HANNAH ARENDT’İN EICHMANN DAVASI ÜZERİNE DÜŞÜNCELERİ
“Hiçbir
şey yaptıklarımızı düşünmekten daha önemli değildir.’’[2]
Hannah
Arendt
ÖZET
Hannah Arendt yirminci yüzyılın önemli politik düşünürlerinden
birisidir. Adolf Eichmann davası Hannah Arendt’in siyaset felsefesinin temel
sorunlarını isleyen bir konudur. Arendt’in bu davayı incelediği kitabinin alt
başlığı “kötülüğün Sıradanlığı”dır. Bu ifade fikirsizliğin yol açtığı zararlı
sonuçları dile getirmektedir. Eichmann kendisine verilen emirlere yalnızca
itaat etmiş kararlarının sonuçlarını ölçüp biçmemiştir. Arendt bu davayla
adalet, özgürlük ve yerinde-doğru karar verme arasındaki ilişkilere felsefi açıdan
yaklaşmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Hannah Arendt, siyaset
felsefesi, Eichmann davası, adalet, özgürlük, doğru karar verme.
RESUMEE
(Reflexion d’Hannah Arendt concernant leproces d’Adolf Eichmann)
Hannah Arendt est un des penseurs politiques important du
vingtieme siecle. Pour Hannah Arendt le proces d’Adolf Eichmann est un examen
des problemes fondamentaux du point de vue de la philosophie politique. Le sous
chapitre du livre dans lequel Arendt analyse ce proces s’intitule « la banalite
du mal ». Cette expression exprime les resultats prejudiciables du l’absence de
lapensee. Eichmann a seulement execute les ordres qui lui ont ete donnes et n’a
pas peser leurs consequences. Arendt avec ce proces, a une approche
philosophique sur les relations entre la justice, la liberte et la prise de
decision adequate et juste.
Mots cles : Hannah Arendt,
philosophie de la politique, proces d’Eichmann, justice, liberte, decision
adequate et juste.
20. yüzyılın
yüzünü belirleyen şeylerin savaşlar ve devrimler olduğunu söylerken Hannah
Arendt haklıdır.[3]
Bu yüzyıl aynı zamanda da şiddetin en uzun yüzyılı olmuştur. Jean-Jacques
Rousseau’nun ‘‘gözlerimi kaldırıyor ve ufka bakıyorum. Ateşi ve alevleri
görüyorum; harap olmuş tarlaları, talan edilmiş şehirleri görüyorum.
Canavarlar! Dehşet verici bir gürültü duyuyorum. Nasıl bir kargaşa bu! Ne çok
haykırış var! Yaklaşıyorum; bir katliam sahnesiyle karşılaşıyorum: Katledilmiş
on binler, üst üste yığılmış cesetler; atların nalları altında can çekişenler
ölümün imgesini ve ızdırabını çağrıştırıyor. İşte sizin barışçıl kurumlarınızın
meyveleri! Yüreğim derinliklerinden merhamet ve hiddet yükseliyor. Evet,
kalpsiz filozof! Gel ve bize, bir muhabere meydanı üstüne yazdığın kitabını oku
bari şimdi’’[4]
diye seslenirken, bunca yıkımın üzerine yeniden düşünmemizi istemektedir.
Hannah Arendt elbette Rousseau’nun sözünü ettiği ‘‘kalpsiz filozof’ değildir,
totaliter, ırkçı Nazi rejiminin yarattığı yıkımı, bu yıkıma neden olan
eylemleri yeniden düşünmemizi isteyen filozoflardan birisidir. İnsanlığın en
büyük vahşetlerinden biri olarak tarihte yerini alacak olan Hitler Rejiminin
sonuçlarını, siyaset ve etik görüşlerinin ana sorunsalı olarak yapıtlarında
kaleme almıştır.
Hannah
Arendt’in 1963 yılında yayımlanan Eichmann Davası’na ilişkin kitabı Yahudi
sorunu ve Antisemitizm düşüncesi bakımından önemli tartışmaları içermektedir.
Arendt’in bu dava üzerine düşüncelerine ve geride bıraktığı tartışmalı yönlere
geçmeden önce onun Antisemitizmin tarihsel arka planıyla ilgili çözümlemelerine
değinmek yararlı olacaktır.
‘‘Yahudi
sorunu’’nun savaş sonrasında günlük siyasi yaşamın başlıca konularından biri
haline geldiğini söyleyen Arendt 1951 yılında yayımladığı Totalitarizmin
Kaynakları. Antimesitizm başlıklı eserinde bu konuda yapılan
‘‘alelacele’’ açıklamalara dikkat çeker. Ona göre antisemitizmi ‘‘taşkın bir
milliyetçilik ve buna bağlı olarak patlak veren yabancı korkusundan (xenofobi)
doğan galeyanlarla’’ özdeş kılmak doğru bir düşünce değildir. Arendt modern
antisemitizmin geleneksel milliyetçiliğin gerilemesine koşut olarak
yükseldiğini, Avrupa ulus devletler sistemi ile onun ‘‘kararsız güçler
dengesinin çatırdadığı’’ bir dönemde doruk noktasına ulaştığını iddia eder.[5]
Antisemitizm, Yahudilerin kamusal işlevlerini ve nüfuzlarını yitirmeleriyle
paralel ortaya çıkmıştır. Nazi rejimi gibi totaliter bir düzen, terör ve
ideolojiyi birbirlerinden ayıramaz. Terörün devamlı ve istikrarlı bir yapıya
kavuşması için de çokluğun, hatta çoğunluğun taraftarlığını kazanmış olması
gerekir. Bu saptamadan şöyle bir soru doğmaktadır: Nazi ideolojinin şiddeti bu
kadar istikrarlı bir yapıya kavuştururken Yahudiler bu ideolojinin neresinde
idiler? İlginç bir o kadar da düşündürücü bu soruya Arendt yanıt veriyor: ‘‘Bir
tarihçi için asıl mesele, modern terörün asıl kurbanları haline gelmeden önce,
Yahudilerin Nazi ideolojisinin merkezini işgal etmiş olmasıdır’’.[6]
Antisemitizm
sorununa doğru olmayan başka yaygın bir yaklaşım da ‘‘ebedi antisemitizm’’
düşüncesidir. Bu düşünceye göre Yahudilere duyulan nefret olağan hale gelmiş
bir tepkiden kaynaklanmaktadır. Bu açıklamaya şaşırtıcı biçimde çok sayıda
yansız tarihçi ve Yahudi tarihçilerin neredeyse tamamı inanmaktadır. Onlara
göre, insanlık, yaklaşık iki bin yıldır Yahudileri azimle katletmekte ve
Yahudilere duyulan nefret temellendirmeye ihtiyaç duymayan bir hal almaktadır.
Böyle bir yaklaşım iki farklı durumu sanki anlaşılır bir durummuş gibi
göstermektedir. Nasıl ki antisemitikler işledikleri cinayetlere mazeretler
bularak sorumluluklarından kaçıyorlarsa, Yahudiler de ‘‘kendi sorumluluklarına
düşen payı’’ tartışmak istememektedirler.[7] Arendt’in
antisemitizmin arka planında yer alan bu sorunları ele alması onun bir Nazi
suçlusu olarak beş milyondan fazla Yahudi’nin yok edilmesine ve onların
sürülmesine karışan Adolf Eichmann’ın yargılanmasını değerlendirişinde etken
oluşturmaktadır.
Çalışmamızın
temel sorunu olan Eichmann Davası’nı ele alalım:
Arendt 1961
yılında The
New Yorker için Adolf Eichmann Davasını izlemek ve kaleme almak
üzere Kudüs’e gider. İsrail Başbakanı David Ben- Gurion Arjantin’de bulunan
Eichmann’ı kaçırtıp Yahudi sorununun ‘‘nihai çözüm’’ündeki rolü nedeniyle
yargılanmak üzere Kudüs Bölge Mahkemesi’ne çıkartır. Savcı Hausner, Eichmann’ın
hukuktan nasibini almamış Nazi rejiminin inşasındaki rolünü ve Yahudilerin
toplanıp imha edilmesini gerçekleştiren kişi olduğunu ileri sürmektedir. Daha
önceki Nürnberg Duruşmaları’nda Eichmann olmadığı için Yahudilerin trajedisi de
dikkate alınmamıştır. İsrail’de yaşayan hemen herkes gibi Hausner de Yahudilere
ancak bir Yahudi mahkemesinin adalet getirebileceğine ve düşmanlarını
yargılamanın Yahudilere düştüğüne inanmaktadır. Hemen herkes Eichmann’ın
‘‘Yahudi halkı şahsında insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında değil, yalnızca
Yahudi halkına işlediği suçlarla yargılanmasının doğruluğuna’’ inanmaktadır.[8]
Başbakan Ben-Gurion tüm dünyanın duruşmadan çıkaracağı dersi şöyle
özetlemektedir: ‘‘Dünyanın bütün uluslarına Nazilerin milyonlarca insanı sırf
Yahudi oldukları için ve bir milyon bebeği de sırf Yahudi bebekler olarak
dünyaya geldikleri için öldürdüklerini göstermek istiyoruz. Dünya uluslarının
bunu anlamasını ve utanç duymasını istiyoruz.’’ Dava, Yahudi gençlerin kendi
tarihlerinin en trajik gerçeklerini bilmelerini ve ‘‘başka Nazileri’’,
‘‘Naziler ile bazı Arap liderleri arasındaki bağlantıyı’’ da ortaya
çıkaracaktır. Dönemin Almanya Şansölyesi Adenauer duruşmanın, Almanlara karşı
nefreti yeniden uyandırmasından, bütün dünyada tekrar Alman karşıtı bir duygu
dalgası yaratmasından duyduğu endişeyi dile getirmiştir.
Merkezinde
tarihin yer aldığı dava ‘‘sanık kürsüsünde oturanın bir birey veya tek başına
Nazi rejimi olmadığı, tarihin her döneminde karşımıza çıkan antisemitizm
olduğu’’ vurgusuyla 11 Nisan 1961 tarihinde başlamıştır. Savcı Hausner üç celse
süren açılış konuşmasına Mısır Firavunu, Haman, Hezekiel’den ve Yahudilerin
başına gelen kötü olaylardan söz ederek başlar. Sanık Eichmann’ı ‘‘Tanrı’ya
karşı suçluluk duyuyor, hukuka karşı değil’’ diyen Köln’lü avukat Dr. Robert
Servatius savunmaktadır. Savunma, Eichmann’a itham edilen suçlamaları
reddetmektedir; çünkü Eichmann Nazi hukuk sistemine göre yanlış bir şey
yapmamış, üzerinde hiçbir devletin yetkiye sahip olmadığı ‘‘hükümet
tasarrufları’’ olmuş, itaat etmekle yükümlü olunan emirleri gerçekleştirmiştir.
Sanık olaya farklı yaklaşmaktadır. Kendi ifadesiyle, cinayet suçlamaları
asılsızdır, Yahudilerin öldürülmesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Ona göre, hayatı
boyunca kimseyi öldürmemiş, bir Yahudinin ya da Yahudi olmayan birinin
öldürülme emrini vermemiştir. Kendisinin ancak, insanlık tarihinin en büyük
suçlarından biri ilan ettiği Yahudi katliamında yardım ve yataklıkla
suçlanabileceğini söylemektedir.[9]
Hâkimler Eichmann’a inanmadılar ve onun yalancının biri olduğu sonucuna
vardılar.
Arendt,
Eichmann’ın Yahudilerden hastalık derecesinde nefret etmediğini, fanatik bir
antisemit olmadığını, birilerinin onun beynini yıkamadığını belirtmektedir.
Sanığın Yahudilerden nefret etmemesinin özel nedenlerinden birisi de kendi
ailesindeki Yahudilerdir. Eichmann ve Yahudiler elbirliğiyle çalışmakta, ne
zaman bir sorun çıksa Yahudi yetkililer yardım istemek için Eichmann’a
koşmaktadırlar. [10]
Sanık duruşmada, Viyana’da görev yaptığı zamanlarda, Yahudiler için uygun bir
çözüm olarak onların ayaklarına sağlam bir toprak vermeyi yetkililere önerdiğini
iddia etmektedir. Arendt kitabında, ‘‘savcı ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu
adamın canavar olmadığı ortadaydı’’ demektedir.
Nazi rejimi
Yahudi sorununun çözümü için üç yolu hayata geçirmiştir: ‘‘Sürmek’’,
‘‘toplamak’’ ve ‘‘nihai çözüm: Öldürmek’’. Yahudi sorununu tehcirle çözmenin
olanağı kalmamıştı; çünkü Polonya topraklarının işgaliyle Reich’ın
Yahudilerinin sayısı 2-2,5 milyona çıkmıştır. Yahudiler çoktan Doğu’daki
gettolara toplanmıştır. 22 Haziran 1941 tarihinde Hitler’in Sovyetler
Birliği’ne saldırısından sonra resmi emir gelmişti: ‘‘Führer Yahudilerin
fiziksel olarak imha edilmesini emretmiştir.’’ İmhanın resmi kod adı da,
‘‘nihai çözüm’’dür. Eichmann’ın vicdanını yatıştırmasında en çok işe yarayan
nedenin ‘‘nihai çözüm’’e karşı çıkan kimsenin olmayışını düşünmesidir.
Arendt’in bu davaya ilişkin kaleme aldığı en ilginç bölümlerden birisi
Yahudi
liderlerinin kendi insanlarının imhasında oynadıkları role ilişkin olan
kısımdır. Bu rol konusunda Arendt’in yararlandığı temel kaynak Raul Hilberg’in The
Destruction of the European Jews adlı çalışmasıdır. Biraz uzun
ama oldukça düşündüren bir alıntıyı Arendt’in yapıtından okuyalım: ‘‘İster
Amsterdam’da veya Varşova’da ister Berlin’de veya Budapeşte’de, insanların ve
mallarının listesini yapmak, tehcir ve imha edilme masrafları için tehcir
edilenlerden para toplamak, terk edilmiş apartman dairelerinin izini sürmek,
Yahudilerin yakalanmasına ve trenlere bindirilmesine yardım edecek polis gücünü
sağlamak ve son bir jest olarak da Yahudi cemaatin malvarlığını nihai müsadere
için muntazam bir biçimde teslim etmek gibi işleri Yahudi yetkililere bırakan
Nazilerin gözü arkada kalmıyordu. Sarı yıldız amblemlerini Yahudi yetkililer
dağıttı; bazı yerlerde, mesela Varşova’da ‘‘kolluk satışı düzenli bir işkolu
haline geldi; sıradan kumaş kollukların yanı sıra fantezi, yıkanabilen, naylon
kolluklar da bulunabiliyordu’’. Nazilerin zoruyla değil, etkisi altında kalarak
hazırladıkları manifestolarda, sahip oldukları yeni gücün nasıl tadını
çıkardıklarını hâlâ görmek mümkün -Budapeşte Konseyi’nin ilk duyurusunda,
‘‘Yahudilerin maddi ve manevi bütün zenginliklerinin ve Yahudi işgücünün
tamamının mutlak kullanım yetkisi Yahudi merkez Konseyi’ne verilmiştir’’
ifadesi yer alıyordu. Yahudi yetkililerin cinayete alet oldukları zaman nasıl
hissettiklerini biliyoruz- ‘‘batmak üzere olan gemisini, kıymetli yüklerinin
büyük bir bölümünü denize atarak, güvenli bir limana ulaştırmayı başaran’’
kaptanlar gibi; ‘‘yüz kurban verip binlerce, bin kurban verip on binlerce
insanı kurtaranlar’’ gibi hissediyorlardı. İşin iç yüzü çok daha korkunçtu.
Mesela Dr. Kastner, Macaristan’dayken, tam 1684 kişiyi kurtarmakla beraber
yaklaşık 476 bin kurban verdi. Ayıklama işini ‘‘şansa bırakmamak’’ için,
‘‘kağıdın üstüne bilinmedik bir insanın adını yazan ve böylece onun yaşamasına
veya ölmesine karar veren güçsüz insan eline yol gösterecek bir güç olarak’’,
‘‘gerçekten kutsal ilkeler belirlemek’’gerekiyordu. Peki bu ‘‘kutsal ilkeler’’
kimleri kurtarmayı seçti? Kastner’in raporunda dile getirdiği gibi, elbette ‘‘hayatı
boyunca zibur
(cemaat) için çalışanları’’ - mesela Yahudi yetkilileri- ve önde gelen
Yahudileri’’.[11]
Arendt bu gerçeklerin H.G. Adler’in 1955 tarihinde yayımlanan Theresienstadt
1941- 1945 adlı kitapta da yer aldığını belirtmektedir. Söz
konusu kitapta Theresienstadt Yahudi Konseyi’nin nakil listelerini nasıl
hazırladığı ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Arendt olayın bu boyutunu
düşünerek şöyle bir tahminde bulunmaktadır: ‘‘Yahudi halkı gerçekten
örgütlenmemiş ve lidersiz olsaydı, dört bir yanda kaos ve sefalet kol gezerdi
ama kurbanların yarısı kurtulabilirdi.’’ Arendt’in bu tahmini Hollanda Devlet
Savaş Dokümantasyonu Enstitüsü Başkanı Dr. L. de Jong’un verdiği rakamlarla
örtüşmektedir. Nazilerden ve dolayısıyla Yahudi Konseyi’nden kaçıp saklanan yirmi
ila yirmi beş bin kadar Yahudi’nin on bini hayatta kalabilmiştir.[12]
Arendt
Yahudi soykırımında Nazi ve Yahudi Konseylerinin işbirliğini ‘‘ahlaki
çöküntü’’yle açıklamaktadır: ‘‘Söz konusu hikayenin, Kudüs’teki duruşmanın
gerçek boyutlarıyla dünyanın gözleri önüne seremediği bu bölümün üzerinde
durmanın nedeni, Nazilerin saygıdeğer Avrupa toplumunda yol açtığı ahlaki
çöküntünün bütünlüğüne ilişkin çarpıcı bir fikir vermesi- sadece Almanya’da
değil, neredeyse bütün ülkelerde; sadece zalimlerde değil, kurbanlarında da.’’[13]
Bu değerlendiriş sanık Eichmann’ın vicdanını harekete geçirecek tek bir sesin
bile yükselmediği açıklamasıyla ilişkili hale gelmektedir. Mahkemenin bundan
sonra yapması gereken iş, bu yaklaşımın doğru olmadığını ve etraftan kulak
verebileceği seslerin oldukça fazla olduğunu göstermekti.
Yalnızca
yasaların gereğini ve Führer’in emirlerini yerine getirdiğini sürekli
vurgulayan Eichmann yasalara bağlı bir vatandaş olduğunu düşünüyordu. Yasalar
çerçevesinde kalmaya her zaman çok dikkat eden sanığın artık kafası iyice
karışınca körü körüne itaatin, kendi deyimiyle ‘‘ölü yıkayıcının elindeki ölü
gibi itaatkar olmanın’’ erdemlerinin kusurlarını vurgular olmuştur. Eichmann
bütün bunların üstüne basa basa hayatı boyunca Kant’ın ahlak kurallarına ve
özellikle de Kant’ın görev tanımına uygun yaşadığını söyleyince Hakim Raveh
tarafından sorgulanır ve ‘‘herkesin ağzını bir karış açık bırakarak, kategorik
buyruğun kelimesi kelimesine doğru bir tanımını’’ yapar: ‘‘Kant hakkındaki
sözlerimle, irademin ilkesinin her zaman genel yasaların ilkesi haline
gelebilecek şekilde olması gerektiğini kastediyordum.’’ Sanık sözlerine Kant’ın
Pratik
Aklın Eleştirisi adlı yapıtını okuduğunu da ekler. Eichmann
Yahudi sorununu ‘‘nihai çözüm’’le noktalayan emirler gelince Kant’ın ilkelerine
uygun yaşamayı bırakmıştır. Onu teselli eden düşünceler, ‘‘kendi fillerinin
efendisi’’ olmadığı ve ‘‘hiçbir şeyi değiştiremeyeceğedir. Sanık Kant’ın
formülünü çarpıtarak şu şekle sokmuştur: ‘‘Kendi eylemlerinin ilkesi, kanun
koyucunun veya bu toprakların hukukunun ilkesiymiş gibi hareket et’’ ya da Hans
Frank’ın Nazi Almanya’sındaki kategorik buyruk olarak dile getirdiği,
‘‘eyleminizden haberdar olsa, Führer’in de onaylayacağı şekilde hareket edin’’.[14]
Elbette Kant asla böyle bir düşünceyi ileri sürmemiştir.
Kant’a göre
insan dile getirdiği pratik aklını kullanarak hukukun ilkeleri olabilecek ve
olması gereken bir takım ilkeleri bulmaktadır. İnsan, yasalara uymaktan daha
fazlasını yapabilir, itaat çağrısının ötesine geçebilir, kendi özgür iradesini
hukukun ortaya çıktığı kaynakla özdeşleştirebilir. Kant’a göre bu kaynak
‘‘pratik akıl’’dır. Eichmann’ın gündelik kullanımında ise bu kaynak Führer’in
iradesidir. Sanık kendi eğilimlerine göre hareket etmemiş, her zaman görevini
yapmıştır.
29 Haziran
1961’de, yani mahkemenin başlamasından on hafta sonra, yüz on dört celse süren
davanın işlemleri bitmiştir. Davaya dört aylığına ara verilmiş ve 11 Aralık’ta
yeniden toplanılmıştır. İki gün süren beş celseden sonra üç hâkim iki yüz kırk
dört bölümlük hükmü okumuş ve sanığı iddianamenin on beş maddesinden suçlu
bulmuştur. 15 Aralık 1961’de sanık için ölüm cezası ilan edilmiştir.
Davada
adalet ve usül bakımından üzerinde düşünmeye değer pek çok nokta vardır. Arendt
hukukun asıl düşüncesinin, sanığa yöneltilen suçlamaları enine boyuna düşünmek,
hükme varmak ve yasalara uygun cezayı vermek olduğunu belirtmektedir. Eichmann
insanlığa karşı suçlar yerine, ‘‘Yahudi halkına karşı’’ işlenen suçlar
bakımından yargılanmaktadır. Karl Jaspers dava için uluslararası bir mahkemenin
gerekliliğini savunmuştur. Yahudilere karşı işlenmiş bir suçun aynı zamanda
insanlığa karşı işlenmiş demek olduğunu söyleyen Karl Jaspers Kudüs’teki
mahkemenin hüküm verme hakkından feragat etmesini ve buna yetkisi olmadığını
beyan etmesini önermektedir.[15]
İsrail uluslararası bir mahkeme kurma düşüncesini reddetmiştir. Arendt de bu
konudaki düşüncesini şöyle dile getirmektedir: ‘‘Kurbanlar Yahudi olduğundan,
sanıkları yargılamak bir Yahudi mahkemesine düşerdi; ama suç insanlığa karşı
bir suç olduğundan, bu işin hakkını ancak bir uluslararası mahkeme verebilirdi.
Mahkemenin böyle bir ayrım yapmış olmaması şaşırtıcıydı.’’[16]
Yahudilerin, Lehlerin ve Çingenelerin yok edilmek istenmesinde, ciddi bir
biçimde zarar görenin ve tehlikeye atılanın bütün olarak insanlık olabileceği
noktası dikkat çekmemiştir.
Arendt’in
adalet ve insan özgürlüğü ilişkisi bakımından Eichmann davası üzerinde
değerlendirilebilecek esas nokta düşünülmeye değerdir. Eichmann bir canavar
değildi, ‘‘sadece
ne yaptığını hiç fark etmemişti. ’’ Onun dönemin baş
suçlularından biri haline gelmesine neden olan, fikirsizlikten başka bir şey
değildi. Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak insanın yol
açabileceği en büyük yıkımlara neden olabilir. [17] Arendt’in
bu saptaması esasında onun felsefesinin önemli noktalarından birisi olan şu
sözleriyle de yakından ilişkili görünmektedir: ‘‘Hiçbir şey yaptıklarımızı
düşünmekten daha önemli değildir’’.[18] ‘‘Nazi ve
diğer Alman görevlilerinin yayımladığı ciltler dolusu kitabı
değerlendirmelerimin dışında bırakmış olmaktan dolayı hiçbir üzüntü duymuyorum.
Bu tür savunmacı ve özürcü yazılardaki namussuzluk çok açık ve can sıkıcı, ama
yine de anlaşılır tarafları var; ne ki bu kişilerin olaylar sırasında oynadıkları
rollerin yanı sıra gerçekten olup bitenlere ilişkin sergiledikleri kavrayış
noksanlığı hayret vericidir’’.[19]
Arendt bu sözleriyle fikirsizlikle kötülük arasındaki ilişkiyi belki yeniden
düşünmemize kaynaklık etmektedir. Eichmann davasının da ortaya koyduğu gibi
yasal suçları işleyenler, etraflarında herkesin üzerinde görüş birliğine
vardığı düşüncelerle tamamen zıt bir tavır takınıyor durumuna düşseler bile,
‘‘kendi yargılarına göre’’ doğruyu yanlıştan ayırabilmelidirler. Bu çarpıcı
argümanı Nazi döneminde, bir avuç da olsalar, yerine getirmeye çalışanlar
olmuştur. Olup bitenler tüm gerçekliğiyle ortaya çıkmıştır: ‘‘Saygın toplumun
tamamı öyle veya böyle Hitler’e karşı koyamadığından, vicdanı yönlendiren
toplumsal davranışı ve dini emirleri- ‘‘Öldürmeyeceksin!’’- belirleyen ahlaki
kaideler neredeyse yok olup gitmişti. Hala doğruyu yanlıştan ayırabilen bir
avuç insan aslında sadece kendi yargısına göre hareket etti ve bunu serbestçe
yaptı; uyacakları, karşılaştıkları özel durumları sınıflandırabilecekleri
kurallar yoktu. Bir olay meydana geldiği anda karar vermek zorundaydılar, çünkü
emsalsiz olan için hiçbir kural yoktu.’’[20]
Yukarıda
dile getirmeye çalıştıklarımızdan da anlaşıldığı gibi, Arendt’in Yahudi
sorununu adalet, doğru yargıda bulunma ve insanın özgürlüğü ile
ilişkilendirdiğini görüyoruz. Doğru yargıya göre eylemde bulunan kişinin, tüm
eylemlerini kendi
özgürlüğü içinde yapması önem kazanmaktadır. Özgürlük ve adalet
ilişkisinin yeterince ortaya çıkması bakımından Arendt’in özgürlükle ilgisinde
ele alınabilecek olan itaat ve sorumluluk kavramlarından ne anladığını
açıklamakta yarar vardır.
Sorumluluk
ifadesinden ‘‘kişisel sorumluluk’’u kastettiğimizi vurgulamak isteriz. Arendt
‘‘kişisel sorumluluk’’u ‘‘politik sorumluluk’’tan ayırt etmektedir.[21]
Savaş sonrası davalarda, diğer sanıklar gibi Eichmann da kendisini, suçları
kendi iradesiyle işlemediği, yalnızca yasaların gereğini yerine getirdiği,
kendisi yapmasa başkalarının yapacağını söyleyerek savunmaktadır. Kısaca şunu
demektedir: ‘‘Bu suçları ben değil, içinde yer aldığım düzen ve koşullar
gerçekleştirmiştir.’’ Sanıklar, suça ortak olurken eylemlerinin üzerinde
düşünüp karar vermemişlerdir. ‘‘Hükümranlık anlayışı’’na göre yüce makamların
verdiği emirler yasal ve hukuka uygundur. Bu emirler yargılanamaz emirlerdir.
Eichmann da eylemlerinde hükümranlık anlayışına uygun olarak eylemlerde
bulunmuştur. Burada söz konusu olan önemli bir yanılgıyı Arendt şu sözlerle
açıklamaktadır: ‘‘Hükümranlık eylemi kavramının teorik gerekçesini, bağımsız
hükümetlerin varlığının ya da egemenliğinin tehlikeye düştüğü olağanüstü
koşullarda, caniyane araçlara başvurmak zorunda kalabileceği anlayışı
oluşturur. Bu teorik çerçevede devlet eylemi, zımni olarak, meşru müdafaa
eylemi ile, yani bireyin varlığının tehlikeye düştüğü olağanüstü koşullarda
başvurabileceği ve cezası olmayan ‘‘cürüm’’le kıyaslanır. Ancak bu tez,
totaliter iktidarlar ve onların hizmetindekilerce işlenen suçlara uygulanamaz:
Çünkü bu suçlar bir zorunluluğun sonucu olarak işlenmemiştir.’’[22]
Arendt’in bu açıklamaları suçluların eylemleri üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Doğruyu yanlıştan ayırt edemeyen bir zihin yapısına özgü bu suçlarda sorumluluk
aramak ne kadar yerindedir? Nazi düzenine katılmış tüm sanıklar savaşı
kaybedene kadar hatta birçoğu yargılanmalarından sonra bile, iddia edilen
suçlardan sorumluluk taşımamışlardır. Arendt sorumluluk arayışını, suçludan, o
dönemde bu suçlara katılmamış, olayları dışarıdan izlemiş insanların
durumlarına da kaydırmaktadır.
Nazi
döneminde bir grup insan, ayaklanıp isyan edememiş olsalar da, işbirliği de
yapmamış kişiler olarak kendi yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu insanların ortak
özelliği, kendi başlarına karar verememiş olmalarıdır. Onların bu
davranışlarının nedeni dünyayı olumlu yönde değiştirme isteklerinden değil,
içlerinde bir katille yaşamak istemedikleri içindir. İnsanlar, işlenen suçlara
kendilerinin de katılmaları durumunda hangi ölçüde kendileriyle barış içinde
yaşayabilecekleri sorusunu sormuşlar ve hiçbir şey yapmamayı tercih
etmişlerdir.[23]
Dışarıda olan bitene karışmayan insanlar için ne denebilir? Onlara yönelik
bütün olup bitenden sorumlu olduğu suçlaması ne kadar doğrudur? Suça
karışanların öne sürdüğü biçimde üstlere itaat etmekten başka bir şey
yapmadıkları yargısı ile olayları dışardan izleyen ama suça karışmayanların
durumu bakımından sorumluluk tartışması karşımıza çıkmaktadır. Arendt,
üstlerine mutlak itaat ettiğini ileri sürüp işledikleri suçlardan sorumluluk
taşımayanların itaatin aynı zamanda destek anlamına da geldiğini bilmeleri gerektiğini
düşünmektedir: ‘‘Ona itaat eder gibi gözükenlerin yaptıkları şey, lideri ve
liderin girişimini desteklemektir. Bu tür bir ‘‘itaat’’ olmadan lider çaresiz
kalırdı.’’[24]
Anlaşılıyor ki Arendt, totaliter düzenlerde kamusal alanda yer almayıp, olayları
dışardan izleyen ve suça karışmayanların, kötü sonuçlardan sorumlu
olmadıklarını; ancak, emirlere itaat edenlerin, itaat ederken aynı zamanda
totaliter düzeni destekledikleri için de tüm kötü sonuçlardan sorumlu
olduklarını düşünmektedir. Arendt’in itaat olarak tanımladığı kavramı, Adorno
da ‘‘teslimiyet’’ olarak dile getirir. Adorno’ya göre ‘‘birey için, kendini
özdeşleştirdiği bir kolektife teslim olmak hayatı daha kolay kılar.
Güçsüzlüğünün farkına varmaktan kurtulur; kendi çevreleri içindeyken, bir avuç
insan birçok kişi oluverir. İşte bu edimdir teslimiyet -açık ve ne yaptığını
bilen bir düşünce değil. (...) Kolektifin kaderini paylaşmak istiyorsa ben’in
kendi kendisini feshetmesi gerekir.’’[25] Totaliter
düzenler içinde birey, kendini feshederken, aynı zamanda antidemokratik olan
düzenin de devamına destek olmakta ve suçların işlenişi bakımından ortaklığa
girmektedir.
Hannah
Arendt’te dile gelen ‘‘itaat’’ sözcüğü üzerinde düşünmenin aynı zamanda
özgürlük ve dolayısıyla insan onuruyla ilişkisi üzerinde kafa yormak anlamına
geldiği sonucunu çıkarabiliriz. Arendt düşüncesinde adaletin gerçekleşmesinde
itaatin hiçbir rolü olmadığına göre, özgürlük açıklaması da önem kazanmaktadır.
Arendt düşüncesinde özgürlük nasıl açıklanmaktadır? “Özgürlük nedir?” sorusu
Arendt’in 1961 yılında yayımladığı Geçmişle Gelecek
Arasında (Between Past and Future) başlıklı temel yapıtının da
ana sorularından birisini oluşturmaktadır.
Arendt’e
göre özgürlük problemi siyaset sorunu bakımından yaşamsal öneme sahip bir
problemdir. Siyasi eylemin doğrudan doğruya amacı haline gelen özgürlük,
insanların siyasi bir örgütlenme içerisinde birarada yaşamalarının da nedenidir.
‘‘O olmadan siyasi yaşam diye bir şey anlamsız olurdu. Siyasetin varoluş nedeni
özgürlüktür’’; ‘‘özgürlük, siyasetle çakışır ve aynı konunun iki yüzü gibi
birbirleriyle ilişkilidirler’’ der Arendt.[26] Özgürlük,
insanların dış zorlamalardan kaçıp sığınabilecekleri ve kendilerini içinde
özgür hissedebilecekleri ‘‘iç alan’’dan farklıdır. İnsandaki ‘‘iç duygu’’
siyasetle ilişkili değildir. Bu duygu dünya ile karşılıklı ilişki içinde
varolan akıl ile karıştırılmamalıdır. Arendt, kişinin kendisiyle etkileşiminde
değil, başkalarıyla etkileşiminde özgürlüğün farkına vardığını düşünmektedir.
Ancak bu etkileşim siyasi oluşumu gerekli kılar. İnsanların bir arada
yaşadıkları ama siyasi oluşuma sahip olmayan kabile ve hanenin özel alanı da
vardır. Bunlarda etken olan özgürlük değil, ‘‘yaşamın zorunlulukları’’ ile
‘‘yaşamın korunmasına yönelik kaygılar’’dır.[27]
Özgürlüğün kendisini gösterdiği yer ‘‘kamu alanı’’dır. ‘‘Siyaseten temin
edilmiş bir kamu alanı olmadan özgürlük, kendisini görünür hale getirecek
dünyevi bir mekandan yoksundur. Elbette özgürlük bir arzu, istek, ümit ya da
özlem şeklinde insanın gönlünde de yaşayabilir; bildiğimiz kadarıyla insan
kalbi son derece karanlık bir yerdir’’.[28]
Arendt’in
özgürlükle ilgili bu saptamaları Nazi düzeni için milyonlarca insanın öldürülmesine
neden olanların içinde bulundukları durumu anlamamızı sağlamaktadır. Emirler
veren, emirler alan, yalnızca itaat edip yasaları uygulayanlar güçlü ya da
zayıf olarak nitelendirebileceğimiz durumdaydılar; ama asla özgür değildiler.
Hannah
Arendt’in Eichmann Davası’nı tartışırken üzerinde düşünmemizi istediği
kavramlardan olan adalet ve özgürlük düşüncesi, onun siyaset görüşünden ayrı
ele alınamayacak içerikler taşımaktadır. Filozof bu düşüncelerini oluştururken
baktığı yer, dönemin yıkıcı sonuçlarına yol açan Nazi suçlularının mahkemelerde
verdikleri ifadeler olmuştur. Bütün sanıklar sanki anlaşmışlar gibi aynı
biçimde kendilerini savunmuşlardır: ‘‘Biz yapmasak başkası yapacaktı’’. ‘‘İddia
edilen suçları kabul etmiyoruz. Biz hiçbir insanın öldürülme emrini
vermedik.’’. ‘‘Emirleri ve yasaları uygulamaktan başka yapılacak bir şey
yoktu’’. Arendt düşüncesinde itaat etmenin, emirleri yerine getirmenin
masumiyetle bir ilgisi yoktur. Onlar totaliter bir düzenin emirlerini yerine
getirirken aynı zamanda varolan düzenin (:insan onuruna aykırı bir düzenin)
devamını da sağlamışlardır; dolayısıyla olayların bu kötü sonuçlarından
kendilerini muaf tutamazlar; yani sorumludurlar. Arendt bu suçları eyleyenlerin
bir başka ortak noktaları daha olduğunu düşünür: Emirler yerine getirilirken
suçlular ne yaptıklarını hiçbir zaman fark etmemişlerdir.
Bu insanların suç işlemelerine neden olan, fikirsiz olmalarıydı.
Kötülük ve fikirsizlik bu durumda birbirleriyle iç içe bir ilişkiyi dile
getirmektedir.
Nazi
düzeninin yaptıklarına dışarıdan seyirci kalanların durumları nasıl
değerlendirilebilir? Arendt bu sorunun da yanıtını vermektedir. Çok yerde
(kitap, belge, film) suç işlemiş olmasalar da, yapılanları dışarıdan
izleyenlerin kendi içlerinde bir vicdan sorgulaması içine girdiklerine tanık
oluyoruz. Onların ortak ifadeleri şudur: ‘‘Bir şeyler yapabilirdim’’. ‘‘Seyirci
kaldık. Bizler de olup bitenden sorumluyuz.’’ Totaliter düzenlerde üstlerin
emirlerini yerine getirmeyen, suç işleyenlere yardım etmeyenler kötü
sonuçlardan sorumlu değildirler. Desteği geri çeken insanların liderleri nasıl
çaresiz bıraktığına tanık olunan pek çok tarihsel bilgi vardır. İtaat
edilmesinin emrini verenler, buna uyanlar sayesinde varlıklarını
sürdürmektedirler. İtaatsizlik bu hiyerarşik yapının ortadan kalkmasına neden
olabilecek durumlar yaratabileceğinden, pasifmiş gibi görünen seyirci kalma
halinin, olup bitenlerden hiçbir şekilde sorumlu olmadığı söylenebilir.
Tüm bu
açıklamalar bir takım soruları ve tartışmaları da beraberinde getirmektedir.
Arendt, seyirci kalanların yani bir bakıma şiddete bulaşmayanların kamusal bir
alan yarattığını düşünmektedir.[29]
Kamusal alan, totaliter özellikler göstermeyen, demokratik yapılı, tartışmanın
ve sorgulamanın yapıldığı bir alandır. Öyleyse bu alanın da yaratıcısı, işte bu
suskun kalan ama suça bulaşmayan insanlardır. Boyun eğiyormuş gibi gözüken, ama
kendi iç seslerini dinleyen bu suskun topluluk, acaba kamusal alanın
sürdürülmesine yeterli olabilecek özgürlük bilincine sahipler midir? Kamusal alanı
yaratmak-oluşturmak başka, bu alanı sürdürmek başkadır. En ufak bir totaliter
rüzgârların estiği bir anda böyle oluşan ‘‘kamusal alan’’ insanın onurunu ya da
özgürlüğünü koruyabilecek güçte midir?
Arendt
yapıtlarında, iki kesimin sorumluluk bakımından durumunu sorgulamıştır. Biri,
bizzat suça bulaşmış olanlar, diğeri seyirci kalmış ama suça destek vermeyenler
(sivil itaatsizlik de denilebilir). Bütün olup bitene seyirci kalmanın
ötesinde, varolan düzeni insan özgürlüğü lehine çeviren eylemcilerin (başkaldıranların,
devrimcilerin) durumu nasıl açıklanacaktır? Suskun kalanlarla, düzene karşı
çıkanların özgürlükleri bakımından aynı eylem içinde oldukları söylenebilir mi?
Arendt de bu sorunun yanıtını bulabilmiş değildir; ancak üzerinde düşünülmeye
değer bir sorun olarak durmaktadır.
Arendt’in
açıklamaları üzerine düşünülebilecek önemli bir nokta da şudur: Fikirsiz
olmanın kişide yaratabileceği olumsuz sonuçlar. Yargı ve kavrayış gücünün
geliştirilmesinin değerini yeniden hatırlatması bakımından Arendt önemli bir
düşünme malzemesi vermiştir. Doğru yargılarda bulunmamızı sağlayabilecek
etkenlerden birisi felsefe ve etik eğitimidir. Sokrates’in yüzyıllarca önce
söylediği ‘‘sorgulanmamış hayat yaşanmaya değmez’’ ve ‘‘kimse bilerek kötülük
yapmaz’’ sözlerindeki gizil gücün farkına varmak daha insani bir dünyada
yaşamanın başlangıcını oluşturabilir.
Arendt
özgürlük olmadan adaletin de sağlanamayacağı görüşündedir. Körü körüne herhangi
bir inanca bağlılık adaleti görmede engel oluşturabilir. Adalet insan onurunu
korumak için vardır; dolayısıyla ancak özgürlükle insan onuru korunabilir.
ADORNO,
Theodor W. (1999), ‘‘Boyun Eğme’’, (Çev: Kaya Şahin), Defter,
sayı: 37, Metis Yayınları: İstanbul.
ARENDT,
Hannah (1974), Über
die Revolution, Serie Piper Verlag: München.
ARENDT,
Hannah (1996), Totalitarizmin
Kaynakları, Antisemitizm, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim
Yayınları: İstanbul.
ARENDT,
Hannah (1996), ‘‘Özgürlük Nedir?’’, Geçmişle Gelecek
Arasında. Siyasi Düşünce Konulu Altı Deneme, (Çev: Bahadır Sina
Şener), İletişim Yayınları: İstanbul.
ARENDT,
Hannah (1997), Şiddet
Üzerine, (Çev: Bülent Peker), İletişim Yayınları: İstanbul.
ARENDT,
Hannah (2000), İnsanlık
Durumu, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları: İstanbul.
ARENDT, Hannah
(2001), ‘‘Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk’’, Kamu
Vicdanına Çağrı, Sivil İtaatsizlik, (Çev: Yakup Coşar), Ayrıntı
Yayınları: İstanbul.
ARENDT,
Hannah (2010), Kötülüğün
Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te, (Çev: Özge Çelik), Metis
Yayınları: İstanbul.
KEANE, John
(1998), Şiddetin
Uzun Yüzyılı, (Çev: Bülent Peker), Dost Kitabevi: Ankara.
YILMAZ,
Zafer (2009), Hannah Arendt’te Özel Alan-Kamusal Alan Ayrımı ve Modern Çağda
Toplumsal Alan, Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları: Ankara.
*
[2] Hannah Arendt (2000),
İnsanlık Durumu, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul,
s. 33.
[3] Hannah
Arendt (1974), Über die Revolution: Serie Piper Verlag: München. Ayrıca bkz: ARENDT, Hannah (1997), Şiddet Üzerine, (Çev: Bülent Peker), İletişim
Yayınları: İstanbul.
[4] John Keane (1998), Şiddetin Uzun Yüzyılı, (Çev: Bülent Peker), Dost Yayınevi: Ankara, s. 9.
[5] Hannah Arendt
(1996), Totalitarizmin
Kaynakları. Antisemitizm, (Çev: Bahadır
Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul, s. 20-21.
[6] Hannah Arendt, a.g.e., s. 26.
[7] Hannah Arendt, a.g.e., s. 27.
[8] Hannah Arendt
(2010), Kötülüğün Sıradanlığı.
Adolf Eichmann Kudüs’te, (Çev: Özge
Çelik), Metis Yayınları, İstanbul, s. 17.
[9] Hannah Arendt, a.g.e., s. 32.
[10] Hannah Arendt, a.g.e., s. 40 ve 58.
[11] Hannah Arendt, a.g.e., s. 126.
[12] Hannah Arendt, a.g.e., s. 133.
[13] Hannah Arendt, a.g.e., s.133.
[14] Hannah Arendt, a.g.e., s. 143.
[15] Hannah Arendt, a.g.e, s. 257 ve 275.
[16] Hannah Arendt, a.g.e., s. 274.
[17] Hannah Arendt, a.g.e., s. 292.
[18] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, (Çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul,
s. 33.
[19] Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları. Antisemitizm, (çev: Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul,
s. 15.
[20] Hannah Arendt, a.g.e., s. 299.
[21] Hannah Arendt,
(2001), ‘‘Diktatörlük Dönemlerinde Kişisel Sorumluluk’’, Kamu Vicdanına Çağrı. Sivil İtaatsizlik, (Çev: Yakup Coşar), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, s. 176.
[22] Hannah Arendt, a.g.e., s. 181.
[23] Hannah Arendt, a.g.e., s. 185.
[24] Hannah Arendt, a.g.e., s. 187.
[25] Theodor W. Adorno,
‘‘Boyun Eğme’’, (Çev: Kaya Şahin), Defter, sayı: 37, Metis Yayınları, İstanbul, s. 138.
[26] Hannah Arendt
(1996), ‘‘Özgürlük Nedir?’’, Geçmişle
Gelecek Arasında, İletişim Yayınları,
İstanbul, s. 199 ve 202.
[27] Hannah Arendt, a.g.e.,s. 202.
[28] Hannah Arendt, a.g.e., s. 202.
[29] Zafer Yılmaz
(2009), Hannah Arendt’te Özel Alan-Kamusal
Alan Ayrımı ve Modern Çağda Toplumsal Alan, Milli Eğitim
Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 47.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar