz. Hatice kendisini, malını satmakla görevlendirdiği zaman gerçekleşmiştir.
Bütün rivâyetler bu sefer esnasında Bahîra ile karşılaşmadığında ittifak
ediyorlar.57 Ne tarihçiler, ne de siyerciler Hz. Peygamberin o ilk
karşılaşmadan sonra bir daha Bahîra'nm yanma gittiğine ilişkin en ufak bir
işarette bulunmuyorlar. Çünkü ilk görüşmeden sonra geçen zaman zarfında Bahîra
ölmüştü. Zaten bu ilk karşılaşma sırasında yaşı bir hayli geçkindi. On iki
yaşlarında bir çocukken Hz. Muhammed bu rahipten nasıl etkilenmiş olabilirdi?
Haydi muhal farz olarak Hz. Muhammed'in ikinci bir defa da görüştüğünü
varsayalım sözkonusu rahibin yanma birkaç saatlığma uğramakla Kur'ân'da yer
alan bunca bilgi, kültür, kıssa, ahkâm, öğüt, emir ve nehyi almak nasıl mümkün
olabilir? Bu karşılaşma uzun olmuş ve bilgi alışverişi gerçekleşmiş olsaydı, bu
yolculuklar sırasında Hz. Peygambere arkadaşlık eden Kureyş'li tüccarlar onun
sözkonusu rahibe uğramasını, yanında günlerce kalmasını ve bilgi pınarından
kana kana içmesini nasıl görmediler? Okuma yazma bilmez ümmî bir zat olup bu
bilgi ve kültürü kaydederek daha sonra kitabını (!) yazarken yararlanması
mümkün değilken Hz. Peygamber için böyle bir istifade nasıl iddia edilebilir?
Hz. Peygamberin hayatım
konu alan siyer kitapları bütün açıklığıyla ortadadır. Kureyş'in bu karşılaşma
konusundaki tutumu da bellidir. Eğer rivâyet temelde doğruysa, Kureyş'ten
bazıları çocuk yaştaki Hz. Muhammed'in Bahira ile karşılaşmasında hazır
bulunmuştur. Buna rağmen Kureyş Hz. Muhammed'e böyle bir ithamı
yöneltemiyorlar. Nasıl oluyor da, Avrupalı müsteşrikler on dört asır sonra
gelip hayal ve kurgularla böyle bir ithamda bulunabiliyorlar? W. Irving,
Bahîra'nm küçük
57 Bazı kaynaklarda, bu
ikinci yolculuk esnasında, Bahîra’nm öldüğü, yerine Nastura adında başka bir
rahibin geçtiği kaydediliyor ve şunlar belirtiliyor: Hz. Muhammed manastıra
yakın zeytin ağacının altına oturdu. Bu, pencereden seyreden Nastura’nın
dikkatini çekti ve Meysere’yi yanına çağırarak ağacın altında konaklayanın kim
olduğunu sordu. Meysere, onun Kureyş ve Mekke halkından bir zat olduğunu
söyleyince, Meysere’ye: “O ağacın altına şimdiye kadar (bu vakitte)
Peygamber’den başka kimse inmemiştir” dedi. Daha sonra Meysere’ye şu soruyu
yöneltti: “Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?" Meysere’den
“Evet" cevabını alınca, “O, peygamberdir, hem de peygamberlerin
sonuncusudur" dedi. (Bu bilgiler için bk. ibn ishak, a.g.e., ibn Hişâm,
Sîre, I, 188 (Dipnot); İbn Sa’d, Tabakat, I, 130; Taberî, Tarih, II, 196;
Süheylî, Ravdu’l-Ünf, I, 122; Salih Suruç, Peygamberimizin Hayatı, I, 136).
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 239
Muhammed'e gösterdiği
önemin sebebini, onu Hıristiyanlaştırmak ve kavminin yanma döndüğünde de aynı
görevi onlar arasında üstlenmesi arzusuyla açıklıyor.58 Acaba
manastırın yakınında konaklandığı rivâ- yetler tarafından belirtilen Arap
kafilesinin arasında, Hz. Muhammed dışında Bahîra'nm, sözkonusu davetini
yöneltebileceği başka adamlar yok muydu ki, on iki yaşında bir çocuğu tercih
etti? Bunda ya Bahîra'nm, ya Irving'in veya her ikisinin bir hikmetsiz
davranışı sözkonusu- dur. Carlayl, bu yaştaki bir çocuğun yabancı bir dili
konuşan bir rahipten önemli bir şey öğrendiği iddiasını mantıksız buluyor ve
hayretle karşılıyor.59
Sözkonusu Bahîra
hikayesinden şüphe eden bazı müsteşrikler de vardır. Edmond Power bunlardan
biridir.60 Yazar, bir makalesinde şu sonuca varır: "O zamandan
beri bulunmuş, neşredilmiş ve incelenmiş olan Arapça kaynaklar, Suriyeli Rahibe
atfedilen rolün hayal mahsulünden başka bir şey olmadığını göstermiştir."61
Bu olay ister bir efsane
olarak kabul edilsin, ister gerçek kabul edilsin, Bahîra'nm, Kur'ân'm kaynağı
olduğu görüşüne hiçbir suretle dayanak teşkil edemez.
Bunların yanısıra, siyer
kitapları, Bahîra ile Hz. Muhammed arasında herhangi bir öğretim ve öğrenimden
söz etmiyor. Sonra haydi (hangi dille olduğunu da bilemiyoruz) Bahîra'nm Hz.
Muhammed'e Hıristiyanlıktan bazı şeyleri telkin ettiğini varsayalım. Peki, Hz.
Muhammed'in, kendisinin dininin en önemli noktalarını yanlış sayan yeni bir
din getirdiği gün Bahîra neredeydi? Veya bu yeni peygamberin küçüklüğünde
Bahîra'dan ders aldığını bizzat Bahîra'dan veya herhangi birinden duyan veya
gören hiç kimse var mıdır? Neden Bahîra veya bir başkası ortaya çıkıp da, bu
peygamberin-haşa-sahtekârlığmı ortaya çıkarmadı ve Allah'tan geldiğini ileri
sürdüğü şeylerin gerçek kaynağını açıklamadı. Acaba böyle bir şey olsaydı,
Bizans devleti veya Arap Yarımadasının civarındaki devletçikler, Hz.
Muhammed'in iddiaları karşısında susarlar mıydı? Hele hele çevre devletlerin
krallarına gönderip kendilerini İslâma davet ettiği mektupları yerlerine
ulaşınca bu iddiayı belgelendirip kendisine karşı mücadele etmekten geri kalırlar
mıydı? Öte yandan, Hz. Muhammed'in kendi hemşehrilerinden .azılı hasımları,
aleyhinde en ufak bir şüpheyi habbeyi kubbe edecek
58 Irving,
a.g.e.s. 22-25.
59 Cariyle,
a.g.e., s. 19-20.
60 Bk.
Joseph Hubby, a.g.e.s. 780; yine bk. Huart, Une Nouvelle.Source du Koran (Jour.
Asiat. Temmuz- Agustos 1904.)
61 A.s.
127.
240 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
derecede büyütmekten
çekinmedikleri halde neden bu nokta üzerinde hiç durmadılar? Oysa Bahîra ile
gerçekleştirdiği iddia edilen bu öğrenimi isbatlamaları onun davasını temelden
çürütmek için yeterli olacak ve bu uğurda bunca can, mal ve emek sarfına
ihtiyaç bırakmayacaktı. Böyle bir öğretim ve öğrenim sözkonusuysa böyle bir
fırsatı kaçırmaları, hatta bir kelimeyle olsun temas etmemeleri gerçekten garip
değil midir?62
Bütün bu hususlarda tarihin sükut
etmesi, onların olmadığına yeterli delildir. Zira herkesin gözleyip durduğu
böyle bir konuda, bu hususlar, öyle gözden kaçan olaylardan değildir.
Hz. Peygamber Bahîra ile
karşılaşırken, yalnız başına değildi. Her iki seferde de yanında şahitler
vardı. Zaten karşılaştığına dair bilginin kaynağı da o şahitlerdir. Meselâ,
Bahîra ile ilk karşılaşmasında yanında amcası Ebu Talip bulunuyordu. Peki, Ebu
Talip Bahîra'dan ne işitmiş? Durumu bize tarih bildiriyor mu? Birçok şeyi
söyleyen bu tarih, kısa bir anda Kur'ân'daki bütün bilgileri, alemin başlangıcı
ile sonu arasındaki çok çeşitli olayları öğrenme harikasından niye bahsetmiyor
acaba?
Kaldı ki tarih suskun da değildir;
bilakis mezkur şahsın durumuyla ilgili bilgi vermektedir. Diyor ki: Şam'h Rahip
bu çocuğu görür görmez, eski semâvî kitapların bildirdiği vasıflara dayanarak
onda, son nübüvvetin alametlerini farketmiş ve amcasına şöyle demekten kendini
alamamıştı: "Bu çocuk ileride büyük bir adam olacak!"
Tarihe inanan ve tarihe saygısı olan
bir kimse için bu olay, Hz. Muhammed'in hakkaniyetine delil teşkil ediyor.
Tarihe kendi fikrini katmaktan utanmayan kimse, "Muhammed, karşılaştıktan
ayrı olarak, bir de ondan İlmî meseleler tahsil etti" diyecekse, varsın
dilediğini söylesin ve bilsin ki yapılan bu küçük ilave ile, karşımıza
çelişkili bir tarih, başı sonunu, sonu başını yalanlayan bir tarih
çıkaracaktır. Zira öyle bir zat düşünün ki, bir şahısta nübüvvet alametlerini
görsün, zuhurundan çok önce nübüvvetini müjdelesin, sonra da bu nübüvvetin
sahibine karşı muallim ve mürşid kesilsin.63
Eğer Bahîra, İslâm mu'cizesinin feyiz
menbaı olsaydı, bu büyük iş için nübüvvet ve risalete daha layık ve uygun olan
kimse kendisi olurdu. Halbuki durum böyle cereyan etmemiştir.
Bu itiraz normal örf ve adet
kurallarına da ters düşmektedir. Yeryüzünde şöyle bir insan düşünebilir
misiniz ki, bu adam eğitim ve kültürünü tamamlıyor, sonra bu ilim ve kültürde
bütün alemin üstadı olabilecek en
62 Avad. a.g.e.,
s.83-85.
63 Draz,
en-Nebü’l-Azîm, s. 49-50.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 241
ulvî bir dereceye
yükseliyor, hatta bu mertebeye hayatında iki defa tesadüf ettiği bir rahipten
kazandığı marifetle ulaşıyor. Okuma yazma bilmeyen bu adam, her iki seyahatte
de ticaretle meşguldür. Birinci defasında küçük bir çocuk olarak amcasına
tabi, İkincisinde ise sırtında ağır bir emanet yükü taşımakta, onu dikkat ve
itina ile mal sahibine ulaştırmak durumundadır. Şimdi sormak gerekir: Hangi
insaf sahibi bu akıl almazlığa düşebilir?
Rahip Bahîra'nm mensup bulunduğu
dinin tabiatı da, Kur'ân'm bir doğruluk ve hidâyet menbaı olduğu gerçeğiyle
çelişir. Çünkü bu zatın bağlı bulunduğu Hıristiyanlık, tağyir ve tahrife maruz
kalmış bir dindir. Diğer yönden, ileride detaylı bir biçimde arzedeceğimiz
üzere Kur'- ân-ı Kerim, Kitap Ehlinin dinlerindeki pek çok hatalı hususlarında
düzeltmeler ve tashihler yapmış; inançlarındaki sapıklık ve dalaleti
düzeltmiştir.64
İsmail Fennî merhum, müsteşrik
Hirschfeld'in, bu hikayeden Hz. Muhammed'in, Bahîra'dan bir şey öğrendiği
sonucunun çıkarılamayacağını, ancak rahip Nastura65 ile Suriye'de
bir mecliste görüştüğünün gerçek bir vakıa olduğunu, Hıristiyan Mukaddes Kitabı
hakkmdaki malumatının bir kısmını ondan aldığını ileri sürdüğünü ve bu konuda
şu gerekçeleri gösterdiğini söylüyor: (Hz. Muhammed) "Eutyches"66
mezhebini kayıtsız ve şartsız olarak reddettiği halde 'Nastûri Mezhebi'ne o
kadar hasım değildi. Bu mezhebin fikirlerini, vicdanının müsaade ettiği
derecede, İslâmiyete soktu." Hirschfeld ayrıca, "Nastura'nm, Hz.
Peygamberin arkasında nübüvvet alameti olan mührü görüp öptüğüne dair olan
rivâyetin Haggai'deki67 'Ben seni bir mühür yapacağım, çünkü ben
seni intihap ettim' sözünden çıkarılmış olduğunu" söylüyor.68
Biz, Hirschfeld'in hiçbir tarihi
belge gösteremeyerek ileri sürdüğü bu iddiası için, Bahîra hikayesine
verdiğimiz cevabın birçok noktasının aynen geçerli olduğunu söylüyor ve İsmail
Fennî merhumun şu değerlendirmesini yeterli buluyoruz:
64 Bu
Konu için bk. Tecrid-i Sarih Tercemesi, VI, 525-526; i. F. Ertuğrul, izale-i
Şukûk, s. 148-150.
65 Bazı
müelliflere göre bu Nastura Bahîra'dan başka bir şahıs değildir. Nasturî
mezhebinden olmasından dolayı yanlış olarak Nastûra denilmiştir, (i. F.
Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 149).
66 Eutyches,
Beşinci Asırda bir rum rafizisi idi. “Nasturi Mezhebini" cerhettikten
sonra bunun muhalifi olan mezhebi kabul etti. Hz. İsa’da ancak bir tabiat
olduğunu ve bunun da İlâhî bir tabiat olduğunu ve bu İlâhî tabiatın beşeriyet
tabiatını, denizin bir damlayı massettiği gibi massettiğini iddia ederdi.
Nastoriyus ise Hz. İsa’da İlâhî tabiatla beşeri tabiatın birlikte mevcut
olduğunu, fakat bunların birleşmediğini iddia ederdi. Hasılı, ona göre, Hz.
İsa’da iki tabiat değil, iki şahıs vardır.
67 Yahudilerin
bir kitabıdır.
68 i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 57.
242 ■ KUR’ÂN
VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
"...Oysa, Nastura'nm Hz.
Peygamberde gördüğü alametlerden kendisinin hatem-i enbiya (son peygamber)
olduğunu tasdik ettiğini Hz. Hatice'nin, onunla birlikte bulunan kölesi Meysere
rivâyet etti. Peygamber Efendimizin arkasında, yarım elma kadar bir et beni
vardı. Bunun, Mukaddes kitapta geleceği haber verilen, son peygambere mahsus
alametlerden olduğu Yahudi ve Hıristiyanlardan İslâm dinini kabul eden
müteaddit kimseler tarafından tasdik edilip öpüldüğü malumdur. Resûl-i Ekrem'in
Nastura'dan malumat almış olduğunun asıl ve esası yoktur. Çünkü o, Hz. İsâ'da
İlâhî tabiat ile beşerî tabiatın birlikte mevcut olduğunu, lâkin bunların birleşmediklerini
iddia ederdi ve Hz. Meryem'e Allah'ın anası ünvamnm verilmesine müsaade
etmezdi. Hasılı, Nastura'ya göre Hz. İsa'da bir uluhiyyet sıfatı ve bir de
kulluk sıfatı olduğunu kabul ettiği anlaşılıyor. Halbuki Kur’ân-ı Kerimde, Hz.
İsa'nın Allah'ın kulu ve resûlü olduğu ve Allah'a kul olmaktan asla
çekinmeyeceği beyan buyurulmuştur."69
c. Yaptığı
Seyahatlerde Ehl-i Kitaptan Alındığı İddiası
Hz. Muhammed, peygamberlikten önce,
gerek yakın gerekse uzak bazı seyahatlerde bulunmuştur. Bunlar, (1) çocukluğunda
sütanneye verilmesi esnasında Havazin oymağından Benî Sa'd kabilesinde 5 yıl
kadar bulunması70 ve bu kabile göçebe olması itibariyle zaman zaman
yer değiştirmesi, bu vesileyle de bir defa büyük Ukaz panayırında görülmesi;71
(2) Medine'ye annesi ile birlikte babasının mezarını ziyaret maksadıyla gitmesi
ve burada birkaç ay bulunması72; (3) annesinin vefatından sonra
dedesinin himayesinde bulunurken bir göz rahatsızlığı nedeniyle Taif'te bulunan
bir hekime gösterilmek amacıyla buraya götürülmesi;73 (4, 5)
Suriye'ye yaptığı ve birincisi 9 veya 12 yaşlarında, diğeri ise 25 yaşlarında
iken iki seyahat;74 (6) Yemen'de bulunan Hubaşa'da bir veya iki defa
görüldüğüne işaretlerin bulunması;75 (7) yine Doğu Arabistan'a
seyahatlerinin bulunduğunu gösteren bazı belgelerin tesbit edilmesi.76
69 Nisâ,
168-170; I. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 57-58.
70 Belâzûrî,
Ensâb, I, paragraf: 163.
71 ibn
Sa’d, Tabakat, 1/1, s. 98.
72 İbn
Sa’d, a.g.e., 1/1, s. 73.
73 Halebî,
insan, I, 49.
74 Bu
iki seyahatle ilgili bilgi daha önce geçti.
75 Taberî,
Tarih, 1,1129.
76 Ahmed,
Müsned, IV, 206-207; Bu seyahatler için bk. M. Hamidullah “Hz. Peygamberin
İslâm Öncesi Seyahatleri” (Tere. Abdullah Aydınlı) (A. Ü. İslâmî ilimler
Fakültesi Dergisi, sy. 4; s. 327-342.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ '
243
Hz. Muhammed'in ziyaret ettiği bu
yerler, dinî ve fikrî açıdan daha zengin muhitlerdi. Acaba bu muhitlerin,
İslâmî doktrinin teşekkülüne katkısı bulunabilmiş midir? Böyle olumlu bir etki
sözkonusu olmuş olabilir mi? Burada şunu da belirtelim ki, bu
değerlendirmemiz, bu seyahatler esnasında Hz. Muhammed'in çeşitli dinî
çevrelerle, özellikle Hıristiyan çevrelerle temas ve etkilenişini ileri
sürenlerin iddialarını gözönünde bulundurmaktadır. Bazı müsteşrikler ise, böyle
çevrelerle temasını temelden kabul etmemektedir.77 Bu nokta bile
onların kendi aralarında ne kadar çelişki ve tutarsızlıklar içinde bulunduğunu
göstermeye yeter.
Biz, Hz. Peygamberin ancak hicretten
sonra temasa geçeceği Medine ve Hayber'de yerleşmiş bulunan Yahudi
kabilelerinden burada bahsetmeyeceğiz. Müsteşrikler, Hz. Muhammed'in, az önce
işaret ettiğimiz seyahatleri esnasında çok zeki bir gözlemci ve seyyah rolünde
olduğu ve girdiği bu kültürel açıdan zengin muhitlerden çok şeyler aldığı kana-
atindedirler. Meselâ, Goldziher'in ve diğer bazı müsteşriklerin düşündükleri
gibi, zeki gözlemci, yaradılışı icabı ahlakî değerlere önem veren Arap yolcu,
bu cemiyetlerde, hoşlanmadığı hemşehrilerinkinden daha kibar adetlerle ve daha
sağlam fikirlerle karşılaşarak, onların tesirinde kalmış olamaz mı? Macar
müellif, Hz. Muhammed'in kendi kavminin yaşayış tarzını örf ve adetlerini,
adıgeçen seyahatleri sırasında edindiği canlı intibalarla karşılaştırmış
olmasının, ileride yapacağı ıslahat hususunda onu harekete geçirmiş
olabileceğini ileri sürmüştür.78
Böyle bir yaklaşım Kur'ân'm kaynağını
tesbit açısından bize ne ölçüde yardımcı olacaktır? Ama herşeyden önce şu
soruyu sormak gerekir: Gerçekten de Hz. Muhammed bu Hıristiyan topraklarına
ayak basmış mıdır? Hıristiyan ibadetlerin haricî hususiyetlerine dair Kur'ân-ı
Kerimde herhangi bir işaret bulunmadığından, bazı müellifler bu konuda hayli
mütereddittirler. Halbuki Kur'ân-ı Kerim, Doğu Hıristiyanlığının ruhî
derinliğinden daha geniş bir şekilde bahseder: Bu ise sözkonusu ülkeleri
ziyaret etmiş olan aynı devir Arap şairlerinin anlayışlarıyla ba-
77 Tor
Andrae, ise Hz. Peygamberin herhangi bir Hıristiyan ülkeyi ziyaret etmiş
olmasını kabul etmiyor. Buna delil olarak da, Hz. Muhammed'in Hıristiyanlık hakkmdaki
bilgisinin zayıflığını gösteriyor, bk. Charles Ledit, s. 107. Charles Ledit,
görüşüne yer verdiği meslekdaşının iddiasına şöyle cevap veriyor: “Kendi
dinlerini veya karşı tarafın dinini az bilen ne kadar çok Müslüman ve
Hıristiyan vardır!" Sonra da tahmini olarak Hz. Muhammed’in de içinde
bulunduğu kafilelerin gezdiği yerleri ve uğradığı Hıristiyan grup ve kiliseleri
takip ediyor. Bunu yaparken Hz. Peygamber’in belli bir şahıstan belli bir
konuyu öğrendiğine ilişkin kesin bir olaya işaret edemiyor. Bu konuda ne sağlam
ne de zayıf hiçbir delil getiremiyor. Yaptığı, sayfaları karalamaktan başka
hiçbir şey değildir.
78 Goldziher,
Le Dogme et Le Loi de L’lslam, s. 4.
244 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
riz bir çelişki arzeder.79
Diğer bazı müellifler ise bu konuda oldukça kesin kanaate sahiptirler: Onlar,
kervanlarla yapmış olduğu seyahatlerin müstakbel Peygamberi, Tihame'deki
Hubaşa, Yemen'deki Guraş panayırlarının ötesine götürmediğini kesin bir
şekilde ifade etmektedirler.80
Ancak bir an için onun, o zamanki
Hıristiyanlıkla temas halinde bulunmuş olduğunu kabul edelim; acaba o, bu
temastan memnun mu kalırdı? Önce bu konuda Hıristiyan müelliflerin şu
görüşlerine bir göz atalım. G. Sale görüşlerini şöyle ifade etmektedir: Eğer
kilise tarihini dikkatle okuyacak olursak, ruhban sınıfının arzuları,
parçalanmalar, derin bölünmelere yol açan sürekli çekişmeler yüzünden daha
üçüncü asırdan itibaren Hıristiyan dünyasının bozulmuş olduğunu görürüz.
Hıristiyanlar nefsânî arzularını tatmin etme ve her türlü kötülük, kindarlık ve
adiliklere başvurma yolunda sanki birbirleriyle yarış ediyorlardı. Böylece
Hıristiyanlığı anlama hususundaki devamlı tartışmalarından dolayı onu bu
dünyadan adeta söküp atmışlar. İşte bu karanlık devirlerde birçok hurafe ve
fesat zuhur etmekle kalmamış, aynı zamanda iyice kökleşmiştir. İznik
konsülünden sonra Aryüsçüler, Sebelliyenler, Nastûri- ler ve Ötükiyenler
(Eutichiens)... arasında çıkan çatışmalar dolayısıyla, Doğu Kilisesi
parçalanmıştır. Ruhban sınıfı, ordunun subaylarına birtakım imtiyazlar tanımak
istemiş, bu bahaneyle adalet alenen satılmış ve her türlü ahlaksızlık teşvik
edilmiştir. Batı Kilisesinde de durum hiç iyi değildi; Damase ve Ursicien, Roma
piskoposluğunu elde etmek için birbirleriyle kıyasıya mücadeleye girişmiş,
gayelerine varmak amacıyla, her türlü şiddet hareketlerine başvurmaktan ve
hatta cana bile kıymaktan çekinmemişlerdir. Bu bölünmeler, imparatorların,
özellikle Konstans'm hatası neticesinde giderek artmıştır. Jüstinyen zamanında
durum daha da kötüleşmiştir. Jüstinyen kendisinden farklı düşünen birini idama
mahkum etmenin bir cinâyet olamayacağı inanandaydı. Yöneticiler arasında olduğu
kadar ruhban sınıf arasında da ahlak ve akidenin bozulması, zarurî olarak bütün
halkın da ahlakının bozulmasına yol açmıştı. Her smftan bütün insanların
başlıca işi, hangi yoldan olursa olsun, para kazanmak ve bu parayı lüks ve kötü
yollarda harcamaktan ibaret idi."81
79 T.
Andrae, Mahomet, Sa Vie et Sa Doctrine, s. 37-38.
80 Sprenger,
zikreden Huart, Une Nouvelle Source..., s. 128.
81 Bk.
G. Sale, Observations Sur le Mahometisme, s. 68-71; Cariyle da bu önemli
noktaya dikkat çekmekte ve aynen şöyle demektedir: “İslâmiyet bütün kavgacı ve
boş tarikatlara öylesine bir tırpan atmıştır ki bunda çok haklı idi. O doğrudan
doğruya tabiatın büyük kalbinden çıkmış bir hakikatti. Arap putperestliği,
Suriye tarikatları, hasılı gerçek olmayan bütün bu şeyler, bu ateş karşısında
yanmaya, kuru odun yığınları gibi tutuşturulmaya mahkumdular." (Cariyle,
a.g.e., s. 33.) Cariyle, eserinin başka bir yerinde de şunları kaydetmektedir:
“Çölün bu bakir çocuğu, Arap putperestliğinin artıklarını, Iran ve Yahudi
ilahiyatının
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 245
"Ancient
Critianity"82 adlı eserinde Taylor şu itiraflarda bulunmuştur:
"Hz. Muhammed ve Halifelerinin her tarafta karşılaştıkları tek şey: Öyle
iğrenç hurafeler, öyle basit ve utanç verici putperestlik, öyle küstah kilise
akaidi ve öyle bozuk ve çocuksu ibadet şekilleriydi ki, Arap dâhileri, dünyayı
içinde bulunduğu bu rezaletten kurtarmak için, kendilerini yeniden vahye mazhar
olmuş Allah elçileri olarak hissetmişlerdir.83 Tarihçi bir rahip,
Hz. Peygamber zamanında Persler tarafından Filistin halkına yapılan mezalimi
hatırlatarak, bu Zerdüşt zulmünü, yeryüzündeki kötülükleri sebebiyle
Hıristiyanların üzerine Allah'ın musallat ettiğini söylemekte herhangi bir
tereddüt göstermemiştir. Aynı devirden bahseden ve ilk Hıristiyanlarla sonraki
Hıristiyanlar arasında mukayeseli bir tablo çizerek aralarındaki tezadı
belirten Mosheim de, sonuç olarak şu görüşe varmıştır: VII. asırda gerçek din,
manası olmayan birtakım hurafeler yığını altında kalmış ve başını kaldırmaktan
aciz duruma düşmüştür.84
Yukarıda nakledilen
pasajlar sanki Maide Sûresinin son derece veciz olan 14. âyetini tefsir etmek85
için yazılmıştır. Filhakika bu âyet gerçek Hıristiyanlıkla zamanın
Hıristiyanları arasındaki ayrılığa işaret etmekte ve bu ayrılıktan neşet eden
bölünmenin de kıyamete kadar devam edeceğini bildirmektedir.
Acaba Hıristiyan dinine
sonradan girmiş Araplar diğer Hıristiyanlar- dan daha iyi davranışa mı
sahiptiler? Gâyet tabii ki hayır! Suriye'deki Arap kabileleri Hıristiyan
olmalarına rağmen hâlâ putperestliğin kalıntılarını muhafaza ediyorladı.86
Hz. Ali (V. 41), Tağlibîler hakkında, onların Hıristiyanlıktan Arap içme
alışkanlığımdan başka hiçbir şey almadıklarını söylemiştir.87 Huart
ise, bu konuda şu netice-ye varmıştır: Suriye'de Hıristiyan dininin tatbikatını
görmüş olmasının, genç ıslahatçının düşüncesi üzerinde kuvvetli bir tesir icra
etmiş olduğu görüşü ne kadar câzip olursa olsun, bu konudaki tarihî kaynakların
kesin olmaması sebebiyle terkedilmeye mahkum olmuştur:88
an’anelerini, bütün bu haddi aşmış
faraziyeleri, bütün bu faydasız ve lüzumsuz fikirleri bir yana atmış, hayat ve
ölüm kadar ciddi temiz kalbi, şimşek gibi parlak kara gözleriyle hakikatin
ruhuna girmişti" (a.g.e., s. 32).
82 I,
266.
83 isaac
Taylor, zikreden: St. Claire Tisdall, The Sources of the Koran, s. 136-137
84 Bk.
Tisdalle, a.y.
85 Bu
âyetin tefsiri münasebetiyle Merhum Seyyid Kutub, o zamanki Hıristiyan
dünyasını içinde bulunduğu fikir kargaşasına detaylı bir biçimde yer
vermektedir, bk. Fî Zılâli’l-Kur’ân, IV, 117-120; aynı husus için bk. M. Ebu
Zehra, el-Muhadarât Fi’n-Nasraniyye, s. 150-177.
86 Bk.
Masse, a.g.e., s. 17.
87 Nöldeke,
Geschichte des Korans, s. 10; yine bk. Zemahşerî, Keşşâf, Maide Sûresinin 5.
ayetinin tefsiri.
88 Huart,
a.g.e., s. 129.
246 ■ KUR’ÂN
VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Demek ki, gözlemcimizin karşısında
sergilenen böylesine canlı bir manzaradır. O, yöneldiği her yerde ıslah
edilmesi ve doğru yola iletilmesi gereken birçok sapıklıklarla karşılaşmıştır.
O halde o, eserine. (!) asıl teşkil edebilecek ahlakî ve dinî bir modeli hiçbir
yerde görmemiştir. Üstelik, o zamana kadar karşılaşmış olduğu fikirlerin tesirinde
kalmak şöyle dursun o, bunları yıkmak için karşılarına dikilecektir.89
Hz. Muhammed'in bu seyahatleri
esnasında Hıristiyan fikirlerinden etkilendiği iddiasında bulunan müsteşrikler,
adetleri üzere güvenilir, hatta güvenilmez rivâyetlerde yer alan belli bir şey
de gösteremiyorlar. Aksine, yuvarlak ve mutlak sözlerle meseleyi
geçiştiriyorlar. Bu iddialarda bulunurken gerçekleri gözden kaçırıyorlar: Bu
yolculuklarda Hz. Muhammed yalnız başına değildi. Yanında Mekke'li hemşehrileri
bulunmaktaydı. O zaman neden böyle bir şeyden hiç söz etmediler? Daha sonra
kendilerine yönelttikleri tek itham, Mekke'de oturan ve Arapçayı çok sınırlı
bir biçimde konuşabilen yabancı bir köleden öğrendiği iddiası olmuştur. Bütün
bu durumlar karşısında, bazı yolculukları boyunca yanından ayrılmayan Meysere
neredeydi? Öte yandan, bu yolculuklar sırasında Bizans'ta veya Yemen'de onu
gören, onunla oturup kalkan ve fikir alışverişinde bulunan hiç mi kimse çıkıp da,-haşa-kendisine
peygamber diyen bu zatın ülkelerine gelen, kendilerinden ticaret malları satın
alan, bunun yanında da Yahudî ve Hıristiyan fikirlerini de öğrenen kimse
olduğunu hatırlamadı? Yoksa-haşa-böyle bir şey vardı da Allah mı hafızalarını
sildi? Biraz dikkat eden herkes görür ki, müsteşrikler bir tek çözüm üzerinde
sebat etmiyorlar. Önceleri, İslâmm Yahudilikten, kısmen de Hıristiyanlıktan
alındığını söylüyorlardı. Sonra dönüp, esasen Süryanî Hıristiyanlığından
alındığını söylediler. Fakat, bununla birlikte, bu iddialarına hiçbir kuvvetli
delil getiremiyor, bu fikirlerin hangi yolları izleyerek Hz. Muhammed'e
ulaştığını açıklayamıyorlar. Söyledikleri sadece soyut tahminlerden ibarettir.90
Bu da gösteriyor ki, tıpkı Mekke müşrikleri ve Arap kâfirleri gibi ta
baştan itibaren Hz. Muhammed'i yalanlamaya peşin kararlılar.
Meselâ, Resulullaha Necran
Hıristiyanlarmdan bir heyet geldi. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
onlarla tartıştı ve onlarla bir kerede işi kesin bir neticeye bağlamak istedi.
Bu amaçla, doğruysalar, "mübahele"ye, yani, her iki taraf çoluk
çocuklarını da yanlarına alarak Allah'a yalvarıp zalime lanet okumaya
gelmelerini söyledi. Onlar korkarak buna yanaşmadılar, Resulullahm şartlarını
kabul ettiler. Onunla böyle bir müba-
89 Draz,
Initiation au Coran, s. 119-123.
90 Bk.
msl. Gibb, a.g.e.,s. 37-39.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 247
heleye giremediler. Bu da
onların gerçek niyet ve duygularım bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Hal
beyleyken, neden Necran Hıristiyan- ları ta baştan Hz. Peygambere,
memleketlerine gelen, kiliselerini, rahiplerini ziyaret edip onlardan bir
şeyler öğrenen tüccar olduğunu hatırlatarak onu cerhedip, mübahele kapısını ve
cizye verme yolunu kapatamadılar. Eğer böyle bir şey olsaydı neden bu kestirme
yola başvurmadılar?91
Öte yandan, Hz. Peygambere büyük
düşmanlık besleyen, Medine'deki münafıkların gizlice kendisiyle toplantılar
düzenledikleri ve Mescid-i Dırar âyetlerinin92 kendisi hakkında
indiği fasık Rahip Ebu Amir neden böyle büyük bir fırsatı kaçırsmdı? Oysa,
düşmanlıkta o kadar ileriydi ki, Hirakl'e gidip Hz. Muhammed'e karşı
kendisinden yardım bile istemişti. Eğer, yalan yanlış da olsa, Hz. Muhammed'in
yolculukları esnasında bir Yahudi veya Hıristiyandan bir şeyler öğrendiği
kulağına gelmiş olsaydı hiç bunu istismar etme fırsatını kaçırır mıydı?93 Özellikle
Yahudiler, kitaplarından veya kendilerinden bir kimseden herhangi bir yolla bir
şey çaldığının kokusunu almış olsalardı, onu rahat bırakırlar mıydı? Sözkonusu
Yahudiler, Mekke kâfirlerine, Hz. Muhammed'e yöneltip mağlup etmek üzere Ruh,
Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn hakkında sorular empoze ediyorlardı.94 Bu
da kesin olarak gösteriyor ki, onlar Hz. Muhammed'in kendi kitapları hakkında
bilgisi olmadığına ilişkin hiçbir kuşkuları yoktu. Mantıklı olan budur. Çünkü
Yahudiler ellerindeki ilme karşı son derece kıskanç ve cimri olmakla
ünlüydüler. Bundan dolayı da, kendilerinden zina eden iki kimse hakkında hakem
olarak Hz. Muhammed'e başvurmuşlardı. Amaçları da bu çiftin recmedilmemesiydi.
Eğer, Hz. Muhammed'in Tevrat hakkında bilgisinin bulunmasında en ufak bir
kuşkuları olsaydı, hakem olarak ona başvurmazlardı. Çünkü, o takdirde Tevrat'ta
yer alan recimle hükmedeceğini tahmin ederlerdi. Hatta, Hz. Muhammed
kendilerine bu konunun Tevrat'taki hükmünü sorunca onlar bunu gizlediler.
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Tevrat'ı getirmelerini emretti.
Tevrat getirildiğinde onların bilgini Tevrat'taki recim hükmü üzerine elini
koydu. Kendince, recim hükmünü Hz. Muhammed ve etrafındaki Müslümanların
gözünden kaçırabileceğini zannetti.95
91 Bu
mübahele olayı için bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 573-584.
92 Tevbe,
107-110.
93 Bu
kişinin hikayesi için bk. ibn Hişam, a.g.e., I, 584-586.
94 ibn
Hişâm, a.g.e., I, 300-301.
95 Bk.
a.g.e, I, 566.
248 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR
Bütün bu gerçekler gösteriyor ki, Hz.
Muhammed, sözkonusu seyahatlerinde Ehl-i Kitab'm dinî kültüründen
yararlanarak, Kur'ân'ı meydana getirdiğine ilişkin iddialar asılsızdır.
d. Haniflerden
Alındığı İddiası
Hz. Muhammed'den önce Hicâz
bölgesinde Hanîfler denen ve Allah'ın birliğine inanan bazı kimseler ortaya
çıkmıştır ki, bunlar Yahudi ve Hıristiyan dinlerini red ile İbrâhim Peygamberin
dinini ararlar ve bunu yeniden diriltecek bir peygamberin gönderilmesini
beklerlerdi. Fakat bir peygamber ortaya çıkmadığından, hiç olmazsa bazı
bakımlardan İbrahim Peygamberin şeriatına yakındır diye bazısı İsa dinine,
bazısı da Yahudiliğe meylederlerdi. Bununla beraber bu inanç çok yaygın
değildi. Böyle düşünen çok az, hatta sayılabilecek derecede idi.96
Bunların fikirleri çok müphem ve
dağınık vaziyetteydi. Tamamen bir gayr-ı memnunlar grubunu oluşturuyorladı.
Nitekim, gerek eski ve gerekse çağdaş hiçbir araştırmacı bunların özel
kanunlarını gerçek anlamda açıklayabilmiş ve inançlarını tanımlayabilmiş
değildir. Hiç kimse bunların, kâinatın Yaratıcısına ve öldükten sonra dirilişe
ilişkin tasavvurlarını bilemiyor. Müfessirler bunların menşelerini tesbit ve
inançlarını açıklamak için değişik görüşler ileri sürmüşler ve belli bir kanaat
üzerinde birleşememişlerdir. Bu da sözkonusu grubun durumunu daha bir kapalılık
ve belirsizliğe bürümüştür.97
Öyle anlaşılıyor ki, Renan'm devrin
anlayışını temsil ettiğini sandığı kişiler98 çok az sayıda olan bu
Hanîflerdir. Ancak Haniflerin parmakla sayılacak kadar küçük bir grup teşkil
etmeleri, buna mukabil halkın tamamının onların duydukları endişelerden uzak
olmaları bu görüşü te'yid etmemektedir. Bunu anlamak için İslâm öncesi Arap
edebiyatına başvurmak yeterlidir. Yıllık Ukaz panayırında, topluluk umumiyetle
dinî konuları değil, dünyevî şerefleri tartışırdı. Her kabile, kendi edebî
dehasını ortaya koyar, kendilerinin ve atalarının çarpışmalarda
96 Neşet
Çağatay, İslam Öncesi Arap tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 145.
97 Bununla
birlikte müfessirlerin bunlar hakkındaki görüşleri, imam Razî’nin “Tefsir-i
Kebirinde, Tabresî’nin “öeyân”ında işaret ettikleri şu dört ana noktanın dışına
çıkmıyor: 1. Haniflik Beytullah’ı ziyaret etmek demektir. Bu görüş, İbn Abbas,
Hasan-ı Basrî ve Mücâhid’ten nakledilmiştir. 2. Haniflik, hakka uymaktır. Bu
görüş Mücâhid’ten nakledilmiştir. 3. Haniflik, Hac yapmak, sünnet olmak... gibi
kendisinden sonra insanlara önder olmasını sağlayan ve aynı zamanda tarih
boyunca öz olarak hiç değişmeyen Allah’ın gerçek dini olan İslâmî prensipler
olan düsturlarda Hz. İbrahim'e uymak demektir. 4. Haniflik, yalnızca Allah’a
halisâne ibadet, Onun rububiyetini ikrar etmek ve kulluğuna boyun eğmektir.
(et-Tabresî, Mecmaü’l-Beyân, I, 215 vs.; Fahreddin Razî, Tefsîr-i Kebîr, IV, 89
vd.)
98 Ernest
Renan, “Mahomet et Les Origines de L'lslamisme" adlı makalesi (Revue des
Deux Mondes, 15 Aralık 1851) S. 1070-1701, 1089.
KUR’ÂN VE HZ.
PEYGAMBER.ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 249
göstermiş oldukları
yiğitlikleri anlatırdı. Nitekim "Altın Yaldızlı Mısralar (Muallakat-ı
Seb'a)" denilen meşhur şiirlerinde bile bir tek dinî düşünceye rastlamak
mümkün değildir.
Bütün bunlar bir yana, Hanîf denilen
ve Hz. Muhammed'in öncüleri olan bu ıslahatçıların doktrini de kesin olarak
hiçbir şeyi ihtiva etmiyordu.
Müsteşrikler, Hz. Muhammed'in
peygamber olarak görevlendirilmesinden hemen önce ortaya çıkan ve
hemşehrilerinin içinde bulundukları putatapıcılık, zulüm, haksızlık...vs. gibi
ruhî çözülme ve İçtimaî bozulmayı görüp derin ıztırap duyan bu kimselerin
halini, gerek Arap yarımadasında ve gerekse kötülükte buradan pek geri kalmayan
bütün dünyada99 bu olumsuz durumu ıslah edecek bir peygamberin
ortaya çıkışını ğerektiren bir atmosferin varlığına delil olarak göreceklerine,
İslâm ve Hz. Muhammed'e ilişkin her konuda yaptıkları gibi Resulul- lahı, Hanif
denilen bu şahsiyetlerden dinini almakla itham ediyorlar.
Haniflerin, Kur’ân'm kaynağı olduğu
iddiasını münakaşaya tabi tutarken öncelikle şu gerçekleri belirtmek
istiyoruz:
Daha Önce işaret ettiğimiz gibi,
hemşehrilerinin putperestliği, acımasız ve bozulmuş olan adetleri bunların
ruhlarını tatmin etmediği için, bulundukları muhit dışında aradıkları gerçek ve
mukaddes bir dinin özlemini duyuyorlardı; ancak bu din hakkında, uzaktan da
olsa Kur'ân-ı Kerim doktrinini müjdeleyebilecek hiçbir mefhuma sahip
değillerdi. Bunlar arasında azmi ve bağımsızlığı ile tanınan Zeyd b. Amr b.
Nüfeyl bile, Allah'a ne şekilde ibadet edileceği hususunda hiçbir bilgisi
olmadığını itiraf etmekteydi.100
Haniflerin inançları, özellikle de
Allah'ın varlığı ve birliğiyle ilgili olanları oldukça kapalı ve belirsizdir.
Hükümlerine tabi oldukları bir kitapları yoktu.101 Bunlar, toplu bir
birlik halinde olmadıkları, davranışlarında da, dinî bir özellikten ziyade
ahlakî bir hava ağır basmaktaydı. İnançları böylesine kararsız ve müphem olan
bir topluluğun, hüküm ve icraatlarının açık, net, karışıklık ve kapalılıktan
uzak, ibadet ve muamelelerinde bütün insanlık için tanzim ve teşri' edilen
öğreti
99 Bu
konu için bk. Msl., el-Akkad’ın, “Matlau’n-Nûr” isimli kitabının
“el-Ahvâlu’l-Alemiyye Kable’d-Da’veti’l- Muhammediyye” ve
“el-Cezîretü’l-Arabiyye Kable’l-Bİ’seti’l-Muhammediyye” başlığını taşıyan 2. ve
3. bölümlerine. Ayrıca bk. Dr. Muhammed Hüseyn Heykel’in “Hayâtü Muhammed” adlı
eserinin “Bilâdü’l-Arab Kable’l-islam” başlığını taşıyan birinci bölümüne.
100 ibn
Hişam, a.g.e., I, 225.
101 Aralarında,
İbrahim Peygamber’e Allah’ın yolladığı hükümleri ihtiva eden bazı sahifelerin
saklı kaldığına ilişkin söylentiler varsa da bu, çok şüpheli bir iddiadır, (bk.
Neşet Çağatay, İslâm Öncesi Arap tarihi ve Cahiliye Çağı, s. 145.)
250 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ve hükümleri içeren
Kur'ân-ı Kerimin kaynaklarından olması mümkün değildir.
Bu nedenle, Renan'm, Hz. Peygamber
gönderilmeden önce de Arap Yarımadasında tevhid inancının kamilen mevcut
olduğu, Hz. Muhammed'in getirdiği dinin ise, kendi döneminde yaygın olan dinî
bir hareketin uzantısından ibaret bulunduğu, sözkonusu hareketin Hanifler hareketi
olduğu şeklindeki görüşünü doğru kabul etmek imkânsızdır.
Hanîfler arasında yer alan,
"er-Rahib" ünvanıyla tanınan Ebû Amir bin Sayfî ve Ümeyye bin
Ebi's-Salt, İslâm davetine kılıç ve sözle karşı koymuşlardır. Şâyet bunların
inançları Kur'ân'm getirdiğiyle aynı olsaydı, ona karşı koymazlardı.
Hiçbir Hanîf, müsteşriklerin
iddiasına benzer bir iddiada bulunmamıştır. Eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) İslâmî onlardan birinden öğrenmiş olsaydı, en azından
kendilerinden birisi çıkıp şöyle derdi: "Muhaûımed'e inanmayın. Çünkü o,
bilgilerini bizden öğrenmiştir. Bizim kendisine öğrettiğimizi almış ve bir din
haline getirmiştir." (Özellikle Ümeyye bin Ebi Salt susmaz, gerçeği ortaya
çıkarırdı. Çünkü kendisi bizzat peygamber olmak istediği için Hz. Peygambere
iman etmek istememiştir.) Fakat böyle bir şey kendilerinden duyulmamıştır.
Durum böyle iken, bindörtyüz sene sonra gelen bir müsteşrikin, elinde hiçbir delil
bulunmadığı halde böyle bir ithama kalkışmaya nasıl hakkı olabilir? Bu mudur
dillerinden düşürmedikleri objektiflik?
Eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) Haniflerden dinini öğrenmiş olsaydı, peygamberlik iddiası hangisine
daha çok yakışırdı? Gerçek hocalardan birine mi, yoksa bu büyük üstadlardan
ders alan (!) Hz. Muhammed'e mi? Bu kişilerin sadece özel istikballerini temin
etmekle meşgul oldukları, toplumun problemlerine ilgi duymadıkları sanılmasın.
Çünkü, sürekli olarak toplumlarını, inandıklarının ve yaptıklarının çirkinliğinden
dolayı kınıyorlar, bazıları da çarşı, pazar ve toplantı yerlerinde öğüt dolu
hitabelerde bulunuyorlardı. Fakat bunlardan hiçbiri çıkıp da peygamberlik
iddiasında bulunmadı. Bunun sebebi nedir acaba? Madem ki bu konu, bir
talebeleri (!) bile ortaya çıkıp peygamber olduğunu ve gökten kendisine vahiy
geldiğini ileri sürecek derecede kolay bir iddiaydı, neden bizzat
kendilerinden birisi böyle bir işe girişmedi?
Kısaca, bu adamlar her ne kadar
aradıkları malumatı elde etmeye muvaffak olamamışlarsa da mukaddes kitapların
muhtevasını, okumak yazmak bilmeyen Hz. Muhammed'ten elbette çok daha fazla iyi
bildikleri halde, aradıkları dinin hiç olmazsa esas ahkâm ve itikadlarını
acaba niçin biraraya getirerek, dinî bir sistem şekline koymaya muvaf-
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 251
fak olmayıp, kimi
Hıristiyanlığa meyil ve kimi-en büyükleri olan Zeyd gibi-tutacağı yolu bilmediğini
itiraf etmiştir? Bu işi niçin hiçbiri yapmayarak, Hz. Muhammed gibi ümmî bir
zata bırakmışlardır? Bu zatın kendilerinden öğrendiği iddia edilen ve doğal
olarak onların bilgilerinden noksan olması gereken malumat ile bunu vücûda
getirmesi mümkün olamayacağından vahye ve İlâhî teyide mazhariyeti hiç şüphe
götürmeyecek ve münekkit ve mu'terizler tarafından vukubulan isnatların bir
kuruntudan ibaret olduğu açıktır.102
Kaldı ki, tarihten ve tarafsız, doğru
ve aklî bir muhakemeden çıkan netice şudur ki: Hakiki bir din tesis etmek,
yalnız ilim ve zeka ve maharetle yapılacak bir iş değildir. Bunu yapacak olan
adam, dünyaya peygamber olarak gelir. Bu mukaddes vazifeyi yerine getirmek için
gerekli fevkalade bazı özellik ve meziyetler ona Allah tarafından fıtrî olarak
verilir. Onun muallime hiç ihtiyacı yoktur; bilmesi icab eden şeyler vahiy
yoluyla bildirilir. Bu fıtrî istidatlar cümlesinden olarak, onlarda yorulmak ve
usanmak bilmeyen ve başka hiçbir kimsede olmayan bir azm, gayret, metanet ve
cesaret vardır. Bundan başka Allah'ın emrine uymaktan ve diğer insanların
saadetini temin etmekten başka hiçbir emel ve arzuları yoktur. Bu
fedâkârlıkları o derecededir ki Yüce Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmazlar
ve dünyevî hiçbir mükâfat istemezler: "Ben sizden onun için bir ücret
istemiyorum; benim ücretimi verecek olan ancak âlemlerin Rabbidir"103
diyerek kendi geleceklerini temin etmeyi hatırlarına bile getirmezler. İşte
peygamberleri başka insanlardan ayıran yüksek hasletler bunlardır. Bunların
hepsi Hz. Mu- hammed'de mükemmel derecede bulunmaktadır.104
Hanifler hakkında bu ortak ve genel
değerlendirmeden sonra şimdi de en meşhurlarını tek tek ele alıp, Kur'ân'a
kaynak olup olfnayacaklannı değerlendirelim:
Hz. Muhammed'in bilgilerini Varaka
bin Nevfel'den öğrendiğine ilişkin iddiaları üzerinde duralım.105
102 i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 269-270.
103 Şûra,
127.
104 i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 270.
105 Biz,
“Hz. Muhammed’in ilk Vahiy Karşısındaki Tepkisi” başlığı altında, bu durumun
Kur’ân'm kaynağına işaretini işlerken, Varaka'dan da söz etmiştik. Oraya da
bakılabilir.
252 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Lübnanlı bir Hıristiyan olan
"Üstâz el-Haddad",106 Hz. Muhammed'in kitabî ve İncili
kültürünün büyük bir kısmını büyük Hıristiyan bilgini olan Varaka'dan aldığını
ileri sürüyor. Ona göre Varaka, Hz. Hatice'nin amcası olup, onu Hz.
Muhammed'le evlendiren kendisidir. Bütün rivâyetler bu zatın Hıristiyanlığı
kabul ettiğinde birleşiyorlar. Tevrat ve İncil'den Arapça'ya tercümelerde
bulunmuş Hz. Muhammed, peygamberlikten önce on beş sene bu zatın yakınında
ikamet etmiş ve birçok malumat ve bilgilerini onun vasıtasıyla elde etmiştir.107
Irving de, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Varaka bin Nevfel'in Eski ve Yeni Ahid'ten, Müşnâ ve
Talmud'dan tercüme ettiklerinden çok şey alıp Kur'ân'ma yerleştirdiğini (!)
iddia ediyor.108 Bu çok büyük bir itham olmasına rağmen, Irving bir
tek delil bile göstermemiştir. Aksine tek söyleyebildiği, böyle bir şeyin
olabilmesinin varsayılabilirliğidir.
Kellett de, şöyle diyor:
"Varaka'nm Hz. Muhammed'e bazı Hıristiyan rivâyetlerini anlatmış olması
mümkündür.109 Sûrelerden birinde (Meryem Sûresini kast ediyor) Hz.
İsa'nın hayatının ilk yıllarıyla ilgili olarak yer alan bilgileri muhtemelen
Varaka'dan almıştır."110 Görüldüğü gibi, iddiaları,
"mümkündür", "muhtemelen"... vs'den öteye geçemiyor.
Varaka'yı Hz. Peygamberin hayatında
ancak vahiy geldikten sonra görebiliyoruz. Bundan önce Hz. Peygamber'in
hayatında hiç adı geçmiyor. Müslüman tarihçi, hadisçi ve siyercilerin,
Varak'nın hayatı ve Hz. Peygamber ile olan ilişkilerinden, Kur'ân'm kaynağı
hakkından şüphe uyandırabilecek noktaları hazfetmeleri de ileri sürülemez.
Çünkü bu hiç bir zaman adetleri değildir. Onlar, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in hayatıyla ilgili hiçbir şeyi kaydetmekten
çekinmemişlerdir.111 İşte, Hz. Hatice yanına gelip de Hz.
Muhammed'in Hira mağarasında görüp işittikleri hakkında görüşünü sorduğunda
Varaka bin Nevfel'in söyledikleri:
"Kuddûs Kuddûs! Varaka'nm canı
kudretinin elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki ey Hatice, eğer bana
anlattıkların doğruysa, ona, Hz.
106 Bu
zat, “Dirâsât Kur’âniyye” genel ismi altında bir kaç kitap yamıştır. Msl.,
“el-Kur'ân ve’l-Kitâb”, “el- İncîl Fi'l-Kur’ân”, “el-Mesîh Fi'l-Kur’ân” bunlardandır,
ismini , “el-Üstâz el-Haddâd” olarak yazmaktadır. Ayrıca kitaplarının üzerinde
ne matbaa adı, ne baskı tarihi bulunmamaktadır. Büyük bir ihtimalle gerçek
ismi, Yusuf el-Haddâd olup, Lübnanlı bir Hıristiyandır.
107 Tehâmî
Nakre, Menâhicü’l-Müsteşrikîn, I,. 37.
108 Irving,
a.g.e. s. 30.
109 Kellett,
s. 336.
110 A.g.e,
s. 351.
111 Hatta,
meşhur Garanîk olayı gibi müsteşriklerin eline islâmin alayhinde koz veren ve
saldırılarına vesile olan uydurma bir rivayeti bile kaydetmekten
çekinmemişlerdir.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 253
Musa'ya gelen Namûs-u
Ekber (Cebrail) gelmiştir ve o bu ümmetin peygamberidir. Ona de ki: Sebat
etsin."112
Gerek bu rivâyet ve
gerekse tarihçi Mesûdî'nin (V. 346), Varaka'nm Müslüman olarak öldüğü ve Hz.
Peygamberi övdüğü şeklindeki ifadesi113, onun, Hz. Muhammed'in
peygamberliğini kabul edip İslâma girdiğini gösteriyor. Bunun bir hoş görünme
veya geçici bir taraftarlık olmadığını gösteren bir nokta, da şudur ki, Varaka
(r.a) daha sonraları müşriklerin zulmü altında işkence gören ve "Ehad!
Ehad!" diye bağıran Hz. Bilal'in (V. 20) yanından geçerken, Bilal'in (r.a)
bu sözlerini tasdik eder ve "Ehad Ehad vallahi yâ Bilâl! (Birdir,
gerçekten Allah birdir, ey Bilâl!)" der, sonra da bu işkenceyi yapan Ümeyye
bin Halefe ve Cumahoğulları adamlarına dönerek şunları söylerdi: "Allah'a
yemin ederim ki, eğer onu öldürürseniz, ben onun kabrini teberrüken ziyaretgâh
edineceğim."114
Varaka'nm din ve
kültürüne gelince, İbn İshak (V. 151) bu konuda şöyle diyor: "Varaka daha
önce Hıristiyan olmuştu. Kitap okumuş ve Tevrat ve İncil ehlini
dinlemişti"115. Fakat bunlar hangi kitaplardı ve hangi dille
yazılmıştı? İbn İshak bunlara bir açıklık getirmiyor. Buharî (V. 256) ise, bu
konuda bir rivâyete yer veriyor. Bu rivâyetten anlaşıldığına göre, Varaka,
Arapça yazı yazardı. İncil'den Arapça bazı iktibaslarda bulunurdu.116
Bir rivâyette de, İncil'den aldığı bu notlarını İbranice tuttuğu belirtiliyor.117
Görüldüğü gibi, iki rivâyet yazdığı dil dışındaki noktalarda birbiriyle uygunluk
arzediyor. Bu iki rivâyetten hangisi doğru? Bir tercihte bulunmak gerçekten
zor.118
112 İbn
Hişam, a.g.e.,-I, 238; Buharî ve Müslim’de de böyle bir rivayet vardır. Ancak
şu fazlalık yer almaktadır: “...Varaka kendisine dedi ki: ‘Kavmin seni şehrinden
çıkardıkları zaman keşke hayatta olsaydım!’ Resulullah (s.a): ‘Beni
çıkaracaklar mı onlar?’ diye sordu. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: ‘Evet,
senin getirdiğini getiren hiçbir kimse gelmemiştir ki, düşmanlıkla
karşılaşmasın. Eğer o güne ulaşabilirsem sana büyük bir destek vereceğim.’
Buharî, Bed’ü’l-Vahy, 3; Tefsîru Sûre (96) 1; Müslim, imân 252.
113 el-Mes’ûdî,
Mürûcü’z-Zeheb, II, 52 vs.
114 ibn
Hişam, a.g.e. I, 318. Bütün bunlara rağmen Edmond Power (Josephe Hubby, s.
782). Varaka’nm, Hıristiyanlığı bırakıp Müslüman olması için bir sebep
bulamadığını iddia ediyor. Yazar bu görüşü en ufak bit delile dayandırma
ihtiyacını da duymuyor!
115 ibn
ishak, a.g.e,, s. 94.
116 Buharî,
Tefsîru Sûre (96) 1, Ta’bîr 1, Enbiya 21.
117 Buharî,
Bed’ü’l-Vahy 3; Müslim, imân 252.
118 Acaba,
o dönemde Arapça’ya tercüme edilmiş bir Kitab-ı Mukaddes mevcut muydu? Malik
bin Nebi: “Yahudi ve Hıristiyan fikirleri cahiliyet kültür ve muhitine
gerçekten yayılmışsa, Arapça bir Kitab-ı Mukaddes tercümesinin bulunmaması
düşünülemez.” dedikten sonra şu tespitini dile getiriyor: “Hicrî dördüncü
yüzyıla kadar Incil’in Arapça tercümesi yapılmamıştır.” (Malik bin Nebi,
ez-Zahiretü’l-Kur’âniye, s. 254). ibrâhim Avad ise bu görüşlerin hepsine yer
verdikten sonra kanaatini şöyle ifade ediyor: “Her ne kadar bu konuda kesin bir
şey söyleyemiyorsam da, gönlüm, Varaka bin Nevfeîin Incil’den alıp yazdığı
hususların ibranice olduğuna yatmaktadır. Böyle olmasaydı, bu yazılanlar Mekke
ve çevresindeki Hanifler ve dinî konulara ilgi duyup okuma yazma bilenler
arasında yayılacaktı. Belki de yine, Varaka’nm vefatından sonra bu parçaların
254 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Her ne olursa olsun, rivâyetlerden
anlaşılan şu ki: Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'irı
peygamberliğini kabul etmiştir. O sırada yaşı oldukça ilerlemiş bir ihtiyar
olduğuna bakılırsa, onun bu tasdik ve şehadetinin önemi daha iyi anlaşılır.
Çünkü, o yaştaki bir Mekke'li ihtiyarın yeni bir fikir ve inancı benimsemesi
oldukça zordur. Aynı şekilde gözden uzak tutmamamız gerekir ki, Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Varaka'- dan yaşça çok küçüktü, henüz elinde herhangi bir güç
ve hakimiyet de yoktu. Bunun anlamı ise şudur: Varaka'nın itirafları samimiydi
ve art- niyetten uzaktı. Öyleyse, bütün bu gerçeklerden sonra Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'in ondan ders aldığını, buna karşılık onun iman edip tabi
olmak ve sahabilerine işkence çektiren muhaliflerinin karşısında yer almak
şöyle dursun, bu sözde istifadeyi açığa vurmayarak sükut ettiğini zannetmek
bile gülünçtür.
Ayrıca, İlk vahiy akabinde, Hz.
Hatice'nin Resulullahı Varaka'ya götürmesi ve Varaka'nın bu sırada
söyledikleri-Haddad'm iddia ettiği gibi-hiçbir zaman, Hz. Peygamberin
peygamberlikten önce onbeş sene Varaka'dan ders aldığını, bilgi ve kürtürünü
ondan edindiğini ifade etmez. Böyle bir iddiayı rivâyetten çıkarmak
mantıksızlıktır ve hiçbir doğru delile dayanmaz.
Fransız müsteşrik Cl. Huart da şu
kanaattedir: Kur'ân'm en önemli kaynağı Ümeyye bin Ebi's-Salt'm şiiridir.
Çünkü, tevhid, ahiretin anlatımı ve eski Arap peygamberlerin kıssaları
konusunda aralarında büyük bir benzerlik vardır. Sözkonusu müsteşrik,
Müslümanların, Kur'ân'm orijinalliğini sağlamak ve Hz. Muhammed'i İlâhî vahyi
almada yalnız göstermek için Ümeyye'nin şiirlerini imha ettiklerini,
okunuşlarını yasakladıklarını iddia eder.119
Müsteşrik Power de, Huart'm görüşünü
benimser ve şu iddiada bulunur: "Ümeyye'nin şiirleriyle Kur'ân arasında
benzerlik bulunmasının, Hz. Muhammed'in Ümeyye'den aldığını gösterir. Çünkü
Ümeyye daha öncedir."120
akıbetinin ne olduğunu bilemememizin
nedeni de budur. Eski Ahid’e gelince, Yesrib Yahudilerinin onu, Hz.
Peygamber’in oraya hicret etmesinden sonra da ibranice olarak okuduklarım
gördük. Yine gördük ki, Mekke’de bulunan ve Kureyşlilerin, Hz. Peygamberi
kendilerinden bilgi almakla itham ettiği yabancılar sınırlı kelimeler dışında
Arapça bilmiyorlardı.” (Avad, a.g.e. s. 134-135.)
119 CL.
Huart, Journal Asiatique, X, vol, IV, 1940, s. 125.
120 Dîvânü
Ümeyye el-Mukaddeme, Tahkik: Müzderiş Şultis.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 255
Bu iddiaları değerlendirmeden önce,
Ümeyye'nin hayatına ana batlarıyla bir göz atalım:
Ümeyye bin Ebi's-Salt, cahiliye
döneminin Taifli bir hakîm ve şairiydi. Eski kitapları okur, rahip elbisesi
giyer, içki ve putlardan sakınırdı. Şam'a ve Bahreyn'e gider gelirdi. İslâm
dini ortaya çıkıp Hz. Muhammed'in peygamberliği haberi kendisine ulaşıncaya
kadar orada kalmıştır. Yeni dini haber alır almaz Mekke'ye dönmüş, Resulul-
lahtan Kur'ân âyetleri dinlemiştir. Mekke halkı Hz. Muhammed hakkında görüşünü
sorduğunda "Kuşkusuz o hak üzeredir" cevabını vermiştir. Fakat
bununla birlikte o-bizzat kendi ifadesiyle-meseleyi iyice düşününceye kadar
Müslüman olmayı ertelemiştir. Ondan sonra Şam'a gitmiş, bu arada Hz. peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) de Medine'ye hicret etmiştir. Ümeyye Müslümanlığını ilan
etmek üzere Şam'dan geri dönmüş. Fakat dayısının iki oğlunun Bedir'de
Müslümanlara karşı savaşırken kâfir olarak öldürülmeleri onu bu düşüncesinden
vazgeçirmiş ve ölümüne kadar Taif'e yerleşmiştir.121
Ümeyye'nin şiirlerinin, Kur'ân'm
kaynağı sayılmasın diye Müslüman- larca ortadan kaldırıldığı iddiasının
gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü-eğer gerçekten kendisine aitse-bir divanı
oluşturacak kadar çok şiirleri122 ancak Müslümanlar sayesinde
günümüze kadar gelebilmiş ve bu iddia sahiplerinin eline kadar ulaşmıştır.
Kaldı ki, bu tür endişelerle Müslüman tarihçiler, hiçbir zaman bir eseri yok
etme yoluna gitmemişlerdir. Bunun en güzel örneği, Kur'ân'a muaraza amacıyla
söylenmiş ifadelerin tarih ve siyer kitaplarında yer almasıdır.
Ümeyye'nin, ölüp gidinceye kadar
süren bu uzun tereddüdü, Müslüman tarihçilerin kendisi hakkında söylediklerini
teyid ediyor. O da, hasedi ve kendisinin peygamber olma arzusu Hz. Muhammed'in
peygamberliğine iman getirmeyişinin gerçek veya en azından önemli sebebidir123.
Tabiîdir ki, Hz. Muhammed hakkında herhangi bir biçimde şüphe uyandırıcı bir
şey Ümeyye'ye ulaşmış olsaydı, sükut etmez hemen söylerdi. Kaldı ki o bir
şairdi. Aynı şekilde, eğer Hz. Muhammed'in- haşa-sahte bir peygamber olduğunu
hissetseydi, kendisi de peygamberlik iddia ederdi. Böyle bir şeye kalkışsaydı,
cahiliye döneminde ibadete düşkünlüğü ve eski kitaplara vukufiyeti konusundaki
şöhreti işini oldukça kolaylaştırır ve kendisine yardımcı olurdu.
121 Bk.
Ziriklî, A’lâm, Ümeyye bin Ebi’s-Salt” maddesi. I, 363-364.
122 Ümeyye
bin Ebi’s-Salt’ın şiirlerinin, cem’, tahkîk ve tenkidi için .bk. Dr.
Abdu’l-Hafîz es-Satlî, “Divâne Ümeyye b. Ebi’s-Salt, Cem’ ve Tahkîk ve Dirâse”.
123 Bk.
H. Heykel, a.g.e., s. 175.
256 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Ümeyye bin Ebi's-Salt'm şiirleri
gerçekten de hikmetler ve dinî öğütlerle doludur. Bunlar, gerçekten İslâma çok
yakın görüşlerdir124. Yine, sözkonusu şiirler peygamber kıssaları,
cennet ve cehennemin tavsifiyle doludur125. Fakat bu şiirlerle
Kur'ân-ı Kerim arasındaki bu benzerlik nasıl meydana gelmiştir? Acaba, Ümeyye
mi Kur'ân'dan etkilenip iktibasta bulunmuş, yoksa-haşa-Kur'ân mı Ümeyye'den
almış, yahut gerek Ümeyye, gerekse Kur'ân üçüncü bir kaynaktan, yani eski' ve
yeni ahdiyle Kitab-ı Mukaddesten mi almış? İşte görüldüğü gibi biz burada üç
hipotezle karşı karşıya bulunuyoruz. Biz bu benzerliğe kesin bir çözüm getirmek
için bu hipotezleri tahlil etmek durumundayız.
Ümeyye'nin Kur'ân'dan yararlandığı
şeklindeki birinci hipotezi ele alalım. Bunu isbat etmek için, başlangıcı Hz.
Muhammed'in peygamberliğinin başlangıcından daha eski, sonu da Hicretin
dokuzuncu senesini geçmeyecek şekilde-çünkü Ümeyye o sene ölmüştür-bu zatın
şiirlerinin tarihini bilmek, ne zaman nazmettiğini belirlemek gerekir.
Ümeyye'nin, Kur'ân'm inişinden önce, onun inişinden sonra hicretin dokuzuncu
senesine kadar söylediği şiirlerini seçip diğerlerinden ayırmak mümkün olmadığına
göre bunu Ümeyye'nin bütün şiirleri için iddia etmek imkânsızdır.126
Hem Ümeyye hem de Kur'ân'm üçüncü bir
kaynaktan, yani Yahudi ve Hıristiyan kitapları ve bunların tefsirlerinden
aldığı şeklindeki üçüncü faraziyeye gelelim. Eğer böyle bir şey sözkonusu
olsaydı, Kureyş buna karşı sükut etmez ve Hz. Muhammed'in davasını hemen
çürütürlerdi. Çünkü Kureyş, Hz. Peygamberin, Mekke'de yaşayan Hıristiyanlar
arasında bulunduğunu sandıkları bilgi kaynağını çok araştırdılar. Öte yandan
ikisi arasındaki bu benzerlik, iki ayrı şahsın bir tek kaynaktan yararlanması
özelliğini taşımıyor. Aksine, iki şahıstan birinin diğerinden almış gibi bir
karakter taşır. Bunun delili de, Kur'ân'da yer alan bazı hususların Tevrat ve
İncil'de yer almamasına karşın, Ümeyye'nin şiirlerinde de yer almasıdır. Buna,
bizzat Ümeyye'nin şiirlerinin kendisine ait olup olmamasına ilişkin kuşkuları
da eklemek gerekir.127
Şimdi üçüncü ihtimale gelmiş
bulunuyoruz. O da, Kur'ân'm-haşa- Ümeyye'nin şiirlerinden istifade ettiğidir.
Şâyet, böyle bir münasebeti kurabilmek için gerekli şartlar ortaya konabilecek
olursa, böyle bir
124 Cevâd Ali, el-Mutavvel
Fî Tarîhi'l-Arab Kable'l-İslâm, VI, 489.
4 pE
Hatta şair el-Asmaî,
Ümeyye'nin şiirlerinin ahiretle ilgili söylenebilecek her şeyi söylediğini
belirtir. (Ziriklî, A’lâm, Ümeyye bin Ebi's-Salt” maddesi. I, 364.)
Cevâd Ali, a.g.e., VI,
419, bu iktibası aynen değil sadece mefhum olarak yaptık. 1 97
es-Sâsî,
ez-Zahiretü'l-lstişrakıyye, I, 329-330.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 257
başarı, Kur'ân-ı Kerimin
bir kısmı için de olsa, bizi insanüstü yollarla izah etme zahmetinden
kurtaracak gerçekten büyük bir keşif sayılacaktır. Böylece Ümeyye'nin
mısralarını, Kur’ân-ı Kerimle Kitab-ı Mukaddes arasında bir bağ olarak kabul
eden müelliflerin görüşlerindeki isabet de ortaya çıkmış olacaktır.128
Şüphesiz böyle bir tezi savunabilmek
için ilk şart, sözkonusu şiirlerin gerçekten Umeyye'ye ait olduğunu ispat veya
prensip olarak öyle olması gerektiğini kabul etmektir.129' Oysa şiir
münekkidleri, bu şiirlerin Ümeyye'ye ait olmadığını, aksine İslâmî dönemde
uydurulup ona isnat edildiklerini iddia ediyorlar.130 Meselâ, Hammad
(V. 165) gibi bazı şiir toplayıcıları, şiirler uydurmak ve bunları eski
şairlerin şiirleriyle karıştırarak onlara isnat etmekle itham olunmuşlardır.131
Ancak böyle bir şüphenin bütün Arap şiirine teşmil edilerek genişletilmesi
doğru değildir. Haydi, Ümeyye'nin şiirlerini orijinal kabul edelim. O zaman da
şu durum ortaya çıkar:
Bir metnin, kendisine benzeyen bir
başkasına asıl kabul edilebilmesi için, onun sadece mevsûk olması yeterli
değildir; ayrıca kendine benzeyen metinden önce mevcut olması da lazımdır. Ne
var ki, Ümeyye'nin şiirlerinin Kur’ân-ı Kerime nisbetle önceliği meselesi,
tarihî bakımdan çözülmesi imkânsız bir meseledir. Zira, gerek Hz. Muhammed, gerekse
Umeyye birbirinin muasırları olup hemen hemen aynı yaşta idiler. Ayrıca,
Umeyye, şiirleriyle bazı benzerliklerin görüldüğü Mekkî sûrelere ait son
âyetin nüzulündan sonra sekiz sene daha yaşamış ve şiir yazmaya devam etmiştir.
O derece ki, bu şiirlerin tarih bakımından önce olduklarını savunmak en azından
cüretkârlıktır.
Şu hususu da belirtmek gerekir ki,
Umeyye kesinlikle hiçbir zaman, orijinallik ve peygamberlik iddiasında bulunmuş
değildir, aksine zaman zaman bu konudaki hayal kırıklığını ve esefini ifade
eden beyanlarda bulunmuştur. Bu da bizi, onun rekabet ruhuyla, Kur’ân-ı Kerimi
taklit etmeye kalkışmış olabileceği inancına sevketmektedir. Halbuki Hz.
Muhammed talimini hiç kimseden almadığını en açık bir şekilde ilan
128 Sprenger,
Das Leben und die Lehre des Moh. I, 78, zikreden a.g.m. s. 133. Huart bu görüşü
geliştirmiştir.
129 Müsteşrikler,
her konuda olduğu gibi bunda da, tarih ve siyere karşı tutumlarında çifte
standartlarını ortaya koyuyorlar. Dr. Tâhâ Hüseyn bu konuda şöyle diyor: “Bu
müsteşrik (Huart) ve benzerleri, bizzat siyerin doğruluğundan kuşku duyuyorlar.
Hatta bazılarının bu kuşkusu inkâra kadar varıyor. Bunlar, siyeri sağlıkiı bir
tarihî kaynak olarak görmüyorlar. Onlara göre siyer, tahkike, ince bir İlmî
araştırmaya muhtaç bir takım rivayet ve sözlerden ibarettir. Böyle olduğu
halde, Ümeyye’nin şiirlerine karşı nasıl kesin ve sağlıklıymış gibi bir tutum
takınıyorlar?! (Dr. Tâhâ Hüseyn, Fi’l-Edebi’l-Câhilî, c. 1, Dâruî-İlm
Li’l-Melâyîn, 3. Baskı, 1978, s. 154).
130 Cevâd
Ali, a.g.e.,VI, 495.
131 Bk.
Ziriklî, A’lâm, “Hammâd er-Râviye” maddesi (dipnot). II, 302.
258 ■ KUR’ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
etmiştir.
Bilhassa Hz. Peygamber'in düşmanlarının durumunu gözden uzak tutmamak gerekir:
Hücumlarına müsait en ufak bir hata bulup istihza edebilmek için devamlı
pusuda beklemekteydiler. O halde, düşmanlarının, onun eserini Umeyye gibi
muasırı olan bir şairin şiirlerini kopya ederek meydana getirmiş olduğunu
söylemeleri, Kur'ân fenomenini açıklamak üzere çeşitli deliller
araştırmalarından ve hatta deliliğe varıncaya kadar her türlü faraziyeye
başvurmalarından daha kolay olmaz mıydı?
Burada,
kesin olmasa da en azından büyük bir ihtimalle şu sonuca varılır: Sonraki devir
edebiyatına olduğu kadar kendi devrinin edebiyatına da esas teşkil eden, daha
çok Kur'ân-ı Kerim olmuştur. Dinî eserin aksine, kaynaklarının münhasıran
kendine aidiyetini garanti etmediğini söylemek, şiir sanatına zarar vermez;
zira şairin endişesi sadece ileri sürdüğü fikrin doğruluğu değil, fakat aynı
zamanda, onu sunduğu şeklin az çok güzel olmasıdır. Bu sebeple, onun
malzemesini eskilerin veya yenilerin hikmetinde, günlük tecrübelerde veya
efkâr-ı umumiyede, hislerde yahut en garip tahayyüllerde aramasında herhangi
bir sakınca yoktur. Nitekim, bizzat Huart'm işaret ettiği gibi, dahilî bir
tenkit, Umeyye'nin şiirlerinde bir dizi farklı kaynağın mevcudiyetini açıkça
göstermiştir. Filhakika şair, cehennemden bahsederken, Kitab-ı Mukaddes'in
üslûbunu taklid etmiş; cenneti tavsifte bulunurken, Kur'ân-ı Kerimin
ifadelerine başvurmuş; mukaddes tarihi anlatırken de, zaman zaman halk
efsanelerine ve, aynı şahsın bazan insan, bazen hayvan veya bitki olarak
sunulduğu mitolojik mahiyette bazı kaynaklara müracaat etmiştir.132
Bu
değerlendirmeler ışığında, Umeyye'nin şiirlerini Kur'ân'm kaynağı olarak kabul
etmenin ne kadar bilim ve gerçekten uzak olduğu açıkça ortaya çıkıyor.
Ubeydullah,
Hz. Muhammed'in halası Umeyme'nin oğludur. Diğer üç arkadaşıyla133
birlikte Hz. İbrahim'in eskiden tebliğ ettiği gerçek dini bulmaya karar
verdikten sonra birçok memleket ve şehirleri gezmiş, oralarda din adamlarıyla
konuşmuş ise de bu konuda sağlam bir sonuca
132 Draz,
Initiation au Coran, s. 126-127.
133 ibn
ishak, Varaka bin Nevfel, Zeyd bin Amr ve Osman bin Huveyristir. Bunlar,
Kureyş’in her sene kutladığı bir bayramda, gizli olarak bir araya gelip şöyle
demişler: “Bilmeliyiz ki, kavmimizin benimsediği din doğru bir din değildir.
Onlar, dedeleri Hz. İbrahim’in dininden ayrıldılar. Çevresinde dönüp
dolaştığımız bu
i taş
parçası nedir? O, ne duyar ne görür ve ne de bir kimseye bir zararı veya
taydaşı dokunabilir. Bakın arkadaşlar! Kendimize bir din arayalım; yoksa
Allah’a andolsun ki şu din doğru ve gerçek bir din değildir." (bk. ibn
Hişâm, a.g.e., I, 222-223.)
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 259
varamamış, tereddütler
içinde kalmıştı. Bir ara Hıristiyanlığa girmiş, daha sonra Hz. Muhammed'in
peygamberliğini tebliğ etmesiyle o da bazı Mekkeliler gibi yeni dine girdi. Ebu
Süfyân'ın kızı Ümmü Habîbe ile evli bulunuyordu. Mekkeli müşriklerin tazyikine
dayanamayarak, Habeşistan'a M. 616 yılında hicret etmiş, orada halkın
Hıristiyan olması itibariyle kendisi de Hıristiyanlığa geri döndü. Şaraba çok
düşkündü. Hıristiyanlığa döndükten sonra çok şArap içmeye başladı ve
Habeşistan'da öldü.
Habeş ülkesinde, Islâmdan
çıkıp Hıristiyanlığa geri döndükten sonra, Müslümanların garipliğine saygı
göstermediği göze çarpıyor. Nitekim şu sözleriyle zaman zaman onları
kızdırırdı: "Fakkahnâ ve sa'sa'tüm! (biz gözümüzü açtık, siz hâlâ
gözlerinizi kırpıştırıyorsunuz.)"134
Görüldüğü gibi,
Ubeydullah, davetin bu birinci yarısında Allah'ın Müslümanları tabi tuttuğu
imtihan ve tecrübeye sabredememiş ve ilk fırsatta dönüp misafir olarak
bulunduğu devletin dinine girmiştir. Bu davranışıyla o, diğer bütün
muhacirlerin temsil ettikleri kaidenin istisnasını oluşturmuştur. Öyle
görünüyor ki, eğer ömrü vefa edip diğer muhacirlerle birlikte Medine'ye
denebilseydi, bir kez daha İslâma dönerdi. Biyografisinden anlaşılan o ki,
kendisi tutarlı bir psikolojik yapıya sahip değildi ve cahiliyet döneminde
içinde bulunduğu şüphe ve tereddütlerden kurtulamamıştı.
Eğer Hz. Muhammed'in,
fikirlerini herhangi bir kimseden çaldığını duymuş veya görmüş olsaydı daha
başlangıçta ona iman getirmezdi veya Necaşî ve papazları huzurunda onu teşhir
ederdi. Özellikle, ülkenin büyük din bilginlerinin de hazır bulunduğu ve
imparatorun sarayında, muhacir Müslümanlarla Kureyş müşriklerinin temsilcileri
arasında cereyan eden münazara esnasında böyle bir fırsatı kaçırmazdı. Fakat,
o sıralar küfrün ileri gelen liderlerinden birisi olan Ebu Süfyan'm kızı olan
hanımının bile, bu dinden dönüşte kendisine uymadığını, aksine mensubu
bulunduğu İslâm dinine bağlılığını sürdürdüğünü görmezlikten gelemeyiz.
Bu dinden dönüşün
önemsizliğine daha güzel ışık tutması açısından şunu da belirtmek isteriz: Bu
kişinin bütün kardeşleri Müslümanlığı kabul etmişlerdir. Bunlar, Abdullah
(Uhud'ta şehid düşmüştür), Abd (Künyesi Ebu Ahmed'dir), Ummü Habîb (Abdurrahman
bin Avf'm hanımı), Zeyneb'tir (Zeyd bin Harise'nin hanımı, daha sonra Resulullahm
eşi).135
134 Bk.
Neşet Çağatay, a.g.e., s. 147-148.
135 ibn
Hişâm, a.g.e., I, 257, 472
260 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Eğer, Hıristiyanlığa geri dönmesi
haklı bir sebebe dayansaydı veya Hz. Muhammed'in peygamberliği konusunda ciddi
ve makul bir itirazı olsaydı, diğer kardeşlerinden birini olsun
etkileyebilirdi. Fakat görüldüğü gibi bunların hiçbiri sözkonusu değildir.
Yine biyografisinden anlaşıldığı
üzere, şaraba düşkünlüğü onun Hıristiyanlığa dönmesinde etkili olabilir.
Sözkonusu Haniflerden biri de Osman
bin Huveyris'tir. Osman, Hz. Hatice ile Varaka'nın amcaları oğludur.136
Bu kişi, Rum Kayserinin yanma gitmiş, Hıristiyan olmuş (aşağı yukarı M. 605
yılında) ve Kayser nezdinde iyi bir makam elde etmiştir,137
(Hıristiyanlığı kabul edenlerin hep gurbette bunu yaptıklarına dikkat edilsin.)
Denildiğine göre Kayser, ona taç giydirmiş ve Mekke'nin yönetimini kendisine
vermiş, fakat Mekke halkı onu kabul etmemiştir. Bu kişi, Şam'da, Kral Amr bin
Hafne el-Ananî eliyle zehirlenerek ölmüştür.138
Görüldüğü gibi onun Hıristiyanlığa
girişi, mevki hırsından, yani parlak bir mevki elde etmek içindi; buna da
muvaffak oldu.139 Hz. Muhammed'in kendisinden herhangi bir bilgi
aldığına ilişkin hiçbir iddia görülmemektedir.
Claire Tisdall tarafından kaleme
alman "The Original Sources of the Coran (Kur'ân'm Kaynakları)"
isimli eserin altıncı ve son bölümünde Hanifler'in ileri gelenleri sayıldıktan
sonra şöyle denilmektedir: "Putları terk ve Rahmân'a ibadet ettiğine dair
bir şiir söylemiş olan Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Peygamberin hayatı ve ahlakı
üzerinde büyük tesir icra etti. "Ağanî" de, onun bu Zeyd'e tesadüf
ettiği ve onunla görüştüğü rivayet ediliyor. Zeyd, Hira Dağı'nda otururdu.
Peygamberin bi'setinden beş sene önce orada öldü. Muhammed de, Ramazanı Hira
Dağında geçirirdi. Cebrail kendisine ilk vahyi orada getirdi. Bu, kendisi için
Zeyd ile görüşmeyi temin edecek bir fırsattı. Zeyd'in ölümünden sonra da onun
için dua edilebileceğini söyledi. Bu, pek mühimdir. Çünkü Beydavî (V. 691),
Tevbe Sûresinin 114. âyetinde kendisine çocukluğunda ölen anası için dua
etmekten menolunduğunu beyan ediyor. Vakıdî (V.
136 Neşet
Çağatay, a.g.e., s. 148.
137 ibn
Hişâm, a.g.e., I, s. 224.
138 ibn
Hişâm, a.g.e., I, 224 (Dipnot).
139 Bk.
Neşet Çağatay, a.g.e., s. 148.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 261
207) dahi Muhammed'in ona
dua ettiğini ve onu cennette gördüğünü söylediğini rivâyet etmiştir. Sprenger,
bu hususta şu mütalaayı beyan ediyor: Muhammed, yukarıda zikri geçen Zeyd b.
Amr'm, kendisinin geleceğini haber verdiğini tasdik etmiştir. Zeyd'in
söylediğini bildiğimiz her kelimeyi Kur'ân'da buluyoruz. Muhammed'e, Al-i İmrân
Sûresinin 19. âyetinde, kavmine "Müslüman oldunuz mu? Yahut Allah'a teslim
oldunuz mu?" diye sorması emrediliyor. İbn İshak'm rivâyetine göre, bu
sözü kavmine—ilk defa olarak—Zeyd söylemiştir. Zeyd tarafından telkin olunan
başlıca prensiplerin herbirini biz Kur'ân'da buluyoruz.
Bunların
birincisi, kız çocuklarının diri diri gömülmesinin men'i,
İkincisi,
vahdaniyyet-i İlâhiyyenin tasdiki,
üçüncüsü,
putperestliğin, Lat ve Uzza ve saireye ibadetin reddi, dördüncüsü, Cennette ebedî
saadet va'di,
beşincisi,
cehennemde kötülere saklanan cezanın haber verilmesi,
altmcısı,
Allah'ın kâfirlere karşı olan gazabının ihbarı,
yedincisi, Allah'a Rahmân, Rab, Gafûr
isimlerinin verilmesidir. Bundan fazla olarak Zeyd ve diğer mücedditlerin (yani
Hanif ve muvah- hidlerin) cümlesi İbrâhim'in dinini aradıklarını iddia
etmişlerdir. Kur'ân her ne kadar doğrudan doğruya değilse de, defalarla
İbrahim'e Zeyd ve dostları tarafından seçilen "Hanîf" ünvanmı verir.
Muhammed, Han- îfliği İbrahim'in dini ile aynı şey sayar, Hanîflerin öğretisini
kabul ve Kur'ân'a dercettiğini gördüğümüzden hanîflerin itikadının İslâmm
başlıca kaynaklarından birini teşkil ettiğinde tereddüt edemeyiz. Hanîflerin
yeni İslâm üzerinde böyle bir tesir yapması, aile münasebetlerinden dolayı da
tabiîdir. Çünkü Mekke'de bulunan dört müceddidin dördü de, müşterek bir ced
olan Lüey'in soyundan olmaları hasebiyle Muham- med'le bağlantısı ve münasebeti
vardı. Bundan başka Ubeydullah, onun halasının oğlu idi ve o, bu müceddidin dul
zevcesini almıştı. Diğer bir müceddid Varaka ve Osman, ilk zevcesi Hatice'nin
amcaoğulları idi."140
Haniflerin en önemlisi olan Zeyd bin
Amr, ömrünü hanîf olarak geçirdi. "Ya Rab! Ne yolda ibadet Senin rızana
muvafık olduğunu bilseydim Sana o yolda ibadet ederdim; lâkin bilmiyorum"
der ve sadece Hz. İbrahim'in Rabbine ibadet ederdi. Kendisi şair olduğundan,
şiirlerinde de yüksek bazı fikirler beyan ederdi. Hz. İbrâhim'in dinini aramak
üzere seyahate çıktı. Şam'a gitti. Lâkin aradığını bir yerde bulamadı. Hicaz'a
döndüğü esnada, bir bedevî tarafından öldürüldü. Diğer bir ri-
140 Zikreden, i. F.
Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 265-267.
262 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
vâyete göre, Mekke'ye
dönmüş ve Hira Dağında bir mağaraya kapanmıştır.141
Evet, Sprenger'in söylediği Zeyd'in
prensipleri Kur'ân'da görülür. Fakat bunlar, onun zannettiği gibi, Zeyd'ten
öğrenilip de Kur'ân'a derce- dilmiş değil, önceden beri mevcut birer hakikat ve
fazilet oldukları ve Resûl-i Ekreme Allah tarafından öğretilecek olan
hakikatler ve faziletler arasında bulundukları için Kur'ân'a dahil
olmuşlardır. Eğer Hz. Peygamberin ilmi böyle başkalarından öğrendiği birkaç
hakikatten ibaret olsaydı Kur'ân-ı Kerimin içerdiği hüküm ve hikmetlerin son
derece sınırlı ve bir milletin idaresine hiçbir şekilde yeterli gelmemesi gerekirdi.
Oysa bu adamların Hz. İbrahim dininin yeniden ihyasını oldukça arzu etmekle
beraber, bu dini inanç ve ahkamının nelerden meydana geldiğini bilmedikleri
kendi itiraflarıyla ve bu konuda bilgi kazanmak için seyahate çıkmış
olmalarıyla sabittir.142
Bu zat ne Yahudiliğe ne de
Hıristiyanlığa girmemiştir. Bu zatın oğlu Said bin Zeyd, amcasının oğlu ve
amcasının kızı—ki bunlar Hattab oğlu Ömer ve kızkardeşi yani Hanif olan bu
zatın oğlu Said bin Zeyd'in hanımı, hep Müslüman olmuşlardır. Sözü edilen
Said'e ve hanımına Müslüman olmadan önce Hz. Ömer'in yaptığı işkence
bilinmektedir. Sonunda bu eza ve cefa hayırlı bir şekilde son buldu ve Hz.
Ömer'in Müslümanlığına vesile oldu. İşte eğer bu Said, Hz. Muhammed'in kendi
babasından dinini öğrendiğini hissetseydi veya babası bu konuda bir şeyi
kulağına fısıldasaydı, hiç bir zaman Müslüman olmazdı. Hele hele İslâm
çağrısının o çok erken döneminde... Veya eğer o zeka fışkıran gözler, parlak
akıl ve cesur lisan sahibi Ömer'in kalbine, Hz. Muhammed hakkında, özellikle de
iddia edildiği gibi sözkonusu Haniflerden ve hasseten amcasından bir şeyler
aldığı şüphesi zerre kadar yer bulsaydı İslâma asla girmez, bütün kâfirlere
açıktan açığa meydan okumaz ve Müslüman oluşu İslâm için bir fetih olmazdı.143
d6. Ebu Kays Sırma bin Ebi Enes
Haniflerden biri de, Ebu Kays Sırma
bin Ebi Enes'tir. Bu kişi, cahiliye döneminde kendini ibadete vermiş, rahip
elbisesine bürünmüş, putlardan uzaklaşmış, önce Hıristiyan olmak istemiş, fakat
Hıristiyan olmayarak Hz. İbrahim'in dini üzere Allah'a ibadet etmeye
başlamıştır. Bu durumu Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye
hicretine kadar devam etmiş, Resu-
141 i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 268.
142 i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 269.
143 ibn
Hişâm, a.g.e., I, 342.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 263
lullahm hicretiyle
birlikte o da Müslüman olmuştur. Oldukça yaşlı olmasına rağmen güzel
şiirleriyle İslâmî ve Hz. Peygamberi övmüştür.144
Bu izahımızdan şu sonuca varıyoruz:
Bu Haniflerden bir kısmı Müslüman olmuş. Müslüman olmayanlar da kendi
çıkarlarına daha uygun gördükleri bir tarafa sığınmışlar, en yakınları bile
kendilerine tabi olmamış, Müslüman olarak Hz. Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) tabi olmuşlardır. Meselâ, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl'in durumunu
gördük; oğlu ve akrabaları Müslüman olarak Hz. Peygamberi ve çağrısını tasdik
ettiler, canlarını ve mallarını bu uğurda feda ettiler. Umeyye bin Ebi Sait'in
durumunu da öğrendik. Acaba bütün bunlar ne ifade eder? Bunu insaf ehline
bırakıyoruz. Düşmanlıkta son derece ileri giden çağdaşlarından hiçbirinin Hz.
Muhammed'e yöneltmeyi aklından bile geçirmediği bu müsteşrik iddiaları
konusunda kararı onlar versin.
Eğer bu Haniflerden biri, Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gerçek peygamber değil de—haşa—sahte
peygamber olduğunu hissetseydi, mutlaka kendisi de peygamberlik iddiasmda
bulunurdu.145
144 ibn
Hişâm, a.g.e.,!, 510-513.
145 insanın
hatırına şöyle bir soru gelebilir: Müseylime ve Tuieyha fiilen peygamberlik
iddiasında bulundular. Bu yetmez mi? Böyle bir itiraz doğru değil. Çünkü, bu
sahte peygamberlerin hayat çizgileri, herkese hatta İslâm düşmanlarına bile
bunları ve iddialarını reddetme konusunda yeterli bir delildir. Msl. Esved
el-Ansî zalim ve gaddar biriydi. Yemen halkı Müslüman olunca o da Müslüman
olmuş, daha sonra ilk fırsatta dinden dönmüş ve peygamberlik iddiasından
yalnızca dört ay sonra öldürülmüştür. Öldürülmesi olayında karısının oynadığı
rol malumdur. Kişiliği, yaşayışı ve karısının bile kendisine karşı tutumunda
hiçbir aklı başında olanı onu tasdik etmeye sevkedecek bir ipucu bulunduğunu
zannetmiyoruz. Kaldı ki, önce Müslüman olmuş, sonra da dinden dönerek
peygamberliğini ilan etmiştir. Bu, değil bir peygamberin, samimi hiçbir insanın
bile işi olamaz, (bk. ez-Ziriklî, el-A’lâm, “el-Esvedü’l-Ansî" maddesi.
Müseyiime’ye gelince o da Müslüman
olmuştu. Yemâme’ye dönünce dinden çıkıp “Ben peygamberlik konusunda Muhammed’e
ortak kılındım" diyerek peygamberliğini ilan etti. Bu, iddiasını temelden
çürüten bir sözdü. Çünkü bu, Hz. Muhammed’in peygamberliğini itiraf ettiğinin
ifadesiydi. Hz. Muhammed ise, onu kesin bir biçimde yalanlıyordu. O bununla da
kalmadı; kendisine tabi olanlara içki ve zinayı serbest etti ve namaz kılma
yükümlülüğünü kaldırdı (ibn Hişâm, a.g.e., II,. 577) Müseylime irtidat
savaşlarında öldürüldü. (İbn Hişâm, a.g.e., II, 72-73.) Müseylime, kendisi gibi
peygamberliğini ilan eden Secah ile evlendi. Secah onun yanında kısa bir süre
kaldı. Büyük bir orduyla Yemâme’ye gelmişti. Fakat Müslümanlarla savaşmanın
güçlüğünü görünce (Irak bölgesinde bulunan) Cezire’ye döndü. Sonra da
Müseylime’nin öldürüldüğünü duyunca Müslüman oldu. Vefatında Muaviye’nin Basra
valisi cenaze namazını kıldırdı. Gerek Müseylime, gerekse Secah’ın gerçek
mahiyetlerini öğrenmek isteyenler için bu kadar izah yeterlidir sanırız, (bk.
ez- Ziriklî, el-A’lâm, “Secah" ve “Müeylimetü’l-Kezzab” maddeleri.)
Gelelim Tulayha el-Ezdî’nin durumuna.
Bu kişi, tıpkı yalancı peygamberlikte iki diğer refiki gibi, peygamberliğini
ilan etmeden önce Müslüman olmuştu. Kabilesi olan Beni Esed’in elçilik
heyetiyle birlikte ülkesine dönünce irtidat etti ve peygamberlik iddasında
bulundu. Hz. Ebu Bekir döneminde Hz. Halid bin Velid onu bozguna uğrattı. O da
Şam’a kaçtı. Sonra Hz. Ömer (r.a) döneminde yeniden Müslüman oldu ve bir
heyetle birlikte Hz. Ömer’e gelerek bey’at etti. Daha sonra İslâmî fetihlerde
büyük imtihanları başarıyla verdi. Nihayet Nehavend’te şehid edildi (bk.
ez-Ziriklî, el-A’lâm, “Tulayhatü’l-Ezdî"; Atiyatullah, el-Kamûs’l- islâmî,
“Tulayha bin Huveylid" maddesi.)
Görüldüğü gibi bu yalancı
peygamberlerden ikisi yollarını tamamlayamayarak geri Müslüman olmuştur. Kâfir
olarak ölen diğer ikisi ise, daha önce Müslüman olmuşlar, sonra da dinden dönüp
peygamberlik iddiasında bulunmuşlar. Bu, gerçek peygamberlerin işi olamaz.
264 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
e. Şairlerden
Alındığı İddiası
Bütün muhtemel kaynakları gözden
geçirirken şöyle bir soru da hatıra gelebilir: Acaba Hz. Muhammed, Kur'ânî
bilgilerini Yahudi, Hıristiyan veya benzeri Arap şairlerinden almış olması
mümkün değil midir?
Öncelikle şunu belirtelim ki,
Kur'ân-ı Kerim, Hz. Peygamber'i bize, genellikle şiirle pek ilgisi olmayan bir
kimse olarak takdim etmekte ve şiiri de, ona yaraşmayan bir oyun olarak kabul
etmektedir.146 Ancak şimdilik bu hususu bir kenara bırakıp, böyle
bir edebiyattan ne gibi bir talimin çıkabileceğini araştırmak gerekir.
Cahiliyet döneminde, iki tarz edebiyatla karşı karşıya bulunmaktayız.
Gerçekten, A'şa (V. 629 M.) gibi bazı şairler, daha çok kilisenin örf ve
ibadetlerini tavsif etmişlerdir ki, bunlarla ilgili olarak Kur'ân-ı Kerimde en
ufak bir ize bile rastlanmaz. Bu şairler dikkatlerini özellikle şarap üzerine
teksif etmişlerdir; oysa Kur'ân-ı Kerim bu adeti benimsemek şöyle dursun, onu kesin
olarak yasaklayacaktır.147 O halde, Kur'ân-ı Kerim böyle bir
edebiyat türüne bağlanamaz. Bununla beraber, tamamen dinî konulara tahsis
edilmiş başka bir şiir türü de mevcuttur. Bu bakımdan Ümeyye b. Ebi Sait'in
mısraları bu konuda en dikkat çekici örnek teşkil eder.148 Ümeyye'nin
şiirleriyle ilgili değerlendirmeyi daha önce yaptık.
Tisdall, bu konuya değinerek şöyle
demektedir:
"Bugün Şark'tâ bazı kere:
'Muhammed, yalnız putperestlerin birçok eski adetlerini ve dinî ayinlerini
kabul ve İslama mezcetti. Bir Arap şairi olan İmr'ül-Kays'm şiirlerinden
bazılarını da çaldı ve bunlar şimdi de Kur'ân'da bulunabilir' denilmektedir.
Ben bile bir gün, Muhammed'in kızı 54. Sûrede "İkferabeti's-sâatü
ve'n-şekka'l-kamer" âyetini okurken şâirin (İmrü'l-Kays'm) orada hazır
bulunan kızı ona: 'Bu benim babamın şiirlerinden birisidir, baban onu çalmış'
dediğini rivâyet ederlerken işittim. İhtimal ki bu, yalandır. Çünkü İmrü'l-Kays
Milâdî 540 senesinde öldü. Halbuki Muhammed Fil senesi denilen 570 tarihine
kadar henüz doğmamıştı" Tisdall, bundan sonra on bir beyitten ibaret bir
şiire yer veriyor ve bundan birkaç cümlenin üzerlerine birer çizgi çizerek, bunların
Kur'ân'm değişik sûrelerinde mevcut olduğunu gösteriyor. Bu beyitleri
'Muallekat-ı seb'a'nm İran'da eline geçen bir nüshasının sonunda gördüğünü;
fakat bu şiirlerde bazı hatalar olduğundan ve bunlar başka nüshalarda mevcut
olmadığından bu beyitleri İmrü'l-Kays'ın yazmış bulunmasının şüpheli olduğunu
belirtiyor. Ona göre bu işaretli ibareler, cahiliye şairlerinden alınıp
Kur’ân'a yerleştirilecek yerde Kur'ân'dan
146 Yasin,
69.
147 Mâide,
90-91.
148 Draz,
Initiation au Coran, s. 125.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 265
alınıp bu şiire
yerleştirilmiş olabilir. Fakat bir taraftan bu şiiri ilgili bulunduğu konulara
uygulayarak, Kur'ân'ı latife yollu taklide cesaret edecek bir kimse bulunduğunu
farzetmek güçtür; diğer taraftan nisbeten yeni bir zamanda bile Kur'ân'dan
âyetler alıp, bunları dinî veya felsefî mahiyette olan kitaplara dercetmek çok fazla
yaygınlaşmış bir adettir. Muhammed, her ne kadar pek meşhur olmayan
kaynaklardan—haşa— çalmışsa da onun İmrüTKays gibi meşhur bir şairden çaldığını
farzetmek güçtür. Herhalde ihtimal kefesi, Muhammed'in çalma cüretiyle suçlu
olmadığını farzetmek tarafına meyleder."149 Nihâyet eski Arap
şiirleri hususunda görüş bildirmeye kendisinden daha salahiyetli bir adam
bulmak güç olan Lyull'un de fikri bu olup, Imrülkays'a atfedilen mezkur
satırların üslûp, ifade ve vezne dayanan sebepler dolayısıyla İmrü'l-Kays'm
olmadığına kanaat getirdiği kendisine bildirdiğini belirtiyor.150
Bu açıklamayı nakleden
İsmail Fennî merhum, kütüphanesinde bulunan İmrü'l-Kays'm divanından birkaç
nüshayı incelediğini, fakat sözkonusu on bir beyitten hiçbir tanesini
bulamadığını söylüyor ve şu bilgiyi veriyor: "Bu nüshaların biri Cizvitler
tarafından Hıristiyan Şairler adıyla Beyrut'da basılan mecmuadadır. Eğer
beyitleri yazan gerçekten İmrüTKays olsaydı, papazlar, Kur'ân'm bazı
cümlelerinin bunlardan alındığını isbat için, onları bu mecmuaya dercetmeleri
ve müellifin de, Kur'ân'm me'hazlarından (kaynaklarından) olmak üzere, kabul
etmesi tabii idi. Şu halde, bu konuda en salahiyetli bir kimse sayılan Lyull'un
reyine göre bu beyitlerin, Müslümanları şüpheye düşürmek gibi meluncasına bir
maksatla, bazı zındıklar tarafından uydurulduğuna şüphe yoktur.
Aşağıdaki iki beyit de
İmrü'l-Kays'm divanında bulunmamakla beraber kendisine isnat edilmektedir:
"Yetemenne'l-mer'u
fi's-sayfi ve'ş-şitâ
Ve İzâ câe'ş-şitâ
enkerehu
Fehüve lâ yardâ bihalin
vâhidin
Kutile'l-insânü mâ
ekferahü"
Buradaki
"Kutile'l-insânü mâ ekferahü" cümlesi "Abese" sûresinde görülür.
Hatta Resûl-i Ekrem'in, "Şairlerin en mahiri ve onların Cehenneme saiki
olan İmrü'l-Kays'a lanet olsun. O vahiy nâzil olmadan evvel söyledi"
buyurduğu da rivâyet edilir. Bu rivayetin menşeini haylice aradımsa da
bulamadım. Nihâyet Beyazıt kütüphanesi müdürü muhle-
149 Tisdall,
a.g.e. s. 47.
150 Tisdall,
a.g.e. s. 48; İ. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 161-162.
266 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR
rem üstâd Hafız İsmâil
Efendi "RûhuTMeânî" tefsirinde buna dair bir fıkra buldu. Bunda,
mezkur iki beyit aynen zikredildikten sonra "İmrü'l- Kays'a isnat edilen
söze gelince, bunun aslı yoktur. Kelâm-ı Araba en az aşina olan bir' kimse,
bunu söyleyenin Cahiliye şairlerinden olmayıp, Müvelledin151
şairlerinden olduğunu ve iktibas yapmak istediğini bilir"152
İsmail Fennî, İmrü'l-Kays'a atfedilen
ve Kur'ân'da da bazı ifadeleri yer alan beyitlerin hiçbirinin İmrü'l-Kays'ın
divanında yer almadığını söylemektedir.153 Bu birkaç ifadenin orada
da bulunduğu farzedilse bile Kur'ân'daki böyle birkaç tabirin bir şair
tarafından evvelce kullanılmış olması, Arap fesih ve beliğlerini kısa bir
sûresinin benzerini getirmekten bile aciz bırakmış ve bunlardan bazısına:
"Bu insan sözü değildir!" dedirtmiş ve bazısına fesahat ve belagatına
secde ettirmiş ve İmrü'l- Kays'ın kasidesi başta olmak üzere, Ka'be'nin
duvarında asılı olan yedi kasideyi, artık lüzumsuz addettirerek, indirtmiş olan
Kur'ân-ı Azîmin mucize olduğunda hiçbir şüphe yoktur.154
Kur'ân'm âyetlerine böyle kaynak
bulmaya çalışanları mağlup edip susturmak için, onda yer alan bazı gaybe dair
haberlerin ve hiçbir alim ve filozofun hakkıyla keşfine güç yetiremediği
birtakım yüksek hakikatlerin nereden alındığını sormak yeterlidir. Bunlara
İlahî vahyden başka bir şeyin kaynak gösterilmesi mümkün değildir. Asıl önemli
olan şey, lafızlar ve tabirler değil, bunların ifade ettiği yüksek hakikatlerdir.
Sahabiler içinde İmr'ul-Kays'm, Ümeyye bin Ebi's-Salt'm ve sair şairlerin
şiirlerini bilenler çoktu. Bunlar, böyle bazı kelime ve tabir benzeyişinden
dolayı hiçbir şüpheye düşmediler. Çünkü Kur'ân'm ihtiva ettiği yüksek hikmetler
ve hükümler ile bu şiirlerin muhteviyatı olan sıradan, değersiz şeyler arasında
hiçbir münasebet görmediler.
Kur'ân-ı Kerimin içeriğinden birkaç
kelime ve tabirin Cahiliye şiirlerinde veyahut Yahudi kitaplarında
görülmesinden, altıbin altı yüz bu kadar âyeti ihtiva eden Kur'ân-ı Kerim
aleyhinde hiçbir sonuç çıkarılamaz. Bu boşuna bir teşebbüstür. Çünkü en fesih
ve beliğ sayılan hangi kitap vardır ki; onda, başka kitaplarda geçen birkaç
değil, birçok kelimeler ve tabirler bulunmasın? "Yok olası insan ne kadar
da nankördür" sözü gibi hangi doğru söz vardır ki, onu önceden hiçbir
kimse söylememiş olsun? Binlerce peygamber gelmiş, geçmiş; mümkün müdür ki,
bun-
151 Câhiliye,
imrulkays ve Antere gibi Islâm’dan önce gelen şairlerdir. Müvelledin ise,
İslâmm ilk asrında gelen şairlerden sonraki şairlerdir, iktibas, Kur'ân’dan
veya hadislerden veyahut büyük adamların sözlerinden bazı şeyler alıp söz
arasında söylemek veya yazmaktır.
152 İ.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 162-163.
153 i.
F. Ertuğrul, a.g.e. s. 163.
154 i.
F. Ertuğrul, a.ğ.e., s. 164.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 267
lar Allah'ın bir olduğunu
ve doğurmadığı gibi doğmuş da olmadığını insanlara bildirmemiş olsun? Hangi
tarihçi veya yazar vardır ki, geçmiş zamana ait olayları hiç kimsenin
kullanmadığı kelime ve ifadelerle anlatmış olmasın?
Kur'ân-ı Kerîm, birçok yüksek hüküm
ve hakikatleri ihtiva etmektedir. Bunların, öteden beriden alınmış birkaç
kelime ve tabirden meydana geldiğini iddia edecek olan bir kimsenin aklından
şüphe edilir. Hz. peygamber kendi kast ve iradesi olmaksızın gelmekte olan
vahiyleri kabulde mecburdu. Mecbur olmasa, onun, önceden işitip bellediği
lafızlarla tabirlerin şüpheli görüleceğini düşünerek, bunları kullanması
imkansızdı.155
f. Sabiîlerden
Alındığı İddiası
Claire Tisdall, Sabiîlerle ilgili şu
iddiada bulunur:
"Hz. Muhammed, peygamber
sıfatıyla zuhur ettiği vakit, Arapların her ne kadar dinî fikirleri var idiyse
de onları atalarının saf dinine döndürecek vahye dayalı bir kitapları yoktu.
Bununla beraber, bazı cemaatlerin ilham edilmiş gözüyle baktıkları kitapları vardı.
Bu cemaatler de Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecûsiler, yahut Zerdüştîler ve
Sabi- îlerdi. Lâkin Sabiîlerin İslâma tesiri fazla oldu. Bunlar, beş yıldız,
şeref menzillerine geldikleri vakit bayram yaparlar ve otuz gün oruç' tutarlardı.
Namaz, oruç ve fıtır bayramı bunlardan ve orucun başlanılacağı ve bozulacağı
vakitler Yahudilerden alınmış. Müslümanların namazları beş vakit ise de iki
rekat nafile namazları da vardı. Benû Hüzeyme kabilesinin İslâmî kabul
ettiklerini Halid bin Velid'e bildirdikleri vakit 'Biz Sabiî olduk' diye
bağırmaları namaz ve oruçla fıtır bayramının bunlardan alındığını teyit eder.
Hz. İbrâhim'den kalma ruhun bekası ve kıyamet günü itikadları da vardı. Lâkin
bunlara garip birtakım hayalî fikirler karıştırılmış."156
Sabiîlerle Kur'ân-ı Kerimin
talimatları arasında bir benzerlik kurulmaya çok çalışılmıştır. Sabiîler
Mekke'de yaşadıkları bilinen putperestlerdendi. Yıldızlara ve meleklere
tapıyorlardı. Dinî törenleri putperestlik, Hıristiyanlık ve diğer birtakım
mezhepler karışımı bir şey idi. Kabe'ye değil Harran'a haccediyorlardı.157
İbadetleri, yıldızla-ra, güneş batarken, zeval vakti ve güneş doğarken idi.158
155 i.
F. Ertuğrul, a.g.e., s. 355-357.
156 Nakleden
i. F. Ertuğrul, a.g.e., s. 165-166.
157 Harran,
Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye Hududları dahilinde bir şehirdir. Burasının M.Ö.
üç bin yılından beri önemli bir dinî yeri vardı. Aya tapanların merkezi
olmuştu. İslâm’ın Irak’ı fethi esnasında Sabiîler oraya toplaştılar. Halife
Me’mun’un onları sıkıştırması sonucu orayı terkettiler.Yakut el-Hamevî
“Mu’cemü’l-
268 ■ KUR'ÂN
VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Kur'ân-ı Kerimde üç yerde geçmekte
olan "Sabiîn" kelimesi159 oldukça gelişmiş bir müşrik
fırkasına mı (bunlar Harran Sabitleridir ki, asıllarmın Şis'in oğlu Sabî'ye
vardığını, babasının dinine tabi olduklarım ve ondan Süryânî dilinde yazılmış
bir kitaba sahip bulunduklarını iddia etmişlerdir) yoksa "Sabîa"
denilen bir Yâhûdi-Hıristiyan fırkasına mı, (Subbeler veya Mandehiler, Vaftizci
Yahya Hıristiyan- ları) yahut da Hıristiyan ismi altında müşrik olan bir
fırkaya mı delâlet eder? Mesele ihtilaflıdır; ve el-Feyyûmî, "el-Misbâhu'l-Miinîr"
adlı lügatında bu son tarifi verir.160
Sab' ile Sebh köklerinin farklı
olması ve hadis-i şeriflerde de "sudûr ve hulûl" gibi Sabîa
akaidinden hiç söz edilmemesi, ikinci görüşün de terkedilmesini gerektirir.
Zira Sabiîlere atfedilen belli başlı ameller iyice bilinmektedir ve bunlar hem
Kur'ân-ı Kerim ve hem hadis-i şerifler tarafından reddedilmiştir. Bu fikir ve
amellerden bazıları Ku- reyşlilerce de benimsenmiş ve aralarında o derece
yayılmıştır ki, bunları, hâkim olan müşriklikten ayırdetmek güçleşmiştir.
Meselâ:
"1. Meleklerin ve yıldızların
ilâhlaştırılması ve tabiat olayları üzerindeki tesirleri,161
2. Kurbanlardan
büyük payın, Allah'a değil, küçük ilahlara sunulmak üzere ayrılması,
3. Hac
esnasında yaptıkları dualarda Allah'a şirk koşmaları...vs162 müşriklerce
benimsenen Sabiî inanç ve amellerdendi. Ayrıca ibadetle ilgili bazı örf ve
adetleri müşrik ve İslâmî ibadetlerden de ayrılıyordu. Meselâ Sabiîlere göre
haccm Kabe'de değil Irak'daki Harran'da icra edilmesi gerekiyordu. Yine onlara
göre kurbanların yenmeden tamamen yakılması163 ve iki kadınla
evlilikten sakınılması icabediyordu. Keza
Büldân”da şunları yazıyor: “O, Rumeli
Yarımadasında önemli ve büyük bir şehirdir. Musul, Şam ve Rumeli yolları
üzerinde önemli bir kavşak üzerindedir. Ahalîsi Sabiînden müteşekkildir.
Şehirler ve mezhepler ile ilgili kitaplarda Horanîler olarak geçerler.
(Mu’cemü’l-Büldân, III,. 241-242) Ahmed Emin de bu konuda Fecrü’l-islâm adlı
eserinde şunları yazıyor: Süryanîler en meşhur putperestlik merkezlerinden idi.
İslâm’ın gelmesinden sonra bile bir müddet putperestliğin ve Yunan
Medeniyetinin merkezi olarak devam etti. (Ahmed Emin, Fecrü’l-islâm: T. 7, s.
13) 153 Draz. İslâm’ın insana Verdiği Değer, s. 13.
159 Bakara,
62; Maide, 69; Hacc, 17.
160 Gerek
Kur’ân-ı Kerimde ve gerekse hadis-i şeriflerde bu ihtilafları kesecek bir bilgi
mevcut değildir. Bir kısım alimler, Sabitleri “Müşrikler" ve “Hanifler”
diye iki gruba ayırmışlardır. Yıldızlara tapanların, onların bu müşrik grubu
olduğunu kabul etmişlerdir. Yine Müslümanların Kâbe’ye tazimleri gibi
yıldızlara ta’zim edenlerin Nasarâ’dan bir fırka olduğunu söyleyenler de
vardır. (Cevad Ali, Tarîhu’l-Arab Kable’l-islâm, VI, 310 vd.; ayrıca bk. işaret
edilen âyetlerin tefsirlerine.)
161 Buharî,
Megâzî 37 “mutırnâ binecmi kezâ".
162 Müşriklerin
bu inançları için bk. Draz, initiation au Coran s. 63-66.
163 Bk.
G. Sale, Observations Hist. et Crit. sur le Mahometisme, s. 30-31.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ ' 269
Sabiîler sünnet de
olmazlardı.164 Hatta ibadetleri yıldızlara yapılan bir ibadet
şeklindeydi. Bu ibadetler günde üç defa yapılıyordu ve bunların İslâmî
ibadetlerin tamamen aksine165 güneşin doğduğu, zevalde bulunduğu ve
battığı zamanlara rastlaması gerekiyordu.166
Sabiîler, oruç
tutarlardı. Oruç bittiği vakit bayram yaparlardı. Sabiîler kızlarını putlara
kurban olarak takdim etme adetine de sahiptiler. Meme emen çocukları en makbul
kurban addederlerdi. Hatta Hz. Peygamberin dedesi Abdulmuttalib, oğullarından
birini kurban etmek ahdinde bulundu. Sonra büyük kâhinin reyiyle, diyet olmak
üzere yüz deve kurban ederek, oğlu ve Fahr-i Kâinat Efendimizin babası
Abdullah'ı ölümden kurtardı.167
Sabiîler gecenin altıncı
saatinde namaz kılarlardı. Bununla beraber, namaz nasıl kılmıyordu, bunda rüku
ve sücûd var mıydı? Kitaplarda buna dair malumata tesadüf edemedik. Hele
abdestten hiç bahsedilmemiştir. Oruca gecenin son üçte birinden başlayıp
yıldızlar doğuncaya kadar devam ederlerdi.168
Burada belirtilen
hususların hemen hiçbirisinin İslâmm inanç ve ibadetleriyle bir alakası
yoktur. Puta tapmak sözkonusu olmadığı gibi, çocukları kurban etmek de yoktur.
İslâmm beş vakit namazının onların tam olarak ne zaman ve nasıl kılındığı,
abdest alıp almadıkları belli olmayan namazlarıyla bir ilgisi yoktur. İslâmî
oruç da, gecenin son üçte birinden değil, fecr-i sadıktan itibaren başlar; yine
yıldızların doğmasına kadar değil, güneşin tam olarak batmasına kadar devam
eder.
Kaldı ki, İslâm bazı
noktalarda bunların dini inanç ve yaşayışlarına uygun gelse bile yine de
onlardan alınmış diye iddia edilemez. Çünkü, bunların da aslında hak ve semavî
bir dine mensup oldukları ve zamanla bu dinlerini tahrif edip doğru yoldan
saptıkları söylenir. Hal böyle olunca bunların da hak dinlerinden kalma
birtakım inanç ve ibadetleri169 bulunabilir ve bunların İslâm ile
bağdaşması kaynaklarının bir olmasından ileri gelmiştir. İslâmm hak ve orijinal
bir din olması için,
164 İslâm
Ansiklopedisi “Sabia" maddesi.
165 ibn
Ömer’den rivayet edildiğine göre: Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Namazınızı
güneşin doğması ve batması anına ayarlamayın.” ibn Ömer dedi ki. Peygamberimiz:
“Eğer güneşin hacibi (örtüsü) battıysa namazınızı onun tam batmasına kadar
erteleyin, eğer güneşin çevresi görünmeye başlamışsa namazınızı onun
yükselmesine kadar erteleyin” buyurdu. (et-Teoridü’s-Sarîh Licâmii’s-Sahîh, I,
53) (Draz, islâmm İnsana Verdiği Değer, s. 13).
166 Draz,
Initiation au Coran, s. 116-117.
167 Bk.
ibn Hişâm, a.g.e., I, 152-154.
188 i. F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s.
167-168.
188 Msl., Kur’ân-ı Kerim, orucun eski
ümmetlere de farz kılındığını açıkça ifade ediyor, bk. Bakara, 183.
270 B KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
hiçbir noktadan önceki
dinlere benzememesi ve onlardan en faydalı ve makul noktalardan bile ayrılması
gerekmez.
g. Hz.
Ömer'den Alındığı İddiası
Dozy, Tarih-i
İslâmiyet isimli kitabında şunları söylüyor: "Hatta vahiyler üzerinde
bile Ömer'in tesiri oldu. Bazı emirlerin Ömer tarafından lüzum gösterildikten
sonra semâdan nâzil olduğunu Muhammed itiraf ederdi. Eğer bir mü'min rûh böyle
hususlarda bir anlık tefekkür ve muhakeme edebilseydi bu durum (yani Ömer
tarafından gösterilen lüzum üzerine o emrin semâdan inmesi durumu) Peygamber'in
mü'min ruhunda ve bütün Müslümanların ruhlarında, Muhammed'in vahiylerinin
İlâhî kaynaklı olması hakkında şüphe doğurmak gerekirdi."170
Maxime Rodinson da:
"Hz. Ömer safça (naivement)171, vahyin üç defa mucize biçiminde
kendisine muvafakat etmesiyle öğünmemiş midir"172 diyerek bu
konuda bir şüphe meydana getirmek ister.
Hz. Peygamber, gerek
kendisine sorulan ve gerek olayların akışı içerisinde meydana gelen bazı
durumlarda İlâhî vahyi bekler ve Allah tarafından aldığı emirlere uyardı.
Bedir savaşında esir alınan yetmiş kişinin öldürülmesi173, içkinin
haram kılınması174, Hz. Peygamberin münafıkların cenaze namazlarını
kılmaması175, Hz. İbrahim'in makamının namazgâh edinilmesi, Hz.
Peygamberin evine yemek için izinsiz girilmemesi, Tahrim olayında, içinde
kızının da bulunduğu, Hz. Peygamberin hanımlarını ikazı, Hz. Peygamberin
hanımlarının tesettürü...176 gibi hususlarla ilgili bazı âyet-i
kerimeler, Hz. Ömer'in arzularına uygun olarak inmiştir.
170 Dozy,
Tarih-i İslâmiyet, s. 59-60.
171 “Safça”
ve “Mucize suretinde" ifadeleri, bu müsteşrikin gayr-i müslim olduğunu ve
vahyi beşerî bir kaynağa dayandırmak istediği bilinmese bile ne demek istediği
açıkça anlaşılıyor. Rodinson’un “safça” ifadesini kullanırken Hz. Ömer’e üstü
kapalı bir biçimde dil uzatması, onun insanları tanımada ve kişiliklerini
değerlendirmede ne kadar da beceriksiz olduğuna delildir. Hz. Ömer, Rodinson'un
demek istediği gibi “saf” bir kimse değildi. Aksine nafiz basiret sahibi, insan
sarrafı, derin düşünceli ve son derece akıllıydı. İslâm imparatorluğunu, Fars
ve Rum ülkelerinde dünyanın en büyük ordularıyla mücadelenin zirvesindeyken tam
on sene idare etmiş ve zafer üstüne zafer kazanmıştır.
172 Rodinson,
a.g.e., s. 253..
173 Bk.
Razî, Mefâtih, Enfâl Sûresi 67. âyetinin tefsiri.
174 Bk.
Elmalık, Hak Dini, Bakara, 219. âyetinin tefsiri.
173 Buharî, Tefsîru Sûre (9) 12, 13;
Müslim, Sıfati’l-Munafikîn 4.
176 Hz. Ömer bu hususta
şunları söylemektedir: “Ben üç konuda Allah’a muvafık görüş bildirdim: ‘Ey Allah’ın
Resûlü! Hz. İbrahim’in makamını namazgâh adinseniz nasıl olur?’ dedim. Yine:
‘Ey Allah’ın Resûlü! Senin yanına iyi insanlar da geliyor, kötüleri de.
Mü'minlerin annelerine (kendi hanımlarına) örtünmelerini emretsen nasıl olur?’
dedim. Hz. Peygamber (s.a)’ın bazı hanımlarıyla hafif münakaşa ettiğini duydum.
Hemen yanlarına vararak dedim ki: 'Ya bu tutumunuzdan vazgeçersiniz veya sizin
yerinize Allah
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 271
Bazı âyetlerin kendi arzusuna uygun
olarak inmesinin sebebi, Hz. Peygamberin onu memnun etme gereğinde değil,
kendisinin en ayırıcı özelliği olan ve ona "Farûk" lakabını
kazandıran kendi akl-ı selim ve isabetli görüşünde aramak gerekir. Bu yüksek
meziyetin gereğinden olarak Hz. Peygamber veya mü'minler hakkında hikmete ve
maslahata uygun düşündüğü bazı şeylerin İlâhî iradeye de tevafuk ederek o yolda
âyet nazil olması bu vahiylerin Allah tarafından geldiğini neden şüpheye
düşürsün?
Hz. Ömer çok yüksek meziyetleri
bulunan nadir rastlanılır bir yüce zattı. Hz. Peygamber bu meziyetleri
takdirden uzak durmadı. Daha o Müslüman olmadan önce hakkında: "Ya Rab,
Sen İslâmî Hattab oğlu Ömer ile muazzez eyle177" diye dua
ettiği gibi onun ihtidasından sonra da: "Ey Hattaboğlu, nefsim Kudretinin
elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, sen bir yolda yürürken şeytan asla
senin karşına çıkamaz ve o mutlaka kendine başka bir yol tutar178",
"Muhakkak ki Allah, hakkı Ömer'in kalbi ve lisanı üzerine koymuştur",
"Eğer benden sonra peygamber gelseydi, Hattaboğlu Ömer olurdu"179
gibi mübarek sözleriyle onu daima taltif ederdi.
Öte yandan insan, her hal ve durumda
şeytan değil ki! Aksine Kur- ’ân'ın da belirttiği gibi İlâhî bir ruh taşıyor.
Bazı sahabilerin düşünceleri vahiy ile tevafuk etmişse, bunda garipsenecek ne
var? Bizzat Rodinson'un kendisi, vahyin Hz. Ömer'in düşüncesine tevafukunu üç
defadan ibaret kabul ediyor. Acaba, takvasıyla, kalb gözünün açıklığıyla,
dinine karşı ince anlayışıyla, hak bildiğini açıkça söylemesindeki cesaretiyle
ünlü Müslüman bir zat için bu tevafuk çok mu? Yoksa— haşa—Allah bu üç meselede
Hz. Ömer'i kızdırmak ve sırf onun görüşüne tevafuk etmesin diye hükmünü
değiştirmek mecburiyetinde mi?
Kaldı ki, bunların bazısı ile ilgili
âyet Hz. Ömer Resulullaha fikrini açıklamasından önce inmiştir.
Birçok hususlar ise Hz. Ömer'in görüş
ve kanaatinin tamamen tersine nazil olmuştur. Meselâ, Ömer kâfir iken vahiy hem
ona, hem de bütün bir dünyaya muhalefet ediyordu. Hz. Ömer, inançlarını,
yaşayış biçimini değiştirmek ve bütünüyle kendini yeni dinin vahyine uydurmak
durumundaydı. Müslüman olduktan sonra bile, Hz. Peygamber pek çok kez
Peygamberine sizden daha hayırlısını
verecektir’ derken Allah şu âyet-i kerimeyi indirdi: ‘Eğer o sizi boşarsa Rabbi
ona, sizden daha iyi (....) eşler verebilir."(Tahrim, 5; bk. el-Buharî,
III,. 99).
177 Tirmizî,
Menâkıb 17; ibn Mâce, Mukaddime 11.
178 Buharî,
Fedailü’l-Ashab 6; Bedü’l-Halk 4.
179 Buharî,
Edeb 109; Tirmizî, Menâkıb 17.
272 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Hz. Ömer'e ters görüş
belirtmiştir. Meselâ, Hz. Ömer babasına yemin ederdi. Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) onu bundan menetti. O da vazgeçti.180 Yine bir
başka defa Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Hz. Ömer'in görüşüne
karşı bir kadının görüşünü desteklemiştir.181
Yine, "Sabah akşam Rablerine dua
edenleri kovma"182 âyet-i kerimesi ise, Hz. Ömer tarafından
belirtilen görüşe tamamen ters olarak nazil olmuştur. Kureyş kâfirlerinden bir
grup Hz. Peygamberin amcası Ebu Talib'e gelip, "Yeğenin azatlılarımızı ve
yardımcılarımızı, yani Am- mar, Suhayb, Bilal, Habbab, Selmân...gibi fakir ve
güçsüz Müslümanları yanından kovsa iyi olur. Çünkü bunlar bizim kölelerimiz ve
ecirlerimizden başka bir şey değildirler. O vakit ona daha ziyade hürmet ve
itaat ederdik ve bu kendisine ittiba ve onu tesdik etmemize daha faydalı
olurdu" dediler. Ebu Talib, Hz. Peygambere gelip bunu söyledi. Hz. Ömer
dahi, "Böyle yapsanız, ta ki amaçlarının ne olduğunu ve sözlerini ne
dereceye kadar yerine getireceklerini görelim" demişti. Daha sonra nazil
olan ve az önce kaydettiğimiz âyet-i kerimeyi işittiğinde Resulul- lahın
huzuruna gelip özür diledi ve söylediği sözden dolayı pişmanlığını dile
getirdi.183
Hz. Ömer'in görüşünün tersine âyetler
indiği gibi, yerine göre Hz. Peygamber de Hz. Ömer'e muhalefetten çekinmezdi.
Bilindiği gibi, Hz. Peygamberin Medine'de gördüğü rüya üzerine Sahabe-i kiram,
hemen Kabe'ye gidip tavaf edeceklerine hiç şüphe etmiyorlardı. Halbuki Hu-
deybiye'ye gelince orada Kureyş ile on senelik barış antlaşması yapmaya ve
Kureyş tarafına iltica edeceklerin Müslümanlara geri verilmeyip, fakat
velisinin izni olmaksızın Müslümanlara iltica edecek olan kimsenin mü'min dahi
olsa Kureyş'e iade edilmesi gibi bazı ağır şartları kabul ile Medine'ye geri
dönmeye mecbur kalmaları üzerine, Re- sulullah ile Hz. Ömer arasında şöyle bir
konuşma geçti:
Hz. Ömer: "Sen Allah'ın elçisi
değil misin? Bizim dinimiz hak değil mi? Niçin bu zillet ve hakareti kabul
ediyoruz?"
Hz. Peygamber: "Ben Allah'ın
kulu ve Resûlüyüm, fakat ona karşı gelemem, O da beni yalnız bırakıp perişan
etmez."
Hz. Ömer: "Sen bize Beytullah'a
varıp tavaf edeceksiniz' demedin mi?"
Hz. Peygamber: "Evet, ama bu
sene demedim. Yine tekrar ediyorum ki, Mekke'ye girip sa'y ve tavaf
edeceksiniz."
180 eş-Şevkânî,
a.g.e., I, s. 296.
181 bk.
Buharî, III, s. 45.
182 En’am,
52.
183 Bk.
Alusî, Tetsîr, IV, 158-159; Kurtubî, Tefsîr, VI, 432-433.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 273
Hz. Ömer: Hz. Peygamberin
huzurundan çıkıp, Hz. Ebu Bekir'in yanma vardı ve aynı soruları ona da
yöneltti. Ondan da aynı şekilde cevap aldı.
Sonra Hz. Ömer'in:
"Müslüman olduğum günden beri kalbime hiç şüphe gelmemişti. Yalnız o gün
elimde olmayarak Resulullahm huzuruna varıp öyle bir küstahça harekette
bulundum, sonra pişman olup İlâhî affa mazhar olmak için çok hasenat
işledim" dediği kendisinden rivâ- yet edilmiştir.184
Gerçekten de, sonra
sahabiler, bu barışın ne kadar büyük faydalara vesile olduğunu görmüşler ve
ertesi sene Hz. Peygamber ile beraber silahsız olarak Kabe'yi de tavaf
etmişlerdir.
Hatta Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) eşlerinin tesettürü konusunda bile vahiy Hz. Ömer'e
bütünüyle tevafuk etmemiştir. Nitekim Hz. Peygamberin zevcelerinin tesettürünü
emreden âyet inmiş ve onları Resulullahı ziyaret edenlerin ve sefih kimselerin
nazarlarından korumuştur. Bu Hz. Ömer'in görüşü ve arzusuydu. Fakat bir
keresinde gece vakti Hz. Ömer mü'minlerin annesi Şevde binti Zem'a'ya
rastlamış, onu tanımış ve "Allah'a yemin ederim ki ey Şevde biz seni
tanıdık" demişti. Hemen Hz. Peygambere gelerek bu durumu anlatmış. Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) o sırada Hz. Aişe'nin odasında akşam
yemeği yiyordu ve elinde bir damar vardı. Hemen kendisine vahiy geldi. Bunun
üzerine Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah
zaruri ihtiyaçlarınız için dışarı çıkmanıza izin verdi."185
Hz. Ömer genellikle şiddet
taraftarıydı. Değişik vesilelerle birçok kez Hz. Peygamberden (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şu veya bu adamı öldürmesini, çünkü kendince bunların
Allah'a, Resûlüne ve mü'minlere hiyanet eden birer münafık olduğunu
söylemiştir. Her defasında Hz. Peygamber isteğini reddediyor, ona doğruyu
gösterip irşad ediyordu.186
Hatta Hz. Ömer (r.a) Hz.
Peygambere karşı öylesine heybet duyuyordu ki, bir defasında Hz. Peygamber
unutarak dört rekatlık namazı iki rekat olarak kıldığında bile ne kendisi ne de
Hz. Ebu Bekir durumu
.184 Mahmud Es’ad, Tarih-i
Din-i İslâm, IV, 323.
185 Buharî,
Nikâh 115.
186 Msl.
bk. Buharî, Megazî 9, 46; Edeb 74, istitâbe 9, Cihâd 141; Müslim,
Fedailü’s-Sahâbe 161. Buralarda geçen rivayete göre, Hz. Ömer, Mekke halkına
mektup gönderip Hz. Peygamber’in fetih için şehirlerine yürüyebileceğini
bildirmesinden dolayı Hatıb bin Beltaa’nın boynunu vurmak istemiş, Hz.
Peygamber (s.a) ise, şöyle buyurarak buna engel olmuştur: “O, Bedir’e iştirak
edenlerden değil mi? Nereden bilirsin, belki de Allah kendilerine rahmetiyle
tecelli ederek şöyle buyurmuştur: “Ne yaparsanız yapın, Ben size Cenneti vacip
kıldım." Bu açıklama karşısında Hz. Ömer’in gözleri yaşla doldu ve şöyle
dedi: “Allah ve Resûlü daha iyi bilir.”
274 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Hz. Peygambere
bildirmemiştir.187 Yine bir defasında Hz. Ömer ile Hz. Ebu Bekir bir
meselede ihtilaf etmiş ve konuyu tartışırken sesleri yükselmişti. Bunun üzerine
şu âyet-i kerime inerek onları ikaz etmişti: "Ey iman edenler! Seslerinizi
Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi,
Peygambere yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan ameliniz boşa
gidiverir."188 Ondan sonra Hz. Ömer Resulullah ile konuştuğunda
öylesine alçak sesle konuşurdu ki, ona gizli bir şey söylediği sanılırdı.189
Hal böyle iken, gerek açık, gerekse
üstü kapalı bir biçimde Hz. Ömer'in bazı âyetlerin kaynağı olduğu iddia
edilebilir mi?
Neden Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Hz. Ömer'e uysundu ki?—Haşa—ondan korkuyor muydu? Asla! Aksine, Hz.
Ömer, Resulullaha karşı büyük bir saygı ve heybet duyardı. Hz. Ömer ona uymuş,
peygamberi ve dini için bütün dünyaya meydan okumuştu. Yoksa, içinden çıkılması
zor işlerde vahyin Hz. Ömer'in görüşüne tevafuk etmesi, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'i hayrete düşürüp uykularını mı kaçırdı? Böyle bir şey de
sözkonusu değil.
Görüldüğü gibi vahiy meselesi öyle
başkasının arzusuna bağlı bir şey olmayıp ancak İlâhî hikmet ve meşîete
dayanmaktadır. Hz. Peygamber, böyle vahye dayanan hususlarda gerektiğinde
yalnız Hz. Ömer'e değil, bütün Ashab-ı Kirama muhalefette tereddüt etmezdi.190
Eğer, âyet indirmek öyle Dozy'nin
yanlış yere iddia ettiği gibi, Hz. Peygamberin elinde olsaydı, Hz. Ömer'i
taltif için onun arzusuna uygun âyet tebliğ etmektense, tam tersine, onu da
şüpheye düşürmemek için bundan bütünüyle sakınmanın, tedbir ve ihtiyatın gereği
olacağı kendisince elbette bilinmekteydi. Öyle şüphe meydana getirecek bir
durum olsaydı en evvel Hz. Ömer'in şüphelenmesi gerekmez miydi? Halbuki onun,
Yahudilerle olan tartışması ve onlara, Hz. Cebrail'e düşman olan kimse Allah'ın
da düşmanı olur dediğini gelip Hz. Peygambere arzettiği vakit Efendimiz:
"Ya Ömer, Rabbin senin sözüne muvafık âyet indirdi" buyurup evvelce
nâzil olan "Kul men kâne aduvven li Cibrîle..." âyet-i kerimesini
okuduğu zaman Hz. Ömer, bundan şüphelenmek şöyle dursun tam tersine pek ziyade
memnun olarak şükretti ve, "Bundan sonra kendimi İslâm dini üzere taştan
daha sert ve sağlam buldum" dedi.191
Dozy, şunları da söylüyor:
"Ömer'in İslâmiyet! kabul etmesinin pek büyük bir önemi vardı. Ömer ve Ebu
Bekir olmasaydı, İslâmiyet asla
187 Bk.
Buharî, Salat 88, Sehiv 5, Edeb 45; Müslim, Mesâcid 97; Ebu Dâvud, Salat 189;
Nesâî, Sehv 22.
188 Hucurât,
2.
189 Buharî,
Tefsîru Sûre (49) 1.
190 i.
F. Ertuğrul, izâle-i Şukûk, s. 26-30.
191 bk.
Razî, Mefatih, Bakara Sûresi 98. ayetin tefsiri.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 275
muzaffer olamazdı.
Muhammed, ilhama mazhar idi, fakat icra konusunda pratiklik ve azim yönünden
eksik idi. Buna karşılık Ebû Bekir bu hasletlerin birincisine yani pratikliğe
sahipti; Ömer'de de İkincisi yani azim vardı. Onlar Peygamberi
tamamlıyorlardı."192
Gerçekten de, Hz. Ebû Bekir ve
Ömer'in İslâm dinine hizmetleri çok büyüktür. Fakat Hz. Muhammed'e
maharetsizlik ve azimsizlik gibi eksikliklerin isnat edilmesi asla, doğru
değildir. Aksine o, mükemmel bir fıtrat üzere yaratılmış bir kudret
harikasıydı. Akılları hayrette bırakan büyük icraatları bu konuda uzun uzadıya
söz söylemeye ihtiyaç bırakmıyor. Bütün ashab-ı kiram onun emriyle hareket
etmişlerdir. Pratiklik ve azim, yalnız bazı memurlarda olup da âmirde
bulunmadığı durumlarda, bunun bütün işlere olumsuz biçimde yansıyacağı
tabiidir.
İlâhî vahiy ile hareket eden bir
zatın aslında tecrübe ile maharet kazanmaya asla ihtiyacı da yoktur. Bizzat
bazı müsteşriklerin Hz. Peygamberin pratiklik ve azmi konusunda dediklerine
bakalım. Bunlardan Barthelemy-St-Hilaire, şöyle diyor: "Kendisine harp
sanatını öğretmek için üstadı yoktu. Askerî muzafferiyetleri ancak dehasının neticesi
oldu.", "Kahramanlar, fatihler ve bilhassa din kurucuları için mektep
yoktur. Onları yapan Allah ve inkişaf ettiren ahvaldir." İşte sözün
doğrusu budur. Çünkü meselâ Hz. Peygamber Uhud Savaşında sol tarafta bulunan
bir vadiden düşmanın hücum etmesi muhtemel olduğunu gözönünde bulundurarak elli
kadar okçuyu o vadinin ağızmı muhafaza için görevlendirmiş ve düşmanın
mağlubiyeti halinde bile oradan ayrılmamaları için kendilerine emir vermişti.
Bunların, düşmanın mağlup olduğunu
görerek ganimet toplamak hırsıyla komutanlarının engellemesine rağmen oradan
dağılmaları İslâm ordusunun galibiyetini mağlubiyete çeviriverdi ve büyük bir
felakete sebep oldu.193 Evvela bu ihtimali önceden keşfederek
meydana gelmemesi için gereken tedbiri almak pratikliğin en açık bir
göstergesi değil midir? O kadar halimce ve barışsever bir biçimde hayatını
geçirmiş olan Hz. Peygambere, bu harp sanatını öğreten Rabbi değil de nedir? Bu
üzerinde düşünülmeye değer bir noktadır.
Azme gelince, onda olan azim hiçbir
kimsede görülmemiştir.194 Bilindiği gibi Kureyşin ileri gelenleri
Hz. Peygamber'in amcası Ebû Talib'- e gelip: "Artık biz bu hale sabır ve
tahammül edemeyiz. Ne olacaksa
192 Dozy,
a.g.e, s. 57-58.
193 Hz.
Peygamber'in Uhud Savaşının başlangıcında izlediği taktik ve bazı kimselerin bu
taktiği ihlal ederek galibiyeti mağlubiyete çevirmeleriyle ilgili geniş bilgi
için bk. ibn Hişâm, a.g.e. II, 65-66, 77-78.
194 Hz.
Peygamberin azmi için bk. daha önce geçen “Hz. Peygamberin Rabbine olan sonsuz
Güveni ve Engin Tevekkülü” ve “Hayatı boyunca Davasına içtenlikle Bağlılığı ve
Tavizsizliği” başlıklarına.
276 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
olsun, bari iki taraftan
biri yok olsun da diğeri rahat kalsın" diyerek onu harp ile tehdit
etmeleri üzerine Ebu Talib Hz. Peygambere nasi- hatta ve artık onu himaye
edemeyeceğini imâ etmişti. Hz. Peygamber buna cevaben: "Ey amca, Allah'a
yemin ederim ki, onlar güneşi sağ elime ve ayı sol elime koysalar, yine tebliğ
görevinden vazgeçemem" demiş ve mübarek gözlerinden yaş gelerek hemen
kalkıp gitmişti.195 Yalnız bu olay üzerinde düşünmek bile,
kendisinde olan azmin derecesini anlamaya yeter. Öyle bütün Arap kavmine karşı
meydan okumak hiç kimsenin kârı olmadığı meydandadır.196
İşte müsteşriklerin bomboş konularda
nasıl da manasız yaygaralar kopardıklarını bu örneklerden de görebiliyoruz!
h. Halk
Fikirlerinden Alındığı İddiası
Bazı müsteşrikler Kur'ân-ı Kerimin
kaynağı olarak Hz. Muhammed'in çevresindeki halk fikirlerini de ileri
sürmüşlerdir. Bu fikirler, eski dinlerle ilgili olabilir, cahiliye dönemine
ait örf ve adetler olabilir veya halk arasında yaygın çeşitli inanışlar
olabilir. Meselâ, İngiliz müsteşrik H. Gibb şunları söylüyor: "Hz.
Muhammed diğer bütün reformist şahsiyetler gibi, bir yandan kendisini kuşatan
haricî ortamların gereklerinden etkilenmiş, diğer taraftan da kendi zamanında
egemen olan, doğup büyüdüğü muhitte dolaşan düşünce ve inançlar arasından yeni
bir yol açmıştır... Mekke'nin bu seçkin rolünün karakterinin izleri Hz.
Muhammed'in hayatının bütün dönemlerinde açıkça görülebilir. Beşerî bir ifadeyle,
'Hz. Muhammed başarılı olmuştur, çünkü o bir Mek- kelidir."197
Hz. Muhammed'in içinde bulunduğu
beşerî çevreden yararlanarak dinini tesis etmesi iki şekilde düşünülebilir.
Birincisi, kavminin, kendisi ile diğer semâvî dinler arasında bir köprü görevini
yapması198; İkincisi ise, yaşadığı toplumun örf, adet ve kurallarını
bir tenkit ve elemeye
195 Bk. ibn Hişâm, a.g.e.,
I, 266; Taberî, Tarih, II, 220.
198 i. F. Ertuğrul,
izale-i Şükûk, s. 30-32.
197 Gibb,
Mohamedanisme, s. 27.
198 Montgomery
Watt, buna çok yakın bir görüş belirtmektedir. Watt, bu konuda aynen şöyle
demektedir: “Kur'ân sadece dil bakımından Arapça değil, aksine çağdaşı olan
Arab ve Mekke toplumunun anlayışları ve fikrî eşkaliyle kalıba dökülmüştür. Bu
nedenledir ki o, Mekke döneminde faiz alış verişine itiraz etmemiştir. Faizin
yasaklanması aslında Yahudilere yöneltilmiştir, içkinin haram kılınması ve
evliliğe bir takım kayıtlar getirilmesi, muhtemelen İslâmî meseleler değildir.
Bunları gerektiren bedevi ve yerleşik hayat arasındaki farktır. Kur’ân’m Allah
ve kulları hesaba çekmesi hakkmdaki tasavvuru genel olarak Yahudi ve Nasranî
tasavvura uygundur. Kur’ân, kendisinden önce aydın Mekkelilerce bilinen bu
Arabî şekle bürünmüş Yahudi ve Nasranî fikirlerden yararlanmıştır. Kur’ân’m
orijinalliği, bu mefhumları tahdid ve tafsil etmesindedir.” (Watt,
el-Vahyu'l-islâmt fi'l-Asri’l-Hadîs, s. 83). “Kur'ân'da yer alan temel
fikirlerden hiçbiri yoktur ki Muhammed ve aydın çağdaşlarının da aklında
bulunmuş olmasın.” (Watt, a.g.e, s. 84).
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 277
tabi tutup o malzemeden
yeni bir itikadî, hukukî ve ahlakî yapı meydana getirmesi.
Biz öncelikle, kavminin Hz. Muhammed
ile diğer semavî dinler arasında bir köprü vazifesi yapıp yapmadığına bakalım:
Hz. Muhammed'in gençliğinde, eski
dinlere dâir halk arasında dolaşan söylentilerden habersiz olduğunu söylemek
mümkün değildir. Çünkü, onun tam bir uzlet içinde yaşadığını ve bu yüzden de bu
konuda kavminden daha cahil kaldığını ileri sürmek makul görünmemektedir. Zira
Kur'ân-ı Kerim bize, bu kavmi, eski dinler hakkında birtakım malumata sahip
bir kavim olarak tanıtmaktadır. Nitekim o kavim, kendisinden önceki
peygamberlerin gösterdiklerine benzer mucizeler göstermesini Hz. Peygamberden
talep etmiş199; tevhid inancı karşısına Hıristiyanlığı çıkarmış200;
bu dinde Hz. İsa'ya yapılan ibadeti kendi putlarına yapılan ibadetle bir
tutmuştur.201 Arap Yarımadasında muhtelif dinlerin biraraya gelmesi
neticesi, Kitab-ı Mukaddes ile ilgili diğer bazı malumatın da halk arasında
yayılmış olduğunu tasavvur etmek güç olmasa gerektir.
Ancak, herhangi bir dinî propogandanm
yapılmaması ve dinî rehberlerin genellikle münzevî bir hayat yaşamaları; din
değiştirme olaylarının çok nadir görülmesi ve böyle yapanların sağa sola dağılarak
izlerinin kaybolması; eski Arapların ırk konusunda peşin hükümleri ve kendi öz
tarihlerini ilgilendirmeyen meselelere pek fazla ilgi duymamaları ve bir örnek
dışında edebiyatlarında dinî konulara yer verilmemesi...202 gibi
birçok sebep, bu konuda çok fazla iyimser olmamızı engellemektedir.
Araplar arasında gezmiş, bilgi sahibi
olmuş kimselerin bile dikkatlerinin nasıl dinden başka sahaya cezbedildiğini
görmek, son derece ibret verici bir husustur. Gerçekten Kur'ân-ı Kerimde geçen
kıssalara nazîre yapmak isteyen Nadr b. Hâris, dinleyicilerine peygamberlerin
tarihini değil de eski Pers krallarının efsanelerini, Rüstem ve İsfendiyar'm
kahramanlıklarını anlatmıştır.203 Şair Nabiğa ez-Zübyânî'nin
şiirlerinde işlediği konular dikkat çekicidir. Huart bile, onun Süleymân Peygamberle
ilgili terennümlerine işaret etmiştir.204 Görüldüğü gibi onları cezbeden
dâima bu dünya hayatının ihtişamı olmuştur.
199 Enbiyâ,
5.
200 Sad,
7.
201 Zuhruf,
57-58.
202 Bk.
Draz, Initiation au Coran, s. 128.
203 Bk.
ibn ishak, a.g.e., s. 181-182..
204 Huart,
a.g.e. s. 131.
278 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Okuma yazma bilmeyen ve son derece
tasasız olan bu kavmin elindeki kitabî malumat hakkında tarih fazla bir şey
söylememektedir. Bu da oldukça basit ve müphem birkaç mefhum dışında, fazla bir
şeyi ona izafe etmemize mantıken imkân bırakmamaktadır. Bu birkaç mefhum, son
derece şümullü, dakik ve derin olan Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin menşei hususunda
bize en ufak bir ip ucu bile vermekten uzaktır. Öyle ise Cahiliye devrinde çok
ender rastlanan birkaç alime mahsus ilmin, bu kavim tarafından paylaşıldığını
tasavvur etmek doğrusu çok gariptir. Nitekim o, getirdiği sistemin Hz.
Peygamber de dahil olmak üzere bütün Araplar için yepyeni bir sistem olduğunu
açıkça vurgular. Geçmiş milletlerin tarihlerinden bölümler zikrederken,
peygamber olmadan evvel Hz. Muhammed'in de kavmi gibi bu tarihe âşinâ
olmadığını, çok defa tekid etmekten geri kalmaz.205 Eğer durum böyle
olmasaydı, onun düşmanları sükut etmez ve en yüksek dozda itirazlarını ifade
ederlerdi.
Bununla beraber, halk inancına diğer
semâvî dinlerden bazı teferruatın sızdığını farzetsek bile, alimlerle olan
münasebetlerinde dahi daima kuşkulu tavır takman Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gibi birinin, halkın otoritesine safça inanmış olması
düşünülemez. Çeşitli dinlerin bi- raraya geldiği bu bölgede, fikirlerin tek bir
akım meydana getirmesi mümkün değildi. Çünkü müşrikler, Sabiîler, Mecûsîler,206
Yahudiler, Hıristiyanlar herbiri hakikati kendilerine göre savunuyorlardı.207
O halde Hz. Peygamber bu birbirine zıt inanç sistemlerinden hangisini tercih
edip onda karar kılmalıydı? Şâyet o, bütün bu inanç sistemlerini anlatmaya
kalkmış olsaydı, Kur’ân-ı Kerimde ne korkunç bir kargaşaya şahit olurduk!208
Hz. Muhammed'in, kimisi temelden
batıl, kimisi de muharref olan bu din ve inançların malzemesinden Kur'ân'ı
vücuda getirdiğini iddia etmek, korkunç bir depremden sonra enkazları
birbirine karışmış çok sayıda köhne yapının çürük ve yıpranmış enkazından, daha
önce hiçbir mimarlık tecrübesi olmayan ve hatta okuma yazması bile bulunmayan
205 Al-i
imrân, 44; Hud, 49; Yusuf, 3, 104; Kasas, 4-6.
206 Tevhid
inancıyla ilgili ayetler arasında özellikle dikkati çeken şu iki tanesi vardır:
“Allah; ‘iki tanrı tutmayın. O ancak tek Tanrıdır. Yalnız Ben’den korkun!’
dedi." (Nahl, 51). “Hamdolsun o Allah’a ki, gökleri ve yeri yarattı,
karanlıkları ve aydınlığı var etti. Yine de inkarcılar, Rabierine (başkalarını)
denk tutuyorlar." (En’am, 1). Açıkça görüldüğü gibi bu iki ayet düalizm
inancını (Zerdüştlük ve Mânilik) hedef alıyor. Yine bu iki ayet gösteriyor ki,
Kur’ân, Ulûhiyyet hakkmdaki fikirlerini bir Arap kaynağından almadığı gibi, Nur
ve Zulmet olmak üzere iki ilahın varlığını kabul eden Fars dinlerinden de
almamıştır.
207 Msl.,
Hac Sûresi 17. âyet Mecûsiler dışındaki grupların isimleri zikredilmekte ve
Allah’ın kıyâmet günü bunlar hakkında hüküm vereceğini belirtmektedir. Bu da
aralarında sürtüşme ve anlaşmazlık bulunduğunu gösteriyor. Ayrıca Yahudi ve
Hıristiyanların birbirlerini inanç konusunda çok şiddetli bir biçimde itham
ettiğini yine Kur’ân-ı Kerimde öğreniyoruz, bk. Bakara Sûresi, 113.
208 Nisâ,
82; Initiation au Coran, s. 128-130.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 279
bir kimsenin başı göklere
değen muhteşem bir sarayı inşa ettiğini söylemek kadar gülünçtür.
En bariz vasfı ümmilik ve bilgisizlik
olan cahiliye insanının inanç, fikir ve uygulamalarıyla Hz. Muhammed'e muallim
olduğunu iddia etmek kadar mantıksız bir iddia olamaz.
Şunu da belirtelim ki, Hz. Peygamber
hiçbir zaman yeni bir din getirmiş olmak iddiasında bulunmadı. Aksine, İslâm
dininin Hz. İbrahim'in dini olduğu ve evvelki peygamberlere nâzil olan
kitapları tasdik ettiği Kur'ân'm birçok âyetlerinde açıkça belirtilmiştir.209
Kur'ân-ı Kerim ancak bunları, karıştırılmış olan yanlışlıklardan ve
yolsuzluklardan ayıkladıktan210 sonra, zamanın icabına daha uygun
birtakım hükümler ve kaideler koymuş tevhid ve marifetin zirvesini ortaya koymuştur.211
Ancak Hz. Peygamberin dine ait olan
bütün icraatı İlâhî vahye dayanır. Bunların kendi şahsî iradesine atfedilmesi
vahiy keyfiyetinin yanlış olarak anlaşılmasmdandır.212
Müşriklerin Allah hakkmdaki
inançlarıya ilgili olarak daha önce değişik vesilelerle bilgi verdik ve yer yer
Kur’ân'm getirdikleriyle mukayesede bulunduk. Yahudi ve Hıristiyanlarda
durumun nasıl olduğunu ise, ileriki konularımızda detaylı olarak açıklayacağız.
Onun için burada sadece adetler ve
ibadetlerle ilgili müşriklerin yaşantılarına bir göz atacak ve bunlardan Hz.
Peygamberin kabul veya reddettiği hususlara dikkat çekeceğiz.
Konuyla ilgili olarak Goldziher, Hz.
Muhammed'in, İslâmî tesis ederken cahiliye toplumunun inanç, sosyal yaşantı,
kabile hayatı ve âlem anlayışını "Cahiliye" adı verilen Arap
putperestliğinin bütün vahşî unsurlarından ayıklama yoluna gittiğini, doktrin
ve kurallarının seçici bir karakter arzettiğini, Yahudilik ve Hıristiyanlığın
da bunlarda bir payının bulunduğunu belirterek İslâmm orijinalliğinin bundan
ibaret bulunduğunu ileri ürüyor.213
Biz önce Cahiliye hukukuna bir göz
atacak ve sözkonusu hukukla, bazı İslâmî öğretiler arasında bir karşılaştırmada
bulunacağız. Bu ikisinin birbiriyle ne kadar bağdaşıp ne kadar bağdaşmadığını
göreceğiz. Bundan da hareketle müsteşriklerin iddialarının doğru olup
olmadığını
209 Msl.
bk. Bakara, 41,91,97; Nisâ, 47; Fatır, 31; Saf, 6.
210 Bk.
Maide, 48.
211 Msl.
bk. Nûr, 35, Bakara, 115, Yunus Sûresi 61.
212 i.
F. Ertuğrul, Hakikat Nurları, s. 157-158.
213 Bk.
Goldziher, Le Dogme et La Loi de di L’lslam, s. 11.
280 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR
değerlendireceğiz. Biz
peşinen şunu belirtmekte tereddüt etmeyiz: İslâm bünyesinde Cahiliye döneminin
yararlı birçok örf ve düzenlemelerine yer vermiş, bunların kötü olanlarını ise
iptal edip ortadan kaldırmıştır. Ama bu, hiçbir şekilde Kur'ân'm beşer kaynaklı
olduğunu göstermez. Şöyle ki: örf diye ifade ettiğimiz Cahiliye fıkhı
kaynaklarından, Cahiliye devri insanlarının üzerinde anlaştıkları,
gönüllerinde yer eden ve kabul ile karşıladıkları, böylece uyulması ve hükümlerine
bağlanması kendileri için zorunlu hale gelmiş her türlü tasarrufatı
kastediyoruz. Hiçbir toplum bütün örf ve uygulamalarıyla kötü olamaz. En
zararlı ekol ve akımlar bile birtakım hak ve faydalı prensiplere sahip olabilir.
Cahiliye toplumu ve müşrik Arap halkı da bu kuralın dışında değildir. Kaldı ki,
Hicaz bölgesi, özellikle Mekke, pekçok peygamberin merkez ve uğrak yeri
olmuştur. Özellikle Hz. İbrahim ve İsmail'in dini asırlar boyu buralarda
yaşanıp uygulanmıştır. Hz. Peygamberin devrine kadar bu hak dinlerden iz ve
kalıntıların bulunmaması mümkün değildir. İşte Kur'ân, inanç, ibadet ve
uygulamalarla ilgili bu kalıntıları şirk ve cahiliyet enkazı altından çıkararak
ihya etmiş, şekil değiştirenleri aslî haline döndürmüş, bunun dışındaki inanç
ve örfleri de iptal etmiştir.
Örfün bu şekilde Cahiliye fıkhının
birinci kaynağını oluşturduğunu belirttikten sonra, inandıkları dinî
öğretilerin de fıkıhlarının ikinci kaynağını meydana getirdiğini ifade edelim.
Bu öğretilerden kastımız, çoğu Cahiliye insanının, putlara tapınmak, onlarla
manevî yakınlık kurmak gibi din olarak benimsedikleri kural ve kaidelerdir. Bu
cümleden olarak tapmak görevlileri ve din adamları, kendi mensupları için
birtakım hükümler vazederlerdi. Bu hükümler, bağlayıcı kurallar olup, muhalefet
edenler, örfe de muhalefet etmiş sayılırlardı.214
Örf ve dinî emirlerin yanısıra,
yöneticilerin, düşünce ve içtimâî mevki sahiplerinin görüşleri de Cahiliye
fıkhının diğer bir kaynağını oluşturuyordu. Bunlar, Arap kabilelerinin kral,
efendi ve reislerinin emir ve talimatlarıydı. Sözkonusu kimseler, yasama ve
yürütme vasfını üzerlerinde taşıyorlardı. Doğru düşünce ve sosyal mevki
sahiplerinin hükümlerinin de, Cahiliye insanının işlerini tanzimde önemli bir
yeri vardı. Çünkü sözkonusu kişiler, doğru görüşleri, meselelere çözüm getirmedeki
yüksek yetenekleri, çekişme ve sürtüşmeleri ortadan kaldırmadaki maharetleri
ile tanınan kimselerdi.215
Biz, bu kaynakların ortaya koyduğu
hükümleri bütünüyle ele alıp inceleyerek, aralarındaki benzer ve farklı noktaları
tesbit etmek için
214 Cevâd
Ali, Tarîhu’l-Arab Kable’l-islâm, V, 479.
215 Bk.
ez-Zahiretü’l-lstişrakıyye, I, 323.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 281
İslâmî hükümlerle tek tek
karşılaştırmaya gücümüz yetmez. Çünkü bu, uzun bir konu olup bizi asıl
hedefimizden uzaklaştırır. Fakat bu, sözkonusu örfün bazı örneklerini
zikrederek, İslâmın sözkonusu hükümlerden etkilenip etkilenmediğini göstermeye
çalışacağız. İşte biz örnek olarak, ibadetle ilgili bazı hükümleri ve ahval-i
şahsiyeyle ilgili bir kısım muameleleri ele alacağız.
Tarihçiler, Kureyş'in Aşure orucunu
tuttuğunu; Hz. Peygamber'in de İslâm öncesinde o gün oruç tüttüğünü; Medine'ye
hicret edince bu orucu tutmaya devam ettiğini; sahabilerine de bunu
emrettiğini; bu durumun hicretin ikinci senesine kadar devam ettiğini, Ramazan
orucu farz kılınınca da Aşure orucunun tercihe bağlı bırakıldığını kaydederler.
Bu örnek, Hz. Peygamberin önce bir
Cahiliye prensibine uyduğunu, orucun hüküm, süre ve şartlarının değişmesinden
sonra da onu ibtal ettiğini veya tercihe bıraktığını gösteriyor.
İslâmın onayladığı Cahiliye
adetlerinden biri de sünnet olma, cenabetten yıkanma ve cenazenin yıkanıp
kefenlenmesidir. Ancak, hac ve umreyi incelediğimizde, İslâmın bazı
uygulamalarını olduğu gibi bıraktığını, diğer bir kısmını ise, kendi
hükümleriyle çeliştiği için ibtal ettiğini görüyoruz.
Meselâ tavaf, Cahiliye döneminde bir
örftü ve Cahiliye insanına göre haccm rükünlerinden ve menasikinden biriydi.
Tavaf sayısı da yedi turdu. Tavaf yapanlar iki kısımdı. Bir kısmı, çıplak
olarak, bir kısmı ise, elbiseleriyle tavaf yapardı. Kabe'yi çıplak olarak tavaf
edenler, "el-Hulle", elbiseleriyle tavaf yapanlar ise
"el-Hums"216 diye bilinirlerdi. İslâm gelince, Ka'be'nin
yedi turla tavaf edilmesini onayladı, çıplak olarak tavafı yasakladı ve
herkesin ihram giymesini emretti.
"Telbiye"ye gelince,
Cahiliye halkı hac esnasında telbiye getirirlerdi. Ya'kubî, Arapların Kabe'yi
ziyaret etmek istediklerinde, her kabilenin kendi putu yanında durduğunu,
orada dua ettiğini, sonra da Mekke'ye gelinceye kadar telbiye getirdiklerini,
telbiyelerinin ise farklı farklı olduğunu belirtir.217 İslâm,
telbiyeyi onayladı,, yalnızca içeriğini değiştirip, sadece Allah'a tahsis
ederek diğer putları bundan çıkararak şu anda bildiğimiz şekline getirdi.
Cahiliye insanı, Safa ile Merve'yi
tavaf ederlerdi. Bu iki tepe üzerinde Esaf ve Naile adında iki put dikilmiş
bulunmaktaydı. İnsanlar, sözkonusu putların etrafında yedi defa tavaf
ederlerdi. İslâm, putları
216 Taberî,
Tefsir, II, 70.
217 el-Ya’kûbî,
Edyânu’l-Arab, I, 225...vd.
282 ■ KUR'ÂN
VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ortadan kaldırdı, fakat
hacıların Safa ile Merve arasında yürümesine "Say" adını vererek218
bu uygulamayı yeni şekliyle onayladı.
Cahiliye döneminin hac menasikinden
birisi de, Zilhicce'nin onuncu gününde Arefe'de vakfe yapmaktı. Hacılar,
Arefe'den Müzdelife'ye, Müzdelife'den de Mina'ya akın ederlerdi. İslâm bu
menasiki olduğu gibi bıraktı.
Cahiliye döneminde haccm menasik ve
şeairinden biri de "Remyü'l- Cemerât (Şeytan taşlamadır.)" Bunlar,
Birinci Cemre, Orta Cemre ve Akabe Cemresi'dir. İslâm bu uygulamayı da
onayladı.
Öte yandan, Müslümanların hep
birlikte aynı yerden Arafat'tan inmesini vacip kıldı. Bu konudaki ayırımcılığı
ve de bir kabilenin özel bir yerden inme adetini kabul etmedi.219
İslâm, Ensarın hacdan döndüğünde
tatbik edegeldikleri kötü bir adeti de ortadan kaldırmıştır. Bu adete göre,
hacdan döndükleri zaman bir eve veya bir çadıra asıl kapısından girmezler,
aksine arkasından, bir delik veya gedikten girerler, bunu da iyilik sayarlardı.
İslâm şu âyetle bu geleneği de yıkmıştır: "Evlere arkalarından girmek
iyilik değildir. İyilik Allah'tan korkanın iyiliğidir. Evlere kapılarından
girin..."220.
Aynı şekilde İslâm, Cahiliye
Araplarının savaş halindeyken sik sık başvurdukları "Nesî"e de son
vermiştir. Bunu da şöyle yaparlardı: Savaş halindeyken haram aylardan biri
gelip çatarsa, savaşa devam ederler ve bu ayı haram ayı olmayan başka bir ay
ile değiştirirlerdi. Böylece de bu aylardaki İlâhî hikmeti bozmuş oluyorlardı.221
İbadetlerden muamelâta geçtiğimizde
görüyoruz ki, bunların pek çoğu Cahiliye döneminde de örf olarak bulunmakta
olup İslâm onları olduğu gibi bırakmıştır. Bozuk ve zararlı olanları ise, ya
ta'dil veya ibtal etmiştir. Buna örnek olarak ahvâl-i şahsiyeye göz atalım:
Cahiliye toplumu, asim fer'e olan
yakınlığından dolayı babanın kızıyla, dedenin torunuyla, annenin oğluyla,
ninenin torunuyla ve kardeşin kızkardeşiyle evlenmesini yasaklamıştı. Aynı
yasaklama kuralı, amca ve dayının, kendi erkek ve kızkardeşin çocukları için
de ge- çerliydi. Fakat sözkonusu toplum, iki kız kardeşi aynı anda nikahı
altında bulundurabiliyordu. Erkek evladı, ölen babasının karısına —üvey
annesine—"Nikahu'l-makt" uygulamasıyla koca olmasına izin veriyordu.
İslâm, belirtilen yakın akrabalarla evlenme yasağını onay-
218 et-Tabresî,
Mecma’u’l-Beyân, II, 45.
219 Bakara,
199.
220 Bakara,
189.
221 Tevbe,
27.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 283
ladı, iki kız kardeşi
aynı anda nikah altında bulundurmayı ve erkek evladın ölen babasının
karısıyla—üvey annesi—evlenmesini ise yasakladı.222
Cahiliye döneminde, evlilik akdinin
geçerli olması için mehir verme bir zorunluluktu. Çünkü mehir, nikahın
meşruluğunun delili sayılıyordu. Aksi halde evlilik, fuhuş, zina ve tecavüz
kabul ediliyordu. Mehrin de bir hak olarak kadına verilmesi öngörülüyordu. Ne
var ki kadının velisi genellikle buna elkoyuyordu. İslâm, mehri onayladı, ama
bu el koymayı yasakladı.223
Cahiliye döneminde mevcut olup İslâmm
yasakladığı nikah türlerinden biri de "nikahu'ş-şiğâr" (mübadeleyle
mehirsiz evlenme)224 dir.
Nikahtan boşanmaya geçecek olursak
görüyoruz ki, bu geçici veya sürekli ayrılma Cahiliye insanınca uygulanan bir
örftü. Meselâ, kişi, karısını üç talakla boşadığında yeniden onunla evlenmek
kendisine helal değildi. Karısı kendisinden bâin talakla boş olmuş olurdu. Bu
durum karşısında Cahiliye insanı, karısını üç defa boşadığında yeniden onu
alabilmek için kendisine yasal bir hile bulmuştu. O da, karıyı yabancı bir erkekle
evlendirmek, onun boşamasından sonra da ilk kocasına geri dönmek. İslâm, bu
hileyi çok çirkin karşılamış, buna "hülle" adını vermiş, bunu yapanı
çok ağır nitelemelerle nitelendirmiş, böyle bir uygulamayı yasaklamıştır.
Nitekim Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem): "Hülleyi yapana da,
kendisi için hülle yapılana da Allah225 lanet etsin"
buyurmuştur.
Nikah ve talaktan sonra miras
konusuna baktığımızda görüyoruz ki, tarihçiler, Cahiliye döneminde ilk defa
kızlara miras hakkını verenin "ZuTmecâsid" denilen Amir bin Cuşm bin
Ganem bin Habîm bin Ka'b bin Yeşkur olduğunu iddia ederler. Belirtildiğine göre
bu zat, Cahiliye döneminde malını miras olarak evlatlarına bırakmış, erkeğe
kızın iki katı bir hisse takdir etmiştir. Böylece bu hükmü, İslâmm aynı
konudaki hükmüyle tevafuk etmiştir.226
Günlük yaşayışa gelince, Kur'ân'm,
İslâmm zuhuru sırasında insanlığın vardığı noktada beşerin hayrına olanı
bıraktığını, işe yaramayanları ise lağvettiğini görüyoruz. Mesela, Cahiliye
Arapları putlarına kurbanlar takdim ederlerdi. Hatta erkek çocukları da bu
kurban kapsamına girebiliyordu. Bazı hayvanları ve ekinleri sadece belli bir
kısım insanlara caiz görürken, bazı hayvanlara binmeyi diğer bazı insanlara
222 Tabert,
Tefsir, IV, 217 vd.
223 Nisâ,
4.
224 Buharî,
Nikâh 28, Hiyel 4; Müslim, Nikâh 57, 59, 61; Ebu Dâvud, Nikâh 14.
225 Ebu
Dâvûd, Nikâh 15; Tirmizî, Nikâh 28; ibn Mâce, Nikâh 33.
226 Bk.
Cevad Ali, a.g.e., V, 565.
284 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR
yasakladıkları gibi, bazı
hayvanları keserken Allah'ın adını anmayı yasaklıyorlardı. İslâm geldi ve bütün
bu uygulamaları ortadan kaldırdı.227
İslâm, Cahiliye
döneminde, hatta geçmiş dinlerde hiç bilinmeyen bir biçimde miras taksimatını
yaptı228 Öte yandan İslâm, kız çocuklarını diri diri toprağa gömme
adetine son verdi ve bunu en çirkin bir günah kabul etti.229
Kumar ve içki eski
Arapların övünç vesileleriydi. Bu konuda harcanan servetleri övgü konusu yapan
nice kasideler söylenmiştir. İslâm geldi her ikisini de kesinlikle yasakladı.230
İnsanlar arasında tek üstünlük ölçüsü zenginlikti. Akrabacılık, ırkçılık ve
kabileciliğin de toplumda çok ezici bir ağırlığı vardı. İslâm geldi, bu
aşağılık anlayışlara son verdi.231 Yine katilin kabilesi de onun
suçundan sorumlu tutuluyordu. Kur'ân bu prensibi de yıktı, yerine ferdî
mesuliyeti getirdi.232
Cahiliye döneminde
Araplar, birbirlerine faizle borç alıp verirlerdi. Hatta borcu ödeme zamanı
gelip de, borçlu borcunu ödeyemezse, alacaklı süreyi uzatır, faizini de
arttırırdı. Kur'ân inerek bütün bu uygulamalara son verdi. Bundan
vazgeçmeyenleri ise en ağır biçimde tehditte bulundu.233
İslâmm yasakladığı
konulardan biri de uğursuz sayma inancı (teşe'üm) dır. Bu inanca konu olan,
baykuş ötmesinin uğursuzluğu, gül inancı234, kadın, ev ve atm
uğursuzluğu, karga, yılan, fare, akrep gibi hayvanların uğursuzluğu gibi
inançlar tamamen reddedilmiştir235. Çünkü, tevhid anlayışına zıttır.
Her şeyin yaratanı Allah'tır236. Her şey, iyi kötü, ancak Allah'ın
takdiriyle olur. Bu sebepten Hz. Peygamber, "Eşyada uğursuzluk yoktur237"
buyurarak bu gerçeği anlatmıştır.
227 En’am,
136-140; Maide, 103; Nisa, 117-119.
228 Bk.
Bakara, 180-182, 233, 240; Nisâ, 7-12, 19, 33, 176; Mâide, 106-108; Enfâl, 72,
75.
229 Tekvîr,
8-9.
239 Maide, 90.
231 Sebe’,
37; Hucûrat, 13.
232 isra,
15; Ayrıca bk. Necm, 36-40.
233 Bakara,
278-280; Al-i imran, 130-131.
234 Müslim,
Selâm, 107-108.
235 Bu
konularla ilgili lehte ve aleyhteki hadis-i şerifler, Ali Çelik’in “islâmm
kabul veya Reddettiği Halk inançları” adlı doktora tezinde ele alınmış ve
İslâm’da bu tür inançların yeri olmadığı sonucuna varılmıştır, s. 136-169.
236 Müslim,
Selâm 101.
237 Müslim,
Selâm, 102-103.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 285
Kâhin ve arraflara başvurarak gayb
hakkında bilgi edinmek de reddedilmiştir238. "Gaybm
anahtarının ancak ve sadece Allah'ın elinde olduğu239"
bildirilmiştir. Allah'tan başka hiç kimse gayba dair bilgi veremez240.
Hz. Peygamber dahi ancak kendisine bildirileni söylemiştir.241
Şirk koşulan nesne, ister gök
cisimlerinden olsun, ister tabiat varlıklarından olsun242, isterse
melek, cin ve ruhânî varlıklardan olsun şirkin her türlüsü reddedilmiştir.243
Fal okları (ezlam) çekerek gelecek
veya gayb hakkında bilgi edinmek ve işlerini ona göre düzenlemek
kaldırılmıştır.244
Büyü, sihir245 gibi
insanları gerek manen, gerekse biyolojik olarak etkileyen ve zarar veren bu
işle meşgul olmak da reddedilmiştir.246
Melekler247, cin248
ve şeytan249 hakkmdaki yanlış inançlar250 reddedilmiştir.
Meleklerin, Allah'ın kızları olduğu şeklindeki inanç ilga edilmiş, onların da
Allah'ın yaratıkları olduğu anlatılmıştır.251
Dehr inancı252
kaldırılmıştır. Dehrin, cahiliyenin sahip olduğu kuru Arap kaderciliği ve nihaî
kontrolün elinde olduğu bir gayr-ı şahsî varlık olarak anlaşılması ve öyle
inanılması reddedilmiş, her şeyin Allah'a dayandığı şekliyle değiştirilmiştir.253
Bunlar, Cahiliye döneminde bulunup da
İslâmın bir kısmını reddettiği, bir kısmını ıslah ettiği ve bir kısmını
onayladığı pek çok örf, adet ve
238 Bk.
Derveze, Asru’n-Nebî, s. 294. Ahmed Naim, Tecrid Tercemesi, III, 308.
239 En’am,
59.
240 Bk.
Buharî, Tevhid 4; Müslim, imân 7.
241 Kâhinlik
ve Arraflık adeti ve reddiyle ilgili geniş bilgi için bk. Ali Çelik, a.g.e., s.
211 -217.
242 Fussilet,
37. Ayrıca, güneşin de ayın da yıldızların da Allah’ın yaratıkları olduğu
birçok ayette ifade edilerek bu inanç çürütülmüştür: En’am, 96; A’raf, 54;
Yunus, 5; Ra’d, 2 vd.
243 Bu
tür inanışlar ve reddi için bk. Ali çelik, a.g.e., s. 71-75.
244 Mâide,
3, 90.
245 Bu
inanışlar için, bk.Derveze, Asru’n-Nebî, s. 271.
248 Sihir, değişik
münasebetlerle Kur’ân’da iştikaklarıyla birlikte 80’den fazla yerde
geçmektedir. Hz. Peygamber'in hadislerinde sihir, hüküm itibariyle reddedilmiş,
“Sihir yapmak şirktir" (Nesâî, Tahrim 19), “Sihire inanan Cennete
giremez" (Ahmed, Müsned, IV, 339) duyurulmuştur. Sihir inancı ve ilgili
hükümler için bk. Ali Çelik, a.g.e., s. 201 -211.
247 Al-i
imran, 80; Zümer, 3.
248 Saffat,
158; En’am, 100.
249 İbn
ishak, Sîre, s. 13; Mes’ûdî, Murûcu’z-Zeheb, II, 173; Alûsî, Bulûğu’l-Erab, II,
197. içinde şeytanları şirk koşmak da olmak üzere, her türlü şirk en büyük
günah kabul edilmiştir. Nisâ, 48.
250 izutsu,
Kur’ân’da Allah ve insan, s. 19; M. H. Yazır, Hak Dini, VIII, 5381.
251 Bu
hususlarla ilgili inannışlar ve reddi için bk. Ali Çelik, a.g.e., s. 75-77, 81-90.
252 Câsiye,
24; Alûsî, a.g. e. II, 220; izutsu, Kur’ân’da Allah ve insan, s. 118.
253 Buharî,
Tevhid 35, Edeb 101; Müslim, Elfaz 1-2, 5-6; Hakim, Müstedrek, II, 453. Bu
inanç ve reddi hakkında bk. Ali Çelik, a.g.e., s. 105-106.
286 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
inanıştan sadece
birkaçıdır.254 İslâmm, bunların bir kısmını onayladığına bakarak
Kur'ân'm kaynağının bunlar olduğunu savunmak mümkün değildir.
Biz zaten, Cahiliye örfünden alman
bir kısım hüküm ve kanunların İslâm Şeriatında bulunduğunu inkâr etmiyoruz.
İster ibadetler, isterse muamelelerle ilgili olsun faydalı kanunları onaylayıp
ibka etmesi de Hz. Peygamber için bir kusur teşkil etmez. Yeter ki, sözkonusu
hükümler, İslâmın, amaçlarını gerçekleştirmek için gözettiği teşri'
felsefesiyle uygunluk arzetsin. Bu hükümlerin onaylanmasından, Hz. Peygamberin
çevresinde görerek etkilendiği, Allah'ın kitabında vahyedilmeyen hususlar
olduğu sonucunu çıkarmak mümkün değildir. Eğer böyle olsaydı, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) diğer Cahiliye kanun ve örflerini de onaylayıp ibka ederdi;
bir kısmını yasaklayıp bir kısmını serbest kılmazdı.
Kısaca, Hz. Peygamberin içinden
çıkarılıp gönderildiği cahiliye devri Mekke'sinin inanç ve adetlerinin,
Kur'ân-ı Kerimin talimatlarına kaynak teşkil ettiğini iddia etmek gülünçtür.
Zira İslâmm mukaddes kitabı olan Kur'ân-ı Kerimin mutlak tevhid nizamı ile
cehalet, putperestlik, falcılık, materyalistlik, kız çocuklarının diri diri
gömülmesi ve kadınların mallarının elde edilmesi için evlenmeye zorlanması,
yetimlerin haklarının çiğnenmesi, fakirlerin gözetilmemesi, güçsüzlerin horlanması
gibi insanlık dışı esaslar üzerine kurulu cahiliye düzeni arasında bu anlamda
hiçbir bağlantı kurulamaz.
2. Medine
Dönemindeki Kaynaklar
Biz Hz. Muhammed'in Mekke dönemindeki
hayatını dikkatli bir biçimde ve her türlü ihtimali gözönünde bulundurarak
inceleyip Kur'ân'a beşerî bir kaynak tespit etmeye çalıştık. Ancak bütün
çabalara rağmen makul beşerî bir kaynağa rastlayamadık. Bilindiği gibi Hz.
Muhammed hicret ile birlikte eski putperest çevresinden ayrılarak yeni bir
muhite girmiştir. Bu, Ehl-i Kitab denilen Yahudilerin ağırlıkta bulunduğu bir
muhittir. Mekke döneminde Hz. Muhammed için az da olsa bazı bilgi kaynaklarının
bulunabilirliği iddia edilebiliyordu. Fakat 13 senelik Mekke dönemini binbir
türlü mücadele ve sıkıntıyla dolu bir biçimde ge-
254 Bu konular üzerinde
geniş bir biçimde çalışılmış ve doktora tezleri yapılmıştır. Dünden bugüne
konuyla ilgili yapılmış çalışmalardan bir kaç tanesi şunlardır: İslâm'ın
ortaya çıktığı dönemde Hicaz bölgesinde yaygın olan halk inançları değişik
eserlerde muhtelif açılardan ele alınmıştır. Msl., bk. Neşet Çağatay, İslâm
Önecesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara 1982; Cevad Ali, el-Mufassal
Tarihu'l-Arab Kable’l-İslâm, I- IX, Beyrut 1968-1972; Derveze, Asru’n-Nebî,
Daru’l-Yakaza, Dimaşk, 1946; Ali Osman Ateş, Sünnetin Kabul veya Reddettiği
Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri (Doktora Tezi, 1989, basılmamış); Yrd.
Doç Dr. Ali Çelik, İslâm’ın Kabul veya Reddettiği Halk inançları (Hicaz
Bölgesi) Doktora Tezi, Beyân Yayınları, İst. 1995
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 287
ride bırakıp Medine'ye
intikal ettiği andan itibaren, artık tarihe mal olmuş bir şahsiyet haline
gelmiştir. Bütün hareketleri kontrol edilir, adım adım takip edilir ve diğer
insanlarla olan münasebetleri en ince detayına varıncaya kadar dikkatle
gözlenir olmuştur.
Böylesine tarihe mal olmuş ve her
hareketi gözlenir bir insanın serbest davranarak başkalarından bazı bilgiler
alıp da Allah'a isnat etmesi imkânsız denecek derecede zordur. Kaldı ki
davasının özü, ruhu ve temeli bu iddiasıydı. Allah'tan vahiy alması anlamındaki
bu iddiaya gelebilecek en ufak bir sarsıntı ve uyanabilecek en ufak bir şüphe
onun davayı kaybetmesine yeterdi.
Biz, Kur'ân'a beşerî bir kaynağın
bulunması açısından son derece fakir olan bu dönem incelenmesin demiyoruz.
Hakikatin bütün yönleriyle ortaya çıkması ve şeytanın dahi kuşku
uyandırabileceği bir ihtimalin kalmaması için bu dönemi de elbette
inceleyeceğiz.
Bu dönemin en belirgin
özelliklerinden biri de, Hz. Muhammed'in düşman ve hasım bir muhitten kısmen de
olsa kendisine sâdık, misafirperver ve hatta uğrunda canını bile vermeye hazır
insanların arasına intikal etmesidir. Burada ayrıca, muhitin yerlisi olan Yahudi
ve Hıristiyanlarla da doğrudan doğruya temasa geçilmiştir.
Eğer, bu dönemde Hz. Muhammed'in
hayatında herhangi bir değişiklik meydana gelmemiş olsaydı, önceki
açıklamalarımızı yeterli görür, ayrıca bir araştırmaya girme ihtiyacını
hissetmezdik. Fakat, Hz. Muhammed'in hayatını samimiyet bakımından Mekke ve
Medine dönemlerine göre iki kısma ayıran müsteşriklerin iddia edip bizim de
bundan önceki bölümde üzerinde durduğumuz gibi bazı değişiklikler meydana
geldiğini görüyoruz. Bu değişiklikler ve bunların Kur'ân'm kaynağına tesir
edip etmediği önceki açıklamalarımızda geçti. Biz bu bölümde ise Hz.
Muhammed'in istifade edebileceği muhtemel kaynakları inceleyecek ve bu açıdan
Kur'ân'm beşerîliği iddiasına açıklık getireceğiz.
Şüphesiz bu iddiaların kaynak ve
dayanaklarını, kesin ve net çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Büyük ölçüde girift ve birbiri içine uzanmış niteliktedirler. Meselâ, bu
bölümde ele alacağımız, gerek doğrudan doğruya, gerekse dolaylı olarak Ehl-i
Kitab ve Kitab-ı Mukaddesin Kur'ânî bilgilere kaynak olup olamayacağı konusu
aynen Mekke dönemi için de geçerliydi ve kısmen orada da ele alınıp
değerlendirilmiştir. Biz burada tekrardan mümkün mertebe sakınarak hakikatin
bütün cepheleriyle ortaya çıkması için gayret edeceğiz.
Şimdi konumuza dönüyor ve soruyoruz:
Acaba bu yeni dönem ve değişik muhitte Hz. Muhammed bilgilerini derinleştirip
pekiştirmek için tarihî bir araştırma ve köklü bir karşılaştırmaya müsait bir
zemin mi
288 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR
bulmuştur? Yoksa, daha
önce az da olsa mevcut olan böyle bir imkânı bütün bütün yitirmiş midir?
Bu sorunun cevabını verebilmek için,
başka değerlendirmelerin yanısıra öncelikle Hz. Muhammed'in, bu yeni muhite
intikal etmeden önce burası ve yerlileri hakkmdaki kanaatini öğrenmek gerekir.
Acaba, elindeki Kur'ân, burasını sema kaynaklı faziletin gerçek temsilcileri
olarak görüyor ve dolayısıyla uyulmaya layık bir model niteliğinde kabul
ediyor muydu?
Bu soruya olumlu bir cevap
veremiyoruz. Çünkü, Mekke döneminde Hıristiyan ve Yahudilerle ilgili, diğer bir
ifadeyle Kitab-ı Mukaddes kıssalarının hemen hemen tamamlandığını255
ve Medine'ye araları dolduracak ufak tefek ayrıntılar kaldığını görüyoruz. Bu
ikinci dönemde çok defa kısa işaretlerle, önce anlatılanlardan ders çıkarma yoluna
gidilmiştir. Dolayısıyla, Kur'ân'm, yeni muhitin sakinlerinden alacağı bir şey
kalmamış olmanın yanısıra onlar hakkmdaki düşüncesi de daha önceden net bir
biçimde ortaya çıkmış bulunuyordu. Buna göre, Kur'ân, Hıristiyanların yanlış
inanışlarına parmak basmakla beraber256, onlara karşı yumuşak bir
üslup kullanıyordu.257 Ancak Yahudiler ve genel olarak Ehl-i Kitab
sözkonusu olduğunda durum aynı değildir. Kur'ân'a göre bunlar, kendilerine inen
vahiyden yüz çevirmiş, şeytanın yoluna uymuş kimselerdir.258
Bunların gerçek inananlara ateş çukurlarında yaptığı zulümlere işaret etmiş ve
bu hareketlerinin hakiki imanı yok etmeye yönelik kasıtlı bir hareket olarak
ilan etmiştir.259
Daha sonra intikal ettiği yeni
muhitte bu tavrını devam ettirmiş, hatta sitemlerinin doz ve adedini
arttırmıştır. Yine Kur'ân-ı Kerimin bildirdiğine göre kendilerine Tevrat
verilen Yahudiler, onu ezberlemekle yetinmiş ve onu sadakatle
uygulamamışlardır.260 Faizle iş yapmış, her türlü haram yoldan
kazanç sağlamışlardır.261 Dinî bir kuruntuya dayanarak her türlü
rüşvet ve yalanı kendilerine mübah
255 Bu
kıssaların anlatıldığı Mekkî ayetlerin yerleri şunlardır: A’raf, 11-25,102-176;
Yûnus, 75-92; Hud, 25- 49, 69-82; Yûsuf, 1-111; Hicr, 26-77; İsrâ, 4-8; Kehf, 9-25,
60-82; Meryem, 1-33; Tâhâ, 9-98; Enbiyâ, 51-70, 78-82; Şuara, 10-189; Nemi,
7-44; Kasas, 3-43, 76-82; Ankebût, 14-35; Sebe’, 10-14; Sad, 17-44; Zâriyet,
24-37.
256 Msl.
Meryem Sûresinin başından 34. âyete kadar Hz. Zekeriya, Hz. Meryem ve Hz. İsa
kıssası anlatıldıktan sonra 35. âyette “Allah’ın bir evlat edinmesi olur şey
değildir. O, bundan münezzehtir. Bir işe hükmettiği zaman ona sadace ‘Ol!’ der
ve hemen olur” buyurarak, Hz. İsâ’yı Allah’ın oğlu görenlere tarizde
bulunmaktadır.
257 Mâide,
14.
258 Nahl,
63.
259 Burûo,
1-10.
260 Cum’a,
5.
261 Nisâ,
161.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 289
görmüşlerdir.262
Yine kendileri dışındaki diğer milletlere karşı yerine getirecek hiçbir
yükümlülükleri bulunmadığı zehabına kapılmışlardır.263
Kur'ân-ı Kerimin böylesine şiddetle
tenkit ettiği bir topluluğun ona model ve malumat kaynağı olacağını düşünmek
son derece hayret uyandırıcı bir husustur. Bununla beraber, mantıksız da olsa
böyle bir görüşün dayandığı gerekçeleri inceden inceye değerlendirmek bizim bundan
sonraki izahlarımızın konusu olacaktır.
a. Medine
ve Civarındaki Yahudi ve Hıristiyanlardan Alındığı İddiası
al.
Yahudil er
İslâmm zuhuru ve Hz. Peygamberin
Medine'ye hicreti sırasında Medine halkı Evs, Hazrec ve Yahudi kabilelerinden
meydana geliyordu. Resûlullah tarafından teşri' edilen Medine şehir devleti
anayasasında, adı sanı belli olmayan dokuz Yahudi kabilesi zikredilirse de
bunlar, müttefiki bulundukları yahut mevlası durumunda oldukları Arap kabileleri
arasında dağılıp parçalanmışlardır. Fakat tarihçiler bunları üç ayrı kabile
halinde toplamışlardır: Benû Kaynuka', Benû Nadir ve Benû Kurayza. Bu üçe
ayırmada sadece büyüklük ve kudret gözönünde bulundurulmuştur. Zira aynı
şekilde Yahudî menşeli olan ve şehrin ku- zey-doğusunda yaşayan Benû Ureyd
kabilesi de vardı.264 Bunlardan Benu Kaynuka' kuyumculukla meşgul
olmakta ve diğer umumi ticaret işlerini ellerinde bulundurmaktaydı. Benû Nadir,
büyük hurma bahçelerinin sahibi olarak bilinir. Benû Kurayza ise, büyük
ihtimalle, derici, çizmeci ve debbağlıkla ‘meşguldüler.265 Bu üç
kabile de zamanla oldukça zenginleşmiş ve şehrin İktisadî gücünü ellerine
geçirmişlerdi. İslâmın ortaya çıkışından az önce Medine'de Arapların 13
hisar-kalelerinin bulunmasına karşılık, Yahudilerin 59 adet vardı.266
Hz. Peygamberin, Medine'de meskun bu üç kabile ile münasebetlerine ve bunların
akibetine daha önce, "Yahudilere katı Davrandığı İddiası" başlığı
altında kısaca da olsa temas etmiştik. Burada tekrara gerek görmüyoruz. Bu üç
kabilenin dışında Medine'de, Müslümanlara karşı girişilen bütün siyasî faaliyet
ve eylemlerden vazgeçmiş ve sadece ticaretle meşgul olmakla yetinmiş başka
Yahudilerin de bulunduğu anlaşılıyor. Bu tutumlarından
262 Bakara,
79-80.
263 Al-i
imrân, 75.
264 M.
Hamidullah, a.g.e., I, 526.
265 A.g.e.,
I, 529.
266 A.g.e.,
I, 529.
290 ■ KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
dolayı,
Müslümanlardan hiçbir eziyet ve rahatsızlık görmedikleri gibi, kendilerine
karşı müşfik davranılmıştır. Benû .Ureyd Yahudileri bunlardandır.267
Bunun
dışında kuzeyde Medine'ye 184 km uzaklıkta bulunan Hayber bölgesinde de
Yahudiler yaşamaktaydı. Hayber, suları ve verimli geniş toprakları bol olduğu
için ziraatle meşgul oluyorlardı. Burada yedi sekiz tane müstahkem hisar
bulunuyordu. Hz. Peygamberin burayı kuşatması sırasında elleri altında
mancınıklar da bulunan 20 bin silahlı muharip çıkarabildiği268
nazara alınırsa buranın nüfusu hakkında bir fikir sahibi olunabilir. Bu kadar
muharip, 1500 kişilik İslâm ordusunun karşısında tutunamamış ve müstahkem
kaleler peşpeşe teslim olmuştur.269
Hayber
bölgesinin tamamen İslâm idaresi altına sokulmasını müteakip, bu vahanın
bakımsızlıktan bir çöl haline gelmemesi için, bir nizamnameyle, buranın
ahalisi yeni ve kesin bir karar alınıncaya kadar yıllık ziraî gelirlerinin
yarısını her yıl İslâm hükümetine teslim etmeleri şartıyla yerlerinde
bırakıldı.270
Bunların
dışında Vadi'l-Kura, Fedek271, Teymâ, Maknâ, Cerbâ ve Azruh, Tâif272,
ayrıca, Güney ve Doğu Arabistan'da da Yahudiler bulunmaktaydı. Bu bölgelerin
İslâmlaşmasından sonra onlar, zimmilerin tabi oldukları statüye girmişlerdir.273
Yesrib
(Medine)'de oturan Yahudiler, Uzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu söylüyorlardı.274
Kur'ân bu inancı reddetmiş ve bunun eski bir şirk inancı olduğunu açıklamıştır.275
267 A.
g.e„ I, 543.
288 Kürd Ali, idare islâmiyye (Ebu
Yusuf'un Kitâbü'l-Harac’ından naklen), s. 12; Ya’kûbî, II, 56; Makrizî ise,
(imtâ, I, 310) on bin savaşçıdan bahseder. M. Hamidullah, a.g.e., I, 548.
269 M. Hamidullah, Hz. Peygamber’in
Savaşları, İstanbul 1972 (ikinci baskı) 209-210. paragraflar; M. Hamidullah,
İslâm Peygamberi (tere. Salih Tuğ), I, 593.
270 ibn Hişâm, a.g.e, II, 353.
271 Hayber’e uzak olmayan bu iki
Yahudi grubu, aynen Hayber'in teslim şartlarıyla İslâm idaresine alınmıştır,
(bk. M. Hamidullah, Le Prophete de L'lslam, I, 551.)
272 Bu üç bölge de-Medine’den oldukça
uzakta bulunup, Hepsi de Hz. Peygamber döneminde islâmın idaresi altına
girmişlerdir. (Bunlar hakkında geniş bilgi için bk. M. Hamidullah, a.g.e., I,
552-565.
273 Bk. M. Hamidullah, a.g.e., I,
565-566.
274 Bazı müsteşrikler, Kur’ân’m,
Yahudileri: “Uzeyr Allah’ın oğludur" demekle itham etmesini, çözülmesi zor
bir muamma olarak görüyorlar. Çünkü -onlara göre- Ahd-i Kadimin kitapları
arasında buna işaret eden bir şey bulunmamaktadır. Oysa bunu söylerken iki
önemli noktayı görmezlikten geliyorlar. Birincisi: Hz. Muhammed (s.a) asla
yalan söylemez. Biz daha önce bu noktayı ele almış ve görmüştük ki: Bizzat
müsteşriklerin kendileri, Hz. Muhammed (s.a)’i yalancılık ve aldatıcılıkla itham
eden eski hipotezi reddetmişler. Üstelik, asılsız yere Yahudileri bu şekilde
itham etmeye Hz. Muhammedi sevkeden hiçbir sebep yoktur, ikinci nokta: Eğer Hz.
Muhammed (s.a) bunu onlara karşı uydurmuş olsaydı, kendisine cevap verip
reddedecekler, Kur'ân'da onların red cevaplarını kaydedecekti. Veya en azından
Sünnette buna
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 291
Müsteşriklerin,
Hz. Muhammed'in malumatlarının büyük bir kısmını kendilerinden aldığını iddia
ettikleri bu Yahudilerin yanlış inançlarının diğer bir örneği de izzet ve
cömertlik sahibi Allah'ı cimrilikle ve eli bağlı olmakla itham etmeleridir276.
Acaba böylesi küfür dolu sözleri savuranlardan Hz. Muhammed'in, Ulûhiyet veya
başka bir konuda fikirlerini çalmakla itham edilebilmesi mümkün müdür? Acaba
böyle bir şey olsaydı, bu davranışını yüzüne karşı veya en azından gizli bir
şekilde söylemeleri gerekmez miydi? Böyle bir şey olmadığına göre, iddia da
asılsızdır.
Onlar
kendilerinin Allah'ın çocukları ve sevgilileri olduğunu ileri sürüyorlar,277
Cehenneme girdiklerinde orada ancak sayılı birkaç gün kalacaklarını iddia
ediyorlardı.278 Oysa bu, İlahî hüküm hakkında sakat bir anlayıştır.
Allah'ın taraf tuttuğu anlamına gelen bu anlayışın, İslâmın mutlak İlahî adalet
hakkmdaki prensibine279 kaynak olması mümkün mü? Kur'ân'm, Allah'ın
afv ve rahmetinden sık sık söz ettiği doğrudur. Fakat bu afv ve rahmet bazı
milletleri dışarıda bırakıp da, ötekilerine tahsis edilmiş değildir.
Aksine, kapıları sadece Yahudilere değil, iman ve salih amelle liyakat kazanan
herkese açıktır.280
Öte
yandan Kur'ân-ı Kerim, Hz. Muhammed'e (a.s.m) karşı Yahudi alimlerinin
tutumlarına ilişkin bize ışık tutar. O, onları iki gruba ayırır. Daha
ülkelerine varmasından evvel, Hz. peygambere düşmanlık besleyen Yahudilerin
büyük ekseriyeti, sadece ilimlerini ondan saklamakla kalmıyor, aynı zamanda
birçok vesilelerle onu boş yere aldatmaya ve hayatına karşı suikastlar tertip
etmeye çalışıyorlardı. Bazan hemşehrileri aracılığıyla, rûh281 ve
Ashab-ı Kehf kıssası hakkında282 onu müşkil durumda bırakacak
sorular soruyorlar, bazan da, ondan semâdan kendilerine bir kitap indirmesini
talep ediyorlar283, arasıra da, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) kendi kitaplarında mevcudiyetinden haber verdiği bazı hususları
inkâr ediyorlar, bunların varlığını sadece, bir meydan okuma veya
sahtekârlıklarının anlaşılması sözkonusu olduğu
rastlayacaktık.
Böyle bir şey ise olmamıştır. Bu da gösteriyor ki, Kur’ân’ın Yahurileri bu
konudaki ithamı doğrudur. (Msl., bk. Beydavî, Tefsir, Tevbe Sûresi 30. ayetin
açıklaması)
275 Tevbe,
30.
| 278
Maide, 64.
277 Maide, 18.
278 Bakara, 80; Al-i imran, 24
279 Fatır, 18;Zilzal, 7-8.
t 280 Bk. Msl., Bakara, 62.
' 281 isrâ,
17.
282 Kehf, 9-25.
283 Nisâ, 153.
292 ■ KUR’ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
hallerde
kabul ediyorlardı.284 Görüldüğü gibi Yahudiler, Hz. Peygambere karşı
hüsn-ü teveccüh göstermekten son derece uzak bulunuyorlardı.
Buna mukabil, manasız
ırkçılıklardan ve şahsî menfaatlerinden kurtulmuş olan bazı Yahudi alimleri,
Hz. Peygamber'in tebliğine kulak vermek ve onun özelliklerini yakından
incelemek için yanma varmışlar, onu, kitaplarında mevcut olan açık alametlerle
derhal tanıyarak tebliğinin İlâhî olduğunu ikrar etmişlerdir.285 Bu
alimler içinde en meşhur olanı Abdullah b. Selâm'dır. İbn Selâm'm müslüman
oluşu son derece ibret vericidir. Müslümanlığını ilan etmesinden hemen önce,
Ya- hudilerin, aralarındaki en alim ve faziletli biri olarak kabul ettikleri bu
zat, İslâmiyet! kabul eder etmez onlar tarafından terkedilmiştir.286
Bu düşmanca duygulara
sahip kimselerle, vicdanlarının sesine kulak vererek İslâmî hakikatlere boyun
eğmiş olanlar arasında tarih, "dost ilim adamlarına" yer
bırakmamaktadır.
Bununla beraber, Hz.
Muhammed'in bu ilmi, İbn Selâm gibi kimselerden almış olabileceği iddia
edilecek olursa, bu, hoca ile talebenin rollerini değiştirerek, sadece tarihî
bilgileri tahrif etmek değil, aynı zamanda açık bir tarihî çelişkiye düşmek
olur.287 Çünkü Tevrat'la ilgili bütün hususlar, bu şahısların, Hz.
Peygamberin simasını görme fırsatını bulmalarından çok önce, en ince
teferruatına varıncaya kadar, Mekke'de nâzil olmuştur.288 Şurası
dikkate değer ki, Medine'de nâzil olan tamamlayıcı mahiyetteki birkaç âyet,
umumiyetle, Yahudilerin kabul etmeye yanaşmadıkları, Hıristiyan dinine ait gerçeklerle
ilgilidir.
Binaenaleyh, Kur’ân-ı
Kerimle Yahudi ve Hıristiyan dinlerinin verileri arasında benzerlikler
aramanın hiçbir yararı olmayacaktır.289 Biz bu amaca matuf
çalışmaların gereksiz olduğunu söyleyecek değiliz. Ne
284 Al-i
imrân, 93-95; Mâide, 43.
285 Bakara, 121, 146; A’raf, 157;
Saff, 6.
288 ibn Hişam, a.g.e, I, 516-517;
Buharî, Hicret 1.
287 Hz. Muhammedi Zerdüştlük ve
Hıristiyanlık dinleri hususunda malumat sahibi kıldığı iddia edilen Selmân-i
Farisî ile Kıptî Mariye hakkında, bir çelişkiye burada işaret etmek yerinde
olacaktır. Her ne kadar, Hicretten hemen sonra Müslüman olmuşsa da, dört sene
müddetle zalim bir Yahudinin elinde köle olarak kalan Selmân, ancak Hendek
Savaşında (H. 5) Hz. Peygamberin ashabı arasına girebilmiştir (İbn Hişâm,
a.g.e., I, 220-221). Mısırlı Mâriye ise, daha sonraları gelmiştir (H. 7).
288 Tirmizî, Sıfâtı’l-Kıyâme, 40.
289 Sources of the Koran adlı eserinde
Dr. S. Tisdall’ın gayreti özellikle bu noktada toplanmaktadır. Kur’ân-ı Kerimin
tarihî olmaktan çok efsanevî bir mahiyet taşıdığını göstermek niyetinde
olduğunu açıkça itiraf eden bu müellif (s. 61-62) dünyanın yaratılışından
Kıyamete kadar, Kur’ân-ı Kerimde anlatılan olayların Eski ve Yeni Ahit’le olan
benzerliklerini kasden meskût geçmekte ve Kitab-ı Mukaddes dışında, sadece
Talmud ve Yahudi-Hıristiyan ananeleriyle Kur’ân-ı Kerim arasında bazı fer’î
hususlarda yakınlık bulmaya son derece özen göstermektedir.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 293
var ki
bu çalışmalar, Kur'ân-ı Kerimin ortaya koyduğu tezi, yani, Kur'ân-ı Kerimin
bildirdiği temel prensiplerin "Evvelkilerin kitaplarında da mevcut
olduğu" ve "Yahudi alimlerinin bundan haberdar olmasının, bu gerçek
için yeterli bir delil teşkil ettiği"290 yolundaki görüşü teyid
etmekten başka bir işe yaramayacaktır. Ancak, mutabakat ayrı, iktibas ise çok
daha ayrıdır. İkisi arasında asla doldurulmayacak bir uçurum vardır.291
Burada
sadece Medine'deki Yahudi nüfusunun durumuna ve Kur'ân'a kaynak olup
olamayacaklarına değindik. Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân arasında bir mukayeseyi
biraz sonraki açıklamalarımızda yapacağız.
a2. Hıristiyanlar
Medine'de
azınlık da olsa Hıristiyanlar bulunduğu anlaşılıyor. Hz. Peygamberin
"Fasık" diye isimlendirdiği Ebu Amir adında bir papazları da vardı
ki, bu papaz, Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesini çekemedi ve
Resulullahm Medine'ye hicret etmesi üzerine şehri terkederek Mekke'ye yerleşti.
Uhud savaşında onbeş veya elli kadar dostuyla faal bir rol oynadı; belki bu
dostları da Hıristiyan idiler.292
Acaba
bu papaz Hz. Muhammed'in bilgi kaynağı olabilir mi? Bu sorunun cevabım
verebilmek için, bu kişinin mahiyetini iyi tanımaya ihtiyaç vardır. Şöyle ki:
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Medine'ye muhacir olarak
geldiğinde, bu kişi Medine'yi terketmekle kalmamış kâfirleri de Resulullahm
aleyhine kışkırtmaya başlamış, Rum Kayserine giderek bu konuda yardım istemiş,
Müslümanlara karşı yapılan Uhud Savaşma katılmış, Medineli münafıklara teklifte
bulunarak kendi mahallelerinde Resulullahm ve samimi Müslümanların gözünden
uzak bir mescid inşa etmelerini ve burada toplanıp Müslümanların birliğini
bozmalarını talep etmiştir. Fakat bütün bu plan ve çabaları kendisine hiçbir
yarar sağlamamış ve bizzat kendisinin yaptığı bedduaya hedef olmuştur. Bu
adamın neden, Müslüman olmadığının yanısıra hayatı boyunca Islâma ve Hz.
Muhammed'e düşman olmaya devam etmesi konusuna ışık tutacak şöyle bir rivâyet
kaydedilmiştir: "Ebu Amir kendini peygamber olarak taslama niyetindeydi,
ama Hz. Muhammed, tebliğ görevine başlayıp başarıya ulaştığı zaman, Ebu Amir
kıskançlık duydu."293 Nitekim, Medine'ye teşrif buyurduğu ilk
günlerde Hz. Peygambere şöyle
290 Şuara,
196-197; A’lâ, 18-19.
291 Draz,
İnitiation au Coran, s. 146-148.
292 Bk.
M. Hamidullah, a.g.e., I, s. 569-570.
293 Balâzûrî,
el-Ensâb, I, 282.
294 B KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
demişti:
"Allah yalancıyı, kovulmuş, garîb ve yalnızlık içinde kahretsin!"294
Bu sözüyle o, Hz. Peygamberi üstü kapalı bir biçimde kast etmişti. Kendisi,
bütün çabaları sonuçsuz kaldıktan ve deyim yerindeyse elindeki son okunu da
attıktan sonra Şam'da garip, kovulmuş ve yalnızbaşma ölüp gitti. Son işi olarak
Taife giderek halkım Hz. Peygambere karşı savaşmaya teşvik etmiş onları
psikolojik açıdan takviyeye çalışmış, fakat onlar kendisini dinlemeyerek
Müslüman olmuşlardı. Bunun üzerine Şam'a sığınmış ve orada ölmüştür.
Bizzat
kendi ifadesiyle hiçbir Medineli kendisine tabi olmamış ve Uhud savaşında
Müşriklerin saflarında savaşırken nerede bulunduğunu kendilerine bildirip
onları kendi safına çekmek amacıyla Medinelilere seslenerek "Ben Ebu
Amir'im!" demiş. Medineliler ise, "Allah suratını bize göstermesin ey
Fasık!" diye kendisine cevap vermişler. Hatta öz oğlu bile kendisini
yalanlayarak Hz. Muhammed'e (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tabi olmuş ve
sözkonusu savaşta Müslümanların saflarında bir nefer olarak savaşıp şehid
düşmüştür. Oğlu, "Gasîlü'l-melâike (Meleklerin cenazesini yıkadığı)"
ünvanıyla tanınan Hanzala Hazretleridir295. Hz. Hanza- la'nm
imanında samimi olduğu kesindir. Çünkü, o sırada İslâm henüz maddeten
güçlenmediğinden, dünyevî bir çıkar düşüncesiyle bu fedâkârlığı göstermesi çok
uzak bir ihtimaldir.
Görüldüğü
gibi, Ebû Amir baştan beri Hz. Muhammed'e karşı cephe almış ve onun Medine'deki
varlığına bile tahammül edememiştir. Öte yandan onun oğlu bile Hz. Muhammed'in
peygamberliğine inanmış ve bu uğurda canını seve seve vermiştir. Bu durumdaki
bir insanın Kur'ân bilgisinin kaynaklarından olduğunu söylemek akıldan son
derece uzak bir ihtimaldir.
Medine
içinde bu son derece azınlık olan Hıristiyan fertlerinden başka, bu dönemde
Medine dışında Hz. Peygamber'in münasebette bulunduğu bir Hıristiyan yöresi
daha vardır: Necran. Hz. Peygamber muh-
294 ibn
Hişam da aynı hadise gibi gözüken bu meselede başka detaylar da veriyor. Diyor
ki: Hz. Muhammed Medine'ye hicret ettiğinde, Ebû Amr onun yanına gelmiş ve
aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:
Ebu
Amir: “Getirdiğin bu din nedir?”
Hz.
Muhammed: Hz. İbrahim'in dini Tevhid (Hanîfiyye)
Ebu
Amir: “Ama bu bana ait bir din.”
Hz.
Muhammed: “Hayır hiç de değil."
Ebu Amir: “Bilakis Hz.
İbrahim'e ait olmayanı onun dinine ilave eden sensin ey Muhammed!”
Hz. Muhammed: “Hayır, tam
tersine ben bu dini katıksız ve mutlak bir sadelikle getirdim.”
Ebu Amir: “Yalancıya, Hz.
İbrahim ve onun dininden sapmış biganeyi Allah ölümle cezalandırsın.”
Hz. Muhammed: “Çok güzel,
kim yalan söylüyorsa Allah ona bunu versin. ” (Sîre, s. 411 -412.)
Sonunda bu talihe sahip
olun Ebu Amir oldu, (ibn Hişâm, a.g.e., II, 585-586).
295 Bk. ibn Hişâm, a.g.e., II, 75.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 295
temelen
H. 8-9. yılında Necran papazlarına da bir davet mektubu göndermiştir.296
Necran
Hıristiyanları, Midras (okul ve mahkeme)'larınm başkanı ve en büyük din
adamları olan Ebû Hariset'ibni Alkarna, onun nâibi Ab- dulmesîh ve Kervan
başkanı el-Eylem'in idaresi altında altmış kişilik bir heyeti Medine'ye
gönderdiler.297
Gelen
bu heyet ile Hz. Muhammed arasında uzun münakaşalar cereyan etti. Bu münakaşaya
daha sonra Yahudilerin de katıldığı ve tartışma akışının bir ara Yahudiler ile,
gelen heyet arasında cereyan etmeye başladığı anlaşılıyor. Al-i İmran Sûresinin
başından itibaren 89 âyet bu olay üzerine inmiştir. Hıristiyanlık hakkında
İslâm dininin taşıdığı hemen hemen bütün delil ve cevaplar bu âyetlerde
bulunmaktadır.298 Daha önce bir vesileyle temas ettiğimiz meşhur
"Mübahele (yalancıya Allah'ın lanetini dileme)" olayı bu heyete karşı
gerçekleşmiştir. Bu meydan okuma karşısında heyet geri adım atma zorunda kalmış
ve bir sulh antlaşması imzalayarak Hz. Peygambere cizye vermeyi kabul etmiştir.
Hatta heyet, bundan sonra kendi aralarında çıkan para ve maliye ile ilgili
ihtilafları hakim sıfatıyla çözmek üzere Hz. Peygamberden bir Müslüman tayin
etmesini istedi. Bu görev için Hz. Ebû Ubeyde tayin edildi.299
Heyet
ülkesine döner dönmez, başkanı ve papazı (Akıb), her ikisi de geri dönerek
Müslüman oldular.300
Yukarıda,
Yahudiler için söylediğimiz hususlar, birçok yönden aynen Hıristiyanlar için de
geçerli olmakla birlikte ayrıca şunu da ifade edelim:
Hz.
Peygamberin huzuruna gelip onunla kıyasıya tartışan, fikirleri, inen Kur'ân
ayetleriyle çürütülen, Hz. Peygamber'in üstünlüğünü ve İslâmm hakimiyetini
cizye vererek kabul eden, daha sonra heyetin başında bulunan kişi ile önderleri
olan Papaz Medine'ye geri dönüp Müslüman olan bir heyet ve o heyetin
temsilciliğini yaptığı Necran halkı, hiçbir suretle Kur'ân'daki bilgilerin
kaynağı olabilir mi?
Acaba
Hz. Muhammed'in Kur'ân'ı kendilerinden aldığı iddia edilen Hıristiyanlar, ne
diyorlardı? Buna karşılık Kur'ân onların sözlerini nasıl değerlendiriyordu?
Mesela, Hıristiyanlar, "Allah, üçün üçüncüsü-
296 Bkz
M. Hamidullah, el-Vesâku’s-Siyâsiyye, No: 93.
297 ibn
Hişâm, a.g.e., I, 573-574.
298 Bk.
M. Hamidullah, a.g.e., 1,571-572.
299 A.g.e,
I, s. 573-574. 2
300 97.
bk. ibn Sa’d, 1/2, s. 85; M. Hamidullah, a.g.e., 1,576.
296 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
dür",
"Hz. İsa Allah'ın oğludur,"301 "Üçüncü Uknum
Rûhu'l-Kudüs'tür (Bazıları Hz. Meryem'i Rûhu'l-Kudüs'ün yerine ikame
ediyorlar)", "İsa'yı (a.s) Yahûdiler çarmıha gerdiler",
"Çarmıha gerilmesi aslî günaha (Hz. Adem'in Cennetten çıkarılmasına sebeb
olan günaha) keffaret olmuştur" derken, Kur’ân'm bütün bu inançları
reddettiğini ve hiçbirini tanımadığını, Hz. Adem'in İlahî yasağı çiğnemesi
konusunda bambaşka bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz.
İslâma göre Allah, bir ve
tektir. İlah olması itibariyle iki, üç veya daha fazla olması imkânsızdır.
Göklerde ve yerde ne varsa—istisnasız—hepsi Allah'ın kullarıdır. Onun kudreti
tarafından yaratılmışlardır. Gerek İsa (a.s), gerek Ruhu'l-Kudüs ve gerekse
önemli önemsiz diğer herhangi bir varlık bu genel hükmün dışında değildir:
"De ki: 'O Allah birdir. Allah Samed'tir (her şey varlığını ve bekasını
Ona borçludur. Her şey Ona muhtaçtır. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Her şeyin
başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık Odur.) Kendisi doğurmamıştır ve
başkası tarafından doğurulmamıştır. Hiçbir şey Onun dengi olmamıştır"302,
"Allah: 'İki tanrı edinmeyin. O ancak tek tanrıdır. Yalnız benden korkun!'
dedi"303, "Rahman Çocuk edindi' dediler. Andolsun ki siz
pek kötü bir cürette bulundunuz. Neredeyse o sözün dehşetinden gökler
çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktır! Rahman için çocuk
iddia ettiklerinden ötürü. Çocuk edinmek Rahman'a yakışmaz. Göklerde ve yerde bulunan
herkes Rahman'a kul olarak gelecektir,"304 "O (yani Hz.
İsa) sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarma örnek kıldığımız bir
kuldur."305 Bu noktadan hareketle Kur'ân, "Allah üçün
üçüncüsüdür" diyenleri kâfir kabul etmektedir.306 Teslise inananları,
bu putperestçe inançtan vazgeçmeye çağırıyor.307 Ne Hz. İsa'nın ne
de mukarreb meleklerin Allah'a kul olmaktan çekinmediklerini vurguluyor.308
Yüce Allah bu ifadeyle, Hıristiyanların inandıkları tanrıyı oluşturduğunu kabul
ettikleri üçlüdeki üçün üçüncüsü vasfıyla Ruhu'l-Kudüs hakkmdaki inançlarına
işaret ediyor. Buna göre, gerek Hz. İsa ve gerekse Ruhu'l-Kudüs, Allah'ın kullarından
iki kul olmaktan öte bir şey değildir. Bu noktadan Hz. Merye-
301 Tevbe,
30.
302 Ihlas,
1-4.
303 Nahl,
51.
304 Meryem,
88-93.
305 Zuhruf,
59.
306 Mâide,
73.
307 Nisa,
171.
308 Nisa,
172.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 297
m'in de
onlardan farkı yoktur.309 Hz. İsa, sadece bir elçidir. Annesi de
dosdoğru biridir. Şu âyet-i kerimede Allah Tealâ onlardan ne güzel, ne derin,
ne özlü ve kapsamlı bir biçimde söz etmektedir: "Meryemoğlu Mesih, bir
elçiden başka bir şey değildir. Ondan önce de elçiler gelip geçmiştir. Annesi
de dosdoğruydu. İkisi de yemek yerlerdi (yaşamak için yemeğe muhtaç olan nasıl
tanrı olabilir?) Bak, onlara nasıl âyetleri açıklıyoruz, sonra bak, nasıl
haktan çevriliyorlar?!"310 âsyet şu mesajı vermektedir:
"Anlamıyor musunuz? İkisi de yemek yerlerdi. Bu eylemin bütün boyutları
kendileri için sözkonusuydu; yaşamak için yemeğe, yeyip sindirdikten sonra da
onu dışarıya atmaya muhtaçtılar." İlâh olmadıklarını kanıtlamak
bakımından bu kadarı yetmez mi?
Hıristiyanlar, Hz.
İsa'nın mucizevî doğumunu, onu—haşa—Allah'ın oğlu oluşuna delil olarak ileri
sürünce Kur'ân kendilerine şöyle cevap verdi: Hz. İsa (a.s) babasız olarak
doğmuşsa, Hz. Âdem (a.s) hem annesiz, hem de babasız olarak yaratılmıştır.311
Kur'ân'm nasıl da meseleleri hassas bir teraziyle tarttığına bakın ki, Hz.
İsa'nın mucizevî doğumunu inkâr etmiyor. Fakat, bu şekilde dünyaya gelişini,
Tanrı veya Tanrı'nın oğlu oluşuna bir delil gösterilmesini de kabul etmiyor.
Çünkü, bu şekildeki mucizevî doğumla, tanrı veya tanrının oğlu olmak arasında
hiçbir ilişki yoktur. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—Kur'ân'm
yazarı olsaydı, Hz. İsa'nın tanrılığını inkâr ederken, mucizevî doğumunu da inkâr
edebilir, bu problemden de böylece kurtulabilirdi. Fakat böyle yapmaması bir
yana, Yahûdiler tarafından Hz. Meryem'e yöneltilen iftirayı da reddetti, onun
müberek şerefi hakkında söylediklerini büyük bir küfür ve iftira saydı ve
Allah'ın kendilerine daha önce helal kıldığı bazı temiz şeyleri haram
kılmasının sebepleri arasında yer verdi.312
Kur'ân Hz. İsa için
sadece mucizevî doğumu kabul etmekle kalmaz, aksine beşikte iken konuştuğunu da313,
peygamber olduktan sonra çamurdan kuş şeklinde bir şey yaptığını ve ona
üflediğinde Allah'ın izniyle gerçek kuş haline geldiğini314,
Allah'ın izniyle körü ve alacalıyı iyileştirdiğini ve ölüyü dirilttiğini315,
kavminin evlerinde ne yiyip ne biriktirdiklerini kendilerine haber verdiğini316
de kabul eder. Fakat bütün bunlardan, Hz. İsa'nın, âlemlerin Rabbi olan
Allah'ın elçisi
309 Mâide,
116-117.
310 Mâide,
75.
311 Al-i
imran, 59.
312 Bk.
Nisa, 155-160.
313 Al-i
imran, 46; Mâide, 110; Meryem, 29.
314 Al-i
imran, 49; Mâide, 110.
315 Al-i
imran, 49; Mâide, 110.
316 Al-i
imran, 49.
298 ■ KUR’ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
olmaktan
öte bir şey olduğu sonucu çıkmaz. Çünkü, Hz. İsa, Allah'ın mucizelerle
desteklediği tek peygamber değildir ki! Hz. Muhammed'i ve peygamberliğini inkâr
edenler, onun bir defa olsun kendisinden önceki peygamberlerin mucizeler
gösterdiklerini inkâr etmediğini düşünseler, onun hak peygamber olduğunu kabul
etmek zorunda kalırlar. Oysa, gerek müşrikler ve gerekse Yahudiler tekrar
tekrar ona meydan okumuşlar ve kendisinden bir mucize getirmesini
istemişlerdir. O ise her defasında sadece elçi olan bir insan olduğunu
belirterek cevap vermiştir. Oysa, kendisinden önceki peygamberlerin mucize
getirdiklerini inkâr edebilirdi. O zaman da, aksini isbat etmek kendisiyle
mücadele edenlere düşerdi. Bu da mümkün değildi. Fakat o bunu yapmaya
kalkışmadı. Bu tutumu bile onun samimiyet ve haklılığını göstermez mi?
Kur'ân, Hz. İsa'nın bir
tanrı veya Allah'ın oğlu olduğunu reddettiği gibi, çarmıha gerildiğini veya
diğer herhangi bir yolla öldürüldüğünü de kabul etmemekte, aksine
"öldürdükleri onlara İsa gibi gösterildiğini" bildirmektedir.317
Kur'ân, Hz. İsa'nın (a.s)
ne öldürüldüğünü, ne de asıldığını söylerken, bunun sebebi, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) böyle bir sonu çirkin bulması ve Allah'ın elçilerinden
birisine yakıştıramaması değildir. Çünkü, Kur'ân, Yahudilerin haksız yere
peygamberleri öldürdüğünü açıkça kaydetmektedir.318 Eğer bu iddia
doğru olsaydı, neden Kur'ân diğer bazı peygamberlerin de öldürülmesini
nefyetmedi? O halde Hz. İsa ne öldürülmüş, ne asılmış, ne de asılmasıyla
insanlığın aslî günahının fidyesini ödemiştir. Çünkü Kur'ân temelden, günahın
verasetini kabul etmemektedir. Çünkü: "İnsana, çalıştığının karşılığından
başkası yoktur."319 Üstelik Kur'ân'da, Hz. Adem, günahından
dolayı bağışlanmasını diledikten320 sonra Allah'ın onu affettiği
anlaşılıyor. Sonra, kendisi ve eşi Havva cennetten çıkarılmakla cezalandırma
zaten gerçekleşmiştir.321 Bütün bunlardan çıkan netice şu ki,
"aslî günah"m ve —bu inanç sahiplerine göre— Allah'ın oğlu Hz.
Mesih'in çarmıh üzerinde ölmekle insanlığın bu günahını affettirdiği inancının
hiçbir anlamı yoktur. Çünkü böyle bir asılma olayı olmamıştır. İşin diğer garip
bir yönü de şudur: Hıristiyanların Hz. İsa hakkmdaki inançları ve onun Tanrı ve
Tanrının oğlu olduğunu, babaları Adem'in günahından dolayı insanları affettirmek
için ölümüyle kendisini feda etmek üzere geldiğini kabul etmelerine rağmen,
İncil'in Hz. İsa'nın o sözde asılmasıyla ilgili olarak şunları
317 Nisa,
157-158.
318 Bk. Bakara, 61; Al-i imran Sûresi
112.
319Necm, 39;
320 A’raf, 23.
321 Bakara, 35-37.
KUR’ÂN VE HZ, PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 299
söylediğini
görüyoruz: "Ve gençler: 'Sen ki mabedi yıkar ve üç günde yaparsın,
kendini kurtar. Eğer Allah'ın oğlu isen, haçtan in' diye başlarını sallayıp ona
sövüyorlardı. Başkâhinler de, yazıcılar ve ihtiyarlarla beraber, onunla öylece
eğlenerek dediler: 'Başkalarını kurtardı, kendisini kurtaramıyor. İsrail'in
kralıdır. Şimdi haçtan insin, ona iman ederiz. Allah'a güveniyor; eğer Allah
onu istiyorsa şimdi kurtarsın; çünkü o: 'Ben Allah'ın oğluyum' dedi. Ve onunla
beraber haça gerilmiş olan haydutlar da ona aynı sitemi ettiler.322"
Eğer Hz. İsa, insanlığın günahını affettirmek amacıyla haç üzerinde ölmek için
gelmiş olsaydı bu alay karşısında cevabı, Allah'ın kendisini kurtarmayacağını
aksi halde aleme gelmesinin anlamını yitireceği şeklinde olurdu. Fakat
—incil'in naklettiğine göre— onun cevabı, en son hatıra gelebilecek bir şeydir.
Okumaya devam edelim: "Ve altıncı saatten dokuzuncu saate kadar, bütün
yeryüzüne karanlık çöktü. Ve dokuzuncu saate doğru, İsa: 'Eli Eli, Lama
sabaktani?' yani: 'Allahım, Allahım, beni niçin bıraktın?' diye yüksek sesle
bağırdı."323 Bu da kesin olarak gösteriyor ki, Hz. İsa (a.s),
Allah'ın, bu şekilde feci bir biçimde ölmesine müsaade edeceğini beklemiyordu.
Luka ve Yuhanna İncillerinin bu konudaki rivâ- yetleri ise Matta'nmkinden
farklıdır. Bu da sözkonusu İncillerin tarihi gerçeklere harfi harfine bağlı
kalmadıklarını gösteriyor. Bilindiği gibi bu İnciller, Hz. İsa'dan (a.s)
onlarca yıl sonra kaleme alınmışlar ve içindeki bilgiler de ayıklanmamıştır. Bu
noktada Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hadislerinin seviyesine bile
çıkamazlar. Çünkü, bu hadisleri toplayanlar onları sıhhat derecesine göre
tasnif ve tertip etmişlerdir. Bununla beraber bu hadisler dikkat ve
güvenilirlik bakımından hiçbir zaman Kur'ân derecesine çıkamazlar.
Bu
tarihi bilgi ve değerlendirmelerden sonra şimdi de, hem Mekke dönemi, hem de
Medine dönemi için geçerli olan ve Kur'ân-ı Kerim ile Ki- tab-ı Mukaddesi
mukayeseyi esas alan şu değerlendirmemize geçiyoruz. Kuşkusuz müsteşrikler, şu
veya bu âyetin, şu veya bu kıssanın... Kitab-ı Mukaddesten alındığını iddia
etmişlerdir. Biz bu dağınık ve gerçekten ihatası son derece güç iddiaları bir
tarafa bırakarak hepsi için geçerli genel ölçüler ortaya koyacak ve ortak bir
değerlendirmede bulanacağız.
b. Kitab-ı
Mukaddesken Alındığı İddiası
Kitab-ı
Mukaddes denince, Ahd-i Kadîm ve Ahd-i Cedîd'ten meydana gelen, Yahudilerin
sadece Ahd-i Kadîmi, Hıristiyanların da her ikisini kutsal saydığı eser
anlaşılır. Müslümanlar ise, Kitab-ı Mukaddes'in
322 Kitâb-ı
Mukaddes, Matta, Bap 27/ 39-44.
323 Kitâb-ı
Mukaddes, Matta, Bap 27/ 45-46.
300 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
tahrif ve
ilavelerden önceki gerçek aslına, yani Hz. Mûsa'ya inen Tevrat'a, Hz. İsa'ya
gönderilen İncil'e iman ederler.
Şimdi Kitab-ı Mukaddes'i
oluşturan Ahd-i Kadîm ve Ahd-i Cedîd bölümleri üzerinde durup, bunların Kur'ân'a
kaynak olup olamayacak- larını inceleyelim:
Atö Ahd-i Kadîm
' /
Ahd-iİKadînVi meydana getiren Tevrat, İbranî lisanında Tora kelimesinin
karşılığı olup "şeriat", "hak kelâm" ve "şeriatın
talimi" anlamındadır. İslâma göre Tevrat, aslı itibariyle Hz. Mûsa'ya
indirilen hak kitaptır. Kitap ehline göre ise, Mûsa peygambere atfedilen Eski
Ahid'in ilk beş kitabıdır.324
Aslında Tevrat, Eski Ahid
kitapları arasında yer alan ve Hz. Mûsa'ya nispet olunan beş kitaptan
üçüncüsünün adıdır. Yahudilerin, Tevrat'ın beş kitaptan üçüncüsünün adı
olduğunu bildikleri halde bu beş kitaba birden bu ismi vermeleri, cüz ile küllü
isimlendirme yöntemiyledir325. Bu beş kitab sırasıyla şunlardır:
Tekvîn (Yaratılıştan, Nûh Tufanından, Hz. İbrahim ve oğullarından, Hz. Yusuf'un
Mısır'daki ikametine kadar olaylardan bahseder.), Huruç (Hz. Mûsa'nın Mısır'dan
çıkışından, Tur Dağında kanunları Allah'tan alması ve Mısır'a kadarki olayları
konu alır), Tevrat (Kurban, kâhinler ve temizlik konularını, ayinleri ve
merasimleri anlatır. Bir adı da Leviller'dir), Sayılar (Tur dağından ayrılarak
Erden ülkesine girmesini işler), Tesniye (M.Ö. 622 yılında Yahuda Kralı Yoşiya
zamanında kâhinler tarafından neşredilmiştir. Mûsa'nın ölümünden bahsettiği ve
onun zamanında henüz mevcut olmayan birçok adetlere işarette bulunduğu için, o
zamanki ihtiyaçlara göre, bozulmuş dini ıslah etmek amacıyla yazıldığını
gösterir.)326 Tevrat, 39 faslı içine almaktadır. Bunlar çok farklı
büyüklükte, değişik türde kitaplarda toplanıp dokuz asrı aşkın bir müddet
içerisinde, sözlü rivâyetlere dayanılarak ayrı ayrı dillerle yazılmışlardır.
Kitapların çoğu, bazan birbirinden çok uzakta farklı devirlerdeki olaylara ve
özel ihtiyaçlara bağlı olarak düzeltmeler görmüş bir şekilde tamamlanmıştır.327
Tevrat'ın 39 faslından
ilk beş kitaba "Esfâr-ı Hamse (beş büyük kitap)" denir.328
Bu beş sifrin Hz. Musa'ya isnatı düşüncesi, M.Ö. V. asırda
324 Heyet, Mu’cemü’l-Vasît, I, 90;
Osman Pazarlı, Din Psikolojisi, s. 111; Annemarie Schimmel, Dinler Tarihine
Giriş, s. 214.
325 Şerafeddin Gölcük, Süleyman
Toprak, Kelâm, s. 296.
326 Annemarie Schimmel, Dinler
Tarihine Giriş, s. 100-101; Ş. Gölcük, S. Toprak, a.g.e., s. 296-297.
007
Maurice Bucaille, a.g.e., s. 21.
328 Bk.
Levis Me’lûf, el-Müncid, 337.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 301
başlamış,
zamanımıza kadar bütün sinagoglarca desteklenmiştir. Hıristiyanlık kurulduktan
sonra kilise de bu isnatı kabul etmiştir. Yahudi sinagoglarıyla Hıristiyan
kiliselerinin birçoğu, başta Tevrat olmak üzere, Eski Ahid'i vahiyler mecmuası
olarak kabul etmişlerdir. 1546'da toplanan "Merano" ruhanî meclisi
de, kutsal kitabın, Allah kelamı olduğunda şüphe edilmesini yasaklamıştır.
Fakat
XVII, yüzyıldan .itibaren mukaddes kitaplar hakkında başlayan tenkid ve
inceleme bu kanaati yavaş yavaş çürütmüştür. Çünkü, bu kitaplar Hz. Mûsa'ya
isnatmı imkânsız hale sokan garabetlerle doludur. İncelemeler, bu kitapların,
Hz. Mûsa zamanından çok sonraki devirlerin mahsulü olduklarını meydana
koymuştur. Gerek sinagoglar- tarafından muhafaza edilen en eski İbranice
nüshalar arasında ve gerek bunların başka lisanlara çevrilmiş olan nüshalarında
birçok farklar, ihtilaflar ve tezatlar bulunduğu ortaya konulmuştur.
Tevrat'ın
İbranice nüshası yoktur. En eski İbranice metin M.S. IX. asra aittir. Bugünkü
Tevrat, orijinal nüsha kabul edilen Aremice metne dayanmaktadır. Oysa Aramice,
Babil dönüşü, resmi dil olarak kabul edilmiştir. Daha önce Yahudilerin resmî
dili İbranice idi.329
Tevrat'ın
meşhur üç nüshası vardır: (1) Yahudiler ve Protestan bilginlerince makbul olan
ibranice nüsha. (2) Roma ve Şark kiliselerince muteber sayılan Yunanca nüsha.
(3) Samirilerce muteber olan ve Bamirhi dilinde yazılmış olan nüsha.
Bu
nüshalar arasında büyük çelişki ve tutarsızlıklar vardır.330 Haliyle
bu Tevrat'ın tahrif edildiğinin açık bir delilidir. Zaten Kur'ân-ı Kerim,
birçok âyetiyle Tevrat'ın tahrif edildiğini açıkça belirtmiştir.331
Bu
tahrifi gösteren tenakuz ve uyuşmazlıklar, gayr-i İnsanî talim ve telkinler,
tutarsız öğretiler ve iftira ettiği peygamberlerle ilgili örnekler konuya dair
kaynaklarda çok geniş bir biçimde ele alınmıştır.332 Çalışmamızın
hacmini aştığı için bu konuyu ilgili yerlere havale ediyoruz.
Ahd-i
Cedîd'in diğer bir adı da İncillerdir. İncil kelimesi, Yunanca
"Evangeliyon" kökünden gelir. İnciller, İsâ peygamberin yaptığı
işleri
329 Ahmet Kahraman, a.g.e., s.
123-124; Ayrıca bk. Maurice Bucaille, a.g.e., s. 21-26.
330 Bu
nüshalar arasındaki farklar ve bu konuda eser verenler hakkında bk. A.
Kahraman, a.g.e., s. 124- 125.
331 Msl., bk. Bakara, 75, 79, En’am,
91; Fussilet, 45.
332 Bk.
Mirza Beşîr’ü-Dîn Mahmud Ahmed, Kur’ân-ı Kerim Tetkikine Giriş (Trc. Şinasi
Siber), s. 31-35; Bucaille, a.g.e., s. 34-37.
302 B KUR’ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ve
sözlerini içine alan bir mecmuadır. İncil, müjde ve müjdeci anlamındadır.333
Bugün
özellikle Hıristiyanlar bile kutsal saydıkları resmî İncilleri belli kişilerin
yazdığı Hz. İsa'ya ait hususi bir hayat hikayesi mecmuası olarak
görmektedirler.334
Günümüzde
Hıristiyanlarca muteber olan resmî İncillerin bilinen dört nüshası (Matta,
Markos, Luka ve Yuhanna) farklı rivâyetlere göre Hz. İsa'dan sonra, yaklaşık 37
ilâ 98 sene arasında kaleme alınmışlardır.335 Bu nüshaları yazan
kişiler, kendilerinde mevcut Hz. İsa ile ilgili bilgileri, vasiyetleri, tarihî
malumatı da ilave etmişlerdir. Bu sebeple her İncil nüshası sadece yazarına
nisbet edilerek anılmıştır.336
Günümüzde
tedavülde olan resmî İncil nüshaları Hz. İsa'dan sonra yazılmış olmakla beraber
mezkûr nüshaların ilk asıllarma, ilk yazarlarına nisbeti meselesinde de sened
yönünden tam bir ittisal yoktur. İnkıta' (kopukluk) vardır. Çünkü Hz. İsa'dan
sonra meydana gelen harpler, Rum patriklerinin zaman zaman Hıristiyanlığa, bu
dinin alimlerine karşı giriştikleri şiddetli tutum ve tavırları, amansız kıyım
ve yok etme siyasetleri neticesinde ilk defa kaleme alınmış mezkur İncil nüshalarının
asılları zayi olmuştur. Bu nüshalardaki bilgiler, M. IV. asrın başlarına kadar
rivâyet zincirindeki ittisal muhafaza edilmeden sened yönünden kopuk olarak
rivâyet edilmiştir.337
Kısaca
özetlenecek olursa bugünkü İnciller, metin ve senet yönünden sıhhati iddia
edilemeyen, tahrif edilmiş, bazı ilave ve noksanlıklarla birlikte, asıldan
kalan rivâyetlere dayanılarak yazılmışlardır. Ancak bu dört nüsha zamanla
asıllarım tekrar yitirerek, rivâyet zincirindeki sıhhatleri de bozularak
yaklaşık 300 sene sonra M. IV. asrın başlarında yaklaşık 500 adet olarak tarih
sahnesine çıkmışlardır. İncil nüshalarının adedinin bu derece çoğalması
gerçeği karşısında Hıristiyan aleminde ihtilaflar patlak vermiştir. Bunun
üzerine Hıristiyanlık tarihinde önemli yeri olan çok sayıda
"Konsil"lere (Hıristiyanlıkta istişare toplantıları) ihtiyaç
duyulmuştur. Bu konsiller gerek günümüzdeki resmî
Bk. Felicien Challaye, Dinler
Tarihi (Tere. Semih Tiryakioğlu), s. 81.
Muhammed el-Gazâlî,
Nazaratün Fi’l-Kur’ân, s. 50; M. Ebû Zehra, Muhadarat Fi’n-Nasraniyye, s. 66.
335 Kitâb-u
Mukaddesin tedvini, tarihi serüveni ile ilgili geniş bilgi için bk. Ebû Zehra,
Muhadarat, s. 48-66; Bucaille, a.g.e, s. 44-72.
336 Daha
geniş bilgi için bk. el-Hazrecî, Ebû Ubeyde, (V. 582 H.), Beyne’l-lslâm
ve’n-Nasraniyye (Kitâbu Ebu Ubeyde el-Hazrecî) Tahkik: Dr. Muhammed Şâme,
Mektebetü Vehbe, 1979 Mısır, s. 65-68; Ebû Zehra, a.g.e. s. 66.
337 Ebû Zehra, a.g.e. s. 109-110.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 303
İncillerin
belirlenmesinde gerekse buna paralel ihtilaf ve çelişkilere çare bulmak için
önemli kararlar almıştır.338
Kitab-ı
Mukaddes'in Kur'ân üzerinde hakem olamamasının bir diğer nedeni de içlerindeki
çelişkidir. Bu da önceki nedenin tabiî ve kaçınılmaz bir sonucudur.
İncil
nüshaları arasında sayısız tenakuzlar, ilimle bağdaşmayan sayısız örnekler
vardır. Yapılan çeşitli inceleme ve araştırmalarla bunlar tespit edilmiştir.
Bu tenakuz keyfiyeti Incil'in farklı nüshalarında olduğu gibi tek nüsha içinde
de aynı keyfiyet sözkonusudur. Bu böyle olunca Kitab-ı Mukaddes'e dahil bütün
metinler arasındaki ihtilaf ve tenakuzun ne derecede olacağını anlamamak mümkün
değildir. Açıktır ki, İlâhîlik vasfı taşıyan bir kitaba vahim hallerin
mevcudiyeti, tarih boyunca mahza İlâhî olma hususiyetlerini kaybetmiş
olmalarından ileri gelmektedir.339
Çünkü
Kur'ân'da beyan edildiği gibi İlâhî vahye dayalı hak bir kitapta ihtilafın,
tenakuzun yeri yoktur.340 İhtilaf ve tenakuz ancak insan eliyle
yazılan kitaplar için sözkonusudur.
O
halde çelişki ve ihtilaftan uzak hak kitap Kur'ân'a341; muharref ve
çelişkilerle dolu İnciller hiçbir şekilde kaynak olamaz. Böyle bir iddiayı
Asr-ı Saadet'teki münkirler, müşrikler bile ileri sürememişlerdir.
Şu
anda yeryüzünde Kur'ân'dan başka doğrudan doğruya Allah Teala'- ya nispet
edilen ve bu nispeti her yönü ile sabit olan ikinci İlâhî bir kitap yoktur.
Binaenaleyh Kur'ân-ı Kerim, din sahasına giren her meselede yegane ölçüdür.
Başka bir kitap Kur'ân'a ölçü olamaz.342 Aralarında bir
karşılaştırma da sözkonusu olamaz. Çünkü biri Allah'ın kitabı olduğu her yönü
ile sapit iken, diğerleri, birtakım asıldan kalma bilgileri muhafaza etse bile
insan eli ve iradesi karışmış ve karıştırılmıştır. Şâyet mevcut olsalardı, bir
karşılaştırma ancak Hz. Mûsa ve Hz. İsa'ya nazil olan asıl kitaplarla mümkün
olurdu. Bu durumda da yine teferruata dair meselelerde, zamanın değişmesiyle
farklı olması gereken hükümlerde söz Kur'ân'm olurdu. Nasıl ki İncil, Tevrat'ın
bazı hükümlerini kaldırmış, bir takım yeni hükümler getirmiştir, Kur'ân için de
bundan başkası olamazdı ve olmamıştır.
338 Bk.
Ebû Zehra, a.g.e., s. 146-181.
339 Daha geniş bilgi için bk. Ebû
Zehra, a.g.e., s. 93-110; M. el-Gazâlî, Nazarat, s. 51; Bucaille, a.g.e., s.
44-
72, 128-164.
340 Nisa, 82.
341 Fussilet, 42.
342 Bk. Taha Abdulfettah,
el-Kasasu’l-Kur'ânî Beyne’l-Müfessirîn s. 44-45.
304 ■ KUR’ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Şâyet
günümüzdeki hali ile Kitab-ı Mukaddes'in Allah'ın kitabı olduğu iddia edilerek
ve Kur’ân'm da kaynağı kabul edilirse, o takdirde en azından temel dinî
meselelerde ihtilaf etmemeleri gerekmektedir. İlâhî olduğu iddia edilen bir
kitapta, Allah'ın birliği, sıfatları konusunda, peygamberlerin ismeti
meselesinde, dinî gerçeklere ters düşen bilgilerin kesin olarak yer almaması
gerekmektedir. Buna rağmen gerçeğe baktığımızda Kur'ân için herhangi bir
şekilde kusur bulmak mümkün değilken, Kitab-ı Mukaddes'te tenzih akidesi ve
ismet prensibine ters düşen sayısız örnekler bulmak mümkündür. Bu açık
keyfiyet de Kitab-ı Mukaddes'in tahrif edildiğine dair pekçok delillerden
birisidir.343
bl. Kur'ân İle
Kitab-ı Mukaddes Arasındaki İlişki
Aslında
Kur'ân-ı Kerim ile diğer semâvî dinler arasında özde tam bir paralellik vardır.
Allah Müslümanları kendilerinden evvel geçenlerin yollarına hidâyet etmeyi
ister.344 Hz. Muhammed'e eski peygamberlerin yollarına tabi olmayı
emreder.345 Zaten Kur'ân-ı Kerim, hiçbir zaman kendisini önceki semâvî
kitaplardan kopuk ve ilgisiz göstermemiştir. Aksine onl ardaki zamanla solmaya
yüz tutmuş nurlarını canlandırmaya, onlar üzerinde murakebe rolünü oynayarak346
tahrif ve tenakuzdan kurtarmaya büyük önem verir. Tıpkı iman ve hakikat ilmi
gibi, temel vecîbeler de eski milletlere tebliğ edilmiş olarak
gösterilmektedir. Meselâ Allah'ın önceki elçileri adalet terazisini
beraberlerinde getirmişler347, helal kazanmak, Allah'a kulluk ve iyi
işler yapmakla emrolunmuşlar348, namaz ve zekâtla yükümlü
tutulmuşlar349, oruç da önceki ümmetlere farz kılınmış350,
hac ibadeti Hz. İbrâhim ile başlamış351, her ümmetin kendine özgü
mukaddes menasiki bulunmuş,352 maddecilik, aşırı dünya sevgisi,
düşmanlık ve ahlaksızlık evvelki peygamberler tarafından da kınanmıştır.353
343 Bk.
ibn Teymiyye (H. 661-728), el-Cevabu’s-Sahîh Limen Beddele Dîne’l-Mesîh,
Matbaatü’l-Medenî, 1964, Kahire, I, 37, II, 49; Nakre, s. 228.
344 Nisa,
26.
345 En’am,
90.
346 Bk. Mâide, 48.
347 Hadîd,
25.
348 Mu’minûn,
51-52.
349 Enbiyâ, 73; Meryem, 31,55; Tâhâ,
14.
350 Bakara, 183.
351 Hac, 27.
352 Hac, 34, 67.
353 Şuara, 128, 151-152, 165, 181-183.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 305
Yine Kitab-ı Mukaddes'te
Hz. Mûsa ve Hz. İsa tarafından tebliğ edilmiş ahlakî kaidelerin hepsi üslup farkı
dışında Kur'ân'da da aynen zikredildiği görülür. Meselâ, Hz. Mûsa'ya verilen on
emir ve Hz. İsâ'nm dağdaki vaazı sözü edilen kitaplarda toplu halde bir arada
bulunmasına karşılık, Kur'ân'da bu kaideler serpiştirilmiş bulunmaktadır.354
Bunun dışında Tevrat'ta
yer alan pek çok ahlakî prensip Kur'ân tarafından da onaylanmıştır.355
Yine meselâ Matta İncilinde yer alıp da Kur'ân'da da mevcut olan pek. çok güzel
ahlak ölçüleri de bulunmaktadır356. Bunun dışında Eski ve Yeni
Ahid'in ihtilaf edip de Kur'ân'm, bu birbirinin alternatifi olan ikisini
uzlaştırıp birbirini tamamlayıcı hale getirip orta yolu bulduğu hükümler de
vardır. Boşama, kötülüğe karşılık verip vermeme, sevgi ve himmetini öz
cemaatine yöneltme357 veya bunu bütün insanlığa teşmil etme...358
gibi hususlar buna örnektir.359 Kur’ân-ı Kerim, bir taraftan Hz.
Adem'den gelen kardeşliğin varlığına dikkat çeker360, din
farklılığının iyilik yapmaya engel teşkil etmeyeceğini,361 kâfirlere
karşı bile adaletten ay-rılmamak gerektiğini,362 hiç kimseye faizle
borç para verilmemesini emreder,363 genel olarak köle azadına
çalışılmasını ya bir vecibe364 veya en faziletli işlerden biri365
olarak gösterir; diğer taraftan da iç bünyeyi zayıflatmamak için organik
cemaate karşı görevini Müslümana kuvvetle hatırlatmaktadır.366 Bunu
teyid için mesela, cemaat içinde kötülüğün engellenmesini her Müslümana bir
görev olarak yükler367 ve bu hayırhahlığı ümmetin ayırıcı özelliği
olarak sayar.368
Ayrıca, ne Hz. Mûsa, ne
de Hz. İsâ'nm kendi sağlıklarında düşman ülkelerle münasebet tesis etme imkânı
bulamamışlardır. Hz. Mûsa ta-
354 Msl., On Emrin ihtiva ettiği
prensipler şu ayetlere dağılmış olarak bulunmaktadır: Isrâ, 23; Hac, 30;
Bakara, 224; Mâide, 32, 38, 89; Nisâ, 29; Nûr, 30-31; Mümtehine, 12.
355 Bu ahlakî prensipler ve gerek
Tevrat'ta gerekse Kur’ân-ı Kerim’de geçtikleri yerler için bk. Draz, Initiation
au Coran, s. 82-83.
356 Bu
ölçüler ve her iki kutsal kitapta geçtiği yerler için bk. Draz, a.g.e., s.
84-86.
357 Msl.,
bk. Kitab-ı Mukaddes, Tesniye, XXIII, 20; XV, 3; Levililer XXV, 39, 43-45.
358 Kitab-ı
Mukaddes, Matta, V, 46-47.
359 Bu hususları ve Kur’ân bunlar
arasında nasıl orta bir yol tuttuğu ile ilgili geniş bilgi için bk. Draz,
a.g.e., s. 87-91
360 Hucûrat,
10,13.
351 Mümtehine, 8.
362 Mâide,
2, 8.
363 Bakara,
275.
364 Mâide,
89.
365 Bakara,
177; Beled, 13.
366 Al-i
imrân, 103; Nisâ, 59; Enfâl, 46.
367 Enfâl,
25; Asr, 3; Beled, 17.
368 Al-i
imrân, 110.
306 ■ KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
rafından
komşu kavimlere karşı açılan ve onların çabucak yok edilmesiyle sonuçlanan
savaşlar, Hz. İsa'nın son derece barışçı ve mahalli olan tebliğine bir antitez
teşkil etmektedir. Fakat Hz. Muhammed, on sene müddetle devamlı olarak yabancı
millet ve dinlerle bazan hasmane bazan da barışçı münasebetlerde bulunmuştur.
Kur'ân-ı Kerim de, insanlık hayatının iki realitesi olan savaş ve barış ile
ilgili pekçok hüküm yer almış bulunmakta ve insanlığa bu yönden de yol
göstermektedir.
Kısaca Kur'ân-ı Kerim,
bir yandan, gerçekten eski şeriatlerden kalmış mirası koruyup emniyet altına
alırken, diğer yandan kendinden öncekilerin tedrici olarak geliştirdikleri
ahlakı tamamlamış369 ve insanlara en doğru hareket tarzını
göstermiştir370.
Ayrıca, Hz. Mûsa, kavmini
harekete geçirmek için sürekli olarak dünyevî hakimiyet ve zafer vaadinde
bulunmasına karşılık, Hz. İsa'nın gelişiyle insanların yüzleri dünyadan daha
çok semaya çevrilmiştir. Kur'ân-ı Kerim ise, bu iki vaadi muhafaza etmekle
beraber onu ferdin amelinin asıl amacı olmaktan çıkarmış, Allah'ın rızasını
asıl amaç haline getirmiştir371.
Görüldüğü gibi, Kur'ân-ı
Kerim ile Kitab-ı Mukaddes arasında, hakemlik372, tashih373
ve ikmal gibi çok ciddi bir münasebet var. Bize göre bu münasebeti Hz.
Muhammed'in ümmiliğiyle birlikte kulaktan dolma ve hatta farz-ı muhal olarak
yaptığı farzedilecek kişisel tetebbuatiyle sağlaması mümkün değildir. Zira,
Kitab-ı Mukaddes, sanki devamlı surette, Hz. Peygamberin gözünün önündeymiş
veya tamamen ezberindeymiş gibidir. Ayrıca ileride daha detaylı temas
edileceği üzere gerek üslûbunda ve gerekse ibret verici dersleri takdim ediş
tarzında Kur'ân-ı Kerim kendine has farklı bir özellik arzetmektedir.
b2 Kitab-ı
Mukaddes Kur'ân Üzerinde Hakem Olabilir mi?
Gibb'in bir iddiasının
özeti şudur: Yahudiler, kitaplarında yer alan bilgilere ters düşecek biçimde
peygamber kıssalarına ilişkin nakillerdeki hatalarını (!) tenkid edince Hz.
Muhammed, sürekli olarak onlara
369 “Ben
ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim." Bu hadisin kaynaklan ve
sıhhati için bk. el- Makasidu’l-Hasene, s. 105 (Hadis No. 204); Hz.
Muhammed’in, önceki peygamberlerin eksik bıraktıklarını tamamlamak için
gönderildiğini ifade eden başka bir hadis için bk. Buharî, Menâkıb 18.
370 isrâ, 9.
371 Bakara, 272; Leyi, 20.
372 Her
ikisi de Mekke döneminde nazil olan Nahl Sûresinin 63-64 ve Nemi Sûresinin 76.
ayetleri Kur’ân’m esas maksatları arasında “Ehl-i Kitabın ayrılığa düştükleri
meseleleri beyan etme’’yi sayıyor, hatta ilkin bunu zikretmekle bu işi, birinci
maksat addedip mü’minler için doğru yol rehberi ve rahmet oluşunu ikinci planda
bildiriyor.
373 Buna dair Kur’ân’da pek çok
misaller vardır. Misal için bk. Nisâ, 171.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 307
şöyle
cevap verirdi: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?"374 Margoliouth'un,
Kur'ân'da yer alan bazı peygamber isimlerinin Eski Ahid'tekilerden çok farklı
olduğuna ilişkin sözü de bu konuyla ilgilidir.375
Adı
geçen iki müsteşrik, bu sözleriyle Kitab-ı Mukaddes'in son derece güvenilir ve
hakem kabul edilmeye değer bir intiba vermektedir. Halbuki, Eski ve Yeni Ahid,
çağdaş Batılı araştırmacılar gözünde bunların sözünün hatıra getirdiği güvenin
yüzde birisine bile sahip değildir375. O halde müsteşrikler
tarafından Kur'ân'm değerlendirilmesine merci kılınması, bir esas olarak ona
referansta bulunulması bir demogojidir. Margoliouth'un kendisi bile, Hıristiyan
din adamlarının kendi kutsal kitaplarını dolduran çelişkilere haklı bir gerekçe
olması açısından benimsemeleri gereken bir hipoteze işaret ediyor ve
"Colouring by the medium" adını veriyor377. Bunun anlamı
şudur: Vahiy genel bir düşünce olarak iner. Kendisine vahiy gelen peygamber,
kendi özel akıl ve üslûbuyla belli bir şekle sokar. Bu nedenle, Kitab-ı
Mukaddes'teki yanlışlıklar semavî değil, bu sözkonusu aracılardan
kaynaklanmıştır.
Kitab-ı
Mukaddes'i dikkatle okuyan herkes, akılla çelişen noktalara sık sık
rastlayacaktır. Maalesef orada, Yüce Allah'ı, putperestçe tasvir etmekten tutun
da, tüyler ürpertici biçimde peygamberlerine fuhuş yaptıran hikayelere ve
hiçbir suretle uzlaştırılması mümkün olmayan tarihî çelişkilere varıncaya kadar
pek çok yanlışlık yer almaktadır.
Hz.
Muhammed, Kitab-ı Mukaddes'teki hikayeleri yanlış olarak iktibas edip, bu
farkedildiğinde de, "Siz Allah'tan daha mı iyi biliyorsunuz?"
diyeceğine, acaba daha baştan işi sağlama bağlayamaz mıydı? Yani, kendi
mensupları arasında Kitab-ı Mukaddesi çok iyi bilen Yahudi ve Hıristiyan
asıllı çok sayıda mühtediden yararlanarak neden bu yanlışlık ve çelişkinin
önüne geçmedi? Öyle bir şey sözkonusu olsaydı, acaba, İslâmî candan benimsemiş,
ona yardım edip destek vermiş ve hatta bu uğurda eski dindaşlarıyla savaşmış bu
dikkatli ve samimi insanların gözünden kaçar mıydı? Farketselerdi, bu
samimiyet ve bağlılıklarını sürdürebilirler miydi?
374 Gibb,
a.g.e.,s. 44.
375 Margoliouth,
Mohammedanism, Williams- Norgate, London, 1921, s. 73.
376 Bk.
Mâlik bin Nebî, a.g.e.,s. 64; Malik bin Nebi’nin dipnotta yer verdiği ve
“Histoir De La Bible” isimli kitabını kaynak verdiği Montet ise, isviçreli bir
müsteşriktir. Kur'ân’ı Fransızca'ya çevirmiş ve bu çevirisine bir önsöz
yazmıştır. Önsözde, Kur'ân tarihini ve Kur'ân’m kaynaklarını (!) kendi hayal
ettiği biçimde ele almıştır. Dr. İbrahim Avad, sözkonusu önsöz hakkında uzun
bir araştırma kaleme almış, araştırmada mütercimin, Kur’ân metnini anlamaktaki
güçsüzlüğünü hatta bundan acizliğini, düştüğü pek çok hatayı ortaya koymuştur.
Yine, sözkonusu önsözün büyük bir kısmını Arapçaya tercüme edip hakkında bir
değerlendirme yazısı yazarak “el-Musteşrikûn ve’l-Kur'ân” isimli eserine
dercetmiştir.
377 377
MargQiiQuth, a.g.e., s. 63.
308 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Demek
ki, bu tür iddiaların aslı esası yoktur ve Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) de kesin olarak biliyordu ki kendisine gelen Kur'ân Allah nez- dinden
vahyedilmektedir. Incil ve Tevrat ise tahrife uğramıştır.
Gibb,
"Kur'ân, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu kesin olarak reddederken ve
aynı kesinlik ve şiddette onun çarmıha gerildiğini kabul etmezken, bizzat
Hıristiyanlardan defalarca dostane ifadelerle söz ediyor" diyerek bunu,
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Hıristiyanlık hakkmdaki
bilgilerinin direk olmamasına bağlıyor.378
Kur'ân'm,
Hz. İsa'nın, Allah'ın oğlu olduğunu kesin bir biçimde reddettiği379
ve çarmıha gerildiğini kabul etmediği380 doğrudur. Hıristiyanlardan
dostça ifadelerle söz ettiği yerlerin bulunduğu da bir gerçektir381.
Ancak bu, hiçbir zaman, Gibb'in iddia ettiği sonucu doğurmaz. Tam tersine,
özellikle etrafta birbirini temelden nakz ve hatta tekfir eden çok sayıda
Hıristiyan ekolün varlığı karşısında beşerin tereddütlerle karışık bilgisinden
münezzeh olan Allah'ın kelâmı olduğuna, insanları değerlendirmesindeki hassas
ölçüsüne, en ufak bir güzel meziyeti bile gözden uzak bulundurmamasına
delildir. Gerçekten de—her kesimde bulunması muhtemel fertler istisna
edilerek—cins cinse kıyas edildiğinde, Islâma yakınlık, gerçek imana kabiliyet
bakımından Hıristiyanlar, Yahudilerden ve putperestlerden önce gelir.
Kitab-ı
Mukaddes'in Kur'ân üzerinde hakem olamamasının en ciddi sebeplerinden biri de,
Kur'ân'm indiği günden itibaren binlerce kişinin hafızasında yer almasının
yanısıra, hemen yazıya geçilerek ve kısa bir süre sonra da mushaf haline
getirilip çoğaltılarak zamanla milyonlara varan nüshalarıyla ve hiçbirisinin
diğerinden en ufak bir farklılık ar- zetmeksizin günümüze kadar gelmesi; buna
karşılık aynı güvenilirliğin Kitab-ı Mukaddes için sözkonusu olmamasıdır.
Bu
tahrif gerçeği bize açıkça göstermektedir ki, her ne surette olursa olsun her
türlü tenakuz ve ihtilaftan uzak, kesinleşmiş İlmî verilerin tasdik ettiği,
metin ve sened yönünden de tam güvenilirliğe sahip Kur'- ân'a Kitab-ı
Mukaddes'in kaynak olduğu iddiası, İlmî ve mantıkî olmaktan uzak kuru bir
iftiradır.
Bu
gerçeği biraz daha açık yansıtabilmek için, Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân'da geçen
müşterek kıssaların, hem metod ve üslup açısından, hem de muhteva yönünden
aralarında tevili imkansız farklar bulunduğunu misaller vererek ortaya
koyarsak, Kur'ân ve Kitab-ı Mukaddes
378 Gibb,
a.g.e., s. 45-46.
379 Tevbe,
30.
380 Nisâ,
175.
381 Msl.,
bk. Mâide Sûresi 82.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 309
arasında—asılları
itibariyle—vahiy kaynaklı oluşları dışında başka bir kaynak ilişkisinin
imkânsızlığını ortaya koymuş olacağız.
bbl. Metod ve Üslup Yönünden
Farklılık Sebebiyle Kitab-ı Mukaddesin Kur'ân'a Kaynak Olmasının İmkânsızlığı
Kur'ân-ı Kerim ve Kitab-ı
Mukaddes'i inceleyecek olursak aralarında kıssaları anlatma metod ve
üsluplarında açık bir farklılık görürüz. Kur'ân'm Kitab-ı Mukaddes'ten farklı
olarak, kıssaların ders ve ibret olacak can alıcı noktalarını anlattığını,
kıssaların teferruatla ilgili kısmını almadığını müşahede ederiz. Olayların
tarihini, hadisenin geçtiği yerlerin isimlerini ise ancak ders ve ibretle
alakalı veçhesini olayın özüne ışık tutacak miktarda zikretmektedir382.
Kur'ân, peygamberlerin
daveti ile ilgili haberleri, bugün elde mevcut semâvî kitap nüshaları ve tarih
kitapları gibi anlatmamaktadır. Kur'- ân'ın geçmiş haberleri ele alışı İslâmî
davet gereği ibret öğüt ve tefekkür içindir.383 Resulullahm
nübüvvetini tasdik, onu teselli ve aynı zamanda Kur'ân muhataplarına din ve
dünya işlerini aydınlatmak gibi ulvî gayeler hedef alınmaktadır. Üslup
itibariyle de çarpıcı tabloları en canlı bir tarzda sunarken tafsilat ve
teferruat kısımlarını geçmektedir. Ancak kıssanın anlatma biçimi siyak sibak,
arada geçilen teferruat kısımlarını hayale getirip seyrettirmektedir. Bu ve
benzeri gaye, muhteva ve üslup özellikleriyle Kur'ân kıssaları Kitab-ı
Mukaddes kıssalarından tamamen ayrılmaktadır.
Kitab-ı Mukaddes'in Eski
Ahit bölümünü teşkil eden Tevrat, daha ilk bölümünden da anlaşılacağı gibi
tamamen tarihin tedvinine ayrılmıştır. Tevrat'ın ilk kitabı olan Tekvin
bölümünde yaratılışın başlangıcından Yusuf'un (a.s) vefatına kadar tamamen
İsrailoğullarınm tarihine hasredilmiştir.384
Aynı şekilde resmî dört
Incil'in giriş kısımlarına dikkat edildiğinde de gayenin İsa'nın hayat
hikayesinin tedvini olduğu görülür. Hepsi Hz. İsa'nın yaptığı fiiller,
söylediği sözler ve onun hayatı ile ilgili birtakım bilgilerden ibarettir.385
Bu görünümleriyle genelde Tevrat belli bir kavmin, İncil de bir ferdin
tarihiyle ilgili birer tarih kitabı görünü- mündedirler.
382 Bk.
ez-Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Mufessirûn, 1,167; Mukallid, a.g.e., s. 37-38; Nakre,
a.g.e., s. 85-99.
383 Yusuf,
111; A’raf, 176.
384 Bk.
Kitab-ı Mukaddes, Tekvin 1-50.
385 Bk.
Kitab-ı Mukaddes, (Matta, Markos, Luka ve Yuhanna) s. 1-188.
310 ■ KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Fakat
Kur'ân'a gelince, daha ilk sûresi olan Fatiha'da gayenin insanlığı dosdoğru
bir dine, sırat-ı müstakime çağıran bir davet olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tarih
felsefesi açısında Kitab-ı Mukaddes ve Kur'ân kıssalarına baktığımızda yine
aralarında metod farkı yönünden de büyük bir uçurumun bulunduğunu görürüz.
Yahudilerin
bugün kutsal saydıkları muharref Tevrat, herkesi ilgilendiren genel tarihini
değil de, belli bir kavmin, milletin (Yahudi) tarihini ele alır. Bu sebeple
Tevrat'ın sadece İsrailoğullarınm kaderi ve tarihi ile ilgilenmesi sebebiyle
tarihe egemen olan yasalar, genel prensipler bütününü çıkarmak mümkün
değildir. Çünkü bir tarih felsefesi yapmak, tarihin akışına hükmeden
Sünnetullah prensiplerini çıkarmak için sadece bir ırk ve milletin kaderini
tayin eden faktörler değil, birçok milletin kaderini etkileyen genel faktörler
olması gereklidir. Ta ki, çıkarılan bir prensip, genel bir kaide olarak kabul
edilebilsin. Bu açıdan Tevrat, tarih felsefesi için evrensel esasların
çıkarılmasına müsait değildir.386
Halbuki
herhangi bir tahrif ve değişmeye maruz kalmayan evrensel bir özelliği haiz
Kur'ân böyle değildir. Birçok milletlerin, kavimlerin çeşitli zaman ve
devirlerde düşüş ve çöküşünü, yükselişini ele alması herbirini ayrı ayrı arz
etmesi sebebiyle, insanlığın tümü için geçerli olabilecek genel kaide ve
prensipleri çıkarmak mümkündür. Gerçekten Kur'ân'm bu mahiyeti onun evrensel
oluşunun tabiî bir gereğidir.
Tarih
felsefesi açısından Incil'e bakacak olursak, semâvî kitaplar arasında onun en
az tarihi özelliğe sahip olduğu açıktır. Çünkü İnciller tek ferdin, Hz. İsa'nın
hayat hikayesini konu almaktadır.387 Binaenaleyh böyle bir kitap
tarih felsefesi niteliğinde genel kaidelerin çıkarılmasına imkân vermez.
Ahd-i
Atik ve Ahdi Cedid'in tam aksine Kur'ân, insanlık tarihini bütün olarak ele
almaktadır. Kıssalar diliyle Kur'ân, fert ve toplumlarm hayatına hükmeden,
sebep-sonuç ilişkilerinde değişmez bir çizgide seyreden, ana çizgileriyle
insanlık durdukça da değişmez karakterde olan bir çok kanunları muhatapların
dikkatine sunmaktadır. Çünkü Kur'ân, alemşümul mahiyette İlâhî bir kitaptır.
O
halda, muhteva ve anlatım metodu itibariyle Kur'ân kıssalarıyla bu derece
farklılık arzeden ve—evrensel özelliğe sahip olmaması bir yana—tahrif edilmiş
keyfiyeti tartışmasız olan Kitab-ı Mukaddes
386 Bk. Mazharuddin Sıddîkî, Kur’ân’da
Tarih Kavramı, (tere. Süleyman Kalkan, İstanbul 1982, s. 62-66.
387 A.g.e., s. 66.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 311
kıssalarının
Kur'ân'dakilere kaynak teşkil ettiğini söylemek bir hezeyandır.
Bütün
bunlarla birlikte Kur'ân-ı Kerimde, Tevrat ve Incil'de mevcut kıssaların çokça
işlenmesinin, konu itibariyle aralarındaki açık benzerliğin önemli hikmetleri
elbette vardır. Bunlara Kur'ân açıkça işaret etmektedir.
Meselâ
bunlardan birisi,- Kur'ân'm o kitapları tashih etmesi, karışıklık ve
tahriflerden kurtarmasıdır. Muharref kitaplara tabi olan semâvî din
mensuplarının ihtilafa düştükleri meselelere çözüm getirip ihtilaflarını
kaldırmaktır.388
O
kitaplarda haber verilenlerin güzel ve doğru taraflarını ortaya çıkarmak,
onların da tahrif gerçeğiyle beraber semâvî kitaplar olduklarını isbat etmek,
özlerindeki yüksek hakikatler ihtiva ettiklerini göstermektir.
Ayrıca
Kur'ân, bu mezkur özelliğiyle bütün semâvî dinlerin ortak yanları olduğunu,
temelde ittifak ettiklerini de isbat eder.
Yoksa
bu makul ve İlmî gerçekleri saptırarak asılsız iddiaları ileri sürmek ve bu
iddialardan vazgeçmemek küfrün değişmeyen özelliği olan inattan başka bir şey
ifade etmez.389
Özetle
ifade edecek olursak, nakıs ve kusurlu olanın mükemmele kaynak olması hiçbir
şekilde makul sayılmaz.390
388 Mâide,
48; Nemi, 76; Nahl, 64.
389 Enfâl, 22-23; En’am, 28; Sad, 2.
390 Bu konu için bk. Dr. idris Şengül,
Kur’ân Kıssaları Üzerine, s. 176-180.
312 ■ KUR’ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
bb2. Muhtevadaki Ciddi Farklılıklar
Sebebiyle Kitab-ı Mukad- des'in Kur'ân'a Kaynak Olmasının İmkânsızlığı
İnkârları ve dünyevî
çıkarları sebebiyle Kur'ân'a iman etmeyenlerin ileri sürdükleri Kitab-ı
Mukaddes'in Kur'ân için ilhâm kaynağı olduğu görüşünü çürütmek çeşitli yönlerden
mümkündür. Fakat bunun en kolay yollarından birisi de Kitab-ı Mukaddes ve
Kur’ân arasındaki öze ait ihtilafın ortaya konulmasıdır.
Dikkatli bir tetkik
sonucu Kur'ân ve Kitab-ı Mukaddesi karşılaştırıp, dinin temel konularına giren
meseleler arasındaki tenakuzlar görülürse, bu husustaki batıl iddiaların
hakikat dışı olduklarını görmek kolay olacaktır. Şimdi bu gerçeğe bizi
götürecek birkaç misal üzerinde durmak istiyoruz.391
1. Allah'ın
Şanına ve Tevhid İnancına Yakışmayan İfadelerin Bulunması:
Kitab-ı Mukaddes ve
Kur'ân'da müşterek olan Nûh kıssasını ele alalım. Kur'ân-ı Kerimin birçok
sûrelerinde genişçe yer verildiği gibi,392 Tevrat'ta da geçmektedir.393
Kur'ân'ı baştan sona
tetkik edecek olursak, bütün âyetlerde her vesile ile Allah'ın bütün noksan sıfatlardan,
şirkten, ehl-i dalaletin her türlü isnat ve tavsiflerinden tenzih edildiğini
görürüz.394 Fakat bugün elde mevcut muharref Tevrat, Hz. Nûh'un
(a.s) kıssasını anlatırken Allah Teala'ya beşerî sıfatlar isnat etmektedir.
Tevrat'a göre Cenab-ı Hak Tufan hadisesinden sonra—haşa—pişmanlık duymuş, bir
daha meydana getirmeyeceğini vaad etmiştir. Bu vaadini hatırlamak için de
işaret olsun ve böylece Tufan olayı meydana gelmesin diye buluta yayını
koymuştur395. Yine Tevrat'ta aynı kıssa siyakında Allah'a karşı uygunsuz
isnat ve yakıştırmaları görmekteyiz. Tevrat'a göre Nûh Tufanından sonra Hz.
Nûh bir kurban keser, kurban üzerine yakılan takdi- melerden çıkan et
kokusunu—haşa—Allah Tealâ koklayınca hemen gadabı sükunet bulmaktadır. Burada
da yine Tufan'dan dolayı Allah'ın pişmanlık duyduğunu ifade eden tabirler
kullanılmaktadır.396 Tevrat'ın
391 Bu hususta geniş bilgi için bk.
Tabbara, el-Yehûd Fi’l-Kur’ân, s. 257-263; Nakre, a.g.e., 99-110, 227- 243;
Bucaille, a.g.e., s. 144-241.
392 Bk. A’raf, 59-64; Yûnus, 71-73;
Hûd, 25-49; Mu’minûn, 23-30; Şuara, 105-122; Saffat, 75-82; Kamer, 9- 17; Nûh
Sûresinin tamamı ve diğerleri.
393 Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 5-9.
394 Bk. Enbiyâ, 22, 26; Saffât,
159-180; Bakara, 116; Nisâ, 171; isrâ, 43; Rûm, 40 ve diğerleri.
395 Kitab-ı Mukaddes, Tekvîn, 9/11-17.
396 Kitâb-ı Mukaddes, 8/20-22.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 313
I. Samuel
kitabındaki "Talut (Şaul)" kıssasında da yine Allah Teala'nm Şaul'u
(Talut) kral yaptığına pişman olduğu kaydedilmektedir397.
Halbuki
Kur'ân müteaddit defalar Allah Teala'nın pişmanlığa yer olmayacak şekilde her
şeyi hikmetli yaratıp mükemmel yaptığını açıklamaktadır.398 Aynı
zamanda Allah rızası için kesilen kurbanların etleri, kanları veya kokuları
değil de kulların takvasının Allah katına ulaşacağı Kur'ân'da sarahaten
zikredilmektedir.399
Ahd-i
Kadim, Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını yedinci gün ise,
yorgunluğunu gidermek için istirahat ettiğini iddia eder.400 Kur'ân
ise, göklerin ve yerin altı günde yaratıldığını teyid etmekle beraber bundan
Allah'a hiçbir yorgunluk arız olmadığını kesin ifadeyle belirtir.401
Allah—haşa—gündüzün
serin vaktinde cennette gezerken Adem ve Havva Onun sesini işitip bahçenin
ağaçları arasına gizlenmiş olduklarını, Adem'e: "Sen nerdesin?" diye
seslenmesi üzerine, onun da: "Sesini işittiğim vakit çıplak olduğum için
korktum ve gizlendim" diye cevap verdiğini ifade ediyor.402
Oysa
Kur'ân, Yüce Allah'ı, Cennet ağaçlarının arasına saklanmış Hz. Âdem'i ve eşini
bulamayarak çağırmaya mecbur kalmak şöyle dursun, mutlak ilim sahibi, kalblerin
en gizli köşesinde bulunan duyguları bile kuşatan görme ve işitmeye kadir
olarak niteliyor.403
Yine
Tekvin Kitabında, Ahd-i Kadim'in iftira olarak kendisine birçok yalan, hile ve
aldatmayı nispet ettiği Hz. Yakub ile Yüce Allah arasında bir kavga geçtiği, bu
kavgada, bütün kullarına galib olan Allah Tealâ'nm külü Yakub'a galib
gelemediği, sonunda uyluğuna dokunduğu, ve uyluk başı incinmedikçe Yakub'un
yenilmediği, bundan sonra
397 Kitab-ı Mukaddes, I. Samuel, 15/10-11; Kur’ân’da Talut
kıssası için bk. Bakara, 147-151.
398 Bakara, 32; Al-i imrân, 6, 62;
En’am, 18, 73; Enfâl, 63; Fetih, 4, 7.
399 Hacc, 37.
400 Kitab-ı Mukaddes,Tekvin, 2/1-3.
401 Kat, 38. Öyle görünüyor ki,
Tevrat’ın, Allah’ı gökleri ve yeri altı günde yarattığını belirttiği günler,
bizim normal günlerimizdir. Kur’ân ise, açıkça şunu belirtmiştir: “Rabbin
katında bir gün sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir." Hac, 48; Başka
bir ayette yine meleklerin ve Cebrail’in Allah'a doğru yükseldikleri günden
bahsediliyor ve bu günün süresinin elli bin sene olduğu belirtiliyor. Mearic,
4; İşte hurafe ile akıl arasındaki fark budur! Çünkü, Allah gökleri ve yeri
yaratmaya başladığında güneş ve ay henüz yaratılmamıştı. Dolayısıyla o zaman ne
gece, ne de gündüz vardı. O zaman Allah'ın sözünü ettiği gün, nasıl bizim
şimdiki günümüz olur? Sonra Allah neden bizim günümüzü ölçü olarak alsın? Oysa
henüz biz yaratılmamıştık. Günler, yıldızların, onlar etrafında dönen gezegen
ve peyklerin durumuna göre uzunluk ve kısalık bakımından değişiklik gösterir.
402 Kitab-ı Mukaddes,Tekvin, 3/8-10.
403Allah’ın sınırsız ilmi için bk.
Bakara, 33, 235, 255; Maide, 116; En’am, 3; İbrahim, 38 vd.
314 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
da
Allah gitmek istediğinde Yakub'un "Beni mübarek kılmadıkça seni
bırakmam" dediği anlatılıyor.404
Acaba,
bu sapık inançlarla, Kur'ân'm Allah hakkmdaki inancı ve Onu bütün kullarına
galip405, karşı konulmaz kudret sahibi406 ve yakalaması
şiddetli407 oluşu arasında bir mukayese yapmaya gerek var mı?
Yine
Tevrat'ın belirttiğine göre, Allah Hz. Mûsa'ya bir handa rastlamış.
Oğullarından birini sünnet ettirmediğinden dolayı onu öldürmek istemiş. Hz.
Mûsa'nm hanımı keskin bir taşla oğlunun sünnet derisini kesip Hz. Mûsa'nın
ayaklarına atması üzerine Allah Hz. Mûsa'yı serbest bırakmış.408
Kur'ân,
Allah'ı—haşa—bu şekilde bir insan gibi tasvir etmekten münezzehtir.
Yine
Tevrat'a göre, Yahudiler Mısır'dan çıkacakları vakit Allah Hz. Musa'ya onların
komşularından gümüş ve altın süs eşyaları ile elbise istemelerini kendilerine
söylemesini emretmiş. Bu emir üzerine Yahudiler bunları isteyip almışlar ve
böylece Mısırlıları soymuşlar.409
Kur'ân'm
büyük bir hiyanet olan böyle bir davranışı onaylaması mümkün değildir.
2. Allah'ın
adaletine ve alda ters olan bazı hükümlerin yer alması:
Tevrat
şunları söyler: "Allah, babaların günahını oğullarında üçüncü ve dördüncü
nesle kadar arayacak"410.
"Anasına veya babasına söğen mutlaka katlolunacak"411.
"Bir
öküz, boynuzuyla bir kimseyi öldürürse, öküz mutlaka recmedile- cek (yani taşla
öldürülecek) ve eti yenmeyecek."412
Allah,
Yahudilere, Mısır'dan çıktıkları zaman, karşı durduklarından dolayı, Amalika
kavminin her neleri varsa telef edilmesini, erkekleri-
404 Kitab-ı
Mukaddes, Tekvin, 32/ 25-31; 35/ 9-10
405 Msl..
bk. Yusuf, 21.
406 Kur’ân-ı
Kerimde 50’den fazla yerde açıkça Allah’ın her şeye kadir olduğu belirtiliyor.
(Msl. bk. el- Mu’cemü’l-Müfehres Li Elfazı’l-Kur’ân..., ‘‘Kadir’’ maddesi.
407 Msl.
bk. Hud, 102; Ra’d, 13; Ğafir, 22
408 Kitab-ı
Mukaddes, Huruç, 4/
24, 25.
409 Kitab-ı
Mukaddes, Huruç,
11/2; 12/ 35, 36.
410 Kitab-ı
Mukaddes, Huruç, 20/
5.
411 Kitab-ı
Mukaddes, Huruç,
21/17.
412 Kitab-ı
Mukaddes, Huruç,
21/28.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 315
nin, kadınlarının,
süt emen çocuklarının, sığırdan koyuna ve deveden merkebe varıncaya kadar bütün
hayvanlarının öldürülmesini emretmiş.413
Allah, bazı adamların
Tabut-u Sekinenin içine baktıklarından dolayı, gazaba gelerek elli bin yetmiş
adamı telef etmiş.414
Hz. Davud, nüfus sayımına
kalkışmış. Allah bundan gazaba gelerek, ceza olmak üzere, yedi sene kıtlık,
yahut kendisini kovalayan düşmanlarının önünden üç ay kaçması veya üç gün veba
cezalarından birini tercih etmesini teklif etmiş. Hz. Dâvud vebayı tercih ettiğinden,
üç günde yetmiş bin Yahudi ölmüş.415
3. Büyük
Peygamberlerin Bazısı Hakkında Büyük İftiraların Bulunması
Tevrat'ın kıssalarla
ilgili rivâyetlerinde de aynı şekilde peygamberlere, onların şanına, ismet
sıfatına yakışmayan fiillerin, günahların açıkça isnat edildiğini görmekteyiz.
Meselâ Nuh'la (a.s) ilgili olarak, oğlu Hâm'm babasını sarhoşken avret mahalli
açık olduğu halde gördüğünü, kardeşlerine durumu haber verip onların bir elbise
ile babalarını örttükleri anlatılmaktadır416. Lût'un (a.s) da,
kavminin İlâhî azapla helakinden sonra çekildiği mağarada iki kızıyla zina
ettiği ve onları hamile bıraktığı417 şeklinde çirkin bir iftira
mevcuttur. İbrâhim (a .s) için de, hanımı Sâre validemizi, kuraklık yüzünden
gittiği Mısır yolculuğunda Firavun'un adamlarına teslim ettiği şeklinde
iftiralar yer almaktadır.418
Hz. Davud'un kendi ordu
komutanı Uryan'm karısını beğenip sarhoş ettiği419 ve onunla yattığı
ve kocasını özel bir emirle harp meydanına gönderip öldürttüğü ifade ediliyor.
Hz. Süleyman'ın yediyüz
hanımı ve üçyüz cariyesi bulunduğu anlatıldıktan sonra420 karıları
onun kalbini Allah yolundan saptırdıkları ve ihtiyarlığında başka ilahlara
uymaya sevkettikleri ve Süleyman'ın bir puthane yaptırdığı belirtiliyor.421
413 Kitab-ı
Mukaddes, Birinci Samuel,
15/2-3.
414 Kitab-ı
Mukaddes, Birinci
Samuel, 6/19
415 Kitab-ı
Mukaddes, İkinci
Samuel, 24/13.
416 Kitab-ı
Mukaddes, Tekvîn,
9/20-24.
417 Kitab-ı
Mukaddes, Tekvîn,
19/20-24.
418 Kitab-ı
Mukaddes, Tekvîn,
.12/10-20.
419 Kitab-ı
Mukaddes, Tekvîn,
19/ 33.
420 Kitab-ı
Mukaddes, I.
Kırallar, 11.
421 Kitab-ı
Mukaddes, I.
Krallar, 11.
316 ■ KUR’ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Bu isnat ve iftiralar
karşısında Kur'ân-ı Kerim ise, Süleyman (a.s)'in, Yahudilerin asılsız ve
yakışıksız iftiralarından, şirkten, küfürden, her türlü cürümden, sihir
yapmaktan uzak, mü'min kullarının birçoğundan üstün kılman bir peygamber
olduğunu açıklamaktadır.422
Bunların haricinde birçok
peygamber; Hz. İbrahim,423 Musa ve Harun424 ve Yusuf
(a.s)425 hakkında Kur'ân'la tamamen ters düşen iftira ve isnatlar
mevcuttur.426
Peygamberler bu gibi
iftiralardan münezzehtirler. Çünkü kendilerine uymak farz olduğundan, bu gibi
çirkinlikleri işledikleri takdirde, Allah tarafından hem kötülükleri menetmekle
görevli, hem de bunları yapma iznine sahip olarak gönderilmeleri anlamına
gelir. Bu ise, peygamber olarak gönderilme hikmetine terstir. Bazı kimselerin
çıkıp da, "bakın, bizim yaptığımız şeyleri peygamberler de yapmışlar"
demeye kapı açar.
Oysa Kur'ân'da bu
zikredilen peygamberler ve diğerleri en güzel sıfatlarla ve özelliklerle
tanıtılmaktadır. Kur'ân'a göre bütün peygamberler Allah'ın fazlına mazhar
olmuş seçkin ve salih kullarıdır. Peygamberler yüksek ahlak sahibi örnek
insanlar olarak insanları hidâyete davet eden elçilerdir. Peygamberler, daha
birçok üstün vasıflarla Kur'ân muhataplarına tanıtılmaktadır.427
4. Çok
Basit ve Önemsiz İşlerle İlgili Olarak, Allah'ın Müdahalede Bulunduğunun
Belirtilmesi
Meselâ, Hz. Musa ve
Harun'a, İsrailoğullarmm yiyecekleri koyunlar, kuzular ve keçiler hakkında
verilen emirlerde bunların sayıları, yaşları, kanlarının kapı süvesi üzerine
sürüleceği, bunların suda haşlanmış olarak değil, kebap olarak başı, paçası ve
içleriyle beraber yenileceği detaylı olarak açıklanıyor.428
422 Bk. Bakara, 102; Nisa, 163; En’am,
84; Enbiya, 78-82; Nemi, 15-44; Sebe’, 12-14; Sâd, 30-40.
423 Bk. Kitab-ı Mukaddes,
Tekvin, 12/10-20, 20/1-18; bk. Kur’ân-ı Kerim, Meryem, 41-48; Saffat, 99;
Ankebût, 26; Enbiyâ, 68-71; En’am, 84-87; Nisa, 125; Mümtehine, 4; Nahl, 120-121,
123; Bakara, 126, 129- 130; Hac, 27-28; Al-i İmran, 96.
424 Bk. Kitab-ı Mukaddes,Tesniye,
32/48-52; Kitab-ı Mukaddes, Meryem, 51-52; Saffât, 114-115, 118- 121;
A’raf, 144), ( Kitab-ı Mukaddes, I. Samuel, 12, 16-18, 28-29; II.
Samuel, 3-4, 11, 16; Kur'ân-ı Kerim, Sâd, 20, 25, 30; Bakara, 251; Nisa,
163; Nemi, 15; Sebe’, 10-11.
425 Bk. Kitab-ı Mukaddes,
Tekvin, 37-50; Kur’ân-ı Kerim, Yusuf Sûresinin tamamı.
423 Geniş bilgi için bk. M. Beyûmî
Mehran, Dirâsat Tarihiyye, s. 58-87; Nakre, a.g.e., s. 229-231; Bucaille,
a.g.e., s. 217-241.
427 Misal için bk. Bakara, 130; Al-i
imran, 39, 46; En’am, 85, 87-90; Enbiya, 72-86; Saffât Sûrsi, 112; Kalem, 50.
428 Kitab-ı Mukaddes, Huruç, 12/1-13.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR «317
Daha bunlar gibi başka önemsiz pek çok teferruat yer alıyor.429
5. Tevrat'ın
Birtakım Hurafeleri ve Akla Ters Fikirleri İhtiva Etmesi
Meselâ,
Tekvin Kitabında, Allah, "Ben göğün altında bulunan her canlı varlığı
helak etmek için yeryüzü üzerine su tufanı getireceğim; yerde bulunanların
tamamı helak olacaktır430" diyor. Sonra Tesniye Kitabında
cebbarlar bakiyesinden yalnız Başan kralı Avc kalmıştı. Onun kereveti demir
kerevet olup, uzunluğu adım zirai ile dokuz ve genişliği dört zira olarak Benî
Ammun'un Rabbat şehrindedir" deniliyor431. Bunda bir çelişki
var ve İlâhî vaadin tamamıyla gerçekleşmediğini gösteriyor.
Gökkuşağı,
Tufan'dan sonra Allah ile Yahudiler arasında ahdin alameti olarak göğe
konulmuş, Allah, "o bulutta göründüğü vakit bu ahdi hatırlayacağım" demiş432.
Altı
yüz bin Yahudi yolda giderlerken Mısır'da yedikleri et, balık, hıyar, kavun,
pırasa, soğan, sarmısak vesaireden mahrum kaldıklarından dolayı şikâyet
etmişler, bunun üzerine denizden bir rüzgâr çıkıp ordugâhın etrafına o kadar
güvercin şevketmiş ki bir günlük yol kadar mesafe üzerine iki arşın
yüksekliğinde güvercin yığılmış. Bunların etleri daha Yahudilerin dişleri
arasında iken Allah'ın gazabı alevlenmiş ve onları gâyet şiddetli bir belaya
çarptırmış, helak olanları orada defnetmişler.433
Tevrat'ta buna benzer şeyler pek çoktur.434
Misal
olarak .verdiğimiz, işaret etmeye çalıştığımız gerçekler veya yapılması mümkün
benzeri karşılaştırmalar sonucu görülecek öze ait farklı muhteva, Tevrat
rivâyetlerinin Kur'ân kıssalarına kaynak olamayacağının açık ve kesin
delillerini teşkil etmektedirler. Ancak aralarında konu itibariyle görülen
benzerlik ve müştereklikler, Kitab-ı Mu- kaddes'in de tahriften önce Allah'ın
indirdiği semâvî kitaplardan olduğunun delilidir. Fakat sonradan tahrife maruz
kalmış, tarihi özelliği olan birer belge olmanın haricinde dinî sahada rehber
olmaktan çıkmıştır.
429 Kitab-ı
Mukaddes, Huruç,
25/1-40; 29/ 1-46.
430 Kitab-ı
Mukaddes, Tekvin,
6/17.
431 Kitab-ı
Mukaddes, Tesniye,
3/11.
432 Kitab-ı
Mukaddes, Tekvin,
9/13, 15.
433 Kitab-ı
Mukaddes, idad,
11/31.
434 Msl.
bk. Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, 11; Tesniye, 8/ 4.
318 ■ KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Kur'ân'la
karşılaştırma sonucu—Tevrat rivâyetleriyle olduğu gibi— İncillerle de hem genel
muhtevada, hem de İsa ve ailesiyle ilgili meselelerde esasa ait bazı
farklılıkların bulunduğunu görmemek mümkün değildir. Böyle bir karşılaştırma
sonucu aralarında iddia edilen veya vehmedilen bir kaynaklık bağının
doğruluğunu gösterecek paralelliğin kesinlikle mevcut olmadığı görülecektir.
Çünkü
semâvî olan İncil de tahrif edilmiştir. Bugün İncil'in tahrif edilmiş olduğu
gerçeğini en cahil bir insan dahi anlamakta güçlük çekmez. Zira her şeyden
önce Hz. İsa'ya inen İncil tektir. Bugün resmî İnciller olan dört adet veya
tarihte Hıristiyan konsillerince ayıklanmış yüzlerce İncil nazil olmamıştır.435
Muharref
İncil nüshalarının Kur'ân'a kaynak olması bir yana, bizzat Kur'ân, muharref
İncil nüshalarına göre Hıristiyanlığın temel inançlarını436
reddederek, küfür ve şirklerine hükmetmektedir. Hz. İsa'nın İsrailoğulları'na
sadece bir olan Allah'a ibadetle emrettiğini, Ona şirk koşmamalarını tebliğ
ettiğini açıklamaktadır. Hz. İsa'nın sadece diğer elçiler gibi bir elçi ve
yemek yiyen bir insan olduğunu beyan etmektedir. İsa'nın (a.s) Teslis inancı
(Baba, Oğul, Ruhu'l-Kudüs) ile ilgili herhangi bir şey söyleyip emretmediğini
açıklamaktadır.437
Burada
Kur’ân ve İncil arasında taban tabana zıt olan bütün görüşleri, Hıristiyanlığın
inanç ve öğretilerini tek tek sıralamak istemiyoruz. Daha önce bu temel
farklılıkların önemli bir kısmına işaret ettik. Hepsini zaten burada detaylı
bir biçimde ele almak mümkün değildir. Bu esaslı farklılıklardan birisi de
şudur:
Hz.
Meryem hakkında da İncillerde, Kur'ân kıssalarında yer almayan bilgiler
mevcuttur. Luka İncil'ine göre Hz. Meryem'in Yusuf adında birisiyle nişanlı
olduğu zikredilmektedir.438
İncillerde
Kur'ân'la uyuşmayan pek çok bilgiler mevcut olduğu gibi, kendi farklı nüshaları
arasında da pek çok tenakuzlar vardır. Aynı zamanda gerek Tevrat metinlerinde
gerekse İncillerde bilimle, bilinen tarihî gerçeklerle uyuşmayan birçok
meseleler de yer almaktadır.439
435 Mevcut
resmî veya gayr-i resmî İnciller hakkında geniş bilgi için bk. Abdulvahab,
en-Neccâr, Kısasu’l- Enbiyâ, s. 464-484; Münazarat Beyne’l-islâm
ve’n-Nasraniyye, s. 35-70; M. Ebû Zehra, Muhadarat, s. 48- 81; Tümer, (Prof.
Dr.) Günay, Küçük (Doç. Dr.) Abdurrahman, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları,
1988-Ankara, s. 152-154.
438 Hıristiyan
inanç ve öğütleri hakkında toplu bilgi için bk. M. Ebû Zehra, Muhadarat, s.
120-142; Münazarat, s. 416-548; Nakre, a.g.e., s. 233-244; Bucaille, a.g.e., s.
99-112, 313; Tümer ve Küçük, Dinler Tarihi, s. 137-139, 142-152.
437 Bk. Maide, 72-75; 116-117.
438 Kitab-ı Mukaddes, Luka, 1/26-28.
439 Bk. Bucaille, a.g.e., s. 33-53,
89-111.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 319
Halbuki
Kur'ân-ı Kerimde ne kendi içinde çelişkili bilgiler, ne de bilimle bağdaşmayan
ve kesin tarihî verilerin nakzettiği malumat mevcuttur.440
Gerçekler
işaret edilen paralelde olunca, Tevrat veya İncil'in Kur'ân'a kaynak olması
hiçbir zaman kabul edilebilecek bir husus değildir. Bozulmamış hiçbir vicdan,
akl-ı selime sahip olan herkes bu iddiayı red- decek, asıl gerçek ne ise ona
teslim olacak ve kabul edecektir.
6. İbadet
ve Muamelelerde Durum
İslâmm
inanç dışındaki konulurda da köklü değişiklikler getirdiğini görüyoruz. Mesela,
İslâm daha önce Allah'a adanan pek çok kurban çeşidini ortadan kaldırdı.
Kâhinlerin ve papazların aracılığına son verdi. Müslüman'ın, gerek
ibadetlerinde, gerekse günahlarını affettirmede doğrudan doğruya Rabbiyle
irtibatını sağladı. Bundan dolayı da İslâmda, günah kurbanı, selamet kurbanı,
suç kurbanı...vs. adıyla bir kurban türüne rastlanmaz.441
Aynı
şekilde İslâmda necasetlerin hükmü de, Yahudilikteki boğucu ve bunaltıcı güçlük
ve sıkıntılardan kurtarılmıştır. Şu tek örnek bile-ki necasetlerle ilgili en
hafif hükümlerden biri sayılır-Yahudiliğin mensupları için öngördüğü güçlüğün
derecesini göstermeye yeter. Kolaylık dini olan İslâm ise bu güçlüğü
mensuplarından kaldırmıştır: "Ve eğer adet zamanında değilken bir kadının
çok günler kan akıntısı olursa, yahut adet zamanından fazla olarak akıntısı
olursa; murdarlığı akıntısının bütün günleri adet günleri gibi olacaktır; murdardır.
Akıntısının bütün günlerinde üzerinde yattığı her yatak kendisi için adet
yatağı gibi olacak; ve üzerine oturduğu her şey adet murdarlığı gibi murdar
olacaktır. Ve bu şeylere her dokunan murdar olacak ve esvabını yıkayacak ve
suda yıkanacak ve akşama kadar murdar olacaktır. Fakat sıkıntısından ta- hir
olursa, o zaman kendisine yedi gün sayacak, ve ondan sonra tahir olacaktır. Ve
sekizinci gün kendisi için iki kumru, yahut iki güvercin yavrusu alacak ve
onları kâhine, toplanma çadırının kapısına getirecek. Ve kâhin birini suç
takdimesi ve o birini yakılan takdime olarak arze- decek ve kâhin onun için
murdarlığının akıntısından dolayı Rabbin önünde kefaret edecektir. Böylece
Israiloğullarını kendi murdarlıklarından ayıracaksınız, ta ki aralarında olan
meskenimi murdar ettikleri zaman kendi murdarlıklarında ölmesinler."442
440 Daha
geniş bilgi için bk. a.g.e., s. 115-210, 211-250.
441 Bu
ve benzeri noktalar hakkında detaylı bilgi için bk. Kitab-ı Mukaddes,
Leviller, Bab: 1-10.
442 Kitab-ı
Mukaddes, Levililer,
Bap 15/25-31.
320 ■ KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Diğer necasetlerin
hükmünü öğrenmek isteyen, aynı kitabın Sekizinci Babının on birinci âyetinden
onsekizinci âyetine kadar okuyabilir.
İslâmda ise, istihazalı
bir kadının yapması gereken tek şey, bir pamuk parçası gibi bir şeyle kanın
akıntısını durdurmak, her namaz vakti geldiğinde yeni bir abdest almaktır. Bu
durumdayken kocası kendisiyle ailevi ilişkide bulunabilir. Bu tolerans ve
kolaylık nerede, şu güçlük ve sıkıntı nerede?443
Kur'ân'da, mü'minlerin
Rablerine olan şu dualarında diğer dinlerdeki bu güçlüğe kısa bir işaret
vardır: "Rabbimiz! Bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük
yükleme!"444
İslâmda, çeşitli
ibadetlerle ilgili uygulamalar Yahudilik ve Hıristiyanlıktakinden çok
farklıdır. Bunları tek tek ele alarak örneklendirmek bile başlı başına bir
çalışma konusudur. Nitekim, bu alanda mukayeseli bir biçimde çok değerli
çalışmalar yapılmıştır.445 Bu hususla ilgili geniş bilgi için
sözkonusu eserlere başvurmakta büyük yarar vardır.
Yiyecekler konusuna
gelince, İslâm yasak olanlarını şunlarla sınırlandırmıştır: "Leş, kan,
domuz eti, Allah'tan başkası için boğazlanan, boğulmuş, (tahta veya taşla)
vurularak öldürülmüş, yukarıdan düşmüş, boynuzlanmış ve canavar parçalayarak
ölmüş olan hayvanlar —henüz canları çıkmadan kestikleriniz hariç,— dikili
taşlar (putlar) üzerinde boğazlanan hayvanlar."446 İslâm
bunları yasaklarken, zor durumda kalan kimseye, zaruretini giderecek kadar ve
daha ileri gitmeden bunlardan yiyebileceğine izin vermişti.447 Yüce
Allah Yahudilere ise şunları yemeyi haram kılmıştı: "Yahudilere bütün
tırnaklı hayvanları haram ettik. Sığır ve koyunun da, yağlarını onlara haram
kıldık. Yalnız hayvanlarının sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da
kemiğe karışan yağlarını haram etmedik."448 Bu da onların haddi
aşmaları yüzünden olmuştur.449 Zulümleri de bunda rol oynamıştır.450
Yahudiler, Müslümanların da mensup bulundukları Hz. İbrahim'in şeriatında haram
olduklarını ileri sürerek bu yiyecekleri helal saydığı için İslâma itiraz
ettiler. Kur'ân onlara şöyle cevap verdi:
443 Bu konuda misal olarak bk. Seyyid
Sabık, Fıkhu’s-Sünne, Dâru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrût 1971, I, 86-89.
444 Bakara, 286.
445 Bunun güzel bir örneği, Dr. Ali
Osman Ateş tarafından, “Sünnetin Kabul veya Reddettiği Cahiliye ve Ehl-i
Kitab Örf ve Adetleri"adıyla hazırladığı basılmamış doktora tezidir.
445 Maide, 3.
447 Maide, 3.
448 En’am, 146.
449 En’am, 146.
450 Nisa, 160-161.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 321
"Tevrat indirilmeden
önce İsrail'in (Hz. Yakub'un) kendisine haram kıldığı şeyler dışında,
İsrailoğullarına bütün yiyecekler helâldi. De ki: 'Doğru iseniz Tevrat'ı
getirip okuyun.' Artık bundan sonra da kim Allah'a yalan uydurursa, işte onlar
zalimlerdir. De ki: 'Allah doğru söyledi, öyleyse dosdoğru, Allah'ı birleyici
olarak İbrahim'in dinine uyun. O, ortak koşanlardan değildi."451
İslâmın Yahudilikten
farklı olduğu noktalardan biri de, faiz meselesidir. Yahudilik de faizi haram-
görüyor. Şu var ki bu haramlık, sadece Yahudilerin kendi aralarındaki faiz
alışverişini içine alıyor, yabancılara faizle borç vermeyi kapsamıyor.452
Bu da kendilerindeki çirkin ırkçılığı yansıtıyor. İslâm ise, merhameti
cihanşümuldür. Bunun için Kur'ân, faizi mutlak olarak haram kılmıştır.453
Yahudilerin bu tutumu, kendileri dışındaki milletlere karşı bir sorumluluk
duymamalarından ileri geliyor.454
Yine Medine'deki
Yahudiler Müslümanlara diyorlardı ki, "Bir adam hanımıyla normal yoldan,
fakat arkadan birleştiği zaman doğan çocuk şaşı gelir." Müslümanlar bunu
Hz. Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) anlattılar. Bunun üzerine,
Yahudilerin bu saçma sözlerini çürüten bir âyet-i kerime indirdi.455
Hıristiyanlara gelince
onlar da, ruhbanlığı icad ettiler. Bunda işi ileri götürdüler. Yaptıklarıyla
Allah'ın rızasını aradıklarını sandılar. Kur'ân Kerim inerek bu yaptıklarını
ayıpladı.456 Çünkü bu ruhbanlık insanın fıtrî ihtiyaçlarına sırt
çeviriyor ve makul hiçbir gerekçesi olmadan, Allah'ın kullarına ihsan ettiği
nimetlerini yasaklıyor.
Sadece Kur'ân-ı Kerimle
yetinerek getirdiğimiz bu bir kaç örnek bile —ki bunlar sadece örnek kabilinden
olup, İslâm ile Yahudilik ve Hıristiyanlık arasındaki bütün ihtilaf noktalarını
kapsamamaktadır— gözü gören herkese İslâm'ın müstakil bir kişiliğinin bulunduğu
gösteriyor. Bu da dosdoğru bir şahsiyet olup, putperestlik ve hurafelerin
zincirlerinden kurtulmuş insan aklıyla, kısaca, temiz ve tabii hayatla tıpa
tıp uygunluk arzeder. İşte buradan şu âyet-i kerimenin manasını daha iyi
anlıyoruz: "Sana da kendinden önceki Kitabı doğrulayıcı ve onu kollayıp
koruyucu olarak bu Kitab'ı gerçekle indirdik..."457 Bir kez
daha
451 Al-i
imran, 93-95.
452 Kitab-ı
Mukaddes, Tesniye,
Bab: 23/19-20.
453 Bakara,
278-279.
454 Al-i
imran, 75.
455 Bakara,
223.
456 Hadîd,
27.
457 Maide,
48.
322 B KUR’ÂN VE
HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
belirtelim
ki Kur'ân, tahrif elinin değmediği inanç esaslarında ve insanlık için hala
yararlı bulunan amelî hükümlerde Tevrat ve İncil'le uygunluk arzetmektedir.
Fakat ortada bir tahrif söz konusuysa veya insanlığın hayat şartarı şu veya bu
hükümde değişikliği gerektirmişse o noktada Kur'ân apaçık gerçek neyse onu dile
getirmiştir.
Biz
bir kez daha şu gerçekleri ifade ederek bu konuyu noktalıyoruz: Kendisinin
sağdan soldan derlediği sözlerini Allah'a nispet etmek gibi bir töhmet, Hz.
Muhammed'in herkesçe kabul edilen fıtrî doğruluk ve istikametine tamamen
zıttır. Cahiliye insanlarının, Yahudilerin, Hıristiyanların ve Mecusilerin
ağızlarından işitip bellediği şeylerle peygamberlik davasına ve bunları biraz
değiştirerek yine kendilerine satmaya kalkışması aklın kabul edemeyeceği bir
düşüncedir. Kur'ân'm mucize oluşu, Arap edip ve beliğlerini bir sûresinin bile
benzerini getirmekten aciz bırakmasıyla kesinlik kazanmıştır. En medenî bir
ortam içinde büyümüş ve en mükemmel bir biçimde tahsil görmüş bir alimin bile
yapamayacağı bir işi Mekke'nin taşlık dağları içinde yetişmiş ve hiç tahsil
görmemiş ümmî bir zatın yapması mümkün değildir. Kur'ân'm ifade tarzı kendi
kişisel ifade ve üslûbundan tamamen farklı ve Allah'ın kelamına özgü bir
yücelik ve tesiri bulunmaktadır. Eğer yaptığı işte bir hile bulunsa bunun
sahabileri içinde bulunan akıllı, zeki ve hatta dâhî adamlar tarafından mutlaka
keşfedilecek ve bundan dolayı itikat ve imanlarına halel gelecekti. Halbuki
kendisine iman getirenler, bir gün bile şüpheye düşmeyip onun vefatına kadar
peygamberliğine iman ve emirlerine itaatta sabit kalmışlardır. İslâm dini pek
yüksek birtakım hikmet, marifet, fazilet ve adalet prensiplerini ihtiva eden ve
bütün insanlığın en temel ve önemli ihtiyaçlarını sağlamaya yeterli bir dindir.
Yahudi ve Hıristiyanlara ait olarak Kur'ân'da görülen As- hab-ı Kehf ve Hz.
Süleymân kıssaları gibi üç dört kıssanın İslâm dininin temel itikad ve
hükümleriyle ilgili olmayıp, Hz. Peygamberin ümmî olmasından dolayı, bunları
ancak vahiy ile bildiğini isbat amacına yöneliktir. Bazı âyet-i kerimelerin
Kitab-ı Mukaddes ile uygunluk arzedip etmemesi İslâm dini aleyhinde bir delil
teşkil etmez. Çünkü eğer uygun iseler, Kur'ân'm önceki semâvî kitapları tasdik
ettiğini gösterir; değil iseler bu, Kitab-ı Mukaddes'in tahrif edilmesinden
ileri gelmiştir.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 323
B. İç Kaynaklar (Hz. Muhammed'in Şahsıyla İlgili Kaynaklar)
1. Bile
Bile Kendi Sözlerini Allah'a Nisbet Ettiği İddiası
Burada bu iddia
sahiplerini tek tek sıralamak gerekmez. Çünkü, çok az bir kısmı hariç Hz.
Muhammed'in peygamberliğini kabul etmeyen bütün gayr-ı müslimlerin iddiası
budur. Onlara göre Kur'ân, Hz. Muhammed'in sözüdür. İhtilaf sadece, Kur'ân'ı
ortaya koyarken başka hangi kaynaklardan yararlandığı konusundadır. Bu
faraziye, tabiatiyle, Hz. Muhammed'in kişisel veya toplumsal birtakım amaçlar
gütmesi ihtimaline dayanmaktadır. Burada bu ihtimallerin olabilirliği üzerinde
duracak ve bu amaçlarla Kur'ân'm Hz. Muhammed'in eseri olabileceği fara-
ziyesini değerlendireceğiz. Konuyla sıkı münaebeti dolayısıyla ayrıca
onun—haşa—şair veya kâhin olduğu iddiasına da yer vereceğiz.
a. Şahsî
Emellerini Gerçekleştirmek İçin Sözlerini İlâhî Bir Kaynağa Dayandırdığı
İddiası
al. Dünya
Malına Olan Düşkünlüğünün Vahiy Uydurmaya Sev- kettiği İddiası
Dünya malına düşkünlük
gibi bir zaaf, Hz. Muhammed'i bir din tesis etmeye, kendi sözlerini Allah'a
isnat etmeye, diğer bir ifadeyle— haşa—Allah'ı kendi arzusuna göre konuşturmaya
şevketmiş olabilir mi? Öncelikle onun dünya malına karşı olan tutumuna
bakıldığında şu realite ile karşılaşılır: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), Müslümanların sefer ve savaşlarında elde ettikleri ganimetlerin beşte
birinden hisse alma hakkına sahipti458. Buna rağmen onun, bir gün
olsun zengin olduğu görülmemiştir. Çünkü, sefere veya savaşa çıkacak olan
gazileri bununla teçhiz eder, etraftan gelen heyet ve elçileri bununla ağırlar459,
hürriyetlerine yeni kavuşan kölelerin ihtiyaçlarını bundan karşılar460,
gerektiğinde Müslüman köleleri bununla satın alıp hürriyetlerine kavuştururdu.461
Kesinlikle zekât almaz, toplanan zekâtları ilgili ayette belirtilen sınıflara
dağıtırdı.462 Hac edecek serveti bulunmayanların hacca gitmelerini
sağlamak için masraflarına bundan katkıda bulunur463, keffaret
vermek zorunda kalıp da parası olmayanların kef-
458 Enfâl, 41 Bu konuda şu
hadis-i şerif de zikre değer: “Allah’ın size ganimet olarak verdiği şeylerden
benim hakkım ancak beşte birdir; bu beşte bir de yine size iade
edilmektedir." (Nesâî, Fey’ 6; ibn Hişâm, a.g.e., II, 492) .Bu konuda
geniş bilgi ve farklı ictihadlar için bk. Fahreddin Razî, Mefatih,
ilgili ayetin tefsiri.
458 Bk. msl., ibn Hişam, a.g.e.,
II, 137.
460 Bk.
msl., Ebu Dâvud, Imâre 14.
461 ibn
Hişam, a.g.e., I, 203.
462 Tevbe,
60.
463 eş-Şevkânî,
a.g.e., IV, 170.
324 ■ KUR’ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
faretini
bundan öderdi.464 Hatta, yanma bir muhtaç gelip bir şey istediğinde,
elinde yoksa onu bekletir, kendisine bir şey geldiğinde ise o muhtaca verirdi.465
Kısaca, Allah yolunda ve İslama hizmet uğrunda yardımları pek çoktu. Hatta öyle
gün olurdu ki, yanma misafir gelir, fakat onu ağırlayacağı bir şey bulamazdı466.
Bu da bir yana, yiyecek bir şey bulamadığından dolayı bazan öylesine acıkırdı
ki, bu, sahabilerinin şefkatini celbederdi.467 İmkân bulduğunda
kendi kendisini temiz ve helâl hiçbir yemekten menetmemekle birlikte, hayat ve
yaşayışı genel olarak zahidçeydi. Meselâ üzerinde yattığı yatağı sertti.468
Hanımlarına verdiği mehirler azdı469. Süs olarak altın
kullanmaz, ipek elbise giymezdi470.
İşte gelirleri ve işte
gelirini harcadığı yerler! Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) asla
zekât almadığı gibi, bunun, akrabaları olan bütün Haşimoğulları ailesi için
helal olmadığını da açıkça ve kesin bir ifadeyle ilan etmiştir471.
Bir gün, henüz küçük olan torunu Hz. Hasan'm zekât malından bir hurmaya el
uzattığını görmüş, "Kıh, kıh!" diyerek, onu menetmiştir472.
Hatta Bütün Haşimoğullannın, zekât işinde memur olarak çalışmalarını yasaklamıştır473.
Bunu azatlı kölesi Ebu Rafi'a bile teşmil etmiştir. Çünkü bizzat Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) buyurduğu gibi bir kavmin azatlı
kölesi, o kavimden bir fert sayılırdı474.
Keza, Hz. Ali fakir bir
insandı. Öyle ki bir defasında bir kadının veya Yahûdînin yanında sucu olarak
çalışmış, kuyudan su çekmekten elleri patlamış475, buna rağmen Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) damadı oluşundan yararlanmak
istememiş, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de özel olarak ona
herhangi bir servet vermeye kalkışmamıştır. Şu olay da meşhurdur: Bir defasında
Hz. Fatıma, savaşlardan birinde elde edilen esirlerin Medine'ye getirildiğini
öğrenmiş ve ev işlerinden kendisine yardımcı olacak bir hizmetçi istemek üzere
babası Hz. Peygamberin
484 Bk. ei-Muvatta’, I, 278; Nitekim
burada, Hz. Peygamber (s.a)’in Yahudilerin meskun bulundukları yerde öldürülmüş
bulunan, fakat katilin kim olduğu konusunda hiçbir delil olmayan bir Müslümanın
kan bedelini kendi malından, yani hâzinenin malından vermiştir, bk. İbn Hişâm,
a.g.e., II, 356
465 Buharî, Rikak 17; Tirmizî, Kıyame
36.
466 Nevevî, Riyazu’s-Salihîn, s. 181.
487 Msl., bk. Nevevî, a.g.e., s. 171.
468 Bk. Gazâlî, ihya, II,. 321.
469 Müslim, Nikâh 78; ibn Mâce, Nikâh
17; Dârimî, Nikâh 18.
470 Buharî, Cihâd 177, ideyn 1; Ebû
Dâvud, Salat 2, 3, Libâs 7; Nesâî, İdeyn 5.
471 Ebû Dâvud, Zekât 5; Nesâî, Zekât
4, 7; Dârimî, Zekât 36.
472 Buharî, Zekât 60, Cihâd 188;
Dârimî, Zekât 16, Ahmed, Müsned, II, 409.
473 Müslim, Zekât 167; Ahmed, Müsned,
IV, 166.
474 Bk. Buharî, Menâkıb 14; Faraiz 24;
Ebû Dâvud, Zekât 29; Tirmizî, Zekât 25; Nesâî, Zekât 97.
475 Ahmed, Müsned, I, 135.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 325
(salla’llâhü aleyhi ve
sellem) huzuruna varmış. Ne var ki, eli boş dönmüştür. Resûlullah, sevgili
kızının, Allah'ın rızasını kazanmaya ve Onu bol bol anmaya teşvik ederek
gönlünü yapmak istemiş ve bunun Allah katında bir hizmetçiye sahip olmaktan
daha üstün olduğunu belirtmiştir476. Bu şu demektir: Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) kendisi için dünya malı istememiş, onu çoluk çocuğu için de
toplamamış, hatta ölümünden sonra geride bırakacağı her şeyin—hanımlarının
nafakası ve işçilerinin ücreti çıkarıldıktan sonra— Müslümanlara sadaka
olduğunu ilan etmiştir477.
Hz. Peygamber dünyalık
adına eline ne geçerse, ancak pek az bir miktarını bırakarak büyük kısmını ise
muhtaçlara sadaka olarak verirdi. Bundan dolayı bazan borç almaya bile mecbur
olurdu. Hatta bir defa, çoluk çocuğunun geçimi için ödünç aldığı otuz sa' yani
bin kırk dirhem arpaya karşılık zırhını rehin olarak vermişti. Ve bu zırh
ancak vefatından sonra kurtarılabilmiştir478. Hz. Aişe'nin ve
sahabilerinden bazılarının bildirdiklerine göre, Hz. Peygamber vefat ettiği
zaman, miras olarak ne bir dinâr, ne bir dirhem479, ne bir davar,
ne bir deve480, ne bir erkek köle, ne bir kadın köle bırakmış481,
ne de (vasiyet edilecek malı bulunmadığı için) bir şey vasiyet etmiştir482.
Ondan sadece, bindiği beyaz bir katır, Allah yolunda vakfetmiş olduğu bir arazi
parçası483 ile kullandığı silahı kalmıştır.484 Hatta,
bizzat kendisi bu fiilî uygulamasının, "Biz (peygamberler)e mirasçı
olunmaz. Biz geriye ne bırakırsak sadakadır"485,
"Hanımlarımın nafakasından ve mütevellimin masrafından sonra, ne
bırakırsam sadakadır"486 buyurmuştur. Ölüm döşeğinde iken Hz.
Aişe'nin nezdinde muhafaza edilen sekiz-dokuz altını Hz. Ali vasıtasıyla
fakirlere verdirip: "Eğer Muhammed, bu altınlar yanında iken Allah'ın
huzuruna çıksaydı, acaba hali ne olurdu?" buyurarak487 dünya
malına karşı istiğnasını dile getirmiştir.
476 Buharî,
Nefekat 7, Daavât 10; Müslim, Zikir 63, 81; ibn Mâce, Dua 2.
477 Buharî,
Vasayâ, 32, Farâiz 13; Müslim, Cihâd 55; Muvatta’, Kelâm 28.
478 Buharî,
Cihad 89, Magâzî 86; Tirmizî, Buyu' 7; Nesâî, Buyu’ 58, 83; ibn Mâce, Ruhûn 1;
Dârimî, Buyu’ 44; Ahmed, Müsned, I, 236, 300, 301...
479Buharî, Vasâyâ 1, Megâzî 83; Müslim,
Vasiyyet 18; ibn Mace, Vasâyâ 1; Nesâî, ihbâs 1, Vasâyâ 2;
Ahmed,
Müsned, I, 300...
480 Ahmed,
Müsned, VI, 136-137; ibn Sa’d, Tabakât, II, 260.
481 Ahmed,
Müsned, I, 300-301; ibn Sa'd, Tabakât, II, 316-317.
482 Ahmed,
Müsned, VI, 44; ibn Sa'd, Tabakât, II, 260.
483 Buhârî,
Vasâyâ 1, Cihâd 61,86, Humus 3, Megâzî 83; Nesâî, ihbâs 1; Ahmed, Müsned, IV,
279.
484 Buhârî,
Cihâd 5, Humus 1, Nefekât 3,, 86, Vasâyâ 15, Humus 3, Megâzî 83; Nesâî, ihbâs
1; Ahmed, Müsned, IV. 279
485 Buhârî,
j’tisâm 5, Humus 1, Nefekât 3, Fadâilü’s-.Sahhabe 12, Ferâiz 3; Müslim, Cihâd
51, 52, 54, 56; Dârimî, Kelâm 27; Ahmed, Müsned, I,. 4, 6.
488 Buharî, Vasayâ 32, Ferâiz 3; Müslim,
Cihâd 55; Muvatta', Kelâm 28.
487 Ahmed, Müsned, VI, 104; ibn Sa'd,
Tabakat, II, 237-238.
326 ■ KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
İşte
bütün bu haller Hz. Muhammed'in vera' ve takvanın ancak peygamberlere mahsus
olan bir kemâl derecesini haiz olduğunu ve kendisinden kizb ve riya sadır
olmasına imkân bulunmadığını şüpheye asla yer bırakmayacak surette isbat eden
açık delillerdir.
Bu da
demektir ki, dünya malı asla onun düşüncesi olmamıştır. Sanki Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu tutumuyla, kendisinden asırlar sonra gelip, onu, gûya
fakirliğin ruhunda bıraktığı yara ve hasreti gidermek için servetler yığmak
istemekle itham edip dil uzatanlara cevap vermiş gibidir.
a2. Cinsel Arzularını Gerçekleştirmek
İçin Vahiy Uydurduğu İddiası
Hz.
Peygamberin —haşa— cinsel arzularını tatmin için ve daha fazla kadınla evlenmek
amacıyla vahiyler uydurduğu şeklindeki iddianın detaylı bir biçimde
değerlendirilmesi, özellikle Hz. Zeyneb ile evlenmesine olan itirazlar ve
cevapları daha önce geçti. Burada tekrara ihtiyaç görmüyoruz. Ancak, konu,
özellik bakımından bir yönüyle burayla da ilgili olduğundan sadece işaret etmekle
yetiniyoruz.
b. Liderlik
Tutkusunun Vahiy Uydurmaya Sevkettiği İddiası
Hz.
Peygamberin—haşa—liderlik tutkusu ve saltanat kaygısıyla vahiy uydurarak bu
gücü, dini bir görünüm altında gerçekleştirme arzusunda olduğu iddiası,
müsteşriklerin yaygın iddialarından biridir. Meselenin böyle olmadığı tarihî
bir realite ise de konunun bir kere daha aydınlatılmasında fayda mülahaza
edilmiştir. Buna göre benzer su-i zan bizzat dönemin Mekke'li müşriklerinde de
görülmüştür. Nitekim, Mekkeli müşrikler, Hz. Peygamberin Hak dini vaz ve tebliğ
etmesinde, bazı menfaat ve maddi kazançlar aramaya çalışıyorlardı. Kur'ân-ı Kerimde
bu iddiaya doğrudan doğruya cevap verilmeden eski çağlarda da Allah'ın hangi
kulu ve resûlü insanları doğruya ve iyiliğe davet etmişse aynı ithamla
karşılaştığı kaydedilmiştir. Meselâ, Firavun'un sa- raymdakiler Hz. Mûsa ile
Harun'un hakka davetine şu karşılığı vermişlerdir:
"Onlar:
'Siz ikiniz bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve
yeryüzünde büyüklük sizin olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize
inanacaklar değiliz/ dediler."488
"Bu,
ancak sizin gibi bir insandır. Sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor."489
488 Yunus, 78.
488 Mu’minûn, 24.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 327
Demek ki, hak ve adalet
düşmanlarının çok eskilere dayanan bir taktiği vardır: Bunlar, Allah'ın hangi
kulu insanları, cemiyeti ve milleti ıslaha çalışmışsa, ona darhal
"iktidar hırsıyla gözü dönmüşlük" damgasını vurmuşlardır. Bu
düşünceye aynı suçlamaya Hz. Mûsa ve Hz. Harun maruz kalmışlardı. Firavun ve
yandaşları, Hz. Mûsa ile Harun'un iktidara hevesli olduğunu, şan ve şöhret
sahibi olmak istediklerini iddia etmişlerdi. Aynı iftira Hz. İsa'ya da
atılmıştı ve kendisinin Ya- hudilerin lideri ve kralı olmak istediği söylenmişti.
İşte Kureyşli kabile reisleri de Hz. Peygamberin iktidara talip olduğunu
düşünmüşlerdi.
Gerçek şu ki, ömürleri
boyunca dünyanın maddi imkanlarından faydalanıp para, pul, şan ve şevket
sahibi olmak isteyenler, bu dünyada bir insanın hiçbir şahsî iktidar ve ikbal
beklemeden, hiçbir çıkar gütmeden, karşılıksız, samimiyetle ve iyi niyetle
insanların iyiliği ve felahı için sabahtan akşama kadar çalışacağına bir türlü
inanamazlar...490
Şimdi de, Resulullahm (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hükümranlığının zirvesinde iken taşıdığı duyguları ve yaptığı
icraatları konusunda şu önemli gerçekleri kaydedebiliriz: Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) tertip ettiği askerî seferlerin büyük çoğunluğuna bizzat
katılmıştır. Oysa devlet başkanı olarak, askerî görevleri ordusuna ve
komutanlarına havale edip sadece siyâsî işleri yürütmekle yetinerek devamlı
olarak Medine'de kalıp canını tehlikeye atmayabilirdi. Fakat o, mümkün
olduğunca rahat ve güvenli bir hayat sürmeye vesile edilecek bir saltanatın
peşinde değildi. Aksine, Allah'ın dininin yeryüzüne sağlam bir şekilde
yerleşmesi ve hak, adalet ve eşitlik prensiplerinin yayılması uğrunda elinden
gelen çabayı sar- fediyordu. Meselâ, Uhud Savaşında, yayı kırılmcaya kadar ok
attıktan sonra uğradıklarını hepimiz biliyoruz. Yine, Ahzab Savaşında, hendek kazımma
nasıl bilfiil iştirak ettiği, Müslümanların azmini bileyip, onlar da büyük bir
gayretle kazı işine koyuldukları ve Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
kendileriyle omuz omuza çalışmasını şiirlerle dile getirdikleri meşhurdur491.
Aynı şekilde, o güne kadar yapılan bütün askerî seferlerden daha çetin, daha
zor ve daha uzun olan Tebuk Seferinde nasıl ordusunun başında en önde yürüdüğü
bilinmektedir492. Huneyn Savaşında da en ön safta savaşmış ve
başlangıçta İslâm ordusu geri çekilmişken o bir avuç fedâkâr ile sebat ederek
ilerlemeye çalışmıştır.493
Resulullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sosyal mevkii ne olursa olsun hiçbir gün hiçbir kimseye karşı
büyüklendiği ona tepeden baktığı vaki olmamıştır. Bir
490 Mevdûdî,
a.g.e.l I, 217-218.
491 Bu
konuda geniş bilgi için bk. ibn Hişâm, a.g.e., II, 216, 217.
492 Tebuk
Seferi hakkında bilgi için bkz. ibn Hişâm, a.g.e., II, 515-529.
493 Bk.
ibn Hişâm, a.g.e., II, 442-443.
328 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Müslümanın
duygularını incittiği görülmemiş ve nakledilmemiştir494. Hatta ölen
birinin mezarına inip yerini düzlemekten, sonra da ölüyü mübarek eliyle alıp
defnetmekten bile çekinmezdi495. Bir defasında, hayattayken
kendisini mescidi temizleme hizmetine vakfetmiş kendi halinde zenci bir kadın
ölmüştü. Sahabiler, bu kadının durumu Hz. Peygamberi pek fazla ilgilendirmez
düşüncesiyle ona haber vermek istemediler ve kadını defnettiler. Resûlullah (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) daha sonra bunu öğrenince onları yadırgadı ve gidip kadının
mezarı başında cenaze namazını kıldı496. Mübarek eliyle zekat
develerini damgalardı497. Gençliğinde koyun güttüğünden çoğu kez söz
eder498 ve bunda hiçbir sakınca ve eksiklik görmezdi. İşte Allah
Tealâ'nın kusurdan ve aşağılık kompleksinden temiz kıldığı büyük ruhlar
böyledir. Her ne konuda olursa olsun kendisiyle konuşan herkesi dikkatle
dinlerdi. Hatta bir defasında saf bir kadın onu durdurmuş, kadın sözünü
bitirinceye kadar yanında ayakta beklemişti. Ne onun gönlünü kırmış, ne de onu
kovmuştu499. Yine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
sultanlar için yapıldığı gibi askerlerin insanları döverek ona yol açmalarını
sevmezdi500. Sahabi- lerine, Yabancı milletlerin birbirlerini aşırı
derecede yücelttikleri gibi kendisini yüceltmemelerini söylerdi501.
Tevazuunun diğer bir ifadesi olarak sahabilerinin arkasında namaz kılmış ve
bunda hiçbir burukluk hissetmemiştir502. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) zorba ve zalim değildi. Hatta, bir kerecik olsun bir
hizmetçiyi bile dövmemiştir503. Hz. Enes (V. 93) onun vefatından
uzun bir zaman sonra bile, kendisine olan sonsuz şefkat ve yumuşaklığını,
yaptığı bir işi neden yaptığını, yapmadığı bir işi de neden yapmadığını tenkid
yollu söylemediğini yadediyordu504. Kötü bir münafık olan Abdullah
bin Übeyy ölüp gidinceye kadar Resu- lullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onun
kabalık ve saygısızlığına katlanmıştır505. Bunu da ondaki beşerî
zaafa şefkaten yapmıştır. Çünkü, Medine'li Müslüman- lardan, onu kendilerine
reis yapmak için taç bile hazırladıklarını
494 Hz. Peygamber (s.a)’in elde ettiği
zaferler ve ulaştığı tartışmasız başarıya rağmen son derece mütevazı olduğuna
ilişkin bk. Irving, s. 199.
495 Bk.
eş-Şevkânl a.g.e., IV, 51.
490 Bk. Buharî, Cenâiz 5; ibn Mâce,
Cenâiz 32.
497 Müslim,
Libâs 112.
498 Bu
konu ve ilgili rivayetler için bk. M. Hamidullah, a.g.e., I, 54.
499 Hz. Peygamber (s.a)'in alçak
gönüllü oluşunun başka örnekleri için bk. Nevevî, Riyazu's-Salihîn, s. 192...
500 eş-Şevkânî
a.g.e., V, 48.
501 Ebû
Dâvud, Edeb 152; Ahmed, Müsned, V, 253, 256.
502 Bk.
msl. ibn Hişam, a.g.e., II, 653.
503 Ebû
Dâvud, Edeb 4; ibn Mâce, Nikâh 51; Dârimî, Nikah 34.
504 Ahmed,
Müsned, III, 197.
505 Bk.
msl. ibn Hişâm, a.g.e. I, 526; II, 48, 64, 118, 191,290-292, 300.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 329
öğrenmişti506.
Mekke'de Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ile karşılaşıp memleketlerine
gelmek üzere anlaşmasalardı İbn Übeyy'in bu reisliği gerçekleşecekti507.
Bedevi bir Arap, bir keresinde gömleğinden çekerek mübarek vücudunu incitmiş ve
beraberinde getirdiği iki deve yükü kadar mal istemiştir. Bu kabalık karşısında
bile onu cezalandırmamış ve bedevinin istediğini vermiştir.508 Hz.
Peygamber'in bu engin hilminin çok sayıda örnekleri bulunmaktadır.509
Eğer istibdad ve baskı
Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) karakteri olsaydı, savaş veya
barışla ilgili hiçbir konuda sahabileriyle meşveret etmez ve hiçbirisinin kendi
görüşüne ters bir görüş belirtmesini istemezdi. Oysa onlarla çeşitli
vesilelerle sık sık istişarelerde bulunmuştur510. Yine eğer Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dünya saltanatı peşinde olsaydı,
devlet başkanlığını kendi ailesinden birini veliaht tayin ederdi. Bundan da
ötesi, Müslümanların kendisini, Hıristiyanların Hz. İsa'yı aşırı derecede
yücelttikleri gibi yüceltmelerini menetmiş ve kendisinin sadece Allah'ın kulu
ve elçisi olduğunu belirtmiştir511. Bütün bunlar—ki çok sayıda
delillerin sadece bir kaçıdır—kanıtlıyor ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) saltanat peşinde koşmamış, saltanatın zirvesine ulaştığı zaman da bu
kendisini hiçbir şekilde değiştirmemiştir.
Cariyle, dünya
saltanatının Hz. Muhammed'in hedefi olamayacağını kendine özgü üslubuyla şöyle
dile getirmektedir:
"İkbal hırsı mı?
Bütün Arabistan bu insana ne verebilir? Rum Herak- liyüs'ün, İran hükümdarı
Kisra'nm tacı, bütün dünyanın taçları bu insan için ne ifade eder? Onun işitmek
istediği şey, yeryüzünde değil, yukarıdaki göklerin sesidir. Bütün dünya
taçları, saltanatları, şanları, şerefleri kısa bir zaman sonra ne olacaktır?
Hiç!"512
505 ibn Hişam, a. g. e, I, 584-585.
507 ibn
Hişâm, a, g.e., II, 292.
508 Bk.
Ahmed, Müsned, III,. 210; Kadı lyaz, Şifa, I, 80; M. Asım Koksal, a.g.e., XI,
450-450.
509 Bk.
M. Asım Koksal, a.g.e., XI, 444-452.
510 MsL, Bedir Savaşı öncesinde İslâm
ordusunun konaklayacağı yerin tesbiti olayında bir sahabisinin kendi fikrini
dile getirmesi (bk. ibn Hişâm, I, 620) ve Uhud Savaşı öncesinde düşmanı şehrin
dışında mı yoksa şehirde kalarak mı karşılayacakları konusunda sahabilerine
danışması (ibn Hişâm, a.g.e., II, 63-64) ve her iki olayda da kendi fikrini
değil de sahabilerinin fikrini uygulama alanına koyması bunun en güzel iki
örneğidir.
511 Bk.
Kastalânî, el-Mevâhibü’l-Ledünniyye, Mısır 1281, s. 189..
512 Cariyle,
a.g.e., s. 23.
330 ■ KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
c. Kavmini
Sosyal ve Ahlakî Açıdan Islah Amacıyla Sözlerine Tesir Kazandırmak İçin Allah'a
İsnat Ettiği İddiası
Denebilir ki, Hz
Muhammed'in, —haşa— kendi eseri olan Kur'ân'ı Allah'a mal etmekle kendi sözüne
bir kudsiyet, kuvvet ve tesir kazandırmak istemiştir513. Kur'ân'ı
Allah'a isnat etmesi bundan olamaz mı?
Buna karşı deriz ki: Bu
mümkün değildir. Çünkü dinî bağlayıcılık bakımından Hz. Muhammed'in kendisine
nispet ettiği sözler ile Allah'ın sözü kabul ettikleri arasında hiçbir fark
yoktur. Her ikisi de İslâm dininin kaynağı niteliğindedir. İnsanlar her ikisine
de eşit seviyede itaat etmekle yükümlüdürler. Eğer, Hz. Muhammed'in kendisine
ait sözleri, kuvvet ve tesir kazandırmak amacıyla Allah'a isnat etmek gibi bir
niyeti olsaydı, bütün sözlerini Allah'a izafe ederdi. Bu konuda bir ayırım
gözetmezdi. Hz. Peygamber'in Kur'ân'a gösterdiği tazimi kendi sözlerine karşı
asla göstermemesi gerçeğine daha önce temas edilmişti.
Ayrıca Hz. Muhammed'in
kendi sözlerine bir tesir, bir azamet ve kudsiyet kazandırmak amacıyla Allah'a
nisbet ettiği şeklinde bir iddiada bulunmak, bu rehberin insanları ıslah ve
gayesine giderken, yalan ve gözboyama köprüsünden geçmekte mahzur görmeyen bir
kişi olmasını caiz ve meşru saymayı gerektirir. Halbuki bu öyle bir meseledir
ki her şeyden önce tarihî realite bunun karşısına çıkar: Çünkü onun mübarek si-
retini dikkatle inceleyen herkes, harekat ve sekenatında olsun, ibare ve işaretlerinde
olsun, kızgınlığında olsun, hoşnutluğunda olsun aldatıcılıktan en uzak bir
insan olduğunda; büyük olduğu kadar küçük sayılan işlerde de, gizlide ve
âşikârede doğruluğa son derece dikkat ettiğinde, gerek nübüvvetten önce ve
gerekse sonra, doğruluğun, onun en bâriz vasfı olduğundan kesinlikle şüphe
etmez. İşin başından günümüze kadar dostları gibi düşmanları da514
buna şahitlik etmektedirler. "De ki: Eğer Allah dileseydi Kur'ân'ı size
okumazdım ve onu size hiç bil-
513 Nitekim, Hubert Grimme, onu, zenginleri
korkutarak onaylarını almak için gelişigüzel uydurduğu bir “mitoloji”nin
yardımıyla malî ve sosyal bir reformu gerçekleştirmiş olan bir sosyalist olarak
görmektedir.” (Rodinson, a.g.e., s. 351-352).
514 Çeşitli misaller arasında Msl.
Thomas Carlyle’in “Kahramanlar” adlı kitabında ve Kont Henri Di Kastri adlı
Fransız yazarın İslâm hakkındaki “Hatıralarında yazdıklarını okuyunuz. Sonra da
cahiliye döneminde Bizans imparatoru Herakliyus’un huzurunda, Kureyş adına Ebû
Süfyân’ın sözcülüğü ile tescil edilmiş olan Kureyş kabilesinin şahitliğini
okuyunuz. Herakliyus: “Bu iddiasından önce siz onu yalancılıkla itham eder
miydiniz?" diye sorunca: “Hayır!” diye cevap vermişti. Kezâ, “Aldatır mı?”
diye sorunca, “Hayır aldatmaz" diye karşılık vermişti. (Bu karşılaşmada
geçen uzun muhavere için Bk. Buharı, Bed’ul-Vahy 6; Müslim, Cihad 74).
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 331
dirmezdi.
Ben ondan önce aranızda bir ömür boyu kalmıştım (böyle bir şey yapmamıştım),
hiç düşünmüyor musunuz?"515
d. Kâhin
Olduğu İddiası
Müsteşrik Rodinson'un
"Mahome" isimli kitabı, neredeyse Hz. Muhammed ve Kur'ân aleyhinde
ortaya atılmış iddia ve iftiraların bir fihristi niteliğindedir. Sözkonusu
yazar, zihin bulandırmak için bu tür fikirlerin hemen hepsine sırası geldikçe
yer verir, arkasından ustaca zannettiği bir manevrayla aslında o görüşü
benimsemediği izlenimini vermeye çalışır. Hz. Muhammed hakkında kâhinlik
iddiası da bunlardan biridir. Rodinson, Kur'ân'ı, Hz. Muhammed'in işittiği,
tekrarladığı ve tanrısına yorduğu vahiyler olarak nitelendirmekte ve şekil
bakımından, cinlerin çöl kâhinlerine ilham ettikleriyle tamamıyla özdeş
olduğunu iddia etmektedir516. Ayrıca Hz. Muhammed ile kahinler
arasında bir çok ortak çizgi bulunduğunu, fizyolojik ve psikolojik yapısının
kâhinlerinkiyle aynı tipte bulunduğunu iddia etmektedir517. Ne var
ki hemen sonraki paragrafta, kendisiyle büyük bir çelişkiye düşerek "Bir
kâhin değildir Muhammed" ifadesini kullanmaktadır518.
Hz. Peygamberin bi'seti
esnasında kehânet Arabistan'a yayılmış, memleketin her tarafını sarmış bir bela
idi. Kâhin, bir nevi zan ile gayb haberi verene ve falcıya denir. Verdiği haber
geçmişe müteallik olursa kâhin, geleceğe müteallik olursa arraf denildiği de
söylenir. Kehânette meşhur olan cinlerden yardım taleb etmektir519.
Kahin geleceğe dair haber verirken cin tarafından yönetilen, cinnin verdiği
ilhamın etkisiyle olağanüstü sözler söyleyen kimse olduğu görüşü o günkü
Araplar arasında yaygındı520. Bu kâhinler, aynı zamanda bütün
davaları, ihtilafları da hail u fasl ederlerdi. Rüyaların tabircisi onlar idi.
Kabile mensupları için yalnız doktor değil, aynı zamanda toplumda işlenmiş
cinayetlerin de dedektifi idiler. Bu sebeple memleketin her tarafında nüfuz ve
itibarları vardı.
Kâhinler puthanelerde
otururlardı. Herbirinin hususi bir putu vardı ve bu puta hizmet ederdi. Kehânet
ücreti olarak büyük meblağlar alır, ayrıca adak da kabul ederlerdi. Aldıkları
ücrete hulvân denirdi. Bunlar
515 Yunus,
16; Draz, en-Nebeü'l-Azîm, s. 15-16.
516 Rodinson,
a.g.e., s. 109.
517 Rodinson,
a.g.e., s. 82.
518 A.g.e.,
s. 83.
519 Eimahlı,
Hak Dini, VII, 4559; Kâmil Miras, Sahîh-i Buhari Tecrid-i Sarih Terceme ve
Şerhi, IX, 23.
520 T.
izutsu, Kur’ân’da Allah ve insan, s. 162.
332 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
verecekleri
haberi veya yapacakları telkini seci' denen uyumlu bir form içinde söylerlerdi.
Hulasa
kâhinlerin adam aldatmaları çok mühim bir işti. Bunun tesiri ile memleketin her
tarafına hurafeler yayılmış, evham ve putperestliğin binbir çeşidi ortalığı
kaplamıştı. Müslüman olduktan sonra bunların birçoğu hile ve dalaverelerini
bizzat itiraf etmişlerdi.521
Bazı
müsteşrikler, ilk inen sûrelerden olan "el-Müddessir" de geçen
"müddessir (bürünüp sarman)"522 ve yine ilk inen sûreler
arasında yer alan "el-Müzzemmil" sûresinde geçen "müzzemmil
(örtünüp bürünen)"523 ifadelerine büyük bir hipotez bina etmeye
yeltenmişlerdir. Sözkonusu müsteşriklerden Tor Andrae bu konuda şöyle diyor:
"Hiç şüphesiz Muhammed putperest kâhinlerden bazı ifadeler almıştır. Pekçok
kâhin ilham almak istediklerinde başlarını örterlerdi. Muhammed de aynı şeyi
yapmıştır (Kur'ân, 73 / 1; 74 / 1). Bu davranış, aslında ilhamı tahrik etmek
için klasik bir yöntemdi. Gol papazı kurban edilmiş öküz derisine sarınır,
İzlandah kâhin gri bir koyunun derisine sarınır."524 Gaudefroy-
Demombynes de şöyle diyor: "(Bir örtüye sarınıp bürünme) kendisini kutsal
bir güç ile irtibat halinde hisseden herkesin bir adetidir. Eski Arabistan
kâhinleri de böyle yaparlardı. Dolayısıyla Kureyşliler, Muhammed'in de
cinlerin esrarını vahiy yoluyla ilham almak için onları (kâhinleri) taklit
ettiğini düşünmekte haklıydılar. Bu davranış, daha sonra yalancı peygamber
Tulayha ve Esved'in adeti de olmuştur."525
Şimdi
bu iddiayı değerlendirelim: Öncelikle belirtelim ki, ne Kur'ân'da ne sünnette,
ne de başka hiçbir kaynakta Hz. Peygamberin her vahiy geldiğinde özel bir
kıyafete büründüğüne ilişkin hiçbir bilgi gelmemiştir.
Şu
halde Hz. Peygamberin bir paltoya sarınması bir vahiy almak için değil, bilakis
bazı defalar vahiy aldığında duyduğu heybet, hissettiği manevî ağırlık ve belki
de bunun etkisiyle içinden duyduğu bir üşüme sebebiyle böyle bir şeye sarınma
ihtiyacını duyardı ve ısınmak amacıyla kendisine bir şey örtülmesini isterdi.
Öyleyse, böyle bir şey örtünmeyle, bir kâhinin büründüğü deri arasında hiçbir
ilişki yoktur. Ayrıca, vahyin gelişini tahrik etmek için daha önce değil,
bilakis vahiy hali başladıktan sonra bazı defalar üstünün örtülmesini
istemiştir.
Bu
gerçek böyle bilindikten sonra, iddiada, Kureyş'in bu tutuma bakıp ve haklı
olarak (!) Muhammed'in kâhin olduğunu düşündüğü ifadesine
521 S.
Sülaymân Nedvî, Asr-ı Saadet, c. 1, s. 306-309; T. Izutsu, a.g.e. s. 162.
522 Müddessir,
1.
523 Müzzemmil,
1.
524 Tor
Andrae, Mahomet, s. 28.
525 Maurice
Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, Paris 1969, s. 72-73.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 333
gelelim. Bu iddianın
gerçekle alakası yoktur. Çünkü Kureyş aslında Hz. Muhammed'in kâhin olmadığını
çok iyi biliyordu. Nitekim, Kur'ân âyetlerindeki ahenk ve sonlarındaki ses
uyumlarına bakarak kâhinlerin seci'li ve tumturaklı ifadelerine kıyas etmeye
kalkıp Hz. Muhammed'i, kâhin diye tavsif etmek isteyenlere müşriklerin
reislerinden Velîd b. el-Muğîre:
"Hayır, vallahi o
kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu ne kâhinlerin gizli'
fısıltılarıdır, ne de seci'leri" cevabını vermişti.526
Kur'ân-ı Kerim de bütün
müşriklere karşı kendisinin bir kâhin sözü olmadığını, mübelliği olan Hz.
Muhammed'in de kâhinlikle alakası bulunmadığını söylüyordu. Onların buna bir
itirazları olmamış olacak ki, sesleri yankısız kalmış, onlar da artık seslerini
kesmişlerdir. Eğer sözlerinde samimi olsalardı bu cevabı aldıktan sonra da,
asla sükut etmez, iddialarını ısrarla ispat etmeye çalışır ve bunu kolaylıkla
isbat ederlerdi. Böyle bir şey olsaydı, tarihe geçer ve hiçbir şeyi saklamayan
tarih bunu da günümüze kadar taşırdı.
Belki de bu kanaatteki
müşrikleri yanıltan husus, Hz. Peygamberin gaybdan haber vermesinden ileri
gelmişti. Kur'ân'a göre de Peygamber tarafından getirilen haberler gayb
haberleridir. Peygamberin faaliyeti, Allah'ın arzusunu insanlara duyurma
düşüncesi etrafında geçer. Gerçi ileride insanların gözü önüne serilecek olan
Cennet ve Cehennem tasvirleri de istikbale matuf haberlerdir ama bu, İbranî kehanetlerindeki
gibi belirli bir şahsın veya belirli bir milletin hayatında vukubulacak olan
bir olayın ne zaman vukubulacağmı önceden görüp söylemekten çok farklıdır. Hz.
Peygamberin vazifesi bu değildir. Fakat bu husus bazı müşrik Araplar tarafından
pek anlaşılmışa benzemez527. Değil mi ki o, bazı gaybî haberleri
bildiriyordu? Bazı müşrikler için mesele tamamdı ve bu onu kâhin telakki etmek
için yeterliydi.
O günkü Arap düşüncesinde
gaybe muttali' olmanın tek şekli cinlerin (şeytanların) getirip ilka edeceği
ilhâm idi. Gayba dair haber veren herkes kâhin adını alıyordu.
Hadiste haber verildiği
gibi İslâmın zuhurundan evvel kâhinler istikbale ait bazı şeyler haber
verirler ve kâinatın esrarına vakıf olduklarını iddia ederlerledi. Hz.
Peygamber'in "Nübüvvetten sonra artık kehânet yoktur" buyurduğu
veçhile Resûlulah'm bi'seti üzerine gökyüzü meleklerin muhafazası altına
alınmış ve şeytanların istihbarat
525 ibn Hişâm, a.g.e., I, 270.
527 T.
izutsu, a.g.e. s. 172.
334 ■ KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
kapıları
kapanmıştır.528 Bu gerçeğe Kur'ân-ı Kerim de açıkça işaret
etmektedir.529
Bazı müşrikler de,
Resulullahm yanında daima birkaç cin, yahut birkaç şeytan bulunduğu ve
Kur'ân'ı onların ilka ettiği vehminde idiler.530
Halbuki bunun iki açıdan
hak ve hakikatle alakası yoktu. Bir kere Kur'ân'm muhtevası, şeytanla hiçbir
ilgisinin bulunmadığının en açık bir kanıtıydı. Bu Kur'ân'la şeytanların işi
neydi. Kur'ân hidayete, iyiliğe ve imana davet etmekte, şeytanlar ise dalalete,
bozgunculuğa ve küfre çağırmaktaydı. Hem onlar böyle bir şeye kalkışamazlar.
Zira Allah'tan gelen vahyi dinlemekten uzak tutulmuşlardır. Kur'ân'ı Hz. Muhammed'e
Alemlerin Rabbi izniyle Cibrîl-i Emin indirmiş, bu hususta şeytanlara açık kapı
bırakılmamıştır.531
Ayrıca Kur'ân'm mübelliği
olan Hz. Muhammed'in durumu da, getirdiklerinin şeytanla alakası olmadığının
kesin deliliydi. Çünkü şeytanlar günahkâr yalancıların tepesine inerler.
Kendilerine kulak veren sahtekârlara yaklaşırlar.532 Hz. Muhammed
ise—haşa—ne günahkâr, ne de yalancıydı. Onun ahlak ve karakteri böyle olmaktan
son derece uzaktı. O halde şeytan ona yaklaşmaya cesaret edemezdi ve onun
getirdiklerinin asla şeytanla alakası yoktu.
Öte yandan, Hz.
Muhammed'in getirdikleri, kâhinlerinki gibi, sıradan, dünyalık ve adî işlerle
ilgi sözler değildi. O Allah adına konuştuğunu söylüyordu. Dolayısıyla en ufak
bir yanlışlığı Alemlerin Rabbi olan Allah'a iftira anlamına gelirdi. Allah ise,
kendisine iftira eden, demediğini Zatına nisbete kalkışan kimseyi en şiddetli
biçimde cezalandıracaktı. Onu kuvvetle yakalar, şah damarım koparır, hiç kimse
de buna engel olamazdı.533
Bu kadar hak, adalet,
insanlık, medeniyet ve rahmet düsturlarıyla dolu olan Kur'ân gibi bir eser,
Allah'ın dergâhından kovulmuş, rahmetten yoksun bırakılmış ve lanete uğramış
olan şeytanın sözü olamaz.534 Bu nokta üzerinde düşünmek bile
Kur'ân'm gerçek kaynağını bulmaya yeter.
Müşriklerin Hz. Muhammed
ve Kur'ân-ı Kerime karşı ileri sürdükleri ne kadar iddia varsa hemen hepsini
tekrarlayan müsteşrik Brockelmann da şunları söylüyor:
528 Kâmil
Miras, a.g.e. IX, 23.
529 Saffât,
6-10.
530 Eimahlı,
Hak Dini, VIII, 5884.
531 Şuara,
210-212.
532 Şuara
, 221-223.
533 Bk.
Hakka, 42-47.
534 Tekvîr, 25-26.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 335
"Peygamberin
ilk senelerini dolduran yüksek heyecan, cüretkârane hayaller, belagatli
ifadeler şeklinde inkişaf eden seci'li ve tamamıyla şairane bir renge boyanmış
nutuklar halinde tezahür ediyor. Cahiliye devri kâhinlerinin vecizeleri gibi,
bunlar da çok kısa ve ekseriya dinî takdisata ait garip formüllerle
müterafıktır."535
"Peygamberin,
sonradan bütün İslâmî Edebiyatın şairane efsanesi içinde o kadar çok işlenmiş
olan miracı, ibtidâî kavimlerde kâhinliğe başlayanlarda bu nevi hayallere
rastlandığına göre ihtimal daha nübüvvetinin ilk zamanlarına aittir."536
Hz.
Peygamberin, nübüvvetin ilk yıllarında gördükleri hayal değildi. Bir insan,
bütün emel, arzu, hayal ve ideallerinin baharında bulunduğu gençlik yıllarında
gayet sıradan bir hayat yaşayıp da, genellikle hayallerinin sükunet bulduğu,
çok ileri emellerinin kalmadığı kırk yaşından sonra, bütün dünyayı, hatta
kabilesini, amcası gibi en yakın akrabalarını karşısına alıp da sonu görünmeyen
bir maceraya atılmaz. Hz. Peygamberin hayal, emel ve idealleri herşeyin dizgini
elinde, her şeyin anahtarı yanında, şimdiki zaman gibi geçmişe ve geleceğe de
hükmeden Allah'ın emir ve iradesine dayandığı için Brockelman gibi aciz bir
beşere cüretkârane görünebilir. Fakat davasında güç ve kuvvetini kâinatın
yaratıcısından alan Hz. Muhammed'e, "güneşi sağ elime, ayı da sol elime
verseniz davamdan yine vaz geçmem" sözünü dedirten imanın Brockelmann
tarafından idrak edilip takdir edilmesi elbette beklenemez.
Hz.
Muhammed'in sözlerinin belagatli olduğunu söylemesi bir gerçeğin itirafıdır.
Ancak, bütün beliğleri aciz bırakan, belağatli sözlerin parlaklığını bastıran
söz, Hz. Muhammed'in değildir. Hz. Muhammed'in sözleri ortadadır. Kur'ân'm
sözleri ise Allah'ındır. Brockelmann'm far- kedemediği gerçek budur. Bu
belagatli sözün seci' kalıbı içinde ifade edildiği ise, bu işin erbabı nezdinde
zerre kadar değeri olmayan bir iftiradır. Zira Kur'ân'm seci' olmadığını
bizzat Mekke müşrikleri bile itiraf etmiştir. Yoksa Brockelmann bu konuda
onlardan daha mı ileridir?!
Kur'ân'm
hadsiz derece renkli, vecîz ve yoğun manalar yüklü açık ve beliğ ifadeleri,
kâhinlerin formüllerini andıran, çoğu zaman aynı, son derece muğlak ve müphem
tekerlemelerinden hadsiz derece münezzehtir. Rodinson bile, Muhteva bakımından
Kur'ân'm alabildiğine yeni olduğunu itiraf etmektedir. Ona göre sözkonusu
muhteva, o mizaçtaki insanlara verilmiş geleneksel rolü oynayan zavallı
kâhinlerin getirdiği
535 C.
Brockelmann, a.g.e., s. 16.
536 C.
Brockelmann, a.g.e., s. 21.
336 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
muhtevadan
kat kat üstündür537. Kur'ân'm şiir olmadığını ayrıca açıklayacağımız
için burada temas etmiyoruz.
Hz.
Muhammed'in miracını hayal telakki eden Brockelmann gibilere Kur'ân ondört asır
önceden şöyle buyurarak cevap ermiştir: "Onun (gözleriyle) gördüğünü kalbi
yalana çıkarmadı"538. Bu bile Kur'ân'm Allah kelâmı olduğunu
isbat etmez mi?
Kâhinlik
konusunda bu ve daha önce yaptığımız açıklamalarla yetinerek geçiyoruz.
e. Şair
Olduğu İddiası
Hz.
Peygambere yapılan bir başka iftira da şairliktir. Brockel- mann'm, Hz.
Peygamberin Kur'ânî beyanlarını beliğ ve şairane hitabeler olarak nitelemesi
daha önce geçti. Rodinson da, "Muhammed'in aldığı mesaj, geleneksel Arap
şiirinden uzaklaştığı oranda saf şiire yaklaşıyordu. (....) Mesaj, kaynak
aldığı saf şiir içine işlemiş olarak daha uzun süre şaaşasmı koruyacaktı ama
gittikçe biraz daha kesinleşmekten de geri kalmayacaktı"539,
"...Burada, aradan on üç yüzyıl geçmesine rağmen büyüleyici etkisi hâlâ
işlek kalan ilkel bir şiirle karşı karşıyayız"540 diyerek
Kur'ân'm aslanda Arap şiirinin bir uzantısı olduğunu iddia ediyor. Neredeyse,
Hz. Muhammed'in çağdaşları olan müşriklerin ileri sürdüğü hususların tamamı,
çağımızda yaşamış müsteşrikler tarafından da aynen tekrar edilmiştir. Değişen
tek şey, farklı bir üslup ve biraz değişik gerekçeler. Kur'ân'm, bütün asırlara
hitap edişinin bir delili olarak şu ayeti üzerinde düşünülmeye değer:
"Onlar, evvelkilerin dediği gibi dediler"541,
"Onlardan evvelkiler de tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalbleri
nasıl da birbirine benziyor"542.
Nitekim Mekke müşrikleri
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hakkında:
"Biz
mecnûn bir şair için mabudlanmızdan vaz mı geçeceğiz? derlerdi"543
Peygamberi şairlikle, Kur'ân-ı Kerimi de şiirle vasfeden müşrikler aslında
Peygamberin şair, Kur'ân'm da şiir olmadığını bilmiyor değillerdi. Muhammed'in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) kendilerine getirdiği kelâmın kendi dillerinde
kullanılandan başka bir hususiyeti haiz olduğu belli
537 Rodinson,
a.g.e., s. 109.
538 Necm,
11.
539 Rodinson,
a.g.e., s. 119.
540 Rodinson,
a.g.e., s. 108.
541 Mu’minûn,
81.
542 Bakara,
118.
543 Saafat,
36.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 337
idi. Kur'ân'la şiir
arasını tefrik edemeyecek kadar meseleye yabancı değillerdi. Mesele şuydu:
Ortada yeni bir din ve bu dini tebliğe memur bir peygamber vardı.
Putçuluklarıyla bağdaşmayan bu din ve bu Peygamberi halk arasında gözden
düşürmek için mücadele etmeleri lazımdı. İşte bu sebeple Peygamber ve onun
tebliğ ettiği Kur'ân hakkında her türlü yalan ve iftira mekanizmasını
işletiyorlardı. Kur'ân'da fevkalade bir belagat bulunması sebebiyle ona şiir
isnatı, olabilir ki halk tarafından kabul edilirdi. İhtimal ki Kur'ân'la şiiri
birbirine karıştırır, şüpheye düşebilirdi.544
Rivayet olunur ki Kureyş,
Dâru'n-Nedve'de toplanmış, Resûlullah hakkında ne söyleyeceklerini
görüşüyorladı. Birçok görüş ortaya atıldıktan sonra nihayet Abduddâr oğulları:
"Onun, zamanın felaketli hadiselerine çarpılmasını gözetin. Çünkü o bir
şairdir. Züheyr'in (V. 13 H. Ö.), Nabiğa'nm (V. 18 H. Ö.), A'şâ'nın (V. ?)
helak olduğu gibi o da helak olur" demişlerdi ve bunun üzerine
dağılmışlardı545. Onların bir görüş etrafında toplanmadıklarını
Kur'ân-ı Kerim açıkça beyan eder.546
Nitekim, Ömer b. Hattab şöyle der:
"Müslüman olmadan
önce Resûlullah ile muaraza için bir gün evden çıktım. Onu Mescid-i Haram'da
buldum. Benden evvel oraya varmıştı. Arkasında durdum. Resûlullah, el-Hakka
Sûresini okumaya başladı. Ben Kur'ân'm belağatma, düzgünlüğüne,
derlitopluluğuna hayran kaldım ve ben: 'Vallahi, Kureyş'in dediği gibi bu bir
şairdir' diye düşünüyordum ki, Resûlullah hemen:
"Muhakkak o (Kur'ân)
Allah indinde çok şerefli bir peygamberin Allah'tan getirdiği kat'î sözdür. O
bir şair sözü değildir. Ne az inanır (adamlar)sımz siz?"547
ayetlerini okudu. O zaman ben, 'Bu bir kâhindir' diye düşündüm ki, Resûlullah:
"O bir kâhin sözü de
değildir. Siz ne az düşünür (adamlar)smız? O Alemlerin Rabbinden indirilmedir.
Eğer (Peygamber söylemediğimiz) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş
olsaydı, elbette onun sağ elini (kuvvet ve kudretini) alıverirdik. Sonra da hiç
şüphesiz onun kalb damarını koparırdık. O vakit sizden hiçbiriniz buna mani de
olamazdınız"548 ayetlerini okudu. İşte o gün kalbim İslâma
karşı iyice yumuşamıştı."549
544 S.
Kutub, FÎZılâl, XII,. 282.
545 Eimahlı,
Hak Dini, VI, 4559.
546 Enbiya,
5.
547 Hakka,
40-41.
548 Hakka,
42-47.
549 Bk.
ibn Kesîr, Tefsîr, ilgili âyetlsrin tefsiri.
338 ■ KUR’ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Resulullahm
tabiatında şairlik yoktu ve şiirle temsil getirmeyi sevmezdi. Said b. Urve'nin
katade'den rivayet ettiği bir haberde Hz. Aişe validemize: "Resulullah
şiirle temsil getirir miydi?" diye soruldu. O da: "Resulullahm en çok
buğz ettiği şiirle misal vermek idi. O bir defasında Beni Kays'm bir şiiriyle
temsil getirmişti de şiirin sonunu başına almış, başını da sonuna te'hir
etmişti. Ebû Bekir, "Yâ Resulal- lah, şiir böyle değildi" deyince
Resulullah, "Vallahi ben şair değilim ve bana yaraşmaz da" diye
mukabelede bulunmuştu" cevabını verdi550.
Resulullaha
şâir diyebilmek için Kur'ân'la şiirin ve Hz. Peygamberle şairin bir
mukayesesini yapmak gerekir. Başta, Kur'ân'm ne lafız ne de mana bakımından
şiir olmadığı açıktır. Kur'ân ayetlerinde şiir nazmının vezin ve kafiyeleri
yoktur. Mana bakımından ise şiir, hakikat olup olmadığı aranmaksızın
hoşlandırmak veya tiksindirmek, coşturmak veya küstürmek gibi hisleri
gıcıklayan muhayyel kuruntulara, vehmi kıyaslara, hissiyat oyunlarına racidir.
Kur'ân ise, Yüce Allah'ın hidayetine götüren bir irfan nuru, bir ikan
rehberidir.551
İkinci
noktada da, yani Peygamberle şair arasında da büyük bir fark vardır. Şair
tabiatıyla bir effâktır. Onun söylediği halis ifktir. İfk, mutlaka
"yalan" demek değil, fakat gerçek bir temeli olmayan, hak üzerine
kurulmayan şey demektir. Effâk, söylediklerinin doğru olup olmayacağını
düşünmeden, sorumsuzca ağzına geleni, hoşuna gideni söyleyen kimsedir.552
Hz.
Peygamber ile şairler arasında tabilerinin durumunda da farklılık vardır. Bu
husus Kur'ân'da açıkça dile getirilmiştir.
"Şairlere sapık ve azgınlar tabi olurlar."553
Yani,
şairlerin peşine takılan kişilerin ahlak, huy, alışkanlık ve temayülleri,
Resulullaha tabi olan imanlı, inançlı ve güzel ahlaklı kişilerden çok farklı
olurlar. Her iki grup arasındaki fark o kadar bariz ve açıktır ki, bunlar ilk
bakışta ortaya çıkarılabilir.554
"Onların
her vadide hakîkaten ifrata (mübalağaya) düşegeldiklerini ve hakîkaten
yapmayacakları şeyleri söyler (insanlar) olduklarını görmedin mi?"555
Yani,
şairlerin muayyen veya istikrarlı bir çizgisi yoktur. Şairler, her zaman
tedirgin, her zaman arayış içinde olan bir zümredir. Düşünceleri
550 ibn
Kesir, Tesir, III, 578-579.
551 Nesefî,
Medârik, III, 148; Elmalıh, Hak Dini, VI, 4040.
552 T,
izutsu, a.g.e. s. 162.
553 Şuara,
224.
554 Mevdûdî,
a.g.e. II, 229.
555 Şuara,
225-226.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 339
ve ifadeleri sabit
değildir. Aksine, düşünceleri kör ve topal bir at gibidir ki, her vadide ve
merada dolaşıp durur. Zevk, duygu ve ihtiraslar onları her an yeni bir dünyaya
götürür. Her zaman hayal aleminde dolaşırlar, gerçeklerden bucak bucak
kaçarlar. Sözlerine ve ifadelerine dikkat edemezler. Fevri ve duygusal
davranırlar ve nasıl düşünüyorlarsa öyle yazar ve söylerler. Böylece
söylediklerinin hak ve hakikatle olan ilgisini unuturlar. Yalan yanlış, saçma
sapan ifadelerde bulunurlar. Keyifleri yerinde -olduğu zaman akıllıca ve zekice
şeyler söylerler. Ama karamsar ve ümitsiz oldukları zamanlarda son derece adi
ve ağza alınmayacak sözler söylerler. Akı kara karayı ak göstermekte ustadırlar.
Bir zalimi mazlum, bir alçağı dünyanın en efendi kişisi olarak ilan etmekten
çekinmezler. Bir cimriyi dünyanın en cömert insanı, bir korkağı da dünyanın en
cesur kişisi ilan ederler. Bir şairin kelamında aynı zamanda Allah'ın
büyüklüğü, dinsizlik, maddecilik, maneviyatçılık, iyilik, güzellik,
ahlaksızlık, pislik ve temizlik, ciddiyet, maskaralık, kaside, hiciv ve
hezeyan gibi mevzular bulabilirsiniz. Şairlerin bu kaypaklık, istikrarsızlık ve
kararsızlığını bilenler, Kur'ân- ı Kerim gibi bir İlâhî kitabı getirenin bir
şair olduğuna inanabilirler miydi?
Arap şiirinde genellikle
aşk, şehvet, seks, içki, sarhoşluk, kabileler arasındaki nefret ve düşmanlık,
savaş, kan dökme ve ırkçılık gibi konular işlenirdi. İyilik ve güzellik gibi
temalar çok azdı. Ayrıca şairler, mübalağa, yalan ve iftira, hiciv, övünme,
alay, istihza ve boş yere meydan okumaya çok meraklıydılar. Bu sebeple,
Resulullah, Arap şiirine hiç önem vermezdi. Fakat Hz. Peygamber, iyi ve manalı
bir şiiri övmekten de geri kalmazdı.556
Şairlerin, Hz.‘
Peygamberin tabiat ve karakterine zıt olan başka bir özelliği de
yapamayacakları şeyleri söylemeleriydi.557 Resulullahı tanıyan
herkes, söylediklerini aynen yaptığını biliyordu. Resulullahm söz ve fiilindeki
ahengi, çevresindekilerden kimse inkâr edemezdi. Buna mukabil, şairin, bir
dediğinin diğerini tutmadığını, söylediklerini yapmadığını, başkalarına
nasihat ettiklerini kendilerinin uygulamadığını herkes biliyordu. Kur'ân-ı
Kerimin işareti işte bu tezadadır.558
Kur'ân'm şiir olmadığını
sarîh olarak belirten ayetlere ve şiir sanatıyla uğraşanların ifadelerine
rağmen bazı müsteşriklerin hâlâ Kur'â- n'a, Resulullahm devrindeki müşrikler
gibi şiir demeleri garazkârlıktan başka bir şey olmasa gerek.
556 Mevdûdî,
a.g.e. II, 231.
557 Şuara,
226.
558 Mevdûdî,
a.g.e. II, 232.
340 ■ KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
2. Hz.
Muhammed'in Farkında Olmaksızın Kendi Kendisini Aldattığı ve Gördüklerinin
Hayal Olduğu İddiası
İnsanlara asla yalan
söylemeyen, hiyanet ve aldatma nedir bilmeyen Hz. Muhammed'in Allah adına
bilerek ve isteyerek yalan söyleyemeyeceği önceki açıklamalarımızdan kesin
olarak ortaya çıktı. Öte yandan, onu böyle bir iftiraya sevkedecek hiçbir
sebebin bulunmadığı da anlaşıldı. Nitekim, mala, makama, mevkiye asla düşkün olmadığı—
haşa—cinsel arzularını tatmine düşkünlük göstermediği delilleriyle açıklandı.
Fakat önümüzde bir Kur'ân gerçeği var ve bu gerçek görünüşte Hz. Muhammed'in
ağzından insanlığa tebliğ edilmiş. Hz. Muhammed'in, her ne kadar bilerek
insanları aldatmasına, sözlerini Allah'a isnat etmesine asil karakteri ve son
derece yüksek ahlakı engel ise de, acaba, farkında olmayarak yanılmış olamaz
mı? O, gerçekten bu sözlerin Allah'a ait olduğuna inanıyor, ama aslında Kur'ân
olarak ortaya konulan bu sözler, onun birtakım ruhî tezahürlerinin559,
mizaç bozukluklarının
559 Goldziher
de, bu konuyu ele alırken Kur’ân-ı Kerimi —daha önce de değindiğimiz gibi—
dahilî ve haricî bir takım kaynaklara irca etmektedir. Böylece o, İslâmî bakış
açısıyla İlâhî vahyi inkâr etmektedir. Arap Peygamberin anlattıklarının,
Yahudî, Mesîhî...vs. çevrelerle irtibatı sayesinde öğrenip kazandığı dinî
kültür ve görüşlerden seçilmiş bilgiler karışımıdır. O bu fikirlerden öylesine
etkilenmiş ki, bunlar onun ruhunun derinliklerine inmiş ve kalbinin kendisine
mal ettiği bir inanç halini almıştır. Öyle ki bu öğretileri İlâhî birer görev
kabul etmeye başlamıştır. Böylece kendisinin de bu vahye bir vasıta olduğuna
-samimi olarak- inanır hale gelmiştir. ( Goldziher, Le Dogme et La Loi de
L’lslam, (Fransızcaya tere. Fâlix Arın) Paris, 1958. s. 3.) Goldziher, İlâhî
vahyi açıklamada diğer bazı müsteşriklerin yolunu izler. Nitekim, Hz.
Peygamberin, hayatının birinci yarısında meşgalelerinin kendisini bir takım
çevrelerle ilişkiye zorladığı, sözkonusu çevrelerden bazı fikirler edindiği, bu
fikirleri ruhunun derinliklerine doğru çekmeye başladığı, uzlete çekildiği
sırada bunların, tefekkürüne bir çekirdek oluşturduğu görüşünde olup şöyle
demektedir: Marazî haletinin izleri görülen mücerret teemmüllerini his ve idrak
etmeye olan meyli sebebiylle kendisini, yakın ve uzak kavminin ahlakî ve dinî
düşüncesine zıt bir yol tuttuğunu görüyoruz, (a.g.e, s. 4)
Goldziher
araştırmalarında, Hz. Peygamberin vahyi hissedişinin doğup ruhunda yer ettiğine
inandığı “patalojik” aşamalarını takip etmiyor. Fakat, anlamını ünlü bir yazar
olan Harnack’tan aldığı bir sözü iktibas ediyor. Sözü edilen yazar, yalnızca
insanüstü insanlara isabet eden hastalıklardan söz ederken bu ifadeyi
kullanıyor. Sözkonusu olağanüstü insanlar bu hastalıklardan, daha önce meçhul
olan yeni bir hayatı edinirler. Ayrıca sözkonusu hastalıklardan, bütün
engelleri yıkan bir güç elde ederler. İşte peygamberin veya havarilerin
cesareti bundan ileri geliyor. (A.g.e, s. 3)
Goldziher,
az önce kaydettiğimiz iktibasa yer vermekle, vahyin imkansızlığına,
peygamberlerin sözünü ettikleri vahyin kişinin bir psikolojik halete aşırı
derecede dalması sonucu doğan bu durumdan ileri gelen psikolojik bir meseleden
ibaret olduğuna işaret ediyor. Fakat Goldziher, insanlara isabet edince büyük,
kimseler haline geldikleri, her türlü engeli yıkan bir güç elde ettikleri
hastalıkları bize açıklamıyor. Oysa, aklen ve adeten bilinmektedir ki, ister
bedenî ister ruhî olsun hastalıkların aklî ve bedenî çöküşe götürdükleri,
bunlara maruz kalan hastanın zaaf ve güçsüzlüğünü artırdığı, sonunda da aklî ve
bedenî yıkılışa sürüklediği bilinmektedir.
Goldziher
ve benzerlerinin, Hz. Peygamberin bilgilerini dahilî ve haricî kaynaklardan
aldığına, Yahudî ve Hıristiyanlardan alınan dinî fikirlerle ilişkisi olduğuna,
bu fikirlerden etkilenip ruhunun derinliklerine doğru özümsediğine ve uzleti
esnasındaki tefekkürünün çekirdeğini bunlar oluşurduğuna dâir görüşü hiçbir
İlmî delile dayanmayan bir iddiadır. Hz. Peygamberin dava ve inançlarında
dahilî ve haricî kaynaklardan yararlandığına ilişkin iddianın asılsızlığını biz
daha önce izah ettik.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 341
eseri
olamaz mı? Meselâ, eski ve yeni muhaliflerinin iddia ettikleri gibi o bir
mecnun olabilir mi? Vahiy esnasında kendisinde görülen haller bir sara
hastalığı işareti olduğu söylenebilir mi? Vahiy meleği diye gördüğü şahıs,
gaybdan kendisine gelen sesler olarak algıladığı sözler bir hallüsinasyon
olarak nitelendirilebilir mi? Allah'tan kendisine geldiğini samimi olarak ileri
sürdüğü sözler aslında bilinç altına itilmiş birtakım arzuların dışa yansıması
olabilir mi? Hira Mağarasında melek diye gördüğü şahıs, bir takım, acı,
sıkıntı ve mutsuzluklar sonucu gördüğü bir hayal olabilir mi? İşte biz bundan
sonra bu noktalar üzerinde duracağız. Hakikatin bütün cepheleriyle tam olarak
ortaya çıkması için her ihtimali irdeleyecek ve her iddiayı—sahibinin amacına
bakmaksızın—değerlendirmeye tabi tutacağız.
Aslında
bu itham yeni değildir. Bütün bunların ortak notası bir bakıma "cünûn
(delilik)" Belki Hz. Muhammed'in çağdaşları olan müşrikler ona
"Mecnûn" derken bütün bu iddiaların ortak yanını kastediyorlardı.
Biz de yukarıda işaret ettiğimiz ve konumuzun akışı içerisinde detaylı bir
biçimde ele alacağımız bütün o iddiaların ortak noktası ve tarihi kökeni olan
delilik ithamı üzerinde durarak konuya giriş yapmak istiyoruz:
Kur'ân-ı
Kerime göz attığımızda onun bu ithamı birden fazla yerde kaydettiğini
görüyoruz. Müşriklerin, alaylı bir ifadeyle Hz. Muhammed'in yüzüne karşı—haşa—delirdiğini
ileri sürdüklerini560; cinlerle irtibatı olan bir şairin hatırına
tanrılarını terk edemeyeceklerini ifade
Goldziher,
az önce kaydettiğimiz iktibasa yer vermekle, vahyin imkansızlığına,
peygamberlerin sözünü ettikleri vahyin kişinin bir psikolojik halete aşırı
derecede dalması sonucu doğan bu durumdan ileri gelen psikolojik bir meseleden
ibaret olduğuna işaret ediyor. Fakat Goldziher, insanlara isabet edince büyük
kimseler haline geldikleri, her türlü engeli yıkan bir güç elde ettikleri
hastalıkları bize açıklamıyor. Oysa, aklen ve adeten bilinmektedir ki, ister
bedeni ister ruhî olsun hastalıkların aklî ve bedenî çöküşe götürdükleri,
bunlara maruz kalan hastanın zaat ve güçsüzlüğünü artırdığı, sonunda da aklî ve
bedenî yıkılışa sürüklediği bilinmektedir.
Goldziher
ve benzerlerinin, Hz. Peygamber’in bilgilerini dahilî ve haricî kaynaklardan
aldığına, Yahudi ve Hıristiyanlardan alınan dinî fikirlerle ilişkisi olduğuna,
bu fikirlerden etkilenip ruhunun derinliklerine doğru özümsediğine ve uzleti
esnasındaki tefekkürünün çekirdeğini bunlar oluşurduğuna dâir görüşü hiçbir
İlmî delile dayanmayan bir iddiadır. Hz. Peygamber’in dava ve inançlarında
dahilî ve haricî kaynaklardan yararlandığına ilişkin iddianın asılsızlığını biz
daha önce izah ettik.
Bu
hipotezin başka bir sakat tarafı da -tıpkı benzerleri gibi- Kur’ân vahyini
psikoloji ilmi vasıtasıyla açıklamaya çalışmasıdır. Bu da yanlış bir
yaklaşımdır. Çünkü, psikoloji henüz öyle bir gelişme sağlamamış ki, yöntemleri
kendi alanını aşıp başka İlmî alanlara uygulansın ve modern tahlil yoluyla
peygamberlik gerçeğini açıklayabilsin. Sonra eğer Kur’ân’m kaynağı Hz. Muhammed
olsaydı, bunu iftiharla kendisine nispet eder, nefsine kudsiyet, hatta isterse
ulûhiyet bile isnad ederdi. Buna hiçbir engel de yoktu. Değil mi ki, kavmi
Kur'ân’m azamet ve eşsiz gücünü itiraf ettiği halde İlâhî kaynaklı oluşunu
inkâr ediyordu?
560 Hicr,
6.
342 ■
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ettiklerini561
ve kendi aralarında onun deli olduğunu söylediklerini562 naklediyor.563
Yine,
Utbe bin Rabî'a, eğer kendisine görünen bir cin ise dûçar olduğu bu durumdan
kurtulmak için doktor çağırma teklifinde bulunduğu zaman büyük ihtimalle bunu
düşünmüştür.564 Resulullahm (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Utbe'ye
cevabı sadece, Fussilet Sûresinin başından birkaç ayet okumak şeklinde oldu.
Bu ayetlerde Kureyş, imana davet ediliyor, inatları gözler önüne seriliyor ve
akibetlerinin, peygamberleri inkâr eden geçmiş ümmetlerin- kiyle aynı olacağı
belirtilerek tehdit ediliyordu.
Bu
ağırbaşlı ve asil davranışta ve bu sakin cevapta bile Hz. Muhâm- med'in aklî
kemaline açık bir delil göze çarpmakta, iddia ve tahminlerinin asılsızlığının
fiilî bir ispatı yapılmaktadır. Zira mecnun olan biri, böylesine hikmetli
davranamaz, ruhunu derinden derine inciten yarasına gözünün içine baka baka
parmak basan bir kimse karşısında böylesine sükûnet içinde bulunamaz.
Öte
yandan Hz. Muhammed, daha önce son derece itimat ettikleri, Kabe'nin tamiri
sırasında Hacer-i Esved'in yerine konulmasında hakemliğine başvurup sonucundan
da son derece memnun kaldıkları ve en önemli meclislerinde kendisine yer
verdikleri zattan başkası değildi. Kendisine Allah'tan vahiy geldiğini
söylemek, atalarının kötü inanç ve yaşayışlarını körü körüne teklid etmekten
kendilerini alıkoymak, fazilet ve insanlığa çağırmaktan başka onun cephesinde
hiçbir şey değişmemişti. Doğruluğu, güvenilirliği, akıl ve hikmeti müsellem
olan bir zatın, son derece akıl ve hikmete uygun bu yeni tekliflerde bulunmasıyla
acaba sahip olduğu meziyetleri nasıl yitirmiş olabilirdi ki?
5(31 Saffat, 36. Toshihiko izutsu, bu
âyette geçen “mecnûn” kelimesine, “cinn” ile aynı kökten gelmesi sesebiyle
“cinlenmiş” manasını vermiş ve müşriklerin Hz. Peygamber’e neden “cinlenmiş
şair” dedikleri hakkında bir mütalaa serdetmiştir. O, bu mütalaasında,
Arabistan’da şairin ve şairliğin tarihçesi hakkında bilgi vermekte, müşrik
Arapların, “Ancak cinlerin sahip olduğu kişiler görünmeyen alemden haber
verebilir" düşüncesinde oldukları tezini ileri sürmektedir, (bk. T.
izutsu, Kur’ân’da Allah ve insan, s. 158-162) Müşrikler, ister bu şekilde
düşünsün isterse “delirmiş" desinler, bu iddialarını yüce Allah defalarca
reddetmiştir. Onların böyle konuşmaları Resûlullah’ı üzdüğü için Allah Tealâ,
Resûlünü teselli etmiştir. (En’am, 36).
562 Kalem, 51.
563 Müşriklerin
Hz. Peygamber’e bu ithamda bulunduklarına ilişkin diğer örnekler çin bk. A’raf,
184; Mu’minûn, 25, 70; Sebe’, 8, 46; Hicr, 6; Duhân, 14; Tür, 29; Kalem, 2;
Tekvîr, 22; Kamer, 9; Şuara, 70; Zâriyât, 39, 52.
564 Bk.
İbn Hişam, a.g.e., I, 293-294; Utbe aynı zamanda kendisine mal ve hükümdarlık
da önermişti. Fakat Resûlullah (s.a) ona Fussilet Sûresinin baş tarafını
okumakla yetindi. Bu da önerdiklerini pervasızca reddettiğini gösteriyordu.
Okuduğu ayetlerde, imana çağrı, müşriklerin inadını kırmak, onları geçmiş
ümmetlerden hakkı yalanlayanların aynı akibetiyle korkutma sözkonusu ediliyor.
Bunlar Utbe’yi korkutmuş ve bir kelime bile söylemeden orayı terkederek,
kenidisini Hz. Peygamber’e şimdiye kadarkinden farklı bir öneriyle gönderen kavminin
yanına eli boş dönmesine sebep olmuştu.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 343
Aslında müşrikler bu
konuda tutarlı bir çizgi de takip etmiyorlardı. Onun bu yeni hal ve tutumuna
bir türlü bir mana veremiyorlardı. Daha doğrusu gerçeği kabul etmek işlerine
gelmiyordu. Bunun için çelişkilere düşerek aynı anda birbirine zıt ithamlarda
bulunuyorlardı. Bu da onların iddialarında haklı olmadığının deliliydi.
Meselâ, ona "kâhin" ve "mecnûn" diyorlardı.565
Oysa kâhin keskin akıllı, zeki olur. Mecnûn ise, aklen ve fikren hasta bulunur.
O halde nasıl olur da kâhin dediklerine mecnûn, mecnûn dediklerine kâhin
diyebilirlerdi? Demek, ne dediklerini bilmeyecek, nasıl tenakuza düştüklerini
farkedemeyecek derecede akılsızlıklarını gösteriyorlardı.566 Daha
önce bu nokta üzerinde durduğumuzdan yalnızca bu örneğe işaret etmekle
yetiniyoruz.
Müşriklerin bu iftira ve
itirazı peygamberler tarihinde yeni değildi. Allah elçilerine daha önceleri de
delilik isnat ve iftirasında bulunulmuştu.567 Meselâ Kur'ân'da ilk
olarak Hz. Nuh'a düşmanları tarafından yöneltildiğini568 gördüğümüz
bu iddia, Hz. Musa'ya da Firavun tarafından yöneltilmiştir.569
Görüldüğü gibi, insanoğlu
hiçbir zaman değişmemektedir. Sahne ve oyuncular değişse bile, oyun ve roller
hep aynı kalmaya devam etmektedir. Geçmişte eski peygamberlere yöneltilen bu
itham, Asr-ı Saadette Hz. Muhammed'e de yöneltilmiş, günümüz müsteşrikleri de
aynı mana, fakat farklı ifadelerle aynı itham ve iddiayı ileri sürmektedirler.
a. Ruh
Hastası Olduğu İddiası
Bu iddiayı detaylı bir
biçimde sunup sonra da kritiğini yapmadan önce, vahyin inişi esnasında Hz.
Peygamberde görülen birtakım tezahürleri belirtmemiz gerekir. Zaten kendisine
inanmayanlar de bu tezahürlere bakarak onu sara ve benzeri asabi hastalıklara
maruz bulunduğunu ileri sürüyorlar.
Vahyin geliş şekilleri ve
vahiy sırasında görülen tezahürler siyer ve hadis kitaplarında belirtilmiştir.
Öncelikle şunu ifade
edelim ki, Hz. Muhammed'e gelen vahiy şekilleri çok değişikti. Vahiy ilk defa,
sadık rüyalar biçiminde başlamış; bazan kendisi uyanık iken melek görünmeden
kalbine İlâhî vahyi ilka etmiş; bazan Cebrail bir genç sûretinde kendisine
gelerek
565 Tür,
29.
566 Eimahlı,
Hak Dini, VII, 4560.
567 Zariyat,
52.
568 Mu’minûn,
25.
569 Şuarâ,
27.
344 E KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
vahye konu olan hususları
bildirmiş570; bazan çıngırak sesi biçiminde ve vahyin en ağır şekli
olarak kendisine İlâhi emirler ilka edilmiş571; bazan Cebrail aslî
şekliyle görünüp İlâhî emri kendisine duyurmuş572; bazan doğrudan
doğruya Allah ile konuşarak ve uyanık iken kendisine vahiy bildirilmiş573;
bazan Hz. Peygamber uykuda iken Cebrail kendisine gelerek vahiy ilka etmiştir574.
Bazan vahiy esnasında
birtakım tezahürler görülürdü: Meselâ, sahabiler, yüzü etrafında arı
vızıltısını andıran bir ses işitmeleridir575. Vahiy geldiği zaman
çok soğuk günlerde bile terler ve ter tanecikleri, mübarek alnında inci
taneleri gibi parıldardı576. Yüzünün rengi değişirdi. Nefes alırken
horultuya benzer bir ses çıkarırdı577. Bir defasında tesadüfen Zeyd
bin Sâbit'in dizi Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dizinin
altında bulunuyordu. O sırada vahiy gelince Zeyd, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) dizinin ağırlığını öylesine şiddetli hissetti ki, neredeyse
dizleri kırılacak gibi oldu. Vahiy hali geçince Hz. Zeyd'den, kendisine gelen
vahyi yazmasını istedi578. Mâide Sûresi indiğinde, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) devesine binmiş bulunuyordu. Vahiy inmeye başlar başlamaz
deve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'i çekemeyerek bacakları
kırılacak gibi oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
deveden indi.579
Bu rivayetlerden
anlaşıldığına göre vahiy ağır bir iştir. Hz. peygamber vahiy alırken sıkıntı
ve güçlük çekmiştir.
Bu konudaki rivayetlerin
asılsız olması ihtimalden çok çok uzaktır. Hz. Peygamberi övücü ve yüceltici
bir tarafı bulunmadığı gibi,580 bu kadar çok rivayetlerin asılsız
olduğunu kabul etmek de zordur.
570 Nesâî,
iftitah 37.
571 Bk.
Buharî, Bedü’l-Vahy 2; Bedü’l-Halk 6; Fadâil 87; Tirmizî, Menâkıb 7; Nesâî,
iftitah 37; Muvatta’, Kur’ân 7.
572 Vahyin
bir ara kesilmesinden sonra yeniden başladığı sırada Cebrail bu şekilde Hz.
Peygamber’e görünmüştür, (bk. Cerrahoğlu, a.g.e, s. 49).
573 Bu
durum da Mi’rac’da meydana gelmiştir, (bk. Cerrahoğlu, a.g.e, s. 49)
574 Bu
vahiy şekilleri için bk. Cerrahoğlu, Tefsîr Usûlü, s. 49-50.
575 Tirmizî,
Tefsîr Sûre (23) 1; Ahmed, Müsned, I, 34.
576 Buharî,
Bed’ü’l-Vahy 2; Tirmizî, Menâkıb 7; Nesâî, İftitah 37; Muvatta, Kur’ân
7; Ahmed, Müsned, I, 151.
577 Vahyin
çeşitli halleri ve kaynakları için bk. Cerrahoğlu, a.g.e., s. 50.
578 Buharî,
Salât 12, Cihâd 31, Tefsîru Sûre (4) 18; Tirmizî, Tefsîr Sûre (4) 19; Nesâî,
Cihad 4..
579Ahmed, Müsned, II, 176.
580 Hz. Peygamber (s.a)’in
uyuyan bir kişinin horultusu gibi horladığını ya da devenin kendisini veya
arkadaşının dizinin kendi dizini çekemeyeceği kadar bedeninin ağırlaştığını
söylemede hangi övgü sözkonusu olabilir ki? Eğer raviler bir övgü düşüncesinde
olsalardı, meleklerin semâvî güzellikleriyle Hz. Peygamber’e indiğini, nefes
alıp verir gibi kolaylıkla vahyi aldığını ve vahiy sırasında yüzünün parlak bir
nurla parıldadığını iddia ederlerdi.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 345
Aynı şekilde Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu tezahürleri kendisinin meydana getirmesi de mümkün
değildir. Mesela, şiddetli soğuk bir günde alnını nasıl boncuk boncuk ter
içinde bırakabilir? Vücudunun ağırlığı altında devenin bile çökmesini nasıl
temin edebilir? Zeyd b. Sâbit'in dizine dayalı olan dizini nasıl öylesine
ağırlaştırabilir? Vücudunun bütün ağırlığını bir noktaya teksif etmek gibi
kasdî bir biçimde bunu yapsaydı, Zeyd bunun farkına varmaz mıydı? Böyle bir
kasdî durum karşısında Zeyd'in tepkisi ne olurdu? Her şeyden önemlisi böylesi
yapmacık hareket ve tutumlar Hz. Peygamberin hadsiz derecede ciddi ve samimî
karakteriyle nasıl bağdaştırılabilir? Yüzü etrafında arı vızıltısı gibi
seslerin duyulması da, kapalı ağızıyla meydana getirebileceği bir şey
değildir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sun'î olarak böyle bir
şey yapsaydı, sahabiler derhal farkederlerdi. Öte yandan şiddetle nefesini alıp
vermesi arı vızıltısı gibi olan bu sesin kesilmesine sebeb olurdu. Bu ise
olmamıştır. Çünkü rivayetler böyle bir şeye işaret etmemektedir. Sonra, bu
ağırlık ve bu sesler, önceden Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
bedeninden bulunmayıp sonradan meydana gelen bir şeyi gösteriyor. Yani, Hz.
peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in varlığı yanında görünmeyen başka
bir varlık vardı.—Haşa—bütün bunları kendiliğinden kastî olarak yaptığı farze-
dilirse bundan amacı ne olabilirdi? Oysa, yapmacıklığm ve rol yapmanın alanı
çok geniştir. O halde onu bu türlü sıkıntılara girmeye sev- keden neydi?
Üstelik bu tür şeyleri kendisinin rol gereği yaptığı varsayımıyla anî vahiy
arasını nasıl uzlaştırabiliriz? Yani, bir sahabisi- nin Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'e bir soru yöneltmesinin hemen ardından gelen anî vahiyle bu
tepkileri nasıl bağdaştırabiliriz? Evet, aynı anda nasıl hem ağzıyla arı
vızıltısı gibi sesler çıkarsın, hem muhatap olduğu sorunun cevabını düşünsün,
hem de vereceği cevabı Kur'ân'm her ifadesinde açıkça görülen o parlak edebî kalıba
dökebilsin?
Paris Üniversitesiyle bir akıl
hastanesinin tabibi ve çok sayıda cemiyet ve akademilerin azasından olan Mösyö
A. Baire de Boismont'un "Des Hallucinations" adıyla yazdığı 700
sayfayı geçkin eserin 551. sayfasındaki şu ifadeleri buraya kaydediyoruz:
"Tıp Fakültesi
öğretim üyelerinden Dr. Renaulen, mecnun gözüyle bakılan Muhammed hakkında pek
iyi yapılmış bir raporunda şu sözlerle amacını ifade etmektedir: 'Kendi şahsî
çıkarını terk ile tercih ettiği o kadar fedâkârlıklarıyla bütün bir kavmin
usul-i dîniye ve ahlakında o kadar hayret verici bir inkılap meydana getirmiş
olan zat, asla mecnûn değildir. Batıl fikirler ve putperestliği devirip yerine
biricik ve ruhanî bir Allah dinini ikame etmiş ve bu vasıta ile memleketini
barbarlık karanlığından çıkarmış, bu kadar uzun müddet Arap adına hürmet
ettirmiş ve ondan korkutmuş ve haleflerine o kadar şan ve
346 ■ KUR'ÂN VE HZ.
PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
şerefli
fütûhatm yolunu açmış olan zât mecnûn değildir. Milleti onda büsbütün yok olan
ve İslâmiyete tabi' ülkelerde bin iki yüz seneden fazla bir müddet geçtikten
sonra hâla yürürlükte bulunan bir kanunlar mecmuası ile donatmış bulunan zât
mecnun değildir."581
b. Sara
Hastası Olduğu İddiası
Böylece,
Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bazı sinirsel hastalıklara maruz
olmakla itham edenlerin iddialarına gelmiş bulunuyoruz. Sara hastalığından
başlayalım. Gerçek şu ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
çağdaşları olan Araplardan hiçbir kimse tarafından bu hastalıkla itham edilmemiştir.
Bununla birlikte bu itham oldukça eskidir. Bu ithamı ilk önce Bizanslı yazarlar
ortaya atmıştır582. Sonra Avrupalılar arasında bu iddia ta günümüze
varıncaya kadar sürüp geldi.583
Meselâ
Fransız müsteşrik G. Le Bon, vahiy esnasında Hz. Peygamberde görülen
davranışlar, onun bir sara nöbetinden başka bir şey olmadığı görüşündedir. Ona
göre, sara tutuklukla başlar, hırıltı ve kendini kaybetmekle devam eder. Le
Bon, bilimsel olarak Hz. Muhammed'in, tıpkı diğer büyük din kurucuları gibi
"mütehevvis" biri olarak kabul etmek gerektiği kanaatinde olup bu
konuda şöyle der: "Bunun önemi yok. Din kurucuları ve insanları sevk ve
idare edenler arasında soğuk mizaçlı düşünür olmamıştır. Bu rolü temsil edenler
dâima bir nevi deliliği bülu- nanlar olmuştur. Dinleri kuranlar, devletleri
yıkanlar, kitleleri ayaklandıranlar ve insanları sevk ve idare edenler
onlardır. Eğer aleme delilik değil de akıl egemen olsaydı, tarihin akışı daha
başka olurdu."584
"Dairetii'l-Mearifi'l-İslâmiyye el-Muhtasara"
"Muhammed" maddesinde şunları okuyoruz: Modern ruh doktorları vahiy
esnasında göze çarpan tezahürlerin sara arazları olduğunu kabul
etmektedirler?" Yazar bu ifadelerinden sonra süratle şunu deme
zorunluluğunu hisseder; "Durumunun özelliğini titizlikle ortaya koyup
ifade etmeyi kendilerine bırakmalıyız."585 Bunu söylerken
kendisine tarafsızlık ve başkalarının işine burnunu sokmama süsünü veriyor.
Oysa eğer tarafsızlık iddiasında samimi olsaydı, modern ruh doktorlarının
sözkonusu teşhisin doğruluğunu belirttiklerini ileri sürmezdi veya en azından
bu doktorların adlarını, hangi temele dayanarak bu neticeye vardıklarını, vahiy
tezahürlerinin
581 Nakleden,
i. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 7-8
582 Bk.
Dairetü'l-Mearifi'l-islâmiyye el-Muhtasara, “Muhammad" maddesi. Yine bk.
Guillaume tarafından konuya yapılan işaretler. İslam Pelican Books, s. 25.
■- 583 Bk. Menzis, s. 227;
Gibb, s. 23; Heykel, a.g.e. s. 27.
584 Hadaratu’l-Arab, (tere. Zaîter)
Beyrût 1399, s. 141..
585 s. 393.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 347
kendilerine doğru ve
güvenilir bir biçimde sunulup sunulma-dığını açıkça belirtirdi. "Durumunun
özelliğini titizlikle ortaya koyup ifade etmeyi kendilerine bırakmalıyız"
şeklindeki sözüne gelince, bize göre bunun anlamı, sözkonusu doktorların hiçbir
şey söylemedikleridir.
Rodinson, hiçbir delil ve kaynak
göstermeden, Hz. Muhammed'in olgunluk çağında zaman zaman kriz geçirdiğinin
muhakkak olduğunu, onun Hıristiyan düşmanlarının bu krizlerde bir sara işareti
görmekte olduklarını, bu doğruysa bile, zararsız bir sara olayı sözkonusu
bulunduğunu söyledikten sonra asıl kanaatini şu sözleriyle dile getiriyor:
"Ama Muhammed'in psiko-fizyolojik bakımdan birçok mistikle aynı yapıda olması
çok daha akla yakındır."586
Alfrede Guillaume bu ithamı şiddetle
reddeder. Bunu yaparken, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sahip
olduğu üstün akıl, aklî ve ruhî dengelilik, siyasî ufuk genişliği ve
davasındaki kararlılığı temeline dayanır. Bu müsteşrik, dinî tecrübenin
psikolojik tezahürleri üzerinde yapılan araştırmaların bu ithamı kesinlikle
çürüttüğünü söyler.587
R. V. C. Bodley de, bu iddiayı şöyle
değerlendirir: Kur'ân'm her kelimesi vahiyler nâzil olduktan sonra tamamiyle
berrak, zihin ve düşünceyle dikte ettirilmiştir. Bir saralının sara nöbetinden
zihni açık ve berrak düşüncelerle dolu olarak katiyen çıkmadığını her tıp
mensubu teyid edecektir. Bu, tâ vefatından bir hafta evveline kadar rahatlıkla
geçirilmiş mükemmel bir bedenî sıhhat sahibi olan Hz. Muhammed için de
böyledir... Sara bugüne kadar hiç kimseyi bir peygamber veya bir kanun koyucu
yapmadığı gibi, kimseyi de iktidara yükseltip mevki sahibi yapmamıştır.
Bilhassa o zamanlarda, böyle bir hal ona sahip olanı yarı çılgın veya düpedüz
çılgın olarak gösterirdi. Eğer hakikaten aklı başında ve sâlim düşünce sahibi
bir tek insan varsa, o da Hz. Muhammed idi.588
Bu ifadeler, Le Bon'un iddiaları için
en güzel cevaptır. Biz aslında, Le Bon'un buradaki sözlerini ciddeye almaya
bile değer bulmuyoruz. Zira, eğer büyük dinleri, devletleri ve medeniyetleri
hep bir nevi deliler kurmuşsa, bunun iki anlamı vardır. Ya dünyada hiç akıllı
yoktur veya akıllılar hiçbir şey yapmamışlar, bütün önemli işleri hep deliler
başarmışlardır. O zaman tarih boyunca akıllıların ne iş yaptıklarını kendisine
sormak gerekir. Yine, insanlık tarihinde hiçbir zaman akıl, hikmet ve
soğukkanlılık egemen olmamışsa böyle bir hayalin gerçekleşmesi için kıyameti
mi beklemek lazım?
588 Rodinson,
a.g.e., s. 81.
587 Guillaume,
a.g.e.,s. 25
588 Bk.
R. V. C. Bodley, The Messenger, The Life Of Muhammed, s. 64.
348 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR
Biz, Le Bon'un bu
ifadelerinin değerlendirmesi din ve medeniyet tarihçilerine bırakıp asıl
konumuza dönelim.
Şimdi önce, Orhan
Hançerlioğlunun "Ruhbilim Sözlüğü'nden saranın nasıl bir hastalık olduğunu
anahatlarıyla kaydedelim. Daha sonra bu bilgiler ışığında Hz. Peygamber'in
durumunu değerlendirelim.
"Sara, yere düşme,
çırpmma ve ağız köpürmesiyle beliren bir sinir hastalığıdır. Başka hiçbir
hastalığa bağlı olmaksızın bağımsız bir hastalık (idiopatik) soydan geldiği
varsayılmıştır. Ne varki bağımsız saranın nedeni bilinmemektedir. Belirti
(symptöme) olarak meydana gelen sara beyinde bir zedelenme ya da ur sonucudur.
Sara nöbeti üç biçimde gerçekleşir: Büyük nöbet (grand mal), küçük nöbet
(petit mal), psikomotor nöbet (Epilepsie equivalente). Büyük nöbet 1,5 dakika
kadar süren kasılmayla olur. Genellikle esinti (Aura) denen kişiye özgü bir
duyguyla başlar. Bu duygu vücudun belli bir yerinde bir ağrı, kulak çınlaması,
titreme, garip bir koku duyma, hayal görme, panik duygusu gibi bir habercidir.
Bu esintiden sonra hasta yere düşer, bilincini yitirmiştir. Vücudundaki tüm
kaslar kasılır, solunum durur. Soluk alamadığından ötürü hastanın yüzü
morarır. Yarım dakika süren bu devreyi dilin ısırılması, kol ve bacakların
ritmik bir biçimde kasılıp gevşemesi izler (Bu arada mesane ve kalın bağırsak
da boşalabilir). Yarım, ya' da bir dakika süren bu ikinci devreden sonra derin
derin soluyarak açılmaya başlar. Açılma ve kendine gelme dönemi kişiden kişiye
değişir. Kimi hastalar hemen kendilerine gelip nöbetten önce yapmakta oldukları
işe devam ederler, kimi hastalarda bunalım (Confusion) durumu saatlerce
sürebilir. Kimi hastalar epileptik sayha adı verilen bir bağırmayla ve
oldukları yere yıkılan bir kalas gibi düşerler. Bu nöbetlerde ölüm olayı pek
enderdir. Ama nöbetler sıklaşır ve status epilepticus (hiç bilinçlenmeden gene
kendini kaybetme) durumunu alırsa ölüm tehlikesi belirir.
"Küçük nöbetlere en
çok çocuklarda rastlanır, 20-60 saniyelik bilinç yitirilmesi nöbetleridir,
yirmi yaşından sonra çok enderdir. Günde 200 kadar küçük nöbetin geldiği
görülmüştür. Küçük nöbetler üç biçimde olur: Ya hasta olduğu yere yıkılır, bir
iki saniye sürer; ya hastanın bilinci yüz kaslarının gerilmesiyle yitirilir; ya
da hasta çok kısa bir süre gözlerini bir noktaya dikerek öyle kalır (Bunu ancak
hastanın çok yakınları far- kedebilir.)
Sara nöbetleri günün
herhangi bir saatinde olabilir. Her gün, her hafta, yılda birkaç kez, ya da bir
yaşam süresinde bir iki kez gerçekleşen sara nöbetleri vardır. Sara
hastalığında nöbetler dışında kişinin sağlığı yerindedir. Hekimlik dilinde,
saralı kişilik adı verilen çekingen, ürkek ve insanlardan kaçan ruhsal yapı
toplumsal nedenlerden
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 349
ötürüdür. Saralı
kendinden korkulduğunu, istenmediğini ve sevilmediğini sezer. Bilinç
değişikliği sırasında saldırganlaşan saralıların bu nöbetleri psikomotor
nöbetleridir. Bu durumda hasta nedenini ve ne yaptığını bilmeden adam bile
öldürebilir. Bununla birlikte saranın bu biçimine pek az rastlanır.
"Davranış bozuklukları,
yanılsamalar ve sanrılar başgösterdiği durumlarda hastaların bir hastaneye
(tımarhaneye) yerleştirilmeleri gerekir.
"Saralılar için en büyük tehlike
düşme sırasında yaralanmalarıdır."589
Bu bilgiler ışığında Hz. Peygamberin
durumu değerlendirildiğinde, bu konudaki isnatların düpedüz bir iftira ve ilme
bir hakaret olduğu açıkça görülür.
Hz. Peygamber, vahiy aldığı sıralarda
hiçbir zaman kendisinde, tahta gibi yere düşme, çırpınma ve ağız köpürmesi görülmemiştir.
Tarih, soyundan saralı birini kaydetmemektedir. Vahiy hali, ani olarak ve
hiçbir belirti ortaya çıkmadan başlar, vücudunda ne bir ağrı, ne bir titreme,
ne kulak çınlaması, ne de bir korku görülürdü. Bu sırada hayal gördüğü veya
paniğe kapıldığı da vaki olmamıştır. Hz. Peygamber, vahiy esnasında hiçbir
zaman şuurunu yitirmez, aksine en yüksek şuur düzeyine yükselir ve kendisine
vahyedilenleri tam bir şuur ve kavrayışla algılardı. Bütün vücudunun kasları
gerilmez, soluğu kesilmez ve yüzü morarmazdı. Uyuyan bir kimsenin horlaması
gibi horlar ve rahat nefes alır, yüzü hafif pembeleşirdi. Hiçbir zaman bu
esnada dilini ısırdığı, kol ve bacaklarının ritmik bir biçimde kasılıp
gevşediği görülmemiştir. Hz. Peygamberin küçük veya büyük abdestini—haşa—kaçırdığının
vaki olmadığını söylemeye bile gerek yoktur. Hz. Peygamberin vahiy sırasında
çığlık atarak yere yığıldığı görülmemiştir.
insanlar tarafından sevilmeme,
korkulma, dışlanma ve dolayısıyla ürkek ve çekingen bir kişilik sergileme gibi
bir durum Hz. Peygamber için asla ileri sürülemez. Çünkü, Allah tarafından
peygamberlikle görevlendirilip halkının batıl inançlarını, kötü örf ve
adetlerini, zulüm ve haksızlıklarını değiştirmeye kalkana kadar herkes
tarafından sevilen, sayılan, güvenilen olgun bir kişilik sergilemiştir. Ondan
sonra da kendisini tanıyan davasını anlayan kimseler tarafından canlarını,
mallarını ve her şeylerini uğrunda feda edecek derecede yine sevilmeye devam
etmiştir. Kendisine önceleri cephe alanların hemen hepsi bir süre sonra
589 Orhan Hançerlioğlu,
Ruhbilim Sözlüğü, Remzi Kutabevi, 2. Basılış, s. 323-324.
350 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
davasını tasdik etmiş,
davası uğrunda canlarını siper etmeye başlamışlardır.
Hz. Peygamber, ürkek ve çekingen bir kişiliğe
sahip olmak şöyle dursun, tam tersine, kavmine, kabilesine, dönemindeki büyük
din ve devletlere karşı koyacak sarsılmaz bir azim ve kararlılık göstermiştir.
O engin bir medenî cesarete sahipti. Gerek çocukluğunda çobanlık yaparken,
gerek gençliğinde ticaretinin başında bulunurken, gerek bir peygamber, bir aile
reisi, devlet kurucusu, kumandan ve hâkimken hep hayatın içinde bulunmuş,
insanların içinde yaşamış, onların maddî ve manevi gelişmelerinde hep önder ve
rehber olmuştur.
Hz. Peygamber vahiy alma
esnasında —haşa—, hiçbir zaman saldırgan olmamış, elinden asla kötü bir şey
çıkmamış, ne kendisine, ne de hiç kimseye en ufak bir zararı dokunmamıştır.
Yine mesela dilini ısırmamış, çenesi ve adeleleri titrememiş, gerilip
gevşememiştir...
Vahyin daha önce işaret
ettiğimiz tezahürlerine gelince, mesela, çıngırak sesi gibi bir sesi duyması,
mübarek yüzü etrafında arı vızıltısı gibi bir sesin işitilmesi, vücudunun
aniden şiddetle ağırlaşması... Sara ve nöbetleriyle hiçbir alakası olmayan
hallerdir. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vahiy hali geldiğinde
durgunlaşması ayrı, saralının şuur kaybı ise ayrı bir şeydir.
Üstelik Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) vahiy hali geçer geçmez, vahyin inişine sebeb olan problem
sahibini sorar ve anında kendisine inen vahiyle ve Arap edebiyatının
görebildiği en üstün bir edebî ifadeyle ona cevap verirdi. Bu ise, asla
saralının işi olamaz. Mesela, ifk olayında mü'minlerin annesi Hz. Aişe'nin
suçsuzluğuyla ilgili olarak gelen vahiy hali geçince Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) sevinçten gülümseyerek kalkmıştır.590 Bunun ise
sara nöbetinden ayılan bir kimsenin hali olması mümkün değildir.
Gerçekten, Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) siyer ve kişiliğini bilen herhangi
bir insan onda sara hastalığından eser bulunmadığını doğru ve kesin olarak
anlayabilir. Çünkü eğer vahyin tezahürleri sara hastalığının arazları olsaydı,
bizzat sahabilerinin fiilî tepkisi, hemen kendisine koşmak, onu kurtarmak ve
hastalık nöbeti sırasında kendisine bir zarar vermesine engel olmak şeklinde
olacaktı. Fakat, böyle olmuyordu. Aksine onu kendi halinde bırakıyor,
dokunmuyor ve vahiy halinin geçmesini, yüzünde hiçbir korku belirtisi, hiçbir
göz dönmesi, hiçbir sıkıntı, kısaca ayıldığında saralıda göze çarpan hiçbir
tezahür bulunmaksızın kendiliğinden o halden çıkmasını bekliyorlardı. Nasıl
böyle bir has-
590 Buharî,
Tefsîru Sûre (24) 11.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 351
talıkla itham edilebilir
ki? Eğer böyle bir hastalığı bulunsaydı, ayakta dikilirken, bir değneğe
dayanırken, otururken veya bir hayvana binitiyken ansızın vahiy geliyor, bir
defa olsun saralılar gibi yere düşmüyordu. Sonra, eğer böyle bir şey olsaydı,
sara nöbetlerinin her an gelebileceğini ve düşüp bir tarafının kırılabileceğini
bile bile nasıl Hira Mağarasına çıkıp orada tek başına gecelerce kalabiliyordu?
Ya, kendisini çok seven ve her şeyini yolunda feda eden Hz. Hatice, Hira dağına
gitmesine ve orada öldürücü tehlikeye maruz -kalmasına nasıl müsaade ediyordu?
Yine tarih onu, akıllı, doğru ve
güvenilir olarak nitelendirir. Peygamberlikten önce de vesveselere maruz,
anormal yaşayış, garip tasarruf gösteren biri olmadığını belirtir. Onu her
türlü kötülükle karalamaya, ona sihirbaz, kâhin, bilgilerini başkalarından alan
bir kişi olarak suçladıkları halde çağdaşları kendisini sarahlıkla niteleyememişlerdir.
Bizzat Hz. Peygamber, kendisine inen
vahiy gerçeğini güzelce anlatmıştır. Onun bazen çan sesine benzediğini, bunun
kendisine en ağır gelen şekli olduğunu, bu hal geçtiğinde söylenen şeyleri tam
olarak kavradığını belirtiyor. Bazan da meleğin bir insan suretinde kendisine
görünüp konuştuğunu, söylediklerini tam olarak anlayıp kavradığını ifade
ediyor. Her iki durumda da Hz. Peygamber kendisine vahyedilenleri eksiksiz
olarak anlayıp kavrıyor. Bu çok defalar tekerrür etmiş olup gerek vahiyden önce
gerek vahiyden sonra ve gerekse vahiy esnasında tam olarak şuurunu muhafaza
ettiği bittecrübe görülmüştür. Hz. Peygamber her an şuurunu tam olarak
koruduğu içindir ki, bir defa olsun kendi memur ve alıcı durumdaki İnsanî
kişiliği ile vahyin amir ve yüce olan kişiliğini karıştırmamıştır.
Özet olarak diyoruz ki, vahyin nüzulü
anında Hz. Peygamber'in gösterdiği vecd ve istiğrak halini şuur kaybı sanmak,
her dış benzerlikte mahiyet ayniliğini düşünmek, ilmin değil safsatanın
metodudur.
Resulullahm vahyi alışı, maddî alemle
ilgisini kestiği, dikkat ve şuuru ile İlâhî haberciye, yani meleğe yöneldiği;
sonunda idrak ve şuurunun en uyanık ve en dinamik bir merhalede olduğu, ortaya
çıkan muazzam eser Kur'ân-ı Kerimin şehadetiyle apaçıktır.
İlâhî vahyi alır almaz, hemen bu
belîğ ve eşsiz İlâhî kelâm, şuur ve hafızasından berrak bir şekil alarak,
ahenkli bir tilavetle dudaklarından dökülmüştür.
Sara krizi geçirenlerin
uyandıklarında konuşamadıkları, ancak birkaç kelime kekeledikleri tıbbî bir
gerçek iken, hangi saralı, nöbetlerinden uyandığı anda tam bir şuur ve idrakle
Kur'ân gibi devirlere hükmeden böyle İlâhî bir kelâmı söyleyebilmiştir?
352 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Hz. Peygamberin hayatı en
ince detaylarına kadar bilinmektedir. O, vahye kırk yaşında mazhar olmuştur.
Bütün ömrü tam bir sıhhat ve rormal bir hayat içinde geçmiştir.
Üstün bir akıl, zekâ ve
hafızaya, eşsiz bir ahlak ve sıhhate sahip, tam bir i'tidal ve muhteşem bir
nezaket örneği, gözlerinden zekâ ve hayat fışkıran, sözlerinden ilim, hilim,
şefkat ve muhabbet akan, en mükemmel bir insanlık nümunesi olan Hz. Muhammed'i
bir saralı karakteriyle kıyaslamak ilim adına ileri sürülmüş bir safsata,
hatta bir heze- yândır!
c. Histeri
ve Nevrasteniye Yakalandığı İddiası
Menzis, Hz. Peygamberi (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu hastalıkla itham etmiştir.591
Biz bu ithamı
değerlendirmeye tabi tutmadan önce, ve "nevrasteni" ve
"histeri"nin ne olduğunu yine Orhan Hançerlioğlu'nun Ruhbilim
Sözlüğü adlı eserinden anahatlarıyla tanımaya çalışalım:
"Nevrasteni, sinir
sisteminin güçsüzleşmesinden kaynaklanan ruhsal ve bedensel güçsüzlük
hastalığıdır. Gittikçe artan bir yorgunluk duygusuyla beliren bu hastalık,
kadınlardan çok erkeklerde tesbit edilmiştir. Gençlik ve olgunluk çağlarına
özgüdür. Zihnî faaliyetler de güçsüzleşir, unutkanlıklar başlar, inatçı
başağrıları görülür. Sıkıntı, keyifsizlik, cinsel hayatta başarısızlık, ya da
tam durgunluk, sindirim bozuklukları, sebepsiz bel ağrıları, nabız atışında
bozukluk, hastalık hastalığı eğilimi ve özellikle kendisinde kalb hastalığı
bulunduğu yolunda aşırı bir kuruntu bu hastalığın başlıca belirtileridir. Eller
ve göz kapaklarında titremeler, çırpmtısız bayılma, kan basıncı düşmesi de
görülebilir. Sıkıntı genellikle akşam üzeri gelir. Nevrastenikler, genellikle
hekime bütün sıkıntılarını yazdıkları kâğıt parçalarıyla gelirler ve bunları
çıkarıp birçok kez okurlar (Malades aux petits papiers). Hasta, hastalığına
dört elle sarılır, ona sığınır ve onu bütün başarısızlıklarının bir mazereti
olarak kullanırlar. Bunu bilerek ve kasden yapmazlar, bu yola bilmeden ve
düşünmeden saparlar..."592
"Histeri ise, bir
zamanlar sadece kadınlara özgü bir hastalık sanılırdı. Bugün bu anlayış
bırakılmıştır. Daha çok kadınlarda görülmekle birlikte erkeklerde de
görülmektedir. Belirtileri arasında başta histeri nöbetleri gelir; hasta birden
bire çığlık atarak ya da ağlayarak kendisini yerlere atar. Başparmakları
genellikle içeriye kıvrılmış ve elleri yumruk biçiminde kasılmıştır. Bedende
düzensiz çırpınmalar
591 Menzis,
a.g.e.,s. 227.
592 Orhan
Hançerlioğlu, a.g.e., s. 258-259.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 353
başgösterir. Bu nöbetler
sırasında hastanın bilinci yerindedir ve başkaca bir bozukluğu da yoktur.
Nöbetler, 5-10 dakika sürdüğü gibi birkaç saat da sürebilir. Hasta nöbetten,
ağlama veya gülme kriziyle açılır. Hastalık, saraya benzerse de, 1-2 dakikada
son bulmaması, dilin ısırılmaması ve bilinç kaybı olmamasıyla ondan ayrılır.
Histeri, felç biçiminde belirtiler de verebilir, fakat histerik inmeler organik
değildir. Marazî refleksler bulunmadığı gibi, bütün refleksler normaldir.
Kıpırdanınca vücutlarının her-yanında ağrılar duyduklarını söylerler, yatakta
yatar ve kıpırdadıkça bağırırlar. Ne varki gizlice gözetlendiklerinde
yalnızken rahatça hareket ettikleri görülür. Bazıları başlarının tepesine çivi
batar gibi ağrılar da hissederler, fakat bunların hiçbiri uzvî bir bozukluğu
ortaya koyacak bir bulgu vermez. Kimileri de duygusuzluğa (anesteziye)
tutulurlar. Histerik körlük, histerik sessizlik de sık sık rastalanan
belirtilerdir. Görme ve ses organlarında hiçbir bozukluk bulunmadığı halde
göremez ve ses çıkaramazlar. Yemek yememe durumu da görülebilir. Bununla
birlikte bulantı ve kusmalar da olur. Hiçbir uzvî bozukluk bulunmadığı halde,
midelerinden boğazlarına bir şeyin yükselip boğazlarını tıkadığını boğulacak
gibi olduklarını söylerler. Genellikle bu durumda ağlayarak açılırlar.
"Histerikler,
gösterişçidirler. Göseriş olarak sonuçsuz intiharlara da kalkışabilirler.
"Histeri
belirtilerinin en önemlisi, histeri alacakaranlığı (Eta crepus- culaire
hysterique) adını taşır. Nöbetler biçiminde gelen bu durumda hasta başka bir
dünyaya dalar, başka bir kişiliğe bürünür, ama çevresine hiçbir şey belli
etmez ve normal görünür. Bu nöbetler sırasında birçok suçlar da işleyebilir
(Meselâ, hırsızlık yapar, yangın çıkabilir...) Halüsinasyonlar da görürler. Bu
nöbetler saatlerce sürebildiği gibi günler ve aylarca da sürebilir.
Histerikler, büyük çapta
yalana eğilimlidirler, çok yalan söylerler ve öyküler uydururlar. Histerik
kasıtsız bir hastadır. Çoğu yaptıklarında bilinçli de olsa kasıtlı
değildir..."593
Sebebi ise,
mütehassıslarının belirttikleri gibi, kişinin cinsî arzularını bilinç altına
itmesidir. Ket vurulup bilinç altına itilen bu arzular dinmek şöyle dursun,
daha da azar. Nihayet dışa yansıması için kendisine başka bir yol bulur. Akli
arazları, öncelikle hafıza zayıflığı, uyurgezerlik, bu dolaşma sırasında
başkalarına saldırmadır. Hastalık nöbetinden ayılan hasta, o sırada yaptığı
şeylerden hiçbirini hatırlamaz. Hastada
593 Orhan
Hançerlioğlu, a.g.e., s. 259-260.
354 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
şahsiyet ikileşmesi de
görülebilir. Histeri şiddetliyse genellikle delilikle sonuçlanır. Bazen
histeri sara ile birlikte olabilir."594
Görüldüğü gibi, bu
arazların değil hepsinin birarada, bir tanesi bile Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatında bulunmamaktadır.
Yine aynı madde (Yani,
Neurasthania) altında Dâiretii'l-Mearifi'l- Biritaniyye, bu hastalık
için sekiz tezahür kaydetmektedir: Genel olarak kendini yorgun hissetme ki,
bunun yanısıra bitkinlik, şiddetli başağrısı, sağırlık ve şuur kaybı da
görülür. Rahat olmayan, dinlendirmeyen, korkunç rüyalarla bulanık bir uyku,
özellikle yakın hadiselere karşı hafıza zaafı, bulanık ve sisli görme, çeşitli
kâbuslar ve kulak çınlamaları, duyulara isabet eden çeşitli ıztıraplar, mesela
acı hissetmeme (bu ıztıraplar ellerin arkasına ve kadınlarda göğüslere tesir
eder) bunun yanında görülen değişik ıztıraplar, değişik yerlerde, özellikle de
el ve ayaklarda görülen soğukluk, hastalık düzeyinde hararet derecesinin
yükselmesi, yanakların kızarması, terleme, daha bunlar gibi, organların
görevleriyle ilgili ıztıraplarla birlikte görülen değişik bitkinlikler...
Hastalıkta birçok korku
hissedilebilir. Mesela, kalabalıktan korkmak, yalnızlıktan korkmak, kapalı
yerlerden korkmak, insanlara katılmaktan korkmak, düşen nesnelerden korkmak
veya demiryoluyla yolculuk yapmaktan korkmak... gibi. Bir şey daha var ki, o da
hastanın birbiriyle bağlantılı bir seri düşünceye esir olup sürekli onları
hatırına getirmesi ve onlardan bir türlü kurtulamaması, özellikle geceleyin
daha inatçı bir biçimde bunlara kendini kaptırmasıdır. Bazan, sayı sayma isteği
kendisine musallat olur. Bu gibi hastalar, aşırı ve hızlı reaksiyonlardan,
meselâ şiddetli sevinç ve üzüntüden dolayı sıkıntı çekerler. Hastalar bazen,
alaycı, şüpheci veya bedbin olurlar, ya da içlerine kapanık olup, bütün
düşüncelerin kendi kendileri üzerinde yoğunlaştırırlar, kendilerinden veya
sadece kendilerini ilgilendiren hususlardan başka bir şey hakkında
konuşamazlar.
Bu tıbbî niteliklerle,
vahyin tezahürlerini karşılaştırdığımızda, bu çok sayıdaki arazlar arasından
yalnızca bir tek tezahürde birleştiklerini görürüz. O da, terleme, yanakların
kızarması ve bedenin bazı uzuvlarında üşüme hissetmesidir. Dairetü'l-Mearifi'l-Biritaniyye
bu üşüme hissinin genellikle el ve ayaklarda belirdiğini belirtiyor. Oysa
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bazı durumlarda içinde bir üşüme
hissederdi595. Bunlar da birçok hastalıklarda müşterek olan
hususlardır. Kulak çınlaması ise, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) her zaman değil de, ak-
594 Bk.
Dairetü’l-Mearifi’l-Biritaniyye, “Hysteria” maddesi; yine New Medical
Dictionary, aynı madde.
595 Sııyûtî,
itkan, I, 60, ibn Mes'ud'dan naklen.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 355
sine çok etkili ve ağır
vahiy haletlerinde duyduğu çan sesi değildir. Şu kadar var ki, az önce de
belirttiğimiz gibi sadece bu bir iki nokta, hastalığın çok sayıdaki arazları
arasından vahyin tezahürleriyle birleşmektedir. Şunu da unutmamak gerekir ki,
arı vızıltısına benzeyen ve bazı sahabilerin de Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) mübarek yüzü etrafında duydukları bu ses, sadece Resulullahm
hissettiği özel bir duygu değildir. Aksine, başkaları tarafından da işitilen ve
bütün netliğiyle ayırdedilen objektif bir sestir. Daha önce de geçtiği gibi, bu
sesi meydana getirenin Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) olması
mümkün değildir. Çünkü, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) böyle
yapmakla neyi hedefleyebilirdi ki? Sonra, Zeyd b. Sabit'in, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) dizi altındaki dizinde hissettiği ve hatta dizlerinin
kırılacağını zannettiği ağırlık şeklindeki veya Resûlullah (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) sırtından inmeseydi vahyin ağırlığı altında yere çökecek kadar
zorlanan devenin durumundaki tezahüre ne denilecek? Vahiy esnasında Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine çok belîğ bir söz tebliğ
eden bir adam veya bir genç görürdü. Bu söz çok açık ve belirli fikirler
içeriyordu. Bu da, ya o anda kendisine yöneltilen bir soruya cevap veya ortaya
çıkan bir probleme çözüm olarak geliyordu. Vahiy hali sözü edilen hastalık
türündense bu belîğ ve net sözlerin yeri neresi olacak? Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) peygamberliğini inkâr eden biri çıkıp da şöyle bir iddiada
bulunabilir: "Muhammed, daha önce o sözleri kendisi hazırlıyor, o hastalık
hali yakalayınca da, daha önce hazırladığı bu sözleri açığa vuruyordu. Fakat bu
iddianın sahibine şunu hatırlatırız: Vahyin büyük çoğunluğu beklenmedik bir
soruya cevap veya ansızın ortaya çıkan bir probleme çözüm olarak iniyordu ve
ne düşünmeye ve ne de cevap hazırlamaya vakit kalmıyordu."
Bu asabî ıztirabm diğer arazları
nerede? Aklî ıstırap, tedirginlik, sağlığın zayıflaması, adalelerin kötü bir
hal alması, sindirim sistemine arız olan sapmalar, baş dönmesi, bitkinlik,
hastalık denilebilecek düzeyde ateş yükselmesi, görmedeki bulanıklık,
sağırlık, korkunç rüyaların bulandırdığı huzursuz uyku, organların görevlerini
yerine getirmelerini engelleyen ıztıraplar, ağrı hissetmeme, kalbin bazen
duracak gibi olması, boğulduğunu hissetme, özellikle yakın olaylara karşı
hafıza kaybı, görme kaybı, ağız kuruması, karıncalanma, el ve ayakların titremesi...
gibi arazlar nerede? Çok iyi bilindiği gibi, bunların, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatıyla yakmdan-uzaktan alakası yoktur. Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ruhî ve psikolojik açıdan son derece dengeli bir zattı.
Hayatı boyunca sağlığı tam olarak yerindeydi. Girdiği bunca savaşlara ve
karşılaştığı türlü türlü sıkıntılara rağmen vefat ettiği son hastalığı dışında
herhangi bir hastalık çektiğini göremiyoruz. Aynı şekilde hafızası da dillere
destandı. Görme bozukluğundan şikayetini de tarih
356 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
kaydetmemektedir.
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) prensip olarak geceleyin erken
uyurdu. Gecenin ilerleyen saatlerinde kalkar, Rabbi için namaz kılar ve
tefekkür ederdi. Her zaman tam bir ruhî huzur içindeydi. Hayatı boyunca bu
ruhî huzur ve itmi'nanı kaybetmemiş ve ruhunun Rabbine yükseleceği anda doruğa
yükselen bu huzur mübarek dilinden dökülmüştür. Nitekim ölüm döşeğinde tam bir
güven ve sükûnet içinde gökyüzüne eliyle işaret ederek şöyle buyurmuştur:
"En yüce dosta gidiyorum!"596 Kendisinde hiçbir
huzursuzluk, stres ve bitkinlik görülmemiştir. Yine bir gün olsun istifra
ettiğini görmüyoruz. Eğer böyle bir şey olmuşsa, mutlaka, sindirim sisteminden
hiçbir şikayeti olmayan çoğumuzun da zaman zaman karşılaştığı normal bir
durumdur... Marazî korkulara (phobias) gelince, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatı ortada. Hiçbir kimsenin hayatı onunki gibi ince
detaylarına kadar kaydedilmemiştir. Öyle ki, siyer ve tarih kitapları onu adım
adım izlemiş, hatta bazan yatak odasına kadar girmişlerdir. Haydi, onun
şahsiyetinde bir tek fobi gösterilsin gösderilebilirse! Veya sürekli olarak
kendisine musallat olan ve hayatını normal seyri içerisinde yaşamasına ve diğer
insanlarla sağlıklı ilişkiler kurmasına engel olan bir tek fikir veya fikirlere
işaret edilsin edilebilirse! Sonra Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
beşerî karakteri itibariyle ne alay edici, ne de şüpheci değildi.
Son olarak şunu diyoruz ki: Eğer şu
veya bu asabî hastalığa maruz olsaydı, hayatı boyunca bunca sıkıntıyı
çekeceğine, doğal tepkisi, hastalığına bir çare arama şeklinde olurdu ve o
dönemde Arap Yarımadasının dolup taştığı kâhinler, sihirbazlar ve hekimlerden
birine gidip derdine çare arardı. Daha önce gördüğümüz gibi o öylesine doğru
bir zâttır ki, yalan yere Hz. Cebrail'i gördüğü şeklindeki bir.ihtimali
bütünüyle akıldan uzak görmeye bizi mecbur kılıyoruz. Böyle bir görmeyi,
yukarıdaki arazlardan hiçbirisi de açıklayamaz. Aynı şekilde, bu arazlar,
kendisine inanmayanların ona atfettikleri bu sözde kuruntuyu da açıklayamaz.
Üstelik daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)'de bu hastalığın sebeplerinden hiçbiri mevcut değildir. Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)—haşa—sinirlerinin bozuk olduğu iddiasını
da reddetmeliyiz. Çünkü, sinir bozukluğu, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem), vahiy ve peygamberlik müddeti olan yirmi üç sene gibi uzun bir süre
boyunca taşıdığı kesin bir kanaat ve inancı doğuramaz. Bu yirmi üç senede,
Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sayısız eziyetlere, komplolara ve
değişik inanç sahiplerinin savaş ve mücadelelerine hedef olmuştur. Kendisiyle
mücadele edenler arasında, Kitab-ı Mukaddesi didik didik inceleyip
araştırmış haham ve keşişler de bulunmaktaydı. Hem de Hz. Peygam-
596 Bk.
Ahmed, Müsned, I,. 78.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 357
berin (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) taşıdığı bu iman ve yakin öylesine kuvvetli idi ki, yanında Kisra,
Hirakl, Mukavkıs, Necaşî ve gerek Yemen, gerekse kuzeydeki Arap liderlerinin
makamı çok küçük ve önemsiz görünüyordu. Çünkü, mektuplar göndererek onları
İslama davet etmiştir. Yine bu öyle bir kuvvetli yakindi ki, karşısında Halid
b. Velid ve Amr b. As gibi komutanlar, Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman ve Ebu Süfyan
gibi servet sahibi tüccarlar, Adî b. Hatem et-Taî ve Bâzân gibi kabile reisleri
ve hükümdarlar kısa zamanda ona iman getirmek zorunluluğunu hissetmişlerdir.
Sonra, sinirleri bozuk veya
Neurasthanias'ya yakalanmış bir kişinin, insanlık tarihinde böylesine nadir
görülmüş dostlukları kurup sürdürmesi mümkün müdür? O dostluklar ki, ne
hayatında ve ne de Rabbine kavuştuktan sonra, bir gün olsun gevşememiş ve
sarsılmamıştır. Hayatta olup kendileriyle birlikte olduğu zaman, kendisinden
korktukları farze- dilse hemen şöyle bir soru hatıra gelir: Kendisi yalnız
başına, toplumdan tecrid edilmiş olduğu halde, ona uyan ve arkasından giden,
ona güç ve destek veren bu kişiler neden korksunlardı ki? Acaba, Hz. Ebû Bekir,
Ömer, Osman, Halid bin Velid, Abdurrahman b. Avf, Talha, Ali, Abbas, Ebu Hureyre,
Ebu Zerr, Ubeyy b. Ka'b, Zeyd b. Harise, Zeyd b. Sabit, Aişe, Zeynep, Safiyye,
Reyhane (son ikisi Yahudi asıllıdır), Kıbtî Mariye, Hafsa ve daha bunlar gibi
onlarca en yakın arkadaşları, dostları, yakınları ve her hal ve durumda
kendisini gören, hiçbir sırrı kendilerine gizli kalmayan bütün bu
insanlar—haşa—kör müydüler ki, onun hasta olduğunu farkedemediler?
Yoksa—estağfirullah—onun hile ve asılsız iddialarını bilemeyecek kadar cahil ve
gafil miydiler? Oysa bunların arasında çok keskin akıllı, hak bildiklerini
söylemekten çekinmeyen, bir şeyi benimseyip savunmadan önce onu inceden inceye
muhakeme eden kimseler vardı.
Sinir hastası olan kimseler, akıl
sahibi başkaları tarafından tasdik edilebilecek gaybdan doğru haberleri alıp
aktaramazlar, toplumu sarmış hurafelerin üzerine yürüyüp onları ortadan
kaldıramazlar, geçmiş din mensuplarının içine düştükleri inhirafları düzeltip
onları doğru yola getiremezler, onlara, "Allah birdir, iki veya üç
değildir, O alemlerin Rabbidir, sadece şu veya bu milletin Rabbi değil, O,
mutlak hükümranlık ve nihayetsiz kudret sahibidir, kudretine hiçbir şey güç
gelmez, sınırsız adaleti karşısında bütün insanlar eşittir, hayat boş ve
anlamsız değildir, aksine ölümden sonra da devam edecektir, öbür dünyada ince
bir hesap vardır, Allah'ın, şahsın niyet, gayret ve gücünü kapsayan ferdî
mesuliyet esasına göre mü'minlere yönelik rahmeti, zalimlere karşı ise cezası
sözkonusudur" diyemezler. Acaba bu ve bunlar gibi pek çok hakikatin, hasta
bir sinir, muzdarip bir akıl ve çökmüş bir ruhun neticesi olması mümkün müdür?
358 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Şimdi
Barthelemy-St-Hilaire'in bu konuda söylediklerini dinleyelim: Bu zat "Muhammed
ve Kur'ân" isimli eserinde şu sözlere yer vermiştir:
"Muhammed'in bu garîb
hali sırf fizyolojik ve marazî sebepler ile izah edilmek istenildi. Güya
çocukluktan beri maruz bulunduğu sara nöbetlerinden bahsedildi. Hem edebiyat
muallimi hem de tabîb olan Sprenger, Muhammed'in 'İsteriya' illetine hemen tam
bir bölüm ayırdı.
"Bu bölüm, Muhammed'in
Hayat ve Ta'limi (Das leben und die Lehre des Mohammed) isimli kitabının
birinci cildinin onuncu babıdır. 267. sayfa ile sonrasını oluşturur. Dr.
Sprenger, bunda isteriklikten bilimsel biçimde söz etmiş, fakat bu hastalığı,
bu nazariyelerin bütününü doğrudan doğruya Muhammed'e tatbik etmeksizin çok
genel bir biçimde göz önünde bulundurarak değerlendirme yoluna gitmiştir.
Peygamberin zaaf ve bayılmalarıyla ilgili olan asıl metinlerin tamamını bu
bölümün zeyillerinde 269. sayfada birleştirmiştir. Bunlara müracaat edildiği
takdirde bunun gerçekten özel nitelikleri belirlenmiş bir hastalık olduğu
görülmemektedir. Ve bunlar müzmin bir hastalıktan ziyade birtakım
arazlardır."597
"Muhammed'in isterik
olduğuna inanan Sprenger, onu Sudenberg'e kıyas eder. Fakat Sudenberg ancak
hiçbir şey tesis etmemiş ve muhayyilesinin garaibinin müphem ve hemen meçhul
hatırasından başka bir şey bırakmamış bir mülhem adam idi. Bunda dine benzeyen
bir şey yoktur."598
"Ben, bu nevi
değerlendirmelerin (Sprenger'in Hz. Muhammed'in halini sara nöbetleriyle izah
yolundaki değerlendirmeleri) bana pek az taalluk ettiğini ve Muhammed'in
isterya veya sarası bana hiçbir şeyi tahlil ve teşrih ediyor gibi görünmediğini
itiraf ederim. Şüphesiz onda başka şey vardı. Zira isteriklerin cümlesi
peygamber değildirler. İşte bilinmesi önemli şey de bu başka şey, yani manevî
haldir. Benim fikrime göre ona hakim olan fikirlere ve bunların kendisinde
husule getirmekte olduğu gayet büyük tesire, aylarca kendisini mahkum ettiği
zühde hülasa biraz yukarıda beyan ettiğim ahvalin heyet-i mecmuasına müracaatle
Muhammed daha iyi anlaşılır. Bu şiddetli ve uzun tehey- yücde aleme getirdiği
itikadlarm büyüklüğüne kanaat hasıl etti. İmanın safvetini putperestliğin
kabalığıyla mukayese ederek kendisini samimi surette Allah'ın Resulü zannetti.
Kur'ân'da yirmi defa tekrar ettiği ve- cihle o, ne bir yalancı ne de bir
muhtellu'ş-şuûr (Bilinç bozukluğu) olmadı."599
537 S. 99.
598 s.
101 (Haşiye)
599 s.
99.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 359
Kısaca, Barthelemy-St-Hilaire,
Sprenger'in isteriya hakkında sözkonusu ettiği nazariyelerin tatbik
edilmeksizin genel anlamda mütalaaya alınmış şeyler olduğunu ve topladığı
metinlerde yer alan vasıfların iste- riyayı temyiz edecek türden olmayıp
birtakım avarızdan ibaret oluğunu ve zaten isterya ve sara gibi şeylerin hiç
bir şeyi izah etmeyip Cenâb-ı Fahru'l-Murselin Efendimizde bunlardan büsbütün
başka ve bilinmesi önem taşıyan bir manevî hal bulunduğunu itiraf ediyor. Bu
manevî halin yüce peygamberlik vasfı öldüğü fiilî eserleriyle sabittir"600.
d. Hallucination
İddiası
Biz, bu iddianın kritiğini yaparken
"Hallucination" teriminin ilgili kaynaklardaki tanım ve özelliklerini
gözönünde bulunduracağız. Şimdi hastalığın belli başlı özelliklerine bakalım:
Hallucination, gerçekte bulunmayanı
algılama hastalığıdır. Ruhsal kaynaklı üç türlü algı bozukluğu vardır. Bunlar,
illusion, hallucinose ve hallucinationdur. Bunlardan birincisi, var olan bir
şeyi yanlış algılamadır. Meselâ bir tavuğu canavar görme gibi. İkincisi,
duysal, duyumsal ve devimsel olabilir. Daha çok paranoyaklarda ve alkol
çıldırılarında görülür. Sokaktan gelen sesler, hastaya küfür gibi gelir.
Çevresindeki nesneler, kendisine akrep ve yılan görünür. Bunun halluci-
nationdan farkı hastanın gördüklerine inanmaması ve onların hastalık eseri
olduğunu bilmesidir. Çok yorgun kimselerde de görülebilir. Bunda, yanılgıya
sebep olan bir uyarıcı vardır.
Hallucinationda ise ortada hiçbir şey
yoktur. Bu aslı esası olmayan şeyleri görme, duyma ve hissetmeler tamamen hasta
insanlarda görülür. Bunlardan eh sık rastlanan görsel hallucination, özellikle
alkol çıldırılarında, çırpınmak sabuklamalarda (deliriutremens) baş gösterir.
Pek çok korkunç şeylerin yanında küçücük cüceler de görülebilir. Şizofreninin
paranoid biçiminde, parafrenide ve afyon ve esrar gibi maddeler kullanımında
görme hallucinationlarına rastlanır. İşitme ile ilgili hallucinationlarda,
hasta mevcut olmayan sesleri duymak içinde belirir. Bazen bir, bazen iki
kulakla algılanır. Şizofrenik hastalar, işittikleri seslere cevap da verirler.
Bazı sesler kulakla işitilmez, hasta kafasının içinde duyar. Bazı sesler de
hastanın içinde ve vücudunun çeşitli yerlerinden gelir. Bazı hastalar,
düşüncelerinin çalındığını ve kulaklarına sürekli olarak tekrarlandığını sanır.
Tat almayla ilgili hallucinationlar
da vardır. Şizofreninin paranoid biçiminde, parafrenide, melankolide görülen
tat hallucunationlar hasta,
600 i.
F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 10-21.
360 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
bazan çok güzel, bazan da
zehir gibi tatlar aldığını sanır. Koku ile ilgili hallicinasyonlar da vardır.
Bunda hasta sabuklamalarla birlikte kimi kez güzel, kimi kez de pis kokular
aldığını sanır. Uzun süre esrar ve eroin kullananlarda koku azahmı veya koku
alma kaybı da görülebilir.
Özellikle alkoliklerde ve
kokainmanlarda dokunma hallucination- lara rastlanır. Deri üstünde yanma, batma
karıncalanma gibi öznel duyumlarla belirir. Hasta, derilerinin altında karınca
ve böceklerin dolaştığını sanırlar ve onları çıkarmak için derilerini
parçalayabilirler.
Hasta bazan içine şeytan
girdiğini de sanabilir. Bütün bu hallucinati- onlar, yalın olabileceği gibi,
karmaşık da olabilirler.
Bir de
"hallucination motrice" diye bir çeşidi de vardır ki, bunda hasta
vücudunun bir kısmının veya tamamının hareket ettiğini sanır. Kaslardan ve
eklemlerden tuhaf duygular algılar ve vücudun durumu her an değişiyormuş gibi
olur. Kimi parafreni hastaları göklere uçtuklarını söylerler.
"Hallucination
cenesthesique", özellikle paranoya, parafreni ve şizofrenide sıklıkla
rastlanır. Hasta, iç organlarında ağrılar, yanmalar, sıkılmalar... duyarlar,
kendilerini sevmeyenlerin, ya da düşmanlarının, iç organlarını bozduklarından
yakınırlar. Kimi şizofrenik hastalar, kendi içlerini gördüklerini sanırlar, ya
da kendilerini karşılarında görürler.
Kimi hastalar,
düşüncelerini kendilerine anlatırlar. Bazıları dudakları kıpırdamadığı halde
iç seslerini konuşuyormuş gibi algıladıklarını iddia ederler.601
Bu konu tamamen,
tabiblerin ve ruh bilimcilerinin ihtisas alanına girer ve bizim ihtisas
alanımızın dışındadır. Konudan anladıklarımız ışığında Hz. Peygamber hakkmdaki
iddiaları değerlendirmeye çalışacağız. Bu konuda asıl sözü söyleyecek ihtisas
erbabı, özellikle inançlı doktorlardır. Bize göre bu konuyu değerlendirirken şu
noktaların gözönünde bulundurulması gerekir:
Birincisi: Bir hastalığın
teşhisi, o hastalığa düçar olan kişinin bizzat muayene edilmesine bağlıdır.
Hatta muayene neticesinde bile hastalığın teşhis edilememesi çokça görülür.
Bunun için onlarca tahlil yaptırılır ve röntgenler çekilir. Ruhî bir hastalıksa
hasta en azından bizzat ve hatta defalarca dinlenir. Kulaktan dolma bilgilerle
hastaya teşhis konmaya kalkışılmaz. Şimdi, bundan on dört asır öncesinde
yaşamış bir zatı, çoğu zaman kaynakları anlamadan, anlasa bile anla-
601 Bütün bu bilgiler için
bk. Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 322-323.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 361
mazlıktan gelip belgeleri
tahrif ederek bir müsteşriğin çıkıp da şu veya bu hastalığa maruz kalmakla
nitelemesi ve kendince bir teşhiste bulunması, her şeyden önce ilmin ve
tababetin âdabına aykırıdır.
İkincisi: Değişik kabileleri birbirleriyle
sürekli harbeden Arap kavmini, karşılaştığı bütün güçlük ve tehlikelere göğüs
gererek tek kelime üzere birleştirip onları birbirine kardeş yapmak602;
putperestliği, nice nice batıl fikirleri ve çirkin adetleri kaldırmak; çok
sayıda muharebelerde kumandanlık etmek, ümmetinin din ve dünya işlerini yoluna
koymak, okuma ve yazma bilmediği halde kavmi arasında hem ifta, hem kazâ gibi
iki büyük vazifeyi ifâ etmek, kısaca vahşet ve barbarlığı, nisbeten çok kısa
bir zaman zarfında insanlık ve medeniyete döndürmek ve insanlara Kıyamet gününe
kadar bir dosdoğru dini ve sapmaz bir yol göstermek öyle hasta ve vehimli bir
adamın kârı dağildir. Bu, ancak yaratılış ve ahlak bakımından mükemmel olan,
İlâhî tevfike mazhar bir yüce zatın vücuda getireceği bir büyük görevdir.603
Üçüncüsü: Vahiy hali, "Eğer biz bu
Kur'ân'ı bir dağ üzerine indir- seydik, o dağı alçalmış ve parça parça olmuş
görürdün. Biz bu meselleri, belki tefekkür ederler diye insanlara
getiririz"604 ve "Biz senin üzerine ağır olan sözü
(Kur'ân'ı) ilka edeceğiz"605 âyet-i kerimelerinde işaret
buyurulan kudsî ve lâhutî haller cümlesinden olmakla sıradan insanların bunu
idrak edememeleri, özellikle iddia sahipleri gibi in- kârcılarm akla bile
sığdıramamaları tabiîdir. Vahiy gerçeğini anlamak için biraz maneviyat, tam
bir tarafsızlık ve asgarî bir insaf lazımdır. Hz. Muhammed'e gelen ve Kur'ân
gibi bir şaheseri netice veren vahyi hallucinationa bağlayan iddia
sahiplerinde bu özelliklerin bulunmadığı açıktır.
Dördüncüsü: Hallucination başlı başına bir
hastalık değil, değişik hastalıklarla birlikte görülen bir arazdır. Hz.
Peygamberin bedenen ve ruhen son derece sağlıklı olduğu herkesin malumudur.
Nitekim, vefat hastalığından başka ciddi bir hastalık geçirdiğini tarih ve
siyer kitapları kaybetmemektedir. Hz. Peygamberin alkollü veya uyuşturucu herhangi
bir madde kullanması şöyle dursun, bunları yasakladığı herkesçe bilinmektedir.
Renan'ın vardığı neticeya katılmadan, onun şu itirafını
602 Bk.
Al-i imran, 103; Enfâl, 63.
603 Bk.
I. F. Ertuğrul, izâle-i Şükûk, s. 11-13.
604 Haşir,
21-22.
605 Müzzemmil,
5.
362 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR
burada aktarmakta yarar
görüyoruz: "Hiç kimse onun kadar sağlam bir kafa ve düşünce yapısına sahip
olmamıştır."606
Beşincisi: Hallucination gerçekte
bulunmayanı görme hastalığıdır. Hz. peygamber —haşa— gerçek olmayanı değil, tarih
boyunca bütün peygamberlerin ve semâvî dinlere, ruhanî varlıklara inanan bütün
insanların kabul ettiği melekleri, özellikle bu meleklerin en büyüğü olan Hz.
Cebrail'i, hem de şüpheye yer bırakmayacak derecede 23 sene boyunca ve
defalarca görmüştür. Tarihte melekleri gördüğünü, kendisine Allah'tan vahiy
geldiğini söyleyen sadece Hz. Muhammed değil, bütün peygamberler de aynı
gerçeği dile getirmiş ve bugün o peygamberlerden bir kısmının milyarlara varan
mensupları bulunmaktadır. Böyle bir hastalık iddiası o insanların peygamberi
için sözkonusu olmuyor da neden, dost ve düşmanının ittifakıyla son derece
zeki, dürüst ve sağlıklı olan Hz. Muhammed için sözkonusu ediliyor? Bu
çelişkiyi, dinî taassuptan ve delilsiz peşin hükümlülükten başka bir şeyle izah
etmek mümkün değildir.
Altıncısı: Hz. Peygamber ruhen ve
bedenen son derece sağlıklı olduğu kabul edildiği halde, bir defa
hallucination'a maruz kaldığını farzetsek, hiç şüphesiz, görüp işittiğinin
doğru olmadığını derhal farke- decek ve bu yanılgı yirmi üç sene gibi uzun bir
süre devam etmeyecekti. Çünkü, sağlıklı kimselerde görülebilen bu tür duyu
yanılgıları derhal fark edilir ve gerçekliğine inanılmaz. Nitekim, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), kendisine ilk vahiy geldiğinde, görüp
duyduğunu hemen doğrulamadı. Aksine, gördüğünün vehim olabileceğini düşündü. Bu
yüzden kendisine bir zarar gelebileceğinden korktu. Bu hali bir süre devam
etti. Nihayet Hz. Cebrail'in görünmesi ve vahyin inişi tekerrür etti de,
kendisi bu konuda kesin kanaate vardı.
Yedincisi: Bazı durumlarda, kişinin dikkatini
bir nokta üzerinde yoğunlaştırması sonucu veya belli özellikleri taşıyan bir
zemine uzun süre bakması neticesi hallucination görebilir. Bu bir bakıma
ihtiyarî ve kasdî olan bir hallucinationdur. Bu durum da Hz. Peygamber için sözkonusu
olamaz. Çünkü, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatında
isteyerek vahiy getirdiğini gösteren bir tek rivayet bile yoktur. Oysa
özellikle peygamber olduktan sonra çok detay sayılabilecek hususlar bile
rivayetlere konu olup nakledilmiştir. Hatta istediği halde vahyin gelmediği durumlar
pek çoktur. Nitekim, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) birçok kez
kendi özel ictihadiyle fetva verip daha sonra söylediğinden farklı bir çözümle
vahiy geldiğini görüyoruz. Bu da kesin olarak ifade ediyor ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) bu ameliyeye farkında olmaksızın da olsa bir
606 Renan,
a.g.e., s. 1080.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ .
363
katkıda bulunmamıştır.
Kur'ân, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) herhangi bir konu üzerinde
dikkatini keskin bir biçimde yoğunlaştırdığı sırada inmiyordu. Aksine Kur'ân
ayetleri, çoğu zaman beklenmedik bir biçimde Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) karşısına çıkan değişik problemleri ele almak, çözüme
kavuşturmak ve belli konularla ilgili istifhamlara cevap olmak... üzere
iniyordu.
Sekizincisi: Vahiy tek bir biçimde inmemiştir.
Aksine daha önce açıklandığı gibi değişik biçimlerde inmiştir. Muhteva
itibariyle de, her defasında yeni bir şey getirmiştir. Böylece muhtevaca son
derece zengin, kapsamlı, renkli ve edebî olan Kur'ân-ı Kerim ortaya çıkmıştır.
Bu Özelliklere sahip Kur'ân gibi bir eserin kaynağının hallucinationla
açıklanması mümkün değildir.
Dokuzuncusu: İddia edilen bu hallucination,
tesadüfen bir tarafı Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bedeninin
bir parçasının altında kalan varlıkların hissettikleri ağırlık gerçeğini
açıklayamaz. Meselâ, dizi Hz. Peygamberin dizi altında bulunan Zeyd bin Sâbit,
vahiy indiğinde dizlerinin ezileceğini sanmış. Vahiy hali geçtiğinde ise, Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) dizlerindeki ağırlığı, dolayısıyla
şiddetli ağrıyı hissetmesi geçmiş. Aynı şekilde Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'i taşıyan deve de, vahiy hali vaki olduğunda, inmediği
takdirde Resulullahm ağırlığından ayaklarının neredeyse kırılacağını
hissetmiş. Yine bu iddia, vahiy esnasında arı vızıltısına benzeyen ve sahabenin
Hz. Peygamberin yüzü etrafında duyduğu sesin sırrını açıklayamıyor. Bu
vehmedilen bir duyma değildir. Aksine bir realite olup, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'i de aşan ve harici bir varlığı bulunan gerçek bir sestir.
Böyle olmasaydı, sahabe onu duymazdı.
Onunucusu: Gerek daha önce çok sayıda
örneklerine yer verdiğimiz ve düşmanları olan Mekke müşrikleri tarafından bile
bir kısmı inkâr edilemeyip sihir ile nitelenmiş, bir kısmı binlerce insanın
gözü önünde gerçekleşmiş mucizeleri ve ileride örneklerini kaydedeceğimiz,
Kur'ân'daki gaybî haberleri ve pozitif bilimlerle ilgili kesin tespitleri
hallucinationla izah etmek mümkün değildir.
On birincisi: Aynı şekilde, hallucination Kur'ân'da
yer alan ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) döneminin ve hatta o
dönemden asırlar sonrasının bile maarifinin çerçevesini aşan İlmî işaretleri
nasıl açıklayacaktır? Hallucinationun, temeli Yaratıcının tenzihi ve celal ve
kudsiyetine yakışan bütün sıfatlarla tavsifi oluşturan, hayatın boş ve manasız
olduğu fikrini reddeden, her şahsın ferdî mes'uliyetini bir prensip olarak
kabul eden İslâm gibi bir dini izah etmesi mümkün mü?
364 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
On İkincisi: Acaba bütün Arap Yarımadasında
hallucinationa bir tek Hz. Muhammed mi yakalandı ki, bu Araplara çok yeni ve
orijinal olarak geldi de, ona aldanıp iman ettiler? Hallucination gören sayısız
hasta veya yarı hasta kimselerden hiçbiri neden İslâm gibi, dünya ve ahiretle
ilgili bütün işleri mükemmel bir biçimde düzenleyen bir sistemi kuramadı, bunu
yalnızca Hz. Muhammed başardı?
On üçüncüsü: Tezimizin başından beri
müsteşriklerin pek çok iddialarını görüp değerlendirdik. Bilindiği gibi bunlar
tamamen biribirini nakzeden, yekdiğerini çürüten çok farklı iddialardır. İşte,
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğine inanmayanların,
kendisine yönelttikleri ithamlardaki kararsızlıkları ve bu konuda daldan dala
atlamalarının anlamı şudur: Onlar, hakikate karşı kulaklarını, akıllarını ve
kalble- rini tıkamışlar. Ta başlangıcından beri sırf saldırı ve çürütme amacıyla
İslâma el atıyorlar. Bunların sözleri bize, Mekke'de müşriklerin, Medine'de
ise Yahûdilerin aynı amaçlı sözlerini çağrıştırıyor. Onlar da Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)'i bazen kendisine sihir yapılmış, bazen sihirbaz, bazen şair,
bazen mecnun, bazen yalancı olmakla itham ediyorlardı. Ne bir ithamda karar
kılabiliyor, ne de dediklerinden hiçbirini ispat edebiliyorlardı. Bütün bu
karalamalarından sonra, nihayet tüm bu ithamlardan döndüler ve bu sözde —haşa—
sihirbaz, şair, mecnun... vs'nin getirdiği dine girdiler. Böylece kendi
kendilerini yalanlamış oldular.
e. Bilinçaltındaki
Arzularının Dışa Yansıdığı İddiası
Bazı müsteşrikler, vahiy kaynağı
olarak gizli arzulardan ve şuuraltındaki isteklerden söz ediyorlar.607
Onlara göre Kur'ân, bu gizli arzularını tatmin ve ruhen büyük sıkıntı çektiği
bu ağırlıkları hafifletmek üzere kasıtsız ve şuursuz bir biçimde Hz.
Muhammed'ten kaynaklanmıştır.
Önce bilinç altını tanımlayıp, böyle
bir şeyin varlığını temelden kabul etmeyen psikologların varlığını belirtelim:
Bilinçaltı, bilinçte olmayıp da
bilinçsel faaliyetleri etkileyen yan ruhsal süreçlere denir. Bunlar insanın
daha önceden bildiği ve doğrudan doğruya belli bir alandaki bilinçsel
faaliyetinin konusu olmadıkları halde, o faaliyetle ilgili bulunan ruhsal
süreçlerdir. Bunlar gerektiğinde bilince çağrılabilirler. Bir de insanın
örneğin korunma tepkisi ya da uy-
K07
Müsteşriklerden Rodinson,
Ledit...vs. bu iddiayı ileri sürmüştür. Az sonra bunların iddialarını tahlil ve
tartışmaya tabi tutacağız.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 365
küda gezinme gibi
bilinçli olmadıklarından dolayı bilinç dışı davranışları vardır.608
Bakınız bilinç altının bu
anlamda varlığını kabul etmeyenler tezlerini nasıl dile getiriyorlar:
"Bu kavramlar
(bilinç altı, bilinç dışı kavramları) idealist kurum- larda, özellikle
Freudeülükte çarpıtılmış, insanların ve hatta toplumun bütün bilinçli
faaliyetlerini belirleyen esrarlı bölgeler olarak ileri sürülmüştür. Oysa, ne
bilinç altında ne de bilinç dışında esrarlı, diğer deyimiyle bilmediğimiz
hiçbir şey bulunmadığı gibi, ne bilinçaltı ne de bilinç dışının en küçük bir
belirleme gücü yoktur. Bunları belirleyici saymak, insanın bilinçli
etkinliklerini yadsımak demektir. (...) Dr. Freud, toplumu bilinçdışı
içgüdülerin yönettiğini savlamakla bilinçdışılığı oranında ünlenmiş profesör
tiplerinin en belli örneklerinden biridir. Ne var ki, bilimdışılığı oranında
ünlenen profesör olmakta Dr. Freud yalnız değildir, bilim tarihi bu konuda
onunla yarış eden ünlü profesörlerle doludur..."609
Biz bu konuda tek
hipotezin Freud'unkı olmadığını, hatta onun görüşünü çürütmeye çalışan
kimselerin de bulunduğunu böylece belirttikten sonra, Kur'ân vahyinin
"bilinçaltı" faktörüyle açıklanıp açıklanamayacağını izah etmeye
çalışalım:
Bu ithamı enine boyuna
münakaşaya başlamadan önce, şunu belirtelim: Bilinçaltı nazariyesinin temeli,
çeşitli baskılar sonucu bilinç altına itilmiş birtakım arzuların zamanla bilinç
üstüne çıkmasıdır. Şimdi bu tanım ışığında Hz. Peygamberin durumunu
değerlendirelim:
Vahiy çoğu zaman, Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) derin arzularına hiçbir te'vil ve
kuşku götürmeyecek derecede açık, hiçbir taviz ve tahfif kaldırmayacak kadar
güçlü bir şekilde karşı koyuyordu. Meselâ, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), dedesinin vefatından sonra yetim iken kendisini gözetip büyüten,
peygamber olduğundan itibaren Kureyş'in kendisine yönelttikleri kötülüklere
engel olan amcası Ebû Talib'i seviyordu. Bu amcasının Müslüman olmasını ruh u
canıyla temenni ediyordu. Böyle olduğu halde mesela, neden sekerat anında
amcasının Kelime-i Şehadet getirdiğini belirten bir vahiy vehmetmedi? Böyle
bir şey olmadığı gibi bundan çok daha önemsiz olanı bile gerçekleşmedi.
Nitekim, amcası için •istiğfar edip, günahlarının bağışlanmasını Allah'tan
dileyeceğine söz verdiği halde, vahiy inip onu bundan kesinlikle menetmiş,
amcası için Allah'tan bağışlama bile dilemesine izin vermemiş ve arkasından da
608 Bk. Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s.
64-65.
800 Orhan Hançerlioğlu, a.g.e., s. 65.
366 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
böyle bir istiğfarın
fayda sağlamayacağını açıklamıştır610. Başka bir ayetle611
de teşebbüsünü daha bir arzu halindeyken kökünden kesmiştir.612
Daha önce de belirtildiği
gibi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Zeynep binti Cahş'm eş
olarak kendisine helâl olduğunu söyleyerek insanların karşısına çıkmaktan son
derece çekiniyordu. Bunun üzerine vahiy inip kendisini şöyle kınamaya başladı:
“Sen insanlardan korkuyorsun, oysa Allah kendisinden korkulmaya daha
layıktır"613. Nitekim, Hz. Aişe'nin (r.a) şöyle dediğini
görmekteyiz: "Eğer Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) vahiyden
bir şeyi gizlemiş olsaydı bunu gizlerdi."614 Hz. Aişe de, böyle
bir evliliğin toplumda nasıl da şiddetli bir şok etkisi yapacağını biliyordu.
Çünkü insanlar, evlatlığı tamamen gerçek evlat gibi görmeye alışıktı.
Denilebilir ki: Vahiy bu şekilde inip Hz. Muhammed'in arzusunu
gerçekleştirmiştir. Çünkü Zeyneb'e—haşa—aşıktı." Biz de bu sözün sahibine
daha önce belirttiğimiz şu noktayı tekrar hatırlatarak cevap vermek isteriz:
Böyle bir arzu sözkonusu olsaydı, bundan başka birçok yollarla gerçekleşme
imkânı vardı. Mesela—haşa—Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) onu
gizli gizli dost edinebilirdi. Fakat vahiy, ısrarla Hz. Muhammed'in bu
evliliği topluma ilan etmesini istedi. Bu ise Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şiddetle çekindiği bir husustu.
Aynı şekilde Kureyş,
şehit ettiği amcası Hz. Hamza'nın vücudunu müsle yapmıştı. Nitekim, Ebû
Süfya'nm karısı Hind Hz. Hamza'nın (r.a) karnını yarmış, ciğerlerini çıkararak
dişlemişti. Burnunu ve kulaklarını kopararak boynuna gerdanlık gibi takmıştı.
Böylece kana susamış ruhunun öfkesini dindirmek istemişti. Ebu Süfyân bununla
da yetinmemişti; Hz. Hamza'nın, cansız yerde yatan vücuduna mızrağıyla vurmaya
başlamış ve şöyle demişti: "Tat bakalım akrabalarına isyan etmenin
cezasını!" Öfke, üzüntü ve hasreti doruğa yükselen Hz. Peygamber, Allah
Kureyşe karşı kendisine bir yerde zafer nasip ederse, onlardan otuz adamı aynı
şekilde müsle yapacağına yemin etmişti. Müslü- manlar da, Kureyşi Arap
tarihinde görülmemiş bir tarzda müsle yapacaklarına ant içmişlerdi. Bununla
ilgili nasıl bir vahiy indi dersiniz? Acaba gelen vahiy, onların bu yeminlerini
alkışlıyor, Hz. Peygamber ve
610 Şöyle
buyuruyordu inen âyet-i kerime: “(Kâfir olarak ölüp) cehennem ehli oldukları
açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, (Allah’a) ortak koşanlar için
af dilemek ne peygambere yakışır, ne de inananlara.” (Tevbe, 113).
611 Kasas,
56.
612 Buharî,
Menakıbu’l-Ensâr 40, Tehîd 31; Müslim, imân 39, 41, 42; Tirmizî, Tefsîru Sûre
(28) 1; Nesâî, Cenâiz102.
613 Ahzab,
37.
614 Buharî,
Tevhîd 22; Müslim, imân 288, Tefsîru Sûre (33) 9, 10, 11.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 367
Müslümanları
bu arzularını gerçekleştirmeye teşvik ediyor, böylece sevgili amcası ve süt
kardeşi olan Hz. Hamza'ya karşı duyduğu üzüntü ve hasreti dindiriyor muydu?
Asla! Aksine, ceza verilecekse yapılanın misliyle ceza verilmesini, bununla
birlikte sabrettikleri takdirde bunun kendileri için daha hayırlı olacağını
belirtiyordu615. Arzusuna muhalif olarak inen bu hitap karşısında
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) de İlâhî tevcih karşısında sabrı
tercih ederek savaşta öldürülenlerin organlarının kesilmesini yasaklamıştır.616
-
Mesele bundan da ibaret
değil. Aksine Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bir fatih olarak
Mekke'ye girdiğinde, Allah, bu çirkin işin failleri olan Hind ve Ebu Süfyân'ı
ele geçirme imkânını vermişken bunların öldürülmesini emreden bir vahiy
göremiyoruz. Oysa Hz. Hamza'ya yaptıklarından dolayı olmasa bile, sözü edilen
bu şahıslar, —Kureyş bütün gücünü kaybedip nihaî bir yenilgiye uğrayıncaya
kadar— ellerinden geldiğince Hz. Peygamberle (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
mücadele ettikleri ve başkalarını da buna kışkırttıkları için ölümü hak
etmişlerdi.
Amcası Hz. Hamza'nm
bizzat katili Vahşî'nin durumuna gelince, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) hayatının sonlarına doğru Müslüman olarak yanma geldiğinde onun
Müslümanlığını kabul etmiştir. Sadece, fazlaca gözüne görünmemesini istemekle
yetinmiştir.617 Görüldüğü gibi, bunca yıl geçmesine rağmen Hz.
Hamza'nm hatırası ve ölüm acısı Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in
ruhunda bütün tazeliğiyle durup onu acıya boğarken, ne intikam almasına ne de
almamasına ilişkin hiçbir vahiy gelmiyor. Bu mu, bilinçaltmdaki arzuların
tesiri?
Şimdi de daha önemli bir
olaya bakalım: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ashabıyla birlikte
annesinin mezarı yanından geçerken, kabrin başında bir süre bekleyip
duygulanmış, sonra da yaşlı gözlerle sahabilerinin yanma dönmüştü. Bunun
sırrını kendisine sorduklarında, Allah'ın, annesinin mezarını ziyaret etmesine
izin verdiğini, fakat onun için bağışlama dilemesine müsaade etmediğini
belirtmiştir618. O anda neden bilinç altındaki arzular su yüzüne
çıkmadı? Evet, böyle diyeceğine neden hemen bir vahiyle—eğer müsteşriklerin
iddia ettiği gibi vahiy Hz. Mu-
615 Nahl,
126-127.
. 818 Bk.lbn Hişam, a.g.e.,
II, 95-96.
617 ibn Hişam, a.g.e., II, 72. ilk
defa huzura geldiğinde Hz. Peygamber (s.a) ile Vahşî arasında geçenleri ve o
anda Resûlullah (s.a)’in ona söylediklerini dinlemek için ibn Hişam’daki şu
ifadeleri okuyalım: “Resûlullah (s.a): ‘Sen Vahşî misin!’ Vahşî: ‘Evet, ey
Allah’ın Resulü!’ Resûlullah (s.a): ‘Otur ve Hamza’yı nasıl öldürdüğünü bana
anlat!’ Vahşî, olayı kendisine anlattı. Sözünü bitirince Resûlullah (s.a):
‘Yazıklar olsun sana! Fazla bana görünme, gözüm seni görmesin!’.
618 Bk. eş-Şevkânî a.g.e., IV, 109;
Daha önce bu olayı, doğruluğun Hz. Peygamberin ayrılmaz vasfı olduğuna delil
olarak getirdik. Öyle ki, en azından konuşmayıp gizlemesinde bile hiçbir
sakınca olmayan özel işlerinde bile doğru söylerdi, bk. Irving, a.g.e., s. 157.
368 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
hammed'in gizli
arzularının bir yansıması ise— annesinin ahiret hayatındaki güllük gülistanlık
akibetini canlandıran bir tablo ortaya koymadı? Oysa sözkonusu olan, kendisini
hayatının en erken baharında yetim bırakıp en tatlı sevgi hatıralarını
hafızasına nakşederek ahirete göçen annesiydi.
Yine Mekke fethinden
sonra neden bir vahiy inip de Resulullahtan (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
hükümetini Mekke'ye taşımasını istemedi? Oysa Mekke, Hz. Peygamberin yeryüzünde
en çok sevdiği şehirdi. Nitekim bu sevgisini, oradan ayrılıp muhacir olarak
Yesrib'e doğru yola çıktığında bizzat itiraf etmişti619. Aynı
şekilde, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere
yurtlarından çıkarıldıkları gün el konulan ev ve barklarını müşriklerden geri almalarına
ilişkin bir vahiy neden inmedi?
Yine, ömrünün son
yıllarında kendisine ihsan edilen ve doğumuyla evini sevinç ve saadete garkeden
oğlu İbrahim'in vefat gününde duyduğu ağır üzüntüye bütün kâinatın iştirak
ettiğini yansıtan bir vahiy neden inmedi? Oysa o gün güneş tutulmuş,
Müslümanlar da Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) oğlu İbrahim'in
ölümünden dolayı tutulduğunu zannetmişlerdi. Bu durum karşısında Hz.
Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) cevabı ne oldu dersiniz? Evet,
başkalarını rahatlıkla yanıltabilecek şiddetli üzüntüsü içerisinde onları
uyardı ve güneş ile aym Allah'ın kudret delillerinden iki delil olduğunu, hiç
kimsenin ne doğumu, ne de ölümünden dolayı tutulmayacaklarını söyledi.620
Bununla da bitmiyor.
Aksine birçok ayet inip Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in yaptığı
bazı davranışların yanlış olduğunu ifade etmiştir. Huzuruna gelen İbn Ümmi
Mektûm'dan yüzünü çevirip Kureyş ileri gelenleriyle meşgul olması olayı
üzerine gelen ayetler621, hanımını başka biriyle yatakta zina
ederken gören kişinin şahit getirmesi, aksi halde iftira cezasına çarptırılması
gerektiği görüşüne karşı başka çözüm getiren ayetler622, hanımına
zıhar yapan bir kimsenin yaptığı bu zıharı talak olarak kabul etmesinden farklı
bir hüküm getiren âyetler623, Bedir savaşında ele geçirilen esirleri
öldüreceğine onlardan fidye almasını kınayan ayetler624, Medine'deki
münafıkların elebaşısı olan Abdullah
619 Bk.
Fahreddin Razî, Mefâtih, Kasas, 85. Ayetinin izahı; M. Asım Köksal, a.g.e,
(Mekke Dönemi), s. 412- 413.
620 Bk.
Buharî, Küsûf 1, 13, Bed’ü’l-Halk 4; Müslim, Küsül 6, 9, 22, 28; Ebû Dâvûd,
istiska 3; Nesâî, Küsûf 16; İbn Mace, ikame 152.
621 Herhangi
bir tefsirden Abese Sûresinin ilk ayetlerinin açıklamasına ve iniş sebeplerine
bakınız.
622 Bk.
Nur, 6-9. ayetleri ve nüzul sebepleri.
623 Bk.
Mücâdele Sûresinin ilk ayetlerine ve nüzul sebeplerine.
624 Enfâl,
67-68.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 369
bin Übeyy öldüğünde
cenaze namazını kıldırmak istemesine karşılık onu şiddetle bundan menetmek için
inen âyetler625 buna örnektir.
Yine, Allah'a atfen bazı sözler
uydurucak olursa başına geleceklerini tehdit dolu bir ifadeyle dile getiren626,
kâfirlere birazcık olsun meylettiği takdirde kendisini bekleyen korkunç
akibeti imâ eden627 ayetlerin Hz. Peygamber'in bilinç altının eseri
olduğunu kim iddia edebilir?
Freud'un "Bilinçaltı"
nazariyesi bu geçen noktaları açıklamaktan aciz olduğu gibi, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şu veya bu şeyi istediğini bildiğini, bu nedenle de onu
gerçekleştirdiğini açıkça belirten ayetlerin vahyedilişini de açıklayamaz.
Çünkü bu istekler bilinç altı değil, bilincin ta kendisidir. Kıble yönünün
Kabe'ye doğru olması arzusu628 buna örnektir.
Aynı şekilde vahyi, haricî
kaynaklardan edinilip şuur altında gizlenen (Subconscious) ve zamanı gelince
de vahiy olarak dışarıya taşan düşüncelerin yansıması olarak yorumlamak da629,
son derece gayr-ı makul bir yaklaşımdır. Çünkü bu yaklaşım, şuurun
derinliklerinde bulunan düşüncelerle bu düşünce sahibinin, bir melek gördüğünü
veya bir ses işittiğini tevehhüm etmesi arasında ne gibi bir ilişki bulunduğunu
bize açıklayamıyor. Hepimiz, sınırsız düşünceleri şuurumuzun derinliklerinde
toplayıp saklıyoruz. Buna rağmen bu fikirler, vahiy ameliyesine refakat eden
tezahürler şöyle dursun, gözümüzde semâvi bir melek veya yücelerden gelen
sesler olarak canlanmıyor.
Farzedin ki, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)—haşa—bu müsteşriklerin iddia ettiği gibi olsun, acaba bundan,
kendisine vahiy indiğini ve peygamber olduğunu vehmetmesi neticesi çıkar mı?
Acaba Mekke'de ve Arap Yarımadasında, yetim kalma, erkek evladını kaybetme ve
hanımının yaşlı olması... gibi özelliklerle kendisine benzeyen en az yüzlerce
insan yok muydu? Neden bu adamlar da, kendilerine vahiy indiği vehmine
kapılmadılar? Şöyle denilebilir: "Fakat Müseylime, Tuleyha, Secah ve Esved
el-Ansî peygamberlik iddia etmişlerdir." Bunların herbirisinin şart ve
özellikleri Hz. Peygamberinkinden (salla’llâhü aleyhi ve sellem) çok farklı
olmak bir yana, bunların herbirisinin yalancılığı sabit olmuştur. Çünkü, her
biri ya
625 Tevbe,
80; Hiç kimse, Hz. Peygamber (s.a)’in -haşa- yalancıktan ve rol icabı olarak
Abudullah b. Ûbeyy’in cenaze namazını kıldırmak ister göründüğünü sanmasın.
Kime karşı rol yapacaktı ki? Bu adamın öz oğlu bile Hz. Peygamber (s.a)’e
babasını bizzat öldürmeyi teklif etmiş, fakat Hz. Peygamber (s.a) bu teklifini
kabul etmemiştir, (ibn Hişâm, a.g.e., II, 292-293.).
626 Hakka,
44-46
627 isra,
74-75.
628 Bakara,
144
629 Bu
yaklaşım için bk. Shorter Encyclopaedia of İslam’ın “Muhammad” maddesi. Ayrıca
Goldziher’in konuyla ilgili görüşlerine biraz önce dipnotta yer verdik.
370 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
önce Müslüman olmuş,
sonra da peygamberlik iddia etmiş; ya önce Müslüman olmuş, sonra da dinden
çıkıp peygamberlik iddia etmiş arkasından da tevbe edip İslama geri dönmüştür.
Üstelik bunların ahlakları ve davet ettikleri prensipler kendilerinin yalancı
ve sahtekâr olduklarının en açık işaretiydi. İş bununla da bitmiyor. Biz
bunlarda, Hz. Muhammed'in zatında çoklukla yer alan haricî doğruluk ölçülerini
göremiyoruz.
Biz, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) peygamberlikten önceki hayat gerçeğinden ve şahsiyetinin
belli başlı özelliklerinden hareketle, bilinç altı yorumlarının—düşmanlarının
iddia ettiği gibi—kendisine vahiy geldiğini ve peygamber olduğunu
vehmetmesinde—bazı müsteşriklerin iddiasına göre—kendisini hor gören ve onunla
alay eden kavmi arasında kendini kanıtlamak için zengin olma isteğinin630
veya hükümdar olma arzusunun rol oynamadığını gördük. Şimdi de, peygamber
olduğu itiraf edildikten ve bir devletin başına geçip nüfuzu gittikçe yayılıp
ölümünden çok kısa bir zaman sonra bütün Arap Yarımadasını kapladıktan sonraki
hayat gerçeği ve şahsiyetinin belli başlı özellikleri üzerinde düşünmek
istiyoruz. Böylece, bu özelliklerinin ve bu hayat gerçeğinin ne dereceye kadar
sözkonusu müsteşriklerin iddialarını doğru-layıp doğrulamadığını göreceğiz.
Muhammedi vahiy gerçeğini,
"bilinç altı"ya bağlayan yaklaşımı tamamen çürüttükten sonra şimdi
de şunu vurgulamalıyız: Bilinç altında bastırılan dürtüler—Freud'un teorisi
doğruysa—kişinin, kendisine bir meleğin semavî vahiy getirdiğini görmeye
sevketmez. Çünkü bu dürtülerin dışarıya çıkmasının tabiî yolu, sahibinin
iradesi dışında ve onun şuuru taalluk etmeksizin kendilerini açığa vurması,
onun düşünce ve davranışlarına yansımasıdır. Varlığı bulunmayan şeyleri
görmeyi teveh- hüm etmek ise, marazî bir durumdur ki, Hz. Muhammed'in böylesi
hastalıklardan son derece uzak olduğunu daha önce delilleriyle açıkladık.
Nitekim, iman edip kendisine tabi olmadan önce ona düşman olanlar bile, onun aklî
ve ruhî dengeliliğine tanıklık etmişlerdir. Hatta bizzat Rodinson bile onun
huzurlu, dengeli, güvenli ve çevresindeki insanların takdirini kazanmış
olduğunu itiraf etmekte ve onu rûhî ve asabî hastalıklarla itham edenlerin
görüşünü reddetmektedir631. Bu tespit doğrudur. Aksi halde, davasını
yayarken ve devletini kurarken nasıl bu emsalsiz başarıyı elde edebilirdi?
Yine, Fars ve Rum yiğitlerini yere seren ve yırtıcı arslanm avını parçaladığı
gibi devletlerini paramparça eden—sahabî denilen—o eşsiz kahramanları nasıl
yetiştirebilirdi?
330 Bkz. Rodinson, a.g.e., s. 78-80.
631 s. 49-53.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 371
Bununla birlikte aynı
Rodinson, dönüp Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem) mazhar olduğu
vahiy gerçeğini, Therese d'Avilla'nın632 durumuyla karşılaştırıyor.633
Biz şahsen, Hz. peygamber ile bu azize arasında hiçbir benzerliğin bulunmadığı,
böyle bir karşılaştırmanın zorlamalar ve tutarsızlıklarla dolu bulunduğu açık
olduğundan burada buna yer verme gereğini bile duymuyoruz.634
Bu bölümde söylediklerimizi burada
kısaca özetliyor ve diyoruz ki: Muhammedi vahiy, Hz. Peygamberdeki (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) birtakım bilinçaltı arzuların bir ifadesi olması mümkün
değildir. Çünkü, ne peygamber olmadan önceki geçmişi ve ne de peygamber
olduktan sonraki hayatı bu hipotezle asla uygunluk arzetmez. Aksine, hayatının
her iki dönemi de en şiddetli şekilde bu faraziye ile çelişiyor. Bilinç
altındaki arzuların vahiy şeklini alamaması bir yana—ancak vahiy aldığını
iddia eden kişinin yalancı olması durumu hariç ki Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) gerek peygamberlikten önce ve gerekse peygamber olduktan
sonra yalan söylediği asla görülmemiştir—vahiyle birlikte birtakım dış
tezahürler kendini gösteriyordu. Sahabe bu tezahürleri görüyordu. Bunlar
gösteriyor ki, "Bilinçaltı" teorisi, bu gerçeği açıklamaya elverişli
değildir.
f. Kollektif
Bilinçaltının Eseri Olduğu İddiası
Watt, vahiy kaynağının,
"yaratıcı hayal" veya "Kollektif bilinçaltı (Collective
unconscious)" olduğuna inanıyor. Ona göre bu, ister İslam, ister Hıristiyanlık
ve isterse Yahudilik olsun bütün dinî vahiylerin kaynağıdır.
Watt, "Collective
unconscious"u Jung'un konuyla ilgili görüşüne paralel olarak açıklıyor. Bu
görüş şöyle özetlenebilir: Kişilerin uyurken veya uyanıkken gördükleri
rüyalarda, yine bütün bir toplumun efsanelerinde bilinç altından bilinç üstüne
çıkan hususlar, hep "libido" veya "hayat enerjisinden"
ileri gelir. Bu, her insanda bir faaliyet kaynağıdır. Bir tek şahısta
"libido" vücudunun bir cüzünde özel, diğer cüzünde ise kendisi ile
önce mensup olduğu cemaatin fertleri, sonra da kendisiyle bütün bir insanlık
cinsi arasında müşterek olarak yer alır. İşte kendisiyle başkaları arasında
ortak olan bu şeye Jung, "Collective unconscious" adını verir.
Sözkonusu "Collective unconscious"a pek çok efsane ve dinî inanış,
özel-
632 Bu
şahıs, AvrupalI Hıristiyanlar, özellikle de ispanyalılar nezdinde azîzelerden
biridir. Therese d’Avilla, 1515-1582 yılları arasında Ispanya’da yaşamıştır.
633 Bk.
Rodinson, a.g.e., s. 95-98.
334 Bu rahibenin hayatı, kişiliği,
dengesizliği, hayatındaki zikzaklar ve Hz. Peygamberin o pürüzsüz, istikametli,
doğruluk ve samimiyet örneği hayatıyla mukayesesi için bkz Avad,
Masdaru’l-Kur’ân, s. 163- 168.
372 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
likle "kahraman",
"lider", "İlâhî çocuk" ve "Bâkire" gibi birçok
dinde bulunan öğeler dayandırılır.635
Watt, bu teoriyi Muhammedi vahye
tatbik ederken, vahiy kelimelerinin Hz. Muhammed henüz bilinçli bir biçimde
algılamadan önce kendisiyle bir ilişkisinin bulunduğuna inanıyor. Sonra da, bu
yaklaşımla klasik İslâmî vahiy anlayışlarının uzlaştırılabileceği sonucunu
çıkarıyor. Öyle ki—yazara göre—şöyle denilebilir: Melek, kelimeleri Muhammedi
vücudun, bilinçaltı adı verilen bir köşesine bırakmış, daha sonra da buradan
bilinç üstüne çıkmıştır.636
İşte VVatt'm İlâhî vahiy konusunda
görüşleri bu şekilde özetlenebilir. Ona göre, Kur'ân'm kaynağı, Hz. Muhammed'in
tıpkı diğer mümtaz insanlar gibi yararlandığı yaratıcı hayaldir.
M. Watt'm, Hz. Peygamberin durumunun,
"yaratıcı hayal"den yararlanan diğer büyükler gibi olduğu, Muhammedi
vahyin kaynağının bu yaratıcı hayal ve collective unconscious olduğu
şeklindeki görüşünü araştırdığımızda, bu iddiaların kabul edilebilir bilimsel
delillerden uzak olduğunu görüyoruz. Çünkü VVatt'm sözünü ettiği yaratıcı
hayal, kendisinin de dediği gibi din adamları tarafından Allah'a isnat edilen
bir şeydir. Bu yoruma göre sözkonusu yaratıcı hayalin kaynağı yalnızca
Allah'tır. Hele hele bu yaratıcı hayal, bizzat insanın kendisinden daha yüksek ve
bilinç engelinden daha aşkın ise... Sonra VVatt'm Muhammedi vahyi dayandırmak
istediği "collective unconscious", sağlıklı bir biçimde
değerlendirilebilmesi için aslında net bir biçimde ortaya konulması gereken
muğlak hususlardandır.
Şöyle ki: gerek "bilinçaltı"
gerekse "collective unconscious", "keşif",
"ilham", "batınî hads" veya "dahilî şuur" adı
verilen terimlere dayanır. Bunlar, isimleri ne kadar farklı da olsa genellikle
gayretli çalışmanın ürünü veya ruhî riyazetin meyvesi ya da uzun tefekkürün ne-
ticesidirler. Dolayısıyla insana mükemmel veya yarı mükemmel bir kanaat
vermezler. Aksine daha yüksek ve yüce bir kaynaktan alınmayan kişisel ve özel
bir mesele olarak kalırlar.637
Malik bin Nebî bu konuda özetle
şunları söylüyor: Keşif, ilham gibi modern psikoloji ilminin terimlerindendir.
Bu terimler, varlığım kabul edenler nezdinde bile hâlâ kapalılık ve
belirsizliğini korumaktadır. Çünkü bunlar bilinçaltının derûnunda yer
almaktadır. Bu, isminden de anlaşıldığı gibi öylesine derindedir ki, canlı ve
şuur hallerinden çok
635 Watt,
el-Vahyu’l-islâmî fi’l-Asri’l-Hadîs, s. 109; Ca’fer Şeyhu’l-ard, Menhecü Watt
Fi Dirhareseti Nübüvveti Muhammed, Menâhicü’l-Müsteşrikîn, I, 234.
636 Watt,
a.g.e., s. 109.
637 Bkz.
Subhî Salih, Mebâhis, s. 26.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 373
daha ötelerdedir.
Dolayısıyla bir insan için: "O keşif ve ilham ehlin- dendir"
denildiği zaman, bu onu peygamberlik ve vahiy derecesine çıkarmaz. Çünkü, her
vahiyde bir kavrama vardır, her peygamberlikte de manasını anlama ve özünü
idrak etme bulunmaktadır.638
İşte buradan özellikle Watt'm konuyla
ilgili izahlarının yetersizliği ortaya çıkıyor. Hele hele vahyin haber verdiği
dinî gerçeklerin ve gaybî işlerin ne yaratıcı hayalin ne de ferdî ve kollektif
altşuurun etkisi altına giremeyeceğini bildikten sonra bu daha da netlik
kazanmaktadır. Bunlar, meçhûlü feraset ve batmî hads yoluyla keşfetmeye
çalışırlar. Yine bunlar, insanların alıştıkları zahirî hissin ölçüleri altına
da girmezler. Vahiy gerçeği ise, vahye mazhar olanın, beşerî varlığından
soyutlanması ve manevî zat ile irtibata geçmesidir. Bu da sözkonusu konuşan,
emreden ve veren zat ile muhatap, memur ve alan zat olmak üzere iki varlık
arasındaki ulvî diyaloğu sağlamak içindir.
Tarihen sabittir ki, Hz. Peygamber
Kur'ân'm inmeye başladığı ta ilk andan itibaren kendisine vahyedileni tam
olarak ve bilinçli bir şekilde kavrıyordu. Bunun için de Rabbinin elçilik ve
talimatlarını dikkatle tebliğ ediyordu ve kendisine indirilenlerden tek bir
harfin bile zayi olmamasına ileri derecede itina gösteriyordu. Allah
kendisine, rahat olup acele etmemesini emredinceye kadar vahyedilenleri
ezberlemek için kendini yoruyordu. Vahiy ona her zaman ve her yerde iniyor, her
seferinde de şuuru tamamen yerinde ve kendinde bulunuyordu. Mesela karanlık
gecede ve gündüzün ortasında, dondurucu bir soğukta ve kavurucu bir sıcakta;
evinde dinlenirken ve yolculuk esnasında; çarşı-pazar sükûnetinde ve harbin en
kızgın anında; hatta Mescid-i Aksa'ya olan İsra esnasında ve yüksek semalara
miracı sırasında inebiliyordu.639 Bütün bu durumlarda Hz.
Peygamberin şuuru tam olarak yerindeydi ve kendisine vahyedilenleri sağlıklı,
eksiksiz ve itinalı bir biçimde naklediyordu.
Son olarak VVatt'ın şu sözünü ele
alalım: "...Collective unconcious ile, vahiyle ilgili, meleğin, Hz.
Muhammed'in varlığının bir tarafına kelimeleri bıraktığı şeklindeki klasik
İslâmî görüşleri birleştirmek mümkündür. Kelimelerin bırakıldığı yer bilinç
altıdır. Bunlar buradan da onun bilinç üstüne çıkmışlardır..." Bu söz de kabul
edilemez. Şöyle ki: Watt, meleğin kelimeleri Muhammedî varlığın bir tarafına
bıraktığını kabul ediyorsa, o zaman "Collective unconscious"un
faydası nedir? Sonra neden melek bu kelimeleri önce Hz. Muhammed'in bilinç
altına yerleştirsin de daha sonra bilinç üstüne çıksın ve böylece Hz. Muhammed
daha önce kendisiyle alakası olmayan bir kelamı kendisine akta-
638 Malik
Bin Nebi, Le Phenomene Coranique, Edition A. E. I, s. 84-89.
639 ez-Zerkeşî,
el-Burhân, (Tahkîk: Muhammed Ebû’l-Fadl İbrahim), Kahire, 1957, I, 198.
374 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ran bir melek gördüğünü
zannetsin? Bu sözlerin melekten olup Hz. Muhammed'in bilinç altına
yerleştirdiği mümkün olduğuna göre, doğrudan doğruya bu sözleri kendisine
aktarmasında ne gibi bir engel olabilir?
Vahyin sözlerinin melek vasıtasıyla
gelmesi netice itibariyle şu anlama gelir: Bunlar yeni bir şeydir ve daha önce
ne Hz. Muhammed, ne de onun toplumu bunları bilmiyor. Fakat, Collective
unconcious teorisi, —asıl sahibi Jung'un açıkladığı, VVatt'm da kabul ettiği
gibi—bu görüşlerin herhangi bir biçimde toplum tarafından ifade edildiği, onun
his ve çıkarlarıyla uyum sağladığı, söz kalıplarına döküldüğü ve yine toplumca
kabul edilen usullerle açıklanmayı gerektirir.640
g. Eksik
Bir Mistik Makamın Ürünü Olduğu İddiası
Maxime Rodinson'a göre, Hz. Muhammed,
zahidane birtakım eğilimlere sahipti. Bu eğilimleri, çocukken, gençken ve olgun
bir insan- kenki özel hayat şartları meydana getirmişti. Ve hayatının çok erken
bir döneminden itibaren—tasavvufun derecelerinden biri olan—bu zühdü tatbik
etmeye başlamıştır. Her türlü zevkleri reddeden ve uzun uzun namaz ve ibadet
yolunu tutan bu zahidâne hayat sebebiyle, duyulan sesler eşliğinde kendisine
"keşif" görünmeye başladı. Bu sesli ve görüntülü tezahürlerin,
histeriya ve şahsiyet çözülmesi gibi aklî hastalıklara dûçar olanlarda da
görüyoruz. Ancak büyük mutasavvıflar bu olağan olmayan tezahürlere mazhar olup
buna alışkanlık peyda ediyorlar. Fakat, zahidin kendi kendisine uyguladığı
haricî tatbikatlar bu gibi aklî ve ruhî hastalıklara götürür mü? Rodinson
sorduğu bu soruya şöyle cevap verir: "Bu sorunun cevabını psikoloji
ilminin mütehassıslarına bırakıyorum."641
Rodinson da, kendince İlâhî vahyi
izah için şöyle bir görüş ileri sürer:
"Muhammed başlangıçta gerekli
şartlar sunulduğu takdirde bir mistiğin oluşmasına tam elverişli bir mizaca
sahipti. Bu durumda birçok başka mistik gibi "hayalî" ya da
"zihni" iç veya dış görme ve işitme haline gelmiştir. Hıristiyan
olsun, Müslüman olsun, büyük mistiklerin bu aşamada takılıp kalmadığını
biliyoruz. Bunlar daha sonra Tanrı'nın ortadan çekildiği ve vecdlerle birlikte
duyumsal gösterilerin de kaybolduğu uzun bir çoraklık ve kuraklık devresine
geçer genellikle. Ve bu terkedilmişlik karşısında dehşete kapılan ruhları, bir
yandan yoksun kaldığı dile gelmez mutluluğu ararken, bir yandan da o mutlu
yaşantının hakikiliğinden şüphe etmeye koyulur. Bazan uzun yıllar devam eden bu
zor sınavdan sonra yeniden ve bu sefer sükûnet ve kesinlik dolu olarak,
640 Ca’fer
Şeyhu’l-ard, a.g. makale Menâhicü’l-Mıisteşrikîn, I, 234-235
641 Rodinson,
Mahomet, s. 106.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 375
vecd dönemi başlar. H.
Delacroix'nın deyimiyle "teopatik hal" diye adlandırılan, işte bu
son dönemdir.
Muhammed'in de, bütün öteki
mistiklerin pek iyi tanıdığı kuraklık dönemini yaşadığını görmüştük. Ama
"teopatik hal"e hiçbir zaman gelmemiş; yani kendisini hiçbir zaman
Tanrıyla bir hissetmemiştir. Tam tersine: Muhammed kendisini; ona konuşan,
haberciler yollayan, emirler veren, onu azarlayan ya da cesaretlendiren
Tanrı'dan daima ayrı, hatta alabildiğine uzak görecektir. Öylesine farklı ve
öylesine derin bir uçurumla ayrılmış iki dünyadadırlar ki, ulaşmaları için
birbirlerine aracılar şarttır.642"
Kendisi marksist olup hiçbir ruhî ve
manevî güce inanmayan Ronidson- un tamamen manevî, ruhî ve İlâhî hakikatler
üzerine bina edilebilecek böyle bir tesbite nasıl vardığını öncelikle
soruyoruz.
Hz. Muhammed bir peygamberdir ve
peygamberlik Allah'ın lütfudur. Allah'ın özel lütfü ve ihsanı için özel şartlar
ve kabiliyet gerekmez. Hz. Muhammed gibi öksüz ve yetim olarak büyümüş, koyu
bir cahiliyet döneminde ümmi olarak yetişmiş bir zatın şahsında Kur'ân gibi bir
ilim ve irfan hâzinesini aramak ve bizzat ondan beklemek, güneşin aslını aynada
aramaktan farksızdır. Eğer mesele şart ve ortamın oluşmasına bağlı olsaydı, Hz.
Muhammed ile aynı şartlara sahip yüzbinlerce insan hayat sahnesine ayak basmış
ve ömür müddetini tamamladıktan sonra bu sahneden çekilmişlerdir. Acaba neden
onlardan biri Kur'ân gibi bir eser ortaya koymamış, İslam gibi bir dini tesis
etmemiş ve insanlık medeniyetine en büyük damgayı vuramamıştır. Rodinson'un
iddia ettiği o eksik tasavvufî mertebeye ulaşan ve onu geçemeyen bir tek Hz.
Muhammed mi vardır?.
Bu ihtisas asrında Rodinson gibi
marksist birinin kalkıp böyle mücer- red manevî ve ruhanî konularda ahkâm
kesmesi ne derece yakışık alır. Oysa bin dörtyüz yıldır, gelmiş geçmiş bütün
İslam mutasavvıfları, hep o maneviyat kutbu olan Hz. Muhammed'den feyiz
aldıklarını söylemişler, kendilerini buna sonsuz derecede muhtaç görmüşler,
onun manevî yükselişinin gölgesinde seyr u sülüklerini sürdürmüşlerdir. Bu konuda
onlardan bir tekinin sözü binlerce Rodinson gibilerininkine tercih edilir.
Rodinson'un, Tanrı ile ittihat ve
indimac gibi makamlar kabul edip bu makamları en üstün mertebe olarak görmesi
haddini aşmışlığın yanısıra ilmen de yanlıştır. Rodinson bu konuda Hallac-ı
Mansur'u örnek olarak
642 Rodinson,
a.g.e., s. 105-107.
376 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
zikretmesi643
bundan vahdet-i vücûdu kastettiği anlaşılıyor. Oysa vahdet-i vücûd tasavvufta
en yüksek mertebe değildir. Akine nakıs bir mertebedir. Tevhidde istiğrak
halinin sonucudur.644
Rodinson'nun kastettiği mistikler istikamet
dairesindeki İslâm mutasavvıfları ise, onlar her zaman Hz. Muhammed'i rehber
ve önder görmüşlerdir. Yok eğer, aşırı zühd ve ruhbanlığa dayalı Hıristiyanlık
ve diğer bazı din ve mezheplerdeki mistisizm ise, Hz. Muhammed'in getirdiği
din bunu reddetmektedir. Dolayısıyla böyle bir yaşayış onun için özlenen ve
nihâî amaca ulaştırıcı olarak görülen bir yol olması düşünülemez.
Bir kararda durmayan, Kur'ân vahyini
izah için Doğuda ve Batı'da söylenmiş en ipe sapa gelmez iddialara yer veren
Rodinson'un hangi görüşüne itimad edeceğiz? Yeri geldikçe kaydedip
değerlendirmeye tabi tuttuğumuz sözkonusu iddiaları aslında birbirlerini
çürütüp hükümden iskat etmekte ve fazla izaha ihtiyaç bırakmamaktadır.
h. Hira
Mağarasında Gördüklerinin Bazı Olaylar Karşısında Duyduğu Şiddetli Üzüntü Korku
Sonucu Meydana Geldiği İddiası
Müsteşrik Boukuet, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Hira Mağarasında gördüğünün hayalden ibaret olduğunu
belirtir. Bunu da, iki erkek çocuğunun ölümünden dolayı duyduğu şiddetli
üzüntüye bağlar645. Ledit ise, bunu oğlunun ölümüne, hanımının
yaşlılığına, dağbaşmda içinde bulunduğu yalnızlığa ve cinlerden olan korkusuna
dayandırır. Ledit'e göre, Hz. Muhammed'e, bir meleği gördüğü, meleğin kendisini
kucaklayıp üç defa sıktığı vehmini veren bunlardır.646 Yazar sözünün
burasında Blachere'in, vahyin kendisine, krizin doruğa ulaştığı anlar olan
geceleyin geldiği şeklindeki mülahazasına yer verir.647 Rodinson'a
gelince, Hz. Muhammed ve Hz. Hatice'nin evliliğinin mutlu bir evlilik olduğunu
itiraf etse de, Hz. Muhammed'in bu saadetle tatmin olmadığı, aksine imkânsızı
arzuladığı kanaatini ileri sürüyor. Ona göre bunun sırrı, Hz. Muhammed'in
yetimliği, fakirliği ve ezikliğinde saklıdır. Nitekim, Hz. Hatice, ona erkek
bir çocuk bırakamamıştır. Bu da kendisiyle insan-
643 a.g.e„
s. 106-107.
644 Bedlüzzaman
bu gerçeği şu sözleriyle özetlemiştir: “Ehl-i vahdetü'ş-şühûdun meşrebi fark ve
sahvdır. Ehl-i vahdetü'l-vücûdun meşribi mahv ve sekrdir. Safî meşreb ise,
meşreb-i ehl-i fark ve sahvdır." (bk. Asâr-ı Bedîiyye, s. 20.)
645 Boukuet,
a.g.e., s. 266.
646 Ledit,
a.g.e., s. 110.
647 Ledit,
a.g.e., s. 47.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 377
larm alay etmesine sebep
olmuş ve kendisini hor görüp alay eden bu kimselere karşı önemini ortaya
koyacak bir yol aramasına sevketmiştir. Aynı zamanda kendisi zenginlerden
intikam da almak istiyordu.648
Gerçekte bütün bunlar körcesine bir
bocalamadan başka bir şey değildir. Bu psikanalizcilere, Hz. Muhammed'in, Hz.
Hatice ile evliliğinden dolayı mutsuz olduğunu kim söyledi? Gördüğümüz gibi,
Rodin- son, bunun mutlu bir evlilik olduğunu itiraf ediyor. Alfred Guillaume ve
diğer bazı müsteşrikler de bunun benzerini söylüyorlar.649
Bu iddiayı ortaya atanların ne derece
akıl ve insaftan uzak bulunduklarını şundan anlıyoruz:
Hz. Hatice, Resulullahm gönlünde
ömrünün sonuna kadar yer almaya devam etmiştir. En değerli arkadaşının kızı
genç Aişe, Hz. Hatice'yi kendisine unutturmak şöyle dursun, ona karşı duyduğu
bu sevginin aynısına mazhar olmayı bile başaramamıştır. Hz. Aişe'nin, kumaların
adeti gereği —özellikle koma, Hz. Aişe gibi genç ve nazlı biri ise— vefat
etmiş komasının değerini düşürme, güzelliğine dil uzatma çabalarını anlatan
meşhur bir hadis vardır. Yine aynı hadiste belirtildiğine göre bu durum
karşısında Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah'ın kendisine Hz.
Hatice'den daha hayırlı bir eş vermediğine yemin etmiş ve hiç bir hanımın
kendisiyle yanşamayacağı faziletlerini saymıştır.650
Yine, Resulullahm (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) kızı Zeyneb'in, Müslümanların eline geçen esirler arasında bulunan
kocası As bin er-Rebi'i kurtarmak için gönderdiği gerdanlığın hikayesini de
biliyoruz. Sözkonusu gerdanlık Hz. Hatice'ye aitti. Kızı evlendiğinde düğün
hediyesi olarak ona vermişti. Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bu
gerdanlığı gördüğünde mübarek ve vefalı yüreği heyecanla çarpmaya başlamıştı.
Çünkü gerdanlık, Hz. Hatice'ye beslediği sevgi ve şefkat hatırasını
tazelemişti.651 Farzet ki, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) Hz. Hatice'yi sevmiyor olsun, öyleyse neden üzerine evlenmedi? Bazı
müsteşrikler Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Mekke'de inen
Kur'ân ayetlerinde yer alan huriler hakkmdaki sözlerinin bu mahrumiyetle
ilgili olduğunu iddia ediyorlar. Onlara göre, Hicretten sonra birden fazla
kadınla evlenip bu konudaki susuzluğunu giderince hurilerden söz etmekten
vazgeçmiş!652 Böyle diyenler, hurilerin Kur'ân ve hadiste yer alan
vasıflarının şehvet uyandırıcı nitelikte olmadığını, bunların
648 Rodinson,
a.g.e.,s. 78-81; 109-111.
849 bk.
Guillaume, a.g.e.,s. 28.
850 Bu
manadaki hadisler için bk. Buharî, Nikâh 108, Menâkıbu’l-Ensar 20, Edeb 23,
Tevhîd 32; Müslim, Fedailü’s-Sahâbe 74, 75, 76; Tirmizî, Birr 70; Menâmık 61;
ibn Mâce, Nekâh 56; Ahmed, Müsned, VI, 115, 117.
651 ibn
Hişam, a.g.e., I, 652-653.
652 Ledit,
a.g.e.,s. 114, 117-118.
378 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
hem az, hem de genel
nitelikler olduğunu, Kur'ân'm sözkonusu hurileri, kocalarından başkasına
bakmayan, çadırlarına kapanmış, her türlü kötülükten uzak olarak tavsif
ettiğini bilmezlikten geliyorlar.653 Resulullahm peygamberliğini,
kavminin zenginlerine karşı olan kinini tatmin ile yorumlamaya kalkmak da, bir
kez daha tarihî gerçekleri saptırmayı gerektirir. Ancak bu şekilde, Hz.
Muhammed'in mal ve servet peşinde olmadığı, aksine buna karşı tok gözlü ve
soğuk durduğu unutulabilir. Onun—haşa—servet peşinde olduğunu farzetsek bile,
Hz. Hatice'nin kavminin en zenginlerinden biri olmadığını da mı farzedeceğiz?
Oysa, son derece zengin olan Hz. Hatice, bütün servetini ve hatta hayatını
onun emrine vermiş ve o, Hz. Hatice'nin malı ile Mekke'nin zenginleri arasında
yer almıştı.
Rodinson'un, Hz. Muhammed'in
zenginlerden intikam almak istediği şeklindeki iddiası ise, tamamen asılsızdır.
Çünkü, güçlenip düşmanlarına boyun eğdirdiğinde, aşağılık kompleksi taşıyan
küçük ruhlu aşağılıkların, yüce davaları vesile ederek bu duygularını tatmine
kalkıştıkları gibi zenginlerin mallarını ellerinden almadı. Aksine sevgisi,
dostluğu ve kendisine Allah'tan inen davetiyle zengin ile fakiri eşit tuttu.
Onlar arasında hiçbir fark gözetmedi. Yeter ki, ikisi de mü'- min olsun,
Allah'tan korksun, Allah'ın dinine yardım etsin ve bu yolda fedakârlıklara
katlansın.654 Irving, şu sözleri de bu iddiayı çürütüyor:
"...Hz. Hatice ile evlenmesi, onu zenginlerin arasına kattı. Aynı şekilde
vahyin inişinden sonra geçen yıllar içerisinde servetini artırmak yolunda
hiçbir istek göstermedi. Sonra ne gibi bir şerefin arkasından koşabilirdi ki?
Üstün aklı ve nezihliğiyle kavmi arasındaki sosyal mevkii zaten yüksekti.
Üstelik, ünlü Kureyş kabilesinin en asil bir koluna mensuptu. Mekke'de Ka'be
hizmetçiliği ve reislik ailesinin elinde bulunuyordu."655 Aynı
şekilde Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kızlarını kavmi arasında
önemli mevkilerdeki kimselerle evlendirmiştir. Nitekim, Hz. Zeyneb Ebu'l-As
isimli zengin ve asil bir gençle evlenmiştir. Rukıyye ve Ümmü Gülsûm'u, amcası
Ebu Leheb'in iki oğluna vermiştir. Ebû Leheb de yine, kavminin zenginlerinden
ve yüksek İçtimaî mevki sahiplerinden biriydi. Hicretten sonra Rukiyye ve Ümmü
Gülsüm, kocaları tarafından boşanmış, Resulullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
önce birisini, ölümünden sonra da diğerini Hz. Osman ile evlendirmiştir. Bu da,
onun kavmi arasındaki şeref ve
653 Birçok rivayete göre
Rahman Sûresi Medenîdir. Bu sûrede sözkonusu hûrilerin ekser niteliklerinin
zikredildiğini görürsünüz. Bu demektir ki, gerçek hiç de müsteşriklerin iddia
ettiği gibi değil. O halde kendilerine başka yorum ve gerekçeler arasınlar.
354 Bu nokta için bk. Irving, a.g.e., s.
193.
655 A.g.e, s. 195.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 379
yüceliğine ve kavmi
arasında zenginlere veya güçlülere karşı hiçbir zaman aşağılık hissi
duymadığına delil teşkil eder.
Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi
ve sellem) peygamberliğini, erkek zürriyetinin (bir, iki veya üç oğlunun) ölümü
etkisine bağlamak isteyenler de büyük bir hata işlemektedirler. Çünkü, onun kız
çocuklarından dolayı üzüntü ve eziklik duyduğunu gösteren tek bir kelime bile
kendisinden duyulmamıştır. Aksine kız çocuklarını ve onların da kız ve erkek
çocuklarını oldukça çok severdi. Bu konuda erkekler ile kızlar arasında hiç
fark gözetmezdi. Onun gözünde Hz. Haşan ve Hüseyin ile Hz. Zeyneb'in kızı
Ümâme arasında fark yoktu. Öte yandan ona inen vahiy, kız çocuklarını diri diri
gömen kimseleri şiddetle kınıyor ve Kıyametin acıklı azabıyla tehdit ediyordu.656
Bu müsteşrikler içerisinde en fahiş
hatayı işleyenler ise, Kureyş'in Hz. Muhammed'in erkek çocuğunun ölümüyle alay
etmesini vahiyden önce ve onun kendini peygamber sanmasının bir sebebi olarak
gösterenlerdir. Kur'ân bilginleri ve yorumcuları, Kevser Sûresinin iniş
sebebinin kavminin ettiği sözkonusu aşağılık alay olduğu konusunda ittifak ediyorlar.
Bunun anlamı, bu alayın ancak peygamberlikten sonra yapıldığıdır. Bu tamamen
mantıkîdir. Çünkü müşrikler, cahiliyet döneminde Hz. Muhammed'e saygı gösterir
ve onu severlerdi. Bu dönemde hiç bir şekilde kendisine eziyet ettikleri de
sabit olmamıştır. Eziyet ancak, Hz. Peygamber, inançlarını, putlarını, sosyal
düzenlerini ve atalarını sefihlik ve akılsızlıkla itham eden yeni bir din
getirdiğinde başlamıştır. Aynı şekilde, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) anne ve babasının ölümünden sonra horlanıp sıkıntı çektiği de doğru
değildir. Çünkü, dedesinin ve onun vefatından sonra da—fakir olmasına
rağmen—amcasının sıcak şefkati, kaybettiği anne ve babasının şefkatinden çok da
geri değildi. Bunun kanıtı, çocukluğu, gençliği, koyun gütmesi ve benzeri
meşgaleleri hakkında son derece açık konuşmasına rağmen, iddia edilen bu
sıkıntı ve ezilmişlik hakkında bir tek kelime bile kendisinden duymuyoruz.
Aynı şekilde hayatının bu dönemini en ufak bir buruklukla andığını göremiyoruz.
Bizzat Kur'ân, yetimken kendisini barındırdığını bir nimet olarak belirtiyor.657
Az çok Arapça bilen bir kimsenin, ayette yer alan "îvâ
(barmdırma)"yı, yetimken çok sıkıntı çektiği şeklinde anlaması mümkün
değildir.
Bir de, Hira mağarasında Hz.
Cebrail'i görmesini yalnızlık ve ifritlerden duyduğu korkunun tesirine
verenler vardır. Bu gerçekten, gülünç bir yorumdur. Hiçbir aslı esası yoktur.
Çünkü, eğer Hz. Peygamber
656 656 Te(wk|
8
657 Dııha,
6.
380 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
(salla’llâhü aleyhi ve
sellem) uzletten böylesine korksa ve içinden bunca ürpertiyi hissetseydi, neden
her sene peşpeşe hem de gecelerce bu yalnızlığı tercih etsindi? Buna zorlayan
bir mecburiyeti mi vardı? Farzedin ki, ilk defa mağaraya sığınmakta ve
yalnızlığa çekilmekte hata etti, bunun sakıncasını gördükten ve ifritleri
gözleriyle müşahede ettikten sonra da onu tekrar tekrar bu davranışa iten
neydi? Ayrıca, yirmi üç sene boyunca kendisine vahyin gelmeye devam edişini
nasıl açıklayabiliriz? Oysa bu zaman zarfında büyük çoğunlukla arkadaşlarının
arasında ve gündüzün ortasında bu vahiy olayı cereyan etmiştir. Ortada, ne
ifritlerin korkusu ve ne de gecenin uykusuzluk krizleri sözkonusuydu.
KUR'ÂN MUHTEVASININ KAYNAĞINA
DELALETİ
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 383
KUR’ÂN
MUHTEVASININ KAYNAĞINA DELALETİ
Biz çalışmamızın başından buraya
kadar hep müsteşriklerce Kur'ân'm kaynağı olarak ileri sürülen faktörler
üzerinde durduk ve onları tek tek irdeleyerek gerçekten Kur'ân'a kaynak olup olamayacaklarını
araştırdık.
İhmal edilmemesi gereken çok önemli
bir nokta daha vardır. O da bizzat Kur'ân'm muhtevasına bakarak kaynağına
işaret ve delaletler tesbit etmektir. Hiç kuşkusuz bu başlıbaşma incelenmesi
gereken bir konudur. Biz sadece anahatlarıyla ve meseleleri beTli başlıklar
altında toplayarak ele alacağız. Mesela, Kur'ân'm herhangi bir sayfasını açıp
okuduğunuzda ilk anda farkedeceğiniz açık bir İlâhî heybet ve azamettir. O
sayfalarda konuşan, emreden, yasaklayan, teşvik eden, tesellide bulunan ve yol
gösteren Yüce bir Zât var. Bu, Kur'ân'm kaynağına bir işarettir. Ayrıca onda
gerek geçmiş, gerek indiği dönem ve gerekse gelecekle ilgili birtakım gaybî
haberlere yer verilir ve realite de bu bildirdiklerini doğruluyor. Öte yandan
Hz. Muhammed gibi okuma yazma bile bilmeyen ve koyu bir cahiliyet ortamında
büyümüş bir insanın bilmesine imkan olmayan, hatta çok asırlar sonra
keşfedilen birtakım bilimsel gerçekler Kur'ân'da yer almaktadır. Bunlar da
Kur'ân'm kaynağı konusunda bize bir ip ucu verici niteliktedir. Bunun yamsıra,
Kur'ân'm gerek düşmanlarına, gerekse dostlarına olan eşsiz tesiri, sergilediği
edebî üstünlük de hep onun kaynağına işaretler taşımaktadır.
İşte biz bu bölümde kısaca
belirttiğimiz bu noktalar üzerinde duracak ve bu yolla Kur'ân'm kaynağını
tesbite çalışacağız.
A. Kur'ân'da İlâhî Bir Otorite ve
Azametin Açıkça Göze
Çarpması
Söz, söyleyenin aynasıdır. Kişinin
söz ve yazılarında onun tabiatı açıkça görünür. Daha fazla söz söyledikçe ve
değişik konulara girdikçe bu tecelli daha da netleşir. Bir kişi, ilim, kültür
ve mevkice kendisine
384 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
yakın birisini geçici bir
süre için taklid ederek, bu konuda muhataplarım kandırabilir. Fakat sözkonusu
alanlarda aralarında büyük uçurumlar bulunan iki kimseden birinin diğerini,
hem de yıllarca taklid etmesi, onun adına konuşması ve dikkatli dinleyici ve
okuyucuları aldatması imkansız denecek kadar güçtür. Okuma yazması olmayan bir
çobanın yıllarca bir profesör gibi konuşup onun ilgi alanına giren konularda
ahkâm kesmesi ve dikkatli muhataplarına karşı hiçbir açık vermemesi mümkün mü?
Yine, sokakta oynayan arkadaşları arasında komutanlık rolünü üstlenen bir
çocuğun, bir cihan savaşında emir ve komutasındaki orduları son derece itaat
ve disiplin içerisinde sevk ve komuta eden büyük bir ülkenin genelkurmay
başkanmı taklid etmesi ve bu rolüne yıllarca devam edip buna herkesi
inandırması düşünülebilir mi?
Uluhiyetten uzaklık noktasında eşit
oldukları gibi mahlukiyette de bir olan ve tabiatları nisbeten birbirine yakın
insanlar arasında bile böyle bir rol değişimini sağlıklı ve hissettirmeden
gerçekleştirmek mümkün değilken, bir insanın-haşa-23 sene gibi uzun bir zaman,
hatta aradan geçen bin dört yüz küsur sene boyunca Allah adına konuşması, buna
aralarında binlerce edip, beliğ, filozof ve dahilerin de bulunduğu milyarlarca
insanı inandırması mümkün müdür? Elbette mümkün değildir. Çünkü bir beşer kendi
malum ve mahdut tabiatiyle, uluhiyetin mutlak hususiyetleri birbirinden sonsuz
derece uzaktır. Bir sahtekar-ne kadar zeki olursa olsun-haddini hadsiz derecede
aşıp böyle bir rolü oynamaya kalkışarak kâinatın Yaratıcısı, Sultanı ve
Mutasarrıfı olan Allah'ı taklit etse hemen bu çifte kişiliği kendisini ele
verecek ve bir gün bile kimseyi kandıramayacaktır.
Allah'ın sanatı ne kadar insanların
sanatından daha mükemmel, daha güzel ve daha üstünse Allah'ın kelamı da
insanların kelamından o derece daha üstün ve harikadır. Çünkü kelâm kuvvet ve
üstünlüğünü mütekelliminden alır.
İşte bu ölçüyle Kur'ân'm herhangi bir
sayfasını açıp okuduğumuzda, satırları arasından, cümle kelime ve hatta
kayıtlarının aynasından Uluhiyetin ceberût, kibriya ve azametinin güneş gibi
parıldadığını görürüz.
Kur'ân ayetleri, beşerin zaaf, sevinç
ve üzüntülerini değil, İlâhî nefesten esintiler yansıtıyor. Bu parıltılar, her
ne kadar Kur'ân-ı Kerimin her tarafında serpiştirilmiş durumda ise de, bazı
ayetlerde diğerlerinden daha fazla net göze çarpmaktadır.
Meselâ, Nûh tufanının bitirilişini
anlatan ayet-i kerimede, Yüce Allah, yere suyunu yutmasını, göğe suyunu
tutmasını emretmesi, bu emre muhatap olan yer ve göğün itaat ederek suyun
çekilmesi, geminin Cûdi'-
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 385
ye oturması ve zalim
kâfirlerin işlerinin bitirilmesi1, yere ve göğe hitap edip,
isteyerek veya istemeyerek emrine itaat etmelerini, buna karşı ikisinin de
isteyerek emrini yerine getirmeye koştuklarını2, bir şey yapmayı
dilediği zaman emrinin "ol" demekten ibaret bulunduğunu, emredilen
şeyin de derhal oluverdiğini3, meleklere Hz. Adem'e secde etmelerini
emrederek emre muhatap olan bütün meleklerin bunu yerine getirdiklerini4,
hep Yüce Allah adına aktaran ayet-i kerimeler buna örnektir.
Bu konuya biraz daha ışık tutması
için birkaç âyet-i kerimeye meâlen yer vermekte fayda mülahaza ediyoruz:
"Üstlerindeki göğe bakmazlar mı,
onu nasıl bina edip süsledik ki, hiçbir gediği yoktur. Yeryüzünü döşedik, onda
sabit dağlar yarattık, onda her güzel çiftten bitkiler yeşerttik. Hakka yönelen
herbir kul için bunlar görüp ibret alınacak delillerdir. Gökten bereketli bir
su indirdik ve kullar için rızık olsun diye onunla bağları, daneleri ekinleri,
salkımları üst üste binmiş yüksek hurma ağaçlarını bitirdik. O suyla ölü
beldeye can verdik. İşte kabrinizden çıkışınız da böyle olacaktır5.
Bu ayetleri okuyan kişi, bu
ifadelerin bir beşerin sözü olamayacağını hemen farkedecektir.
Şu ayetlerden de apaçık bir İlâhî
azamet hissediliyor:
"Öyle ise, Rabbine andolsun ki,
muhakkak surette onları şeytanlarla birlikte mahşerde toplayacağız; sonra
onları dizüstü çökmüş vaziyette Cehennemin çevresinde hazır bulunduracağız.
Sonra her milletten, Rahman olan Allah'a en çok asi olanlar hangileri ise
çekip ayıracağız. Sonra, orayı boylamaya daha çok müstahak olanları elbette biz
daha iyi biliriz. İçinizden oraya uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbin için
kesinleşmiş bir hükümdür. Sonra biz, Allah'a karşı gelmekten sakınanları
kurtarırız; zalimleri de dizüstü çökmüş olarak orada bırakırız."6
Acaba şu ifadeleri hangi insan
haddinden hadsiz derecede tecavüz ederek söyleyebilir:
"Seni Ben peygamber seçtim;
şimdi vahyolunanı dinle. 'Muhakkak ki Allah Benim. Benden başka ilah yoktur.
Bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl. Kıyamet mutlaka gelecektir. Onun
vaktini gizliyorum
1 Hûd, 44.
2 Fussilet,
11.
3 Yâsîn,
82.
4 Bakara,
34.
5 Kaf,
6-11.
3 Meryem, 68-72
386 B KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ki, herkes neye
çalışıyorsa onun karşılığını görsün. Kıyamete inanmayıp kendi hevesine uyan
kimse, sakın seni ona inanmaktan alıkoymasın; yoksa helak olursun."7
"Nihayet Biz onların refah
içinde yüzenlerini azapla yakaladığımızda, feryada başlayıverirler. Bugün
boşuna feryat etmeyin; Bizden hiçbir yardım göremezsiniz. Size âyetlerimiz
okunuyordu da siz sırt çeviriyordunuz. Ona karşı büyüklük taslayarak, geceleri
toplanıp Kur'ân aleyhinde hezeyanlarda bulunuyordunuz."8
Allah'ın Hz. Muhammed'e yönelttiği şu
ifadelere de bakınız. Mesajlarının nasıl da büyük ve yüce bir makamdan
iletildiğine dikkat ediniz. İnsan bu ayetleri okuduğunda hadsiz bir kuvvet ve
sınırsız bir heybet kaynağıyla karşı karşıya bulunduğunu hisseder:
"O gün bütün insanları, peşinden
gittikleri rehberleriyle birlikte çağırırız. Artık kimin kitabı sağından
verilmişse, işte onlar sevinçle kitaplarını okurlar ve en küçük bir haksızlığa
uğratılmazlar. Kim bu dünyada hakka karşı körlük ederse, işte o ahirette de
kördür ve yolca daha şaşkındır. Onlar sana vahyettiğimizden başkasını Bize
yakıştırman için akıllarınca seni fitneye düşürecekler ve ancak o zaman seni
dost edineceklerdi. Eğer Biz sana sebat vermemiş olsaydık, neredeyse bir parça
onlara meyledecektin. O zaman hayatın azabını da, ölümün azabını da sana kat
kat tattırırdık; sen ise Bize karşı kendine bir yardımcı bulamazdın"9
Acaba böylesi bir sözün-haşa-İlâh kılığına
girerek, Onun otorite ve azametini giyinerek bir insan tarafından uydurulması
mümkün mü?
Bilindiği gibi, tabiatler dâima
baskındır. Mizaç ve karakter en olmadık bir anda, en büyük bir maharetle rol
yapan sahibinin gerçek yüzünü ele verir. Haydi, uluhiyet taslayan, kendini
heybet ve celâl tahtında gösteren en büyük bir Firavun veya zorba kalksın da
Rububiyet arşından nüzul eden buna benzer bir sözü kendine nisbet ederek
söylemeye cüret etsin. Hiç şüphe yok ki, farkında olmaksızın dili dolaşacak, sözünün
arasından sun'îlik ve sahtekârlığı sırıtacaktır.
Allah'ın dünyada kendilerine uzun
süre mühlet tanıdığı zalim kullarına Kıyamet gününde yönelttiği hitabı içeren
şu ayetleri de aynı tarz, dikkat ve tahlille lütfen okuyunuz: "Bugün bize,
ilk defa yarattığımız zamanki gibi teker teker geldiniz ve size vermiş
olduğumuz nimetleri arkanızda bıraktınız; Allah'ın ortakları olduğunu yanlış
yere
7 Tâhâ, 13-16
8 Mü’minûn,
64-67
9 isra,
71-75
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR B . 387
sandığınız
şefaatçilerinizi yanınızda görmüyoruz; artık aranızdaki bağlar büsbütün
kesilmiş, güvendiklerinizin hepsi kaybolup gitmiştir."10
Cebbar olan Yüce Allah ile şer
güçlerinin başı olan İblis arasında geçen bir konuşmayı konu alan A'raf Sûresi
11-18. âyetleri de aynı atmosferi taşıyan pasajlardandır.
Allah'ın zalimlerden korkunç biçimde
intikam almaya ilişkin kudretini ve engin hükümranlığını konu alan şu ayet-i
kerimeler de bu hususta dikkat çekicidir:
"Kötülük tuzakları kuranlar,
Allah'ın kendilerini yere geçireme- yeceğinden veya kendilerine bilemeyecekleri
bir yerden azabın gelmeyeceğinden veya onlar dönüp dolaşırlarken Allah'ın
kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Onlar (Allah'ı) aciz bırakacak
değillerdir.
"Yoksa Allah'ın kendilerini yavaş
yavaş tüketerek cezalandırmayacağından emin mi oldular? Kuşkusuz Rabbin çok
şefkatli, pek merhametlidir. Allah'ın yarattığı herhangi bir şeyi görmediler
mi? Onun gölgeleri, küçülerek ve Allah'a secde ederek sağa sola döner. Göklerde
bulunanlar, yerdeki canlılar ve bütün melekler, büyüklük taslamadan Allah'a
secde ederler. Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve kendilerine ne
emrolunursa onu yaparlar."11
Genel olarak bütün Kur'ân ayetleri
özel olarak da bu ve benzeri ayetler, bir İlâhî azameti yansıtıyorlar.
Gerçekten Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunları kendisinin
uydurabileceğini söylemek nihayetsiz derecede zor, hatta imkânsızdır. Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) nerede, bu mutlak saltanatı, nihayetsiz
kudreti, elinden hiçbir şey kurtulamayan sınırsız iradeyi ifadelerine yansıtmak
nerede?! Mesele, müsteşriklerin ileri sürdükleri gibi, Hz. Muhammed'in,
kendisine hitap edenin Allah olduğunu insanlara vehmettirmek için kendi sözünün
başına bir "kul (de!)" emir fiilini ekleme meselesi değildir. Mesele,
ayetlerde açıkça hissedilen İlâhî soluk meselesidir. Hz. Muhammed'in bu İlâhî
ruh ve soluğa sahip olması mümkün mü?
Yine Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) Allah'ın elçisi olduğu ve kendisine semâdan vahiy geldiği
halde Rabbinin emir ve yasaklarına karşı gelmekten ne kadar şiddetle
korktuğunu, İlâhî azaptan kurtulmak için dua ettiğini gösteren âyetlerde bu
heybet daha da belirgindir.
Şu âyet-i kerimeye bakalım:
"İnkâr edenler: 'Kur'ân ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi?'
dediler. Biz onu senin kalbine iyice
10 En’am, 94
11 Nah),
45-50
388 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
yerleştirmek için böyle
yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane (ayırarak) okuduk."12
Yüce Allah'ın bu şekilde kâfirlerin
itirazlarına cevaplar vermesi de gösteriyor ki, bu sözler Hz. Muhammed'e ait
değildir. Çünkü yalancı sahtekârların, basımları karşısında, gönüllerini tespit
ve teselli edecek birisine ihtiyaçları olduğunu itiraf etmeleri mümkün
değildir. Zira bu bir zaaftır. Her insan, özellikle de boylarını aşan işleri
iddia eden sahtekâr, içindeki zaaf noktalarını gizlemeye aşırı derecede özen
gösterir ve bu konuda elinden geleni yapar. Aynı şekilde eğer Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)-haşa-Kur'ân’m yazarı olup, kavmi de onu bu tür itirazlarla
çürütmeye çalışsaydı, onun tepkisi büyük bir ihtimalle şu olurdu: Kendi içine
çekilir, günler ve haftalarca evine kapanır, bu zaman zarfında tam bir kitap
yazar, sonra da basımlarının karşısına çıkarak şöyle derdi: "İşte arzu
ettiğinizi getirdim! Daha önce parça parça bana inen Kur'ân ise, yağacak olan
bir sağnağm ve akacak olan sellerin ilk damlalarıydı. Haydi şimdi ne
diyeceksiniz?"
Öte yandan Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) çok önceden tedbirini alıp Kur'- ân'ma (!) bir ayet
yerleştirerek, her ne yaparsa yapsın Allah'ın makbulü olduğunu, çünkü Allah'ın
kendisini hesapsız ve sorumsuz kıldığını, sınırsız bir hürriyet tanıdığını,
dilediğini yapmada serbest bıraktığını ileri sürebilirdi. Böylece, yapacak veya
terkedecek bütün davranışından dolayı her türlü itirazı baştan kesebilirdi.
Bazı müsteşrikler, Hz.
Muhammed'in-haşa-Kur'ân'ı kasten parça parça getirdiğini, bununla ortaya çıkan
hadise ve problemleri daha kolay cevaplandırmayı ve bunları arzu istek ve
şartlarına göre yönlendirmeyi amaçladığını ileri sürüyorlar.
Biz Kur'ân'm necim necim inişinin
İlâhîliğine delaletini geçen izahlarımızda çeşitli münasebetle değindik.
Ayrıca, ileride bu noktayi önemine binaen yeniden ele alacağız.
Kur'ân, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) üzüntülerini hafifletmek ve kav- minin durumuna karşı duyduğu
kederin kendisini yeyip bitirmesine izin vermemesi konusunda öğüt vermekle
yetinmemiş, aynı zamanda kendisine inen vahiyden en ufak bir kuşku duymasından
da sakmdırmıştır: "Hak, Rabbinden gelendir. Sakın şüphe edenlerden
olma!"13
Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem), kendisine inen vahiyden şüphelenmekten kendi kendisini sakmdırmayı
düşünmesi mümkün mü? Kuşkusuz bu, her insanm-hele hele iddiacı ve
yalancıysa-gizlemeye özen gösterdiği bir
12 Furkan, 32.
13 Bakara,
147.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 389
zaafını açığa çıkarması
anlamına gelir ki, sahtekâr bir insanın en son başvurabileceği bir itiraftır.
B. İnsanların Sevinç ve Üzüntüsünden
Hiçbir İz Taşımaması
Hiç şüphesiz insanların
yazdıkları onların elinden çıkmakta ve beşerî bir karakter taşımaktadır. Böylesi
bir eserde, insanın sevinç ve üzüntüleri, memnuniyet ve acıları, hoşnutluk ve
sıkıntıları, çaba' ve bıkkınlıkları, taşkınlık, iddia ve yanlışlıkları bulunur.
Acaba Kur'ân'- da bunlardan hiçbirisi bulunabiliyor mu?
Hz. Peygamber gibi, bir
lider ve önder, hareketinin başında bulunduğu yaklaşık çeyrek yüzyıl çeşitli
meseleler ve durumlarla karşı karşıya bulunmuştu. Bazan yıllarca kendi
hemşehrileri ve kabile üyelerinin baskı, zulüm, eziyet, işkence ve alaylarına
hedef oldu. Bazan onun arkadaşlarına ve ona tabi olanlara o kadar zulüm
yapıldı ki, onlar yurtlarını terkedip muhacerete zorlandılar. Bazan düşmanları
onu öldürmeyi planladılar. Bazan doğduğu memleketten hicret etmeye mecbur
oldu. Bazan büyük yalnızlık, yoksulluk ve sefalet içinde yaşamak zorunda
kaldı. Bazan üst üste savaşlara katıldı-ki bu savaşlardan bazısını kazandı ve
bazısını kaybetti-Bazan düşmanlarına karşı büyük bir zafer kazandı; kendisine
teslim olan düşmanları affetti ve en nihayet, öyle bir maddi ve manevi kuvvet
ve iktidara erişti ki bunun başka bir örneğine rastlanmaz. Gayet tabiî ki bütün
bu şartlarda ve durumlarda bir insanın duyguları aynı kalamaz ve kalamadı da.
Nitekim bu lider, bu şartlarda ne zaman kişisel düşünce ve görüşlerini
açıklamışsa, bu söz ve konuşmalarda bu duygular ortaya çakmıştır. Fakat ne
zaman ki, kendisine Allah tarafından vahiy gelmiştir, o zaman bunlardan hiçbir
eser görülmemiştir. Vahiyler her zaman, her türlü İnsanî ve şahsî hislerden
arınmış olarak kalmıştır. Nitekim, bugün dahi bir kişi kalkıp Kur'ân-ı Kerimin
filan filan yerinde İnsanî hislere yer verildiğini iddia edemez. Şimdi kısaca
belirttiğimiz bu önemli noktayı örnekler üzerinde açıklayalım:
Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) babasını kaybetmiş bir yetim olarak doğmuştur. Arkasından
daha çocukluğunun baharındayken annesini de yitirmiştir. Başkaları tarafından
ne kadar şefkat ve özenle karşılanırsa karşılansın ve anne-babanın yokluğu ne
kadar kapatılmaya çalışılırsa çalışılsın yetimliğin ne üzüntülü bir durum
olduğunu hepimiz biliriz. İşte Kur'ân elimizde! İnişi yirmi üç sene gibi uzunca
bir zamana yayılmış. Acaba onda, düşmanları tarafından bu Kur'ân'm sahibi
olmakla itham edilen Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
yetimliğinden veya böyle bir musibetin, kişi ruhunda bıraktığı duygulardan onun
ruhunda en ufak bir iz olsun bu-
390 B KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Ilınabiliyor mu? Üstelik
daha önce de kaydettiğimiz gibi, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem),
annesinin kabrini ziyaret etmek için Rabbinden izin istemiş, kendisine izin
verilmiş, arkasından onun için bağışlanma dileğinde bulunma müsaadesini
istemiş, bu isteği ise reddedilmiştir. Bunun üzerine annesinin kabri yanından
dönerken göz yaşlarını tutamayarak ağlamıştır. Bu da Kur'ânî olmayan bir
vahiyle gerçekleşmiştir. Konuyla ilgili Kur'ânî vahye gelince, bazı rivayetler
şu ayet-i kerimeyi bu olayla ilgili göstermektedir: "(Kafir olarak ölüp)
Cehennem ehli oldukları açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar,
(Allah'a) ortak koşanlar için af dilemek ne peygambere yaraşır, ne de
inananlara."14
Bu ayetin nüzul sebebiyle ilgili
başka bir rivayet daha vardır. Şöyle ki: Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) amcası ölüm döşeğinde iken kendisi için bağışlanma dileyeceğini
vaadetmiş. Bir ümit, belki de Allah, Müslüman olduğu takdirde halkı tarafından
ayıplanacağından korktuğu için utancından Kelime-i Şehadeti getirmeyerek ölen
amcasını affeder! Her ne ise, önceki rivayette olanın aynısı gerçekleşiyor.
Oysa sözkonusu olan sevgili amcasıydı. Şu dünyada onun en büyük destek ve
yardımcısıydı. Uzun süre ona dayanmış ve ondan himaye ve özen görmüştü.
Kendisini düşmanlarına asla teslim etmemişti. İşte böylesi bir yakını ölmüştü.
Hz. Pegamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem), Allah'ın böyle bir insanı
affedeceğine ilişkin ümitle doluydu. O amcası ki, kendisini büyütmüş, koruyup
gözetmiş, ticarî seyahatlerinde yanma almıştı. Gerek kendisi, gerekse
çocuklarıyla güzel hatıraları olmuştu. Acaba Kur'ân'da bununla ilgili olarak ne
bulabiliyoruz? Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in böylesi bir
amca için bir bağışlama olsun dilemesinden kesin olarak menedilmesinden başka
hiçbir şeyi! Acaba, Hz. Pegamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) Kur'ân'm sahibi
olsaydı, amcası Ebu Talib'in hesapsız olarak Cennete girdiğini bildiren bir
vahiy-haşa-uydurarak herkese ilan etmesinden onu ne alıkoyabilirdi? Başkalarını
teşvik ve inanmasalar da Ebu Talib'in yerini almalarına özendirmek için olsun
siyaset ve kurnazlık böyle bir şey yapmayı gerektiriyordu. Fakat, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kişisel arzu ve duyguları başka,
Kur'ân ise başkaydı.
Haydi, Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem)-bilemediğimiz garip bir sebepten do- layı-Kur'ân'mda (!),
yitirdiği annesi ve amcasına karşı duygularından söz etmediğini farzedelim.
Haydi bu duygularını herhangi bir
nedenle gizlemiş ve Kur'ân'a yansıtmamış olsun! Peki, Kur'ân'm, bütün insanlar
Hz. Peygamberi inkâr ederken ona ilk iman getiren, insanlar ona bir şey
vermezken ona malıyla destek olan, Allah'ın kendisi vasıtasiyle evlat nasip
ettiği hayat arkadaşı ve sevgili eşi Hz. Hatice'nin (r.a) vefatından dolayı
14Tevbe, 113.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 391
duyduğu derin üzüntüleri
tasvir etmemesindeki sır nedir? Oysa Ebû Talib ve Hz. Hatice'nin dünyadan
göçtüğü yıl "üzüntü yılı" diye isimlendirilmiştir. İşte Kur'ân
elinizde, onu sayfa sayfa çevirin, onda bu "Üzüntü yılı"yla ilgili
uzaktan veya yakından bir işaret, evet bir tek işaret bile bulumazsmız. Sanki
Hz. Hatice ölmemiş ve sanki onun ölümü, küfür ve zulme karşı mukavemet surunda
onarılmaz bir gedik meydana getirmemiş gibi! Oysa Hz. Pegamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem), onun vefatından sonra sürekli olarak onu hayırla anmıştır.
Öyle ki, en yakın arkadaşının kızı olan eşi genç ve güzel Aişe (r.a), onun
anılmasından şiddetle kıskançlık duyardı. O halde, müellifi olmakla itham
edildiği Kur'ân'da bu sevginin akisleri nerede? Hz. Meryem, Kur'ân'm birçok
yerinde anılıyor. Kavminden tek bir ferdin bile belki de hakkında hiçbir şey
bilmediği, Firavun'un karısından söz ediliyor. Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)-haşa binler defa haşa- Kur'ân'm sahibi ise, neden Hz. Hatice
hakkında birkaç ayet olsun kaleme almadı?
Yine neden Hz. Aişe, Hz. Safiye, Hz.
Zeyneb veya Hz. Hafsa... hakkmda-haşa yüzbin defa haşa-birkaç ayet uydurmadı?
Değil mi ki, bunlar da kadındı ve Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
düşmanları tarafmdan- haşa-şehvetine düşkün olmakla ve kadın sevgisi kendi ruh,
kalb ve duygularını istila etmekle itham ediliyor? Evet, eğer-haşa-yalancı ve
sahte peygamber olsaydı, neden onlara gönül alıcı gazeller dizmeye veya
gururlarını okşayacı ayetler indirmeye (!) teşebbüs etmedi?
En şiddetli şekilde sevdiği annesi,
amcası Ebû Talib ve eşi Hz. Hatice, onun hayatında ölen ve ölümleri, düşmanları
tarafından, kendi kendine uydurup Allah'a isnat etmekle itham edildiği Kur'ân'a
yansımayan tek insan da değillerdir. Amcası, süt kardeşi, Allah'ın ve
Resûlullah'm ars- lanı Hz. Hamza- da trajedik bir biçimde
öldürülmüştür. Bu sevgili amcanın katili Habeşli Vahşî'nin Müslüman oluşu
anlatılırken belirtildiği gibi, onun hatırası Hz. Peygamberin (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) akıl ve kalbinde sürekli tazeliğini korumuş ve gönlünü
kanatmıştır. O Uhud muharebesinde şehit düşmüştü. O Uhud ki, ilkin Müslümanların
galibiyetiyle başlamış ve okçuların, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) emrine muhalefeti olmasaydı yine Müslümanların zaferiyle sonuçlanacak
olan bir savaş olmuş ve bu durum acılarını bir kat daha artırmıştır. Bütün
bunlara rağmen, bu cesur ve kahraman zatın vefatını konu alan bir tek ayet
olsun inmemiştir. Sadece Nahl Sûresinin sonundaki birkaç ayet inerek, Hz.
Peygambere (salla’llâhü aleyhi ve sellem) sabretmek daha hayırlı olmakla
beraber, ceza verecekse kendisine yapılan kötülük kadar ceza vermesini
emretmiştir.
Hz. Hamza (r.a) için söylenenler, Hz.
Peygamberin amcası oğlu Şehidi Tayyar Cafer bin Ebi Talib için de söylenebilir.
O da, Mu'te savaşında İslâmın sancağını iki kolu da kesilinceye kadar müdafaa
etmiş, buna
392 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
rağmen sancağın yere
düşmesine gönlü razı olmamış ve şehid edilinceye kadar düşmana karşı koymuştur.15
Bununla birlikte, sayıları yüz on dördü bulan Kur'ân sûrelerinin hiçbirinde Hz.
Cafer'in adı bile geçmemekte, Cafer'e karşı duyulan üzüntüden söz edilmemekte,
geride bıraktığı yetimlerine en ufak bir ağıt yer almamaktadır. Acaba bütün
bunlardan sonra hala, Kur'ân'm, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
sözü olup, Allah'a isnat ettiği veya bilmeyerek böyle zannettiği söylenebilir
mi?
Daha da ötesi, Hz.
Peygamberin Hz. Hatice'den dünyaya gelen üç tane (diğer rivayetlere göre bir
veya iki) erkek evladı ölmüş. Buna rağmen başından sonuna kadar bütün
Kur'ân'da, gece şebneminde açılan ve günün ilk güneşinin vurmasıyla solan bu
taze çiçeklere karşı gönül dolusu duyulması kaçınılmaz olan üzüntüden en ufak
bir yankı bulunmamaktadır. Eğer, yaşayan erkek evladı bulunmadığı için
kendisini soyu kesik olmakla ayıplayan kavminin beyinsizliğine cevap olarak
"Asıl sonu kesik olan, sana hınç besleyendir"16 ayeti de
olmasaydı, muhtemelen bu mesele de böylece geçip gidecekti ve biz onun mübarek
hayatını okurken bu mesele dikkatimizi bile çekmeyecekti. Sonra, Hz. Peygamber (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hicret ettiğinde, Medine'de Ümmü Külsûm ve Rukiyye adında iki
kızı vefat etmiştir. Önce biri, onun vefatından sonra da diğeri Hz. Osman'ın
nikahı altındayken dünyaya veda etmiştir. Hz. Osman (r.a) onlarla evlendiği
için "iki nûrlu" anlamında "Zunnûreyn" lakabını almıştır.
Bunların vefatı üzerine, bir tek ayet, hatta bir tek kelime bile inmemiştir.
Yine bazı torunları da
vefat etmiştir. O sırada Kur'ân henüz tamamlanmamış, inmeye devam ediyordu.
Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)'in çocuklara karşı ne kadar derin
sevgi beslediğini biliyoruz. Artık, en az kızları olan anneleri kadar sevdiği
öz torunlarına olan sevgi, şefkat ve muhabbetini varın siz düşünün! Sanki bu
ölüm, Hz. Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) adını bile duymadığı,
aralarında aşılmaz dağlar ve sahralar bulunan yabancı bir ailede meydana gelmiş
gibi bu konuda da bir tek ayetin indiğini göremiyoruz.
Hayretten donup kalınacak
bir husus da, Kur'ân'm, Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
ciğerparesi Hz. İbrahim'in vefatından hiç mi hiç söz etmemesidir. Oysa
Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) arkasından bir erkek evlat
bırakmaktan ümidini kesmişken, peygamberliğinin ilk yıllarında kavminin kendisini
"soyu kesik" olmakla ayıplamasına muhatap olmuşken ve ömrünün son
günlerinde Allah kendisine bu evladı lütfetmişti. Hz. İbrahim onun için, gün
boyu çölde yol alıp hararet dalgalarının yüzünü kavurduğu bir kim-
15 ibn Hişâm,
a.g.e., II, 378.
16 Kevser,
3.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 393
senin üzerine okşayıcı
serin bir meltemin esmesi gibi olmuştu. Siyer ve hadis kitapları bu ölüm
hadisesinin Hz. Peygamberi (salla’llâhü aleyhi ve sellem) ne derece
etkilediğini bize nakletmektedir. Vargücüyle metanetini muhafaza etmeye
çalıştığı halde musibetin ağırlığından yürümekten bile kesilmiş, iki sahabisi
koltukları altına girerek yürümesine yardımcı olma gereğini duymuşlardır.
Mübarek gözlerinden boşalan göz yaşları yanakları üzerine süzülüyordu...17
Fakat, Kur'ân-ı Kerime bakın, bağrı yanık bir babanın içini dökebileceği bir
tek kelime olsun, konuya dair birşey göremezsiniz. Demek ki Kur'ân, gerçekten
Allah'ın kelamıdır. Yoksa- haşa-bir liderin hüzünlerinin sicili ve ailesinin
musibetlerinin kayıt defteri değil!
Bu işin bir cephesi ve üzüntülerle
ilgili yönüydü. Hiç şüphesiz Hz. Peygamberin (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
hayatı kişisel planda, sevinç ve neşeden de bütünüyle uzak değildir. İşte
Kur'ân elinizde! Onu ayet ayet okuyun! Onun bu sevinçlerinin hiçbirinin izine
rastlayamazsınız. Mesela, bir tek ayetle olsun onun hanımlarıyla olan
evliliklerinden; özellikle en yakın iki arkadaşının kızları olan Hz. Aişe ve
Hz. Hafsa'dan, babalarının İslama olan büyük hizmetlerine karşı bir mücamele
amacıyla veya getirdiği dine olan desteklerini bundan sonra da sürdürmelerini
sağlama arzusuyla olsun söz edilmez.
Ümmet planında da durum aynıdır.
Nitekim, Müslümanlar birçok savaşta galip gelmişler, Uhud'da yenilmişler.
Bedir, Uhud, Ahzab (Hendek), Tebûk...vb. savaşlara Kur'ân-ı Kerimde yer verilmiştir.
Fakat, onda ne zafer karşısında beşeri coşkudan, ne de yenilgi karşısında
İnsanî üzüntüden asla eser göremezsiniz. Aksine, sürekli olarak ve yalnızca
duyulan İlâhî şadadır ki, yönlendirir, yanlışlıklara dikkat çeker, sabır
tavsiye eder, Müslümanların bu gibi zafer ve hezimetlerden çıkarması gereken
ders ve ibretlere işarette bulunur... Mesela, Bedir savaşıyla ilgili olarak
inen, Al-i İmran Sûresi, 123-127. âyetlerini okuyunuz. Acaba burada zafer
sevincinden hiçbir şey görebiliyor muzunuz? Bu ayetlerde, Allah'ın Müslümanlara
olan nimetini ve onlar güçsüzken yardım ettiğini hatırlatmaktan başka bir şey
yoktur.
Yine konuyla ilgili olan Enfâl
sûresinin 7-19. âyetlerini de dikkatle inceleyin. Bu ayetlerde göze çarpan tek
şey, zaferin Müslümanları baştan çıkarıp gurura sevketmemesi için İlâhî
yönlendirmede bulunmadır: "(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah
öldürdü onları; attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı (onu)."
Kâfirlere gelince, onlarla ilgili bir tek ayet vardır ki, onları son derece
sakin bir üs-
17 Hz. ibrâhim’in vefatı
ve Hz. Peygamberin bundan duyduğu üzüntü hakkındaki bilgi ve kaynaklar için bk.
M. Asım Koksal, İslâm Tarihi, X, 16-19.
394 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
lupla uyarmakta, boşa giden
komplolarına, tuzaklarına ve mallarına dikkatlerini çekmekte, İslam dinine
girip düşmanlıktan vazgeçmenin kendileri için daha hayırlı olacağını
hatırlatmaktadır. Acaba bütün bu gerçeklerden sonra hala Kur'ân'm, Hz.
Muhammed'in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) icadı olduğu ileri sürülebilir mi?
Bu ayetler, Müslümanların
kazandığı ilk ve en büyük zaferle ilgiliydi. Şimdi de, uğradıkları en ağır
bozgunla, Uhud yenilgisiyle ilgili Al-i İmran Sûresi 139-160. âyetlerini
okuyun. Acaba bu ayetlerde de, kadınların çığlıklarını, çocuk ağlamalarını,
yaralı iniltilerini duyabiliyor musunuz? Yine, bozgunun sorumluluğundan
sıyrılmak için herhangi bir tartışma ve çekişme görebiliyor musunuz? Hayır
bunların hiçbirini göremiyorsunuz. Görülüp duyulan tek şey, o mübarek İlâhî
şadadır ki, mü'minleri teselli ediyor, acılarını dindiriyor, sükûnet ve güven
içinde onlara serzenişte bulunuyor. Evet bu, Allah'ın sesidir. Sondan bir
önceki ayeti bir kez daha okuyun. Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Müslümanların Medine'de bekleyerek, kafirler şehre hücum ettiğinde orada
onlara karşı koyma görüşünü belirtmiş, çoğunluk ise ille de şehirden dışarı
çıkmakta diretmişken; yine Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) okçulara
netice ne olursa olsun yerlerinden ayrılmamaları emrini verdiği halde onlar bu
emri dinlemeyip yerlerini terketmişken ve bütün bunların sonucunda da o acı
bozgun meydana gelmişken, evet, bütün bunlardan sonra Kur'ân Hz. Peygambere (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) şöyle sesleniyor: "Şu halde onları affet; bağışlanmaları
için dua et; iş hakkında onlara danış." Eğer bu Kur'ân Hz. Muhammed'den (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) olsaydı, bu durumu fırsat bilir, muhaliflerine çok acımasız
bir biçimde yüklenir ve meşveretçiliği istibdada dönüştürürdü. Fakat Kur'ân
Alemlerin Rabbinden geldiği için, ona daha fazla meşveretçiliği emrediyor.
C. Gaybtan Haber Veren Ayetler İhtiva
Etmesi
Kur'ân-ı Kerimin Allah
kelâmı oluşunun delillerinden birisi de, onun ihtiva ettiği gaybe ait
haberlerdir18.
Kur'ân, pek çok gayb
haberini içine almaktadır ki, Hz. Peygamberin bunlara vâkıf olabilecek bir
bilgisi olmadığı gibi, bu gayb haberlerini öğrenmeye onu götürecek açık bir
delil ve yol da yoktu19. Bu tür haberlerin, ne Hz. Peygamber'den,
ne de bir başkasından sâdır olması düşünülemez. Olsa olsa bunlar, gaybı tam
olarak bilen, kendi kendine yeten, alemlerin idareci ve müdebbiri olan Allah'ın
kelâmı olabilir.
18 Kur’ân’daki
gaybî haberler hakkında geniş bilgi için bkz. Şadi Eren (Yrd. Doç. Dr. )
Kur’ân’da Gayb Bilgisi, (Doktora tezi) Işık Yay. İzmir 1995, s. 159-245.
19 Bu
konuda bk. Zerkânî, Menâhil, II, 234-236.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 395
Çünkü gaybm anahtarları
Onun (Allah'ın) katindadır, onları Ondan başkası bilmez. O, denizdeki ve
karadaki şeyleri bilir...20
Kur'ân'daki geçmişe ait gayb
haberlerinden bir kısmı, mazinin derin sessizlikleri ve karanlıkları arkasında
kalan meçhulleri aydınlatmaktadır. Hale ait olanlar, Resûlullah'ın haberdâr
olması şöyle dursun, görmesi ve bilmesi kabil olmayan konulardır. Geleceğe ve
istikbale ait olanlar ise, her türlü imkânın kesildiği, akıl, feraset, deha ve
zekânın idrakten aciz kaldığı gayb heberleridir.
Kur'ân'm geçmişten haber verdiği
şeylerin doğruluğunu tarih tespit etmiş; haldeki gayb haberlerini, bir kısmını
müteakip günler, diğerlerini ise daha önceki peygamberlerin getirdiği kitaplar
tasdik- lemiş; geleceğe ait olanları ise her geçen gün teyit edilegelmiş ve gelmektedir.
Şimdi Kur'ân'daki geçmiş (maziy)e,
hale ve istikbale ait gaby haberlerinden örnekler sunuyoruz:
1. Geçmişle
İlgili Gaybî Haberler
Kur'ân'da geçmişe dâir, Resûlullah'ın
bilmesine imkân olmayan birçok kıssa, parlak bir şekilde anlatılmıştır:
Meselâ, Nûh Peygambere ait haberde
şöyle duyurulmuştur: "İşte bunlar, sana vahiy ile bildirdiğimiz gayba ait
haberlerdir. Daha önce ne sen bunu biliyordun ne de kavmin."21
Mûsa Peygambere dair de şöyle duyurulmuştur:
"(Ey Muhammed) Biz, Mûsa'ya emri vahyedip yerine getirdiğimizde sen
(Mukaddes Vadinin) batı tarafında dağildin, (o hadiseyi) görenlerden de
değildin. Fakat Biz (Mûsa'dan sonra) birçok nesiller yarattık da onların
üzerinden uzun zamanlar geçti. Ve sen onlara (Mekkelilere) ayetlerimizi
okurken Medyen halkı arasında da oturmuş değildin; ama (bu kıssaları anlatman
için sana bilgileri) gönderen elbette Biziz. Ve Biz, (Mûsa'ya) seslendiğimiz
vakit sen Tûr'un yanında da bulunmuyordun. Senden önce kendilerine bir uyarıcı
gelmeden bir milleti uyarman için Rabbinden bir rahmet olarak gönderildin. Ola
ki düşünüp öğüt alırlar."22
Hz. Meryem kıssası hakkında da şöyle
buyurulur: "(Ey Habîbim!) Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.
Meryem'e hangisi
20 En’am, 59.
21 Hûd,
49.
22 Kasas,
44-46.
396 ■ KUR’ÂN
VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
kefil olacak diye
kalemlerini atarlarken sen onların yanında değildin; çekiştikleri zaman da sen
onların yanında değildin."23
Hz. Peygamber, bilhassa Medine'ye
hicretinden sonra ehl-i kitap olan Yahudi ve Hıristiyanlarla karşı karşıya
geldi. Onlar ellerinde bulunan Tevrat, İncil, Zebûr, İbrâhim ve Mûsa
sahifelerine göre Resûlullaha, Peygamberlerin kıssaları, yaradılışın başlangıcı
(Bed'ü'l-halk)... gibi konularda sorular sordular. Aldıkları cevaplar
karşısında iz'an ve insaf sahibi olan bazıları İslâm dairesine girdi ve
Peygamberimizin sıdkmı, doğruluğunu tasdik ederek söylediklerini kabul etti.
Yalnız Necrân Ahalisi ve Suriyelilerle diğer bazı Araplar, inat ve hasetleri
sebebiyle, hakikatleri görmelerine rağmen, küfürde direndiler. Şu kadar var ki,
Suyûtî'nin de dediği gibi, ne Yahudilerden, ne de Hıristiyanlardan, olanca
düşmanlık va davetlerine, Resûlullah'ı tekzib etmedeki olanca hırslarına, ardı
arası kesilmeyen suallerine rağmen, Allah'ın vah- yettiği Kur'ân'ı tekzib
ettikleri bir husus rivayet edilmemiştir.24
Onların sordukları sorulardan birkaç
örnek istenirse şunları sayabiliriz: Peygamberlerinden, kitaplarının
muhtevasından, onların ilimlerinin sırlarından, resûllerin hayatlarından,
dinlerinin gizli yönlerinden, rûh, Zü'l-Karneyn, Ashab-ı Kehf, özellikle Hz.
İsa, recmin hükmü, Benî İsrail'in kendilerine helal kıldığı halde nefislerine
haram kıldıkları hayvanlar...
Kur'ân-ı Kerim, bunlara gereken cevabı
vermiş ve Resûl-i Ekrem de, kendine vahyolunduğu şekliyle bunları tarif
etmiştir.
Hatta bazılarının, Kur'ân'dan gelen
bu cevapları kendi kitaplarına uymadığını söyleyerek onu yalanlamaya
kalkışmaları karşısında Kur'ân, onları delil ve hüccet getirmek suretiyle
davalarını ispata çağırmıştır. "Eğer doğru söylüyorsanız, Tevrat'ı getirip
okuyun"25 ayeti bunun açık delilidir.26
Kur'ân-ı Kerim ümmî bir peygambere
indirilmekle beraber, onun lisanından tâ Hz. Adem'den, Asr-ı Saadete kadar
gelmiş geçmiş birçok peygamberin ve çeşitli kavimlerin durumlarını ve onların
önemli olaylarını, Tevrat ve İncil gibi tarihe mal olmuş kitapların da tasdiki
altında, kuvvet ve ciddiyetle haber vermiştir. Adı geçen mukaddes kitapların
ittifak ettikleri noktalarda onları tasdik, ihtilaf ettikleri bahislerde de
tashih etmiş ve gerçeği ortaya çıkarmıştır. Böylece Kur'ân,
23 Al-i imrân, 44.
24 Suyûtî,
İ’câzü’l-Kur’ân, I, 241.
25 Al-i
imrân. 93.
26 Bk.
Suyûtî, İ’câzü’l-Kur’ân, I, 241.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 397
aynı zamanda, mukaddes
kitaplarda zikredilen birtakım meselelerde hakemlik görevini de üstlenmiştir.
Konuyu derinliğine ele aldığımız
zaman görürüz ki, Kur'ân'm çok eski milletlerin kıssalarına (kısasu'l-evvelîn)
ait verdiği maziye dair haberler aklî bir iş de değildir ki, bunları
Resûlullah aklı ile istidlâl ederek haber vermiş olsun. Bunlar, semaa,
(duymaya) dayanan nakillerdir. Tam ve ağırlıklı nakil ise, okumuş ve yazmış
kimselere mahsustur. Bilindiği üzere bunlar, dost ve düşmanın ittifaklarıyla
okuma, yazma bilmeyen, emin ve ümmî olduğu kabul edilen bir zata inmiştir27.
Hem de Kur'ân, geçmişe ait bu haberleri görürcesine, canlı bir şekilde tasvir
eder, çok uzun bir hadisenin yalnız can alıcı noktasını ve ruhunu yakalar,
maksat ve gayesine mukaddime yapar. Böylece Kur'ân'ı inceleyen insan, onda
zikredilen bu vukuatın, bir beşerin ilmine, fennine ve kudretine sığmayan
beşerüstü (fevka'l-beşer) bir varlık tarafından haber verildiğini anlayıverir.
Demek Kur'ân'daki bu fezlekeler gösteriyor ki, o hadiseyi böylesine özetleyen,
bütün maziyi bütün taraflarıyla görüyor. Zira bir zatın, herhangi bir sahada
mütehassıs olduğunu, özetleyici bazı hüküm ve değerlendirmeleriyle anlaşılır.
Gayr-ı müslimlerin, İncillerin,
özellikle Tevrat'ın zaman bakımından önce olmaları sebebiyle, bu bilgilerin
onlardan alındığı iddialarının tutar tarafı yoktur. Zira birçok durumda,
Kur'ân'm anlatışı, mevcut fakat tahrife maruz kalmış Tevrat'ın anlatışından,
bazan az, bazan çok farklılık göstermektedir. Ve farklı hususlarda tarih,
Kur'ân'daki bilgilerin doğruluğuna şahitlik etmektedir. Meselâ Dr. Maurice
Bucaille Ki- tab-ı Mukaddes, Kur'ân ve Bilim adı ile dilimize tercüme edilmiş
olan kitabının 315-354. sayfaları arasında bu meseleyi misallerle inceleyip
göstermiştir. Kâinatın yaratılışı, Nûh Tûfanı, Hz. Mûsa'nın İsrailoğul- larıyla
beraber Mısır'dan çıkışı, Mısır Firavun'unun akibeti konularında teferruatlı
bir incilemeden sonra, o, mezkûr iddianın tutunacak tarafı bulunmadığını
gözler önüne sermiştir. Zira müteaddit bilgiler, Tevrat veya İncillerde yer
aldığı halde Kur'ân'da bulunmamaktadır. Aksine onlarda bulunmayan bazı
bilgiler, Kur'ân'da bildirilmektedir. Kıssaların o kitaplardaki anlatımına
ciddî itirazlar yöneltildiği halde, Kur'ândaki
27 Bakıllânî, et-Temhîd
isimli eserinde, Kur’ân’da geçmekte olan “evvelkilerin kıssaları",
“mazinin gidişatı", “eskilerin hadiseleri ve o asırlarda cereyan etmiş
olayları” ancak siyer kitaplarını okuyan veya bu işlerle uğraşan kimselerle
sohbet eden, kitap okuyup yazan kimseler tarafından haber verilebileceğini,
Resûl-i Ekrem efendimizin ise bu tür şeylerle meşgul olmadığını zikrederek, ona
bütün bunların, onun dışında biri tarafından verilmiş olması lazım geldiği ve
bunun da Allah Tealâ olduğu anlatılmıştır. (Bk. Bakıllânî, i’câzü’l- Kur’ân,
74’te 1 numaralı dipnot. Aynı husus için bk. Suyutî, İ’cazü’l-Kur’ân, I,
240-242.
398 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
naklini reddedecek hiçbir
itiraz vaki olamamaktadır. Bu da onun, Allah tarafından vahyedildiğini ortaya
koymaktadır.28
2. Hal
İle İlgili Gaybî Haberler
Hale dair gayb haberlerinden
maksadımız, Allah Tealâ, melekler, cinler, Cennet, Cehennem... ve benzeri
hususlarla ilgili haberlerdir. Takdir edilmelidir ki, Resûlullah'm bunları
görmesine imkân bulunmadığı gibi, kendi başına bilmesi de kabil değildi. Böyle
olmakla beraber kendisinden önce geçmiş olan peygamberlerin ve onlara ait
kitapların da tasdik ettiği bu hususlarda Kur'ân-ı Kerim insanları yeterince
aydınlatmış bulunmaktadır. Bu ayetler sayesindedir ki, Cenâb-ı Hakk'm zatı,
sıfatları ve ef'ali; meleklerin, cinlerin, Cennet ve Cehennemin halleri...
hakkında bilgi sahibi oluyoruz. Normal bilgi edinme vasıtaları aracılığıyla
öğrenemediğimiz bu konularda, ancak vahiy sayesinde aydınlanabiliyoruz.
Bu çeşit gayb haberlerinin Kur'ân'da
pek çok misalleri vardır. Şimdi biz bunlardan yalnız münafıkların hallerini
ortaya çıkaran birkaç ayeti örnek vermekle yetineceğiz:
Birinci örnekte sunacağımız ayetler
Bakara sûresinin 204-205. ayetleridir. Mealleri şöyledir:
"İnsanlardan öylesi vardır ki,
(onun) dünya hayatına dair olan sözü senin hoşuna gider. (O) kalbinde olana
(samimiyetine) Allah'ı şahit tutar. Oysa o, hasımlarm en yamanıdır. Dönüp
gitti mi (veya bir iş başına geçti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini
ve nesli yok etmeye çalışır. Allah bozgunculuğu hiç sevmez."
Bu âyetler, Müslüman geçinen,
gerçekte ise münafık olan Ahnes b. Şerîk'in durumunu anlatmaktadır. Çünkü o,
Bedir savaşında Müslüman ordusuna hem kendi katılmamış, hem de adamlarının
katılmasına mani olmuştur. Ve fakat yaptığı bu işte kendisini mazur göstermek
için, sözde, samimiyetine Allah'ı şahit göstermiş ve hayli de sözler
söylemişti. Allah Tealâ ise bu ayetlerinde, münafıkların bu tür davranışlarına
dikkati çekmiş, söz değil, kalbe ve fiile değer vermenin gereğine işaret buyurmuştur.
ikinci âyet, münafıkların kurduğu
"Mescid-i Dırar" ile ilgilidir. Söz- konusu mescidle ilgili olarak
daha önce -Fâsık Ebû Amir hakkında bilgi verirken açıklamalarda bulunmuştuk.
28 Suat Yıldırım, Kur’ân-ı
Kerim ve Kur'ân ilimlerine Giriş, s. 196.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 399
Peygamber Efendimiz Tebuk seferine
hareket ederken (9/630) münafıklar, bu mescide gelip namaz kılması için
davette bulundularsa da, melek Cebrail gelip Resûhıllah'a bu mescidin yapılış
gayesini haber vermiştir.29
3. Gelecekle
İlgili Gaybî Haberler
Kur'ân'm indiği zamana göre
müstakbelde (gelecekte) gerçekleşecek gaybî haberlerden, herkes tarafından
anlaşılabilecek olanları bile büyük bir yekûn tutar. Haber verilen durumların
aynen gerçekleşmesi Kur'ân'm, alemi idare eden Zâtın buyruğu olduğunu
gösterir. Çünkü beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez. Pek şiddetli muhalefet
ve itirazlara hedef bulunan, en küçük bir hatası sebebiyle davasını kaybedecek
olan Hz. Peygamberin lisanından, en ufak bir tereddüt duyulmaksızm tam bir güvenle,
birtakım hadiselerin olacağının bildirilmesi, onun Allah'tan öğrenip tebliğ
ettiğini ispat eder.30
Meselâ Kur'ân-ı Kerim, düşmanlarının
kendisine karşı takınacağı üç farklı tavrı (önce muhalefet, sonra uzlaşıcı ve
nihayet düşmanca) ve bu tavırlarına uygun olarak sırayla başlarına gelecek
akibetleri (açlık, bolluk, mağlubiyet) önceden bildirmiştir.31
Müşriklerin hicretin ikinci yılında uğrayacakları mağlubiyetle; Iranlılarm
Bizans karşısında maruz kalacakları yenilginin aynı zamana rastlayacağını
Kur'ân-ı Kerim hicretten yıllarca önce haber vermiştir32.
Vukubulacağı İslâmiyetin ilk
29 Tevbe,
107-108; Bu konuda geniş bilgi için bk. Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, c. VII,
s. 399-405.
30 Suat
Yıldırım, Kur’ân-ı Kerim ve Kur'ân ilimlerine giriş, s. 197.
31 Duhân,
10-16.
32 Rûm,
3-5; Ne şaşılacak durumdur ki, müsteşrik Savari, yaptığı Kur’ân tercümesinde bu
ayeti meallendirirken, bu âyetlerin inişinden sonra Hz. Ebu Bekir ile Umeyy b.
Halef arasında geçen ve yüz deve üzerinde gerçekleştirilen mübaheseyi konu alan
rivayeti kaydeder ve şöyle bir yorum yapar: “Önceden haber verilen bu durum
gerçekleşince, Müslümanlar, bunu Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in
peygamberliğine kesin bir delil olarak kabul ettiler. Oysa, böylesi müphem bir
peygamberlik için getirilen bu tür delillerin tutarsızlığını anlamak gayet
kolaydır. Rum ve İran imparatorluklarının durumunu iyi bilen herhangi bir
insan, dikkat ettiği takdirde böyle bir tahminde bulunabilir.” (Savary, Le
Coran, s. 365, ikinci dipnot.) Oysa, gerçekte mesele hiç de Savary’nin
zannettiği kadar basit değildir. Aksi halde, Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi
ve sellem)’in, sözkonusu iki imparatorluğun durumunu, Şam’a, Irak’a ve Yemen’e
ticaret için giden, bazıları, Bizans Kralının sarayında Hirakl ile görüşen Ebu
Süfyan gibi oralardaki hükümdar ve yöneticilerle görüşen Kureyş’in ileri gelen
Ubeyy b. Halef ve Ebû Süfyan...vb kimselerden daha mı iyi biliyordu? Hal böyle
iken, neden Resûlullah (salla’llâhü aleyhi ve sellem) bunu bildi de, Hz. Ebû
Bekir ile yüz deve üzerinde bahse giren kavmi bilemedi. Oysa bundan amaçları,
Rumların kanlılara galip geleceğine ilişkin Kur'ân’m haberini yalanlamaktı. Hz.
Ebu Bekir de bahsi kazandı. Meselâ, tecrübeli bir insanın, birbirine düşman iki
ülke arasında bir savaşın patlak vereceğini genel olarak hissetmesi kolaydır.
Fakat, böyle bir savaşın dokuz seneyi geçmeyecek bir süre içerisinde meydana
geleceğini, henüz yeni savaştan yenik çıkmış bir tarafın zaferiyle
sonuçlanacağını, buna itiraz eden kimselerin bahse girip bahsi kaybetmeleri,
bütün olayların tıpatıp onun dediği biçimde gerçekleşmesi ise, bir mucizedir.
Hele hele, biliyoruz ki, bu önceden haber verme durumu gerçek olarak ortaya
çıkmasaydı, islamın geleceği üzerinde en büyük tahribatı oluştururdu. Çağımızın
istihbarat organları
400 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
yıllarında bildirilen bu
savaşın çok ilginç bir yönü de, Velid b. Muğîre'nin, hemşehrilerinin alaylarına
hedef olacak şekilde burnundan bir kılıç darbesiyle yaralanmasıdır.33
Kur'ân-ı Kerim, sadece yakın bir gelecekte muzaffer olup davasını devam
ettireceğini değil34, aynı zamanda yeni İslâmî düşüncenin dünyaya
hakim olmakta gecikmeyeceğini35 ve yeryüzünde hiçbir kuvvetin onu
ortadan kaldıramayacağını36 ne kadar elverişsiz şartlarda ilân
ettiğini söylemeye hacet yoktur. Ayrıca o, kendinden önceki iki dinî cemaatten
herbirinin geleceğinden ve bunların istikbalde birbirleriyle olacak olan
münasebetlerinden bahsetmeyi de ihmal etmemiştir: Hıristiyanlar kıyamete kadar
dâima bölünmüş olarak kalacak37; Yahudiler ise yeryüzünde daima
dağılmış bir şekilde bulunacak, Kıyamete kadar orada burada zulümlere maruz
kalacak ve sürekli olarak bir müttefike ihtiyaç duyacaklardır38;
fakat her halükârda Hıristiyanlar dünyanın sonuna kadar Yahu- dilerden üstün
olacaklardır.39
Yine, Ebu Leheb hakkında
müstakil bir sûre inip, şiddetli bir üslupla hem kendisinin hem de karısının
Cehennemlik olacağını bildirerek bunların imansız (veya en azından günahkâr)
olarak gideceklerini haber vermiş40 aynen haber verdiği gibi
çıkmıştır.
Mekke döneminin başında
ve normal şartlar altında hiçbir galibiyet ümidi yokken, "O topluluk
yakında bozulacak ve onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır"41
buyurarak, kureyş'in mağlup olacağına işaret etmiştir.42
bunca mütehassıs beyinleri ve
kompleks elektronik cihazlarıyla bile, bu gibi konularda çoğu kez
yanılabilmektedir.
33 Kalem,
16.
34 Ra’d,
17; İbrahim, 24.
35 Nûr,
55.
36 Enfâl,
36.
37 Mâide,
14.
38 A’raf,
167-168; Al-i imran, 112.
39 Al-i
imran, 55.
40 Bk.
Tebbet, 1-5.
41 Kamer,
45.
42
Kendisinden gelen bir
rivayete göre Hz. Ömer (r.a) bu ayet indiğinde manası kendisine kapalı gelmiş,
fakat Bedir günü Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bu ayeti
tekrar ettiğini görünce manasını anladığını söylemiştir. Beydavî, bu ayeti tefsir
ederken aynen şunları söylemektedir: “Bu Bedir Savaşı günü gerçekleşti. Bu
Peygamberlik delillerindendir. Hz. Ömer’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Bu
ayet indiği zaman manasının ne olduğunu bilmiyordum. Bedir günü olduğunda, Hz.
Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)’in bir yandan zırhını giyerken bir
yandan da “O topluluk yakında bozulacak..." dediğini duydum. Manasını o
zaman öğrendim,”
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 401
Allah peygamberini insanlardan
koruyacağını bildirmiş43, o İlâhî va'd aynen gerçekleşmiş ve en
büyük tehlikeler içinde geçen hayatına en ufak bir zarar dokundurulamamıştır.44
Kur'ân, metninin eksiksiz muhafaza ve
intikal edeceğini haber vermiştir45. Ümmî bir kavimde 600 sahifelik
bu uzun metinde 1400 küsur yıl önce, bir kelimesi bile eksilmeksizin ve bir tek
kelime eklenmek- sizin, halk içinde hakkın hücceti olarak kalmıştır. Halbuki üç
yüz sene önceki metinlere bile nice şüpheler girebilmektedir.
Müslümanlar arasında tefrika ve ve
savaş olacağını bildirmiş46 ve bu, sahabe zamanında bile, maalesef
gerçekleşmiştir.
Hz. Mûsa'yı takip ederken boğulan
Firavun'un cesedinin muhafaza edileceğini bildirmiş Tevrat'ta bulunmayıp
Kur'ân'a mahsus olan bu haber, Kur'ân'm inişinden ondört asır sonra
gerçekleşmiştir.47
Böylece, geçmişte, halihazırda ve
gelecekteki her olay, fikirler dünyasına adapte olmakta ve Kur'ân-ı Kerimi
tasdik etmeye katkıda bulunmaktadır. Bütün bunlardan nasıl bir netice
çıkarmamız gerekir? Şu iki neticeden birini: Ya Hz. Peygamberle Allah arasında
bir anlaşmanın mevcut olduğunu ve bu anlaşma gereğince de Allah'ın
Peygamberine, indirmiş olduğu kitabı her türlü hatadan korumuş bulunduğunu
veya sahtekârlığını ortaya çıkarmamız hususunda bize gerekli ipuçları vermeden,
yalancı birine, doğruluğunu ispatlayacak her türlü mucizesini bahşetmek
suretiyle Allah'ın bizi aldattığını kabul etmemiz gerekecektir.48
Eğer Kur'ân vahyi, zamanı ve mekanı
bütün boyutlarıyla ihata eden yüce Allah'dan değil de, bir beşerin coşkun hayal
gücünün mahsulü olsaydı, en azından o ayetlerle gerçek arasında bir
uyumsuzluğun tezahür ettiğine dair bir örnek olsun bulunması gerekirdi.
Burada denebilir ki:
"Kur'ân'daki gaybî haberler, onun Allah kelamı olduğunu göstermez. Bunları
Hz. Muhammed, Şam ve benzeri yerlerdeki Ehhi Kitaptan da öğrenmiş olabilir. Ya
da bu sözleri rastgele söylemiş daha sonra bunlar tesadüfen tutmuştur. Veya
bunları kendi ileri
43 Maide, 67.
44 Hz.
Enes (r.a)’dan şöyle rivayet edilmiştir: “Allah seni insanlardan koruyacaktır.”
(Maide, 67) ayeti ininceye kadar Hz. Peygamber (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
nöbetçiler tarafından korunuyordu. Bu ayet inince, başını deri bir çadırdan
dışarı uzattı ve şöyle buyurdu: “Ey insanlar gidin. Allah beni insanlardan
korudu." (bk. Beydavî, Tefsîr, bu ayetin nüzul sebebi.)
45 Hicr
Sûresi. 10.
46 En'am,
65.
47 Yunus,
92.
48 Bucaille,
a.g.e., s. 238-241.
402 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
görüşlülüğü sayesinde ve
özel bir çaba sarfederek anladıktan sonra Allah'a isnad etmiştir."
Böyle bir şüphenin birkaç açıdan
çürütülmesi mümkündür:
Her şeyden önce, Kur'ân'da indirilen
pek çok gaybî haberden o dönemdeki Ehl-i Kitabın hiçbir bilgisi yoktu. Öte
yandan bu haberlerin bir kısmıyla ilgili olarak Hz. Peygamber, onların
yanlışlarını düzeltmiştir. Yanlışlarını düzelttiği insanlardan bunları öğrenmesi
makul değildir. Yine, o zamanki Ehl-i Kitap, elleri altındaki dinî bilgileri
canları gibi korur ve o konuda son derece cimri davranıyorlardı. Eğer, Hz.
Peygamberin kendilerinden böyle bir şey öğrenmesi sözkonusu olsaydı, gerek
onlar ve gerekse müşrikler bunu tesbit eder etmez sevinçten adeta uçacak ve Hz.
Muhammed'in davasını çürütmek için bulunmaz bir fırsat bileceklerdi. Halbuki
böyle bir şey olmamış, aksine ehl-i kitabtan pek çok alim Müslüman olmuş,
müşrikler de çok geçmeden Islâma canla başla teslim olmuşlardır. Yine, bu
şüpheyi ortaya atanlar tarafından bile Hz. Muhammed büyük bir adam olarak kabul
ediliyor. Böylesi bir İnsanî yüceliğe sahip bir zatın, böyle gelişigüzel ve
"ya tutarsa" kabilinden söz söylemesi mümkün müdür? Hele hele son
derece şiddetli düşmanlar karşısında ve bütün gözler üzerinde bulunup en ufak
bir yanlışını bulmak için fırsat kullanılırken... Böyle bir zatın, gelecek
günlerin ne getireceğini hesaba katmadan karanlığa taş atması, kendisi ve
davasıyla adeta kumar oynaması mümkün müdür?
Onun, karanlığa taş attığı ve
delilsiz olarak rastgele söz söylediği farzedildiği takdirde, söylediği bunca
gaybî haberlerin tamamının tutması adeten mümkün olmayacaktı. Herhalde,
geçmiş, hal ve gelecekle ilgi söylediği o kadar gaybî haberlerde bir defacık
olsun yanlış yapması ve söylediğinin tutmaması gerekirdi. Oysa bakıyoruz ki,
bu kadar çok ve çeşitli konuların hiçbirinde yanılmamıştır.
Bu gaybî haberlerin, büyük çoğunluğu
özel bir gayretle fikir yürütme, ictihad ve istinbatta bulunma alanına
girmiyor. Girenler de, ilk bakışta rey ve içtihadın gerektirdiğinin tersine
ihbarda bulunulduğunu görüyoruz. Meselâ, Müslümanların Mekke'de iken
müşriklere galip gelecekleri, İslâm dininin diğer bütün dinlere galebe çalacağı
bildirilmiş; Sasaniler karşısında yıllar yılı belini doğrultamayacak kadar
büyük bir bozguna uğramış bir Bizans'ın birkaç sene içinde yeniden zafer
kazanacağı haber verilmiş ve haber verildiği şekliyle aynen çıkmıştır.49
49 Draz,
Initiation au Coran, s. 159-160.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 403
D. İlimlere
Dair Hakikatlerle Dolu Olması
Kur'ân-ı Kerim, ilim ve
hikmetlerin pek feyizli bir kaynağıdır. Her bir ayeti düşünen insanları başka
bir yükseklik ilham eder. Herkes kendi kabiliyeti ölçüsünde ondan yararlanır.
İnsan onun mübarek ayetlerini okudukça, ilimlerin, tenlerin temel esasları
olan prensip ve ölçülere muttali olur. Bu özelliği sayesindedir ki, İslâm
alimleri pek çok ilimlerin esaslarını ondan istinbat etmişlerdir.
Kur'ân, İslâmiyet
ağacının suyu, güneşi mesabesindedir. O, İslâmiyet binasının temeli ve
hendesesidir. Bütün İslâmî ilimlerin birinci kaynağı Kur'ân-ı Kerîmdir. Tefsîr,
Hadîs, Fıkıh, Kelâm, Tasavvuf, Hitâbet ve İrşâd, Siyer ve İslâm Tarihi... gibi
pekçok İslâmî ilimler için vazgeçilmez bir kaynaktır. Meselâ o, tefsir ilminin
kaynağıdır. Bazı ayetleri izah ve tefsir eder. Onun için, Kur'ân-ı Kerimin
tefsirini yapmak isteyen, evvelâ Kur'ân'a müracaat etmelidir. Çünkü, Kur'ân'm
bir yerinde icmal ve ihtisar edilen bir şey, diğer bir yerinde bast ve tefsîr
edilmiştir. Bunun, erbabınca malum o kadar çok örnekleri var ki, bunlardan
nümuneler zikretmeye bile gerek görmüyoruz.
Hz. Peygamberin
hadislerinin kaynağı da Kur'ân-ı Kerim ayetleridir. O, Kur'ân'dan ilham alır,
sözlerini, işlerini tamamıyla Kur'ân'm beyanlarına uygun bulundururdu. Bizzat
Hz. Peygamber, sözlerinin Allah'ın kitabına vurulmasını, uygunsa kendisine ait
olduğunu, değilse böyle bir sözü söylemediğini belirtmiştir.50
Zâten, mübarek hadisler
ile amelin gereğini emreden de yine Kur'ân-ı Kerimdir.51 Yine, gelen
bir haberin gerçekliğini araştırma emri bizzat, Kur'ân-ı Kerim tarafından
verilmekte, bu da özellikle Hz. Peygamberin hadislerinin kaynaklarını ve sıhhat
derecesini araştırmada çok önemli bir direktif oluşturmaktadır. Bu iki nokta
bile, Kur'ân'm hadis ilmi için ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Islamda itikadla ilgili
meselelerin birinci kaynağı da Kur'ân-ı Kerimdir. Uluhiyyete, meleklere,
nübüvvete, semâvî kitaplara, kaza ve kadere, ahiret gününe... kısaca bütün iman
esaslarıyla ilgili konuları Kur'ân-ı Mübîn, pek açık, ikna edici bir biçimde
ihtiva etmektedir. Ger-
50 Zerkanî,
Menâhil, II, 432-433.
51 ibn
Abdi’l-Berr, Câmi’u Beyâni’l-îlm, Medine, 1388/1968, II,. 233; Bu hadîsin
sıhhat derecesi ne olursa olsun pek çok alim, bunu tasrih etmeksizin aynı
ölçüyü kullanmıştır. Bunun örnekleri için bk. Suat Yıldırım, “Hadisleri
Kur’ân’la Karşılaştırma Meselesinin Kaynakları” (A.Ü.İ. i. Dergisi, Ankara,
1978. Tayyib Okiç Armağanı) s. 106-114.
404 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
çekten de Kur'ân-ı Kerim,
itikadla ilgili herhangi bir meseleyi beyan ve ispat hususunda fevkalade bir
orijinallik gösterir. Değişik kabiliyette bulunan insanlardan herbirini ikna
ve irşad edecek tarzda deliller getirir, meselenin esaslarını anlatıp ispat
eder. Akaid ve Kelâm ilminin temel konu ve malzemeleri de bunlardan başkası
değildir.
İbadetlere, hukuka, ceza işlerine,
İslâm siyasetine ait meselelerin, düsturların en birinci kaynağı Kur'ân-ı
Mübîndir.52 Bu alanda bütün müctehidlerin feyiz aldıkları en büyük
hikmet mecellesi, adalet mecmuası Kur'ân-ı Kerimdir. Allah Tealâ'ya
yapacağımız kudsî ibadetleri tayin eden, insanların karşılıklı vazifelerini,
haklarını her selim akıllı kimsenin takdir ve tebcil edeceği bir tarzda
bildiren Kur'ân-ı Azimdir. Sosyal hayatın fevkalade bir intizam dairesinde
devam edebilmesi için uygulanması gereken ceza esaslarını, derin hikmetleri
ihtiva eder bir tarzda beyan eden Kur'ân-ı Mübîndir.53
Mükellef olduğumuz herhangi dinî bir
vazifemizi incelersek, bunların hiçbirini boş, gayesiz göremeyiz. Aksine
herbirinin dünyevî, uhrevî birçok faydaları, maslahatları bulunmaktadır. İşte
bu fayda ve maslahatlar, o vazifelerin teşri' duyurulmasındaki yüksek
hikmetler cümlesin- dendir. Kur'ân-ı Mübîn, bu hikmetlerin bir kısmını açıkça
bildiriyor, bir kısmına da delâleten işaret buyuruyor.54 Kur'ân-ı
Kerimin bu husustaki kudsî beyanlarından ilham alan bir kısım Islâm alimleri
ise "Hikmetü't-Teşri" adıyla bir ilim tedvîn etmişlerdir. Dolayısıyla
bu ilmin de birinci kaynağı yine Kur'ân-ı Azîmdir.55
Şüphe yok ki hitabet de, mevizeler de
bir kısım usul, kaide ve esaslara dayanır. Bunlar başlıbaşma bir ilim konusunu
teşkil etmektedir. İşte bu ilmin de en feyizli dayanağı Kur'ân-ı Mübîndir. Herhangi
beliğ bir hitabe, tesirli bir vaaz arasında bir münasebetle irad edilen
Kur'ân-ı Kerim ayetleri, altın levhaları bezeyen pırlanta elmaslar gibi, veya
gök kubbesini aydınlatan mehtaplar gibi derhal kendisini gösterir, çevresinde
bulunanlara başka bir letafet, başka bir parlaklık vererek kendi lahutî
üstünlüğünü gösterir durur.56
Kur'ân-ı Kerimin bir kısım ayetleri,
hitabelerin en yüksek nümunele- rini teşkil eder. Bir kısım hitabeleri, o kadar
latîf, ruh okşayıcı ve coşkuludur ki, bunların güzellikleri yanında en nuranî
sabahların leta-
52 MsL, bk. Haşir,
7.
53 Kur'ân
Hukukunun genel prensipleri şu ve benzeri ayet-i kerimelerdir: Mâide, 1, 2, 8,
59; Nisa, 58, 29; isrâ, 34; Bakara, 173, 280, 283; Talak, 2; Şûra, 38; Al-i
imrân, 159. vd..
34 Ö. N. Bilmen, Tabakatü’l-Müfessirîn, I, 48-49.
55 Bu
konuda bk. msl. Nisâ, 165; Enfâl, 39, 46; Ankebût, 45; Bakara, 153; Hac Sûresi
27; Tevbe, 103.
56 Ö.
N. Bilmen, a.g.e. I, 50.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 405
feti, en rengîn
şafakların gözalıcı manzaraları, en sevimli çiçeklerin cazip taravetleri pek
sönük, pek renksiz, pek solgun bir halde kalır.
Yine onun bir nice hitabeleri, o
kadar heybetli, o kadar dehşetli, o kadar korkunçtur ki, bunların azametleri
yanında denizlerin müthiş dalgaları, kasırgaların garip gürültüleri, toprağın
şiddetli tarrakaları pek sessiz, tesirsiz ve ehemmiyetsiz bir halde bulunur.57
Kur'ân ahlak ilminin de birinci
temeli ve dayanağıdır. Nitekim birçok ayetleri ahlakî esasların, düsturların
en mükemmelini ihtiva ■ etmektedir.58 insanlara vazifelerinin
kudsiyetini, hakkın korunması lüzumunu, hayatın gayesini, en yüce hayrın neden
ibaret olduğunu en güzel biçimde gösteren Kur'ân-ı Kerîmdir. Bu kudsî Kitabın
gösterdiği ahlak yollarından daha mükemmel hiçbir ahlakî meslek ve müessese
bulunamaz.59 Bu gerçeğin en güzel örneği Bizzat Hz. Peygamberin
ahlak ve yaşayışıdır. Onun ahlakını tarafsız bir biçimde konu alan bir eseri
okuyan bir kimsenin onun bu yönüne hayranlık duymaması mümkün değildir.60
İnsanların asıl saadetleri
nefislerini tezkiye ile manevî kurbiyete na- iliyetten ibarettir. İslamiyetin
birinci gayesi de beşeriyyet için bu saadeti temin etmektir. Bu husus ile
uğraşan ilim ise tasavvuftur. İhlas, riya, havf, reca, fena, beka, takva,
muhabbet, istikamet ve sadakat, sabır... gibi Tasavvuf ilmi ıstılahlarını
teşkil eden kelimeleri, tabirleri, Kur'ân-ı Mübînin pek kudsî bir surette
ihtiva ettiği görülmektedir. Bu cihetle Kur'ân-ı Azîm, tasavvuf ilminin de en
birinci kaynağıdır.
Kur'ân-ı Kerim, daha bunlar gibi
birçok faydalı ilimlerin kaynağı, dayanağı ve teşvikçisidir. Bu saydıklarımız
sadece örnek kabilindendir.
Bu özelliğiyle Kur'ân, bir tek kitap
olduğu halde, bütün faydalı ilimlerin ana umdelerini, bütün hak meslek, meşreb
ve mezheplerin temel esaslarını ihtiva eden kitapçıklarla dolu mukaddes bir
kütüphane hükmündedir.61 Kur'ân'm bu İlmî câmiiyeti bile onun beşer
kaynaklı olamayacağını, bir insanın şahsî bilgisinin bütün bu engin ilimlerin
menbamı oluşturan Kur'ân gibi bir şaheseri ortaya koymaya yetmeyeceğini açıkça
göstermektedir.
2. Kevnî
(Tabiî) İlimler
57 Bu
konudaki sayısız örneklerden sadece iki tanesi için bk. A’raf, 85-87; Enfâl,
24-26.57
58 Ö.
N. Bilmen, a.g.e., I,. 53-54.
59 Sayısız
örneklerden bk. Nahl Sûresi 90; A’raf, 199; Kıyâme, 36; Saf, 3.
80 Ö. N. Bilmen, a.g.e.,
I, 56.
61 Bk. Bediüzzaman, Said
Nursî, Sözler, s. 382-383.
406 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Kur'ân'da oldukça yaygın
olarak bulunan gaybî haberlere yakın başka bir husus daha vardır. Bunların ancak
bir kısmına işaret edeceğiz. Bunlar, bilimsel gerçeklerle ilgili ayetlerdir.
Bu gerçekler, tarih, coğrafya, biyoloji, tıb, fizyoloji, kimya, fizik,
astronomi... ile ilgilidir ki, İlahî vahiy ile desteklenmiş peygamber olmasaydı
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) tarafından bilinmesi mümkün
değildi. Evet onun asrında, o uzun yüzyıllar sonra dünyanın doğusunda veya
batısında, kuzeyinde veya güneyinde yaşayan bir kimsenin bu gerçekleri bilmesi
şöyle dursun onları hayal bile etmesine imkân yoktur. Bu noktayla ilgili Fransız
Müslüman Doktor Maurice Bucaille'in "La Bible, le Coran et la
Science" isimli kitabında tespit ettiği gerçekleri bile örnek vermek
yeterli olacaktır. Uç semavî kitabı inceleyen ve muhtevalarını modern ilmin
verileriyle karşılaştıran Maurice Bucaille kitabında şunları söylemektedir:
"Kur'ân metninin çağdaş bilimin verileriyle uygunluk derecesini
araştırırken, hiçbir peşin hükme sahip olmaksızın tam bir tarafsızlıkla, önce
Kur'ân vahyinin üzerine eğildim. Bazı tercümeleri sayesinde Kur'ân'm, tabii
olaylardan çokça bahsettiğini biliyordum. Fakat Kur'ân'm bu yönü hakkında
bildiklerim, son derece yetersiz ve az idi. Ancak Kur'ân'm Arapça metnini çok
dikkatli bir biçimde incelemek suretiyledir ki, bu konuların dökümünü
çıkarabildim. Bunun sonucu olarak Kur'ân'm modern dönemde İlmî bakımdan tenkid
edilebilecek bir taraf ihtiva etmediğini kesin olarak kabule mecbur
kaldım."62
Kur'ân'm kevnî ayetlerini
açıklamayı konu alan müstakil tefsirler bulunduğu gibi, bu ayetlerin bir
kısmını veya birkaç tanesini konu alan eserler ve makaleler de bulunmaktadır.
Kur'ân'm ana amacı, Allah'ın varlığını ve birliğini ispat edip zihinlere
yerleştirmek, genel olarak peygamberlik müessesesini, özel olarak da Hz.
Muhammed'in peygamberliğini kanıtlamak, ahiret inancını en doğru ve zihinlere
en yakın biçimde sunmak ve bu dünyada insanların kendi aralarında ve diğer
varlıklarla olan münasebetlerini adil bir biçimde düzenlemektir. Kur'ân'm
bütün ayetleri ya doğrudan doğruya veya dolaylı olarak bu dört amaca parmak
basar. Başka konulara temas etmesi, özellikle kevnî birtakım varlıklara
değinmesi bu ana konulara delil getirmek ve destek sunmak içindir. Hal böyle
olunca, Kur'ân'da bu türden pekçok ayetin bulunacağı tabiidir. Kur'ân bu
konularda öyle bir üslup kullanır ki, esas maksatlarına delalet ve insanı
hidayet etme yönünden açık olduğu halde, o şeyin gerçek mahiyeti bakımından
mücmel ve müteşabih bakılmakta, gerçek mahiyetini bildirmek teferruat
kabilinden sayıldığından, insanların kendi bulundukları seviyelere göre anlama-
62 Bucaille,
a.g.e., s. 13.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 407
larına imkân
verilmektedir.63 Kur'ân'm bu ayetlerine örnekler verirken, Kur'ân'ı,
tabiat ilimlerinin hakemliği önüne çıkarmamaya, kesinleşmemiş nazariyeleri
ölçü alarak tutarsız duruma düşmemeye, Müslümanları, Kur'ân'm değişmez
gerçekler ihtiva ettiği inancında şüpheye düşürmemeye ve lügavî delaletlerin
sınırında kalıp soğuk tekellüflere, zorlamalara düşmemeye dikkat etmek
durumundayız.64
Şimdi bu ölçüler ışığında-Kur'ân-ı Kerime
baktığımızda onun kevnî ilimlere dair birçok gerçekleri ihtiva ettiğini
görüyoruz. Meselâ, varlığımızın cinsî unsurunun fışkırdığı en gizli kaynağı65
ve yaratılış esnasında insanın ana rahminde geçirdiği muhtelif safhaları66;
bu yaratılışın içinde gerçekleştiği karanlık boşlukların adedini67;
bütün canlı varlıkların menşeinin su olduğunu68 yağmurun teşekkülünü69;
yeryüzünün küre şeklinde olup döndüğünü70 ve göğün de küre şeklinde
bulunduğunu71;
63 Bk.
S. Yıldırım, Kur'ân ve Kur’ân ilimlerine Giriş, s. 203.
64 A.g.e.
s. 204.
65 Tarık,
6-7.
66 Hacc,
5; Mu'minûn, 11-14; insanın üremesi konusunda Kur’ân’da geçen müteaddit
ayetlerden özellikle Hacc Sûresi 5, Mü’minûn Sûresi 11-13 âyetlerini ele alıp,
modern biyolojinin bu konudaki tespitleri ile karşılaştıran bir tıp profesörü,
sonunda ikisi arasında tam bir mütabakat bulunduğunu, Kur’ân’da bildirilenlerin
19. asırdan önce yeryüzünün hiçbir yerinde malum olmadığını ifade edip
sözlerini şöyle bitirir: “Kur'ân, insanların keşfetmek için yüzyıllarını harcayacakları,
insanın üremesi konusundaki temel gerçekleri, sade bir anlatımla insanlığa
açıklıyordu.” (Bucaille, s. 293-306 ve bilhassa 306).
67 Zümer,
6.
68 Enbiya,
30; imam el-Bakıllânî bu âyeti tefsir ederken yanlışa düşmektedir. Çünkü,
“Allah her canlıyı sudan yarattı...” (Nûr , 45) ayet-i kerimesini bir nevi
ifadenin ta'mimi kabul etmiş ve sanmıştır ki, Kur’ân, bütün canlıyı sudan
yarattığını söylerken, bütün canlıları değil de sadece bir kısmını
kastettiğini, fakat genel bir ifade kullandığını söylüyor. Acaba konuyu detaylı
bir biçimde inceleyen günümüz bilginleri ne diyorlar? Şimdi onları dinleyelim:
"Kesin olarak sabit olmuştur ki, hayatın aslı sudur ve her canlı hücreyi
oluşturan ilk unsur sudan başkası değildir. Susuz hayat mümkün değildir. Herhangi
bir gezegende hayatın bulunup bulunmadığı tartışıldığı anda ilk ortaya atılan
soru şudur: “Acaba o gezegen üzerinde hayata zemin olabilmek için gerekli ve
yeter miktarda su ihtiva ediyor mu?” (Bucaille, a.g.e., s. 212; ayrıca bk. “el-
Müntehab Fî Tefsîri’l-Kur'ân’dan bu ayetin tefsirine ve sayfa altındaki İlmî
yoruma.” Enteresandır ki, Bakıllanî, bu sözünü, kendi dönemindeki din
düşmanlarının Kur'ân'ı cerhetmek için ileri sürdükleri görüşlere karşı Kur’ân’ı
müdafaa etmek amacıyla söylemiştir. Bakıllanî tam olarak şöyle diyor: “Yüce
Allah'ın ‘Allah her canlıyı sudan yarattı...’ sözüne gelince, din düşmanları
bununla ilgili olarak diyorlar ki: ‘Bu ayette birkaç yönden imkânsızlık vardır.
Birincisi: Bütün canlıların sudan yaratıldığını söylüyor. Oysa gerçek öyle değildir.
Çünkü, canlılardan, yumurtadan, topraktan, nutfelerden... yaratılanlar da
vardır.’ Bunun cevabı şudur: “Küll” kelimesi bütün cinsi kapsamak için
değildir. Aksine, ta’mim va tahsise de elverişlidir. Şayet umum ifade ediyorsa,
tahsisi de caiz olur. Çünkü, sudan yaratılmayan canlıların da bulunduğunu
biliyoruz. Üstelik, şöyle diyen kimseler de vardır: 'Her şeyin aslı şu dört
şeydir: Su, hava, ateş ve toprak. Her canlı bir nevi ıslaklık ve rutubetten
meydana gelmektedir." (el-Bakıllânî, Nüketü’l-İntisar Li Nakli'l-Kur’ân,
s. 202).
69 Rum,
48.
70 Dünyanın
yuvarlak olduğuna müteaddit ayetlerde işaretler vardır. Ezcümle:
Allah geceyi gündüze, gündüzü de
geceye doluyor" (Zümer, 5) âyetinde geçen tekvîr (yukevviru), baş gibi
kürevi bir cismin etrafında, bir şeyi msl. sarığı döndürerek sarmak; tam türkçe
tabiriyle “dolamak” demektir (Aynı eser, s. 138 ve Tefsîru’l-Menâr, I, 211).
İlmî nazariyelere göre Kur’ân’ı tefsir etmekten çekinen Seyyid Kutub bile bu
ayetin tefsirinde şöyle diyor:
408 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
güneşin sabit bir noktaya
doğru seyrettiğini72; güneşin ışığının kendinden olmasına karşılık
ayın ışığının başka kaynaktan geldiğini73; hayvan topluluklarının da
tıpkı insan cemaatleri gibi birbirine bağlı bir şekilde yaşadıklarını74;
özellikle arıların yaşadıkları hayatın tasvirini75; sütün76
ve balın77 nasıl oluştuğunu; bitkilerde ve Kur'ân-ı Kerimin nâzil
olduğu sırada tanınmayan diğer yaratıklarda iki cinsin mevcut bulunduğunu78;
döllenmenin rüzgârlarla gerçekleştiğini79; yer küresinin
“Bu tekvîr tabiri, yeryüzünde görülen
müşahhas bir hakikati tasvir etmektedir. Yer küresi kendi mihveri etrafında
güneşe karşı dönmektedir. Arzın müdevver (yuvarlak) olan sathından, güneşe
karşı olan kısmını aydınlık kaplar ve gündüz olur. Fakat bu aydınlık kısım
devam etmez; çünkü arz dönmektedir. Yeryüzü hareket ettikçe gece başlar ve
üzerinde gündüz bulunmayan kısım, karanlığa bürünür. Arzın sathı yuvarlak
olduğu için üstündeki gündüzler de müdevverdir. Tabiatıyla onu takip eden geceler
de müdevver olacaktır. Bir süre sonra öbür taraftan gündüz başlar ve gecenin
üzerine dolanır. Ve bu hareket böylece devam eder: “Geceyi gündüze, gündüzü de
geceye dolar." Kullanılan kelime, şekli çizmekte, durumu belirtmekte,
arzın mahiyetini ve hareketini açıklamaktadır. Arzın küre şeklinde oluşu ve
dönmesi, bu tabiri (tekvîr tabirini) son derece dakîk bir tarzda tefsir
etmektedir.” (Bk. Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, Zümer, 5. âyetin tefsirine.
Mahmud es-Savvaf’a göre, dünyanın
döndüğüne veya dönmediğine dâir Kitab veya Sünnette kat’î delil yoktur. Ancak
dünyanın döndüğüne işaret eden âyetler vardır. O, “Sen dağları görür, onları
hareketsiz, sabit sanırsın. Halbuki onlar, bulutların geçişi gibi geçerler”
(Nemi, 88) ayetini, birçok âyet meyanında, dünyanın döndüğüne işaret eden
ayetlerden sayar. (C. Kırca, s. 141-142, n. 42’den)
71 Zümer,
5; Ra’d, 41; Enbiyâ, 44.
72 Yâsin,
38.
73 Nuh,
16; Furkan, 61.
74 En’am,
83.
75 Nahl,
69.
76 Nahl,
66. Bu noktanın izahı için bk. Bucaille, a.g.e., s. 196-198.
77 Nahl,
69. Meselâ, eş-Şerif er-Radî şöyle diyor: Bal, muhakkik alimlere göre arının
karnından çıkmaz. Aksine, arı onu düşme ve bulunma yerleri olan ağaç yaprakları
ve bitki çiçeklerinden alır. Çünkü o (bal) tıpkı şebnem gibi belli yerlere ve
belli özelliklerde düşer. Arı ise bu yerleri takip eder ve bu mevkileri bilir.
Balı ağızıyla kovanına ve kendisi için hazırlanmış yuvalara taşır. Yüce Allah:
“Karınlarınlarından çıkar...” buyuruyor. Bundan maksat, “Karınları cihetinden
çıkar” demektir. Karınlarının ciheti ise, ağızlarıdır. Bu, sözkonusu beyanın
gizli manalarından ve kelamın yüksek ifadelerindendir.” (Telhîsu’l-Beyân Fî
Mecâzâti’l- Kur’ân, s. 193).
Bakınız nasıl, eş-Şerif er-Radî’nin
dönemindeki (beşinci Hicrî asır) muhakkik alimler, balın, arının karnından çıkmadığını
iddia ediyorlar. Bu nedenle de er-Radî, ayetin “Karınları cihetinden çıkar...”
kaydını Kur’ân’m mecazlarından saymış ve geçen metni iktibas ettiğimiz, konuyla
ilgili kitabına almıştır. Oysa doğrusu, Kur’ân’m dediği, yani balın, gerçekten
de rahîki toplayıp midesinde bala dönüştüren ve daha sonra da onu dışarıya
salgılayan arının karnından çıktığıdır (bk. el-Mecmûatüs-Sekafiyye “Arı Balı”
maddesi. eş-Şerif er- Radî’den üç asır kadar sonra olan el-Beydavî ise, ayetin
gerçek anlamını yakalıyor. Ne var ki, ikinci görüşü de kaydederek hakkında bir
değerlendirme yapmıyor.)
78 Yâsin.
36; Zâriyat, 49; Ra’d, 3; Ağaçların aşılanması öteden beri bilinmekte ise de,
yakın bir zamana gelinceye kadar, rüzgarların aşılama ile herhangi bir ilgisi
bilinmemekte idi. “Allah, her meyveden yine kendilerinin içinden ikişer çift
yaratmıştır” (Ra’d, 3) âyetinin bildirdiği hakikat keşfedilip bütün bitkilerin
çiçeklerinde erkek ve dişi çifti bulunduğu ve erkeğin dişiyi aşılamasıyla
meyvelerin meydana geldiği anlaşıldıktan sonra, döllenmenin ve aşılanmanın
rüzgârlar vasıtasıyla olduğu tespit edilmiştir. (Tefsîrü’l- Menâr, c. 1, s.
210; Elmalılı, Hak Dini, IV, 3053; Bucaille, a.g.e., s. 280-281; C. Kırca,
a.g.e., s. 166)
79Hicr, 22..
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 409
diğer gök cisimleriyle
bitişik iken onlardan koparıldığını80; göklerin önceden duman gibi
bir gaz bulutu halinde bulunduğunu81; atmosferde yukarı doğru
çıkıldıkça (oksijen miktarının azalması nedeniyle) nefes darlığının meydana
geldiğini82; dağları kazıklara benzeterek yere çakılı bulunduklarını
ifade edip büyük bir kısmının yerin altına doğru da uzandığını83
ayrıca dağların uzay denizinde yüzen yerküresinin dengesini sağlamada rol
oynadığını84; her insanın bütün hususiyetlerinin bir cüz'ünde (gen)
saklı bulunduğunu85 insanların parmak uçlarının, kendisini tanıtıp
belirlemede özel bir öneminin bulunduğunu86; içki87 fuhuş88
kumar89 pis yiyecekleri (leş, kan, domuz eti)90
yasaklayarak91 ve her konuda, özellikle yeme içmede92
aşırılığı menedip orta yolu tavsiye
80 Enbiyâ, 30.
81 Fussilet,
11.
82 En’am,
125.
83 Nebe’,
6-7; Naziat, 32.
84 Lukman,
10.
85 A’raf,
172. Bu âyet şu mealdedir: “Rabbin, Adem oğullarından, onların sulblerinden
(bellerinden) zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şâhit tutarak: “Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti). ‘Evet, (buna) şahidiz’ dediler. Kıyâmet
günü ‘Biz bundan habersizdik demeyesiniz."
Seyyid Kutub, bu âyeti açıklarken şu
izaha da yer veriyor: “Gerçekten Kur’ân-ı Kerim, varlığın en derin
noktalarından, insan fıtratının derinliklerinde gizlenmiş olan bu son derecede
derin müthiş hakikati, bu derecede parlak, eşsiz ve hayret verici bir sahne
içinde sergiliyor. Hem de bunu, içinde yaşadığımız zamandan ondört asır kadar
önce insanların menşei ve tabiatlarının gerçek mahiyeti hakkında vehimlerden
başka bir şey bilinmediği bir ortamda bildiriyor. Bunca asırlar geçtikten sonra
bir kısım şeyleri öğrenme imkânı buluyor. Bir de görüyoruz ki ilim, genlerin
(insanın bütün hayatını içerisine alan bir kataloğu durumunda olan irsiyeti
nakleden hücrelerin) bir sicil (kayıt) defteri olduğunu ve insanlar, daha
sulblerde hücreler halinde iken onların bütün hususiyetlerinin o genlerde saklı
olduğunu öğretiyor. Ve üç milyar insanın kaydını muhafaza eden genlerin hacim
itibariyle 1 cm3 (bir santimetre küp)’ü geçmediğini, yani bir dikiş yüksüğü
kadar bir yere sığdığını ifade ediyor. Bu öyle bir iddiadır ki, eskiden bunu
söyleyen kimsenin hemen deli olduğu söylenirdi. ‘Biz, onlara hem dış dünyada
hem de kendi nefislerinde, Kudretimizin işaretlerini göstereceğiz, tâ ki
kendileri de onun gerçek olduğunu iyice bilecekler’ (Fussilet, 53) buyuran Yüce
Allah, elbette doğru söyler.” (S. Kutub, Fî Zılâl, A’raf, 172. âyetin tefsiri).
.Kıyâme, 3-4; Parmak izleri, ömür
boyunca aynı kalmakta, hiç değişmemektedir. insanların diğer uzuvlarında
benzerlik olabilirse de, parmak uçlarındaki izlerde iki insanının benzer olduğu
vaki değildir. Bundandır ki en emin hüviyet tesbiti, gerçek imza olarak emniyet
ve hukuk makamlarınca kullanılmaktadır. 19. asrın son çeyreğinde İngiltere’de
kullanılmaya başlamış ve sonra her tarafa yayılmıştır.
Kur’ân, belirttiğimiz âyet-i kerimede
öldükten sonra insanın bütün teferruatıyla diriltileceğini bildirirken, insanın
bu en ince özelliğine şöylece işaret eder: "insan, Bizim, kendisinin
kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanır? Evet, toplarız; onun parmak
uçlarını bile düzgünce, yerli yerinde yapmaya gücümüz yeter."
86 Mâide,
90-91.
87 isrâ,
32; Furkan, 68; Mumtehine, 12; Nûr, 2.
88 Bakara,
222; Mâide, 6; Tevbe, 108...
89 Mâide,
90-91.
90 Bakara,
173; Mâide, 3; En’am, 145.
91 Bakara,
190; Mâide, B7; A’raf, 55; Yunus, 74...vd.
92 A’raf,
31.
410 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
ederek93,
temizliği emrederek...94 koruyucu hekimliğin en önemli esaslarını
ortaya koyduğunu açıkça görmekteyiz.
Bütün bu gerçekleri, Hz. Muhammed
gibi ümmî bir zatın, hatta asrındaki en bilgili ve aydın bir insanın, hatta
hatta bütün insanlığın bilmesine imkân yoktur. Nitekim, bu kevnî gerçeklerin
bir kısmı Kur'ân'm nüzulünden asırlar sonra keşfedilebilmiş, o zamana kadar
sözko- nusu ayetlerin bazılarını yorumlamada ilmen çok çok ileride olan bazı
müfessirler bile hataya düşmüşlerdir. Acaba bu nokta bile tek başına Kur'ân'm
gerçek kaynağına açıkça işaret etmez, hatta bunu gün gibi ortaya çıkarmaz mı?
Kur'ân'm ihtiva ettiği dinî ve kevnî
gerçekler bunlardan da ibaret değildir. Onun İlmî camiiyeti, ezelden ebede
kadar bütün varlıkları, dünya ve ahireti, mülk ve melekûtü... kapsamaktadır.
İslâm bilginlerinin açıklamalarına göre Kur'ân'm muhtevası özetle şöyle
belirtilebilir:
Kur'ân-ı Kerim, kâinatın hakikati,
doğuşu, sonu ve kaide, kanun ve nizamından bahseder. Bu kitap, kâinatın
Yaratıcısı ve yöneticisinin kim olduğunu, hangi sıfatları ve selahiyetleri
olduğunu, bu dünyayı ve kâinatı ne için yarattığım, bu kâinatta insanın
durumunun ve yerinin ne olduğunu anlatır. İnsanın nasıl bir yaratık olduğunu,
nelere gücü yettiğini, nelere yetmediğini, meziyetlerinin ve zaaflarının ne
olduğunu ve nasıl bir hayat sürmesi gerektiğini bildirir. İnsanlar için doğru
yolun ne olduğunu, yanlış yoldan neden kaçınmaları gerektiğini ifade eder.
Kur'ân-ı Kerim bu hususta yer ve
gökteki sayısız işaret ve yaratıkları insanlara birer delil olarak gösterir;
insanlık tarihinden ibret verici dersler sunar; yanlış yola düşenlerin ne gibi
felaketlere sürüklendiğini anlatır; doğru yolun her zaman aynı olduğunu,
gelecekte de aynı olacağını ve hiç değişmeyeceğini kaydeder.
Kur'ân-ı Kerim, insanlara sadece
doğru yolu göstermekle yetinmez, ayrıca bu hususta çeşitli kaide, kural ve
yöntemler de öğretir. Kısaca, akaid, ahlak nefsin tezkiyesi, ibadet, cemiyet,
medeniyet, kültür, ekonomi, siyaset, hukuk, adalet vs. gibi insan hayatını
ilgilendiren hemen hemen bütün bir nizamı önümüze serer. Kur'ân-ı Kerim bizi,
yanlış yolda bulunmanın cezasının öbür dünyada çok ağır olacağı konusunda da
uyarır. Bu İlâhî kitap, dünyamızın birgün yok olacağı, yeni bir dünyanın kurulacağı
konusunda bize ayrıntılı bilgiler verir. Bu dünya ve öbür dünya arasındaki
farkı dile getirir ve bu dünyadan öbür dünyaya geçişin bütün ayrıntılarını
anlatır. Ayrıca öbür dünyayı canlı olarak gözümüzün önüne
93 MsL,
bk. Mâide, 66; Nahl sûresi, 9; Fatır, 32; Lukman, 32.
94 Mevdûdî,
a.g.e., II, 256-257..
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 411
getirir. Öbür dünyada
insanın nasıl diriltileceğim, dünyadaki amellerinin nasıl Allah'ın terazisinde
tartılacağını, insanların hangi konuda Allah'a hesap vereceklerini, onların
hangi konuda özellikle sorguya çekileceklerini, İlâhî mahkemede nasıl karar
verileceğini, kimlerin ceza göreceklerini kimlerin ödül alacaklarını uzun uzun
ifade eder. Bu kitabın sahibinin, herhangi bir şeyi tahmin ve kıyasla değil,
herşeyden emin ve her konuda bilgili olarak sözler söylediği açıkça ortaya çıkıyor.
Kur'ân-ı Kerimde şüphe, şaibe ve kıyasa yer yoktur. Her şey olduğu gibi ve
gerçekler bütün çıplaklıklarıyla dile getirilmiştir.
Kur'ân-ı Kerimi okuyan, onun
sahibinin nazarının ezelden ebede kadar uzanmış olduğunu görür. Herşeyi
doğrudan bildiğini anlar. Kâinatın tümünün onun için bir kitap gibi açık
olduğunu fark eder. İnsan soyunun başlamasından bugüne kadar olup biten herşeyi
gördüğünü ve bildiğini anlar. Ayrıca bu kitap sahibinin bütün bu konularda
yaptığı açıklama ve verdiği bilgiler öylesine birbirine bağlantılı ve
dengelidir ki, bunlar üzerinde hayat nizamı ve insan medeniyetinin koskoca
binaları inşa edilebilir. Dünyada bunca özellikleri ve öğretileri olan
böylesine çok yönlü başka bir eser var mıdır?95
E. Kur'ân-ı
Kerimin Te'siri
Dünyada insan soyunun fikir,
ideoloji, ahlak, medeniyet, kültür ve hayat tarzım Kur'ân-ı Kerim kadar derin
ve müessir bir biçimde etkileyen başka bir eser yoktur. Kur'ân-ı Kerîmin
tesiriyle, ilk önce bir milletin görüşü ve hayatı değişti, daha sonra, bu
millet dünyanın tarihini, medeniyetini ve hatta seyrini değiştiriverdi. Dünyada
böylesine inkılapçı, böylesine ıslahatçı başka bir kitap var mıdır? Bu kitap sadece
kâğıt üzerinde yazılan kitaplardan değildir. Aksine, bu kitabın her kelimesi
düşünce ve görüşün teşekkülünde ve daimî bir medeniyetin meydana gelmesinde
kullanılmış ve tatbik edilmiştir. Bu kitap geçen 1400 küsur yıldan beri şu veya
bu şekilde tatbik edilmektedir ve gün geçtikçe bunun etkinliği ve etki alanı
genişlemektedir.96
Kur'ân'm sahip olduğu harikulade
tesiri ve başdöndürücü başarısını, onu düşünerek, derinliğine anlayarak ve
insaf ederek okuyan, Arapça üsluplarında hazık olan, mahiyetini ve nüzul
bebeplerini bilen herkes açıkça idrak eder. Fakat Arap dilinde mahir olmayan,
bu hususları ve ona ait özellikleri kavrayamayan kimseye gelince, onu, bu
kitabın âlemin gidişatını değiştiren, daha ilk bakışta muhatabın kalbini
fethede-
95 Mevdûdî,
a.g.e., II, 256.
96 Zerkânl,
Menâhil, II, 303.
412 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
rek ve onu teshîr
eyleyerek üstün gelme yollarıyla memleketlerin hudutlarını değiştiren
inkılapçı kuvvetini tarihe sorması yeterli olacaktır. Bu konuda onun dostları
ile düşmanları, muhalifleri ile mutabıkları aynı çizgidedir. Onlar, Arap
fıtratları ile onun belagatını muhakkak tadar; sağlam duygularıyla onun
erişilmezliğine vakıf olur; nefislerinde onun nurunun kıvılcımlarını tutuşturan
elektrik akımını veya bereketli yağmurunun tanelerini ve nurlarının aydınlığını
bulurlar.97
İşin hayret verici tarafı şu ki,
Kur'ân'ı getiren zat, ne devlet ve saltanatı, ne hükümet ve askeri, ne de
zorbalığı ve icbarı bulunan; fakat buna karşılık kanaati, sadakati, ehliyeti,
katıksız ihlası, samimiyet ve iz'- anı olan ümmî bir zat-ı muhteremdi.
Kur'ân, kendisindeki bu özelliğe,
yine kendisinin i'caz vecihlerinden birisi olarak işaret etmiştir. Allah,
kitabına, "Kendi emrinden bir rûh"98 ve "nûr"99
isimlerini vermiştir. Diğer taraftan da, kendine iman edenlere, hayatı, nûr
olarak tavsif etmiştir.100
Kur'ân'm bu tesiri hem dostlarında,
hem de düşmanlarında görülmektedir. Şöyleki:
Kur'ân, düşmanlarını kuvvetli bir
şekilde kendisine cezbetmiştir. Şimdi bunlardan bazılarını, örnek kabilinden
belirtelim:
a. Kur'ân'm
ilk düşmanı Mekke müşrikleri idi. Kur'ân ile -adeta- harp halinde oldukları ve
muhtevasından da nefret ettikleri halde, gecenin karanlığında sokağa çıkar,
evlerinde Kur'ân tilavet eden Müslümanları dinlerlerdi. Bu olay Kur'ân'm,
onların şuurlarını tatmin ettiğini ve onlara galip geldiğini, fakat inatları,
kibirleri ve doğruya inanmada isteksizlikleri sebebiyle ondan yüz
çevirdiklerini ortaya koymaktadır. "Hayır, o (Peygamber) hakkı getirdi,
fakat onların çoğu haktan hoşlanmaz"101 âyeti onların
tutumlarını açık bir şekilde göstermektedir.
b. Müşriklerin
ileri gelenleri, Mescid-i Haram'da ve Arapların toplu bulundukları yerlerde
Kur'ân okumasını yasaklamaya çalışırlar; böylece Müslümanların onu açıkça
tilavet etmesini önlemiş olurlardı. Hatta, zaman zaman Hz. Ebu Bekir evinin
avlusunda cehren Kur'ân okuyarak namaz kılıyor, çoluk çocuk da onu büyük bir
zevkle dinliyor ve bundan
97 Ayetin
meali: “Ve böylece kendi emrimizden sana (kalblere canlılık veren) bir ruh
vahyettik” (Şûra, 52).
98 Ayet
meali: “Şüphesiz ki size Allah’tan bir nûr ve açık bir kitap geldi.” Mâide, 15.
99 En'am,
122; Nahl, 97; Enfâl, 24.
100 Mü’minûn,
70.
101 ibn
Hişâm, a.g.e., I, 373-374.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 413
hissedar oluyorlardı.
Fakat öbür tarafta bu manzarayı seyreden müşrikler korkuya ve telaşa
kapılıyorlardı.102
c. Yine
müşrikler, Kur'ân'm bu müthiş kuvvetinden ve insanlara nüfuz edici tesirinden
dehşetli şekilde korktukları gibi, onu dinlememeyi tavsiye ediyorlar ve
duydukları zaman da gürültü edilmesini istiyorlardı.103
d. Zaman
zaman bazı azılı müşrikler, Kur'ân'ı susturmak ve nurunu söndürmek için
kılıçları çekip sokağa fırlamış, Kur'ân sesinin duyulduğu yere doğru yönelmiş,
fakat sonuç hiç de niyet ettikleri şekilde olmamıştır. Çünkü, Allah'ın
hidayeti yetişmiş, bir sûre veya birkaç ayet duyar duymaz iman edip itaatkâr
birer insan olmuşlardır. Hz. Ömer'in, Sa'd b. Muaz'ın ve Useyd b. Hudayr'm
Müslüman oluşları bunun tipik örnekleridir.104
Tarih şu gerçeği tespit etmiştir:
Kur'ân'a yaklaşan, ona inanan ve ih- lasla ona gönül veren herkes, bir daha ona
dostluktan ve ona uymaktan hiçbir zaman ayrılmamıştır. Tarih boyunca nice
zatlar, bütün ömürlerini Islâma ve Kur'ân'a hizmete vakfetmişlerdir.
Şimdi Kur'ân'm dostlarına olan
tesirini de örneklerle gösterelim:
a. Resulullahm
ashabı, Kur'ân'ı ezberlemede, onu devamlı surette okumada-adeta-yarış eder
durumda idiler. Onlar, tatlı uykularım ter- keder, teheccüd namazı kılmak ve
Allah'a niyazda bulunmak suretiyle o kıymetli vakitlerini değerlendirirlerdi.
Geceleyin ashabın evlerinin önünden geçenler, onların evlerinden devamlı bir
şekilde Kur'ân okuduğunu duyardı. Onların aralarındaki birbirlerine üstünlük ve
faziletleri, Kur'ân'dan hıfzettikleri ve belledikleri miktar ile ölçülürdü.
b. Onlar,
bütün himmet ve gayretlerini, Kur'ân'ı öğrenmeye, öğretmeye ve onun
inceliklerine nüfuz etmeye sarfederler; her hallerini ona uydurur ve ona
muhalif olan şeylerden de uzak kalmaya çalışırlardı. Ruhlarını onunla
güzelleştirir, bedenlerini ona itaate alıştırır; güç ve kuvvetlerini ona tahsis
ederlerdi. Hatta denilebilir ki, Kur'ân onları potasında eritmiş, onları aleme
akîdesi doğru, ibadeti tam, adeti temiz, ahlakı güzel, şeref ve haysiyeti
yüksek birer insan tipi olarak çıkarmıştır.
102 Secde,
26.
103 Hz.
Ömer’in Müslüman oluşu ile ilgili olarak bk. ibn Hişâm, a.g.e., I, 342-348.
Sa’d ve Useyd’in Müslümanlığıyla ilgili olarak da bk. ibn Sa’d, Tabakat, III,
420-436, 603-607.
104 Bk.
Buharî, imân, 26; Müslim, imâre 103; Nesâî, Cihad 18, 30; ibn Mace, Cihad 1.
414 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
c. Yine
onlar, Kur'ân'm neşri, müdafaası ve hidayeti hususunda ölümü hiçe sayan bir
fedakarlık ve şecaat örneği vermişlerdir. Ihlas ile ona sarılmışlar, onunla
ilgili Allah'a verdikleri sözde durmuşlar ve ahde vefanın timsali olmuşlardır.
Bir kısmı Kur'ân'm neşri ve müdafaası yolunda kendisini ölümün kucağında
bulmuştur. Hatta, ömrünün ilk baharındaki birçok genç, Kur'ân yolunda mücahede
etmek için ortaya atılmış, özürlü olanlara veya savaşa gidecek maddî imkânı
bulunmayanlara bile savaştan geri kalmak en büyük azap olmuş, hatta Hz. Peygamberin,
onların hatırlarını yerine getirmek için harbe gitmekten vazgeçtiği, onlarla
beraber kaldığı ve bütün ihtiyaçlarını temin ettikten sonra orduyu savaşa
göndermek zorunda kaldığı olmuştur.105
d. Âlemin
hidayeti hususunda Kur'ân'm ihraz ettiği bu şaşırtıcı başarı, eşi ve benzeri
bulunmayan bir seviyededir. Hz. Peygamberden önce pek çok peygamber, ıslahatçı,
âlim, hukukçu, felsefeci, ahlakçı, hukemâ ve hatta zorba gelip geçmişse de,
bunların hiçbirisi, beşer ufkunda Hz. Muhammed'in itikad ve ahlakta, ibadet ve
muamelatta, siyaset ve idarede, kısaca insanlığın ıslahını hedef alan her
hususta elde ettiği bu göz kamaştırıcı başarı kadar parlayamamıştır. Yirmi sene
gibi kısa bir zaman içerisinde, Resûlullah'tan başka hiç kimse ölmüş Arap
toplumuna hayat veren böyle sağlam düsturların benzerini getirmiş değildir.
Resûlullah, onlara ruhundan öyle bir üflemiştir ki, onun vefatından sonra
onlar, alemi, küfür ve şirkin zulmünden kurtarmış; Kisra ve Kayserlerin
mülklerini fethetmiş, şarkta ve garpta birer ordu kurmuş, yarım asırdan kısa
bir zaman içerisinde bayraklarını tam bir adalet üzere dalgalandırmışlardır.
Bu bir sihir midir? Yoka insaf sahibi
müelliflerin kaydettiği ve.bu parlak başarıyı Hz. Muhammed'in hak peygamber
oluşunun bir delili saymakla iktifa ettikleri aklî bir bürhan mıdır?
Bir Fransız Filozofu Kur'ân'm bu
tesirini şöyle dile getirmiştir: "Muhakkak ki Muhammed, Kur'ân'ı öyle
içten, huşu ve hudu içerisinde okurdu ki, onları imana cezbetmede onun
kıraatinin icra ettiğini, önce geçen peygamberlerin bütün mu'cizeleri
yapamamıştır."106
Acaba dostu, düşmanı, zengini,
fakiri, âlimi, cahili, Peygamber'i ve ona tabi olanları tesiri altına alan bu
kuvvet bir mucize değil midir? Hakîmler, filozoflar, edipler, lisancılar,
müfessirler, muhaddisler, fıkıhçılar, mutasavvıflar, şairler, kelâmcılar,
hasılı her mesleğe mensup çeşitli gruptan insanlar, Hz. Peygamber tarafından
teblîğ olunan bu
105 Zerkânî,
Menâhil, II, 411.
105 Konu ile ilgili daha geniş bilgi
için Bk. Ömer Rıza Doğrul, Asr-ı Saadet, IV, 1570-1577; İsmail Karaçam, Sonsuz
Mu'cize Kur'ân, s. 490-493.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 415
kitap için hayatlarını
vakfetmemişler midir? Evet bütün bu insanlar, en büyük zevk ve muhabbeti, en
kıymetli hayat sermayesini bu İlâhî kelimeleri teşrih ve tafsil yahut tefsîr
ve vuzuha kavuşturmada bulmamış mıdır? Ve bunu yapmakta dünyada en büyük
nimete, en büyük saadete erdiklerine kani olmamış mıdır? Bu da hadd-i zatında,
Kur'ân için ayrıca bir mucize değil midir?
Birazcık düşünelim, ümmîLer içinde,
kapkaranlık bir çevrede büyüyen bir insanı gözümüzün önüne getirelim. Bu insan
ilim ve fenden, kültür ve medeniyetten tamamıyla mahrum bir memleket ve şehirde
büyümüştü. Ahalinin hepsi basit ve alelade insanlardı. Bu insan, eski İlâhî
kitaplardan herhangi birini okumamış, alimlerle düşüp kalkmamış, hukuktan,
ahlak düsturlarından, bilimin ve amelin güzelliklerinden, hasılı ilim ve
irfanın hiçbir şubesinde bilgi sahibi olmamıştır. İşte bu insan, bu karanlık
şartlar altında kırk yaşma varıyor, birden bire Hira mağarasında kendisine bir
nur parlıyor. Bu nurun aydınlatmasıyla o insanın içinde, ilim, medeniyet ve
ahlak menbaları çağlamaya başlıyor. Bu insan, eski mukaddes kitapların
hiçbirinde görülmeyen teşri'î usuller, ahlakî prensipler, ilim ve amel
güzellikleri, her tarafa feyiz veren, her köşeye aydınlık saçan bir meş'ale
gönderiyor. Onun okuduğu kelâm, Rab- banî ilim ve hikmetin örtülü olan
sırlarını açıklıyor. Onun irşad ettiği milletler, her vadide beşerin rehberi
oluyor, bütün insanlığı irfanın her sahasında sevk ve idare ediyor. Acaba
Kur'ân'm mucize olduğunu ispat için bundan başka bir delile ihtiyaç var mıdır?107
F. Kur'ân'm
Bir Lisan Harikası Oluşu
1. Kur'ân-ı Kerimin yalnız belagatini
nazar-ı itibare alırsak, daha ilk nüzulü sırasında kuvvetli hatipleri, en beliğ
şairleri sükûta mecbur ettiğini görürüz. Müşrikler bütün kuvvetleriyle,
silahlarıyla, askerleriyle, şairleriyle, hatipleriyle onun sesini boğmak
istemişler, fakat hepsi bu tutumlarından çok geçmeden mahcup olmuşlar, onun
ebedî sesi herkese ve her şeye rağmen yükselmiştir.
O zaman Araplar arasında Hassan b.
Sâbit, Amir b. Akva', Tufeyl b. Amr, Esved b. Serî, Ka'b b. Züheyr, Abdullah b.
Ravaha... gibi birçok şair ve hatip vardı. Bunların hepsi de Kur'ân'm yüksek
huzurunda boyun eğmişlerdir. Arapların en meşhur şairlerinden Lebîd, aynı
zamanda
107 İbn Abdi’l-Berr,
el-istiâb Fî Ma’rifeti’l-Ashâb, III, 309; Bir diğer rivayete göre Lebîd, Alak
Sûresi nâzil olduğu zaman arkadaşları ile birlikte bu sûreyi görmüş, bunun bir
kul kelâmı olamayacağını hemen anlayarak Resûlullah’ın yanına gidip Müslüman
olmuş ve Kur’ân-ı Kerime hayranlığı sebebiyle de bir daha şiir söylememiştir.
Bk. Şemseddin Samî, Kâmûs’l-A’lâm, V, 3986; İslâm Ansiklopedisi, VII, 28-29;
Ziriklî, el- A’lâm, VI, 104.
416 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Muallakat'tan birinin de
sahibidir. Bir gün Hz. Ömer ona bir şiir inşad etmesini söylemiş, Lebîd ise şu
cevabı vermiştir: "Cenâb-ı Hakkın Bakara ve Al-i İmran sûrelerini
göndermesinden sonra bana şiir yazmak düşmez."108
Gıfar kabilesinin şairi Üneys,
Resûl-i Ekrem'in risaletinden haberdâr olarak Mekke'ye gelmiş, Peygamberimizi
dinlemiş, sonra yurduna dönmüştü. Döndükten sonra ona ne gördüğü sorulmuş, o da
şu cevabı vermişti: "Bu adam bir şair veya bir sihirbaz mı? Şimdiye kadar
birçok kâhin dinledim. Fakat Muhammed'in lisânı, bunların lisanı gibi değil.
Biz şiirin her veznini biliriz. Fakat o, bu vezinlerin hiçbirisini de kullanmıyor.
Bana kalırsa Muhammed hak yol üzeredir, Kureyş ise batıl yoldadır"
demişti.109
Ashabdan Hz. Cafer, Meryem sûresini
Necâşî'nin huzurunda okuduğu zaman, Necâşî'nin gözlerinden yaşlar gelmiş ve:
"Yemin ederim ki, bu söz, İncil ile aynı meş'alenin ışığıdır"
demişti.110
Bedir harbinden sonra Kureyş'li
esirleri kurtarmaya gelen Cübeyr b. Mut'im, Resûlullahı Tûr Sûresini okurken
dinlemiş ve kalbi titremişti.111
Osman b. Maz'ûn, Kur'ân-ı Kerimin
birkaç ayetini dinledikten sonra Müslümanlığı kabul etmişti. Halid el-Advanî
de, Peygamberimizin Tâ- if'i ziyareti esnasında Târik Sûresini okurken
dinlemiş, hemen İslâm'a girmekle kalmamış, aynı zamanda bu sûrenin tesiri
altında kalarak onu ezberlemişti.112
Hz. Ömer, cemaate sabah namazını
kıldırıyordu. Yûsuf Sûresini okurken gözyaşları köprücük kemiklerini
ıslatıncaya kadar ağlamıştı.113
Resûl-i Ekrem (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) bizzat Kur'ân-ı Kerimin tebliğcisi olduğu halde, Kur'ân okundukça,
ağladığını daha önce gördük.114
2. En kuvvetli edipler, şairler, maksatlarını
tasvir hususunda muhtelif beyan üsluplarının nihayet bir ikisinde muvaffakiyet
gösterebilir. Her üslupta aynı kudreti gösteremezler; kendi yazıları buna
şahittir. Hele İlmî, ahlakî, hukukî, tekvini mevzularda aynı fesahat ve bela-
gati göstermek her kalem sahibine nasip olacak şey değildir. Kur'ân-ı Kerim
ise, ihtiva ettiği bütün beyan üsluplarında, telkin buyurduğu bü-
108 Müslim,
Fedâilü’s-Sahâbe, 28; İbn Sa’d, et-Tabkât, IV, 219-237.
109 Ahmed,
Müsned, I, 461.
110 Ahmed,
Müsned, I, 117.
111 Ahmed,
Müsned, I, 318.
112 Ahmed,
Müsned, III, 335.
113 Nevevî,
et-Tibyân fî Adâbi Hameleti’l-Kur’ân, s. 47 vd.
114 Buharî,
Fedâilü’l-Kur’ân, 35.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ
İDDİALARA CEVAPLAR ■ 417
tün mevzularda aynı
kudreti, aynı fesahati ve belağati muhafaza etmiş, harikulada bir mükemmeliyet
göstermiştir. İşte bu bakımdan da Kur'ân pek parlak bir mucizedir.
3. En câzip mevzulara dâir en güzel bir tarzda
yazılmış eserler, birkaç kere okundukça halavetini, ruh üzerindeki tesirini
kaybeder. Kur'ân-ı Kerim ise böyle değildir. İnsan çok kere bir ayet-i celileyi
yüzlerce defa okumuş, dinlemiş olduğu halde yeniden okuyunca, ilk defa olarak
okuyormuş, dinliyormuş gibi ulvî bir heyecana kapılır, yeni yeni halavetler
duyar, evvelce düşünememiş, anlayamamış olduğu nice mazmunlara, işaretlere
muttali' olur. Bu semâvî hitabelerin pek latîf tesirlerini derin bir hayretle
hisseder durur. İşte Kur'ân-ı Kerîm, bu mazhariyeti itibariyle de manevî bir
mu'cizedir.
4. Kur'ân-ı Kerimin nüzulü zamanında Arabistan
ahalisi, Arap lisanının bütün inceliklerine vakıf, kendilerine has, fıtrî bir
meziyet olmak üzere pek fasîh ve belîğ bir halde bulunuyorlardı. Söyledikleri
nutuklar, manzumeler lisan bakımından pek parlak şeylerdi. Bunlar birtakım
edebî bedialar vücuda getiriyor, bu bedialar birer fesahat ve belagat abidesi
sayılıyordu.
İşte Kur'ân-ı Kerim böyle
bir cemiyette nüzule başladı. Bütün fasihlere ve beliğlere meydan okudu:
"Eğer Kur'ân'm İlâhî bir kitap olduğunda şüphe ediyor iseniz onun bir
mislini siz de getiriniz! Hayır... Onun tamamına değil on suresine olsun bir
nazîre yazınız! Onun mevzuundaki hakikatten, ulviyetten kat'-ı nazar, yalnız
üslubundaki mükemmeliyeti, nazmındaki fesahat ve belağati, asılsız sözler ile
olsun taklide çalışınız. Hadi on sûre de dursun, yalnız bir sûresinin mislini
meydana getiriniz! Bakınız muvaffak olabilecek misiniz? Ne gezer, siz buna ebediyen
muvaffak olamayacaksınız" mealinde hitap etti.
Gerçekten de hiçbirisi
buna muvaffak olamadı. Kılıçlarıyla çarpışmayı göze aldılar da, kalemleriyle
Kur'ân'm en kısa bir sûresine olsun nazîre yazmak sûretiyle mücadeleyi göze
alamadılar. Çünkü bu husustaki aczlerini pek güzel anlamış bulunuyorlardı.
Aradan ondört küsur asır geçmiş olduğu halde hiçbir kimse tarafından böyle bir
nazire vücuda getirilememiştir. İşte bu bakımdan da Kur'ân-ı Kerim pek muazzam
bir kelâm mucizesidir.
•5. Bu kitabın tümü aynı
zamanda yazılıp dünyaya sunulmamıştır. Aksine parça parça ve yıllarca devam
eden bir işlemin sonucudur. Evvela birtakım emir ve direktifler verildi ve
bunlarla beraber bir ıslah içinde, hareketin her safhasında ve karşılaşılan her
güçlük ve engellerde günün şartlarına göre Kur'ân-ı Kerimin çeşitli cüzleri, bu
hareketin liderinin ağzıyla, bazan birkaç söz, bazan da uzun hutbe ve
konuşmalar şeklinde
418 ■ KUR’ÂN
VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
çıktı. Daha sonra bu
hareketin tamamlanması ve Hz. Muhammed'in peygamberlik vazifesinin sona
ermesinden sonra bu cüzler bir araya getirilip "Kur'ân" ismiyle
dünyaya sunuldu. Hareketin liderinin ifadesine göre, Kur'ân-ı Kerimde yer alan
kelime, cümle, emir, talimat, vaaz ve konuşmalar kendisine ait olmayıp
Alemlerin Rabbinden kendisine indirilen kelamdır. Eğer bir kişi, bu kelamın
Allah'a değil, hareketin liderine ait olduğunu iddia ediyorsa o zaman bunun
için inandırıcı deliller de sunmalıdır. Bu kişi görüşünü savunurken, dünyada
bir hareket liderinin yıllarca bir hareketi yürüttüğünü, bunu muazzam bir
devlet ve toplum düzenine dönüştürdüğünü, bazan bir vaiz ve ahlak hocası, bazan
mazlum bir cemaatin lideri, bazan bir devletin başı, bazan savaş meydanında
bir ordunun kumandanı, bazan bir fatih, bazan bir avukat, hakim, hukukçu,
bazan idareci ve iktisatçı olarak kısacası, çeşitli mevkilerde ve şartlarda
söylediği her söz, verdiği her emir ve yaptığı her konuşmanın birleşerek bir
kitap haline geldiğini ve bunun bir nizamın temelini oluşturduğunu ispatlamak
zorundadır. Bu kişi bütün bu söz ve konuşmalar arasında herhangi bir tezat veya
tenakuz bulunmadığını, her yerde merkezî fikri muhafaza ettiğini, hepsinde bir
bağlantı, ifade, üslup birliği bulunduğunu da ispatlamalıdır. Bu kişi, bu
kitabın bir insan akimın ürünü olduğunu düşünüyorsa, o insanın hareketinin
başlangıcında savunduğu fikir ve inançları, hayatının sonuna kadar
sürdürdüğünü, hareketin başlangıcında bunun hangi safhalardan geçeceğini ve bu
safhalarda ne gibi tavırlar alınacağım sezecek kadar basiretli olduğunu ortaya
koymak zorundadır. Eğer böyle bir kişinin, böyle bir eser meydana getirmesine
imkân varsa, o kişiye ve onun eserine işaret edilmelidir. Bunun başka bir eşi
olduğu ispatlanmahdır.115
6. Bugün aradan 1400
küsur yıl geçmiş olmasına rağmen Kur'ân-ı Kerim, Arap edebiyatının bir
şaheseri ve emsaline hiç rastlanmayan bir eseridir. Arapçada Kur'ân-ı Kerimin
seviyesine yükselmek şöyle dursun, yanma yaklaşabilen bir eser bile yoktur.
Sadece bu değil, Kur'ân-ı Kerim, Arapçada öyle bir standart meydana
getirmiştir ki, on dört asır geçmesine rağmen dilbilimi, gramer, kompozisyon ve
fesahati ile belagat için getirdiği kurallar ve boyutlar bugün de aynen
muhafaza ediliyor. Halbuki dünyanın hiçbir yerinde hiçbir dil, bu kadar uzun
süre böylesine sıkı kurallar içinde ve aynı şekilde muhafaza edilmemiştir.
Aradan geçen yüzyıllarda hemen hemen diğer bütün dillerde imlâ, yazı, deyim,
gramer, kompozisyon değişiklikleri meydana gelmiş ve bazı diller tanınmaz hale
gelmişlerdir. Fakat Kur'ân-ı Kerimin mucizevî tesirine bakın ki, aynı süre
içinde Arapça'da gözle görülür herhangi bir
115 Mevdûdî,
a.g.e.JI, 257-258.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 419
değişiklik olmamıştır.
Kur'ân-ı Kerimin bir tek kelimesi bile terk edilmemiş ve günlük konuşmalardan
kalkmamıştır. Kur'ân'm her deyimi ve her darb-ı meseli bugün de geçerlidir.
Kur'ân-ı Kerimin kendisi Arap edebiyatının erişilmez bir örneğidir. Dünyada
insanın yazdığı veya ortaya koyduğu herhangi bir eser ve kitap bu özelliklere
sahip sayılabilir mi?116
116 Mevdûdî,
a.g.e.JI, 255.
Sosyal ilimler, pozitif ilimler gibi
kesin, objektif ve somut sonuçlar ortaya koymaya elverişli değildir. Bu ilim
dallarında araştırma yapanlar, birtakım ferdî ve sosyal etkiler altında
kalmaktan çoğu kez kendilerini kurtaramazlar. Özellikle din ve inanç faktörü
işin içine girdiğinde bu objektiflik daha da güçleşmekte ve araştırmacı, elinde
olmayarak zaman zaman sübjektif ve yanlı değerlendirmelere sapabil- mektedir.
Kısaca ilmi ideolojiden kesin olarak uzak tutmak bugüne kadar mümkün olmadığı
gibi bundan sonra da mümkün görünmemektedir.
Bir araştırmacı olarak biz de bu
genel hükmün dışında kalamayız. Ancak bu çalışmamızı mümkün olduğunca objektif
ve konuya ilişkin olarak dile getirilen en ufak bir detay ve ihtimali
gözönünde bulundurarak sürdürmeye çaba gösterdik. Genellikle konuya ilişkin
iddialara, sahiplerine nisbet ederek ve toplu halde işaret etmekle birlikte
zaman zaman amaçlarının tam olarak anlaşılması ve sözleri üzerinde objektifliğe
en yakın bir değerlendirmenin yapılması için müsteşriklerin görüşlerini uzunca
iktibasta bulunduktan sonra değerlendirmeye tabi tuttuk.
Araştırmamız sonucunda vardığımız
sonuçları anahatlarıyla ve birer paragrafla şu şekilde özetleyebiliriz:
Oryantalizmin anavatanı olan Batı
dünyasının İslama olan ilgisi, bu dinin ortaya çıktığı ilk yıllardan itibaren
başlamıştır. Daha sonraki yıl ve asırlarda bu temasın sıcak mücadeleye
dönüşmesiyle bu konudaki eser ve İlmî çalışmalar da hasmâne bir atmosfer içinde
kaleme alınmış ve gerçekçilikten alabildiğine uzak bir özellik arzetmiştir. Bu
hasmâne
422 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
tavır ve çoğu zaman iftiraya
kadar varan iddialar, günümüze kadar da büyük çapta sürüp gelmiştir. Bunun
yamsıra oryantalistler tarafından çok faydalı İlmî çalışmalar da ortaya
konulmuştur.
Azımsanmayacak sayıdaki müsteşrik Hz.
Muhammed'in hayatı boyunca samimi ve vahiy diye algıladığı Kur'ân'daki
bilgilere inanan bir kimse olduğunu kabul etmektedir. Bu samimiyeti gerçek bir
peygamber oluşuna bağlayanlar—ister Müslüman olsun isterse Basetti Sani gibi
kendi dininde kalmaya ve konuyu başka şekilde değerlendirmeye devam etsin-
konumuzun dışında kalmaktadır. Bu samimiyeti gerçek bir peygamber oluşuna
değil de değişik faktörlere bağlayanların iddialarını çalışmamızın ilgili
bölümlerinde ele alarak tutarlılık derecesini ortaya koymaya çalıştık.
Araştırmamız sonucu vardığımız kanaat ise, bu samimiyet itirafları gerçeğin
ifadesi, bunu izah için ileri sürülen iddialar ise birtakım dinî, siyasî,
ideolojik ve sosyal kaygıların ürünüdür.
Hz. Muhammed'in baştan beri
artniyetli, sahtekâr ve aldatıcı olduğunu söyleyenlerin iddiaları ise az önce işaret
ettiğimiz görüş tarafından büyük ölçüde hükümden düşmekle beraber Hz.
Muhammed'in, halkı arasında doğruluk ve güvenilirlikle ün salması, tekellüf ve
sun'- iliğe tamamen zıt olan engin tevazu' ve fıtrîliği, başta hanımları, hizmetçileri,
yakın akrabaları, sahabileri ve kendisini tanıyan hemen herkesin büyük bir
içtenlikle kendisine olan bağlılıkları, onun getirdiği din uğrunda varlarını
yoklarını feda etmekten çekinmemeleri, bu durumun gerek zayıfken gerek güçlü,
gerek hayatında gerekse vefatından sonra hiç değişmemesi; basit günlük
meselelerde bile bilmediği konularda konuşmayarak son derece ihtiyatlı
olmasına karşılık Allah'tan emir aldığını anlar anlamaz her türlü tehlikeyi,
hatta ölümü göze alarak ne pahasına olursa olsun hak bildiğini haykırması;
tabiî fakat asîl, sade fakat lahûtî, fıtrî fakat yüce alemlerle bağlantılı
olduğu ilk bakışta farkedilen ve birçok kimsenin iman etmesine tek başına sebeb
olan hal ve tavırları; ümmî, eğitim ve öğretimden uzak, en bariz vasfı
"cehâlet" olan bir toplumda büyümüş olmasına rağmen insanlığa sunduğu
Kitabın ve "Sünnet" adı altında ortaya koyduğu hikmetin on dört asır
boyunca büyük medeniyetlere kaynaklık etmesi ve bugün bile Kur'ân'm en çok
okunan, saygı duyulan, inceleme ve araştırmaya tabi tutulan bir kitap olması;
hakikatle bağlı ve gerçeğe dayandığını gösterir derecede davasına hayatı
boyunca içtenlikle bağlılığı, kararlılık ve taviz- sizliği... gibi onun
şahsıyla ilgili işaret ve deliller böyle bir iddiayı kabul ihtimalini son
derece zayıf kılmaktadır.
Öte yandan, ilk vahiy karşısındaki
tepkisi, diğer bir ifadeyle Hira Mağarasında ilk defa Hz. Cebrail'i gördüğünde
gösterdiği telaş, "acaba başıma kötü bir şey mi geldi" endişesiyle bu
konuda bilgisinin olduğunu
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 423
ümit ettiği mercilere
başvurması, onun peygamber olma, bir kitap ortaya koyma konusunda önceden bir
düşüncesinin bulunmadığını gösterirken aynı zamanda son derece içten ve samimi
olduğunu ortaya koyuyor. İlk dönemde inen ayetleri hızlı hızlı tekrar ederek
ezberlemeye çalışması ve vahiy esnasındaki hali de sun'ilikle tamamen zıt
faktörler olduğunu konuyla ilgili tarihî belgeler göstermektedir. Çünkü bir
insanın düşünüp tasarlayarak söylediği bir sözü söylerken unutmamasına gayret
etmesi normal bir durum değildir. En çok ihtiyaç duyduğu ve şahsıyla ilgili
hayatî mevzuların sözkonusu olduğu anlarda uzun süre vahyin gelmemesi; bir ara
vahyin kesintiye uğraması ve pek çok kez vahyin kendi arzusuna muhalif olarak
inmesi veya onun bazı icraatlarını çok acı bir biçimde tenkid etmesi, ister
"hilâf-ı evlâ", isterse başka bir şekilde isimlendirilsin bazı
hatalarını tarihe mal ederek gerek kendi hayatı boyunca gerekse ondan sonra
yüzyıllarca dillerde tekrar ettirmesi de onun bu konudaki samimiyetini ve kendi
sözlerine vahiy görüntüsü verme gibi bir tutumunun sözkonusu olmadığını açıkça
ortaya koymaktadır.
Yine her insanın kendisinin de
manasını bilemediği bir sözü sarfetmesi ve bunu yazdığı bir kitaba kaydetmesi
mümkün olmaması cihetiyle, zaman zaman Hz. Muhammed'in amacını tam olarak
bilemediği ve ancak daha sonra gelecek bir ayetle açıklanan bazı ifadelerin
Kur'ân'da bulunması; Kur'ân gibi bir şaheserin kendi eseri olmadığını ısrarla
belirtmesi de gerçekten onun bu konudaki doğruluk ve samimiyetim açıkça gösteriyor.
Çünkü, tarihte zıddı sıkça vaki ise de, kendisine ait çok kıymetli bir eseri
başkalarına maleden kimse belki de hiç yoktur. Yine, zahiren tıpkı diğer
sözleri gibi ağzından dökülen Kur'ân'a olan saygı ve bağlılığı, onun hıfz ve
bekasına gösterdiği titizlik ve bunu diğer sözlerine asla göstermemesi ve
Kur'ân'm bu üstünlüğü karşısındaki aczi, onun ifadelerine en ufak bir
değişiklik ve müdahaleye cesaret edememesi de Kur'ân'm, başka, fakat yüksek ve
kutsî bir kaynaktan geldiğini gösteriyor. Hayatı boyunca Allah'ın sözü olarak
ortaya koyduklarıyla kendi sözü olduğunu söylediklerinin üslup bakımından
birbirinden farklı olması iki sözün gerçekten farklı ve Kur'ân'mkinin yüce ve
üstün olduğunu ispatlamaktadır.
Yine Hz. Muhammed'in Rabbiyle olan münasebetine
baktığımızda onun, Allah'a isnad ve iftirada bulunmasının imkânsız derecede güç
bir ihtimal olduğu ortaya çıkıyor. Meselâ, Allah'a son derece bağlı, Ondan son
derece korkan, emirlerine karşı gelmekten nihayet derecede çekmen, Onu razı
etmek için ibadete son derece düşkün ve Ona sonsuz bir güven ve tevekkül ile
bağlıdır. Buna karşılık Allah da inkârı mümkün olmayan, pekçoğu Kur'ân
ayetleriyle te'yid ve tescil edilmiş yüzlerce mucizeyi onun eliyle göstermiş ve
hayatının her anında onu himaye ve gözeti-
424 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
minde bulundurmuştur.
Söyleşine Allah'a bağlı, Allah'ın da böylesine kuvvet, muvaffakiyet ve teyit
bahşettiği bir zatın kalkıp da kendi sözlerini Allah'a isnat etmesi, Onun
adına konuşması, Onun rolüne girmesi mümkün müdür?
Hz. Muhammed'in, gerek
kendi dönemindeki, gerekse asrımızdaki muhaliflerinin kararsızlık ve
tutarsızlıkları, pek çoğunun önceden ileri sürdüğü iddialardan vazgeçerek ona
iman getirmeleri, iman getirmeyenlerin bir kısmının onun içten, samimi ve
dürüst bir insan olduğunu itiraf etmeleri bize göre onun peygamberliğinin açık
bir delilidir.
Hz. Muhammed'i, samimiyet
ve doğruluk açısından Mekke ve Medine dönemlerine göre farklı
değerlendirenlerin bu yaklaşımları da yerinde değildir. Zira gerekçe olarak
ileri sürdükleri "Tanrı telakkisinde değişiklik", "Yahudilere
karşı haksızlık edip katı davrandığı", "Ekonomik üstünlük hırsına
kapıldığı", "Antlaşmalarına bağlılık göstermemeye başladığı",
"Cinsî arzularına aşırı düşkünlük göstermeye yöneldiği", "Hz.
İbrahim ile Kâ'be inşası arasında bağ kurmaya başladığı"
"Yahudilerden ümidini kestiği için Kıbleyi değiştirdiği", "Öğle
namazı ve Aşure orucunu Yahudilerden öğrendiği" ve "Kur'ân'm üslup ve
muhtevasında değişiklik meydana getirdiği" iddialarının gerçekle bir
ilgisinin bulunmadığı çalışmamızda delilleriyle ortaya konulmuştur.
Çalışmamız sonunda ortaya
çıkan diğer bir gerçek de şudur: Ne Medine ne de Mekke dönemiyle ilgili olarak
ileri sürülen hiçbir merci Kur'ân-ı Kerime kaynak olacak nitelikte değildir.
Gerek Hz. Muhammed'in çağdaşları, gerekse günümüze dek Şark ve Garbtaki
muhalifleri, bazan genel ve müphem bir ifadeyle ona Kur'ân'ı birilerinin
öğrettiği, bir yerlerden alıp yazdığı; yaptığı ticarî yolculuklar sırasında
Ehl-i Kitaptan, özellikle Rahib Bahîra'dan öğrendiği; Hanîf diye isimlendirilen
ve Allah'ın birliğini ve Hz. İbrahim'den kalma birtakım inanç ve yaşayışları
benimseyen şu veya bu şahıstan aldığı; şairlerden ve halk fikirlerinden
edindiği; Sabiîlerden öğrendiği; Hz. Ömer ve benzeri bazı sahabilerden birtakım
görüşleri alıp Kur'ân'ma yerleştirdiği iddialarının tek tek ele alınıp hatıra
gelebilecek bütün ihtimaller gözö- nünde bulundurularak değerlendirilmiş ve bu
sayılan iddialardan hiçbirinin Kur'ân gibi muazzam bir kitaba kaynak
olamayacağı ortaya konulmuştur.
Meselâ, Mekke'de Yahudi
nüfusun bulunmadığı ihtimali son derece kuvvetli olup, varlıklarını gösteren
bir delil ve işaret gösterilememek- tedir. Mekke'de yaşadığı söylenen
Hıristiyanlar ise, genellikle dışarıdan gelmiş, Arapça'yı iyi konuşamayan,
köle, içki tüccarı, demircilik gibi zanaatlarla geçimlerini sağlayan kimseler
olup, Hz. Muham-
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 425
med'in bunlarla
haşirneşir olmaması bir yana, Kur'ân gibi, geçmiş ve gelecekle ilgili gaybî
haberler, İlâhiyat ve ahiretin yüksek hakikatleri, en yüksek İnsanî ve medenî
düsturları eşi ve benzeri getirilemeyecek yüksek fesahat ve belagatla Arapça
olarak sunan bir Kitaba kaynak olmaları mümkün değildir.
Hz. Muhammed'in yaptığı ticarî
yolculuklar da iki seferi geçmemekte, bunlardan birinde dokuz veya on iki
yaşında bir çocuk, İkincisinde ise yirmi beş yaşında, başkasının sermayesiyle
ticaret yapan ve ağır bir emanet yükünü sırtında taşıyan, geçimini sağlamak ve
sermaye sahibi ortağını memnun etmekten başka pek bir şey düşünmeye fırsatı
olmayan bir kimsedir. Her iki yolculukta da yanında başkaları bulunup, böyle
bir öğretimin cereyan etmesinden bir tek kelimeyle söz. etmemişlerdir. Öte
yandan Hz. Muhammed'in yolculukları esnasında temas ettiği farzedilen Ehl-i
Kitaptan alacağı bir şey de yoktu. Çünkü, bu çevreler genellikle ya dinlerini
bilmeyecek kadar cahil veya gerçeğin nerede olduğunu kestiremeyecek kadar
ihtilaf ve tartışma içinde bulunuyorlardı. Kısaca Hz. Muhammed, her gittiği
yerde mutlaka düzeltilmesi gereken inanç sistemleri, doğru yola iadesi gereken
hurafelerden başka bir şeyle karşılaşmamıştır.
Hz. Muhammed'in Kur'ân'ı, sayıları
bir elin parmaklarını geçmeyen, müphem bir tevhid inancından başka sistemli bir
akideleri bulunmayan, hatta en bilginleri bile Allah'a nasıl kulluk edeceğini
bilemediğini itiraf eden, bazılarının Müslüman olduğu, değişik gerekçelerle
Müslüman olmayanların ise, en yakınlarının İslâmî kabul ettiği Hanîflerden de
alması mümkün değildir.
Kur'ân'm şairlerden veya halk
fikirlerinden alınmış olması da düşünülemez. ‘Her şeyden önce, Kur'ân'm ne
üslup, ne muhteva ve ne de amaç olarak şiirle hiçbir ilgisi yoktur. Kur'ân,
özellikle cahiliye şiir ve şairlerine sıcak bakmamakta ve onları şiddetle
tenkit etmektedir. Kur'ân'm bu şekilde değerlendirdiği şairlerin ona kaynak
olmaları düşünülebilir mi?
Hz. Muhammed'in içinden çıkarılıp
gönderildiği Cahiliyye Mekke'sinin inanç ve adetleri ile Kur'ân'm öğretileri
arasında da bir paralellik bulunmamaktadır. Her şeyden önce Kur'ân, ilk günden
beri mutlak tevhid inancını savunmuş, putperestliği reddetmiş, geçerli sosyal
değerleri temelden değiştirmiş, son derece yaygın olan her türlü hurafeyi reddetmiş,
materyalizmi, kabile asabiyetini, gaddarlığı, ahlaksızlığı ve zulmü ortadan
kaldırmıştır. Öte yandan kaynak bakımından semavi olan bazı güzel inanç ve
hasletleri bulaştırıldıkları cahiliye telakkilerinden temizleyerek ta'dil ve
ibka etmiştir. Kısaca Kur'ân, onlardan
426 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
alınmamış, onlar üzerinde
ciddi bir murakıp, hakem ve ayıklayım rolünü oynamıştır.
Tezimizde, Kur'ân'm Mekke'de
yaşadıkları bilinen, putperest, yıldızlara ve meleklere tapan, dinî törenleri
putperestlik, Hıristiyanlık ve diğer birtakım mezheplerin karışımı olan
Sabitlerden de alınmış olamayacağı ortaya konulmuştur. Nitekim, Sabiîler,
Kabe'ye değil, Harran'a haccederken, Kur'ân, Kabe'ye hac yapılmasını emretmiş,
onlar, güneş doğarken, batarken ve tepede iken ibadet ederken, Hz. peygamber
bu üç vakitte namaz kılınmasını yasaklamıştır.
Hz. Peygamberin, bizzat Kur'ân'm
emriyle, kesin vahyin bulunmadığı durumlarda zaman zaman sahabileriyle
istişarelerde bulunduğu doğrudur. Yine, Hz. Ömer'in birkaç noktada, daha sonra
gelecek olan vahiy ile aynı paralelde düşündüğü ve bu konuda bir vahyin
gelmesini arzu ettiği de gerçektir. Ancak, gerek Hz. Ömer ve gerekse bütün
sahabiler, koyu bir cehalet içerisinde bulunurken Kur'ân gibi semâvî bir kitap
inmeye başlamış, Hz. Muhammed, onun talimatlarına dayanarak her türlü inanç ve
telakkileriyle bütün bir Arabistana meydan okumuş, peyderpey imana gelen bütün
sahabiler inen ayetlere kayıtsız şartsız inkıyad göstermiştir. Kur'ân, sayılı
birkaç noktada Hz. Ömer'in görüşüyle paralellik göstermişse sayısız noktalarda
da onun inanç, ahlak ve yaşayışını düzeltmiştir. Allah'ın yeryüzündeki
halifesi olan, hele Hz. Ömer gibi meselelere imanın feraseti ve selîm
fıtratının perspektifi ile bakan bir insanın, hiçbir zaman doğruyu yakalayamayacağını,
mutlaka yanlış düşünüp, gelen âyetler tarafından düzeltilmesi gerektiğini
söylemek ne derece doğru bir yaklaşım olur? Kaldı ki, Kur'ân, Hz. Muhammed
dahil, en belirgin vasfı cehalet olan bir asır insanının kendi başına bilmesi
mümkün olmayan, İlâhî hakikatler, gaybî haberler, kevnî gerçekler, fıtratı
derinden derine ihtizaza getiren son derece hassas, dengeli ve adil düsturlarla
doludur. Bunların şu veya bu şahsın düşüncesinin ürünü olduğunu söylemek mümkün
görünmemektedir.
Müsteşriklerin Medine döneminde sözkonusu
olabileceğini söyledikleri dış kaynaklara göz attığımızda bunların da Kur'ân'a
menba ve merci olamayacaklarını görmekteyiz. Bu dönemde Hz. Muhammed artık tarihe
mal olmuş bir şahsiyet haline gelmiştir. Her hareketi gözlenmekte, her sözü
hafızalara ve bazan da satırlara kaydedilmektedir. Böyle bir şahsiyetin hatıra
gelebilecek istifade kaynakları böylece son derece kısıtlanmış olmaktadır. Bu
dönemde ileri sürülen bellibaşlı iki kaynak vardır: Medine Yahudileri ve Medine
civarındaki Hıristiyanlar. Medine'de Hıristiyan yok denecek kadar azdır.
Necran gibi çok da yakın olmayan civar bölgelerde yaşamaktaydılar.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 427
Hz. Muhammed'in Kur'ân'ı
ortaya koyarken Medineli yahudilerden yararlandığı iddiası yanlıştır. Çünkü,
bir kere o zamana kadar Kitab-ı Mukaddes kıssalarını konu alan ayetlerin hemen
tamamı öz olarak inmiştir. Ondan sonra detay sayılabilecek birtakım bilgilerle
boşluklar doldurulmuştur. Bunun dışındaki Kur'ân ayetlerinin büyük çoğunluğu tamamlanmış
bulunmaktadır. Islamm ana çerçevesi iyice oluşmuş, temelleri sağlam bir
biçimde atılmış, hatta denebilir ki, İslam binasının çatısına ve birtakım dış
tezyinatına sıra gelmiştir. Bu aşamadan sonra Yahudilerden alınabilecek fazla
bir şey kalmamıştır. Öte yandan Medine döneminde Yahudi din bilginlerinin bir
kısmı Müslüman oldu. Geri kalanlar da ona karşı cephe aldılar ve bir rakabet
içine girdiler. Tarih, ortada kalan din bilginlerinin varlığını
kaydetmemektedir. Hz. Muhammed'in mühtedi hahamlardan Kur'ân ayetlerini alması
en azından hoca ile talebe arasındaki rolü tersyüz edeceği, hocayı talebe,
metbuu tabi haline getireceği için mümkün değildir. Kur'ân'ı düşman ve rakip
hahamlardan alması da düşünülemez.
Medine merkezinde
yaşadığı düşünülen tek tük Hıristiyanların başı Ebû Amir er-Râhib de Kur'ân'a
kaynak olamaz. Çünkü ilk günden itibaren Hz. Muhammed'e cephe almış ve
şiddetli düşmanlığından Medine'nin dışına çıkmıştır. Öz oğlu bile Müslüman
olmuş ve İslam yolunda canını vererek şehid düşmüştür.
Necran Hıristiyanlarına
gelince, Yahudiler için sözkonusu olan birçok nokta onlar için de sözkonusu
olduğu gibi, bunlar istifadeyi güçleştirecek derece Medine'den uzakta
bulunmakta, ayrıca en önemli din biginlerini ve ileri gelenlerini Medine'ye
elçi olarak göndererek, Hz. Muhammed ile tartışmışlar, pek çok soruları bizzat
Kur'ân ayetleri tarafından cevaplandırılmış-, daha sonra bu heyet fikren
mağlubiyetlerini itiraf ederek Müslümanların himayesine girmeyi ve cizye
vermeyi kabul etmiştir. İş bununla da bitmemiş, delegasyonunun en önemli
üyeleri ülkelerinden geri dönerek Müslüman olmuştur.
Acaba Hz. Muhammed
doğrudan doğruya Kitab-ı Mukaddesten yararlanmış olabilir mi? Araştırmamızın
bu soruya verdiği cevap da "Hayır!"dır. Çünkü, Hz. Muhammed'in ümmî olması
bir yana, Kitab-ı Mukaddesin Arapça bir tercümesi o gün için henüz mevcut
değildi. İlim belli bir grup din bilgininin tekelinde olup umumi istifadeye
açık değildi. Öte yandan gerek üslup ve gerekse muteva bakımından Kur'ân ile
Kitab-ı Mukaddes arasında çok büyük farklılıklar vardır. Kur'ân, sözkonusu
kitaplar üzerinde hakem, murakıp ve doğrultucu rolünü oynayıp bazı noktalarını
onaylamış, bazılarını tadil etmiş, bazılarını ise insanların ilavesi olduğunu
belirtip reddetmiştir.
428 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Dış kaynaklar diye ifade
edebileceğimiz bu hususları böylece değerlendirdikten sonra, "Iç
Kaynaklar" diye adlandırdığımız Hz. Mu- hammed'in şahsıyla ilgili olanları
ele aldık. Kur'ân'm, Hz. Muham- med'in şahsî tefekkür, mantık, dehâ ve
çabasının ürünü olamayacağı sonucuna vardık. Her ne kadar mantık,
putperestliğin geçersizliğini ortaya koymak için yeterli ise de bu inancın
yerine getirilecek yol ve sistemi bütün levazımatıyla tespit edip insanların
hayatına mâl etmek bir inasmın işi değildir. Öte yandan, şahsî tefekkür, geçmiş
ve geleceğin gaybî dehlizlerine nüfuz edemez, kâinatın Yaratıcısı olan Allah'ı
bütün isim ve sıfatlarıyla tanıtamaz, geçmiş semavî kitapların ruhunu özümseyip,
onları hurafelerden arındırarak üzerlerinde murakıp rolünü ifa edemez. Oysa
bakıyoruz ki, Hz. Muhammed, Kur'ân inmeden önce kitap nedir, iman esasları
nedir bilmiyordu. Değil kıyamete kadar gelecek bütün bir insanlığa, kendi
kendisine bile yol göstermekten uzaktı. Kur'ân'ı lebaleb dolduran, kevnî
gerçekler, İlâhî hakikatler, İçtimaî ve ahlakî düsturlar, görünen ve görünmeyen
alemler arasındaki ince münasebetler... Hz. muhammed'in şahsî tefekkürünün
ürünü olamaz.
Tezimizde, Hz. Muhammed'in, şahsî
veya İçtimaî emellerini gerçekleştirmek için Kur'ân'ı ortaya koyup Allah'a
isnat ettiğine ilişkin iddiayı da ele aldık. Bunu, dünya malına düşkünlük,
liderlik tutkusu, cinsel arzularını tatmin, konfor ve rahata meyil veya iyi
niyetle halkını ahlakî ve sosyal açıdan ıslah için sözlerine bir tesir kazandırma...
gibi ihtimaller üzerinde detaylı bir biçimde durduk. Bunların hiçbirinin Hz.
Muhammed için sözkonusu olmadığı sonucuna vardık. Bir kere o, hiçbir zaman
dünya malına düşkünlük göstermemiş, dünya hâzineleri eline aktığı zaman bile
zahidâne yaşantısını değiştirmemiş, zaruri ihtiyaçlarının dışında eline geçen
ne varsa muhtaçlara dağıtmıştır. Bazan haftalarca evinde yemek pişirmek için
ateş yanmamış, günlerce süren açlığını bastırmak için bağrına taş bağlamış,
sofrasında bir çeşitten fazla yemek bulundurduğu çok nadir görülmüş, üç gün üst
üste arpa ekmeğiyle olsun karnını doyurmamıştır. Böyle bir zatın konfora
düşkünlüğünden söz edilebilir mi?
Hayatının en hararetli ilk yirmi beş
yılını iffetle ve bekâr olarak geçiren, elli yaşlarına kadar, kırk yaşında
evlendiği bir tek hanımla yine son derece iffetle ve hiçbir dedikoduya meydan
vermeden geçiren bir zatın cinsel arzusunu tatmin için ayetler indirdiği
iddiasının da son derece çirkin bir iftira olduğu, böyle bir zatın elli
yaşından sonra çok evliliklerinin yüksek birtakım hikmetlere dayandığı da
tezimizde delilleriyle izah edilmiştir.
Kavmini, dinî, ahlakî ve İçtimaî
açıdan ıslah için, dürüst ve dindar bir insan bazı sözler uydurup Allah'a isnad
edemez. Çünkü bu son derece
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 429
yüksek gaye ile bu hadsiz
derece çirkin tutum birbirine aydınlık ve karanlık gibi zıttır; aynı şahısta
toplanamazlar. Hz. Muhammed, düşmanlarının itirafıyla dahi, her türlü güzel
ahlakı şahsında bulunduran nezih ve müstesna bir zattır. Böyle bir zatın,
haddinden hadsiz derecede tecavüz edip, Allah'a iftira gibi en çirkin
sahtekârlığa düşmesi mümkün değildir. Bu nokta da tezimizde detaylı bir biçimde
ortaya konulmuştur.
Acaba Hz. Muhammed farkında
olmaksızın, yanılarak kendi sözlerini Allah'a isnat etmiş olabilir mi? Bu da
mecnun olduğu, bilinç altındaki arzularının Kur'ân âyetleri olarak dışa
yansıdığı, sara hastası olduğu, histeri ve nevrasteniye yakalandığı,
gördüklerinin halüsinasyon olduğu... ithamları altında ileri sürülmüştür.
Hz. Muhammed gibi, ruhen ve bedenen
son derece sağlıklı, dengeli, itidalli, deha derecesinde akıllı, bütün bir
insanlığa meydan okuyacak ve Allah'tan aldığına inandığı prensiplerini
insanlığın can ve damarlarına zerkedecek derecede kararlı bir insanın bu tür
ruhî ve bedenî hastalıklara maruz kaldığını ileri sürmek, büyük bir cehalet
eseri değilse, korkunç bir kin ve peşin hükümlülüğün ürünüdür. Burada işaret
ettiğimiz bütün iddiaları tezimizde detaylı bir biçimde ele alıp, gerçekle bir alakasının
bulunmadığını ortaya koyduk.
Tezimizin Üçüncü Bölümünde, Kur'ân'ın
üslup ve muhtevasının, kendi kaynağına delaleti üzerinde durduk. Bu
bölümde de ulaştığımız sonuçlar şöylece özetlenebilir: Kur'ân âyetleri, öyle
bir insanın çıkıp da bazı sözlerinin başına "Oku!", "De
ki", "Emret!", "Ey Nebî", "Ey Resûl",
"Biz sana vahyettik"... gibi eklemelerde bulunarak Allah'a isnad
edeceği cinsten ifadeler değildir. Kur'ân baştan başa bir İlâhî ruh ve hava aksettiriyor.
Meselâ, Kur'ân, mübelliği olan Hz. Muhammed'in hiçbir üzüntü ve sevincinden bir
iz taşımıyor. Yirmi üç sene boyunca pekçok acı, ıstırap, musibet ve sıkıntıya
maruz kaldığı gibi, en büyük sevinç, başarı ve zaferlere de mazhar olan bu
zatın, bu en önemli hallerinden hiçbirini bir beşer bedbinliği veya
taşkınlığıyla konu almamaktadır. Aksine ya bunlardan hiç söz etmemekte veya
yüksek bir tevcih, irşad, ders ve ibret işaretlerinde bulunmaktadır.
Öte yandan Kur'ân, gerek muhteva ve
gerekse üslup bakımından beşerî teamül, telakki, ölçü ve değerlerden son derece
uzak ve münezzehtir. Diğer bir ifadeyle Kur'ân, bir ferdin ruh halini, ahlak,
yaşayış ve telakkilerini yansıtmadığı gibi, belli bir toplumun da zaaf,
meziyet, ölçü ve değerlerini yansıtmamaktadır. O gerçekten, alemlerin Rabbi
olan bir Zâtın, semâvî, cihanşümul ve zaman üstü ölçü ve değerlerini aksettirmektedir.
O, İlâhi ilmin projektörüyle geçmiş ve geleceğe nüfuz ettiğini gösteren mutlak
bir güvenle söz söyler. En olumsuz ve zahirî esbab daire-
430 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
sinde muvaffakiyetten en
uzak bir durumdaki mübelliğinin mutlak zafere ereceğini kesin bir ifadeyle
dile getirir. Benzerinin getirilmesinin, zaman, mekân ve muhatap tahdidi
yapmadan mümkün olamayacağım, yine ancak Allah'ın garantisini gösteren bir
edayla ilan eder.
Kur'ân, değil yalnız Hz. Muhammed
gibi ümmi bir zatın, onun dönemindeki bütün insanlığın habersiz olduğu, hatta
çok asırlar sonra geliştirilmiş teknik imkanlarla keşfedilebilecek pekçok İlmî
ve kevnî gerçekleri ihtiva etmektedir. Yine herbirisi başlı başına bir ihtisas
alanı olan İslâmî ilimlerin ana umdeleri, tabir caizse formül ve fezlekeleri
Kur'ân'da bulunmaktadır. Böylesine hadsiz genişlikteki ilimlerin ruhunu
özümseyip, bunca dikkatli tetkik ve tarassutlar altında en ufak bir yanlışlığa
düşmeden, hatta çoğu zaman asırlar sonra haklılığı ortaya çıkacak bir kitabın
ümmî bir zatın akimın ürünü olması mümkün değildir.
Öte yandan Kur'ân'm gerek dostlarına,
gerekse düşmanlarına olan inkâr edilmez tesiri de onun gerçek kaynağına işaret
etmektedir. Onun kadar, cazibe merkezi haline gelmiş, uğrunda ömürler feda
ettirmiş, canlar verdirmiş, ordular sevkettirip hakikatlerini dünyanın en ücra
köşesine kadar ulaştırmaya aşk ve şevkle koşturmuş başka bir kitap gösterilemez.
Bugün bile Kur'ân, en çok okunan, en çok basılan, bol miktarda ellerde
dolaşan, buna rağmen değerinden hiçbir şey kaybetmeyen tek kitaptır.
İnsanın his, beden ve akıl dengesini
sonsuz denecek derecede bir hassasiyetle koruyarak hükümlerini vazetmiş,
emirlerini tevcihte bulunmuş ve hükümlerini tatbik ettirmiştir.
Yirmi üç sene gibi uzun bir zaman
zarfında çok değişik vesilelerle zaman ve ortam bakımından birbirinden çok
uzak şekilde indiği halde ayetler yan yana konulduğu halde akıcılığından, konu
bütünlüğünden ve insicamından hiçbir şey yitirmemektedir. Aynı anda hem
komutan, hem hakim, hem din adamı, hem yönetici, hem aile reisi... olan bir
şahsın bütün bu vesilelerle, yirmi üç sene gibi uzun bir zamanda çok değişik
ha- let-i ruhiyelerde sarfettiği sözlerinin bir kitap bütünlüğü içinde bir
araya getirildiğinde meydana gelecek karışıklığı gözönünde bulundurduğumuzda,
Kur'ân'm beşer sözü olamayacağı gerçeği bir kez daha açıkça ortaya çıkacaktır.
Abdulbakî, Muhammed.
Fuad, el-Mu'cemil'l-Müfehres Li Elfazi'l-Kur'- ân'i'l-Kerim, İstanbul
1990.
Abbott
Nabia,"Studies in Arabie Leterary Papyri II: Cor'anic Commen- tary and
Tradition" (1967).
Abel, Armand, Le Coran,
Bruxelles 1951.
Ahmed Mithat (Efendi), Müdafaa
(Ehl-i İslâm'ı Nasraniyete Davet Edenlere Karşı Kaleme Alınmıştır), İstanbul,
1300.
Beşâir (Sıdk-ı Nübuvvet-i Muhammediye),
Dersaadet 1317.
Ahrens, Kari, Christliches
im Qoran, ZDMG. 84 (1930)
el-Akîkî, Necîb, el-Musteşrikûn,
Dâru'l-Maarif, 3. Baskı, I-III, Mısır 1965.
Ali, Cevad, el-Mufassal
Tarihu'l-Arab Kable'l-İslâm, I-IX, Beyrut 1968-1972
Andrae, Tor, Mahomet, Sa
Vie et Sa Doctrine.Paris 1945.
Les Origines de L'Islam
et la Cristianisme (Traduit de L'Allemend par Jules Roche) Paris 1555.
el-Askalânî, İbn Hacer
Ebu'l-Fazl Ahmed b. Ali, Fethu'l-Barî bi .Şerhi'l-Buharî, I-XVII, Mısır,
1959.
Ateş, Ali Osman, Sünnetin
Kabul veya Reddettiği Cahiliye ve Ehl-i Kitap Örf ve Adetleri (Doktora
Tezi, 1989, basılmamış)
Atiyyetullah, Ahmed, el-Kamûsu'l-İslâmî,
Mektebetü'n-Nehda'l- Mısriyye
432 ■ KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Avad, İbrahim, Masdaru'l-Kur'ân,
(Dirâse Fi'l-İ'chazi'n-Nefsî), Kahire 1986.
el-Musteşrikûn ve'l-Kur'ân
Dâru'l-Hukûk, Kahire
1985.
Bayraktar, İbrâhim, Hz.
Peygamberin Şemaili (Doktora Tezi), Sehâ Neşriyat, İstanbul 1990.
Bedevi, Abdurranmân Defense de la vie
du Prophete Contre ses Ded- racteurs.Edition Afkar, Paris 1990.
Defence du Coran Contre es Critiques,
Paris 1989.
Belâzûrî, Ahmed b. Yahya, Ensâbü'l-Eşraf,
Matbaatu DâriT-Maarif, Mısır 1959.
Futûhu'l-Büldân, Dâru'l-Maarif, Mısır 1959.
Bell, Richard, Who Were the Hanifs?
(The Moslem World) v. XX 1930.
The Qur'ân, (Translated, with a
critical re-arrangement of the Su- rahs), I-II, Edinburghe 1937, 1939.
The Origin of İslam in its Cristian
Enviroment,London 1926.
Introduction to the Qur'ân, Edinburgh
1953.
Beltâcî, Muhammed, Medhal
Île'd-Dirâsâti'l-Kur'âniyye, Mektebe- tü'ş-Şebâb, Kahire 1987.
Bertuel, Joseph, L'Islam Ses
veritables Origines, I-III, Paris 1981.
Birkeland,"Old Müslim Oppositon
Against Interpretation of the Koran" (1955)
Bilmen, Ömer Nasuhi, Tabakatii'l-Müfessirîn,
I-II, Bilmen Basımevi, İstanbul 1973.
Blachere, Regis, Le Coran,
(Traduction Nouvelle) I-II, Paris 1949.
Le Problem de Mahomat, Paris 1952.
Le Coran, (Que Sais-je) Paris 1966.
Introduction au Coran, Maisonneve et
Larose, Paris 1991.
Histoir de La Litterature Arabe,
Paris 1990.
Bouquet, A. C.,
Comparative Religion (Penguin Books) Great Britain
1956.
Brockelmann, C. İslâm Milletleri
ve Devletleri Tarihi (Tere. Neşet Çağatay) Ankara 1964.
Bucaille, Maurice, la Bible, le Coran
et la Science, International Isla- mic Federation of Student Organizations,
Kuwait, ts.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 433
Buharî, Ebu Abdillah
Muhammed b. Ebi'l-Hasen, es-Sahîhu'l-Buharî, Çağrı Yayınları, İstanbul
1981.
Buhl, Frantz, Das Leben
Muhammads, Leipzig 1930.
el-Bûtî, M. Said Ramazan,
Min Revaii'l-Kur'ân, MektebetüTFarabî, Dimaşk 1970.
Caetani, Leone, İslâm Tarihi
(Tere. Hüseyin Cahid) İst. 1924.
Çağatay, Neşet, İslam
Öncesi Arap Tarihi ve Cahiliye Çağı, Ankara
1957.
Chouraqui, Anre, Le Coran
(L'Appel) Paris 1990.
Carra de Vaux, La Legende
de Bahîra, ou Un moine chretien auteur du Coran, Paris 1898.
Çelik, Ali, İslâmın
Kabul veya Reddettiği Halk inançları (Hicaz Bölgesi) Doktora Tezi,
İstanbul.
Cerrahoğlu, İsmail, "Batıda
Kur'ân Üzerine Araştırmalar", Ankara Üniversitesi, İ. F. Dergisi, c.
XXXI.
Tefsir Usûlü, A. Ü. İlâhiyat Fakültesi Yayınlar,
Ankara 1976.
Tefsir Tarihi, Diyânet işleri Başkanlığı Yayınları,
Ankara 1988.
Crapon, Pierre (de
Caprona), Le Coran: Aux Sources de la Parole Ora- culaire, Publication
Oriantalistes de France, 1981.
Daniel, Norman, İslam and
the West: the Making of an Image, Edin- burgh, 1960.
Danişmend, İsmail Hami, Garb
İlminin Kur'ân-ı Kerim Hayranlığı, İstanbul, 1978
Dârimî, Ebu Muhammed
Abdullah, Sünenü'd-Dârimî, Çağrı yayınları, İstanbul 1981.
Davenport, Jaun, Hz.
Muhammed ve Kur'ân-ı Kerim (Tere: Ömer Rıza Doğrul) İstanbul 1926
Dâvud, Abdulahad, Tevrat
ve İncil'e Göre Hz. Muhammed (Tere. Y. Doç. Dr. Nusret Çam) Nil Yayınları,
İzmir 1988
Derveze, Muhammed İzzet, Asru'n-Nebî,
Daru'l-Yakaza, Dimaşk, 1946
Doğrul, Ömer Rıza, Kur'ân
Nedir? Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, (İkinci Baskı) Ankara, 1967
Draz, Muhammed Abdullah,
Initiation au Coran, Presse Universita- ires de France (Paris) 1951.
en-Nebeü'l-Azîm, Matbaatu's-Saade, 1969.
İslâmın İnsana Verdiği
Değer, (Tere.
Nureddin Demir) Kayıhan Yayınları, İstanbul 1983.
434 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Ebu Dâvud, Süleyman b. Eş'as
es-Sicistanî, Sünemi Ebî Dâvûd, Çağrı Yayınları, İstanbul 1981.
Ebu Zehre, Muhammed, İslâm'da
Cihad Kavramı, (Çev: Kemal Ka- raağaçlı ) Fikir yayınları İstanbul 1985.
Mıûıadarat Fi'n-Nasraniyye, Dâru'l-İftâ, Rıyad 1404.
Ertuğrul, İsmail Fennî, Hakikat
Nurları, Sebil Yayınevi, İstanbul 1975.
îzâle-i Şükûk, Orhaniye Matbaası, İstanbul
1928,Orhaniye Matbaası, İstanbul 1928,
Edib, Eşref, Kur’ân Garb
Mütefekkirlerine Göre, İstanbul 1957
Edouard Montet, Le Coran, Payot,
Paris 1944.
Emin, Ahmed, Fecrü'l-îslâm,
Beyrut, ts.
Fazlurrahman, Ana Konularıyla
Kur'ân, (trc. Alpaslan Açıkgenç) Ankara 1993.
Gallâb, Muhammed, Nazarâtün
İstişrakıyye Fi’l-îslâm, (Mecelletü'l- Ezher, Nisan 1970 tarihli sayının
eki) Kahire.
Gaudefroy-Demombynes, Mahomet, Paris
1969.
Gazali, Ebu Hamid Muhammed, İhyâu
Ulûmi'd-Dîn, I-IV, Mısır, Tarihsiz.
el-Gazâlî, Muhammed, Nazarat
FiT-Kur'ân, Kahire 1962
Gibb, H. A. R., Mohammedanism An
Hibtorical Survay, Oxford Uni- versity Presse 1953.
Goeje, M. De, Quotantion frome the
Bible in the Qoran and the Tradi- tion (Semitic Sttudies in Memory of Alexander
Kohut, 1897)
Goldziher, L, Le Dogme et La Loi de
LTslam, (Traduction de Pelix Arin) Paris 1958.
"Die Richtungen der Islamischen
Koranauslegung" (1920).
Gölcük, Şerafeddin ve Toprak,
Süleyman, Kelâm, Konya 1988.
Grimme, H., Mahommed, I-II, Münster
1892, 1895.
Guillaume, Alfred, İslam (a Pelican
Books) 1964.
el-Hakîm, Muhammed Bakır, el-Musteşrikûn
ve Şübehâtühüm Hav- le'l-Kur'ân, Beyrut 1985.
Halebî, İnsânu'l-Uyûn, Mısır
1964
Halîl, İmaduddîn, el-Musteşrikûn
ve's-Siretü'n-Nebeviyye ("Menâhi- cü'l-Musteşrikîn Fî'd-DirâsâtiTArabiyye
el-İslâmiyye") isimli kitaptaki makalesi.
KUR'ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 435
Kalû Ani'l-Kur'ân, (B. S. Nursî'nin, İşâratü'l-Î'câz
tefsirinin zeylindeki neşri, Sözler Yayınevi, İstanbul 1994.)
Hamidullah, Muhammed, Le
Prophete de L'Islam, Sa Vie, Son Oe- uvre, Association des Etudiants Islamiques
en Francc, I-II, 5. Baskı, Paris 1989.
Kur'ân-ı Kerim Tarih, (Tere. M. Said Mutlu), İst. 1965.
el-Vesâiku's-Siyâsiyye, Dâru'n-Nefâis,
5. Baskı, Beyrût, 1405.
"Hz. Peygamberin
İslâm Öncesi Seyahatleri" (Tere. Abdullah Aydınlı) A. Ü. İslâmî İlimler Fakültesi
Dergisi, sy. 4; s. 327-342.
Hançerlioğlu, Orhan, Ruhbilim
Sözlüğü, Remzi Kutabevi, 2. Basılış.
Hatip, Abdulazîz, Gönüllerin
Fethinde Cihad, Gençlik Yayınları, İstanbul, 1994.
el-Hazrecî, Ebu Ubeyde,
(V. 582 H.), Beyne'l-İslâm ve'n-Nasraniyye (Kitâbıı Ebu Ubeyde el-Hazrecî)
Tahkîk: Dr. Muhammed Şâme, Mekte- betü Vehbe, 1979 Misi
Heyet, İslâm
Ansiklopedisi, Milli Eğitim Bakanlığı, İstanbul 1941.
Heyet, Menâhicü'l-Musteşrikîn
Fî'd-Dirâsâti'l-Arabiyye el-İslâmiyye, Mektebü't-Terbiyyeti'l-Arabi Li
Düveli'l-Halîc, Riyad, 1405-1985 I-II
Heykel, Muhammed Huseyn, Hayâtu
Muhammed, Matbaatu's-Sünne- ti'l-Muhammediyye, Kahire 1968
Heysemî, Mecmau'z-Zevâid
ve Menbau'l-Fevâid, I-X, Beyrut, ts.
Hirschfeld, Hartwig,
Judiche Element im Koran, Berlin 1878.
Huart, Cl. Une Nouvelle
Source du Coran, Jour. as. Juillet-août 1904
Hubby, Jozeph, Manuel
d'Histoire des Religions, Paris 1946
el-Hûfî, Ahmed Muhammed, Min
Ahlâkı'n-Nebî, Matabiu'-Ehrâm et- Ticâriyye, 1970.
lyaz, el-Kadî, eş-Şifâ
bi Ta'rîfi Hukûki'l-Mustafa (Tahkîk: Muhammed Karaalı vd.) I-II, Dımaşk,
tarihsiz.
İbnü'l-Cevzî, el-Vefâ
Bi Ahvâli'l-Mustafa, I-II, Mısır 1975
İbn Esîr, Üsdü'l-Gabe,
I-VII, 1970.
el-Kâmil, I-XIII, Beyrut,
1965.
• İbn Hanbel, Ahmed, Müsned,
Çağrı Yayınları, İstanbul 1982.
İbn Hişâm, es-Sîretü'n-Nabeviyye
(Tahkîk: Mustafa es-Seka vd.) Mek- tebetü ve Matbaatü Mustafa el-Babî el-Halebî
(II. Baskı), 1955.
İbn İshâk, Sîretü'
İbni İshak, (Tahkîk ve ta'lîk, Muhammed Hamidullah) Hayra Hizmet Vakfı
Neşriyatı, Konya, 1981.
436 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
İbn Kayyim, Zâdü'l-Mead, Fî
Hedyi Hayri'l-İbâd, I-IV, Mısır 1970.
İbnuT-Kelbî, Kitâbii'l-Asnâm, el-Ustaz
Ahmed Zekî Paşa, Neşriyâtu Kulliyâti'l-İlâhiyyât bi Câmiati Ankara, 1969
İbn Kesîr, Şemâilii'r-Resûl,
Beyrût, tarihsiz, s. 108
İbn Kuteybe, Te'vîlü
Muhtelefi'l-Hadîs, Mısır 1326.
İbn Mace, Muhammed b. Yezîd, Sünenü
İbn Mace, Çağrı Yayınları, İstanbul 1982.
İbn Miskevyh, Tehzîbü'l-Ahlâk ve
Tathîru'l-A'rak, el-Matbaatu'l-Hu- seyniyye, Mısır 1329 H.
İbn Sa'd, et-Tabakât'ül-Kübra,
I-VIII, 1957
İbn Teymiyye, el-Cevabu's-Sahîh
Limen Beddele Dîne'l-Mesîh, Mat- baatü'l-Medenî, 1964, Kahire
Irving, W., Mahomet and His
Successors, edited by Rochmann, The University of Wisconsin Press, Madison,
London, 1970.
İzutsu, Toshihiko, Kur'ân'da Allah
ve İnsan, (Çev. Süleyman Ateş), A. Ü. İlâhiyat Fak. Yayınları Ankara 1975.
Jomier, Jacques, Bible et Coran,
Paris 1958.
Kahraman, Ahmet, Dinler Tarihi,
İstanbul 1965.
Karaçam, İsmail, Sonsuz Mu'cize
Kur'ân, Çağ Yayınları, 2. baskı, İstanbul 1990
Kasimirski,
Le Coran, Parisl983.
Kastallânî, Şihâbu'd-Dîn Ahmed, el-Mevâhibü'l-Ledünniyye,
bi'l-Mi- nehi'l-Muhammediyye, I-II, Beyrut ts.
Kellet, E. E., A Short History of
Relijions, London 1933.
Keskioğlu, Osman, Kur'ân Tarihi,
İstanbul 1953.
el-Kettânî, Muhammed Abdulhay, et-Terâtibü'l-İdâriye
(Tere. Ahmed Özel), İz Yayıncılık, İstanbul 1990
Khawam, R. Rene, Le Qoran, Paris
1990.
Khoury, Adel-Teodore, Polemique
byzantine contre L'Islam, (VIIIe-XI- Ile s.), Leiden, 1972.
Kitâb-ı Mukaddes, Kitâb-ı Mukaddes Şirketi, İstanbul
1976.
Koksal, M. Asım, Hz. Muhammed ve
İslâmiyet, (Medine Devri) Şamil Yayınevi, İstanbul, tarihsiz, I-XI.
Kutub, Seyyid, Fî Zılâli'l-Kur'ân,
Beyrut 3. basım ts.
Kuşeyrî, er-RisâletüT-Kuşeyriyye,
I-II, Mısır, ts.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 437
Künslinger, D., Christliche Herkunft
der Kuranischen Lot-Legende, Lwow 1930.
Jomier, Jacque, The Bible and the
Koran, New York, 1964.
el-Lebbân, el-Musteşrikûn
ve'l-îslam, Mecelletü'l-Ezher, Nisan 1980 sayısının eki.
Lammens (Pers), L'Islam Croyances et
Institutions, Beyrouth, 1943.
Leblois, Louis, Le Koran et La Bible
Hebraique, Strasbourg, 1887.
Ledit, Charles J., Mahomet, İsrael et
le Christ, La/Colombe 1956
Lewis, Bernard,The Arabs in History,
London 1956.
Malik b. Nebî, Kur'ân Mu'cizesi,
(tere. Ergun Göze) Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1991.
Margoliouth, Mohammedanism, Williams-
Norgate, London, 1921.
Massignon, La Mubahala, Paris, Imr.
Adminidrative, 1944.
Preface de Louis Massignon, (Muhammed
HamidullahTn Fransızca Kur'ân Meâlinin Girişinde) Paris, E. D. D. I. F. Paris.
Masson, Denişe, Le
Coran et Revelation Judeo-Cretienne, I-II, Paris
1958.
Mevdûdî, Ebu'L-Ala, Tarih Boyunca
Tevhid Mücadelesi ve Hz. Peygamber, (derleyenler: Nâim Sıddîkî-Abdulvekîl
Alvî, Tere. Dr. N. Ah- med Asrar) Pınar Yayınları, İstanbul, I-II.
Cihad (Tere. M. Beşir Eryarsoy, Şafak
Yayınları, İtanbul, 1992
Mirza Beşîr'ü-Dîn Mahmud Ahmed, Kur'ân-ı
Kerim Tetkikine Giriş (Trc. Şinasi Siber) Ankara 1960.
Moubarac. Y.,- Le Coran et la
Critique Occidentale, Beyrouth 1972.
Abraham Dans Le Coran, Paris 1958.
Montet, Edward, Le Coran, Paris 1949.
Moscati, Sabatino, Histoire et
Civilisation des Peuples Semitique, Paris 1955.
Mukallid, Taha Abdulfettah, el-Kasasu'l-Kur'ânî
Beyne'l-Müfessirîn. ve'l-Kussas Kadîmen ve HadîsenDâru't-Te'avun.
el-Mutı'î, Abdu'l-Azîm İbrahim b.
Muhammed, İftiraâtü'l-Müsteşrikîn Ale'l-İslâm, Kahire 1992.
Münâvî, Abdurraûf, Feyzu'l-Kadîr
Şerhu'l-Câmi'i's-Sağîr, Mısır 1356.
Müslim, Ebu'l-Huseyn, es-Sahîh,
Çağrı Yayınları İstanbul 1981.
Nebhânî,Yûsuf b. İsmail, el-Envâru'l-Muhammediyye,
Beyrut 1312.
438 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Nevevî, Ebu Zekeriya, Riyadu's-Sâlihîn,
(Tah. Şuayb el-Arnavût), Muessesetü'r-Risâle, 17. baskı, Beyrut, 1409.
Nicholson, Reynold A., A Literary
Histoy of Arabs, Cambridge 1956.
Noeldeke, Theodor, Geschichte des
Corans, Leipzig, 2. Baskı 1938
Nursî, Bediüzzaman Said, Asâr-ı
Bedîiyye, (Neşreden: Abdulkadir Badıllı)ts.
Mektûbat, Envar Neşriyât İstanbul 1979.
İşârâtü'l-İ'câz Fî Mazânni'l-İcâz, (Tah. İhsan Kasım Salihî), Sözler
Yayınevi, İstanbul 1994).
Nwiya, Paul, Exegese Coranique et
Language Mystique (1970).
Ömer Lutfi el-Alim, el-Musteşrikûn
ve'l-Kur'ân, Malta 1991.
Önkal, Ahmet, Resûlullahın İslama
Davet Metodu, Konya 1981.
Paret, Rudi ed-Dirâsâtü'l-İslâmiyye
ve'l-Arabiyye Fi'l-CâmiatiT-Al- mâniyye (Tere. Mustafa Mâhir, Kahire 1967).
Pazarlı, Osman, Din Psikolojisi,
İstanbul 1967.
Peşle O et Ahmed Tidjani, Le Coran,
Paris 1980.
er-Râzı, Fahreddin, et-Tefsîru'l-Kebîr,
Dâru'l-KutubiT-İlmiyye, Tahran ts.
Renan, Ernest, "Mahomet et Les
Origines de LTslamisme" adlı makalesi (Revue des Deux Mondes, 15 Aralık
1851
Rippin Andrew Bulletin of the School
of Oriantal and African Stu- dies" (1981, 1983)
Rodinson, Maxime, Mahomet, Edition du
Seuil, Paris 1961.
Roux, Jean Paul, el-İslâm Fi'l-Garb,
(Tere. Necde Hacer ve Said el-İzz), Beyrût, 1960.
Rudolphe, Wilhelm, Die Abhangigkeit
de Qorans von Judentum und Chirsitentum, Stuttegard, 1922.
Sabık, Seyyid, Fıkhu's-Sünne,
DâruT-KitâbiTArabî, Beyrut 1971.
Said, Edward, Oryantalizm
(Tere. Nezih Uzel, İstanbul 1982.
Sale, Goerges, Observations
Historique et cretique sur le Mahomet- tisme(Du Ryer'in Al-Coran isimli
eserinin baş tarafında yer almaktadır) Amsterdam, 1775.
Salih, Subhi, Mebâhis Fî
Ulûmi'l-Kur'ân, Dersaadet, İstanbul, ts.
es-Sâsî, Sâlim el-Hac, ez-Zahiretii'l-İstişrakıyye
ve Eseruhâ Ale'd-Di- râsâti'l-İslâmiyye, Malta 1991.
KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR ■ 439
es-Satlî, Abdu'l-Hafîz, "Divânu
Ümeyye b. Ebi's-Salt, Cem' ve Tahkik ve Dirâse" Dimaşk ts.
Schuon, Frithjof, Christianisme /
İslam, Milano 1981.
Savary, M., Le Coran, Paris ts.
Schaht ve Bosworth, Silsiletü
Alemi'1-Ma'rife (Tere. Muhammed Zü- heyr es-Sanhûrî) Kuveyt 1978.
Schapiro, Die Haggadischen Elemente
im Erzahlenden Teiel des Ko- rans, Leipzig, 1907.
Schimmel, Annemarie, Dinler Tarihine
Giriş, Ankara 1955.
Sibâî, Mustafa, el-İstişrak
ve'l-Musteşrikûn, Beyrût 1979.
Sidersky, D., Les Origines de
Legendes Musulmanes dans le Coran, Paris 1933.
Simg, Jaspis, Joh., Koran und Bible,
Leibzig, 1905.
Snouck-Hurgronje, Chiristian, La
Legende Qoranique d'Abraham et la Politique Religieuse du Prophete Mohammed,
1880.
Speyer, Heinriche, Die Biblichen
Erzahlungen im Qoran, 1931, 1961.
Suruç, Salih, Kâinatın Efendisi
Hz. Muhammed'in Hayatı, I-II, Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1984.
es-Suyûtî, Celâluddîn, el-İtkan,
Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kahire 1979
Şengül, İdris, Kur'ân Kıssaları Üzerine, Işık
Yayınları, İzmir 1994, eş-Şerkavî, Mahmûd, "el-Kur'ânü'TMecîd",
Dâru'ş-Şa'b, Kahire 1971. eş-Şevkânî, Neylu'l-Evtar, Dâru't-Turâs,
Kahire, I-VIII
Şevki Ebu Halil, G. Le Bon
Fi'l-Mîzân, Dâru'l-Fikr, Dimeşk 1990.
el-İslâm Fî Kafesi'l-İttihâm, Dâru'l-Fikr, Dimeşk 1982.
Şiblî, Mevlânâ, Peygamberimizin
Ruhânî Hayatı, (Tere. Ömer Rıza), ts.
Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerîr, Tarih,
I-XIII, Mısır 1326.
et-Tabersî, Ebu Ali, Mecma'uT-Beyân.fî
Tefsîri'l-Kur'ân, el-Mektebe- tu'l-İlmiyyetüT-İslâmiyye, Tahran ts.
Tiritton, A. S., İslam Belief and
Practices, London 1951.
et-Tirmizî, ebu İsâ Muhammed, es-Sünen,
Çağrı Yayınları İstanbul 1982.
Tisdall, St. Clair,W. The Original
Sources of the Qur'ân, London 1905.
Torrey, C. C., The Jewish Foundation
of İslam, New York, 1933.
440 ■ KUR’ÂN VE HZ. PEYGAMBER
ALEYHİNDEKİ İDDİALARA CEVAPLAR
Tümer, Günay ve Küçük, Abdurrahman,
Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, Ankara 1988.
Umeyye b. Ebi's-Salt, Dîvânü
Ümeyye el-Mukaddeme, Tahkîk: Müz- deriş Şultis.
Vezzân, Adnân el-İstişrak
ve'l-Musteşrikûn, Mekketü'l-Mükerreme, 1984.
Wansbrough, Qoranic Studies: Sources
and Methods of Scriptural In- terpretation" 1977.
Wencinck, A. J., el-Mu’cemü'1-Müfehres
Li Elfazı'1-Hadhisi'n-Nebe- viyyi, Leidin 1962.
Watt, Montgomery, Günümüzde İslâm ve
Hıristiyanlık (Tere. Dr. Turan Koç) İz Yayıncılık, İstanbul 1991.
The Infuence of İslam on Medieval
Europe, Edinburgh, 1972.
Muhammed at Mecca, Oxford, 1953
Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak
Dini Kur’ân Dili, Matbaai Ebüzziyâ, İstanbul 1935, I-IX.
Yıldırım, Suat,"Hadisleri
Kur'ân'la Karşılaştırma Meselesinin Kaynakları" (A.Ü.İ. İ. Dergisi,
Ankara, 1978. Tayyib Okiç Armağanı) s. 106- 114.
Kur'ân Beşer Sözü Olamaz" isimli tebliği, (Kur'ân Sempozyumu,
Zaman Gazetesi Yayınları, İstanbul, 1989).
Kur'ân-ı Kerim ve Kur'ân İlimlerine
Giriş. Ensar
Neşriyat 1989.
Zakzuk M. Hamdi, el-İstişrak
ve'l-Halfiyyetü'l-Fikriyye Li's-Sara'ı'l- Hadarî" Kuweit 1404.
ez-Zerkanî, Muhammed Abdulazîm,
Menâhilü'l-İrfân Fî Ulûmi'l-Kur'- ân, Matbaatu İsâ el-Bâbî el-Halebî, ts
Zerkeşî, Bedruddîn Muhammed b.
Abdillâh, el-Bürhân fî Ulûmi'l- Kur'ân (Tahkik: Muhammed b. EbiTFadl İbrahim),
Mısır 1957.
ez-Ziriklî, Hayruddîn, el-A'lâm
Kamûsu Terâcim, Beyrut 1969.
![]() |
|
ve
mıuş
■■■. esenin >chepleri ve çareleri csr\c elı<'mmi\('l
vrrdikee şişer.
m’.-riı ci i ermezseniz söner.
■. ■ '‘if’i! inanın ıeıilınoinin
hikmetleri
,■ e en çrık kimlerde görülür'.’
: eseflen
korıımnnın yollun
■ i1.-!
■>e<iesf \ erme \ olları
■ ■ irenk koıınva cevaplar bu kitapla...
|
(0212) 551 32 2p Pbx! "7
i Bu kitapta sevgiyi konu aldık. r
: Türkiye’de insanlar “Ehl-i Beyti sevenler ve ' '
’ * sevmeyenler” diye ikiye ayrılmaya çalışılıyor. ' •>/ t
<
< Öyleyse gerçekten Ehl-i Beyt İslama göre nasıl
; - : sevilmeli? Onlara
ne tür bir sevgi ve saygı „
-
beslenmeli? -"
' Problemi kökünden ele alan, çözüm getiren, birlik ve beraberliğe güçlü
bir harç koyacak özelliğe 'r
; v sahip olan bu çalışma, ana kaynaklara dayanarak k \‘ \ -
’ 5 okuyucuyu işin
özüne götürecektir. i
—•——™™
. .( ::
n^ı,
^0212) 55132 25 Pbx - ;
![]() |
|
|

Peygamber çizgisi:
Kur’ân’ın hayata geçirilmesidir. Kâinatın temel
karakteridir. Allah’ı bilme sanatıdır.
Model Müslümanm hayat felsefesidir.
Ve kitapta işlenen konular:
Efendimize benzemenin
tarzı Peygamber ahlâkının güzellikleri
Peygamber ahlâkını taklit reçetesi Ahlâk-ı
Muhammedînin yorumu
İmanlı nesil müjdesi
Nefsi sıfırlama sanatı
Efendimizin gönlündeki sırlar
|
Bu kitap İslâmî anlamayı ve anlatmayı işlerken, bu konuda önemli bazı
meselelere parmak basıyor. Kitaptan bazı konu başlıkları: Üzerimize düşen
görevi tam yapıyor muyuz? Yapmadığımızı mı söylüyoruz? İnsan kendini nasıl
tehlikeye atar? Sözün tesiri ve dilin zararları Manevi tahribata karşı manevi
cihad Allah’ın yardımına lâyık olabilmek İslâm kardeşliğinin getirdikleri
Mü’minin mü’mine en güzel yardımı Azrail kapıyı çalmadan...
BASIM YAYIN
(0212) 551 32 25 Pbx
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar
Yorum Gönder