Print Friendly and PDF

Saltanat Dinciliğinin Öncüsü FİRAVUN

Bunlarada Bakarsınız

FİRAVUN

(Çağdaş Firavunları Tanıma Kılavuzu)

Sudanlı şehit düşünür

Mahmut Muhammed Tâha’nın
aziz hatırasına...

“Firavun, toplumunu horladı/aşağıladı, ezdi; onlar ise ona itaat ettiler. Onlar, sapmış bir topluluktu; bizi taciz edip öfkelendirdiler; onlardan öç aldık da onların tümünü suya gömüverdik. Onları sonra ge­lecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.”

Zühruf suresi, 54-56

“Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mirasçılar haline getirelim. Ve yeryüzünde onlara imkân ve kudret verelim. Firavun’a, Hâman'a ve onların ordularına da korkmakta oldukları şeyleri gösterelim.”

Kasas suresi, 5-6

“Vurdukça silleyi, nusrat-i Celal’in çocukları Havf ile titrer müfteri dalâlin çocukları Saaika-i tedmîr gibi iner darbe-i Kahhar Müzmahil olur tağûtî perr u bâlin çocukları.”

Yaşar Nuri Öztürk

PROF. DR. YAŞAR NURI ÖZTÜRK
(İlahiyatçı, hukukçu, siyasetçi)

Time Dergisi’nin gerçekleştirdiği ‘20. Yüzyılın En Önemli Kişile ri’ (The Most Important People of the 20th. Century) anketinir ‘En Önemli Bilim Adamları ve Islahatçılar’ (The Most Im port an Scientists and Healers) listesinde, dünya kamuoyunca belirlenmiş yüz ismin ilk onu arasında yer alan Yaşar Nuri Öztürk, 1951 yılındı Trabzon’da doğdu. İlk Arapça, Farsça eğitimini, aynı zamanda er büyük hocası olan babasından aldı. Lisans eğitimini hukuk ve ilahi yatta, master ve doktora eğitimini İslam felsefesi dalında tamamla dı. Bir süre avukatlık yaptıktan sonra üniversiteye intisap etti.

Türk üniversitelerinde öğretim üyesi ve dekan olarak 26 yıl göreı yaptı. ABD-New York’ta (The Theological Seminary of Barrytown bir süre misafir profesör olarak ‘İslam Düşüncesi’ dersleri okuttu.

Türkiye, ABD, Rusya, Avrupa, Afrika, Ortadoğu ve Balkanlardı İslam düşüncesi, insan ve insan hakları konularında birçok konfe rans verdi. ‘Kur’an’m Yorum Katılmamış İlk Türkçe Çevirisi’n yapan bilim adamı olarak da anılır. 1993-2013 yılları arasında ü< yüzü aşkın baskı yapan bu çeviri, ‘Türkiye Cumhuriyeti Tarihiniı En Çok Baskı Yapan Kitabı’ sayılmaktadır.

‘İslam-Batı İlişkileri ve Bunun KEİ Ülkelerindeki Yansımaları (Chelovecheskiy Faktör: Obschestvo i Vlast, 2004-4), ‘İslam ve Av rupa’ (Die Zeit, 20 Şubat 2003), ‘İslam ve Demokrasi’ [Desperately Seeking Europe, London, (Archetype Puplications), 2003, sayfa 198-210; Europa Leidenschaftlich Gesucht, München-Zürich, (Pipe Verlag), 2003, sayfa: 210-224] gibi uzun makaleleri ile, İslam, Batı Laiklik konularındaki uzun röportajları [örnek olarak bakınız, al Ahram (Weekly), 1-7 February, 2001] Batı’da ve İslam dünyasınd; derin yankılar yapmıştır.

Türkçe, Almanca, İngilizce ve Farsça basılan eserlerinin sayısı alt mışı aşkındır. Öztürk’ün düşünce dünyası, değişik üniversitelerdi yapılan Türkçe, Almanca, İngilizce, Fransızca tezlerle incelendi.

Saltanat Dinciliğinin Öncüsü

FİRAVUN

(Çağdaş Firavunları Tanıma Kılavuzu)

PROF. DR. YAŞAR NURİ ÖZTÜRK

İstanbul Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
kurucu dekanı

2.                            BASKI

 

İSTANBUL-2015

Saltanat Dinciliğinin Öncüsü

Firavun

Yeni Boyut: 64

Bilinci Baskı: Temmuz 2015

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ

Birinci Bölüm
TEK DÜŞMAN

Kavram Olarak Tek Düşman: Zulüm.............................. 13

Kişi Olarak Tek Düşman: Zalim.................................... 30

İkinci Bölüm

ZULMÜN SEMBOLÜ VE BAŞ TEMSİLCİSİ:

FİRAVUN

Firavun Kavramına Genel Bakış..................................... 37

Firavunları Kim Yarattı?................................................. 61

Firavunî Toplumlarda Sadomazoşist Çark...................... 67

Firavunî Toplumlarda Zorbalar Sistemi.......................... 76

Firavunluk Psikozu.......................................................... 90

Firavun Zulmünden de Beter!....................................... 107

İslâmî Dönem Firavunluğu: Emevî Tağutizmi.............. 111

Üçüncü Bölüm

FİRAVUNLA İLGİLİ AYETLERİN TEFSİRİ

Fecir Suresi.................................................................... 117

Bürûc Suresi................................................................... 134

A’raf Suresi..........................................................................

Tâha Suresi.................................................................... ;....

Kasas Suresi.........................................................................

Yunus Suresi........................................................................

Mümin (Ğâfir) Suresi..........................................................

Zühruf Suresi.......................................................................

Tahrîm Suresi......................................................................

Nâziât Suresi........................................................................

KAYNAKÇA......................................................................

KARMA DİZİN.................................................................

ÖNSÖZ

Bu eser, ‘Kötülük Toplumu’ ve ‘Lanetlenen Soy’ adlı eserlerimin bir tamamlayıcısı sayılabilir. Çünkü kötülük toplumu, firavunî zulümlerin egemen olduğu ve bu zu­lümlere itaatin normal sayıldığı bir toplumdur. Başka bir deyişle, kötülük toplumu, lanetlenen suçları işleyenle­rin oluşturduğu toplumdur. Zaten o lanetli suçlar olma­saydı, firavun zulümleri de egemen olamayacaktı.

Dolayısıyla, ‘Firavun’ adlı bu kitap, hem tarihin eski firavunlarını tanımada hem de çağımızın her türden fi­ravununu tanımada bir anahtar kitaptır, bir rehberdir. Bu kitaptan layıkıyla yararlanmak için Lanetlenen Soy ve Kötülük Toplumu kitaplarımı da el altında bulundur­makta yarar vardır.

Faili veya azmettiricisi olduğu lanetlik suçlarla bir kö­tülük toplumuna dönüşen ve özellikle son on yıldır bu lanetlik suçlarının cezasını ödeme sürecine giren Türk halkının, Kur’an laboratuvarmdan süzüp reçeteleştire- rek önüne koyduğumuz bu kılavuz kitaplardan gereğin­ce yararlanmasını umuyor, Ra’d suresi 11. ayete uygun olarak kesilen ceza faturasının artık ödenmiş sayılmasını temenni ediyorum.

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk

İstanbul, 2015

Birinci Bölüm

TEK DÜŞMAN

KAVRAM OLARAK TEK DÜŞMAN: ZULÜM

“Zulme sapanlardan başkasına düş­manlık edilmez.”

Bakara, 193

ZULÜM

Kur'an-ı Kerim'in en önemli kavramlarından biridir. Türevleri ile birlikte 300'e yakın yerde geçer. Kelimenin kökdaşı olan ve karanlık mânâsına gelen zulmet kelime­sini de eklersek, bu rakam yaklaşık 350 olur.

Işıksızlık anlamındaki zulmetle aynı kökten gelen zu­lüm kelimesi Kur'an bünyesinde küfür, şirk, kötülük, baskı, işkence, haksızlık anlamlarında kullanılmıştır. Zulüm, varlık düzeninde yozlaşma ve yabancılaşma­ya sebep olmaktadır. Ve bu anlamda en büyük zalim, insandır. Çünkü yaradılış düzenini ve tabiattaki denge ve ahengi bozan tek varlık insandır. Nitekim, Kur'an, insanın kötülüklerinden şikâyetçi olan melekleri ko­nuştururken onun iki tipik kötülüğüne parmak bastırır: Bozgunculuk, kan dökücülük. (2/30). Ahzâb suresi 72. ayette ise insanın iki tipik noksanlığı olarak bilgisizlik ve zalimliğe yer verilir.

Kur'an açık bir şekilde göstermektedir ki, bütün zulüm­ler insan elinin ürünüdür.

Zulmün karşıtı adalettir.

Kur'an-ı Kerim, şirki en büyük zulüm olarak tanıtmak tadır.

“Şu bir gerçek ki, şirk, çok büyük bir zulümdür.” (l .ul< man, 13).

Zulümle ilgili ayetlerin incelenmesi 3 tür zulümden bal sedebileceğimizi göstermektedir.

1.  insanın kendisi ile tanrı arasında zulüm:

Bunun en büyüğü şirk ve riyakârlıktır. Nitekim riyakârlı Hz. Peygamber tarafından ‘gizli şirk’ olarak nitelend rilmiştir.

2.  İnsanın kendisiyle yaşadığı toplum arasında zulüm:

Bu zulüm genellikle kamu haklarına tecavüz etmek şcl linde belirir. Devlet otoritesinin ferde yaptığı zulüm d bu cümledendir. Bu zulüm, otoriter rejimlerde ferdi apaçık ezilmesi şeklinde, kapilatist dünyada ise hürriye perdesi altında gizli olur.

3.  İnsanın kendi kendine zulmü:

İnsan, bedeninden ruhuna veya ruhundan bedenine zu medebilir: Kur’an, beden ve ruhun haklarına ayrı ayrı r: ayeti gerekli kılarken işte bu tip zulmü önlemek istemiş tir. Ruhbâniyet, (dünyaya tamamen sırt çevirmek) ru namına, bedene; fâni ve bedenî zevklerin esiri olmak ise beden namına, ruha zulümdür.

Kuran, birçok ayetinde insanın kendine zulmünden açık bir biçimde sözeder. (bk.11/101; 16/ 118; 3/117)

Kur’an, şu soruyu da cevaplamaktadır: Allah zalimlere neden fırsat veriyor? Cevap şudur: Allah bundan ha­bersiz değildir. Ancak insanın tekâmülü için böyle bir fırsatın tanınması gerekiyor. Dünya planından baktığı­mızda, zalimin bu fırsatı elde etmesinin iki sebebi vardır: Mazlumun tam mazlum olmaması, tekâmülde zulüm ve adalet zıtlannın lüzumlu oluşu.

Zulmün tamamen kalkması hayat ve insan gerçekleriyle çelişir. Çünkü dünya, zıtların varlığıyla oluşan bir hayata ınekânlık etmektedir. Zıtların çarpışması esasına otur­mayan âlem, ölüm ötesi âlemdir ki, orada zaten zulüm söz konusu olamaz.

Kur’an, tarihin tüm devirlerinde çöken tüm medeniyet ve ülkelerin zulüm yüzünden mahvolduğunu ısrarlı ve yoğun bir biçimde dile getirmektedir, (bk. 6/131; 11/102, ‘117; 18/59; 21/11; 22/45, 48; 27/52,85; 28/59; 29/14, 31)

Ülke ve uygarlıkların yıkımına sebep olan zulüm, daima servet ve nimet şımarıklığı ile yan yana olmuştur, (bk. 11/116) Kur’an burada ‘servet ve refahın getirdiği şıma­rıklığa uymak’ deyimini kullanıyor. Zalimler bu uyma­nın kurbanıdırlar. Zalimleri iki şey daha yıkmaktadır: Heves ve arzularla, bilgisizlik. Bunun sonu, zalimlerin karanlığa gömülmeleridir. Bu durumda onlara hiç kim­se yardımcı olamaz, (bk. 30/29)

ZULMÜN ÜÇ BAŞI

Kur’an’daki zulüm kavramı aynı anda üç olumsuzluk ifade etmektedir. Başka bir deyimle, Kur’an’m temel

düşmanı olan zulmün birbirinden hiç de geri kalmayaı üç şerir başı vardır:

1.  Yönetimde despotizm,

2.  Emperyalizm (sömürü ve istila),

3.  Cehalet (akıl ve ilim düşmanlığı).

Zulmün kelime anlamında hem despotizm hem istil; hem de karanlık var. Karanlık, Kur’an dilinde cehaletiı öteki adıdır.

Kur’an’m kelam mucizesi, onun bütün düşmanların bir tek kelimeyle ifade etmesine imkân vermiştir. O ke lime, zulümdür.

Zulüm hem akıl düşmanlığının hem de hak ve adale düşmanlığının adıdır. Bu olguyla ilgili ayrıntılar için ‘Kur’an’m Yarattığı Devrimler’ adlı kitabımızdan birkaı satır iktibas edeceğiz:

Kur’an, bir din kitabı olarak bilinmekle birlikte tel düşman olarak dinsizliği veya ateizmi değil, zulmü he deflemiştir. Bu, tarihin, din alanındaki en muhteşen devrimlerinden biri, belki de en muhteşemidir. Ve bı satırların yazarına göre, bu, peygamberler tarihinin eı büyük mucizesidir. Bir din kaynağının, düşmanlık kıstas olarak sadece zulmü esas alması, tarihin tanıdığı en sar sıcı tespittir. Kur’an, bir tek insan tipine düşmanlığa iziı vermektedir: Zalim:

“Zulme sapanlardan başkasına düşmanlık edilmez.’ (Bakara, 193)

Düşmanın belirlenmesinde din ve iman kıstası yerine bir hukuk kavram ve terimi olan zulüm kullanılmıştır

Zulme düşmanlık, zulme karşı savaşmak hakkını verir. Zulme karşı savaş, zulme uğrayanların müslümanlığı kaydına bağlanmamıştır. Kayıt, bizzat Kur’an tarafından insan’ diye konmuştur. Hangi dinden, ırktan, bölgeden ve renkten olursa olsun, insan. Nisa suresi 75. ayet bu gerçeğin temel beyyinesidir. İkinci sırayı, Şûra suresi 39- 42. ayetler almaktadır:

“Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder!’ diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!” (Nisa, 75)

“Kendilerine zulüm ve haksızlık gelip çattığında, yar- < I ımlaşırlar/kendilerini savunurlar.”

“Bir kötülüğün cezası, tıpkısı bir kötülüktür. Fakat af­fedip barışmayı esas alanın ücretini bizzat Allah verir. (), zalimleri hiç sevmez. Zulme uğratılışı ardından ken­ti ini savunana gelince, böyleleri aleyhine yol aranamaz. Aleyhlerine yol aranacak olan şu kişilerdir ki, insanla­ra zulmederler ve yeryüzünde haksız yere saldırılarda bulunurlar. İşte böyleleri için acıklı bir azap vardır.” (Şûra, 39-42)

Kur’an’m zulüm dışında bir düşmanı yoktur.

Şirk, temel düşman olarak görülebilmektedir ama unut­mamak lazım ki Kur’an, şirki ‘büyük bir zulüm’ olarak l anılmaktadır. (Lukman, 13) Kur’an, şirki, bir ilimsizlik illeti olarak da görmektedir ki, o takdirde şirk, zulmün anlamlarından biri olan ‘karanlık’ (cehalet) çerçevesin­de düşünülebilir. O halde, şirk de zulüm başlığı altına girdiği için düşman hedeftir. Zulüm dışındaki diğer düş-

manlar, ana başlık olan zulmün alt bölümleridir.

Zulüm başlığı altına girmeyen günahlar, düşman def belirlemede yeterli sebep değildir. Sadece bu t Kur’an’m asırlar öncesinden ‘hukuk devleti’ gerçe öne çıkardığının kanıtıdır.

‘DARULHARP’, İSLAMSIZLIK DEĞİL, HUKİ SUZLUK ÜLKESİDİR

Geleneksel fıkhı ve onun tutucu yorumlarını dokuı maz kılan siyaset dinciliği, geleneksel fıkıhtaki ‘sa alanı’ (darulharb) kavramını Müslümanların eğer olmadıkları tüm topraklar için kullanmaktadır. Bu saptırmadır.

Darulharp ve karşıtı olan darulislam (barış alanı) birleri Kur’an’da geçmez. Eski fıkıhçıların ürettik deyimlerdir. Geleneksel fıkhın darulharble ilgili hâ kanaati şudur: ‘Topraklarında küfür yönetiminin < men olduğu ülke’ veya ‘kâfir liderin emir ve yöneti nin yürürlükte olduğu ülke.”

Klasik fıkıh, darulharp kavramını, zaman zaman gt müz hukuk sistemlerindeki ‘yabancı ülke’ anlamı kullanmıştır. Çünkü klasik fakîhler için dünya ikiye rılmıştır:

1.         Darulislam yani İslam’ın egemen olduğu toprak,

2.         Darulharp yani küfrün egemen olduğu toprak.

Fakat klasik kaynaklar dikkatle incelendiğinde gör ki, darulharbin tespitinde omurga nokta, din pat değil, Müslümanların kahır ve zulüm altında inle

icri ve dinlerine ait hükümlerin hiçbir yürürlük imkânı bulamamasıdır. Son tahlilde, küfürden maksat budur; yönetenlerin Müslüman inancı taşımamaları değil. Kla­sik fıkıhçılar bu noktada ilginç bir yaklaşımla, darul­harp sayılan toprakları ‘daru’l-kahr’ (Serahsî, el-Mebsût, MI/33) veya ‘daru’l-kahr ve’l-galebe’ (Cürcânî, Şerhu’s- Sirâciye, 82) olarak adlandırmışlardır ki zulüm ve des­potizmin egemen olduğu ülke demektir. O halde, İslâmî hükümlerin eksik uygulanması ve inanç farklılığı bir ülkeyi darulharp yapmaz.

I )arulislam yerine ‘daru’l-ahkâm’ (kuralların egemen olduğu ülke, hukuk ülkesi) tabiri de kullanılmıştır. İs­lam ahkâmı denmeyip sadece ‘ahkâm’ denmesi dikkat çekicidir.

Daru’l-ahkâm; kuralların, normların işlediği ülke de­mektir. Karşıtı olan ‘daru’l-kahr’ ise keyfiliğin, adalet­sizlik ve kuralsızlığın egemen olduğu despotik yönetim demek olur. Bu incelik unutulmaz ise darülislamm, gü­nümüzde ‘hukuk devleti’ kavramının tam karşılığı olduğu anlaşılır. Böyle olunca da ‘darulharp’ deyiminin karşılığı da hukukun üstünlüğünün bulunmadığı yönetim olacak­ın. Bu yönetimin dini önemli değildir. Resmî din ‘İslam’ olduğu halde yönetim darulharp yönetimi olabilir.

I .ger Kur’an’m ve aklın verilerine göre konuşacaksak, günümüz dünyasının birçok sözde ‘Müslüman’ yöneti­mi, esasında birer darulharp yönetimidir. Buna karşın, adı Müslüman olmayan birçok Batı’h yönetim, esası ba­kımından darulislam yönetimidir. Bunun aksini savun­mak için minareleri veya camilerdeki cemaat sayısını göstermenin Allah ile aldatma dışında bir kanıt değeri yoktur. Saddam, Suut, Mursi, Erdoğan vs. yönetimle- ı min birer darulislam, İsviçre, Almanya, İsveç vs. yöne­

timlerinin birer darulharp yönetimi olduğunu söylen akla ve insan gerçeğine ters düşmekten başka bir ani taşımayacaktır.

İslam’ın evrenselliği, zaman ve mekânüstülüğü, adı ve esasının barış olduğu da dikkate alınırsa şu son varmakta tereddüt kalmaz kanısındayız: Bugün için rulislam, hukuk devleti niteliği taşıyan her yönetimi Dini-imanı ne olursa olsun. Darülharp ise hukuk dev olmayan, hukukun üstünlüğüne yer vermeyen yönet lerin yürürlükte olduğu coğrafyalardır. Aksi olsaydı, manya başta olmak üzere, Batı ülkelerinde çalışan milyonu aşkın Müslüman cuma kılamaz, oruç tutan nikâh kıyamaz, hatta kelimei şehadet getiremezdi, noktadan hareket eden Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özeı (ölm. 2008), bize göre de isabetli bir yaklaşımla, Hri yan Batı ülkelerinin darulharp sayılamayacağını sav maktadır. (Özemre, İslamda Aklın Önemi ve Sınırı, 1 185)

Özemre’nin vardığı sonuç, onun gibi bir atom fiziği f fesörü değil, ‘yüzyılımızın hadis allâmesi’ unvanını mış bir din bilgini olan Nâsıruddin el-Elbanî tarafım da kabul edilmektedir. Elbanî, İslam verilerinden y çıkarak şöyle düşünüyor:

Başkalarına dayatılmayan inkâr ve hükümlerin uy lanmaması, bir ‘küfr-i inkârî’ yaratmayıp sadece ‘kii amelî’ yaratır. Bu durumda başkalarına dayatılmayar lam dışı hükümler, sayısı ne olursa olsun, ülkenin da harp ilan edilmesi için yeterli değildir. Şâfiîlere göre, rulislam haline gelmiş bir ülke daha sonra istila ed ve bu istila altında uzun yıllar kalsa da artık darulh olarak anılamaz.

Nc yazık ki, geleneksel fıkıh ve onu dokunulmaz kılan siyaset dinciliği burada da dinin gerçeğinden sapmak­ta ve politik çıkarlarını izlemektedir. Siyaset ve salta­nat dinciliği, politik basımlarını zor durumda bırakmak veya Müslüman kitleleri saflarına çekmek için darulharp kavramını ‘İslam açısından günahları ve eksikleri olan yönetim’ şeklinde tanımlamakta, böylece, sevmediği mm ülkeleri ve yönetimleri kâfir ilan etmektedir. Eğer İm ülkeler darulharp ise neden bu ülkelerde (örneğin I laıısa’da) okullarda ve kamusal alanlarda başörtüsü yasağı konmak istendiğinde buna karşı çıkılmakta, bu vaşağın kaldırılması istenmektedir? Darulharpte başör­tüsü tartışılır mı? Kaldı ki, siyaset dinciliği sadece Fran­sa gibi Hristiyan ülkeleri değil, Türkiye gibi, milletiyle l>m yıldır Müslüman bir ülkeyi de darulharp ilan ede­bilmektedir.

Sonra, Ehlisalîb kodamanlarıyla kurduğu işbirlikleri sa- y> sinde iktidarı eline geçirince, birkaç gün önce darul- haı p olan ülke aniden darulislam oluveriyor. Demek ki, siyaset ve saltanat dinciliğinin mantığına göre, aynı ülke, nimetlerinden yararlanırken darulislam, eleştiri ve sal­dın yapmak istendiğinde darulharp oluyor? Siyaset din- * iliğinin tipik tutarsızlıklarından birine de burada tanık olmaktayız.

İslam’ın günlük hayattaki pratikleri açısından ihmal­ime gelince, bu ihmallerin olmadığı bir yönetim Hz. I’cygamber’den sonra hiçbir İslam ülkesine nasip ol­mamıştır. İslam açısından eksikleri darulharp gerekçesi ayarsak birinci derecede darulharp topraklar bugünkü İslam coğrafyaları olur. Çünkü İslam’ın temel kaynağı Km an’ın en çok devre dışı edildiği ülkeler oralardır. Ne yazık ki, İslam’ı siyaset aracı yapan saltanat dincileri, dııı ııIharp sömürüsünde başarılı olmak için önce devle-

c Ç Cr         cf Wn. f I             ” cı b/p m-?

ti, yönetimi, sonra da hesaplarına uymayan Müslün lan kâfir-zındık ilan etmekte, böylece yapay bir da harp yaratarak sergileyecekleri kin ve şiddet siyase dayanak hazırlamaktadırlar.

Darulharbin saptanmasında yönetim ve egemeni kimlerin elinde bulunduğuna bakmak ilk adımdır. ] le baktığınızda, yönetimin eksiklerinin, günahlar olması, hüküm vermek için yetmez. Yönetimin ki hatta Hanefî fakîhlerine göre, şirk üzere olması ger< (Serahsî, el-Mebsût, 10/114)

Tam bu noktada, bütün zamanların en büyük fî sayılan İmamı Âzam Ebu Hanîfe’nin, erişilmez del hukuk devleti özlemi ve muhteşem hümanizmi di: çekmektedir. Şemsül Eimme Serahsî (ölm. 483/IC Hanefîliğin amelî fıkıh konusunda en büyük kaynağ yılan el-Mebsût adh eserinde şunu söylüyor:

“İmamı Âzam’a göre, Müslüman yurdunun darul be dönüşmesi için şu üç şartın varlığı kaçınılmazdı Müslümanların yurtlarına bitişik bir Müslüman yı bulunmamak, 2. Kendi imanına uygun olarak iman e bir tek Müslüman ve kendi imanına göre iman edeı tek Ehlikitap kalmamak, 3. Ülkede şirk ahkâmı ge olmak.” (Serahsî, anılan yer.)

Fakîhler arası ittifak noktalarından biri olarak şun görüyoruz: Bir ülkenin darulharphğı ile darulislamlı hükmetmede tartışma çıksa, yani ülke, darulislam o ya ilişkin özelliklerle darulharp sayılmaya ilişkin t likleri aynı anda taşıyor olsa hüküm, darulislam k etme yönünde olacaktır. Bunun maslahata (kamu j rina) ve ihtiyata daha uygun olduğu düşünülmüştür

Kavramın, siyasal istismara son derece müsait olduğu­nu da düşünürsek, günümüz dünyasında herhangi bir Müslüman ülkeyi, fıkıhtaki içtihat farklarından yarar­lanarak darulharp göstermek hiç de zor değildir. Ve İslam’ı siyaset ve şiddet aracı yapanların yolu-yöntemi dr bııdur. Bu yöntemin uygulandığı ülkelerden biri de I m kiye’dir. Bu neden yapılmaktadır? Cevap, darul- lıııı p olan bir toprakta İslam hükümlerinden rahatlıkla kaçma imkânının bulunduğunu bilmekte yatıyor. Bir ııl key i darulharp ilan ederseniz ceza hukukundan iba­detlere kadar, tüm alanlarda dinsel yükümlülük kalk­makladır.

İ nikiye’ye bakalım: Yüz bin civarında caminin ibade­ti- açık olduğu ve devletin din işleri için her yıl, devlet İn ilçesinden sekiz bakanlık bütçesinin üstünde harcama . ipliği bir ülkeyi darulharp ilan ettiğinizde faiz yemek- irn zina yapmaya, cinayet işlemeye kadar her fiil ve dav- ı .inişiniz yaptırım dışı kalacaktır. Bu olgu, din üzerinden siyaset yapanlara sınırsız bir imkân ve rahatlık getirmek- ı- dır. Onlar, darulharp teranesiyle bir yandan istedikle- ı mi din dışı ilan edip devlete ve ülkeye karşı mücadeleyi im s (ulaştırırken öte yandan adına konuştukları dinin mm hükümlerinden sıyrılmak gibi bir şansa sahip olu- v< »ı kır.

Bu tezgâh, tarihin en namert dinsizlik tezgâhlarından ı m i olmakla kalmaz, tarihin en namussuz tezgâhı olarak • ki belirginleşir.

Kıtlaşılan o ki, Kur’an, inanç farklılığının değil, hu­kuk devleti yokluğunun üstüne yürümektedir. İslam ı.İkililerinin ‘dâru’l-islam-dâru’l-harb’ (barış yurdu-sa- v.ıs yurdu) ayrımlarındaki ‘dâru’l-islam’, son tahlilde İnanç yurdu değil, barış yurdu demektir. ‘Dâru’l-İs-

lam’, hukukun egemen olduğu devletin adıdır. Bunu ‘inanç yurdu’ olarak göstermekse ya konuyu gereği] incelemeden konuşmanın yahut da bir saptırma] ürünüdür. Onun içindir ki, biz, ‘dâru’l-islam’ tabii deki ‘İslam’ sözcüğünü küçük harfle yazmaktayız. Çi kü o sözcük orada bir dini değil, barış kavramını if: ediyor.

TEK SAVAŞ GEREKÇESİ ZULÜMDÜR

Kur’an, dinler tarihinde savaşa izin veren belki de kutsal kitaptır. Kur’an’m izin verdiği savaşın meşrun için zulme uğramış olmak şarttır.

Kur’an saldırı savaşına izin vermez. Din yaymak i savaşa da izin verilmemiştir. Tek gerekçe zulümd zulme uğramaktır.

Zulüm varsa savaş, bir insanlık borcu haline gelir, insanlık borcundan kaçılmaz. Kaçanlar onursuz o Savaşla ilgili temel ilkeyi koyan ve iki devrimi birden ratan ayetler şöyledir:

“Kendilerine savaş açılanlara savaşma izni verilmiş Çünkü onlar zulme uğratıldılar. Allah onlara yardı elbette kadirdir. Onlar sırf, ‘Rabbimiz Allah'tır!’ dec leri için yurtlarından haksız yere çıkarıldılar.” (E 39-40)

Bu ayetler, hem bütün zamanların savaş gerekçele bildiriyor hem de Hz. Muhammed’in Arap putperes riyle savaşlarının gerekçelerini gösteriyor.

Ayet, zulme uğratılanlara savaşma izni verildiğini sö;

dıgıııe göre, Kur’an, meşru bir savaşın ancak savunma ■aıvaşı olacağını kabul etmektedir. Ayet; zulme uğratıl­ın. min, topraklara yani vatana tasallut ile imana tasallut vım özgürlüklere saldırı olduğunu göstermektedir. Sa­vunma savaşı, vatan ve özgürlük değerlerine saldırıya Iı ıı şı, saldırı savaşı ise bu değerlere tasallut için yapılır. Sııhlırı savaşı cinayettir.

'..iv,ışın bir cinayet olmaktan çıkması için savaşanın zul­me ııg,ramış ve bu sebeple Yaratıcı’dan ‘izin’ almış ol- ııı.ra gerekir. Bu izin çıktığında, hiçbir ikiyüzlülüğe ka-

ılmadan, insan onuru için savaşılacaktır.

k m an, meşruluğu belirlenmiş bir savaşla ilgili taktik­ti ı de vermektedir. Bu taktikleri veren ayetleri bağ- l.ınılaımdan kopararak tek başlarına değerlendirenler, km an ı bir saldırı kitabı gibi gösterme yoluna gidebil­mekledirler. Bir kitap, meşruiyeti doğmuş bir savaşa izin m rıyorsa o savaşın başarılı olması için elbette taktikler < l< • verecektir. Bundan daha makul, daha gerçekçi ve dü- ı n-.i ne olabilir?!

Avellar, zulme uğratılarak yurtlarından çıkarılıp sürü- l< nlcı in savaşmalarına izin verildiğini söylüyor.

/ulme karşı savaşmak için zulmün Müslümanayapılma-

ı ş.ıriı aranmaz. Kur’an’m insanı dünyanın herhangi bir vı ı mde zulme uğratılanları kurtarmak için de savaşabi- I n 11 a 11 a savaşmahdır. Manifesto-ilke şöyle konmuştur:

"Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder!’ diye in kanı ıı mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!” (Nisa, 75)

Hz. Peygamber’in savaşlarının tümü savunma savaşı

Çünkü o, doğup büyüdüğü Mekke’den hicret ettiği g den itibaren sürekli saldırı altında olmuş, bunun de sürekli savaş halinde bulunmuştur. Peygamber’ı sonraki savaşlara gelince onların çok az bir kısmı niteliktedir. Muaviye’nin despot bir Emevî kralı ola idareyi ele aldığı günden itibaren ise savaşlar İsla Muhammedi niteliklerini yitirmiş, toprak gasbı ve ta; lüp savaşma dönüşmüştür.

Emevîlerin yönetimindeki Müslüman coğrafyala meşruiyeti doğmuş olan tek savaş, Emevî yönetin karşı savaştı.

EMEVÎ ZULMÜNE KARŞI ÇIKIŞIN ÖNCÜSÜ: D MI ÂZAM

Emevîlere bu gözle bakan Müslüman düşünürlerin şım İmamı Âzam Ebu Hanîfe (ölm. 150/767) çekme] dir. O, bu anlayış ve imanla verdiği büyük mücadele faturasını hayatıyla ödemiştir ama tarihe Kur’an in adına ölümsüz bir mesaj ve hatıra bırakmıştır. Biz oı bu ölümsüz hatırasını insanlığa tanıtmak için Arap* ğa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Azam Ebu Hanîfe eserimizi yazdık.

Şimdi, hem zulüm ve savaş konusunu daha yakından mmak hem de İmamı Âzam’m mücadelesinin kara! ve önemini görmek için anılan eserimizden birkaç ragraf aktaralım:

İmamı Âzam’m İslam felsefesi bakımından mensup duğu Mürcie mezhebinin büyük çoğunluğunun savun

i'iı lıkıı Ici den biri de, zalim devlet başkanı ve yönetime ıkıiıl.ı karşı çıkmanın gerekliliğidir. (Eş’arî, Makaalât, IH) İmamı Âzam’ın ‘Mürcieliği’nin Arapçı iktidarları

ulıaisız ölmesinin gerçek sebebi işte bu ‘zulme karşı . .i*.-,' likridir. İmamı Âzam’a saldırının arka planında­ki iı mel gerçek de budur. Çünkü İmamı Âzam, zalim v< me lime kılıçla karşı çıkmayı savunan ve bu tür karşı

ık ı j.ıı a her türlü desteği veren bir önderdir.

I ııııııııı Âzam, zulme silahla karşı çıkış fikrini bir kelamcı- i.ıl ıh dıişünür olarak savunmakla kalmamış, bu fikre bağlı olarak sergilenen isyan eylemlerinin hemen hemen ninnine maddeten de destek vermiştir. Çünkü ona göre, ıl< h| mi izine karşı çıkıp hakkı ayakta tutmak, imanın en İn İn (.’in niteliklerinden biri ve ibadetlerin en yücesidir. ı in karşı çıkış öylesine yücedir ki, bu yolda ‘bir gaza, elli lıııcdıııı üstündür.’

ı »i inek oluyor ki, İmamı Âzam, ‘zulme karşı mücadele’

  >z konusu olduğunda, ameli imandan bir parça sayma- v m i'.oıiisiinü kırmaktadır. Onun bu din ve iman anla-

I.. I l’iırk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı’mn öncüleri MÜdıılııai Hukuk kadrolarının anlayışıyla tıpa tıp uyuş­ul.ıi ladır. Onlar da tıpkı İmamı Âzam gibi, imanı amelle ı.ı v1111 n11 nıamakla birlikte zulme karşı çıkışta bu anlayış-                                kenara koymaktadırlar. Onların fikir önderi ve 1 ■ c, I  a n d anı olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, bu an- lay ışının bir uzantısı olarak, Hz. Peygamber’in en büyük ■■.ini ı. esinin onun kumanda edip zaferle sonuçlandırdığı lirdir Savaşı olduğunu söylemekte, Hz. Peygamber’in h mel özelliği olarak da ‘esaret tanımama’yı öne çıkar­ın ıl-1adıı. İslam Peygamber’iyle ilgili tespitinde şöyle di- V'i < >.ızi Mustafa Kemal Atatürk: (inini hak peygamber olduğundan şüphe edenler, Be­il iı destanını okusunlar. Hz. Muhammed’in bir avuç

imanlı Müslümanla kalabalık ve alabildiğine zeı Kureyş ordusuna karşı Bedir meydan muharebe de kazandığı zafer, fâni insanların kârı değildir. Muhammed’in peygamberliğinin en kuvvetli delili, dir Savaşı’dır.”

Mustafa Kemal’in bu din-iman ve Peygamber ani; tam bir îmamı Âzam idraki sergilemektedir. Çünkü me karşı çıkışın Bedir Savaşı ile irtibatlandırılmas îmamı Âzam kaynaklıdır.

Hz. Ali evladından Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn, Hicrî yılında, Emevî halifesi Hişam bin Abdülmelik’e 1 ayaklandığında, İmamı Âzam onun bu zalim yönel isyanını Hz. Muhammed’in Bedir Savaşı’na benze ve o idrakle desteklemiştir. (Ayrıntılar için bizim İm Âzam kitabımızın özellikle, 479-488 sayfalarına b; malıdır.)

Zulme karşı savaşmak, sadece zulmün muhatabı o ların görevi değildir. Kur’an, zulme uğrayanların nında savaşmayı bütün onur sahiplerinden, bir in: lık borcu olarak istemektedir, (bk. 4/75) İnsanlara medenlere her türlü karşı çıkış serbesttir, (bk. 42/ 4^

Zulme karşı savaş vererek yurtlarından olanların ye zünde güzel bir biçimde barınağa kavuşturulacaklar bir İlahî vaat olarak öne çıkarılıyor, (bk. 16/41) Bun önemlisi, Kur’an, zulüm beldesinden göçmeyip de oı müstaz'af (ezilip horlanan) olarak ömrünü tamaı yanların kendi kendilerine zulmettiklerini ve bu yüz hesaba çekileceklerini de bildirir, (bk. 4/97) Bunun lamı şudur:

Zulme nza göstermek, zalime karşı çıkmamak da

zulümdür.

Bin ayrılığı düşmanlık sebebi değildir. Başka dinlerdeki znlim olmayanlar, sizin dininizdeki zalimlerden yeğdir.

Kur’an, imanın huzur ve aydınlığa çıkarmasını imanın zulümle kirletilmemesi şartına bağlamıştır. (6/82)

Bir ülkenin hayatı ve yönetimi küfür üzere yürüyebilir uma zulüm üzere yürümez.

KİŞİ OLARAK TEK DÜŞMAN: ZALİM

ZALİMLERE EĞİLİM GÖSTERMEYİN!

Kur’an, açık zulme dikkat çektiği gibi örtülü, ma: pasif zulme de dikkat çekmektedir. Bu ikinci tür zı zalime seyirci kalmak şeklinde sergilenen zulümd zulmün en kahpe türüdür. Çünkü bu kahpe tür, za yaptığı işin normal hatta iyi olduğu kanaatini verir, zulüm, zalim üreten bir zulümdür. Zulme meşruiyc zandıran bir namertliktir. Bunun içindir ki Kur’an, zulme giden yolları da tıkamıştır:

“Zulmedenlere eğilim göstermeyin! Yoksa ateş sizi malar. Allah’tan başka dostlarınız kalmaz, size ya da edilmez.” (Hûd, 113. Ayrıca bk. Bakara, 193, 105)

Zalimlere eğilim veya zulme dolaylı destek daha çc dınlar ve servet kodamanları tarafından verilmek: Bu iki zümre, itibar görmek ve daha çok kazanma! madde imkânlarını çekip çeviren zalim odaklara ‘ rak, uyarmayarak’ destek verirler. Onlar için her z: “Söz gümüşse sükût altındır.” Aydınlar susunca, z kökleşir! Onun içindir ki, bir coğrafyada vücut l tüm zulümlerde o coğrafyanın aydınlarının tartışı payı vardır. Aydının uyarı görevini yaptığı toplum zulüm bulunabilir ama egemen olamaz.

Km'an, bu noktada, ‘birikim sahipleri’nden söz etmek- I' <liı. Aydınlar da birikim sahipleridir. Onlarda bilgi bi­ni'imi vardır, servet sahiplerinde ise mal ve imkân biri- ı mu. Birikim sahiplerinin susması, zulmü kader haline i ' ı ıı ir ve bu kader, ülkeleri de uygarlıkları da çökertir:

■Sizden önceki kuşakların söz ve eser/birikim sahibi ubıııları, yeryüzünde bozgunculuktan alıkoymak değil­in miydi? Ama içlerinden kurtarmış olduklarımızın az biı kısmı dışında hiçbiri bunu yapmadı. Zulme sapanlar İm1 içine itildikleri servet şımarıklığının ardına düşüp uçlular haline geldiler. Halkı iyilik ve barış için gayret uuslerenler olsaydı, Rabbin o kentleri/medeniyetleri zu­lümle helâk edecek değildi ya!” (Hûd, 116-117)

ıılııın her toplumda olmuştur, olacaktır; ama zulmün

rı-menliği başka bir kavramdır.

Kvdmlar susunca zulüm sadece ‘olmaz’, egemen olur.

ı hlikitap'm sadece zalim olanlarına şiddet gösteri­ni. Onların zalim olmayanları ile mücadele en güzel biçimde, en güzel yollarla yapılacaktır. (29/46) O halde, ı m 'iiıı'ın, inkârcılarla mücadelede şiddet ve katılık (şid­det ve gılzat) isteyen ayetlerini bu insanların zalimleri um geçerli saymak Allah'ın emridir.

Zulmü belirlenen kim olursa olsun, ona yardımcı, şefa- tfıj, destekçi olunamaz. Allah onları asla sevmez ve on- l.ıı .1 usla yardım elini uzatmaz. Onların âkıbeti çok kötü

.L»< aktır, (bk. 2/ 270; 3/57,151,192; 5/72; 42/8; 22/71)

/üliınin dostu ancak zalim olur. (bk. 45/19)

i ullnılerin hiçbir özürleri kabul edilmeyecektir. (40/52)

Allah, zalimleri sevmemekle kalmamış onları lan miştir. (7/44; 11/18)

Zalimler asla felah bulmaz, asla kurtulamazlar. Zul sonu, mutlak batış ve çöküştür, (bk. 6/135; 12/23; 2< 14/13)

Kısacası, Kur'an'ın zalime hıncı öylesine büyüktü kendisini ‘zulmedenleri korkutmak, tehdit etmek gelmiş’ olarak gösterebilmiştir, (bk. Ahkaf, 12)

ZALİMLER ARASI YARDIMLAŞMALAR

En’am 128’de, zulüm meselesinin belki de en ürpf yanma dikkat çeken şu tespit önümüze konuyor:

“İşte biz, zalimlerin bir kısmını bir kısmına, km oldukları şeyler yüzünden bu şekilde dost/yardınu netici/önder yaparız.” (En’am, 129)

Bu beyyine göstermektedir ki, zalimlerle zalim ve bu ikisine yamakhk-uşaklık edenlerin ilişkisi d bir çıkar ilişkisidir; hiçbir iman ve gerçek kaygısın; yanmaz. Zalimleri yaratan sürüleşmiş halk yığınlaı büyük zalim zağarların yedikleri haramlardan bire rıntı kapabiliriz diye onlara destek veren fino köp re benzerler. Ve bu finoluğu bir başarı, bir becer kurnazlık sayarlar. Zavallı finolar, önlerine atılan kırıntılar karşılığında kendilerinin ve çocuklarımı rınlarım mahvettiklerini bir türlü anlamazlar, ank istemezler. Anlatmak isteyenlere de düşman kesil Lût kavminin Hz. Lûta söylediği şu namussuzluk be sözü söylerler:

"<. ilan ın şunları kentinizden/yurdunuzdan. Bunlar te- nıivllk ve dürüstlükte aşırı derecede titizlik gösteren in- 'Hiıılıır.” (A’raf, 82; Nemi, 56) /ni m ilerle onlara köpeklik eden sürünün rahatsızlık se- i'i İm heı zaman işte bu ‘temizlik ve dürüstlük’ olmuş­un Huşlarına geçecek adamın temiz ve dürüst olması ■ mimi verem ediyor. Sürüyü verem eden olguyu da gös- iı mi'in zamanüstü kitap. Enbiya yani peygamberler m ılı surede Hz. Lût’un belirgin niteliği anlatılırken şöyle Iı ıııyor:

I   nt’jı da hükmetme gücü/yargılama yetisi ve ilim ver­dik. < )ıııı, pislikler üretip duran bir kentten/bir ülkeden km hırdık. O kentte/ülkede yaşayanlar yoldan çıkmış­ım dıııı oluşan bir kötülük toplumuydu.” (Enbiya, 74)

Hu mucizeler mucizesi beyyine bize şu ölümsüz hakikat- I' un altını çizme imkânı veriyor:

I İnsanoğlu, bazı zamanlarda ve zeminlerde, temiz­lik ve dürüstlüğüyle seçkinleşen kadrolardan rahatsız olabiliyor, onlara düşman kesilebiliyor, onları sırf bu ııHelikleri yüzünden yerlerinden yurtlarından sürüp çı­kanı biliyor.

Sıirüleşmiş kitleye rahatsızlık veren dürüst ve temiz kişilerin temel nitelikleri adaletle hükmetme yetisi ve ilimdir.

I »emek ki, basit çıkarlar (örneğin, günümüzde, bir file yiyecek, birkaç torba kömür, birkaç paket makarna veya ı.mc çadırlarında verilen bir iki kap yemek vs.) karşılı­mda sürüleştirilmiş bir toplum, öncelikle ilim ve hik­met düşmanı kesilmektedir. Kur’an diyor ki, böyle bir

toplumun oluşturduğu ülkeye bir tek ad uygun dı ‘Kötülük toplumu’ (kavme sû’)

3.          Kötülük toplumunun dürüstlük, temizlik, ilim ve metten nefret eden sürülerinin ceza olarak gördü sürgünler, ülke dışına çıkarmalar, temiz benlikler bir ödül ve kurtuluştur.

Unutmayalım, Kur’an, bu hale gelmiş bir ülkeden h edip gitmeyi emretmekte, bu emri savsaklayanları g ha batmakla suçlamaktadır.

Başka bir ifadeyle, Kur’an şunu söylemek istemekti

“Sen, inci imal ediyor, inci satıyorsun. Bu toplums muzlaşmış. Domuzların boynuna inci takmak içiı raşma; çık git bu domuzlar yurdundan; huzur ve gi başka topraklarda ara. Allah sana yardımcı olacal

İkinci Bölüm

ZULMÜN SEMBOLÜ VE BAŞ TEMSİLCİSİ:
FİRAVUN

FİRAVUN KAVRAMINA GENEL BAKIŞ

II  KAVUN

Kıır’an’da 74 kez geçen firavun sözcüğü hem özel isim lirin de cins ismi olarak alınmalıdır. Özel isim olarak ıiıııldığında, Hz. Musa’nın tebliğine zulüm ve dehşetle imrşı çıkan azgın despot bir diktatörü ifade eder. Cins itini olarak anıldığında ise bütün firavun ruhlu despot­lu ı ı n ortak adı olur. Kur’an, bu ikinci anlamdaki fira­vunlukları da özel isim olan Firavun’un kişilik ve eyle­mine bağlayarak anlatmaktadır.

I havım, geleneğe karşı çıkan uyarıcılara zulmeden ılı^ılların sembol ismidir.

I.m ’an’in en önemli kavramlarından biridir. Denebi- in ki, Kur’an, insan hayatından silip atmak istediği her • •lıımsuzhığu bu tipin kişiliğinde kristalleştirmiştir. Bu- hiiii içindir ki, Firavun, tarihsel kişiliği ile de sembolize ■ ııiğ,i anlamlarla da, peygamberlerin getirdiği mesajın • >k edilmesi için savaşan zihniyetlerin ve güçlerin önde-

III  »I arak önümüze konmuştur.

ı111111111 manialıdır ki, Kur’an, hayrın ve şerrin büyük tem- ılı ilerini, sembol şahsiyetleriyle öne çıkarmakta, on- ı mu tarihsel kimlikleri üzerinde fazla durmamaktadır; hal la hiç durmamaktadır. Tarihsel kimliğe fazla önem 'etilmesi, bu kişiliklerin sembolize ettikleri değerlerin

(hayır veya şer) gözden kaçırılmasına ve bum ğerlere yüklenen anlamların insan hayatındı gibi algılanmamasına yol açacağı kuşkusuzdı bu riski önlemek istemiş, hayır ve şerrin semb isimlerin tarihsel kimliklerini değil de semb( leri değerlerin öncüsü olan kimliklerini öne tır. Hatta Kur’an’a göre, bunların tarihsel is önemli değildir. Önemli olan, onların ibret y oynadıkları rol, hayır veya şer adına yaptıklaı İsimler ve cisimler yok olup gider ama icraat, ide devam eder.

Kur’an, bu ‘devam eden’in altını çizmeyi esi Ve bu yüzdendir ki, Son Peygamber hariç c re, hiçbir peygamberin tarihsel kişiliğine ilişki bir bilgimiz yoktur. Hiçbirinin mezarı bile be] Kur’an isteseydi bu bilgileri de bize kazandı istememiştir. İşin anlamına, idesine, icraat y kat çekmiştir. Çünkü akıp giden zaman içim kuşaklara boyut kazandıracak olan, idelerin onlardan ders çıkarılmasıdır. Kur’an bu derse ve bütün anlatımlarında bu ‘ibret’in üstünde tün beyyinelerde, insanın dikkati bu ‘ibret’e y miştir.

Firavun, işte bu ibret-sembol yanıyla kıyan ölümsüzdür; asırlardır yaşamaktadır ve ins< gününe kadar da yaşayacaktır. Firavun’un, p lere kafa tutan kimliğinden söz ederken onun arkadan gelenlere bir ibret olarak korunduğı yen ayeti (Yunus, 92) şuraya kadar verdiğimi ışığında değerlendirmek gerekir. Yunus 92, neksel anlayışın turistik iştahlarına malzeme bilgi vermek peşinde değildir. Amaçlanan, F ‘şerrin sembolü olan kimlik’in aktif olarak d

• ı j i gerçeğine vurgu yapmaktır.

i 11 avun kelimesi Kur’an’da 74 kez geçmektedir. Ve bunların tamamına yakını, ‘el-ayetü’l-kübra’ (en büyük mucize) olan asa ile, yaratıcı isyanı sembolize eden Hz. Musa’nın tebliği münasebetiyledir. Çünkü Firavun, hem prıçek hem de sembolik kişiliğiyle, geleneğin dokunul­mazlığını egemen kılan şirk dininin temsilcisidir. Ulü- Iıı/m bir peygamber olan Hz. Musa karşısında, tarihsel Ki iliğiyle, ondan sonraki bütün zamanlarda ise sembol kr> iliğiyle...

I IRAVUNLUĞUN DEĞİŞMEYEN ZİHNİYET LÜGATİ

I/. Eşraf ve Seçkinlerden Oluşan Yakın Çevre:

l ııavunun hizmetinde çalışanlar, ‘âl’ sözcüğüyle ifade > ıhlıyor. Râgıb’ın beyanına göre, âl, ‘eşraf ve üstün­lerden oluşan yakın çevre’ demektir, (bk. el-Müfredât) ı ııavun, şirk dinine dikkat çeken ayetlerde oniki kez kullanılmıştır. (2/49, 50; 3/11; 7/130, 141; 8/52, 54; 28/8; m/ .’8, 45, 46; 54/41) Bunların üçündeki kullanım, de’b ı »denek, âdet) sözcüğüyle yan yanadır. Bu da gösterir ı ı I ııavun zihniyet ve saltanatların kodaman takımı, h pişmesine asla izin verilmeyen şirk geleneklerinin ka­tı h ve sadık koruyucuları olmuşlardır ve olacaklardır.

1 ninninüzde bunlara ‘muhafazakâr’ denmektedir.

Muhafazakârlık, mutlak anlamda alındığında şirktir. 1 mıkh muhafazakârlık, Kur’an’daki hanîf kavramının ı. ıı al ıdır. Hanîf olmayan muvahhit olamayacağına göre, muhafazakârlık açık bir şirktir.

Mele’: Aynı Görüşte Birleşen, Heybet ve Gösterişle Ürperti Yaratan Ekip:

Bunlar; görüntüleri, mevkileri, imkânlarıyla heyb< ürperti yaratan kişilerdir. (Râgıb, el-Milfredât) Be bunların seçiminde ilim, irfan, ahlak, vukuf gibi, iı yücelten değerlere değil, insan üzerinde ilüzyonist kılar kuran özelliklere önem verilmiştir. Kur’an’m s nü ettiği ‘Firavunun büyücüleri’ işte bunlardır. Her rin firavunlarının yakın destek ve danışmanlık eki hep bu tür insanlardan seçilir. Günümüz firavunla seçimlerinin de böyle olduğunu yakından görmekte

Burada geçen ‘büyücüler’i kobra yılanı oynatan Hir gileri türünden birileri sanmayalım. Bunlar etkileri sek kişilerdir; isimleri ve resimleriyle alımlı kişile Musa’nın asası, yani isyanı, işte bu ‘büyücüleri’ yan ve görüntüyle halkı bastıran kodamanları etkisiz kı tır. Bu tür ekipleri saf dışı etmenin tek çaresi isya İsyan olmadan kitleleri bu kodamanların büyüsü koparmak mümkün olmamıştır, olmayacaktır. Ku kendine özgü kelam ihtişamıyla bu gerçeği bize ço kili biçimde anlatmaktadır.

Mele’, firavun zihniyetlere özgü saltanattan bahs ayetlerde dokuz kez geçmektedir. (7/103, 109;

20/46; 28/32, 38; 43/46) Bu tabir, bütün saltanatları mazsa olmaz kodaman ekibini ifade etmektedir. Bu daha çok danışmanlık hizmeti veren meddah, yağc laka besleme takımıdır. Üç grup oluştururlar:

1.          İş ve para ağaları: Karun tip,

2.          Yandaş bürokrat: Hâman tip,

3.          Kutsallaştırılmış din adamları: Hâman tip.

I <ıı .m, Ankebût suresi 39-40. ayetlerde, firavun salta- ıı ıil.ıı inin bu temel destekçilerinin zulmün sürüp git-      .indeki katkılarını âdeta fotoğraflamıştır. Ankebût d.ı, firavun’un önüne ve arkasına iki destek kuvvet p ı Iı şt iı itmiştir: Karun ve Hâman. Firavun bunların or-               konmuştur. Ayetteki ifade aynen şöyledir: ‘Karun, i h avını, Hâman.’ Üçünün ortak yanı, ‘kendi benlikleri­ni . ıılıııetmeleri’dir. Beyyinenin tamamını okuyalım:

Karun'u, Firavun'u, Hâmân'ı da öyle yaptık. Yemin «fanı, Musa onlara açık seçik kanıtlarla geldiği halde, m i yüzünde büyüklük tasladılar. Ama öne geçemezler­di İler birini kendi günahı ile yakaladık. Bazılarının udime taş yağdıran bir kasırga gönderdik. Bir kısmını, ■ ■ korkunç titreşimli ses yakaladı. Onlardan, yere batır­dık hırımız da oldu. Bazılarını da boğduk. Allah onlara /ıılıncdecek değildi. Fakat onlar kendi benliklerine zul­mediyorlardı.” (Ankebût, 39-40)

Kanın (servet babaları) ve Hâman (din, kültür ve bü- <■■1.1;isi temsilcileri), Firavun’un bir tür koruyucu zırhı ■■ ılıı laıııtılmıştır.

Kurıııı ve Hâman kimlerdir ve bunlar neyi sembolize et­mekledir? Bu noktada, ‘Ebu Zer’ adlı eserimizden kısa im alıntı yapacağız:

SERVET AZGINLIĞININ SEMBOL İSMİ: KARUN

K urun, servetin bir yıkım aracına dönüşmesini değişik ve- .lirlerle sürekli gündeme getiren Kur’an’m, ibret tablosu hal inde öne çıkardığı sefil, irfansız ve azgın tiptir. (Ayrm- ı ıl.ıı için bk. Abdülhalim Mahmud, Ebu Zer, 65-71)

Servetle büyümüş gücünü iktidar olanaklarıyla da b yen Karun, aynen bugünkü kapitalist kodamanlar kibir ve azmışlığın doruğuna çıkmıştır. Daha da kö1 Karun, mutluluk ve huzuru bu gücün ürünü sanmak bir aldanışın da temsilcisi olmuştur. Kur’an, bu hab pin sefillik ve azgınlığını şu ayetlerle insanlığın idra ulaştırıyor:

“Şu da bir gerçek ki, Karun, Musa kavmindendi. lara karşı şımarıklık/azgınlık yaptı. Ona öyle haziı vermiştik ki, anahtarlarını taşımak, dayanışma de kuvvetli bir ekibi bile zorluyordu. Kavmi ona ş demişti: ‘Şımarma, çünkü Allah, şımaranları sevi Allah'ın sana verdikleri içinde âhiret yurdunu dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana güzel randığı gibi sen de güzel davran/Allah'ın sana lül bulunduğu gibi sen de lütufta bulun. Yeryüzünde 1 isteyip durma, çünkü Allah, fesat peşinde koşaı sevmez."

“O dedi: ‘Bu servet bana, bendeki bir ilim sayı de verildi.’ Peki, o bilmedi mi ki Allah, önceki nes içinden ondan kuvvetçe daha zorlu, sayıca daha olanları bile helâk etmiştir. Günahlarının ne old günahkârlardan sorulmaz.”

“Karun, süsü püsü içinde toplumunun karşısına ( İğreti hayatı amaçlayanlar şöyle dediler: ‘Ah, Kar verilenin bir benzeri bize de verilseydi! Gerçekte çok nasipli bir adam!’ Kendilerine ilim verilmiş ola şöyle demişti: ‘Yazıklar olsun size! İman edip ba hayra yönelik iş yapan kişi için Allah'ın vereceği k lık daha üstündür. Ama buna, sadece sabredenler edebilirler.”

"Akşam onun mevkiine/konumuna imrenenler sabah şöyle diyorlardı: ‘Vay be! Allah, kullarından dilediğine ıı/kı açıp yayıyor, dilediğine de ölçüyle veriyor/kısıyor. vil.dı bize lütufta bulunmasaydı, vallahi bizi de hatır­mış! ı. Demek ki, gerçeği örten nankörler asla iflah ol­muyor." (Kasas, 76-82)

A/.gın bir servet kodamanı olarak tanıtılan Karun ı I evrat’ta Korah), Abdülhalim Mahmud’un da ifadeye I. < lyduğu gibi, Mısır’da yaşamış çok zengin, çok yakışıklı,

<>k güçlü ve çok güzel konuşan bir adamdı. Kur’an, onun Musa’nın milletinden biri olduğunu bildirmektedir. İs­lın ı kaynaklarında bazı rivayetler onu, Hz. Musa’nın um a çocuklarından biri olarak tanıtıyor. Tevrat’a göre, kanın, Hz. Yakub’un torunlarından biridir. (Tevrat; < ıkış, 6/16, 18, 21; Sayılar, 16/1, 26/9-10, 27/3; Tesniye, 11 /(»; Mezmurlar, 106/16-18)

i cvı at’m verdiği bilgiler, bir başka bakımdan daha çar- ı ■!< nlır: Karun, Hz. Musa ve Hz. Hârun’a karşı çıkarken

ınları dine saygısızlık, sapıklık, dini kendi keyiflerine ııvıIıırmakla suçlamıştır. Firavunlar kotarmamdaki din-

iliğin, dindarları susturmada kullandığı şeytanî tak- ıikici i öğrenmek bakımından bu da son derece önemli im noktadır. Kur’an, Karun’un, biriktirdiği servet ve ' mina aldığı maddesel güçle, kendi toplumuna hizmet yı nnc zulmün temsilcisi olan Firavun’a uşaklığı tercih

111)'ini bildiriyor ki, hem kapitalist kodaman takımın ta- ı ıh .cl kimlik kartını hem de kapitalizmin tarihsel baba- I ıı mı tanımak açısından ölümsüz bir tespittir.

K.ııım, hem mensubu bulunduğu millet olmaları bakı­mından hem de açıkça ezilen kitle olmaları yüzünden Ilı mısrail’in yanında yer alması gerekirken, servet ve imcıınü daha da pekiştirmeyi ideal edinerek, madde gü­

cünü elinde bulunduran Firavunların yanında yeı ve nihayet, Firavun yönetiminin maliye bakanı m ine getirildi. Bu tutum da kapitalist kodamanların kişilik özelliklerinden biridir. Tam bu noktada, ta en müstesna örneklerinden biri olarak, zalim Eme Abbasî imparatorluklarının yargı ve maliye yönet rinin başına getirilmeyi reddeden İmamı Âzam’ı 1 layalım.

Eğer İmamı Azam, içinden geldiği ezilenlerin Mevâlî’nin çektiklerini göz ardı edip sadece kem düşünse ve servetine servet katıp güçlenmek için edilen mevkileri kabul etseydi, hiç kuşkusuz, bu i ratorluklarm zulümlerine âlet olacak ve tarihe ikin Karun olarak geçecekti. Ebu Hanîfe, tevhit imanım ğıyla bunu gördü ve hayatı pahasına da olsa zulür paratorlarmın tekliflerini reddederek onların yaı değil, karşısında yer aldı. Ve bu tutumuyla İmamı J oldu.

Karun, kişilik ve psikolojisinin tüm yönleriyle ka list kodamanların prototipidir.

Karun, içinden geldiği kitleyi, çevreyi, özellikle yı ve çaresizleri küçümseyip servetinin verdiği imks yönetime yalakalık için kullanarak Firavun’un en y larından biri oldu. Kur’an, Firavun melanetine \ yaparken Karun’u onun baş destekçilerinden biri o kayda geçirmektedir.

SÜRÜLEŞMİŞ HALK, KARUN’LA HARUN’U MI YESE EDEMİYOR

Karun’a ahmakça avukatlık yapan Musa dönemi

i 'iı Karun’a hesap sorma yerine şöyle vahlamyorlardı:

'Ah! Karun’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi!

• m i <ı kten o, çok nasipli bir adam!” (Kasas, 79)

■ .ır'l 'Ş firavunlar tarafından yallanıp afyonlanmış bu­rn ink ıı sürüler de, aynen bunu yapıyor. Şunu hiç söyle-

• iniyorlar:

l y Kurunlar! Siz, bu servetlerin size, bilgilerinizin hiı karşılığı olarak verildiğini söylüyorsunuz. Peki, kaı uıı’la mücadele eden Harun’un bilgisi Karun’dan ıhılın mı azdı? Demek ki sizin mal ve gücünüz, sizin de­hanızın, emeğinizin ürünü değil, iblisliğinizin, hırsızlı- Miııızuı, Maun ihlalleriyle gerçekleştirdiğiniz talanları­nı /m ürünüdür.”

\l YONLANMIŞ RAİYYE, KİMLERİ NASIL SUÇLU­YOR?

i unvanlarım kendi eliyle yaratan sürüleşmiş kitlelerin, 'mi hı yarınlar için kendisini uyaranlara, yardakçısı oldu- i'iı Karunların hatırı için yönelttiği ‘suçlamalar’ da Tan- n-.nl kelam tarafından bir büyük mucize halinde önü­müze konmuştur. Hz. Lût ve Hz. Nuh kıssalarını, sevap ılmak için değil, ibret almak için okuyanlar bu gerçeği İnmen farkederler. Biz bir parçasını verelim. Zalimlere yardakçılık uğruna Tanrı Elçilerine ‘posta koyan’ yalla- ıııp afyonlanmış yardakçı sürü, Hz. Lût ve arkadaşları­nı suçlarken şu dehşet verici gerekçeyi öne çıkarıyordu. I ıpkı bugünün yallanıp afyonlanmış raiyyeleri gibi:

"I ât toplumunun, Lût’u ve arkadaşlarını suçlayan ce­vabı şunu söylemeleri oldu: ‘Çıkarın şunları kentiniz-

den! Çünkü bunlar, temizlik ve dürüstlükte ısrarı düren kişilerdir.” (A’raf, 82)

Karunları yaratıp besleyen köle ve yalcı zihniyetin, el kelam tarafından tespit edilmiş ‘uşaklık psikolojisi’ budur.

Dün öyleydi, bugün de öyledir. Her devirde öyledir, devirde öyle olmasaydı zamanlar üstü kitapta yer alr dı. Bugün, geri kalmış coğrafyalardaki yallanıp af lanmış sürülere bir de ‘demokrasi’ boncuğu dağıtıl] Yallanmış sürü bu boncuğa bakıp ağzından şehvet se lan akıtarak, Allah ile aldatmanın imansız Kanınla avukatlık yapmasını şöyle gerekçelendiriyor:

“Vay be! Ben neymişim, bak bensiz olmuyormuş, beı masam demokrasi çökermiş. Ben de, bana verilen bu yenin kadru kıymetini bilip bana yal çadırları hazırla kömürümü, makarnamı veren efendilerime sadaka göstermeliyim. Efendilerime ‘posta koymaya kal din-iman bozuculara haddini bildirmeliyim. Yaşasın mokrasi, yaşasın benim yal çadırları kuran efendileri

Bugünün Karunları; Lût, Nuh, Musa, Hârun devr Karunlarmdan daha şanslı. Çünkü bugünün Karuı eski Karunlardan çok daha organize, çok daha teşkil Daha da önemlisi: Bugünün Karunlarmm, kitleyi al mada kullandıkları ‘demokrasi’ adı verilen kancıklı fettanlıkta eşsiz bir yosmaları var! Küresel kapitaliz süper kodamanları, geri kalmış ülkelerdeki maraba pitalisti hizmetkârlarına bu yosmayı tepe tepe kul maları için her türlü desteği veriyor.

Maraba kapitalistleri bu yosmayı alabildiğine kull; cak ve işleri bittiğinde tekmeleyip bir köprü altına

■ 11. Lıı. Yallamp afyonlanmış raiyye bunu bile göremi- mi Y (isma kullanılarak varılan hedef ele geçirildiğinde, 11. ı. ya 11 anıp afyonlanmış raiyyeyi tekmelemeye gelecek, i ıı.ıba kapitalizminin sadık hizmetkârları, işte o gün, ı nyycnin orasına burasına vurdukları tekmelerle, ona . ■ dildikleri ‘çadır yalları’nı onun ağzından burnundan

■ im çekler.

II \MAN

I l,ımaıı sözcüğü, Eski Mısır’da din adamlarının unvanı

■I inak kullanılmıştır. Amon-Ra’nın hizmetkârı anla­

mında Hâ-Amon’un Arapçalaşmış şeklidir. Firavun da                              oğlu’ veya ‘Ra’nın bedenlenmiş hali’ (Yürüyen P.d) anlamında eski Mısır krallarının unvanı idi. Hâ- m.mlar, Mısır geleneğinde ‘Amon tapınağının rahiple-

i' olarak anılırlar. Mısır havzasında Hz. Yusuf ve Hz. Mır.a dahil, ismi anılan ve anılmayan tüm peygamberle- ı m, I la inanlara karşı şiddetli bir mücadele içinde olduk- I ıı ı görülüyor.

Il.ımaıı, hem din gücünü hem de bürokratik bilgi gü-

mm icmsil eden bir tip olarak dikkat çekiyor. Hz. Musa'nın getirdiği dini, Mısır’ın esas dinine bir saldırı ı >1.11 ak gören Firavun ve kodamanları, çevrelerini saran Imıokıasiyi de dincilerden seçerek kitle tarafından aşıl­ın ıı çok zor bir güç oluşturmuşlardır. Kur’an, böylece, i'in ok ı asinin din sınıfından gelen yandaşlara tesliminin m büyük bir bela olduğunu da bize öğretmiş oluyor.

I İKAVUN-HÂMAN-KARUN ÜÇLÜSÜ NEYİN SEM­İH )l II?

ı.m an; Hz. Musa’yı, Firavun (kral, sultan, padişah),

Hâman (yandaş bürokrat ve kutsallaştırılmış din a mı) ve Karun (yandaş ve azgın servet sahibi) üçlüsi karşı hakikat mücadelesi veren bir Tanrı Elçisi ola göstermektedir.

Kur’an, Firavun ile Hâman ve Karun kuvvetleri a sında kopmaz bir ilişki, bir kader birliği, bir parale görmektedir. Firavun-Hâman-Karun üçlüsü üç ayc birlikte anılmıştır:

“Karun'u, Firavun'u, Hâmân'ı da öyle yaptık. Yeı olsun, Musa onlara açık seçik kanıtlarla geldiği ha] yeryüzünde büyüklük tasladılar. Ama öne geçemezi di. Her birini kendi günahı ile yakaladık.” (Anket 39-40)

“Yemin olsun, Musa'yı da ayetlerimizle ve apaçık kanıtla göndermiştik. Firavun'a, Hâmân'a ve Kanı göndermiştik de onlar şöyle demişlerdi: ‘Tam yala bir sihirbazdır bu!” (Mümin, 23-25)

Bürokrasinin, özellikle dinsel bürokrasinin başı ve sc bolik ismi olan Hâman ise Firavun’la altı ayette yan y; anılmıştır. Yani Firavunlara verilen üç büyük paralel lüm desteğinin en çok iş göreni Hâman desteğidir:

“Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara ğışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mir çılar haline getirelim. Ve yeryüzünde onlara imkân kudret verelim. Firavun'a, Hâman'a ve onların ordı rina da korkmakta oldukları şeyleri gösterelim.” (] sas, 5-6)

“Gerçek olan şu ki, Firavun, Hâman ve bunların or lan yanlış yoldaydılar.” (Kasas, 8)

‘‘Firavun dedi: ‘Ey seçkinler topluluğu! Ben sizin için brııden başka bir Tanrı tanımıyorum. Ey Hâmân! Be­nim için çamurun üzerinde ocağı yakıp bana bir kule vı»p ki, Musa'nın Tanrı'sına ulaşayım. Aslında ben onun vıılmıcılardan olduğunu sanıyorum." (Kasas, 38)

İlginç noktalardan biri de Firavun’un, sadece Hâman’la mıılınasına karşın sadece Karun’la amlmamasıdır. Bu

Iı inektir ki, Firavun güç, Hâman gücü olmadan sadece Kanın gücüyle egemen olamaz. Firavun sadece Hâman güçlerle egemen olabilirken sadece Karun güçlerle ege­men olamamaktadır.

Km an bize gösteriyor ki, firavun saltanatlarının eğe­mi n olduğu topraklarda en büyük ödül, firavunların vakiin olmaya hak kazanmaktır. Firavun yalakalarının, İmi kazanım için yapmayacakları şey yoktur. Bu yalaka­mı ı. özellikle hakikat ve ışık öncülerine kötülük etmeyi ir meI ödül sebebi bilmektedirler. Kur’an, bütün bu in-

■ hklcre, kendine özgü kelam harikasıyla, iki cümlede ıçikhk getirmiştir:

’ büyücüler geldiklerinde, Firavun'a dediler ki, ‘Eğer ■•I/ galip gelirsek bize gerçekten ödül var, değil mi?’ i id, dedi, siz o zaman benim yakınlarımdan olacaksı­nız." (Şuara, 41-42)

iic'b: Değiştirilmesine İzin Verilmeyen Adetler:

i 'i l», sürekli aynı tutulan, değiştirilmeyen âdet-gelenek

Iı inektir. (Râgıb, el-Müfredât) Bu de’b tutkusu yani ımıhıdazakârlık, firavun saltanatların öncekilerinde de

• ıı idi. Kur’an, firavun zihniyet ve zulmüne dikkat çe- n ' yetlerin üçünde bu de’b sözcüğünü kullanmıştır.

(Âli İmran, 11; Enfâl, 52, 54) Âli İmran 10-11 biz teriyor ki, bu de’bin en esaslı karakteri ‘mal ve e şımarıp azmak’tır. Onun içindir ki, firavun saltan! nın öncüleri ve beslemeleri, servetin yarattığı güt kunulmasına asla izin vermezler. Çünkü bu onlarır olur. Ama bir son mutlaka ve muhakkak gelecekt son, Firavun ve benzeri kodamanların ‘ateş yakıt rak cehennemi boylamalarıdır. Yakın çöküş ihtim vardır. Bu ihtimal, inkılap (Kur’an bu kelimeyi kullanıyor) yani devrimdir. Evrensel-genel bir kur; rak şöyle deniyor:

“Zulmedenler, hangi devrime uğrayıp baş aşağı çeklerini yakında bilecekler.” (Şuara, 227)

Demek ki, Firavun saltanatlarının hegemonyasını menin Kur’ansal yolu şu iki aşamadan geçer:

1.            İsyan,

2.            Devrim.

Birincisini öncüler, liderler (asa sahibi Musalar, sahibi İbrahimler) yapar. İkincisi ise büyük kitle: yamları gerektirir. Ama şöyle veya böyle, hiçbir tıcı devrim, isyan ve ihtilalsiz olmamıştır, olanu isyan ve ihtilal, eskilerde kanh oluyordu, şimdiler demokratik seçimlerle pekâla olabilir. Elverir ki, k rin bilgi ve bilinç düzeyleri gereken yere yükseltile Bu bilinç yükseltme işini aydınlar yapar ve bilinç kitleler demokratik devrimi gerçekleştirerek zul başından uzaklaştırırlar.

Zulüm:

Firavun saltanatları, birer zulümler ve zalimler salı

■ in Kıı r’an burada, ilginç bir yaklaşımla, hem Firavun'u i" m de onun toplumunu ‘zalimler’ olarak anmaktadır:

Knhbiııin Musa'ya, ‘Zalimler topluluğuna git. Fira-

< ıııı ıın toplumuna git! Hâlâ sakınmayacaklar mı?’ diye ■<ilenişini hatırla.” (Şuara, 10-11)

ı ıı iv un ve besleme çevresi elbette zalimlerdir; ama bü- Hin İm kavim nasıl ‘zalimler’ oluyor? Oluyorlar, çünkü inli ilimler, saltanatlarını sürdürmek için zulüm ya- ı nıkı iı, onlara itaat eden kitle de zulme rıza göstere-

ı / ilim sıfatına müstahak hale geliyor. Unutmayalım, t nhı ııl suresi 54-56, firavunları yaratanların onlara itaat

• l< ııh r olduğunu hükme bağlamıştır. Bu konunun ay-

hm ıl:n ı için bizim, ‘Kur’an’ın Yarattığı Devrimler’ adlı ki- ı ıl'imız okunmalıdır.

i’h ıılianatlar öncelikle uyarıcı ve aydınlatıcıları zulüm- I' ııi'.ı m mayı esas alırlar:

ı »nlııı ııı ardından Musa'yı, ayetlerimizle Firavun’a ve

I. < ulu um ularına gönderdik de ayetlerimiz karşısında <ıılııu- saptılar. Bir bak, nasıl olmuştur bozguncuların •»»m!" (A’raf, 103)

I Iı avını dedi: ‘Biz onların oğullarını öldürüp kadınla- ııııı ıhı i bırakacağız/kadınlarmın rahimlerini yoklayıp

< »«uk ıılacağız/kadınlarına utanç duyulacak şeyler ya­rn» up.ız. Üzerlerine sürekli kahır yağdıracağız." (A’raf, ı ' /l

i h-iv mı saltanatları, bastırılan kitlelere ‘azapların en a jhııü, en korkuncu’nu reva görmektedir, (bk. 2/49; ı 11 14/6)

ÖZ

Tuğyan:

Firavun saltanatlarının belirgin özelliklerinden bi tuğyan veya tâğutluktur:

“Firavun’a gidin, çünkü o tâğutlaştı." (Tâha, 24 Nâziât, 17)

Bu kavramın ayrıntıları bu eserin Fecir suresi fas verilmiştir.

Korku:

Firavun saltanatlarının bastırma araçları ve temel! lan arasında korku önemli bir yer tutmaktadır:

“Firavun ve kodamanlarının kendilerine kötülük < lerinden korktukları için, kavmi arasından bir ger sil dışında hiç kimse Musa'ya inanmadı.” (Yunus,

Kur’an bu ayetiyle, zulme karşı verilen mücade gençliğin olmazsa olmaz yerine de dolaylı bir vurgu maktadır.

Hile, Tuzak, Desise:

Firavun saltanatların kullandıkları silahlardan biri ı datma, hile, desise ve namertliktir. Kur’an, bunu 4 ve ‘mekr’ sözcükleriyle ifadeye koymaktadır. Tâl ve 64’de keyd, Ğâfir 45’de mekr kelimesi kullanıln Zulüm ve tagallüp saltanatları asla dürüst olmazlar rüşt olmaya karar verseler saltanatları biter. Onuı sürekli hile ve namertlik tezgâhlarlar. Kur’an bunu.

  hue has kelam ihtişamıyla, Firavun’un bir karakteristiği

•I.ii ak ifadeye koymaktadır:

'»unun üzerine, Firavun oradan ayrıldı, tüm hile ve luıı nazlığını topladı, sonra geldi.” (Tâha, 60)

i ıı.ıvun yalakaları, sahip oldukları her şeyin ellerinden 11, lı-bileceğini hissettikleri bir yerde çılgına dönmüşeesi- II' şöyle diyorlar:

"İnlerini aralarında tartıştılar, fısıltıyı koyulaştırdılar.

i inliler: ‘Şu Musa ile Harun, iki büyücüden başka bir y değiller. Büyüleriyle sizi toprağınızdan çıkarmak ve

  i/in örnek yolunuzu silip yok etmek istiyorlar. Hüner­li ılnizi/hilelerinizi hemen birleştirin; sonra saf bağla­mı* ııbırak gelin! Bugün, üstün gelen kurtulmuş olacak­ın '(Tâha, 62-64)

' ııkuştin eşiğine gelmiş totaliter-müşrik bir zorbalığın

•Ium çığlıkları ancak bu kadar güzel ifade edilebilir.

KhiI Yani Onun Bunun Haklarından Zalimce Savur­ganlık:

1 ıı di mı saltanatlar, haklarını gasp ettikleri kitlelerin

  hn i( i lerinden oluşan servetleri, kendi saltanatlarını

ı ıı» vrdendirmek için sınırsızca ve zalimce harcarlar, ummııkii dünyada Maun sarayları, o sarayların akıl al-                 ı.ıkamlarla karşılanan harcamaları, firavunun aile-

    v. v ı la kalan için düzenlenen seyahatlerde kullanılan ı ııl-ıç uçak hep aldatılmış raiyyenin alın terinden kar-

  I'ılımaktadır ki Kur’an bunlara ‘zulüm harcamaları’

I munda israf diyor. Zaten israfın kelime anlamı da ııltinı demektir. (İsraf denen zalim illetin nasıl bir bela

olduğunu anlamak için bizim ‘Küresel Âfetler’ adi rimizin okunmasını öneririz.)

“Firavun, o toprakta gerçekten çok üstündü ve ge ten onun bunun malından savurganlık yapan taı gınlardan biriydi.” (Yunus, 83)

İslam tarihinde bunun tipik mümessilleri Emevîlı özellikle Muaviye bin Ebu Süfyan. Ümmetin eme nin ürünü olan mal ve parayı, ümmeti zulüm ve s lık altında inletmek için sınırsızca dağıtmıştır. H; ve Ehlibeyt imamlarının, Emevî despotizmi karşı mukavemetsiz kaldıkları tek ‘silah’, ümmetin malı sınırsızca dağıtılan bu ulûfelerdir.

Firavun saltanatlarına karşı çıkışın en büyük öndeı Musa, zalimlerin sahip bulunduğu bu malî imkâ zünden Allah’a şikâyette bulunmaktadır. Çünkü z saltanatını mağlup etmenin önündeki en büyük c işte bu, fütursuzca harcanabilen para ve kullanıla imkânlardır. Ölümsüz gerçek, ulülazm peygambe Musa’nın dilinden şu şekilde yakınmaya dönüşı müştür:

“Musa şöyle dedi: ‘Rabbimiz! Sen, Firavun ve 1 inanlarına şu iğreti hayatta debdebe verdin, n verdin. Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar mi? Rabbimiz! Onların mallarını sil süpür, kalp şiddetle sık ki, acıklı azabı görünceye kadar ina smlar!" (Yunus, 88)

Fırkalara Bölme:

Firavun saltanatlarının egemenliği sürdürme araç

OD

llXHWrl oouvjıvı

km biri de karşılarına dikilme ihtimali bulunan kitleyi, ■ Mili oyunlarla muhtelif fırkalara bölmek, başka bir de- r.lc (oplumu fırkalaştırıp bölük pörçük hale getirmek- iıı Çünkü fırkalaştırılan halk sürüye dönüşür. Öyle bir mu ki, kendi kendini yiyip tüketir. Zalim yönetimler, i- • ı ıı I i lerine zarar verecek etkinlikte bir gücün vücut bul- "i.ı un bu sayede önlemektedirler. Kur’an bu noktaya h ınka bir dokunuşla ışık tutarken, aynı zamanda, fira- ıııı nelerin ‘üstünlük ve başarı’ sebeplerinden birini

I» aydınlatıyor:

< « ı çek şu: Firavun o yerde egemenlik kurmuş ve ora im İlanı fırkalara ayırmıştı. Onlardan bir topluluğu hm lııyıp eziyordu. O, gerçekten fesadı yayanlardandı.” ı I.ırı.'is, 4)

ı 'ık kal edilirse, Firavun üstünlüğü, kitlenin fırkalara bö­lünmesinin bir uzantısı olarak verilmektedir.

Ihı.^ıınculuk ve Fitne İle İtham:

"inim firavun saltanatları, aydınlık ve gerçeğin temsilci- 1 ı mı bozgunculuk ve fitne çıkarmak’, toplumu karma­nı a mu nklemekle itham ederek etkisiz kılarlar. Çağdaş ı*i'iıunlar lügatinde bunun adı ‘darbe yapmak’ olarak

Ink milistir. Firavun zorbalar bu noktada zıvanadan • I* m ne çıkarlar ki, neredeyse kundaktaki bebelerin ağ- 1 mı ıkıııııı bile kendilerine karşı darbeye teşebbüs ola-

'I mi' İriler. Bu, şeytanî tezgâh, Hz. Musa karşısındaki M ikil İn. ıv unlarından, Hz. Hüseyin karşısındaki Emevî

Iı udinin Yezid’e, günümüzün adı konmamış bir yığın 111 ■• m 111 n; ı k adar hep böyle işletilmiştir:

liiiiıtın kavminin kodamanları dediler: ‘Musa'yı ve

toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilah terk etsinler diye mi bırakıyorsun?’ Dedi: ‘Biz oı oğullarını öldürüp kadınlarını diri bırakacağız/k larının rahimlerini yoklayıp çocuk alacağız/kadı na utanç duyulacak şeyler yapacağız. Üzerlerine si kahır yağdıracağız." (A’raf, 127)

“Firavun dedi ki, ‘Bırakın beni, şu Musa'yı öldü de Rabbine yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değişi sinden yahut yeryüzünde fesat çıkarmasından kor rum." (Mümin, 26)

FİRAVUN NEYİN TEMSİLCİSİ?

Geleneksel anlayış, özellikle Emevîci zihniyet, Fira (veya firavunları) dinsizliğin temsilcileri olarak c lendirmiş, öyle tanıtmıştır. Bu tanıtım esas alındı firavun ruhlu veya firavuncu olmamak için dine gamberlere inanmak yeterlidir.

Acaba Kur’an’m söylediği, anlatmak istediği bu m Hayır, bu değildir.

Bir defa Firavun, dinsiz değildir. Musa’nın onunla da dinsizlik yüzünden değildir. Tanrısal vahiy, o Kur’an, hiç kimsenin dini-imanıyla kavga etmez; bir önerisi yoktur. Kavga, zulme karşıdır. Eğer ötel lerden olanlar sizin dininize, imanınıza musallat ol sa onlarla savaşırsınız; çünkü böyle bir tasallut z dür. Bu tasallut yoksa onlarla iyi geçinmeniz ge İlke, ölümsüz bir beyyineyle şöyle konmuştur:

“Allah sizi, din konusunda sizinle savaşmamış 5 yurtlarınızdan çıkarmamış kimselere iyilik etm

mı hi ra adaletli davranmaktan men etmez. Allah, adale­li ayakta tutanları sever. Allah sizi; ancak din hakkında ilinle savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran, çıkarılma­mın yardım eden kimselerle dost olmaktan/onları işle- ılııiziıı başına geçirmekten yasaklar. Onları dost/yöne- ıı| i edinenler, zalimlerin ta kendileridir.” (Mümtehine, H *>)

it'lt Düşman Zulümdür:

Zalimlerden başkasına düşmanlık yapılmayacaktır.” ı ltıkara, 193)

ı m an’in şirkle kavgası, şirkin din olması yüzünden de­ri I zulüm oluşu yüzündendir. Çünkü “Şirk büyük bir ıılüıııdür.” (Lukman, 13) O halde, Firavunla (ve fira- ıınl.ırla) mücadeleyi değerlendirirken, evvel emirde kakılacak olan, bu zulüm olgusudur. Kur’an, bu ince inıklava, muhteşem bir vurgu yaparak hem bu gerçeği ilermiş hem de zulüm saltanatlarının kendilerinde h ıngi lahrip edici güçleri vehmettiklerine dikkat çek- ınl^liı. Dehşet verici olgu şudur: Firavun, Musa’ya inan- ııtuk için kendisinden izin alınması gerektiği kanısında­ki ı Musa’nın söyledikleri değil, Firavun’un ona inanma Km vci ip vermemesi önemlidir. Şöyle diyor:

' 111 ıı v ıı n dedi: ‘Demek ben size izin vermeden ona inan- dtsu ha!” (A’raf, 123)

ıı reji m ve sistemin totaliter yapısını bundan daha mü- ırınıcl gösteren bir beyyine bulunamaz. Bu, beyyine. Iıılıılhıırizmin tanımı’ gibidir: Yaratıcıya iman dahil, • I ı ■ »nuda ve her şey için saltanat gücünden izin almak, i al un bunları değerlendirdiğimizde, Kur’an adına şunu

söylememiz gerekir: Teolojik açıdan eksiği ama zulme bulaşan bir dinci zihniyetle de mü rekir. Maun suresi bize gösteriyor ki, böyle bi: namazlı-niyazh olduğu halde melun ve zalim o onunla buna göre mücadele gerekir. Çünkü, zihniyet, din-iman, namaz-niyaz perdesi altmd luk yani zulüm sergilemektedir.

Firavun’un, dinsiz olması şöyle dursun, kararlı] çıktığı bir dini vardır ve o dinen yaşaması için etmektedir. Dahası var: Firavun, halkı doğru nin kendisi olduğu inancındadır. Şöyle diyordı

“Ben size kendi fikrimden başkasını gösteı ben, sizi, aydınlık/doğruluk yolundan başkas lavuzlamam." (Mümin, 29)

Firavun’un Musa ve Hârun’a açtığı savaşın geı olojik ayrılık değildir, Mısır nehirleri, toprakla ve paradır. Musa, “Mülk Allah’ındır, sen ond< lik kuramazsın!” diyor. Firavun ise “Bu nehirle raklar benim!” diyor. İşte işin kilitlendiği yer Amaç, sahip olunanları elden kaçırmamaktır, ya ve elde bulunanları, özellikle saltanatı ka için sergilenen şu çırpınışa bakın:

“İşlerini aralarında tartıştılar, fısıltıyı koyul: Dediler: ‘Şunlar, iki büyücüden başka bir şe Büyüleriyle sizi toprağınızdan çıkarmak ve si yolunuzu silip yok etmek istiyorlar. Hüneri lelerinizi hemen birleştirin; sonra saf bağlan gelin! Bugün, üstün gelen kurtulmuş olacaktı 62-64)

Bu müşrik kaygı, Kur’an vahyine karşı savaş;

ıık oligarşisinde de aynen vardı. O oligarşinin kopar- lıgı vaveyla, Firavun yandaşlarının kopardığı vaveylayla h< men hemen aynıdır:

**ıı<l! Zikir/öğüt/uyarı dolu Kur'an'a yemin olsun ki, iş İliç de onların sandığı gibi değil! Gerçeği örten o nan­körler bir gurur, ayrılık ve bütünden kopuş içindedirler. • '-ihırdan önce nice nesilleri helâk ettik biz, bağrıştılar »ulur, fakat kurtuluş yoktu; geçmişti zaman. Kendi içle-

İnden kendilerine bir uyarıcı geldi diye şaşıp kaldılar. Vt şöyle dedi bu nankörler: ‘Bu adam yalanlar düzen ■>lı büyücü. İlahları bir tek tanrıya mı indirgemiş?! Bu, ıtri çekten hayret edilecek bir şey!’ İçlerinden kodaman •dr grup öne çıktı: ‘Haydi, yürüyün! İlahlarınıza sahip < ıkınada kararlı davranın! Gerçek şu ki, istenip bekle- ıırıı şey budur. Öteki millette işitmedik böyle bir şey. Ihı bir uydurmadan başka şey değildir. Öğüt ve uyarı, ı-.ımizden ona mı indirildi?!" (Sâd, 1-8)

ı it avun yalakalarının feryatlarıyla, Mekke şirk oligar- ı-min feryadını veren ayetlerde omurga kelime ve ta- ıMilcr aynıdır: Büyücü, yalancı, ilahlara karşı çıkmak, mrlc’, ‘daha önce böyle bir şey görmedik’, ‘o da kim ki ı un ı ona vahiy göndersin!’

ı inıvun dinlerinin ortak-belirgin niteliği, şirktir. Yani 11m ılık güç ve yetkilerinin birtakım yedek tanrılar ara­mda bölüştürülmesi. Bizzat Firavun bu tanrılardan bi-

ı<in ve ona göre, ‘en yüce Tanrı’ kendisidir.

Tiravun dedi: ‘Ey seçkinler topluluğu! Ben sizin için imıden başka bir Tanrı tanımıyorum. Ey Hâmân! Be­nim için çamurun üzerinde ocağı yakıp bana bir kule . ap ki, Musa'nın Tanrısına ulaşayım. Aslında ben onun vııluncılardan olduğunu sanıyorum." (Kasas, 38)

Şirk dinine mensup Firavun, bu dinin ilahlarında olduğunu söylerken, mala mülke, saltanata dayaı du. Ve bunlara sahip olmayan Musa’yı küçümsüy Firavun’a göre, Tanrı, böyle zavallı, yoksul birini dişine temsilci seçmez. Mekke şirk oligarşisi d< Muhammed’in peygamber olmadığını iddia edı benzeri gerekçelere dayanıyordu. Kur’an, şirkin 1 büyük zulmünü şöyle deşifre ediyor:

“Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: ‘E; lumum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi şu nehirler benim altımdan akıyor. Görmüyor r nuz? Yoksa ben şu zavallı, şu meramını anlataı cak adamdan hayırlı değil miyim? Ona altın bile: atılmalı, yanında-hizmetinde melekler bulunmalı miydi?" (Zühruf, 51-53)

Mısır’ın mülk ve yönetimini kendisinin malı bilen vunla, imparatorluğun topraklarını kendi mülkü, mâlik-i şahanesi’ bilen filan kralın veya falan padi: marka ve kıyafetten başka ne gibi farkları olabilir?

Şirk dininin ikinci temel özelliği, bir zorbalık dini ı sidir. Bu dininin egemen olduğu yerde ezenler v lenler vardır. Köleler-efendiler, ezilenler-ezenler, kiler-üstttekiler vardır.

Üçüncü özellik, paranın ve madde gücünün üstünlı çüsü olmasıdır. Bütün peygamberler gibi, Musa ve f peygamberlerin, o arada Hz. Muhammed’in mücaı işte bu zihniyete karşıdır; bir teolojik dalaş değildi: saki geleneksel Müslüman dincilik, bu kavgayı b: olojik dalaş’ olarak tanıtır. Böyle tanıttığı için de t rekât namaz, her mahallede bir iki cami görüldü^ kavga biter. Ezilen ezildiğiyle, sömürülen sömüı ğüyle, zalim zalimliğiyle, mazlum mazlumluğuyla k

FİRAVUNLARI KİM YARATTI?

“İnsan, inançsız yaşayamaz. Önemli olan soru, bu inancın liderlere, başa­rıya, makinelere duyulacak bir inanç mı yoksa kendi üretici etkinliğimize yaşantımız üstünde temellenen aklî bir inanç mı olacağı sorusudur.”

Erich Fromm

11 onun, şöyle devam ediyor:

'Güce duyulan hiçbir aklî inanç yoktur; güce boyun < pim* ya da bu güce sahip olanların onu koruma istekleri mıdır. Güç, insanların çoğuna tüm şeylerin en gerçeği ■•İni nk göründüğü halde, insanlık tarihi onun tüm insan­ili başarılar içinde en geçicisi olduğunu kanıtlamıştır. Iiihiiç ve gücün karşılıklı olarak birbirlerini dışlamala- 11 gerçeği yüzünden, başlangıçta aklî inanç üstüne ku- • olmuş olan tüm dinler ve siyasal sistemler yozlaşırlar. I prı güce dayanıyorlar ya da giderek kendilerini onunla ■■»■Ahışık tutuyorlarsa en sonunda sahip oldukları kuvve­ti villrirler.” (Fromm, Kendini Savunan İnsan, 202-204)

l»l \ RİM YARATAN SORU: FİRAVUNLARI KİM ı Kİ i ri?

m’a göre, Firavunları üretenler, zalimlere uşaklık

edenlerdir.

İslam tarihinde zulme isyanın öncü isimlerinden olan İmamı Âzam, Müslüman ümmetin firavun yar; zihniyeti sona erdirmesini, İslam imanının temel i olarak görmektedir. Bu imanı hayata geçirecek dir yoksa hiçbir ibadet anlam taşımayacaktır.

Hiçbir zalim, kendisine kitlenin dolaylı desteği ölme yaşayamaz. Hele, din, zulme uşaklık aracı yapıln firavunların bir biçimde ve değişik adlar altında zı etmesi kaçınılmazdır.

Kur’an’dan öğrenmiş bulunuyoruz ki, mazlum biL miz birçok halk aslında pasif zalim oldukları için e horlanmıştır ve horlanmaktadır. Mazlum, gerçek i lumsa zalimin uzun süre egemen olması söz konusı ğildir. Zulüm, din veya dinsizlik adı altında uzun devam ediyorsa bunun sebebi, zalimlere uşaklığı hı sanan bir halkın, en azından bir satılmışlar ekibinin lığıdır. Bu ekip, ‘pasif zalimler ekibi’dir. Pasif zalir zulme başkaldırması gerekirken, küçük çıkarlar gizli imansızlıklar yüzünden zalimlere karşı sessiz kı böylece onlara dolaylı destek veren kişi veya toplu rın sıfatıdır. Kur’an’m bu noktadaki tezi şudur:

Aktif zalimlerin birçoğunu, pasif zalimler, yani zı bir biçimde uşaklık edenler yaratmıştır.

Kur’an’m bu anlamda devrim yaratan tespiti Zühru 56. ayetlerde verilmiştir.

Şimdi, Zühruf 54-56. ayetlerin mesajını açık şekildi taya koyalım. Firavunları yaratan halkların uşaklık

i "İnjilerini deşifre edip bu psikolojinin Allah’ı nasıl öf- ı ■ lcildirdiğini, pasif zalimlerden intikam alma kararma ıı.ısıl vardırdığını ifade eden bu ayetler, emperyalizmin lı.ıpishanesine dönüştürülmüş mabetlere (ibadethanele- ıı ) hapsolmayı din sanan bir kitlenin Allah tarafından Mlalı’ın düşmanı gibi algılandığını göstermektedir. De­mi k ki, mabede, mescide müdavim olmak Allah katında liri şey demek değildir. Bunun içindir ki Kur’an, iki tür ıı.11nazdan söz etmektedir:

ı İnsanı Allah’a yaklaştıran, rahmet vesilesi namaz,

• İnsanı Allah’ın düşmanı haline getiren lanet vesilesi onmaz. (Maun, 4-7)

I m’an’a saygımız varsa bu namazların ikisini de gün- ■I' m yapmalıyız. Birini sakladığımızda biz de Kur’an’m Imeline çarpılırız. Çünkü bu iki namazın birini sakladı­ğı ı ırzda namazın gerçek anlamını kavramamız mümkün "iımıktan çıkar.

/1111 RUF SURESİ’NİN YAKTIĞI MEŞALE

1 'm e ayetleri okuyalım:

İlle, Firavun, toplumunu böyle küçümseyip horladı da fiilin- da ona itaat ettiler. Çünkü onlar yoldan sapmış iıiı toplum idiler. Onlar bizi bu şekilde öfkelendirince, iıi r de onlardan öç aldık; hepsini suya gömüverdik. On­lun, sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.” Un ayetleri, tefsir kurallarını (semantik ve hermenötik

dikleri) dikkate alarak değerlendirdiğimizde şu ger-

■ kIcrin altını çizmemiz gerekiyor:

i f irııvunlann horlayıp ezmesi ile toplumun ona itaati

arasında bağlantı vardır. O itaat olmasaydı bu horla ezme de olmayacaktı.

2.       Firavunun horlayıp ezmesine isyan yerine itaatle k şılık verilmesi Allah’ı öfkelendirmiş, bunu yapan kil den intikam alma kararma vardırmıştır.

Firavunları yaratanların bu ruh yapıları ve kişilikleri5 nus suresi 83’te de anlatılmıştır:

“Firavun ve kodamanlarının kendilerine kötülük eti terinden korktukları için, kavmi arasından bir geni grubu dışında hiç kimse Musa’ya inanmadı. Çünkü ravun, o toprakta gerçekten çok üstündü ve gerçek sınır tanımaz azgınlardan biriydi.”

Anlaşılan o ki, Kur’an, bir kitlenin içinden birileri limlerle işbirliği yapmadıkça o kitlenin zulüm ve istik yenik düşmeyeceği kanısındadır. Yukarıki ayet ayrı despot zalimlere karşı çıkmada gençliğin daima öı gittiğini de dolaylı bir ifadeyle vermiştir. Kur’an, Züh 54. ayette kullandığı kelimeyi kullanarak kendisini t liğ eden Peygamber’e şu emri vermektedir:

“Gerçeği hakkıyla göremiyor olanlar seni asla küçii semesin/ezip horlamasın!” (Rum, 60)

Bugün için mesele gelip gelip şurada düğümlenij Hz. Muhammed, özgürlüklerin ve esaret tanımamar sembolü müdür yoksa daha çok namaz kılmanın, d: görkemli sarık sarmanın sembolü mü? Kur’an, biri şıkkı onaylıyor. Hz. Muhammed bu şıkka göre yaşadı onu miras bıraktı. Emevî, bu mirası yozlaştırıp ‘özg lüklerin Peygamberi’ni ‘daha çok namaz kılmanın, d: görkemli Arap sarığı sarmanın sembolü’ haline getir

Hu saptırma ve yozlaştırmaya ilk büyük isyan İmamı Azam Ebu Hanîfe’den geldi. Arap fistanı ile Arap sal- ı.ıHatlarını dinleştirenler İmamı Âzam’ı ‘namazsız ve isyancı bir din’ kurmakla suçladılar. İmamı Âzam, Hz. I’cygamber’i özgürlüklerin ve esaret tanımamanın sem­bolü olarak öne çıkarmanın faturasını başıyla ödedi. Ve Büyük İmam’ın ardından İslam tarihi asırlarca Emevî

111 niyetiyle yürüdü. Ne yazık ki, hâlâ da o zihniyetle yü­zmektedir.

Ahzâb 57. ayete göre, “Allah’a ve Peygamber’e eziyet «■ilenler lanetlenmişlerdir.” Peygamber’e eziyeti anla­makta zorluk çekilmez ama “Allah’a eziyet nasıl olur?” ille sorulmaktadır. Zühruf 55. ayet bu sorunun ceva­bını getiriyor. Orada Cenabı Hak tarafından kullanılan asefûnâ’ kelimesi ‘bizi üzdüler, öfkelendirdiler’ anla­mındadır. Demek ki, zulüm karşısında pasif kalarak za­limlere dolaylı destek vermek, Allah’a eziyet etmektir. \llah bundan öylesine rahatsız olmaktadır ki bunu bir mi ikam sebebi sayıyor.

/.alimlere itaat, Allah’ı öfkelendiren tek kötülüktür. I lûd suresi 59. ayet bunu, ‘inatçı zorbaların emrine uy­mak’ şeklinde tanımlıyor.

I I KEN BARBARLAR-EDİLGEN BARBARLAR

i lken barbarlar olan firavunları edilgen barbarlar ulan itaatkâr-uşak kitle yaratmaktadır. Bu Kur’ansal tespite, en iyi değinenlerden biri de Erich Fromm’dur.

Bugünkü uygarlık ancak bir ‘kitle insanı’ yaratabilir: Seçme yeteneği olmayan, içinden gelen ve kendisinin «önlendirdiği etkinliklerde bulunmayan; olsa olsa sa- Im lı, yumuşak başlı, tekdüze iş görmeye nerdeyse acı-

naşı bir biçimde alıştırılmış seçmeleri azaldıkça sor suzluğu da artan birisi: Sonunda yalnızca koşullu kileriyle yönetilen bir yaratık, modern iş kuruluşla bağlı reklam ajansları ve satış örgütlerinin, totality da yarı totaliter hükümetlerin propaganda ve planl bürolarının istediği ideal tip. Bu tür yaratıklar içi güzel övgü sözü şudur: ‘Sorun çıkarmıyorlar.’ Bu y tıkların en yüce erdemi de şudur: ‘Hiçbir şeye karşı iniyorlar.’ Önünde sonunda böyle bir toplum, yaln iki grup insan yaratacaktır: Koşullayanlar ve koşı nanlar; edilgen barbarlarla etken barbarlar.” (Fro Sağlıklı Toplum, 207)

FİRAVUNÎ TOPLUMLARDA
SADOMAZOŞİST ÇARK

I iravunların temel özelliklerinin ikisine, firavun adının i'.cçtiği ilk sure olan Fecir 10-13. ayetlerde değinilmiş­in': Tuğyan (kudurganlık) ve fesat (bozgun, bölücülük) Bıı özelliklerin ayrıntıları eserimizin üçüncü bölümünün Fecir suresi faslında verilecektir.

I iravunların belirgin özelliklerinden üçüncüsü olan fır­ını laştırma yani toplumu ayrıştırıp gruplara bölme ko­lu lüğü ise Kasas suresinde gündem yapılmıştır ki onun ayrıntılarını da üçüncü bölümün Kasas suresi faslında i'.ıireceğiz.

Bütün firavun benlikler raiyye kitleler ister. Çünkü fi- ıııvun benlik sadisttir; sadist benliğin tatmini için ma­zoşist benlikler lazımdır. Yani raiyye-fîravun, firavun- nıiyye çarkı sadomazoşist bir çarktır. Sadece mazoşist­ler sadistlere muhtaç değildir, sadistler de mazoşistlere muhtaçtır. Bu ikisi daima birbirine bağımlıdır. Sadist­li) avun benlik, yönettiği kitlenin iki şey olmasını asla islemez:

I. Tümden yok olmak,

L Şuurlu-özgür karşı çıkış sergileyebilen benlik olmak.

Raiyye benlikler, sadist-firavun güdücülerce sevilir, acı­mı. korunur. Krallık-padişahlık sistemlerindeki sözde

‘halk sevgisi’ böyle bir sevgidir. Muhtaç-sürüngenlı duyulan bir tatmin hissidir ki bu, firavun-sadistler c ‘halka şefkat’ yaftası yapıştırırlar. Peki, bu şefkat nec o halkın özgür iradesini kullanan yaratıcı bireyler oln sim mümkün kılmıyor?” diye sorulmamıştır.

“Sadist kişi, açıkça egemen olduğu kişileri ‘sever’, kişi karısı, çocuğu, asistanı, bir garson, sokaktaki dilenci olabilir, her durumda egemenlik nesnesine k şı duyulan bir ‘sevgi’ ve hatta minnet vardır. Sadist k karşısındakini çok sevdiği için hayatına egemen olm istediğini düşünebilir. Aslında, onu, ona egemen oldu için ‘sever.’ Egemenlik kurduğu kişiyi maddi şeyleı övgülerle, sevgi kanıtlarıyla, zeka görüntüleriyle ya ilgi göstererek kandırabilir. Ona her şeyi verebilir, şey dışında: Özgür ve bağımsız olma hakkı.” (Froır Özgürlük Korkusu, 130)

Simbiyotik İlişki:

Sadist benlikle mazoşist benlik arasındaki bu ilişk psikolojide (biyolojiden alınan bir tabirle) simbiyo ilişki (Fransızca ve İngilizce’de telaffuz farkıyla a sözcük) denmektedir.

Simbiyotik ilişki, birbirine zıt iki yapı veya karakter a sındaki birlikte yaşama mecburiyetinden doğan bir ili türüdür, (bk. Webster International Dictionary, symb sis mad.) Simbiyotik ilişkide, birbirine zıt iki varlık v< kişilik, birbirinden yararlanan iki asalak varlık olarak tür kader birliği yaparlar. Bu birliktelik, biyolojik alar anne ile çocuk arasında vücut bulmaktadır. Aynı bir] telik eşler arasında da gözlenebilir. Öyle ki bunların 1 öldüğünde öteki de yaşayamaz olur.

Simbiyotik birliktelik, kölelerle efendileri arasında da vıicut bulmaktadır. Bu ilişkide bazen, efendinin köle üzerindeki sadist zevk tatminleri, köle için de özlenir nlmaktadır. Geçmiş toplumların birçoğunda tiranla toplum arası ilişkiler böyle bir ilişki olabilmiştir. Başa ı.ıkamadığı düşmanlarının kahredici gücü karşısında tes­limiyet duyarak kendisini tatmin eden toplumların psi­kolojileri de aynı türdendir. Burada mücadele ile elde ■ 11ilemeyen tatmin, teslimiyet ve köleleşme ile elde edil­mektedir. ‘Celladına aşık olmak’ dedikleri dejeneras­yon, işte böyle bir illettir. Bu tür bir ilişki, sevgi ile nefret »i«ısındaki esrarengiz alanda vücut bulan gidip gelme- lı i i göstermesi bakımından son derece şaşırtıcıdır, (bk. I udwig Knoll, Encyclopedic dela Psychologic Pratique, Syınbiose maddesi)

Milli Mücadele'ye öngelen günlerde, mandacılığı savu­nanların psikolojileri böyle bir simbiyotik psikoloji idi. Mustafa Kemal’in tavrı, kişiliği ve hayat anlayışı ise bu .ımbiyotik psikolojiye tamamen ters, mücadeleci, zoru vı- karşı çıkışı seçen bir psikoloji idi. Bunun için de raha- iı. teslimiyetin getirdiği güveni seçenler tarafından iha- urt ve isyan olarak algılanıyordu.

Ne ilginç bir varoluş paradoksudur ki, sadist-fîravu- ııun hegemonyası altına giren kişiler sadist ezicilerini »iverler. Kur’an Zühruf 54-56. ayetlerin ‘Allah’ı üzüp "Ikclendirerek intikam almaya sevk eden sapıklık’ ola- ı ık gördüğü bu bu kitlesel düşüşe modern psikoloji ‘ma­zoşist sapıklık’ (masochistic perversion) diyor. Erich l'iomm’u dinleyelim:

"Acı çekme ve zayıflığın, insan çabasının amacı olabile- • i ğini kanıtlayan bir olgu vardır: Mazoşist sapkınlık. Bu ılımımdaki kişilerin bilinçli biçimde acı çekmek istedik­

leri ve bundan hoşlandıkları görülür. Mazoşist sapkınlı ta, kişi başkasının kendisine fiziksel acı verdiği durunu cinsel heyecan duyar. Ancak bu, tek mazoşist sapkınl biçimi değildir. Genellikle aranan, acının kendisi değ fiziksel olarak çaresiz ve zayıf olmanın getirdiği hey can ve doyumdur. Çoğu kez, mazoşist sapkınlıkta ist nen, ‘manevî’ olarak zayıflatılmak, küçük bir çocuk gi azarlanıp aşağılanmaktır. Sadist sapkınlıkta ise doyu bunun karşıtından, yani başkalarına fiziksel olarak zar vermekten, iplerle ve zincirlerle bağlamaktan ya da e lem ve sözcüklerle aşağılamaktan elde edilir.” (Fromı Özgürlük Korkusu, 131)

Velhasıl, firavunların dünyasında kitle olacaktır an raiyye yani hayvan sürüsü olacaktır. Güdülebilecekt bu da yetmez güdülmekten zevk alabilecektir. Güde leri takdis edebilecektir. Bakın Osmanh düzenine: Be tan sona bir zulümler ve hegemonyalar düzeni olan 1 düzen, raiyyeleştirip sömürdüğü ve süründürdüğü k lelere kendisini ‘Allah’ın yeryüzündeki gölgesi’ olan takdis ettirmiştir. Bırakın koyu raiyyelik dönemleri] OsmanlI’nın Meşrutiyet dönemindeki anayasasını (1876 anayasası) bile padişahın sorgulanamazhğını il de eden tabirler, Kur’an’m Allah için kullandığı tab lerin kelimesi kelimesine aynıdır. Allah nasıl ‘la yüs’ı (sorgulanma ve sorumluluk üstü) ise padişah da öyled Neden olmasın? Padişah, ‘yeryüzünde Allah’ın gölge değil mi?

Raiyye kitlelerin mazoşizme sapmaları şaşırtıcı değ dir. Mazoşizm, özgür-yaratıcı benlikten kaçışın telafisi sağlayan mekanizmalardan biridir. Fromm, buna ‘c gürlük yükünden kurtulmak’ (to get rid of the burdi of freedom) diyor:

"Mazoşist eğilimlerin büründüğü değişik biçimlerin ortak bir amacı vardır: Bireysel benlikten kurtulmak, kendini kaybetmek; yani özgürlük yükünden kurtulmak. Bireyin çok güçlü olduğunu hissettiği bir kişi ya da güce boyun eğmeye çalıştığı mazoşist çabalarda bu amaç çok »çık seçiktir. Bir başka kişinin üstün gücüne inanç, her zaman göreli anlamında alınmalıdır. Bu inanç, öteki kişinin gerçek üstün gücüne de dayalı olabilir, kişinin kendi önemsizlik ve güçsüzlük inancına da.”

Kendi bireysel benliğimi hiçe indirebilirsem, birey ola­nı k ayrılığımın bilincinin üstesinden gelebilirsem, ken­dimi bu çelişkiden kurtarabilirim. Bu amaca yönelik yollardan biri, bütünüyle küçük ve çaresiz olmaktır; bir başka yolu acı ve ıstırap altında ezilmek; bir başkası da sarhoşluğun etkisinde boğulmaktır. İntihar, bütün öbür yollar kişiyi yalnızlık yükünden kurtaramadığında, son umuttur.” (Fromm, Özgürlük Korkusu, 134-135)

"Mazoşizm, insanın bireysel özünden kurtulma, özgür­lükten kaçma ve kendisini bir başkasına bağlayarak güvenlik arama girişimidir. Bu tür bir bağımlılığın çok çeşitli biçimleri vardır. O, özellikle kültürel kalıplar bu liir bir ussallaştırmayı meşrulaştırdığı zaman, özveri, ödev ya da sevgi olarak ussallaştırılabilir. Mazoşist uğ­raşlar bazen cinsel itilimlerle karışık ve haz verici ola­bilirler (mazoşist sapkınlık). Mazoşist uğraşlar çok kez kişiliğin bağımsızlık ve özgürlük isteyen bölümleriyle öylesine çelişirler ki, acı verici ve işkence yapıcı durum­lar olarak duyumsanırlar.”

“Ortak yaşama bağlantısının sadist ve etkin biçimi olan başkalarını yutma itilimi, sevgi, aşırı koruyuculuk, ‘hak­lı gösterilmiş’ baskı, ‘haklı gösterilmiş’ intikam vb. her birden ussallaştırmalarda görülür. O, aynı zamanda cin­

sel itilimlerle karışmış olarak cinsel sadizm şeklinde de ortaya çıkar. Tüm sadist dürtü biçimleri, bir başka kişi üstünde tam bir baskı kurma, onu ‘yutma ve istencimi­zin güçsüz bir objesi yapma’ itilimine geri götürebilir. Güçsüz bir insan üstünde tam bir baskı kurma, etkin bir ortak yaşam bağlantısının temelidir. Üstünde baskı ku­rulan kişi, kendi başına bir erek olan bir insan olarak değil de kullanılacak, sömürülecek bir şey olarak algı­lanıp işlem görür. Bu yoğun istek, yıkıcılıkla ne kadar çok karışırsa o kadar acımasız olur. Ama, kendisini çok kez ‘sevgi’ kılığında gösteren iyiliksever baskı kurma da bir sadizmdir. İyiliksever sadist, objesinin zengin, güçlü, başarılı olmasını istediği halde, bir tek şeyi, objesinin öz­gür ve bağımsız hale gelmesini ve bu nedenle onun ol­maktan kurtulmasını tüm gücüyle engellemeye çalışır.” (Fromm, Kendini Savunan insan, 111)

Mazoşist ruh hali, kitlesel tezahürlerinde daha çok bir kurtarıcı beklentisine bürünür. Kurtarıcı bekleyen kit­le psikolojisi, tarihin en uzun ve en yoğun mazoşizmini sergilemiştir. Fromm, insan kitlelerinin bu halini tasvir de şu örneği veriyor:

“Evi yanan bir adam, penceresinde durarak yardım istet, kimsenin kendisini duyamayacağını unutmuştur, birkaç dakika sonra alev alacak olan yangın merdiveninden inmeyi de aklına getiremez. Kurtarılmak istediği için bağırır, o anda davranışı kurtuluş yolunda bir adım gibi görünür, oysa tam bir felaketle sonuçlanacaktır. Ayın biçimde, mazoşist çabalar da kusurları, çelişkileri, teli likeleri, kuşku ve dayanılmaz yalnızlığıyla bireysel ben likten kurtulma isteğinden kaynaklanır, ama yalnızca en görünürdeki acıyı hafifletebilir, bazen daha da büyük acılara yol açar. Mazoşizmin mantıksızlığı, bütün başka nevrotik davranışlarda olduğu gibi, dayanılmaz bir ruh

sal durumu çözmek için benimsenen yolların sonunda yararsız oluşmadandır.”

“Mazoşizm açısından bunun anlamı, bireyin dürtüsü­nün dayanılmaz bir yalnızlık ve önemsizlik duygusu olduğudur. Birey, benliğinden kurtularak bu duygudan kurtulmaya uğraşır; buna ulaşma yolu kendini küçült­mek, acı çekmek, kendini bütünüyle önemsiz kılmaktır. Ama istediği acı değildir; acı, zorunlu olarak ulaşmaya çalıştığı bir hedef için ödediği bedeldir. Bedeli ağırdır. Giderek de artar. Aslında fiyatını ödediği şeyi hiçbir za­man elde etmeden sürekli borca girer, oysa istediği iç huzuru ve dinginliktir.”

“Bireysel benliğin yok edilmesi ve böylece dayanılmaz yalnızlık ve güçsüzlük duygularının yenilmesi çabası, mazoşist çabaların yalnızca bir yönüdür. Öteki yönü, kişinin kendisi dışında daha büyük ve güçlü bir bütü­nün parçası olma, bunun içinde erime ve buna katılma çabasıdır. Bu bütün bir kişi, bir kurum, tanrı, ulus, bi­linç ya da ruhsal bir zorlanım olabilir. Sarsılmaz dere­cede güçlü, yıkılmaz ve görkemli olduğu düşünülen bir bütünün parçası olarak kişi bunun gücüne ve görkemi­ne katılmış olur. Kendi benliğini bütüne adar ve benli­ğine ilişkin bütün güç ve gururdan vazgeçer, birey ola­rak bütünlüğünü yitirir ve özgürlüğünden de vazgeçer. Ama içinde eridiği güce katılımı, ona yeni bir güvenlik ve yeni bir gurur sağlar. Ayrıca kuşku işkencesine karşı ıhı bir güven kazanır.”

“Mazoşist kişi, efendisi kendisi dışında bir otorite de olsa, bilinç ya da ruhsal zorlanım gibi içselleştirilmiş de olsa karar vermekten, benliğinin yazgısının sorumlulu- |] un dan ve böylece de hangi kararları alması gerektiği kuşkusundan kurtulmuştur. Ayrıca hayatın anlamı ya

da kim olduğu gibi kuşkulardan da kurtulmuştur, 1 soruların yanıtını, kendisini bağladığı güçle ilişkisin bulur. Hayatının anlamı ve benliğinin kimliği, ben ğin içinde eridiği büyük bütün tarafından belirteni (Fromm, Özgürlük Korkusu, 135-137)

Kurtarıcı beklemeye Fromm’un verdiği bir diğer ; ‘büyülü yardımcı beklemek’ olmuştur. ‘Büyülü yardı cı’ (magic helper) beklemenin insan hayatındaki şaşır sonucu hayal kırıklığı ve hüsrandır. Akıl ve mücadeleı yerine ‘kurtarıcı bekleme’yi koyan toplumların tarihi t nun en şaşmaz kanıtı ve tanığıdır.

Dahası var: Ezilip horlanarak sömürülen kitle, hayal tiği ‘kurtancı’yı bulamayınca, kendisini sömüren eh dilerini bir tür kurtarıcı gibi algılamaya başlar. Sa< mazoşizmin kahırlı tecellilerinden biri de budur.

“Sömürülen grubun gücü, durumunu değiştirmeye y mediğinden ya da herhangi bir değişiklik düşünü sahip olmadığından bu grup, efendilerine, ‘yaşam nm sağlayan ve yaşamın verebileceği her şeyi ken lerinden edindikleri kimseler’ olarak bakma eğilim gösterecektir. Kölenin efendisinden elde ettiği ne ka< az olursa olsun, o, kendi çabasıyla bunu bile elde et meyeceğini düşünmektedir.” (Fromm, Kendini Savun İnsan, 84)

Fromm’un bu sözleri, Kur’an’m Nahl suresi 75-76. ay lerinin bir yorumu gibidir. İşte o ayetler:

“Allah şöyle bir örnekleme yaptı: Hiçbir şeye gücü y meyen, başkasının eşyası durumunda bir kul/köle bizden bir güzel rızıkla rızıklandırdığımız ve ondan g li-açık dağıtan bir kişi. Bunlar aynı olur mu?! Bül

övgüler Allah'adır ama onların çokları bilmiyorlar. Al­lah şöyle bir örnekleme de yaptı: İki adam; birisi konuş­maz; hiçbir şeye gücü yetmez, efendisi/yöneticisi üstüne sadece bir yük. Efendi onu nereye gönderse hiçbir hayır getiremez. Şimdi bu adam, dosdoğru bir yol üzerinde bulunup adaleti özendiren kişi ile aynı olur mu?”

Erich Fromm (ölm. 1980) eserlerinden birinin adını ‘Ou Disobedience’ (İtaatsizlikÜstüne) koymuştur. Bu eserin küçük adı, onun mesajının da özetidir: AVhy Freedom Means Saying No to Power’ (Özgürlük Neden Otoriteye Hayır Demek Anlamındadır?) Fromm bu isimlendirme siyle, âdeta, Kur’an’m Zühruf suresi 54-56. ayetlerinin mesajını özetlemiştir.

FİRAVUNÎ YÖNETİMLERDE
ZORBALAR SİSTEMİ

‘Allah’ın gölgesi’ diye kutsanan ama aslında ‘Allahın be­lası’ olan Ortadoğu despotları, raiyyelerini sadece ken­dileri horlayıp süründürmekle kalmamış, yaşattıkları ‘çeteler sistemi’ ile de ayrı bir zulüm ağı örmüşlerdir halkın başına. Osmanlı düzenindeki ‘zorbalar’ gerçeği­ni unutmayalım. Tabiî ondan önce şunu unutmayalım:

Osmanlı düzeninin bizatihi kendisi, esası itibariyle bir zorbalar ve zorbalık düzenidir. Tarihi boyunca hiçbir hüccet üretmeyen bu düzen, yürüttüğü zorbalıkla bü­yük bir kudret imparatorluğu olmuştur ama bu sahte ve devşirme kudret, yaratıcı bir yapıya dayanmadığı için çöküşten kurtulamamış ve asırlarca zorbalıkla yö­nettiği kitleleri en sonunda sürünen yığınlara dönüş­türmüştür.

OsmanlI’daki zorbalık düzeninin kutsanıp tebcil edilme­sinde maske ve araç olarak, temel niteliği zulme karşı çıkmak olan İslam dini kullanılmıştır.

OsmanlI’nın bütün zorba icraatına ‘cihat’ ve ‘îla-i keli- metillah’ damgası vuran kurum, şeyhülislamlıktır.

O icraat cihat ve îla-i kelimetillah idiyse uğranılan bu akibet nedir? Yoksa Allah kendisinin adını yüceltenleri rezil ederek onlardan intikam mı alıyor? Yani Allah za-

Iim mi? Elbette ki hayır. O halde gerçek nedir?

(ierçek şudur: OsmanlI’nın icraatı cihat falan değil, zor­balık ve çapuldu. Onun bunun ürettiği değerleri kendi sofrasına aktararak bununla kasılıp kabaran koca bir cüsse idi Osmanlı.

I ’eki, Osmanlı büyük bir devlet değil miydi? Elbette ki büyük bir devletti. Ama şu söylediğimiz anlamda ve o çerçevede büyük bir devletti. Hüccete, yaratıcılığa, de­ğer üretmeye dayalı bir devlet değildi; hazır yemeye, mi­ras tüketmeye, onun bunun aim terine tasalluta dayalı bir kudret devletiydi.

(ienel çerçevesiyle bir zorbalık düzeni olan Osmanh dü­zeninde, terimsel anlamıyla zorbalar, devlete problem çıkarıp sıkıntı yaratmasınlar diye, devlet tarafından sü­rekli beslenen ve okşanan kendine özgü eşkıyalık ekip­leridir. Devlet, bütün tarihi boyunca bu eşkıyalık kuru­mu ve eşkıyalarla paralellik veya entegrasyon içinde ya- şıırnış, yaşamak zorunda kalmıştır. Çünkü kendi devlet felsefesi de böyle bir zihniyete dayanıyordu. Mecburen kendisini sürekli tehdit eden zorbalara durmadan yem ve prim vermiştir. Bu yem ve primlerin tümü halkın sır- l nidan ve canından veriliyordu. Son dönem Osmanh ta­rihçisi Ahmet Refik bu zorbalar sisteminin vicdansız ve imansız icraatını çok güzel anlatmıştır. Devletin halkın mah ve kanıyla besleyip finanse ettiği zorba ekiplerle il­gili birkaç paragrafı, kısmen sadeleştirerek verelim:

Kara Yazıcı: (Jsınanlı zulmüne karşı ayaklananlar, önce halkı zalim devlete karşı koruyan birer merhamet öncüsü kesiliyor,

daha sonra, istedikleri güce ulaştıklarında bizzat ken­dileri birer zulüm aracına dönüşüyorlardı. Ünlü zorba­ların hayat ve faaliyetlerine şöyle bir bakmak bu gerçeği açık seçik görmemizi sağlayacaktır. İlk örneğimiz, ünlü zorba Kara Yazıcı olacaktır. Ahmet Refik’i izleyelim:

“O devirde, başına toplanan binlerce insanı devlet şek­linde idare ederek divan hükümleri tarzında hükümler isdar eyleyen bir Sekban bölükbaşı vardı ki, o da Kara Yazıcı Abdülhalim idi.”

“Kara Yazıcı’mn faaliyeti 1598 senesinde başladı, 1601 senesi sonlarında kendisinin vefatını müteakip de sene­lerce devam etti.”

“Devlet ricali için Anadolu meselesi mühimdi. Bununla beraber, Anadolu’ya namuslu, zulümden ve rüşvetçilik­ten kaçman kadılar ve mütesellimler (vergi tahsildar­ları) gönderilmedikçe bu ayaklanışlarm zuhur edeceği tabiiydi. Üçüncü Mehmed’in haris devlet ricali, bu nok­tayı nazarı itibara almaktan ziyade, Anadolu’da Osman­lI idaresinin zulmüne karşı kıyam edenleri ezmekle ihti­raslarına ve zevklerine serbest bir cereyan vermek siya­setini takip ediyorlardı.”

“Anadolu’da bu kıyamı idare edenlerin gayeleri soy­gunculuk değildi. ‘Osmanh’nın elini o taraflardan ta­mamen kesmekti.”

“Anadolu halkının mühim bir kısmı Osmanlı idare­sinden kurtulmak istiyordu. Çekilen zulüm hakikaten tahammül edilecek gibi değildi. Osmanlı idaresine hu­sumet o derecede idi ki, Kara Yazıcı ölür ölmez adamın cesedini parçalayıp her parçasını bir yere defnetmişler. Tâki Osmanlı bulup ateşe yakmıyalar.”

“Osmanlı idaresini, Osmanlı vezirlerini Anadolu’da seven yoktu. Zulümlerinden ve tasallutlarından herkes bıkmıştı. Hatta kalede, Hasan Paşa ile beraber kalan halk bile Kara Yazıcı’nın halefine taraftarlık ediyorlar­dı. Bu sebepten, Anadolu halkı Osmanlı tarihçilerinin kitaplarında bile ‘Türkü bedbaht’ diye yadediliyordu.”

“Esasen Anadolu’nun büyük kısmı Osmanlı idaresinden çıkmıştı. Sivas’ta Alaca Atlı Ahmet Paşa, Erzurum’da Tavil ile Kara Sait, Karaman’da da Deli Hasan hüküm­randı. Deli Hasan Kütahya’yı bile elde etmişti. Anadolu bu vaziyette olduğu gibi, Saray da Sipahiler tarafından sıkıştırılıyordu. Halkın istediği, hak ve adalet, sükûn ve istirahatti. Devlet ricali ise, şeyhülislamına varıncaya kadar, menfaatlerinden başka bir şey düşünmüyorlar­dı.” (Ahmet Refik, Zorbalar, 5-12)

Dağlar Delisi:

“Dağlar Delisi öyle bir devirde yaşamıştı ki, Anadolu, Osmanoğulları’nın saltanatına karşı ayaklanmıştı. Ce­lalilik namı altında husule gelen bu galeyan, vakıa Ana­dolu halkını ezmek dolayısıyle muzır, imhası elzem bir hareket idi; fakat milleti de, memleketi de zevkine, sefa­hatine, ricalinin cehaletine kurban eden sarayın mülk ve devlet namına muzır icraatına mani olmak noktai nazarından da Türkün canlılığını, cevvaliyetini, kahır ve istibdada karşı tuğyan ve isyanını gösteriyordu. O zamanlar Anadolu’da yaşayan Celali zorbalar ile sal­tanat makamı, âdeta birbirini imhaya uğraşan, karşı karşıya gelmiş iki kuvvetti. Hatta Kalenderoğlu, Muslu Çavuş'a gönderdiği bir mektupta şöyle diyordu:” “Serüvenim malumdur. Ahdine ihanet eden Osmanlı-

lar mütegallibe olmağla gururları kemale irüb âleme cevrücefayı ilke edindikleri için taatlerinden yüz çevi- rüb izharı hulusu terk eyledikden sonra Mıhalıç ve Ay­dın ve Saruhan ellerini yağma ve talan eyleyüb sayısız ganimetle döndük.”

“İstanbul nazarında Anadolu, yalnız kuvvetinden ve servetinden, canından ve kaynaklarından istifade olu­nur bir kuvvet hazinesiydi.”

“İstanbul, Anadolunun kanını emerek yaşıyordu. Ana­dolu da İstanbul’un bu musallat olmuş hâkimiyetini anlıyordu. İlk fütuhat zamanlarında payitahta ve sal­tanata karşı gösterilen merbutiyet za’fe uğramıştı. Se­bebi: Padişahların aczi, valilerin zulmü, halkın cehalet ve istibdat yüzünden perişan olması, mevcudiyetlerini muhafaza için sergerdeleri ve zorbaları kendilerine halaskâr addetmeleriydi.”

“Naima diyor ki: ‘Zorbaların serçeşmesi Dağlar Delisi, Süleyman nam piri nâdan ki ol taifenin en yücesi mesa­besinde koca bir dengesi bozuk sipahi idi. Cümle Bey- şehri ve Seydişehri ve Bozkır havalileri, belki Larende ve Konya sipahileri ve sair eşkıya onun bağlılarıydı.”

“Anadolu’da muvaffakiyet ihrazı için Dağlar Delisi’nin nüfuzuna ihtiyaç vardı. Osmanlı ordusunun muazzam kuvvetini teşkil eden Sipahiler, Dağlar Delisi’nin ve emsali zorbaların emirlerine bağlıydı. Hepsi de Dağlar Delisi’ni velinimet bilirler, emrinden dışarı çıkmaz­lardı. O, bu nüfuzuna kendi de vakıftı. Hatta Hüsrev Paşa’nın Bağdat seferinde Osmanlı hanedanı hakkın- daki hissiyatını tamamile izhar etmişti.” “Dağlar Delisi OsmanlIların muvaffakiyetini istemezdi.

Gördüğü hizmeti ancak para ve menfaat mukabilinde yapardı. En ziyade düşündüğü, emrindeki kuvvetlere dayanarak hayatını ve refahını temin eylemekti. Bunun için kendisinin yegâne kuvvetini teşkil eden Sipahilerin yürüyüşünü muvafık görmedi.”

“Dağlar Delisi’nin bu zihniyeti gösteriyordu ki, hükü­metle millet beyninde emniyet, itimat, karşılıklı sami­miyet yoktu. Bu sebepten millet efradı da kendilerini hükümetin istibdadından, aczinden, idaresizliğinden, hatta insafsızlığından kurtarabilecek zorbalar ve eş­kıya etrafına toplanmışlardı. Bu zorbalar Anadolu’da, etraflarına toplanan halkın mümessilleri mesabesinde idi. Dördüncü Murat devrinde Dağlar Delisi Süleyman, âdeta zorbaların besleyici pınarı idi.”

“Halk mesut olmadıkça, İstanbul’da kubbe altında oturmayı milleti soymak için dayanak edinen dimağlar yaşadıkça, padişah, saltanatını muhafaza etmeyi mil­letin refahına tercih ederek devletin idaresini muhte­rislere ve naehilellere bıraktıkça, memlekette pek çok Dağlar Delisi’nin zuhur edeceği aşikardı. Gerçekte de öyle oldu”

Dağlar Delisi Bağdat seferine gitti, avdette ‘hatfi cnrden (ecelinden) vefat etti. Fakat zorbalık baki kal­dı. Anadolu gene zulüm altında ezildi. Şimdi de başka zorbalar, Dağlar Delisi’nin zalim yoldaşları hüküm sü- myorlardı: İlahi Beyler, Rum Mehmetler, koca zorbaya h;ıkiki şerrülhalef olmuşlardı.” (Ahmet Refik, Zorbalar, I M8)

Deli İlahi:

"Çirkinliğiyle ünlü bu Türk zorba, Dağlar Delisi’nin ye-

İ5Z                               I" I HAVDIN

ğeniydi. Dağlar delisi’nin ne kadar etbaı varsa, Konya si­pahileri, civardaki eşkıya, kâmilen Deli İlahi’nin maiye­tine geçmişti. Beyşehri sancağında Deli İlahi’den başka kimsenin hükmü geçemezdi. O derecede ki, Deli İlahi ne Padişahın emrini ne Divan’ın hükmünü, hiçbir şeyi dinlemezdi.”

“Sadarete geçenler şahsî menfaatlarinden başka bir gaye takip etmedikleri gibi, sadareti veren padişahların da saltanatlarını muhafazadan başka bir emel besle­dikleri yoktu.”

“Diğer taraftan, halk zorbalar elinde inliyordu. Dör­düncü Murat’ın gençliği, validesi Kösem Sultan’m be­ceriksizliği milletin sefaletine sebebiyet vermişti. Koca devleti idare edecek, halkı zorbalar elinden kurtara­cak, Osmanlı idaresinde doğmak felaketine uğrayan zavallı Türkleri insanlığın ve medeniyetin saadetlerine nail edebilecek hiçbir zeka, hiçbir kuvvet, hiçbir şahsi­yet yoktu. Maamafîh sadarete göz dikenler pek çoktu. Fakat hiçbiri de devletin yaralarını tedavi edecek, pa­dişaha rehberlik eyleyecek, milleti şakavet ve zorbalık devrinden kurtaracak irfan ve zekaya sahip değillerdi. Şahsî ihtirasını tatmin için sadarete geçmenin milliyet namına hakaret olduğunu kimse idrak edemiyordu. Hususile padişaha rehber olmak, milleti saadete îsal etmek için geçilecek olan bu mevki, kendisine ehil ol­mayanların helakine de sebep oluyordu.”

“İstanbul’da sadaret kavgaları, eşkıya rezaletleri hü­küm sürerken, Anadolu’da hükümetten ve himayeden mahrum yaşayan halk hemen her gün soyuluyor, adi bir eşkıyanın keyfîne ve ihtirasına âlet oluyordu.”

“Deli İlahi halkı yalnız kendi zulmile bizar eylemez-

IIXJIMOI DOLUM                  ÖJ

di. Kethüdası San Mustafa bile kendisine karşı ayağa kalkmayanları sopa ile döğer, zorbası Deli İlahi de bu cürümden bilistifade yirmi bin akça ceza almaktan geri durmazdı. Memleketin ulema ve fuzalası Deli İlahi’nin şerrinden yurtlarını terk ederlerdi. Deli İlahi bundan bir kat daha memnun olur, gidenlerin mallarını zapteder, adamlarını eziyetler ve cefalarla bizar eylerdi. Şehrin kadısı bile Deli İlahi’nin emrine tabi idi. İstediği bir şey için derhal kadıya haber gönderir: ‘Şunu şöyle yazsun!’ diye bir emir verirdi. Deli İlahi’nin emri ister şerî, ister gayrişerî olsun, ifa edilmemek gayrikabildi. Emrine ita­at etmeyenleri ıssız yerlere sürdürür, akabinde de idam ettirmekten geri durmazdı.”

“Deli İlahi, Konya için bir felaketti. Kuvvet ve satveti o derece artmıştı ki, ciride bile çıktığı zaman, maiyetinde şalvarlı, müzeyyen kıyafetli adamlar götürür, kibrinden halka selam bile vermeye tenezzül etmezdi. Hatta ‘mi­zah yüzünden sövse bile ol kimse bugün Ağa bana iltifat eyledi, deyu sevincinden postuna sığışmaz olurdu.’ Deli İ lahi’nin zulmü halkı o derece ürkütmüştü ki, emrinden çıkmaya kimse cesaret edemezdi. Bağdat seferinde Çer­keş Ahmet Paşa Karaman Beylerbeyisi olduğu zaman, vergi tahsildarlığına Deli İlahi’yi tayin etmişti. Sebebi de pek aşikardı: Çünkü vilayete kimi gönderse, on para lahsil edemeyecekti. Deli İlahi esasen memleket için felaketti. Bu sefer resmen mütesellim olunca, artık ne derece zulmedeceği aşikardı. Filhakika böyle oldu: Deli İlahi devre çıktı. Konya, Niğde, Seydişehir, Akşehir ta­raflarım dolaştı. Astı, kesti, biçare halktan o kadar para topladı ki, neticede paşaya lütfen ‘azıcık bir şey’ gönder­di, kendi de Seydişehir’e çekildi, kemali afiyetle paraları yemeye başladı.”

“Esasen Anadolu’da şakavet edenler, halkı daha ziyade

bir salahiyetle soymak için İstanbul’a gelirler. Saray’a müracaat ederler, kendilerini teskin fikriyle gördükleri iltifatı halkı ezmek için resmî bir vazife telakki eylerdi.”

“Zavallı halk! ‘Şer'î olduğuna kail olmadığı bir dava için de hiç ses çıkaramazdı. Fakat acaba ‘şer'î davala­rını fasleden var mıydı? Memlekette hangi iş şer'iydi? Memuriyetler para ile satılır, şeyhülislamlar para ile kadı nasbederlerdi. Ahizade Hüseyin Efendi gibi müf- tiler birbiri ile uğraşırlardı. Biçare halk, anlamadığı, bilmediği, lisanını bile idrak edemediği ahkâma körü- körüne itaat eder, ne zaman sefalet ve felakete uğrasa, ne zaman bir ümit, bir kurtuluş ışığı görmek istese: ‘Şer'î davamız vardır’ diye kıyam etmek ister, necat ve felahı şeriatten ümit ederdi. Bilmezdi ki, memlekette şeriat yoktu. Şeriat menfaat, meşihat menfaat, adalet menfaatti. Ulûfesini, tımarını, zeametini, hassını temin edenler, milyonlarca halkı şeriat vesilesile aldatırlar, öldürürler, asarlar, ateşlere salarlardı.”

“İstanbul’da sönmeyen, hiçbir vasıta ile sükun bulma­yan bir şey vardı: Vezirlerin ihtirası.” (Ahmet Refik, Zorbalar, 19-27)

Katırcıoğlu:

“Sultan İbrahim, Atmeydam’nda İbrahim Paşa Sara- yı’nm samur döşeli odasında Telli Haseki ile meşgul­ken, Anadolu feci bir vaziyette idi. Anadolu sipahileri, gördükleri hizmetlere mukabil alacakları sancakları bile, İstanbul’da devşirmelikten yetişen Mustafa Paşa’ya rüşvet vererek elde etmeye muvaffak olabiliyorlardı. Anadolu’da sancak sahibi olanlar ve halkın rızıklarmı ellerinden alanlar ise, Sultan İbrahim’in saraylılarına ve

llXHNCd BULUM                  öb

kethüda kadınlarına intisap veya onlarla izdivaç etmek şerefine nail olanlardı. Anadolu’nun en mahsüldar yer­leri bunlara peşkeş makamında ihsan olunuyordu. Me­sela, Dergâhı Ali Çavuşlarından Ahmet, henüz sabi iken çavuşluğa nail olmuş, nihayet saraylı musahibelerden hirile evlenmiş, bu sayede Haseki sultanlardan birine kethüda olduktan sonra, sultanın nüfuzu sayesinde bir kere Yeniçeri Ağalığına, badehu Anadolu eyaletine nail olarak Ahmet Paşa olmuştu.”

“Katırcıoğlu, Haydaroğlu’nun ‘yarar pehlivanı’ idi. Her ikisi de büyük bir memnuniyetsizlik içinde idi. Hay- daroğlu, Sultan İbrahim’in veziri Hezarpare Ahmet Paşa’ya bir sancak için otuz bin kuruş vermişti. Şimdi o da Katırcıoğlu ile beraber Akşehir ve Ilgın arasında ker­vanlar çevirerek verdiği paraları hacılardan çıkarmaya çalışıyordu.” (Ahmet Refik, age. 35-39)

Deli Birader:

“Sultan İbrahim, Topkapı sarayının örtülü odalarında, feryatlar, şikâyetler, inkisarlar arasında yok edildi. Os­manlI Devletinin idaresi Ağaların eline geçti. Artık or­talık düzelecek, Sultan İbrahim devrindeki fenalıklar, irtikaplar, zulümler bir daha tekerrür etmeyecekti. Sa­rayda, yeni padişah Sultan Mehmed’in hiç hükmü yok­tu. Bütün idare büyük Valide Kösem Sultan’m elinde idi. Saltanat, Valide Sultan’da, hükümet ağalarda idi.”

“Halkı kurtarmak için isyan edenler, Sultan İbrahim’i tahttan indirip yok edenler, şimdi halkı kendileri soyma­ya başlamışlardı.” “Ağaların saltanatı hengâmmda Deli Birader en nüfuz-

86

FİRAVUN

lu zenginlerden oldu. Mukataat ve cizye işlerile uğraştı­ğı gibi, kendisine hususi bir mansıp da verildi: Çingene Beyliği. Deli Birader bu mansıbın gelirleri ile epeyce bir servet cemetmişti.”

“Nihayet, Deli Birader yakalandı. Yenikapı semtinde, dostlarından birinin evine saklanmıştı. Daha tutuldu­ğu gün, yeni Sadrıazam Siyavüş Paşa sarayında cellada teslim edildi. Birkaç saat sonra, cesedi sair arkadaşları ile beraber, Sultan Ahmet meydanında, çınar dallarında sallanıyordu.” (Ahmet Refik, age. 43-48)

Şaban Ağa:

“Osmanh tarihinde intisapla nüfuz kazanan pek garip simalar vardır. Şaban Ağa bu simaların en mühimlerin­dendir.” (Ahmet Refik, Zorbalar, 49-50)

“Şaban Ağa, Dördüncü Mehmet devrinde Sarayın ileri gelen sahsiyetlerindendi. Eyüpsultan’da otururdu. Sa­raya intisabına en ziyade Melekî Kalfa’nm tesiri olmuş­tu. Meleki Kalfa, Sultan Mehmed’in Validesi Turhan Sultan’m gözdelerindendi. Şaban Ağa da Valide Turhan Sultan’m kahveci başısıydı. Bunlar Saray'da birbirleriyle tanışmışlar, Melekî Kalfa içeriden, Şaban Ağa dışarı­dan paralar alarak, hediyeler kabul ederek iş görmeye başlamışlardı. Turhan Sultan devri başladığı zaman, Şa­ban Ağa’nın nüfuzu fevkalade idi. İlk memuriyet olmak üzere derhal bölük ağalığına tayin olunan, daha sonra Tarhuncu Paşa’nm sadaretinde yüz otuz akça ile teka­üt edilen Şaban Ağa, bu muvaffakiyetinden dolayı pek memnundu.” “Şaban Ağa bu suretle Karun’u kıskandıracak kadar mal

87

IKINUI bULUM

ve eşya toplamayı başarmıştı. Şaban Ağa’ya işlerini gör- dürenler memnun oldukları gibi, yanma varmaya tenez­zül etmeyenler de Ağa’nın nüfuzundan yürekleri yanar, koca saltanatın cahil ellere düştüğüne esef ederlerdi.”

“İstanbul’da sadaret tebeddülü olduğu vakit Şaban Ağa’ya müracaat edenler eksik olmazdı. Vüzeraya mah­sus olan azil ve nasıb umûruna müdahale ederdi. Hat­ta İbşir Paşa sadarete davet olunduğu zaman, Saray’da Sadrıazam intihabı için toplanan heyet arasında Melekî Kalfa ile beraber Şaban Ağa da hazır bulunmuştu.”

“Şaban Ağa Saray’ın en mühim adamlarından sayılırdı. Aziller ve atamalar hemen tamamen Ağa’nın elinde idi. Fakat halkın bu nüfuzdan müteessir olduğuna şüphe yoktu. Şaban Ağa’ya müracaat edenler, izzetinefisten, haysiyet ve vakardan mahrum kimselerdi. Bu nüfuzun uzun müddet devam etmeyeceği tabiiydi. Filhakika öyle oldu: Süleyman Paşa’nın sadaretinde akça meselesi İstanbul’u altüst etti. Müthiş bir isyan Şaban Ağa’nın da, onu himaye edenlerin de son saatlerine feci bir mukad­dime teşkil eyledi.”

“İçlerinden biri ileri atılmış, arzularını dinleyen padişa­ha yüksek sesle bağırıyordu: ‘Fireng-i bedrenk galib ve ehli İslam mağlup olmakdadır. Gayret ve hamiyet nere­de kaldı!’ Bu nutuk pek uzundu. Haris ve cahil bir züm­renin nüfuzu, Padişah’m idareyi ehli olmayan ellere bı­rakması şikâyetin başlıca noktalarını teşkil ediyordu. Ni­hayet nutuk bitti, cepten bir defter çıktı. İsimler sırasıyla okunmaya başlandı. İsimler içinde Şaban Ağa’nın da adı vardı. Sultan Mehmet şaşırmıştı. Katilden vazgeçmele- lini, nefy ile iktifa etmelerini söyledi; fakat Ağalardan şu cevabı aldı: ‘Hayır, katlolunmadıkça feragat itme­ziz.’ Aradan birkaç dakika geçti, Saray duvarlarından,

biri siyah olmak üzere üç ceset atıldı. Ertesi gün, Sultan Ahmet’teki çınar dallarından sarkan cesetlerin arasında devlet ricalinin pek iyi tanıdığı bir sima da vardı: Şaban Ağa. İple boğazından asılmış, dalların birinden boylu boyuna sarkıyordu.” (Ahmet Refik, 50-54)

DİNCİ İKTİDARLARIN İSTEDİKLERİ

Dinci iktidarlar, özellikle Osmanlı tağutizminin gene­tiğini tevarüs eden dinciler, işte bu zorbalar düzeninin aynısını istiyorlar. “Osmanh Osmanlı!’ diye bağırıp dur­malarının sebebi, budur.

Günümüz firavunî despotizmlerinin zorbaları elbetteki eskiye nispetle çok değişik unvanlar, meslekler ve meş­repler taşımaktalar. İş adamları, din baronları, kan içen mafya efeleri, parti şefleri, tarikat şefleri bu çağdaş zor­baların başta gelenleridir. Kur’an, bunları ‘sâdet’ (efen­diler) ‘kübera’ (eşraf, seçkinler, büyükler) diye anmakta ve tümünü lanetlemektedir.

Bütün bu melanet kadrolarının ortak, değişmez kabul ve kanaati şudur:

Özgür birey olmayacak, raiyyenin değişik parçalarını kendi hesap ve üslûbuna göre güdecek ama baş tağut pa­dişah veya sultan ile uyum içinde olacak bir ‘alt firavun­lar ordusu’ (âli firavun) sahnede devamlı hareket ede­cek. Günümüzde bu hayalin ifadesi, Osmanh özlemin­den daha çok ‘başkanlık sistemi’ isteğidir. Oradaki ‘baş­kanlık’, etrafı kandırmak için kullanılan morfin türünden bir söylemdir. Sözün gelişidir. İstedikleri, yukarıdan beri anlattığımız ‘zorbalar düzeni’ni yerleştirmektir.

Bugünün Ortadoğusuna, o arada Türkiyesine bakın!

İcraatı akla ve Kur’an’a tamamen aykırı despotik kadro­lar, yönettikleri kitle tarafından ‘Allah’ın vekili, gölgesi’ ilan ediliyor. Bu tağutî kadrolar, Maun harcamalarıyla kurulmuş zulüm ve israf saraylarında oturtuluyor, onlara din adına sürekli destek veren din baronları, havuz med­yası Nemrutları, havuz talancısı Karun çeteleri, papala­rın, kardinallerin rüyada bile göremeyeceği imkânlarla taltif ediliyor. Ve bu Maun israfının finansmı alın terle­riyle yapan halk, kendisine bunları reva görenleri sürekli ödüllendirip taçlandırıyor.

I Âitfen, söyleyin: Allah, böyle bir kitleye rahmetiyle mu­amele eder mi?

FİRAVUNLUK PSİKOZU

Psikoz tabiri, kişiliğin bütünlük ve tutarlılığını tahrip eden ruhsal bozukluklar için kullanılır. Psikozlar ge­nellikle toplumsal sarsıntıların ürünü olarak vücut bu­lur. Kur’an, firavunluk psikozunu yaratan ‘toplumsal sarsıntı’nın, zulme teslimiyet ve zalimlere itaat olduğu­nu söylüyor. Firavunluk psikozunun İslam dünyasını, o arada Türkiye’yi istila etmesinin arkaplanında da bu var. “Gelen ağam, giden paşam” veya “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” çizgisini de aşıp, zalimlere itaati me­ziyet, hatta kutsal meziyet gibi gösteren toplum katman­ları Ortadoğu’yu kasıp kavuran firavunluk psikozunun temel besleyicisi olmuşlardır.

FİRAVUNLUK PSİKOZUNUN TEMEL BELİRTİLERİ:

Dini Politik Araç Olarak Kullanmak:

Kur’an’da firavunun adı din baronu Hâman’la daima birlikte anılıyor. Ve Musa’nın uyarı görevinin muhatabı olarak Firavun-Hâman-Karun üçlüsü birlikte geçiyor:

‘‘Yemin olsun, Musa'yı da ayetlerimizle ve apaçık bir kanıtla göndermiştik, Firavun’a, Hâmân'a ve Karun'a göndermiştik de onlar şöyle demişlerdi: ‘Tam yalancı bir sihirbazdır bu!" (Mümin, 23-24)

Dikkat edilirse Musa’nın hitabı onların üçüne birden ve Musa’ya ret cevabı da onların üçünden birden geliyor.

Hâman (Aman, Amen, Amon, Ammon, Amun, Ham­mon), firavunlar Mısırındaki Amon rahiplerinin liderlik makamına unvan olarak kullanılan bir sözcüktür. Yani bir isimden çok bir unvandır. Kur’an’m verileri kadar ta­rihsel verilerden de anlaşılıyor ki, bu Hâman, Firavun’un aynı zamanda mimarî (özellikle dinsel binaların yapı­mında) ve maliye işlerinde de güvenilir bir danışmanı ve bürokratı idi. Musa’nın tebliği zamanında iktidarda ol­duğu düşünülen Firavun II. Ramses’in, Hâman’ı dinsel yetkiler yanında siyasal ve malî yetkilerle de donattığı anlaşılıyor.

Bu Hâman’ı, MÖ V. yüzyılda yaşamış Pers kralı’nın ve­ziri Hâman’la karıştırmayalım. Ahdi Atîk’teki Hâman bu İkincisidir.

Firavun, en yakın paraleli olan Hâman’da sembolleşen başrahipliği babadan oğula geçen bir mevki haline geti­rerek, güdümdeki din bünyesine sıkıntı yaratacak unsur­ların sızmasını önlemiştir. Şunu da unutmayalım:

Firavun’un o ünlü ve anlı şanlı sihirbazları, esasında din sınıfı veya ruhanî sınıftır. O devirle ilgili bilgi veren kay­nakların tümü, bu sihirbazların en azından aynı zaman­da birer din temsilcisi olduğunu bildirmektedir. Yeni bir dini temsil eden Musa’nın karşısına sürekli bu sihirbaz­ların çıkarılması tesadüf değildir.

Sihirbazlar, illüzyon yani kandırma sanatının ustaları­dır. Kur’an’m, halkı Allah ile aldatıp kandıranlardan şikâyetini unutmayalım. Din adamları denen ‘şeytan evliyası’ her devirde en gözde sihirbazlar olmuşlardır;

çünkü her devirde en gözde aldatıcılar onlardır. Şunu da kayda geçirelim: O devirde dini temsil edenler aynı zamanda ‘kâhin’ sıfatı da taşıyordu. Hatta Tevrat, Musa’nın kardeşi ve tebliğ arkadaşı olan Hz. Hârun’u da kâhin olarak anmaktadır, (bk. Ahdi Atîk, sayılar, 16/10; Yeşu, 14/1,19/1, 21/1, 24/33)

Bir önemli nokta daha: Firavun’un seçkin heyeti, sihir­bazları Musa tehlike ve tehdidine karşı uyarırken onlara şunu söylüyor:

“Bu adam gerçekten çok bilgili bir büyücü. Sizi toprağı­nızdan çıkarmak istiyor. Ne diyorsunuz?” (A’raf, 109- 110)

Sihirbazlıkla topraktan çıkarılmanın alakası nedir? Şu­dur: Firavunlar Mısırında, toprakların önemli ve çok değerli bir bölümü, din adamlarına tahsis edilmişti. Musa dini egemen olursa bu tahsis sona erecek ve din adamı zümresi saltanatını yitirecekti.

“Din adamlarının, merkezî siyasal yapıya dayalı firavun yönetimi öncesinde, özerk bölgelerde yerel vergileri topladıkları, ancak merkezî siyasal hâkimiyetin kurul­masıyla bunun kaldırılarak firavun/kraldan maaş almaya başladıkları bilinmektedir. Bu, Eski Mısır’da din adam­larının normal halde hangi fonkisiyonu ifa ettiklerini göstermek bakımından önemlidir.” (Ali Sayı, Musa, 24)

Firavun’a Uyarlanmış Din Dışında Bir Dine izin Ver­memek:

Firavunlar Mısır’ı dinsiz bir Mısır değildir; tam aksine,

dinin birinci dereceden rol oynadığı bir ülkedir.

Firavun da dinsiz değildir. Musa’nın dinine karşı konan ve savunulan bir dini vardır. O dinin tanrıları var. Belli ki o bir şirk dinidir ve bunun için Musa’nın tevhidinden rahatsız olmaktadır. Kur’an bu gerçeği kendine özgü kelam güzelliğiyle vermektedir. Firavun’un seçkin da­nışmanları ona Musa ile ilgili olarak şöyle diyorlar:

“Firavun kavminin kodamanları dediler: ‘Musa'yı ve toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi bırakıyorsun?" (A’raf, 127)

Kur’an bu firavun dininin adını, Yusuf suresinin 76. aye­tinde deşifre etmiştir: ‘Dinü’l-melik’ (kralın, sultanın dini)

Dahası: Firavun, tanrılarla yüz yüze görüşebildiğini pro­paganda ekipleri aracılığıyla halk arasında yaymaktadır, (bk. Ali Sayı, 207, 225) Bütün firavunî liderler bunu bir biçimde yaparlar. Bir kere, kendilerinin yarı ilah olduğu zaten kabul edilmektedir. Bu yarı ilah adamlar, tanrı­larla veya Tanrı ile bir biçimde görüşebilirler. Veya Or­tadoğu yarı müşrik toplumlarmda olduğu gibi, Tanrı ile görüştüğü kabul edilen sarıklı iblisler (Kur’an bunlara şeytan evliyası diyor) tarafından desteklenip kutsallaş­tırılırlar.

Daha kötüsü de var: Bu firavunî zorbalar, şeytanî pro­paganda ağlarının içinde görevlendirdikleri yardakçıla­rı tarafından ‘Allah’ın bütün niteliklerini benliklerinde toplayan insan’ olarak nitelenmek suretiyle dokunulmaz ve aşılmaz ilan edilirler.

Bütün bunlar, firavunun saltanat dininde yerleştirilip il­

keleştirilmiş müşrik kabullerdir ki günümüz dünyasının İslam coğrafyalarında aynen yaşatılmaktadır.

Kısacası, Firavun, kendine özgü bir şirk dininin temsilci si olarak görülüyor. Bir panteon var ve onun başı olarak kendisini görüyor. Firavunlar sadece krallar değildir tanrı-krallardır. Ne ilginçtir ki, Mekke şirkindeki panic onun başı Allah iken, Firavun şirkinde panteonun başı, Firavun’un bizzat kendisidir.

Dinin istismarı, giderek, sömürülen dinin dışında biı dine izin verilmemesini gerektirmiştir. Gerçekten de 1 i ravun, toplumunun yönetimce onaylanmayan bir Tanrı inancına itibar etmesine izin vermemekte, daha doğrusu böyle bir farklı inanca itibar etmeyi bizzat firavunun iz nine bağlamaktadır:

“Dedi: ‘Benden başka ilah edinirsen, yemin olsun seni zindanlıklar arasına atarım." (Şuara, 29)

“Firavun dedi: ‘Ey seçkinler topluluğu! Ben sizin için benden başka bir Tanrı tanımıyorum. Ey Hâman! Be­nim için çamurun üzerinde ocağı yakıp bana bir kule yap ki, Musa'nın Tanrısına ulaşayım. Aslında ben onun yalancılardan olduğunu sanıyorum." (Kasas, 38)

Firavun’un, kendi izni dışındaki dinlere göre ibadet eden­leri işkenceler altında ölümlere gönderdiği, tarih kaynakla­rı yanında bazı hadislerde de bildirilmektedir. Firavun’un özellikle yabancı inançtaki annelere karşı çok acımasız olduğuna vurgu yapılmaktadır. İbn Hanbel’in kayda ge­çirdiği bir hadise göre, Firavun, Allah’ın birliği yolundaki Musa tebligatına inanan ve ibadetlerini bu inanca göre ya­pan bir kadını çocuklarıyla birlikte yaktırarak öldürtmüş­tür. (İbn Hanbel, Müsned, 1/309; Ali Sayı, 32)

I »emek oluyor ki, Firavunluk psikozuna tutulan bir zor­ba veya diktatör, kendi düşündüğü gibi düşünmeyen in­amlara, özellikle annelere çok öfkelenmekte, onların, çocuklarıyla birlikte işkenceler altında helâk olmaların­dan ayrı bir sadist zevk duymaktadır.

Hukukun Firavun’un İradesiyle Eşitlenmesi:

Firavun yönetiminde hukuk, firavun’un iradesiyle uyuş­ma anlamında hukuktur. Aksi halde ona hukuk denmez, isyan veya karşı çıkışın maskelenmesi denir.

l ’iravun yönetiminde yargılama bir hukuksal işlev ol­maktan çok Firavun’un lütuf veya gazabının gösterilme­si olayıdır. Onun içindir ki, Firavun tağutlar, raiyyeleş­tirdikleri kitleyi kandırmak için sık sık “Merak etmeyin, rahmetimiz gazabımızı örtecektir” diye nutuk atarlar. Bu sözleriyle Allah’a ait bir niteliği kendilerine mal ede­rek koyu bir şirke düşmenin yanında hukuku, egolarının iradeleriyle eşitlemek gibi ağır bir insanlık suçu işledik­lerini de farkında olmadan ortaya koyarlar.

Gerçek şu ki, Firavunî bir toplumda, özellikle bu bir I imevî faşizmi sergileyen türden firavunluk ise “Otorite­ye gösterilmesi gereken saygı, beraberinde onu sorgula­maya ilişkin yasağı da taşır. Diktatör, buyrukları, yasak­lamaları, ödül ve cezaları için açıklama yapma lütfunda bulunabileceği gibi, bundan kaçınabilir de. Ama bireyin onu sorgulamaya ya da eleştirmeye hiçbir zaman hakkı yoktur. Eğer diktatörü eleştirmek için bazı nedenler var­mış gibi görünüyorsa, despota göre, yanlışlık yapmakta olan bireydir ve böyle birinin eleştiriye cesaret etmesi suçlu olduğunun ipso facto kanıtıdır.”

“Despotun üstünlüğünü onaylama ödevi birkaç yasak­lamayı da beraberinde getirir. Bunlardan en kuşatıcı olanı, insanın kendisini despota benzer ya da onun gibi olabilecek şekilde hissetmesine karşı konulan yasaktır. Çünkü böyle bir duygu, despotun nitelendirilmemiş üs­tünlük ve biricikliği ile çelişecektir. Âdem ile Havva’nın gerçek suçları, daha önce de işaret edilmiş olduğu gibi, Tanrı’ya benzeme girişimleridir. Onlar bu meydan oku­yuşları cezalandırılsın ve aynı zamanda yaptıklarını bir kez daha yineleyemesinler diye cennetten kovulmuş- lardır. Diktatör sistemlerde despot, uyruklarından özce ayrı bir şey olarak kavranmaktadır. Onun başkalarınca ele geçirilemeyecek ve uyruklarınınkilerle hiçbir zaman karşılaştırılamayacak büyü, bilgelik, kuvvet gibi güçleri vardır. Ayrıcalıkları ne olursa olsun, yani o ister evre­nin efendisi, ister yazgı tarafından gönderilmiş eşsiz bir önder olsun, diktatörle insan arasındaki temel eşitsizlik, diktatörcü vicdanın ana ilkesidir. Diktatörün biricikliği- nin özellikle önemli olan yanı, onun bir başkasının ira­desini izlemeyen tek kişi olması ayrıcalığıdır. O, isten­cini gösteren; bir araç değil, kendi başına bir erek olan, yaratan ve yaratılmamış olandır. Onun uyruğu olanlar, onun malıdır. Uyruklar diktatör tarafından onun öza- maçları için kullanılır.” (Fromm, Kendini Savunan İnsan, 149-150)

EVLERİN MESCİT EDİNİLMESİ

Firavun saltanatlarına özgürlükçü karşı çıkışın icapla­rından ve göstergelerinden biri de firavun yönetiminin denetim ve kotarımındaki mabetlerde ibadet edilmeme­sidir. Çünkü Firavunî toplumun mabedinde ibadetin iki şekli söz konusu olabilir:

1.  Allah’ın iradesine uygun ibadet. Bu ibadeti yapmaya kalkarsanız canınızı alırlar, en azından canınızı yakar­lar.

2.  Firavun’un iradesine uygun ibadet. Bu ibadeti yapar­sanız Allah’a isyan etmiş olursunuz.

Yani Firavun mabedinde ibadet etmeniz durumunda ya Firavun’a düşman hale gelerek belaya uğrarsınız yahut da Allah’a düşman hale gelerek mahvolursunuz. Kur’an, bu muhteşem nükteye, kendine has üslup ihtişamıyla şöyle değinmektedir:

“Hiç kuşkusuz, mescitler/secdeler Allah içindir. O hal­de, Allah ile birlikte bir başkasına yakarmayın/Allah'ın yanında bir başkası için çağrıda bulunmayın. Allah'ın kulu kalkmış O'na yakarır, O’nun için çağrıda bulu- nurken/Allah’ın kulu kalkıp Ona dua ettiği, O’nun adı­na çağrıda bulunduğu için, onun üzerine keçeleşir gibi üşüşüyorlardı.” (Cin, 18-19)

Firavun mabedinden uzak kalarak ruhu selamete çıkar­manın yolu gösterilmiştir: Herkesin kendi evini-barına- ğmı mescit ve kıble edinmesi. Beyyine şöyledir:

“Musa'ya ve kardeşine şunu vahyettik: Kavminiz için, kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler hazırlayın! Evlerinizi kıble yapın/karşılıklı yapın ve namazı/duayı yerine getirin! İnananlara müjde ver.” (Yunus, 87)

Kur’an, burada evlerin mescit edinilmesini, özgün ta­biriyle ‘evlerin kıble edinilmesini’ istemektedir. Bu, ilk bakışta, Firavun yönetiminin müminlerin ibadetlerine musallat olmaları yüzünden ibadetlerin evlerde gizlice yapılması şeklinde değerlendirilir. Oysaki durum hiç de

öyle değildir. Böyle bir davranış firavunî bir toplumu ko­nuştuğumuza göre tasrihe ihtiyaç bırakmaz; bunun için özel bir emir ve beyyine gerekmez. Çünkü baskı altında­ki insanlar bunu zaten yaparlar.

‘Evleri kıble edinin’ beyyinesinin amacı ve mesajı çok başkadır. Bu beyyine, Firavun saltanatının kotarımın- daki mabetlere devam ederek, oralarda görünerek fi­ravun despotizmine dolaylı biçimde destek vermekten uzaklaştırma amacına yöneliktir. Emevî despotizmi sırasında, sahabe bunu bizzat uygulamış, Emevîlerin kotarımındaki camilere gitmemiş, namazlarını evlerin­de kılmışlardır. Onlar, elbette ki şurada bahis konusu yaptığımız ayeti biliyorlardı.

Halkı Fırkalara Bölmek veya Ayrıştırıcılık:

“Gerçek şu: Firavun o yerde egemenlik kurmuş ve ora halkını fırkalara ayırmıştı. Onlardan bir topluluğu horlayıp eziyordu: Bu topluluğun erkek çocuklarını bo­ğazlıyor, kadınlarına hayasızca davranıyor/kadınların Rahimlerini yokluyor/kadınlarını hayata salıyordu. O, gerçekten fesadı yayanlardandı.” (Kasas, 4)

Bu Kur’ansal mesajın ayrıntıları, elinizdeki eserin üçün­cü bölümünün Kasas Suresi faslında verilmiştir.

Hakkın Güçte Olduğunu Kabul Etmek:

Hakkın güçte olduğunu kabul, firavun benliklerin te­mel kabullerinden biridir. Kur’an bu gerçeğe dikkat çekerken hakkı güçte görmenin sembol temsilcisi olan Firavun’u konuşturuyor:

“Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: ‘Ey top­lumum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim altımdan akıyor. Görmüyor musu­nuz? Yoksa ben şu zavallı, şu meramını anlatamaya­cak adamdan hayırlı değil miyim? Ona altın bilezikler atılmalı, yanında-hizmetinde melekler bulunmalı değil iniydi?’ İşte, toplumunu böyle horladı/aşağıladı, kü- çümsedi/ezdi; onlar ise ona itaat ettiler. Onlar, sapmış bir topluluktu.” (Zühruf, 51-54)

Firavun zihniyetler, gücü hakkın göstergesi saydıkların­dan, zengin olmayı, paraya sahip olmayı ilahlaştırırlar. I illerine geçen imkânları her şeyden önce para sahibi ol­mak için kullanırlar. Allah ile para yan yana geldiğinde parayı tercih ederler. Çünkü Allah, gücün hakta olması­nı ister; oysaki paraya tapanlar, hakkın parada olduğunu iddia ederler.

Ekonominin Kontrolünü Elde Tutmak:

Bu eski Mısır’da nasıl idiyse sonraki krallık-sultanlık sistemlerinde, o arada, Osmanlı düzeninde de aynıydı. Osmanlı düzeninde de bütün ülke toprakları ‘memâlik-i şahane’ yani padişahın mülküydü. Ne diyor Firavun:

“Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: ‘Ey toplu- ınum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim altımdan akıyor. Görmüyor musunuz?" (Zühruf, 51)

I iravun’un şu sözünün altına herhangi bir Osmanh pa­dişahının imzasını atsanız, ne tarih yadırgar ne de Os­manlI düzenini tanıyan bir araştırıcı.

Ekonominin kontrolünü elinde tutmak bütün fira­vun saltanatlarının baş silahı ve tek güvencesidir. Hz. Musa’nın, bu Firavunî güçten şikâyetçi olması boşuna değildir. Şu beyyineye bakın:

“Musa şöyle dedi: ‘Rabbimiz! Sen, Firavun ve koda­manlarına şu iğreti hayatta debdebe verdin, mallar verdin. Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz! Onların mallarını sil süpür, kalplerini şiddetle sık ki, acıklı azabı görünceye kadar inanma­sınlar!" (Yunus, 88)

Musa’nın, Firavun diktatöryasma karşı kendisine des­tek sağlayan dokuz mucizenin birisi de bu ayette geçen ‘tams’ (mal ve paraların yok olması) kavramıdır. Bu me­saj, mücadelede ekonomik gücün önemine metafizik bir dayanak sağlamaktadır. Bu dayanak iki türlü elde edil­mektedir: Hak mücadelesini veren tarafın, öteki taraf­tan daha üstün bir ekonomik güce ulaşması, 2. Diktatör zalim tarafın ekonomik gücünü yitirmesi. Mısır firavun saltanatı örneğinde İkincisi olmuştur. Öyle ki, Musa’ya verilen dokuz mucizenin 7 tanesi firavun diktatöryasımn ekonomik gücünün çökmesini sağlayan gelişmelerdir: Tufan, çekirge salgını, haşarat salgını, kurbağa istilası, kan, ziraî ürünlerde eksilme, mal ve paraların silinip sü- pürülmesi. Ayette kullanılan ‘tams’ işte budur.

Başkalarının Malından Azgınca Harcama Yapmak:

Firavun saltanatların özelliklerinden biri de halkın alın teri ve emeği karşılığı birikmiş mal ve servetleri, firavunî ekiplerin keyfi uğruna azgınca ve sınırsızca harcamaktır. Bunun Kur’an dilindeki adı israftır. Bu azgın harcamayı yapana müsrif denir.

“Firavun ve kodamanlarının kendilerine kötülük et­melerinden korktukları için, kavmi arasından bir soy/ genç bir nesil dışında hiç kimse Musa'ya iman etmedi/ Musa’nın peşinden gitmedi. Çünkü Firavun, o toprakta gerçekten çok üstündü ve gerçekten onun bunun malın­dan savurganlık yapan tam azgınlardan biriydi.” (Yu­nus, 83)

İsraf Sadece Savurganlık Değildir:

Hemen bütün dillerde tek kelimeyle karşılanan ‘savurganlık’ı ifade etmede Kur’an iki tabir kullanmak­tadır:

1.  İsraf,

2.  Tebzîr.

Bunların birincisi başlıbaşma bir zulüm iken İkincisi sıradan bir günahtır. O halde, israf ile tebzîri tek keli­meyle savurganlık olarak çevirmek hatalı bir davranış olacaktır. Şimdi, meselenin Kur’an semantiğine ve me­sajına uygun açıklamasına geçelim.

israf: Başkalarının Haklarından Savurganlıktır:

İsrafin kökü olan şeref, Arap dilinde ‘insan fiillerinde sınırı aşma, aşırılık, zulüm’ anlamlarındadır. Kur’an, bu kökten filleri birkaç yerde kullanmıştır, (bk. 6/141; 7/31; 17/33; 20/127; 25/67; 39/53)

İsrafa sapana müsrif denir. İsraf ve müsrif sözcükleri 20 civarında yerde kullanılmıştır.

İsrafın kelime anlamı zulümdür. Zümer 53. ayette ‘ken­di benliklerine zulmedenler’ uyarılırken, israf sözcüğü kullanılmıştır. Kişinin kendi emeğinin karşılığı olmayanı harcaması bir zulüm olduğu içindir ki birilerinin eme­ğinden üreyen parayı harcamaya da israf denmiştir.

“Yiyin, için fakat başkalarının emeğiyle üretilmiş ni­metleri zalimce saçıp savurmayın! Allah, zalimce saçıp savuranları sevmez.” (A’raf, 31; En’am, 141. Ayrıca bk. İsra, 26-27; Nisa, 6; Şuara, 151) buyruğu Kur’an’m temel buyruklarından biridir.

Kur’an, kendi emeğinin karşılığı olandan savurganlık yapmaya da karşı çıkmakta ama onu israf sözcüğüyle değil, ‘tebzîr’ sözcüğüyle ifade etmektedir:

“Akrabaya hakkını ver! Çaresize, yolda kalana da. Fa­kat saçıp savurma! Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleri olurlar. Ve şeytan, kendi Rabbine nankörlük etmiştir.” (İsra, 26-27)

İsraf, bir yığın bozgunun, zulmün, sapmanın ve yozlaş­manın kaynağı olarak gösterilmiştir. İsrafı huy edinen­lere boyun eğmek insanı çöküşe götürür ve toplumların dengesini bozar. (Şuara, 151)

İsraf, insanlığın en büyük belalarından biri ve tartışma­sız bir zulümdür. Küresel âfetlerin tümünü öncelikle israf tetiklemektedir. Bu bakımdan israf küresel bir in­sanlık suçudur.

İsraf, küresel âfetlerden sadece birisi değil, küresel âfetlerin en büyüğüdür. Çünkü israf âfetlerin âfeti, bü­tün âfetlerin motorudur. Tüm uygarlıkların en yıkıcı fe­laketi de israftır. İsraf, emeğe ve insana ihanetin en di­

kenlisidir.

Kur’an, “Nasıl üretebilirim?” soran insanı yüceltmekte, “Nasıl tüketebilirim?” soran insanı zararlı görmektedir.

Baskı, şiddet, sömürü, hak ihlali ve nihayet işgalcilik, ci­nayet gibi temel zulümleri besleyen ana olumsuzlukların başında israf gelmektedir. Nitekim bir zulüm ve kahır sistemi olan kapitalizmin belirgin özelliği de israftır.

Vehimleri Zulüm Gerekçesi Yapmak:

Rüyaları, kehanetleri, ihbarları, hatta dedikoduları ta­kip, baskı ve zulüm gerekçesi yapmak firavun ruhların belirgin niteliklerinden biridir. “Ortak adları firavun olan bu zalimler, Mısır’daki azınlık durumunda olan ya­bancıları çok ağır işlere koşarlar; bazen bir vehim, bazen bir rüya, bazen bir dedikodu, bazen de hiçbir neden ol­madan onları asar keserler, onlara akla gelmedik işken­celeri reva görürlerdi.” (Abdullah Aydemir, Peygamber­ler, 113)

Tâbiûn dönemi müfessirlerinden “Süddî’nin (ölm. 127/745) nakline göre Firavun, rüyasında Beytü’l-Makdis (Kudüs) tarafından gelen ve Mısır’ın tüm evleriyle yerli halkı yakıp kül ettiği halde İsrailoğulları'na zarar verme­yen bir ateş gördü. Uyandıktan sonra günlerce bunun tesirinden kurtulamadı ve bir hayli endişelendi. Rüyası­nı, yorum için kâhinlere anlattı. Aldığı cevap korkunçtu: ' İsrailoğulları'ndan bir oğlan çocuğu dünyaya gelecek ve onun eliyle tüm Mısır halkı mahvolacak. Bu cevabı alan Firavun, İsrailoğulları’ndan doğacak erkek çocukların anında öldürülmesini (bu öldürmenin erkeklik gücünü öldürme olduğu da söylenmiştir) kızlara dokunulmama-

sı emrini verdi. Bu iş için geniş yetkilerle donatılmış ebe­ler ve diğer görevliler belirlendi. Bunlar tek tek hamile kadınlara uğrayıp doğum günlerini tahmin ve tespit edi­yorlar, doğan erkekleri derhal öldürüyorlardı. Binlerce, belki onbinlerce masum kanının akıtılmasına sebep olan bu plan başarıya ulaşamadı. Devletine, ordu ve saltana­tına aldanan Firavun, cellatlara rağmen ölümden kur­tulan biri eliyle zulmü içinde boğulup gitti.” (age. 114)

Dayatmacılık:

Firavunluk psikozu, şirkten daha kuduz bir zulüm işlet­miştir. Musa’nın tanrısı (peygamberlerin tanrısı) şöyle diyor:

“Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen inansın, dileyen inkâr etsin." (Kehf, 29)

Musa’nın tanrısı ile Firavun’un belirleyici farkı, birin­cisinin teklif götürdüğü insana seçme özgürlüğü ver­mesi, İkincinin ise vermemesidir. Firavunluk psikozu kendi görüş ve anlayışını dayatır, seçme ve tercih şansı tanımaz.

Firavun, yönettiği ülkenin toprak ve imkânlarını kendi­sinin özel malı gibi lanse ederek ilahlığına buradan da bir kanıt çıkarmaktadır. Firavunluk psikozuna müptela bütün sultanlık ve krallıklarda durum budur. Onların Kur’an tevhidine en yakın olması gerekeni Osmanlı’da bile ülkenin bütün toprakları ‘memâlik-i şahane’ yani padişahın özel mülküdür.

Firavun psikozuna müptela olanlar, ülkelerinin malî durumu ne olursa olsun, iman babaları firavunun yuka-

i ıdaki sözlerini tekrarlamak için güç gösterisinde kulla­nacakları mülklere, köşklere, saraylara sahip olmak ihti­yacını derinden hissederler. Bu gösteri metaı mülklere, köşklere, saraylara sahip olmayanlarla alay eder, onları küçük görürler. Türkiye gibi, dış borç batağında debele­nen bir ülkede, beş katrilyonla ifade edilen harcamala­ra konu olmuş iki bin odalı sarayların yaptırılmasını bu Kur’ansal mesajı unutmadan değerlendirin.

Şimdi sıkı durun: Yukarıki beyyineler, ülkenin mülk ve imkânlarını kendisinin ilahhğma kanıt gibi öne çıkaran firavuna bütün bu yaptıklarına rağmen itaat edenleri, Allah’ın intikam almasına sebep oluşturan bir büyük kötülüğün failleri olarak gösteriyor. Ve Cenabı Hak, onlardan intikam alacağını bildiriyor. Demek ki, fira­vunluk psikozuna yakalanmış tağut takımını hizaya ge­tirmek üzere onlara karşı çıkmak yerine onların icraatı­nı onaylar bir tavırla onlara itaat eden kitleler, Allah’ın düşmanı durumuna düşmektedirler.

Allah, sadece düşmanlarından intikam alır, sürçmeleri olan günahkârlardan değil.

Bununla da yetinmiyor firavun psikozu: Musa’yı yani karşı fikrin temsilcisini öldürmek, yok etmek istiyor:

“Firavun dedi: ‘Bırakın beni, şu Musa'yı öldüreyim de Rabbine yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değiştirme­sinden yahut yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyo­rum." (Ğâfir, 26)

Bu beyyinede, firavunluk psikozunun dehşet verici bir zihniyet kodu daha deşifre edilmektedir: Öldürülmek istenen Musa, toplumda bozgun çıkarmak ve toplumun dinini değiştirmek gibi ağır ithamlarla suçlanmaktadır.

Bu işte firavunun yakın çevresi, özellikle Hâman kotarı- mmdaki din temsilcileri kullanılır:

“Firavun kavminin kodamanları dediler: ‘Musa'yı ve toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi bırakıyorsun?" (A’raf, 127)

Firavun psikozunun mümessili olan despot, hesabına uymayan fikirler öne çıkaranları ihtilalcilik, bozguncu­luk, darbecilik, fitnecilik, dini bozmak gibi, aldatılmış kitlelerin asla tolere etmeyecekleri suçlarla itham et­mektedir.

Kur’an’m Allah’ı, seçme hakkı vermeyen firavun psiko­zunun yaşatacağı dini yaşamaktansa yaşamamayı yeğle­diği içindir ki, böyle bir dini yaşamayı redderek Allah’a imanla yetinenleri kurtarmayı taahhüt etmektedir.

FİRAVUN ZULMÜNDEN DE BETER!

“Geleceğimizde saklı olan en büyük tehlike, kitlelerin diktatörlüğü üzeri­ne kurulmuş bulunan sözde demok­rasidir.”

Proudhon

Firavun, zulmün, dehşetin, haklan çiğnemenin, gücü hakkın göstergesi bilmenin sembolüdür. Ama Kur’an bize göstermektedir ki, firavun zulmünden daha beter bir zulüm süreci de olabilir. Nasıl mı?

Firavun’un sarayında hakkı dile getiren bir tane olsun mümin adam vardı. Eğer bir firavun türü zalimin sara­yında (saltanat çevresinde) böyle bir tane uyarıcı mü­min bile çıkmıyorsa o zulüm dönemi firavununkinden, o zalim de firavundan daha kötü, daha şerir ve zararlıdır.

Firavun sarayından çıkan mümin adam (recül mümin), Firavun’un yakın çevresinden (min âli fir’avn) biridir:

“Firavun dedi ki, ‘Bırakın beni, şu Musa'yı öldüreyim de Rabbine yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değiştirme­sinden yahut yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyo­rum.’ Musa dedi: ‘Ben, hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olana sı­ğındım!’ Firavun’un, eşraf ve seçkinlerden oluşan yakın çevresinden imanını gizleyen bir adam şöyle konuştu:

‘Rabbim Allah'tır” dediği için bir adamı öldürüyor mu­sunuz? Üstelik size, Rabbinizden açık seçik deliller de getirdi. Eğer yalancıysa yalancılığı kendi aleyhinedir. Eğer doğru sözlü ise size vaat ettiklerinden bir kısmı başınıza gelir. Kuşkusuz, Allah, zulme saparak onun bunun hakkı olandan savurganlık yapan yalancıları doğruya ulaştırmaz." (Mümin, 26-28)

"Ey toplumum! Bugün bu toprakta, birbirine destek ve­ren insanlar olarak mülk ve yönetim sizin. Peki, karşı­mıza dikildiği zaman Allah'ın azabından bizi kim kur­taracak?’ Firavun şöyle dedi: ‘Ben size kendi fikrimden başkasını göstermem. Ve ben, sizi, aydınlık/doğruluk yolundan başkasına da kılavuzlamam." (Mümin, 29)

“İman etmiş olan bir adam dedi: ‘Ey toplumum, sizin üzerinize, diğer topluluklarınki gibi bir günün gelme­sinden korkuyorum; Nûh kavminin, Âd'ın, Semûd'un ve onların ardından gelenlerin serüvenleri gibi. Allah, kul­ları için zulüm istemiyor. Ey toplumum! Sizin adınıza, o bağırıp çağrışma gününden korkuyorum. Bir gündür ki o, sırtınızı dönerek kaçmaya çalışırsınız fakat Allah'a karşı sizi koruyacak kimse olmaz. Allah'ın saptırdığı­nın, yol göstereni yoktur." (Mümin, 30-33)

FİRAVUN SALTANATLARINDA BETERİN BETERİ

Kur’an bize gösteriyor ki, bilinen firavunlardan daha kötü ve şerir firavunlar da olabilir. Bu İkinciler, çevre­lerinde bir tane olsun uyarıcı barındırmayan, yaşatma­yan firavunlardır.

Tarih ve zaman da bize gösterdi ki, eski firavunlardan daha şerir firavunlar olacaktır. Biz bunlara ‘beterin be­

teri firavunlar’ veya ‘firavunlukta beterin beteri azmış­lar’ diyoruz. Bunların belirgin niteliklerini tarihin ve za­manın verilerine bakarak şöyle sıralayabiliriz:

1.  Yalancılık: Kadim firavunlar, en şerir zulümleri de dahil, yaptıklarını raiyyelerine açıkça söyleyerek yapar­lar; yalan söylemezler, yani zulümleri içinde bir ‘mert’ yanları vardır. O halde hem kadim firavunların zulüm­lerini işleyen hem de aynı zamanda raiyyelerine yalan söyleme zilletine tenezzül eden bir zalim, sadece firavun olmakla kalmaz, firavundan da şerir olur.

2.  Talancılık: Kadim firavunlarda hırsızlık ve talancılık yoktur. Beterin beteri çağdaş firavunların bir karakte­ristiği de aynı zamanda talancı olmalarıdır. Bunlar, ra- iyyeleri içindeki talancılarla işbirliği yapmak, onları bu talanlarında koruyup gözetmek, bu vesileyle Karun ta­kımının vurgunlarından, para havuzlarından aslan payı almak gibi düşüklüklere de imza atarlar. Yani bunlar fi­ravunluk kulvarının kendi içinde de ayrı bir düşüşü tem­sil ederler.

3.  Musaları Konuşturmamak: Firavun, aynı zaman­da din gücünü ve kurumunu temsil eden sihirbazlarını Musa’ya karşı halkı aldatmaları için seferber ederken, Musa’ya da halkın önünde onlarla tartışma imkânı ve­riyordu. ‘Beterin beteri firavunlar’, işte bu noktada da kadim firavunları geride bırakan tağutluklar sergile- mekteler. Bu İkinciler, kendi sihirbazlarını (halkı aldat­ma ekiplerini) bütün imkânlarla teçhiz ederek ortaya sürerken Musa fikriyatının sözcülerine konuşma ve ken­dilerini ifade etme şansı asla vermezler. Onları çeşitli kumpaslarla ya zindanlara tıkarlar yahut da ağızlarını kapatarak etkisiz hale getirirler.

BETER FİRAVUNLAR ÜSTÜNE BİR MEKTUP

Dr. Odhan Yüksel yazıyor:

“Son günlerde köşe yazılarınızda özellikle üstünde dur­duğunuz ‘firavun’ kavramında vurguladığınız sosyolojik bağlantılar (firavun-Karun ve Hâman ilişkisi gibi) ufuk açan, muhteşem analizler. Kur’an'da Hz. Musa’nın ha­yatının bu kadar derinlemesine işlenmesinin en önemli sebebi, kanımca onun hayatındaki büyük olayların ve mucizelerin birer sosyolojik fenomen olmasıdır.”

“Halkın önünde büyücülerle yarışması da böyle sosyal bir gerçeğe işaret. Firavun'un adamları olan büyücüler halkın önünde Musa’yı küçük düşürmek için bir algı operasyonu yürütürler. Bu algı operasyonunun esası gerçeklere, bilgiye değil, illüzyona dayanmasıdır! Bu olay, tıpkı günümüzde hükümet medyası ve satılık ka­lemlerle gerçekleştirilen Cumhuriyet ve Atatürk'ü kara­lama operasyonuna benzer.’1

“A’raf 116. ayet bu illüzyonların gücünü vurgular. Sizin mealinizde: ‘Halkın gözlerini boyadılar, onları dehşete düşürdüler’ diyor. Hakkın temsilcisi Hz. Musa'nın özelliği bu ilüzyona son vermesidir. Hz. Musa bir sihirbaz değil­dir. Onun asası, bâtıh yutmuş, halka hakkı göstermiştir.”

“Kur’an'daki bu sembolik ifadeler, günümüzde küresel ve yerel illüzyonların firavunî kökenini ve işleyiş tarzını açıklıyor. Sermayedarların medyası ortaya sürekli nifak yılanları atmakta, Musa'ları sahneye dahi davet etme­mektedir. Bu açıdan firavun daha insaflıdır bence!”

İSLÂMÎ DÖNEM FİRAVUNLUĞU:
EMEVÎ TAĞUTİZMİ

HİLAFET BİR FİRAVUNLUK SALTANATIDIR

Hz. Peygamber'in Hilafet Konusundaki Mucize İhbarı:

Halifelik konusunda belirleyici tespit, bizzat Cenabı Pey­gamber tarafından insanlığın ve tarihin vicdanına iletil­miştir. Şimdi bu mucize ihbarı, 'Asrın Hadis Allâmesi' diye bilinen Nâsıruddin el-Elbanî'nin 'el-Ahâdîs es- Sahîha ve'z Zâîfa' adlı 30 ciltlik şaheserinden açıklamala­rının bir kısmıyla birlikte verelim:

"Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Hilafet benden sonra otuz yıldır; ondan sonra meliki adûd (kudurmuş zalim) saltanatına dönüşür.' (Ebu Da­vud, Tirmizî, Tahâvî, İbn Hibbân, İbn Ebî Âsim, Hâkim, İbn Hanbel, Ebu Ya'la el-Mavsılî, Ebu Hafs es-Sayrafî, Huseyme bin Süleyman, Taberânî, Ebu Nuaym, Beyhakî)

"Şimdi yıl hesabına bakalım: Ebu Bekir'in halifeliği 2 yıl, Ömer'inki 10 yıl, Osman'ınki 12 yıl, Ali'ninki 6 yıl."

Toplamı otuz yıl. Ondan sonraki dönem, yani Muaviye ile başlayıp halifeliğin Müdafaai Hukuk cumhuriyeti ile

ortadan kaldırıldığı güne kadarki döneni 'krallık' döne mi oluyor. Elbanî devam ediyor:

"Saîd bin Cümhan, bu hadisle ilgili olarak otuz yıllık sü reyi hesaplayan Süfeyne'ye 'Benu Ümeyye, hilafetin ken - dilerinde de olduğunu düşünüyorlardı. Buna ne deme­li?' diye sorduğunda Süfeyne şu cevabı vermiştir: 'Benu Zerka (Fahişe taciri kadının çocukları) yalan söylüyor­lar. Tam aksine, onlar kralların en şerirleri arasında­dır."

"Sonuç olarak durum şudur: Hadisin senedinde güveni sarsacak bir illet yoktur. Hadis, sahihtir; kendisi ile hü­küm verilebilir." (Elbanî, es-Sahîhâ, cilt 1, kısım 2, hadis no:459)

Elbanî'nin verdiği bilgiler de gösteriyor ki, hilafet, bizzat Peygamberimizin beyanıyla, Muaviye'den sonra değil, onunla birlikte krallığa dönüşmüştür. O dönüşmenin ve o dönüşümden sonraki 'halife' unvanlı meliki adûdların neleri nasıl yaptıklarını, Müslüman kitlelere hangi ka­hırları çektirdiklerini, Peygamber'in bu mucize ihbarı ışığında tarihten öğrenmek gerekir.

Meliki adûd sıfatı taşıyan halifeler, firavunî saltanatın baş temsilcileridir ve birkaç suçun faili olarak lanetliler kervanına katılmaktadır. Bir kere, binlerce, onbinlerce masum insanı katletmişlerdir. Bu maktuller içinde (me­sela Osmanh sarayında) katledilmiş onlarca bebek, seç­kin ilim ve din adamları, şeyhülislamlar da vardır. İkinci önemli suçlan ise, işledikleri veya imzalarıyla fermana bağladıkları akıl almaz zulümlerdir. Bu zalimler, ken­dilerini 'Peygamber'in (Emevî halifeleri Allah'ın) vekili, halefi' olarak adlandırmakla da lanetlik hale gelmişler­dir. Çünkü bu sıfatı kullanmaları 'Allah'a ve Peygamber'e

eziyetin ta kendisidir ve bu eziyete sebep olanlar, lanet­lenmiştir.

Bu firavunî meliklerin bir de kalkıp 'Müslümanların birliğini' temsil ettiği iddia edilmiştir. Böyle bir inancın da siyasetin ötesinde bir değeri yoktur. Siyasal anlamda savunan savunur; tutarlı olur ve olmaz. Ama bunu, din buyruğu gibi ortaya sürmek, tam bir saptırmadır.

Müslümanların birliğini kişi olarak Hz. Peygamber, kay­nak olarak da Kur'an temsil eder. Din sınıfı olamayaca­ğına göre, bu sınıfın lideri diye biri de söz konusu ola­maz. Bu çarpıklığın Müslümanlara nelere mal olduğunu anlamak isteyenler tarihi bir kez daha dikkatlice oku­malıdır. Tam bu noktada, Mustafa Kemal Atatürk'ün, hilafetle ilgili, başka bir benzerine rastlayamadığımız şu sözlerini hatırlatmak yararlı olacaktır:

"Türk tarihinin en mutlu devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Peygamberimiz, ashabı­na dünya milletlerine İslamiyet'i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükümetleri başına geçmelerini emretmedi. Hilafet demek, idare, hükümet demektir. Bütün Müslüman milletleri idare etmek isteyen bir ha­life buna nasıl muvaffak olur?! Bütün İslam milletleri üzerinde tek halife fikri hakikatten değil, geleneksel din kitaplarından çıkmış bir fikirdir." (Sadi Borak, Atatürk ve Din, 91-92)

Meliki Adûdlar Firavunluğu:

Emevi Arabizmi döneminin Muhammedi dönem fira­vunluğu olduğunu ifade eden iki muhteşem beyanı var Hz. Peygamber'in:

■ •**                                  riHAVUN

1.           Melike Şirk oligarşisinin başı olan Ebu Cehil’i t ümmetinin firavunu' diye tanımlamıştır.

2.           Enievî kralı Maviye ile başlayıp Müdafaai Hu müminlen tarafımdan yerle bir edildiği güne k«d halifeleri 'meliki adûdlar' yani azmış-Ld^z’ "d°ar g*™,5dr-Hem de s

Üçüncü Bölüm

FİRAVUNLA İLGİLİ AYETLERİN TEFSİRİ

FECİR SURESİ

(10/89)

Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 10, gele­neksel tertipte 89. suredir. 30 ayettir.

Ayet 1-13:

I Yemin olsun tan yerinin ağarma vaktine, 2 On geceye, 3 Çifte ve teke, 4 Yola koyulduğu zaman geceye. 5 Na­sıl; bunlarda akıl sahibi için bir yemin var, değil mi? 6 (Görmedin mi ne yaptı Rabbin Ad kavmine? 7 Sütunlar­la dolu İrem'e, 8 Ki, beldeler içinde onun benzeri yara­tılmamıştı. 9 Ve ne yaptı vadide kayaları oyan Semûd kavmine? 10 Ve kazıklar sahibi Firavun'a. 11 Bunlar, ülkelerde azıp zulmetmişlerdi. 12 Ve oralarda bozgunu çoğaltmışlardı. 13 Bu yüzden Rabbin, üzerlerine azap kamçısını yağdırıverdi.

İlk dört ayet, dört büyük yeminden oluşmaktadır. Bu «İçmektir ki, gelecek beyyineler çok hayatî noktalara te­mas edecek, çok önemli ve sarsıcı mesajlar getirecektir. Mesajların ortak yanı, zalimlere, onların temel ve tipik özelliklerine ve nihayet maruz kalacakları azaba parmak basmalarıdır.

l eke ve çifte yeminle söze başlanması bu iki kelimenin lyıret ettiği gerçeğin önemine dikkat çekmek içindir.

I IO

Tek, Yaratıcı, çift ise polari te ve pariteden (zıtların oluş turduğu iki kutuptan) ibaret olan tüm varlık ve oluştuı İşte yeminin büyüklüğü burada.

Tek olan, polarite ve pariteye konu olmayan varlı] (vetr), Allah’tır. Onun dışındaki tüm varlıklar zevç yar çift yaratılmış, çiftliğin, eşliliğin konusudur.

Kur'an, hem evrensel-kozmik diyalektiğin esası olan po lariteyi hem de paralel evrenler gerçeğini şef ve zevç ke limeleriyle ifade eder ki, ikisi de ‘iki şeyin birlikteliği’ an lamını taşır. Biz şimdi, Kur’an verilerini bu çerçeveleri] önce birincisi sonra da İkincisi açısından inceleyeceğiz.

ŞEF’VE ZEVÇ

Şef; teki çift yapmak, bir şeyi, benzeri olan şeye ekle mek veya iki şeyi yan yana getirmektir. Şefin karşıt ‘vetr’dir ki, o da bir şeyin tek olması, yani polarite dışın da kalmasıdır. Bunun içindir ki, “Allah vetr, mahlûkla şef dir’ denir. Çünkü mahlûklar, polaritenin bir görünü mü olan oluşun malzemesidir.

Şefaat de bu şef kökünden gelir.

Kur'an'a göre, her şey çift çift yaratılmıştır. (51/49) Zev ciyet, yani karşıtların birlikteliği, oluşun ve insan hayatı nın esasıdır.

Varlık ve oluşu polarite üzerine oturtan Yaratıcı, işte b yüzden hem şef’e, hem de vetre yani ikilik ve tekliğe yc min etmektedir.

Zevciyet, polarite, benzer zıtlar ilişkisi, eş olma hali, p;ı

119

UÇUNCU BOLUM

ralel evrenler anlamlarında alınabilecek bir terimdir.

Zevç ve türevleri, isim ve fiil halinde 70 küsur yerde geç­mektedir. Daha çok, zevcin çoğulu olan ezvâc kullanı­lır. İki çift anlamındaki zevceyn ve zevcân şekilleri de kullanılmıştır. Ve kavramın esas anlamını ve temel bo­yutlarını veren ayetler de bu son şekillerin geçtiği 7 ayet- lir. Kavrama esas olan zevç kelimesinin filolojik yönünü, Isfahanlı Râgıb’dan özetleyelim:

“Kendi cinsinden bir diğeriyle bulunana zevç denir. Bu, insan, hayvan, bitki ve diğer varlıklardan olabilir. Zevç­ler birbirinin benzeri olabilecekleri gibi, tam zıtlar da olabilirler. Zevciyet, erkeklik-dişilik ikiliği olabileceği gibi, başka ikilikler de olabilir. Eşya; cevher, araz, mad­de, suret gibi ikiliklerin beraberliğinden ibarettir. Hiç­bir şey bu ikililiğe dayalı terkibin dışında kalamaz. Ve bu durum gösterir ki, varlığın bir terkip ustası, bir ya­pıp edicisi vardır ve onun zevciyet üstü bir ‘Tek’, bir fert olması gerekir. Türler, cinsler, sınıflar da birer zevciyet oluşturur. Allah, insanların cennet hayatında huriler ile bir zevciyet ilişkisi kuracaklarını söylüyor. Ancak, bunun dünya hayatındaki karı koca ilişkisi şeklinde anlaşılma­ma Kur’an’m ifadeleri izin vermez. Bu, kendine özgü bir beraberliktir.” (Râgıb, Müfredat, zevç mad.)

Kur’an dilinin büyük ustası Râgıb, kısa filolojik açıkla­malar içinde Kur’an’m anlam boyutlarını iyice yakalama dehasını burada da göstermiş ve zevciyet kavramının •saslarmı birkaç satırda vermiştir.

(Huşun, fıtrat diyalektiğinin özünde, Kur'an'a göre zev- rlyet yatar.

Mlah, zatı itibariyle zevciyetin üstündedir. O, bu yönüy-

120

HHAVUN

le Sübhân, Ahad, Samed olarak anılır ki, benzerlik-zıtlıi ilişkisinin dışında olan mutlak şuur ve kudret demektiı Ancak Allah da tecellileri ve zuhuruyla, yani isim-sıfatla rı ile bir polarite sergiler. Çünkü varlık, Allah'ın bir gö rünüşü, bir tecellisidir ve bu görünüşün arz ettiği süreç polaritenin seyridir. İbn Arabi'nin Allah'ı ‘şey’ olara nitelendiren görüşünü, bu inceliği dikkate alarak değeı lendirmek gerekir. Aksi halde Allah'ı inkâr veya oluşı dondurmak gibi sakatlıkların birine yenik düşeriz.

Kur'an, Allah'ın sıfatlarını bir polarite konusu olarak ve riyor: Evvel-Âhir, Zâhir-Bâtın, Muhyî-Mumît vs. Anca bu, zuhur ve tecelliler yönündendir. Zât yönünden Al lah, zevciyet üstüdür. Sübhan, Ahad ve Samed'dir. Şe değildir; şeylere benzerliği de yoktur, (bk. İhlas suresi Şûra, 11)

Zevciyetin üstündeki Ahad ve Samed güç, yani yaratı cı, yapıp-edici külli şuur ve kudret, oluşu zevciyet yan benzerliğin ve zıtların sürekli ilişkisi halinde ortaya koy muştur.

Mâsiva (Allah dışındaki varlıklar) hep çifttir.

Sünnetullah (Allah’ın tavrı-tarzı, tabiat kanunları) bi zevciyet resmigeçididir. Bu Kur'ansal ilkeyi açıklarkcı müfessir Elmahlı şöyle diyor: “İkilik kaçınılmazdıı Bu ikilik içinde birleştirilmeden hiçbir şey tasdik ohı namaz, tefekkür ve algılama yapılamaz.” (bk. Tef si ı 6/4544) Her şey zevciyete oturur. Kur'an, zevciyetin bi süreç halinde yeni yeni zevciyetlere vücut verdiğini be yan ediyor ki, biz bunu eserlerimizde fıtrat diyalektiği oluş diyalektiği adlarıyla anıyoruz.

O halde, zevciyet, süreklilik gerektirir. Sabit ve don

Ulj/UNVU DULUM

İZİ

muş, olup bitmiş değildir. Her an yeni bir oluşta olan Y aratıcı'nın sünneti her an yeni zevciyetlere vücut verir.

Varlık ve oluş birçok zevciyete sahne olduğu gibi, son­suz zevciyete de gebedir. Oluşun bağrındaki sürekli yü­rüyüş ve atılım özlemi, bir anlamda sınırsız zevciyetle- riıı rüyalarını taşımaktır.

/evciyetin bu sonsuzluk ve sürekliliğini ifade eden te­mel ayetler Yasin suresinin 36. ayetiyle, Tekvîr suresinin I. ayetidir.

"Şanı yücedir o Allah'ın ki toprağın bitirdiklerinden, '■uların öz benliklerinden ve nice bilmediklerinden bü­tün çiftleri yaratmıştır.” (Yasin, 36)

İkinci ayetse, kıyamet günü, yani alışılmış arz-evren dü- rninin tebdil edildiği günde (bk. 14/48) nefislerin çift­leş! i rilmesinden bahsediyor:

'Benlikler çiftleştirildiğinde...” (Tekvîr, 7)

Ihı demektir ki, kıyamet yeni oluşlara, yeni zevciyetlerle imkân ve sahne açmanın bir başlangıcıdır. Yani kıyamet, İm yandan bir bitiş ve ölüş sergilerken, bir yandan da bir başlangıç ve oluş sergileyecektir. Esasen sünnetullahta İn r ölüş, bir oluşun başlangıcıdır. Çünkü bitiş ve tükeniş mı lamında ölüm yoktur. Ölüm, sadece boyut, şekil ve ta- vıı değiştirme keyfiyetidir.

Ilı/iın bilmediğimiz zevciyetler deyimi, zevciyetin son- u/lıık ve sayısızlığını açıkça ortaya koyarken, kıyamet uıiııii nefislerin zevciyete girmeleri de, yeni oluşların vine zevciyete bina edileceğini gösterir.

122

FİRAVUN

Hayat bir zevciyetler alanıdır. İlim bize haber veriyor ki evrenin herhangi bir noktasında meydana gelen bir zer­renin, bir parçanın ikizi veya zıddı, yani zevci aynı anda doğar. Ve hayat bir zıt eşler resmigeçidi halinde sürün gider.

Zevciyet, özellikle yerkürede hayatın temelini oluşturur. Bu anlamda zevciyet, öncelikle bir dişilik-erkeklik pola ritesidir. (bk. 53/45; Kıyame, 39) Bitki, hayvan ve insan kadar, bunların karşılıklı ilişkileri de zevciyet konusu dur. Toprağın altından her fışkırış, göklerden her iniş bir zevciyet sergiler. Bunlar cömert, gönül açıcı, ferahlık ve mutluluk getirici güzellik ve nimet tablolarıdır, (bk. 13/3; 22/5; 20/53; 26/7; 31/10; 50/7)

Hayat, insan için de bir zevciyet olayıdır. İnsan, kendi zevcini, yani benzer zıddını veya karşı kutbunu, kemli benliğinden ayırmış tek varlıktır, (bk. 4/1; 39/6; 16/7 ’ 30/21; 7/189) O halde, insanda oluş, bir ikileme ve dah.ı sonra tekrar birlenme olayıdır ki, bu ayrılık ve vuslul, vasıl ve fasıl, parçalanma ve toplanma diye de anılabiliı Bütün bu oluş seyri insanda hedefine aşk ile varır. Bu yüzden insanın zevci onun için sükûnet ve huzur arac ı yapılmıştır.

Kendi zıddından, kendi huzur ve mutluluğuna yol bul ma özelliği yalnız insanda vardır.

İnsanın, kavga ve zıtlar çekişmesiyle dolu hayatı kadaı bu hayatın öncesi ve sonrası da zevciyete sahnedir. Çını kü insan sonsuz bir tekâmülün hem adayı hem konusu hem de sahnesidir. İnsanın dünya öncesi hayatı bir zev ciyet sergilemişti (bk. 2/35; 7/19; 20/117), dünya sonran hayatı da öyle olacaktır, (bk.2/25; 3/15; 4/57; 36/56)

OVUNDU DULUM

Kur'an'ın insanın zevcinden söz eden ayetlerini, sade­ce fıkıhsal anlamda değerlendirip bunlardan eş mânası (j karmakla yetinmek, ilgili ayetlerin anlam boyutlarını daraltmak olur. Doğrusu şu ki, insanın zevcinden bahse­den ayetlerdeki zevciyetin eş (karı koca) anlamı, anlam­lardan sadece biridir. Kesin karine veya kayıt olmadıkça aletleri bu anlamla dondurma yönüne gitmemek gere­kir. Bu ayetlerde ifadeye konan ‘zevçler’ (benzer zıtlar) iadece kadınlar veya erkekler değildir.

Sadece hukuksal anlamda eşlerden söz eden ayetler de vardır. Mesela Ahzâb suresi 6. ayet Hz. Peygamber'in zevcelerini müminlerin anneleri olarak tanıtıyor.

I IIĞYAN VE TAĞUT

I'ağut:

11. ayet, firavunların temel niteliklerinden birincisi olan tuğyan veya tağutluğu kayda geçirmektedir.

İlalıtaştırılmış azgın kodamanı, zalim-saldırgan kişi veya tipiler anlamındaki tağutun kökü olan tuğyan, türevle- uvlc birlikte (tağut dahil) 40 civarında yerde geçer. Biz- ai (ağut kelimesi 8 kez geçmektedir.

\tapça lügatlarda tağut (tekili ve çoğulu aynı) için veri­li tı anlamlar şunlardır: İlahlaştırılmış azgın, kâhin, bü- nıııı, sapıklık öncüsü, Hristiyan kodamanı, saldırgan, ılım.

i ıii'.ııta ‘Hristiyan kodamanı’ (onunla yan yana kullanı­cın cibt sözcüğünü ise Yahudi kodamanı) anlamı veren, ıı ip dilinin en büyük üstadı ve dilcilerin babası sayılan

ve 231/846’de ölen İbnül A’rabî’dir. Daha sonraki d çiler bu anlamı, Kur’an dilinin bu Mevâlî çocuğu (ye Arap asıllı olmayan köle) ölümsüz ustasından alar tekrar etmişlerdir. (Mesela bk. 370/980’de ölen büy lügat bilgini Ezherî’nin ‘Tehzîbu’l-Lüga’ adlı anıt eseı

Na yazık ki, İbnül A’rabî’nin dilbilimdeki dehasını bi tam gösterecek müstakil eserleri elimize ulaşamamış! Onun verdiği eşsiz tespitleri, kendisinden nakilde bu] nan diğer meslektaşlarının eserlerinden öğreniyoruz.

538/1143’te ölen ünlü Türk müfessir Zemahşerî, Nj 51’de geçen cibt ile Yahudilikteki kutsal gün st (Cumartesi günü) arasında irtibat görmektedir. (I Zemahşerî, Esâsü’l-Belağa, cibt mad.)

Tefsir âlimleri, sahabî müfessir İbn Abbas’tan başla) rak ve iniş sebebini de dikkate alarak, tağutun Nisa ı resi 51. ayette Yahudi kodamanı Ka’b el-Eşrefi amı ladığım söylemişlerdir ki anlam olarak bu şer babası çok uygundur.

Aynı ayette geçen ve aslen Arapça olmamakla birli! lügat itibariyle tağutun anlamlarına yakın anlamlar şıyan cibt ise yine müfessirlere göre, bir başka Yahı kodamanı olan Huyey bin Ahtab’ı göstermektedir. M fessir Taberî’nin ifadesiyle “bu iki kişi, iki cibt veya tağut idi. Allah’a ve onun peygamberine isyanda Yalı di milletine öncülük etmekteydiler. Ama bunlar, aj işi yapan başka Yahudi öncüleri de olabilir. Allah bildirmek istediği, böyle bir ekibin bulunduğuduı (Taberî, Tefsir, 5/130-135)

İniş sebepleri, mesajı kayıtlamayacağına göre, tağut onun benzeri olan cibt Kur’an dilinde, müfessir Râzî’ı

işaret ettiği şu anlamı taşıyan sözcükler olarak alınmalı­dır:

“Bu iki kelime, şer ve bozgunculukta zirveye çıkmış ki­şileri ifade etmede âdeta sembol olmuş iki kelimedir.” (Râzî, Tefsir, 10/133)

Kur’an; tağutu, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi ve kud­ret anlamında kullanır ve Allah'a imanın gerçek an­lamına ulaşması için tağuta karşı çıkmanın kaçınılmaz­lığına dikkat çeker. (2/256) Nisa 51. ayet Araplardaki okuma yazma bilenlerin (aydınların) cibt ve tağuta inandıklarını ve müminleri onlara inananlardan daha aşağı gördüklerini söyleyerek bunu kınıyor. Bu ayette lağut, ruhsuz putlara ad olan cebte karşılık, ruh ve şuur sahibi put yani ilahlaştırılmış, putlaştırılmış insan anla­mında kullanılıyor.

Arap dilcileri tağutu, (dişil ve erkeği aynı) azgın, sınır tanımaz, Allah yerine kendisine tapılan, zulüm, cebir ve şiddet kullanan Firavun ruhlu, şeytan yaradılışlı varlık olarak mânâlandırmaktadırlar. Hayra engel olan tüm kişi ve güçlere de tağut denmektedir. Tağutun, görüneni ıiiında, görünmeyeni de vardır.

I ağut daima akıl ve ruh sahibi varlıktan yani insandan Olur. Putların tağut olarak adlandırılmaları, onların tuğ­yanları ifadede birer vasıta olmalarındandır. Ve Allah'a ku ı şı küfre sapanlarm dostları tağuttur ve onlar, tağut yolunda savaşırlar. (2/257; 4/76) Bunların belirgin özel­liklerinden biri de, davalarının çözümünü, tağuta havale (lüleleridir; her zaman tağutu hakem yaparlar. (4/60)

I ağuta karşı çıkan ve ona uşaklık etmekten kaçınanla­rı! sonsuzluk muştulan verilecektir. (39/17) Lanetlenen

ve Allah'ın gazabına uğrayarak en iğrenç cezaya çaı tırılanlar, domuz, maymun suretine çevrilecek, tağut uşağı-kölesi haline getirileceklerdir. (5/60)

Şimdi, tağutun kişiliğini, rolünü ve tavrını daha iyi ta mak için onun temel özelliği olan tuğyanı görelim.

Tuğyan, ‘isyan ve günahta, sınır tanımayacak ölçüde i ri gitmektedir. (Râgıb, tuğyan mad.) Fiziksel güçle normal sınırları aşacak şekilde faal hale gelmeleri tuğyanla ifade edilebilmiştir. Mesela Kur'an, Nuh Tu nı sırasında suların köpürüp azmasını tuğyan kökünd bir fiille (tağa) ifade etmektedir. (69/11) Ne ilginçtir suların tuğyanı ile boğulan Nuh devri zalimlerini Kur'; ‘zulme sapan, tuğyan edip azan’ bir kavim olarak < makta (bk. 53/52) ve insanın tuğyanını tabiatın tuğy; ile cezalandıran varlık ve oluş ilkesine dikkat çekmek dir. Haakka suresi 5. ayet de, Semûd kavmi azgınları! tâğıye ile helâk edildiklerini söylüyor. Bu tâğiye de tı yan kökünden türeyen bir isim olup tuğyan eden ins< lan cezalandırmak için Yaratıcı tarafından devreye ı kulan tuğyan edici tabiat kuvvetlerini ifade etmektec Bu ayette cümle o şekilde düzenlenmiştir ki, tâğıye h< Semûd kavmini helâk eden kuvveti hem de bu kavn helâkine sebep olan tavrı aynı anda ifade etmektec Bu üslûp harikasını dikkate aldığımızda, anılan aye tercümesinin şöyle verilmesi gerekir:

“Bunun üzerine Semûd, azgınlık yüzünden/azgın I tabiat kuvvetiyle helâk edildi.” (Haakka, 5 Ayrıca I Şems,ll)

Tuğyan, insanın tabiatında vardır. Kur’an daha vahye len ilk suresinin 6. ayetinde bu gerçeğin altını çizmişi

“İş öyle sanıldığı gibi değil; şu kesin ki insan gerçekten uzar.” (Alak, 6)

I lu yaradılış gerçeğini veren ayetin ardından insanın tuğ­yanının temel sebebi gösteriliyor. Bu sebep, insanın ken­disini hiç kimseye muhtaç olmayacak bir konuma gelmiş görmesidir ki firavunluğun temel belirtilerinden biridir. I'uğyan, insan egosunun, kendini ilahlaştırması, her şe­vin, herkesin üstünde görmesi halinde tecelli ettiğinde doruk noktadır. Kur'an'a göre, bu doruk noktanın tipik temsilcisi Firavun tiptir, (bk. 20/24, 43;Nâziât, 17)

f iravunlar medeniyeti bir tuğyan medeniyeti idi; batış­ları bu yüzden olmuştur:

Ne ilginçtir ki, tuğyanın babaları olan Firavunların ez­diği İsrailoğulları, sonunda Firavun yolu olan tuğyana kıpmaktan kurtulamadılar. Onların İlahî gazaba uğra­malarına da bu sapma sebep oldu. (20/80-87)

Kur’an, temel varoluş ilkelerinden biri olarak, şunu ıs- ı ;ıı la belirtir: Bütün uygarlık ve saltanatların çöküşü az­mak yüzündendir. Bu, daha çok, madde ve ondan kay­naklanan değerlere aldanarak azmaktır. Her çöküşün dunda bu yatar. Nitekim Nâziât suresi 37-38. ayetler tuğyan ile iğreti hayatı ve dünya nimetlerini ilahlaştırma itasında bağ kurmaktadır. Kur’an, buradan hareketle İn/,e şunu öğretmiştir:

Bütün tağutlar, paranın kulu, mülk ve saltanatın uşa­ğıdır. Paranın kulu olmayan hiç kimsenin tağut olması ö>z, konusu edilemez. Paranın kulları, o esas tanrıları­nı ya cebir ve şiddeti kullanarak elde ederler ya mülkü ı yönetimi) saptırarak yahut da Allah ile aldatarak. Gü­nümüz firavunları bu yolların hepsini, özellikle Allah Ilı* aldatmayı kullanmaktadırlar.

Tuğyana sapanların nihaî cezaları, bir tabiat tuğyanı ola ateşle verilecektir. Cehennem, tabiat kuvvetleri tuğyan nın tipik ve çok güçlü bir belirişidir ve bunun içindir k tuğyana sapan zalimlerin cezalandırılmasında en uygu yol cehennemle ceza yoludur.

“Şu bir gerçek ki, cehennem bir gözetleme yeridir, tu| yana sapmışlar için bir dönüş-varış yeridir.” (Nebe, 21 22; ayrıca bk. Nâziât, 39)

Böyle olduğu içindir ki, cehennem ehli, birbirlerini sut, larken sürekli şöyle konuşacaklardır:

“Seni tuğyana ben itmedim.”

“Tuğyana sapmış bir topluluk idiniz, hadi görün sonu nuzu.” (50/27; 37/23, 31; 38/55-56)

Tuğyana sapmanın musallat edeceği denge bozuklug insanı aldatır, kuruntu ve hayale esir eder. İnsan bu du ruma gelince nefs egosunun oyuncağı olur ve karanlıj ışık, şapı şeker zannetmeye başlar. Kur'an bu nokt;ıy dikkat çekerken, inkârcıları ‘tuğyanları içinde oynayıı oyalanan gafiller’ olarak tanıtır, (bk. 2/15; 6/110; 7/1 Kt 10/11; 23/75)

Tuğyan çemberinde gaflet ziliyle oynayanlarda oluşuı en öldürücü hastalık, ışığı ve güzeli gösteren her söz vı uyarının onlarda tuğyanın yoğunluğunu artırmaklııı başka bir işe yaramamasıdır. Bu bir tağut illetidir.

Tağut illetine tutulanlara öğüt ve uyarı, beklenenin tm| tersi bir etki yaratır; tağutun zulüm ve dehşeti binil daha artar. (5/64, 68; 17/60)

Tuğyan kavramının bu Kur'ansal yapısını gördükten sonra tağutu kısa bir ifadeyle şöyle tanımlayabiliriz:

Tağut, her devirde, firavun ruhlu egemen kişilerle, on­ların yardakçıları olan güruhun genel adı, cins ismidir.

KÜRESEL TAĞUT PAKTLARI: BAŞKAN, YARDIM­CI VE EŞBAŞKAN TAĞUTLAR

Anlaşılan odur ki, her devirde birden çok tağut bulunur. Tağutların kabile çapında, millet çapında olanları ya­nında bölgesel ve uluslararası olanları da bulunacaktır. Bunlar birbirlerinden habersiz olabilecekleri gibi, orga­nize de olabilirler. İblisler Parlamentosu (hizbu’ş-şey- lan, evliyau’ş-şeytan) gibi birlikler, beraberlikler vücuda getirebilirler; aralarında hiyerarşik bir düzen kurulabi­lir, kaynaşmaya, birleşmeye gidebilirler.

Tağutî sistemlerin her devirde baş tağutları yanında alt lağutları davardır. Baş tağut bunların efendisi, destekçi­si, koruyucusudur. Günümüzde bu İkincilere ‘eşbaşkan’ • k ııiyor. Yani tağutlarm kimisi zulmün esas başkanı, ki­misi eşbaşkanıdır. Baş tağut olan zağarların alt tağutları «lan finolar, Kur’an tarafından günümüzdeki kullanıma lam karşılık olacak şekilde tespit edilmiştir: ‘Abede’t- iııgııt’ (tağutun kulları, uşakları). Mâide 60. ayete göre, ubede-i tâğût, Allah’ın öfkesine çarpılıp lanetlenmiş maymunlardan, domuzlardan çıkar. Baş tağutlar, bu fi­lm uşakların kendi muhitlerindeki zaaflarım, kinlerini, ı'eklentilerini, makam hırslarını ve nihayet hıyanet tut­kularını bir biçimde okşayarak onları köle gibi kullanır­ım Böyle olunca da tağutî sistemler, ilkeler, parlamen­tolar, paktlar, bölgeler geliştirilebilirler.

İslam düşüncesinin yirminci yüzyılda doruğu kabul edi­len Muhammed İkbal (ölm. 1938) emperyalist Batılı- larm oluşturdukları sömürü düzeninin temsilcilerinin vücut verdiği organizasyonu, İblisler Parlamentosu diye anmıştır. Aynen bunun gibi, Tağutlar Parlamentosu de­yimini de kullanabiliriz. Kur'an bu noktada evliyau’t tağut (tağutun dostları, görev arkadaşları, destekçileri) deyimini kullanıyor ki diğer tabirlerin tümüne zemin oluşturan bir tabirdir.

Kısacası, tağut, Kur'an terminolojisinde, iblis-şeytan şeı enerjisinin fiziksel güç ve birimler haline gelmesini, ey leme dönüşmesini gerçekleştiren İnsanî unsurdur.

FESAT

12. ayet, firavunların temel özelliklerinden İkincisi olan fesatçılığa dikkat çekmektedir.

Fesat (özgün yazılışıyla fesad), toplumlardaki dengeleri bozarak yaratılan kaosa denir.

Fesat kökünden sözcükler isim ve fiil halinde 40'tan faz­la yerde geçer.

Kur'an dilinin ölümsüz ustası Râgıb el-Isfahânî (ölnı. 502/1108) el-Müfredât'mda fesadı ‘bir şeyi itidal daire­sinden az veya çok çıkarmak’ olarak tanıtıyor ve karşı tının salâh olduğunu söylüyor ki, kavramın Kur'an'sal niteliğini tam tespittir.

Fesadın esasını, varlık ve oluştaki, toplumdaki dengeleri bozmak, bozgun ve yozlaşma vücuda getirmek oluştu rur. Bu da, yine Râgıb'in söylediği gibi, bazen insanın iç dünyasında, bazen bedenimizde, bazen de dışımızdaki

dünyada meydana gelir.

I esadm her türü, insanın eseridir. (2/30; 40/26) Bu yüz­dendir ki tanrısal irade, yeryüzünü fesada veren kötü in­sanları, onlara musallat edilen başka insanlarla durdur­mayı kanunlarından biri halinde işletmektedir. (2/251)

l 'esadın temelinde insanın doğal ve kozmik değerleri, kendi kişisel dürtüleri ve doymazlığı uğruna altüst etme­si yatar. (23/71) Bunun içindir ki en büyük fesat şirktir. Çünkü şirk, yaratıcı-küllî şuura özgü kudret ve değer­leri parça varlıklara yükleyerek oluşun omurgasını ze­delemektir.

Bakara 30'a göre, bütün yüceliklerine ve Allah'ın ken­disine güvenine rağmen insanın özelliklerinden biri de lesat üretmesidir. İnsanın ürettiği fesattan en büyük payı şirk, ikinci olarak münafıklık (ikiyüzlülük), üçüncü olarak da Yahudi toplumu almaktadır. (2/11; 8/85; 17/4)

I ’n yıkıcı fesat, insanın saltanat ve sahip olma uğruna sergilediği fesattır. (Nemi, 34) Böyle olduğu içindir ki, insanlık tarihi boyunca medeniyet ve saltanatların çö­küşüne hep fesatlar sebep olmuştur. (28/4, 83; 29/14; 40/26; 89/12)

Peygamberlerin önemli yakarışları içinde, fesat üreten­lere yenik düşmeme dileği de vardır. (29/30) Çünkü fe­sat, yurtları karmaşa ve mutsuzlukla doldurmakta, kitle­leri lanet ve azabın kucağına itmektedir. (13/25; 16/88)

Kur’an şu noktanın altını da çizmektedir: Fesat daima öldürmek ve kan dökmekle birlikte sahneye çıkar. Ve bir kişinin kanının dökülmesi veya bir kişinin fesada âlet edilmesi ‘bütün insanlığın öldürülmesi ile eşanlamda-

dır.’ (2/30; 5/32)

Kur'an, fesat üreten birey ve kitlelerin insanların kar­şısına barış üreticileri olarak çıkabileceklerini de söyle­mektedir:

“Onlara, ‘Yeryüzünde bozgun çıkarmayın!’ dendiğinde ‘Tam tersine, bizler barış ve esenlik getirenleriz!’ de­mişlerdir. Dikkat edin, gerçekte onlar, bozgun getiren­lerin ta kendileridir de bunun bilincinde olmuyorlar.’ (Bakara, 11-12)

Çağdaş firavunların yolu yöntemi de hep budur. Sürek! demokrasi derler, barış ve esenlikten, özgürlükten sö; ederler ama icraatlarıyla bu kavramların hayata geçme­sini engelleyen her türlü zulmü egemen kılarlar. Basını üniversiteleri, hatta yargıyı ve nihayet hukuku güdüme alarak şeytanî ve firavunî bir korku imparatorluğu yara­tıp hayatı cehenneme çevirirler. Bunu hem yerel düzey de yapan firavunlar var hem de küresel düzeyde. Yere düzeye hemen hemen tüm Ortadoğu örnektir.

Küresel düzeye gelince onun öncüsü ABD’dir. Bu zu­lüm imparatorluğunun, bir yandan ‘dünyanın düzenin koruma görevi’ (!) üstlendiğini iddia ederken öte yan dan silah ticareti uğruna dünyayı harplerin kucağım itmesi ve uzayı zehirli gazların etkisinden kurtarmayı yönelik bir atılım olan Kyoto Protokolü’nü, ‘gelirlerini azalır’ gerekçesiyle imzalamaması bu ikiyüzlülüğün er yaman örneğidir.

Barışçılık iddiasıyla gerçek barışseverliği ayırmada kulla­nılacak ölçüleri Kur'an şöyle tespit etmektedir: Allah'ır birliğine iman, son hesap gününe iman, salih amel yan insanlığın hayrına ve mutluluğuna katkıda bulunacal

hizmetler üretmek.

Tabiatın Dengeleri Açısından Fesat:

Kur’an, bir yerde, fesadı, dolaylı bir ifadeyle ‘ekinleri ve nesilleri helâk etmek’ olarak tanımlamıştır ki, ekolojik yozlaştırmanın bir tanıtımı gibi görebiliriz. Şöyle deniyor:

“İnsanlardan öylesi vardır ki, onun dünya hayatına iliş­kin sözü senin hoşuna gider ve o, kalbindekine Allah'ı tanık tutar. Oysaki o, düşmanların en yamanıdır. Ya­nından ayrıldığında/iş başına geçtiğinde yeryüzünde fe­sat çıkarmak, ekini ve nesli yok etmek için işe koyulur. Oysaki Allah, fesadı sevmez.” (Bakara, 205)

BÜRÛC SURESİ

(27/85)

Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 27. gele­neksel tertipte 85. sure olup 22 ayettir.

Avet 17-20:

17 Geldi mi sana orduların haberi? 18 Yani Firavun vc Semûd'un? 19 Gerçek şu ki, inkârcı nankörler bir ya­lanlama içindedirler. 20 Allah ise onları arkalarından kuşatmış bulunuyor.

17-20. ayetler, zulüm ve dehşetin babaları ve prototiple­ri olan firavunların birer ordu saltanat ve hegemonyası olduklarını yani bu zalim yönetimlerin hüccete değil kuvvete dayandıklarını idraklere iletiyor. Ordu (özel­likle ordular) despotik kudret yönetimlerinin hem da­yanağı hem de sembolüdür.

Kur’an, kudrete karşı hücceti öne çıkarmış, ölümsüzlü­ğü ve sonsuz zaferi hüccete bağlamıştır.

Önce şunu bilmeliyiz:

Zulüm hüccetle değil, kudretle ayakta durur. Daha doğ rusu, hüccetin söz konusu olduğu yerde zulüm olmaz olamaz. Çünkü hüccetin kendisi de onu yaratan şuur vı irade de zulme karşıdır. Zulüm varsa hüccet üretemez

siniz; olsa olsa hüccetin yarattığı değerleri sömürürsü­nüz. Tarih boyunca bütün kudret imparatorluklarının yaptıkları da budur. Hücceti o imparatorlukların ezip horladığı insanlar üretir, firavunlarsa hem o üreten benlikleri ezer, onlara sövüp sayarlar hem de onların yarattıkları değerleri nankörce ve namussuzca sömü­rüp keyif yaparlar.

l am bu noktada, hüccet-kudret mukayesesini yapan bir bölümü, ‘Tecdit’ adlı eserimden özetleyerek buraya ala­cağım.

KUDRET VE HÜCCET

b ranşız düşünürü Victor Hugo, “Kanlı ve kanla yaratıl­mış şan ve şeref yoktur” diyor.

Kanla ancak geçici kudret destanları yazılır ama kalıcı, insanlığa boyut atlatıcı hiçbir değer üretilemez. Kudret, sadece ceberût, gösteriş, baskı, tasallut ve zulüm üretir.

İslam tarihi, akılcı düşünürlerin yaratıcı faaliyetleriy­le yaşadığı kısa bazı dönemler hariç tutulursa, egemen vasfı itibariyle, bir ‘kudret medeniyeti’ tarihidir. Halbuki Kur’an, bir hüccet medeniyeti istiyor ve Allah’ın temel niteliklerinden birini de ‘en yüce hüccetin sahibi olmak’ diye belirliyor.

“En mükemmel hüccet/kanıt Allah'ındır. O dileseydi hepinizi toptan doğru yola iletirdi.” (En’am, 149)

I ilbette ki bu anlamda bir hüccet, Kur’an mesajının in­sanlığa tebliğ döneminde kurumlaşamazdı. O dönemde hüccetin sadece teorik-metafizik temelleri atılabilirdi ki

Kur’an ve Peygamber’in yaptığı da buydu.

Hüccetin kurumlaşmasının beklendiği dönem, ümmetin yönetimine Emevîlerin el koyduğu dönemdir. Ne yazık ki o firavunî saltanatlar dönemi, hücceti değil, kudre­ti esas alan, hatta ilahlaştıran bir dönem oldu. Çünkü Emevî’nin temsil ettiği ve dayattığı yarı şirk, yarı İslam din, hüccete değil, kudrete dayanmayı gerektiriyordu. O, bizzat Peygamberimizin ifadesiyle bir ‘meliki adûdlar’ (kudurgan zalim krallar) saltanatıydı.

Hz. Peygamber’in, mesajı insanlığa ulaştırabilmek için verdiği savunma ve korunma savaşlarının bittiği yani hüccet üretme dönemine geçilmesi gerektiği zamanda, cihat kavramı saptırılarak savaşlar savunma için değil, ülke fethetmek, insan haklarına tasallut için yani çapul ve soygun için yapılmaya başlandı. (Ayrıntılar, bizim ‘Kur’an’da Lanetlenen Soy’ adlı eserimizde verilmiştir.) Türk sûfî düşünürü Kuşadalı İbrahim Halveti (ölm. 1845) bu gerçeğe parmak basarken ‘gazaların ülke fet­hetmek ve tagallüp aracı yapılması’ tabirini kullanıyor (Ayrıntılar için bizim ‘Kuşadalı İbrahim’ adh eserimize bakılmalıdır.)

KUR AN, HÜCCETTEN NE ANLIYOR?

Temel konusu ve göndericisi olan Allah'ı, 'En yüksel hüccetin sahibi' olarak tanıtmak suretiyle Allah'ın d; kudretten çok hüccet kullandığını ifadeye koyan ve ken di adlarından birini de 'Bürhan' olarak belirleyen Kur'ar hüccetten ne anlıyor? Sorunun cevabını, hüccetle ben zer anlamlar taşıyan bürhan ve sültan kelimelerini de dikkate alarak verelim.

U\,UNUU DULUM

Hüccet:

Kur’an dilinin aşılmamış ustası Isfahanlı Râgıb, şahese­ri el-Müfredât’ta hücceti şöyle tanımlıyor:

“Hüccet, iki zıddın birinin sağlamlığını gerektiren de- lil-beyyinedir.”

Hüccet, aşılmaz kanıt anlamı ifade eden kelime-kav- ramlann şemsiyesi olan bir kavramdır. Geçici, aldatıcı, oyalayıcı ve nihayet yarı yolda bırakıcı madde üstünlü­ğüne karşı ezelî-ebedî hakikatlere dayanan aşılmaz ve ölmez akıl ve bilim kanıtını ifade etmektedir.

Hüccet, bütün delil çeşitlerini içeren en kuvvetli delil­dir. Sonraki dönem ilmi kelam kaynaklarının ortak ka­naatleri de budur. (bk. Yusuf Şevki Yavuz, Hüccet, DİA maddesi)

Hüccet-Istırap İlişkisi:

Beniisrail, kudretle bir yere varamadı; hüccete sığındı ve kazandı. Istırap, hücceti yaratır, besler, egemen kılar. Refah ve rahatlık ise kudreti egemen kılar, şımarıklığı büyütür ve çöküş getirir. Tanrısal kader odur ki, kudre­tin zebunu olup ezilen mustaripler, içlerindeki yaratıcı volkanı geliştire geliştire egemenlikleri altında ezildik­leri kudret sahiplerinin zaman içinde efendisi konu­muna gelirler, onları sessiz ve görünmez bir gelişmeyle egemenlikleri altına alırlar. Örneğin, Yahudi ile diğer milletlerin, Osmanh ile egemenliği altında tuttuğu Batıh milletlerin münasebetleri hep bu kader muvacehesinde yürümüştür.

En büyük hüccet Allah’ındır. Varlık ve oluşun sergile diği ezelî-ebedî kanunların vücut verdiği hakikatlerdi bunlar. İkinci büyük hüccet peygamberlerin mesajların dadır. Nisa 165 bunu ifade ediyor:

“Müjdeleyici ve uyarıcı resuller gönderdik ki, elçile geldikten sonra insanların Allah'a karşı herhangi bi hücceti olmasın. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.” (Nisa, 165

Kur’an, peygamberlerin hüccetiyle onlara karşı çıkanla rın hüccetini karşılaştırırken Hz. İbrahim’le Nemrut’ı örnek verir. Hem de hüccet kökünden fiiller kullanarak Hüccete karşı kudreti kullanmanın sembol işmi, Hz. İb rahim'in nurunu narla (ateşle) boğmaya çalışan Nem rut'tur. Ve bunu yapan ayet, Nemrut hüccetinin müll ve saltanat kudretine dayandığını söyler. Bu tür hücce hüccet değildir, hüsrana mahkûmdur:

“Allah'ın kendisine mülk ve saltanat verdiğini iddia ede rek/Allah kendisine mülk ve saltanat verdiği için, Rabb hakkında İbrahim'e karşı hüccet getireni görmedin mi' İbrahim şöyle demişti: ‘Benim Rabbim odur ki, haya verir ve öldürür.’ O da şöyle demişti: ‘Ben de hayat ve ririm, ben de öldürürüm.’ İbrahim, ‘Allah, Güneş'i do ğudan getiriyor, hadi, sen onu batıdan getiri’ deyince küfre sapan o adam apışıp kalmıştı.” (Bakara, 258)

Peygamberlerin mücadelesinin temelinde, Kur'an'ıı açık beyanıyla, 'bilgi' yani hüccet vardır.

Kur'an, düşmanları olan müşrik-muhafazakâr gelenek çilere karşı peygamberlere şunu söyletiyor:

"Eğer doğru sözlüler iseniz bana ilim getirin/ilimle ge lin!" (En'am, 143; Ahkaf, 4)

Hak elçisi peygamberlere karşı müşrik kodamanlan ise şöyle konuşturuyor:

"Eğer doğru sözlülerseniz bize atalarımızı getirin/atala- rımızın kabullerinden kanıt getirin." (Dühan, 36)

Ve Kur'an, bu sapık kudret taslayıcılığm arka planını gösteriyor:

"Onların hüccetleri, 'bize atalarımızdan kanıt getirin' demekten öte bir şey olmamıştır." (Câsiye, 25)

Hüccette daima ilme atıf yapılmıştır. Kur’an hüccetin omurgasında ilmi görüyor. Bunun içindir ki, bütün fi­ravun saltanatlar, ilmin bütün nimetlerini sömürüp kul­landıkları halde ilim ve âlim düşmanlığından asla vaz­geçmezler. Kur’an onları şöyle tokatlıyor:

“İşte siz böyle insanlarsınız! Hakkında ilminiz olan şeyde hüccet yarıştırdınız. Peki, hakkında hiçbir bilgi­niz olmayan şeyde neden hüccet yarıştırıyorsunuz? Al­lah bilir, siz bilmezsiniz.” (Ali İmran, 66)

Ne yazık ki, peygamberlerin o hüccet dini, tarih içinde kudretin dini haline getirildi. Kudretin galipleri, görü­nürdeki mağlupları olan mustaripleri tarih boyunca kü­çümsedi, kenara ittiler. Zaman içinde o bir kenara itip küçümsedikleri hüccet sahipleri onları öyle bir vurdu ki, toparlanamaz hale geldiler, dünyanın önünde rezil, hüccet sahiplerinin önünde mahkûm ve tutsak oldular. Büyük fetihlerin sahipliğiyle övünen Müslüman impa­ratorluk çocuklarının bugün, Batı’nın hüccet çocukları önünde düştükleri yürekler acısı durum bunun tarih di­yalektiği tarafından önümüze konan tartışılmaz belge­leridir.

Bürhan:

Anlaşılır hale getirmek, açıklığa kavuşturmak anlamın­daki bürh ve berha kökünden türemiştir. (Râgıb, el- Müfredât) Nisa 174. ayete dayanarak, Kur’an’m adların­dan birinin de bürhan olduğunu söyleyebiliriz. Bürha- nm hüccet kuvvetinde bir kanıt karakteri taşıdığı genel kabuller arasındadır.

Bürhan, ilimlerin ilmi, hikmetlerin hikmeti olarak gö­rülmüştür. Peygamberler, kendilerine karşı çıkıp kuv­vetlerine dayanarak çeşitli kötülükleri onlara reva gören şirk kodamanlarına hep şunu söylemiştir: “Bürhanınızı getirin!” (Bakara, 111; Enbiya, 24; Nemi, 64; Kasas, 75)

Bu çağrı veya meydan okuyuş, Yaratıcı’nm meydan oku­yuşudur. Kudrete dayanarak ceberût kuranlara hayat hep şunu söylemiştir: “Bürhanınızı yani hüccetinizi ge­tirin!” Hüccet getiremeyenlerin kudret ve ceberûtları er geç bitmekte ve kudretin zalim çocukları hüccetin maz­lum çocukları önünde bir gün mutlaka ve muhakkak bo­yun eğdirilmekterir.

Sültan:

Sültan (Sâd harfi ile değil, Sîn harfi ile) Kur’an’da otuz yedi yerde geçer. Isfahanh Râgıb’a göre, hüccetin bir adı da sültandır. Aşılamayacak güç, mutlak üstünlük anla­mındaki selâta mastarından veya Yemen Arapçasında, kandili yakmada kullanılan zeytinyağı anlamındaki selît sözcüğünden türeyen sültan; hüccet, egemenlik, sulta ve bu niteliklere sahip kişi demektir. (Râgıb, el-Müfredât) Kur’an’m kullanımı, sültanın birinci kökten gelmesini kabul etmenin daha yerinde olduğunu göstermektedir.

Tâbiûn dönemi müfessirlerinden ve İbn Abbas’ın râ- visi olan İkrime (ölm. 107/725), sültan kelimesinin, Kur’an’da kullanıldığı bütün yerlerde hüccet anlamında olduğunu söylüyor. Kur’an bu kelimeyi, ‘mübîn’ (açık seçik, ayan beyan) sözcüğüyle de niteleyerek sültandaki aşılmaz delil karakterine vurgu yapmaktadır.

Şirkin bir özelliği de sültansız yani hüccetsiz dava ve id­diadır. (bk. En’am, 81; A’raf, 71; Yusuf, 40; Kehf, 15; Hac, 71; Ğâfir, 35, 56; Necm, 23) Kur’an bu noktanın altını sürekli çizer. Ve sültansızlığı ilimden nasipsizlik olarak tanıtır:

“Allah çocuk edindi’ dediler. Hâşâ! Allah bundan arın­mıştır! O Ganî'dir, hiçbir şeye muhtaç olmaz! Gökler- dekiler de yerdekiler de O'nundur. Elinizde, söyledi­ğinize ilişkin hiçbir kanıt yok. Allah hakkında ilmine sahip olmadığınız şeyi mi söylüyorsunuz?” (Yunus, 68)

13u ayette kanıt anlamında kullanılan sözcük, ‘sültan’ sözcüğüdür. Ve dikkat edilirse kanıtla ilim arasında irtibat kurulmuştur. Bu irtibat genelde ilim kökünden kelimeler kullanılarak kurulur. Bazen de ‘kitap’ sözcü­ğü kullanılmıştır (örneğin, Saffât, 156) ki o da ayrı bir kelam harikasıdır. Çünkü kitapla ilim arasındaki irtibat (emel irtibatlardan biridir.

Şeytanın hüccetsizliği dile getirilirken de bu sültan söz­cüğü kullanılmıştır, (bk. 15/42; 16/ 99-100)

Sültan tarih içinde Kur’anî anlamından çıkarılıp Bizans­lI bir anlama büründürüldü ve kudret göstergesi haline getirildi. Ve bu olgu, İslam’ın kaderini kararttı. Unutma­yalım ki, padişah anlamındaki sultan, burada ele aldığı­mız kelimenin ta kendisidir ama anlamı, Kur’ansal anla­

mın tamamen aksidir. Kur’an’da bilim ve akıl tarafında elde edilen delil yani aklî-bilimsel kudret anlamındal sültan, geleneksel kullanımda maddî kudreti, kılıcı v çoğu zaman zulmü kullanarak egemen olan bir figürü unvanı kılınmıştır. Yani Kur’an mesajı, Kur’an’m mer subu olduğunu söyleyenler tarafından tepetaklak edi miştir.

Göklerin ve yerlerin katmanlarına nüfuzun aracı d sültan yani ilim ve fikir hüccetidir.

Rahman suresi 33. ayet, göklerde koloniler kurmay hazırlanan milletlerin bunu neyle ve nasıl başardıklar m göstermesi bakımından da hüccetle kudretin farkıı göstermesi bakımından da bir mucize beyandır:

“Ey cin ve insan topluluğu! Göklerin ve yerin bucal larından/köşelerinden geçip gitmeye/göklerin ve yeri katmanlarına nüfuz etmeye gücünüz yeterse, hadi, g( çin gidin/nüfuz edin! İlme dayanan hüccet dışında bi şeyle nüfuz edemezsiniz!”

İlme dayanan hüccet olarak çevirdiğimiz kelime sülta kelimesidir.

Sültan, aynen hüccet gibi, peygamberlerin susturucu ka nıtları anlamında da kullanılmıştır: Nisa, 153; Hûd, 9i Müminûn, 45; Zâriyât, 38

KUDRET-HÜCCET İLİŞKİSİ

İslam tarihinin filozof-bilgin devlet reislerinden biri ola Halife Me'mun (ölm. 218/833) zamanın üstüne çıka eserler kadar güzel sözler de bırakmıştır. İşte bir tanes

'Hüccetle galip gelmeyi kudretle galip gelmeye tercih ederim. Çünkü kudretle galebe ölümlüdür ama hüccet­le galip gelmenin zevali yoktur." (Süyûtî, Târihu'l-Hule- fa, 366)

Me’mun (ölm. 218/833), tâbir yerinde ise ‘kısmen Mevâ- lî’ idi. Arap asıllı olmayan câriye bir anneden doğmuştu. Harunurreşid gibi, güçlü ve itibarlı bir halifenin oğlu ol­masına rağmen, annesinin Arap asıllı olmaması yüzün­den, egemen Arapçılık onu horlamış ve bu horlamanın etkisi altında kalan babası tarafından veliahtlığı, kardeşi Emin’den sonraya bırakılmıştır.

Emin (ölm. 198/813), anne ve baba tarafından Arap asıllı idi. Bu bakımdan kudreti vardı ama hücceti sıfır­dı. İlimsiz, irfansız, dirayetsiz bir adamdı. Me’mun’dan (ince dört yıl müddetle oturduğu hilafet makamının hak­kını veremediği için, hem kendini hem de başına geçtiği Abbasî devletini rezil etmiştir.

Onun arkasından halife olan Me’mun, aynı devleti güç ve ihtişamının doruğuna çıkararak İslam tarihine bir onur dönemi bıraktı. Me’mun, kudretle değil, hüccetle seçkinleşen bir halife idi. Yani o, kral filozof veya filozof kraldı. Me’mun şunu biliyordu:

Kur’an’ın öğrettiği cihat bir hüccet savaşıdır; kudret savaşı değil. Emevî sapıklığı, cihadı bir hüccet savaşı olmaktan çıkarıp kudret savaşma dönüştürdü. Sonra bir zaman geldi ki, hüccete öncelik ve öncülük tanıyan­lar, kudretin cihadıyla böbürlenenleri yerle bir ettiler.

Bu yerle bir olma hali devam ediyor. Çünkü Müslüman­ların elinde henüz hüccet üstünlüğü yok.

Petrol ve şiddet, hüccet üstünlüğü değildir. Onun için dir ki ikiyüz küsur milyon petrol zengini Arap, yirın milyon hüccet zengini Yahudi’nin önünde zelil ve peri şan olmaktan bir türlü kurtulamıyor.

İslam için cihadın, her şeyden önce bir hüccet savaşı ol duğunu anlamayanların kavga ve harcamaları İslam’ zarardan başka bir şey getirmiyor.

Memun, fikir tarihine ‘Beytül Hikme’ (hikmet-felse fe ocağı) denen o bereketli düşünce kurumunu hediy eden ve bu yolla yüzlerce düşünce adamına yol açan ki şidir. Eski Yunan metinlerinin Arapça'ya çevrilmesini öncülüğünü yapan da odur. Bunun bir anlamı da, Baı rönesansının mayasını çalan büyük ruhların başında ge lenlerden birinin de Me’mun olduğudur.

İslam hümanizmasmm ve akılcılığın en büyük temsilci lerinden biri olan Mûtezile bilgesi Câhız (ölm. 255/868 onun hilafetinden büyük destek aldı. Şaşacak bir şe yok: Öyle halifeye öyle bilge. İkisi de filozof, ikisi d Eski Yunan’dan yaşadıkları güne kadarki fikir mirasıyl barışık.

Câhız, Arap edebiyatının nesirde en kudretli kalemi ol makla kalmaz, Hint, İran ve Yunan miraslarını da orta bir insanlık kültürü inşa etmek için yoğurur. Câhız kc nusunda otorite sayılan Cezayir asıllı Fransız müsteşrı Charles Pellat (ölm. 1992), onun bu büyük kültürle] İslam kültürüyle kucaklaştırıp yoğuran ve buradan bi hümanizm çıkaran ilk Müslüman düşünür olduğun söylüyor. Bütün bunlarda halife Me’mun’un payı vardu

Eğer kudret, hüccetle birlikte ise ne güzel! Fakat eğeı kudretle hüccetten sadece birine sahip olmak durumun

da iseniz, "Hücceti seçin" diyor Me'mun. Çünkü o sizi zamanın üstüne çıkarır, ölümsüzler arasına koyar.

Kur'an, kendi mensuplarına şu emri veriyor:

"İnsanların elinde, sizin aleyhinize bir hüccet bulunma­sın. Onların zulme sapanları müstesna." (Bakara, 150; ayrıca bk. Nisa, 165)

Kur’an’m dikkat çektiği incelik şu: Elinizde hüccet var­sa, hüccetle galip iseniz, sizi ancak zulme başvurarak susturma yoluna gidebilirler. Ama bu yol, geçici, alda­tıcıdır. Uzun vadede, onu kullananı mahveder. Ve bir işaretle de şunu söylüyor Kur'an:

Kudret daima zulümle ikiz olur. Kudret zulümsüz, hüc­cet ise zulümle olmaz. Bunun bizi götüreceği yer şudur:

Hüccete saçılanlar kudrete saçılanlara er geç galip ge­leceklerdir.

Hücceti olanın aldatmayla susturulması da mümkün de­ğil. Bu yüzden Kur'an sürekli bir biçimde, imanı, beyyine (akıl ve bilgi ile elde edilen kanıt) üstüne oturtmaya ça­lışıyor. Beyyine üzerine oturmayan iman, din çapulcula­rının, 'Allah ile aldatma'ya dayalı tuzaklarına karşı koya­maz. Bu da kitlelerin felaketi olur. Bu noktada Kur'an, bir şeyin altını önemle çiziyor:

"Aldatan, sizi sakın Allah ile aldatmasın!" (Lukman, 33;

batır, 5; Hadîd, 14)

Burada insanlığa, Kur'an vahyinin en çarpıcı mesajların­dan birini duyuralım:

Kur an; hangi başlık, renk ve desenle olursa olsun, AL lah'a inananlar arasında, Allah'ın karşılıklı hüccet ola­rak kullanılmasını yasaklamıştır. (bk. Şûra, 15-16)

Bir insanın Allah'a imanı varsa, o insanı susturmak içir Allah'ı kanıt olarak kullanamazsınız.

Ölümsüz egemenlik, hüccetindir. O halde, insan içir önemli olan, hüccet önünde yenik düşmemektir. Kudreı önünde yenik düşmek, insanı küçültmez.

Şirk her zaman kudretin dinidir, onda hüccet arayamaz siniz. Mekke şirk oligarşisinin başlarından biri olan Ebı Süfyan (Emevî krah Muaviye'nin babası), hilafet halife Osman vasıtasıyla Emevîlerin ellerine geçtiği gün şöyle yakarıyordu:

"Allahım! Yönetimi yeniden Cahiliye yönetimine dön dür. Egemenliği kuvvetle elde edilen bir duruma getiı ve yeryüzünün egemenlik dayanakları olarak Ümeyye oğulları nı seç." (İbn Asâkir, Tarihu Dımaşk, 23/471)

Aynı Ebu Süfyan'ın şu sözü de onun karakterini çok gü zel göstermektedir:

"Benim şerefim, develerimin üstündeki ticaret malla rımdır."

Hüccetten yoksun olanların, mal ve kılıçtan başka bir şe refleri olabilmiş midir?

Kur'an, şirkin bu hüccetsizlik yanma çok hayranlık ve rici atıflar yapmaktadır. Mekke müşriklerinin kendisin reddetmelerini hüccetten nasipsizliğe bağlayan şu bey yineye bakın:

"Hayır, düşündükleri gibi değil! Onlar, ilmini kuşata- madıkları ve yorumu kendilerine hiç gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamıştı. Bak da gör nasıl olmuştur zalimlerin sonu!” (Yunus, 39)

Hüccette de elbette ki bir kudret vardır ama unutmaya­lım ki, hüccet, bilgi ve düşüncenin vücut verdiği kudretin adıdır. Hüccette her zaman kudret vardır ama kudrette her zaman hüccet yoktur. Daha doğrusu her hüccet aynı zamanda kudrettir ama her kudret aynı zamanda hüc­cet değildir. Böyle olduğu içindir ki; Allah daima hüc­cet kullanır. Yani bilgi, düşünce ve hikmetin eşlik etti­ği kudreti: "De ki, 'En mükemmel hüccet, Allah'ındır" (En'am, 149) ayetinin mesajı budur.

Kur’an bize gösteriyor ki, 'en mükemmel hüccet'in bes­leyici iki unsuru var: İşletilen akıl, ilim. Bu ikisinin yeri­ne kılıç ve istila geçirilince zaferler geçici, mutluluklar aldatıcı oluyor. Ve çöküş muhakkak hale geliyor. Kud­ret, istila ve tagallübü hüner sanmış imparatorlukların, o arada, Müslüman imparatorlukların hayat ve akibet- I erine bakın, bu gerçeği görürsünüz. Müslüman impa­ratorlukların hemen tamamı birer 'Efelik ve tagallüb i mparatorluğu'dur.

"Allah hep geometri kullanır" diyor Platon. Bu, Allah'ın rastgele, tutarsız iş yapmadığı anlamındadır. Platon, gerçeği çok güzel yakalamış. Allah hep geometri kullan­dığı içindir ki "En mükemmel hüccet, Allah'ındır."

Hüccetin omurgasında bilgi-bilim var dedik. Bunun içindir ki hüccet haline dönüşemeyen kudretler batmaya mahkûmdur. Altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu batma­dı mı? Battı, çünkü kudreti vardı, hücceti değil. Hüccet, onun elinde değil, buharı sanayie tatbik edenlerin elin­

deydi. O, fesle-serpuşla, potinle ve hangi tarikatın sikke sinin cennet alâmeti (!) olduğunu tartışmakla meşguldü Yani abesle meşguldü.

Hüccet abesle meşgul olanların yurduna asla uğramaz

Böylesi yurtlardan tiksinir hüccet. Çünkü böylesi yurtla ra pislik siner. Kur'an öyle demiyor mu:

"Allah, aklını işletmeyenlerin üstüne pislik atar." (Yu nus, 100)

Bu ne muhteşem tutarlılıktır! En yüksek kudreti en yük sek hüccete bağlayan kitap, hücceti besleyen temel de ğerden yoksun olanların üstüne pislik yağdığını söyle mez de ne yapardı!?

Osmanh'nın yerine geçen Cumhuriyet'te, kurucu mima rın esas dayanağı kudret değil, hüccet idi. Bir defa, Kur tuluş Savaşı bir hüccet belgesidir. O savaş, kudretle de ğil, hüccetle kazanıldı.

Cumhuriyet de hüccetle kuruldu.

Öylesine bir hüccet ruhu ve sadakati vardı ki Cumhuri yet'in baş mimarında, onun günündeki yolları çamurlu ışıksız, parasız pulsuz Türkiye'nin ortaya koyduğu bilin ve düşünce ciddiyet ve asaletine bugünkü Türkiye ula şamıyor.

Hüccet ortamı, özgürlük ve aydınlığı hayat tarzı yapaı laik ortamda vücut bulur. Laiklik yoksa Allah ile aldat ma egemen olur, o egemen olunca da akıl tutsak hal getirilir. Ve o zaman meydan kudrete kalır; hüccet ha yatın dışına çıkar.

Çünkü hüccet yaratmak işletilen akılla mümkündür. İş­letilen akıl için özgürlük lazım; o da laik ortamda yaşar. Hüccet değerleri hep laik ortamlarda gelişti. Laik orta­mın olmadığı toplum ve iklimlerde tek hüccet oluşabilir ki o da dine karşı mücadeledir. Batı'da laiklik yerleşme­den önce hüccet, aklı prangalayan dine karşı mücadele ile ilgili ürünler yaratıyordu. Laiklik egemen olunca akıl serbest kaldı ve hüccet adına bilimsel, düşünsel fetihler art arda geldi.

Cumhuriyet'in banisi Mustafa Kemal'in, ayağım biraz sağlam basar basmaz laikliğe geçişi boşuna değildir, zamansız da değildir. Düşman istilasından ve padişah- halife belasından kurtulan kitle artık işleyebilecek olan akim ürünlerini vermeye hazırlanmalıydı. Bunun yolu, hüccet yaratmanın iklimini oluşturacak laik ortamın yerleştirilmesiydi.

Atatürk ve Cumhuriyet, daha sonraki zamanlarda hüc­cet mihverinden kudret mihverine kaydırıldığı için, Ata­türk de tartışma ve karalamaya açıldı, Cumhuriyet de.

hlRAVUNÎ KUDRET MEDENİYETLERİNİN BELİR­GİN NİTELİKLERİ

Kudret medeniyetlerinin, namıdiğer efelik ve çapul zih­niyetlerinin 'dört güç'ü' dikkat çekmektedir:

1. Askerî kudret,

2.  Mimarî kudret (özellikle dinî mimarî).

3.  Allah ile aldatma,

4.  Riyakârlık,

Bu dört unsur, medeniyetlerin çöküş süreçlerinin de

150

FİRAVUN

göstergeleridir. Bütün çöküp gitmiş firavunî imparato lukların çöküş dönemlerine bu dört 'kudret gösterge; damga vurur.

Askerî güç, kudret devletlerinin en önemli dayanağı \ sürekli öne çıkarıp övündükleri birinci dereceden se mayeleridir. Aslında bu sermaye onların başarısını d< ğil, zulüm ve cinayetlerini belgeler. İstilaları, çapullaı tagallüp ve tahakkümleri hep bu güç sayesindedir. Ba tırıp susturdukları kitlelerin tek bir ferdi bile gönülde gelerek bunlara destek veya övgü yöneltmez. Aldıkla övgü ve desteklerin tümünün arkasında korku, tahal küm ve ceberût vardır. Yaratıcılığa, üretime, gönül bı reketine, bilime, akla kısacası hüccete dayalı değerle yoktur.

Süleyman-Karınca Mukayesesi:

Kur'an, bizim şurada anlatmaya çalıştığımız gerçeği b kelam harikasıyla idrakimize ulaştırmıştır. Bu noktac iki Kur'ansal beyyine öne çıkmaktadır ve ikisi de Ner suresindedir. O Nemi suresi ki, bir temsilcisi de Peygan ber Süleyman olan krallık sistemlerini yerden yere ça mış, onların hem hukuksal-sosyolojik mahiyetlerini heı de metafizik yapılarını deşifre etmiştir.

Nemi suresi, kudretin temsilcisi Hz. Süleyman'la, tev; zu, mahviyet, boynu büküklük ve 'bilinç' gücünün temsi cisi olarak belirlenen karıncayı karşı karşıya getirmişti Kur'an'm eşsiz mucizelerinden biri bu surede karine: nın ağzından ifadeye konmuştur. Krallık saltanatların durumunu ortaya koyan beyyineler, özellikle ilk 52 ayı arasındadır:

“Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan orduları, Süle

151

UÇUNCU BOLUM

man'ın huzurunda bir araya getirildi. Onlar, düzenli bir biçimde sevk ediliyorlardı. Karınca vadisine geldik­lerinde bir karınca şöyle seslendi: ‘Ey karıncalar! Yu­valarınıza girin ki, Süleyman ve orduları sizi ezmesin; çünkü onlar şuurlu hareket edemezler.’ Bunun üzerine, Süleyman, karıncanın sözüne güldü ve dedi: ‘Rabbim, bana ve ebeveynime lütfettiğin nimetine şükretmeme, hoşnut olacağın hayırlı ve barışçıl bir iş yapmama imkân ver. Ve rahmetinle beni iyilik ve barışı seven kul­larının arasına sok." (Nemi, 17-19)

“Saba Melikesi dedi: "Şu bir gerçek ki krallar bir ken- te/bir memlekete girdiler mi, orada bozgun çıkarırlar; oranın onurlu insanlarını zelil-sefil ederler. İşte, böyle yaparlar." (Nemi, 34)

“Onlar bir tuzak kurdular, biz de bir tuzak kurduk ama şuursuzluk eden onlardı. Bir baksana nasıl oldu tuzak­larının sonu! İşte, onları da topluluklarını da hep bir­likte yere geçirdik. İşte sana onların, işledikleri zulüm­ler yüzünden çöküp ıpıssız kalmış evleri. Hiç kuşkusuz, bunda, ilmi kullanan bir topluluk için kesin bir ibret vardır.” (Nemi, 50-52)

17-19. ayetlerde, Hz. Süleyman'ın ordularından yani gü­cünden söz ediliyor ama Süleyman'ın işin farkında ol­duğuna vurgu yapılıyor. Süleyman'ın kudretle şımarmak verine boynunu bükerek şükür ve tevazu tavrı içine gir­mesi, onun kudrete teslim olmayıp hücceti esas aldığının göstergesidir. Buna rağmen, Cenabı Hak, aynı zamanda bir kudret sembolü olan Süleyman ordusunu karıncanın ■ İdinden şuursuzlukla itham etmiştir. Demek ki, kudret ■..i kanatlarının istisnasız tümünde bir sapma, bir aldat­ma ve azma mutlaka vücut bulmaktadır, bulacaktır.

M. ayet, Saba Melikesi'nin dilinden krallık rejim ve

152

rIHAVUPJ

devletlerinin birer zulüm devleti olduklarını, bu zulüı devletlerinde zelil olması gerekenlerin aziz, aziz olma gerekenlerin zelil hale getirildiğini yani zulmün eğeme kılındığını bildirmektedir. Bu ayet, dolaylı yoldan bir zı lüm tanımı vermektedir:

Zulüm, aziz olması gerekenleri zelil, zelil olması ger kenleri aziz kılan icraattır. Zulüm gelince, hiçbir şey o ması gereken yerde olmaz. Her şeyi olması gereken yeı oturtan, adalettir.

50-52. ayetler, kudretle azıp zulme sapanların değişme âkıbetlerine dikkat çekiyor ki o, yurtların, evlerin çökü ıpıssız kalmasıdır. Bu değişmez yasanın işleyişini, bu i leyişin geriye bıraktığı kalıntıları tetkik de bir görev ol; rak ilim sahiplerine yükleniyor. Yani kudretin yerle b ettiği mekânları, yurtları hüccetin incelemesi isteniyo Sebep şu:

Zulümden zulümle ders çıkarılmaz. Zulüm aracı ola kudretten ancak adalet aracı olan hüccet ders çıkarab lir. Ona sahip olanlarsa ilim erbabıdır, kudret ve taga lüp erbabı değil.

Kudret ve Mimarî Güç:

Kudret medeniyetlerinin tümü mimaride büyük atılın lar yapmış, büyük eserler vücuda getirmişlerdir. Öze likle dinî mimaride. Bu onların riyakârlıklarının da A lah ile aldatmalarının da kanıtı ve aracıdır. Mısır fir; vun medeniyetinin ihtişamını piramitler temsil etmiyı mu? OsmanlI’ya bakın, bu kudret imparatorluğunda e görkemli camiler ya büyük zulümleri yahut da büyü hırsızlıkları örtmek için paravan olarak inşa edilmişti

Zulümler altında bunalan ama Allah ile aldatılmaya her zaman müsait olan halk, ne zaman patlama noktasına gelmişse onu teskin edip susturmak için görkemli bir cami yapılmıştır.

Mimarideki ilerleyiş ve mimari yapılardaki görkem, özellikle dinî mimarideki ihtişam, bir medeniyetin çö­küş alametlerinden biridir. Hz. Muhammed bu gerçeği, mihver ve merkez kurum olan dinle irtibatlı olarak gös­termiştir. Mescitlerin yozlaşma, Yahudileşme, Hristi- yanlaşma aracı yapılmasını mucize bir ihbarla insanlığa duyuran odur. Şu sözler onun:

"İnsanlar mescit yapma ile övünme yarışına girmedikçe kıyamet kopmaz.”

Buradaki kıyamet’in, toplumların çöküşü anlamındaki kıyamet olduğunu söylemeye gerek yoktur. İşte Pey­gamberimizin iki sözü daha:

"Gördüğüm o ki, sîzler benden sonra mescitlerinizi Hörkemli, süslü püslü yapacaksınız. Tıpkı Yahudilerin havralarını, Hıristiyanların kiliselerini görkemli, süslü püslü yaptıkları gibi.”

"Bir topluluğun ibadetleri ancak mabetlerini süsleyip püsledikten sonra yozlaşır.” (Bu hadisler için bk. İbn Mâce, mesâcid 2)

I )emek ki, görkemli cami yapımı, cami sayısını artırmak İm dindarlık veya dinde gelişme belirtisi değil, dinde ve toplumda çöküş göstergesi ve bir firavunlaşma veya Ya- hııdileşme alametidir.

Hıı gerçek Müslüman kitlelerden asırlarca gizlenmiştir.

Bununla da yetinilmemiş, gerçeğin tam aksi dinleştiril< rek İslam bir namazlar ve camiler dinine döndürülmüş cami sayısını artırmak ve camileri görkemli yapmak dinin, ahlakın, imanın, kurtuluşun, cennetin garantisi, göstergesi gibi lanse edilmiştir. Oysaki Kur’an’ın ve I İz Peygamber’in söylediği, bunun tam aksidir.

Mescit süsleme ve artırma yarışı aynı anda hem bir riya göstergesi hem de Allah ile aldatma göstergesidir. Allah ile aldatmanın günümüzde anavatanı konumuna gelmiş bulunan Türkiye’de cami sayısının yüz yirmi bine dayan dığmı ve bu camilerin finansmanı için devlet bütçe-sin den birkaç bakanlık bütçesine denk bir paranın ‘namın kıldırma memuru’ olarak atanan imam ve müezzinim ı dağıtıldığını düşünmek, üzerinde olduğumuz meseleyi anlamada başka kanıta ihtiyaç bırakmaz.

Din istismarı veya Kur'an'ın kullandığı şekliyle Allah ile aldatma, kudret imparatorluklarının 'cihan siyaseti' olarak lanse ettikleri becerinin temel dayanağıdır. Ihı imparatorlukların tümü, kudretinin büyük kısmını hu aldatmadan alır. Çünkü halkları raiyyeleştirmenin bu güne kadar keşfedilebilmiş en etkili yöntemi, Allah ile aldatmadır.

Din, tarih boyunca, hüccetten nasipsiz güç siyasetleri nin besleyici kaynağı olmuştur.

Esasta bu kudret birliklerinin ne dinleri olur ne de iman lan; tek bildikleri ve taptıkları, egemen kıldıkları güçlı ridir. Ne var ki, raiyyeleştirip hayvan sürüsüne dönüşün dükleri kitlelere kendilerini din savunucusu, din hamisi Allah'ın askeri, mücahit, gökten desteklenen orduların komutanları olarak takdim ve kabul ettirirler.

I in kudret medeniyetlerinin her kurum ve kavramında \llah ile aldatmanın izleri, etkileri bariz bir şekilde gö- ııilür. Din burada, Allah'ın iradesindeki din olmaktan ı,ıkarılıp çürütülmüş ve beşerî iştah ve ihtirasların sefil l'iı aracı haline getirilmiştir. Bu araç, kudretin riyakâr öncüleri tarafından namertçe kullanılır ve bu namert­lik 'dindarlık, dine hizmet' olarak lanse edilir, yani ı tyakârlık kutsallaşır.

Kudret imparatorluklarında din istismarı (Allah ile al­datma) ile riyakârlık emme basma tulumbanın iki ucu gibi daima beraber iş görür.

Kudret İmparatorlukları ve Riyakârlık: .

Uiya, yani olduğu gibi görünmemek veya göründüğü Hibi olmamak, Allah ile aldatmanın olmazsa olmazıdır. I sasında riya da Allah ile aldatmanın bir şeklidir. Allah ile aldatma, riyakârlık kullanılarak gerçekleştirilir. İçki­nin, fuhşun, sefalet ve sefahatin gayyasına batmış padi- t.ıh,vezir, beylerbeyi vs. türünden adamlar, bu riya siya- ■ l ve sisteminin işletilmesiyle birer evliyaya dönüştü- ınlmüş, dokunulmaz, eleştirilmez kılınmıştır. Esrarkeş­im t en oğlancılığa kadar bulaşmadıkları pislik kalmayan bu adamların 'Has Bahçeler'de sergiledikleri sefahat ve ı>,ki âlemleri tarihin en görkemli zevk sahnelerine vücut vermiştir. Ama bunlar halktan hep gizlendiği için bugün

iz, örneğin, herhangi bir padişahın içki içtiğinden söz

11 iğinizde peygamberlere iftira etmiş adam muamelesi görürsünüz. Öte yandan aynı zihniyetin mensubu dinci­ler, mesela Atatürk'ün hiç kimseden saklamadan mertçe

• iği birkaç kadeh rakıyı bir büyük dinsizlik belgesi gibi im Ikın önüne çıkarıp “Atatürk din dışıydı" propaganda­sına namussuzca âlet etmekte bir beis görmezler.

Bu riya şirkinin çocukları, bir başka düşüklüğe daha te­vessül etmekteler: Divanlarında şaraptan söz eden padı şahların (örneğin Fâtih'in) bu şiirlerini onun divanından çıkararak yayınlarlar. Neden? İçki içtiği anlaşılmasın diye. Evet, bu kadar beyinsiz ve onursuz bir tenezzül içi ne de girerler. (Bu konuda bk. Halil İnalcık, Has Bağçe- deAyşu Tarab; YN Öztürk, Ebu Zer, 327-357)

Sormak lazım: Riyaya sapmadan, açıkça, mertçe birkaç kadeh rakı içmek mi kötü, şu bahsettiğimiz namertlik vc alçaklık mı?

Kısacası, kudret imparatorlukları din adına 'Allah ile aldatır', yalanı din, riyakârlığı iman yaparlar. Osman h İmparatorluğu, bu zihniyetin tarih içindeki en belir gin temsilcilerinden biri, belki de birincisidir. Şundan: Osmanlı'nm elinde, bu riyakâr saltanatı manen takviye edip inanılır kılacak müthiş bir aldatma vasıtası daha vardı: Halifelik.

Halifelik, İslam'ın muazzez Peygamberi tarafından "Benden otuz yıl sonra kudurgan saltanata dönüşür" dediği bir firavunî sistemdir. Krallığın din perdesiyle maskelenmiş şeklidir. Ve bir anlamıyla da bir 'zulümler tarihi’nin özel adıdır. Ne yazık ki, tarihsel mahiyeti bu olan halifelik, geleneksel saltanat dinciliği tarafından kutsal, dokunulmaz kabul edilmiş, halifenam 'meliki adûd' (kudurgan kral-halife) ise Allah'ın yeryüzündeki gölgesi, vekili sayılmıştır.

EGEMEN GÜCÜN HÜCCET YARATANLARA REVA GÖRDÜĞÜ

Egemen güç, yani kudret sahipleri, her devirde hüccet

m etenlere (ilim, fikir, hikmet, fen, keşif sahiplerine) zulmetmişlerdir. Tarihin şaşmaz diyalektiklerinden biri de budur. Bu bakımdan, dinlerin tarihi aynı zamanda bir zulümler tarihi olarak adlandırılabilir. Batı'da engi­zisyon dönemi bu zulümlerin zirveye çıktığı dönemdir.

Hüccet yaratan öncülerden yani aklı işletenlerden en büyük rahatsızlığı duyanlar, din temsilcileri, başka bir deyişle saltanat dincileridir. İslam tarihi bu bakımdan çok dikkat çekici bir tarihtir. Bağh olduğu dinin kitabın­da akıl en yüce değer olarak övüldüğü halde akılcı dü­şünürlere etmediği kötülüğü bırakmayan bu tarih, tabir caizse, karanlığın katlettiği büyük hüccet dehaların acı hatıralarıyla doludur. Bu insanların kimi sürülmüş, kimi işkenceden geçirilmiş, kimi zehirlenerek öldürülmüş, kimi ipe çekilmiş, kimi de fikirleriyle etkili olamasın diye bin türlü şeytanî tedbirle saf dışı edilmiştir.

Biz bugün bilmekteyiz ki, İslam tarihi, egemen kudretçi ekiplerin kendilerini yüceltmek için kutsallaştırarak öv­dükleri 'fetihler' (çapul ve tasallutlar) dışında, andığımız hüccetçi benliklerin ürettiği değerlerden başka övüne­ceği hiçbir şeye sahip değildir. Ne yazık ki egemen güç o hüccet üreten zekâları kendinden saymamakta ısrar etme ahmaklığın hâlâ sürdürmektedir.

Biz, İslam tarihinin bu yanını, 'Karanlığın Katlettikleri' ;ıdh eserimizde inceledik. Burada 'hüccet yaratmanın »İtin nesli' olarak gördüğümüz Mevâlî ile ilgili kısa bil­giler verip o vasıtayla Emevî'nin İslam tarihinde hüccet yaratıcı damarları nasıl parçaladığına ve bu firavunlu­ğunu dinleştirerek İslam'ın içine nasıl soktuğuna dikkat çekeceğiz.

HÜCCET YARATANLAR KERVANI: MEVÂLÎ

Mevâlî veya Hüccet Yaratan Köleler:

İslam tarihinin (hatta belki de insanlık tarihinin) en önemli, en hayatî kavramlarından biri de Mevâlî kavra mıdır. Bu kavram; sosyolojik, tarihsel bir kavram olarak gözükmesine rağmen, İslam düşüncesinin bütün alanla rıyla bir biçimde ilgilidir.

Bir İslam tarihi terimi olarak Mevâlî, Emevî ve Abbasi dönemlerindeki (özellikle Emevîler dönemindeki) Arap asıllı olmayan bütün Müslümanları ifade eder. Bu an lam, Mevâlî kavramının daha ilk adımda nasıl bir deli şetin göstergesi olduğunu kanıtlamaktadır. Çünkü bu kavram, Arapların, İslam’a giren başka milletlere nasıl baktıklarını göstermektedir. Gerçek şu ki,

“Arap olmayanlardan birçok kimse, savaşmadan veyu herhangi bir barış antlaşması yapmadan önce Müslü manlığa girmişti. Bunlar, tamamen hür oldukları halde onlara da mevâlî denmektedir.” (Dcmircan, drap-Afevâ/î İlişkisi, 48)

Mevâlî-Arap ilişkileriyle ilgili çalışmaların ortaya koy duğu sonuçlar, bu konuyla ilgili eser verenlerden bin olan Dr. Cemal Cevde tarafından şöyle özetlenmiştir:

“Araplar, Mevâlî’yi hakir görüp horlamış ve onlaru toplumun alt sınıfı muamelesi yapmıştır. Bu cümleden olarak, Emevîler Mevâlî’yi İslam ordusuna sokmamış tır. Emevî döneminde İslam ordusu saf Arap bir or­dudur. Bunun bir uzantısı olarak Mevâlî’ye harp gani metlerinden ve devlet gelirlerinden pay verilmemiştir. Bu payların dağıtılmasında kullanılan ordu sicillerinde

Mevâlî’nin adı yoktur. Bazı Araplar, harplerde kendi­lerine hizmet etsinler diye yanlarına aldıkları mevâlîye, bahşiş türünden bir miktar ganimet verebilmişlerdir.”

"Müslüman olan köleler, bir arabm mevlası yani kölesi olmaya devam etmiş, dahası, bunlardan tıpkı gayrimüs­limler gibi, cizye ve haraç alınması sürdürülmüştür.”

"Emevî devleti tam bir Arap devleti idi. Böyle olduğu içindir ki Arap unsur, Mevâlî unsura karşı belirleyici imtiyazlara sahip kılınmıştır. Mevâlî’nin eşitliği söylem­leriyle iktidara gelen Abbasî devletinde de durum değiş­memiş, devlet yine tam Arap devleti olmuştur.” (Cemal ( evde, el-Evdâu’l-Ictimaiyye ve’l-Iktısadiyye li’l-Mevâlî fi Sadri’l-İslam, 80-81)

limevîlerin İslam’ı yozlaştırıp kavmiyetçilik adına Mevâlî’ye zulmettikleri, tarihin tescil ettiği bir gerçek­li r. Bunu tekrar etmek sürpriz olmaz. Sürpriz ve şok ya­ratan söylem, Emevîler lehine bugün bile öne çıkarılan söylem olur.

İslam’da Emevî yılları ve Emevîlerin Mevâlî ile ilişkileri konusunda yazan Arapçı yazarlar, açık şekilde Emevî taraftarlığı yapmış, bahaneler yaratarak Mevâlî’ye yapı­lan Arapçı zulümleri bir biçimde mâzur hatta zaman za­man meşrû göstermekten çekinmemişlerdir. Emevîlere avukatlık gayretinde onlara taş çıkartanlar ise ne şaşırtı­cı tecellidir ki, ‘Arap asıllı olmayan Arapçılar’dır. Yine şaşırtıcı bir gerçektir ki, bunların önemli bir kısmı Tür­kiye’dedir.

Arap yazarların bir kısmı ve onların İslam dünyasının orasına burasına yayılmış ‘Arapçı hizmetkârları’, kav­ram kargaşası yaratarak Emevîlerin kötülüklerini mâzur

göstermek için tarihin her dönemindeki ‘Arap olmayan Müslümanlar’ı Mevâlî ilan etme oyunu oynuyor. Bu oyunu oynayanlara göre, mesela, 309/921 yılında öldü­rülen Hallâc el-Mansûr da Birinci Dünya Harbi önce­sinde Araplara istediklerini vermeyen Osmanlı generali Enver Paşa da İslam’ı Araplaştırma oyununa son veren Mustafa Kemal Paşa da Mevâlî’dendir. Ve İslam’ı yık mak için görünürde Müslüman olmuşlardır. (Bedî Şerif, 70-71)

Mevâlî’nin, Arap-Emevî imparatorluğunu yıkan siyasal ve askerî zaferi, onun tarihe bıraktığı esas büyük zafeı yanında hiçbir şey değildir. O ‘esas zafer’, Mevâlî’nin ilim, fikir, hukuk, sanat ve edebiyat alanındaki aşıl mamış, erişilmemiş başarısıdır ki, biz onu tarihin vc Tanrı’nm ıstıraba, alın terine ve samimiyete verdiği ödül olarak görüyoruz.

İslam tarihinde ıstırabın hüccet yaratıcılığına üç dönem­de tanık olmaktayız:

1.  Asrısaadet,

2.  Mevâlî’nin İslam kültür ve ilimlerinin kuruluşunu sağlayan faaliyetleri dönemi,

3.  Türk Kurtuluş ve Aydınlanma Savaşı dönemi.

Bu dönemlerin birincisinin lideri Hz. Muhammed, ikin cisininki İmamı Azam, üçüncü döneminki ise Gazi Mus­tafa Kemal Atatürk’tür. Bu üç yaratıcı dönem, ne yazık ki, İslam ümmetinin üç büyük nankörlük ve hıyanetiyle karşılaştı:

1.  Peygamber Ehlibeyti’ne ihanet,

2.  İmamı Azam’a ihanet,

3.  Mustafa Kemal’e ihanet.

Bu üç dönem, Kur’an’m varlık ve oluşun motor gücü olarak gördüğü müstaz’afların (ezilip horlananlarm) işlevsel olduğu dönemlerdir.

TEK KİŞİLİK ÜMMET MESAJI

Kur’an, kudretin temsilcisi Nemrut karşısına hüccetin temsilci olarak Hz. İbrahim’i çıkarmakta ve bu hüccet önderi peygamberi ‘tek kişilik ümmet’ olarak anmakta­dır:

“Şu da kuşkusuz ki, İbrahim başlı başına bir ümmet idi; bir hanîf olarak sadece Allah'ın önünde eğiliyordu, müşriklerden değildi.” (Nahl, 120)

Şimdi, Kur’an’m verilerine dayanark ‘hüccet yaratan benlik’ olarak alabileceğimiz bu ‘tek kişilik ümmet’i bi­raz açalım:

Victor Hugo (ölm. 1885), 1878’de, Voltaire’in ölümünün yüzüncü yıl dönümünde yaptığı konuşmada, devrimci düşünürü tanıtırken şu cümleleri de kullanmıştır:

“Voltaire, bir insandan fazla bir şeydir; bir yüzyıldır, bir çağdır. O, olağanüstü bir iş başarmıştır. Voltaire, büyük bir zeka ve dev bir yürektir. O, bir savaşçıdır ve onun savaşı, aklın önyargıya, haklının haksıza, ezile­nin ezene karşı savaşıdır; iyiliğin savaşıdır. Voltaire’e kadarki zaman boyunca, çağlar, devlet başkanları, im­paratorlar, krallar ve prenslere göre adlandırılmıştır. Voltaire, bir devlet başkanmdan daha fazla bir şeydir, düşüncelerin kralıdır o. Voltaire ile yepyeni bir dönem başlar. ” (Onur Bilge Kula, 29)

11 ugo, Voltaire münasebetiyle ve Voltaire’e atıf yaparak şu muhteşem tespiti de yapmıştır:

“Kanlı ve kanla yaratılmış şan ve şeref yoktur.”

Bu tespiti bizim, eserlerimizde kullandığımız kelimeler­le ifade edersek şöyle diyeceğiz:

“Kudretle yaratılmış şan ve şeref yoktur; şan ve şeref hüccetle yaratılır.”

Hüccetle yani, akıl ve bilim değerleriyle. İşte aydınlan­ma budur. Aydınlanmanın tanımı da budur. Ve insan olmak da bunun böyle olduğunu bilmek ve yaşamaktır.

Voltaire’e böyle bakıyor Batılı. Neden? Çünkü Voltair, aydınlanmanın öncüsüdür. Aydınlanma çağı olarak anı­lan 18. yüzyıla damga vurmuştur Voltaire.

Batılı, aydınlanmayı işte bu kafayla yakaladı. Müslüman Doğu’daki kafa bunun tam tersini yaptı: Aydınlanmayı önüne koyanları dışladı, dindışı, cehennemlik ilan etti. Oysaki onların, aynen Voltaire gibi, her biri birer çağdı, bir insandan daha fazla bir şeydi. Geleneksel Arapçı-akıl düşmanı sözde Müslüman, bırakın bir insandan fazla bir şey olanlara tahammülü, bir insan olanlara bile taham­mül edememektedir. Onun istediği, bir insandan daha az bir şey olanlardır, hatta yarı hayvan, yarı insan olan­lardır. Çünkü “Neden ve niçin?” sormadan boyun eğip yalını yiyerek köşesinde oturanlar bir insandan daha az bir şey olanlardan çıkar. İslam adına hegemonyayı din- leştirenler böylelerini istiyor. Dün böylelerini istiyorlar­dı, bugün de böylelerini istiyorlar. Hep böylelerini iste­sinler diye haçh Batı da onlara her türlü desteği veriyor.

Işık ve bilim öncüsü yaratıcı ruhu ‘bir insandan daha faz­la bir şey’, ‘bir çağ’, hatta başh başına bir ümmet görerek yücelten ilk kitap, Kur’an’dır. Evet, bunu ilk kez yapan kitap odur ama Kur’an’ı okuyanlar onu, bu mesajından çok, mezarlıkta okuyarak ölüleri cennete nasıl gönde­recekleriyle ilgili hesaplar için kullandılar. Aksini yapan Kur’an mümini düşünürler ise bir yolu bulunup din dışı ilan edilerek etkisizleştirildi. Böyle yaptı Müslüman yaf- tah dünya ve belasını buldu. Şimdi böyle yapmayanların, Voltairelerin, Hugolarm dünyası önünde diz çökmüş, sürünüyor.

Kur’an, ‘bir insandan daha fazla bir şey’ olan benlikler­le ilgili mesajını Hz. İbrahim’i tanıtırken vermektedir. Hz. İbrahim, temel özellik olarak, hanîftir. Hanîf, eski­ye, geleneklere ecdat kabullerine isyan eden muvahhit ruh demektir. Kur’an, açık bir emir halinde, müminle­rinden hanîf olmalarını istemektedir. Kur’an istemiştir ama İslam dünyası bunun tam tersini dinleştirmiştir: Haçlı kodamanların teşvik ve tahrikiyle, ‘muhafazakâr’ olmuştur. Yani maskeli müşrik.

Muhafazakârlık, hanîfliğin tam tersidir, yani şirktir. Kur’an öyle diyor.

O halde, ‘bir insandan daha fazla bir şey olmanın, ‘başh başına bir çağ olma’nın özünde eskiyi aşıp yeniyi getir­mek vardır. Özgür ve isyancı benlik vardır. Aydınlanma­yı getiren, Voltaireler, Leibnizler, Herderler, Kantlar, Hegeller de birer isyancı benlik değiller miydi?

İslam dünyası, peygamberlerin sakalını, sarığını, fistanı­nı, hatta nerede, nasıl defi hacet ettiklerini, hatta dış­kılarını kutsallaştırdı ama onların bu hanîf niteliklerini asla kutsamadı, asla hayata geçirmedi, hatta o nitelikle-

rini unutturup yok etti. Onun içindir ki İslam dünyasınır peygamberler mirasından yararlanma oranı, onların ya ratıcı niteliklerinin vücut vereceği değerler kadar deği de sarık, sakal ve defi hacetleri kadar oldu. Bu nasibir İslam dünyasına kazandırdığı ise doğal olarak, insanlı! kervanının arkasından nal ve fışkı toplamak olmuştur Başkasının olması, daha fazlasının olması Allah’ın ada­letine aykırı olurdu; peygamberlerin ruhlarını da renci­de ederdi.

Allah âdildir ve İslam dünyasına, adaletine uygun olaral layık olduğunu vermiştir.

ABD'NİN HÜCCET YARATMA' AÇISINDAN ÖZEI MEVKİİ

Burada akıllara şu soru takılabilecektir: "Bugünkü dün yada gücün, paranın, bilimin, demokrasinin (!) ve insar haklarının (!) beşiği sayılan ABD, dünyanın bir numara h süper gücü olarak sayısız zulüm ve haksızlığa, fesat vc kötülüğe imza atmaktadır. Peki, bu ABD, kudretin im paratorluğu mudur, hüccetin imparatorluğu mu? Eğe: birincisi ise bilim ve teknolojide öncülüğünü nasıl izal edeceğiz? Eğer İkincisi doğru ise o zaman kudretle hüc cet yan yana ve barışık bir konumda durabiliyor? Daha sı: Bu barışıklık ve konum sizin kudret-hüccet tezinizde bir çelişkinin varlığını göstermiyor mu?

Cevabımız şudur: Tabloda hiçbir çelişki yok.

ABD hüccet yaratan bir ülke değil, yaratılmış hüccetler gasp eden bir ülkedir. ABD, tarihin en büyük gaspçısıdır

Elindeki servetler de gasp ürünüdür hüccetler de. Bı

gaspçılık, bu ölçüde büyük olmamakla birlikte bütün kudret imparatorluklarında vardı. Osmanlı'da da vardı. O gasp ettiği hüccet değerler Osmanlı'nm çökmesini en­gelleyememiştir.

ABD'nin hüccet hanesine kaydedeceğimiz değerle­ri onun kendi eserleri değildir, o değerleri yaratanlar ABD'nin çocukları değil, dünyanın orasından burasın­dan çeşitli sebeplerle oralara göç etmiş dahilerin eser­leridir. Einstein'dan Paul Tillich'e kadar bir seri büyük düşünür ve dahinin yarattığı hüccet-değerler ABD'nin kotarıcı-zalim kodamanları tarafından gasp edildi.

Gaspçı ABD'nin elinde tuttuğu bazı hüccet değerler onun zalimler kategorisinden çıkmasını sağlayamaz; böyle olunca da zalimlerin akıbeti olan çöküşe uğrama­sına engel olamaz.

ABD, bir zulüm ve kudret imparatorluğu olarak çöke­cektir. Ve bu çöküş, tarihin en dramatik ama en bekle­nen, en âdil çöküşü olacaktır. İnsanlığın beklediği yarın­ların en önemli haberi de bu çöküş olacaktır.

KÜLHANBEYLİK VE ÇAPUL MEDENİYETLERİNİN SONU

Hüccete değil, kudrete dayanmayı zafer ve mutluluk sanan toplum ve medeniyetlerin sonu hüsran olmuştur. Çünkü bunların tümü, firavunî zulüm topluluklarıdır. Kur'an'ın, eski devlet ve medeniyetlerle, özellikle fira­vunlar medeneyetiyle ilgili beyanlarını dikkatle okumak meseleyi kavramada yeterli olacaktır.

Müslüman imparatorlukların tamamına yakını bu hüs­

ran medeniyetleri içindedir. İş ve emanetlerimizin he­men tamamı asırlarca gücü ellerinde bulunduran ipsiz sapsızların tekelinde oldu. Şimdi, kuyruğumuz sıkışınca cıyak cıyak bağırıp hüccet üretenlerden yardım dileni­yoruz.

Tarih gösteriyor ki, hüccetle ayakta duramayıp kudrete sığınanların sonu felakettir.

Peygamberlerin mesajındaki ölmezlik ve pörsümezlik, o mesajın kudrete değil hüccete dayah olmasındandır. Nemrut gider İbrahim, Firavun gider Musa, Augustus gider İsa, Ebu Cehil gider Muhammed, Muaviye gider Ali, Yezit gider Hüseyin kahr. En yüksek hüccetin sahi­bi, düzeni böyle kurmuştur.

Kalan ve unutulmaması gerekenlerden biri de şu ger­çektir: Bir dinin mensupları, özellikle savunucuları, hüc­cet yerine kudrete (hele hele şiddete) sığınmaya başla­mışlarsa o dinin insanlık sahnesindeki yeri ve etkisi dep­reme maruz kalmış demektir.

Bakın tarihe: Dinlerin tarihlerinde, müminlerin mazlum oldukları dönemler daima yükselme ve yücelme dönem­leridir. Çünkü mazlum, kudrete değil, hüccete sığman insandır. Bu gerçeği çok iyi bilen Batılı İslam karşıtları, Kur’an dinini sahneden kovmak (ve tabii kendi zulümle­rini saklamak) için Müslümanları sürekli bir biçimde (dış­ta ve içte) şiddet ve dehşet uygulamaya yönlendiriyorlar.

Şu gerçek biliniyor: Şiddet ve dehşete sığınanlar, hüc­cete saygı fıtratı üzerine kurulan tekâmülün dışında ka­lırlar. İslam'ı sahneden kovmak niyetinde olanların iste­dikleri de budur.

Ne yazık ki terör ve şiddet tuzaklarına âlet olarak 'İslam

için cihat' yaptığını sananlar bu gerçeği bir türlü göre­miyorlar. Çünkü çok kötü 'gaza getirilmiş' bulunuyorlar. İslam için cihadın, her şeyden önce bir hüccet savaşı ol­duğunu anlamayanların kavga ve harcamaları İslam'a zarardan başka bir şey getirmeyecektir.

Kur'an'a göre, doğruluğun tek belgesi vardır: Bilgi ve düşünceden oluşan kanıt. Kur'an buna hüccet veya bür- han diyor. Bürhanm karşısına dikilen şeye bühtan denir. Bu kabul öylesine genel ve tartışılmazdır ki, meleklerin imtihanında onları insanın gerisinde bırakan değerin bi­le ilim yani bürhan olduğu ifade edilir. İnsanın sahip kı­lındığı bürhana karşı şeytanda bühtan vardır: Yalan ve iftira, (bk. Bakara, 31-34)

Ne ilginçtir ki Kur'an, bilgi ve düşünce üstü olan vahyi bile, insanlık dünyasına indiği andan itibaren 'ilim' diye anmaktadır, (bk. Bakara, 145)

Tanrısal espri açık: İlimle donanmamışsanız, laf ebeliği yaparak, ona buna toslayarak veya salya-sümük ağlayıp sızlayarak bir yere varamazsınız!

I lüccete sahip olmak, başka bir deyişle, hüccet medeni­yeti yaratmak ıstırapla yanarak uyanmakla mümkündür. () halde hüccete talip olanlar yanmak ve uyanmanın anla­mını da iyi bilmek zorundadırlar. Şunu asla unutmayalım:

Kudretin pençesinde yanıp kıvrananlar, kendi ıstırap kulvarlarında pişe pişe hüccet üretirler ve bir gün gelir, o ıstırabın boynu bükük hüccet çocukları, kudret koda­manlarının şımarık çocuklarını köle gibi kullanır, helala­rını onlara temizletirler. Altı asırlık kudret devi Osman­lI’nın hüccetten yoksun kalmış çocukları, kudretleriyle nsırlarca horlayıp ezdikleri Batıhlarm hücceti yakalamış

çocuklarının helalarını temizlemek için kuyruğa girme­diler mi?

Eğer, yerden fışkıran Arap petrolü olmasaydı, şu Arap­ların hüccet toplumları önündeki durumları nice olur­du, bir düşünün! Petrole rağmen hallerine bakın, petrol olmasaydı ne durumda olabileceklerini tasavvur edin! Şunu da unutmayalım:

Uzun vadeli bakarsak, petrol, Arap için bir nimetten çok bir bela olmuştur.

İki sebepten böyle olmuştur: Birincisi, petrol, emperya­list sırtlanların gözlerini o ülkelere dikmesine yol açmış­tır; İkincisi, Arap, petrol sayesinde yiyip içip yan yatarak hüccete geçiş yollarına asla tevessül etmemiş, hatta bu tevessülü akima bile getirmemiştir. İşte belaların en bü­yüğü budur. Bu belanın aşılması için, Arap’m asla yanaş­mayacağı iki deva vardır:

1.  Petrol paralarının getirdiği hayvani rahatlık ve uyu­şukluktan kurtulmak,

2.  Müslüman tarihin eski efelik dönemleriyle, ‘Arap dilinin ve milletinin kutsallığı’ safsatasıyla oyalanmak yerine eskiyi dibine kadar eleştirmek.

Bu deva, elbette ki bütün Müslüman toplumlar için ge- çerlidir ama özellikle Araplar ve Türk toplumu için ge- çerlidir.

YANMAK VE UYANMAK

'Hamdım; yandım, piştim" diyor Mevlana Celaleddin

Rumî.

Varlıktaki genel oluş sırrıyla büyük ruhlardaki özel eriş sırrını aynı anda ifade eden ölümsüz sözlerden biridir bu. Hamlıktan pişmişliğe, tohumdan filize, filizden çi­çek ve meyveye, kaba kütleden yontulmuşluğa... geçiş, yolcuları kadar yolları da yürüyen hayatın her an yeni bir menzile ulaşma aşk ve iradesinin sergilenişidir. Bu, halden hale, merhaleden merhaleye geçiş, diğer varlık­ların aksine, insanda, ‘kendini fark eden değişme’ olarak yürür.

İnsandaki şuurlu yol alışın göstergesi, ıstıraptır.

Bu yüzden, Mevlana, insandaki oluş ve erişi ‘yanmak’ diye niteliyor. Taş, toprak da yanar ama onların yanışı ıstırap değildir; çünkü onlar şuurlu değillerdir. Yani on­ların ‘ben’i yoktur.

Yanışsız işlenen günahların bile zevki yoktur. Yanışı ol­mayan yüzlerde nur, gözlerde fer göremezsiniz. Yanışsız elde edilmiş servetlerle beslenenler insan olamıyor; in­san görünümünde hayvan oluyor.

Yanışı olmayan ibadetler Hakk'a vardırmıyor, sadece nefsi oyalıyor. Yaratıcı ruhların, yanışın eşlik ettiği gü­nahları yanışsız ibadete tercih etmeleri bundandır. On­lar hep şöyle yakarmışlardır:

"Tanrım! Şikâyetçiyim o ibadetten ki bana doymuşluk, kendini beğenmişlik duygusu verir; kutsarım o günahı ki senden özür dileme, sana sığınma arzusu getirir.” (İranlı Sâdi)

Mirasyedilik ve hazırcılık, toplumları insanlık kervanı­

nın en arkasına atıyor. Çünkü hayat, yolu kapatmamak için, yan yatan ve hazır yiyenleri kervanın daima arka tarafına koyar.

Tanrı Türk toplumuna petrol vermedi diye yakınmayın. Petrol verdiklerinin hali ortada. Türk toplumuna, uyku ve uyuşukluğa yenik düşürmeyen bir nimet gerekirdi; Tanrı onu verdi. O nimet, Atatürk Cumhuriyeti’dir.

Bedava bulanlar kıymetini bilmeseler de bu cumhuri­yet, bu yüzyılda İslam dünyasına verilmiş nimetlerin en büyüğüdür.

Büyük yanışların karşılığı olarak elde edilmiş bir eriştir Atatürk Cumhuriyeti: Yüz bine yakın şehit Çanakka­le'de, 20 bin şehit Kurtuluş Savaşı'nda. Böylesine ağır yanışların getirdiği bir uyanış olan cumhuriyet, miras- yedi-beleşçiler onursuzların hıyanetleriyle kâbusa dön­mez.

Türkiye'ye, 21. yüzyılda tevhidin en büyük kalesi olma kaderini layık gören Yüce Tanrı, her türden mirasyedi yaygarasını, cumhuriyetin yeni oluş ve erişler elde etme­sinde ‘yakıt’a dönüştürecektir.

Allah'ın vaadi haktır. Elverir ki, Türkiye halkları daha iyi pişebilmek için yanabilme güçlerini koruyabilsinler!

A RAF SURESİ

(39/7)

Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 39. gele­neksel sıralamada 7. suredir. 206 ayettir.

Avet 103-105:

103 Onların ardından Musa'yı, ayetlerimizle Firavun'a ve kodamanlarına gönderdik de ayetlerimiz karşısında zulme saptılar. Bir bak, nasıl olmuştur bozguncuların sonu! 104 Musa dedi: "Ey Firavun! Kuşkun olmasın ki, ben, âlemlerin Rabbi'nin bir resulüyüm." 105 "Al­lah hakkında gerçek dışında bir şey söylememek benim üzerimde bir varoluş borcudur. Ben size Rabbinizden bir beyyine getirdim. Artık İsrailoğulları’nı benimle gönder."

Peygamberler, gönderildikleri toplumun sadece baş yö­neticisi firavuna değil, onun bir bütün halinde kadrosu­na (yardakçılarına, yalakalarına, paralel güçlerine) teb­liğde bulunurlar. Bu tavır da gösterir ki, hiçbir firavun, destekçisi kadro olmadan payidar olamaz.

Avet 106-108: 106 Firavun dedi: "Bir mucize getirdinse, doğru sözlü­

lerden isen onu ortaya çıkar!" 107 Bunun üzerine Musa, asasını yere attı; birden korkunç bir ejderha oluverdi o.

108  Elini çekip çıkardı; birden o el, bakanların önünde bembeyaz kesildi.

Musa’nın asası onun firavun saltanatına isyanının sem bolüdür. Beyaz el de karanlık firavun kudretine karşı gerçeğin ve hakkın bembeyaz gücüdür. Bu konunun ay­rıntılarını, ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimi zin "İsyan" maddesinde verdik.

Avet 109-112'.

109  Firavun toplumunun kodamanları şöyle konuştu: "Bu adam gerçekten çok bilgili bir büyücü." 110 "Sizi toprağınızdan çıkarmak istiyor. Ne diyorsunuz?" 111 Dediler: "Onu kardeşiyle birlikte alıkoy. Ve şehirlere, toplayıcılar gönder." 112 "Her bilgin büyücüyü sana ge­tirsinler."

Daha önceden de söylediğimiz gibi, firavunun büyücü­leri, onun aldatma ekiplerinin sembolik ismidir. Kur’an onlara bir mevki vermemek için ‘büyücü’ diyor. Çünkü onlar, geleneksel dini, kitleleri aldatmak için bir vasıta olarak kullanan adamlardı. Böyle olduğu içindir ki, Hz. Musa’yı da bir büyücü gibi gördüler.

Bu büyücülük ithamı, Hz. Muhammed dahil, hemen hemen bütün peygamberlere yöneltilen bir müşrik it­hamdır. Din, bu müşrik sürüler için insanları aldatmada kullanılan bir tür büyüden başka şey değildir. Bu büyüyü kendileri tepe tepe kullanırlar ama başka birinin kullan­ması halinde kıyametler koparırlar.

Modern firavunlar da aynen böyle değiller mi? Bütün sermayeleri Allah ile aldatmak olan bu zulüm güruhü, ı a kiplerinin en samimi hislerle bile dinden-imandan söz etmesi halinde çılgına dönerler. Babalarının öz mah gasp edilmiş gibi bağırmaya başlarlar. Dini kendi tekel­lerinde, Allah’ı da bu tekelin baş şefi olarak görürler.

Avet 113-122:

113 Büyücüler Firavun'a gelip dediler: "Eğer galip gelen biz olursak bize iyi bir ödül var mı?" 114 "Evet, dedi, ayrıca siz benim en yakınlarımdan olacaksınız." 115 Şöyle dediler: "Ey Musa! Sen mi hünerini ortaya ata­caksın yoksa biz mi hünerlerimizi sergileyelim?" 116 "Siz sergileyin." dedi. Hünerlerini ortaya atınca, hal­kın gözlerini büyülediler, onları dehşete düşürdüler. Çok büyük bir büyü sergilediler. 117 Biz de Musa'ya şöyle vahyettik: "Hadi, at asanı!" Bir de ne görsünler, asa, onların ortaya getirdikleri şeyleri yalayıp yutuyor. 118 Böylece, hak ortaya çıktı, onların yapıp ettikleri, işe yaramaz hale geldi. 119 Orada mağlup oldular, kü­çük düştüler. 120 Ve büyücüler secdeye kapandılar. 121 "Alemlerin Rabbi'ne iman ettik” dediler; 122 “Musa'nın ve Hârun'un Rabbi'ne!"

Hak ile bâtılın, firavun güruhu ile Musa taraftarlarının karşılıklı hüccet (kanıt) mücadelesi bir süre devam etti. Musa’nın kesin galibiyeti ise ‘asa’nm yani isyanın dev­reye sokulmasıyla gerçekleşti. Firavun'un Hâman ekibi yenik düştü. Bu ekibin vicdanı henüz ölmemiş adamla­rı, Musa’nın gerçeği temsil ettiğinin farkına vardılar ve onun mesajına iman ettiler.

İşin bundan sonrası çok ibret vericidir ve firavunların ti­

pik özelliklerinden birini önümüze koymaktadır.

Avet 123-126:

123 Firavun dedi: "Demek ben size izin vermeden ona inandınız ha! Bu, şehirde tezgâhladığınız bir tuzaktır ki, bununla şehir halkını oradan çıkarmak peşindesiniz. Yakında anlarsınız." 124 "Ellerinizi ve ayaklarınızı çap­razlama keseceğim, sonra da hepinizi asacağım." 125 "Biz, dediler, nihayet, Rabbimize döneceğiz." 126 "Sen bizden, sırf Rabbimizin ayetleri bize gelince, onlara iman ettiğimizden ötürü intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Üze­rimize sabır yağdır. Canımızı müslümanlar olarak al."

123-126. ayetler, firavunlar bahsinin en sarsıcı mesajla­rından birini vermektedir.

Firavun saltanatları, sadece günlük hayatı değil, insan­ların inançlarını da kontrol ederler. Bu kontrol öylesi­ne ileri gider ki, kitlenin şöyle veya böyle, şuna veya bu inanmasını kendilerinin iznine bağlarlar. Bunun yolu da bir biçimde kurulan korku imparatorluğunun başına tek adam sıfatıyla oturmak ve ölünceye kadar oradan ayrıl­mamaktır. Modern firavunların eski krallıkları, impa­ratorlukları, örneğin, Osmanlı düzenini özlemelerinin arkaplanmda bu sadist ve firavun bilinçaltı vardır.

Avet 127:

127 Firavun kavminin kodamanları şöyle dedi: "Musa'yı ve toplumunu, yeryüzünü fesada verip seni ve ilahlarını terk etsinler diye mi serbest bırakıyorsun?" Dedi: "Biz onların oğullarını öldürüp kadınlarını diri bira kaça­

ğız/kadınlarının rahimlerini yoklayıp çocuk alacağız/ kadınlarına utanç duyulacak şeyler yapacağız. Üstleri­ne sürekli kahır yağdıracağız."

127. ayet, firavun saltanatının inançları kontrol sadizmi- nin bir uzantısı olan bir başka zulüm dehşetine dikkat çekiyor:

Zulme maruz kalarak yaşadığı toprakları terk edip gi­decek insanların bu gidişlerine engel olmak yani onları yeryüzünün herhangi bir yerinde yaşama şansı tanıma­mak. Firavunlar, eskisi ve çağdaşlarıyla, şunu söylemek- teler: Bana karşı çıktınsa ya helâk olacaksın yahut da af dileyip bana kul köle haline geleceksin.

Son Peygamber ve arkadaşlarına da aynı şey yapılmadı mı? Onlar, inançlarını yaşayabilmek için doğup büyü­düklere Mekke’yi, oradaki baba ocaklarını, topraklarını terk edip 500 kilometre uzağa gittiler. Ama şirk firavun­ları bununla tatmin olmadı, onları izleyip sığındıkları Medine’de yok etmek istediler. İslam’ın kader savaşı diye andığımız Bedir Harbi, işte bu firavunca takibe ve­rilen cevap olarak ortaya çıktı. Tarihin en mazlum ve en haysiyetli savunma savaşıdır Bedir Harbi.

Ne ilginçtir ki, tarihin en mazlum ve en haysiyetli öz­gürlük savaşlarından bir diğeri olan Türk Kurtuluş Savaşı’nm muzaffer ve dahi kumandanı Mustafa Ke­mal, ‘Esaret tanımamanın sembolü’ olarak andığı Hz. Muhammed’in en büyük mucizesi olarak bu Bedir Harbi’ni görmektedir.

Dahası var: Türk Kurtuluş Savaşı’nm manevî mimarla­rından biri olan Türk İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy, Kurtuluş Savaşı’nm bir tür başlangıcı olan Ça­

nakkale Savaşları’m, Bedir Harbi ile mukayese etmiş ve bu ikisinin anlam ve önemini örtüştürmüştür.

Ne mutlu ve ne muhteşem fark edişlerdir bunlar! Bu fark edişlerin sahipleri olan Atatürk ve Akif’in ölümsüz hatıraları önünde şükran ve tâzimle eğiliriz!

Avet 128-136:

128 Musa kendi toplumuna şöyle dedi: "Allah'tan yar­dım dileyin, sabırlı olun. Yeryüzü Allah'ındır, Allah ona, kullarından dilediğini mirasçı kılar. Sonuç, takvaya sa­rdunlarındır." 129 Dediler: "Senin bize gelişinden önce de işkenceye uğratıldık, gelişinden sonra da." Musa dedi: "Rabbinizin, düşmanınızı yok etmesi ve nasıl dav­ranacağınıza bakmak üzere yeryüzünde sizi yöneticiler yapması umulabilir." 130 Yemin olsun ki, biz, Firavun hanedanını yakalayıp ürün eksikliğiyle senelerce sık­tık ki, düşünüp öğüt alabilsinler. 131 Onlara bir iyilik geldiğinde, "Bu bizimdir!" derlerdi. Kendilerine bir kö­tülük dokunduğunda ise Musa ve beraberindekilerin uğursuzluğuna yorarlardı. Gözünüzü açın! Onların uğursuzluk kuşu, Allah katindadır, fakat çokları bil­miyorlar. 132 Şunu da söylediler: "Bizi büyülemek için, bize istediğin kadar ayet getir. Sana inanmayacağız." 133 Biz de onlar üzerine, fasıllar halinde ayrıntılı kılın­mış mucizeler olarak tufan, çekirge, haşarat, kurbağa­lar ve kan gönderdik; yine de kibre saptılar ve günahkâr bir topluluk oluverdiler. 134 Pislik üzerlerine çökünce şöyle dediler: "Ey Musa! Sana verdiği söze dayanarak Rabbine bizim için dua et! Şu pisliği üzerimizden kal­dırırsa, sana kesinlikle inanacağız ve İsrailoğulları’nı seninle birlikte mutlaka göndereceğiz." 135 Doldura­cakları bir süreye kadar kendilerinden azabı kaldırdı­

ğımızda, hemen yeminlerini bozdular. 136 Bunun üzeri­ne biz de onlardan öç aldık: Ayetlerimizi yalanladıkları, onlara aldırmazlık ettikleri için hepsini suda boğduk.

Bu ayetler, Yahudi kavminin, kurtarıcıları olan Musa’ya nankörlük ve ihanetlerini gündeme getiren ayetlerden­dir. Nankörlerin şikâyetleri çok dikkat çekicidir: “Senin bize gelişinden önce de işkenceye uğratılmıştık, gelişin­den sonra da.” Sanki işkenceye uğratılmalarım Musa istemiş gibi konuşuyorlar. Musa’yı bir tür uğursuzluk nesnesi olarak görüyorlar. İşte, firavunlar yaratan top- lumlarm veya kavimlerin nankörlük ve ihanet psikolo­jileri budur.

130. ayet, firavun saltanatının yıkılmasında, Cenabı Hakk’m firavun toplumuna musallat ettiği kıtlık ve eko­nomik sıkıntıların tarihsel etkilerine dikkat çekiliyor. Kur’an bize gösteriyor ki, yıkılası toplumlarda bazen kıt­lık, darlık, felaket vs. gibi olgular birer terbiye ve infaz aracı olarak tarihin diyalektiği tarafından kullanılmak­tadır.

Firavun saltanatının kodaman takımı, bu kıtlık ve fela­ketle sıkıştığında, o inanmadıkları Musa’dan yardım ve dua istiyorlar. Firavun psikolojisindeki çıkara tapma tut­kusunun ilginç bir belirişidir bu.

Ayet 137:

137 Ezilip itilmekte olan topluluğu da içine bereket­ler doldurduğumuz toprağın doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin, İsrailoğulları’na verdiği gü­zel söz, sabretmeleri yüzünden tamamlandı/hedefîne vardı. Firavun ve toplumunun sanayi olarak meydana

getirdiklerini de sıralıyor oldukları çardakları da yere geçirdik.

Firavun uygarlıklarının sanayi tesisleri ve sarayları yere batırıldı, onların zulümlerine sabırla karşı koyan İsrai- loğulları ise mazlumlara vaat edilen kurtuluşa ulaştılar.

Avet 138-140:

138 İsrailoğulları’na denizi geçirttik. Özel putlarına tapan bir topluluğa rastladılar. Bunun üzerine, "Ey Musa, dediler, bunların ilahları olduğu gibi sen de bize bir ilah belirle!" Musa dedi: "Siz cahilliği sürdürmekte olan bir toplumsunuz." 139 "Şu gördüklerinizin, içinde bulundukları anlayış çökmüştür. Yapmakta oldukları da boşa çıkacaktır." 140 Şunu da söyledi: "Size Allah'tan başka bir ilah mı arayayım? O sizi âlemlere üstün kıl­mıştır."

138-14. ayetler muhteşem iki mesaja kaynaklık ediyor:

1.  Tarihin en mazlum kitlesi olarak tescil edilmiş bir kitle bile zaman içinde zalime dönüşebiliyor. Bu yüzden hiç kimsenin ve hiçbir kitlenin bütün nesillerinin ebedî kurtuluşunun garanti, ‘seçilmiş kitle’ vasfının sürekli olduğundan söz edilemez.

2.  Şirk, insanoğlunun şuuraltı derinliklerinde hep varolan bir irinli illettir. Öyle bir illet ki, tevhidi temsil eden en büyük peygamberlerin yanında bile depreşebilir, hortlayabilir, bizzat o peygamberden kendisine tatmin getirecek putlar isteyebilir.

Hz. Musa bahsinde ilk örneği verilen bu depreşme, Son

UÇUNUU DULUM

peygamber döneminde de aynen vücut bulmuştur. Onun sahabîleri de ondan, kendilerine müşriklerin Zatü Envât ağaçları gibi bir put ağaç temin etmesini istemişler ve ilginçtir, Hz. Peygamber bu isteği şiddetle reddederken, az önce sözünü ettiğimiz ayetlere ve Hz. Musa’ya atıf yapmıştır.

Ne yazık ki, onun ümmeti, onun ardından o zatü envât ağaçların ve benzeri putların binlercesini Müslüman coğrafyaların dört bir yanma çil çil serpiştirmiş ve Kur’an tevhidini bu putların gölgesine gömerek hayatın dışına itmiştir.

Avet 141:

141 Şunu da hatırlayın: Sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Size azabın en kötüsü ile işkence ediyor­lardı: Oğlanlarınızı katlediyorlar, kadınlarınıza haya­sızca davranıyorlar/kadınlarınızın rahimlerini yoklu- yorlar/kadınlarınızı hayata salıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden gelmiş büyük bir imtihan vardı.

Nüfusu ve doğurganlığı kontrol de firavunluğun alamet­lerinden biridir. Bu alamet, Musa devri firavunundan çağdaş firavunlara kadar bir biçimde işletilmiştir.

Firavun saltanatlar, kitlenin dinini, imanını, kalbini kontrol edip de rahmini kontrol dışı bırakır mı? Bırak­mamıştır, bırakmaz. Firavunlar, kalpler kadar rahimleri de kontrol eden bir sadizmin zalimleridir.

Musa devri firavunları rahim kontrolünü, İsrailoğul- ları’mn erkek çocukları doğmasın diye yapıyorlardı. Ancak bu kontrol devirden devire, firavundan firavuna

180

FİRAVUN

değişir. Bu bazen kız çocukları doğmasın diye yapılır, bazen hiç doğum olmasın diye yapılır, bazen de istenen sayıda doğurma gerçekleşsin diye yapılır. Şöyle veya böyle, firavunlar, kadın bedeni üzerinde mutlaka bir kontrol kurarlar. En azından, ailelere kaç çocuk yapma­ları gerektiğini dikte ederler.

TÂHA SURESİ

(45/20)

Mekke döneminde inen surelerdendir. İniş sırasıyla, 45. geleneksel sıralamada 20. suredir. 135 ayettir.

Avet 24-37:

24 "Ey Musa, Firavun'a git; çünkü o, azdı." 25 Musa dedi: "Rabbim, göğsümü açıp genişlet; 26 İşimi bana kolaylaştır. 27 Dilimden düğümü çöz, 28 Ki, sözümü iyi anlasınlar. 29 Bana ailemden bir yardımcı ver, 30 Kardeşim Hârun'u. 31 Onunla sırtımı kuvvetlendir! 32 Onu işime ortak kıl! 33 Tâki seni çokça tespih edelim! 34 Seni çokça analım! 35 Kuşkusuz, sen, bizi görmek­tesin." 36 Buyurdu: "İstediğin sana verildi, ey Musa! 37 Yemin olsun, sana bir kez daha lütufta bulunmuştuk."

24-36. ayetler, tebliğ adamının maruz kaldığı sıkıntıları aşmak için ihtiyaç duyduğu dost-yardımcıya dikkat çe­kiyor. Bu dost-yardımcı, tebliğ önderine hem bir tercü­man olacak hem de danışman ve destekçi. Tebliğ adamı onunla en azından psikolojik olarak güçlenecek. Ulü- lazm bir peygamberin bile böyle bir gereksinimi duy­duğunun bildirilmesi, hiçbir fikir ve iman önderinin bu ihtiyaçtan müstağni kalamayacağını göstermektedir.

Son Peygamber Hz. Muhammed’de bu vezir-dost-yar-

FİRAVUN

HUI

(hıncı, Tanrı Elçisi’nin ilk eşi Hz. Hatice idi. Zaten Hz. I laticc’nin lakabı ‘Vezire’ (Peygamber’in veziri) idi.

Cenabı Hak, Hz. Musa’nın yardımcı-danışman-destekçi isteğine olumlu bakmış ve onu kardeşi Hârun’un vezirli­ği, desteği ve danışmanlığıyla güçlendirmiştir. Firavun’a tebliğ emrinin ikinci kısmında hitap sadece Musa’ya de­ğil de Musa-Hârun İkilisine yapılmakla bu iki benliğin tebliğde âdeta tek vücut haline geldiklerini göstermek­tedir.

Bu ayetler ayrıca, tebliğ adamının hitabet gücünün öne­mine dikkat çekiyor. Musa’nın en büyük şikâyeti kendi­sinin iyi konuşamama zaafı olarak gösteriliyor. Bu zaaf, geleneksel rivayetlerde söylendiği gibi, Musa’nın dilinin pepe olması da olabilir, hitabet gücünün zayıf olması da olabilir. Bizce İkincisi, kelamın mesajına daha uygundur.

Avet 42-48:

42 "Sen ve kardeşin, ayetlerimi götürün; beni anmakta gevşeklik etmeyin!" 43 "Firavun’a gidin, çünkü o azdı." 44 "Ona yumuşak ve tatlı bir sözle hitap edin; belki öğüt ahr yahut ürperir." 45 Dediler: "Rabbimiz, onun aleyhimizde bir taşkınlık yapmasından yahut yine az­masından korkuyoruz!" 46 Buyurdu: "Korkmayın! Ben sizinle beraberim; işitiyorum, görüyorum." 47 "Hadi, gidin ona! Deyin ki, "Biz senin Rabbinin iki resulüyüz. İsrailoğulları’nı bizimle gönder, onlara işkence etme! Rabbinden sana bir mucize getirdik. Selam, hidayete uyanlaradır." 48 "Azabın, yalanlayıp yüz çevirenler üze­rine olacağı bize vahyedildi."

183

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

42-48. ayetler, Kur’anî tebliğin özünü, evrenselliğini, ka­rarlılığını ve bir ölçüde de yöntemini veren muhteşem beyyinelerdir.

Firavun gibi, zulmün, şiddetin, inat ve inkârın timsa­li olan bir tağuta gösterilmesi gereken aydınlık önderi yaklaşımının temel şartları şöyle sıralanıyor:

1.  Tebliğ, firavun ruhlu zorbalar da dahil, hiç kimseden uzak tutulamaz.

2.  Tebliğ, firavuna da yapılsa, özüne yakışır yumuşak­lık, tatlılık, nezaket ve sevecenlik içinde yapılmalıdır.

3.  Tebliğde ümitsizlik asla olmamalıdır. Firavundan bile ümit kesilmemelidir: Çünkü Yaratıcı, insanoğlu­nun özüne iyiye ve güzele yatkınlık duygusunu yerleş­tirmiştir. İnsan ürettiği kötülüklerle bu duyguyu kirletip paslatarak işlemez hale getirebilmektedir. Tebliğ adamı, üşenip usanmadan o temel zemine inip o temel duyguyu harekete geçirmeye sürekli gayret göstermelidir.

4.  Firavun tipi zorbalar da dahil, insanoğlunu bütün köprüleri yıkarak kaldırıp atmak yanlıştır. Firavunun bile, bir gün bir biçimde yüreğinin derinlerinde bir yu­muşama, bir ürperti kıvılcımının çok büyük güzelliklere vücut vermek üzere harekete geçmesi mümkündür.

5.  Tebliğ adamı, korkuyu daha baştan aşılmaz bir engel halinde önüne dikmemelidir. Korkunun yer ettiği yürek yaratıcı bütün niteliklerini kendi eliyle felce uğratır.

Kur’an’m klasik firavunlar münasebetiyle önümüze koy­duğu bu tebliğ hakikatleri, elbette ki çağdaş firavunlar için de aynen geçerlidir. Çağdaş firavunların da hiçbi

rinden ümit kesmemeliyiz. Allah onları bazen yıllarca süren zulümlerinin ardından, asırlarca sürecek başka zulümleri ortadan kaldırmada esrarlı birer araç olarak kullanabilir. Nitekim günümüzde bunun örneklerine ta­nık olmaktayız.

Avet 49-55:

49 Firavun dedi: "Sizin Rabbiniz kim, ey Musa?" 50 Musa dedi: "Rabbimiz, her şeye yaratılışını lütfeden, sonra da yol-yordam gösteren kudrettir." 51 Dedi: "Peki, ilk nesillerin hali ne olacak?" 52 "Onlara ilişkin bilgi, Rabbim katında bir kitaptadır. Rabbim ne şaşı­rır ne de unutur." 53 Yeryüzünü size beşik yapan, onda sizin için yollar açan, gökten su indiren O'dur. Biz o suyla çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık. 54 Yiyin, hay­vanlarınızı yayıp otlatın. Kuşkusuz, bunda, aklı başın­da insanlar için ibretler vardır. 55 Sizi yerden yarattık. Tekrar oraya göndereceğiz. Ve oradan sizi bir kez daha çıkaracağız.

49-55. ayetler, Musa ve Hârun peygamberlerin tebliğle­rinin temel esaslarına vurguları önümüze koyuyor. Fi­ravun, ilginç bir biçimde, daha baştan öfkelenip köpür­meden sorular soruyor. Sadece bu bile, önceki ayetlerin tebliğ meselesindeki mesajının isabetini göstermeye ye­ter. Firavun gibi bir zorbanın, kendisine tebliğde bulu­nan iki aydınlık önderine sorular sorması ümit verici bir zeminin varlığına kanıttır.

Avet 71-73: 71 Firavun dedi: "Ben izin vermeden ona inandınız öyle

mi? O size, büyüyü öğreten büyüğünüzdür. Yemin ol­sun, ellerinizi, ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve yemin olsun sizi hurma ağaçlarına asacağım. O za­man iyice bileceksiniz, hangimizin azabı daha şiddetli ve sürekli." 72 Dediler: "Biz seni, bize gelen açık seçik kanıtlara ve bizi yaratmış olana asla tercih etmeyece­ğiz. Verdiğin hükmü uygula. Senin hükmün olsa olsa bu dünya hayatında geçer." 73 "Biz Rabbimize inandık ki, günahlarımızı ve senin bizi zorladığın büyüyü affetsin. Allah daha hayırlı, daha süreklidir."

71-73. ayetler, firavun yönetiminin ve firavun psikozu­nun en sarsıcı belirişlerinden birini gündem yapmakta­dır: İnancın diktatörün iznine bağlanması. Kadim fira­vunlar bu izne bağlamayı gayet açık ve radikal ifadeler­le dile getirip kurallaştırıyorlardı. Çağdaş firavunlar, insanlığın geldiği tekâmül aşaması itibariyle işi böyle götürmek gibi bir şansa sahip olmadıklarından bunu siyasal oyunlarla yapmaktalar. Bu oyunların başında ‘korku yaymak’, ikinci sırada, istenen şekilde inanan­ların ödüllendirilmesi, üçüncü sırada ise diktatöryal ekibin isteklerine ters inançlar taşıyanların ‘yönetime karşı çıkmak’, hatta ‘yönetime darbe yapmak’ gibi it­hamlarla suçlamak gelmektedir. Bu üç oyun, çağdaş fi­ravunluklarda, iki büyük takviyesi dikkat çeker: Allah ile aldatmak yani din istismarı, hukukun güdüme alın­ması.

Çağdaş firavunlar, emirlerindeki paralel zulüm güçle­rinden biri olan Hâman yönetimindeki saltanat dinini kullanarak belirledikleri inanç standartlarına uyma­yanları ‘zındıklık’tan ateizme kadar çeşitli ithamlarla suçlamaktalar. Bunu ustalıkla yürütecek bir din baron­luğu ekibi yirmi dört saat firavunun emrindedir.

KASAS SURESİ

(49/28)

Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 49. gele­neksel tertipte 28. suredir. 88 ayettir.

Avet 1-4:

1 Tâ, Sîn, Mim! 2 İşte sana, açık seçik beyanda bulunan kitabın ayetleri! 3 İman edecek bir toplum için, Musa ve Firavun'un haberinden bir kısmını sana hak olarak okuyacağız. 4 Gerçek şu: Firavun o yerde egemenlik kurmuş ve ora halkını fırkalara ayırmıştı. Onlardan bir topluluğu horlayıp eziyordu: Bu topluluğun erkek çocuklarını boğazlıyor, kadınlarına hayasızca davranı- yor/kadınların rahimlerini yokluyor/kadınlarını hayata salıyordu. O, gerçekten fesadı yayanlardandı.

4.  ayet, firavunî toplumlarm ve firavun zulümlerine bir biçimde seyirci kalmış halkların vücut verecekleri tablo­yu önümüze koymaktadır.

Firavun yönetimlerinin, zulümlerini payidar kılmak için başvurdukları yollardan biri, belki de en önemlisi, ülke halkını fırkalara bölmek, parçalamak, ayrıştırmak ve tek bir kuvvet haline gelmelerini engellemektir. Kur’an’a göre, firavunî yönetim bir şirk düzeni olduğu gibi fırkala ra bölünmek de bir şirktir. Bunun zorunlu sonucu şudur:

Fırkalaşma varsa firavunî düzen kaçınılmazdır. Çünkü fırkacılık şirkinin faturası, firavunî düzene teslimiyetle ödenir. Yaratıcı’nın kanunu budur.

Toplumları çöküşe, insanı çürüyüşe mahkûm eden fır- kalaşmamn her türlü belirişi üzerinde ayrıntılı biçimde durulmuştur. Fırkacılığı, bölünmeyi, ayrışmayı ifade eden tabirlerin hemen hemen tümü (fırka, teferruk, tef­rik, teşeyyu’, hizip, takattu’) kullanılarak bölünüp parça­lanmanın nasıl bir felaket olduğuna dikkat çekilmiştir.

Fırkalaşma, bölünme, hizip oluşturma anlamlarında beş tabir kullanılmaktadır. Bundan anlaşılır ki, Kur’an, bu fırkacılık ve fırkalaşma konusunu hayatî önemde bul­maktadır.

FIRKA

Fırka sözcüğünün kökü olan fark, bölmek, ayırmak, par­çalamak, iki taraf arasında hüküm vermek anlamların­dadır. Aynı kökten fırka, büyük kitleden ayrılan grup anlamındadır.

Fark kökünden kelimeler, isim ve fiil halinde 70 küsur yerde kullanılmıştır. Kullanılan türevlerinin anlamlarına da bakmak lazım: Teferruk (parçalanıp fırkalar haline gelmek, bk 3/103; 42/13-14; 98/4), tefrik (parçalayıp fır­kalar haline getirmek, bk. 2/102,136, 285; 4/150; 6/159)

Ölümsüz dil ustası Râgıb’ın beyanına göre bu sözcük­te, ‘kalp parçalanasıya korkmak’ anlamı da vardır ve Tevbe suresi 56. ayetteki fırka kökünden fiil bu anlamda kullanılmıştır:

“Kesinlikle sizden oldukları yolunda Allah'a yemin ederler. Gerçekte onlar sizden değillerdir. Doğrusu şu ki onlar, ödleri patlayasıya korktukları için fırkalaşan bir topluluktur.”

Demek ki, fırkalaşanlarm, kendi içlerinde büyük kor­kular taşıyabileceklerine ve bu korkuların onları hizip dayanışmasına iteceğine bir işaret olduğu söylenebilir.

En’am suresi 153-159. ayetlerden oluşan beyyineler man­zumesi, dinde fırkalaşma meselesinin en hayatî nokta­larına parmak basmakta ve çözümü de göstermektedir. Dinde fırkalaşmanın âdeta tanımını veren bir beyyine ile başlayan bu manzume, ölümsüz mesajını, fırka sözcüğü ile aynı kökten bir fiil (teferraka) kullanarak vermekte ve bize şunları öğretmektedir:

1.  Dinde fırkalaşma, Yaratıcı’nın tek olan yolundan sa­pıp başka yollara girmenin sonucudur,

2.  Bu sapma, öncelikle, İlahî kitabın dışlanmasıyla vü­cut bulur,

3.  Tanrısal kitaba sarılarak dinde bölünmeyi önleyeme­miş toplumlar ve kişiler hiçbir mazerete sığınamazlar ve hiçbir kurtuluş çaresi de üretemezler,

4.  Bu fırkalara karşı takınılacak tavır, onlarla ilgiyi ta­mamen kesmek ve onları kendi sapık hezeyanları içinde boğulmaya bırakmaktır.

Şimdi bu beyyineler manzumesini birlikte okuyalım:

“Bu benim dosdoğru yolumdur, onu izleyin, başka yol­ları izlemeyin! Yoksa bu hal sizi O'nun yolundan uzak-

taştırıp parçalara böler. Sakınıp korunasınız diye O size bunu önermiştir. Sonra, güzel düşünüp güzel dav­rananlara nimetimizi tamamlamak, her şeyi ayrıntılı kılmak, bir kılavuz ve rahmet olmak üzere Musa'ya o kitabı verdik ki, onlar Rablerine kavuşacaklarına ina­nabilsinler. Bu Kur’an da bizim indirdiğimiz bir kitap­tır. Kutsal ve bereketli. Artık ona uyun ve sakının ki size rahmet edilebilsin.”

"Kitap, bizden önce iki topluluğa indirildi. Biz onu oku­yup araştırmaktan gerçekten habersizdik’ demeyesiniz. Şunu da söylemeyesiniz: ‘Eğer bize kitap indirilmiş ol­saydı, onlardan daha doğru yürüyüştü olurduk.’ Artık size Rabbinizden bir beyyine, bir kılavuz ve bir rahmet gelmiş bulunuyor. Allah'ın ayetlerini yalanlayıp onlar­dan yüz çevirenden daha zalim kim var? Ayetlerimize sırt dönenleri, yüz çevirmeleri yüzünden azabın en acık­lısıyla cezalandıracağız.”

“Neyi bekliyorlar? Kendilerine meleklerin gelmesini ini, Rabbinin gelmesini mi, yoksa Rabbinin bazı muci­zelerinin gelmesini mi? Rabbinin bazı mucizeleri geldi­ği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir ha­yır sahibi olamamış kişiye imanı hiçbir yarar sağlama­yacaktır. De ki, ‘Bekleyin! Doğrusu biz de bekliyoruz.’ Dinlerini parça parça edip fırkalara/hiziplere bölünen­ler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi Allah'a kalmıştır. O, onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.” (En’am, 153-159)

I )inde fırkalaşmanm tek ve şaşmaz yol olan Allah’ın yo­lundan sapıp birtakım yollara girmenin sonucu olduğu­na vurgu yapılmasının, İslam dünyasında ‘fırkalaşmanm cıı doğurgan anası’ ve kelime anlamıyla ‘yol’ demek olan tarikat zihniyetini deşifre ettiğini ve İslam tarihinin fır­

kacılık meselesindeki yumuşak karnına neşter vurduğu­nu da gözden kaçırmayalım.

Kur’an’daki tanrısal ve metematik insicama muhteşem bir örnek oluşturan bir gerçeği daha birlikte izleyelim:

Yusuf suresi 39. ayet, En’am 153’teki mucize açıklamayı iyiden iyiye taçlandırmaktadır. Bize göstermektedir ki, Tanrı’mn tek olan yolunu birden çok hale getiren fırka- laşma, nihayetinde tek olan Rabbi de çoklaştırmakta- dır. Yani fırkalaşma ile girilen yolların tümü şirke çık­maktadır. Yusuf suresindeki beyyine, fırka kökünden bir kelimeyi kullanarak şu ürpertici soruyu soruyor:

“Parçalara bölünüp fırkalaşmış rabler mi daha hayırlı­dır, Vâhid ve Kahhâr olan Allah mı?” (Yusuf, 39)

ŞÎA-TEŞEYYU’

Şîa, güç kazanmak maksadıyla oluşturulan ekip anla­mındadır. (Râgıb, el-Müfredât)

On küsur kullanımının tümü isim kullanımdır. Daha çok, eski ümmetlerdeki fırkaları ifade için kullanılmış­tır. İslam ümmeti açısından şîalar çok olumsuz unsurla ı olarak değerlendirilmiştir. Fırkacılığın ağır bir kahır ve ıstırap kaynağı olacağı bu kelimenin kullanıldığı ayetler­de veril-mektedir. Şu sarsıcı örneğe bakın:

“De ki, ‘O size, üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye yahut sizi fırka fırka birbirinize düşürerek/fırkalara bölüp içinden çıkılmaz durumlara düşürerek/fırkaları elbise gibi size giydirerek kiminizin şiddetini kiminize tattırmaya Kaadir'dir.” (En’am, 65)

Bu ayette, fırkalaşmanm nelere mal olacağı ve fırkacılı­ğın temel niteliklerinden birinin de şiddet olduğu muci­ze bir biçimde ifadeye konmuştur. Mucize mesajlardan biri de, Kasas suresinin açıklamakta olduğumuz ilk ayet­lerinde verilmiştir. Ayetten öğreniyoruz ki, despot-tağut yönetimler, kitleleri, özellikle inanç camialarını çeşitli fırkalara bölmeyi ihmal etmezler. Çünkü bu bölünme, camianın gücünü parçalar ve onu sıkıntı yaratan bir un­sur olmaktan çıkarır. Firavunun yönetiminden söz eden Kasas 4. ayet, âdeta, bir diplomatik-stratejik raporun özeti gibi duruyor.

HİZİP-TAKATTU’

Tekil ve çoğul halde yirmi kez geçen hizip (çoğ. ahzâb), “Kabalık ve şiddetle belirginleşen grup demektir.” (Râgıb, el-Müfredât) Hizip, zulüm temsilcilerine karşı oluşturulduğunda bu ‘Allah’ın hizbi’ olarak adlandırıl­maktadır. Allah’ın hizbi karşısındaki küfür güçleri ise şeytanın hizipleri’ olarak anılıyor.

Ancak, hizip, dinin kendi içinde oluşturulduğunda dini ve müminleri bölen bir unsur olarak kötülenmektedir. Bu gerçeğe parmak basan ayet, hizip sözcüğüyle doğra­yıp parçalara ayırmak anlamındaki takattu’ sözcüğünü (fiil şeklinde) birlikte kullanarak fırkacılığın üreteceği Icmel belalardan birine dikkat çekiyor: Dini, alt kitapla­ra bölmek. Bu bölmeyi ifade için takattu’ fiilinin geçmiş /.aman şekli seçilmiştir. Unutmayalım ki, ‘kesip doğra­mak’ anlamındaki kat’ kökünden gelen takattu’da bir şeyi ikiye ayırmak yeterli değildir, birkaç parçaya böl­mek gerekir. Bunun içindir ki, takattuun yarattığı din içi bölünme birkaç hizip ortaya çıkarır ve bu hiziplerin her birinin övünerek okuduğu ‘kutsallaştırılmış kitaplar’ı

(zübür) vardır. Ve her hizip, elindeki ‘kutsallaştıran kitap’la övünür, sevinir.

Mucize ihbarı koca bir tablo gibi önümüze koyan ayetlik beyyine kümesi, dindeki hizipçiliğin mahiyeti nelere mal olacağını göstermekte ve din içi hizipçile yönelttiği en ağır tehditleri de sıralamaktadır. Bugün Müslüman dünyasını tanıtmak için asırlar öncesind hazırlanmış mucize bir raporu andıran beyyineler şi ledir:

“İşte, sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ve ben sizin Rabbinizim; o halde, benden sakının! Fakat onl işlerini aralarında parçalayıp çeşitli zübürlere/kuts taştırılmış hizip kitaplarına ayırdılar. Her hizip, yalı kendi yanındakiyle sevinip övünmektedir. Artık sen c lan bir süreye kadar kendi gafletleri içinde bırak. 5 nıyorlar mı ki, kendilerine verdiğimiz mal ve oğullaı güçlendiriyoruz onları ve iyiliklerine koşuyoruz. Haj farkında olmuyorlar.” (Müminûn, 52-56. Ayrıca 1 21/93)

FIRKALAŞMAYA AĞIR İTHAM

Fırkalaşmanm en ağır şekilde itham edildiği yer din fırkalaşmadır. Tam bu noktada, Kur’an semantiği a sından çok anlamlı bir tabloya dikkat çekeceğiz: Fırl hizip anlamındaki ‘ferik’ sözcüğü, kullanıldığı 29 ye sadece ikisinde olumlu anlamdadır. Diğer yerlerin ya smdan fazlasında olumsuz, yarıya yakınında ise nötr < lamda kullanılmıştır. Kur’an, bu tavrıyla şunu demek tiyor: Dinde fırkalaşma, çok küçük istisnalar (ki bunl dinin ilk zamanlarındaki düşman topluluklar karşısın yapılır) bir kenara konursa daima kötülüğe, bölünme

sömürüye, ihanete hizmet eder. Bu anlamda olmak üze­re özellikle şu ayetlere bakılmalıdır: 2/75, 100, 101, 146, 188; 3/23; 78,100; 4/77; 8/5; 9/117; 16/54; 24/47,48; 27/45

Bir dinin (örneğin İslamiyet’in) asırlar sürmüş hüküm­ranlığının ardından mantar fışkırır gibi zuhur eden fır­kalar (tarikatlar, mezhepler, cemaatler) hiç tartışmadan söyleyebiliriz ki şer ürünüdür, bölücülük aracıdır, di­nin düşmanlarıyla kurulmuş çıkar odaklı işbirliklerinin (Ilımlı İslam, BOP, dinler arası diyalog vs.) sonucudur.

Onun içindir ki, fırkalaşmaya ilişkin tanrısal hüküm çok ağırdır. Fırkalaşmaya karşı uyarıda, beyyinelerin geliş sı­rasıyla iki muhatap seçilmiştir: Hz. Peygamber, mümin­ler camiası. İki uyarı da sarsıcıdır:

“Dinlerini parça parça edip fırkalara/hiziplere bölü­nenler var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onla­rın işi Allah'a kalmıştır. Allah onlara, yapıp ettiklerini haber verecektir.” (En’am, 159)

Bu ayette, fırkalaşma ifade eden kelimelerin ikisi birden kullanılmıştır: Fırka, şîa. Birincisi fiil, İkincisi isim ha­linde. Bu kullanım, dinde fırkacılığın her türünün dini parçalamak anlamına gelecek büyük bir cinayet olduğu­na dikkat çekmektedir. Aynı tarz, fırkacılığın kötülüğü konusunda ümmete uyarı yapan ayette de korunmuştur. Yani fırka ve şîa kökünden kelimeler orada da kullanıl­mıştır.

“O'na yönelmiş kişiler olarak O'ndan sakının! Namazı/ duayı yerine getirin ve sakın şirke sapanlardan olma­yın; Onlardan ki, dinlerini parçalayıp hizipler/fırkalar haline geldiler. Her hizip kendi elindekiyle sevinip övü­nür.” (Rum, 31-32)

"Dini dosdoğru tutun; onda bölünüp fırkalara ayrıl­mayın!’ Onları çağırdığın bu tutum, şirke bulaşanlara çok ağır gelmiştir. Allah, dilediğini kendisi için seçer ve hakka yönelenleri kendisine iletir.” (Şûra, 13)

Bu son ayetler, dehşet verici bir gerçeğin altını daha çiz­mektedir: Dinde fırkacılık şirkle eşanlamlıdır.

“Hep birlikte Allah'ın ipine yapışın, fırkalara bölünüp parçalanmayın; Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatır­layın! Birbirinizin düşmanı idiniz, Allah kalplerinizi uzlaştırıp kaynaştırdı da O'nun nimeti sayesinde kar­deşler haline geldiniz. Ateşten bir çukurun kenarında idiniz; sizi oradan kurtardı. Allah size ayetlerini bu şe­kilde açıklıyor ki, doğruya ve güzele yol bulasınız.” (Âli İmran, 103, 105)

Dinde fırkalaşma, tanrısal beyyinelerin gelişinden sonra olmaktadır:

“Kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki kıskançlık/doymazlık/azgınlık/yalancılık/zulüm/kibir/ zinakârlık yüzünden fırkalara bölündüler. Eğer belli bir süreye kadar erteleme sözü Rabbinden gelmiş olma­saydı, aralarında iş mutlaka bitirilirdi. Onların ardın­dan kitaba mirasçı olanlar da onun hakkında, işkillen­diren bir kuşku içindedirler.” (Şûra, 14)

“Kendilerine açık seçik kanıtlar geldikten sonra fırka­lara bölünüp ihtilafa düşenler gibi olmayın! Böyle olan­lar için çok büyük bir azap vardır.” (Âli İmran, 105)

“Kitap verilmiş olanlar, kendilerine beyyine/açık delil geldikten sonradır ki parçalanıp bölündüler.” (Beyyi- ne, 4)

Bu beyyinelerde, özellikle Şûra 14’te bir mucize ihbar daha vardır ve şudur:

Fırkalaşma bir cehalet, zühul ürünü değildir; bilinçli bir yapılanmadır. Allah’ın yasakladığı böyle bir yapılanma, cehaletin ürünü değilse hangi saikle yapılır? Cevap bel­lidir: Fırkalaşanlarm imanın ve Tanrı’nm üstüne çıkar­dıkları bazı hesapları, menfaatleri vardır. Zaten, fırka- laşmanm şirkle eşitlenmesinin başka bir izahı da olamaz.

Avet 5-6:

5 Ve biz istiyoruz ki, yeryüzünde ezilip horlananlara bağışta bulunalım, onları önderler yapalım, onları mi­rasçılar haline getirelim. 6 Ve yeryüzünde onlara imkân ve kudret verelim. Firavun'a, Hâman'a ve onların or­dularına da korkmakta oldukları şeyleri gösterelim.

Cenabı Hak, firavunî saltanatlara karşı ezilip horlanan- ların yanındadır. Diyalektik böyle işler. Yeter ki, ezilip horlananlar, bu ezilip horlanmayı bir biçimde istemiş ve beslemiş olmasınlar, yani isyanın gerektiği yerde itaati seçmesinler. İsyanın gerekli olduğu yerde zalimlere ita­ati seçerlerse, Zühruf 54-56. ayetlerde belirtildiği gibi, Allah onları zalimlikle damgalar ve onlardan intikam alır.

Avet 38-42:

38 Firavun dedi: "Ey seçkinler topluluğu! Ben sizin için benden başka bir Tanrı tanımıyorum. Ey Hâman! Be­nim için çamurun üzerinde ocağı yakıp bana bir kule yap ki, Musa'nın Tanrısına ulaşayım. Aslında ben onun

i «o

riHMV WIN

yalancılardan olduğunu sanıyorum." 39 O ve orduları yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve sandılar ki, bize döndürülmeyecekler. 40 Biz de onu ve askerle­rini yakalayıp hepsini suyun içine fırlattık. Bak, nasıl oldu zalimlerin sonu! 41 Biz onları, ateşe çağıran ön­derler yapmıştık. Kıyamet günü yardım göremeyecek­lerdir. 42 Bu dünya hayatında da arkalarına bir lanet taktık. Kıyamet günü onlar, çirkinleştirilenler arasında olacaklar.

Firavun tağut, nihayet tanrılığını ilan etti. Bu ilan bazı firavunlarda bizzat firavun tarafından yapılır. Bazı fira­vunlar ise bunu yalakalarına yaptırırlar. Çağdaş firavun saltanatlarında seçilen yol bu İkincisidir. Tağut yalakala­rından biri veya birkaçı çıkarak, değişik ifadelerle, baş­larındaki zatın Allah’ın bütün sıfatlarına taşıdığını, yani enkarne olmuş bir tanrı olduğunu ilan eder.

Firavunun tanrılığını ilan eden daha birçok ifadeyle kar­şılaşmaktayız. Firavunun ziyaret ettiği kentlerin kutsal­laştığı, oturduğu yerin mübarek olduğu, görüntülerinin yayınlandığı televizyonların yerlere konmasının doğru olmayacağı vs. Bütün bunlar bir insanı tanrı ilan etme­nin değişik şekilleridir.

Bu şekillerin hangisiyle olursa olsun, firavunluğun son mertebesine gelerek kendisinin tanrılığını ilan eden veya ettiren firavun, tarihin ve Tanrı’nm kendisi için takdir ettiği akıbete maruz kalır; mahvolur, lanetlenerek geberip gider.

Avet 59:

59 Senin Rabbin, memleketleri/medeniyetleri, ana mer­kezlerinde kendilerine ayetlerimizi okuyan bir resul

göndermedikçe helâk etmez. Biz; ülkeleri/medeniyetle- ri, halkları zulme sapmadıkları sürece helâk etmeyiz.

59. ayete göre, Cenabı Hak, toplamların helâkine hük­metmek için iki şart arıyor:

1.   Toplamların ana merkezlerine giden aydınlatıcıların tebliği yapmış olmaları,

2.   Toplumun zulme bulaşmış olması.

Ba iki şart gerçekleşmedikçe Allah bir toplama, bir me­deniyeti çökertmez.

YUNUS SURESİ

(51/10)

Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 51. gele­neksel tertipte 10. suredir. 209 ayettir.

Avet 75-77:

75 Onların ardından da Musa ile Hârun'u ayetlerimiz eşliğinde Firavun ve kurmaylarına gönderdik. Kibre saptılar ve günahkâr bir topluluk oldular. 76 Gerçek, katımızdan onlara geldiğinde şöyle demişlerdi: "Hiç kuşkusuz, bu, apaçık bir büyüdür." 77 Musa dedi ki, "Gerçek size ulaştığında böyle mi konuşuyorsunuz? Büyü müdür bu? Büyücüler iflah olmaz."

Peygamberler, baş zalimlerin sadece kendilerine gelmez, aynı anda onların yakın çevresine de gelir. Bunun bir an­lamı da, hiçbir firavun saltanatın tek kişiyle yürümediği, firavun saltanatlarının yalaka danışmanlar çevresi, des­tekçi din baronları ve destekçi para babalarıyla birlikte bir paralel zulüm güçleri koalisyonu oluşturduğudur.

76. ayet, firavunun Musa ve Hârun peygamberleri bü­yücülükle yani halkı aldatmakla suçladığını gösteriyor. Firavun saltanatları, hayatlarını halkı aldatmaya borçlu olduklarından, rakiplerinin de halkı aldatmayı esas ala­rak çalıştıklarını düşünürler. Bu, bütün firavun saltanat-

kıtda aynıdır: Onlar bir yandan hiç aralıksız halkı alda- I u lar, bir yandan da gerçekleri halka bildirenleri halkı aldatmakla suçlarlar. Modern firavunların yolu yöntemi de budur.

yet 78:

78 Dediler ki, "Sen bize, atalarımızı üzerinde bulduğu­muz şeyden bizi çeviresin de bu toprakta devlet ve ulu­luk ikinizin olsun diye mi geldin? Biz, ikinize de inan­mıyoruz."

78. ayet gösteriyor ki, Firavun zihniyet, her yeniye (ve her gerçeğe) iki anlamlı bir tehdit yükler:

1. Ataların kabullerini inkâr,

2.  Yönetim ve servet gücünü ele geçirmek.

Firavun zihniyetlerin insanlık tarihi boyunca özellikle peygamberler mesajını ve genelde bütün aydınlık mesaj­ları, anılan iki tehditle yaklaşan bir düşman olarak gör­müştür. Günümüz firavunları da aynı zihniyet ve psiko­loji ile hareket etmekteler.

Firavunların saltanat lügatlerinde ‘gerçek’ ve ‘gerçek için mücadele’ diye bir kavram yoktur. Firavunların lügatinde sadece çıkar, güç, bizler ve ötekiler’ vardır. Ötekiler, çıkarlara ve güce göz koymuş düşmanlardır.

Avet 79-82: 79 Firavun seslendi: "Tüm bilgin büyücüleri huzuruma getirin!" 80 Büyücüler gelince, Musa onlara şöyle dedi:

"Ortaya koyma gücünde olduğunuz şeyleri sergileyin. 81 Onlar hünerlerini ortaya koyunca Musa dedi: "Ser gilediğiniz şey büyüdür. Allah onu mutlaka hükünısü. kılacaktır. Çünkü Allah, bozguncuların işini düzgüı yürütmez." 82 "Ve suçlular hoş görmese de Allah, hakkı kelimeleriyle ortaya çıkarıp kanıtlayacaktır."

Büyücüler yani Allah ile aldatan Firavun ekipleri, hakk tebliğ eden Musa’nın tebliğini de bir büyü yani aldatnu olarak niteliyorlar. Çünkü onlar için halka etki, büyüdeı ibarettir. Söylenen sözlerin bizatihi gerçek yanı olamaz her şey kitleyi aldatmaktan ibarettir. Bu aldatmada ba şanlı olanlar saltanatlarını sürdürür, başarılı olamayan lar yenik düşer.

Avet 83:

83 Firavun ve kodamanlarının kendilerine kötülük et melerinden korktukları için, kavmi arasından bir soy genç bir nesil dışında hiç kimse Musa'ya iman etmedi Musa’nın peşinden gitmedi. Çünkü Firavun, o topraktı gerçekten çok üstündü ve gerçekten onun bunun malın' dan savurganlık yapan tam azgınlardan biriydi.

83. ayet, tarihsel-evrensel bir gerçeği dikkatlere sunu­yor: Bütün yaratıcı devrimlerin ilk taşıyıcıları gençlerdir Ayette geçen ‘zürriyet’ sözcüğü ‘soy’ anlamına geldiğ gibi, ‘genç nesil’ anlamına da gelmektedir, (bk. Râgıl el-Isfahanî, el-Müfredât, zürriyet mad.)

Devrim meşalesini taşımada gençlerin öncülüğü, ta- dim firavunluk saltanatlarından çağdaş diktatörlükleri kadar hep devam etmiştir, devam etmektedir. Türkiye bu Kur’ansal gerçeğin son yıllarda en çarpıcı ve sarsıc

biçimde yaşandığı bir numaralı ülke oldu. Tarihe ‘Gezi Eylemleri’ veya ‘Özgürlük Direnişi’ olarak geçen ve ta­rihçiler tarafından büyük Fransız Devrimi ile mukayese edilen Özgürlük Direnişi Yunus 83. ayetin de muhteşem bir tecellisi olarak görülebilir.

Avet 87:

87  Musa'ya ve kardeşine şunu vahyettik: Kavminiz için, kendilerini yerleştirmek üzere Mısır'da evler hazırla­yın! Evlerinizi kıble yapın/evlerinizi karşılıklı yapın ve namazı/duayı yerine getirin! İnananlara müjde ver.

Evlerin kıble yani mabet yapılması, ibadetlerin oralarda yerine getirilmesi, firavun saltanatı altında inleyen kitle­ler için bir zorunluluktur. Bu konuyu, ‘Firavun’ adh bu eserimizin ‘Evleri Kıble Edinmek’ başlıklı faslında ay- rıntılamış bulunuyoruz.

Avet 88-92:

88  Musa şöyle dedi: "Rabbimiz! Sen, Firavun ve ko­damanlarına şu iğreti hayatta debdebe verdin, mallar verdin. Rabbimiz! Senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz! Onların mallarını sil süpür, kalplerini şid­detle sık ki, acıklı azabı görünceye kadar inanmasın­lar!" 89 Allah cevap verdi: "İkinizin duası kabul edildi. Dosdoğru ve dürüst biçimde yol alın ve ilimden nasip­sizlerin yolunu sakın izlemeyin.”

Varoluş diyalektiğinin şaşırtıcı paradokslarından biri de, aydınlık öncüsü Musa’nın dilinden bir sitem olarak bu 88. ayette gündem yapılmıştır. Yunus 83. ayet gösteriyor

ki, firavunî zorbalar bu debdebe ve ihtişamı, başkaları nın alın terine, emeğine musallat olmak suretiyle yürü türler. Kur’an’m ‘israf dediği ve kelime anlamı da zulüm olan bu ‘binlerinin emeğinden savurganlık’ tüm firavun saltanatların tipik özelliklerinden biridir. Tarihin bütün firavunlarının, o arada günümüz firavunlarının debdebe ve ihtişama yönelik akıl almaz harcamaları hep başkala rınm, yani halkın aim terinden oluşan nimetlerdendir.

Avet 90-92:

90 Ve İsrailoğulları’nı denizden geçirdik. Firavun ve or­dusu, azgınlık ve düşmanlıkla onları izlemekteydi. Ni« hayet, Firavun, boğulma ümüğüne çökünce şöyle dedi: “İman ettim. İsrailoğulları’nın inanmış olduğu dişimin ilah yok. Ben de O'na teslim olanlardanım.” 91 “Şimdi mi? Daha önce isyan etmiş, bozgunculardan olmuştun." 92 “Bugün senin bedenini kurtaracağız ki, arkandan gelenlere bir ayet olasın. Ama insanların çoğu bizim ayetlerimizden gerçekten habersiz bulunuyor.”

90-92. ayetler, en muhteşem Kur’an mesajlarından ikisi ne yer vermektedir:

1.  Firavun gibi bir tağutun bile son anda da olsa ‘İman ettim’ demesi, “kabul edilmemiştir” denerek reddedil miyor, “Şimdi mi?” ifadesiyle tağutî benliğin hayasızlığı ortaya konuyor ama tövbe girişimi açıkça reddedilmiyor,

Başta ‘Fütûhât’ müellifi Muhyiddin İbn Arabi (ölfıı 638/1240) olmak üzere, bazı sûfî düşünürler, Cenahı Hakk’m bu ifadesine dayanarak, Firavunun o sözüıuı bir tövbe kabul ederek bu tağutun bu tövbesi sayesin de müşrik muamelesi görmeyerek akıbet kurtulacağım

savunmuşlardır. Ne var ki, Nisa suresi 117-18. ayetlerle bağdaşmamaktadır. O ayetlerde şöyle deniyor:

“Allah'ın, kabulünü üstlendiği tövbe, bilgisizlikle kötü­lük işleyip de çok geçmeden tövbe edenler içindir. Allah, işte böylelerinin tövbesini kabul eder. Allah Alîm'dir, IIakim dir. Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da her biri­ne ölüm geldiğinde, ‘İşte şimdi tövbe ettim!’ diyenler için tövbe yoktur. Küfre batmış olarak ölenlere de tövbe yoktur. Biz, böylelerine korkunç bir azap hazırladık.” (Nisa, 17-18)

2.  Firavun’un boğulmuş cesedinin kurtarılıp sonraki nesillerin ibret almaları için korunacağı söylenerek bir yandan tarih tarafından doğrulanmış bir ihbar yapılı­yor, öte yandan ‘Allah’ın ayetleri’ kavramına ürpertici bir açıklık getiriyor:

İ ncelenmesi gereken ayetler arasında, Firavun’un mum­yası bile vardır. Kur’an onu da Allah’ın ayetleri arasına koyarak onun da bilimsel tetkik konusu yapılmasını is­temektedir.

MÜMİN (ĞÂFİR) SURESİ

(60/40)

Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 60. gele neksel tertipte 40. suredir. 85 ayettir.

.4 ve/ 23-25:

23 Yemin olsun, Musa'yı da ayetlerimizle ve apaçık bir kanıtla göndermiştik, 24 Firavun'a, Hâman'a ve Karun'a göndermiştik de onlar şöyle demişlerdi: "Tanı yalancı bir sihirbazdır bu!" 25 Musa, katımızdan hakkı onlara getirince, şöyle dediler: "Onunla beraber iman edenlerin erkek çocuklarını öldürün, kadınlarını ha­yata sahn/kadınlarına uygunsuzca davranın/kadınları- nın rahimlerini yoklayın!" Ama inkârcıların tuzağı hep boşa çıkmıştır.

23 ve 24. ayetler, Hz. Musa’nın yani aydınlık ve uya­rı önderinin gönderildiği firavun saltanatı sadece baş temsilcisiyle değil, tüm kadrosuyla anılmıştır. Tebliğ bu paralel zulüm güçlerinin tümüne birden yöneltilmiştir. Çünkü bu zulüm kadrosu birlikte olmadıkça saltanat­larını sürdüremezler. Firavunî bir saltanatın oluşum vc devamı için asgari üç paralel zulüm gücü kaçınılmazdır:

1.  Firavun yani baş temsilci tağut,

2.  Karun yani servet ve refahı temsil eden müşrik az-

gınlar ekibi.

3.  Hâman yani din ve bürokrasinin kotanınım üstlenen Allah ile aldatma ve halkı kandırıp oyalama baronluğu.

4 yet 26:

26 Firavun dedi ki, "Bırakın beni, şu Musa'yı öldüreyim de Rabbine yalvarsın. Çünkü onun, dininizi değiştirme­sinden yahut yeryüzünde fesat çıkarmasından korkuyo­rum."

Firavun kudurmuşluğunun zirve yaptığı yer bu ayette önümüze konmuştur. Aydınlık önderiyle başa çıkama­yan firavun, o öndere misyon yükleyen gücü yani Tanrı’yı yok etmeye kalkıyor. Ve gerekçe olarak da aydınlık ön­derinin fesat çıkarması, toplumun yerleşik atalar dinini değiştirmeye kalkması olarak gösteriyor.

Bütün firavunî saltanat temsilcilerinin temel rahatsız­lığı, bu geleneksel atalar dininin sarsıntıya uğratılma- sıdır. Çağdaş firavunların lügatinde bu ‘atalar dinine sadakatin adı, ‘muhafazakârlık’ olarak terimleşmiştir. Muhafazakârlık, hanîfliğe karşı dayatılan zorlu bir şirk sistem ve yöntemidir. Ve bu haliyle şirkin en mel’un tezahürlerinden biridir. Bu mel’un tezahürü yakından tanımak için bizim ‘Kur’an’ın Temel Kavramları’ adlı eserimizin hanîflik maddesinin incelenmesini öneririz.

Avet 28-33: 28 Firavun’un, eşraf ve seçkinlerden oluşan yakın çev­resinden imanını gizleyen bir adam şöyle konuştu:

"Rabbim Allah'tır” dediği için bir adamı öldürüyor mu­sunuz? Üstelik size, Rabbinizden açık seçik deliller de getirdi. Eğer yalancıysa yalancılığı kendi aleyhinedir. Eğer doğru sözlü ise size vaat ettiklerinden bir kısmı ba­şınıza gelir. Kuşkusuz, Allah, zulme saparak onun bu­nun hakkı olandan savurganlık yapan yalancıları doğ­ruya ulaştırmaz." 29 "Ey toplumum! Bugün bu toprakta, birbirine destek veren insanlar olarak mülk ve yönetim sizin. Peki, karşımıza dikildiği zaman Allah'ın azabın­dan bizi kim kurtaracak?" Firavun şöyle dedi: "Ben size kendi fikrimden başkasını göstermem. Ve ben, sizi, ay- dınlık/doğruluk yolundan başkasına da kılavuzlamam." 30 İman etmiş olan bir adam dedi: "Ey toplumum, sizin üzerinize, diğer topluluklarınki gibi bir günün gelme­sinden korkuyorum; 31 Nuh kavminin, Ad'ın, Semûd'uıı ve onların ardından gelenlerin serüvenleri gibi. Allah, kulları için zulüm istemiyor." 32 "Ey toplumum! Sizin adınıza, o bağırıp çağrışma gününden korkuyorum." 33 "Bir gündür ki o, sırtınızı dönerek kaçmaya çalışırsınız fakat Allah'a karşı sizi koruyacak kimse olmaz. Allah'ın saptırdığının, yol göstereni yoktur."

28-33 ve ardından 38-45. ayetler, muhteşem bir varoluş diyalektiğini önümüze koyuyor: Firavun gibi bir azgın tağutun saltanat çevresinde bile hakkı savunan benlik­lerin çıkabileceği gösteriliyor. Işık, bloke edilebilir ama külliyen boğulup yok edilemez. Firavun’un yakın çevre sinden bir muvahhit adam, imanını gizli tutarak içten içe zulüm ve şirke direnmiş, nihayet günü geldiğinde açık yüreklilikle ortaya çıkarak hakkı ve aydınlığı savunmuş tur.

Buna bakarak diyebiliriz ki, firavun zulmünden daha beter bir zulüm olabilir ve o da firavunun çevresinde hakkı savunan bir tek kişinin bile kalmamasıdır. Çağda;,.

firavunluklarda, özellikle bunların dinci versiyonların­da böyle bir durum söz konusudur. Çağdaş firavun sal­tanatlarının yakın çevresinde, hakkı gizliden gizliye de olsa savunan bir kişi bile bırakılmamaktadır. Ortadoğu firavunî saltanatlarına dikkatle bakanlar bunu görmekte gecikmezler.

Avet 36-37:

36 Firavun dedi: "Ey Hâman, sebeplere ulaşabilmem için bana yüksek bir kule yap!" 37 "Göklerin sebeple­rine ulaşırsam, Musa'nın Tanrı’sına da ulaşırım. Ben onun yalancı biri olduğunu düşünüyorum." Firavun'a, yaptığı işin kötülüğü bu şekilde süslü gösterildi de yol­dan saptırıldı. Firavun'un tuzağı hep kayıptadır.

Firavun, saltanatını takviye için Musa’nın mesajının in­celiklerini kavramak ve ona göre strateji belirlemek isti­yor. Ve bunun için, paralel zulüm güçlerinden biri olan Hâman (din, bürokrasi) kadroya başvuruyor. Bu kadro­nun katkıları olmadan kitle Allah ile aldatılamaz, Allah ile aldatma olmadıkça da firavun saltanatı egemenlik kuramaz. Firavun bunu çok iyi biliyor ve bu yüzden, bir yandan Musa ve mesajını yok etmek isterken bir yan­dan da o mesajın dayandığı gerçekleri kavrayıp lanetli saltanatının takviyesinde bu gerçeklerden yararlanmak istiyor.

Avet 38-45: 38 O iman eden kişi dedi: "Ey toplumum! Bana uyun, sizi doğru yola götüreyim." 39 "Ey toplumum, şu iğ­reti dünya hayatı, geçici bir nimetlenmeden ibarettir.

Âhiretse sürekli durulacak yurdun ta kendisidir." 4t "Kötü bir iş yapan, sadece yaptığı kadarıyla cezalandı­rılır. Erkek ve kadından mümin olarak iyi bir iş yapanıı gelince, işte böyleleri cennete girerler ve orada hesapsu bir biçimde rızıklandırılırlar." 41 "Ey toplumum! Sebe| ne ki; ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe ça ğırıyorsunuz." 42 "Siz beni, Allah'a nankörlük etmeyi ve hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyi O'na ortak koş maya çağırıyorsunuz. Bense sizi o Aziz ve Gaffâr ola na davet ediyorum." 43 "Sizin beni çağırdığınız şeye, m dünyada ne de âhirette asla ve asla dua edilemez/onuı dünyada ve âhirette çağrı hakkı yoktur. Dönüşümüz varışımız Allah'adır. Onun bunun hakkından azgıncı savurganlık yapanlar ateş halkının ta kendileridir." 4- "Size söylemekte olduklarımı yakında hatırlayacaksa nız. Ben işimi Allah'a havale ediyorum. Allah, kulların iyice görmektedir." 45 Allah, o adamı ötekilerin kur dukları tuzakların kötülüklerinden korudu. Firavun’uı seçkin çevresini de azabın en beteri kuşattı.

Firavunun saltanat çevresinden imanını saklayan biı mümin adam, yine konuşturuluyor.

43. ayet, firavun benlik ve saltanatın lanetli tutkula rından bir olan ‘israf hastalığına bir kere daha vurgı yapıyor. Denmek isteniyor ki, firavun zihniyet ve salta natların temel özelliklerinden biri de kendi alınteri v< emeğinin eseri olmayan, başkaları tarafından üretilmiı değerleri sınırsızca ve azgınca harcayıp safa sürmektir Musa’nın şikâyetçi olduğu ‘firavunî debdebe ve ihtişam bu el konulmuş emek ve alın terlerinin harcanmasıyl; sürdürülmektedir. Eskiden böyleydi, bugün de böyledir

ZÜHRUF SURESİ

(63/43)

Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 63. gele­neksel tertipte 43. suredir. 89 ayettir.

Avet 46-50:

46 Yemin olsun, Musa'yı ayetlerimizle Firavun'a ve onun üst düzey adamlarına gönderdik de onlara dedi ki, "Ben, Alemlerin Rabbi’nin elçisiyim." 47 Musa onla­ra ayetlerimizi getirdiğinde onlar bu ayetlere gülüyor­lardı. 48 Onlara gösterir olduğumuz her ayet-alâmet, kız kardeşi ayet-alâmetten mutlaka daha büyüktür. Belki dönerler diye onları azapla da yakalamışızdır. 49 Dediler: "Ey büyücü! Sana verdiği söz aşkına, Rabbine bizim için bir yakarıver; biz artık doğru yola gireceğiz." 50 Fakat kendilerinden azabı kaldırdığımızda hemen yan çizmeye başladılar.

46. ayet yine Musa’nın yani tebliğ adamının, zulüm sal­tanatının sadece başına değil, egemen kadrosuna hitap etmek üzere gönderildiğini belirtiyor. Çünkü o kadro yani o paralel zulüm odakları birlikte çalışmadıkça fi­ravun saltanatının egemen olması söz konusu değildir.

Ankebût suresi 39. ayet, bir kelam harikasıyla, firavun zulüm saltanatından söz ederken tağutî kadroyu şöyle

sıralamıştır: Karun, Firavun-Hâman. Burada firavun, paralel zulüm güçlerinden ikisi olan Karun’la Hâman’ın ortasına konmuş yani onların bir tür himayesinde göste­rilmiştir. Bu yüzden, gerçeğin önderi Musa’nın tebliğin­den bahsedilirken sürekli ‘Firavun’a ve yakın çevresine’ ifadesi kullanılmaktadır. Firavunî zulüm saltanatı bir ‘paralel zulüm odakları’ saltanatıdır.

Firavun zulüm kadroları, gerçeği dile getirenlerle hep alay etmiş, onları horlamış, inkâr edemedikleri bazı me­ziyetlerini de ‘büyü, aldatma’ olarak damgalayıp etkisiz kılmaya çalışmışlardır.

Avet 51-53:

51 Firavun, toplumu içinde haykırıp şöyle dedi: "Ey toplumum! Mısır'ın mülk ve yönetimi benim değil mi? İşte şu nehirler benim altımdan akıyor. Görmüyor mu­sunuz?" 52 "Yoksa ben şu zavallı, şu meramını anlata­mayacak adamdan hayırlı değil miyim?" 53 "Ona altın bilezikler atılmalı, yanında-hizmetinde melekler bulun­malı değil miydi?"

51-53. ayetler, firavun bütün tağutî zihniyetlerin ortak anlayışlarından birini özetlemiştir. Firavun zihniyet, gerçekçiliği, madde üstünlüğüyle ölçüyor. Yani hakika­tin göstergesi olarak hücceti değil, kudreti öne çıkarı­yor. Bütün tağutlar ve tağutî sistemler böyledir. Bunun içindir ki firavunî zorbalar, iş başına gelir gelmez, akıl almaz bir doymazlıkla paraya, servete, mala mülke sa hip olmak için sınırsız bir hırsla ellerine geçen imkânları kullanarak Karunlaşırlar. Bu yetmez, ailelerini, yakın çevrelerini, yardakçılarını ve nihayet susmasını istedik­leri insanları bu hesapsız servetle tıka basa doyurur, biı

211

UÇUNCU BOLUM

biçimde susturup bastırırlar.

Kur’an, günümüz firavunlarının da belirgin niteliklerin­den biri olan bu servete doymazlığı, bir varoluş diyalek- t iği olarak asırlar öncesinden insanlığın önüne koymuş­tur.

Ayet 54-56:

54 İşte, toplumunu böyle horladı/aşağıladı, küçümsedi/ ezdi; onlar ise ona itaat ettiler. Onlar, sapmış bir top­luluktu. 55 Bizi taciz edip öfkelendirdiler; onlardan öç aldık da onların tümünü suya gömüverdik. 56 Onları sonra gelecekler için bir selef ve bir örnek yaptık.”

Kur’an’m yarattığı en büyük devrimlerden biri, belki de birincisi olan bu devrim, “Firavunları kim yarattı?” so­rusuna verilen şu cevaptır:

firavunları, onlara isyan yerine itaat eden kitleler ya­rattı. Ve o kitleler bunu yaptıkları için Allah’ı öfkelen­dirdiler, Allah da onlardan intikam almaya karar verdi ve onları helâk etti.

Bu ölümsüz mesajı biz, ‘Kur’an’m Yarattığı Devrimler’ adlı eserimizde genişçe inceledik. Ve bu incelemenin bir özetini de, elinizdeki eserin ikinci bölümünün ‘Firavun­ları Kim Yarattı?” başlıklı faslında verdik.

TAHRİM SURESİ

(106/66)

Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 106. mus- haf sırasıyla 66. suredir. 12 ayettir.

Avet 10-11:

10 Allah, küfre sapanlara Nuh'un karısı ile Lût'un ka­rısını örnek gösterdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki barışçı kulun nikâhı altında idiler, onlara hıyanet ettiler de eş­leri, Allah'tan onlara gelecek olanı hiçbir şeyle geri çevi­remediler. Şöyle dendi onlara: "Girin ateşe, diğer gire­ceklerle birlikte!" 11 Allah, iman edenlere de Firavun'un karısını örnek gösterdi. Hani, o şöyle demişti: "Ey Rab- bim! Benim için katında, cennette bir barınak yap; beni, Firavun'dan, onun yapıp ettiğinden kurtar; beni zulme sapmış topluluktan da kurtar!"

Her gece, bağrında bir sabahı, her gündüz bağrında bir ge­ceyi barındırır. Hayat, işte bu diyalektiğin birlikteliğinden oluşmaktadır. Zulüm ve imansızlığın bağrından imanın fi­lizlenmesinde de, iman ve aydınlığın bağrından imansızlığın filizlenmesinde de temel figür olarak kadın gösterilmiştir.

Firavun saltanatının en yakın çevresinden aydınlık ve adaleti temsil eden ve savunan bir kahraman adamdan Mümin suresinde bahsedilmişti. Aynı mesaj bu kez, hem firavunî saltanat çevresinden hem de nebevî aydınlık çevresinden seçilen iki kadınla örneklendirilmektedir.

NÂZİÂT SURESİ

(81/79)

Mekke dönemi surelerindendir. İniş sırasıyla 81. gele­neksel tertipte 79. suredir. 46 ayettir.

Avet: 15-24:

15 Ulaştı mı sana Musa'nın haberi? 16 Hani, Rabbi ona, kutsal vadide, Tuva'da seslenmişti: 17 "Firavun'a git! İyice azdı o." 18 "De ki ona, 'Arınıp temizlenmeye ne dersin?" 19 "Seni Rabbine kılavuzlayayım da gönülden ürperesin!" 20 Derken, ona o en büyük mucizeyi gös­terdi. 21 Ama o yalanladı, isyan etti. 22 Sonra, sırtını döndü; koşuyordu. 23 Derken, halkını bir araya topla­yıp bağırdı. 24 Dedi: "Ben sizin en yüce rabbinizim!" 25 Bunun üzerine Allah, onu sonraya ve önceye ibret ol­mak üzere bir ceza ile çarptı.

15-24. ayetler, firavunluğun zirve yaptığı azmışlığı ifade­ye koyuyor. Kur’an bu zirveye insan egosunun yedi mer­tebesinden en düşüğü olan ‘emmâre’ (kötülük ve azmış- lığı sınırsızca emreden benlik) demektedir.

Nefs-i Emmâre:

Nefsin evreleri konusunda ciddî ilk etüd, 286/899’da ölen büyük sûfî Hakîm et-Tirmizî’nin 'Beyânu’l-Fark'

adlı eseri sayılabilir.

Nefsin emmâre sıfatı Yusuf 53. ayette geçmektedir:

“Yusuf dedi: ‘Nefsimi ak-pak gösteremem. Çünkü nefs, Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç, olanca gü­cüyle kötülüğü emreder. Ama Rabbim çok affedici, çok esirgeyicidir.”

Sûfîlerin emmâre nefsten anladıkları şudur: “Bedenî hazlara eğilimli, lezzet ve şehvetle emreden, kalbi süflî yöne çeken kuvvet.” (Ahmet Zıyaeddin Gümüşhanevî, nefs bahsi) Bu nefsin askerleri cimrilik, hırs, haset, kin, alaycılık, kibir, şehvet, şöhret, gaflet, gazap vs.dir. Nefs-i emmâre, ruhun durdurucu, gemleyici gücünden büs­bütün kurtulmuştur. Hiçbir kayıt ve hesap tanımaz. İki şeye şiddetle sarılır ve onları besler: Heva (egoist arzu­lar), bencillik (enâniyet)

“Heva, bedensel zevklere yönelip, yüce oluşlardan nef­ret etmek ve süflî oluşlara koşmak eğilimini ifade eder. Enâniyete gelince onu ‘insana ait her şeyin kendisine iza­fe edildiği bir nitelik’ olarak tanımlayabiliriz. Enâniyet, emmâre mertebesindeki nefsin insanoğluna oynadığı en büyük oyundur. Ruhun olması gereken özellikleri be­dene mal etmeyi hedefler. Nihayet öyle bir an gelir ki, insan sade kendisinin değil, çevresindeki şeylerin de ya­ratıcısı olduğunu düşünmeye başlar. Nâziât 24. ayet işte bu düşüşü göstermektedir, (ayrıca bk. Zühruf, 51-52; Bakara, 258) Nefsin bu mertebesine, ‘firavunluk merte­besi’ de denmektedir. Bu bakımdan bütün firavun ruh­ları ‘nefsi emmâre’ olarak adlandırmak Kur’an’a uygun bir niteleme olur.

Firavunluk mertebesinden ikinci mertebe olan ‘levvâme’

215

UÇUNCU BOLUM

(kendini kınayan, eleştiren nefs) mertebesine geçiş, ta- ğutluktan insanlığa geçişin göstergesidir.

Levvâme; azarlayan, kınayan demek. Nefsin bu sıfatı Kur’an’ın Kıyame suresinde geçmektedir:

“Hayır, mesele onların sandığı gibi değil! O levmeden nefse yemin ederim ki öyle değil!” (Kıyame, 1-3)

Nefsin levvâme mertebesi, insanın tekâmül aşamaların­da çok önemli bir devreyi karşılıyor. Emmâre nefsin bazı özellikleri bunda da vardır ama bu nefs hakkı hak, bâtıh bâtıl olarak bilmektedir. (Muhammed bin Hasan, vr. 150) Necmuddîn Kübrâ (ölm. 618/1221) levvâme nef­si şöyle tanıtıyor: “Nefs-i Emmâre kötülükle emreden bir fıtrat üzere yaratılmıştır. Kendi haline bırakıldıkta şerden başka bir işe girişmez. Aydınlığın doğuşunu te­neffüs edip, gönül seması ışıklanmaya başlayınca nefs-i levvâme adını ahr.” (Kübra, Te’vîlât, ilgili bahis)

Bu devrede nefs, emmâre mertebesinden başlıca dört noktaya ayrılır. Birincisi: Emmâre nefsin sindiği bünye robot, vücut makine vücuttur. İrade, muhakeme, şuur felce uğramıştır. Hoşgörüsüzlük açık şekilde dikkat çe­ker. Hayvansal arzularına uymuştur; onların esiri, hatta kendileridir. Vücut sadece nefs parmağının bastığı düğ­meye göre hareket eder. Levvâme nefste de kötülüğe, şehvete eğilim mevcuttur. Ancak, burada vücut, makine değil, şuurlu, iradeli bir varlıktır. Düğmeyle çalışmaz.

İkincisi, emmâre nefs, kötülüğü yapar ve bunu, yapılması gereken şey bilir. Bu yüzden onun dünyasında pişmanlı­ğın, özeleştirinin, tevbenin, başkalarına kulak vermenin yeri yoktur. Levvâme nefs ise ya önceden kullanabilece­ği seçme ile kötülüğe hiç girişmez ya da kötülüğü yapar,

216

HHAVUN

fakat ardından pişman olur.

Üçüncüsü, emmâre nefs, kendinin üstünde ilah tanımaz Levvâme nefs ise kendi üstünde kudret olduğunu kabul den çekinmez. Büyük sûfî Ali el-Havvâs (ölm. 939/1532) diyor ki, “Heva ve hevesine hizmet eden nefs gerçekte kendi kendine tapmaktadır. Onun, sıfatları zatına iba­det ediyor.” (Şa’ranî, ed-Dürer el-Ğavvâs, 13)

Bu arada, müfessir Elmahh Hamdi’nin nefs-i levvâmey- le ilgili yorumuna değinmek istiyoruz. Müfessir, levvâ- meden bahseden ayetin tefsirinde diyor ki:

“Levvâme nefs, levmedici nefs demektir. Bu ya da başka­sını levmeden, pek kınayan nefs veya yaptığı günahların fenalığını anlayıp kendini kınayan, peşiman nefis demek olur. İkincisi daha meşhurdur. Nefisler yedi mertebeye ayrılır ki, her biri sülûkta bir mertebedir. Kıyamet günü muhakkak olacak ve ona inanmak istemeyen emmâre nefisler o gün kendilerini çok levm edecek, dünyada yaptıkları günahlara çok pişman olacaklar, hatta her nefs kendisini levm edecek, dünyada yaptığı kusura piş­man olacak, daha iyi neden çalışmadım, daha güzel işler neden yapmadım, diyecek. Bu sûretle nefs-i levvâmeye yemin, o gün meydana gelecek levmdeki acılığın ehem­miyetine ve büyüklüğüne tenbih için olur.”

Nefsin sülûkta, yani tekâmül yolunda yedi mertebesi bulunduğunu, bunların İkincisinin levvâme mertebesi olduğunu söyledikten sonra, ayetteki levmin mahşerde meydana geleceğini ilave etmek gariptir, tutarsızdır. Bi­rinci ayette kıyamete yemin edilmiş olması ikinci ayette­ki levmin kıyamette olmasını neden gerektirsin? Nefs-i levvâmenin, başkasını levmeden nefs olarak düşünüle­bileceğini söylemek de tutarsızdır. Böyle düşünürsek,

ne yeminin değeri kalır, ne de nefs-i levvâmenin önemi. İnsan, başkalarını her zaman levm eder. Bunun olağan­dışı nesi var? Dikkate değer olan, nefsin kendisini levm i tmesidir ki, levvâmeye yemin edilmesi zaten bunu ge­rektirir.

I immare nefsin bir numaralı özelliği ilahlığım ilan etme­sidir. Nâziât 24 bunu gösteriyor.

Firavun nefs olan emmarenin ilahlığım ilanı iki şekilde olmaktadır.

1.  Eski tağutlarda, özellikle Nemrut ve Firavun’da oldu­ğu gibi, bizzat kendi ağızlarından ilan,

2.  Çağdaş firavun ve Nemrutlarda olduğu gibi, yandaş yalakalar aracılığıyla ilan.

Firavun’un bizzat kendi dilinde ilahlık ilanını Nâziât 24. ayetle Kasas 38. ayette gördük. Nemrut ise Hz. İbrahim karşısında ilahlığım şöyle ilan ediyordu:

“Allah'ın kendisine mülk ve saltanat verdiğini iddia ede- rek/Allah kendisine mülk ve saltanat verdiği için, Rabbi hakkında İbrahim'e karşı hüccet getireni görmedin mi? İbrahim şöyle demişti: ‘Benim Rabbim odur ki, hayat verir ve öldürür.’ O da şöyle demişti: ‘Ben de hayat ve­ririm, ben de öldürürüm.’ İbrahim, ‘Allah, Güneş'i do­ğudan getiriyor, hadi, sen onu batıdan getir!’ deyince, küfre sapan o adam apışıp kalmıştı.” (Bakara, 258)

Yandaşlar aracılığıyla ilahhk ilanı Ortadoğu coğraf­yalarında sıkça görülen bir firavunluk tecellisidir. Son yıllarda bunun en tipik örneklerinden sayılan birine Türkiye’de tanık olduk. Şimdi size, Teori Dergisi’nin

(Mayıs 2015) sayfalarında tarihe not düşülmüş bu ‘yala­kalar vasıtasıyla ilahlık ilanı’na örnek olacak bir dökü­mü, tarihe not düşmek için aktarıyorum.

“AKP Düzce Milletvekili Fevai Arslan (İHL mezunu) 2014’ün Ocak ayında Recep Tayyip Erdoğan (RTE) için: ‘Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde taşıyan bir li­der’ dedi. Beyhan Demirci adındaki birisi aynı tarihler­de RTE için ‘Recep Tayyip Erdoğan Allah’ın gölgesi­dir’ dedi. Kadir Mısıroğlu, 2014 yılının Ağustos ayında: ‘Erdoğan’a oy vermek imanın gereğidir’ dedi. AKP Bursa Milletvekili Hüseyin Şahin 2011 yılında RTE için şunu söyledi: ‘Başbakan’a dokunmak bile ibadettir.’ RTE 2014 yılındaki mahalli seçimlerde Muğla’da konu­şurken, bir Kur’an ayetini sloganlaştırdı: ‘Rahmetimiz gazabımızı geçmiştir’ dedi.”

“AKP eski Aydın İl Başkanı İsmail Eser 2010 yılında yaptığı bir konuşmada RTE için: ‘O bizim için ikinci peygamberdir’ dedi. AKP Milletvekili Egemen Bağış 2001’de: ‘Erdoğan’ın doğmasına vesile olan Rize, İstan­bul ve Siirt mübarektir’ dedi. 6 Mart 2015 günü Topha­ne Tayfun Spor Kulübünü ziyaret eden RTE’ye bir kişi: ‘Hoş geldin Allah’ın elçisi!’ diye seslendi. AKP Gençlik Kolları eski Başkanı İsmail Karaosmanoğlu 23.6.2013 günü Twitter’da, ‘AKP mitingine katılmak, imkânları olanlar için farzı kifâye değil, farzı ayındır’ diye yazdı.” (Teori Dergisi, Mayıs 2015, sayfa, 65)

KAYNAKÇA

Kur’anı Kerim (Ayet mealleri, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün ‘Kur’an Meali’nin 143. baskısından (Yeni Boyut Yayınları, İstanbul, 2015) alınmıştır.

Kütübi Sitte

Kitabı Mukaddes

Webster International Dictionary

Ahmed Refik; Osmanlı Devrinde Zorbalar, Kanaat Kütüpha­nesi, 1932

Borak, Sadi; Atatürk ve Din, İstanbul, 1996

Cevde, Cemal; el-Evdâu’l-İctimaiyye ve’l-İktısadiyye li’l-Mevâlî fî Sadri’l-İslam, Amman, 1989

Demircan, Adnan; İslam Tarihinin İlk Döneminde Arap- Mevâlî İlişkisi, Beyan Yay. İst. 1996

Elbanî, Nâsıruddin; el Ahâdîs es-Sahîha ve'z-Zâîfa, Riyad, 1995

Fromm, Erich; Özgürlük Korkusu, Doruk Yay. İst. 2010   ; Sağlıklı Toplum, Payel Yay. İst. 2014 ; Kendini Savunan İnsan, Say Yay. İşt. 1998       ; İtaatsizlik Üzerine, Say Yay. İst. 2014

Isfahanı, Râgıb; el-Müfredât li Elfâzı’l-Kur’an, alfabetik

İbn Asâkir, Ali b. Hasan; Tarîhu Medîneti Dımaşk, Beyrut, 1995-2000

İnalcık, Halil; Has Bağçede Ayşu Tarab, İş Bankası Yay. İst. 2011

Knoll, Ludwig; Encyclopedic de la Psychologie Pratique (Almanca’dan çeviri), Aimery Somogy yayını, Paris, 1980

Kula, Onur Bilge; Batı Felsefesinde Oryantalizm ve Türk İm gesi; İş Bankası Yay. İst. 2010

Kübra, Necmuddin Ahmed b. Ömer; Resâil (Usûlü Aşerc, Risâle ile’l-Hâim, Fevâihu’l-Cemal), İst. (M. Kara nşr.), 1980

Mahmûd, Abdülhalim; Ebu Zer el-Gıfârî ve’ş-Şuyûiyye, Kah i re, 1985

Özemre, Ahmet Yüksel; İslam’da Akhn Önemi ve Sınırı, Den ge Yay. İstanbul, 1996

Öztürk, Yaşar Nuri; Kur’anı Kerim Meali, 143. baskı, Yeni Bo­yut Yay. İstanbul, 2015

---------------- ■ Allah ile Aldatmak (73. baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2015

---------------- • Hallâc-ı Mansûr (6. baskı), Yeni Boyut Yay. İs­tanbul, 2012

---------------- ■ Kuşadah İbrahim Halveti (4. baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2013

---------------- • İmamı Âzam Ebu Hanîfe (21. baskı) Yeni Bo­yut Yay. İst. 2012

....................... ; Kur’an’m Yarattığı Devrimler, Yeni Boyut, İst. 2014

....................... ; Maun Suresi Böyle Buyurdu (16. Baskı), Yeni Boyut Yay. İstanbul, 2013

....................... ; Kur’an Açısından Küresel Âfetler (7. baskı), Yeni Boyut, İst. 2013

....................... ; Din Maskeli Allah Düşmanlığı: Şirk, Yeni Boyut, İst. 2013

....................... ; Kur’an-ı Kerim’de Lanetlenen Soy (3. Baskı), Yeni Boyut Yay. İst. 2013

....................... ; Ebu Zer (3. baskı), Yeni Boyut Yay. İst. 2014

Sayı, Ali; Firavun, Hâman ve Karun Karşısında Musa, İz Yay. İst. 2012

Serahsî, Şemsu’l-Eimme Ebu Bekr Muhammed; el-Mebsût, Beyrut, 1989

Süyûtî, Celalüddin Abdurrahman; Tarîhu’l-Hulefa, Mısır, 1952

KARMA DİZİN

A

Abbasiler: 44,158

ABD: 132,164,165

Abdulhalim Mahmud: 43 adalet: 14

Âdem (Hz.): 96

Ahmet Refik: 77, 78

Ahmet Yüksel Özemre: 20

âl: 39

Ali (Hz.): 111,166

Ali el-Havvâs: 216

Allah’a isyan: 97

Allah’ın düşmanı: 105

Allah ile aldatma: 127, 145, 148,149,152-155,173, 207

Allah’ın gölgesi: 76

Anadolu: 78-85

Arapçı hizmetkârları: 159

Araplar: 144,158,159,168 asa (Musa’nın asası): 39, 40,172 askerî kudret: 149

Atatürk Cumhuriyeti: 170

I

 Atatürk (Mustafa Kemal): 27, 28, 69, 110, 149,155, 160, 175, 176

Augustus (İmparator): 166 aydınlar: 30, 31 azmak: 127

B

barbarlar: 65, 66

Bedir Savaşı: 27, 28, 175,176 bencillik: 214

Beniisrail (İsrailoğulları): 43, 103,127,137,179

Beyhan Demirci: 218

Beytül Hikme: 144

birikim sahipleri: 31

BOP: 193

bozgunculuk: 13, 55 bühtan: 167

bürhan: 136,140 büyücü: 40,172, 200

C-Ç

Câhız: 144 cehalet: 16 cehennem: 128

Charles Pellat: 144

Cemal Cevde: 158 cibt: 124

cihat: 76, 77,144,167

çadır yalları: 47

çağdaş firavunlar: 173,185, 205,211,217

Çanakkale Savaşları: 175,176

D

Dağlar Delisi: 79-81 darbe: 55, 106,185 darulharp: 18-24 darulislam: 18, 23 dayatmacılık: 104-106 de’b: 49

Deli Birader: 85, 86 Deli İlahi: 81-84 demokrasi: 46 desise: 52 despotizm: 16 devrim: 50, 200 din istismarı: 154,155 dinler arası diyalog: 193 din temsilcileri: 106 diktatör: 95, 96

dinci iktidarlar: 88

Dördüncü Murat: 82

dürüstlük: 33

E

Ebu Bekir (Hz.): 111

Ebu Cehil: 114,166

Ebu Süfyan: 54,146

Egemen Bağış: 218

Ehlikitap: 31

ekonomi: 99, 100

Elbânî (Nâsıruddin): 20, 111, 112

Elmalılı Hamdi Yazır: 120, 216

Emevîler: 44,113,158

Emevî tağutizmi: 111-114

Emîn: 143

emperyalizm: 16

Enver Paşa: 160

Erich Fromm: 61, 65, 69, 72, 75

esrarkeşlik: 155

Ezherî: 124

F

ferik: 192

fetihler: 157

fesat: 67,130-133

Fevai Arslan: 218

fırka (fırkalaştırma/

fırkalaşma): 54, 55, 67, 98, 186-188,191,193,194

firavunluk psikozu: 90-106

fitne: 55, 106

Fransa: 21

G-H

gençler: 200

Gezi Eylemleri: 201

Halil İnalcık: 156

Hallâc: 160

Hâman: 40-49, 90-92,106,110, 207

hanîf (hanîflik): 39, 163

Hârun (Hz.): 46, 58, 60, 92,

182,184, 198

Harunurreşid: 143

Has Bahçeler: 155

Hatice (Hz.): 182

heva: 214 hilafet: 111-114 hile: 52

hizip: 191

hoşgörüsüzlük: 215 hukuk: 95

hukuk devleti: 18-20

Huyey bin Ahtab: 124 hüccet: 77,134-159, 162-167, 173, 210

Hüseyin (Hz.): 55,166

Hüseyin Şahin: 218

I-İ

Ilımlı İslam: 193

Isfahanlı Râgıb: 119,130,137, 187

ıstırap: 137,169 ışıksızlık: 13 ibadet: 169

İblisler parlamentosu: 129

İbn Abbas: 124,141

İbn Arabi: 120,124, 202

İbn Hanbel: 94

İbrahim (Hz.): 138, 161, 163, 217

İkrime: 141

ilim: 139,141, 167

İmamı Azam (Ebu Hanîfe):

22, 26-28, 44, 62, 65,160 imansızlık: 212

inkılap: 50

İsa (Hz.): 166

İslam dünyası: 90,164,189

İsmail Eser: 218

İsmail Karaosmanoğlu: 218 israf: 53,100-102, 202, 208 İstanbul: 80-82, 84-88, 218 isyan: 39, 40, 50,195,211 itaat: 63-65, 211

K-L

Ka’b el-Eşref: 124

Kadir Mısıroğlu: 218 kâhin: 92

Kara Yazıcı: 77-79 karınca: 150,151 kamu hakları: 14 kan dökücülük: 13

Karun: 40-49, 90,110

Katırcıoğlu: 84-85 kitap: 141

Konya: 83 korku: 52 korku imparatorluğu: 132 Kösem Sultan: 82 kötülük toplumu: 34 krallık: 111,112,151

Kudüs: 103

kudret: 134-155, 162,164-167, 210

Kuşadalı İbrahim Halveti: 136 kutsallaştırılmış kitaplar: 191 kübera: 88 külhanbeylik: 165

Kürtler: 113

Kyoto Protokolü: 132 laiklik: 148, 149

Lût (Hz.): 32, 33, 45, 46

Lût kavmi: 32

M

mabetler: 96, 97 mâsiva: 120

mazlum: 62 mazoşistler: 67-74

mazoşist sapkınlık: 69, 70

Mehmet Akif Ersoy: 175, 176 mele’: 40

Mekke: 114

meliki adûdlar: 111-114,156 memâliki şahane: 104 Me’mun (Halife): 142-145 menfaat: 84

mescit süsleme: 154

Mevâlî: 44,143, 157-160

Mevlana Celaleddin Rumî: 169

Mısır: 47, 60, 92, 99

Milli Mücadele (Kurtuluş

Savaşı): 69,148 mimari kudret: 149

Muaviye: 26,111,112,114,

146,166

Muğla: 218 muhafazakâr

(muhafazakârlık): 39, 49,

163, 205

Muhammed (Hz.): 24, 26-28, 60, 64,111-114,136,153, 154,166,172,179,181

Muhammed İkbal: 130

Musa (Hz.): 37, 39-44, 46-48, 51,53-55, 57-60, 90-94, 99, 100,104,105,110,166, 171-174,176-178,181,182, 184,186, 195,198-202, 204- 207, 209, 210, 213

Musaları konuşturmamak: 109 mücadele: 31

münafıklık: 131

Mürcie: 26

Müslümanların birliği: 113 müstaz’aflar: 161

N

Naima: 80 namaz. 63, 64 Necmuddîn Kübrâ: 215 nefsi emmâre: 213-217 nefsi levvâme: 214-217 Nemrut: 138,166, 217

Nuh (Hz.): 45, 46

Nuh Tufanı: 126 nüfus: 179

O-Ö

Odhan Yüksel: 110 oğlancılık: 155

Ortadoğu: 89, 93, 217

Osman (Halife): 111

Osmanlı (Osmanlı

İmparatorluğu): 70, 76-88, 112, 147,155,156,167, 174

Ömer (Hz.): 111

Özgürlük Direnişi: 201

P

para: 127

paralel zulüm güçleri/odakları: 171, 204, 209, 210

parite: 118

petrol: 144, 168, 170 peygamberler: 171,198 Platon: 147


polarite: 118

tebliğ: 183, 204 tebzîr: 101,102

R

raiyye: 45, 67

Râzî: 124

riyakârlık: 14, 149

Rize: 218

RTE: 218 ruhbâniyet: 14

temizlik: 33

Teori Dergisi: 217 terör: 166 teşeyyu’: 190 Tirmizî: 213 totalitarizm: 57 tuğyan: 52, 66,125-129 tuzak: 52

S

Saba Melikesi: 151

sâdet: 88

sadistler: 67-74 sadist sapkınlık: 70 Said bin Cümhan: 112

savaş: 24-29

sebt: 124

Semûd kavini: 126

Serahsî (Şemsül Eimme): 22 servet: 41-43 sihirbazlar: 91

Siirt: 218

siyaset dinciliği: 21

sultanın dini: 93

Suriye: 112

Süddî: 103

Süleyman (Hz.): 150,151 sültan: 136,140-142 sünnetullah: 120

Türkiye: 21, 23, 89, 90,148 170, 217

u-ü-v

uşaklık psikolojisi: 46

uyanmak: 168

ümitsizlik: 183

vehimler: 103

Vezire; 182

Victor Hugo: 135,161,162

Voltaire: 161,162

Y

Yahudiler: 144, 177

Yahudileşme: 153

Yakub (Hz.): 43

yalancılık: 109

yanmak: 168,169

Yezit: 55,166

Yusuf (Hz.): 47

§

Şaban Ağa: 86-88 şef:118 şeriat: 84 şeyhülislamlık: 76 şeytan evliyası: 91 şîa: 190, 193, şiddet: 144,166 şirk: 14,17, 59,131,146, 178, 194,195

T

Taberî: 124

tağut: 123-130,183

Tağutlar parlamentosu: 130 takattu’: 191 talancılık: 109 tams: 100

Z

zalim (zalimler): 30-34, 50, 57, 62, 65, 117

Zatü Envât: 179 zevç (zevciyet): 118-123 Zemahşerî: 124

Zeyd bin Ali Zeynelâbidîn: zorbalar: 76-89

zulüm: 13-18, 24-34, 50, 51.

56, 57, 62,102,103, 107 110,145,186,197, 212

zübür: 192

 


Prof. '»r. YAŞA» NURİ ÖZTÜRK (İslam felsefesi prolescnı, hukukçu, gazeteci)

Kur’an’da 74 kez geçen firavun sözcüğü hem özei isim hem de cins ismi olarak alınmasıdır. Özel isim olarak anıldığında, Hz. Musa’nın tebliğine zulüm ve dehşetle karşı çıkan azgın despot bir diktatörü ifade eder. Cins ismi olarak anıldığında ise bütün firavun ruhlu despot­ların ortak adı olur.

Firavun, geleneğe karşı çıkan uyarıcılara zulmeden tâ- ğutların sembol ismidir.

‘Firavun’ adlı bu kitap, hem bir anahtar kitaptır hem de bir tamamlayıcı kitaptır. Bu kitaptan layıkıyla yararlan­mak için ‘Lanetlenen Soy’ ve ‘Kötülük Toplumu’ kitap­larımı da el altında bulundurmakta yarar vardır.

Faili veya azmettiricisi olduğu lanetlik suçlarla bir kötülük toplumuna dönüşen ve özellikle son on yııdır bu lanetlik suçlarının cezasını ödeme sürecine giren Türk halkının, Kur’an laboratuvarından süzüp reçeteleştLsrek önüne koyduğumuz bu kılavuz kitaplardan gereğince yarar­lanmasını umuyor, Ra’d suresi 11. ayete uygun ofe * kesilen ceza faturasının artık ödenmiş saatli ı iikii te­menni ediyorum.



Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar