[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ON SEKİZİNCİ SİFİR…2.Bölüm
İKİ YÜZ YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM
Zevaid'in Bilinmesi
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehli sûfılerin terimlerinde zevaid, gaybe imanın ve kesinliğin
artmasıdır.
Nur ile surelerini indirdiğinde Allah Teâlâ Müminlerin mutluluğu artar
durur
Gayb ilmi bütün ilimlerden değerli Bilgilerin en kapsamlısı aynı
zamanda
Gaybleri delilsiz idrak edilir Rahman’dan başkası, bilgi vermez
Hakk için gayb diye bir şey yok
el-Habir ismi sana tecelli etseydi 1
Kullar perdelenirdi, bütün akıllar da En sabırlı kimdir, ‘ta ki
bilelim’ ifadesiyle
Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Bir sure
indirilince, bir kısmı ‘hanginizin imanı arttı’ der, iman edenlerin ise
imanları artar, onlar sevinçlidir, kalplerinde hastalık bulunanların ise kir
üstüne kirleri artar.,S44 Her iki
grupta da bir ‘zevaid’ (artış) bulunmalıdır. Bunlar, Hakk’ın her gün, hatta
günün en küçük (birimi olan) her nefes kendilerinde ve üzerlerinde bulunduğu
şe’nlerdir (işler). Şu var ki Allah Teâlâ ehlinin terimleştirdiği zevaid, özel
olarak, bunların içinden mutluluk ve gayb hakkında kişinin inancını artıracak
şekilde bilgi veren şeylerdir. Örnek olarak ‘Rabbim! Bana ölülere nasıl hayat
verdiğini göster, inanmadın mı deyince, inandım da kalbimin tatmin olması için
dedi*45 ayetindeki durumu verebiliriz. İbrahim şöyle
der: ‘Evet, inandım! Fakat yaratma tarzları gibi hayat verme tarzları da çok ve
çeşitlidir. Yaratıklardan bir kısmını ‘ol*46 sözünden
var ettin, bir kısmını bir elinle, bir kısmını iki elinle yarattın, bir
kısmını örneksiz, bir kısmını başka bir yaratıktan yarattın. Böylelikle yaratma
çeşitlenmiştir. Ölümden sonra yeniden hayat verme de ahiretteki başka bir var
olmadır. Bu da tek tarzda veya çeşidi tarzlarda olabilir. Ben de işin
keyfiyetini öğrenmek istedim: Çeşidimi olacak, yoksa tek tarzda mı gerçekleşecek?
Tek tarz ise, hangi türde gerçekleşecektir? Bana bunu bildirirsen, kalbim
mutmain olacak ve bu tarzı ve yeni bir bilgi öğrenmekle dinginleşecektir.
Nitekim sen bilginin artışını istemeyi emrederek şöyle buyurdun: ‘De ki,
Rabbim! Benim bilgimi artır.’547 Allah Teâlâ İbrahim’i dört
kuş ile hayat vermenin keyfiyetine yönlendirmiştir. Dört kuş, dört doğanın
örneğidir ve bu durum ahiretteki yaratılışın doğal, yani doğal cisimlerin haşri
tarzında olduğunu bildirir. Çünkü şöyle iddia edenler vardır: Cisimler
haşredilmeyecek, ölüm yoluyla nefisler doğal bedenlerinden soyudanmış olarak
tümel nefiste toplanacaklardır. Allah Teâlâ ise İbrahim’e işin bu insanların
iddia ettiği gibi olmadığını bildirerek, İbrahim tarafından bilinen ve Hakkın tasarrufta
bulunabildiği bir tarza yönlendirmiştir. Böylelikle ona şunu öğretmiştir:
Doğalar Allah Teâlâ katında görülmüş, (birbirinden) ayrışmış ve farklılaşmış
olmasaydı, ayrışmayacaklardı. Öyleyse Allah Teâlâ doğal âlemi ancak kendi
katinda bilinen ve kendisinde görülen belli bir şeyden var etti. Bunları bir
araya getirdi, cismi bu özel tarzda ortaya çıkarttı. Böylelikle Allah Teâlâ,
kendisini dört kuşa yönlendirmekle, İbrahim’e doğal-unsurî cisimleri var
ederken Hakkın fiilinin keyfiyetini açıkladı. Çünkü bütün cisimler, doğaldır
veya unsur kaynaklıdır. Ahiret yaratılışının cisimleri mudular hakkında doğal
iken cehennemliklerin cisimleri unsurîdir. Onlara göklerin kapısı açılmaz,
açılsaydı, yükselerek unsurlardan çıkarlardı.
İbrahim’in Hakkın kendisini dört kuşa
yönlendirdiği bu kanıdamadan hareketle anlamak istediği ruhların haşrine
gelirsek, bu dört kuş, ilahiyat bahsinde âlemin zuhur edebilmek için kendisini
var edecek bir İlah’a muhtaç olmasını gösterir. İlah, âlemi izhar etmeye güç
yetiren, âlemin bütün ayrıntılarını bilen, onu izharı dileyen, sadece hayat
sahibi birisine ait olabilecek bütün bu niteliklerin sabit olabilmesi için
hayat sahibi olan biridir. Bunlar, ilahi mertebede zorunlu dört niteliktir.
Alem bu dört niteliğe sahip kimseden meydana gelebilir. İşte kuşların İbrahim’e
akıl, ruhlar ve cisim olmayan şeylerin haşriyle ilgili delil olması böyle
gerçekleşmiştir. Aynı zamanda bu, doğal ve unsur kaynaklı cisimleri var etmek
için doğanın dörtlü olmasını gösterir.
Sonra şöyle der: ‘Onları bir
araya toplaK4S Yani onları bir araya getir demektir. Bu
kelime, bir dağınıklıktan sonraki toplamaya işaret eder.
Bunların birbirine eklenmesiyle cisimler
ortaya çıkar. ‘Sonra her birini bir dağa koy.’549 Bu dört dağ, Allah
Teâlâ hakkında zikrettiğimiz dört niteliktir ve onlar, sabitlikleri ve
heybetleri nedeniyle dağdır. Çünkü dağlar direktir. ‘Sonra
onları kendine çağır, her biri koşarak sana gelir.’550
Sadece duyan ve sabit gözü olan kimse çağrılabilir. Allah Teâlâ İbrahim’in
kuşlan çağırmasını ‘Bir şeyi irade ettiğimizde, ona sözümüz oldur, o da olur5551 ayetindeki
‘ol’552
sözü yerine koymuştur. Böylelikle Hz. İbrahim’in, olabilecek ihtimaller
arasından (haşrin) hangi tarzda gerçekleşeceği öğrenmekle itminanı artmıştır.
Zevaid ile ilgili başka bir konu, ‘Allah
Teâlâ’dan korkun, size öğretir™3
ayetindedir. Böylece O’nun Hakk olduğunu bilmekle sahip olmadığın bir bilgi
artışı (zevaid) meydana gelir. Bu, şereflendirmek üzere, takvanın ihsan ettiği
bir artıştır. Kim Allah Teâlâ’yı kendine ‘siper’ edinirse, Allah Teâlâ onu
kendisiyle sebepleri görmekten perdeler. Böylelikle eşyanın Allah Teâlâ’dan
meydana geldiğini görür. Bu bilgi senden gizlenmişti. Böylelikle sana O’nu
bilmek sana gaybe imanın artışını kazandırmıştır. Bu gayb bilgisi en güçlü akla
sunulsaydı, akıl kanıtlarıyla onu reddederdi. İşte bu, bu halin faydasıdır.
Zevaidin bir yönü de, ayan’ın hükmünün onların
kendisi olmadığını bilmektir. Bu hüküm Hakkın varlığında ortaya çıkar ve
geçerli bir nispetle kula nispet edildiği gibi geçerli bir nispetle de Hakka
nispet edilir. Böylelikle Hakk, hüküm bakımından daha önce sahip olmadığı bir
hüküm daha kazanırken ayn ise ezelde kendisiyle nitelenmemiş olduğu varlığın
kendisine izafe edilmesini kazanır.
Zevaid’in hükmünün ne hoş olduğuna bakınız! Bu
nedenle de iki gruba da genelleşmiştir. Böylelikle mutlunun imanını artırırken
bedbahtın kirini ve hastalığını artırmıştır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve
doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ YİRMİ ALTINCI BÖLÜM
İradenin Bilinmesi
Sûfılere göre
irade, bu yola katılan müridin bulduğu bir duygudur. Bu duygu, kendisi ile
maksadına (ulaşmaktan) onu perdeleyen şeylerin araşma girer. .
Kalpte yakıcı bir acı
İşin başıdır o, keşke bilselerdi
Bu nedenle sahibi şefkatlidir
Kullarının görmediği kimseye karşı -
Bakanına göründüğünde
Susma ve sağırlık kendisini tutar
Onu sürekli ve daimi olarak görürsün
Ateşin alevinin eritmesiyle
Her şey onun nezdinde güzeldir
Hepsi böyle hüküm verdiler
Ebu Yezid Bestamî’ye göre irade, ‘iradenin
terkidir.’ Bu tanım ‘İrade etmemeyi diliyorum’ sözünde geçer. Burada Ebu
Yezid, kendisinden iradenin düşmesini istemektedir. Bunu ise iradesi var iken
söylemiştir. Sonra sözünü tamamlayarak, Hakka hitap ederken şöyle demiştir:
‘Ben istenilen (murad), sen isteyensin (mürid).’ Çünkü Bayezid, iradenin
konusunun yokluk olduğunu biliyordu. İstenilen ise madum (yok olan) olmalıdır
ve onun varlığı yoktur. Varlık ile nitelenmiş olsa bile, mümkünün (gerçekte)
yokluk olduğunu görmüştür. Bu nedenle şöyle demiştir: ‘Ben irade edilenim.’
Başka bir ifadeyle ben yokluğum. Sen ise irade edensin. Çünkü irade eden ancak
mevcut olabilir.
Bize göre irade, Allah Teâlâ’yı bilmede özel
bir niyet ve yönelimdir. Söz konusu yönelim, mükaşefe fetihlerinden -yoksa aklî
kanıtlardan delil getirme yolundan değilkaynaklanan Allah Teâlâ’yı bilme
halinin bulunmasıdır. Böylelikle, zevk yoluyla veya zevkin mümkün olmadığı
konularda Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle Allah Teâlâ hakkında bilgi gerçekleşir.
Bu durum ‘Allah Teâlâ’dan sakının, O size öğretir’514 ayetinde
belirtilir. Pirler iradeyi ‘âdeti terk’ diye tanımlamışlardır. Bir insanın
âdeti başka bir insanın âdetinden farklı olabilir. Bu durumda başkasının
âdetiyle kişi kendi âdetini terk edebilir, çünkü o kendi âdeti değildir.
Sonra bilmelisin ki, bizim mezhebimize göre,
iradenin konusunun yokluk, Allah Teâlâ’yı bilmenin ise kulun irade ettiği şey
olduğunu söyledik. Yine biliyorsun ki, hiçbir yaratık, Allah Teâlâ’yı O’nun
kendisini bildiği şekilde bilemez. Hâlbuki kulda irade bunun için vardır.
Öyleyse kulda irade, bu makamda bulunduğu sürece ayrılmaz bir özelliktir ve
hükmü zorunludur. İradenin hükmü, var olmayana ilişmektir. Allah Teâlâ’yı
bilmek, daha önce de belirttiğimiz gibi, var olamaz. Öyleyse kulda irade hükmü,
irade ettiğini idrak eden kimseden daha yetkin bir tarzda bulunur. Öyleyse
gerçek irade, konusu idrak edilmeyen şey olabilir. Binaenaleyh irade, konusu
yok olduğu sürece, varlıkla nitelenmeyi sürdürür. Çünkü iradenin istediği şey
var veya sabit olduğunda, iradenin hükmü de ortadan kalkar. Hükmü ortadan
kalkınca, bu kez varlığı da ortadan kalkar. Bizde (konusu Allah Teâlâ’yı O’nun
kendisini bildiği gibi bilmek olan) iradenin ortadan kalkmaması gerekir. Çünkü
onun irade ettiği şey, var olmaz.
İradesinden dilediğini var eden kimseye
gelirsek, bu kişide iradenin varlığı bulunmaz fakat irade yine de orada
kalmıştır. Çünkü iradenin konusu, tek tek mümkünlerdir ve onlar sonsuzdur.
Öyleyse onların varlıkları da sonsuzdur. Fakat irade edilen şeylerin
değişmesiyle konuları değişir. İradenin gerçek anlamı hakkında Allah Teâlâ
ehlinin işaret ettiği husus şudur: ‘İrade insanda var olan bir anlamdır. Bu
anlam, kendisini yapmayla nitelenmek için, kalbin dince belirlenmiş hakikati
aramak üzere harekete geçmesini sağlar. Böylelikle Allah Teâlâ’yı razı eder ve
Allah Teâlâ’nın razı olduğu kimselerden biri olur. İrade sahibi, bu makama
ulaşmak için çalışır. Sonra buna ilave olan ve Allah Teâlâ ehlinin ulaştığı
fetihler, keşf, müşahede ve benzeri haller ise Allah Teâlâ’dandır, yoksa onlar,
Allah Teâlâ yolunun kendisini gerektirdiği irade sahibi tarafından
amaçlanmamıştır. Onların iradelerinin özü, Allah Teâlâ karşısında sözlerinde,
fiillerinde ve hallerinde O’nu razı edecek bir halde olmayı dilemekle
sınırlıdır. Bunu ise Allah Teâlâ’nın mertebesini tercih ederek irade ederler,
yoksa bu davranışla ulaşacakları nimeti veya dünya ve ahirette onun zıddından
kaçmayı istedikleri için yapmazlar. Aksine onlar, kendilerine belirlenen yolda
hareket ederler.
Onlar hakkındaki iş, dilediği şekilde olmak
üzere, Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Nefislerinin arzuları onlarm akıllarına bir
haz getirmez. İşte bu iradenin sahibinde gerektireceği en yetkin haldir. Bu
konuda bir haz akıllarına gelirse, iradenin hükmünün dışına çıkmış olmazlar.
Fakat nefsani haz sahibi, birinciye göre eksik makam sahibi olur. Bununla
birlikte o da irade sahibidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bazı
nebileri diğerlerinden üstün yaptık.™5 Hâlbuki
nebilik, (her birinde) mevcuttur. Öyleyse onlar, birbirlerine kıyasla üstün
olsalar bile, nebilikten ayrılmış değillerdir.
Sûfiler iradeyi ‘bu yola katılan müridin
bulduğu bir duygudur. Bu duygu, kendisi ile maksadına (ulaşmaktan) onu
perdeleyen şeylerin araşma girer’ diye tanımlamışlardı. Bu tanım doğrudur. Şu
var ki burada Allah Teâlâ’yı bilmenin ortaya çıkardığı bir durum vardır, insan
için keşif veya Hakkın öğretmesi yoluyla bilgi meydana geldiğinde, kulun
kendisiyle nitelenebileceği ve onu maksadından perdeleyecek herhangi bir şey geride
kalmaz. Bunun böyle olması, onun maksadının Hakk olmasına bağlıdır. Bu durumda
Hakkı, her varlıkta ve her halde müşahede eder. Bu makama ise ancak Allah
Teâlâ’nın kendilerinden razı olduğu kimseler ulaşabilir. Bu makam sahibinin
alamederinden birisi, edebe sarılmaktır. Şu yar ki bu müşahede nedeniyle akimı
yitirmiş olabilir. Bu durumdaki birisi ise, Behlüller ve akıllı deliler gibi,
edeple yükümlü değillerdir. Çünkü onlara kendisini taşımaktan aciz kaldıkları
ilahi bir emir gelmiş, bu emir onların akıllarını almıştır. Allah Teâlâ katında
onlarm hükmü, müşahede halindeyken ve dürüst bir halde ölenin hükmü gibidir.
Böyle birinin durumu, hayvanın hükmüyle birdir: Bir sınırlanma veya Allah
Teâlâ katında sorumluluk olmaksızın, doğasınm arzuladığı yemek, içmek, cinsel
ilişki ve konuşma gibi bütün hazlarına ulaşır. Bunuma birlikte, hayvanlar ve bütün
canlılar ölünün kabrindeki halini keşfettiği gibi, onların keşifleri de sürer.
Ölü bağırır. Mutlu ölü şöyle der: ‘Beni acele ettirin, acele ettirin.’ Bedbaht
ise ‘Nereye götürüyorsunuz beni?’ der. Hayvanlar, kabir azabını görürler,
insanların ve cinlerin kendisini göremedikleri hususları görürler. Allah
Teâlâ’nın (kaldıramadığı bir keşif nedeniyle) akimı aldığı kişinin durumu da,
hayvanın ve bütün canlıların durumuyla birdir. Nasıl ki ölü öldüğü Hakk göre
değerlendirilir, bu behlül de, aldım yitirdiği Hakk göre değerlendirilir.
Öyleyse bu kişi, akimı yitirmek nedeniyle, ölüler arasında sayılırken doğası
bakımından ise diriler arasında sayılır. Söz konusu kimseler, Allah Teâlâ’nın
kendilerinden razı olduğu mudulardandır.
Örnek olarak, Mesud el-Habeşî, Ali el-Kürdî
ile Şam’da, Mağrib’te kendilerini gördüğümüz bir grubu verebiliriz. Onlar, bu
hal üzerindeyken, Allah Teâlâ’nın kullarıdır. Allah Teâlâ bizi onlardan
yararlandırsın! Böyle birine yaşarken aklı iade edildiğinde, o andan itibaren
şeriat adabıyla yükümlüdür ve ona bağlanmalıdır. Kimin aklı kendinde kalırsa,
bu kişi sûfilere göre daha yetkin ve kamildir. Şeyh Ebu’s-Suud b. Şibl’e
sorulmuş: ‘Allah Teâlâ ehlinden mecnunlar hakkında ne dersin?’ Şöyle demiş:
‘Onlar hoştur, fakat akıllı daha hoştur.’ Burada Şibli, aklı korunmuş kimseye
dönük inayetin daha büyük olduğuna dikkat çekmektedir. İşte bu, sûfılerin
irade terimi hakkındaki tüm söylediklerinin kendisine döndüğü bir ilkedir. Bu
konuda ifadelerinde görüş ayrılıkları bulunsa bile, bunlar, irade hakkında
genel veya özel konuşmadan kaynaklanır. Herkes kendi zevkine göre ve halinde
tercih ettiği şeye göre konuşur. Çünkü sûfıler, bir şeyden söz ederken
zevklerinin ve vecdlerinin verisini aşmazlar. Öyleyse onlar, kesin bilgi
sahibi ve dürüst kimselerdir. Onların bilgisine kuşku girmez. (Bilgisinin
kaynağı) Düşünme olan ise, onlardan değildir. Düşünce bazen yanılır bazen
isabet eder. Fikriyle hareket eden insan, hal veya zevk sahibi değildir.
Yorum (itibar) ehline gelirsek, onların
arasmda da zevk sahipleri bulunabilir ve söz konusu kimseler -fikirden
hareketle değilzevk’ten hareketle yorum yaparlar. Bazen yorum fikirden
kaynaklanabilir ve yabancı insan, işin şeklini karıştırabilir ve (sûfı ve
akılcı) her birisi hakkında ‘Hepsi de yorum yapmaktadır ve yorum ehlidirler’
der. Bilmez ki, yorum bazen fikirden bazen zevkten meydana gelir. Zevk
sahiplerinde ‘yorum’ (itibar) asıl iken fikirden hareket edenlerde ferdir.
Fikir gücünden hareket eden biri, (sûfiler gibi) ‘irade ehli’ değildir. Ancak
hakkında düşünülen konu, sadece fikir gücüyle elde edilen bir şey ise, (irade
ehli olan sûfıler) bilgiyi bu yolla elde edebilir. Fakat şunu sormak
gerekir: Acaba keşif veya vecd yoluyla değil de, sadece fikir yoluyla
öğrenilebilecek bir şey var mıdır, yok mudur? Biz ‘yoktur’ deriz ve genel
olarak (kesin bilgiye ulaştıran bir yol olarak) fikir gücünü kabul etmeyiz. Çünkü
fikir gücü, karıştırmaya ve güvenilir olmayan bilgiye yol açar. Kendisini
bilmeye vecd ve keşif yoluyla ulaşılamayacak hiçbir şey yoktur. Fikirle
ilgilenmek ise, bir perdedir. Bizim dışımızdakiler ise, (irade yolu olan) bu
yolu kabul etmez. Fakat Allah Teâlâ yolunun ehli olan hiç kimse, onu reddetmez.
Onu reddedenler, haller hakkında zevki ve tecrübesi olmayan, şekilci alimler
arasında teorik akılcılar ve istidlal ehlidir. Onların arasında ise, Eflatun-ı
İlahi gibi haller hakkında zevki olanlar bulunsa bile, bu istisnadır.
Müslümanlardan onu sevmeyenler, sadece felsefeyle ilişkisi nedeniyle kendisini
sevmez. Çünkü onlar, ‘felsefe’ sözünün neye işaret ettiğini bilmezler. Hakimler
(filozoflar), gerçekte, Allah Teâlâ’yı, her şeyi ve her şeyin konumunu
bilenlerdir. Allah Teâlâ ‘Hakim ve bilendir.’556, ‘Kime
hikmet verilmişse, ona çok iyilik verilmiştir,’557 Hikmet
nebilik bilgisidir. Nitekim Allah Teâlâ, kendisine mülk ve hikmetin verildiği
Davud hakkında şöyle der: ‘Allah Teâlâ ona mülkü ve hikmeti vermiş, ona dilediği
şeyleri öğretmiştir.’558 -
‘Filozofun anlamı, hikmeti seven demektir.
Çünkü Yunanca’da ‘sofya’, hikmet demektir. Bir tanıma göre, sevgi demektir.
Öyleyse felsefe, hikmeti sevmektir. Akıüı herkes, hikmeti sever. Şu var ki
ister filozof, ister Mutezile, ister Eşari olsun, ister başka bir akılcı
ekolden olsun, akılcıların ilahiyat bahislerindeki hataları doğrularından daha
çoktur. Binaenaleyh filozoflar, adları nedeniyle kınanmadılar, onlar metafizik
bahislerde yanıldıkları için kınanmışlardır. Onların bilgileri, peygamberlerin
getirdikleri bilgilerle çelişmiştir. Bunun nedeni ise, nebilik ve risaletin
kaynağı ve bunların neye dayandığı hakkmdaki bozuk düşünceleriyle vermiş
oldukları hükümlerdir. Fikre dayandıkları için işi karıştırmışlardır.
Kendisini sevdiklerinde, hikmeti -fikir yolundan değil deAllah Teâlâ’dan
istemiş olsalardı, her konuda isabet kaydetmiş olurlardı. Filozoflar bir yana,
Mutezile ve Eşariler gibi Müslüman akılcıların önünde ise İslam vardı ve
onların düşüncelerinde hükümrandı. Sonra kendi anlayışlarına göre ondan
uzaklaşmaya başlamışlardır. Öyleyse onlar, asıl bakımından isabetli iken
yaptıkları tevillere göre bazı ayrıntılarda yanılmışlardır. Bu tevilin kaynağı
akıl ve fikirleridir. Akıl delili onlara Şâri’nin aklın (Allah Teâlâ hakkında)
imkânsız saydığı bazı sözlerini zâhirî anlamıyla Allah Teâlâ’ya
yüklediklerinde, bu durumun kendilerine göre küfre yol açacağmı söylemiş, bunun
üzerine tevil etmişlerdir. Hâlbuki onlar, Allah Teâlâ’nın bazı kullarına
(verdiği) bir (idrak) gücünün bulunduğunu anlamamışlardır. Söz konusu güç,
bazı konularda aklın verisine uyarken bazı durumlarda onunla ters düşer. İşte
bu, akim gücünün dışında kalan bir yerdir. Akıl tek başma bunu anlayamaz ve bu
güç şahısta bulunmadığı sürece ona inanamaz. Bu durumda kendi eksildiğini
anlar ve onun gerçek olduğunu öğrenir. Çünkü güçler derece derecedir: Her
birisi,
Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı özelliğe
göre (bir bilgi) verir. Duyma gücüne görme gücü takdim edilseydi, onu imkânsız
sayardı. Aynı şey görme ile diğer güçler arasında geçerlidir. Akıl da güçlerden
birisidir. Hatta o, bütün güçlerden yardım alırken onlara hiç bir şey vermez.
Kim Allah Teâlâ ehli sûfilerin terimleştirdiği
anlamıyla iradenin anlamını kavrarsa, bütün bu makamları ve mertebeleri ‘keşif
yoluyla öğrenir, eşyada yanılmanın nasıl gerçekleştiğini ve onun nispet ve
yönlerde olabileceğini anlar. Yanılan, kendi yerinden başka bir yöne bağladığı
nispette yanılmıştır. Allah Teâlâ ehli, söz konusu nispeti alarak yerine
yerleştirir ve ait olduğu şeye katar. Hikmetin anlamı da budur. Öyleyse Allah
Teâlâ ehli olan peygamber ve veliler, gerçek hakimlerdir. Onlar, çok iyiliğin
sahipleridir. Allah Teâlâ bizi irade ehlinden ederek, ‘âdet ile şehadet
yönünden âdeti terki bir araya getirenlerden’ etsin. Allah Teâlâ doğruyu söyler
ve doğru yola ulaştırır.
İKİ YÜZ YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM
İrade Edilenin (Murâd, İstenilen) Halinin Bilinmesi
İrade edilen hal ile çekilen kimse İyilikte ve tasada, her durumda
Onu yürütür, o ise beyaz nurdadır Makamlarda halden Hakk
Bir inayet olarak O’ndan, Rahman onu korur Kendisi nimet ve ikbal
içinde iken
Bilmelisiniz ki, sûfilerin terimlerinde ‘irade
edilen’ (murad), bütün işler kendisine hazırlanmış iken iradesinden çekilen
kimsedir. Böyle bir insan, âdetleri ve makamları -bir güçlük olmaksızınhaz
alarak ve zevkle aşar. İrade edilen insan, güçlükleri ve sıkıntıları kendisine
kolaylaştıran bir rahadığa sahiptir. İrade edilenler iki kısma ayrılır:
Birincisi, çetin işlerle uğraşan ve duyulur ve psikolojik belaların kendisine
yerleştiği kimsedir. O bunları hisseder ve doğası bunlardan rahatsız olur.
Bununla birlikte, işin iç yüzünde Allah Teâlâ katında kendisine ait iyiliği ve
hayrı görür. Bu durum, nahoş bir ilacın içilmesinin insanı iyileştirmesine benzer.
Böylelikle bu belanın içinde bulunan nimeti müşahede etmek kendisine hakim
olur ve başına gelen gayesine yatkın olmayan şeylerden bu müşahede nedeniyle
haz alır. Gayesine yatkın olmayan işler psikolojik acılar olabileceği gibi
maddi acılar da olabilir. Böyle kimselere örnek olarak Ömer b. Hattab’ı
verebiliriz. O, bu makam sahibiydi ve bu konuda şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’nın
bana verdiği her musibette üç nimetin bulunduğunu gördüm. Birinci nimet, bu belanın
dinimle ilgili olmayışıydı. İkinci nimet, belanın daha büyük olmayışıdır.
Çünkü daha büyük de olabilirdi. Üçüncü nimet ise bu belanın Allah Teâlâ katında
benim günahlarımı silmesi ve dereceleri yükseltmesidir. Bu nedenle her
gelişinde belalara karşı Allah Teâlâ’ya şükrederim.’ Burada sûfilerin
yönteminde ince bir anlayış vardır. Bu anlayışı Allah Teâlâ’nın yolunu
bilenlere hakikatler verir. Çünkü beladan dolayı şükür olmaz ve nimete karşı
sabır olmaz. Öyleyse bela gelen insan şükrederse, sadece nimederi görmüş
demektir ve bu nedenle şükretmesi zorunludur. Nimet gelen insan sabrederse,
belayı görmektedir. Burada bela, nimette gördüğü nimetten dolayı Allah Teâlâ’ya
şükür ve O’nun kendisini nimette yükümlü tuttuğu tasarrufu yerine getirmedir.
Öyleyse gördüğü şey, onun sabretmesini gerektirmektedir. Hakk ise ona
nimederini art arda gönderir. O ise, bu nimederde üzerinde bulunan Allah
Teâlâ’ya ait hakları gözler ve kendisini onları yerine getirmeye zorlar. Bu
nedenle, insanların onun haz aldığını düşündüğü şeyden haz almaz. Art arda
gelen nimedere karşı ‘sabreder.’ Çünkü o, belaya maruz kalmıştır. Öyleyse
muteber olan şey, bulunduğu vakitte Hakkın gördüğüdür. Böyle bir insan, içinde
bulunduğu vakte göre, ya şükredendir ya da sabredendir. İşte bu, irade
edilenlerin birinci kısmı budur.
İkinci kısım ise, alışagelmiş güçlükleri
hissetmez. Allah Teâlâ onda başka güçlerin karşısında aciz sıkıntılara
kendisiyle karşı koyabileceği bir güç yaratır. Söz geüşi, küçük çocuğun
taşımaktan aciz kaldığı şeyi taşımakla yükümlü tutulan güçlü kuvvetli bir adamı
düşünelim. Güçlü adam aynı yükü herhangi bir güçlük olmaksızın taşır, çünkü onu
taşımak, onun gücü ve kudreti dahilindedir. Küçük çocuk meşakkat ve zorlanarak
taşırken büyüle adam aynı yükü taşımaktan haz alır, gücünden dolayı rahattır,
onunla gururlanır, bir acı duymadığı gibi onu hissetmez bile. Ebu Yezid bir
yakarışında şöyle der:
Seni istiyorum ama ödül olsun diye değil Seni istiyorum, ceza olsun
diye
Arzularıma ulaşmış bulunmaktayım Azaptan duyulan acı dışında
Burada Ebu Yezid, bir harikulade olarak, âdet
üzere acıya yol açan bir elemden haz almayı istemiştir, yoksa azabı
istememiştir. Allah Teâlâ ehli şöyle der: ‘Bir bahçeye (cennet) girene
şaşılmaz. Şaşılacak olan, ateşin dibine girmektir.’ Bu sözün sahibi şöyle
demektedir: ‘Adet üzere doğanın haz aldığı işlerden haz alana şaşılmaz.
Şaşılacak olan, doğanın acı duyduğu şeyden haz almaktır.’
Aktarıldığına göre, bir aşık suç işlemiş,
hakim de kendisine yüz sopa cezası vermiş. Doksan dokuz tanesini hissetmemiş
ve yardım dilememiş. Yüzüncü kırbaç gelince, adam yardım dilemiş. Bunun nedeni
sorulduğunda ise şöyle demiş: ‘Kendisinden dolayı ceza gördüğüm olay bana
bakıyor, ben de ona bakmaktan haz alıyordum ve kırbacın sırtımdaki izlerini
hissetmiyordum. Yüzüncü sopa olunca, gözümün önünden kayboldu ve ben de
kırbacın sırtımdaki izini hissettim, bu nedenle de yardım istedim.’ Mekke’de
saliha bir kadın olan Fatıma b. et-Tac’ı görmüştüm. Bir suçu yokken, babası onu
şiddede dövmüş, o ise bunun acısını hissetmemiş bile. Sırtı ile kırbacın
yerleri arasında bir şeyi hissediyordu. Kırbaç oraya değdiğinde, acıyı
hissetmiş ve bağırmış. Kırbaç kulağına değdiğinde, onu hissetmediği için
şaşırmış. İptidai dönemimizde, uzun bir hikâyede benzer bir olay bizim
başımıza da gelmiştir.
İrade edilen kişiye (murad) Allah Teâlâ, bazen
kendisine gelen -bela veya nimether şeyden haz alma imkânı verir. Çünkü nimet,
şahıstaki hazza ilave bir durum olmadığı gibi bela da bulunduğu şahısta acıdan
başkası değildir. Bunları meydana getiren nedenler ise, bizce, geçerli
değildir. Öyleyse bela sahibi belanın kendisinde bulunduğu kişiyken nimet
sahibi de nimetin bulunduğu kişidir. Sebep ise, bazen alışılagelmiş bir neden
olabilirken bazen bilinmeyen neden olabilir. Bu kısımdaki kimsede Allah Teâlâ,
kendisine indirdiği her şeyi onun kendisi tarafından irade edilmiş olmayı
yaratır-, Allah Teâlâ kendisine bir şeyi dileyerek verirse, bunun gerçekleşmesi
zorunludur. O da (aynı zamanda kendi isteği de gerçekleşeceği için) bu iradenin
gerçekleşmesinden haz alır. Böylelikle sıkıntı ve güçlükler, onun irade ettiği
şeyler olur ve bunlar kendisine yerleşir, o da bunları taşır. Çünkü onlar bunu
sonuçta bulmazlar. Çünkü onlar, temyiz ehlidir ve Hakkı hakka’l-yakîn
bilenlerdir. Onlar, gazap ve rıza ehlidir. Bu nedenle, verdiği haz nedeniyle,
başlangıca dönerler. Adam kemale erdiğinde, Allah Teâlâ kendisine işleri
temyiz gücü verir ve ona hakikatleri tam olarak öğretir (tahkik). Çünkü
mertebe bunu gerektirir. Dünya mizacı cennet mizacında olsaydı, sadece soyut
bir esinti verirdi. Ateşin mizacında olsaydı, sadece acı verirdi. Dünya hayatı
bazen şöyle bazen böyle olmak üzere, karışık olunca, ârifler de bulundukları
yere göre hareket etmişlerdir.
Bunu öğrenince, şunu da bilmelisin: Muradın
hallerinden birisi de, kendisinden temenni, tamahkarlık ve ihlası ortadan
kaldırmaktır. Bununla birlikte amellerini fazlasıyla yerine getirir, fakat
kendisini onların gerçekleştiği bir yer olarak sayarak, amellerini görür. Başka
bir ifadeyle yerine getirdiği amelleri, üzerinde cereyan eden kaderlerdir.
Bunun nedeni arifin kendisiyle ilişkilendirilen güç ve kudretten ‘fani’
olmasıdır. Artık onun ne makamı vardır ne de bir hal onun üzerinde hükümrandır!
Çünkü ârif, makam ve halin rabbinin gözüyle makam ve halin rabbine bakmakta
olduğu için, ne hal görür ne makam. O, takdir edilen işlerin üzerinde nasıl
aktığını ve kendisinde nasıl ortaya çıktığını gözler. Nefsi karşısında ârif,
onun ne içindedir ne dışındadır!
VASIL
Bu şahsın ‘irade edilen’ diye
isimlendirilmesi, ondan istenilen şey nedeniyle irade
edildiğini göstermez. Bunun anlamı, onun sevilen olmasıdır, çünkü sevilene
herhangi bir şeyle azap edilmez. Seven, sevdiğine eziyet veren şey ile sevdiği
arasına engel olmalıdır. Böyle yapmazsa seven olmadığı gibi öteki de sevilen
değildir. Allah Teâlâ da, sevdiği kullarına -onları seviyor olması yönündenbela
vermemiştir. Onlara kendisini sevme rızkını vermekle nimedendirmiştir. O’nu
sevdiklerini iddia ettikterinde ise, seven olmaları yönünden değil,
‘sevilenler’ olmaları yönünden onları sınamıştır. Anla! Öyleyse sevilen, naz
ehli iken seven boyun eğer. İrade edilen, sevilendir ve o belayı tatmaz.
Kendisinden bir şey istenilerek murad olanın durumuna gelirsek, ona
kendisinden istenileni (yerine getirmek üzere) irade ihsan edilmelidir.
Dolayısıyla onun adma ancak kendisi için irade edilen şey gerçekleşir. Daha
önce bunu belirtmiştik. Kendisinden bir şey istenildiği için murad olan herkes
kendisinden istenilen şeye dair iradesi olmaz. Böyle bir durumda iradesi olan
kimse, bu yolda terimsel anlamıyla ‘murad’ olan kişidir. Öyleyse kendisinden
istenilen bir hususta irade edilenin kimse(nin durumu ), bütün yaratıklara
genel bir haldir ve onda bir tahsis söz konusu değildir. Kendisinden istenilen
hususta irade sahibi olmak ise özel bir durumdur. Bu yolda özel anlamda irade
edilen denilirken kast edilen kimse odur ve irade edilen-irade eden haline
gelir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğruya ulaştırır.’559 İrade
edilen, irade edilen ve irade hakkında söz uzar.
İKİ YÜZ YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM
İrade Edenin Hali
Dostum! Allah Teâlâ seni razı olduğu işlere
erdirsin, bilmelisin ki:
Mürid değildir iradesi etkin olan Arzusu sona erendir mürit
Ulaşmamış olduğu işleri irade ederse biri Onu yaparken hakimi onun
hastalığıdır
Böyle biri yol ehli değildir
Oluşta cevher veya araz hükmünü verirken de değildir
Allah Teâlâ ehli muhakkiklerin terimlerinde
mürit (irade eden), Allah Teâlâ’ya yönelerek, O’nun mertebesini tercih eden,
sevdiği ve razı olduğu işlerde
çalışan kimse karşılığında kullanılır. Bazen
ise, kendi iradesinden soyutlanan kimse adına da kullanılabilir. Onlara ve
bize göre müridin en üstün mertebesi, iradesinin -bir keşiften olmaksızınişler
olmasıdır. Keşiften kaynaklanırsa, böyle biri, mürit değil, gerçekleşecek şeyi
bilen kişidir. Nitekim irade edilenin (murad) irade sahibi olmasının şartı da,
kendisiyle veya başkasıyla gerçekleşmesi irade edilen şeyi görüp gerçekleşmesinden
önce irade etmek değildir. Aksine, genellikle böyle bir şey meydana gelmez ve
bu bir şart değildir. Onun hali, varlıkta gerçekleştiğinde, ondan razı olmak
ve gerçekleşmesinden haz almaktır. Düşüncesiyle onu reddetmez veya onu kerih
görmez.
Bilmelisin ki Allah Teâlâ inayetiyle
gerçekleşecek şeyi bildirdiği kullar vardır. Böyle biri, özellikle kendisi
adına gerçekleşecekse o iş, ona hazırlanması talep edilmiş kimsedir.
Böylelikle gerçekleşen işin dince gereği olan rıza, sabır veya şükür gibi bir
nitelikle karşılar. Bu bildirmeyle birlikte, kendisi de o işi isteyen ise
(mürid), bu, (ilahi iradeye) uygun iradedir. Bu durumda o, iradesi işlediği
için değil, (Hakkın) irade niteliği kendisinde bilfiil varlık kazandığı için
mürid olur. Çünkü bu yolda ancak iradesi işleyen kimse mürid (irade eden) diye
isimlendirilebilir. O ise, Allah Teâlâ veya bunu verdiği yaratıklarıdır. Allah
Teâlâ’nın yaratıklarından kimsenin bu makama ulaştığını duymadık. Çünkü keşif
ve sahih rivayet yoluyla sabittir ki: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in makamından daha üstün makam yoktur. Bununla birlikte Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmetinin tasasının bazı hususlarda
gerçekleşmemesini Allah Teâlâ’dan dilemiş, fakat bu konudaki dileği kabul
edilmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda şöyle der: ‘Beni
bu talepten men etti.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adına ‘iradenin
nüfuzu ve işlemesi’ gerçekleşmemişse, başkası bu makama nasıl ulaşabilir ki?
Çünkü bu, Allah Teâlâ’ya özgü bir makamdır. Allah Teâlâ bir kulunu irade ettiği
şeylerin bilgisine ulaştırırsa, o ancak gerçekleşen şeyi irade eder ve
iradesinin nüfuzu (bu ölçüde) ortaya çıkar, insanlar ise Hakkın ona neyi
gösterdiğini bilemez. Hâlbuki onlar, gerçekleşen şeyin o insanın himmetiyle
gerçekleştiğini zannederler. Hâlbuki iş öyle değildir! Öyleyse mürid,
düşünerek, basirede görerek, Allah Teâlâ’nın razı olduğu işleri arayarak ve
kendi iradesinden soyudanarak bütünüyle Allah Teâlâ’ya yönelen kimsedir.
Varlıkta -insanların istediği işlerin değilsadece Allah Teâlâ’nın irade ettiği
şeylerin gerçekleştiğini görünce, bu mürid şöyle der: ‘Niçin kendimi zorluyorum
ve gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediğim bir işi istiyorum? Çünkü Allah
Teâlâ’nın bilgisinde iş hakkındaki neyin bulunduğunu hiç bilmiyorum. Benim
istediğim iş gerçekleşirse, Allah Teâlâ onu irade ettiği için gerçekleşmiştir.
Öyleyse ben niçin seviniyorum? Gerçekleşmezse, başarısızlık nedeniyle bir kırıklığın
olacağı kesindir. Arzu gücü acele etmiş ve istediğinin gerçekleşmeyişi
nedeniyle memnuniyetsizlik meydana gelmiştir. En iyisi, bütün hususlarda Hakk
her neyi irade etmişse, onu irade etmektir. Hakkın irade ettiği iş ne zaman
gerçekleşirse, kabul ve rızayla onu karşılarım.’ Böylelikle mürid, kendi
iradesinden soyudanır ve onun iradesi sadece (gerçekleşen hakkında vereceği)
hüküm hakkında kalır. Allah Teâlâ müritlerden bir kısmını âlem hakkında irade
ettiği şeyin bilgisine ulaştırır. Böyle bir şey, iki tarzda gerçekleşebilir:
Birinci yol, gerçekleşecek işin Hakk tarafından bildirilmesi ve keşf yoluyla
öğrenilmesidir, ikinci yol ise, eşyanın hakikatlerinin ve onlarm ilahi tertibinin
-ki bu tarzda düzenlenmişlerdirverisi hakkında Allah Teâlâ’nın kuluna bilgi
ihsan etmesidir. Böyle bir durumda insan bir şeyi irade eder ve iradesi onu
yanıltmaz. Aksine irade ettiği iş, irade ettiği tarzda gerçekleşir. Böyle
biri, Hakk ile gören, duyan olduğu gibi Hakk ile irade eden kişidir. Çünkü
Hakk onun görmesi, duyması olduğu gibi iradesi olmuştur (kane varlık anlamında
kullanılırsa, iradesidir). İradesi her nerede yanılırsa, gerçekte mürit
değildir. Çünkü iradenin bulunduğu kişinin mürid olmasında bir fayda yoktur.
Müridin ‘iradesi işleyen’ kimse sayılmasında bir fayda olabilir. Bu yolda
mürid, meşakkat ve güçlüklere tahammül eden kimsedir. Sevimsiz işler meşakkat
ve güçlüktür ve onlardan haz alınmaz. Aksine onlara Allah Teâlâ rızası için tahammül
edilir. Ya da onlara tahammül ebedi mutluluğa yol açacağı için, katlanılır. Bu,
en üstün olandır. Bunun karşılığında Allah Teâlâ, kendisini över ve Allah
Teâlâ’nın övdüğü kimselerden birisi olur. Bu nedenle söz konusu kimseler,
tasaları yudum yudum içer, içerdikleri ilahi iyilik nedeniyle onlara sabreder.
Allah Teâlâ adamlarından bazıları, bir yönden
mürid ve bir yönden murad olabilir. Bu nedenle halleri değiştiği gibi hükümleri
değişir. Böyle biri gerçekleşen nahoş işten haz aldığında ‘murad’ (irade
edilen) makanundadır. Sevimli bir hadiseden üzülürse, mürid makamındadır. Hal
böyleyken, nahoş iş karşısındaki durumu nasıl olabilir?
İşte müridin halini, Allah Teâlâ’dan öğrenen
kimseler için, ayrıntılı bir şekilde açıklamış olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu
söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM
Himmet
Yüksek bir himmete sahip isen eğer Varlık ona
müsaittir
Onunla kapalıyı açma Himmetiyle zorbalaşanlardan da olma
Ona boyun eğme de:
İşin bâtını nasılsa, sen öyle ol
Burada ‘işin bâtını nasılsa’ derken Allah
Teâlâ’nın eşyanın faili olmasını kast etmekteyim. Eşyada herhangi bir
yaratılmışın himmetinin veya zâhir-bâtın bir sebebin bir etkisi yoktur. Çünkü
ârif bilir ki, Allah Teâlâ sebepleri sınamak için yarattı. Böylece Allah
Teâlâ, fiilin sadece sebeplerle gerçekleştiğini görenler ile bunu böyle kabul
etmeyip sebeplerin ardında ve onların vesilesiyle -sebebiyle değilfiili Allah
Teâlâ’ya ait görenleri ayırt etmek ister.
Bilmelisin Ki, sûfıler, himmeti; (a) kalbin
temennilerden soyudanması anlamında kullandıkları gibi, (b) müridin ille
doğruluğu ve (c) ilhamın duruluğu nedeniyle ‘himmederin toplanması (cem-i
himmet)’ karşılığında kullanmışlardır. Bu nedenle şöyle derler: Himmet, üç derecedir:
Uyanma himmeti, irade himmeti ve gerçek himmet. Bilmelisin ki, uyanma himmeti,
insanın hakikatinin kalbe kazandırdığı ve imkânsız veya mümkün olabilecek
kalple ilgili temennilerden kalbin uyanmasıdır. Başka bir ifadeyle bu himmet,
kalbin ümiderden ve kuruntulardan temizlenmesidir. Bu himmet, temenni ettiklerinin
durumuna bakmasını gerektirir ve bilginin verdiği hükme göre hareket eder.
Bilgi bundan vazgeçmesini gerektirirse, döner. Kararlılık göstermesini
gerektirirse, kararlılık gösterir. Öyleyse bu himmet sahibi, temenni ettiği
hususta bilgiye muhtaçtır.
İrade himmetine gelirsek, bu, müridin ille
doğruluğudur. Öyleyse bu, himmetin toplanmışlığıdır ve onun karşısında hiçbir
şey duramaz. Böyle bir himmet genellikle Afrika’da bulunan ve kendilerine
‘Azabiyye’ denilen bir toplulukta bulunur ve bu himmet sayesinde diledikleri
kimseleri öldürürler. Çünkü nefs (güçleri) toplarsa, âlemin cisimlerine ve
hallerine etki eder ve hiçbir şey ona karşı direnemez. Öyle ki, bunu bilip de
keşfi ve iman gücü olmayan biri, bazı insanların eliyle âlemde gerçekleşen olağanüstü
hadiselerin bu himmetten kaynaklandığına (inanmaya) sevk eder. Bu himmetin öyle
bir gücü vardır ki, şeyhlerde bir etki yapmak isteyen kimsede bulunabilir.
Böylelikle kamil şeylerde bu himmet vasıtasıyla tasarnıf ederler. Bazen onun bu
şeyhte bulunduğunu gören müridin himmetiyle şeyhe sahip olmadığı veya irade
etmediği bir bilgi açılabilir. Hemen o vakit şeyh için bilgi dolaylı olarak
bilgi meydana gelir ki himmet sahibi o şeyhe onu ulaştırsm. Çünkü onu ancak
ondan kabul edebilir. Şöyle ki: Bu mürit, o belirli meselede himmetini o
şeyhte toplamıştı.
Bu konuda anlatılan hikâyeler çoktur. Bu
himmetin ilahiyat bahsindeki etkisi, Allah Teâlâ’nın ‘Ben kulumun bana dair
zannına göreyim, benim hakkımda iyi zanda bulunsun’ anlamındaki hadistir.
Öyleyse her kim Allah Teâlâ hakkındaki himmetini, günahları sadece O’nun bağışladığı,
rahmetinin her şeyi kuşattığı şeklinde toplarsa, hiç kuşkusuz ve tereddütsüz
ki, merhamete mazhar olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İşte bu
Allah Teâlâ halikınızdaki zannınızdır. Şimdi de hüsrana uğrayanlardan oldunuz-’560 Çünkü
onlar ‘Allah
Teâlâ’nın onların yaptıklarının büyük kısmını bilmediğini’561
zannettiler. Bu nedenle, bu himmetin ilgili olduğu konuda bir bilginin
gerektiğini söyledik. Himmet imkânsızla ilgiliyse, o şey gerçekleşmez ve
vebali de sahibine döner. Böylelikle kişi, kendi himmetiyle kendine etki eder.
İmkânsız olmayan bir şeyle ilgiliyse, zorunlu olarak gerçekleşir. Bu
kimselerden bazılarının himmeti imkânsızla ilgilidir. Bu imkânsız, kulların
bazı davranışlarını bilmeyi Allah Teâlâ’dan olumsuzlamaktır. Bu nedenle Allah
Teâlâ, amelleri nedeniyle onlara azap eder. Böylelikle onların zanları
kendilerini hüsrana uğratır. Bu, genişliği ve kapsamı altına girip de
açıklanamayacak ve söylenmesi yerinde olmayan hususlar nedeniyle hakkını
veremeyeceğimiz bir meseledir. Şu var Ki bu himmetin bulunduğu her yerde
nüfuzu vardır. Himmet toplanmayıp da kendisine gedik girdiğinde, bu hükme
sahip olamaz. ‘Rablerinin yaptıklarının büyük kısmını bilmediğini562 zanneden
bu insanlar, sahip olduğu bağışlayıcılık ve affetme özelliği nedeniyle Allah
Teâlâ’nın günahı cezalandırmayacağını zannetselerdi ve bu konuda himmetleri
kendilerini Allah Teâlâ’nın cezalandırmasından ve şiddetli azabından
perdeleseydi, onları cezalandırmazdı. Çünkü onların zanları bu durumda
(imkânsıza değil) olabilene ilişecekti. .
Hakikat himmeti ise, himmeti ilhamın
duruluğuyla toplamak demekti. Bu tarz himmet, Allah Teâlâ ehlinden büyük
şeyhlerin himmetidir. Onlar himmederini Hakka toplamışlar ve konularının
tekliği nedeniyle bir Hakk getirmişlerdir. Bunun amacı, çokluktan kaçınmak ve
çokluğun birliğini veya birliği taleptir. Çünkü ârifler, nitelilderde,
isimlerde veya nispeüerde, çokluğu reddederler, yoksa çokluğun birliğini değil!
Onlar, bu Konuda ayrışırlar. Başka bir ifadeyle onlar bu konuda derece derecedir.
Allah Teâlâ da onlara bulundukları hal üzere davranır, onları bundan geri
çevirmez. Çünkü her bir makamın Hakka bakan bir yüzü vardır (vech-i has veya
özel yön). Bunu yapmasının nedeni ise, Allah Teâlâ’nın kendisine seçtiği ve
ayırdığı özel kulları olan çokluğu diğer kullarından ayrıştırmayı istemesidir.
Çünkü Allah Teâlâ âlemi mertebeleri imar etmek ve doldurmak üzere mertebelere
göre indirmiştir. Alemde bir derecelenme gerçekleşmeseydi, bazı mertebeler
işlevsiz ve dolmamış olarak kalırdı. Varlıkta hiçbir şey işlevsiz kalmaz.
Aksine hepsi dolu ve mamurdur. Öyleyse her mertebeyi dolduran biri olmalıdır ve
onun hükmü mertebesinin hükmüne göredir. Bu nedenle de âlemin bir kısmı
diğerlerinden üstün olmuştur.
Bunun ilahiyat alanındaki karşılığı ise ilahi
isimlerdir. Alim isminin kapsamlılığı nerede, (söz gelişi) Mürid
ismininki ve Kadir ismininki nerede! Alim ismi Mürid’den, Mürid Kadir’den
ilgili olduğu mertebeyle ayrışmıştır. Öyleyse Alim, ihata halamından daha
geniştir. Kuşkusuz Alim ismi, Mürid ve Kadir isminden bu isimlerin kendileri
olmak bakımından sahip olmadıkları bir özellikle daha üstün ve fazla olmuştur.
Çünkü Allah Teâlâ kendisini bilir ve kendisine karşı kudreüe veya kendi varlığı
hakkında iradeyle nitelenmez. Çünkü iradenin hakikati, yok olana ilişmektir.
Hâlbuki Allah Teâlâ mevcuttur. Kudretin özelliği ise, mümküne veya başkası
nedeniyle varlığı zorunlu olana ilişmektir. Hâlbuki Allah Teâlâ, varlığı
kendisi nedeniyle zorunlu olandır. Buradan, mertebelerin derecelenmesi
nedeniyle, âlemde derecelenme meydana gelir. Öyleyse o mertebeleri
dolduranların da derece derece olması gerekir. Öyleyse âlemde bir derecelenme
olması kaçınılmazdır. Çünkü mertebeleri dolduran ve onlarla zuhur eden O’dur.
Bu, keşif yoluyla idrak edilemeyecek bir husustur. Onu duru bir ilhamla idrak
mümkündür. Böylelikle keşif sahibi, mertebelerin doluluğunu onları dolduranları
keşf etmek suretiyle idrak eder. Derecelenme de, duru bir ilham ile idrak
edilir.
Sana ‘özet içinde açıklama’ diliyle himmetin
bilgisine dikkatini çektim. Anla! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
İKİ YÜZ
OTUZUNCU BÖLÜM
Gurbet
Vatandan, halden ve Haktan garip kalırsın Umulur ki doğruluk
oturağına yerleşirsin
İstediğin her şeye hükmün işler
artık Sana Hakk, Hakk ile gelirse, korkma
Yeryüzünde ve gökte parçalanma
olmasaydı Parçalanmanın şiddetinden felekler dönmezdi
Akılların gökleri ve yeri de
öyledir Yaratılışta etkin doğadır o
Güçlerin felekleriyle döner
sonra izhar eder Konuşmayı dinleyenlere bilgileri
Bilmelisin
ki sûfıler ‘gurbet’ terimini maksada ulaşmak üzere vatandan ayrılmak anlamında
kullandıkları gibi halin (etkisinden) uzaklaşmak anlamında da kullanmışlardır.
Onlar, ‘gurbet, kendisine işlemesin diye Hakk yabancılaşmaktır’ derler.
‘Haktan gurbet5 korku nedeniyle Hakkı bilmekten uzaklaşmak demektir.
Sûfilerin vatandan ayrılarak gurbette olmaları, vatana bağlanma alışkanlığından
kurtulma amacı taşır. Alışkanlıklar ise kendisini tövbe ederek -ki tövbe de
onları uyandırıraradıkları maksatlarından perdeler. Onlar, Hakkın yüzünü
eşyada görmeyen kimselerdir ve bu nedenle maksatlarının ancak vatandan ayrılarak
gerçekleşebileceğini zannederler. Hakkı vatanlarının dışında zannederler.
Nitekim Ebu Yezid el-Bestamî bu makamdayken Hakkı aramak üzere Bestam’dan
ayrılmış. Yolda Allah Teâlâ adamlarından bir adamla karşılaşmış. Adem kendisine
sormuş: ‘Ey Ebu Yezid! Bestam’dan ayrılmanın nedeni nedir?’ Bestamî ‘Hakkı
arama arzusu’ deyince, adam şöyle demiş: ‘Sen aradığım Bestam’da bırakmışsın.’
Bunun üzerine Ebu Yezid uyanmış, Bestam’a dönmüş ve kendisine fetih nasip olana
kadar ibadete devam etmiş. Sonra da kendisinden meydana gelen (haller) meydana
gelmiş. Bu insanlar, seyahat edenlerdir. Allah Teâlâ bu ümmetin seyahatini
‘Allah Teâlâ yolunda cihat’ yapmıştır.
Bilmelisin
ki, bu iş, kulun seçimine bağlı değildir. Bu işin sahibi, Rabbi karşısındaki
halinde ‘kalbini bulmak’ ister. Kalbini bir yerde bulamadığında şöyle düşünür:
‘Allah Teâlâ bu yerde kalbime zuhuru takdir etmemiş.’ Bunun üzerine (gayenin)
gerekleşmesi umuduyla, oradan ayrılır. Bilir ki, Allah Teâlâ işler belirlemiş,
ezelî bilgisi bir şeyin belli bir yerde, belli bir burçta, belli bir nedenle
gerçekleşeceğini takdir etmiştir. Onun hakkında imkân hükmü verilince ve varlığından
önce gelen (ezelî bilgiyle) kalbini o yerde bulamayınca, gayesine ulaşmak
amacıyla oradan ayrılır. İşte bu, sûfılerin vatanlarından ve benzeri şeylerden
ayrılmalarının ve uzaklaşmalarının nedenidir. Çünkü bir kısmı, gördüğü saygı
nedeniyle vatanını terk eder. Sûfi zühdü ve tövbesi gibi bir nedenle bir
mekânda itibarmm arttığım görür ya da daha önce tanınan biri değilken zühdü ve
iyilikleri nedeniyle şöhrete kavuşur. Bu durum insanların kalplerinde onun
saygınlığım artırır, kendisine hürmet ve iltifat edilir. Bunun üzerine
vatanından kaçarak tanınmadığı bir yere gider. Orda Rabbi karşısında nefsini
bilmeye çalışır. İnsanların hürmeti, insanı yok edecek öldürücü etkili bir
zehirdir. Bu da vatandan ayrılmaya ve aileden uzaklaşmaya yol açan nedenlerden
biridir. Sûfi Allah Teâlâ karşısında ‘kalbini her nerede bulursa’, oraya
yerleşir. Şeyhim zahit ve hadisçi Ebu’l-Hasan b. Es-Saiğ Sebte’de bana şöyle
demişti: ‘Şeyhimiz Ebu Abdullah Muhammed b. Rızk -Allah Teâlâ kendisine
merhamet etsinile bir seyahatte birlikteydik. Kendisine bir hadisin
bölümlerini okuyordum. Rivayet sahibi birisiydi ve şöyle dedi: ‘Bir seyahatimde
ıssız bir yerde yıkık bir mescitle karşılaştım ve şöyle dedim: İçeri gireyim de
iki rekat namaz kılayım. İçeri girdim ve orada ‘kalbimi buldum. Bunun üzerine
orada iki sene kaldım.’ İki sene nerede, iki rekat namaz süresi nerede? Öyleyse
sûfilerin gurbetteki amaçları, Allah Teâlâ karşısında ‘kalbi bulmak’tır. Her nerede
kalplerini bulurlarsa, oraya yerleşirler.
Bir sûfi
şöyle demiştir: ‘Mekke’ye gidiyordum. Yolda bir ağaç altında bir genç gördüm.
Orada tek başına namaz kılıyordu. ‘Mekke’ye mi gidiyorsun?’ diye sordum. Bana
şöyle cevap verdi. ‘Geçen sene Mekke’ye gidiyordum. Bu ağaca uğradığımda,
kalbimi buldum. Bir yıldır buradayım ve kalbimi yitirmedikçe buradan
ayrılmayacağım.’ Sonra şöyle ekledi: ‘Bir sene sonra, aynı yere ve aynı ağaca
uğradım, genci bulamadım. Biraz yürümüştüm. Genci gördüm, namaz kılıyordu,
selam verdim, beni tanıdı, kendisine sordum: ‘O ağaçtan ayrıldığını görüyorum.’
Şöyle dedi: ‘Kalbimi yitirince, daha önce niyetlendiğim üzere Mekke’ye doğru
yola çıktım. Buraya geldiğimde, kalbimi buldum. Şimdi de buraya yerleştim.’
Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: ‘Yemeğin ve içeceğin nereden geliyor?’
Şöyle dedi: ‘O’nun katından! Beni yedirmek istediği vakit beni doyuruyor.’
Üstat şöyle devam etti: ‘Yanından ayrıldım. Bundan sonra durumunun nasıl
olduğunu bilmiyorum.’ Öyleyse sûfıler, gurbet ederek ‘Allah Teâlâ karşısında
kalplerini bulmayı’ amaçlarlar.
Âriflerin
vatanlarından ayrılarak gurbete gitmeleri ise, imkân hallerinden
ayrılmalarıdır. Çünkü mümkünün vatanı, imkândır (olabilirlik). Böylelikle ârife
kendisinin Hakk olduğu keşf olunur. Hakkın vatanı ise imkân değildir. Bu
nedenle mümkün (ârif), bu müşahedesi nedeniyle, imkân olan vatanından ayrılır.
Mümkün vatanındayken -ki vatanı hakikati sabit iken yoklukturHakkın kendisine ‘ol*63 dediğini duyar. Bunun üzerine
hemen varlığa koşar. Bunun amacı, kendisini var eden görmektir. Bu durumda ise
kendisine ‘olK6i diyeni müşahede etmek amacıyla, yokluktan ibaret olan
vatanından gurbete düşer. Ayn-ı sâbitesi açıldığında, Hakk ona yaratılmış
şekillerini gösterir, fakat kendisinden dolayı varlığa koştuğu Hakkı göremez.
Bu halde şu dizeyi söyledim:
Yabancı oluş gözümüze gözükünce
Özlem duyanlar gibi vatanıma
özlem duydum
Bu esnada
tekrar şöyle der: ‘Tekrar yokluğa dönmek istiyorum.’ Çünkü ben yoklukla
nitelendiğimde, Hakka daha yakınım. Başka bir ifadeyle, varlıkla nitelendiğim
halime kıyasla yoklukla nitelendiğimde kendimden daha çok hakka yakınım. Bunun
nedeni, varlıkta iddianın bulunmasıdır. Hakk ile baki kalmak için Haktan fena
talebi hali ise, (ayn-ı sâbite’nin) üzerinde bulunduğu yolduk haline dönmektir.
İşte bu, kulun iarede ve seçimi olmaksızın, gerçekleşen vatandan ayrılık ve
gurbettir. Allah Teâlâ’yı bilenlerin gurbetinin bir yönü de, Hakkı kendi
niteliklerinin aynı olarak bulduklarında, niteliklerinden uzaklaşmalarıdır
(gurbet). Bu, gerçek gurbettir." Çünkü nitelik, doğru sözlü Hakkın
sözüyle onlara izafe edilmiştir. Öyleyse onlar nitelik sahibidir. Fakat bu
niteliğin mahiyeti nedir, gerçekte kime izafe edilir? Çünkü âlem, Allah
Teâlâ’nın kulu olması anlamında Allah Teâlâ’ya izafe edilir. Aynı şekilde
Allah Teâlâ da âleme izafe edilir, çünkü O, âlemlerin Rabbidir. Öyleyse kulun
izafesi, Hakkın (âleme) izafe edilişine dayanır.
Vatanımızdan
duyusal olarak yaşadığımız ilk ayrılık ve gurbet, rabliğine bizi şahit tutarken
bulunduğumuz avuç vatanından ayrılmamızdır. Sonra, annelerin karınlarına
yerleştik. Böylelikle rahimler bize vatan oldu. Doğarak o vatandan da ayrıldık.
Bu kez dünya bizim vatanımız oldu. Orada vatanlar edindik. Sonra, sefer ve
seyahat denilen yolculuklarla oradan da ayrıldık. En sonunda oradan büsbütün
ayrılarak, ‘berzah’ denilen yere göçtük. Ölüm sürecince orayı doldurduk ve
orası bizim vatanımız oldu. Sonra, ‘uyanış yerine’ gitmek üzere oradan dirilerek
ayrıldık. İçimizden bazıları orayı, yani kıyameti vatan kabul ederken bir
kısmımız kabul etmez. Çünkü o, zamansal bir zarftır. İnsan o yerde yolculuğunda
iki konak arasında yürüyüp de bundan sonra iki yerden birine yerleşene benzer:
Bu yerler, ya cennet veya ateştir. Artık bir daha oradan ayrılmaz ve gurbete
çıkmaz. İşte bu, insanın kendilerine yerleştiği vatanların sonuncusudur.
Bundan sonra, ebedî bekayla birlikte, bir vatan yoktur.
Sûfıler
gurbeti ‘kendisine nüfuz etmesin diye halden uzaklaşmak’ diye tanımlamıştı. Bu
ise başka bir gurbettir. Şöyle ki: Hal sahiplerinin (halleri) nüfuz eder ve
tahakküm edicidir. Bu sayede harikulade olaylar meydana gelir, bu nedenle
âlemde şöhret kazanırlar. Keşfin verisiyle, onlarda gerçekleşen fiilde halin
etkisinin olmadığını öğrendiklerinde, memnun olmazlar ve ondan uzaklaşarak
şöyle derler: ‘Bu hal ile kalmak, sahibinin boynuna yük ve vebaldir.’ Bu nedenle
bu halden uzaklaşmayı muduluğun zirvesi olarak görürler. Bu, insanın
kendisiyle perdelenebileceği en büyük perdedir. Aynı zamanda o, bir aldatma ve
kandırılma konusudur. Çünkü akıllı insan, aldatma ihtimalinin bulunduğu yerde
durmaz. Aksine akıllı insan, sadece basiret sahibi olduğu yerde durabilir.
Nitekim Musa vatandan ayrılırken ‘Sizden
korkunca kaçtım, Rabbim ise bana hüküm verdi ve beni peygamberlerden yaptı’565 demiştir. Böylelikle Musa, kendilerinden korkarak,
bedeniyle vatanından uzaklaşmıştır. Hâlbuki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem’in Mekke’den Medine’ye hicreti gibi olsaydı, korkusu onlardan
kaynaklanmaz, bu durumda Allah Teâlâ’nın onları kendisine musallat edişini
müşahede ederdi. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisine resullükle birlikte âlemlere
karşı efendik vermişti. Çünkü hicret onun adına istenmişti. Hicret ise vatandan
ayrılmaktır. Bu nedenle de kast edilen gurbeti yaşamamıştı. Müridin vatanından
ayrılışında dürüstlük alameti, maksadının gerçekleşmesidir. Maksadı gerçekleşmez
ve gurbet (niyetinde) gedik bulunursa, dürüst değildir. Zâhirde ve bâtında büsbütün
vatanı terk edebilirse, maksadın gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Gurbetteyken
kalbi vatanına bağlı olan insan, arzulanan gurbeti gerçekleştirmemiştir.
Hakk’tan
gurbete gelirsek -ki o mârifetten dehşetin hakikatinden kaynaklanır-,
bilmelisin ki: İmkânın yeri zorunluluk yerinden başkadır. İmkân ve zorunluluk,
mümkün ve zorunluya ait iki yerdir. Mümkünün yeri öncelikle yokluktur ki,
yokluk onun asıl yeridir. Varlıkla nitelendiğinde ise, hiç kuşkusuz ki,
vatanından ayrılmış demektir. Vatanında yerleşikken, Hakkı müşahede ediyordur,
çünkü O’na komşudur. Çünkü yokluk niteliği ezelî olarak mümküne ait iken varlık
niteliği de ezelî olarak Allah Teâlâ’ya aittir. Böylelikle varlıkla vatanından
uzaklaşmış, bu nedenle de Hakka komşuluktan ayrılmış, bu gurbet nedeniyle
‘sonradanlık (hudus)’ onun ayrılmaz özelliği olmuştur. Hakk ise, bu nitelikle
nitelenmediği gibi mümkün ezelde yokluk halindeyken de hâdislik ile
nitelenmemişti. Böylelikle mümkün hadis olmakla Haktan uzaklaşmıştır. Mümkün
adına ‘hadis varille’ gerçekleşip varlıkta Hakk ile kendisi arasında bir
ortaklık meydana geldiğinde, dehşete kapılır. Çünkü o, bilmediği bir şeyi
görmüştür. Çünkü mümkün, yokluk haliyle kendisini Haktan ‘ayrı’ olarak
tanımıştı. Varlıkla bu halden ayrıldığında ise, birinci bilgiden dolayı bir
korku kendisini kaplamıştır.
Bu gurbet
iki adamın halidir: Birincisi, bu Hakk ünsiyet etmeyen veya istidrac yoluyla
veya bir halden diğerine yükselmeyle bu makama ulaşmayan adamın halidir. Aksine
bu hal kendisine ansızın gelir. Böylece aşina olmadığı ve bilmediği bir şey
kendisine gelir. Bu durumda kendisini onu taşımaktan aciz görür. Bunun üzerine,
ayn’ının yok olacağından korkarak bu bilgiyi elde edemeyeceğinden dehşete
kapılır, hemen duyusuna geri döner. Bu dönüşte ise Haktan uzaklaşır. Biz bu
makamın sahiplerinden Ebu’l-Abbas Ahmed el-Asad’ı -ki Mısır’da Hariri diye
bilinirgördük ve ondan başkasını görmedik. Diğer adam ise, kendisine gelen her
bilginin ürküttüğü bir adamdır. Bunun nedeni, gördüğü şeyin onun adına daha
önce gerçekleşen ve gerçekleşmesi de mümkün olan bilgiden daha yüce olduğunu
görmesidir. Bu nedenle, (daha önce bildiği) Haktan uzaklaşarak kendisine yeni
bir tecelli gerçekleşene kadar bu marifetten bir hakikat elde eder. Bu yeni
tecelli de, belirttiğimiz üzere, kendisini dehşete düşüren bir bilgi daha
kazandırır. Bunun üzerine kişi, bir önceki bilgide elde etmiş olduğu Hakka dair
(bilgiden) uzaklaşır ve iş böyle sürer gider.
Kamil
âriflere gelirsek, onlar, onların nezdinde kesinlikle gurbet yoktur. Onlar,
bulundukları mekânlarda sabit olarak kalan kimselerdir. Vatanlarından
ayrılmamışlardır. Hakk onların aynası olduğunda, tıpkı suretlerin aynada
görünmesi gibi, suretleri bu aynada zuhur eder. Öyleyse bu suretler onların
hakikatleri değildir. Çünkü onlar, aynanın şekliyle zuhur ederler. Ya da bu
suretler aynanın kendisi de değildir. Çünkü ayna, kendiliğinde kendilerinden
ortaya çıkan veya şeyin tafsilini içermez. Öyleyse onlar gurbete çıkmamıştır. Onlar,
varlıkta müşahede ehli olan kimselerdir. Onlara varlığın izafe edilmesinin
nedeni, hükümlerin meydana gelmiş olmasıdır. Çünkü hükümler, ancak bir
varlıktan ortaya çıkabilir. Öyleyse gurbet mertebesi, adamların menzillerinden
birisi değildir. Öyleyse gurbet, orta derecedekilerin ve müriderin kendisine
yerleştiği daha aşağıdaki menzillerdir. Büyükler ise, herhangi bir şeyin kendi
vatanından ayrıldığını görmezler. Aksine Zorunlu, zorunlu; mümkün ise mümkün;
imkânsız da imkânsızdır. Öyleyse her bir şeyin vatanı bellidir. Onlar gurbete
çıksaydı, hakikatler başkalaşmış olur, zorunlu mümküne, mümkün zorunluya,
imkânsız mümküne dönüşmüş olurdu. İş ise böyle değildir. Öyleyse bu makamda
hakikatleri bilenlere göre gurbet, gerçekleşen veya mevcut bir şey değildir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’566
İKİ YÜZ OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM
Mekr
(Aldatma)
Akıllı aklında aldatılır Aldatan farkına varmadan
Onun tuzağı kendisine dönmüştür
Akıllı ve zeki bunu bilmez
Tuzağından emin olmak isteyen
kimse Zâhir ve Bâtını elde eder
Şeriatından mizanı
gerçekleştirir Kazanan ve kaybedeni de bilir
Bilmelisin
ki, Allah Teâlâ ehli mekr’i (tuzak) günah işlerken nimederin art arda gelmesi,
edepsizlik yapmakla birlikte halin kalması, emir ve tanım olmaksızın
kerametieri göstermek karşılığında kullanırlar.
Bilmelisin
ki, bize göre kulun aldatılması, ameli gerektiren bir bilgiyle rızıklandığı
halde bilgiyle amelden mahrumiyeti demektir. Bazen bilgiyle amel yapabilir,
fakat bu kez, ihlastan yoksun kalır. Böyle bir durumu kendinden gördüğünde
veya başkasında öğrendiğinde, böyle bir insanın ‘aldatılmış’ olduğunu
bilmelisin. Altı yüz sekiz yılında Bağdat’ta bir vakıa görmüştüm: Göklerin
kapılarını açmış, sağanak yağmura benzeyen ilahi mekr in (Hakkın aldatması)
hâzinelerine girmiştim. Bir meleğin şöyle dediğini duydum: ‘Bu gece hangi
tuzak ve mekr inmiştir?’ Korkuyla uyandım. Ondan kurtulacak bir çare aradım. Bu
çareyi ancak meşru ölçüye göre bilgide bulabildim. Allah Teâlâ kime iyilik
dileyerek, mekrin ve aldatmanın sıkıntılarından kendisini kurtarırsa, elinden
şeriat terazisini bırakmamalı ve sürekli halini gözlemelidir. İşte korunmuş ve
sakınılmış kimsenin hali budur.
Günah
işlerken nimetlerin peş peşe gelmesi, günümüzde genellikle Allah Teâlâ yoluna
yönelenlerde vardır. Onların arasından aldatılmış pek çok kimse gördüm. Onların
sayısını sadece Allah Teâlâ bilir ve bu yaygın bir duruma dönmüştür.
Edepsizlik yaparken halin sürmesi ise himmet sahiplerinde görülür ve sayıları
azdır. Onlardan bir grubu Mağrib’te ve bu şehirlerde görmüştüm. Onlar,
kurallarının dışına çıkarak Hakk karşısında saygısızlık yapmalarına rağmen,
-Allah Teâlâ’nın bir tuzağı olarakâlemde etkin olan halleri devam etmekteydi.
Bu nedenle, hakikat üzere olmasalardı hallerinin değişeceğini zannederlerdi.
Allah Teâlâ’nın gizli aldatmasından O’na sığınırız! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bilmedikleri yönden onları aldatırız:567 Başka bir ayette ise ‘Onlara mühlet veririm, benim aldatmam sağlamdır:568 Başka bir ayette ise ‘Biz bir hile yaptık, onlar ise farkında değildir’569 ve ‘Onlar bir
tuzak kuruyor, ben de tuzak kuruyorum’570 buyrulmuştur. Burada (tuzak
kurmak anlamındaki) kâde, yekîdu yakınlık anlamı taşıyan fiillerden biridir.
Bunun anlamı, Hakk niteliğiyle zuhur ettiği için, Hakk olmaya yakın olmasıdır.
Öyleyse bu kelime (kade-yekîdu, tuzak kurdu), bir yönü geceye bir yönü gündüze
dönük olan seher kelimesinden türetilmiş sihir gibidir. Böylelikle aldatılana,
(sihirden) ‘gündüz’e bakan kısım görünür ve onun gerçek olduğunu zanneder.
Bilgisizlikten Allah Teâlâ’ya sığınırız!
Bilmelisin
Ki, Allah Teâlâ tuzağını bilhassa aldanandan gizlenmiştir, yoksa başkalarından
gizlenmemiştir. Bu nedenle ‘onların
farkında olmadığı yönden’57' demiştir.
Burada zamiri ‘onlara aldatacağız’572 ayetine döndürmüş ve şöyle demiştir: ‘Onlar bir tuzak kurdu, biz de tuzak kurduk, onlar
farkında değildir’573 buyurdu. Burada ‘onlar’ zamiri, ‘tuzak kurdular’
fiilindeki zamirdir. Böylece Allah Teâlâ onlara olan tuzağı, farkında değiller
iken, kendisiyle nitelendikleri tuzağın ta kendisi olmuştur. Sonra onları
kendi tuzaklarına ilave bir durum aldatmıştır. Bazen Hakkın tuzağı ve
aldatması, aldatılan bazı insanları bedbaht yapar ki, bu, genel hakkında
böyledir. Bazen payın eksilmesine yol açabilir. Bu ise, ilahi bir hikmet
nedeniyle, seçkinlerde ve seçkinlerin seçkinlerindeki ilahi tuzaktır. Buradaki
hikmet, kimsenin Allah Teâlâ’nın aldatma ve tuzağından güvende olmamasıdır.
Çünkü Allah Teâlâ’nın tuzağından güvende olmak bir ayette kınanmış ve şöyle
buyrulmuştur: ‘Allah Teâlâ’nın tuzağından
sadece hüsrana uğrayan bir topluluk güvende kalabilir.5574 Hüsrana
uğrayanların ise ‘ticaretleri kendilerine kar
vermez, doğruyu da bulamazlar.’575
En giy.li
ve örtülü ilahi tuzak, tevil yapanlarda, özellikle de bütün müçtehitlerin
isabet ettiğini kabul eden içtihat ehlinde bulunur. Onlara göre basiret üzere
ve kesin bilgiye dayanarak Allah Teâlâ’ya davet etmeyen kimsenin tabileri
olamaz. Çünkü müçtehit, hüküm koyandır, yoksa uyan değildir. Bizim görüşümüz
ise farklıdır. Çünkü bize göre müçtehit, hüküm vermek üzere delil ararken
‘içtihat5 eder, yoksa kast edilenin kendisinin zıddı olabileceği bir
teville hükmü haberden çıkartmak üzere içtihat etmez. Böyle bir şey mümkün ise,
bu içtihat sahibi basiret sahibi değildir. Tevil ederek gerçeğe ulaşan müçtehit
ise, (gerçeğe ulaşması) tesadüf yoluyla (olduğu için) -yoksa kasıtlı olarak
değiliki sevap kazanır. Çünkü müçtehit, (hükmü verirken) basirete sahip
değildir. Hakikate ulaşamazsa, sadece doğruyu arama sevabı kazanır ve payı
eksilir. İşte bu, tevil yapan bu bilgine dönük Hakkın gizli aldatmasıdır. Çünkü
o, takva sahibi olduğunda, -kendisine Allah Teâlâ öğrettiğindebasiret üzere
Allah Teâlâ’ya davet edebilecek kimselerdendir. Öyleyse genel hakkında ilahi aldatma,
günahların ardından nimetlerin peş peşe gelmesi ve ibadederle birlikte ise
kesilmesi ve dolayısıyla günahlar nedeniyle (dünyada) ceza görmemektir. Böyle
bir insan Allah Teâlâ yolunun genel alimlerinden biri ise, bu durumun insanın
üzerinde yaratıldığı (ilahi) suretin gücünden kaynaklandığını görür, ilahi
hükümde tesir ve kahır sahibi olmayı iddia eder. Böyle biri, genel hikmetin
ilahi isimlere hakkını vermek olduğunu görür. Söz gelişi el-Gaffar, el-Gafur ve
kardeşlerinin günahlarda etkisinin olabileceğini görür. Günah işlemezse, dünya
hayatında söz konusu isimlere hakkını vermemiş olacağmı düşünür ve ‘Ey kendilerine haksızlık yapan kullarım, Allah
Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin, Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar5576 ayetinde
delil getirir. Niteldm o da böyle yapar. Bütün bu bakış açısı, günah esnasmda
aklına gelmez, günah işledikten sonra gelir. Günahtan önce düşünseydi, bu
düşünce kendisini günahtan alıkoyardı. Çünkü bu bir müşahededir ve müşahede
dince yasaklanan bir işe dalmaktan insanı engeller. Bir rivayette şöyle
denilir: ‘Allah Teâlâ kaza ve kaderini uygulamak istediğinde, akıl
sahiplerinden akıllarım çekip alır. Kaza ve kaderini uyguladıktan sonra ise,
akıllarını iade eder.5 Artık bir kısmı ibret alır (ve tövbe eder),
bir kısmı ibret almaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye
yarattım.’577 Bir kısmı Allah Teâlâ’ya ibadet ederken bir kısmı
ortak koşar. Nedenin hükmünün bütün nedenlilere işlemesi zorunlu değildir.
Dolayısıyla akılları kendilerinde bırakılmış olsaydı, işledikleri günahları
işlemezlerdi. Günah işlemeye niyetlendiklerinde gördükleri şey ilahi isimler
olsaydı, (onlardan) utanma duygusu, yükümlülük diyarında haram diye
isimlendirilen bir işi işlemekten engellerdi. Öyleyse günahkâr ilahi kahra
karşı direnen kimsedir. İlahi kahra direnen ise helak olur. Bu haldeki bir
insana nimeder art arda gelirse, bunun nefsinin gücü, himmetinin etkisi ve
Allah Teâlâ’nın kendisine yönelik inayetinden kaynaklandığını zanneder. Allah
Teâlâ’nın kendisine eş-Şedidü’l-ikab (şiddede cezalandıran) ismine etki
edebileceği bir güç verdiğini zanneder ve el-Halim (gücü yettiği halde bağışlayan)
isminden, -ihmal değilmühlet vermekten habersiz kalır. Sahip olduğu ilahi ismin
hükmünün gücü nedeniyle, söz gelişi sıradan günahkârlar gibi harama düşmek
istemeyen kimse aldatılmış değildir. Sıradan insanların arasından günahkârlar,
gaflet nedeniyle günah işler, günah işledikten sonra ise pişmanlık duyar.
Öyleyse içerdikleri ilahi aldatma nedeniyle nimetlerin sürekli gelişine karşı
sabırlı davranmak, belalar ve sıkıntılar karşısında sabırlı davranmaktan daha
büyük bir iştir. Çünkü Allah Teâlâ kuluna şöyle der: ‘Hastalandım, beni ziyaret
etmedin.’ Bunu açıklarken de şöyle der: ‘Falan kulum hastalanmıştı, sen ise
onun ziyaretine gitmedin. Gitseydin, beni orada bulurdun.’ Nitekim çölde susuz
kalan insan da, serabın su olmadığı ortaya çıktığında, (su zannettiği şeyin yanında)
O’nu bulur. Böylelikle Hakka döner. Nimeder ise böyle değildir. Çünkü nimeder,
Allah Teâlâ’nın kendisini razı olduğu işlere ulaştırdığı kimselerin
dışındakiler için, Allah Teâlâ’dan perdeleyen en büyüle perdelerdir.
Allah
Teâlâ’nın seçkinleri aldatmasına geürsek, bu aldatma kendisinden meydana gelen edepsizliğe
rağmen halinin korunmasında gizlidir. Bu, halden haz almak, onunla durmak,
halin sahibinde meydana getirdiği naz, Allah Teâlâ’ya karşı şımarıklık ve
halden ayrılmayı istememektir. Allah Teâlâ’nın peygamberine ‘De ki Rabbim! Bilgimi artır,S7S diye emredip de bunu bize duyurmasının yegane nedeni,
biz de onu söyleyelim ve Allah Teâlâ’dan kendisini talep edelim diye, bir
uyarıdır. Bu emir peygambere özgü olsaydı, onu bize duyurmaz veya kendisine
özgü olduğunu belirtirdi. Nitekim hibe evliliğinde bunu belirtmiştir.
Halin
nefiste bir hazzı ve tadı vardır. Bazı nefislere bu halin meydana getirdiği
hazdan ayrılmak çetin gelir. Aksine sadece bu durumun artmasını ister ve
hallerin vergi olduğunu bilmez. Seçkinlerin seçkinlerindeki aldatmaya
gelirsek, herhangi bir emir veya sınırlama -ki sınır onların
ölçüsüdürolmaksızın, keramederi ve olağanüstü işleri göstermede gizlidir.
Çünkü nebilerin mucizelerini göstermesi zorunlu iken velilerin de keramederini
gizlemesi zorunludur. Bir veliye keramet gösterme ve âlemde etkili olma imkânı
verildiğinde, aldatılan kimsenin derecesi başkasının derecesinden bir derece
eksilir. Hakk bu dereceyi onun adına diler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlarda
keramederi gösterme yolunu istemeyi yaratır. Hâlbuki bunun payın eksilmesine
yol açan ilahi bir tuzak olduğunu fark edemezler. Bunun üzerine gönüllerine
onların elinde gerçekleşecek kerametlerin insanların Allah Teâlâ’ya itaat
edeceğini, yok edici günah denizlerinde boğulanları kurtaracağını, onları
alışkanlıklarından kurtaracağını belirten bir ilham doğar. Bu ilhama göre,
keramet göstermek, kendisiyle Allah Teâlâ’ya davet edilebilecek en büyük
işlerden biridir ve bu nedenle de nebilerin ve velilerin bir özelliği olmuştur.
Sonra, içinden kendisini varislerden sayarak bu davranışın hallerin sonucu olduğunu
düşünür. Bütün bu durumlar, gösterme güçleri olsa bile, Allah Teâlâ’nın
velilere keramederi gizlemeyi farz kıldığından kendisini perdelediği gibi
kendiliğinden Allah Teâlâ’ya çağırmakla memur oldukları için peygamberlere
mucizelerini göstermeyi emrettiğinden habersiz kılar. Veli ise böyle değildir.
O, sadece peygamberin davetini aktarmakla veya onun diliyle Allah Teâlâ’ya
davet eder. Yoksa Allah Teâlâ’nın herhangi bir peygamber adına meydana
getirdiği bir dille insanları Allah Teâlâ’ya davet etmez. Şeriat, kendisini
bilen alimler nezdinde, onaylayıcıdır. Öyleyse peygamber, Allah Teâlâ’nın
bildirdiği meşru hükümlere göre Allah Teâlâ’ya davet ederken bir basirete
sahiptir. Veli ise peygamberin hükmüne göre davranır. Bu konuda ona uyulmadığı
gibi aynı zamanda (kendiliğinden) basirete de sahip değildir. Öyleyse keramet
göstermenin bir yararı da yoktur. Peygamber ise, öyle değildir, çünkü
peygamber, şeriat getirir ve daha önce başka peygamberlerin eliyle ortaya
konulan bazı hükümlerin hükmünü kaldırır. Dolayısıyla onun Allah Teâlâ’dan
haber verdiği (iddiasında) doğru sözlülüğüne delil teşkil edecek bir mucize ve
alamet göstermesi kaçınılmazdır. Bu sayede peygamber, süresinin dolması
nedeniyle, başka bir peygamberin diliyle ortaya konulan hükmü ortadan
kaldırır. Keramet göstermeye kadığında veli, kendi özelliğiyle birlikte, bir
vacibi terk etmiş olur. Böyle davranmak ise, (kerameti gizleme emrini) yerine
getirdiğinde ve ona göre davrandığında elde edeceği mertebeyi eksiltir. Öyleyse
kula tevilden daha zararlı bir iş yoktur. Allah Teâlâ bizi işimiz hakkında basiret
sahibi etsin ve bize makamımızın gerektirdiği durumu aşırmasın. Allah Teâlâ’dan
istediğim şey, katında en üstün veli adına gerçekkşen en üstün makamla bizi
rızıklandırmasıdır. Çünkü risalet ve nebilik kapısı kapalıdır. Alim kişinin
imkânsızı istememesi gerekir. İlahi bildirimden sonra ise, bu kapı kapanır ve
ona dair bir istemek uygun değildir. Çünkü bu konuda bir şey isteyen kimse
‘soğuk demiri döver.’ Çünkü böyle bir talep, bu konuyu bilen bir müminden
kesinlikle meydana gelmez. Veli için velilik makamının ve (peygambere) uymanın
gerektirdiği şekilde basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet etmek yeterlidir.
Nitekim peygamber de risalet ve teşri makamının gereği yönünden basiret üzere
Allah Teâlâ’ya davet eder. Allah Teâlâ bizi tuzağından korusun ve bizi eksik
kimselerden etmesin. Allah Teâlâ bize dünya ve ahirette sürekli artış nasip
etsin. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.
İKİ YÜZ OTUZ İKİNCİ BÖLÜM
istilam
istilam kalpler üzerinde hüküm sahibi Her
nitelik üstünde önceliği var
Varlığı akılları hayrete düşürür llah’ın en sağlam yoludur o
‘Sende hayretimi artır’ diyen kimse •
Umulan ve en bilgili nebidir
0 olmasaydı,
bilinmezdi İlah .
Bilmezdi akıllılar, nerede olduklarını
Sûfilerin terimlerinde istilam, otoritesi
kalbi etkisi altına alan güçlü bir duygudur. Böylelikle bulunduğu kişiyi
dinginleştirir. Şöyle ki: Hakk kulun sırr’ında cemal suretinde tecelli
ettiğinde, içinde bir heybet meydana getirir. Çünkü cemal Hakkın niteliğiyken
heybet kulun niteliğidir. Cemal Hakkın, ünsiyet kulun niteliğidir. Cemal
tecellisi nedeniyle kul heybet özeliğini kazandığında -çünkü cemal (güzellik)
her zaman heybet uyandırırheybetin kalpte bir etkisi gözükürken organları
dermansız bırakır. Bu etkinin hükmü, heybet ateşinin tutuşmasıdır. Bu nedenle
etkisinden korkulur ve kişi dinginleşir. Bu etkinin görünüşteki alameti,
organların dermansızlaşması ve donuklaşmasıdır. Böyle bir insan hareket
ederse, hareketi yerinden düşene kadar daireseldir. Çünkü ona bu ateş her
yönden kendisini kuşatmış gibi gelir. Bu nedenle bir çıkış bulamaz ve
bulunduğu yerde döner. Sanki kaçmak istiyor gibidir. En sonunda, başka bir
niteliğin ortaya çıkışıyla, bu hal hafifler.
istilam, makam değil, haldir. Böyle bir
istilam Şibli’nin niteliği olunca, korkusu ve zayıflığı nedeniyle dönmeye
başlamıştı. Fakat Allah Teâlâ’nın ona inayeti olduğu için namaz vakitlerinde
Şibli’yi kendisine döndürmekteydi. Vakit namazını kılınca, ıstılah hali otoritesiyle
kendisine egemen oluyordu. Cüneyd’e Şibli’nin durumu sorulduğunda şöyle
sormuş: ‘Namazlar devam ediyor mu, etmiyor mu?’ ‘Evet, ediyor’ denildiğinde bu
kez şöyle demiş: ‘Onun üzerinde ‘günah dilini’ işletmeyen Allah Teâlâ’ya hamd
olsun.’ Cüneyd’in ‘günah dili’ ifadesi ne kadar da güzeldir! Çünkü o vaktin
efendisiydi, yoksa günahkâr değildi. Yabancı ise, onu namaz kılmazken görür.
istilamın en hoş hükümlerinden biri, iki zıddı
bir araya getirmektir. Çünkü dermansızlık, hareketi ortadan kaldırır. Bu
haldeki insan dermansızdır, daha doğru bir ifadeyle o, başkası tarafından
hareket ettirilendir. O, dermansızdır ve kendisini böyle hisseder. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır*79
İKİ YÜZ OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Rağbet
O’ndan ve O’nda rağbet ettim
Benim gibi
birinin makamının
Gerektirdiği her hususta
Ve razı olduğu her işte
Allah Teâlâ’nın keskin kılıcı vardır
Kınından çektiğinde, herkes için
Sûfilerin terimlerinde rağbet, üç tarzda kullanılır:
Birincisi, mahalli nefs, konusu ise sevap olan rağbettir. İkincisinin ise,
mahalli kalp, konusu ise hakikattir. Üçüncüsü, mahalli sır, konusu Hakk olan
kısımdır.
Nefs kaynaklı rağbet, sadece sıradan
insanlarda bulunabilir. Allah Teâlâ ehlinden kamillerde ise, insanın Allah
Teâlâ’nın kendisini üzerinde yarattığı doğal, ruhanî ve ilahi bir takım
durumların toplamı olması yönünden bulunabilir. Böylece kamil insan, Allah
Teâlâ’nın ödül vaat ettiği şeyi talep eden bir yönünün olduğunu bilir ve ilahi
hükmü ispadamak üzere bu ödülü talep eder. Sıradan insanların ise bu konuda
bilgileri yoktur. Dolayısıyla rağbetin şeklinde kamil ve sıradan insan ortak
iken her biri, kendisini rağbete iten sebeple diğerinden ayrılır. Söz gelişi
kıyamet günündeki büyüle korkuda peygamberler ile -ki onlar en üstün
insanlardırgünahkâr ve asilerden oluşan sıradan insanlar ortaktır. Fakat peygamberler,
kendileri adına değil, ümmederi adına korkarlar. Çünkü onlar, o yerde güven
içindedir. Sıradan insanlar ise kendileri adına korkarlar. Bunlar korkuda
ortaktır, korkuyu gerektiren sebepte birbirlerinden ayrılırlar. Bir kamil,
içmek üzere bir küpte su soğutmuş, fakat uyumuş. Salih bir rüyasında son derece
güzel bir hurinin kendisine doğru geldiğini görmüş. Ona ‘sen de İçiminsin?’
diye sorunca, ‘küpteki soğuk suyu içmeyen kişinin’ diye cevap vermiş. Sonra,
kamil kişi kendisine bakıyorken eline küpü almış ve onu kırmış. Böylelikle onun
olmuş. Uyandığında, küpün kırılmış olduğunu görmüş. Kırıkları bulundukları yerden
kaldırmamış, hadiseyi hatırlamak üzere üzerine toprak örtmüş. Anlamış ki, bazı
insanlar Rabbini talep ederken bir kısmı o huriyi talep eder. Bu nedenle onu
anlamış ve her birine hakkını vermiştir. Dolayısıyla kendisine karşı zalim
olmamışa. Çünkü Allah Teâlâ’nın seçilmiş kullarından bir kısmı, kendisine
karşı zalimdir. Başka bir ifadeyle kendinden dolayı kendisine hakkını
vermeyerek nefsine zulmeder. Hakkını vermeyişinin nedeni, bilgide sahip olduğu
hakikatlerinin birbirine karışmayacağını ve hiç birinin kendi sınırını
aşmayacağını ve her hakikatin kendisine layık şeyi kabul edeceğini bilenin
mertebesinden aşağı düşer. Buna göre göz, sadece uykusuzluk, uyku ve ilgili
hususları kabul edebilir. Ona özgü sevap ise müşahede ve görmedir. Kulak sevap
olarak ancak hitabı kabul edebilir. Çünkü görme kulağa ait değildir. Kamil insan,
her birinin talebine göre, güçleri uğruna çalışır. Kamil ‘halkına karşı samimi
bir önderdir.’ Onlara haksızlık etmez. Onlara zulmederse, kendi inancına göre
onlar kendilerine zulmeder. Bu ise, başkasının bildiğini bilmeyişinden
kaynaklanır. Örnek olarak, yaşadıkları hadisede, Selman Farisi ile Allah Teâlâ
yolunda kardeşi Ebu’d-Derda’yı verebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve
sellem ise Selman’ı doğru bulmuştu, çünkü o her bir hakikate hakkını
vermekteydi. Bu bağlamda oruç tutuyor, bazen tutmuyor, bazen gece namazı
kılıyor, bazen uyuyordu. Ebu’d-Derda ise, seçilmiş biri olsa bile, kendisine
karşı zalim idi. Oruç tutuyor, bozmuyordu, namaza kalkıyor ve uyumuyordu.
Kalbin rağbeti ise hakikate dairdir. Çünkü
varlıktaki hakikat, değişmedir (telvin). Değişmede sabit olan (mütemekkin
fı’t-telvin) ise, temkin sahibi demektir, yoksa o değişenin zıddı değildir.
Çünkü hakikat, işin böyle olmasını gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Her gün bir
iştedir,’580 Başka bir ifadeyle, O, değişimdedir. Bu kalp ise,
bu hakikati görmek ister. Allah Teâlâ, bunu elde etmeye yaklaşsın diye, söz
konusu arzunun yerini değişme özelliğindeki ‘kalp’ yapmışür. Hâlbuki sınırlama
özelliğine sahip olan akıl yapmamışür. Bu rağbet ve arzu akılda bulunsaydı,
-kalpteki durumunun aksinebir hal üzere sabit olduğu görülürdü. Kalp ise hızla
başkalaşır, çünkü kalp, Rahman’ın parmakları arasındadır ve gerçekte tek bir
durum üzerinde kalamaz. Böylelikle kalp, müşahedesine ve parmakların sağladığı
şekillenmeye göre, hallerindeki değişiklikte sabittir.
Sırrın rağbeti ise, Hakla ilgilidir. ‘Hakk’
derken, dince belirlenmiş amellerde yaratılmışlara gözüken şeyi kastetmekteyim
(hakikat). Böylelikle sır, içerdiği veya ortaya çıkartacağı ilahi bilgiler
nedeniyle, hakkı talep eder. Söz konusu bilgileri dince belirlenmiş hükümler
içerir ve ancak onları yapmakla ortaya çıkarlar. Çünkü ez-Zahir ismi hüküm
bakımından el-Bâtın isminden güçlü, başka bir ifadeyle daha geneldir, ezZâhir
Hakk ve halk makamına sahipken el-Bâtın -halk olmaksızınsadece Hakk makamının
sahibidir. Hakk, kendisinden bâtın olmazken kendisine zuhur eder. Bunu bilenin
sırrı, Hakkı arzular. Çünkü Alam âlemi kendisine bağlayarak iki nispeti
olduğunu bildirmiştir: Birincisi âlemin varlıklarını ortaya koyan ilahi isimler
vasıtasıyla âleme dönük iken diğeri âlemden müstağnilik nispetidir. Alemden
müstağnilik yönünden Allah Teâlâ, kendisini bilir ve biz O’nu bilemeyiz.
Dolayısıyla Allah Teâlâ kendisinden bâtın kalmaz. Alemin kendisiyle irtibatı
yönünden ise, O’na delildir ve bu yönden Allah Teâlâ kendisini bilir, biz de
kendisini biliriz. Öyleyse ezZâhir iki nispeti de içermiş ve hüküm bakımından
el-Bâtm’dan güçlü olmuştur. Sır ise Hakkı arzulamıştır, çünkü müstağnilik
özelliğini bilen odur. Onu ancak o bilebilir. Böylelikle ümitsizliği kesilmiş,
rahadamış, talep etmesi gerekeni talep etmiştir. Böylece kendisine yarar
verecek işe kendisini vermiştir. Allah Teâlâ bizi hakkı ‘Hakk’ olarak görüp de
ona uyanlardan etsin. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
Rehbet (Korku)
Rehbet korkudur, değişmekten ve kaderden
Ve tehditten, doğru sözlünün bildirmesi nedeniyle
Doğruluğunu gösteren delil var
Öyleyse korkan ve ürken koşan ve öne geçendir
Körlük karanlıklarında yürür durur
Korkanın yürümesi veya âşık-sevdalının yürümesi gibi
Himmetiyle korkarak yürür ve onu görürsün Yürüyüşünde korkar,
yıldızın kaymasından bile
Sûfiler rehbet’i (korku) üç anlamda
kullanırlar: Birincisi, tehdidin gerçekleşmesi, İkincisi bilginin değişmesi,
üçüncüsü ise, takdir edilen işin gerçekleşmesinden korkmak. Birincisi, hükmü
kalkmayan ve geçerli bir haber yoluyla tehdidin gelmesidir. İkincisi ise,
bilginin değişmesidir. Bu durum ‘Allah Teâlâ dilediğini siler ve dilediğini
sabit kılar*81 ayetinde
belirtilir. Üçüncüsü ise ‘Benim nezdimde söz değişmez*82 ayetinde
belirtilir. Belirli bir şeyle sınırlanmayan genel rehbet ve korku ise, kulun
belirlenmiş cezaların kendisine uygulanmasından endişe ettiği bütün
korkulardır. Burada hükmün ilahi kaynaklı olmasıyla akıl kaynaklı olması
birdir. Akıl kaynaklı hakkında Allah Teâlâ ‘Kendilerinin ortaya koyduğu bir
ruhbanlık*83 demiştir.
Yani onlar, bunu kendileri adına icat etmişlerdir, yoksa biz kendimizden onlara
bunu yazmadık. Hakk da ruhbanlığı geçerli saymış ve kendisine riayet etmediklerinde
onları cezalandırmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ ruhbanlığı onlara yazmamıştır,
(onlar ise) ancak Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere bunu
geliştirmişlerdir. Bu nedenle de Allah Teâlâ, bu konuda niyetlerini ve
maksatlarını güzelleştirsinler diye, ruhbanlığa uyanları övmüştür. Sözde ise
bir takdim ve tehir vardır. Adeta Allah Teâlâ şöyle der: Onlar ruhbanlığa
sadece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere hakkıyla riayet etmişlerdir.
Burada ruhbanlığa uyanları kast etmektedir. Bizim şeriatımızda bu ruhbanlığın
tezahürü, ‘Kim iyi bir âdet çıkartırsa...’ şeklinde dile getirilmiştir ki,
(bidat-ı hasene) bu da, bir şey üretmek kabilindendir. Ömer b. Hattab,
insanları Ramazan’da (teravih için) cemaatte toplayınca şöyle demiştir: ‘Ne
güzel bidat (âdet) oldu bu’ diyerek onu ‘bidat’ diye isimlendirdi. Günümüze
kadar sünnet bu konuda böyle sürmüştür. Meşru ameller (bir kez
niyetlenildiklerinde) yapılmaları zorunlu olduğu için -söz gelişi adale
gibiyükümlü korkmuş ve korku kendisini kaplamıştır (rehbet). Böylelikle korku
kendisini hadleri korumaya sevk etmiştir. Bu nedenle de ‘rahib (korkan)’ diye
isimlendirilmişken şeriat da ruhbanlık diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ,
kitabında ruhbanları övmüştür. Bu bağlamda bazı insanlar korkularını tehdide
bağlarken tehdidin gerçekleşmesinden endişeye kapılır. Örnek olarak, tövbe
etmeden ölen insan hakkında tehdidin gerçekleşeceğine inanana Mutezile
mezhebindeki verebiliriz.
Bilmelisin ki, burada dikkatini çekeceğim bir
sır vardır. Şöyle ki: Allah Teâlâ’nın karşılığında cezalandıracağını söylediği
bir günahı işleyip korkan bir müminin kendisinden meydana gelen davranış
nedeniyle içinde pişmanlık duymaması mümkün değildir. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Pişmanlık tövbedir.’ O halde günahkâr
müminde pişmanlık vardır ve o pişmandır. Bu durumda pişmanlığın gerçekleşmesi
nedeniyle tehdidin hükmü de ortadan kalkar. Çünkü müminin günahı nahoş bulması
ve ondan memnun olmaması zorunludur. Bu esnada ise (günah olan) amelini
yapmaktadır. Öyleyse mümin, günahı nahoş bulması ve onun günah olduğuna
inanması yönünden salih amel sahibi iken günahı işlemesi bakımından ise günah
sahibidir. Öyleyse bu kişinin sonu, salih amel ile günahları katıştıranlardan
olmaktır. Allah Teâlâ bu sözün ardından şöyle buyurur: ‘Umulur ki
Allah Teâlâ onların tövbesini kabul eder.’584 Allah
Teâlâ için ‘umulur ki’ ifadesi, zorunluluk bildirir. Allah Teâlâ’nın söz konusu
kullarına dönmesi ise, onların tövbe etmesiyle gerçekleşir ve onlara mağfireti
kazandıran ise pişmanlıklarıdır. Pişmanlık tövbe demektir. Günahkârlar pişman
olduklarında, Allah Teâlâ’nın onlara dönmesi gerçekleşmiştir. Böyle biri, üç
yönden salih amel sahibidir: davranışın günah olduğuna inanması, onu yapmayı
nahoş bulması ve yaptığına pişmanlık duyması. Buna karşılık, tek bir yönden de
günahkârdır. O da, söz konusu günahı işlemesidir.
Bu pişmanlıkla birlikte, ister söylediğimizi
bilsin ister bilmesin, yine de korku kendisine hakimdir. Çünkü o, bu tövbe
üzerindeyken ölse bile, başka nahoş bir fiilin kendisinden çıkmasından korkar.
Çünkü korku kendisinden ayrılmaz ve bu kez korkunun konusu tehdidin gerçekleşmesinden
Hakkın azarlamasına ve sorgu esnasında kendisinden meydana gelen günahı itiraf
etmeye intikal eder. Öyleyse sürekli korkuyu hisseder. Bu da tehdit
türlerinden birisidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Kim zerre
miktarı iyilik yaparsa onu görür: Kim zerre miktarı kötülük yaparsa onu görür.’585
Öyleyse yaptığına vâkıf olması kaçınılmazdır ve kişi o çirkin amelini görmek
-ki görmesi zorunludurnedeniyle azarlanmaktan korkmaktadır. Allah Teâlâ bu
ayette o amel nedeniyle cezalandırılmaya değinmemiştir. Öyleyse zorunlu olan
görmektir (ceza değil). Bağışlanan kimselerden ise, yaptığı suçun büyüklüğünü
ve bunun karşılığında kendisini bağışlamakla Allah Teâlâ’nın nimetinin
büyüklüğünü görür. Doğru sözlünün haberinin bildirdiği budur, yalan o söze
giremez, çünkü böyle bir şey ilahi mertebe hakkında imkânsızdır. Âlim insan,
Hakkın kullarına dönük hitabının onların aşina olduğu dille gerçekleştiğini
dikkate alabilir. Kur’an-ı Kerîm’in dili, bütün Arapların anlayış birliğine
vardıkları hususlara göre inmiş bir Arapça’dır. Söz konusu hususlar, kendi
örflerine göre, övündükleri veya kınadıkları konulardır. Araplara göre güzel
ahlakın gereği şudur: Güzel ahlak sahibi, söz verirse sözünü tutarken birini
cezalandıracağını söylerse, bağışlar ve affeder. Onların güzel ahlak anlayışı
ve asil insanı övdükleri nitelik budur. (Kur’an-ı Kerîm’de de) Tehdit onların
anlayışlarına göre inmiştir ve akli delillerle bu hususta bir çelişme yoktur.
Bunun nedeni bazı ilahi haberlerde neshin olmayışı ve yalanın imkânsızlığıdır.
Maksat, güzel ahlakı getirmektir. Bir Arap şairi şöyle der:
Ona söz verir veya tehdit edersem
Sözümü tutarım da tehdidimden cayarım
Allah Teâlâ suç işleyene yönelik tehdidinden
vazgeçerek, onu bağışlamak ve affetmekle özelliğiyle kendisini nitelemiştir.
Bunun yanı sıra, söz verdiği iyilikleri yerine getirmekle kendisini övmüştür.
Dilde şöyle denilir: ‘Ona iyilikte ve kötülük karşısında söz verdim.’ Hâlbuki
‘onu tehdit ettim’ sadece kötülük hakkında denilebilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her
peygamberi kavminin diliyle gönderdik.’586 Başka bir ifadeyle aşina
oldukları dille gönderdik. Arapların anlayışlarına göre bağışlamak ve affetmek,
kendisinden meydana gelen kimsenin övülmesini gerektiren davranışlardır.
Öyleyse Allah Teâlâ bu davranışa daha layıktır. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ
tehdidini dilediği kimsede uygulayacağını bize bildirmiştir. Bütün bu yorumlara
rağmen, tehdidin gerçekleşebileceği hakkmdaki korku kulun kalbinden silinmez.
Çünkü kul, kendisinin cezalandırılacaklardan mı, yoksa bağışlananlardan mı
olacağını bilemez. Daha önce, günahkârın kendisinden meydana gelen günahın
ardından hissedeceği pişmanlıktan söz etmiştik. Pişmanlık tövbenin ta
kendisidir. Pişmanlığı tövbe yapan, sonra da kendisini et-Tevvab ve er-Rahim
diye niteleyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun! et-Tevvab, bütün günahlarda kullarına
merhametle dönen demektir. Bu sayede günahkâr kuluna pişmanlık verir ve kulun
kendisine dönmesiyle kul da Allah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra
Allah Teâlâ onlara döner ki, onlar da Allah
Teâlâ’ya dönsün. Allah Teâlâ merhametli ve tevvab’tır,’587
İkinci rehbet (korku) ise, (ilahi) bilginin
değiştirebileceğini kesin olarak öğrenmekten kaynaklanır. İnsan, Allah
Teâlâ’nın kendisine dair bilgisinin ne olduğunu bilmediği için korkar: Acaba
o, hakkında değişiklik istenilenlerden midir, değil midir? Allah Teâlâ şöyle
buyurur: cYüz çevirirlerse, onların yerine bir topluluk getirir ve onlar
gibi olmazlar.’5m Burada Allah Teâlâ sebebi bildirmiştir ki,
yüz çevirmedir. Alameti de bildirir. O da, -Allah Teâlâ’dan değilO’nun
zikrinden yüz çevirmemektir, çünkü Allah Teâlâ’dan yüz çevrilemez. Bu nedenle
Allah Teâlâ, peygamberine şöyle demiştir: ‘Benim zikrimden yüz çevirenden sen
de yüz çevir.’589 Gözetleme
yerinde bulunandan nasıl yüz çevrilir ki? Her şey O’nun avucunda ve göz önündedir.
insan, bilinenin değişmesine göre, bilginin
değiştiriciliğini müşahede edebilir. Çünkü bilgi bulunduğu Hakk göre bilinene
ilişir. Bu nedenle de -bilginin değişmesi nedeniyle değilkonusunun değişmesi
nedeniyle ilgi ve taalluk değişir. Öyleyse bilginin değiştiriciliğinden
korkmak, gerçekleşen şeyden korkmaktır. Çünkü gerçekte bilginin değiştirmede
bir etkisi yoktur. Değiştirme, kalpte korku meydana getiren fiilin
varlığını var edene aittir. O ise Allah Teâlâ’nın kadir olmasıdır. Bilgi, değişme
ve değişmenin kendisine doğru gerçekleştiği şeyle ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle
buyurur: ‘Öğreninceye kadar sizi deneyeceğiz.’590 Yani yükümlülükle
sizi deneme esnasmda sizden meydana gelen günah veya itaatler ortaya
çıktığında, benim bilgim de -her kim olursa olsunona ilişir.
Bilginin değiştiricilik mertebesicAllah Teâlâ
dilediğini siler ve sabit kılar’591 ayetidir.
Burada Allah Teâlâ, yazmadan sonra silmeyi zikretti ve yazdıktan sonra da
dilediklerini sabit lalar. ‘Ümmü’l-kitab O’nun katindadır.’592
Ümmü’l-kitab
(kitabm anası), değişmeyen ve silinmeyen ezelî kitaptır. Allah Teâlâ yazdıktan
sonra silinecek ve geride kalacak şeyleri bildiği için, değiştirme bilgiye
izafe edilmiştir. Zikrettiğimiz konuda işin gerçeği ise, bilgide değişmenin
olmayışı ve sadece (bilginin bilinene) ilişmesindeki değişmeden ibarettir.
Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ sizin kendinize ihanet ediyor olduğunuzu bildi’595
buyurur. Burada Allah Teâlâ bilgisinin onların nefislerine ihanet edeceğine
ilişmesini kast etmemiştir. Burada gelecek zaman, geçmiş zaman anlamındadır.
Çünkü Arapça’da -kesin olduğundagelecek zaman mazi kipinde gelebilir. Buna
örnek olarak ‘Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın emri gelmiştir,
acele etmeyiniz’594 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ bu
bildirimden önce oruçlunun oruç gününün gecesinde eşine yaklaşmamasını
emretmiş, bir kısmı Allah Teâlâ’nın bu konudaki sınırını aşmıştı. Allah Teâlâ
bunu bilince, bu fiili işleyenleri bağışlamış ve mescitlerde itikaf yapanların
dışındakiler için, Ramazan’da geceleyin cinsel ilişkiyi helal kılmıştır.
Onlardan ise, böyle bir fiil kendilerinden meydana gelene kadar, yasağı
hafifletmemiştir. Böyle bir iş yapan kimseden aynı şeyi yapması beklenir ve bu
nedenle de -ona merhamet ederekkendisine cinsel ilişki mubah yapılır. Böylece
aynı şey kendisinden meydana geldiğinde, onun adına helal ve mubah olup hainlik
niteliği kendinden düşer. Çünkü din, yükümlüdeki bir emanettir.
Takdir edileni öğrenmekten kaynaklanan
korkunun kaynağı ise ‘Benim nezdimde söz değişmez’595 ayetidir. Başka bir ayette ise
Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri değişmez1596 buyurur.
Bu ayette Allah Teâlâ’nın kelimeleri derken var olanların kast edilmesi
mümkündür. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İsa’dan söz ederken ‘Meryem’e ilka ettiği
kelimesidir’ demişti. Bu durumda Allah Teâlâ, var olanların bir şeyi
değiştirmesini reddetmiş olur. Değiştirme Allah Teâlâ’ya aittir. Özellikle de
ayetin zahiri, bu tevile işaret eder. Bu durum ‘Yüzünü
hanif olarak dine çevir, Allah Teâlâ’nın insanları kendisinde yarattığı fıtratı,
onda değişme yoktur’597 ayetinde
belirtilir. Yani Allah Teâlâ’nın kelimeleri (bunu) değiştiremez. Başka bir
ifadeyle onlar, bu konuda bir değiştirme imkânına sahip değildir. Bu ifade,
Allah Teâlâ’nın bizi rabliğini kabul etme özelliğinde yarattığıyla ilgili bir
müjdedir. Artık bu kabul, daha sonra bazı insanlarda ortaya çıkan ortak koşma
nedeniyle değişmez. Çünkü Allah Teâlâ, insanların bu konuda değiştirme
(imkânlarını) ortadan kaldırmıştır. Aksine onlar, kendi fıtradarında bulunur
ve kıyamet günü müşrik de -şirk koştukları şeyler kendilerinden
uzaklaştığındabu inanca varacaktır. Öyleyse değiştirmenin insanlara izafe
edilmeyişi, rahmete ulaşacakları hakkında onlar adına bir müjdedir. Ateşte
kalsalar bile, bu, oranın bir yer olması nedeniyle orada kalırlar, yoksa azap
ve acı yeri olması nedeniyle orada kalmazlar. Aksine Allah Teâlâ onları ateşte
nimet görmelerini sağlayacak bir mizaçta yaratır. Öyle ki, bu mizaçla birlikte
cennete girselerdi, cennetin itidali nedeniyle mizaçlarına uygun olmadığı
için, acı duyarlardı. Öyleyse her İçimin adına Allah Teâlâ’nın kelimesi bir şekilde
gerçekleşirse, çalışmaması gereken bir işte çalışan, arzu etmemesi gereken bir
işi arzu eden kimsedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, cennet ehlinin
amelini yaparak, insanların gözünde ‘ameliyle cennete yaklaşan’ biri hakkında
şöyle der: Kaderi öne geçer ve sonunda cehennemliklerin bir amelini yaparak
cehenneme girer.’ Aynı şey cehennemliklerin amelini yapan kimse hakkında
geçerlidir. Sonra şöyle buyurmuştur: ‘Ameller, sonlarıyla değerlendirilir.’
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu hadiste önceki bilginin (kader)
kime ait olduğunu ve sonucun söz konusu bilginin hükmünün ta kendisi olduğunu
belirtmiştir. Bu nedenle bir sûfı şöyle der: ‘Siz sonuçtan korkuyorsunuz. Ben
ise kaderden korkmaktayım (önceki bilgiden).’ (Kaderin) ‘Sabıka’ diye
isimlendirilmesinin nedeni, sonucu öncelemiş olmasıdır. İşte bu, hükmü ancak
zamandan sonra ortaya çıkan mevcut bir anlamdır. Bu yönüyle kader bilgisi
(sabıka), bazı kelamcıların (Mutezile) kûmun ve zuhur (gizlenme ve açığa
çıkma) derken dayandıkları ilkeyle ilgilidir. Bilhassa Şâri, cehennemliklerden
birinin mutluların amelini işlemesiyle ilgili olarak buna dikkat çekmiştir.
Sonra ‘insanların gözünde...’ der. Aynı şekilde, cennediklerin bedbahdarın
amelini işlemesi hakkında da ‘insanların gözünde’ demişti. Allah Teâlâ ise
bunu kendilerinden bilir. İşte bu, varlığı kendilerinde olsa bile, hükmü dışta
zuhur eden şeydir. Gösteriş yapanlar da bu kapsamdadır. Şu var ki, burada varılan
yer hakkında bir müjde vardır. Şöyle ki: Alimler, hükmün öne geçene ait
olduğunu bilir. Sonra gelen ise ondan sonra gelir. Bu nedenle öndeki öncelik
hakkını elde eder. Burada ‘öncelik hakkı’, Adem ve zürriyetidir. Kuşkusuz Allah
Teâlâ’nın rahmeti ve gazabı, bu konuda birbiriyle yarışmış ve rahmeti gazabını
geçmiş, bize mekân olmuştur. Gazap ardından gelmiştir. Böylelikle rahmet
avucunda (kabza) var olduk ve rahmet öne geçerek bize mekân oldu. Artık gazabın
bizde sürekli bir hükmü uygulanmaz. Aksine gazap, bazı durumları görmemiz için
bize ilişir. Bunun nedeni tek bir mekânın bizi toplamasıdır. Bu nedenle gazap,
kendisine olan istidadımıza göre, bize etki etmiştir. O mekânda rahmet gazaptan
ayrıldığında, bize yerleşmesiyle rahmet bizi almış, biz de Allah Teâlâ’nın
gazabından ayrıldık. Gazabın bizde, yani Ademoğullarındaki hükmü, sonsuz
değildir. Bizim dışımızda ki yaratıklarda, söz gelişi şeytanlardaki süresini
ise bilmiyorum. En iyisini Allah Teâlâ bilir!
Bu zevk sahibi, öne geçen bilgiden (kader)
korkmaz. Çünkü yükümlülük diyarının dışındaki yerlerde, Allah Teâlâ’nın
rahmetinden korkulmaz. Öyleyse öne geçen bilgiden korkmak, belirli bir şeyle
ilgili olabilir, rahmet değildir o. Korkulan bu öndeki (bilgi) ‘bedbahtlık’
olarak takdir edilmişse, sürekli değil, geçicidir. Çünkü onu destekleyecek bir
ilke yoktur, çünkü onun aslı Allah Teâlâ’nın gazabıdır. Gazap ise -öndeki
değilsonra gelendir. Mutluluğun öne geçmesi ise, sonra ortadan kalkacak şekilde
arızî değildir. Çünkü onun kendisini destekleyen ve güçlendiren bir aslı ve
dayanağı vardır. Bu ise, gazabını geçmiş olan Allah Teâlâ’nın rahmetidir. Bu
nedenle mutlulukla ilgili bu tikel ve arızî durum sürekli iken, bedbahtlıkla
ilgili tikel durum, sürekli değildir. Bunu bilmelisin! ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’5911
İKİ YÜZ OTUZ BEŞİNCİ BÖLÜM
Tevacüd (Vecde Gelmeye Çalışmak)
Tevacüd bir
hal değil ki övesin Makam değil ki, hükmü ve etkisi
olsun
Her grupta sahibini eksiltir (yalancı
çıkartır)
Bu yolda bir terazisi de yok
Nakıs bir şeydir, kınanmıştır bu nedenle Gerçekte yoktur bir
üstünlüğü
Kimde tevacüd bulunursa bulunsun:
Tevacüd bütünüyle yalan ve iftiradır
Bilmelisin ki, tevacüd, vecdi çağırmak
demektir, çünkü o, vecdi elde etmeye çalışmaktır. Vecd tarzında sahibine
gözükürse, (böyle biri), yalancı, ikiyüzlü ve münafıktır ve Allah Teâlâ yolunda
bir nasibi yoktur. Bu nedenle sûfıler, tevacüdü sadece içinde bulunduğu cemaate
-hal veya makam sahibi değiltevacüd sahibi olduğunu belirten kimse adına
onaylamış, bunun için bir takım şartlar belirlemişlerdir. Şartlardan biri, hal
karinesinin söz konusu kişinin hareketlerinde vecd sahiplerine uyduğunu göstermesidir.
Tevacüd sahibi, cemaatin üzerinde etkisi veya saygınlığı olan bir şeyhin
işaretinden harekete geçmelidir. Bu şardarın dışına çıkan kimsenin tevacüd
sahibi olması veya bunun etkisinin üzerinde gözükmesi söz konusu değildir.
Tevacüd’den kaynaklanan bir vecd, vecd değildir. Çünkü ‘vecd’, kalbe ansızın
gelen şey demektir. Başka bir ifadeyle vecd, gerçekte hücum demektir. Öyleyse
vecd kazanılmış bir şeydir ve kişiye aittir. Tevacüd ise kazanmaya çalışmak demektir.
Vecdi tevacüdden kazanmaya çalışmak, bir kazanım değil, kazanma çabasıdır. Bu,
Allah Teâlâ’dan gelen bir müjdedir, çünkü Allah Teâlâ günahı kazanma çabası,
sevabı ise kazanım yapmıştır. Nefse şöyle hitap etmiştir: ‘Kazandığı
şey lehinedir.’599 Böylelikle
onu nefsin lehine zorunlu yapmıştır. Kazanma çabası hakkında ise şöyle
demiştir: ‘Kazanacağı şey aleyhinedir.’600 Öyleyse
Hakk, nefs adına sadece kazanacağı şeyi almayı zorunlu kılmıştır. O halde
kazanma çabası, nefsin Hakk ettiği değildir ki onu Hakk etsin. Hâlbuki nefs
kesbi Hakk ederken iktisabı Hakk etmez. Hakk, Hakk edişe göre davranır. Hakkın
affı, suça karşı cezalandırma üzerinde hüküm sahibidir. Öyleyse Allah Teâlâ
ehlindeki tevacüd, vecd olmadığı halde, vecd sahiplerine uymak amacıyla görünüşte
vecd göstermektir. Bununla birlikte mecliste bulunanlara, vecd sahibi
olmadığını bildirmesi gerekir. Bunu yapmak zorunludur. Bu dürüstlükle birlikte,
tevacüdün terki daha iyidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın hakkını gözetmek,
yaratıkların hakkını gözetmekten daha iyidir. Çünkü yaratıkların hakkını
gözetmek Hakkın bu konudaki emrini gözetmekten kaynaklanmıyorsa, böyle bir
davranış, yağcılıktır (müdahene). Müdahene ise, kınanmış bir niteliktir. Allah
Teâlâ ehli, içinde Allah Teâlâ’nın zorunluluk -ki fiil ise böyledirşeklinde
bir emrinin bulunmadığı bir davranışla nitelenmez. Ya da o, söz konusu fiil
için nitelikler içinde Hakka ait bir nitelik vardır ve Allah Teâlâ ehli o
fiili yaparken o niteliğe dayanır. Söz konusu fiil yaratıkların nezdinde
kınanmış bile olsa, (ilahi) hükmün gerektirdiği bir durum nedeniyle Hakk
onunla zuhur ettiği için, Hakkın nezdinde övülmüştür. Bunun nasstan ilahi
dayanağı, Nuh peygamberin söylediği ‘Siz bizimle alay ettiğiniz gibi şimdi de biz
sizinle alay edeceğiz’601 ayetidir.
Başka bir ayet ise ‘Siz bugünkü kavuşmayı unuttuğunuz gibi, bugün de biz sizi unuturuz’602 ayetidir.
Allah Teâlâ kendisini unutma özelliğiyle nitelemiştir. Burada kast edilen şeyin
hükmü, hakkında ‘Kafirler yaptıklarının karşılığını buldu mu?’603 denilen
kimsede ortaya çıkar. Burada uyum ve muvafakatin delili, surettedir.
Böylelikle kendisine yerilen isim, kevnî mertebeyi içerdiği gibi aynı zamanda
ilahi mertebeyi de içermiştir. Gaye bu işin övülüyor veya kınanıyor olması
değildir. Kast edilen şey, ilahi uyumun ortaya çıkmasıdır. Allah Teâlâ ehli ilahi
uyumun ortaya çıktığını gördüklerinde, tevacüd’e müsamaha göstermiş, ancak
sûfilerin dayanak noktasını teşkil eden dürüstlük makamının gereği olarak,
bildirmeyi şart koşmuşlardır.
Şöyle sorabilirsin: Bu ilahi ve nebevi uyum
iki yerde ve farklı mecliste gerçekleşmiştir: Tevacüd ise bir meclistedir.
Şöyle deriz: Benim kendisinden delil getirdiğim hususta zikrettiğim meselede
haklısın! Biz sadece muvafakati kast ettik. Burada tek bir vakitte işin
gerçekleşmesini kast etmekteysen, bu, aldattığı kimseler bunun farkında değil
iken Allah Teâlâ’nın aldatmasında mevcuttur. Öyleyse bu ancak dünya hayatında
gerçekleşebilir. Çünkü onlar, ahirette kendilerini helak edecek şeylerden
verdiği genişlikle Allah Teâlâ’nın kendilerini aldattığını öğrenirler. Burada
aldatma kendilerinden aldatma meydana geldiği gibi gerçekleşir. Aksine onların
aldatması, Allah Teâlâ’nın kendilerini aldatmasının ta kendisidir. Onlar ise
bunun farkında değildir.
Ömer b. el-Hattab Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem’in huzuruna girmiş. Onlarm Bedir savaşının şehiderine ağladıklarını
görünce kendilerine şöyle demiş: ‘Sizi ağlatan sebebi bana söyleyin.’
Ağlanacak bir şey varsa ben de ağlayayım. Böyle bir şey bulamazsam, ben de
ağlar gibi yaparım. Yani gözyaşları akıtmak üzere size uyarım.’ Ağlamaya
çalışmak, tevacüd gibi, gerçeği yokken şekilde bir şeyi göstermek demektir.
Öyleyse tevacüd, ruhsuz bir surettir. Şu var ki, onun kendisine dönülen ve
dikkate alınan bir ilkesi vardır ki, bu aslı belirttik. Şöyle sorabilirsin:
Hakikatler, hükmünün kendisinde ortaya çıktığı kimsede anlamın varlığı
olmaksızın, zahirde bir anlamın hükmünü nasıl izhar ettirebilir? Şöyle deriz:
bu husus ilahiyat bahsinde ‘Kulları için küfre razı olmaz, şükrederseniz
sizin için razı olur’604 ayetinde
belirtilir. Rıza, bir iradedir. Bazen onun nezdinde razı olunmuşluğu
olumsuzlarken bazen de onun adına irade edilen olmayı olumsuzlar. Öyleyse bir
anlamın hükmü ortaya çıkmış, Hakk ise kendinden onu olumsuzlamıştır. Aynı şey,
vecd kendisinde yok iken, tevacüdde vecd için geçerlidir.
Rıza konusunun ince bir yönü vardır ki, Marifet kitabında
zikretmiştik. Söz konusu kitap, ince bir kitaptır, oraya bakılabilir. Burada
onu suret olarak getirdik ve eşyadaki tahkik yöntemimize göre onu ele almadık.
Biz onu hasmın kanıtını reddetmek üzere cedel burhanı bağlamında zikrettik,
yoksa amacımız hakikate delil getirmek değildi. Öyleyse tevacüdde ortaya çıkan
vecd, tevacüd sahibinin nefsinde ortaya çıkan vecdin tahayyül edilen hükmüdür.
Öyleyse o, hayali mertebedeki gerçek bir hükümdür. Daha önce hayalin bir varlık
mertebesi olduğunu ve tahayyül edilen şeylerin varlıkla nitelenmiş olduğunu
belirtmiştik. Öyleyse tevacüd sahibi vecdin hükmünün suretiyle ancak içinde
tahayyül ettiği bu vecdin hükmü nedeniyle zuhur edebilmiştir. Öyleyse o, ancak
bir varlıktan ortaya çıkmıştır. Bu nedenle onun doğruya dönük bir yönü vardır.
Bu nedenle tevacüd sahibinin tevacüd yaptığını bildirmesi zorunludur.
Böylelikle mecliste bulunan dinleyici, bü halin hayal mertebesinin dışındaki
bir vecdden değil, tahayyül edilmiş vecdden kaynaklandığını öğrenir. Onun
hayalde sahih bir hükmü vardır. Buna örnek olarak sarılığı olan kimseyi
verebiliriz. Böyle biri, düşeceği bir yerde bulunduğunda, düşer. Bu, hükmü
duyuda ortaya çıkmış olan tahayyülden kaynaklanarak düşmedir. Aynı şey,
tevacüd sahibi için geçerlidir. Onda da, sahih vecd insanı duyudan
uzaklaştırdığı gibi kendisini duyularından uzaklaştıracak ölçüde tahayyül
edilen vecd etlendir. Fakat sahih vecd hali ile tahayyül edilen vecd arasında
sonuçta bir fark vardır. Biz bu farkı Risale-i la yeulu aleyh’te
açıklamıştık. Çünkü sahih vecdin neticesi bilinmezdir. Hayali vecdin neticesi
ise sınırlı ve belli bir şekilde hüküm verdiğinde, bu işin ehli olan sahibi
tarafından bilinir. Çünkü böyle bir vecd ancak vecd hakkındaki hayaline uygun
bir sonuç meydana getirir ki o da bellidir. Sahih vecd, sahibinin farkında
olmadığı yönden, kendisine isabet eder. Dolayısıyla sahibi vecdin kendisine
neyi getirdiğini de bilemez. Tevacüd hakkmda yeterli açıklama yapmış olduk.
‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ OTUZ ALTINCI BÖLÜM
Vecd
Bir emrin gelişi seni kendinden
fani ederse eğer
Bu vecddir, işte, hem de apaçığı!
Hüküm verir, hükme konu olmaz
Evet! Ondan haz alınır ve bazen de fenaya yol
açar
Vecd’deki en garip iştir bu
Çünkü onun mizacı bal ile sudur
Bilmelisin E sûfılere göre vecd, kalbe ansızın
gelip kişiyi kendinden ve yanında bulunanlardan habersiz Hakk getiren
hallerdir. Onlar vecdi kalpte hüznün ürünü anlamında da kullanabilirler. Üstat
şöyle demiştir: ‘Genel olarak bu güzeldir. Vecd bir haldir. Haller ise
vergidir, kazanım değillerdir. Bu nedenle tevacüd, sahibi adına vecd meydana
getirdiğinde, nefs kazanım olarak elde edilen bir şeyden etkilenmiş olur.
Hâlbuki sûfılere göre hal kazanılmış olamaz. Bu nedenle, tevacüd sahibinin
vecdine itimat edilemez.
Sûfılere göre haller arasında vecdin yerinin
benzeri, vahyin peygamberlere gelişidir. Vahiy de onlara ansızın gelir.
Nitekim bir hadiste şöyle belirtilir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem
sürekli olarak Hira mağarasına çekilirdi. En sonunda vahiy ansızın kendisine
gelmiştir.’ Vahiy, peygamberin amaçladığı bir şey değildi. Aynı şekilde vecd
ehli de, varlıkta konuşan herkesin sözünü Haktan dinlerler. Alemdeki herkes ise
konuşandır. Öyleyse onlar, âlemdekilerin konuşmasında bütünüyle Allah
Teâlâ’dan anlamaya kendilerini vermişlerdir. Bu konuşmanın nağmeli olması veya
olmaması ya da sesle olup olmaması birdir. Onlar bu halde iken, kendilerine
ansızın ilahi bir emir gelir ve onları kendilerini görmekten olduğu kadar vecd
sahibi olduklarını görmek ve duyu ile idrak edilen herkesi görmekten alı
koyar. Onlar adına gerçekleşen bu hal; sûfılere göre, vecd’dir.
Vecdin sahibine getirdiği bir fayda olmalıdır.
Çünkü fayda getirmeden veya bilgi artırmaksızın vecdin gelmesi, farkında
olmadığı yönden kalbin uyumasıdır. Çünkü bu beklenmedik halde gelen şey, Allah
Teâlâ’dan kendisine sahip olmadığı bir bilgi vermek üzere gelmiştir. Söz konusu
bilgi onun nefsini şereflendirecek, kemale erdirecek, diğer nefislere karşı
geliştirecektir. Böyle bir bilgi ancak temiz ve arınmış bir nefse gelebilir.
İşte vecdin bu yoldaki hükmü budur.
Genel anlamda vecd ise, bölümün başında
kendisini tanımlarken söylediğimizdir. Bu vecdde temizlik veya başka bir şart,
ancak bu yolda ileri sürülmüştür. Temizlik olmaksızın sıradan insanlarda da
ortaya çıktığına göre, vecd sadece kendisinin özel anlamda vecd olduğuna kanıt
olabilir, yoksa Allah Teâlâ’dan olduğuna kanıt olamaz. Bu nedenle de yabancılarla
(sûfıler arasmda) bir karışıldık ortaya çıkar, insanlar böyle bir vecd’de Allah
Teâlâ ehli ile Allah Teâlâ ehli gibi gözükenlerin durumunu ayırt edemezler.
Onlar, Allah Teâlâ ehlinden olmasa bile, halleri birdir. Bu nedenle Allah Teâlâ
ehli nağmelerle sınırlı sema’da tek bir kalp üzere olmayı ve kendilerinden
olmayanların aralarında bulunmamasını şart koşmuşlardır. Öyleyse onlar, sadece
benzerleriyle veya hallerine inanan ve itikat besleyenlerle bir araya
gelirler.
Bunun Haktaki dayanağı, kendisini öldüren
insanın canıyla Hakk ile yarıştığını belirterek, kendisini böyle nitelemesidir.
Bununla birlikte Hakk ile yarışan kişi, kendisiyle yarışmıştır. Fakat ilahi
niteliklerde böyle yer almıştır ve bunların hepsini kabul ederiz! Çünkü Allah
Teâlâ bu mahalde kendisini yükümlü tuttuğu yerde bir durum irade etmiştir.
Zamanı ve vakti geldiği için de, söz konusu şerî ve ilahi emir gelir. Geldiği
mahalli ise o varidin hakikatinin verisinden başka bir halde bulur. Bununla birlikte
onda ancak Allah Teâlâ’nın bilgisinin etkin olacağını biliriz. Fakat mertebelerin
doldurulması, mezheplerin farklılaşmasına yol açmıştır. Hakk burada, intihar
eden karşısında vecd ve hal sahibi haline gelmiştir. Böylelikle ilahi makam
burada âlemlerden müstağni olmak şeklinde kendini görmekten müstağni olmuştur.
Nitekim benzer bir ifade, kendisine karşı öfkelenen hakkında gelmiştir. Öyleyse
burada ilahi makam, âlemlerden müstağni oluşunu görmekten fani olmuştur. Çünkü
makamlar, birbirine komşudur, fakat iç içe girmezler. Öyleyse her makamın bir
hükmü vardır. Kuşkusuz Allah Teâlâ, kitabında ve peygamberlerinin sözleri gibi
doğru haberlerde kendisine gerçekte nispet edilecek nitelikleri kullarına
açıklamıştır. Öyleyse edebin gereği, akli deliller kendisini reddetse
bile, Hakkın kendisine nispet ettiği şeyi O’na nispet etmektir. Çünkü yine akli
delille âlemin bir kısmının Hakkın kendisini bildiği tarzda
O’nu bilmeyeceğini öğrendik. Öyleyse Allah
Teâlâ, bilinmeyen-bilinendir. O kendinden başka ilah olmayandır. ‘O’nun
benzeri bir şey yoktur. O, duyan ve görendir.*05
Şöyle diyebilirsin: Müsadefe tesadüf edilen
şeyin mahiyetini bilmemeyi gerektirir? Öyleyse bunun ilahi (isimlerdeki)
dayanağı nedir? Şöyle deriz: ‘Sizi imtihan edeceğiz ki öğrenelim’606 ayetidir.
Bununla birlikte Allah Teâlâ kendilerinden meydana gelecek şeyi bilmekteydi.
Bu nispede birlikte burada (bu ayet) gelmiştir ve zikredilmiştir.
Vecd, fena ve gaybet hali (insanı) fani ettiği
gibi, kendinden geçirtir. Bu hallere sahip kimsenin yanında bulunanlardan
(habersiz kalması) gerekir. O’nun karşısında beka ile nitelenmeleri ve onu
görmeleri gerekir. Onlar bu durumda değillerse, bu sözlerle amaçlanan şey
gerçekleşmiş değildir.
Sûfiler vecde sahip olunup olunamayacağı
hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir? Kuşeyrî bazı sûfilerin vecdlerine
hakim olduklarını aktarır. Böyle birine vecd gelip de yanında saygı göstermesi
ve çekinmesi gereken birisi varsa, vecdini tutardı. Yalnız kaldığında ise,
vecdini bırakırdı. Bunu ise, saygı göstermesi gereken kişiye hürmetinin bir
neticesi olarak kendi kerameti sayardı. Bize göre vecd kontrol edilemez. Çünkü
daha sonra serbest bırakılan vecd, saygı gösterdiği kişinin huzurundayken
kendisine gelenin aynı değildir. Çünkü var olmayanın yaratılmış tarafından
sahip olunacak bir varlığı yoktur. Söz konusu adam yalnız kaldığında, o vakit
vecdin hükmü kendisinde ortaya çıkar. Böylelikle de, oturan ayakta duruşuna
hakim olduğu gibi, vecdine sahip ve hakim olduğunu zanneder. Oturan insanm
ayakta durmaya hakim olması, onun ayağa kalkmaya istidatlı olması demektir,
yoksa ayağa kalkma hali kendisinde meydana geldi de ayağa kalkmadı anlamında
değildir. Bunu bilmelisin. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’607
İKİ YÜZ OTUZ YEDİNCİ BÖLÜM
Vücûd (Bulmak, Varlık)
Hakkın vücudu, vecdimin vücudunun aynıdır
Çünkü ben vücud ile O’ndan fani oldum
Vecdin hükmü benden her şeyi fani etti Vecdin varlığının mahiyeti
olmaz
Vücudun bulunması (vicdan) her yönüyle Hal ile veya halsiz olarak,
O’ndandır
Bilmelisin ki sûfilere göre vücud, vecdde
Hakkı bulmak demektir. Şöyle derler: ‘Vecd sahibi olup da bu halde müşahede
ettiğin Hakk değil ise, vecd sahibi değilsindir, çünkü bu durumda sen,
kendisinde Hakkın bulunduğu bir vecd sahibi değilsin. Böyle bir halde Hakkı
müşahede, seni kendini ve yanında bulunanları görmekten habersiz kılar.
Bilmelisin ki, vecdde Hakkın vücudu, belli bir
şey değildir. Çünkü vecd bir tesadüftür ve bu tesadüfün neyi meydana getireceği
bilinmez. Bazen başka bir şey getirebilir. Öyleyse vücudun hükmü semanın gerçekleşmesini
sağlayan şeyle irtibadı değil ise, Hakkın ondaki vücudu belirsiz bir nitelikte
gerçekleşir. Vecdi sınırlı ve sınırsız sema tarzında kabul eden birini
gördüğünüzde, onun vecdin tarzı hakkında bir bilgisi olmadığını bilmelisin.
Böyle biri sadece bu yolda kıyas sahibidir. Allah Teâlâ’ya giden yol ise,
kıyasla öğrenilmez. Çünkü Allah Teâlâ ‘Her gün bir iştedir’608 ve her
nefes bir istidattadır. Öyleyse ‘Allah Teâlâ’ya karşı örnekler verip durmayın’609, Çünkü ‘Allah
Teâlâ bilir de siz bilemezsiniz.’610
Bilmelisin ki, saliklerin vecdlerinde Hakkın
bulunuşu (vücud) değişir. Bunun nedeni, ilahi isimlerin hükmü ile
yaratılmışların istidatlarının hükmüdür. Yaratılmışın her nefesinin diğerine
ait olmayan bir istidadı vardır. Nefes sahibi vecd ile nitelenen kimsedir ve
onun vecdi istidadına bağlıdır. İlahi isimler ise (istidada) bakar ve gözler.
Alenidekiler Allah Teâlâ’ya dair sadece isimlerinin nispederi ile inayet
nispetierine sahiptir. Öyleyse Hakkın vecdde bulunuşu (vücud), ona bakan ilahi
isme göre gerçekleşir. İlahi isimler ise, Hakkın nefsine döner. Allah
Teâlâ’nın ruhu (Hz. İsa) bü-
İ tün âlemi
kendisine katan bir tanıklıkla şöyle der: ‘Sen benim
nefsimde olanı bilirsin de, ben senin nefsinde olanı bilmem.’611 Bu iki
yorumla yorumlanabilir: Birincisi nefsin İsa’nın nefsinin aynı olması, diğeri
ise Hakkın nefsi olmasıdır. Kul nefsinin sahip olduğu istidadı bilmezse -ki
Hakkın özel vücudunu onunla kabul eder-, kendisine bakan ilahi ismi daha da
bilmiyordun Vecd sahibine Hakkın vücudu bu zuhur esnasında zuhur ettiğinde,
onun hükmü, içinde bulunduğu Hakk göre değişir.
Allah Teâlâ’yı bilme işinin esası şudur:
Şimdiki halde Allah Teâlâ hakkındaki bilgi, O’nun bildirmesiyle öğrenilebilir.
Geçmişte ve gelecekte ise, Allah Teâlâ’nın ona bildirmesi, -her kim adına
gerçekleşecekseHakkın müşahede edilir Hakk gelmesidir. Bu müşahede, nakil
yoluyla bilgiyi elde eden için değil zevk yoluyla elde eden adına
gerçekleşebilir. Nakil yoluyla ise, nakleden kimse doğruluğu hakkında kesin
kanaat bulunan kimseyse durum değişir. Onun sözü de, bu durumda -herhangi bir
yorum taşımayanaçık nass haline gelir. Aksi halde kesinlikle bilinmez. Belli
bir vakitte bir şahıstan bu bilgi meydana gelirse, bu, tesadüfidir. Böyle bir
bilgi, akılcılardan (ehl-i nazar) herhangi birisine göre, bilgi diye
isimlendirilemez. Bununla birlikte şair, İbn Ömer hikâyesinde veya fatiha
hadisindeki herhangi bir sahabenin hikâyesinde onu bilgi diye isimlendirmiş
olabilir ve şöyle der: ‘Tesadüf bile olsa, sana bilgi vermiştir.’
Bilmelisin ki, vecd sahibinde Hakkın
varlığının kendisiyle sınırlandığı şey, vecde göre değişir. Vecdin ise,
kendisine yerleşene kadar, gelişi bilinmez. Hakkın vecdde bulunuşu ise vecde
bağlıdır. Sonra, âriflere göre vecd, terimsel anlamın dışına çıkar. Hatta onu
serbest anlamda kullanırlar. Onlara göre sahih vecd sahibi olmak demek, Allah
Teâlâ’yı bilenlerin kendisini bildiği şekilde Hakkın vecde bulunması demektir.
Böylelikle her vecd sahibinin vecdinde getirdiği Allah Teâlâ’nın vücudu
hakkındaki bilgisini alırlar. Vecdin sahibi (vecdinde bulduğu) şeyin hakkın
vücudu olduğunu bilmezse bile, ârif, onu bilir ve her vecd sahibinin Hakkın
vücudundan getirdiği şeyi alır. Hakk söz konusu vecdde vecdinde bulunduğu
şeyin varlığını bildiren bu kişinin kendisini sınırladığı şeyle sınırlanır.
Bu, yüce bir zevktir. Gerçekte doğrudur ve
-hepsinde olmasa dabu işi bilenlerin nezdinde hakkında kesin hüküm verilmiştir.
Hakk bu konuda kullarının hallerinin değişmesi nedeniyle kendisinde suretlerin
ve niteliklerin değişeceğini bildirmiştir. Bilindiği üzere, insanların ve
cinlerin halleri, isimlerin hükümlerinin değişmesi nedeniyle değişir. Suret ve
tecelliler de, âlemin hallerinin başkalaşması nedeniyle başkalaşır. Öyleyse iş
O’ndan başlamış ve O’na dönmüştür. Kulun ise, Hakkın kendisi adına onayladığı
şekilde, belli bir etkisi vardır. Öyleyse Hakkın kendisi adma onayladığı bir
şeyin hükmü ondan kalkmaz. Bunu yapmaya kalkan kimse, Hakk ile çatışmış
demektir. Allah Teâlâ ise, kendisiyle çatışanlara karşı Kahhar’dır. Allah
Teâlâ’yı bilenler ise, O’nun vasıtasıyla Kahhar’dır. Allah Teâlâ onlara
nefislerinde Kahir veya Kahhar isminde tecelli etmez. Onlar sadece Hakkı
başkalarının suretlerinde bu isimde tecelli ederken görürler. Böylelikle onu
onlardan öğrenirler, yoksa kendilerinden öğrenmezler. Çünkü onlar, kendileri
ile benzerleri arasında bir çatışma olmasından korunmuş kimselerdir. Nasıl
olur da (kendileri ile Allah Teâlâ arasında bir çatışma) olabilir. Allah Teâlâ
doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.
İKİ YÜZ OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM
Vakt
Vakt,
sürekli kendisiyle nitelendiğindir '
Vaktin hükmüyle görünürsün daima
Ben Allah Teâlâ’yı vaktim’de görürüm
Vaktin bir kısmı övülür, bir kısmı yerilir
Rahman’dan işler ona ait, onlar bizimle var
olur!
Hem şeriat, hem iman ve hem de tevhit bunu söyler
Bilmelisin ki, sûfiler vakti, hal zamanında
kendisiyle ve üzerinde bulunduğun şey diye tanımlamışlardır. Vakit, iki yokluk
arasında var olan bir durumdur. Şöyle denilmiştir: ‘Vakit, onların kendi
adlarına seçtikleri bir yana, Haldan onları yönlendirmesinden kendilerine
ulaşan şeydir.’ Başka bir görüşe göre ise, Hakkın gerekli görüp de senin üzerinde
uyguladığı şeydir. Bir görüşe göre vakit, serinleticidir, ezer, silmez.’ Bir
görüşe göre, vakit, senin üzerinde hükmü olan her şeydir. Bütün bu tanımlar,
vaktin hüküm sahibi olmasında birleşir, ilahi (isimlerde) vaktin dayanağı,
Hakkın kendisini ‘Her gün bir işte’612 olmakla nitelemesidir.
Öyleyse vakit, asılda kendisiyle olduğun şeydir ve onun varlığı ferde -ki
âlemdirortaya çıkar. Böylelikle Hakkın şe’nleri (işleri) mümkünlerin
varlıklarında ortaya çıkar. Öyleyse vakit, senin kendisiyle olduğun şeydir.
Senin kendisiyle olduğun ise, senin istidadındır. Öyleyse Hakkın kendilerinde
bulunduğu şe’nlerinden senin üzerinde istidadının talep ettiği şey çıkar. O
halde şe’n, asılda hükme konu olandır. Çünkü mümkünün istidadının imkân olması,
Hakkın kendisindeki işinin (şe’n) varlık verme olmasını gerektirdi. Bakınız!
İmkânsız onu kabul eder mi? Öyleyse vaktin kaynağı âlemdir, Haktan değildir ve
o takdirden meydana gelir. Takdirin ise sadece yaratılmışta hükmü olabilir.
Öyleyse vakit sahibi olan, âlem olduğu gibi hüküm de âleme aittir. Nitekim bu
hususu Hakkın istidadarının verisine göre âlemin hakikatlerinde zuhurundan ve
onlar nedeniyle (suretlerdeki) değişiminden söz ederken belirtmiştik. Hakk ise
kendiliğinde âlemlerden müstağnidir.
Vakit hakkında sûfilerin zevkleri birbirinden
farklıdır. Bu nedenle de ona dair ifadeleri de birbirinden farklı olmuştur.
Gerçekte vakit hakkında söyledikleri bütün sözlerinde -ki bütün hal ve
makamlar için aynı durum söz konusudur-, zâtî bir tamını amaçlamazlar. Onun
sonuçlarını veya ancak söz konusu edilen hal veya makamın niteliği haline
geldiği kimsede ortaya çıkabilecek durumlarını anlatırlar. Vaktin onlarda ve
başkalarındaki hükümlerinden birisi, Allah Teâlâ’nın onlar adına alışılagelmiş
bir takım durumlar belirlemiş olmasıdır. Onlar bu işlerde âdete göre tasarrufta
bulunurlar. Bunlar, yaptıklarında günah olmayan veya kendisine Hakka yakınlık
olduğu hitabının bitiştiği fiillerdir. Böylelikle, Hakka yaklaşmak üzere veya
yükümlülüğün kendisinden kaldırıldığı bir fiil olması nedeniyle kendi adlarına
o işi yapmayı tercih ederler. Bu durumda Haktan kendilerine düşüncelerinde
bulunmayan veya kendi adlarına seçmedikleri bir durum ortaya çıkar. Bu durumda
ise, vaktin bu işi verdiğini ve Hakkın ise onu onlar adına seçtiğini anlarlar.
Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Senin rabbin dilediğini yaratır.5613
Başka bir ifadeyle takdir eder ve var eder. Sonra şöyle buyurmuştur: ‘Seçer.5614
Burada
onların seçiminin olabileceğini reddetmiştir. Onların bir seçim hakkı yoktur.
Bize göre, burada isim olan şey, mansuptur ve ‘seçer’615 fiilinin
mefulüdür. O da, kendisinde onların seçiminin bulunduğu şeydir. Kul bunu
bilince, o konuda hükmü Allah Teâlâ’ya bırakır ve rahat eder. Kul bu durumda
Allah Teâlâ’nın kendisinde icra ettiği vaktin hükmüyle hareket eder, yoksa
sevimli ve nahoş işlerde kendi adına seçtiği işlerin hükmüne göre hareket
etmez. Her şeyde kendisine ait bir iyilik bulunduğunu görür. Böylelikle Allah
Teâlâ bütün işlerde kendisine iyilikle davranır. Vakti nimeti gerektirirse ve
Allah Teâlâ karşısında verdiği söz böyle bir şey ise, Allah Teâlâ onu şükürle
ve Allah Teâlâ’nın hakkını yerine getirmeyle rızıklandırır, bu konuda kendisine
yardım edilir. (Vaktin gereği) Bela olursa, Allah Teâlâ belaya sabırla ve
ondan razı olmakla kendisini rızıklandırır. Allah Teâlâ onun adına farkında
olmadığı yönden bir çıkış yaratır. Buna örnek olarak, Allah Teâlâ’yı yüz bin
kere tespih etmek isteyen bir adamı verebiliriz. Bu adam bunun için uzun bir zamana
muhtaç olduğu kadar bu fiil yorucudur ve bütünüyle kendisini ona vermek
gerekir. Bu esnada doğru sözlü peygamberin bir hadisini öğrenir. Bu hadise göre
kulun ‘Subhanallahi adede halkihi, Subhanallah zinete arşihi, Subhanallah rıdae
nefsihi, Subhanallahi midade kelimetihi’ üç kere, velhamdü lillahi üç kere,
vAllah Teâlâu ekber üç kere, vela ilahe illellahu üç kere’ demesi, kulun
yapacağı tespihten daha üstündür. Bunun üzerine, daha önce hakkında bir bilgisi
bulunmayan ve tesadüfen kendisine ulaşmış bu ifadeyi söyleyerek, zikretmek
istediği tespihi bırakır. Bilir ki Allah Teâlâ’nın bu bildirimle onun adına bu
vakitte seçtiği şey, onun kendisi adına seçtiğinden daha üstündür.
Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu
hadisi rastladığı bir yaşlı kadına karşı söylemiştir ki hadis meşhurdur. Hakk
bir şeyi irade ettiğinde ve o işte sana dönük bir inayet varsa, onu sende
uyguladığı gibi hakkını yerine getirme gücü verir sana. Allah Teâlâ ehlinden
akıllı kişi, kul adma olabilecek bütün iyiliğin Hakkın irade ettiği şeyde
bulunduğunu bilir. Bu konuda Hakk, kulları için şeriatlar belirlemiş ve
peygamberleri onları getirmiştir. Öyleyse Hakk her kimi irade ettiği işte
kullanırsa, ona olan inayet, ‘Allah Teâlâ’dan öğrenen’ kimseye dönük
inayetinden uzak değildir. Hakk yönünden bilinen vakit, içinde bulunduğun halde
şeriat yönünden sana söylenendir. Öyleyse, bütün hallerde Şâri’nin sözüne göre
ol ki, vakit sahibi olabilesin. Bu durum, senin Allah Teâlâ katında mudulardan
olduğunun alametidir. Böyle bir şey ise Allah Teâlâ ehli içinde nadir bulunur.
Böyle bir hal, onların
içinden bazı bireyler adına gerçekleşir ki
onlar, Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki hükmünden habersiz kalmayan murakabe
ehlidir. Burada her şeyde Allah Teâlâ karşısında huzur sahibi olan kimselerden
bir kısmının ayakları kayar. Onlar, göz açıp kapatmalık anında bile Allah
Teâlâ’dan gafil kalmayan kimselerdir. Fakat O’nun eşyadaki -en azındanbazı
şeylerdeki veya çoğunluğundaki hükmünden habersiz kalırlar. Allah Teâlâ’nın
eşya hakkındaki hükmünden habersiz kalmayan kimse, Allah Teâlâ’dan gafil
kalmamıştır. Böyle biri, Allah Teâlâ karşısmda huzur sahibi olmak ile hükmü
(karşısmda huzur sahibi olmayı) bir araya getirmiştir. Böyleleri, en çok bilgi
sahibi olan ve en büyük muduluğa ulaşan kimselerdir. İşte onlar, muduluk kazandıran
‘vaktin’ sahipleridir.
Allah Teâlâ adamlarından bir kısmı, Allah
Teâlâ’nın var olmalarından sonra kendi başlarma var olan eşyayı yok
etmeyeceğini bilir. Var olmalarından sonra Allah Teâlâ, eşyanın hallerini veya
arazlarını yok etmekle nitelenmez. Eşya sadece bir takım hallerde bulunur. Bu
haller ise, kendilerinden silinir, ardından Allah Teâlâ onlara, benzerleri
veya zıriarı olan başka bazı haller giydirir. Bununla birlikte, bekalarının
kendisine bağlı olduğu yardımı alı koymakla, Allah Teâlâ’nın eşyayı yok etmesi
mümkündür. Fakat ilahi kader, işin ancak böyle olmasını gerektirmiştir. Bu
nedenle de Allah Teâlâ ‘Dilerse sizi giderir, başka bir yaratılışla getirir5616 buyurdu.
Fakat bunu yapmamıştır. Çünkü Hakk için irade ve meşiyet yenilenmez, çünkü
Hakk, sonradan olanlara mahal değildir. Öyleyse Hakkın meşiyeti, tek yönlüdür.
Fakat bu meşiyet eşyada onları bütünüyle veya kısmen bir araya getirme ile
ayırma arasmda bulunur. Söz konusu şeyler var olanlardır. Öyleyse gerçekte
vakit, kamil kişiye göre, sürekli birleştirme ve ayırmadır. İnsanların bir
kısmı özel olarak cem’de ayrımı görürken ayrımın birliğini görmezler.
Böylelikle bunun vaktin kendisi olduğunu zannederler. Vaktin ne olduğu
sorulduğunda ise, onu soğutucuya benzetirler ve derler ki: Vakit soğutucudur,
senin bütünlüğünü dağıtır, fakat varlığını yok etmez. Öyleyse her kim vakti
bilir ve hakkındaki hükmün ona ait olduğunu öğrenirse, vaktin verdiği hüküm
altında dinginleşir. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.
İKİ YÜZ OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM
Heybet
Cemal bulunduğu her şeyde heybet verir Çünkü
onda mülk celali de bulunur
Güzellik hilyesi, lütuf mizacı Rahatlık ve huzur olarak bulursun
onu
Kalp müşahede eder onu yaratıcısını Göz zevk yoluyla onu insan
olarak görür
Bilmelisin ki, heybet, kalbin bir halidir. Bu
hali, Hakkın güzelliğinin cemalinin kulun kalbine tecellisi verir. ‘Heybet,
ilahi mertebeye ait zâtî bir niteliktir’ diyenin sözünü duyarsan, bu doğru bir
söz olmadığı gibi doğru bir değerlendirme de değildir. Heybet, cemalinin celali
kalbe tecelli ettiğinde, mertebeye ait zât kaynaklı bir etkidir. Başka bir ifadeyle
heybet, tecelligahın kalbinde bulduğu bir büyüklüktür. Aşırı olursa, kişinin
halini ve niteliğini ortadan kaldırır, fakat varlığım yok etmez. Nitekim Hakk
dağa tecelli ettiğinde, bu tecelli dağı parçalamış, fakat onu yok etmemiş, onun
yüksekliğini ve heybetini yok etmişti. Musa ise dağın heybetine bakmaktaydı.
Tecelli Musa’ya kendisini takip etmeyen yönden gelmişti. Dağ parçalanınca,
Musa’ya dağı parçalayan şey gözükmüştür. Bunun üzerime ‘Musa bayılıp
düşmüştür.’ Çünkü Musa, bedeni bulunduğu hal üzere tutmada hükmü olan bir ruh
sahibiydi. Hayvanın dışındakilerin ruhu ise onların hayadarmdan ibarettir,
başka bir şey değildir. Öyleyse istidat farkı nedeniyle, Musa için bayılma dağın
parçalanması gibiydi. Çünkü dağın suretini tutacak bir ruhu yoktu. Bu nedenle
dağ ‘dağ’ adını yitirmişken, bayılma nedeniyle Musa’dan Musa veya insan adı
gitmemişti. Sonra Musa ayılmış, fakat dağ parçalanmasının ardından eski haline
dönmemiştir. Çünkü onun kendisini ayakta tutacak bir ruhu yoktu. Çünkü ruhların
eşyadaki hükmü ile hayatın onlardaki hükmü bir değildir. Öyleyse hayat her
şeyde daimi ve süreklidir. Ruhlar ise, valilere benzer, bazen azledilebilirler,
bazen valilik yaparlar, bazen ise, valilik ardında kalmışken kendileri
gizlenir. Öyleyse valilik, bu hayvani bedeni yönettiği sürece geçerlidir. Ölüm
valinin azledilmesi, uyku ise valiliği sürdüğü halde bedenden gizlenmesidir.
Heybetin bir azamet ve azametin ise yüceltenin
haline raci bir durum olduğunu öğrendiysen, onun kalbin bir hali olduğunu
anlamışsındır. Heybet, var olana ait bir niteliktir. İlahi mertebedeki dayanağı
ise, bilgilerden söylenmeyen, aktarılmayan ve yayılmayanlardır. Onları sadece
varlığın Hakk olduğunu ve O’nun bütün niteliklerle nitelendiğini bilen kişi
bilebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını yüceltmek,
kalplerin takvasındandır.’617 Başka bir
ifadeyle, bu yüceltme takvadan kaynaklanır. Azamet ve yücelik utanma duygusuna
yol açar. Utanma ve hayâ ise ilahi bir niteliktir. Çünkü Allah Teâlâ,
yaşlıların nezdindeki büyük saygınlığı nedeniyle, kıyamet günü yaşlıdan hayâ
eder. Allah Teâlâ bazı şeylerin nezdinde daha saygın olduğunu bildirmiştir.
Nitekim şöyle buyurur: ‘Onu basit bir şey sanırlar, hâlbuki Allah
Teâlâ katında değerlidir,’618 Yani büyüklük, Allah
Teâlâ’nın peygamberinin evine iftira nedeniyle, değerini bilmeyene basit gelen
o şeyde bilfiil varlık kazanmıştır. Lafızların çerçevesi Şâri tarafından bizim
için belirlenmiştir ve bu nedenle bize emrettiği yerlerde onları kullanırız.
Heybet ile azamet arasındaki fark ortaya çıktığına göre, azameti bir yerde
kullanırız, heybeti veya korkuyu veya kabzı kullanmayız. Bunu bilmelisin! Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.
İKİ YÜZ KIRKINCI BÖLÜM
Ünsiyet
Ünsiyet ile ünsiyet -suretlerle değilbizi
birleştirir Sakın! Aldanmış ve kandırılmışsın sen
Bilmediğin ve cahili olduğun şeyle durma Çünkü senin sevgin
dağılmış ve toplanmıştır
Sen öndersin, fakat O’nun şendeki hikmeti Yaratılmış ve var edilmiş
olduğunu bildirir
Faniyle nasıl ünsiyet edersin? Tanıklarıdır Var olanlar, O,
kulaklarda dinlenendir
Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize
yardım etsin, bilmelisin ki: Sûfilere göre ünsiyet, sayesinde Haktan kula bir
rahatlamanın geldiği her şeydir. Bazen bu rahadatma keşf ve perde üzerinde
olabilir. Ünsiyet, cemal tecellisinden kaynaklanarak kalbin halidir. Sûfilerin
büyük kısmına göre, cemal tecellisinden kaynaklanır. Bu da, onlarm yanıldığı
hususlardan birisidir, çünkü hakikatleri ayırt edemedikleri için, onların ifade
ederken bazı yanılgıları vardır. Allah Teâlâ ehlinden herkese, temyiz ve ayrım
gücü verilmemiştir. Bununla birlikte onların müşahedesi doğrudur. Fakat iş, bu
müşahedeye konu olan şeyin bulunduğu durumu bilmektir. Hakkı müşahede eden
fakat neyi müşahede ettiğini bilmediği için onu yolunun (gereğinden) başka bir
şekilde onu yorumlayan bir grup görmüştük. Öyleyse tecelliyle birlikte, Hakkın
öğretmesi gereklidir. Bu öğretme, ya kendisine ait bir durulukla
gerçekleşirken veya Hakkın dilediği öğretme yollarından birisiyle gerçekleşir.
Allah Teâlâ ile ünsiyetin sahibinde bir
alameti vardır. Çünkü ünsiyet, bu yol ehlinin büyük kısmının kendisinde
yanıldığı bir meseledir, içinde bulundukları bir durumda ünsiyet görürler ve
onu Allah Teâlâ ile ünsiyet zannederler. O hal ortadan kalkınca, Allah Teâlâ
ile ünsiyet de ortadan kalkar. Bize ve sûfilere göre, böyle birinin ünsiyeti,
Allah Teâlâ ile değil, haliyle idi. Çünkü Allah Teâlâ ile ünsiyet bir kez
gerçekleşince, bütün hallerde kendisiyle birlikte kalmayı sürdürür. Bu nedenle
sûfıler şöyle demiştir: ‘Yalnızken Allah Teâlâ ile ünsiyet edip toplulukta onu
yitiren Allah Teâlâ ile değil; yalnızlık ile ünsiyet etmişti.’
Bilmelisin ki muhakkiklere göre Allah Teâlâ
ile ünsiyet olamaz. Ünsiyet, ‘Allah Teâlâ’ ismiyle değil, belli ve özel bir
ilahi isimle olabilir. Aynı şey, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük olarak
gerçekleşen bütün işler için geçerlidir. Bunların da ‘Allah Teâlâ’ isminin
hükmünden kaynaklanması mümkün değildir. Çünkü ‘Allah Teâlâ’ ismi, bütün ilahi
isimlerin hakikatlerini kendinde toplayan isimdir. Alemde belirli bir şahıs
adma bir durum ancak belli bir isimden meydana gelebilir. Bütün âlemde, başka
bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyde kendisini ihata edecek bir
şey, ancak belli bir ilahi isimden ortaya çıkabilir, yoksa ‘Allah Teâlâ’
isminden ortaya çıkmaz. Çünkü ‘Allah Teâlâ’ isminin özelliklerinden birisi
âlemin zuhur etmesi ve Hakkın bu zuhuru sevmesi iken aynı zamanda bu ismin
hükümlerinden birisi âlemlerden müstağniliktir. Alemden müstağni olan, âlem
nedeniyle sevinmez. Allah Teâlâ ise, kulunun tövbesi nedeniyle sevinir.
Öyleyse ‘Allah Teâlâ’ isminin mertebesini bilirsin, fakat içerdiği karşıtlık
nedeniyle âlemde hükmünün ortaya çıkması beklenemez. Bu, büyük, önemli ve
değerli bir meseledir, ilahiyat bahsinde anlaşılması çetin bir konudur. Çünkü
bir şey özü gereği bir durumu gerektirirse, o şeyden müstağni kalması mümkün
değil iken aynı zamanda ona muhtaç olması mümkün değildir. Hâlbuki Allah
Teâlâ’nın âlemlerden müstağniliği sabittir. Allah Teâlâ’yı ‘delaletten
müstağni’ sayarsak, âdeta şöyle demiş olur: ‘Ben âlemi bana delil olsun diye
yaratmadım veya varlığıma alamet olsun diye izhar etmedim. Alemi, isimlerimin
hakikatlerinin hükmü ortaya çıksın diye izhar ettim. Benim kendimden
başkalarında bulunan bir alametim yoktur. Tecelli ettiğimde, tecellinin
kendisiyle bilinirim. Alem -bana değilisimlerimin hakikatlerine
delildir. Bana alamet olması ise, sadece onun dayanağı olmamla sınırlıdır, o
kadar!’
O halde bütün âlem, Allah Teâlâ ile ünsiyet
eder. Fakat bir kısmı, ünsiyet ettiği kimsenin Allah Teâlâ olduğunu farkında
değildir. Çünkü herkes bir ünsiyet içindedir. Bu ünsiyet, ya süreklilik veya
yeni bir durum nedeniyle bir şeye intikal yoluyla olabilir. Allah Teâlâ’dan
başkasının varlıklarda bir hükmü yoktur. Öyleyse herkesin ünsiyeti, -kendisi
bilmese bileAllah Teâlâ iledir. Unsiyetin olduğu gözüken kimse ise Hakkın
tecellilerinden bir surettir sadece! Fakat bu suret, bazen bilinir bazen inkâr
edilir. Bilinmediğinde kul, (başka bir kulun) kendisiyle ünsiyet ettiği
suretin aynından kaçar ve korkar. O ise, suretler değiştiği için, farkında
değildir. Öyleyse Allah Teâlâ ile ünsiyetten kimse yoksun olmadığı gibi kaçan
herkes Allah Teâlâ’dan kaçmıştır.
Ünsiyet, genişlik ve rahatlık, kaçmak ise
daralma demektir (kabz). Allah Teâlâ’yı bilenlerin ünsiyeti, Allah Teâlâ ile
değil, kendileriyle ünsiyettir. Kuşkusuz onlar, Allah Teâlâ’dan ancak üzerinde
bulundukları durumun suretini görmüşlerdir. Onların nezdinde ünsiyet ancak
gördükleri şeyle gerçekleşebilir. Arif olmayanlar ise, ünsiyetin başkasıyla
yapıldığını görürler. Böylelikle, kendileriyle baş başa kaldıklarında, vahşet
ve kaçma hali kendilerine ulaşır. Aynı şey vahşet halinde geçerlidir. Onlar,
ancak kendilerinden kaçarlar. Çünkü Hakk, onların aynalarıdır. Onlar ise,
kendilerini, hatta Hakta kendilerini hangi halde görüyorlarsa öyledirler.
Böylelikle ünsiyet veya kaçma şeklinde bir hüküm onlarda meydana gelir.
Ünsiyet, karşılıklı ilişki içinde olan şeyler
arasında gerçekleşebilir. Bu bağlamda (Allah Teâlâ ile kul arasmda) karşılıklı
ilişkiyi kabul eden kimse, Allah Teâlâ ile ünsiyet edilebileceğini söyler.
Karşılıklı ilişkinin ortadan kalktığını ileri sürenler ise, Allah Teâlâ ile
ünsiyetin veya O’ndan kaçmanın olamayacağım ileri sürer. Herkes kendi zevkine
göre hareket eder. Çünkü onlarda hüküm sahibi olan, zevktir. Bizim gibilerden
makam ve halleri bilenler ise, ayırt eder ve her şahsın nereden konuştuğunu ve
kendisini kimin konuşturduğunu bilir. Bilir ki, söz konusu kişi kendi mertebesinde
haklıdır, yanılmamıştır. Hatta, âlemde kayıtsız anlamda bir hata yoktur. ‘Allah
Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’
İKİ YÜZ KIRK BİRİNCİ BÖLÜM
Celal
Celal iki zıdda verilen
bir nitelik!
Kahır
nitelikleriyle, müşahede ederim O’nu
Yükseklik O’nun, dengi bir yükseklik yok
Tenezzül de O’nun, yaratıklar inkâr eder O’nu
Ben ise bütün söylediklerimi kabul ederim
Kastım bütün söylediklerimdir
Bilmelisin ki, celal, kalplere heybet ve tazim
duygusu veren ilahi bir niteliktir. El-Celil ismi onunla zuhur eder. Bu ismin
hükmü, en garip hükümlerdendir. Çünkü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’619 ve ‘İzzet
sahibi Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir’620
ayetlerinin hükmü O’na ait iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin
diliyle söylediği ‘Hastalandım, beni ziyaret etmedin, acıktım, beni doyurmadın,
susadım, beni içirmedin’ hadisinin hükmü de ona aittir. Burada Allah Teâlâ,
kendisini bir nitelik sahibinin kullara muhtaçlıkyerine indirmiştir. Aynı şey
‘Beni kulumun kalbi sığdırdı’ hadisinde geçerlidir. Allah Teâlâ’nın kulunun
tövbesiyle sevinmesi, taşkınlığı olmayan gence şaşırması, namaz kılmak üzere
mescide gelenden dolayı memnun olması gibi nitelikler de aynı kapsama girer.
Bütün bunlar tenzih ve teşbih niteliklerdir ve bunların kaynağı celalin hükmü
ve el-Celil ismidir. Bu nedenle celalin iki zıdda delü olduğunu söyledik. Söz
gelişi cûn, beyaza ve siyaha verilebilen bir niteliktir. Aynı şekilde ‘kır3
hayızh ve temize verilebilen bir isimdir. ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir edemediler5621 celal
mertebesinden nazil oldu. Her kim Hakkı nitelerse, kendisini nitelemiştir. Her
kim O’nu bilirse, ancak kendisini bilmiştir. Çünkü Rabbu’l-izzet’i herhangi bir
nitelik nitelemeyeceği gibi bir özellik sınırlamaz veya özel bir isim
hakikatine delalet etmez. Hüküm zikrettiğimiz şekilde olmasaydı, O,
Rabbu’l-izzet olamazdı, Çünkü Aziz, kendisine yaklaşılamayan demektir. Bir
nitelik veya özellik veya marifet veya bilgi gibi, bir yönden kendisine
ulaşılabilen kimse, kendisine yaklaşılamayan kimse değildir. Bu nedenle Allah
Teâlâ ‘îzzet
sahibi Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir’622 ayetini
genellemiştir.
Celal mertebesinin yüze (zât) ait yakıcı
tecellileri vardır. Bu nedenle Allah Teâlâ hiçbir zaman celalinde tecelli
etmez. Fakat kullarına cemalinin celalinde tecelli eder. Öyleyse tecelli
bununla gerçekleşir ve kulları da kendisini müşahede ederler. Alemdeki hiçbir
şey, ilahi kahırdan ortaya çıkmamıştır.
Kuşkusuz Çelil, bilinmeyendir O’dur, her halde nitelenen
Gözüken ve kendini izhar edendir O Yaratıklarında; bilinmeyendir O
Celal ile sadece Allah Teâlâ’yı bilenler
ilgili olduğu gibi onun etkisi de sadece onlardadır. Sevenlerin ona yolları
düşmez. Bu durum, celal, izzet ve yükseklik anlamında alındığında böyledir.
İzzet ve yüksekliğin zıddı olan bir anlamda alınırsa, ârifler kendisiyle ilgili
olduğu gibi sevenler de kendisine bağlanabilir. Celalin mertebesi, Amâ’dan ‘Yeryüzünde
de ilahtır5623 ayetine kadar uzar. ‘Her nerede
iseniz sizinle beraberdir5624 ayetinde belirtilen ise, özel anlamda bizde
etkin olan, bizi koruyan ve bizi gözeten isimlerdir, insan ve cinlerin
dışındaki âlemle ilgili isimler ise, bulunduğumuz her yerde bizimle olan
isimler değil, başka isimlerdir. Şerhu Esmaillahi’l-Hüsna isimli
eserimizde el-Celil isminin anlamını iki yorumla da açıklamıştık. ‘Allah Teâlâ
doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.5625
İKİ YÜZ KIRK İKİNCİ BÖLÜM
Cemal
Güzeldir (cemil), açık olanı
sevmez ve görmez
Bilmedikleri yönden derin akıllar görür O’nu
Gözler O’ndan görür bir tek
Emir sahibi akılların O’ndan tenzih ettiğini
‘Perdelidir’ dersen, yalancı olmazsın
‘Görülüyor’ dersen, benim bildiğim de budur
O’ndan başka sevilen yok!
Selma, Leyla, Zeynep: hep perde
Onlar üzerine çekilmiş örtüler sadece
Nesir karşısında âşıkların şiiri zikretti
onları
Leyla’nın Mecnun’u veya öncekiler gibi
Bişr ile Hind gibi, daraldı gönlüm onların
yâdından
Bilmelisin ki, cemal (güzellik), sayesinde
Hakkın el-Cemil (Güzel) diye isimlendirildiği ve peygamberinin diliyle
kendisini ‘bütün eşyada güzel olanı sever’ diye nitelediği özelliktir. Güzel
olmayan bir şey yoktur. Çünkü Allah Teâlâ âlemi kendi suretine göre yarattı.
Allah Teâlâ ise güzeldir. Öyleyse bütün âlem, güzeldir. Allah Teâlâ ise güzeli
sever. Güzelliği seven, el-
Cemil’i de sever. Seven ise, bir nimet
ulaştırmak veya bilgisizce yaptığı bir iş nedeniyle kendisini tedip etmek
amacının dışında sevgilisine azap etmez. Bu durum, bir babanın sevdiği evladını
tedip etmesine benzer. Onu sevmesine rağmen, kendisini döver, içinden sevgi
eksik olmasa da, çocuğundan meydana gelen davranışlar nedeniyle onu
cezalandırabilir. Öyleyse her nerede bulunursak bulunalım hepimiz, Allah Teâlâ’nın
izniyle, rahat ve nimete varacağız. Çünkü ilahi lütuf (latiflik, incelik),
ihsana mazhar olanın farkında olmadığı yönden rahatlığı içerir. Alemdeki güzellik
O’na ait olduğu gibi aynı zamanda umut, genişlik, lütuf, rahmet, sevgi,
yumuşaklık, cömertlik, ihsan ve onun içerdiği intikam da O’na aittir. Evet!
Tedip de O’na aittir. Çünkü O, en güzel doktordur. İşte bu onun kalplerdeki
eseridir. Suretlerdeki etkisi ise, aşk, sevgi, coşku ve özleme yol açan
şeylerdir. Güzellik, müşahede esnasında fena (kendinden geçme) meydana getirir.
Bu mertebeden Hakkın ondaki tecellisinin sureti, onu müşahede edene geçer ve
söz konusu kişi onunla ‘boyanır.’ Bu durum güneş ışığının mekânlara girmesine
benzer. Mekânlara giren ışık da, dairesel olmasa veya bir felekte bulunmasa
bile, ‘güneş’ diye isimlendirilir. Sonra insan Hakkın kendisinde zuhur etiği o
suretten köşküne döndüğünde bütün mülküne yayılan bir feyiz bulur. Böylelikle
mülkü, daha önce sahip olmadığı bir güzellik suretiyle boyanır. Artık insan,
mülkünde iken de kendisini görürken Rabbinden gördüğü suretten yoksun kalmaz.
Bu, Allah Teâlâ’yı bilenler için dünya ve ahirette kesilmeyen, Allah Teâlâ’yı
ârifler gibi bilmeyen sıradan insanlar için ise bilhassa cennetteki sürekli
tecellidir. Cennette celal tecellisinin kesinlikle bir hükmü yoktur. Onun
mahalli, dünya, berzah ve kıyamettir. Bedbahtlık kalkıp rahmet baskın gelene
kadar cehennemde kaldıkları sürece, bedbahdar hakkında ateş ve bedbahtlık bu
tecelliyle devam eder. Bu esnada ise celal tecellisinin herhangi bir şeyde
hükmü kalmaz. Sadece azamet, heybet, korku, huşu yönüyle meleklerle bir ilgisi
kalır. En iyisini Allah Teâlâ bilir!
İKİ YÜZ KIRK ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Kemal
Eksikle tanıdığın kemal, kemal değil Kemal
eksiklikle nitelenendir
Bilgi görür, göz inkâr eder onu Çünkü o yokluktur, eksiklik ise
bilinir
Olmasaydı, ne cevher ne nitelik olurdu Ne varlık ne hüküm ne de
fiil olurdu
Bak Tüsteri onu kabul etmekte Hilafsız doğrudur, dediği
Burada Sehl’in ‘Şu şeyin (rabliğin) bir sırrı
vardır, ortaya çıksaydı, batıl olurdu’ ifadesi kast edilir. Aynı şekilde
Tüsteri, artış kabul etmeyen kemalin sadece âlemlerden müstağniliği yönünden
Allah Teâlâ’ya ait olabileceğini de belirtmiştir.
Artabilen kemal, ‘Öğrenmek
için sizi deneyeceğiz5626 ayetinde
belirtilir. Nitekim peygamberine de ‘De ki, Rabbim! Bilgimi artır5627 diye emretti.
Kemal, Rahman’m suretine vakıf olması ve onu içermesidir. Bu ise, harf be harf,
(insanın) suretinin (Rahman’m) suretine karşılık gelmesiyle gerçekleşir.
Böylece etki eder, etkilenmez, bir yöne meyletmez. Adalette fazileti veya
fazilette adaleti tercih etmez. Fazilet ve itidal, onun adma ortadan kalkar,
varlık ve müşahede kalır. Kabiliyetler ise, ruh ve beden, istidatlarına göre
kabul eder. Öyleyse kendisi bakımından hiç bir hüküm kendisine nispet edilmez.
Bütün nispetlerle kabiliyetler nitelenir. O, kendisine layık tek bir
tarzdadır. Başkalaşmayı veya etkilenmeyi kabul etmez. Aynı şekilde ışık da,
zâtı ve hakikati yönünden camdaki renkleri kabul etmez. Hâlbuki ışığı kırmızı,
sarı, yeşil gibi camın renginin değişmesiyle değişen türlü renklerde görürsün.
Öyleyse ışık, renklerle renklenmemiştir. Fakat göz kendisini böyle görür.
Bilgi ise, bulunduğu surette kaldığına hükmeder. Işık kendiliğinde bütün
bunlardan herhangi bir şekilde etkilenmemiştir. Camın konulduğu yer ile kendisine
yansıyan ve renklenen ışık arasındaki hava boşluğundayken ışığa bakınız! Acaba
ışıkta bu alandayken bu renklerden herhangi birisini görebilir misin? Hâlbuki
ışık, bu esnada camın üstüne yayılmıştır ve gözüken renkler ile cam arasındaki
hava boşluğunu doldurur. Başka bir örnek gök kuşağıdır. O halde kamil, ilaveyi
kabul etmeyen kimsedir. Biz ise dünya ve ahirette sürekli bilgi artışı
içindeyiz. Öyleyse eksiklik bizim niteliğimizdir ve eksiklik varlığını bizde
bulur. Bize ait bir kemal var iken Hakka ait iki kemal vardır. Birincisi mutlak
kemal, diğeri ise kendisini öğrenelim diye söylediği kemaldir. Bizim
suretimiz, mutlak kemalden değil, ‘ta ki bilelim5628 kemalinden
meydana gelmiştir. Bunu anla! Çünkü bu, Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyle ilgili
garip bir sırdır. Böylelikle zât olması yönünden değil ilah olması yönünden
Allah Teâlâ’yı müşahede ederiz. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola
ulaştırır.’
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar