TARİKAT RİSALESİ
Hacı Osman Üsküdarî Nakşibendî Efendi (k.s)
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd âlemlerin Rabbine mahsustur.
Zâkirler kalbini, abidler takvasını ve kulluk sırları Allah Teâlâ’nın zikri
ile nurlandırır.
Mürşidler ve müridler Allah Teâlâ’nın zikri ile buluşur.
Murakebe ehli Allah Teâlâ’nın zikri ile cemal sıfatlarının sırlarını
keşfeder.
Müşahede ehli de celal nurlarını Allah Teâlâ’nın zikri ile açar.
Salat ve selam Rasülüllâh Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
üzerine olsun. Allah Teâlâ onu âlemlere rahmet olarak gönderdi. Âlinin ve
ashabının da üzerine salât ve selâm olsun. Onlar dinin emirleri üzerine
olmuşlardır.
Allah Teâlâ’nın rahmetini dileyen aciz kul Hacı Osman Üsküdarî
Nakşibendî (k.s) Nakşî tarikatının inceliklerini bu risalede açıklamak
istemiştir. Bu usul Hz. Ebubekir radiyallahü anh dan beri gelmektedir.
Risale 3 bölüm ve bir hatimeden oluşmaktadır.
BİRİNCİ BÖLÜM
Zikrin faziletleri ve sair ameller hakkındadır.
Zikir
Zikir gerekli bir emirdir ve daimi farzdır. Allah Teâlâ buyurdu ki;
Beni zikrindeki bende sizi zikredeyim…
Sahihi buharide…
Zikir Telkin Etmenin Keyfiyeti
—Sünnet üzere Mürşidin telkini
—Sadık ve iradeli mürid
Mürşid, müridden üç gün riyazet ile istiğfar, salâvat ve dua yapmasını,
ayrıca geceleri istihare yapması ister. İstiharenin veya şeyhin uygun görmesi
ile dördüncü gün müride mürşid gusül abdesti aldırır. İki rekât tevbe namazı ve
istihare namazı kıldırır.
Mürşid sırtı kıbleye gelecek şekilde erkek müridi ile gizli olabilecek
bir mekânda müridini karşısına diz dize oturtur. Kadın ise mahremi ile beraber
oturması gerekir.
Mürid şeyhine bütün hatalarını anlatır. Kul hakkı varsa bildirir. Ödeme
için kendisi veya mürşid tarafından tedarik edilme yoluna gidilir. Farzlardan
terk ettiği şeylerin kazası ve keffaretler varsa tamamlanması için mürşid söz
alır.
Mürşid noksanların ikmalinden sonra müridden takva ve iyilik üzere
olması, ehl-i sünnet ve’l cemaat üzere bulunacağına, azimetle amel işleyeceğine
ruhsatları terk edeceğine, bidatlerden sakınacağına dair söz alır.
Umûmi Ûsul
Yazılı olarak veya mürşidin nisbetini hibe etmesi yani merhametinden
kabiliyetsiz olabilecek olana da telkin etmesidir.[1]
Mürşid, eğer mürid erkek ise sağ eli ile müridi ile musafaha eder. Eğer
kadın ise elbisesinin bir tarafını tutturur. Sonra mürşid fetih süresinin
bey’at ayetini okur. Sonra mürşid ve mürid ellerini dizleri üzerine koyarlar.
Müride kalbine teveccüh etmesini ister. Mürşid İsm-i Zât-ı telkin edecekse
kalbi ile Allah, Allah, Allah … diye zikreder ve müride usûlü telkin eder. Eğer
Lailâhe illallah zikri telkin edilecekse hapsi nefes ile telkin eder. Mürşid
zikir usûlünü verdiği kolun sâdâtı kiram-ı zikreder. Çünkü sâdâtı kiram-ın
anıldığı yerde bereket vardır. Eğer cehri zikir telkin edilecekse beraber
yukarıdaki zikirleri tekrar ederler. Sünnet olan usul bu şekildedir.
Husûsi Ûsul
Telkin aynı olmakla beraber mürşid ve müridin feyiz kuvveti vardır.
Bunda mürşidin müridin ilâhi nisbete olan istidadından dolayı velâyet kuvvetindeki
gizli sırrı bahşetmesidir.
Telkin Edilen Zikirler
Genellikle Nakşî usulünde iki isim telkin edilir. Bu usulle suluk kolay
usulden olduğu için tercih edilmiştir. İkisi de aslında bir yoldur.
1-Allah İsmi Telkini İle Başlayış
Cezbe ehlinden olanlara önce bu zikir sonra nefy u isbat telkin edilir.
Zat isminin zikri letaifle[2] olur.
Yapılışı
Ağız kapatılır. Dil damağa yapıştırılır ve hakiki kalbe yönelinir. Kalb
sonevberi denilen sol memenin altında hayal edilen kalb katında zikir yapılır.
Zikir anındaki düşünce Allah Teâlâ’yı mevcudatta benzeri olmayarak Vacib-ul
Vücut olarak düşünür. Bütün vakitlerde Allah ismini hazır tutar. Nafile
ibadetleri terk eder. Yalnız farz ve revatib sünnetlerine devam eder. Zikir
kalbte karar tutup ve istiğrak hali meydana gelince Allah ism-i şerifini ruha
intikal ettirir.
Zikir sırasıyla Sırr, Hafi, Ahfa, Nefs-i Natıka, aynı bu şekilde yapılır. Daha sonra Sultan-ı
Zikre geçilir. Sultan-ı Zikir bütün bedenle yapılan zikirdir. Öyle ki bütün
vücutta Allah Teâlâ’nın zikrinden başka bir şey kalmaz. Bu zikri dışarıdan fark
edilmeyecek bir şekilde yapar. Bin kişi içinde bu zikri yapsa bu işin ehli
olmadan başka kimse anlayamaz. Bu hali anlamakta hayali bir keşif olur yoksa
hakikatine mutabık değildir.[3]
Sultan-ı Zikirden sonra hapsi nefesle nefy u isbat zikri telkin edilir.
Hapsi nefesle zikir…… yapılırken Allah kelimesi
kabin ortasında bırakılır. Bu usûl hayal ile yapılır, gerçek değildir. Zikirde
2- Nefy u İsbat Telkini İle Başlayış
Cezbe ehlinden değilse ilk önce bu isim telkin edilir. Cezbe hali zuhur
edince ism-i zât ve hapsi nefesle nefy u isbat zikri telkin edilir. Bazılarına
ise ilk önce hapsi nefesle nefy u isbat telkin edilir.
Zikrin Şartı
Devamlı huzur, devamlı adab ve şartlara uymaktır. Bu meşâyih şöyle
demiştir.
‘Zikirde şart olan mürşidin zikri telkin etmesidir. Sonra ihlâslı
ibadet, çok muhabbet, vuslat talebi, gaflet olmayan huzurla zikir ve Allah
Teâlâ’nın yardımı ile zikirdir.’
Kalp zikir halinde zikirle değil, Allah Teâlâ ile meşgul olmalıdır.
Mürşidin yardımı da en büyük destektir.
Zikrin Adabı
Temiz bir mekanda abdestli olarak kıbleye karşı oturarak, elleri (göğüs
üzerinde)[4]
gözler yumuk derisi üzerinde zikir darbelerinin titreşimi olmadan bütün gücünü
toplayarak zikretmelidir. Allah ismi şerifini zikrederken Arapça ses uyumuna
dikkat etmelidir. Gelen düşüncelere itibar etmeyecektir. Şiddetli cezbe veya
gaflet hali olursa kendini koy vermeyerek onun gitmesini bekleyecektir. Zikir
anında göğüste şiddetli vuruşlar olduğu zamanda gitmesini bekleyecektir. Fakat
kalbin atışıyla uyumlu bir hal zuhur ederse o zaman uyum içinde zikre devam
edilmeli ve kesilmemelidir. Bütün olan halleri mürşidine haber vermelidir.
Müride gereken halini haber vermesidir. Düşünceler ve zevkler haber edilirse
şeyh onu terbiye eder. Eğer bedende zikir halinde sarsılmalar, terlemeler,
kalbte hafakanlar olursa yazın soğuk ile kışın sıcak su ile gusül abdesti
almalıdır. Bütün gücü ile bu haller gidip zikir kalbte sakin olup yerleşinceye
kadar çalışmalıdır.
Zikirde havâtır ve düşünce çoğalırsa abdest almalı ve ‘Ya Kadîr’ veya ‘Ya
Fe’âl’ esmasını veya istiğfar çekmelidir. Bunlar netice vermez ise Rasülüllâh
sallallâhü aleyhi ve selleme salavât getirmeli veya mürşidini rabıta etmelidir.
Zikrin ve letâiflerin nurlarını keşfeder ise başka nurlara itibar
etmemelidir. Fakat nurlara da itibar etmekten kendini koruması müride gerekir.
Çünkü Allah Teâlâ zatına layık olmayan her şeyden uzaktır.
Bir sebepten dolayı zikri bırakmak gerekirse kalbini zikrin manası üzerinde
sabit bırakmalıdır. Masivâyı zikre dönene kadar kalbe yakın kılmamalıdır. Zikre başlayacağı zaman Allah Teâlâ’ya dua
etmeli sığınmalıdır. Adabtaki dua
Allah Teâlâ, dua edilirse zakirin kalbini muhafaza eder, masivânın
zararını ondan uzaklaştırır. Zikir usulüne uygun yapıldığı zaman bir eseri
meydana gelir.
Murakabe
Temiz nisbet ve gizli bir yoldur. Kimde bu hal meydana
gelirse marifet nurları kalbinde nurlanma olur, göğsü genişler ve hakikatin
keşfi açılır. Ferasetinde hatalar olmaz. Keşfinde mülk ve melekut alemini bilir
ve Allah Teâlâ’ya yakınlık kesbeder. Allah Teâlâ ile güzelleşir. Bütün
vakitlerinde Allah Teâlâ ile olur. Bütün ibadetlerinde murakabe üzere olmak
kemal üzere itaattır. Murakabe sahabe radiyallâhü anhümün özelliklerindendir. Onlar
devamlı murakabe ile meşgul olurlardı. Bu konuda tefekkürü
saatin buyrulmuştur.
Murakabe manevi yolculukta müridi müşahede mertebesine ulaştırır. Bunun
üzerinde devam ederse Allah Teâlâ’ya kavuşanlardan olur.
Murakabe umuma göre Allah Teâlâ’nın hükümlerine intizar ve amel
etmektir.
Hususa göre ise üçe ayrılır.
1-Her halinde bütün hükümlere uymak ve Allah Teâlâ’nın bilgisi
dâhilinde olduğunu bilmektir.
2-Allah Teâlâ’ya ulaştırıcı amellerde gayret göstermek, kâinatta Allah
Teâlâ’nın isimlerini ve sıfatlarını tefekkür etmeye çalışmak.
3-Allah Teâlâ’nın isimleri ve sıfatlarının hakikatini mükâşefe etmek
ile zâtını müşâhe etmektir. Bu makam Vilâyeti suğra’dır. Allah Teâlâ’ya vuslat
ulaşılması gereken son makamdır. Bu mertebede Fenâ mertebeleri tamamlanır. Beka
mertebelerine hazır olunur. Haller kaybolarak makamlar sabit olur. Kim bu
mertebeye kavuşursa kaçırdığı vazifeleri tamamlar ve azaları ibadet yükünü
çekmeye alışır. Kalbi müşahede nurları ile nurlanır. Bütün vakitleri Allah
Teâlâ’ya itaat ile dolar. Azaları dahi
Allah Teâlâ’ya kulluk üzere olur. Kabi Allah Teâlâ’nın isteği üzere şahit ve
kararlı olur. Tevhidin hakikatindeki maarife ulaşır. Kullukta yükselme ve
terakki sürekli artar.
Murakabe Şartları
Mürşidin izin vermesi, usulünü öğretmesi ve terbiyesinde olmak gerekir.
Eğer cezbeli mürid ise nisbetleri terk etmesi gerekir. Feyizler ve varidatlar
vukuf tan önce gelirse mürşid telkin eder.
Murakabenin Yapılışı
Temiz mekânda, temiz beden ve elbiseyle huzuru kalp, gönül ve akıl ile
bulunmalıdır. Ortamın hayvan ve seslerden etkilenmemesi gerekir. Başka insanın
girmemesi de gerekir.
Murakabeye başlayacağı zaman kıbleye karşı iki dizi üstüne oturur ve
gözlerini yumar. Sonra güçlerini ve hareketlerini ve hislerini durdurur. Bütün
bildiklerini unutmaya çalışır. Sonra kalbini dileği olan Allah Teâlâ’ya
cezbedilmiş olarak teveccüh eder. Öyle helak (yok) olmuş gibi bir yol takip
eder. Bütün vakitlerinde bu keyfiyetle murakabeyi devam ettirmeye çalışır. Farz
ve revatib sünnetleri dışındaki nafileleri terk eder. Bu hal havatır zahmeti ve
dört unsur (toprak, su, hava, ateş) havassına ulaşıncaya kadar devam ettirir.
Öyleki ruhaniyeti cesede galip gelip karar kılana kadar devam eder. Bu halden
sonra insanlara karışmak ve nafile ibadetlere başlayabilir. Evrâd ve Kur’an-ı
Kerim’i okumaya izin verilir. Çünkü mürid bu mertebeye ulaşınca amellerde
tasarruf, Allah Teâlâ’ya yakınlık ve her halinde feyz alma istidadına kavuşur.
Murakabe Edebi
Murakabe devam eden bir hal olduğu için boş zamanlarda evinde ve camide
oturması, hisleri teskin etmek, kitap okumayı ve yazmayı bırakmak, nefse
muhalefet etmek, dışarı çıkıp gezmeyi terk etmek, davetlere gitmemek, boş
şeyleri bırakıp Allah Teâlâ’yı düşünmek, devamlı kelime-i tevhid çekmek,
makamlara kavuşma hırsını terk etmek, kerameti istememek ve edep sınıfına giren
bütün meselelere dikkat etmek gerekir.
İKİNCİ BÖLÜM
Kur’an Kerim Okuma Edebi
Nakşibendî Tarikinde büyükler Kur’an-ı Kerim okumada tercih ettikleri
usulleri genellikle;
Vazifelerde gündüz: Fatiha Suresi, Kafirun Suresi, İhlas Suresi,
Muavezeteyn Suresi, Haşır Suresi sonu, Bakara Suresi Sonu ve ilaveten istiğfar okunmasını gerekli görmüşlerdir.
Gece: Yasin Suresini okumak uygun görülmüştür.
Ali Ramitâni (k.s) buyurdu ki;
‘Üç kalp yani Kur’an-ı Kerim’in kalbi, gecenin kalbi, müminin kalbi. bir
yerde birleşirse mümin muvaffak olur.
Kur’an-ı Kerim’in kalbi, Yasin Suresi. Gecenin kalbi; teheccüd vakti.
Nafile İbadetler
Teheccüd Namazı
En azı 4 en fazla 12 rekâttır.
Gücü yeten her rekâtında Yasin Suresini okumalı, okumayan ise
1.
Rekatta ila emrin hakime e kadar
2.
Rekâtta vehüm muhtedun e kadar
3.
Rekâtta cemiun ledayna
muhdarun e kadar
4.
Rekâtta fi felekin yesbehun e
kadar
5.
Rekâtta ila ehlihim
yerciune kadar
6.
Rekâtta sıradın
müstekim e kadar
7.
Rekâtta malikun e kadar
8.
Rekâtta sonuna kadar
Geri kalan rekâtlarda üçer İhlâs ile bitirir. Eğer Yasin Suresini
okuyamıyorsa bütün rekâtlarda üçer İhlâs Suresi okur.
Teheccüd namazını kıldıktan sonra kıbleye karşı teveccüh ve murakabe
ile meşgül olur veya zikrini yapar.
Eğer uyku galebe ederse uyur ve sabah namazı vaktinde uyanır. Abdest
alır sabah namazı sünnetini evde kılar ve istiğfarla meşgul olur. Sonra mescide
gider. Cemaatle namaz kılar ve yerinden kalkmaz ve günlük dersi ile meşgul
olur. Eğer mescid kapanırsa evine döner evde dersini ikmal eder.
İşrak Namazı (2 Rekât) Güneş doğup bir mızrak veya iki mızrak yükselince yani kerahet vakti
çıktıktan sonra üçer ihlâs suresi ile kılınır.
İstihare Namazı
(2 Rekât) Güneş doğup kerahet çıktıktan sonra ve ayrıca bir işe
niyetlenince kılınır. Gece yatmadan önce kılınacak istihare namazını Efendi
Hazretleri şu şekilde yapardı.
İki rekât kılınan bu namazın
birinci rekâtında Kafirûn Suresi, ikinci rekâtında ihlâs Suresi okunur. Namaz
bitince on adet salâvat-ı şerife, yetmiş adet istiğfar ve yüz adet kelime-i
tevhit getirilerek uykuya yatılır.
Duha-Kuşluk
Namazı (4–8 Rekât) Güneşin toprağı ısıtmaya başladığı vakit. Evvel vakti
güneşin toprağı ısıttığı vakit ile başlar. Faziletli olan vakti ise günün
dörtte bir vakti olan saattir.
Evvâbin Namazı (6–12 Rekât) Akşam namazının sünnetinden sonra kılınır. Bu namazda Buruc, Tarik,
Leyl ve Kadir Surelerini okunmada tercih edilir.
Bu namazlardan başka nafileler
kılabilir. Abdest namazı, Tahiyye-i Mescid Namazı, Tesbih Namazı vb.
Tesbih
namazı nasıl kılınır?
Dört
rekâttır, her rekâtta 75 defa, ‘Sübhànallàhi vel-hamdülillâhi velâ ilâhe
illallàhu vallàhu ekber.’ denilir. Sonuncusunda söylerken, ‘Velâ havle
velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm’ eklenir.
‘Allàhu
ekber’ diye namaza durulduğu zaman Subhàneke
okunur. Fatiha’ya başlamadan evvel, ‘Sübhànallàhi vel-hamdülillâhi velâ
ilâhe illallàhu vallàhu ekber.’ 15 defa söylenir; 15’inciden sonra, ‘Velâ
havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm.’ denilir. Ondan sonra
eûzu-besmele çekilir, Fâtiha okunur. Fâtiha’dan sonra Kur’an-ı Kerim’den bir
miktar sûre veya bazı âyetler okunur.
Kıraat
bitince, rukûa varmadan, daha ayaktayken, 10 defa ‘Sübhànallàhi
vel-hamdülillâhi velâ ilâhe illallàhu vallàhu ekber.’ denilir. 10’uncudan
sonra, ‘Velâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm.’ eklenir.
Başta
15, rekâtın sonunda 10, okunarak 25 eder. Sonra rukûa varılır, rukûda her zaman
okuduğumuz tesbihleri okuduktan sonra, yine 10 defa bu okunur.
Rükûdan
kalıp doğrulduğu zaman kavmede yine 10 defa okunur. Ondan sonra secdeye
varılır, secdede her zaman çektiğimiz tesbihler söylendikten sonra 10 defa bu
söylenir. Sonra iki secde arasında doğrularak, orada, celsede yine 10 defa
okunur. İkinci defa secdeye varılır, orda da tabii olarak okuduğumuz
tesbihlerden sonra 10 defa okunur.
Bir
rekâtta 75, ikinci rekâtta 75 daha; 150 eder. Selâm verildikten sonra iki rekât
daha kılınır. Böylece dört rekâtta 300 defa ‘Sübhànallàhi vel-hamdülillâhi
velâ ilâhe illallàhu vallàhu ekber.’ deniliyor.
Eğer
Sehvi gerektiren bir hal olursa sehiv secdelerinde Abdullah İbn-i Mübârek
kuddise sırruhu Hazretlerinden gelen rivayete göre 10 defa bu zikir secdelerde
tekrar edilir.
Pazartesi ve Perşembe, Eyyâm-i
Beyz günleri[5] ayın birinci, onbeşinci ve
son günleri, Zilhiccenin ilk on günü, Muharremin ilk on günü, Şabanın evvel
günleri oruç tutar.
Hatm-i Hâcegân
Bu hatmeye Büyük
Hatim adı verilir. Okuyuş usulünün Hasan Basrî radiyallâhü anhden
geldiği rivayet edilir. Hâcegân bu usül üzere tertib etmişlerdir. Hatm-i hâcegâna sadece ders almış, intisap
etmiş olan kişiler katılır.
Büyük hatimi
okumak isteyen kardeşimiz, sulûkü
bitirmiş olmalı altı seneden beri dersli olmalı veya bu dersleri okumuş
olmalıdır. En az üç kişi olmalıdır. Lüzümunda tek başına bir kişide de
okuyabilir.
Eski
dönemlerde sülük görmeyen hatmeye dâhil edilmediği halde, bu usül zamanın icabı
terk edildiği gibi, camilerde okutulan hatmelerde ise gösteri halini almasının
önüne geçilmediği görülmektedir.
Zamanı
Pazar ve
Perşembe ikindiden sonra veya akşamı okunur. Ramazan ayında ise hergün akşam
okunur. Duruma göre bölgede yaşayan insanların durumları göz önünde alınarak,
tespit edilen bir saatte okunur.
Hatim Memurları
Hatim Hocası
Hatim
hocalarının seçimi bizzat şeyh tarafından yapılır. Hatm-i Hâcegân-ı okutmakla
yetkilidir. Bazıları yeni intisap eden
kişilere ders tarif etme yetkisi de vardır.
Hatim Çavuşu
Hatim esnasında taş
dağıtımı ve ihvanın hal ve hareketini düzenleyen kişidir.
Hatm-i
Hâcegân’ı Okuyuş Usûlü
Hatmenin
loş bir ortamda okunması tercih edilir. Buhur yakılabilir.
Hatim
Hocası ve çavuş haricinde herkes gözlerini kapatır.
Cemaat
sessiz ve gözü kapalı oturur ve zikir emirlerini bekler. Sözle veya hareketle
müdahale yasaktır. Okunacak salâvat, dua ve sureler içten ve sessiz bir şekilde
okunmalıdır. Kendisine taş yetmeyen kişiler, gözleri kapalı bir vaziyette
hiçbir şey okumadan beklemelidirler.
Hatmenin başlaması
ile taş tağıtımı ile başlar. Böylece eline taş gelenin gözünü hatme bitene
kadar açmaması gerekir. Hatim Hocasının taşı yere sertçe bırakmasına kadar
gözler kapalı tutulur. Taşın düşme sesiyle Silsile-i şerif, okunmaya başlanır.
Silsile-i şerif okunup bitene kadar,
gözler kapalı tutulması uygundur, fakat mecbur değildir.
Hatm-i Hâcegân’ın Zikri
7 Adet Fatiha Suresi
100 Adet Salâvat-ı Şerife
79 Adet İnşirah Suresi (Besmele ile beraber)
1001 Adet İhlâs Suresi (Besmele ile beraber)
7 Adet Fatiha Suresi (Besmele ile beraber)
100 Adet Salâvat-ı Şerife (adetlerde
fazlalık ve eksiklik yapılmamaya çalışılmalıdır. Çünkü Nakşî usulünde adet uzerinde
vukuf esaslardandır.)
Hatm-i
Hâcegân’ın Yapılışı
Hatim Çavuşu
arkadaşları daire şeklinde namazda oturur gibi dizer. Hatim çavuşu tarafından
toplam 100 adet küçük 11 adet büyük taş alınır.
11 büyük
taştan bir tanesi Hatim Hocasının önüne, 6 adedi sağ tarafa, 4 adedi de sol
tarafa ayrılır.
100 adet
küçük taştan 79 adedi hatim hocasının sağ tarafından itibaren, çavuş tarafından
ihvana dağıtılır. 21 adet küçük taş Hatim Hocasının elinde kalır.
Duasını okur.
Daha sonra
Hatim Hocası hatm-i haceganı okutmaya başlar. Hatim hocası sesli, diğerleri de
içinden
5 defa ‘Estağfirullah’
dedikten sonra, orada
bulunan herkes içinden son Estağfirullah’ı
َاسْتَــغْـفِـرُ الله
‘el-azim,
el-kerim, er-rahim, el-hayy-ul kayyum ve gaffara’z-zunûbe ve etûbu ileyhe, ya
rabbiğ firlî’
َالْـعَـظيِمِ َالْـكريِمِ اَلرَّحِيمِ َاْلــحََىُّ
الْقَــيُّومُ وَ غَـفَّارَ الذُّنُوبَ وَاَتُوبُ اِلَيْهِ يٰا َربّىِ اغْفِرْ لِى
birlikte
denir.
Sonra Hatim
Hocası da dâhil olarak sağ taraftan itibaren 7 kişi içlerinden besmele ile birlikte
Fatiha suresini okurlar.
Sonra hatim
hocası
صَـلَــوٰات شَر©يفَة
‘Salâvat-ı
Şerifeh’
Der, herkes
kendi elindeki taş adedince içinden salâvat-ı şerifeyi
(Allahümme
salli ve sellim ala seyyidina Muhammedin ve ala âli seyyidina Muhammedin bi
adedi ilmik) okur.
اَلـلـّٰــهُمَّ صَلِّ وَسَــلِّمْ وَ بٰارِكْ
عَلٰى سَـــيِّدِنٰا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَــيِّدِنٰا مُحَمَّدٍ في© كُـلِّ لَـمْحَةٍ
وَ نَفَسٍ بِعَدَدِ عِـلْـمِكْ
Hatim Hocası
da elindeki 21 adet küçük taşa salâvat-ı şerife okuyunca salâvat-ı şerife 100
adede tamamlanmış olur. Bu arada ihvan
rabıta halini alır.
Daha sonra
hatim Hocası ‘Elem Neşrahleke-i Şerîf’ der, orada bulunanlar
içlerinden besmele ile beraber ellerindeki taş adedince ‘İnşirah Suresini’
okurlar. Bu da 79 adet olmuş olur.
Daha sonra
hatim Hocası elindeki 21 adet küçük taştan bir kaç tanesini kendine bırakıp,
geri kalanını çavuşa verir. O da hatim Hocasının, sol tarafından itibaren o
taşları ihvana dağıtır.
Daha sonra Hatim
Hocası sesli bir şekilde ‘İhlâs-ı Şerif’ der ve herkes içinden
besmele ile beraber elindeki taş adedince ‘İhlâs Suresini’ okur.
Her bir seferinde
hatim memuru da 10 Adet büyük taştan 1 tanesini diğer tarafa koyar, bu işlem 10
defa tekrarlanır. Her bir büyük taşa 100 adet İhlâs Suresi okunduğu için 1000
adet İhlâs Suresi okunmuş olur. Daha sonra Hatim Hocası dâhil sol taraftaki 7
kişi içinden besmele ile beraber ‘Fatiha Suresini’ okur.
Daha sonra
Hatim Hocası ‘Salâvat-i Şerifeh’ der, herkes içinden elindeki
taş adedince yani toplam 100 adet ‘Salâvat-ı şerife’ okur.
Daha sonra
kıraati düzgün bir kişi tarafından ‘Al-i İmran Suresi,
رَبَّنَا لاٰ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا
وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً
اِنَّكَ
اَنْتَ الْوَهَّابُ {٨}
Ayeti okunur.
Sonra taşlar, çavuş tarafından sol taraftan itibaren toplanmaya başlar, bu
arada da Hatim Hocası kendi içinden, okunan ayet-i kerime ve salâvat-ı şerife
ve hatm-i hacegândan hâsıl olan sevabı belli bir düzenle hediye eder ve torbaya
toplanmış taşları ses verecek şekilde yere bırakır. Dileyen gözünü açar. Böylelikle hatm-i hâcegan
bitmiş olur.
Sonra
Silsile-i şerif okunur.
Hatimden sonra tatlı bir
şeyin ikramı şerbet, lokum, helva vb. uygundur.
Hatm-i Hâcegân’ın Fazileti
Hatm-i
Hacegân hakkında birçok faziletler olduğu rivayet edilir.
1-O memleket
afattan emin olur Yetmişbin melâike hazır olur
2-Piranların ruhaniyyeti okuyanlardan razı
olur
3-Pirânın manevi sofrasıdır.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
NAKŞÎ
ISTILAHLARI[6]
Sâdât-ı
kiram Hazarâtının büyük hakîkatleri anlamakta kullandıkları bazı ıstılahlar
vardır ki, onların yoluna sülük edenlerin bu ıstılahları iyi bilmeleri ve
gereğince amel etmeleri lâzımdır.
Bu
en büyük tarîkat Mâverâunnehir beldelerinde zuhur edip bu belde büyükleri de
umumiyetle farsça konuşmaları sebebi ile bu ıstılahlar fârisîdir. Bu yüksek
manâlı kelimeler (11) kelime olup, Hâce Abdülhâlık Gocdevânî (k.s.)
Hazretlerine aittir. Tarîkat-ı Aliyye-i Nakşibendiyye’ye sülük edenlere her
zaman rehber olacak kelimelerdir.
Tarikatın
temel ölçülerini temsil, kemâl yolunun muhteşem planını 8 düstur teşkil eder:
1 — Huş
der dem. .
2 — Nazar
ber kadem..
3 — Sefer
der vatan..
4 — Halvet
der encümen..
5 — Yad-
Kerd..
6 — Baz-ı
Keşt..
7 — Nigah-ı
Daşt,.
8 — Yad-ı
Daşt..
Ayrıca sayılan sekize 3
düstur daha ilave edilmiştir.
1 — Vukuf-u
zamânî..
2 — Vukuf-u
adedî..
3 — Vukuf-u
kalbî..
Bunlarla beraber hepsi
11 dir.
1— VUKÛF-U ZAMÂNÎ .
Vukûf: Bilme, haberli olma.
İhvan, üzerinden geçen
zamana muttali’ olmalıdır, hem nasıl bir zamanda bulunduğunu, hem de içinde
bulunduğu zamanı iyi bilip, değerlendirip değerlendiremediğini araştırmalı,
kendini sık sık yoklamalıdır:
İçinde bulunduğu zaman içinde kendi durumu nedir? Huzurda mıdır?
Huzur içinde midir? Şükür mü etmektedir, kendi helakine sebep olacak bir gaflet
içinde midir?
İhvan, bütün varlığıyla maksûd-i aslîsine teveccüh etmediği bir
ânın üzerinden geçmesine, Allah’tan gafil olarak bir tek nefes yaşamamasına
dikkat etmeli, bütün gücüyle her an SAHV (Manen uyanıklık) halinde bulunmaya
gayret etmelidir. Bilmelidir ki, el-ALÎM ve el-HABÎR olan Allah Teâlâ onu ihata
etmiştir. İhvan Allah Teâlâ’nın her an gördüğünü hesaba katmadan hiç bir amel
işleyemez. Çünkü Allah Teâlâ;
‘Allah, gözlerin hâin bakışını ve sadırların gizlemekte
olduğu her şeyî bilir.’[7]
‘Ne yerde, ne gökte zerre miskâl hiç bir şey Rabb’ından
uzak ve gizli kalmaz.’[8]
‘Göklerin ve yerin anahtarları O’nundur.’[9]
Bunun için ihvan her gece ve gündüzün ve her gün işlediği amellerini
ne şekilde işlediğini birer birer muhasebe etmeli, güzel amelleri kendine
müyesser kılan Allah Teâlâ’ya şükredip daha güzellerini ziyadesiyle beraber
temenni etmeli, çirkinleri için tevbe ve istiğfar edip nedamet ederek Allah
Teâlâ’dan bilmeli ve O’na yönelmeli, şayet uyanamazsa bir gün muhakkak ona
döneceğini bilmelidir.
Vukûf-i zamânî kelimesinden anlayacağımızın hulâsası, ihvan
yakînen bilmelidir ki, Allah Teâlâ her an onun yanında hâzır ve nazırdır.
Ubûdiyyet haddini aşmamalı, yani kendi kul olduğunu bilip mâsıyetlere karşı her
an uyanık bulunmalı, mabuduna vâsıl oluncaya kadar bu hâli bırakmamalıdır. Bu,
ihvanı yakîne erdirir.
Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki:
“Müridin bütün uğraşma ve didinmelerini neticeye bağlayan ve onu
muradına eriştirmekte en büyük müessirlerden biri olan “Vukuf-u Zamanî”,
insanın her an kendi halini bilmesi halinin şükrü mü, özrü mü gerektirdiğini
anlaması demektir.”
Şah-ı Nakşibend
(k.s)
“Bahaeddini Nakşibend (k.s) Hazretleri, bize, kabz (sıkışma)
halinde istiğfar; bast (genişleme) halinde de şükür ile emir buyurmuşlardır. İşte
bu iki hale dikkat ve riayet “Vukuf-u Zamanî” dir.”
Yakup Çerhî (k.s)
“Müridin olanca kâr binası, “Vukuf-u Zamanî” işinde saat üzerine
kurulmuştur. Yani müridin halindeki nizam, vaktini muhafaza etmeğe bağlıdır. Ta
ki, aldığı her nefes, huzur ile mi, gafletle mi geçmektedir, bilsin..
“Vukuf-u Zamanî” tasavvuf büyüklerince nefs murakabe ve
muhasebesinden ibarettir. “Muhasebe, her geçen saatin huzur veya gaflet
noktasından hesaplanmasıdır. Eğer vaziyette noksan varsa “Baz-ı Geşt” usulüne
sarılıp amele yeniden başlanması lazımdır.”
Hace
(k.s) Hazretleri
2—VUKÛF-U ADEDİ:
Zikir sayısına dikkat ve riayet demektir. İhvan zikrini yaparken
adedine dikkat etmeli, mürşidinin verdiği adede riayet etmelidir.
Bu adede riâyetle beraber zikrin verilen miktar yapılmasından
ibarettir. Yoksa mücerret adet değildir. Bu, gönlü vesvese ve tefrikadan
korumak içindir.
Hacegân yolunda “Vukuf-u Adedî”, mücerret sayı saymak değil, sayı
çerçevesi içinde kalbî zikri derinleştirmektir. Gerektir ki bir nefeste, 3, 5,
7 veya 21 defa Allah ismi zikredilsin ve bu kemiyet ölçüleri mutlaka tek
rakamlarla bitsin..
Hace Bahaeddin-i Nakşibend (k.s) Hazretleri, kalbi zikirde sayıya
dikkat ve riayetin dağınık “havâtır” ı toplayıp sildiğine işaret ederler.
Sâdât-ı Kiram Hazarâtınnın bazıları demişlerdir ki : “Vukûf-i
Adedî” zikirde şart değildir. Burada esas olan kalbin mezkûr (Zikredilen) ile
beraber olmasıdır: Huzur halinde bulunmasıdır ki zikrin fâydası ve eseri
görünsün. Bu da ‘NEFY’ ederken beşerî varlığın (Güneş varken
yıldızların kaybolduğu gibi) yok olması, ‘İSBÂT’ yaparken de’
ilâhî cezbe eserlerinin çıkmasıdır.
Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki:
“Vukuf-u Adedî” denilen
hassa, Ledün ilminin ilk mertebesidir. Bu görüşten murad, başlangıçta
bulunanlara ait tasarruf ve cezbe eserleri olmak gerektir.”
Hace Bahaeddin-i Nakşibend (k.s) Hazretleri
“Dava kemiyette değil, keyfiyette çok zikirdir. Yani huzur ve
şuurla çok zikir. . Kemiyet ne kadar fazla olursa olsun. eseri has olmayınca
boşuna yorgunluk demektir. Zikrin eseri, Tevhit Kelimesindeki nefy kısmında
beşerî vücudun yokluğa karıştığına, ispat kısmında da ülûhiyet cezbelerinden
bir tecelli göründüğüne delâlet eden hallerle meydana çıkar.”
“Öyle bir halet ve keyfiyet ki, yakınlık ve Ledün ilminin
başlangıcı onda tecelli eder. “Vukuf-u Adedî” nin Ledün ilminde başlangıç
noktası olduğu, Mutlak Bir'in aleminde belirmesi sırrından haber vermesiyledir.
“Vahid”in, esasta, sayılara çekirdek teşkil etmesi gibi..”
Hace Alaeddin Attar (k.s) Hazretleri
3—VUKUF-U KALBİ :
İki manası vardır. Birinci manası, Zâkir zikrederken kalbinin
zikredilene vâkıf olmasıdır. Yani zakirin her an Allah Teâlâ’yı “Yad Daşt”
nev’inden bilmesidir.
Zikrederken her ân murakebe halinde olmalı, bu hâlini
kaybetmemeye çalışmalıdır. Sâdât-ı Kiram Hazarâtı (vukûf-i kalbî) nin zikirde
şart olduğunu söylerler. Zâkir esnâ-yı zikirde kalbine hâkim ve sahip olmalı,
ona o kadar vâkıf olmalı ki orada Allah Teâlâ’dan başka bir şey bulmasın.
ikinci mana :
Zakirin gönüle yönelmesi. . Kalb, sol memenin altında bir et
parçası. Ona kalb denmesinin sebebi fikirlerin, düşüncelerin ve niyetlerin
değişmesi itibariyle çekip çeviren, değiştiren kuvvetin mahalli olmasındandır.
Ona vâkıf olmak demek, onun ne halde bulunduğunu her ân murakabe etmektir:
Zikirle meşgul mü, değil mi? ve kişi her ân kalbindekini mülâhaza etmeli,
kalbinde gaflete açık bir kapı, bir delik bulunmamalıdır. Hazreti Hâce Muhammed
Nakşibend (k.s.) bilhassa (Vukûf-i kalbî) üzerinde durur ve ona dikkat ederdi.
Bir ayet gereğince, Allah Teâlâ her yerde hazırken nasıl Kabe’ye
dönülerek ona el açılıyorsa, can ve gönül kabesi kalbe yönelmek suretiyle yol
bulunuyor ve onsuz olmuyor. Zira insan, içinde bulunduğu taayyün suretleri ve
hayvanî ruhu bakımından istikametlerin zindanında mahpustur. Ama, yine aynı insan,
öz hakikatiyle cihet ve istikametlerin dışındadır. Bu bakımdan cihet ve
istikametin esiri, cihetsizliği yine cihette aramak zorunda kalıyor.' Ve yine
bu bakımdan mecaz, yoluyle gönül denilen et parçası da ruh hakikatinin nişanesi
ve bir nevi cihet tayini noktası oluyor. Hakikate yol için bu mecaz noktasına
yönelmek ve Ledün ilminin anahtarını onda bulmak gerekmektedir.
Bu hususta Hoca übeydullah (k.s) Hazretleri buyururlar ki:
“Vukuf-u Kalbî” Allah Teâlâ’dan agah olmakta bir gönül halidir.
öyle ki, gönülde, Allah Teâlâ’dan başka hiç bir şey olmayacak..
Zikirde zikredilenden âgâh ve gönlü ona inhisar ettirmek. . Bu
agâhlığa, görüş, eriş, vücut ve “Vukuf-u Kalbî” derler.”
4—HÛŞ DER DEM :
Hûş: Akıl.
Der: İçinde manasında zarf (Bağlaç)
Dem: Zaman, Nefis.
Akıl sahibi ihvana gerektir ki, alıp verdiği hiç bir nefeste
gaflet etmemelidir. Her ân Allah Teâlâ ile beraber olmanın şuuruna ancak böyle
erilebilir. Ancak nefeslerini gaflet içinde alıp vermekten kendini muhafaza
eden kimsenin kalbi Allah Teâlâ ile huzur halinde olabilir. Nefes alıp verirken
kalbin Allah ile huzurda olması demek, nefesleri Allah’a ita-atla ihya etmek,
Allah Teâlâ’ya ibâdet suretiyle onları ihya ederek, Allah Teâlâ’ya vâsıl etmektir. Kalb Allah Teâlâ
ile huzurda iken girip çıkan her nefes ihya edilmiştir ve Allah Teâlâ’ya
gönderilmiştir. Gafletle alınıp verilen her nefes de öldürülmüştür, Allah
Teâlâ’ya varmamıştır.
‘Hûş der dem’ : Her nefes uyanık olmak, zâkirin zikrederken Allah Teâlâ’dan
gafil olmaması demektir. Çünkü zikirden maksat, zikrettiğinin mânâsını
düşünerek mezkûre vâsıl olmaktır. Mânâsını düşünürse mânâsının tecellîsine
mazhar olur. Bu da ancak nefeslerini gafletle alıp vermekten kurtulmakla olur.
Nefesleri gafletten kurtarmak kalbi huzura erdirir. Huzura eren ise Hakk Subhânehû
ve Teâlâ Hazretlerinin tecelliyatını her ân müşahede eder. Onun tecelliyâtı ise
mahlûkâtın nefesleri adedincedir. Nefeslerini gafletten kurtaran kimse artık
her ân Allah Teâlâ ile beraberdir. Her ân onun tecelliyatını müşahede eder.
Gafletten kurtulup her nefes uyanık olmak çok zordur. Bunun için gaflet
edildiği zaman derhal istiğfar etmen gerekir. Hasenat işlemeğe gayret gösterip
o gafletin bıraktığı izleri izâle etmeğe çalışmalıdır.
Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki:
“Bir nefesten bir nefese geçerken asla gaflete düşmemek ve huzurda
olmaktır”
Mevlana Sadettin Kaşgarî (k.s)
“Bu yolda nefesi muhafaza ve ona riayet etmeği mühim tutmuşlardır.
Gerektir ki her nefes huzur ve bilgi ile alınıp verilsin.. Nefesini
koruyamayanlara yolunu şaşırmış gözüyle bakarlar.”
Hace
Ubeydullah (k.s) Hazretleri
“Bu yolda terakkinin temeli nefes üzerindedir. Her nefeste hale
bakmalı ve mazi ile istikbali düşünmekten uzak kalmamalıdır. Nefesin giriş ve
çıkışında iki nefes arasını öyle muhafaza etmelidir ki hiç biri vücuda gafletle
girip vücuttan gafletle çıkmasın..”
Şah Nakşibend (k.s)
“Allah Teâlâ’nın zat ismi “hâ – he” harfinden ibaret olup
başındaki “elif” ve “lam” harfleri tarif edatıdır, işte her nefeste bu harf ve
isim cereyan eder. Sahibi ister farkında olsun, ister olmasın. O şey ki, içinde
o isim cereyan etmez, hayata müstehak değildir. Şu halde bütün canlıların nefes
alış ve verişleri, bilen ve bilmeyen için hep o isimledir. Marifet yolcusuna
düşen borç ise bu inceliği bilmek ve her nefeste Allah ile olarak huzuru elde
tutmaktır.”
Şeyh Necmeddin Kubrâ (k.s)
5 — NAZAR BER - KADEM:
Nazar: Bakış
Ber: Üzerinde manasında Zarf
Kadem: Ayak.
İhvan yolda yürürken ayaklarına bakarak yürümesidir ki, gözü etrafa
takılmasın. Çünkü ayaklarının ucuna bakarak yürümezse gözü etrafa takılır, bu
ise kalbi perdeler. Kalpteki perdelerin çoğu bir takım resimler, suretledir ki
nazar (Bakmak) yoluyla kalpte yer eder. Bunun için ihvan yolda yürürken gözü
şurada burada gezerse zikirden perdelenir, çünkü yeni başlamış zâkirin nazarı
bir yere takılırsa kalbini meşgul eder, derhal tefrikaya, vesveseye tutulur.
Çünkü kalbini muhafaza edecek kadar kuvvet kazanmamıştır. Vesveseye ve
tefrikaya karşı zâyıf bir haldedir. Bunun için bilhassa her kişinin yüzlerine
bakmamalıdır.
Sûfiyye Hazarâtına göre ağyarın yüzüne bakmak büyük zararlara yol
açar. Çünkü safî kalpler, cilalanmış aynalar gibidir. İhvan bir buğday
tarlasında dolu ve boş başak gibidir ki, dolu başak başını öne eğmiştir, diğeri
boş olduğu için dimdik durmaktadır Eğer dışarıdaki herkesin yüzüne bakılırsa
onların katı kalplerinin kasveti, kötü ahlâkları, fasit fikirleri aynen ihvanın
kalbine akseder. Bu ise ihvan için son derece tehlikelidir. Bir de güzellerin
yüzlerine bakmamalıdır. Çünkü fitneye tutulur. Çünkü
‘Bakmak, şeytanın
oklarından bir oktur.’[10] Kime bu ok isabet ederse o, Allah Teâlâ
yolunda fitneye düşmüş olur. İhvan bu oktan kurtulmak için gözleri yerde
(Ayaklarının ucuna bakarak) yürümelidir.
(Nazar ber kadem) sözü, himmet yüceliğini; yüksek himmetli olmayı
ne güzel anlatır ! Şöyle ki :
İhvan-i tarîk-ı Hakk olan insân-i kâmil, Allah Teâlâ
Hazretlerinden başkasına nazar etmez. Çünkü mâsivâdan alâkasını kesme
yolundadır. Nasıl süratle koşan bir kimse sadece ayaklarına bakarsa ihvan de
yarı yoldan dönmemek için zahiren ve bâtınen Hakk’a tahsîs-ı nazar etmelidir.
Ayrıca tevazu erbabı olan zatlar ayaklarına bakarak yürürler. Mütekebbir, burnu
büyük kimseler de dimdik yürürler.
Bu, ayrıca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yürüyüş
şeklidir ki, yürürken sağa sola bakmaz, ayaklarının ucuna bakarak yürür, sanki
yokuştan iniyormuş gibi sür’atle yürürlerdi. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
selleme tabi’ olan ihvan de aynı şekilde
yürümelidir.
6 — SEFER DER -VATAN:
Sefer: Yolculuk
Der: İçinde manasında zarf.
Vatan: Allah Teâlâ, Ruhun asıl yurdu, güzel sıfatlar.
Halk arasında sefer, bir beldeden bir başka beldeye gitmektir.
Vatan ise, insanın ikâmet ettiği ev yahut memlekettir. ‘Sefer Der Vatan’
sözünün manası, ihvanın seferi, âlem-i Halktan, Hakk’a olmalıdır. Hazreti
İbrâhîm Halîlullah aleyhisselâm’ın işaret ettiği gibi ki:
‘Ben Rabbım’a gidiyorum’[11]
demiştir.
İhvan içinde bulunduğu manevî hâli kâfî görmeyip daha güzel, daha
fazla hasenat ile dolu bir hâle sefer etmelidir. Yahut bir makamdan bir yüksek
makama yükselmeye gayret etmelidir.
Meşâyih-i Kiram Hazarâtı ihvanları zahirî seferden men’ etmişlerdir.
Çünkü meşakkati çoktur, mihnetlidir. Sülük yolunda, tarîk-i Hakk’da rizâ-yı
Hakk’a muhalif iş tutma ihtimâli çoktur. Sefer, Farzları ve Sünnetleri terk
etmeğe her zaman müsaittir. Bu ise ihvanların kalplerini tefrika ve vesvese ile
harâb eder. Kemâle eren mürşidler ise bu meşakkatin te’sîri altında kalmayıp
Allah Teâlâ’dan gafil bulunmayacakları için yol meşakkatinin te’sîri altında
kalmazlar. Bilakis bu daha fazla terakkî etmelerine sebep olur. Dereceleri
yükselir. Hem seferin mihnetle meşakkatlerine tahammül ederler, hem de
gittikleri yerlerde irşadda bulunurlar. Selef-i sâlihîn Hazarâtı, gönüllerin
bir yeri vatan etmeye meyil edip insanlarla ülfetleri ileri gittiği zaman,
kendilerine onlardan gelen âdetleri bırakıp rahatlarını terk etmek, insanlarla
aşırı ülfetten kurtulmak için sefer ederler ki, kendileri için tecerrüd-i tâm
hâsıl olup en yüksek makamlara vâsıl olsunlar.
Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki:
“İhvan hevâ ve şehvetini terk edip Allah
Teâlâ’ya ibâdet ve itâat’e dönmesi lâzımdır. ‘Sefer der – Vatan’ sözünden
murat, bir beldeden diğer bir beldeye sefer etmek değil, insanın kendi iç
âleminde Allah Teâlâ’ya dönüş yapmasıdır. Erbâb-ı sülük, zahirî seferi bir
mürşid-i kâmil’i bulduğu zaman onun her emrini Lâyıkıyla yerine getirmek için
kapısına bağlanır ve zahirî seferi bırakır. Bâtınî seferine başlar. Ona ancak
bundan sonra mürîd denilebilir.”
Ebû Osman El-Mağribî (k.s.) Hazretleri
“Bütün hayır ye
bereketlerin anahtarları mürîd olduğun yerde sabır etmendedir. Mürîd denilecek
hale gelinceye kadar o kapıda sabredeceksin. Sen o hale gelince bereket zahir
olur. Artık sen Allah Teâlâ’ya doğru sefer etmeye başlamışsın demektir. Zahirde
sefer etmişsin veya etmemişsin bir şey fark etmez.”
Şeyh Hakîm Tirmizî (k.s.) Hazretleri
“Vatana kavuştuktan sonra sefer vâki olursa,
bu yolculuk vatanın kendi içinde olur. Kaldı ki ‘Sefer der-vatan’ Nakşibendiye
büyüklerinin (kaddesallahu Teâlâ Esrârehüm) temel sözlerinden birisidir.
Bu tarikatta bu seferi, daha bidayette
(başlangıçta) tattırırlar. Nihayeti bidayete yerleştirdikleri buradan belli
olur.
Bu yolun yolcularından dilediklerini
‘Meczûb-i sâlik’ yaparlar, yani meczupları sâlikler haline getirirler. Bunları
önce âfâkî seyre atarlar, insanın dışında ilerletirler. ‘Seyr-i âfâkî’ denilen
bu dış yolculuk bittikten sonra ‘Seyr-i enfüsî’ denilen insanın içindeki
yolculuğa başlatırlar. ‘Sefer der-vatan’ tâbiri işte bu ikinci yolculuk demektir.”
İmâm Rabbânî (78. Mektup)
7 — HALVET DER - ENCÜMEN :
Halvet: Sâliklerin ibâdet için çekildikleri tenhâ yer demektir.
Yalnızlık
Der: İçinde manasında zarf.
Encümen:İnsanların toplu bulundukları yer, yahut topluluk manasınadır.
İstekler,
‘Halvet der–encümen’ ıstılahının mânâsı; ihvan halk içinde, İnsanlar
arasında iken her ân Allah Teâlâ ile beraber olmalıdır. ‘Herkesle beraber
fakat yalnız’ sözü bunu anlatır. Bu durumda ‘Halvet Der Encümen’, murakabe
mânâsına gelir.
İhvan, insanlarla beraber olmasına rağmen insanların onun kalbine
muttali’ olmaması lâzımdır. O, Allah Teâlâ ile beraber olmalı fakat bunu
etrafına sezdirmemelidir.
Yine ihvan zikr-i kalbî’ye müstağrak olmalı, o kadar ki, çarşıya
girdiği zaman insanların gürültüsünü duymayacak hale gelmelidir. Zikr-i Hakk
kalbin hakikatini istilâ etmiş olmalıdır.
‘Halvet Der Encümen’ Kelimesinden anlaşılacak bir başka
mânâ da şudur: Bu yola sülük eden ihvan öyle bir yere intisâb etmelidir ki,
nerede olursa olsun, insanlarla bir sürü muamelâtta bulunması onu Hakk’la
beraber olmaktan alıkoymaz.’ [12];
HALVET iki kısımdır.
Birincisi zahirî halvet ki, ihvanın evinde insanlardan ayrı bir
yere çekilip orada âlem-i Melekût, âlem-i Şuhûd, âlem-i Ceberût’a muttali’
olmak için oturup meşgul olmasıdır. Çünkü zahirî hislerin Duyuların çalışması
durdurulduğu zaman batınî hisler Melekût âyetlerini ve Ceberut âleminin
esrarını mükâşefe için hazır hâle gelir.
İkinci kısım halvet batınî halvettir ki, bu bâtının her ân esrâr-ı
Hakk’ı müşahede hâlinde olmasıdır. Halkla muamelesi onu zahirî mütâlâadan ve
batınî müşahededen alıkoymaz. İşte açık seçik anlaşılıyor ki Hakîkat-ı halvet
budur. Bu halvet tarîk-i Nakşibendî’ye hâstır. Çünkü onlar zahirî mânâdaki
bildiğimiz, halvete, bir köşeye çekilmezler, cemaatten ayrılmazlar.
Onların halveti kendi batınlarındadır: İnsanlarla toplu halde bulunurlarken
kendi içlerinde halvet halindedirler.
Hace Bahaeddin Nakşibend (k.s) Hazretlerine sormuşlar:
— “Sizin tarikatınızın esası nedir? Buyurmuşlar:
— Halvet der encümen, toplulukta yalnızlıktır. Zahirde halk,
batında hak ile olmak..
Ve
buyurmuşlar :
— Bizim tarikatımızın esası sohbettir. Halktan uzaklaşmakta
şöhret, şöhretteyse afet vardır. Hayr cemiyettedir; cemiyet de sohbette..
Elverir ki, her iki tarafın hakkı verilsin ve birinden birine saplanıp
kalınmasın..”
Sâdât-t Kiram Hazarâtının halvetin bu türlüsünü tercîh etmelerinin
sebebi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Sünnetine ittibâ’ etmek içindir.
Çünkü o insanların içine girip onların hidâyetine çalışmayı bir köşeye çekilmeğe
tercîh etmiştir ve buyurmuştur ki:
“İnsanların arasına karışıp onların ezasına sabreden
mü’min, onların içine karışmayan ve bir köşeye çekilen mü’minden hayırlıdır.”
Bu mesele üzerinde bu yolun
büyükleri buyuruyorlar ki:
“Kâmil insan, kendisinden bir sürü
kerametler sâdır olan kimse değil, bil’akis halk içine girip alış verişini
yapan, maişetini kendisi temin eden, evlenen, insanlarla haşir neşir olan,
bununla beraber bir ân Allah Teâlâ’dan gafil olmayan kimsedir.”
Şeyh Ebû Saîd’il-Harrâz (k.s.)
“Toplulukta yalnızlık şudur : Zikir insanı öyle kaplayacak insan
kendisini zikre öyle verecek ki, en kalabalık ve şamatalı yere girse hiç bir
şey işitemez olacak..”
Hace Evliya-yı Kebir (k.s)
“İnsan kendisini topyekûn zikre verse, beş altı günde öyle bir
mertebeye erişir ki, halkın çağrıştığı ve birbiriyle didiştiği hep zikir
görünür. Kendi konuştukları da..”
Hoca
Ubeydullah (k.s) Hazretleri
“Bu Tarikat-ı
aliyenin bir başka hususiyeti de “Halvet der-encümen”dir. Başkaları arasında
yalnız imiş gibi olmak demektir ve “Sefer der-vatan”dan hasıl olur. Sefer
der-vatan müyesser olunca, başkaları arasında zihnin dağılması da vatan gibi
yalnızlığa sefer eder. Âfâki dağınıklıklar kalbe sızamaz. Bu yalnızlık diğer
tarikatlarda ancak müntehâda, sona varanlarda müyesser olur. Fakat bu Tarikat-ı
aliye’de başlangıçta hasıl olduğundan, bu yola mahsus sayılmıştır.“Halvet
der-encümen” demek, vatanî halvet kapılarını kapamak, pencerelerini örmek
demektir. Yani herkesin arasında hiç kimseye iltifat etmeyecek, hiç kimse ile
muhatap olup konuşmayacak. Bu demek değildir ki gözlerini yumacak, duygularını
zorla muattal bırakacak. Hayır! Böyle bir şey bu Tarikat-ı aliye’de yoktur.
Kardeşim! Bütün bu zorlamalar, yolun başında ve ortasında olur. Sona varanların
bunlar için kendini zorlaması gerekmez. Herkesin arasında iken kalbini
toparlamıştır, gaflet arasında iken huzurdadır.”
İmâm Rabbânî (k.s) (221. Mektup)
8 — YÂD- KERD :
Yâd: Zikir. Allah, Nefy ü İsbat vb.
Kerd: Zikretmek demektir. Aslı Kerden’ dir. Kolay okunsun diye sonundaki
nun düşürülmüştür.
Zikri,
kalb ve dil ile daima tekrarlamak demektir.
İhvan murakabe mertebesine geldikten sonra zikrini ‘Nefy ü
İsbât’ yoluyla yapmalıdır. Her gün belirli bir aded buna devam eder.
(5.000 veya 10.000 kadar.) Bu mertebede ‘Nefy ü İsbât’ ile zikrin
lisanla yapılmasının şart olduğu beyan edildi. Çünkü kalp, unsurlara bağlı
olması sebebiyle, unsurların te’sîriyle paslanabilir, ‘Nefy ü İsbât’
lisanla yapılınca bu paslar zail olur; murakabe noktasından müşahede
mertebesine yükselir.
(Yâd Kerd) Istılahının bir başka mânâsı; Zikr-i daimî içinde olmaktır.
Kalble veya lisanla olsun, İsm-i Zât veya bir başka zikir, veya ‘Nefy ü
İsbât’ şeklinde yapılmış olsun müsâvîdir. Maksat zikrin kesintisiz
devam etmesidir. Zikredilenle (Allah Teâlâ ile) ancak bu şekilde huzura
varılır. Bu ıstılahın bir başka mânâsı, gaflete mahal bırakmadan, gaflet
etmeden zikre devam etmektir. Çünkü Allah Teâlâ
‘Unuttuğun zaman Rabbini zikret.’ [13] buyurmuştur.
Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki:
“Zikir talimin usulü şöyledir ki, Şeyh kalbiyle tevhid kelimesini
söylerken, mürid kendi kalbini hazırlayacak ve şeyhin yüreğine karşı tutup
gözlerini yumacak, dilini damağına yapıştıracak, dişlerini sıkacak, nefesini
tutacak ve yalnız kalbiyle zikre başlayacak.. Nefesini hapsetmekte sabır
gösterecek ve bir nefeste üç kere tevhid kelimesini çekecek. . Böylece zikrin
halavetini kalbinde arayacak..”
Mevlana Sadettin Kaşgarî (k.s)
“Zikirden murad, kalbin Allah Teâlâ’dan bilgi edinmesidir. Bu
bilgi meydana gelince zikir yerini buldu demektir. Eğer gönül ehli sohbetinde
bu bilgi meydana gelmezse zikre devam etmek lazımdır. Zikirde en kolay ve
sağlam yol, nefesini göbeği altında hapsedip dudağını dudağına ve dilini
damağına yapıştırmak suretiyle olandır. Kalbin hakikati o duygu ve anlayış
merkezi olmaktır ki, her tarafa yönelir, dünyayı ve dünya işlerini hep o
düşünür ve göz açıp kapayıncaya kadar yerleri, gökleri ve bütün âlemleri
dolaşır, işte onu bütün fikirlerden caydırıp, tiksindirip, yürek dediğimiz
maddî et parçasına döndürmek ve zikirle bağlamak lazımdır. O türlü ki, Tevhid
Kelimesindeki (lâ) hecesini yukarıya çekip (ilahe) lafzını sağ tarafına atarak
(illallah) kelimesini şiddet ve kuvvetle kalbe indirerek, yükleyerek. . öyle
ki; zikrin harareti bütün vücuda yayılmış hissetmeli ve o hararet içinde
erimeli. . Tevhit kelimesinin nefy tâbir olunan “lâ ilâhe” kısmında, mürid,
kendi vücudiyle beraber mutlak bir yokluğa dalacak, ispat kısmında “illallah”
ise varlığı yalnız Allah Teâlâ’ya tahsis edecektir. Mürid bütün zamanını bu
zikre bağlayacak ve hiç bir faaliyet kalbin atışı gibi onu bu zikrinden
alıkoyamayacaktır. Nihayet zikr kalbin zarurî sıfatı haline gelecektir.
Kalb, üç
köşeli bir et parçası şeklindedir ki, sol memenin altındadır ve insan
hakikatinin toplu merkezidir. Bu et parçası öyle bir kelimedir ki, toplu
hakikat onun manasıdır. Toplu insan hakikati de öyle bir özdür ki, bütün kainat
onun mufassal ifadesidir. Her yemişin çekirdeğinde kendi ağacı öz halinde
bulunduğu gibi, kalpte de bütün kainat özleştirilmiştir. Hasılı, kalb, bütün
mevcutların hülasa halinde nüshası ve sonsuz sırların toplanma noktasıdır.
Kalbe yol bulan murada erer, ona yol bulmak da gönül ehlinin hizmetine
erişmekle olur. O zaman müride öyle bir keyfiyet yüz gösterir ki, eşya ve hadiselerin
dedikodusundan kurtulup can ve gönül sohbetine ve Allah bilgisine erer. Hiç bir
zahmet ve meşakkat çekmeksizin de Allah'tan gayri ne varsa onlardan el çeker.
Eşyanın terkindeki hikmeti, hürriyeti, zikr hakikatim mürid o zaman anlar.”
Hoca
Ubeydullah (k.s) Hazretleri
9 —BAZ KEŞT:
Baz: Dönmek. Hatırlamak. Tekrar
Keşt: Seyir ve temaşa etmek, düşünmek. Aslı keşten’dir. Kolay
okunsun diye sonundaki nun düşürülmüştür.
Zikirde ihtiyarsızca hatıra gelen, iyi ve kötü her fikri
nefyetmek, kovmaktır. Zâkir ‘Nefy ü İsbât’ yaparken nefesini
salıverdiği vakit söylediği kelime-i Şerîfe’nin mânâsını düşünmeli,
Zikirde kalbin “Maksûdum ancak sensin! Ve matlûbum ancak
senin rızândır. Başka hiç bir şey değil!.” itminanına ermesi
şarttır. Gaibde başka alakalara yer kaldıkça böyle bir itminan teşekkül edemez
ve zikr halis olamaz. Başlangıçta bu itminana erilemese de yine zikri
bırakmamak ve bu his elde edilinceye kadar zikre devam etmek gerekir.
“Allah’ım! Maksûdum ancak sensin! Ve matlûbum ancak senin
rızândır!” Derken
Nefy ü İsbât’ın mânâsını kuvvetlendirilmiş olur. Bu, zâkirin kalbinde Tevhid
hakîkatinin sırrını yerleştirir. O hale gelir ki nazarından bütün mahlûkat
silinir, sadece Hakkı görür. Allah Teâlâ’nın vücûdu (Varlığı) zahir olur.
Hâcegân-ı Nakşibendiyyenin ihvanlara bunu bilhassa emretmelerinin sebebi budur.
İhvan zikr ediyorsa zikrinin mânâsını düşünecektir. Sırr-ı Tevhîde böyle erer.
Tecrîd ve tefrîde böyle vâsıl olur.
Bâz Keşt ıstılahının bir başka mânâsı, zâkirin zikr esnasında
Allah Teâlâ’yı lâyıkıyla zikretmekten âciz olduğunu ve kusurlarını Allah
Teâlâ’ya ârz etmesidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın yardımı olmadan hiç bir kimse onu
hakkıyla zikredemez. Büyüklerimiz;
‘Seni tenzih ederiz! Lâyık olduğun şekilde zikredemedik
seni ey Mezkûr!’ Diye
acziyetlerini açığa vurmuşlardır. Zâkir bütün varlığı ile zikredip Rabbi de
onu zikretmedikçe onunla huzura varamaz. Onun inayeti olmadan hiç bir kimse
O’nu hakkıyla zikredemez, zikrin esrarını anlayamaz. Ona vâsıl olmak müyesser
olmaz. Bunun için ‘Bâz Keşt’ kelimesiyle anlatılmak istenen şey, zâkirin zikr
esnasında her ân Allah Teâlâ’a rucû’ etmesi gerektiğidir ki zikr ile mezkûre
böyle erişilir.
Bu konuda Mevlana Aliyüddin
(k.s) buyurur ki:
“Başlangıçta ilk zikir emrini aldığım zaman “Allah Teâlâ’m, benim
muradım sensin, senin rızandır; başka hiç bir şey değil!” fikrini benimsemedim, böyle bir iddiadan
utandım. Zira bu iddiada sadık değildim. Yalan söylemiş olacaktım. Vaziyeti
üstadıma anlattım. Dediler ki: “insan bu sözde sadık olmasa bile yalanını
hakikat haline getirinceye kadar onda sabit olmalıdır.” Sonradan işin
hakikatini anladım. Tam doğruluk, işte, yalanı bile gerçeğe çevirmeğe bakan bu
sebat ve ısrardadır.
10 — NİGAH DAŞT:
Nigah: Bakış, bakma, nazar, kalp
Daşten: Korumak. Aslı Daşten’ dir. Kolay okunsun diye sonundaki
nun düşürülmüştür.
Kalbi
zararlı bakış ve düşüncelerden korumak demektir.
Zikri, ‘Nefy ü İsbât’ şeklinde yaparken manayı
düşünürken kalbi muhafaza etmektir ki, manasını düşüneceğim derken kalbine
havâtır gelmesin. Eğer havâtırdan salim kalmazsa zikrin faydası hâsıl olmaz.
Zikirden maksat ise mezkûr ile huzura varmaktır. Havâtırdan korunmazsa neye
yarar?
İhvan kalbini her zaman havâtırdan muhafaza etmeye çalışmalıdır.
Vukûf-i kalbî ıstılahında da aynı şey tafsilâtı ile anlatılmıştır.
“Havâtır”ın, yani kalbe ânî
olarak gelen yabancı ve nefyi gereken his ve fikirlerin murakabesidir. Öyle ki,
mürid, bin kere Allah Teâlâ’nın ismini andığı halde hatırına bir kere bile
yabancı fikir gelmemelidir. Çeyrek saat da olsa kalbi havâtırdan muhafaza etmek
çok zor bir iştir. Buna muvaffak olan kimse tasavvufun semeresini almıştır.
Çünkü tasavvuf, kalbi havâtırın girmesinden, bir sürü fâsid fikirlerden
muhafaza kuvveti demektir, kalbi sâfiyyetle muhafaza etmek demektir. Bu iki
şeyi (Zikri ve muhafazayı) yapan, kalbinin hakîkatini bilmiş olur. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bunun için ‘Kendini bilen Rab’bını bilir’
buyurmuştur.
Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki:
“Kırk sene kalbimin kapısında bekçilik yaptım, onu Allah
Teâlâ’,dan başkasına açmadım. Kalbim o hâle geldi ki, Allah’tan başkasını tanımaz
oldum.”
Şeyh
Ebû Bekr’il-Kettânî (k.s.)
“Ben kalbimi on gece bekledim, muhafaza
ettim, kalbim de beni yirmi sene muhafaza etti.”
Bir
büyük söylemiştir.
“Mürid, bir veya iki saat,
hatta mümkün olduğu takdirde daha fazla zaman içinde kendisini «havâtır» dan
korumalıdır.”
Mevlana Sadeddin Kaşgarî (k.s) Hazretleri
“Nigah-ı Daşt o dereceye
erişmelidir ki, güneşin doğuşundan batışına kadar müridin gönlüne hiç bir
yabancı şey uğramamalıdır. öyle ki, insanda hayal kuvveti kendi kendini
azletmiş hale gelmelidir.”
Mevlana Kasım (k.s)
11— YÂD-I DAŞT:
Yâd: Allah Teâlâ, Allah Teâlâ’nın zikri
Daşt: Korumak. Aslı Daşten’ dir. Kolay okunsun diye sonundaki nun
düşürülmüştür.
Her an ve mekanda, vicdan ve zevk yoluyla Allah'tan haberli olmak
halidir.
Zâkir ‘Nefy ü İsbât’ zikrini yaparken habs-i nefes
yaparak kalbini mezkûr ile huzura vardırmalıdır. İhvan her ne halde olursa
olsun, kalbi her ân Allah Teâlâ ile huzur halinde bulunmadır. Bu bakımdan Yâd Dâşt
ıstılahı murakabe ile aynı manaya gelir. Bunun bir başka manası kalbi, Zât
tecellîsini müşahedeye her ân uyanık tutmaktır.
Zikirden hâsıl olan huzur, murakabe, sohbet ve rabıta, Yâd Dâşt
ıstılâhıyla aynı mânâya gelir. Buradan hareket ederek diyebiliriz ki huzur,
zât-ı ehadiyyetin nurlarını müşahede etmektir. Bunun için keyfiyyeti
muhteliftir, çeşitli şekillerde zuhur eder, onu havastan başkası bilmez.
Bu mesele üzerinde bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki:
Hace Ubeydullah (k.s), Yâd-Kerd, Baz-Geşt, Nigâh Daşt ve Yad-ı -
Daşt ölçülerini şu şekilde açıklar.
—Yad-Kerd, zikirde tekellüf, mübalağayla ısrardan ibarettir.
—Baz-Geşt Allah Teâlâ’ya dönüş ve adım her anışta Allah Teâlâ’yı
murad ediniştir.
—Nigah-Daşt, dille söylemeksizin Allah Teâlâ’ya dönüş halini
muhafaza etmektir.
—Yad-Daşt ise Nigah-Daşt halini derinleştirmekten ve bilgiyle
kullanmaktan ibarettir.
“Yâd-ı daşt en yüksek mertebedir. Ondan
sonra mertebe yoktur.”
İmâm Rabbânî (k.s)
DÖRT FAİDE
1-SOHBET
Mürşid-i
Kamil İle sohbet Allah
Teâlâ ile yapılmış demektir.
Sohbette kalplerde bir an ayrılık olmaz.
muhalif fikirler hatıra gelmez. Ubudiyet, rububiyet ve hakikat fikirleri
konuşulur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin sünnetine ittiba edilir.
Allah Teâlâ’dan konuşulur.
Sohbet büyükler ile yapıldığında büyüklerin sözlerinden
konuşulur. Yeni intisab etmişler ile yapıldığında tarikat adabı ve usullerinden
konuşulur. Büyüklerin hallerinden bahsedilmesi müridlerin hallerinin kemal
seviyelerini mürşidlerin vasfına ulaştırmak içindir. Bu şekilde celal ve cemal
sırları inkişaf edilir. Makamlarını ihtiyaçları miktarınca zikrin, riyazetin ve
amellerin fazilet durumları anlatılır.
Velâyet ve nübüvvet sırları sohbet ile çıkar. Onun
için ariflerin sohbeti Allah Teâlâ’nın sırlarına kavuşmada vesiledir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Allah Teâlâ’ya yakın lmak için mukarrebler ile
sohbet etmeyi tavsiye etmiştir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Cebrail
aleyhisselâm ile yaptığı 23 senelik sohbet ile kemal bulmuştur. Sahabede aynı
bu şekilde sohbet ile yetişmiştir. Sohbet ile kavuşulan kemâlata zikir, riyazat
ve ibadetle kavuşulmaz.
Sohbet adâbına uymak muhakkak gereklidir. Çünkü
Allah Teâlâ oturmak ile eşdeğerdedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Kim
Allah Teâlâ ile sohbet etmek istiyorsa, adabına riayet ederek Ehlullah ile
sohbet etsin” buyurmuştur. Kim onların terbiyesine girerse feyizler
ulaşır. Edebini muhafaza etmeyenlerin akibeti ise hüsrandır. Cüneyd-i Bağdadi
kuddise sırruhu buyurdu ki;
“Kim bu taife ile oturursa ve
edebine riayet etmez ise imanının nuru söner. Allah Teâlâ belalara düçar
kılar.”
Mürşid ile yapılan sohbete katılan abdestine ve
taharetine dikkat etmeli ve tevbe istiğfar etmelidir. Çünkü feyzin artmasına
sebep olur. Zelil ve zebunluk ile yokluk içinde olmalıdır. Oturmak içinde
izinde almalıdır. İzin alamaz ise sohbete dahil olmayıp oradan ayrılmalı ve
kalbini bozmamalıdır. Eğer izin alırsa bu seferde izinsiz konuşmamalıdır. Ne
şekilde olursa olsun itiraz sahibi olmamalıdır. Sohbetin devamına gönlünü emre
tabi kılmalı yönlendirici olmamalıdır.
MUHABBET
Bu yolun büyük
işlerindendir. Kendine has nisbeti olandır. Ebubekir sıdık radiyallahü anh bu
nisbeti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
üzerine cezbei muhabbet ile bağlar. Bu tarik cezbe tarikidir. Cezbe nisbeti
buna tahsis edilmiştir. Şayet muhabbet olmazsa cezbe olmaz. Cezbe olmayınca
nisbet husule gelmez. Letâiflerin hususiyeti mürşidde fenâ ile zuhur eder.
İradesini kaybedende muhabbet cezbesi oluşur. Mürşidde olan marifeti ilahiyye
ve tecelliyati rabbâniye müride azar azar muhabbet ile gelmeye başlar. Mürid
mürşidin delaleti ile muhabbeti vasıtasıyla mıknatıs gibi çekilmeye başlar ve”
sevgiliye doğru yol alır. Mürşide olan muhabbeti ne kadarsa bilmelidir ki Allah
Teâlâ’yı o kadar seviyor demektir. Mürşide
olan muhabbet Allah Teâlâ’ya vuslat için kafidir.
Muhabbet bu yolda aynî hakîkattir. Allah Teâlâ’ya olan muhabbet iki
kısımdır.
1-Mahlûkatın vasıtası olmadan.
2-Enbiyanın ve erbâbı cezbe-i ilâhiyenin dir. Çünkü bunların muhabbeti
Zât-ı Ehadiyyetin füyüzatındandır. Bunun vahdet sırrı mahlûkatın vasıtası
olmayan bir sırdır. Evliyaya muhabbette bu nevidendir.. Bunlar enbiyanın
muhabbet ile Allah Teâlâ’ya vuslat ederler. Enbiyanın muhabbeti Allah Teâlâ’ya
olan muhabbete vasıtadır. Eğer bu vasıta olmazsa Allah Teâlâ’ya muhabbet olmaz.
Bunun için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Beni sevenler Allah Teâlâ’yı severler”
buyurdu.
Adab-ı Muhabbet
Mürşidine olan muhabbet ile kalbini
temizlemeli ve huzurunda başka birini hatıra getirmemeli ve onun varlığını ön
planda tutmalıdır. Emirlerine amâde olmalı, muhalefet etmemelidir. Her halinde
ona tabi ölü gibi olmalıdır. Mürşidin verdiği emanetleri tesbih, takke, cübbe
vb. şeyleri muhafaza etmelidir. Bu hal ile olunursa muhabbette artma olur.
Dördüncü Fayda
Rabıta bu Nakşi yolunun usûllerindendir. Bu tarike Rabıta tariki denir.
Rabıta Allah Teâlâ’ya ulaşmada yakın bir yoldur. Şeyhe rabıta muhabbetten
üstündür. Rabıta feyz aldığı şeyde durmaktır. Muhabbet olmazsa rabıta olmaz.
Rabıta olmayınca feyz olmaz.
Rabıta sofiyye yanında müridin basiretini mürşidin ruhaniyetine intizar
etmektir.
Mürşidin hayalini kalbinde zati muhabbetiyle doldurmaktır. Bu da iki
şekilde olur.
—Mürşidin huzurunda mürid mürşidin zatına muhabbetle teslimiyet ve
istihlak (helak etme) yolu ile bütün sıfatlarında fena kılarak kalben teveccüh
etmektir.
—Gaybettir. Bu da iki türlüdür.
1-Müridin mürşidini iki kaşı
arasında hayal etmesidir. Taki bu teveccühde gaybet hâsıl olana kadar veya
cezbe açığa çıkana kadar.
2-Mürşidin suretinin etrafını kaplaması
ile gaybet ve cezbe hâsıl olana kadar.
Bu hallerden biri hâsıl olduktan
sonra rabıtayı keser.
Rabıta adabı mürşidin kemâlatının ve
ruhaniyetinin fark edilmemesi, öyleki mekanla kayıtlayamamasıdır. Mürşidini her
yerde hazır görmesidir. Mürşidin tasarrufunu Allah Teâlâ’nın tasarrufundan
görmesidir. Eğer mürşidin muhabbetini muhafaza eder ve nisbetini kaybetmezse
bütün vakitlerde rabıtaya devam eder ve fark edemez olur.
Mürid Allah Teâlâ’dan gelecek feyze
vasıtasız ulaşabilecek kudretine ulaşıncaya kadar rabıtaya devam eder. Rabıta
meşguliyeti terakki makamlarını çıkıncaya ve müşaheye erişinceye kadar
perdeleri aralamak için gerekir. Fakat mürşide muhabbetini terk etmez. Çünkü
nisbet ve muhabbeti muhafaza müşahedeyi artırır. Salik bununla ünsiyet yakınlık
kazanır.
[1]—Birçok tarikatta dersler
yazılı olarak verilmesi istihare için uzun zaman ayrılmaması bu kısımdandır.
[2] —Kalb, Ruh, Sırr, Hafi,
Ahfa, Nefs-i Natıka,
[3]—Efendi
(k.s) Hazretleri bu konu ile ilgili olarak buyurur ki; “Gardaşlarım! Zikirdeki
halinizi kendiniz bile anlayamazsınız. Halinizi görünce kendinizden
korkarsınız.”
[4]—İhvan
mahviyette olması gerekli olduğu için tesbihini dışarıdan kimsenin görmeyeceği
şekilde saklı tutması için en uygun olanı dizleri arasında bir elide üstünde
kapalı şekilde tutması daha uygundur. Efendi (k.s) Hazretlerinin ihvanı bu yolu
tercih etmiştir.
[5]—Arabî ayların 13.14.15.
günlerine denir.
[6]—Bu kısım Muhammed b.
Abdullah Hani, Âdâb, trc. Ali Hüsrevoğlu, İstanbul, 1980, s.251–261 deki
bölümden ve Reşahat adlı kitabdan faydalanarak
yazılmıştır.
[7]—(Gâfir, 19)
[8]—(Yunus, 61)
[9]—(Zümer, 63)
[10]—Hadîs-i Kudsînin tamamı şöyledir:
“Harama bakmak iblîs’in
oklarından bir oktur ki, her kim benden korkarak onu bırakırsa, zevkine bedel
ona bir îman veririm ki onun halâvetini kalbinde duyar.” (Hâkim,
Taberânî)
[11]—(Sâffat,99)
[12]—“Öyle rical vardır
ki, ne ticaret, ne de alış veriş onları zikrullah’tan alıkoyamaz.”
(Nûr, 37)
[13]— (Kehf, 24)
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar