Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ON SEKİZİNCİ SİFİR…2.Bölüm

Bunlarada Bakarsınız

 


 

İKİ YÜZ YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM

Zevaid'in Bilinmesi

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehli sûfılerin terimlerinde zevaid, gaybe imanın ve kesinliğin artmasıdır.

Nur ile surelerini indirdiğinde Allah Teâlâ Müminlerin mutluluğu artar durur

Gayb ilmi bütün ilimlerden değerli Bilgilerin en kapsamlısı aynı zamanda

Gaybleri delilsiz idrak edilir Rahman’dan başkası, bilgi vermez

Hakk için gayb diye bir şey yok  el-Habir ismi sana tecelli etseydi 1

Kullar perdelenirdi, bütün akıllar da En sabırlı kimdir, ‘ta ki bilelim’ ifadesiyle

Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Bir sure indirilince, bir kısmı ‘hanginizin imanı arttı’ der, iman edenlerin ise imanları artar, onlar sevinçlidir, kalple­rinde hastalık bulunanların ise kir üstüne kirleri artar.,S44 Her iki grupta da bir ‘zevaid’ (artış) bulunmalıdır. Bunlar, Hakk’ın her gün, hatta günün en küçük (birimi olan) her nefes kendilerinde ve üzerlerinde bulunduğu şe’nlerdir (işler). Şu var ki Allah Teâlâ ehlinin terimleştirdiği zevaid, özel ola­rak, bunların içinden mutluluk ve gayb hakkında kişinin inancını artıra­cak şekilde bilgi veren şeylerdir. Örnek olarak ‘Rabbim! Bana ölülere nasıl hayat verdiğini göster, inanmadın mı deyince, inandım da kalbimin tatmin olması için dedi*45 ayetindeki durumu verebiliriz. İbrahim şöyle der: ‘Evet, inandım! Fakat yaratma tarzları gibi hayat verme tarzları da çok ve çeşitlidir. Yaratıklardan bir kısmını ‘ol*46 sözünden var ettin, bir kıs­mını bir elinle, bir kısmını iki elinle yarattın, bir kısmını örneksiz, bir kısmını başka bir yaratıktan yarattın. Böylelikle yaratma çeşitlenmiştir. Ölümden sonra yeniden hayat verme de ahiretteki başka bir var olma­dır. Bu da tek tarzda veya çeşidi tarzlarda olabilir. Ben de işin keyfiyeti­ni öğrenmek istedim: Çeşidimi olacak, yoksa tek tarzda mı gerçekleşe­cek? Tek tarz ise, hangi türde gerçekleşecektir? Bana bunu bildirirsen, kalbim mutmain olacak ve bu tarzı ve yeni bir bilgi öğrenmekle dinginleşecektir. Nitekim sen bilginin artışını istemeyi emrederek şöyle bu­yurdun: ‘De ki, Rabbim! Benim bilgimi artır.’547 Allah Teâlâ İbrahim’i dört kuş ile hayat vermenin keyfiyetine yönlendirmiştir. Dört kuş, dört doğanın örneğidir ve bu durum ahiretteki yaratılışın doğal, yani doğal cisimlerin haşri tarzında olduğunu bildirir. Çünkü şöyle iddia edenler vardır: Ci­simler haşredilmeyecek, ölüm yoluyla nefisler doğal bedenlerinden soyudanmış olarak tümel nefiste toplanacaklardır. Allah Teâlâ ise İbrahim’e işin bu insanların iddia ettiği gibi olmadığını bildirerek, İbrahim tarafından bilinen ve Hakkın tasarrufta bulunabildiği bir tarza yönlendirmiştir. Böylelikle ona şunu öğretmiştir: Doğalar Allah Teâlâ katında görülmüş, (bir­birinden) ayrışmış ve farklılaşmış olmasaydı, ayrışmayacaklardı. Öyleyse Allah Teâlâ doğal âlemi ancak kendi katinda bilinen ve kendisinde görülen belli bir şeyden var etti. Bunları bir araya getirdi, cismi bu özel tarzda ortaya çıkarttı. Böylelikle Allah Teâlâ, kendisini dört kuşa yönlendirmekle, İbrahim’e doğal-unsurî cisimleri var ederken Hakkın fiilinin keyfiyetini açıkladı. Çünkü bütün cisimler, doğaldır veya unsur kaynaklıdır. Ahiret yaratılışının cisimleri mudular hakkında doğal iken cehennemliklerin ci­simleri unsurîdir. Onlara göklerin kapısı açılmaz, açılsaydı, yükselerek unsurlardan çıkarlardı.

İbrahim’in Hakkın kendisini dört kuşa yönlendirdiği bu kanıdamadan hareketle anlamak istediği ruhların haşrine gelirsek, bu dört kuş, ilahiyat bahsinde âlemin zuhur edebilmek için kendisini var edecek bir İlah’a muhtaç olmasını gösterir. İlah, âlemi izhar etmeye güç yetiren, âlemin bütün ayrıntılarını bilen, onu izharı dileyen, sadece hayat sahibi birisine ait olabilecek bütün bu niteliklerin sabit olabilmesi için hayat sahibi olan biridir. Bunlar, ilahi mertebede zorunlu dört niteliktir. Alem bu dört niteliğe sahip kimseden meydana gelebilir. İşte kuşların İbrahim’e akıl, ruhlar ve cisim olmayan şeylerin haşriyle ilgili delil ol­ması böyle gerçekleşmiştir. Aynı zamanda bu, doğal ve unsur kaynaklı cisimleri var etmek için doğanın dörtlü olmasını gösterir.

Sonra şöyle der: ‘Onları bir araya toplaK4S Yani onları bir araya ge­tir demektir. Bu kelime, bir dağınıklıktan sonraki toplamaya işaret eder.

Bunların birbirine eklenmesiyle cisimler ortaya çıkar. ‘Sonra her birini bir dağa koy.’549 Bu dört dağ, Allah Teâlâ hakkında zikrettiğimiz dört niteliktir ve onlar, sabitlikleri ve heybetleri nedeniyle dağdır. Çünkü dağlar direk­tir. ‘Sonra onları kendine çağır, her biri koşarak sana gelir.’550 Sadece du­yan ve sabit gözü olan kimse çağrılabilir. Allah Teâlâ İbrahim’in kuşlan ça­ğırmasını ‘Bir şeyi irade ettiğimizde, ona sözümüz oldur, o da olur5551 aye­tindeki ‘ol552 sözü yerine koymuştur. Böylelikle Hz. İbrahim’in, olabile­cek ihtimaller arasından (haşrin) hangi tarzda gerçekleşeceği öğrenmek­le itminanı artmıştır.

Zevaid ile ilgili başka bir konu, ‘Allah Teâlâ’dan korkun, size öğretir3 ayetindedir. Böylece O’nun Hakk olduğunu bilmekle sahip olmadığın bir bilgi artışı (zevaid) meydana gelir. Bu, şereflendirmek üzere, takvanın ihsan ettiği bir artıştır. Kim Allah Teâlâ’yı kendine ‘siper’ edinirse, Allah Teâlâ onu kendisiyle sebepleri görmekten perdeler. Böylelikle eşyanın Allah Teâlâ’dan meydana geldiğini görür. Bu bilgi senden gizlenmişti. Böylelikle sana O’nu bilmek sana gaybe imanın artışını kazandırmıştır. Bu gayb bilgisi en güçlü akla sunulsaydı, akıl kanıtlarıyla onu reddederdi. İşte bu, bu halin faydasıdır.

Zevaidin bir yönü de, ayan’ın hükmünün onların kendisi olmadı­ğını bilmektir. Bu hüküm Hakkın varlığında ortaya çıkar ve geçerli bir nispetle kula nispet edildiği gibi geçerli bir nispetle de Hakka nispet edilir. Böylelikle Hakk, hüküm bakımından daha önce sahip olmadığı bir hüküm daha kazanırken ayn ise ezelde kendisiyle nitelenmemiş olduğu varlığın kendisine izafe edilmesini kazanır.

Zevaid’in hükmünün ne hoş olduğuna bakınız! Bu nedenle de iki gruba da genelleşmiştir. Böylelikle mutlunun imanını artırırken bed­bahtın kirini ve hastalığını artırmıştır. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ YİRMİ ALTINCI BÖLÜM

İradenin Bilinmesi

Sûfılere göre irade, bu yola katılan müridin bulduğu bir duygudur. Bu duygu, kendisi ile maksadına (ulaşmaktan) onu perdeleyen şeylerin araşma girer.      .

Kalpte yakıcı bir acı

İşin başıdır o, keşke bilselerdi

Bu nedenle sahibi şefkatlidir

Kullarının görmediği kimseye karşı -

Bakanına göründüğünde

Susma ve sağırlık kendisini tutar

Onu sürekli ve daimi olarak görürsün

Ateşin alevinin eritmesiyle

Her şey onun nezdinde güzeldir

Hepsi böyle hüküm verdiler

Ebu Yezid Bestamî’ye göre irade, ‘iradenin terkidir.’ Bu tanım ‘İra­de etmemeyi diliyorum’ sözünde geçer. Burada Ebu Yezid, kendisinden iradenin düşmesini istemektedir. Bunu ise iradesi var iken söylemiştir. Sonra sözünü tamamlayarak, Hakka hitap ederken şöyle demiştir: ‘Ben istenilen (murad), sen isteyensin (mürid).’ Çünkü Bayezid, iradenin konusunun yokluk olduğunu biliyordu. İstenilen ise madum (yok olan) olmalıdır ve onun varlığı yoktur. Varlık ile nitelenmiş olsa bile, müm­künün (gerçekte) yokluk olduğunu görmüştür. Bu nedenle şöyle de­miştir: ‘Ben irade edilenim.’ Başka bir ifadeyle ben yokluğum. Sen ise irade edensin. Çünkü irade eden ancak mevcut olabilir.

Bize göre irade, Allah Teâlâ’yı bilmede özel bir niyet ve yönelimdir. Söz konusu yönelim, mükaşefe fetihlerinden -yoksa aklî kanıtlardan delil ge­tirme yolundan değilkaynaklanan Allah Teâlâ’yı bilme halinin bulunmasıdır. Böylelikle, zevk yoluyla veya zevkin mümkün olmadığı konularda Allah Teâlâ’nın bildirmesiyle Allah Teâlâ hakkında bilgi gerçekleşir. Bu durum ‘Allah Teâlâ’dan sakının, O size öğretir514 ayetinde belirtilir. Pirler iradeyi ‘âdeti terk’ diye tanımlamışlardır. Bir insanın âdeti başka bir insanın âdetin­den farklı olabilir. Bu durumda başkasının âdetiyle kişi kendi âdetini terk edebilir, çünkü o kendi âdeti değildir.

Sonra bilmelisin ki, bizim mezhebimize göre, iradenin konusunun yokluk, Allah Teâlâ’yı bilmenin ise kulun irade ettiği şey olduğunu söyledik. Yine biliyorsun ki, hiçbir yaratık, Allah Teâlâ’yı O’nun kendisini bildiği şekilde bilemez. Hâlbuki kulda irade bunun için vardır. Öyleyse kulda irade, bu makamda bulunduğu sürece ayrılmaz bir özelliktir ve hükmü zorun­ludur. İradenin hükmü, var olmayana ilişmektir. Allah Teâlâ’yı bilmek, daha önce de belirttiğimiz gibi, var olamaz. Öyleyse kulda irade hükmü, ira­de ettiğini idrak eden kimseden daha yetkin bir tarzda bulunur. Öyleyse gerçek irade, konusu idrak edilmeyen şey olabilir. Binaenaleyh irade, konusu yok olduğu sürece, varlıkla nitelenmeyi sürdürür. Çünkü irade­nin istediği şey var veya sabit olduğunda, iradenin hükmü de ortadan kalkar. Hükmü ortadan kalkınca, bu kez varlığı da ortadan kalkar. Biz­de (konusu Allah Teâlâ’yı O’nun kendisini bildiği gibi bilmek olan) iradenin ortadan kalkmaması gerekir. Çünkü onun irade ettiği şey, var olmaz.

İradesinden dilediğini var eden kimseye gelirsek, bu kişide iradenin varlığı bulunmaz fakat irade yine de orada kalmıştır. Çünkü iradenin konusu, tek tek mümkünlerdir ve onlar sonsuzdur. Öyleyse onların var­lıkları da sonsuzdur. Fakat irade edilen şeylerin değişmesiyle konuları değişir. İradenin gerçek anlamı hakkında Allah Teâlâ ehlinin işaret ettiği hu­sus şudur: ‘İrade insanda var olan bir anlamdır. Bu anlam, kendisini yapmayla nitelenmek için, kalbin dince belirlenmiş hakikati aramak üzere harekete geçmesini sağlar. Böylelikle Allah Teâlâ’yı razı eder ve Allah Teâlâ’nın razı olduğu kimselerden biri olur. İrade sahibi, bu makama ulaşmak için çalışır. Sonra buna ilave olan ve Allah Teâlâ ehlinin ulaştığı fetihler, keşf, müşahede ve benzeri haller ise Allah Teâlâ’dandır, yoksa onlar, Allah Teâlâ yolunun kendisini gerektirdiği irade sahibi tarafından amaçlanmamıştır. Onların iradelerinin özü, Allah Teâlâ karşısında sözlerinde, fiillerinde ve hallerinde O’nu razı edecek bir halde olmayı dilemekle sınırlıdır. Bunu ise Allah Teâlâ’nın mertebesini tercih ederek irade ederler, yoksa bu davranışla ulaşacakları nimeti veya dünya ve ahirette onun zıddından kaçmayı istedikleri için yapmazlar. Aksine onlar, kendilerine belirlenen yolda hareket ederler.

Onlar hakkındaki iş, dilediği şekilde olmak üzere, Allah Teâlâ’ya kalmıştır. Ne­fislerinin arzuları onlarm akıllarına bir haz getirmez. İşte bu iradenin sahibinde gerektireceği en yetkin haldir. Bu konuda bir haz akıllarına gelirse, iradenin hükmünün dışına çıkmış olmazlar. Fakat nefsani haz sahibi, birinciye göre eksik makam sahibi olur. Bununla birlikte o da irade sahibidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle der: ‘Bazı nebileri diğerlerinden üs­tün yaptık.™5 Hâlbuki nebilik, (her birinde) mevcuttur. Öyleyse onlar, birbirlerine kıyasla üstün olsalar bile, nebilikten ayrılmış değillerdir.

Sûfiler iradeyi ‘bu yola katılan müridin bulduğu bir duygudur. Bu duygu, kendisi ile maksadına (ulaşmaktan) onu perdeleyen şeylerin ara­şma girer’ diye tanımlamışlardı. Bu tanım doğrudur. Şu var ki burada Allah Teâlâ’yı bilmenin ortaya çıkardığı bir durum vardır, insan için keşif veya Hakkın öğretmesi yoluyla bilgi meydana geldiğinde, kulun kendisiyle nitelenebileceği ve onu maksadından perdeleyecek herhangi bir şey ge­ride kalmaz. Bunun böyle olması, onun maksadının Hakk olmasına bağ­lıdır. Bu durumda Hakkı, her varlıkta ve her halde müşahede eder. Bu makama ise ancak Allah Teâlâ’nın kendilerinden razı olduğu kimseler ulaşabi­lir. Bu makam sahibinin alamederinden birisi, edebe sarılmaktır. Şu yar ki bu müşahede nedeniyle akimı yitirmiş olabilir. Bu durumdaki birisi ise, Behlüller ve akıllı deliler gibi, edeple yükümlü değillerdir. Çünkü onlara kendisini taşımaktan aciz kaldıkları ilahi bir emir gelmiş, bu emir onların akıllarını almıştır. Allah Teâlâ katında onlarm hükmü, müşahede ha­lindeyken ve dürüst bir halde ölenin hükmü gibidir. Böyle birinin du­rumu, hayvanın hükmüyle birdir: Bir sınırlanma veya Allah Teâlâ katında so­rumluluk olmaksızın, doğasınm arzuladığı yemek, içmek, cinsel ilişki ve konuşma gibi bütün hazlarına ulaşır. Bunuma birlikte, hayvanlar ve bü­tün canlılar ölünün kabrindeki halini keşfettiği gibi, onların keşifleri de sürer. Ölü bağırır. Mutlu ölü şöyle der: ‘Beni acele ettirin, acele ettirin.’ Bedbaht ise ‘Nereye götürüyorsunuz beni?’ der. Hayvanlar, kabir aza­bını görürler, insanların ve cinlerin kendisini göremedikleri hususları görürler. Allah Teâlâ’nın (kaldıramadığı bir keşif nedeniyle) akimı aldığı kişi­nin durumu da, hayvanın ve bütün canlıların durumuyla birdir. Nasıl ki ölü öldüğü Hakk göre değerlendirilir, bu behlül de, aldım yitirdiği Hakk göre değerlendirilir. Öyleyse bu kişi, akimı yitirmek nedeniyle, ölüler arasında sayılırken doğası bakımından ise diriler arasında sayılır. Söz konusu kimseler, Allah Teâlâ’nın kendilerinden razı olduğu mudulardandır.

Örnek olarak, Mesud el-Habeşî, Ali el-Kürdî ile Şam’da, Mağrib’te kendilerini gördüğümüz bir grubu verebiliriz. Onlar, bu hal üzerindey­ken, Allah Teâlâ’nın kullarıdır. Allah Teâlâ bizi onlardan yararlandırsın! Böyle birine yaşarken aklı iade edildiğinde, o andan itibaren şeriat adabıyla yüküm­lüdür ve ona bağlanmalıdır. Kimin aklı kendinde kalırsa, bu kişi sûfilere göre daha yetkin ve kamildir. Şeyh Ebu’s-Suud b. Şibl’e sorulmuş: ‘Allah Teâlâ ehlinden mecnunlar hakkında ne dersin?’ Şöyle demiş: ‘Onlar hoş­tur, fakat akıllı daha hoştur.’ Burada Şibli, aklı korunmuş kimseye dö­nük inayetin daha büyük olduğuna dikkat çekmektedir. İşte bu, sûfılerin irade terimi hakkındaki tüm söylediklerinin kendisine döndüğü bir ilkedir. Bu konuda ifadelerinde görüş ayrılıkları bulunsa bile, bun­lar, irade hakkında genel veya özel konuşmadan kaynaklanır. Herkes kendi zevkine göre ve halinde tercih ettiği şeye göre konuşur. Çünkü sûfıler, bir şeyden söz ederken zevklerinin ve vecdlerinin verisini aşmaz­lar. Öyleyse onlar, kesin bilgi sahibi ve dürüst kimselerdir. Onların bil­gisine kuşku girmez. (Bilgisinin kaynağı) Düşünme olan ise, onlardan değildir. Düşünce bazen yanılır bazen isabet eder. Fikriyle hareket eden insan, hal veya zevk sahibi değildir.

Yorum (itibar) ehline gelirsek, onların arasmda da zevk sahipleri bulunabilir ve söz konusu kimseler -fikirden hareketle değilzevk’ten hareketle yorum yaparlar. Bazen yorum fikirden kaynaklanabilir ve ya­bancı insan, işin şeklini karıştırabilir ve (sûfı ve akılcı) her birisi hakkın­da ‘Hepsi de yorum yapmaktadır ve yorum ehlidirler’ der. Bilmez ki, yorum bazen fikirden bazen zevkten meydana gelir. Zevk sahiplerinde ‘yorum’ (itibar) asıl iken fikirden hareket edenlerde ferdir. Fikir gücün­den hareket eden biri, (sûfiler gibi) ‘irade ehli’ değildir. Ancak hakkında düşünülen konu, sadece fikir gücüyle elde edilen bir şey ise, (irade ehli olan sûfıler) bilgiyi bu yolla elde edebilir. Fakat şunu sormak gerekir: Acaba keşif veya vecd yoluyla değil de, sadece fikir yoluyla öğrenilebile­cek bir şey var mıdır, yok mudur? Biz ‘yoktur’ deriz ve genel olarak (kesin bilgiye ulaştıran bir yol olarak) fikir gücünü kabul etmeyiz. Çün­kü fikir gücü, karıştırmaya ve güvenilir olmayan bilgiye yol açar. Ken­disini bilmeye vecd ve keşif yoluyla ulaşılamayacak hiçbir şey yoktur. Fikirle ilgilenmek ise, bir perdedir. Bizim dışımızdakiler ise, (irade yolu olan) bu yolu kabul etmez. Fakat Allah Teâlâ yolunun ehli olan hiç kimse, onu reddetmez. Onu reddedenler, haller hakkında zevki ve tecrübesi olmayan, şekilci alimler arasında teorik akılcılar ve istidlal ehlidir. Onla­rın arasında ise, Eflatun-ı İlahi gibi haller hakkında zevki olanlar bulun­sa bile, bu istisnadır. Müslümanlardan onu sevmeyenler, sadece felse­feyle ilişkisi nedeniyle kendisini sevmez. Çünkü onlar, ‘felsefe’ sözünün neye işaret ettiğini bilmezler. Hakimler (filozoflar), gerçekte, Allah Teâlâ’yı, her şeyi ve her şeyin konumunu bilenlerdir. Allah Teâlâ ‘Hakim ve bilendir.’556, ‘Kime hikmet verilmişse, ona çok iyilik verilmiştir,’557 Hikmet nebilik bilgi­sidir. Nitekim Allah Teâlâ, kendisine mülk ve hikmetin verildiği Davud hak­kında şöyle der: ‘Allah Teâlâ ona mülkü ve hikmeti vermiş, ona dilediği şeyleri öğ­retmiştir.’558 -

‘Filozofun anlamı, hikmeti seven demektir. Çünkü Yunanca’da ‘sofya’, hikmet demektir. Bir tanıma göre, sevgi demektir. Öyleyse fel­sefe, hikmeti sevmektir. Akıüı herkes, hikmeti sever. Şu var ki ister filo­zof, ister Mutezile, ister Eşari olsun, ister başka bir akılcı ekolden olsun, akılcıların ilahiyat bahislerindeki hataları doğrularından daha çoktur. Binaenaleyh filozoflar, adları nedeniyle kınanmadılar, onlar metafizik bahislerde yanıldıkları için kınanmışlardır. Onların bilgileri, peygam­berlerin getirdikleri bilgilerle çelişmiştir. Bunun nedeni ise, nebilik ve risaletin kaynağı ve bunların neye dayandığı hakkmdaki bozuk düşünce­leriyle vermiş oldukları hükümlerdir. Fikre dayandıkları için işi karış­tırmışlardır. Kendisini sevdiklerinde, hikmeti -fikir yolundan değil deAllah Teâlâ’dan istemiş olsalardı, her konuda isabet kaydetmiş olurlardı. Filo­zoflar bir yana, Mutezile ve Eşariler gibi Müslüman akılcıların önünde ise İslam vardı ve onların düşüncelerinde hükümrandı. Sonra kendi an­layışlarına göre ondan uzaklaşmaya başlamışlardır. Öyleyse onlar, asıl bakımından isabetli iken yaptıkları tevillere göre bazı ayrıntılarda ya­nılmışlardır. Bu tevilin kaynağı akıl ve fikirleridir. Akıl delili onlara Şâri’nin aklın (Allah Teâlâ hakkında) imkânsız saydığı bazı sözlerini zâhirî an­lamıyla Allah Teâlâ’ya yüklediklerinde, bu durumun kendilerine göre küfre yol açacağmı söylemiş, bunun üzerine tevil etmişlerdir. Hâlbuki onlar, Allah Teâlâ’nın bazı kullarına (verdiği) bir (idrak) gücünün bulunduğunu anla­mamışlardır. Söz konusu güç, bazı konularda aklın verisine uyarken ba­zı durumlarda onunla ters düşer. İşte bu, akim gücünün dışında kalan bir yerdir. Akıl tek başma bunu anlayamaz ve bu güç şahısta bulunma­dığı sürece ona inanamaz. Bu durumda kendi eksildiğini anlar ve onun gerçek olduğunu öğrenir. Çünkü güçler derece derecedir: Her birisi,

Allah Teâlâ’nın kendisini yarattığı özelliğe göre (bir bilgi) verir. Duyma gücü­ne görme gücü takdim edilseydi, onu imkânsız sayardı. Aynı şey görme ile diğer güçler arasında geçerlidir. Akıl da güçlerden birisidir. Hatta o, bütün güçlerden yardım alırken onlara hiç bir şey vermez.

Kim Allah Teâlâ ehli sûfilerin terimleştirdiği anlamıyla iradenin anlamını kavrarsa, bütün bu makamları ve mertebeleri ‘keşif yoluyla öğrenir, eş­yada yanılmanın nasıl gerçekleştiğini ve onun nispet ve yönlerde olabi­leceğini anlar. Yanılan, kendi yerinden başka bir yöne bağladığı nispette yanılmıştır. Allah Teâlâ ehli, söz konusu nispeti alarak yerine yerleştirir ve ait olduğu şeye katar. Hikmetin anlamı da budur. Öyleyse Allah Teâlâ ehli olan peygamber ve veliler, gerçek hakimlerdir. Onlar, çok iyiliğin sahipleri­dir. Allah Teâlâ bizi irade ehlinden ederek, ‘âdet ile şehadet yönünden âdeti terki bir araya getirenlerden’ etsin. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.

İKİ YÜZ YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM

İrade Edilenin (Murâd, İstenilen) Halinin Bilinmesi

İrade edilen hal ile çekilen kimse İyilikte ve tasada, her durumda

Onu yürütür, o ise beyaz nurdadır Makamlarda halden Hakk

Bir inayet olarak O’ndan, Rahman onu korur Kendisi nimet ve ikbal içinde iken

Bilmelisiniz ki, sûfilerin terimlerinde ‘irade edilen’ (murad), bütün işler kendisine hazırlanmış iken iradesinden çekilen kimsedir. Böyle bir insan, âdetleri ve makamları -bir güçlük olmaksızınhaz alarak ve zevk­le aşar. İrade edilen insan, güçlükleri ve sıkıntıları kendisine kolaylaştı­ran bir rahadığa sahiptir. İrade edilenler iki kısma ayrılır: Birincisi, çe­tin işlerle uğraşan ve duyulur ve psikolojik belaların kendisine yerleştiği kimsedir. O bunları hisseder ve doğası bunlardan rahatsız olur. Bunun­la birlikte, işin iç yüzünde Allah Teâlâ katında kendisine ait iyiliği ve hayrı gö­rür. Bu durum, nahoş bir ilacın içilmesinin insanı iyileştirmesine ben­zer. Böylelikle bu belanın içinde bulunan nimeti müşahede etmek ken­disine hakim olur ve başına gelen gayesine yatkın olmayan şeylerden bu müşahede nedeniyle haz alır. Gayesine yatkın olmayan işler psikolojik acılar olabileceği gibi maddi acılar da olabilir. Böyle kimselere örnek olarak Ömer b. Hattab’ı verebiliriz. O, bu makam sahibiydi ve bu ko­nuda şöyle derdi: ‘Allah Teâlâ’nın bana verdiği her musibette üç nimetin bu­lunduğunu gördüm. Birinci nimet, bu belanın dinimle ilgili olmayışıy­dı. İkinci nimet, belanın daha büyük olmayışıdır. Çünkü daha büyük de olabilirdi. Üçüncü nimet ise bu belanın Allah Teâlâ katında benim günahla­rımı silmesi ve dereceleri yükseltmesidir. Bu nedenle her gelişinde bela­lara karşı Allah Teâlâ’ya şükrederim.’ Burada sûfilerin yönteminde ince bir an­layış vardır. Bu anlayışı Allah Teâlâ’nın yolunu bilenlere hakikatler verir. Çün­kü beladan dolayı şükür olmaz ve nimete karşı sabır olmaz. Öyleyse be­la gelen insan şükrederse, sadece nimederi görmüş demektir ve bu ne­denle şükretmesi zorunludur. Nimet gelen insan sabrederse, belayı görmektedir. Burada bela, nimette gördüğü nimetten dolayı Allah Teâlâ’ya şü­kür ve O’nun kendisini nimette yükümlü tuttuğu tasarrufu yerine ge­tirmedir. Öyleyse gördüğü şey, onun sabretmesini gerektirmektedir. Hakk ise ona nimederini art arda gönderir. O ise, bu nimederde üzerin­de bulunan Allah Teâlâ’ya ait hakları gözler ve kendisini onları yerine getirme­ye zorlar. Bu nedenle, insanların onun haz aldığını düşündüğü şeyden haz almaz. Art arda gelen nimedere karşı ‘sabreder.’ Çünkü o, belaya maruz kalmıştır. Öyleyse muteber olan şey, bulunduğu vakitte Hakkın gördüğüdür. Böyle bir insan, içinde bulunduğu vakte göre, ya şükredendir ya da sabredendir. İşte bu, irade edilenlerin birinci kısmı budur.

İkinci kısım ise, alışagelmiş güçlükleri hissetmez. Allah Teâlâ onda başka güçlerin karşısında aciz sıkıntılara kendisiyle karşı koyabileceği bir güç yaratır. Söz geüşi, küçük çocuğun taşımaktan aciz kaldığı şeyi taşımakla yükümlü tutulan güçlü kuvvetli bir adamı düşünelim. Güçlü adam aynı yükü herhangi bir güçlük olmaksızın taşır, çünkü onu taşımak, onun gücü ve kudreti dahilindedir. Küçük çocuk meşakkat ve zorlanarak ta­şırken büyüle adam aynı yükü taşımaktan haz alır, gücünden dolayı ra­hattır, onunla gururlanır, bir acı duymadığı gibi onu hissetmez bile. Ebu Yezid bir yakarışında şöyle der:

Seni istiyorum ama ödül olsun diye değil Seni istiyorum, ceza olsun diye

Arzularıma ulaşmış bulunmaktayım Azaptan duyulan acı dışında

Burada Ebu Yezid, bir harikulade olarak, âdet üzere acıya yol açan bir elemden haz almayı istemiştir, yoksa azabı istememiştir. Allah Teâlâ ehli şöyle der: ‘Bir bahçeye (cennet) girene şaşılmaz. Şaşılacak olan, ateşin dibine girmektir.’ Bu sözün sahibi şöyle demektedir: ‘Adet üzere doğa­nın haz aldığı işlerden haz alana şaşılmaz. Şaşılacak olan, doğanın acı duyduğu şeyden haz almaktır.’

Aktarıldığına göre, bir aşık suç işlemiş, hakim de kendisine yüz so­pa cezası vermiş. Doksan dokuz tanesini hissetmemiş ve yardım dile­memiş. Yüzüncü kırbaç gelince, adam yardım dilemiş. Bunun nedeni sorulduğunda ise şöyle demiş: ‘Kendisinden dolayı ceza gördüğüm olay bana bakıyor, ben de ona bakmaktan haz alıyordum ve kırbacın sırtım­daki izlerini hissetmiyordum. Yüzüncü sopa olunca, gözümün önünden kayboldu ve ben de kırbacın sırtımdaki izini hissettim, bu nedenle de yardım istedim.’ Mekke’de saliha bir kadın olan Fatıma b. et-Tac’ı görmüştüm. Bir suçu yokken, babası onu şiddede dövmüş, o ise bunun acısını hissetmemiş bile. Sırtı ile kırbacın yerleri arasında bir şeyi hisse­diyordu. Kırbaç oraya değdiğinde, acıyı hissetmiş ve bağırmış. Kırbaç kulağına değdiğinde, onu hissetmediği için şaşırmış. İptidai dönemi­mizde, uzun bir hikâyede benzer bir olay bizim başımıza da gelmiştir.

İrade edilen kişiye (murad) Allah Teâlâ, bazen kendisine gelen -bela veya nimether şeyden haz alma imkânı verir. Çünkü nimet, şahıstaki hazza ilave bir durum olmadığı gibi bela da bulunduğu şahısta acıdan başkası değildir. Bunları meydana getiren nedenler ise, bizce, geçerli değildir. Öyleyse bela sahibi belanın kendisinde bulunduğu kişiyken nimet sahibi de nimetin bulunduğu kişidir. Sebep ise, bazen alışılagelmiş bir neden olabilirken bazen bilinmeyen neden olabilir. Bu kısımdaki kimsede Allah Teâlâ, kendisine indirdiği her şeyi onun kendisi tarafından irade edilmiş olmayı yaratır-, Allah Teâlâ kendisine bir şeyi dileyerek verirse, bunun gerçek­leşmesi zorunludur. O da (aynı zamanda kendi isteği de gerçekleşeceği için) bu iradenin gerçekleşmesinden haz alır. Böylelikle sıkıntı ve güç­lükler, onun irade ettiği şeyler olur ve bunlar kendisine yerleşir, o da bunları taşır. Çünkü onlar bunu sonuçta bulmazlar. Çünkü onlar, tem­yiz ehlidir ve Hakkı hakka’l-yakîn bilenlerdir. Onlar, gazap ve rıza ehli­dir. Bu nedenle, verdiği haz nedeniyle, başlangıca dönerler. Adam ke­male erdiğinde, Allah Teâlâ kendisine işleri temyiz gücü verir ve ona hakikat­leri tam olarak öğretir (tahkik). Çünkü mertebe bunu gerektirir. Dünya mizacı cennet mizacında olsaydı, sadece soyut bir esinti verirdi. Ateşin mizacında olsaydı, sadece acı verirdi. Dünya hayatı bazen şöyle bazen böyle olmak üzere, karışık olunca, ârifler de bulundukları yere göre ha­reket etmişlerdir.

Bunu öğrenince, şunu da bilmelisin: Muradın hallerinden birisi de, kendisinden temenni, tamahkarlık ve ihlası ortadan kaldırmaktır. Bu­nunla birlikte amellerini fazlasıyla yerine getirir, fakat kendisini onların gerçekleştiği bir yer olarak sayarak, amellerini görür. Başka bir ifadeyle yerine getirdiği amelleri, üzerinde cereyan eden kaderlerdir. Bunun ne­deni arifin kendisiyle ilişkilendirilen güç ve kudretten ‘fani’ olmasıdır. Artık onun ne makamı vardır ne de bir hal onun üzerinde hükümran­dır! Çünkü ârif, makam ve halin rabbinin gözüyle makam ve halin rab­bine bakmakta olduğu için, ne hal görür ne makam. O, takdir edilen iş­lerin üzerinde nasıl aktığını ve kendisinde nasıl ortaya çıktığını gözler. Nefsi karşısında ârif, onun ne içindedir ne dışındadır!

VASIL

Bu şahsın ‘irade edilen’ diye isimlendirilmesi, ondan istenilen şey nedeniyle irade edildiğini göstermez. Bunun anlamı, onun sevilen ol­masıdır, çünkü sevilene herhangi bir şeyle azap edilmez. Seven, sevdi­ğine eziyet veren şey ile sevdiği arasına engel olmalıdır. Böyle yapmazsa seven olmadığı gibi öteki de sevilen değildir. Allah Teâlâ da, sevdiği kullarına -onları seviyor olması yönündenbela vermemiştir. Onlara kendisini sevme rızkını vermekle nimedendirmiştir. O’nu sevdiklerini iddia ettikterinde ise, seven olmaları yönünden değil, ‘sevilenler’ olmaları yönün­den onları sınamıştır. Anla! Öyleyse sevilen, naz ehli iken seven boyun eğer. İrade edilen, sevilendir ve o belayı tatmaz. Kendisinden bir şey is­tenilerek murad olanın durumuna gelirsek, ona kendisinden istenileni (yerine getirmek üzere) irade ihsan edilmelidir. Dolayısıyla onun adma ancak kendisi için irade edilen şey gerçekleşir. Daha önce bunu belirt­miştik. Kendisinden bir şey istenildiği için murad olan herkes kendisin­den istenilen şeye dair iradesi olmaz. Böyle bir durumda iradesi olan kimse, bu yolda terimsel anlamıyla ‘murad’ olan kişidir. Öyleyse kendi­sinden istenilen bir hususta irade edilenin kimse(nin durumu ), bütün yaratıklara genel bir haldir ve onda bir tahsis söz konusu değildir. Ken­disinden istenilen hususta irade sahibi olmak ise özel bir durumdur. Bu yolda özel anlamda irade edilen denilirken kast edilen kimse odur ve irade edilen-irade eden haline gelir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğruya ulaştırır.’559 İrade edilen, irade edilen ve irade hakkında söz uzar.

İKİ YÜZ YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM

İrade Edenin Hali

Dostum! Allah Teâlâ seni razı olduğu işlere erdirsin, bilmelisin ki:

Mürid değildir iradesi etkin olan Arzusu sona erendir mürit

Ulaşmamış olduğu işleri irade ederse biri Onu yaparken hakimi onun hastalığıdır

Böyle biri yol ehli değildir

Oluşta cevher veya araz hükmünü verirken de değildir

Allah Teâlâ ehli muhakkiklerin terimlerinde mürit (irade eden), Allah Teâlâ’ya yönelerek, O’nun mertebesini tercih eden, sevdiği ve razı olduğu işlerde

çalışan kimse karşılığında kullanılır. Bazen ise, kendi iradesinden soyut­lanan kimse adına da kullanılabilir. Onlara ve bize göre müridin en üs­tün mertebesi, iradesinin -bir keşiften olmaksızınişler olmasıdır. Keşif­ten kaynaklanırsa, böyle biri, mürit değil, gerçekleşecek şeyi bilen kişi­dir. Nitekim irade edilenin (murad) irade sahibi olmasının şartı da, kendisiyle veya başkasıyla gerçekleşmesi irade edilen şeyi görüp gerçek­leşmesinden önce irade etmek değildir. Aksine, genellikle böyle bir şey meydana gelmez ve bu bir şart değildir. Onun hali, varlıkta gerçekleşti­ğinde, ondan razı olmak ve gerçekleşmesinden haz almaktır. Düşünce­siyle onu reddetmez veya onu kerih görmez.

Bilmelisin ki Allah Teâlâ inayetiyle gerçekleşecek şeyi bildirdiği kullar vardır. Böyle biri, özellikle kendisi adına gerçekleşecekse o iş, ona hazır­lanması talep edilmiş kimsedir. Böylelikle gerçekleşen işin dince gereği olan rıza, sabır veya şükür gibi bir nitelikle karşılar. Bu bildirmeyle bir­likte, kendisi de o işi isteyen ise (mürid), bu, (ilahi iradeye) uygun ira­dedir. Bu durumda o, iradesi işlediği için değil, (Hakkın) irade niteliği kendisinde bilfiil varlık kazandığı için mürid olur. Çünkü bu yolda an­cak iradesi işleyen kimse mürid (irade eden) diye isimlendirilebilir. O ise, Allah Teâlâ veya bunu verdiği yaratıklarıdır. Allah Teâlâ’nın yaratıklarından kim­senin bu makama ulaştığını duymadık. Çünkü keşif ve sahih rivayet yo­luyla sabittir ki: Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in makamından daha üstün makam yoktur. Bununla birlikte Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmetinin tasasının bazı hu­suslarda gerçekleşmemesini Allah Teâlâ’dan dilemiş, fakat bu konudaki dileği kabul edilmemiştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu konuda şöyle der: ‘Beni bu ta­lepten men etti.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem adına ‘iradenin nüfuzu ve işlemesi’ gerçekleşmemişse, başkası bu makama nasıl ulaşabilir ki? Çünkü bu, Allah Teâlâ’ya özgü bir makamdır. Allah Teâlâ bir kulunu irade ettiği şeylerin bilgisine ulaştırırsa, o ancak gerçekleşen şeyi irade eder ve iradesinin nüfuzu (bu ölçüde) ortaya çıkar, insanlar ise Hakkın ona neyi gösterdiğini bilemez. Hâlbuki onlar, gerçekleşen şeyin o insanın himmetiyle gerçekleştiğini zannederler. Hâlbuki iş öyle değildir! Öyleyse mürid, düşünerek, basirede görerek, Allah Teâlâ’nın razı olduğu işleri arayarak ve kendi iradesinden soyudanarak bütünüyle Allah Teâlâ’ya yönelen kimsedir. Varlıkta -insanların istediği işlerin değilsadece Allah Teâlâ’nın irade ettiği şeylerin gerçekleştiğini görünce, bu mürid şöyle der: ‘Niçin kendimi zorluyorum ve gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediğim bir işi istiyorum? Çünkü Allah Teâlâ’nın bil­gisinde iş hakkındaki neyin bulunduğunu hiç bilmiyorum. Benim iste­diğim iş gerçekleşirse, Allah Teâlâ onu irade ettiği için gerçekleşmiştir. Öyley­se ben niçin seviniyorum? Gerçekleşmezse, başarısızlık nedeniyle bir kı­rıklığın olacağı kesindir. Arzu gücü acele etmiş ve istediğinin gerçekleşmeyişi nedeniyle memnuniyetsizlik meydana gelmiştir. En iyisi, bü­tün hususlarda Hakk her neyi irade etmişse, onu irade etmektir. Hakkın irade ettiği iş ne zaman gerçekleşirse, kabul ve rızayla onu karşılarım.’ Böylelikle mürid, kendi iradesinden soyudanır ve onun iradesi sadece (gerçekleşen hakkında vereceği) hüküm hakkında kalır. Allah Teâlâ müritler­den bir kısmını âlem hakkında irade ettiği şeyin bilgisine ulaştırır. Böyle bir şey, iki tarzda gerçekleşebilir: Birinci yol, gerçekleşecek işin Hakk ta­rafından bildirilmesi ve keşf yoluyla öğrenilmesidir, ikinci yol ise, eşya­nın hakikatlerinin ve onlarm ilahi tertibinin -ki bu tarzda düzenlenmiş­lerdirverisi hakkında Allah Teâlâ’nın kuluna bilgi ihsan etmesidir. Böyle bir durumda insan bir şeyi irade eder ve iradesi onu yanıltmaz. Aksine ira­de ettiği iş, irade ettiği tarzda gerçekleşir. Böyle biri, Hakk ile gören, du­yan olduğu gibi Hakk ile irade eden kişidir. Çünkü Hakk onun görmesi, duyması olduğu gibi iradesi olmuştur (kane varlık anlamında kullanılır­sa, iradesidir). İradesi her nerede yanılırsa, gerçekte mürit değildir. Çünkü iradenin bulunduğu kişinin mürid olmasında bir fayda yoktur. Müridin ‘iradesi işleyen’ kimse sayılmasında bir fayda olabilir. Bu yolda mürid, meşakkat ve güçlüklere tahammül eden kimsedir. Sevimsiz işler meşakkat ve güçlüktür ve onlardan haz alınmaz. Aksine onlara Allah Teâlâ rı­zası için tahammül edilir. Ya da onlara tahammül ebedi mutluluğa yol açacağı için, katlanılır. Bu, en üstün olandır. Bunun karşılığında Allah Teâlâ, kendisini över ve Allah Teâlâ’nın övdüğü kimselerden birisi olur. Bu nedenle söz konusu kimseler, tasaları yudum yudum içer, içerdikleri ilahi iyilik nedeniyle onlara sabreder.

Allah Teâlâ adamlarından bazıları, bir yönden mürid ve bir yönden murad olabilir. Bu nedenle halleri değiştiği gibi hükümleri değişir. Böy­le biri gerçekleşen nahoş işten haz aldığında ‘murad’ (irade edilen) makanundadır. Sevimli bir hadiseden üzülürse, mürid makamındadır. Hal böyleyken, nahoş iş karşısındaki durumu nasıl olabilir?

İşte müridin halini, Allah Teâlâ’dan öğrenen kimseler için, ayrıntılı bir şekilde açıklamış olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM

Himmet

Yüksek bir himmete sahip isen eğer Varlık ona müsaittir

Onunla kapalıyı açma Himmetiyle zorbalaşanlardan da olma

Ona boyun eğme de:

İşin bâtını nasılsa, sen öyle ol

Burada ‘işin bâtını nasılsa’ derken Allah Teâlâ’nın eşyanın faili olmasını kast etmekteyim. Eşyada herhangi bir yaratılmışın himmetinin veya zâhir-bâtın bir sebebin bir etkisi yoktur. Çünkü ârif bilir ki, Allah Teâlâ se­bepleri sınamak için yarattı. Böylece Allah Teâlâ, fiilin sadece sebeplerle ger­çekleştiğini görenler ile bunu böyle kabul etmeyip sebeplerin ardında ve onların vesilesiyle -sebebiyle değilfiili Allah Teâlâ’ya ait görenleri ayırt etmek ister.

Bilmelisin Ki, sûfıler, himmeti; (a) kalbin temennilerden soyudanması anlamında kullandıkları gibi, (b) müridin ille doğruluğu ve (c) il­hamın duruluğu nedeniyle ‘himmederin toplanması (cem-i himmet)’ karşılığında kullanmışlardır. Bu nedenle şöyle derler: Himmet, üç dere­cedir: Uyanma himmeti, irade himmeti ve gerçek himmet. Bilmelisin ki, uyanma himmeti, insanın hakikatinin kalbe kazandırdığı ve imkânsız veya mümkün olabilecek kalple ilgili temennilerden kalbin uyanmasıdır. Başka bir ifadeyle bu himmet, kalbin ümiderden ve kuruntulardan te­mizlenmesidir. Bu himmet, temenni ettiklerinin durumuna bakmasını gerektirir ve bilginin verdiği hükme göre hareket eder. Bilgi bundan vazgeçmesini gerektirirse, döner. Kararlılık göstermesini gerektirirse, kararlılık gösterir. Öyleyse bu himmet sahibi, temenni ettiği hususta bilgiye muhtaçtır.

İrade himmetine gelirsek, bu, müridin ille doğruluğudur. Öyleyse bu, himmetin toplanmışlığıdır ve onun karşısında hiçbir şey duramaz. Böyle bir himmet genellikle Afrika’da bulunan ve kendilerine ‘Azabiyye’ denilen bir toplulukta bulunur ve bu himmet sayesinde diledikleri kim­seleri öldürürler. Çünkü nefs (güçleri) toplarsa, âlemin cisimlerine ve hallerine etki eder ve hiçbir şey ona karşı direnemez. Öyle ki, bunu bi­lip de keşfi ve iman gücü olmayan biri, bazı insanların eliyle âlemde gerçekleşen olağanüstü hadiselerin bu himmetten kaynaklandığına (inanmaya) sevk eder. Bu himmetin öyle bir gücü vardır ki, şeyhlerde bir etki yapmak isteyen kimsede bulunabilir. Böylelikle kamil şeylerde bu himmet vasıtasıyla tasarnıf ederler. Bazen onun bu şeyhte bulundu­ğunu gören müridin himmetiyle şeyhe sahip olmadığı veya irade etme­diği bir bilgi açılabilir. Hemen o vakit şeyh için bilgi dolaylı olarak bilgi meydana gelir ki himmet sahibi o şeyhe onu ulaştırsm. Çünkü onu an­cak ondan kabul edebilir. Şöyle ki: Bu mürit, o belirli meselede himme­tini o şeyhte toplamıştı.

Bu konuda anlatılan hikâyeler çoktur. Bu himmetin ilahiyat bah­sindeki etkisi, Allah Teâlâ’nın ‘Ben kulumun bana dair zannına göre­yim, benim hakkımda iyi zanda bulunsun’ anlamındaki hadistir. Öyley­se her kim Allah Teâlâ hakkındaki himmetini, günahları sadece O’nun bağış­ladığı, rahmetinin her şeyi kuşattığı şeklinde toplarsa, hiç kuşkusuz ve tereddütsüz ki, merhamete mazhar olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İşte bu Allah Teâlâ halikınızdaki zannınızdır. Şimdi de hüsrana uğrayanlardan oldu­nuz-’560 Çünkü onlar ‘Allah Teâlâ’nın onların yaptıklarının büyük kısmını bilmedi­ğini561 zannettiler. Bu nedenle, bu himmetin ilgili olduğu konuda bir bilginin gerektiğini söyledik. Himmet imkânsızla ilgiliyse, o şey gerçek­leşmez ve vebali de sahibine döner. Böylelikle kişi, kendi himmetiyle kendine etki eder. İmkânsız olmayan bir şeyle ilgiliyse, zorunlu olarak gerçekleşir. Bu kimselerden bazılarının himmeti imkânsızla ilgilidir. Bu imkânsız, kulların bazı davranışlarını bilmeyi Allah Teâlâ’dan olumsuzlamaktır. Bu nedenle Allah Teâlâ, amelleri nedeniyle onlara azap eder. Böylelikle onların zanları kendilerini hüsrana uğratır. Bu, genişliği ve kapsamı al­tına girip de açıklanamayacak ve söylenmesi yerinde olmayan hususlar nedeniyle hakkını veremeyeceğimiz bir meseledir. Şu var Ki bu himme­tin bulunduğu her yerde nüfuzu vardır. Himmet toplanmayıp da ken­disine gedik girdiğinde, bu hükme sahip olamaz. ‘Rablerinin yaptıkları­nın büyük kısmını bilmediğini562 zanneden bu insanlar, sahip olduğu bağışlayıcılık ve affetme özelliği nedeniyle Allah Teâlâ’nın günahı cezalan­dırmayacağını zannetselerdi ve bu konuda himmetleri kendilerini Allah Teâlâ’nın cezalandırmasından ve şiddetli azabından perdeleseydi, onları cezalandırmazdı. Çünkü onların zanları bu durumda (imkânsıza değil) olabilene ilişecekti.  .

Hakikat himmeti ise, himmeti ilhamın duruluğuyla toplamak de­mekti. Bu tarz himmet, Allah Teâlâ ehlinden büyük şeyhlerin himmetidir. Onlar himmederini Hakka toplamışlar ve konularının tekliği nedeniyle bir Hakk getirmişlerdir. Bunun amacı, çokluktan kaçınmak ve çokluğun birliğini veya birliği taleptir. Çünkü ârifler, nitelilderde, isimlerde veya nispeüerde, çokluğu reddederler, yoksa çokluğun birliğini değil! Onlar, bu Konuda ayrışırlar. Başka bir ifadeyle onlar bu konuda derece derece­dir. Allah Teâlâ da onlara bulundukları hal üzere davranır, onları bundan geri çevirmez. Çünkü her bir makamın Hakka bakan bir yüzü vardır (vech-i has veya özel yön). Bunu yapmasının nedeni ise, Allah Teâlâ’nın kendisine seç­tiği ve ayırdığı özel kulları olan çokluğu diğer kullarından ayrıştırmayı istemesidir. Çünkü Allah Teâlâ âlemi mertebeleri imar etmek ve doldurmak üzere mertebelere göre indirmiştir. Alemde bir derecelenme gerçekleşmeseydi, bazı mertebeler işlevsiz ve dolmamış olarak kalırdı. Varlıkta hiçbir şey işlevsiz kalmaz. Aksine hepsi dolu ve mamurdur. Öyleyse her mertebeyi dolduran biri olmalıdır ve onun hükmü mertebesinin hük­müne göredir. Bu nedenle de âlemin bir kısmı diğerlerinden üstün ol­muştur.

Bunun ilahiyat alanındaki karşılığı ise ilahi isimlerdir. Alim isminin kapsamlılığı nerede, (söz gelişi) Mürid ismininki ve Kadir ismininki ne­rede! Alim ismi Mürid’den, Mürid Kadir’den ilgili olduğu mertebeyle ayrışmıştır. Öyleyse Alim, ihata halamından daha geniştir. Kuşkusuz Alim ismi, Mürid ve Kadir isminden bu isimlerin kendileri olmak ba­kımından sahip olmadıkları bir özellikle daha üstün ve fazla olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ kendisini bilir ve kendisine karşı kudreüe veya kendi varlı­ğı hakkında iradeyle nitelenmez. Çünkü iradenin hakikati, yok olana ilişmektir. Hâlbuki Allah Teâlâ mevcuttur. Kudretin özelliği ise, mümküne veya başkası nedeniyle varlığı zorunlu olana ilişmektir. Hâlbuki Allah Teâlâ, varlığı kendisi nedeniyle zorunlu olandır. Buradan, mertebelerin dere­celenmesi nedeniyle, âlemde derecelenme meydana gelir. Öyleyse o mertebeleri dolduranların da derece derece olması gerekir. Öyleyse âlemde bir derecelenme olması kaçınılmazdır. Çünkü mertebeleri dol­duran ve onlarla zuhur eden O’dur. Bu, keşif yoluyla idrak edilemeye­cek bir husustur. Onu duru bir ilhamla idrak mümkündür. Böylelikle keşif sahibi, mertebelerin doluluğunu onları dolduranları keşf etmek su­retiyle idrak eder. Derecelenme de, duru bir ilham ile idrak edilir.

Sana ‘özet içinde açıklama’ diliyle himmetin bilgisine dikkatini çek­tim. Anla! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ OTUZUNCU BÖLÜM

Gurbet

Vatandan, halden ve Haktan garip kalırsın Umulur ki doğruluk oturağına yerleşirsin

İstediğin her şeye hükmün işler artık Sana Hakk, Hakk ile gelirse, korkma

Yeryüzünde ve gökte parçalanma olmasaydı Parçalanmanın şiddetinden felekler dönmezdi

Akılların gökleri ve yeri de öyledir Yaratılışta etkin doğadır o

Güçlerin felekleriyle döner sonra izhar eder Konuşmayı dinleyenlere bilgileri

Bilmelisin ki sûfıler ‘gurbet’ terimini maksada ulaşmak üzere va­tandan ayrılmak anlamında kullandıkları gibi halin (etkisinden) uzak­laşmak anlamında da kullanmışlardır. Onlar, ‘gurbet, kendisine işleme­sin diye Hakk yabancılaşmaktır’ derler. ‘Haktan gurbet5 korku nedeniyle Hakkı bilmekten uzaklaşmak demektir. Sûfilerin vatandan ayrılarak gurbette olmaları, vatana bağlanma alışkanlığından kurtulma amacı ta­şır. Alışkanlıklar ise kendisini tövbe ederek -ki tövbe de onları uyandı­rıraradıkları maksatlarından perdeler. Onlar, Hakkın yüzünü eşyada görmeyen kimselerdir ve bu nedenle maksatlarının ancak vatandan ayrı­larak gerçekleşebileceğini zannederler. Hakkı vatanlarının dışında zan­nederler. Nitekim Ebu Yezid el-Bestamî bu makamdayken Hakkı ara­mak üzere Bestam’dan ayrılmış. Yolda Allah Teâlâ adamlarından bir adamla karşılaşmış. Adem kendisine sormuş: ‘Ey Ebu Yezid! Bestam’dan ay­rılmanın nedeni nedir?’ Bestamî ‘Hakkı arama arzusu’ deyince, adam şöyle demiş: ‘Sen aradığım Bestam’da bırakmışsın.’ Bunun üzerine Ebu Yezid uyanmış, Bestam’a dönmüş ve kendisine fetih nasip olana kadar ibadete devam etmiş. Sonra da kendisinden meydana gelen (haller) meydana gelmiş. Bu insanlar, seyahat edenlerdir. Allah Teâlâ bu ümmetin se­yahatini ‘Allah Teâlâ yolunda cihat’ yapmıştır.

Bilmelisin ki, bu iş, kulun seçimine bağlı değildir. Bu işin sahibi, Rabbi karşısındaki halinde ‘kalbini bulmak’ ister. Kalbini bir yerde bu­lamadığında şöyle düşünür: ‘Allah Teâlâ bu yerde kalbime zuhuru takdir et­memiş.’ Bunun üzerine (gayenin) gerekleşmesi umuduyla, oradan ayrı­lır. Bilir ki, Allah Teâlâ işler belirlemiş, ezelî bilgisi bir şeyin belli bir yerde, belli bir burçta, belli bir nedenle gerçekleşeceğini takdir etmiştir. Onun hakkında imkân hükmü verilince ve varlığından önce gelen (ezelî bil­giyle) kalbini o yerde bulamayınca, gayesine ulaşmak amacıyla oradan ayrılır. İşte bu, sûfılerin vatanlarından ve benzeri şeylerden ayrılmaları­nın ve uzaklaşmalarının nedenidir. Çünkü bir kısmı, gördüğü saygı ne­deniyle vatanını terk eder. Sûfi zühdü ve tövbesi gibi bir nedenle bir mekânda itibarmm arttığım görür ya da daha önce tanınan biri değil­ken zühdü ve iyilikleri nedeniyle şöhrete kavuşur. Bu durum insanların kalplerinde onun saygınlığım artırır, kendisine hürmet ve iltifat edilir. Bunun üzerine vatanından kaçarak tanınmadığı bir yere gider. Orda Rabbi karşısında nefsini bilmeye çalışır. İnsanların hürmeti, insanı yok edecek öldürücü etkili bir zehirdir. Bu da vatandan ayrılmaya ve aileden uzaklaşmaya yol açan nedenlerden biridir. Sûfi Allah Teâlâ karşısında ‘kalbini her nerede bulursa’, oraya yerleşir. Şeyhim zahit ve hadisçi Ebu’l-Hasan b. Es-Saiğ Sebte’de bana şöyle demişti: ‘Şeyhimiz Ebu Abdullah Mu­hammed b. Rızk -Allah Teâlâ kendisine merhamet etsinile bir seyahatte bir­likteydik. Kendisine bir hadisin bölümlerini okuyordum. Rivayet sahibi birisiydi ve şöyle dedi: ‘Bir seyahatimde ıssız bir yerde yıkık bir mescitle karşılaştım ve şöyle dedim: İçeri gireyim de iki rekat namaz kılayım. İçeri girdim ve orada ‘kalbimi buldum. Bunun üzerine orada iki sene kaldım.’ İki sene nerede, iki rekat namaz süresi nerede? Öyleyse sûfilerin gurbetteki amaçları, Allah Teâlâ karşısında ‘kalbi bulmak’tır. Her ne­rede kalplerini bulurlarsa, oraya yerleşirler.

Bir sûfi şöyle demiştir: ‘Mekke’ye gidiyordum. Yolda bir ağaç al­tında bir genç gördüm. Orada tek başına namaz kılıyordu. ‘Mekke’ye mi gidiyorsun?’ diye sordum. Bana şöyle cevap verdi. ‘Geçen sene Mekke’ye gidiyordum. Bu ağaca uğradığımda, kalbimi buldum. Bir yıl­dır buradayım ve kalbimi yitirmedikçe buradan ayrılmayacağım.’ Sonra şöyle ekledi: ‘Bir sene sonra, aynı yere ve aynı ağaca uğradım, genci bu­lamadım. Biraz yürümüştüm. Genci gördüm, namaz kılıyordu, selam verdim, beni tanıdı, kendisine sordum: ‘O ağaçtan ayrıldığını görüyo­rum.’ Şöyle dedi: ‘Kalbimi yitirince, daha önce niyetlendiğim üzere Mekke’ye doğru yola çıktım. Buraya geldiğimde, kalbimi buldum. Şimdi de buraya yerleştim.’ Bunun üzerine kendisine şöyle dedim: ‘Yemeğin ve içeceğin nereden geliyor?’ Şöyle dedi: ‘O’nun katından! Beni yedirmek istediği vakit beni doyuruyor.’ Üstat şöyle devam etti: ‘Yanından ayrıldım. Bundan sonra durumunun nasıl olduğunu bilmiyo­rum.’ Öyleyse sûfıler, gurbet ederek ‘Allah Teâlâ karşısında kalplerini bulma­yı’ amaçlarlar.

Âriflerin vatanlarından ayrılarak gurbete gitmeleri ise, imkân halle­rinden ayrılmalarıdır. Çünkü mümkünün vatanı, imkândır (olabilirlik). Böylelikle ârife kendisinin Hakk olduğu keşf olunur. Hakkın vatanı ise imkân değildir. Bu nedenle mümkün (ârif), bu müşahedesi nedeniyle, imkân olan vatanından ayrılır. Mümkün vatanındayken -ki vatanı haki­kati sabit iken yoklukturHakkın kendisine ‘ol*63 dediğini duyar. Bu­nun üzerine hemen varlığa koşar. Bunun amacı, kendisini var eden görmektir. Bu durumda ise kendisine ‘olK6i diyeni müşahede etmek amacıyla, yokluktan ibaret olan vatanından gurbete düşer. Ayn-ı sâbitesi açıldığında, Hakk ona yaratılmış şekillerini gösterir, fakat kendi­sinden dolayı varlığa koştuğu Hakkı göremez. Bu halde şu dizeyi söy­ledim:

Yabancı oluş gözümüze gözükünce

Özlem duyanlar gibi vatanıma özlem duydum

Bu esnada tekrar şöyle der: ‘Tekrar yokluğa dönmek istiyorum.’ Çünkü ben yoklukla nitelendiğimde, Hakka daha yakınım. Başka bir ifadeyle, varlıkla nitelendiğim halime kıyasla yoklukla nitelendiğimde kendimden daha çok hakka yakınım. Bunun nedeni, varlıkta iddianın bulunmasıdır. Hakk ile baki kalmak için Haktan fena talebi hali ise, (ayn-ı sâbite’nin) üzerinde bulunduğu yolduk haline dönmektir. İşte bu, kulun iarede ve seçimi olmaksızın, gerçekleşen vatandan ayrılık ve gurbettir. Allah Teâlâ’yı bilenlerin gurbetinin bir yönü de, Hakkı kendi nitelik­lerinin aynı olarak bulduklarında, niteliklerinden uzaklaşmalarıdır (gur­bet). Bu, gerçek gurbettir." Çünkü nitelik, doğru sözlü Hakkın sözüyle onlara izafe edilmiştir. Öyleyse onlar nitelik sahibidir. Fakat bu niteli­ğin mahiyeti nedir, gerçekte kime izafe edilir? Çünkü âlem, Allah Teâlâ’nın ku­lu olması anlamında Allah Teâlâ’ya izafe edilir. Aynı şekilde Allah Teâlâ da âleme iza­fe edilir, çünkü O, âlemlerin Rabbidir. Öyleyse kulun izafesi, Hakkın (âleme) izafe edilişine dayanır.

Vatanımızdan duyusal olarak yaşadığımız ilk ayrılık ve gurbet, rabliğine bizi şahit tutarken bulunduğumuz avuç vatanından ayrılmamızdır. Sonra, annelerin karınlarına yerleştik. Böylelikle rahimler bize vatan oldu. Doğarak o vatandan da ayrıldık. Bu kez dünya bizim vatanımız oldu. Orada vatanlar edindik. Sonra, sefer ve seyahat denilen yolculuk­larla oradan da ayrıldık. En sonunda oradan büsbütün ayrılarak, ‘ber­zah’ denilen yere göçtük. Ölüm sürecince orayı doldurduk ve orası bi­zim vatanımız oldu. Sonra, ‘uyanış yerine’ gitmek üzere oradan dirile­rek ayrıldık. İçimizden bazıları orayı, yani kıyameti vatan kabul ederken bir kısmımız kabul etmez. Çünkü o, zamansal bir zarftır. İnsan o yerde yolculuğunda iki konak arasında yürüyüp de bundan sonra iki yerden birine yerleşene benzer: Bu yerler, ya cennet veya ateştir. Artık bir daha oradan ayrılmaz ve gurbete çıkmaz. İşte bu, insanın kendilerine yerleş­tiği vatanların sonuncusudur. Bundan sonra, ebedî bekayla birlikte, bir vatan yoktur.

Sûfıler gurbeti ‘kendisine nüfuz etmesin diye halden uzaklaşmak’ diye tanımlamıştı. Bu ise başka bir gurbettir. Şöyle ki: Hal sahiplerinin (halleri) nüfuz eder ve tahakküm edicidir. Bu sayede harikulade olaylar meydana gelir, bu nedenle âlemde şöhret kazanırlar. Keşfin verisiyle, onlarda gerçekleşen fiilde halin etkisinin olmadığını öğrendiklerinde, memnun olmazlar ve ondan uzaklaşarak şöyle derler: ‘Bu hal ile kal­mak, sahibinin boynuna yük ve vebaldir.’ Bu nedenle bu halden uzak­laşmayı muduluğun zirvesi olarak görürler. Bu, insanın kendisiyle per­delenebileceği en büyük perdedir. Aynı zamanda o, bir aldatma ve kan­dırılma konusudur. Çünkü akıllı insan, aldatma ihtimalinin bulunduğu yerde durmaz. Aksine akıllı insan, sadece basiret sahibi olduğu yerde durabilir. Nitekim Musa vatandan ayrılırken ‘Sizden korkunca kaçtım, Rabbim ise bana hüküm verdi ve beni peygamberlerden yaptı565 demiştir. Böylelikle Musa, kendilerinden korkarak, bedeniyle vatanından uzak­laşmıştır. Hâlbuki Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in Mekke’den Medine’ye hicreti gi­bi olsaydı, korkusu onlardan kaynaklanmaz, bu durumda Allah Teâlâ’nın onları kendisine musallat edişini müşahede ederdi. Bu nedenle Allah Teâlâ kendisine resullükle birlikte âlemlere karşı efendik vermişti. Çünkü hicret onun adına istenmişti. Hicret ise vatandan ayrılmaktır. Bu nedenle de kast edilen gurbeti yaşamamıştı. Müridin vatanından ayrılışında dürüstlük alameti, maksadının gerçekleşmesidir. Maksadı gerçekleşmez ve gurbet (niyetinde) gedik bulunursa, dürüst değildir. Zâhirde ve bâtında büs­bütün vatanı terk edebilirse, maksadın gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Gurbetteyken kalbi vatanına bağlı olan insan, arzulanan gurbeti gerçek­leştirmemiştir.

Hakk’tan gurbete gelirsek -ki o mârifetten dehşetin hakikatinden kaynaklanır-, bilmelisin ki: İmkânın yeri zorunluluk yerinden başkadır. İmkân ve zorunluluk, mümkün ve zorunluya ait iki yerdir. Mümkünün yeri öncelikle yokluktur ki, yokluk onun asıl yeridir. Varlıkla nitelendi­ğinde ise, hiç kuşkusuz ki, vatanından ayrılmış demektir. Vatanında yerleşikken, Hakkı müşahede ediyordur, çünkü O’na komşudur. Çünkü yokluk niteliği ezelî olarak mümküne ait iken varlık niteliği de ezelî ola­rak Allah Teâlâ’ya aittir. Böylelikle varlıkla vatanından uzaklaşmış, bu nedenle de Hakka komşuluktan ayrılmış, bu gurbet nedeniyle ‘sonradanlık (hudus)’ onun ayrılmaz özelliği olmuştur. Hakk ise, bu nitelikle nite­lenmediği gibi mümkün ezelde yokluk halindeyken de hâdislik ile nitelenmemişti. Böylelikle mümkün hadis olmakla Haktan uzaklaşmıştır. Mümkün adına ‘hadis varille’ gerçekleşip varlıkta Hakk ile kendisi arasın­da bir ortaklık meydana geldiğinde, dehşete kapılır. Çünkü o, bilmediği bir şeyi görmüştür. Çünkü mümkün, yokluk haliyle kendisini Haktan ‘ayrı’ olarak tanımıştı. Varlıkla bu halden ayrıldığında ise, birinci bilgi­den dolayı bir korku kendisini kaplamıştır.

Bu gurbet iki adamın halidir: Birincisi, bu Hakk ünsiyet etmeyen veya istidrac yoluyla veya bir halden diğerine yükselmeyle bu makama ulaşmayan adamın halidir. Aksine bu hal kendisine ansızın gelir. Böyle­ce aşina olmadığı ve bilmediği bir şey kendisine gelir. Bu durumda kendisini onu taşımaktan aciz görür. Bunun üzerine, ayn’ının yok ola­cağından korkarak bu bilgiyi elde edemeyeceğinden dehşete kapılır, hemen duyusuna geri döner. Bu dönüşte ise Haktan uzaklaşır. Biz bu makamın sahiplerinden Ebu’l-Abbas Ahmed el-Asad’ı -ki Mısır’da Hariri diye bilinirgördük ve ondan başkasını görmedik. Diğer adam ise, kendisine gelen her bilginin ürküttüğü bir adamdır. Bunun nedeni, gördüğü şeyin onun adına daha önce gerçekleşen ve gerçekleşmesi de mümkün olan bilgiden daha yüce olduğunu görmesidir. Bu nedenle, (daha önce bildiği) Haktan uzaklaşarak kendisine yeni bir tecelli gerçekleşene kadar bu marifetten bir hakikat elde eder. Bu yeni tecelli de, belirttiğimiz üzere, kendisini dehşete düşüren bir bilgi daha kazandırır. Bunun üzerine kişi, bir önceki bilgide elde etmiş olduğu Hakka dair (bilgiden) uzaklaşır ve iş böyle sürer gider.

Kamil âriflere gelirsek, onlar, onların nezdinde kesinlikle gurbet yoktur. Onlar, bulundukları mekânlarda sabit olarak kalan kimselerdir. Vatanlarından ayrılmamışlardır. Hakk onların aynası olduğunda, tıpkı suretlerin aynada görünmesi gibi, suretleri bu aynada zuhur eder. Öy­leyse bu suretler onların hakikatleri değildir. Çünkü onlar, aynanın şek­liyle zuhur ederler. Ya da bu suretler aynanın kendisi de değildir. Çün­kü ayna, kendiliğinde kendilerinden ortaya çıkan veya şeyin tafsilini içermez. Öyleyse onlar gurbete çıkmamıştır. Onlar, varlıkta müşahede ehli olan kimselerdir. Onlara varlığın izafe edilmesinin nedeni, hüküm­lerin meydana gelmiş olmasıdır. Çünkü hükümler, ancak bir varlıktan ortaya çıkabilir. Öyleyse gurbet mertebesi, adamların menzillerinden birisi değildir. Öyleyse gurbet, orta derecedekilerin ve müriderin kendi­sine yerleştiği daha aşağıdaki menzillerdir. Büyükler ise, herhangi bir şeyin kendi vatanından ayrıldığını görmezler. Aksine Zorunlu, zorunlu; mümkün ise mümkün; imkânsız da imkânsızdır. Öyleyse her bir şeyin vatanı bellidir. Onlar gurbete çıksaydı, hakikatler başkalaşmış olur, zo­runlu mümküne, mümkün zorunluya, imkânsız mümküne dönüşmüş olurdu. İş ise böyle değildir. Öyleyse bu makamda hakikatleri bilenlere göre gurbet, gerçekleşen veya mevcut bir şey değildir. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’566

İKİ YÜZ OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM

Mekr (Aldatma)

Akıllı aklında aldatılır Aldatan farkına varmadan

Onun tuzağı kendisine dönmüştür Akıllı ve zeki bunu bilmez

Tuzağından emin olmak isteyen kimse Zâhir ve Bâtını elde eder

Şeriatından mizanı gerçekleştirir Kazanan ve kaybedeni de bilir

Bilmelisin ki, Allah Teâlâ ehli mekr’i (tuzak) günah işlerken nimederin art arda gelmesi, edepsizlik yapmakla birlikte halin kalması, emir ve ta­nım olmaksızın kerametieri göstermek karşılığında kullanırlar.

Bilmelisin ki, bize göre kulun aldatılması, ameli gerektiren bir bil­giyle rızıklandığı halde bilgiyle amelden mahrumiyeti demektir. Bazen bilgiyle amel yapabilir, fakat bu kez, ihlastan yoksun kalır. Böyle bir du­rumu kendinden gördüğünde veya başkasında öğrendiğinde, böyle bir insanın ‘aldatılmış’ olduğunu bilmelisin. Altı yüz sekiz yılında Bağdat’ta bir vakıa görmüştüm: Göklerin kapılarını açmış, sağanak yağmura ben­zeyen ilahi mekr in (Hakkın aldatması) hâzinelerine girmiştim. Bir me­leğin şöyle dediğini duydum: ‘Bu gece hangi tuzak ve mekr inmiştir?’ Korkuyla uyandım. Ondan kurtulacak bir çare aradım. Bu çareyi ancak meşru ölçüye göre bilgide bulabildim. Allah Teâlâ kime iyilik dileyerek, mekrin ve aldatmanın sıkıntılarından kendisini kurtarırsa, elinden şeriat terazisini bırakmamalı ve sürekli halini gözlemelidir. İşte korunmuş ve sakınılmış kimsenin hali budur.

Günah işlerken nimetlerin peş peşe gelmesi, günümüzde genellikle Allah Teâlâ yoluna yönelenlerde vardır. Onların arasından aldatılmış pek çok kimse gördüm. Onların sayısını sadece Allah Teâlâ bilir ve bu yaygın bir du­ruma dönmüştür. Edepsizlik yaparken halin sürmesi ise himmet sahip­lerinde görülür ve sayıları azdır. Onlardan bir grubu Mağrib’te ve bu şehirlerde görmüştüm. Onlar, kurallarının dışına çıkarak Hakk karşısında saygısızlık yapmalarına rağmen, -Allah Teâlâ’nın bir tuzağı olarakâlemde et­kin olan halleri devam etmekteydi. Bu nedenle, hakikat üzere olmasa­lardı hallerinin değişeceğini zannederlerdi. Allah Teâlâ’nın gizli aldatmasından O’na sığınırız! Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Bilmedikleri yönden onları al­datırız:567 Başka bir ayette ise ‘Onlara mühlet veririm, benim aldatmam sağlamdır:568 Başka bir ayette ise ‘Biz bir hile yaptık, onlar ise farkında de­ğildir569 ve ‘Onlar bir tuzak kuruyor, ben de tuzak kuruyorum570 buyrulmuştur. Burada (tuzak kurmak anlamındaki) kâde, yekîdu yakınlık an­lamı taşıyan fiillerden biridir. Bunun anlamı, Hakk niteliğiyle zuhur etti­ği için, Hakk olmaya yakın olmasıdır. Öyleyse bu kelime (kade-yekîdu, tuzak kurdu), bir yönü geceye bir yönü gündüze dönük olan seher ke­limesinden türetilmiş sihir gibidir. Böylelikle aldatılana, (sihirden) ‘gündüz’e bakan kısım görünür ve onun gerçek olduğunu zanneder. Bilgisizlikten Allah Teâlâ’ya sığınırız!

Bilmelisin Ki, Allah Teâlâ tuzağını bilhassa aldanandan gizlenmiştir, yok­sa başkalarından gizlenmemiştir. Bu nedenle ‘onların farkında olmadığı yönden’57' demiştir. Burada zamiri ‘onlara aldatacağız572 ayetine dön­dürmüş ve şöyle demiştir: ‘Onlar bir tuzak kurdu, biz de tuzak kurduk, onlar farkında değildir573 buyurdu. Burada ‘onlar’ zamiri, ‘tuzak kurdu­lar’ fiilindeki zamirdir. Böylece Allah Teâlâ onlara olan tuzağı, farkında değil­ler iken, kendisiyle nitelendikleri tuzağın ta kendisi olmuştur. Sonra on­ları kendi tuzaklarına ilave bir durum aldatmıştır. Bazen Hakkın tuzağı ve aldatması, aldatılan bazı insanları bedbaht yapar ki, bu, genel hak­kında böyledir. Bazen payın eksilmesine yol açabilir. Bu ise, ilahi bir hikmet nedeniyle, seçkinlerde ve seçkinlerin seçkinlerindeki ilahi tuzak­tır. Buradaki hikmet, kimsenin Allah Teâlâ’nın aldatma ve tuzağından güvende olmamasıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın tuzağından güvende olmak bir ayette kı­nanmış ve şöyle buyrulmuştur: ‘Allah Teâlâ’nın tuzağından sadece hüsrana uğra­yan bir topluluk güvende kalabilir.5574 Hüsrana uğrayanların ise ‘ticaretleri kendilerine kar vermez, doğruyu da bulamazlar.’575

En giy.li ve örtülü ilahi tuzak, tevil yapanlarda, özellikle de bütün müçtehitlerin isabet ettiğini kabul eden içtihat ehlinde bulunur. Onlara göre basiret üzere ve kesin bilgiye dayanarak Allah Teâlâ’ya davet etmeyen kimsenin tabileri olamaz. Çünkü müçtehit, hüküm koyandır, yoksa uyan değildir. Bizim görüşümüz ise farklıdır. Çünkü bize göre müçte­hit, hüküm vermek üzere delil ararken ‘içtihat5 eder, yoksa kast edilenin kendisinin zıddı olabileceği bir teville hükmü haberden çıkartmak üzere içtihat etmez. Böyle bir şey mümkün ise, bu içtihat sahibi basiret sahibi değildir. Tevil ederek gerçeğe ulaşan müçtehit ise, (gerçeğe ulaşması) tesadüf yoluyla (olduğu için) -yoksa kasıtlı olarak değiliki sevap kaza­nır. Çünkü müçtehit, (hükmü verirken) basirete sahip değildir. Hakika­te ulaşamazsa, sadece doğruyu arama sevabı kazanır ve payı eksilir. İşte bu, tevil yapan bu bilgine dönük Hakkın gizli aldatmasıdır. Çünkü o, takva sahibi olduğunda, -kendisine Allah Teâlâ öğrettiğindebasiret üzere Allah Teâlâ’ya davet edebilecek kimselerdendir. Öyleyse genel hakkında ilahi al­datma, günahların ardından nimetlerin peş peşe gelmesi ve ibadederle birlikte ise kesilmesi ve dolayısıyla günahlar nedeniyle (dünyada) ceza görmemektir. Böyle bir insan Allah Teâlâ yolunun genel alimlerinden biri ise, bu durumun insanın üzerinde yaratıldığı (ilahi) suretin gücünden kay­naklandığını görür, ilahi hükümde tesir ve kahır sahibi olmayı iddia eder. Böyle biri, genel hikmetin ilahi isimlere hakkını vermek olduğunu görür. Söz gelişi el-Gaffar, el-Gafur ve kardeşlerinin günahlarda etkisi­nin olabileceğini görür. Günah işlemezse, dünya hayatında söz konusu isimlere hakkını vermemiş olacağmı düşünür ve ‘Ey kendilerine haksızlık yapan kullarım, Allah Teâlâ’nın rahmetinden ümit kesmeyin, Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar5576 ayetinde delil getirir. Niteldm o da böyle yapar. Bütün bu bakış açısı, günah esnasmda aklına gelmez, günah işledikten sonra gelir. Günahtan önce düşünseydi, bu düşünce kendisini günahtan alıkoyardı. Çünkü bu bir müşahededir ve müşahede dince yasaklanan bir işe dal­maktan insanı engeller. Bir rivayette şöyle denilir: ‘Allah Teâlâ kaza ve kade­rini uygulamak istediğinde, akıl sahiplerinden akıllarım çekip alır. Kaza ve kaderini uyguladıktan sonra ise, akıllarını iade eder.5 Artık bir kısmı ibret alır (ve tövbe eder), bir kısmı ibret almaz. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘İnsanları ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım.’577 Bir kısmı Allah Teâlâ’ya ibadet ederken bir kısmı ortak koşar. Nedenin hükmünün bütün nedenlilere işlemesi zorunlu değildir. Dolayısıyla akılları kendile­rinde bırakılmış olsaydı, işledikleri günahları işlemezlerdi. Günah işle­meye niyetlendiklerinde gördükleri şey ilahi isimler olsaydı, (onlardan) utanma duygusu, yükümlülük diyarında haram diye isimlendirilen bir işi işlemekten engellerdi. Öyleyse günahkâr ilahi kahra karşı direnen kimsedir. İlahi kahra direnen ise helak olur. Bu haldeki bir insana ni­meder art arda gelirse, bunun nefsinin gücü, himmetinin etkisi ve Allah Teâlâ’nın kendisine yönelik inayetinden kaynaklandığını zanneder. Allah Teâlâ’nın kendisine eş-Şedidü’l-ikab (şiddede cezalandıran) ismine etki edebilece­ği bir güç verdiğini zanneder ve el-Halim (gücü yettiği halde bağışla­yan) isminden, -ihmal değilmühlet vermekten habersiz kalır. Sahip olduğu ilahi ismin hükmünün gücü nedeniyle, söz gelişi sıradan günah­kârlar gibi harama düşmek istemeyen kimse aldatılmış değildir. Sıradan insanların arasından günahkârlar, gaflet nedeniyle günah işler, günah işledikten sonra ise pişmanlık duyar. Öyleyse içerdikleri ilahi aldatma nedeniyle nimetlerin sürekli gelişine karşı sabırlı davranmak, belalar ve sıkıntılar karşısında sabırlı davranmaktan daha büyük bir iştir. Çünkü Allah Teâlâ kuluna şöyle der: ‘Hastalandım, beni ziyaret etmedin.’ Bunu açık­larken de şöyle der: ‘Falan kulum hastalanmıştı, sen ise onun ziyaretine gitmedin. Gitseydin, beni orada bulurdun.’ Nitekim çölde susuz kalan insan da, serabın su olmadığı ortaya çıktığında, (su zannettiği şeyin ya­nında) O’nu bulur. Böylelikle Hakka döner. Nimeder ise böyle değil­dir. Çünkü nimeder, Allah Teâlâ’nın kendisini razı olduğu işlere ulaştırdığı kimselerin dışındakiler için, Allah Teâlâ’dan perdeleyen en büyüle perdelerdir.

Allah Teâlâ’nın seçkinleri aldatmasına geürsek, bu aldatma kendisinden meydana gelen edepsizliğe rağmen halinin korunmasında gizlidir. Bu, halden haz almak, onunla durmak, halin sahibinde meydana getirdiği naz, Allah Teâlâ’ya karşı şımarıklık ve halden ayrılmayı istememektir. Allah Teâlâ’nın peygamberine ‘De ki Rabbim! Bilgimi artır,S7S diye emredip de bunu bize duyurmasının yegane nedeni, biz de onu söyleyelim ve Allah Teâlâ’dan kendisini talep edelim diye, bir uyarıdır. Bu emir peygambere özgü olsaydı, onu bize duyurmaz veya kendisine özgü olduğunu belir­tirdi. Nitekim hibe evliliğinde bunu belirtmiştir.

Halin nefiste bir hazzı ve tadı vardır. Bazı nefislere bu halin mey­dana getirdiği hazdan ayrılmak çetin gelir. Aksine sadece bu durumun artmasını ister ve hallerin vergi olduğunu bilmez. Seçkinlerin seçkinle­rindeki aldatmaya gelirsek, herhangi bir emir veya sınırlama -ki sınır onların ölçüsüdürolmaksızın, keramederi ve olağanüstü işleri göster­mede gizlidir. Çünkü nebilerin mucizelerini göstermesi zorunlu iken velilerin de keramederini gizlemesi zorunludur. Bir veliye keramet gös­terme ve âlemde etkili olma imkânı verildiğinde, aldatılan kimsenin de­recesi başkasının derecesinden bir derece eksilir. Hakk bu dereceyi onun adına diler. Bunun üzerine Allah Teâlâ, onlarda keramederi gösterme yolunu istemeyi yaratır. Hâlbuki bunun payın eksilmesine yol açan ilahi bir tu­zak olduğunu fark edemezler. Bunun üzerine gönüllerine onların elinde gerçekleşecek kerametlerin insanların Allah Teâlâ’ya itaat edeceğini, yok edici günah denizlerinde boğulanları kurtaracağını, onları alışkanlıklarından kurtaracağını belirten bir ilham doğar. Bu ilhama göre, keramet gös­termek, kendisiyle Allah Teâlâ’ya davet edilebilecek en büyük işlerden biridir ve bu nedenle de nebilerin ve velilerin bir özelliği olmuştur. Sonra, içinden kendisini varislerden sayarak bu davranışın hallerin sonucu ol­duğunu düşünür. Bütün bu durumlar, gösterme güçleri olsa bile, Allah Teâlâ’nın velilere keramederi gizlemeyi farz kıldığından kendisini perdele­diği gibi kendiliğinden Allah Teâlâ’ya çağırmakla memur oldukları için pey­gamberlere mucizelerini göstermeyi emrettiğinden habersiz kılar. Veli ise böyle değildir. O, sadece peygamberin davetini aktarmakla veya onun diliyle Allah Teâlâ’ya davet eder. Yoksa Allah Teâlâ’nın herhangi bir peygamber adına meydana getirdiği bir dille insanları Allah Teâlâ’ya davet etmez. Şeriat, kendisini bilen alimler nezdinde, onaylayıcıdır. Öyleyse peygamber, Allah Teâlâ’nın bildirdiği meşru hükümlere göre Allah Teâlâ’ya davet ederken bir basire­te sahiptir. Veli ise peygamberin hükmüne göre davranır. Bu konuda ona uyulmadığı gibi aynı zamanda (kendiliğinden) basirete de sahip değildir. Öyleyse keramet göstermenin bir yararı da yoktur. Peygamber ise, öyle değildir, çünkü peygamber, şeriat getirir ve daha önce başka peygamberlerin eliyle ortaya konulan bazı hükümlerin hükmünü kaldı­rır. Dolayısıyla onun Allah Teâlâ’dan haber verdiği (iddiasında) doğru sözlü­lüğüne delil teşkil edecek bir mucize ve alamet göstermesi kaçınılmaz­dır. Bu sayede peygamber, süresinin dolması nedeniyle, başka bir pey­gamberin diliyle ortaya konulan hükmü ortadan kaldırır. Keramet gös­termeye kadığında veli, kendi özelliğiyle birlikte, bir vacibi terk etmiş olur. Böyle davranmak ise, (kerameti gizleme emrini) yerine getirdi­ğinde ve ona göre davrandığında elde edeceği mertebeyi eksiltir. Öyley­se kula tevilden daha zararlı bir iş yoktur. Allah Teâlâ bizi işimiz hakkında ba­siret sahibi etsin ve bize makamımızın gerektirdiği durumu aşırmasın. Allah Teâlâ’dan istediğim şey, katında en üstün veli adına gerçekkşen en üs­tün makamla bizi rızıklandırmasıdır. Çünkü risalet ve nebilik kapısı ka­palıdır. Alim kişinin imkânsızı istememesi gerekir. İlahi bildirimden sonra ise, bu kapı kapanır ve ona dair bir istemek uygun değildir. Çün­kü bu konuda bir şey isteyen kimse ‘soğuk demiri döver.’ Çünkü böyle bir talep, bu konuyu bilen bir müminden kesinlikle meydana gelmez. Veli için velilik makamının ve (peygambere) uymanın gerektirdiği şe­kilde basiret üzere Allah Teâlâ’ya davet etmek yeterlidir. Nitekim peygamber de risalet ve teşri makamının gereği yönünden basiret üzere Allah Teâlâ’ya da­vet eder. Allah Teâlâ bizi tuzağından korusun ve bizi eksik kimselerden etme­sin. Allah Teâlâ bize dünya ve ahirette sürekli artış nasip etsin. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.

İKİ YÜZ OTUZ İKİNCİ BÖLÜM

istilam

istilam kalpler üzerinde hüküm sahibi Her nitelik üstünde önceliği var

Varlığı akılları hayrete düşürür llah’ın en sağlam yoludur o

‘Sende hayretimi artır’ diyen kimse                                     

Umulan ve en bilgili nebidir

0 olmasaydı, bilinmezdi İlah                         .

Bilmezdi akıllılar, nerede olduklarını

Sûfilerin terimlerinde istilam, otoritesi kalbi etkisi altına alan güçlü bir duygudur. Böylelikle bulunduğu kişiyi dinginleştirir. Şöyle ki: Hakk kulun sırr’ında cemal suretinde tecelli ettiğinde, içinde bir heybet mey­dana getirir. Çünkü cemal Hakkın niteliğiyken heybet kulun niteliğidir. Cemal Hakkın, ünsiyet kulun niteliğidir. Cemal tecellisi nedeniyle kul heybet özeliğini kazandığında -çünkü cemal (güzellik) her zaman hey­bet uyandırırheybetin kalpte bir etkisi gözükürken organları derman­sız bırakır. Bu etkinin hükmü, heybet ateşinin tutuşmasıdır. Bu nedenle etkisinden korkulur ve kişi dinginleşir. Bu etkinin görünüşteki alameti, organların dermansızlaşması ve donuklaşmasıdır. Böyle bir insan hare­ket ederse, hareketi yerinden düşene kadar daireseldir. Çünkü ona bu ateş her yönden kendisini kuşatmış gibi gelir. Bu nedenle bir çıkış bu­lamaz ve bulunduğu yerde döner. Sanki kaçmak istiyor gibidir. En so­nunda, başka bir niteliğin ortaya çıkışıyla, bu hal hafifler.

istilam, makam değil, haldir. Böyle bir istilam Şibli’nin niteliği olunca, korkusu ve zayıflığı nedeniyle dönmeye başlamıştı. Fakat Allah Teâlâ’nın ona inayeti olduğu için namaz vakitlerinde Şibli’yi kendisine döndürmekteydi. Vakit namazını kılınca, ıstılah hali otoritesiyle kendi­sine egemen oluyordu. Cüneyd’e Şibli’nin durumu sorulduğunda şöyle sormuş: ‘Namazlar devam ediyor mu, etmiyor mu?’ ‘Evet, ediyor’ de­nildiğinde bu kez şöyle demiş: ‘Onun üzerinde ‘günah dilini’ işletmeyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun.’ Cüneyd’in ‘günah dili’ ifadesi ne kadar da güzel­dir! Çünkü o vaktin efendisiydi, yoksa günahkâr değildi. Yabancı ise, onu namaz kılmazken görür.

istilamın en hoş hükümlerinden biri, iki zıddı bir araya getirmek­tir. Çünkü dermansızlık, hareketi ortadan kaldırır. Bu haldeki insan dermansızdır, daha doğru bir ifadeyle o, başkası tarafından hareket etti­rilendir. O, dermansızdır ve kendisini böyle hisseder. ‘Allah Teâlâ doğruyu söy­ler ve doğru yola ulaştırır*79

İKİ YÜZ OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Rağbet

O’ndan ve O’nda rağbet ettim

Benim gibi birinin makamının

Gerektirdiği her hususta

Ve razı olduğu her işte

Allah Teâlâ’nın keskin kılıcı vardır

Kınından çektiğinde, herkes için

Sûfilerin terimlerinde rağbet, üç tarzda kullanılır: Birincisi, mahalli nefs, konusu ise sevap olan rağbettir. İkincisinin ise, mahalli kalp, ko­nusu ise hakikattir. Üçüncüsü, mahalli sır, konusu Hakk olan kısımdır.

Nefs kaynaklı rağbet, sadece sıradan insanlarda bulunabilir. Allah Teâlâ ehlinden kamillerde ise, insanın Allah Teâlâ’nın kendisini üzerinde yarattığı doğal, ruhanî ve ilahi bir takım durumların toplamı olması yönünden bulunabilir. Böylece kamil insan, Allah Teâlâ’nın ödül vaat ettiği şeyi talep eden bir yönünün olduğunu bilir ve ilahi hükmü ispadamak üzere bu ödülü talep eder. Sıradan insanların ise bu konuda bilgileri yoktur. Do­layısıyla rağbetin şeklinde kamil ve sıradan insan ortak iken her biri, kendisini rağbete iten sebeple diğerinden ayrılır. Söz gelişi kıyamet gü­nündeki büyüle korkuda peygamberler ile -ki onlar en üstün insanlardırgünahkâr ve asilerden oluşan sıradan insanlar ortaktır. Fakat peygam­berler, kendileri adına değil, ümmederi adına korkarlar. Çünkü onlar, o yerde güven içindedir. Sıradan insanlar ise kendileri adına korkarlar. Bunlar korkuda ortaktır, korkuyu gerektiren sebepte birbirlerinden ay­rılırlar. Bir kamil, içmek üzere bir küpte su soğutmuş, fakat uyumuş. Salih bir rüyasında son derece güzel bir hurinin kendisine doğru geldi­ğini görmüş. Ona ‘sen de İçiminsin?’ diye sorunca, ‘küpteki soğuk suyu içmeyen kişinin’ diye cevap vermiş. Sonra, kamil kişi kendisine bakıyorken eline küpü almış ve onu kırmış. Böylelikle onun olmuş. Uyan­dığında, küpün kırılmış olduğunu görmüş. Kırıkları bulundukları yer­den kaldırmamış, hadiseyi hatırlamak üzere üzerine toprak örtmüş. An­lamış ki, bazı insanlar Rabbini talep ederken bir kısmı o huriyi talep eder. Bu nedenle onu anlamış ve her birine hakkını vermiştir. Dolayı­sıyla kendisine karşı zalim olmamışa. Çünkü Allah Teâlâ’nın seçilmiş kulların­dan bir kısmı, kendisine karşı zalimdir. Başka bir ifadeyle kendinden dolayı kendisine hakkını vermeyerek nefsine zulmeder. Hakkını vermeyişinin nedeni, bilgide sahip olduğu hakikatlerinin birbirine karışmaya­cağını ve hiç birinin kendi sınırını aşmayacağını ve her hakikatin kendi­sine layık şeyi kabul edeceğini bilenin mertebesinden aşağı düşer. Buna göre göz, sadece uykusuzluk, uyku ve ilgili hususları kabul edebilir. Ona özgü sevap ise müşahede ve görmedir. Kulak sevap olarak ancak hitabı kabul edebilir. Çünkü görme kulağa ait değildir. Kamil insan, her birinin talebine göre, güçleri uğruna çalışır. Kamil ‘halkına karşı samimi bir önderdir.’ Onlara haksızlık etmez. Onlara zulmederse, kendi inancına göre onlar kendilerine zulmeder. Bu ise, başkasının bildiğini bilmeyişinden kaynaklanır. Örnek olarak, yaşadıkları hadisede, Selman Farisi ile Allah Teâlâ yolunda kardeşi Ebu’d-Derda’yı verebiliriz. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise Selman’ı doğru bulmuştu, çünkü o her bir hakikate hakkını vermekteydi. Bu bağlamda oruç tutuyor, bazen tutmuyor, bazen gece namazı kılıyor, bazen uyuyordu. Ebu’d-Derda ise, seçilmiş biri olsa bi­le, kendisine karşı zalim idi. Oruç tutuyor, bozmuyordu, namaza kalkı­yor ve uyumuyordu.

Kalbin rağbeti ise hakikate dairdir. Çünkü varlıktaki hakikat, de­ğişmedir (telvin). Değişmede sabit olan (mütemekkin fı’t-telvin) ise, temkin sahibi demektir, yoksa o değişenin zıddı değildir. Çünkü haki­kat, işin böyle olmasını gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ ‘Her gün bir iştedir,’580 Başka bir ifadeyle, O, değişimdedir. Bu kalp ise, bu hakikati görmek is­ter. Allah Teâlâ, bunu elde etmeye yaklaşsın diye, söz konusu arzunun yerini değişme özelliğindeki ‘kalp’ yapmışür. Hâlbuki sınırlama özelliğine sa­hip olan akıl yapmamışür. Bu rağbet ve arzu akılda bulunsaydı, -kalpteki durumunun aksinebir hal üzere sabit olduğu görülürdü. Kalp ise hızla başkalaşır, çünkü kalp, Rahman’ın parmakları arasındadır ve gerçekte tek bir durum üzerinde kalamaz. Böylelikle kalp, müşahe­desine ve parmakların sağladığı şekillenmeye göre, hallerindeki değişik­likte sabittir.

Sırrın rağbeti ise, Hakla ilgilidir. ‘Hakk’ derken, dince belirlenmiş amellerde yaratılmışlara gözüken şeyi kastetmekteyim (hakikat). Böyle­likle sır, içerdiği veya ortaya çıkartacağı ilahi bilgiler nedeniyle, hakkı talep eder. Söz konusu bilgileri dince belirlenmiş hükümler içerir ve an­cak onları yapmakla ortaya çıkarlar. Çünkü ez-Zahir ismi hüküm bakı­mından el-Bâtın isminden güçlü, başka bir ifadeyle daha geneldir, ezZâhir Hakk ve halk makamına sahipken el-Bâtın -halk olmaksızınsade­ce Hakk makamının sahibidir. Hakk, kendisinden bâtın olmazken kendi­sine zuhur eder. Bunu bilenin sırrı, Hakkı arzular. Çünkü Alam âlemi kendisine bağlayarak iki nispeti olduğunu bildirmiştir: Birincisi âlemin varlıklarını ortaya koyan ilahi isimler vasıtasıyla âleme dönük iken diğe­ri âlemden müstağnilik nispetidir. Alemden müstağnilik yönünden Allah Teâlâ, kendisini bilir ve biz O’nu bilemeyiz. Dolayısıyla Allah Teâlâ kendisinden bâtın kalmaz. Alemin kendisiyle irtibatı yönünden ise, O’na delildir ve bu yönden Allah Teâlâ kendisini bilir, biz de kendisini biliriz. Öyleyse ezZâhir iki nispeti de içermiş ve hüküm bakımından el-Bâtm’dan güçlü olmuştur. Sır ise Hakkı arzulamıştır, çünkü müstağnilik özelliğini bilen odur. Onu ancak o bilebilir. Böylelikle ümitsizliği kesilmiş, rahadamış, talep etmesi gerekeni talep etmiştir. Böylece kendisine yarar verecek işe kendisini vermiştir. Allah Teâlâ bizi hakkı ‘Hakk’ olarak görüp de ona uyanlar­dan etsin. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Rehbet (Korku)

Rehbet korkudur, değişmekten ve kaderden Ve tehditten, doğru sözlünün bildirmesi nedeniyle

Doğruluğunu gösteren delil var

Öyleyse korkan ve ürken koşan ve öne geçendir

Körlük karanlıklarında yürür durur

Korkanın yürümesi veya âşık-sevdalının yürümesi gibi

Himmetiyle korkarak yürür ve onu görürsün Yürüyüşünde korkar, yıldızın kaymasından bile

Sûfiler rehbet’i (korku) üç anlamda kullanırlar: Birincisi, tehdidin gerçekleşmesi, İkincisi bilginin değişmesi, üçüncüsü ise, takdir edilen işin gerçekleşmesinden korkmak. Birincisi, hükmü kalkmayan ve geçerli bir haber yoluyla tehdidin gelmesidir. İkincisi ise, bilginin değişmesidir. Bu durum ‘Allah Teâlâ dilediğini siler ve dilediğini sabit kılar*81 ayetinde belirti­lir. Üçüncüsü ise ‘Benim nezdimde söz değişmez*82 ayetinde belirtilir. Be­lirli bir şeyle sınırlanmayan genel rehbet ve korku ise, kulun belirlenmiş cezaların kendisine uygulanmasından endişe ettiği bütün korkulardır. Burada hükmün ilahi kaynaklı olmasıyla akıl kaynaklı olması birdir. Akıl kaynaklı hakkında Allah Teâlâ ‘Kendilerinin ortaya koyduğu bir ruh­banlık*83 demiştir. Yani onlar, bunu kendileri adına icat etmişlerdir, yoksa biz kendimizden onlara bunu yazmadık. Hakk da ruhbanlığı ge­çerli saymış ve kendisine riayet etmediklerinde onları cezalandırmıştır. Öyleyse Allah Teâlâ ruhbanlığı onlara yazmamıştır, (onlar ise) ancak Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere bunu geliştirmişlerdir. Bu nedenle de Allah Teâlâ, bu konuda niyetlerini ve maksatlarını güzelleştirsinler diye, ruhbanlığa uyanları övmüştür. Sözde ise bir takdim ve tehir vardır. Adeta Allah Teâlâ şöyle der: Onlar ruhbanlığa sadece Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak üzere hakkıyla riayet etmişlerdir. Burada ruhbanlığa uyanları kast etmektedir. Bizim şeriatımızda bu ruhbanlığın tezahürü, ‘Kim iyi bir âdet çıkartır­sa...’ şeklinde dile getirilmiştir ki, (bidat-ı hasene) bu da, bir şey üret­mek kabilindendir. Ömer b. Hattab, insanları Ramazan’da (teravih için) cemaatte toplayınca şöyle demiştir: ‘Ne güzel bidat (âdet) oldu bu’ diyerek onu ‘bidat’ diye isimlendirdi. Günümüze kadar sünnet bu konuda böyle sürmüştür. Meşru ameller (bir kez niyetlenildiklerinde) yapılmaları zorunlu olduğu için -söz gelişi adale gibiyükümlü korkmuş ve korku kendisini kaplamıştır (rehbet). Böylelikle korku kendisini had­leri korumaya sevk etmiştir. Bu nedenle de ‘rahib (korkan)’ diye isim­lendirilmişken şeriat da ruhbanlık diye isimlendirilmiştir. Allah Teâlâ, kitabında ruhbanları övmüştür. Bu bağlamda bazı insanlar korkularını tehdide bağlarken tehdidin gerçekleşmesinden endişeye kapılır. Örnek olarak, tövbe etmeden ölen insan hakkında tehdidin gerçekleşeceğine inanana Mutezile mezhebindeki verebiliriz.

Bilmelisin ki, burada dikkatini çekeceğim bir sır vardır. Şöyle ki: Allah Teâlâ’nın karşılığında cezalandıracağını söylediği bir günahı işleyip kor­kan bir müminin kendisinden meydana gelen davranış nedeniyle içinde pişmanlık duymaması mümkün değildir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyur­muştur: ‘Pişmanlık tövbedir.’ O halde günahkâr müminde pişmanlık vardır ve o pişmandır. Bu durumda pişmanlığın gerçekleşmesi nedeniy­le tehdidin hükmü de ortadan kalkar. Çünkü müminin günahı nahoş bulması ve ondan memnun olmaması zorunludur. Bu esnada ise (gü­nah olan) amelini yapmaktadır. Öyleyse mümin, günahı nahoş bulması ve onun günah olduğuna inanması yönünden salih amel sahibi iken günahı işlemesi bakımından ise günah sahibidir. Öyleyse bu kişinin so­nu, salih amel ile günahları katıştıranlardan olmaktır. Allah Teâlâ bu sö­zün ardından şöyle buyurur: ‘Umulur ki Allah Teâlâ onların tövbesini kabul eder.’584 Allah Teâlâ için ‘umulur ki’ ifadesi, zorunluluk bildirir. Allah Teâlâ’nın söz konusu kullarına dönmesi ise, onların tövbe etmesiyle gerçekleşir ve on­lara mağfireti kazandıran ise pişmanlıklarıdır. Pişmanlık tövbe demek­tir. Günahkârlar pişman olduklarında, Allah Teâlâ’nın onlara dönmesi gerçek­leşmiştir. Böyle biri, üç yönden salih amel sahibidir: davranışın günah olduğuna inanması, onu yapmayı nahoş bulması ve yaptığına pişmanlık duyması. Buna karşılık, tek bir yönden de günahkârdır. O da, söz ko­nusu günahı işlemesidir.

Bu pişmanlıkla birlikte, ister söylediğimizi bilsin ister bilmesin, yi­ne de korku kendisine hakimdir. Çünkü o, bu tövbe üzerindeyken ölse bile, başka nahoş bir fiilin kendisinden çıkmasından korkar. Çünkü korku kendisinden ayrılmaz ve bu kez korkunun konusu tehdidin ger­çekleşmesinden Hakkın azarlamasına ve sorgu esnasında kendisinden meydana gelen günahı itiraf etmeye intikal eder. Öyleyse sürekli korku­yu hisseder. Bu da tehdit türlerinden birisidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle bu­yurur: ‘Kim zerre miktarı iyilik yaparsa onu görür: Kim zerre miktarı kötü­lük yaparsa onu görür.’585 Öyleyse yaptığına vâkıf olması kaçınılmazdır ve kişi o çirkin amelini görmek -ki görmesi zorunludurnedeniyle azar­lanmaktan korkmaktadır. Allah Teâlâ bu ayette o amel nedeniyle cezalandı­rılmaya değinmemiştir. Öyleyse zorunlu olan görmektir (ceza değil). Bağışlanan kimselerden ise, yaptığı suçun büyüklüğünü ve bunun karşı­lığında kendisini bağışlamakla Allah Teâlâ’nın nimetinin büyüklüğünü görür. Doğru sözlünün haberinin bildirdiği budur, yalan o söze giremez, çün­kü böyle bir şey ilahi mertebe hakkında imkânsızdır. Âlim insan, Hak­kın kullarına dönük hitabının onların aşina olduğu dille gerçekleştiğini dikkate alabilir. Kur’an-ı Kerîm’in dili, bütün Arapların anlayış birliğine vardıkları hususlara göre inmiş bir Arapça’dır. Söz konusu hususlar, kendi örflerine göre, övündükleri veya kınadıkları konulardır. Araplara göre güzel ahlakın gereği şudur: Güzel ahlak sahibi, söz verirse sözünü tutarken birini cezalandıracağını söylerse, bağışlar ve affeder. Onların güzel ahlak anlayışı ve asil insanı övdükleri nitelik budur. (Kur’an-ı Kerîm’de de) Tehdit onların anlayışlarına göre inmiştir ve akli delillerle bu hususta bir çelişme yoktur. Bunun nedeni bazı ilahi haberlerde nes­hin olmayışı ve yalanın imkânsızlığıdır. Maksat, güzel ahlakı getirmek­tir. Bir Arap şairi şöyle der:

Ona söz verir veya tehdit edersem

Sözümü tutarım da tehdidimden cayarım

Allah Teâlâ suç işleyene yönelik tehdidinden vazgeçerek, onu ba­ğışlamak ve affetmekle özelliğiyle kendisini nitelemiştir. Bunun yanı sı­ra, söz verdiği iyilikleri yerine getirmekle kendisini övmüştür. Dilde şöyle denilir: ‘Ona iyilikte ve kötülük karşısında söz verdim.’ Hâlbuki ‘onu tehdit ettim’ sadece kötülük hakkında denilebilir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Her peygamberi kavminin diliyle gönderdik.’586 Başka bir ifadeyle aşi­na oldukları dille gönderdik. Arapların anlayışlarına göre bağışlamak ve affetmek, kendisinden meydana gelen kimsenin övülmesini gerektiren davranışlardır. Öyleyse Allah Teâlâ bu davranışa daha layıktır. Kuşkusuz ki Allah Teâlâ tehdidini dilediği kimsede uygulayacağını bize bildirmiştir. Bütün bu yorumlara rağmen, tehdidin gerçekleşebileceği hakkmdaki korku ku­lun kalbinden silinmez. Çünkü kul, kendisinin cezalandırılacaklardan mı, yoksa bağışlananlardan mı olacağını bilemez. Daha önce, günahkâ­rın kendisinden meydana gelen günahın ardından hissedeceği pişman­lıktan söz etmiştik. Pişmanlık tövbenin ta kendisidir. Pişmanlığı tövbe yapan, sonra da kendisini et-Tevvab ve er-Rahim diye niteleyen Allah Teâlâ’ya hamd olsun! et-Tevvab, bütün günahlarda kullarına merhametle dönen demektir. Bu sayede günahkâr kuluna pişmanlık verir ve kulun kendisi­ne dönmesiyle kul da Allah Teâlâ’ya döner. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Sonra

Allah Teâlâ onlara döner ki, onlar da Allah Teâlâ’ya dönsün. Allah Teâlâ merhametli ve tevvab’tır,’587

İkinci rehbet (korku) ise, (ilahi) bilginin değiştirebileceğini kesin olarak öğrenmekten kaynaklanır. İnsan, Allah Teâlâ’nın kendisine dair bilgi­sinin ne olduğunu bilmediği için korkar: Acaba o, hakkında değişiklik istenilenlerden midir, değil midir? Allah Teâlâ şöyle buyurur: cYüz çevi­rirlerse, onların yerine bir topluluk getirir ve onlar gibi olmazlar.’5m Burada Allah Teâlâ sebebi bildirmiştir ki, yüz çevirmedir. Alameti de bildirir. O da, -Allah Teâlâ’dan değilO’nun zikrinden yüz çevirmemektir, çünkü Allah Teâlâ’dan yüz çevrilemez. Bu nedenle Allah Teâlâ, peygamberine şöyle demiştir: ‘Be­nim zikrimden yüz çevirenden sen de yüz çevir.’589 Gözetleme yerinde bu­lunandan nasıl yüz çevrilir ki? Her şey O’nun avucunda ve göz önün­dedir.

insan, bilinenin değişmesine göre, bilginin değiştiriciliğini müşa­hede edebilir. Çünkü bilgi bulunduğu Hakk göre bilinene ilişir. Bu ne­denle de -bilginin değişmesi nedeniyle değilkonusunun değişmesi ne­deniyle ilgi ve taalluk değişir. Öyleyse bilginin değiştiriciliğinden korkmak, gerçekleşen şeyden korkmaktır. Çünkü gerçekte bilginin de­ğiştirmede bir etkisi yoktur. Değiştirme, kalpte korku meydana getiren fiilin varlığını var edene aittir. O ise Allah Teâlâ’nın kadir olmasıdır. Bilgi, de­ğişme ve değişmenin kendisine doğru gerçekleştiği şeyle ilgilidir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Öğreninceye kadar sizi deneyeceğiz.’590 Yani yüküm­lülükle sizi deneme esnasmda sizden meydana gelen günah veya itaatler ortaya çıktığında, benim bilgim de -her kim olursa olsunona ilişir.

Bilginin değiştiricilik mertebesicAllah Teâlâ dilediğini siler ve sabit kılar591 ayetidir. Burada Allah Teâlâ, yazmadan sonra silmeyi zikretti ve yazdıktan sonra da dilediklerini sabit lalar. ‘Ümmü’l-kitab O’nun katindadır.’592 Ümmü’l-kitab (kitabm anası), değişmeyen ve silinmeyen ezelî kitaptır. Allah Teâlâ yazdıktan sonra silinecek ve geride kalacak şeyleri bildiği için, değiştirme bilgiye izafe edilmiştir. Zikrettiğimiz konuda işin ger­çeği ise, bilgide değişmenin olmayışı ve sadece (bilginin bilinene) iliş­mesindeki değişmeden ibarettir. Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ sizin kendinize ihanet ediyor olduğunuzu bildi’595 buyurur. Burada Allah Teâlâ bilgisinin onların nefis­lerine ihanet edeceğine ilişmesini kast etmemiştir. Burada gelecek za­man, geçmiş zaman anlamındadır. Çünkü Arapça’da -kesin olduğundagelecek zaman mazi kipinde gelebilir. Buna örnek olarak ‘Dikkat ediniz! Allah Teâlâ’nın emri gelmiştir, acele etmeyiniz’594 ayetini verebiliriz. Allah Teâlâ bu bildirimden önce oruçlunun oruç gününün gecesinde eşine yaklaşma­masını emretmiş, bir kısmı Allah Teâlâ’nın bu konudaki sınırını aşmıştı. Allah Teâlâ bunu bilince, bu fiili işleyenleri bağışlamış ve mescitlerde itikaf yapanla­rın dışındakiler için, Ramazan’da geceleyin cinsel ilişkiyi helal kılmıştır. Onlardan ise, böyle bir fiil kendilerinden meydana gelene kadar, yasağı hafifletmemiştir. Böyle bir iş yapan kimseden aynı şeyi yapması bekle­nir ve bu nedenle de -ona merhamet ederekkendisine cinsel ilişki mu­bah yapılır. Böylece aynı şey kendisinden meydana geldiğinde, onun adına helal ve mubah olup hainlik niteliği kendinden düşer. Çünkü din, yükümlüdeki bir emanettir.

Takdir edileni öğrenmekten kaynaklanan korkunun kaynağı ise ‘Benim nezdimde söz değişmez595 ayetidir. Başka bir ayette ise Allah Teâlâ ‘Allah Teâlâ’nın kelimeleri değişmez1596 buyurur. Bu ayette Allah Teâlâ’nın kelimeleri der­ken var olanların kast edilmesi mümkündür. Nitekim Allah Teâlâ Hz. İsa’dan söz ederken ‘Meryem’e ilka ettiği kelimesidir’ demişti. Bu durumda Allah Teâlâ, var olanların bir şeyi değiştirmesini reddetmiş olur. Değiştirme Allah Teâlâ’ya aittir. Özellikle de ayetin zahiri, bu tevile işaret eder. Bu durum ‘Yüzünü hanif olarak dine çevir, Allah Teâlâ’nın insanları kendisinde yarattığı fıtra­tı, onda değişme yoktur597 ayetinde belirtilir. Yani Allah Teâlâ’nın kelimeleri (bunu) değiştiremez. Başka bir ifadeyle onlar, bu konuda bir değiştir­me imkânına sahip değildir. Bu ifade, Allah Teâlâ’nın bizi rabliğini kabul etme özelliğinde yarattığıyla ilgili bir müjdedir. Artık bu kabul, daha sonra bazı insanlarda ortaya çıkan ortak koşma nedeniyle değişmez. Çünkü Allah Teâlâ, insanların bu konuda değiştirme (imkânlarını) ortadan kaldır­mıştır. Aksine onlar, kendi fıtradarında bulunur ve kıyamet günü müş­rik de -şirk koştukları şeyler kendilerinden uzaklaştığındabu inanca va­racaktır. Öyleyse değiştirmenin insanlara izafe edilmeyişi, rahmete ula­şacakları hakkında onlar adına bir müjdedir. Ateşte kalsalar bile, bu, oranın bir yer olması nedeniyle orada kalırlar, yoksa azap ve acı yeri olması nedeniyle orada kalmazlar. Aksine Allah Teâlâ onları ateşte nimet görmelerini sağlayacak bir mizaçta yaratır. Öyle ki, bu mizaçla birlikte cennete girselerdi, cennetin itidali nedeniyle mizaçlarına uygun olmadı­ğı için, acı duyarlardı. Öyleyse her İçimin adına Allah Teâlâ’nın kelimesi bir şe­kilde gerçekleşirse, çalışmaması gereken bir işte çalışan, arzu etmemesi gereken bir işi arzu eden kimsedir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, cennet ehlinin ame­lini yaparak, insanların gözünde ‘ameliyle cennete yaklaşan’ biri hakkın­da şöyle der: Kaderi öne geçer ve sonunda cehennemliklerin bir amelini yaparak cehenneme girer.’ Aynı şey cehennemliklerin amelini yapan kimse hakkında geçerlidir. Sonra şöyle buyurmuştur: ‘Ameller, sonla­rıyla değerlendirilir.’ Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, bu hadiste önceki bilginin (ka­der) kime ait olduğunu ve sonucun söz konusu bilginin hükmünün ta kendisi olduğunu belirtmiştir. Bu nedenle bir sûfı şöyle der: ‘Siz sonuç­tan korkuyorsunuz. Ben ise kaderden korkmaktayım (önceki bilgiden).’ (Kaderin) ‘Sabıka’ diye isimlendirilmesinin nedeni, sonucu öncelemiş olmasıdır. İşte bu, hükmü ancak zamandan sonra ortaya çıkan mevcut bir anlamdır. Bu yönüyle kader bilgisi (sabıka), bazı kelamcıların (Mu­tezile) kûmun ve zuhur (gizlenme ve açığa çıkma) derken dayandıkları ilkeyle ilgilidir. Bilhassa Şâri, cehennemliklerden birinin mutluların amelini işlemesiyle ilgili olarak buna dikkat çekmiştir. Sonra ‘insanların gözünde...’ der. Aynı şekilde, cennediklerin bedbahdarın amelini işle­mesi hakkında da ‘insanların gözünde’ demişti. Allah Teâlâ ise bunu kendile­rinden bilir. İşte bu, varlığı kendilerinde olsa bile, hükmü dışta zuhur eden şeydir. Gösteriş yapanlar da bu kapsamdadır. Şu var ki, burada va­rılan yer hakkında bir müjde vardır. Şöyle ki: Alimler, hükmün öne ge­çene ait olduğunu bilir. Sonra gelen ise ondan sonra gelir. Bu nedenle öndeki öncelik hakkını elde eder. Burada ‘öncelik hakkı’, Adem ve zürriyetidir. Kuşkusuz Allah Teâlâ’nın rahmeti ve gazabı, bu konuda birbiriyle ya­rışmış ve rahmeti gazabını geçmiş, bize mekân olmuştur. Gazap ardın­dan gelmiştir. Böylelikle rahmet avucunda (kabza) var olduk ve rahmet öne geçerek bize mekân oldu. Artık gazabın bizde sürekli bir hükmü uygulanmaz. Aksine gazap, bazı durumları görmemiz için bize ilişir. Bunun nedeni tek bir mekânın bizi toplamasıdır. Bu nedenle gazap, kendisine olan istidadımıza göre, bize etki etmiştir. O mekânda rahmet gazaptan ayrıldığında, bize yerleşmesiyle rahmet bizi almış, biz de Allah Teâlâ’nın gazabından ayrıldık. Gazabın bizde, yani Ademoğullarındaki hükmü, sonsuz değildir. Bizim dışımızda ki yaratıklarda, söz gelişi şey­tanlardaki süresini ise bilmiyorum. En iyisini Allah Teâlâ bilir!

Bu zevk sahibi, öne geçen bilgiden (kader) korkmaz. Çünkü yü­kümlülük diyarının dışındaki yerlerde, Allah Teâlâ’nın rahmetinden korkul­maz. Öyleyse öne geçen bilgiden korkmak, belirli bir şeyle ilgili olabilir, rahmet değildir o. Korkulan bu öndeki (bilgi) ‘bedbahtlık’ olarak takdir edilmişse, sürekli değil, geçicidir. Çünkü onu destekleyecek bir ilke yoktur, çünkü onun aslı Allah Teâlâ’nın gazabıdır. Gazap ise -öndeki değilsonra gelendir. Mutluluğun öne geçmesi ise, sonra ortadan kalkacak şe­kilde arızî değildir. Çünkü onun kendisini destekleyen ve güçlendiren bir aslı ve dayanağı vardır. Bu ise, gazabını geçmiş olan Allah Teâlâ’nın rahme­tidir. Bu nedenle mutlulukla ilgili bu tikel ve arızî durum sürekli iken, bedbahtlıkla ilgili tikel durum, sürekli değildir. Bunu bilmelisin! ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’5911

İKİ YÜZ OTUZ BEŞİNCİ BÖLÜM

Tevacüd (Vecde Gelmeye Çalışmak)

Tevacüd bir hal değil ki övesin Makam değil ki, hükmü ve etkisi olsun

Her grupta sahibini eksiltir (yalancı çıkartır)

Bu yolda bir terazisi de yok

Nakıs bir şeydir, kınanmıştır bu nedenle Gerçekte yoktur bir üstünlüğü

Kimde tevacüd bulunursa bulunsun:

Tevacüd bütünüyle yalan ve iftiradır

Bilmelisin ki, tevacüd, vecdi çağırmak demektir, çünkü o, vecdi el­de etmeye çalışmaktır. Vecd tarzında sahibine gözükürse, (böyle biri), yalancı, ikiyüzlü ve münafıktır ve Allah Teâlâ yolunda bir nasibi yoktur. Bu nedenle sûfıler, tevacüdü sadece içinde bulunduğu cemaate -hal veya makam sahibi değiltevacüd sahibi olduğunu belirten kimse adına onaylamış, bunun için bir takım şartlar belirlemişlerdir. Şartlardan biri, hal karinesinin söz konusu kişinin hareketlerinde vecd sahiplerine uy­duğunu göstermesidir. Tevacüd sahibi, cemaatin üzerinde etkisi veya saygınlığı olan bir şeyhin işaretinden harekete geçmelidir. Bu şardarın dışına çıkan kimsenin tevacüd sahibi olması veya bunun etkisinin üze­rinde gözükmesi söz konusu değildir. Tevacüd’den kaynaklanan bir vecd, vecd değildir. Çünkü ‘vecd’, kalbe ansızın gelen şey demektir. Başka bir ifadeyle vecd, gerçekte hücum demektir. Öyleyse vecd kaza­nılmış bir şeydir ve kişiye aittir. Tevacüd ise kazanmaya çalışmak de­mektir. Vecdi tevacüdden kazanmaya çalışmak, bir kazanım değil, ka­zanma çabasıdır. Bu, Allah Teâlâ’dan gelen bir müjdedir, çünkü Allah Teâlâ günahı kazanma çabası, sevabı ise kazanım yapmıştır. Nefse şöyle hitap etmiş­tir: ‘Kazandığı şey lehinedir.’599 Böylelikle onu nefsin lehine zorunlu yapmıştır. Kazanma çabası hakkında ise şöyle demiştir: ‘Kazanacağı şey aleyhinedir.’600 Öyleyse Hakk, nefs adına sadece kazanacağı şeyi almayı zorunlu kılmıştır. O halde kazanma çabası, nefsin Hakk ettiği değildir ki onu Hakk etsin. Hâlbuki nefs kesbi Hakk ederken iktisabı Hakk etmez. Hakk, Hakk edişe göre davranır. Hakkın affı, suça karşı cezalandırma üzerinde hüküm sahibidir. Öyleyse Allah Teâlâ ehlindeki tevacüd, vecd olmadığı halde, vecd sahiplerine uymak amacıyla görünüşte vecd göstermektir. Bununla birlikte mecliste bulunanlara, vecd sahibi olmadığını bildirmesi gerekir. Bunu yapmak zorunludur. Bu dürüstlükle birlikte, tevacüdün terki da­ha iyidir. Çünkü Allah Teâlâ’nın hakkını gözetmek, yaratıkların hakkını gö­zetmekten daha iyidir. Çünkü yaratıkların hakkını gözetmek Hakkın bu konudaki emrini gözetmekten kaynaklanmıyorsa, böyle bir davranış, yağcılıktır (müdahene). Müdahene ise, kınanmış bir niteliktir. Allah Teâlâ eh­li, içinde Allah Teâlâ’nın zorunluluk -ki fiil ise böyledirşeklinde bir emrinin bulunmadığı bir davranışla nitelenmez. Ya da o, söz konusu fiil için ni­telikler içinde Hakka ait bir nitelik vardır ve Allah Teâlâ ehli o fiili yaparken o niteliğe dayanır. Söz konusu fiil yaratıkların nezdinde kınanmış bile ol­sa, (ilahi) hükmün gerektirdiği bir durum nedeniyle Hakk onunla zuhur ettiği için, Hakkın nezdinde övülmüştür. Bunun nasstan ilahi dayanağı, Nuh peygamberin söylediği ‘Siz bizimle alay ettiğiniz gibi şimdi de biz si­zinle alay edeceğiz601 ayetidir. Başka bir ayet ise ‘Siz bugünkü kavuşmayı unuttuğunuz gibi, bugün de biz sizi unuturuz602 ayetidir. Allah Teâlâ kendisini unutma özelliğiyle nitelemiştir. Burada kast edilen şeyin hükmü, hak­kında ‘Kafirler yaptıklarının karşılığını buldu mu?’603 denilen kimsede or­taya çıkar. Burada uyum ve muvafakatin delili, surettedir. Böylelikle kendisine yerilen isim, kevnî mertebeyi içerdiği gibi aynı zamanda ilahi mertebeyi de içermiştir. Gaye bu işin övülüyor veya kınanıyor olması değildir. Kast edilen şey, ilahi uyumun ortaya çıkmasıdır. Allah Teâlâ ehli ila­hi uyumun ortaya çıktığını gördüklerinde, tevacüd’e müsamaha gös­termiş, ancak sûfilerin dayanak noktasını teşkil eden dürüstlük maka­mının gereği olarak, bildirmeyi şart koşmuşlardır.

Şöyle sorabilirsin: Bu ilahi ve nebevi uyum iki yerde ve farklı mec­liste gerçekleşmiştir: Tevacüd ise bir meclistedir. Şöyle deriz: Benim kendisinden delil getirdiğim hususta zikrettiğim meselede haklısın! Biz sadece muvafakati kast ettik. Burada tek bir vakitte işin gerçekleşmesini kast etmekteysen, bu, aldattığı kimseler bunun farkında değil iken Allah Teâlâ’nın aldatmasında mevcuttur. Öyleyse bu ancak dünya hayatında ger­çekleşebilir. Çünkü onlar, ahirette kendilerini helak edecek şeylerden verdiği genişlikle Allah Teâlâ’nın kendilerini aldattığını öğrenirler. Burada al­datma kendilerinden aldatma meydana geldiği gibi gerçekleşir. Aksine onların aldatması, Allah Teâlâ’nın kendilerini aldatmasının ta kendisidir. Onlar ise bunun farkında değildir.

Ömer b. el-Hattab Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in huzuruna girmiş. Onlarm Bedir savaşının şehiderine ağladıklarını görünce kendilerine şöyle de­miş: ‘Sizi ağlatan sebebi bana söyleyin.’ Ağlanacak bir şey varsa ben de ağlayayım. Böyle bir şey bulamazsam, ben de ağlar gibi yaparım. Yani gözyaşları akıtmak üzere size uyarım.’ Ağlamaya çalışmak, tevacüd gibi, gerçeği yokken şekilde bir şeyi göstermek demektir. Öyleyse tevacüd, ruhsuz bir surettir. Şu var ki, onun kendisine dönülen ve dikkate alınan bir ilkesi vardır ki, bu aslı belirttik. Şöyle sorabilirsin: Hakikatler, hük­münün kendisinde ortaya çıktığı kimsede anlamın varlığı olmaksızın, zahirde bir anlamın hükmünü nasıl izhar ettirebilir? Şöyle deriz: bu hu­sus ilahiyat bahsinde ‘Kulları için küfre razı olmaz, şükrederseniz sizin için razı olur604 ayetinde belirtilir. Rıza, bir iradedir. Bazen onun nezdinde razı olunmuşluğu olumsuzlarken bazen de onun adına irade edilen ol­mayı olumsuzlar. Öyleyse bir anlamın hükmü ortaya çıkmış, Hakk ise kendinden onu olumsuzlamıştır. Aynı şey, vecd kendisinde yok iken, tevacüdde vecd için geçerlidir.

Rıza konusunun ince bir yönü vardır ki, Marifet kitabında zikret­miştik. Söz konusu kitap, ince bir kitaptır, oraya bakılabilir. Burada onu suret olarak getirdik ve eşyadaki tahkik yöntemimize göre onu ele almadık. Biz onu hasmın kanıtını reddetmek üzere cedel burhanı bağ­lamında zikrettik, yoksa amacımız hakikate delil getirmek değildi. Öy­leyse tevacüdde ortaya çıkan vecd, tevacüd sahibinin nefsinde ortaya çı­kan vecdin tahayyül edilen hükmüdür. Öyleyse o, hayali mertebedeki gerçek bir hükümdür. Daha önce hayalin bir varlık mertebesi olduğunu ve tahayyül edilen şeylerin varlıkla nitelenmiş olduğunu belirtmiştik. Öyleyse tevacüd sahibi vecdin hükmünün suretiyle ancak içinde tahay­yül ettiği bu vecdin hükmü nedeniyle zuhur edebilmiştir. Öyleyse o, ancak bir varlıktan ortaya çıkmıştır. Bu nedenle onun doğruya dönük bir yönü vardır. Bu nedenle tevacüd sahibinin tevacüd yaptığını bildir­mesi zorunludur. Böylelikle mecliste bulunan dinleyici, bü halin hayal mertebesinin dışındaki bir vecdden değil, tahayyül edilmiş vecdden kaynaklandığını öğrenir. Onun hayalde sahih bir hükmü vardır. Buna örnek olarak sarılığı olan kimseyi verebiliriz. Böyle biri, düşeceği bir yerde bulunduğunda, düşer. Bu, hükmü duyuda ortaya çıkmış olan ta­hayyülden kaynaklanarak düşmedir. Aynı şey, tevacüd sahibi için geçerlidir. Onda da, sahih vecd insanı duyudan uzaklaştırdığı gibi kendisini duyularından uzaklaştıracak ölçüde tahayyül edilen vecd etlendir. Fakat sahih vecd hali ile tahayyül edilen vecd arasında sonuçta bir fark vardır. Biz bu farkı Risale-i la yeulu aleyh’te açıklamıştık. Çünkü sahih vecdin neticesi bilinmezdir. Hayali vecdin neticesi ise sınırlı ve belli bir şekilde hüküm verdiğinde, bu işin ehli olan sahibi tarafından bilinir. Çünkü böyle bir vecd ancak vecd hakkındaki hayaline uygun bir sonuç meyda­na getirir ki o da bellidir. Sahih vecd, sahibinin farkında olmadığı yön­den, kendisine isabet eder. Dolayısıyla sahibi vecdin kendisine neyi ge­tirdiğini de bilemez. Tevacüd hakkmda yeterli açıklama yapmış olduk. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ OTUZ ALTINCI BÖLÜM

Vecd

Bir emrin gelişi seni kendinden fani ederse eğer

Bu vecddir, işte, hem de apaçığı!

Hüküm verir, hükme konu olmaz

Evet! Ondan haz alınır ve bazen de fenaya yol açar

Vecd’deki en garip iştir bu

Çünkü onun mizacı bal ile sudur

Bilmelisin E sûfılere göre vecd, kalbe ansızın gelip kişiyi kendinden ve yanında bulunanlardan habersiz Hakk getiren hallerdir. Onlar vecdi kalpte hüznün ürünü anlamında da kullanabilirler. Üstat şöyle demiştir: ‘Genel olarak bu güzeldir. Vecd bir haldir. Haller ise vergidir, kazanım değillerdir. Bu nedenle tevacüd, sahibi adına vecd meydana getirdiğin­de, nefs kazanım olarak elde edilen bir şeyden etkilenmiş olur. Hâlbuki sûfılere göre hal kazanılmış olamaz. Bu nedenle, tevacüd sahibinin vecdine itimat edilemez.

Sûfılere göre haller arasında vecdin yerinin benzeri, vahyin pey­gamberlere gelişidir. Vahiy de onlara ansızın gelir. Nitekim bir hadiste şöyle belirtilir: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem sürekli olarak Hira mağarasına çekilir­di. En sonunda vahiy ansızın kendisine gelmiştir.’ Vahiy, peygamberin amaçladığı bir şey değildi. Aynı şekilde vecd ehli de, varlıkta konuşan herkesin sözünü Haktan dinlerler. Alemdeki herkes ise konuşandır. Öy­leyse onlar, âlemdekilerin konuşmasında bütünüyle Allah Teâlâ’dan anlamaya kendilerini vermişlerdir. Bu konuşmanın nağmeli olması veya olmaması ya da sesle olup olmaması birdir. Onlar bu halde iken, kendilerine ansı­zın ilahi bir emir gelir ve onları kendilerini görmekten olduğu kadar vecd sahibi olduklarını görmek ve duyu ile idrak edilen herkesi görmek­ten alı koyar. Onlar adına gerçekleşen bu hal; sûfılere göre, vecd’dir.

Vecdin sahibine getirdiği bir fayda olmalıdır. Çünkü fayda getir­meden veya bilgi artırmaksızın vecdin gelmesi, farkında olmadığı yön­den kalbin uyumasıdır. Çünkü bu beklenmedik halde gelen şey, Allah Teâlâ’dan kendisine sahip olmadığı bir bilgi vermek üzere gelmiştir. Söz konusu bilgi onun nefsini şereflendirecek, kemale erdirecek, diğer nefis­lere karşı geliştirecektir. Böyle bir bilgi ancak temiz ve arınmış bir nefse gelebilir. İşte vecdin bu yoldaki hükmü budur.

Genel anlamda vecd ise, bölümün başında kendisini tanımlarken söylediğimizdir. Bu vecdde temizlik veya başka bir şart, ancak bu yolda ileri sürülmüştür. Temizlik olmaksızın sıradan insanlarda da ortaya çık­tığına göre, vecd sadece kendisinin özel anlamda vecd olduğuna kanıt olabilir, yoksa Allah Teâlâ’dan olduğuna kanıt olamaz. Bu nedenle de yabancı­larla (sûfıler arasmda) bir karışıldık ortaya çıkar, insanlar böyle bir vecd’de Allah Teâlâ ehli ile Allah Teâlâ ehli gibi gözükenlerin durumunu ayırt ede­mezler. Onlar, Allah Teâlâ ehlinden olmasa bile, halleri birdir. Bu nedenle Allah Teâlâ ehli nağmelerle sınırlı sema’da tek bir kalp üzere olmayı ve kendile­rinden olmayanların aralarında bulunmamasını şart koşmuşlardır. Öy­leyse onlar, sadece benzerleriyle veya hallerine inanan ve itikat besleyen­lerle bir araya gelirler.

Bunun Haktaki dayanağı, kendisini öldüren insanın canıyla Hakk ile yarıştığını belirterek, kendisini böyle nitelemesidir. Bununla birlikte Hakk ile yarışan kişi, kendisiyle yarışmıştır. Fakat ilahi niteliklerde böyle yer almıştır ve bunların hepsini kabul ederiz! Çünkü Allah Teâlâ bu mahalde kendisini yükümlü tuttuğu yerde bir durum irade etmiştir. Zamanı ve vakti geldiği için de, söz konusu şerî ve ilahi emir gelir. Geldiği mahalli ise o varidin hakikatinin verisinden başka bir halde bulur. Bununla bir­likte onda ancak Allah Teâlâ’nın bilgisinin etkin olacağını biliriz. Fakat merte­belerin doldurulması, mezheplerin farklılaşmasına yol açmıştır. Hakk bu­rada, intihar eden karşısında vecd ve hal sahibi haline gelmiştir. Böyle­likle ilahi makam burada âlemlerden müstağni olmak şeklinde kendini görmekten müstağni olmuştur. Nitekim benzer bir ifade, kendisine karşı öfkelenen hakkında gelmiştir. Öyleyse burada ilahi makam, âlem­lerden müstağni oluşunu görmekten fani olmuştur. Çünkü makamlar, birbirine komşudur, fakat iç içe girmezler. Öyleyse her makamın bir hükmü vardır. Kuşkusuz Allah Teâlâ, kitabında ve peygamberlerinin sözleri gibi doğru haberlerde kendisine gerçekte nispet edilecek nitelikleri kul­larına açıklamıştır. Öyleyse edebin gereği, akli deliller kendisini reddetse bile, Hakkın kendisine nispet ettiği şeyi O’na nispet etmektir. Çünkü yine akli delille âlemin bir kısmının Hakkın kendisini bildiği tarzda

O’nu bilmeyeceğini öğrendik. Öyleyse Allah Teâlâ, bilinmeyen-bilinendir. O kendinden başka ilah olmayandır. ‘O’nun benzeri bir şey yoktur. O, duyan ve görendir.*05

Şöyle diyebilirsin: Müsadefe tesadüf edilen şeyin mahiyetini bil­memeyi gerektirir? Öyleyse bunun ilahi (isimlerdeki) dayanağı nedir? Şöyle deriz: ‘Sizi imtihan edeceğiz ki öğrenelim606 ayetidir. Bununla birlik­te Allah Teâlâ kendilerinden meydana gelecek şeyi bilmekteydi. Bu nispede birlikte burada (bu ayet) gelmiştir ve zikredilmiştir.

Vecd, fena ve gaybet hali (insanı) fani ettiği gibi, kendinden geçir­tir. Bu hallere sahip kimsenin yanında bulunanlardan (habersiz kalması) gerekir. O’nun karşısında beka ile nitelenmeleri ve onu görmeleri gere­kir. Onlar bu durumda değillerse, bu sözlerle amaçlanan şey gerçekleş­miş değildir.

Sûfiler vecde sahip olunup olunamayacağı hakkında görüş ayrılığı­na düşmüşlerdir? Kuşeyrî bazı sûfilerin vecdlerine hakim olduklarını ak­tarır. Böyle birine vecd gelip de yanında saygı göstermesi ve çekinmesi gereken birisi varsa, vecdini tutardı. Yalnız kaldığında ise, vecdini bıra­kırdı. Bunu ise, saygı göstermesi gereken kişiye hürmetinin bir neticesi olarak kendi kerameti sayardı. Bize göre vecd kontrol edilemez. Çünkü daha sonra serbest bırakılan vecd, saygı gösterdiği kişinin huzurundayken kendisine gelenin aynı değildir. Çünkü var olmayanın yaratılmış ta­rafından sahip olunacak bir varlığı yoktur. Söz konusu adam yalnız kal­dığında, o vakit vecdin hükmü kendisinde ortaya çıkar. Böylelikle de, oturan ayakta duruşuna hakim olduğu gibi, vecdine sahip ve hakim ol­duğunu zanneder. Oturan insanm ayakta durmaya hakim olması, onun ayağa kalkmaya istidatlı olması demektir, yoksa ayağa kalkma hali ken­disinde meydana geldi de ayağa kalkmadı anlamında değildir. Bunu bilmelisin. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’607

İKİ YÜZ OTUZ YEDİNCİ BÖLÜM

Vücûd (Bulmak, Varlık)

Hakkın vücudu, vecdimin vücudunun aynıdır Çünkü ben vücud ile O’ndan fani oldum

Vecdin hükmü benden her şeyi fani etti Vecdin varlığının mahiyeti olmaz

Vücudun bulunması (vicdan) her yönüyle Hal ile veya halsiz olarak, O’ndandır

Bilmelisin ki sûfilere göre vücud, vecdde Hakkı bulmak demektir. Şöyle derler: ‘Vecd sahibi olup da bu halde müşahede ettiğin Hakk değil ise, vecd sahibi değilsindir, çünkü bu durumda sen, kendisinde Hakkın bulunduğu bir vecd sahibi değilsin. Böyle bir halde Hakkı müşahede, seni kendini ve yanında bulunanları görmekten habersiz kılar.

Bilmelisin ki, vecdde Hakkın vücudu, belli bir şey değildir. Çünkü vecd bir tesadüftür ve bu tesadüfün neyi meydana getireceği bilinmez. Bazen başka bir şey getirebilir. Öyleyse vücudun hükmü semanın ger­çekleşmesini sağlayan şeyle irtibadı değil ise, Hakkın ondaki vücudu be­lirsiz bir nitelikte gerçekleşir. Vecdi sınırlı ve sınırsız sema tarzında ka­bul eden birini gördüğünüzde, onun vecdin tarzı hakkında bir bilgisi olmadığını bilmelisin. Böyle biri sadece bu yolda kıyas sahibidir. Allah Teâlâ’ya giden yol ise, kıyasla öğrenilmez. Çünkü Allah Teâlâ ‘Her gün bir işte­dir608 ve her nefes bir istidattadır. Öyleyse ‘Allah Teâlâ’ya karşı örnekler verip durmayın’609, Çünkü ‘Allah Teâlâ bilir de siz bilemezsiniz.’610

Bilmelisin ki, saliklerin vecdlerinde Hakkın bulunuşu (vücud) deği­şir. Bunun nedeni, ilahi isimlerin hükmü ile yaratılmışların istidatlarının hükmüdür. Yaratılmışın her nefesinin diğerine ait olmayan bir istidadı vardır. Nefes sahibi vecd ile nitelenen kimsedir ve onun vecdi istidadına bağlıdır. İlahi isimler ise (istidada) bakar ve gözler. Alenidekiler Allah Teâlâ’ya dair sadece isimlerinin nispederi ile inayet nispetierine sahiptir. Öyleyse Hakkın vecdde bulunuşu (vücud), ona bakan ilahi isme göre gerçekle­şir. İlahi isimler ise, Hakkın nefsine döner. Allah Teâlâ’nın ruhu (Hz. İsa) bü-

 İ tün âlemi kendisine katan bir tanıklıkla şöyle der: ‘Sen benim nefsimde olanı bilirsin de, ben senin nefsinde olanı bilmem.’611 Bu iki yorumla yo­rumlanabilir: Birincisi nefsin İsa’nın nefsinin aynı olması, diğeri ise Hakkın nefsi olmasıdır. Kul nefsinin sahip olduğu istidadı bilmezse -ki Hakkın özel vücudunu onunla kabul eder-, kendisine bakan ilahi ismi daha da bilmiyordun Vecd sahibine Hakkın vücudu bu zuhur esnasın­da zuhur ettiğinde, onun hükmü, içinde bulunduğu Hakk göre değişir.

Allah Teâlâ’yı bilme işinin esası şudur: Şimdiki halde Allah Teâlâ hakkındaki bilgi, O’nun bildirmesiyle öğrenilebilir. Geçmişte ve gelecekte ise, Allah Teâlâ’nın ona bildirmesi, -her kim adına gerçekleşecekseHakkın müşahe­de edilir Hakk gelmesidir. Bu müşahede, nakil yoluyla bilgiyi elde eden için değil zevk yoluyla elde eden adına gerçekleşebilir. Nakil yoluyla ise, nakleden kimse doğruluğu hakkında kesin kanaat bulunan kimseyse du­rum değişir. Onun sözü de, bu durumda -herhangi bir yorum taşıma­yanaçık nass haline gelir. Aksi halde kesinlikle bilinmez. Belli bir va­kitte bir şahıstan bu bilgi meydana gelirse, bu, tesadüfidir. Böyle bir bilgi, akılcılardan (ehl-i nazar) herhangi birisine göre, bilgi diye isimlendirilemez. Bununla birlikte şair, İbn Ömer hikâyesinde veya fatiha hadisindeki herhangi bir sahabenin hikâyesinde onu bilgi diye isimlen­dirmiş olabilir ve şöyle der: ‘Tesadüf bile olsa, sana bilgi vermiştir.’

Bilmelisin ki, vecd sahibinde Hakkın varlığının kendisiyle sınırlan­dığı şey, vecde göre değişir. Vecdin ise, kendisine yerleşene kadar, gelişi bilinmez. Hakkın vecdde bulunuşu ise vecde bağlıdır. Sonra, âriflere göre vecd, terimsel anlamın dışına çıkar. Hatta onu serbest anlamda kullanırlar. Onlara göre sahih vecd sahibi olmak demek, Allah Teâlâ’yı bilenle­rin kendisini bildiği şekilde Hakkın vecde bulunması demektir. Böyle­likle her vecd sahibinin vecdinde getirdiği Allah Teâlâ’nın vücudu hakkındaki bilgisini alırlar. Vecdin sahibi (vecdinde bulduğu) şeyin hakkın vücudu olduğunu bilmezse bile, ârif, onu bilir ve her vecd sahibinin Hakkın vücudundan getirdiği şeyi alır. Hakk söz konusu vecdde vecdinde bu­lunduğu şeyin varlığını bildiren bu kişinin kendisini sınırladığı şeyle sı­nırlanır.

Bu, yüce bir zevktir. Gerçekte doğrudur ve -hepsinde olmasa dabu işi bilenlerin nezdinde hakkında kesin hüküm verilmiştir. Hakk bu konuda kullarının hallerinin değişmesi nedeniyle kendisinde suretlerin ve niteliklerin değişeceğini bildirmiştir. Bilindiği üzere, insanların ve cinlerin halleri, isimlerin hükümlerinin değişmesi nedeniyle değişir. Su­ret ve tecelliler de, âlemin hallerinin başkalaşması nedeniyle başkalaşır. Öyleyse iş O’ndan başlamış ve O’na dönmüştür. Kulun ise, Hakkın kendisi adına onayladığı şekilde, belli bir etkisi vardır. Öyleyse Hakkın kendisi adma onayladığı bir şeyin hükmü ondan kalkmaz. Bunu yap­maya kalkan kimse, Hakk ile çatışmış demektir. Allah Teâlâ ise, kendisiyle çatı­şanlara karşı Kahhar’dır. Allah Teâlâ’yı bilenler ise, O’nun vasıtasıyla Kahhar’dır. Allah Teâlâ onlara nefislerinde Kahir veya Kahhar isminde tecelli et­mez. Onlar sadece Hakkı başkalarının suretlerinde bu isimde tecelli ederken görürler. Böylelikle onu onlardan öğrenirler, yoksa kendilerin­den öğrenmezler. Çünkü onlar, kendileri ile benzerleri arasında bir ça­tışma olmasından korunmuş kimselerdir. Nasıl olur da (kendileri ile Allah Teâlâ arasında bir çatışma) olabilir. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.

İKİ YÜZ OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM

Vakt

Vakt, sürekli kendisiyle nitelendiğindir                                              '

Vaktin hükmüyle görünürsün daima

Ben Allah Teâlâ’yı vaktim’de görürüm

Vaktin bir kısmı övülür, bir kısmı yerilir

Rahman’dan işler ona ait, onlar bizimle var olur!

Hem şeriat, hem iman ve hem de tevhit bunu söyler

Bilmelisin ki, sûfiler vakti, hal zamanında kendisiyle ve üzerinde bulunduğun şey diye tanımlamışlardır. Vakit, iki yokluk arasında var olan bir durumdur. Şöyle denilmiştir: ‘Vakit, onların kendi adlarına seçtikleri bir yana, Haldan onları yönlendirmesinden kendilerine ulaşan şeydir.’ Başka bir görüşe göre ise, Hakkın gerekli görüp de senin üze­rinde uyguladığı şeydir. Bir görüşe göre vakit, serinleticidir, ezer, sil­mez.’ Bir görüşe göre, vakit, senin üzerinde hükmü olan her şeydir. Bü­tün bu tanımlar, vaktin hüküm sahibi olmasında birleşir, ilahi (isimler­de) vaktin dayanağı, Hakkın kendisini ‘Her gün bir işte612 olmakla nite­lemesidir. Öyleyse vakit, asılda kendisiyle olduğun şeydir ve onun varlı­ğı ferde -ki âlemdirortaya çıkar. Böylelikle Hakkın şe’nleri (işleri) mümkünlerin varlıklarında ortaya çıkar. Öyleyse vakit, senin kendisiyle olduğun şeydir. Senin kendisiyle olduğun ise, senin istidadındır. Öyley­se Hakkın kendilerinde bulunduğu şe’nlerinden senin üzerinde istidadı­nın talep ettiği şey çıkar. O halde şe’n, asılda hükme konu olandır. Çünkü mümkünün istidadının imkân olması, Hakkın kendisindeki işi­nin (şe’n) varlık verme olmasını gerektirdi. Bakınız! İmkânsız onu ka­bul eder mi? Öyleyse vaktin kaynağı âlemdir, Haktan değildir ve o tak­dirden meydana gelir. Takdirin ise sadece yaratılmışta hükmü olabilir. Öyleyse vakit sahibi olan, âlem olduğu gibi hüküm de âleme aittir. Ni­tekim bu hususu Hakkın istidadarının verisine göre âlemin hakikatlerinde zuhurundan ve onlar nedeniyle (suretlerdeki) değişiminden söz ederken belirtmiştik. Hakk ise kendiliğinde âlemlerden müstağnidir.

Vakit hakkında sûfilerin zevkleri birbirinden farklıdır. Bu nedenle de ona dair ifadeleri de birbirinden farklı olmuştur. Gerçekte vakit hak­kında söyledikleri bütün sözlerinde -ki bütün hal ve makamlar için aynı durum söz konusudur-, zâtî bir tamını amaçlamazlar. Onun sonuçlarını veya ancak söz konusu edilen hal veya makamın niteliği haline geldiği kimsede ortaya çıkabilecek durumlarını anlatırlar. Vaktin onlarda ve başkalarındaki hükümlerinden birisi, Allah Teâlâ’nın onlar adına alışılagelmiş bir takım durumlar belirlemiş olmasıdır. Onlar bu işlerde âdete göre ta­sarrufta bulunurlar. Bunlar, yaptıklarında günah olmayan veya kendisi­ne Hakka yakınlık olduğu hitabının bitiştiği fiillerdir. Böylelikle, Hakka yaklaşmak üzere veya yükümlülüğün kendisinden kaldırıldığı bir fiil olması nedeniyle kendi adlarına o işi yapmayı tercih ederler. Bu du­rumda Haktan kendilerine düşüncelerinde bulunmayan veya kendi ad­larına seçmedikleri bir durum ortaya çıkar. Bu durumda ise, vaktin bu işi verdiğini ve Hakkın ise onu onlar adına seçtiğini anlarlar. Çünkü Allah Teâlâ şöyle der: ‘Senin rabbin dilediğini yaratır.5613 Başka bir ifadeyle takdir eder ve var eder. Sonra şöyle buyurmuştur: ‘Seçer.5614 Burada onların se­çiminin olabileceğini reddetmiştir. Onların bir seçim hakkı yoktur. Bize göre, burada isim olan şey, mansuptur ve ‘seçer’615 fiilinin mefulüdür. O da, kendisinde onların seçiminin bulunduğu şeydir. Kul bunu bilince, o konuda hükmü Allah Teâlâ’ya bırakır ve rahat eder. Kul bu durumda Allah Teâlâ’nın kendisinde icra ettiği vaktin hükmüyle hareket eder, yoksa sevimli ve nahoş işlerde kendi adına seçtiği işlerin hükmüne göre hareket etmez. Her şeyde kendisine ait bir iyilik bulunduğunu görür. Böylelikle Allah Teâlâ bütün işlerde kendisine iyilikle davranır. Vakti nimeti gerektirirse ve Allah Teâlâ karşısında verdiği söz böyle bir şey ise, Allah Teâlâ onu şükürle ve Allah Teâlâ’nın hakkını yerine getirmeyle rızıklandırır, bu konuda kendisine yar­dım edilir. (Vaktin gereği) Bela olursa, Allah Teâlâ belaya sabırla ve ondan razı olmakla kendisini rızıklandırır. Allah Teâlâ onun adına farkında olmadığı yönden bir çıkış yaratır. Buna örnek olarak, Allah Teâlâ’yı yüz bin kere tespih etmek isteyen bir adamı verebiliriz. Bu adam bunun için uzun bir za­mana muhtaç olduğu kadar bu fiil yorucudur ve bütünüyle kendisini ona vermek gerekir. Bu esnada doğru sözlü peygamberin bir hadisini öğrenir. Bu hadise göre kulun ‘Subhanallahi adede halkihi, Subhanallah zinete arşihi, Subhanallah rıdae nefsihi, Subhanallahi midade kelimetihi’ üç kere, velhamdü lillahi üç kere, vAllah Teâlâu ekber üç kere, vela ilahe illellahu üç kere’ demesi, kulun yapacağı tespihten daha üstündür. Bu­nun üzerine, daha önce hakkında bir bilgisi bulunmayan ve tesadüfen kendisine ulaşmış bu ifadeyi söyleyerek, zikretmek istediği tespihi bıra­kır. Bilir ki Allah Teâlâ’nın bu bildirimle onun adına bu vakitte seçtiği şey, onun kendisi adına seçtiğinden daha üstündür.

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu hadisi rastladığı bir yaşlı kadına karşı söylemiş­tir ki hadis meşhurdur. Hakk bir şeyi irade ettiğinde ve o işte sana dönük bir inayet varsa, onu sende uyguladığı gibi hakkını yerine getirme gücü verir sana. Allah Teâlâ ehlinden akıllı kişi, kul adma olabilecek bütün iyiliğin Hakkın irade ettiği şeyde bulunduğunu bilir. Bu konuda Hakk, kulları için şeriatlar belirlemiş ve peygamberleri onları getirmiştir. Öyleyse Hakk her kimi irade ettiği işte kullanırsa, ona olan inayet, ‘Allah Teâlâ’dan öğ­renen’ kimseye dönük inayetinden uzak değildir. Hakk yönünden bilinen vakit, içinde bulunduğun halde şeriat yönünden sana söylenendir. Öy­leyse, bütün hallerde Şâri’nin sözüne göre ol ki, vakit sahibi olabilesin. Bu durum, senin Allah Teâlâ katında mudulardan olduğunun alametidir. Böyle bir şey ise Allah Teâlâ ehli içinde nadir bulunur. Böyle bir hal, onların

içinden bazı bireyler adına gerçekleşir ki onlar, Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki hükmünden habersiz kalmayan murakabe ehlidir. Burada her şeyde Allah Teâlâ karşısında huzur sahibi olan kimselerden bir kısmının ayakları ka­yar. Onlar, göz açıp kapatmalık anında bile Allah Teâlâ’dan gafil kalmayan kimselerdir. Fakat O’nun eşyadaki -en azındanbazı şeylerdeki veya çoğunluğundaki hükmünden habersiz kalırlar. Allah Teâlâ’nın eşya hakkındaki hükmünden habersiz kalmayan kimse, Allah Teâlâ’dan gafil kalmamıştır. Böy­le biri, Allah Teâlâ karşısmda huzur sahibi olmak ile hükmü (karşısmda huzur sahibi olmayı) bir araya getirmiştir. Böyleleri, en çok bilgi sahibi olan ve en büyük muduluğa ulaşan kimselerdir. İşte onlar, muduluk kazan­dıran ‘vaktin’ sahipleridir.

Allah Teâlâ adamlarından bir kısmı, Allah Teâlâ’nın var olmalarından sonra kendi başlarma var olan eşyayı yok etmeyeceğini bilir. Var olmaların­dan sonra Allah Teâlâ, eşyanın hallerini veya arazlarını yok etmekle nitelen­mez. Eşya sadece bir takım hallerde bulunur. Bu haller ise, kendilerin­den silinir, ardından Allah Teâlâ onlara, benzerleri veya zıriarı olan başka bazı haller giydirir. Bununla birlikte, bekalarının kendisine bağlı olduğu yardımı alı koymakla, Allah Teâlâ’nın eşyayı yok etmesi mümkündür. Fakat ilahi kader, işin ancak böyle olmasını gerektirmiştir. Bu nedenle de Allah Teâlâ ‘Dilerse sizi giderir, başka bir yaratılışla getirir5616 buyurdu. Fakat bu­nu yapmamıştır. Çünkü Hakk için irade ve meşiyet yenilenmez, çünkü Hakk, sonradan olanlara mahal değildir. Öyleyse Hakkın meşiyeti, tek yönlüdür. Fakat bu meşiyet eşyada onları bütünüyle veya kısmen bir araya getirme ile ayırma arasmda bulunur. Söz konusu şeyler var olan­lardır. Öyleyse gerçekte vakit, kamil kişiye göre, sürekli birleştirme ve ayırmadır. İnsanların bir kısmı özel olarak cem’de ayrımı görürken ay­rımın birliğini görmezler. Böylelikle bunun vaktin kendisi olduğunu zannederler. Vaktin ne olduğu sorulduğunda ise, onu soğutucuya ben­zetirler ve derler ki: Vakit soğutucudur, senin bütünlüğünü dağıtır, fa­kat varlığını yok etmez. Öyleyse her kim vakti bilir ve hakkındaki hük­mün ona ait olduğunu öğrenirse, vaktin verdiği hüküm altında dingin­leşir. Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.

İKİ YÜZ OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM

Heybet

Cemal bulunduğu her şeyde heybet verir Çünkü onda mülk celali de bulunur

Güzellik hilyesi, lütuf mizacı Rahatlık ve huzur olarak bulursun onu

Kalp müşahede eder onu yaratıcısını Göz zevk yoluyla onu insan olarak görür

Bilmelisin ki, heybet, kalbin bir halidir. Bu hali, Hakkın güzelliği­nin cemalinin kulun kalbine tecellisi verir. ‘Heybet, ilahi mertebeye ait zâtî bir niteliktir’ diyenin sözünü duyarsan, bu doğru bir söz olmadığı gibi doğru bir değerlendirme de değildir. Heybet, cemalinin celali kal­be tecelli ettiğinde, mertebeye ait zât kaynaklı bir etkidir. Başka bir ifa­deyle heybet, tecelligahın kalbinde bulduğu bir büyüklüktür. Aşırı olur­sa, kişinin halini ve niteliğini ortadan kaldırır, fakat varlığım yok etmez. Nitekim Hakk dağa tecelli ettiğinde, bu tecelli dağı parçalamış, fakat onu yok etmemiş, onun yüksekliğini ve heybetini yok etmişti. Musa ise da­ğın heybetine bakmaktaydı. Tecelli Musa’ya kendisini takip etmeyen yönden gelmişti. Dağ parçalanınca, Musa’ya dağı parçalayan şey gö­zükmüştür. Bunun üzerime ‘Musa bayılıp düşmüştür.’ Çünkü Musa, bedeni bulunduğu hal üzere tutmada hükmü olan bir ruh sahibiydi. Hayvanın dışındakilerin ruhu ise onların hayadarmdan ibarettir, başka bir şey değildir. Öyleyse istidat farkı nedeniyle, Musa için bayılma da­ğın parçalanması gibiydi. Çünkü dağın suretini tutacak bir ruhu yoktu. Bu nedenle dağ ‘dağ’ adını yitirmişken, bayılma nedeniyle Musa’dan Musa veya insan adı gitmemişti. Sonra Musa ayılmış, fakat dağ parça­lanmasının ardından eski haline dönmemiştir. Çünkü onun kendisini ayakta tutacak bir ruhu yoktu. Çünkü ruhların eşyadaki hükmü ile ha­yatın onlardaki hükmü bir değildir. Öyleyse hayat her şeyde daimi ve süreklidir. Ruhlar ise, valilere benzer, bazen azledilebilirler, bazen vali­lik yaparlar, bazen ise, valilik ardında kalmışken kendileri gizlenir. Öy­leyse valilik, bu hayvani bedeni yönettiği sürece geçerlidir. Ölüm vali­nin azledilmesi, uyku ise valiliği sürdüğü halde bedenden gizlenmesidir.

Heybetin bir azamet ve azametin ise yüceltenin haline raci bir du­rum olduğunu öğrendiysen, onun kalbin bir hali olduğunu anlamışsındır. Heybet, var olana ait bir niteliktir. İlahi mertebedeki dayanağı ise, bilgilerden söylenmeyen, aktarılmayan ve yayılmayanlardır. Onları sa­dece varlığın Hakk olduğunu ve O’nun bütün niteliklerle nitelendiğini bilen kişi bilebilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Allah Teâlâ’nın şiarlarını yücelt­mek, kalplerin takvasındandır.’617 Başka bir ifadeyle, bu yüceltme takva­dan kaynaklanır. Azamet ve yücelik utanma duygusuna yol açar. Utan­ma ve hayâ ise ilahi bir niteliktir. Çünkü Allah Teâlâ, yaşlıların nezdindeki büyük saygınlığı nedeniyle, kıyamet günü yaşlıdan hayâ eder. Allah Teâlâ bazı şeylerin nezdinde daha saygın olduğunu bildirmiştir. Nitekim şöyle bu­yurur: ‘Onu basit bir şey sanırlar, hâlbuki Allah Teâlâ katında değerlidir,’618 Yani büyüklük, Allah Teâlâ’nın peygamberinin evine iftira nedeniyle, değerini bil­meyene basit gelen o şeyde bilfiil varlık kazanmıştır. Lafızların çerçevesi Şâri tarafından bizim için belirlenmiştir ve bu nedenle bize emrettiği yerlerde onları kullanırız. Heybet ile azamet arasındaki fark ortaya çık­tığına göre, azameti bir yerde kullanırız, heybeti veya korkuyu veya kabzı kullanmayız. Bunu bilmelisin! Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yo­la ulaştırır.

İKİ YÜZ KIRKINCI BÖLÜM

Ünsiyet

Ünsiyet ile ünsiyet -suretlerle değilbizi birleştirir Sakın! Aldanmış ve kandırılmışsın sen

Bilmediğin ve cahili olduğun şeyle durma Çünkü senin sevgin dağılmış ve toplanmıştır

Sen öndersin, fakat O’nun şendeki hikmeti Yaratılmış ve var edilmiş olduğunu bildirir

Faniyle nasıl ünsiyet edersin? Tanıklarıdır Var olanlar, O, kulaklarda dinlenendir

Allah Teâlâ kendinden bir ruh ile sana ve bize yardım etsin, bilmelisin ki: Sûfilere göre ünsiyet, sayesinde Haktan kula bir rahatlamanın geldiği her şeydir. Bazen bu rahadatma keşf ve perde üzerinde olabilir. Ünsi­yet, cemal tecellisinden kaynaklanarak kalbin halidir. Sûfilerin büyük kısmına göre, cemal tecellisinden kaynaklanır. Bu da, onlarm yanıldığı hususlardan birisidir, çünkü hakikatleri ayırt edemedikleri için, onların ifade ederken bazı yanılgıları vardır. Allah Teâlâ ehlinden herkese, temyiz ve ayrım gücü verilmemiştir. Bununla birlikte onların müşahedesi doğru­dur. Fakat iş, bu müşahedeye konu olan şeyin bulunduğu durumu bil­mektir. Hakkı müşahede eden fakat neyi müşahede ettiğini bilmediği için onu yolunun (gereğinden) başka bir şekilde onu yorumlayan bir grup görmüştük. Öyleyse tecelliyle birlikte, Hakkın öğretmesi gerekli­dir. Bu öğretme, ya kendisine ait bir durulukla gerçekleşirken veya Hakkın dilediği öğretme yollarından birisiyle gerçekleşir.

Allah Teâlâ ile ünsiyetin sahibinde bir alameti vardır. Çünkü ünsiyet, bu yol ehlinin büyük kısmının kendisinde yanıldığı bir meseledir, içinde bulundukları bir durumda ünsiyet görürler ve onu Allah Teâlâ ile ünsiyet zannederler. O hal ortadan kalkınca, Allah Teâlâ ile ünsiyet de ortadan kalkar. Bize ve sûfilere göre, böyle birinin ünsiyeti, Allah Teâlâ ile değil, haliyle idi. Çünkü Allah Teâlâ ile ünsiyet bir kez gerçekleşince, bütün hallerde kendisiyle birlikte kalmayı sürdürür. Bu nedenle sûfıler şöyle demiştir: ‘Yalnızken Allah Teâlâ ile ünsiyet edip toplulukta onu yitiren Allah Teâlâ ile değil; yalnızlık ile ünsiyet etmişti.’

Bilmelisin ki muhakkiklere göre Allah Teâlâ ile ünsiyet olamaz. Ünsiyet, ‘Allah Teâlâ’ ismiyle değil, belli ve özel bir ilahi isimle olabilir. Aynı şey, Allah Teâlâ’dan kullarına dönük olarak gerçekleşen bütün işler için geçerlidir. Bunların da ‘Allah Teâlâ’ isminin hükmünden kaynaklanması mümkün değil­dir. Çünkü ‘Allah Teâlâ’ ismi, bütün ilahi isimlerin hakikatlerini kendinde toplayan isimdir. Alemde belirli bir şahıs adma bir durum ancak belli bir isimden meydana gelebilir. Bütün âlemde, başka bir ifadeyle Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyde kendisini ihata edecek bir şey, ancak belli bir ilahi isimden ortaya çıkabilir, yoksa ‘Allah Teâlâ’ isminden ortaya çıkmaz. Çünkü ‘Allah Teâlâ’ isminin özelliklerinden birisi âlemin zuhur etmesi ve Hakkın bu zuhuru sevmesi iken aynı zamanda bu ismin hükümlerinden birisi âlemlerden müstağniliktir. Alemden müstağni olan, âlem nede­niyle sevinmez. Allah Teâlâ ise, kulunun tövbesi nedeniyle sevinir. Öyleyse ‘Allah Teâlâ’ isminin mertebesini bilirsin, fakat içerdiği karşıtlık nedeniyle âlemde hükmünün ortaya çıkması beklenemez. Bu, büyük, önemli ve değerli bir meseledir, ilahiyat bahsinde anlaşılması çetin bir konudur. Çünkü bir şey özü gereği bir durumu gerektirirse, o şeyden müstağni kalması mümkün değil iken aynı zamanda ona muhtaç olması mümkün değildir. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın âlemlerden müstağniliği sabittir. Allah Teâlâ’yı ‘de­laletten müstağni’ sayarsak, âdeta şöyle demiş olur: ‘Ben âlemi bana de­lil olsun diye yaratmadım veya varlığıma alamet olsun diye izhar etme­dim. Alemi, isimlerimin hakikatlerinin hükmü ortaya çıksın diye izhar ettim. Benim kendimden başkalarında bulunan bir alametim yoktur. Tecelli ettiğimde, tecellinin kendisiyle bilinirim. Alem -bana değilisimlerimin hakikatlerine delildir. Bana alamet olması ise, sadece onun dayanağı olmamla sınırlıdır, o kadar!’

O halde bütün âlem, Allah Teâlâ ile ünsiyet eder. Fakat bir kısmı, ünsiyet ettiği kimsenin Allah Teâlâ olduğunu farkında değildir. Çünkü herkes bir ün­siyet içindedir. Bu ünsiyet, ya süreklilik veya yeni bir durum nedeniyle bir şeye intikal yoluyla olabilir. Allah Teâlâ’dan başkasının varlıklarda bir hükmü yoktur. Öyleyse herkesin ünsiyeti, -kendisi bilmese bileAllah Teâlâ iledir. Unsiyetin olduğu gözüken kimse ise Hakkın tecellilerinden bir surettir sadece! Fakat bu suret, bazen bilinir bazen inkâr edilir. Bilin­mediğinde kul, (başka bir kulun) kendisiyle ünsiyet ettiği suretin ay­nından kaçar ve korkar. O ise, suretler değiştiği için, farkında değildir. Öyleyse Allah Teâlâ ile ünsiyetten kimse yoksun olmadığı gibi kaçan herkes Allah Teâlâ’dan kaçmıştır.

Ünsiyet, genişlik ve rahatlık, kaçmak ise daralma demektir (kabz). Allah Teâlâ’yı bilenlerin ünsiyeti, Allah Teâlâ ile değil, kendileriyle ünsiyettir. Kuşku­suz onlar, Allah Teâlâ’dan ancak üzerinde bulundukları durumun suretini görmüşlerdir. Onların nezdinde ünsiyet ancak gördükleri şeyle gerçek­leşebilir. Arif olmayanlar ise, ünsiyetin başkasıyla yapıldığını görürler. Böylelikle, kendileriyle baş başa kaldıklarında, vahşet ve kaçma hali kendilerine ulaşır. Aynı şey vahşet halinde geçerlidir. Onlar, ancak ken­dilerinden kaçarlar. Çünkü Hakk, onların aynalarıdır. Onlar ise, kendile­rini, hatta Hakta kendilerini hangi halde görüyorlarsa öyledirler. Böyle­likle ünsiyet veya kaçma şeklinde bir hüküm onlarda meydana gelir.

Ünsiyet, karşılıklı ilişki içinde olan şeyler arasında gerçekleşebilir. Bu bağlamda (Allah Teâlâ ile kul arasmda) karşılıklı ilişkiyi kabul eden kimse, Allah Teâlâ ile ünsiyet edilebileceğini söyler. Karşılıklı ilişkinin ortadan kalk­tığını ileri sürenler ise, Allah Teâlâ ile ünsiyetin veya O’ndan kaçmanın ola­mayacağım ileri sürer. Herkes kendi zevkine göre hareket eder. Çünkü onlarda hüküm sahibi olan, zevktir. Bizim gibilerden makam ve halleri bilenler ise, ayırt eder ve her şahsın nereden konuştuğunu ve kendisini kimin konuşturduğunu bilir. Bilir ki, söz konusu kişi kendi mertebe­sinde haklıdır, yanılmamıştır. Hatta, âlemde kayıtsız anlamda bir hata yoktur. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

İKİ YÜZ KIRK BİRİNCİ BÖLÜM

Celal

Celal iki zıdda verilen bir nitelik!

Kahır nitelikleriyle, müşahede ederim O’nu

Yükseklik O’nun, dengi bir yükseklik yok

Tenezzül de O’nun, yaratıklar inkâr eder O’nu

Ben ise bütün söylediklerimi kabul ederim

Kastım bütün söylediklerimdir

Bilmelisin ki, celal, kalplere heybet ve tazim duygusu veren ilahi bir niteliktir. El-Celil ismi onunla zuhur eder. Bu ismin hükmü, en garip hükümlerdendir. Çünkü ‘O’nun benzeri bir şey yoktur619 ve ‘İzzet sahibi Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir620 ayetlerinin hükmü O’na ait iken Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin diliyle söylediği ‘Hastalandım, beni ziyaret etmedin, acıktım, beni doyurmadın, susadım, beni içirmedin’ hadisinin hükmü de ona aittir. Burada Allah Teâlâ, kendisini bir nitelik sahibinin kullara muhtaçlıkyerine indirmiştir. Aynı şey ‘Beni kulumun kalbi sığ­dırdı’ hadisinde geçerlidir. Allah Teâlâ’nın kulunun tövbesiyle sevinmesi, taş­kınlığı olmayan gence şaşırması, namaz kılmak üzere mescide gelenden dolayı memnun olması gibi nitelikler de aynı kapsama girer. Bütün bunlar tenzih ve teşbih niteliklerdir ve bunların kaynağı celalin hükmü ve el-Celil ismidir. Bu nedenle celalin iki zıdda delü olduğunu söyledik. Söz gelişi cûn, beyaza ve siyaha verilebilen bir niteliktir. Aynı şekilde ‘kır3 hayızh ve temize verilebilen bir isimdir. ‘Allah Teâlâ’yı hakkıyla takdir ede­mediler5621 celal mertebesinden nazil oldu. Her kim Hakkı nitelerse, kendisini nitelemiştir. Her kim O’nu bilirse, ancak kendisini bilmiştir. Çünkü Rabbu’l-izzet’i herhangi bir nitelik nitelemeyeceği gibi bir özel­lik sınırlamaz veya özel bir isim hakikatine delalet etmez. Hüküm zik­rettiğimiz şekilde olmasaydı, O, Rabbu’l-izzet olamazdı, Çünkü Aziz, kendisine yaklaşılamayan demektir. Bir nitelik veya özellik veya marifet veya bilgi gibi, bir yönden kendisine ulaşılabilen kimse, kendisine yaklaşılamayan kimse değildir. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘îzzet sahibi Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir622 ayetini genellemiştir.

Celal mertebesinin yüze (zât) ait yakıcı tecellileri vardır. Bu neden­le Allah Teâlâ hiçbir zaman celalinde tecelli etmez. Fakat kullarına cemalinin celalinde tecelli eder. Öyleyse tecelli bununla gerçekleşir ve kulları da kendisini müşahede ederler. Alemdeki hiçbir şey, ilahi kahırdan ortaya çıkmamıştır.

Kuşkusuz Çelil, bilinmeyendir O’dur, her halde nitelenen

Gözüken ve kendini izhar edendir O Yaratıklarında; bilinmeyendir O

Celal ile sadece Allah Teâlâ’yı bilenler ilgili olduğu gibi onun etkisi de sa­dece onlardadır. Sevenlerin ona yolları düşmez. Bu durum, celal, izzet ve yükseklik anlamında alındığında böyledir. İzzet ve yüksekliğin zıddı olan bir anlamda alınırsa, ârifler kendisiyle ilgili olduğu gibi sevenler de kendisine bağlanabilir. Celalin mertebesi, Amâ’dan ‘Yeryüzünde de ilah­tır5623 ayetine kadar uzar. ‘Her nerede iseniz sizinle beraberdir5624 ayetinde belirtilen ise, özel anlamda bizde etkin olan, bizi koruyan ve bizi göze­ten isimlerdir, insan ve cinlerin dışındaki âlemle ilgili isimler ise, bu­lunduğumuz her yerde bizimle olan isimler değil, başka isimlerdir. Şerhu Esmaillahi’l-Hüsna isimli eserimizde el-Celil isminin anlamını iki yorumla da açıklamıştık. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.5625

İKİ YÜZ KIRK İKİNCİ BÖLÜM

Cemal

Güzeldir (cemil), açık olanı sevmez ve görmez

Bilmedikleri yönden derin akıllar görür O’nu

Gözler O’ndan görür bir tek

Emir sahibi akılların O’ndan tenzih ettiğini

‘Perdelidir’ dersen, yalancı olmazsın

‘Görülüyor’ dersen, benim bildiğim de budur

O’ndan başka sevilen yok!

Selma, Leyla, Zeynep: hep perde

Onlar üzerine çekilmiş örtüler sadece

Nesir karşısında âşıkların şiiri zikretti onları

Leyla’nın Mecnun’u veya öncekiler gibi

Bişr ile Hind gibi, daraldı gönlüm onların yâdından

Bilmelisin ki, cemal (güzellik), sayesinde Hakkın el-Cemil (Güzel) diye isimlendirildiği ve peygamberinin diliyle kendisini ‘bütün eşyada güzel olanı sever’ diye nitelediği özelliktir. Güzel olmayan bir şey yok­tur. Çünkü Allah Teâlâ âlemi kendi suretine göre yarattı. Allah Teâlâ ise güzeldir. Öyleyse bütün âlem, güzeldir. Allah Teâlâ ise güzeli sever. Güzelliği seven, el-

Cemil’i de sever. Seven ise, bir nimet ulaştırmak veya bilgisizce yaptığı bir iş nedeniyle kendisini tedip etmek amacının dışında sevgilisine azap etmez. Bu durum, bir babanın sevdiği evladını tedip etmesine benzer. Onu sevmesine rağmen, kendisini döver, içinden sevgi eksik olmasa da, çocuğundan meydana gelen davranışlar nedeniyle onu cezalandırabilir. Öyleyse her nerede bulunursak bulunalım hepimiz, Allah Teâlâ’nın izniyle, ra­hat ve nimete varacağız. Çünkü ilahi lütuf (latiflik, incelik), ihsana mazhar olanın farkında olmadığı yönden rahatlığı içerir. Alemdeki gü­zellik O’na ait olduğu gibi aynı zamanda umut, genişlik, lütuf, rahmet, sevgi, yumuşaklık, cömertlik, ihsan ve onun içerdiği intikam da O’na aittir. Evet! Tedip de O’na aittir. Çünkü O, en güzel doktordur. İşte bu onun kalplerdeki eseridir. Suretlerdeki etkisi ise, aşk, sevgi, coşku ve öz­leme yol açan şeylerdir. Güzellik, müşahede esnasında fena (kendinden geçme) meydana getirir. Bu mertebeden Hakkın ondaki tecellisinin su­reti, onu müşahede edene geçer ve söz konusu kişi onunla ‘boyanır.’ Bu durum güneş ışığının mekânlara girmesine benzer. Mekânlara giren ışık da, dairesel olmasa veya bir felekte bulunmasa bile, ‘güneş’ diye isim­lendirilir. Sonra insan Hakkın kendisinde zuhur etiği o suretten köşkü­ne döndüğünde bütün mülküne yayılan bir feyiz bulur. Böylelikle mül­kü, daha önce sahip olmadığı bir güzellik suretiyle boyanır. Artık insan, mülkünde iken de kendisini görürken Rabbinden gördüğü suretten yoksun kalmaz. Bu, Allah Teâlâ’yı bilenler için dünya ve ahirette kesilmeyen, Allah Teâlâ’yı ârifler gibi bilmeyen sıradan insanlar için ise bilhassa cennetteki sürekli tecellidir. Cennette celal tecellisinin kesinlikle bir hükmü yoktur. Onun mahalli, dünya, berzah ve kıyamettir. Bedbahtlık kalkıp rahmet baskın gelene kadar cehennemde kaldıkları sürece, bedbahdar hakkında ateş ve bedbahtlık bu tecelliyle devam eder. Bu esnada ise celal tecellisi­nin herhangi bir şeyde hükmü kalmaz. Sadece azamet, heybet, korku, huşu yönüyle meleklerle bir ilgisi kalır. En iyisini Allah Teâlâ bilir!

İKİ YÜZ KIRK ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Kemal

Eksikle tanıdığın kemal, kemal değil Kemal eksiklikle nitelenendir

Bilgi görür, göz inkâr eder onu Çünkü o yokluktur, eksiklik ise bilinir

Olmasaydı, ne cevher ne nitelik olurdu Ne varlık ne hüküm ne de fiil olurdu

Bak Tüsteri onu kabul etmekte Hilafsız doğrudur, dediği

Burada Sehl’in ‘Şu şeyin (rabliğin) bir sırrı vardır, ortaya çıksaydı, batıl olurdu’ ifadesi kast edilir. Aynı şekilde Tüsteri, artış kabul etmeyen kemalin sadece âlemlerden müstağniliği yönünden Allah Teâlâ’ya ait olabilece­ğini de belirtmiştir.

Artabilen kemal, ‘Öğrenmek için sizi deneyeceğiz5626 ayetinde belirti­lir. Nitekim peygamberine de ‘De ki, Rabbim! Bilgimi artır5627 diye emret­ti. Kemal, Rahman’m suretine vakıf olması ve onu içermesidir. Bu ise, harf be harf, (insanın) suretinin (Rahman’m) suretine karşılık gelmesiy­le gerçekleşir. Böylece etki eder, etkilenmez, bir yöne meyletmez. Ada­lette fazileti veya fazilette adaleti tercih etmez. Fazilet ve itidal, onun adma ortadan kalkar, varlık ve müşahede kalır. Kabiliyetler ise, ruh ve beden, istidatlarına göre kabul eder. Öyleyse kendisi bakımından hiç bir hüküm kendisine nispet edilmez. Bütün nispetlerle kabiliyetler nitele­nir. O, kendisine layık tek bir tarzdadır. Başkalaşmayı veya etkilenmeyi kabul etmez. Aynı şekilde ışık da, zâtı ve hakikati yönünden camdaki renkleri kabul etmez. Hâlbuki ışığı kırmızı, sarı, yeşil gibi camın rengi­nin değişmesiyle değişen türlü renklerde görürsün. Öyleyse ışık, renk­lerle renklenmemiştir. Fakat göz kendisini böyle görür. Bilgi ise, bu­lunduğu surette kaldığına hükmeder. Işık kendiliğinde bütün bunlardan herhangi bir şekilde etkilenmemiştir. Camın konulduğu yer ile kendisi­ne yansıyan ve renklenen ışık arasındaki hava boşluğundayken ışığa ba­kınız! Acaba ışıkta bu alandayken bu renklerden herhangi birisini göre­bilir misin? Hâlbuki ışık, bu esnada camın üstüne yayılmıştır ve gözü­ken renkler ile cam arasındaki hava boşluğunu doldurur. Başka bir ör­nek gök kuşağıdır. O halde kamil, ilaveyi kabul etmeyen kimsedir. Biz ise dünya ve ahirette sürekli bilgi artışı içindeyiz. Öyleyse eksiklik bizim niteliğimizdir ve eksiklik varlığını bizde bulur. Bize ait bir kemal var iken Hakka ait iki kemal vardır. Birincisi mutlak kemal, diğeri ise ken­disini öğrenelim diye söylediği kemaldir. Bizim suretimiz, mutlak ke­malden değil, ‘ta ki bilelim5628 kemalinden meydana gelmiştir. Bunu anla! Çünkü bu, Allah Teâlâ hakkındaki bilgiyle ilgili garip bir sırdır. Böylelikle zât olması yönünden değil ilah olması yönünden Allah Teâlâ’yı müşahede ederiz. ‘Allah Teâlâ doğruyu söyler ve doğru yola ulaştırır.’

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar