Print Friendly and PDF

ÇAYNAME OKAKURA KAKUZA

Bunlarada Bakarsınız


Çeviren: Ali Süha Delilbaşı

ÖNSÖZ

Çay namenin müellifi Okakura Kakuzo 1862 de doğmuş 1913 de ölmüştür. Soyile, terbiyesiyle, kültürü ile Japon olan ve asırlarca zaman Japonya’nın kuvvetini ve medeniyetini teşkil eden geleneklerini ve âdetlerini ateşli bir tarzda müdafaa eden bu zatın ldeaux de l' Orient (1903) Reveil du Japon (1905), Livre du The (1906) adlı eserleri İngilizce olarak yazılmış ve basılmıştır.

Okakura Kakuzo ışığa ve güzelliğe candan bağlı, fevkalâde süzülmüş ve incelmiş, son derece narin bir hassasiyet sahibi, bilgisi çok geniş, zevki gayet sağlam bir zekâ, insanların atalarından kalma itikatlara ve geleneklere sıkıca bağlı kaldıkları halde daha az felâketli olacaklarına inanmak akıllılığını, yahut deliliğini gösteren adamlardan biri, tabiatın ve hayatın her temaşasından zevk almayı bilen ve sanatın yalnız ressamların, heykeltıraşların, müzisyenlerin, mimarların eserlerinde bulunmayıp bayağilerin gözlerine görünmeyen fakat bu işlerden anlamayanların ruhlarına eşsiz, emsalsiz heyecanlar veren başka binlerce şeyde de sanat bulunacağına inanmış sanatkâr şairlerden biri idi.

Okakura Kâkuzo'nun bu küçük kitabını bol bol süsleyen hikmet ve güzellik derslerinden istifade etmek için Japon olmağa hiç de lüzum yoktur; bilâkis, bu dersler biz Avrupalılar için çok faydalı olabilir, bizler için en çok lâzımdır. İtiraz olarak bana diyecekler ki bu kitapta tabiat, hayat, sanat anlayışı Uzak Şarkın ve en ziyade Japonya’nın ahlâk ve âdetlerine daha çok uygundur; fakat bizim için en ufak bir nispette bile olsa o âleme yaklaşmayı denemek bizim için ancak faydalı olacağını inkâr etmek mümkün değildir. Bu sayfaların okunması yalnız üzerlerinde yaşadığımız batıl fikirlerin bazılarını sarsın, hiç olmazsa bunlara batıl fikirlerdir diye bakmamıza yardım etsin, bunu ummaya cesaretim olmadığı için bunları okuyanların benim tercüme ederken duyduğum o ince ve nadir zevke varmalarını temenni etmekten daha ilerisine varamıyorum. Bu sayfalarda karınca gibi kaynaşan misalleri, olan şeylerle fikirlerin yakınlıklarını, menkıbelerin, masalların, eski Japonya’nın kahramanlık hayatına, din hayatına, iç hayatına, orada hüküm süren şiir havasına açılan pencerenin incelmiş adamlarız diye iddia eden fakat hassasiyetimizin tamamile açılıp serilmesi için lâzım geldiği şekilde incelememiş olan bizleri bir sihir âleminde yaşatmayacağına inanmak istemiyorum.

Gabriel Mouray
ÇAYNAME

İNSANLIK PİYALESİ

Çay bir içki olmazdan önce bir ilâç olarak kullanıldı. Sekizinci yüzyılda Çine, bu şiir ülkesine zamanın zarif eğlencelerinden biri kıyafetinde girdi. On beşinci asırda Japonya ona asalet verdi ve ondan bir din yaptı, çaîlik dini.

Çaîlik, günlük varlığın bayağılıkları arasında güzele hayran olmak esası üzerine kurulmuş bir mezheptir. Müminlerine saflıkla ahengi karşılıklı şefkatin sırrını, cemiyet nizamındaki romantizm mânasını duyurur. Çaîlik mükemmel olmayan şeyin mezhebidir, zira o, dayanılmaz bir şey olduğunu bildiğimiz hayatta dayanılabilecek bir şey yaratmak için verilen emektir.

Çay felsefesi, tâbirin âdi mânasile basit bir estetik değildir, zira bu felsefe ahlâk ve din ile birlikte insan ve tabiat hakkındaki tam anlayışımızı söyleyebilmemize yardım eder. Çay felsefesi bir sağlık korunmasıdır, zira temizliğe mecbur eder; bir tasarruf sistemidir, zira iyi yaşamanın karmakarışık şeylerden, masraftan daha çok sadelikte bulunduğunu gösterir; manevî bir hendesedir, zira kâinata nispetle bizim cesametimizin ne olduğunu tayin eder. Bütün saliklerini zevkin aristokratları mertebesine getirdiği için Uzak Doğunun hakikî demokratlık ruhunu temsil eder.

Japonya’nın o kadar uzun zaman, dünyanın başka kısımlarından uzak yaşamış olması, iç hayat zevkini geliştirerek çaîlik yapılmasına kuvvetle yardım etti. Memleketimizde her şeyimiz, evlerimizle âdetlerimiz, giyinme tarzımızla yemeklerimiz, konforumuz, lakemiz, resmimiz, hattâ edebiyatımız, onun tesiri altında kaldı. Japon kültürünü bilen hiç bir kimsenin bunu bilmemesi mümkün değildir. Çaîlik en kibar, en zarif evlere girdiği gibi en zavallı evlere de girdi. Köylülerimize çiçeklerin nasıl düzeltileceğini öğretti, basit emekçiye kayalıklara, suya karşı saygı göstermeyi öğretti. Halk dilimizde, fert dramının ciddî gülünç safhalarına karşı duymazlık gösteren bir adam için "Çayı eksik,, derler. Bilâkis, dünya faciasına karşı kayıtsızlık gösterip sere serpe ölçüsüz bir tarzda kendisini heyecanlarıma seline kaptıran kaba esteti "pek fazla çayı,, var diye yererler.

Bu işte böyle bir hiç için bu kadar dedikodu yapılmasına bir yabancı hiç şüphesiz şaşakalır. "Bir bardak çayda bu ne fırtına" der. Fakat insanların zevk ve neş'e bardağının ne kadar ufak olduğu, bir kaç damla yaşla nasıl çarçabuk taştığı, sonsuzluk karşısındaki dindirilmez susuzluğumuzla o şarabı nasıl kolayca dibine kadar boşalttığımız düşünülecek olursa bir bardak çaya bu kadar kıymet vermemiz ayıplanmaz. İnsanlar bundan daha fenasını yaptılar. Baküs mezhebi uğrunda bol bol kurban verdik; hattâ Mars'ın kanlı çehresini bile değiştirdik. Niçin Camelia'ların sultanına kendimizi vakfetmeyelim, onun mabetlerinden inen alımlı, cana yakın sıcak akıntıya niçin kapılmayalım? Fildişi gibi beyaz fağfur fincanı dolduran aynı renkli suda, nasip almış bir can Confucius'un tatlı hazinesini, Laotse'nin acılığını, hattâ Çakyamouni'nin esiri güzel kokusunu bile duyar.

Büyük şeylerin küçüklüğünü kendilerinde, duyanlar başkalarındaki küçük şeylerin büyüklüğünü fark edemezler. Şöyle rasgele bir batılı, sathî müsamahası içinde çay âyinine kendisince uzak doğunun güzelliğini ve çocukcalığını meydana getiren bin bir azabından biri diye bakar. Bu adam barışın güzel sanatlarını yaptığı müddetçe Japonya’yı barbar bir memleket olarak görmüş, Japonya Mançuri muharebe meydanlarında büyük ölçüde adam öldürmeğe koyulduktan sonra bu memleketin medenî olduğuna inanmıştır. Samuray kanununa, askerlerimizin canlarını seve seve feda ettikleri bu ölüm sanatına ne kadar tefsirler yapıldı. Fakat hayat sanatımızı o kadar iyi temsil eden çaîliğe kimse ehemmiyet vermiyor. Ahi Eğer medenilik iddiamızın makbul olması için askerlik şerefine dayanmamız lâzım gelmeseydi biz seve seve barbar kalırdık, sanatımıza ve ülkülerimize hakları olana saygının gösterileceği zamanı candan, yürekten beklerdik.

Batı, doğuyu ne zaman anlayacak, yahut anlamak isteyecek acaba? Biz AsyalIlar bizi içine sarıp sarmaladıkları vakaların ve uydurma şeylerin nescînden zaman zaman korku içinde kalıyoruz. Bizim ya fındık faresi ile, hamam böceğiîe yahut da lotus çiçeğinin kokusuyla beslendiğimizi söylüyorlar. Bizde ya kudretsiz bir taassup, yahut da kötü bir cinsin arzusu varmış. Hintlilerin spiritualisme'i cahillik, Çinlilerin kanaatkârlıkları apdallık, Japonların memleket sevgileri kadercilik mahsulüdür; hattâ daha ileri vararak acılara, yaralara karşı daha az duygulu olmamızı sinir cihazımızın daha az nazik olmasile izah ettiler.

Neden bizimle alay etmiyorsunuz? Asya iltifatınızı size iade ediyor. Sizin hakkınızda neler düşündüğümüzü, neler yazdığımızı bilseniz daha çok gülerdiniz. Bu yazılarda umudun bütün güzelliği, harikulade şeyler karşısında duyulan gayri şuurî hürmet, yeni ve belli olmayan şeyin verdiği sessiz intikam vardır. Size gıpta edilemeyecek kadar ince meziyetli, suç sayılamayacak kadar zarif suçlar isnat ediliyor. Eski zamanlardaki yazıcılarımız bunlar uslu, kâmil ve âlim adamlardı bize meselâ elbisenizin bir tarafındaki saklanmış tahtadan kuyruklar taşıdığınızı, çok defa yemeklerinizde yeni doğmuş çocuk eti yediğinizi öğretmişlerdi. Daha fenası da var: Biz sizi dünyanın en az pratik olan bir kavmi olarak görmeğe alışmıştık. Çünkü bize sizin başkalarına tavsiye ettiğiniz şeyleri kendinizin yapmadığınızı söylemişlerdi.

Çok şükür ki bu yanlış fikirler memleketimizde ortadan kalkmağa başladı. Ticaret uzak doğu limanlarına bîr çok Avrupalı getirdi; genç Asyalılar modern terbiyeyi almak için Garp tahsil müesseselerine akın ediyorlar. Vakıa şimdilik kültürünüzü derinleştirmiyoruz, fakat hiç olmazsa onu tanımak arzusundayız. Vatandaşlarımızdan bir çoğu katı yakalıklar, ipek şapkalar almakla sizin medeniyetiniz hakkında bilgi sahihi olacakları hayaliyle, daha şimdiden sîzin kıyafetlerinizi, etiketlerinizi kabul etmiş bulunuyorlar. Bu gibi yapmacıklar ne kadar acı, ne kadar kötü olursa olsun, her halde garba hürmette yaklaşmak hususundaki tehalükümüzü gösterir. Ne yazık ki batının takındığı tavır, doğuyu anlamağa pek o kadar müsait değildir. Hıristiyan misyoner memleketimize Öğrenmek için değil öğretmek için geliyor. Öğrendiği şeyler de, memleketimize uğrayıp geçen seyyahların inanılmaması lâzım gelen masallarına değilse bile çok geniş olan edebiyatımızdan bir kaç zavallı tercümeye dayanıyor: Lafcadio Hearn [Lencade adasında doğmuş bir İngiliz muharriridir. Japonya’ya dair eserler yazmıştır. 1904 de ölmüştür.] gibi yazıcının yahut "Hind hayatinin nesci" muharririninki gibi âlicenap bir kalemin, bizim kendi duygularımızın ışığıyla doğunun karanlıklarını aydınlatması pek nadirdir.

Fakat bu kadar açık kalple konuşurken belki çay mezhebindeki cehlimi meydana koymuş oluyorum. Nezaketin esası yalnız bizden beklenileni söylememizi, bundan fazlasını söylemememizi gerektirir. Varsın herkes beni nezaketsiz bir çai bilsin.. Eski dünya ile yeni dünyanın karşılıklı olarak birbirlerini anlamamaları bu" güne değin o kadar çok fenalığa sebep oldu ki daha iyi anlaşmanın azıcık bile olsa ilerlemesine çalışmak itizarı icap edecek bir hareket sayılmaz.

Yirminci yüzyılın başında Rusya lütfedip Japonya’yı daha iyi anlamağa razı olsaydı, dünya korkunç derecede kanlı bir harbi seyretmekten esirgenmiş olacaktı. Doğu meselelerinin istihfaflı bir bilmezlik içinde bulunması insanlık için ne müthiş neticeler verdi. Avrupa emperyalizmi saçma bir sarı tehlike feryadını basmaktan iğrenmiyor, Asyanın da günün birinde beyaz felâketin zalim manasını anlayabileceğim düşünmüyor. "Çayı çok" olan bizlere gülebilirsiniz, fakat biz de bünyenizde " Çayı olmayan " sizlerden şüphelenemez miyiz?

Kıtaların böylece birbirlerini hicivlerle hırpalamalarının önüne geçelim, ve bir yarım kürenin yarısının kazanılmasından daha çok uslanmasak bile, daha çok hüzün duyalım. Biz ayrı ayrı yönlerde gelişmişiz, fakat bu hal birinin ötekini tamamlamasına mani teşkil etmez. Siz her türlü huzurdan mahrum kalmak bahasına genişlediniz, büyüdünüz; Biz bir hücuma karşı kuvvetsiz kalacak bir ahenk yarattık. İnanır mısınız?. Doğu bir çok bakımlardan, batıdan daha iyidir.

Her halde insanlığın bu kadar uzaktan bir fincan çayın etrafında birbirine rastlaması garip değil midir? Bütün cihana kendini beğendirmiş olan tek Asya âyini işte budur. Beyaz adam dinimizle, ahlakiyatımızla alay etti. Fakat altın içkimizi tereddütsüz kabul etti. İkindi çayı şimdi batı cemiyet hayatının ehemmiyetli bir vazifesidir. Fincanların ve tabakların nazik gürültüsü içinde, kadın misafirperverliğinin dilber cıvıltısında her tarafta kabul edilen krema ve şeker "sünnetinde" biz Çay dininin her tarafta kabul edildiğinin su götürmez delillerini buluyoruz. Davetlinin çok defa ne olduğu bilinmeyen bir kaynamış su karşısındaki feylesofça tevekkülü, hiç olmazsa bu işte, inkâr kabul etmez bir şekilde doğu ruhunun hâkim olduğunu gösterir.

Çay hakkındaki ilk yazılı kayıt söylendiğine göre bir Arap seyahatnamesinde görülür. Bu adam 879 dan sonra Kanton şehri gelirlerinin çaydan ve tuzdan alınan vergilerden ibaret olduğunu yazmış. Marco Polo 1285 de Çinde bir maliye nazırının çaydan alınan vergileri arttırdığı için azledildiğini söyler. Avrupa ancak büyük keşifler devresinde Uzak Doğu işleri hakkında daha iyi malûmat sahibi olmağa başladı. On altıncı yüzyılın sonunda Felemenkler Doğuda bodur bir ağacın yapraklarından nefis bir içki yapıldığı rivayetini yaydılar. Giovanni Battista Ramsio (1559), L. Almeida (1576), Maffeno (1588), Tareira (1610) adındaki seyyahlar da çaydan bahsediyorlar.

1610 yılında Felemenk Hindistan’ı kumpanyasının vapurları Avrupa’ya ilk çayı getirdiler. Çayı Fransa’da 1636 da Rusya’da da 1638 de Öğrendiler. İngiltere çayı 1656 de kabul etti ve ondan sonra " bütün Çin hekimlerinin makbul saydıkları, Çinlilerin çay başka milletlerin tay yahut tee dedikleri bu mükemmel içkiden,, sözleriyle bahsediyor.

Dünyanın bütün mükemmel şeyleri gibi çayın yapılması da muhalefete uğramaktan geri kalmadı. Henry Saville (1678) gibi saçma sapan düşünen adamlar çayı herkese saf olmayan bir içki diye tanıttılar. Jonas Hanway 1756 tarihinde yazdığı Essai sur le the adındaki yazısında erkeklere boylarını boşlarını, sevimliliklerini, kadınlara da güzelliklerini kaybettirdiğini söylüyordu. İlk zamanlarda çayın fiyatı (livresi yani 300 500 gramı aşağı yukarı 1516 şilin) her tarafta kullanılır bir içki haline gelmesine mâni oldu ve çayı " Kibar âleminin kabul resimlerinde prenslere ve yapılacak bir ikram " haline koydu. Böyle iken bu mahzurlara rağmen çayın kullanılması töre üstü bir süratle yapıldı. On sekizinci yüzyılın ilk yarısında İngiltere kahveleri fîlen birer çayhane haline gelmiş ve çay tepsilerinin karşısında kendinden geçen Addison , Steele gibi zarif adamların buluşma yeri olmuştu. Çay az bir zaman içinde hayat için zarurî bir ihtiyaç haline geldi, budun için de kıymetli bir ticaret malı oldu. Bu hususta modern tarihte oynadığı rolü hatırlatalım. Amerikan müstemlekesi insan harbinin çaya konulan ağır vergileri karşısında taşacağı güne kadar baskıya dayandı. Amerikanın istiklâli Boston limanında çay sandıklarının tahrip edildiği tarihe rastlar.

Çayın tadında, onu dayanılamayacak bir şey haline koyan ve bilhassa idealleştirilmeğe müsait İnce bir güzellik vardı; onun için Batı mizahçıları çayın itri kokusunu düşüncelerinin çeşnisine karıştırmakta gecikmediler., Şarabın istihkarlı gururu, kahvenin şuurlu fertçiliği, kakaonun gülümseyici masumluğu çayda bulunmaz. Daha" l7ll de "Speclatör gazetesi şöyle azıyor. "Ben düşüncelerimi en çok çaya, ekmeğe ve tereyağına hususî bir saat ayıran tertipli ailelere tavsiye etmek istiyorum ve kendi menfaatleri namına bu gazetenin muntazaman kendilerine getirilmesini ve onu çay tepsisinin teferruatından sayılmasını istemelerini ısrarla rica etmeğe ehemmiyet veriyorum". Nihayet kendi kendisinin portresini çizen Samuel Johnson kendini yirmi yıl boyunca yemeklerini yalnız büyülü otun menkuile ıslatmış olan, çayın her vakit akşamları eğlendirdiği, gece yarısında teselli ettiği, ve her "aman sabah oluşunu çayla selâmlayan kaşerlanmiş ve hayasız bir çay içici > diye tarif ediyor.

Çay mezhebinin müritlerinden olduğunu açıktan açığa söyleyen Charles Lamb tattığı zevklerin en büyüğü gizlice bîr hareket yapmak, ve sonra tesadüf olarak onun farkına varmak olduğunu yazmakla çaîliğin keşfedilebilecek güzelliği gizlemek ve açığa vurmağa cesaret edilemeyen güzelliği de telkin etmek sanatıdır. Kendi kendisine, sakince fakat bütünlükle gülümsemenin asıl sırrı bundadır; mizahın kendisi olan felsefe tebessümü de işte budur. Gerçekten orijinal olan mizahçıların hepsi mesela Thakeray ve ondan başka Shakespeare sayılabilir. Dekadans şairleri Dünya acaba ne zaman dekadans halinde Almadı? Materyalizme karşı muhalefetleriyle, bir dereceye kadar, çaîiiğe yol açmışlardır ve bugün mükemmel olmayanı ciddî olarak seyretmek kabiliyetimizin sayesinde Batı ile Doğunun bir nevi karşılıklı teselli içinde biri birlerini bulabilmeleri pek mümkündür.

Taoiste'lere göre Başlamamanın ilk başında ruhla madde biri birlerinin kanma susamışça bir kavgaya girişmişler. Nihayet gökün güneşi olan Sarı İmparator, karanlıkların ve yeryüzünün iblisi olan Shuhyung'u alt etmiş. Titan can çekişirken güneşin kubbesine başıyla vurmuş ve mavi yeşim taşından yapılmış kubbeyi parça parça etmiş. Yıldızlar yuvalarını kaybetmişler, ay ne için olduğunu düşünmeden, bilmeden gecenin ıssız uçurumlarında dolaşmış durmuş. Ümitsizliğe düşen Sarı İmparator, her tarafta gökleri tamir edecek biri aramış, fakat araması boşa gitmemiş. Doğu denizinden bir Sultan Hanım, ilâhî Niuka, başında boynuzdan bir taç, arkasında bir ejderha kuyruğuyla ateşten zırhının içinde parıl parıl yanarak çıkagelmiş. Büyülü kazanında Eleğim Sağmanın beş rengini birbirine yapıştırmış ve Çin göğünü yeniden yapmış. Fakat Niuka'nın, gök kubbenin iki küçük çatlağını yapıştırmayı unuttuğunu da söylerler. İşte aşktaki çiftelik böyle başlamış, iki ruh mesafeler arasında dolaşıp dururlar ve kâinatı tamamlamak için birleşinceye kadar durup dinlenmek bilmezler.

Modern insanlığın gökyüzü zenginlikle iktidarın, tepegöz devlerînkine benzeyen kavgasında kırıldı. Dünya bencilik, bayağılık karanlıkları içinde el yordamile yürüyor. Bilgi fena bir vicdanla satın alınıyor. İyilik fayda hatırı için yapılıyor. Doğu ile batı, kaynaşan bir deniz içinde çalkalanan iki ejderha gibi, kıymetli hayat taşını yeniden ele geçirebilmek için boş yere uğraşıp duruyorlar. Büyük felâketi tamir etmek için bir Niuka'ya ihtiyacımız var; büyük Avatar'ı bekliyoruz. Onu beklerken bir fincan çayın çeşnisine bakalım. İkindi Işığı bambuları aydınlatıyor, kaynaklar tatlı tatlı gevezelik ediyor, çamların nefesi çaydanımızda mırıldanıyor. Bu iki gün içinde doğup yaşayıp göçen böcekleri düşünelim ve kendimizi eşyanın güzel çılgınlığı içine dönüp dolaşmağa bırakalım.

II

ÇAY MEKTEPLERİ

Çay bir sanat eseridir ve en asil vasıflarını meydana koymak için bir üstat eline muhtaçtır. Nasıl iyi ve kötü resim daha çok kötü resim varsa Öylece iyi ve kötü çay vardır. Mükemmel bir çay hazırlamak için, bir Titiano yahut bir Sesson dünyaya getirmek için mevcut olan kaidelerden daha çok tertip yoktur. Yaprakları hazırlamaktaki her tarzın ferdiyeti, su ile ve sıcaklıkla hususi alâkaları, atalardan kalma hatıraları ve kendisine mahsus anlatma tarzı vardır, Onda her zaman gerçek güzellik kalması lâzımdır. Sanat ile hayatın bu esaslı, öyle olmamakla beraber o kadar basit olan kaidesini cemiyetin kabul etmek istememesinden ne derecede ıstırap duyuyoruz.

Lîchihlai adında bir Song şairi dünyanın en kötü şeylerinden üçünün şu üç şey olduğuna hüzünle işaret etmiştir: Güzel bir gençliğin yanlış bir terbiye île bozulduğunu görmek, güzel tabloların bayağı adamların beğenmesiyle kıymetten düştüklerini görmek ve kötü bir hazırlama yüzünden çok güzel bir çayın heba edildiğini görmek.

Sanat gibi Çayın da mektepleri ve devirleri vardır. Çayın tekâmülü üç esaslı merhaleye ayrılabilir: Kaynamış çay, çarpma çay, haşlama çay. Modern çay mektepleri bu son merhaleye mensuptur. Çayı takdir etmenin bu muhtelif usulleri, tatbik edildikleri zamanın ruhunu gösterir. Zira hayat bîr ifadedir ve bizim lâşuuri hareketlerimiz her zaman iç düşüncemizi meydana kor. Confucius "insan hiç bir şey saklamağı bilmez,, derdi. Belki bizini küçük şeylerde kendimizi açığa vurmamız gizlenecek büyük şeylerimizin pek az olmasındandır. Gündelik mutat hayatın ufak tefek şeyleri, felsefedeki, yahut şiirdeki büyük atılışlar kadar bir ırkın ülkülerini tefsir eder. Şarap yapmanın muhtelif tarzları muhtelif devirlerin hususi mizacını vasıflandırdığı gibi çay ülküleri de şark kültürünün muhtelif tenevvülerini vasıflandırır.

Kaynatılan çay kitlesi, çarpılan çay tozu, haşlanan çay yaprakları Tang, Song ve Ming Çin hanedanlarının muhtelif heyecanlarıdır. Ve sanat tavsifinde, o kadar pek çok kullanılan İstılahı kullanmak için bunları sırasile çayın klâsik, romantik ve natüralist mektepleri olarak gösterebiliriz.

Aslı Çinin cenubundan olan çay nebatı en uzak zamanlardan beri Çin nebatat ilmince ve Çin tababetince bilinirdi. Ve klâsik yazıcıların verdikleri Tou, Tseh, Chung, Kha ve Ming adlan altında yorgunluğu dinlendirmek, ruhu ferahlandırmak, iradeyi canlandırmak, gözü kuvvetlendirmek hassaları olduğu için çok makbul sayılıyordu. Çay yalnız mide yoluyla verilen ilâç olarak değil, romatizmanın tedavisi için lapa şeklinde dışarıdan da kullanırlardı. Taoiste'ler çayı ebedîlik eksirinin mühim bir rüknü olarak görürler, Budistler de çayı, uzun tefekkür saatlerinde uykuya karşı her zaman kullanırlardı.

Dördüncü ile beşinci yüzyıllar arasında çay Yangtse Kiang vadisinde oturanların en sevdikleri içki oldu. Klâsik Tou'nun bir bozması olduğu aşikâr olan ideografik Eho harfi aşağı yukarı bu devirde yapıldı. Cenup hanedanlarının şairlerinde "Sulu yeşim köpüğüne, karşı besledikleri ateşli alâkanın izlerini buluyoruz. O zamanın imparatorlarının, yüksek hizmetlerine mükâfat olarak baş vezirlerine kıymetli yapraklardan hazırlanmış nadir bir içki ihsan etmek âdetleriydi. Bununla beraber o zamanlarda çay içme tarzı son derece iptidaî bir şekilde idi. Çay yaprakları buğuya tutulduktan sonra havanda eziliyor, bunlardan bir hamur yapılıyor ve bu hamur pirinç, zencefil, portakal kabuğu, baharat, süt ( bazı kere de soğanla birlikte kaynatılıyordu. Bu âdet hâlâ bugün Tibetlilerde ve muhtelif Moğol kabilelerinde revaçtadır, bu saydığımız şeylerden acayip bir şurup yaparlar. Rusların çok makbul tuttukları ve Çin kervansaraylarında öğrenmiş olmaları lâzım gelen limon dilimleri kullanılması bu eski usulden kalmış bir şeydir.

Çayı bu kaba saba vaziyetten kurtarıp nihai ülküleşmiş şekline yükseltmek için Tang hanedanının dehasına ihtiyaç vardı. Sekizinci yüz yılın ortalarında yaşayan Luwuh çayın ilk havarisidir. Bu adam Budizm’in, Taoizmin ve Konfuçiüslüğün müşterek bir sentez aradıkları bir devirde doğmuştu. O zamanın Panteist sembolizmi cüz'ide külliyi göstermek iddiasında idi. Gerçekten şair olan Luwuh "çay sofra,, sında her şeyde hüküm süren nizamın ve ahengin bir eşini buldu ve çayın "kitabı mukaddes,, i sayılabilen Chaking adındaki meşhur eserinde çay kanununu tedvin etti. Çinli çay tüccarları bunun hatırası olarak kendisini, çaycılığın koruyucu ilâhı olarak tekrim ederler.

Chaking üç ciltde on baptan ibarettir. Birinci bapta Luwuh çay nebatının ne olduğunu anlatır; ikinci bapta yaprakları toplamakta kullanılan âletleri söyler; üçüncü bapta ise yaprakların nasıl ayrılacağını tarif eder. Onun dediğine göre çayın iyi cinsten yapraklarında "Tatar atlılarının deri çizmelerindeki gibi kıvrımlar" kuvvetli bir öküzün boynundaki katmerler gibi halkalar bulunmalı, bunlar sel yatağından yükselen ses gibi açılmalı, sabah rüzgârlarının uğrayıp geçtiği bir gol gibi parlamalı. En sonunda da yağmurun yeni ıslattığı bir toprak gibi nemli ve yumuşak olmalıdır" .

Dördüncü bap "çay takımları, nın yirmi dört parçasının sayılmasına ve tavsifine ayrılmış, üç ayaklı mangaldan tutun da çay avadanlıklarının konulduğu bambu odaya kadar her şey zikredilmiştir. Burada Luwuh taoiste sembolizmini her şeyden üstün tuttuğuna, ve bu münasebetle gene bizi alâkalandırmağa lâyık olduğu için çayın Çin çömlekçiliğinde olan tesirine işaret edelim. Gök ülkesinin porseleni bilindiği üzere yeşim taşındaki tatlı renkleri başka şeylere verebilmek arzundandan doğmuştur.

Bu arzu Tang hanedanı devrinde şimalde mavi mineyi, cenupta ise beyaz mineyi meydana getirmiştir. Luwuh maviyi çay fincanı için ideal bir renk sayıyordu, çünkü içkiye yeşilimtırak bir renk ilâve eder, halbuki beyaz renk çayı pembe ve çirkin gösterir. Onun için çay hamuru kullanırdı. Sonraları Song hanedanı zamanındaki çay ustaları toz çayı kullanırken koyu mavi renkte koyu kahve renginde kalın kâseleri tercih ettiler, Halbuki Ming'ler haşlama çaylarını beyaz ince porselen fincanlarda içmekten zevk alırlardı.

Beşinci bapta Luwuh çayın nasıl yapılacağını anlatıyor. Tozdan başka bir şey kullanmasını men ediyor. Onun fikrince en iyisi dağ suyudur. Ondan sonra ırmak suyu gelir, sonra da adî çeşme suyu gelir. Kaynamanın üç şekli vardır: Birincisi balık gözüne benzeyen kabarcıklar suyun üstünde yüzmeğe başladığı zaman; ikincisi kabarcıklar bir pınarda yuvarlanan billur boncuklar gibi yuvarlandığı zaman; üçüncüsü damlalar çaydanlıkta şiddetle sıçramaya başladığı, zaman. Çay hamuru ateşte bir küçük çocuk kolu gibi yumuşayıncaya kadar kızartılır, sonra iki kâğıt arasında ufalanır. Su birinci halde iken içine toz konur, ikinci hale gelince çay konur; üçüncü halde çayı tespit etmek ve "suya kaybolan gençliğini yeniden vermek için bir kepçe soğuk su dökülür. Sonra fincanlar doldurulup çay içilir. Ne kevser şarabı! Zar gibi ince yapraklar, berrak bir gökteki küçük bulut parçaları gibi asılı kalır. Yahut bir zümrüt göldeki beyaz nilüfer gibi dolaşır. Tang devri şâirlerinden Lotung; " Birinci fincan dudağımı ve boğazımı ıslatır, ikincisi beni yalnızlığımdan kurtarır, üçüncüsü bağrıma girip orada binlerce garip ideografiyi kımıldatır, dördüncüsü bana hafif bir ter verir ve hayatımın bütün fenalıkları mesamatımdan çıkıp gider; beşincisinde tertemiz bir hale gelirim; altıncısı beni ebedilik âlemine götürür. Yedincisi! Ah! Yedincisi... Fakat daha fazla içemem. Yalnız soğuk rüzgârın yenlerimi şişirdiğini duyarım. Horaison neredesin ? Ah Bırakın beni, üzerine bineyim de, şu tatlı rüzgâr beni oraya götürsün ! " dediği zaman böyle bir içkiden bahsediyordu.

Chaking'in öteki bapları çayı içmedeki alelade tarzların bayağılığını, meşhur çay içicileri, Çinin en meşhur çay bahçelerini, çay sofrasında yapılabilecek değişiklikleri, çay hazırlamak için lâzım olan takımları anlatır; eserin bundan sonrası ne yazık ki kaybolmuştur.

Chaking'in meydana çıkması, zamanında büyük tesirler yaratmış olmalıdır; Luwuh İmparator Taisung'un (763 - 779 ) gözdesi oldu, şöhreti sayesinde çok " can " lar kazandı. Rivayet ederler ki bu " can " lardan kemal mertebesine ermiş olanlar Luwuh'un pişirdiği çayı, müritlerinin pişirdiklerinden ayırt edebilirlermiş.

Song hanedanı devrinde çarpma çay rağbet kazandı; bu suretle ikinci mektep açılmış oldu. Yaprakları küçük bir taş değirmende toz ediyorlar ve bunu sıcak su içinde yarık bir ince Bambu kamışıyla çarpıyorlardı. Bu yeni usul • Luwuh > " çay sofrasında " ve çayın harmanında bazı değişikliklere sebep oldu. Tug'dan kati olarak vazgeçildi. Songlar devrinde Çinlilerin çaya karşı gösterdikleri çılgınca iptilâmın artık ucu bucağı yoktu. Keyf sahipleri yeni çay nevileri bulmak için aralarında rekabete girişmişlerdi. Bu nevilerden hangisinin daha güzel olduğuna karar vermek için muntazam " müsabakalar" yapılıyordu. İyi bir hükümdar olamayacak kadar çok büyük sanatkâr olan İmparator Kiatung (1101-1124) daha kıymetli yeni bir çay nevi kazanabilmek için hazinelerini etek etek saçıyordu. İmparator çayın yirmi nevi hakkında bir eser yazdı; bu eserde en nadir, en lezzetli diye tavsif ettiği "beyaz çaya birinciliği veriyor.

Song hanedanının çayda ideali ile Tang hanedanının ideali, bu iki hanedanın hayat telâkkileri kadar biri birinden ayrıdır. Bunlar kendilerinden önce gelenlerin sembolleştirmeğe uğraştıklarını gerçeklik alanına getirmek istiyorlardı. Yeni Konfiçius mezhebine dalmış ruhlar için kâinat kanunî hâdiseler âleminde aksetmezdi, belki hâdiseler âlemi kâinat kanununun kendisi idi. Eon'lar ancak çarçabuk geçen anlardı. Nirvana daima elin erişeceği bir yerde idi. Ölmezliğin ebedî bir değişmede bulunduğuna inanan laoist telâkki bütün düşünce usullerine hâkim oldu. Alâkaya değeri olan şey iş değil ilerleme idi. Gerçekten hayat işi olan şey yapma değil, yapma işiydi. İnsanlar böylece tabiatla karşı karşıya gelebilirdi. Hayat sanatına yeni bir mâna girdi. Çay artık şairane bir eğlence olmaktan çıkıp kendi kendini gerçekleştirebilmenin bir yolu haline girdi. Wangyucheng çayı "ruhunu aracısız bir ses gibi dolduran ve narin acılığının kendisinde bir nasihatin sonradan gelen zevkini bıraktığı" şey diye vasfetti. Sotumpa çayın gerçekten erdemli bir insan gibi dalâlete meydan okuyan lekesiz saflığındaki kuvveti methediyordu. Budistler arasında bir çok taoiste doktrinleri kendine mal etmiş olan cenup Zen mezhebi çay için tam ve kâmil bir âyin tertip etti. Keşişler Bodhi Dharma'nın bir heykeli karşısında çayı topluyorlar ve bir ibadetin hürmetkâr âdabı arasında tek bir kaptan içiyorlardı; On beşinci yüzyılda Japonya’da çay âyini işte bu Zen âyininden doğdu ve gelişti.

Ne yazık ki Moğol oymaklarının on üçüncü yüzyılda baş gösterip Yuen İmparatorlarının barbarca idareleri zamanında Çinin zaptı ve harap olmasıyla neticelenen isyanları Song kültürünün bütün mahsullerini yok etti. On beşinci yüzyılın ortasında Çinin yeniden millileştirilmesine kalkışan yerli Ming hanedanı, memleket içindeki karışıklıklarla hırpalandı ve Çin on beşinci yüzyılda Mançuryalı'ların yabancı hâkimiyetleri altına girdi. Ahlâklar ve âdetler eski devirlerden hiç bir iz kalmayacak derecede değişti. Tuz halinde çay tamamiyle unutuldu. Bir Ming tefsircisi, Song klâsiklerinden birinin tarif ettiği çayı çarpmağa mahsus küçük kamışın ne şekilde olduğunu hatırlayamaz. O devirde yaprakları bir kap yahut bir fincan içinde haşlayarak içerler; bu da gösterir ki çayın bu eski tarzda içilmesinde batı dünyasının bir günahı yoktur: Avrupa çayı Ming hanedanının sonlarına doğru tanımıştır.

Bugün Çinli için çay şüphesiz lezzetli bir içkidir, amma bir ülkü değildir. Memleketin uzun felâketleri Çinliye hayat mânasının tadını unutturmuştur. Çinli modern yani ihtiyar ve meyus olmuştur. Eskilerin ve şairlerin Ölmez gençlikler ile ölmez kuvvetlerini teşkil eden hayallere o yüksek inanını kaybetmiştir. Her çiçekten bal alan bir arı haline gelmiş, âlemin geleneklerini terbiyeli terbiyeli kabul edip oturmuştur. Tabiatla oynar fakat onu fethetmeğe, razı olmaz. İçtiği çay yaprağı çok defa çiçekli kokusu sayesinde harikuladedir, fakat Tang ve Song âyinlerindeki şiir artık fincanından uzaklaşmış gitmiştir.

Çin medeniyetinin yollarından yürümüş olan Japonya çayı üç intikal devrinde tanımıştır. Daha 729 tarihinde İmparator Shomu'nın, Nora'daki sarayında yüz keşişe çay ikram ettiğini okuyoruz. Bu çay yapraklarının Tang sarayındaki elçiliğimiz tarafından Japonya’ya getirilmiş ve o zamanki usule göre pişirilmiş olması hatıra geliyor. 801 de keşiş Saicho bir miktar çay tohumu getirip Yeisan'a dikti. Ondan sonraki yüzyıllarda bir çok çay bahçelerinden, beyzadelerle ruhanilere çayın verdiği keyiften bahsediliyor. Song çayı cenup Zen tasavvuf mektebini ziyaret etmiş olan Yeisaizenji'nin memlekete dönüşünde, 1191 de bize geldi. Getirdiği yeni tohumları üç ayrı yere diktiler, tohumlar buralarda pek güzel yetişti, en güzel mahsul veren bir Kioto yakınındaki Uji kazası oldu; burası hâlâ dünyanın en güzel çayını yetiştirmekle meşhurdur. Cenup Zen mezhebi şaşılacak bir süratle kendisini herkese kabul ettirdi ve aynı zamanda Song'ların çay âyinleri ve ülküsü de yayıldı. Onuncu yüzyılda Shogun Ashikaga Voshinasa'nın himayesiyle çay âyini yüzyıllardan gelen müstakil şeklile ve tamamile teessüs etmiş, o zamandan beri çaiîik Japonya’da alabildiğine yerleşmiştir. Kadim Çinin haşlama usulü çayının içilmeğe başlanması bizde nispeten yeni zamanlarda yani ancak on yedinci yüzyılın ortasında olmuştur. Bu usul herkes tarafından tuz çay usulünün yerine konmuş, fakat tuz çay yine çayların padişahı olarak kalmıştır.

Çay ülküleri Japon çay âyininde en yüksek mertebede gerçekleşmiştir. 1281 de Moğol istilâsına karşı gösterdiğimiz muzaffer mukavemet bizi, göçer evlilerin akınları yüzünden felâketli bir şekilde arası kesilen Song hareketini devam ettirebilecek bir hale getirmişti. Çay bizde içmek şeklinin ülkûleşmesinden daha yüksek bir şey, hayat sanatının bir dini oldu. Bu içki saflık ve incelik mezhebine bir bahane, ev sahibile misafirlerinin bu fırsata dünyevî hayatın en yüksek saadetini gerçekleştirmek için biri birine karıştıkları kudsî bir vazife haline geldi. Çay odası varlığın hüzünlü çölünde bir vaha oldu,, o vahada yorgun yolcular bîri birlerine kavuşuyorlar, aşkın ve sanatın ana kaynağından içiyorlardı. Âyin plânı çayın, çiçeklerin, tasvirli ipeklerin etrafında çizilmiş, ve hemen hazırlanmış bir dram oldu. Hiç bir renk piyesin renklerindeki imtizacı bozamıyor, hiç bir gürültü eşyanın nazmını yıkmıyor, hiçbir hareket ahengi hırpalamıyor, hiç bir söz etrafın birliğini kırmıyor, hareketlerin hepsi sadelikle, tabiîlikle yapılıyordu, çay âyininin amaçları bunlardı. Ayinin bu kadar rağbet görmesi gariptir. Âyinde ince bir felsefe gizlidir. Çaîlik Taoisme'in çehre değiştirmiş bir şekliydi.

Zennisme ve Taoîszne

Zennisme ile çayın münasebetleri darbımesel haline gelmiştir. Bundan önce çay ayininin, Zen âyininin bir gelişmesinden ibaret olduğuna işaret etmiştik. Taoisme'in kurucusu olan Laotse'nin adı da çayın tarihine yakından bağlıdır. Ahlâk ve âdetlerin menşei hakkındaki Çince mektep kitabında bir misafire çay ikramı âyininin, Laotse'nin meşhur "mürid" i Kwanyin'in, Han'ın resmi geçit kapısında "ihtiyar Feylesofla ilk defa bir fincan altın iksirinden ikramiyle başladığı yazılıdır. Biz bu masalların doğru olup olmadığını münakaşa edecek değiliz; ama her ne olursa olsun bunlar bu içkinin Taoiste'lerce çok eski zamanlardanberi kullanıldığını göstermektedir. Bizim için Taoisme ile Zennisme'in buradaki ehemmiyeti, çaîlik dediğimiz şeyde mevcut olan hayat ve sanata dair fikirlerdedir.

Çok takdire değer bazı teşebbüslere rağmen ne yazık ki yabancı dillerin hiç birinde Taoiste ve Zenniste doktrinlerini tanı olarak gösteren bir eser yazılmamıştır.

Bir tercüme daima bir ihanettir, bir Ming müellifinin işaret ettiği gibi tercüme ne kadar mükemmel olursa olsun bir Diba kumaşının tersinden başka bir şey olamaz; tersinde de ipliklerin hepsi, tabii vardır, fakat renkte ve resimdeki inceliği kumaşın tersinde bulmak mümkün değildir. Güzel ama izahı kolay olan büyük doktrin hangisidir? Eski hakimler öğretecekleri şeyleri mazbut bir şekle koymazlardı. Paradokslarla konuşurlardı, zira yarı gerçeklerin ortada dönüp dolaşmasından korkarlardı. Deliler gibi konuşmakla başlarlar, nihayet dinleyicilerin hakimi haline getirirlerdi. Laotse bile ince mizah ile "zekâları aşağı olan kimselere Tao'dan bahsedildiğini işitince kahkahalarla gülerler. Böyle iken de eğer onlar gülmeseydi Tao olmazdı" diyor.

Tao kelimesinin tam manâsı Dağ yoludur; fakat bu sözü çok defa Yol, Mutlak, Kanun Tabiat, Akıl Küll diye tercüme ederler. Bu tâbirler yanlış değildir, zira Taoîste'ler kendileri de aradıklarının asıl mahiyetine göre başka sözler kullanırlar. Laotse bile bu hususta: "Yerle gök yokken doğmuş ve her şeyi ihtiva eden bir şey vardır. Bu şey ne kadar sessizdir! Ne kadar tek basınadır! O şey yalnız durur ve değişmez! Tehlikesizce kendi kendine döner, kâinatın anasıdır. Ben onun adını bilmediğim için ona Dağ yolu diyorum. Canım yanarak ona Sonsuz diyorum. Sonsuz kaçıcı olandır, kaçıcı kaybolmadır, kaybolma dönüştür." Tao, Dağ yolundan ziyade geçittedir. Kâinatın değişmesi fikridir, her zaman kendi kendine dönüp yeni şekiller doğuran ebedî türemedir. Taoîste'lerin gözde sembolleri olan Dragon gibi kendi üzerine kıvrılır. Bulutlar gibi kıvrılır, tekrar kıvrılır. Tao'dan Büyük İntikal anlaşılabilir. Enfüsi olarak kâinatın oluş tarzıdır. Onun mutlakı izafîdir.

İlkönce hatırlanması lâzım olan şey Taoîsme'in, onu takip eden Zennisme gibi Şimal Çininin Confuçiusilikte ifade edilen komünizmine zıd olarak Cenub Çini zihniyetinin fertçilik cehdini temsil ettiğidir. Orta imparatorluk Avrupa kadar geniştir, burada görülen hususî tefekkür farklarını memleketten geçen iki büyük su tayin eder. Yangtse Kiang ile Hoang Ho ırmakları Akdeniz ile Battık denizine benzetilebilir. Bugün bile bir çok birleşme yüzyılları geçtiği halde Cenup göldüler, şimalli kardeşlerinden düşünüş ve inanış bakımından, Lâtin ırkiyle Cermen ırkının biri birinden ayrı olduğu kadar ayrıdır. Eski zamanlarda, muvasalanın bugünkünden daha güç olduğu çağlarda, en ziyade derebeylik devrinde bu düşünüş ayrılığı daha büyüktü. Cenupluların sanatında ve şiirinde teneffüs edilen hava Ötekilerinkinden büsbütün başkadır. Laotse ile müritlerinde, Yangtse Kiang'ın tabiatçı şairlerinin müjdecisi olan Kutsugen'de, o zamanki şimal muharrirlerinin pek belli bir şekilde bayağı olan manevî mefhumlarına hiç uymayacak olan bir ülkücülük görülür. Laotse Hıristiyanlıktan beş yüz yıl önce yaşamıştı.

İşin gerçeği Taoiste nazariyesinin filizleri uzun kulaklı Laotse lâkabile anılan Laotse'den çok zaman önce görülür. Eski Çin eserlerinde, daha çok değişmeler kitabında Laotse'nin düşünüşleri sezilir. Fakat Çin medeniyetinin İsa’dan önce on altıncı yüzyılda Chow hanedanının kurulmasile en yüksek derecesine varmış olan bu klâsik çağının kanunlarına, usullerine karşı gösterilen saygı fertçiliğin ilerlemesine uzun zaman engel oldu. O surette ki ancak Chow hanedanının yıkılmasından ve müstakil bir çok krallıkların kurulmasından sonra Taoisme hür düşünce bolluğu içinde serpilebildi. Öte yandan Confucius ile bir sürü müritleri atalardan kalma itikatları korumağa çalışıyorlardı. Konfuciusilik hakkında biraz bir şey bilmeden Taoisme'i anlamak kabil olmadığı gibi Taoîsme'i bilmeden de Confuciusilîği anlamak mümkün değildir.

Taoiste mutlak'ın İzafî olduğunu söylemiştik. Taoiste'ler ahlâkta cemiyetin ahlâk kanun ve nizamlarını kabul etmiyorlardı. Çünkü onlara göre iyilik ve kötülük izafî tabirlerdi. Bir şeyi tarif etmek her zaman bir sınır koymak demektir: "Sabit" ve "Değişmez" sözleri ancak gelişmenin durduğunu anlatan sözlerdir. Kutsugein: "Hakimler dünyayı harekete getirirler" dermiş. Bizim ahlâk örneklerimiz cemiyetin geçen zamanlardaki ihtiyacından doğmuştur, iyi ama cemiyet her zaman ayni halde kalır mı? Müşterek göreneklere riayet göstermek ferdin ardı arası kesilmeden Devlete feda edilmesini istilzam eder. Terbiye" hayaldeki kuvveti korumak için, bir nevi bilgisizliğe teşvik eder. Halka gerçekten faziletli olması değil, yakışık alır bir şekilde hareket etmesi öğretilir. Biz kötüyüz, zira korkunç şekilde şuurluyuz. Başkalarını affetmiyoruz, çünkü kendimizin de suçlu olduğumuzu biliyoruz. Vicdanımızı besliyoruz, çünkü gerçeği başkalarına söylemekten korkuyoruz; gurura sığınıyoruz, çünkü gerçeği kendi kendimize söylemekten korkuyoruz. Dünya bu kadar gülünç bir şeyken ona ciddi bir şey gibi bakmak mümkün olur mu? Ticaret zihniyeti her tarafı istilâ etmiş. Namus ve iffeti, iyiyi ve doğruyu satan şu lütufkâr esnafa bakini Gerçekte, çiçeklerle ve musiki ile mübarek bir hale konmuş adî ahlâktan başka bir şey olmayan bir güya din bile satın alabilirsiniz. Kiliseyi teferruatından soyun; altından ne çıkar? Böyle iken ümitler fevkalâde bereketli, zira ümitler hatır ve hayale gelmeyecek kadar ucuz; Allah için bir bilet aldınız mı, karşılığında bir dua var; fahrî bir hemşehrilik karşılığında bir diploma verirler. Aman çabuk olun bir kilenin altına gizlenin, çünkü el âlem sizin gerçek yararlığınızı öğrenecek olursa, açık artırma memuru sizi en çok pey sürene ihale eder. Erkeklerle kadınlar bu kadar göze çarpmayı kimin için isterler? Bu kölelik devirlerinden kalma bir insiyak değil midir?

Bir fikrin kuvveti zamanın tefekkürü ortasından kendisine bir geçit açabilmesinde olduğu kadar gelecek zamanlardaki hareketlere hâkim olabilmesindedir. Taoîsme'in fail kudreti Shin hanedanı devrinde olmuştur; bu devir Çinin birleşme devridir, Çin sözü de bu hanedanın adından alınmıştır. Vaktimiz olup da bu mezhebin Yangtse Kiang öfkesinin tefekkür adamları, riyaziyecileri, hukukçu ve asker yazıcıları" tasavvufçuları, simyacıları ve tabiatçı şairleri üstünde yaptığı tesiri meydana çıkarabilsek ve birî birlerine beyaz atın beyaz olduğu için mi, yoksa sağlam olduğu için mi gerçekten var olduğunu soran gerçek nazariyecileriyle Zen feylesofları gibi vakitlerini saf ve "Conversationaliste" mücerret üzerine münakaşalarla, geçiren altı hanedan mükalemecilerinin tasvirlerini çizebilseydik değerli bir iş olurdu. Hem. de bilhassa "Yeşim kadar sıcak,, bir kendini tutma ve incelik kabiliyeti verdiği göklülerin mizaçlarının tekevvününde yaptığı tesir için Taoîsme'i saygıyle anmağa mecbur kalırdık. Çin tarihinde Taoîsme müritlerinin meselâ hükümdarlarla münzevilerin itikatlarının esaslarını nasıl tatbik ettiklerini ve bunlardan bir çok bakımdan alâkaya değer neticeler çıkardıklarını gösteren misaller sayısızdır. Küçük vakalarla, vecizelerle, temsillerle dolu olan bu tarihin nakli hem bir dereceye kadar faydalı, hem de eğlenceli olurdu. Hiç bir zaman yaşamış olmadığı için, hâlâ ölmemiş olan şu hoş imparatorla konuşurduk. Liehtse ile birlikte rüzgârın sırtına binerdik, ve rüzgâr kendimiz olacağımız için bunu rahat bir şey sayardık. Ne yerin, ne de göklerin tebaası olmadığı için ikisinin arasında yaşayan Hoang Ho'lu ihtiyarla birlikte havaların ortasında otururduk.

Şimdiki Çinin arz ettiği kaba ve gülünç Taoisme'de bile, hiç bir dinde eşi emsali olmayan bir sürü komik taraflar bulurduk.

Fakat Taoîsme'in Asya hayatındaki en kuvvetli tesiri estetik sahasında olmuştur. Çinli tarihçiler Taoîsme'i "Dünyada olmak sanatı" olarak görmüşlerdir, çünkü bu mezhep hâzıra yani kendi kendimize taallûk eder. Allah tabiatla bizde kavuşur, dün yarından ayrı bir şeydir. Hazır hareket halinde olan Sonsuzdur, izafînin öz malıdır. İzafîlik intibakı arar; intibak da sakattır. Hayat sanatı devamlı bir surette muhite intibaktır. Taoi'ste âlemi olduğu gibi kabul eder Confuçyusilerle Budilerin aksine olarak bizim kaza ve belâ âlemimizde güzellik bulmağa çalışır. Üç Sirke Çeşmecisi adındaki Song devri temsili üç doktrindeki temayülleri mükemmel bir surette anlatır. Çakyamonui, Confucius bir de Laotse bir gün hayat remzi olan sirke küpünün yanında toplanmışlar; her biri parmağını küpe daldırıp sirkenin tadına bakarmış. Confucius sirkeyi ekşi bulmuş, Bauddha acıdır demiş, Laotse de tatlı olduğunu söylemiş.

Taoi'tse'ler herkes birlik hissini saklamış olsa hayat oyununun, takdir edilemeyecek dereceden fazla alâka verir bir hal alacağını iddia ederlerdi. Onlara göre eşyanın nispetlerini saklamak ve kendi yerini kaybetmeden başka şeylere yer açmak hayat dramında muvaffak olmanın sırrıdır. Rolümüzü iyi oynamak için piyesi baştan aşağı bilmemiz lâzımdır: tamamlık telâkkisi hiç bir zaman ferdiyet telâkkisinde kaybolmamalıdır.

Laotse de bunu pek sevdiği boşluk istiaresile gösterir. Gerçekten esas olan şeyin ancak boşlukta bulunduğunu iddia ederdi. Meselâ bir odanın gerçeği damlarla duvarların kendi içlerinde değil, damla, duvarlarla kapanan boş sahadadır. Bir su testisinin faydası testinin şeklinde yahut testinin yapıldığı maddede değil, suyun konulabileceği boşluktadır. Boşluk kadiri mutlaktır, çünkü her şeyi içine alabilir. Boşlukta mümkün olmayan şey ancak harekettir. Kendisini başkalarının serbestçe girebilecekleri bu boşluk haline getirebilen kimse bütün vaziyetlere hâkim olur. Küll her zaman cüze hâkim olabilir.

Bu Taoîste fikirleri bizim iş nazariyelerimizde hattâ eskrimde, güreşte bile büyük bir tesir yapmıştır. Şahıs müdafaasında Japon san'ati olan jiujitsu'nın adı Taoteiking'in bir ibaresinden alınmıştır. Jiujitsu'da, bir taraftan son dövüşme için kendi kuvveti muhafaza edilmekle beraber düşmanın kuvvetini mukavemetsizlikle yani boşlukla çekmeğe çalışılır, bu esas kaide sanata tatbik edilince telkin kıymetile meydana çıkar. Sanatkâr her şeyi söylememesîyle, seyirciye fikrini tamamlamak imkânını verir, işte bu suretle büyük bir şaheser dayanılmaz bir şekilde dikkatimizi kendisine bağlar ve bir an için kendimizi eserin bir parçası olarak görürüz. Orada bizim girebileceğimiz bir boşluk vardır, biz bu boşluğu sanat heyecanımızın olanca büyüklüğü ile doldurabiliriz.

Kendisini hayat sanatında üstat yapmış olan bir kimse, taoi'ste'e göre Gerçek Adamdır. Bu adam doğduğu günden rüya âlemine girer, ve ancak öldüğü zaman gerçek dünyada uyanır. Başkalarının karanlığına dalabilmek için kendi parlaklığını azaltır. "Kışın bir çaydan geçen bir adam gibi tereddütlüdür; etrafındakilerden korkan bir adam gibi kararsızdır; erimek üzere olan bir buz gibi titremektedir; henüz yontulmamış bir arazî parçası gibi sadedir; bir dere boyu gibi boştur; bulandırılmış bir su gibi şekilsizdir. Onun için hayatın üç incisi acımak, tutumluluk, tevazudur. Şimdi Zennisme'e dönersek ilk Önce Taoîsme'in kaidelerini kuvvetlendirdiğini görürüz. Zen düşünme manasına gelen sanskritce Dhyana sözünden türetilmiş bir sözdür. Zennisme dini düşünme ile kendini gerçekleşmenin en son haddine ulaştırmanın mümkün olacağını iddia eder. Düşünme Bouddha haline getiren zaferlerden biridir, Zenniste'in Çakyamouni'nin son mev'izelerînde en çok bu usul üstünde ısrar ettiğini, ve bunun kaidelerini en sevdiği müridi Kashiapa'ya öğrettiğini iddia ederler. Geleneklerine göre birinci Zen patriği olan Kashidpa bunların sırrını Ananda'ya tevdi etmiş,ondan da sırasile yirmi sekizinci patrik Bodhi Dharma'ya kadar intikal etmiştir. Bodhi Dharma altıncı yüzyılın ilk yarısında Cinde türemiş ve Zen mezhebinin ilk Çinli patriği olmuştur. Bu patriklerin tarihleri ve doktrinleri üstünde bazı karanlık noktalar vardır. Felsefe bakımından iptidaî Zennisme bir yandan Nagar juna Hintli menficiliği ile, öte yandan da Sancharacharya'nın düsturlarını koyduğu Gnan felsefesiyle alâkalı görünür. İlk Zen mev'izeleri cenup Cinde daha fazla hâkim olduğu için cenup Cinde Zen mezhebinin kurucusu dedikleri altıncı Çinli patrik Yeno'ye ( 637 713 ) isnat edilmektedir.

Onun ardı sıra Zen mezhebini Çin hayatında gerçekten canlı bir tesir haline getirmiş olan büyük Baso (788 de ölmüştür) gelir. Baso'nun müridi olan Hiakujo ( 719 814 ) ilk Zen manastırını kurdu ve mezhebin kaidelerini ve ibadetlerini tesis etti. Baso'dan sonra Zen tarikatının münakaşalarında, düşünmekteki tabiatçı usulleriyle eski Hint ülkücülüğünden o kadar ayrı olan Yangtse Kiang ruhu görülür. Taraftarlık gururu ile aksi iddia edilmiş olsa bile cenup Zen mezhebile laotse'nin ve taoiste mükâlemecilerinîn doktrinleri arasındaki benzerliğin göze çarpmaması kabil değildir. Tao teiking'de kendinde toplanmanın ve nefesini uygun bir şekilde ayarlamanın ehemmiyetine işaretler vardır. Bunlar Zen mezhebince yapılacak düşünmelerde başlıca noktalardır; bundan başka Laotse'nin kitabı hakkında mevcut tefsirlerin en iyileri Zen âlim leri tarafından yazılmıştır.

Zennisme'de Taoîsme gibi izafînin dinidir. Bir üstat Zen'i cenup gökte kutup yıldızını görmek diye tarif eder. Zıtların anlaşılmasiyle gerçeğe varılabilir. Taoîsme gibi Zennisme'de ferdiyetçiliğin ısrarlı bir müdafaacısıdır. Kendi ruhumuzun amellerine taallûk eden şeylerden başka hiç bir şeyde gerçek yoktur.

Altıncı patrik Yeno bir gün bir pagodun üstünde dalgalanan bir bayrağa bakıp kalmış iki kişi görmüş. Bunlardan biri: " Bayrağı kımıldatan rüzgârdır " demiş. Öteki ise : "Bayrak kendiliğinden kımıldanıyor,, demiş; bunun üzerine Yeno keşişlere gerçek kımıldamanın ne rüzgârdan ne de bayraktan gelmediğini, belki onların ruhlarındaki bir şeyden geldiğini anlatmış.

Hiakujo müritlerinden biri ile bir ormanda geziniyormuş, bir tavşan onların yaklaşması ilerine kaçıp gitmiş.

Hiakujo sormuş :

      Tavşan ne diye bizden kaçıyor ?

Müridi cevap vermiş:

      Çünkü benden korkuyor.

Üstat:

      Hayır demiş, bizde öldürme insiyakları vardır da ondan, demiş.

Bu sözler Taoîste Soshi (Chauntse )'nin sözlerini andırıyor.

Soshi bir gün bir arkadaşile birlikte bir çay kenarında geziniyormuş.

Soshi :

      Balıklar sudan ne kadar hoşlanıyorlar, diye bağırmış.

Arkadaşı demiş ki :

      Siz balık değilsiniz, balıkların sudan hoşlandıklarını nereden biliyorsunuz ?

Soshi şöyle cevap vermiş :

      Siz de benim kendim değilsiniz. Balıkların sudan hoşlandıklarını bilmediğimi nereden biliyorsunuz ?

Taoîsme ile Confuciusiliğin mukayese edilmesi gibi Zen mezhebi de çok def a Sünni budizm ile mukayese edilmiştir. Zen'in mücerret akidesine nüfuz edebilmek istediğimiz zaman, dinlediğimiz sözler zihni yormaktan başka bir işe yaramaz. Budist kitapların topu birden zat nazariyesinin tefsirinden başka bir şey değildir. Zen mezhebinin saliklerinin varmak istedikleri şey eşyanın hakikî mahiyetile doğrudan doğruya birleşmek olduğu için dış teferruatı gerçeğin açık surette idrakine engel olarak görüyorlardı. Zen'i beyaz ve siyah taslakları klâsik budist mektebinin itina ile yapılmış yağlı boya resimlerine tercih etmeğe sevk eden şey Mücerred'e karşı duyulan aşktı. Bouddha'yı resimlerde ve sembollerde aramayıp kendilerinde bulmağa çalıştıkları için bazı Zen salikleri dinî tasvirlerin düşmanı oldular.

İşte Tankawosho bir kış günü ateş yakmak için Bouddha'nın tahtadan bir heykelini kırarken görülmüş.

Dehşet içinde kalmış bir seyirci:

—Ne büyük küfür diye bağırmış.

Zen sakin sakin cevap vermiş:

      Heykelin külünden Shalileri çıkartacağım.

      Bu heykelde Shali bulamayacağınıza şüphe yok.

Tanka da buna karşı şöyle demiş :

—Pek âlâ. Demek oluyor kî bu heykelin bir Bouddha olmadığına şüphe yok... O halde bîr küfür işlemiş olmuyorum.

Sonra da iyice ısınmak için alev alev yanan ateşe dönmüş.

Nihayet Zen mezhebi doğu düşünüşüne cismanideki ehemmiyetin ruhanideki ehemmiyete müsavi olduğu, eşyanın yüksek ehemmiyetlerinde büyük şeylerle küçük şeyler arasında fark olmadığı, bir atamda kâinattaki imkânlara müsavi İmkânlar bulunduğu mefhumunu getirdi. Mükemmelliği ariyan kimse kendi hayatında iç aydınlığın aksini bulabilir. Bu hususta bir Zen manastırının nizamından daha manalı bir şey olamaz. Baş keşiş müstesna olmak üzere, keşişlerin her birine manastır işlerinden hususî bir iş veriliyor, ve işin garibi en hafif işler acemilere bırakılıp en yorucu ve en aşağı işler en çok saygı gösterilen ve mükemmellikte en ileride bulunanlara düşüyordu. Bu mecburiyetler Zen inzibatının icaplarındandı, ve en küçük işin bile mutlak bir mükemmellikle yapılması lâzım geliyordu. Bu suretle bahçe çapalanırken, şalgamlar kazınırken, çay dağıtılırken kim bîlir ne münakaşalar baş göstermiştir. Çaîlîğin tam ülküsü hayatın en küçük hâdiselerinin ihtiva ettiği büyüklüğe dair Zen telâkkisinin muvaffak olmasıdır. Taoi'sme estetik ülkülerin esasını hazırlamış, Zennisme de bu ülküleri tatbik sahasına koymuştur.

VI

ÇAY ODASI

Taş ve tuğla mimarisi gelenekleri içinde yetişmiş AvrupalI mimarların gözlerinde tahta ve bambu ile yapı yapma tarzımız bir mimarî telâkki edilmeğe lâyık görülmeyebilir. Onun için bir garp mimari, mütehassısı daha pek yeni bir zamanda büyük mabetlerimizin dikkate değer mükemmelliği hakkında takdirlerini söyledi. Klâsik mimarimizde hal böyle olunca yabancıların çay odasının ince güzelliğini beğenmelerini nasıl ümit ederiz. Zira odanın inşa prensipleri ile süsleri, garbınkilerden tamamiyle ayrıdır.

Çay odası (Sukiya) basit bir köylü evinden bizim dediğimiz gibi samandan yapılmış bir çergi olmaktan başka bir şey olmak davasında değildir. Sukiyanın orijinal ideografik harflerinin mânası Fantaziye Evidir. Sonraları muhtelif çay üstatları bu harflerin yerine çay odası hakkındaki şahsî telâkkileri ne göre muhtelif Çin harflerini koydular. O surette ki Sukiyanın mânası Boşluğun Evi yahut Tenazursuzun Evi de olabilir. Sukiya bir şairlik ilcalile yapılmış ömrü bir kaç günlük olduğu için gerçekten bir, Fantaziye Evi olduğu gibi, tezyinatsız olduğu için" bir de bu yüzden içine ancak geçici bir estetik hevesi tatmin edecek şeyler serbest serbest konabildiği için Boşluğun Evidir. Nihayet Gayri mükemmel âyinine tahsis edilmiş olduğu için ve içinde kasten daima yarım kalmış ve muhayyele oyunlarının tamamlayacağı bir şey bırakıldığı için de Tenazursuzun Evidir. Çaîlik ülküleri on altıncı yüz yıldan beri mimarimiz üzerinde o kadar büyük bir tesir yapmıştır ki bu günkü alelade Japon evlerinin içinin son derece sade olmaları ve süs sistemlerinin temizliği yüzünden yabancılara hemen hemen boş ev tesirini yapar.

İlk ayrı Çay Odası çay üstatlarının en büyüğü olan ve umumiyetle sonuncu adı Rikiu ile anılan Senno Soyeki tarafından kurulmuştur. On altıncı yüzyılda Taîko Hideyoski'nin himayesiyle çay âyinlerinin usullerini koyan ve bunları en yüksek mükemmellik derecesine götüren bu Rikiu'dur. Çay Odası'nın ebadı daha önceleri, on beşinci yüzyılın Jowo adındaki meşhur bir çay üstadı tarafından tayin edilmişti. İptidaları Çay Odası adî bir salonun paravanalarla ayrılmış bir kısmından ibaretti. Bu suretle ayrılmış olan kısım Kakoi ( Bölme ) adını aldı, bugün de bir evin bir kısmında bulunan ve ayrı bir binada bulunmayan Çay Odaları'na böyle derler. Biz yeniden Sukiya'ya gelelim. Sukiya ilk önce içine beş kişiden fazla kimse konulmayan Çay Odasından (bu beş sayısı şu halk sözünü hatırlatır:

Grâce'lerden çok Muse'lerden az , sonra çay sofrası takımlarının Çay odası'na götürülmezden önce hazırlandığı ve yıkandığı bir küçük oda (Midsuya), davetlilerin Çay Odası'na çağırılmazdan önce bekledikleri bir direkli yol (Machîa) ve direkli yolu Çay Odası'na birleştiren bir küçük yoldan (roji) ibarettir. Çay Odası görünüşte tamamile aleladedir. En küçük Japon evlerinden daha küçüktür ve yapılmasında kullanılan malzemenin incelmiş bir fakirlik tesirini yapması lâzımdır. Bununla beraber şurasını unutmayalım ki bu derin ve şairane bir kastın mahsulüdür, ve en ufak noktalarına varıncaya kadar her şey en muhteşem sarayların ve mabetlerin yapılmasında gösterilen itinadan daha büyük itinalarla yapılmıştır. Bir Çay Odası adî bir meskenden daha pahalıya çıkar, zira malzemenin seçilmesi ve işlenmesi sonsuz bir itina ve dakiklik ister, bir suretteki çay üstatları tarafından kullanılan doğramacılar ayrı ve eserleri lake mobilya işçilerinin eserlerinden ne incelikte ne de kıymetlilikte daha aşağı olmayan yüksek bir zanaatçı zümresi teşkil ederler.

Bu suretle Çay Odası her bakımdan batının mimarî eserlerinden ayrılmakla kalmaz, aynî zamanda, hem de gayet vazıh olarak klâsik Japon mimarîsinden de ayrılır. Bizim eski asil binalarımızın gerek sivil olanları, gerekse dînî olanları hattâ yalnız cesamet bakımından tetkik edilecek olsa, hiç de tenezzülsüzlük gösterilecek şeyler değildir. Yüzyılların tahripçi alevlerinden kurtulabilmiş az bir kısmı bile büyüklüğü ile ve tezyinatının zenginliğile bize saygı telkin edebilecek vaziyettedir. İki üç kadem kutrunda ve otuz kırk kadem yüksekliğinde odundan yapılmış sağlara pilpayeler, karışık bir konsol şebekesi sayesinde, kiremitle örtülü evlerin ağırlığı altında inleyen kocaman hatılları taşıyor. Bu malzeme ve bu yapış tarzı vakıa yangına karşı dayanıklı değildir. Lakin buna mukabil yer sarsıntısına karşı oldukça kuvvetli olduğunu ispat etmiştir; demek oluyor ki memleketin iklim şartlarına mükemmel surette uygundur: Horijui'nin yaldızlı salon ile Yakushiji pagodu bizim tahta mimarîmizin dayanıklılığın ihtişamlı şahitleridir; amelî bakımdan bu binalar, iki yüz yıl süren bir varlıktan sonra sapasağlam kalmışlardır. Eski mabetlerle sarayların içlerini bol bol tezyin ederlerdi, hâlâ Uji'de altıncı yüzyıldan kalma Hoodo mabedinde en zengin bir işçilikle yapılmış, binlerce renk saçan, ayna ve sedef kakmalı, yaldızlı bir çetirle sayebanlar, o eskiden duvarları kaplayan yağlı boya levhalarla oymaların bakıyyeleri vardır. Daha sonraki çağlarda Mikkoda ve Kyotodaki Mijo şatosunda mimarî güzelliğin, zarif teferruatile ve renklerile Arap yahut Mağribi ibdâlarının sonsuz ihtişamına müsavi olan bir tezyinat uğrunda feda edilmiş olduğunu görüyoruz.

Çay odasının sadeliği ve saflığı Zen manastırlarının doğurduğu istirkabın neticesidir. Zen manastırları, başka Bouddhiste mezhepleri manastırlarından her şeyden önce keşişler için bir ikametgâh olarak tahsis edilmiş olmasile ayrılır. Manastırın kilisesinde ibadet yahut hac yerine benzeyen hiç bir şey yoktur; bu" talebenin müzakere etmek, düşünceye dalmak için toplandığı bir mektep salonudur. Süs olarak merkezde bir hücre ve bunun mihrabının arkasında mezhebin kurucusu Bodhi Dharma'nın, yahut ilk iki Zen patriği olan Kaphiapa ile Ananda'nın ortasında Çakyamouni'nin heykeli yükselir. Mihrabın üstünde bu iki bakîmin Zen'e yaptıkları büyük hizmetlerin hatırasına takdime olarak çiçekler ve buhur vardır. Çay âyininin, Zen keşişleri tarafından vazedilen birbiri arkası sıra bir kaptan çay içmek usulünden taklit edilerek tesis edildiğini söylemiştik. Zen kilisesi mihrabının Japon evinin şeref yeri olan ve misafirlere hürmet ve ikram olsun diye yağlı boya resimler ve çiçekler konulan Tokonoma'nın iptidaî şekli olduğunu da ilâve etmek lâzımdır.

Büyük çay üstadlarımızın hepsi Zen "can,, larındandır, hayatın gündelik şeylerine Zennisme ruhunu koymağa çalışmışlardır. Bunun için Çay odası ile çay âyininde lâzımlı olan eşyanın hepsi Zen doktrininin bir aksi gibidir. Dört buçuk hasır yahut ta on kadem murabbaı olan çay Odasının eb'adı Vikramadytia'nın Sutra adlı eserinin bir parçasından alınmıştır. Çok dikkate layık olan bu eserde Vikramadytia bir gün evliyadan Manjushiri ile seksen dört bin Bouddha salikinî bu ebatta bir salonda kabul eder. Temsil gerçek erenler için mesafenin mevcut olmadığı nazariyesîne dayanır. Öte yandan roji, yani bahçeyi geçip direkli yoldan çay Odasına götüren küçük yol düşünüşün birinci devresini, kendi kendine aydınlanmağa intikali sen bolleştirir. Roji dış âlemle her türlü bağı kesmeğe ve ziyaretçiyi bir serinlik duygusu içinde, kendisini çay Odasında bekleyen estetik temiz zevklere hazırlamağa tahsis edilmişti. Bahçeden geçen yolu her kim çiğnerse yaprakları her zaman yeşil ağaçların şafak zamanınkine benzeyen yarı karanlığında, kurumuş çam pirlerinden bir tabakanın serili olduğu taze sulanmış çakılların muntazam intizamsızlıkları üstünde yürüdüğü ve yosunla örtülmüş granit fener yanından geçtiği sırada ruhunun, yabancılıkların ne kadar üstüne yükseldiğini hatırlamaması mümkün değildir. Olabilir ki insan bir şehrin tâ ortasında bulunur da medeniyetin tozundan toprağından, gürültüsünden uzakta bir ormanda bulunduğu hissini duyar. Evet, bu sükûn ve saflık hislerini hasıl edebilmek için çay üstadlarının sarf ettikleri maharet büyüktür.

Roji'den geçmenin uyandırdığı duyguların mahiyeti, meselâ çay üstatlarına göre değişiyordu. Rikiu gibi bazıları tam bir yalnızlık neticesine varmak istiyorlar ve bir roji yapmanın sırrını bu eski şarkıda saklıdır diye iddia ediyorlardı:

Ötelere bakıyorum;

Ne çiçekler var

Ne de renkli yapraklar.

Deniz kenarında

Bir güz akşamının Baygın ışığı içinde Tek başına bir köylü evi var.

Başkaları da, meselâ Kobori Enshiu, daha başka tesirler arıyorlardı. Enshiu aşağıdaki mısralarda roji fikrinin bulunabileceğini söylüyordu.

Bir ağaç demeti, yaz,

Bir deniz parçası, Soluk bir akşam ay'ı.

Bu kelimelerin manasını anlamak kolaydır. Yarı uyanmış, hâlâ geçmiş zamanın sisli rüyaları içinde dolaşan, hâlâ nağmeli bir ruh ışığının tatlı idraksizliğine dalmış bulunan ve kendinin dışında bir yerde, maverada bulunduğunu sezdiği hürriyetin hasretini çeken bir ruhun halini telkin etmeyi hayalînden geçiriyordu.

Bu suretle hazırlanmış olan davetli, sessizce "Beyti mukaddese" yaklaşacak, eğer Samouraîş ise kılıcını kirişlerin altındaki silâhlıkta bırakacak, zira çay Odası her şeyden önce barışığın yeridir. Bundan sonra eğilecek ve üç kademden fazla yüksek olmayan bir kapıdan odaya usulca girecek. Cemiyetin hangi sınıfına mensup olurlarsa olsunlar, davetlilerin hepsine teveccüh eden bu mecburiyetten maksat onlara küçülme hissini aşılamaktır.

Takaddüm sırası karşılıklı bir uzlaşma île davetliler arasında tesbit edilmiş olduğu için, direkli yolda durakladıkları müddetçe, birer birer, gürültü yapmadan girecekler ve tokonomayı süsleyen yağlı boya resmi yahut çiçekleri selâmladıktan sonra yerlerine geçecekler. Ev sahibi ancak davetlilerin hepsi oturduktan ve tatlı sessizliğini demir çaydanda kaynayan suyun musikisinden başka hiç bir şeyin ihlâl etmediği sükûnet odada hüküm sürmeğe başladıktan sonra içeri girer. Çaydanın terennümü güzeldir. Zira çaydanın dibine hususî bir melodi hasıl edecek demir parçaları koymağa dikkat edilmiştir. Bu melodide bir çağlayanın, yahut kayalarda parçalanan bir denizin, yahut bir bambu ormanını hırpalayan bir sağanağın, bulutların arasından geçerken boğuklaşan yankılarını, yahut uzak bir yamaçtaki çamların ahlarını duymak mümkündür, Günün ortasında bile, çay odasının ışığı her zaman hafiftir, zira damların eğri saçakları güneş şualarını içeriye güçlükle bırakır. Yerden tavana kadar her şeyde itidal vardır; davetlile bile elbiselerinin renklerinin bağırtkan olmamasına itina etmişlerdir. Eşyanın hepsi üstünde bir çok geçmiş zamanların ağır izleri görülür. Çünkü yeni ve lekesiz bembeyaz olması lâzım gele: uzun bambu kaşıkla peşkirden başka yeni alınmı tesirini bırakacak hiç bir şey bu odaya giremez. Çay Odası ile çay levazımı ne kadar çok kullanılmış hissini verirlerse versinler, emsalsiz bir tarzda temizdir; en karanlık bir köşede bile bir tek toz bulunmayacaktır; eğer böyle değilse, ev sahibini çay üstadı olmadığına hükmedilir. Çay üstadın esaslı vasıflarından biri de süpürmesini, temizlemesini, ve yıkamasını bilmektir, zira bu temizlikte gerçekten sanat vardır. Zira temizlikte gerçekten bir sıfat vardır, onun için eski bir madenî eşyaya temizlenecek dîye, Hollandalı bir kadının düşüncesizce gayretiyle saldırılmaz.

Bu hususta Rikiu'nun çay üstatları için kıymetli olan temizlik fikirlerini pek zarif bir,şekilde meydana çıkaran bir hikâyesi vardır. Rikiu bahçeden geçen yolu süpürmek ve sulamakla meşgul oğlu Shoan'ı seyrediyormuş. Shoan işini bitirince Rikiu daha iyice temiz değil demiş, ve işine yeniden başlamasını emretmiş. Genç adam bir saat çalıştıktan sonra Rikiu'ya dönmüş: "Baba, demiş, yapacak bir iş kalmadı. Merdivenleri üç defa yıkadım, taş fenerlere, ağaçların üstüne su, döktüm; yosunlar taze bir renkle parıl parıl parlıyor; yerde de ne bir çalı bıraktım, ne dj bir yaprak." Üstad oğlunu azarlamış: "Genç deli, demiş, bir yol böyle süpürülmez." Bunları söyledikten sonra Rikiu bahçeye inmiş, bir ağacı silkelemiş ve her tarafa güzün diba örtüsünden parçalar, altın ve erguvan yapraklar serpmiş! Rikiu'nun istediği yalnız temizlik değil, ayni zamanda güzellik ve tabiîlikti.

Bu gün de çay Odasına verilen Fantaziye odası adında şahsın sanat dileklerini tatmin edecek bir bünye manâsı vardır. Çay Odası çay üstadı için yapılmıştır, çay üstadı çay Odası için değil. Oda üstaddan sonraki nesillere mahsus değildir. Onun için, gelip geçecek bir ömrü vardır. Herkesin zatına mahsus bir evi bulunması fikri Japon ırkının eski âdetlerinden birine dayanır: Shinto dininin batıl itikatlarından birine göre her evi, içinde oturanların reisi öldüğü zaman boşaltmak icap eder. Bu usulün konulmasına belki bir sağlığı koruma endişesi de karışmış olabilir; başka bîr eski âdete göre de her yeni karıkocanın yeni bir evde oturması lâzımdır. Bu suretle imparatorluk payitahtlarının eski zamanlarda o kadar sık sık bir yerden başka yere nakledilmesinin sebebi izah edilmiş oluyor. Güneş ilâhının en yüksek Beytil Harami olan ise mabedinin her yirmi yılda bir yeniden yapılması da bu yüz yıllardan kalma âdetin yaşamasıdır. Tabii bu usullere ancak yapması kadar yıkması da kolay olan tahta mimarisi sistemimiz gibi bir inşa tarzı sayesinde riayet etmek mümkün olurdu. Daha dayanıklı bir yapı tarzı, taş ve tuğla kullanmasını gerektireceği için bu muhaceretlere imkân bırakmayacaktı: zaten Nara devrinden sonra Çinin daha ağır, daha dayanıklı olan tahta ile yapı yapmak usulünü kabul ettiğimiz zaman, başımıza gelen de bu oldu.

Fakat on beşinci yüzyılda Zen fertçiliğinin hâkimiyeti sayesinde bu fikre çay Odası hususunda daha derin bir mana girdi. Zennisme, budist mahıv nazariyesine uyarak ve ruhun madde üzerinde hâkimiyetini kurmağa çalışarak evi ancak vücudun bir zamanlık bir yurdu olarak kabul etti. Vücudun kendisi de ıssız bir yerde bir kulübecikten, etrafta biten ve birlikte bağlanmaktan kalınca menşe'deki ademde eriyip giden otlardan yapılmış değersiz bir sığınaktan başka bir değildi. İşte böylece çay Odasında da geçicilik vasfı damın saplardan yapılmış olmasiyle, omürsüzlüğü ince direklerle, hafiflikleri bambu direklerle, zahirî kayıtsızlıkları âdi malzeme kullanılması ile telkin edilmiş bulunur. Ebedîliğe gelince, bu basit şeylerde tecessüd ederek inceliğinin tüy kadar zarifliğile onları güzelleştirir.

Çay Odasının zatî bir zevke uymak için yapılmış olması sanatta hayatiyet prensibinin dikkate değer bir kuvvetle tatbikidir. Sanat, kıymetinin hepsini alabilmek içini zamanının hayatına uygun olmalıdır. Hiç şüphesiz mesele bizden sonra geleceklerin haklarına karşı göz yummak değildir, fakat mümkün olduğu kadar bugünün zevkini çıkarmamız lâzımdır. Tabii mesele geçmiş zamanlarda yaratılmış şeylere karşı tenezzülsüzlük göstermekte değildir, fakat bunları da şuurumuzda temsil etmeğe mecburuz. Geleneklere ve düsturlara bir köle inkiyadile uymak ferdiyetin mimaride ifadesine engel olur, onun için bugün Japonya’da görülen soğuk Avrupa taklitlerine ancak acınabilir. Garbın ilerlemeye en kabiliyetli milletlerinde mimarînin orijinallikten bu kadar mahrum olması, hayatiyetleri kalmamış üslûplarla doldurulmuş bulunması son derece şaşılacak bir şeydir. Sanat belki yeni bir hanedan kuracak bir hükümdarın kudümünü beklerken bir demokratlaşma devresi geçiriyor. Eskileri daha çok sevelim, fakat onların eserlerini daha az kopya edelim.

Çay Odasına verilen öteki ad, Boşluğun Evi adı, taoistelerin her şeyi içinde bulunduran nazariyesini ihtiva ettiği gibi, bu isimde tezyin motiflerinde devamlı bir değişiklik ihtiyacı telâkkisi de vardır. Tekrar ediyorum, çay Odası, bir estetik fantaziyeyi tatmin için muvakkat bir zaman için içerisine konulabilen şeyler müstesna olmak üzere, mutlak bir surette boştur. Münasip zamanlarda çay Odasına hususî bir sanat eşyası getirilir ve Odada her şey esas temanın güzelliğini kıymetlendirecek şekilde seçilir ve konur. Aynı zamanda muhtelif musiki parçaları dinlemek akıldan geçer mi ? Güzellik bir merkez motifi etrafında toplanmazsa onun gerçekten anlaşılması gayri mümkün değil midir? Bu suretle bizim çay Odalarımızın tezyin usulü, bir evin içini müze haline getirdikleri batının tamamıyla zıddıdır. Onun için süste sadeliğe ve sık sık tezyinatın değişmesine alışmış bir Japona göre, devamlı bir surette bütün devirlerin bir yığın tablolar ile, heykellerle ve eski eşyasile dolu olan batı evi basit bir zenginlik sergisi tesirini yapar. İşin doğrusu bir şaheseri bile devamlı olarak görmekten zevk alabilmek için töre üstü bir şevk kabiliyetine sahip olmak lâzım gelir, onun için Avrupa ve Amerika evlerinde görüldüğü gibi bir sürü renk ve şekil karışıklığı ortasında yaşayabilenleri uçsuz bucaksız bir sanat hissi kabiliyetine sahip farz etmek mümkündür.

Tenazursuzun Evi adına gelince, bu isim de bizim tezyin sistemimizin başka bir safhasının sembolüdür. Garp münekkitleri Japonya sanat eserini vasıflandıran tenazursuzluk hakkında bir çok tefsirler yazmışlardır. Bu da taoi'st ülkülerinin Zennisme içinde temsilinin neticesidir. Derinden kökleşmiş ikicilik (Dualisme) fikrile Confuciusî'lik, üççülük (trinite) merhebiyle şimal Bouddhisme'i tenazurun ifadesine hiç bir su retle muhalif değildir. Meselâ Çinin eski bronzlarını" yahut Tang hanedanının, yahut Nara devrinin din sanatlarını gözden geçirecek olursak bunlarda sanatkârların devamlı surette tenazur aramış olduklarını keşfederiz. Evlerimizin klâsik tezyinatı oldukça muntazamdır. Halbuki taoîste ve Zen mükemmellik telâkkisi başka idi. Onların felsefesinin dinamik mahiyeti mükemmelliğin kendisinden çok, mükemmelliğin aranmasına kıymet veriyordu. Gerçek güzelliği ancak tamam olmayan şeyi zihninde tamamlamış olan kimse keşfedebilir. Hayatın ve sanatın kuvveti gelişme imkânlarındadır. Çay Odasında, mecmuun tesirinî kendi zevklerine göre hayalinde tamamlamak her davetliye düşen bir iştir. Zennisme galebe çalmış bir düşünüş tarzı haline geldiğinden beri Uzak Doğu sanatı pervasız bir surette tenazurludan kaçındı, zira tenazur yalnız tamam fikrini değil, aynı zamanda tekrarlama fikrini de ifade ediyordu. Çizginin zabt ve rabt altına alınmış olması muhayyelenin tazeliği için zararlı görüldü. Bunun için peyzajlar, kuşlar ve çiçekler, varlığı kendisine bakan adamla tahassul eden insan resminden ziyade, resmin gözde konuları haline geldi. Biz insanlar kendi kendimizi pek meydana koyuyoruz ve gururumuza rağmen kendimize bakmaktan çarçabuk bıkıyoruz.

Çay Odalarında tekerrür korkusu her zaman hazır ve nazırdır. Bir odanın tezyinine iştirak eden muhtelif eşya, öyle bir surette seçilecektir ki ne bir renk ne de bir resim tekrar edilmiş olmasın. Eğer Odaya hakikî bir çiçek koymuş olursanız, artık bir çiçek tablosu koymak, işte bu sebeple, yasaktır. Kullandığınız çaydan yuvarlaksa su kabı köşeli olacaktır. Siyah mineden bir çay fincanı yanında, siyah lake bir çay kutusu katiyen bulunamaz. Bir buhurdan üstüne, bir tokonomaya bir vazo korken, mesafeyi iki müsavi kısma ayırmaktan korkun, vazoyu tam merkeze koymayın. Tokonomanın pilpayesi, oda hep bir Örnek olmak tesiri yapmasın diye başka pilpayelerin ağacından başka bir ağaçtan yapılmış olacaktır.

Japon evlerinin îç tezyin usulü de eşyanın şömineler üzerine ve başka yerlere mütenazır olarak konulduğu batı usulünden ayrılır. Batı evlerinde çok defa bize faydasız tekrarlamalar tesirini yapan şeylerle karşılaşırız. Meselâ bir adamla konuşuruz. Arkasından tabii büyüklükte bir resmi bize bakıp durur. Bunlardan hangisinin, bizimle konuşanın mı yoksa portrenin mi gerçek olduğunu düşünürüz. Kaç kereler yemeğe oturduğumuz zaman yemek salonlarının duvarlarını süslemesi moda olan bol bol resimleri, hazmımız için endîşeye düşerek seyretmeğe mecbur kaldık. Bu av, spor tabloları, bu oyma yemişler ve balıklar niçin ? Bu sofrada yemek yemiş ve şimdi ölmüş olanları bize hatırlatan, aileden kalma gümüş takımlarının ortaya yayılıp serilmesi neden?

Çay Odasının sadeliği ve içinde mutlak surette bir yabancılığın bulunmaması burayı dışarıdaki can sıkıntılarına karşı sığınılacak bir mabet haline koyar. Orada, hem de yalnız orada hiç rahatsız edilmeden kendimizi güzelliğin taziz ve takdisine hasredebiliriz. On altıncı yüzyılda çay Odası Japonya’nın birleşmesine ve imarına çalışan mağrur harp adamlarıyla devlet adamlarına, güç işleri arasında güzel dinlenme saatleri yaşattı. On yedinci yüzyılda Tokugawa kaidesinin sımsıkı usulperestliği kendini kabul ettirdikten sonra çay Odası sanatkâr ruhlu insanlar için serbestçe birleşebilecek tek fırsat oldu. Büyük bir sanat eserinin karşısında dai'mio, ve samsuraile halktan bir adamın arasında hiç bir fark yoktur Sanayicilik bu gün bütün dünyada gerçek inceleşmeyi gittikçe güçleştiriyor. Her zamandan daha ziyade çay Odasına ihtiyacımız var.

V

SANATIN MANASI

İnsafa gelen harp adındaki taoi'ste masalını inliyor musunuz

Çok, pek çok zaman önceleri Lungmen deresi boyunda ormanın gerçekten Padişahı olan bir Kiri ağacı varmış. O kadar yükseklikte imiş ki yıldızlarla konuşabilirmiş, kökleri de toprağın o kadar derinliklerine iniyormuş ki bronz halkaları ağacın altında uyuyan gümüşten ejderhanın halkalarına dolanırmış. Ne olmuşsa olmuş, kudretli bir büyücü bu ağacı bir harp haline koymuş, Öyle bir harp kî onun vahşi ruhunu yalnız büyük bir musikişinas insafa getirebilirmiş. Uzun zaman saz Çin hakanının hazinesinde kalmış, fakat sırasiyle sazın tellerinden bir nağme çıkarmak isteyenlerin hiç birisi bunda muvaffak olamamış, bütün gayretlerine karşılık harptan çalmak istedikleri bestelere hiç uymayan sert tenezzülsüzlük sesleri çıkarmış.

Nihayet harpçıların padişahı olan Peiwoh gelmiş, tıpkı azgın bir atı sakinleştirmek için yaptıkları gibi nazik bir elle harpı okşamış sevmiş ve yavaşça tellere dokunmuş. Tabiatle mevsimlerin, yüksek dağlarla akar suların türkülerini çağırmış; bunun üzerine ağacın hâtıraları uyanmış! Yeniden ilk baharın tatlı rüzgârları dallarının arasında oynaşmağa başlamış. Genç çağlayanlar, derede raks ederek, tomurcuklanmış çiçeklere gülümsemişler. Yeniden binlerce böceğile yazın rüyalı sesleri, yağmurun güzel tıpırdaması kukumav kuşunun şikâyeti işitilir olmuş. Dinleyin! Bir kaplan böğürüyor, derelerin yankısı da ona cevap veriyor! İşte güz geldi; ıssız gecenin içinde, kılıç gibi keskin ay donmuş otların üzerine kıvılcımlar saçıyor. Şimdi kış hüküm sürüyor, karla dolu havanın içinde kuğular girdaplar gibi döne döne uçuşuyor.

Sonra Peiwob makamını değiştirmiş ve aşk türkülerini çağırmış. Orman, düşünceleri içinde, kendinden geçmiş ateşli bir genç gibi eğilmiş. Yukarıda gururlu bir genç kız gibi parlak, güzel bir bulut uçarmış, fakat bulut geçerken toprağın üzerinde umutsuzluk kadar siyah ve uzun gölgeler sürüklenirmiş. Makam yine değişmiş; Peiwoh harp türkülerini, çarpışan kılıçların, eşelenen atların türkülerini çağırmış. Bunun üzerine harpta Lungmen'in fırtınası kopmuş; ejderha şimşeğe binmiş, çığ yamaçlarda yıldırım gürültüsiyle yıkılmış. Vecd içinde kalan Göktüler hakanı Peiwoh'dan zaferinin sırrını sormuş. Peiwoh "Şevketli hünkârım demiş, benden öncekiler muvaffak olamadılar, çünkü kendi türkülerini çağırdılar. Ben istediği havayı harpa bıraktım, o zaman harp mı Peiwoh olmuştu, yoksa Peiwoh mu harp olmuştu, artık anlayamaz bir hale gelmiştim.,,

Bu masal, sanatın manasının ne kadar sırlı bir şey olduğunu gösterir. Bir sanat eseri bizim duygularımızın en çok inceleşmişlerile çalınan bir senfonidir. Gerçek sanat Peiwoh'dur. Bizde Lungmen'in harpıyız. Güzelliğin büyülü temasile varlığımızın gizli telleri uyanıyor; güzellik seslenince, biz de cerap olarak çırpınır ve titreşiriz. Ruh ruha söyler. Söylenmeyen şeyleri işitir, görünmeyeni görür oluruz. Üstat sesler çıkartır, nerden çıkartır bilemeyiz. Çok uzun zamanlardan beri unutulmuş hatıralar uyanır, omuzlarına yeni bir manâ almış olarak bize dönerler. Korku ile susturulmuş umutlar, tanımağa cesaretimiz olmayan şefkat ateşleri yeni bir parlaklıkla süslenmiş olarak kendilerini bize teslim eder. Ruhumuz sanatkârın üstüne boyalarını koyduğu bezdir; karışık renkler heyecanlarımızda, ışık gölge, sevinçlerimizin aydınlığı ile kederlerimizin gölgesinden yapılmıştır. Şah eser bizdedir, biz de şah eserdeyiz.

Sanat manasının açılmasına lüzumlu olan tecazüp birleşmesinin temeli, karşılıklı feragatlerdir. Seyirci vahyi alabilmek için kendi halini mükemmelleştirmeli; sanatkâr da vahyi nasıl vereceğini bilmelidir. Kendisi daimi o olan üstat Kobori Enshiu bize şu unutulmaz sözleri bırakmıştır: "Büyük bir tabloya büyük bîr hükümdara yaklaşır gibi yaklaşın." Bir şaheseri anlamak için önünde yerlere kadar eğilin, nefesinizi tutarak bekleyin de o sizinle konuşsun. Song devrinin büyük bir tenkitçisi bir gün zarif bir itirafta bulunmuş: "Ben gençken, demiş, tablolarını sevdiğim üstadı överdim, fakat muhakemem olgunlaştıkça üstadlarm bana sevdirmek için intihap ettikleri şeyleri sevdiğim için kendi kendimi över oldum.,, Aramızdan pek azının üstatların tarzını tetkik etmek zahmetine katlandığı için acınmak lâzımdır. Biz inatçı cehlimizle üstatlara bu basit bir nezaket saygısını göstermekten kaçınıyoruz, böylelikle de onların gözlerimizin önüne serdikleri zengin ziyafetten mahrum kalıyoruz. Bir üstadın her zaman ikram edecek bir şeyi bulunur, biz de karnımız aç olduğu halde sadece zevkimiz eksik olduğu için başımızı alıp gidiyoruz.

Halbuki, kendisinde sanat mefhumu bulunan bir kimsenin gözünde bir şaheser, insanın ona doğru arkadaşlık bağları ile sürüklendiğini hissettiği canlı bir gerçek haline gelir. Üstatlar Ölmez olur, zira onların aşkları ve ıstırapları ebedî olarak bizde yaşar. Bizi çağıran elden ziyade can, teknikten ziyade insandır. Bu çağırış ne kadar beşerî ise, cevap da o kadar çok derinden olur. İşte üstatla bizim aramızda bu gizli anlayış sebebi iledir ki biz nihayet şiirlerin ve romanların erkek ve kadın kahramanları ile birlikte ıstırap çekmek mazhariyetine erişiriz. Biz Japonların Shakespeare'miz olan Chikamatsu, halkta güven uyandırmaya, dram yazmanın ana prensiplerinden biri diye bakıyordu. Talebesinin bir gün kendisine takdim ettikleri bir sürü piyes arasından bir tanesi hoşuna gitmişti. Bu "Yanlışlıklar komedisi" piyesine biraz benzeyen bir eserdi. Piyeste tanınmayan hüviyetlerinin kurbanı olan iki kardaş var. Cbikamotsu: "Ben burada dramın kendi ruhunun yaşadığını duyuyorum, demiş, zira bunda halkın kendisi de göz önünde tutulmuş: aktörlerden fazla bir şey bilmesine müsaade edilmiş. Halk yanlışlığın neye dayandığını biliyor, sahnede günahsızca mukadderatına doğru atıldığını gördüğü şahıslara acıyor."

Doğunun büyük üstatları, batının büyük üstatları gibi seyirciye bir şey tevdii için telkinin ehemmiyetini hiç bir zaman ihmal etmemişlerdir. Gözlerimizin önüne serdiği bir fikrîn genişliğinden korkuya düşmeden, bir şah eseri kim seyredebilir? Hiçbir şaheser yoktur ki sokulgan ve cana yakın olmasın. Buna karşı bu günün gündelik eserleri ne kadar soğuk şeylerdir! Onlar da bir insan yüreğinin ateşle dökülmesi vardır, butlarda ise kaideye uygun bir hareketten başka hiç bir şey bulunmaz. Teknik kölesi olan modernler pek nadir olarak kendi kendilerinin üstüne çıkabilirler. Boş yere Lungmen'in harpından bir ses çıkartmaya uğraşıp duran musikişinaslar gibi" yalnız kendilerinin türküsünü çağırırlar. Onların eserlerinin ilme yakın olması mümkündür; fakat bu eserlerin insanlıktan daha çok uzakta olduklarına da şüphe yoktur. Japonya'da eski bir halk sözü: "Bir kadın gerçekten kendini beğenmiş bir erkeği sevemez, zira o erkeğin kalbinde bir çatlak yoktur ki aşk oradan girip kalbini doldursun,, der.Jster sanatkâr tarafından olsun, ister halk tarafından olsun san'atte kendini beğenme sevimliliğe ayni derecede zararlıdır. Ben birbirlerine hısım olan ruhların san'atte birleşmeleri kadar doğru yola götüren bir şey bilmiyorum. Bu rastlamalar sırasında sanat amatörü kendi kendisinin ötesine geçer. Ayni zamanda hem vardır, hem yoktur. Sonsuzun bir pırıltısını şöyle böyle görür, fakat sözler sevinci ifadeye kâfi gelmez. Zira gözlerin dili yoktur. Maddenin zincirlerinden kurtulan ruhu, eşyanın nazmı içinde kıpırdar. İşte din bu yoldan sanatla akraba olur ve insanlığı asîlleştirir: bir şah eseri kudsî bir şey yapan da işte budur. Eski zamanlarda Japonların büyük bir sanatkârın eserlerine karşı gösterdikleri hürmet sonsuzdu. Çay üstatları hazinelerini dindar bir saygı ile saklarlardı, bunun için bir "emaneti mübarekeyi" ortaya çıkarmak için, çok defa biri biri arkasından bir sürü kutuları, mübarekler mübarekinin tatlı îltivaları içinde istirahat ettiği ipek bez Örtüyü açmak lâzımdı. Bu mübarek şey pek seyrek olarak ve yalnız uçanlara gösterilirdi.

Çaîliğin en yüksek mertebesine çıkmış olduğu zamanlarda Taiko'nun generalleri, zaferlerine mükâfat olarak kendilerine geniş topraklar yerine kıymetli bir sanat eseri verilmesinden daha çok sevinirlerdi. Hoşumuza giden dramlardan bir çoğunun konusu, meşhur bir sanat eserinin kaybedilip tekrar ele geçirilmesidir. Meselâ, bunlardan birinde Sesson tarafından yapılmış Dharuma tablosunun muhafaza edildiği senyor Hosokowa'nın sarayında nöbetçi bulunan samoura'in ihmali yüzünden birdenbire yangın çıkar. Kıymetli tabloyu kurtarmak için her türlü tehlikeyi göze alan samourai alevler içindeki binaya atılır, kakemous'u alır, fakat ateşin bütün yolları kapadığını görür. Şah eserin kurtulmasından başka bir şey düşünmeyen samourai kılıç ile vücudunda geniş bir yara açar, elbisesinden yırttığı kolu boyanmış ipeğe sarar, ve hepsini birden yarasının içine sokar. Nihayet yangın söndüğü zaman daha hâlâ duman veren küller arasında yarı yanmış bir ceset, bunun içinde, alevlerden korunmuş o baha biçilmez hazîne bulunur. Bu hikâye ne kadar feci olursa olsun, bir samouraî'm sadakatiyle birlikte bir şahesere nasıl bir kıymet verebildiğimizi de gösterir.

Bununla beraber unutmayalım ki sanat kalbimize hitabettiği nispette kıymetlidir. Biz sevgilerimizde âlemşümul olmayı bilirsek, sanat da âlemşümul bir dil olabilir. Bizim mahdut mahiyetimiz gelenek ve göreneklerin kuvveti, atalardan kalma insiyaklarımız gibi haz alma kabiliyetimizi daraltır. Şahsiyetimiz bile bir dereceye kadar anlayışımıza hudut çeker ve estetik şahsiyetimiz de mazinin mahsullerinde zatî alâkalarını arar. Öte yandan fikir terbiyesi tesiriyle sanat duygumuz genişler ve her gün daha düne kadar duygusuzlukla karşılaştığımız yeni güzellik ifadelerinden haz duymaya daha çok kabiliyetli oluruz. Fakat her ne olursa olsun, kâinatta gördüğümüz kendi tasvirimiz değil midir ve görüş tarzlarımızı bize yükleyen kendi mizacımız değil midir? Çay üstatları ancak kendi zevk ölçülerine tamamile uygun düşen eşyanın koleksiyonunu yaparlar.

Bu hususta Kobori Enshiu'ya dair bir hikâye hatırlıyorum. Koleksiyonlarını seçmekte bu kadar mükemmel bir zevk göstermiş olduğu için kendisini tebrik etmek isteyen müritleri ona: "Her parçanız öyle seçilmiş ki kimse onu beğenmekten kendini alıkoyamaz. Bu da zevkinizin Rikiu'nun zevkinden daha yüksek olduğunu gösterir. Çünkü bin kişide yalnız bir kişi onun koleksiyonunu takdir edebiliyor.,, Bu sözlere Enshiu hüzünle cevap vermiş: "İşte benim bayağılığımın delili bu. Bizim büyük Rikiu'muzda ancak şahsan hoşuna giden eşyayı sevmek cesareti vardı, halbuki ben farkında olmadan çokluğun zevkine müracaat ediyorum, işin doğrusu Çay üstatları içinde binde yalnız bir Rikiu vardır.,, dermiş.

Her ne olursa olsun bugün sanata karşı gösterilen zahirî meftunluğun büyük bir kısmının gerçek ve derin bir hisse dayanmamış olmasına ne kadar tesadüf edilse azdır. Bizim devrimiz gibi bir demokrasi devrinde, kitlenin en iyi farz ettiği her şeyi insanlar, onların hislerine kıymet vermeden alkışlıyorlar; inceyi değil, pahalıyı; güzel olanı değil, moda olan şeyi seviyorlar. Halk kitlelerine, tam kendi sanayiciliklerine lâyık bir eser mahsulü olan resimli mevkut mecmuaların temaşası, beğendiklerini iddia ettikleri İtalyan primitiflerinden yahut Ashikaga üstatlarından daha uygun geliyor. Bunun için sanatkârın adı eserin kıymetinden daha başka bir tarzda ehemmiyetlidir. Birkaç yüzyıl önce bir Çinli tetkikçinin ödediği gibi "Halk sanat eserinin tenkidini kulağıyla yapar.,, İşte ne tarafa dönersek donelim karşımıza çıkan o korkunç sahte klâsikler, bu kendine mahsus bir zevkten ve orijinal bir muhakemeden mahrum bulunmanın neticesidir.

Yayılma sahası daha dar olmayan başka bir yanlış ta sanatı arkeolojiyle karıştırmaktır. Eski zamanlara karşı gösterilen hayranlık insan tabiatının en asil taraflarından biridir. Ve bu hissin şimdikinden daha ziyade yayılmış olması temenniye değer. Eski üstatlar terakkiye yol açtıkları için tekrim edilmek haklarıdır. Ve tenkit yüzyıllarını hiçbir taraflarına dokunulmadan atlayıp geçmiş olmaları ve bize kadar şan ve şerefle çevrilmiş olarak gelebilmeleri bile onlara karşı saygı gösterilmesini emreder. Bununla beraber, estetik fark ve temyiz hassamızın idaresini tarih tecazübümüze bırakıyoruz. Kabrinde sakin sakin uzanıp yatan sanatkâra tasvip çelengimizi gönderiyoruz. Tekâmül nazariyesini doğurmuş olan on dokuzuncu yüzyıl buna rağmen bize ferdi nevî' içinde gözden kaybetmek itiyadını yarattı. Bir koleksiyoncu en çok bir mektebin, yahut ta bir devrin numunelerini elde etmek endişesine kapılıyor ve muayyen bir çağın, yahut mektebin sayısı ne olursa olsun âdi eserlerinden daha çok bir tek şaheserin bizi alâkalandırdığını unutuyorlar. Pek çok tasnif ediyoruz ve lüzumu kadar haz almıyoruz. Sanat eserlerini güya ilmî bir şekilde gösterilmesi için, estetik bir şekilde gösterilmesi usulünün terk edilmesi birçok müzelerin ölümüne sebep oldu.

Hulâsa, zamanındaki sanatın hakları için hayatın hiçbir canlı plânında bilinmezlik edilemez

Sanat bugün gerçekten bize ait olan şeydir: bizim kendi aksimizdir. Bugünkü çağda hiçbir sanat bulunmadığı iddiası herkesin ağzında dolaşır durur: Acaba bunun mesuliyeti kime düşer? Eskiler hakkında söylediğimiz saçma sapan sözlere rağmen kabiliyetlerimiz hakkında dikkatli davranmamamız ayıp değil midir? Geçmiş zaman, medeniyetimizin fakirliğine merhametle bakabilir: Gelecek zamanlarsa sanatımızın kısırlığına gülecektir. Hayattaki güzel şeyleri yıkmakla sanatı yıkmış oluyoruz. Modern cemiyetin gövdesinden dehalı parmakların günün birinde tellerinden nağmeler alabileceği kudretli harpı yapabilecek büyük sihirbaz gelecek mi?

ÇİÇEKLER Bir bahar gününün şafak vaktine mahsus kül rengi ve titrek aydınlığı içinde kuşların, ağaçlar da esrarlı bir intizamla mırıldanışlarını dinlerken, bunun aralarında konuşan çiçeklerin sesinden başka bir şey olmayacağı hissi size hiç gelmedi mi? Şu halde insanlık için çiçek sevgisinin aşk şiiriyle birlikte doğmuş olmasına şüphe yoktur. Gerçekten idraksizliği içinde o kadar dilber olan, ve belki de sessiz olduğu için o kadar çok kokusu olmayan bir çiçeğin karşısında olduğundan daha ziyade bir bakir ruhun meydana çıkacağı nasıl kabul edilebilir? İptidaî insan sevgisine ilk çiçek demetini takdim ettiği zaman hayvanlığın üstüne çıkmıştır. Tabiatın kaba ihtiyaçlarının üstünde böyle yükselmekle insanî olmuş, faydasız şeydeki inceliği idrâk etmekle sanat ülkesine girmiştir.

Sevinçte de kederde de çiçekler bizim vefalı mühibbelerimizdir. Onlarla birlikte yeriz, içeriz, türkü çağırırız, aşıkdaşlık ederiz. Çiçeklerle birlikte çıldırasıya evleniriz, vaftiz yaparız. Onlarsız ölmeye cesaretimiz yoktur, Zanbakla birlikte çıldırasıya sevdik, lotüsle birlikte düşünceye daldık. Savaşların şaşaası içinde gülle ve krizantemle hücuma kalktık. Hattâ çiçeklerin dilini konuşmaya çalıştık. Onlarsız nasıl yaşayabilirdik? Onlarsız kalmış bir dünya tasavvur etmek insana korku veriyor. Hastanın başucuna ne teselli getirmezler, yorgun ruhların karanlıklarına ne takdis ışığı salmazlar? Temiz şefkatleri kâinata karşı zayıflayan güvenimizi kuvvetlendirir, tıpkı güzel bir çocuğun dikkatli bakışı gibi kaybolmuş ümitlerimize yeniden can verir. Toprağın içine uzanıp yattığımız zaman da uzun zamanlar mezarımızın üstünde ağlayanlar onlardır.

Ne kadar hüzünlü olursa olsun, çiçeklerle bağdaşmış olmamıza rağmen, hayvanın üstünde pek fazla yükselmiş olmadığımıza ve kendi kendimizden pek fazla gizlememiz icap eder. Koyunu kaşıyın, hemen içimizdeki kurt dişlerini göstermekte geç kalmaz. Birisi, insanlar için on yaşında hayvandır, yirmisinde delidir, otuzunda yolunu bulmamış bir zavallıdır, kırkında bir hilebazdır, ellisinde de bir canidir, demiş. Belki canî olması hiçbir zaman hayvanlıktan ayrılmadığı içindir. Bizim için gerçek olan şey yalnız açlıktır, isteklerimizden daha mübarek bir şey de yoktur. Mihrapların hepsi biri biri arkasından gözlerimizin önünde çöktü, yalnız bir tanesi kaldı. Üzerinde en yüksek tapacağımızı kendimizi buhur kokular ile sardığımız mihrap. Tanrımız büyüktür, peygamberi de paradır. Ona kurban kesmek için bütün dünyayı yakıp yıkıyoruz. Madde üzerinde zafer kazanmış olmakla öğünüyoruz, ama maddenin bizi kendisine köle ettiğini unutuyoruz. Kültür ve incelik namına ne zulümler ne vahşetler yapıyoruz.

Söyleyin bana, yıldızların gözyaşları olan zarif çiçekler, siz ki orada bahçede çiğin ve güneşin türküsünü çağıran arıların hevesine göre başınızı sallayıp durursunuz, sizi bekleyen korkunç akıbeti biliyor musunuz? Yazın tatlı esinleri içinde elinizden geldiği kadar sallanın, gülüp oynayın. Yarın acımak nedir bilmeyen bir el boğazınızı sıkacak; vahşice kopartacaksınız, azanız birer birer parçalanacak, sakin yerlerinizden uzak yerlere götürüleceksiniz. O zavallı ele güzel diyecekler, Parmakları hâlâ kanınızla ıslanmışken sizin ne kadar çok göz alıcı olduğunuzu söyleyecek; söyleyin, bu iyilik mi olacak? Belki kalpsiz olduğunu bildiğiniz bir kadının saçlarında hapsedilmek, yahut siz bir insan olsanız yüzünüze bakmaya cesaret edemeyecek bir erkeğin yakasındaki iliğe takılmak nasibiniz olacak. Belki kısmetinize geçen hayatı haber veren o çıldırtan susuzluğu gidermek için biraz durgun suyla birlikte dar bir vazoya tıkılmak düşecek.

Çiçekler, eğer Mikado'nun saraylarında otursanız, bazan elinde makas ve küçük bir destere bulunan korkunç bir adama rastlayacaksınız. Bu adam kendi kendine çiçek üstadı adını verecek. Kendisi için bir doktorun sahip olduğu hakları isteyecek, siz de insiyakla ondan iğreneceksiniz. Zira doktorların her zaman mağdurlarının ıstıraplarını uzattığını bilmez değilsiniz. Bu adam sizi kesecek, kendisince uygun gördüğü olmaz vaziyetlere sokmak için sizi eğriltip büğrültecek, etlerinizi buracak, kanınızın kaçmasını durdurmak için sizi kızgın ateşlerle yakacak, deveranınızı faal bir hale getirmek için etinize demir teller batıracak. Sizi tuzla, sirkeyle, şapla, hattâ saç yağıyla boyayacak. Baygın düşer gibi olduğunuz zaman ayaklarınızın üstüne kaynar su dökecek. Sizi, tedavi görmeden yaşayabileceğiniz iki üç hafta fazla canlı bulundurmak onun için şeref olacak. Böyle olacağına hemen bir vuruşta öldürülmüş olmayı tercih etmez miydiniz acaba? Geçmiş zamandaki varlığınızdan acaba nasıl bir günâh işlemişsiniz ki şimdiki varlığınızda böyle bir cezaya lâyık görülüyorsunuz?

Batıda çiçeklere karşı tatbik edilen tahrip işi belki Doğunun çiçek üstatları tarafından yapılan muameleden daha ağırdır. Her gün balo salonlarını, ziyafet salonlarını süslemek için Avrupa ve Amerika'da her gün kesilip ertesi günü sokağa atılan çiçeklerin miktarı her halde pek çoktur; bunlar bir araya getirilseler bütün bir kıta için., bir çelenk olurdu. Hayatın toptan tasasızlığı ile mukayese edilince çiçek üstadının cinayeti hiç hükmünde kalır. Hiç olmazsa çiçek üstadı kurbanlarını itinayla, basiretle seçer ve çiçekler öldükten sonra onların ölülerine hürmet gösterir. Batıda, çiçeklerle gösteriş yapmak zenginlik dekorunun teferruatından sayılır, bu bir anlık bir fantaziyedir. Bütün bu çiçekler şenlik bittikten sonra nereye gider? Solmuş bir çiçeğin gübreliğe atıldığını görmekten daha çok acınacak bir şey olur mu?

Çiçekler neden hem bu kadar güzel, hem de bu kadar talihsiz yaratılmıştır? En sakin bir hayvan bile umudunu kaybedince dönüşebilir. Şapkaları süslemek için tüyleri alınmak istenen kuşlar, uçup giderek kendilerini kovalayanın elinden kurtulabilirler; elbisesine göz dîktiğiniz kürklü hayvan size yaklaşınca gizlenebilir. Ne yazık: kanatları olan tek çiçek kelebektir; ötekilerin hepsi cellatlarının karşısında hareketsiz ve silâhsız durur. Çiçekler can çekişirken feryatlar koparıyorlarsa bile, bunlar bizim katılaşmış kulaklarımıza gelmiyor. Biz çok defa sessizlik içinde bize yapılan hizmetlere karşı kalpsizce hare ket ederiz. Fakat zalimliğimiz yüzünden en iyi arkadaşlarımızın bizden uzaklaşacakları zaman gelip çatabilir. Çiçeklerin yıldan yıla azalmaya başladıklarına dikkat etmediniz mi? Belki bunun sebebi, hakim çiçeklerin insanın daha çok insanî olmasına kadar kaçıp gitmelerini tavsiye etme sinden ileri geliyor; şüphe yok ki cennete hicret etmişlerdir.

Kendisini nebatlar yetiştirmeye vakfetmiş olan adamı övelim. Çiçek saksılı adam, makaslı adamdan ölçülemeyecek kadar daha çok insanîdir. Bu adamın yağmurdan, güneşten endişeye düştüğünü böceklerle mücadele ettiğini, dondan korktuğunu, tomurcuklar gecikince ıstıraba düştüğünü, yapraklar bütün şaşaasiyle açınca sevincine payan olmadığını zevkle görüyoruz. Doğuda çiçek yetiştirmek sanatı en eski sanatlardan biridir, Onun için masallarla türküler şairin aşkları ve gözdesi olan çiçeklerle doludur. Tang ve Song hanedanları devrinde çiniciler çiçekler için son derecede güzel kaplar yarattılar; bunlar saksı, yahut vazo değil, mücevherden yapılmış saraylardı. Her çiçeğe bakmak, tavşan tüyünden yapılmış ince bir fırçayla yapraklarını yıkamak için bir hizmetçi ayrılırdı. Şakayiklerin büyük tuvalet giyinmiş güzel bir genç kız elile yıkanması, kış eriğinin de soluk yüzlü ve nahif bir keşiş tarafından sulanması lâzım geldiği kitaplarda yazılıdır. Japonya'da halkın en çok sevdiği No danslarından biri Ashikaga devrinden kalma hachinoki dansının konusu, buz gibi soğuk bir gecede, bir seyyah dervişi misafir etmek için, yakacak bir şey kalmadığından sevdiği nebatları kesen bir şövalyenin hikâyesidir. Derviş gerçekte, bizim masallarımızın Harunürreşid'i olan Hojo Tokiyori'dir, ve iyi yürekli şövalyenin lâyık olduğu mükâfatla karşılanır. Bugün bile bu piyes hiçbir zaman gözleri yaşartmadan oynanmaz. O zamanlar nazik çiçeklere bakmak ve onları korumak için pek büyük dikkatler sarf edilirdi. Tang hanedanından imparator Huensung kuşlar kaçsın diye ağaç dallarına altın çıngıraklar astırırmış. Yine bu imparator bahar gelince çiçekleri güzel konserlerle neşelendirmek için saray muzîkacılarını yanında bulundururmuş. Hâlâ Japonya'da bir manastırda (2) Table Ronde dairesine benzeyen ve geleneğe göre masallar dairemizin kahramanı Yoshitsun'a isnat edilen kıymetli bir tablet vardır: Bu, mükemmel bir erik cinsinin himaye edilmesi hakkında bir tenbihtir, ve bir cenk ve cidal devrinin edasıyla bize hitab ediyor. Kitabe çiçeklerin güzelliğini zikrettikten sonra şöyle diyor: "Bu ağaçtan bir tek dal koparan kimsenin, buna karşılık bir parmağı kesilecektir.,, Böyle kanunları, bugün yıkıcı çılgınlıklarını çiçekler üzerinde yapan, sanat eserlerini kırıp dökenlere tatbik etmek münasip olmaz mı?

Saksıdaki çiçeklere gelince, burada insan benciliğini ittiham etmelidir: Nebatları niçin kendi muhitinden ayırmalı, ve onlardan yabancı muhitlerde çiçek açmalarını neden istemeli? Bu, kuşların, bir kafesin mahbesinde ötüşmesini ve kuluçkaya yatmasını istemek gibi bir şey değil midir? Orkidelerin, limonluklarımızın yapma sıcaklığı içinde boğulur ve kendilerinin cenup göklerinin bir ışığı için umutsuzca hasret çekerken neler duyduklarını kim bilir?

İdeal çiçek amatörü yabani krizantemle söyleşmek için kırık bir bambu parmaklığının önünde oturan, yahut şafak vakti Batı gölünün çiçek açmış erik ağaçları içinde dolaşırken esrarlı kokular içinde yolunu şaşıran Linvvosing (1) gibi onları doğdukları yerlerde gidip görenler rivayet ederler ki Chpwmushih (2) bir kayıkta uyurmuş" ve rüyaları lotüslerin rüyalariyle karışırmış. Nara'nın en meşhur hükümdarlarından biri olan İmparatoriçe Komio da "Ben seni koparırsam elim seni kirletecek, ey çiçek: ben seni çayırların koynunda gördüğüm halinle geçmiş zamanın, bugünün ve geleceğin Bouddha'larına takdime olarak veriyorum:,, diye terennüm ettiği zaman aynı his içindeydi.

Bununla beraber hislerimize fazla esir olmayalım. Daha az lüks müptelâsı fakat daha çok muhteşem olalım, Laotse:" Gökle yer merhametsizdir" dermiş. Kobodahishi de: "Ak, ak, ak, hayatın akıntısı her zaman daha çok uzağa gider. Öl, Öl, öl, Ölüm herkes için gelir,, dermiş. Nereye dönersek dönelim, harab olma bizi gözetliyor. Aşağıdan ve yukarıdan harab olma, arkadan ve önden harab olma. Sonu olmayan tek şey değişmedir. Şu halde neden ölümü de dirim gibi iyi karşılamamalı ? Ancak birbirine zıt, fakat birbirini tamamlayıcı olan fikirler. Brahma'nın Gecesi'yle Gündüzü vardır. Eski olan şeyin parçalanması yüzünden yeniden yaratılma imkân bulur. Merhametin canı yanmaz ilahesi olan Ölüme birçok isimlerle taptık. Ateşe tapanların ateşte selâmladıkları Cihanyutan'ın gölgesiydi. Shintu Japonunun hâlâ bugün de önünde diz çöktüğü şey kılıç ruhun donmuş safcılığıdır. Sırrilik ateşi bizim zaafımızı yakıyor, mübarek kılıç arzunun esirlerini kaldırıyor. Küllerimizden Allah ümidinin kokusu fırlıyor. (3) Hürriyetten insanlığın en yüksek gerçekleşmelerinden biri doğuyor.

Dünya fikrini asilleştirmek için yeni şekiller yaratmak mümkün olurken niçin çiçekleri tahrip etmemeli? Biz çiçeklerden, güzelliğe kurban kesmemize iştirak etmelerinden başka bir şey istemiyoruz. Kendimizi saflığa ve sadeliğe vakfederek yaptıklarımızı affettiriyoruz. Çiçek dinini yarattıkları zaman Çay üstatları işte böyle terennüm ediyorlardı.

Çay ve çiçek üstatlarımızın hallerini, tavırlarını tanıyan bir kimsenin çiçeklere karşı nasıl dindar bir tekrimle davrandıklarına dikkat etmemiş olması mümkün değildir. Hiçbir zaman rasgele çiçek toplamazlar, bilâkis ruhlarındaki sanat terkibini gözlerinden kaçırmadan her dalı, her sapı itinayla seçerler. Mutlak surette lâzım olandan fazla çiçek kaparacak olsalar utançlarından yüzleri kızarır. Bu münasebetle, maksatları canlı nebatın tekmil güzelliğini göstermek olduğu için her zaman çiçekle yaprağı bir araya koyduklarına işaret etmek lâzımdır. Bu bakım dan görüldüğü gibi usulleri, başka yerlerde olduğu gibi bedensiz, intizamsız bir tarzda rast gele vazoya yığılmış çiçek sapları ve başları görülen Batı memleketlerinde kabul edilmiş usullerden başkadır.

Bir çay üstadı bir çiçeği kendi zevkine göre düzeltildiği zaman bütün Japon evinin şeref yeri olan Tokonoma'ya koyar. Yanına, bu tarzda tertip için hususî bir estetik sebep bulmadıkça çiçeğin yapması lâzım gelen tesire zarar verecek bir şey konmaz. Demek oluyor ki çiçek orada tahta oturmuş bir padişah gibidir, davetliler yahut canlar oraya girince ev sahibine iltifat etmezden önce çiçeği derin bir selâmla selamlamaya mecburdurlar. Bu tarzda şaheserleri taklit ederek birçok resimler yapılır ve amatörlerin takdirlerine arz olunur. Çiçek solunca sahibi yüreği titreyerek onu akarsuya bırakır. Yahut itinayla toprağa gömer. Hattâ bazan hatıralarına âbideler dikilir.

Çiçek tanzim etmek sanatı çailik ile muasırdır. Yani on beşinci yüzyılda başlar. Rivayetlerimiz ilk çiçek tanzimini kasırgaların söküp attığı çiçekleri toplayarak, bütün canlı şeylere karşı gösterdikleri sonsuz itinayla onları su doldurulmuş vazolara koyan eski bouddhiste evliyalarına isnat ederler. Öyle rivayet ederler ki Ashikaga Yoshimasa sarayısın büyük ressamı ve sanat amatörü Soami bu zarif âdetin ilk peyrev'terinden biri olmuştur. Çay üstatları Yuko ile çiçek tarihinde resimde Kano'larin meşhur olduğu kadar Ykenobo ailesinin kurucusu Senno onun talebeleridir. Rikiu zamanında On altıncı yüzyılın son kısmında bir taraftan çay ibadetinin erkânı mükemmelleşirken, bir taraftan da çiçek tanzim etmek sanatı en yüksek şaşaasına varmıştı. Rikiu ile ondan sonra gelenler meşhur Furukaoribu OtaWuraka, Kobori Enshiu Koyetsu, Katagiri Sekishiu yeni ve akla gelmeyen terkipler bulmak için birbirleriyle rekabet ediyorlardı. Bununla beraber, Çay üstatlarının tatbik ettikleri şekliyle çiçek âyini onların estetik ibadetlerinin bir kısmı olduğunu ve başlı başına bir dil teşkil etmediğini unutmamak lâzımdır. Çiçek tanzimi ve Çay odasını süsleyen başka sanat eserleri gibi tezyinatın umumî plânına tâbi idi. Bunun için Sekishiu bahçede daha kar varken erik ağacının beyaz çiçeklerinin kullanılmasını yasak etmişti. Kalabalık yapan çiçekler Çay odasından merhametsizce uzakta bırakılmıştı. Bir Çay üstadı tarafından hazırlanmış bir çiçek demeti tahsis edildiği yerden kaldırılınca bütün mânasını kaybeder, zira onun bütün çizgileri, bütün nispetleri etrafındaki eşyayla ahenkli olacak tarzda tanzim edilmiştir.'

Çiçeğin kendisi için tevkıri, Onyedinci Yüzyılın ortasına doğru çiçek üstatlarının meydana çıkmasıyla başlar. O zaman çiçek, Çay Odasından ayrı bir şey olur ve seçilen vazonun kendisine verdiği şereften başka bir şey tanımaz olur. O zamanki yeni telâkkiler ve yeni yapı usulleri mümkün oldu, bundan da birçok prensipler, birçok mektepler meydana geldi. Son yüzyılın ortasında yetişmiş bir muharrir çiçeklerin tanzimi hususunda ayrı ayrı yüz mektep sayabileceğim söylüyordu. Bu mektepler hülâsa olarak iki esas kola ayrılır, biri formaliste, öteki naturaliste kolu. İkenobo'nun idare ettiği mektepler Kano Akademisinin idealizmine benzer bir idealizm için çalışıyorlardı. Elimizde çiçek tanzimi hakkında bu mektebin eski üstatları tarafından yapılmış öyle tarifler vardır ki hemen hemen Sansetsu ile Tsunenobu'nun. tablolarından alınmış farzedilebilir. Naturaliste mektepse bunun aksine olarak adının da gösterdiği gibi heri şeyden önce model olarak tabiatı alır ve ondan| sanat birliğinin icap ettirdiği şekil değişiklikleri yapmakla iktifa eder. Bunda Ukiyoe ve Shijo resim mekteplerini teşkil eden ayni saikleri bulmak mümkün değil midir? Çiçek üstadı, vazifesinin çiçekleri seçmekten ibaret olduğunu bilir ve onların kendi masallarını anlatmalarına müsaade eder.

Kışın sonuna doğru bir Çay Odasına girerseniz orada cılız bir yabani kiraz dalının tomurcuklanmış bir kamelyayla birleştirildiğini görürsünüz. Bu göçüp giden kışın, bahar müjdesiyle birleşmiş bir yankısı değil midir? Yahut yakıcı bir yaz gününde öğle çayı için içeri girdiğiniz zaman Toko Numanın serin gölgeliğinde asılmış bir vazonun içinde basit bir zambak görürsünüz. Daha çiçekleri kurumamış olan zambak hayatın çılgınlığına gülümsüyor gibidir.

Tek başına çiçeklerin alâkayı çekebileceğine şüphe yoktur. Fakat birde yağlıboyayla ve heykeltıraşlıkla birleşince ne kadar şevk ve neşe verici olur! Sekishiu bir defa göl ve durgunsu nebatı görülüyormuş hissini uyandırmak için yassı bir kabın içine su nebatları koymuş, üstüne, duvara da Soaminin uçuş halinde yabanördeklerini gösteren bir yağlıboya tablosunu asmış. Başka bîr Çay üstadı Shoha bîr balıkçı kulübesi şeklinde bronzdan bir buhurdana deniz kıyılarında biten yabani çiçeklerden birkaç tanesiyle denize yakın yerlerdeki yalnızlığın güzelliğini gösteren bir şiir terkibetmiş. Davetlilerden birisi bu terkip karşısında sona eren güz mevsiminin nefesini duyduğunu söylemiş.

Çiçek masallarının sonu hiç gelmez. İşte bir tane daha: (On altıncı yüzyılda "Sabahın Şerefi" (1) dedikleri çiçek memleketimizde daha oldukça nadirdir. Rîkiu'nun tekmil bu çiçekten dikilmiş ve üzerine gözbebeği gibi titrediği bir bahçesi varmış, Rikiu'daki kahkaha çiçeklerinin şöhreti Taî'ko'nun kulağına değmiş. Bunun üzerine çiçekleri görmek istemiş. Rikiu da onu bir sabah çayına çağırmış. Tâyin ettiği günde Tai'ko gelmiş. Bahçede gezinmiş; fakat bahçede bir tek kahkaha çiçeği bile yokmuş. Toprak düzeltilmiş, üstü çakılla, kumla örtülmüştü. Müstebit karanlık bir öfke içicide, Çay Odasına girmiş ve beklenmeyen bir temaşayla mest olmuş. Sang Tokonomada'lar devrinden kalma kıymetli bir bronz içinde bütün bahçenin sultanı olan bir tek kahkaha çiçeği görmüş:

Böyle misaller bize çiçekleri kurban etmenin bütün manâsını gösterir. Bu manâyı çiçeklerin bile anlamış olması mümkündür. Çiçekler insanlar gibi korkak değildir. Bazı çiçekler ölümü bir şeref sayarlar. Meselâ kendilerini serbestçe rüzgârlara bırakan Japon kirazının çiçekleri Yoshino'nun, yahut Arashiyama'nın kokulu! çığlarında gören bir kimse bunu anlayabilir. Bir an için mücevher bulutları gibi uçuşur. Billur sular üzerinde oynaşırlar; sonra gülümseyen dalgalar üstünde: "Allaha ısmarladık, ilkbahar; biz ebediliğe göçüp gidiyoruz!" der gibidirler.

VII

ÇAY ÜSTADLARI

Dinde, gelecek bizim arkamızdadır. Sanatta bugün ebedidir. Çay üstatları, sanatın gerçek mânası ancak sanatı canlı bir tesir haline getirmiş olanlarca anlaşılabilir diye iddia ederlerdi . Onun için gündelik hayatlarını Çay odasında gerçekleştirdikleri mükemmel incelik örneğine göre tanzime çalışırlardı. Her türlü şartlar içinde ruhlarının sükûnunu korumaya ve konuşmalarını muhitin ahengini bozmayacak surette idareye gayret ederlerdi. Elbiselerin biçimi ve rengi, vücudun muvazenesi, yürüme tarzı; bir sanatkâr hüviyetinin meydana çıkarılmasına yarayabilir. Bu, şüphesiz ciddî bir konudur. Çünkü kendisini güzelleştirmemiş bir kimsenin güzelliğe yaklaşmağa hakkı yoktur . Onun için Çây üstadı bir sanatkârdan fazla bir şey, sanatın kendisi olmaya uğraşıyordu. Bu, estetiğin Zen'iydi. Sadece mükemmelliği araştırmak gayretini gösterirsek onu her tarafta buluruz. Rikiu eski bir şiiri zikretmekten hoşlanırmış; bu şiir şöyledir: "Çiçeklerden başka bir şey sevmeyenlere, karla örtülü yamaçlarda hayret içinde bulunan tomurcuklarda sığınmış çiçekli baharı göstermek isterdim.,,

İşin doğrusu Çay üstatlarının sanata getirdikleri şeyler pek çoktur. Klâsik mimariyle evlerin içinin tezyinatında büyük inkılâplar yapmışlar, Çay odasına ayırdığımız fasılda anlattığımız ve tesirlerini onaltıncı yüzyıldan beri yapmış olan saraylarla manastırlarda bile bulduğumuz yeni üslûbu yaratmışlardır. Enshiu Kobori kompleks desenin dikkat çeken misallerini Katsura adındaki İmparator şehrinde, Najoyare Nijo şatolarında ne Kohoan manastırında göstermiştir. Japonya'nın meşhur bahçelerinin hepsinin resimlerini yapanlar da Çay üstatlarıdır. Çay âyinlerinde kullanılan kap kaçağın yapılması, çanakçılarımızın büyük bir hüner göstermelerim icap ettirdiği için, Çay üstatları ilhamlar ile yardım etmemiş olsalardı, çinicilik sanatımız mükemmellik derecesini belki bulamayacaktı. Japon çiniciliğini tetkik edenlerin hepsi Enshiu'nun Yedi Fırın'ını bilir. Kumaşlarımızdan da kaç tanesi, bunların rengini ve resmini düşünmüş olan Çay üstatlarının adlarını taşır. Gerçekten Çay üstatlarının dehalarının izini bırakmadıkları bir sanat şubesi bulmak mümkün değildir. Yağlıboyada, lakede Çay üstatlarına borçlu olduğumuz sonsuz hizmetlere işaret etmek bile lüzumsuzdur. Büyük Yağlıboya mekteplerimizden biri menşeini, aynı zamanda meşhur bir lake ve çini sanatkârı olan Çay üstadı Honnami Koyetsu'ya borçlu değil midir? Bu üstadın eserleri yanında torunu Koyo ve ikinci göbekten yeğenleri Korîn Kenzam'ın eserleri gölgede kalır. Umumî olarak tarif edildiği şekilde Korin mektebi çailiğin bir ifadesidir. Öyle görülüyor ki bu mektepte tabiatın kendi hayatiyeti vardır.

Bununla beraber Çay üstatlarının sanat sahasında yaptıkları tesir ne kadar büyük olursa olsun hayatın yürüyüşü üzerinde yaptıkları tesirin yanında çok küçük kalır. Çay üstatlarının varlıkları yalnız medenî cemiyetin usul ve âdetlerinde değil, ev hayatımızın bütün teferruatının tanziminde de görülür. En ince ye ineklerimizin birçoğunu, bunları ne suretle sofraya getirileceğini de onlar icat etmişlerdir. Mutedil renkli kumaşlardan yapılmış elbiselerden başka elbise giyemememizi bize onlar öğrettiler. Çiçeklere yaklaşmamız için hangi hususî ruh hali içinde bulunmamız lâzım geldiğini bize onlar söylediler. Sadeliğe karşı olan tabiî sevgimizi onlar kuvvetlendirdiler; küçülmekteki güzelliğin sırrını bize onlar gösterdiler. Hulâsa onların öğretmesi sayesinde Çay milletin hayatına girdi.

Hayat dediğimiz mânâsız karışıklıkların teşkil ettiği gürültülü o denizde kendi varlıklarını münasip şekilde sevk ve idare edemeyenler, boş yere bahtiyar ve memnun görünmeye çalışarak ebedî bir ıstırap içinde yaşarlar. Manevî muvazenemizi koruyabilmek için yaptığımız gayretlerle zayıf düşüyoruz, ve ufukta uçuşan her bulutta bir fırtınanın habercisini görüyoruz. Bununla beraber ebediliği silip süpüren dalgaların yuvarlanışında güzellik ve neşe vardır. Bunların ruhuna neden sokulmamalı ve Liehtse gibi neden fırtınanın üstüne binmemeli?

Güzellik içinde yaşamış olan bir insan ancak güzellik içinde ölebilir. Çay üstatlarının son dakikaları da hayatları gibi incelikle ve zevkle doludur. Kâinatın büyük ritimine uymak istedikleri için bilinmeyen yere gitmeğe her zaman hazır bulunurlar. "Rikiu'nun son Çayı,, nı her zaman ruhumda feci bir büyüklük şahikası olarak göreceğim.

Rikiu ile Taiko Hideyoshi'yi birleştiren eski ve büyük askerin Çay üstadına karşı beslediği takdir büyüktü. Fakat bir müstenidin dostluğu her zaman tehlikeli bir şereftir. Bu ihanetin hüküm sürdüğü re insanların en yakın akrabalarına bile güvenemedikleri bir zamandı. Rikiu köleleşmiş bir saray adamı değildi ve çok defa gururlu efendisinin sözlerinin aksini söylemek cesaretini göstermişti. İşte bu yüzden, Taiko ile Rikiu arasında bir zamandan beri hüküm süren soğukluktan faydalanan Çay üstadının düşmanları kendisini müstebidi zehirlemek için yapılan gizli teşebbüste parmağı olmakla itham ettiler Hideyoshi'nin kulağına kendisine verilecek ağının, Çay üstadının eliyle hazırladığı bir bardak yeşil içki içinde verileceğini fısıldadılar. Hideyoshi'nin derhal öldürmek kararını vermesi için en küçük bir şüphe kâfiydi, ve hiddetlenen efendinin arzusunun yerine getirilmemesine hiç bir çare yoktu; Mahkûm ettiği adama karşı yapacağı tek lütuf, ona kendi elinde ölmek şerefini vermesiydi.

Kendinin kurban edileceği günde Rikiu, müritlerinin ileri gelenlerini son çay âyinine davet etti. Karar verilen saatte davetliler direkli yolda birbirlerine keder içinde rastladılar. Bakışlarını bahçe yolunda dolaştırırlarken ağaçlar kendilerine titreşiyor gibi geldi ve yapraklarının hışıltısı içinde barınacak yerleri kalmayan hayaletlerin ahlarını işittiler. Kül rengi taştan fener sütunları Hade'in kapılarında bekleyen muhteşem nöbetçiler gibiydi. Fakat Çay odasından kıymetli bir buhur kokusu geldi; bu, davetlilere içeri girmelerini emreden işaretti. Birer birer ilerlediler ve yerlerine geçtiler. Tokonomada, üzerinde eski bir keşişin yeryüzünde her şeyin fena bulacağı hakkındaki düşünceleri yazılıydı. Mangalın üstünde kaynayan çaydanın gürültüsü, göçüp giden yazın karşısında içindeki kederi döken bir ağustos böceğinin türküsüne benziyordu. Fakat ev sahibi göründü. Herkese sırasiyle çay sunuldu. Herkese sırasiyle sessizlik içinde fincanını boşalttı; en sonra da ev sahibi fincanını boşalttı. Sonra davetlilerin en ileri geleni merasim mucibince Çay sofrasını gözden geçirmek için izin istedi. Rikiu muhtelif eşyayla Kakemono'yu önlerine koydu. Bu seçme parçaların kendi dilerinde uyandırdığı takdir hissini ifade ettikleri zaman Rikiu bunları hâtıra olarak misafirlerine hediye etti. Kendisine yalnız çay içilen kabı ayırdı. "Felâketin dudakları ile kirlenen bu bardağa bir daha hiçbir insan ağzı değmesin!" dedi ve bardağı bin parça etti.

Merasim bitti. Gözyaşlarını güç tutabilen davetliler Rikiu'ya son defa, Allahaısmarladık, dediler ve odadan çıktılar. Rikiu'nun ricası üzerine üstat için hepsinden daha yakın, daha kıymetli olan biri Rikiu'nun son deminde hazır bulunmak için orada kaldı. O zaman Çay üstadı Çay elbisesini çıkarttı. İtinayla hasırın üzerinde devşirdi, lekesiz beyaz renkli ölüm elbisesiyle göründü. Meşum hançerin parlak demirine baktı ve müridine şu güzel mısraları şefkatle söyledi:

Hoş geldin

Ebedîliğin kılıcı;

Bouddha içinden

Hem de Dharuma içinden

Kendine yolunu açtın.

Rikiu, yüzü gülümseyerek bilinmeyen ellere göçtü.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar