Gavur Kafalı İlahiyatçıların Beslendiği Kaynakların Deşifresi
Hz. Peygambere salla'llâhü aleyhi ve sellem Dil Uzatanlar
Yazan: Dr.
KASİM KÜFREVİ
M. Rodinson, Marksist bir anlayışla, derleme bir MAHOMET
yayınladı. Bu kitaba, Türkçesi çıkınca, bir reddiye yaz* mağa başladım. Hacimli
bir kitap meydana geldi. Şimdilik, bunun çok kısaltılmış bir nüshasını
neşretmeği uygun buldum. Garazkâr oryantalistlerin tahriflerine karşı,
Avrupa’lı münsif ilim adamlarının mütâlâalarını irâd etmeği, İlmî münazara metodu
olarak seçmiş bulunuyorum.
Allah, hak ve hakikat peşinde koşanlarla
beraber olsun.
İstanbul. 1969 Dr.
KASIM KÜFREVİ
Hep O Kötü Niyyet
Kitapçı sergisine göz gezdirirken, bir kitap ilişti gözüme. Hem de sol
kitaplar arasında: Hz. MUHAMMED. Üzerinde de ayrıca, Arap harfleri ile
Allah Muhammed yazılı. Kitap, Maxime Rodinson’un, fransızca MAHOMET’inin
(1) Türkçesi. Yazarın şöhreti var. Aslen mûsevi bir aileden; bir zamanlar Fransız
Komünist Partisi üyesi.. Şimdi de, Marksizm’in nazariyecilerinden bir
oryantalist. Orta doğu komünistlerinin akıl hocası.. Kitabı merakla aldım.
Türkçe çevirisini yayınlayan GÜN kitabevi. Lenin’in, Mao’nun, Nâzım Hikmet’in
kitaplarını yayımlayan bir müessese. Bu beni büsbütün meraklandırdı. Zira,
merak edilmeyecek gibi değil ki.. Bir peygamberin hayatı bu.. Marks’ın,
Engels’in, Lenin’in: «din afyondur» saloganı ile yıkmak istedikleri bir
düzenin kurucusu. Bunun hayatım bir komünist niçin yazsın? Ve Türkiye’de,
solcu yayınları ile ün yapan bir kitabevi, bunu niçin yayınlasın?
Bütün bu sorular üzerinde biraz durunca, doktriner sol kanadın, bu kitap
ile bir gâyeye ulaşmak istediği apaçık ortaya çıkıyor: bütün gayreti ile
yıkmak istediği bir din düzenini, bir başka yoldan sömürerek, o düzenin hâkim
olduğu ülkelere komünizmi sokmak.. Yazarın gayesi tamamiyle bu.
Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem) en son vesikalara göre,
taraf tutmayan bir görüşle hayatını yazan W. Montgomery Watt şöyle der:
“Tarihe mal olmuş büyük şahsiyyetlerin hiç birisi, garpta Muhammed
kadar az değerlendirilmiş değildir” (2).
Neden ve niçin bu böyledir?
Bugün, altı yüz elli milyon Müslümanın, Tanrı’nın en son elçisi olduğuna
iyman ettiği bu ulvî şahsiyyetin, hakiki hüviyyeti garp âlemine kasden yanlış
tanıtıla gelmiştir. Peygamberler içinde, hayatı günü gününe bilinen tek
şahsiyyet, Hz. Muhammed’dir (salla’llâhü aleyhi ve sellem). Buna rağmen, garp
âleminde O’nun hakkında eser yazmış veya ondan bahse yeltenmiş hemen hemen her
oryantalist, bu güneş kadar parlak hayata leke sürmekten kaçınmamıştır.
Garplılar, Peygamberimizin hayatını ve İslâmiyet! neden tetkike girişmişlerdir?
Bu sualin cevabını, katolik kilisesinin İslâm düşmanı kalemşoru Leone
Caetani’nin ağzından dinleyelim :
“Islâmiyetin medh-ü sitayişine dair bir eser yazmak fikrinde değiliz.
Vazifelerimizden biri, bu cidalcû dinin beşeriyete verdiği gayri kabili tasvir
felâketleri (?), nâ-mütenâhi hatâları (?), bi-tarafane (?) hikâye etmektir”
(3).
Kafasına böyle bir fikri yerleştirmiş olan bir yazardan, objektiflik
beklemek safdillik olur. Kendisine kaynak teşkil eden, 19. yüzyıl
oryantalistlerinin, İslâmiyete karşı besledikleri gayız ve kinle meydana
getirdikleri tahrif ve iftiralar, L. Caetani’nin gerçekleri aksettirmek azmiyle
ileri sürdüğü safsatalarla birleşince, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) garp âlemindeki portresi ortaya çıkmıştır.
Bakınız bu L. Caetani İslâmiyetten bahsederken yine ne diyor :
“19. asırdaki hareketi ilmiyyenin meziyetlerinden biri de, bu asırdide
düşmanı (İslâmiyet! kastediyor) bi-tarafane tetkike kıyam etmesi ilh...” (4).
Daha incelemeye girişmeden düşman olarak nitelediği îslâmiyeti, nasıl
bir tahrife hedef tutacağını, şu ifadesinden daha açık olarak hangi cümle
ortaya koyabilir :
“İslâmiyet, sâliklerinin derin kanaatleri dolayısıyle, Hıristiyanlık
mezhebinin inkişâfına büyük bir manidir” (4).
Bu itibarla, onu kökünden yıkmak için, Paygamberine saldırmak
gereklidir, işte, Caetani’yi ve ondan öncekileri Hz. Muhammed’in (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) hayatını tahrife sevkeden kötü niyyet budur. Sonraki yazarlar
arasında, bu kötü niyyetle ortaya atılanlar, L. Caetani’nin kitabında ileri
sürdüğü safsatalara hiç bir yenilik katmadan, geveler dururlar.
Caetani’nin, Hz. Peygamberin hayatını tahrif konusunda fikirlerine büyük
bir sevinçle sarıldığı Avrupa’lı şarkıyyatçıların başında Ignaz Goldziher,
Theodor Nöldeke, Dr. Sprenger, W. Muir ve R. Dozy gelir.
Hz. Muhammed kitabının komünist yazarı, eserini hemen hemen
yukarıda adlan geçen oryantalistlerin, bugünkü ilmin reddettiği köhne
görüşlerinin kalıbına döküyor. Hollanda'!) F. Bubi ile, Belçikalı İslâm düşmanı
rahip H. Lammens’in maksatlı ve yeni bilgilerin çürüttüğü mütalâalarım da
bunlara ilâve ederek köhne tahrifat yığının, yeniden piyasaya sürüyor.
Gerçekten uzak sonuçların üzerine de, gayet küçük bir kısımda komünizmi
oturtmaya itinâ gösteriyor. Şimdiye kadar sakız gibi çiğnenmiş bir tezvirat
yığınından, bir komünizm sentezi çıkarmağa yelteniyor.
Kendisi, bu taktik gayretini ne kadar mâhirane sayarsa saysın, içinde
bulunduğu çelişmenin, sırıtkan yüzünden maskeyi düşürmeğe bir fiske bile
kâfidir.
Bu yaveleri cevaplandırmadan evvel, şurasını açık olarak ortaya koymak
gerekir. Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem), siyerine hücum eden
Mûsevi veya Hıristiyanlar, mühim bir noktayı unutmaktadırlar. Caetani’nin de
itiraf ettiği gibi: «Müessisi hakkında bir çok hakiki vesaik arzeden yegâne
din îslâmiyettir. Bundan dolayı, umumiyetle bütün dinlerin tevellüdü
keyfiyyeti, bil-vasıta pek çok tenevvür eder» (5). Bu itibarla, Hz. Muhamed’din
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) hayatı, İslâmiyet düşmanlığı sar’asının tesiriyle
tahrif edilirse, ortadan peygamberliği isbat edebilecek tek nebî kalmaz.
19. asra kadar, Hıristiyan Avrupa, Hz. Muhammed’e (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) samimiyetsizlik isnat etmiş, ona bazan da bir sar’alı gözüyle bakmıştı.
T. Carlyle’ın (1795 1851) konferanslarından sonra, ilk defa Hz. Peygamberin
samimiyetine inanmanın yerinde olacağı kanaati doğdu, inancı uğruna, bunca
zulümlere tahammül edişi, kendisine inançla bağlanan insanların yüksek
karakterleri göz önünde bulundurulunca, bu yüce şahsiyete yalancılık aslâ isnat
edilemezdi (7). Sar’a, geçer akçe olmayınca Dr. A. Sprenger, bir başka
yönden tezvirin kapısını çaldı. Ona göre, Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) sar’alı olamazdı. Fakat, marazî bir yapıya sahip idi. Vahiyleri, birer ‘hallucination’
dan ibaret idi. Bu görüşü, mal bulmuş mağribiler gibi Islâm düşmanlan kapıştı.
Bunlann başında R. Dozy geliyordu. Bu hezeyân dolu isnat, tenkitlere uğramış,
daha o günlerde çürütülmüştü. Fakat, kötü niyyet illetine müptelâ yazarlar, bu
tenkitlere, gözlerini kapayıp, kulaklarını tıkamışlar; Caetani’ler,
Lammens’ler, F. Buhl’ler ve Demombynes’ler bunu geveleyip durmuşlardı.
İşte, son yazar komünist Rodinson da, bu tezvire dayanan bir Hz.
Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) portresini, safdillere göstermek
kurnazhğı ile işe başlamıştır. Şimdi biz, bu hezeyanları çürüten, yine
Avrupalı oryantalistlerin İlmî mütalâalarım en sonuncusuna kadar gözden
geçireceğiz.
Meşhur Fransız filozofu Barthelemy Saint-Hilaire (ölümü 1895), Dr.
Sprenger’in Peygamberimize isteri isnadım şu İlmî mütalâalarla reddetmektedir
(8):
“Muhammed’in vahiy esnasındaki bu garip hali,
patalojik ve marazî bir sebebe dayatılmak istendi. Gûya, çocukluğundan beri
düçar olduğu sar’a nöbetlerinden bahsedildi. Hem edebiyat öğretmeni, hem de
doktor olan Sprenger, Muhammed’in isterya nöbetine bütün bir bâb tahsis etti.
Dr. Sprenger, isteriklikten İlmî bir şekilde bahsediyor. Fakat, bu hastalığın
ve bu nazariyelerin hepsini doğrudan doğruya Muhammed’e tatbik etmeden, umûmî
bir surette irat ediyor.”
“Peygamberin zaafına, bayılmalarına müteallik metinlerin hepsi bu bapta
naklediliyor. Bu metinler gözden geçirilince, görülür ki bunlar teşhis edilmiş
bir hastalığın â’razı değildir. Müzmin bir hastalığı göstermekten ziyade, bir
takım vasıflar halindedir.”
“Ben, bu nevi mütalâaların bana hiçbir şey tahlil ve teşrih eder gibi
görünmediğini itiraf ediyorum. Şüphesiz, onda —Hz. Muhammed’de • başka bir şey
vardı. Zira, isteriklerin hepsi peygamber değildir. işte, bilinmesi mühim olan
şey de budur ” (9).
Montgomery Watt, bu konuda şu mütalâaları sıralamaktadır:
“Garplı yazarların ekseriyeti, Muhammed hakkındaki en, kötü şeyleri
kabule hazır durumda bulunmuşlar, nerede itiraz gibi görünen bir ifade
bulmuşlarsa, hemen' buna gerçekmiş gibi sarılmışlardır. Bu itibarla, eğer
Muhammed’i lâyıkı ile anlamak istiyorsak, onu yalnız tam bir namusa sahip,
dürüst hareket eden bir şahsiyet olarak telâkki etmekle yetinmemeliyiz. Eğer,
mâziden tevârüs ettiğimiz hataları tashih edecek isek, her meselede aksi kat’î
olarak ispat edilmedikçe, onun samimî olduğunu kabul etmeliyiz ve
unutmamalıyız ki, bu ‘kat’î ispat’ akla uygun gelen bir görünüşten çok daha
kesin bir taleptir ve bu gibi bir meseleye de ancak zorlukla tatbik
edilebilir.”
“Garplı yazarların, Muhammed’in samîmî olmadığını önceden kabul eden
görüşleri, bir faraziyye olarak münakaşa konusu dahi yapılamaz. Buna mukabil,
samîmîyyeti aleyhine öne sürülen delilleri de incelemek zorunluğu
vardır. îslâmiyete hasım olanlar, sık sık Muhammed’in sar’asmdan ve bundan
dolayı dinî hayâtının gerçeğe dayanmadığından bahsederler. Hakikatte, bu
hususta zikredilenler, hiç te sar’a â’razı değildir. Zira, bu hastalık zihnî
ve bedenî inhitata yol açar. Halbuki, Muhammed hayatının son demine kadar,
bütün melekelerine tam mânasıyla hâkim idi. Eğer, bu hal vaki olsaydı dahi,
ileri sürülen bu deliller, baştan aşağı çürük olacak, cehalet ve kötü niyyet
eseri bulunacaktı.”
“Bu gibi halin (vahiy) kat’î şekli, İsrarla ifade edilmelidir ki,
Müslüman veya Hıristiyan ilâhiyyatçılar için, birinci derecede ehemmiyeti haiz
bir mesele değildir. Muhammed’in görüp işittiklerinin (vision ve locution),
hallucinatiorilar olduğunu ifade etmek, ne yaptığından tamamiyle habersiz
olarak, teolojik hükümler vermek demek olur. Bu takdirde de, Paulain gibi
yazarların ilim ve isabetinden ve bunların temsil ettikleri mistik
teolojinin kurallarından acınacak derecede gaflet içinde bulunmuş olmanın tam
bir örneği ortaya çıkar” (10).
ŞAKK-I SADIR
Bütün bu garazkâr alayının bu sar’a ve hallucination yavelerini
Hz. Peygambere rahatça kondurmak için dayandıkları rivayetin ne olduğu ortaya
çıkınca, tarih, ilim, insanlık, iz’an, insaf ve ahlâk adına esef etmekten,
hiçbir akl-ı selim sahibi kendisini alıkoyamaz.
Bu rivayet nedir, bilir misiniz?
Hz. Peygamberin, göğsünün pisliklerden arındığı gerçeği.. Bunun türlü adı
var: Şakk-us sadr, Şerh-us-sadr.
Bu arınmanın, türlü rivayetlerle nasıl gerçekleştirildiği kitaplarda
anlatılagelir. Ancak, bu İslâmiyet düşmanları, bunun bir tek şeklini ele
alırlar. Süt annesi Hz. Halime’nin yanında iken, Tanrı’nın Elçisi’nin göğsünün
gerçekten melekler tarafından yarılıp, kalbinin tathir edildiğini anlatan
rivayeti. Bu konuda bir çok hezeyanlar garazkâr misyonerlerin eserlerinde yer
alıyor. Ama, bunların hiç birisi M. Rodinson kadar edepsizce bir imâ ile
konunun üzerine eğilme hayasızlığım göstermiyor. işte size söylediklerinin
fransızcası ile tıpatıp aynı olan Türkçe tercümesi:
“Süt annesinin sürüsünü otlatırken, gelip yüreğini çıkaran melekler hakkındaki
hikâyeler, belki de çocukta hastalıklı bir krizin farkedilmesinden sonra ve bu
gözleme dayanarak geliştirilmiştir. Nitekim, bir rivayete göre Halime, çocuğu
perperişan bir durumda bulmuştur. Sorguya çekilen Muhammed’in, beyaz giysilere
bürünmüş iki adamın kendisine doğru geldiklerini ve göğsünü yararak orada ‘ne
olduğunu bilmediği bir şeye’ dokunduklarını anlattığı söylenmektedir. Süt
annesinin kocası endişeye kapılarak:
“— ‘Halime’ demiştir karısına., ‘korkarım
ki çocuk bir hücuma uğradı, iş meydana çıkmadan önce, götür ailesine teslim
et, başımız belâya girmesin.’
“Muhammed’in, o sırada henüz altı yaşında
olduğunu hatırlayalım” (1).
M. Rodinson; bu hücûm (attaque) kelimesini, henüz altı yaşında’
ilâvesi ile, çirkin bir rabıta kurmak maksadıyla kullanıyor. Kendi çocukluğunu
hatırlayarak böyle bir ilişgi kuran kimsede, hayânın izine bile rastlamak
mümkün değildir.
Bu rivayetin tesbit ve tahliline geçmeden önce, şunu be1 itelim ki, burada
‘hücûm’ kelimesini maddî mânada kullanabilmek imkânım, hâdisenin hiçbir
rivayeti vermemektedir. Rodinson’un naklettiğimiz cümlesi, İbn Hişâm’ın
rivayeti üzerine, o da Avrupa lisanlarına yapılmış tercümelerinden alınarak
bina edilmiştir. Bu rivayette ise, İbn Hişâm, Halime’ye kocasının ‘kod ûsîbe
(çarpılmış, cin çarpmış)’ dediğini kaydeder (2). Bu eseri İngilizceye
çeviren A. Guillaume, bu cümleyi ‘has had o stroke (bir darbeye mâ’ruz
kalmış)’ şeklinde ifade (3) ediyor. İbn Hişâm’ın rivayetindeki bu cümleyi,
başka türlü anlamak ve almak mümkün değildir. Zira, hemen biraz aşağıda, küçük
Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) annesine getirildiği zaman onun
Halime’ye: ‘e fetehavvefti aleyh-iş-şeytân (O’na şeytan çarpacağından mı
korktun?)’ dediği görülüyor. Nitekim, A. Guillaume da bu cümleyi: ‘a
demon possessed (Şeytan çarpmış olması)’ şeklinde İngilizceye naklediyor.
* İşte, esas kaynağa şöyle bir göz atmakla M. Rodinson’un hücûm (attaque)
kelimesini hangi hâinane maksatla böyle müphem bir kılığa soktuğu derhal
anlaşılıyor.
Hz. Peygamberin göğsünün yarılıp arındığının bir
mû’cize olarak nakledildiği ortadadır. Hıristiyan misyoner ve müsteşrikleri,
bir taraftan Hz. Peygamberin mû’cizesi olmadığım ileri sürerek itiraz
ederlerken, diğer taraftan da mû’cize mahiyetindeki bu hâdiseye türlü
bahanelerle hücum ederler. Bu suretle de, fâsit maksatlarını açığa vururlar; o
da ne yolla olursa olsun, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
peygamberliğini red ve inkâra girişmekten ibarettir.
Yine bu konuda, akl-ı selim erbabının, hayret ve ibretle tesbit ettikleri
bir gerçek daha vardır: bu arınma keyfiyyetıne, Hıristiyanlık taassubu ile
sataşan Sprenger, Muire, Goldziher, Dozy ve bunların peykleri sayılan Caetani,
Buhll, Lammens, Demombynes gibi müsteşrikler, bu hâdisenin reddi ile
peygamberliğin çürütüleceği vehmine saplanmış kalmışlardır. Hele, bunlar
arasında Hıristiyanlık sar’asımn tedavi kabul etmez müptelâlarına acımamak
elden gelmez. Bunlar, bir taraf', tan mezhebi cezbelerinin şuursuzluğu
içerisinde, Yüce Tanrı nın kendi yaratığı bir bakirenin rahmine sığındığını
çekinmeden ileri sürerler; oradan da ete-kemiğe bürünerek insanların arasına
karıştığını utanç verici bir huşû içerisinde benimserler. Sonra da, insan
aklının yüce haysiyyeti namına, bütün bu safsataları reddeden bir ulu
şahsiyyetin insanlık âlemine o kudsî sedası ile haykırışını duyunca, derhal
ayaklanırlar.
Nediyor bu İlâhî âlemin habercisi? İnsan aklını bu kadar tezyif
edemezsiniz. Tanrı’yı bir rahme sokamazsınız. Hz. İsa, sadece bir Tanrı
kuludur, Tanrı elçisidir, diyor. Ne demiş Tanrının son Elçisine inananlar? Bu
safsataları İlâhî bir emirle reddeden ve insan aklını yücelten bu kudsî
şahsiyyetin kalbi, İlâhî bir kudretle yıkanmıştır. İşte bu kadarı, bu salyaları
akan sar’ah Hıristiyan alayını çıldırtmaya kâfi gelmiştir.
Şimdi, insan aklı namına soruyoruz: Bu iki iddianın hangisini, akl-ı
selim kabul eder? Tanrı’nın, —hâşâ-— bir rahme sığındığını mı? Yoksa, insanlığa
ışık tutan bir yüce şahsiyyetin göğsünün İlâhî bir kudretle tathir edildiğini mi?
Hâdiseyi, bir de naklî yoldan tahlil
edelim:
Şakk-us-Sadr (Göğsün yarılması) namı ile anılan bu hâdise, Cehm
b. Ebi’l-Cehm adında birisinden rivayet edilerek kitaplara alınmıştır. Bu
rivayete yer veren Muhammed b. îshâk’tır. Bu suretle de İbn Hişâm’m adı geçen
kitabına girmiştir. Ancak birinci zat, hadis âlimleri arasında, pek tanınmamak,
tadır. Bu itibarla da, bu rivayet fazla bir değere sahip değildir (4).
İslâm âlimleri, .Şakk-us-Sadr hâdisesinin
diğer sahih rivayetlerini, ŞarJı-us-sadr (Göğsün genişletilmesi, arınması)
mâ naşı ile birleştirmektedirler. Hz. Muhammed’in (salla'llâhü aleyhi ve sellem)
göğsü, ‘beşerî nakiselerden temizlenmiş, İlâhî vahyi telâkkiye lâyık bir vasfa’
ulaştırılmıştır.
Hakikat erbabına göre, bu gibi haller misal ve şehadet arası berzah
âlemine ait gerçeklerdir. Veliyyullah-ıd-Dehlevî : “Göğsün yarılması ve imân
ile doldurulması, meleklere hâs nurların Hz. Muhammed’in (s.a.) ruhunu
kaplaması suretiyle, beşer mizâemdan fışkıran alevlerin sönmesi ve bu ruhun
İlâhî tecellileri telâkkiye tâbi olması..’’ (5) keyfiyetini ifade ettiği
görüşünü benimsemektedir. Bu zata göre ‘yarılmanın’ cismânî olduğu da
şüphesizdir.
KUR’ANI KERİM ALLAHIN KELÂMIDIR
/ Marksizm’in esas hedeflerinden biri de,
dinleri ortadan kaldırıp yerine diyalektik-materyalizmi yerleştirmektir.
M. Rodinson da, bu hedefe kendisince makbul saydığı bir manevra ile
yönelecektir. Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) şahsiyyetini
yükselterek onu bir. dâhi seviyyesine çıkaracak, bu arada Kur’anı ona mal
edecek, insan dehâsının eseri sayacaktır. Böylece, hem ona inanan milyonlarca
insanı —akimca— okşayacak, hem de Tanrı kelâmını ortadan kaldırmak suretiyle,
Islâm dinini muallâkta bırakacak, beşerin icadı bir düzen haline so\ kacaktır.
M. Rodinson, bu taktiğini birinci kademesinde nasıl başkalarının hurdaya
çıkmış metâmı tezgâhına koymuşsa, ikinci kademesi olan Kur’an konusunda da
garazkâr Hıristiyan fanatiklerinin fikir bozuntularım, eski rus manatı gibi,
piyasaya sürüyor. İşte ‘Eskiler alayım!.’ haykırışının ırkının hançeresine hâs
sedası ile şöyle sesleniyor:
“Muhammed’in işittiği ve tekrarladığı sözleri, Tanrı’sma yorduğu ilk
vahiyleri, şekil bakımından cinlerin çöl kâhinlerine ilham ettiklerine
tamamiyle özdeştir (Unutmayalım ki, çöl kâhinleri mistik yükselişin yamacına
tırmanmağa koyulmuş, ama çok geçmeden soluksuz kalmışlardır). Tıpkı kâhinlerde
ı olduğu gibi, Muhammed’in ağzından da kelimeler kısa kısa, az çok kafiyeli ve
âni soluklarla söylenen cümleler halinde düzene girmektedir. Bu tarza, Araplar
kafiyeli nesir anlamına sec’i demektedirler. Tıpkı kâhinlerde olduğu
gibi, bu cümleler de tabiî âlemin tüm nesnelerini sıra ile tanık gösterir
yeminlerle doludur. Burada, aradan on üç yüzyıl geçmesine rağmen, büyüleyici
etkisi hâlâ işlek kalan ilkel bir şiirle karşı karşıyayız (1) ”
M. Rodinson’un eskici dükkânındaki bu
fetvasının, Arap şiir anlayışı yönünden ne kadar çürük, hattâ ne kadar câhilâne
olduğunu aşağıda izah edeceğiz. Önce, kendisinin tezgâhladığı bu ve buna benzer
mütalâaları, insaf sahibi müsteşriklerin nasıl karşıladıklarını tesbit etmeğe
çalışalım.
M. Rodinson’un kitabını gözden geçiren
şarkiyyatçılar, daha ilk
bakışta bu konuda da orijinal bir fikirle karşılaşmai. dıklarını anlarlar.
Bilhassa, Kur’an konusunda bu komünist yazar, arapça metne nüfuz edememiş, bu
kudsî kitabın Avrupa , dillerine yapılan çevirilerinden iktibasta bulunmayı,
çıkar yol olarak kabullenmiştir. Çevirileri tetkik ederek, bunları tahlile tâbi
tutmak da —-çeviriler hatadan sâlim iseler— bir yoldur. Fakat o, buna da vakit
ayırmamış, garazkâr yazarların bu çeviriler üzerine kurulmuş fikir
bozuntularını işlemeği tercih etmiştir.
Bu çevirilerin, dürüst insanları bile yanlış hükümlere sevk edeceği,
konuyu incelemiş olanların malûmudur. Şimdi, biz garbın Kur’anı kerimi niçin ve
ne zaman tercümeye giriştiğin; den başlayarak, muhtelif çevirilerin
sıhhat derecelerini incelemek suretiyle, konuya girecek ve hükmü meşhur ve
çağdaş oryantalist A. J. Arberry’e bırakacağız.
Avrupa’da daha kültür ve ilim dilinin lâtince olduğu devirde, Clugny
manastırı için Kur’anın lâtinceye bir çevirisi yapıldı (M. 1143). Ancak, bu
tercüme 1543 yılma kadar yaymlanamadı. Sonraları, Basle’de (Nâşir: Bibliander)
yayınlanan bu nüshadan, almancaya, italyancaya ve Hollanda diline çeviriler
yapıldı.
Schweigger’in almanca tercümesi, Nurenburg (Bavaria) da 1616 da basıldı.
Bunu Baysen (1773), Whal (1828), Ullmann (1840)’ ın çevirileri takip etti. Du
Ryer’in fransızca çevirisi Paris’te basıldı (1647). Rusça bir tercüme de St.
Pctersburg’ta intişar etti (1776). Savary’nin fransızca çevirisi (1783),
Kasimirsky’nin yine fransızca çevirisi (1840), yayımlandı. Fransızlar, şimalî
Afrika’da yayılmağa başlayınca, Müslümanlar arasındaki misyonerlik faaliyetleri
dolayısıyle, îslâmiyeti tetkike koyulmuşlardı. Bu itibarla, bu iki çevirinin
muhtelif baskıları yapıldı.
Bütün bu çevirilerin edebî değeri noksan olduğu gibi, arapça metni noksansız
olarak vermekten ziyade, onu değerden düşürme çabası içinde idiler.
Maracci’nin 1689 da meydana getirdiği ikinci lâtince çevirisinin gayesi ise,
İslâmiyet! kötü bir 1 hüviyyetle Avrupa’ya tanıtmak için, Kur’am tamamiyle
tahrif etmek idi. Papa înnocent XI’e intisabı olan Maracci, bu tahrif
koleksiyonunu Mukaddes Roma Cermen imparatoru Leopold I’e ithaf ederek
bastırdı. Bu baskı, ‘Kufamn Cerhi’ adım verdiği bir hezeyan mecmuasını
da ihtiva ediyordu.
Buraya kadar sıraladığımız çeviriler, sonraki Kur’an
tercümelerine menba olmuş, nitekim İngilizce Kur’an tercümesini A. Ross, Du
Ryer’in adı geçen fransızca çevirisinden yapmıştır (1647). George Sale,
Maracci’nin lâtince çevirisini esas alarak bir başka İngilizce tercüme neşretti
(1734). Maracci’nin kötü maksadı gözönünde bulundurulursa, bu İngilizce çevirinin
neden bir çok baskısının yapıldığı kolayca anlaşılır. Sale’in tercemesine
‘Standard’ gözüyle bakılması da, bu garazkârlıkla ilgilidir. Hattâ, bu terceme
ilk defa ‘Chandos Classics’ serisine ithal edilmiş ve Sir Denison Rose’un da
tasdikine iktiran etmişti. The Rev. J. W. Rodwell de, vahyin kronolojisini
aklınca esas olmak gâyesiyle, arapça metni altüst eden bir terceme . yayınladı
(1861). Bu zat, çeviride metne sadık kalmağa çalışI makla beraber, verdiği
notlarla hiç de iyi niyyet taşımadığım ortaya koyuyor. Daha ziyade kusur
yakalamağa çalışan bir papaz zihniyetinden bu çeviriyi kurtarmak mümkün
değildir. Prof. E. H. Palmer’in tercemesi (1876) ise, Kur’anm üslûp ve dil
güzelliğini takdirden âciz bir şahsın eseri mahiyetindedir. Buna göre Kur’an,
kaba ve sert bir üslûba sahiptir. Bu çeviri, hiçbir değer taşımaz. İslâmiyet
aleyhtarı olmakla nâm yapmış bulunan bu oryantalistlerin, bu Kur’an çevirilerindeki
taassup ve garaz mahsulü görüşlerini, şimdi de A. J. Arberry’nin insaf ve
dürüstlükten gıdasını alan kaleminden dinleyelim:
“Eski bir müslüman akidesi, Kur’amn terceme edilemeyeceğini savunur. Bu
görüş, bir bakıma Kur’amn taklidi mümkün olmayan bir mûcize olduğu fikrinden
doğar. Kur’an, bir çok yerde münkirleri ‘Sûrelerin benzerini yapmağa’ davet
eder. Bu meydan okumaya, Muhammed’in hayatında icabet edildi.
Mevcut benzetmeler, Kur’amn taklit edilemeyeceği iddiasına hiçbir halel
getirmedi. Aralarında, Müslümanların semavî kitabının eşsiz güzelliği ile
rekabete girişen meşhur yazarların bulunduğu sonrakilerin kaba taklitleri de
hiçbir işe yaramadı. Böylece, bizzat arapçanın Kur’andaki gibi
kullanılamayacağı sabit olunca, bu eserin yeterli bir tercemeye râm olmayacağı
gerçeği de, kendiliğinden ortaya çıkar.”
“Kur’amn, Bizans ve Roma medeniyetlerinin tamamen göçmüş olduğu,
Musevilik ile Hıristiyanlığın cerhedilmiş inançlara sahip göründükleri bir
devirde vahyedilmiş olduğunu hatırlamamızda fayda vardır. Kur’amn talimatı
sayesinde, Araplar, medeniyetlerin varlığından ve çöküşünden tamamiyle haberdar
olan ilk kavim olarak, tarihte göründüler. Beşerî zaaf dolayısiyle kaybedilmiş
olan ve yeni bir şey bulunmayıp daima gerçek olan şeyin daha ziyade yeni bir
ifadesi halinde tecelli eden yeni bir kader, mazinin meş’um hatıralarından
kaçınmak ve insanı, kâinattaki yerini küstahça unutarak, İlâhî iradeye karşı
isyana kalkışmaktan vaz geçirmek suretiyle, İlâhî gâyeye tamamiyle uygun
olarak, çökmeyecek bir altın çağ açacaktır” (3).
İlim nâmûsuna sahip, bu münsif âlimin gerçekleri aksettiren bu
mütalâası, elbette M. Rodinson misilli ilim bezirgânlarımn işlerine
yaramayacaktır. Onlar, yukarıda adları geçen 19. asır mütercim bozuntularına
baş vuracaklar ve onların kasıtlı mütalâalarını piyasaya süreceklerdir.
Hattâ, bu köhne bezirgânlann bu konuda hüsnü niyyet sahibi meşhur
şahsiyyetleri bile yanlış yola sevkettiklerini söylersek, hiç de hayret etmemek
lâzım gelir. Bu yanıltılanlar arasında, Cariyle başta geliyor. Hz. Peygamberin
samimiyetini, dürüstlüğünü Hıristiyan âlemine ilk defa haykıran bu ses, söz
Kur’ana gelince kısılır, boğulur ve hırıltılara münkalip olur. “Şimdiye kadar”,
der Cariyle, “giriştiğim en meşakkatli okuma; bıktırıcı, karışık, kaba, altüst
bir yığın.” Diğer taraftan,! Müslüman îngilizler için edebî ve İlmî değeri
üstün bir çevi-i riyi meydana getiren Marmaduke Pickthall (4) ise: “Kur’anı
kerim, taklidi mümkün olmayan bu senfoninin her harf insanı tehyiç eder,
gözyaşına, istiğraka garkeder”, “Bir mukaddes ki: tabı ancak, ona inanan bir
kimse, doğru olarak çevirebilir. ! Kur’an bir başka lisâna terceme edilemez.
Müzikalite, senfoni kaybolur ’’ iddiası ile ortaya çıkar. îşte, şimdi bu
noktada sözü yine A. J. Arberry’ye bırakıyoruz (5) :
“Carlyle’in, Kur’anı bu yermesi, arapça metin gözden geçirilmek
suretiyle değil, onun kifayetsiz tercemeleri üzerine verilmiş bir hükümdür. Bu
tercemelere, metne sadık çeviriler gözüyle bakılmıştır..” Arberry, Kur’amn
Avrupalı dimağına aykırı gelen tânzim şeklini de yanlış hükümlere yol açan
ikinci zorluk olarak ileri sürdükten sonra der ki:
“Esas güçlük, alelâde okuyucunun, hattâ bu konuda seçkin okuyucunun
dahi, Kur’amn nasıl okunacağına dair kâfi derecede bilgiye sahip olamamasından
doğuyor. Evvelemirde, okuyucu Kur’amn az çok Eski AhiFe benzediği
zannından kurtulmalıdır. Kur’ana bir nazar atfeden kimsenin, Âdem, İbrahim,
Musa, Dâvud, Süleyman, Yunus, Yusuf, Eyyup gibi isimlere rastlaması, böyle bir
yanlış telâkkiye sahip olması için kâfidir. Popüler tercemelerin Mukaddes
Kitapla benzetilen üslûbu, tamamiyle uygun bir tarz ortaya koyamaz. Bu
kabil ilk intibalarla yanlış yola sevkedilen okuyucu, kendisini fazlasıyla bu
havaya kaptırma hatasına düşer. Münasip bir yeri, bir sûrenin başını açar,
sûre ve âyetin alıştığı tertip üzere sıralanışı, hiçbir şüpheye mahal bırakmaz.
îlk sûreyi bitirir, birkaç sûre daha okur. Konuların sür’atli ve görünüşte
mantıksız değişmeleri karşısında şaşkına döner. Temlerin, terkiplerin sık sık
tekerrürü onu sıkar. Kur’ana hâs mümtaz vasıflara ulaştıracak bir ipucuna
sahip bulunmadığı için de, onu çocukluğundan beri bildiği şeylerle kıyaslar ve
nihayet Carlyle’in yargısını kabule hazır hale gelir.”
“Kur’anı anlamanın en iyi yolu, bir çok yönlerden benzediği şiir şekli
gibi, her zaman bir parçasını incelemektir. Bu da, yerinde bir teemmül ve
itinayı gerektirir. Ancak, bu itinayı gösteren Avrupa’lı okuyucu, Kur’anın
daha önceki semavî kitapların bir te’yidi olduğu husûsundaki iddiasıyla
ünsiyyet peyda edecektir. Bu semâvî kitaplarındaki bilgiyi, Kur’anın nasıl bir
üsiûp ile benimsediğini ve ancak bundan sonra münferit bir rivayeti,
birbiriyle irtibatlı görünen kıssalar haline getirdiğini müşahede edecektir.
Bundan sonra da, tekmil peygamberane kudretin gittikçe nasıl belirdiğini adım
adım takip edecektir. Polemiğe, teşrie geldiği zaman da, bunları kavramağa ve
anlamağa hazır durumda bulunacaktır (6) .”
“Kitabı, baştan başa okumak sabrını gösterdikten sonra da, onu bir
Müslüman kadar kavrayıp değerlendirebileceğini farz etmeyecektir. Böyle bir telâkkiye
kapılan kimsenin, tam bir Müslümanın daha küçüklüğünden itibaren Kur’anı tamamen
ezberlediği ve kendisinin ise, inanmayan bir kimse olarak metni okuması
gerekirken, mü’minin onu ezbere kıraat edeceği gerçeği hatırlatılmak suretiyle
iddiasından vazgeçirilmesi lâzımdır. Kur’an ile me’lûf olmayan bir araştırıcı,
maksadın/ J da ne kadar ciddî ve samîmi olursa olsun, onun bir mü’minm I
hazzını paylaşacağı daima ba’id görünür. Zira buna ulaşma\ dan, basılı bir
sahife ile, yabancı bir dil gibi iki mania onu alıkoyar. Çünkü, Kur’an Allah’ın
arapça inzal ettiği vahyidir. Orijinal metnin heyecan verici ve çekici
hususiyetleri, en mâhirane yapılmış bir tercemede dahi hemen hemen tamamen
kaybolur.”
“Bir Müslüman için Kur’an, ancak Muhammed’in tebliğ ettiği şekil ve
mahiyettedir. Ehl-i sünnet, daima Kur’anın bölünmez, bütünlüğe sahip, İlâhî
bir kitap olduğunu ifade etmiştir. Onun bütün parçaları, bu vasıfta, hem
birbirlerine, hem de külle eşittirler. Kur’an, Allah’ın insanlığa son
tebliğinin arapça ebedî bir ifadesidir.”
“Değerlendirme bu esaslara dayanınca, ‘bıktırıcı tekrarlar’, ‘altüst
olmuş muğlak yığın’ gibi ithamlar mânâsızlaşır. Hakikat, tekrarlanmakla
bulunmaz. Aksine, vuzuh ve ikna gücü kazanır. Her şeyin doğru olduğu yerde,
mantıksızlık ve mânâyı kavrayamamak bahis konusu olamaz. Cariyle ile kendisi
gibi düşünenlerin kullandıkları kaidelere uygun olmaktan ziyade, gerçeğe
yaklaşan yersiz bir teşbih ile şöyle söyleyelim: bir kimse, büyük bir resim
galerisinde kendisini düzinelerle Madonna and Child, düzinelerle Annunciation,
The Temptation, The Crusifixion, The Ressurection, tabloları ile çevrili
görünce, bütün ressamların nesline küfür yağdırmak için az çok bir sebebe sahip
bulunur. Bıktırıcı, karışık, kaba, ı altüst bir yığın diye bütün sergiyi
kapatmak için az çok bir sebep gösterebilir. Bir vahşi de, Michelangelo,
Rephael ve Titan’ın şaheserleri hakkında, cehalet fışkıran bir anlayışsızlık
içinde, böyle konuşabilir. Ve işte böylece bir vahşi de, bir yanlış
anlama içinde sabredemeyerek Kur’an hakkında böyle yazdı” (7).
İşte, Arberry böyle tavsif ediyor Carlyle’ı. Ve gerçeği ifade etmenin
İlmî gururu için de söze devam ediyor:
“Mü’minlere gelince, onlardan hiç bir suretle tahayyül edemeyecekleri
bir şeyi saklamayacağım: ben Müslüman değilim; hiçbir zaman da olmadım.
Şu halde, Pickthall’in tarifi beni münsif bir mütercim olmaktan uzak
tutar. Buna rağmen, yalnız filoloji yönünden değil, zihniyet itibariyle de,
münsif olmağa gayret ettim. Bu semavî kitapları ele almağa ve kavramağa
gayret sarfederken, onların birer vahiy olduklarına inanan bir insan
gibi hareket ettim. Bu ifade, ne mânaya gelirse gelsin.”
"Ben, Kur’anın tabiat üstü bir eser olduğundan şüphe etmiyorum.
Zira, büyük bir vecit hitabesi olmanın bütün işaretlerini taşımaktadır. Muhammed’in
günlük hayatında, nasıl bir edâ ile konuştuğunu pekâlâ biliyoruz. Zira,
hadisleri büyük miktarda muhafaza edilmiştir. Bu suretle, Margoliouth’un ‘edebî
eser ile onu meydana getiren dimağ arasında bu kadar ayniyyet arzeden diğer bir
hal bulmak zor olacaktır’ mütalâası tamamiyle hakikatten uzaktır. Muhammed’in,
hadis kitaplarındaki sözlerini otantik olarak kabul edersek, —ki kabul etmek
için yeterli delillere sahip bulunuyoruz— ve Kur’anı da Margoliouth’un
telâkkisi veçhile, onun şuuru mahsulü sayarsak, o vakit ‘bir adamın edebî
ifadesinin normal dilinden bu kadar temel ayrılıklar arzettiği duruma benzer
diğer bir hal göstermek zor olacaktır’ mütalâasında bulunmak daha uygun
olacaktır” (8).
Ve nihayet Arberry’nin şu hükmü ile iktibasımıza son verip, kendi
mütalâamıza geçelim:
“îslâmiyeti anlamak isteyen her fert, Kur’an adı verilen kitabı hafife
almaya veya onun hakkında cahilane hükümler yürütmeye yeltenemez. O,
beşeriyyetin en büyük âbideleri arasında sayılır.” “Kur’an, şüphesiz ki garpta
daha geniş ölçüde bilinmeğe ve anlaşılmaya değer” (9).
İşte, aziz okuyucularım, İngilizce Kur’an tercümesi en son yayınlanan
büyük bir oryantalistin, gerçeği ifade aşkıyla söyledikleri. Daha var, fakat
biz bu kadarını iktibas etmekle yetindik. Bu çağdaş gerçek âşığının, zulmet
diyarında yükselttiği ilim meşalesinden yarasalar gibi kaçan M. Rodinson’un,
yukarıdaki başkasının metâ’ı görüşlerinin İlmî tahlillere de pek tahammülü
yoktur. Biz, bu boş iddiaları bir araya getirerek ilmin mehengine vuracağız. O
diyor ki:
“1. Bir de özellikle kâhinler vardır. (Cemi ‘kühhan’ veya ‘kehene’ olan
bu kelime yahudi rahiplerinin ismi olan ‘kohen’le aynıdır). Bu kâhinler,
keşifte bulunurlardı.
“2. Muhammed ile bu kâhinler arasında, çok ortak çizgiler bulunduğunu,
çağdaşları da farketmiş olsalar gerektir. Fizyolojik ve psikolojik yapısı her
halde kâhinlerinkiyle aynı tiptendi.
“3. Tıpkı onlar gibi, Muhammed de öteki insanların duygularına kapalı
kalan şeyleri duymağa, dinlemeğe, görmeğe istidatlı idi.
“4. Kırk yaşındaki mizacının hem sebebi, hem sonucu olan derin
doyumsuzluğun da bu istidatların büsbütün güç kazanmasına yardım ettiği
söylenebilir.
“5. Bir kâhin değildir Muhammed (10).
“6. Muhammed’in işittiği ve tekrarladığı sözler, Tanrı'sına yorumladığı
ilk vahiyler, şekil bakımından cinlerin çöl kâhinlerine ilham ettiklerine
tamamiyle özdeştir. Tıpkı kâhinlerde olduğu gibi, Muhammed’in ağzından da
kelimeler kısa kısa, az çok kafiyeli ve âni soluklarla söylenen cümleler
halinde düzene girmektedir.
“7. Burada, aradan on üç yüzyıl geçmesine rağmen, büyüleyici etkisi hâlâ
işlek kalan ilkel bir şiirle karşı karşıyayız” (11).
Okuyucularımıza, konuyu daha açık bir şekilde sunabilmek için
numaraladığımız bu eski işporta metâ’ım tezgâhlayan bezirgânları burada
sıralamağa yerimiz imkân vermiyor. Fakat, bunların en sonuncularından birisi
H.A.R. Gibb (12), diğeri de rahip M. Gaudefroy Demombynes’dir (13).
Bu iki şahsın, bu bapta geveledikleri ithamlar ise, 19. asır
oryantalistlerinin, artık gücünü kaybetmiş, sofra artıklarıdır. Bu rahip
kılıklı şarkiyatçı alayı ile onların işportacısı M. Rodinson’un bu konudaki
iddiaları bir noktada toplanır: Nübüvvet ile kehânet aynı şeydir. Bu iddianın,
burada bizi ilgilendiren kısmı ise, Hazreti Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) nübüvvet ve risâletinin kehanet yolundan geçip inkişaf ettiği
mealindeki tezvirdir.
Kâhin’in, mânâ ve mahiyet itibariyle İbranî kohen kelimesinden
geldiğini öne sürmekle işe başlayan M. Rodinson, bu görüşün artık İlmî bir
değer taşımadığından da gafil olamaz. Hem maksadına uygun bulduğu, hem de her
şeyi ırkına hasr ve tahsisten gurur duyduğu için olacak ki, kehanet’!
sadece Beni İsrail’e hâs bir müessese sayıyor.
Evvelâ, kâhinlik, sihirbazlık primitiv her toplulukta rastlanan
müesseselerdir. Hattâ, hâlâ Afrika ve Avustralya yerlileri arasında
mevcudiyetini muhafaza etmektedir. Kaldı ki, geçen asrın şarkiyyatçılarmdan
Nöldeke’nin kohen ile kâhin hakkmdaki görüşleri, bugün İlmî bir
kıymet taşımamaktadır. Bu konuda sözü A. Fischer’e bırakmak en sağlam yoldur:
“Bu isim (kâhin), İbranî dilinde kohen ve arâmî kahen,
kahna (rahip) ya tekabül etmekle beraber, kâhin bunların arapça bir
şekli olmayıp, doğruca arapçadan gelmedir. Zira, yahudilerin kohen ve kahen'i,
mahiyet itibariyle arapça kâhin'den tamamiyle farklıdır. Birincisi
(kohen) büyük bir ihtimale göre, önce gaipten haber veren bir şahıs iken,
sonradan kehânetlerde bulunan ve bilhassa kurban kesen ve Tore’yi tedvir
eden bir kimse olarak görünür. Halbuki, İkincisinin (kâhin) bir rahip olduğuna
ve bu türlü vazife ifa ettiğine dair elde hiç bir delil yoktur” (14).
Bu nokta sâbit olduktan sonra, îslâmiyetten önceki Arabistan’a hâs
kâhinlerin ve kehânet müessesesinin bütün berraklığı ile ortaya çıkması
gerekli olur. Ancak bu suretle, nübüvvet ile kehânet kıyaslanabilir.
Kâhinlerin yetişme tarzlarına, geçirdikleri merhalelere, inançlarına ve her
şeyden önce sözlerine hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir vusûk ile i muttali
olmalıyız. Ancak o zaman, her harfi bütün bir vüzûh \ ile bugüne kadar muhafaza
edilen Kur’an-ı-Kerim ile yapılmak istenen müsteşrik benzetmeleri üzerine
münakaşaya yer verebiliriz.
İslâmiyet öncesi Arabistan kâhinlerinin hayatları, gerçek belgelere
dayanmalıdır ki, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) gün ışığı kadar
nurlu hayatı ile, bu garazkâr alayının kıyaslamaları tetkik konusu olabilsin.
Cahiliyye devrindeki Arapların tabiat üstü kuvvetlere (cin, şeytan,
gut ilh...) büyük çapta inançları vardı. Hattâ, bunlara inanmaktan ziyade,
inanmamayı hayretle karşılarlardı. Cin ve şeytanlarla daimî irtibat halinde
olduklarına inandıkları insanların başında da kâhinlerle arrâflar
gelirdi. Arraf, kâhinden daha aşağı derecede idi. Bir kâhinin, cinlerden
mutlaka bir arkadaşı olduğuna iman edilirdi. Buna tâbi, sâhib, râî veya
riî (görücü) ilh. gibi isimler verirlerdi.
Her kabilenin bir kâhini vardı. Cin veya şeytan, bunun ağzından
konuşurdu. Kâhinler, seci’li ve her zaman, hemen hemen aynı, cümlelerden
müteşekkil bir nesir ile konuşurlardı.
Seci’den başka zemzeme denilen esrarlı mırıltılar da, bu
kâhinlerin başvurdukları bir yol idi. Hakikatte, ekserisi hilekâr olan bu
kâhinler, gayet karanlık, karışık bir dil kullanırlardı. Kâhinlerin, husûsî ve
umûmî hayattaki rolleri büyüktü. Gaipten haber vermek, çalınmış eşyayı bulmak,
zinâ işlenip işlenmediğini bilmek, doğacak çocuğun cinsiyyetini tâyin etmek,
istikbalini okumak, havanın nasıl olacağını kestirmek, kişinin ve ailelerin
üstünlüğüne (müfâhare, münâfere) hükmetmek ilh. gibi görevleri vardı.
"Kâhinler, hakkında mevsuk sayılan kaynaklardan bu bilgilerin
dışında tafsilât elde etmek mümkün değildir. Kaynakların en meşhur kâhinler
olarak saydıkları Satîh-uz-Zibî ve Şıkk b. Sa’b’ı efsanevî şahsiyyetler olarak
kabul etmek için bazı sebepler vardır. Diğer kitaplarda bir kaç ismi geçmeyen
ve kimlikleri pek bilinmeyen kâhinlere dair hemen hemen mevsuk söz yok iken,
Satîh ile Şıkk’a dair birkaç kehanete rastlanır. Hz. Peygamberin zuhuru ile
ilgili bir kehanetin râvisi İbn îshak’tır. Ondan naklen Taberi, ve diğerleri bu
kehanetleri kitaplarına almışlardır.
îşte, size Satîh’in kehaneti ve dili:
EHLÎFU BÎMA BEYNE’L-HARRETEYNİ MÎN HANEŞ, LE-TEHBETENNE
AR-DEKUMU’L-HABEŞ, FELEYEMLUKÜNNE MA BEYNE EBYENE ÎLA CUREŞ.
“İki taşlık arasındaki
sürüngenlere yemin ederim ki, Habeşliler toptaklarımızı zaptedecekler ve Cürcş
ile Ebyen’e kadar olan yerlere sahip olacaklardır,”
Bu cümlelerin, Habeşlilerin Hicaz’ı istilâlarından çok
sonra hattâ îslâmiyyetin ikinci asrında uydurulduklarından şüphe etmemek
lâzımdır, < ;
; ; îşte, kimliği meçhul bir Yemen’li kâhin.. Hind bint
Utbe’yi, babası Utbe b. Rabia, ona götürür. Bir töhmetten tebriye için, ilk
kocası el-Fâkih, de beraberdir. Kâhin, der ki Hind’e:
ÎNHADÎ! GAYRE RESHÂE VE LÂ ZÂNİYE, VE SETELİDİNE MELİKEN. İSMUHU MUAVÎYE.
t
“Kalk! Ne çirkinsin, ne zâniye; bir hükümdar doğuracaksın,
adı Muaviye..” .
Bir başkasının da sözü şu:
; VE’L-ARDl VE’S-SEMÂ, VE’L-UKAB-IS-SA’KÂ, VAK1ATEN Bİ BA’KÂ, LAKAD
NEFFERE’L-MEGDU BENÎ-LUŞERÂ, LİL-MECDİ VE.’SENÂ.
"Yere, göğe,
kayalıklara süzülen beyaz bağlı kartala yemin! .Ululuk, Uşerâ oğullarını
yüksekliğe ve parlaklığa yüceltti.”
Bütün bu kâhinlere gidilirken de, onların doğru söyleyip söylemediklerini
anlamak için, bazı denemelere de başvururlardı.
Kitaplara geçen bu kâhin söz ve kehanetleri, bir gerçeğe dayanmaz.
Tamamiyle İslâmî devre literatürüne dahildir (15). Sonradan uydurdukları
kuvvetle muhtemel olan bu cümlelerin, bir örnek olarak alınamayacakları ise
aşikârdır. Daha, Muaviye’nin babası Ebu Süfyân ile evlenmesi dahi bahis konusu
olmayan Hind’e, dair bu kehanetin ve Satîh ile Şıkk’ın Hicaz’ın Habeşliler
tarafından istilâ edileceğine dair bir asır evvelki kehanetlerinin doğruluğuna
eğer M. Rodinson inanıyorsa, kâhinlerin çok üstünde saydığı Hz. Peygamberin nübüvvetini
niçin inkâr ediyor? Şayet, inanmıyor da bu cümlelerin uydurma olduğuna kani
bulunuyorsa, Kur’anı kerimden sonra ortaya çıkan bir takım çetrefil lâfları,
ona nasıl oluyor da örnek olarak gösterebiliyor?
Hz. Peygambere kâhinlik isnat etmek, cehaletten çok öteye bir
harekettir. Bir kere, bütün kâhinler Bedevi’dir. Hepsi, çocukluklarından
itibaren kehanet ile meşgul olagelmişlerdir. Kırk yaşma kadar başka işle meşgul
olup da birdenbire kâhin olan bir tek şahsı M. Rodinson gösteremez. Zaten,
kendisi de birbirini tutmayan bu ithamlar arasında bocalamaktadır. Kırk yaşın
‘doyumsuzluk için sebep’ olacağı fikrinin İlmî anlayışla hiçbir ilgisi olamaz.
Birçok kimselerde, kırk yaş pek çok ihtirasın sönüp gittiği veya hiç olmazsa
artık tahakkukundan ümit kesildiği bir çağdır. Hele bu doyumsuzluğun kâhinlerin
elde etmek istedikleri bilgilere müteveccih olduğunu söylemek, olur cehalet
eseri değildir. Bir kere, kendisinin de kâhin sınıfının dışına çıkarmağa; bir
yerde mecbur kalarak kendisi ile çelişmeye düştüğü Hz. Peygamber, hiçbir zaman
bir kâhin gibi gelecek okuyucusu olmak istememiş, aksine bu kabil iddir alan
temelinden yıkan bir vahye nail olmuştur. ‘Kıyametin kopacağı ânı, yağmurun ne
vakit yağacağını, doğacak çocuğun cinsiyetini ancak Allah bilir, bir kimse,
nerede öleceğini, yarın ne kazanacağını bilemez’ (16). Böyle diyordu Kur’anı
kerim. Ve kâhinlik, sihirbazlık, falcılık yollu istikbal okumayı kökünden
siliyordu. .. . .
Müslüman iymanının esaslı bir rüknü olan ‘öldükten sonra dirilmek,
âhirette ceza ve mükâfat görmek’ akidesini, kehanet kılıklı istikbalden haber
verme iddiasıyla bir tutan kimseyi, ilim adamları ciddiye almamakla
yetinmeseler gerektir. Eski Arabistan kâhinlerinin, tevhid fikri ile hiçbir
irtibatları yoktu. Onlar, monotheistler arasında mütalâa edilemezler. Şüphesiz
ki bunlar, bağlı oldukları kabilenin totemi ile irtibatlı pagan şahsiyyetler
idiler.
Hz. Peygamber, kâhinlerin dillerini şiddetle yermiştir. “e sec’an
kesec’il-kühhan (Kâhinlerin sec’i gibi, seci mi yapıyorsunuz?)” sözü
kendilerinindir. Kâhin, bu seci’lerle müphem, muğlak, karanlık bir cümle
meydana getirir ve muhatabı üzerinde büyü te’siri yapmayı gaye edinirdi. O
halde, bu üslûbu şiddetle men’eden bir zatın, bunları taklit edebileceğini,
hangi iz’an sahibi kabul edebilir?
Kur’anı kerimi, Kureyş ileri gelenleri önceleri kâhin sözü olarak
nitelediler. Fakat, bu M. Rodinson’un zannettiği gibi seci’li, yeminli söze
benzerliğinden doğan bir iddia değildi. Eğer, bu görüşte olsaydılar, ona
nazireye yeltenirlerdi. Onlar, kâhin sözünü cinlerin eseri saydıkları için,
Kur’anı da aynı menşeli göstererek çürütme gayretinde idiler. Fakat, daha ilk
ânından itibaren, îslâmm kehanet olmadığı anlaşılmıştı. Arapların hiç birisi,
Hz. Peygamberi ziyarete giderken, onun sıdkını anlamak için, kâhinleri tâbi
tuttukları bir denemeyi ona da tatbik etmeyi aklının köşesinden bile
geçirmiyordu. Şu halde, onun okuduğu ve söylediği sözler, seci’li kâhin kelâmı
addedilmiyordu. Nitekim, kendi iddiasından bizzat Kureyş d® şüpheye düşmüş, bu
işi anlamak için kâhinler, ârraflar, sâhirlerle ünsiyyeti olan ve yukarıda adı
geçen Utbe b. Rabia’yı, Hz. Peygambere göndermişti.
Hz. Peygamberden Fussilet sûresini dinleyen Utbe, müthiş bir
tesire kapılmış ve döndüğü zaman, işittiklerinin kâhin sözü ile, sihirle hiçbir
ilgisi olmadığını söylemişti (18). Bunun üzerine, Kureyş ululan Kur’anı Kerimin
şiir olduğunu ileri sürdüler (18). Bununla da aynı maksadı güdüyorlardı.
Araplann umûmî telâkkisi, şairlerin de cinlerin ve şeytanların tesiriyle
şiirler söyledikleri merkezinde idi. Her şairin bir hâcis (reî, tâbi) i
vardı. Şair, bir şeytan tarafından teshir edilirdi. Bu hâcis (şeytan)’m
pençesine geçen şair, artık kendisine sahip değildi. Ona tasarruf eden
tamamiyle bu şeytan idi.
Hattâ, Araplar meşhur şairlerin şeytan (hâcis) lannın isimlerini bile
sayarlardı. Meselâ, A’şâ’nın şeytanının adı Mishâl, Farazdak’mki Amr,
Beşşâr’ınki ise Şinkinâk idi. Şairlere de toptan kilâb-ul-cinn adı
verilirdi (19). Nitekim, Kur’anı Kerim müşrik şairlere gâvi (azmış)
lerin tâbi olacaklarını beyan ederek, Müslüman şairleri onlardan
ayırırken, bu noktaya işaret eder (20). îslâmın Kureyş’li düşmanlarının Hz.
Peygambere sihir ve kehanet isnatları hiç tutmadığı için, Tanrı Kelâmı bu
isnatların nefyi ile hiç ilgilenmemiş, fakat şiir isnadını redretmiştir (21).
Kur’anı Kerim şiir midir? Bu suali cevaplandırmak için, o devirdeki şiir
telâkkisini elbetteki bilmek lâzım gelir.
Bir kelâmın şiir olması için, Araplar nezdinde haiz olması gerekli
unsurlar vardı. Bunlar: a) Lafz. b) Vezin. c. Mâna.
d.Kafiye’den. ibaretti. Mânanın da dört sahada tecellisini gerekli
bulurlardı:
1.
Medih 2. Hicâ
(Hiciv) 3. Nesib (Aşk) 4. Risâ (Mersiye)
Bu konuları işlemeyi âmil olan psikolojiyi
de:
1.
İstek (Rağbet) 2. Korku
(Rehbet) 3. Neş’e (Tarab) 4. öfke (Gazab) olarak
sınıflandırırlardı. Bütün bu sahalarda, şairi dile getiren şeytan (hâcis) ı da
bunlara ilâve edersek ilham kaynağı ile birlikte Cahiliyye
şiirini tersim etmiş oluruz (22).
îşte, bu şiir anlayışı karşısında, elbette ki Kur’anı Kerim şiir
değildir. Zaten, Kureyş büyükleri de bilmedikleri bir kelâm nev’i ile
karşılaştıkları için şaşırmışlardı. Eğer, bu bilip tanıdıkları bir şiir
olsaydı, derhal bütün şairleri ile nazire yazmağa yeltenirlerdi. Zira, Hz.
Peygamber sadece Kur’anı Kerim ile tahaddî etmekte idi. Bizzat Kur’anı
Mübin, müşrikleri hiç olmazsa ‘bir sûre benzerini’ yapmağa davet ediyordu (23).
‘İns ve cin bir araya toplansalar bile, Kur’anın bir benzerini yapmağa
muktedir olamazlar (24)’ diye haykırıyordu. Nerede idi, Arabm o meşhur
şairleri, o meşhur hatipleri ? Neye hiç olmazsa bir küçük sûrecik düzerek, bu
meydan okumaya karşı koymuyorlardı? Eğer, bu kelâm beşer sözü olsaydı, eğer bu
Kur’an görüp işittikleri ilkel şiir cinsinden olsaydı, hiç dururlar mıydı bu
lâf ebeleri.
İşte, M. Rodinson’un kavramaktan âciz olduğu nokta budur. Bütün deliller
gösteriyor ki, Kur’an ‘ilkel’ Arap şiiri değildir. O halde, nasıl oluyor da
ilkel bir şiirle karşı karşıyayız diyebiliyor M. Rodinson? Arap şiir telâkkisi
hakkında hiçbir bilgisi yok ta ondan mı? Olabilir; ama modern şiir anlayışına
da vakıf görünmüyor. Zira Kur’andaki füsunkâr kudret ancak bugünkü ebedî
tekâmül karşısında ebedî bir şiiriyet vasfı taşıyor. Bû da, ilkel
değil, çağdaş anlayış içerisinde, hiçbir zaman kudretinden ,bir şey
kaybetmemiş bulunan, beşerin dimağına, gönlüne ve ruhuna daima hâkim olmuş bir
şiiriyet iklimi yaratacak ûlvîliktedir. İlkel bir şiir, ilkel devirle sona
erer. Ancak, her çağın insanını büyüleyen ebedî bir füsun belgesi daima zinde
kalma vasfını taşır (25).
Kur’anı Kerim’in, küçük âyetlerden, sûrelerden başlayarak tedricen
yükselişini de, anlamamazlıktan gelirler. Bunu da i. çıkarlarına uygun bir
ifade ile ele alırlar. İptidaî kâhin sec’inin i tedrici tekâmülü gibi göstermek
isterler. M. Rodinson’un da, sözü buraya getirdiğini gördük.
Bir kere şu noktada anlaşmamız mümkün olamaz. Biz, kâinatın yaratıcısını,
türlü delillerle ispat ediyoruz. İleride ifade edeceğimiz gibi, M. Rodinson
ile kendisi gibi düşünenler çok; tandır çürütülmüş bir nazariyyenin sâlikleri
olarak, Allah’ı inkâr etmekte inat ediyorlar. Bu yüzden nübüvvet bahsinde de
anlaşmamız, bu noktada da birleşmemiz mümkün olmaz.
Kâinatın hâlıkı olan Allahu Teâlâ’nın varlığını, yarattıklarının en
mütekâmili olan insanın duyup, hissetmesi aklın kabul ettiği bir yoldur. Bir
diğer tâbir ile, yüce Hâlık varlığını mahlûkat arasında insana duyuracaktır.
Zira, en mütekâmil yaratık odur. Allah’ın, insanı
varlığından haberdar edişi, elbette insan topluluğu içinde en temiz,
nakiselerden en uzak şahsa nasip olacaktır. Bu İlâhî bildiri, insanoğluna bir
nizam getirici mahiyete ulaştığı zaman, onu telâkki edecek zatın bu tebliğin
Tanrı’smdan geldiğinden emin bulunması gerekli olur. Diğer bir tâbir ile, bu
komünükasyonun Allah’tan geldiği şüpheye mahal bırakmayacak bir vuzuh ve vüsuk
ile anlaşılmalıdır.
İşte, beşer cami’ası içindeki bu arınmış zata, teoloji dilinde nebi,
peygamber; o tebliğde de vahiy diyorlar. Kur’anı Kerim, bu İlâhî
tebliğin nebi’ye üç yol ile ulaşacağını söyler:
1. Vahiy yolu ile, 2. Bir sütre (hicâb) arkasından seslenmekle, 3. Bir
meleği elçi gönderip bildirmekle (feyuhiye) (26).
Bu üç yolun hepsine de vahiy denilir. Meydana geliş tarzı itibariyle birbirlerinden
ayrılırlar. Hepsinde de, muhatap peygamberdir. Esas nokta, İlâhî mesajın
nebi’nin kalbine ilka edilmesidir.
Vahiy (gizlice ve sür'aile bildirmek’ mânasına gelir.
Bu bildirme ‘işaretle’, ‘yazıyla,’ ‘konuşmakla,’ ‘haberci ile’ olabilir.
Vahyin, Kur’anı Kerimdeki sıralanmasına göre, izahını yapalım Allah kelâmı:
1.
Nebi’nin kalbine yayılır (yunfesû).
2.
Allah, nebi’ye hitap eder.
Bu sesi, nebi uyanık iken duyar veya rü’yâda işitir.
3.
İlâhî mesajı, bir melek
getirir. Bu meleğin, İlâhî menşeli oluşunun alâmetleri vardır. Nebi, bunu
farkeder. Kur’an, bu yolla vahyedilmiştir.
Kur’anın vahiy edilişine, İslâm ilahiyatında inzal adı verilir.
Bu inzâl’i telâkkide, beşerî havsalanın İlâhî azâmet karşısında eriyip
gitmemesi şarttır. Bu itibarla, âlimler Hz. Peygamberi bu dereceye hazırlamak
için iki yol olabileceğini ileri sürerler:
1.
Hazreti Peygamber, beşerî
sıfattan sıyrılıp (inhilâ), melekî sıfata ulaşmış olabilir. Bu suretle,
İlâhî kelâmı Cibril’den ahzeylemiştir.
2.
Melek, İnsanî surete
bürünmüştür (27).
Bütün bu hallerde, vahyin azametinin Hz. Peygamberin beşerî varlığını
tahrip etmemesi için, inzal’de, hafiften ağıra doğru bir
derecelendirmeye riayet edildiği görülür. Bu derecelendirme, bir ândaki İlâhî
tecellenin fasılasız devamı itibariyledir. Buna tahammül tedricen
arttırılacaktır; bu da inzâlin süresinin gerekli bir nizam içerisinde
temadisini zarûrî kılar. Bu suretle, fânî âleme mensup bir varlığın bu yükü
taşıyabilmesi için, az sürekliden, çok sürekliye doğru bir derecelendirme,
başka bir tâbirle vahye bir nevi alıştırma yolu takip edilmiştir. Hazreti
Peygamberin manevî cephesini hazırlamak için, kısa âyetlerle başlayan vahyin
inzali gittikçe tevâli kesbeylemiştir.
Süreksizden, sürekliye doğru bu tedrici seyri, kâhin sec’inden mütekâmil
nesre doğru yükseliş olarak göstermek için, elde hiçbir delil yoktur. Evvelâ,
Cahiliyye devrinin hiçbir kâhini, örneklerini gördüğümüz muğlak ve çetrefil
olduğu kadar da mânâsız cümlelerden mânalı ve bir nizam kurmağa mâ’tuf uzun
metinlere geçebilmiş değildir. Kâhin sözüne hâkim olan muğlakiyete, bir sırla
örtülü kalma maksadına karşılık, peygamberlerin vahiy olarak tavsif ettikleri
kelâmları kuşatan açıklık ve mâna, iki ayrı menşein varlığım
ortaya koyan kuvvetli . diğer bir delildir.
I
Kur’anı Kerimin en kısa sûresini
okuyalım:
İNNÂ Â’TEYNA KE’L-KEVSER. FE-SALLİ Lİ-RABBİKE VE’N-HER. İNNE ŞÂNÎ’EKE
HÜVE’L-EBTER.
Bu sûredeki belâgati, hangi kâhin taklit edebildi? Kâhini bırakın; hangi
Arap edibi 1400 senedenberi buna bir nazire yazabildi? Hangi kâhin bir nizam
kurabildi?
İlâhî vahyin gâyesi, bir düzen kurmak idi. Bu düzenin
fikir ve inanç yönü ile birlikte amelî cephesi de olacaktı. Binaenaleyh,
tatbikat ile aksaklıklarla da bu vahiy ilgilenecek idi. Bu düzeni tatbik
mevkiine t koyan Hz. Muhammed (salla’llâhü
aleyhi ve sellem) ile etrafındaki mü’minler idi. Bu suretle sahabelere şâmil
bazı âyetlerin nüzulü gayet tabiî idi. Bu zevatın, bazı husûslann tatbikinde
ihtilâfa düşmelerinde ve bilâhare birbirine zıt iki görüşten birine uygun
olarak vahyin nâzil olmasında, acaba mantığa aykırı ne bulunabilir? Şayet,
böyle bir hal vaki olmuşsa, buna ‘Peygamber bir tarafın arzusuna uygun olarak
vahiy indirmiştir’ nasıl denebilir? Bunun cevabı gayet basit: Rodinson gibi
inançsız birisinin, Kur’anı çamura atmak maksadiyle ağzını açması suretiyle.
Kurulması vahyin gâyesi olan nizam, bütün yönleri ile ortaya çıkıncaya
kadar, inzalin bu müdahaleci vasfı ile bazı tatbikata ışık tutacağı tabiî idi.
İşte, böylece de oldu; en mü« kemmel İlâhî nizam olan İslâm dini, bütün kem
gözlere rağmen cihana ışıklarım saçtı. Kıyamete kadar da saçacak.
GARPLI GÖRÜŞLE VAHİY
Hz. Peygamberin en son Avrupah biyografi yazan olduğu için, bu konuda da
M. Watt’ı iktibas edelim:
“İmdi, Muhammed’in samimî olduğu fikrine mümkün olduğu kadar bağlı
kalarak konuyu ele alacak olursak; Kur’am, Muhammed’in normal idrakinden ayrı
mütalâa etmeliyiz. Zira, bu tefrik onun için temel bir dâva idi. Kendisi,
başlangıçtan beri tabiat üstü bir kaynaktan geldiğine inandığı kelâm ile, fikrinin
mahsuiii olan sözleri, birbirlerinden dikkatle ayırmış olmalıdır. Bunu nasıl
yaptığı tamamiyle belirli değilse de, bir fark ve temyizde bulunduğu şüphesiz
ki tarihî bir gerçektir. Kendi eseri olan bir sözü, idraki dışındaki bir
menbadan gelen âyetlerin arasına sokuşturduğunu, hiçbir karine ile tahayyül
edemeyiz. Gerçi, âyetleri lüzum hissettiği zaman tanzim eylemiş ve nâsih
âyetleri belirtmiştir. Fakat, sünnî müslüman akidesi de, bazı âyetlerin
diğerlerini nesih eylediğini kabul etmektedir.”
“Muhammed’in bu temyizi yaptığı gerçeğinin şerh ve izahı ayrı bir
konudur. Kelâmı meseleleri ihata ettiği cihetle de, burada izah
edilmeyecektir. Üç sünnî müslüman görüşü şöyledir:
“Sünnî müslümanlar, Kur’anın
tamamiyle tabiat üstü olduğuna inanırlar. Kur’an, Allah’ın gayrı mahlûk
kelâmıdır (ifade vasıtası olan ses, işaretler v.s. mahlûk olabilir).
“Garplı seküler eğilimde olanlar, (eğer Muhammed’in bahis konusu temyizi
yaptığını kabul ederlerse, zarurî olarak) Kur’am Muhammed’in idraki mahsulü
saymaktan ziyade, şahsiyyetinin bir parçası olarak meydana gelmiş bir eser
telâkki ederler.”
“Üçüncü esas görüş te şudur: Kur’an, İlâhî faaliyetin mahsulü olup,
Muhammed’in şahsiyyeti kanalıyla ve o suretle izhar edilmiştir ki, bazı
husûslar onun nâsûtî cephesine izafe edilebilir. Bu görüş, İslâmiyyette
biraz İlâhî mahiyet bulunduğuna inanan Hıristiyanların fikridir. Ancak, bu
görüş üzerinde lâyıkıyla durulmamıştır.”
“A. Poulain, The Grace of Interior Prayer isimli eserinde; dini
hayatın locution (lâfız) ve vision (görme) adım verdiği
cephelerini incelemek için, her iki haldeki haricî ve dahilî nevileri
birbirinden ayırır. Eaterior locution (haricî konuşma) normal olarak
meydana getirilmemiş olmasına rağmen, kulakla işitilen kelimelerden ibarettir.
Bunun gibi, exterior veya ocular (gözle görülen) vision da maddî
eşyanın hayalleridir. Interior locution da ,yine Poulain tarafından imaginative
(hayâli) ve intellectual (zihriî) olarak ayırt edilmektedir. Evvelkisi
kulağın yardımı olmadan elde edilir. Bunların, imaginative sense (hayalî
duyuş) telâkki edildikleri söylenebilir. Sonraki ise, kelimesiz olarak
fikrin muhaberesi demek olup, binnetice muayyen bir dil gerektirmez. Interior
vision da aynı suretle hayalî ve zihnî olabilir” (28).
Poulain’in, İslâm kelâmının mühim bir faslını teşkil eden İlâm ve vahiy
konusundaki bu mütalâaları, ilhamın en yüksek derecesinin izahıdır. Yukarıda
naklettiğimiz üç vahiy şeklinin birincisine tekabül eder. İkincisine de bazan
şâmil olur.
İlhâm, iktisapsız kalbe doğan fikirdir. Bu doğuş, Allah’tandır. Bunun en
yüksek derecesi ise, nebiye vaki olan ilhamdır (29) ve o vahyin ilk
basamağıdır.
KİTAP EHLİ OLA NLARLA TARTIŞMALAR
Daha İslâmiyyetin Mekke’de zuhurundan itibaren, Yahudilerle ihtilâf
başlamış idi. Hıristiyanlarla da ihtilâf vardı. Fakat, bunların Mekke’lilerle
fazla irtibatları olmadığından, Yahudiler gibi cidalin ön safında
görünmezlerdi. Kaldı ki, bu Hıristiyanların çoğu, cahil olduğu için, Mekke
devrinde öyle münakaşa edecek halleri de yoktu.
Beş vakit namaz, Mekke devrinde farz olmuştur. Fâtiha’sız hiçbir vakit
namaz kılınmadığmda da, âlimler ittifak halindedirler. Şu halde, her namazda
hele cemaat halinde Fâtiha okunurken: “Bize doğru yolu göster; kendilerine
in’amda bulunduklarının yolunu, gazaba uğramışlar ile sapılmışların yolunu değil..
Âmin” diye dua edilmiştir.
‘Gazaba uğramışlar’ Yahudiler, ‘sapıtmışlar’ da Hıristiyanlar, Âmin de
İbranî dilinde “Böyle olsun!” mânasına.. E.. Bu hale, Yahudiler eyvallah
mı diyecekler.. Elbette ki hayır! (1). İşte, bu şada yükseldiği ândan itibaren,
Yahudilerle husûmet başlamıştı. Hele, mânasını çok iyi bildikleri Âmin’in bu
suretle istimali onları son derece kızdırmıştı.
Bu delil karşısında, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
Yahudilerle ancak Medine devresinde ihtilâfa düştüğünü söyleyen müsteşrikler,
bir başka tezvir kapısı çalmanın yolundadırlar. Yahudileri ‘gazaba uğramışlar’
diye tavsif eden bu âyetin nüzulünden evvel, bu damgalama keyfiyyetinin
vukubulduğunu kabul etmek aklî bir zarurettir. Bu nizâ’m kökü vardır. Bunu
izaha girişmeden önce, bir Yahudinin oğlu olduğunu hiçbir zaman unutmayan M.
Rodinson’un bu ihtilâf konusunda galeyana gelen Yahudilik kanının
damarlarından nasıl fışkırdığını görelim:
“Fakat, asıl çatışma nedeni Medine’nin uyanık ve kültürlü insanlarla
dolu bir ulemâ merkezi oluşudur.”
“Bir cahilin hezeyanları gibi gördükleri bu yeni akımı doğrulamak,
Tevrat’ta bölüm bölüm anlatılan bazı olayların, Kur’anda tahrif edilişine, ters
yorumlanışma göz yummak onlara ağır geliyordu” (2).
M. Rodinson, bu noktada kavmî taassup
körlüğünden kurtulabilse, Mukaddes Kitap üzerindeki modern tenkit akınlarım
şöyle bir görebilseydi, ilim nâmûsu nâmına bu satırları yazmaktan haya ederdi.
Kaldı ki, bu tenkit akını bir asır evvelinden beri başlamış bulunuyor.
Kur’anı Kerim ile kitap ehli (Yahudilerle,
Hıristiy anlar) arasındaki niza şu noktalarda toplanır:
I
— Tevrat ve İncil tahrife
uğramıştır.
II— Tevrat ta, İncil de Hz. Muhammed’in
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) geleceğini tebşir.etmişlerdir! 3).
Şimdi, bu konuların üzerine eğilelim:
I — Kur’anı Kerimde işaret edilen Tevrat, Eski Ahit (OU Testarnent)
değildir. Bu tâbir, eski İbranî kayıtlara Hıristiyanların verdiği bir isimdir.
Katoliklerle, Protestanlar arasında bu kayıtlardan hangilerinin Eski Ahit’in
esas metnine (canon) alınması gerektiği hususunda tam bir mutabakat
yoktur. Bu tâbir, Yeni Ahit (New Testament) karşılığı kullanılmaktadır.
Yahudiler, bu tabiri kabul etmezler. Zira, Eski Ahit, Yeni Ahit’in kabulünü
mutazammın olur. Tevrat’ı Pentateuch olarak tanımlamak da doğru değildir.
Zira, bu kelime yunanca olup ‘beş kitap’ demektir ki, şunlardır:
1 — Tekvin, 2 — Çıkış, 3 — Levililer, 4 — Sayılar,
5 —' Tesniye.
Bu kitaplar, hilkatten itibaren Yahudilerin Arz-ı Mev’ud’a geldikleri
zamana kadar geçen menkıbevî bir tarihi naklederler. Anonim şekilde Hz.
Musa’ya isnat edilen bu kitaplar arasında, onun Kanûnlar’ı (Torah) da
yer almıştır. Ancak bunlar ne Hz. Musa tarafından yazılmış, ne de onun
zamanında veya zamanına yakın bir devirde tedvin edilmiştir. Bunlar, Yahudilerin
Babil esaretinden döndükten sonra meydana getirdikleri metinlerdir. Cyrus,
milâttan önce 536 da Yahudilerin memleketlerine dönüşlerine izin vermiştir.
Eski Ahit’teki Haggay, Zekarya ve Malaki’nin, esaretten dönüşten
sonra yazıldıkları ilim alemince kabul edilmiştir. Hattâ, Malaki’nin
M.Ö. 420397 arası yazıldığı bilinmektedir. Pentateuch’u ikmal edenlerin,
bazı eski malzemeyi de kullandıklarını, âlimler Mısır ve Kaide lisanlarından
kalma bazı tâbirlerden anlamaktadırlar. Mamafih, bu yazarların ellerindeki malzemeyi
her zaman iyi anlamadıklarını da, düştükleri hatalardan anlamaktayız.
Bu nasihlerin ellerindeki malzemenin muhtelif tarihlere ait iki menbâdan
geldiğini, bugünkü biblic tenkit âlemi tesbit etmiştir. Bunlar:
a) Jehovistic, b) Elohistic kaynaklardır.
Daha sonraları da bası ithaller olmuştur. Ancak, bunlar da birbirlerine
uymazlar. Yeşu kitabı, Arz-ı Mev’uda gelindikten sonra, Pentateuch’a.
ilâve edilmiş, böylece kitapların adedi altıya yükselmiştir (Hexateuch).
Apochypha, sözde sahih sayılan metinden telâkki edilmediği için, İngilizce
Mukaddes Kitap( TVıe Bible)’a alınmamıştır. Fakat, ilk dervirlerdeki
Hıristiyanlar, bunları Yahudilerin semâvî kitaplarından saymakta idiler.
Nitekim, Trent konsülü (Milâdî 154363) bunların büyük bir kısmını, sahih
metinden saymıştır.
Görülüyor ki, sahih bir Tevrat metnini bulmak, kat’iyen mümkün değildir.
Yahudiler, semâvî kitaplar konusunda şöyle bir taksim yaparlar:
Bu taksim, belki de Hz. Isa zamanında da vardı. Hz. îsa, (Luka: XX7V. ,2) Kanün,
Peygamberler ve Mezmurlar’a işaret eder. Diğer bir yerde de, (Metta:
VII,12) bütün semavî kitaplara, Kanun ve Peygamberler’den ibaret
imiş gibi atıfta bulunur. Eski Ahit’te 2. Tarihler’&e (Bâb
zikri geçen ‘Ahit Kitabı’ belki de Torah yani orijinal Kanun
kitabıdır. Bu, dikkate değer. Zira, Kur’anı Kerimde Yahudiler münasebetiyle
sık sık ‘Ahit’ e işaret edilir.
Hakikî İsrail Oğullarının kendileri olduklarını ileri süren Samîrîler
(Samaritain), Hz. Musa’nın şeriatinden inhiraf ettikleri iddiasıyle Yahudileri
reddederlerken, sadece Pentateuch’u kabul ederler. Bu kitapm da Eski
Ahit nüshasından farklı bir metnine sahip bulunurlar. Bu İbranî nüshanın yazılışı,
M. 13. asra kadar ancak çıkar.
Kitabı Mukaddes’in, modern tenkit ekolünün bu bâbtaki fikirleri ise,
kökten yıkıcıdır. Hattâ, E. Renan, Hz. Musa’nın varlığını inkâra kadar
gitmektedir.
Biz, İlmî tetkikatın ortaya koyduğu ihtimalleri, tarihî hataları kabul
etmekle beraber, vahyi toptan inkâr eden görüşü gayrı İlmî saymaktayız.
Vahyi telâkki eden peygamberlerin, varlığım kabul ederiz. Hz. Musa, muhakkak ki
vardı, ulu bir peygamber idi. Allah, ona bir kitap vahyetti. Fakat, bu tahrife
uğradı. Beni İsrail, bu İlâhî mesajı tekrar bir metin haline getirmek için,
muhtelif merhaleli çabalar sarfetti. Bugünkü semavî kitap nüshasının tertibi,
M.Ö. 5 inci asırdan yukarı çıkamamaktadır. İlk Tevrat muhakkak ki eski İbranî
dilinde idi. Ancak, bugün, M. 916 dan yukarı çıkan bir İbranî metin elde mevcut
değildir. İbranî dili ise, esaretten sonra konuşulan bir dil olmaktan
çıkmıştı. Hattâ, Hz. Isa zamanında bu dilin Arâmî, Keldanî ve Süryanî lehçeleri
konuşulmakta idi. Münevver Yahudi tabakası arasında eski Yunanca da konuşuluyordu.
Lâtince ve yerli lehçeler de kullanılmakta idi.
Eski Ahit’in en mühim nüshası, Yunanca olan metni idi. Septuagint
adı verilen bu metin, 70 veya 72 Yahudi kâtip tarafından bir zamanda veya
muhtelif zamanlarda meydana getirilmiş sayılır. îlk kısım, M.Ö. 284 te tertip
edilmiştir. Bu metnin lâtincesi, Vulgate’ı kilise babası St. Jerome
meydana getirdi.
Bütün bu izahattan, Eski Ahit’in İbranî sahih bir nüshasının bulunmadığı
anlaşılır. İbranî nüshalar birbirinden daima farklıdır. Pentateuch, Eski
Ahit’in, ufakbir kısmıdır. Hz. Musa’ya izafe edilen kanun ve nizamları hikâye
yollu nakleder. Bu da, M.Ö. 5 inci asırda Ezra (Esdra, arapça Uzeyir) tarafından,
daha eski metinlerden meydana getirilmiştir.
) îlk defa İslâmiyet, semavî addedilen bu metinlerin muharref olduklarını
ilân etti. Hz. Musa’yı kabul etmekle beraber, Yahudilerin Tevrat’ın aslım
kaybettiklerini, mevcut nüsha ile de amel eylemediklerini haykırdı. Mademki
aralarında bir Peygamber vardı, şu halde ona tâbi olmalarının en makul hareket
olacağını beyan etti. Hakikat güneşi doğduktan sonra, muharref metinlerin
zulmetine saplanıp kalanlara acıdı.
Hz. Peygamber ile Yahudiler arasındaki bu nizâ, o devirdeki Yahudilerin
elinde İbranî dilinde olması çok muhtemel olan tomar halindeki Mukaddes
Kitap’ları ile Talmud üzerinde cereyan ederdi. Yahudilerin örf ve
âdetlerini, an’anelerini, kanunlarını Rabbi Judah h. Nasi (takriben M. 135
220) ile tilmizleri, Mişna namı altında toplamışlardı. Bu eser,
asırlardan beri şifahî bir şekilde nakledilen an’aneleri kucaklamakta idi.
İbadetler, nikâhlanmalar, bayram âdetleri, ziraî merasimler gibi konulara temas
eden 63 risâleyi ihtiva etmekte idi. Gemara ise bunun tefsiri idi. Her
iki kitap birlikte Talmud’u teşkil ediyordu. Talmud’un iki
nüshası vardı:
A)
Filistin Talmud’u,
takriben M. 450 de ikmal edilmişti.
B)
Babil Talmud’u,
diğerinden aşağı yukarı iki misli büyük olan bu kitap, M. 500 de tedvin
edilmişti (4).
Yahudiler, bütün meseleleri bu kitapların menşurundan geçirerek mütalâa
ederlerdi. Otantik olmayan bir metninle, şifahî an’aneler üzerine kurulmuş ve
binlerce sene sonra tedvin edilmiş bir tefsirin karanlıklarına gömülüp kalmış
olanlara 14 asır evvel, bu gerçekleri kabul ettirmenin zorluğunu teslim edecek
yerde, bu gerçekleri haykıran bir kitaba cehalet ve tahrif isnat eden M.
Rodinson; müptelâ olduğu tahrif illetini kim-
senin teşhis edemeyeceğini sanacak kadar da cehalete gömülmüş bulunuyor.
İncil (Yeni Ahit) lerin te’lif tarihleri ve rivayetleri hakkmdaki
telâkkiler, metinlerin çokluğu, varyantların bolluğu, ilâvelerin fazlalığı,
eldeki kitaplara itimadı asgariye indirmektedir.
Hz. Isa, Arâmî dilini konuşmakta idi. Tebligatını da bu g dille yaptı.
Eldeki Incil’lerde, Arâmî kelimeler ve tâbirler bulunmakla beraber, asıl Incil
metninin Arâmî dilinde yazıldığı kabul edilmemektedir, ilk Incil’lerin, eski Yunan
dili ile yazıldıkları sabittir. Bu itibarla, Incil’in aslı ile, ilk yazmaları
arasındaki bir buçuk iki asırlık fâsıla, en büyük farkları meydana
getirmiştir. Kâtipler, iyi yetişmemişlerdi. Vesikalar, daha kutsal kitap
mahiyetini almamış bulunuyordu. Metnin arasına herhangi bir ilâve sıkıştırmak,
metni kısaltmak pekâlâ kabil oluyordu, ilk yazmalarda, beş metin tipi tesbit
edilmişti:
1. İskenderiye, 2. Garp, 3. Kayseriye, 4. Şark, 5.
Bizans metinleri.
Modern tenkidin çok daha yıkıcı mütalâaları karşısında, • Rev. E. A.
Abbot: “Bu tenkitler, Incil’lerin hiç birisinde itimada şayan unsurlar
bulunmadığı gibi bir şüpheyi doğurur vasıfta görülebilir” demektedir. Ancak,
Mevlevi Muhammed Ali der ki:
“Şu pasajlar, gerçek telâkki edilebilir:
1
— Hz. Isa’mn ma’sum telâkki
edilmeyi reddettiğini açıklayan pasaj (Markos: 10’15)
2
— Şirkten başka her günahın
affedileceğini beyan eden pasaj (Markos: 12’31)
3
— Annesi ile ihvânının,
kendisine inanmayıp onu deli
zanneylediklerini ifade
eden pasaj (Markos: 3’21; 5’3')
4
— Hz. Isa’nın, kıyamet
ânını bilmediğini beyan eden pad saj (Markos: 13’“)
5
— Çarmıhta iken, ümitsizce:
«Eli! Eli! Lama sabaktani
—
Allahım, Allahım!. Beni
niçin bıraktın?” (Metta: 27’“) diye bağırdığı pasaj.
“Bu beş pasaja, mû’cize ile ilgili dört pasaj da ilâve edilince dokuza
baliğ olur. Bu suretle İlmî bir Hz. Isa biyografisinin temel sütunları meydana
çıkar” (5).
■ Modern tenkidin bu kadar yıkıcı olduğu bir konuda, yalnız eldeki
metinlerin değil, Hz. Isa dininin telkinatvnvn da tahrife uğradığı
ileri sürülünce, aksini ispat imkânsız hale gelir.
îslâmiyetin zuhur ettiği günlerde, bu İlmî tenkit imkânı mevcut değil
idi. Bugün ise, artık bu tahrifler bir İlmî gerçek olmaktan öteye, varlıkların
inkârına yol açacak kadar korkunç « görülüyor.
II — Hz. Peygamberin geleceği, Tevrat ve Incil’de tebşir edilmiş idi.
Bunu, Yahudi ve Hıristiyanlar, o gün de kabul etmediler, bugün de kabul
etmiyorlar. Zaten, bu münazaralarda onların hakkı teslim etmeyeceklerini, Allah
Peygamberine bildirmişti (6).
a) Tevrat’ta.
Yakup Peygamber, vefâtı esnasında oğlu Yehuda hakkında şu temenni ve
keşifte (tenebbü) bulundu.
“Saltanat asası, Yehuda’dan ve şeriat sahibi ayakları arasından Şilo
gelinceye kadar; zail olmayacaktır ve milletler de ona itaat edeceklerdir” (Tekvin:
49’10).
Kimdir bu Şilo?
Hükümdarlık asası ile, şeriat hükmünü cem’eden bir zat.. O da Yehuda
sulbünden. Şimdi, bütün tarih gözönüne getirilsin. Beni İsrail şeriatini nesih
ederek, yerine bir başka şeriat koyan zat kim olmuştur? Düşünülsün de cevabı verilsin.
Hz. İsa mı? Devlet asası ile şeriat, bu peygamberde bir araya gelmemiştir. Hz.
İsa, Hz. Musa’nın şeriatini tamamlamayı tavsiye ederek, ondan bir harf dahi
eksiltmeyeceğini söylemişti (7). Saltanat asâsı yerine ise, kendisine salib
nasip oldu. Ş uhalde bu Şilo, Hz. Muhammed’den (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
başkası olamaz. Zira, bu sıfatlar ancak İsmail Peygamberin soyundan gelen bu
mübarek Peygamberde tamamlanıyor.
Dinî taassup fiyevrine tutulmuş misyonerler, Şilo’nun Hz. Muhammed’e
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) yorumlanmasına mâni olmak için, Eski Ahit’in
muhtelif dillerdeki tercümelerine de musallat olmuşlardır. Bakınız bu fıkranın
Türkçesi, Kitabı Mukaddes Şirketi (B'ible House)’nin Türkçe nüshasında
ne hal alıyor:
“ŞiZo gelinceye kadar, saltanat asâsı Yehuda’dan, hükümdarlık asâsı da
ayaklarının arasından gitmeyecektir ve milletlerin itaati ona olacaktır.”
Burada, ‘saltanat asâsı’ ile ‘hükümdarlık asâsı’ tâbirlerine dikkat
ediniz. Her ikisi de aynı şeydir. Şu halde, maksat dünya saltanatıdır.
Binaenaleyh, Şilo ‘bir peygamber olamaz’ hükmü ortaya çıkacak. Halbuki,
tercümeye esas plan metin İngilizce King James Version’âir. Bu metinde
de, bu fıkra aynen şöyledir:
“The sceptre shall not depart from Judah, nor a lavogivcr from
betvveen his feet, until Shiloh come and unto him shall the gathering of the
people be” (Genesis: İfl’"*).
Buradaki sceptre (=saltanat asâsı) ile lamgiver (=§âri, şeriat
sahibi) kelimelerinin Türkçe hakları lâyıkı ile verilse, o zaman bir
Müslüman ülkede' kolayca bunun Hz. Muhammed’e (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
delâlet ettiği anlaşılır. İşte, bundan kaçmak lâzımdır. Gördünüz mü,
Hıristiyanlık sar’asına yakalananlar, günümüzde dahi nasıl tahrif ediyorlar
metinleri?
b) Incil’de.
Hz. Isa, mâ’ruz kaldığı ithamları bertaraf edecek ve kendisini kabul
etmeyen insanlara nübüvvetini ispatlayacak bir diğer resulün geleceğini
söyledi. Bu, ‘bir başka paraklitos’u Havariler, Hz. Isa’nın Tanrı’ya
ulaştıktan sonra kendilerine göndereceğine inanmakta idiler (Yuhanna: 7’3Î).
Hattâ, bu ‘paraklitos’ onlara göre, Hz. Isa’dan da daha büyük işler yapacak
idi (Yuhanna: 14’12). Dördüncü Incil’in müellifi Yuhanna’mn
nazarında Paraklitos, Allah’ın insana en büyük lûtfu olacaktı.
Paraklitos kimdi? Nasıl bir varlık idi? Zuhur etti mi? Hz. Isa’nın
söylediği yerini buldu mu? işte, Hıristiyan teolojisini meşgul eden meseleler,
işte, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında münazaalı kalan bir konu.
Şimdi, .biz bu meseleyi dokümanlardan inceleyelim ve varacağımız sonucu
M. Rodinson’un Yahudilik kokan iddiası ile karşılaştıralım:
Yuhanna Incil’indeki ‘başka bir paraklitos’ (14’16,25;
15*; 16’l7) ün tercümesinde çok ihtilâf zuhur etmiştir. Milâdî 6.
asırda te’lif edilen Codeoc Bezae bu kelimenin lâtince karşılığını, her
geçen yerde advocatus (Yardıma çağrılan, şefaatçi) olarak verir. Lâtince
vulg at e’in İngilizcesi Rheims, her yerde paroclete
kelimesini kullanır. İngilizce ilk mütercimler Wyclif’e uyarak comförter
(tesellici) kelimesi ile her yerde bunu karşınlar. King James Version
namıyla maruf olan ve 1611 de telif eden The Holy Bible ise, paraklitos
kelimesini another comförter (başka bir tesellici), The Spirit of truth
(hakikat ruhu), The Holy Ghost (Ruh-ül-Kudüs) kelimeleri ile karşılar.
Ancak, Yuhanna’nın ilk mektubundaki (2”) paraklitos kelimesinin an advocate
(bir şefaatçi) olarak tercüme eder.
Bu kadar kılıklara sokulan bu kelimenin, İncirde bir tek mânaya delâlet
ettiğini, fıkraları birer birer gözden geçirince anlayacağız.
Hz. Isa, mâruz kaldığı muhalefet ve ithamlar karşısında, ümmetine sitem
dolu bir eda ille diyor ki:
“Bununla beraber, ben size hakikati söylüyorum. Benim gitmem, sizin için
hayırlıdır. Çünkü gitmezsem tesellici size gelmez. Fakat, gidersem onu
gönderirim. Ve o geldiği zaman, günah için, salâh için ve hüküm için dünyayı
ilzam edecektir ” (Yuhanna: 16' -8).
“Fakat, o hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek
zira kendiliğinden söylemeyecektir. Fakat, her ne işitirşe söyleyecek ve
gelecek şeyleri size bildirecektir o, beni tâziz edecektir. Çünkü benimkinden
alacak ve size bildirecektir” (Yuhanna: 16”-14).
“Ben de babaya yalvaracağım ve o size başka bir tesellici, hakikat
Ruhunu verecektir. Tâ ki, sizinle beraber olsun. Onu, dünya kabul edemez.
Çünkü, onu görmez, ve bilmez. Siz, onu bilirsiniz. Çünkü yanınızda mukimdir ve
içinizde olacaktır.” (Yuhanna: 14“ ”).
Bütün bu fıkralarda, geleceği bildirilen ‘başka bir paraklitos’
(Tesellici, şefaatçi, hakikat Ruhu, Ruh-ul-Kudüs), Hz. îsâ gibi İlâhî bir
görevle yüklü bir şahıs olacaktır. Cismanî âlemin nâsûtî vasıfları ile
muttasıf bulunacaktır. Zira, Hz. İsa’ya tevcih edilen ithamlar, iftiralar,
inkârlar insanlar tarafından meydana getirilmiştir. Yine bir insan tarafından,
insan topluluğu içinde bertaraf edilmelidir. Yuhanna’mn birinci mektubunda
zikredilen paraklitos (şefaatçi) un, Hz. İsa olduğu kabul edilince, ‘başka
bir paraklitos (tesellici, şefaatçi) un Hz. İsa’nın gayrı bir şahıs olması,
akıl ve mantık icabı olur. Yine bu şahsın, Hz. İsa gibi bir nebi olması, Hz.
İsa’ya da bu isim ve vasfın verilmiş olmasından anlaşılır. Hıristiyan
teolojisinde, bir türlü ma’kul ve mantıkî bir tevcih ile izah edilemeyen bu
‘başka bir paraklitos’un, Hz. Muhammed’den (salla’llâhü aleyhi ve sellem)
başkası olmadığı ortadadır. Bir kere düşünülsün, bütün beşer tarihi, Hz.
İsa’dan bu yana gözden geçirilsin. Şu âlemde, Hz. İsa’yı ve annesini bunca
ithamlardan, İlâhî bir belgeye sahip Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve
sellem)’den başka kim tebriye etmiştir? Tann’nın ona indirdiği kutsal kitap
olmasaydı, Hz. İsa’nın yardımına hangi avukat koşacaktı? Hangi paraklitos, bu
azim dâvanın yükünü kaldırabilecekti? Ve eğer, bu avukat Hz. Muhammed
(salla’llâhü aleyhi ve sellem) değil ise, nerede kaldı Hz. İsa’nın bu
söylediklerinin gerçekliği ? Nerede kaldı bu peygamberlerin sıdk-u sadakati?
Hıristiyan teolojisi, bu ‘başka bir paraklitos’u akl-ı selim ile alay
edercesine, te’vil eder:
“İsa’nın havarilerinin kalbindeki advocatus (paraklitos) tur. Bir
avukat olarak o, hakikati müdafaa edecek ve her günah burhanına karşılık bir
delil gösterecektir. O’nun müdafaası kuvvetli olacak; zira, o kurtarıcının
sözlerini söyleyecek, tâlimatını izah edecektir, ihtişamına şehadet edecektir.”
“Bu tefsirle, bu fıkralardaki ilâveler zorlanmış olmaz. Havariler bizzat
kendileri inanmayan kalplerinin hüküm vericisi olacaklar ve İsa muzafferane
tebriye kılınıp, Allah’ın kudrete sahip oğlu ilân edilecektir” (8).
Bu te’vil ve tefsir erbabı, havarilere imansızlık isnat ettiklerinin
farkında bile değildirler. Bunlara göre, havarilerin
inanmayan kalpleri bulunduğu sabit oluyor. Bu imansızlık sabit olduğuna
göre ve onlara iman verecek diğer ‘paraklitos’ ta ancak Hz. İsa’nın ölümünden
sonra geleceğine göre, bu havariler Isa öldüğü zaman imansız kişiler idiler.
En yakın tilmizlerinin bille kendisine iman etmediği bir peygamberin ümmeti de
olamaz. Şu halde, peygamberliği mânasızlaşır. Eğer, bu te’vil üzerine
havarilerin kalplerine doğacak ‘bir başka paraklitos’ hiç gelmemiş ise, Hz.
Isa’ya iman etmeden göçtükleri de sabit olur ki, o zaman da ortada İsa dini
diye bir şey kalmaz.
Görülüyor ki, bu tevilde akla hitap eden bir vasıf yoktur. Aksine bu,
farkında olmadan Hıristiyan dininin temelini şüphe üzerine bina eden sakim bir
mütalâa halindedir.
Bu ‘başka bir paraklitos’un, şayet âhiret gününde zuhur edeceği ve Hz.
İsa’yı orada tezkiye ve tebriye edeceği ileri sürülürse, o takdirde de bazı
mülâhazalar ortaya çıkar. Evvelâ, Hz. İsa’ya tevcih edilen ithamların vârit
olup olmadığı, Hz. İsa’nın tebliğ ettiklerinin gerçek olup olmadığı, sadece
insan dimağını meşgul eder. Beşer olması dolayısıyla gaybe ittilâ peyda
edemeyecek olan insanoğlu; peygamberane ihbar ve tebliğleri bu dünyada
değerlendiremez, meçhulâtı bu dünyada malûmata kalbedemez. Âhiret gününde ise,
hiç bir meçhul kalmayacak, bütün gerçekler gâib perdesinden sıyrılıp ortaya
çıkacaktır. Herkes, her şeyi hiç bir delil ve şahide lüzum hissetmeden
lâhzada görecek ve anlayacaktır. Şu halde, burada Hz. İsa’nın avukata ne
ihtiyacı var? Paraklitos, Hz. İsa’yı Allah nezdinde mi müdafaa edecek? Neden,
ne günahı var? Yoksa, ona beşeriyet nezdinde mi şefaatçi olacak? O halde,
nerede kaldı Hıristiyanların ona verdikleri —hâşâ— Tann’nın oğlu olma sıfat ve
kudreti?
Bizzat Hz. İsa, bu ‘başka bir paraklitos’un bir takım vasıfları olacağım
bildiriyor;
1
— Gelişi, İsa’nın ölümüne
bağlıdır. Şu halde, iki şeriat sahibi, aynı zamanda bir arada olmayacaktır.
2
— Geldiği zaman; günah
için, salâh için ve hüküm için bütün dünyayı ilzam edecektir. İsa’nın
peygamberliğini reddedenlere, bunun gerçek olduğunu ilân edecek bu şefaatçi;
onun şeriatinin yerine, beşerî salâha götürecek bir nizam koyacak bu şefaatçi.
Ve nihayet, hükmü dünyaya yayılacak ve ebede kadar sürecek bu şefaatçinin (Yuhanna:
14”‘).
Hz. İsa, bu zatta şeriat ile saltanatı birleştiriyor. Tıpkı, Tevrat’taki
Şilo’da birleştirildiği gibi. Şu halde, Hz. İsa Şilo’nun kendisi olmadığım, bu
vasıflara şefaatçinin sahip bulunacağım ilân ediyor.
Gerçekleri kabul etme faziletine erenler, insaf ederek söyleyiniz! Beşer
tarihi bugüne kadar Hz. Muhammed (salla’llâhü aleyhi ve sellem) den başka kimi,
bu vasıflarda gördü ve bildi?
M. Rodinson gibi inat erbabı çıkıp, bu teşhisi yerinde bulmayabilir. Ve
bu konuda şüpheci kaldığını söyleyebilir. Ne Şilo’nun, ne de Paraklitos’un kim
olduklarını kestiremediğini ifade edebilir. O takdirde biz de ona deriz ki:
1
Bugünün, bütün modem
araştırma imkânlarına rağmen, hâlâ meçhul kaldığım iddia ettiğin bir konu, Hz.
Peygamber zamanında da tartışıldı diye ona cehalet isnat etmek için, biraz hayâ
sahibi olman gerekmez mi?
Yahudilerle ve Hıristiyanlarla münakaşa ile, bunlara
gerçekleri kabul ettirmenin mümkün olamayacağı ve onların ancak, Hz.
Peygamber kendi dinlerine tâbi olduğu takdirde, nizâdan vaz geçecekleri
me’alindeki âyeti kerime (9), beşer tabiatındaki müzmin hastalığı ne kadar da
veciz bir şekilde dile getiriyor. Bugün bile, birbirine düşmüş muhtelif mezhep
erbabım te’lif edici bir noktaya getirmek mümkün oluyor mu?
Tanrı’nın, birbirine zıt olanlardan bir tarafa hakkı kabul etmek meziyet
ve faziletini lütuf buyurması, Hakka ittibâ için kâfi gelmiyor, diğer tarafın
da aynı lûtfa mazhar olması gerekiyor. işte, o nurlu asırdaki Yahudilerle
Hıristiyanlar da, bu nesefete sahip olma faziletinden mahrum kaldılar, bunun
için de Allah Resulünü, onları saadete erdirme çabasından ahkdydu.
Peygamberler, insan ruhunu tehzip ederek, onu ebedî saadete ulaştırmak
görevi ile yükümlüdürler. Ebedî saadet ise, İlâhî mârifeye ulaşma derecesine
göre kıymet kazanır. Bu itibarla, bu görevi liyakatle yerine getirme
bakımından peygamberler derecelendirilir. Bu gayeye en üstün vasıflarla
ulaşanın İ nübüvvet ve risâleti de, en üstün vasıfta olur. Bu görüş ile,
risâlet konusuna eğildiğimiz zaman, Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve
sellem) en üstün risâlete sahip olduğu tebeyyün eder. Zira, Hz. Musamn
dâvetinin tesiri Beni İsrail’e münhasır kalmıştı. Kendisinden sonra Yahudiler
arasında türlü sektler zuhur etmiş tecsim ve teşbih akideleri, Musa dinini
tanınmaz bir hale getirmiştir. Iş, o dereceye varmıştır ki, bugün Samîrîler
(Samaritain) Musa dininde yalnız kendilerinin kaldıklarını iddia edecek hale
gelmişlerdir.
Hz. Isa’nın daveti ise, hakikî veçhesini, o dünyayı terk eder etmez,
değiştirmiştir. Hz. Isa'yı kabul eden ilk Hıristiyanlar, elbette ki Allah’ı ve
onun Resulü olarak Hz. Isa’yı tanıyorlardı. lâhî varlık ile, onun yarattığı
insanoğlu arasında risâlet münasebetinden öteye bir bağ kurmuyorlardı. Fa-
kat, çok geçmeden bu bağ vasıf değiştirdi. Allah’ın, vücut, ilim ve
hayattan ibaret üç uknum’a sahip olduğu iddia edildi. Bunlara da
Baba, Oğul ve Ruh-ul-Kudüs adları verildi. Bunlardan ilim uknumunun Hz.
İsa’ya intikal ettiği ileri sürüldü. Böylece, ulûhiyyete ve ibadete lâyık olma
hususunda, müteaddit kadim varlıklar ihdas edilmek suretiyle tevhid
ihlâl edildi. Bu suretle de, Hz. İsa’nın dâveti gaye itibariyle hiç vâki olmamış
gibi ortadan silindi.
Hz. Peygamberin dâveti ise, insan ruhunu İlâhî mârifeye ulaştırmak
hususunda katettiği merhale bakımından, en ekmel bir tehzib kaynağıdır.
Arapların, ağaçtan ve taştan yapılma putlara taptıkları, Yahudilerin tecsim ve
teşbih ile Hz. Musa'nın ruhunu tâ’zib ettikleri ve Hıristiyanların beşer
aklının tezyifi üzerine kurulmuş nâkus seslerine gömüldükleri bir çağda, bu
İlâhî seda insan ruhunu cezbetti. Mecusîler’in annelerini, kızlarını
nikahladıkları, Sabiî’lerin yıldızları Allahlaştırdıkları bir devrin
karanlığını, bu iz’an güneşi dağıttı. Bu güneş, iman semasında ışıklarım
saçınca şirk ve dalâlet bulutları ebediyyen muzmahil oldu. Bu ışıkların,
gönüllere doldurduğu imân ve irfan iksiri ruhlara ebedeî saadet getirdi. Hz.
îsa’mn tebşir ettiği bu şefaatçinin, beşeriyyete sunduğu ebedî saadet, kıyamete
kadar eşsiz olarak devam edecek.
İSLÂMİYYET KOMÜNİZMİ REDDEDER
M. Rodinson’u, vahyi inkâra sevkeden husûs, komünizmin dayandığı
diyalektik materyalizm inancıdır. Marksist Sosyalizm, materyalizme
inanılmadıkça gerçekleşemeyeceği için, Kur’anı Kerimi bir İlâhî vahyin mahsulü
sayarsa, elbette M. Rodinson komünizm çevresinden tardedilecektir. Vazifesi de,
İslâmiyetin komünizm olduğunu ispat etmek olduğu için, evvelâ vahiy
müessesesini ortadan kaldırmağa çalışacak, sonra da, sözüm ona, gerçeği arayan
bir tarihçi rolünde ortaya çıkarak İslâmî düzeni tahrif ile maksadına
ulaşacaktır.
Acaba, tahrif ile de olsa, İslâmî düzeni Marksist Sosyalizm olarak kabul
ettirmek mümkün olur mu? Ne gezer! Arada en basit bir benzerlik bile yoktur.
Zaten, o da bunu bildiği içjn, ortaya İslâmiyetin bir ihtilâl neticesi
kurulduğu iddiasını atarak işin içinden çıkmak istemiştir. Kaldı ki, bu
ihtilâl görüşü de, çok söz götürür.
M. Rodinson: “Kendisini kovmuş olan Kureyş’e, koca bir imparatorluk
armağan etmişti. Çoğu ihtilâllerin sonucu, ama fikirlerinde kendi öz hayatları
vardı. Bu hayat, gerçekten ihtilâlcidir” (1) diyor.
Hz. Muhammed’in (salla’llâhü aleyhi ve sellem) kurulu düzene karşı silâha
başvuran ihtilâlci bir görüşle hareket ettiği fikri, tarihî gerçeğe tamamiyle
aykırıdır. Bir kere İlâhî bir görev icabı, bütün insanlığa hitap eden bu ulu
Peygamberin karşısında, sadece Mekke düzeni bulunmamaktadır. Allaha şirk koşan
her topluma, bu hitap yöneltilmiştir. Kureyş müşriklerin ulusu olduğu için, bu
hitaptan elbette onun payı büyük olmuştur. Mekke-, paganizmin merkezi olduğu
cihetle de, en çok hücûm oraya tevcih edilmiştir. Tabiatiyle en çok hasım da
buradan zuhur etmiştir.
Medine’ye göç eden Hz. Peygamberi, Kureyş orada da rahat bırakmamıştır.
Onu imha etmek için her çareye, her desiseye başvurmaktan bir ân bile geri
kalmamıştır. Müslümanlar, bir ölüm kalım savaşına sürüklenmişlerdir. îşte,
bütün silâhlı uğraşların temelinde bu gerçek yatmaktadır. Bu da, şüphesiz
plânlanmış bir ihtilâl olamaz.
Kureyş’e karşı bütün mücadeleyi bir ihtilâl olarak kabul etsek bile, her
ihtilâl sonucu kurulan düzeni komünizm olarak tavsif etmek mümkün
olmayacağı cihetle, kurulan düzene Isla-
miyetten başka bir göz ille bakmak da mümkün olmaz. Her ihtilâl, neden
komünizme götürsün? Böyle bir iddia, evvelâ hâdiselerin mantığına aykırı düşer.
Yakın tarihimize şöyle bir göz atalım:
Hareket ordusu, bir ihtilâl yapmıştır. Kurulan düzen, komünizm midir?
Hayır!. Abdülhamit devrilmiş, yerine meşrûtiyet gelmiştir. İstiklâl savaşı bir
ihtilâldir. Zafer, komünizm mi getirmiştir? Hayır!. Cumhuriyet idaresi
kurulmuştur. E.. Şu halde? Şu halde, bu iddianın tutar bir tarafı yoktur.
M. Rodinson, ihtilâl benzetmesi ile sonuç alınamayacağını bildiği için,
bu konuya şöyle bir dokunup geçivermekle görevini yerine getirmiş oluyor. Aksi
halde, konunun hâdise ile hiç bir ilgisi olmadığından, kendi dâvasını çürütmesi
hiçten bile değildir. O, sadece okuyucunun dimağında “İslâmî düzen, ihtilâl ile
kurulmuşsa, sosyalizmdir” rüzgârını estirmeği, taktiğine uygun buluyor. Hz.
Peygamberden sonra, onun kurduğu düzenin değiştirildiğini-söylemekle de,
taktiğinin bir başka cephesini ortaya koyuyor.
“Bu ihtilâlci (?) hareketin bayrağı Kur’an, örneği ve kefili ise bizzat
Peygamberdi ve yüzyıllar boyunca İslâmî sarsan nice başka hareket yine aynı
kaynaktan güç alacaktı” (2).
Elhak! Sen, ey komünist yazar! aynı kaynaklan tahrif ederek Islâmiyeti
yıkmağa çalışırken, bu fetvan ile hareket ediyorsun. Islâmiyeti, bir komünizm
hareketi olarak göstermeğe yeltenirken, senin yüzüne ilim vicdanı
haykıramıyor, çünkü, ondan yoksun bulunuyorsun..
“Bu adamın —Hz. Muhammed’i kastediyor— katkısını, mirasını ve insanlık
tarihinde bu adamın yaşadığı ve anlattığımız gibi yaşadığı (?) için
değişikliğe uğrayan (?) şey’i (?) bir tam tesbit edip değerlendirmek mümkün
müdür?” (2).
Bu kötü maksatlı iddia, İslâmiyetin hakikî hüviyetiyle tecelli etmediği
iftirasını taşıyor. Zihinleri bulandırarak bu meçhul ‘şey’in komünizm olacağı
çıkmazına Müslümanları sürüklemek için icat ediliyor. îşte şaheser bir
sahtekârlık örneği.
Evvelâ, biz İslâm dininin hiçbir meçhul tarafının kalmadığını beyan ile
konuya girelim. Kur’anı Kerimde, Allahu teâlâ :
“Bugün dininizi ikmal ettim ve size verdiğim nimetleri tamamladım
(3)” buyurulur. Şu halde, İslâm düzeni tamamlanmış, geriye hiçbir şey
bırakılmamıştır. Kaldı ki, bir ân için geride bir ‘şey’ kaldığı kabul edilse
bile, bu ‘şey’in aslâ komünizm olamayacağı, gün gibi aşikârdır.
Bir defa, Marksist, sosyalizm şu temellere dayanır:
1. Tanrı varlığını reddeden diyalektik materyalizm.
2. Ferdî mülkiyete, sadece tüketim vasıtalarında yer veren hukuk
anlayışı,
3. Kâr (artı değer) unsurunu, toplumun hakkı sayan iktisat
doktrini.
4. Bütün bu görüşleri kapsayan düzeni, topluma silâh zoru ile kabul
ettirecek bir işçi ihtilâli.
İslâmî eserlere şöyle bir göz atan her fert, bu ulvî düzenin bu dört
maddeyi de reddettiğini derhal anlar. Bu gerçeği, herkesten önce bu komünist
yazarın bildiğinden de şüphe etmemekteyiz.
Marksizniin temel felsefesi olan diyalektik materyalizm ise, daha ortaya
çıktığı anda çürütülmüştür. Materyalizme göre her varlığın başlangıcı
maddedir. Hareket halinde bulunan atomlar’la., kâinattaki boşluğu
dolduran esir her şeyin aslıdır. Hareketin sebebi de, bu görüşe göre
yine kendisi olunca, âlemi düzenleyen kanunlar da, şuursuz olanatomların
tesadüfen bir araya gelmeleri ile, ortaya çıkmış bulunuyor. Materyalist izah
tarzı, üç umdeye dayanır:
3
.— Bu atomlar hareket
halindedir.
Bu mezhep, Mekanik’in bir kaidesi karşısında, tamamen
çürütülmüştür. Bu kaide, “hareket halinde bulunan cisimler manzumesinin
hareketi, sükûn ve tevazüne ulaşır” hükmünden ibarettir. Ayrıca, tecrübî Fizik
cisimde “atalet hassası” düsturunu da ortaya koymuştur. Bu kaideler, kâinat
manzumesindeki hareketin ‘ezelî’ olmadığını ispat eder. Zira, âlem hareket
halinde bulunan bir manzumedir. Mekanik’teki tevazün kaidesi icabı, sükûn
haline gelmesi zarûrîdir. Halbuki, daha bu hale gelmemiştir. Şu halde, sükûn
haline gelmesi için gerekli olan zaman daha geçmemiştir. Bu itibarla, atomların
hareketinin de zelî olmaması gerekli olur. Zira, bunların hareketi ezelî
olsaydı, tevazün ve sükûn için gerekli olan zaman, çoktan gelip
geçmiş olurdu; âlem de şimdiye kadar sükûn halinde bulunurdu. Eğer, ‘âlem
tevazün ve sükûna erdikten sonra, tekrar harekete geçmiştir’ fikri ileri
sürülürse, bu takdirde de atalet kanununa aykırı mütalâalarda bulunulmuş
olur. Zira, âlem bir kere sükûna erince, sadece maddenin icabı olarak harekete
geçemez. >
Bu durum karşısında, materyalistler ya atomların ezeli harekete
sahip olup, tevazün ve sükûn halinde bulunacaklarını kabul edecekler veya
atomların hareketlerinin ezelî olmadığını ikrara mecbur kalacaklardır. Bu
takdirde de, ikinci umdeleri ile, üçüncüsü arasında çelişmeye düşerler.
Atomlar, hem ezelî olup hem de hareket
halinde bulunurı larsa, ezeldenberi süregelen hareketlerin icabı olarak âlemin
! tevazün ve sükûn haline varmış olması gerekir. Diğer taraftan J da, üçüncü
umde icabı âlemin hareket halinde bulunması zarûrî olur. Bu çelişmeden
kurtulmak için, materyalistler ya atomun ezelî olmadığını (îkinci umde) veya
tabiî harekete sahip (üçüncü umde) bulunmadıklarım kabule mecbur kalırlar.
Atomların ezelî olmadığını kabul ederlerse, bunların bir yapıcısı (muhdis) *
bulunduğuna da ikrara mecbur kalırlar.
Eğer, atomların tabiî hareketlerini iddiadan vaz geçerlerse, âlemin
yokluğunu kabul etmiş olurlar.
Bu durumların dışında, materyalistler için imtina’ı mümkün
olmayan bir tehlike daha vardır. îlim, tabiat kanunlarının sabit
olduğunu ortaya koyar. Materyalizm, atomların birleşmelerini tesadüfe bırakmak
suretiyle tabiat kanunlarının değişmezliğini inkâr etmiş olur. Âlem,
tesadüf eseri olunca bugüne kadar müessir olan tabiat kanunlarını kim muhafaza
etmiştir? Muhafaza edilmeyen kanun sabit olamaz. Bu takdirde de, âlem meydana
gelemez. Şu halde, tabiatta sabit kanunlar j vardır. Bu hükmü de dördüncü
bir umde olarak materyalistlerin benimsemeleri gereklidir. Ancak, eğer bu
umdeyi benimserlerse, yine tehlikeli bir duruma düşerler. Zira, kanun külli'dir.
Maddeye tâbi değildir. Şu halde, atomdan başkadır. Kanun, mad.de değil sûret’tir.
Sureti tanzim eden de gâye/dir. Gayesiz sûret, nizam altına
alınamaz. Gâye’yi kabul etmekse materyalizmin çürümesi demektir (4).
NOTLAR
HEP o KÖTÜ NİYYET
1 Paris. Club
français du livre, 1961, 1967 2. Baskı (Seuil).
2. Muhammad at
Mecea, (Oxford, 1965), s. 52.
3. Annali
dell’İslâm, Türkçe tercümesi: Hüseyin Cahit, İslâm Tarihi, (İstanbul, 1924), c. 1, s. 17.
4. Aynı eser, e.
2, s. 16, 20.
5. Aynı eser, c.
1, s. 21.,
6. r 6. Hero and Heroıvorship
7. Karşılaştırınız:
Tor Andrae, Muhammad, the Man, and His Faith, (London, 1936), s. 63 ve devamı.
8. Dr. A.
Sprenger, Has Leben und die Cehre des Mahommad, (Berlin1869), I. 267 ve devamı.
9. Mahommet et le
Coran, s. 99, 111; bakınız İsmail Fennî, Kitab-u"tzale-i-Şûkûk, (İstanbul,
1928), s. 16 ve devamı.
10. Aynı eser, s.
57.
ŞAKK-I-SADIR
1. Hz. Muhammed,
s. 69
( 2.
Es-Siret-iin-Nebeviyye, (Mısır, 1936), c. 1, s. 171.
3. The Life of
Muhammad, (Oxford Karachi, 1967), s. 72.
4. El-Askalânî,
Lisan-ül-mizan, (Haydarabat, 1329), c. 2, s. 142.
5. Huccet-ül-Lah-il-bâ!iğa,
(Bulak, 1294), c. 2, s. 189;V; Süleyman-ud-Nadvi,
Asr-ı Saadet (İslâm tarihi), Türkçe tercümesi: Ömer Rıza (İstanbul, 1928), e.
3, s. 1526, 1543; Karşılaştı¬rınız: Fahr-ur-Râzi. Et-Tefsir-ül-Kebir, (Yeni
baskı), e. 32, s. 2 ve devamı.
KUR’ANI KERİM ALLAH’IN KELAMIDIR:
. 1. Hz.
Muhammed, s. 90.
2. The Koran, İnterpreted, (London, 1963), Naşir: George and
Unwin, 2 cilt.
3. The Holy Koran,
(London, 1953), s. 30 ve devamı.
: 4. Meaning of the Glorious Koran (London, 1930, 1943, 1952,
1957), fiş 5. Aynı eser,, s. 17
6. Aynı eser, s.
26
7. Aynı eser, s. 26, 27
8. Aynı eser, s.
31
9. Aynı eser, s.
33
10. Hz. Muhammed, s.
70, 71, 90
; . 11. Muhammadanısm, (öxford University Press, London,
1961), s. 36 ve •çr devamı.
12. Mahomet, (Paris, 1957), Ed. Albin Michel, s. 29, 39 ve
devamı.
13. A.
Fischer, İslâm Ansiklopedisi, Madde: Kâhin.
14. Bakınız: îbn Hişam, es-Sire, (Mısır, 1936), C. 1, s. 16
ve devamı; El-Câhiz, el-Beyan-u ve’t-tebyin, (Mısır, 1948), neşir: A. Harun, C.
.1. s. 289 ve devamı; El -İbşihi, El Mustatraf, (Mısır, 1308), C. 2, s. 78
Karşılaştırınız: Ahmet Z. Safvet, Camheret-u-hutab-il-arab, (Mısır, 1962), C.
1, s. 78 ve devamı.
15. Sûre: 31 (34).
16. El-Kurtubi,
El-Câmi (Tefsir), (Mısır, 1936), C. 15, s. 338; Karşılaştırınız: İbn Hişam
(Aynı eser), C. 1, s. 314.
17. Sûre: 21 (5), 37
(36), 52 (3).
18. El-Câhiz,
I-Iayat-iil-hayavan, (Mısır, 1945), neşir: A. Harun, C. 6,s. 225 ve devamı;
M.Şükrü el-Alûsî, Buluğ-ul-ereb, (Mısır, 1922), C. 1, s. 365 ve devamı.
19. Sûre: 26 (224).
20. Sûre: 36 (69).
21. İbn
Raşîkın-11-K.ayravânî, el-Uısıde, (Mısır, 1907), s. 77.
22. Sûre: 10 (38), 2
(23).
23. Sûre: 17 (88).
24. Karşılaştırınız:
El-Bakıllâni, İcâz-ııl-Kur’an, (Mısır, 1315), s. 28,s. 31 ve devamları/
25. Sûre: 42 (51).
26. Karşılaştırınız:
Es-Suyûtî, el-Itkâr., (Mısır, 1287), C. 1, s. 55 ve de¬vamı. ,
27. M. Watt, aynı
eser, I, 52 ve devamları.
28. Et-Tehânevî,
Keşşaf-u istalâhât-i!-funûn, (Hind), s. 1308, 1523.
KİTAB EHLİ OLANLARLA TARTIŞMALAR
1. El-Kurtubî,
el-Câmi, (Tefsir), (Mısır, 1935), C. 1, s. 113 ve devamı.
2. Aynı eser, s.
157.
3. Kur’anı Kerim,
4 (45), 5 (14), (44), 2 (75), 7 (157), 61 (6), 6 (20)
4. Buraya kadar
verilen bilgiler için bakınız: A. Yusuf Ali, The Hol)Quran, (Lahore, 1938), C.
1, s. 282 ve devamı ve buradaki bib¬liyografya; Harper’s Bible Dietionary, (New
York, 1961), 7. bas¬kı, s. 450, 725.
5. Muhammed and
Christ, (Madras, 1921), s. 13.
6. Kur’anı Kerim,
2 (120).
7. Abdülahad
Davud, Esrar.ı îseviye, (İstanbul, 1332), s. 56 ve devamı.
8. J.G. Tasker,
Encyclopaedia of Religion and Ethics, neşir: J. Hasting, mad. Advocate, C. 1,
s. 139 a.
9. Kur’anı Kerim:
2 (120).
İSLÂMİYET KOMÜNİZMİ REDDEDER :
1. Aynı eser, s.
283.
2. Aynı eser, s.
285. -
3. Sûre, 5 (3).
4. İzmir’li İsmail
Hakkı, Mulahhas İlm-i Tevhid, (İstanbul, 1328), s.95. ve devamı;
Karşılaştırınız: İsmail Fennî, Maddiyim Mezhebi¬nin İzmihlali (İstanbul, 1928);
Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülgen, Tarihi Maddeciliğe Reddiye, (İstanbul, 1963).
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar