Saltanat Dinciliğinin Öncüsü FİRAVUN
FİRAVUN
(Çağdaş Firavunları Tanıma Kılavuzu)
Sudanlı şehit düşünür
Mahmut Muhammed Tâha’nın
aziz hatırasına...
“Firavun, toplumunu
horladı/aşağıladı, ezdi; onlar ise ona itaat ettiler. Onlar, sapmış bir
topluluktu; bizi taciz edip öfkelendirdiler; onlardan öç aldık da onların
tümünü suya gömüverdik. Onları sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek
yaptık.”
Zühruf suresi, 54-56
“Ve biz istiyoruz ki,
yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım,
onları mirasçılar haline getirelim. Ve yeryüzünde onlara imkân ve kudret
verelim. Firavun’a, Hâman'a ve onların ordularına da korkmakta oldukları
şeyleri gösterelim.”
Kasas
suresi, 5-6
“Vurdukça silleyi,
nusrat-i Celal’in çocukları Havf ile titrer müfteri dalâlin çocukları Saaika-i
tedmîr gibi iner darbe-i Kahhar Müzmahil olur tağûtî perr u bâlin çocukları.”
Yaşar
Nuri Öztürk
PROF. DR. YAŞAR NURI
ÖZTÜRK
(İlahiyatçı,
hukukçu, siyasetçi)
Time Dergisi’nin gerçekleştirdiği ‘20.
Yüzyılın En Önemli Kişile ri’ (The Most Important People of the 20th.
Century) anketinir ‘En Önemli Bilim Adamları ve Islahatçılar’ (The Most
Im port an Scientists and Healers) listesinde, dünya kamuoyunca belirlenmiş yüz
ismin ilk onu arasında yer alan Yaşar Nuri Öztürk, 1951 yılındı Trabzon’da
doğdu. İlk Arapça, Farsça eğitimini, aynı zamanda er büyük hocası olan
babasından aldı. Lisans eğitimini hukuk ve ilahi yatta, master ve doktora
eğitimini İslam felsefesi dalında tamamla dı. Bir süre avukatlık yaptıktan
sonra üniversiteye intisap etti.
Türk üniversitelerinde
öğretim üyesi ve dekan olarak 26 yıl göreı yaptı. ABD-New York’ta (The
Theological Seminary of Barrytown bir süre misafir profesör olarak ‘İslam
Düşüncesi’ dersleri okuttu.
Türkiye, ABD, Rusya,
Avrupa, Afrika, Ortadoğu ve Balkanlardı İslam düşüncesi, insan ve insan hakları
konularında birçok konfe rans verdi. ‘Kur’an’m Yorum Katılmamış İlk Türkçe
Çevirisi’n yapan bilim adamı olarak da anılır. 1993-2013 yılları arasında
ü< yüzü aşkın baskı yapan bu çeviri, ‘Türkiye Cumhuriyeti Tarihiniı En
Çok Baskı Yapan Kitabı’ sayılmaktadır.
‘İslam-Batı İlişkileri ve
Bunun KEİ Ülkelerindeki Yansımaları (Chelovecheskiy Faktör: Obschestvo i Vlast,
2004-4),
‘İslam ve Av rupa’ (Die Zeit, 20 Şubat 2003), ‘İslam ve Demokrasi’ [Desperately
Seeking Europe, London, (Archetype Puplications), 2003, sayfa 198-210; Europa
Leidenschaftlich Gesucht, München-Zürich, (Pipe Verlag), 2003, sayfa:
210-224] gibi uzun makaleleri ile, İslam, Batı Laiklik konularındaki uzun
röportajları [örnek olarak bakınız, al Ahram (Weekly), 1-7 February,
2001] Batı’da ve İslam dünyasınd; derin yankılar yapmıştır.
Türkçe, Almanca,
İngilizce ve Farsça basılan eserlerinin sayısı alt mışı aşkındır. Öztürk’ün
düşünce dünyası, değişik üniversitelerdi yapılan Türkçe, Almanca, İngilizce,
Fransızca tezlerle incelendi.
Saltanat Dinciliğinin Öncüsü
(Çağdaş Firavunları Tanıma Kılavuzu)
PROF. DR. YAŞAR NURİ
ÖZTÜRK
İstanbul Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
kurucu dekanı
2. BASKI
İSTANBUL-2015
Saltanat Dinciliğinin
Öncüsü
Firavun
Yeni Boyut: 64
Bilinci Baskı: Temmuz
2015
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
Birinci Bölüm
TEK DÜŞMAN
Kavram Olarak Tek Düşman: Zulüm.............................. 13
Kişi
Olarak Tek Düşman: Zalim.................................... 30
İkinci Bölüm
ZULMÜN SEMBOLÜ VE BAŞ TEMSİLCİSİ:
FİRAVUN
Firavun Kavramına Genel Bakış..................................... 37
Firavunları Kim Yarattı?................................................. 61
Firavunî Toplumlarda Sadomazoşist Çark...................... 67
Firavunî Toplumlarda Zorbalar Sistemi.......................... 76
Firavunluk Psikozu.......................................................... 90
Firavun Zulmünden de Beter!....................................... 107
İslâmî Dönem Firavunluğu: Emevî Tağutizmi.............. 111
Üçüncü Bölüm
FİRAVUNLA İLGİLİ AYETLERİN TEFSİRİ
Fecir Suresi.................................................................... 117
Bürûc Suresi................................................................... 134
A’raf Suresi..........................................................................
Tâha Suresi.................................................................... ;....
Kasas Suresi.........................................................................
Yunus Suresi........................................................................
Mümin (Ğâfir) Suresi..........................................................
Zühruf Suresi.......................................................................
Tahrîm Suresi......................................................................
Nâziât Suresi........................................................................
KAYNAKÇA......................................................................
KARMA DİZİN.................................................................
Bu eser, ‘Kötülük Toplumu’ ve ‘Lanetlenen Soy’ adlı
eserlerimin bir tamamlayıcısı sayılabilir. Çünkü kötülük toplumu, firavunî
zulümlerin egemen olduğu ve bu zulümlere itaatin normal sayıldığı bir
toplumdur. Başka bir deyişle, kötülük toplumu, lanetlenen suçları işleyenlerin
oluşturduğu toplumdur. Zaten o lanetli suçlar olmasaydı, firavun zulümleri de
egemen olamayacaktı.
Dolayısıyla, ‘Firavun’ adlı bu kitap, hem tarihin
eski firavunlarını tanımada hem de çağımızın her türden firavununu tanımada
bir anahtar kitaptır, bir rehberdir. Bu kitaptan layıkıyla yararlanmak için Lanetlenen
Soy ve Kötülük Toplumu kitaplarımı da el altında bulundurmakta
yarar vardır.
Faili veya azmettiricisi olduğu lanetlik suçlarla bir kötülük
toplumuna dönüşen ve özellikle son on yıldır bu lanetlik suçlarının cezasını
ödeme sürecine giren Türk halkının, Kur’an laboratuvarmdan süzüp reçeteleştire-
rek önüne koyduğumuz bu kılavuz kitaplardan gereğince yararlanmasını umuyor,
Ra’d suresi 11. ayete uygun olarak kesilen ceza faturasının artık ödenmiş
sayılmasını temenni ediyorum.
İstanbul, 2015
Birinci Bölüm
KAVRAM OLARAK TEK DÜŞMAN: ZULÜM
“Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık
edilmez.”
Bakara, 193
Kur'an-ı Kerim'in en önemli kavramlarından biridir.
Türevleri ile birlikte 300'e yakın yerde geçer. Kelimenin kökdaşı olan ve
karanlık mânâsına gelen zulmet kelimesini de eklersek, bu rakam
yaklaşık 350 olur.
Işıksızlık anlamındaki
zulmetle aynı kökten gelen zulüm kelimesi Kur'an bünyesinde küfür,
şirk, kötülük, baskı, işkence, haksızlık anlamlarında kullanılmıştır. Zulüm,
varlık düzeninde yozlaşma ve yabancılaşmaya sebep olmaktadır. Ve bu anlamda en
büyük zalim, insandır. Çünkü yaradılış düzenini ve tabiattaki denge ve
ahengi bozan tek varlık insandır. Nitekim, Kur'an, insanın kötülüklerinden
şikâyetçi olan melekleri konuştururken onun iki tipik kötülüğüne parmak
bastırır: Bozgunculuk, kan dökücülük. (2/30). Ahzâb suresi 72. ayette
ise insanın iki tipik noksanlığı olarak bilgisizlik ve zalimliğe yer verilir.
Kur'an açık bir şekilde göstermektedir ki, bütün zulümler
insan elinin ürünüdür.
Zulmün karşıtı adalettir.
Kur'an-ı Kerim, şirki en büyük zulüm olarak tanıtmak tadır.
“Şu bir gerçek ki, şirk, çok büyük bir
zulümdür.” (l .ul< man, 13).
Zulümle ilgili ayetlerin incelenmesi 3 tür zulümden bal
sedebileceğimizi göstermektedir.
1. insanın kendisi ile
tanrı arasında zulüm:
Bunun en büyüğü şirk ve riyakârlıktır. Nitekim riyakârlı
Hz. Peygamber tarafından ‘gizli şirk’ olarak nitelend rilmiştir.
2. İnsanın kendisiyle
yaşadığı toplum arasında zulüm:
Bu zulüm genellikle kamu haklarına tecavüz etmek şcl
linde belirir. Devlet otoritesinin ferde yaptığı zulüm d bu cümledendir. Bu
zulüm, otoriter rejimlerde ferdi apaçık ezilmesi şeklinde, kapilatist
dünyada ise hürriye perdesi altında gizli olur.
3. İnsanın kendi
kendine zulmü:
İnsan, bedeninden ruhuna veya ruhundan bedenine zu
medebilir: Kur’an, beden ve ruhun haklarına ayrı ayrı r: ayeti gerekli kılarken
işte bu tip zulmü önlemek istemiş tir. Ruhbâniyet, (dünyaya tamamen sırt
çevirmek) ru namına, bedene; fâni ve bedenî zevklerin esiri olmak ise beden
namına, ruha zulümdür.
Kuran, birçok ayetinde insanın kendine zulmünden açık bir
biçimde sözeder. (bk.11/101; 16/ 118; 3/117)
Kur’an, şu soruyu da cevaplamaktadır: Allah zalimlere neden
fırsat veriyor? Cevap şudur: Allah bundan habersiz değildir. Ancak insanın
tekâmülü için böyle bir fırsatın tanınması gerekiyor. Dünya planından baktığımızda,
zalimin bu fırsatı elde etmesinin iki sebebi vardır: Mazlumun tam mazlum
olmaması, tekâmülde zulüm ve adalet zıtlannın lüzumlu oluşu.
Zulmün tamamen kalkması hayat ve insan gerçekleriyle
çelişir. Çünkü dünya, zıtların varlığıyla oluşan bir hayata ınekânlık
etmektedir. Zıtların çarpışması esasına oturmayan âlem, ölüm ötesi âlemdir ki,
orada zaten zulüm söz konusu olamaz.
Kur’an, tarihin tüm devirlerinde çöken tüm medeniyet ve
ülkelerin zulüm yüzünden mahvolduğunu ısrarlı ve yoğun bir biçimde dile
getirmektedir, (bk. 6/131; 11/102, ‘117;
18/59; 21/11; 22/45, 48; 27/52,85; 28/59; 29/14, 31)
Ülke ve uygarlıkların yıkımına sebep olan zulüm, daima
servet ve nimet şımarıklığı ile yan yana olmuştur, (bk. 11/116) Kur’an burada ‘servet
ve refahın getirdiği şımarıklığa uymak’ deyimini kullanıyor. Zalimler bu
uymanın kurbanıdırlar. Zalimleri iki şey daha yıkmaktadır: Heves ve arzularla,
bilgisizlik. Bunun sonu, zalimlerin karanlığa gömülmeleridir. Bu durumda onlara
hiç kimse yardımcı olamaz, (bk. 30/29)
Kur’an’daki zulüm kavramı aynı anda üç olumsuzluk ifade
etmektedir. Başka bir deyimle, Kur’an’m temel
düşmanı olan zulmün birbirinden hiç de geri kalmayaı üç şerir
başı vardır:
1. Yönetimde
despotizm,
2. Emperyalizm (sömürü
ve istila),
3. Cehalet (akıl ve
ilim düşmanlığı).
Zulmün kelime anlamında hem despotizm hem istil; hem de
karanlık var. Karanlık, Kur’an dilinde cehaletiı öteki adıdır.
Kur’an’m kelam mucizesi, onun bütün düşmanların bir tek
kelimeyle ifade etmesine imkân vermiştir. O ke lime, zulümdür.
Zulüm hem akıl düşmanlığının hem de hak ve adale
düşmanlığının adıdır. Bu olguyla ilgili ayrıntılar için ‘Kur’an’m
Yarattığı Devrimler’ adlı kitabımızdan birkaı satır iktibas edeceğiz:
Kur’an, bir din kitabı olarak bilinmekle birlikte tel
düşman olarak dinsizliği veya ateizmi değil, zulmü he deflemiştir. Bu, tarihin,
din alanındaki en muhteşen devrimlerinden biri, belki de en muhteşemidir. Ve bı
satırların yazarına göre, bu, peygamberler tarihinin eı büyük mucizesidir. Bir
din kaynağının, düşmanlık kıstas olarak sadece zulmü esas alması, tarihin
tanıdığı en sar sıcı tespittir. Kur’an, bir tek insan tipine düşmanlığa iziı
vermektedir: Zalim:
“Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez.’ (Bakara, 193)
Düşmanın belirlenmesinde din ve iman kıstası yerine bir
hukuk kavram ve terimi olan zulüm kullanılmıştır
Zulme düşmanlık, zulme karşı savaşmak hakkını verir. Zulme
karşı savaş, zulme uğrayanların müslümanlığı kaydına bağlanmamıştır. Kayıt,
bizzat Kur’an tarafından insan’ diye konmuştur. Hangi dinden, ırktan, bölgeden
ve renkten olursa olsun, insan. Nisa suresi 75. ayet bu gerçeğin temel
beyyinesidir. İkinci sırayı, Şûra suresi 39- 42. ayetler almaktadır:
“Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz bizi,
halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından
bize bir yardımcı gönder!’ diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar,
yavrular için savaşmıyorsunuz!” (Nisa, 75)
“Kendilerine zulüm ve haksızlık gelip çattığında, yar- <
I ımlaşırlar/kendilerini savunurlar.”
“Bir kötülüğün cezası, tıpkısı bir kötülüktür. Fakat affedip
barışmayı esas alanın ücretini bizzat Allah verir. (), zalimleri hiç sevmez.
Zulme uğratılışı ardından kenti ini savunana gelince, böyleleri aleyhine yol
aranamaz. Aleyhlerine yol aranacak olan şu kişilerdir ki, insanlara
zulmederler ve yeryüzünde haksız yere saldırılarda bulunurlar. İşte böyleleri
için acıklı bir azap vardır.” (Şûra,
39-42)
Kur’an’m zulüm dışında bir düşmanı yoktur.
Şirk, temel düşman
olarak görülebilmektedir ama unutmamak lazım ki Kur’an, şirki ‘büyük bir
zulüm’ olarak l anılmaktadır. (Lukman, 13) Kur’an, şirki, bir ilimsizlik
illeti olarak da görmektedir ki, o takdirde şirk, zulmün anlamlarından biri
olan ‘karanlık’ (cehalet) çerçevesinde düşünülebilir. O halde, şirk de
zulüm başlığı altına girdiği için düşman hedeftir. Zulüm dışındaki diğer düş-
manlar, ana başlık olan zulmün alt bölümleridir.
Zulüm başlığı altına girmeyen günahlar, düşman def
belirlemede yeterli sebep değildir. Sadece bu t Kur’an’m asırlar öncesinden ‘hukuk
devleti’ gerçe öne çıkardığının kanıtıdır.
‘DARULHARP’, İSLAMSIZLIK DEĞİL, HUKİ
SUZLUK ÜLKESİDİR
Geleneksel fıkhı ve onun tutucu yorumlarını dokuı maz kılan
siyaset dinciliği, geleneksel fıkıhtaki ‘sa alanı’ (darulharb)
kavramını Müslümanların eğer olmadıkları tüm topraklar için kullanmaktadır. Bu
saptırmadır.
Darulharp ve karşıtı
olan darulislam (barış alanı) birleri Kur’an’da geçmez. Eski
fıkıhçıların ürettik deyimlerdir. Geleneksel fıkhın darulharble ilgili hâ
kanaati şudur: ‘Topraklarında küfür yönetiminin < men olduğu ülke’ veya
‘kâfir liderin emir ve yöneti nin yürürlükte olduğu ülke.”
Klasik fıkıh, darulharp kavramını, zaman zaman gt müz hukuk
sistemlerindeki ‘yabancı ülke’ anlamı kullanmıştır. Çünkü klasik
fakîhler için dünya ikiye rılmıştır:
1. Darulislam
yani İslam’ın egemen olduğu toprak,
2. Darulharp
yani küfrün egemen olduğu toprak.
Fakat klasik kaynaklar dikkatle incelendiğinde gör ki, darulharbin
tespitinde omurga nokta, din pat değil, Müslümanların kahır ve zulüm altında
inle
icri ve dinlerine ait hükümlerin hiçbir yürürlük imkânı
bulamamasıdır. Son tahlilde, küfürden
maksat budur; yönetenlerin Müslüman inancı taşımamaları değil. Klasik
fıkıhçılar bu noktada ilginç bir yaklaşımla, darulharp sayılan toprakları ‘daru’l-kahr’
(Serahsî, el-Mebsût, MI/33) veya ‘daru’l-kahr ve’l-galebe’
(Cürcânî, Şerhu’s- Sirâciye, 82) olarak adlandırmışlardır ki
zulüm ve despotizmin egemen olduğu ülke demektir. O halde, İslâmî
hükümlerin eksik uygulanması ve inanç farklılığı bir ülkeyi darulharp yapmaz.
I )arulislam yerine ‘daru’l-ahkâm’ (kuralların
egemen olduğu ülke, hukuk ülkesi) tabiri de kullanılmıştır. İslam ahkâmı
denmeyip sadece ‘ahkâm’ denmesi dikkat çekicidir.
Daru’l-ahkâm; kuralların, normların işlediği ülke demektir.
Karşıtı olan ‘daru’l-kahr’ ise
keyfiliğin, adaletsizlik ve kuralsızlığın egemen olduğu despotik yönetim demek
olur. Bu incelik unutulmaz ise darülislamm, günümüzde ‘hukuk devleti’ kavramının
tam karşılığı olduğu anlaşılır. Böyle olunca da ‘darulharp’ deyiminin
karşılığı da hukukun üstünlüğünün bulunmadığı yönetim olacakın. Bu yönetimin
dini önemli değildir. Resmî din ‘İslam’ olduğu halde yönetim darulharp
yönetimi olabilir.
I .ger Kur’an’m ve aklın verilerine göre konuşacaksak,
günümüz dünyasının birçok sözde ‘Müslüman’ yönetimi, esasında birer darulharp
yönetimidir. Buna karşın, adı Müslüman olmayan birçok Batı’h yönetim, esası bakımından
darulislam yönetimidir. Bunun aksini savunmak için minareleri veya camilerdeki
cemaat sayısını göstermenin Allah ile aldatma dışında bir kanıt değeri yoktur. Saddam,
Suut, Mursi, Erdoğan vs. yönetimle- ı min birer darulislam, İsviçre,
Almanya, İsveç vs. yöne
timlerinin birer darulharp yönetimi olduğunu söylen akla ve
insan gerçeğine ters düşmekten başka bir ani taşımayacaktır.
İslam’ın evrenselliği, zaman ve mekânüstülüğü, adı ve
esasının barış olduğu da dikkate alınırsa şu son varmakta tereddüt kalmaz
kanısındayız: Bugün için rulislam, hukuk devleti niteliği taşıyan her
yönetimi Dini-imanı ne olursa olsun. Darülharp ise hukuk dev olmayan,
hukukun üstünlüğüne yer vermeyen yönet lerin yürürlükte olduğu coğrafyalardır.
Aksi olsaydı, manya başta olmak üzere, Batı ülkelerinde çalışan milyonu
aşkın Müslüman cuma kılamaz, oruç tutan nikâh kıyamaz, hatta kelimei şehadet
getiremezdi, noktadan hareket eden Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özeı (ölm.
2008), bize göre de isabetli bir yaklaşımla, Hri yan Batı ülkelerinin darulharp
sayılamayacağını sav maktadır. (Özemre, İslamda Aklın Önemi ve Sınırı,
1 185)
Özemre’nin vardığı sonuç, onun gibi bir atom fiziği f
fesörü değil, ‘yüzyılımızın hadis allâmesi’ unvanını mış bir din bilgini
olan Nâsıruddin el-Elbanî tarafım da kabul edilmektedir. Elbanî, İslam
verilerinden y çıkarak şöyle düşünüyor:
Başkalarına dayatılmayan inkâr ve hükümlerin uy lanmaması,
bir ‘küfr-i inkârî’ yaratmayıp sadece ‘kii amelî’ yaratır. Bu
durumda başkalarına dayatılmayar lam dışı hükümler, sayısı ne olursa olsun,
ülkenin da harp ilan edilmesi için yeterli değildir. Şâfiîlere göre,
rulislam haline gelmiş bir ülke daha sonra istila ed ve bu istila altında uzun
yıllar kalsa da artık darulh olarak anılamaz.
Nc yazık ki, geleneksel fıkıh ve onu dokunulmaz kılan siyaset
dinciliği burada da dinin gerçeğinden sapmakta ve politik çıkarlarını
izlemektedir. Siyaset ve saltanat dinciliği, politik basımlarını zor
durumda bırakmak veya Müslüman kitleleri saflarına çekmek için darulharp
kavramını ‘İslam açısından günahları ve eksikleri olan yönetim’ şeklinde
tanımlamakta, böylece, sevmediği mm ülkeleri ve yönetimleri kâfir ilan
etmektedir. Eğer İm ülkeler darulharp ise neden bu ülkelerde (örneğin I
laıısa’da) okullarda ve kamusal alanlarda başörtüsü yasağı konmak
istendiğinde buna karşı çıkılmakta, bu vaşağın kaldırılması istenmektedir?
Darulharpte başörtüsü tartışılır mı? Kaldı ki, siyaset dinciliği sadece
Fransa gibi Hristiyan ülkeleri değil, Türkiye gibi, milletiyle
l>m yıldır Müslüman bir ülkeyi de darulharp ilan edebilmektedir.
Sonra, Ehlisalîb kodamanlarıyla kurduğu işbirlikleri sa-
y> sinde iktidarı eline geçirince, birkaç gün önce darul- haı p olan ülke
aniden darulislam oluveriyor. Demek ki, siyaset ve saltanat dinciliğinin
mantığına göre, aynı ülke, nimetlerinden yararlanırken darulislam, eleştiri ve
saldın yapmak istendiğinde darulharp oluyor? Siyaset din- * iliğinin tipik
tutarsızlıklarından birine de burada tanık olmaktayız.
İslam’ın günlük hayattaki pratikleri açısından ihmalime
gelince, bu ihmallerin olmadığı bir yönetim Hz. I’cygamber’den sonra hiçbir
İslam ülkesine nasip olmamıştır. İslam açısından eksikleri darulharp gerekçesi
ayarsak birinci derecede darulharp topraklar bugünkü İslam coğrafyaları olur.
Çünkü İslam’ın temel kaynağı Km an’ın en çok devre dışı edildiği ülkeler
oralardır. Ne yazık ki, İslam’ı siyaset aracı yapan saltanat dincileri, dııı
ııIharp sömürüsünde başarılı olmak için önce devle-
c
Ç Cr cf Wn. f I ” cı b/p m-?
ti, yönetimi, sonra da hesaplarına uymayan Müslün lan
kâfir-zındık ilan etmekte, böylece yapay bir da harp yaratarak sergileyecekleri
kin ve şiddet siyase dayanak hazırlamaktadırlar.
Darulharbin saptanmasında yönetim ve egemeni kimlerin
elinde bulunduğuna bakmak ilk adımdır. ] le baktığınızda, yönetimin
eksiklerinin, günahlar olması, hüküm vermek için yetmez. Yönetimin ki hatta
Hanefî fakîhlerine göre, şirk üzere olması ger< (Serahsî, el-Mebsût, 10/114)
Tam bu noktada, bütün zamanların en büyük fî sayılan İmamı
Âzam Ebu Hanîfe’nin, erişilmez del hukuk devleti özlemi ve muhteşem
hümanizmi di: çekmektedir. Şemsül Eimme Serahsî (ölm. 483/IC Hanefîliğin
amelî fıkıh konusunda en büyük kaynağ yılan el-Mebsût adh
eserinde şunu söylüyor:
“İmamı Âzam’a göre, Müslüman yurdunun darul be dönüşmesi
için şu üç şartın varlığı kaçınılmazdı Müslümanların yurtlarına bitişik bir
Müslüman yı bulunmamak, 2. Kendi imanına uygun olarak iman e bir tek Müslüman
ve kendi imanına göre iman edeı tek Ehlikitap kalmamak, 3. Ülkede şirk ahkâmı
ge olmak.” (Serahsî, anılan yer.)
Fakîhler arası ittifak noktalarından biri olarak şun
görüyoruz: Bir ülkenin darulharphğı ile darulislamlı hükmetmede tartışma çıksa,
yani ülke, darulislam o ya ilişkin özelliklerle darulharp
sayılmaya ilişkin t likleri aynı anda taşıyor olsa hüküm, darulislam k etme
yönünde olacaktır. Bunun maslahata (kamu j rina) ve ihtiyata daha uygun olduğu
düşünülmüştür
Kavramın, siyasal istismara son derece müsait olduğunu da
düşünürsek, günümüz dünyasında herhangi bir Müslüman ülkeyi, fıkıhtaki
içtihat farklarından yararlanarak darulharp göstermek hiç de zor değildir. Ve İslam’ı
siyaset ve şiddet aracı yapanların yolu-yöntemi dr bııdur. Bu yöntemin
uygulandığı ülkelerden biri de I m kiye’dir. Bu neden yapılmaktadır? Cevap, darul-
lıııı p olan bir toprakta İslam hükümlerinden rahatlıkla kaçma imkânının
bulunduğunu bilmekte yatıyor. Bir ııl key i darulharp ilan ederseniz ceza
hukukundan ibadetlere kadar, tüm alanlarda dinsel yükümlülük kalkmakladır.
İ nikiye’ye bakalım: Yüz bin civarında caminin ibadeti-
açık olduğu ve devletin din işleri için her yıl, devlet İn ilçesinden sekiz
bakanlık bütçesinin üstünde harcama . ipliği bir ülkeyi darulharp ilan
ettiğinizde faiz yemek- irn zina yapmaya, cinayet işlemeye kadar her fiil ve
dav- ı .inişiniz yaptırım dışı kalacaktır. Bu olgu, din üzerinden siyaset
yapanlara sınırsız bir imkân ve rahatlık getirmek- ı- dır. Onlar, darulharp
teranesiyle bir yandan istedikle- ı mi din dışı ilan edip devlete ve ülkeye
karşı mücadeleyi im s (ulaştırırken öte yandan adına konuştukları dinin mm hükümlerinden
sıyrılmak gibi bir şansa sahip olu- v< »ı kır.
Bu tezgâh, tarihin en namert dinsizlik tezgâhlarından ı m i
olmakla kalmaz, tarihin en namussuz tezgâhı olarak • ki belirginleşir.
Kıtlaşılan o ki, Kur’an, inanç farklılığının değil, hukuk
devleti yokluğunun üstüne yürümektedir. İslam ı.İkililerinin ‘dâru’l-islam-dâru’l-harb’
(barış yurdu-sa- v.ıs yurdu) ayrımlarındaki ‘dâru’l-islam’, son tahlilde
İnanç yurdu değil, barış yurdu demektir. ‘Dâru’l-İs-
lam’, hukukun egemen olduğu devletin adıdır. Bunu ‘inanç
yurdu’ olarak göstermekse ya konuyu gereği] incelemeden konuşmanın yahut da bir
saptırma] ürünüdür. Onun içindir ki, biz, ‘dâru’l-islam’ tabii deki ‘İslam’
sözcüğünü küçük harfle yazmaktayız. Çi kü o sözcük orada bir dini değil, barış
kavramını if: ediyor.
TEK SAVAŞ GEREKÇESİ ZULÜMDÜR
Kur’an, dinler tarihinde savaşa izin veren belki de kutsal
kitaptır. Kur’an’m izin verdiği savaşın meşrun için zulme uğramış olmak
şarttır.
Kur’an saldırı savaşına izin vermez. Din yaymak i savaşa da
izin verilmemiştir. Tek gerekçe zulümd zulme uğramaktır.
Zulüm varsa savaş, bir insanlık borcu haline gelir, insanlık borcundan kaçılmaz. Kaçanlar onursuz o Savaşla
ilgili temel ilkeyi koyan ve iki devrimi birden ratan ayetler şöyledir:
“Kendilerine savaş açılanlara savaşma izni verilmiş Çünkü
onlar zulme uğratıldılar. Allah onlara yardı elbette kadirdir. Onlar sırf,
‘Rabbimiz Allah'tır!’ dec leri için yurtlarından haksız yere çıkarıldılar.” (E 39-40)
Bu ayetler, hem bütün zamanların savaş gerekçele bildiriyor
hem de Hz. Muhammed’in Arap putperes riyle savaşlarının gerekçelerini
gösteriyor.
Ayet, zulme uğratılanlara savaşma izni verildiğini sö;
dıgıııe göre, Kur’an, meşru bir savaşın ancak savunma
■aıvaşı olacağını kabul etmektedir. Ayet; zulme uğratılın. min, topraklara
yani vatana tasallut ile imana tasallut vım özgürlüklere saldırı olduğunu
göstermektedir. Savunma savaşı, vatan ve özgürlük değerlerine saldırıya Iı
ıı şı, saldırı savaşı ise bu değerlere tasallut için yapılır. Sııhlırı savaşı
cinayettir.
'..iv,ışın bir cinayet olmaktan çıkması için savaşanın zulme
ııg,ramış ve bu sebeple Yaratıcı’dan ‘izin’ almış ol- ııı.ra gerekir. Bu
izin çıktığında, hiçbir ikiyüzlülüğe ka-
■ ılmadan, insan onuru
için savaşılacaktır.
k m an, meşruluğu belirlenmiş bir savaşla ilgili taktikti
ı de vermektedir. Bu taktikleri veren ayetleri bağ- l.ınılaımdan kopararak tek
başlarına değerlendirenler, km an ı bir saldırı kitabı gibi gösterme yoluna
gidebilmekledirler. Bir kitap, meşruiyeti doğmuş bir savaşa izin m rıyorsa o
savaşın başarılı olması için elbette taktikler < l< • verecektir. Bundan
daha makul, daha gerçekçi ve dü- ı n-.i ne olabilir?!
Avellar, zulme uğratılarak yurtlarından çıkarılıp sürü-
l< nlcı in savaşmalarına izin verildiğini söylüyor.
/ulme karşı savaşmak için zulmün Müslümanayapılma-
■ ı ş.ıriı aranmaz.
Kur’an’m insanı dünyanın herhangi bir vı ı mde zulme uğratılanları kurtarmak
için de savaşabi- I n 11 a 11 a savaşmahdır. Manifesto-ilke şöyle konmuştur:
"Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz bizi,
halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından
bize bir yardımcı gönder!’ diye in kanı ıı mazlum ve çaresiz erkekler,
kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!” (Nisa,
75)
Hz. Peygamber’in savaşlarının tümü savunma
savaşı
Çünkü o, doğup büyüdüğü Mekke’den hicret ettiği g den
itibaren sürekli saldırı altında olmuş, bunun de sürekli savaş halinde
bulunmuştur. Peygamber’ı sonraki savaşlara gelince onların çok az bir kısmı
niteliktedir. Muaviye’nin despot bir Emevî kralı ola idareyi ele aldığı
günden itibaren ise savaşlar İsla Muhammedi niteliklerini yitirmiş, toprak
gasbı ve ta; lüp savaşma dönüşmüştür.
Emevîlerin yönetimindeki Müslüman coğrafyala meşruiyeti
doğmuş olan tek savaş, Emevî yönetin karşı savaştı.
EMEVÎ ZULMÜNE KARŞI ÇIKIŞIN ÖNCÜSÜ: D MI
ÂZAM
Emevîlere bu gözle bakan Müslüman düşünürlerin şım İmamı
Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767) çekme] dir. O, bu anlayış ve imanla verdiği
büyük mücadele faturasını hayatıyla ödemiştir ama tarihe Kur’an in adına
ölümsüz bir mesaj ve hatıra bırakmıştır. Biz oı bu ölümsüz hatırasını insanlığa
tanıtmak için Arap* ğa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Azam Ebu Hanîfe eserimizi
yazdık.
Şimdi, hem zulüm ve savaş konusunu daha yakından mmak hem
de İmamı Âzam’m mücadelesinin kara! ve önemini görmek için anılan eserimizden
birkaç ragraf aktaralım:
İmamı Âzam’m İslam
felsefesi bakımından mensup duğu Mürcie mezhebinin büyük çoğunluğunun
savun
i'iı lıkıı Ici den biri de, zalim devlet başkanı ve
yönetime ıkıiıl.ı karşı çıkmanın gerekliliğidir. (Eş’arî, Makaalât, IH)
İmamı Âzam’ın ‘Mürcieliği’nin Arapçı iktidarları
■ ulıaisız ölmesinin
gerçek sebebi işte bu ‘zulme karşı . .i*.-,' likridir. İmamı Âzam’a
saldırının arka planındaki iı mel gerçek de budur. Çünkü İmamı Âzam, zalim
v< me lime kılıçla karşı çıkmayı savunan ve bu tür karşı
ık ı j.ıı a her türlü
desteği veren bir önderdir.
I ııııııııı Âzam, zulme
silahla karşı çıkış fikrini bir kelamcı- i.ıl ıh dıişünür olarak savunmakla
kalmamış, bu fikre bağlı olarak sergilenen isyan eylemlerinin hemen hemen
ninnine maddeten de destek vermiştir. Çünkü ona göre, ıl< h| mi izine karşı
çıkıp hakkı ayakta tutmak, imanın en İn İn (.’in niteliklerinden biri ve
ibadetlerin en yücesidir. ı in karşı çıkış öylesine yücedir ki, bu yolda ‘bir
gaza, elli lıııcdıııı üstündür.’
ı »i inek oluyor ki, İmamı Âzam, ‘zulme karşı mücadele’
■ >z konusu
olduğunda, ameli imandan bir parça sayma- v m i'.oıiisiinü kırmaktadır. Onun bu
din ve iman anla-
I.. I l’iırk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı’mn
öncüleri MÜdıılııai Hukuk kadrolarının anlayışıyla tıpa tıp uyuşul.ıi
ladır. Onlar da tıpkı İmamı Âzam gibi, imanı amelle ı.ı v1111 n11 nıamakla
birlikte zulme karşı çıkışta bu anlayış- kenara koymaktadırlar. Onların fikir önderi ve
1 ■ c, I a n d anı olan Gazi
Mustafa Kemal Atatürk, bu an- lay ışının bir uzantısı olarak, Hz.
Peygamber’in en büyük ■■.ini ı. esinin onun kumanda edip zaferle
sonuçlandırdığı lirdir Savaşı olduğunu söylemekte, Hz. Peygamber’in h
mel özelliği olarak da ‘esaret tanımama’yı öne çıkarın ıl-1adıı. İslam
Peygamber’iyle ilgili tespitinde şöyle di- V'i < >.ızi Mustafa Kemal Atatürk:
(inini hak peygamber olduğundan şüphe edenler, Beil iı destanını okusunlar.
Hz. Muhammed’in bir avuç
imanlı Müslümanla kalabalık ve alabildiğine zeı Kureyş
ordusuna karşı Bedir meydan muharebe de kazandığı zafer, fâni insanların kârı
değildir. Muhammed’in peygamberliğinin en kuvvetli delili, dir Savaşı’dır.”
Mustafa Kemal’in bu
din-iman ve Peygamber ani; tam bir îmamı Âzam idraki sergilemektedir.
Çünkü me karşı çıkışın Bedir Savaşı ile irtibatlandırılmas îmamı Âzam
kaynaklıdır.
Hz. Ali evladından Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn, Hicrî
yılında, Emevî halifesi Hişam bin Abdülmelik’e 1 ayaklandığında, İmamı
Âzam onun bu zalim yönel isyanını Hz. Muhammed’in Bedir Savaşı’na benze
ve o idrakle desteklemiştir. (Ayrıntılar için bizim İm Âzam kitabımızın
özellikle, 479-488 sayfalarına b; malıdır.)
Zulme karşı savaşmak, sadece zulmün muhatabı o ların görevi
değildir. Kur’an, zulme uğrayanların nında savaşmayı bütün onur sahiplerinden,
bir in: lık borcu olarak istemektedir, (bk.
4/75) İnsanlara medenlere her türlü karşı çıkış serbesttir, (bk. 42/ 4^
Zulme karşı savaş vererek yurtlarından olanların ye zünde
güzel bir biçimde barınağa kavuşturulacaklar bir İlahî vaat olarak öne
çıkarılıyor, (bk. 16/41) Bun önemlisi, Kur’an, zulüm beldesinden göçmeyip de oı
müstaz'af (ezilip horlanan) olarak ömrünü tamaı yanların kendi
kendilerine zulmettiklerini ve bu yüz hesaba çekileceklerini de bildirir, (bk.
4/97) Bunun lamı şudur:
Zulme nza göstermek, zalime karşı çıkmamak da
zulümdür.
Bin ayrılığı düşmanlık sebebi değildir. Başka dinlerdeki
znlim olmayanlar, sizin dininizdeki zalimlerden yeğdir.
Kur’an, imanın huzur ve aydınlığa çıkarmasını imanın
zulümle kirletilmemesi şartına bağlamıştır. (6/82)
Bir ülkenin hayatı ve yönetimi küfür üzere yürüyebilir uma
zulüm üzere yürümez.
Kur’an, açık zulme dikkat çektiği gibi örtülü, ma: pasif
zulme de dikkat çekmektedir. Bu ikinci tür zı zalime seyirci kalmak şeklinde
sergilenen zulümd zulmün en kahpe türüdür. Çünkü bu kahpe tür, za yaptığı işin
normal hatta iyi olduğu kanaatini verir, zulüm, zalim üreten bir
zulümdür. Zulme meşruiyc zandıran bir namertliktir. Bunun içindir ki Kur’an,
zulme giden yolları da tıkamıştır:
“Zulmedenlere eğilim göstermeyin! Yoksa ateş sizi malar. Allah’tan başka dostlarınız kalmaz, size ya
da edilmez.” (Hûd, 113. Ayrıca bk. Bakara, 193, 105)
Zalimlere eğilim veya zulme dolaylı destek daha çc dınlar
ve servet kodamanları tarafından verilmek: Bu iki zümre, itibar görmek ve daha
çok kazanma! madde imkânlarını çekip çeviren zalim odaklara ‘ rak, uyarmayarak’
destek verirler. Onlar için her z: “Söz gümüşse sükût altındır.” Aydınlar
susunca, z kökleşir! Onun içindir ki, bir coğrafyada vücut l tüm zulümlerde o
coğrafyanın aydınlarının tartışı payı vardır. Aydının uyarı görevini yaptığı
toplum zulüm bulunabilir ama egemen olamaz.
Km'an, bu noktada, ‘birikim sahipleri’nden söz
etmek- I' <liı. Aydınlar da birikim sahipleridir. Onlarda bilgi bini'imi
vardır, servet sahiplerinde ise mal ve imkân biri- ı mu. Birikim sahiplerinin
susması, zulmü kader haline i ' ı ıı ir ve bu kader, ülkeleri de uygarlıkları
da çökertir:
■Sizden önceki kuşakların söz ve eser/birikim sahibi
ubıııları, yeryüzünde bozgunculuktan alıkoymak değilin miydi? Ama içlerinden
kurtarmış olduklarımızın az biı kısmı dışında hiçbiri bunu yapmadı. Zulme
sapanlar İm1 içine itildikleri servet şımarıklığının ardına düşüp
uçlular haline geldiler. Halkı iyilik ve barış için gayret uuslerenler olsaydı,
Rabbin o kentleri/medeniyetleri zulümle helâk edecek değildi ya!” (Hûd, 116-117)
ıılııın her toplumda olmuştur, olacaktır; ama zulmün
■ rı-menliği başka bir
kavramdır.
Kvdmlar susunca zulüm sadece ‘olmaz’,
egemen olur.
ı hlikitap'm sadece zalim olanlarına şiddet gösterini.
Onların zalim olmayanları ile mücadele en güzel biçimde, en güzel yollarla
yapılacaktır. (29/46) O halde, ı m
'iiıı'ın, inkârcılarla mücadelede şiddet ve katılık (şiddet ve gılzat) isteyen
ayetlerini bu insanların zalimleri um geçerli saymak Allah'ın emridir.
Zulmü belirlenen kim olursa olsun, ona yardımcı, şefa-
tfıj, destekçi olunamaz. Allah onları asla sevmez ve on- l.ıı .1 usla yardım
elini uzatmaz. Onların âkıbeti çok kötü
■ .L»< aktır, (bk.
2/ 270; 3/57,151,192; 5/72; 42/8; 22/71)
/üliınin dostu ancak zalim olur. (bk. 45/19)
i ullnılerin hiçbir
özürleri kabul edilmeyecektir. (40/52)
Allah, zalimleri sevmemekle kalmamış onları lan miştir.
(7/44; 11/18)
Zalimler asla felah bulmaz, asla kurtulamazlar. Zul sonu,
mutlak batış ve çöküştür, (bk. 6/135; 12/23; 2< 14/13)
Kısacası, Kur'an'ın zalime hıncı öylesine büyüktü kendisini
‘zulmedenleri korkutmak, tehdit etmek gelmiş’ olarak gösterebilmiştir,
(bk. Ahkaf, 12)
En’am 128’de, zulüm meselesinin belki de en ürpf yanma
dikkat çeken şu tespit önümüze konuyor:
“İşte biz, zalimlerin bir kısmını bir kısmına, km oldukları
şeyler yüzünden bu şekilde dost/yardınu netici/önder yaparız.” (En’am, 129)
Bu beyyine göstermektedir ki, zalimlerle zalim ve bu
ikisine yamakhk-uşaklık edenlerin ilişkisi d bir çıkar ilişkisidir; hiçbir iman
ve gerçek kaygısın; yanmaz. Zalimleri yaratan sürüleşmiş halk yığınlaı büyük
zalim zağarların yedikleri haramlardan bire rıntı kapabiliriz diye onlara
destek veren fino köp re benzerler. Ve bu finoluğu bir başarı, bir becer
kurnazlık sayarlar. Zavallı finolar, önlerine atılan kırıntılar karşılığında
kendilerinin ve çocuklarımı rınlarım mahvettiklerini bir türlü anlamazlar, ank
istemezler. Anlatmak isteyenlere de düşman kesil Lût kavminin Hz. Lûta
söylediği şu namussuzluk be sözü söylerler:
"<. ilan ın şunları kentinizden/yurdunuzdan. Bunlar
te- nıivllk ve dürüstlükte aşırı derecede titizlik gösteren in- 'Hiıılıır.” (A’raf, 82; Nemi, 56) /ni m ilerle onlara köpeklik eden
sürünün rahatsızlık se- i'i İm heı zaman işte bu ‘temizlik ve dürüstlük’ olmuşun
Huşlarına geçecek adamın temiz ve dürüst olması ■ mimi verem ediyor. Sürüyü
verem eden olguyu da gös- iı mi'in zamanüstü kitap. Enbiya yani
peygamberler m
ılı surede Hz. Lût’un belirgin niteliği anlatılırken şöyle Iı ıııyor:
I nt’jı da hükmetme
gücü/yargılama yetisi ve ilim verdik. < )ıııı, pislikler üretip duran bir
kentten/bir ülkeden km hırdık. O kentte/ülkede yaşayanlar yoldan çıkmışım
dıııı oluşan bir kötülük toplumuydu.” (Enbiya,
74)
Hu mucizeler mucizesi beyyine bize şu ölümsüz hakikat- I'
un altını çizme imkânı veriyor:
I İnsanoğlu, bazı zamanlarda ve zeminlerde, temizlik ve
dürüstlüğüyle seçkinleşen kadrolardan rahatsız olabiliyor, onlara düşman
kesilebiliyor, onları sırf bu ııHelikleri yüzünden yerlerinden yurtlarından
sürüp çıkanı biliyor.
Sıirüleşmiş kitleye rahatsızlık veren dürüst ve temiz
kişilerin temel nitelikleri adaletle hükmetme yetisi ve ilimdir.
I »emek ki, basit çıkarlar (örneğin, günümüzde, bir file
yiyecek, birkaç torba kömür, birkaç paket makarna veya ı.mc çadırlarında
verilen bir iki kap yemek vs.) karşılımda sürüleştirilmiş bir toplum,
öncelikle ilim ve hikmet düşmanı kesilmektedir. Kur’an diyor ki, böyle bir
toplumun oluşturduğu ülkeye bir tek ad uygun dı ‘Kötülük
toplumu’ (kavme sû’)
3. Kötülük toplumunun dürüstlük, temizlik,
ilim ve metten nefret eden sürülerinin ceza olarak gördü sürgünler, ülke dışına
çıkarmalar, temiz benlikler bir ödül ve kurtuluştur.
Unutmayalım, Kur’an, bu hale gelmiş bir ülkeden h edip
gitmeyi emretmekte, bu emri savsaklayanları g ha batmakla suçlamaktadır.
Başka bir ifadeyle, Kur’an şunu söylemek istemekti
“Sen, inci imal ediyor, inci satıyorsun. Bu toplums
muzlaşmış. Domuzların boynuna inci takmak içiı raşma; çık git bu domuzlar
yurdundan; huzur ve gi başka topraklarda ara. Allah sana yardımcı olacal
İkinci Bölüm
ZULMÜN SEMBOLÜ VE BAŞ
TEMSİLCİSİ:
FİRAVUN
II KAVUN
Kıır’an’da 74 kez geçen firavun sözcüğü hem özel isim lirin
de cins ismi olarak alınmalıdır. Özel isim olarak ıiıııldığında, Hz. Musa’nın
tebliğine zulüm ve dehşetle imrşı çıkan azgın despot bir diktatörü ifade eder.
Cins itini olarak anıldığında ise bütün firavun ruhlu despotlu ı ı n ortak adı
olur. Kur’an, bu ikinci anlamdaki firavunlukları da özel isim olan Firavun’un
kişilik ve eylemine bağlayarak anlatmaktadır.
I havım, geleneğe karşı çıkan uyarıcılara zulmeden
ılı^ılların sembol ismidir.
I.m
’an’in en önemli kavramlarından biridir. Denebi- in ki, Kur’an, insan
hayatından silip atmak istediği her • •lıımsuzhığu bu tipin kişiliğinde
kristalleştirmiştir. Bu- hiiii içindir ki, Firavun, tarihsel kişiliği ile de sembolize ■
ııiğ,i anlamlarla da, peygamberlerin getirdiği mesajın • >k edilmesi için
savaşan zihniyetlerin ve güçlerin önde-
III »I arak önümüze konmuştur.
ı111111111 manialıdır ki, Kur’an, hayrın ve
şerrin büyük tem- ılı ilerini, sembol şahsiyetleriyle öne çıkarmakta, on- ı mu
tarihsel kimlikleri üzerinde fazla durmamaktadır; hal la hiç durmamaktadır.
Tarihsel kimliğe fazla önem 'etilmesi, bu kişiliklerin sembolize ettikleri
değerlerin
(hayır veya şer) gözden kaçırılmasına ve bum ğerlere
yüklenen anlamların insan hayatındı gibi algılanmamasına yol açacağı kuşkusuzdı
bu riski önlemek istemiş, hayır ve şerrin semb isimlerin tarihsel kimliklerini değil
de semb( leri değerlerin öncüsü olan kimliklerini öne tır. Hatta Kur’an’a göre,
bunların tarihsel is önemli değildir. Önemli olan, onların ibret y
oynadıkları rol, hayır veya şer adına yaptıklaı İsimler ve cisimler yok olup
gider ama icraat, ide devam eder.
Kur’an, bu ‘devam eden’in altını çizmeyi esi Ve bu
yüzdendir ki, Son Peygamber hariç c re, hiçbir peygamberin tarihsel kişiliğine
ilişki bir bilgimiz yoktur. Hiçbirinin mezarı bile be] Kur’an isteseydi bu
bilgileri de bize kazandı istememiştir. İşin anlamına, idesine, icraat y kat
çekmiştir. Çünkü akıp giden zaman içim kuşaklara boyut kazandıracak olan,
idelerin onlardan ders çıkarılmasıdır. Kur’an bu derse ve bütün anlatımlarında
bu ‘ibret’in üstünde tün beyyinelerde, insanın dikkati bu ‘ibret’e y miştir.
Firavun, işte bu ibret-sembol yanıyla kıyan ölümsüzdür;
asırlardır yaşamaktadır ve ins< gününe kadar da yaşayacaktır. Firavun’un, p
lere kafa tutan kimliğinden söz ederken onun arkadan gelenlere bir ibret olarak
korunduğı yen ayeti (Yunus, 92) şuraya kadar verdiğimi ışığında değerlendirmek
gerekir. Yunus 92, neksel anlayışın turistik iştahlarına malzeme bilgi vermek
peşinde değildir. Amaçlanan, F ‘şerrin sembolü olan kimlik’in aktif
olarak d
• ı j i gerçeğine vurgu yapmaktır.
i 11 avun kelimesi Kur’an’da 74 kez geçmektedir. Ve
bunların tamamına yakını, ‘el-ayetü’l-kübra’ (en büyük mucize) olan asa
ile, yaratıcı isyanı sembolize eden Hz. Musa’nın tebliği
münasebetiyledir. Çünkü Firavun, hem prıçek hem de sembolik kişiliğiyle, geleneğin
dokunulmazlığını egemen kılan şirk dininin temsilcisidir. Ulü- Iıı/m bir
peygamber olan Hz. Musa karşısında, tarihsel Ki iliğiyle, ondan sonraki bütün
zamanlarda ise sembol kr> iliğiyle...
I IRAVUNLUĞUN DEĞİŞMEYEN ZİHNİYET LÜGATİ
I/. Eşraf ve Seçkinlerden Oluşan Yakın Çevre:
l ııavunun hizmetinde çalışanlar, ‘âl’ sözcüğüyle
ifade > ıhlıyor. Râgıb’ın beyanına göre, âl, ‘eşraf ve üstünlerden
oluşan yakın çevre’ demektir, (bk. el-Müfredât) ı ııavun,
şirk dinine dikkat çeken ayetlerde oniki kez kullanılmıştır. (2/49, 50; 3/11;
7/130, 141; 8/52, 54; 28/8; m/ .’8, 45, 46; 54/41) Bunların üçündeki kullanım, de’b
ı »denek, âdet) sözcüğüyle yan yanadır. Bu da gösterir ı ı I ııavun
zihniyet ve saltanatların kodaman takımı, h pişmesine asla izin verilmeyen şirk
geleneklerinin katı h ve sadık koruyucuları olmuşlardır ve olacaklardır.
1 ninninüzde bunlara
‘muhafazakâr’ denmektedir.
Muhafazakârlık, mutlak anlamda alındığında şirktir. 1
mıkh muhafazakârlık, Kur’an’daki hanîf kavramının ı. ıı al ıdır. Hanîf olmayan
muvahhit olamayacağına göre, muhafazakârlık açık bir şirktir.
Mele’: Aynı Görüşte Birleşen, Heybet ve Gösterişle Ürperti
Yaratan Ekip:
Bunlar; görüntüleri, mevkileri, imkânlarıyla heyb<
ürperti yaratan kişilerdir. (Râgıb, el-Milfredât) Be bunların
seçiminde ilim, irfan, ahlak, vukuf gibi, iı yücelten değerlere değil, insan
üzerinde ilüzyonist kılar kuran özelliklere önem verilmiştir. Kur’an’m s nü
ettiği ‘Firavunun büyücüleri’ işte bunlardır. Her rin firavunlarının
yakın destek ve danışmanlık eki hep bu tür insanlardan seçilir. Günümüz
firavunla seçimlerinin de böyle olduğunu yakından görmekte
Burada geçen ‘büyücüler’i kobra yılanı oynatan Hir gileri
türünden birileri sanmayalım. Bunlar etkileri sek kişilerdir; isimleri ve
resimleriyle alımlı kişile Musa’nın asası, yani isyanı, işte bu
‘büyücüleri’ yan ve görüntüyle halkı bastıran kodamanları etkisiz kı tır. Bu
tür ekipleri saf dışı etmenin tek çaresi isya İsyan olmadan kitleleri bu
kodamanların büyüsü koparmak mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Ku kendine özgü
kelam ihtişamıyla bu gerçeği bize ço kili biçimde anlatmaktadır.
Mele’, firavun
zihniyetlere özgü saltanattan bahs ayetlerde dokuz kez geçmektedir. (7/103,
109;
20/46; 28/32, 38; 43/46) Bu tabir, bütün saltanatları mazsa
olmaz kodaman ekibini ifade etmektedir. Bu daha çok danışmanlık hizmeti veren
meddah, yağc laka besleme takımıdır. Üç grup oluştururlar:
1. İş ve para
ağaları: Karun tip,
2. Yandaş
bürokrat: Hâman tip,
3. Kutsallaştırılmış
din adamları: Hâman tip.
I <ıı .m, Ankebût
suresi 39-40. ayetlerde, firavun salta- ıı ıil.ıı inin bu temel
destekçilerinin zulmün sürüp git- .indeki
katkılarını âdeta fotoğraflamıştır. Ankebût d.ı, firavun’un önüne ve arkasına
iki destek kuvvet p ı Iı şt iı itmiştir: Karun ve Hâman. Firavun
bunların or- konmuştur.
Ayetteki ifade aynen şöyledir: ‘Karun, i h avını, Hâman.’ Üçünün ortak
yanı, ‘kendi benliklerini . ıılıııetmeleri’dir. Beyyinenin tamamını okuyalım:
Karun'u, Firavun'u, Hâmân'ı da öyle yaptık. Yemin «fanı,
Musa onlara açık seçik kanıtlarla geldiği halde, m i yüzünde büyüklük
tasladılar. Ama öne geçemezlerdi İler birini kendi günahı ile yakaladık.
Bazılarının udime taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Bir kısmını, ■ ■ korkunç
titreşimli ses yakaladı. Onlardan, yere batırdık hırımız da oldu. Bazılarını
da boğduk. Allah onlara /ıılıncdecek değildi. Fakat onlar kendi benliklerine
zulmediyorlardı.” (Ankebût, 39-40)
Kanın (servet
babaları) ve Hâman (din, kültür ve bü- <■■1.1;isi temsilcileri),
Firavun’un bir tür koruyucu zırhı ■■ ılıı laıııtılmıştır.
Kurıııı ve Hâman kimlerdir ve bunlar neyi sembolize etmekledir?
Bu noktada, ‘Ebu Zer’ adlı
eserimizden kısa im alıntı yapacağız:
SERVET AZGINLIĞININ SEMBOL İSMİ: KARUN
K urun, servetin bir
yıkım aracına dönüşmesini değişik ve- .lirlerle sürekli gündeme getiren
Kur’an’m, ibret tablosu hal inde öne çıkardığı sefil, irfansız ve azgın tiptir.
(Ayrm- ı ıl.ıı için bk. Abdülhalim Mahmud, Ebu Zer, 65-71)
Servetle büyümüş gücünü iktidar olanaklarıyla da b yen
Karun, aynen bugünkü kapitalist kodamanlar kibir ve azmışlığın doruğuna
çıkmıştır. Daha da kö1 Karun, mutluluk ve huzuru bu gücün ürünü sanmak bir
aldanışın da temsilcisi olmuştur. Kur’an, bu hab pin sefillik ve azgınlığını şu
ayetlerle insanlığın idra ulaştırıyor:
“Şu da bir gerçek ki, Karun, Musa kavmindendi. lara karşı
şımarıklık/azgınlık yaptı. Ona öyle haziı vermiştik ki, anahtarlarını taşımak,
dayanışma de kuvvetli bir ekibi bile zorluyordu. Kavmi ona ş demişti: ‘Şımarma,
çünkü Allah, şımaranları sevi Allah'ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu
dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana güzel randığı gibi sen de güzel
davran/Allah'ın sana lül bulunduğu gibi sen de lütufta bulun. Yeryüzünde 1 isteyip
durma, çünkü Allah, fesat peşinde koşaı sevmez."
“O dedi: ‘Bu servet bana, bendeki bir ilim sayı de
verildi.’ Peki, o bilmedi mi ki Allah, önceki nes içinden ondan kuvvetçe daha
zorlu, sayıca daha olanları bile helâk etmiştir. Günahlarının ne old günahkârlardan
sorulmaz.”
“Karun, süsü püsü içinde toplumunun karşısına ( İğreti
hayatı amaçlayanlar şöyle dediler: ‘Ah, Kar verilenin bir benzeri bize de
verilseydi! Gerçekte çok nasipli bir adam!’ Kendilerine ilim verilmiş ola şöyle
demişti: ‘Yazıklar olsun size! İman edip ba hayra yönelik iş yapan kişi için
Allah'ın vereceği k lık daha üstündür. Ama buna, sadece sabredenler
edebilirler.”
"Akşam onun mevkiine/konumuna imrenenler sabah şöyle
diyorlardı: ‘Vay be! Allah, kullarından dilediğine ıı/kı açıp yayıyor,
dilediğine de ölçüyle veriyor/kısıyor. vil.dı bize lütufta bulunmasaydı,
vallahi bizi de hatırmış! ı. Demek ki, gerçeği örten nankörler asla iflah olmuyor."
(Kasas, 76-82)
A/.gın bir servet kodamanı olarak tanıtılan Karun ı I
evrat’ta Korah), Abdülhalim Mahmud’un da ifadeye I. < lyduğu gibi,
Mısır’da yaşamış çok zengin, çok yakışıklı,
■ <>k güçlü ve
çok güzel konuşan bir adamdı. Kur’an, onun Musa’nın milletinden biri olduğunu
bildirmektedir. İslın ı kaynaklarında bazı rivayetler onu, Hz. Musa’nın um a
çocuklarından biri olarak tanıtıyor. Tevrat’a göre, kanın, Hz. Yakub’un
torunlarından biridir. (Tevrat; < ıkış, 6/16, 18, 21; Sayılar, 16/1,
26/9-10, 27/3; Tesniye, 11 /(»; Mezmurlar, 106/16-18)
i cvı at’m verdiği bilgiler, bir başka bakımdan daha çar- ı
■!< nlır: Karun, Hz. Musa ve Hz. Hârun’a karşı çıkarken
■ ınları dine
saygısızlık, sapıklık, dini kendi keyiflerine ııvıIıırmakla suçlamıştır.
Firavunlar kotarmamdaki din-
■ iliğin, dindarları
susturmada kullandığı şeytanî tak- ıikici i öğrenmek bakımından bu da son
derece önemli im noktadır. Kur’an, Karun’un, biriktirdiği servet ve ' mina
aldığı maddesel güçle, kendi toplumuna hizmet yı nnc zulmün temsilcisi olan
Firavun’a uşaklığı tercih
■ 111)'ini bildiriyor
ki, hem kapitalist kodaman takımın ta- ı ıh .cl kimlik kartını hem de
kapitalizmin tarihsel baba- I ıı mı tanımak açısından ölümsüz bir tespittir.
K.ııım, hem mensubu bulunduğu millet olmaları bakımından
hem de açıkça ezilen kitle olmaları yüzünden Ilı mısrail’in yanında yer alması
gerekirken, servet ve imcıınü daha da pekiştirmeyi ideal edinerek, madde gü
cünü elinde bulunduran Firavunların yanında yeı ve nihayet,
Firavun yönetiminin maliye bakanı m ine getirildi. Bu tutum da
kapitalist kodamanların kişilik özelliklerinden biridir. Tam bu noktada, ta en
müstesna örneklerinden biri olarak, zalim Eme Abbasî imparatorluklarının yargı
ve maliye yönet rinin başına getirilmeyi reddeden İmamı Âzam’ı 1
layalım.
Eğer İmamı Azam, içinden geldiği ezilenlerin Mevâlî’nin çektiklerini
göz ardı edip sadece kem düşünse ve servetine servet katıp güçlenmek için
edilen mevkileri kabul etseydi, hiç kuşkusuz, bu i ratorluklarm zulümlerine
âlet olacak ve tarihe ikin Karun olarak geçecekti. Ebu Hanîfe, tevhit imanım
ğıyla bunu gördü ve hayatı pahasına da olsa zulür paratorlarmın tekliflerini
reddederek onların yaı değil, karşısında yer aldı. Ve bu tutumuyla İmamı J
oldu.
Karun, kişilik ve psikolojisinin tüm
yönleriyle ka list kodamanların prototipidir.
Karun, içinden geldiği kitleyi, çevreyi, özellikle yı ve
çaresizleri küçümseyip servetinin verdiği imks yönetime yalakalık için
kullanarak Firavun’un en y larından biri oldu. Kur’an, Firavun melanetine \
yaparken Karun’u onun baş destekçilerinden biri o kayda geçirmektedir.
SÜRÜLEŞMİŞ HALK, KARUN’LA HARUN’U MI YESE
EDEMİYOR
Karun’a ahmakça avukatlık yapan Musa dönemi
i 'iı Karun’a hesap sorma yerine şöyle vahlamyorlardı:
'Ah! Karun’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi!
• m i <ı kten o,
çok nasipli bir adam!” (Kasas, 79)
■ .ır'l 'Ş firavunlar tarafından yallanıp afyonlanmış burn
ink ıı sürüler de, aynen bunu yapıyor. Şunu hiç söyle-
• iniyorlar:
l y Kurunlar! Siz, bu servetlerin size, bilgilerinizin hiı
karşılığı olarak verildiğini söylüyorsunuz. Peki, kaı uıı’la mücadele eden Harun’un
bilgisi Karun’dan ıhılın mı azdı? Demek ki sizin mal ve gücünüz, sizin dehanızın,
emeğinizin ürünü değil, iblisliğinizin, hırsızlı- Miııızuı, Maun ihlalleriyle
gerçekleştirdiğiniz talanlarını /m ürünüdür.”
\l YONLANMIŞ RAİYYE, KİMLERİ NASIL SUÇLUYOR?
i unvanlarım kendi eliyle yaratan sürüleşmiş kitlelerin,
'mi hı yarınlar için kendisini uyaranlara, yardakçısı oldu- i'iı Karunların
hatırı için yönelttiği ‘suçlamalar’ da Tan- n-.nl kelam tarafından bir büyük
mucize halinde önümüze konmuştur. Hz. Lût ve Hz. Nuh kıssalarını,
sevap ılmak için değil, ibret almak için okuyanlar bu gerçeği İnmen
farkederler. Biz bir parçasını verelim. Zalimlere yardakçılık uğruna Tanrı
Elçilerine ‘posta koyan’ yalla- ıııp afyonlanmış yardakçı sürü, Hz. Lût
ve arkadaşlarını suçlarken şu dehşet verici gerekçeyi öne çıkarıyordu. I ıpkı
bugünün yallanıp afyonlanmış raiyyeleri gibi:
"I ât toplumunun, Lût’u ve arkadaşlarını suçlayan cevabı
şunu söylemeleri oldu: ‘Çıkarın şunları kentiniz-
den! Çünkü bunlar, temizlik ve dürüstlükte
ısrarı düren kişilerdir.” (A’raf, 82)
Karunları yaratıp besleyen köle ve yalcı zihniyetin, el
kelam tarafından tespit edilmiş ‘uşaklık psikolojisi’ budur.
Dün öyleydi, bugün de öyledir. Her devirde öyledir, devirde
öyle olmasaydı zamanlar üstü kitapta yer alr dı. Bugün, geri kalmış
coğrafyalardaki yallanıp af lanmış sürülere bir de ‘demokrasi’ boncuğu
dağıtıl] Yallanmış sürü bu boncuğa bakıp ağzından şehvet se lan akıtarak, Allah
ile aldatmanın imansız Kanınla avukatlık yapmasını şöyle gerekçelendiriyor:
“Vay be! Ben neymişim, bak bensiz olmuyormuş, beı masam
demokrasi çökermiş. Ben de, bana verilen bu yenin kadru kıymetini bilip bana
yal çadırları hazırla kömürümü, makarnamı veren efendilerime sadaka
göstermeliyim. Efendilerime ‘posta koymaya kal din-iman bozuculara haddini
bildirmeliyim. Yaşasın mokrasi, yaşasın benim yal çadırları kuran efendileri
Bugünün Karunları; Lût, Nuh, Musa, Hârun devr Karunlarmdan
daha şanslı. Çünkü bugünün Karuı eski Karunlardan çok daha organize, çok daha
teşkil Daha da önemlisi: Bugünün Karunlarmm, kitleyi al mada kullandıkları ‘demokrasi’
adı verilen kancıklı fettanlıkta eşsiz bir yosmaları var! Küresel kapitaliz
süper kodamanları, geri kalmış ülkelerdeki maraba pitalisti hizmetkârlarına bu
yosmayı tepe tepe kul maları için her türlü desteği veriyor.
Maraba kapitalistleri bu yosmayı alabildiğine kull; cak ve
işleri bittiğinde tekmeleyip bir köprü altına
■ 11. Lıı. Yallamp afyonlanmış raiyye bunu bile göremi- mi
Y (isma kullanılarak varılan hedef ele geçirildiğinde, 11. ı. ya 11 anıp
afyonlanmış raiyyeyi tekmelemeye gelecek, i ıı.ıba kapitalizminin sadık
hizmetkârları, işte o gün, ı nyycnin orasına burasına vurdukları tekmelerle, ona
. ■ dildikleri ‘çadır yalları’nı onun ağzından burnundan
■ im çekler.
II \MAN
I l,ımaıı sözcüğü, Eski Mısır’da din adamlarının unvanı
■ ■I inak
kullanılmıştır. Amon-Ra’nın hizmetkârı anla
mında Hâ-Amon’un Arapçalaşmış
şeklidir. Firavun da oğlu’ veya ‘Ra’nın bedenlenmiş hali’ (Yürüyen
P.d) anlamında eski Mısır krallarının unvanı idi. Hâ- m.mlar, Mısır geleneğinde
‘Amon tapınağının rahiple-
■ i' olarak anılırlar.
Mısır havzasında Hz. Yusuf ve Hz. Mır.a dahil, ismi anılan ve anılmayan tüm
peygamberle- ı m, I la inanlara karşı şiddetli bir mücadele içinde olduk- I ıı
ı görülüyor.
Il.ımaıı, hem din gücünü hem de bürokratik bilgi gü-
■ mm icmsil eden bir
tip olarak dikkat çekiyor. Hz. Musa'nın getirdiği dini, Mısır’ın esas dinine
bir saldırı ı >1.11 ak gören Firavun ve kodamanları, çevrelerini saran
Imıokıasiyi de dincilerden seçerek kitle tarafından aşılın ıı çok zor bir güç
oluşturmuşlardır. Kur’an, böylece, i'in ok ı asinin din sınıfından gelen
yandaşlara tesliminin m büyük bir bela olduğunu da bize öğretmiş oluyor.
I İKAVUN-HÂMAN-KARUN ÜÇLÜSÜ NEYİN SEMİH )l II?
ı.m an; Hz. Musa’yı, Firavun (kral, sultan, padişah),
Hâman (yandaş bürokrat ve kutsallaştırılmış din a mı) ve Karun (yandaş ve azgın servet sahibi) üçlüsi
karşı hakikat mücadelesi veren bir Tanrı Elçisi ola göstermektedir.
Kur’an, Firavun ile Hâman ve Karun kuvvetleri a sında
kopmaz bir ilişki, bir kader birliği, bir parale görmektedir. Firavun-Hâman-Karun üçlüsü üç ayc birlikte anılmıştır:
“Karun'u, Firavun'u, Hâmân'ı da öyle yaptık. Yeı olsun,
Musa onlara açık seçik kanıtlarla geldiği ha] yeryüzünde büyüklük tasladılar.
Ama öne geçemezi di. Her birini kendi günahı ile yakaladık.” (Anket 39-40)
“Yemin olsun, Musa'yı da ayetlerimizle ve apaçık kanıtla
göndermiştik. Firavun'a, Hâmân'a ve Kanı göndermiştik de onlar şöyle
demişlerdi: ‘Tam yala bir sihirbazdır bu!” (Mümin,
23-25)
Bürokrasinin, özellikle dinsel bürokrasinin başı ve sc
bolik ismi olan Hâman ise Firavun’la altı ayette yan y; anılmıştır. Yani
Firavunlara verilen üç büyük paralel lüm desteğinin en çok iş göreni Hâman
desteğidir:
“Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara ğışta
bulunalım, onları önderler yapalım, onları mir çılar haline getirelim. Ve
yeryüzünde onlara imkân kudret verelim. Firavun'a, Hâman'a ve onların ordı rina
da korkmakta oldukları şeyleri gösterelim.” (] sas, 5-6)
“Gerçek olan şu ki, Firavun, Hâman ve bunların or lan
yanlış yoldaydılar.” (Kasas, 8)
‘‘Firavun dedi: ‘Ey seçkinler topluluğu! Ben sizin için
brııden başka bir Tanrı tanımıyorum. Ey Hâmân! Benim için çamurun üzerinde
ocağı yakıp bana bir kule vı»p ki, Musa'nın Tanrı'sına ulaşayım. Aslında ben
onun vıılmıcılardan olduğunu sanıyorum." (Kasas, 38)
İlginç noktalardan biri de Firavun’un, sadece Hâman’la
mıılınasına karşın sadece Karun’la amlmamasıdır. Bu
■ Iı inektir ki,
Firavun güç, Hâman gücü olmadan sadece Kanın gücüyle egemen olamaz. Firavun
sadece Hâman güçlerle egemen olabilirken sadece Karun güçlerle egemen
olamamaktadır.
Km an bize gösteriyor ki, firavun saltanatlarının eğemi n
olduğu topraklarda en büyük ödül, firavunların vakiin olmaya hak kazanmaktır.
Firavun yalakalarının, İmi kazanım için yapmayacakları şey yoktur. Bu yalakamı ı.
özellikle hakikat ve ışık öncülerine kötülük etmeyi ir meI ödül sebebi
bilmektedirler. Kur’an, bütün bu in-
■ hklcre, kendine özgü kelam harikasıyla, iki cümlede
ıçikhk getirmiştir:
’ büyücüler geldiklerinde, Firavun'a dediler ki, ‘Eğer ■•I/
galip gelirsek bize gerçekten ödül var, değil mi?’ i id, dedi, siz o zaman
benim yakınlarımdan olacaksınız." (Şuara,
41-42)
iic'b: Değiştirilmesine İzin Verilmeyen Adetler:
i 'i l», sürekli aynı tutulan, değiştirilmeyen âdet-gelenek
■ Iı inektir. (Râgıb, el-Müfredât)
Bu de’b tutkusu yani ımıhıdazakârlık, firavun saltanatların
öncekilerinde de
• ıı idi. Kur’an, firavun zihniyet ve zulmüne dikkat çe- n
' yetlerin üçünde bu de’b sözcüğünü kullanmıştır.
(Âli İmran, 11; Enfâl, 52, 54) Âli İmran 10-11 biz
teriyor ki, bu de’bin en esaslı karakteri ‘mal ve e şımarıp azmak’tır. Onun
içindir ki, firavun saltan! nın öncüleri ve beslemeleri, servetin yarattığı güt
kunulmasına asla izin vermezler. Çünkü bu onlarır olur. Ama bir son mutlaka ve
muhakkak gelecekt son, Firavun ve benzeri kodamanların ‘ateş yakıt rak
cehennemi boylamalarıdır. Yakın çöküş ihtim vardır. Bu ihtimal, inkılap (Kur’an
bu kelimeyi kullanıyor) yani devrimdir. Evrensel-genel bir kur; rak şöyle
deniyor:
“Zulmedenler, hangi devrime uğrayıp baş aşağı çeklerini
yakında bilecekler.” (Şuara, 227)
Demek ki, Firavun saltanatlarının hegemonyasını menin
Kur’ansal yolu şu iki aşamadan geçer:
1. İsyan,
2. Devrim.
Birincisini öncüler, liderler (asa sahibi Musalar,
sahibi İbrahimler) yapar. İkincisi ise büyük kitle: yamları gerektirir. Ama
şöyle veya böyle, hiçbir tıcı devrim, isyan ve ihtilalsiz olmamıştır, olanu isyan
ve ihtilal, eskilerde kanh oluyordu, şimdiler demokratik seçimlerle pekâla
olabilir. Elverir ki, k rin bilgi ve bilinç düzeyleri gereken yere yükseltile
Bu bilinç yükseltme işini aydınlar yapar ve bilinç kitleler demokratik devrimi
gerçekleştirerek zul başından uzaklaştırırlar.
Zulüm:
Firavun saltanatları, birer zulümler ve zalimler salı
■ in Kıı r’an burada, ilginç bir yaklaşımla, hem Firavun'u
i" m de onun toplumunu ‘zalimler’ olarak anmaktadır:
Knhbiııin Musa'ya, ‘Zalimler topluluğuna git. Fira-
< ıııı ıın toplumuna
git! Hâlâ sakınmayacaklar mı?’ diye ■<ilenişini hatırla.” (Şuara, 10-11)
ı ıı iv un ve besleme çevresi elbette zalimlerdir; ama bü-
Hin İm kavim nasıl ‘zalimler’ oluyor? Oluyorlar, çünkü inli ilimler, saltanatlarını
sürdürmek için zulüm ya- ı nıkı iı, onlara itaat eden kitle de zulme rıza
göstere-
■ ı / ilim sıfatına
müstahak hale geliyor. Unutmayalım, t nhı ııl suresi 54-56, firavunları
yaratanların onlara itaat
• l< ııh r olduğunu hükme bağlamıştır. Bu konunun ay-
■ hm ıl:n ı için bizim, ‘Kur’an’ın Yarattığı Devrimler’
adlı ki- ı ıl'imız okunmalıdır.
i’h ıılianatlar
öncelikle uyarıcı ve aydınlatıcıları zulüm- I' ııi'.ı m mayı esas alırlar:
ı »nlııı ııı ardından Musa'yı,
ayetlerimizle Firavun’a ve
I. < ulu um ularına gönderdik de ayetlerimiz
karşısında <ıılııu- saptılar. Bir bak, nasıl olmuştur bozguncuların •»»m!" (A’raf, 103)
I Iı avını dedi: ‘Biz onların oğullarını öldürüp kadınla-
ııııı ıhı i bırakacağız/kadınlarmın rahimlerini yoklayıp
< »«uk
ıılacağız/kadınlarına utanç duyulacak şeyler yarn» up.ız. Üzerlerine sürekli
kahır yağdıracağız." (A’raf, ı ' /l
i h-iv mı saltanatları, bastırılan kitlelere ‘azapların en a jhııü, en
korkuncu’nu reva görmektedir, (bk. 2/49; ı
11 14/6)
ÖZ
Tuğyan:
Firavun saltanatlarının belirgin özelliklerinden bi tuğyan
veya tâğutluktur:
“Firavun’a gidin, çünkü o tâğutlaştı." (Tâha, 24 Nâziât, 17)
Bu kavramın ayrıntıları bu eserin Fecir suresi fas
verilmiştir.
Korku:
Firavun saltanatlarının bastırma araçları ve temel! lan
arasında korku önemli bir yer tutmaktadır:
“Firavun ve kodamanlarının kendilerine kötülük <
lerinden korktukları için, kavmi arasından bir ger sil dışında hiç kimse
Musa'ya inanmadı.” (Yunus,
Kur’an bu ayetiyle, zulme karşı verilen mücade gençliğin
olmazsa olmaz yerine de dolaylı bir vurgu maktadır.
Hile, Tuzak, Desise:
Firavun saltanatların kullandıkları silahlardan biri ı
datma, hile, desise ve namertliktir. Kur’an, bunu 4 ve ‘mekr’ sözcükleriyle
ifadeye koymaktadır. Tâl ve 64’de keyd, Ğâfir 45’de mekr kelimesi
kullanıln Zulüm ve tagallüp saltanatları asla dürüst olmazlar rüşt olmaya karar
verseler saltanatları biter. Onuı sürekli hile ve namertlik tezgâhlarlar.
Kur’an bunu.
• hue has kelam
ihtişamıyla, Firavun’un bir karakteristiği
■ •I.ii ak ifadeye
koymaktadır:
'»unun üzerine, Firavun oradan ayrıldı,
tüm hile ve luıı nazlığını topladı, sonra geldi.” (Tâha,
60)
i ıı.ıvun yalakaları, sahip oldukları her şeyin ellerinden
11, lı-bileceğini hissettikleri bir yerde çılgına dönmüşeesi- II' şöyle
diyorlar:
"İnlerini aralarında tartıştılar, fısıltıyı
koyulaştırdılar.
i inliler: ‘Şu Musa ile Harun, iki büyücüden başka bir y
değiller. Büyüleriyle sizi toprağınızdan çıkarmak ve
■ i/in örnek yolunuzu
silip yok etmek istiyorlar. Hünerli ılnizi/hilelerinizi hemen birleştirin;
sonra saf bağlamı* ııbırak gelin! Bugün, üstün gelen kurtulmuş olacakın '(Tâha, 62-64)
' ııkuştin eşiğine gelmiş totaliter-müşrik bir zorbalığın
■ •Ium çığlıkları ancak
bu kadar güzel ifade edilebilir.
KhiI
Yani Onun Bunun Haklarından Zalimce Savurganlık:
1 ıı di mı
saltanatlar, haklarını gasp ettikleri kitlelerin
• hn i( i lerinden
oluşan servetleri, kendi saltanatlarını
ı ıı» vrdendirmek için
sınırsızca ve zalimce harcarlar, ummııkii dünyada Maun sarayları, o sarayların
akıl al- ı.ıkamlarla karşılanan harcamaları, firavunun
aile-
• v. v ı la kalan
için düzenlenen seyahatlerde kullanılan ı ııl-ıç uçak hep aldatılmış raiyyenin
alın terinden kar-
• I'ılımaktadır ki
Kur’an bunlara ‘zulüm harcamaları’
I munda israf diyor. Zaten israfın kelime anlamı da ııltinı
demektir. (İsraf denen zalim illetin nasıl bir bela
olduğunu anlamak için bizim ‘Küresel Âfetler’ adi
rimizin okunmasını öneririz.)
“Firavun, o toprakta gerçekten çok üstündü ve ge ten onun
bunun malından savurganlık yapan taı gınlardan biriydi.” (Yunus, 83)
İslam tarihinde bunun tipik mümessilleri Emevîlı özellikle Muaviye
bin Ebu Süfyan. Ümmetin eme nin ürünü olan mal ve parayı, ümmeti zulüm ve s
lık altında inletmek için sınırsızca dağıtmıştır. H; ve Ehlibeyt imamlarının,
Emevî despotizmi karşı mukavemetsiz kaldıkları tek ‘silah’, ümmetin malı
sınırsızca dağıtılan bu ulûfelerdir.
Firavun saltanatlarına karşı çıkışın en büyük öndeı Musa,
zalimlerin sahip bulunduğu bu malî imkâ zünden Allah’a şikâyette bulunmaktadır.
Çünkü z saltanatını mağlup etmenin önündeki en büyük c işte bu, fütursuzca
harcanabilen para ve kullanıla imkânlardır. Ölümsüz gerçek, ulülazm
peygambe Musa’nın dilinden şu şekilde yakınmaya dönüşı müştür:
“Musa şöyle dedi: ‘Rabbimiz! Sen, Firavun ve 1 inanlarına
şu iğreti hayatta debdebe verdin, n verdin. Rabbimiz! Senin yolundan
saptırsınlar mi? Rabbimiz! Onların mallarını sil süpür, kalp şiddetle sık ki,
acıklı azabı görünceye kadar ina smlar!" (Yunus, 88)
Fırkalara Bölme:
Firavun saltanatlarının egemenliği sürdürme araç
OD
llXHWrl
oouvjıvı
km biri de karşılarına dikilme ihtimali bulunan kitleyi, ■
Mili oyunlarla muhtelif fırkalara bölmek, başka bir de- r.lc (oplumu
fırkalaştırıp bölük pörçük hale getirmek- iıı Çünkü fırkalaştırılan halk sürüye
dönüşür. Öyle bir mu ki, kendi kendini yiyip tüketir. Zalim yönetimler, i- • ı
ıı I i lerine zarar verecek etkinlikte bir gücün vücut bul- "i.ı un bu
sayede önlemektedirler. Kur’an bu noktaya h ınka bir dokunuşla ışık tutarken,
aynı zamanda, fira- ıııı nelerin ‘üstünlük ve başarı’ sebeplerinden
birini
■ I» aydınlatıyor:
< « ı çek şu: Firavun o yerde egemenlik kurmuş ve ora im
İlanı fırkalara ayırmıştı. Onlardan bir topluluğu hm lııyıp eziyordu. O,
gerçekten fesadı yayanlardandı.” ı
I.ırı.'is, 4)
ı 'ık kal edilirse, Firavun üstünlüğü, kitlenin fırkalara
bölünmesinin bir uzantısı olarak verilmektedir.
Ihı.^ıınculuk ve Fitne İle İtham:
"inim firavun saltanatları, aydınlık ve gerçeğin
temsilci- 1 ı mı bozgunculuk ve fitne çıkarmak’, toplumu karmanı a mu nklemekle itham
ederek etkisiz kılarlar. Çağdaş ı*i'iıunlar lügatinde bunun adı ‘darbe
yapmak’ olarak
Ink milistir. Firavun zorbalar bu noktada zıvanadan • I* m ne çıkarlar ki,
neredeyse kundaktaki bebelerin ağ- 1 mı ıkıııııı bile kendilerine
karşı darbeye teşebbüs ola-
'I mi' İriler. Bu, şeytanî tezgâh, Hz. Musa karşısındaki
M ikil İn. ıv unlarından, Hz. Hüseyin karşısındaki Emevî
■ Iı udinin Yezid’e, günümüzün adı konmamış bir yığın 111 ■• m 111 n;
ı k adar hep böyle işletilmiştir:
liiiiıtın kavminin kodamanları dediler: ‘Musa'yı ve
toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilah terk
etsinler diye mi bırakıyorsun?’ Dedi: ‘Biz oı oğullarını öldürüp kadınlarını
diri bırakacağız/k larının rahimlerini yoklayıp çocuk alacağız/kadı na utanç
duyulacak şeyler yapacağız. Üzerlerine si kahır
yağdıracağız." (A’raf, 127)
“Firavun dedi ki, ‘Bırakın beni, şu Musa'yı öldü de Rabbine
yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değişi sinden yahut yeryüzünde fesat
çıkarmasından kor rum." (Mümin, 26)
Geleneksel anlayış, özellikle Emevîci zihniyet, Fira (veya
firavunları) dinsizliğin temsilcileri olarak c lendirmiş, öyle tanıtmıştır. Bu
tanıtım esas alındı firavun ruhlu veya firavuncu olmamak için dine gamberlere
inanmak yeterlidir.
Acaba Kur’an’m söylediği, anlatmak istediği bu m Hayır, bu değildir.
Bir defa Firavun, dinsiz değildir. Musa’nın onunla da
dinsizlik yüzünden değildir. Tanrısal vahiy, o Kur’an, hiç kimsenin
dini-imanıyla kavga etmez; bir önerisi yoktur. Kavga, zulme karşıdır. Eğer ötel
lerden olanlar sizin dininize, imanınıza musallat ol sa onlarla savaşırsınız;
çünkü böyle bir tasallut z dür. Bu tasallut yoksa onlarla iyi geçinmeniz ge
İlke, ölümsüz bir beyyineyle şöyle konmuştur:
“Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış 5
yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik etm
mı hi ra adaletli davranmaktan men etmez. Allah, adaleli
ayakta tutanları sever. Allah sizi; ancak din hakkında ilinle savaşan, sizi
yurtlarınızdan çıkaran, çıkarılmamın yardım eden kimselerle dost
olmaktan/onları işle- ılııiziıı başına geçirmekten yasaklar. Onları dost/yöne-
ıı| i edinenler, zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine, H *>)
it'lt Düşman Zulümdür:
Zalimlerden başkasına düşmanlık
yapılmayacaktır.” ı ltıkara, 193)
ı m an’in şirkle kavgası, şirkin din olması yüzünden deri
I zulüm oluşu yüzündendir. Çünkü “Şirk büyük bir ıılüıııdür.” (Lukman,
13) O halde, Firavunla (ve fira- ıınl.ırla) mücadeleyi değerlendirirken, evvel
emirde kakılacak olan, bu zulüm olgusudur. Kur’an, bu ince inıklava, muhteşem
bir vurgu yaparak hem bu gerçeği ilermiş hem de zulüm saltanatlarının
kendilerinde h ıngi lahrip edici güçleri vehmettiklerine dikkat çek- ınl^liı.
Dehşet verici olgu şudur: Firavun, Musa’ya inan- ııtuk için kendisinden
izin alınması gerektiği kanısındaki ı Musa’nın söyledikleri değil, Firavun’un
ona inanma Km vci ip vermemesi önemlidir. Şöyle diyor:
' 111 ıı v ıı n dedi: ‘Demek ben size izin
vermeden ona inan- dtsu ha!” (A’raf, 123)
ıı reji m ve sistemin totaliter yapısını bundan daha mü-
ırınıcl gösteren bir beyyine bulunamaz. Bu, beyyine. Iıılıılhıırizmin
tanımı’ gibidir: Yaratıcıya iman dahil, • I ı ■ »nuda ve her şey için
saltanat gücünden izin almak, i al un bunları değerlendirdiğimizde, Kur’an
adına şunu
söylememiz gerekir: Teolojik açıdan eksiği ama zulme
bulaşan bir dinci zihniyetle de mü rekir. Maun suresi bize gösteriyor ki,
böyle bi: namazlı-niyazh olduğu halde melun ve zalim o onunla buna göre
mücadele gerekir. Çünkü, zihniyet, din-iman, namaz-niyaz perdesi altmd luk yani
zulüm sergilemektedir.
Firavun’un, dinsiz olması şöyle dursun, kararlı] çıktığı
bir dini vardır ve o dinen yaşaması için etmektedir. Dahası var: Firavun, halkı
doğru nin kendisi olduğu inancındadır. Şöyle diyordı
“Ben size kendi fikrimden başkasını gösteı ben, sizi,
aydınlık/doğruluk yolundan başkas lavuzlamam." (Mümin, 29)
Firavun’un Musa ve Hârun’a açtığı savaşın geı olojik
ayrılık değildir, Mısır nehirleri, toprakla ve paradır. Musa, “Mülk
Allah’ındır, sen ond< lik kuramazsın!” diyor. Firavun ise “Bu nehirle raklar
benim!” diyor. İşte işin kilitlendiği yer Amaç, sahip olunanları elden
kaçırmamaktır, ya ve elde bulunanları, özellikle saltanatı ka için sergilenen
şu çırpınışa bakın:
“İşlerini aralarında tartıştılar, fısıltıyı koyul: Dediler:
‘Şunlar, iki büyücüden başka bir şe Büyüleriyle sizi toprağınızdan çıkarmak ve si yolunuzu silip yok etmek istiyorlar. Hüneri
lelerinizi hemen birleştirin; sonra saf bağlan gelin! Bugün, üstün gelen
kurtulmuş olacaktı 62-64)
Bu müşrik kaygı, Kur’an vahyine karşı savaş;
ıık oligarşisinde de aynen vardı. O oligarşinin kopar- lıgı
vaveyla, Firavun yandaşlarının kopardığı vaveylayla h< men hemen aynıdır:
**ıı<l! Zikir/öğüt/uyarı dolu Kur'an'a yemin olsun ki,
iş İliç de onların sandığı gibi değil! Gerçeği örten o nankörler bir gurur,
ayrılık ve bütünden kopuş içindedirler. • '-ihırdan önce nice nesilleri helâk
ettik biz, bağrıştılar »ulur, fakat kurtuluş yoktu; geçmişti zaman. Kendi içle-
■ İnden kendilerine bir
uyarıcı geldi diye şaşıp kaldılar. Vt şöyle dedi bu nankörler: ‘Bu adam
yalanlar düzen ■>lı büyücü. İlahları bir tek tanrıya mı indirgemiş?! Bu,
ıtri çekten hayret edilecek bir şey!’ İçlerinden kodaman •dr grup öne çıktı:
‘Haydi, yürüyün! İlahlarınıza sahip < ıkınada kararlı davranın! Gerçek şu
ki, istenip bekle- ıırıı şey budur. Öteki millette işitmedik böyle bir şey. Ihı
bir uydurmadan başka şey değildir. Öğüt ve uyarı, ı-.ımizden ona mı
indirildi?!" (Sâd, 1-8)
ı it avun yalakalarının feryatlarıyla, Mekke şirk oligar-
ı-min feryadını veren ayetlerde omurga kelime ve ta- ıMilcr aynıdır: Büyücü,
yalancı, ilahlara karşı çıkmak, mrlc’, ‘daha önce böyle bir şey görmedik’, ‘o
da kim ki ı un ı ona vahiy göndersin!’
ı inıvun dinlerinin ortak-belirgin niteliği, şirktir. Yani 11m ılık güç ve yetkilerinin birtakım yedek tanrılar
aramda bölüştürülmesi. Bizzat Firavun bu tanrılardan bi-
■ ı<in ve ona göre, ‘en
yüce Tanrı’ kendisidir.
Tiravun dedi: ‘Ey seçkinler topluluğu! Ben sizin için imıden
başka bir Tanrı tanımıyorum. Ey Hâmân! Benim için çamurun üzerinde ocağı yakıp
bana bir kule . ap ki, Musa'nın Tanrısına ulaşayım. Aslında ben onun
vııluncılardan olduğunu sanıyorum." (Kasas,
38)
Şirk dinine mensup Firavun, bu dinin ilahlarında olduğunu
söylerken, mala mülke, saltanata dayaı du. Ve bunlara sahip olmayan Musa’yı
küçümsüy Firavun’a göre, Tanrı, böyle zavallı, yoksul birini dişine temsilci
seçmez. Mekke şirk oligarşisi d< Muhammed’in peygamber olmadığını iddia edı
benzeri gerekçelere dayanıyordu. Kur’an, şirkin 1 büyük zulmünü şöyle deşifre
ediyor:
“Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: ‘E; lumum!
Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi şu nehirler benim altımdan akıyor.
Görmüyor r nuz? Yoksa ben şu zavallı, şu meramını anlataı cak adamdan hayırlı
değil miyim? Ona altın bile: atılmalı, yanında-hizmetinde melekler bulunmalı
miydi?" (Zühruf, 51-53)
Mısır’ın mülk ve yönetimini kendisinin malı bilen vunla,
imparatorluğun topraklarını kendi mülkü, mâlik-i şahanesi’ bilen filan
kralın veya falan padi: marka ve kıyafetten başka ne gibi farkları olabilir?
Şirk dininin ikinci temel özelliği, bir zorbalık dini ı
sidir. Bu dininin egemen olduğu yerde ezenler v lenler vardır.
Köleler-efendiler, ezilenler-ezenler, kiler-üstttekiler vardır.
Üçüncü özellik, paranın ve madde gücünün üstünlı çüsü
olmasıdır. Bütün peygamberler gibi, Musa ve f peygamberlerin, o arada Hz.
Muhammed’in mücaı işte bu zihniyete karşıdır; bir teolojik dalaş değildi: saki
geleneksel Müslüman dincilik, bu kavgayı b: olojik dalaş’ olarak
tanıtır. Böyle tanıttığı için de t rekât namaz, her mahallede bir iki cami
görüldü^ kavga biter. Ezilen ezildiğiyle, sömürülen sömüı ğüyle, zalim
zalimliğiyle, mazlum mazlumluğuyla k
“İnsan, inançsız yaşayamaz. Önemli olan soru, bu inancın
liderlere, başarıya, makinelere duyulacak bir inanç mı yoksa kendi üretici
etkinliğimize yaşantımız üstünde temellenen aklî bir inanç mı olacağı
sorusudur.”
Erich Fromm
11 onun, şöyle devam
ediyor:
'Güce duyulan hiçbir aklî inanç yoktur; güce boyun <
pim* ya da bu güce sahip olanların onu koruma istekleri mıdır. Güç, insanların
çoğuna tüm şeylerin en gerçeği ■•İni nk göründüğü halde, insanlık tarihi onun
tüm insanili başarılar içinde en geçicisi olduğunu kanıtlamıştır. Iiihiiç ve gücün
karşılıklı olarak birbirlerini dışlamala- 11 gerçeği yüzünden,
başlangıçta aklî inanç üstüne ku- • olmuş olan tüm dinler ve siyasal sistemler
yozlaşırlar. I prı güce dayanıyorlar ya da giderek kendilerini onunla
■■»■Ahışık tutuyorlarsa en sonunda sahip oldukları kuvveti villrirler.” (Fromm, Kendini Savunan İnsan, 202-204)
l»l \ RİM YARATAN SORU: FİRAVUNLARI KİM ı Kİ i ri?
m’a göre, Firavunları üretenler, zalimlere uşaklık
edenlerdir.
İslam tarihinde zulme isyanın öncü isimlerinden olan İmamı
Âzam, Müslüman ümmetin firavun yar; zihniyeti sona erdirmesini, İslam
imanının temel i olarak görmektedir. Bu imanı hayata geçirecek dir yoksa hiçbir
ibadet anlam taşımayacaktır.
Hiçbir zalim, kendisine kitlenin dolaylı desteği ölme
yaşayamaz. Hele, din, zulme uşaklık aracı yapıln firavunların bir biçimde ve
değişik adlar altında zı etmesi kaçınılmazdır.
Kur’an’dan öğrenmiş bulunuyoruz ki, mazlum biL miz birçok
halk aslında pasif zalim oldukları için e horlanmıştır ve horlanmaktadır. Mazlum,
gerçek i lumsa zalimin uzun süre egemen olması söz konusı ğildir. Zulüm,
din veya dinsizlik adı altında uzun devam ediyorsa bunun sebebi, zalimlere
uşaklığı hı sanan bir halkın, en azından bir satılmışlar ekibinin lığıdır. Bu
ekip, ‘pasif zalimler ekibi’dir. Pasif zalir zulme başkaldırması
gerekirken, küçük çıkarlar gizli imansızlıklar yüzünden zalimlere karşı sessiz
kı böylece onlara dolaylı destek veren kişi veya toplu rın sıfatıdır. Kur’an’m
bu noktadaki tezi şudur:
Aktif zalimlerin birçoğunu, pasif
zalimler, yani zı bir biçimde uşaklık edenler yaratmıştır.
Kur’an’m bu anlamda devrim yaratan tespiti Zühru 56.
ayetlerde verilmiştir.
Şimdi, Zühruf 54-56. ayetlerin mesajını açık şekildi taya
koyalım. Firavunları yaratan halkların uşaklık
i "İnjilerini deşifre edip bu psikolojinin Allah’ı
nasıl öf- ı ■ lcildirdiğini, pasif zalimlerden intikam alma kararma ıı.ısıl
vardırdığını ifade eden bu ayetler, emperyalizmin lı.ıpishanesine dönüştürülmüş
mabetlere (ibadethanele- ıı ) hapsolmayı din sanan bir kitlenin Allah
tarafından Mlalı’ın düşmanı gibi algılandığını göstermektedir. Demi k ki,
mabede, mescide müdavim olmak Allah katında liri şey demek değildir. Bunun
içindir ki Kur’an, iki tür ıı.11nazdan söz etmektedir:
ı İnsanı Allah’a yaklaştıran, rahmet vesilesi namaz,
• İnsanı Allah’ın düşmanı haline getiren lanet vesilesi
onmaz. (Maun, 4-7)
I m’an’a saygımız varsa bu namazların ikisini de gün- ■I' m
yapmalıyız. Birini sakladığımızda biz de Kur’an’m Imeline çarpılırız. Çünkü bu
iki namazın birini sakladığı ı ırzda namazın gerçek anlamını kavramamız mümkün
"iımıktan çıkar.
/1111 RUF SURESİ’NİN YAKTIĞI MEŞALE
1 'm e ayetleri
okuyalım:
İlle, Firavun, toplumunu böyle küçümseyip horladı da
fiilin- da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış iıiı toplum idiler.
Onlar bizi bu şekilde öfkelendirince, iıi r de onlardan öç aldık; hepsini suya
gömüverdik. Onlun, sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.” Un ayetleri, tefsir kurallarını (semantik ve hermenötik
dikleri) dikkate
alarak değerlendirdiğimizde şu ger-
■ kIcrin altını çizmemiz gerekiyor:
i f irııvunlann horlayıp ezmesi ile toplumun ona itaati
arasında bağlantı vardır. O itaat olmasaydı bu horla ezme
de olmayacaktı.
2. Firavunun horlayıp ezmesine isyan yerine
itaatle k şılık verilmesi Allah’ı öfkelendirmiş, bunu yapan kil den intikam
alma kararma vardırmıştır.
Firavunları yaratanların bu ruh yapıları ve kişilikleri5
nus suresi 83’te de anlatılmıştır:
“Firavun ve kodamanlarının kendilerine kötülük eti terinden
korktukları için, kavmi arasından bir geni grubu dışında hiç kimse Musa’ya
inanmadı. Çünkü ravun, o toprakta gerçekten çok üstündü ve gerçek sınır tanımaz
azgınlardan biriydi.”
Anlaşılan o ki, Kur’an, bir kitlenin içinden birileri
limlerle işbirliği yapmadıkça o kitlenin zulüm ve istik yenik düşmeyeceği
kanısındadır. Yukarıki ayet ayrı despot zalimlere karşı çıkmada gençliğin daima
öı gittiğini de dolaylı bir ifadeyle vermiştir. Kur’an, Züh 54. ayette
kullandığı kelimeyi kullanarak kendisini t liğ eden Peygamber’e şu emri
vermektedir:
“Gerçeği hakkıyla göremiyor olanlar seni asla küçii
semesin/ezip horlamasın!” (Rum, 60)
Bugün için mesele gelip gelip şurada düğümlenij Hz.
Muhammed, özgürlüklerin ve esaret tanımamar sembolü müdür yoksa daha çok namaz
kılmanın, d: görkemli sarık sarmanın sembolü mü? Kur’an, biri şıkkı
onaylıyor. Hz. Muhammed bu şıkka göre yaşadı onu miras bıraktı. Emevî, bu
mirası yozlaştırıp ‘özg lüklerin Peygamberi’ni ‘daha çok namaz kılmanın, d:
görkemli Arap sarığı sarmanın sembolü’ haline getir
Hu saptırma ve yozlaştırmaya ilk büyük isyan İmamı Azam
Ebu Hanîfe’den geldi. Arap fistanı ile Arap sal- ı.ıHatlarını
dinleştirenler İmamı Âzam’ı ‘namazsız ve isyancı bir din’ kurmakla
suçladılar. İmamı Âzam, Hz. I’cygamber’i özgürlüklerin ve esaret tanımamanın
sembolü olarak öne çıkarmanın faturasını başıyla ödedi. Ve Büyük İmam’ın
ardından İslam tarihi asırlarca Emevî
111 niyetiyle yürüdü. Ne yazık ki, hâlâ da o
zihniyetle yüzmektedir.
Ahzâb 57. ayete göre, “Allah’a ve Peygamber’e eziyet
«■ilenler lanetlenmişlerdir.” Peygamber’e eziyeti anlamakta zorluk
çekilmez ama “Allah’a eziyet nasıl olur?” ille sorulmaktadır. Zühruf 55. ayet
bu sorunun cevabını getiriyor. Orada Cenabı Hak tarafından kullanılan asefûnâ’
kelimesi ‘bizi üzdüler, öfkelendirdiler’ anlamındadır. Demek ki,
zulüm karşısında pasif kalarak zalimlere dolaylı destek vermek, Allah’a eziyet
etmektir. \llah bundan öylesine rahatsız olmaktadır ki bunu bir mi ikam sebebi
sayıyor.
/.alimlere itaat, Allah’ı öfkelendiren tek kötülüktür. I lûd suresi 59. ayet bunu, ‘inatçı zorbaların emrine uymak’
şeklinde tanımlıyor.
I I KEN BARBARLAR-EDİLGEN BARBARLAR
i lken barbarlar olan firavunları edilgen barbarlar ulan
itaatkâr-uşak kitle yaratmaktadır. Bu Kur’ansal tespite, en iyi değinenlerden
biri de Erich Fromm’dur.
Bugünkü uygarlık ancak bir ‘kitle insanı’ yaratabilir:
Seçme yeteneği olmayan, içinden gelen ve kendisinin «önlendirdiği etkinliklerde
bulunmayan; olsa olsa sa- Im lı, yumuşak başlı, tekdüze iş görmeye nerdeyse
acı-
naşı bir biçimde alıştırılmış seçmeleri azaldıkça sor
suzluğu da artan birisi: Sonunda yalnızca koşullu kileriyle yönetilen bir
yaratık, modern iş kuruluşla bağlı reklam ajansları ve satış örgütlerinin,
totality da yarı totaliter hükümetlerin propaganda ve planl bürolarının
istediği ideal tip. Bu tür yaratıklar içi güzel övgü sözü şudur: ‘Sorun
çıkarmıyorlar.’ Bu y tıkların en yüce erdemi de şudur: ‘Hiçbir şeye karşı
iniyorlar.’ Önünde sonunda böyle bir toplum, yaln iki grup insan yaratacaktır:
Koşullayanlar ve koşı nanlar; edilgen barbarlarla etken barbarlar.” (Fro Sağlıklı Toplum, 207)
FİRAVUNÎ TOPLUMLARDA
SADOMAZOŞİST ÇARK
I iravunların temel özelliklerinin ikisine, firavun adının i'.cçtiği
ilk sure olan Fecir 10-13. ayetlerde değinilmişin': Tuğyan (kudurganlık)
ve fesat (bozgun, bölücülük) Bıı özelliklerin ayrıntıları eserimizin
üçüncü bölümünün Fecir suresi faslında verilecektir.
I iravunların belirgin özelliklerinden üçüncüsü olan fırını
laştırma yani toplumu ayrıştırıp gruplara bölme kolu lüğü ise Kasas
suresinde gündem yapılmıştır ki onun ayrıntılarını da üçüncü bölümün Kasas
suresi faslında i'.ıireceğiz.
Bütün firavun benlikler raiyye kitleler ister. Çünkü fi-
ıııvun benlik sadisttir; sadist benliğin tatmini için mazoşist benlikler
lazımdır. Yani raiyye-fîravun, firavun- nıiyye çarkı sadomazoşist bir çarktır.
Sadece mazoşistler sadistlere muhtaç değildir, sadistler de mazoşistlere
muhtaçtır. Bu ikisi daima birbirine bağımlıdır. Sadistli) avun benlik,
yönettiği kitlenin iki şey olmasını asla islemez:
I. Tümden yok olmak,
L Şuurlu-özgür karşı
çıkış sergileyebilen benlik olmak.
Raiyye benlikler, sadist-firavun güdücülerce sevilir, acımı.
korunur. Krallık-padişahlık sistemlerindeki sözde
‘halk sevgisi’ böyle bir sevgidir. Muhtaç-sürüngenlı
duyulan bir tatmin hissidir ki bu, firavun-sadistler c ‘halka şefkat’ yaftası
yapıştırırlar. Peki, bu şefkat nec o halkın özgür iradesini kullanan yaratıcı
bireyler oln sim mümkün kılmıyor?” diye sorulmamıştır.
“Sadist kişi, açıkça egemen olduğu kişileri ‘sever’, kişi
karısı, çocuğu, asistanı, bir garson, sokaktaki dilenci olabilir, her durumda
egemenlik nesnesine k şı duyulan bir ‘sevgi’ ve hatta minnet vardır. Sadist k
karşısındakini çok sevdiği için hayatına egemen olm istediğini düşünebilir.
Aslında, onu, ona egemen oldu için ‘sever.’ Egemenlik kurduğu kişiyi maddi
şeyleı övgülerle, sevgi kanıtlarıyla, zeka görüntüleriyle ya ilgi göstererek
kandırabilir. Ona her şeyi verebilir, şey dışında: Özgür ve bağımsız olma
hakkı.” (Froır Özgürlük Korkusu,
130)
Simbiyotik İlişki:
Sadist benlikle mazoşist benlik arasındaki bu ilişk
psikolojide (biyolojiden alınan bir tabirle) simbiyo ilişki (Fransızca ve
İngilizce’de telaffuz farkıyla a sözcük) denmektedir.
Simbiyotik ilişki, birbirine zıt iki yapı veya karakter a
sındaki birlikte yaşama mecburiyetinden doğan bir ili türüdür, (bk. Webster
International Dictionary, symb sis mad.) Simbiyotik ilişkide, birbirine zıt iki
varlık v< kişilik, birbirinden yararlanan iki asalak varlık olarak tür kader
birliği yaparlar. Bu birliktelik, biyolojik alar anne ile çocuk arasında vücut
bulmaktadır. Aynı bir] telik eşler arasında da gözlenebilir. Öyle ki bunların 1
öldüğünde öteki de yaşayamaz olur.
Simbiyotik birliktelik, kölelerle efendileri arasında da
vıicut bulmaktadır. Bu ilişkide bazen, efendinin köle üzerindeki sadist zevk
tatminleri, köle için de özlenir nlmaktadır. Geçmiş toplumların birçoğunda
tiranla toplum arası ilişkiler böyle bir ilişki olabilmiştir. Başa ı.ıkamadığı
düşmanlarının kahredici gücü karşısında teslimiyet duyarak kendisini tatmin
eden toplumların psikolojileri de aynı türdendir. Burada mücadele ile elde ■
11ilemeyen tatmin, teslimiyet ve köleleşme ile elde edilmektedir. ‘Celladına
aşık olmak’ dedikleri dejenerasyon, işte böyle bir illettir. Bu tür bir
ilişki, sevgi ile nefret »i«ısındaki esrarengiz alanda vücut bulan gidip gelme-
lı i i göstermesi bakımından son derece şaşırtıcıdır, (bk. I udwig Knoll, Encyclopedic
dela Psychologic Pratique, Syınbiose maddesi)
Milli Mücadele'ye öngelen günlerde, mandacılığı savunanların
psikolojileri böyle bir simbiyotik psikoloji idi. Mustafa Kemal’in tavrı,
kişiliği ve hayat anlayışı ise bu .ımbiyotik psikolojiye tamamen ters,
mücadeleci, zoru vı- karşı çıkışı seçen bir psikoloji idi. Bunun için de raha-
iı. teslimiyetin getirdiği güveni seçenler tarafından iha- urt ve isyan olarak
algılanıyordu.
Ne ilginç bir varoluş paradoksudur ki, sadist-fîravu- ııun
hegemonyası altına giren kişiler sadist ezicilerini »iverler. Kur’an Zühruf 54-56. ayetlerin ‘Allah’ı üzüp
"Ikclendirerek intikam almaya sevk eden sapıklık’ ola- ı ık gördüğü bu bu
kitlesel düşüşe modern psikoloji ‘mazoşist sapıklık’ (masochistic perversion) diyor.
Erich l'iomm’u dinleyelim:
"Acı çekme ve zayıflığın, insan çabasının amacı
olabile- • i ğini kanıtlayan bir olgu vardır: Mazoşist sapkınlık. Bu ılımımdaki
kişilerin bilinçli biçimde acı çekmek istedik
leri ve bundan hoşlandıkları görülür. Mazoşist sapkınlı ta,
kişi başkasının kendisine fiziksel acı verdiği durunu cinsel heyecan duyar.
Ancak bu, tek mazoşist sapkınl biçimi değildir. Genellikle aranan, acının
kendisi değ fiziksel olarak çaresiz ve zayıf olmanın getirdiği hey can ve
doyumdur. Çoğu kez, mazoşist sapkınlıkta ist nen, ‘manevî’ olarak
zayıflatılmak, küçük bir çocuk gi azarlanıp aşağılanmaktır. Sadist sapkınlıkta
ise doyu bunun karşıtından, yani başkalarına fiziksel olarak zar vermekten,
iplerle ve zincirlerle bağlamaktan ya da e lem ve sözcüklerle aşağılamaktan
elde edilir.” (Fromı Özgürlük Korkusu, 131)
Velhasıl, firavunların dünyasında kitle olacaktır an raiyye
yani hayvan sürüsü olacaktır. Güdülebilecekt bu da yetmez güdülmekten zevk
alabilecektir. Güde leri takdis edebilecektir. Bakın Osmanh düzenine: Be tan
sona bir zulümler ve hegemonyalar düzeni olan 1 düzen, raiyyeleştirip sömürdüğü
ve süründürdüğü k lelere kendisini ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ olan takdis
ettirmiştir. Bırakın koyu raiyyelik dönemleri] OsmanlI’nın Meşrutiyet dönemindeki
anayasasını (1876 anayasası) bile padişahın sorgulanamazhğını il de eden
tabirler, Kur’an’m Allah için kullandığı tab lerin kelimesi kelimesine aynıdır.
Allah nasıl ‘la yüs’ı (sorgulanma ve sorumluluk üstü) ise padişah da öyled
Neden olmasın? Padişah, ‘yeryüzünde Allah’ın gölge değil mi?
Raiyye kitlelerin mazoşizme sapmaları şaşırtıcı değ dir.
Mazoşizm, özgür-yaratıcı benlikten kaçışın telafisi sağlayan mekanizmalardan
biridir. Fromm, buna ‘c gürlük yükünden kurtulmak’ (to get rid of the
burdi of freedom) diyor:
"Mazoşist eğilimlerin büründüğü değişik biçimlerin
ortak bir amacı vardır: Bireysel benlikten kurtulmak, kendini kaybetmek; yani
özgürlük yükünden kurtulmak. Bireyin çok güçlü olduğunu hissettiği bir kişi ya
da güce boyun eğmeye çalıştığı mazoşist çabalarda bu amaç çok »çık seçiktir.
Bir başka kişinin üstün gücüne inanç, her zaman göreli anlamında alınmalıdır.
Bu inanç, öteki kişinin gerçek üstün gücüne de dayalı olabilir, kişinin kendi
önemsizlik ve güçsüzlük inancına da.”
Kendi bireysel benliğimi hiçe indirebilirsem, birey olanı
k ayrılığımın bilincinin üstesinden gelebilirsem, kendimi bu çelişkiden
kurtarabilirim. Bu amaca yönelik yollardan biri, bütünüyle küçük ve çaresiz
olmaktır; bir başka yolu acı ve ıstırap altında ezilmek; bir başkası da
sarhoşluğun etkisinde boğulmaktır. İntihar, bütün öbür yollar kişiyi yalnızlık
yükünden kurtaramadığında, son umuttur.” (Fromm, Özgürlük Korkusu,
134-135)
"Mazoşizm, insanın bireysel özünden kurtulma, özgürlükten
kaçma ve kendisini bir başkasına bağlayarak güvenlik arama girişimidir. Bu tür
bir bağımlılığın çok çeşitli biçimleri vardır. O, özellikle kültürel kalıplar
bu liir bir ussallaştırmayı meşrulaştırdığı zaman, özveri, ödev ya da sevgi
olarak ussallaştırılabilir. Mazoşist uğraşlar bazen cinsel itilimlerle karışık
ve haz verici olabilirler (mazoşist sapkınlık). Mazoşist uğraşlar çok kez
kişiliğin bağımsızlık ve özgürlük isteyen bölümleriyle öylesine çelişirler ki,
acı verici ve işkence yapıcı durumlar olarak duyumsanırlar.”
“Ortak yaşama bağlantısının sadist ve etkin biçimi olan
başkalarını yutma itilimi, sevgi, aşırı koruyuculuk, ‘haklı gösterilmiş’
baskı, ‘haklı gösterilmiş’ intikam vb. her birden ussallaştırmalarda görülür.
O, aynı zamanda cin
sel itilimlerle karışmış olarak cinsel sadizm şeklinde de
ortaya çıkar. Tüm sadist dürtü biçimleri, bir başka kişi üstünde tam bir baskı
kurma, onu ‘yutma ve istencimizin güçsüz bir objesi yapma’ itilimine geri
götürebilir. Güçsüz bir insan üstünde tam bir baskı kurma, etkin bir ortak
yaşam bağlantısının temelidir. Üstünde baskı kurulan kişi, kendi başına bir
erek olan bir insan olarak değil de kullanılacak, sömürülecek bir şey olarak
algılanıp işlem görür. Bu yoğun istek, yıkıcılıkla ne kadar çok karışırsa o
kadar acımasız olur. Ama, kendisini çok kez ‘sevgi’ kılığında gösteren
iyiliksever baskı kurma da bir sadizmdir. İyiliksever sadist, objesinin zengin,
güçlü, başarılı olmasını istediği halde, bir tek şeyi, objesinin özgür ve
bağımsız hale gelmesini ve bu nedenle onun olmaktan kurtulmasını tüm gücüyle
engellemeye çalışır.” (Fromm, Kendini Savunan insan, 111)
Mazoşist ruh hali, kitlesel tezahürlerinde daha çok bir
kurtarıcı beklentisine bürünür. Kurtarıcı bekleyen kitle psikolojisi, tarihin
en uzun ve en yoğun mazoşizmini sergilemiştir. Fromm, insan kitlelerinin bu halini tasvir de şu örneği
veriyor:
“Evi yanan bir adam, penceresinde durarak yardım istet,
kimsenin kendisini duyamayacağını unutmuştur, birkaç dakika sonra alev alacak
olan yangın merdiveninden inmeyi de aklına getiremez. Kurtarılmak istediği için
bağırır, o anda davranışı kurtuluş yolunda bir adım gibi görünür, oysa tam bir
felaketle sonuçlanacaktır. Ayın biçimde, mazoşist çabalar da kusurları,
çelişkileri, teli likeleri, kuşku ve dayanılmaz yalnızlığıyla bireysel ben
likten kurtulma isteğinden kaynaklanır, ama yalnızca en görünürdeki acıyı
hafifletebilir, bazen daha da büyük acılara yol açar. Mazoşizmin mantıksızlığı,
bütün başka nevrotik davranışlarda olduğu gibi, dayanılmaz bir ruh
sal durumu çözmek için benimsenen yolların sonunda yararsız
oluşmadandır.”
“Mazoşizm açısından bunun anlamı, bireyin dürtüsünün
dayanılmaz bir yalnızlık ve önemsizlik duygusu olduğudur. Birey, benliğinden
kurtularak bu duygudan kurtulmaya uğraşır; buna ulaşma yolu kendini küçültmek,
acı çekmek, kendini bütünüyle önemsiz kılmaktır. Ama istediği acı değildir;
acı, zorunlu olarak ulaşmaya çalıştığı bir hedef için ödediği bedeldir. Bedeli
ağırdır. Giderek de artar. Aslında fiyatını ödediği şeyi hiçbir zaman elde
etmeden sürekli borca girer, oysa istediği iç huzuru ve dinginliktir.”
“Bireysel benliğin yok edilmesi ve böylece dayanılmaz
yalnızlık ve güçsüzlük duygularının yenilmesi çabası, mazoşist çabaların
yalnızca bir yönüdür. Öteki yönü, kişinin kendisi dışında daha büyük ve güçlü
bir bütünün parçası olma, bunun içinde erime ve buna katılma çabasıdır. Bu
bütün bir kişi, bir kurum, tanrı, ulus, bilinç ya da ruhsal bir zorlanım
olabilir. Sarsılmaz derecede güçlü, yıkılmaz ve görkemli olduğu düşünülen bir
bütünün parçası olarak kişi bunun gücüne ve görkemine katılmış olur. Kendi
benliğini bütüne adar ve benliğine ilişkin bütün güç ve gururdan vazgeçer,
birey olarak bütünlüğünü yitirir ve özgürlüğünden de vazgeçer. Ama içinde
eridiği güce katılımı, ona yeni bir güvenlik ve yeni bir gurur sağlar. Ayrıca
kuşku işkencesine karşı ıhı bir güven kazanır.”
“Mazoşist kişi, efendisi kendisi dışında bir otorite de
olsa, bilinç ya da ruhsal zorlanım gibi içselleştirilmiş de olsa karar
vermekten, benliğinin yazgısının sorumlulu- |] un dan ve böylece de hangi
kararları alması gerektiği kuşkusundan kurtulmuştur. Ayrıca hayatın anlamı ya
da kim olduğu gibi kuşkulardan da kurtulmuştur, 1 soruların
yanıtını, kendisini bağladığı güçle ilişkisin bulur. Hayatının anlamı ve
benliğinin kimliği, ben ğin içinde eridiği büyük bütün tarafından belirteni (Fromm, Özgürlük Korkusu, 135-137)
Kurtarıcı beklemeye Fromm’un verdiği bir diğer ; ‘büyülü
yardımcı beklemek’ olmuştur. ‘Büyülü yardı cı’ (magic helper) beklemenin
insan hayatındaki şaşır sonucu hayal kırıklığı ve hüsrandır. Akıl ve mücadeleı
yerine ‘kurtarıcı bekleme’yi koyan toplumların tarihi t nun en şaşmaz kanıtı ve
tanığıdır.
Dahası var: Ezilip horlanarak sömürülen kitle, hayal
tiği ‘kurtancı’yı bulamayınca, kendisini sömüren eh dilerini bir tür kurtarıcı
gibi algılamaya başlar. Sa< mazoşizmin kahırlı tecellilerinden biri de
budur.
“Sömürülen grubun gücü, durumunu değiştirmeye y mediğinden
ya da herhangi bir değişiklik düşünü sahip olmadığından bu grup, efendilerine,
‘yaşam nm sağlayan ve yaşamın verebileceği her şeyi ken lerinden edindikleri
kimseler’ olarak bakma eğilim gösterecektir. Kölenin efendisinden elde ettiği
ne ka< az olursa olsun, o, kendi çabasıyla bunu bile elde et meyeceğini
düşünmektedir.” (Fromm, Kendini
Savun İnsan, 84)
Fromm’un bu sözleri, Kur’an’m Nahl suresi 75-76. ay lerinin
bir yorumu gibidir. İşte o ayetler:
“Allah şöyle bir örnekleme yaptı: Hiçbir şeye gücü y meyen,
başkasının eşyası durumunda bir kul/köle bizden bir güzel rızıkla
rızıklandırdığımız ve ondan g li-açık dağıtan bir kişi. Bunlar aynı olur mu?!
Bül
övgüler Allah'adır ama onların çokları bilmiyorlar. Allah
şöyle bir örnekleme de yaptı: İki adam; birisi konuşmaz; hiçbir şeye gücü
yetmez, efendisi/yöneticisi üstüne sadece bir yük. Efendi onu nereye gönderse
hiçbir hayır getiremez. Şimdi bu adam, dosdoğru bir yol üzerinde bulunup
adaleti özendiren kişi ile aynı olur mu?”
Erich Fromm (ölm.
1980) eserlerinden birinin adını ‘Ou Disobedience’ (İtaatsizlikÜstüne) koymuştur.
Bu eserin küçük adı, onun mesajının da özetidir: AVhy Freedom Means Saying
No to Power’ (Özgürlük Neden Otoriteye Hayır Demek Anlamındadır?) Fromm bu
isimlendirme siyle, âdeta, Kur’an’m Zühruf suresi 54-56. ayetlerinin mesajını
özetlemiştir.
FİRAVUNÎ YÖNETİMLERDE
ZORBALAR SİSTEMİ
‘Allah’ın gölgesi’ diye kutsanan ama aslında ‘Allahın belası’
olan Ortadoğu despotları, raiyyelerini sadece kendileri horlayıp süründürmekle
kalmamış, yaşattıkları ‘çeteler sistemi’ ile de ayrı bir zulüm ağı örmüşlerdir
halkın başına. Osmanlı düzenindeki ‘zorbalar’ gerçeğini unutmayalım. Tabiî ondan önce şunu unutmayalım:
Osmanlı düzeninin bizatihi kendisi, esası itibariyle bir
zorbalar ve zorbalık düzenidir. Tarihi boyunca hiçbir hüccet üretmeyen bu
düzen, yürüttüğü zorbalıkla büyük bir kudret imparatorluğu olmuştur ama bu
sahte ve devşirme kudret, yaratıcı bir yapıya dayanmadığı için çöküşten
kurtulamamış ve asırlarca zorbalıkla yönettiği kitleleri en sonunda sürünen
yığınlara dönüştürmüştür.
OsmanlI’daki zorbalık düzeninin kutsanıp tebcil edilmesinde
maske ve araç olarak, temel niteliği zulme karşı çıkmak olan İslam dini
kullanılmıştır.
OsmanlI’nın bütün zorba icraatına ‘cihat’ ve ‘îla-i keli-
metillah’ damgası vuran kurum, şeyhülislamlıktır.
O icraat cihat ve îla-i kelimetillah idiyse uğranılan bu
akibet nedir? Yoksa Allah kendisinin adını yüceltenleri rezil ederek onlardan
intikam mı alıyor? Yani Allah za-
Iim mi? Elbette ki hayır. O halde gerçek nedir?
(ierçek şudur: OsmanlI’nın icraatı cihat falan değil,
zorbalık ve çapuldu. Onun bunun ürettiği değerleri kendi sofrasına aktararak
bununla kasılıp kabaran koca bir cüsse idi Osmanlı.
I ’eki, Osmanlı büyük bir devlet değil miydi? Elbette ki
büyük bir devletti. Ama şu söylediğimiz anlamda ve o çerçevede büyük bir
devletti. Hüccete, yaratıcılığa, değer üretmeye dayalı bir devlet değildi;
hazır yemeye, miras tüketmeye, onun bunun aim terine tasalluta dayalı bir
kudret devletiydi.
(ienel çerçevesiyle bir zorbalık düzeni olan Osmanh düzeninde,
terimsel anlamıyla zorbalar, devlete problem çıkarıp sıkıntı yaratmasınlar
diye, devlet tarafından sürekli beslenen ve okşanan kendine özgü eşkıyalık
ekipleridir. Devlet, bütün tarihi boyunca bu eşkıyalık kurumu ve eşkıyalarla
paralellik veya entegrasyon içinde ya- şıırnış, yaşamak zorunda kalmıştır.
Çünkü kendi devlet felsefesi de böyle bir zihniyete dayanıyordu. Mecburen
kendisini sürekli tehdit eden zorbalara durmadan yem ve prim vermiştir. Bu yem
ve primlerin tümü halkın sır- l nidan ve canından veriliyordu. Son dönem Osmanh
tarihçisi Ahmet Refik bu zorbalar sisteminin vicdansız ve imansız
icraatını çok güzel anlatmıştır. Devletin halkın mah ve kanıyla besleyip
finanse ettiği zorba ekiplerle ilgili birkaç paragrafı, kısmen sadeleştirerek
verelim:
Kara Yazıcı: (Jsınanlı
zulmüne karşı ayaklananlar, önce halkı zalim devlete karşı koruyan birer
merhamet öncüsü kesiliyor,
daha sonra, istedikleri güce ulaştıklarında bizzat kendileri
birer zulüm aracına dönüşüyorlardı. Ünlü
zorbaların hayat ve faaliyetlerine şöyle bir bakmak bu gerçeği açık seçik
görmemizi sağlayacaktır. İlk örneğimiz, ünlü zorba Kara Yazıcı olacaktır. Ahmet
Refik’i izleyelim:
“O devirde, başına toplanan binlerce insanı devlet şeklinde
idare ederek divan hükümleri tarzında hükümler isdar eyleyen bir Sekban
bölükbaşı vardı ki, o da Kara Yazıcı Abdülhalim idi.”
“Kara Yazıcı’mn faaliyeti 1598 senesinde başladı, 1601
senesi sonlarında kendisinin vefatını müteakip de senelerce devam etti.”
“Devlet ricali için Anadolu meselesi mühimdi. Bununla
beraber, Anadolu’ya namuslu, zulümden ve rüşvetçilikten kaçman kadılar ve
mütesellimler (vergi tahsildarları) gönderilmedikçe bu ayaklanışlarm zuhur
edeceği tabiiydi. Üçüncü Mehmed’in haris devlet ricali, bu noktayı nazarı
itibara almaktan ziyade, Anadolu’da OsmanlI idaresinin zulmüne karşı kıyam
edenleri ezmekle ihtiraslarına ve zevklerine serbest bir cereyan vermek siyasetini
takip ediyorlardı.”
“Anadolu’da bu kıyamı idare edenlerin gayeleri soygunculuk
değildi. ‘Osmanh’nın elini o taraflardan tamamen kesmekti.”
“Anadolu halkının mühim bir kısmı Osmanlı idaresinden
kurtulmak istiyordu. Çekilen zulüm hakikaten tahammül edilecek gibi değildi.
Osmanlı idaresine husumet o derecede idi ki, Kara Yazıcı ölür ölmez adamın
cesedini parçalayıp her parçasını bir yere defnetmişler. Tâki Osmanlı bulup
ateşe yakmıyalar.”
“Osmanlı idaresini, Osmanlı vezirlerini Anadolu’da seven
yoktu. Zulümlerinden ve tasallutlarından herkes bıkmıştı. Hatta kalede, Hasan
Paşa ile beraber kalan halk bile Kara Yazıcı’nın halefine taraftarlık ediyorlardı.
Bu sebepten, Anadolu halkı Osmanlı tarihçilerinin kitaplarında bile ‘Türkü
bedbaht’ diye yadediliyordu.”
“Esasen Anadolu’nun büyük kısmı Osmanlı idaresinden
çıkmıştı. Sivas’ta Alaca Atlı Ahmet Paşa, Erzurum’da Tavil ile Kara Sait,
Karaman’da da Deli Hasan hükümrandı. Deli Hasan Kütahya’yı bile elde etmişti.
Anadolu bu vaziyette olduğu gibi, Saray da Sipahiler tarafından
sıkıştırılıyordu. Halkın istediği, hak ve adalet, sükûn ve istirahatti. Devlet
ricali ise, şeyhülislamına varıncaya kadar, menfaatlerinden başka bir şey
düşünmüyorlardı.” (Ahmet Refik, Zorbalar,
5-12)
Dağlar Delisi:
“Dağlar Delisi öyle bir devirde yaşamıştı ki, Anadolu,
Osmanoğulları’nın saltanatına karşı ayaklanmıştı. Celalilik namı altında
husule gelen bu galeyan, vakıa Anadolu halkını ezmek dolayısıyle muzır, imhası
elzem bir hareket idi; fakat milleti de, memleketi de zevkine, sefahatine,
ricalinin cehaletine kurban eden sarayın mülk ve devlet namına muzır icraatına
mani olmak noktai nazarından da Türkün canlılığını, cevvaliyetini, kahır ve
istibdada karşı tuğyan ve isyanını gösteriyordu. O zamanlar Anadolu’da yaşayan
Celali zorbalar ile saltanat makamı, âdeta birbirini imhaya uğraşan, karşı
karşıya gelmiş iki kuvvetti. Hatta Kalenderoğlu, Muslu Çavuş'a gönderdiği bir
mektupta şöyle diyordu:” “Serüvenim malumdur. Ahdine ihanet eden Osmanlı-
lar mütegallibe olmağla gururları kemale irüb âleme
cevrücefayı ilke edindikleri için taatlerinden yüz çevi- rüb izharı hulusu terk
eyledikden sonra Mıhalıç ve Aydın ve Saruhan ellerini yağma ve talan eyleyüb
sayısız ganimetle döndük.”
“İstanbul nazarında Anadolu, yalnız kuvvetinden ve
servetinden, canından ve kaynaklarından istifade olunur bir kuvvet
hazinesiydi.”
“İstanbul, Anadolunun kanını emerek yaşıyordu. Anadolu da
İstanbul’un bu musallat olmuş hâkimiyetini anlıyordu. İlk fütuhat zamanlarında
payitahta ve saltanata karşı gösterilen merbutiyet za’fe uğramıştı. Sebebi:
Padişahların aczi, valilerin zulmü, halkın cehalet ve istibdat yüzünden perişan
olması, mevcudiyetlerini muhafaza için sergerdeleri ve zorbaları kendilerine
halaskâr addetmeleriydi.”
“Naima diyor ki: ‘Zorbaların serçeşmesi Dağlar Delisi,
Süleyman nam piri nâdan ki ol taifenin en yücesi mesabesinde koca bir dengesi
bozuk sipahi idi. Cümle Bey- şehri ve Seydişehri ve Bozkır havalileri, belki
Larende ve Konya sipahileri ve sair eşkıya onun bağlılarıydı.”
“Anadolu’da muvaffakiyet ihrazı için Dağlar Delisi’nin
nüfuzuna ihtiyaç vardı. Osmanlı ordusunun muazzam kuvvetini teşkil eden
Sipahiler, Dağlar Delisi’nin ve emsali zorbaların emirlerine bağlıydı. Hepsi de
Dağlar Delisi’ni velinimet bilirler, emrinden dışarı çıkmazlardı. O, bu
nüfuzuna kendi de vakıftı. Hatta Hüsrev Paşa’nın Bağdat seferinde Osmanlı
hanedanı hakkın- daki hissiyatını tamamile izhar etmişti.” “Dağlar Delisi
OsmanlIların muvaffakiyetini istemezdi.
Gördüğü hizmeti ancak para ve menfaat mukabilinde yapardı.
En ziyade düşündüğü, emrindeki kuvvetlere dayanarak hayatını ve refahını temin
eylemekti. Bunun için kendisinin yegâne kuvvetini teşkil eden Sipahilerin
yürüyüşünü muvafık görmedi.”
“Dağlar Delisi’nin bu zihniyeti gösteriyordu ki, hükümetle
millet beyninde emniyet, itimat, karşılıklı samimiyet yoktu. Bu sebepten
millet efradı da kendilerini hükümetin istibdadından, aczinden,
idaresizliğinden, hatta insafsızlığından kurtarabilecek zorbalar ve eşkıya
etrafına toplanmışlardı. Bu zorbalar Anadolu’da, etraflarına toplanan halkın
mümessilleri mesabesinde idi. Dördüncü Murat devrinde Dağlar Delisi Süleyman,
âdeta zorbaların besleyici pınarı idi.”
“Halk mesut olmadıkça, İstanbul’da kubbe altında oturmayı
milleti soymak için dayanak edinen dimağlar yaşadıkça, padişah, saltanatını
muhafaza etmeyi milletin refahına tercih ederek devletin idaresini muhterislere
ve naehilellere bıraktıkça, memlekette pek çok Dağlar Delisi’nin zuhur edeceği
aşikardı. Gerçekte de öyle oldu”
Dağlar Delisi Bağdat seferine gitti, avdette ‘hatfi cnrden
(ecelinden) vefat etti. Fakat zorbalık baki kaldı. Anadolu gene zulüm altında
ezildi. Şimdi de başka zorbalar, Dağlar Delisi’nin zalim yoldaşları hüküm sü-
myorlardı: İlahi Beyler, Rum Mehmetler, koca zorbaya h;ıkiki şerrülhalef
olmuşlardı.” (Ahmet Refik, Zorbalar, I M8)
Deli İlahi:
"Çirkinliğiyle ünlü bu Türk zorba, Dağlar Delisi’nin
ye-
İ5Z I" I HAVDIN
ğeniydi. Dağlar delisi’nin ne kadar etbaı varsa, Konya sipahileri,
civardaki eşkıya, kâmilen Deli İlahi’nin maiyetine geçmişti. Beyşehri
sancağında Deli İlahi’den başka kimsenin hükmü geçemezdi. O derecede ki, Deli
İlahi ne Padişahın emrini ne Divan’ın hükmünü, hiçbir şeyi dinlemezdi.”
“Sadarete geçenler şahsî menfaatlarinden başka bir gaye
takip etmedikleri gibi, sadareti veren padişahların da saltanatlarını
muhafazadan başka bir emel besledikleri yoktu.”
“Diğer taraftan, halk zorbalar elinde inliyordu. Dördüncü
Murat’ın gençliği, validesi Kösem Sultan’m beceriksizliği milletin sefaletine
sebebiyet vermişti. Koca devleti idare edecek, halkı zorbalar elinden kurtaracak,
Osmanlı idaresinde doğmak felaketine uğrayan zavallı Türkleri insanlığın ve
medeniyetin saadetlerine nail edebilecek hiçbir zeka, hiçbir kuvvet, hiçbir
şahsiyet yoktu. Maamafîh sadarete göz dikenler pek çoktu. Fakat hiçbiri de
devletin yaralarını tedavi edecek, padişaha rehberlik eyleyecek, milleti
şakavet ve zorbalık devrinden kurtaracak irfan ve zekaya sahip değillerdi.
Şahsî ihtirasını tatmin için sadarete geçmenin milliyet namına hakaret olduğunu
kimse idrak edemiyordu. Hususile padişaha rehber olmak, milleti saadete îsal
etmek için geçilecek olan bu mevki, kendisine ehil olmayanların helakine de
sebep oluyordu.”
“İstanbul’da sadaret kavgaları, eşkıya rezaletleri hüküm
sürerken, Anadolu’da hükümetten ve himayeden mahrum yaşayan halk hemen her gün
soyuluyor, adi bir eşkıyanın keyfîne ve ihtirasına âlet oluyordu.”
“Deli İlahi halkı yalnız kendi zulmile bizar eylemez-
IIXJIMOI DOLUM ÖJ
di. Kethüdası San Mustafa bile kendisine karşı ayağa
kalkmayanları sopa ile döğer, zorbası Deli İlahi de bu cürümden bilistifade
yirmi bin akça ceza almaktan geri durmazdı. Memleketin ulema ve fuzalası Deli
İlahi’nin şerrinden yurtlarını terk ederlerdi. Deli İlahi bundan bir kat daha
memnun olur, gidenlerin mallarını zapteder, adamlarını eziyetler ve cefalarla
bizar eylerdi. Şehrin kadısı bile Deli İlahi’nin emrine tabi idi. İstediği bir
şey için derhal kadıya haber gönderir: ‘Şunu şöyle yazsun!’ diye bir emir
verirdi. Deli İlahi’nin emri ister şerî, ister gayrişerî olsun, ifa edilmemek
gayrikabildi. Emrine itaat etmeyenleri ıssız yerlere sürdürür, akabinde de
idam ettirmekten geri durmazdı.”
“Deli İlahi, Konya için bir felaketti. Kuvvet ve satveti o
derece artmıştı ki, ciride bile çıktığı zaman, maiyetinde şalvarlı, müzeyyen
kıyafetli adamlar götürür, kibrinden halka selam bile vermeye tenezzül etmezdi.
Hatta ‘mizah yüzünden sövse bile ol kimse bugün Ağa bana iltifat eyledi, deyu
sevincinden postuna sığışmaz olurdu.’ Deli İ lahi’nin zulmü halkı o derece
ürkütmüştü ki, emrinden çıkmaya kimse cesaret edemezdi. Bağdat seferinde Çerkeş
Ahmet Paşa Karaman Beylerbeyisi olduğu zaman, vergi tahsildarlığına Deli
İlahi’yi tayin etmişti. Sebebi de pek aşikardı: Çünkü vilayete kimi gönderse,
on para lahsil edemeyecekti. Deli İlahi esasen memleket için felaketti. Bu
sefer resmen mütesellim olunca, artık ne derece zulmedeceği aşikardı. Filhakika
böyle oldu: Deli İlahi devre çıktı. Konya, Niğde, Seydişehir, Akşehir taraflarım
dolaştı. Astı, kesti, biçare halktan o kadar para topladı ki, neticede paşaya
lütfen ‘azıcık bir şey’ gönderdi, kendi de Seydişehir’e çekildi, kemali
afiyetle paraları yemeye başladı.”
“Esasen Anadolu’da şakavet edenler, halkı daha ziyade
bir salahiyetle soymak için İstanbul’a gelirler. Saray’a
müracaat ederler, kendilerini teskin fikriyle gördükleri iltifatı halkı ezmek
için resmî bir vazife telakki eylerdi.”
“Zavallı halk! ‘Şer'î olduğuna kail olmadığı bir dava için
de hiç ses çıkaramazdı. Fakat acaba ‘şer'î davalarını fasleden var mıydı?
Memlekette hangi iş şer'iydi? Memuriyetler para ile satılır, şeyhülislamlar
para ile kadı nasbederlerdi. Ahizade Hüseyin Efendi gibi müf- tiler birbiri ile
uğraşırlardı. Biçare halk, anlamadığı, bilmediği, lisanını bile idrak edemediği
ahkâma körü- körüne itaat eder, ne zaman sefalet ve felakete uğrasa, ne zaman
bir ümit, bir kurtuluş ışığı görmek istese: ‘Şer'î davamız vardır’ diye kıyam
etmek ister, necat ve felahı şeriatten ümit ederdi. Bilmezdi ki, memlekette
şeriat yoktu. Şeriat menfaat, meşihat menfaat, adalet menfaatti. Ulûfesini,
tımarını, zeametini, hassını temin edenler, milyonlarca halkı şeriat vesilesile
aldatırlar, öldürürler, asarlar, ateşlere salarlardı.”
“İstanbul’da sönmeyen, hiçbir vasıta ile sükun bulmayan
bir şey vardı: Vezirlerin ihtirası.” (Ahmet
Refik, Zorbalar, 19-27)
Katırcıoğlu:
“Sultan İbrahim, Atmeydam’nda İbrahim Paşa Sara- yı’nm
samur döşeli odasında Telli Haseki ile meşgulken, Anadolu feci bir vaziyette
idi. Anadolu sipahileri, gördükleri hizmetlere mukabil alacakları sancakları
bile, İstanbul’da devşirmelikten yetişen Mustafa Paşa’ya rüşvet vererek elde
etmeye muvaffak olabiliyorlardı. Anadolu’da sancak sahibi olanlar ve halkın
rızıklarmı ellerinden alanlar ise, Sultan İbrahim’in saraylılarına ve
llXHNCd BULUM öb
kethüda kadınlarına intisap veya onlarla izdivaç etmek
şerefine nail olanlardı. Anadolu’nun en mahsüldar yerleri bunlara peşkeş
makamında ihsan olunuyordu. Mesela, Dergâhı Ali Çavuşlarından Ahmet, henüz
sabi iken çavuşluğa nail olmuş, nihayet saraylı musahibelerden hirile evlenmiş,
bu sayede Haseki sultanlardan birine kethüda olduktan sonra, sultanın nüfuzu
sayesinde bir kere Yeniçeri Ağalığına, badehu Anadolu eyaletine nail olarak
Ahmet Paşa olmuştu.”
“Katırcıoğlu, Haydaroğlu’nun ‘yarar pehlivanı’ idi. Her
ikisi de büyük bir memnuniyetsizlik içinde idi. Hay- daroğlu, Sultan İbrahim’in
veziri Hezarpare Ahmet Paşa’ya bir sancak için otuz bin kuruş vermişti. Şimdi o
da Katırcıoğlu ile beraber Akşehir ve Ilgın arasında kervanlar çevirerek
verdiği paraları hacılardan çıkarmaya çalışıyordu.” (Ahmet Refik, age. 35-39)
Deli Birader:
“Sultan İbrahim, Topkapı sarayının örtülü odalarında,
feryatlar, şikâyetler, inkisarlar arasında yok edildi. OsmanlI Devletinin
idaresi Ağaların eline geçti. Artık ortalık düzelecek, Sultan İbrahim
devrindeki fenalıklar, irtikaplar, zulümler bir daha tekerrür etmeyecekti. Sarayda,
yeni padişah Sultan Mehmed’in hiç hükmü yoktu. Bütün idare büyük Valide Kösem
Sultan’m elinde idi. Saltanat, Valide Sultan’da, hükümet ağalarda idi.”
“Halkı kurtarmak için isyan edenler, Sultan İbrahim’i
tahttan indirip yok edenler, şimdi halkı kendileri soymaya başlamışlardı.”
“Ağaların saltanatı hengâmmda Deli Birader en nüfuz-
86
FİRAVUN
lu zenginlerden oldu. Mukataat ve cizye işlerile uğraştığı
gibi, kendisine hususi bir mansıp da verildi: Çingene Beyliği. Deli Birader bu
mansıbın gelirleri ile epeyce bir servet cemetmişti.”
“Nihayet, Deli Birader yakalandı. Yenikapı semtinde,
dostlarından birinin evine saklanmıştı. Daha tutulduğu gün, yeni Sadrıazam Siyavüş
Paşa sarayında cellada teslim edildi. Birkaç saat sonra, cesedi sair
arkadaşları ile beraber, Sultan Ahmet meydanında, çınar dallarında
sallanıyordu.” (Ahmet Refik, age. 43-48)
Şaban Ağa:
“Osmanh tarihinde intisapla nüfuz kazanan pek garip simalar
vardır. Şaban Ağa bu simaların en mühimlerindendir.” (Ahmet Refik, Zorbalar,
49-50)
“Şaban Ağa, Dördüncü Mehmet devrinde Sarayın ileri gelen
sahsiyetlerindendi. Eyüpsultan’da otururdu. Saraya intisabına en ziyade Melekî
Kalfa’nm tesiri olmuştu. Meleki Kalfa, Sultan Mehmed’in Validesi Turhan
Sultan’m gözdelerindendi. Şaban Ağa da Valide Turhan Sultan’m kahveci
başısıydı. Bunlar Saray'da birbirleriyle tanışmışlar, Melekî Kalfa içeriden,
Şaban Ağa dışarıdan paralar alarak, hediyeler kabul ederek iş görmeye başlamışlardı.
Turhan Sultan devri başladığı zaman, Şaban Ağa’nın nüfuzu fevkalade idi. İlk
memuriyet olmak üzere derhal bölük ağalığına tayin olunan, daha sonra Tarhuncu
Paşa’nm sadaretinde yüz otuz akça ile tekaüt edilen Şaban Ağa, bu
muvaffakiyetinden dolayı pek memnundu.” “Şaban Ağa bu suretle Karun’u
kıskandıracak kadar mal
87
IKINUI
bULUM
ve eşya toplamayı başarmıştı. Şaban Ağa’ya işlerini gör-
dürenler memnun oldukları gibi, yanma varmaya tenezzül etmeyenler de Ağa’nın
nüfuzundan yürekleri yanar, koca saltanatın cahil ellere düştüğüne esef
ederlerdi.”
“İstanbul’da sadaret tebeddülü olduğu vakit Şaban Ağa’ya
müracaat edenler eksik olmazdı. Vüzeraya mahsus olan azil ve nasıb umûruna
müdahale ederdi. Hatta İbşir Paşa sadarete davet olunduğu zaman, Saray’da
Sadrıazam intihabı için toplanan heyet arasında Melekî Kalfa ile beraber Şaban
Ağa da hazır bulunmuştu.”
“Şaban Ağa Saray’ın en mühim adamlarından sayılırdı.
Aziller ve atamalar hemen tamamen Ağa’nın elinde idi. Fakat halkın bu nüfuzdan
müteessir olduğuna şüphe yoktu. Şaban Ağa’ya müracaat edenler, izzetinefisten,
haysiyet ve vakardan mahrum kimselerdi. Bu nüfuzun uzun müddet devam etmeyeceği
tabiiydi. Filhakika öyle oldu: Süleyman Paşa’nın sadaretinde akça meselesi
İstanbul’u altüst etti. Müthiş bir isyan Şaban Ağa’nın da, onu himaye edenlerin
de son saatlerine feci bir mukaddime teşkil eyledi.”
“İçlerinden biri ileri atılmış, arzularını dinleyen padişaha
yüksek sesle bağırıyordu: ‘Fireng-i bedrenk galib ve ehli İslam mağlup
olmakdadır. Gayret ve hamiyet nerede kaldı!’ Bu nutuk pek uzundu. Haris ve
cahil bir zümrenin nüfuzu, Padişah’m idareyi ehli olmayan ellere bırakması
şikâyetin başlıca noktalarını teşkil ediyordu. Nihayet nutuk bitti, cepten bir
defter çıktı. İsimler sırasıyla okunmaya başlandı. İsimler içinde Şaban Ağa’nın
da adı vardı. Sultan Mehmet şaşırmıştı. Katilden vazgeçmele- lini, nefy ile
iktifa etmelerini söyledi; fakat Ağalardan şu cevabı aldı: ‘Hayır,
katlolunmadıkça feragat itmeziz.’ Aradan birkaç dakika geçti, Saray duvarlarından,
biri siyah olmak üzere üç ceset atıldı. Ertesi gün, Sultan
Ahmet’teki çınar dallarından sarkan cesetlerin arasında devlet ricalinin pek
iyi tanıdığı bir sima da vardı: Şaban Ağa. İple boğazından asılmış, dalların
birinden boylu boyuna sarkıyordu.” (Ahmet Refik, 50-54)
DİNCİ İKTİDARLARIN İSTEDİKLERİ
Dinci iktidarlar, özellikle Osmanlı tağutizminin genetiğini
tevarüs eden dinciler, işte bu zorbalar düzeninin aynısını istiyorlar. “Osmanh
Osmanlı!’ diye bağırıp durmalarının sebebi, budur.
Günümüz firavunî despotizmlerinin zorbaları elbetteki
eskiye nispetle çok değişik unvanlar, meslekler ve meşrepler taşımaktalar. İş
adamları, din baronları, kan içen mafya efeleri, parti şefleri, tarikat şefleri
bu çağdaş zorbaların başta gelenleridir. Kur’an, bunları ‘sâdet’ (efendiler)
‘kübera’ (eşraf, seçkinler, büyükler) diye anmakta ve tümünü
lanetlemektedir.
Bütün bu melanet kadrolarının ortak, değişmez kabul ve
kanaati şudur:
Özgür birey olmayacak, raiyyenin değişik parçalarını kendi
hesap ve üslûbuna göre güdecek ama baş tağut padişah veya sultan ile uyum
içinde olacak bir ‘alt firavunlar ordusu’ (âli firavun) sahnede devamlı
hareket edecek. Günümüzde bu hayalin ifadesi, Osmanh özleminden daha çok
‘başkanlık sistemi’ isteğidir. Oradaki ‘başkanlık’, etrafı kandırmak için
kullanılan morfin türünden bir söylemdir. Sözün gelişidir. İstedikleri,
yukarıdan beri anlattığımız ‘zorbalar düzeni’ni yerleştirmektir.
Bugünün Ortadoğusuna, o arada Türkiyesine bakın!
İcraatı akla ve Kur’an’a tamamen aykırı despotik kadrolar,
yönettikleri kitle tarafından ‘Allah’ın vekili, gölgesi’ ilan ediliyor. Bu
tağutî kadrolar, Maun harcamalarıyla kurulmuş zulüm ve israf saraylarında
oturtuluyor, onlara din adına sürekli destek veren din baronları, havuz medyası
Nemrutları, havuz talancısı Karun çeteleri, papaların, kardinallerin rüyada
bile göremeyeceği imkânlarla taltif ediliyor. Ve bu Maun israfının finansmı
alın terleriyle yapan halk, kendisine bunları reva görenleri sürekli
ödüllendirip taçlandırıyor.
I Âitfen, söyleyin: Allah, böyle bir kitleye rahmetiyle muamele
eder mi?
Psikoz tabiri, kişiliğin bütünlük ve tutarlılığını tahrip
eden ruhsal bozukluklar için kullanılır. Psikozlar genellikle toplumsal sarsıntıların
ürünü olarak vücut bulur. Kur’an, firavunluk psikozunu yaratan ‘toplumsal
sarsıntı’nın, zulme teslimiyet ve zalimlere itaat olduğunu söylüyor.
Firavunluk psikozunun İslam dünyasını, o arada Türkiye’yi istila etmesinin
arkaplanında da bu var. “Gelen ağam, giden paşam” veya “Bana
dokunmayan yılan bin yaşasın” çizgisini de aşıp, zalimlere itaati meziyet,
hatta kutsal meziyet gibi gösteren toplum katmanları Ortadoğu’yu kasıp kavuran
firavunluk psikozunun temel besleyicisi olmuşlardır.
FİRAVUNLUK PSİKOZUNUN TEMEL BELİRTİLERİ:
Dini Politik Araç Olarak Kullanmak:
Kur’an’da firavunun adı din baronu Hâman’la daima birlikte
anılıyor. Ve Musa’nın uyarı görevinin muhatabı olarak Firavun-Hâman-Karun
üçlüsü birlikte geçiyor:
‘‘Yemin olsun, Musa'yı da ayetlerimizle ve apaçık bir
kanıtla göndermiştik, Firavun’a, Hâmân'a ve Karun'a göndermiştik de onlar şöyle
demişlerdi: ‘Tam yalancı bir sihirbazdır bu!" (Mümin, 23-24)
Dikkat edilirse Musa’nın hitabı onların üçüne birden ve
Musa’ya ret cevabı da onların üçünden birden geliyor.
Hâman (Aman, Amen, Amon, Ammon, Amun, Hammon), firavunlar
Mısırındaki Amon rahiplerinin liderlik makamına unvan olarak kullanılan bir
sözcüktür. Yani bir isimden çok bir unvandır. Kur’an’m verileri kadar tarihsel
verilerden de anlaşılıyor ki, bu Hâman, Firavun’un aynı zamanda mimarî
(özellikle dinsel binaların yapımında) ve maliye işlerinde de güvenilir bir
danışmanı ve bürokratı idi. Musa’nın tebliği zamanında iktidarda olduğu
düşünülen Firavun II. Ramses’in, Hâman’ı dinsel yetkiler yanında siyasal ve
malî yetkilerle de donattığı anlaşılıyor.
Bu Hâman’ı, MÖ V. yüzyılda yaşamış Pers kralı’nın veziri
Hâman’la karıştırmayalım. Ahdi Atîk’teki Hâman bu İkincisidir.
Firavun, en yakın paraleli olan Hâman’da sembolleşen
başrahipliği babadan oğula geçen bir mevki haline getirerek, güdümdeki din
bünyesine sıkıntı yaratacak unsurların sızmasını önlemiştir. Şunu da
unutmayalım:
Firavun’un o ünlü ve anlı şanlı sihirbazları, esasında din
sınıfı veya ruhanî sınıftır. O devirle ilgili bilgi veren kaynakların tümü, bu
sihirbazların en azından aynı zamanda birer din temsilcisi olduğunu
bildirmektedir. Yeni bir dini temsil eden Musa’nın karşısına sürekli bu
sihirbazların çıkarılması tesadüf değildir.
Sihirbazlar, illüzyon yani kandırma sanatının ustalarıdır.
Kur’an’m, halkı Allah ile aldatıp kandıranlardan şikâyetini unutmayalım. Din
adamları denen ‘şeytan evliyası’ her devirde en gözde sihirbazlar olmuşlardır;
çünkü her devirde en gözde aldatıcılar onlardır. Şunu da
kayda geçirelim: O devirde dini temsil edenler aynı zamanda ‘kâhin’ sıfatı da
taşıyordu. Hatta Tevrat, Musa’nın kardeşi ve tebliğ arkadaşı olan Hz. Hârun’u
da kâhin olarak anmaktadır, (bk. Ahdi
Atîk, sayılar, 16/10; Yeşu, 14/1,19/1, 21/1, 24/33)
Bir önemli nokta daha: Firavun’un seçkin heyeti, sihirbazları
Musa tehlike ve tehdidine karşı uyarırken onlara şunu söylüyor:
“Bu adam gerçekten çok bilgili bir büyücü. Sizi toprağınızdan
çıkarmak istiyor. Ne diyorsunuz?” (A’raf,
109- 110)
Sihirbazlıkla topraktan çıkarılmanın alakası nedir? Şudur:
Firavunlar Mısırında, toprakların önemli ve çok değerli bir bölümü, din
adamlarına tahsis edilmişti. Musa dini egemen olursa bu tahsis sona erecek ve
din adamı zümresi saltanatını yitirecekti.
“Din adamlarının, merkezî siyasal yapıya dayalı firavun
yönetimi öncesinde, özerk bölgelerde yerel vergileri topladıkları, ancak
merkezî siyasal hâkimiyetin kurulmasıyla bunun kaldırılarak firavun/kraldan
maaş almaya başladıkları bilinmektedir. Bu, Eski Mısır’da din adamlarının
normal halde hangi fonkisiyonu ifa ettiklerini göstermek bakımından önemlidir.”
(Ali Sayı, Musa, 24)
Firavun’a Uyarlanmış Din Dışında Bir Dine izin Vermemek:
Firavunlar Mısır’ı dinsiz bir Mısır değildir; tam aksine,
dinin birinci dereceden rol oynadığı bir ülkedir.
Firavun da dinsiz değildir. Musa’nın dinine karşı konan ve
savunulan bir dini vardır. O dinin tanrıları var. Belli ki o bir şirk dinidir
ve bunun için Musa’nın tevhidinden rahatsız olmaktadır. Kur’an bu gerçeği
kendine özgü kelam güzelliğiyle vermektedir. Firavun’un seçkin danışmanları
ona Musa ile ilgili olarak şöyle diyorlar:
“Firavun kavminin kodamanları dediler: ‘Musa'yı ve
toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi
bırakıyorsun?" (A’raf, 127)
Kur’an bu firavun dininin adını, Yusuf suresinin 76. ayetinde
deşifre etmiştir: ‘Dinü’l-melik’ (kralın, sultanın dini)
Dahası: Firavun, tanrılarla yüz yüze görüşebildiğini propaganda
ekipleri aracılığıyla halk arasında yaymaktadır, (bk. Ali Sayı, 207, 225) Bütün
firavunî liderler bunu bir biçimde yaparlar. Bir kere, kendilerinin yarı ilah
olduğu zaten kabul edilmektedir. Bu yarı ilah adamlar, tanrılarla veya Tanrı
ile bir biçimde görüşebilirler. Veya Ortadoğu yarı müşrik toplumlarmda olduğu
gibi, Tanrı ile görüştüğü kabul edilen sarıklı iblisler (Kur’an bunlara şeytan
evliyası diyor) tarafından desteklenip kutsallaştırılırlar.
Daha kötüsü de var: Bu firavunî zorbalar, şeytanî propaganda
ağlarının içinde görevlendirdikleri yardakçıları tarafından ‘Allah’ın bütün
niteliklerini benliklerinde toplayan insan’ olarak nitelenmek suretiyle
dokunulmaz ve aşılmaz ilan edilirler.
Bütün bunlar, firavunun saltanat dininde yerleştirilip il
keleştirilmiş müşrik kabullerdir ki günümüz dünyasının
İslam coğrafyalarında aynen yaşatılmaktadır.
Kısacası, Firavun, kendine özgü bir şirk dininin temsilci
si olarak görülüyor. Bir panteon var ve onun başı olarak kendisini görüyor.
Firavunlar sadece krallar değildir tanrı-krallardır. Ne ilginçtir ki, Mekke
şirkindeki panic onun başı Allah iken, Firavun şirkinde panteonun başı,
Firavun’un bizzat kendisidir.
Dinin istismarı, giderek, sömürülen dinin dışında biı dine
izin verilmemesini gerektirmiştir. Gerçekten de 1 i ravun, toplumunun yönetimce
onaylanmayan bir Tanrı inancına itibar etmesine izin vermemekte, daha doğrusu
böyle bir farklı inanca itibar etmeyi bizzat firavunun iz nine bağlamaktadır:
“Dedi: ‘Benden başka ilah edinirsen, yemin olsun seni
zindanlıklar arasına atarım." (Şuara,
29)
“Firavun dedi: ‘Ey seçkinler topluluğu! Ben sizin için
benden başka bir Tanrı tanımıyorum. Ey Hâman! Benim için çamurun üzerinde
ocağı yakıp bana bir kule yap ki, Musa'nın Tanrısına ulaşayım. Aslında ben onun
yalancılardan olduğunu sanıyorum." (Kasas,
38)
Firavun’un, kendi izni dışındaki dinlere göre ibadet edenleri
işkenceler altında ölümlere gönderdiği, tarih kaynakları yanında bazı
hadislerde de bildirilmektedir. Firavun’un özellikle yabancı inançtaki annelere
karşı çok acımasız olduğuna vurgu yapılmaktadır. İbn Hanbel’in kayda geçirdiği
bir hadise göre, Firavun, Allah’ın birliği yolundaki Musa tebligatına inanan ve
ibadetlerini bu inanca göre yapan bir kadını çocuklarıyla birlikte yaktırarak
öldürtmüştür. (İbn Hanbel, Müsned, 1/309; Ali Sayı, 32)
I »emek oluyor ki, Firavunluk psikozuna tutulan bir zorba
veya diktatör, kendi düşündüğü gibi düşünmeyen inamlara, özellikle annelere
çok öfkelenmekte, onların, çocuklarıyla birlikte işkenceler altında helâk
olmalarından ayrı bir sadist zevk duymaktadır.
Hukukun Firavun’un İradesiyle Eşitlenmesi:
Firavun yönetiminde hukuk, firavun’un iradesiyle uyuşma
anlamında hukuktur. Aksi halde ona hukuk denmez, isyan veya karşı çıkışın
maskelenmesi denir.
l ’iravun yönetiminde yargılama bir hukuksal işlev olmaktan
çok Firavun’un lütuf veya gazabının gösterilmesi olayıdır. Onun içindir ki,
Firavun tağutlar, raiyyeleştirdikleri kitleyi kandırmak için sık sık “Merak
etmeyin, rahmetimiz gazabımızı örtecektir” diye nutuk atarlar. Bu
sözleriyle Allah’a ait bir niteliği kendilerine mal ederek koyu bir şirke
düşmenin yanında hukuku, egolarının iradeleriyle eşitlemek gibi ağır bir
insanlık suçu işlediklerini de farkında olmadan ortaya koyarlar.
Gerçek şu ki, Firavunî bir toplumda, özellikle bu bir I
imevî faşizmi sergileyen türden firavunluk ise “Otoriteye gösterilmesi gereken
saygı, beraberinde onu sorgulamaya ilişkin yasağı da taşır. Diktatör,
buyrukları, yasaklamaları, ödül ve cezaları için açıklama yapma lütfunda
bulunabileceği gibi, bundan kaçınabilir de. Ama bireyin onu sorgulamaya ya da
eleştirmeye hiçbir zaman hakkı yoktur. Eğer diktatörü eleştirmek için bazı
nedenler varmış gibi görünüyorsa, despota göre, yanlışlık yapmakta olan
bireydir ve böyle birinin eleştiriye cesaret etmesi suçlu olduğunun ipso facto
kanıtıdır.”
“Despotun üstünlüğünü onaylama ödevi birkaç yasaklamayı da
beraberinde getirir. Bunlardan en kuşatıcı olanı, insanın kendisini despota
benzer ya da onun gibi olabilecek şekilde hissetmesine karşı konulan yasaktır.
Çünkü böyle bir duygu, despotun nitelendirilmemiş üstünlük ve biricikliği ile
çelişecektir. Âdem ile Havva’nın gerçek suçları, daha önce de işaret edilmiş
olduğu gibi, Tanrı’ya benzeme girişimleridir. Onlar bu meydan okuyuşları
cezalandırılsın ve aynı zamanda yaptıklarını bir kez daha yineleyemesinler diye
cennetten kovulmuş- lardır. Diktatör sistemlerde despot, uyruklarından özce
ayrı bir şey olarak kavranmaktadır. Onun başkalarınca ele geçirilemeyecek ve
uyruklarınınkilerle hiçbir zaman karşılaştırılamayacak büyü, bilgelik, kuvvet
gibi güçleri vardır. Ayrıcalıkları ne olursa olsun, yani o ister evrenin
efendisi, ister yazgı tarafından gönderilmiş eşsiz bir önder olsun, diktatörle
insan arasındaki temel eşitsizlik, diktatörcü vicdanın ana ilkesidir.
Diktatörün biricikliği- nin özellikle önemli olan yanı, onun bir başkasının iradesini
izlemeyen tek kişi olması ayrıcalığıdır. O, istencini gösteren; bir araç
değil, kendi başına bir erek olan, yaratan ve yaratılmamış olandır. Onun uyruğu
olanlar, onun malıdır. Uyruklar diktatör tarafından onun öza- maçları için
kullanılır.” (Fromm, Kendini Savunan İnsan, 149-150)
Firavun saltanatlarına özgürlükçü karşı çıkışın icaplarından
ve göstergelerinden biri de firavun yönetiminin denetim ve kotarımındaki mabetlerde
ibadet edilmemesidir. Çünkü Firavunî toplumun mabedinde ibadetin iki şekli söz
konusu olabilir:
1. Allah’ın iradesine uygun ibadet. Bu ibadeti
yapmaya kalkarsanız canınızı alırlar, en azından canınızı yakarlar.
2. Firavun’un iradesine uygun ibadet. Bu ibadeti
yaparsanız Allah’a isyan etmiş olursunuz.
Yani Firavun mabedinde ibadet etmeniz durumunda ya
Firavun’a düşman hale gelerek belaya uğrarsınız yahut da Allah’a düşman hale
gelerek mahvolursunuz. Kur’an, bu muhteşem nükteye, kendine has üslup
ihtişamıyla şöyle değinmektedir:
“Hiç kuşkusuz, mescitler/secdeler Allah içindir. O halde,
Allah ile birlikte bir başkasına yakarmayın/Allah'ın yanında bir başkası için
çağrıda bulunmayın. Allah'ın kulu kalkmış O'na yakarır, O’nun için çağrıda
bulu- nurken/Allah’ın kulu kalkıp Ona dua ettiği, O’nun adına çağrıda
bulunduğu için, onun üzerine keçeleşir gibi üşüşüyorlardı.” (Cin, 18-19)
Firavun mabedinden uzak kalarak ruhu selamete çıkarmanın
yolu gösterilmiştir: Herkesin kendi evini-barına- ğmı mescit ve kıble edinmesi.
Beyyine şöyledir:
“Musa'ya ve kardeşine şunu vahyettik: Kavminiz için,
kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler hazırlayın! Evlerinizi kıble
yapın/karşılıklı yapın ve namazı/duayı yerine getirin! İnananlara müjde ver.” (Yunus, 87)
Kur’an, burada evlerin mescit edinilmesini, özgün tabiriyle
‘evlerin kıble edinilmesini’ istemektedir. Bu, ilk bakışta, Firavun yönetiminin
müminlerin ibadetlerine musallat olmaları yüzünden ibadetlerin evlerde gizlice
yapılması şeklinde değerlendirilir. Oysaki durum hiç de
öyle değildir. Böyle bir davranış firavunî bir toplumu konuştuğumuza
göre tasrihe ihtiyaç bırakmaz; bunun için özel bir emir ve beyyine gerekmez.
Çünkü baskı altındaki insanlar bunu zaten yaparlar.
‘Evleri kıble edinin’ beyyinesinin amacı ve mesajı çok
başkadır. Bu beyyine, Firavun saltanatının kotarımın- daki mabetlere devam
ederek, oralarda görünerek firavun despotizmine dolaylı biçimde destek
vermekten uzaklaştırma amacına yöneliktir. Emevî despotizmi sırasında, sahabe
bunu bizzat uygulamış, Emevîlerin kotarımındaki camilere gitmemiş, namazlarını
evlerinde kılmışlardır. Onlar, elbette ki şurada bahis konusu yaptığımız ayeti
biliyorlardı.
Halkı Fırkalara Bölmek veya Ayrıştırıcılık:
“Gerçek şu: Firavun o yerde egemenlik kurmuş ve ora halkını
fırkalara ayırmıştı. Onlardan bir topluluğu horlayıp eziyordu: Bu topluluğun
erkek çocuklarını boğazlıyor, kadınlarına hayasızca davranıyor/kadınların
Rahimlerini yokluyor/kadınlarını hayata salıyordu. O, gerçekten fesadı
yayanlardandı.” (Kasas, 4)
Bu Kur’ansal mesajın ayrıntıları, elinizdeki eserin üçüncü
bölümünün Kasas Suresi faslında verilmiştir.
Hakkın Güçte Olduğunu Kabul Etmek:
Hakkın güçte olduğunu kabul, firavun benliklerin temel
kabullerinden biridir. Kur’an bu gerçeğe dikkat çekerken hakkı güçte görmenin
sembol temsilcisi olan Firavun’u konuşturuyor:
“Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: ‘Ey toplumum!
Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim altımdan
akıyor. Görmüyor musunuz? Yoksa ben şu zavallı, şu meramını anlatamayacak
adamdan hayırlı değil miyim? Ona altın bilezikler atılmalı, yanında-hizmetinde
melekler bulunmalı değil iniydi?’ İşte, toplumunu böyle horladı/aşağıladı, kü-
çümsedi/ezdi; onlar ise ona itaat ettiler. Onlar, sapmış bir topluluktu.” (Zühruf, 51-54)
Firavun zihniyetler, gücü hakkın göstergesi saydıklarından,
zengin olmayı, paraya sahip olmayı ilahlaştırırlar. I illerine geçen imkânları
her şeyden önce para sahibi olmak için kullanırlar. Allah ile para yan yana
geldiğinde parayı tercih ederler. Çünkü Allah, gücün hakta olmasını ister;
oysaki paraya tapanlar, hakkın parada olduğunu iddia ederler.
Ekonominin Kontrolünü Elde Tutmak:
Bu eski Mısır’da nasıl idiyse sonraki krallık-sultanlık
sistemlerinde, o arada, Osmanlı düzeninde de aynıydı. Osmanlı düzeninde de
bütün ülke toprakları ‘memâlik-i şahane’ yani padişahın mülküydü. Ne
diyor Firavun:
“Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: ‘Ey toplu-
ınum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim altımdan
akıyor. Görmüyor musunuz?" (Zühruf,
51)
I iravun’un şu sözünün altına herhangi bir Osmanh padişahının
imzasını atsanız, ne tarih yadırgar ne de OsmanlI düzenini tanıyan bir
araştırıcı.
Ekonominin kontrolünü elinde tutmak bütün firavun
saltanatlarının baş silahı ve tek güvencesidir. Hz. Musa’nın, bu Firavunî
güçten şikâyetçi olması boşuna değildir. Şu beyyineye bakın:
“Musa şöyle dedi: ‘Rabbimiz! Sen, Firavun ve kodamanlarına
şu iğreti hayatta debdebe verdin, mallar verdin. Rabbimiz! Senin yolundan
saptırsınlar diye mi? Rabbimiz! Onların mallarını sil süpür, kalplerini
şiddetle sık ki, acıklı azabı görünceye kadar inanmasınlar!" (Yunus, 88)
Musa’nın, Firavun diktatöryasma karşı kendisine destek
sağlayan dokuz mucizenin birisi de bu ayette geçen ‘tams’ (mal ve paraların
yok olması) kavramıdır. Bu mesaj, mücadelede ekonomik gücün önemine metafizik
bir dayanak sağlamaktadır. Bu dayanak iki türlü elde edilmektedir: Hak
mücadelesini veren tarafın, öteki taraftan daha üstün bir ekonomik güce
ulaşması, 2. Diktatör zalim tarafın ekonomik gücünü yitirmesi. Mısır firavun
saltanatı örneğinde İkincisi olmuştur. Öyle ki, Musa’ya verilen dokuz mucizenin
7 tanesi firavun diktatöryasımn ekonomik gücünün çökmesini sağlayan
gelişmelerdir: Tufan, çekirge salgını, haşarat salgını, kurbağa istilası, kan,
ziraî ürünlerde eksilme, mal ve paraların silinip sü- pürülmesi. Ayette
kullanılan ‘tams’ işte budur.
Başkalarının Malından Azgınca Harcama Yapmak:
Firavun saltanatların özelliklerinden biri de halkın alın
teri ve emeği karşılığı birikmiş mal ve servetleri, firavunî ekiplerin keyfi
uğruna azgınca ve sınırsızca harcamaktır. Bunun Kur’an dilindeki adı israftır.
Bu azgın harcamayı yapana müsrif denir.
“Firavun ve kodamanlarının kendilerine kötülük etmelerinden
korktukları için, kavmi arasından bir soy/ genç bir nesil dışında hiç kimse
Musa'ya iman etmedi/ Musa’nın peşinden gitmedi. Çünkü Firavun, o toprakta
gerçekten çok üstündü ve gerçekten onun bunun malından savurganlık yapan tam
azgınlardan biriydi.” (Yunus, 83)
İsraf Sadece Savurganlık Değildir:
Hemen bütün dillerde tek kelimeyle karşılanan
‘savurganlık’ı ifade etmede Kur’an iki tabir kullanmaktadır:
1. İsraf,
2. Tebzîr.
Bunların birincisi başlıbaşma bir zulüm iken İkincisi
sıradan bir günahtır. O halde, israf ile tebzîri tek kelimeyle savurganlık
olarak çevirmek hatalı bir davranış olacaktır. Şimdi, meselenin Kur’an
semantiğine ve mesajına uygun açıklamasına geçelim.
israf: Başkalarının Haklarından Savurganlıktır:
İsrafin kökü olan şeref, Arap dilinde ‘insan
fiillerinde sınırı aşma, aşırılık, zulüm’ anlamlarındadır. Kur’an, bu
kökten filleri birkaç yerde kullanmıştır, (bk. 6/141; 7/31; 17/33; 20/127;
25/67; 39/53)
İsrafa sapana müsrif denir. İsraf ve müsrif
sözcükleri 20 civarında yerde kullanılmıştır.
İsrafın kelime anlamı zulümdür. Zümer 53. ayette ‘kendi
benliklerine zulmedenler’ uyarılırken, israf sözcüğü kullanılmıştır.
Kişinin kendi emeğinin karşılığı olmayanı harcaması bir zulüm olduğu içindir ki
birilerinin emeğinden üreyen parayı harcamaya da israf denmiştir.
“Yiyin, için fakat başkalarının emeğiyle üretilmiş nimetleri
zalimce saçıp savurmayın! Allah, zalimce saçıp savuranları sevmez.” (A’raf, 31; En’am, 141. Ayrıca bk. İsra, 26-27; Nisa, 6;
Şuara, 151) buyruğu Kur’an’m temel buyruklarından biridir.
Kur’an, kendi emeğinin karşılığı olandan savurganlık
yapmaya da karşı çıkmakta ama onu israf sözcüğüyle değil, ‘tebzîr’ sözcüğüyle
ifade etmektedir:
“Akrabaya hakkını ver! Çaresize, yolda kalana da. Fakat
saçıp savurma! Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleri olurlar. Ve
şeytan, kendi Rabbine nankörlük etmiştir.” (İsra,
26-27)
İsraf, bir yığın bozgunun, zulmün, sapmanın ve yozlaşmanın
kaynağı olarak gösterilmiştir. İsrafı huy edinenlere boyun eğmek insanı çöküşe
götürür ve toplumların dengesini bozar. (Şuara, 151)
İsraf, insanlığın en büyük belalarından biri ve tartışmasız
bir zulümdür. Küresel âfetlerin tümünü öncelikle israf tetiklemektedir. Bu
bakımdan israf küresel bir insanlık suçudur.
İsraf, küresel âfetlerden sadece birisi değil, küresel
âfetlerin en büyüğüdür. Çünkü israf âfetlerin âfeti, bütün âfetlerin
motorudur. Tüm uygarlıkların en yıkıcı felaketi de israftır. İsraf, emeğe ve
insana ihanetin en di
kenlisidir.
Kur’an, “Nasıl üretebilirim?” soran insanı yüceltmekte,
“Nasıl tüketebilirim?” soran insanı zararlı görmektedir.
Baskı, şiddet, sömürü, hak ihlali ve nihayet işgalcilik, cinayet
gibi temel zulümleri besleyen ana olumsuzlukların başında israf gelmektedir.
Nitekim bir zulüm ve kahır sistemi olan kapitalizmin belirgin özelliği de
israftır.
Vehimleri Zulüm Gerekçesi Yapmak:
Rüyaları, kehanetleri, ihbarları, hatta dedikoduları takip,
baskı ve zulüm gerekçesi yapmak firavun ruhların belirgin niteliklerinden
biridir. “Ortak adları firavun olan bu zalimler, Mısır’daki azınlık durumunda
olan yabancıları çok ağır işlere koşarlar; bazen bir vehim, bazen bir rüya,
bazen bir dedikodu, bazen de hiçbir neden olmadan onları asar keserler, onlara
akla gelmedik işkenceleri reva görürlerdi.” (Abdullah Aydemir, Peygamberler,
113)
Tâbiûn dönemi müfessirlerinden “Süddî’nin (ölm. 127/745)
nakline göre Firavun, rüyasında Beytü’l-Makdis (Kudüs) tarafından gelen ve
Mısır’ın tüm evleriyle yerli halkı yakıp kül ettiği halde İsrailoğulları'na
zarar vermeyen bir ateş gördü. Uyandıktan sonra günlerce bunun tesirinden
kurtulamadı ve bir hayli endişelendi. Rüyasını, yorum için kâhinlere anlattı.
Aldığı cevap korkunçtu: ' İsrailoğulları'ndan bir oğlan çocuğu dünyaya gelecek
ve onun eliyle tüm Mısır halkı mahvolacak. Bu cevabı alan Firavun,
İsrailoğulları’ndan doğacak erkek çocukların anında öldürülmesini (bu
öldürmenin erkeklik gücünü öldürme olduğu da söylenmiştir) kızlara dokunulmama-
sı emrini verdi. Bu iş için geniş yetkilerle donatılmış ebeler
ve diğer görevliler belirlendi. Bunlar tek tek hamile kadınlara uğrayıp doğum
günlerini tahmin ve tespit ediyorlar, doğan erkekleri derhal öldürüyorlardı.
Binlerce, belki onbinlerce masum kanının akıtılmasına sebep olan bu plan
başarıya ulaşamadı. Devletine, ordu ve saltanatına aldanan Firavun, cellatlara
rağmen ölümden kurtulan biri eliyle zulmü içinde boğulup gitti.” (age. 114)
Dayatmacılık:
Firavunluk psikozu, şirkten daha kuduz bir zulüm işletmiştir.
Musa’nın tanrısı (peygamberlerin tanrısı) şöyle diyor:
“Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr
etsin." (Kehf, 29)
Musa’nın tanrısı ile Firavun’un belirleyici farkı, birincisinin
teklif götürdüğü insana seçme özgürlüğü vermesi, İkincinin ise vermemesidir.
Firavunluk psikozu kendi görüş ve anlayışını dayatır, seçme ve tercih şansı
tanımaz.
Firavun, yönettiği ülkenin toprak ve imkânlarını kendisinin
özel malı gibi lanse ederek ilahlığına buradan da bir kanıt çıkarmaktadır.
Firavunluk psikozuna müptela bütün sultanlık ve krallıklarda durum budur.
Onların Kur’an tevhidine en yakın olması gerekeni Osmanlı’da bile ülkenin bütün
toprakları ‘memâlik-i şahane’ yani padişahın özel mülküdür.
Firavun psikozuna müptela olanlar, ülkelerinin malî durumu
ne olursa olsun, iman babaları firavunun yuka-
i ıdaki sözlerini tekrarlamak için güç gösterisinde kullanacakları
mülklere, köşklere, saraylara sahip olmak ihtiyacını derinden hissederler. Bu
gösteri metaı mülklere, köşklere, saraylara sahip olmayanlarla alay eder,
onları küçük görürler. Türkiye gibi, dış borç batağında debelenen bir ülkede,
beş katrilyonla ifade edilen harcamalara konu olmuş iki bin odalı sarayların
yaptırılmasını bu Kur’ansal mesajı unutmadan değerlendirin.
Şimdi sıkı durun: Yukarıki beyyineler, ülkenin mülk ve
imkânlarını kendisinin ilahhğma kanıt gibi öne çıkaran firavuna bütün bu
yaptıklarına rağmen itaat edenleri, Allah’ın intikam almasına sebep oluşturan
bir büyük kötülüğün failleri olarak gösteriyor. Ve Cenabı Hak, onlardan intikam
alacağını bildiriyor. Demek ki, firavunluk psikozuna yakalanmış tağut takımını
hizaya getirmek üzere onlara karşı çıkmak yerine onların icraatını onaylar
bir tavırla onlara itaat eden kitleler, Allah’ın düşmanı durumuna
düşmektedirler.
Allah, sadece düşmanlarından intikam alır,
sürçmeleri olan günahkârlardan değil.
Bununla da yetinmiyor firavun psikozu: Musa’yı yani karşı
fikrin temsilcisini öldürmek, yok etmek istiyor:
“Firavun dedi: ‘Bırakın beni, şu Musa'yı öldüreyim de
Rabbine yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut yeryüzünde
fesat çıkarmasından korkuyorum." (Ğâfir,
26)
Bu beyyinede, firavunluk psikozunun dehşet verici bir
zihniyet kodu daha deşifre edilmektedir: Öldürülmek istenen Musa, toplumda
bozgun çıkarmak ve toplumun dinini değiştirmek gibi ağır ithamlarla suçlanmaktadır.
Bu işte firavunun yakın çevresi, özellikle Hâman kotarı-
mmdaki din temsilcileri kullanılır:
“Firavun kavminin kodamanları dediler: ‘Musa'yı ve
toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi
bırakıyorsun?" (A’raf, 127)
Firavun psikozunun mümessili olan despot, hesabına uymayan
fikirler öne çıkaranları ihtilalcilik, bozgunculuk, darbecilik, fitnecilik,
dini bozmak gibi, aldatılmış kitlelerin asla tolere etmeyecekleri suçlarla
itham etmektedir.
Kur’an’m Allah’ı, seçme hakkı vermeyen firavun psikozunun
yaşatacağı dini yaşamaktansa yaşamamayı yeğlediği içindir ki, böyle bir dini
yaşamayı redderek Allah’a imanla yetinenleri kurtarmayı taahhüt etmektedir.
“Geleceğimizde saklı olan en büyük tehlike, kitlelerin
diktatörlüğü üzerine kurulmuş bulunan sözde demokrasidir.”
Proudhon
Firavun, zulmün, dehşetin, haklan çiğnemenin, gücü hakkın
göstergesi bilmenin sembolüdür. Ama Kur’an bize göstermektedir ki, firavun
zulmünden daha beter bir zulüm süreci de olabilir. Nasıl mı?
Firavun’un sarayında hakkı dile getiren bir tane olsun
mümin adam vardı. Eğer bir firavun türü zalimin sarayında (saltanat
çevresinde) böyle bir tane uyarıcı mümin bile çıkmıyorsa o zulüm dönemi
firavununkinden, o zalim de firavundan daha kötü, daha şerir ve zararlıdır.
Firavun sarayından çıkan mümin adam (recül mümin),
Firavun’un yakın çevresinden (min âli fir’avn) biridir:
“Firavun dedi ki, ‘Bırakın beni, şu Musa'yı öldüreyim de Rabbine
yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut yeryüzünde fesat
çıkarmasından korkuyorum.’ Musa dedi: ‘Ben, hesap gününe inanmayan her
kibirliden, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olana sığındım!’ Firavun’un,
eşraf ve seçkinlerden oluşan yakın çevresinden imanını gizleyen bir adam şöyle
konuştu:
‘Rabbim Allah'tır” dediği için bir adamı öldürüyor musunuz?
Üstelik size, Rabbinizden açık seçik deliller de getirdi. Eğer yalancıysa
yalancılığı kendi aleyhinedir. Eğer doğru sözlü ise size vaat ettiklerinden bir
kısmı başınıza gelir. Kuşkusuz, Allah, zulme saparak onun bunun hakkı olandan
savurganlık yapan yalancıları doğruya ulaştırmaz." (Mümin, 26-28)
"Ey toplumum! Bugün bu toprakta, birbirine destek veren
insanlar olarak mülk ve yönetim sizin. Peki, karşımıza dikildiği zaman
Allah'ın azabından bizi kim kurtaracak?’ Firavun şöyle dedi: ‘Ben size kendi
fikrimden başkasını göstermem. Ve ben, sizi, aydınlık/doğruluk yolundan
başkasına da kılavuzlamam." (Mümin,
29)
“İman etmiş olan bir adam dedi: ‘Ey toplumum, sizin
üzerinize, diğer topluluklarınki gibi bir günün gelmesinden korkuyorum; Nûh
kavminin, Âd'ın, Semûd'un ve onların ardından gelenlerin serüvenleri gibi.
Allah, kulları için zulüm istemiyor. Ey toplumum! Sizin adınıza, o bağırıp
çağrışma gününden korkuyorum. Bir gündür ki o, sırtınızı dönerek kaçmaya
çalışırsınız fakat Allah'a karşı sizi koruyacak kimse olmaz. Allah'ın
saptırdığının, yol göstereni yoktur." (Mümin,
30-33)
FİRAVUN SALTANATLARINDA BETERİN BETERİ
Kur’an bize gösteriyor ki, bilinen firavunlardan daha kötü
ve şerir firavunlar da olabilir. Bu İkinciler, çevrelerinde bir tane olsun
uyarıcı barındırmayan, yaşatmayan firavunlardır.
Tarih ve zaman da bize gösterdi ki, eski firavunlardan daha
şerir firavunlar olacaktır. Biz bunlara ‘beterin be
teri firavunlar’ veya ‘firavunlukta beterin beteri azmışlar’
diyoruz. Bunların belirgin niteliklerini tarihin ve zamanın verilerine bakarak
şöyle sıralayabiliriz:
1. Yalancılık: Kadim firavunlar, en şerir zulümleri de dahil, yaptıklarını
raiyyelerine açıkça söyleyerek yaparlar; yalan söylemezler, yani zulümleri
içinde bir ‘mert’ yanları vardır. O halde hem kadim firavunların zulümlerini
işleyen hem de aynı zamanda raiyyelerine yalan söyleme zilletine tenezzül eden
bir zalim, sadece firavun olmakla kalmaz, firavundan da şerir olur.
2. Talancılık: Kadim firavunlarda hırsızlık ve talancılık yoktur. Beterin
beteri çağdaş firavunların bir karakteristiği de aynı zamanda talancı
olmalarıdır. Bunlar, ra- iyyeleri içindeki talancılarla işbirliği yapmak,
onları bu talanlarında koruyup gözetmek, bu vesileyle Karun takımının
vurgunlarından, para havuzlarından aslan payı almak gibi düşüklüklere de imza
atarlar. Yani bunlar firavunluk kulvarının kendi içinde de ayrı bir düşüşü temsil
ederler.
3. Musaları
Konuşturmamak: Firavun, aynı zamanda din
gücünü ve kurumunu temsil eden sihirbazlarını Musa’ya karşı halkı aldatmaları
için seferber ederken, Musa’ya da halkın önünde onlarla tartışma imkânı veriyordu.
‘Beterin beteri firavunlar’, işte bu noktada da kadim firavunları geride
bırakan tağutluklar sergile- mekteler. Bu İkinciler, kendi sihirbazlarını
(halkı aldatma ekiplerini) bütün imkânlarla teçhiz ederek ortaya sürerken Musa
fikriyatının sözcülerine konuşma ve kendilerini ifade etme şansı asla vermezler.
Onları çeşitli kumpaslarla ya zindanlara tıkarlar yahut da ağızlarını kapatarak
etkisiz hale getirirler.
BETER FİRAVUNLAR ÜSTÜNE BİR MEKTUP
Dr. Odhan Yüksel yazıyor:
“Son günlerde köşe yazılarınızda özellikle üstünde durduğunuz
‘firavun’ kavramında vurguladığınız sosyolojik bağlantılar (firavun-Karun ve
Hâman ilişkisi gibi) ufuk açan, muhteşem analizler. Kur’an'da Hz. Musa’nın hayatının
bu kadar derinlemesine işlenmesinin en önemli sebebi, kanımca onun hayatındaki
büyük olayların ve mucizelerin birer sosyolojik fenomen olmasıdır.”
“Halkın önünde büyücülerle yarışması da böyle sosyal bir
gerçeğe işaret. Firavun'un adamları olan büyücüler halkın önünde Musa’yı küçük
düşürmek için bir algı operasyonu yürütürler. Bu algı operasyonunun esası gerçeklere,
bilgiye değil, illüzyona dayanmasıdır! Bu olay, tıpkı günümüzde hükümet medyası
ve satılık kalemlerle gerçekleştirilen Cumhuriyet ve Atatürk'ü karalama
operasyonuna benzer.’1 •
“A’raf 116. ayet bu illüzyonların gücünü vurgular. Sizin
mealinizde: ‘Halkın gözlerini boyadılar, onları dehşete düşürdüler’ diyor.
Hakkın temsilcisi Hz. Musa'nın özelliği bu ilüzyona son vermesidir. Hz. Musa
bir sihirbaz değildir. Onun asası, bâtıh yutmuş, halka hakkı göstermiştir.”
“Kur’an'daki bu sembolik ifadeler, günümüzde küresel ve
yerel illüzyonların firavunî kökenini ve işleyiş tarzını açıklıyor.
Sermayedarların medyası ortaya sürekli nifak yılanları atmakta, Musa'ları
sahneye dahi davet etmemektedir. Bu açıdan firavun daha insaflıdır bence!”
İSLÂMÎ DÖNEM FİRAVUNLUĞU:
EMEVÎ TAĞUTİZMİ
HİLAFET BİR FİRAVUNLUK SALTANATIDIR
Hz. Peygamber'in Hilafet Konusundaki Mucize İhbarı:
Halifelik konusunda belirleyici tespit, bizzat Cenabı Peygamber
tarafından insanlığın ve tarihin vicdanına iletilmiştir. Şimdi bu mucize ihbarı,
'Asrın Hadis Allâmesi' diye bilinen Nâsıruddin el-Elbanî'nin 'el-Ahâdîs
es- Sahîha ve'z Zâîfa' adlı 30 ciltlik şaheserinden açıklamalarının
bir kısmıyla birlikte verelim:
"Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Hilafet benden sonra otuz yıldır; ondan sonra meliki adûd
(kudurmuş zalim) saltanatına dönüşür.' (Ebu
Davud, Tirmizî, Tahâvî, İbn Hibbân, İbn Ebî Âsim, Hâkim, İbn Hanbel, Ebu Ya'la
el-Mavsılî, Ebu Hafs es-Sayrafî, Huseyme bin Süleyman, Taberânî, Ebu Nuaym,
Beyhakî)
"Şimdi yıl hesabına bakalım: Ebu Bekir'in halifeliği 2
yıl, Ömer'inki 10 yıl, Osman'ınki 12 yıl, Ali'ninki 6 yıl."
Toplamı otuz yıl. Ondan sonraki dönem, yani Muaviye ile
başlayıp halifeliğin Müdafaai Hukuk cumhuriyeti ile
ortadan kaldırıldığı güne kadarki döneni 'krallık' döne
mi oluyor. Elbanî devam ediyor:
"Saîd bin Cümhan, bu
hadisle ilgili olarak otuz yıllık sü reyi hesaplayan Süfeyne'ye 'Benu
Ümeyye, hilafetin ken - dilerinde de olduğunu düşünüyorlardı. Buna ne demeli?'
diye sorduğunda Süfeyne şu cevabı vermiştir: 'Benu Zerka (Fahişe taciri
kadının çocukları) yalan söylüyorlar. Tam aksine, onlar kralların en şerirleri
arasındadır."
"Sonuç olarak durum şudur: Hadisin senedinde güveni
sarsacak bir illet yoktur. Hadis, sahihtir; kendisi ile hüküm
verilebilir." (Elbanî, es-Sahîhâ, cilt 1, kısım 2, hadis
no:459)
Elbanî'nin verdiği bilgiler de gösteriyor ki, hilafet,
bizzat Peygamberimizin beyanıyla, Muaviye'den sonra değil, onunla birlikte
krallığa dönüşmüştür. O dönüşmenin ve o dönüşümden sonraki 'halife' unvanlı
meliki adûdların neleri nasıl yaptıklarını, Müslüman kitlelere hangi kahırları
çektirdiklerini, Peygamber'in bu mucize ihbarı ışığında tarihten öğrenmek
gerekir.
Meliki adûd sıfatı taşıyan halifeler, firavunî saltanatın
baş temsilcileridir ve birkaç suçun faili olarak lanetliler kervanına
katılmaktadır. Bir kere, binlerce, onbinlerce masum insanı katletmişlerdir. Bu
maktuller içinde (mesela Osmanh sarayında) katledilmiş onlarca bebek, seçkin
ilim ve din adamları, şeyhülislamlar da vardır. İkinci önemli suçlan ise,
işledikleri veya imzalarıyla fermana bağladıkları akıl almaz zulümlerdir. Bu
zalimler, kendilerini 'Peygamber'in (Emevî halifeleri Allah'ın) vekili,
halefi' olarak adlandırmakla da lanetlik hale gelmişlerdir. Çünkü bu sıfatı
kullanmaları 'Allah'a ve Peygamber'e
eziyetin ta kendisidir ve bu eziyete sebep olanlar, lanetlenmiştir.
Bu firavunî meliklerin bir de kalkıp 'Müslümanların
birliğini' temsil ettiği iddia edilmiştir. Böyle bir inancın da siyasetin
ötesinde bir değeri yoktur. Siyasal anlamda savunan savunur; tutarlı olur ve
olmaz. Ama bunu, din buyruğu gibi ortaya sürmek, tam bir saptırmadır.
Müslümanların birliğini kişi olarak Hz. Peygamber, kaynak
olarak da Kur'an temsil eder. Din sınıfı olamayacağına göre, bu sınıfın lideri
diye biri de söz konusu olamaz. Bu çarpıklığın Müslümanlara nelere mal
olduğunu anlamak isteyenler tarihi bir kez daha dikkatlice okumalıdır. Tam bu
noktada, Mustafa Kemal Atatürk'ün, hilafetle ilgili, başka bir benzerine
rastlayamadığımız şu sözlerini hatırlatmak yararlı olacaktır:
"Türk tarihinin en mutlu devresi, hükümdarlarımızın
halife olmadıkları zamandır. Peygamberimiz, ashabına dünya milletlerine
İslamiyet'i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükümetleri başına
geçmelerini emretmedi. Hilafet demek, idare, hükümet demektir. Bütün Müslüman
milletleri idare etmek isteyen bir halife buna nasıl muvaffak olur?! Bütün
İslam milletleri üzerinde tek halife fikri hakikatten değil, geleneksel din
kitaplarından çıkmış bir fikirdir." (Sadi
Borak, Atatürk ve Din, 91-92)
Emevi Arabizmi döneminin Muhammedi dönem firavunluğu
olduğunu ifade eden iki muhteşem beyanı var Hz. Peygamber'in:
■ •** riHAVUN
1. Melike
Şirk oligarşisinin başı olan Ebu Cehil’i t ümmetinin firavunu' diye
tanımlamıştır.
2. Enievî
kralı Maviye ile başlayıp Müdafaai Hu müminlen tarafımdan yerle bir edildiği
güne k«d halifeleri 'meliki adûdlar' yani azmış-Ld^z’ "d°ar g*™,5dr-Hem
de s
Üçüncü Bölüm
FİRAVUNLA İLGİLİ
AYETLERİN TEFSİRİ
(10/89)
Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 10, geleneksel
tertipte 89. suredir. 30 ayettir.
Ayet 1-13:
I Yemin olsun tan yerinin ağarma vaktine, 2 On geceye, 3
Çifte ve teke, 4 Yola koyulduğu zaman geceye. 5 Nasıl; bunlarda akıl sahibi
için bir yemin var, değil mi? 6 (Görmedin mi ne yaptı Rabbin Ad kavmine? 7
Sütunlarla dolu İrem'e, 8 Ki, beldeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı. 9
Ve ne yaptı vadide kayaları oyan Semûd kavmine? 10 Ve kazıklar sahibi Firavun'a.
11 Bunlar, ülkelerde azıp zulmetmişlerdi. 12 Ve oralarda bozgunu
çoğaltmışlardı. 13 Bu yüzden Rabbin, üzerlerine azap kamçısını yağdırıverdi.
İlk dört ayet, dört büyük yeminden oluşmaktadır. Bu
«İçmektir ki, gelecek beyyineler çok hayatî noktalara temas edecek, çok önemli
ve sarsıcı mesajlar getirecektir. Mesajların ortak yanı, zalimlere, onların
temel ve tipik özelliklerine ve nihayet maruz kalacakları azaba parmak
basmalarıdır.
l eke ve çifte yeminle söze başlanması bu iki kelimenin
lyıret ettiği gerçeğin önemine dikkat çekmek içindir.
I
IO
Tek, Yaratıcı, çift ise polari te ve pariteden (zıtların
oluş turduğu iki kutuptan) ibaret olan tüm varlık ve oluştuı İşte yeminin
büyüklüğü burada.
Tek olan, polarite ve pariteye konu olmayan varlı] (vetr),
Allah’tır. Onun dışındaki tüm varlıklar zevç yar çift yaratılmış, çiftliğin,
eşliliğin konusudur.
Kur'an, hem evrensel-kozmik diyalektiğin esası olan po
lariteyi hem de paralel evrenler gerçeğini şef ve zevç ke
limeleriyle ifade eder ki, ikisi de ‘iki şeyin birlikteliği’ an lamını
taşır. Biz şimdi, Kur’an verilerini bu çerçeveleri] önce birincisi sonra da
İkincisi açısından inceleyeceğiz.
Şef; teki çift yapmak,
bir şeyi, benzeri olan şeye ekle mek veya iki şeyi yan yana getirmektir. Şefin
karşıt ‘vetr’dir ki, o da bir şeyin tek olması, yani polarite dışın da
kalmasıdır. Bunun içindir ki, “Allah vetr, mahlûkla şef dir’ denir.
Çünkü mahlûklar, polaritenin bir görünü mü olan oluşun malzemesidir.
Şefaat de bu şef kökünden gelir.
Kur'an'a göre, her şey çift çift yaratılmıştır. (51/49) Zev
ciyet, yani karşıtların birlikteliği, oluşun ve insan hayatı nın esasıdır.
Varlık ve oluşu polarite üzerine oturtan Yaratıcı, işte b
yüzden hem şef’e, hem de vetre yani ikilik ve tekliğe yc min etmektedir.
Zevciyet, polarite,
benzer zıtlar ilişkisi, eş olma hali, p;ı
119
UÇUNCU BOLUM
ralel evrenler anlamlarında alınabilecek bir terimdir.
Zevç ve türevleri,
isim ve fiil halinde 70 küsur yerde geçmektedir. Daha çok, zevcin çoğulu olan ezvâc
kullanılır. İki çift anlamındaki zevceyn ve zevcân şekilleri
de kullanılmıştır. Ve kavramın esas anlamını ve temel boyutlarını veren
ayetler de bu son şekillerin geçtiği 7 ayet- lir. Kavrama esas olan zevç
kelimesinin filolojik yönünü, Isfahanlı Râgıb’dan özetleyelim:
“Kendi cinsinden bir diğeriyle bulunana zevç denir. Bu,
insan, hayvan, bitki ve diğer varlıklardan olabilir. Zevçler birbirinin
benzeri olabilecekleri gibi, tam zıtlar da olabilirler. Zevciyet,
erkeklik-dişilik ikiliği olabileceği gibi, başka ikilikler de olabilir. Eşya;
cevher, araz, madde, suret gibi ikiliklerin beraberliğinden ibarettir. Hiçbir
şey bu ikililiğe dayalı terkibin dışında kalamaz. Ve bu durum gösterir ki,
varlığın bir terkip ustası, bir yapıp edicisi vardır ve onun zevciyet üstü bir
‘Tek’, bir fert olması gerekir. Türler, cinsler, sınıflar da birer zevciyet
oluşturur. Allah, insanların cennet hayatında huriler ile bir zevciyet ilişkisi
kuracaklarını söylüyor. Ancak, bunun dünya hayatındaki karı koca ilişkisi
şeklinde anlaşılmama Kur’an’m ifadeleri izin vermez. Bu, kendine özgü bir
beraberliktir.” (Râgıb, Müfredat, zevç mad.)
Kur’an dilinin büyük ustası Râgıb, kısa filolojik
açıklamalar içinde Kur’an’m anlam boyutlarını iyice yakalama dehasını burada
da göstermiş ve zevciyet kavramının •saslarmı birkaç satırda vermiştir.
(Huşun, fıtrat diyalektiğinin özünde,
Kur'an'a göre zev- rlyet yatar.
Mlah, zatı itibariyle zevciyetin üstündedir. O, bu yönüy-
120
HHAVUN
le Sübhân, Ahad, Samed olarak anılır ki,
benzerlik-zıtlıi ilişkisinin dışında olan mutlak şuur ve kudret demektiı Ancak
Allah da tecellileri ve zuhuruyla, yani isim-sıfatla rı ile bir polarite
sergiler. Çünkü varlık, Allah'ın bir gö rünüşü, bir tecellisidir ve bu
görünüşün arz ettiği süreç polaritenin seyridir. İbn Arabi'nin Allah'ı ‘şey’
olara nitelendiren görüşünü, bu inceliği dikkate alarak değeı lendirmek
gerekir. Aksi halde Allah'ı inkâr veya oluşı dondurmak gibi sakatlıkların
birine yenik düşeriz.
Kur'an, Allah'ın sıfatlarını bir polarite konusu olarak ve
riyor: Evvel-Âhir, Zâhir-Bâtın, Muhyî-Mumît vs. Anca bu, zuhur ve
tecelliler yönündendir. Zât yönünden Al lah, zevciyet üstüdür. Sübhan, Ahad
ve Samed'dir. Şe değildir; şeylere benzerliği de yoktur, (bk. İhlas suresi
Şûra, 11)
Zevciyetin üstündeki Ahad ve Samed güç, yani
yaratı cı, yapıp-edici külli şuur ve kudret, oluşu zevciyet yan benzerliğin ve
zıtların sürekli ilişkisi halinde ortaya koy muştur.
Mâsiva (Allah dışındaki varlıklar) hep
çifttir.
Sünnetullah (Allah’ın
tavrı-tarzı, tabiat kanunları) bi zevciyet resmigeçididir. Bu Kur'ansal ilkeyi
açıklarkcı müfessir Elmahlı şöyle diyor: “İkilik kaçınılmazdıı Bu
ikilik içinde birleştirilmeden hiçbir şey tasdik ohı namaz, tefekkür ve
algılama yapılamaz.” (bk. Tef si ı 6/4544) Her şey zevciyete
oturur. Kur'an, zevciyetin bi süreç halinde yeni yeni zevciyetlere vücut
verdiğini be yan ediyor ki, biz bunu eserlerimizde fıtrat diyalektiği oluş
diyalektiği adlarıyla anıyoruz.
O halde, zevciyet, süreklilik gerektirir. Sabit ve don
Ulj/UNVU
DULUM
İZİ
muş, olup bitmiş değildir. Her an yeni bir oluşta olan Y
aratıcı'nın sünneti her an yeni zevciyetlere vücut verir.
Varlık ve oluş birçok zevciyete sahne olduğu gibi, sonsuz
zevciyete de gebedir. Oluşun bağrındaki sürekli yürüyüş ve atılım özlemi, bir
anlamda sınırsız zevciyetle- riıı rüyalarını taşımaktır.
/evciyetin bu sonsuzluk ve sürekliliğini ifade eden temel
ayetler Yasin suresinin 36. ayetiyle, Tekvîr suresinin I.
ayetidir.
"Şanı yücedir o Allah'ın ki toprağın bitirdiklerinden,
'■uların öz benliklerinden ve nice bilmediklerinden bütün çiftleri
yaratmıştır.” (Yasin, 36)
İkinci ayetse, kıyamet günü, yani alışılmış arz-evren dü-
rninin tebdil edildiği günde (bk. 14/48) nefislerin çiftleş! i
rilmesinden bahsediyor:
'Benlikler çiftleştirildiğinde...” (Tekvîr,
7)
Ihı demektir ki, kıyamet yeni oluşlara, yeni zevciyetlerle
imkân ve sahne açmanın bir başlangıcıdır. Yani kıyamet, İm yandan bir bitiş ve
ölüş sergilerken, bir yandan da bir başlangıç ve oluş sergileyecektir. Esasen sünnetullahta
İn r ölüş, bir oluşun başlangıcıdır. Çünkü bitiş ve tükeniş mı lamında ölüm
yoktur. Ölüm, sadece boyut, şekil ve ta- vıı değiştirme keyfiyetidir.
Ilı/iın bilmediğimiz zevciyetler deyimi, zevciyetin son-
u/lıık ve sayısızlığını açıkça ortaya koyarken, kıyamet uıiııii nefislerin
zevciyete girmeleri de, yeni oluşların vine zevciyete bina edileceğini
gösterir.
122
FİRAVUN
Hayat bir zevciyetler alanıdır. İlim bize haber veriyor ki evrenin herhangi bir noktasında
meydana gelen bir zerrenin, bir parçanın ikizi veya zıddı, yani zevci aynı
anda doğar. Ve hayat bir zıt eşler resmigeçidi halinde sürün gider.
Zevciyet, özellikle yerkürede hayatın temelini oluşturur.
Bu anlamda zevciyet, öncelikle bir dişilik-erkeklik pola ritesidir. (bk. 53/45;
Kıyame, 39) Bitki, hayvan ve insan kadar, bunların karşılıklı ilişkileri de
zevciyet konusu dur. Toprağın altından her fışkırış, göklerden her iniş bir
zevciyet sergiler. Bunlar cömert, gönül açıcı, ferahlık ve mutluluk getirici
güzellik ve nimet tablolarıdır, (bk. 13/3; 22/5; 20/53; 26/7; 31/10; 50/7)
Hayat, insan için de bir zevciyet olayıdır. İnsan, kendi
zevcini, yani benzer zıddını veya karşı kutbunu, kemli benliğinden ayırmış tek
varlıktır, (bk. 4/1; 39/6; 16/7 ’ 30/21; 7/189) O halde, insanda oluş, bir ikileme
ve dah.ı sonra tekrar birlenme olayıdır ki, bu ayrılık ve vuslul, vasıl ve
fasıl, parçalanma ve toplanma diye de anılabiliı Bütün bu oluş seyri insanda
hedefine aşk ile varır. Bu yüzden insanın zevci onun için sükûnet ve
huzur arac ı yapılmıştır.
Kendi zıddından, kendi huzur ve
mutluluğuna yol bul ma özelliği yalnız insanda vardır.
İnsanın, kavga ve zıtlar çekişmesiyle dolu hayatı kadaı bu
hayatın öncesi ve sonrası da zevciyete sahnedir. Çını kü insan sonsuz bir
tekâmülün hem adayı hem konusu hem de sahnesidir. İnsanın dünya öncesi hayatı
bir zev ciyet sergilemişti (bk. 2/35; 7/19; 20/117), dünya sonran hayatı da
öyle olacaktır, (bk.2/25; 3/15; 4/57; 36/56)
OVUNDU
DULUM
Kur'an'ın insanın zevcinden söz eden ayetlerini, sadece
fıkıhsal anlamda değerlendirip bunlardan eş mânası (j karmakla yetinmek, ilgili
ayetlerin anlam boyutlarını daraltmak olur. Doğrusu şu ki, insanın zevcinden
bahseden ayetlerdeki zevciyetin eş (karı koca) anlamı, anlamlardan sadece
biridir. Kesin karine veya kayıt olmadıkça aletleri bu anlamla dondurma yönüne
gitmemek gerekir. Bu ayetlerde ifadeye konan ‘zevçler’ (benzer zıtlar) iadece
kadınlar veya erkekler değildir.
Sadece hukuksal anlamda eşlerden söz eden ayetler de
vardır. Mesela Ahzâb suresi 6. ayet Hz. Peygamber'in zevcelerini müminlerin
anneleri olarak tanıtıyor.
I IIĞYAN VE TAĞUT
I'ağut:
11. ayet, firavunların temel niteliklerinden birincisi olan
tuğyan veya tağutluğu kayda geçirmektedir.
İlalıtaştırılmış azgın kodamanı, zalim-saldırgan kişi veya
tipiler anlamındaki tağutun kökü olan tuğyan, türevle- uvlc birlikte (tağut
dahil) 40 civarında yerde geçer. Biz- ai (ağut kelimesi 8 kez geçmektedir.
\tapça lügatlarda tağut (tekili ve çoğulu aynı) için verili
tı anlamlar şunlardır: İlahlaştırılmış azgın, kâhin, bü- nıııı, sapıklık
öncüsü, Hristiyan kodamanı, saldırgan, ılım.
i ıii'.ııta ‘Hristiyan kodamanı’ (onunla yan yana
kullanıcın cibt sözcüğünü ise Yahudi kodamanı) anlamı veren, ıı
ip dilinin en büyük üstadı ve dilcilerin babası sayılan
ve 231/846’de ölen İbnül A’rabî’dir. Daha sonraki d
çiler bu anlamı, Kur’an dilinin bu Mevâlî çocuğu (ye Arap asıllı olmayan
köle) ölümsüz ustasından alar tekrar etmişlerdir. (Mesela bk. 370/980’de ölen
büy lügat bilgini Ezherî’nin ‘Tehzîbu’l-Lüga’ adlı anıt eseı
Na yazık ki, İbnül A’rabî’nin dilbilimdeki dehasını
bi tam gösterecek müstakil eserleri elimize ulaşamamış! Onun verdiği eşsiz
tespitleri, kendisinden nakilde bu] nan diğer meslektaşlarının eserlerinden
öğreniyoruz.
538/1143’te ölen ünlü Türk müfessir Zemahşerî, Nj 51’de geçen cibt
ile Yahudilikteki kutsal gün st (Cumartesi günü) arasında irtibat
görmektedir. (I Zemahşerî, Esâsü’l-Belağa, cibt mad.)
Tefsir âlimleri, sahabî müfessir İbn Abbas’tan
başla) rak ve iniş sebebini de dikkate alarak, tağutun Nisa ı resi 51. ayette
Yahudi kodamanı Ka’b el-Eşrefi amı ladığım söylemişlerdir ki anlam
olarak bu şer babası çok uygundur.
Aynı ayette geçen ve aslen Arapça olmamakla birli! lügat
itibariyle tağutun anlamlarına yakın anlamlar şıyan cibt ise yine
müfessirlere göre, bir başka Yahı kodamanı olan Huyey bin Ahtab’ı göstermektedir.
M fessir Taberî’nin ifadesiyle “bu iki kişi, iki cibt veya tağut idi.
Allah’a ve onun peygamberine isyanda Yalı di milletine öncülük etmekteydiler.
Ama bunlar, aj işi yapan başka Yahudi öncüleri de olabilir. Allah bildirmek
istediği, böyle bir ekibin bulunduğuduı (Taberî, Tefsir,
5/130-135)
İniş sebepleri, mesajı kayıtlamayacağına göre, tağut onun
benzeri olan cibt Kur’an dilinde, müfessir Râzî’ı
işaret ettiği şu anlamı taşıyan sözcükler olarak alınmalıdır:
“Bu iki kelime, şer ve bozgunculukta zirveye çıkmış kişileri
ifade etmede âdeta sembol olmuş iki kelimedir.” (Râzî, Tefsir, 10/133)
Kur’an; tağutu, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi ve kudret
anlamında kullanır ve Allah'a imanın gerçek anlamına ulaşması için tağuta
karşı çıkmanın kaçınılmazlığına dikkat çeker. (2/256) Nisa 51. ayet
Araplardaki okuma yazma bilenlerin (aydınların) cibt ve tağuta inandıklarını ve
müminleri onlara inananlardan daha aşağı gördüklerini söyleyerek bunu kınıyor.
Bu ayette lağut, ruhsuz putlara ad olan cebte karşılık, ruh ve şuur sahibi put
yani ilahlaştırılmış, putlaştırılmış insan anlamında kullanılıyor.
Arap dilcileri tağutu, (dişil ve erkeği aynı) azgın, sınır
tanımaz, Allah yerine kendisine tapılan, zulüm, cebir ve şiddet kullanan
Firavun ruhlu, şeytan yaradılışlı varlık olarak mânâlandırmaktadırlar.
Hayra engel olan tüm kişi ve güçlere de tağut denmektedir. Tağutun, görüneni
ıiiında, görünmeyeni de vardır.
I ağut daima akıl ve ruh sahibi varlıktan yani insandan
Olur. Putların tağut olarak adlandırılmaları, onların tuğyanları ifadede birer
vasıta olmalarındandır. Ve Allah'a ku ı şı küfre sapanlarm dostları tağuttur ve
onlar, tağut yolunda savaşırlar. (2/257; 4/76) Bunların belirgin özelliklerinden
biri de, davalarının çözümünü, tağuta havale (lüleleridir; her zaman tağutu
hakem yaparlar. (4/60)
I ağuta karşı çıkan ve ona uşaklık etmekten kaçınanları!
sonsuzluk muştulan verilecektir. (39/17) Lanetlenen
ve Allah'ın gazabına uğrayarak en iğrenç cezaya çaı
tırılanlar, domuz, maymun suretine çevrilecek, tağut uşağı-kölesi haline
getirileceklerdir. (5/60)
Şimdi, tağutun kişiliğini, rolünü ve tavrını daha iyi ta
mak için onun temel özelliği olan tuğyanı görelim.
Tuğyan, ‘isyan ve
günahta, sınır tanımayacak ölçüde i ri gitmektedir. (Râgıb, tuğyan mad.)
Fiziksel güçle normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri tuğyanla
ifade edilebilmiştir. Mesela Kur'an, Nuh Tu nı sırasında suların köpürüp
azmasını tuğyan kökünd bir fiille (tağa) ifade etmektedir. (69/11) Ne ilginçtir
suların tuğyanı ile boğulan Nuh devri zalimlerini Kur'; ‘zulme sapan, tuğyan
edip azan’ bir kavim olarak < makta (bk. 53/52) ve insanın tuğyanını
tabiatın tuğy; ile cezalandıran varlık ve oluş ilkesine dikkat çekmek dir.
Haakka suresi 5. ayet de, Semûd kavmi azgınları! tâğıye ile helâk
edildiklerini söylüyor. Bu tâğiye de tı yan kökünden türeyen bir isim olup
tuğyan eden ins< lan cezalandırmak için Yaratıcı tarafından devreye ı kulan
tuğyan edici tabiat kuvvetlerini ifade etmektec Bu ayette cümle o şekilde
düzenlenmiştir ki, tâğıye h< Semûd kavmini helâk eden kuvveti hem de bu kavn
helâkine sebep olan tavrı aynı anda ifade etmektec Bu üslûp harikasını dikkate
aldığımızda, anılan aye tercümesinin şöyle verilmesi gerekir:
“Bunun üzerine Semûd, azgınlık yüzünden/azgın I tabiat
kuvvetiyle helâk edildi.” (Haakka, 5
Ayrıca I Şems,ll)
Tuğyan, insanın
tabiatında vardır. Kur’an daha vahye len ilk suresinin 6. ayetinde bu gerçeğin
altını çizmişi
“İş öyle sanıldığı gibi değil; şu kesin ki
insan gerçekten uzar.” (Alak, 6)
I lu yaradılış gerçeğini veren ayetin ardından insanın tuğyanının
temel sebebi gösteriliyor. Bu sebep, insanın kendisini hiç kimseye muhtaç
olmayacak bir konuma gelmiş görmesidir ki firavunluğun temel belirtilerinden
biridir. I'uğyan, insan egosunun, kendini ilahlaştırması, her şevin,
herkesin üstünde görmesi halinde tecelli ettiğinde doruk noktadır. Kur'an'a
göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun tiptir, (bk. 20/24,
43;Nâziât, 17)
f iravunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batışları bu yüzden olmuştur:
Ne ilginçtir ki, tuğyanın babaları olan Firavunların ezdiği
İsrailoğulları, sonunda Firavun yolu olan tuğyana kıpmaktan
kurtulamadılar. Onların İlahî gazaba uğramalarına da bu sapma sebep oldu.
(20/80-87)
Kur’an, temel varoluş ilkelerinden biri olarak, şunu ıs- ı
;ıı la belirtir: Bütün uygarlık ve saltanatların çöküşü azmak yüzündendir.
Bu, daha çok, madde ve ondan kaynaklanan değerlere aldanarak azmaktır. Her
çöküşün dunda bu yatar. Nitekim Nâziât suresi 37-38. ayetler tuğyan ile iğreti
hayatı ve dünya nimetlerini ilahlaştırma itasında bağ kurmaktadır. Kur’an,
buradan hareketle İn/,e şunu öğretmiştir:
Bütün tağutlar, paranın kulu, mülk ve saltanatın uşağıdır.
Paranın kulu olmayan hiç kimsenin tağut olması ö>z, konusu edilemez. Paranın
kulları, o esas tanrılarını ya cebir ve şiddeti kullanarak elde ederler ya
mülkü ı yönetimi) saptırarak yahut da Allah ile aldatarak. Günümüz firavunları
bu yolların hepsini, özellikle Allah Ilı* aldatmayı kullanmaktadırlar.
Tuğyana sapanların nihaî cezaları, bir tabiat tuğyanı ola
ateşle verilecektir. Cehennem, tabiat kuvvetleri tuğyan nın tipik ve çok
güçlü bir belirişidir ve bunun içindir k tuğyana sapan zalimlerin
cezalandırılmasında en uygu yol cehennemle ceza yoludur.
“Şu bir gerçek ki, cehennem bir gözetleme yeridir, tu| yana
sapmışlar için bir dönüş-varış yeridir.” (Nebe,
21 22; ayrıca bk. Nâziât, 39)
Böyle olduğu içindir ki, cehennem ehli, birbirlerini sut,
larken sürekli şöyle konuşacaklardır:
“Seni tuğyana ben itmedim.”
“Tuğyana sapmış bir topluluk idiniz, hadi
görün sonu nuzu.” (50/27; 37/23, 31; 38/55-56)
Tuğyana sapmanın musallat edeceği denge bozuklug insanı
aldatır, kuruntu ve hayale esir eder. İnsan bu du ruma gelince nefs egosunun
oyuncağı olur ve karanlıj ışık, şapı şeker zannetmeye başlar. Kur'an bu nokt;ıy
dikkat çekerken, inkârcıları ‘tuğyanları içinde oynayıı oyalanan gafiller’ olarak
tanıtır, (bk. 2/15; 6/110; 7/1 Kt 10/11; 23/75)
Tuğyan çemberinde gaflet ziliyle oynayanlarda oluşuı en
öldürücü hastalık, ışığı ve güzeli gösteren her söz vı uyarının onlarda
tuğyanın yoğunluğunu artırmaklııı başka bir işe yaramamasıdır. Bu bir tağut
illetidir.
Tağut illetine tutulanlara öğüt ve uyarı, beklenenin tm| tersi
bir etki yaratır; tağutun zulüm ve dehşeti binil daha artar. (5/64, 68; 17/60)
Tuğyan kavramının bu Kur'ansal yapısını gördükten sonra
tağutu kısa bir ifadeyle şöyle tanımlayabiliriz:
Tağut, her devirde, firavun ruhlu egemen kişilerle, onların
yardakçıları olan güruhun genel adı, cins ismidir.
KÜRESEL TAĞUT PAKTLARI: BAŞKAN, YARDIMCI
VE EŞBAŞKAN TAĞUTLAR
Anlaşılan odur ki, her devirde birden çok tağut bulunur.
Tağutların kabile çapında, millet çapında olanları yanında bölgesel ve
uluslararası olanları da bulunacaktır. Bunlar birbirlerinden habersiz
olabilecekleri gibi, organize de olabilirler. İblisler Parlamentosu (hizbu’ş-şey-
lan, evliyau’ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler;
aralarında hiyerarşik bir düzen kurulabilir, kaynaşmaya, birleşmeye
gidebilirler.
Tağutî sistemlerin her devirde baş tağutları yanında alt
lağutları davardır. Baş tağut bunların efendisi, destekçisi, koruyucusudur.
Günümüzde bu İkincilere ‘eşbaşkan’ • k ııiyor. Yani tağutlarm kimisi
zulmün esas başkanı, kimisi eşbaşkanıdır. Baş tağut olan zağarların alt
tağutları «lan finolar, Kur’an tarafından günümüzdeki kullanıma lam karşılık
olacak şekilde tespit edilmiştir: ‘Abede’t- iııgııt’ (tağutun kulları,
uşakları). Mâide 60. ayete göre, ubede-i tâğût, Allah’ın öfkesine çarpılıp
lanetlenmiş maymunlardan, domuzlardan çıkar. Baş tağutlar, bu film uşakların
kendi muhitlerindeki zaaflarım, kinlerini, ı'eklentilerini, makam hırslarını ve
nihayet hıyanet tutkularını bir biçimde okşayarak onları köle gibi kullanırım
Böyle olunca da tağutî sistemler, ilkeler, parlamentolar, paktlar, bölgeler
geliştirilebilirler.
İslam düşüncesinin yirminci yüzyılda doruğu kabul edilen Muhammed
İkbal (ölm. 1938) emperyalist Batılı- larm oluşturdukları sömürü düzeninin
temsilcilerinin vücut verdiği organizasyonu, İblisler Parlamentosu diye
anmıştır. Aynen bunun gibi, Tağutlar Parlamentosu deyimini de kullanabiliriz.
Kur'an bu noktada evliyau’t tağut (tağutun dostları, görev arkadaşları,
destekçileri) deyimini kullanıyor ki diğer tabirlerin tümüne zemin oluşturan
bir tabirdir.
Kısacası, tağut, Kur'an terminolojisinde, iblis-şeytan şeı
enerjisinin fiziksel güç ve birimler haline gelmesini, ey leme dönüşmesini
gerçekleştiren İnsanî unsurdur.
12. ayet, firavunların temel özelliklerinden İkincisi olan
fesatçılığa dikkat çekmektedir.
Fesat (özgün yazılışıyla fesad), toplumlardaki dengeleri
bozarak yaratılan kaosa denir.
Fesat kökünden sözcükler isim ve fiil halinde 40'tan fazla
yerde geçer.
Kur'an dilinin ölümsüz ustası Râgıb el-Isfahânî (ölnı.
502/1108) el-Müfredât'mda fesadı ‘bir şeyi itidal dairesinden az veya
çok çıkarmak’ olarak tanıtıyor ve karşı tının salâh olduğunu söylüyor ki,
kavramın Kur'an'sal niteliğini tam tespittir.
Fesadın esasını, varlık ve oluştaki, toplumdaki dengeleri
bozmak, bozgun ve yozlaşma vücuda getirmek oluştu rur. Bu da, yine Râgıb'in
söylediği gibi, bazen insanın iç dünyasında, bazen bedenimizde, bazen de
dışımızdaki
dünyada meydana gelir.
I esadm her türü, insanın eseridir. (2/30; 40/26) Bu yüzdendir
ki tanrısal irade, yeryüzünü fesada veren kötü insanları, onlara musallat
edilen başka insanlarla durdurmayı kanunlarından biri halinde işletmektedir.
(2/251)
l 'esadın temelinde insanın doğal ve kozmik değerleri,
kendi kişisel dürtüleri ve doymazlığı uğruna altüst etmesi yatar. (23/71)
Bunun içindir ki en büyük fesat şirktir. Çünkü şirk, yaratıcı-küllî
şuura özgü kudret ve değerleri parça varlıklara yükleyerek oluşun omurgasını
zedelemektir.
Bakara 30'a göre, bütün yüceliklerine ve Allah'ın kendisine
güvenine rağmen insanın özelliklerinden biri de lesat üretmesidir. İnsanın
ürettiği fesattan en büyük payı şirk, ikinci olarak münafıklık (ikiyüzlülük),
üçüncü olarak da Yahudi toplumu almaktadır. (2/11; 8/85; 17/4)
I ’n yıkıcı fesat, insanın saltanat ve sahip olma uğruna
sergilediği fesattır. (Nemi, 34) Böyle olduğu içindir ki, insanlık tarihi
boyunca medeniyet ve saltanatların çöküşüne hep fesatlar sebep olmuştur.
(28/4, 83; 29/14; 40/26; 89/12)
Peygamberlerin önemli yakarışları içinde, fesat üretenlere
yenik düşmeme dileği de vardır. (29/30) Çünkü fesat, yurtları karmaşa ve
mutsuzlukla doldurmakta, kitleleri lanet ve azabın kucağına itmektedir.
(13/25; 16/88)
Kur’an şu noktanın altını da çizmektedir: Fesat daima
öldürmek ve kan dökmekle birlikte sahneye çıkar. Ve bir kişinin kanının
dökülmesi veya bir kişinin fesada âlet edilmesi ‘bütün insanlığın öldürülmesi
ile eşanlamda-
dır.’ (2/30; 5/32)
Kur'an, fesat üreten birey ve kitlelerin insanların karşısına
barış üreticileri olarak çıkabileceklerini de söylemektedir:
“Onlara, ‘Yeryüzünde bozgun çıkarmayın!’ dendiğinde ‘Tam
tersine, bizler barış ve esenlik getirenleriz!’ demişlerdir. Dikkat edin,
gerçekte onlar, bozgun getirenlerin ta kendileridir de bunun bilincinde
olmuyorlar.’ (Bakara, 11-12)
Çağdaş firavunların yolu yöntemi de hep budur. Sürek!
demokrasi derler, barış ve esenlikten, özgürlükten sö; ederler ama
icraatlarıyla bu kavramların hayata geçmesini engelleyen her türlü zulmü
egemen kılarlar. Basını üniversiteleri, hatta yargıyı ve nihayet hukuku güdüme
alarak şeytanî ve firavunî bir korku imparatorluğu yaratıp hayatı cehenneme
çevirirler. Bunu hem yerel düzey de yapan firavunlar var hem de küresel
düzeyde. Yere düzeye hemen hemen tüm Ortadoğu örnektir.
Küresel düzeye gelince onun öncüsü ABD’dir. Bu zulüm
imparatorluğunun, bir yandan ‘dünyanın düzenin koruma görevi’ (!) üstlendiğini
iddia ederken öte yan dan silah ticareti uğruna dünyayı harplerin kucağım
itmesi ve uzayı zehirli gazların etkisinden kurtarmayı yönelik bir atılım olan Kyoto
Protokolü’nü, ‘gelirlerini azalır’ gerekçesiyle imzalamaması bu
ikiyüzlülüğün er yaman örneğidir.
Barışçılık iddiasıyla gerçek barışseverliği ayırmada kullanılacak
ölçüleri Kur'an şöyle tespit etmektedir: Allah'ır birliğine iman, son hesap
gününe iman, salih amel yan insanlığın hayrına ve mutluluğuna katkıda bulunacal
hizmetler üretmek.
Tabiatın Dengeleri Açısından Fesat:
Kur’an, bir yerde, fesadı, dolaylı bir ifadeyle ‘ekinleri
ve nesilleri helâk etmek’ olarak tanımlamıştır ki, ekolojik yozlaştırmanın
bir tanıtımı gibi görebiliriz. Şöyle deniyor:
“İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatına ilişkin
sözü senin hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah'ı tanık tutar. Oysaki o,
düşmanların en yamanıdır. Yanından ayrıldığında/iş başına geçtiğinde
yeryüzünde fesat çıkarmak, ekini ve nesli yok etmek için işe koyulur. Oysaki
Allah, fesadı sevmez.” (Bakara, 205)
(27/85)
Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 27. geleneksel
tertipte 85. sure olup 22 ayettir.
Avet 17-20:
17 Geldi mi sana orduların haberi? 18 Yani Firavun vc
Semûd'un? 19 Gerçek şu ki, inkârcı nankörler bir yalanlama içindedirler. 20
Allah ise onları arkalarından kuşatmış bulunuyor.
17-20. ayetler, zulüm ve dehşetin babaları ve prototipleri
olan firavunların birer ordu saltanat ve hegemonyası olduklarını yani bu zalim
yönetimlerin hüccete değil kuvvete dayandıklarını idraklere iletiyor. Ordu
(özellikle ordular) despotik kudret yönetimlerinin hem dayanağı hem de
sembolüdür.
Kur’an, kudrete karşı hücceti öne çıkarmış, ölümsüzlüğü ve
sonsuz zaferi hüccete bağlamıştır.
Önce şunu bilmeliyiz:
Zulüm hüccetle değil, kudretle ayakta durur. Daha doğ rusu,
hüccetin söz konusu olduğu yerde zulüm olmaz olamaz. Çünkü hüccetin kendisi de
onu yaratan şuur vı irade de zulme karşıdır. Zulüm varsa hüccet üretemez
siniz; olsa olsa hüccetin yarattığı değerleri sömürürsünüz.
Tarih boyunca bütün kudret imparatorluklarının yaptıkları da budur. Hücceti o
imparatorlukların ezip horladığı insanlar üretir, firavunlarsa hem o üreten
benlikleri ezer, onlara sövüp sayarlar hem de onların yarattıkları değerleri
nankörce ve namussuzca sömürüp keyif yaparlar.
l am bu noktada, hüccet-kudret mukayesesini yapan bir
bölümü, ‘Tecdit’ adlı eserimden özetleyerek buraya alacağım.
KUDRET VE HÜCCET
b ranşız düşünürü Victor Hugo, “Kanlı ve
kanla yaratılmış şan ve şeref yoktur” diyor.
Kanla ancak geçici kudret destanları yazılır ama kalıcı,
insanlığa boyut atlatıcı hiçbir değer üretilemez. Kudret, sadece ceberût,
gösteriş, baskı, tasallut ve zulüm üretir.
İslam tarihi, akılcı düşünürlerin yaratıcı faaliyetleriyle
yaşadığı kısa bazı dönemler hariç tutulursa, egemen vasfı itibariyle, bir ‘kudret
medeniyeti’ tarihidir. Halbuki Kur’an, bir hüccet medeniyeti istiyor ve
Allah’ın temel niteliklerinden birini de ‘en yüce hüccetin sahibi olmak’ diye
belirliyor.
“En mükemmel hüccet/kanıt Allah'ındır. O
dileseydi hepinizi toptan doğru yola iletirdi.” (En’am,
149)
I ilbette ki bu anlamda bir hüccet, Kur’an mesajının insanlığa
tebliğ döneminde kurumlaşamazdı. O dönemde hüccetin sadece teorik-metafizik
temelleri atılabilirdi ki
Kur’an ve Peygamber’in yaptığı da buydu.
Hüccetin kurumlaşmasının beklendiği dönem, ümmetin
yönetimine Emevîlerin el koyduğu dönemdir. Ne yazık ki o firavunî saltanatlar
dönemi, hücceti değil, kudreti esas alan, hatta ilahlaştıran bir dönem oldu.
Çünkü Emevî’nin temsil ettiği ve dayattığı yarı şirk, yarı İslam din, hüccete
değil, kudrete dayanmayı gerektiriyordu. O, bizzat Peygamberimizin ifadesiyle
bir ‘meliki adûdlar’ (kudurgan zalim krallar) saltanatıydı.
Hz. Peygamber’in, mesajı insanlığa ulaştırabilmek için
verdiği savunma ve korunma savaşlarının bittiği yani hüccet üretme dönemine
geçilmesi gerektiği zamanda, cihat kavramı saptırılarak savaşlar savunma
için değil, ülke fethetmek, insan haklarına tasallut için yani çapul ve soygun
için yapılmaya başlandı. (Ayrıntılar, bizim ‘Kur’an’da Lanetlenen Soy’ adlı
eserimizde verilmiştir.) Türk sûfî düşünürü Kuşadalı İbrahim Halveti (ölm.
1845) bu gerçeğe parmak basarken ‘gazaların ülke fethetmek ve tagallüp
aracı yapılması’ tabirini kullanıyor (Ayrıntılar için bizim ‘Kuşadalı
İbrahim’ adh eserimize bakılmalıdır.)
Temel konusu ve göndericisi olan Allah'ı, 'En yüksel
hüccetin sahibi' olarak tanıtmak suretiyle Allah'ın d; kudretten çok hüccet
kullandığını ifadeye koyan ve ken di adlarından birini de 'Bürhan' olarak
belirleyen Kur'ar hüccetten ne anlıyor? Sorunun cevabını, hüccetle ben zer
anlamlar taşıyan bürhan ve sültan kelimelerini de dikkate alarak
verelim.
U\,UNUU
DULUM
Hüccet:
Kur’an dilinin aşılmamış ustası Isfahanlı Râgıb, şaheseri
el-Müfredât’ta hücceti şöyle tanımlıyor:
“Hüccet, iki zıddın birinin sağlamlığını
gerektiren de- lil-beyyinedir.”
Hüccet, aşılmaz kanıt anlamı ifade eden kelime-kav- ramlann
şemsiyesi olan bir kavramdır. Geçici, aldatıcı, oyalayıcı ve nihayet yarı yolda
bırakıcı madde üstünlüğüne karşı ezelî-ebedî hakikatlere dayanan aşılmaz ve
ölmez akıl ve bilim kanıtını ifade etmektedir.
Hüccet, bütün delil çeşitlerini içeren en kuvvetli delildir.
Sonraki dönem ilmi kelam kaynaklarının ortak kanaatleri de budur. (bk. Yusuf
Şevki Yavuz, Hüccet, DİA maddesi)
Hüccet-Istırap İlişkisi:
Beniisrail, kudretle bir yere varamadı; hüccete sığındı ve
kazandı. Istırap, hücceti yaratır, besler, egemen kılar. Refah ve rahatlık ise
kudreti egemen kılar, şımarıklığı büyütür ve çöküş getirir. Tanrısal kader odur
ki, kudretin zebunu olup ezilen mustaripler, içlerindeki yaratıcı volkanı
geliştire geliştire egemenlikleri altında ezildikleri kudret sahiplerinin
zaman içinde efendisi konumuna gelirler, onları sessiz ve görünmez bir
gelişmeyle egemenlikleri altına alırlar. Örneğin, Yahudi ile diğer milletlerin,
Osmanh ile egemenliği altında tuttuğu Batıh milletlerin münasebetleri hep bu
kader muvacehesinde yürümüştür.
En büyük hüccet Allah’ındır. Varlık ve oluşun sergile diği
ezelî-ebedî kanunların vücut verdiği hakikatlerdi bunlar. İkinci büyük hüccet
peygamberlerin mesajların dadır. Nisa 165 bunu ifade ediyor:
“Müjdeleyici ve uyarıcı resuller gönderdik ki, elçile
geldikten sonra insanların Allah'a karşı herhangi bi hücceti olmasın. Allah
Azîz'dir, Hakîm'dir.” (Nisa, 165
Kur’an, peygamberlerin hüccetiyle onlara karşı çıkanla rın
hüccetini karşılaştırırken Hz. İbrahim’le Nemrut’ı örnek verir. Hem de hüccet
kökünden fiiller kullanarak Hüccete karşı kudreti kullanmanın sembol işmi, Hz.
İb rahim'in nurunu narla (ateşle) boğmaya çalışan Nem rut'tur. Ve
bunu yapan ayet, Nemrut hüccetinin müll ve saltanat kudretine dayandığını
söyler. Bu tür hücce hüccet değildir, hüsrana mahkûmdur:
“Allah'ın kendisine mülk ve saltanat verdiğini iddia ede
rek/Allah kendisine mülk ve saltanat verdiği için, Rabb hakkında İbrahim'e
karşı hüccet getireni görmedin mi' İbrahim şöyle demişti: ‘Benim Rabbim odur
ki, haya verir ve öldürür.’ O da şöyle demişti: ‘Ben de hayat ve ririm, ben de
öldürürüm.’ İbrahim, ‘Allah, Güneş'i do ğudan getiriyor, hadi, sen onu batıdan
getiri’ deyince küfre sapan o adam apışıp kalmıştı.” (Bakara, 258)
Peygamberlerin mücadelesinin temelinde, Kur'an'ıı açık
beyanıyla, 'bilgi' yani hüccet vardır.
Kur'an, düşmanları olan müşrik-muhafazakâr gelenek çilere
karşı peygamberlere şunu söyletiyor:
"Eğer doğru sözlüler iseniz bana ilim getirin/ilimle ge
lin!" (En'am, 143; Ahkaf, 4)
Hak elçisi peygamberlere karşı müşrik kodamanlan ise şöyle
konuşturuyor:
"Eğer doğru sözlülerseniz bize
atalarımızı getirin/atala- rımızın kabullerinden kanıt getirin." (Dühan,
36)
Ve Kur'an, bu sapık kudret taslayıcılığm arka planını
gösteriyor:
"Onların hüccetleri, 'bize
atalarımızdan kanıt getirin' demekten öte bir şey olmamıştır." (Câsiye,
25)
Hüccette daima ilme atıf yapılmıştır. Kur’an hüccetin
omurgasında ilmi görüyor. Bunun içindir ki, bütün firavun saltanatlar, ilmin
bütün nimetlerini sömürüp kullandıkları halde ilim ve âlim düşmanlığından asla
vazgeçmezler. Kur’an onları şöyle tokatlıyor:
“İşte siz böyle insanlarsınız! Hakkında ilminiz olan şeyde
hüccet yarıştırdınız. Peki, hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyde neden
hüccet yarıştırıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Ali İmran, 66)
Ne yazık ki, peygamberlerin o hüccet dini, tarih içinde
kudretin dini haline getirildi. Kudretin galipleri, görünürdeki mağlupları
olan mustaripleri tarih boyunca küçümsedi, kenara ittiler. Zaman içinde o bir
kenara itip küçümsedikleri hüccet sahipleri onları öyle bir vurdu ki,
toparlanamaz hale geldiler, dünyanın önünde rezil, hüccet sahiplerinin önünde
mahkûm ve tutsak oldular. Büyük fetihlerin sahipliğiyle övünen Müslüman imparatorluk
çocuklarının bugün, Batı’nın hüccet çocukları önünde düştükleri yürekler acısı
durum bunun tarih diyalektiği tarafından önümüze konan tartışılmaz belgeleridir.
Bürhan:
Anlaşılır hale getirmek, açıklığa kavuşturmak anlamındaki bürh
ve berha kökünden türemiştir. (Râgıb, el- Müfredât) Nisa
174. ayete dayanarak, Kur’an’m adlarından birinin de bürhan olduğunu
söyleyebiliriz. Bürha- nm hüccet kuvvetinde bir kanıt karakteri taşıdığı genel
kabuller arasındadır.
Bürhan, ilimlerin ilmi, hikmetlerin hikmeti olarak görülmüştür.
Peygamberler, kendilerine karşı çıkıp kuvvetlerine dayanarak çeşitli
kötülükleri onlara reva gören şirk kodamanlarına hep şunu söylemiştir: “Bürhanınızı
getirin!” (Bakara, 111; Enbiya, 24; Nemi, 64; Kasas, 75)
Bu çağrı veya meydan okuyuş, Yaratıcı’nm meydan okuyuşudur.
Kudrete dayanarak ceberût kuranlara hayat hep şunu söylemiştir: “Bürhanınızı
yani hüccetinizi getirin!” Hüccet getiremeyenlerin kudret ve ceberûtları
er geç bitmekte ve kudretin zalim çocukları hüccetin mazlum çocukları önünde
bir gün mutlaka ve muhakkak boyun eğdirilmekterir.
Sültan:
Sültan (Sâd harfi ile değil, Sîn harfi ile) Kur’an’da otuz
yedi yerde geçer. Isfahanh Râgıb’a göre, hüccetin bir adı da sültandır.
Aşılamayacak güç, mutlak üstünlük anlamındaki selâta mastarından veya
Yemen Arapçasında, kandili yakmada kullanılan zeytinyağı anlamındaki selît sözcüğünden
türeyen sültan; hüccet, egemenlik, sulta ve bu niteliklere sahip kişi demektir.
(Râgıb, el-Müfredât) Kur’an’m kullanımı, sültanın birinci kökten
gelmesini kabul etmenin daha yerinde olduğunu göstermektedir.
Tâbiûn dönemi müfessirlerinden ve İbn Abbas’ın râ- visi
olan İkrime (ölm. 107/725), sültan kelimesinin, Kur’an’da kullanıldığı
bütün yerlerde hüccet anlamında olduğunu söylüyor. Kur’an bu kelimeyi, ‘mübîn’
(açık seçik, ayan beyan) sözcüğüyle de niteleyerek sültandaki aşılmaz delil
karakterine vurgu yapmaktadır.
Şirkin bir özelliği de sültansız yani hüccetsiz dava ve iddiadır.
(bk. En’am, 81; A’raf, 71; Yusuf, 40; Kehf, 15; Hac, 71; Ğâfir, 35, 56; Necm,
23) Kur’an bu noktanın altını sürekli çizer. Ve sültansızlığı ilimden
nasipsizlik olarak tanıtır:
“Allah çocuk edindi’ dediler. Hâşâ! Allah bundan arınmıştır!
O Ganî'dir, hiçbir şeye muhtaç olmaz! Gökler- dekiler de yerdekiler de
O'nundur. Elinizde, söylediğinize ilişkin hiçbir kanıt yok. Allah hakkında
ilmine sahip olmadığınız şeyi mi söylüyorsunuz?” (Yunus, 68)
13u ayette kanıt anlamında kullanılan sözcük, ‘sültan’ sözcüğüdür.
Ve dikkat edilirse kanıtla ilim arasında irtibat kurulmuştur. Bu irtibat
genelde ilim kökünden kelimeler kullanılarak kurulur. Bazen de ‘kitap’ sözcüğü
kullanılmıştır (örneğin, Saffât, 156) ki o da ayrı bir kelam harikasıdır. Çünkü
kitapla ilim arasındaki irtibat (emel irtibatlardan biridir.
Şeytanın hüccetsizliği dile getirilirken de bu sültan sözcüğü
kullanılmıştır, (bk. 15/42; 16/ 99-100)
Sültan tarih içinde
Kur’anî anlamından çıkarılıp BizanslI bir anlama büründürüldü ve kudret
göstergesi haline getirildi. Ve bu olgu, İslam’ın kaderini kararttı. Unutmayalım
ki, padişah anlamındaki sultan, burada ele aldığımız kelimenin ta kendisidir
ama anlamı, Kur’ansal anla
mın tamamen aksidir. Kur’an’da bilim ve akıl tarafında elde
edilen delil yani aklî-bilimsel kudret anlamındal sültan, geleneksel kullanımda
maddî kudreti, kılıcı v çoğu zaman zulmü kullanarak egemen olan bir figürü
unvanı kılınmıştır. Yani Kur’an mesajı, Kur’an’m mer subu olduğunu söyleyenler
tarafından tepetaklak edi miştir.
Göklerin ve yerlerin katmanlarına nüfuzun
aracı d sültan yani ilim ve fikir hüccetidir.
Rahman suresi 33. ayet, göklerde koloniler kurmay
hazırlanan milletlerin bunu neyle ve nasıl başardıklar m göstermesi bakımından
da hüccetle kudretin farkıı göstermesi bakımından da bir mucize beyandır:
“Ey cin ve insan topluluğu! Göklerin ve yerin bucal
larından/köşelerinden geçip gitmeye/göklerin ve yeri katmanlarına nüfuz etmeye
gücünüz yeterse, hadi, g( çin gidin/nüfuz edin! İlme dayanan hüccet dışında bi
şeyle nüfuz edemezsiniz!”
İlme dayanan hüccet olarak çevirdiğimiz kelime sülta kelimesidir.
Sültan, aynen hüccet gibi, peygamberlerin susturucu ka
nıtları anlamında da kullanılmıştır: Nisa, 153; Hûd, 9i Müminûn,
45; Zâriyât, 38
İslam tarihinin filozof-bilgin devlet reislerinden biri ola
Halife Me'mun (ölm. 218/833) zamanın üstüne çıka eserler kadar güzel
sözler de bırakmıştır. İşte bir tanes
'Hüccetle galip gelmeyi kudretle galip gelmeye tercih
ederim. Çünkü kudretle galebe ölümlüdür ama hüccetle galip gelmenin zevali
yoktur." (Süyûtî, Târihu'l-Hule-
fa, 366)
Me’mun (ölm. 218/833),
tâbir yerinde ise ‘kısmen Mevâ- lî’ idi. Arap asıllı olmayan câriye bir
anneden doğmuştu. Harunurreşid gibi, güçlü ve itibarlı bir halifenin
oğlu olmasına rağmen, annesinin Arap asıllı olmaması yüzünden, egemen
Arapçılık onu horlamış ve bu horlamanın etkisi altında kalan babası tarafından
veliahtlığı, kardeşi Emin’den sonraya bırakılmıştır.
Emin (ölm. 198/813),
anne ve baba tarafından Arap asıllı idi. Bu bakımdan kudreti vardı ama hücceti
sıfırdı. İlimsiz, irfansız, dirayetsiz bir adamdı. Me’mun’dan (ince
dört yıl müddetle oturduğu hilafet makamının hakkını veremediği için, hem
kendini hem de başına geçtiği Abbasî devletini rezil etmiştir.
Onun arkasından halife olan Me’mun, aynı devleti güç ve
ihtişamının doruğuna çıkararak İslam tarihine bir onur dönemi bıraktı. Me’mun,
kudretle değil, hüccetle seçkinleşen bir halife idi. Yani o, kral filozof veya
filozof kraldı. Me’mun şunu biliyordu:
Kur’an’ın öğrettiği cihat bir hüccet savaşıdır; kudret
savaşı değil. Emevî sapıklığı, cihadı bir hüccet savaşı olmaktan çıkarıp kudret
savaşma dönüştürdü. Sonra bir zaman geldi ki, hüccete öncelik ve öncülük
tanıyanlar, kudretin cihadıyla böbürlenenleri yerle bir ettiler.
Bu yerle bir olma hali devam ediyor. Çünkü Müslümanların
elinde henüz hüccet üstünlüğü yok.
Petrol ve şiddet, hüccet üstünlüğü değildir. Onun için dir
ki ikiyüz küsur milyon petrol zengini Arap, yirın milyon hüccet zengini
Yahudi’nin önünde zelil ve peri şan olmaktan bir türlü kurtulamıyor.
İslam için cihadın, her şeyden önce bir hüccet savaşı ol
duğunu anlamayanların kavga ve harcamaları İslam’ zarardan başka bir şey
getirmiyor.
Memun, fikir tarihine ‘Beytül Hikme’ (hikmet-felse
fe ocağı) denen o bereketli düşünce kurumunu hediy eden ve bu yolla yüzlerce
düşünce adamına yol açan ki şidir. Eski Yunan metinlerinin Arapça'ya
çevrilmesini öncülüğünü yapan da odur. Bunun bir anlamı da, Baı rönesansının
mayasını çalan büyük ruhların başında ge lenlerden birinin de Me’mun olduğudur.
İslam hümanizmasmm ve akılcılığın en büyük temsilci
lerinden biri olan Mûtezile bilgesi Câhız (ölm. 255/868 onun
hilafetinden büyük destek aldı. Şaşacak bir şe yok: Öyle halifeye öyle bilge.
İkisi de filozof, ikisi d Eski Yunan’dan yaşadıkları güne kadarki fikir
mirasıyl barışık.
Câhız, Arap edebiyatının nesirde en kudretli kalemi ol
makla kalmaz, Hint, İran ve Yunan miraslarını da orta bir insanlık kültürü inşa
etmek için yoğurur. Câhız kc nusunda otorite sayılan Cezayir asıllı Fransız
müsteşrı Charles Pellat (ölm. 1992), onun bu büyük kültürle] İslam
kültürüyle kucaklaştırıp yoğuran ve buradan bi hümanizm çıkaran ilk Müslüman
düşünür olduğun söylüyor. Bütün bunlarda halife Me’mun’un payı vardu
Eğer kudret, hüccetle birlikte ise ne güzel! Fakat eğeı
kudretle hüccetten sadece birine sahip olmak durumun
da iseniz, "Hücceti seçin" diyor Me'mun. Çünkü o
sizi zamanın üstüne çıkarır, ölümsüzler arasına koyar.
Kur'an, kendi mensuplarına şu emri veriyor:
"İnsanların elinde, sizin aleyhinize bir hüccet
bulunmasın. Onların zulme sapanları müstesna." (Bakara, 150; ayrıca bk. Nisa, 165)
Kur’an’m dikkat çektiği incelik şu: Elinizde hüccet varsa,
hüccetle galip iseniz, sizi ancak zulme başvurarak susturma yoluna
gidebilirler. Ama bu yol, geçici, aldatıcıdır. Uzun vadede, onu kullananı
mahveder. Ve bir işaretle de şunu söylüyor Kur'an:
Kudret daima zulümle ikiz olur. Kudret zulümsüz, hüccet
ise zulümle olmaz. Bunun bizi götüreceği
yer şudur:
Hüccete saçılanlar kudrete saçılanlara er
geç galip geleceklerdir.
Hücceti olanın aldatmayla susturulması da mümkün değil. Bu
yüzden Kur'an sürekli bir biçimde, imanı, beyyine (akıl ve bilgi ile
elde edilen kanıt) üstüne oturtmaya çalışıyor. Beyyine üzerine oturmayan iman,
din çapulcularının, 'Allah ile aldatma'ya dayalı tuzaklarına karşı koyamaz.
Bu da kitlelerin felaketi olur. Bu noktada Kur'an, bir şeyin altını önemle
çiziyor:
"Aldatan, sizi sakın Allah ile
aldatmasın!" (Lukman, 33;
batır, 5; Hadîd, 14)
Burada insanlığa, Kur'an vahyinin en çarpıcı mesajlarından
birini duyuralım:
Kur an; hangi başlık, renk ve desenle olursa olsun, AL
lah'a inananlar arasında, Allah'ın karşılıklı hüccet olarak kullanılmasını
yasaklamıştır. (bk. Şûra, 15-16)
Bir insanın Allah'a imanı varsa, o insanı susturmak içir
Allah'ı kanıt olarak kullanamazsınız.
Ölümsüz egemenlik, hüccetindir. O halde, insan içir önemli
olan, hüccet önünde yenik düşmemektir. Kudreı önünde yenik düşmek, insanı
küçültmez.
Şirk her zaman
kudretin dinidir, onda hüccet arayamaz siniz. Mekke şirk oligarşisinin
başlarından biri olan Ebı Süfyan (Emevî krah Muaviye'nin babası),
hilafet halife Osman vasıtasıyla Emevîlerin ellerine geçtiği gün şöyle
yakarıyordu:
"Allahım! Yönetimi yeniden Cahiliye yönetimine dön
dür. Egemenliği kuvvetle elde edilen bir duruma getiı ve yeryüzünün egemenlik
dayanakları olarak Ümeyye oğulları nı seç." (İbn Asâkir, Tarihu Dımaşk, 23/471)
Aynı Ebu Süfyan'ın şu sözü de onun karakterini çok gü zel
göstermektedir:
"Benim şerefim, develerimin üstündeki
ticaret malla rımdır."
Hüccetten yoksun olanların, mal ve kılıçtan başka bir şe
refleri olabilmiş midir?
Kur'an, şirkin bu hüccetsizlik yanma çok hayranlık ve rici
atıflar yapmaktadır. Mekke müşriklerinin kendisin reddetmelerini hüccetten
nasipsizliğe bağlayan şu bey yineye bakın:
"Hayır, düşündükleri gibi değil! Onlar, ilmini kuşata-
madıkları ve yorumu kendilerine hiç gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan
öncekiler de böyle yalanlamıştı. Bak da gör nasıl olmuştur zalimlerin sonu!” (Yunus, 39)
Hüccette de elbette ki bir kudret vardır ama unutmayalım
ki, hüccet, bilgi ve düşüncenin vücut verdiği kudretin adıdır. Hüccette her
zaman kudret vardır ama kudrette her zaman hüccet yoktur. Daha doğrusu her
hüccet aynı zamanda kudrettir ama her kudret aynı zamanda hüccet değildir.
Böyle olduğu içindir ki; Allah daima hüccet kullanır. Yani bilgi, düşünce ve
hikmetin eşlik ettiği kudreti: "De ki, 'En mükemmel hüccet,
Allah'ındır" (En'am, 149) ayetinin mesajı budur.
Kur’an bize gösteriyor ki, 'en mükemmel hüccet'in besleyici
iki unsuru var: İşletilen akıl, ilim. Bu ikisinin yerine kılıç ve istila
geçirilince zaferler geçici, mutluluklar aldatıcı oluyor. Ve çöküş muhakkak
hale geliyor. Kudret, istila ve tagallübü hüner sanmış imparatorlukların, o
arada, Müslüman imparatorlukların hayat ve akibet- I erine bakın, bu gerçeği
görürsünüz. Müslüman imparatorlukların hemen tamamı birer 'Efelik ve
tagallüb i mparatorluğu'dur.
"Allah hep geometri kullanır" diyor Platon. Bu,
Allah'ın rastgele, tutarsız iş yapmadığı anlamındadır. Platon, gerçeği çok
güzel yakalamış. Allah hep geometri kullandığı içindir ki "En mükemmel
hüccet, Allah'ındır."
Hüccetin omurgasında bilgi-bilim var dedik. Bunun içindir
ki hüccet haline dönüşemeyen kudretler batmaya mahkûmdur. Altı asırlık Osmanlı
İmparatorluğu batmadı mı? Battı, çünkü kudreti vardı, hücceti değil. Hüccet,
onun elinde değil, buharı sanayie tatbik edenlerin elin
deydi. O, fesle-serpuşla, potinle ve hangi tarikatın sikke
sinin cennet alâmeti (!) olduğunu tartışmakla meşguldü Yani abesle meşguldü.
Hüccet abesle meşgul olanların yurduna
asla uğramaz
Böylesi yurtlardan tiksinir hüccet. Çünkü böylesi yurtla ra
pislik siner. Kur'an öyle demiyor mu:
"Allah, aklını işletmeyenlerin üstüne
pislik atar." (Yu nus, 100)
Bu ne muhteşem tutarlılıktır! En yüksek kudreti en yük sek
hüccete bağlayan kitap, hücceti besleyen temel de ğerden yoksun olanların
üstüne pislik yağdığını söyle mez de ne yapardı!?
Osmanh'nın yerine geçen Cumhuriyet'te, kurucu mima rın esas
dayanağı kudret değil, hüccet idi. Bir defa, Kur tuluş Savaşı bir hüccet
belgesidir. O savaş, kudretle de ğil, hüccetle kazanıldı.
Cumhuriyet de hüccetle kuruldu.
Öylesine bir hüccet ruhu ve sadakati vardı ki Cumhuri
yet'in baş mimarında, onun günündeki yolları çamurlu ışıksız, parasız pulsuz
Türkiye'nin ortaya koyduğu bilin ve düşünce ciddiyet ve asaletine bugünkü
Türkiye ula şamıyor.
Hüccet ortamı, özgürlük ve aydınlığı hayat tarzı yapaı laik
ortamda vücut bulur. Laiklik yoksa Allah ile aldat ma egemen olur, o egemen
olunca da akıl tutsak hal getirilir. Ve o zaman meydan kudrete kalır; hüccet ha
yatın dışına çıkar.
Çünkü hüccet yaratmak işletilen akılla mümkündür. İşletilen
akıl için özgürlük lazım; o da laik ortamda yaşar. Hüccet değerleri hep
laik ortamlarda gelişti. Laik ortamın olmadığı toplum ve iklimlerde tek hüccet
oluşabilir ki o da dine karşı mücadeledir. Batı'da laiklik yerleşmeden önce
hüccet, aklı prangalayan dine karşı mücadele ile ilgili ürünler yaratıyordu.
Laiklik egemen olunca akıl serbest kaldı ve hüccet adına bilimsel, düşünsel
fetihler art arda geldi.
Cumhuriyet'in banisi Mustafa Kemal'in, ayağım biraz sağlam
basar basmaz laikliğe geçişi boşuna değildir, zamansız da değildir. Düşman
istilasından ve padişah- halife belasından kurtulan kitle artık işleyebilecek
olan akim ürünlerini vermeye hazırlanmalıydı. Bunun yolu, hüccet yaratmanın
iklimini oluşturacak laik ortamın yerleştirilmesiydi.
Atatürk ve Cumhuriyet, daha sonraki zamanlarda hüccet
mihverinden kudret mihverine kaydırıldığı için, Atatürk de tartışma ve
karalamaya açıldı, Cumhuriyet de.
hlRAVUNÎ KUDRET MEDENİYETLERİNİN BELİRGİN
NİTELİKLERİ
Kudret medeniyetlerinin, namıdiğer efelik ve çapul zihniyetlerinin
'dört güç'ü' dikkat çekmektedir:
1. Askerî kudret,
2. Mimarî kudret
(özellikle dinî mimarî).
3. Allah ile aldatma,
4. Riyakârlık,
Bu dört unsur, medeniyetlerin çöküş süreçlerinin de
150
FİRAVUN
göstergeleridir. Bütün çöküp gitmiş firavunî imparato
lukların çöküş dönemlerine bu dört 'kudret gösterge; damga vurur.
Askerî güç, kudret
devletlerinin en önemli dayanağı \ sürekli öne çıkarıp övündükleri birinci
dereceden se mayeleridir. Aslında bu sermaye onların başarısını d< ğil,
zulüm ve cinayetlerini belgeler. İstilaları, çapullaı tagallüp ve tahakkümleri
hep bu güç sayesindedir. Ba tırıp susturdukları kitlelerin tek bir ferdi bile
gönülde gelerek bunlara destek veya övgü yöneltmez. Aldıkla övgü ve desteklerin
tümünün arkasında korku, tahal küm ve ceberût vardır. Yaratıcılığa, üretime,
gönül bı reketine, bilime, akla kısacası hüccete dayalı değerle yoktur.
Süleyman-Karınca Mukayesesi:
Kur'an, bizim şurada anlatmaya çalıştığımız gerçeği b kelam
harikasıyla idrakimize ulaştırmıştır. Bu noktac iki Kur'ansal beyyine öne
çıkmaktadır ve ikisi de Ner suresindedir. O Nemi suresi ki, bir temsilcisi de
Peygan ber Süleyman olan krallık sistemlerini yerden yere ça mış, onların hem
hukuksal-sosyolojik mahiyetlerini heı de metafizik yapılarını deşifre etmiştir.
Nemi suresi, kudretin temsilcisi Hz. Süleyman'la, tev;
zu, mahviyet, boynu büküklük ve 'bilinç' gücünün temsi cisi olarak belirlenen karıncayı
karşı karşıya getirmişti Kur'an'm eşsiz mucizelerinden biri bu surede
karine: nın ağzından ifadeye konmuştur. Krallık saltanatların durumunu ortaya
koyan beyyineler, özellikle ilk 52 ayı arasındadır:
“Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları, Süle
151
UÇUNCU BOLUM
man'ın huzurunda bir araya getirildi. Onlar, düzenli bir
biçimde sevk ediliyorlardı. Karınca vadisine geldiklerinde bir karınca şöyle
seslendi: ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin ki, Süleyman ve orduları sizi
ezmesin; çünkü onlar şuurlu hareket edemezler.’ Bunun üzerine, Süleyman,
karıncanın sözüne güldü ve dedi: ‘Rabbim, bana ve ebeveynime lütfettiğin
nimetine şükretmeme, hoşnut olacağın hayırlı ve barışçıl bir iş yapmama imkân
ver. Ve rahmetinle beni iyilik ve barışı seven kullarının arasına sok."
(Nemi, 17-19)
“Saba Melikesi dedi: "Şu bir gerçek ki krallar bir
ken- te/bir memlekete girdiler mi, orada bozgun çıkarırlar; oranın onurlu
insanlarını zelil-sefil ederler. İşte, böyle yaparlar." (Nemi, 34)
“Onlar bir tuzak kurdular, biz de bir tuzak kurduk ama
şuursuzluk eden onlardı. Bir baksana nasıl oldu tuzaklarının sonu! İşte,
onları da topluluklarını da hep birlikte yere geçirdik. İşte sana onların,
işledikleri zulümler yüzünden çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç kuşkusuz, bunda,
ilmi kullanan bir topluluk için kesin bir ibret vardır.” (Nemi, 50-52)
17-19. ayetlerde, Hz. Süleyman'ın ordularından yani gücünden
söz ediliyor ama Süleyman'ın işin farkında olduğuna vurgu yapılıyor.
Süleyman'ın kudretle şımarmak verine boynunu bükerek şükür ve tevazu tavrı
içine girmesi, onun kudrete teslim olmayıp hücceti esas aldığının
göstergesidir. Buna rağmen, Cenabı Hak, aynı zamanda bir kudret sembolü olan
Süleyman ordusunu karıncanın ■ İdinden şuursuzlukla itham etmiştir. Demek ki,
kudret ■..i kanatlarının istisnasız tümünde bir sapma, bir aldatma ve azma
mutlaka vücut bulmaktadır, bulacaktır.
M. ayet, Saba Melikesi'nin dilinden krallık rejim ve
152
rIHAVUPJ
devletlerinin birer zulüm devleti olduklarını, bu zulüı
devletlerinde zelil olması gerekenlerin aziz, aziz olma gerekenlerin zelil hale
getirildiğini yani zulmün eğeme kılındığını bildirmektedir. Bu ayet, dolaylı
yoldan bir zı lüm tanımı vermektedir:
Zulüm, aziz olması gerekenleri zelil, zelil olması ger
kenleri aziz kılan icraattır. Zulüm gelince, hiçbir şey o ması gereken yerde
olmaz. Her şeyi olması gereken yeı oturtan, adalettir.
50-52. ayetler, kudretle azıp zulme sapanların değişme
âkıbetlerine dikkat çekiyor ki o, yurtların, evlerin çökü ıpıssız kalmasıdır.
Bu değişmez yasanın işleyişini, bu i leyişin geriye bıraktığı kalıntıları
tetkik de bir görev ol; rak ilim sahiplerine yükleniyor. Yani kudretin yerle b
ettiği mekânları, yurtları hüccetin incelemesi isteniyo Sebep şu:
Zulümden zulümle ders çıkarılmaz. Zulüm aracı ola kudretten
ancak adalet aracı olan hüccet ders çıkarab lir. Ona sahip olanlarsa ilim erbabıdır, kudret ve taga lüp
erbabı değil.
Kudret ve Mimarî Güç:
Kudret medeniyetlerinin tümü mimaride büyük atılın lar
yapmış, büyük eserler vücuda getirmişlerdir. Öze likle dinî mimaride. Bu
onların riyakârlıklarının da A lah ile aldatmalarının da kanıtı ve aracıdır.
Mısır fir; vun medeniyetinin ihtişamını piramitler temsil etmiyı mu? OsmanlI’ya
bakın, bu kudret imparatorluğunda e görkemli camiler ya büyük zulümleri yahut
da büyü hırsızlıkları örtmek için paravan olarak inşa edilmişti
Zulümler altında bunalan ama Allah ile aldatılmaya her
zaman müsait olan halk, ne zaman patlama noktasına gelmişse onu teskin edip
susturmak için görkemli bir cami yapılmıştır.
Mimarideki ilerleyiş ve mimari yapılardaki görkem,
özellikle dinî mimarideki ihtişam, bir medeniyetin çöküş alametlerinden
biridir. Hz. Muhammed bu gerçeği, mihver
ve merkez kurum olan dinle irtibatlı olarak göstermiştir. Mescitlerin
yozlaşma, Yahudileşme, Hristi- yanlaşma aracı yapılmasını mucize bir ihbarla
insanlığa duyuran odur. Şu sözler onun:
"İnsanlar mescit yapma ile övünme
yarışına girmedikçe kıyamet kopmaz.”
Buradaki kıyamet’in, toplumların çöküşü anlamındaki kıyamet
olduğunu söylemeye gerek yoktur. İşte Peygamberimizin iki sözü daha:
"Gördüğüm o ki, sîzler benden sonra mescitlerinizi
Hörkemli, süslü püslü yapacaksınız. Tıpkı Yahudilerin havralarını,
Hıristiyanların kiliselerini görkemli, süslü püslü yaptıkları gibi.”
"Bir topluluğun ibadetleri ancak mabetlerini süsleyip
püsledikten sonra yozlaşır.” (Bu hadisler
için bk. İbn Mâce, mesâcid 2)
I )emek ki, görkemli cami yapımı, cami sayısını artırmak İm
dindarlık veya dinde gelişme belirtisi değil, dinde ve toplumda çöküş
göstergesi ve bir firavunlaşma veya Ya- hııdileşme alametidir.
Hıı gerçek Müslüman kitlelerden asırlarca gizlenmiştir.
Bununla da yetinilmemiş, gerçeğin tam aksi dinleştiril<
rek İslam bir namazlar ve camiler dinine döndürülmüş cami sayısını artırmak ve
camileri görkemli yapmak dinin, ahlakın, imanın, kurtuluşun, cennetin
garantisi, göstergesi gibi lanse edilmiştir. Oysaki Kur’an’ın ve I İz
Peygamber’in söylediği, bunun tam aksidir.
Mescit süsleme ve artırma yarışı aynı anda hem bir riya
göstergesi hem de Allah ile aldatma göstergesidir. Allah ile aldatmanın
günümüzde anavatanı konumuna gelmiş bulunan Türkiye’de cami sayısının yüz yirmi
bine dayan dığmı ve bu camilerin finansmanı için devlet bütçe-sin den birkaç
bakanlık bütçesine denk bir paranın ‘namın kıldırma memuru’ olarak
atanan imam ve müezzinim ı dağıtıldığını düşünmek, üzerinde olduğumuz meseleyi
anlamada başka kanıta ihtiyaç bırakmaz.
Din istismarı veya Kur'an'ın kullandığı şekliyle Allah
ile aldatma, kudret imparatorluklarının 'cihan siyaseti' olarak
lanse ettikleri becerinin temel dayanağıdır. Ihı imparatorlukların tümü,
kudretinin büyük kısmını hu aldatmadan alır. Çünkü halkları raiyyeleştirmenin
bu güne kadar keşfedilebilmiş en etkili yöntemi, Allah ile aldatmadır.
Din, tarih boyunca, hüccetten nasipsiz güç
siyasetleri nin besleyici kaynağı olmuştur.
Esasta bu kudret birliklerinin ne dinleri olur ne de iman
lan; tek bildikleri ve taptıkları, egemen kıldıkları güçlı ridir. Ne var ki,
raiyyeleştirip hayvan sürüsüne dönüşün dükleri kitlelere kendilerini din
savunucusu, din hamisi Allah'ın askeri, mücahit, gökten desteklenen orduların
komutanları olarak takdim ve kabul ettirirler.
I in kudret medeniyetlerinin her kurum ve kavramında \llah
ile aldatmanın izleri, etkileri bariz bir şekilde gö- ııilür. Din burada,
Allah'ın iradesindeki din olmaktan ı,ıkarılıp çürütülmüş ve beşerî iştah ve
ihtirasların sefil l'iı aracı haline getirilmiştir. Bu araç, kudretin riyakâr
öncüleri tarafından namertçe kullanılır ve bu namertlik 'dindarlık, dine
hizmet' olarak lanse edilir, yani ı tyakârlık kutsallaşır.
Kudret imparatorluklarında din istismarı (Allah ile aldatma)
ile riyakârlık emme basma tulumbanın iki ucu gibi daima beraber iş görür.
Kudret İmparatorlukları ve Riyakârlık: .
Uiya, yani olduğu gibi görünmemek veya göründüğü Hibi
olmamak, Allah ile aldatmanın olmazsa olmazıdır. I sasında riya da Allah ile
aldatmanın bir şeklidir. Allah ile aldatma, riyakârlık kullanılarak
gerçekleştirilir. İçkinin, fuhşun, sefalet ve sefahatin gayyasına batmış padi-
t.ıh,vezir, beylerbeyi vs. türünden adamlar, bu riya siya- ■ l ve
sisteminin işletilmesiyle birer evliyaya dönüştü- ınlmüş, dokunulmaz,
eleştirilmez kılınmıştır. Esrarkeşim t en oğlancılığa kadar bulaşmadıkları
pislik kalmayan bu adamların 'Has Bahçeler'de sergiledikleri sefahat ve
ı>,ki âlemleri tarihin en görkemli zevk sahnelerine vücut vermiştir. Ama
bunlar halktan hep gizlendiği için bugün
■ iz, örneğin, herhangi
bir padişahın içki içtiğinden söz
■ 11 iğinizde
peygamberlere iftira etmiş adam muamelesi görürsünüz. Öte yandan aynı
zihniyetin mensubu dinciler, mesela Atatürk'ün hiç kimseden saklamadan mertçe
• iği birkaç kadeh rakıyı bir büyük dinsizlik belgesi gibi
im Ikın önüne çıkarıp “Atatürk din dışıydı" propagandasına namussuzca
âlet etmekte bir beis görmezler.
Bu riya şirkinin çocukları, bir başka düşüklüğe daha tevessül
etmekteler: Divanlarında şaraptan söz eden padı şahların (örneğin Fâtih'in) bu
şiirlerini onun divanından çıkararak yayınlarlar. Neden? İçki içtiği
anlaşılmasın diye. Evet, bu kadar beyinsiz ve onursuz bir tenezzül içi ne de
girerler. (Bu konuda bk. Halil İnalcık, Has Bağçe- deAyşu Tarab;
YN Öztürk, Ebu Zer, 327-357)
Sormak lazım: Riyaya sapmadan, açıkça, mertçe birkaç kadeh
rakı içmek mi kötü, şu bahsettiğimiz namertlik vc alçaklık mı?
Kısacası, kudret imparatorlukları din adına 'Allah ile
aldatır', yalanı din, riyakârlığı iman yaparlar. Osman h İmparatorluğu, bu
zihniyetin tarih içindeki en belir gin temsilcilerinden biri, belki de
birincisidir. Şundan: Osmanlı'nm elinde, bu riyakâr saltanatı manen takviye
edip inanılır kılacak müthiş bir aldatma vasıtası daha vardı: Halifelik.
Halifelik, İslam'ın
muazzez Peygamberi tarafından "Benden otuz yıl sonra kudurgan saltanata
dönüşür" dediği bir firavunî sistemdir. Krallığın din perdesiyle maskelenmiş
şeklidir. Ve bir anlamıyla da bir 'zulümler tarihi’nin özel adıdır. Ne yazık
ki, tarihsel mahiyeti bu olan halifelik, geleneksel saltanat dinciliği
tarafından kutsal, dokunulmaz kabul edilmiş, halifenam 'meliki adûd' (kudurgan
kral-halife) ise Allah'ın yeryüzündeki gölgesi, vekili sayılmıştır.
EGEMEN GÜCÜN HÜCCET YARATANLARA REVA
GÖRDÜĞÜ
Egemen güç, yani kudret sahipleri, her devirde hüccet
m etenlere (ilim, fikir, hikmet, fen, keşif sahiplerine)
zulmetmişlerdir. Tarihin şaşmaz diyalektiklerinden biri de budur. Bu bakımdan,
dinlerin tarihi aynı zamanda bir zulümler tarihi olarak adlandırılabilir.
Batı'da engizisyon dönemi bu zulümlerin zirveye çıktığı dönemdir.
Hüccet yaratan öncülerden yani aklı işletenlerden en büyük
rahatsızlığı duyanlar, din temsilcileri, başka bir deyişle saltanat
dincileridir. İslam tarihi bu bakımdan çok dikkat çekici bir tarihtir. Bağh
olduğu dinin kitabında akıl en yüce değer olarak övüldüğü halde akılcı düşünürlere
etmediği kötülüğü bırakmayan bu tarih, tabir caizse, karanlığın katlettiği
büyük hüccet dehaların acı hatıralarıyla doludur. Bu insanların kimi sürülmüş,
kimi işkenceden geçirilmiş, kimi zehirlenerek öldürülmüş, kimi ipe çekilmiş,
kimi de fikirleriyle etkili olamasın diye bin türlü şeytanî tedbirle saf dışı
edilmiştir.
Biz bugün bilmekteyiz ki, İslam tarihi, egemen kudretçi
ekiplerin kendilerini yüceltmek için kutsallaştırarak övdükleri 'fetihler' (çapul
ve tasallutlar) dışında, andığımız hüccetçi benliklerin ürettiği değerlerden
başka övüneceği hiçbir şeye sahip değildir. Ne yazık ki egemen güç o hüccet
üreten zekâları kendinden saymamakta ısrar etme ahmaklığın hâlâ sürdürmektedir.
Biz, İslam tarihinin bu yanını, 'Karanlığın
Katlettikleri' ;ıdh eserimizde inceledik. Burada 'hüccet yaratmanın
»İtin nesli' olarak gördüğümüz Mevâlî ile ilgili kısa bilgiler
verip o vasıtayla Emevî'nin İslam tarihinde hüccet yaratıcı damarları nasıl
parçaladığına ve bu firavunluğunu dinleştirerek İslam'ın içine nasıl soktuğuna
dikkat çekeceğiz.
HÜCCET YARATANLAR KERVANI: MEVÂLÎ
Mevâlî veya Hüccet Yaratan Köleler:
İslam tarihinin (hatta belki de insanlık tarihinin) en
önemli, en hayatî kavramlarından biri de Mevâlî kavra mıdır. Bu kavram;
sosyolojik, tarihsel bir kavram olarak gözükmesine rağmen, İslam düşüncesinin
bütün alanla rıyla bir biçimde ilgilidir.
Bir İslam tarihi terimi olarak Mevâlî, Emevî ve Abbasi
dönemlerindeki (özellikle Emevîler dönemindeki) Arap asıllı olmayan bütün
Müslümanları ifade eder. Bu an lam, Mevâlî kavramının daha ilk adımda nasıl bir
deli şetin göstergesi olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü bu kavram, Arapların,
İslam’a giren başka milletlere nasıl baktıklarını göstermektedir. Gerçek şu ki,
“Arap olmayanlardan birçok kimse, savaşmadan veyu herhangi
bir barış antlaşması yapmadan önce Müslü manlığa girmişti. Bunlar, tamamen hür
oldukları halde onlara da mevâlî denmektedir.” (Dcmircan, drap-Afevâ/î İlişkisi,
48)
Mevâlî-Arap ilişkileriyle ilgili çalışmaların ortaya koy
duğu sonuçlar, bu konuyla ilgili eser verenlerden bin olan Dr. Cemal Cevde tarafından
şöyle özetlenmiştir:
“Araplar, Mevâlî’yi hakir görüp horlamış ve onlaru toplumun
alt sınıfı muamelesi yapmıştır. Bu cümleden olarak, Emevîler Mevâlî’yi İslam
ordusuna sokmamış tır. Emevî döneminde İslam ordusu saf Arap bir ordudur.
Bunun bir uzantısı olarak Mevâlî’ye harp gani metlerinden ve devlet
gelirlerinden pay verilmemiştir. Bu payların dağıtılmasında kullanılan ordu
sicillerinde
Mevâlî’nin adı yoktur. Bazı Araplar, harplerde kendilerine
hizmet etsinler diye yanlarına aldıkları mevâlîye, bahşiş türünden bir miktar
ganimet verebilmişlerdir.”
"Müslüman olan köleler, bir arabm mevlası yani kölesi
olmaya devam etmiş, dahası, bunlardan tıpkı gayrimüslimler gibi, cizye ve
haraç alınması sürdürülmüştür.”
"Emevî devleti tam bir Arap devleti idi. Böyle olduğu
içindir ki Arap unsur, Mevâlî unsura karşı belirleyici imtiyazlara sahip
kılınmıştır. Mevâlî’nin eşitliği söylemleriyle iktidara gelen Abbasî
devletinde de durum değişmemiş, devlet yine tam Arap devleti olmuştur.” (Cemal
( evde, el-Evdâu’l-Ictimaiyye ve’l-Iktısadiyye li’l-Mevâlî fi
Sadri’l-İslam, 80-81)
limevîlerin İslam’ı yozlaştırıp kavmiyetçilik adına
Mevâlî’ye zulmettikleri, tarihin tescil ettiği bir gerçekli r. Bunu tekrar
etmek sürpriz olmaz. Sürpriz ve şok yaratan söylem, Emevîler lehine bugün bile
öne çıkarılan söylem olur.
İslam’da Emevî yılları ve Emevîlerin Mevâlî ile ilişkileri
konusunda yazan Arapçı yazarlar, açık şekilde Emevî taraftarlığı yapmış,
bahaneler yaratarak Mevâlî’ye yapılan Arapçı zulümleri bir biçimde mâzur hatta
zaman zaman meşrû göstermekten çekinmemişlerdir. Emevîlere avukatlık
gayretinde onlara taş çıkartanlar ise ne şaşırtıcı tecellidir ki, ‘Arap
asıllı olmayan Arapçılar’dır. Yine şaşırtıcı bir gerçektir ki, bunların
önemli bir kısmı Türkiye’dedir.
Arap yazarların bir kısmı ve onların İslam dünyasının
orasına burasına yayılmış ‘Arapçı hizmetkârları’, kavram kargaşası
yaratarak Emevîlerin kötülüklerini mâzur
göstermek için tarihin her dönemindeki ‘Arap olmayan
Müslümanlar’ı Mevâlî ilan etme oyunu oynuyor. Bu oyunu oynayanlara göre,
mesela, 309/921 yılında öldürülen Hallâc el-Mansûr da Birinci Dünya
Harbi öncesinde Araplara istediklerini vermeyen Osmanlı generali Enver Paşa
da İslam’ı Araplaştırma oyununa son veren Mustafa Kemal Paşa da
Mevâlî’dendir. Ve İslam’ı yık mak için görünürde Müslüman olmuşlardır. (Bedî
Şerif, 70-71)
Mevâlî’nin, Arap-Emevî imparatorluğunu yıkan siyasal ve
askerî zaferi, onun tarihe bıraktığı esas büyük zafeı yanında hiçbir şey
değildir. O ‘esas zafer’, Mevâlî’nin ilim, fikir, hukuk, sanat ve
edebiyat alanındaki aşıl mamış, erişilmemiş başarısıdır ki, biz onu tarihin vc
Tanrı’nm ıstıraba, alın terine ve samimiyete verdiği ödül olarak görüyoruz.
İslam tarihinde ıstırabın hüccet yaratıcılığına üç dönemde
tanık olmaktayız:
1. Asrısaadet,
2. Mevâlî’nin İslam
kültür ve ilimlerinin kuruluşunu sağlayan faaliyetleri dönemi,
3. Türk Kurtuluş ve
Aydınlanma Savaşı dönemi.
Bu dönemlerin birincisinin lideri Hz. Muhammed, ikin
cisininki İmamı Azam, üçüncü döneminki ise Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’tür. Bu üç yaratıcı dönem, ne yazık ki, İslam ümmetinin üç büyük
nankörlük ve hıyanetiyle karşılaştı:
1. Peygamber
Ehlibeyti’ne ihanet,
2. İmamı Azam’a
ihanet,
3. Mustafa Kemal’e
ihanet.
Bu üç dönem, Kur’an’m varlık ve oluşun motor gücü olarak
gördüğü müstaz’afların (ezilip horlananlarm) işlevsel olduğu dönemlerdir.
TEK KİŞİLİK ÜMMET MESAJI
Kur’an, kudretin temsilcisi Nemrut karşısına hüccetin
temsilci olarak Hz. İbrahim’i çıkarmakta ve bu hüccet önderi peygamberi ‘tek
kişilik ümmet’ olarak anmaktadır:
“Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlı başına bir ümmet idi; bir
hanîf olarak sadece Allah'ın önünde eğiliyordu, müşriklerden değildi.” (Nahl, 120)
Şimdi, Kur’an’m verilerine dayanark ‘hüccet yaratan
benlik’ olarak alabileceğimiz bu ‘tek kişilik ümmet’i biraz açalım:
Victor Hugo (ölm.
1885), 1878’de, Voltaire’in ölümünün yüzüncü yıl dönümünde yaptığı konuşmada,
devrimci düşünürü tanıtırken şu cümleleri de kullanmıştır:
“Voltaire, bir insandan fazla bir şeydir; bir yüzyıldır,
bir çağdır. O, olağanüstü bir iş başarmıştır. Voltaire, büyük bir zeka ve dev
bir yürektir. O, bir savaşçıdır ve onun savaşı, aklın önyargıya, haklının
haksıza, ezilenin ezene karşı savaşıdır; iyiliğin savaşıdır. Voltaire’e
kadarki zaman boyunca, çağlar, devlet başkanları, imparatorlar, krallar ve
prenslere göre adlandırılmıştır. Voltaire, bir devlet başkanmdan daha fazla bir
şeydir, düşüncelerin kralıdır o. Voltaire ile yepyeni bir dönem başlar. ” (Onur Bilge Kula, 29)
11 ugo, Voltaire münasebetiyle ve Voltaire’e atıf yaparak
şu muhteşem tespiti de yapmıştır:
“Kanlı ve kanla yaratılmış şan ve şeref
yoktur.”
Bu tespiti bizim, eserlerimizde kullandığımız kelimelerle
ifade edersek şöyle diyeceğiz:
“Kudretle yaratılmış şan ve şeref yoktur;
şan ve şeref hüccetle yaratılır.”
Hüccetle yani, akıl ve bilim değerleriyle. İşte aydınlanma
budur. Aydınlanmanın tanımı da budur. Ve insan olmak da bunun böyle olduğunu
bilmek ve yaşamaktır.
Voltaire’e böyle bakıyor Batılı. Neden? Çünkü Voltair,
aydınlanmanın öncüsüdür. Aydınlanma çağı olarak anılan 18. yüzyıla damga
vurmuştur Voltaire.
Batılı, aydınlanmayı işte bu kafayla yakaladı. Müslüman
Doğu’daki kafa bunun tam tersini yaptı: Aydınlanmayı önüne koyanları dışladı,
dindışı, cehennemlik ilan etti. Oysaki onların, aynen Voltaire gibi, her biri
birer çağdı, bir insandan daha fazla bir şeydi. Geleneksel Arapçı-akıl düşmanı
sözde Müslüman, bırakın bir insandan fazla bir şey olanlara tahammülü, bir
insan olanlara bile tahammül edememektedir. Onun istediği, bir insandan daha
az bir şey olanlardır, hatta yarı hayvan, yarı insan olanlardır. Çünkü “Neden
ve niçin?” sormadan boyun eğip yalını yiyerek köşesinde oturanlar bir insandan
daha az bir şey olanlardan çıkar. İslam adına hegemonyayı din- leştirenler
böylelerini istiyor. Dün böylelerini istiyorlardı, bugün de böylelerini
istiyorlar. Hep böylelerini istesinler diye haçh Batı da onlara her türlü
desteği veriyor.
Işık ve bilim öncüsü yaratıcı ruhu ‘bir insandan daha fazla
bir şey’, ‘bir çağ’, hatta başh başına bir ümmet görerek yücelten ilk kitap,
Kur’an’dır. Evet, bunu ilk kez yapan kitap odur ama Kur’an’ı okuyanlar onu, bu
mesajından çok, mezarlıkta okuyarak ölüleri cennete nasıl gönderecekleriyle
ilgili hesaplar için kullandılar. Aksini yapan Kur’an mümini düşünürler ise bir
yolu bulunup din dışı ilan edilerek etkisizleştirildi. Böyle yaptı Müslüman
yaf- tah dünya ve belasını buldu. Şimdi böyle yapmayanların, Voltairelerin,
Hugolarm dünyası önünde diz çökmüş, sürünüyor.
Kur’an, ‘bir insandan daha fazla bir şey’ olan benliklerle
ilgili mesajını Hz. İbrahim’i tanıtırken vermektedir. Hz. İbrahim, temel
özellik olarak, hanîftir. Hanîf, eskiye, geleneklere ecdat kabullerine isyan
eden muvahhit ruh demektir. Kur’an, açık bir emir halinde, müminlerinden hanîf
olmalarını istemektedir. Kur’an istemiştir ama İslam dünyası bunun tam tersini
dinleştirmiştir: Haçlı kodamanların teşvik ve tahrikiyle, ‘muhafazakâr’
olmuştur. Yani maskeli müşrik.
Muhafazakârlık, hanîfliğin tam tersidir,
yani şirktir. Kur’an öyle diyor.
O halde, ‘bir insandan daha fazla bir şey olmanın, ‘başh
başına bir çağ olma’nın özünde eskiyi aşıp yeniyi getirmek vardır. Özgür ve
isyancı benlik vardır. Aydınlanmayı getiren, Voltaireler, Leibnizler,
Herderler, Kantlar, Hegeller de birer isyancı benlik değiller miydi?
İslam dünyası, peygamberlerin sakalını, sarığını, fistanını,
hatta nerede, nasıl defi hacet ettiklerini, hatta dışkılarını kutsallaştırdı
ama onların bu hanîf niteliklerini asla kutsamadı, asla hayata
geçirmedi, hatta o nitelikle-
rini unutturup yok etti. Onun içindir ki İslam dünyasınır
peygamberler mirasından yararlanma oranı, onların ya ratıcı niteliklerinin
vücut vereceği değerler kadar deği de sarık, sakal ve defi hacetleri kadar
oldu. Bu nasibir İslam dünyasına kazandırdığı ise doğal olarak, insanlı!
kervanının arkasından nal ve fışkı toplamak olmuştur Başkasının olması, daha
fazlasının olması Allah’ın adaletine aykırı olurdu; peygamberlerin ruhlarını
da rencide ederdi.
Allah âdildir ve İslam dünyasına, adaletine uygun olaral
layık olduğunu vermiştir.
ABD'NİN HÜCCET YARATMA' AÇISINDAN ÖZEI
MEVKİİ
Burada akıllara şu soru takılabilecektir: "Bugünkü dün
yada gücün, paranın, bilimin, demokrasinin (!) ve insar haklarının (!) beşiği
sayılan ABD, dünyanın bir numara h süper gücü olarak sayısız zulüm ve
haksızlığa, fesat vc kötülüğe imza atmaktadır. Peki, bu ABD, kudretin im
paratorluğu mudur, hüccetin imparatorluğu mu? Eğe: birincisi ise bilim ve
teknolojide öncülüğünü nasıl izal edeceğiz? Eğer İkincisi doğru ise o zaman
kudretle hüc cet yan yana ve barışık bir konumda durabiliyor? Daha sı: Bu
barışıklık ve konum sizin kudret-hüccet tezinizde bir çelişkinin varlığını
göstermiyor mu?
Cevabımız şudur: Tabloda hiçbir çelişki yok.
ABD hüccet yaratan bir ülke değil,
yaratılmış hüccetler gasp eden bir ülkedir. ABD, tarihin en büyük gaspçısıdır
Elindeki servetler de gasp ürünüdür hüccetler de. Bı
gaspçılık, bu ölçüde büyük olmamakla birlikte bütün kudret
imparatorluklarında vardı. Osmanlı'da da vardı. O gasp ettiği hüccet değerler
Osmanlı'nm çökmesini engelleyememiştir.
ABD'nin hüccet hanesine kaydedeceğimiz değerleri onun
kendi eserleri değildir, o değerleri yaratanlar ABD'nin çocukları değil,
dünyanın orasından burasından çeşitli sebeplerle oralara göç etmiş dahilerin
eserleridir. Einstein'dan Paul Tillich'e kadar bir seri büyük düşünür ve
dahinin yarattığı hüccet-değerler ABD'nin kotarıcı-zalim kodamanları tarafından
gasp edildi.
Gaspçı ABD'nin elinde tuttuğu bazı hüccet değerler onun
zalimler kategorisinden çıkmasını sağlayamaz; böyle olunca da zalimlerin
akıbeti olan çöküşe uğramasına engel olamaz.
ABD, bir zulüm ve kudret imparatorluğu olarak çökecektir. Ve bu çöküş, tarihin en dramatik ama en beklenen, en âdil
çöküşü olacaktır. İnsanlığın beklediği yarınların en önemli haberi de bu çöküş
olacaktır.
KÜLHANBEYLİK VE ÇAPUL MEDENİYETLERİNİN
SONU
Hüccete değil, kudrete dayanmayı zafer ve mutluluk sanan
toplum ve medeniyetlerin sonu hüsran olmuştur. Çünkü bunların tümü, firavunî
zulüm topluluklarıdır. Kur'an'ın, eski devlet ve medeniyetlerle, özellikle firavunlar
medeneyetiyle ilgili beyanlarını dikkatle okumak meseleyi kavramada yeterli
olacaktır.
Müslüman imparatorlukların tamamına yakını bu hüs
ran medeniyetleri içindedir. İş ve emanetlerimizin hemen
tamamı asırlarca gücü ellerinde bulunduran ipsiz sapsızların tekelinde oldu.
Şimdi, kuyruğumuz sıkışınca cıyak cıyak bağırıp hüccet üretenlerden yardım
dileniyoruz.
Tarih gösteriyor ki, hüccetle ayakta
duramayıp kudrete sığınanların sonu felakettir.
Peygamberlerin mesajındaki ölmezlik ve pörsümezlik, o
mesajın kudrete değil hüccete dayah olmasındandır. Nemrut gider İbrahim,
Firavun gider Musa, Augustus gider İsa, Ebu Cehil gider Muhammed, Muaviye gider
Ali, Yezit gider Hüseyin kahr. En yüksek hüccetin sahibi, düzeni böyle
kurmuştur.
Kalan ve unutulmaması gerekenlerden biri de şu gerçektir:
Bir dinin mensupları, özellikle savunucuları, hüccet yerine kudrete (hele hele
şiddete) sığınmaya başlamışlarsa o dinin insanlık sahnesindeki yeri ve etkisi
depreme maruz kalmış demektir.
Bakın tarihe: Dinlerin tarihlerinde, müminlerin mazlum
oldukları dönemler daima yükselme ve yücelme dönemleridir. Çünkü mazlum,
kudrete değil, hüccete sığman insandır. Bu gerçeği çok iyi bilen Batılı İslam
karşıtları, Kur’an dinini sahneden kovmak (ve tabii kendi zulümlerini
saklamak) için Müslümanları sürekli bir biçimde (dışta ve içte) şiddet ve
dehşet uygulamaya yönlendiriyorlar.
Şu gerçek biliniyor: Şiddet ve dehşete sığınanlar, hüccete
saygı fıtratı üzerine kurulan tekâmülün dışında kalırlar. İslam'ı sahneden
kovmak niyetinde olanların istedikleri de budur.
Ne yazık ki terör ve şiddet tuzaklarına âlet olarak 'İslam
için cihat' yaptığını sananlar bu gerçeği bir türlü göremiyorlar.
Çünkü çok kötü 'gaza getirilmiş' bulunuyorlar. İslam için cihadın, her şeyden
önce bir hüccet savaşı olduğunu anlamayanların kavga ve harcamaları İslam'a
zarardan başka bir şey getirmeyecektir.
Kur'an'a göre, doğruluğun tek belgesi vardır: Bilgi ve
düşünceden oluşan kanıt. Kur'an buna hüccet veya bür- han diyor.
Bürhanm karşısına dikilen şeye bühtan denir. Bu kabul öylesine genel ve
tartışılmazdır ki, meleklerin imtihanında onları insanın gerisinde bırakan
değerin bile ilim yani bürhan olduğu ifade edilir. İnsanın sahip kılındığı
bürhana karşı şeytanda bühtan vardır: Yalan ve iftira, (bk. Bakara, 31-34)
Ne ilginçtir ki Kur'an, bilgi ve düşünce üstü olan vahyi
bile, insanlık dünyasına indiği andan itibaren 'ilim' diye anmaktadır, (bk.
Bakara, 145)
Tanrısal espri açık: İlimle donanmamışsanız, laf ebeliği
yaparak, ona buna toslayarak veya salya-sümük ağlayıp sızlayarak bir yere
varamazsınız!
I lüccete sahip olmak, başka bir deyişle, hüccet medeniyeti
yaratmak ıstırapla yanarak uyanmakla mümkündür. () halde hüccete talip olanlar
yanmak ve uyanmanın anlamını da iyi bilmek zorundadırlar. Şunu asla
unutmayalım:
Kudretin pençesinde yanıp kıvrananlar, kendi ıstırap
kulvarlarında pişe pişe hüccet üretirler ve bir gün gelir, o ıstırabın boynu
bükük hüccet çocukları, kudret kodamanlarının şımarık çocuklarını köle gibi
kullanır, helalarını onlara temizletirler. Altı asırlık kudret devi OsmanlI’nın
hüccetten yoksun kalmış çocukları, kudretleriyle nsırlarca horlayıp ezdikleri
Batıhlarm hücceti yakalamış
çocuklarının helalarını temizlemek için kuyruğa girmediler
mi?
Eğer, yerden fışkıran Arap petrolü olmasaydı, şu Arapların
hüccet toplumları önündeki durumları nice olurdu, bir düşünün! Petrole rağmen
hallerine bakın, petrol olmasaydı ne durumda olabileceklerini tasavvur edin!
Şunu da unutmayalım:
Uzun vadeli bakarsak, petrol, Arap için
bir nimetten çok bir bela olmuştur.
İki sebepten böyle olmuştur: Birincisi, petrol, emperyalist
sırtlanların gözlerini o ülkelere dikmesine yol açmıştır; İkincisi, Arap,
petrol sayesinde yiyip içip yan yatarak hüccete geçiş yollarına asla tevessül
etmemiş, hatta bu tevessülü akima bile getirmemiştir. İşte belaların en büyüğü
budur. Bu belanın aşılması için, Arap’m asla yanaşmayacağı iki deva vardır:
1. Petrol paralarının
getirdiği hayvani rahatlık ve uyuşukluktan kurtulmak,
2. Müslüman tarihin
eski efelik dönemleriyle, ‘Arap dilinin ve milletinin kutsallığı’ safsatasıyla
oyalanmak yerine eskiyi dibine kadar eleştirmek.
Bu deva, elbette ki bütün Müslüman toplumlar için ge-
çerlidir ama özellikle Araplar ve Türk toplumu için ge- çerlidir.
'Hamdım; yandım, piştim" diyor Mevlana Celaleddin
Varlıktaki genel oluş sırrıyla büyük ruhlardaki özel eriş
sırrını aynı anda ifade eden ölümsüz sözlerden biridir bu. Hamlıktan
pişmişliğe, tohumdan filize, filizden çiçek ve meyveye, kaba kütleden
yontulmuşluğa... geçiş, yolcuları kadar yolları da yürüyen hayatın her an yeni
bir menzile ulaşma aşk ve iradesinin sergilenişidir. Bu, halden hale,
merhaleden merhaleye geçiş, diğer varlıkların aksine, insanda, ‘kendini fark
eden değişme’ olarak yürür.
İnsandaki şuurlu yol alışın göstergesi,
ıstıraptır.
Bu yüzden, Mevlana, insandaki oluş ve erişi ‘yanmak’ diye
niteliyor. Taş, toprak da yanar ama onların yanışı ıstırap değildir; çünkü
onlar şuurlu değillerdir. Yani onların ‘ben’i yoktur.
Yanışsız işlenen günahların bile zevki yoktur. Yanışı olmayan
yüzlerde nur, gözlerde fer göremezsiniz. Yanışsız elde edilmiş servetlerle
beslenenler insan olamıyor; insan görünümünde hayvan oluyor.
Yanışı olmayan ibadetler Hakk'a vardırmıyor, sadece nefsi
oyalıyor. Yaratıcı ruhların, yanışın eşlik ettiği günahları yanışsız ibadete
tercih etmeleri bundandır. Onlar hep şöyle yakarmışlardır:
"Tanrım! Şikâyetçiyim o ibadetten ki bana doymuşluk,
kendini beğenmişlik duygusu verir; kutsarım o günahı ki senden özür dileme,
sana sığınma arzusu getirir.” (İranlı
Sâdi)
Mirasyedilik ve hazırcılık, toplumları insanlık kervanı
nın en arkasına atıyor. Çünkü hayat, yolu kapatmamak için,
yan yatan ve hazır yiyenleri kervanın daima arka tarafına koyar.
Tanrı Türk toplumuna petrol vermedi diye yakınmayın. Petrol
verdiklerinin hali ortada. Türk toplumuna, uyku ve uyuşukluğa yenik düşürmeyen
bir nimet gerekirdi; Tanrı onu verdi. O nimet, Atatürk Cumhuriyeti’dir.
Bedava bulanlar kıymetini bilmeseler de bu cumhuriyet, bu
yüzyılda İslam dünyasına verilmiş nimetlerin en büyüğüdür.
Büyük yanışların karşılığı olarak elde edilmiş bir eriştir
Atatürk Cumhuriyeti: Yüz bine yakın şehit Çanakkale'de, 20 bin şehit Kurtuluş
Savaşı'nda. Böylesine ağır yanışların getirdiği bir uyanış olan cumhuriyet,
miras- yedi-beleşçiler onursuzların hıyanetleriyle kâbusa dönmez.
Türkiye'ye, 21. yüzyılda tevhidin en büyük kalesi olma
kaderini layık gören Yüce Tanrı, her türden mirasyedi yaygarasını, cumhuriyetin
yeni oluş ve erişler elde etmesinde ‘yakıt’a dönüştürecektir.
Allah'ın vaadi haktır. Elverir ki, Türkiye halkları daha
iyi pişebilmek için yanabilme güçlerini koruyabilsinler!
(39/7)
Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 39. geleneksel
sıralamada 7. suredir. 206 ayettir.
Avet 103-105:
103 Onların ardından Musa'yı, ayetlerimizle Firavun'a ve
kodamanlarına gönderdik de ayetlerimiz karşısında zulme saptılar. Bir bak,
nasıl olmuştur bozguncuların sonu! 104 Musa dedi: "Ey Firavun! Kuşkun
olmasın ki, ben, âlemlerin Rabbi'nin bir resulüyüm." 105 "Allah
hakkında gerçek dışında bir şey söylememek benim üzerimde bir varoluş borcudur.
Ben size Rabbinizden bir beyyine getirdim. Artık İsrailoğulları’nı benimle
gönder."
Peygamberler, gönderildikleri toplumun sadece baş yöneticisi
firavuna değil, onun bir bütün halinde kadrosuna (yardakçılarına,
yalakalarına, paralel güçlerine) tebliğde bulunurlar. Bu tavır da gösterir ki,
hiçbir firavun, destekçisi kadro olmadan payidar olamaz.
Avet 106-108: 106
Firavun dedi: "Bir mucize getirdinse, doğru sözlü
lerden isen onu ortaya çıkar!" 107 Bunun üzerine Musa,
asasını yere attı; birden korkunç bir ejderha oluverdi o.
108 Elini çekip
çıkardı; birden o el, bakanların önünde bembeyaz kesildi.
Musa’nın asası onun firavun saltanatına isyanının sem
bolüdür. Beyaz el de karanlık firavun kudretine karşı gerçeğin ve hakkın
bembeyaz gücüdür. Bu konunun ayrıntılarını, ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı
eserimi zin "İsyan" maddesinde verdik.
Avet 109-112'.
109 Firavun toplumunun
kodamanları şöyle konuştu: "Bu adam gerçekten çok bilgili bir
büyücü." 110 "Sizi toprağınızdan çıkarmak istiyor. Ne diyorsunuz?"
111 Dediler: "Onu kardeşiyle birlikte alıkoy. Ve şehirlere, toplayıcılar
gönder." 112 "Her bilgin büyücüyü sana getirsinler."
Daha önceden de söylediğimiz gibi, firavunun büyücüleri,
onun aldatma ekiplerinin sembolik ismidir. Kur’an onlara bir mevki vermemek
için ‘büyücü’ diyor. Çünkü onlar, geleneksel dini, kitleleri aldatmak için bir
vasıta olarak kullanan adamlardı. Böyle olduğu içindir ki, Hz. Musa’yı da bir
büyücü gibi gördüler.
Bu büyücülük ithamı, Hz. Muhammed dahil, hemen hemen bütün peygamberlere
yöneltilen bir müşrik ithamdır. Din, bu müşrik sürüler için insanları
aldatmada kullanılan bir tür büyüden başka şey değildir. Bu büyüyü kendileri
tepe tepe kullanırlar ama başka birinin kullanması halinde kıyametler
koparırlar.
Modern firavunlar da aynen böyle değiller mi? Bütün
sermayeleri Allah ile aldatmak olan bu zulüm güruhü, ı a kiplerinin en samimi
hislerle bile dinden-imandan söz etmesi halinde çılgına dönerler. Babalarının
öz mah gasp edilmiş gibi bağırmaya başlarlar. Dini kendi tekellerinde, Allah’ı
da bu tekelin baş şefi olarak görürler.
Avet 113-122:
113 Büyücüler Firavun'a gelip dediler: "Eğer galip
gelen biz olursak bize iyi bir ödül var mı?" 114 "Evet, dedi, ayrıca
siz benim en yakınlarımdan olacaksınız." 115 Şöyle dediler: "Ey Musa!
Sen mi hünerini ortaya atacaksın yoksa biz mi hünerlerimizi
sergileyelim?" 116 "Siz sergileyin." dedi. Hünerlerini ortaya
atınca, halkın gözlerini büyülediler, onları dehşete düşürdüler. Çok büyük bir
büyü sergilediler. 117 Biz de Musa'ya şöyle vahyettik: "Hadi, at
asanı!" Bir de ne görsünler, asa, onların ortaya getirdikleri şeyleri
yalayıp yutuyor. 118 Böylece, hak ortaya çıktı, onların yapıp ettikleri, işe
yaramaz hale geldi. 119 Orada mağlup oldular, küçük düştüler. 120 Ve büyücüler
secdeye kapandılar. 121 "Alemlerin Rabbi'ne iman ettik” dediler; 122
“Musa'nın ve Hârun'un Rabbi'ne!"
Hak ile bâtılın, firavun güruhu ile Musa taraftarlarının
karşılıklı hüccet (kanıt) mücadelesi bir süre devam etti. Musa’nın kesin
galibiyeti ise ‘asa’nm yani isyanın devreye sokulmasıyla gerçekleşti.
Firavun'un Hâman ekibi yenik düştü. Bu ekibin vicdanı henüz ölmemiş adamları,
Musa’nın gerçeği temsil ettiğinin farkına vardılar ve onun mesajına iman
ettiler.
İşin bundan sonrası çok ibret vericidir ve firavunların ti
pik özelliklerinden birini önümüze koymaktadır.
Avet 123-126:
123 Firavun dedi: "Demek ben size izin vermeden ona
inandınız ha! Bu, şehirde tezgâhladığınız bir tuzaktır ki, bununla şehir
halkını oradan çıkarmak peşindesiniz. Yakında anlarsınız." 124 "Ellerinizi
ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım." 125
"Biz, dediler, nihayet, Rabbimize döneceğiz." 126 "Sen bizden,
sırf Rabbimizin ayetleri bize gelince, onlara iman ettiğimizden ötürü intikam
alıyorsun. Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır. Canımızı müslümanlar olarak
al."
123-126. ayetler, firavunlar bahsinin en sarsıcı mesajlarından
birini vermektedir.
Firavun saltanatları, sadece günlük hayatı değil, insanların
inançlarını da kontrol ederler. Bu kontrol öylesine ileri gider ki, kitlenin
şöyle veya böyle, şuna veya bu inanmasını kendilerinin iznine bağlarlar. Bunun
yolu da bir biçimde kurulan korku imparatorluğunun başına tek adam sıfatıyla
oturmak ve ölünceye kadar oradan ayrılmamaktır. Modern firavunların eski
krallıkları, imparatorlukları, örneğin, Osmanlı düzenini özlemelerinin
arkaplanmda bu sadist ve firavun bilinçaltı vardır.
Avet 127:
127 Firavun kavminin kodamanları şöyle dedi: "Musa'yı
ve toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi
serbest bırakıyorsun?" Dedi: "Biz onların oğullarını öldürüp
kadınlarını diri bira kaça
ğız/kadınlarının rahimlerini yoklayıp çocuk alacağız/
kadınlarına utanç duyulacak şeyler yapacağız. Üstlerine sürekli kahır
yağdıracağız."
127. ayet, firavun saltanatının inançları kontrol sadizmi-
nin bir uzantısı olan bir başka zulüm dehşetine dikkat çekiyor:
Zulme maruz kalarak yaşadığı toprakları terk edip gidecek
insanların bu gidişlerine engel olmak yani onları yeryüzünün herhangi bir
yerinde yaşama şansı tanımamak. Firavunlar, eskisi ve çağdaşlarıyla, şunu
söylemek- teler: Bana karşı çıktınsa ya helâk olacaksın yahut da af dileyip
bana kul köle haline geleceksin.
Son Peygamber ve arkadaşlarına da aynı şey yapılmadı mı?
Onlar, inançlarını yaşayabilmek için doğup büyüdüklere Mekke’yi, oradaki baba
ocaklarını, topraklarını terk edip 500 kilometre uzağa gittiler. Ama şirk
firavunları bununla tatmin olmadı, onları izleyip sığındıkları Medine’de yok
etmek istediler. İslam’ın kader savaşı diye andığımız Bedir Harbi, işte
bu firavunca takibe verilen cevap olarak ortaya çıktı. Tarihin en mazlum ve en
haysiyetli savunma savaşıdır Bedir Harbi.
Ne ilginçtir ki, tarihin en mazlum ve en haysiyetli özgürlük
savaşlarından bir diğeri olan Türk Kurtuluş Savaşı’nm muzaffer ve dahi
kumandanı Mustafa Kemal, ‘Esaret tanımamanın sembolü’ olarak andığı Hz.
Muhammed’in en büyük mucizesi olarak bu Bedir Harbi’ni görmektedir.
Dahası var: Türk Kurtuluş Savaşı’nm manevî mimarlarından
biri olan Türk İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy, Kurtuluş
Savaşı’nm bir tür başlangıcı olan Ça
nakkale Savaşları’m, Bedir
Harbi ile mukayese etmiş ve bu ikisinin anlam ve önemini örtüştürmüştür.
Ne mutlu ve ne muhteşem fark edişlerdir bunlar! Bu fark
edişlerin sahipleri olan Atatürk ve Akif’in ölümsüz hatıraları önünde şükran ve
tâzimle eğiliriz!
Avet 128-136:
128 Musa kendi toplumuna şöyle dedi: "Allah'tan yardım
dileyin, sabırlı olun. Yeryüzü Allah'ındır, Allah ona, kullarından dilediğini
mirasçı kılar. Sonuç, takvaya sardunlarındır." 129 Dediler: "Senin
bize gelişinden önce de işkenceye uğratıldık, gelişinden sonra da." Musa
dedi: "Rabbinizin, düşmanınızı yok etmesi ve nasıl davranacağınıza bakmak
üzere yeryüzünde sizi yöneticiler yapması umulabilir." 130 Yemin olsun ki,
biz, Firavun hanedanını yakalayıp ürün eksikliğiyle senelerce sıktık ki,
düşünüp öğüt alabilsinler. 131 Onlara bir iyilik geldiğinde, "Bu
bizimdir!" derlerdi. Kendilerine bir kötülük dokunduğunda ise Musa ve
beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı. Gözünüzü açın! Onların uğursuzluk
kuşu, Allah katindadır, fakat çokları bilmiyorlar. 132 Şunu da söylediler:
"Bizi büyülemek için, bize istediğin kadar ayet getir. Sana
inanmayacağız." 133 Biz de onlar üzerine, fasıllar halinde ayrıntılı kılınmış
mucizeler olarak tufan, çekirge, haşarat, kurbağalar ve kan gönderdik; yine de
kibre saptılar ve günahkâr bir topluluk oluverdiler. 134 Pislik üzerlerine
çökünce şöyle dediler: "Ey Musa! Sana verdiği söze dayanarak Rabbine bizim
için dua et! Şu pisliği üzerimizden kaldırırsa, sana kesinlikle inanacağız ve
İsrailoğulları’nı seninle birlikte mutlaka göndereceğiz." 135 Dolduracakları
bir süreye kadar kendilerinden azabı kaldırdı
ğımızda, hemen yeminlerini bozdular. 136 Bunun üzerine biz
de onlardan öç aldık: Ayetlerimizi yalanladıkları, onlara aldırmazlık ettikleri
için hepsini suda boğduk.
Bu ayetler, Yahudi kavminin, kurtarıcıları olan Musa’ya
nankörlük ve ihanetlerini gündeme getiren ayetlerdendir. Nankörlerin şikâyetleri
çok dikkat çekicidir: “Senin bize gelişinden önce de işkenceye uğratılmıştık,
gelişinden sonra da.” Sanki işkenceye uğratılmalarım Musa istemiş gibi
konuşuyorlar. Musa’yı bir tür uğursuzluk nesnesi olarak görüyorlar. İşte,
firavunlar yaratan top- lumlarm veya kavimlerin nankörlük ve ihanet psikolojileri
budur.
130. ayet, firavun saltanatının yıkılmasında, Cenabı Hakk’m
firavun toplumuna musallat ettiği kıtlık ve ekonomik sıkıntıların tarihsel
etkilerine dikkat çekiliyor. Kur’an bize gösteriyor ki, yıkılası toplumlarda
bazen kıtlık, darlık, felaket vs. gibi olgular birer terbiye ve infaz aracı
olarak tarihin diyalektiği tarafından kullanılmaktadır.
Firavun saltanatının kodaman takımı, bu kıtlık ve felaketle
sıkıştığında, o inanmadıkları Musa’dan yardım ve dua istiyorlar. Firavun
psikolojisindeki çıkara tapma tutkusunun ilginç bir belirişidir bu.
Ayet 137:
137 Ezilip itilmekte olan topluluğu da içine bereketler
doldurduğumuz toprağın doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin,
İsrailoğulları’na verdiği güzel söz, sabretmeleri yüzünden tamamlandı/hedefîne
vardı. Firavun ve toplumunun sanayi olarak meydana
getirdiklerini de sıralıyor oldukları çardakları da yere
geçirdik.
Firavun uygarlıklarının sanayi tesisleri ve sarayları yere batırıldı,
onların zulümlerine sabırla karşı koyan İsrai- loğulları ise mazlumlara vaat
edilen kurtuluşa ulaştılar.
Avet 138-140:
138 İsrailoğulları’na denizi geçirttik. Özel putlarına
tapan bir topluluğa rastladılar. Bunun üzerine, "Ey Musa, dediler, bunların
ilahları olduğu gibi sen de bize bir ilah belirle!" Musa dedi: "Siz
cahilliği sürdürmekte olan bir toplumsunuz." 139 "Şu gördüklerinizin,
içinde bulundukları anlayış çökmüştür. Yapmakta oldukları da boşa
çıkacaktır." 140 Şunu da söyledi: "Size Allah'tan başka bir ilah mı
arayayım? O sizi âlemlere üstün kılmıştır."
138-14. ayetler muhteşem iki mesaja kaynaklık ediyor:
1. Tarihin en mazlum
kitlesi olarak tescil edilmiş bir kitle bile zaman içinde zalime dönüşebiliyor.
Bu yüzden hiç kimsenin ve hiçbir kitlenin
bütün nesillerinin ebedî kurtuluşunun garanti, ‘seçilmiş kitle’ vasfının
sürekli olduğundan söz edilemez.
2. Şirk, insanoğlunun
şuuraltı derinliklerinde hep varolan bir irinli illettir. Öyle bir illet ki, tevhidi temsil eden en büyük
peygamberlerin yanında bile depreşebilir, hortlayabilir, bizzat o peygamberden
kendisine tatmin getirecek putlar isteyebilir.
Hz. Musa bahsinde ilk örneği verilen bu depreşme, Son
UÇUNUU
DULUM
peygamber döneminde de aynen vücut bulmuştur. Onun
sahabîleri de ondan, kendilerine müşriklerin Zatü Envât ağaçları gibi
bir put ağaç temin etmesini istemişler ve ilginçtir, Hz. Peygamber bu isteği
şiddetle reddederken, az önce sözünü ettiğimiz ayetlere ve Hz. Musa’ya atıf
yapmıştır.
Ne yazık ki, onun ümmeti, onun ardından o zatü envât
ağaçların ve benzeri putların binlercesini Müslüman coğrafyaların dört bir
yanma çil çil serpiştirmiş ve Kur’an tevhidini bu putların gölgesine gömerek
hayatın dışına itmiştir.
Avet 141:
141 Şunu da hatırlayın: Sizi Firavun hanedanından
kurtarmıştık. Size azabın en kötüsü ile işkence ediyorlardı: Oğlanlarınızı
katlediyorlar, kadınlarınıza hayasızca davranıyorlar/kadınlarınızın
rahimlerini yoklu- yorlar/kadınlarınızı hayata salıyorlardı. Bunda sizin için
Rabbinizden gelmiş büyük bir imtihan vardı.
Nüfusu ve doğurganlığı kontrol de firavunluğun alametlerinden
biridir. Bu alamet, Musa devri firavunundan çağdaş firavunlara kadar bir
biçimde işletilmiştir.
Firavun saltanatlar, kitlenin dinini, imanını, kalbini
kontrol edip de rahmini kontrol dışı bırakır mı? Bırakmamıştır, bırakmaz.
Firavunlar, kalpler kadar rahimleri de kontrol eden bir sadizmin zalimleridir.
Musa devri firavunları rahim kontrolünü, İsrailoğul-
ları’mn erkek çocukları doğmasın diye yapıyorlardı. Ancak bu kontrol devirden
devire, firavundan firavuna
180
FİRAVUN
değişir. Bu bazen kız çocukları doğmasın diye yapılır,
bazen hiç doğum olmasın diye yapılır, bazen de istenen sayıda doğurma gerçekleşsin
diye yapılır. Şöyle veya böyle, firavunlar, kadın bedeni üzerinde mutlaka bir
kontrol kurarlar. En azından, ailelere kaç çocuk yapmaları gerektiğini dikte
ederler.
(45/20)
Mekke döneminde inen surelerdendir. İniş sırasıyla, 45. geleneksel
sıralamada 20. suredir. 135 ayettir.
Avet 24-37:
24 "Ey Musa, Firavun'a git; çünkü o, azdı." 25
Musa dedi: "Rabbim, göğsümü açıp genişlet; 26 İşimi bana kolaylaştır. 27
Dilimden düğümü çöz, 28 Ki, sözümü iyi anlasınlar. 29 Bana ailemden bir yardımcı
ver, 30 Kardeşim Hârun'u. 31 Onunla sırtımı kuvvetlendir! 32 Onu işime ortak
kıl! 33 Tâki seni çokça tespih edelim! 34 Seni çokça analım! 35 Kuşkusuz, sen,
bizi görmektesin." 36 Buyurdu: "İstediğin sana verildi, ey Musa! 37
Yemin olsun, sana bir kez daha lütufta bulunmuştuk."
24-36. ayetler, tebliğ adamının maruz kaldığı sıkıntıları
aşmak için ihtiyaç duyduğu dost-yardımcıya dikkat çekiyor. Bu dost-yardımcı,
tebliğ önderine hem bir tercüman olacak hem de danışman ve destekçi. Tebliğ
adamı onunla en azından psikolojik olarak güçlenecek. Ulü- lazm bir peygamberin
bile böyle bir gereksinimi duyduğunun bildirilmesi, hiçbir fikir ve iman
önderinin bu ihtiyaçtan müstağni kalamayacağını göstermektedir.
Son Peygamber Hz. Muhammed’de bu vezir-dost-yar-
FİRAVUN
HUI
(hıncı, Tanrı Elçisi’nin ilk eşi Hz. Hatice idi.
Zaten Hz. I laticc’nin lakabı ‘Vezire’ (Peygamber’in veziri) idi.
Cenabı Hak, Hz. Musa’nın yardımcı-danışman-destekçi
isteğine olumlu bakmış ve onu kardeşi Hârun’un vezirliği, desteği ve danışmanlığıyla
güçlendirmiştir. Firavun’a tebliğ emrinin ikinci kısmında hitap sadece Musa’ya
değil de Musa-Hârun İkilisine yapılmakla bu iki benliğin tebliğde âdeta tek
vücut haline geldiklerini göstermektedir.
Bu ayetler ayrıca, tebliğ adamının hitabet gücünün önemine
dikkat çekiyor. Musa’nın en büyük şikâyeti kendisinin iyi konuşamama zaafı
olarak gösteriliyor. Bu zaaf, geleneksel rivayetlerde söylendiği gibi, Musa’nın
dilinin pepe olması da olabilir, hitabet gücünün zayıf olması da olabilir.
Bizce İkincisi, kelamın mesajına daha uygundur.
Avet 42-48:
42 "Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün; beni anmakta
gevşeklik etmeyin!" 43 "Firavun’a gidin, çünkü o azdı." 44
"Ona yumuşak ve tatlı bir sözle hitap edin; belki öğüt ahr yahut
ürperir." 45 Dediler: "Rabbimiz, onun aleyhimizde bir taşkınlık
yapmasından yahut yine azmasından korkuyoruz!" 46 Buyurdu:
"Korkmayın! Ben sizinle beraberim; işitiyorum, görüyorum." 47
"Hadi, gidin ona! Deyin ki, "Biz senin Rabbinin iki resulüyüz.
İsrailoğulları’nı bizimle gönder, onlara işkence etme! Rabbinden sana bir
mucize getirdik. Selam, hidayete uyanlaradır." 48 "Azabın, yalanlayıp
yüz çevirenler üzerine olacağı bize vahyedildi."
183
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
42-48. ayetler, Kur’anî tebliğin özünü, evrenselliğini, kararlılığını
ve bir ölçüde de yöntemini veren muhteşem beyyinelerdir.
Firavun gibi, zulmün, şiddetin, inat ve inkârın timsali
olan bir tağuta gösterilmesi gereken aydınlık önderi yaklaşımının temel
şartları şöyle sıralanıyor:
1. Tebliğ, firavun
ruhlu zorbalar da dahil, hiç kimseden uzak tutulamaz.
2. Tebliğ, firavuna da
yapılsa, özüne yakışır yumuşaklık, tatlılık, nezaket ve sevecenlik içinde
yapılmalıdır.
3. Tebliğde ümitsizlik
asla olmamalıdır. Firavundan bile ümit kesilmemelidir: Çünkü Yaratıcı, insanoğlunun özüne iyiye ve güzele
yatkınlık duygusunu yerleştirmiştir. İnsan ürettiği kötülüklerle bu duyguyu
kirletip paslatarak işlemez hale getirebilmektedir. Tebliğ adamı, üşenip
usanmadan o temel zemine inip o temel duyguyu harekete geçirmeye sürekli gayret
göstermelidir.
4. Firavun tipi
zorbalar da dahil, insanoğlunu bütün köprüleri yıkarak kaldırıp atmak
yanlıştır. Firavunun bile, bir gün bir
biçimde yüreğinin derinlerinde bir yumuşama, bir ürperti kıvılcımının çok
büyük güzelliklere vücut vermek üzere harekete geçmesi mümkündür.
5. Tebliğ adamı,
korkuyu daha baştan aşılmaz bir engel halinde önüne dikmemelidir. Korkunun yer ettiği yürek yaratıcı bütün niteliklerini
kendi eliyle felce uğratır.
Kur’an’m klasik firavunlar münasebetiyle önümüze koyduğu
bu tebliğ hakikatleri, elbette ki çağdaş firavunlar için de aynen geçerlidir.
Çağdaş firavunların da hiçbi
rinden ümit kesmemeliyiz. Allah onları bazen yıllarca süren
zulümlerinin ardından, asırlarca sürecek başka zulümleri ortadan kaldırmada
esrarlı birer araç olarak kullanabilir. Nitekim günümüzde bunun örneklerine tanık
olmaktayız.
Avet 49-55:
49 Firavun dedi: "Sizin Rabbiniz kim, ey Musa?"
50 Musa dedi: "Rabbimiz, her şeye yaratılışını lütfeden, sonra da
yol-yordam gösteren kudrettir." 51 Dedi: "Peki, ilk nesillerin hali ne
olacak?" 52 "Onlara ilişkin bilgi, Rabbim katında bir kitaptadır.
Rabbim ne şaşırır ne de unutur." 53 Yeryüzünü size beşik yapan, onda
sizin için yollar açan, gökten su indiren O'dur. Biz o suyla çeşitli
bitkilerden çiftler çıkardık. 54 Yiyin, hayvanlarınızı yayıp otlatın.
Kuşkusuz, bunda, aklı başında insanlar için ibretler vardır. 55 Sizi yerden
yarattık. Tekrar oraya göndereceğiz. Ve oradan sizi bir kez daha çıkaracağız.
49-55. ayetler, Musa ve Hârun peygamberlerin tebliğlerinin
temel esaslarına vurguları önümüze koyuyor. Firavun, ilginç bir biçimde, daha
baştan öfkelenip köpürmeden sorular soruyor. Sadece bu bile, önceki ayetlerin
tebliğ meselesindeki mesajının isabetini göstermeye yeter. Firavun gibi bir
zorbanın, kendisine tebliğde bulunan iki aydınlık önderine sorular sorması
ümit verici bir zeminin varlığına kanıttır.
Avet 71-73: 71
Firavun dedi: "Ben izin vermeden ona inandınız öyle
mi? O size, büyüyü öğreten büyüğünüzdür. Yemin olsun,
ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve yemin olsun sizi hurma
ağaçlarına asacağım. O zaman iyice bileceksiniz, hangimizin azabı daha
şiddetli ve sürekli." 72 Dediler: "Biz seni, bize gelen açık seçik
kanıtlara ve bizi yaratmış olana asla tercih etmeyeceğiz. Verdiğin hükmü
uygula. Senin hükmün olsa olsa bu dünya hayatında geçer." 73 "Biz
Rabbimize inandık ki, günahlarımızı ve senin bizi zorladığın büyüyü affetsin.
Allah daha hayırlı, daha süreklidir."
71-73. ayetler, firavun yönetiminin ve firavun psikozunun
en sarsıcı belirişlerinden birini gündem yapmaktadır: İnancın diktatörün
iznine bağlanması. Kadim firavunlar bu izne bağlamayı gayet açık ve radikal
ifadelerle dile getirip kurallaştırıyorlardı. Çağdaş firavunlar, insanlığın
geldiği tekâmül aşaması itibariyle işi böyle götürmek gibi bir şansa sahip
olmadıklarından bunu siyasal oyunlarla yapmaktalar. Bu oyunların başında ‘korku
yaymak’, ikinci sırada, istenen şekilde inananların ödüllendirilmesi, üçüncü
sırada ise diktatöryal ekibin isteklerine ters inançlar taşıyanların ‘yönetime
karşı çıkmak’, hatta ‘yönetime darbe yapmak’ gibi ithamlarla suçlamak
gelmektedir. Bu üç oyun, çağdaş firavunluklarda, iki büyük takviyesi dikkat
çeker: Allah ile aldatmak yani din istismarı, hukukun güdüme alınması.
Çağdaş firavunlar, emirlerindeki paralel zulüm güçlerinden
biri olan Hâman yönetimindeki saltanat dinini kullanarak belirledikleri inanç
standartlarına uymayanları ‘zındıklık’tan ateizme kadar çeşitli ithamlarla
suçlamaktalar. Bunu ustalıkla yürütecek bir din baronluğu ekibi yirmi dört
saat firavunun emrindedir.
(49/28)
Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 49. geleneksel
tertipte 28. suredir. 88 ayettir.
Avet 1-4:
1 Tâ, Sîn, Mim! 2 İşte sana, açık seçik beyanda bulunan
kitabın ayetleri! 3 İman edecek bir toplum için, Musa ve Firavun'un haberinden
bir kısmını sana hak olarak okuyacağız. 4 Gerçek şu: Firavun o yerde egemenlik
kurmuş ve ora halkını fırkalara ayırmıştı. Onlardan bir topluluğu horlayıp
eziyordu: Bu topluluğun erkek çocuklarını boğazlıyor, kadınlarına hayasızca
davranı- yor/kadınların rahimlerini yokluyor/kadınlarını hayata salıyordu. O,
gerçekten fesadı yayanlardandı.
4. ayet, firavunî toplumlarm ve firavun
zulümlerine bir biçimde seyirci kalmış halkların vücut verecekleri tabloyu
önümüze koymaktadır.
Firavun yönetimlerinin, zulümlerini payidar kılmak için
başvurdukları yollardan biri, belki de en önemlisi, ülke halkını fırkalara
bölmek, parçalamak, ayrıştırmak ve tek bir kuvvet haline gelmelerini
engellemektir. Kur’an’a göre, firavunî yönetim bir şirk düzeni olduğu gibi
fırkala ra bölünmek de bir şirktir. Bunun zorunlu sonucu şudur:
Fırkalaşma varsa firavunî düzen kaçınılmazdır. Çünkü
fırkacılık şirkinin faturası, firavunî düzene teslimiyetle ödenir. Yaratıcı’nın
kanunu budur.
Toplumları çöküşe, insanı çürüyüşe mahkûm eden fır-
kalaşmamn her türlü belirişi üzerinde ayrıntılı biçimde durulmuştur.
Fırkacılığı, bölünmeyi, ayrışmayı ifade eden tabirlerin hemen hemen tümü
(fırka, teferruk, tefrik, teşeyyu’, hizip, takattu’) kullanılarak bölünüp
parçalanmanın nasıl bir felaket olduğuna dikkat çekilmiştir.
Fırkalaşma, bölünme, hizip oluşturma anlamlarında beş tabir
kullanılmaktadır. Bundan anlaşılır ki, Kur’an, bu fırkacılık ve fırkalaşma
konusunu hayatî önemde bulmaktadır.
Fırka sözcüğünün kökü olan fark, bölmek, ayırmak,
parçalamak, iki taraf arasında hüküm vermek anlamlarındadır. Aynı kökten fırka,
büyük kitleden ayrılan grup anlamındadır.
Fark kökünden kelimeler, isim ve fiil halinde 70 küsur
yerde kullanılmıştır. Kullanılan türevlerinin anlamlarına da bakmak lazım: Teferruk
(parçalanıp fırkalar haline gelmek, bk 3/103; 42/13-14; 98/4), tefrik (parçalayıp
fırkalar haline getirmek, bk. 2/102,136, 285; 4/150; 6/159)
Ölümsüz dil ustası Râgıb’ın beyanına göre bu sözcükte, ‘kalp
parçalanasıya korkmak’ anlamı da vardır ve Tevbe suresi 56. ayetteki fırka
kökünden fiil bu anlamda kullanılmıştır:
“Kesinlikle sizden oldukları yolunda Allah'a yemin ederler.
Gerçekte onlar sizden değillerdir. Doğrusu şu ki onlar, ödleri patlayasıya
korktukları için fırkalaşan bir topluluktur.”
Demek ki, fırkalaşanlarm, kendi içlerinde büyük korkular
taşıyabileceklerine ve bu korkuların onları hizip dayanışmasına iteceğine bir
işaret olduğu söylenebilir.
En’am suresi 153-159. ayetlerden
oluşan beyyineler manzumesi, dinde fırkalaşma meselesinin en hayatî noktalarına
parmak basmakta ve çözümü de göstermektedir. Dinde fırkalaşmanın âdeta tanımını
veren bir beyyine ile başlayan bu manzume, ölümsüz mesajını, fırka sözcüğü ile
aynı kökten bir fiil (teferraka) kullanarak vermekte ve bize şunları
öğretmektedir:
1. Dinde fırkalaşma,
Yaratıcı’nın tek olan yolundan sapıp başka yollara girmenin sonucudur,
2. Bu sapma,
öncelikle, İlahî kitabın dışlanmasıyla vücut bulur,
3. Tanrısal kitaba
sarılarak dinde bölünmeyi önleyememiş toplumlar ve kişiler hiçbir mazerete
sığınamazlar ve hiçbir kurtuluş çaresi de üretemezler,
4. Bu fırkalara karşı
takınılacak tavır, onlarla ilgiyi tamamen kesmek ve onları kendi sapık
hezeyanları içinde boğulmaya bırakmaktır.
Şimdi bu beyyineler manzumesini birlikte okuyalım:
“Bu benim dosdoğru yolumdur, onu izleyin, başka yolları
izlemeyin! Yoksa bu hal sizi O'nun yolundan uzak-
taştırıp parçalara böler. Sakınıp korunasınız diye O size
bunu önermiştir. Sonra, güzel düşünüp güzel davrananlara nimetimizi
tamamlamak, her şeyi ayrıntılı kılmak, bir kılavuz ve rahmet olmak üzere
Musa'ya o kitabı verdik ki, onlar Rablerine kavuşacaklarına inanabilsinler. Bu
Kur’an da bizim indirdiğimiz bir kitaptır. Kutsal ve bereketli. Artık ona uyun
ve sakının ki size rahmet edilebilsin.”
"Kitap, bizden önce iki topluluğa indirildi. Biz onu
okuyup araştırmaktan gerçekten habersizdik’ demeyesiniz. Şunu da
söylemeyesiniz: ‘Eğer bize kitap indirilmiş olsaydı, onlardan daha doğru
yürüyüştü olurduk.’ Artık size Rabbinizden bir beyyine, bir kılavuz ve bir
rahmet gelmiş bulunuyor. Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlardan yüz
çevirenden daha zalim kim var? Ayetlerimize sırt dönenleri, yüz çevirmeleri
yüzünden azabın en acıklısıyla cezalandıracağız.”
“Neyi bekliyorlar? Kendilerine meleklerin gelmesini ini,
Rabbinin gelmesini mi, yoksa Rabbinin bazı mucizelerinin gelmesini mi?
Rabbinin bazı mucizeleri geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında
bir hayır sahibi olamamış kişiye imanı hiçbir yarar sağlamayacaktır. De ki,
‘Bekleyin! Doğrusu biz de bekliyoruz.’ Dinlerini parça parça edip
fırkalara/hiziplere bölünenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur.
Onların işi Allah'a kalmıştır. O, onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.” (En’am, 153-159)
I )inde fırkalaşmanm tek ve şaşmaz yol olan Allah’ın yolundan
sapıp birtakım yollara girmenin sonucu olduğuna vurgu yapılmasının, İslam
dünyasında ‘fırkalaşmanm cıı doğurgan anası’ ve kelime anlamıyla ‘yol’ demek
olan tarikat zihniyetini deşifre ettiğini ve İslam tarihinin fır
kacılık meselesindeki yumuşak karnına neşter vurduğunu da
gözden kaçırmayalım.
Kur’an’daki tanrısal ve metematik insicama muhteşem bir
örnek oluşturan bir gerçeği daha birlikte izleyelim:
Yusuf suresi 39. ayet,
En’am 153’teki mucize açıklamayı iyiden iyiye taçlandırmaktadır. Bize
göstermektedir ki, Tanrı’mn tek olan yolunu birden çok hale getiren fırka-
laşma, nihayetinde tek olan Rabbi de çoklaştırmakta- dır. Yani fırkalaşma ile
girilen yolların tümü şirke çıkmaktadır. Yusuf suresindeki beyyine, fırka
kökünden bir kelimeyi kullanarak şu ürpertici soruyu soruyor:
“Parçalara bölünüp fırkalaşmış rabler mi daha hayırlıdır,
Vâhid ve Kahhâr olan Allah mı?” (Yusuf,
39)
Şîa, güç kazanmak maksadıyla oluşturulan ekip anlamındadır.
(Râgıb, el-Müfredât)
On küsur kullanımının tümü isim kullanımdır. Daha çok, eski
ümmetlerdeki fırkaları ifade için kullanılmıştır. İslam ümmeti açısından
şîalar çok olumsuz unsurla ı olarak değerlendirilmiştir. Fırkacılığın ağır bir
kahır ve ıstırap kaynağı olacağı bu kelimenin kullanıldığı ayetlerde
veril-mektedir. Şu sarsıcı örneğe bakın:
“De ki, ‘O size, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından
bir azap göndermeye yahut sizi fırka fırka birbirinize düşürerek/fırkalara
bölüp içinden çıkılmaz durumlara düşürerek/fırkaları elbise gibi size
giydirerek kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya Kaadir'dir.” (En’am, 65)
Bu ayette, fırkalaşmanm nelere mal olacağı ve fırkacılığın
temel niteliklerinden birinin de şiddet olduğu mucize bir biçimde ifadeye
konmuştur. Mucize mesajlardan biri de, Kasas suresinin açıklamakta olduğumuz
ilk ayetlerinde verilmiştir. Ayetten öğreniyoruz ki, despot-tağut yönetimler,
kitleleri, özellikle inanç camialarını çeşitli fırkalara bölmeyi ihmal
etmezler. Çünkü bu bölünme, camianın gücünü parçalar ve onu sıkıntı yaratan bir
unsur olmaktan çıkarır. Firavunun yönetiminden söz eden Kasas 4. ayet, âdeta,
bir diplomatik-stratejik raporun özeti gibi duruyor.
Tekil ve çoğul halde yirmi kez geçen hizip (çoğ. ahzâb), “Kabalık
ve şiddetle belirginleşen grup demektir.” (Râgıb, el-Müfredât)
Hizip, zulüm temsilcilerine karşı oluşturulduğunda bu ‘Allah’ın hizbi’ olarak
adlandırılmaktadır. Allah’ın hizbi karşısındaki küfür güçleri ise şeytanın
hizipleri’ olarak anılıyor.
Ancak, hizip, dinin kendi içinde oluşturulduğunda dini ve
müminleri bölen bir unsur olarak kötülenmektedir. Bu gerçeğe parmak basan ayet,
hizip sözcüğüyle doğrayıp parçalara ayırmak anlamındaki takattu’ sözcüğünü
(fiil şeklinde) birlikte kullanarak fırkacılığın üreteceği Icmel belalardan birine
dikkat çekiyor: Dini, alt kitaplara bölmek. Bu bölmeyi ifade için
takattu’ fiilinin geçmiş /.aman şekli seçilmiştir. Unutmayalım ki, ‘kesip doğramak’
anlamındaki kat’ kökünden gelen takattu’da bir şeyi ikiye ayırmak
yeterli değildir, birkaç parçaya bölmek gerekir. Bunun içindir ki, takattuun
yarattığı din içi bölünme birkaç hizip ortaya çıkarır ve bu hiziplerin her
birinin övünerek okuduğu ‘kutsallaştırılmış kitaplar’ı
(zübür) vardır. Ve her hizip, elindeki ‘kutsallaştıran
kitap’la övünür, sevinir.
Mucize ihbarı koca bir tablo gibi önümüze koyan ayetlik
beyyine kümesi, dindeki hizipçiliğin mahiyeti nelere mal olacağını göstermekte
ve din içi hizipçile yönelttiği en ağır tehditleri de sıralamaktadır. Bugün
Müslüman dünyasını tanıtmak için asırlar öncesind hazırlanmış mucize bir raporu
andıran beyyineler şi ledir:
“İşte, sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ve ben sizin
Rabbinizim; o halde, benden sakının! Fakat onl işlerini aralarında parçalayıp
çeşitli zübürlere/kuts taştırılmış hizip kitaplarına ayırdılar. Her hizip, yalı
kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. Artık sen c lan bir süreye kadar kendi
gafletleri içinde bırak. 5 nıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve
oğullaı güçlendiriyoruz onları ve iyiliklerine koşuyoruz. Haj farkında
olmuyorlar.” (Müminûn, 52-56. Ayrıca 1
21/93)
Fırkalaşmanm en ağır şekilde itham edildiği yer din
fırkalaşmadır. Tam bu noktada, Kur’an semantiği a sından çok anlamlı bir
tabloya dikkat çekeceğiz: Fırl hizip anlamındaki ‘ferik’ sözcüğü,
kullanıldığı 29 ye sadece ikisinde olumlu anlamdadır. Diğer yerlerin ya smdan
fazlasında olumsuz, yarıya yakınında ise nötr < lamda kullanılmıştır.
Kur’an, bu tavrıyla şunu demek tiyor: Dinde fırkalaşma, çok küçük istisnalar
(ki bunl dinin ilk zamanlarındaki düşman topluluklar karşısın yapılır) bir
kenara konursa daima kötülüğe, bölünme
sömürüye, ihanete hizmet eder. Bu anlamda olmak üzere
özellikle şu ayetlere bakılmalıdır: 2/75, 100, 101, 146, 188; 3/23; 78,100;
4/77; 8/5; 9/117; 16/54; 24/47,48; 27/45
Bir dinin (örneğin İslamiyet’in) asırlar sürmüş hükümranlığının
ardından mantar fışkırır gibi zuhur eden fırkalar (tarikatlar, mezhepler,
cemaatler) hiç tartışmadan söyleyebiliriz ki şer ürünüdür, bölücülük aracıdır,
dinin düşmanlarıyla kurulmuş çıkar odaklı işbirliklerinin (Ilımlı İslam,
BOP, dinler arası diyalog vs.) sonucudur.
Onun içindir ki, fırkalaşmaya ilişkin tanrısal hüküm çok
ağırdır. Fırkalaşmaya karşı uyarıda, beyyinelerin geliş sırasıyla iki muhatap
seçilmiştir: Hz. Peygamber, müminler camiası. İki uyarı da sarsıcıdır:
“Dinlerini parça parça edip fırkalara/hiziplere bölünenler
var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır.
Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.” (En’am, 159)
Bu ayette, fırkalaşma ifade eden kelimelerin ikisi birden
kullanılmıştır: Fırka, şîa. Birincisi fiil, İkincisi isim halinde. Bu
kullanım, dinde fırkacılığın her türünün dini parçalamak anlamına gelecek büyük
bir cinayet olduğuna dikkat çekmektedir. Aynı tarz, fırkacılığın kötülüğü
konusunda ümmete uyarı yapan ayette de korunmuştur. Yani fırka ve şîa kökünden
kelimeler orada da kullanılmıştır.
“O'na yönelmiş kişiler olarak O'ndan sakının! Namazı/ duayı
yerine getirin ve sakın şirke sapanlardan olmayın; Onlardan ki, dinlerini
parçalayıp hizipler/fırkalar haline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle
sevinip övünür.” (Rum, 31-32)
"Dini dosdoğru tutun; onda bölünüp fırkalara ayrılmayın!’
Onları çağırdığın bu tutum, şirke bulaşanlara çok ağır gelmiştir. Allah,
dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine iletir.” (Şûra, 13)
Bu son ayetler, dehşet verici bir gerçeğin altını daha çizmektedir:
Dinde fırkacılık şirkle eşanlamlıdır.
“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp
parçalanmayın; Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın! Birbirinizin düşmanı
idiniz, Allah kalplerinizi uzlaştırıp kaynaştırdı da O'nun nimeti sayesinde kardeşler
haline geldiniz. Ateşten bir çukurun kenarında idiniz; sizi oradan kurtardı.
Allah size ayetlerini bu şekilde açıklıyor ki, doğruya ve güzele yol
bulasınız.” (Âli İmran, 103, 105)
Dinde fırkalaşma, tanrısal
beyyinelerin gelişinden sonra olmaktadır:
“Kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki
kıskançlık/doymazlık/azgınlık/yalancılık/zulüm/kibir/ zinakârlık yüzünden
fırkalara bölündüler. Eğer belli bir süreye kadar erteleme sözü Rabbinden
gelmiş olmasaydı, aralarında iş mutlaka bitirilirdi. Onların ardından kitaba
mirasçı olanlar da onun hakkında, işkillendiren bir kuşku içindedirler.” (Şûra, 14)
“Kendilerine açık seçik kanıtlar geldikten sonra fırkalara
bölünüp ihtilafa düşenler gibi olmayın! Böyle olanlar için çok büyük bir azap
vardır.” (Âli İmran, 105)
“Kitap verilmiş olanlar, kendilerine beyyine/açık delil
geldikten sonradır ki parçalanıp bölündüler.” (Beyyi- ne, 4)
Bu beyyinelerde, özellikle Şûra 14’te bir mucize
ihbar daha vardır ve şudur:
Fırkalaşma bir cehalet, zühul ürünü değildir; bilinçli bir
yapılanmadır. Allah’ın yasakladığı böyle bir yapılanma, cehaletin ürünü değilse
hangi saikle yapılır? Cevap bellidir: Fırkalaşanlarm imanın ve Tanrı’nm üstüne
çıkardıkları bazı hesapları, menfaatleri vardır. Zaten, fırka- laşmanm şirkle
eşitlenmesinin başka bir izahı da olamaz.
Avet 5-6:
5 Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara
bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline
getirelim. 6 Ve yeryüzünde onlara imkân ve kudret verelim. Firavun'a, Hâman'a
ve onların ordularına da korkmakta oldukları şeyleri gösterelim.
Cenabı Hak, firavunî saltanatlara karşı ezilip horlanan-
ların yanındadır. Diyalektik böyle işler. Yeter ki, ezilip horlananlar, bu
ezilip horlanmayı bir biçimde istemiş ve beslemiş olmasınlar, yani isyanın
gerektiği yerde itaati seçmesinler. İsyanın gerekli olduğu yerde zalimlere itaati
seçerlerse, Zühruf 54-56. ayetlerde belirtildiği gibi, Allah onları zalimlikle
damgalar ve onlardan intikam alır.
Avet 38-42:
38 Firavun dedi: "Ey seçkinler topluluğu! Ben sizin
için benden başka bir Tanrı tanımıyorum. Ey Hâman! Benim için çamurun üzerinde
ocağı yakıp bana bir kule yap ki, Musa'nın Tanrısına ulaşayım. Aslında ben onun
i «o
riHMV
WIN
yalancılardan olduğunu
sanıyorum." 39 O ve orduları yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve
sandılar ki, bize döndürülmeyecekler. 40 Biz de onu ve askerlerini yakalayıp
hepsini suyun içine fırlattık. Bak, nasıl oldu zalimlerin sonu! 41 Biz onları,
ateşe çağıran önderler yapmıştık. Kıyamet günü yardım göremeyeceklerdir. 42
Bu dünya hayatında da arkalarına bir lanet taktık. Kıyamet günü onlar,
çirkinleştirilenler arasında olacaklar.
Firavun tağut, nihayet tanrılığını ilan etti. Bu ilan bazı firavunlarda
bizzat firavun tarafından yapılır. Bazı firavunlar ise bunu yalakalarına
yaptırırlar. Çağdaş firavun saltanatlarında seçilen yol bu İkincisidir. Tağut
yalakalarından biri veya birkaçı çıkarak, değişik ifadelerle, başlarındaki
zatın Allah’ın bütün sıfatlarına taşıdığını, yani enkarne olmuş bir tanrı
olduğunu ilan eder.
Firavunun tanrılığını ilan eden daha birçok ifadeyle karşılaşmaktayız.
Firavunun ziyaret ettiği kentlerin kutsallaştığı, oturduğu yerin mübarek
olduğu, görüntülerinin yayınlandığı televizyonların yerlere konmasının doğru
olmayacağı vs. Bütün bunlar bir insanı tanrı ilan etmenin değişik
şekilleridir.
Bu şekillerin hangisiyle olursa olsun, firavunluğun son
mertebesine gelerek kendisinin tanrılığını ilan eden veya ettiren firavun,
tarihin ve Tanrı’nm kendisi için takdir ettiği akıbete maruz kalır; mahvolur,
lanetlenerek geberip gider.
Avet 59:
59 Senin Rabbin,
memleketleri/medeniyetleri, ana merkezlerinde kendilerine ayetlerimizi okuyan
bir resul
göndermedikçe helâk etmez. Biz; ülkeleri/medeniyetle- ri,
halkları zulme sapmadıkları sürece helâk etmeyiz.
59. ayete göre, Cenabı Hak, toplamların helâkine hükmetmek
için iki şart arıyor:
1. Toplamların ana
merkezlerine giden aydınlatıcıların tebliği yapmış olmaları,
2. Toplumun zulme bulaşmış
olması.
Ba iki şart gerçekleşmedikçe Allah bir toplama, bir medeniyeti
çökertmez.
(51/10)
Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 51. geleneksel
tertipte 10. suredir. 209 ayettir.
Avet 75-77:
75 Onların ardından da Musa ile Hârun'u ayetlerimiz
eşliğinde Firavun ve kurmaylarına gönderdik. Kibre saptılar ve günahkâr bir
topluluk oldular. 76 Gerçek, katımızdan onlara geldiğinde şöyle demişlerdi:
"Hiç kuşkusuz, bu, apaçık bir büyüdür." 77 Musa dedi ki, "Gerçek
size ulaştığında böyle mi konuşuyorsunuz? Büyü müdür bu? Büyücüler iflah
olmaz."
Peygamberler, baş zalimlerin sadece kendilerine gelmez,
aynı anda onların yakın çevresine de gelir. Bunun bir anlamı da, hiçbir
firavun saltanatın tek kişiyle yürümediği, firavun saltanatlarının yalaka
danışmanlar çevresi, destekçi din baronları ve destekçi para babalarıyla
birlikte bir paralel zulüm güçleri koalisyonu oluşturduğudur.
76. ayet, firavunun Musa ve Hârun peygamberleri büyücülükle
yani halkı aldatmakla suçladığını gösteriyor. Firavun saltanatları, hayatlarını
halkı aldatmaya borçlu olduklarından, rakiplerinin de halkı aldatmayı esas alarak
çalıştıklarını düşünürler. Bu, bütün firavun saltanat-
kıtda aynıdır: Onlar bir yandan hiç aralıksız halkı alda- I
u lar, bir yandan da gerçekleri halka bildirenleri halkı aldatmakla suçlarlar.
Modern firavunların yolu yöntemi de budur.
yet 78:
78 Dediler ki, "Sen bize, atalarımızı üzerinde bulduğumuz
şeyden bizi çeviresin de bu toprakta devlet ve ululuk ikinizin olsun diye mi
geldin? Biz, ikinize de inanmıyoruz."
78. ayet gösteriyor ki, Firavun zihniyet, her yeniye (ve
her gerçeğe) iki anlamlı bir tehdit yükler:
1. Ataların kabullerini
inkâr,
2. Yönetim ve servet
gücünü ele geçirmek.
Firavun zihniyetlerin insanlık tarihi boyunca özellikle
peygamberler mesajını ve genelde bütün aydınlık mesajları, anılan iki tehditle
yaklaşan bir düşman olarak görmüştür. Günümüz firavunları da aynı zihniyet ve
psikoloji ile hareket etmekteler.
Firavunların saltanat lügatlerinde ‘gerçek’ ve ‘gerçek için
mücadele’ diye bir kavram yoktur. Firavunların lügatinde sadece çıkar, güç,
bizler ve ötekiler’ vardır. Ötekiler, çıkarlara ve güce göz koymuş
düşmanlardır.
Avet 79-82: 79
Firavun seslendi: "Tüm bilgin büyücüleri huzuruma getirin!" 80 Büyücüler
gelince, Musa onlara şöyle dedi:
"Ortaya koyma gücünde olduğunuz şeyleri sergileyin. 81
Onlar hünerlerini ortaya koyunca Musa dedi: "Ser gilediğiniz şey büyüdür.
Allah onu mutlaka hükünısü. kılacaktır. Çünkü Allah, bozguncuların işini düzgüı
yürütmez." 82 "Ve suçlular hoş görmese de Allah, hakkı kelimeleriyle
ortaya çıkarıp kanıtlayacaktır."
Büyücüler yani Allah ile aldatan Firavun ekipleri, hakk
tebliğ eden Musa’nın tebliğini de bir büyü yani aldatnu olarak niteliyorlar.
Çünkü onlar için halka etki, büyüdeı ibarettir. Söylenen sözlerin bizatihi
gerçek yanı olamaz her şey kitleyi aldatmaktan ibarettir. Bu aldatmada ba şanlı
olanlar saltanatlarını sürdürür, başarılı olamayan lar yenik düşer.
Avet 83:
83 Firavun ve kodamanlarının kendilerine kötülük et melerinden
korktukları için, kavmi arasından bir soy genç bir nesil dışında hiç kimse
Musa'ya iman etmedi Musa’nın peşinden gitmedi. Çünkü Firavun, o topraktı
gerçekten çok üstündü ve gerçekten onun bunun malın' dan savurganlık yapan tam
azgınlardan biriydi.
83. ayet, tarihsel-evrensel bir gerçeği dikkatlere sunuyor:
Bütün yaratıcı devrimlerin ilk taşıyıcıları gençlerdir Ayette geçen ‘zürriyet’
sözcüğü ‘soy’ anlamına geldiğ gibi, ‘genç nesil’ anlamına da
gelmektedir, (bk. Râgıl el-Isfahanî, el-Müfredât, zürriyet mad.)
Devrim meşalesini taşımada gençlerin öncülüğü, ta- dim
firavunluk saltanatlarından çağdaş diktatörlükleri kadar hep devam etmiştir,
devam etmektedir. Türkiye bu Kur’ansal gerçeğin son yıllarda en çarpıcı ve
sarsıc
biçimde yaşandığı bir numaralı ülke oldu. Tarihe ‘Gezi
Eylemleri’ veya ‘Özgürlük Direnişi’ olarak geçen ve tarihçiler
tarafından büyük Fransız Devrimi ile mukayese edilen Özgürlük Direnişi Yunus
83. ayetin de muhteşem bir tecellisi olarak görülebilir.
Avet 87:
87 Musa'ya ve kardeşine
şunu vahyettik: Kavminiz için, kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler
hazırlayın! Evlerinizi kıble yapın/evlerinizi karşılıklı yapın ve namazı/duayı
yerine getirin! İnananlara müjde ver.
Evlerin kıble yani mabet yapılması, ibadetlerin oralarda yerine
getirilmesi, firavun saltanatı altında inleyen kitleler için bir
zorunluluktur. Bu konuyu, ‘Firavun’ adh bu eserimizin ‘Evleri Kıble Edinmek’
başlıklı faslında ay- rıntılamış bulunuyoruz.
Avet 88-92:
88 Musa şöyle dedi:
"Rabbimiz! Sen, Firavun ve kodamanlarına şu iğreti hayatta debdebe
verdin, mallar verdin. Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz!
Onların mallarını sil süpür, kalplerini şiddetle sık ki, acıklı azabı
görünceye kadar inanmasınlar!" 89 Allah cevap verdi: "İkinizin duası
kabul edildi. Dosdoğru ve dürüst biçimde yol alın ve ilimden nasipsizlerin
yolunu sakın izlemeyin.”
Varoluş diyalektiğinin şaşırtıcı paradokslarından biri de,
aydınlık öncüsü Musa’nın dilinden bir sitem olarak bu 88. ayette gündem
yapılmıştır. Yunus 83. ayet gösteriyor
ki, firavunî zorbalar bu debdebe ve ihtişamı, başkaları nın
alın terine, emeğine musallat olmak suretiyle yürü türler. Kur’an’m ‘israf dediği
ve kelime anlamı da zulüm olan bu ‘binlerinin emeğinden savurganlık’ tüm
firavun saltanatların tipik özelliklerinden biridir. Tarihin bütün
firavunlarının, o arada günümüz firavunlarının debdebe ve ihtişama yönelik akıl
almaz harcamaları hep başkala rınm, yani halkın aim terinden oluşan
nimetlerdendir.
Avet 90-92:
90 Ve İsrailoğulları’nı denizden geçirdik. Firavun ve ordusu,
azgınlık ve düşmanlıkla onları izlemekteydi. Ni« hayet, Firavun, boğulma
ümüğüne çökünce şöyle dedi: “İman ettim. İsrailoğulları’nın inanmış olduğu
dişimin ilah yok. Ben de O'na teslim olanlardanım.” 91 “Şimdi mi? Daha önce isyan
etmiş, bozgunculardan olmuştun." 92 “Bugün senin bedenini kurtaracağız ki,
arkandan gelenlere bir ayet olasın. Ama insanların çoğu bizim ayetlerimizden
gerçekten habersiz bulunuyor.”
90-92. ayetler, en muhteşem Kur’an mesajlarından ikisi ne
yer vermektedir:
1. Firavun gibi bir tağutun bile son anda da olsa
‘İman ettim’ demesi, “kabul edilmemiştir” denerek reddedil miyor, “Şimdi mi?”
ifadesiyle tağutî benliğin hayasızlığı ortaya konuyor ama tövbe girişimi açıkça
reddedilmiyor,
Başta ‘Fütûhât’ müellifi Muhyiddin İbn Arabi (ölfıı
638/1240) olmak üzere, bazı sûfî düşünürler, Cenahı Hakk’m bu ifadesine
dayanarak, Firavunun o sözüıuı bir tövbe kabul ederek bu tağutun bu tövbesi
sayesin de müşrik muamelesi görmeyerek akıbet kurtulacağım
savunmuşlardır. Ne var ki, Nisa suresi 117-18. ayetlerle
bağdaşmamaktadır. O ayetlerde şöyle deniyor:
“Allah'ın, kabulünü üstlendiği tövbe, bilgisizlikle kötülük
işleyip de çok geçmeden tövbe edenler içindir. Allah, işte böylelerinin
tövbesini kabul eder. Allah Alîm'dir, IIakim dir. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp
da her birine ölüm geldiğinde, ‘İşte şimdi tövbe ettim!’ diyenler için tövbe
yoktur. Küfre batmış olarak ölenlere de tövbe yoktur. Biz, böylelerine korkunç
bir azap hazırladık.” (Nisa, 17-18)
2. Firavun’un boğulmuş cesedinin kurtarılıp
sonraki nesillerin ibret almaları için korunacağı söylenerek bir yandan tarih
tarafından doğrulanmış bir ihbar yapılıyor, öte yandan ‘Allah’ın ayetleri’
kavramına ürpertici bir açıklık getiriyor:
İ ncelenmesi gereken ayetler arasında, Firavun’un mumyası
bile vardır. Kur’an onu da Allah’ın ayetleri arasına koyarak onun da bilimsel
tetkik konusu yapılmasını istemektedir.
(60/40)
Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 60. gele
neksel tertipte 40. suredir. 85 ayettir.
.4 ve/ 23-25:
23 Yemin olsun, Musa'yı da ayetlerimizle ve apaçık bir
kanıtla göndermiştik, 24 Firavun'a, Hâman'a ve Karun'a göndermiştik de onlar
şöyle demişlerdi: "Tanı yalancı bir sihirbazdır bu!" 25 Musa,
katımızdan hakkı onlara getirince, şöyle dediler: "Onunla beraber iman
edenlerin erkek çocuklarını öldürün, kadınlarını hayata sahn/kadınlarına
uygunsuzca davranın/kadınları- nın rahimlerini yoklayın!" Ama inkârcıların
tuzağı hep boşa çıkmıştır.
23 ve 24. ayetler, Hz. Musa’nın yani aydınlık ve uyarı
önderinin gönderildiği firavun saltanatı sadece baş temsilcisiyle değil, tüm
kadrosuyla anılmıştır. Tebliğ bu paralel zulüm güçlerinin tümüne birden
yöneltilmiştir. Çünkü bu zulüm kadrosu birlikte olmadıkça saltanatlarını sürdüremezler.
Firavunî bir saltanatın oluşum vc devamı için asgari üç paralel zulüm gücü
kaçınılmazdır:
1. Firavun yani baş
temsilci tağut,
2. Karun yani servet
ve refahı temsil eden müşrik az-
gınlar ekibi.
3. Hâman yani din ve bürokrasinin kotanınım üstlenen
Allah ile aldatma ve halkı kandırıp oyalama baronluğu.
4 yet 26:
26 Firavun dedi ki, "Bırakın beni, şu Musa'yı
öldüreyim de Rabbine yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değiştirmesinden yahut
yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyorum."
Firavun kudurmuşluğunun zirve yaptığı yer bu ayette önümüze
konmuştur. Aydınlık önderiyle başa çıkamayan firavun, o öndere misyon yükleyen
gücü yani Tanrı’yı yok etmeye kalkıyor. Ve gerekçe olarak da aydınlık önderinin
fesat çıkarması, toplumun yerleşik atalar dinini değiştirmeye kalkması olarak
gösteriyor.
Bütün firavunî saltanat temsilcilerinin temel rahatsızlığı,
bu geleneksel atalar dininin sarsıntıya uğratılma- sıdır. Çağdaş firavunların
lügatinde bu ‘atalar dinine sadakatin adı, ‘muhafazakârlık’ olarak
terimleşmiştir. Muhafazakârlık, hanîfliğe karşı dayatılan zorlu bir şirk sistem
ve yöntemidir. Ve bu haliyle şirkin en mel’un tezahürlerinden biridir. Bu
mel’un tezahürü yakından tanımak için bizim ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı
eserimizin hanîflik maddesinin incelenmesini öneririz.
Avet 28-33: 28
Firavun’un, eşraf ve seçkinlerden oluşan yakın çevresinden imanını gizleyen
bir adam şöyle konuştu:
"Rabbim Allah'tır” dediği için bir adamı öldürüyor musunuz?
Üstelik size, Rabbinizden açık seçik deliller de getirdi. Eğer yalancıysa
yalancılığı kendi aleyhinedir. Eğer doğru sözlü ise size vaat ettiklerinden bir
kısmı başınıza gelir. Kuşkusuz, Allah, zulme saparak onun bunun hakkı olandan
savurganlık yapan yalancıları doğruya ulaştırmaz." 29 "Ey toplumum!
Bugün bu toprakta, birbirine destek veren insanlar olarak mülk ve yönetim
sizin. Peki, karşımıza dikildiği zaman Allah'ın azabından bizi kim
kurtaracak?" Firavun şöyle dedi: "Ben size kendi fikrimden başkasını
göstermem. Ve ben, sizi, ay- dınlık/doğruluk yolundan başkasına da
kılavuzlamam." 30 İman etmiş olan bir adam dedi: "Ey toplumum, sizin
üzerinize, diğer topluluklarınki gibi bir günün gelmesinden korkuyorum; 31 Nuh
kavminin, Ad'ın, Semûd'uıı ve onların ardından gelenlerin serüvenleri gibi.
Allah, kulları için zulüm istemiyor." 32 "Ey toplumum! Sizin adınıza,
o bağırıp çağrışma gününden korkuyorum." 33 "Bir gündür ki o,
sırtınızı dönerek kaçmaya çalışırsınız fakat Allah'a karşı sizi koruyacak kimse
olmaz. Allah'ın saptırdığının, yol göstereni yoktur."
28-33 ve ardından 38-45. ayetler, muhteşem bir varoluş
diyalektiğini önümüze koyuyor: Firavun gibi bir azgın tağutun saltanat
çevresinde bile hakkı savunan benliklerin çıkabileceği gösteriliyor. Işık,
bloke edilebilir ama külliyen boğulup yok edilemez. Firavun’un yakın çevre
sinden bir muvahhit adam, imanını gizli tutarak içten içe zulüm ve şirke
direnmiş, nihayet günü geldiğinde açık yüreklilikle ortaya çıkarak hakkı ve
aydınlığı savunmuş tur.
Buna bakarak diyebiliriz ki, firavun zulmünden daha beter
bir zulüm olabilir ve o da firavunun çevresinde hakkı savunan bir tek kişinin
bile kalmamasıdır. Çağda;,.
firavunluklarda, özellikle bunların dinci versiyonlarında
böyle bir durum söz konusudur. Çağdaş firavun saltanatlarının yakın
çevresinde, hakkı gizliden gizliye de olsa savunan bir kişi bile
bırakılmamaktadır. Ortadoğu firavunî saltanatlarına dikkatle bakanlar bunu
görmekte gecikmezler.
Avet 36-37:
36 Firavun dedi: "Ey Hâman, sebeplere ulaşabilmem için
bana yüksek bir kule yap!" 37 "Göklerin sebeplerine ulaşırsam,
Musa'nın Tanrı’sına da ulaşırım. Ben onun yalancı biri olduğunu
düşünüyorum." Firavun'a, yaptığı işin kötülüğü bu şekilde süslü gösterildi
de yoldan saptırıldı. Firavun'un tuzağı hep kayıptadır.
Firavun, saltanatını takviye için Musa’nın mesajının inceliklerini
kavramak ve ona göre strateji belirlemek istiyor. Ve bunun için, paralel zulüm
güçlerinden biri olan Hâman (din, bürokrasi) kadroya başvuruyor. Bu kadronun
katkıları olmadan kitle Allah ile aldatılamaz, Allah ile aldatma olmadıkça da
firavun saltanatı egemenlik kuramaz. Firavun bunu çok iyi biliyor ve bu yüzden,
bir yandan Musa ve mesajını yok etmek isterken bir yandan da o mesajın
dayandığı gerçekleri kavrayıp lanetli saltanatının takviyesinde bu gerçeklerden
yararlanmak istiyor.
Avet 38-45: 38 O
iman eden kişi dedi: "Ey toplumum! Bana uyun, sizi doğru yola
götüreyim." 39 "Ey toplumum, şu iğreti dünya hayatı, geçici bir
nimetlenmeden ibarettir.
Âhiretse sürekli durulacak yurdun ta kendisidir." 4t
"Kötü bir iş yapan, sadece yaptığı kadarıyla cezalandırılır. Erkek ve
kadından mümin olarak iyi bir iş yapanıı gelince, işte böyleleri cennete
girerler ve orada hesapsu bir biçimde rızıklandırılırlar." 41 "Ey
toplumum! Sebe| ne ki; ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe ça
ğırıyorsunuz." 42 "Siz beni, Allah'a nankörlük etmeyi ve hakkında
hiçbir bilgim olmayan şeyi O'na ortak koş maya çağırıyorsunuz. Bense sizi o
Aziz ve Gaffâr ola na davet ediyorum." 43 "Sizin beni çağırdığınız
şeye, m dünyada ne de âhirette asla ve asla dua edilemez/onuı dünyada ve
âhirette çağrı hakkı yoktur. Dönüşümüz varışımız Allah'adır. Onun bunun
hakkından azgıncı savurganlık yapanlar ateş halkının ta kendileridir." 4-
"Size söylemekte olduklarımı yakında hatırlayacaksa nız. Ben işimi Allah'a
havale ediyorum. Allah, kulların iyice görmektedir." 45 Allah, o adamı
ötekilerin kur dukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun’uı seçkin
çevresini de azabın en beteri kuşattı.
Firavunun saltanat çevresinden imanını saklayan biı mümin
adam, yine konuşturuluyor.
43. ayet, firavun benlik ve saltanatın lanetli tutkula
rından bir olan ‘israf hastalığına bir kere daha vurgı yapıyor. Denmek
isteniyor ki, firavun zihniyet ve salta natların temel özelliklerinden biri de
kendi alınteri v< emeğinin eseri olmayan, başkaları tarafından üretilmiı
değerleri sınırsızca ve azgınca harcayıp safa sürmektir Musa’nın şikâyetçi
olduğu ‘firavunî debdebe ve ihtişam bu el konulmuş emek ve alın
terlerinin harcanmasıyl; sürdürülmektedir. Eskiden böyleydi, bugün de böyledir
(63/43)
Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 63. geleneksel
tertipte 43. suredir. 89 ayettir.
Avet 46-50:
46 Yemin olsun, Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve onun üst
düzey adamlarına gönderdik de onlara dedi ki, "Ben, Alemlerin Rabbi’nin
elçisiyim." 47 Musa onlara ayetlerimizi getirdiğinde onlar bu ayetlere
gülüyorlardı. 48 Onlara gösterir olduğumuz her ayet-alâmet, kız kardeşi
ayet-alâmetten mutlaka daha büyüktür. Belki dönerler diye onları azapla da
yakalamışızdır. 49 Dediler: "Ey büyücü! Sana verdiği söz aşkına, Rabbine
bizim için bir yakarıver; biz artık doğru yola gireceğiz." 50 Fakat
kendilerinden azabı kaldırdığımızda hemen yan çizmeye başladılar.
46. ayet yine Musa’nın yani tebliğ adamının, zulüm saltanatının
sadece başına değil, egemen kadrosuna hitap etmek üzere gönderildiğini
belirtiyor. Çünkü o kadro yani o paralel zulüm odakları birlikte çalışmadıkça
firavun saltanatının egemen olması söz konusu değildir.
Ankebût suresi 39. ayet, bir kelam harikasıyla, firavun
zulüm saltanatından söz ederken tağutî kadroyu şöyle
sıralamıştır: Karun, Firavun-Hâman. Burada firavun, paralel
zulüm güçlerinden ikisi olan Karun’la Hâman’ın ortasına konmuş yani onların bir
tür himayesinde gösterilmiştir. Bu yüzden, gerçeğin önderi Musa’nın tebliğinden
bahsedilirken sürekli ‘Firavun’a ve yakın çevresine’ ifadesi kullanılmaktadır.
Firavunî zulüm saltanatı bir ‘paralel zulüm odakları’ saltanatıdır.
Firavun zulüm kadroları, gerçeği dile getirenlerle hep alay
etmiş, onları horlamış, inkâr edemedikleri bazı meziyetlerini de ‘büyü,
aldatma’ olarak damgalayıp etkisiz kılmaya çalışmışlardır.
Avet 51-53:
51 Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: "Ey
toplumum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim
altımdan akıyor. Görmüyor musunuz?" 52 "Yoksa ben şu zavallı, şu
meramını anlatamayacak adamdan hayırlı değil miyim?" 53 "Ona altın
bilezikler atılmalı, yanında-hizmetinde melekler bulunmalı değil miydi?"
51-53. ayetler, firavun bütün tağutî zihniyetlerin ortak
anlayışlarından birini özetlemiştir. Firavun zihniyet, gerçekçiliği, madde
üstünlüğüyle ölçüyor. Yani hakikatin göstergesi olarak hücceti değil, kudreti
öne çıkarıyor. Bütün tağutlar ve tağutî sistemler böyledir. Bunun içindir ki
firavunî zorbalar, iş başına gelir gelmez, akıl almaz bir doymazlıkla paraya,
servete, mala mülke sa hip olmak için sınırsız bir hırsla ellerine geçen
imkânları kullanarak Karunlaşırlar. Bu yetmez, ailelerini, yakın çevrelerini,
yardakçılarını ve nihayet susmasını istedikleri insanları bu hesapsız servetle
tıka basa doyurur, biı
211
UÇUNCU BOLUM
biçimde susturup bastırırlar.
Kur’an, günümüz firavunlarının da belirgin niteliklerinden
biri olan bu servete doymazlığı, bir varoluş diyalek- t iği olarak asırlar
öncesinden insanlığın önüne koymuştur.
Ayet 54-56:
54 İşte, toplumunu böyle horladı/aşağıladı, küçümsedi/
ezdi; onlar ise ona itaat ettiler. Onlar, sapmış bir topluluktu. 55 Bizi taciz
edip öfkelendirdiler; onlardan öç aldık da onların tümünü suya gömüverdik. 56
Onları sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.”
Kur’an’m yarattığı en büyük devrimlerden biri, belki de
birincisi olan bu devrim, “Firavunları kim yarattı?” sorusuna verilen şu
cevaptır:
firavunları, onlara isyan yerine itaat eden kitleler yarattı.
Ve o kitleler bunu yaptıkları için Allah’ı öfkelendirdiler, Allah da onlardan
intikam almaya karar verdi ve onları helâk etti.
Bu ölümsüz mesajı biz, ‘Kur’an’m Yarattığı Devrimler’ adlı
eserimizde genişçe inceledik. Ve bu incelemenin bir özetini de, elinizdeki
eserin ikinci bölümünün ‘Firavunları Kim Yarattı?” başlıklı faslında verdik.
(106/66)
Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 106. mus- haf
sırasıyla 66. suredir. 12 ayettir.
Avet 10-11:
10 Allah, küfre sapanlara Nuh'un karısı ile Lût'un karısını
örnek gösterdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki barışçı kulun nikâhı altında
idiler, onlara hıyanet ettiler de eşleri, Allah'tan onlara gelecek olanı
hiçbir şeyle geri çeviremediler. Şöyle dendi onlara: "Girin ateşe, diğer
gireceklerle birlikte!" 11 Allah, iman edenlere de Firavun'un karısını
örnek gösterdi. Hani, o şöyle demişti: "Ey Rab- bim! Benim için katında,
cennette bir barınak yap; beni, Firavun'dan, onun yapıp ettiğinden kurtar; beni
zulme sapmış topluluktan da kurtar!"
Her gece, bağrında bir sabahı, her gündüz bağrında bir geceyi
barındırır. Hayat, işte bu diyalektiğin birlikteliğinden oluşmaktadır. Zulüm ve
imansızlığın bağrından imanın filizlenmesinde de, iman ve aydınlığın bağrından
imansızlığın filizlenmesinde de temel figür olarak kadın gösterilmiştir.
Firavun saltanatının en yakın çevresinden aydınlık ve
adaleti temsil eden ve savunan bir kahraman adamdan Mümin suresinde
bahsedilmişti. Aynı mesaj bu kez, hem firavunî saltanat çevresinden hem de
nebevî aydınlık çevresinden seçilen iki kadınla örneklendirilmektedir.
(81/79)
Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 81. geleneksel
tertipte 79. suredir. 46 ayettir.
Avet: 15-24:
15 Ulaştı mı sana Musa'nın haberi? 16 Hani, Rabbi ona,
kutsal vadide, Tuva'da seslenmişti: 17 "Firavun'a git! İyice azdı o."
18 "De ki ona, 'Arınıp temizlenmeye ne dersin?" 19 "Seni Rabbine
kılavuzlayayım da gönülden ürperesin!" 20 Derken, ona o en büyük mucizeyi
gösterdi. 21 Ama o yalanladı, isyan etti. 22 Sonra, sırtını döndü; koşuyordu.
23 Derken, halkını bir araya toplayıp bağırdı. 24 Dedi: "Ben sizin en
yüce rabbinizim!" 25 Bunun üzerine Allah, onu sonraya ve önceye ibret olmak
üzere bir ceza ile çarptı.
15-24. ayetler, firavunluğun zirve yaptığı azmışlığı ifadeye
koyuyor. Kur’an bu zirveye insan egosunun yedi mertebesinden en düşüğü olan ‘emmâre’
(kötülük ve azmış- lığı sınırsızca emreden benlik) demektedir.
Nefs-i Emmâre:
Nefsin evreleri konusunda ciddî ilk etüd, 286/899’da ölen
büyük sûfî Hakîm et-Tirmizî’nin 'Beyânu’l-Fark'
adlı eseri sayılabilir.
Nefsin emmâre sıfatı Yusuf 53. ayette geçmektedir:
“Yusuf dedi: ‘Nefsimi ak-pak gösteremem. Çünkü nefs,
Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç, olanca gücüyle kötülüğü emreder. Ama
Rabbim çok affedici, çok esirgeyicidir.”
Sûfîlerin emmâre nefsten anladıkları şudur: “Bedenî hazlara
eğilimli, lezzet ve şehvetle emreden, kalbi süflî yöne çeken kuvvet.” (Ahmet
Zıyaeddin Gümüşhanevî, nefs bahsi) Bu nefsin askerleri cimrilik, hırs, haset,
kin, alaycılık, kibir, şehvet, şöhret, gaflet, gazap vs.dir. Nefs-i emmâre,
ruhun durdurucu, gemleyici gücünden büsbütün kurtulmuştur. Hiçbir kayıt ve
hesap tanımaz. İki şeye şiddetle sarılır ve onları besler: Heva (egoist
arzular), bencillik (enâniyet)
“Heva, bedensel zevklere yönelip, yüce oluşlardan nefret
etmek ve süflî oluşlara koşmak eğilimini ifade eder. Enâniyete gelince onu
‘insana ait her şeyin kendisine izafe edildiği bir nitelik’ olarak
tanımlayabiliriz. Enâniyet, emmâre mertebesindeki nefsin insanoğluna oynadığı
en büyük oyundur. Ruhun olması gereken özellikleri bedene mal etmeyi hedefler.
Nihayet öyle bir an gelir ki, insan sade kendisinin değil, çevresindeki
şeylerin de yaratıcısı olduğunu düşünmeye başlar. Nâziât 24. ayet işte bu
düşüşü göstermektedir, (ayrıca bk. Zühruf, 51-52; Bakara, 258) Nefsin bu
mertebesine, ‘firavunluk mertebesi’ de denmektedir. Bu bakımdan bütün
firavun ruhları ‘nefsi emmâre’ olarak adlandırmak Kur’an’a uygun bir niteleme
olur.
Firavunluk mertebesinden ikinci mertebe olan ‘levvâme’
215
UÇUNCU
BOLUM
(kendini kınayan, eleştiren nefs) mertebesine geçiş, ta-
ğutluktan insanlığa geçişin göstergesidir.
Levvâme; azarlayan, kınayan demek. Nefsin bu sıfatı
Kur’an’ın Kıyame suresinde geçmektedir:
“Hayır, mesele onların sandığı gibi değil!
O levmeden nefse yemin ederim ki öyle değil!” (Kıyame,
1-3)
Nefsin levvâme mertebesi, insanın tekâmül aşamalarında çok
önemli bir devreyi karşılıyor. Emmâre nefsin bazı özellikleri bunda da vardır
ama bu nefs hakkı hak, bâtıh bâtıl olarak bilmektedir. (Muhammed bin Hasan, vr.
150) Necmuddîn Kübrâ (ölm. 618/1221) levvâme nefsi şöyle tanıtıyor:
“Nefs-i Emmâre kötülükle emreden bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Kendi haline
bırakıldıkta şerden başka bir işe girişmez. Aydınlığın doğuşunu teneffüs edip,
gönül seması ışıklanmaya başlayınca nefs-i levvâme adını ahr.” (Kübra, Te’vîlât,
ilgili bahis)
Bu devrede nefs, emmâre mertebesinden başlıca dört noktaya
ayrılır. Birincisi: Emmâre nefsin sindiği bünye robot, vücut makine vücuttur.
İrade, muhakeme, şuur felce uğramıştır. Hoşgörüsüzlük açık şekilde dikkat çeker.
Hayvansal arzularına uymuştur; onların esiri, hatta kendileridir. Vücut sadece
nefs parmağının bastığı düğmeye göre hareket eder. Levvâme nefste de kötülüğe,
şehvete eğilim mevcuttur. Ancak, burada vücut, makine değil, şuurlu, iradeli
bir varlıktır. Düğmeyle çalışmaz.
İkincisi, emmâre nefs, kötülüğü yapar ve bunu, yapılması
gereken şey bilir. Bu yüzden onun dünyasında pişmanlığın, özeleştirinin,
tevbenin, başkalarına kulak vermenin yeri yoktur. Levvâme nefs ise ya önceden
kullanabileceği seçme ile kötülüğe hiç girişmez ya da kötülüğü yapar,
216
HHAVUN
fakat ardından pişman olur.
Üçüncüsü, emmâre nefs, kendinin üstünde ilah tanımaz
Levvâme nefs ise kendi üstünde kudret olduğunu kabul den çekinmez. Büyük sûfî Ali
el-Havvâs (ölm. 939/1532) diyor ki, “Heva ve hevesine hizmet eden nefs
gerçekte kendi kendine tapmaktadır. Onun, sıfatları zatına ibadet ediyor.”
(Şa’ranî, ed-Dürer el-Ğavvâs, 13)
Bu arada, müfessir Elmahh Hamdi’nin nefs-i levvâmey- le
ilgili yorumuna değinmek istiyoruz. Müfessir, levvâ- meden bahseden ayetin tefsirinde
diyor ki:
“Levvâme nefs, levmedici nefs demektir. Bu ya da başkasını
levmeden, pek kınayan nefs veya yaptığı günahların fenalığını anlayıp kendini
kınayan, peşiman nefis demek olur. İkincisi daha meşhurdur. Nefisler yedi
mertebeye ayrılır ki, her biri sülûkta bir mertebedir. Kıyamet günü muhakkak
olacak ve ona inanmak istemeyen emmâre nefisler o gün kendilerini çok levm
edecek, dünyada yaptıkları günahlara çok pişman olacaklar, hatta her nefs
kendisini levm edecek, dünyada yaptığı kusura pişman olacak, daha iyi neden
çalışmadım, daha güzel işler neden yapmadım, diyecek. Bu sûretle nefs-i
levvâmeye yemin, o gün meydana gelecek levmdeki acılığın ehemmiyetine ve
büyüklüğüne tenbih için olur.”
Nefsin sülûkta, yani tekâmül yolunda yedi mertebesi bulunduğunu,
bunların İkincisinin levvâme mertebesi olduğunu söyledikten sonra, ayetteki
levmin mahşerde meydana geleceğini ilave etmek gariptir, tutarsızdır. Birinci
ayette kıyamete yemin edilmiş olması ikinci ayetteki levmin kıyamette olmasını
neden gerektirsin? Nefs-i levvâmenin, başkasını levmeden nefs olarak düşünülebileceğini
söylemek de tutarsızdır. Böyle düşünürsek,
ne yeminin değeri kalır, ne de nefs-i levvâmenin önemi.
İnsan, başkalarını her zaman levm eder. Bunun olağandışı nesi var? Dikkate değer
olan, nefsin kendisini levm i tmesidir ki, levvâmeye yemin edilmesi zaten bunu
gerektirir.
I immare nefsin bir
numaralı özelliği ilahlığım ilan etmesidir. Nâziât 24 bunu gösteriyor.
Firavun nefs olan emmarenin ilahlığım ilanı iki şekilde
olmaktadır.
1. Eski tağutlarda,
özellikle Nemrut ve Firavun’da olduğu gibi, bizzat kendi ağızlarından ilan,
2. Çağdaş firavun ve
Nemrutlarda olduğu gibi, yandaş yalakalar aracılığıyla ilan.
Firavun’un bizzat kendi dilinde ilahlık ilanını Nâziât 24.
ayetle Kasas 38. ayette gördük. Nemrut ise Hz. İbrahim karşısında ilahlığım
şöyle ilan ediyordu:
“Allah'ın kendisine mülk ve saltanat verdiğini iddia ede-
rek/Allah kendisine mülk ve saltanat verdiği için, Rabbi hakkında İbrahim'e
karşı hüccet getireni görmedin mi? İbrahim şöyle demişti: ‘Benim Rabbim odur
ki, hayat verir ve öldürür.’ O da şöyle demişti: ‘Ben de hayat veririm, ben de
öldürürüm.’ İbrahim, ‘Allah, Güneş'i doğudan getiriyor, hadi, sen onu batıdan
getir!’ deyince, küfre sapan o adam apışıp kalmıştı.” (Bakara, 258)
Yandaşlar aracılığıyla ilahhk ilanı Ortadoğu coğrafyalarında
sıkça görülen bir firavunluk tecellisidir. Son yıllarda bunun en tipik
örneklerinden sayılan birine Türkiye’de tanık olduk. Şimdi size, Teori
Dergisi’nin
(Mayıs 2015) sayfalarında tarihe not düşülmüş bu ‘yalakalar
vasıtasıyla ilahlık ilanı’na örnek olacak bir dökümü, tarihe not düşmek
için aktarıyorum.
“AKP Düzce Milletvekili Fevai Arslan (İHL mezunu) 2014’ün
Ocak ayında Recep Tayyip Erdoğan (RTE) için: ‘Allah’ın bütün vasıflarını
üzerinde taşıyan bir lider’ dedi. Beyhan Demirci adındaki birisi aynı
tarihlerde RTE için ‘Recep Tayyip Erdoğan Allah’ın gölgesidir’ dedi.
Kadir Mısıroğlu, 2014 yılının Ağustos ayında: ‘Erdoğan’a oy vermek imanın
gereğidir’ dedi. AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin 2011 yılında RTE için
şunu söyledi: ‘Başbakan’a dokunmak bile ibadettir.’ RTE 2014 yılındaki
mahalli seçimlerde Muğla’da konuşurken, bir Kur’an ayetini sloganlaştırdı: ‘Rahmetimiz
gazabımızı geçmiştir’ dedi.”
“AKP eski Aydın İl Başkanı İsmail Eser 2010 yılında yaptığı
bir konuşmada RTE için: ‘O bizim için ikinci peygamberdir’ dedi. AKP
Milletvekili Egemen Bağış 2001’de: ‘Erdoğan’ın doğmasına vesile olan Rize,
İstanbul ve Siirt mübarektir’ dedi. 6 Mart 2015 günü Tophane Tayfun Spor
Kulübünü ziyaret eden RTE’ye bir kişi: ‘Hoş geldin Allah’ın elçisi!’ diye
seslendi. AKP Gençlik Kolları eski Başkanı İsmail Karaosmanoğlu 23.6.2013 günü
Twitter’da, ‘AKP mitingine katılmak, imkânları olanlar için farzı kifâye
değil, farzı ayındır’ diye yazdı.” (Teori Dergisi, Mayıs 2015, sayfa, 65)
Kur’anı Kerim (Ayet
mealleri, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Kur’an Meali’nin 143. baskısından
(Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015) alınmıştır.
Kütübi Sitte
Kitabı Mukaddes
Webster International
Dictionary
Ahmed Refik; Osmanlı Devrinde
Zorbalar, Kanaat Kütüphanesi, 1932
Borak, Sadi; Atatürk ve Din,
İstanbul, 1996
Cevde, Cemal;
el-Evdâu’l-İctimaiyye ve’l-İktısadiyye li’l-Mevâlî fî Sadri’l-İslam, Amman,
1989
Demircan, Adnan; İslam Tarihinin
İlk Döneminde Arap- Mevâlî İlişkisi, Beyan Yay. İst. 1996
Elbanî, Nâsıruddin; el Ahâdîs
es-Sahîha ve'z-Zâîfa, Riyad, 1995
Fromm, Erich; Özgürlük Korkusu, Doruk Yay. İst. 2010 ; Sağlıklı Toplum, Payel Yay. İst. 2014 ; Kendini Savunan İnsan, Say Yay. İşt.
1998 ; İtaatsizlik Üzerine, Say Yay.
İst. 2014
Isfahanı, Râgıb; el-Müfredât li
Elfâzı’l-Kur’an, alfabetik
İbn Asâkir, Ali b. Hasan; Tarîhu
Medîneti Dımaşk, Beyrut, 1995-2000
İnalcık, Halil; Has Bağçede Ayşu
Tarab, İş Bankası Yay. İst. 2011
Knoll, Ludwig; Encyclopedic de
la Psychologie Pratique (Almanca’dan çeviri), Aimery Somogy yayını, Paris, 1980
Kula, Onur Bilge; Batı
Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İm gesi; İş Bankası Yay. İst. 2010
Kübra, Necmuddin Ahmed b. Ömer;
Resâil (Usûlü Aşerc, Risâle ile’l-Hâim, Fevâihu’l-Cemal), İst. (M. Kara nşr.),
1980
Mahmûd, Abdülhalim; Ebu Zer
el-Gıfârî ve’ş-Şuyûiyye, Kah i re, 1985
Özemre, Ahmet Yüksel; İslam’da
Akhn Önemi ve Sınırı, Den ge Yay. İstanbul, 1996
Öztürk, Yaşar Nuri; Kur’anı Kerim
Meali, 143. baskı, Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2015
---------------- ■ Allah ile Aldatmak
(73. baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2015
---------------- • Hallâc-ı Mansûr (6.
baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2012
---------------- ■ Kuşadah İbrahim
Halveti (4. baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2013
---------------- • İmamı Âzam Ebu Hanîfe
(21. baskı) Yeni Boyut Yay. İst. 2012
....................... ; Kur’an’m
Yarattığı Devrimler, Yeni Boyut, İst. 2014
....................... ; Maun Suresi
Böyle Buyurdu (16. Baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2013
....................... ; Kur’an
Açısından Küresel Âfetler (7. baskı), Yeni Boyut, İst. 2013
....................... ; Din Maskeli
Allah Düşmanlığı: Şirk, Yeni Boyut, İst. 2013
....................... ; Kur’an-ı
Kerim’de Lanetlenen Soy (3. Baskı), Yeni Boyut Yay. İst. 2013
....................... ; Ebu Zer (3.
baskı), Yeni Boyut Yay. İst. 2014
Sayı, Ali; Firavun, Hâman ve
Karun Karşısında Musa, İz Yay. İst. 2012
Serahsî, Şemsu’l-Eimme Ebu Bekr
Muhammed; el-Mebsût, Beyrut, 1989
Süyûtî, Celalüddin Abdurrahman;
Tarîhu’l-Hulefa, Mısır, 1952
A
Abbasiler: 44,158
ABD: 132,164,165
Abdulhalim Mahmud: 43
adalet: 14
Âdem (Hz.): 96
Ahmet Refik: 77, 78
Ahmet Yüksel Özemre: 20
âl: 39
Ali (Hz.): 111,166
Ali el-Havvâs: 216
Allah’a isyan: 97
Allah’ın düşmanı: 105
Allah ile aldatma: 127,
145, 148,149,152-155,173, 207
Allah’ın gölgesi: 76
Anadolu: 78-85
Arapçı hizmetkârları: 159
Araplar: 144,158,159,168
asa (Musa’nın asası): 39, 40,172 askerî kudret: 149
Atatürk Cumhuriyeti: 170
I
Atatürk (Mustafa Kemal): 27, 28, 69, 110,
149,155, 160, 175, 176
Augustus (İmparator): 166
aydınlar: 30, 31 azmak: 127
B
barbarlar: 65, 66
Bedir Savaşı: 27, 28,
175,176 bencillik: 214
Beniisrail
(İsrailoğulları): 43, 103,127,137,179
Beyhan Demirci: 218
Beytül Hikme: 144
birikim sahipleri: 31
BOP: 193
bozgunculuk: 13, 55
bühtan: 167
bürhan: 136,140 büyücü:
40,172, 200
C-Ç
Câhız: 144 cehalet: 16
cehennem: 128
Charles Pellat: 144
Cemal Cevde: 158 cibt:
124
cihat: 76, 77,144,167
çadır yalları: 47
çağdaş firavunlar:
173,185, 205,211,217
Çanakkale Savaşları:
175,176
D
Dağlar Delisi: 79-81
darbe: 55, 106,185 darulharp: 18-24 darulislam: 18, 23 dayatmacılık: 104-106
de’b: 49
Deli Birader: 85, 86 Deli
İlahi: 81-84 demokrasi: 46 desise: 52 despotizm: 16 devrim: 50, 200 din
istismarı: 154,155 dinler arası diyalog: 193 din temsilcileri: 106 diktatör: 95,
96
dinci iktidarlar: 88
Dördüncü Murat: 82
dürüstlük: 33
E
Ebu Bekir (Hz.): 111
Ebu Cehil: 114,166
Ebu Süfyan: 54,146
Egemen Bağış: 218
Ehlikitap: 31
ekonomi: 99, 100
Elbânî (Nâsıruddin): 20,
111, 112
Elmalılı Hamdi Yazır:
120, 216
Emevîler: 44,113,158
Emevî tağutizmi: 111-114
Emîn: 143
emperyalizm: 16
Enver Paşa: 160
Erich Fromm: 61, 65, 69,
72, 75
esrarkeşlik: 155
Ezherî: 124
F
ferik: 192
fetihler: 157
fesat: 67,130-133
Fevai Arslan: 218
fırka (fırkalaştırma/
fırkalaşma): 54, 55, 67,
98, 186-188,191,193,194
firavunluk psikozu:
90-106
fitne: 55, 106
Fransa: 21
G-H
gençler: 200
Gezi Eylemleri: 201
Halil İnalcık: 156
Hallâc: 160
Hâman: 40-49,
90-92,106,110, 207
hanîf (hanîflik): 39, 163
Hârun (Hz.): 46, 58, 60,
92,
182,184, 198
Harunurreşid: 143
Has Bahçeler: 155
Hatice (Hz.): 182
heva: 214 hilafet:
111-114 hile: 52
hizip: 191
hoşgörüsüzlük: 215 hukuk:
95
hukuk devleti: 18-20
Huyey bin Ahtab: 124
hüccet: 77,134-159, 162-167, 173, 210
Hüseyin (Hz.): 55,166
Hüseyin Şahin: 218
I-İ
Ilımlı İslam: 193
Isfahanlı Râgıb:
119,130,137, 187
ıstırap: 137,169
ışıksızlık: 13 ibadet: 169
İblisler parlamentosu:
129
İbn Abbas: 124,141
İbn Arabi: 120,124, 202
İbn Hanbel: 94
İbrahim (Hz.): 138, 161,
163, 217
İkrime: 141
ilim: 139,141, 167
İmamı Azam (Ebu Hanîfe):
22, 26-28, 44, 62, 65,160
imansızlık: 212
inkılap: 50
İsa (Hz.): 166
İslam dünyası: 90,164,189
İsmail Eser: 218
İsmail Karaosmanoğlu: 218
israf: 53,100-102, 202, 208 İstanbul: 80-82, 84-88, 218 isyan: 39, 40,
50,195,211 itaat: 63-65, 211
K-L
Ka’b el-Eşref: 124
Kadir Mısıroğlu: 218
kâhin: 92
Kara Yazıcı: 77-79
karınca: 150,151 kamu hakları: 14 kan dökücülük: 13
Karun: 40-49, 90,110
Katırcıoğlu: 84-85 kitap:
141
Konya: 83 korku: 52 korku
imparatorluğu: 132 Kösem Sultan: 82 kötülük toplumu: 34 krallık: 111,112,151
Kudüs: 103
kudret: 134-155,
162,164-167, 210
Kuşadalı İbrahim Halveti:
136 kutsallaştırılmış kitaplar: 191 kübera: 88 külhanbeylik: 165
Kürtler: 113
Kyoto Protokolü: 132
laiklik: 148, 149
Lût (Hz.): 32, 33, 45, 46
Lût kavmi: 32
M
mabetler: 96, 97 mâsiva:
120
mazlum: 62 mazoşistler:
67-74
mazoşist sapkınlık: 69,
70
Mehmet Akif Ersoy: 175,
176 mele’: 40
Mekke: 114
meliki adûdlar:
111-114,156 memâliki şahane: 104 Me’mun (Halife): 142-145 menfaat: 84
mescit süsleme: 154
Mevâlî: 44,143, 157-160
Mevlana Celaleddin Rumî:
169
Mısır: 47, 60, 92, 99
Milli Mücadele (Kurtuluş
Savaşı): 69,148 mimari
kudret: 149
Muaviye: 26,111,112,114,
146,166
Muğla: 218 muhafazakâr
(muhafazakârlık): 39, 49,
163, 205
Muhammed (Hz.): 24,
26-28, 60, 64,111-114,136,153, 154,166,172,179,181
Muhammed İkbal: 130
Musa (Hz.): 37, 39-44,
46-48, 51,53-55, 57-60, 90-94, 99, 100,104,105,110,166,
171-174,176-178,181,182, 184,186, 195,198-202, 204- 207, 209, 210, 213
Musaları konuşturmamak:
109 mücadele: 31
münafıklık: 131
Mürcie: 26
Müslümanların birliği:
113 müstaz’aflar: 161
N
Naima: 80 namaz. 63, 64
Necmuddîn Kübrâ: 215 nefsi emmâre: 213-217 nefsi levvâme: 214-217 Nemrut:
138,166, 217
Nuh (Hz.): 45, 46
Nuh Tufanı: 126 nüfus:
179
O-Ö
Odhan Yüksel: 110
oğlancılık: 155
Ortadoğu: 89, 93, 217
Osman (Halife): 111
Osmanlı (Osmanlı
İmparatorluğu): 70,
76-88, 112, 147,155,156,167, 174
Ömer (Hz.): 111
Özgürlük Direnişi: 201
P
para: 127
paralel zulüm
güçleri/odakları: 171, 204, 209, 210
parite: 118
petrol: 144, 168, 170
peygamberler: 171,198 Platon: 147
Prof. '»r. YAŞA» NURİ ÖZTÜRK (İslam felsefesi prolescnı, hukukçu, gazeteci)
Kur’an’da 74 kez geçen firavun
sözcüğü hem özei isim hem de cins ismi olarak alınmasıdır. Özel isim olarak
anıldığında, Hz. Musa’nın tebliğine zulüm ve dehşetle karşı çıkan azgın despot
bir diktatörü ifade eder. Cins ismi olarak anıldığında ise bütün firavun ruhlu
despotların ortak adı olur.
Firavun, geleneğe karşı
çıkan uyarıcılara zulmeden tâ- ğutların sembol ismidir.
‘Firavun’ adlı bu kitap, hem bir
anahtar kitaptır hem de bir tamamlayıcı kitaptır. Bu kitaptan layıkıyla
yararlanmak için ‘Lanetlenen Soy’ ve ‘Kötülük Toplumu’ kitaplarımı
da el altında bulundurmakta yarar vardır.
Faili veya azmettiricisi
olduğu lanetlik suçlarla bir kötülük toplumuna dönüşen ve özellikle son on
yııdır bu lanetlik suçlarının cezasını ödeme sürecine giren Türk halkının,
Kur’an laboratuvarından süzüp reçeteleştLsrek önüne koyduğumuz bu kılavuz
kitaplardan gereğince yararlanmasını umuyor, Ra’d suresi 11. ayete uygun ofe *
kesilen ceza faturasının artık ödenmiş saatli ı iikii
temenni ediyorum.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar