Ah Angelino!
İma C. Özkan | 10
Ekim 2012 | Kategori : Deneme | Okunma:1.168
“Ayva sarı,
nar kırmızı; sonbahar!”* Değil, tam
değil; henüz değil. Ayvaların etli gövdesini kaplayan kirli boz kadife tabaka
altında hâlâ gök-sarı bir hamlık dinleniyor. Henüz havlarını dökmeye hazır
değil, zamanını kolluyor: “serin, biraz daha serinlik!” böyle
diyor dalında ayva. Nar? Kızıl ağlamaklığın istiaresi. Ah evet
nar! Bir hafta oldu kabuğu kızaralı. Ucundaki çeneğe yakın yerinden kendine
hafiften çatlayıp ayrılacağı bir satıh arıyor. Çatlamak ve kusursuz
taneciklerini dikkatli olmayan gözlere bile ucundan göstermek. Güzellik
böyledir işte. Güzel olan yakıcıdır: Kendini açımlamadan edemez. Gizli
bir hazinedir ve görülüp bilinmek ister. Güzel olana Allah tadı
değmiştir; Allah kokusunu salmadan edemez üzerimize. Nar’ı gövdesinden
kırdığınızda birkaç taneciğin dağılıvermesi, ortalığı Allah kokusu sarması
bundan. Dağılır seken tanecikler; ardından bakanı sarhoş eder. Kendine
kusur arayan güzelliktir nar; birkaç taneyi dağıtır, bozar tümlüğünü ve
başarır kusuru yürürlüğe sokmayı. İşte bu nedenle dayanabiliriz nar’a bakmaya.
Ateşinde yanmamayı kusuruna borçlu olduğumuz nar! Ah kusursuz güzelliğe nasıl
katlanacaktık?
Her yıl tam
bu mevsimde; pek çoğunuzu nevbahar müjdecisi olduğuna inandırmış bir
erik çıkagelir avuçlarımıza bir de. Bu öyle ufarak yeşil yuvarlak
gövdeli, mayhoş can eriği değildir. Yine o aralar çıkan
diğerine göre daha kibirli ve iri papaz eriği hiç değildir.
Bu; daha ziyade damaklarımızdan tüm erik izlenimleri silinmişken, ayva
ve nardan gayrı hazan meyvesi olduğunu neredeyse unutmuşken çıkagelir, ol’a
gelir. Eylülün ikinci haftası demeden yedirtmez kendini. Angelino! Mürdüm
eriğine çalar rengi; öyle bordo-mor bir kabuğu giyinmiş olarak, ama beyzi değil
tepesinden basık kocaman bir yuvarlak olarak gelir. O kadar iridir ki bazıları;
handiyse Amasya elmasını bile bazan gözümüze küçük gösterir. Mesela
şu an hemen masanın üzerine koyduğum tam 85 gram; gururlu bir edayla öyle
duruyor oracıkta, yuvarlanmıyor bile cam zeminde. “Bir ağırlığım var” gibilerinden
geriyor gövdesini gözlerime.
İtalyan
Eriği olarak
da biliniyor; ama asıl vatanı okyanus ötesi, California. Queen Rose türünden
tozlamayla elde edilen bu eriğe Anjelika denildiği oluyor
çokça. Ben asıl adını seçtim; Angelino! Spanik dillerdeki eril çağrışımını da
bozmak istemediğimden belki, Anjelika demedim ona. Bu yıl ilkin bir hafta önce
aldım avucuma Angelino’yu. Koyu mor kabuğu üzerindeki hafif pusu bile silmeye
kıyamadan bir müddet öyle tuttum, kokladım. Bu benim en sevdiğim eriktir, bir
meyve oluşunun da ötesinde dört başı mamur güzelliğine bakarken her yılın ilk
karşılaşmasında biraz içim titrer. Sanki yemekle bu güzelliği harcıyormuş hissi
duyarım. Fakat birkaç dakika sonra, üzerindeki mahcup pus avucuma bulaşıp,
gergin ve etli gövdesini parmaklarımda hissedince, nimetliğini görmezden
gelemem. Üzerinde minik domurlar halinde su damlaları, insan ağzına götürmeden
edemez. Ben de öyle yaptım: Dişlerime değdiği anda saldığı rayiha! İşte o zaman
dedim: Ah Angelino! Dış rengine tezat, yumuşak bir tütün
renginde iç dokusu. Sert ve alabildiğine sulu. Üstüste birkaç tane daha
koklayarak yedim. Bildiğim tüm şükran cümleleri içimden geçtiler. Kolayca
etinden ayrılan çekirdeğini çıkarıp, güzelliğe buladım içimi. “Tanrım” dedim; “Tanrım!
Zamanı sen yaşarsın! Biz renklerle, kokularla, seslerle gelen zaman
kırpıntıları yalnız.”
Sahiden her
şeyin bir zamanı var. Sevmenin, iç geçirmenin, açmanın ve solmanın. Gitmenin
bir zamanı var; geri dönmenin ya da dönülemezlik idrakinin. Fakat bütün bu sıçramalı
aralıkları “zaman” makarasına dolayanların nezdinde. Yoksa zamansızlık
makamındaki harmoni bitmiyor. Bitmedi işte: Şeftali meyvelerinden
silkinince, ayva ve narı küstürmeden Angelino geldi. Mandalina ve portakal da
tetikte.Sonbahar diye bir şey yoktur; dayanabilelim diye güzelliğin
kompartmanlara ayrılmış insafı vardırtabiatta. Hepsine birarada bakacak
optik maharete sahip olmayan fragmanter mantık vardır. Tanrı baharın
kovuğunda saklar hepsini bizim için. Bulduklarımız değil, asıl aradıklarımız için
bahar diye bir şey vardır. Ya huzursuzluk? Huzursuzluk ne kadar
insani, ne kadar ezeli. Çünkü huzursuzluk arayacak olmaktan çok,
bulunmuşları yitirmenin kederinden. Sonbaharın adındaki depresif tona
ilişmiş bir dil ile huzur nasıl da uzak. İşte bu yüzden viva la
muarte! Önümüz som-bahar.
*Cahit Sıtkı Tarancı; “Otuz Beş Yaş” şiirinden
“Ayva sarı
nar kırmızı sonbahar!
Her
yıl biraz daha benimsediğim.”
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar