Print Friendly and PDF

ÇİÇEKLER VE GÜL

Bunlarada Bakarsınız

 







Hazırlayan: Talip ÇUKURLU

Çiçekler ve Çiçek Yetiştiriciliği

Tarihin ilk zamanlarından beri hemen her toplumda ve her devirde çiçekler insanoğluna güzel gelmiştir. Her uygarlık kendine mahsus çizgiler çizer ve o uygarlığa mensup olanlar hayata bu çizgiler çerçevesinde yaklaşırlar. Bu durum kendini çiçek kültüründe de gösterir. Toplumlar çiçeklere hayata bakış açılarına göre farklı anlamlar yüklemişlerdir. Eski Hint kültüründe lotus çiçeğinin, Antik Yunan’da nergisin, Afrika yerlileri arasında kır çiçeklerinin özel bir yer tutttuğu bilinir (Andı, 2010: 3).

Ayvazoğlu, Taberî Tarihinden naklen, çiçeklerin Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın üzerinde kuruyup yere dökülen cennet yapraklarının güzel kokulu bitkiler halinde uç vermesiyle ortaya çıktığını söyler. Hatta gülün de muhtemelen bunlardan biri olduğunu belirtir (1996: 92).

Vassâf, cennetten çıkarılan Hz. Âdem’in Allah’tan af dilemesiyle tevbesinin kabul edildiğini ve bu sebeple Hz. Âdem’in yüz yıl sevinç gözyaşı döktüğünü söyler. Yazar; gül, reyhan ve diğer güzel kokulu bitkilerin bu yaşlardan meydana geldiğini belirtir (Kurnaz, 2010: 49).

Zerdüştlüğe ait olan ve 9. yüzyılda kaleme alınan Avesta’da, bitkiler ölümsüz meleklerin sembolleri olarak kabul edilir (Altıntaş, 2010: 17; Bakır, 2005: 43). Türk edebiyatında çiçeklerden bahseden ilk eserlerden biri olarak Dîvânü Lügati’t-Türk’ü göstermek mümkündür. Fakat bu eserde

“sözü edilen çiçeklerin hepsi, hiç şüphesiz, kır çiçekleridir. Göçebenin bahçeler tanzim edip kültür çiçekleri yetiştirmeye vakti yoktu. Yerleşik hayata çok erken geçenler de bulunmakla beraber, atalarımız genel olarak göçebe idi, bu bir gerçek. Göçebeliğin ilkellik olduğunu zannedenler itiraz ediyorlar ama biz öyle düşünmüyoruz. Göçebelik ilkellik değil kendine göre üstünlükleri olan farklı bir yaşama biçimi” dir (Ayvazoğlu, 1996: 23).

Ayvazoğlu’nun yukarıda değindiği üzere toplumun çiçeklere yaklaşımı henüz estetik kaygı yüklü değildi. Dede Korkud Kitabinda bile çiçeklerden fayda amaçlı bahsedilmişti (Ayvazoğlu, 1996: 25). Fakat zaman ilerledikçe, bilhassa Osmanlı toplumunda Orhan Şâik Gökyay’ın da değindiği üzere çiçek, günümüzde olduğu gibi bir ticaret malı değil; mûsikî gibi, şiir gibi bir sevda işiydi (2002: 72).

Bunda etkili olan faktör, şüphesiz klasik Türk şiirinin hüküm sürdüğü dönemin Türklerin yerleşik hayata iyice alıştıkları ve artık geçimlerini hayvancılık yanında büyük oranda tarımdan sağladıkları bir döneme denk gelmiş olmasıdır. Ayrıca yerleşik hayatla birlikte çevrenin güzelleştirilmesi çabasıyla bağlantılı olarak estetik amaçlı alışkanlık ve gelenekler de iyice yerleşmeye başlamıştır (Bayram, 2007ç: 210). Hatta melezleme yöntemiyle yeni çiçekler elde edenler, bu çiçeklere sevdiklerinin isimlerini adeta törenle veriyorlardı. Gökyay bu hususta şöyle diyordu:

“Bu sevdaya tutulmuş olan insanlar, tıpkı bir kitabın yazarı gibi buldukları, yetiştirdikleri lâle, gül, karanfil, sünbül, zerrin gibi çiçek adlarıyla ün almışlardır. Onların çiçeklerine özene bezene koyduğu adlar ananın, babanın öz çocuğuna koyduğu addan farksızdır. Çocuk nasıl ananın, babanın koyduğu adı taşıyorsa, çiçek de onu yetiştirenin verdiği adı taşıyıp gitmektedir.” (2002: 72)

Osmanlı Devleti’nin son dönemlerine gelindiğinde çiçek yetiştiriciliği üzerine birçok eser, makale, köşe yazısı yazıldı. Nurhan Atasoy yaptığı çalışma neticesinde Osmanlı döneminde, 17 tane lâle risâlesi, 10 tane bostan risâlesi, 10 tane bahçecilik ile ilgili yazılmış kitap, dokuz tane şükûfe-nâme ve bir tane de karanfil risâlesinin varlığını tespit etmiştir (2002: 343-353). Bu eserlerden birinin yazarı da Cevat Rüştü idi. Kelime dağarcığı oldukça zengin, edebî ve sanatsal bir ruha sahip bir ziraatçi olan Rüştü, bir çiçek edebiyatı oluşturabilmek için anlattığı zirâî bir olayı, edebî ve tarihî örneklerle süsleyerek okuyucuya sundu. Cevat Rüştü’nün yazılarını ve hayat hikâyesini bir kitapta toplayan Nazım Hikmet Polat, Cevat Rüştü için edebî birikiminin dikkate alınacak değerde olduğunu belirtir. Hatta onun, “ekmeğini edebiyattan kazananların pek çoğunun anlamak şöyle dursun civarında bile gezinemediği Ahmet Hâşim’in şiir iklimine vukûfiyeti” olduğunu, “Fikret’in şiir dünyasında çiçeklerin yerini ilk defa onun keşfettiğini” söyler (Polat, 2001: 1-2)[1].

Dîvân şiiri incelendiğinde şâirlerin genellikle estetik bir anlam yükleyebilecekleri, daha çok göze hitap eden çiçeklerden bahsettikleri görülür. Bayram yaptığı çalışmasında taranan dîvânlarda 19 farklı çiçeğin isminin geçtiğini fakat aynı çiçeğin farklı isimlerle anılması ya da alt türlerinin isimlerinin de şiirlere girmesi sebebiyle bu sayının 28’e çıktığını belirtir. Klasik Türk şiirinde adı geçen 28 çiçek şunlardır:

“gül (verd), nesrîn, nesteren; lâle, şakâyıku’n-nu’mân; sünbül; nergis, (‘abher), zerrîn, zerrîn-kadeh; nevrûz; benefşe (menevşe); yâsemin (semen, yâsemen); sûsen; nilûfer (nîlû-per, nîlû-berg), çadır çiçeği; reyhân, fesleğen; karanfil (karanfül); za’ferân; şebbû (şebbûy); zanbak; buhûr-ı Meryem, bahûr-ı Meryem; leylâk; merzengûş (mercanköşk), sedâb, lisânü’s-sevr.” (Bayram, 2007ç: 216-217).

Açıl, Demiriz’in kitap sanatlarında kullanılan çiçekler üzerine yazdığı makalesinde toplam otuz altı çiçeğin adının, Bayram’ın makalesinde ise yirmi sekiz çiçeğin isminin geçtiğini söyler ve buradan hareketle Osmanlı devrindeki şâirlerin aşina oldukları çiçek sayısının on dokuzdan fazla olduğunu; bazı çiçeklerin klasik Türk şiirinde kendine yer bulamadığını söyler (2015: 10).[2]

Şiirimizde lâle, sümbül, yâsemin, nergis, nülüfer, menekşe, erguvan vb. kendine mahsus renkleri ve kokularıyla şiirlerdeki yerlerini almalarına rağmen hiçbir zaman kendilerini gül kadar belli edememişlerdir. O çiçeklerin sultânıdır.

Osmanlı dönemindeki çiçek yetiştiricilerinin içinde önemli miktarda tekke mensubu ve şâir ruhlu olanlar da vardı. Bunlar ürettikleri yeni cinslere şâirâne isimler veriyor hatta çiçek isimlerini tenasüplü bir şekilde kullanarak beyitler yazabiliyordu. Bunlardan biri ve aynı zamanda Merdivenköy Şahkulu Sultân Bektaşi Tekkesi postnişinlerinden olan Hilmi Dede’ye ait Bahâriyye ’den alınan aşağıdaki beyitler birçok çiçek ismi ihtiva eder. Cevat Rüştü, Hilmi Dede’nin yazdığı bu beyitleri şöyle yorumlar:

“Herhalde Hilmi Dede baharda yüksek bir çiçek zevkiyle mütehassis oluyor. Hatta tahayyül ve tasavvur değil belki tekyesi etrafında bizzât vücuda getirdiği şükûfesitânını, bezm-i rindânı ‘âvîze’ler, ‘ateş çiçekleri’,

‘ balmumu’lar ile tenvir ediyor. Çünkü,

Şükûfestânı tenvîr etmeye hem bezm-i rindânı

Yakıp âvîzeden ateş çiçeği, balmumun ra'nâ

diyor. Bir çiçek bahçesinde akşam zevkini itmam eden ‘gece sefâları’ sabahın ‘kahkaha’larını gözden kaçırmıyor, hatta ‘meh’ tesmiye ettiği kendi ma'şûk-ı vicdanının ağyâr ile ‘gece sefâ’da ‘kahkaha’larla dem-güzâr olduğunu söyleyerek ve kendisini de ‘sabûr’ çiçeği yerine koyarak,

meh ağyâr ile gece sefâda kahkahalarla Hezârân yâ sabur çekmekte şimdi Hilmî-i şeydâ

diyor” (Polat, 2001: 237-240).

Melezleme yöntemleri sonunda ortaya çıkan yeni türlere isim vermek çok önemlidir. Fakat verilen bu isimler genellikle Arapça-Farsça kelime ve terkiplerle oluşturulur. Cevat Rüştü, bu konuda hassasiyet göstermekte ve bahçıvanın görevlerinden birinin de “ecnebî isimlerle tevsim olunan çiçek ve nebâtât-ı tezyîniyenin Türkçe isimlerle tesmiyesi” olduğunu belirtmektedir[3] (Polat, 2001: 25). Bu Rüştü’nün ziraatçi ve edebî kişiliğinin yanı sıra hassas bir dil bilincine sahip olduğunu gösterir. Nitekim, o Türk Dili Tedkik Cemiyeti’nde görev almış ve I. Türk Dili Kurultayına üye olarak katılmıştır (Polat, 2001: 37).

Çiçeklerin Sembolik Değerleri

Çiçekler ve kokuları her zaman insanları etkilemiş ve zamanla sembolik anlamlar kazanmaya başlamıştır. Erken Orta Çağ’da aristokrat tabakadakiler güzel kokuları çok kullanırlardı. Bu çağda kullanılan kokuların özel anlamları da

vardı. Örneğin, nergis kokusu ilk gençliği, gül aşkı, fesleğen çocuk sevgisini, şebboy dostluğu sembolize ediyordu (Altıntaş, 2010: 49; Bakır, 2005: 42).

Bugünkü anlamıyla çiçeklerin dilinin, ilk kez 1600’lü yıllarda İstanbul’da oluşturulmaya başlandığı bilinmektedir. 1716 yılında eşiyle birlikte İstanbul’da yaşayan İngiliz Lady Mary Wortley Montagu tarafından bir araya getirilen bu çiçekleri anlamlandırma geleneği İngiltere’ye götürülmüştür. Rüştü ise, Fransa’da Madame la Baronne de Fresenne adındaki şöretli bir bayanın Çiçek Lisanı adıyla bir sözlük yazdığını, bu sözlükte çiçeklerin ne anlama geldiğinin yazılı olduğunu belirtir. Rüştü’ye göre çiçeklerimiz şu manaları ifade eder (Polat, 2001: 53-60):

gül-i sad-berg

gayr-ı sâbit bir aşkı

lâle

ihtişam ve gösterişi

karanfil

saf ve şiddetli bir aşkı.

 

Lady Montagu, 1716 yılında İstanbul’da yaşadığı sırada yazdığı bir mektupta, “parmaklarınızı oynatmadan, çiçeklerle tartışabilir, azarlayabilir, dostluk, aşk, nezaket mektupları ve hatta haber bile gönderebilirsiniz.” demektedir.

Çiçeklerin taşıdıkları anlamlara ilişkin Fransa’ya da sıçrayan merak, kısa sürede 800 çiçeğin anlamının belirlenmesine ve tüm dünyada ortak bir çiçek dili oluşmasına yol açmıştır. Çiçeklerin neler ifade ettiklerini anlatan birçok internet kaynağı bulunmaktadır. Bu kaynaklardaki bilgilerin bazılarının zorlanarak uydurulmuş olabileceği görünmektedir. Bu anlamların birçoğunun çiçek satan sayfalarda olması da konuya daha farklı/ticari bir boyut kazandırmaktadır. Konunun daha iyi anlaşılması için birkaç farklı kaynakta verilen bilgiyi aşağıda veriyoruz:

Ağlayan Gelin

isyan

Nilüfer

Mutluluk

Altın Kadeh

Umut

Fulya

Unutma

Anemon

Gençlik

 

 

Beyaz Glayör

Dostluk

Beyaz Gül

Masumluk

Kırmızı Gül

Aşk

Beyaz Karanfil

Temizlik, Saflık

Kırmızı Karanfil

Sevgi

Beyaz Lale

Saflık, Temizlik

Kırmızı Lale

Seni Seviyorum

Frezya

Suçsuzluk

Beyaz Krizantem

İris

Sadakat

Hatıra, Zerafet

Kamelya

Mağrur

Kırmızı Glayör

istek

Pembe Glayör

Zarafet

Kırmızı Krizantem

Sessiz İstek

Sarı Krizantem

Karşılıksız Sevgi

Lilyum

Güven

Gerbera

İyimser

Mor Krizantem

Burukluk

Mersedes Gülü

Melankoli

Orkide

Mağrur, Gururlu

Sterliçya

Sıcak Sevgi

Papatya

Bolluk, Sıhhat

Menekşe

Alçak Gönüllü

Pembe Gül

Gönlüm Sende

Sarı Gül

Sıcak Sevgi

Pembe Karanfil

İçtenlik

Sarı Karanfil

Hüzün

Pembe Lale

Anlayış

Sarı Lale

Gerginlik

Sarı Glayör

Kıskançlık

Mor Glayör

İnanç[4]

 

 

 

Çiçeklerin Türkiye’deki Anlamları

Beyaz Gül

Masumiyet

Kırmızı Gül

Aşk

Pembe Gül

Gönlüm sende

Sarı Gül

Sıcak sevgi

Beyaz Karanfil

Temizlik, saflık

Kırmızı Karanfil

Sevgi

Pembe Karanfil

içtenlik

Sarı Karanfil

Hüzün

Anemon

Gençlik

Beyaz Glayör

Dostluk

Kırmızı Glayör

İstek

Pembe Glayör

Zerafet

Sarı Glayör

Kıskançlık

Mor Glayör

İnanç

Orkide

Mağrur, gururlu

Sterliçya

Sıcak sevgi

Ağlayan Gelin

İsyan

Nilüfer

Gelecek yenileme

Beyaz Lale

Saflık, temizlik

Kırmızı Lale

Seni seviyorum

Pembe Lale

Anlayış

Sarı Lale

Gerginlik

Menekşe

Alçak gönüllü

İris

Hatıra, zerafet

Kamelya

Mağrur

Lilyum

Güven

Gerbera

İyimser

Frezya

Suçsuzluk

Beyaz Krizantem

Sadakat

Kırmızı Krizantem

Sessiz istek

Mor Krizantem

Burukluk

Mersedes Gülü

Melankoli

Altın Kadeh

Umut

Fulya

Unutma

Evrensel anlamları

 

 

Pembe Renk                           Şefkat

 

Beyaz Renk

Saflık, temizlik

Mavi Renk

Yumuşak huylu

Yeşil Renk

Ümit ve istikbal

Mor Renk

Dul

Altın Sarısı

Sevinç, bolluk

Kırmızı Renk

Aşk

Kahverengi

Geçmiş

Siyah Renk

Üzüntü

Gri

Melankoli

 

Aşk anlamları

Menekşe

Ketum aşk

Kamelya

Mağrur aşk

Lale

Asil aşk

Mavi Gül

ilahi aşk

Anemon

Aşkta saadet

Gelincik

Mazlum aşk

Kış Gülü

Temizlenmiş aşk

Hercai

Şefkatli aşk

Kırmızı Gül

Ateşli aşk

Salkım

Geçici aşk

İris

Aşk hatırası

Sıklamen

Aşk haberi

Krizantem

Melankoli

Papatya

Uysal aşk

Küpe

Aşkta hafiflik, hoppa[5]

 

Peru Zambağı: Bu çiçeğin anlamı zenginlik, talih ve şansdır ayrıca dostluk çiçeği olarakta bilinir.

Nergis Zambağı: Sıradışı güzelliğin temsilcisidir.

Anemon Çiçeği: Bu çiçeğin iki anlamı vardır umudunu yitirmiş ve vazgeçmiş diğeri ise beklenti ve umma’dır.

Filamingo Çiçeği: Konukseverlik, mutluluk ve bereketi simgeler.

Yıldız Çiçeği: Genellikle sabrı simgeler diğer anlamları ise zarafet ve de titizliktir.

Cennetkuşu çiçeği: Neşeyi, görkemi ve heyecanı simgeler.

Vouvardia Çiçeği: Şevkin ve yaşam sevincinin simgesidir.

Kalla Zambağı (Gelin çiçeği): Bem beyaz renginden dolayı saflığı, masumiyeti ve güzelliği simgeler bu yüzden de düğünlerde genelikle gelin çiçeği olarak kullanılır.

Karanfil Çiçeği

Beyaz karanfil çiçeği saygı ve güzelliğin simgesidir.

Kırmızı karanfil çiçeği aşkın ve hayranlığın simgesidir

Pembe karanfil çiçeği bir kadının ve ya annenin sevgisini temsil eder

Mor karanfil çiçeği kaprislik anlamına gelir

Sarı karanfil çiçeği hayal kırıklığı, reddedilme ve küçümseme anlamına gelir

Kasımpatı Çiçeği: Genel olarak uzun yaşam, eğlence ve sadakat anlamına gelir

Kırmızı kasımpatı çiçeği aşkı simgeler

Beyaz kasımpatı çiçeği dürüst ve temiz bir aşkı simgeler

Sarı kasımpatı çiçeği ise yüzeysel bir aşkı temsil eder

Dafodil Çiçeği: Yeni bir başlangıcın, saygınlığın, cesaretin ve uzun bir yaşamın simgesidir.

Not: Tek bir dal şeklinde ise anlamı kötü talihdir ancak demet halinde ise mutluluk ve eğlencenin anlamına gelir.

Papatya: Masumiyeti ve temiz bir aşkı simgeler.

Hezaren Çiçeği: iyi yüreklilik, neşe, canlılığı simgeler.

Süsen çiçeği: Düşünceliği ve masumiyeti temsil eder.

Gardenya: Gizli bir aşkı, masumiyeti ve neşeyi simgeler.

Garbera Çiçeği: Bu çiçek papatya ailesinden olup aynı anlamları taşımaktadır.

Kuzgunkılıcı: Güçlü karakterin simgesidir ayrıca sadakat ve şeref anlamına gelir.

Lavanta Çiçeği: Hayranlığı ve güzelliği simgeler. Beyaz lavanta ise bir dileğin gerçekleşmesi ve koruma anlamına gelir.

Sümbül: Genel olarak neşeyi, canlılığı ve gözü karalık anlamına gelir.

Mavi sümbül azmin simgesidir

Mor sümbül kederi simgeler

Kırmızı ve pembe eğlenceyi simgeler

Beyaz sümbül aşkın simgesidir

Sarı sümbül kıskançlık anlamına gelir

Ortanca Çiçeği: Bu çiçek içten gelen samimi duyguları temsil eder.

İris (Süsen) çiçeği: Bu çiçek süsen ailesinden olup genel olarak güzel bir söz anlamına gelir.

Mor İris (süsen) bilgeliği simgeler

Mavi İris (süsen) umudu ve inancı temsil eder

Sarı İris (süsen) hırsı simgeler

Beyaz İris (süsen) saflığı temsil eder

Larkspur (Hazeran) Çiçeği: Bu bitki hazeran çiçeği ailesinden olup neşenin ve canlılığı simgeler Leylak: Saf gençlik ve masumiyet anlamına gelir.

Beyaz leylak saflığın ve temizliğin simgesidir

Mor leylak ilk aşkı simgeler

Tarla leylağı bağışı ve yardımseverliği simgeler

Zambak: Genen olarak saflığı ve güzelliği simgeler

Beyaz zambak iffeti ve bekareti simgeler

Turuncu zambak hırsı temsil eder

Sarı zambak gösterişli anlamına gelir

Vadi deki zambak sevimlilik ve saf bir kalbi temsil eder

Orkide Çiçeği: Ekzotik güzelliği simgeler ayrıca nezaketi, düşünceliği ve kadınlığın güçünü simgeler.

Şakayık Çiçeği: Mahcupluk ve şefkati simgeler ayrıca mutlu bir evlilik, mutlu bir yaşamı ve sağlığı temsil eder.

Protea King: Bu çiçek güney afrikada olup değişimin ve dönüşümün temsilcisidir. Ayrıca becerikli olma ve farklı olma anlamınada gelir.

Queen Anne’s Lace: Ülkemizde gelinparmağı, kızıl ot, deper otu, yerebatan gibi değişik isimler ile bilinir bu çiçeğin anlamı mabet olarak bilinir ayrıca naziklik anlamımda taşır.

Düğün Çiçeği: Parlak bir cazibeye ve çekici olduğunuz mesajını vermek için kullanılır.

Arslanağzı Çiçeği: Canayaknlığın yanı sıra güçün ve zaferin temsilcisidir.

Sahil Karanfili: Sempati ve başarıyı simgeler.

Sera Şebboyu: Güzelliği ve mutlu bir yaşamı simgeler ayrıca iki kişinin birbirine olan güçlü bağını temsil eder.

Ay Çiçeği: Saf ve temiz düşünceyi, aşırı hayranlığı ve özel bir aşkı simgeler.

Kokulu bezelye çiçeği: Nazrin bir hissi, mutluluğu ve güzel zaman geçirmeyi simgeler.

Lale: ilanı aşk etmek için kullanılır ve saf bir aşkı simgeler.

Gül: güllerin renklerine göre birden çok anlamı vardır.

Kırmızı gül hiç şüphesiz ki aşkın temsilcisidir ayrıca karşı tarafa olan derin duyguları simgeler.

Beyaz gül yeni ve temiz bir başlangıcı temsil eder ayrıca sempati, dürüstlük, alçak gönüllüğü simgeler.

Sarı gül canlılık ve neşeyi, sıcaklığı, eğlenceyi ve dostluğu simgeler. Aşk konusunda platonik bir aşkın temsilcisidir.

Pembe gül nazik duyguları, saflığı, sevimliliği simgeler.

Turuncu gül tutkulu bir aşkın temsilcisidir ayrıca neşeyi sevincide simgeler.

Lavanta gülü renginden dolayı ilk görüşte aşkı temsil eder ayrıca görkemin ve ihtişamında simgeler.

Mavi gül doğal olarak elde edilmediği için ulaşılmaz ve gizemlilik anlamını taşır genel olarak verdiği mesaj şöyledir “seni elde edemiyor olabilir ancak aklımdan tek bir an dahi çıkmıyorsun”.

Yeşil gül, yeşil rengi uyumu, zenginliği, bolluğu ve barışı simgeler.

Siyah gül, bildiğiniz gibi siyah rengi ölümü ve umudun kaybolmasını simgeler. Siyah gülde bir kişiye olan aşkın son bulduğunu ve buna dair hiç bir ümidin kalmadığını temsil eder.

Her renkten oluşan gül büketi kişiye olan duygularınızı dile getirmek için güzel bir yöntemdir örneğin kırmızı ve beyaz gül karşınızdakine aşık olduğunuzu ve ona karşı temiz duygular beslediğinizi anlatır.[6]

 

Beyaz Gül

Masumiyet

Kırmızı Gül

Aşk

Pembe Gül

Gönlüm şenindir

Sarı Gül

Sıcak Sevgi

Beyaz Karanfil

Temizlik, Saflık

Kırmızı Karanfil

Sevgi

Pembe Karanfil

içtenlik

Sarı Karanfil

Hüzün

Anemon

Gençlik

Beyaz Glayör

Dostluk

Kırmızı Glayör

İstek

Pembe Glayör

Zerafet

Sarı Glayör

Kıskançlık

Mor Glayör

İnanç

Orkide

Gurur

Sterliçya

Sıcak Sevgi

Ağlayan Gelin

İsyan

Nilüfer

Gelecek yenileme

Beyaz Lale

Saflık Temizlik

Kırmızı Lale

Seni Seviyorum

Pembe Lale

Anlayış

Sarı Lale

Gerginlik

Menekşe

Alçak Gönüllü

Kamelya

Mağrur

Lilyum

Güven

Frezya

Suçsuzluk

Beyaz Krizantem

Sadakat

Kırmızı Krizantem

Sessiz İstek

Mor Krizantem

Burukluk

Mersedes Gülü

Melankoli

Altın Kadeh

Umut

Fulya

Unutma

 

Renklere Göre Çiçek Anlamları

Pembe Çiçek

Şefkat

Beyaz Çiçek

Saflık, Temizlik

Mavi Çiçek

Yumuşak Huylu

Yeşil Çiçek

Ümit ve İstikbal

 

 

Mor Çiçek

Dul

Sarı Çiçek

İsyan

Kırmızı Çiçek

Gelecek Yenileme

 

 

Kahverengi Çiçek Saflık Temizlik

Siyah Çiçek

Seni Seviyorum

Gri Çiçek

Anlayış

 

Sayılarla Gül Anlamları

1 Adet Gül

Size Odaklanmış Özel Sevgi.

2 Adet Gül

Karşılıklı Derin Bir Aşkla Birbirimizi Seviyoruz.

3 Adet Gül

Seni Seviyorum.

6 Adet Gül

Senin Olmak İstiyorum.

9 Adet Gül

Sonsuza Kadar Birbirimizi Seveceğiz.

11 Adet Gül

Hayatımda En Çok Sevdiğim Kişisin.

12 Adet Gül

Tatmin Edici Bir Beraberlik Ve Karşılıklı Sevgi.

13 Adet Gül

Gizli Aşk.

24 Adet Gül

Her Dakikayı Sevgiyle Hatırlıyorum.

33 Adet Gül

Derin Aşk İle Seviyorum.

36 Adet Gül

Bana Geldiğinden Dolayı Romantik Hissetmek.

44 Adet Gül

Hiç Değişmeyeceğine Söz Vermek.

50 Adet Gül

Karşı Konulmaz Bir Aşk.

56 Adet Gül

Aşkım.

66 Adet Gül

Başarılı Aşk Beraberliği.

99 Adet Gül

Karşılıklı Anlayış Aşkı Sonsuzlaştırır.

100 Adet Gül

Sonsuza Kadar Birbirlerine Adanmış Çift.

101 Adet Gül

Sadece Sen.

108 Adet Gül

Benimle Evlenir misin?

111 Adet Gül

Sonsuz Aşk.

123 Adet Gül

Özgür Aşk.

144 Adet Gül

Seni Gece Gündüz Sonsuza Kadar Seveceğim.

365 Adet Gül

Hergün Seni Düşünüyorum.

999 Adet Gül

Bitmeyen, Sonsuz Aşk.

1001 Adet Gül

Vefakar Aşık, Sonsuza Kadar.[7]

 

Gülün Tarihçesi ve Gül Yetiştiriciliği

Gülün ilk olarak hangi devirde, hangi topluluk tarafından üretilip kullanıldığı kesin olarak bilinmemektedir. Fakat son zamanlarda bilimin ilerlemesiyle yeni yöntemler bulunmuş, böylece yaş saptamaları kolaylaşmıştır. Moleküler biyologlar hücre DNA’larını inceleyerek yaş tespiti yapmayı başarmışlardır. Bu tespitler sırasında gülün yaşının “200 milyon yıl” olduğu tespit edilmiştir. Yine yapılan başka bir araştırmada III. Jeolojik devir erken çağındaki jeolojik kalıntılarda, Colorado’daki Florissant fosillerinde, Montana ve Oregon’daki fosil yataklarında, Almanya ve Yugoslavya’da bulunan kayalarda gül fosilleri görülmüş, bunların yaşı “35-40 milyon yıl” olarak tespit edilmiştir. Orta Asya’daki fosillerde ise gülün yaşı “60-70 milyon yıl” olarak saptanmıştır (Altıntaş, 2010: 11; Altıntaş, 2014: 17).

MÖ 2684-2630 yılları arasında Mezopotamya’da yaşayan Akat Kralı I. Sargon hakkında yazılan tablette, kralın Dicle’nin ötesindeki ülkelere askerî keşif gezisi yaptığı ve bu geziden dönerken yanında “asma, incir ve gül fidanları” getirdiği yazmaktadır. Yine MÖ 1600’lü yıllarda Girit’te Knossos sarayındaki bir duvar freskinde gül resmine rastlanmıştır. Heredot (ö. MÖ 425), MÖ 700’lü yıllarda Frig Kralı Midas’ın misk gibi kokan dört yapraklı güllerle donatılmış bahçelerinin olduğunu söyler ve gülü Makedonya’ya tanıtanın Midas olduğunu belirtir. O, Anadolu’da gördüğü gülü 60 yapraklı olarak kaydeder. Sadece bu kayıtlardan kokulu gülün Anadolu’da en az 2700 yıllık geçmişi olduğu ortaya çıkmaktadır (Altıntaş, 2010: 11-13; Altıntaş, 2014: 19).

Antik Dönem Mısır medeniyetine bakıldığında MÖ 1400’lerde mezar taşlarında gül desenleri olduğu görülür. İngiliz arkeolog Sir Flinders Petrie’nin MÖ 400-200 yılları arasında olduğu belirlenen, yukarı Mısır’da açtığı mezarda, cenaze merasiminde kullanılan güllerden bir çelenk bulundu. Bu çelenkteki gül “Rosa Gallica” olarak tanımlandı. Yine MÖ 69-30 yılları arasında yaşayan Kleopatra’nın gülleri çok sevdiği ve Mark Antonyus’u etkilemek için ayaklarına gül yaprakları saçtırdığı kaydedilmiştir (Altıntaş, 2010: 13).

MÖ 600’lerde yaşayan Yunanlı şâir Sappho’nun, şiirlerinde gülden bahseden ve güle “çiçeklerin kraliçesi” ismini veren ilk kişi olduğu bilinir. MÖ 300 yıllarında yaşayan Yunanlı bilim adamı Theophrastus botanik konusunda yazdığı kitabında, döneminde bilinen gülleri tanıtmış, gördüğü güllerden beş yapraklıdan yüz yapraklısına kadar bütün gülleri kitabına almıştır. O, gül hakkında bilinen ilk detaylı botanik tanımlamayı yapan kişidir. Gülün tohumdan değil çelikten çoğaltılmasının daha kolay olduğunu da kaydetmiştir. (Altıntaş, 2010: 15).

Yunan mitolojisinde gül tanrıçaların çiçeğidir. Chloris çiçeklerin tanrıçasıdır ve güllerden taç giyer. Gül de çiçeklerin kraliçesidir (Çetindaş, 2013: 15)[8]. Gül aynı zamanda Afrodit’in sembolüdür (Can, 1970: 106). O, aşk tanrısı Eros’a bir gül sunmuş, böylece gül aşk ve şehvet sembolü olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Eros gülü sessizlik tanrısı olan Harpocrates’e verince gül, sessizliğin ve gizliliğin sembolü haline geldi. Homeros’un destanlarında da (MÖ 900) gül önemli bir yere sahiptir. Achilles kalkanını güllerle donatmıştır. Afrodit, Hector’un ölümünde, ölü bedenini güllerden yapılan bir yağ ile mesh etmiştir (Altıntaş, 2010: 13). Yunan medeniyetinde gülle ilgili daha pek çok efsane vardır. Afrodit efsanesinde Afrodit’in Adonis’le olan aşkını çekemeyen diğer tanrıların Adonis’i öldürmesi ve Adonis’in akan kanlarından Manisa Lâlesi’nin meydana geldiği; onu kurtarmaya giden Afroditin ayağına batan dikenler sebebiyle akan kanlardan da tanrıçanın çiçeği olan beyaz gülün kırmızıya boyandığı anlatılır (Erhat, 2002: 12). Yine Afrodit’in doğuşu sırasında vücudundan akan köpüklerden bir gül ağacı bitmiş, tanrıça onu tanrı içkisi nektar ile sulayınca ağaç gül vermiştir (Türk Ans. 1970: c.18: 134). Afrodit, Kıbrıs sahilinde dalgaların içinden çıkıp karaya ayak basmış ve geçtiği yerlerde güller açmıştır. Çünkü onu kıyıya götüren dalga, gülün tohumunu da beraberinde götürmüş, gül onun teneffüs edeceği havayı güzelleştirmek için birden doğmuş ve hızlıca açmıştır (Polat, 2001: 126).

MÖ 551-479 arasında yaşayan Konfüçyüs, Çin İmparatorluğu’nda gülün çok önem verilen bir çiçek olduğunu, imparatorun bahçelerinde özenle güller yetiştirildiğini ve Çin imparatorunun kitaplığında gül ve gül yetiştirmekle ilgili 600’den fazla kitap bulunduğunu kaydetmiştir (Altıntaş, 2010: 13[9]). Çin mitolojisinde kırmızı çiçekler, ruh malzemesi ya da hayat özü, hayat ateşi ve devâ olarak kabul edilir (Çetindaş, 2013: 22).

Romalılara bakıldığında, onların gülleri Yunanlılardan öğrendiğini görüyoruz. Romalılar sembolü gül olan Tanrıça Afrodit’i Venüs’le özdeşleştirdiler ve tanrıça Venüs’te gül sembolünü kullandılar. Venüs, saçında güllerden bir taç taşırdı (Bulfınch, 2012: 83). Romalı kadınlar güzellik reçetelerinde gülü kullandılar. Zerdüştlüğün Avesta’sında gül dini ve kozmogonik bir semboldü. Eski Hindistan, Suriye ve Mısır’da güle tapınıldığını gösteren işaretler bulunmuştur (Altıntaş, 2010: 15-17).[10]

9. yüzyıla gelindiğinde büyük hekim El-Kindi, Dinâverî eserlerinde gülden bahsetmişlerdir. Meşhur İslâm âlimi ve hekimi Ebû Hanife, gülün önemini bitkiler hakkında yazdığı Kitâbü’n-Nebâfta; “Gül bütün ağaçların nuru, bütün çiçeklerin şâhıdır” diyerek metheder (Altıntaş, 2010: 17; Altıntaş, 2014: 22). 11. yüzyılda Yusuf Has Hâcib’in meşhur Kutadgu Bilig isimli eserinde “Ziyafete Davet Usulü” anlatılırken, ziyafet sırasında gül suyundan hazırlanan “cüllab” ve “cülengebin” şuruplarının ikram edilmesi anlatılır (Kutadgu Bilig, 66. bölüm, 4656. beyit). Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânü Lügati’t-Türk isimli eserinde geçen “kumgan” kelimesi, “gül suyu şişesi” anlamına gelmektedir (TDK, Dîvânü Lügati’t-Türk Veri Tabanı). Bu da bize daha 11. yüzyılda Türklerin gül suyu çıkardığını ve bunun konulduğu kaba özel bir isim verildiğini gösterir.

İbn-i Battuta, seyahatnâmesinde Nusaybîn’de üretilen gül suyunun râyiha ve nefaset bakımından benzerinin olmadığını belirtir (İbn-i Battuta, 2000, c. 1: 337). Bu tarihler tahminen 1327 yılıdır (Baytop, 2004: 502).

16. yüzyıl Avrupası’na bakıldığında İngiliz herbalist John Gerard’ın kitabında 14 çeşit gülden bahsettiği görülür. 17. yüzyılın ikinci çeyreğinde (1629) yaşayan John Parkinson kitabında 24 farklı gülden bahseder. 1700’lü yılların sonunda yaşayan İngiliz Mary Lawrance ise “A Collection of Roses from Nature” isimli kitabında 90 farklı gülü tanıtmış ve resmetmiştir (Altıntaş, 2010: 17).

Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde, 17. yüzyılda meşhur esnaf alaylarından bahsedilen bölümde, geleneksel tedavi uygulayan, ilaç yapan, bugünkü tabirle eczacı olan esnafı geçerken, halka gül yağı dağıttıklarından bahsedilir.[11] Demekki 17. yüzyılda Osmanlı’da kokulu yağlar yapılıp kullanılmaktadır.

Gülün nârin, hassas bir çiçek olduğu ve çok soğuğu sevmediği bilinir. Fakat Evliyâ Çelebi, Erzurum’da gülün ve gülbahçelerinin çok olduğundan bahseder:

“Gerçi şiddet-i şitâdan bağı ve bağçesi yokdur amma Paşa sarayında gül bağçesi ve Hacı Murâd bâğı gülistânı ve Kefeniğnesioğlu güllüğü ve Bedros bâğı güllüğü ve niçe gül bâğları dahi vardır. Ammâ bu zikr olunan bâğların mutabbak (katmer) gülleri meşhûrdur.” (Kurşun vd. 1999: 109).

Osmanlı’nın gülcülük faaliyetleri 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Edirne ve çevresinde devam etmiştir.[12]

İsparta’nın gülleriyle meşhur olması bahsine gelirsek, en eski seyyâhların seyâhâtnâmelerine baktığımızda gülden bahseden tek bir cümle bile görülmemektedir. İsparta’ya 1332 yılında gelen İbn-i Battuta bu şehrin ma'mur bir yer olduğunu, her yanından çayların aktığını, bağı bostanı bol bir belde olduğunu yazmış fakat gülden hiç bahsetmemiştir (İbn-i Battuta, 2000, c. 1: 406).

1645 yılında Isparta’ya gelen Kâtip Çelebi, Cihannümâ isimli eserinde, İsparta’nın havasının hoş, kışının şiddetli, meyvelik büyük bir şehir olduğunu yazmıştır. Ayrıca “Boğa” isimli bir cins dokumanın en kalitelisinin burada dokunduğunu ve büyük boyahanelerinin olduğunu söylemiştir. Bu da gösteriyor ki günümüzde halısı ve gülüyle öne çıkan Isparta’da dokumacılık faaliyetleri 1600’lü yıllara kadar dayanmaktadır (Kâtip Çelebi, 2013, c. 1: 935).

İzmir İngiliz konsolosluğunda rahip olarak görev yapan Arundel, 1826 ve 1833 tarihlerinde iki defa İsparta’ya gelmiş ve o da gül ile ilgili herhangi bir bilgi vermemiştir. Yine, 1872 yılında Isparta’ya gelen rahip Edwin John Davis (Anatolica), 1895’te gelen Friedrich Sarre (Küçük Asya Seyahati) ve 1907’de gelen Getrude Bell’in eserlerinde de, gül ile ilgili herhangi bir bilgi verilmemiştir.

Anadolu’da ilk gül yağı üretiminin 1885 yılında yapıldığı çeşitli yerli ve yabancı kaynaklarda dile getirilmektedir. Leh asıllı olup Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’de hocalık yapmış, eczacılık cemiyetlerinin kurulmasında çalışmış, saray başkimyageri, sağlık hizmetleri başmüfettişi olmuş, kimya, tıp ve halk sağlığı ile ilgili yurtdışı birçok kongrelerde Osmanlı Devleti’ni temsil etmiş bir bilim adamı olan Charles Bonkowski Paşa (1841-1905), “De la fabrication de l’essence de roses en Asie Mineure” isimli 1888 tarihli Fransızca yayınında Anadolu’da ilk gül yağı üretimi hakkında bilgiler vermiştir. Paşa’nın verdiği bilgileri Baytop şöyle özetler:

“Osmanlı-Rus savaşı sırasında, Şarkî Rumeli’den İstanbul’a gelen Müslüman muhâcirlerin Kızanlık’tan getirdikleri gül fidanlarını Bursa yakınlarında ve Boğaziçi’nde Kandilli yakınındaki padişahın Çavuşbaşı Çiftliği’nde yetiştirip yağ elde ettiklerini, bu denemelerin başarı ile sonuçlandığını, 1885’te Bursa’da gülyağı elde edilmiş olduğunu görüyoruz. Bonkowski, Çavuşbaşı Çiftliği’ni Mayıs 1886’da gezmiş, gül bahçelerini görmüş, fidanların gayet iyi gelişmiş olduklarını, o yıl 500 okka gül çiçeği toplandığını, ertesi yıl bu verimin 3 misline yükselmiş olduğunu kaydetmiştir. Sonra Kızanlık’ta uygulanan distilasyon şeklinin Çavuşbaşı’nda aynen uygulandığını, 10 okka gül çiçeğinin 30 okka su içinde kaynatıldığını, distilatın 6 okkalık şişelerde toplandığını, 3 şişe dolduğu zaman distilasyona son verildiğini, bu 18 okka distilatın bir kazanda 6 okka distilat elde edilinceye kadar kaynatıldığını, kendi haline bırakılan bu son distilatta zamanla yağın yüzeyde toplandığını, 10 okka gül çiçeğinden yaklaşık 1 miskal, kesin olarak söylemek lazım gelirse 4.670 gram gül yağı ve 6 okka gül suyu elde edildiğini, 700 çiçeğin bir okka geldiğini, çiftlikte elde edilen yağın hemen hemen renksiz olduğunu, 16 santigrat derecede billuri bir kitle halinde yoğunlaştığını yazmıştır.” (Baytop, 2004: 511).

İstanbul ve Bursa’daki bu ilk teşebbüslerden sonra Isparta’da da gül üretimi için bir hareketlilik görülür. 1887-1888 yıllarında, daha önce dokumacılık ve halıcılık girişimleriyle tanınan Müftüzâde İsmail Efendi, Isparta’da kendi gayretleriyle gülcülük girişiminde de bulunmuştur.

Mithat Gülcü, bir yazısında Isparta’da gülcülüğün başlamasını şöyle anlatmaktadır:

“... 1887 yılında Çal kasabasında tapu memuru Kızanlıklı bir zatla İsmail Efendi tanışıyor ve gül diktiriyor. Sonra kazanları yaptırıyor. İlk 3 yıl yağ çıkartamıyor. Dördüncü ürün yılında Kızanlıklı Pehlivan Ahmet Usta ile tanışıyor ve onunla yağ çıkarmayı başarıyor...” (Agy, Ün Dergisi, 1942: 1447).

Müftüzâde İsmail Efendi elde ettiği ilk gülyağını, Selim Melhâme Paşa’ya götürmüş ve devlet kendisini 3. dereceden devlet nişanı ile ödüllendirmiştir. Parayı kabul etmeyen İsmail Efendi’ye damıtma kazanı verilmiş ve ertesi yıl İzmir Ziraat Müfettişi Zakaryan Efendi’nin raporu ile tekrar devlet tarafından ödüllendirilip yağları satması için Avrupa’ya gönderilmiştir (Altıntaş, 2014: 29; Gülcü, 1942: 1447).

Böylelikle İsparta’da gülcülük faaliyetleri başlamıştır ve 1899 yılında Selim Melhâme Paşa’nın da desteği ile Ziraat Nezâreti İsparta ile bazı illere bedelsiz olarak 100 bin gül çeliği dağıtmıştır (Baytop, Temmuz 1990: 8-10). Böcüzâde Süleyman Sâmi Efendi, Isparta Tarihi isimli eserini yazdığı tarihlerde İsparta’da pek çok gülyağı imbik hanesi bulunduğunu belirtmiştir (Böcüzâde, 2012: 47).

Ziraat Nezâreti gül üretimini artırmak için Bursa, Aydın, Konya, Burdur, Adana, Erzurum gibi illere yaklaşık 250 bin ücretsiz gül çubuğu dağıtmış, hükümet, bünyesinde gül uzmanları çalıştırmış, üreticiyi teşvik için yeni kurulmuş gül bahçelerine öşür ve diğer vergiler için beş yıllık muafiyet verilmiştir. Gül ürünleri üzerindeki gümrükler ve aletlere konulan vergiler de beş yıllığına kaldırılmıştır. Nezâret, para almadan, üreticilere imbik, şişe ve gerekli edevâtı dağıtmıştır fakat Biga bölgesindeki üreticiler verim alamayınca gül fidanları sökülmüştür. Erzurum’da da gülcülük faaliyetleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Sonuç olarak, Balkan muhacirlerinin çoğunlukla yaşadığı bölgelerde, devlet desteğiyle ve onların da katkılarıyla yeni ve kazançlı bir zirâî faaliyet başlamış ve 1910’da Isparta’da 90 bin miskal -yaklaşık 400 kilo- gülyağı üretilmiştir (Erçetin, 2014: 81-83, 89). (Yaklaşık 4 ton gülden 1 kilo gülyağının çıktığı düşünülürse, 1600 ton gülden 400 kilo gülyağı üretilebilir.).

Dünya Savaşı’na kadar gülyağı ortalama bir üretim ile devam ediyordu. Savaşın hem Avrupa’yı hem Osmanlı’yı etkilemesi, parfümeri sanayisinde büyük bir durgunluğa yol açtı ve İsparta gül yağları Bulgar gül yağlarının dörtte biri fiyatına ancak alıcı bulmuş ve bu iş verimsiz bir hale gelmişti. Ardından gelen Kurtuluş Savaşı da gül üretimini büyük oranda etkiledi. Yıllara göre gül yağı üretimleri ve fiyatları şöyle idi:

 

1910

60.000

miskal[13]

(300 kg yağ)

1912

384950 kg gül

26.600

miskal

(133 kg yağ)

1 miskal yağ

20 altın

1913

345500 kg gül

23.500

miskal

(117 kg yağ)

1 miskal yağ

40 altın

1914

361500 kg gül

24.300

miskal

(121 kg yağ)

1 miskal yağ

80 altın

1915

337500 kg gül

22.500

miskal

(112 kg yağ)

 

 

1916

270000 kg gül

18.000

miskal

(90 kg yağ)

 

 

1917

295000 kg gül

17.300

miskal

(86 kg yağ)

 

 

1918

187000 kg gül

12.500

miskal

(62 kg yağ)

 

 

1919

150000 kg gül

18.000

miskal

(90 kg yağ)

 

 

1920

124000 kg gül

8.300

miskal

(41 kg yağ)

 

 

1921

111000 kg gül

7.400

miskal

(37 kg yağ)

 

 

1922

76000 kg gül

5.100

miskal

(25 kg yağ)

 

 

1923

75000 kg gül

5.000

miskal

(25 kg yağ)

 

 

 

Yukarıdaki tablo, savaşın gül ve gülyağı üretimini ne kadar olumsuz etkilediğini göstermesi bakımından önemlidir. Rakamları, makalesinden aldığımız Hilmi Dilmen 1915-1923 senelerinin yanına fiyatlarını yazmayıp “Umûmî Harp Seneleri” şeklinde bir not düşmüştür (Dilmen, Mart 1935: 165). Savaşın ardından Cumhuriyet döneminin başlamasıyla beraber tekrar gül üretimi yükselmeye başlamış olup bu dönemdeki gülyağı üretimi ve gülyağının satış fiyatı ise şöyledir:

1924

120000 kg gül

8.000 miskal

(40 kg yağ)

1 miskal yağ 150 kuruş

1925

126000 kg gül

12.000 miskal

(60 kg yağ)

1 miskal yağ 150 kuruş

1926

131000 kg gül

13.500 miskal

(65 kg yağ)

1 miskal yağ 150 kuruş

1927

181000 kg gül

33.300 miskal

(166 kg yağ)

1 miskal yağ 375 kuruş

1928

184000 kg gül

18.200 miskal

(91 kg yağ)

1 miskal yağ 400 kuruş

1929

295000 kg gül

20.500 miskal

(102 kg yağ)

1 miskal yağ 350 kuruş

1930

350000 kg gül

21.500 miskal

(107 kg yağ)

1 miskal yağ 250 kuruş

1931

450000 kg gül

51.000 miskal

(255 kg yağ)

1 miskal yağ 85 kuruş

 

Kimi zaman yağ fiyatlarındaki değişkenlik sebebiyle üretici zor durumda kalmıştır. Bunda savaşın etkisinin olmasının yanı sıra üreticilerin ayrı ayrı olması sebebiyle yağların kalitesinin farklı olmasının, tüccarların hile yaparak bilerek düşük fiyat vermesinin ve Dilmen’in tabiri ile “hâris” üreticilerin katkı maddesi kullanmalarının da fiyatı düşürmede etkisi vardı. Hükümet, bu değerli ve hassas işin halkın eline bırakılamayacağını farketmiş ve Isparta’yı 5 senelik sanayi programına dâhil ederek bu şehirde bir gülyağı fabrikası yapmıştır (Dilmen, Mart 1935: 166).

Isparta milletvekili Kemal Ünal’ın gayretleri ve ekonomi Bakanı Celal Bayar’ın gül üretimi meselesini yakın takibi sayesinde 30 Eylül 1935’te temelleri atılan Isparta gülyağı fabrikası, 1936 yılından itibaren üretime başlamıştır. Isparta Ticaret ve Sanayi Odası’ndan alınan bilgilere göre Isparta ve çevresinde gül yağı üretimi, 1951’de 105kg, 1952’de 272 kg, 1953’te 488 kg, 1954’te 710 kg ile en yüksek rakama ulaşmıştır.

Bunun üzerine 1954 yılında gül üreticilerinin birleşmesiyle “Gülbirlik” kurulmuş ve burada katı gül yağı (konkret) üretimine de başlanmıştır. 1955’te 515 kg gül yağı 348 kg konkret, 1956’da 565 kg gül yağı 327 kg konkret, 1957’de 545 kg gül yağı 327 kg konkret üretilmiştir. Gülbirlik, 1958 yılında İslamköy Gül Yağı Fabrikası’nı kurmuş ve Isparta’nın gül yağı üretimi, 1958’de 304 kg, 1959’da 452 kg, 1960’da 360 kg, 1961’de 652 kg olmuştur.

Bugün Isparta’da özel sektöre ve Gülbirlik’e ait toplam 15 gülyağı fabrikası vardır. Türkiye yağ gülü üretiminin % 80’i Isparta’da, % 20’si Burdur, Afyon ve Denizli illerinde yapılmaktadır. 1998 yılı bilgilerine göre Isparta’da; 6034 ton gül çiçeği, 1562 kg gül yağı elde edilmiş, ihracat ise 2.5 milyon doları bulmuştur. 1999-2002 yılları arasındaki üretim ve ihraç miktarı şu şekildedir:

1999’da;

6204 ton gül çiçeği,

1465 kg gül yağı,

2000’de;

5330 ton gül çiçeği,

1300 kg gül yağı,

2001’de;

5811 ton gül çiçeği,

1180 kg gül yağı,

2002’de;

5827 ton gül çiçeği,

1185 kg gül yağı.

Isparta Tarım İl Müdürlüğünden alınan bilgilere 2005 ve 2006 yıllarında gül

ihracatından elde edilen gelir ise şöyledir:

 

 

gül yağı 6.555.000 $ konkret 1.288.200 $ absolüt 1.557.141 $ gül suyu 16.200 $

gül yağı 6.906.070 $ konkret 1.620.936 $ absolüt 2.234.250 $

Isparta’da 2008 yılında ortalama 8500 ton gül çiçeği, 1,5 tona yakın gül yağı ve 9 tonun üzerinde konkret ve absolüt üretimi gerçekleştirilmiş ve yaklaşık 15 milyon euro değerinde gül ürünü ihrac edilmiştir. 2012 yılında ise 6500 ton gül çiçeği, 1000- 1100 kg gül yağı, 6500 kg konkret ve 60.000 kilo gül suyu elde edilmiştir (Altıntaş, 2014: 27-35).[14]

Bugün İsparta’da gülden yapılan mamüller üreten onlarca firma mevcuttur ve bunlardan sadece biri olan Gülbirlik, 35 dalda 91 çeşit ürünle İsparta gülünü tüm dünyaya duyurmakta, gülün unutulan önemini tekrar hatırlatmaktadır.

Bugün birçok kaynak gül çeşitleri ve bunların sayıları hakkında farklı bilgiler vermektedir. Bunlardan biri olan Baytop, Türkiye ’de Eski Bahçe Gülleri isimli önemli eserinde bahçe gülleri için şöyle bir liste yapar: Ahmediye gülü, Anadolu gülü, beyaz gül, çay gülü, fındık gülü, frenk gülü, hoşâb gülü, Japon gülü, katmerli sarı gül, kırk kandil gülü, köpek gülü, lâyemut gülü, mayıs gülü, menekşe gülü, misk gülü, okka gülü, sarı gül, siyah gül, Şam gülü, tevrizi gülü, Van gülü, yağ gülü, yeşil gül, zeybek gülü (2001: VII-VIII).

Altıntaş ise, günümüzde dünyada 18.000 çeşit gülün varlığının bilindiğini sdile getirir. Yazara göre bu çeşitlerin ortaya çıkmasında uzun bir zaman dilimi ve geniş bir coğrafya etkili olmuştur. 18.000 çeşit gül aslında 150 “Rosa” türünün çoğaltılmış, melezleştirilmiş elemanlarıdır. Botanik bilimcileri 150 “Rosa” türünü tanımlamış ve bütün gülleri bu gruplara yerleştirmiştir. Tanıdığımız her gül bu soyların çeşitli fertleridir ve Türkiye’de kendine has 25 endemik gül çeşidi bulunmaktadır (Altıntaş, 2014: 15).

Cevad Rüştü, atalarımızın çevrelerinde gördüğü her şeye karşı sergilediği estetik tutumdan bugün mahrum kaldığımızı üzülerek anlatır. Bahçelerde toprakla uğraşarak elleri nasır tutan ecdadımızın fikirlerinin nasırlaşmadığını hislerinin körlenmediğini belirtir. Ziraatin bir şubesi olan bahçıvanlığın önceden hakir görülmediğini fakat bugün maalesef, esaretten ibaret olan memurluğun yüce bir şey zannedildiğini söyler. Bahçeciliğin yalnız zevk ve eğlence meselesi değil, belki psikolojik ve sosyal yönü olduğundan hatta insan sağlığıyla doğrudan ilişkili olabileceğinden bahseder. Savaş sonrası zamanlar için de bu münbit topraklara sahip yurdumuz artık yalnız kılıçla değil, sabanla da feth ve imar edilmeliydi diyerek, konuya farklı bir boyut kazandırır (Polat, 2001: 115, 193, 333-334, 363-366).

Polat’ın da eserinde belirttiği “Gül, çiçeklerin şâhıdır. Hatta gül, ‘seyyidü ezhâri’l- cenne’dir; yani cennetteki çiçeklerin efendisidir” (2001: 111) sözünü hatırlatıp Isparta ve gülcülük hakkında anlatılan aşağıdaki efsane ile bu maddeyi sonlandırıyoruz:

Çok eskiden en iri, en güzel, en kokulu gülleri yetiştirmenin yarış halini aldığı gül diyarı Isparta’da en seçkin gülü yetiştirenlere “Gülcü Baba”, “Gül Şeyhi” adı verilirmiş. Böyle bir devirde Gülcü Baba olarak tanınan gül meraklısı zengin bir ihtiyar ve onun güzelliği dillere destan gül yanaklı, fidan boylu, gül gibi taze Güllühan adında bir kızı varmış. Gelinlik çağı gelince Güllühan’ın çok talibi olmuş ama babası kızını kimselere vermiyormuş. Tek bir şartı varmış, kim kendisinden daha iri, daha güzel, daha kokulu gül yetiştirirse kızını ona verecekmiş.

Kızına gönül verenler arasında fakir, gül yetiştirecek bir avuç toprağı bile olmayan bir delikanlı varmış. Yılların Gül Şeyhi Gülcü Baba’dan daha iyi gül yetiştirmek, onun için imkansızmış. Delikanlı bir fırsatını bulup Gülcü Baba’nın yanına bahçıvan olmuş ve ondan gül yetiştirmenin inceliklerini öğrenmiş. Onun eşsiz güllerinden bir çubuk almış, gözyaşlarıyla sulamış. Ona aşkından alev, gönlünden koku vermiş. Gül mevsimi gelince ihtiyarın yetiştirdiği en güzel gül altın bir vazoya konmuş. Gülcü Baba’nın bahçıvanının elindeki toprak vazodaki gül, Gülcü Baba’nın gülünden kat kat üstün imiş. Gülcü Baba şaşkın, bir gözlerinin içi gülen kızına bir bahçıvana bakmış. “Yazılan bozulmaz, sözünden döneni Allah cezalandırır.” deyip vermiş kızını delikanlıya. Güller arasında kırk gün kırk gece düğün dernek kurmuşlar.” (Baytop, 2001: 7-8; Göde, 2010: 186-187)[15].

Sözlüklerde “Gül”lü Kelimeler

Çok eski zamanlardan beri bilinen gül, birçok topluluk ve millet tarafından çeşitli isimlerle kendisinden bahsedilen bir çiçektir. Antik Mezopotamya’da gül “as gestın, gır” olarak biliniyordu. Akatların dilinde “as (a) murdinnu”, Grekçe’de ise “rhodon” ismini almıştı. Gül, Arapçada “verd”, Hebrew dilinde “wered”, Georgian’da “vardı”, Ermenicede “vart”, Mısır dilinde “wrt”, Aramaid’de “wurrda”, Asur dilinde “wurtinnu”, Eski İran dillerinden Avesta’da “warda”, Soğd dilinde “ward”, Pers dilinde “wâr”, Eski Hint dili Sanskrit Shatapattra’da 100 yapraklı anlamında “vrittapushpa” isimleriyle bilinir (Altıntaş, 2010: 19-21[16]).

Gül, Türkçe’nin bazı lehçelerinde değişikliğe uğramış bazılarında ise Türkiye Türkçesi’ne yakın şekilde kullanılagelmiştir. Gül, Azerbaycan Türkçesinde “gızıl gül”; Başkurt, Kırgız ve Tatar Türkçesinde “roza”; Kazak Türkçesinde “ravşan”; Özbek Türkçesinde “atirgül”; Türkmen Türkçesinde “bagül”; Uygur Türkçesinde “gül/kızıl gül” isimleriyle kendine yer bulmuştur (Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü, 1991: 290-291).

Çeşitli yörelerde yaşayan halkımız da güle farklı anlamlar yükleyebilmektedir. Örneğin kısrakların gebelik alameti olarak böğründe iki tarafa açılan tüyleri bulunur. Bu tüyler büyüdükçe hayvanın doğurması yaklaşır. Malkara-Tekirdağ         yöresinde bu tüylere “gül” denir

(http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com ttas&arama=kelime&guid=TDK. GTS.57f8a5a81f5c53.80324888 08/10/2016).

Osmanlı coğrafyasında ve bilhassa Dîvân şiirinde hayatın bir parçası haline gelen gül, birbirinden farklı birçok kelime ile tekib halinde kullanılmıştır. Bu kullanımların daha net görülebilmesi için ulaşılabilen sözlükler ve kaynaklar taranarak bir gül sözlüğü oluşturulmuş ve bu sözlük “EKLER” bölümünde verilmiştir.

Gülün Eser İsimlerine Yansıması

Türk kültür ve edebiyatının en önemli çiçeği olan gülün, eser isimlerinde de kendine yer edinmesi kaçınılmazdır. “Gül”lü eserlerin içinde en bilineni olan Gülistân Doğu edebiyatlarının başucu kitabıdır. Bununla birlikte birçok roman, hikâye kitabı, şiir kitabı, tiyatro oyunu, dergi ismi, derleme kitaplarında da

“gül”lü isimlere rastlamak mümkündür.[17] İlgili bölümde ayrıntılı olarak bahsedileceği için kısaca geçilmiştir.[18]

Gülün Kişi İsimlerine Yansıması

Türk kültüründe çocuklara isim vermede çeşitli hassasiyetler etkili olmaktadır. Bu hassasiyetlerin başında Hz. Peygamber’in (sav): “Sîzler kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılırsınız. Bunun için isimlerinizi güzel koyunuz. ” hadîs-i şerîfi gelmektedir (Ebû Dâvud, Edep 69, [4948]). Hatta Hz. Peygamber (sav), Asiye ismini, Cemile ile değiştirmiştir (Ebû Dâvud, Edep 70, [4952]). Bu bağlamda Saim Sakaoğlu Türk insanının çocuklarına isim koyarken takip ettiği usulleri sıralarken, ilk sırayı dînî kaynaklı adlara vermiştir. Bu başlık altında da “Allah’ın sıfatları, Hz. Peygamber’in (sav) ve ashabının sıfatları, diğer peygamberlerin ad ve sıfatları” maddelerini sıralamıştır (1991, c.1: 2-11).

Hz. Muhammed (sav) çocuklara isim konulması hususunda hassas davranmış, bunun çocukların ebeveyn üzerindeki hakları olarak belirtmiş hatta anlamı uygun olmayan sahabe isimlerini bizzat değiştirmiştir (Aras, 1988: 332). Buradan hareketle bazı Türkler de İslamiyet’in kabulünden sonra isimlerini değiştimişlerdir. Hatta günümüzde bile Müslüman olan gayr-i müslimler kendilerine İslâmiyet’in anlayışına uygun yeni isimler vermektedirler.

Türklerin yerleşik hayata geçmeleriyle birlikte bitkiler ve çiçeklerle olan münasebetleri de artmıştır. Başta gül olmak üzere birçok bitkinin ve çiçeğin adı, özel isim olarak kullanılmıştır. Türk Dil Kurumu’nun online olarak sunduğu Kişi Adları Sözlüğü’nde yaptığımız tarama neticesinde, içinde “gül” kelimesinin bulunduğu 366 adet isim tespit edilmiştir. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından hazırlanan Adlarımız isimli çalışmada ise gül ile beraber kullanıldığı tespit edilen isimler şunlardır:

“Gül, Gülabi, Gülafer, Gülağa, Gülahmet, Gülan, Gülana, Gülafet, Gülay, Gülayım, Gülbade, Gülbadem, Gülbahar, Gülbahri, Gülbakan, Gülbay, Gülbeden, Gülbeden Begüm, Gülben, Gülbende, Gülbeniz, Gülbey, Gülbeyaz, Gülbez, Gülbitti, Gülbostan, Gülboy, Gülbün, Gülcan, Gülcemal, Gülcihan, Gülçehre, Gülçiçek, Gülçin, Gülçur, Güldal, Güldalı, Güldane, Güldede, Güldem, Gülden, Güldeniz, Güldenur, Gülderen, Güldermiş, Güldeste, Güldöne, Güle, Güldursun, Gülebetin, Gülenaz, Gülendam, Gülender, Güleser, Gülfem, Gülfer, Gülferah, Gülferay, Gülfidan, Gülgez, Gülgönül, Gülgün, Gülgûn, Gülhanım, Gülhan, Gülhasan, Gülhayat, Güliçi, Gülistan, Gülişan, Gülizar, Gülkız, Güller, Güllü, Güllühan, Gülnar, Gülnare, Gülnaz, Gülname, Gülnazik, Gülnihal, Gülnisa, Gülnur, Gülnûş, Gülören, Gülörgü, Gülöz, Gülpaşa, Gülpembe, Gülper, Gülperi, Gülriz, Gülrû, Gülrûh, Gülsabah, Gülsafa, Gülsalın, Gülseher, Gülseli, Gülsemin, Gülser, Gülseren, Gülsevim, Gülsevin, Gülsima, Gülsultân, Gülsüm, Gülşah, Gülşen, Gültek, Gültekin, Gülten, Gülter, Gültuğ, Gülüm, Gülüstü, Gülüşan, Gülver, Gülyüzlü, Gülzade, Gülzar, Gülzare, Gülzühal” (1992: 162-166).

Saim Sakaoğlu, Müjgan Üçer’in Folklorumuzda Gül isimli çalışmasını incelerken gül ile oluşturulan dikkat çeken isimleri paylaşmıştır. Bunlar, Ağgül, Anlargül, Bahtıgül, Beşgül, Betigül, Destegül, Dilgül, Gülkız, Gülnehir, Gülniyaz, Gülengül, Gülağca, Gülamber, Gülbeşeker, Gülbiçer, Gülcihan, Gülçum, Gülçüm, Güldenem, Gülfiye, Gülhayat, Güliçi, Gülipek, Gülpaze, Gülören, Gülsafa, Gülseher, Gülşafak, Gülşifa, Gültaze, Gülümden, Gülünden, Gülüs, Gülüş, Gülüver, Gülzaman, İncigül, İsmigül, Rengigül, Sadegül, Safigül, Sevgül, Zatıgül (Sakaoğlu, 2010: 63; Üçer, 1973: 3-5).[19]

Gül kelimesi Farsça kökenli bir kelime olmasına rağmen Türkçe’de gül ile oluşturulan kişi isimlerinin, İslâm coğrafyasının en önemli dilleri olan Arapça ve Farsça’daki terkiplerden daha fazla olduğu görülmektedir (Akkuş, 2010: 58). Banarlı bunun nedenini, gül kelimesinin 14. asırdan bu yana Hz. Peygamber’e alem olmasına bağlar. Banarlı’nın aşağıdaki hatırası, Türkçe’de neden daha fazla gül terkipli isim olduğu hususunda açıklayıcı olacaktır:

“Doğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden İstanbul’a, Ankara’ya ve başka büyük şehirlere akın eden halkımız var. Bunlar ailece gelip apartmanlarda kapıcılık, iç hizmetleri ve başka işler yapıyorlar. Adlarını öğreniyorum. Bilhassa kadın adları dikkatimizi çekiyor. Gül, Gönlügül, Yazgülü, Gülşah, Gülşan, Güldalı, Güldâne, Gülizâr, Kırgülü, Gülbeyaz hatta erkek adı olarak da bazen Gülbey.

Bu güllü isimlerin, bu Anadolumuzu gül bahçelerine çeviren güzel adların, bu derece ısrarla niçin konulduklarını ben biliyorum ama yine bilmezlikten gelerek soruyorum:

Sizin oralarda gül bahçeleri çok olmalı... Köy evlerinin bahçelerinde çok mu çiçek yetiştirirsiniz?

Adı Güldalı olan bir kadın cevap veriyor:

Hayır bey, bizim oralarda çiçek bahçesi ne gezer! Biz toprağı tarla diye kullanırız.

Peki, kızlarınıza bu kadar çok ve bu kadar güzel gül adlarını yoksa güle hasret duyduğunuz için mi koyuyorsunuz?

--- Hayır bey, bizim hasret duyduğumuz başkadır. Bizim oralarda inanılır ki gül Hz. Muhammed’in (sav) remzidir.” (Banarlı, 2004: 201).

Sümer Şenol, Isparta üzerine yaptığı çalışmasında halkın, çocuklarına isim koyarken kız çocuğu ve sabah vakti doğdu ise adının “Gülderen”; öğleden sonra doğmuş ise “Gülseren”; gece doğmuş ise isim babasının “Ay” olduğu düşünülerek ona da “Gülay” denildiğini tespit etmiştir (2003: 144).

Türkçedeki gül terkipli isimlerin çokluğunda, Hz. Peygamber (sav) ile özdeşleşmiş olarak kullanılmasının etkili olduğunu, hatta Arapça ve Farsçada bile bu kadar kullanım ve Hz. Peygamber ile bu kadar özdeşleşme olmadığını belirtmeye çalıştık. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, Arap edebiyatında değil, Türk edebiyatında Hz. Peygamber’in (sav) kokusu gül ile özdeşleştirilmiştir. Dolayısıyla teri, teni vb. özellikleri ile gül arasında çeşitli benzerlikler kurulmuştur. En eski hadîs kaynaklarına inildikçe görülecektir ki Hz. Peygamber (sav) “kokuların en güzeli misktir” buyurur ve genellikle O’nun kokusu “misk” ile tarif edilir.[20] Yani terinin bile çok güzel koktuğu söylenmiş fakat bu kokunun gül olduğuna dair en ufak bir işaret bile gösterilmemiştir. Dolayısıyla bu kullanım, yüzyıllar içinde oluşmuş; oluşmasında belki de bâtıl rivayetlerin etkili olduğu, Türk edebiyatına, Türk kültürüne mahsus bir kullanımdır.

Gülün rengi, kokusu, şekli vb. yönleri dikkate alınarak binlerce isim oluşturulmuştur. Gülün renginin dikkate alındığı isimler diğerlerinden daha fazladır. Gülbeyaz, Gülgûn, Gülpembe, Gülreng, Gülrû, Pembegül... bunlardan birkaçıdır.

Gülün rengi dışında çeşitli yönlerden ilişkilendirilerek kurulmuş “gül”lü isimlerden bazıları ise şunlardır: Gülârâ, Gülbahâr, Gülberg, Gülbün, Gülcihân, Güldâne, Gülderen, Gülhayât, Gülkız, Gülnisâ, Gülnûş vb.

Dikkat edileceği üzere yukarıda örnek olarak verilen isimler “gül” ile başlamaktadır. Bir de “gül” ile biten isimlerimiz vardır: Aslıgül, Birgül, Destegül, Fatmagül, Goncagül, Nesligül, Şengül vb.[21]

Bazı mutasavvıflarımıza “gül”lü ünvanlar ya da lakaplar da verildiği olmuştur. Bunlardan en çok bilineni İbrahim Gülşenî’dir.[22] Bir de “Gül Baba” veya “Gül Dede” denilen mutassavıflar vardır. Bunlardan en meşhuru Hz. Hasan (ra) soyundan olan Kutbu’l-Arifîn Yalınkılıçoğlu Veliyüddin Efendi’nin oğlu Cafer’dir. Şeyh Veliyüddin İsparta’nın Senirkent ilçesine bağlı Uluğbey kasabasındandır. Kânûnî Sultân Süleyman’ın daveti üzerine 948/1541’de Budin

Seferine katılmış ve orada şehit olmuştur. Fetihten sonra tahminen 200.000 askerin katıldığı ve Kânûnî’nin de hazır bulunduğu cenaze namazını Ebussuûd Efendi kıldırmıştır. 1543-48 yıllarında Budin Beylerbeyi Yahyâ Paşazâde Mehmed Paşa, Gül Baba’ya bir türbe yaptırmıştır. Gül Baba’nın şeyhlik alameti olarak tacının tepesinde bir gül taşıdığı için bu adı aldığı söylenir (Kaçalin, 1996, c. 14: 227-228)[23].

Gülün Yer Adlarına Yansıması

İnsanoğlunun yaşadığı yerlere isim vermesinde çeşitli faktörler etkili olmuştur. Yerleşim yerinin konumu, tarihî önemi, daha önce önemli bir kişinin orada yaşamış olması, yaygın meslek ve çevredeki göl, akarsu ve tepe bunlardan bazılarıdır.[24]

Tuncer Gülensoy, Türkçe yer adları üzerine yaptığı çalışmada, Türkçede kullanılan çiçek ve gül adlarıyla ilgili şu örnekleri vermiştir:

“Çiçek, Çiçekalan, Çiçekalı, Çiçekdağı, Çiçekdere, Çiçekköy, Çiçekler, Çiçekli, Çiçeklidağ, Çiçeklidere, Çiçeklidüz, Çiçekhüyüğü, Çiçeklikeller, Çiçekoğlu, Çiçekoluk, Çiçeközü, Çiçekpınar, Çiçekpınarı, Çiçektepe, Çiçekveren, Çiçekyayla, Çiçekyazı, Çiçekyurt, Gülaçan, Gülaçar, Gülağzı, Gülbağı, Gülbahçe, Gülbayır, Gülburnu, Gülçatı, Gülçavuş, Gülçayır, Gülçimen, Güldallı, Güldere, Gülderesi, Gülderen, Güldibi, Güldiken, Güldüzü, Gülgöze, Gülhayran, Gülhüyük, Gülkaya, Gülkonak, Gülkoru, Gülköy, Güller, Güllük, Güloluk, Gülören, Gülözü, Gülpınar, Gültepe, Güluşağı, Gülveren, Gülyazı, Gülyolu, Gülyurdu, Gülyüzü” (1995: 77)[25]

İsimlendirmede önemli olan faktörlerden biri de bölgede yetişen ürünlerdir: Çamlık, Bademli, Elmalı, Fındıklı vb. Bu bağlamda gül, Isparta ve çevresinde yetişen, bölge ekonomisine önemli katkısı olan bir çiçektir. Bölge halkının örneğin mahalle ve işyerlerine güllü isimler vermesi kaçınılmazdır. Güldede dağı, Güllü Belen, Güllüce höyükleri, Güldallı köyü, Gülevler, Gülcü, Gülistan mahalleleri, Gülkent Devlet Hastahanesi, Gülistan Lisesi, Gülbirlik İlköğretim Okulu, Gülcü Sağlık Ocağı, Gülses Gazetesi, Gülşen Kuyumcusu, Gülkar Soğutma, Gülcam Isı Yalıtım, Gülmaya Gıda Sanayi, Nurgül İnşaat, Gülpınar Kozmetik, Gülüm Döner Salonu... bölge halkının güle ne kadar önem verdiğini gösteren, tespit edebildiğimiz kullanımlardan bazılarıdır.[26]

Gülün Sembolik Değerleri[27]

Üçüncü Selim zamanında kurulan Nizâm-ı Cedit zabitlerinin giydikleri cepkenlerde, rütbeleri gösteren iki alâmet vardı. Bunlardan birinin adı “gül”, diğerinin adı ise “şemse” idi. Bu adlar alâmetlerin şekilleri sebebiyle verilmişti (Pakalın, 1983, c.1: 683).

Türkiye, İran ve Pakistan arasında 1978 yılında kurulan “Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilatı”nın amblemi de üç gülden oluşmaktadır.

Kültürel mirasımızın bir parçası olan mezar taşlarındaki çiçeklerin de çeşitli anlamları vardır. Örneğin sümbül motifi, Halvetiliğin ve Sümbüliye kolunun; yasemin çiçeği ise, Hz. Fatıma’nın sembolüdür. Kâdirî mezar taşlarında “18 köşeli yıldız” ile “8 yapraklı gül” motifli kabartmalar mevcuttur. Mezar taşlarında 12. yüzyıldan itibaren çokça kullanılan lâle motifi vahdet-i vücûdu, gül ise İlâhî güzelliği sembolize eder. Allah ismindeki harfler ile lâle kelimesinin yazılışındaki harflerin ebced hesabına göre sayı değerleri aynıdır. Hilâl kelimesi de bu cümledendir. Lâle ile gülün bir arada kullanıldığı örnekler de mevcuttur. Sarıklarda, kavuklarda ve diğer başlıklarda da bu motife sıkça rastlanır. Gülün süsleme sanatlarında ve özellikle mezar taşları üzerinde görülmesinin sebebi İlâhî güzelliği sembolize etmesi ve Hz. Muhammed’in (sav) remzi olmasından kaynaklanmaktadır. “Lale, gül, sümbül, karanfil, yıldız çiçeği, buhûr-ı Meryem, şakayık, küpe çiçeği, haseki küpesi, nergis, süsen” ve birçok çiçek taşların üzerinde açmaya devam etmektedir (http: //rumimevlevidergisi.blogcu.com/hangi-cesit-mezar-tasi-ne-anlatiyor/4167928 08/10/2016. Sitenin yararlandığını ifade ettiği kaynak: Kaybolan Medeniyetimiz, Uygulamalı Türk İslam Sanatları Kütüphanesi).

Gül sadece Müslüman mezar taşlarında değil Yahudi ve Hristiyan mezar taşlarında da görülmektedir. Örneğin Hristiyan mezar taşlarında bulunan gül, aşkın, tutkunun ve güzelliğin sembolüdür. Ayrıca Hristiyanlarca kutsal kabul edilen ve Hz. Meryem’i simgeleyen “ağlayan lâle” motifine Müslüman mezar taşlarında                                da                                                         rastlanmaktadır   (https:

//tarihvetoplum.wordpress.com/2011/01/17/57/ 08/10/2016). Bu, motiflerin ortak kullanılabildiğini fakat farklı anlamlar ifade edebildiğini göstermesi bakımından önemlidir.

Diğer Dinlerde Gül Telakkisi

İlahî kaynaklı dinlerde de kendine yer bulan gül, genellikle her dinde masumiyetin, günahsızlığın ve üstün kişilerin sembolü olarak kullanılmıştır. Musevîlik’te Hz. Mûsâ ile Hristiyanlık’ta Hz. Îsâ ve Hz. Meryem ile İslâmiyet’te ise Hz. Peygamber (sav) ile çeşitli yönlerden ilişkilendirilir.

Mûsevîlikte Gül

Mûsevîlerin bir bayramının adı da “gül bayramı”dır. Buna “Pentecbtes” derler (Sâmî, 2010: 399). Mûsevîler, Mısır’dan çıkmalarının yedinci haftası anısına bu bayramı kutlarlar.

Pakalın bu bayram hakkında şu bilgilere yer verir:

“Mûsevîlerce Mûsâ’nın Tûr’da Hakkın hitabına mazhar olarak elvâh-ı kânûniyeyi hamilen dönüşü hatırası olmak üzere yapılan bayram hakkında kullanılır bir tabirdir. Mayısın altıncı ve yedinci günlerine tesadüf eder. Tarihlerde Sabuo diye geçen bu bayrama İsrailliler Şebut adını verirler. İbraniler “Turfanda Bayramı” derlerdi. Sonraları “Îdü’l-Hamsîn” yani elli gün bayramı telkip eylemişlerdir ki Frenkler Rumcadaki pende kosti yani ellinci kelimesinden tahrifen “pantekot” derler.

Tevrat’ın üçüncü kitabında bu bayramın Mûsâ’nın tahsisatından olduğu yazılıdır... Son zamanlarda Musevîler iki gün bayram ederler ve bu günlerde iş görmeyip evin içerisini şamdan, lamba, vesair ev eşyasını çiçeklerle süslerler, sinagoklardaki tevratların bulunduğu mahfazalarla dolaplara ve mâbedin münasip yerlerine gül koyarlar. Kudüs, Yafa gibi Filistin topraklarında gül bayramı bir gündür. Eskiden hasat mevsiminden sonra yapılan bu bayrama “Îd-i Şükrân” (Şükran Bayramı) denilirdi.” (1983, c. 1: 685).

Dînî törenlerde hahamlar alınlarında gül başlığı kullanırlar (Çetindaş, 2013: 14).

Yahudiler isimlerine göre mezar taşlarına semboller çizebilmektedir. Örneğin Yahudi mezar taşlarında sıkça görülen şekil “Yahudi Yıldızı”dır. Bazen de mezar taşlarındaki semboller kişinin ismiyle ilgilidir. Örneğin Leon isimlilerde aslan, Benjamin isimililerde kurt ve Bluma/Blume isimlilerde bir gül sembolü bulunabilmektedir (https: //tr.wikipedia.org/wiki/Yahudi sembolizmi 08/10/2016).

Ayrıca Hz. Mûsâ’ya on emrin verildiği gün olan Şavvot (Gül) Bayramı da kutlanırdı. Bu bayram Pessah’tan elli gün sonra yapılmaktaydı     (http://www.ilimdunyasi.com/asri-saadette-

islam/yahudilik-ve-gelenekleri/?wap2 08/10/2016).

Hristiyanlıkta Gül

Diğer dinlerde olduğu gibi Hristiyanlık’ta da gül kendine mahsus anlamlar yüklenmiştir. Bazı Hristiyan metinlerinde gül, içi Hz. Îsâ’nın kanı ile dolu bir kadeh şeklinde hayal edilirken bazılarında ise Hz. Meryem’in sıfatıdır (Rosemary). Kimi metinlerde kırmızı gül, çarmıha gerilen Hz. Îsâ’nın el ve ayaklarındaki çivi yaralarını sembolize eder. Müslüman düşüncede olduğu gibi Hristiyanlarda da gül, cennet çiçeğidir (Andı, 2010: 4).

 

Ortaçağ filozofları doğadaki dört unsurun üzerinde “saf öz” adıyla bir unsur daha bulunduğunu düşünüyorlardı. Hıristiyanlıktaki Haç’ın ortasındaki beş yapraklı gül, işte bu saf özü temsil etmektedir. Orta Çağ filozofları “saf özü” anâsır-ı erbaânın üzerinde bir eleman olarak görmüşlerdir (Ayvazoğlu, 1996: 101). Gül Haçlılar olarak bilinen, eski Mısır, Yunan ve İbrânî ezoterizminin sentezi olarak değerlendirilen özel örgüt de sembolü olan haç ortasındaki beş yapraklı gül ile “saf özü” temsil etmiştir (Çetindaş, 2013: 14). Bunun yanı sıra gül, Haç’ın mesajını iletmek için kullandığı ışık; Hz. Îsâ’nın kendisini ve Hz. Îsâ’nın öğretisini temsilen de kullanılmıştır (Ayyıldız-Canlı, 2010: 27).

Hristiyanlığın ilk zamanlarında gül, Pagan günlerini ve kostümlerini hatırlattığı için kabul edilmemiştir. Uzun zaman sonra Roma Katolik klisesi gülü Hz. Îsâ’nın kanının sembolü olarak kabul etmiştir. Kırmızı gül Hz. Îsâ’nın ve din uğrunda işkence ile ölenlerin sembolü sayılmış, daha sonra Hz. Meryem’e “dikensiz gül” adı verilmiştir. Zamanla paganizmin Afrodit ile ilgili efsaneleri kısmen Hz. Meryem’e mal edilmiştir (Altıntaş, 2010: 17).

İslâmiyette Gül

Türk tasavvuf edebiyatında gülün Hz. Muhammed’in (sav) terinden yaratılması ve Hz. Peygamberin kokusunun gül kokusu olması bahsi sıkça işlenmiş, Anadolu halkı arasında gül koklarken salavat getirme âdeti ortaya çıkmıştır.

Metin Kutusu: Y. Emre, 81/2Metin Kutusu: Y. Emre, 196/8Mevcut bilgilere göre Türk edebiyatında gülün Hz. Muhammed’in (sav) terinden yaratılmasını ilk defa Yunus Emre (1240-1320) şiirlerinde dile getirmiştir.[28] 15. yüzyılda Süleyman Çelebi (1351-1422) Vesîletü’n- Necât isimli eserinde Hz. Peygamberin terinden gül derdiklerini

söylemiş,[29] 16. yüzyılda ise Hâkânî Mehmed Bey (ö. 1598/9) Hılye' sinde benzer duyguları işlemiştir.[30] Osmanlı Devleti’nin şâir pâdişahlarından olan ve Dîvân şiirinin en hacimli dîvânlarından birine sahip olan Kânûnî Sultân Süleyman da benzer bir beyit yazmıştır.[31]

Arapça, Türkçe manzum, mensur, telif ve tercüme şeklinde yaklaşık ikiyüz eser veren Bursalı İsmail Hakkı (1652-1725) Rûhü’l- Mesnevî’sinin ikinci cildinde, Mesnevî ve Muhammediye Şerhi"nde, Kitâbü ’n-Netîce"de ve bilhassa Risâle-i Gül’de, Hz. Muhammed (sav) ile gül arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışmıştır. Adı geçen diğer eserlerdeki bilgiler Risâle-i Gül’deki bilgilerin tekrarıdır (Tatçı, 2010: 103). Mustafa Tatçı, Risâle-i Gül’ün Türkiye kütüphanelerinde[32] bulunan iki nüshasını karşılaştırmalı olarak inceledikten sonra şu bilgileri vermiştir:

“İsmâil Hakkı, peygamberlerin ve bilhassa peygamberimiz Hz. Muhammed’in (sav), hakikat ehli olan edip ve şâirlerin, mecâzî sözler söyleyip hakiki manalarını kastettiklerinin, bu gibi söz ve eserlerin şerh edilmesi gerektiğinin inancındadır. Bu görüşten hareketle o, özellikle sembolik olan bazı kavramları şerh eden eserler yazmıştır. Bunlardan biri de ‘Risâle-i Gül’ adlı makalesidir.” (Tatçı, 2010: 100).

İsmail Hakkı Bursevî, adı geçen risâlesinde özetle şunları belirtir:

İmâm-ı Sehâvî, “Mekâsidü’l-Hasene” isimli eserinde, Hz. Peygamber’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kuvvetli bir hadis aktarmıştır. Bu hadiste Hz. Peygamber’in semâvâta mi’râcı sırasında arzın ayrılığa dayanamayıp gözyaşı döktüğü, Hakk’ın da bu gözyaşından “lasaf” adında bir bitki yarattığı anlatılmıştır. Hadîsin devamında Hz. Peygamber’in melekût âleminden mülk âlemine döndüğünde, yüzünde biriken ter damlalarının yere düştüğünü ve burada da Allah’ın kırmızı gülü yarattığını ve Hz. Peygamber’in; “Ümmetimden bir kimse benim kokumu duymak isterse, kırmızı gülü koklasın.” dediği rivayet edilmiştir.

Ebu’l-Ferec en-Nehrivânî bu hadîsin zayıf olsa bile manasının doğru olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Yazının devâmında Bursevî, bunun nasıl anlaşılması gerektiğine dair yorumlar yapmıştır. Örneğin Hz. Peygamber’in Cenâb-ı Hak’tan aldığı esmâ ve tecellî bilgisinin gül ile remzedildiğini, kırmızı gülün Hz. Peygamber’in terinden yaratılmasını, güzel kokusunu ve rengini bu remz ile mukayese edip anlamak gerektiğini söylemiştir.[33]

Hz. Muhammed’in (sav) kokusunun gül kokusu olduğunu, gülün O’nun terinden yaratıldığına dair yukarıdaki ve benzer metinlerdeki bilgileri bir kenara bırakıp hadîs kaynaklarına bakılacak olursa görülecektir ki Hz. Peygamber’in kokusunun çok güzel olduğu, misk gibi koktuğu, kimsede benzer bir kokunun bulunmadığı gibi bilgiler vardır fakat hiçbir hadîs kaynağında, Hz. Muhammed (sav) ile gül arasında doğrudan bir ilişki kurulmamıştır[34]. Bu konuda Hüseyin Vassâf Bey (1872-1929) Gülzâr-ı Aşk adlı Mevlid şerhinde Süleyman Çelebî’nin,

Terlese güller olırdı her teri

Hoş dererlerdi terinden gülleri

beytini şerh ederken altı farklı hadîsi kaynak olarak göstermiştir. Fakat hadîslerin hiçbirinde “gül” ile ilgili bir bilgi geçmemektedir.[35] Hüseyin Vassâf aynı eserin ilerleyen sayfalarında ise, Bursevî’den iktibâs ederek sarı gülün Burak’ın terinden, beyaz gülün Hz. Cebrâil’in terinden, kırmızı gülün ise Fahr-i Âlem’in (sav) terinden yaratıldığını söylemiştir.[36] Vassâf’ın, hiçbir hadîs kaynağında rastlamamasına rağmen, Bursevî’yi delil göstererek sarı, beyaz ve kırmızı gülün yaratılışını mi'râc hadisesine bağlaması da dikkate değer bir ayrıntıdır. Türk edebiyatının ilk hilye yazarı olan Hâkânî Mehmet Bey de Hilye-i Saâdet isimli eserinin 216. beytinde, Hz. Peygamber’in kokusunun ya misk kokusu yahut amber özü gibi koktuğunu söylemiştir.[37] Fakat o da birkaç beyit sonra terinin gül gibi koktuğunu ifade etmiştir. Bu da bize göstermektedir ki amber de misk de gül de Hz. Peygamber’in (sav) kokusunun çok güzel olduğuna kinayedir.[38] [39]

Diğer Sanatlarda Gülün Yeri

Klasik şiirimizin en önemli çiçeği olan gül, kimi zaman sıradan bir süsleme unsuru, kimi zaman tezyinatımızın temel elemanı olarak, bazen minyatürlerde, kitap süslemelerinde bazen de şarkılarda karşımıza çıkar.

Minyatürlerde gülün işlenişini incelediğimizde, minyatür kelimesinin “Ortaçağ Avrupası’nda hazırlanan el yazmalarının bölüm başlarında metnin ilk harfinin etrafına kızıl-turuncu minium ile (sülüğen, sülyen, kırmızı kurşuntozu) yapılan miniatura adlı tezhipten geldiğini ve “sülüğenle boyanmış” anlamını taşıdığını ancak zamanla minor (küçük) kelimesinin etkisinde kalarak “küçük (resim)” anlamını da kazandığını” görürüz (Mahir, 2005, c. 30: 118)54.

Minyatür, kültürümüzde genellikle el yazması kitaplarda yer alan, altın veya gümüş yaldızla yapılan, derinlik duygusu olmayan küçük resimlerdir. Minyatürlerde işlenen temalar arasında çiçekler, Türk sanatının vazgeçilmez motiflerinden olmuştur. Onlar, bazen natüralist bir yaklaşımla eserlerde kendine yer bulmuş bazen ise stilize edilerek verilmiştir.

Çiçekler içinde gülün minyatür sanatında da ayrı bir yeri vardır. O, Türk süsleme ve minyatür sanatının hemen hemen her devrinde sıklıkla kullanılan motiflerden biri olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm’deki secde ve hizb için belirtilen işaretler bile “gül” adını almıştır. Bunlardan cüzlerin başına konulanlara “cüz gülü”; hizblerin başına konulanlara

da “hizb gülü” denilmiştir (Pakalın, 1983: 683)[40]. Minyatürlerde doğa tasvirleri içinde sıklıkla görülen bir “gül hatmi” vardır. Bunu Şimşek şöyle açıklamaktadır:

“Toprakta iri yapraktan ya da bir rozetten çıkan uzun sap üzerinde yaprak ve çiçekleri olan, uca yaklaştıkça küçülerek bitkiye piramidal görünüş veren bir çiçektir.” (2010: 78).

En eski eserlere bakıldığında Selçuklular döneminde yazıldığı bilinen Dioscorides’in Materia Medica adlı eserinden bir dal üzerinde “okka gülü” tasviri yer almaktadır. Osmanlı döneminden günümüze ulaşabilen en eski minyatür ise, Sinan Bey’in (1480) yaptığı kabul edilen, “Gül Koklayan Fatih Sultân Mehmet Han” portresidir. Çeşitli yazma eserlerde gül koklayan pâdişah portlerinin yanı sıra elinde gül tutan genç hanım (1720), gül koklayan kılınçlı genç (XVIII. yy), sepetinde gül taşıyan derviş (XVIII. yy) minyatürleri de bulunmaktadır.[41]

Osmanlı minyatürleri, yapıldığı dönemin hayat tarzı, giyim kuşamı ve mekân görüntüleri hakkında gerçeği yansıtan bilgiler veren birer belge niteliği taşımaktadır. Bu minyatürlerden anlaşılmaktadır ki, o tarihlerde Edirne ve İstanbul saraylarında gül yetiştirilmektedir (Şimşek, 2010: 81).

Gülün sembol olarak kullanıldığı, “Gül-i Muhammedî” ismi verilen eserler de mevcuttur. Bu eserlerde gül ve yaprakları üzerinde dualar, ilk halifeler ve din büyüklerinin isimleri yazılıdır. Bazen de gül motifi üzerine “hilye-i şerif”ler yazılmıştır (Şimşek, 2010: 82).

Gül sembolünün dînî edebiyattaki el yazması eserlerde çoklukla kullanılan bir süsleme olduğunu sanat tarihçilerinden öğrenmek mümkündür. Hatta “gül-i Muhammedî” süslemede gülle ilgisi bulunmayan bazı madalyonlara bile ad olmuştur. Sanat tarihçileri gülün Osmanlı sanatındaki en yaygın çiçek çeşidi olduğunu ileri sürmektedirler. Hatta gülün yüzyıllar boyunca stilize, natüralist, realist ve sembolist tarzlarda kitap, kumaş, işleme, taş, çini, keramik, duvar resmi ve benzeri pek çok eserin en çok kullanılan bezeme elemanı olduğunu ve Lâle devrinde bile süslemede gülün daha çok kullanıldığını görmekteyiz (Kortantamer, 1993: 414).[42]

Gül, seramik malzemelerinde de motif olarak eski zamanlardan bu yana yerini alan ve en çok kullanılan çiçeklerden biridir. Bilhassa Türk-İslam sanatında gül ve lâle, çinilerde en çok kullanılan iki çiçektir. “Günümüzde cam, çini, porselen, vitrifiye ürünler, yer-duvar karosu ve mozaik üretimlerinde süsleme amaçlı olarak yaygın bir şekilde kullanılan gül motifleri pişmiş toprak ürünlerine kattığı estetik anlayışı ile yüzyıllar boyu canlı ve etkileyici kalabilmeyi başardığını göstermiştir (Bayazit-Coşkun, 2013: 1-12).[43]

Dünya ve Türk sinemalarında gül ve gülle ilgili konuların yer aldığı çeşitli filmler de yer almıştır. Bu filmlerin çoğunda gül soyut bir görev üstlenmiştir. Bazı filmlerde insanların yaşadığı dramı sembolize ederken, bazılarında cinsellik simgesi olarak kullanılmıştır. Toplumsal sorunların yer aldığı gül temalı yahut isminde gül yer alan filmler de mevcuttur.[44]

Çini, minyatür, tezhip, kalem işi, kitap ciltleri, tekstil, dokuma, ahşap gibi birçok alanda süsleme unsuru olarak kullanılan gül, Türk ebru sanatında da kendine yer edinmiştir. İlk kez Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman tarafından denenmiş olan gül ebrûsu, onların yetiştirdiği sanatçılar ve öğrencileri tarafından bugün sürdürülmektedir (Çaylı-Erdinç, 2012 Her Yönüyle Gül Sempozyumu).[45]

Gül, bayanların kullandığı başörtülerine de ilmik ilmik işlenmiş, çeyiz sandıklarının vazgeçilmezlerinden olmuştur. Bilhassa Ispartalı bayanlar tarafından yapılan pembe ve kırmızı gül oyaları, tığ veya iğne kullanılarak üretilir. Bugün bu oyalar, sadece yazma kenarlarına değil, havlu kenarlarına, fularlara, broşlara, şallara da işleniyor.[46]

El ile dokunan eski Isparta halılarında da gül motifi çok yaygındı. Hatta çocukluğunda halı işleme sesleri ile uyanan bu satırların yazarının büyüdüğü evin çatısında bulunan halı tezgâhı bu motiflere sıkça şahit olmuştur. Halının desenini halamın kayınpederi çizer; babaannem, annem ve halam ise dokur, halı bitince “Halı Sarayı”na götürülüp satılırdı. Halının her bir deseni için “gül dokumak” tabiri kullanırdı. Sözgelişi üç desen dokuyan biri; “Bugün üç gül dokudum.” derdi. Halı ipini sarmak için kullanılan çıkrığın adı da gülücen idi.

Gülün kendine yer edindiği alanlardan biri de mûsikî/şarkı sözleridir. Mûsikî, duygu ve düşünceleri seslerle ifade etme sanatı olarak tarif edilir. Şiir ve mûsikî Türk kültüründe birbirini tamamlayan iki ögedir. Dîvân şiirinde yer alan “şarkı” türü de ses ile sözün yakınlaşmasını etkilemiştir. Dolayısıyla şarkılara konu olan sözlerin önemli bir bölümünde “gül”e rastlamak mümkündür. Şarkılarda bazen gül ile bülbül konuşturulmuş, bazen bülbülün inlemesi ele alınmış, gül kimi zaman baharı temsil etmiş kimi zaman da diğer çiçeklerle ilişkilendirilmiştir.[47] (Ateş-Dikmen, 2010: 83-84). Bunun yanı sıra ismini gülden alan makamlarımız da vardır. Gülizâr, Gülşen-i Vefa, Rast Güldevri, Güldeste, Gonca-i Ra’nâ, Gülzâr, Gülruh bunlardan bazılarıdır. Gülfer Kalfa isimli bir de bestekâr mevcuttur (Ayvazoğlu: 1996: 100; Karadeniz, bty: XV- XXII).

Bunların yanı sıra değişik çiçek ve bitkiler rüyalarda da önemli bir motif olarak kabul edilmiştir. Çeşitli rüya tabiri kaynaklarında gül, lâle, nergis gibi çiçekler genellikle güzelliğe, hayra, evlenmeye, iffetli ve görgülü kadına, ferahlık ve sevince işaret oldukları varsayılmıştır (Çöğenli-Bayram, 1993: 175). Çeşitli kaynaklarda gül görmenin yorumları özetle şöyledir:

“Rüyada gül görmek, şerefli olan bir adama veya çocuğa yahut kayıp bir kimsenin gelmesine ya da kadına işaret eder.

 Rüyada gül topladığını gören kimse, hayır, iyilik, sevgi ve nimete kavuşur.

 Henüz açılmamış gül, hamile olan kadının çocuğunun düşmesiyle tabir edilir.

 Bazı tabircilere göre gül, ayrılacak veya elden kaçırılacak kadın ve ticarete yahut devamlı olmayan ferahlık ve sevince ya da sonu ve vefası olmayan ahde işaret eder.

 Rüyada genç bir delikanlının kendisine bir gül sunduğunu görse, o delikanlı, o kimseye bir taahhütte bulunur.

 Ancak sözünde durmaz.

 Rüyada gülden başında bir taç olduğunu gören kimse, bir düşmanı ile evlenir.

 Bir kadın bu rüyayı görse, tabir yine böyledir.

 Gül, güzel bir isimle yâd edilmeye de işaret eder.

 Gül, ferahlık ve sevince de işaret eder.

 Hasta olan bir kimsenin rüyada, gülün altında serilmiş veya gülden bir elbise giydiğini görmesi, o hastanın 40 gün sonra öleceğine işaret eder.

 Çünkü gülün mevsimi kırk gündür.

 Bazı tabirciler, gül, bir misafirin veya bir mektubun gelmesine işaret eder dediler.

 Gülü kesilmiş ağacında görmek, üzüntü ve kederdir.

 Bazı tabirciler, ağacıyla olan gül, sarp ve çetin bir millete ve güç işlere işaret eder.

 Rüyada gül toplamak sevinçtir.

 Bazen de sarı gül, hastalığa, kırmızı gül, güzellik ve zinete işaret eder.

 Kırmızı gül, delil ve iddia edilen şeyin vuzuha kavuşmasına da tabir edilir.

 Kirmâni’nin yorumuna göre: Bir kimsenin rüyasında ağacı üzerinde kırmızı gül görmesi;

 o kimsenin neşe ve sevince erişeceğine ve isteklerinin tahakkuk edeceğine, kişinin rüyasında ağacı üstünde san gül görmesi;

 o kimsenin bir iftiraya uğrayacağına ve herkese gülümseyen bir kadına, kişinin rüyasında ağacı üstünde beyaz bir gül görmesi;

 o kimsenin ihsana nail olacağına ve yükseleceğine, bekâr bir kimsenin rüyasında ağacı üzerinde veya evinde bir gül görmesi;

 o kimsenin evleneceğine, kişinin rüyasında ağacı üzerinde veya evinde kırmızı gül görmesi;

 o kimsenin ev halkı veya yakınları tarafından sevindireceğine yorumlanır.

 Gülyağı, zekâya, dinç bir dimağa, halka yakınlığa, mütevazı ve yumuşak olmaya delâlet eder” (Eliaçık, 2003: 175-183; Nablûsî, 2007: 43; http: //ruya.ihya.org/ruyada-gul-gormek.html 21.09.2016)[48].

Sonuç olarak gül, kültürümüzde isimlerden atasözlerine, kitap isimlerinden mahalle isimlerine, kokudan dînî törenlere kadar etkisini geniş bir sahada hissettirmiştir. Gülün yüzyıllar boyunca stilize, naturalist, realist ve sembolist tarzlarda, kitap, kumaş, işleme, taş, çini, keramik, duvar resmi, vb. pek çok eserin en çok kullanılan bezeme elemanı (Kortantamer, 1993: 414) olarak yer etmesi bu çiçeğin kültürümüzdeki önemini bir kez daha gösterir.

 



[1]  Ayrıntılı bilgi için bkz: Polat, 2001.

[2]    Ek bir bilgi olarak, “bahar” kelimesi klâsik Türk şiirinde kimi zaman “yaprak/çiçek” anlamında kullanılabilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz: Yılmaz, 2011: 184-186.

[3]   Rüştü, başka bir yazısında ise tam tersi bir düşünceden bahseder. Bir karanfil türüne verilen “Kırçıl Al” ismini “sakil, kırçıl” bulur ve böyle Türkçe terkiplerdense daha rakik bir hayal içeren İstanbul’un lisân-ı edebîsiyle isimler vermek gerektiğini düşünür. Onun zihnindeki edebî İstanbul Türkçesi “bugünkü hakiki edebî dilimizi oluşturan” Farsça tamlamalardan oluşan “pençe-i cedîd, pençe-i atîk, hüsn-i bahâr, gül-rû, kayser-i şems” gibi terkiplerdir. Ona göre böyle isimlerin verilmesi doğaldır. Çünkü “bu gibi ince, yüksek, nezih hisleri ifade edecek başka hurûf ve kelimât bulunmazdı.” (Polat, 2001: 50).

[4]  https://www.ciceksepeti.com/cicek-anlamlari?gclid=CN3rpPfbys0CFQaNGwodmPwJeQ 28/06/2016

[8]  Ayrıntılı bilgi ve bazı masal, hikâye ve romanlarda gülün kullanımı için bkz: Çetindaş, 2013: 15-23.

[9]  Ayrıntılı bilgi için bkz: Altıntaş’ın yararlandığı yabancı kaynaklar: Ludvık Vecera, Classıc Roses, Büyük Britanya, 1989, s.7-11; Eıgıl Kıaer, Methuen Handbook of Roses, London, 1965, s.10; Ancient Tımes; www.ionxchange.com; www.gardencards.bizhttp://en.wikipedia.org; Getrnot Katzers’s Spice Pages; www.uni-graz-at; Wikipedia the free encyclopedia.

[10] Ayrıntılı bilgi için bkz: Elinç, 2012.

[11]  “Bu esnâfın kârları bâdemden ve servi kozağından ve cevizden ve fındık ve fısdukdan ve gayrı gunâ-gûn eşyâlardan edhânlar çıkarub katremîz şişeleri içre koyub taht-ı revânlar üzre dükkânların zeyn idüb halka yâsemen yağı ve sünbül ve gül ve reyhân ve kullemisk yağları bezl iderek 'ubûr iderler.”[158b] (Gökyay, 1996: 228).

[12] Ayrıntılı bilgi için bkz: “2.2.3. Edirne ve Şam’ın Gül Yağı ve Gül Suyu Üretim Merkezleri Olması”

[13] 1 miskal yaklaşık 4-5 gramdır.

[14] Gül üretimi ile ilgili rakamların ayrıntıları ve Isparta yöresinde yağ gülü yetiştiriciliğinin Türkiye ekonomisindeki yeri için bkz: Altıntaş, 2014; Baydar-Kazaz, 2013; Gökdoğan, 2013: 51-58.

[15] Efsanelerde, masallarda, Isparta Folklorunda Gül’ün kullanımı hakkında detaylı bilgi için bkz: Göde; 2010a; Göde, 2010b: 185-194.

[16]  Altıntaş’ın yararlandığı kaynaklar için bkz: Kındı The Medical Formulary or Aqrabadhın of Al-Kındı, Martın Levey (Translated with a Study of İt’s Materia Medica) London, 1966, s. 344-345; www.ionxchange.com; www.gardencards.bizhttp://en.wikipedia.org; Getrnot Katzer’s Spice Pages; www.uni-graz-at; Wikipedia the free encyclopedia.

[17] Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Sakaoğlu, 2010: 64-65.

[18] Bkz: 5.3.9. Gül-Yazı İle İlgili Hususlar.

[19]  Sakaoğlu’nun “gül”lü isimler ve soyisimler üzerine yaptığı ayrıntılı çalışma için bkz: Sakaoğlu, 2010: 59-74. Ayrıca bkz: Dilipak vd. 2000.

[20] Kütüb-i Sitte, 6153; Müslim, Edeb: 5; Ebû Dâvud, Cenaiz: 32.

[21] Gül ile oluşturulan isimlerin kökeni, aldıkları ekler ve Arapça ve Farsçadaki “gül”lü isimler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Akkuş, 2010: 57-66.

[22] Bkz: 4.2.6. İbrahim Gülşenî.

[23] Gül Baba üzerine yapılan diğer çalışmalar için bkz: Aguston, 1998; Dede, 2001; Erdem, 1935, c. 2, s. 19: 268-271; Köprülü, 1988, c. 4: 832-834; Yakıtal, 1981.

[24] Anadolu’da yer adlarının konulmasındaki etkenler için bkz: Aksan, 1990; Sakaoğlu, 2001.

[25] Ayrıca, alfabetik olarak hazırlanmış Osmanlı yer adları için bkz: Sezen, 2006.

[26] Isparta’da gül adı ile kurulan isimlerin yapısal özellikleri ve Türk diline göre doğru kurulup kurulmadıkları üzerine yapılan çalışma için bkz: Yıldız, 2010: 155-161.

[27] Tasavvuf! sembolik değerler, tekrara düşülmemesi için “4.4. Gül-Tasavvuf” başlığı altında verilmiştir.

[28] Hak anı ögdi yaratdı sevdi Habîb’üm didi Yir yüzinde cümle çiçek Mustafâ’nun teridür

Gül Muhammed deridür bülbül anun yâridür Ol gülile ezelî cihâna bile geldüm

[29] Terlese güller olurdu her teri

Hoş dererlerdi terinden gülleri

[30] Arak-âlûd olıcak ol sultân

Gül-i pür-jâleye benzerdi hemân

Berg-i gül gibi o rûy-ı nîgû

Terlediğinde olurdu hoş-bû

Gördü Kevser arak-ı gül-bûyun

Nice akıtmasın ağzı suyun

[31] Çün arak dökdi Muhammed anı gül bitürdi Hakk Anun içindür Muhibbî olduğı mümtâz gül

[32] 1. Risâle-i Gül, Süleymâniye Kütüphanesi, Hâlet Efendi Bölümü, Yazma numarası 414, 1b-3b.

2. Risâle-i Gül min-Te’lîfât-ı Hazret-i İsmâil Hakkı k.s. İstanbul Belediyesi Kütüphanesi, OE, Yazma Numarası 975, 86a-89b.

[33] İsmail Hakkı Bursevî’nin Risâle-i Gül isimli eseri “EKLER” bölümünde verildiği ve konunun dağılmaması için bu kadar bilgi verilmesi uygun görülmüştür. Ayrıntılı bilgi için adı geçen risâleye bakınız.

[34]  İbn Nâsıruddîn ed-Dimeşkî, Muhammed b. Abdillâh el-Kaysî eş-Şâfi'î’ye [ö.842/1438] ait Câmi'u’l-Âsâr fi’s- Siyer ve Mevlidi’l-Muhtâr (nşr. Ebû Ya'kûb Neş’et Kemâl, I-VIII, 1431/2010) isimli eserin dördüncü cildinin 492 ve 493. sayfalarında sahâbeden Enes bin Mâlik’e dayandırılan, Hz. Peygamber’in (sav) söylediği iddia edilen; “Terimden bir damla damladı ve ondan kırmızı gül büyüdü. Kim benim kokumu koklamak isterse kırmızı gül koklasın.” sözünün uydurma olarak kabul edildiği belirtilir. Yine İbn-i Asâkir ve İbn-i Hacer gibi hadis alanında uzman kabul edilen önemli kişiler, yukarıda geçen hadisin uydurma olduğunu belirtmişlerdir (el-Munâvî, Zeynuddîn Muhammed Abdirraûf b. Tâcu’l-Ârifîn el-Haddâdî [ö. 1031/1622], Feydu’l-Kadîr fi Şerhi’l-Câmi'i’s-Sağîr, I-VI, Mısır, 1356/1937, c. V, s. 233; Mer'î el-Kermî, Mer'î b. Yûsuf b. Ebî Bekr b. Ahmed el-Makdisî [ö.1033/1624], el- Fevâîdu ’Mavdû 'a fi’l-Ehâdîsi’l-Mevdû 'a,s.91 (nşr. Muhammed b. Lutfî es-Sabbağ, I, er-Riyâd, 1419/1998).

[35] Hüseyin Vassâf’ın adı geçen eserindeki hadîsler:

1-  Kastalânî merhum yazar: Tîb isti’mâl etmeksizin râyihâ-i tayyibe Rasûl-i Ekrem Efendimiz Hazretlerinin hassâ-i nebeviyelerinden idi. Hatta Enes bin Mâlik, Nebiyy-i Atyeb Efendimizin kokusundan güzel misk ve anberden bile bir şey şemm etmedim, buyurmuşlardır.

2-  Mervî olduğu üzere Hz. Sâhib-i Sa’âdet’in vücûd-ı pür-sûd-ı âlîlerinde bir derece râyihâ-i tayyibe var idi ki herhangi bir yoldan güzer buyurmuş olsa da, o tarîki gayet güzel bir koku ihâta eylediğinden Cenâb-ı Peygamber’e tesâdüf etmeyenler râyihâ-i tayyibe-i nebevîye delâletiyle Sultânü’l-Kevneyn Efendimizin o yoldan teşrîf buyurduğunu hükm ederlerdi.

3- îmâm Taberânî nakl eder: Ukbe b. Firkat (r.a) hazretlerinin zevcesi Ümm-i Âsım buyurmuş ki: Dört ortak idik. Her birimiz kokulu şey isti’mâlinde yekdiğerimize müsâbaka ederdik ama zevcimiz Ukbe hiçbir koku sürünmezdi. Öyle iken onda bir koku vardı ki cümlemizin râyihâsından daha güzel idi ve hattâ halk Ukbe’nin kokusundan güzel koku görmedik derler idi. Sebebini zevcimden sordum, cevaben “Fahr-i Âlem Efendimizin zamân-ı sa’âdetlerinde bir derde mübtelâ oldum. Zât-ı âlî-i risâlet-penâhî mübârek lu’âb-ı sa’âdetlerinden bir miktar sırtıma ve karnıma dest-i ma’âlî-peyvestleriyle sürüp sığadılar. O derd benden derhal zâil oldu. O zamandan beri bu râyihâ-i tayyibe bâkî kaldı”, dedi.

4-   Yine Taberânî rivâyetiyle menkuldür: Ashâbdan biri huzûr-ı pür-nûr-ı sa’âdet-i Muhammedî’ye gelip kızının cihâzı hakkında mu’âvenet talep edince, zât-ı celîl-i nebevîleri mübârek terlerinden bir şişeye iki damla koyup “Al bunu kızına götür ve söyle, içindeki şey ile ta’attur etsin” buyurduğundan o zâtın kerimesi ondan her ne zaman ta’attur ettiyse râyihâ-i tayyibesini bütün Medîne ahalisi şemm ederlerdi. Hattâ onun hânesine “Beytü’l-Mutayyebîn” dediler.

5-  Müslim, Hz. Enes’ten rivâyet eder, buyurur ki: Bir gün Enes bin Malik’in (ra) hânesine teşrif-i ma’âlî redif-i Cenâb-ı Risâlet-penâhî şeref-vâki’ olarak Sultân-ı Risâlet Efendimiz hâb u râhata varıp mübârek vücûd-ı şerifleri terlemeğe başlamış idi. Hz. Enes’in vâlidesi Ümmü Süleym bir şişe tedârikıyle vücûd-ı sa’âdet-i Hz. Peygamberî’de zâhir olan terden alıp şişeye vaz’ eder ki (sav) Efendimiz hâbdan bîdâr olunca Ümmü Süleym Hazretlerinin yaptığı işi görüp “Yâ Ümmü Süleym! Ne yapıyorsun?” diye su’âl buyurdular. O da “tatyîb için mübârek terinizi alıyorum” cevâbını vermesiyle “evet, ondan a’lâ tîb olmaz” buyurdular.

6- Cenâb-ı Fâtımâtü’z-Zehrâ’dan (ra) şöyle mervîdir:

Peygamber (sav) defnedildikten sonra, onun kalbinden biraz toprak alındı. Onu kokladım. Sonra bir şiir yazdım: “Peygamberin toprağını koklayan kimse hayâtı boyunca daha değerli bir şey koklamaya ihtiyaç duymaz. Başıma gelen musibetler eğer günlerin başına gelseydi geceye dönüşürdü.” (Hüseyin Vassâf, Gülzâr-ı Aşk, Süleymâniye Kütüphânesi, Yazma Bağışlar Bölümü, Numara 2315, s. 485 vd.)

[36]  Tatçı, 2010: 101 naklen: Hüseyin Vassâf, Gülzâr-ı Aşk, Süleymâniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar Bölümü, Numara 2315, s. 485.

[37] Itr-ı hûbuyla pür olurdu meşâm

Bûy-ı müşg idi ya hod anber-i hâm

[38] Burada bir ayrıntıya daha dikkat çekmek gerekiyor: 1635 yılında tamamlanan ve Edirne’den bahseden en önemli kaynaklardan biri olan Abdurrahman Hibrî’nin Enîsü ’l-Müsâmirîn adlı eserinde, Edirne’de elde edilen güllerden hazırlanan gül suyu için şöyle denir: “Bilinmektedir ki her yörenin ünlü bir ürünü olur. Bunları İstanbul’un ileri gelenlerine ve saygın kişilerine armağan ederler. Edirne yoksul bir şehir olduğu için değerli bir ürünü yoktur. Ancak yukarıda yazılı bahçelerimizden bahar mevsimi armağan olarak gül suyu elde edilir ki kokusunun güzelliği miske benzer.” (Altıntaş, 2014: 24). Yazar misk ile gül kokusunun birbirine çok yakın olduğunu düşünür çünkü ikisi de çok güzel kokar.

[39]

En çok kullanılan 50 Türk motifi için bkz: Ünver, bty.

[40] Ayrıntılı bilgi için bkz: Şimşek, Habibe (2012), Kur’ân-ı Kerîmlerde Bir Süsleme Alanı “Gül” Tezhipleri, Her Yönüyle Gül Sempozyumu Bildiri Metni, Isparta.

[41] “XV. ile XX. Yüzyıllar Arasında Türk Tezhip Sanatında Gül Mo/f'ııiıı kullanımı için bkz: Coşkun, 2007, YL Tezi. Tek Figürlü Minyatürlerde Gül, Kompozisyon İçinde Gül, Murakka Albümlerdeki Gül Minyatürleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Şimşek, 2010: 77-82; Mahir, 2005, c. 30: 118-123. “Gülün Türk Minyatür Sanatı’ndaki Tasvirlerinden ve Doğadan Yola Çıkılarak Yorumlanması, Stilizesi ve Batik Sanatında Kullanımı” için bkz. Aydoğan, Mine (2012), Her Yönüyle Gül Sempozyumu Bildiri Metni, Isparta; Çetinkaya Karafakı, Filiz-Duran Gökalp, Derya (2012), Gül ve Süsleme Sanatı, Her Yönüyle Gül Sempozyumu Bildiri Metni, Isparta.

[42] Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Demiriz, Yıldız (1986), Osmanlı Kitap Sanatında Natüralist Üslupta Çiçekler, İstanbul Üniv. Edebiyat Fak. Yayınları.

[43] Bilhassa İznik ve Kütahya çinilerindeki gül motiflerinin çinilere kazandırdığı uyum, ahenk ve estetik hakkında detaylı bilgi için bkz: Bayazit, Murat-Coşkun (2012), Betül, Seramik Sanatında Gül Yansımaları ve Çinilerde Gül Motifleri, SDÜ Her Yönüyle Gül Sempozyumu Basılmamış Bildiri, Isparta.

[44] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Cereci, Sedat (2012), Sinemada Gül Temalı Filmlerin Yetersizliği Sorunu, SDÜ Her Yönüyle Gül Sempozyumu Basılmamış Bildiri, Isparta.

[45] Ayrıntılı bilgi için bkz: Çaylı, Gülfizar-Erdinç, Ünal (2012), Türk Ebrû Sanatı ve Gül, SDÜ Her Yönüyle Gül Sempozyumu Basılmamış Bildiri, Isparta.

[46] Ayrıntılı bilgi için bkz: Demirbilek Gökdoğan, 2013: 37-41; Kaya, 1988.

[47] Şarkılarda gülün kullanımı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Ateş-Dikmen, 2010: 83-96.

[48] Bu konuda akademik bir çalışma için bkz: Koldaş, Diyadin (2003), Kur’ân’da Rüya, Yüzüncü Yıl Üniv. SBE Temel İslam Bilimleri ABD Tefsir Bilim Dalı, YL Tezi.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar