Kim Korkar Divan Edebiyatından?
Yazan: Didem Z. Havlioğlu
Alt-Üst Dergisi / 2 Temmuz
2011
Bağlı bulunduğum üniversitenin
bir projesi kapsamında, bir süredir liselerde divan edebiyatı dersleri
veriyorum. Kafaları test çözmekten buharlaşmış bir grup pırıl pırıl gence,
aşkın çeşitlemeleri ve görünenin altında yatan öteki gerçekleri anlatmanın
çılgınlık olduğu düşünülebilir. Şipşakçı çözümleri öğrenip uygulamakta yarışa
çıkarılan bu çocuklara bir an durmayı ve düşünmeyi, doğru cevap diye bir
kavramın olmayabileceğini hatırlatmak şehrin en işlek caddesinde piknik yapmaya
benzetilebilir.
Üniversiteye hazırlanan bu
çocukların, daha sonraki hayatlarına da damgasını vuracak bir tavır olarak, en
son ihtiyaçları olan şey divan edebiyatı, hatta edebiyat gibi gereksiz bir
zaman kaybıdır. Bunun nasıl bir şey olduğunu az çok biliyorum. Ben de bu ülkede
lise okudum. Ben de anlamadığım her şey gibi divan edebiyatından korkardım. Bu
durumda dersin adı “Kim Korkar Divan Edebiyatından?” olmalıydı.
Bir ders saati içinde bu öğrencilerin
korkularına ilaç olmak ya da divan edebiyatını sevdirmek gibi bir hayalim yoktu
elbette. Yapmak istediğim, bir an için, bulundukları duruma dıştan
bakabilmelerini sağlamaktı.
Bu amacı güderken düşüncem şuydu:
onların da herkes gibi geçmişlerinde edebiyatın, yani hikâyeler ve güzel
ifadeler silsilesinin, hayatlarının çok daha önemli bir parçası olduğu zamanlar
vardı, olmalıydı. Anneanne ve dedelerin anlattığı masallar, büyürken ders
kitapları arasında gizlice okunan çizgi romanlar, anne babanın kütüphanesinin
gizli köşelerinde keşfedilen aşk hikâyeleri, günlük yazmak ya da takıntılı bir
şekilde okunan Rus romanları, bir zamanlar hayatımızın tam ortasındaydı. Sonra
ne oldu da bu tutkulu macera sona erdi?
Cevabı çok basit: büyüdük ve
okula gittik. Her geçen sene daha iyi okullara gitme yarışma girdik. Okudukça,
okumaktan koptuk. Divan edebiyatıyla da o meşum lise çağlarında tanıştık.
Herkesin dolu dizgin test çözdüğü bir zamanda, divan edebiyatı yaya kalmak ve
hatta hareket edememek anlamına gelir. Divan edebiyatından ya kaçılır ya
sıkılmır ya da korkulur. Divan edebiyatının dil farklılığı ve bizim kulağımıza
sadece bir gül ve bülbül hikâyesinin sonsuz tekrarı gibi gelmesi sorunun
temelinde yatıyor gibi görünebilir. Ama hangi İngiliz Shakespeare’i kendi dilinde
okuyup zevk alabiliyor? Yine de Hamlet hâlâ bütün dünyada sahnelenmeye devam
ediyor. Hamletlere 400 yılı aşkın bir süredir doyulmadı, doyulmayacak.
"Gerici" bir dil ve kültür
İş böyle olunca, öğrenmeye değer
bulunun konuların ideolojik seçimler olduğu ortaya çıkıyor. Ülkemizin 80 yıldır
baş koyduğu çağdaşlaşma (eşittir batılılaşma) yolunda feda ettiklerinin başında
“gerici” damgasını yemiş bir dil ve kültür geliyor. Tarihin yeniden yazıldığı,
kimliğimizin yeniden inşa edildiği o dönemlerde, geçmişin etkisiz hale
getirilebilmesi için toplumsal bir unutma gerektiğine karar verildi. Bu
nedenledir ki, bugün Osmanlıca eğitimi almamış bir okuyucunun geçen yüzyıla ait
bir gazete küpürünü bile okuması mümkün değildir. Hatta geçmişin üzerindeki bu
sis perdesi yüzündendir ki, bugün tarihsellik iddiasıyla ortaya çıkan bir
televizyon dizisi bile memleketi alt üst edebiliyor. Kanun çıkartmış padişah I.
Süleyman, televizyon ekranlarında etten ve kemikten bir insan halinde kendini
gösterdiğinde neye uğradığımızı şaşırdık. Geçmişe olan açlığımız ve bu açlığı
nerede doyuracağımızı bilememe durumu o kadar acıklı ki, eğlence amaçlı bir
popüler kültür ürünü bile kendi tarihimize karşı duyduğumuz rahatsızlık ve
hassasiyetleri ortaya çıkarıveriyor.
“Kendi doğumundan öncekileri
bilmeyen her zaman çocuk kalmaya mahkûmdur.” der Cicero. Oysa çocuk kalmak hiç
kimse ve hiç bir millet için mümkün değil. Kendimizi tanımlayacak
geçmiş-bugün-gelecek senteziyle oluşturulan bir söylem olmaması kimliksiz
olmakla eş anlamlı. Tam da bu yüzden, liselerde öğretilen tarih, edebiyat,
felsefe gibi bir yaşam anlayışını yansıtan kültür derslerinin önemi büyük.
Ancak, eğitim sistemimiz bakışlarını finish çizgisine kilitlemiş yarış atları
yetiştirirken kültür gibi konulardan bahsetmek büyük bir lüks gibi görünüyor.
Konya’daki bir Anadolu lisesine
gidiyorum. Okul müdürü birkaç öğretmenle birlikte odasında kahve ikram ediyor,
okullarından, öğrenci profilinden, ders dışı faaliyetlerden bahsediyor. Tam o
sırada kapı çalmıyor ve hızla açılıp bir grup öğrenci telaşla içeri dalıyor.
Meğer şaibeli sınav sonuçları açıklanmış. Müdür ve diğer öğretmenler ayağa
fırlayıp bilgisayarın başına koşuyor. Heyecan içinde numaralar giriliyor,
puanlara bakılıyor. Birkaç öğrenci ağlamaya başlıyor. Diğer bir ikisi onlara
sarılıp teskin etmeye çalışıyor. İlk çığlık duyuluyor: “2500’lerdeyim.” Bir
süre sonra ikinci geliyor: “Aman Allahım! 6000’lerdeyim!” Sevinç çığlıkları
hıçkırıklara karışıyor.
Brad Pitt'in topuğu
Yarım saat sonra aynı öğrenciler
konferans salonunda karşımda oturuyor. Daha doğrusu mecburen oturmaya
çalışıyorlar. Sınav sonuçlarının yol açtığı huzursuzluk devam ediyor. Müdür
beni tanıtıyor. Mikrofonu elime aldığımda, karşımda bana bakıp görmeyen gözler
ve duymayan kulaklarla karşılaşıyorum. Onları bu zamana ve mekâna çekecek bir
konu açma amacıyla soruyorum:
-Truva filmini seyrettiniz mi?
O an gözler beni ilk defa
görüyor. Bir an
duruyorlar.
-Truva filmi canım. Hani Brad
Pitt’in oynadığı.
-Eveeet!
-Filmin hikâyesi neydi?
Hatırlıyor musunuz?
-Çanakkale’deki atın hikâyesi!
Brad Pitt’in topuğunun hikayesi!
Muzip bir delikanlı atılıyor:
-İki erkeğin paylaşamadığı bir
kadın yüzünden çıkan bir savaşın hikâyesi.
Gülüşüyorlar.
-Doğru. Peki bu hikâyelerin kaynağı
ne?
Muzip çocuk: Homeros!
Sanırım çocukların zehir gibi
olduğu anlaşıldı. Ama hiçbiri Homeros diye birinin varlığından emin
olmadığımızı, yüzyıllar boyunca antik Yunancada anlatılagelen bu hikâyelerin
yaklaşık M.Ö. 6. yüzyılda yazıya döküldüğünü bilmiyor. O yüzden, bu kadar eski,
yerel ve sözel kültüre dayalı bir hikâyenin yüzyıllar sonra nasıl olup da
heyecanla seyredilebildiğine şaşırmıyorlar.
ABD ya da Avrupa’da okuyan vasat
bir lise öğrencisi, trigonometri değil ama İlyada’yı ve Homeros’u bilir ve bunda
şaşılacak bir şey yoktur, çünkü müfredatlarında okunması gereken, Batı
kültürünün temel taşlarından biridir İlyada.
Buradaki problem bu filmlerin
sadece onlar için değil bizim için de yapılıyor olması, bu öğrencilerin hemen
hepsinin Truva filmini seyretmiş ama çoğunun filmi bir eğlence aracı olmasının
ötesinde anlamlandırabilmeleri için gerekli bilgiden yoksun olmaları.
Çocuklarımızın Homeros’u
bilmelerine gerek olmadığını, bizim kendi güzel kültürümüz olduğu söylenebilir.
O zaman şu sorular kafamızda kıvranıp
duruyor: Çocuklarımız kendi kültürlerinin temel taşlarını okuyorlar mı? Batı
kültürünü değil de kendi kültürlerini biliyorlar mı? Hem biz hangi kültürden
bahsediyoruz? Türk kültüründen mi? Tarihsel bir Osmanlı kültüründen mi? Ve
gerçekten de, artık Truva gibi filmler izleyerek büyüyen çocuklarımız Homeros
ve diğer dünya kültürlerini öğrenmeyecekler mi?
Güzellik ve Aşk
Kendi kültürümüzden bahsetmişken,
en az İlyada kadar eski olan Dede Korkut’u onlara sormuyorum. Fuzuli’nin Leyla
ve Mecnun’unu da sormuyorum. Çünkü onların filmleri yok. Çünkü cevap
veremeyecekleri sorularla onların tekrar sınavı düşünmelerini istemiyorum.
Kendilerini
özdeşleştirebilecekleri bir hikâye anlatmayı öneriyorum. Konu
Truva filmindeki aşktan
açılmışken, 18. yüzyıl şairi Şeyh Galip ve onun Hüsn ü Aşk’ını anlatmayı
öneriyorum.
“Galip Mevlevi bir ailede doğmuş,
çok parlak bir çocukmuş. Eseri Hüsn ü Aşk, yani Güzellik ve Aşk’ı daha 21
yaşındayken yazmış. Galip’in eğitimi, bir Osmanlı şairini ve şiirdeki aşk
kavramını anlamak için önemli.
Çünkü Galip medrese eğitimi
almamış. Zaten şair olmak için medreseye gitmeye gerek de yoktu. Şiir, tıpkı
bugün okumayı ve düşünmeyi seven insanların yaptığı gibi gündelik hayatın bir
parçasıydı. İnsanlar yeni söylenmiş şiirleri takip eder, kalem kağıda gerek
olmadan ezberlermiş. Bugün bizim sevdiğimiz şarkıları ezberlememiz gibi. Galip,
Mevlevi hayat tarzının bir gereği olarak çile çekmiş. Bir Mevlevi şeyhi
olabilmek için belli bir süre inzivaya çekilip mümkün olan en az miktarda
yemek, diğer insanlarla ve dış dünyayla bağlarını kopartmak, içine dönüp
oradaki gerçekleri bulmak demek olan çile çekmek öyle kolay bir sınav
olmadığından, Galip ilk denemesinde başarılı olamamış. Ama İkincisinde
başarmış.
Allegorik bir eser olan Güzellik
ve Aşk, bütün uzun hikâye anlatılarında olduğu gibi mesnevi tarzında yazılmış.
Güzellik, tıpkı isminin ifade ettiği gibi özünde bütün güzellikleri temsil eden
bir kız, Aşk da mayasındaki aşktan aldığı kuvvetle bütün sınavları geçebilecek
bir erkek. Fırtınalı bir gecede, Muhabbet kabilesinde aynı anda dünyaya
gelirler. Bu işin içinde bir iş olduğunu hemen kavrayan bilge kabile, bu iki
bebeğin birbiri için yaratıldığını anlar. Ancak üzerinde çok da durmazlar.
Aşk’ın Gayret adlı bir lalası, Güzellik’in de İsmet adlı bir dadısı vardır.
Zamanı gelince, Çılgın Hoca’nm derslerini almak, aşkın ilmini öğrenmek üzere
Edep okuluna giderler. Belli bir yaşa geldiklerinde,
Ah Mine’l Aşk
Vaktiyle kahveleri,
kervansarayları süsleyen “ah mine’l-aşk” levhalarından, “Muhammed Ali Mekkî,
1340 [1921-22]” imzalı bir örnek. “Ah” kelimesinin “h” harfi ağlayan gözlere
benzetilmiş. Şiirin metniyse şöyle: “Zâlimlere mehl olmasa matlûb-ı ilâhî/Bir
demde yıkar âlemi mazlûmların âhı.” birden birbirlerini farkedip aşık olurlar.
Buluşmaya, sohbet etmeye başlarlar. Bahçıvan Sühan (güzel söz) onlara eşlik
eder, mektuplaşmalarını sağlar. Bir gün Aşk, kabile reislerinden Güzellik’i
ister. Onlar da güler, alay ederler.
Çünkü Aşk’ın önce Kalp diyarına
gidip aşkın kimyasını bulması gerekir. Aşk’ın macera dolu yolculuğu da
böylelikle başlar ve başına gelmedik kalmaz. Dipsiz kuyulara düşer, ateş
denizinden geçer, cinlerle büyücülerle savaşır. İçinde Güzellik’in aşkı ve
yanında lalası Gayret’le birçok zorluğu aşsa da sonunda çaresizlik ve
umutsuzluk içinde yıkılıp kalır. O zaman Sühan imdadına yetişir. Aslında
aradığının içinde olduğunu, yani aşkın kimyasının kendi kalbinde saklandığını,
onu bulmak için gezip dolaşması değil, içine dönmesi gerektiğini söyler.
İçindeki Güzellik aşkıdır arayıp durduğu. Aslında Aşk Güzellik, Güzellik de
Aşk’tır. Böylelikle Güzellik ve Aşk birleşir ve hikâye sona erer.”
Meraklı gözlerde sorular
belirmeye başlıyor. Buradaki aşkın farklı bir şey gibi görünse de, tanıdık bir
tarafları olduğunu anlıyorlar. Onlara divan şiirindeki çok katmanlı aşk
anlayışından, soyut bir gerçeklik yaratmak için bir araç olabileceğinden ve bu
anlayışın hayatın diğer alanlarına nasıl yansıdığından bahsediyorum. Hüsn ü
Aşk’ın görünürde iki gencin aşkını anlatırken, hem Osmanlı metafizik dünyasını,
hem şair/dinleyici bağlamında şiir/iktidar ilişkisini yansıttığını anlatıyorum.
Muzip çocuk araya giriyor: Hüsn ü
Aşk’tan güzel film olurdu hocam!
Doğru. Galip şiirini yazarken
akimda görsel ve yazınsal diye bir ayrım yoktu. Şiirde kelimelerle yaratılan
görsellik sayesinde fırtınalı geceleri, dipsiz kuyuları, ateş denizlerini hayal
etmek zor değil. Bugün bilgisayar efektleri sayesinde Hüsn ü Aşk’tan fantastik
bir film yapılabilir. Bu durum, ilginç bir şekilde, Galip’in ve bizim gerçeklik
anlayışımız arasında yakın paralellikler olduğuna işaret eder.
Bir gün gerçekten de bu
öğrencilerin Hüsn ü Aşk’ı film yapmalarını dileyerek dersi bitiriyorum.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar