ÇİÇEKLER VE GÜL
Hazırlayan: Talip ÇUKURLU
Çiçekler ve Çiçek Yetiştiriciliği
Tarihin ilk
zamanlarından beri hemen her toplumda ve her devirde çiçekler insanoğluna güzel
gelmiştir. Her uygarlık kendine mahsus çizgiler çizer ve o uygarlığa mensup
olanlar hayata bu çizgiler çerçevesinde yaklaşırlar. Bu durum kendini çiçek
kültüründe de gösterir. Toplumlar çiçeklere hayata bakış açılarına göre farklı
anlamlar yüklemişlerdir. Eski Hint kültüründe lotus çiçeğinin, Antik Yunan’da
nergisin, Afrika yerlileri arasında kır çiçeklerinin özel bir yer tutttuğu
bilinir (Andı, 2010: 3).
Ayvazoğlu, Taberî
Tarihinden naklen, çiçeklerin Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın üzerinde kuruyup
yere dökülen cennet yapraklarının güzel kokulu bitkiler halinde uç vermesiyle
ortaya çıktığını söyler. Hatta gülün de muhtemelen bunlardan biri olduğunu
belirtir (1996: 92).
Vassâf, cennetten
çıkarılan Hz. Âdem’in Allah’tan af dilemesiyle tevbesinin kabul edildiğini ve
bu sebeple Hz. Âdem’in yüz yıl sevinç gözyaşı döktüğünü söyler. Yazar; gül,
reyhan ve diğer güzel kokulu bitkilerin bu yaşlardan meydana geldiğini belirtir
(Kurnaz, 2010: 49).
Zerdüştlüğe ait olan
ve 9. yüzyılda kaleme alınan Avesta’da, bitkiler ölümsüz meleklerin sembolleri
olarak kabul edilir (Altıntaş, 2010: 17; Bakır, 2005: 43). Türk edebiyatında
çiçeklerden bahseden ilk eserlerden biri olarak Dîvânü Lügati’t-Türk’ü
göstermek mümkündür. Fakat bu eserde
“sözü edilen çiçeklerin hepsi, hiç şüphesiz, kır
çiçekleridir. Göçebenin bahçeler tanzim edip kültür çiçekleri yetiştirmeye
vakti yoktu. Yerleşik hayata çok erken geçenler de bulunmakla beraber,
atalarımız genel olarak göçebe idi, bu bir gerçek. Göçebeliğin ilkellik
olduğunu zannedenler itiraz ediyorlar ama biz öyle düşünmüyoruz. Göçebelik
ilkellik değil kendine göre üstünlükleri olan farklı bir yaşama biçimi” dir
(Ayvazoğlu, 1996: 23).
Ayvazoğlu’nun
yukarıda değindiği üzere toplumun çiçeklere yaklaşımı henüz estetik kaygı yüklü
değildi. Dede Korkud Kitabinda bile çiçeklerden fayda amaçlı
bahsedilmişti (Ayvazoğlu, 1996: 25). Fakat zaman ilerledikçe, bilhassa Osmanlı
toplumunda Orhan Şâik Gökyay’ın da değindiği üzere çiçek, günümüzde olduğu gibi
bir ticaret malı değil; mûsikî gibi, şiir gibi bir sevda işiydi (2002: 72).
Bunda etkili olan
faktör, şüphesiz klasik Türk şiirinin hüküm sürdüğü dönemin Türklerin yerleşik
hayata iyice alıştıkları ve artık geçimlerini hayvancılık yanında büyük oranda
tarımdan sağladıkları bir döneme denk gelmiş olmasıdır. Ayrıca yerleşik hayatla
birlikte çevrenin güzelleştirilmesi çabasıyla bağlantılı olarak estetik amaçlı
alışkanlık ve gelenekler de iyice yerleşmeye başlamıştır (Bayram, 2007ç: 210).
Hatta melezleme yöntemiyle yeni çiçekler elde edenler, bu çiçeklere
sevdiklerinin isimlerini adeta törenle veriyorlardı. Gökyay bu hususta şöyle
diyordu:
“Bu sevdaya tutulmuş olan insanlar, tıpkı bir kitabın
yazarı gibi buldukları, yetiştirdikleri lâle, gül, karanfil, sünbül, zerrin
gibi çiçek adlarıyla ün almışlardır. Onların çiçeklerine özene bezene koyduğu
adlar ananın, babanın öz çocuğuna koyduğu addan farksızdır. Çocuk nasıl ananın,
babanın koyduğu adı taşıyorsa, çiçek de onu yetiştirenin verdiği adı taşıyıp
gitmektedir.” (2002: 72)
Osmanlı Devleti’nin
son dönemlerine gelindiğinde çiçek yetiştiriciliği üzerine birçok eser, makale,
köşe yazısı yazıldı. Nurhan Atasoy yaptığı çalışma neticesinde Osmanlı
döneminde, 17 tane lâle risâlesi, 10 tane bostan risâlesi, 10 tane bahçecilik
ile ilgili yazılmış kitap, dokuz tane şükûfe-nâme ve bir tane de karanfil
risâlesinin varlığını tespit etmiştir (2002: 343-353). Bu eserlerden birinin
yazarı da Cevat Rüştü idi. Kelime dağarcığı oldukça zengin, edebî ve sanatsal
bir ruha sahip bir ziraatçi olan Rüştü, bir çiçek edebiyatı oluşturabilmek için
anlattığı zirâî bir olayı, edebî ve tarihî örneklerle süsleyerek okuyucuya
sundu. Cevat Rüştü’nün yazılarını ve hayat hikâyesini bir kitapta toplayan
Nazım Hikmet Polat, Cevat Rüştü için edebî birikiminin dikkate alınacak değerde
olduğunu belirtir. Hatta onun, “ekmeğini edebiyattan kazananların pek çoğunun
anlamak şöyle dursun civarında bile gezinemediği Ahmet Hâşim’in şiir iklimine
vukûfiyeti” olduğunu, “Fikret’in şiir dünyasında çiçeklerin yerini ilk defa
onun keşfettiğini” söyler (Polat, 2001: 1-2)[1].
Dîvân şiiri
incelendiğinde şâirlerin genellikle estetik bir anlam yükleyebilecekleri, daha
çok göze hitap eden çiçeklerden bahsettikleri görülür. Bayram yaptığı
çalışmasında taranan dîvânlarda 19 farklı çiçeğin isminin geçtiğini fakat aynı
çiçeğin farklı isimlerle anılması ya da alt türlerinin isimlerinin de şiirlere
girmesi sebebiyle bu sayının 28’e çıktığını belirtir. Klasik Türk şiirinde adı
geçen 28 çiçek şunlardır:
“gül (verd), nesrîn, nesteren; lâle,
şakâyıku’n-nu’mân; sünbül; nergis, (‘abher), zerrîn, zerrîn-kadeh; nevrûz;
benefşe (menevşe); yâsemin (semen, yâsemen); sûsen; nilûfer (nîlû-per, nîlû-berg),
çadır çiçeği; reyhân, fesleğen; karanfil (karanfül); za’ferân; şebbû (şebbûy);
zanbak; buhûr-ı Meryem, bahûr-ı Meryem; leylâk; merzengûş (mercanköşk), sedâb,
lisânü’s-sevr.” (Bayram, 2007ç: 216-217).
Açıl, Demiriz’in
kitap sanatlarında kullanılan çiçekler üzerine yazdığı makalesinde toplam otuz
altı çiçeğin adının, Bayram’ın makalesinde ise yirmi sekiz çiçeğin isminin
geçtiğini söyler ve buradan hareketle Osmanlı devrindeki şâirlerin aşina
oldukları çiçek sayısının on dokuzdan fazla olduğunu; bazı çiçeklerin klasik
Türk şiirinde kendine yer bulamadığını söyler (2015: 10).[2]
Şiirimizde lâle,
sümbül, yâsemin, nergis, nülüfer, menekşe, erguvan vb. kendine mahsus renkleri
ve kokularıyla şiirlerdeki yerlerini almalarına rağmen hiçbir zaman kendilerini
gül kadar belli edememişlerdir. O çiçeklerin sultânıdır.
Osmanlı dönemindeki
çiçek yetiştiricilerinin içinde önemli miktarda tekke mensubu ve şâir ruhlu
olanlar da vardı. Bunlar ürettikleri yeni cinslere şâirâne isimler veriyor
hatta çiçek isimlerini tenasüplü bir şekilde kullanarak beyitler yazabiliyordu.
Bunlardan biri ve aynı zamanda Merdivenköy Şahkulu Sultân Bektaşi Tekkesi
postnişinlerinden olan Hilmi Dede’ye ait Bahâriyye ’den alınan aşağıdaki
beyitler birçok çiçek ismi ihtiva eder. Cevat Rüştü, Hilmi Dede’nin yazdığı bu
beyitleri şöyle yorumlar:
“Herhalde Hilmi Dede baharda yüksek bir çiçek zevkiyle
mütehassis oluyor. Hatta tahayyül ve tasavvur değil belki tekyesi etrafında
bizzât vücuda getirdiği şükûfesitânını, bezm-i rindânı ‘âvîze’ler, ‘ateş çiçekleri’,
‘
balmumu’lar ile tenvir ediyor. Çünkü,
Şükûfestânı tenvîr etmeye hem bezm-i rindânı
Yakıp
âvîzeden ateş çiçeği, balmumun ra'nâ
diyor. Bir çiçek bahçesinde akşam zevkini itmam eden
‘gece sefâları’ sabahın ‘kahkaha’larını gözden kaçırmıyor, hatta ‘meh’ tesmiye
ettiği kendi ma'şûk-ı vicdanının ağyâr ile ‘gece sefâ’da ‘kahkaha’larla
dem-güzâr olduğunu söyleyerek ve kendisini de ‘sabûr’ çiçeği yerine koyarak,
meh
ağyâr ile gece sefâda kahkahalarla Hezârân yâ sabur çekmekte
şimdi Hilmî-i şeydâ
diyor”
(Polat, 2001: 237-240).
Melezleme yöntemleri
sonunda ortaya çıkan yeni türlere isim vermek çok önemlidir. Fakat verilen bu
isimler genellikle Arapça-Farsça kelime ve terkiplerle oluşturulur. Cevat
Rüştü, bu konuda hassasiyet göstermekte ve bahçıvanın görevlerinden birinin de
“ecnebî isimlerle tevsim olunan çiçek ve nebâtât-ı tezyîniyenin Türkçe
isimlerle tesmiyesi” olduğunu belirtmektedir[3] (Polat, 2001: 25). Bu Rüştü’nün ziraatçi ve edebî
kişiliğinin yanı sıra hassas bir dil bilincine sahip olduğunu gösterir. Nitekim,
o Türk Dili Tedkik Cemiyeti’nde görev almış ve I. Türk Dili Kurultayına üye
olarak katılmıştır (Polat, 2001: 37).
Çiçeklerin Sembolik Değerleri
Çiçekler ve kokuları
her zaman insanları etkilemiş ve zamanla sembolik anlamlar kazanmaya
başlamıştır. Erken Orta Çağ’da aristokrat tabakadakiler güzel kokuları çok
kullanırlardı. Bu çağda kullanılan kokuların özel anlamları da
vardı. Örneğin,
nergis kokusu ilk gençliği, gül aşkı, fesleğen çocuk sevgisini, şebboy dostluğu
sembolize ediyordu (Altıntaş, 2010: 49; Bakır, 2005: 42).
Bugünkü anlamıyla
çiçeklerin dilinin, ilk kez 1600’lü yıllarda İstanbul’da oluşturulmaya
başlandığı bilinmektedir. 1716 yılında eşiyle birlikte İstanbul’da yaşayan
İngiliz Lady Mary Wortley Montagu tarafından bir araya getirilen bu çiçekleri
anlamlandırma geleneği İngiltere’ye götürülmüştür. Rüştü ise, Fransa’da Madame
la Baronne de Fresenne adındaki şöretli bir bayanın Çiçek Lisanı adıyla
bir sözlük yazdığını, bu sözlükte çiçeklerin ne anlama geldiğinin yazılı
olduğunu belirtir. Rüştü’ye göre çiçeklerimiz şu manaları ifade eder (Polat,
2001: 53-60):
gül-i sad-berg |
gayr-ı sâbit bir aşkı |
lâle |
ihtişam ve gösterişi |
karanfil |
saf ve şiddetli bir aşkı. |
Lady Montagu, 1716
yılında İstanbul’da yaşadığı sırada yazdığı bir mektupta, “parmaklarınızı
oynatmadan, çiçeklerle tartışabilir, azarlayabilir, dostluk, aşk, nezaket
mektupları ve hatta haber bile gönderebilirsiniz.” demektedir.
Çiçeklerin
taşıdıkları anlamlara ilişkin Fransa’ya da sıçrayan merak, kısa sürede 800
çiçeğin anlamının belirlenmesine ve tüm dünyada ortak bir çiçek dili oluşmasına
yol açmıştır. Çiçeklerin neler ifade ettiklerini anlatan birçok internet
kaynağı bulunmaktadır. Bu kaynaklardaki bilgilerin bazılarının zorlanarak
uydurulmuş olabileceği görünmektedir. Bu anlamların birçoğunun çiçek satan
sayfalarda olması da konuya daha farklı/ticari bir boyut kazandırmaktadır.
Konunun daha iyi anlaşılması için birkaç farklı kaynakta verilen bilgiyi
aşağıda veriyoruz:
Ağlayan Gelin |
isyan |
Nilüfer |
Mutluluk |
Altın Kadeh |
Umut |
Fulya |
Unutma |
Anemon |
Gençlik |
Beyaz Glayör |
Dostluk |
Beyaz Gül |
Masumluk |
Kırmızı Gül |
Aşk |
Beyaz Karanfil |
Temizlik, Saflık |
Kırmızı Karanfil |
Sevgi |
Beyaz Lale |
Saflık, Temizlik |
Kırmızı Lale |
Seni Seviyorum |
Frezya |
Suçsuzluk |
Beyaz Krizantem İris |
Sadakat Hatıra, Zerafet |
Kamelya |
Mağrur |
Kırmızı Glayör |
istek |
Pembe Glayör |
Zarafet |
Kırmızı Krizantem |
Sessiz İstek |
Sarı Krizantem |
Karşılıksız Sevgi |
Lilyum |
Güven |
Gerbera |
İyimser |
Mor Krizantem |
Burukluk |
Mersedes Gülü |
Melankoli |
Orkide |
Mağrur, Gururlu |
Sterliçya |
Sıcak Sevgi |
Papatya |
Bolluk, Sıhhat |
Menekşe |
Alçak Gönüllü |
Pembe Gül |
Gönlüm Sende |
Sarı Gül |
Sıcak Sevgi |
Pembe Karanfil |
İçtenlik |
Sarı Karanfil |
Hüzün |
Pembe Lale |
Anlayış |
Sarı Lale |
Gerginlik |
Sarı Glayör |
Kıskançlık |
Mor Glayör |
İnanç[4] |
Çiçeklerin Türkiye’deki Anlamları
Beyaz Gül |
Masumiyet |
Kırmızı Gül |
Aşk |
Pembe Gül |
Gönlüm sende |
Sarı Gül |
Sıcak sevgi |
Beyaz Karanfil |
Temizlik, saflık |
Kırmızı Karanfil |
Sevgi |
Pembe Karanfil |
içtenlik |
Sarı Karanfil |
Hüzün |
Anemon |
Gençlik |
Beyaz Glayör |
Dostluk |
Kırmızı Glayör |
İstek |
Pembe Glayör |
Zerafet |
Sarı Glayör |
Kıskançlık |
Mor Glayör |
İnanç |
Orkide |
Mağrur, gururlu |
Sterliçya |
Sıcak sevgi |
Ağlayan Gelin |
İsyan |
Nilüfer |
Gelecek yenileme |
Beyaz Lale |
Saflık, temizlik |
Kırmızı Lale |
Seni seviyorum |
Pembe Lale |
Anlayış |
Sarı Lale |
Gerginlik |
Menekşe |
Alçak gönüllü |
İris |
Hatıra, zerafet |
Kamelya |
Mağrur |
Lilyum |
Güven |
Gerbera |
İyimser |
Frezya |
Suçsuzluk |
Beyaz Krizantem |
Sadakat |
Kırmızı Krizantem |
Sessiz istek |
Mor Krizantem |
Burukluk |
Mersedes Gülü |
Melankoli |
Altın Kadeh |
Umut |
Fulya |
Unutma |
Evrensel anlamları |
|
Pembe Renk Şefkat
Beyaz Renk |
Saflık, temizlik |
Mavi Renk |
Yumuşak huylu |
Yeşil Renk |
Ümit ve istikbal |
Mor Renk |
Dul |
Altın Sarısı |
Sevinç, bolluk |
Kırmızı Renk |
Aşk |
Kahverengi |
Geçmiş |
Siyah Renk |
Üzüntü |
Gri |
Melankoli |
Aşk anlamları
Menekşe |
Ketum aşk |
Kamelya |
Mağrur aşk |
Lale |
Asil aşk |
Mavi Gül |
ilahi aşk |
Anemon |
Aşkta saadet |
Gelincik |
Mazlum aşk |
Kış Gülü |
Temizlenmiş aşk |
Hercai |
Şefkatli aşk |
Kırmızı Gül |
Ateşli aşk |
Salkım |
Geçici aşk |
İris |
Aşk hatırası |
Sıklamen |
Aşk haberi |
Krizantem |
Melankoli |
Papatya |
Uysal aşk |
Küpe |
Aşkta hafiflik, hoppa[5] |
Peru Zambağı: Bu çiçeğin anlamı zenginlik, talih ve şansdır ayrıca
dostluk çiçeği olarakta bilinir.
Nergis Zambağı: Sıradışı güzelliğin temsilcisidir.
Anemon Çiçeği: Bu çiçeğin iki anlamı vardır umudunu yitirmiş ve
vazgeçmiş diğeri ise beklenti ve umma’dır.
Filamingo Çiçeği: Konukseverlik, mutluluk ve bereketi simgeler.
Yıldız Çiçeği: Genellikle sabrı simgeler diğer anlamları ise zarafet
ve de titizliktir.
Cennetkuşu çiçeği: Neşeyi, görkemi ve heyecanı simgeler.
Vouvardia Çiçeği: Şevkin ve yaşam sevincinin simgesidir.
Kalla Zambağı (Gelin
çiçeği): Bem beyaz renginden dolayı
saflığı, masumiyeti ve güzelliği simgeler bu yüzden de düğünlerde genelikle
gelin çiçeği olarak kullanılır.
Karanfil Çiçeği
Beyaz karanfil çiçeği
saygı ve güzelliğin simgesidir.
Kırmızı karanfil
çiçeği aşkın ve hayranlığın simgesidir
Pembe karanfil çiçeği
bir kadının ve ya annenin sevgisini temsil eder
Mor karanfil çiçeği kaprislik anlamına gelir
Sarı karanfil çiçeği hayal kırıklığı, reddedilme ve küçümseme anlamına
gelir
Kasımpatı Çiçeği: Genel olarak uzun yaşam, eğlence ve sadakat anlamına
gelir
Kırmızı kasımpatı
çiçeği aşkı simgeler
Beyaz kasımpatı
çiçeği dürüst ve temiz bir aşkı simgeler
Sarı kasımpatı çiçeği
ise yüzeysel bir aşkı temsil eder
Dafodil Çiçeği: Yeni bir başlangıcın, saygınlığın, cesaretin ve uzun
bir yaşamın simgesidir.
Not: Tek bir dal şeklinde ise anlamı kötü talihdir ancak
demet halinde ise mutluluk ve eğlencenin anlamına gelir.
Papatya: Masumiyeti ve temiz bir aşkı simgeler.
Hezaren Çiçeği: iyi yüreklilik, neşe, canlılığı simgeler.
Süsen çiçeği: Düşünceliği ve masumiyeti temsil eder.
Gardenya: Gizli bir aşkı, masumiyeti ve neşeyi simgeler.
Garbera Çiçeği: Bu çiçek papatya ailesinden olup aynı anlamları
taşımaktadır.
Kuzgunkılıcı: Güçlü karakterin simgesidir ayrıca sadakat ve şeref
anlamına gelir.
Lavanta Çiçeği: Hayranlığı ve güzelliği simgeler. Beyaz lavanta ise
bir dileğin gerçekleşmesi ve koruma anlamına gelir.
Sümbül: Genel olarak neşeyi, canlılığı ve gözü karalık
anlamına gelir.
Mavi sümbül azmin simgesidir
Mor sümbül kederi simgeler
Kırmızı ve pembe eğlenceyi simgeler
Beyaz sümbül aşkın simgesidir
Sarı sümbül kıskançlık anlamına gelir
Ortanca Çiçeği: Bu çiçek içten gelen samimi duyguları temsil eder.
İris (Süsen) çiçeği: Bu çiçek süsen ailesinden olup genel olarak güzel bir
söz anlamına gelir.
Mor İris (süsen) bilgeliği simgeler
Mavi İris (süsen) umudu ve inancı temsil eder
Sarı İris (süsen) hırsı simgeler
Beyaz İris (süsen) saflığı temsil eder
Larkspur (Hazeran)
Çiçeği: Bu bitki hazeran çiçeği
ailesinden olup neşenin ve canlılığı simgeler Leylak: Saf gençlik ve
masumiyet anlamına gelir.
Beyaz leylak saflığın ve temizliğin simgesidir
Mor leylak ilk aşkı simgeler
Tarla leylağı bağışı ve yardımseverliği simgeler
Zambak: Genen olarak saflığı ve güzelliği simgeler
Beyaz zambak iffeti ve bekareti simgeler
Turuncu zambak hırsı temsil eder
Sarı zambak gösterişli anlamına gelir
Vadi deki zambak sevimlilik ve saf bir kalbi temsil eder
Orkide Çiçeği: Ekzotik güzelliği simgeler ayrıca nezaketi,
düşünceliği ve kadınlığın güçünü simgeler.
Şakayık Çiçeği: Mahcupluk ve şefkati simgeler ayrıca mutlu bir
evlilik, mutlu bir yaşamı ve sağlığı temsil eder.
Protea King: Bu çiçek güney afrikada olup değişimin ve dönüşümün
temsilcisidir. Ayrıca becerikli olma ve farklı olma anlamınada gelir.
Queen Anne’s Lace: Ülkemizde gelinparmağı, kızıl ot, deper otu, yerebatan
gibi değişik isimler ile bilinir bu çiçeğin anlamı mabet olarak bilinir ayrıca
naziklik anlamımda taşır.
Düğün Çiçeği: Parlak bir cazibeye ve çekici olduğunuz mesajını
vermek için kullanılır.
Arslanağzı Çiçeği: Canayaknlığın yanı sıra güçün ve zaferin
temsilcisidir.
Sahil Karanfili: Sempati ve başarıyı simgeler.
Sera Şebboyu: Güzelliği ve mutlu bir yaşamı simgeler ayrıca iki
kişinin birbirine olan güçlü bağını temsil eder.
Ay Çiçeği: Saf ve temiz düşünceyi, aşırı hayranlığı ve özel bir
aşkı simgeler.
Kokulu bezelye
çiçeği: Nazrin bir hissi, mutluluğu ve
güzel zaman geçirmeyi simgeler.
Lale: ilanı aşk etmek için kullanılır ve saf bir aşkı simgeler.
Gül: güllerin renklerine göre birden çok anlamı vardır.
Kırmızı gül hiç şüphesiz ki aşkın temsilcisidir ayrıca karşı
tarafa olan derin duyguları simgeler.
Beyaz gül yeni ve temiz bir başlangıcı temsil eder ayrıca
sempati, dürüstlük, alçak gönüllüğü simgeler.
Sarı gül canlılık ve neşeyi, sıcaklığı, eğlenceyi ve dostluğu
simgeler. Aşk konusunda platonik bir aşkın temsilcisidir.
Pembe gül nazik duyguları, saflığı, sevimliliği simgeler.
Turuncu gül tutkulu bir aşkın temsilcisidir ayrıca neşeyi
sevincide simgeler.
Lavanta gülü renginden dolayı ilk görüşte aşkı temsil eder ayrıca
görkemin ve ihtişamında simgeler.
Mavi gül doğal olarak elde edilmediği için ulaşılmaz ve
gizemlilik anlamını taşır genel olarak verdiği mesaj şöyledir “seni elde
edemiyor olabilir ancak aklımdan tek bir an dahi çıkmıyorsun”.
Yeşil gül, yeşil rengi uyumu, zenginliği, bolluğu ve barışı
simgeler.
Siyah gül, bildiğiniz gibi siyah rengi ölümü ve umudun
kaybolmasını simgeler. Siyah gülde bir kişiye olan aşkın son bulduğunu ve buna
dair hiç bir ümidin kalmadığını temsil eder.
Her renkten oluşan
gül büketi kişiye olan duygularınızı dile getirmek için güzel bir yöntemdir
örneğin kırmızı ve beyaz gül karşınızdakine aşık olduğunuzu ve ona karşı temiz
duygular beslediğinizi anlatır.[6]
Beyaz Gül |
Masumiyet |
Kırmızı Gül |
Aşk |
Pembe Gül |
Gönlüm şenindir |
Sarı Gül |
Sıcak Sevgi |
Beyaz Karanfil |
Temizlik, Saflık |
Kırmızı Karanfil |
Sevgi |
Pembe Karanfil |
içtenlik |
Sarı Karanfil |
Hüzün |
Anemon |
Gençlik |
Beyaz Glayör |
Dostluk |
Kırmızı Glayör |
İstek |
Pembe Glayör |
Zerafet |
Sarı Glayör |
Kıskançlık |
Mor Glayör |
İnanç |
Orkide |
Gurur |
Sterliçya |
Sıcak Sevgi |
Ağlayan Gelin |
İsyan |
Nilüfer |
Gelecek yenileme |
Beyaz Lale |
Saflık Temizlik |
Kırmızı Lale |
Seni Seviyorum |
Pembe Lale |
Anlayış |
Sarı Lale |
Gerginlik |
Menekşe |
Alçak Gönüllü |
Kamelya |
Mağrur |
Lilyum |
Güven |
Frezya |
Suçsuzluk |
Beyaz Krizantem |
Sadakat |
Kırmızı Krizantem |
Sessiz İstek |
Mor Krizantem |
Burukluk |
Mersedes Gülü |
Melankoli |
Altın Kadeh |
Umut |
Fulya |
Unutma |
Renklere Göre Çiçek Anlamları
Pembe Çiçek |
Şefkat |
Beyaz Çiçek |
Saflık, Temizlik |
Mavi Çiçek |
Yumuşak Huylu |
Yeşil Çiçek |
Ümit ve İstikbal |
Mor Çiçek |
Dul |
Sarı Çiçek |
İsyan |
Kırmızı Çiçek |
Gelecek Yenileme |
Kahverengi Çiçek Saflık Temizlik
Siyah Çiçek |
Seni Seviyorum |
Gri Çiçek |
Anlayış |
Sayılarla Gül Anlamları
1 Adet Gül |
Size Odaklanmış Özel Sevgi. |
2 Adet Gül |
Karşılıklı Derin Bir Aşkla Birbirimizi Seviyoruz. |
3 Adet Gül |
Seni Seviyorum. |
6 Adet Gül |
Senin Olmak İstiyorum. |
9 Adet Gül |
Sonsuza Kadar Birbirimizi Seveceğiz. |
11 Adet Gül |
Hayatımda En Çok Sevdiğim Kişisin. |
12 Adet Gül |
Tatmin Edici Bir Beraberlik Ve Karşılıklı Sevgi. |
13 Adet Gül |
Gizli Aşk. |
24 Adet Gül |
Her Dakikayı Sevgiyle Hatırlıyorum. |
33 Adet Gül |
Derin Aşk İle Seviyorum. |
36 Adet Gül |
Bana Geldiğinden Dolayı Romantik Hissetmek. |
44 Adet Gül |
Hiç Değişmeyeceğine Söz Vermek. |
50 Adet Gül |
Karşı Konulmaz Bir Aşk. |
56 Adet Gül |
Aşkım. |
66 Adet Gül |
Başarılı Aşk Beraberliği. |
99 Adet Gül |
Karşılıklı Anlayış Aşkı Sonsuzlaştırır. |
100 Adet Gül |
Sonsuza Kadar Birbirlerine Adanmış Çift. |
101 Adet Gül |
Sadece Sen. |
108 Adet Gül |
Benimle Evlenir misin? |
111 Adet Gül |
Sonsuz Aşk. |
123 Adet Gül |
Özgür Aşk. |
144 Adet Gül |
Seni Gece Gündüz Sonsuza Kadar Seveceğim. |
365 Adet Gül |
Hergün Seni Düşünüyorum. |
999 Adet Gül |
Bitmeyen, Sonsuz Aşk. |
1001 Adet Gül |
Vefakar Aşık, Sonsuza Kadar.[7] |
Gülün Tarihçesi ve Gül Yetiştiriciliği
Gülün ilk olarak
hangi devirde, hangi topluluk tarafından üretilip kullanıldığı kesin olarak
bilinmemektedir. Fakat son zamanlarda bilimin ilerlemesiyle yeni yöntemler
bulunmuş, böylece yaş saptamaları kolaylaşmıştır. Moleküler biyologlar hücre
DNA’larını inceleyerek yaş tespiti yapmayı başarmışlardır. Bu tespitler
sırasında gülün yaşının “200 milyon yıl” olduğu tespit edilmiştir. Yine yapılan
başka bir araştırmada III. Jeolojik devir erken çağındaki jeolojik
kalıntılarda, Colorado’daki Florissant fosillerinde, Montana ve Oregon’daki
fosil yataklarında, Almanya ve Yugoslavya’da bulunan kayalarda gül fosilleri
görülmüş, bunların yaşı “35-40 milyon yıl” olarak tespit edilmiştir. Orta
Asya’daki fosillerde ise gülün yaşı “60-70 milyon yıl” olarak saptanmıştır
(Altıntaş, 2010: 11; Altıntaş, 2014: 17).
MÖ 2684-2630 yılları
arasında Mezopotamya’da yaşayan Akat Kralı I. Sargon hakkında yazılan tablette,
kralın Dicle’nin ötesindeki ülkelere askerî keşif gezisi yaptığı ve bu geziden
dönerken yanında “asma, incir ve gül fidanları” getirdiği yazmaktadır. Yine MÖ
1600’lü yıllarda Girit’te Knossos sarayındaki bir duvar freskinde gül resmine
rastlanmıştır. Heredot (ö. MÖ 425), MÖ 700’lü yıllarda Frig Kralı Midas’ın misk
gibi kokan dört yapraklı güllerle donatılmış bahçelerinin olduğunu söyler ve
gülü Makedonya’ya tanıtanın Midas olduğunu belirtir. O, Anadolu’da gördüğü gülü
60 yapraklı olarak kaydeder. Sadece bu kayıtlardan kokulu gülün Anadolu’da en
az 2700 yıllık geçmişi olduğu ortaya çıkmaktadır (Altıntaş, 2010: 11-13;
Altıntaş, 2014: 19).
Antik Dönem Mısır
medeniyetine bakıldığında MÖ 1400’lerde mezar taşlarında gül desenleri olduğu
görülür. İngiliz arkeolog Sir Flinders Petrie’nin MÖ 400-200 yılları arasında
olduğu belirlenen, yukarı Mısır’da açtığı mezarda, cenaze merasiminde
kullanılan güllerden bir çelenk bulundu. Bu çelenkteki gül “Rosa Gallica”
olarak tanımlandı. Yine MÖ 69-30 yılları arasında yaşayan Kleopatra’nın gülleri
çok sevdiği ve Mark Antonyus’u etkilemek için ayaklarına gül yaprakları
saçtırdığı kaydedilmiştir (Altıntaş, 2010: 13).
MÖ 600’lerde yaşayan
Yunanlı şâir Sappho’nun, şiirlerinde gülden bahseden ve güle “çiçeklerin
kraliçesi” ismini veren ilk kişi olduğu bilinir. MÖ 300 yıllarında yaşayan
Yunanlı bilim adamı Theophrastus botanik konusunda yazdığı kitabında, döneminde
bilinen gülleri tanıtmış, gördüğü güllerden beş yapraklıdan yüz yapraklısına
kadar bütün gülleri kitabına almıştır. O, gül hakkında bilinen ilk detaylı
botanik tanımlamayı yapan kişidir. Gülün tohumdan değil çelikten
çoğaltılmasının daha kolay olduğunu da kaydetmiştir. (Altıntaş, 2010: 15).
Yunan mitolojisinde
gül tanrıçaların çiçeğidir. Chloris çiçeklerin tanrıçasıdır ve güllerden taç
giyer. Gül de çiçeklerin kraliçesidir (Çetindaş, 2013: 15)[8]. Gül aynı zamanda Afrodit’in sembolüdür (Can, 1970:
106). O, aşk tanrısı Eros’a bir gül sunmuş, böylece gül aşk ve şehvet sembolü
olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Eros gülü sessizlik tanrısı olan
Harpocrates’e verince gül, sessizliğin ve gizliliğin sembolü haline geldi. Homeros’un
destanlarında da (MÖ 900) gül önemli bir yere sahiptir. Achilles kalkanını
güllerle donatmıştır. Afrodit, Hector’un ölümünde, ölü bedenini güllerden
yapılan bir yağ ile mesh etmiştir (Altıntaş, 2010: 13). Yunan medeniyetinde
gülle ilgili daha pek çok efsane vardır. Afrodit efsanesinde Afrodit’in
Adonis’le olan aşkını çekemeyen diğer tanrıların Adonis’i öldürmesi ve
Adonis’in akan kanlarından Manisa Lâlesi’nin meydana geldiği; onu kurtarmaya
giden Afroditin ayağına batan dikenler sebebiyle akan kanlardan da tanrıçanın
çiçeği olan beyaz gülün kırmızıya boyandığı anlatılır (Erhat, 2002: 12). Yine
Afrodit’in doğuşu sırasında vücudundan akan köpüklerden bir gül ağacı bitmiş,
tanrıça onu tanrı içkisi nektar ile sulayınca ağaç gül vermiştir (Türk Ans. 1970:
c.18: 134). Afrodit, Kıbrıs sahilinde dalgaların içinden çıkıp karaya ayak
basmış ve geçtiği yerlerde güller açmıştır. Çünkü onu kıyıya götüren dalga,
gülün tohumunu da beraberinde götürmüş, gül onun teneffüs edeceği havayı
güzelleştirmek için birden doğmuş ve hızlıca açmıştır (Polat, 2001: 126).
MÖ 551-479 arasında
yaşayan Konfüçyüs, Çin İmparatorluğu’nda gülün çok önem verilen bir çiçek
olduğunu, imparatorun bahçelerinde özenle güller yetiştirildiğini ve Çin
imparatorunun kitaplığında gül ve gül yetiştirmekle ilgili 600’den fazla kitap
bulunduğunu kaydetmiştir (Altıntaş, 2010: 13[9]). Çin mitolojisinde kırmızı çiçekler, ruh malzemesi
ya da hayat özü, hayat ateşi ve devâ olarak kabul edilir (Çetindaş, 2013: 22).
Romalılara
bakıldığında, onların gülleri Yunanlılardan öğrendiğini görüyoruz. Romalılar
sembolü gül olan Tanrıça Afrodit’i Venüs’le özdeşleştirdiler ve tanrıça
Venüs’te gül sembolünü kullandılar. Venüs, saçında güllerden bir taç taşırdı
(Bulfınch, 2012: 83). Romalı kadınlar güzellik reçetelerinde gülü kullandılar.
Zerdüştlüğün Avesta’sında gül dini ve kozmogonik bir semboldü. Eski Hindistan,
Suriye ve Mısır’da güle tapınıldığını gösteren işaretler bulunmuştur (Altıntaş,
2010: 15-17).[10]
9. yüzyıla
gelindiğinde büyük hekim El-Kindi, Dinâverî eserlerinde gülden bahsetmişlerdir.
Meşhur İslâm âlimi ve hekimi Ebû Hanife, gülün önemini bitkiler hakkında
yazdığı Kitâbü’n-Nebâfta; “Gül bütün ağaçların nuru, bütün çiçeklerin
şâhıdır” diyerek metheder (Altıntaş, 2010: 17; Altıntaş, 2014: 22). 11.
yüzyılda Yusuf Has Hâcib’in meşhur Kutadgu Bilig isimli eserinde
“Ziyafete Davet Usulü” anlatılırken, ziyafet sırasında gül suyundan hazırlanan
“cüllab” ve “cülengebin” şuruplarının ikram edilmesi anlatılır (Kutadgu Bilig,
66. bölüm, 4656. beyit). Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânü Lügati’t-Türk isimli
eserinde geçen “kumgan” kelimesi, “gül suyu şişesi” anlamına gelmektedir (TDK,
Dîvânü Lügati’t-Türk Veri Tabanı). Bu da bize daha 11. yüzyılda Türklerin gül
suyu çıkardığını ve bunun konulduğu kaba özel bir isim verildiğini gösterir.
İbn-i Battuta,
seyahatnâmesinde Nusaybîn’de üretilen gül suyunun râyiha ve nefaset bakımından
benzerinin olmadığını belirtir (İbn-i Battuta, 2000, c. 1: 337). Bu tarihler
tahminen 1327 yılıdır (Baytop, 2004: 502).
16. yüzyıl
Avrupası’na bakıldığında İngiliz herbalist John Gerard’ın kitabında 14 çeşit
gülden bahsettiği görülür. 17. yüzyılın ikinci çeyreğinde (1629) yaşayan John
Parkinson kitabında 24 farklı gülden bahseder. 1700’lü yılların sonunda yaşayan
İngiliz Mary Lawrance ise “A Collection of Roses from Nature” isimli kitabında
90 farklı gülü tanıtmış ve resmetmiştir (Altıntaş, 2010: 17).
Evliya Çelebi’nin Seyahatnâme’sinde,
17. yüzyılda meşhur esnaf alaylarından bahsedilen bölümde, geleneksel tedavi
uygulayan, ilaç yapan, bugünkü tabirle eczacı olan esnafı geçerken, halka gül
yağı dağıttıklarından bahsedilir.[11] Demekki 17. yüzyılda Osmanlı’da kokulu yağlar yapılıp
kullanılmaktadır.
Gülün nârin, hassas
bir çiçek olduğu ve çok soğuğu sevmediği bilinir. Fakat Evliyâ Çelebi,
Erzurum’da gülün ve gülbahçelerinin çok olduğundan bahseder:
“Gerçi
şiddet-i şitâdan bağı ve bağçesi yokdur amma Paşa sarayında gül bağçesi ve Hacı
Murâd bâğı gülistânı ve Kefeniğnesioğlu güllüğü ve Bedros bâğı güllüğü ve niçe
gül bâğları dahi vardır. Ammâ bu zikr olunan bâğların mutabbak (katmer) gülleri
meşhûrdur.” (Kurşun vd. 1999: 109).
Osmanlı’nın gülcülük
faaliyetleri 16. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar Edirne ve çevresinde devam
etmiştir.[12]
İsparta’nın
gülleriyle meşhur olması bahsine gelirsek, en eski seyyâhların
seyâhâtnâmelerine baktığımızda gülden bahseden tek bir cümle bile
görülmemektedir. İsparta’ya 1332 yılında gelen İbn-i Battuta bu şehrin ma'mur
bir yer olduğunu, her yanından çayların aktığını, bağı bostanı bol bir belde
olduğunu yazmış fakat gülden hiç bahsetmemiştir (İbn-i Battuta, 2000, c. 1:
406).
1645 yılında
Isparta’ya gelen Kâtip Çelebi, Cihannümâ isimli eserinde, İsparta’nın
havasının hoş, kışının şiddetli, meyvelik büyük bir şehir olduğunu yazmıştır.
Ayrıca “Boğa” isimli bir cins dokumanın en kalitelisinin burada dokunduğunu ve
büyük boyahanelerinin olduğunu söylemiştir. Bu da gösteriyor ki günümüzde
halısı ve gülüyle öne çıkan Isparta’da dokumacılık faaliyetleri 1600’lü yıllara
kadar dayanmaktadır (Kâtip Çelebi, 2013, c. 1: 935).
İzmir İngiliz
konsolosluğunda rahip olarak görev yapan Arundel, 1826 ve 1833 tarihlerinde iki
defa İsparta’ya gelmiş ve o da gül ile ilgili herhangi bir bilgi vermemiştir.
Yine, 1872 yılında Isparta’ya gelen rahip Edwin John Davis (Anatolica), 1895’te
gelen Friedrich Sarre (Küçük Asya Seyahati) ve 1907’de gelen Getrude
Bell’in eserlerinde de, gül ile ilgili herhangi bir bilgi verilmemiştir.
Anadolu’da ilk gül
yağı üretiminin 1885 yılında yapıldığı çeşitli yerli ve yabancı kaynaklarda
dile getirilmektedir. Leh asıllı olup Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’de hocalık
yapmış, eczacılık cemiyetlerinin kurulmasında çalışmış, saray başkimyageri,
sağlık hizmetleri başmüfettişi olmuş, kimya, tıp ve halk sağlığı ile ilgili
yurtdışı birçok kongrelerde Osmanlı Devleti’ni temsil etmiş bir bilim adamı
olan Charles Bonkowski Paşa (1841-1905), “De la fabrication de l’essence de
roses en Asie Mineure” isimli 1888 tarihli Fransızca yayınında Anadolu’da
ilk gül yağı üretimi hakkında bilgiler vermiştir. Paşa’nın verdiği bilgileri
Baytop şöyle özetler:
“Osmanlı-Rus savaşı sırasında, Şarkî Rumeli’den
İstanbul’a gelen Müslüman muhâcirlerin Kızanlık’tan getirdikleri gül
fidanlarını Bursa yakınlarında ve Boğaziçi’nde Kandilli yakınındaki padişahın
Çavuşbaşı Çiftliği’nde yetiştirip yağ elde ettiklerini, bu denemelerin başarı
ile sonuçlandığını, 1885’te Bursa’da gülyağı elde edilmiş olduğunu görüyoruz.
Bonkowski, Çavuşbaşı Çiftliği’ni Mayıs 1886’da gezmiş, gül bahçelerini görmüş,
fidanların gayet iyi gelişmiş olduklarını, o yıl 500 okka gül çiçeği
toplandığını, ertesi yıl bu verimin 3 misline yükselmiş olduğunu kaydetmiştir.
Sonra Kızanlık’ta uygulanan distilasyon şeklinin Çavuşbaşı’nda aynen
uygulandığını, 10 okka gül çiçeğinin 30 okka su içinde kaynatıldığını,
distilatın 6 okkalık şişelerde toplandığını, 3 şişe dolduğu zaman distilasyona
son verildiğini, bu 18 okka distilatın bir kazanda 6 okka distilat elde
edilinceye kadar kaynatıldığını, kendi haline bırakılan bu son distilatta
zamanla yağın yüzeyde toplandığını, 10 okka gül çiçeğinden yaklaşık 1 miskal,
kesin olarak söylemek lazım gelirse 4.670 gram gül yağı ve 6 okka gül suyu elde
edildiğini, 700 çiçeğin bir okka geldiğini, çiftlikte elde edilen yağın hemen
hemen renksiz olduğunu, 16 santigrat derecede billuri bir kitle halinde
yoğunlaştığını yazmıştır.” (Baytop, 2004: 511).
İstanbul ve
Bursa’daki bu ilk teşebbüslerden sonra Isparta’da da gül üretimi için bir
hareketlilik görülür. 1887-1888 yıllarında, daha önce dokumacılık ve halıcılık
girişimleriyle tanınan Müftüzâde İsmail Efendi, Isparta’da kendi gayretleriyle
gülcülük girişiminde de bulunmuştur.
Mithat Gülcü, bir yazısında Isparta’da gülcülüğün
başlamasını şöyle anlatmaktadır:
“...
1887 yılında Çal kasabasında tapu memuru Kızanlıklı bir zatla İsmail Efendi
tanışıyor ve gül diktiriyor. Sonra kazanları yaptırıyor. İlk 3 yıl yağ çıkartamıyor.
Dördüncü ürün yılında Kızanlıklı Pehlivan Ahmet Usta ile tanışıyor ve onunla
yağ çıkarmayı başarıyor...” (Agy, Ün Dergisi, 1942: 1447).
Müftüzâde İsmail
Efendi elde ettiği ilk gülyağını, Selim Melhâme Paşa’ya götürmüş ve devlet
kendisini 3. dereceden devlet nişanı ile ödüllendirmiştir. Parayı kabul etmeyen
İsmail Efendi’ye damıtma kazanı verilmiş ve ertesi yıl İzmir Ziraat Müfettişi
Zakaryan Efendi’nin raporu ile tekrar devlet tarafından ödüllendirilip yağları
satması için Avrupa’ya gönderilmiştir (Altıntaş, 2014: 29; Gülcü, 1942: 1447).
Böylelikle İsparta’da
gülcülük faaliyetleri başlamıştır ve 1899 yılında Selim Melhâme Paşa’nın da
desteği ile Ziraat Nezâreti İsparta ile bazı illere bedelsiz olarak 100 bin gül
çeliği dağıtmıştır (Baytop, Temmuz 1990: 8-10). Böcüzâde Süleyman Sâmi Efendi, Isparta
Tarihi isimli eserini yazdığı tarihlerde İsparta’da pek çok gülyağı imbik
hanesi bulunduğunu belirtmiştir (Böcüzâde, 2012: 47).
Ziraat Nezâreti gül
üretimini artırmak için Bursa, Aydın, Konya, Burdur, Adana, Erzurum gibi illere
yaklaşık 250 bin ücretsiz gül çubuğu dağıtmış, hükümet, bünyesinde gül
uzmanları çalıştırmış, üreticiyi teşvik için yeni kurulmuş gül bahçelerine öşür
ve diğer vergiler için beş yıllık muafiyet verilmiştir. Gül ürünleri üzerindeki
gümrükler ve aletlere konulan vergiler de beş yıllığına kaldırılmıştır.
Nezâret, para almadan, üreticilere imbik, şişe ve gerekli edevâtı dağıtmıştır
fakat Biga bölgesindeki üreticiler verim alamayınca gül fidanları sökülmüştür.
Erzurum’da da gülcülük faaliyetleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Sonuç
olarak, Balkan muhacirlerinin çoğunlukla yaşadığı bölgelerde, devlet desteğiyle
ve onların da katkılarıyla yeni ve kazançlı bir zirâî faaliyet başlamış ve
1910’da Isparta’da 90 bin miskal -yaklaşık 400 kilo- gülyağı üretilmiştir
(Erçetin, 2014: 81-83, 89). (Yaklaşık 4 ton gülden 1 kilo gülyağının çıktığı
düşünülürse, 1600 ton gülden 400 kilo gülyağı üretilebilir.).
Dünya Savaşı’na kadar
gülyağı ortalama bir üretim ile devam ediyordu. Savaşın hem Avrupa’yı hem Osmanlı’yı
etkilemesi, parfümeri sanayisinde büyük bir durgunluğa yol açtı ve İsparta gül
yağları Bulgar gül yağlarının dörtte biri fiyatına ancak alıcı bulmuş ve bu iş
verimsiz bir hale gelmişti. Ardından gelen Kurtuluş Savaşı da gül üretimini
büyük oranda etkiledi. Yıllara göre gül yağı üretimleri ve fiyatları şöyle idi:
1910 |
60.000 |
miskal[13] |
(300 kg yağ) |
|||
1912 |
384950 kg gül |
26.600 |
miskal |
(133 kg yağ) |
1
miskal yağ |
20 altın |
1913 |
345500 kg gül |
23.500 |
miskal |
(117 kg yağ) |
1
miskal yağ |
40 altın |
1914 |
361500 kg gül |
24.300 |
miskal |
(121 kg yağ) |
1
miskal yağ |
80 altın |
1915 |
337500 kg gül |
22.500 |
miskal |
(112 kg yağ) |
|
|
1916 |
270000 kg gül |
18.000 |
miskal |
(90 kg yağ) |
|
|
1917 |
295000 kg gül |
17.300 |
miskal |
(86 kg yağ) |
|
|
1918 |
187000 kg gül |
12.500 |
miskal |
(62 kg yağ) |
|
|
1919 |
150000 kg gül |
18.000 |
miskal |
(90 kg yağ) |
|
|
1920 |
124000 kg gül |
8.300 |
miskal |
(41 kg yağ) |
|
|
1921 |
111000 kg gül |
7.400 |
miskal |
(37 kg yağ) |
|
|
1922 |
76000 kg gül |
5.100 |
miskal |
(25 kg yağ) |
|
|
1923 |
75000 kg gül |
5.000 |
miskal |
(25 kg yağ) |
|
|
Yukarıdaki tablo,
savaşın gül ve gülyağı üretimini ne kadar olumsuz etkilediğini göstermesi
bakımından önemlidir. Rakamları, makalesinden aldığımız Hilmi Dilmen 1915-1923
senelerinin yanına fiyatlarını yazmayıp “Umûmî Harp Seneleri” şeklinde bir not
düşmüştür (Dilmen, Mart 1935: 165). Savaşın ardından Cumhuriyet döneminin
başlamasıyla beraber tekrar gül üretimi yükselmeye başlamış olup bu dönemdeki
gülyağı üretimi ve gülyağının satış fiyatı ise şöyledir:
1924 |
120000 kg gül |
8.000 miskal |
(40 kg yağ) |
1 miskal yağ 150 kuruş |
1925 |
126000 kg gül |
12.000 miskal |
(60 kg yağ) |
1 miskal yağ 150 kuruş |
1926 |
131000 kg gül |
13.500 miskal |
(65 kg yağ) |
1 miskal yağ 150 kuruş |
1927 |
181000 kg gül |
33.300 miskal |
(166 kg yağ) |
1 miskal yağ 375 kuruş |
1928 |
184000 kg gül |
18.200 miskal |
(91 kg yağ) |
1 miskal yağ 400 kuruş |
1929 |
295000 kg gül |
20.500 miskal |
(102 kg yağ) |
1 miskal yağ 350 kuruş |
1930 |
350000 kg gül |
21.500 miskal |
(107 kg yağ) |
1 miskal yağ 250 kuruş |
1931 |
450000 kg gül |
51.000 miskal |
(255 kg yağ) |
1 miskal yağ 85 kuruş |
Kimi zaman yağ
fiyatlarındaki değişkenlik sebebiyle üretici zor durumda kalmıştır. Bunda
savaşın etkisinin olmasının yanı sıra üreticilerin ayrı ayrı olması sebebiyle
yağların kalitesinin farklı olmasının, tüccarların hile yaparak bilerek düşük
fiyat vermesinin ve Dilmen’in tabiri ile “hâris” üreticilerin katkı maddesi
kullanmalarının da fiyatı düşürmede etkisi vardı. Hükümet, bu değerli ve hassas
işin halkın eline bırakılamayacağını farketmiş ve Isparta’yı 5 senelik sanayi
programına dâhil ederek bu şehirde bir gülyağı fabrikası yapmıştır (Dilmen,
Mart 1935: 166).
Isparta milletvekili
Kemal Ünal’ın gayretleri ve ekonomi Bakanı Celal Bayar’ın gül üretimi
meselesini yakın takibi sayesinde 30 Eylül 1935’te temelleri atılan Isparta
gülyağı fabrikası, 1936 yılından itibaren üretime başlamıştır. Isparta Ticaret
ve Sanayi Odası’ndan alınan bilgilere göre Isparta ve çevresinde gül yağı
üretimi, 1951’de 105kg, 1952’de 272 kg, 1953’te 488 kg, 1954’te 710 kg ile en
yüksek rakama ulaşmıştır.
Bunun üzerine 1954
yılında gül üreticilerinin birleşmesiyle “Gülbirlik” kurulmuş ve burada katı
gül yağı (konkret) üretimine de başlanmıştır. 1955’te 515 kg gül yağı 348 kg
konkret, 1956’da 565 kg gül yağı 327 kg konkret, 1957’de 545 kg gül yağı 327 kg
konkret üretilmiştir. Gülbirlik, 1958 yılında İslamköy Gül Yağı Fabrikası’nı
kurmuş ve Isparta’nın gül yağı üretimi, 1958’de 304 kg, 1959’da 452 kg, 1960’da
360 kg, 1961’de 652 kg olmuştur.
Bugün Isparta’da özel
sektöre ve Gülbirlik’e ait toplam 15 gülyağı fabrikası vardır. Türkiye yağ gülü
üretiminin % 80’i Isparta’da, % 20’si Burdur, Afyon ve Denizli illerinde
yapılmaktadır. 1998 yılı bilgilerine göre Isparta’da; 6034 ton gül çiçeği, 1562
kg gül yağı elde edilmiş, ihracat ise 2.5 milyon doları bulmuştur. 1999-2002
yılları arasındaki üretim ve ihraç miktarı şu şekildedir:
1999’da; |
6204
ton gül çiçeği, |
1465 kg gül yağı, |
2000’de; |
5330
ton gül çiçeği, |
1300 kg gül yağı, |
2001’de; |
5811
ton gül çiçeği, |
1180 kg gül yağı, |
2002’de; |
5827
ton gül çiçeği, |
1185 kg gül yağı. |
Isparta Tarım İl Müdürlüğünden alınan bilgilere 2005
ve 2006 yıllarında gül |
||
ihracatından elde edilen gelir ise şöyledir: |
|
gül yağı 6.555.000 $ konkret
1.288.200 $ absolüt 1.557.141 $ gül suyu 16.200 $
gül yağı 6.906.070 $ konkret 1.620.936 $ absolüt
2.234.250 $
Isparta’da 2008
yılında ortalama 8500 ton gül çiçeği, 1,5 tona yakın gül yağı ve 9 tonun
üzerinde konkret ve absolüt üretimi gerçekleştirilmiş ve yaklaşık 15 milyon
euro değerinde gül ürünü ihrac edilmiştir. 2012 yılında ise 6500 ton gül
çiçeği, 1000- 1100 kg gül yağı, 6500 kg konkret ve 60.000 kilo gül suyu elde
edilmiştir (Altıntaş, 2014: 27-35).[14]
Bugün İsparta’da
gülden yapılan mamüller üreten onlarca firma mevcuttur ve bunlardan sadece biri
olan Gülbirlik, 35 dalda 91 çeşit ürünle İsparta gülünü tüm dünyaya duyurmakta,
gülün unutulan önemini tekrar hatırlatmaktadır.
Bugün birçok kaynak
gül çeşitleri ve bunların sayıları hakkında farklı bilgiler vermektedir.
Bunlardan biri olan Baytop, Türkiye ’de Eski Bahçe Gülleri isimli önemli
eserinde bahçe gülleri için şöyle bir liste yapar: Ahmediye gülü, Anadolu gülü,
beyaz gül, çay gülü, fındık gülü, frenk gülü, hoşâb gülü, Japon gülü, katmerli
sarı gül, kırk kandil gülü, köpek gülü, lâyemut gülü, mayıs gülü, menekşe gülü,
misk gülü, okka gülü, sarı gül, siyah gül, Şam gülü, tevrizi gülü, Van gülü,
yağ gülü, yeşil gül, zeybek gülü (2001: VII-VIII).
Altıntaş ise,
günümüzde dünyada 18.000 çeşit gülün varlığının bilindiğini sdile getirir.
Yazara göre bu çeşitlerin ortaya çıkmasında uzun bir zaman dilimi ve geniş bir
coğrafya etkili olmuştur. 18.000 çeşit gül aslında 150 “Rosa” türünün
çoğaltılmış, melezleştirilmiş elemanlarıdır. Botanik bilimcileri 150 “Rosa”
türünü tanımlamış ve bütün gülleri bu gruplara yerleştirmiştir. Tanıdığımız her
gül bu soyların çeşitli fertleridir ve Türkiye’de kendine has 25 endemik gül
çeşidi bulunmaktadır (Altıntaş, 2014: 15).
Cevad Rüştü,
atalarımızın çevrelerinde gördüğü her şeye karşı sergilediği estetik tutumdan
bugün mahrum kaldığımızı üzülerek anlatır. Bahçelerde toprakla uğraşarak elleri
nasır tutan ecdadımızın fikirlerinin nasırlaşmadığını hislerinin körlenmediğini
belirtir. Ziraatin bir şubesi olan bahçıvanlığın önceden hakir görülmediğini
fakat bugün maalesef, esaretten ibaret olan memurluğun yüce bir şey
zannedildiğini söyler. Bahçeciliğin yalnız zevk ve eğlence meselesi değil, belki
psikolojik ve sosyal yönü olduğundan hatta insan sağlığıyla doğrudan ilişkili
olabileceğinden bahseder. Savaş sonrası zamanlar için de bu münbit topraklara
sahip yurdumuz artık yalnız kılıçla değil, sabanla da feth ve imar edilmeliydi
diyerek, konuya farklı bir boyut kazandırır (Polat, 2001: 115, 193, 333-334,
363-366).
Polat’ın da eserinde belirttiği “Gül, çiçeklerin
şâhıdır. Hatta gül, ‘seyyidü ezhâri’l- cenne’dir; yani cennetteki çiçeklerin
efendisidir” (2001: 111) sözünü hatırlatıp Isparta ve gülcülük hakkında
anlatılan aşağıdaki efsane ile bu maddeyi sonlandırıyoruz:
“Çok eskiden en iri,
en güzel, en kokulu gülleri yetiştirmenin yarış halini aldığı gül diyarı
Isparta’da en seçkin gülü yetiştirenlere “Gülcü Baba”, “Gül Şeyhi” adı
verilirmiş. Böyle bir devirde Gülcü Baba olarak tanınan gül meraklısı zengin
bir ihtiyar ve onun güzelliği dillere destan gül yanaklı, fidan boylu, gül gibi
taze Güllühan adında bir kızı varmış. Gelinlik çağı gelince Güllühan’ın çok
talibi olmuş ama babası kızını kimselere vermiyormuş. Tek bir şartı varmış, kim
kendisinden daha iri, daha güzel, daha kokulu gül yetiştirirse kızını ona
verecekmiş.
Kızına gönül verenler arasında fakir, gül yetiştirecek
bir avuç toprağı bile olmayan bir delikanlı varmış. Yılların Gül Şeyhi Gülcü
Baba’dan daha iyi gül yetiştirmek, onun için imkansızmış. Delikanlı bir
fırsatını bulup Gülcü Baba’nın yanına bahçıvan olmuş ve ondan gül yetiştirmenin
inceliklerini öğrenmiş. Onun eşsiz güllerinden bir çubuk almış, gözyaşlarıyla
sulamış. Ona aşkından alev, gönlünden koku vermiş. Gül mevsimi gelince
ihtiyarın yetiştirdiği en güzel gül altın bir vazoya konmuş. Gülcü Baba’nın
bahçıvanının elindeki toprak vazodaki gül, Gülcü Baba’nın gülünden kat kat
üstün imiş. Gülcü Baba şaşkın, bir gözlerinin içi gülen kızına bir bahçıvana
bakmış. “Yazılan bozulmaz, sözünden döneni Allah cezalandırır.” deyip vermiş
kızını delikanlıya. Güller arasında kırk gün kırk gece düğün dernek kurmuşlar.”
(Baytop, 2001: 7-8; Göde, 2010: 186-187)[15].
Çok
eski zamanlardan beri bilinen gül, birçok topluluk ve millet tarafından çeşitli
isimlerle kendisinden bahsedilen bir çiçektir. Antik Mezopotamya’da gül “as
gestın, gır” olarak biliniyordu. Akatların dilinde “as (a) murdinnu”, Grekçe’de
ise “rhodon” ismini almıştı. Gül, Arapçada “verd”, Hebrew dilinde “wered”, Georgian’da “vardı”, Ermenicede “vart”,
Mısır dilinde “wrt”, Aramaid’de “wurrda”, Asur dilinde “wurtinnu”, Eski İran
dillerinden Avesta’da “warda”, Soğd dilinde “ward”, Pers dilinde “wâr”, Eski
Hint dili Sanskrit Shatapattra’da 100 yapraklı anlamında “vrittapushpa”
isimleriyle bilinir (Altıntaş, 2010: 19-21[16]).
Gül, Türkçe’nin bazı
lehçelerinde değişikliğe uğramış bazılarında ise Türkiye Türkçesi’ne yakın
şekilde kullanılagelmiştir. Gül, Azerbaycan Türkçesinde “gızıl gül”; Başkurt,
Kırgız ve Tatar Türkçesinde “roza”; Kazak Türkçesinde “ravşan”; Özbek
Türkçesinde “atirgül”; Türkmen Türkçesinde “bagül”; Uygur Türkçesinde
“gül/kızıl gül” isimleriyle kendine yer bulmuştur (Karşılaştırmalı Türk
Lehçeleri Sözlüğü, 1991: 290-291).
Çeşitli yörelerde yaşayan halkımız da güle farklı
anlamlar yükleyebilmektedir. Örneğin kısrakların gebelik alameti olarak
böğründe iki tarafa açılan tüyleri bulunur. Bu tüyler büyüdükçe hayvanın
doğurması yaklaşır. Malkara-Tekirdağ yöresinde
bu tüylere “gül” denir
(http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com
ttas&arama=kelime&guid=TDK. GTS.57f8a5a81f5c53.80324888
08/10/2016).
Osmanlı coğrafyasında
ve bilhassa Dîvân şiirinde hayatın bir parçası haline gelen gül, birbirinden
farklı birçok kelime ile tekib halinde kullanılmıştır. Bu kullanımların daha
net görülebilmesi için ulaşılabilen sözlükler ve kaynaklar taranarak bir gül sözlüğü
oluşturulmuş ve bu sözlük “EKLER” bölümünde verilmiştir.
Gülün Eser İsimlerine Yansıması
Türk kültür ve
edebiyatının en önemli çiçeği olan gülün, eser isimlerinde de kendine yer
edinmesi kaçınılmazdır. “Gül”lü eserlerin içinde en bilineni olan Gülistân
Doğu edebiyatlarının başucu kitabıdır. Bununla birlikte birçok roman, hikâye
kitabı, şiir kitabı, tiyatro oyunu, dergi ismi, derleme kitaplarında da
“gül”lü isimlere
rastlamak mümkündür.[17] İlgili bölümde ayrıntılı olarak bahsedileceği için
kısaca geçilmiştir.[18]
Gülün Kişi İsimlerine Yansıması
Türk kültüründe
çocuklara isim vermede çeşitli hassasiyetler etkili olmaktadır. Bu
hassasiyetlerin başında Hz. Peygamber’in (sav): “Sîzler kıyamet günü kendi
isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağrılırsınız. Bunun için isimlerinizi
güzel koyunuz. ” hadîs-i şerîfi gelmektedir (Ebû Dâvud, Edep 69, [4948]).
Hatta Hz. Peygamber (sav), Asiye ismini, Cemile ile değiştirmiştir (Ebû Dâvud,
Edep 70, [4952]). Bu bağlamda Saim Sakaoğlu Türk insanının çocuklarına isim
koyarken takip ettiği usulleri sıralarken, ilk sırayı dînî kaynaklı adlara
vermiştir. Bu başlık altında da “Allah’ın sıfatları, Hz. Peygamber’in (sav) ve
ashabının sıfatları, diğer peygamberlerin ad ve sıfatları” maddelerini
sıralamıştır (1991, c.1: 2-11).
Hz. Muhammed (sav)
çocuklara isim konulması hususunda hassas davranmış, bunun çocukların ebeveyn
üzerindeki hakları olarak belirtmiş hatta anlamı uygun olmayan sahabe
isimlerini bizzat değiştirmiştir (Aras, 1988: 332). Buradan hareketle bazı
Türkler de İslamiyet’in kabulünden sonra isimlerini değiştimişlerdir. Hatta
günümüzde bile Müslüman olan gayr-i müslimler kendilerine İslâmiyet’in
anlayışına uygun yeni isimler vermektedirler.
Türklerin yerleşik
hayata geçmeleriyle birlikte bitkiler ve çiçeklerle olan münasebetleri de
artmıştır. Başta gül olmak üzere birçok bitkinin ve çiçeğin adı, özel isim
olarak kullanılmıştır. Türk Dil Kurumu’nun online olarak sunduğu Kişi Adları
Sözlüğü’nde yaptığımız tarama neticesinde, içinde “gül” kelimesinin bulunduğu
366 adet isim tespit edilmiştir. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından
hazırlanan Adlarımız isimli çalışmada ise gül ile beraber kullanıldığı
tespit edilen isimler şunlardır:
“Gül, Gülabi,
Gülafer, Gülağa, Gülahmet, Gülan, Gülana, Gülafet, Gülay, Gülayım, Gülbade,
Gülbadem, Gülbahar, Gülbahri, Gülbakan, Gülbay, Gülbeden, Gülbeden Begüm,
Gülben, Gülbende, Gülbeniz, Gülbey, Gülbeyaz, Gülbez, Gülbitti, Gülbostan,
Gülboy, Gülbün, Gülcan, Gülcemal, Gülcihan, Gülçehre, Gülçiçek, Gülçin, Gülçur,
Güldal, Güldalı, Güldane, Güldede, Güldem, Gülden, Güldeniz, Güldenur,
Gülderen, Güldermiş, Güldeste, Güldöne, Güle, Güldursun, Gülebetin, Gülenaz,
Gülendam, Gülender, Güleser, Gülfem, Gülfer, Gülferah, Gülferay, Gülfidan,
Gülgez, Gülgönül, Gülgün, Gülgûn, Gülhanım, Gülhan, Gülhasan, Gülhayat, Güliçi,
Gülistan, Gülişan, Gülizar, Gülkız, Güller, Güllü, Güllühan, Gülnar, Gülnare,
Gülnaz, Gülname, Gülnazik, Gülnihal, Gülnisa, Gülnur, Gülnûş, Gülören, Gülörgü,
Gülöz, Gülpaşa, Gülpembe, Gülper, Gülperi, Gülriz, Gülrû, Gülrûh, Gülsabah, Gülsafa,
Gülsalın, Gülseher, Gülseli, Gülsemin, Gülser, Gülseren, Gülsevim, Gülsevin,
Gülsima, Gülsultân, Gülsüm, Gülşah, Gülşen, Gültek, Gültekin, Gülten, Gülter,
Gültuğ, Gülüm, Gülüstü, Gülüşan, Gülver, Gülyüzlü, Gülzade, Gülzar, Gülzare,
Gülzühal” (1992: 162-166).
Saim
Sakaoğlu, Müjgan Üçer’in Folklorumuzda Gül isimli çalışmasını incelerken
gül ile oluşturulan dikkat çeken isimleri paylaşmıştır. Bunlar, Ağgül,
Anlargül, Bahtıgül, Beşgül, Betigül, Destegül, Dilgül, Gülkız, Gülnehir,
Gülniyaz, Gülengül, Gülağca, Gülamber, Gülbeşeker, Gülbiçer, Gülcihan, Gülçum,
Gülçüm, Güldenem, Gülfiye, Gülhayat, Güliçi, Gülipek, Gülpaze, Gülören,
Gülsafa, Gülseher, Gülşafak, Gülşifa, Gültaze, Gülümden, Gülünden, Gülüs,
Gülüş, Gülüver, Gülzaman, İncigül, İsmigül, Rengigül, Sadegül, Safigül, Sevgül,
Zatıgül (Sakaoğlu, 2010: 63; Üçer, 1973: 3-5).[19]
Gül kelimesi Farsça
kökenli bir kelime olmasına rağmen Türkçe’de gül ile oluşturulan kişi
isimlerinin, İslâm coğrafyasının en önemli dilleri olan Arapça ve Farsça’daki
terkiplerden daha fazla olduğu görülmektedir (Akkuş, 2010: 58). Banarlı bunun
nedenini, gül kelimesinin 14. asırdan bu yana Hz. Peygamber’e alem olmasına
bağlar. Banarlı’nın aşağıdaki hatırası, Türkçe’de neden daha fazla gül terkipli
isim olduğu hususunda açıklayıcı olacaktır:
“Doğu Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden İstanbul’a,
Ankara’ya ve başka büyük şehirlere akın eden halkımız var. Bunlar ailece gelip
apartmanlarda kapıcılık, iç hizmetleri ve başka işler yapıyorlar. Adlarını
öğreniyorum. Bilhassa kadın adları dikkatimizi çekiyor. Gül, Gönlügül, Yazgülü,
Gülşah, Gülşan, Güldalı, Güldâne, Gülizâr, Kırgülü, Gülbeyaz hatta erkek adı
olarak da bazen Gülbey.
Bu güllü isimlerin, bu Anadolumuzu gül bahçelerine
çeviren güzel adların, bu derece ısrarla niçin konulduklarını ben biliyorum ama
yine bilmezlikten gelerek soruyorum:
Sizin oralarda gül bahçeleri çok olmalı... Köy
evlerinin bahçelerinde çok mu çiçek yetiştirirsiniz?
Adı
Güldalı olan bir kadın cevap veriyor:
Hayır bey, bizim oralarda çiçek bahçesi ne gezer! Biz
toprağı tarla diye kullanırız.
Peki, kızlarınıza bu kadar çok ve bu kadar güzel gül
adlarını yoksa güle hasret duyduğunuz için mi koyuyorsunuz?
--- Hayır bey, bizim hasret duyduğumuz başkadır. Bizim
oralarda inanılır ki gül Hz. Muhammed’in (sav) remzidir.” (Banarlı, 2004: 201).
Sümer Şenol, Isparta
üzerine yaptığı çalışmasında halkın, çocuklarına isim koyarken kız çocuğu ve
sabah vakti doğdu ise adının “Gülderen”; öğleden sonra doğmuş ise “Gülseren”;
gece doğmuş ise isim babasının “Ay” olduğu düşünülerek ona da “Gülay”
denildiğini tespit etmiştir (2003: 144).
Türkçedeki gül
terkipli isimlerin çokluğunda, Hz. Peygamber (sav) ile özdeşleşmiş olarak
kullanılmasının etkili olduğunu, hatta Arapça ve Farsçada bile bu kadar
kullanım ve Hz. Peygamber ile bu kadar özdeşleşme olmadığını belirtmeye
çalıştık. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, Arap edebiyatında değil, Türk
edebiyatında Hz. Peygamber’in (sav) kokusu gül ile özdeşleştirilmiştir.
Dolayısıyla teri, teni vb. özellikleri ile gül arasında çeşitli benzerlikler
kurulmuştur. En eski hadîs kaynaklarına inildikçe görülecektir ki Hz. Peygamber
(sav) “kokuların en güzeli misktir” buyurur ve genellikle O’nun kokusu “misk”
ile tarif edilir.[20] Yani terinin bile çok güzel koktuğu söylenmiş fakat
bu kokunun gül olduğuna dair en ufak bir işaret bile gösterilmemiştir.
Dolayısıyla bu kullanım, yüzyıllar içinde oluşmuş; oluşmasında belki de bâtıl
rivayetlerin etkili olduğu, Türk edebiyatına, Türk kültürüne mahsus bir
kullanımdır.
Gülün rengi, kokusu,
şekli vb. yönleri dikkate alınarak binlerce isim oluşturulmuştur. Gülün
renginin dikkate alındığı isimler diğerlerinden daha fazladır. Gülbeyaz,
Gülgûn, Gülpembe, Gülreng, Gülrû, Pembegül... bunlardan birkaçıdır.
Gülün rengi dışında
çeşitli yönlerden ilişkilendirilerek kurulmuş “gül”lü isimlerden bazıları ise
şunlardır: Gülârâ, Gülbahâr, Gülberg, Gülbün, Gülcihân, Güldâne, Gülderen,
Gülhayât, Gülkız, Gülnisâ, Gülnûş vb.
Dikkat edileceği
üzere yukarıda örnek olarak verilen isimler “gül” ile başlamaktadır. Bir de
“gül” ile biten isimlerimiz vardır: Aslıgül, Birgül, Destegül, Fatmagül,
Goncagül, Nesligül, Şengül vb.[21]
Bazı
mutasavvıflarımıza “gül”lü ünvanlar ya da lakaplar da verildiği olmuştur.
Bunlardan en çok bilineni İbrahim Gülşenî’dir.[22] Bir de “Gül Baba” veya “Gül Dede” denilen
mutassavıflar vardır. Bunlardan en meşhuru Hz. Hasan (ra) soyundan olan
Kutbu’l-Arifîn Yalınkılıçoğlu Veliyüddin Efendi’nin oğlu Cafer’dir. Şeyh
Veliyüddin İsparta’nın Senirkent ilçesine bağlı Uluğbey kasabasındandır. Kânûnî
Sultân Süleyman’ın daveti üzerine 948/1541’de Budin
Seferine katılmış ve
orada şehit olmuştur. Fetihten sonra tahminen 200.000 askerin katıldığı ve
Kânûnî’nin de hazır bulunduğu cenaze namazını Ebussuûd Efendi kıldırmıştır.
1543-48 yıllarında Budin Beylerbeyi Yahyâ Paşazâde Mehmed Paşa, Gül Baba’ya bir
türbe yaptırmıştır. Gül Baba’nın şeyhlik alameti olarak tacının tepesinde bir
gül taşıdığı için bu adı aldığı söylenir (Kaçalin, 1996, c. 14: 227-228)[23].
İnsanoğlunun yaşadığı
yerlere isim vermesinde çeşitli faktörler etkili olmuştur. Yerleşim yerinin
konumu, tarihî önemi, daha önce önemli bir kişinin orada yaşamış olması, yaygın
meslek ve çevredeki göl, akarsu ve tepe bunlardan bazılarıdır.[24]
Tuncer Gülensoy,
Türkçe yer adları üzerine yaptığı çalışmada, Türkçede kullanılan çiçek ve gül
adlarıyla ilgili şu örnekleri vermiştir:
“Çiçek, Çiçekalan,
Çiçekalı, Çiçekdağı, Çiçekdere, Çiçekköy, Çiçekler, Çiçekli, Çiçeklidağ,
Çiçeklidere, Çiçeklidüz, Çiçekhüyüğü, Çiçeklikeller, Çiçekoğlu, Çiçekoluk,
Çiçeközü, Çiçekpınar, Çiçekpınarı, Çiçektepe, Çiçekveren, Çiçekyayla,
Çiçekyazı, Çiçekyurt, Gülaçan, Gülaçar, Gülağzı, Gülbağı, Gülbahçe, Gülbayır,
Gülburnu, Gülçatı, Gülçavuş, Gülçayır, Gülçimen, Güldallı, Güldere, Gülderesi,
Gülderen, Güldibi, Güldiken, Güldüzü, Gülgöze, Gülhayran, Gülhüyük, Gülkaya,
Gülkonak, Gülkoru, Gülköy, Güller, Güllük, Güloluk, Gülören, Gülözü, Gülpınar,
Gültepe, Güluşağı, Gülveren, Gülyazı, Gülyolu, Gülyurdu, Gülyüzü” (1995: 77)[25]
İsimlendirmede önemli
olan faktörlerden biri de bölgede yetişen ürünlerdir: Çamlık, Bademli, Elmalı,
Fındıklı vb. Bu bağlamda gül, Isparta ve çevresinde yetişen, bölge ekonomisine
önemli katkısı olan bir çiçektir. Bölge halkının örneğin mahalle ve işyerlerine
güllü isimler vermesi kaçınılmazdır. Güldede dağı, Güllü Belen, Güllüce
höyükleri, Güldallı köyü, Gülevler, Gülcü, Gülistan mahalleleri, Gülkent Devlet
Hastahanesi, Gülistan Lisesi, Gülbirlik İlköğretim Okulu, Gülcü Sağlık Ocağı,
Gülses Gazetesi, Gülşen Kuyumcusu, Gülkar Soğutma, Gülcam Isı Yalıtım, Gülmaya
Gıda Sanayi, Nurgül İnşaat, Gülpınar Kozmetik, Gülüm Döner Salonu... bölge
halkının güle ne kadar önem verdiğini gösteren, tespit edebildiğimiz
kullanımlardan bazılarıdır.[26]
Gülün Sembolik Değerleri[27]
Üçüncü Selim
zamanında kurulan Nizâm-ı Cedit zabitlerinin giydikleri cepkenlerde, rütbeleri gösteren
iki alâmet vardı. Bunlardan birinin adı “gül”, diğerinin adı ise “şemse” idi.
Bu adlar alâmetlerin şekilleri sebebiyle verilmişti (Pakalın, 1983, c.1: 683).
Türkiye, İran ve
Pakistan arasında 1978 yılında kurulan “Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilatı”nın
amblemi de üç gülden oluşmaktadır.
Kültürel mirasımızın
bir parçası olan mezar taşlarındaki çiçeklerin de çeşitli anlamları vardır.
Örneğin sümbül motifi, Halvetiliğin ve Sümbüliye kolunun; yasemin çiçeği ise,
Hz. Fatıma’nın sembolüdür. Kâdirî mezar taşlarında “18 köşeli yıldız” ile “8
yapraklı gül” motifli kabartmalar mevcuttur. Mezar taşlarında 12. yüzyıldan
itibaren çokça kullanılan lâle motifi vahdet-i vücûdu, gül ise İlâhî güzelliği
sembolize eder. Allah ismindeki harfler ile lâle kelimesinin yazılışındaki
harflerin ebced hesabına göre sayı değerleri aynıdır. Hilâl kelimesi de bu
cümledendir. Lâle ile gülün bir arada kullanıldığı örnekler de mevcuttur.
Sarıklarda, kavuklarda ve diğer başlıklarda da bu motife sıkça rastlanır. Gülün
süsleme sanatlarında ve özellikle mezar taşları üzerinde görülmesinin sebebi
İlâhî güzelliği sembolize etmesi ve Hz. Muhammed’in (sav) remzi olmasından
kaynaklanmaktadır. “Lale, gül, sümbül, karanfil, yıldız çiçeği, buhûr-ı Meryem,
şakayık, küpe çiçeği, haseki küpesi, nergis, süsen” ve birçok çiçek taşların
üzerinde açmaya devam etmektedir (http:
//rumimevlevidergisi.blogcu.com/hangi-cesit-mezar-tasi-ne-anlatiyor/4167928
08/10/2016. Sitenin yararlandığını ifade ettiği kaynak: Kaybolan
Medeniyetimiz, Uygulamalı Türk İslam Sanatları Kütüphanesi).
Gül sadece Müslüman mezar taşlarında değil Yahudi ve
Hristiyan mezar taşlarında da görülmektedir. Örneğin Hristiyan mezar taşlarında
bulunan gül, aşkın, tutkunun ve güzelliğin sembolüdür. Ayrıca Hristiyanlarca
kutsal kabul edilen ve Hz. Meryem’i simgeleyen “ağlayan lâle” motifine Müslüman
mezar taşlarında da rastlanmaktadır (https:
//tarihvetoplum.wordpress.com/2011/01/17/57/ 08/10/2016). Bu, motiflerin ortak kullanılabildiğini
fakat farklı anlamlar ifade edebildiğini göstermesi bakımından önemlidir.
Diğer Dinlerde Gül Telakkisi
İlahî kaynaklı
dinlerde de kendine yer bulan gül, genellikle her dinde masumiyetin,
günahsızlığın ve üstün kişilerin sembolü olarak kullanılmıştır. Musevîlik’te
Hz. Mûsâ ile Hristiyanlık’ta Hz. Îsâ ve Hz. Meryem ile İslâmiyet’te ise Hz.
Peygamber (sav) ile çeşitli yönlerden ilişkilendirilir.
Mûsevîlikte Gül
Mûsevîlerin bir
bayramının adı da “gül bayramı”dır. Buna “Pentecbtes” derler (Sâmî, 2010: 399).
Mûsevîler, Mısır’dan çıkmalarının yedinci haftası anısına bu bayramı kutlarlar.
Pakalın bu bayram hakkında şu bilgilere yer verir:
“Mûsevîlerce Mûsâ’nın Tûr’da Hakkın hitabına mazhar
olarak elvâh-ı kânûniyeyi hamilen dönüşü hatırası olmak üzere yapılan bayram
hakkında kullanılır bir tabirdir. Mayısın altıncı ve yedinci günlerine tesadüf
eder. Tarihlerde Sabuo diye geçen bu bayrama İsrailliler Şebut adını verirler.
İbraniler “Turfanda Bayramı” derlerdi. Sonraları “Îdü’l-Hamsîn” yani elli gün
bayramı telkip eylemişlerdir ki Frenkler Rumcadaki pende kosti yani ellinci
kelimesinden tahrifen “pantekot” derler.
Tevrat’ın üçüncü kitabında bu bayramın Mûsâ’nın
tahsisatından olduğu yazılıdır... Son zamanlarda Musevîler iki gün bayram
ederler ve bu günlerde iş görmeyip evin içerisini şamdan, lamba, vesair ev
eşyasını çiçeklerle süslerler, sinagoklardaki tevratların bulunduğu
mahfazalarla dolaplara ve mâbedin münasip yerlerine gül koyarlar. Kudüs, Yafa
gibi Filistin topraklarında gül bayramı bir gündür. Eskiden hasat mevsiminden
sonra yapılan bu bayrama “Îd-i Şükrân” (Şükran Bayramı) denilirdi.” (1983, c.
1: 685).
Dînî törenlerde
hahamlar alınlarında gül başlığı kullanırlar (Çetindaş, 2013: 14).
Yahudiler isimlerine
göre mezar taşlarına semboller çizebilmektedir. Örneğin Yahudi mezar taşlarında
sıkça görülen şekil “Yahudi Yıldızı”dır. Bazen de mezar taşlarındaki semboller
kişinin ismiyle ilgilidir. Örneğin Leon isimlilerde aslan, Benjamin
isimililerde kurt ve Bluma/Blume isimlilerde bir gül sembolü bulunabilmektedir (https:
//tr.wikipedia.org/wiki/Yahudi sembolizmi 08/10/2016).
Ayrıca Hz. Mûsâ’ya on emrin verildiği gün olan Şavvot
(Gül) Bayramı da kutlanırdı. Bu bayram Pessah’tan elli gün sonra yapılmaktaydı (http://www.ilimdunyasi.com/asri-saadette-
islam/yahudilik-ve-gelenekleri/?wap2 08/10/2016).
Hristiyanlıkta Gül
Diğer dinlerde olduğu
gibi Hristiyanlık’ta da gül kendine mahsus anlamlar yüklenmiştir. Bazı
Hristiyan metinlerinde gül, içi Hz. Îsâ’nın kanı ile dolu bir kadeh şeklinde
hayal edilirken bazılarında ise Hz. Meryem’in sıfatıdır (Rosemary). Kimi
metinlerde kırmızı gül, çarmıha gerilen Hz. Îsâ’nın el ve ayaklarındaki çivi
yaralarını sembolize eder. Müslüman düşüncede olduğu gibi Hristiyanlarda da
gül, cennet çiçeğidir (Andı, 2010: 4).
Ortaçağ filozofları
doğadaki dört unsurun üzerinde “saf öz” adıyla bir unsur daha bulunduğunu
düşünüyorlardı. Hıristiyanlıktaki Haç’ın ortasındaki beş yapraklı gül, işte bu
saf özü temsil etmektedir. Orta Çağ filozofları “saf özü” anâsır-ı erbaânın
üzerinde bir eleman olarak görmüşlerdir (Ayvazoğlu, 1996: 101). Gül Haçlılar
olarak bilinen, eski Mısır, Yunan ve İbrânî ezoterizminin sentezi olarak
değerlendirilen özel örgüt de sembolü olan haç ortasındaki beş yapraklı gül ile
“saf özü” temsil etmiştir (Çetindaş, 2013: 14). Bunun yanı sıra gül, Haç’ın
mesajını iletmek için kullandığı ışık; Hz. Îsâ’nın kendisini ve Hz. Îsâ’nın
öğretisini temsilen de kullanılmıştır (Ayyıldız-Canlı, 2010: 27).
Hristiyanlığın ilk
zamanlarında gül, Pagan günlerini ve kostümlerini hatırlattığı için kabul edilmemiştir.
Uzun zaman sonra Roma Katolik klisesi gülü Hz. Îsâ’nın kanının sembolü olarak
kabul etmiştir. Kırmızı gül Hz. Îsâ’nın ve din uğrunda işkence ile ölenlerin
sembolü sayılmış, daha sonra Hz. Meryem’e “dikensiz gül” adı verilmiştir.
Zamanla paganizmin Afrodit ile ilgili efsaneleri kısmen Hz. Meryem’e mal
edilmiştir (Altıntaş, 2010: 17).
İslâmiyette Gül
Türk tasavvuf
edebiyatında gülün Hz. Muhammed’in (sav) terinden yaratılması ve Hz.
Peygamberin kokusunun gül kokusu olması bahsi sıkça işlenmiş, Anadolu halkı
arasında gül koklarken salavat getirme âdeti ortaya çıkmıştır.
Mevcut bilgilere göre Türk edebiyatında gülün Hz.
Muhammed’in (sav) terinden yaratılmasını ilk defa Yunus Emre (1240-1320)
şiirlerinde dile getirmiştir.[28] 15. yüzyılda Süleyman Çelebi (1351-1422) Vesîletü’n-
Necât isimli eserinde Hz. Peygamberin terinden gül derdiklerini
söylemiş,[29] 16. yüzyılda ise Hâkânî Mehmed Bey (ö. 1598/9) Hılye'
sinde benzer duyguları işlemiştir.[30] Osmanlı Devleti’nin şâir pâdişahlarından olan ve
Dîvân şiirinin en hacimli dîvânlarından birine sahip olan Kânûnî Sultân
Süleyman da benzer bir beyit yazmıştır.[31]
Arapça, Türkçe
manzum, mensur, telif ve tercüme şeklinde yaklaşık ikiyüz eser veren Bursalı
İsmail Hakkı (1652-1725) Rûhü’l- Mesnevî’sinin ikinci cildinde, Mesnevî
ve Muhammediye Şerhi"nde, Kitâbü ’n-Netîce"de ve
bilhassa Risâle-i Gül’de, Hz. Muhammed (sav) ile gül arasındaki ilişkiyi
açıklamaya çalışmıştır. Adı geçen diğer eserlerdeki bilgiler Risâle-i
Gül’deki bilgilerin tekrarıdır (Tatçı, 2010: 103). Mustafa Tatçı, Risâle-i
Gül’ün Türkiye kütüphanelerinde[32] bulunan iki nüshasını karşılaştırmalı olarak
inceledikten sonra şu bilgileri vermiştir:
“İsmâil Hakkı, peygamberlerin ve bilhassa
peygamberimiz Hz. Muhammed’in (sav), hakikat ehli olan edip ve şâirlerin, mecâzî
sözler söyleyip hakiki manalarını kastettiklerinin, bu gibi söz ve eserlerin
şerh edilmesi gerektiğinin inancındadır. Bu görüşten hareketle o, özellikle
sembolik olan bazı kavramları şerh eden eserler yazmıştır. Bunlardan biri de ‘Risâle-i
Gül’ adlı makalesidir.” (Tatçı, 2010: 100).
İsmail Hakkı Bursevî, adı geçen risâlesinde özetle
şunları belirtir:
İmâm-ı Sehâvî, “Mekâsidü’l-Hasene”
isimli eserinde, Hz. Peygamber’den (salla'llâhü aleyhi ve sellem) kuvvetli bir
hadis aktarmıştır. Bu hadiste Hz. Peygamber’in semâvâta mi’râcı sırasında arzın
ayrılığa dayanamayıp gözyaşı döktüğü, Hakk’ın da bu gözyaşından “lasaf” adında
bir bitki yarattığı anlatılmıştır. Hadîsin devamında Hz. Peygamber’in melekût
âleminden mülk âlemine döndüğünde, yüzünde biriken ter damlalarının yere
düştüğünü ve burada da Allah’ın kırmızı gülü yarattığını ve Hz. Peygamber’in; “Ümmetimden
bir kimse benim kokumu duymak isterse, kırmızı gülü koklasın.”
dediği rivayet edilmiştir.
Ebu’l-Ferec
en-Nehrivânî bu hadîsin zayıf olsa bile manasının doğru olduğunu ispatlamaya
çalışmıştır. Yazının devâmında Bursevî, bunun nasıl anlaşılması gerektiğine
dair yorumlar yapmıştır. Örneğin Hz. Peygamber’in Cenâb-ı Hak’tan aldığı esmâ
ve tecellî bilgisinin gül ile remzedildiğini, kırmızı gülün Hz. Peygamber’in terinden
yaratılmasını, güzel kokusunu ve rengini bu remz ile mukayese edip anlamak
gerektiğini söylemiştir.[33]
Hz. Muhammed’in (sav)
kokusunun gül kokusu olduğunu, gülün O’nun terinden yaratıldığına dair
yukarıdaki ve benzer metinlerdeki bilgileri bir kenara bırakıp hadîs
kaynaklarına bakılacak olursa görülecektir ki Hz. Peygamber’in kokusunun çok
güzel olduğu, misk gibi koktuğu, kimsede benzer bir kokunun bulunmadığı gibi
bilgiler vardır fakat hiçbir hadîs kaynağında, Hz. Muhammed (sav) ile gül
arasında doğrudan bir ilişki kurulmamıştır[34]. Bu konuda Hüseyin Vassâf Bey (1872-1929) Gülzâr-ı
Aşk adlı Mevlid şerhinde Süleyman Çelebî’nin,
Terlese güller olırdı her teri
Hoş dererlerdi terinden gülleri
beytini şerh ederken
altı farklı hadîsi kaynak olarak göstermiştir. Fakat hadîslerin hiçbirinde
“gül” ile ilgili bir bilgi geçmemektedir.[35] Hüseyin Vassâf aynı eserin ilerleyen sayfalarında
ise, Bursevî’den iktibâs ederek sarı gülün Burak’ın terinden, beyaz gülün Hz.
Cebrâil’in terinden, kırmızı gülün ise Fahr-i Âlem’in (sav) terinden
yaratıldığını söylemiştir.[36] Vassâf’ın, hiçbir hadîs kaynağında rastlamamasına
rağmen, Bursevî’yi delil göstererek sarı, beyaz ve kırmızı gülün yaratılışını
mi'râc hadisesine bağlaması da dikkate değer bir ayrıntıdır. Türk edebiyatının
ilk hilye yazarı olan Hâkânî Mehmet Bey de Hilye-i Saâdet isimli
eserinin 216. beytinde, Hz. Peygamber’in kokusunun ya misk kokusu yahut amber
özü gibi koktuğunu söylemiştir.[37] Fakat o da birkaç beyit sonra terinin gül gibi
koktuğunu ifade etmiştir. Bu da bize göstermektedir ki amber de misk de gül de
Hz. Peygamber’in (sav) kokusunun çok güzel olduğuna kinayedir.[38] [39]
Diğer Sanatlarda Gülün Yeri
Klasik şiirimizin en
önemli çiçeği olan gül, kimi zaman sıradan bir süsleme unsuru, kimi zaman
tezyinatımızın temel elemanı olarak, bazen minyatürlerde, kitap süslemelerinde
bazen de şarkılarda karşımıza çıkar.
Minyatürlerde gülün
işlenişini incelediğimizde, minyatür kelimesinin “Ortaçağ Avrupası’nda
hazırlanan el yazmalarının bölüm başlarında metnin ilk harfinin etrafına kızıl-turuncu
minium ile (sülüğen, sülyen, kırmızı kurşuntozu) yapılan miniatura
adlı tezhipten geldiğini ve “sülüğenle boyanmış” anlamını taşıdığını ancak
zamanla minor (küçük) kelimesinin etkisinde kalarak “küçük (resim)”
anlamını da kazandığını” görürüz (Mahir, 2005, c. 30: 118)54.
Minyatür,
kültürümüzde genellikle el yazması kitaplarda yer alan, altın veya gümüş
yaldızla yapılan, derinlik duygusu olmayan küçük resimlerdir. Minyatürlerde
işlenen temalar arasında çiçekler, Türk sanatının vazgeçilmez motiflerinden
olmuştur. Onlar, bazen natüralist bir yaklaşımla eserlerde kendine yer bulmuş
bazen ise stilize edilerek verilmiştir.
Çiçekler içinde gülün
minyatür sanatında da ayrı bir yeri vardır. O, Türk süsleme ve minyatür
sanatının hemen hemen her devrinde sıklıkla kullanılan motiflerden biri
olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm’deki secde ve hizb için belirtilen işaretler bile
“gül” adını almıştır. Bunlardan cüzlerin başına konulanlara “cüz gülü”;
hizblerin başına konulanlara
da “hizb gülü”
denilmiştir (Pakalın, 1983: 683)[40]. Minyatürlerde doğa tasvirleri içinde sıklıkla
görülen bir “gül hatmi” vardır. Bunu Şimşek şöyle açıklamaktadır:
“Toprakta iri yapraktan ya da bir rozetten çıkan uzun
sap üzerinde yaprak ve çiçekleri olan, uca yaklaştıkça küçülerek bitkiye
piramidal görünüş veren bir çiçektir.” (2010: 78).
En eski eserlere
bakıldığında Selçuklular döneminde yazıldığı bilinen Dioscorides’in Materia
Medica adlı eserinden bir dal üzerinde “okka gülü” tasviri yer almaktadır.
Osmanlı döneminden günümüze ulaşabilen en eski minyatür ise, Sinan Bey’in
(1480) yaptığı kabul edilen, “Gül Koklayan Fatih Sultân Mehmet Han”
portresidir. Çeşitli yazma eserlerde gül koklayan pâdişah portlerinin yanı sıra
elinde gül tutan genç hanım (1720), gül koklayan kılınçlı genç (XVIII. yy),
sepetinde gül taşıyan derviş (XVIII. yy) minyatürleri de bulunmaktadır.[41]
Osmanlı minyatürleri,
yapıldığı dönemin hayat tarzı, giyim kuşamı ve mekân görüntüleri hakkında
gerçeği yansıtan bilgiler veren birer belge niteliği taşımaktadır. Bu
minyatürlerden anlaşılmaktadır ki, o tarihlerde Edirne ve İstanbul saraylarında
gül yetiştirilmektedir (Şimşek, 2010: 81).
Gülün sembol olarak
kullanıldığı, “Gül-i Muhammedî” ismi verilen eserler de mevcuttur. Bu eserlerde
gül ve yaprakları üzerinde dualar, ilk halifeler ve din büyüklerinin isimleri
yazılıdır. Bazen de gül motifi üzerine “hilye-i şerif”ler yazılmıştır (Şimşek,
2010: 82).
Gül sembolünün dînî
edebiyattaki el yazması eserlerde çoklukla kullanılan bir süsleme olduğunu
sanat tarihçilerinden öğrenmek mümkündür. Hatta “gül-i Muhammedî” süslemede
gülle ilgisi bulunmayan bazı madalyonlara bile ad olmuştur. Sanat tarihçileri
gülün Osmanlı sanatındaki en yaygın çiçek çeşidi olduğunu ileri sürmektedirler.
Hatta gülün yüzyıllar boyunca stilize, natüralist, realist ve sembolist tarzlarda
kitap, kumaş, işleme, taş, çini, keramik, duvar resmi ve benzeri pek çok eserin
en çok kullanılan bezeme elemanı olduğunu ve Lâle devrinde bile süslemede gülün
daha çok kullanıldığını görmekteyiz (Kortantamer, 1993: 414).[42]
Gül, seramik
malzemelerinde de motif olarak eski zamanlardan bu yana yerini alan ve en çok
kullanılan çiçeklerden biridir. Bilhassa Türk-İslam sanatında gül ve lâle,
çinilerde en çok kullanılan iki çiçektir. “Günümüzde cam, çini, porselen,
vitrifiye ürünler, yer-duvar karosu ve mozaik üretimlerinde süsleme amaçlı
olarak yaygın bir şekilde kullanılan gül motifleri pişmiş toprak ürünlerine
kattığı estetik anlayışı ile yüzyıllar boyu canlı ve etkileyici kalabilmeyi
başardığını göstermiştir (Bayazit-Coşkun, 2013: 1-12).[43]
Dünya ve Türk
sinemalarında gül ve gülle ilgili konuların yer aldığı çeşitli filmler de yer
almıştır. Bu filmlerin çoğunda gül soyut bir görev üstlenmiştir. Bazı filmlerde
insanların yaşadığı dramı sembolize ederken, bazılarında cinsellik simgesi
olarak kullanılmıştır. Toplumsal sorunların yer aldığı gül temalı yahut isminde
gül yer alan filmler de mevcuttur.[44]
Çini, minyatür,
tezhip, kalem işi, kitap ciltleri, tekstil, dokuma, ahşap gibi birçok alanda
süsleme unsuru olarak kullanılan gül, Türk ebru sanatında da kendine yer
edinmiştir. İlk kez Necmeddin Okyay ve Mustafa Düzgünman tarafından denenmiş
olan gül ebrûsu, onların yetiştirdiği sanatçılar ve öğrencileri tarafından
bugün sürdürülmektedir (Çaylı-Erdinç, 2012 Her Yönüyle Gül Sempozyumu).[45]
Gül, bayanların
kullandığı başörtülerine de ilmik ilmik işlenmiş, çeyiz sandıklarının
vazgeçilmezlerinden olmuştur. Bilhassa Ispartalı bayanlar tarafından yapılan
pembe ve kırmızı gül oyaları, tığ veya iğne kullanılarak üretilir. Bugün bu
oyalar, sadece yazma kenarlarına değil, havlu kenarlarına, fularlara, broşlara,
şallara da işleniyor.[46]
El ile dokunan eski
Isparta halılarında da gül motifi çok yaygındı. Hatta çocukluğunda halı işleme
sesleri ile uyanan bu satırların yazarının büyüdüğü evin çatısında bulunan halı
tezgâhı bu motiflere sıkça şahit olmuştur. Halının desenini halamın kayınpederi
çizer; babaannem, annem ve halam ise dokur, halı bitince “Halı Sarayı”na
götürülüp satılırdı. Halının her bir deseni için “gül dokumak” tabiri
kullanırdı. Sözgelişi üç desen dokuyan biri; “Bugün üç gül dokudum.” derdi.
Halı ipini sarmak için kullanılan çıkrığın adı da gülücen idi.
Gülün kendine yer
edindiği alanlardan biri de mûsikî/şarkı sözleridir. Mûsikî, duygu ve
düşünceleri seslerle ifade etme sanatı olarak tarif edilir. Şiir ve mûsikî Türk
kültüründe birbirini tamamlayan iki ögedir. Dîvân şiirinde yer alan “şarkı”
türü de ses ile sözün yakınlaşmasını etkilemiştir. Dolayısıyla şarkılara konu
olan sözlerin önemli bir bölümünde “gül”e rastlamak mümkündür. Şarkılarda bazen
gül ile bülbül konuşturulmuş, bazen bülbülün inlemesi ele alınmış, gül kimi
zaman baharı temsil etmiş kimi zaman da diğer çiçeklerle ilişkilendirilmiştir.[47] (Ateş-Dikmen, 2010: 83-84). Bunun yanı sıra ismini
gülden alan makamlarımız da vardır. Gülizâr, Gülşen-i Vefa, Rast Güldevri,
Güldeste, Gonca-i Ra’nâ, Gülzâr, Gülruh bunlardan bazılarıdır. Gülfer Kalfa
isimli bir de bestekâr mevcuttur (Ayvazoğlu: 1996: 100; Karadeniz, bty: XV-
XXII).
Bunların yanı sıra
değişik çiçek ve bitkiler rüyalarda da önemli bir motif olarak kabul edilmiştir.
Çeşitli rüya tabiri kaynaklarında gül, lâle, nergis gibi çiçekler genellikle
güzelliğe, hayra, evlenmeye, iffetli ve görgülü kadına, ferahlık ve sevince
işaret oldukları varsayılmıştır (Çöğenli-Bayram, 1993: 175). Çeşitli
kaynaklarda gül görmenin yorumları özetle şöyledir:
“Rüyada gül görmek, şerefli olan bir adama veya çocuğa
yahut kayıp bir kimsenin gelmesine ya da kadına işaret eder.
Rüyada gül
topladığını gören kimse, hayır, iyilik, sevgi ve nimete kavuşur.
Henüz açılmamış
gül, hamile olan kadının çocuğunun düşmesiyle tabir edilir.
Bazı
tabircilere göre gül, ayrılacak veya elden kaçırılacak kadın ve ticarete yahut
devamlı olmayan ferahlık ve sevince ya da sonu ve vefası olmayan ahde işaret
eder.
Rüyada genç bir
delikanlının kendisine bir gül sunduğunu görse, o delikanlı, o kimseye bir
taahhütte bulunur.
Ancak sözünde
durmaz.
Rüyada gülden
başında bir taç olduğunu gören kimse, bir düşmanı ile evlenir.
Bir kadın bu
rüyayı görse, tabir yine böyledir.
Gül, güzel bir
isimle yâd edilmeye de işaret eder.
Gül, ferahlık
ve sevince de işaret eder.
Hasta olan bir
kimsenin rüyada, gülün altında serilmiş veya gülden bir elbise giydiğini
görmesi, o hastanın 40 gün sonra öleceğine işaret eder.
Çünkü gülün
mevsimi kırk gündür.
Bazı
tabirciler, gül, bir misafirin veya bir mektubun gelmesine işaret eder dediler.
Gülü kesilmiş
ağacında görmek, üzüntü ve kederdir.
Bazı
tabirciler, ağacıyla olan gül, sarp ve çetin bir millete ve güç işlere işaret
eder.
Rüyada gül
toplamak sevinçtir.
Bazen de sarı
gül, hastalığa, kırmızı gül, güzellik ve zinete işaret eder.
Kırmızı gül,
delil ve iddia edilen şeyin vuzuha kavuşmasına da tabir edilir.
Kirmâni’nin
yorumuna göre: Bir kimsenin rüyasında ağacı üzerinde kırmızı gül görmesi;
o kimsenin neşe
ve sevince erişeceğine ve isteklerinin tahakkuk edeceğine, kişinin rüyasında
ağacı üstünde san gül görmesi;
o kimsenin bir
iftiraya uğrayacağına ve herkese gülümseyen bir kadına, kişinin rüyasında ağacı
üstünde beyaz bir gül görmesi;
o kimsenin
ihsana nail olacağına ve yükseleceğine, bekâr bir kimsenin rüyasında ağacı
üzerinde veya evinde bir gül görmesi;
o kimsenin
evleneceğine, kişinin rüyasında ağacı üzerinde veya evinde kırmızı gül görmesi;
o kimsenin ev
halkı veya yakınları tarafından sevindireceğine yorumlanır.
Gülyağı, zekâya,
dinç bir dimağa, halka yakınlığa, mütevazı ve yumuşak olmaya delâlet eder” (Eliaçık, 2003:
175-183; Nablûsî, 2007: 43; http: //ruya.ihya.org/ruyada-gul-gormek.html
21.09.2016)[48].
Sonuç
olarak gül, kültürümüzde isimlerden atasözlerine, kitap isimlerinden mahalle
isimlerine, kokudan dînî törenlere kadar etkisini geniş bir sahada
hissettirmiştir. Gülün yüzyıllar boyunca stilize, naturalist, realist ve
sembolist tarzlarda, kitap, kumaş, işleme, taş, çini, keramik, duvar resmi, vb.
pek çok eserin en çok kullanılan bezeme elemanı (Kortantamer, 1993: 414) olarak
yer etmesi bu çiçeğin kültürümüzdeki önemini bir kez daha gösterir.
[1] Ayrıntılı bilgi için bkz: Polat, 2001.
[2] Ek bir bilgi olarak, “bahar” kelimesi klâsik Türk şiirinde kimi
zaman “yaprak/çiçek” anlamında kullanılabilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz:
Yılmaz, 2011: 184-186.
[3] Rüştü, başka bir yazısında ise tam tersi bir düşünceden bahseder.
Bir karanfil türüne verilen “Kırçıl Al” ismini “sakil, kırçıl” bulur ve böyle
Türkçe terkiplerdense daha rakik bir hayal içeren İstanbul’un lisân-ı
edebîsiyle isimler vermek gerektiğini düşünür. Onun zihnindeki edebî İstanbul
Türkçesi “bugünkü hakiki edebî dilimizi oluşturan” Farsça tamlamalardan oluşan
“pençe-i cedîd, pençe-i atîk, hüsn-i bahâr, gül-rû, kayser-i şems” gibi
terkiplerdir. Ona göre böyle isimlerin verilmesi doğaldır. Çünkü “bu gibi ince,
yüksek, nezih hisleri ifade edecek başka hurûf ve kelimât bulunmazdı.” (Polat,
2001: 50).
[4] https://www.ciceksepeti.com/cicek-anlamlari?gclid=CN3rpPfbys0CFQaNGwodmPwJeQ
28/06/2016
[6] https://www.biliminsesi.com/cicek-anlamlari/ 28.06.2016
[7] https://www.cicek.com/cicek-anlamlari 28.06.2016
[8] Ayrıntılı bilgi ve bazı masal, hikâye ve romanlarda gülün kullanımı
için bkz: Çetindaş, 2013: 15-23.
[9] Ayrıntılı bilgi için bkz: Altıntaş’ın yararlandığı yabancı
kaynaklar: Ludvık Vecera, Classıc
Roses, Büyük
Britanya, 1989, s.7-11; Eıgıl Kıaer, Methuen Handbook of Roses, London, 1965, s.10; Ancient Tımes; www.ionxchange.com; www.gardencards.bizhttp://en.wikipedia.org;
Getrnot Katzers’s Spice Pages; www.uni-graz-at; Wikipedia the free
encyclopedia.
[10] Ayrıntılı bilgi için bkz: Elinç, 2012.
[11] “Bu esnâfın kârları bâdemden ve servi kozağından ve cevizden ve
fındık ve fısdukdan ve gayrı gunâ-gûn eşyâlardan edhânlar çıkarub katremîz
şişeleri içre koyub taht-ı revânlar üzre dükkânların zeyn idüb halka yâsemen
yağı ve sünbül ve gül ve reyhân ve kullemisk yağları bezl iderek 'ubûr
iderler.”[158b] (Gökyay, 1996: 228).
[12] Ayrıntılı bilgi için bkz: “2.2.3. Edirne ve Şam’ın Gül Yağı ve Gül
Suyu Üretim Merkezleri Olması”
[13] 1 miskal yaklaşık 4-5 gramdır.
[14] Gül üretimi ile ilgili rakamların ayrıntıları ve Isparta yöresinde
yağ gülü yetiştiriciliğinin Türkiye ekonomisindeki yeri için bkz: Altıntaş,
2014; Baydar-Kazaz, 2013; Gökdoğan, 2013: 51-58.
[15]
Efsanelerde, masallarda, Isparta Folklorunda Gül’ün kullanımı hakkında detaylı
bilgi için bkz: Göde; 2010a; Göde, 2010b: 185-194.
[16] Altıntaş’ın yararlandığı kaynaklar için bkz: Kındı The Medical
Formulary or Aqrabadhın of Al-Kındı, Martın Levey (Translated with a Study of
İt’s Materia Medica) London, 1966, s. 344-345; www.ionxchange.com; www.gardencards.bizhttp://en.wikipedia.org;
Getrnot Katzer’s Spice Pages; www.uni-graz-at; Wikipedia the free
encyclopedia.
[17] Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Sakaoğlu, 2010: 64-65.
[18] Bkz: 5.3.9. Gül-Yazı İle İlgili Hususlar.
[19] Sakaoğlu’nun “gül”lü isimler ve soyisimler üzerine yaptığı
ayrıntılı çalışma için bkz: Sakaoğlu, 2010: 59-74. Ayrıca bkz: Dilipak vd.
2000.
[20] Kütüb-i Sitte, 6153; Müslim, Edeb: 5; Ebû Dâvud, Cenaiz: 32.
[21] Gül ile oluşturulan isimlerin kökeni, aldıkları ekler ve Arapça ve
Farsçadaki “gül”lü isimler hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Akkuş, 2010:
57-66.
[22] Bkz: 4.2.6. İbrahim Gülşenî.
[23] Gül Baba üzerine yapılan diğer çalışmalar için bkz: Aguston, 1998;
Dede, 2001; Erdem, 1935, c. 2, s. 19: 268-271; Köprülü, 1988, c. 4: 832-834;
Yakıtal, 1981.
[24] Anadolu’da yer adlarının konulmasındaki etkenler için bkz: Aksan,
1990; Sakaoğlu, 2001.
[25] Ayrıca, alfabetik olarak hazırlanmış Osmanlı yer adları için bkz:
Sezen, 2006.
[26] Isparta’da gül adı ile kurulan isimlerin yapısal özellikleri ve Türk
diline göre doğru kurulup kurulmadıkları üzerine yapılan çalışma için bkz: Yıldız,
2010: 155-161.
[27] Tasavvuf! sembolik değerler, tekrara düşülmemesi için “4.4.
Gül-Tasavvuf” başlığı altında verilmiştir.
[28] Hak anı ögdi yaratdı sevdi Habîb’üm didi Yir yüzinde cümle çiçek
Mustafâ’nun teridür
Gül Muhammed deridür
bülbül anun yâridür Ol gülile ezelî cihâna bile geldüm
[29] Terlese
güller olurdu her teri
Hoş dererlerdi terinden gülleri
[30] Arak-âlûd
olıcak ol sultân
Gül-i pür-jâleye benzerdi
hemân
Berg-i gül gibi o rûy-ı nîgû
Terlediğinde olurdu
hoş-bû
Gördü Kevser arak-ı gül-bûyun
Nice akıtmasın ağzı suyun
[31] Çün arak
dökdi Muhammed anı gül bitürdi Hakk Anun içindür Muhibbî olduğı mümtâz gül
[32] 1. Risâle-i Gül, Süleymâniye Kütüphanesi, Hâlet Efendi Bölümü, Yazma
numarası 414, 1b-3b.
2. Risâle-i Gül
min-Te’lîfât-ı Hazret-i İsmâil Hakkı k.s. İstanbul Belediyesi Kütüphanesi, OE,
Yazma Numarası 975, 86a-89b.
[33] İsmail Hakkı Bursevî’nin Risâle-i Gül isimli eseri “EKLER” bölümünde verildiği ve konunun
dağılmaması için bu kadar bilgi verilmesi uygun görülmüştür. Ayrıntılı bilgi
için adı geçen risâleye bakınız.
[34] İbn Nâsıruddîn ed-Dimeşkî, Muhammed b. Abdillâh el-Kaysî
eş-Şâfi'î’ye [ö.842/1438] ait Câmi'u’l-Âsâr
fi’s- Siyer ve Mevlidi’l-Muhtâr (nşr. Ebû Ya'kûb Neş’et Kemâl, I-VIII, 1431/2010) isimli
eserin dördüncü cildinin 492 ve 493. sayfalarında sahâbeden Enes bin Mâlik’e
dayandırılan, Hz. Peygamber’in (sav) söylediği iddia edilen; “Terimden bir
damla damladı ve ondan kırmızı gül büyüdü. Kim benim kokumu koklamak isterse
kırmızı gül koklasın.” sözünün uydurma olarak kabul edildiği belirtilir. Yine
İbn-i Asâkir ve İbn-i Hacer gibi hadis alanında uzman kabul edilen önemli
kişiler, yukarıda geçen hadisin uydurma olduğunu belirtmişlerdir (el-Munâvî,
Zeynuddîn Muhammed Abdirraûf b. Tâcu’l-Ârifîn el-Haddâdî [ö. 1031/1622], Feydu’l-Kadîr fi Şerhi’l-Câmi'i’s-Sağîr, I-VI, Mısır, 1356/1937,
c. V, s. 233; Mer'î el-Kermî, Mer'î b. Yûsuf b. Ebî Bekr b. Ahmed
el-Makdisî [ö.1033/1624], el-
Fevâîdu ’Mavdû 'a fi’l-Ehâdîsi’l-Mevdû 'a,s.91 (nşr. Muhammed b. Lutfî es-Sabbağ, I,
er-Riyâd, 1419/1998).
[35] Hüseyin Vassâf’ın adı geçen eserindeki hadîsler:
1-
Kastalânî merhum yazar: Tîb isti’mâl
etmeksizin râyihâ-i tayyibe Rasûl-i Ekrem Efendimiz Hazretlerinin hassâ-i
nebeviyelerinden idi. Hatta Enes bin Mâlik, Nebiyy-i Atyeb Efendimizin
kokusundan güzel misk ve anberden bile bir şey şemm etmedim, buyurmuşlardır.
2-
Mervî olduğu üzere Hz. Sâhib-i Sa’âdet’in
vücûd-ı pür-sûd-ı âlîlerinde bir derece râyihâ-i tayyibe var idi ki herhangi
bir yoldan güzer buyurmuş olsa da, o tarîki gayet güzel bir koku ihâta
eylediğinden Cenâb-ı Peygamber’e tesâdüf etmeyenler râyihâ-i tayyibe-i nebevîye
delâletiyle Sultânü’l-Kevneyn Efendimizin o yoldan teşrîf buyurduğunu hükm
ederlerdi.
3-
îmâm Taberânî nakl eder: Ukbe b. Firkat
(r.a) hazretlerinin zevcesi Ümm-i Âsım buyurmuş ki: Dört ortak idik. Her
birimiz kokulu şey isti’mâlinde yekdiğerimize müsâbaka ederdik ama zevcimiz
Ukbe hiçbir koku sürünmezdi. Öyle iken onda bir koku vardı ki cümlemizin
râyihâsından daha güzel idi ve hattâ halk Ukbe’nin kokusundan güzel koku
görmedik derler idi. Sebebini zevcimden sordum, cevaben “Fahr-i Âlem
Efendimizin zamân-ı sa’âdetlerinde bir derde mübtelâ oldum. Zât-ı âlî-i
risâlet-penâhî mübârek lu’âb-ı sa’âdetlerinden bir miktar sırtıma ve karnıma
dest-i ma’âlî-peyvestleriyle sürüp sığadılar. O derd benden derhal zâil oldu. O
zamandan beri bu râyihâ-i tayyibe bâkî kaldı”, dedi.
4-
Yine Taberânî rivâyetiyle menkuldür:
Ashâbdan biri huzûr-ı pür-nûr-ı sa’âdet-i Muhammedî’ye gelip kızının cihâzı
hakkında mu’âvenet talep edince, zât-ı celîl-i nebevîleri mübârek terlerinden
bir şişeye iki damla koyup “Al bunu kızına götür ve söyle, içindeki şey ile
ta’attur etsin” buyurduğundan o zâtın kerimesi ondan her ne zaman ta’attur
ettiyse râyihâ-i tayyibesini bütün Medîne ahalisi şemm ederlerdi. Hattâ onun
hânesine “Beytü’l-Mutayyebîn” dediler.
5-
Müslim, Hz. Enes’ten rivâyet eder, buyurur
ki: Bir gün Enes bin Malik’in (ra) hânesine teşrif-i ma’âlî redif-i Cenâb-ı
Risâlet-penâhî şeref-vâki’ olarak Sultân-ı Risâlet Efendimiz hâb u râhata varıp
mübârek vücûd-ı şerifleri terlemeğe başlamış idi. Hz. Enes’in vâlidesi Ümmü
Süleym bir şişe tedârikıyle vücûd-ı sa’âdet-i Hz. Peygamberî’de zâhir olan
terden alıp şişeye vaz’ eder ki (sav) Efendimiz hâbdan bîdâr olunca Ümmü Süleym
Hazretlerinin yaptığı işi görüp “Yâ Ümmü Süleym! Ne yapıyorsun?” diye su’âl
buyurdular. O da “tatyîb için mübârek terinizi alıyorum” cevâbını vermesiyle
“evet, ondan a’lâ tîb olmaz” buyurdular.
6- Cenâb-ı
Fâtımâtü’z-Zehrâ’dan (ra) şöyle mervîdir:
Peygamber (sav) defnedildikten sonra, onun kalbinden biraz
toprak alındı. Onu kokladım. Sonra bir şiir yazdım: “Peygamberin toprağını
koklayan kimse hayâtı boyunca daha değerli bir şey koklamaya ihtiyaç duymaz.
Başıma gelen musibetler eğer günlerin başına gelseydi geceye dönüşürdü.”
(Hüseyin Vassâf, Gülzâr-ı Aşk, Süleymâniye Kütüphânesi,
Yazma Bağışlar Bölümü, Numara 2315, s. 485 vd.)
[36] Tatçı, 2010: 101 naklen: Hüseyin Vassâf, Gülzâr-ı Aşk, Süleymâniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar
Bölümü, Numara 2315, s. 485.
[37] Itr-ı hûbuyla pür olurdu meşâm
Bûy-ı müşg idi ya hod anber-i hâm
[38] Burada bir ayrıntıya daha dikkat çekmek gerekiyor: 1635 yılında
tamamlanan ve Edirne’den bahseden en önemli kaynaklardan biri olan Abdurrahman
Hibrî’nin Enîsü ’l-Müsâmirîn adlı eserinde, Edirne’de
elde edilen güllerden hazırlanan gül suyu için şöyle denir: “Bilinmektedir ki
her yörenin ünlü bir ürünü olur. Bunları İstanbul’un ileri gelenlerine ve
saygın kişilerine armağan ederler. Edirne yoksul bir şehir olduğu için değerli
bir ürünü yoktur. Ancak yukarıda yazılı bahçelerimizden bahar mevsimi armağan
olarak gül suyu elde edilir ki kokusunun güzelliği miske benzer.”
(Altıntaş, 2014: 24). Yazar misk ile gül kokusunun birbirine çok yakın olduğunu
düşünür çünkü ikisi de çok güzel kokar.
En çok
kullanılan 50 Türk motifi için bkz: Ünver, bty.
[40] Ayrıntılı bilgi için bkz: Şimşek, Habibe (2012), Kur’ân-ı Kerîmlerde Bir Süsleme Alanı “Gül”
Tezhipleri,
Her Yönüyle Gül Sempozyumu Bildiri Metni, Isparta.
[41] “XV. ile XX.
Yüzyıllar Arasında Türk Tezhip Sanatında Gül Mo/f'ııiıı kullanımı için bkz: Coşkun, 2007,
YL Tezi. Tek Figürlü Minyatürlerde Gül, Kompozisyon İçinde Gül, Murakka
Albümlerdeki Gül Minyatürleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Şimşek, 2010:
77-82; Mahir, 2005, c. 30: 118-123. “Gülün Türk Minyatür Sanatı’ndaki Tasvirlerinden ve Doğadan Yola
Çıkılarak Yorumlanması, Stilizesi ve Batik Sanatında Kullanımı” için bkz. Aydoğan, Mine
(2012), Her Yönüyle Gül Sempozyumu Bildiri Metni, Isparta; Çetinkaya Karafakı,
Filiz-Duran Gökalp, Derya (2012), Gül ve Süsleme Sanatı, Her Yönüyle Gül Sempozyumu Bildiri Metni,
Isparta.
[42] Bu konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Demiriz, Yıldız (1986), Osmanlı Kitap Sanatında Natüralist Üslupta
Çiçekler,
İstanbul Üniv. Edebiyat Fak. Yayınları.
[43] Bilhassa İznik ve Kütahya çinilerindeki gül motiflerinin çinilere
kazandırdığı uyum, ahenk ve estetik hakkında detaylı bilgi için bkz: Bayazit,
Murat-Coşkun (2012), Betül, Seramik
Sanatında Gül Yansımaları ve Çinilerde Gül Motifleri, SDÜ Her Yönüyle Gül
Sempozyumu Basılmamış Bildiri, Isparta.
[44] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz: Cereci, Sedat (2012), Sinemada Gül Temalı Filmlerin Yetersizliği
Sorunu, SDÜ
Her Yönüyle Gül Sempozyumu Basılmamış Bildiri, Isparta.
[45] Ayrıntılı bilgi için bkz: Çaylı, Gülfizar-Erdinç, Ünal (2012), Türk Ebrû Sanatı ve Gül, SDÜ Her Yönüyle Gül
Sempozyumu Basılmamış Bildiri, Isparta.
[46] Ayrıntılı bilgi için bkz: Demirbilek Gökdoğan, 2013: 37-41; Kaya,
1988.
[47] Şarkılarda gülün kullanımı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz:
Ateş-Dikmen, 2010: 83-96.
[48] Bu konuda akademik bir çalışma için bkz: Koldaş, Diyadin (2003), Kur’ân’da Rüya, Yüzüncü Yıl Üniv. SBE
Temel İslam Bilimleri ABD Tefsir Bilim Dalı, YL Tezi.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar