ESKİ TARİHTEN YENİ ZAMANI OKUMA
Ester Yahudi
tarihinde çok önemli bir mevkie sahiptir. Ahd-i Atik’de onun adını taşıyan bir
“bâb” bile vardır. Ester hadisesi Yahudiliğin
hulûl kabiliyetinin, ihanetinin, kin ve gaddarlığının sembolüdür. Ester de
adetâ Yahudiliğin ruhudur. Bu sebeple ona Yahudilerce peygamberlik bile izafe
edilir. Aşağıda anlatacağımız olay ikibin sene önceki Yahudi ile bugünün
Yahudisi arasında hiçbir fark olmadığını göstermesi bakımından da ibret
vericidir. Yahudilerin en büyük bayramına (PURİM) vesile olan Kraliçe Ester’in
hikâyesi özetle şöyle:
Buhtunnasr’ın
Kudüs’ü tahribinden sonra Babil’e sürgün edilenlerin arasında gizli bir Yahudi
teşkilâtının elemanı olan Mordehay adında bir kişi de vardır. Mordehay
hüviyetini gizlemeyi başarmıştır. Bir müddet sonra bir yolunu bulup görevli
olarak saraya girer. Bu sıralarda Yahudilik Pers Ülkesi içinde büyük bir nüfûza
sahiptir. Zaten yukarıda da bahsi geçtiği gibi II. Keyhüsrev'den önceki
kralların Yahudilere karşı olan istikrarsız tutumları Yahudilerin gücünden
endişe duymaları sebebiyledir. Eski krallardan bazıları bu “güç”ten faydalanmak
düşüncesiyle onlara karşı yumuşak davranmışlar, diğerleri tehlikeyi cebir
kullanarak bertaraf etme yolunu seçmişlerdir. Neticede devletsin bu kararsız
tutumu Yahudilerin kuvvetlenmesinde başlıca faktörlerden biri olmuştu. İşte
böyle bir ortamda tahta çıkan II. Keyhüsrev'i, çözülmesi gereken büyük
problemler beklemektedir.
Keyhüsrev’in
Hâmân adında fevkalade dirayetli ve basiretli bir veziri vardır. Hâmân, Yahudilerin bazı yüksek
makamları ele geçirdiklerinin ve ülke sınırları içindeki çeşitli şehirlerde
yaşayan Yahudilerin zenginleşip halkı sömürdüklerinin farkına varmış ve durumu
krala iletip tedbir alınmasını istemiştir. Kral, Hâmân'ı haklı bulup Yahudi
meselesine eğilmiştir. Tehlikeyi gösterdiği için de vezirine minnettar olan
Keyhüsrev, onun yetki ve nüfûzunu artırmıştır. Hâmân saray’da artık kral
gibidir. Krala gösterilen hürmet aynı şekilde ona da gösterilmektedir.
İşte Mordehay
böyle bir zamanda Yahudileri muhtemel bir yeni belâdan kurtarma çarelerini
aramaktadır. Hali hazırda kral tarafından Yahudi olduğunun ve bir gizli teşkilât
elemanı olarak görevli bulunduğunun bilinmemesi gibi önemli bir avantaja
sahiptir. Bu yüzden şimdilik saraydan kovulma veya öldürülme tehlikesi yoktur.
O sıralarda
Kral’ın hizmetinde çalışmak üzere saraya kız alınacağı ilân olunur. Bu, Mordehay
için bulunmaz bir fırsattır. Çünkü Mordehay’ın Kudüs’ten gelirken beraberinde
getirdiği ve kendisinin yetiştirdiği çok zeki ve çok güzel bir yeğeni vardır. ESTER... Ester’in annesi ve babası öldüğü için onu Mordehay, amcası
olarak himayesine almış ve yetiştirmiştir. Mordehay saraya girdikten sonra da
yeğeni ve gizli teşkilâtı ile temasını sessizce sürdürmektedir. Saraya kız
alınacağı haberi üzerine Mordehay hemen harekete geçerek yeğeni Ester'i,
kralın hizmetine bakacak olan kızların arasına sokmayı başarır. Ancak
Mordehay Ester’e, kendisiyle olan akrabalığını gizlemesini de sıkı sıkıya
tenbih eder. Sarayda güzellik ve zekâsıyla kralın dikkatini çeken Ester kısa
zamanda önce kralın gözdesi, sonra da Kraliçesi olur. Artık Keyhüsrev
Ester’in avuçları içindedir. Çünkü Ester iyi yetiştirilmiş bir ajandır.
Böyleee Mordehay da gereğinde Ester’in nüfuzunu kullanabileceğini hesap ederek
Kralın sevgili veziri Hâmân’ı harcamanın ve onun Yahudiler için yaptığı
tehlikeli planların tatbikatını engellemenin yollarını aramaktadır. Şimdi
hikâyeyi biraz da Muharref Tevat’tan dinliyelim:
“Ve kral
kapısında olan kralın bütün kullan Hâmân’a eğilirler ve önünde yere
kapanırlardı; çünkü onun hakkında kral böyle emretmişti. Fakat Mordehay
eğilmedi ve yere kapanmadı.” (Ester Kitabı.
3/)
Bu arada Hâmân,
Mordehay’ın Yahudi olduğunu öğrenir ve krala durumu ileterek Mordehay’ı
şikâyet eder. Hâmân krala şöyle der:
“Senin ülkenin
bütün vilâyetlerinde olan kavimler arasına dağılmış, ayrı yaşayan bir kavim
vardır ve onların kanunları her kaviminkinden farklıdır ve kralın kanunlarını
tutmuyorlar ve onları kendi hallerine bırakmak gerekmez.” (E.K. 3/8)
Tehlikeyi gören
kral, gönderdiği emirlerle valilerine, vilâyetlerindeki Yahudilerin tedip edilmesini
ister. Kimliği açığa çıkan Mordehay ise bir çula bürünüp saraydan kaçar ve
şehirdeki kardeşlerinin arasına girerek feryad ve figan eder. Kavmine,
kendilerini bekliyen tehlikeyi haber verir. Mordehay’ın hâl-i perişanını
nedimelerinden öğrenen Ester, amcasıyla temas kurarak yine nedimeleri vasıtasıyla
ondan talimatlar alır. Mordehay Ester’e gönderdiği son mesajında Yahudileri
kurtarabileceğini, hatta buna mecbur olduğunu söyler. Bir yandan da Esteri
tehdit etmekten geri kalmaz:
“Ve Mordekay
Ester’e şu cevabı götürmelerini söyledi: Sanma ki, kralın evinde olduğun için,
bütün Yahudilerden ziyade sen kurtulacaksın. Çünkü bu vakitte sen bütün bütün
susarsan Yahudilere yardım ve kurtuluş başka yerden çıkacaktır, fakat sen ve
babanın evi yok olacaksınız.” (E.K. 4/13)
Mordehay'ın bu
sözlerinden Yahudilerin kurtulmaları için başka alternatiflerin de hazır olduğu
anlaşılıyor. Ama Mordehay Ester kanalını kullanmayı daha faydalı görüyor.
Neticede şöyle bir plan kuruluyor: Kral sarhoş edilecek ve Ester kraldan
isteyeceği şeylerin kendisine verilmesi hususunda ondan söz alacaktır. Bu söz
alındıktan sonra ikinci bir ziyafet daha verilecek ve bu ziyafette sarhoş edilen
krala Ester istediklerini yaptırtacaktır.
Nitekim Ester
ilk verdiği ziyafette, davetlisi olan Hâmân’ın yanında sarhoş kraldan
arzularının yapılacağına dair söz alır. Ancak Hâmân davet için saraya gelirken
Mordehay’ı saray kapısında görür ve Mordehay yine herkesin aksine Hâmân'a saygı
gösterisinde bulunmaz. Fakat Hâmân Mordehay’a orada bir şey belli etmez ama,
ziyafet dönüşünde onu astırmak için çok yüksek bir darağacı yaptırır. Bu arada
Mordehay —sarayı iyi tanıdığı için— kralın kulağına ulaşacak şekilde kralın
iki hizmetçisinin kendisi aleyhine komplo yapacaklarını ihbar eder. Kral bu
haberi verdiğinden dolayı Mordehay'a ne mükâfat verildiğini yanındakilerden
sorar. “Hiçbir şey” cevabını alır. O sırada
Hamân,
Mordehayın asılması için kraldan izin istemeğe gelmiştir. Kral, Hâmân içeri
girince ona hemen sorar: “Kralın şeref vermek istediği adama ne yapılır?”.
Hâmân kendisinin taltif edileceği zannı ile: “Kral elbisesi giydirilir ve
Kralın atı ile şehirde dolaştırılır” cevabını verir. Bu cevap üzerine kral
da ona; dediklerini Mordehay için uygulamasını söyler. Zaten saray kapısının
önünde hazır olan Mordehay içeri getirilir, kendisine Kral Esvabı giydirilir ve
sonra da kral atıyla sokaklarda gezdirilmesi için Hâmân'a emir verilir. Hâmân
bu görevi ifa ettikten sonra büyük bir üzüntü içinde evine gider ve olanları
karısına anlatır. Karısı ona Yahudi olan Mordehay önünde mağlubiyetinin
mukadder olduğunu söyler. Bu arada saraydan gelen haberciler Hâmân’ı
kraliçenin vereceği ziyafete çağırırlar.
“Ve Kral ile
Hâmân kraliçe Ester’in ziyafetine geldiler. Ve ikinci gün de şarap içilirken
kral yine Ester’e dedi: İstediğin nedir kraliçe Ester? Ve sana verilecektir. Ve
dileğin nedir? Ülkenin yarısına kadar yapılacaktır. Ve kraliçe Ester cevap
verip dedi: Ey kral senin gözünde lütuf buldumsa ve eğer krala iyi görünürse,
isteğim üzerine canım ve dileğim üzerine kavmım bana bağışlansın... Ve kral Ahaşveroş (Keyhüsrev) söyledi ve
kraliçe Ester’e dedi: Bu işi yapmağa kalkışan adam kimdir ve nerededir? Ve Ester
dedi: Bir hasım ve bir düşman, bu kötü Hâmân. Ve Hâmân kralla kraliçenin önünde
dehşete düştü Ve kralın önünde
kızlar ağalarından biri, Harbona dedi: Hem işte Kral için iyilik söyleyen
Mordekay’ı asmak üzere Hâmân’ın yapmış olduğu elli arşın yüksekliğindeki
darağacı Hâmân'ın evinde duruyor. Ve kral dedi: Onun üzerine kendisini asın.
Ve Mordekay için yapmış olduğu darağacı üzerine Hâmân’ı astılar. Ve kralın
öfkesi yatıştı.” (E.K. Bab-7)
Bilâhare Ester,
Mordehay’ın da kendisinin amcası olduğunu açıklar; ve kral, Hâmân'ın yüzüğünü
Mordehay’a verir. Böylece Mordehay Hâmân’ın yetkilerini de devralmış olur.
Yahudilik kendini kurtarmakla savaşın ilk safhasını kazanmıştır, ama bu ona
yetmemektedir. O suçlu veya suçsuz Yahudi olmayanların kanını akıtmadan ruhunu
tatmine eriştiremez. Nitekim bundan sonra Ester, ağlayıp gözyaşları dökerek
kraldan yeni kurbanlar istemektedir. Kral ona “mühür’ün Mordehay’ın elinde
olduğunu söyler. Sonrasını yine Ahd-i Atik'ten takip edelim:
“Ve bütün
vilâyet reisleri ve kral naipleri ve valiler ve kralın işini yapanlar
Yahudilere yardım ettiler. Çünkü Mordehayn’ın yüzünden üzerlerine korku
düşmüştü. Çünkü Mordehay kralın evinde büyüktü ve bütün vilâyetlerde şöhreti
yayıldı; bu Mordehay kişi gittikçe büyümekte idi. Ve Yahudiler bütün
düşmanlarını kılıçtan geçirdiler ve öldürdüler ve yok ettiler ve kendilerinden
nefret edenlere istedikleri gibi yaptılar. Ve Yahudiler şuşan sarayında beş yüz
kişi öldürdüler ve yok ettiler... Ve Hâmân'ın on oğlunu Parşandatayı ve
Dalfon’u ...... Ve Ester dedi: Eğer krala iyi görünürse Şuşan’da olan
Yahudilere bugünün buyrultusuna göre yarın da yapmağa izin verilsin ve
Hâmân'ın on oğlunu da darağacına assınlar...
ve Hâmân'ın on oğlunu astılar. Ve Şuşan’da olan Yahudiler Adar ayının
ondördüncü gününde de toplandılar ve Şuşan’da üçyüz kişi öldürdüler.” (E.K. 9/3-15)
Fakat
sersemleştiren Kral’dan istenen kurbanlar bitmemiştir. Ester ve Mordehay ve bütün
Yahudilik içtikleri kanla doymamışlardır.
“Ve kralın
vilâyetlerinde olan öbür Yahudiler toplandılar ve canlan için durdular ve
düşmanlarından rahat buldular ve kendilerinden nefret eden YETMİŞBEŞBİN kişiyi
öldürdüler; fakat çapula el atmadılar. Bu iş adar ayının önüçüncü gününde
oldu; ve ondördüncü günde rahat ettiler ve onu ziyafet ve sevinç günü
yaptılar.”
Bu sevinç
gününün adı PURİM dir. Purim yahudîliğin en büyük bayramıdır. Her yıl kutlanan
bu bayramda Yahudiler, intikam naraları atarak sol yumruklarım havaya
kaldırırlar.
Burada bir
noktanın tebarüz ettirilmesinde zaruret vardır: Yahudilerin kendi öz
kaynaklarına dayanarak naklettiğimiz vakıada, Yahudilerin —sırf kendilerini
sevmedikler için— yetmişbin kişiyi katlettikleri anlatılmaktadır. M.Ö. 400
yıllarındaki dünya nüfusu dikkate alınınca bu rakamın Hitler’in katlettiğini
söyledikleri (6) milyon Yahudiden daha büyük (oran olarak) olduğu açıktır.
Kaldı ki Hitler onların söylediği miktar ve tarzda bir katliam yapmamıştır.
Jeosid
(soykırım) kelimesi yalnız ve yalnız Yahudiliğin literatüründe tam ve kâmil
manasına kavuşmaktadır.
ESTER, MORDEHAY,
KEYHÜSREV... Bunların hikâyesi Yahudilik için, aynı zaman aliegorik bir
karakter taşımaktadır. Çünkü Yahudi, yani BEYNELMİLEL YAHUDİ metanet icra
edebilmek için böyle bir “şeytan üçgeni” kurmak zorundadır. Yüzyılımızın
tarihine ve hele son yıllara bakıldığı zaman başta Amerika olmak üzere bazı İslâm
ülkeleri de (Mısır gibi) bu üçgenin içine sıkıştırılmışlardır. Ester’in metodu
hala geçerliliğini muhafaza etmektedir. Bu metot bizim tarihimizde de maalesef
uygulama alanı bulmuş ve Kanûni devrinde başlayıp, II. Selim’le gelişen
olaylar, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına müncer olan nifak tohumlarının devletimiz
bünyesine girmesiyle vukubulmuştur.
GENERAL PATTON’UN YAHUDİ ERE TOKAT ATMASI
Patton 2.
Cihan Harbinde Amerikan Ordusunun Tank Birliklerinin komutanı idi. Fevkalâde
cesur, milliyetçi ve vatansever bir askerdir. General Patton
Afrika Cephesinde Almanlara
karşı Müttefik Orduları (Amerika. İngiltere, Fransa ve Sovyet Rusya) hesabına
ilk ciddi zaferi kazanan komutandır. Patton bu savaşta Almanların meşhur ve
kıymetli komutanı Mareşal Rommel'i mağlup etmiş ve böylece de askerî dehasını
ispat etmiştir. İşte bu kıymetli komutan, savaşın sonlarına doğru Müttefik
Orduları Başkomutanı General Eisenhower tarafından Doğu Avrupa Cephesine tayin
edilir. Aynı zamanda şuurlu bir antikomünist olan Patton, o gün için
müttefikleri pozisyonunda olan Rusya’nın Avrupa’nın büyük bir bölümünü işgal
ederek oraları komünistleştirme emelinde olduğunu anlamakta gecikmez ve bu
nedenle artık bertaraf edilmiş olan Alman tehlikesinden sonra muhtemel bir Rus
tehlikesini de peşinen önlemek ister. General, Amerikan, İngiliz ve Fransız
Birliklerinin Doğuya doğru ilerleyerek, Rusya’nın Avrupa ülkelerini işgal
etmesini engellemek istemektedir. Patton Amerika Rusya ittifakının zaten zoraki
olduğunu düşünmekte ve savaş sonrasında bunun bozulacağını sezmektedir.
Zahirde haKlıdır da. Ama gelgelelim daha üst seviyedeki görüşler değişik,
hesaplar bambaşkadır. Hikâyeye Cevat Rıfkı Atilhan merhumun kaleminden devam
edelim:
“George
Patton, Sovyet kuvvetlerinin müttefikleriyle yaptığı bütün antlaşmaları hiçe
sayarak Avrupa’yı kurtarmak maskesi altında Tekmil Avrupa’yı işgal etmekte olduklarını
zamanının başkumandanı Ayzenhaur’a bir raporla bildirmişti. Aynı zamanda bir
teklifle, “çıbanın küçük iken kesili patılmasının” doğru olacağı ve
kuvvetle ilerleyen Amerikan Birliklerinin tekmil Avrupa’yı işgal ederek bu
şekilde bir Sovyet istilâsın önlemenin daha doğru ve isabetli olacağını
söylemişti. Sovyetlerin buna kızarak bir harp hali takınmaları ihtimali
karşısında zaten gayr-ı samimi olan bu ittifakın er geç Amerika aleyhine
bozulacağını, onun için iyisi mi hareket halindeki birliklerin bir an evvel
Moskova’ya girmelerini teklif etmişti. Eğer bu teklif kabul edilmiş olsa idi
beşeriyet bugünkü batağa gömülmeyecek, çok şey kazanacaktı. Bu teklif nasıl
karşılandı bilirmisiniz? Avrupa’da Amerikan ordularının en fedakâr ve en
başarılı olan generali Patton, sanki vatana hiyanet teklif etmiş gibi bütün
muvaffakiyetli ve şerefli hizmetleri hiçe sayılarak henüz harp devam ederken
Berlin'den yüz mil cephe gerisine çektirilmiş ve vazifesinden azledilmişti.”
(CEVAT RIFAT ATİLHAN. Medeniyetin Batışı. Sh: 140-141. Aykurt Neşriyatı 1963 İstanbul)
Şimdi
General Patton filminden bazı sahneleri hatırlatarak mevzuu biraz daha açalım.[1]
Filmde
Patton, saldırganlık ruhu taşıyan bir megalo manyak olarak takdim edilmekte
ve yaptığı vatanseverce teklif yeteri kadar ve açık olarak anlatılmamaktadır.
Yine bilhassa Türk seyircilerin herhalde hayretle izledikleri fakat mahiyetini
çözmekte güçlükle karşılaştıkları bir başka sahne daha var:
Patton
hastanedeki yaralı askerlerini ziyaret etmekte ve gördüğü manzaralar
karşısında, askerlerini çok sevdiği için üzülmekte ve hatta gözyaşlarını
tutamamaktadır. Burasını bilhassa biz gayet iyi anlıyor ve Patton'a sempati
duyuyoruz. Çünkü onun bu hali milliyetperverce ve insanca bir tavırdır. Aynı
zamanda gerçek bir komutanın önemli vasıflarından biridir.
Şimdi
hastanede geçen ikinci olaya ve sonrasına bir bakalım:
Yaralılar
arasında bulunan ve hastanede bir yatak işgal etmekte olan bir erin cepheden
kaçmak için kendi kendini yaralamış olduğunu öğrenen Patton, bu ere hakaret
eder ve bir tokat vurur. Bu er Amerikan
ordusunda bulunan bir Yahudi gencidir. Patton'un bu hareketi gayet
normal ve savaş halinde olan bir birliğin komutanının yapabileceği en doğru hareketlerin
içinde, en yumuşak olanıdır. Ve bir komutanın en azından böyle bir durum
karşısında bu tarz bir tepki göstermesi savaşın kuralları ve psikolojisi
yönünden zarurîdir. Ama Patton'un o güne kadar öğrenemediği bir şey vardır.
Tokat attığı er Yahudidir ve her ne sebeble olursa olsun —Yahudi hukukuna göre— bir Yahudiyi küçük düşürmek veya ona
vurmak suçtur ve cezayı müstelzimdir. Ve Amerika'nın Devlet Başkanı o gün
için Yahudi’dir, Başkomutanı da Yahudidir. Bu tokadın cezası Patton'a şöyle
ödetilir:
Patton'un
komuta ettiği birlikler bir araya toplanacak ve Patton kendi askerlerinin
huzurunda o “er” den özür dileyecektir. Karar yukarısından gelmiştir. Ve Patton
kendi maiyeti önünde trajik bir nutuk çekerek cepheden kaçmak için kendini
yaralayan Yahudi askerden özür diler.
Patton
bu makûl ve vatanseverce teklifinin niçin şiddetle reddedildiğini ve cephe
gerisine çekilerek inisiyatiflerinin elinden alındığı ilk anda idrak etmekte
güçlük çekmiştir. Ordusunun ve milletinin gönlünde taht kuran bu mümtaz asker
ve komutan, Ayzenhaur ve sürekasınca tehlikeli görülmüş ve kendisine —kaza süsü verilerek — bir suikastta
bulunulmuştur. Film de görüldüğü gibi bir askerî aracın hızla üzerine gelip
onu ezmek istediği bu ilk suîkast teşebbüsünden kıl payı kurtulan Patton, bir
müddet sonra (hatıratını basmak istediği sıralarda) ölmüştür. (Patton
muhtemelen tedavisi sırasında meçhul bir cinayete kurban gitmiştir) Patton’dan
sonra kızı ve karısı da öldürülmüşlerdir. Bu generalin ve ailesinin başına
gelenler Yahudiliğin ne kadar kindar ve acımasız olduğunu göstermesi
bakımından da ibret vericidir.
Yahudilik,
kendisinin düşmanı olarak gördüğü Haman'ı öldürttükten sonra onun on oğlunu da
idam ettirmişti. Patton'un karısını ve kızını da öldürdü. (Cezaların şahsiliği” prensibi Yahudi hukukunda yoktur).
1894
yılında Fransız ordusunda Yahudi Yüzbaşı Alfred Dreyfus, Fransa’nın ulusal
savunmasıyla ilgili belgeleri Almanlara verdiği yolunda haksız yere suçlanarak
tutuklanır. Dreyfus daha yargılanmadan
Fransız basını hükmünü vermiştir. La Libre Parole adlı gazete, Dreyfus'un
"suçlu" olduğunu anti-semitist duyguları körükleyici bir şekilde ilân
eder. Yeterli delil olmamasına karşın kamuoyunun beklentilerini karşılamak
üzere Dreyfus'la ilgili adli soruşturma açılır. Bir askeri mahkeme, Aralık
1894'te yargılamaya başlar. Eldeki tek delil Alman Askeri Ataşesi'nin çöp
sepetinde bulunan ve Dreyfus'un elyazısına benzeyen bir yazıyla kaleme alındığı
ileri sürülen belgedir. Dreyfus, yazının kendisine ait olmadığını söyler, ancak
kimseyi inandıramaz. 22 Aralık 1894'te Dreyfus, jürisiz bir oturum
sonucunda, yedi yargıcın oybirliği ile vatana ihanet suçundan mahkûm edilir.
Dreyfus'un rütbesinin geri alınmasına ve ömür boyu hapis cezasına
çarptırılmasına karar verilir ve Fransız Guyanası açıklarındaki Şeytan Adasına
sürgüne gönderilir.
Yüzbaşı Dreyfus, Şeytan Adası’nda cezasını çekerken,
Fransa’da müthiş bir mücadele başlar. Dreyfus’un suçsuz olduğuna inananlarla
Dreyfus üzerinden Yahudi düşmanlığını pekiştirenler arasında yaşanan bu savaşa
ordu, meclis, hükümet, basın ve aydınlar da müdahil olur. Genelkurmay,
basınla işbirliği halinde, Dreyfus’un suçsuz olduğunu ispatlayacak girişimlerin
önünü kesmeye çalışır. Mahkumiyete dayanak teşkil eden belgedeki (çizelge) el
yazısının gerçekte başka birisine ait olduğunu ileri sürenler sürgüne
gönderilir ve cezalandırılırlar. Nitekim Dreyfus’un mahkum olmasından iki yıl
sonra askeri istihbaratın başına geçen Binbaşı Georges Picquart, Dreyfus
dosyasını ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra gerçek suçlunun, çizelgeyi
kaleme alan Walsin Esterhazy adındaki subay olduğunu belirtir. Picquart,
Dreyfus davasının yeniden görülmesi gerektiğini savununca kendisini Tunus’a
sürgüne gönderilmiş olarak bulur ! Bu arada suçlanan Esterhazy de askeri
mahkemede beraat eder !
Dreyfus savaşı o kadar kızışmıştır ki, dönemin Savaş
Bakanı Cavaignac, aralarında Zola’nın da bulunduğu belli başlı Dreyfusçuların,
devletin güvenliğini tehlikeye atmaktan ve anayasal düzene karşı komplo
düzenlemekten dolayı Yüce Divan’da yargılanmalarını dahi talep eder. Yazar Emile
Zola, 13 Ocak 1898’günü, L'Aurore gazetesinde kendi deyişiyle ‘Fransa'nın
şerefini kurtaracak olan' yazısını yayımlar: ‘J'accuse...! Lettre au Président de la République: Suçluyorum...!
Cumhurbaşkanına mektup'.
Zola bu mektubunda Dreyfus'ün
suçsuz olduğunu bilip bu gerçeği kendi suçlarını ört bas etmek için gizleyen
generalleri, Savaş Bakanını, kamuoyunu saptıran gazeteleri, hukuku çiğneyen
mahkemeleri çok keskin ve güçlü bir dille suçlamakta, eşitlik, özgürlük ve insan haklarının güvencesi
olması gereken fransız Parlamentosunun hiçbir kesiminden bu konuda vicdanının
sesini dinleyen namuslu bir insan çıkmadığını söylemektedir.
Dreyfus Davası, bu mektupla birlikte
yeniden başlar. Bu arada Dreyfus’un mahkumiyetinde kullanılan belgelerin askeri
istihbaratta görevli bir albay tarafından düzmece bir şekilde hazırlandığı
ortaya çıkar. Adı geçen
albay intihar eder. Askeri mahkemenin beraat ettirdiği Esterhazy de Dreyfus’un
mahkum olmasına neden olan çizelgeyi kendisinin yazdığını itiraf eder ve
İngiltere’ye kaçar. Bu olaylar üzerine Dreyfus davası yeniden başlar. 9 Eylül
1899 günü askeri mahkeme, adli hatayı kabul etmek yerine, Dreyfus’u bu kez
hafifletici nedenleri dikkate alarak on yıl hapse mahkum eder ! Dreyfus yeniden
Şeytan Adası’na gönderilir. Ancak, çok geçmeden Fransa Cumhurbaşkanı Loubet,
Dreyfus’u affettiğini açıklar. Dreyfus’un tam olarak aklanması ise 1906’da
yeniden yargılanması ile mümkün olur. Tam on bir yıl önce
askeri okulun bahçesinde apoletleri sökülen Dreyfus için aynı yerde yeni bir
tören düzenlenir ve kendisi bölük komutanı olarak binbaşı rütbesiyle yeniden
orduya alınır. Dreyfus’a
ayrıca askeri onur (Legione d’honneur) nişanı verilir. Dreyfus, “Yaşasın Dreyfus!” diye bağıranlara şöyle cevap
verir: “Hayır, yaşasın hakikat!”
Dreyfus’un suçsuzluğu 1930 yılında iyice
pekişir. Askeri bilgileri kendisine sızdırdığı iddia edilen Alman
Schwartzkoppen’in günlüğü yayınlandığında gerçek bir kez daha ortaya çıkar. 25
Eylül 1995 tarihli Time dergisinde, Fransız ordusunun aradan yüz yıl geçtikten
sonra ilk kez kamuoyu önünde Dreyfus’un suçsuzluğunu resmen ilan ettiğine dair
bir yazı yayınlanır. Fransız ordusunda üst düzey bir komutan olan General
Jean-Louis Mourrut, ilk kez kamuoyuna Dreyfus’un suçsuz olduğunu ve ordunun
yanlış yaptığını açıklamıştır.
Dreyfus olayı, Fransa’nın yaşadığı en büyük
hukuksal skandal olarak tarihe geçti. Dreyfus davası, toplumda egemen olan
Yahudi düşmanlığı duygularının açığa çıktığı, bu duyguların siyasi ranta tahvil
edildiği, askeri kurumların militarizmi süreklileştirmek için basın ve kilise
gibi kurumlarla işbirliği yapmaya yöneltildiği ve Fransız Cumhuriyeti’nin temel
değerlerinin tartışıldığı bir süreç yaratmıştır. Bu haliyle Dreyfus davası,
Fransa’nın siyasal ve toplumsal hafızasına kazınmış sembolizmi çok güçlü bir olaydır.
Ancak olaylar bu şekilde
sonlandırılmamış ve Dreyfüs’ü muhakeme eden hâkimlerde mahkemeye verilerek
hüküm giymeleri Yahudiler tarafından sağlanmıştır. Ve böylece General Patton’a karşı yapılan
muamele, aynı güç aynı mantık ve aynı hukukun uygulanmasının bir başka örneği
olarak Dreyfüs’ü müebbet hapse mahkûm eden divan-ı harp üyesi Fransız asıllı
subaylar hapishaneye tıkılarak ödemişlerdir.
BAŞBAKAN BÜLENT
ECEVİT’İN DÜŞÜRÜLÜŞÜ
23 Şubat 1996 tarihi, Türk Dış Politikası’nda çok önemli bir dönüm noktasıdır. 23 Şubat 1996 tarihinde Türkiye ile İsrail arasında
yapılan “Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması”, Başbakan Tansu
Çiller’in döneminde imzalanmıştır. Bu
anlaşma ile İsrail savaş uçaklarına Türkiye üslerinde sığınma hakkı verildiği
Türkiye, ABD ve İsrail Paktı şeklinde üçlü bir düzenleme için altyapı
oluşturduğu söylenilmektedir.
İsrail de tarihinde
ilk kez bir Müslüman ülke ile resmi bir askeri anlaşma imzalıyordu. Yapılan bu
anlaşmayla, Orta Doğu’da yeni bir Türkiye-İsrail ‘ekseni’ oluşturuluyor
ve bu yeni eksen, o güne kadar Türk dış politikasında titizlikle korunmuş
birçok ilkeyi temelinden yıkıp atıyordu. Türk tarihinde çok önemli bir dönüm
noktasını oluşturan bu Anlaşmayı, 23 Şubat 1996 tarihinde Genelkurmay 2.
Başkanı Çevik Bir, İsrail’i ziyareti sırasında imzalamıştı.[2]
İsrail ile bu “gizli” Askeri Anlaşmanın
imzalanmasından sonra, 14 Mart 1996 günü, İsrail’de Devlet Başkanlığı
Sarayı’nda Süleyman Demirel ile Eyzer Weizman, “Türkiye-İsrail Serbest
Ticaret Anlaşması”nı imzaladılar. Buna bağlı olarak; çifte vergilendirme,
yatırımların karşılıklı korunması ve teşviki ile ticari konuları içeren bir
dizi anlaşma daha imzalandı. Bunun devamında gelişen olaylardan olarak 5 Nisan 2002 tarihinde, dönemin Başbakanı
Bülent Ecevit, Ariel Şaron’un Filistin’e saldırması üzerine önce;
“İsrail, dünyanın gözleri önünde soykırım yapmaktadır.” demiş, ancak bu sözlerinin üzerinden hemen bir gün sonra,
geri adım atmış, şu açıklamayı yapmak zorunda kalmıştı:
“Ben aslında İsrail halkına çok
değer veririm. İsraillilerin de yer almakta olan olaylardan üzüntülerimi paylaşacaklarına
eminim. Bu ifadeleri kullanmış olmakta istemezdim. Üzüntü vermiş olmak
istemezdim. Musevilerle biz tarih boyunca çok yakın ilişkiler içinde olduk. Bu
son Filistin’e karşı yapılan işgal hareketinin sona ermesini temenni ediyorum.
Biran önce kalıcı ve hakça barış kurulsun.”
Türkiye’de bir dönem halkın büyük
bir kesimi tarafından çok yüceltilen Başbakan Bülent Ecevit, neden sade vatandaş
Yahudilerle Siyonistler arasındaki ayrıma dikkatleri çekmiyordu?
Soykırım yaptığını söylediği
kişilerin, Siyonist İsrail devleti yöneticileri olduğunu açıklamıyordu?
Kendisine saygı gösteren çevrelerin
beklentilerine uygun cesur davranıp, neden Siyonizme karşı olduğunu
duyuramıyordu?
Halkçı ve milliyetçi olarak bilinen
bir başbakan, hangi korkular ve kaygılar sonucu Siyonist İsrail devletinden
özür dilemek zorunda kalıyordu?
Ancak olayların birden seyri değişti. Başbakan Bülent Ecevit, 4 Mayıs
2002’de rahatsızlanarak Başkent Üniversitesi Ankara Hastanesi'ne
kaldırıldı. Tedavisi sırasında hastanede daha da durumu gittikçe kötüleşince
eşi Rahşan Ecevit tarafından hastaneden çıkartılarak evine geri getirildi.
Bundan sonra sıhhati gözle görünür şekilde düzeldi ve Başbakanlık görevine
devam etti. Ecevit’in rahatsızlığı sırasında hükümete yönelik tartışmalar ve
erken seçim talepleri de siyasi gündeme damgasını vurdu. Bu tartışmalar parti
içine de yansıdı. Başbakan yardımcısı Hüsamettin Özkan’ın 8 Temmuz 2002'de
görevinden ve partiden istifasını yeni istifalar izledi. İstifalarla koalisyon
hükümeti TBMM’deki sayısal desteğini yitirirken, erken seçim kararı alındı ve 3
Kasım 2002’de yapılan erken genel seçimlerde DSP barajı aşamadı ve TBMM dışı
kaldı. Genel başkanlıktan ayrılma kararını, 3 Kasım seçimlerinden önce olduğu
gibi, seçimlerden sonra da zaman zaman dile getiren Bülent Ecevit, 22 Mayıs
2004 tarihinde düzenlediği basın toplantısıyla halefini ilan etti ve görevi
Genel Başkan Yardımcısı Zeki Sezer’e devretmek isteğini belirtti. 25 Temmuz
2004 tarihinde yapılan DSP kongresi ile aktif siyaseti bıraktı.
[1] GENARAL
PATTON (1970) Film
Yönetmen: Franklin J. Schaffner
Ülke: ABD
Tür: Biyografi | Dram | Tarihi
Vizyon Tarihi: 01 Şubat 1972 (Türkiye)
Süre: 172 dakika
Dil: İngilizce, Almanca, Fransızca,
Rusça, Arapça, İtalyanca
Senaryo: Francis Ford Coppola | Edmund
H. North | Ladislas Farago
Müzik: Jerry Goldsmith
Görüntü Yönetmeni: Fred J. Koenekamp
Yapımcılar: Frank Caffey | Frank
McCarthy |
Oyuncular: George C. Scott, Karl
Malden, Michael Bates
Firma: Twentieth Century Fox Film
Corporation
Ödüller: 7 Oscar, 18 ödül ve 7 adaylık
Çekim Yeri: Almería, Andalucía, Spain
Özet
Film 1943 yılında 2.Dünya Savaşı'nın
Kuzey Afrika cephesi ile başlar.Savaş tarihinin en eksantrik komutanlarından
biri olan Tankçı General George S. Patton Jr.(George C. Scott) 'ın karşısında
Çöl Tikisi lakaplı ünlü Alman Mareşali Rommel (Karl Michael Vogler) vardır.
Askeri dehasının yanı sıra savaş tarihini de çok iyi bilen Patton, Rommel'in
yazdığı kitapları da okumuştur ve onun taktiklerini kullanarak 'Çöl Tilkisi'ni
Kuzey Afrika'dan sürer. Bu başarısı üzerine korgeneralliğe terfi ettirilerek
Sicilya 'ya gönderilir. Burada Müttefiklerin diğer bir ünlü komutanı İngiliz
mareşali Montgomery (Michael Bates) ile bir rekabete girer. Kimi zaman
üstlerinin emirlerine itaatsizlik eden, bencil, boşboğaz ve küfürbaz bir asker
olan Patton'un bu huyları onun askeri dehasının önüne geçer. Disiplin takıntısı
yüzünden bir hastane teftişi sırasında korkaklıkla suçladığı hasta bir eri
tokatlaması ve ona herkesin içinde hakaretler yağdırması kariyerini tehlikeye
sokar.
[2] Yılmaz
DİKBAŞ, “İsrail’in Nükleer Silah Cephaneliği”, AsyaŞafak Yayınları, İstanbul,
Nisan 2006
Yılmaz
DİKBAŞ - Efendi Teröristler, AsyaŞafak Yayınları, İstanbul, Mayıs 2009.
Ali UĞUR Dünya Gündemindeki İsrail-
İstanbul : [s.n.], 1983.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar