BURHÂNÜ’S SÂLİKÎN SEYYİD MUHAMMED NÛR’UL-ARABÎ
1813
yılında Mısır’ın “Mahalletü’l-kübrâ” adlı kasabasında dünyaya gelen
Seyyid Muhammed Nûr’un hayatı hakkındaki bilgileri halifelerinden Harîrîzâde
Kemâleddin Efendi’nin Tibyân ü Vasâ’ili’l-hakâ’ik fî beyân-ı
selâsili’t-tarâik adlı eserinden ve Bursalı Mehmet Tâhir’in onun
hakkında yazmış olduğu
menâkıbnâmesinden öğrenmekteyiz.
Hz. Ali kerremallâhü vecheye nisbet edilen Noktatü’l-beyân adlı eseri şerh
etmesinden dolayı “Noktacı Hoca” , Mısır’dan gelip Rumeli’ye
yerleştiği
için “Arap Hoca” ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
torunu Hz. Hüseyin aleyhisselâm soyundan geldiği
için “Seyyid” lakaplarıyla tanınır. Muhammed Nûr’ül-Arabî, üstad ve mürşidi
Hasan el-Kuveynî’nin
“Artık sana
bütün ilimlerin yolu açıldı. Anadolu’ya git”
emriyle Anadolu’ya gönderilmiş,
bir süre sonra da kendi isteğiyle
Rumeli’ye geçmiştir.
1839-1870
yılları onun Rumeli Nakşîliği
ve Melâmilik arasında bir tasavvuf sistemi kurmaya başladığı
bir dönem olmuştur.
Muhammed Nûr, İstanbul’a
geldiğinde
Melâmiyye-i Bayrâmiyye (Orta Devre Melâmîleri) şeyhi
Abdülkadir Belhî’yi kendisine bağlamak
ve Melâmîliğin
tek temsilcisi olmak istemiştir.
Ancak Belhî’nin bunu kabul etmemesi üzerine bu isteğine
erişememiştir.
Muhammed Nûr’un Şerif
Efendi ve Latife Hanım olmak üzere iki
çocuğu
olmuştur.
Halifesi ve oğlu
Şerif
Efendi’nin hiç çocuğu
olmadığı
için maddî ve manevî soyu Latife Hanım ve damadı Abdürrahim b. Ali El-Melâmî
(Fedâî) ile onların çocuklarından devam etmiştir.
Seyyid
Muhammed Nûr’ul Arabî, kaleme aldığı
eserlerde üçüncü devre Melâmîliğinin
görüşlerini
ortaya koymuştur.
Abdülbâki Gölpınarlı (1931: 287-290) bu eserlerin elli beş
tane olduğunu,
bunların otuz sekiz tanesinin Türkçe, on yedi tanesinin ise Arapça
olduğunu
belirtir. Muhammed Nûr’un bu eserlerinde, Melâmiyye-i Nûriyye olarak bilinen
üçüncü devre Melâmîliğinin
tasavvuf düşüncesinin
özündeki vahdet-i vücut anlayışı
ve kendi temellendirdiği
tevhit anlayışı
vardır. Melâmet-i Nûriyye’yi yaymak için büyük çaba harcayan Muhammed Nûr, bu
gayretini galibiyetle sonuçlandırmış,
Rumeli ve Batı Anadolu gibi geniş bir
coğrafyaya
yayılan Melâmet-i Nûriyye için Üsküp, Manastır, Prizren, Doyran, İştip,
Tikveş,
Köprü, Selânik, İstanbul
gibi şehirlerde
dergâhlar kurulmuştur.
Melâmet-i Nûriyye’nin geniş bir
coğrafî
alanda ve geniş kitlelere
yayılması için halifeleriyle birlikte gayret gösteren, birçok halife yetiştiren
ve birçok talebeye hocalık eden Muhammed Nûr, 1888 yılında kendi evinde Hakk’a
yürümüştür.
Bu kitapta Arapça
olan Burhânü’s Sâlikîn [1]
risâlesini Türkçe’ye çevirerek kardeşlerimize faydalı olmayı düşündük.
Tevfik
ve inayet Allah Teâlâ’dandır.
İhramcızâde
İsmail Hakkı ALTUNTAŞ
Esenler /İstanbul
BURHÂNÜ’S SÂLİKÎN
بِسْـــمِ
اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Allah Teâlâ hakkında bilinmesi gereken
şeyleri bilmek her mükellefin (kul) üzerine gereklidir. Bu şekilde söylememizin
nedeni Allah Teâlâ’nın “Ben, insanları ve
cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım” [2]
buyurmasından dolayıdır. Hz. İbn-i Abbas radiyallâhü anh bunu “bana ibâdet
etsinler” (li-ya’büdûn)”yerine “beni bilip tanımaları için
(li-ya’rifûn) yarattım” şeklinde tefsir etmiştir.
Burada bahsedilen marifet, tevhiddir. Marifet,
zâtında, sıfatında ve fiillerinde şirke düşmeden Allah Teâlâ’yı bir olarak
bilmektir.
Allah
Teâlâ önce fiillerde tevhid edilir. Bu tevhid sıfattaki tevhidi anlamaya ve yönelmeye
sebep olur. Sıfattaki tevhid ile zâttaki vacip olan tevhide kabiliyet kazanılır.
Tevhid-i
ef’âlde nakil, akıl ve Şuhut gereklidir.
Nakil: Allah Teâlâ Kur´ân-ı Kerim’de buyuruyor ki,
“Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allah’tır.” [3]
Akıl: Bir şeyde tesir
eden ancak bir olmalıdır. Bu konuda itifak ve ihtilaf edilse bile, eğer bir olmazsa asla eser
(meydana gelen şeyler) bulunmaz. Nesefî akaidinde de bu konu işlenmiştir.[4]
Şuhûd:
Fiil
müşahedede vakî olamaz. Ancak mevcutta olur. Bütün mevcutların vücudunda Allah
Teâlâ bulunur. Bu istidlâl yoluyla vücutta müessir olan Allah Teâlâ’nın
olduğunu açıkça müşahede edersin.
Bu
söylenenlerle, yaratılmışlardaki tesir edenin yalnız Allah Teâlâ olduğunu
anlayışı sana açıldığını bilirsin.
Allah
Teâlâ’ya vacip olan Hayat, İlim, irâde, kuvvet, Semi’, Basar, kelam
tekvin Sübutî sıfatlar
ilmî
olarak bilinir, şuhûdî olarak bilinmez. Sahih olan bunların vücutta olduğunu
bilmektir.
Bu
girişten sonra mükellefler için seferler üçtür.
1-
Tabii hüküm olan
cehâletten ilm-i yakîne sefer etmek
2-
İlm-i Yâkin’den ayne’l
yakîn’e sefer etmek
3-
Ayne’l yakîn’den Hakk’al
yakîn’e sefer etmek.
İki türlüdür.
a-Zıt kâidesi:
Allah Teâlâ vacib-ül vücut tur.
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ
الْبَصِيرُ
“O'nun benzeri hiçbir şey yoktur. O,
işitendir, görendir.”[5]
âyetinin işaretiyle Allah Teâlâ zâtında,
sıfatında ve fiillerinde kadim, bâkî, muhâlefetü’n lil-havadis (yarattıklarına
benzemeyen), kendi nefsi ile kâim olduğunu bilmektir. İnsan ise varlığı ile
câiz-ül vücuttur. Yani kendi benzeri vardır ve kendi
cinsine husûsi muhtaçlığı vardır. Kendi cinsi içerisinde zât, sıfat ve
ef’âlinde bir olamadığı gibi bütünün içinde yani âlemin içinde benzerleriyle de
bilinir.
b-Temsil kâidesi: Allah Teâlâ’nın Hayat,
İlim, irâde, kuvvet, Semi’, Basar, kelam tekvin olan Sübutî
sıfatlarındaki kemâlatıyla yaratmadaki eşsizliğinin misalini
göstermesidir. Yani;
“Allah
Teâlâ Âdemi kendi surelinde yarattı.” [6]
Burada
kul hayat
sahibi, âlim, mürid (istek sahibi), kâdir, semi’, basîr, konuşan, fâildir. Fakat
kadîm Allah Teâlâ’ya nispeti olan sıfatların hâdise olan tesiri ve nispeti takdiri
hükümledir.
2.
SEFER: AYN’ EL YAKÎN
Allah
Teâlâ’nın bütün eserleri isimleri ve sıfatlarının zuhur aynasıdır. Sekiz yolla
sıfatların anaları ve bütün sıfatlar hayat (sıfatında) toplanır.
Allah
Teâlâ’nın hayatı zatının varlığı ve hiçbir şeye bağlanmadığı gibi diğer sıfatlarda
buna bağlıdır.
İlim
sıfatı ise vacibe, mümküne ve hayale ilgi ve bağı kadîm olarakta caiz olabilir.
Malumda ilim sıfatına tabî olarak tecelli etmektedir.
Muhit
sıfatı mümkün’ül vücudta olan her şeyi ihata eder.
اِنَّهُ بِكُلِّ شَىْءٍ مُحِيطٌ
“Allah şüphesiz her şeyi bilgisiyle kuşatandır.” [7]
İrade
sıfatı ise kabiliyetlerden (özellikler) birini tercih etmesidir. Kabiliyetler
ise yedidir. (Varlık, yokluk), yaratmak, kudretler, mümkünler, zamanlar,
yönler, kaderler
Mümkünün bu
özelliklere vücuda gelmesi (varlığa çıkması) ve yokluğunda ilgisi bulunmaktadır.
Bu özelliklerin ve iradenin seçiciliği ile yokluktan varlığa çıkarlar.
Semi’ ve
basar sıfatı kadîm ve hadis olarak mevcudatla ilgisi bulunabilir.
Kelâm sıfatı
ilim sıfatının özelliklerini taşır.
Tekvin
sıfatı ise irade ve kudretin yönelmesiyle bütün sıfatlar neticesi ile olan
eserlerde icad (yaratma) ile ilgilidir. Fakat mazharların subûtlar (gerçeğe
çıkması) zahirlerin subûtu iledir. Eserlerin
subûtu isimlerde, isimlerin sübutu sıfatlarda, sıfatların sıfatta subûtu ancak zâtta
olur.
اَللهُ نُورُ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضِ
مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَوةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ
اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ
زَيْتُونَةٍ لا شَرْقِيَّةٍ وَلا غَرْبِيَّةٍ
“Allah göklerin ve yerin Nur'udur. O'nun nuru, içinde ışık
bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise, sanki
inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu ne yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda
bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır.” [8]
Bunu
anlayabildiysen Allah Teâlâ’nın zâtın mazharı sıfatı, sıfatının mazharı isimleri,
isimlerinin mazharı eserleridir. Eserlerinden murat yaratılmış taayyünler,
isimler ise taayyünlerin hakikatidir. Lakin bütün yaratılmışların hakikatini
hakikat’ül hakâik olan halife olan insan-ı kâmil toplanmıştır.
3.
SEFER: HAKK’EL YAKÎN
Bu
sefer:
3.
Seyr
fî’llâh
4.
Seyr
meâ’llâh
5.
Seyr
u’llâh
6.
Seyr
ani’llâh
seyirleri ile tamam olur.
1.
Seyr ilâ’llâh, bu tevhid ulûhiyetteki ef’âl, sıfat ve zâtta şirki
kaldırmaktır. Allah Teâlâ’nın başka şeyde olmayan ve nefsindeki birliğini
olması gereken şekilde tevhidde vukuf etmektir. O’nun Vacibül vücud olan
birliğini hiçbir şeyin gereği olmadığı gibi varlığa çıkan her taayyün onun
eseridir. O bulunan her şeyden yüksektir. Çünkü her şey her anda O’nun icâdıdır.
اِنَّ اللهَ يُمْسِكُ السَّمَوَاتِ وَالاَرْضَ اَنْ
تَزُولا وَلَئِنْ زَالَتَا اِنْ اَمْسَكَهُمَا مِنْ اَحَدٍ مِنْ بَعْدِهِ اِنَّهُ
كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
“Doğrusu, zeval bulmasın diye gökleri ve yeri tutan
Allah'tır. Eğer onlar zevale uğrarsa O'ndan başka, and olsun ki onları kimse
tutamaz. O, şüphesiz Halim'dir, bağışlayandır.” [9]
Bu
âyetin manası imdat (tehlikede olana yapılan yardım) Allah
Teâlâ’ya aittir.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَاكُنْتُمْ “Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” [10]
Bizimle
beraber olan Allah Teâlâ olunca başka bir şey yoktur. Bu ise Vacib’ül vücüdun fiillerinde
tevhid ve yüksek yardımı hasıl oldu demektir. Her âyinede (ayna) görülen ve tesir eden Allah
Teâlâ’dan başka bir şey değildir.
لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ للهِ الْوَاحِدِ
الْقَهَّارِ
“Bugün
hükümranlık kimindir?” denir; hepsi: “Gücü herşeye yeten tek Allah'ındır” derler.”[11]
Akıllı olana gereken kıyamette bu nida ile
seslenildiği vakitte utanmadan önce bu durumu zevk etmesi gerektiğidir. Yani eserlerde Allah Teâlâ’dan başka bir
yaratıcı ve icad edenin olmadığını bilmektir.
وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ
فَمِنْ نَفْسِكَ
“Başına gelen
kötülük ise nefsindendir.” [12]
Buradaki husus İbrahimî dinde terbiye için ve
şeriat yönüyledir. İbrahim aleyhisselâm dedi ki;
وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ
“Hastalandığım
zaman bana şifa veren O'dur.” [13]
İbrahim aleyhisselâm bu ayette hastalığı
kendine, şifayı Allah Teâlâ’ya nispet etmiştir. مَاكَانَ
اِبْرَهِيمُ يَهُودِيًّا وَلانَصْرَانِيًّا وَلَكِنْ كَانَ حَنِيفًا مُسْلِمًا
وَمَاكَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ
“İbrahim ne Yahudi
idi ne Nasrânî ve lâkin müslim bir hanif (lekesiz bir muvahhid) idi ve
müşriklerden olmamıştı” [14]
Bu
anlatılanlar ile Seyr ilâ’llâh ef’âl, sıfat ve zâtta
tevhiddir. bununla Tevhid-i ef’âli bilirsin.
Tevhid-i
sıfat ve esma birdir. İsim, eserler oluşturan sıfatın kendisidir. Eserler
sıfatla oluşur. Ne zaman müessir sıfatlar ile bir eser varsa, o, Allah
Teâlâ’nın bütün eserlere her an uzanan sıfatıdır. Sıfat-ı cüziyyeden bir şey
bize nispet edilse o hadistir. (sonradan olandır) Çünkü bütün eserler onun eserlerinden
yer bulabilmiştir.
Tevhid-i
zât, eserleri ile bilinen vacibül vücuttur.
كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِى شَاْنٍ
“O,
her an yaratma halindedir.” [15] âyeti beyanıyla her an yaratmadadır. O taayyünlerin
eserlerinde tecelli edendir.
وَمَا اَمْرُنَا اِلاَّ وَاحِدَةٌ
“Bizim
buyruğumuz,… bir tek sözden başka bir şey değildir.”[16] Taayyün eden tecellide abes olarak iki defa tecelli
etmeden neticede olması gereken olur.
َما خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَاَنَّكُمْ اِلَيْنَا
لاتُرْجَعُونَ
“Yoksa siz,
Bizim sizi boş yere yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” [17]
Vacib’ül
vücutta abes bir şeyde yoktur.
2.
Seyr bi’llâh
Cem
makamıdır. Kurb-u ferâizdir.
3.
Seyr fî’llâh
Hazret-ül cem makamıdır. Kurb-u nevafildir.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Her
kim benim veli kullarımdan birisine düşmanlık ederse ben ona harp açarım. Kulum
kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir şeyle bana yaklaşmamıştır.
Kulum bana devamlı nafile ibadetleri ile yaklaşır. Bunun sonucunda ben onu
severim. Bir kere onu sevdim mi ben onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli
ve yürüyen ayağı olurum. Eğer benden bir şey isterse onu veririm. Bana sığınırsa
muhakkak onu korurum.” [18]
“…
Ben yapmasını dilediği hiçbir şey hakkında müminin ölümü karşısındaki tereddüdüm
gibi tereddüt etmedim. Fakat bunda
kulum, ölümden hoşlanmıyordu....” [19]
Farz müminin isteği ile değildir. Ondaki olan zuhur ancak
Allah Teâlâ’nın zuhurudur.[20] Allah Teâlâ kulun lisanı
ile “Semiallahulimen hamideh” [21]
dediğinde Allah Teâlâ kul ile işitme ve görmenin zuhur yeri olur ve bunu
söyler.
“Bakmak”ta ise kul ihtiyar sahibidir dilerse yapar, dilerse terk
eder.
Kul zahirdir, Hakk mazhardır. Hakk bu
şekilde kuluyla işitir, görür, lisanı ile konuşur, el ile tutar, ayakları ile
yürür yani bütün azalarıyladır. Kul bu makamda rububiyet sıfatlarıyla zahir olmuştur.
Ancak zuhuru Hakk’ın vücudu iledir.
Rubûbiyet esere bağlı değildir. Kul ise
rubûbiyet eserlerinden bir eserdir. Kim ki rabliğini iddia ederse şirk koşmuş ve
kâfir olmuş olduğunu bilmelidir. Çünkü kulun iddia edeceği bir vücudu yoktur.
Hulâsa cem vahdetin (Allah Teâlâ’nın)
kesretle (varlıkla) zuhurudur. Hazertü’l cem ise kesretin vahdetle zuhurudur.
4.
Seyr meâ’llâh
Cem’ül Cem
makamıdır. Vahdet ile kesreti birleştirmektir. Yani, Kurb-u ferâiz ve nevâfili
birleştirmektir. O büyük bir berzah olarak (Allah Teâlâ)
هُوَ اْلاَوَّلُ
وَاْلاَخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلِيمٌ
“O, evveldir ve ahirdir ve zahirdir ve batındır. O her şeyi de bilendir. ”[22]
Öyle
ise vahdet, bir olan zât, kesret ise şuûnatının çokluğudur.
Bu
sayılanlardan sonra men edildiğimiz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
ayakları altında hususî olan ehâdiyyet velâyeti gelir.
Ebu
Yezid Bestâmî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
“Öyle bir denize daldım ki, nebiler onun sahilinde kalmışlardı.”[23]
Bu
bahsedilen derya sırf (salt) tevhiddir.
وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى . ..
فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ قَتَلَهُمْ. .
“Attığın zaman
da sen atmamıştın, fakat Allah atmıştı.
Onları siz
öldürmediniz fakat Allah öldürdü.”[24]
كُلُّ شَىْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ
“O'nun zâtından
başka her şey yok olacaktır.”[25]
شَهِدَ اللهُ اَنَّهُ لاَ
اِلَهَ اِلاَّ هُوَ
“Allah şu hakikate Şahadet eyledi: “başka Tanrı yok ancak o”
vardır.[26]
(Bahsedilen
makamların lisanlarda söylenişi şu şekildedir.)
Cem
lisanında;
مارئيت شيأ الا ورئيت الله قبله
“Bir
şey görmedim, ancak önce Allah Teâlâ’yı gördüm”.
(Her zaman önce Allah Teâlâ’yı gördüm, kesreti görmedim)
Hazertü’l
cem
lisanında;
مارئيت شيأ الا ورئيت الله بعده
“Bir şey görmedim, ancak sonra Allah
Teâlâ’yı gördüm”.
(Allah Teâlâ’dan önce kesreti gördüm.)
Cem’ül cem lisanında;
“Bir
şey görmedim ancak her şeyi Allah Teâlâ’yı beraber gördüm”. (Allah
Teâlâ ile kesreti beraber gördüm.)
Ehâdiyetü’l
cem lisanı;
مارئيت شيأ الا
ورئيته ان الله
“Bir
şey görmedim ancak ne gördümse muhakkak Allah Teâlâ (olarak)
gördüm”.
5.
Seyr u’llâh
(Seyyid Muhammed Nûr kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bu seyrin
açıklamasını yapmamıştır.)[27]
6.Seyr
ani’llâh
Bu seyir telvîn ve temkîn makamıdır.[28]
Bu makam nübüvvet mertebesidir.
Ehadiyyet makamı telvîni barındırmayan temkîn makamıdır.
Seyr ani’llâh Hakk’tan, Hakk’la seyirdir. Bu seyrin sahibi halk
(yaratılmış) olarak isimlense de Allah Teâlâ ile beraber olduğu için O’ndan
perdelenmez. Bu bahsedilen makamda olan varis ve hilâfet sahibidir. Onun
lisanı ise;
ما رأى الله الا
الله
“Allah ancak Allah’ı
gördü.” [29]
“Allah
Teâlâ hakkı söyler ve doğru yola iletir.”
اَللَّهُمَّ صَلِّى عَلىَ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَي
آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
“Ey Allah’ım! Salât’ın Muhammed’e âline ve
arkadaşlarına hepsine birden olsun.”
وَ الْحَمْدُ للهِ رَبِّ
الْعاَلَمِينَ
“Hamd âlemlerin Rabbi’nedir.[30]
****
***
**
*
[1]
Atatürk
Kütüphanesi-İstanbul, 297.7 - Osman
Ergin Yazmaları - 000702/03,v.21b-22b; OE_Yz_000580/18, v.84b-87a
[2]
Zâriyât, 56
[3]
Saffat, 96
“Allah her şeyin yaratıcısıdır” Zümer,
62
[4] Nesefi Metin:
والله تعالى خالقٌ لأفعال العبادِ مِن الكفر والإيمان، والطاعةِ والعصيان وهي ُ كلُّها بإرادتِهِ، ومشيئتِهِ، وحُكمِهِ، وقضيتِهِ، وتقديرهِ، وللعبادِ أفعالٌ اختياريةٌ يُثابونَ بها ويُعاقبونَ عليها، والحسنُ منها برضاءِ الله تعالى، والقبيحُ منها ليسَ برضائِهِ تعالى، والاستطاع ُ ة مع الفعل وهي حقيقة القدرة التي يكونُ بها الفِعلُ،
[Allah kulların her işini: iman küfür,
ibadet isyan... Yaratıcıdır. Ve Bunların hepsi onun iradesi, istemesi, hikmeti,
kazası, takdiri iledir.
Kulun da
ihtiyarı vardır. Onunla işlediği işlerden sorumlu tutulur. Ceza veya mükâfata
uğrar. Kulun yaptıklarından güzel olanlar Allah Teâlâ’nın rızası iledir. Kabih
(çirkin) olanlara ise rızası yoktur.
İstitaat (güç)
fiille beraberdir. O anda verilir. Bu tabir (istitaat) âlet, uzuv ve sebeplerin
sağlamlığı, el verişliliğini ifade eder.
Sorumluluk ta bu
güce uygun düşer zaten, Kulun gücü ve yeteneğini aşan şeyler ona yüklenmez.]
Netice şudur ki; kul, kudretini bir
fiile kat'iyyetle say’edince Allah Teâlâ âdeti icabı, o fiili yaratır. Eğer, bu
fiilin meydana gelmesinde Allah Teâlâ'nın yaratmasının yanında kulun da dahil
bulunmamış olsa idi; kulun infiradı da sahih olmazdı. O halde, kulun fiili,
iki kudretin içtimai ile hasıl olmaktadır. Allah Teâlâ'nın kudreti ile hasıl
olması, Allah Teâlâ'nın halkı (yaratması) dır. Kulun kudreti ile hasıl olması
ise, kulun kesbi (seçip tercih etmesi) dir. Fiilin, makdur (takdir edilen),
hüsün (güzel) ve kubuh (çirkin) olarak vasıflanmasını gerektiren şey ise,
kesb'dir.
Fiilin, Allah'ın kudreti ile olduğu
inancı, cebirdir. Kulun kudreti ile olduğu İnancı ise, tefviz, yani fiili kula
bırakmaktır. Böylece, seleften nakledile gelen “Cebr-i Mutavassıt”
görüşü ortaya çıkar ki, Mâtüridîlerin kabul ettikleri görüş de budur.
Eş'arî Mezhebi'ne göre ise: Allah Teâlâ
kulda bir kudret icat eder. Kul da, bu kudrete uygun olarak, kendi fiilini
icat eder Burada müessir, yalnız Allah'ın kudretidir. Kulun kudreti müessir
değildir. O, sadece fiilin mahallidir. Kullar, fiillerinde muhtar; ihtiyarlarında
ise muzdardırlar. Yani hür değil, mecburdurlar. Çünkü Eş'arîler, “İrade-i
Cüz'iyye” nin mahlûk olduğuna kaildirler. Onlara göre, fiilin vukuu,
ızdırarîdir. Kulun, fiili yapmak veya terk etmek hususlarından birisini tercih
etmeye kudreti yoktur. Bunun için, her ne kadar Eş'ari, kendisinin “Cebrü
Mutavassıt” olduğunu iddia etmişse de, Eş'arîl-ere “Cebrü Mahz”
denilmiştir. Tekrar edecek olursak, Eş'arî Mezhebi'nin görüşünün özeti şudur:
Allah Teâlâ âdeti üzere, kulların fiillerini kudretlerine yakın olarak yarattı.
Bu halde, kulun fiili, Allah Teâlâ'nın kudretinin tesiri ve Allah Teâlâ'nın
icadı ile olduğundan, Allah Teâlâ'nın mahlûkudur. Kulun kudretine yakın olduğu
için de kulun kesbidir.
Ehl-i Sünnet'in Görüşü:
Kudret, kuvvet, güç ve takat
manalarına gelen “istitâat”, bir sıfattır ki; Allah Teâlâ bu sıfatı, insan
bir işi yapmayı kastettiği anda — bu işi yapmak için gereken adetler ve
sebepler de salim ve tam olunca— yaratır. İnsan, “hayır” fiilini yapmayı
kastedince; Allah Teâlâ da hayır kudretini yaratır; “şer” fiilini kast edince
de; Allah şer kudretini yaratır.
İşte bu kudret, fiil İle beraberdir.
Allah Teâlâ tarafından, kul için, fiil İle beraber olarak yaratılır. Fiilden
evvel olamaz. Zira fiilden evvel olsa idi; bir şey yapmak istediğinde, kulun
Allah Teâlâ'ya ihtiyacı olmaması gerekirdi. Bu halde ise, Mutezilenin dediği
gibi, kul, fiilinin yaratıcısı olurdu. Bu kudret, fiilden sonra da olamaz.
Zira kudret olmadan fiilin hasıl olması gerekir. Bu ise, muhaldir. Cebriye
Mezhebi, bu görüşü savunur.
Netice
olarak; istitâat, kul için bir sıfattır ve bu kudret; kul, irade-i cüz'iyyesini
sarfettiği anda hasıl olur. Bu ise, dört kademede meydana gelir:
1.
İrade-i külliye ki; bu iradenin kendisinde, takdir edilmiş şeylerin her
birisine taalluk etme salâhiyeti vardır.
2.
Bundan sonra, fiilin mevcudiyeti için şart olan bütün sebeplerin selâmeti
gerekir.
3.
Daha sonra kul; irade-i külliyesini belirli bir fiile sarf eder ki; bu sarf,
irade-i cüziyyedir.
4.
Bundan sonra da, kulun, irade-i cüz'iyyesini fiile sarfı ânında Allah Teâlâ,
fiil ile beraber, kulda kudret yaratır. Bu son sarf, Allah'ın, kulda kudreti
yaratmasına sebeptir.
Kudretin aslını isbat, Cebriyye'yi;
kudretin fiil ile beraber olduğunu isbat ise Mûtezile'yi yıkar.
[5]
Şura, 11
[6] Buhârî. İsti’zan. 1: Müslim. Birr. 110.
Cennet. 28:İbn. Hanbel. II/244. 251. 315. 323. 434. 463. 519
[7]
Fussilet, 54
[8]
Nur, 35
[9]
Fatır, 41
[10]
Hadid, 4
[11]
Mümin, 16
[12]
Nisa, 79
[13]
Şuara, 80
[14]
Âl-i İmran, 67
[15]
Rahman, 29
[16]
Kamer, 50
[17]
Mu’minûn, 115
[18] Buhârî. Rekaik, 38; İbn.
Mâce. Fiten. 16.38
[19] Ebu Nuaym, Hilye. VIII/318
[20]
Farz ibadetinde irade yoktur. Farzın terki Hakk’ı terk etmek demektir.
[21] “Allah Teâlâ kendisine hamd edenleri işitti.”
[22]
Hadid, 3
[23]
Dr. Abdurrahman Bedevi, Şatahatu’s-Sufiyye, 28-32; Feriduddin Attar,
Tezkiretu’l-Evliya, 1/160, Neşr. Nicholson, 1905-1907.
[24]
Enfal, 17
[25]
Kasas, 88
[26]
Âl-i İmran, 18
[27]
Diğer kitaplarda bu seyirden hiç bahsedildiğini görmedim. İlk defa burada
karşılaştım. Sırrı içinde saklı bir seyr olduğu kesindir. Meczupların makamları
genellikte burada olsa diye düşünüyorum. Çünkü akıla uygun gelmediği için
bahsedilmediği anlaşılmaktadır.
[28]
TELVÎN-TEMKÎN: Renkten
renge girme ve mekân tutma anlamlarında Arapça iki kelime.
Telvîn, bir halden diğer hâle geçmeyi veya bir
makamdan diğer bir makama atlamayı ifade eder.
Temkîn ise, istikamette derinleşmek ve sabitleşmek
anlamına gelir. ikisi birbirinin mukabili gibidir.
Telvîn hal
ehlinde, temkîn ise makam sahiplerinde olur. Hal ve makam arasında bir takım
farklar vardır:
1. Hal, şimşek gibi değişkendir, makam sabittir.
2. Hal, çift çift gelir, mesela hüzn-sürûr, kabz-bast gibi. Makamda, bu
çift çift gelme durumu söz konusu değildir.
3. Hal, vakte bağlıdır, vekil gibidir, sahibinin elinde değildir. Makam,
kesb sonucu ortaya çıkar.
4. Bulunulan makamın tam hakkı verilmeden bir üste çıkılmaz, halde ise
bu durum yoktur.
5. Her makamın başlangıç ve bitişi, ayrıca bu ikisi arasında çok sayıda
halleri vardır. Yani makam, kaplam; hal, içlem durumundadır.
Bu seyre "telvin
ba'de't-temkin" (temkinden sonra telvin) denir. Bu seyir vahdet
(birlik)'ten, kesret (çokluk)'e doğrudur. Bundan gaye, Hakk'dan halka terbiye
ve irşâd için dönüştür. Bu yüzden, seyr-i anillaha "beka
ba'de'l-fenâ", "sahv ba'de's-sekr" veya "fark
ba'de'l-cem" de denir. Bu durumdaki kişi, vahdette kesreti, kesrette
vahdeti görür.
[29] Allah Teâlâ
Kur´an-ı Kerim´de Miracın İsrâ, 1. kısmını, yani Mekke´den Kudüs´e olan
yolculuğunu açıkça, fakat semalardaki seyrini rumuzlar ile anlatmıştır. Biz bu
yolculuğu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin kelamından
dinlemiştiriz. Çünkü manevi âlemi beşerin anlayışına uygun olarak O´nun
anlatması daha uygundu. Necm Suresinde anlatılan kısa bir bölüme bile çok
yorumlar getirilmiş işin içinden de çıkılamamıştır. Kur´an-ı Kerim´de ki,
hakikate iman etmeyen küfür üzere olacağından rahmet nebisi Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin bir şefkati daha açığa çıkmıştır. Çünkü Aişe
radiyallahü anha validemiz bile bu konuda teyakkuzda kalmıştır. O,
“Her kim
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Allah Teâlâ´yı baş veya kalp gözü ile
gördü derse yalan söyler” demiştir.
Bu rivayette ki
mana “Hakk-ı Hakk görür” demektir. Daha sonraki
makamlara ulaşınca Aişe radiyallahü anha
Validemiz bu sözünden vazgeçmiştir. Yani Allah Teâlâ´ya ulaşmanın
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile olduğunu; Ulaştıranın Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, ulaşılanı Allah Teâlâ’yı bilmeden
kavuşturamayacağını anlamıştır. Hiç rehber bilmediği yolu anlatabilir mi?
Zahir ve batın
Allah Teâlâ´dır. Allah Teâlâ’nın zahir oluşu isim ve sıfatlarla, batın oluşu
zat-ı iledir. O´nun isimleri zat-ına aslında aynadır.
Yaratılanlar ancak
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemle O´nu bilebilirler.
Allah Teâlâ
dışardan bir şeyle gizlenmemiştir. Fakat isimleri ve sıfatlarını bilmeyene ve
özünde bulmayana kendini gizler.
Hz. Ali
kerremallâhü vechenin;
“Ben görmediğim
Allah (celle celâlühû)´a ibadet etmem” buyurması Allah Teâlâ’nın görüleceğine
işarettir. Fakat bu görülme bu sırları bilene olmayıp bunu özünde bulanadır ki;
çokları görme konusunda bir şeyler söyleseler de, onlarda bu halden habersizdirler.
Allah Teâlâ’yı
beşer âlemi ile ancak mecâzi anlatırız. Hakikati kendinde saklıdır. Kur´an-ı
Kerim bile bu ilâhî konuyu beşerin idrakine az bir mana ile aktarmıştır. Hakiki
bilgi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize aittir. Onun için “Yetimin
malına yaklaşmayın” (En’am, 152) ayetindeki
batinî sır budur.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin hususî mertebesine ait yakınlığı isteyemeyiz.
Yetim olmak insan için eksiklik olmadığı gibi kıymetinin yüceliği ortaya çıkar.
Fahri Âlem
Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz “O bir nurdur, ben
O´nu gördüm” buyurdu.
Miraçta Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize bütün nimetler ve azaplar gösterildi de,
hâlinde bir zerre değişiklik olmadı. Kur´an-ı Kerim´de “Gözü ne kaydı, ne de
aştı.” (Necm, 17) buyruldu.
Bir şeyden
etkilenmek eksiklikten olur. Eksiklik yaratılıştan olursa tedavisi olmaz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yaratılışı tam olduğuna göre O´nun bu
konuda hataya düşmesi olmamıştır.
Bir şeye merak
duyan ya hasretinden veya rağbetinden olur ki, bu eksikliktir. O´nun bu halden
uzak olması, gördüğü şeyleri önceden bilmesi veya kendinde onları bulmasıdır.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin bilgisi yaratılışı ile beraber mevcuttu. Fakat O beşere gönderildiğinden
beşerin sıfatı gibi sonradan öğretilir gibi öğretildi ve bildirildi.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem şaşkınlıktan ve cahillikten korunmuştur. O, kavuştuğu
makamlara hakkıyla layıktı.
Bu
yakınlıktan dolayı sarhoş olup yanında kalmak arzusuna da düşmedi. Güzel
sevgilin kulluğuna yönelip Sen´i tercih etti. (ALTUNTAŞ İsmail Hakkı, Sevgili Efendimize Muhammedî Dua
[Kitap]. - İstanbul, 2004.s. 60- 63)
[30]
Hata ve kusurlar şahsıma aittir.
Tercümenin bittiği tarih 26.10.2010
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar