AHMED AMÎŞ EFENDİ (Genişletilmiş Baskı)
AHMED AMÎŞ EFENDİ’NİN KRONOLOJİSİ |
|
|||
RUMÎ |
MİLÂDİ |
YAŞI |
DURUM |
|
1222 |
1807 |
Doğumu:
Tırnova / Bulgaristan |
||
1236 |
1821 |
14 |
Yanık
Selvi Bektaşi Dergâhı ziyareti |
|
1241 |
1826 |
19 |
Sıbyan
mektebinde Muallimlik yapmaya başlıyor. |
|
1242 |
1827 |
20 |
Kadızâde
Ömer'ül Halvetiye intisab ediyor. |
|
1259 |
1844-43 |
37 |
Kuşadalı
İbrahim Efendi Hacca gittiği kafilede bulunduğu düşünülüyor. |
|
1262 |
1847 |
40 |
Kuşadalı
İbrahim Efendi Hakk'a yürüdü |
|
1267-68 |
1851 |
44 |
Kadızâde
Öme'ül Halveti' den icâzet aldı |
|
1269 |
1852 |
45 |
Manevi
işaretle Hammami Muhammed Tevfik Bosnevi ile İstanbul'da görüştü. Rabıta izni
ve hilafet aldı. |
|
1852 |
46 |
Dönüşte
muallimliği bırakıp Muhammed Tevfik Bosnevi gibi Tırnova’da hamamcılık
yapmaya başladı. |
||
1269 |
1853 |
47 |
Osmanlı-Rus
- Kırım Harbi’ne tabur imâmı olarak katıldı. |
|
1269 |
1853 |
47 |
Kadızâde
Ömer'ül Halveti Hakk'a yürüdü. |
|
1270 |
1854 |
48 |
Tekrar
sıbyan mektebinde muallimlik yapmaya devam ediyor. |
|
1282-83 |
1866 |
60 |
Zübeyde
Hanım'dan kızı Ayşe Hanım dünyaya geldi. |
|
1283 |
1866 |
Muhammed
Tevfik Bosnevi Hakk'a Yürüdü |
||
Ahmed Ziyâüddîn-i
Gümüşhânevî İstanbuldan icazet gönderdi |
||||
1284 |
1867-68 |
62-63 |
Yakup
Han ile İstanbul'da görüştüler |
|
1876 |
63 |
Abdulhamid
Han Tahta çıktı |
||
1293 |
1877 |
93
Moskof Muharebesi |
||
1293 |
1877 |
70 |
Tırnova'dan
İstanbul'a göçtü |
|
1293 |
1877 |
70 |
Bulgarlar
13 Haziran'da Tırnova'yı ele geçirdiler |
|
1293 |
1878-79 |
72 |
Türbedâr
Bekir Efendi Hakk'a yürüyünce Fatih Türbedarı oldu. |
|
1302 |
1886 |
80 |
Seyyid
Muhammed Nur'ül Arabî ile Selânik'te görüştü. |
|
1310 |
1893-94 |
88 |
Lokmacı
Tekkesi'ne devam ettiler. |
|
Fatih Türbedârlığı’na
devam etti. |
||||
1336 |
9 Mayıs
1920 |
114 |
Hakk'a
yürüdü. |
|
بِسْـــمِ
اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على
رسولنا محمد
وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Kutbu’l-Ârifîn, Gavsu’l-Vâsilîn
El- Hâc AHMED AMÎŞ EFENDİ
Kaddesellâhü sırrahu’l azîz
El-Hâc Ahmed Amîş Efendi, Tırnovalı’dır. Hangi tarihte doğmuş olduğu,
belli değildir. Abdülâziz Mecdî Efendi’nin beyanlarına göre Ahmed Amîş Efendi:
“Tevellüdüm (1223)’ tedir, derlermiş.” [1]
Ahmed Amîş Efendi’ye, mürşidi Kadızâde Ömer’ül Halvetî:
“Ahmed senin tevellüdün, belli değildir.”
dermiş. Bu söz mecazî ve tasavvufîdir. Böyle demekle hakikati, ruhî yönüyle
ne zaman doğduğun, yani mevcut olduğun belli değildir, demek istediğini
Abdülâziz Mecdî Efendi izah ederlerdi.
Memleketinde medrese tahsili görmüştür. Ancak Ahmed Amîş Efendi, henüz 14 yaşında bir genç iken hak ve hakikat sevdası gönlüne düşerek bir mürşide ulaşmak ister. O sırada Rumelinin Sevlievo (Selvi-Servi) kasabasında[2] Yanık Selvi Bektâşi Dergâhı’nda [3] Sadık Efendi adında bir müftü, aynı zamanda uyanık bir mutasavvıf varmış. Ahmed Amîş Efendi, bulunduğu Tırnova kasabasından Servi kasabasına gidip, bu zata intisap etmeye niyetlenir. Müftü Efendi, o günlerde ziyaretçilerin çokluğundan kendisini görmek istiyenlere karşı itizar (özür) edilmesini adamlarına tembih etmiş bulunur. İşte müftü efendi bu kararı verdikten sonra 14 yaşında bir genç çıkagelince, adamları, verilen emre rağmen, 9 saatlik bir yoldan yürüyerek gelmiş olan ateşli bir gencin görüşemeden dönüp gitmesini muvafık görmeyerek keyfiyeti Sadık Efendi’ye haber verirler. Gelmesine ve görüşmesine müsaade edilir. Genç huzuruna girince:
“Oğlum daha gençsin, vaktin gelince ırkı temiz birisi gelip seni
bulunduğun yerde irşâd eder.”
diye tebşir etmiş, bunun üzerine Ahmed Amîş Efendi Tırnova’ya dönerek o
vaktin gelmesine ve ırkı temiz bir adamın kendisini irşâd etmesine intizar
etmiştir. Yaşı yirmiye geldiği zaman Ömer’ül Halveti Kaddesellâhü sırrahu’l
azîz seyahat tarikiyle Tırnova’ya uğrar, onunla görüşür ve onu irşâd eder.
Vak’ayı kendi ağzından naklen söyleyen Abdülâziz Mecdî Efendi bu konu
hakkında derdi ki:
“Ahmed Amîş Efendi bunu anlatırken عرقي تميز (ırkı
temiz) cümlesindeki (ع ) (Ayın) maruf tabiriyle
çatlatarak söylerlerdi.”
Yaşı 20’ye geldiği
zaman Kadızâde Ömer’ül Halveti Efendi seyahat tariki ile Tırnova’ya geldiğinde
onunla görüşür ve Ahmed Amîş Efendi’yi irşad eder.[4]
Müderris Ahmed Amîş Efendi aradığını bulmuş ve ona bağlanmış. Fakat bu sefer başka bir problem
çıkmıştı. Ancak dergâhlara ve meşayıha muhalefeti olan eski medrese hocası,
talebesi Ahmed Amîş Efendi’ye
“Sen Hoca olacaksın! ilim ehlisin!.
Nasıl olur da gider bir şeyhe bağlanırsın ha? Eğer oraya bir daha gidersen, hakkımı
helâl etmem sana!.,” deyip tutturmuştur. Bunun üzerine Ahmed Amîş Efendi, üzerinde emeği bulunan Hocasını daha fazla fitneye
düşürmemek için, dergâha gitmemeye ve Kadızâde Ömer Efendiyle görüşmemeye gayret gösterirmiş. Bütün gayretlerine rağmen, bir
gün nasılsa çarşıda karşılaşmışlar. Kadızâde Ömer Efendi:
“Ahmed”, biz senin
ciğerine kancayı taktık! Nereye gidersen git, delik Allah’tan tarafa!..”
“Nereye yönelirsen yönel, bütün yönler Allah’a” demiş.
Bir zaman sonra, Yanık Selvi Dergâhı’nın
şeyhi Sadık Efendi, son demlerinde, dervişlerini toplayarak:
“Bizden sonra, bizim yerimize, sizin
başınıza bir şeyh gelecek amma... Onun gelmesi biraz uzayacak! Yeni şeyhiniz
gelinceye kadar Ahmed Amîş Efendi vekildir, o idâre edecek sizi!”demiş.
Ondan sonra, Sadık Efendi Hakka yürüyünce,
işte o Yanık Selvi Bektaşi Dergâhı’nda vekâlet ettiği günlerde, Ahmed Amîş
Efendi, dergâhın meydancısına:
“Biz geldik burada vekâleten de olsa
şeyhlik yapıyoruz ama, canlar ne diyorlar bizim için?” diye sormuş.
Meydancı:
“Çok İslah (çok iyi, çok güzel, çok derli toplu- adam) amma,
çok namaz kıldırıyor” diyorlar!”, demiş.
Bu arada Ahmed Amîş Efendi, Tırnova’da iken sert bir hoca
olarak tanınmıştır. İdare ettiği müessese
Amîşin Mektebi diye şöhret bulmuştur. Amiş
Efendi son derece şedid bir insan olduğu için kendisiyle geçinmek oldukça
zordur. O kadar ki Ahmed Amîş Efendi
hiddetlendiği zaman dövdüğü talebesinin üzerinde sopa kıracak
kadar ileri giderdi. İstanbul’a vâki olan o büyük göçten sonra yıllar ötesinden
Tırnova’daki sıbyan mektebindeki hocalığını hatırlayan Ahmed Amîş Efendi tatlı
tatlı güler ve:
“Ben kimi dövdümse okudu, adam
oldu. Yalnız bir talebem vardı. Çok zayıftı. Onu dövmeye kıyamazdım. Ne var ki
herkes okudu, bir tek o okuyamadı”
Ancak insanlar çocuklarının
eğitimi için sıbyan mektebinde dersleri sert bir hoca olarak tanınan Ahmed Amîş
Efendi vermekten çekinmezlerdi. [5]
İsmail Fennî Bey’inde yetiştiği Kadızâde Ömer’ül Halveti hakkında şu malumatları anlatmıştır.
Halk arasında “Şeyh
Ömer Efendi” diye bilinirdi. Tırnova’nın Bulgar
mahallesinde, şehrin fatihlerinden Kavak Baba adına vaktiyle yapılmış,
fakat zamanla mahv-ü münderis olmuş olan tekkeyi ihya ve inşa ettirerek Halveti
tarikatini orada neşre başlamıştır. Tekkenin evkafı ise oldukça zengindi.[6]
Şeyh Ömer’ül Halvetî, Tırnova’da az zamanda feyizli bir muhit vücuda,
getirerek birçok irşâda ve tenvire kabiliyetli ve hakikate müştak kimseleri
başına topladığı gibi Hıristiyanlarla Musevilerden bir hayli kimsenin İslâm
dinine girmelerine de sebep olmuştur. İsmail Fennî Bey bunların birçoğunun
adını saymakta, hattâ kendi arabacılarının da o mühtedilerden biri olduğunu
söylemektedir. Yine bunlar arasında Marko denilen biri varmış. Memleket
hekimi olan bu adam; Bulgarların o komitecilik ve azgınlık devrinde bile
müslümanlara iyi muamele, hattâ iyi hizmet edermiş. Halk; bu türlü kimselere,
gizli din taşır, der. Markonun bu hizmeti Şeyh Ömer’ül Halvetî Efendi’nin de
gözünden kaçmamış olacak ki bir gün Müridi Ahmed Amîş Efendi’ye:
“Ahmed, der, Marko hastalanmış. Git, benim adıma onu ziyaret et, halini,
hatırını sor ve şu pusulayı kendisine ver.”
diyerek gönderir. Ahmed Amîş Efendi; bu emir üzerine gidip Marko’yu
ziyaret eder ve şeyhin selâmını ve afiyet temennisini söyledikten sonra
pusulayı da verir. Marko, derhal pusulayı açar ve içinde kelime-i şahadet
yazılı olduğunu görünce:
“Biz ona çoktan inandık ve iman getirdik!” [7]
diyerek, bir hafta sonra da ölür.
Ölümünü haber alan Şeyh Ömer’ül Halvetî Efendi, yine müridi Ahmed Amîş Efendi’yi
çağırarak:
“Marko ölmüş, git, benim tarafımdan cenazesinde bulun!”
buyururlar. Bu emir üzerine Ahmed Amîş Efendi de gidip cenaze merasimine
iştirâk eder. Fakat Tırnova gibi bir İslâm muhitinde başı sarıklı bir mektep
hocasının, bilhassa papazlarla birlikte bir Hıristiyan cenazesinde bulunuşunun
müslümanlar tarafından iyi karşılanmıyacağı da bildiğinden cenazeyi bir müddet
uzaktan takip eder, aynı zamanda şeyhinin emirlerini harfiyen yerine getirmek
arzusu da kendisini bilfiil merasime iştirake ve Marko’nun tabutunu bir kaç
adım olsun taşımağa zorladığından kiliseye yaklaşıldığı bir sırada yanındaki
bir papaza
“İlmi çok iyi bir adamdı, ben de son insanî hizmetimi yapmak isterim!” der.
Papaz, bunun için öndeki büyük papaza müracaat etmesini söyler, öyle yapar ve o da müsaade edince
Amîş Efendi, Markonun tabutu altına girerek bir müddet taşır, bu suretle de
şeyhinin emrini yerine getirmiş olur.
İsmail Fenni Bey, Tırnova’nın en şöhretli âlimlerinden Kelemençeli
Hacı Mustafa Efendi ile Şeyh Ömer’ül Halvetî Efendi arasında geçen bir muhavereyi
ve bir hâdiseyi de şu suretle anlatmıştır.
Hacı Mustafa Efendi; camii kebirde tefsir dersi okuturdu. Komşumuz olduğu ve ulemadan bulunduğu için kendisine hürmet eder, her zaman elini öper, hattâ derse giderken kocaman tefsir kitabını elinden alıp camiye götürerek rahlesinin üstüne kor ve yaşımın küçüklüğüne, tefsir dersinden bir şey anlamama rağmen, dersi de dinlerdim.
Hacı Mustafa Efendi, ihtiyar, şişmanca, aynı zamanda kelli, felli bir
zattı. Evi de Cami-i Kebir’e yakındı. Bir gün yine evinden çıkıp derse
giderken Şeyh Ömer’ül Halvetî Efendi ile yolda karşılaştılar ve selâmlaştılar.
Aralarında şöyle bir konuşma oldu: Şeyh Ömer’ül Halvetî Efendi:
“Hocam, seni artık derviş yapalım.” Mustafa Efendi:
“Biz enbiyanın mucizelerine, evliyanın kerametlerine inananlardanız.
Sizden de böyle bir şey görmeyince teslim olmayız!”
“Bir şey istemediniz ki!”
“Pek âlâ. Ben Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizi şimdiye
kadar rüyada görmedim. Delâlet ve şefaat buyurunuz da bu şerefe nail olayım.”
“İşte ben de onu niyaz etmeğe gidiyorum.”
Konuşma buraya gelince Şeyh Ömer’ül Halvetî Efendi selâm vererek ayrıldı
ve her zaman elinde taşıdığı âsasına dayanarak hızlı hızlı, epeyce uzakta olan
dergâhına doğru gitti.
Hacı Mustafa Efendi, o gece rüyada ne görmüş ve nasıl görmüşse görmüş,
her halde arzusuna çok uygun olacak ki, sabaha kadar sabır ve tahammül
edemeyerek, o ihtiyar haliyle, o mülâhham (şişman) vücuduyla ve o azametli
ulema kıyafetiyle gece yarısı evinden çıkıp hayli uzakta olan dergâha gitmiş,
bizzat kapıyı açan şeyhin hemen ayaklarına kapanarak arz-ı teslimiyet ve inabet
etmiştir.
Yine İsmail Fenni Bey, Şeyh Ömer’ül Halvetî Efendi’nin dergâhına
kendisinin de arasıra gittiğini, orada yapılan zikirleri gördüğünü ve dervişler
arasında en çok heyecan gösteren ve bu heyecanla kademe kademe yürüyerek gözüne
girercesine şeyhe en çok yaklaşanın Ahmed Amîş Efendi olduğunu gördüğünü söylerdi.
Ahmed Amîş Efendi, Kadızâde Ömer’ül
Halvetî Efendi (hyt.1853)’den 1851 tarihinde hilâfet almıştır.[8]
Yine Ahmed Amîş Efendi’nin İstanbul’a gelmeden önce Tırnova’da sıbyan
mektebi muallimliği yaptığını, bir aralık İstanbul’a gelerek Hammamî Tevfik
Efendi ile görüşüp döndükten sonra Tırnova’da bir hamam kiralayıp onun gibi
hamam işlettiğini ve daha önce tabur imamlığı yaparak 1269 (1853) Kırım
muharebesine bu sıfatla, iştirak etmiş olduğunu da, İsmail Fenni Bey’de haber
vermektedir.
1294 (1877) de Tuna vilâyetinin elden çıkması üzerine Ahmed Amîş Efendi Tırnova’dan çıkmışlardır. [9]
İstanbul’a tekrar gelmişlerdir. Ahmed Amîş Efendi hakkında bilinen şey;
uzun zamandan beri Fatih türbedârlığında bulunuşudur.
Bu türbede her zaman iki zat müstahdem bulunurdu. Kendileri buraya
geldikleri zaman, Bekir Efendi adında biri türbedâr bulunuyorlarmış.[10]
Bekir Efendi irtihal buyurduktan sonra Ahmed Amîş Efendi bu vazifeye tayin
olunmuşlardır.
“Bekir Efendi Hazretleri âlem-i cemâle yürümeden birkaç gün evvel, pek
sevgili müridi mükerrem ve halef-i muhteremleri Ahmed Amîş Efendi Hazretlerine:
“Artık ben gideceğim. Benim yerime birinci türbedâr ol ve evkafa git,
muamelesini yaptır.”
Buyurmuşlar. Ahmed Amîş Efendi emr-i cenab-ı mürşid-i âzama tebaiyetle evkafa gitmiş, fakat o gün muamele
bitmemiş. Akşam olup gelince, vaziyeti şeyhine anlatmış.
“Peki, yarın muhakkak yaptır.”
Buyurmuş. O gün de gitmiş. Bununla beraber yine muamelesi bitmemiş.
Bekir Efendi daha ertesi gün:
“Git, üç saate kadar yaptır, gel!”
demiş. Üç saate kadar da bitmedikten başka, daha da üç saat geri kalmış
ve nihayet Ahmed Amîş Efendi resmen birinci türbedâr olarak türbeye gelmiş;
odada oturan Bekir Efendi Hazretlerinin huzurlarına varmış:
“Ahmed nerede idin? Üç saattir seni bekliyordum!”
diyerek vefatlarının bu suretle üç saat sonraya bırakılmış olduğunu
ihsas etmişlerdir.
“Hah şöyle!. Benim de
vaktim tamam oldu!. Eğer senin bu işin olmasaydı, ben ruhumu teslim edecektim
ve senin bu türbedarlık işin oluncaya kadar, burada hiç ölmemiş gibi oturacaktım!”,
diyerek hemen o anda zamanın sahibinin virdi olan HAYYÛN KAYYUM
esmasını ta’lim buyurmuşlar.”
“Ahmed’im!
“Artık ben gidiyorum. Senin yanında ölürsem; belki dayanamazsın. Birkaç
dakika çık da, dışarda şöyle bir dolaş, gel!”
demiş. Ahmed Amîş Efendi:
“Peki, Efendim!”
diyerek çıkmış ve Fatih türbesini şöyle bir dolaşıp geldiği zaman Bekir Efendi’nin
oturduğu yerde ruhunun âlemi bâlâya pervaz ettiğini anlamış. Fakat onu hâlâ
oturur vaziyette görmüştür.
Ahmed Amîş Efendi bu bahsi anlatırken ağlar ve
“O, Ölmedi; ben öldüm. O, kaldı.”
buyururlar ve bu suretle ondan lemeân eden yüksek hakikatin kendisine
intikalini ifade ederlermiş.
Abdülâziz Mecdî Efendi, mürşidinden naklen derdi ki:
“Türbedâr Bekir Efendi, ömrünü kuru ekmek ile geçirmiştir. Fakat kutbiyeti
ve manevî derecesi itibariyle ne dese, ne istese derhal olurmuş. Meselâ bir sözüyle
fakiri zengin, yoksulu bay edermiş. Bu kudret ve bu vazivet karşısında kendi
fakri halini ve maişet darlığını hatırlıyarak:
“Yarabbi! Ben senin üvey kulun muyum?”
derlermiş.
Türbedâr Bekir Efendi hakkında şu hatırayı naklederler.
“Hükümet, Rusyadan Türkiyeye akın eden Çerkesleri Tuna vilâyetinde
olduğu gibi; Giritte de yerleştirerek orada bulunan 200.000 raddesindeki Rum
ekseriyetine karşı ancak 100.000 kişiden ibaret olan müslüman ekalliyetini
çoğaltmak istemiş; fakat Girit beyleri, yani ileri gelen müslümanları bu karara
son derecede muhalefet etmişler ve olanca kuvvet ve kudretleriyle Hükümeti, bu
yolda icraatta bulunmaktan men’e çalışmışlardır.
Giritlilerin Hükümete karşı takınmış oldukları bu hal ve vaziyetleri
Bekir Efendi Hazretlerinin huzurlarında bahis mevzuu olurken; sabrı tükenen Bekir
Efendi elini Giride doğru uzadıp:
“Allah belâlarını versin!”
demiş, çok geçmeden bu fenâ dua yerini bulmuş ve zavallı Girit
müslümanları beyinsiz başlarının cezasını çekmişlerdir.”
Bu bahsi Abdülâziz Mecdî Efendi de naklederler ve sonunda:
“Bekir Efendi Hazretlerini bu yolda fenâ dua yapmaya mecbur eden,
meclisinde söz söyleyenlerdir. Evliyaullahın meclislerinde çok dikkatle idare-i
kelâm etmelidir. Onları gücendirmeğe gelmez. Zira evliyanın gayreti galiptir.”
Bekir Efendi Hazretleri hemşehrilerine çok düşkünmüş. Bunu bilen ve
huzuruna ilk kez giren birileri, kendisine:
“Nerelisin?” diye sorulduğu zaman, hiç alâkası olmadığı
halde:
“Niğdeliyim!” deyince, Bekir
Efendi Hazretleri:
“Bak bu yalanı sevdim işte!” der, adamı korur,
kollarmış.
Bekir Efendi Hazretlerinin Edirnekapı Mısır Tarlası Kabristanı’nı
yanındaki (önceden) Bektaşi Tekke’sinin bahçesi içinde Albay Hilmi Şanlıtop’un
kabri ile komşu olarak aremgâhı ebedisinde sırlanmıştır.
Mezar baştaşında şu ifâde yazılıdır.
Tarîkat-ı aliyye-i Şabâniyyeden merhum Kuşadalı Seyyid Şeyh İbrahim
Efendi Hazretlerinin hulefâsından Seyyid Şeyh Bosnevî Hacı Mehmed Tevfik
Efendi Hazretlerinin hulefasından, Sultan Ebul Gazî Fatih Mehmed Han
Hazretleri’nin türbedârı Şeyh Bekir Efendi Hazretlerine fâtiha... sene:
1296/1878
Ahmed Amîş Efendi Hazretleri, Şeyh Bekir Efendi Hazretlerinden söz
ederken:
“Siz ümmî şeyhin lezzetini bilmezsiniz! Hiç
tortu karıştırmadan her şeyi aslından, anasından söyler!”, dermiş.
Ahmed Amîş Efendi, Türbedâr Bekir Efendi’nin yerine birinci türbedâr
olduktan sonra, kendi yerlerine de Kayserili Mehmed Efendi getirilmiştir. Mehmed
Efendi de maneviyatla meşgul ve kendilerine yakın bulunacak, mahremi esrar
olacak kabiliyette uyanık bir kimse imiş.
Ahmed Amîş Efendi bu zata dermiş ki:
“Mehmed, seni öyle bir yetiştireceğim ki, kıyamette seni görenleri
şaşırtacak ve bu adamı kim yetiştirmiştir?” dedirteceğim.
Bununla beraber Ahmed Amîş Efendi; irtihallerinden birkaç gün evvel, Mehmed
Efendi’ye:
“Mehmed, seni önüme katardım, amma şuûnu bozmak lâzım gelirdi. Ben önüme
başka birini kattım.”
buyurarak kendisinden sonra gelecek zatın yüksek makamını
anlatmışlardır. [11]
Her mürşidin dünyayı terk ettikten sonra yaşanılan bir fetret dönemi
vardır. Ahmed Amîş Efendi bendegânında da bu durum zuhur etmiştir. Bu mevzu
etrafında bir gün haremi âlileri (hanımı) ile görüşürlerken:
“Artık ben gidiyorum.”
Buyurmuşlar. Haremi âlileri de:
“Bu işleri yapmadan nereye gidiyorsun?” demişler. Cevap olarak: .
“YERİME ZORLU BİRİNİ BIRAKTIM. ONU ÖYLE BİR SEÇTİM Kİ BU İŞLERİN HEPSİNİ
TEMİZLER VE DÜZELTİR.”
buyurmuşlardır.
BU ZORLU ADAM KİMDİR?
Bunu; Allah Teâlâ’dan ve bu sözü söyleyen Ahmed Amîş Efendi ile yerine geçen
zattan başkası bilemez. Ancak hatırlatmak uygun olacak ki; Ahmed Amîş Efendi
Hazretleri’nin Hakk’a yürüyüşünden sonra Abdülaziz Mecdî Efendi bir rüya görüyor.
Ahmed Amîş Efendi, Abdülaziz Mecdî Efendi'ye, rüyasında diyor ki:
“Mecdî!. Benim vekilim, nedimim, mahbubum Mehmed Tevfik Efendi’dir!”
Abdülaziz Mecdî Efendi bu rüyayı gördükten sonra, Ahmed Tahir
Maraşî Hazretlerine:
“Ben, diyor, gidemiyorum! Siz gidiyorsunuz! Bu rüyamı lütfen Mehmed
Tevfik Efendi Hazretlerine arz edin; ben onun metbuu olayım, o benim matlubum
olsun!”,
diyor.
Ahmed Tahir Maraşî Hazretleri;
“Ben bu rüya meselesini Mehmed Tevfik Efendi’ye arz ettiğim vakit,
hüngür hüngür ağlamaya başladılar.” ve ondan sonra da şöyle buyurdular ki:
“Hoca!. Bu rüyayı ben görseydim, gider başımı Mecdî'nin ayaklarının
altına koyardım!. Verilen geri alınmaz, fakat Mecdî de gelip buraya diz
çökmedikçe menzil alamaz!” buyurmuşlar.
Yine, Babanzâde Ahmed Naim Bey, Ahmed Amîş Efendi damadının kızı
Avniye Hanım (Tayşi-Serinken) ile evliydi.[12] Ahmed
Amîş Efendi Hakk’a yürüyünce Dârulfünûn'un baş müderrisi Ahmed Nâim Bey’de ümmî
olduğu için Mehmed Tevfik Efendi’ye teslim olamamıştı. O da bir rüya görmüştü.
Rüyada Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizi görüyor,
eline varıyor, fakat Efendimiz, Ahmed Amîş Efendi'yi işâret buyuruyor. Ahmed
Amîş Efendi’ye varıyor, o da yanındaki zâtı gösteriyor!. Bir bakıyor ki
gösterilen zat, Mehmed Tevfik Efendi!. Ondan sonra sırayla, evvelâ Mehmed Tevfik
Efendi'nin, sonra Ahmed Amiş Efendinin ondan sonra da Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimizin elini öpmek şerefine nâil olunca, ertesi gün
doğruca Fatih'in Türbesine gidiyor. Daha kapıdan girer girmez, Mehmed Tevfik
Efendi;
“Nâim!.”[13]
“Ben çağırmasaydım, sen de görmeseydin, gelmeyecektin!” buyurmuşlar. Ondan sonra
Naim Bey de biat etmiştir.
Hulâsa, Ahmed Amîş Efendi’nin irtihallerinden sonra bu mesele,
mensupları ve hürmetkârları arasında çok bahis mevzuu olmuş, Mehmed Efendi ahirete
intikal buyurduktan sonra da yine tazelenmiş ve bir takım muhipleri tarafından
birçok kimselere bu manevî makam bir hüsnü zan ile tevcih, olunmuş ise de;
doğrusunu herkes tarafından bilmek ve bulmak mümkün olamamıştır.
Mesela; Hacı Bayram Veli Kaddesellâhü sırrahu’l azîzden sonra da,
muhibbanı aynı vaziyet ve zanda bulunmuşlar; emaneti kutbiyetin kime geçtiğinde
görüşler teşettüte [14]
uğramıştır..
Türbedâr Ahmed Amîş Efendi’nin manzum, mensur bir satır yazısı
görülmemiştir. Yalnız ağızdan tenvir ve irşâtta bulunmuş; yani Hacı Bayram
Velînin tavsiye ettiği şekilde, sineler hâkketmiş, canlı kitaplar yazmışlardır.
Bu türlü eserlerin yazılmayışının sebeplerini bir dereceye kadar yine
büyük mutasavvıfların tuttukları yolda aramak lâzım gelir. Bu büyük zatların
dediklerine, göre: Sûfiyâne Hakikatler Ulu Orta Yazılamaz, Herkese
Söylenemez. Bu türlü hakikatler daha ziyade ağızdan ağıza nakledilirler ve
bu suretle bu yüksek hakikatler hem ehil ve erbabı arasında döner, dolaşır; hem
de bu fikri taşıyanlar ve yayanlar zihni dar veya garazkâr insanlarca iz’âç
edilmiş, cezaya çarptırılmış olmazlar.
Türbedâr Ahmed Amîş Efendi; tenevvürü ve yüksek hakikatlere erişmeyi
kastederek:
“Bu iş kitapla olmaz; fakat kitapsız da olmaz,” buyururlarmış.
Yine Ahmed Amîş Efendi, daha ileri giderek, Muhyiddîn Arabî’ye atfen:
“Allahü taâlâ benden ne istersin dese: Yarabbi, beni tekrar dünyaya
gönder, yazdığım kitapları toplayıp yakayım,” demiştir.[15]
Bununla beraber yine Ahmed Amîş Efendi buyururlarmış ki:
“TASAVVUF KİTABI OKUMAYIN. ONLAR SİZİ IDLÂL EDER”. YALNIZ NİYAZİ
DİVANINI OKUYUN.[16]
ZİRA O SÜLÛKÜ BİTİRDİKTEN SONRA SÖYLEMİŞ VE YAZMIŞTIR.”
Ahmed Amîş Efendi esasen az, fakat o nisbette de kısa söz söylermiş,
hattâ sözlerinin mânası birdenbire anlaşılmazmış bile. Hayatının son zamanlarında
ziyaretlerinde bulunan (Füsus) ve (Mesnevi) şârihi Ahmed Avni Bey merhum, bazı
sözlerini kayt ve zaptetmiştir.[17]
Bundan başka uzun müddet konuşmak ve görüşmek şerefine mazhar olanların da
toplamış oldukları bazı bahis ve cümlelere rast gelinmektedir.
Kendilerini büyük bir hüsnü zan ile ziyarete koşanlar, daima vahdete
dair, tasavvufî zevk ve hali arttırıcı sohbetleri ile izahları ile tenevvür
ederlerdi; hattâ zâirlerinden (ziyaretçiler) bazıları da, her halde bu yoldaki
istidat ve kabiliyetlerinin katkısı da olsa gerek, huzurlarında havarik
kabilinden bir takım ruhî hâletlere ve niyetlere de mazhar olurlardı; zaten
maruf olan mazanna-i kiram [18]
tabiri de halkın ekseriyeti tarafından haklarında hüsnü zan beslenen kimseler
demek değil midir? Ahmed Amîş Efendi merhum da manevî neş’e ve zevkinin
ilâhîliği, yüksekliği, inceliği ile mazanna-i kiram’dan bir zat telâkki ve
kabul olunmakta idi. Aklın, mantığın çok fevkinde olan kalbî halât, sırrî
fütuhat ile temayüz etmiş bulunması, muhiplerinin sayısını günden güne
attırıyordu.
Türbedâr Ahmed Amîş Efendi; damadı müderrisi Ahmed Naim Bey’in Şehzâdebaşı’nda
Fevzive Çarşısı başındaki evinde irtihal buyurmuşlardır..
İhtilaflar bulunsada Ahmed Amîş Efendi’nin dünya hayatı hakkında
bendegân arasında ömrü yüzyirmi ve daha fazlası olarak anılsa da kanaatimizce 114
yaşında olmasıdır.
Vücud-u şeriflerini Fatih İmamı Bekir Efendi gasletmişlerdir. Bu
gasil keyfiyeti dolayısıyla şöyle bir fıkra da nakledilmektedir:
İkamet buyurdukları ev Şehzâdebaşında olmasına ve gaslin de tabiatiyle
Şehzâde Camii imamı tarafından yapılması icap etmesine rağmen, o gün bu camiin
imamı mahallede bulunamadığı için Fatih Camii İmamı Bekir Efendi
getirtilmiştir. Bekir Efendi, gasil işini büyük bir tazim ve itina ile yaptıktan
ve kefenini giydirdikten sonra, hazretin elini ve yüzünü öperek ayrılmış ve
hâdiseyi gören Ahmed Naim ve Evranoszâde Sami Beylerle diğer yakınları, Bekir Efendi’nin
gösterdiği hürmet ve tazimi ve aynı zamanda takbil keyfiyetini hayretle
karşılamaları, üzerine, bu zat, onların hayretini ve kendisinin neden böyle
yapışının, sebebini şu tarzda anlatmıştır.
“Bundan on sene önce bir sabah Sarıgüzel Hamamı’na gitmiştim..
Bir kurnanın başında çok yaşlı, aynı zamanda zaif ve nahif bir zâtın güçlükle
yıkanmağa çalıştığını gördüm. Yanına gittim. Türbedâr Ahmed Amîş Efendi
olduğunu anlayınca, yaşına ve takatsizliğine hürmeten, kendisini yıkamak
istediğimi söyledim ve müsaadelerini rica ettim.. Kendi kendine yavaş yavaş
yıkanacağını ve bu tekliften memnun olduklarını bildirdikten sonra:
“Sen beni sonra bir iyice yıkarsın!”
buyurdular.
“Ben o zaman bunun mânasını anlayamamıştım. Şimdi bu vazife ve bu hizmet
bana düşünce anladım ve kerametlerinin şu suretle zuhur ettiğini görerek
hayatta iken bu büyük zata intisap etmediğime cidden çok üzüldüm. Şefaatine
mazhar olmak için elini öperek gördüğünüz gibi, hürmet ve tazim ile
huzurlarından ayrıldım.”
Ahmed Amîş Efendi’nin namazlarını da üstâd Abdülâziz Mecdî Efendi
kıldırmışlardır. Üstâd bunu anlatırken:
“Pîri tarikat Hazreti Nasuhi’yi mâna âleminde gördüm.”
“Ahmed Amîş Efendi’nin namazını kıldırmak hususunda sana teklif vaki
olacaktır. Bunu kabul ve îfâ et!”
buyurdular.
“Ben de, o esnada vâki olan imamet teklifini bu emir ve işaret üzerine
kabul ve îfâ ettim.” derlerdi,.
Tabutları musalla taşında dururken:
FATİH TÜRBEDÂRI AHMED AMÎŞ EFENDİ HAZRETLERİNİ;
HÂMİL-İ EMANÂT-I SÜBHÂNİYE, CÂMİ-İ KEMALÂT-I İNSANİYE, KUTB-ÜL-ÂRİFİN,
GAVS-ÜL-VÂSILÎN OLMAK ÜZERE TANIRIZ.
EY CEMAAT-İ MÜSLİMİN, SİZ DE BÖYLE TANIR VE ŞAHADET EDER MİSİNİZ?
diye, orada bulunan cemaate sormuşlar, onlar da hep bir ağızdan:
“Biz de böyle tanırız ve şehâdet ederiz.”
demişler, bu suretle aralarında bulunan bir kısım ulemaya da en son
dakikada ve maalesef, irtihallerinden sonra Amîş Efendi’nin yüksek şahsiyetlerini
ve ulu mertebelerini tasdik ettirmişlerdir.
Üstâd Abdülâziz Mecdî Efendi bu büyük zatı, yani türbedâr Ahmed Amîş Efendi’yi
bir yazılarında:
“İlm-i mektûmu
İlâhî’nin alâme-i bî-nazîri
Zamanında
keşf-i hakikate nâil olan eâzîmin Seyyid-i Kebîri;
İlm-i hakîki
çeşmesinin âb-ı hayatı;
Sırrı kâinâta
müteallik hakîki idrâkin cam-i kemâlatı;
Derecât-ı
akliyenin mâfevkindeki makâm-ı bâla terk-i ihtişâm ile kürsî nişini;
Hulasâ;
Zamânın hakâik-bîni idi” [19]
diye tarif ve izah etmişlerdir.
Fatih camii hazîresinde metfundurlar. Mezar taşındaki yazı şudur ve müridlerinden
Evranoszâde Sami Beyindir: (hyt: 1953)
“Rûh-i pâk-i mürşid-i yekta cenâb-ı Ahmede.
Sâye-i arş-i ilâhîdir mualla âşiyân
Matla’-i feyz-i velayettir o kutbu’l-vâsılîn
Sırr-i ferdiyyet olurdu vech-i pâkinden iyân
Râh-i Şâbân-i Velide ekmel-i devrân olup
Ehl-i hilme kıble-i irfan idi birçok zaman
Ah kim yükseldi lâhûta, muhit-i vahdete
Oldu envâr-i tecellî-i bekada bî nişan.
Neşvebâr oldukça envar-i cemali kalbime
Parlıyor pişimde eşvak-ı sayfa-yı cavidan
Cezbe-i vahdetle Sami söyledim tarih-i tam
كيتدي كلزار
جماله پير افرد جهان = 1337 +1 = 1338
20 Şa’bân 1338/(9 Mayıs 1920)
Mezar baştaşındaki
yazı şöyledir:
Hâmili emânâtı Sübhâniyye,
Câmi’i makâmâtı insâniyye,
Mürebbî-i sâlikânı Rahmâniyye
El Hâc Ahmed Amîş el-Halvetî eş-Şa’bânî
kuddise sırrûhû hazretlerinin
rûhi şerifleri için
EL-FÂTİHA
AMÎŞ
KELİMESİ ÜZERİNE
Ahmed Amîş Efendi’nin ismi üzerinde bu ek kısım uygun
olacaktır, diye düşünüyorum. “Amiş”- “Amîş”
ismi Osmanlı arşivlerinde araştırıldığında halk içerinde kullanılan bir isim
olduğu görülür. Kelimenin hangi kökten geldiği ve ne mana çağrıştığı hususunda
tam bir kesinlik yoktur.
Mustafa
KOÇ Beyefendi’nin “Bâleybelen” isimli kitabında “Amîş” kelimesi ile
uyumlu bulduğumuz kelimeler şunlardır.
“ ‘amşî” bkz: “ ‘âmet” yaşlı nesne, (meblûl;
nem-dâr)
“ emiş
“
fuka ki fuka’dur.
“ ‘âm “ insanlar (nâs); yaş;
ter; (ter kerden, ağeşten, ḫısîden) AMEM, ‘AMNEM, BÜLEM, TEREM. VEMEM;
“ ‘âm “
yaş
(ter); BÛL, TERE, VÂM
“ ‘âmaş”
terḫun
(enkerîdî, ernepîz, ‘nanuşût): VEMÂŞ, ZİRAM
“ ‘âmîm”
1.yaşlı,
(nem-nâk) 2. Musîn [20]
Kök itibarıyla incelenince ilgili kaynaklarda şu ibareler
göze çarpmaktadır.
عموجه (Amuca) Türkçede’de
esasen “ayn” harfi olmamasına nazaran Arabi olan “ ‘am “ kelimesinden
alınmış olması varid-i hatırdır. (A. Ziyaeddin. S. 22) (Galatat Sözlükleri)
“Amîş kelimesinin
Arapçadaki amş veya a’meş’le ilgisi yoktur. Bu kelime Rumeli’de
amca mânâsında “ammi” “halk ağzında emmi” nin tasğir (küçültme) sigası olup “amcacık” demektir. Rumeli’de
çok sevilen çocuklar, bu tâbirle çağrılırdı. Ahmed Amîş Efendi’de “Türbedâr”
veya “Türbedâr Ahmed Efendi” isimleriyle de tanınmaktadır.”
“Süheyl Ünver ise bir yerde bu
yüce kişiden “Tırnova’lı büyük amcam Ahmed Amiş Efendi” diye
bahsetmiştir. Süheyl Ünver’in burada onun Ahmed Amîş Efendi’ye “büyük
amcalık” tevcihi Rumeli Türkçesinde ‘amcalık’ anlamına gelen Amiş
ile alakadar değildir. Zannediyorum bu tevcih Ahmed Amiş Efendi ile Babası
Mustafa Enver Bey arasındaki manevî râbıtaya işarettir ki özünü Kuranı
Kerim’de bulan ve “ancak inananlar kardeştirler” (Hucurat,10) ayeti ile
vurgulanan kardeşe işaret olsa gerektir. ‘Büyük
amcalık’ ise bu kardeşlik bağı içerisinde Ahmed Amîş Efendi’nin yerini
tesbitten ibarettir.”[21]
Konuyuyu biraz daha açacak olursak;
Âmm: Amca. Babanın kardeşi. Çok cemaat. Herkese âit. Umuma
âit. Hususi ve bazılara mahsus olmayan. Umumi.
İstanbul’un pırpırılar argosunda “Ağabeyciğim”
karşılığı “Abiş” denilir. Bu isim zamanımızın aynı boydan insanların
arasında “Abiş” lafı değişmiş “Abisi”
olmuştur. Bu söz o zamanların argosunda bir işte en meşhura verilen bir
isimdir.[22]
Bu meyanda anlaşılan Ahmed Amîş Efendi’de devrinin en büyük mürşid-i kâmilidir denilmek
istenmiş olabilir.
“Ami”: (Fr) dostça, arkadaşça, cana yakın, samimi; iyi kâlpli,
yardımsever, yumuşak, hoş; samimi, candan, içten; kâlbe güç veren; dostça, dostane,
barışçıl; demektir.
“Bendegânından Em. Binbaşı Kazım BİRÖN’ün
Sohbetname- isimli notlarında “Ahmed Ammiş Efendi” olarak yazılıdır.”
Kazım BİRÖN Beyefendi’nin 1942 basım tarihli Osman N.
ERGİN’nin “Balıkesirli Abdülazîz Mecdî
Tolun Hayatı ve Şahsiyeti” kitabı gördüğünü ve Ahmed Efendi’nin adı “Amiş”
şeklinde olmasına rağmen “ 1953 daktilo ile yazılı olan “Sohbetname” isimli notlarda sürekli olarak isim “Ammiş”
şeklinde yazılı olunca zühul veya sehven olmadığı görülmektedir.
Ahmed Amîş Efendi’nin mezar baştaşında عمش (A-m-ş)
yazmaktadır. Dursun GÜRLEK’in hazırlamış olduğu “Ayaklı Kütüphaneler”
isimli eserde ise “Âmiş” olarak yazılmıştır. Bu kelime Türçe okunuş
kurallarına göre aktarım yapılması gerekirse “Amış” şeklinde olması
gekirdi. Ancak birçok kaynakta “Amiş” [23]
olarak gelirken, Evranoszâde Süleyman Sami efendinin el notunda [24] عميش “Amîş” (H. Hasan KÜÇÜK; Halvetiye-i Şabaniyye Silsile ve
Evrâd-ı [Kitap]. - İstanbul: Seçil Ofset) kitabında “Amîş” olarak
yazılmıştır. Kitabı hazırlayan olarak bizde “Amîş” ismini tercih ettik.
Tasğir konusunda Ahmed Amîş Efendi’nin bendegânından Kayserili
Mehmed Tevfik Efendi’ye bağlanan Ahmed Tâhir Efendi de onun 1927’de irtihali
üzerine halifesi olarak irşâd faaliyetine başladı. Soyadı kanunu çıkınca
mürşidinin adına telmihen (Küçük Mehmed) “Memiş” soyadını almıştır.
Yukarıdaki bahsedilen tasgir (küçültme) ile kasdedilen
manadan Ahmed Amîş Efendi’nin “amca” manasına gelen “Ammi”den
tasgir olmayıp tasavvufî düşüncesi olan vahdeti vücud felsefesine uygun olarak umum
manasına “Amm”dan tasgirdir. Amcanın tasgir olmuş olsa idi, Kazım BİRÖN’nün
“Ammiş” kelimesi uygun olurdu. Ancak bu ismin şöhret bulmadığını
görmekteyiz. Ayrıca ileride gelecek sayfalarda Ahmed Avni Konuk’un sohbetlerininde
diyaloglar “Hazret” veya “Ahmed Efendi” ile yazılmıştır. Buradan
anlaşılan “Amîş” kelimesi bendegân arasında, “Türbedâr” ismi ise halk
içinda kullanımda olduğu görülmektedir.
Doğrusunu Allah Teâlâ bilir.
A. AMÎŞ EFENDİ’NİN ŞECERESİ
Ulaşabildiğim nufüs kayıtlarından bir bölümü aşağıda
sunulmuştur.
Ahmed Amîş Efendi’n kızı Ayşe Hanımefendi’nin
Aile kabirleri İstanbul Sakızağacı Şehitlik: Ada: 10/Müstakil:2
bulunmaktadır.
AHMED AMÎŞ EFENDİ
(d: R: 1222- 1807)-
hyt: 20 Şaban 1338 (9 Mayıs 1920-9 Mayıs 1336)
eşi: Zübeyde Hanım
kızı: Ayşe SERİNKEN [25]
(Tınova d: 01.07.1866-1938)
-------------
(Amîş Efendi’nin Damadı)
Hasan Sabri SERİNKEN
(TAYŞİ)
(İstanbul-1848-1902)
(eşi) Ayşe SERİNKEN (TAYŞİ)
Ayşe Hanım’ın Hasan Sabri Efendi’den olan
çocukları
Oğlu
Dr.
Ahmet Lütfi SERİNKEN (1901-1989) (Sakız Ağacı İstanbul)[26]
Kızı
Fatma Ulviye TAYŞİ (1885-9 Ekim 1974-) [27]
Kızı
Emine Duriye TAYŞİ (1891-…..)
----------
Kızı
Avniye (Serinken) BABAN (öl:4 Şubat 1966-
Defin 5 Şubat)- [28]
HÜSEYİN VASSÂF ANLATIMIYLA
“Kuşadalı hazretlerinin mazhar-ı irfânı olanlardandır. Fâtih Türbedârı idi.
Tûl-i ömre mazhar olup, 1338 senesi şehr-i Şa’bânının yirmisinde (9 Mayıs 1920)
irtihâl-i dâr-ı naîm eylemiştir. Demek ki, azîzinden sonra yetmişdört sene daha
yaşamıştır. Sinn-i mübârekleri yüzü mütecâviz idi. O da Hacı Müezzin gibi çocuk
misâli vücûdca ufalmış idi. Kendilerinde neş’e-i melâmet gâlib olup, züvvâr-ı
kesîrü’l-mikdârı nush u pend ü keşf-i zamâir ile teshîr ederlerdi. Halîfe
bırakmamışlardır.
Sîret ve teslîk cihetiyle dahi kendisine bir şu’be müessisi nazarıyla
bakılacak derecede müteceddidînden olduğunu Sâdık Vicdânî Bey Tomâr’ında yazmış ise de,
kendilerinden herkes istifâde edebilecek bir meslek ta’kîb buyurmamışlardır.
Mürîdlerini halvet ve riyâzet gibi mücâhedât-ı cismâniyye ile yormaz,
onların ma’neviyyâtlarını terbiye ve i’lâya kendi teveccüh ve kuvve-i reşâdetini
kâfî bulurdu. Hattâ derler imiş ki,
“Mücâhedâtın bir kısmını Kuşadalı kaldırdı, mütebâkîsini
de ben ref’ ettim.”.
Müşârünileyhin bu kabîl şeylerini işitenler, maksad-ı ârîfânelerine nüfûz
edemediklerinden sû-i zanlara düşmüşlerdir.
Trablus nâibü’s-sultânı merhûm Şemseddîn Paşa ve urefâ-yı muharrirînden
Baban-zâde Naîm Bey ve Evranos-zâde Süleymân Sâmî Bey, müşârünileyhin mahzar-ı
irfânı olanlardandır. Süleymân Sâmî Bey müşârünileyhin menâkıbını cem’ ederek
güzel bir eser vücûda getirmiştir.
Kerâmâtından bahs olunmuştur.
Elyevm Fâtih Câmi’-i şerîfi imâm vekîli Hâfız Bekir Efendi nakl eyledi:
Hazretin irtihâlinden otuz sene evvel müşârünileyhe Karaman Hamâmı’nda
tesâdüf ettim.
“Ya ben seni yıkarım; ya sen beni gasl edersin.” buyurmuş idi. Bu sözün zuhûr-ı
hikmetine müterakkıb oldum. İrtihâlinde beni aradılar; gaslini teklîf ettiler.
Otuz sene evvelki sözün mazmûnunu idrâk ettim. Hıdmet-i gasline şitâb ettim.
Vücûd-ı şerîfi kuş gibi hafif ve nihâyet derecede zaîf ve gâyet nazîf ve son
derece nûrânî ve latîf idi. Ta’zîmât ve tekrîmât ile yıkadım.
Hazret, ufak yapılı, nûr yüzlü, beyâz sakallı idi.
Fâtih hazîresinde medfûndur. Türbesi vardır. Mezâr baştaşındaki
yazılar:
Hâmili emânâtı Sübhâniyye,
Câmi’i makâmâtı insâniyye,
Mürebbî-i sâlikânı Rahmâniyye
El Hâc Ahmed Amîş el-Halvetî eş-Şa’bânî
kuddise sırrûhû hazretlerinin
rûhi şerifleri için
EL-FÂTİHA .
20 Şa’bân 1338/(9 Mayıs 1920)” [29]
EVRANOSZÂDE
ANLATIMIYLA
Ahmed Amîş Efendi’nin hayatına ve sûfiyane mesleğine dair, Gazi Evranos
torunlarından Sami Bey bir risale yazmıştır. Beyanları şu şekildedir. [30]
“Câmi-i makamât-ı kemâl, aziz-i kuds-i hisâl Eş şeyh Ahmed Amîş-ül
Halvetiyyü’ş şabanî kaddes-allahü sırrehül-âlî Hazretleri Bulgaristanda Tırnova
kasabasında mehdârây-ı âlem-i vücud oldular. Tahsil-i iptidaîyi bil’ikmal,
Gelenbevî İsmail Efendinin tilmiz-i benamı olup Filibede neşr-i ulûm eden Uzun
Ali Efendi’nin yetiştirdiği Efadıldan bir zatın ve Vidinli Hoca Mustafa Efendi
telâmizinden Klemençeli Mustafa Efendi’nin ve sair eshab-ı kemalin derslerine
müdavemetle tekmil-i nüsah eylediler ve uzun zaman mektep hocalığı ile meşgul
oldular.
Esasen fıtratlarında meknuz olan cezbe-i ışk-ı İlâhî saikasıyla bir
rmürebbî-i manevî de arıyorlardı. Urefâ-yı tarikat-i Bektaşiyeden Servili Sadık
Efendi’ye müracaat ettilerse de:
“Sizin nasibiniz bizden değil, ırkı pâklerdendir. Yerinize gidip ona
intizar ediniz.” cevabını
aldılar ve bir kaç sene hal-i intizarda kaldılar.
O sıralarda âlem-ül-irşâd ve kutb-ül-efrad
Kuşadalı Eşşeyh, Es-seyyid İbrahim Efendi, mensûbininden mertebe-i kemale vasıl
olan bazı zevatı, kendilerine niyabeteh birer tarafa gönderdikleri gibi,
Kadızâde Ömer’ül Halvetî Hazretlerini de Tırnovaya gönderdiler. Bu suretle
memuriyeti maneviyeye irtika edenlerin her biri âlem-i velayeti almış ise de rabıta
telkinine salâhiyettar değillerdi. Bu meslek-i âlide rabıta telkin etmek
her asırda sahib-i vakitte tecelli eden bir lûtf-i kübradır. Kuşadalı
Hazretleri, hâl-i hayâtta iken kendileriyle şeref-i mülakata nail-olmayanlanın
rabıta etmelerini men buyururlardı. Bu gibiler biat ettikleri vekilin
delâletiyle âlem-i sülûke dâhil ve istidadı olanlar mertebe-i velâyete vasıl
olurlar. Ancak kemâl -bâd-el-kemâl bulmak naib-i ekmel-i Muhammedîye mülâkat
ile olur.
Kadızâde Ömer’ül Halvetî Hazretleri Tırnova’ya teşrif edince başta Ahmed
Amîş Efendi olduğu halde ulemâdan Emrullah Efendi, eşraf-ı beldeden Hacı
Abdullah oğlu Hacı Mehmed Ağa ve takriben 35 sene mukaddem İstanbul’da vefat
eyleyen Tırnovalı Süleyman Efendi ve Büyükada malmüdürlüğü maiyetinde müstahdem
iken irtihal eden Hacı Nesip Efendi ve diğer birçok taliban-ı ışk-ı Muhammedi; Kadızâde
Ömer’ül Halvetî Hazretlerinin, meclis-i pürnur-ı ezkârında sermest-i cezebat-ı
hakikat oldular;
1259 senesinde, Kuşadalı İbrahim Efendi, hacca niyetle İstanbul’dan
çıktılar. Bâdel-hac İstanbul’a avdet etmeyip Şam’da kaldılar.[31]
İstanbul’da ve Anadolu ile Rumelinin birçok yerlerinde, bulunan diğer naipleri
ile Kadızâde Ömer’ül Halvetî bil-muhabere (mektupla) emirlerini alırlardı. 1262
sene-i hicriye- sinde, ikinci defa olarak Şam kafilesiyle Hicaza hareket
ettiler. Refakatlerinde Şam âyan-ı ulemasından muhaddis Şeyh Küzberî ve
Attarzâde olduğu gibi, pîr-i ekremle beraber haccetmek üzere İstanbul’dan gelen
“Hammamî” denilmekle meşhur Bosnevî Muhammed Tevfik Efendi, üdeba-yi
ulemadan Menlikli Hacı Abdi Bey ve daha bir hayli- eshab-ı vecd ve hal- var
idi. Medine-i Münevvere’ye muvasalatla huzur-ı lâmi-in-nur-i
Seyyid-ül-kevneynde eşvak-i tecelliyat-ı sübhahiyeye- daldılar ve oradan
Mekke-i Mükerreme’ye müteveccihen yola çıktılar. Yolda hazret-i pîr-i âzamda
kolera asarı görülerek gittikçe istidat [32]
edip hüccâcın ehram giydikleri, Rabiğ mevkiinde masivallahtan tecerrüd ettiler.
Rabiğ’deki merkad-i münevverleri el’ ân mevcuttur.
Envar-ı bakabillah; içinde sırr olan hazret-i sultan Kuşâdalı, makam-ı
niyabet-i Muhammediye de, kalb-i âlem olmak üzere Bosnevî Muhammed Tevfik
Efendi Hâzretlerini bıraktılar. Hazretin gaybüb’et-i suriyesinden sonra, kemakân Kadızâde Ömer’ül Halvetî Hazretleri
Tırnova’da irşâd ile neşr-ı feyzi ederek 1268 senesinde evvelâ Ahmed Amîş Efendi’ye, biraz sonra da Emrullah Efendi’ye hilâfet
vererek, her ikisini de irşâda mezun kıldılar.
Bir gece Ahmed Amîş Efendi, İstanbuldan Tırnovaya gelen ihvândan iki üç
kişi ile sohbet ederlerken Muhammed Tevfik Efendi Hazretlerinin ke- malât-ı
kutsiyelerine dair söz geçmiş ve aynı gece de müşarünileyh hazretleri zuhur
ederek Ahmed Amîş Efendi’yi İstanbul’a davet etmişlerdir.
Ahmed Amîş Efendi, bu hâdiseyi, mürşidi Ömer’ül Halveti Hazretlerine arz
ederek aldığı emre imtisalen İstanbul’a gitmiş ve vahid-i zaman Muhammed Tevfik
Efendi Hazretlerinden emr-i celil-i rabıtayı telâkkun ile Tırnovaya
dönmüşlerdir.
1281 tarihinde Muhammed Tevfik Efendi Hazretleri davet-i, İlâhiyeye
lebbeyk zen-i icabet olduklarında yine İstanbul’a geldiler.[33]
Hazretin feyz-i rabıtalariyle ekâbir-i evliya sırasına geçen Üsküdarlı Hoca
Ali; Efendi, evâmir müdürü Rifat Efendi, Üsküdarda Nalçacı dergâhı şeyhi
Mustafa Enver Bey, Kâşgar hükümeti sefiri sıfatıyla İstanbul’a gelerek
hazret-i Bosnevîden istifaza eyleyen eâzım-ı ulema-yı islâmdan ve Füsus’ül
Hikem şârihlerinden Yakup Han-ı Kâşgarî [34]
ve Fatih türbedârı Bekir Efendi kaddesallahü esrarehüm hazaratının
her biri ile görüşerek Tırnova’ya döndüler.
1294 (1877) senesine kadar orada ikamet ettiler. O sene Osmanlı Hükümeti
ile Rusya arasında vukubulan harp dolayısıyla ailesiyle beraber İstanbul’a
hicret ettiler. Bu son gelişlerinde seramedan-i ihvândan yalnız Rifat Efendi
ile Bekir Efendi’yi buldular ve-iki üç sene bu iki zat-ı mükerrem ile sohbet
ettiler. Bazan da Kuşadalı Hazretlerinin telkin-i ezkâra mezun buyurdukları
müstesna rical-i maneviyeden Keçeci Hafız Ali ve İzzet Efendiler hazaratının
metfun bulundukları Lokmacı tekkesine giderek halka-i ezkârda bulunurlardı.[35]
Zaten İstanbul’a geldiklerinde envar-i kemal cebin-i mübareklerinde lem’an
etmeğe başlamış ve maruz zikir ârif-i billâh Süleyman Efendi kendilerine bir
hemdem-i kudsî olmuş idi. Süleyman Efendi Tırnovada senelerce Kadızâde Ömer’ül
Halvetî Hazretlerinin huzurunda bulunmuş ve Muhammed Tevfik Efendi
Hazretlerinin rihletlerinden evvel İstanbul’a gelmiş, birkaç sene meclisi
sahib-i zamanda bulunmuş ve hazret-i Bosnevîden sonra lisan’ül gayb-ı tevhidin
en büyük tercümanlarından ma’dut olan evamir müdürü Rifat Efendi Hazretlerinin
hem-râzı olmuş idi.
İşte bu sıralarda türbedâr Bekir Efendi Hazretleri de, uhdelerinde
bulunan türbedârlık cihetini Ahmed Amîş Efendi Hazretlerine kasr-ı yed etmeleriyle
Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin nam-ı âlileri Fatih türbedârı unvaniyle
ziver-i efvah oldu.
Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin tecelligâh-ı sırr-ı ekmeliyet
olduklarını feraset-i mâneviye ile en evvel keşfeden Süleyman Efendi
Hazretleridir. Sarıgüzel’de İskender paşa camiinin tabutluğunda nakabil-i
tahammül mücahedatla imrâr-ı hayat eyleyen ve pek çok tasarrüfat-ı maneviyesi
görülen bu merd-i İlâhîyi, aziz-i ekrem Ahmed Amîş Efendi Hazretleri çok
severlerdi. Onunla hemdem oldukları meclis-i hass’ül-hassa. Ahmed Amîş Efendi
Hazretlerinin hem damad-ı âlileri, hem de mir’at-ı kemalleri olan Fatih ders-i
âmlarından ve fetvahane müsevvidlerinden Rusçuklu Hasan Sabri Efendi
Hazretleri’nden (damadı)[36]
başka bir ferd dâhil olamazdı.
Elhâc Ahmed Amîş Efendi Hazretleri, zamanlarında felek-i irfanın şems-i
tabanı idiler. Vücud-i mukaddesleri kibrit-i ahmer ve nur i nazarları iksir-i
hayat-küster idi. Şemsin bu âlem-i nasutta vücut bulan her şey üzerinde birer
veçhile tesiri olduğu gibi, hazretin e’şiaa-i enzar-ı mübarekeleri de kâffe-i
turuk-ı aliyye mensubininden tecelliyat-ı İlâhi- yeye kabiliyeti ezeliyesi olan
her talibin kalbine vecdefruz-ı ışk-ı hakikî olur idi.
Tırnova’da bulundukları zamanda, bir müracaat vuku bulmaksızın, eâzım-ı
meşayih-i Nakşibendiye-i Halidiyeden Gümüşhaneli Eş-şeyh Ahmed Ziyaeddin
Efendi Hazretleri tarafından bir icazetname verildiği gibi İstanbul’a
hicretlerinden sonra dahi o zamanlar ferik bulunan mensubininden esbak Yemen
vali ve kumandanı Çerkeş Abdullah Paşa’nın istirhamı neticesinde müşarünileyh ile
beraber Selâniğe gittiklerinde Rumeli ve Arnavutlukta münteşir tarikat-i
Melâmiyenin müceddidi Hoca Esseyyid Muhammed Nur’ül Arab-ül-melâmî-ül-mahallavî
Hazretleri de teberrüken bir icazetnâme vermişlerdir. Bununla beraber asıl
iltizam ettikleri meslek-i irşâd, Kuşadalı İbrahim Efendi Hazretleri ile
varis-i ekmelleri Bosnevî Muhammed Tevfik Efendi Hazretlerinin sâlik oldukları Tarikat-ı
aliyye-i Halvetiye-i Şâbaniyye’dir.
Bir gün tarikatı Melâmiyeye dair kendilerinden istizahlarda bulunan bir
zata, Kuşadalı İbrahim- Efendi Hazretlerinin mürşid-i mükerremleri Beypazarlı El-hâc
Ali Efendi Hazretlerini alâ vech-il-ekmeliyye hilâfetle İstanbul’a gönderen
kutb-ı aktab-ı cihan, vâkıf-ı esrar-ı sübhân Çerkeşî Mustafa Efendi
kaddesallahü sirreh-ül-âlî’ hazretlerinin sülûke ait yazdıkları küçük risalenin
mütalâasını tavsiye buyurdular. Pîr-i müşarünileyh hazretleri bu risalelerinde
Melâmiyeden bahsile beraber Pîrân-ı Silsile-i Halvetiyeden Avarif-ül-maarif
sahibi hazret-i Şeyh Süherverdi’nin muhakemesini iltizam buyurarak sûfiye-i
kiramı Melâmiyyun hazâratına takdim etmişlerdir.
بقابلله مقام الدى عزيز مصر ارشاده ve
كيتدي كلزار جماله پير
افرد جهان
Tam tarihlerinin gösterdiği 1338 sene-i Hicriyesinde 122 yaşını (?) mütecaviz oldukları halde ruh-ı pâkleri
illiyyine uruç etti. Kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Carl VETT’in
HATIRATINDA
Carl VETT görüştüğü şeyhlerle tatmin olmaz ve
İslâm tasavvufunu anlamak üzere halvet, zikir, murakebe, teveccüh gibi bazı
uygulamaları tekke atmosferi içerisinde yapmak ister. Bir kısım şeyhlerle bu
hususu görüşür. Bunlar arasında, Halveti şeyhi Küçük Hüseyin Efendi, ona, kendi
dergâhında halvet uygulaması yaptırmaya karar verir. Ancak, Carl VETT bazı
mülâhazalarla bu uygulamaya katılmaz. İstanbul’a geleli bir ayı geçtiği halde
netice alamayan Carl VETT hedef aldığı çalışmayı yapamamıştır. Tam ümidini
yitirmek üzere iken, hatıratta “Bey” diye bahsettiği, ısrarla adını zikretmediği,
ancak resmini verdiği büyük devlet adamı ve bir savaş kahramanı olan Mahmud Muhtar
Paşa (Gazi) ile karşılaşır. Mahmud Muhtar Paşa, onu Kadirî-Nakşibendî
ekolüne mensup eski Reisü’l- Meşâyıh Muhammed Es’ad Erbilî’ye götürür. Mahmud Muhtar
Paşa, eskiden, eşi Ni’met Hanım ile Halveti şeyhi Tırnovalı Ahmed Amîş
Efendi’ye bağlı iken, onun vefatı üzerine, yine hanımı ile birlikte Muhammed Es’ad
Erbilî’ye intisâb etmiştir.[37]
Gazi Mahmud Muhtar (Katırcıoğlu) Paşa (1867-
1935)
Ordu komutanlığı, bakanlık ve elçilik gibi
önemli devlet memuriyetlerinde bulunmuş olup Bursalı Katırcıoğlu Mehmed Paşa’nın
torunu, Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nında oğludur. İstanbul’da doğmuş, Orta
tahsilini Galatasaray Lisesi’nde yaptıktan sonra, 1885’te Harbiye’ye girmiş,
orada okurken Metz (Almanya) Harbiyesi’ne geçip 1888’de Teğmen çıkmıştır.
Prusya Hassa Alayı’nda çalıştıktan sonra, Erkân-ı Harbiye Okulu’na kabul
edilip, burada bir müddet görev yapmıştır. Türkiye’ye dönüşünde, önce Erkânı
Harbiye Dairesi’nde çalışmış, Harbiye’de “Erkân-ı Harbiye’nin Vazifeleri”
dersini okutmuştur. Carl VETT’in hatıratına göre, Gazi Mahmud Muhtar Paşa
1890’lı yıllarda, babasının intisaplı bulunduğu Ahmed Amîş Efendi el-Halvetî’ye,
eşi Ni’met Hanım ile birlikte bağlanmıştır. Amîş Efendi, 1920 senesinde
vefat edene kadar bu bağlılık sürmüş, daha sonra yine eşi ile Muhammed Es’ad
Erbilî’ye intisâb etmişlerdir.
1897 Yunan Harbi’nde Tesalya Ordusu’nda,
Albaylıkla Velestin, Çatalca ve Dömeke Muharebelerinde bulunmuştur. Orada tertib
ettiği bir süvari hücumunda, askerinin başında bulunarak büyük cesaretini ispat
etmiştir. 1900’deki Fransa büyük manevralarına katılarak ordumuzu temsil etmiş
ve aynı yıl. Piyade Dairesi İkinci Reisliğine tayin olunmuştur. 1908’de II.
Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra, Birinci Ferik olarak, Hassa Ordusu
Birinci Fırka Komutanlığı’na geçirilmişti. 31 Mart İhtilâlinde isyan eden
askerlere Bâyezid Meydanı’nda büyük bir cesaretle karşı koydu. Fakat Vükelâ
Heyeti şehirde savaş yapmaya izin vermediği için, geri çekilmeye mecbur kalmıştı.
O sırada çıkan, askerlik rütbelerinin tasfiyesine ait kanun gereğince, rütbesi
Miralaylığa (Albaylığa) indirilmiş, önce Aydın Valiliğine gönderilmiş, 1910 da
Bahriye Nazırı olmuş, bir yıl sonra da Hakkı Paşa kabinesiyle istifa etmişti.
1912’de babası Gazi Ahmed Muhtar Paşa kabinesinde,
tekrar Bahriye Nazırı oldu. Balkan Harbi çıkınca tekrar orduda vazife aldı.
Önce Trakya Şark Ordusunun Sağ Cenah Üçüncü Ordu Komutanı, daha sonra İkinci
Şark Ordusu Komutanı oldu. Vize ile Pınarhisar arasında Bulgar Üçüncü Ordusu
ile şiddetli muharebeler yaparak düşman taarruzunu durdurmuştu. Nihayet
Çatalkaya Müdafaası’nda, Sağ Cenah Terkos Cephesi Komutanı iken 17 Kasım
muharebesinde düşman hücumlarını kırdı ve karşı taarruza geçmek üzere iken,
ağır yaralanarak komutanlıktan çekilmeğe mecbur kaldı. 1913’te Berlin
Büyükelçiliği’ne tayin olunmuşken bir yıl sonra, bu vazifeden istifa etmişti.
1919’da İstanbul Hükümeti tarafından Harbiye Nazırlığına getirilmek istenmişse
de, kabul etmemiştir.
1920’de şeyhi Ahmed Amîş Efendi ve babası Gazi
Ahmed Muhtar Paşa vefat etmişlerdi. Gazi Mahmud Muhtar
Paşa, 1935 senesinde İskenderiye’den Napoli’ye giderken gemide geçirdiği kalp
krizinden, altmış sekiz yaşında vefat etmiştir. [38]
KELAMI DERGÂHINA GİDERKEN (Kitaptan)
Pazar günü (Mayıs 1924), Mahmud Muhtar Paşa’nın
Efendisi Muhammed Es’ad Erbilî’ye hürmetlerimizi arz etmek üzere,
ikâmet etmekte olduğu Kelâmı Dergâhı’na doğru yola koyulduk. Giderken,
yol üzerinde, Fatih Camii’ne uğradık. Caminin kıble tarafındaki mezarlık
kısmında, Gazi Mahmud Muhtar Paşa’nın 1912’de sadrazam olmuş ve Sultan
II. Abdülhamid tarafından savaştaki başarıları sebebiyle madalyayla
ödüllendirilmiş babası, Gazi Ahmed Muhtar Paşa (vefatı: 1919)’nın ve diğer
ecdâdının kabirleri bulunuyordu. Kabristanda, onların ruhlarına Kur’ân-ı Kerim
okudu. Daha sonra, Fatih Sultan Mehmed’in türbesine geçtik. Türbedârı Mehmed
Efendi (el-Halvetî) kollarını açarak, bana
“İslâm’a hoş geldiniz” dedi. Türbedâr
Mehmed Efendi, son derece cana yakın bir kimseydi. Arkadaşım Mahmud Muhtar
Paşa,
“İstanbul’daki kâmil şeyhlerden birinin de, bu
zât olduğunu söyleyerek daha önce türbedârlık vazifesinde bulunmuş dedelerine
ve kendinden önceki türbedar Ahmed Amîş Efendi’ye layık
bir halef olma arzusundadır” diye ilave etti.
Dostum Mahmud Muhtar Paşa, otuz yıl süre
ile merhum Ahmed Amîş Efendi’ye intisablı iken, onun 1920 senesinde vefat
etmesi üzerine, Kelâmî Dergâhı postnişini Şeyh Muhammed Es’ad Erbilî’ye bağlanmış.
Rahmetli Ahmed Amîş Efendi çok kâmil ve muhterem bir velî, Hz. Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem)’in, “Bir Allah dostu, yüzüne bakıldığında,
Allah’ı hatırlatan nurlu simâsı ile tanınır” hadîsiyle, kendisine işaret edilen
kimselerden birisiymiş.
Mahmud Muhtar Paşa, sessizlik ve
huşû içerisinde, merhum şeyhi Ahmed Amîş Efendi’nin kabri başında,
tefekkürlü bir şekilde duruyordu. O sırada, Türbedâr Mehmed Efendi, tatlı
bir şekilde yüzüme bakarak gülümsüyordu. Çok geçmeden, ben de, merhum Ahmed Amîş
Efendi’nin orada hazır olduğu duygusuna kapıldım. Ziyaret sonrasında, Mahmud
Muhtar Paşa, rabıta sırasında, Ahmed Amîş Efendi’nin
dünyadaki şekliyle, kendisine nur halinde göründüğünü söyleyince, bu duygumun
boşa olmadığını anladım. Orada konuştuğumuz diller farklıydı, bu maddî dil ile
anlaşamazken, kalp dili, anlaşmamıza kâfi geliyordu.
Türbedâr Mehmed Efendi, o
sırada kalbimden geçenleri okudu ve Mahmud Muhtar Paşa vasıtasıyla bana,
“Birçok Avrupalı, İslâm’ı araştırmak üzere, sizin
gibi buraya gelmişti. Onlar dilimizi biliyor, kitaplarımızı okuyup
anlayabiliyorlardı. Aralarında bizim hakkımızda kalın ciltler yazanlar da
(müsteşrikleri kastediyor) vardı. Fakat bu araştırmacılar Hakk’a vâsıl
olamadılar. Zira Hakk’ı idrâk, ancak kalp ile mümkündür.
Akılla, Hakk’a ulaşılamaz,” dedikten sonra, şöyle devam etti:
“Biz burada (Doğu’da), âlimlerle, ârifleri ayırırız.
Arifler âlim olabilecekleri gibi, tahsil görmemiş de olabilirler. Fakat bu
ikinci gruba giren arifler, irfanları ve basiretleri sayesinde, ilim
adamlarından daha fazla olarak hakikata nüfuz edebilirler. Ancak, beni ziyaret
eden öteki Avrupalılarda bulamadığım kalp sezgisinin, sizde mevcud olduğunu
görüyorum. Niyetinizde de samimi olduğunuza inanıyorum. İnşallah, bu
teşebbüsünüz çok bereketli olacak. Ne zaman isterseniz, buraya gelebilirsiniz.
Maddi dillerimizle mümkün olmasa da, kalplerimiz vasıtasıyla konuşabiliriz.”
Zaman ilerledikçe, Türbedâr Mehmed Efendi’nin,
kendisini ziyaret etmek üzere gelen, çok sayıda müridi olduğunu fark
ettim. Türbeyi ziyaret işi ve Türbedâr Mehmed Efendi ile
sohbetimiz bittikten sonra, bir süre ikamet edeceğim. Kelâmî Dergâhı’na doğru
yolumuza devam ettik.[39]
Melâmiler hakkında başlı başına büyükçe bir eser yazarak,
tâ başlangıçtan zamanımıza kadar Melâmî tanınmış olan bütün mutasavvıfları
kitabının çerçevesi içine almış olan Abdülbaki Gölpınarlı; Ahmed Amîş Efendi’yi
de, bu kitapta oldukça tafsilâtıyla yazmak istemiştir. Üç defa yazmak için
teşebbüs etmiş, bir defasında, elektrik kesilmiş, bir defasında başka bir ârıza
olmuş ve bir üçüncüsünde de daha başka bir mânia çıkınca:
“Sağ iken yasak ettiğini söylediği bir mesleğin
mensupları arasında bulunmak istemiyor!
diyerek yazmaktan vaz geçmiştir. Bu kitapta Ahmed Amîş
Efendi hâşiye olarak 3, 5 satırı işgal eder ve onlar da, şu şekilde bu kitaba
naklolunmuştur.
“Ahmed Amîş
Efendi 1304 te Rumeli’ye gidip Seyyid Muhammed Nur’a mülâki olmuş ve bir hafta
mumaileyhin nezdinde kalıp, hilâfet alarak, İstanbul’a dönmüştür. Melâmilerin
ekseriyeti, Seyyidden sonra verâseti
Muhammediyenin Hacı Ahmed Efendi’ye intikal ettiğine kail iken; gulât-ı
Melâmiyenin halâtından müteezzi olan türbedâr, melâmeti izhar etmezdi. Hattâ
def’atla müridanına:
“Biz o adı
Melâmiliği yasak ettik, bir daha söylemeyin!” demiştir.
Melâmî
hulefâsı içinde müstesna olarak saliklerini yalnız sohbet ve nazarla teslik
eder ve meratip telkin etmezdi”
Abdülâziz Mecdî
Efendi de derdi ki:
“Melâmilik
adında bir tarikat yoktur. Bu Seyyid Muhammed Nur’ül Arabî’nin mahlâsından
kalmadır. Benim mahlâsım nasıl Mecdî işe, onun mahlâsı da Melâmi’dir.”
“Ahmed Amîş
Efendi büyük bir adamdır. İhtiyarlığından dolayı camiye gidip cemaatle namaz
kılamadığı için, kendisine fenâ gözle bakmışlardır. Kendileri tasarrufat
itibariyle Kadirilikten nasibedar, fakat seyir ve sülük cihetinden de Halyetilikten
feyizdardır ve bir milyar Fatih hocasına muadildir.”
Ahmed Amîş
Efendi Rumeli’ye gidip, Seyyid Muhammed Nur’ül Arabî ile görüştükten sonra şayi
olan bu şöhretinden dolayı olacak ki bir gün kendisine biri müracaat ederek:
“Rumeli’ye
giderek, Seyyid Muhammed Nur’ül Arabî’ye mülâki olmak ve Melâmî tarikatına girmek
istiyorum. Bu tarikat hakkında biraz irşâd ve tenvir buyurulmaklığımı rica
ederim.”
der. Ahmed
Amîş Efendi o sırada huzurlarında bulunan Evrenos zade Sami Beye:
“Şu raftaki
kitabı indir. Bir suretini çıkart, bu adama ver.”
Buyururlar.
Bahsettiği risale, Çerkeşî Mustafâ Efendi’nin 3 sayfalık risalesidir. Dediği
gibi yapılır, yani risale istinsah edilip verilir ve başka bir izahat vermez.
Bu risalenin Melâmiliğe ait kısmı gelecek sayfalarda eklenmiştir.
Ahmed Amîş
Efendi Seyyid Muhammed Nur’ül Arabî ile görüşüp döndükten sonra; aleyhindeki
atıp tutmalar o kadar çoğalır ki, talebesi olmakla beraber, tarikat itibariyle
kendisine intisabı olmayan İsmail Fennî Bey bile, hocası hakkında söylenen sözlere tahammül
edemeyerek, buna bir nihayet verdirmek maksadıyla, kendisine müracaat
eder, ağızlarda dolaşan dedikoduları
anlatır ve bunun sebep ve mahiyetini öğrenmek ister.
Ahmed Amîş
Efendi cevap olarak:
“Davet
üzerine gidip Seyyid Muhammed Nur’ul Arabî’ye mülâki olduğunu ve onun verdiği
icazetnameyi teberrüken ve bir hediyedir diye almış bulunduğunu; nitekim kendisi
Tırnova’da iken ve görmemiş, görüşmemiş, hattâ istememiş olduğu halde; daha
önce Gümüşhaneli Şeyh Ahmed Ziyaeddin Efendi tarafından da İstanbul’dan
kendisine böyle bir icazetname göndermiş olduğunu ve hediyenin ise, ne
şekilde ve ne maksatla olursa olsun, reddi muvafık olamayacağını söylemiş ve
Nur’ül Arabî’nin kendisine:
“İstanbul’da
bana nispet iddia edenler ve ileri geri söz söyleyenler var; sen onları ıslah
et!”
buyurduğunu
talebesine bildirmiştir. Fakat ne kadar tavzih ve tashih edilmiş olursa olsun,
irtihallerine kadar, Melâmî tâbiri, muarızları tarafından aleyhinde bir silâh
olarak kullanılmış ve kendisinden sonra gelenlere de bu melâmet unvanı bol
keseden tevcih oluna gelmiştir.
Rivayete göre, daha vapurda bulunurken, Nur’ül Arabî, keşfen türbedârın
geleceğini bildiğinden, her zaman bindiği hayvanını, müritlerinden birisiyle
Selânik’e göndermiş ve:
“Falan gün, falan saatte, şu şekilde, şu şemailde vapurdan bir adam
çıkacak. Onu al, bu hayvana bindir, sen de rikâbında olduğun halde buraya getir.”
demiştir. Bu suretle türbedâr, Ustrumca kasabasına gidip Seyyid Muhammed
Nur’ül Arabî’ye mülâki ve bir hafta kadar misafiri olmuştur. Aralarında samimî
muhabbetler ve konuşmalar olmuş ve bu arada Nur’ül Arabî:
“Altı ay sonra ben de sana misafir geleceğim.”
buyurmuştur. Bu sözün mânasını yanındakiler anlıyamamış, nasıl, niçin?
diye birçok suâller sormuşlardır. Fakat türbedâr derhal anlamış ve memnunen
dönmüştür.
Seyyid Muhammed Nur’ül Arabî’nin bu sözden kasdettiği mâna:
Altı ay sonra vefatlarını ihbar ve ondan sonra da bu muazzam sırr-ı
ruhînin, idrâk-i maâlîde kutbiyetin kendisine intikal edeceğini tebşirden ibarettir.
Buna benzer bir hâdise de Seyyid’le İngiltere’nin Üsküp konsoloshanesi
kavası (elçilik görevlisi) Veli arasında olmuştur. Şöyle ki:
Hak ve hakikat aramaya çıkan bir İngiliz, Seyyidin şöhretini işitip
kendisiyle görüşmek üzere Üsküb’e gelir, konsoloshaneye misafir olur ve ertesi
gün konsoloshane kavasının rehberliğiyle Seyyidin oturduğu yere gidip görüşür.
Sorgularına, Seyyidin verdiği izahat, İngilizi o kadar mest ve memnun eder ki
düşer bayılır; daha doğrusu cezbeye uğrar. Arnavut kavas Veli de, kılıcına
dayanmış, bu hali seyrediyormuş. İngilizin bî-hoşluğu geçtikten ve umduğunu
aldıktan sonra memnuniyetle konsoloshaneye dönmüştür.
Bunun üzerine kavas Veli, Seyyidin nezdine gider, tabancayı çekip
karşısına dikilerek:
“O gâvura verdiğini bana da vermezsen şimdi seni öldürürüm.”
diye tehditte bulunur, bu tehdit karşısında Seyyid gülerek: ,
“Her şeyin bir zamanı vardır. Ben altı ay sonra İstanbul’a gideceğim.
Orada sana veririm.”
der ve Arnavut kavasın ancak bu suretle elinden kurtulur.
Altı ay sonra vefatı vuku bulunca, kavas kendisinin aldatıldığına zâhip
olur ve o sırada kavaslığı bırakarak, ticaret kasdiyle İstanbul’a gelir. Bir
gün Sarıgüzel’den Fatih Camiine çıkan, yoldan giderken, uzaktan. Seyyid
Muhammed Nur’ül Arabî’ninde yukarıdan aşağıya doğru gelmekte olduğunu görünce
derhal karşılayıp:
“Vay efendim, ben seni aylardan beri arıyordum.”
diyerek ellerini öper. İşte o zaman türbedâr, vazı ve tavrını
bozmayarak:
“Biz adamı İstanbul’da da buluruz.”
der. Bu fıkrayı nakledenler bununla da Seyyid Muhammed Nur’ül Arabî’deki
marifet sırrının türbedâra intikal ettiğini ve Arnavut Velinin de, Seyyidin
manevî varlığını türbedârda görmüş olduğunu söylerler. Arnavut Veli baba, 1926
senesine kadar yaşıyordu ve son zamanlarda odun yarıcılığı yapmakla geçindiği
için Oduncu Veli Baba adiyle anılırdı. Cibalide oturmuştur.
Seyyid Muhammed Nur’ül Arabî gibi kuvvetli şahsiyetlerden hükümetlerin
her zaman ne kadar çekindiklerine ve onları ne suretle nezaret altında
bulundurduklarına tarih şahit olduğu gibi; bu kabîl kimseler muhitlerindeki
müteşerrilerin de vakit vakit ta’rizlerine, taarruzlarına ve iftiralarına maruz
kalırlardı.
HÜSEYİN VASSÂF ANLATIMIYLA ÇERKEŞLİ ŞEYH MUSTAFA EFENDİ
Meşâyıh-ı izâm-ı Şa’bânîyye’dendir. Neş’etleri Çerkeş’tendir. Şeyh-i
mükerremleri Muhammed Efendi’nin vâris-i kemâlâtı olup, ziyâret-i Haremeyn’e
dahi muvaffak olarak kemâlât-ı ârîfâneleri şuyû’ bulmuştur. Halka-i irşâddan
onüç halîfesi yetişmiş 1224/(1809) senesinde âzim-i dâr-ı ahiret olmuşlardır.
Çerkeş’te medfûndur.
Oldu Şeyh vâsıl-ı cânân Yâ Hû
(اولدى شيخ واصل جنان يا هو) = 1224[40]
İstanbul’da bir silsile-i urefâ vü ulemâ teşkîl eden Çerkeşli-zâdeler
müşârünileyhin ahfâdındandır.
Osmanlı Müellifleri’nde, Çerkeşî Mustafa Efendi hazretlerinin irtihâli 1229/(1814) gösterilmiş
ise de yanlıştır. Hz. Şeyh’in ahvâl ve asnâf-ı tarîkata dâir Risâle-i Türkiyye’lerinin
matbû’ olduğunu Osmânlı Müellifleri’nde Tâhir Bey yazmaktadır. Mezkûr
risâle ahîren görüldü, gâyet mühimdir. Teberrüken ve kısmen âtîde naklolundu.
/57/ Çerkeşî Mustafa Efendi hazretlerinin mürîdlerinden olup, Tokat’ta ikâmet
etmekte olan Cebbâr-zâde Süleymân Bey, azîz-i müşârünileyhi Tokat’a da’vet
etmekle, da’vete rû-yı icâbet gösterip Tokat’a şeref-i muvâsaletlerine müsâdif
yevm-i mes’ûdda bütün ahâlî istikbâline çıkmışlar. Hattâ on dakîkalık yola
kadar şal döşemişlerdir. Hz. Şeyh, gâyet mahviyyet-perver olduğundan Çerkeş’teki
dergâh pek harâb olduğunu ve hattâ binânın birçok yerleri iplerle bağlı
bulunduğu hâlde kimseye bu bâbta teklîfte bulunmamış idi. Hz. Azîz’in Tokat’a
azîmeti sırasında Süleymân Bey kâhyası vâsıtasıyla tevsîan ve müceddeden derhâl
bir binâ-yı âlî vücûda getirmiş ve kimin tarafından yapıldığını kimseye
bildirmemiş idi. Hz. Şeyh Çerkeş’e avdet ettikte binâ-yı cedîdi görünce
hayrette kalmış ve fakat bilâ-tereddüt ikâmet eylemişlerdir. Hakîkat-ı hâli
merâk ederek kendilerinden suâlde bulunanlara,
“Cânım biz sormadık. Girip oturduk. Siz niye soruyorsunuz?” buyururlar imiş.
Bir gün hastalanmışlar. Süleymân Bey, Hıristiyan hekîm celbedip, Hz. Azîz’i
tedâvî eylemek istemiş. Hekîm muâyene edince Hz. Şeyh ona hitâben,
“Hastalığımı teşhîs ettin mi?” diye sorunca o da,
“Onbir de ilâc tertîb eyledim. İçince bi-inâyeti’llâh şîfâ bulacaksınız.” cevâbını vermiş idi.
“Öyleyse ben bu işi bir kere hastalığıma danışayım.” deyip yorganı başına çekmiş, bir müddet sonra tabîbe
hitâben,
“Hastalığım bana lisân-ı hâl ile dedi ki: ‘Vâkıa verilecek ilâcla ben
geçerim. Ama senin ile yirmi beş senedir hem-bezm oldum. Benim yerime hiç
tanımadığın bir hastalık gelir, tedâvîsi bulunmazsa ne yaparsın?’ Düşündüm
ben o ilâcı içmekten vazgeçtim.” demiştir.
Şeyh Seyyid Kerâmeddîn Efendi,
“Şu hastalık ve tabîb hikâyesi Hz. Pîr Nasûhî’de de aynen vukû’ bulmuştur.
Demek ki Çerkeşî hazretleri de, eser-i cenâb-ı Pîr’e imtisâl buyurmuşlardır.” buyurdular. Hastalıkları kesb-i şiddet edince, tâcını
Beypazarlı Ali Efendi hazretlerine ihsân buyurmuşlar. Beypazarlı, azîzinin
huzûruna gidince, azîzinin kucağında yatmakta olan geyik yavrusu hemen firâr
edince,
“Hâlâ adam olamamışım. Geyik bile beni adam yerine saymıyor, benden kaçıyor.” demiştir.
Hulefâsının en güzîdeleri Geredeli Azîz nâmıyla benâm Şeyh Hacı Halîl
Efendi ile Beypazarlı Şeyh Ali Efendi’dir. Bu iki halîfe-i muhterem her ma’nâsıyla
şeyh-i mükerremlerinin feyz ü kemâlini hâiz idiler. Her ikisinden teselsül eden
silsile-i tarîkat elyevm bâkî olup, ehl-i tarîkatın melâz-ı uşşâkıdır.
Sultân Mahmûd-ı sânî müşârünileyhe pek ziyâde hürmet etmiştir. Hattâ
emriyle yazdığı risâleden bir bahis teberrüken aynen derc olunmuştur:
Ulemâ ve meşâyıh arasındaki ihtilâf-ı sûrî münâsebetiyle bunun izâlesine
hâdim olmak üzere Sultân Mahmûd-ı sânî’nin ricâsıyla yazdıkları Risâletün
fî-Tahkîkı’t-Tasavvuf [41]nâm risâlesi vardır.
(Ahmed Amîş Efendi Efendinin raftan indirip yazdırdığı risâle budur.
Melâmiler hakkındaki müteala dikkate şayandır.)
RİSÂLETÜN FÎ-TAHKÎKI’T-TASAVVUF
“Ma’lûm ola ki, erbâb-ı kulûbun tahsîl ve tahsîlinde sa’y-i belîğ
eyledikleri tasavvuf ahvâl-i selâseden ibârettir. Onlar da budur:
Tecellî-i ef’âl, tecellî-i sıfât, tecellî-i zât.
Lâkin hîn-i ifâdede ahvâl-i selâse (üç halin) sâhibleri hâlât-ı selâsede
fırak-ı dâlleden üç fırka-i bâtılaya müşâbihlerdir.
Tecellî-i ef’âl sâhibleri, Cebriyye’ye;
tecellî-i sıfât sâhibleri, Hulûliyye’ye;
Tecellî-i zât, sâhibleri, İlhâdiyye’ye müşâbih (benzer) görünür.
Lâkin cebr, hulûl ve ilhâddan müberrâdırlar. (temizdir.)
Bu tecellîyât-ı selâseye mazhar olan zevât-ı kirâm ile tavâif-i selâse-i
mezkûrenin beynlerini tefrîk eden şer’-i Muhammedî ve erkân-ı cenâb-ı Ahmedî’dir
ki, eğer bir kimse dâire-i şerîatta dâhil ve merkez-i nâciye-i istikâmette
sâbit olur, makâmât-ı selâseden ve tecellîyyât-ı sâbıkadan tekellüm ederse,
irfân-ı ilâhî ve esrâr-ı Rabbânîdir ve kendinden zuhûr eden hârık-ı âde
kerâmettir. Lâkin ında’llâh ve ınde’r-Rasûl ve ınde’l-mürşidîn mezmûm ve
bî-edebliktir. Ve eğer dâire-i şerîattan hâric ve merkez-i ittikâdan zerre
mikdârı mâil olursa kendisi dâll ve kelâmı ilhâd ve ifsâddır. Ve zuhûr eden
hârık-ı âde sihir ve istidrâctır.
Sûfiyyeden Melâmiyyûn Hazerâtı avâmm-ı nâs ındinde ve mahcûbîn katında hasebü’z-zâhir
şerîata muhâlif akvâl u ef’âl ü etvâr ile görünürlerse de, lâkin tahkîk ve
tedkîk olundukta kat’iyyen ve kâtıbeten ser-i mû şerîat-ı Muhammediyye’ye
muhâlefetleri yoktur. Ancak tabâyı’-i şerîfelerinde sırr u ahfâ muhabbeti
merkûz (istenilmiş) olmağın mahcûbîn ındinde zâhir-i şerîata muhâlif ve
hakîkatta mutâbık akvâl u ef’âl ü atvâr ile nefislerini mestûr ve mahfî
kılarlar. Zâtlarında bu fırka mestûrîn-i kâmillerdir; mükemmiller
değillerdir. Ve nefsinde râşidler ve fakat gayr-i mürşidlerdir.
Onlardan istid’â ve istirşâd ve iktidâ sahîh değildir. Zîrâ
tâlib-i tasfiye olanları şek ve şübheye ilkâ ederler. [42]
Mürşidiyyet, şek ve şübhe ilkâ etmek değildir. Belki cemî’-i nâsın reyb u şekkini ihrâc ve izâle
etmektir ve emr-i irşâd, Allâhu zü’l-celâl hazretlerinin inâyet-i ezeliyye ve
cezbe-i Rabbânîyyesidir ki, bir kulunu ef’âlen ve sıfâten ve zâten kendine
cezbedip, nice müddet, kasr-ı cemâlinde mihmân ve taht-ı visâlinde sultân
kıldıktan sonra tekmîlen li’l-irşâd makâm-ı beşeriyyete inzâl u irsâl edip,
tavâif-i selâse ki, küffâr, avâm, havâs; küffârı küfürden îmâna ve avâmmı ma’siyyetten
tâata ve havâssı mâ-sivâdan vuslata da’vetle me’mûr ve taraf-ı Rabbânîden
hilâfetle mansûr ve müeyyed kılınmıştır. Bu abd enbiyâdan ise, nübüvvet-i
teşrîiyye ve evliyâdan ise, nübüvvet-i ta’rîfiyye tesmiye olunur.[43]
Mürşid-i kâmil ve mürebbî-i vâsıl zât-ı akdes-i peygamberîden hisse-mend
olmalarıyla enbiyâ-yı ızâm ne gûnâ ferâiz ve vâcibât ve sünen ve müstehabâtı ve
sâir erkân-ı şerîatı kavmi beyninde iktidâ etmeleri kasdıyla alenen icrâsıyla
me’mûr oldukları gibi, mürşidler dahi evrâd u ezkâr ve halvet ü uzlet ve ferâiz
u nevâfil ve sâir erkân-ı turukun mürîdleri belki sâir nâs beyninde iktidâları
kasdıyla cehren ve alenen icrâsıyla me’mûrlardır. Ve mahall-i ithâmdan ihtirâzı
mültezimlerdir ve ibâdet ü tâatlarında ve sünen-i Muhammediyye’ye ittibâ’larında
ve siyer-i Ahmediyye’ye sülûklarında aslâ ucub u riyâ olmaz. Onlar bir
kavimlerdir ki, (لا أعبد ربا لم أره ) [44] ikrâmıyla
mükerrem olmuşlardır. Kavilleri, ayn-ı tevhîd ve fiilleri ayn-ı ihlâstır.
Ammâ gürûh-ı melâhiden;[45]
“İbâdât-ı
zâhiriyye, ebrârın hali; ibâdât-ı bâtıniyye mukarrabînin hâlidir.” diye i’tikâdları küfr ü ifsâddır.[46]
İbâdât-ı zâhiriyyeyi terk ayn-ı ilhâd olduğundan mâ-adâ safha-i kalbleri,
sırf dînden ve nokta-i tasavvuftan hâlî ve lisânlarında nice nice hurâfât ve
şatah ve tâmât ve muîn-i şerîat-ı garrâ olan ulemâ-yı etkıyâya buğz birle ma’rifet-i
Bârî ve tasavvuf iddiâsında olup, tarîkat-ı aliyyeyi, şerîat-ı garrâdan ayrı
bir tarîk addedip, hâl ve zevk ile sudûr eden ehlu’llâhın kelâm-ı mutlaklarını
lisâna getirip, kendilerine kâl ve meşâyıh ve ulemâ beyninde müttefakunaleyh
olan ibâdât u tâati ve riyâzât u mücâhedâtı terk ve muhtelefunfîhâ olan ba’zı
ef’âli vücûb mertebesinde kendilerine âdât u hâl ve belki ma’siyyete âlât kılan
ol zümre-i dâllîn ve ol fırka-i hâsirînden tasavvuf dûr ve ma’rifet-i Hak
onlardan mehcûrdur.
Bu cihetten ulemâ-yı selef ve haleften ba’zısı tahkîkan ve ba’zısı taklîden
ol gürûh-ı melâhideyi zecr u men’ husûsunda ârif u kâmili fark etmeyip, sûret-i
ıtlâkta nice resâil tahrîr u tahşiye-i kelimât ile takrîr eylediler. Lâkin
ârifi mahcûbdan ve kâmil-i nakıstan mukbûli merdûddan fark etmeyerek zecr ü
red, emr-i metbû’ olmadığı ecilden bu bâbda eimme-i sûfiyye dahi nice kitaplar
te’lîf ve nice risâleler tasnîf eylediler. Ulemâ ile meşâyıh meyânında olan
nizâ’ lafzîdir. Ma’nâda onlar müttehiddirler. İttihâd-ı ma’nevîyyeyi fehm
etmeyen bî-edeblerin lafızda teksîr-i nizâ’larına ehlu’llâh, kaddesa’llâhu
esrârahum, râzî olmazlar.”[47]
AHMED
AMİŞ EFENDİ’NİN KELÂM-I ÂLİLERİNDEN
• Efendi Hazretleri buyurdular ki, [48]
“Abdülhamid Medine’ye
ben de yavaş, yavaş” [49]
·
Abdülhamid imameyn mertebesine çıkmıştır.
[50]
·
Ölümü anlamak isterseniz Abdülhamid’in
haline bakınız.[51]
·
Hasan Beyeyefendi’den
rivayetle;
Bir gün Efendi Hazretleri önde, biz de bir iki ihvânla arkasından
yürüyorduk. İçimden
“Bana bir kudret ihsan et de
Abdülhamid’in tacını tahtını yıkayım” dedim. Efendi Hazretleri hemen dönerek;
“Hasan zulüm neye derler bilir
misin?” buyurdular. İlaveten
“zalim bir padişaha karşı silaha
sarılmak da zulümdür,” buyurdular.
·
“Allah tecellisini tekrar etmez. O
geçti” [52]
·
Mehmed Efendimiz Hazretlerine meşrutiyeti
müteakip birkaç kere kova ile su getirtip leğene döktürüp badehu (sonra) ellerini
ayaklarını suyun içine biraz zaman durdurduktan sonra
“al bunu, el ayak değmez bir yere döküver” buyurmuşlar.[53]
·
Adabı Muhammediyedendir. Bir yere girdiğiniz
zaman namaz kılıyorlarsa cemaatle namazı kılmış da olsanız oraya girip namaz
kılınız.
·
Bir gün huzurlarından çıkarken eliyle
mumu söndüren Nevres Bey’e;
“Öyle yapma! “hu” diye
üfleyerek söndür.”
Necib Bey’in kardeşi Doktor Talat Bey’e
“Cemil Bey’e benden selam söyle” buyurmuşlar ve akabinde de
“Şeyhin mi selam söyledi, şeyhim mi selam söyledi diyeceksin.” diye sormuşlar.
Talat Bey’de
“Şeyhim” cevabını vermiş,
“Güzel etmiş.”
·
“Alış veriş ederseniz ilk önce parayı
veriniz, sonra malı alınız.”
·
Ahmed Amîş Efendimiz buyurdular;
Bir gün üç ihvân ile Şeyhimizin huzurunda iken Emrullah Efendiye
“O benim hocam, diğerine bu benim fakirimdir.” buyurdular. Ben de
acaba bana ne buyuracaklar diye muztarib iken
“Bu da benim kıtmirimdir.” buyurduklarında pek memnun oldum.
·
Yusuf Bahri Beyefendi’den rivayetle;
Balkan
harbinde beni tayin ettiler. Huzura gittim, efendim harbe gidiyorum dedim. “Yoo,
öyle harbe gidiyorum denmez. Harp bir emri azimdir, bilâ talep tayin edilirse
tayin edildim” denir.
·
Süt içerken ağzınızda iyice
dolaştırın, lûab (tükrük) ile karışsın. (hazmı kolay olsun diye)
·
Ahmed Amîş Efendi Mecdî Efendi’ye, “Mecdî,
sakın sırrı faş etme “ der, Mecdî Efendi acaba bir şey mi yaptım diye
korktum. Benim bu korkumu gidermek ve bir hakikat bildirmiş olmak için
buyurdular ki,
“Edemezsin
ki, edilemez ki, ruhunu ortaya at, faş et anlat bakalım. Edemezsin, O’da
öyledir”. [54]
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Sohbetlerine devam eder ve pek çok istifadeler bulurdum. Günler aylar
geçtikçe hazretin nâsiyesinde parıldayan ve görmekle mütelezziz olduğum bu
hakikat güneşini bu olgun insani daha çok sevmeye başlamıştım. Huzurunda
bulundukça acaba bir hizmet emreder mi velev, bir bardak su olsun veya abdest
tazelemek için olsun eline ayağına su dökmeyi isterdim. Ve emrine müntazır
bulunuyordum. Su içme tarzıda başka türlü idi. Bardağı iki avucu içine alır ve
evire çevire suyu avcunda ısıtır sonra üç yudumda bitirir idi. Ve lezzetini
çeşnisini karşıda oturana bakana bile lezzet verecek derecede tam bir hevesle
içerdi ve sonunda “sana çok şükür” derdi.[55]
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Mabeyni Humayün tarafından gönderilen bazı hafiyeler
Hazreti Azizin odasına kimlerin girip çıktığını tarassut (gözetliyor)
ediyorlarmış. Böyle zamanlarda zaillerini (sürekli gelmeyenleri) kabul
etmeyerek
“Burada durmayın görmüyor musunuz, hafiyeler geziyor” diyerek
ziyaretçilerini kabul etmezlerdi.
·
Sahavet sıfât-ı
enbiyâdır. Sahî (cömert) adam cennete girer. Cennet de burada başlar.
·
Âdeti bozmayın, âlemi
günahkâr etmeyin.
·
Tevekkül babında
durmazlarsa, (o kişiye) biraz şey verip savarlar.
·
Kütahyalı Süleyman Beyefendi’den
rivayetle;
Huzurda Hazret Kur’an okurken iki, üç defa ziyaret ettim, Kur’an’ı
bitirip kapadıktan sonra “Bu Kur’an’ın sevabını
sana hediye ettim.” buyurdular. Ben sükût ettim,
“öyle olmaz, üç defa
aldım kabul ettim de.” buyurdular. Ben de üç defa tekrar ettim.
·
İleriye gitmeyin, ayağınıza basarlar;
geriye kalmayın tekme atarlar!.
·
Safda duracaksınız, namazda nasılsa öyle...
Hizayı muhafaza edeceksiniz!
·
Hastalandığınız zaman ağır gelmeyecek,
yapabilecek bir neziri yapınız. Mesela bu hastalıktan kurtulursan günde iki
rekât nafile namaz kılayım, dersin.
·
Gör geç, belle geç, durma geç...
·
Biz köpek tabiatlıyız, kuçu-kuçu
derler geliriz, hoşt derler gideriz.
·
İbrâhim-ül meşreb olunuz. Ama İbrahim
aleyhisselâm olmadan da kendinizi ateşe atmayınız.
·
Kelami nefsî [56] her
lisandan sadır olur, fakat lisanı Arab’a bürünmüştür.
·
Kimseye “nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun” diye sormak caiz değildir,” eğer
sana birisi sorarsa “şuradan geliyorum,
buraya gidiyorum” daha doğrusu, “minhü
ileyhi” “O’ndan O’na” dersin.
·
“ الله لطيف بعباده : Allah kullarında lâtiftir,
Allah kullarına lâtif (lûtfedici) değil; çünkü bu isneyniyeti icap eder.”
·
Cemii mükevvenat Hakkın zuhurudur.
Şuunâtı İlâhiye irâde-i zatiyedendir.
·
Kuşadalı Efendimizden;
Hep
kullar Allah Teâlâ’dan o da ulema kullarından haşyet eder. (korkar) [57]
·
“İlah, şagil [58] manasınadır”
• Bütün arifler Allah’da fenâ olur, Allah’da
kamil de fenâ olur.
·
Mâ’na kadîmdir. Kimsenin olmaz.
ANA-BABA HAKKI
·
Analar Allah’ın rahim sıfatına,
babalar da rezzâk sıfatına mazhar olurlar.[59]
·
Türbedâr Mehmed Efendi Hazretleri bir
gün buyurdular ki,
“Huzurda idim, diğer bir zat da vardı. Hazreti Aziz o zata bakarak ve
fakiri göstererek
“Ben dünyayı bunun evladlarına verdim, veririm ya! Bana kim karışır.” buyurdular. Ben de;
“kimse karışamaz” dedim.
·
Bismillahın
manası, “Allah’ın bendeki taayyünü ile” [60]
·
Gıyaben biat vermek âdetimiz değildir.
Fakat Yüz kere istiğfar, yüzde salât-u selâm okusun. Bir de
“eseri eseri’ş şey zâlike’ş-şey
Nuru nuru’ş şey zalike’ş-şey” [61]
olduğunu bilsin buyurdu.
·
Kuşadalı Efendimizden;
Kula kul
olmayınca adam adam olmazmış.
·
Kuşadalı Efendimizden;
(Ululemirler
için) Onlar Hakkın azametine mazhar olmakla karşı durmak olmaz.
·
Bakkal yahut diğer birine borcunuz
olursa aylığınızı alır almaz borcunuzu ödeyiniz. Çünkü bu para ile bir iki el
devreder ve kâr eder. Eğer parayı vermezseniz haramdır.
·
Hazreti Azizimiz bir gün mübarek sağ
ellerinin parmaklarının uçlarıyla mübarek vücutlarına vurarak “bazıları
gelip buna saplanırlar.” buyurdular.[62]
·
Nevres Beyefendi’den rivayetle;
“Cennetlik
misin, Cehennemlik misin bilmek ister misin?
Bulunduğun
hale bak. Bulunduğun hal Cennetlik ise Cennetliksin, Cehennemlik ise Cehennemliksin.[63]
• Vakıf mala ihanet eden cehennem azabından kurtulamaz.
·
Cehennemde
bazısı beş bin, bazısı altı bin sene durur.
Allah senin için ahirette
odun kömür yakmaz.
·
Muhabbetin galeyanı halinde hüküm sâlikindir.
·
Halil Efendi’ye buyurmuşlar ki
“Ulan sen beni
gördüğün zaman cezbeleniyorsun. Dağı, taşı gördüğün zamanda cezbeleniyor musun?” Halil Efendi;
“Hayır, demiş.”
“Öyle ise olmadı, ne
zaman neyi görürsen hakikati ilahiyeyi müşahede ile cezbelenirsen o zaman.”
·
Siz çalışırsanız ben size gelirim,
çalışmazsanız yorulur bana gelirsiniz.
·
Bulmalı, duymalı, doymalı.
·
Bir gün ashabdan birisi
“Ya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ben filan zatın yanında
çalışıyorum. Yevmiye bana beş kuruş veriyor, yetişmiyor” derler.
Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz de
“dört kuruşa çalış” buyururlar. Bir müddet devam ettikten sonra gelip
“Ya Resulallah yine yetişmiyor.” derler. Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimiz
“Üç kuruşa çalış” buyururlar. Bu sefer para artmaya başlar. Sebebini
istizah (açıklarken) Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
“Paraya göre iş göremiyordu, fazlası helal olmuyordu.”
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Ahmed Amîş Efendi yine günlerden bir gün sordu;
“Dersine çalışıyor musun?”
“Evet, efendim, çalışıyorum.” Hâlbuki mektep
derslerine çalışıp çalışmadığımı sormak istiyormuş,
“Evvela mektep dersi ikinci derecede Ruh-i feyz-ı
irfan bunları bir birine karıştırmamalıdır,” buyurdular.[64]
·
Bir şeyin
olup olmaması arasında sence bir fark mevcutsa, nakıssın, tamamlanmaya çalış.
·
“Çalışma
ile olmaz, çalışmadan da olmaz.”
·
Hareket-i arz geçtikten sonra kendimi
şu ayeti okurken buldum; Rabbena mâ
halakte hazâ bâtılen sübhâneke fekınâ âzâbe’n-nâr. [65]
“
Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin. Bizi ateşin azabından
koru.”
·
Tuizzü idim, tüzillü’ye geldim. [66]
·
Tenezzül aynî terakkidir.
·
Biz “ Tebbet yedâ” suresini hatim
tamam olsun diye okuruz.[67]
·
“Ebû
Talib radıyallahü anhdır.”
EBÛ TÂLİB ALEYHİSSELÂM İMAN ETMİŞTİR.
فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ
كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَىٰ هَٰؤُلاَءِ شَهِيدًا
(Fekeyfe iżâ ci/nâ min kulli ummetin bişehîdin veci/nâ
bike ‘alâ hâulâ-i şehîdâ(n)
a-“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve
seni de onların üzerine bir şahit yaptığımız zaman bakalım kâfirlerin hali ne
olacak!..” (Nisa; 41)
احفظوني
في عترتي
b-Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurduki;
“Bana
gösterdiğiniz titizliği, yakın akrabalarımada gösteriniz.” (Şihâbü’l Ahbâr,
471)
c-RASÛLÜLLAH
SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN AMCASI HZ. EBÛ TÂLİB ALEYHİSSELÂMIN İMANLA
GİTTİĞİNE ŞAHİT OLARAK BİZLERİ YAZMANI DİLİYORUZ.
ÂMİN
Hz. Ebû Tâlib’in iman edip etmediği geçmişten günümüze kadar tartışma
konusu olmuştur. En zor dönemlerde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bu
fedakâr koruyucusunun küfrüne hükmedenler tarih, hadis ve tefsir kitaplarında
naklettikleri zayıf ve meçhul rivayetlere dayanmışlardır. Ancak Hz. Ebû Tâlib’in
imanını ispat etmek için birçok kitaplar, makaleler ve risaleler yazılmış olsa
da üzerindeki şüpheler kalkmamıştır. Buna en büyük neden Emeviler döneminin,
Hz. Ali kerremallâhü vecheye olan düşmanlıkları yüzünden konu üzerindeki
ihtilafları artırarak bilgi kirliliği oluşturmalarıdır. Muhalifler Hz. Ali
kerremallâhü vecheye dil uzatamayınca babasına saldırma yoluyla intikam almaya
çalışmışlardır.[68]
Şöyleki;
[Hz. Ebû
Tâlib’in, bir keresinde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme:
“Kavmin senin hakkında ne düzenler kuruyor
biliyor musun?” diye sorduğunu, O ise:
“Evet, bana büyü yapmak, beni öldürmek ve
beni yurdumdan çıkarmak istiyorlar” (Enfâl;
30)[69] şeklinde
cevap verdiğini, bunun üzerine Hz. Ebû Tâlib’in:
“Bunu sana kim haber verdi?” sorusuna da
“Rabbim haber verdi.” dediğini, Hz. Ebû Tâlib’in:
“Senin o Rabbin ne güzel Rabb imiş, ona hayır
tavsiye et.” sözüne, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem:
“Ben mi O’na hayır tavsiye edeceğim, hayır!
Tam tersine O bana hayır tavsiye eder” buyurduğunu
ve bunun üzerine ilgili ayetin nazil olduğunu nakletmiştir.]
(Taberî, Ubeyd b. Umeyr’e dayandırdığı bir Rivâyet) İbn-i
Kesîr, yukarıda zikrettiğimiz rivayeti eleştirmiş ve bu rivayette Hz. Ebû Tâlib’in
zikredilmesi ve ayeti kerimenin sanki hicretten önce nazil olduğu zehabının verilmesinin
garip, hatta münker olduğunu söylemiştir. Zira Enfâl Suresi bütünüyle
Medenîdir ve Medine’de nazil olmuştur. İçinde Mekkî ayet veya ayetler
yoktur. Öte yandan Hz. Ebû Tâlib, Dâru’n-Nedve’de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin öldürülmesi kararı alınması ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme hicret izni verilmesinden üç sene önce vefat etmiş olup bu hâdise ile
ilişkilendirilmesi mümkün değildir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme,
Mekke müşriklerinin onun hakkında ne düzenler kurdukları haber verilmiştir, ama
bunu haber veren sahih rivayetlere göre Cibril’dir ve bu haberle birlikte
hicret iznini de getirmiştir. Bu ayeti kerime ise daha sonra Medine-i Münevvere’de,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Allah Teâlâ’nın kendisine geçmiş
nimetlerini hatırlatma sadedinde indirilmiştir. [70]
Müseyyeb İbnu’l-Hazn anlatıyor: “Ebû Tâlib’in
ölüm anı gelince, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem yanına geldi.
Başucunda Ebû Cehil ile Abdullah İbnu Ebi Umeyye İbni’l-Muğîre’yi buldu.
“Ey Amcacığım!
Bir kelimelik Lailahe illallah de! Onunla Allah indinde senin lehine şehadette
bulunayım!” dedi. Ebû Cehil ve Abdullah atılarak (Hz.
Ebû Tâlib’e):
“Sen
Abdulmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin?” diye müdahale ettiler. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
(kelime-i şehadeti) ona arz etmeye devam etti. Onlar da kendi sözlerini aynen
tekrara devam ettiler. Öyle ki bu hal Hz. Ebû Tâlib’in son söz olarak, onlara:
“Ben
Abdulmuttalib’in dini üzereyim!” demesine kadar
devam etti. Ebû Tâlib Lâ ilâhe illâallah demekten kaçınmıştı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem:
“Yasaklanmadığı
müddetçe senin için istiğfar edeceğim!” dedi. Bunun
üzerine aziz ve celil olan Allah şu vahyi indirdi. (Mealen):
“Akraba
bile olsalar, onların cehennemlik oldukları ortaya çıktıktan sonra müşrikler
hakkında Allah’tan af dilemek ne nebiye ve ne de iman edenlere uygun düşmez” (Tevbe 113).
Allah
Teâlâ şu ayeti de Ebû Tâlib hakkında indirmiştir. (Mealen):
“Sen,
sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.
Doğru yolda olanları en iyi bilen de O’dur” (Kasas,
56 ). [71]
[Bu
hadisin son râvisi el-Müseyyeb’tir. Bu zat, ancak Mekke fethinde
babasıyla birlikte Müslüman olmuştur. Bu husus, bütün tabakat kitaplarında
yazılıdır. Yani bu hadisi rivayet eden el-Müseyyeb, olayın vukuu sırasında
Müslüman değildir.
Ayrıca
el-Müseyyeb de bunu babasından rivayet etmektedir ve hadisten de anlaşıldığına
göre, babası, bu olayın görgü şahidi değildir. O halde bu olayı kimden dinlemiş
olabilir? Elbette ki, Ebû Cehil veya onun yanındaki müşrikten dinlemiş
olabilir.
Sonuç
olarak, bu hadiste farkında olunmayarak, Hz. Ebû Tâlib’in küfrüne, Ebû Cehil’in
şahitliği ile hükmedilmiş olur.
İmam Buhari
ve diğerlerinin zikrettiği bu hadisin sahih olduğunu savunmak bağlamında senedinin
mürsel [72] olup
son ravisinin zikredilmediğini iddia etmek ise, İslam’a en büyük hizmeti yapmış
olan Hz. Ebû Tâlib’i kâfir göstermenin boş bir gayretinden başka bir şey değildir.
Zira hadiste olayın görgü şahitleri olarak adları geçen yalnız Ebû Cehil ile
yine onun gibi müşrik olan Abdullah b. Ebû Ümeyye’dir; bunların dışında
kimseden söz edilmemektedir. Müslüman olan başka bir zatın orada bulunması
ihtimali ile el-Müseyyeb’in babasının da, ondan rivayet etmiş olması ihtimali
üzerinde hüküm bina etmek ise, ilim ve insaf yolu değildir. Çünkü Hz. Ebû Tâlib’in
iman edip etmediği hakkında önem arzeden bir önemli mesele şöyle dursun, İslam’da
hiçbir hüküm ihtimaller üzerine bina edilemez.
Ayrıca,
anılan hadiste olaya bağlı olarak zikredilen ayet, , “Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan
sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek nebiye ve
müminlere yaraşmaz.” [73] Bu
sure ise, Kur’ân-ı Kerim sureleri ile ayetlerinin nüzul tertibi hakkında uzman
olan İslam âlimlerinin büyük ekseriyetine göre, Kur’ân-ı Kerim’’den en son
nazil olan suredir. Bazı âlimlere göre ise, en son nazil olan sure, Mâide süresidir;
Tevbe sûresi ise, son sureden (Nasr Suresi) bir önceki suredir. Ve hiçbir âlim
de, Tevbe suresinin her hangi bir ayetinin, Mekke devrine nazil olduğunu
söylememiştir.
Anılan
olay ile bağlantılı olarak “Sen, sevdiğini doğru yola eriştiremezsin, ama
Allah, dilediğini doğru yola eriştirir. Doğru yola girecekleri en iyi O bilir.”[74]
zikredilen âyeti ise, Mekke devrinde, fakat bu olaydan çok sonra nazil
olmuştur.][75]
3- Nâciye İbnu Ka’b anlatıyor: “Hz. Ali kerremallâhü
veche dedi ki:
“Ebû
Tâlib ölünce Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gelip:
“Dalâlette
olan ihtiyar amcan öldü” dedim. (?) Bana:
“Git
babanı göm! Sonra, bana gelinceye kadar hiçbir şey yapma!”[76]
buyurdular. Ben de gidip gömdüm ve Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme gelip haber verdim. Bunun üzerine bana yıkanmamı
emir buyurdular ve yıkandım... Sonra bana dua ediverdi [ancak duayı
ezberleyemedim].” [77]
Kütüb-ü Sitte’de
geçen Hz. Ali Kerremallâhü vecheye atfedilen hadisin durumunda müşkül durumu
vardır.
Çünkü Hz. Ali
kerremallâhü veche babasına üzülmemiş, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme “babam”
değilde “…ihtiyar amcan” diyerek kendini aziz edip, efendimizi mahzun
ederek İslâm’a izzet mi kazandırdı?
Bütün Kureyş
bilirki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem akrabasına ve insanlara
merhametli ve incitici değildir. Kendi elinde yetiştirdiği Hz. Ali kerremallâhü
vechenin bu şekilde konuşma ihtimali ise yok denecek gibidir.
4- Hz.
Abbas radiyallâhu anh anlatıyor:
“Ey Allah’ın
Resulü dedim, amcana (istiğfarla yardım) dan seni alıkoyan nedir? O seni
koruyor, senin için kâfirlere kızıyordu.”
“Evet! dedi.
O ateşin sığ bir yerindedir. Eğer ben olmasaydım cehennemin en derin yerinde
olacaktı.” [78]
Bu hadis sahih kitaplarda olmasına rağmen zayıf olma
ihtimali yüksek ve müşkül ve şüpheli durumlar içermektedir.
Soruda, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
üzülmesine sebep olacak bir durum vardır. Çünkü, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin amcasının zahiren imanına insanları şahit tutamadığından, içindeki
sıkıntıyı hatırlatacak soruyu sormaktan sahabe (bedevi olmayıp yakın
arkadaşları olan kişiler) kaçınıp hayâ ederlerdi.
Ayrıca, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şefaatı
cehennemden çıkarmak veya cennette daha yüksek makama yükseltmek içindir. Cehennemde yanacak biri için, bu türlü bir
şefaat noksanlık ifade eder. Çünkü kurtuluşa vesile olmayan bir durumdur. Tevbe
113 [79]
ayetini delil getirenlerin bu türlü şefaatı aynı konuda zikretmeleri de tezat
teşkil eder. Her açıdan bu hadis sahih hadis kitaplarda zikredilse bile
zayıftır.[80]
“Şüphesiz
ki, Allah’a ve Resulü’ne eziyet verenlere Allah hem dünyada, hem ahirette lânet
etmiştir. Onlara aşağılayıcı bir azab hazırlamıştır.”[81]
·
Sairleri (Diğer üç halife) halife-i
Hakk’dır, Hazreti Ali Halife-i Rasul’dür.
·
Hazreti Rasûlüllah Efendimiz
tarafından Hazreti Fatıma (sallallahu teâlâ aleyhimâ ve alâ âlihima) ‘ya
“Allah
mükevvenata nazar eyledi, iki kimseyi kendisine intihâp etti(seçti). Onun
birisi senin baban, birisi de senin zevcindir.”
• Nevres Beyefendi’den rivayetle;
Şeyhim
bana sual buyurdu,
“Âdemden evvel din var mıydı?
“Evet,
efendim vardı, Dini İslâm.”
“Hazreti Muhammed kaç kişiyi irşâd buyurdu?”
Bende
korktum, lisanen söyleyemedim. Şehadet parmağımı işaret ederek bir dedim.
“Evet, yalnız Hazreti Ali’yi irşâd
buyurdular.”
·
“Diğer
Sahabe-i Kiram, talim ve terbiye ile Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz’i anladılar. Hazreti Ali kerremallâhü veche aynaya baktı,
kendini gördü.”
·
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyururlar ki;
“Biz Ali ile bir vücudduk, bu âleme geldik,
baş ayrıldı.”
·
Bazı kişiler
Hazret-i Ali Efendimizi, Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimize şikâyet ettiklerinde
“Ondan bana şikâyette
bulunmayınız.” înnehû mahsûsun fî zâtillâh .” buyurdular
(O Allah’ın zatına tahsis edilmiştir)
• Nevres
Beyefendi’den rivayetle;
Bir gün Hazreti Ali Efendimiz
“Ya Resulallah, namaz
kılmak istemiyorum ama ezan okunduğu zaman içim sızlıyor.” buyururlar,
“Akıbetinin hayr
olduğuna alamettir” buyurmuşlar.[82]
• Her
mü’min Alevîdir, ama her Alevî mü’min değildir.
·
Birisi yeni bir ev yaptırırsa, rütbe
alırsa, yeni bir elbise giyerse tebrik etmeyiniz.[83]
·
Yeni bir gömlek bile giyseniz iki
rekât namaz kılınız.
·
Ne talibi dünyayız,
Ne ragıbı ukbayız,
Biz âşıkı şeydâyız.
Hu Hu ya men hû,
Leysel hâdi illâ Hû
Talibin matlubundur,
Aşıkın seyrani Hû.
Bunu Hazreti Azizimiz Efendimiz, Makbule ve Nusret Hanımlar birlikte
söylerlermiş. Bazen Makbule hanıma;
“Sen bana bir ilahi okuyuver.” buyururlarmış, Makbule hanım yukarıdaki
ilahiyi okurlarmış.
·
“ İnsanda en son kaybolan, manevî saltanat
hırsıdır.”
·
Kuşadalı Efendimizden;
Nakıs
iken irşâda kıyam edenlerin mütenebbilerle (deliler) haşrından korkarım.[84]
·
Dünyada eşini bulamazsan, işini bilemezsen
rahat edemezsin.
·
Allah Teâlâ, Hazreti Âdem’e;
“Ya Âdem sen beni eskisi gibi göremezsin,
görmek istediğin zaman fer’in olan Havva’ya bak.” Havva’ya da; “Ya Havva sen beni eskisi gibi göremezsin,
görmek istediğin zaman aslın olan Âdem’e bak.”[85]
diye hitap etmiştir.
·
Osmanlıdan sözünü, arifden gözünü, evliyaullahdan
özünü saklamayazsın.
·
Vücuduna sözü geçmeyenin başkasına sözü
geçmez.
·
Ahmed Amîş Efendi Süheyl Ünver
(1898-1986) için;
“Bu çocuk büyür gider, beni unutmaz” “Bu çocuk
hayatta bir gün pişman olmaz” buyurmuştur.
·
Şam, Bağdat, Mısır, birisi sudan, biri
saikadan (yıldırım) biri de hareketi arzdan (deprem) ile harab olacaktır. Türk
kavmi ebabil kuşu[86] ile helak olacak.
Türk tenassur edecek. (Türkler hıristiyanlaşacak) [87]
·
Nazif Efendiye,
“Ben
yakında gideceğim, cenazeme gelme. Sen tahammül edemezsin.”
·
Nevres Beyefendi’den rivayetle;
“Ben gençliğimde mutaassıbdım, lisan okuyanlara itiraz ederdim. Şeyhim
bir gün buyurdu ki
“Ahmed bir İngiliz, bir Fransız, bir Rus geldiler. Fatiha-i Şerife’yi
kendi lisanlarında okursan Müslüman olacaklar, buyurdu. Ben de durdum kaldım.”[88]
·
Yüzbaşı Hilmi Beyefendi’den rivayetle;[89]
Hazreti Aziz’i ilk ziyaretimizde bu milletin hali ne
olacak diye sordum.
“Gâvurlar girer yine çıkar. Allah dinini hıfz eder.” buyurdular.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Yine Bulgar ihtilâli
zamanında Manastır’da mülkiye hapishanesinin haricen bir bölükle muhafazasına
memur edilmiştim. Muhafızların ekserisi Bulgar komitaları idi. Bu meyanda
nezaret altında bulunan Türk muhibbi bir Bulgar papazı ile dost oldum. İsmi Papayorgi
(Florinanın Nevokas ) köyünden idi. Babası Türk annesi Bulgar idi. Bu papaz
bana 1319 (1903) ihtilâli başlayacağı günü ve alametlerini bildirdi. Kendisine
itimat edilerek vak’ayı olduğu gibi hocam Mekteb-i Rüştiye Askeriye müdürü
Bursalı Kolağası Tahir bey’e söyledim. Ve o vasıta ile Valiye ve Askeri
kumandanına da keyfiyeti arz eyledim. Filhakika Papazın dediği gibi ihtilâl
dediği gün başladı Manastır’da otluklu bahçenin küme halindeki otlarının
tutuşturulması ve köylerde müslüman hanelerinin yakılması, Müslümanların katli
gibi fecai ile başladı. Yapılan ihbarda hükümet vaktinde tertibat alarak ihtilâli
bastırmağa muvaffak oldu (Rus Konsolosunun iki Jandarma tarafından katli ve
jandarmaların salben (asarak) idamları )bu vukuat cümlesindendir.
Bundan sonra
Jandarmada yapılan tensikat (düzenlemeler) üzerine mezkûr mesleke girdim.
Beyrut Jandarma efradı cedide mektebi 4. Bölük kumandanlığına tayin kılındım.
Çok geçmeden İtalya-Trabulusgarp Harbi zuhur etti. İtalyanlar harp gemileriyle
Beyrut’a gelerek bizim Avni ilâh ve Ankara torpitolarını teslim almak
istediler. Verilmeyince muharebe başladı ve gemilerin üzerine ateş açtılar.
Bizim torpitoları yaktılar. Bu meyanda birçok asker ve ahalinin şehit olmasına
sebebiyet verdiler. İşte böyle sıkıntılı bir zamanda ve her türlü tehlikeye
karşı mevcut Jandarma ile memleketin dâhili emniyet ve asayişini temin ile
meşgul iken garip bir müracaat vuku buldu. Arabın birisi Jandarma alayına geldi
cephaneliğin Paratonerlerinin kesilerek tanılmaz bir hale gelmesi için bizleri
ve zabitanı uyarıda bulundu. Bu mühim ve makul talep derhal kabul ve icra
kılındı. İtalya donanması cephaneliği ateşlemek için mevkiini denizden Harp
gemileriyle pek çok aradı ise de bulamadı. Böylelikle memleket mühim bir
içtihalden kurtuldu ve düşman gemileri akşamüzeri gittiler.
Beyrut’ta
bundan sonra çok kalmadım. Rumeliye Üsküp alayına naklim için icra kılındı
oraya varmamla beraber Balkan harbi zuhura geldi Komanovada ordunun mağlubiyete
duçar olmasıyla Sırplılar Üsküp üzerine gelmeğe başladılar. Muhammed Nur’ul
Arab’ın hafidi (torunu) Hacı Kemal Efendi’yi talabeleri ve ailesiyle Selanik’e
gönderdik. Fakirde bir gece sonra hareketle Selanik tarikiyle Manastır’a gelmiş
bulunuyordu. Manastır’ında düşmesiyle beraber Görüce’ye kadar gitmiş
isemde o sırada Jandarmaya mensup ve ordu ile hiç bir irtibatım bulunmadığı ve
hastalanmam üzerine iadeyi afiyete kadar Görüce’de yakın akrabalarımın
hanesinde misafir kaldım. Ve Görüce’ninde düşmesi üzerine ve tekrar tebdilen Manastır’a
oradan da Selanik yoluyla İzmir’e ve oradanda İstanbul’a geldim. Hazreti
Ahmed Amîş Efendime ancak 14 sene sonra tekrar kavuşmuş oldum.
Mübarek
ellerini öptükten sonra ismimi sordu
“Kazım”
dememle
“Bizim Kazım
mı? “ diye sordu.
“Neredesin?
Kazım kendini çok özlettin” buyurdular. Cevaben;
“ Ancak şimdi
geliyorum efendim” dedim. Rumeli ahvalinden sorması ile vekayıi
muhtasaran arz ettim. Merhameti ilahiyenin bu ümmeti merhumeye has bir şefkatle
tecellisâz olmasını diledim. Bu işlerin başında kalbimden söyleyerek “hep
Rus fırıldağı vardır”, dedim. Cevaben
“Fekatele
Talute Calute ayetini” (Bakara, 251) okudu.[90]
“en nihayet
Talut Calut’u katledecek ve ancak o zaman ferahlık olacaktır.” buyurdular
ve elimden tutarak Fatih camii havlusunu beraberce yürüdük. Esna-i rahte (yol
esnasında) eski arkadaşım Veli’yi sordum.
“Kim bilir
nerede sürtüyor” buyurdu. “Talebeliğimde beni onun rehberliğine
vermiştiniz” dedim.
“Biz
İhvanımızı kendimiz terbiye eder başkalarına vermeyiz.” buyurdular.
Ve artık haneyi saadetlerine doğru giderken müsaade isteyerek tekrar veda
eyledim.
·
Hazreti Âdem’e bütün
diller teklif edildi, ama Türk lisanını seçti. [91] Onun için
Türk devleti ilelebet payidâr olur.
·
Yerde gökte büyük değişiklikler
olacak.
·
Semâvatta büyük
değişiklikler olacak bir yıldız peyda olacak.
·
Paris şehri semavî
bir hâdise ile mahvolacak.
·
Üçüncü Dünya Harbi
çıkacak, Efendim hazretleri buyurdu ki; “Rusya mahvolacak, küçük bir devlet
haline gelecek.” Anadolu ahalisine dua ettim, bu badirede onlara ziyan
gelmeyecek. Bu esnada avucunu sıkar gibi yaparak
“Rusyayı
küçülttüm, küçülttüm.”
“Rusya
darmadağan olacak! O Kremlin sokaklarında köpekler uluyacak!..”
·
İngiltere ve
Yunanistan mahva mahkûmdur. İngilizler o zaman Türk donanmasına bakıp gıpta
edecekler, hayıflanacaklar. [92]
·
Yine Ahmed Amîş
Efendi’nin İngiltere için şu rivayeti vardır.
“O zâlim
imparatorluk balıkçılıkla geçinen küçük bir ada devleti haline gelecek!.”[93]
·
Ona memnunum ki sizi
çok iyi günler bekliyor. Efendim ( Mehmed Tevfik Efendi Hazretleri nakletti):
60 - 70 sene
büyük iyilik olacak. Memleket selâmla idare edilecek. Ben görmem ama siz görürsünüz,
buyururlardı. Efendim de (Hoca Efendi Hazretleri ) orada idi ama kemâlâtından
ötürü ona değil bana söylerlerdi.
Bir sabah
Efendimin huzuruna girdiğimde:
“Mustafa ne
haberler var ?” diye sordular. O sabahki gazeteler Yunanlıların Bursa’yı
işgal ettiğini yazıyordu. Arz ettim.
“Gelen
kitabî, biz değiliz” buyurdular. Gazeteyi kendilerine verdim. Gazetedeki
resimde bir Yunan zabiti Orhan Gazi’nin sandukasının üzerine oturmuş, elindeki
kamçı ile sandukaya vuruyordu. Bunu görünce mübarek gözleri doldu. Hiddetle:
“Bu kâfirler
Anadolu’dan çıkacak! Çıkacak! Çıkacak! Onlar nasıl kaçtıklarını; kovalayan
nasıl kovaladığını bilemeyecek” buyurdular. Her bir ‘çıkacak
‘ lâfı bir seneye tekabül etti. Üç yıl sonra Yunanlıları Anadolu’dan kovaladık.
Onlar nasıl kaçtıklarını, bizimkiler nasıl kovaladıklarını bilemediler.
·
(Bu beyan Mustafa Özeren Efendi’den rivayettir.
Nakleden Dr. Hamdi Hizalan Beyefendi’dir)
1919 da Ahmed Amîş Efendi’ye: İzmir işgal oldu haberi
iletilince:
“Muvakattir!” (vakitli, geçici bir
zamandır) buyurup, aynı sözü üç defa tekrarlamışlar. Gerçekten İzmir işgali üç
sene sürmüş..
·
Benî Kureyşden biri (
bir defasında: Evlâd-ı Rasulden birisi ) zulüm ve îtisafa mâruz kalınca Kayı
Aşireti’ne iltica etti. Mürûr-i eyyam ve zaman ile onlara baş oldu. Fakat
kendileri de bilmez.
·
Fatih ile
Yavuz Selim Han, İmâmeyn silkindendir. [94] Türk devleti ( bir defasında da: Türk Milleti) ilâ yevmi’l-kıyâme baki
kalır, payidar olur. Fakat şekl-i idaresi şekilden şekile tahavvül eder.
HAL
·
Bizler illetten, kılletten, zilletten
âri olmayız, yalnız yatacak derecede hastalık vücûdumuzu istila edemez.
·
Benim ihvânım bahtiyardır. O
bahtiyarlığı, zuhurunda görürler.
·
Bendendirler, halka ne karışırlar; halktandırlar, bana ne gelirler.
HAVATIR
·
Hatıratı red ile uğraşma, hatırat,
ilham, vahy hepsi birdir.[95]
·
Efendi Hazretlerine buyurdular ki;
Bir gün Hazreti Azizimizin huzuru saadetlerinde iken
“Ulan nasıl idare edebiliyorum mu? Ben de
“Evet efendim” dedim.
“Mes’ulmüyüm?”,
“Hayır efendim.”
“Mes’ul olmadığımı nereden anladın?” Efendim ilhamı zatî ile hareket
ediyorsunuz.
“Hâ, ilhamı zatîde havatır olmaz.” buyurdular.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Yine günlerde bir gün hazretin Türbe de ziyaretine gitmiştim. O gün pek
hararetli ve coşkun bir haldi. Anlatarak takrirlerine devam ediyor ve dinleyen
ihvânı mustağraki feyz-i irfan ediyordu. Bu esnada muhabbetlerinden sermest ve
cezbeli olduğum halde gönlüme pek tuhaf bir hatır (vesvese) geldi. Şöyleki;
“Sizdeki bu fuyuzât-i ilahiyeden velevki bir şemme-i kalil veya bir zerre
kadar olsun ihsana nail olsam acaba sizin gibi pürzevk ve nişat olarak cuşi’d-derya
gibi bende sizin gibi muhataplarına böylece talim ve tevhime kadir ve muktedir
olabilir miyim” gibi bir hatıra geldi. Derekap (hemen) saniye geçmeden hazret
başını bana çevirerek;
“yapabilirmisin be………..?” dedi.
Mürşit huzurunda yaptığım bu küstahlıktan pişman olarak kemali hacaletle
önüme baktım. Mürşit huzurunda nefes tutmanın[96] sırrı
hikmetini bu acı ihtar ile idrak eyledim ve bir daha muhabbetinden gayri hiç
bir şeyin bir dilek veya arzunun gönlüme girmesine muvafakat etmedim.
·
Meratibi hayvaniyeden insana en yakın
olan beygirdir.[97]
·
Açlıktan ölme tehlikesi olursa köpek
etini yiyip kurtulmak varsa köpek etini yiyecek, yemez ölürse mes’uldur. Domuz
eti olursa yemez ölürse mes’ul değildir, yer kurtulursa yine mes’ul değildir,
çünkü nass-ı kâti vardır.
·
Bir hayvan keserken elinize bıçağı
aldığınız zaman, “dur hayvan şimdi seni
makamı insana getireceğim” deyiniz, bıçağı vurunuz.
·
Güvercinler ile örümcekler Allah’ın
rahmet askerleridir, birçok evliyaya hizmet etmişlerdir.
·
Nusret Hanımefendi’den rivayetle;
Hazreti Hatice aleyhisselâm validemizin vefatı sırasında,
Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz;
“Ya Hatice, ortağın olan Hazreti Meryem’e benden selam
söyle.” demiş, buyururlar. [98]
·
Asıl hediye bizlere verilir.
(Bizden
başka) birine bir şey verirken hediye veya sadaka deyiniz.
·
Suret insanın (avamın) anasını
koşalar.[99]
·
Kuşadalı Efendimiz, Sultan Selim İmamı
Mehmed Can Efendi’ye gönderilmiş. Mehmed Can Efendi imam efendiye
“sizi
bana gönderdiler ki kendilerini anlatsınlar.”
·
Hicaza gidip gelen bir zat Hazret-i
Azizimiz Sultanımıza bir tesbih hediye eder. Hazret de Efendi Hazretlerinin
“Mehmed ben yar ile cünbüşde iken üstünü kopardım, sen al da bak.”
“...Sen de koparırsan birine ver de çeksin” buyururlar.
·
İrşad, neş’e-i Muhammediye ile olur. O
da şimdi Halvetilerde vardır. Biraz da Kadirilerde var.”
·
Nevres Beyefendi’den
rivayetle;
“Sadık’a yaz; yanına gelenlerin
kimine cehren, kimine kalben benden selam söylesin, kalben selam verdiklerinde “ve aleyküm selâm” diyene rastgelir buyurdular.
• Kuşadalı
Efendimiz, Beypazarı Ali Efendimiz Hazretlerine devam ederken medresede arasıra
zikir ederlermiş. Talebeler bundan müşteki olarak bir gün odada bulunmadıkları
bir sırada eşyalarını, kitaplarını dışarı atmışlar. Kuşadalı Efendimiz
dönüşlerinde bu hali görünce hiçbir şey söylememişler. Doğrudan Hazretin
huzurlarına gitmişler.
“Ah İbrahim ne olurdu, ağzını açıp iki lâkırdı
söyleyeydin. Git gör eşyalarını atanların ikisi de öldüler.” buyurmuşlar.
• Bir yerde gördüm varlıktan yokluğa düşmüş olanlardan birisine
muavenet (yardım) etmek isterseniz kuvvetliye muavenette bulununuz.
·
Gökten
düşenin parçası bulunur, gönülden düşenin parçası bulunmaz. [100]
·
Ne kadar terakki edersen et, üstünde
yine fahâmet[101] vardır.
• Nevres Beyefendi’den rivayetle;
Bir gün huzurda
birkaç ihvânla (Ali, Asım) beraber bulunuyorduk. Hazreti Aziz sohbet buyuruyorlardı;
Bir çocuk geldi,
ileriye doğru giderek yüksek sesle Kur’an okumaya başladı. Hazret sohbeti kestiler.
Çocuk Kur’an’ı bitirdi, giderken
“Gel şuraya otur,
bana ilahi oku.” buyurdular. Çocuk ilahi okumaya başladı. Hazret
cezbelenip avuçlarının içini, çocuğa öptürerek bir de tokat atar gibi iltifat
buyurarak
“Haydi, (Hay de) git
buyurdular.”[102]
·
“Ahmed
Amîş Efendi, bazen huzurlarına girenler, ellerini uzatarak,
“Beni meşgul etme evlâdım, haydi git” derlerdi. Bu “Haydi git”in manasını anlayıncaya kadar kafamız
şişti.”
·
Ahmed Amîş Efendi dünya ahvalinin bozulduğuna
dair şikâyette bulunan müridlerinden Halil Efendi’ye,
“Halil baksana bana,
ben bir çalgıyı bozar tekrar yaparım ve çalarım, senin bu işlere aklın ermez “ der. Ve bu zataa
huzurlarında ileri geri söz söyletmezlermiş.
·
İşiniz varken bırakıp bana gelmeyiniz.
“Efendim emret” deyip durmayın,
(femi saadetlerini (dudaklarını) göstererek)
“Buradan
bir şey çıkar yapamazsınız, mes’ul olursunuz.”
·
Bir gün
Hüseyin Avni Bey huzura gider. Ahmed Amîş Efendi buyurur ki;
“Ben üç
şeyle hizmet ettim, bilirim şeyhe hizmet çok güçtür.” buyururlar.
·
Türbedâr Ahmed Amîş Efendi; bir gün türbede, yanında bulunan Abdülâziz Mecdî
Efendi’ye, Fatihin sandukasını ve etrafındaki gümüş parmaklıkları işaret
ederek:
“Bunlar zait ve faydasız şeylerdir, satılmalıdır, böyle
durdurulmamalıdır” demiştir. [103]
·
Sizden birisinin halini sorarlarsa tek
bir iyi halini biliyorsanız onu söyleyiniz. (İyi deyiniz.)
·
Bir gün Ahmed Amîş Efendi’yi ziyaret
edenlerden biri cünüp vaziyette imiş ve bundan da derunî bir ıstırap duymaktaymış.
Amiş Efendi birden:
“Ulan! Senin cenabetliğini bir kova su paklar.
Benim cenabetliğimi yedi derya paklamaz” demiş.
·
Âdem’e inen ilk suhuf’u hesap birden dokuza
kadar rakamlar, ikincisi hendese, üçüncüsü mimaridir. Onun için hesap kıyamete
kadar terakki edecektir.
·
Kuşadalı Efendimizden;
“Hâşâ
bende hata olmaz, bir hata varsa o da Hacı Ahmed dediğimdir,” buyurmuş.
·
El ile men et, dil ile men et, kalp
ile men et, El ile men zahirûnun, dil ile men ulemanın, kalp ile men evliyaullahın
vazifesidir, ez’afu iman (zayıf iman) yani en kuvvetlisi budur.[104]
·
İşi kendi haline bırak, Allah en
iyisini yapar.
·
Kendi
işini kendin gör.
·
Kaya
gibi olmalı, kımıldatan olursa kımıldamalı.
·
Nevres Beyefendi’den rivayetle;
Bir gün, diyor Ahmed Amîş Efendi Hazretleri
önde, ben arkada gidiyordum. Yolda bir taş gördüm. Gelip geçenlere eza
vermesin diye o taşı ayağımla şöyle bir kenara itince, Efendi Hazretleri bana
dönerek:
“Taş taş olmuş yere yatmış, üstüne basıp geçersin! Fakat
ayağınla öyle itmek yok!
Elinle al bir kenara koy!”
·
Yanınızda biri Kur’an yanlış
okursa tashih etmeyiniz. Biz bunu böyle biliyorduk deyiniz.
·
Tuttuğunuz hizmetçi namaz kılmasını bilmiyor,
okuması da yoksa;
“Bismillahirrahmanirrahim, elhamdü lillahi
Rabbi’l-âlemîn’i öğretiniz, namazı kaldırınız, sonra errahmanirrahim’i sonra
mâliki yevmi’d-din .... ilâ ahir öğretiniz.”[105]
·
Kir kiri yıkar, kör körü yeder. Kirkor’a
deme, Kirkor deme, Kirkor yol doğru gider.[106]
·
Gitme, gitme diye ısrar etme, bu gece
hacı Ahmed ikileşti.
·
Bir yere misafir gittiğiniz zaman
sigara verirlerse içiniz, menhiyattan bir şey olursa ona da bir bahane bulunuz,
“haramdır” diye red etmeyiniz, “mideme dokunuyor, doktor men etti”
gibi.[107]
·
Bir kahvede oturursanız yanınıza
birisi gelirse kahve ısmarlayınız. Meyhanede olursa rakı ısmarlayınız.
Osmanlılık böyledir.
·
Bir gün ashab-ı kiram ile Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri ile sohbet buyururlarken
birisinin gelmekte olduğunu görerek.
“Dünyanın en şerir adamı geliyor.” buyurdular. Geldikten sonra ridayı
saadetlerini o adamın altına yayıp oturttular. Kalkıp gittikten sonra Sahabe-i
Kiram
“Ya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem böyle buyurdunuz, sonra da bu
ikramı yaptınız” deyince Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz
“O kavminin ulusudur. Ululuk Hakk’tan atadır. Onu istihfaf etmek
hatadır.” buyurdular.[108]
·
Mehmed Efendi Hazretleri
“Efendim, Sadık Bey’e müracatla bir iş istemek arzusundayım.” diye müracaatta
bulunurlar. Hazreti Azizimiz;
“Gücenmeyeceğine emin isen müracaat et” buyururlar.
·
Nevres Beyefendi’den rivayetle;
Bir gün
üzüm alıyorduk. Üzümcü daneleri koyuyordu. Ben itiraz edip koyma dedim. “Bırak!
Taneleri kime verecek.” buyurdular.
·
Aşağı başa bağlıdır. Bütün kötülükler
yukarıdan gelir. [109]
·
Kâfir yoktur, senin kâfir dediğin için
kâfirdir.
·
Karşınızda bir adam geldiği zaman
yüzünü gördüğünüzde Hakkı hatırlayıp zikir ettiriyorsa o mü’mindir. (Hadis)
·
Hakk insan-ı kâmildir.
·
Benim yanıma gelip “li vechi’llâh” beş
dakika oturan imanını kurtarmadan gitmez (... imanını kurtarır).
·
Bizi sevenleri sevenler, imanını
kurtarmadan ahirete gitmezler.
·
Beni çok sevin canınızı ben alayım,
canınızı acıtmam.
·
Evliyaullahtan iki sınıf bahtiyardır.
Biri hayatı cavidaniye mazhar olanlar, diğeri sine-i Resulullah’ı
(Muhammediyeyi) saran âdemler (Hayat-ı cavidaniye mazhar olanlar yani hayat-ı
zatiye ile hay olanlar).
·
Evliyaullahtan Azerî; “Bizim yolumuzun esası Allah’tan gafil
olmamak, kimseyi incitmemek.” buyururlarmış.
·
Necip Beyefendi’den rivayetle;
Bir kaç defa huzurlarına girdiğimde
“Neye geldin?” buyurdular. Ben de;
“Cemâli bâ kemâlinizi görmeye
geldim.” dedim,
“Ha, sen onu göremezin, lakin lahm ve sahm (et ve içyağı)
görürsün. Efendime geldim de o sana yeter.” buyurdular.
·
Taşı nur toprağı nur, kâmil ölmez,
kapdan kaba taşınır.
·
Hoca Efendimiz Hazretleri bizzat
“İnsanı kâmil” sahibinin bir sözü var pek hoşuma gider. Buyurdular ki,
“Havf ve reca kaydında kurtulmadıkça insan insanı kâmil olamaz. Meselâ
yüz evliyaullah idam etseler kılı kıpırdarsa veyahut kendisine kutbiyet ve
gavsiyet zuhuru arzusu geldiyse fakrı tam sahibi olamaz.”
·
Evranoszâde Sami Beyefendi’den rivayetle;
“Kuşadalı
Hazretleri sahibi zuhurdur, iki üç yüz senede bir zuhur eder. Karabaş Veli
Hazretlerinden sonra sahibi zuhur Kuşadalıdır.” buyurdular.
·
Hazreti Azizimiz, Sultanımız bir gün
Ömer’ül Halveti Hazretlerinin huzurlarında bulunurken Kuşadalı Efendimiz
Hazretlerinin sohbetlerinden bahs buyurulmuş. Hazreti Azizimiz de zevki deruni
hâsıl olmuş ve böylece zevk ve tefekkürde iken Kuşadalı Efendimiz zuhur
buyurmuşlar. Vücudu Mübareklerinin sadrı alilerinden yemin ve yesar (sağ ve
sol) ve fevk-i tahtlarından birer şems zuhur ederek hepsinin şuaları Hazreti
Azizimizin üzerinde toplanmış. Ömer’ül Halveti Hazretlerine arz ettikte
müşarünileyhin gözleri yaşarıp
“Ahmed,
bu hali nice ehlullah arzu ederler, muvaffak olamazlar. Cenâb-ı Hak sana
nasip buyurdu. Kuşadalı’nın ayniyyeti kemali ile sizde zuhur edecek.” buyurdular.
·
Kuşadalı Hazretlerinin Şam’da
bulundukları sırada Hazreti Halidi Bağdadinin halifelerinden münzevi bir zat
varmış. Bu zatı görenler hemen vücudunun zikr ettiğini görürlermiş. O esnada
kaymakamlıktan mazul bir zat pek elim bir vaziyette kalmış, birisi kendisine
burada bir Şeyhi Rumi vardır. (Kuşadalı Efendimizi murad ederek) kendisine
müracaat edersen işin olur der. O zat da Hazreti ziyarete gidip arzı hal eder.
Müşarün ileyh Hazretleri bu zata filan zata (Halidi Bağdadinin halifesi)
gidiniz buyurur. Efendim oraya giremem ki der.
“Siz gidiniz, girersiniz, bizden de selam söyleyiniz.” buyurur. Bu zat
gider hakikaten bir mânia müsadesi olmadan zatın yanına girer. Selamı tebliğ
eder.
“Biz pek ihtiyarız dışarı çıkamıyoruz, lütfen teşrif buyururlarsa
görüşürüz” derler. Bu zat da gelip Kuşadalı Efendimize söyler.
“Pekâlâ, gidelim.” buyururlar. Bu zatla birlikte giderek yanlarına
girdikleri zaman o zat istikbal eder, otururlar biraz sonra mazul (azledilmiş)
zata bir manzara açılır. Bakar ki Kuşadalı Efendimiz yüksek bir kürsüde
oturuyorlar, münzevi zat yerde bulunuyor. Kuşadalı Efendimiz ellerini uzatıp o
zatın elinden tutmak isterler. Üçüncüde ellerinden tutup kendilerini yukarı
çıkarır. Manzara kapanır. Biraz daha görüştükten sonra ayrılırlar. Müşarün
ileyh Hazretleri mazul kaymakama;
“Bu zatın irşâdı bize emr oldu. Lehülhamd bu da oldu” buyururlar.
·
Kuşadalı Efendimiz Hazretlerini bir
zat davet eder. Namaz kılınacağı zaman ev sahibi seccadeyi serer. Kuşadalı
Efendimiz Kıbleye tam müteveccih olmak üzere seccadeyi biraz çevirmesini emir
buyurur. O zat;
“Efendim Kıble bu taraftadır.” der, seccadeyi yine aynı cihete serer.
Müşarünileyh tekrar ihtar buyururlar. O zat yine ısrar edince tüm oradakilerin
keşiflerini açar, Kâbe-i Muazzamayı görürler ve müşarünileyhin tayin
buyurdukları mahallin hizasında olduğunu müşahede ederler. Hazret
“Cümlenize Hac farz oldu.” Buyurur.
“Kâbe sizi ziyarete geldi; Sizin de onu ziyaretiniz farz oldu.” Paşaya hitaben;
“Bunların parasını sen çekerek hepsini Hacca götürüp getirirsin.” buyurmuşlar.
·
Hoca Efendimiz Hazretleri;
Hammamî
Hazretleri için Hazreti Azizimiz “Yerlerde, göklerde, dünyada ahrette
zamanlarında ondan büyük kimse yoktur:” buyururlardı.
·
İnsan gönlü, sırr-ı mübhemdir. İnsanla
oynamaya gelmez.
·
Kâmilin kabulü, şefâat-i hassaya[110] nâiliyettir.
·
İnsan surette muhtar, hakikatte mecburdur.
·
“İrade, birdir, tecezzi (bölünme)
kabul etmez.” [111]
·
Cenâb-ı Hakk şerri Cüz’iyi kullanır ki
altından hayrı külli zuhur eder.
·
Cenâb-ı Hak hayrı Cüz’iyi kullanmaz ki
altından şerri külli zuhur eder diye.
·
İrade-i teklifiye irade-i tekviniyenin
zuhuru içindir. İradei teklifiye iradei tekviniyyenin aynı ise o adam saiddir,
değilse şakîdir.[112]
·
“ İyyâke na’büdü ve iyyâke nestaîn”
irade-i cüziyyeyi silmiş süpürmüştür.[113]
·
Arifler için irade-i cüziyyeyi tasdik
(var demek) küfürdür. Mahcuplar (perdelenmişler) içinde irade-i cüziyyeyi ademi
tasdik (yok demek) küfürdür.
·
Ayete bakılırsa Allah “kün!” demedi, bir şeye ol demesini
murad ettiği anda olur.
·
İradei külliyenin efradı beşerde
zuhuruna o ferdin irade-i cüz’iyyesi denir. [114]
·
Herşeyin ismi âlîsini bil, babanın
verdiği isimle çağır.[115]
·
Hoca Hüsnü Efendi huzura girdiğinde Azizimiz
Efendimiz
“Adın
ne?”
buyururlar. Hoca Hüsnü Efendi de
“hangi
adımı soruyorsunuz?” der.
“Senin
kaç adın var.” buyururlar. O da;
“Bir
anamın, babamın koyduğu ad var, bir de hakikat adım var,” deyince öyle ise
“...”
ayetine bir mana ver.” O da bir mana verir. Efendimiz
“Ooo
sen buna mana veremedin, öyle ise hakikat ismini de bilemezsin” buyururlar. [116]
·
Cihangirli Hasan Efendi anlattılar;
Bir gün huzura girdim. Abdülkadir Belhi Efendi Hazretleri de huzurda
idiler. Fakiri göstererek,
“Bu bizim ihvânımızdır. Bak omuzu toz olmuş, silkiverin.” buyurdular.
Abdülkadir Hazretleri de silkdiler. Sonra Abdülkadir Hazretlerine
“İsminiz nedir?” diye sordular. Abdülkadir cevabını alınca
“Abe benim ismim de Abdullah’dır buyurdular.
• Avni Beyin biraderi Selim Beyefendi’den
rivayetle;
·
Vahidül ehad’in arzu ve iradesine
muhalif hiçbir şeyi istemem ve kabul etmem.
·
Bursa’yı teşriflerinde tekmil ervahı
evliya kendilerini ziyarete gelmiştir, en sonda Ruhulbeyan sahibi, İsmail Hakkı
Hazretleri gelmişler.
·
Bursalı İsmail Hakkı Hazretleri Allah
ile çok uğraştı, nihayet “kul küllün min indillâh ...” [117] dedi, işin içinden
çıktı buyurdular.
·
İsmail Hakkı Hazretlerinin şeyhi,
Osman Atpazarî rihletleri zamanında, İsmail Hakkı Hazretlerini yanlarına
çağırarak;
“Kalbimi yokladım, -senin kalbin gibi kalbimi dolduran bulamadım,
nefesimi sana veriyorum.” buyurarak dillerini çıkarmışlar, İsmail Hakkı Hazretleri
öpmüşler, göçmüşler.
• Vazifeyi
yaparken “Ya Rabbi, sana hizmet ediyorum.” demeli.
·
Vazifeniz başında benden size selam
getirip de bir şey teklif ederlerse yapmayınız.
·
Hilâfet, ya sahîhun neseb-i bi’l
istihkak,[118] ya bîat-ı âmme ve tâmme[119], ya da kahr’ı galebe[120] ile istihlâf [121]olunur. Yavuz Selim Han’da bu üçü de tahakkuk etmiştir.
·
Onların cesetleri - emr olunduğu gibi
- kabirlerinde kırk sabah kalırlar.
·
Zahiren kaderiyyun, batınen
ceberriyyun ol.
·
“Allah’ın senin dinine (kaderine)
yazdığı şeyin men’ine Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bile kadir değildir.”
·
Bu niçin böyle oldu, bu böyle
olmalıydı, gibi sözler caiz değildir. Çünkü bundan Allah Teâlâ’ya akıl öğretmek
çıkar.
“Asâ en yekrehû şey ‘en fe-hüve hayrun leküm.
Ve asâ en tuhibbû şey’en fe-hüve şerrun leküm”. [122]
·
“İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin
iyiliğinizedir. Ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin kötülüğünüzedir.” de
vâki olur buyurdular. Hem haz etmezsin hem de hakkında şerdir.
·
Bir gün Mecdî Efendi’ye rast geldim. “Efendi
harp olacak mı?” dedim.
“Sulh istiyorum, harp olmasın. Sen de dua et.” dedi. Ben de;
“Biz muradı Muhammediye tabiyiz, harp ve sulhtan hangisi Muhammediyenin
zuhurunu mucip ise ona talibiz.” dedim.
“Allah benimle kedi ile oynar gibi oynar.” [123]
·
Yaptığınız kabahati kimseye
söylemeyiniz. Hüküm giyer, çünkü şahit oluyor.
·
Abdülmecid Sivasi Hazretleri buyurdu
ki; “Kadiri anlamayınca kader anlaşılmaz, kadir anlanınca da kader mestur
kalır.”
“Vaktiyle sen Sultan Hamidin sarayında her gün
tatlılar yer ve nimetler içinde yüzerken; halkın bu türlü şikâyetlerini
duymuyordun; Hâlbuki şikâyetle bahsettiğin bu sefaletler, bu sıkıntılar o
zamanlarda da vardı Vaktaki halk içine karıştın, sen de feryada başladın. Onun
için duyurmak istediklerini de şimdi duymazlar. Ve isteseler de bir şey
yapamazlar.”
buyurdular ve ilâve ettiler:
·
“Ortalık çok bozulduysa çok düzelecek; çabuk bozulduysa çabuk
düzelecektir.”[124]
·
Kadınlar ilaç, sağlık vermek üzere
tarafı risaletten memurlardır.[125]
·
Huzurlarına inabe (tevbe alıp ihvân)
olmak üzere gelen 14-15 yaşlarında bir kıza salatu selam getir, istiğfar getir,
Kur’an oku. Sokak üzerindeki odada okuma, dışarıdan geçenler sesini duymasın,
buyurdu.
·
Kadınla muamelen üç şey iledir. İdare,
mudara, dubara.
·
“Türbeye gelen kadınlara dikkat ediyor
musun, onların içinde erkekleri vardır, onlara iyi dikkat et.”
·
Nevres Beyefendi’den rivayetle;
“Lüzum nasıl olup da
hareminizle (eşinizden) ayrılırsanız diğer bir ere varıncaya kadar; ere vardıktan
sonra sizdeki rahatı bulamazsa, onun kadar rahat ettirecek derecede yardım
etmeye mecbursunuz.” [126]
·
Yetmişbin kelime-i tevhid imansız
gitmiş adamın imanını kurtarır.
·
“La ilahe illallah daki ilah, şagil
manasınadır.”
·
Nevres Beyefendi’den rivayetle;
Ben size
şimdi La ilahe illallah’ın Türkçesini söyleyeceğim. “Yoktur, vardır, yoktur
vardır; yoktur vardır. Öyle de anlar be” buyurdular.
·
Göztepe müezzini’nden rivayetle;
“Çan sesini işittiğiniz zaman “ Rabbena lâ tüziğ kulûbunâ ba’de iz
hedeytenâ ve heb lenâ min ledünke rahme. İnneke ente’l-vehhâb .” [127]deyiniz.
·
Hafız Eşref Ede Efendi’den rivayetle; [128]
“Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden bana gelinceye kadar
bu tecelliye kimse mazhar olup erişmedi, ben Rahmanirrahim tecellisine
mazharım. Benden şer beklemeyiniz.”
• Hafız Eşref
Efendi’den rivayetle:
"Türbedâr Efendi irşâda, Sâbit Efendi ise icrâyâ
memûrdu", ve nakşî Küçük Hüseyin Efendi (1828- 1930) için de: "Kerâmet
tarafı ağır basardı" dermiş.[129]
·
Hasan! Eğer şeriatımız müsaade edeydi,
sana kendimi şu havlunun üzerinde gösterirdim.
·
Rıza Beyefendi’den rivayetle;
“Efendi Hazretlerinin köylerinin civarında Balımcık Sultan namında bir
zat yatarmış. Bir harb vukuunda eli kılıçlı olarak görülürmüş ve türbesinde
bulunan ibrik akşamdan doldurulur, sabahleyin boş bulunurmuş.” Hazreti Aziz’e
arz etmiş.
“Dur bakalım ulan.” buyurmuşlar. Ve iki mübarek parmakları ile iki
kaşlarının arasını tutarak bir lahza tevekkuftan sonra “Haa ulan, büyük zatmış.”
buyurdular.
·
Bir veli Hazreti İsa aleyhisselâm
kademine varınca kendisine maide-i İsa (sofrası) iner. Bana da filan mahalde
indi, lakin inen maideyi sana söylemem yalnız çift olsun.
·
Hoca Efendimizden rivayetle;
Fatih
için; “Kırk sene huzuru ruhu ile güleştim (güreştim), en nihayet bana muti
oldu.” buyurdular.
·
“Ehlullah yanında kerametlerin
ecelli ve âzami taatlerle telezzüz etmektir; halvette ve kesrette ve her
nefeste hazır olup, Allahı zikreylemek kerametlerdendir.”
·
“Varidat gelip inşirah hâsıl
oldukça; vakar ve sekineti ziyade olup, edep ve hayâ üzerine olmak
keramattandır.”
·
“Cemii ahvalde Allahü taâlâdan
razı olmak keramattandır.”
·
“Yoksa mücerret hark-ı âdet zuhur
eylemek keramet değildir; zira tasavvuf ehli mahcuptur.”
·
Ahmed Amîş Efendi, “Beni bu türbenin
türbedârı zannederler, oysaki biz bütün bu âlemin türbedârıyız” buyururdu.
·
Bakkal dükkânında duruyordum. Bir
meczûb bana ‘Ahmed’ diyerek elime bir metelik koydu. ‘Sıkı tut’ dedi.
Hayatımda bu cihetle parasız kalmadım.
·
Kuşadalı Efendimizden;
Kıyamet
yaklaştıkça enbiya varisleri bulunan evliya gittikçe makamları münhal kalır
gitgide yalnız varisi Muhammedi kalınca ve ona da biat eden bulunmayınca alâmet-i
kübrayı kıyamet yer yer başlar, buyurmuştur.
·
Birinci senede imam, ikincide tamam,
üçüncüde kalpaklı yuvan, dördüncüde bir kalbur saman olmayın.[130]
·
Nezâfeti şer’iyyenin haricindeki
nezâfetten Allah’a sığınırım.[131]
·
Tenezzül ayn-ı terakkidir.[132]
·
Her alınan kitabın üç defa okunmak
hakkı vardır.
·
“Yüksek hakikatlere ulaşmayı
kastederek: “Bu iş kitapla olmaz, fakat kitapsız da olmaz.”
·
“Va’büd
Rabbeke hattâ ye’tiyeke’l-yakîn.”[133] Sana yâkin gelinceye
kadar ibadet et, yakın gelince kendisi eder.
·
Güneş yevmi kıyamette cehenneme gidecektir.
Çünkü güneşe tapanlar Allah’sız kalmasın buyurdular.
·
Yapmakla yapmamakda muhayyer bırakıldığımız
bir şey de yapmamayı tercih ediniz.
·
Kadızâde Ömer’ül Halveti Hazretleri buyurmuşlar
ki;
“Ahmed,
Ahmed! rûbubiyetin ubudiyetin rûbubiyetine mani olmasın.”
·
Allah benden razı olmasaydı beni
dünyaya getirmezdi. Ben Allah’tan razı olmalıyım.
·
Yokuşu severim, inişi sevmem.
·
Bir gün Kur’an okuyorlardı.
“Ben âlimim siz de Kur’an okursunuz amma
benim gibi değil, ben okurum, mefhumu gözümün önünden geçer.” buyurdular.
·
Hatim, fatihanın aynıdır.
·
Saadeteyn arasındaki şekavete(iki mutluluk
arasında kötülüğe), şekaveteyn arasındaki saadete itibar yoktur.
·
Çok Kur’an okuyan bunamaz.
·
Nevres Beyefendi’den rivayetle;
“Namazda okunan Kur’an’ın her harfi için (her
kelimesi) yüz sevap, namaz haricinde abdestli okunan Kur’an’ın her kelimesi
için elli sevap, namaz haricinde abdestsiz okunan Kur’an’ın her kelimesi için
yirmibeş sevap verilir.” buyurdular (Hadis).
·
Bir gün Hazreti Azizimizi ziyarete
gelen bir hanım, Efendimizi Kur’an okurken gördüklerinde,
“Efendim, ne zaman gelsem sizi Kur’an okurken buluyorum.” demiş. Azizimiz de;
“Hanım, ben başka
kitapları da okudum, aradığımı bunda buldum.” buyururlar.
·
Evliyaullahtan bir zat Kur’an tilaveti
yüzünden mazhar-ı velayet olmuş. Sonra gözleri âmâ târi olmuş, ne vakit Kur’an
okurlarsa gözleri açılır, hitamında (bitiminde) yine kapanırmış.
·
Kur’an-ı kapatırken “Yarabbi, cümle
Ümmeti Muhammed ile beraber ilmiyle amil eyle.” diye dua etmeli.
·
“Kur’an-ı Kerim’de bazı kelimat
(kelimeler) vardır ki takdim tehir (öne ve sona alınarak) okunursa manayı
hakikat zuhur eder. Bazan harfi takdim ve tehiri icap eder. Bunu arif bilir.
·
Abdül Gani bin İsmail En Nablusi
Hazretlerinin[134] huzurunda bir hafız
Kur’an okudu.
“Gel
öbür tarafa geçelim bir de ben okuyayım” buyururlar. Kur’an başlayınca akmakta olan
dere durup yükselmeye başlar. Hoca Efendimiz rivayetiyle Hazreti Azizimiz
Sultanımız
·
“Ya dünya ahdümü men hademeni” [135] kelami kudsisini
bazan “lehdümü men hademeni”[136]
diye buyururlarmış.
·
Kur’an okurken veya salavât-ı şerife
getirirken nefesiniz kesildiği zaman, içeriye yutkunduktan sonra nefes alınız.
·
Kabire toprak atılırken, Sûre-i Rahmân’ı
okuyunuz.[137]
·
Medine’de ölün, Medine’de oturmayın,
çünkü (durdukça insan için bu yerler) adileşiyor.
·
“Kuşadalı Efendimiz ihvânla latifeyi
severlerdi ve bana benzerlerdi” buyurarak ve ellerini göğüslerine götürerek
“Kuş baba, kuş baba” buyururlardı.
·
Necip Beyefendi’den rivayetle;
Birkaç defa (Ahmed Amîş Efendime) tesadüf ettim. Kuşadalı
Efendimizden bahis buyururlarken “Kuş baba” derler ve bensiz sayha
iderlerdi.
·
Marifet Hakdan razı olmaktır.
·
Ve ma’rifet ehli eşyanın ilmi ne
üzerine ise hakikatle bilmiş ve görmüştür. Mahbûb şânında buyurur:
[Kul] hel
yestevîllezîne yalemûne vellezîne lâ yalemûn. Ulâike humul muflihûn. [138]
·
Ve humul mühtedûn. [139]
Lâ havfun
aleyhim ve lâ humyahzenûn.[140]
İnne
ibâdî leyse leke aleyhim sultân.[141]
Ve alleme
Âdemelesmâe kullehâ. [142]
Ve nice bunun gibi âyât [âyetler] demiştir. İmdi tasarrufa mail olanlardan
[meyledenlerden] olmayasın!
Kellâ
innehum an Rabbihim yevmeizin lemahcûbûn. Sümme innehum lesâlülcahîm. [143]
Ve ma’rifet
ehli şânında buyurur:
Ma’sıyetullâhi
illâ biinâyetillah ve lâ kuvvete alâ tâ’âtillâh illâ bitevfîkillâh. [144]
·
Fatih, İstanbul’un Medinesi’dir.
·
İyi bir iş yaparsan vücud giyer, o
senin hadimin olur, O melaikedir. Fenâ bir iş yaparsan, o vücud giyer, o senin
zebanindir.
·
Melaikenin avamı, insanların havassına
hadimdir. Melaikenin, havassı, hassül havassı insanların hassül haslarına
hadimdir. İnsanların hasları, evliyaullah, hassül hasları enbiyaullahtır. Melaikenin
hassül hasları Cebrail, Mikail, İsrafil, Azrail’dir.
• Ahmed Amîş Efendi;
İbrahim aleyhisselâm
ile müşerref olduğumda uzun zaman yaşayacağımı tebşir buyurdular.
·
Mürşidin vazifesi müridini küfür ve
iman ve havf ve reca kaydından kurtarmaktır.
·
Mürşide mülaki olmayanlar şeriatın
tarifi veçhile kızgın sacda kalırlar, mürşide mülaki olanlar rahat kalırlar.
·
Bizim fabrikaya düşen paslı demir bile
olsa 24 ayar altın ederiz. Bazan bakırın üstüne bir altın cila vurur altın
ayarında kullanırız. Gelen domuz ise tuzlamız vardır, oraya atar mürûr-ı eyyam
(zamanla) ile tuz olup her yemeğe çeşni verir.
·
Biz bir binayı tamir ederken
kiremitlerini sallamayız.
·
Kuşadalı Efendimizden;
·
Altın sırrı velayet, gümüş sırrı
nübüvvete işarettir. [145]
·
Mürşidin el ayası da sırrı zattır.[146] Mürşit, salikin
teşriini muhafaza içindir buyurmuştur.
·
Dağı dağ, taşı taş gördükçe bir şeyhe
muhtaçsın.
·
Şu şöyle olsun, bu böyle olsundan kurtulancaya
kadar şeyhe muhtaçsın.
·
Kendinle konuşancaya kadar şeyhe muhtaçsın.
·
Ahmed Amîş Efendi’nin müritlerinden birisi, keşfinin açılması, bazı
hakikatlere erdirilmesi hususlarında kendisine yalvarır, hattâ iz’aç edermiş.
Bir gün yine böyle yapınca:
“Karıştırmakta olduğu helvaya ne zaman şeker konulacağını helvacı bilir.”
demiştir.[147]
·
Onların kabulü herşeyden âlâdır. Asıl
bahtiyarlık odur.
·
Damad Hasan Efendi için bir gün de “mürşid
değildir, mürşid muavinidir.” (Sebebi için) Hasan Efendi hazretleri cem’iyyete
nail olmuşlar, tenezzül etmemişler. (Cem-fark)
·
Efendi Hazretleri bir gün Hazreti
Azizimiz Sultanımız Efendimize;
“Efendim, sizin karşınıza günde bu kadar zevat gelir, onların ne âhlakta,
ne halde olduğunu nasıl anlarsınız? Gülmüşler de;
“Onlar kendilerini bana anlatır.” buyurmuşlar.
·
İnsanların bazıları, kendilerini
kurtarmadan başkalarını kurtarmaya kalkışıyor.
·
Tilâvet-i Kur’an, musâhabeti-l ihvân,
mülâkatı’r-rahmân.[148]
·
“Üzkürullaha inde külli hacerin ve şecerin”[149]
Zaman, mekân, ihvân.
·
Her şeyin muhabbeti fenâ bulur, mürşid
muhabbeti fenâ bulmaz, gittikçe artar.
·
Benim ihvânımı seven, bendendir.
·
Yüzbaşı Hilmi Beyefendi’den rivayetle;
Üçüncü defa ziyaretlerine gittiğimde kalbimden
“Ben mürşid-i kâmil istiyorum. Beni kabul et.” diyordum.
“Sen mürşid istiyorsan ben de seni kabul ettim. Şimdi ayaklarını omuzuna
vur, git.” buyurdular.
• Aziz Sultan Efendi
Hazretlerine “Bana kavuştuğuna şükür eder misin?” buyururlar.
“Ederim efendim”,
“Bana kavuşmasaydın ve senin halin ne olurdu?”
·
Kâmilin kabulü, şefaat-ı hâceye
nailiyettir. (kavuşmak)
·
Bir gün muhabbet hakkında kalbimde
hâsıl olan akideyi taşıyarak huzura girdiğimde muhabbet ziyade noksan kabul
eder. ... ille’l-meveddete fı’l-kurbâ [150] buyurdular.
·
Hoca Efendimiz Hazretleri hâkim iken
Azizimiz Sultanımız Hazretlerinin haki paylerine yüz sürüp biraz hediye takdim
ederler. Mehmed Efendimiz Hazretlerine “Bunu kim gönderdi?” buyurdular.
O da
“Efendim, ihvândan hâkim Ahmed kulunuz.” der.
“Sen onlara selam yaz, dikkat et Kuşadalının gülleridir.” buyurdular.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Yine günlerde bir gün mektep arkadaşlarımdan Remzi
isminde biri var idi. Kendisi Nakşibendi Halidi tarikina intisap etmiş idi. Bir
gün bu zat
“Seni şeyhime götüreyim gelir misin?” dedi gidelim
dedim. Tekkeye gittik bizi o tarika mensup olmadığımız için zikirlerine
sokmadılar. Hariçte zikir hitame erinceye kadar bekledik. Bir günde Remzi’ye bu
haftada;
“Benim şeyhime gidelim dedim” muvafakat etti.
Her ikimiz huzura vardığımızda hazret bana hitaben
“Muhabbet iki türlüdür; birisi, hiç bir itiraz ve
illet kabul etmeyen muhabbetirki lillâ fillâh sırf Hakk için muhabbettir. Bu
Allah Teâlâ’nın Ya Vedud isminden alınmıştır. Ehlullah buna meveddeti hakikiyede
derler. Diğeri sadece muhabbettirki her türlü avariza maruzdur, illet peyda
eder. Mesela: Sevgilisinde gördüğü ve beğendiği her hangi bir şeyin zavaliyle o
muhabbette mahkumi inkirazdır. Birinin hüsnüne, parasına veya mansıbına
muhabbet.... . gibi bunlardan her hangi birinin zevaliyle muhabbete arıza
gelmiş olur ki, bu kısım muhabbet doğru değildir.”
Sonra bana dönerek
“Sen zanneder misin ki senin muhabbetin gibi herkeste
seni öylece seviyor. Bu öyle değildir. Aldanmağa gelmez” buyurdular,
nitekim o arkadaş ile muhabbetimiz bundan ileri gidemedi o benden bende ondan
uzaklaştık.
·
“Her şeyin başı Ehl-i
Beyt’ e muhabbetdir.”
·
Duaların en hayırlısı
nedir? diye sorulduğunda
şöyle buyurdular:
· “Yarabbi bizi Ehl-i Beyt kapısından ayırma.”
·
(Dilekleriniz olursa)
“Hazreti Fatıma radiyallahü anha Anamız’dan dileyin. O çok merhametlidir.
Kendisinden niyaz edileni geri çevirmez.”
·
“Mustafâ’yı, Murtezâ’yı
bir bilmeyen azabtan kurtulamaz.”
·
“Aynada baktım özüme,
Ali göründü gözüme”
·
Gittiğiniz
yerde, gönül safâsı bulabiliyorsanız oraya devam ediniz. Gittiğiniz yer burası
dahi olsa, gönül safâsı bulamıyorsanız sizin için buraya gelmenin bir faydası
yoktur!
·
Muhabbette
fâni olan, vuslatta bâki olur.
·
“Bu yolun sermayesi kuru
muhabbettir. Muhabbetin yaşı da olur mu? Olur ya! Tarikat şeyhlerini görmüyor
musun?”
·
“Ben, namazdan ziyade namaz
kılanı severim.” [151]
·
Cemaatle namaz kılarken imam cehren
okursa dinleyiniz, cehren okumuyorsa kendi virdinizle meşgul olunuz.
·
Nevres Beyefendi’den rivayetle;
Bir gün abdest almışlardı. Kurulanmadılar
“Hazreti Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem bazen böyle yaparlardı” buyurdular.
·
Hayye ale’s-salâh mü’minleri salâta,
hayye ale’l-felah münkirleri felâha davettir.
·
Namaz kıldıktan sonra seccadeyi
kaldırmayınız, gelecek namazı kılana kadar namaz kılınmış gibi sevap yazılır.
·
Hakikatte salât insan-ı kâmile bir tek
secdeden ibarettir. O secde ruhun ruhu âzâmâ inkiyadından ibarettir.
·
Elestü birabbiküm de ruhun “belâ’sını
burada izhardan ibarettir.
·
Kazım Beyefendi’den rivayetle;
Günlerde bir gün hazreti, odasında namaz kılarken gördüm. Yaşının ihtiyar
olması iktizası olarak odasında oturak, namaz kılıyorlardı. Odada başka kimse
yok idi. Özendim. Arkada müsait bir yer bularak, kendiine iktida eyledim.
Beraberce oturak namaz kıldık. Ba’desselam enseme hafifçevurarak iltifat etti.
“Sen gençsin kıyamda rükûda vaki hareketleri emr olunduğu gibi ayakta
yapacak idin” buyurdular. Bende cevaben;
“Efendim oturak namazına özendimde, sana iktida eyledi dedim.”
Birşey demedi.
·
Namazı kılmazsan işine şeytan,
kılarsan Rahman karışır.
·
Velînin namazında, Hakk ile arasındaki
hâil (perde) kalkar. Hakk ile karşı karşıya, şühûda gelir. Bu şühûd da mutlaka
namazda olur.
·
Kuşadalı Efendimizden;
Rabıta
rabıta derler, Hakdan gafil olmamak demektir.
·
Kuşadalı Efendimizden;
“Ahirete intikal etmiş mürşide rabıta olmaz,
eğer olsaydı Resul Efendimizden başkasına olmazdı.”
·
Huzurda teveccüh olmaz.
·
Asıl rabıta şeyhinin uluhiyyetini
tasdiktir.
·
Nevres Bey’den;
Bir gün Hazret-i Aziz ile birlikte giderken yolda bir küçük çocuğa rast
geldik. Hazret dillerini çıkararak çocuğa “bööh”
buyurdular. Çocuk da adını dedi. O zaman;
“Hazret-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz “Bazan çocuklara dillerini çıkarırlardı,
böylelikle çocuğa rabıta verirlerdi.” buyurdular.[152]
·
Hammamî Tevfik Efendi Azizimizin müridanından birine
rabıta halinde giderken semavat münkeşif olmuş, rabıtadan gaflet etmiş huzura
girdiğinde “Siz rabıtayı şerifeyi bir temaşaya feda ettiniz.” buyurmuşlar.
RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE
SELLEM
·
“Ahmed’in mim’i kalkarsa “Ehad” olur. O vakit bir olur. احمد (Ahmed) = احد (Ehad)
Mim kalkar mı?
Kalkar a. O vakit sen kalmazsın!
Fakat bununla vücudunün kalkması lâzım gelmez; vücudunla beraber sen kalmazsın.
O vakit sen’de mahfi olanın kim olduğunu bilirsin. “ buyurdular.
·
“Tuz iki madenden mürekkeptir.
Her birisi ayrı ayrı alınırsa öldürücü birer zehir oldukları halde, ikisinin
birden alınması öyle değildir, bilâkis faydayı muciptir.” diyen bir doktora
karşı:
“Allah (Celle celâlühû) ile Muhammed (sallallâhü
aleyhi ve sellem) de öyledir,” buyurmuşlardır.
·
(Lâ
tükeddimu beyne yedeyillahi verresul)[153] ayeti celilesi Allah
ile Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemi tefrik etmeyiniz manasınadır.
·
Ravza-i Mutahhara’yı ziyaretle namaz
kıldım. Dua ediyordum. Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
sağ tarafımdan zuhur ile şu ayeti kelimeyi okuduklarını işittim;
“velâ tes’elnî ma leyse leke bihi ilmün” [154]
·
Kuşadalı Efendimizden;
Şeyhimin
mertebesi Hakk, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin Hayy,
Allah’ın mertebesi Hu’dur, buyurmuş.
·
Bir yere giderken “Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Mekke’den Medine’ye
hicret buyurdukları gibi hicret ediyorum”, deyiniz.
·
Evden çıkarken hicrete niyet ediniz.
(Naim Bey Rivayetiyle) Efendimiz’e ubudiyetine,
·
Diğer verese-i enbiya kendi
müridlerini daire-i mezuniyetleri kadar terakki ettirirler. Varisi Muhammed’e
hudud yoktur. (Son yoktur.)
·
İnnî le-ecidü nefessu ‘r-rahmân min
kıbeli ‘l-”Yemen Hazreti Muhammedin kâ’bına halel vermez.”
·
Türbede bir gün Sakal-ı Şerif ziyaret
edilirken salat ü selam esnasında;
“Medine’ye
gidip Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi toprağın altında aramayınız”.
·
Medine’de minber ile mihrap arasından
teveccüh ettiğinde Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
zuhur buyururup ve bazı iltifatlarda bulunurlar. Hazreti Azizimiz de
kendilerinden üç şey sual buyururlar. Birisi Usame Kareni ile mülakatlarıdır. Hakikatinde
sual buyurmuşlar; O benim velayet-i âmmeme kadehimiz gibidir, buyururlar.
·
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme muhabbet vâcipdir. Eğer Resûl’ümüze muhabbet aşk derecesini bulursa, o
vakit İnsan benim gizli hazinem, ben insanın gizli hazinesiyim hadîsi vardır,
onun sırrı tahakkuk eder.
·
Her saadetimiz Resûl-i Ekrem’e muhabbetimizledir.
·
Her velînin kemâli, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemi anlayışı nisbetindedir.
·
“RASÛLÜLLAH
SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEM ALLAH’IN HAREM DAİRESİDİR.”
·
Eski peygamberler zamanında ümmetleri
kendilerini unutmamak için resimleri yapılıyordu. Fakat Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellem bunu men etti. Çünkü Ümmeti Muhammed’den bir adam eğer
çalışırsa her istediği peygamber kendisine temessül eder, görünür ve peygamberin
kendisi ile görüşür. O halde resme hacet kalmaz.
·
Nasib olursa, nasibini yer altında da
bulur.
Bak, sana kısaca
söyleyeyim: “Allahü latifün biibâdihi yerzüku men yeşâ”. Ama rızık,
yalnız yemek değildir. Söylemek, dinlemek, görmek, oturmak, yatmak vs. hepsi
rızıktır.
·
Vali ismi, Esmâ-i Hüsnâ’dandır. Vali,
halka hizmetle mükelleftir. Rızık sıkıntısı çekmekten berîdir.
·
Allah’ın öyle nedimleri vardır ki,
Muhammed’den dahi gizlidir.
·
Allah’ın öyle kulları vardır ki Allah’ın
üzerine yemin verseler, behemehâl Allah onların yeminini icra buyurur. (Kutüb-ü
Sitte)
·
Rical (adam) önünde kantarı
[155] bulunan değildir. “
Ricâlün lâ tülhihüm ticaretün velâ bey’in an zikrillâh ...”[156] ayeti ile tarif
olunandır! Erkekten olduğu gibi kadından da olur.
·
Rüyada öldüm. Akşam ile yatsı arası
bir bahçenin arasından gidiyorum. Yolda bir hocaya rastgeldim.
“Bana ne var?” diye sordu:
“Ben de bilmem ben evden çıktım, arkamdan
ağlaşıyorlardı” dedim, ayrıldık. Ben kendi kendime, “bu ne anlayacak, ben âlemi letafette, bu âlemi kesafette” dedim ve
“Kabrime girdim. Örtüldüm. Münker Nekir
gelmedi.”
Rüyamı
Efendi Hazretlerine arz ettim.
“Efendim Münker Nekir gelmedi” dedim,
“Ulan kim kime ne soracak” buyurdular.
·
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
göründüğü rüyanın sahibi Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemdir, onu kimse
tefsir edemez.
·
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimizi rüyada gören münkir ise müslim, fâsık ise salih, salih ise evliyaya
terakki eder, mülhak olur.
·
Kuşadalı Efendimizden;
Şifayı
ilaçdan değil anda mütecelli olan Hakk’dan beklemeli.
•Hafız
Eşref Ede rivayetiyle:
Bir gün
Baharcı Mustafa Efendi ile birlikte huzura girdik. Hazreti Aziz biraz vücudça
rahatsız görünüyorlardı. Mustafa Efendi;
“Efendim
vücutça biraz nâ-hoşluk var galiba” dedi. Hazreti Aziz üç defa
“Mustafa,
sen Allah’ın işine karışma.” buyurdular.
·
Hastayı sık ziyaret ediniz, yanında
çok durmayınız. Kendisine hissettirmeden okuyup alnını okşayarak çıkınız.
·
“Kalb safası, beden hafifliği
iste.”
·
Gümüşsuyu Askerî
Hastanesi, Baştabibliğinden emekli, Albay Doktor Hamdi Hızalan Bey, Ahmed Amîş Efendi’den
naklen anlatıyor:
Edirnekapı dışında kabri bulunan Bekir Niğdevî’nin
kabri yanında, Amîş Efendinin talebelerinden Hilmi Şanlıtop Bey’in kabri
vardır.[157] Hilmi Bey
Çanakkale Savaşında Fransız zırhlısını Boğaz’ın sularına gömen meşhur askerdir.
“Siz harbin
fecaatini bilmezsiniz. Ben Rus (Kırım) harbinde yaralıları sırtımda taşıdım.
Harbin fecaatini yakinen bilirim. Sakın harbi, temenni etmeyin.”
·
1897 Dömeke Muharebesi çıktığı zaman,
Nevres Beyefendi, Şehzâdebaşı’ndaki Askerlik Şubesi’ne doğru giderken:
“Gideyim Şubeye de,
gönüllü olarak askere yazılayım, muharebeye katılayım!”, diye kendi kendine karar
vermiş. Fakat hemen sonra:
“Buraya kadar gelmişken,
önce türbeye uğrayayım”, (Ahmed Amîş) Efendimi ziyâret edeyim,
sonra dönüşte kaydımı yaptırırım!, diye düşünerek, Fatih’e çıkmış. Meseleyi
orada, türbede açınca, Ahmed Amîş Efendi Hazretleri:
“Zâbit, muharebeye gönüllü değil, emirle gider!”, buyurmuşlar. Bu mevzuda
şöyle buyururlarmış zaman zaman, Ahmed Amîş Efendi yukarıda geçen kelamı
tekrarlarmış. “Harbi temenni etmeyin!...”
• Mehmed
Efendi anlatıyor.
Aziz
Sultanımız bir gün birisini sordular.
“Efendim
selamları var” dedim.
“Öyle şey
istemem, bana selam göndermeyenden selam getirmeyiniz. Birisi beni sorarsa
selamı var deyiniz.”
Şeyhim beni demirci dükkânına götürdü. Kızgın demiri örse
koyduktan sonra beş, altı çekicin aynı noktaya düştüğünü göstererek “İşte
Ahmed, sulûk böyle olacak.” buyurdular.
·
Osman Efendi (merhum Erzincanlı Tevfık
Bey’in arkadaşı) medresede okurken Hazreti Azizimizi ziyarete gider, kendisine;
“Sen medresede
okuyorsun, tahsilini bitir, buraya öyle gel, yalnız sana bir ders vereyim, kimseyi
incitme, avcılıkla uçan kuşlara bile dokunma” buyurmuşlar.
·
Mehmed Efendimiz buyurdular,
“Bir gün huzurda iken gönlümden fakirde keşfi keramet
olsa” diye geçirdim.
“Ulan keşif, meşif ne yapacaksın sen bana bak ben sana
bakayım, bu sana yetmez mi?” buyurdular.
·
“Vuslat hakiki olmadan evvel Azizimiz
Sultanımız dört defa kendilerini envarı Ahmediyeleri ile bana gösterdiler.”
·
Yüzmeyi öğrenmeden denize girerseniz,
boğulursunuz.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Yine günlerden
bir gün hazretin ziyaretine gitmiştim odasında diğer bir ihvânda var idi, elini
öperek teşehhüt mikdarı (az bir zaman) huzurunda oturdum. O sırada: Ellerini
kulaklarına kadar kaldırarak “Allahu ekber” deyip secdeye vardı ve tekrar “Allahu
ekber” diyerek doğruldu. Ve üç defa elini başına vurarak bir işaret verdi. Ve
huzurdan ayrılmaklıgımız için elini uzattı ve elini öperek her ikimizde dışarı
çıktık. Bilhare Bahriye kolağalıgından emekli ve ismi Mehmed Efendi olduğunu
anladığım bu zat bana hitaben
“Bu işaret
sana mı, bana mı?” diye sordular. Bilmem dedim ve ilaveten
“Siz bu
işareti ne anlıyorsunuz” dedi “secdeye
kapandığına nazaran siz namaz kılıyor musunuz?” diye sordu cevaben dedim ki
“hiç bir
şeybilmiyorum.”
Tekrar sordu;
Mutlaka bir şey söylememi dilediki bunun üzerine cevaben “mürşit bir nur-u
azamdır huzuru mürşide girdiğiniz zaman bu lahuti feyze bakarak o huzurda
eğiliniz kendinizin mevhum ve sahte varlığınızı vesair gayri müstahsen halat ve
muşvarınızı üzerinizden atınız. Sizde yalnız hakkın varlığı ve bu ilahi
varlığın muazzam sevdası kalsın. Eğer böyle yaparsanız elini üç defa başına
koyduğu gibi sizler de baş tacı olmanızı ima ve remzen beyan buyuruyorlar,”
dedi.
Mehmed Efendi
bu tevcihi çok beğendi ve tekrar tekrar teşekkürler ederek ayrıldı.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Zabit
olduktan sonra arz-ı veda için hazrete gitmiş idim. Elini öptükten sonra bu
müfarâkatın (ayrılmanın) acılıklarını hissederek huzurunda gayri ihtiyari
ağlıyordum. Bir hafta kadar bu üzüntüm devam etti, kendileri hiç bir şey
söylemez ve yine yaşlı gözlerimle kalkar giderdim. Nihayet bir gün sordu.
“Ne
ağlıyorsun be çocuk” dedi. Bu iltifatı celile karşı gözlerim bir sel gibi
coşarak
“Efendim ben
ağlamayım da kim ağlasın” diyebildim. Manevi rüyamı hatırlayarak
“Gözlerimin
kapanıklığı henüz tamamen zail olmamış iken pürtaksir (kusurlu) sizden ve huzurunuzdan
ayrılıyorum teessüfüm bu yüzdendir dedim.” Hazret cevaben;
“Helvacı
helvasına şeker katacak zamanını bilir ne sıkılıyorsun be”
“Senin
isteğinle olmaz onun isteğiyledir.”
“Her şeyin
zamanı vardır kederlenme” buyurdular. Ve
nereye tayin edildiğimi sordular. Cevaben Üsküp’e dedim.
“Oh desene
Mekke’ye gidiyorum, desene oraları Muhammet Nur’ul Arab’ın (Koca Arabın) ayak
bastığı mübarek yerlerdir. Ne güzel, güle güle git. Ferahlanırsın ve işaret ederek
biz sizden asla münfek (ayrı) değiliz ki nereye gidersen git bizi kendi
nurunda, kendi ruhunda, manevi varlığında görür ve bulursun” diyerek
izhar-ı teselli ve beşaşet (müjde) buyurdular. Artık söylenecek söz kalmamıştı
tekrar tekrar ve doya doya mübarek ellerini öperek arzı veda eyledim.
·
İhvanıma kötü ruhlar (ve cinler) musallat
olamaz. Aman diyecek kadar hastalanmazlar. Seyr-i sülûku itmam etmeden bu
dünyadan göçmezler.
·
İnsan yolunda yuvarlanmalı. Yuvarlandıkça
toparlanır.
·
Bazı insanların gözü, bazılarının
sözü, bazılarının da özü değer. Özü değenler evliyâullâhtır.
·
Hepimizin hatâsı var. Hiç kimse
hatadan münezzeh değildir. Tövbekâr olunursa Allah affeder. İrtidâd başka;
tövbe edilse bile kabul olunur mu bilmem! [158]
·
Bir şeyin
olup olmaması arasında sence bir fark mevcutsa, nakıssın, tamamlanmaya çalış.
·
Onlar muhammivil- el ahvaldırlar.
Haramı helâle tahvil ile içerler.
·
“Mürşid buna sigara iç der o
bırakamaz; birine içme der o da içemez” buyurdular. Huzurda bulunan ihvândan
Tahir Efendi;
“Evet, efendim takdiri hûdadır bozulamaz” dedi.
·
"Biz tarikatı kaldırdık,
yerine sohbeti koyduk. Bizim yolumuzu arayanlar sohbette bulunurlar"[159]
·
Benim sükûtumdan anlamayan kelamımdan
bir şey anlamaz.
·
Sözün gelini nikâh edebildiğindir.
·
Kuşadalı Efendimizden;
Şeriatı
tut, hakikati yut, selâmet andadır.
·
Erce mi konuşalım oyuncakça mı? Erce
akılca, oyuncakça hakikatçe.
·
Allah Teâlâ’dan gafil olarak “ fışt”
desen, o dahi günahtır.
·
Ahmed Amîş Efendi, muazzam meselelerin
vücudunda zuhurundan evvel sohbetini buyurmazlardı. Bir gün bir mesele zuhur
etti, arz ettiğim zaman “Ha ... daha
şöyle olacak, böyle olacak diye” sohbetini buyurdular.
·
Bazen huzura gittiğimizde dış kapıyı
kapat, iç kapıyı aralık bırak, buyururlardı.
·
Bir yere girdiğiniz zaman kapıyı nasıl
bulursanız öyle bırakınız.
·
Eve girersen halvet, çıkarsan celvet.
·
Kastamonu’ya giden ihvândan birisine
“Şaban-ı Veli’yi
ziyaret et benden selam söyle, redd-i selam oluncaya kadar ayrılma.” buyururlar. O zat da
ziyaret eder ve selamı alilerini tebliğ eder. Biraz bekledikten sonra Hazret-i
Şaban-ı Veli zuhur ederek;
“ ve aleyhisselam” buyururlar.
·
Şükrü’n-nimet, rü’yetül mün’im.[160]
·
Sekerat-ı mevte (ölüm sarhoşluğu) düşenlerin
yanında dilindeki kuvvete göre ya “la
ilahe illallah” veyahut “Allah” deyiniz. Bir defa “la ilahe illallah” veya “Allah” derse lafı kesiniz. Şayed o
adam bundan sonra dünya kelamı ederse, yine tekrar “la ilahe illallah” deyiniz. Yine bir defa Allah deyince yine
kesiniz buyurdular.
·
Onların kabirleri teslimi ruh
ettikleri mahaldir.[161]
·
Kuşadalı Efendimizden;
Kamillerin
irtihalden sonrada saliklerine feyzi devam eder, sülükde vefat edenlerin
terakkiyâtı devam ettiği gibi.
·
İhvanım, tekmili merâtib etmeden ahirete
gitmesin, süflilere uğramasın, son derece müzayakaya (zor durumda kalmak)
düşmesin.
·
Efendimiz Hazretleri buyurdular ki;
Bir gün huzura girdim, baktım Efendi Hazretleri gitmek arzu
buyuruyorlardı. İçimden feryat ettim.
“Aman efendim.” O zaman
“Ulan, tecelli-i kemâldeyim, makamı müntehideyim, bu akşam baktım. Hacı
Ahmed ikileşmiş. Birini yükün önünde gördüm. Artık bana gitmek lazım geldi.
Elemlenme mahcub değilsin, muhtaç değilsin, hocan yok, ne demleniyorsun?” buyurdular.
·
Hazret-i Azizimiz âlemi cemale
intihalleri yaklaştığı zamanlarda;
“Benden sonra benim gibisini bulamazsınız”
Birkaç defa da;
“Nefesimi içeri alacağım, dışarı
vermiyeceğim” buyurdular.
·
Nusret Hanımfendi’den rivayetle;
“Bu âlemden giderken, insanı
kuruturlar yahud limon gibi sıkarlar.”
·
Dershanede senin karşına gelip oturan
talebenin indallahta (Allah Teâlâ yanında) senden büyük olduğunu unutma.
·
Dersi hazırlayıp, derse girmeyin.
Dershaneye girerken siz kalben talebeye biat edin. Onlar kendilerine lazım olan
şeyi size söylerler.
·
Asıl derviş, bayram namazını kılar
kılmaz şeyhinin elini öpmeden yerinden kalkmaz.
·
Kuşadalı Efendimizden;
Salik; ne
sofu, ne sefih ikisi ortası olmak gerektir.
·
Göztepe Müezzininden rivayetle;
“Beni evlendirdiler, gerdeye koydular. Seccadede iki rekât namaz kıldım.
Baktım cemaatım ayakta duruyor. Bir mihrabiye okudum. Ondan sonra iki ellerimi
ileriye uzatarak ba’dehu geriye uyluklara doğru çekerek (Şabanî tarikince kürek
çekme zikri denirmiş) Kelime-i Tevhid zikrine başladım. Cemaatim de bana
uymasın mı…
Efendi Hazretleri bir gün Yakacık’a giderken birdenbire cezbelenip;
“İhvan bahtiyardır, o bahtiyarlığı zuhurunda görürler.” buyurdular.
·
Damadı alileri, Hasan Efendi
hazretlerine; “Hasan, ha sen ha ben” buyururlarmış.
·
Birgivi Mehmed Efendi’ye “Bana
sarılsaydın daha iyi olurdu ama Halil’e sarıldın. Benden Halil’e, Halil’den
sana” buyurmuşlar.[162]
·
Zülüflü İsmail Paşa’nın Hanımı, Küçük
Hüseyin Efendi Hazretlerinin dervişi imiş. Bir gün Hazreti Azizin
dervişlerinden bazı hanımlar, bu hanıma “gel türbeye gidelim, bizim şeyhimizi
de gör” demişler ve gitmişler. Hanımlar yed-i mübareke-i azizi öpmüşler. Bu
hanım durmuş, Hazret de;
“Sen de gel hanım” buyurarak davet
etmişler ve “Sen derviş misin?” diye sormuşlar.
“Evet Efendim.”
“ Kimin?”
“Küçük Hüseyin Efendi’nin.”
“Benim de dervişim ol.”
“Efendim iki zata derviş olunur mu?” “Olur. Sen çok Kur’an okuyorsun,
onu biraz azalt. Kalbini daima Hakla bulundur. O vakit herşey Kur’an olur, için
dışın Kur’an olur” buyurmuşlar.
·
Çerkeşi Azize bir derviş gelmiş, biraz
oturup giderken, Efendim dergâhın masrafına yardım olmak üzere hediyem olsun
size biraz altın yapayım der. Tam bu sırada Hazretin müridanından biri içeri
girer ve torba içinde koca bir kitle halinde bir şey getirir. Efendim rabıta-i
şerifeye mülazemetle çift sürerken sapana bu takıldı, fakir de Efendime
getirdim der. Bir de torbayı açar bakarlar ki yekpare bir altın kitlesi.
Dervişe;
“Bakınız bakalım hakiki altın mı” buyururlar. Derviş bakar,
“Evet, Efendim hakika altın” der. Ben de;
“Bir bakayım” buyururlar. Bir de derviş bakar ki kum. O zaman Azizimiz
“Bizim dervişlerimiz nefeslerini kimya ederler, siz de
böyle yapınız.” buyururlar.
·
Salihler,
yollarını doğrultmuşlardır. Bize küp dibindekiler lazımdır.
·
Ahmed
Amîş Efendi tarikat ehli için buyururdu ki;
“Yedi göbek yukardan, yedi göbek aşağıdan kabul edilmiş” bahtiyar kullardır. Derece derece, bu kişilerden kimi bilir, kimi
bulur, kimi olur. En az nasîbdar olanı bile, bu yüce zevatın
nazarlarına mazhar oldukları için akıbetleri İnşâallah hayra çevrilir.
·
Gelen
defterle gelir, İnce elenip sık dokunmaz.[163]
·
Mustafa Özeren Efendi;
Muhammed Tevfik Efendi Hazretleri, “Bir Arifin gönlüne girmek için ya
siyim siyim ağlamalı ya haline acındırmalı, ya da peşin peşin saymalı.
(Hoca Efendim Hazretlerinin bu sözü için, Arifinin bunca eserlerini
inceledim. Hakikatları bu dereceye kadar sinesinde cem eden bir kelâmı-âliye
rastlamadım.)
·
Size “kimlerdensiniz” diye sorarlarsa,
“Ahmed Amîş kullarıyız” dersiniz buyurmuşlardır.
·
“Azizanımızın gücü her şeye yeter.”[164]
·
Benim Şeyhim Bekir Efendi İstanbul ile
Manisa’ya hüküm ederlerdi, ben her yere hükmederim.
·
Gam gam üstüne, gam gam üstüne
veririz. [165]
Gelene sevinmeyinceye, gidene yerinmeyinceye kadar.
·
Biz bir evi temelinden tepesine kadar
değiştiririz, kiremiti kımıldatmayız.
·
Kapalı kutuya mal konmaz, domuza inci
takılmaz.
·
Beykozlu Ali Bey’den;
“Ben sağ
iken kimseden korkmayın. Kimse size bir şey yapamaz. Ben öldükten sonra hepten
korkmayın. Mahşerde içlerimiz dış, dışlarımız iç olacak.” [166]
·
Ömer’ül Halveti Hazretleri bir gün “Ahmed,
sen çok ricale mülaki olursun, onlarda benim meslekimi ara, meşrebimi arama”
buyurdular.
·
Mehmed Efendimiz buyurdular ki köpekleri
topladıkları zaman Hazreti Azizimize arz ettim.
“Ulan!
Allah yerden taşları alır, insanların üzerine yağdırır. Allah insanlara gelecek
belayı bunlara yükletti, sus” buyururlar.[167]
·
Nevres Beyefendi’den rivayetle;
“Şemseddin’i
göndermezdim ama Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem istedi, gönderdim. (Vezir Şemseddin Paşa Trablusgarb’te
bulunmuştur.)
·
Tunuslu Hasan Efendi’den rivayetle;
“Nasreddin Şah,[168]
imanını kurtararak gitmiştir. Çünkü Şemseddini severdi. Bizi sevenleri sevenler
imanını kurtarmadan ahrete gitmezler.” buyurdular. O zaman Tunuslu Hasan
Efendi,
“Efendim, ya seni seven deyince Hasan efendinin yüzlerine elleriyle
berayı iltifat vurarak “Sus, oraya laf yok.” buyururlar.
·
Hoca Efendim Hazretleri (İmam Ziya
efendi ‘den);
Bir gün huzurda idim.
“Saatin var mı?” buyurdular, ben de
“Var, Efendim dedim.”
“Şimdi buraya bir bahriyeli geldi, saati işlemiyormuş, saatini işlettim,
ayaklarını omuzuna aldı gitti.” buyurdular.[169]
(Ayni durum fakire de vaki oldu. Fikret, ben ve başka birisi; belki Besim’di.
Huzurda idik. Fikret’e
“Saatin var mı?”
diye sordu. Yok dedi. Elleriyle Fikret’in bileğini tutarak
“İşte saatin çalışıyor ya.” buyurdular. “Fakire de senin saatin de
çalışır çünkü ben kurdum” buyurdular - Ahmed Erdem).
• Bir gün Süreyya Bey ile Mehmed
Efendimiz huzurda bulunurlarken, Efendi Hazretleri, Hazreti Azizin sohbetinde
cezbelenmişler. Süreyya Bey bir iki defa Efendi Hazretlerinin yüzlerine
muterizane bakmış. Hazreti Aziz
“Ne bakıp durursun. Onun velayetinin nübüvveti zuhur edecek, vucud-u
mutlak olacak, onu kimse anlamayacak” buyurmuşlar.
Efendim Hazretleri : “İlmimi Süreyya’ya verdim” buyururdu. Bir
gün Beyazıt’da rastlamıştık. Beyaz sakallı güzel bir yüzü vardı. Efendimin
elini öptü, “Efendim her zaman kalbimdesin” dedi. Efendim de :
“Ah Süreyya, kalbindeyim ama bilsen orada nasıl kalabiliyorum” buyurdu.
Bir sabah Efendim:
“Süreyya her sabah benden süt istemiye gelirdi. Bu sabah gelmedi. Bakın,
acaba başına bir şey mi geldi ?” buyurdular. Gittik tahkik ettik ki, vefat
etmiş. Kabrine Makâm-ı Süreyya derler.
·
Göztepe Müezzini Efendi’den rivayetle;
Hareketi arzdan birkaç gün sonra huzura gittiğimizde;
“Ananız sizi beşiğinde salladı mı?” buyurdular.
·
Nevres Bey rivayetiyle Mehmed
Efendimiz Hazretleri;
“Şeyhime ya ondur, ya öldür, ya seyahat ver” diye ricada
bulundum. İki sene Trabzon havalisine seyahat çıktı. Bir zata;
“Sen saz çalmasını bilir
misin?”
“Evet Efendim.”
“Nasıl çalarsın bildiğin gibi mi?”
“Bildiğim gibi”
“Yok, olmadı, ben kırk senedir çalarım lakin bulduğum gibi çalarım.” buyurdular.
·
Yine bir gün Mecdî Efendiye,
“Bu adamları getirip durma, herkes buraya giremez, biz istemeliyiz, Biz
isterken de istediklerimizi getirmeye muktediriz” buyurmuşlardır.
·
Bu neşe-i Muhammediye bir zamanlar
Arabistan’da çalkalandı, nihayet meczupluğa müncer [170] oldu, İran’a intikal
etti. Orada da ilhada müncer oldu. Türkistan’a intikal etti. Orada da
taarruzlara müncer oldu. Yine Arabistan’a intikal edecektir.
·
Kuşadalı Efendimizden;
Yer
taban, gök tavan, içindeki kâffe-i mahlûkat (bütün) ihvân (kardeş) olmadıkça
tevhid kokusu duyulmaz.
·
Ye Allah için, iç Allah için, otur
Allah için, gez Allah ile.
·
Haydin haydin kapuları kakalım, yâri
canda kıstırıp anda halvet edelim.
·
Allah’tan gayrı bir şey yoktur. Allah’ın
aynı da yoktur.
·
Esma-i ilahiye zât-ı ilahiyenin
libasıdır. Her an bir libası ile zuhur eder. Onun hükmü bitince diğer bir
ismiyle tecelli eder.
·
Efendi Hazretleri buyurdular ki;
Bir gün huzurda idim. Hazret-i Azizimiz şöyle buyurdular;
“Allah bu dünyada esma ile tecelli buyurur, hangi esma ile zuhur ederse
diğerleri ona tabi olurlar.”
Efendim ... “mâni” ismiyle mi mütecelli dedim?”
“Evet” buyurdular.
“Efendim ya rahman, rahim isimleri var.”
“Haa ulan onlar Esma-i Muhammediyedendir, onunla zuhur edince tadından
yenmez.” buyurdular.
·
“ ve le-sevfe yu’tîke Rabbüke fe-terdâ
.” [171] İltifatında dedim ki
“Ya Rab bir vücud bul da onu razı et.” buyurdular.
• Kuşadalı Efendimiz
Beypazarlı Ali Efendimize hizmetleri esnasında bir gün kahve ocağında yemek
yerken;
“İbrahim” diye Efendimiz Hazretleri seslenmişler. Hemen lokmalarını
yutmadan koşmuşlar.
“İbrahim, yemek mi yiyordun, tevekkeli değil benim de ağzımdan iki lokma
geçiyordu. İki vücud bir oldu, artık burada durman olmaz. Şimdi iskeleye binip
gideceksin” buyurmuşlar. O da boyun eğerek Mısır’a hareket eden vapura binip Mısır’a
gitmişler. Sonra Beypazarı Ali Efendimiz Hazretlerinin teşrifi bekâ
buyurdukları gün İstanbul’a gelerek namazlarına yetişmişler.
·
“Sen verdin biz yedik, vermesen ne yerdik?”
·
“Tevhid lastik gibidir, uzatırsan
kâinatı içerisine alır, daraltırsan birçok şeyi almaz.”
·
Sıfat-ı celâl, cemâl; ikisi
birleşdirir kemâl.
·
Zat görünür bilinmez, sıfat bilinir
görünmez.
·
Şeyh Bekir Efendi’miz Türbedâr
Azizimiz Sultanımıza buyurmuşlar;
“Beni put
yap, ya sen bana bir tekme atarsın, sen kalırsın ya ben sana bir tekme atarım
ben kalırım.”
·
“Mütecelli vâhid, mecâlî müteaddiddir.”
(Yani, Allah’dan tecellî eden tektir, bize ise çeşitli yollarla, çeşitli
şekillerde ulaşır.)
·
Hazreti Ahmed Amîş Efendi; “Tevacüd,
vecd, vücud” der. Sonra eliyle diline işaret ederek ve parmaklarını diline
getirerek
“Hal
dili ile buradan ötesi söylenemez ki” dermiş.[172]
·
İnsanların çoğu mâbûd-i mevhuma tapar.[173]
·
Aşk gönlü istilâ edince nefis ölür.
·
Abdülazîz Mecdî Beyefendi’ye şöyle buyurmuşlar:
·
“ Zât, lâ-taayyünât’a girmedikçe
olmaz.”
·
Ben bazen, bensiz Allah derim.
·
Her ne zaman elimi duaya kaldırırsam
bir de bakarım ki, bütün mükevvenat dileklerini (bu) fakire arz ediyorlar.
·
Kuşadalı Efendimizden;
“Hakk ûluhiyeti hiç
kimseye vermez fakat bazan (bu) fakirden tecelli eder” buyururmuş.[174]
·
Ahbereti’r-rusül
tahavvüle’l-hakki bi’s-suver. (Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem haber
verdi, neyi de ben ilâve ettim.) Allah suretle zahir oldu.
·
O, bu hep O derler. O, bu hep bu imiş,
bunu anlayınca, üç sene gökyüzüne bakamadım.
·
“Söyleyene
bakma, söyletene bak.” derler, doğrusu “söyletene bakma, söyleyene bak”tır.[175]
·
Allah mükevvenatı zulmette halk etti,
zulmet vahdet demektir.
·
Ebu Hüreyye radiyallâhü anh bir gün Sahabe-i
kirama
“Yetenezzelül
emr ma beynehünne”[176] bu ayeti Hazreti
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bana tabir ettiği gibi size söylesem
boğazını işaret ederek “kesersiniz”
buyurdular.
·
Hazret-i Aziz burada “emr” zât demektir buyurdular.
·
Rüzgâr uğultusu kapı gıcırtısı, sinek
vızıltısı hep Hakk’tır; kâmil bunlardan Hakk’ı sima eder. (işitir ve görür) [177]
·
“ Küllü
müsallin imâmün velev kâne münferiden” (Hadis) (Her namaz kılan, tek başına bile
olsa imamdır.)
İmam
metbu demektir, cemaat de kendi vücududur.
·
Görünen mertebedir, hakikati Hakk’dır.
·
(Arapça fiil )Kâne’nin manası “idi”
dir, “oldu” manasına değil. [178]
·
Nevres Bey Harbiye mektebinde
Fransızca muallimi idi. Ahmed Amîş Efendi’ye birçok konuyu danışıyordu. Bir
seferinde;
“İmtihanda talebeye kaç numara verelim diye mümeyyizlere sorduğun zaman ne
verirlerse onu ver, vermeyecek isen sorma. Sözün nereden geldiğini bil” buyurdular.
Daha sonra Bursa Erkek Lisesi Fransızca Muallimliğinden, Binbaşı
Hasan Nevres emekli olmuştur. Fakat soyadını “Onbaşı” almıştı.
“Onbaşı” ismi, soyadı kanunundan çok önce Ahmed Amîş Efendi tarafından bir
nevi künye olarak verilmiştir. Ahmed Amîş Efendi, ona;
“Seni onbaşı yaptım!” buyurmuşlar.
·
Göztepe Müezzini Mehmed Efendi rivayetiyle;
Bir gün Sami Bey’le birlikte huzuru Hazreti Aziz’de idik. Buyurdular ki;
“Bir bektaşî fakiri Üsküdar’dan Beşiktaş’a gitmek üzere kayığa biner,
giderken kayıkçıya, şu karşıki saray kimin diye sorar. O da padişahın der.
Öteki O da onun, daha öteki; O da onun, ya en öteki; O da onun deyince, o gün
almış olduğu yeni çorapları ayağından çıkarıp, bunları da ona ver diye denize
atar.”
buyurdular.
·
Bir gün Mecdî Efendi huzurda iken
Efendi Hazretleri
“Ben Allah’ım, ben Allah’ım ben Allah’ım” buyurarak;
“Ben Allah’ım demekle insan Allah olur mu?” buyurmuşlar.[179]
·
Bir gün bayram ziyaretine gittik.
Yarım saat kadar sohbet buyurdular. Sonra kalkıp mübarek parmaklarıyla oynar
gibi neşelendiler.
“Ben neşelendim ki âlem de neşelensin.” buyurdular.
• Eşref Efendi rivavetiyle;
“Bendendirler, halka ne
karışırlar, halkdandırlar bana ne gelirler, götürürler getirirler, götürürler
getirirler, götürürler getirmezler.”
·
Olmuş olmuştur, olacak da olmuştur, olacak
bir şey yoktur
·
Kuşadalı Aziz tarafından hilafet
verilerek Tırnova’ya irşâd için gönderilen Kadızâde Ömer’ül Halvetî Hazretlerine
intisab eden Ahmed Amîş Efendi’den medresedeki hocası buna razı değildir. Ahmed
Amîş Efendi üzüntülüdür. Hocasının hatırını da kırmak istemez. Nihayet bir gün Kadızâde
Ömer’ül Halvetî Hazretleri ile âni karşılaşırlar. Halvetî şöyle buyurur:
“Biz senin kalbine kancayı
taktık. Ne tarafa dönsen delik Allahtan tarafadır!..” Ahmed Amîş Efendi’nin
gönlünden geçirir ki, medrese hocası da Kadızâde Ömer’ül Halvetî Hazretlerine
biat eylesin. Gerçekten de öyle olur.
Buna benzer Nevres Bey rivayetiyle Mehmed Efendimiz Hazretleri;
Kendilerinden kaçardım, yolumu değiştirdim Bir gün hap hap karşı geldi. “Ben
senin ciğerine kancayı taktım, nereye gidersen git, delik Allahadır.”
buyurdular.
·
Kuşadalı Efendimiz, Mehmed Can
efendiye
“Hicaz’da taş atarken taşlayan ile taşlananın kim olduğunu gördün mü?” buyurdular.
• Allah’ın
akve’l kuvâ, â’ciz’ül â’ciz olduğunu anlayınca ‘hah’ dedim.[180]
·
Kuşadalı Efendimizden;
Girdiğin
kapıyı, geldiğin yolu sakın unutma ha! (Mürşid ile şeriatı Ahmedî) buyurmuşlardır.
·
Ezelde hilkat yoktur, zuhur vardır.[181]
·
Taşta hayati ilâhi olmasaydı Musa’nın
esvabını (elbiselerini) alıp kaçar mıydı?
·
Tabiatında sekr vermek istidadı olan
bir şeyi içmekten içmemeği tercih ediniz, buyurdular.
·
Nevres Beyefendi’den rivayetle;
“Eğer senin sırrında işret etmek yoksa kimse senin yanında işret edemez.”
buyurdular.
·
Biz yemeği ağzımıza koyarken sabret
seni makamı insana getireceğim deyiniz, lokmayı ağzınıza koyunuz.
·
Her ne yerseniz sadaka diyerek
yeyiniz.
·
Yediğim yemek Allah’ı zikr etsin. Ben
de telezzüz ederek şükredeyim.
·
Şeyhleri kendilerine buyurmuşlar,
“Ahmed açlığın aklına gelirse benden değilsin.”
·
Bir zalimin karşısına çıktığınız zaman
üç defa “eûzü bike minke” (O’ndan, O’na
sığınırım.) deyiniz buyurdular.
·
Ahmed Amîş Efendi “Minel âbâd ilel
âzâl, ila ma-lâyetenâhin müstecmiu bi cemiissıfat, Allah” diyerek lafza-i
celal zikrine başlardı.
(Ebedîlikten ezele, sonsuz olan bütün sıfatların hepsini toplayan,
Allah) (Kullarından Allah Teâlâ’ya da manası verilebilir.)
RUMUZLU
KELÂMLARI
Türbedâr Ahmed Amîş Efendi’nin, kapalı ve herkesin zahirî meslek ve
kıyafetine göre söz söylediği gibi anlaşılamayan ve aleyhinde atıp tutmayı,
dedikoduyu mucip olan sözleri çoktur. Bazıları şunlardır.
·
Fatih dersiâmları ve hocaları, Ahmed Amîş Efendi’ye iyi bir gözle
bakmazlar, onunla görüşmezler, hele ziyaret etmeği asla hatırlarına getirmezlermiş.
Bir gün Abdülâziz Mecdî, Ahmed Amîş Efendi’nin manevî yüksekliğinden, hürmete
ve ziyarete değer bir zat olduğundan Recep Arusan’a bahsetmiş. Bunun üzerine
onda, türbedâra karşı hafif bir meyil ve incizap belirmiş ise de, karar
verirken; yine eski bildikleri ve işittikleri şeyler galebe çalarak, gidip
görüşmeğe cesaret edememiş; fakat Darülfunûn felsefe müderrisi Ahmed Naim Bey,
türbedârın damadı ve müftünün de, sözüne son derecede itiinat ettiği samimî ve
dindar bir arkadaşı olduğu için türbedârı bir kere de ondan tezkiye etmek
istemiş. Ahmed Naim Bey, herkesin zındık[182]
diye görüşmek istemediği hazreti fevkalâde meth-ü sena ile mahza bu zatın teveccühünü
kazanmak için damadı olmak şerefini almış, olduğunu da sözlerine ilâve edince,
bu beyanat, Recep Arusan’ın, Ahmed. Amîş Efendi hakkındaki fikrini biraz daha
değiştirmiştir.
Zihni ve fikri bu muhtelif rivayetleri birbiriyle telife çakışırken;
günün birinde komşusu ve arkadaşı bulunan Abdülâziz Mecdî Efendi ile Fatih’e
çıkan yolda, bir ikindi vakti karşılaşırlar. Recep Arusan, bu vakitte bu tarafa
böyle nereye gittiğini sorar. Abdülâziz Mecdî Efendi Türbedâr Ahmed Amîş Efendi’yi
ziyarete gitmek istediğini söyleyince, Recep Arusan’da zihnen meşgul olduğu
ziyaret meselesine kat’î kararını verir ve birlikte giderler.
Abdülâziz Mecdî Efendi, Recep Arusan’ı türbedârın huzuruna götürüp,
Fatih hocalarından Recep Efendi olduğunu söyler, kendisi de geride ayakta
durur.
Ahmed Amîş Efendi, kendisini ziyaret edenin zahir ilimleri tedris eden,
ilâl ve idğamla, sarf ve nahivle uğraşan bir kimse olduğunu bu suretle
anlayınca, onun seviyesine inip, ilk söz olarak
“Allahü ekber de, Müfaddalün aleyh nedir?” (الله اكبر lafızında
Müfaddalün aleyh nedir?) diye
sorar. Böyle bir suale maruz kalacağını aklına getirmeyen Recep Arusan:
“Allah; fî haddi zatihi Ekberdir” bu ef’âlü, tef’il (babında) ve
müfâddalün aleyh aranmaz, siz arar-mısınız? (Yani, biz hocalar aramayız, siz mutasavvıflar arar mısınız?)
diye o da türbedâra sorar. Hazret:
“Ben de zaten bu suale böyle cevap vermeni beklerdim.”
diyerek müftüyü takdir eder, hattâ arkasını okşar ve alnından öper.
Anlaşılan Fatih hocalarından birisinin, şeytanın ayağını kırarak, kendisini
ziyarete gelmesi, hazretin de hoşuna gitmiş ve sonra da elinde tuttuğu enfiye
kutusunu açarak bir tutam enfiye vermiştir.
O sırada geride ayakta duran ve bu muhavereyi dikkatle dinleyen;
Abdülâziz Mecdî Efendi’ye de bir tutam enfiye vererek çekmek üzere iken o,
fartı muhabbetle birdenbire bir sayha çıkartarak türbedârın üzerine atılır,
kucaklar, kemiklerini kıracak derecede sıkar ve sonra ayrılacak bî-huş bir
halde yere serilir.
Bu sırada Recep Arusan,
türbedârdan gördüğü takdir ve iltifata güvenerek ve Abdülâziz Mecdî Efendi’nin
geçirmiş olduğu hali de bir türlü kavrayamıyarak;
“Böyle delibozuk adamları mürit edineceğinize adam akıllı kimseleri
edinseniz daha iyi olmaz mı?”
der, türbedâr hazretleri de bu suale gülmekle mukabele eder.
Abdülâziz Mecdî Efendi bî-hûş bir halde yatadursun, ikisi arasında şöyle
bir konuşma başlar. Recep Arusan sorar:
“Hangi tarikattensiniz?”
“Halveti tarikatindenim, seyir ve sülûkü Ömer’ül Halvetiden gördüm. Daha
ilersini ararsan Şabaniye tarikatine ve Şaban-ı Velîye müntesibim.”
“Sizin için Arap Hoca ile görüşmüştür ve Melâmidir” diyorlar
“Melâmet adında bir tarikat yoktur. Bununla beraber umumiyetle tarikatte
Melâmet büyük bir makamdır. Tarifatı Seyyid’e bak; Arap hoca dediğiniz Seyyid Muhammed
Nur’ül Arabî ise çok büyük bir zattı. Ben onunla görüştüm. O benim sohbet
şeyhimdir.”
Söz buraya gelince Abdülâziz Mecdî Efendi de kendine gelerek birilikte
çıkıp giderler.
Meğer Abdülâziz Mecdî Efendi’nin bir sayha kopararak Ahmed Amîş Efendi’nin
üzerine atılmasının ve onu kucaklamasının sebebi; o, sırada Ahmed Amîş Efendi’nin:
“Enfiye öyle çekilmez, böyle çekilir.”
demesinden ileri gelmiş. Bu davet dille değil gönülle olmuş olacak ki,
Recep Arusan işitmemiş. Fakat Abdülâziz Mecdî Efendi böyle olduğunu söylerdi.[183]
·
Tırnovada kendisinden ilk defa Elifba, okumuş olan İsmail Fenniye
İstanbul’da ilk telkini:
Elif : Zât’a işarettir.
Ba : Zât maa’s sıfattır. (Zât ile beraber sıfat)
tarzındadır. ...
Abdülâziz Mecdî Efendi de,
Türbedâr Amîş Efendi’ye ilk intisabında Bina yahut Emsile okuyup okumadığını
sormuş; o da:
“Okudum” demiş; bunun üzerine buyurmuşlar ki:
“Orada bir nasara var. Bunda nassârun’da var, mensurunda da var,
yensuruda var, lemyesuruda da var lemma yensuruda da var. İşte o bir maddedir ki
hepsinde var, hepsi ondan oluyor.” [184]
Bu kadar söylemiş. Alt tarafını getirmemiş. Abdülâziz
Mecdî Efendi derdi ki;
“Ben hoca mesleğinde ve
kıyafetinde olduğum için, bana ‘böyle’ hitap etti. Maksadı: Allah böyledir, her
şeyde vardır, her şey ondandır ve odur, demekti.” [185]
·
Yine ilk defa kendisine intisap etmek istiyen diğer bir hocaya da kendi
hayatını, daha doğrusu seyir ve sülûkünü şu tarzda anlatmıştır:
“Hocam bana nasara yansuru
yu verdi. Sonra celese yeclisü yü verdi.
Daha
sonra feteha yeftahu verdi. Onları söktüm. Maksudun (Kitabı) mu’tellât (illetli harfler) bahsi beni çok
yordu. Kale (قال) aslı Kavele (قول) imiş. Bu kîlü
kalleri ve bu tür şeyleri anlayamadım. İzhar (kitab)ı müzaheret [186]
ile geçtim.. Fakat avamil (kitab)i bugün hala anlayamadım. Niçin bazı
kelimelerin sonu mazmum veya meftuhdur. Bir türlü anlayamadım,
buyurmuşlar.[187]
·
Abdülâziz Mecdî Efendi, Girit’te talebesi ve Mecliste arkadaşı ve sonra’da
Osmanlı Hariciye Nazırı olan Giritli Ahmed Nesimi Bey’i, Ahmed Amîş Efendi’ye
götürmek, onu da halkâ-i tevhide sokmak ister ve görüşmeğe, istifade etmeğe
teşvik edermiş. Bir gün zihni bununla meşgul olarak, keyfiyeti açıp izin almak
maksadiyle huzurlarına girerler.
O sırada
Ahmed Amîş Efendi’nin elinde bir mıhladız yahut mıhladızlı bir demir
bulunuyormuş. Mıhladızı çiviye doğru uzatınca mıhladız onu çekmiş ve işte o
zaman;
“Bakın, demiş, mıhladız demiri
nasıl çekti. Ben istersem, istediğimi böyle çekerim. Siz “ötekini, berikini
getireceğiz!” diye, neye uğraşır, durursunuz?”
Yine bir gün Abdülâziz Mecdî Efendi’ye
hitaben bu mevzuda;
“Mecdî! Bana bu adamları getirip
durma. Herkes buraya giremez, biz istemeliyiz, biz isterken de, istediklerimizi
getirmeğe muktediriz.” Buyurmuştur.[188]
·
“Allah olmak kolaydır, fakat Muhammed olmak güçtür.”
Abdülâziz Mecdî Efendi bu sözü şöyle tefsir ederlerdi:
Allah Teâlâ’da cemal ve celâl tecellileri vardır. Küfrü de, imanı da
halk eden odur. Bununla beraber küfre razı değildir. Muhammediyet mertebesi ise
yalnız cemal tecellisidir. Muhammed ancak küfür olmayan şeyleri yapmakla
mükelleftir; bu ise zordur.
Buna benzer bir sözü Ayaşlı Şakir Efendi’nin söylediğini, yine
Abdülâziz Mecdî Efendi nakil ve tefsir ederlerdi. Şakir Efendi dermiş ki:
“Siyaset velâyetten yüksektir.”
Bunun, mânası: Velâyet; Allahın cemal tecellisi olduğu için; hep iyi
şeyler düşünür, iyi şeyler yapar. Siyaset ise; Allahın hem cemal, hem celâl tecellisi
olduğundan; bir siyasî, Allah Teâlâ’nın zuhur ve taayyün itibarıyla bu
birbirine zıt sıfatlarına ne derece yaklaşırsa; o kadar muvaffak olur. Hazreti
Ömer radiyallâhü anh demiştir ki,
والله مايزع الله بالسلطان اكثر ممايزع الله
بالقرآن
“Yemin ederim ki, Allah Teâlâ’nın hükümet kuvvetiyle men’ettiği
şey, Kuran’ın âyetiyle men’ettiğinden ziyâdedir.”
İşte görülüyor ki, aynı mevzuu, üç mütefekkir ayrı ayrı ifadelerle,
fakat hepsi aşağı yukarı aynı mânaya yakın olarak söylüyorlar. Binaenaleyh,
büyük adamların, bu türlü sözlerini birdenbire başka mânaya atfederek, inkâr
cihetine gitmemek lâzım gelir. Hazreti Ömer radiyallâhü anhın, bu sözüne misal istenilirse, Atatürkün icraatı
gösterilir.[189]
Atatürk, siyasî bir adamdı. Onun 15 sene içinde siyaset kuvvetiyle yapmış
olduğunu, her hangi bir velinin velâyet kuvvetiyle yapmasına imkân var mıdır?
Şüphesiz yoktur. Çünkü ezelî ve ilâhî kânun böyledir. Velâvet kuvvetiyle
hareket eden bir kimseden, mekteplerden din derslerini kaldırmak, mukaddes
sanılan. Ârap harfini terk ederek, yerine Lâtin esasından başka bir harf kabul
etmek, İslâm serpuşu sanılan fes [190]
ve sarığı, bırakarak halka şapka giydirmek beklenebilir mi? Fakat Atatürk,
böyle yapmakta idareten ve siyaseten fayda görmüş ve bir an tereddüt etmeksizin
bunları yapmıştır.
Bu mevzua bir misâl olarak;
II. Abdulhamid zamanında, huzur dersinde bir mukarrire [191]
vekâleten derse çıkan Tokatlı Ahmed Efendi, takrir esnasında:
“Padişahın iradesi; peygamberin sünnetinden üstündür.”
“Sünnet terkedilir ama irade-i seniye hilâfına bir şey yapılamaz!”
demiş. O zamana kadar dersi sükûnetle dinlemekte olan hükümdar
birdenbire başını kaldırarak:
Ne gibi meselâ, izah ediniz!
“ demesi üzerine, Ahmed Efendi de:
“Meselâ sakal salıvermek sünneti seniyedir. Sakal saliverilse de olur,
salıverilmese de. Fakat geceleri şu saatte sokakta gezmek irade-i seniye ile
yasak edilmiş olsa, buna herkes itaate mecburdur.”
Tarzında izah etmesi hükümdarın hoşuna gitmiş ve dersten şonra, öteki
hocalar, hep bir arada, kendilerine, gösterilen yerde iftar ettikleri halde;
Ahmed Efendi, II. Abdulhamid ile birlikte yemek yemiş, fazlaca ihsan almış ve
münhal olan mukarrirliğe de asaleten tayin edilmiştir.
·
Ahmed Amîş Efendi, mutasavvıflar arasında tasarrufa kadir, velilerden
bilinir.
“Ağzımdan çıkan sözleri zamanla unuturum. Fakat ne söylersem lıâdisatı
âlem öylece zuhur eder.” buyururlarmış.
Kendisini görenler, konuşanlar ve istifade edenler, bu mevzu etrafında
birçok şeyler söylerler, vakit vakit dediklerinden sonradan çıkan bir hayli vak’alardan
bahsedilir.
Ali Kemâli Efendi Sivaslı’dır. Konya’da yerleşmiş, oradaki lisede din
bilgileri ile Arap ve Fars dilleri müderrisliğinde bulunmuş, 1323 (1907) de
Konya’da bir Hukuk Mektebi açılınca orada da Osmanlı Medenî Kanunu olan Mecelle-i
Ahkâmı Adliye müderrisliği görevinde bulunmuştur.
Bu zat, Meczub Şakir Efendi’ye hizmet etmekle de kendisinden
bahse hak kazanmıştır. Şakir Efendi’yi cezbe halinde ailesi bile terk etmiş;
olduğu halde Ali Kemâli Efendi ile Mevlevi Sıtkı Dede onu bırakmamışlar ve
hizmetinde kusur etmemişlerdir.
Şakir Efendi bir gün bu hizmetlerine mukabil Ali Kemâli Efendi’ye;
“Elimden gelse seni döğe döğe öldürürdüm” demiştir.
Ali Kemâli Efendi bir aralık mebus olmuş, İstanbul’a da gelmiştir.
Abdülâziz Mecdî Efendi arkadaşını alıp mürşidi Ahmed Amîş Efendi’ye götürmüş.
Ali Kemâli Efendi elini öpüp diz çökerek karşısına oturduğu zaman hazret:
“Rahmetmetullahi, aleyhi rahmeten vasıaten” [192] den başka bir söz söylememiş, oradan ikisi birlikte
ayrılıp çıkmışlardır. ..
Bu iki fıkrayi nakleden Abdülâziz Mecdî Efendi derdi ki:
“Şakir Efendi’nin Ali Kemâli Efendi’ye; seni parça parça ederim, demesi:
kendisine yaptığı hizmetten dolayı şehit olarak hayata veda etmesini ve o
şerefe nailiyetini temenniden ve Ahmed Amîş Efendi’nin “ Rahmetmetullahi,
aleyhi rahmeten vasıaten” demesi de
bu mertebeye ereceğini keşfen tebşirden ibarettir.
Bu zat Millî Mücadele zamanında Delibaş’ın Konya’da çıkardığı isyanda:
“İttihatçıdır, eski mebustur,” diye şehit edilmiştir.
Türbedârın huzurundan çıktıktan sonra yine üstâd, Ali Kemâli Efendi’ye
intihalarını ve mürşidi hakkındaki mütalâasını sormuş, o da kısaca:
“Bu kadar uzun ömür sürdüğüne göre manevî bir memuriyeti olsa gerek,” demiştir.
Ali Kemâli Efendi’nin mezar taşında şu yazılıdır:
“Burada cehlin tasallutu ve taassubun kini meknuz isyanda darben şehid
edilen Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Konya heyeti merkeziyesi reisi ulemadan Sivaslı
Ali Kemâli Efendi metfundur. Düşmanlarını affeden,[193]
bu ruhun affı İlâhiye mazhariyetini dua et.”
Yevm-ül-isneyn 4 Teşrinievvel 1336
Abdülâziz Mecdi Efendi bu zat için buyururdu ki:
Konya Mevlânadan sonra bir tek büyük adam yetiştirmişti. Konyalılar
Mevlânanın kıymetini takdir edemedikleri gibi bununkini de edemediler, şehid
ettiler.
Konyalıların tabiî cahil ve mutaassıp kısmının Mevlâna düşmanlığını ve
taassuplarının derecesini muhterem fâzıl Erzurumlu Salih Yeşil de
şöyle anlatır:
Salih Yeşil, Millî Mücadele zamanında Büyük Millet Meclisinde âza ve
vazifeten Konya’da memur bulundukları sırada Konya ulemasından birisile
konuşurken:
“Elimden gelse Hazreti Mevlâna’nın cesedi şeriflerini buradan kaldırır,
Medine-i Tahireye götürür, sonra da bu Konya şehrini ateşe veririm.” Der. Bu
söz üzerine muhatabı da:
“İşte şimdi kâfir oldun!”
diye mukabele eder. Salih Efendi;
“İki tahta parçasını yakmakla insan neden kâfir olsun?”
“İslâmiyet o kadar dar bir din
midir ki?”
demiş. . Hoca buna da cevap olarak:
“Hayır... Onu kasdetmiyorum. Mevlâna dediğinizi Medine-i Tahireye
götürmek ve orada civarı Hazreti Muhammede defnetmekle kâfir oldun,” demek istedim.
İşte Ali Kemâli Efendi böyle bir ortamda pek kapalı bir hayat geçirmiş,
tasavvufla iştigalini, manevî meşgalesini Konyalılara hissettirmemiş, bütün
yaşadığı müddetçe kendisini zahir ilimlere mensup bir hoca olarak tanıtmıştır.
Bundan dolayı kimseyi irşâdda bulunmamış ve telli başlı bir eser de yazmamıştır.
Ancak Hayalât adında tasavvuftan bâhis küçük bir risalesi bulunduğunu
Abdülâziz Mecdî Efendi söylerdi. Bu risaleyi okuyan bir arkadaşımız yüksek bir
eser olmadığını söylerdi. Ben görmedim. Bir şey diyemem. Şu kadar ki Abdülâziz Mecdî
Efendi; Ali Kemâli Efendi’nin, yaradılış itibarıyla şakrak, samimî bir zat,
sûfiyâne muhitte açık ve serbest konuşur bir velî olduğunu söylerdi.
Sivaslı Ali Kemâli Efendi; tasavvufa sülûkünden dolayı geniş düşünceli
ve serbest fikirli bir adam olduğu için dar düşünceli kimselerle, dolu olan
Konya muhitinde Kızılbaş Hoca diye anılırmış.
Yine bu zat uzun müddet muallimlik, müderrislik hattâ mebusluk yaptıktan
sonra millî mücadele sıralarında Konya’ya çekilerek bütün maişet kapıları
kendisine kapanmış bulunduğu bir sırada orada sarraflık eden birisinin
dükkânına devam ile onun işine yardım eder ve aldığı üç beş kuruşla hayatını
idameye çalışırmış. Sarrafların faizcilik yapması dolayısıyla onun bu işte
çalışmasını hoş görmeyenler tezyif ve tahkir maksadile ona Sarraf Hoca
da demeğe başlamışlardır.
Abdülâziz Mecdî Efendi’nin damadı İş Bankası memurlarından Abdullah
Emîr Konyalıdır ve Ali Kemâli Efendi’nin komşusudur. Küçük yaşından beri
hocaya hürmet ve hizmet eder, ufak tefek aile ve ev işlerini görür ve bu
suretle teveccühünü kazanmak ve duasını almak istermiş. Mısır’dan geldikten
sonra Konya’ya gittikleri zaman yine hocayı aramış ve onu ihtiyar haliyle, o
ulema kisvesiyle sarrafın kirli altınlarını yıkayıp temizlemekle meşgul görünce
bu vaziyetten müteessir olmuş, fakat cahiller ve mutaassıplar, gibi sarrafın
yanında çalıştığından dolayı değil, bu kadar fazıl ve kemâl sahibi bir adamın
maişet yüzünden zamanla bu hale düşmüş olmasına üzülmüştür. Aynı zamanda
aralarında şöyle bir muhavere (konuşma) cereyan etmiştir:
“Bademin kabuğunu yalaya yalaya dilimiz aşındı. Lübb’ünden ne zaman
tattıracaksınız?”
“Ben İstanbul’a geldiğimde o iş de olur. Seninkinin bir baltalık işi
kaldı. Onu da indirince tamamdır.”
Sivaslı Ali Kemâli Efendi’nin burada “seninkinin” sözü ile
kasdettiği zat; Abdullah Emîrin kayın babası Üstâd Abdülâziz Mecdî Efendidir.
Bu söze göre Abdülâziz Mecdî Efendi’nin bu sıradaki manevî derecesi
Ali Kemâli Efendi’mden dûn bir mertebede imiş.
Ali Kemâli Efendi bu rumuzlu ve kapalı sözü söyledikten sonra çok
yaşamamış, şehid olmuş ve tabiî İstanbul’a da gelememiştir.
·
Diyanet İşleri Reisi olan Şerefeddin Yaltkaya, Darü’lmualliminde
okumuş, medrese tahsilini de usulü dairesinde bitirip icazet almış değerli bir
âlimimiz olup kendi sahasında eşsiz bir mütefekkirimizdir.
Darülmuallimin mezunu olmak itibariyle önce muallimliğe sülük ederek,
Maârif Nezaretince rüştiye muallimliğine tayin edilmiş olduğu gibi; aynı
zamanda camilerde lisanı ve dinî bilgiler okutmak üzere müderris de olmuştur.
Yine bu zat, son zamanın meşhur mutasavvıflarından Cerrahpaşa hatibi
Arif Efendi merhumun oğlu olmak itibarı ile aile ve muhit icabı olarak
tasavvufa ve manevî ilimlere de yabancı olmadığından, tekkelere devam eder,
mutasavvıflarla görüşür, dervişlerle düşer kalkar, hâsılı eski kültürümüzün üç
büyük sahasında maharetle at oynatır bir ilim ve irfan âşıkıdır.
Bu üçüncü mesleği dolayısıyla mutasavvıfları ziyaret ettiği sırada,
devrinin bu yolda en büyük adamı bulunan Ahmed Amîş Efendi’nin hu-zurlarına da,
Sami Evranos’un delâletiyle gidip, Ahmed Amîş Efendi’den manen istifade etmek
ister.
Sami Evranos; Şerefeddin Yaltkaya’yı:
“Çalışkan; okumağa, yazmağa meraklı ve yetişecek bir ilim âşıkı,
Bandırma rüştiyesi muallimi evveli.”
diye, hazrete takdim eder ve
huzurlarında biraz bulunduktan sonra elini öpüp arkadaşı ile birlikte çıkarlar.
Ahmed Amîş Efendi, kedisiyle görüşenlere yahut huzuruna bu suretle
getirilenlere çok kerre ya maddiyat yahut maneviyatına dair bazı, tebşirlerde
bulunurmuş ve bunları bazan görüştüğü kimseye vecahen bazan da gıyaben
söylermiş.
Ahmed Amîş Efendi, Şerâfeddin Yaltkaya’ya, vechen böyle bir tebşirde
bulunmayınca, ertesi gün, Sami Evranos, yalnız giderek, hazreti ziyaret edip,
onun hakkındaki tebşirlerini öğrenmek ister ve:
“O, bulunduğu mesleğin en son mertebesine çıkar.”
Müjdesini, alır ve hâdise de hakikaten buyurdukları gibi çıkar. Şöyle
ki:
Şerefeddin Yaltkaya, ilk intisap ettiği rüştiye müallimliğinden sonra
idadiye ve lise hocalığına, daha sonra da bu mesleğin en son mertebesi olan
üniversite profesörlüğüne çıkınca, bu hâdiseyi bilenler ve bu neticeyi görenler,
Ahmed Amîş Efendi’nin uzağı görmekteki kudret ve kuvvetini yâd ve tasdik
etmişlerdir. ,
Yine bu zat aynı zamanda medreselerde ders okutmak hak ve salâhiyetini
de haiz bir müderristir demiştim. O, bu sıfat ve salâhiyetle, bugüne kadar
evkaf hâzinesinden maaş almaktadır. Hattâ Tevhidi Tedrisat Kanunu çıktıktan ve
medreseler kapatıldıktan sonra bile; Fatih camiinde, bilhassa ramazan ayında,
halka vâz ve nasihatlerde bulunurdu. Son günlerde Üniversite profesörlüğünden
Diyanet İşleri Reisliğine de geçince, ilmiye mesleğinin son mertebesi ve eski
şeyhülislâmlığın karşılığı olan bu makama çıkmış olması da, pek yerinde olarak
yine Ahmed Amîş Efendi’nin uzağı görmekteki kudretine affolunmuş ve hâdise,
hakikaten müşarünileyhin, buyurdukları gibi, 30 sene sonra da olsa yine zuhur
etmiştir.
Yine bu zatın, Mustafa Kemal’in, son dinî tazim olan cenaze namazını da,
Dolmabahçe sarayında kıldırmak şerefine mazhar olduğunu biliyoruz. Meslek veya
diyanet icabı, arasıra yapmakta oldukları imametin son mertebesi de, şüphesiz
bir milletin en büyüğünün namazını kıldırmaktır.
·
Ahmed Amîş Efendi’nin, yalnız müteşerrilerin (şeriât sahipleri) değil, bir takım mutasavvıfların bile kolay
kolay anlayıp hazmedemiyecekleri birçok sözleri ağızlarda dolaşmaktadır. Ehli
ve erbabı bu sözlerin her biri için birer vecih bulmakta iseler de, havsalası
dar bulunanlar türlü türlü tefsirlere kalkışırlar, aleyhinde atıp tutarlar. Mesela:
Bir gün yanında damadı Darülfunûn müderrislerinden Ahmed Naim Bey
bulunduğu sırada huzuruna bir genç gelir, elini öper, karşısında durur. Ahmed
Efendi, bu gence hitaben:
“Haydi, git, yine eskisi gibi kârhanelerde, meyhanelerde, gez, dur.”
der. Genç, tekrar elini öper, kalkıp gider.
Müderris Ahmed Naim Bey, bu vaziyetler, bü sözler karşısında hayretler,
içinde kalır. Bunu anlıyan Amîş Efendi, onun hayretini gidermek için der ki:
“Bunun âyan-ı sabite’sinde kârhanelerde, meyhanelerde gezmek vardır.
Nasıl olsa bunu yapacak. Ben böyle söylemekle, hiç olmazsa günahtan kurtulmuş
olur. Çünkü bu takdirce yaptıklarını emirle yapmış oluyor.”[194]
Bunu böylece nakleden üstâd Abdülâziz Mecdî Efendi, bu şahsın halâ bu
yolda gezmekte olduğunu söylerdi.
·
Yine bir gün, bir kadın müracaat ederek, herhangi manevî bir arzusunun
husulü için Medine-i Münevvereye gönderilip orada Ravza-i Mutahhareye konulmak
üzere bir arzuhal yazılmasını rica eder, türbedâr Amîş Efendi de iki satırlık
bir pusula yazıp eline sıkıştırır. Âyetli, hadisli ve tumturaklı ifadeli bir
şey bekleyen kadın, bu kadar sade ve iki satırlık bir pusula ile
savuşturulduğunu görünce, dileğinin yerine gelemiyeceğini düşünerek:
“Bu kadarı makbule geçer mi?”
diye sorar. Ahmed Amîş Efendi de:
“Kadın; ben onu zatımdan, Muhammedime yazdım. Senin o kadarına aklın
ermez, haydi git, elbette müessir olur.”
buyurdular.
·
Konyalı Topçuzâde Mehmed Arif Efendi adında çok fazıl bir zat vardı. [195]
Ahmed Amîş Efendi ile arasında bu meyanda şöyle bir vak’a geçmiştir.
Medrese tahsili görmüş, ayni zamanda diğer medrese mensupları gibi
yalnız Arap dilini değil, Türkçeyi de çok iyi öğrenmiş olan bu zat, bu meziyetleri
dolayısıyla, gençliğinde bazı büyüklerin çocuklarına hususî muallimlik edermiş.
II. Abdulhamid’in kâtiplerinden Bürhan-ül-müeyyed mütercimi Kudüslü Kadri Beyin
oğlunu okuttuğu sırada çocuğun ahvalinde görülen gayritabiî bir halin izalesine
dua etmesini rica etmek üzere, Kadri Beyin müntesip olduğu Ahmed Amîş Efendi
nezdine gönderilir.
Arif Efendi kalkar, türbeye gider, Amîş Efendinin huzuruna girip Kadri
Bey’in selâmını ve arzusunu arzeder. Fakat öyle bir cevap karşısında kalır ki,
o zamana kadar okuduklarına, edindiği dinî kanaatlere göre, o türlü sözleri
ancak Allah söyleyebilir, insan değil. Meselâ:.
“Verdim, olsun!” gibi bir söz.
O zaman, mutaassıp ve
havsalası dar olan Arif Efendi, hiç ummadığı ve beklemediği bu cevap üzerine,
hemen oradaki iskemleyi kaparak Ahmed Amîş Efendi’nin üzerine hücum ile
“Vay! Tevekkeli senin için
…..…demiyorlar?”
diyerek onu öldürmek ister. Bu vaziyet karşısında, Ahmed Amîş Efendi hiç
bir telâş ve korku eseri göstermiyerek, sadece;
“Vaktin gelince sen de anlarsın!”
demekle iktifa eder ama, Hazretin başında paralamak üzere havaya kaldırdığı iskemle, kendi
başında patlamış gibi bayılır.
Arif Bey o halde ne kadar kaldığını bilemeyecek
kadar kaldıktan sonra, yüzünde, sıcak, yumuşak, şefkatli bir el hisseder.
“Arif evlâdım, yeter artık kalk!. Kalk yavrum, kalk!,”
Arif Efendi gözünü açar bakar ki, iskemle yerinde ve Ahmed Amîş Efendi
postunda duruyor. Hemen kalkıp, Ahmed Amîş Efendi’nin eline eteğine sarılsada,
af dilesede, olan olmuştur...
Arif Efendi, sonraları bu vak’ayı hatırladıkça veya bir sırası gelip de
söyledikçe pişmanlık alâmetleri gösterir ve o zamanki zihniyeti ile sonrakini
mukayese ederek tasavvufun, teşerru’un [196]
çok ilerisinde olduğunu itiraf ederdi.
İşte bu Arif Efendi, zamanla tasavvufa da sülûk ederek, Ahmed Amîş Efendi’nin
irtihallerinden sonra yerine türbedâr olan Mehmed Efendi’ye intisap etmiş ve
diğer mutasavvıflarla düşüp kalkmağa başlamıştır. Bunlardan başka, önce, Muhyiddin
Arabî’nin vahdet-i vücut yolundan gittiği için Ahmed Amîş Efendi’yi öldürmek
istiyen bu zat, sonraları Şeyh Ekberin “Tuhfe-i Sefere” sini ve yine bu
muharririn vâhdet-i vücud’ün ta kendisini gösteren سبحان من اوجد الاشياءفهو عينها vecizesini şerh ve
vahdet-i vücut nazariyesini izah etmek üzere, Salâhaddin Uşşakî tarafından
arapça yazılmış olan “Miftâhu’l Vücud ilâ nihâyeti’l Maksûd” adındaki risalesi Türkçeye çevirmiş, Abdülkerim
Ceylî’nin “İnsan-ı Kâmil” inden ruh bahsini tercüme etmiştir. Yine Muhyiddîn
Arabî’nin en meşhur eserlerinden olan da Türkçeye çevimeğe başlamış ve 18
sahifesini bitirmişti, İstanbul’u terketmesi üzerine tercümeye devam edemedi. Kendi
el yazısı ile olan bu tercümeler hususî kütüphanemdedir.
Arif Efendi’nin tasavvufa sülük ettikten sonra düşünüşündeki değişikliği
belirtmek için “Miftâhu’l Vücud ilâ
nihâyeti’l Maksûd” tercümesinin başına geçirmiş olduğu şu birkaç satır;
“Bu kitab-ı güzin şeyh-i hakikatbîn Abdullah salâhi Hazretlerinin bir
eser-i hakikat-rehberidir ki şeyh-i ekber ve esrar-ı hakayika mazhar Muhyiddîn
Arabî Efendimizin bazı
cühelâ-yı ulema arasında bir hayli itirazata sebep olan ve maazalik mahz-ı
hakikat bulunan bir nutk-ı âlisini şerh ve izah için yazılmıştır.
İşbu eser, mürşid-i âli-himmet Behçet Efendi Hazretleri tarafından
tercüme için âcizlerine emir ve tevdi buyurmuşlardır. Ben de nefsimden havi ve
kuvveti tecrit ederek Şeyh Ekberin füyüzatı ruhaniye ve Cenâb-ı Salâhinin
imdad-ı ruhanisinden istiane ile mütevekkilen alellah-il- kerim tercümesine
başladım.”
·
Bir gün, Ahmed Amîş Efendi, yemek yenilmek üzere tam sofraya oturduğu
sırada, evde ekmek olmadığını refikası (hanımı) haber verir. Ekmek almak için
bakkala gönderilecek o sırada evde başka kimse de bulunmadığı için, gidip kendisinin
almasını hazret, refikasına söyler. O da cevaben: “hemen dışarı çıkmak için
çarşaflı olmadığını, şimdi falanın geleceğini ve ona aldıracağını” söylerse
de, Ahmed Amîş Efendi beklemek istemeyerek:
“BÖYLE ÇIK AL, BEİS YOK!”
der ve refikası da başına şöyle bir örtü atarak, fakat üstüne bir şey
giymeyerek, evdeki kıyafetiyle gidip bakkaldan ekmeği alır, gelir.
Ertesi gün, türbede, ziyaretine giden üstâd Abdülâziz Mecdî Efendi’ye,
Ahmed Amîş Efendi, bu hâdiseyi olduğu gibi naklederek:
“Bir kerre ağzımdan çıkmış bulundu. Söylememeli idim. Fakat herhalde
söylediğini gibi olacak, çarşaf; kalkacaktır.”
demiştir. Cumhuriyet devrinde sözünün nasıl ve ne suretle çıkmış
olduğunu bilmem ki izaha hacet var mı?
·
Büyük Hanımefendi’den rivayetle;
Leylek leylek löpürdek, [197]
Hani bana çekirdek,
Çekirdeğin içi yok,
Kara kızın saçı yok.
Derviş derviş devrilmiş
Kabeye gitmiş kurulmuş.
Karnın doyuncaya kadar ye (nüsha; ölünceye kadar ye)
Seni Salih baba mı dövdü?
Seni Salih baba mı dövdü? [198]
·
Mehmed Efendi’den rivayetle;
Bir gün huzurda
bulunurken kendimi zabt edemeyerek sarıldım, bir müddet sonra efendim gelip
kapıdan çıkarken,
“Çapkın
dur âna iyice bir enfiye çekeyim” buyurarak parmakları ile enfiyeden alıp öyle
bir nazar buyurdular ki kendimi gayb edip huzurda bulunan ihvândan Feyzi Bey
koluma girip beni Karakulak Hanına kadar getirmiş.
AHMED AMÎŞ EFENDİ İLE AHMED AVNİ
KONUK’UN SOHBETLERİ
[Ahmed
Amîş Efendi, Konuk’un mürşidi olmamasına rağmen, onunla tasavvufî sohbetler yapmıştır.]
[199]
12 Zilka’de 1337 (9 Ağustos 1919)
335
senesi Ağustosi efrenciyyenin sekizinci ve 337 sâli hicrîsi Zilka’desi’nin (9
Ağustos 1919) on ikinci Cum’a günü kable’z zuhr Hüseyin Avnî Bey biraderimizle
yüz yirmi yaşını mütecaviz bulunan ve zamanımızda vücûdi şerifi ile teberrük
olunan insânı kâmil Fâtih Türbedârı Hacı Ahmed Efendi Hazretleri’nin huzûrı
şeriflerine gittik. Kimse yoktu. Mübarek elini öptük. Önüne oturtup yakına gelmemizi
işaret buyurdu. Aşağıdaki mükâlemât cereyan etti.
Hazret: “Niçin
geldiniz? Maksadınız, emeliniz nedir, ne istersiniz?’
Fakîr: “Maksudumuz Hakk’tır.”
H: “Hakk var mı, Hakk nerede?”
F: “Her
taraf Hakla dolu, ondan gayrı bir şey yok. La mevcûde illâ hû [Allah’tan başka
varlık yoktur].”
H
(Gülerek): “Öyle yâ, O’ndan gayrı bir
şey yok...”
(Hüseyin
Avnî Bey’e hitaben) “İsmin nedir?”
H: “Hüseyin
Avnî...”
H (Fakire
hitaben): “Senin ismin ne?”
F: “Ahmed
Avnî...”
H: “O, benim. Ben beraberim. Ahmed benim. Avni’yi
sonra getiriverirsin olur gider.” (Hüseyin Avnî Bey’e hitaben): “Nerede oturuyorsun?”
“Sultan
Mahmud türbesinde.”
“Türbenin içinde de mi oturuyorsun?”
“Hayır,
efendim, türbenin civarında...”
“Ooo, büyük yer! Sultan Mahmud. Sözünün eri ise.” (Fakîre hitaben): “Sen nerede oturuyorsun?”
“Unkapanı’nında.”
(Unkapanı
lâfzım telâffuz edemez gibi birkaç defa tekrar ettiler).
“Oo,
orası çok uzak...” buyurdular. Sonra: “Hangi
milletlerle görüşüp konuşuyorsunuz?”
“Yetmiş
iki milletle görüşüp konuşuyoruz.”
“Kâh talim ve kâh te’allüm ediyorsun, değil
mi?”
“Evet,
efendim, kah talim ve kâh te’allüm ediyorum.”
“İnneke meyyitün ve innehüm meyyitûn sümme
inneküm yevmelkıyâmeti inde rabbikum tahtesımûn.” (Şüphesiz sen de
öleceksin, onlar da ölecekler. Ey insanlar! Sonra siz, kıyamet günü Rabbinizin
huzurunda duruşmaya çıkacaksınız. Zümer 30-31) İşte bu âyet tam sana göredir.”
(Bu cevab
üzerine fakirin kalbinde bir ukde peyda oldu. “Acaba ömrümün âhir olduğuna mı,
yoksa Mûtû kable en temûtû sırrına
mazhariyete mi işaret buyurdular?” dedim.)
“Geceleri ne yapıyorsunuz?”
“Evliyâullâhın
nuruyla müstenîr oluyorum.”
“Çok âlâdır, sa’âdettir.” “Elhamdûlillah.”
‘Validenizi görüyor musunuz?” (Ya’ni, anâsırı erba’anın
ahkâmını vücûdunuzda görüyor musunuz?)
“Her
vakit temastayız. Görüyoruz efendim.”
(Hazret
güldüler. Fakire hitaben): “Bak, sana
kısaca söyleyeyim: Allahu latifün biibâdihi yerzuku men yeşâ’. (Şura, 19) Allah
denilen ma’nâ latiftir; biibâdihi, ibâdına... ‘Bâ’, mülâbese (Benzeyen iki
şeyin birbirinden ayırt edilmeyerek karıştırılması) içindir. Yerzuku men yeşâ, dilediğini ırzâk eder, amma rızk, yalnız
yemek değildir. Söylemek, dinlemek, görmek, oturmak, yatmak... ilh. hep
rızıktır.”
“Hususuyla
huzûrı âlinizdeki istikâmetimiz alâ rızıktır.”
“İşte rızkın âlâsı odur ya! En alâ rızık,
rızkı ma’nevîdir.” (Biraz sükûttan sonra) “Söyleyiniz bakalım! Lâ tüdrikühü’lebsâr ve hüve yüdrikü’lebsâr ve hüve’llatîfîi’l
habîr. “(Gözler O’nu görmez, O bütün gözleri görür. O Latif’tir, haberdardır.
Enam, 103)
(Hüseyin
Avnî Bey’e hitaben): “Ne diyor?” buyurdular.
Hüseyin Avnî Bey âyeti kerîmeyi tekrar etti.
“Hah! İşte öyle... ‘Bâ’mülâbese içindir. Bismillâhi’deki
bâ gibi. Bismillah budur.”
(Biraz
murâkıb oturdular, ondan sonra) “Söyleyin
bakalım!” buyurdular.
“Zâtı
âliniz buyurun, dinleyelim!”
(Hüseyin
Avnî Beye hitaben) “Ne söylüyor?”
“Zâtı
âliniz...”
“Zâtı âli, zâtı âli! Sen de mızmızsın...” buyurdular. Bir
müddet bir şey söylemediler. Sonra tekrar buyurdular ki: “Geceleri uyuyor musunuz? Yoksa âh... âh... diye bağırıyor musunuz?”
“Kâh
uyuyoruz, kâh bağırıyoruz efendim.”
“Öyle olmalı. Nasıl geliyorsa öyle yapmalı, değil
mi? Ananızı görüyor musunuz?”
“Görüyoruz
efendim.”
(Fakire
hitaben): “Nerede oturuyorsun?”
“Unkapanı’nda...”
“Orası çok büyük yerdir. Çarşısı var, pazarı var.
Çok aydınlıktı bir yerdir.”
“Evet,
efendim. Kesret vardır.”
(Ba’dehu
biraz yattılar, murâkıb bir halde kaldılar. Yatarken rahatsız olmamaları
mülahazasıyla:)
“Efendim
rahatsız olmayın; gidelim mi, oturalım mı?”
“Yoook. Sakın bu sözü bir daha hiçbir yerde,
hiçbir kimseye söyleme! Herkes, zâtında muhayyerdir. Dilediğini işler. İster
gider, ister oturursun...” (deyip bize müteveccihen sağ taraflarına yattılar. Beş
dakika kadar öylece murâkıb kaldılar. Biz de sâkitâne oturduk. Ba’dehu birden
bire kalkıp oturdular. İki ellerini açtılar. Du’â vaziyeti aldılar. Biz de ona
muvâfakaten ellerimizi açtık. Tatlı tatlı güldüler de buyurdular ki):
“Âmin ama neye âmin?
Du’âya değil mi?
Hangi du’âya?
(Fakire nazar edip) “Ömrün tavîl olmasına
âmin, değil mi? Bak! Bu Kur’ân’dır. Tûbâ limen tâle ‘umruhû ve hasune ‘ameluhû.
(“Ömrü
uzun ameli güzel olanlara ne mutlu” Hadis-i Şerif) Tûbâ, mübalağa ile sa’âdet, limen tâle ‘umruhû, ömrü uzun olan ve
ameli güzel olan kimse içindir. Ömrü uzun olmak ve ameli hasen olmak büyük sa’âdettir.”
(Sükût
ettik. Biraz zaman geçti).
“Söyleyin bakalım!”
(Biz
tebessümle yine sükût ettik.)
“Sizin çıraklarınız var mı?”
“Kendimiz
çırağız, efendim. Bizim çırağımız yoktur.”
“Hepimiz çırak” (dedikten sonra) “İhtiyarlık
var serde... Ben, ihtiyar değil miyim?”
“Hayır,
efendim ihtiyar değilsiniz.”
(Hazret
güldüler. Ba’dehû Hüseyin Avnî Bey biraderimiz kıyam edip elini öpmeğe kast
ettikte Hazret onun elini mübarek eli içinde tutup buyurdular ki):
“Ben du’â ediyorum. Fakat benim du’âm yalnız
sana değil... Benim du’âm, ‘âmmdır. Hepinize du’â ediyorum.”
(Hüseyin
Avnî Bey’den sonra fakîr yedi şerifini takbîl ettim. Fakire hiçbir şey
söylemediler. Kemâli âdâb ile buzûrı şeriflerinden çıktık. Fakirin huzûrı
şerifine üçüncü defa gidişim idi).
12 Zilhicce 1337 (7 Eylül 1919)
Hüseyin
Avnî Bey biraderimizle 120 yaşını mütecaviz [aşkın] bulunan ve zamanımızda
vücûdi şerifi [şerefli vücudu] ile teberrük olunan [bereket bulunan] insânı
kâmil Fâtih Türbedârı Ahmed Amîş Efendi’nin huzûru şeriflerine gittik. Hazret
yalnızdı. Âtideki [aşağıdaki] mükâlemât [konuşma] cereyan etti.
Hazret: Safâ
geldiniz, bayrâmı şerifiniz mübarek olsun.
Bizler:
Teşekkür ederiz efendim.
Hazret: Nerede eğleniyorsunuz?
Fakir (Ahmed Avnî): Hakk’da eğleniyoruz efendim.
Hazret: Kira ile mi?
Fakir:
Kira ile.
Hazret: Pek alâ! İsmi şerifiniz?
Fakir:
Ahmed Avnî.
Hazret: Ben de Ahmed’im.
Fakir:
Biz Ahmed’e Avnîlik [yardımcı olma] de ilhak ediyoruz [ekliyoruz]. Acaba bu
ilhak kendi hayâlimiz mi? Yoksa hakikaten Avnîlik var mı efendim?
Hazret: Nene lâzım? Orasını karıştırma. Lâ ilahe
illallah Muhammedün Resûlullah. Bu kâfidir.
Sonra
vekilleri Türbedâr Mehmed Efendi geldiler. Ona
“Ne
var?”
buyurdular.
Biz de
destur alıp huzurlarından çıktık. Bu dördüncü ziyâretimdi.
Hüseyin
Avnî Bey ve Hayri Bey biraderlerimizle Cum’a namazını Abdülhay Efendi’nin
[Öztoprak] mescidinde edadan sonra Türbedâr Hacı Ahmed Amîş Efendi
hazretlerinin ziyaretine gittik. Fakirin beşinci ziyaretim idi. İçeriye
girdiğimizde yalnız olup, gözleri kapalı müstağrak [kendinden geçmiş] bir hâlde
idiler. Bir müddet ayak üzerinde durduktan sonra önüne oturduk. Mübarek
gözlerini açtı ve bize nazar etti ve fakire hitâb ile sordu:
“Nerede sakinsiniz? Nerede tavattun ediyorsunuz
[oturuyorsunuz]?”
“Şimdilik
hazreti şehâdette, âlemi nefisde tavattun ediyoruz.”
“Mâ şâallahu kâne ve mâ lem yeşe’lem yekun
[Allah neyi dilerse o olur, dilemediği şey olmaz]. Hakk’ın dilediği olur,
dilediği mevcûd olur, dilemediği mevcûd olmaz. Ve bilkaderi hayrihi ve şerrini,
bu kelâmın tefsiridir” buyurdular.
Bir
müddet murâkıb olup [manevî tefekküre dalıp] tekrar sordular:
“Niçin geldiniz?”
“Zâtı
âlinizle şerefyâb olmak için geldik. Zâtı âlinizle müşerref olmağa
“Ziyaret... Ziyareti bilir misiniz? Ben
ziyaret bilmem.”
Tekrar
murâkıb olup gözlerini açtılar: “Allahümme
salli alâ Muhammedin ve alâ âlihi Muhammed” [200]dediler.
Ondan sonra “Allah sizi Zâtına mazhar
buyursun” diye du’â ettiler.
Fakir: “Du’âyı
âliniz berekâtıyla inşâallah mazharı ismi Zât oluruz”
Badehu
[sonra] bir hayli müddet gözleri kapalı murâkıb oturdular, sonra gözlerini açıp
salavât getirdiler.
“Söyleyiniz erkekler!” buyurdular.
“Söyletiniz
de söyleyelim efendim” dedim. Hiç cevap vermeyip yine murâkıb oldular,
gözlerini açtıktan sonra tekrar salevât getirdiler. Fakîre
“Sizin taraflarınızda yangın var mı?”
“Bizim
taraflar masun kaldı [yangından etkilenmedi) efendim.”
Hazret
güldüler. “Allah şifâ versin” buyurdular.
Ondan
sonra yine bir müddet murâkıb oldular, bâ’dehu gözlerini açıp yine salavât
getirdiler.
Fakîr: “İnmemalkevnü
fil hayâti ve hüve hakkun fil hakîka” [yani, “Dünyada varlığa ait ne varsa
hayâldir, fakat hakikatte hakdır] dedim. Dikkatle dinlediler de “Peki, peki” dediler. Bâ’dehu:
“Çok sularınız var mı?”
“Var
efendim”
“Kendi kendine akan sular var mı?”
“Bazen
bulunur efendim” dedim. ,
Bunun
üzerine Hazret, Fakirin Önüne doğru yüzü üzerine eğildiler. Bir müddet öyle
durdular. Fakîr bâtınında [içimden] Cenâbı Mevlânâ Efendimiz ile mürşidim Esad
Dede hazretlerine müteveccih oldum [gönlümü bağladım]. Bâ’dehu [sonra]
kalktılar.
“İnneke meyyitün ve innehu meyyitun” [Sen de ölüsün, o da
ölüdür]. Biz sükût ettik. Sonra buyurdular ki:
“Romatizma, romatizma derler... İnsan uyanık
iken gelir ise uyutmaz. Uyurken gelir ise uyandırır. Rum rum yapar.”[201]
“Romatizma
hararet ister efendim”
“Biz harareti bulamıyoruz ki...”
Bir hayli
müddet yine murâkıb durdular. Bâ’dehu gözlerim açıp salavât getirdiler. Sükût
üzere oturduk. Bâ’dehu:
“Haydi oğlum! Ben abdest bozayım. Ben abdest
almam, bozarım” buyurdular. Biz de ellerini öpüp kalktık. Huzurlarından çıktık.
5 Rebiülevvel 1338 (28 Kasım 1919)
Salim
Efendi ile beraber Türbedâr Efendi hazretlerinin ziyaretine gittik.
Yalnızdılar. Huzuruna girdiğimizde kendilerine yaklaşmamızı işaret buyurdular.
Gayet yakın olarak diz dize önlerine oturduk. Hazret, Salim Efendi’ye “Safâ geldiniz” buyurdular.
Biz de “Safa
bulduk efendim” dedik.
Salim
Efendi: “Ben sensiz olamam, sen de bensiz olamazsın” dedi.
Hazret: “Öyle ya!”
Fakire
hitaben: “Nerede tavattun ediyorsunuz?” Fakîr: “Hak’ta tavattun ediyoruz.”
“Tavassul mu ediyorsunuz [ulaşıyor musunuz]?”
“Evet
efendim! Tavattun ve tavassul ediyoruz.” Gülerek fakire hitaben: “Bu hoca kim?” “Salim Efendi.”
“Allah bu hocayı mertebesinde dâim buyursun.” Salim Efendi’ye
hitaben, Fakîr için: “Bu efendi kim?”
Salim
Efendi: “Bid’atün minnâ” [Bizden bir parçadır]. Bizim nurumuzdan Ahmed Avnî
Bey. Posta müdür muavini.”
Fakire: “Ben de Ahmed’im, sen de Ahmed’sin. Ahmed
iki mi? Sen sensin, ben benim.”
Fakîr: “Ahmed’in
mim’i kalkınca ahad [bir] olur. O vakit bir olur.”
Hazret: “Mim kalkar mı? Kalkar a! O vakit sen
kalmazsın. Fakat bu vücûdunun kalkması lâzım gelmez. Vücûdunla beraber sen
kalmazsın. O vakit Hak sende mahfî [gizli] olanın kim olduğunu bilirsin.” [202]
“Vücûdda
mahfî olanın kim olduğunu bilmekle beraber senlik vehmi kalıyor efendim. Vehim
ise sultânı kuvâdır [kuvvetlerin sultanı].”
“Ben konuşurken yoruluveriyorum. Siz konuşun,
ben dinleyeyim.”
Salim
Efendi: “Söylemenizi bize intikal ettirin, söyleyelim ve konuşalım.”
Fakire
hitaben: “Oooo Nûrî Paşa! Söyle bakalım.”[203]
Salim
Efendi: “Efendim, Nûrî değil, Avni;.”
Hazret: “Avnî mi?”
Fakîr: “Efendim,
zâtı âlilerinin teveccüh buyurdukları Nûrîliği kabul ettim.”
“Kabul etmeseydin ne olacaktı?”
“Hiç bir
şey olmayacaktı. Şu kadar var ki, tevcihi âlilerini [yüksek teveccühünüzü]
kemâli hoşnûdiyle [büyük bir memnuniyetle] kabul ettiğimi arz ediyorum.”
“Pek âlâ! Dışarıda soğuk var mı?”
“Hayır
efendim.”
“Rahmet var mı? Kış ortası derler, geldi mi?”
“Hayır
efendim. Hararet var.” “Yaaa!”
Biraz
murâkıb olup, ba’dehu salavât getirdiler. Sonra da “Lâ ilahe illa hüve’r Rahmân” [Rahman olan Allah’tan başka ilâh yoktur]
buyurdular. Ondan sonra: “Ben hep böyle
söylüyorum. Allahümme salli alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. [Allahım! Muhammed
aleyhisselâma ve onun ailesine, soyuna, ehli beytine selâm olsun!] İşte bu üç kelime. Gecegündüz bunları
söylüyorum. Bunları okuyorum.”
Fakire
ellerini uzattılar. Tuttum. Oturdukları mahalde doğruldular: “Tubâ, tûbâ, tûbâ derler.[204]
Ömür uzunluğu imiş. Tûbâ limen tâle umruhû ve hasune ameluhû. Böyle uzayıp gidiyor.”
Ba’dehu
yine murâkıb oldular, yine salavât getirdiler ve “Lâ ilâhe illa hüve’r Rahmân”
buyurdular. Ellerini uzatır vaziyetinde bulunmakla Fakir ellerini öptüm. Salim
Efendi de öptü.
Kalktık.
Kalkarken: “Ben umûma [herkese] du’â
ederim. Başka bir şey elimden gelmez. Cümleniz için du’â ediyorum”
buyurdular. Ba’dehu huzurlarından çıktık.
17
Recebülmürecceb 338 ve 9 Nisan 336 Cum’a (6 Nisan 1920) günü Türbedâr Efendi
Hazretleri’nin ziyaretine Salim Efendi (merhum) ile birlikte gittik. Hazret “Hoş geldiniz, safâ geldiniz!” buyurdu.
Biz de “Hoş bulduk, safâ bulduk, efendim” dedik.
Hazret:
“Veâyetün leümü’lleyl,Neslehummhu’nnebâra
(,..)Veküllün felekin yesbehûn’a (Yasin: 37-40)[205]kadar
tilâvet buyurdu. Sonra “Ve kâlûlhamdü lillâhillezi sadekanâ va’dehû
(...)kıylelhamdü lillahi Rabbilâlemin (Zümer; 74-75) [206]
kadar okuyup tekrar “Ve âyetün lehümülleyl, neslehu ….” okudu. Yâsînı şerifin
sonlarına doğru geçti. Sonra tekrar bu âyetten başladı. “Ve küllün fi felekin
yesbehûn..” a kadar birçok defa tekrar etti. Biz de huzurdan kalktık. Bu hal,
belki üç çâryek devam etmişti. Hazret 9 Mayıs 1336 tarihinde, yani bundan tam
bir ay sonra intikâl buyurdular. 130 yaşında idiler. (?)
Kaddesenâllâhu
biesrârihi ‘azzamellâhu zikrahu ve nefa’anâ bifiiyûzâtihi yâ hüvelMuîn” (Allah
bizi onun sırlarıyla kutsasın. Allah zikrini azîz etsin. Feyizleriyle bizleri
faydalandırsın. Ey Muîn olan Allah!)
RASÛLÜLLAH sallallâhü aleyhi ve sellem EFENDİMİZE
GETİRİLEN SALÂVATLA CENNETTEKİ
MAKAMLAR NEDEN ARTAR?
Abdülâziz Debbağ kaddesellâhü sırrahu’l azîze Abdullah b.
Mübarek sordu ki:
— Efendim, neden cennetteki makamlar Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvat-ı şerife ile artar da
tespih ve benzeri zikirlerle artmaz?
O’da şu cevabı verdi:
— Çünkü cennetin aslı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimizin nûrundandır. Çocuk nasıl babasına içten bağlılık duyar
ona müştak olursa, cennet de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin
nûruna öylesine müştaktır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem anıldığında
cennet bu zikri işitince âdeta çırpınıp ona doğru uçmak ister. Çünkü o nurun
suyuyla sulanır.
Şeyhim bu cevabı verdikten sonra yemine iştiyak duyan bir
hayvanı misal olarak verdi ve şöyle buyurdu:
Hayvan yemine çok istek duyuyor, kendisine arpa ve
benzeri yem getiriliyor, bu sırada o hayvan olduğundan çok daha aç bir
vaziyettedir. Yemin kokusunu alınca ona doğru süratle yaklaşır, yem ondan
uzaklaştırılınca da peşine takılıp ulaşıncaya kadar takip eder. Cennetin
çevresinde bulunan melekler de böyledir, onlar de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimizin zikriyle meşgul olurlar, Ona salât ü selâm getirirler. Cennet
de bu zikre son derece iştiyak duyar, ona doğru yürür ve her cihette bu zikir
bulunduğu için genişlemeye başlar. (İşte cennetin
artması, onun böylece genişlemesi demektir). Eğer bu konuda Allah’ın irâdesi
ve engellemesi olmasaydı cennet, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz hayatta iken dünyaya çıkar ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
nereye giderse o da onunla birlikte olurdu. Ne var ki Allah onu dünyaya çıkmaktan
men’etmiştir, tâki gayz yolu üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize
iman edilmiş ola.
RASÛLÜLLAH sallallâhü aleyhi ve sellem VE ÜMMETİ CENNETE GİRDİKLERİNDE
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz ve O’nun
ümmeti cennete girdiğinde cennet onlarla ferahlık duyar ve onlar için
genişledikçe genişler. Öylesine bir sevinç duyar ki bunu sınırlamak mümkün
değildir. Diğer peygamberler ve onların ümmetleri girdikleri zaman ise cennet
bir çeşit büzülür kalır. Bunun sebebi sorulunca şu cevabı verir:
“Ne ben sizdenim, ne de siz benden...” Diğer ümmetlerin peygamberleri Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimizden istimdat etmeleri sebebiyle bir ayırım meydana gelir.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize
getirilen salâvat-ı şerife herkesten kesin olarak makbul tutulur.” diyenlerin bu iddiası hakkında şeyhimden işittim, şöyle buyurdu:
— Şüphe yok ki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimize getirilen salâvat-ı şerife amellerin en üstünüdür. Hem salâvat,
cennetin çevresindeki meleklerin zikridir. Bu salâvatın bereketiyledir ki
melekler her defasında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi andıklarında
cennet artar da artar, genişler. Melekler de bir an olsun onu anmaktan boş
kalmazlar; böylece cennet de durmadan genişler. Onlar bir nev’i cenneti çekip
dururlar, cennet de onların arkasından akıp gider, durmadan genişler. Sözü
edilen melekler tesbihlere geçinceye kadar bu hal sürüp gider. Ama melekler de,
Cenâb-ı Hak cennet ehline cennette tecelli edince ancak salâvattan tesbihe
geçiş yaparlar. Cenâb-ı Hak cennet ehline tecelli ettiğinde melekler bunu
müşahede edince artık tesbihe başlarlar ve cennet de yerinde durur, artık
genişlemez. Eğer o melekler yaratıldıkları zaman tesbihe başlasalardı cennet genişleyip
artmazdı. İşte cennetin bu kadar genişlemesi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimizin bereketiyledir.
Yapılan her salâvatın mutlaka kabul olunacağını
kestiremeyiz. Ancak tertemiz zattan, temiz bir
kalpten yapılan salâvat mutlaka makbuldür. Çünkü salâvat-ı şerife tertemiz
zattan çıkınca gösteriş, kendini beğenmişlik gibi hastalıklardan uzak ve sade
olarak çıkar. Bu tür manevî hastalıklar çoktur, ama tertemiz olan zatta
bulunmaz, temiz bir kalpte de yeri yoktur. İşte hadîs-i şeriflerde:
“ KİM LÂ İLAHE İLLALLAH DERSE CENNETE GİRER” mealindeki sözün manası budur. (Buhari)
Şöyle ki: Bunu söyleyen zat tertemiz olur, kalbi de temiz
bulunursa, o takdirde bunu her türlü riyadan uzak ihlâs üzere söylemiştir.
Bununla beraber yegâne hükümran olan Allah Teâlâ’nın satvet ve kahrına, kulun
kalbinin Onun iki parmağı arasında bulunduğuna ve bu kalbi dilediği gibi
çevirdiğine, kötü amellerini ona süslediğine, o kadar ki bu hâlinin kendisi
için en uygun hal bulunduğunu zannetmesine baktığında, anlarsın ki, Allah Teâlâ’nın
düzeninden ancak dünya ve âhirette zarara uğrayanlar güven içinde kendini
hissedebilir (vurdum duymaz olur). (Salih kullar ise Hakk’ın düzenini hatırlar
ve kendi bulunduğu hâlin uygun olduğunu sanmaz, daha iyi olmaya çalışır). Allah
Teâlâ daha iyisini bilir.
Ahmed bin Mübarek diyor ki:
Şeyhimizin salâvat-ı şerifenin kabul olunması hakkındaki
sözlerinde hiçbir şüphe yoktur. Nitekim bu
birinci mesele hakkında sâlih âlimlerden Seyyid Muhammed bin Yusuf Es- Sünûsî
(Allah ondan razı olsun) den sorulmuş, soran şöyle söylemiş:
“Fukahâdan bazısı, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimize getirilen salâvat herkesten makbuldür ve her hâl ü kârda
reddolunmaz,” demişlerdir.
“Siz bu hususta ne buyurursunuz?” Bu soruya Es-Sünûsî
Hazretleri şu cevabı vermiştir:
— Şâtibiyye şârihi Ebû İshak da böyle bir soruyla
karşılaşmıştır. Eğer salâvat getirenin mutlaka salâvatının kabul olunduğunu
kestirip atarsak, o kimsenin hüsn-i hatime (ömrünün sonunun iyi hal üzere
kapandığı) üzere bulunduğunu da kestirmek gerekir. Hâlbuki bir adamın ömrünün sonunun
iyi veya kötü olacağı meçhuldür, bu hususta âlimlerin ittifakı vardır.
Böylece Şeyh Muhammed bin Yusuf bu konuda iki müşkülün
bulunduğuna dikkati çekmiştir ve bunları birer cevapla cevaplandırmaya
çalışmıştır. Gerçekte ise bu iki müşkül bir takım ihtimallerdir, akla
dayanmaktadır, şeriatta delili yoktur. O halde bilinmeyen bir kabul babında bu
iki müşkül kabul olunmaz, ancak şeriat yönünden bilinirse kabul olunur.
Birinci Cevap:
Salâvatın kabul olunmasının manası, Cenâb- ı Hak salâvat
getiren kimsenin hüsn-i hatimesine hükmetmişse, kader çizgisini öyle
hazırlamışsa, o takdirde Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize
vermiş olduğu salâvatın sevabını makbul bir ölçüde bulur. Bunda hiç şüphe
yoktur. Çünkü Allah Teâlâ’nın fazl u keremi sonsuzdur. Ama diğer iyilikler
böyle değildir, çünkü onların kabul olunacağına dair bir güvence yoktur, sahibi
iman üzere bile ölse. Bu cevap üzerinde durmak gerek. Çünkü böyle bir ayrım
tevkifidir, ancak şeriat ile bilinebilir. O halde böyle bir ayrımın doğru olduğuna
dair şeriatta bir nass bulmak ve bu hususta üstün gayret sarf etmek lâzımdır.
Eğer böyle bir nass bulunursa mes’ele halledilmiş sayılır. Bulunmadığı takdirde
aklî yoldan yürümekle şer’î mes’eleler çıkarmak, şeriatta olmayanı akıl ile ortaya
koymak şeriata müdahale sayılır. Aklın şeriata dahli olamaz.
İkinci Cevap:
Salâvatın
kesinlikle kabul olunmasının manası şudur: Salâvat eğer sahibinden Resûlüllah’a
olan sevgiyle çıkarsa, o takdirde onun kabul olunduğu kesinlikle söylenebilir.
Sahibi âhirette bundan yararlanır. Bu yararlanma azabın hafiflemesi şeklinde
olsa bile.. Eğer Cenâb-ı Hak ebediyen azâbda kalması hususunda bir hükümde
bulunsa bile yine de hafifleme söz konusu olabilir. Şeyh Sünusî bu cevabı
belirttikten sonra Ebû Leheb’in durumuyla kıyas yapıyor. Şöyle ki:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin doğruluğunu müjdeleyen
cariyeyi hürriyetine kavuşturması sebebiyle ebedî azab içinde kalmasına rağmen
her pazartesi bu sebeple azabı hafiflemiş oluyor. Tabii bir sevgiyle yararlanma
meydana geliyorsa, mü’minin varlık âleminin efendisi Muhammedi (sallallâhü
aleyhi ve sellem)i sevmesinden nasıl bir yararlanma meydana gelmez?
…..
Hafız Süyûtî Ed-Dürerü’l-Müntesire Fi’l-Ahâdîsi’l -
Münteşire adlı eserinde:
“Ümmetimin amelleri bana arz olundu; onlardan makbul ve
merdud olanlarını buldum, ancak bana olan salât müstesna” mealindeki hadîs üzerinde açıklama yaparken diyor ki: Bu hadîsle ilgili
herhangi bir senedi tesbit edip bulamadım. Temyizü’t-Tayyib Minel-Habisi Fîmâ
Yeduru Alâ Elsinetin Mine’l-Hadîs kitabının sahibi ise şöyle diyor:
“Her amelde makbul ve merdud olanı vardır, ancak bana
getirilen salâvat müstesna. Çünkü o makbuldür, merdud değildir.”
İbn Hacer bu hadîs için “zayıftır” demiştir. Seyyid
Semhurî, El-Gammaz alâ’l-Lemmaz adlı kitabında, yukarıda belirttiğimiz hadîs
üzerinde tahlilde bulunurken İbn Hacer’in bu hadîsin zayıf olduğunu
kaydetmiştir. Et-Temyîz kitabının sahibi de bu hadîsin hadîs olmayıp Ebu
Süleyman-ı Dârânî’nin sözü olduğunu söylemiştir. Gazali bu hadîsi İhya adlı
eserinde merfu’ olarak belirtmiştir. Şeyhimiz ise,
“Ben böyle bir hadîse vâkıf olamadım, Ebû Derdâ
Hazretlerine aittir,” demiştir. Ebû Derdâ’dan yapılan
rivayete göre şöyle demiştir:
“Allah’tan bir hacetinizin yerine getirilmesini
istediğiniz zaman, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize salâvat
ile başlayın. Çünkü Cenâb-ı Hakk kendisinden iki hacet istenildiğinde birini
yerine getirmekten, diğerini de reddetmekten çok daha keremli ve merhametlidir.” Yâni her iki isteği de kabul buyurur. (Salâvatı herhalde kabul
edeceğine göre onunla birlikte diğer hacetin de yerine getirilmesine imkân
verip onu da kabul eder.) [207]
İşte sen bu rivayet ve delilleri anladığın takdirde,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimize getirilen salâvatın mutlaka
makbul olmadığını öğrenmiş olursun. Evet, kabul olunması daha çok umulur ve
zan babında bunun daha çok medhali vardır. (Söylenecek çok söz vardır.) Allah
Teâlâ daha iyisini bilir. [208]
HATIRALAR
·
Kuşadalı
hazretlerine nakl-i kelâm olundukta buyurdular ki:
“Kuşadalı hazretleri, Hz. Pîr Nasûhî (kuddise sırrûhu’l-âlî)’yi
ziyâret kasdıyla bir gün Üsküdar’a âzim olmuşlar. Berâberlerinde Zeyrek’teki
Kilise Câmii kayyımı Hacı Efendi bulunur imiş. Kayıkla Kız Kulesi civârına
geldiklerinde,
“Hacı! Edebini takın. Zîrâ Hz. Pîr”in köyüne
yaklaştık.” buyurmuşlar. Hânkâh-ı şerîfe vusûllerinde cümle
kapısının önünde ayakkabılarını çıkarıp, mest ile içeri girerler imiş. Ne zamân
Hz. Pîr Nasûhî ve Hz. Mevlânâ’nın esâmî-i mübârekeleri yâd olunsa alınlarında
bir damar zuhûr edip vecd zuhûra gelir imiş ve “Bunların esâmî-i şerîfesi
mesmûum olunca kendimi gâib ederim.” buyururlar imiş.
(Hüseyin Vassaf Efendi diyor ki:) Hz. Fâtih türbedârı
Amiş Efendi merhûmda da bu hâli gördüm.( Hânkâh-ı şerîfe vardıklarında cümle kapısının önünde
ayakkabılarını çıkarıp, mest ile içeri girerler imiş. )
Ahmed Amîş Efendi’nin ziyâretine gitdim. Benim evlâd-ı
Pîr’den olduğuma muttali’ oldukta, vecd zuhûra geldi ve bana hitâben,
“Sen mîrâsyedisin, senden korkarım.” dediler. Dahası var, fakat bu kadar elverir.[209]
·
Ahmed Amîş Efendi
Tırnovada bir camide imam bulundukları sıra da fazlaca alkol almış ve sokakta
düşmüş bir şahsın etrafına halk toplanmış kendisine hakaret ederler. Bunu gören
hazret:
“Onu benim sırtıma
bindirin evine götüreyim” buyurur ve adamı sırtlayıp evine yatağına taşır. Adam
sabah uyandığında anasından bir hayli şikâyetler işitir ve çok mahcup olur ve
şöyle der:
“Tevbeler olsun bir
daha içmeyeceğim!..” Adam gerçekten bu felaketten kurtulur. Ahmed Amîş
Efendi’ye bağlanır.
·
Rüştü Bey ile beraber bir gün Ahmed Amîş Efendi’nin
huzuru saadetine gittik.
“Ulan bana boza getirdin mi?” buyurdular. Ben de
“Getireyim efendim” dedim.
“Boza der demez aklınız bozacı dükkânına gitmesin. Mürşid ne demek istiyor onu anla, sözünü anla, onlar
boş söylemezler.” Ben de
“Evet, efendim “ve mâ
yentiku an-il-heva” dedim.
Mübarek şahadet parmaklarını ağızlarına götürerek
işaretle “sus” buyurdular.
“O yalnız Muhammed
sallallâhü aleyhi ve selleme mahsustur. Mürşidler hakkında da öyledir. Biz ihvânımızdan
böyle söz sudurunu severiz. Lâkin herkesin yanında söylenmez.”
·
Şeyhim bana dedi ki
“Allah’tan korkar mısın?
“Hayır”dedim.
“Benden korkar mısın?”
“Senden korkarım dedim.” Ben de;
“Efendim ben ne senden korkarım ne de Allah’tan
korkarım çünkü sizden bana zarar gelmez ki.”
·
Mahdumu âlileri Ali Bey’e hitaben;
“Ali bana bu benim, babamdır, bu benim hocamdır,
bu benim şeyhimdir” diye hizmet edeceksen hizmet etme” buyurdular.
·
Bir gün huzuru saadetlerine girdim,
kalabalık idi. Ellerini öpüp ihvânı araladım, oturdum.
“Vakti saadette bir gün sahabeden birisi
gelip huzuru saadette oturan ashabı aralayıp oturdu, bu günde aynıdır, buyurup
“Biz bir an zikirden hâli değiliz.” Bir sayha ile
“Allah” dediler. Bu da,
“ vele zikru’ilâhi ekber” [210]Allah’ı
zikretmek en büyük (ibadet) ‘tir.” buyurdular.
·
Bursa Lisesi Fransızca muallimi Nevres
Bey’den rivayet:
Benim
şeyhim derdi ki,
“Ahmed birisi senin yanında benim aleyhimde
bulunursa beni müdafaa etme buyurdu.” Nevres Bey içinden
“Ben bu naneyi yiyemem” diye geçirince Ahmed
Amîş Efendi Efendi Hazretleri derhal
“Ben de şeyhime Efendim ben bu naneyi yiyemem
dedim. Şeyhim bana sen bu naneyi yiyemezsen sen de benim dediğim gibi adam
olamazsın.” buyurdu.
·
“Biz,
bizim lafımız olduğu zaman sıkılıp kaçandan korkarız” buyurdular.
Bende
(Nevres Bey) içimden hakikaten böyle bir hali kendisinde gördüğüm bir arkadaşı
düşündüm.
“Eyvah bizim arkadaş helak oldu dedim.” Derhal Efendi
Hazretleri
“Eh eh korkma ona da bir zat tecellisi yapar,
kurtarırız.” buyurdular.
“Ellerini göğüslerine vurarak bu (Ahmed) ism-i
zikretsinlerde aleyhim de bulunsunlar” buyurdular.[211]
·
Hazreti Ali kerremallâhü veche
buyurduki,
“Dünyada
iki şeyden korkmam. Biri Allah takdir ettiği, diğeri de etmediği şeyden.” Bunu bir yerden okudum. Ahmed Amîş Efendi Efendim Hazretlerine
arz ettim. Buyurdular ki
“Allah’ın
takdir etmediği vukua gelmez, takdir ettiğinden korkmak da küfürdür.”
·
Bir gün
ashabdan Hz. Rebîa radiyallâhü anh Hazreti Fahri Âlem Efendimize sallallâhü aleyhi
ve selleme
“Ya Rasülülallah, Rebîa bendeniz rica eder
ki fakir haneyi teşrifle cemaatle namaz kılasınız.” Hazret Peygamber
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem
“Peki ya Rebîa
geliriz.” buyurdular.
Bir gün mescidde edayı salatten (namaz kılındıktan )
sonra
“Ya Rebîa sana
geleceğiz” buyurdular ve haneyi Rebîa’ya teşrif
buyurdular. Eshabı kiram da gelirler. Hazreti Peygamber Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem Hazreti Rebîa’nın radiyallâhü anhın gösterdiği odada cemaatla
nafile namaz kılarlar. Ba’desselat (Namazdan sonra) duyan ashap ta gelirler.
Hazreti Rebîa taam hazırlar. Hazreti Rasulullah Efendimiz sohbet buyururlarken
ashapta bir zat “keşke filan da
bulunsaydı” der. Orada bulunan ashabden diğer biri
“Hayır, o münafıktır” der. Rasul Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem
“Öyle deme!” buyururlar. Sohbete devam ederler. Birinci zat yine “keşke filan da bulunsaydı” der, diğer
zat da
“Hayır, o münafıktır” der. Onun üzerine Hazreti Fahri Âlem Efendimiz
“HAYIR, ÖYLE DEME, LA
İLAHE İLLALLAH” DİYEN CENNETE GİRER buyururlar. Üçüncü
defa aynı surette tekrar eden muhavere üzerine...
“Öyle deme, la ilahe
illallah diyenin cesedine Allah ateşi haram kıldı.” buyururlar.
·
Kuşadalı
Efendimizden;
Şeyhim dedi ki;
“Ahmed ayı ol ayı.” Ürkdüm. Sonra döndü:
“Yani zurnacı nasıl çalarsa ona ayağını uydur. Ayının
otuziki türküsü varmış onun da hepsi ahlat (yaban armudu) üzerine imiş, Talip
de böyle olmalı.”
·
(Nevres Bey)
Bir gün huzur-ı saadetlerinde yalnızdım.
“Efendim ahrette de
böyle birleşip konuşacak mıyız?” dedim.
“Ulan Allah Allah,
birde birleşmek olur mu?” buyurdular.
• (Nevres
Bey) Yine bir gün huzurda iken kademi saadetlerini tutarak
“Ulan Kur’an’daki “ve’l-teffeti’s-sâku
bi’s-sâk ,” [212]
O burasıdır” diye topuklarını gösterdiler, ben de hemen
tutup öptüm, hafifçe bir tokat lütfettiler.
·
Şükrü Bey’in
rahatsızlığı esnasında uğradığım korkudan dolayı huzur-ı saadetlerine girdiğim
zaman
“Amirin emri ile
hareket ettiğini bilsene” buyurdu. Sol omuzuma vurarak lâ havfün aleyhim ve lâ-hüm yahzenûn, [213]
·
Makbule Hanım
huzuru saadette iken yine huzurda bulunan Süreyya Bey,
“Efendim ben yağan
kara dur diyorum, duruyor... şöyle ediyorum, böyle ediyorum” diye söyler. Efendimiz de
“Ben de kimsesizlere
merhamet ederim” buyurdular.
·
Makbule
hanımefendiye gitmeleri için müsaade buyurdular. Hemen huzurdan ayrılmamak ve
dayanamadığı sohbeti mübarekede devam edebilmek üzere gecikirken Süreyya Bey,
“Efendim benim
saçmalarımı dinlemek istiyordur,” der. Efendimiz de;
“onun senin saçmalarını dinlemeye ihtiyacı yok”
buyururlar.
·
Yine bir gün
hanımefendiye, “Seni ağlatmam”
buyurdular.
Efendi Hazretleri Aziz Sultanımızın teşriflerinde
Nusret Hanıma;
“Ben herkesi
affettirdim, yalnız sen kaldın.” buyururlar.
·
Azizimiz, Sultanımız,
Efendimiz türbede iken bir zat gelir, Efendimize müteveccihen namaza dururlar.
Orada bulunan ihvâna
“Bu zat işi doğru
yaptı amma git kıbleyi düzelt.” buyururlar.
·
Kuşadalı
Efendimin müridanından birisi adalardan birine kaymakam tayin edilir. Oradan
“Efendim buranın
ahalisi gavur, hayvanları domuz” diye yazar.
“Ben de beni onlarda
da görsün diye gönderdim.” buyururlar.
·
Ahmed Amîş
Efendi anlatıyor.
Şemseddin Paşa Bükreş’te iken
“Efendim, öyle
zamanlar oluyor ki dünya işleri ağır basıyor âhiret işlerini ihmal etmek
zorunda kalıyorum. Bazen de âhiret işleri ağır basıyor, o zaman da dünya işleri
aksıyor! İki karpuz bir koltuğa sığmıyor efendim!, diye Kuşadalı Efendim Sultana müracat ederler. Azizimiz Efendimiz de
“İki karpuzu bir
etsin.” buyururlar.
·
Bütün
hocalardan elif okudum, (Seyyid Muhammed) Nurul arab’dan bütün okudum.
·
Bosnevi Hacı Muhammed
Efendimiz Hazretlerine pirdaşlarından birisi dil uzatırlarmış. Müşarünileyh bir
gün
“Azizimizin ihsan
buyurduğu geri alınmaz yalnız söylemesin” buyururlar. O
anda o zatın dili tutulur.
·
Şemseddin Paşa
türbede Kayserili Mehmed Tevfik Efendi Hazretlerini görerek
“Efendim türbede bir
zat var, kimdir?” diye sormuşlar. (Ahmed Amîş
Efendi için)
“O benim vekilimdir.
Bedelimdir. Bedel mübeddelü mislin aynıdır” buyurmuşlar.
·
Nevres Beye;
“Sen imam ol,
Şemseddin de sana cemaat olsun, yabancı değil ya...”
·
Ahmed Naim
(Babanzâde) Beyefendi rüyalarında Hazreti Azizi görmüşler,
“Nevres benim
kutbumdur” buyurmuşlar.
·
Remzi Efendiyi
huzura götürdük, iltifattan sonra Ahmed Amîş Efendi
“innemâ yahşa’llâhe
min ibâdihi’l-ulemâu. [214]
ayetini okumuyoruz. Her fırsatta bilirim innemâ yahşa’llâhe min ibâdihi’l-ulemâu,
kıraati de vardır.
Allah alim kullarından haşyet eder. Haşyet eder de
titrer mi? Padişahın vezirini sayması gibi sayar” buyururlar.
• Ahmed
Amîş Efendi;
Bir gün başlarını kaldırıp “ben yazı tahtası değilim”
buyurdular.
“Benim verdiğim Ali Paşa vergisi değildir.”
·
Bir gün Mehmed
Efendimize
“Şu şeyi sana vereyim
mi?” buyururlar.
“Ver Efendim.” dedim.
“Bana kim karışır
ulan?”
·
Mehmed
Efendimiz bir gün;
“Efendim benim Allahu
ekbere kanaatim yok.” derler,
“Öyleyse hadsiz,
hududsuz, kenarsız, sınırsız, Allah de.” buyururlar.
·
Mehmed Efendi
kalben keşfinin açılmasın istemişler.
“O zaman keşif meşif
ne olacak, sen bana bak, ben sana bakayım” buyururlar.
·
Ahmed Amîş
Efendi buyurdu ki;
“Beni senin elinden
yine sen kurtarırsın.”
·
Halil Efendi’ye;
“Ulan karışma, ben bu sazı bozuk düzen de çalarım.”
·
Bir gün huzura
giren birisi Azizimiz Efendimize birtakım tefevvühatı na-lâyıkada (Dil uzatma.
Münâsebetsiz söz söyleme) bulunur. Hazret;
“Oğlum beni sana
yanlış anlatmışlar.” buyurur. Bu kadarı bile çok
gördü, akabinde;
“Bir zat gelip esnayı
kelamında Kuşadalı Efendimizin huzuru saadetlerine birisi gelip birçok
na-muvafık (uygunsuz) tefevvühatta bulunur. Hazret hiç itiraz etmeyip ellerini
göğsüne vurarak eyvah buyururlar,” dedi.
·
Mahdumu
âlileri Ali Bey’in vefatı üzerine kabirlerinin mahallerini tayin zımnında ihvân
arasında münakaşa olurken bazılarının Efendi Hazretlerine de bir yer ayıralım
mütalâası geçer. Huzura giren Nevres Bey’e daha kapıyı açar açmaz
“Onların kabri
teslim-i ruh ettikleri mahaldir” buyururlar.
• Nevres
Beye;
“Bizim tarikimiz Nuh
Gemisi gibidir,” buyurdular.
“Ben de binenler selameti bulmuştur” dedim.
“Evet binenler
selameti bulmuştur.”
• Nevres
Beye;
“Şeyhim beni çingenelere dövdürdü. Çingeneden dayak
yiyen pezevenk de kibir mi kalır?[215]
·
Mehmed Efendi rivayet
etti.
Bir gece Asım beye gidiyordum, yatsıya yakındı.
Hazreti Aziz’e Hafız Paşa Caddesinde, Kumrular mescidine yakın bir yerde rast
geldim.
“Nereye gidiyorsun” diye sordular.
“Asım Bey’e gideceğim” i söyledim.
“Selam söyle” buyurdular. Sonra anladım ki Efendi Hazretleri Karagümrük’ten
geliyorlarmış. O gün buyurdular ki evkafdan maaşım geldi, geç vakitte eve
geldim, kapıyı çaldım,
“Beni yemeğe
beklemeyin” dedim. Karagümrüğe gittim, bizim bakkalın evini
buldum ve borcumu verdim. Ben de bu parayı sana ödemezsem bana haramdır dedim.
Bakkal kilisede vaaz eden papaza;
“Papaz Efendi,
seninkiler lafta kalıyor, Müslümanlar yapıyor. Parayı evime kadar getirdi” demiş.[216]
·
Nusret Hanım
bir gün kerimesi (kızı) Ayşe Hanımla birlikte huzuru saadete giderler,
“Efendim bülbülünüz
hastalandı” der. Aziz Sultan;
“Ya öylemi? Sen hasta
mısın buyururlar.” Ayşe Hanımda
“Hayır, efendim,
hasta değilim” der, bunun üzerine Aziz Sultan
“Bak benim bülbülüm
hastalığı kirletmiyor” buyururlar.
·
Nevres Beyefendi’den
rivayetle;
Huzura girdim,
içimden;
“Efendim ben bu
Müslüman düşmanlarına karşı çalıştım. Şahsi menfaat gözetmedim. Sen sahibi
zaman değil misin? Nasıl olurda senin bir bendeni, bi-gayri hak bu herifler
sürüyorlar da sen beni kurtarmıyorsun?
Aziz Sultan ihvâna
karşı sohbet ederken sözünü kesti ve fakire bakarak;
“Allah’ın senin
alnına yazdığı şeyin men’ine Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bile kadir
değildir. Ben buna kâni olamadım,” kalben yine teveccüh
ettim; Bu sefer de yine bendelerine tevcihi hitap buyurarak şu ayeti tilavet
buyurdular.
“ İnneme ‘n-necvâ
mine ‘ş-şeytani li-yahzüne ‘llezine âmenû” [217]“
Ben yine kani olmadım, yine yüklendim, bu defa da;
“Gam, gam, ba’de gam,
kambur üzerine kambur verir” buyurdular. Yine
kâni olmadım, bu defa da
“ Leyse bi-dârrin
lehum şey ‘en illâ bi iznillâh”[218]
Buna da kâni olmadım. Bu defa Ahmed Amîş Efendim gayet
şiddetle
“in yensurkümullâhe
fe-lâ galibe leküm.” [219]
Allah yardım ederse size kimse galebe
edemez. Allah sana yardım etmiyor, fazla lafa lüzum yoktur, gideceksin.
·
Mahdum-ı
âlîleri Ali Bey’in nutk-ı âlîleri
Anayım ben kim doğurdum anamı
Yine anamdan doğup ben doğurdum atamı (anamı)[220]
·
Hastayım
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz yanımda oturuyorlardı.
“Ben, aman Ya Rasûlüllah,
aman Ya Rasûlüllah” diyordum, yanına gelenler beni
sayıklıyor zan ediyorlardı.
·
Hasta idim.
Doktorlar geldiler, muayene ettiler, yavaş sesle beş dakika kadar yaşar, yaşamaz
dediler (Hastanın yanında en hafif lisanla bile konuşmayınız çünkü işitir). Ben
bunun işitince kendi kendime
“tu ... sana çatal
bıçak Ahmed herkes senin öleceğini biliyor da senin haberin yok...”
O anda Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
“Sen daha huzurda
bulunacaksın” buyurdu, ben kalktım, oturdum ve bana pirzola
getiriniz dedim. Doktorlar da kaçtılar.
·
(Nevres Bey)
Bir bayram günü Beykozlu Ali Bey ile birlikte (Ahmed Amîş Efendi’min) devlethanelerine
gittik. Ellerini öptük. Kendileri odadan aşağı indiler, bahçeden iki çiçek
koparmışlar, getirdiler, birisini bana birisini de Ali Bey’e verdiler.
“Tu ... gördün mü
bunu senin için, bunu da bunun için koparmıştım. Patlayıp durma seninki sana
gelir buyurdular” (Beykozlu Ali Bey’e buyurdular).
·
Rus vapuru ile
Hicaz’a gidiyordum, vapurun davlumbazında namaz kılmak istedim. Yolcular “sakın oraya çıkma, kaptan seni denize
atar,” dediler. Ben kaptana müracaatla ve işaretle orada namaz kılmak
istediğimi anlattım. Kaptan müsaade etti. Ertesi sabah birde baktım bir Rus
tayfası omuzunda peşkir, elinde ibrik yanıma geldi. Her ne kadar ısrar ettimse
de kabul etmeyerek kendisi dökerek abdest aldım. Vapurda su sıkıntısı vardı.
Kaptan bana bir sürahi su gönderdi. Hemen bir fincan buldum. O suyu herkese
dağıttım.
·
Bir gün Efendi
Hazretlerinin huzuruna gittim, efendim açım dedim, keselerini çıkarıp bana
uzattılar.
“Efendim öyle istemem
hem içim aç hem gözüm aç” dedim.
“Ulan köftehor ben
seni öyle de doyururum böyle de.” buyurdular.
·
Bir bayram
günü bayram namazını, ba’de’l-eda türbede ziyaret gittim. Türbeden çıktılar,
ben de beraberdim. Cami etrafında nöbet bekleyen askerler nöbetlerini bitirmiş
gidiyorlardı. Türbenin Akdeniz cihetindeki zincirli kapıdan geçtiler. O zaman
Hazret-i Aziz şöyle buyurdular;
“Siz camide iken
bunların beklediği nöbet senin yetmiş senelik ibadetinden efdaldir.”
·
Bursa ‘da
Şerbetçi Ahmed Efendi’nin rivayetiyle;
Bir gün huzurda iken Hazreti Azizimiz tarafından
“Ahmed, tanbura çalar
mısın?” buyurdular (Aynı zamanda kendileri dımbır
dımbır diye terennüm buyurdular),
“düzeyim deme ha
koparırsın, nasıl bulursan öyle çal.”
·
Yorgancı
Tırnovalı Nuri Usta, Ömer’ül Halveti Hazretlerinden Hazreti Azizle
pirdaşmışlar. Bu zatın irtihalini haber vermek üzere huzura giren yorgancı Hacı
Efendi’ye - daha bir şey söylemeden-
“Nuri Ustanın
vefatını haber vermeye geldin, O kendi kuşağını kendi sıktı, hayatını aldı.
Azrail’e canını vermedi.” buyururlar.
·
Yine Ahmed
Efendi ‘den
İhvandan Firuzağalı Hasan Efendi anlatmışlar,
“Birçok ehlullaha
hizmet ettim. Sonra, Yarabbi beni öyle bir zata ulaştır ki emirlerini
söylemeden ben yapayım” dedim. Duam kabul oldu. Hazreti
Azize mülaki oldum. Hakikaten içimden su vereyim gelir, kalkıp veririm buna
mümasil birçok arzu buyurdukları hizmetlerini şifahen buyurmadıkları halde
yapardım. Bir gün birkaç arkadaş hendeseden bahs ettik, kalktım huzura geldim,
gelirken vapurumuz diğer bir vapurla hemen müsademe edecekti (çarpışacaktı).
Ben korktum, huzura girer girmez.
“Ulan ben sana öl
demedim mi?” buyurdular. Biraz sonra murakabe vaziyeti
aldılar. Bize de bir uyku hali geldi. Birde baktım ki beş altı deniz gördüm.
Hazreti Aziz elimden tutarak o denizleri birer birer derken ikişer ikişer, üçer
üçer ve en nihayet hepsini birden atlattılar. Kendime geldim. Bizde Aziz
murakebe vaziyetini terk buyurmuşlar. Fakire bakarak
“Ulan Hasan bu, senin
görüştüğün hendeseye benziyor mu? Buna ehlullah hendesesi derler.” buyurdular.
·
Firuzağalı
Hasan Efendi rivayetiyle;
İhvandan Mustafa Efendi’nin haremi (eşi) vefat eder.
Arası biraz geçtikten sonra nefis galebe edip bir kadın getirip hem-bezm
(muhabbet; yiyip içme) olmak ister. Kadın yatağa yatar, Mustafa Efendi de
kadına yaklaşmak isteyince birde bakar ki yatakta hazret yatıyor. İki üç defa
bu vak’a tekrar edince hemen parasını verip çıkar. Bir buçuk ay kadar huzura
gidemez. Ondan sonra bir gün Hasan Efendi huzura girdiklerinde
“Oh oh Mustafa,
Mustafalar ... olur.”
“Benim ihvândan bir
Mustafa vardı, çok haşarı idi, külhanda bir akşam beni düzeyazdı” buyurur. Sonra da diğer ihvâna bakarak
“Akrabanızdan biri
vefat etmiştir, gidip cenazesini kaldırınız” buyururlar.
·
Salih -Omurtak- Paşa,[221]
Tekirdağ yöresinde vazife yaptığı yıllarda, Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin ününü
duymuş. Sonra, İstanbul’da olduğu günlerde bir gün, Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin
ziyaretine giderek:
“Hocam,
demiş, beni de dergâhınıza kabul edin!.” Paşanın iç halini okuyan Ahmed Amîş
Efendi;
“ Olur,
demiş, hay hay!. Fakat, ters giden bir şey olursa biz adamı vururuz haa!.
Haberiniz ola!.” Salih Paşa;
“Olsun
efendim”,
“Tabii,
eyvallah!. Elbette!. Bizim orduda da böyledir bu!”, diyerek intisab etmiş. Bu
sözüde öyle bir espiri zannetmiş.
Meğer Salih Paşa epey hovarda bir adammış. Bir gün yine bir yerlerde
hovardalığa soyunduğu bir anda, görünmeyen bir elden paşanın belinden aşağıya
vızır vızır kurşun yağmaya başlamış.
Bu esrarengiz kurşunlanma içinde önce kendinden geçen, sonra kendine
gelen Salih Paşa, bakmış ki bedeninde kurşun murşun yok ama, belinden aşağısına
boşaltılan o manevi kurşunların tesiriyle bir müddet felç de geçirmiş. Sonra
Ahmed Amîş Efendi’nin söylediği kelamın hakikatinin ne olduğunu görmüştür.
·
Nevres Bey’le
Beykozlu Ali Bey bir gün Aziz Sultanı ziyarete giderler ve giderken
“Kıyamet ne ise bize
tarif buyursun” diye konuşurlar. Huzura girdiklerinde;
“Kıyamet içlerin dış,
dışların iç olacağı gündür.” buyururlar.
·
Ahmed Haliloğlu Beyefendi’nin rivayetiyle;
Ahmed Amîş Efendi Balkan Savaşında Bulgar
askerlerinin Edirne’yi de işgal ettiğini, Selimiye Cami’ni topa tuttuklarını
Çatalca önlerine geldiklerini ve İstanbul’unda düşmek üzere olduğunu anlayınca
akşamüzeri saat beş altı gibi türbeyi kapatır Kayserili Mehmet Tevfik Efendi’yi
yerine bırakıp;
“Dar’ul Hilâfe’ye Bulgarları mı sokacağız” der ve gece vakti seccadesinin üzerinde tazarru kapısının
tokmağına sarılır. Öyle bir hal alır ki gözünden yaşlar sağnak sağnak
boşalmakta, sırtından ter oluk oluk akmaktadır. Sık sık çamaşır değiştirmek
zorunda kalır. Üstünden çıkan çamaşırları sıksanız suyu çıkacaktır. Yeni çamaşırları giyer ve yine seccadesine
döner. Dudakları kıpır kıpır yalvarış halindedir. Sabaha kadar devam eden tazarru, dua ve
niyazlar dergâh-ı ilahide kabule şayan olmuş; naz makamındaki bu velinin
duasına icabet edilmiştir. Ayağında çarığı, matarasında suyu, torbasında azığı
kalmamış Osmanlı Askerleri ne olduysa birden şahlanır ve Dar’ul Hilafeti Bulgar
işgalinden kurtarırlar.
·
Hafız Bekir
Efendi’den rivayetle;
Bir gün Doktor Talat Bey’le birlikte rahatsızlıklarına
müteessifane haber aldığımız Hazreti Aziz’in devlethanelerine gittik. Kapıyı
Cici açtı. İsimlerimizi söyledik, arz ettiler, gelsinler buyurmuşlar. Huzura
girdik, kendilerini kesbi afiyet etmiş bularak mesrur olduk. Derecesi 43’e
çıkmış. Nafiz Paşa’yı getirmişler, muayene ederek;
“Allah sizlere ömür
versin, hasta artık gitmek üzeredir” dedi. Kendisini
kovdum, evdekilere “böyle söylenir mi?” dedim. Derken Hazreti Rasül Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem, Hazreti Ömer radiyallâhü anh ve Hazreti Osman radiyallâhü
anh ile birlikte zuhur ederek şuraya oturdular.
“Size bir kadın
lahana turşusu suyu getirecektir, red etmeyin için” buyurdular. Hakikaten ertesi sabah bir hanım kapıyı çalarak Efendi
Hazretlerine ilaç getirdim, “lahana
turşusu suyu getirdim” dedi. Evden almamak istediklerini işittim, getir
getir dedim, içtim. 43° hararet hemen 37° ye indi buyurdular. Sonra da doktora
(Talat Bey) tevcih-i hitap ederek; “doktor,
sakın şeyhime iyi geldi diye her hastaya lahana turşusu suyu tavsiye etme”
buyurdular.
·
Hoca Efendimiz
Hazretlerinden rivayetle;
“Ben o pezevenge haber gönderdim.” Dedim ki:
Memuriyetin ne ise
onu elinden geldiği kadar yap. Aklının ermediği yerde erenden sor, başka şeye
parmağını sokma dedim. O dinlemedi gitti, karışdı şimdi pezevenk odasından
odasına korkusundan gidemiyor.
·
Nevres Beyefendi’den
rivayetle;
Bir gün Ömer’ül Halveti Hazretleri abdest alacaklardı.
Su dökmek üzere ibriği almaya koştum. Benden evvel Bulgar Ayvaz ibriği kaptı.
Ben almak istedim. Bırak buyurdular ve aynı zamanda Bulgar’a bir nazar
buyurdular. Gece oldu, benim odamın kapısı çalındı. Baktım bir Bulgar,
“Büyücü müsünüz bizim
ayvaz deli oldu” dedi, gittim baktım.
“Allah, Allah” diye zikrediyor.
·
Bir gün
Makbule Hanım kerimesi Nusret Hanımla huzura girer. Hazret-i Aziz
rahatsızlarmış. Doktorlar zatürre demişler. Hanımlar müteessirlermiş. Büyük
hanıma hitaben
“Korkma, merak etme,
hastalık bu vücudda hükmünü icra edemez, size merhameten duruyorum” buyururlar.
·
Akrabaları
arasında Kuru Nimet Hanımın dayısının kızı dargın iki kişiyi öyle yapar, böyle
yapar barıştırırmış. Bir gün hasta imiş,
Bu hanım rüyada Hazret-i Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimiz mübarek yedi şeriflerini takbil (öpmek) etmişler.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz de
“Senden bu hastalık
gitsin, selamette ol.” buyurmuşlar. Filhakika hanım
iyileşmiş ve yed-i şerifin mübarek kokusunu şimdi her yerde duyuyorum diyormuş.
·
Nevres Beyefendi’den
rivayetle, Mehmed Efendi Hazretlerinden;
Bir gün Efendi Hazretleri
“Abdulehad Nuri’ye
git benden selam söyle” buyurdu, ben de gittim türbeye
yaklaştığımda türbedâr kapıyı açtı, bana
“ Buyurunuz.” dedi. Kendisi girmedi. Ben girip
“ Kutbul-arifin,
gavsu’l vasilin biraderiniz Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin selamı var.” dedim. Onlar da
“ aleykümselam ve
aleyhisselam” buyurdular.
·
Hacı Necip Bey
huzura ilk gidişlerinde;
“Ne istiyorsun?” buyururlar.
“Dua isterim” dedim.
“Camiye git, yetmiş
bin kişi dua ediyor.”
“Efendim, Bursa’dan Halil Efendi’den selam getirdim
dedim.”
“Ya” ... buyurdular. İhvanı sordular
“Zikir ediyor musunuz” buyurdular. İsmi zâtı (Allah) telkin buyurdular.
“Orada Hancı İsmail
Ağa vardır. Benim sarhoşum. Ben onun hanında misafir kaldım, tanıyor musun?”
“Evet efendim” ...
“Ona selam götür.”
“Tuzcu Hasan Efendi’yi
tanıyor musun? Pazar yerinde tuz satar. O bize Tirnova’da ilahi okurdu. Güzel
sesi vardı, tanıyor musun? Ona da selam götür. Ilıcalara giderken yolda kahve
satar, iki kolları yok İbrahim vardır, onu da tanır mısın? Ona da selam götür.” buyurdular.
·
Nevres Beyefendi’den
rivayetle;
Bir gün huzurda bulunuyordum. Namık Kemal Bey’in Vatan Yahut Silistre”sinde askerlerin
“Allah muinimiz olsun” sözlerine karşı Abdullah Çavuş’un
“Allah’ın işine
karışmayacağız, yoluna gideceğiz” dediğini arz ettim,
ellerini vurarak “tam söz budur”
buyurdular
·
Şerbetçi Ahmed
Efendi biraderimiz rivayetiyle;
Bursa’dan araba ile
dönerken arabacı uyumuş, arabada yolun kenarına gelmiş, lakin o uyumamış,
selametle geldik, buyurdular.
“Bursa’da iki eli
bilekten kesik İbrahim Ağa namında bir zat varmış. Ona gider misiniz” buyurdu.
Bak biz Rumeli’de kahveye üç arkadaş oturup kahve
ısmarladık. Diğer bir arkadaş geldiği zaman ben kahvemi o zata verirdim. Öyle
hoşlanırdı ki gönlünü alırdım buyurdular. “
li-key lâ te ‘sev alâ mâ-fâteküm ve lâ tefrahû bimâ etâküm.”[222]
“ Elinizden bir şey giderse yerinme, bir şey gelirse
sevinme” buyurdular. Ben de gayri ihtiyari
“Efendim bu Allah
mertebesidir.” dedim.
“Evet Allah
mertebesidir.” buyurdular. ve
“Bunu birini yaptım,
birini yapamadım” buyurdular. Lakin hangisini
yapamadım buyurduklarını hatırlamıyorum.
·
Hoca Efendimiz
rivayetiyle Halil Efendi merhumdan Azizimiz Sultanımıza biattan birkaç gün
sonra huzurlarına girdiğimde
“Nihaksızsın, nihakın
yok” buyurdular ve bunu birkaç defa gidişimde tekrar
buyurdular.
·
Hoca Efendimiz
Hazretlerinden rivayetle;
Meşrutiyetin ilanında Mehmed Efendimiz Hazretlerini
birtakım kendini bilmezler rencide ettiklerinden huzura geldiklerinde Aziz
Sultan
“Cenab-ı Hak yerden
taşları alır, gökten yağdırır. Nitekim ümem-i salifede olmuştur. Ne yapalım
Allah “ Fe-câsû hilâle ‘d-diyâr ve kâne va’den mef’ûle.”[223] deyiverdi.
“Memleketine git, gel
deyinceye kadar otur.” buyurdular. Mehmed Efendi
Hazretleri de köylerine giderler. Üç sene kadar kalırlar. Bir gün o civarda bir
tepede bulunurken Azizimiz huzur ile “Gel”
diye işaret buyururlar. Hemen “Ben
İstanbul’a gidiyorum.” diye veda ederken, efrad-ı aileleri gitmemeleri
hakkında ısrar ederler, dinlemezler. İstanbul’a gelirler. Huzura girdiklerinde
“Daha vakit de vardı.
Seni benim misafir etmekliğim lazım gelirse de evin müsaadesi olmadığından seni
Hasan’a misafir edeyim” buyururlar.
“Orada nasıl geçindin” diye sorarlar.
“Efendim evvela
bilezik, küpe gibi ziynetleri, sonra halıları ondan sonra bakırları sattık.” deyince
“Desene Allah’ın
keyfini getirdin” buyururlar.
• Aziz
Sultana Ömer’ül Halveti Hazretleri
“Ahmed bana çarşıdan
iki horoz al, gel” buyururlar.
Hazreti Aziz’de birisi iki, diğeri bir kuruşa horoz
alıp getirirler. Ömer’ül Halveti Hazretleri horozların birini bir eline
diğerini de diğer eline alarak
“Ahmed bunların
hangisi iyi?” buyururlar.
“Efendim, bunu iki
kuruşa diğerini bir kuruşa aldım.” derler. Ben sana ne
soruyorum, sen ne söylüyorsun buyururlar. Tekrar hangisi kötü derler. Üçüncüde
yine Hazreti Azizimiz
“Efendim, ne bileyim
bunu iki kuruşa bunu bir kuruşa aldım.” buyururlar. Onun
üzerine Hazreti Ömer’ül Halveti Kaddesellâhü sırrahu’l azîz Hazretleri tebessüm
buyurarak
“Ahmed buna kötü,
şuna iyi deseydin, seni dergâhtan kovardım.” buyururlar.
·
Tırnova’da
iken omuzlarında iki kova ile saadethanelerine su getirirlermiş ve Kâmile Hanımın
bezlerini de bazen bizzat çeşmede yıkarlarmış. Bir gün çeşme civarında bulunan
bir zata selam vermişler, o zat işitmemiş
“Çeşme taşının bana
reddi selam ettiğini işittim.” buyururlar. Bunun
üzerine Mehmed Efendimiz;
“Efendim nasıl
oluyor?” diye sorarlar. Vakti gelince anlarsın
buyururlar.
·
Mehmed
Efendimiz Hazretleri buyurmuşlar ki;
“Ulan, her gelen beni
senin gibi anlasa yakamı paçamı yırtarlar.”
·
Bir gün “araba getir” buyurdular, arabayı
getirdim. Baktım aranıyorlar.
“Efendim ne
arıyorsun?” “Ulan, Cici araba parası koymamış.”
İçimden “Efendim,
hâlikiyet yok mu? Yarat” diye yüklendim. O esnada minderin altını kaldırıp
iki çeyrek çıkardılar. “Ha, ulan burada
imiş.” buyurdular.
“Vekil!, vekil! Dünyada, ahrette senden ayrı değilim,
beni meydana sen çıkardın.”
·
Bektaşi
Şeyhlerinden birisi dervişi ile beraber Fırat kenarında balık tutup kızartıp
yerlerken dervişin gönlüne
“Efendim teşrifi beka buyururlarsa yerine kim gelir
diye bir hatıra gelir. Hazret bu vakayı sana kim
haber verirse ona yapış.” buyurur. Aradan seneler geçer. Hammamî Hazretleri
ihvânı ile Çamlıca taraflarında bir tenezzühe çıkarak yemekten sonra
zikirederek hitamında o civarda bulunan mezkûr Bektaşî fakirini yanlarına
çağırarak
“Fırat kenarında filan zamanda yediğimiz balıkta
yanımızda bulunan fakir değil miydi” diye kulağına
söyleyince derhal ayaklarına kapanıp bende olmuşlardır.
·
Avni Bey’in
kardeşi Abdullah İstanbul’da askerlik ediyordu. Bir gün Mehmed Efendi Hazretleri
havaların sıcak olması münasebetiyle Abdullah’a birkaç gün geceleri sen türbede
yatar mısın? buyurdular. Abdullah da yatarım dedi ve yirmi gün kadar geçtikten
sonra “Abdullah, sen artık işine bak, ben yatarım” buyurdu ve sonra
fakire hitaben “Hoca burada yirmi gün terledi, Azrail’e can vermesin
buyurdular (ne lütuf).
·
Mehmed Efendi
Hazretleri buyurdular ki,
“Bir gün huzurda bulunuyordum. Bir çocuk Kur’an
okuyorlardı. Diğer bir adam geldi. Camekânın kapısını açık bırakarak türbeye
girdi. Badezziyaret yine kapıyı açık bırakıp gitti. Çocuk kalkıp ve o adamın
hareketine kızar gibi yaparak kapıyı kapadı. Hazreti Azizimiz
“Şu adamın istidatsızlığına ve şu çocuğun istidadına
bakın.” buyurdu.
·
Beykozlu Ali
Beyden;
Amcam Miralay Hasan Bey’i maiyetindeki Kaymakam Salih
Bey jurnal eder. Amcam da üzüntüsünden felce uğradı Hazreti Azizimiz’e
teşriflerini rica ederek fakirhaneye getirdim. Evde diğer bir odada Hasan Bey’in
kızı son nefesinde yatıyordu. Hasan Bey’in odasına girdiler ve secdeye kapanarak
biraz durduktan sonra hastayı yukarı kaldırın buyurarak diğer hastanın odasına
teşrif buyurdular. Hâlbuki biz kendilerine ondan hiç bahsetmemiştik. Ve
kızcağıza;
“Pelte yapacak mısın?
“Evet efendim.”
“Kendi elinle getirecek misin?”
“Evet efendim.”
“Ben börek de isterim.”
“Peki efendim.”
Efendi Hazretleri teşrif buyurdular. Komşumuzda
bulunan bir kız çocuğu vefat etti, bizim kızcağız kurtuldu. Jurnal eden Salih
Bey kapısının önünden geçerken orada bulunan Hüseyin Bey’in çavuşuna;
“Bey nasıl oldu?” diye sorar.
Çavuş da
“Elhamdülillah iyileşti” der.
“Bekle onun müddeti kırk gündür, kırk gün sonra ölür” der. Lakin üç gün geçmeden kendisi öldü gitti.
·
Hoca Efendimiz
Hazretleri;
Bir gün Efendi Hazretleri huzuru Hazreti Aziz’de
cünbüşleşirken Cici Sultan içeri girmiş.
“A! ayol ne oluyorsunuz” demiş. Hazreti Azizimiz de
“Biz Vekil ile görüşürken dünya ve ahireti unuturuz.” buyurmuşlar.
·
Bir gün
Firuzağalı Hasan Efendi huzurda iken kapı açılır, içeri bir hamal girip
baştürbedâr burda mıdır? der. Hazrette
“Başı yok, kıçı burdadır.”, buyururlar,
“Ne istiyorsun?”
“Efendim, su getirdim, nereye koyayım.” Onun üzerine
Hasan Efendi’ye,
“Hasan efendi bunu eve götürüver” ve Hasan Efendi fıçıyı kendi götürmek ister. Hamal vermez. Eve gelip te
fıçıyı indirince Hasan Efendi hemen arkalığı kapıp benim de hizmetim olsun der,
fıçıyı arkasında taşır. Dönüşte hamal
“Bu zat sizin nenizdir?” Hasan Efendi de
“Bizim efendimizdir, huzurlarında mütenaim (nimetlenen)
oluruz” der.
“Acaba ben de gelsem kabul eder
mi?” der,
“Evet” der. Hamal türbeye gelince
“Ben abdest alayım” der. Hasan
efendi huzura girer.
“Hasan, hamaldan hoşlandın mı? Apartalım mı?” buyurur. Hamal gelipte mübarek ellerini öpünce elinden tutup
huzurlarında oturturlar.
“Ben ne dersem sen de onu söyle” buyururlar.
“Nasara” buyurur, hamalda
“nasara.”
“Celese”
“celese”
“feteha”
“feteha”
buyurduktan sonra bir nazar buyururlar. Hamal “Allah”
deyip mağşi aleyh olur (bayılır), biraz sonra hamal sahve (uyanınca)gelince,
“Ben seni sevdim, sen de beni sevdin mi?” buyururlar. Hamal da
“Sevdim efendim” der.
“Sen ara sıra buraya gel.” buyururlar. Altı ay sonra da işini ikmal ile memuren memleketine
gönderirler. Hamalın ismi Şizo’lu Osman imiş.
·
Firuzağalı
Hasan Efendi Hazreti Nurularab’ın mahdumları Hacı Şerif Efendi ile Kerim Efendi
dergâhında iken inkişaf hâsıl olmuş, bazı uygunsuz hal görmüşler. Şerif Efendi
“Kalk Hasan bir daha bu dergâha girmen olmaz” demişler, Hazreti Azize gelmişler.
İlim irfan demektir.
İrfan Hakkı bilmektir.
Eğer Hakkı bilmezse
Ha bir kuru emektir.
·
Ahmed Amîş
Efendi anlatırdı;
Hammamî Tevfik Efendimiz Hazretleri bir gün ihvânı ile birlikte
Kağıthanede teferrüce çıkarlar. Beş on gün kalırlar. O zaman Karyağdı Tepesinde
de Bektaşi canlarından bir zat varmış. Orada tepeye çıkar demlenirmiş ve bu
zevata da “hay huyenlar” dermiş. Bir gün Hazret abdest alıp o Can’ın
bulunduğu tarafa doğru gider ve onun kulağına birşeyler söyler. O can hemen
Hazretin ayaklarına kaparak
“Vallahi budur, billahi budur, bundan başka yoktur.” diyerek biat eder ve o dergâhı terk ederek Hazrete kul olur. Sordukları
zaman 45 sene evvel şeyhin alemi cemali teşrif buyururken senin kulağına kim
“Taşı nur, toprağı nur, kâmil ölmez, kabdan kaba
taşınır” sözünü söylerse senin sülükun onun elinde biter
buyurdu. 45 senedir buna muntazır idim.”
·
Bir gün
Makbule Hanım kızı Nusret Hanımla birlikte huzura giderler, giderken de iki
hevenk üvez [224] götürürler, huzura bırakırlar.
“Evkaftan bana haber gönderdiler, Efendim sen Süleyman
Bey, İstanbul’da azizanımızdan istekte bulunup Kütahya’da yalnızım, konuşacak,
görüşecek kimse yok, bana bir ihvânımızı gönderseniz” derler. Bir müddet sonra
Mustafa Özeren Sultanımız Kütahya’ya tayin olurlar, Kütahya’ya vardıklarında
bir müddet (9 gün) Süleyman Bey’in evinde kalırlar, sohbet ederler. Süleyman
Bey, 1940-1945 yılları arasında Kütahya’da bulunan Mustafa Özeren Sultanımıza
“Beni burada sırlamadan seni bir yere göndermem.” derler. Nitekim Süleyman Bey vefat eder, Özeren Sultanımız Süleyman Bey’i
kendi elleriyle defnederler. İhtiyarladın, yerinize bir vekil tayin edin,
etmezseniz biz tayin edeceğiz. Düşündüm, onların tayin ettikleri benim işime
gelmez, ben kendime vekil tayin ettim.
“Elvekil ke-l asîl, vekil aslının aynıdır. Türkler
bunu bilmez.” buyurunca Makbule Hanım,
“Efendim, kimse sana vekil olamaz”
demiş. Sonra Hazreti Aziz Nusret Hanım’a
“Git, türbede benim vekilim vardır. Çağır lakin Vekil
Efendi de haa!” buyurmuşlar. Nusret Hanım, türbeye girip Mehmed
Efendimize; Efendim çağırıyor der.
“Kız senin Efendin kimdir?” buyurur. Nusret Hanım
“Efendim işte” der. Müşarün ileyh
de hemen koşar, huzura girer, al bunları eve götür.” buyurur. Müşarün ileyh de
hevenklerini birini bir eline diğerini diğer eline alır. Bu sırada Hazreti
Azizimiz Sultanımız mübarek ellerinin ayalarını yere tevcih buyurarak sağa sola
meyi ederek müşarün ileyhe nazar buyurunca Mehmed Efendimiz de neşelenerek iki
tarafa raks ederek epey müdded mecbubu neşe ile pür zevk ve neş’elenir.
“Vekil, vekil; beni meydana sen çıkardın. Dünyada,
ahrette senden ayrı değilim,” buyururlar.[225]
Kayserili Mehmed Tevfik’in Ahmed Amîş Hazretlerine
intisabı bizzat kendilerinden rivâyeten Nevres Bey tarafından naklolunduğu na
göre;
Mehmed Tevfik
(Kayserî) Hazretleri bir gece rüya görürler. Rüyada Ayasofya ile Sultanahmed
Camisi arasında büyük bir kalabalık toplanmış, tellallar
“Hazret Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme kurban
olacak kimse yokmu?” diye bağırışıyorlar. Hemen
Kayserili Aziz, kalabalığın arasından sıyrılıp:
“Ben varım” diye çıkıyor. Bunun
üzerine münâdîler Mehmed Efendiyi kalabalığın ortasında kurulmuş bir tahtın
önüne getiriyorlar. Elinde kılıç tutan ihtiyar bir zat:
“Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme kurban olacak
sen misin?” diye soruyor.
“Evet, benim” cevabını alınca, elindeki kılıçla
Kayserili Azizi kurban ediyor. Ertesi gün Fatihe yolu düşen Mehmed Efendi
Hazretleri, türbeden içeri girince kendisini mânâ âleminde kurban eden zâtı karşısında
ansızın buluveriyor ki, bu zât Ahmed Amîş Hazretlerinin tâa kendi leridir!..
Ahmed Amîş Efendi Hazretleri ise:
“Gel bakalım Muhammed sallallâhü aleyhi ve selleme
kurban olan!” deyiverince iş anlaşılıyor ve Kayserili Aziz’de
böylece aradığını buluyor. Derhal mübarek elini öpüp kendilerine teslim
olmuştur.
·
Cafer Beyefendi’den
rivayetle;[226]
Harbiye Mektebinde ilk defa sınıf arkadaşım küçükten beri tanıdığım Kazım
Bey delaletiyle Ahmed Amîş Efendimizin Türbedeki zaviyesinde ziyaret şerefine
nail oldum Cemaline nazar ettim öyle bir halde müşahade ettimki o ana kadar ve
halada bu güne kadar hiçbir insanda o neş’e-i kemali göremedim. Tahminen 35
yaşlarında ateşi aşk ile yanmakta olan beyaz sarıklı bir hoca hazreti türbedârın
dizlerine kapanmış muttasıl ağlıyor ve feryadı derununu göz yaşlarıyle izhar
ediyordu. Oda gülerek kendisini okşuvor mukabil sevgi, ve muhabbetler ishar
ederek bu münasebetle
“Evliyaullah said miyim şaki miyim” diye ağlarlar
buyurdular. Hayalimde tam manasıyle yer etmiş olan bu ulvi manzara hiç bir
vakit hatıramdan silinmemiş ve daima aynı ile baki kalmıştır.
·
Cafer Beyefendi’den
rivayetle;
1325 Rumi (1909)
senesinde Evronoszâde Sami Bey delaletiyle kendisine intisap ettiğim zaman
fakiri bendelige kabulü sırasında şu sözü sarf etmiştir.
“Bunuda köy namına alalım” buyurdular. Bu
sebeple Cafer Bey İnonü nahiyesinden bir türlü ayrılamamış ve orada sakin
kalmıştır,
·
Cafer Beyefendi’den
rivayetle;
1328 (1912)
senesi İşkodrada muhasarasında bulunduğu zamanlarda bana bir
hal arız olmuştu. İçimden Allah ile mücadele ediyordum. Şöyleki;
“Ey ulu Kudret bende ne kuvvet varki iyi veya kötü
olabileyim. Bütün kudret ve kuvvet senindir. Sen yardımcım olmaz isen ben ne
yapabilirim diyordum.”
Bir Sene sonra tekrar İstanbul’a geldim. Ahmed Amîş
Efendimi ziyaretim esnasında yanında diğer muhatap ve ziyaretçileride vardı.
Birden bire bir ayet okudu ve dedi ki;
قَالَ لا تَخْتَصِمُوا
لَدَيَّ وَقَدْ قَدَّمْتُ إِلَيْكُم بِالْوَعِيدِ مَا يُبَدَّلُ الْقَوْلُ لَدَيَّ
وَمَا أَنَا بِظَلاَّمٍ لِّلْعَبِيدِ
“Allah dedi ki: ‘Benim katımda çekişmeyin; size bunu
önceden bildirmiştim. Benim katımda söz değişmez; Ben kullara asla zulmetmem’
der.”[227] dedi ve
yüzünü bana dönerek gülümsedi anladım ki kaşifi kulub olan Halifeyi Rasul razı
derunuma vakıf ve benim halimi bana söylüyordu.
·
Cafer Beyefendi’den
rivayetle;
Bir gün Mehmed Efendi hazretleriyle birlikte huzuri
mürşide giderek elini öpüp oturduk. Derhal bilmünasebet düşünerek
“Bir müminin yetmiş bin mümine şefaati vardır. Benim
ise yetmiş kere yetmiş bin mümine şefaatim olacaktır.” buyurdular.
Aynı zamanda elinide başına kadar kaldırdılar.
Huzurlarından çıktıktan sonra
“Mehmed Efendi gördünüz mü efendi hazretleri elini
başına götürdü bu işaret sizi kabul ve şefaatlerine mazhar buyurduklarına
delalet eder” buyurdular.
“Haza min fazli rabbi”[228]
·
Kazım Birön Beyefendi’den
rivayetle;[229]
(Bu hatıra Hazret ile 1311 rumi (1895) senesinde
Mektebi harbiyeye girdiğim zamanda vaki oldu.)
Ahmed Amîş Efendi’min Fadlı kemalini Manastır’da Askeri idadi mektebinde
iken işittiğim ve kendisini görmek istediğim hazret ile ilk mülakatta huzuruna
girdiğimde elini öpmeyerek mensup olduğum tarikati halvetiye usulü üzere
avcunun içini öptüm. Derekap (arkasından) elimi yakalayarak
“Sen kimsin be” diye sordu. Hüviyetimi tesbit ederek Manastır’dan yeni
geldim diye cevap verdim. Kaşifikulub olan bu sultani alişan o zaman ki
mücahedatımın temamen aynını ifade buyurarak bana hitaben
“Geceleri teheccüt namazına kalkarak karanlık yerlerde kuru tahtalarda
Allah’ı zikir eylemekten ise benim gibi pamuk şilte üzerinde zikir yapsanız
daha iyi değil midir?”
“Bian şart Allah Teâlâ’yı bilmek ilme’l yakîn, ayne’l yakin, hakk’al yakîn
ile bilmek lazımdır.”
“Şimdi seninlen biraz kelimeyi tevhit zikrine devam edelim.” diyerek
kendisini “lailaheillallah”
diyerek zikir etmeğe başladı, fakirde ihfaen (içimden) devam ediyordum. Birkaç
defa tekrar eyledi tekmil vücudum sanihay feyzinden duçari imbisat oldu. [230]
Vücudunda gayri ihtiyari bir sallanma hareketi baş gösterdi bu kadarcık bir
vakfe bile bizi canlandırmağa kâfi geldi.
Odasında ziyaret için gelenler bizim gibi Harbiye Mektebi talebelerindendi.
Onlara sordu.
“Siz de efendiyi tanıyor musunuz?” onlarda cevaben
“Hayır, yeni gelmiş bilemiyoruz.” dediler. Bunun üzerine baha hitaben
“Benim bir tahririm var sen onu bilirmisin?” diye
sordular ve fazla tafsilata ve izahata lüzum görmeden sözünü kestiler ve elini
öperek ayrıldık.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Çok geçmeden bir gece rüyamda gözlerimin ağrılı olduğunu
gördüm manada ihtiyar bir zat sordu.
“Gözlerinin tedavisi için bir tabibe müracaat etmedin
mi? (Manevi gözlerimi)
Kasıt ve murat ederek sordu
“Hayır, etmedim dedim.”
“Geçen hafta gittiğin Fatih türbedârına git ve söyle o
tabibi haziktir senin gözlerini şifayap eder” buyurdular. Bunun
üzerine gittim ve Türbede huzurlarına girdim rüyamı kendilerine söyledim.
“Rüyada görülen zatın kim olduğunu bilebilir misin?” diye sordu.
“İhtiyar bir zat idi” diyebildim. Güldüler,
“Öyle ise diz dize gelde dua edelim şifalar isteyelim” buyurdular
ve arapça olarak bir dua okuyrak bana türkçesi münfehim oldu. (anladım)
Yanında bulunan kişiler “âmin” dediler. Ve bana
hitaben günlük vakit buldukça 30 istiğfar 50 salavat-i şerife çekmekliğiimi
ve arada kendilerini ziyaret etmemi tembih buyurdular.[231] Artık
muntazaman ziyaretine gidiyordum.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Günlerde bir gün benden karpuz istedi Fatih Camii
havlusunda küme halinde satılmakta olan karpuzlardan bir tane seçtirerek aldım
ve götürdüm eve götür bırak ve gel dedi Öyle yaptım huzuruna geldiğimde bana
hitaben;
“Elin oğlu karpuza bir bakınca tanır ve eliyle
sıkmaksızın olgununu seçer sende böylece yapabilirmisin” buyurdular.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Bir gün huzuruna bir fakir gelmişti sadaka istiyordu
içimden geçti ki; “bana emretse ben versem” bana hitaben;
“oğlum iki kuruşunuz varsa bu fakire ver” buyurdular,
sevinerek verdim.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Bir gün bana sordu.
“Üzerinde giydiğin elbise kimindir? Sana kim verdi?
O zamanın usul ve kaidesinece
“Padişah verdi, onundur” dedim.
“Cebindeki para kimindir?”
“Padişahındır dedim.”
“İcabında kanını onun uğrunda feda edeceği ne dair
sizin birde yemininiz vardır onuda yapacakmısın?” dedi “hayhay”
dedim.
“O halde kurulacak senin neyin kaldı be diye” buyurdular.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Bir gün bana hitaben
“Talime çıkıyor musunuz?” diye bana
sordu. Mektebi harbiyede talebe bulunduğumuzdan
“her gün çıkıyoruz” diye cevap verdim.
“Taburun hep birden yürüdüğünde ayakların rap, rap
diye zikreylediğini işitiyor musun?” diye buyurdular.
Kazım Beyefendi’den rivayetle;
Yine günlerden bir gün huzura girdiğimde
“Kazım sen Arnavutça bilirmisin” diye sordular.
Cevaben
“Bilmem efendim” dedim. Hazret
“Bir arnavuda sordum kiuşt nedir?” cevaben “bu
imiş” diye söyledi.”
“Kurbalara dikkat ediyor musun bunlar hep bir ağızdan “bu
imiş” “bu imiş” diye nasıl bağırıyorlar” buyurdu.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Bir gün huzurda sohbetlerini dinliyordum. Beni daha
ziyade kendi arka tarafına alır ve muvacehesinde bulundurmaktaydı. Çünkü O’nun yüzüne baktıkça -gayri ihtiyari
cezbeleniyordum. Sohbet bitti herkese yol verdi sıra bana gelmişti. Fakat
huzurlarında diz oturmak mutat olduğu için dizlerim uyuşmuş idi bir türlü
kalkamadım o vakit gülümsedi
“ayaklarını kapıya doğru uzat, başını da dizime koy
dedi” uyuşukluk geçince gidersin. Bu teklif canıma minnet idi mürşit dizinde
başımın kaldığını hiç hatırlamamıştım. İstediğim oldu emirleri gibi yaptım
dizlerimin uyuşukluğunu gidermeğe çalışır iken başımı mübarek eliyle bol bol
okşadı bana muhabbeti ilahiyenin yüksek tadını veriyordu. Biraz sonra ayağa
kalktım ve mübarek ellerini öperek gözüm yaşlı ayrıldım.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Harbiye mektebi üçüncü sınıfına geçerken İkinci
vatanımız kabul ettiğimiz Rumelinde eski üçüncü ordu merkezi “Manastır” şehrine
sılaya gittim. Orada iki arkadaşım vardı. Biri Recep Fehmi, diğeri Niyazi
Beylerdi. Bir gece evvel Recep Fehmi Efendi bir rüya görmüş bize anlattı. Yine
bu üç arkadaş bir mesire mahallinde hep beraber gezerken, kurşun yağmuruna
tutulmuşuz yanımızdan kurşunlar geçerken bizlere hiç bir şey olmuyormuş. O
sırada bir zat peyda olmuş. Recep Fehmi Efendi’ye hitaben
“Korkmayın sizlere bir şey olmaz, sahibiniz yerde
gökte kuvvetli ve çok büyük bir zattır” demiş.
O akşamüzeri birleşerek Manastır’ın şehir Altı nam
mesiresine gittik. Bir yerde mola vererek tarafımızdan bir ilahi okundu ve
akabinde zikrullaha başladık. Karşımızdaki tarlanın içinde birçok mandalarda
var idi. mandaların başlarını saga sola oynatarak bize müşareketle zikrimize
onlarında iştirak ettiklerini görüyorduk. O sırada silah sesleri duyuldu.
Kurşunların uzaktan atılmasına rağmen yanımızdan vızır vızır geçiyorlardı.
Niyazi Bey zikirden fariğ olmuş ve bizlere hitaben
“Hepimiz vurulacağız, aşağıya hendeğe girelim bize
siperlik yapar ve hemen uzaklaşalım” diye bağırdı. Ve öylece yaptık. Allah
Teâlâ’nın izniyle bizlere hiç bir zarar olmadı. Meğer kurşunlar ciheti
askeriyenin endaht (silah talimi) mahallinden geliyormuş. Bizim bulunduğumuz
yeri tutuyormuş. Recep Fehmi Efendi’nin rüyası ayniyle zuhur etti.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Bir gün arkadaşım Veli Ağa ile mektebi harbiyede talebe iken sohbet
arkadaşım idi. Bu zat ile birlikte ve diğer üç arkadaşı da dâhil olmak üzere
Edirnekapı sur haricine yakın bir medresede sakin münzevi Ahmed Efendi namında
birinin ziyaretine gidiyorduk.
“Veli ağa son zamanlarda, Cibali de odunculuk yapan Veli baba namıyla maruf
idi. Bu zat ile yolda giderken bizden biraz ileride diğer üç arkadaşı,
gidiyorlardı. O sırada güzel bir koku duydum. Bu kokukun nereden geldiğin
araştırmakta iken, arkadaşım Veli ağa seslenerek
“Biraz geri kal” dedi. Avucunun içini koklattı aynı zamanda gögsün da açtı
kokladığim rayihayı tayibenin aynını veriyordu. Dayanamıyarak “bu güzel kokuyu
bende isterim” dedim. Cevaben
“Bu rayihanın membaı hazretin vücudu mübareklerindedir ve oradan isteyiniz” dedi. Bundan
sonra Ahmed Amîş Efendi Hazretin ziyaretine gittiğimde elini öperken bu
rayihayı tayibeninde geldiğini duyardım. Bu rayihadan
“Banada ver” diyemedim ve isteyemedim. Hazretin temerküz eden vo gittikçe
çoğalan yüksek muhabbet bana herşeyden üstün geliyordu.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Zabit çıktıktan sonra Rumeli’de çok
kara günler geçirdik. Arnavut ihtilâli, Bulgar ihtilâli, ilânı hürriyet, Balkan
harbi gibi ardı arası bitmeyen tükenmeyen azim ihtilâller ve harplar içinde yaşadık.
Bu keşmekeşte İstanbul’a gitmek yasağı konulduğumdan artık çaresiz bu muhitte
haşır ve neşir oluyorduk. Bunlardan uzun boylu bahsetmeyeceğim. Yalnız küçük
bir kısmını hatırat kabilinde-yazarak geçeceğim.
1319 (1903) Bulgar ihtilâlinde Soroviç şimendifer (Demiryolu) köpüsünü bir
bölükle muhafa etmeğe memur oldum. Sağ ve soldaki istasyonlarda bulunan
Karakollarımız Bulgar eşkiyası tarafından birer birer baskına uğradı sıra bizim
bulunduğumuz Şimendifer köprüsünü bombalanmasına gelmiş idi. Köprünün münaasip
mevkilerinde pusular ve istihkâmlar tertip edilmişti. Geceleri uyku yok idi,
Hazreti Azizin ruhaniyeti mürşidanelerine teveccüh sırasında manada uyur uyanık
bir halde zuhur ederek
“Korkuyor musun be..” diye sordular.
“Korkma korkma birşey olmaz buyurdular.” Hakikaten o gece
sabaha karşı Bulgar eşkiyası bir cemmigafir (çoğunluk) halinde köprüyü berhava
etmek (havaya uçurmak) için geldiler ise de basiretkâr bulunmamız ve
istihkâmlarda yapılan yaylım ateşler ile eşkiya dayanamayarak ve bir şey yapamadan
kaçıp ric’at eylediler.
Hazretin “Bizi her an kendi manevi varlığında bulursun” sözünün
birinci işareti zuhur etti artık ferahladım.
·
Kazım Beyefendi’den
rivayetle;
Birinci Harbi umumide Trabzon’da Jandarma karakol kumandanları mektebi
müdürü idim. Seferberlik vukuunda Trabzon depo taburu kumandanı oldum. Trabzon
ve havalisinde icra kılınan Rus harbi safahatını gördüm. Muharebe sona erince
binbaşılığa terfiimi beklerken Yüzbaşılık rütbesinden emekliliğim icra kılındı
üzüntü ile İstanbul’a geldik. O sırada Hazreti Ahmed Amîş Efendi’min damadının
damadı Naim Beyin hanesinde ikamet buyuruyorlardı. Bir gün huzuru mürşide dâhil
oldum. Kendileri teveccühte idi. Fakirde karşısında diz çökerek oturdum ve
içimden iç durumumu hikâyeye başladım. Hemen mübarek gözlerini açtılar ve bana
hitaben
“Git kapının süpürgeliğinde dur, oradan söyle biz her yerden işitiriz.” buyurdular.
Öyle yaptım ve orada yine içimden söylüyordum.
“Beni erken emekliye sevkettiler yaşım henüz hizmete müsaittir. Hiç olmazsa
binbaşılık ile emekliliğe sevkedilse idim daha rahat bir emekli maaşına nail
olur evladı iyalimi daha ferih ve fehur beslerdim.” demekliğim üzerine Ahmed
Amîş Efendi’m bulunduğu yerden üç defa;
“Sâlavat” diye emir buyurdular. Bu üç salavatı beraberce
çektik:
“Allahümme salli ala Muhammedin ve ala âli Muhammed” akibinde
öyle bir
“Hû” çekti
“Yer gök inlesin ve arkana bakma git.” Buyurdular. İş bu
emir üzerine yüksek sesle bir “Hû” çektim ve arkama bakmayarak hatta
elinide öpmeyerek ayrıldım ve gittim. İçimden bu dileğimin husule geldiğini
bana sırren ima edlliyordu. Artık bundan sonra kendi razı derunuma tabi olmuş
idim. Ertesi gün bir istida yaparak Jandarma Müfettişi umumisi General Folon’a
(Fransız Generaline) gittim ve dilekçemi verdim. General Folon beni Edirne Mülhaklığın[232]
dan tanıyordu. Alay kumandanım idi. Üç gün sonra kendisini görmekligimi
bildirdi. Benim bu suretle vaki olan müracaatımı haber alan ve beni emekliye
sevkeden Şube müdürleri General Folon’a girmek için üç gün sonra kapısında
beklerken kendi odalarına çağırarak beni tekrar vazifeye alacaklarını
söylediler ve bir muvafakat senedi aldılar ve yarın daireye gelmemi bildirdiler.
Ertesi gün daireye gittiğimde iradeyi seniyesi çıkmış ve emekliliğimin hiç
olmamış gibi sayılarak tekrar Trabzon alayına sevk ve istidamımı bildirdiler ve
emri resmiyeyi elime verdiler. Bunun üzerine General Folon’a verdiğim
dilekçemin takibinde sarfınazarla doğruca Trabzon’a müteveccihen hareket
eyledim.
Trabzon alay kumandanı bizimle Pontüs eşkiyasının tenkili [233]
hususunda ciheti askeriyeyle müştereken takibatta bulunmamızı emreyledi. Tabur
merkezi Maçka kazası idi. Bu kazanın İslam ve Hiristiyan kariyeleri heyeti
ihtiyariyelerinin merkebe celbi ile tarafımızdan nasayıhı müessirede bulunulması
ve eşkiyanın istiman eylemek suretiyle hükümete teslim olmalarını daha ziyade
faideli olacağını göz önünde tutarak hemen harekete geçildi. Merkezi kazadan
gelen heyeti ihtiyariyelere nasayhi lazime icra ediİmekte ve eşkiyanın teslim
olmaları için kendilerine 20 gün gibi az bir müddet içinde arkasının alınması
tebliğ edilmekte idi. Cenâb-ı Hakk’a binlerce hamdu senalar olsun. İşbu müddet
dolmadan gayri müslim eşkiyalar birer birer ve çete halinde silah ve
teçhizatlarıyle birlikte kaza merkezine gelerek teslim oldukları görüldü.
Durumu Maçka kazası kaymakamı vilayete bildirdi. Vilayet bunların silahlarının
alınarak kendilerinin hudut dışı çıkarılmak üzere merkezi vilayete sevklerini
ve teslim olan İslam çetelerinin de tüfekleriyle beraber Ankara cephesine sevk
ve yollanmasını emir buyurdu. Verilen emir ifa edildi. Az zaman sonra eşkiyanın
arkası alındı ve böylelikle Trabzon mıntıkası Pontüs eşkiyasının istilasından
kâmilen temizlenmiş oldu. Bu suretle Erzurum Trabzon yolu açılmış ve ordudan
Jandarma alay kumandanlığına bir takdirname gönderilmesine karşı alay kumandanı
benide Binbaşılığa terfi ettirilmek üzere inha eyledi.[234] O
sırada vilayetlerin İstanbul ile alaka ve muhabereleri kesilmiş olduğundan
Mustafa Kemal Paşa’nın iradeyi milliyesiyle Trabzon taburuna Binbaşı olarak
terfi ettirildim. Bir müddet sonra merkez Trabzon taburunun kadrosunun lağvi
ile Bayburt tabur kumandanlığına yine bununda lağviyle Erzincan müstakil tabur
kumandanlığına tayin edildim. Erzincan’ana ulaşmamdan bir sene kürt eşkıyasının
takibatında bulundu Birinci İmraniye hadisesi namıyla yad olunan iş bu isyanda
mutasarrıf Ali Rıza Bey’in hakimane tetbirleri sayesinde eşkiyaların Erzincana
girmeleri tehlikesi de bertaraf edildi. Bir zaman sonra jandarma dairesince
kadro düzenlemeleri icra kılınmış ve 25 seneyi ikmal edenlerin emekliliğinin
yapıldığı bildirilmişti. Tarafımıza tekrar Binbaşılık rütbesinden emekliliğe
sevkedildiğim resmen bildirildi, Hesap ettim 3 seneyi geçmiş idi. işte üç
salavâtın sırrı hikmetini bu suretle anlıyorum ve tekrar emekli olarak
İstanbul’a ulaşınca Sevgili azizimiz Hazreti Ahmed Amîş Efendi’min bir sene
evvel irtihali dar-i beka buyurduğu haberini kemali teessürle öğrendim.
Fatihteki medfeni mübarekesine giderek ziyaretlerinde bulundum ve pek acı gözyaşları
döktüm. Cenâb-ı Hakk şefaatlarını ve yardımlarını üzerime sayaban buyursun. Rahmetullahi
aleyhi ve rahmeten vâsiaten.
·
“ Bir
hafız bir gün Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin huzurlarına giderek;
“İçimden doğdu, size bir Kur’an okuyayım Efendim.” demiş. Onlar da: Hafız, bir nokta, iki nokta, üç nokta” demişler.
Hafız; “ Evet” demiş. Sonra,
“ Üç nokta, iki nokta, bir nokta” demişler. Hafız gene:
“ Evet” demiş. Devamla:
“ İki nokta, bir nokta” demişler. Hafız,
“Evet” demiş. Ellerini
vererek
“ Haydi, git” demişler ve
işini halletmiş.
Efendim:
“Onlar bazen dolarlar, saçacak yer ararlar, neresi olursa
saçıverirler.”
“O zaman olurdu, ama şimdi pek olmaz. Zira o zaman harman
zamanı idi, şimdi başak zamanı, hafız’a olan da işin harmanı.”
·
Ahmed
Amîş Efendi türbede otururken bir genç yanından geçereken sordu;
“İsmin ne?” dedi genç
cevaben;
“İsmail” dedi
“İsmail gibi kurban olabilecek misin?” dedi.
·
Sultan Abdülhamid devrinde, Sarayda da
vazife yapan Türbedâr Mehmed Tevfik Efendi bir gün pazardan iki tavuk almış,
Ahmed Amîş Efendi Hazretlerine götürerek:
“Hangisini
pişireyim efendim? diye arz-ı niyaz etmiş.
Ahmed Amîş Efendi Hazretleri de:
“Hangisi
daha iyi ise onu pişir!” deyince, Mehmed Tevfik Efendi:
“Efendim,
birini kırk paraya, ötekini elli paraya aldım!” demekle yetinmiş. Ahmed
Amîş Efendi yine aynı şekilde:
“Oğlum,
hangisi daha iyi ise onu pişir!” deyince,
“Efendim,
birini kırk paraya, ötekini elli paraya aldım!” diye cevap vermiş.
İşte bunun
üzerine Ahmed Amîş Efendi Hazretleri:
“Aferin
oğlum! Hakkın mahlûkları arasında ayırım yapmamayı öğrenmişsin!”
·
Ahmed Amîş Efendi, 100 yaşını geçkin bir ihtiyar olduğu için söz
arasında ısınmaktan bahseder ve “iyi
bir kürk olsa ısınırım”, buyururlar.
Bu kadarcık ima ve işaret üzerine üstâd derhal çarşıya giderek muhtelif
neviden ve cinsten üç kürk getirip önüne kor. Üstâd, bunun üzerine aralarında
şöyle bir konuşma olduğunu söylerdi:
“İşte efendim üç kürk. Bu 50 lira, bu 30 lira, bu da 25 liralıktır”, dedim.
Bunun üzerine Ahmed Amîş Efendi;
“İstemem, götür.”
Dedi. İlk arzu ile bu red karşısında hayrette kaldım. Fakat sebebini de
sormadım, soramadım ve bunda elbette bir hikmet vardır diyerek emirleri üzerine
kürkleri götürüp sahibine geri verdim.
Aradan bir kaç gün geçti, yanına gittim. Bana:
“MECDİ; CEHENNEMİN MÜDDETİ KAÇ SENEDİR BİLİR MİSİN?”
“65,000 SENEDİR.”
dediler. Başka bir gün de durup dururken yine bu suali irad buyurdular. Fakat
bu sefer müddeti 6,500 seneye indirdiler. Esasen birçok mutasavvıflar
hep bu yolda giderler, sözü hep böyle etrafta dolaştırırlar.
Bu sırada mebusluk, memurluk ve ticaret gibi bir meşgalem de
olmadığından İstanbul’u terk ile memleketim olan Balıkesir’e çekildim. Orada yerleşir
yerleşmez bu sefer Balıkesir’i de terk ile Mısır’a gitmek arzusu bende belirdi.
Bunun tedarikleriyle ve tedbirleriyle zihnen meşgul iken bir gün Balıkesirin
meşhur meczubu İsmail, evin kapısını çalarak:
“Uzun yola, uzun yola. Haydi... Hayırlı ola!”
diye seslendi, geçti. Hâlbuki ben kararımı henüz aileme bile açmamıştım.
Meczup İsmail’in de bu ihbar ve ihtarım duyunca artık kat’î kararımı vererek,
âdeta hükümet kuvvetiyle cebren memleketten çıkarılıyormuşum gibi alelacele
ailemi, çocuklarımı alarak hep birlikte Mısıra gittik.[235]
Abdülâziz Mecdî Efendi, Mısıra gider gitmez 1914 Cihan Harbi de patlak
yermiş, yollar kapanmış, orada maişetini ticaretle ve bilhassa uzun
senelerdenberi yapmış ve alışmış olduğu zahire ve un ticaretiyle temine mecbur
kalmıştır.
Yabancı bir muhitte kendisini tanıtıncaya ve memleketin ticarette
gidişini kavrayıncaya kadar hayli sıkıntı çekmiş, fakat çalışmış, muvaffak
olmuş ve 6,5 sene bu vaziyette Mısırda kalarak; nihayet Türkiye’de
mütareke olunca İstanbul’a gelmiş ve tabiî ilk evvel ziyaret ettiği zat yine
mürşidi Ahmed Amîş Efendi olmuştur. Elini öpüp de halini ve başından geçenleri
anlattıktan sonra aldığı izahattan:
Cehennemin müddetinin 65;000 sene oluşudan bahsedişi, kedisinin 6,5 sene
mürşidinden uzak yaşadığına ve bu suretle bir cehennem hayatı geçireceğine
işaret olduğunu, yani mürşidinin kendisine kırılarak “SEYAHAT CEZASI”
verdiğini ve buna sebep de kürkleri önüne serdiği zaman onların fiyatını söylemiş olmasından ileri
geldiğini anlamıştır.[236]
Dûçar olduğu bu cezadan, dolayı mürşidine karşı zerre kadar kırgınlık
duymak şöyle dursun bilâkis daha ziyade feyiz vermek için böyle yapmış olduğunu
üstâd söylerdi ve Mısırdan dönüşünde bu feyzi umduğundan çok fazla aldığını da
sözlerine ilâve ederdi.
Abdülâziz Mecdî Efendi, vakit vakit bu hâdiseyi tekrarlar ve izah
ederken derlerdi ki:
“Ben bu kadar gizli kapaklı söz söylemem. Çok kere muhatabımın idrakine
ve kabiliyetine göre açık da söylerim, Fakat bu yol, yani mürşidle müridin
teması keyfiyeti barutla pamuğun bir arada bulunmasına benzer. Bazan
hiç bilinmeyen bir sebepten dolayı barut birdenbire ateş alıverir.”
Bu ateş alış müridin lehine olduğu kadar aleyhine de çıkabilir. Yani
mürşidin nelerden hoşlanmadığı, ne gibi şeyleri beğendiği bilinemez. Ani bir
hareketi kalbiyye her şeyi altüst edebilir ve neticesinde mürid ya manen olur
yahut manen ölür. Binaenaleyh her zamanda, her temasta ve her hitapta, mürşidin
karşısında son derecede dikkatli, uyanık ve tetik davranmak lâzım gelir.
Abdülâziz Mecdî Efendi, 6,5 sene Mısır’da bulunduğu halde asla siyasetle
uğraşmamış, oraya muhtelif tarihlerde her biri bir suretle sığınmış olan
muhalif fikirli Türklerle de temas ve ihtilât etmemiş ve kendi başına sessizce
ticaretle uğraşmıştır.
Mısırda bulunan Türklerden en ziyade görüşüp konuştuğu başlıca iki
kişidir. Birisi; Abdülhamid’in uzun müddet Şeyülhislâmlığını yapmış ve o sırada
Mısıra çekilmiş olan Cemaleddin Efendi, ötekisi de Mısır Hidivinin saray
hocası ve imamı Gümüşhaneli dergâhı şeyhi Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi’dir.
İşte bu yola gidişlerinden dolayıdır ki Umumî Harpte Türkler
İngilizlerle harp halinde bulunduğu ve bu yüzden Mısırdaki Türk tebaası esir
sayılıp kamplara sevkedildiği halde üstada ne İngiliz, ne de Mısır hükümeti bu
bapta bir müşkülât göstermemiştir.
Fakat dindar oluşu, ulema kisvesini taşıyışı, hele Arab dilini bütün
fesahat ve belâğatiyle konuşabilmesi yüzünden Arap âlimleriyle vakit vakit camilerde
ve hususî toplantılarda buluşur ve dinî mübahaseler ederlermiş.
Abdülâziz Mecdî Efendi, Arab âlimlerinin biz Türklerden çok mutaassıp ve
daha inhisarcı olduklarını söylerdi. Meselâ ne zaman Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemden bahsetseler
“nebiyyüna el’arabî” (Peygamberimiz
Araptır) derlermiş.
Bu sözü Arab âlimlerinden sık sık işiden ve tabiî içerleyen üstâd; günün
birinde son olarak bir daha işidince kızarak ve sabredemiyerek hemen ilâve
etmiş;
“ Allah’ımız da Türktür.”
Bu haklı mukabele’ üzerine görüşüp konuştuğu Mısırlılar “nebiyyüna el’arabî”
sözünü bir daha ağızlarına almamışlardır.
Sunullah Gaybî’nin şu beytinide hakikati açık söylemekteki tehlikeyi anlatıyor.
Sunullah Gaybî Kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
“Başımız meydana koyduk, keşf-i esrar eyledik;.”
“Enbiya-vü evliyanın ketmettiği mâna budur!”
Abdülâziz Mecdî Efendi derdi ki:
Bir gün mürşidim Ahmed Amîş Efendi:
“Mecdî, sakın sırrı fâş etme!”
dedi.
“Acaba bir şey mi yaptım?” diye korktum. Benim korkumu gidermek ve bir
hakikat bildirmiş olmak için buyurdular.
“Edemezsin ki,
edilemez ki, ruhunu ortaya at, faş et anlat bakalım. Edemezsin, O’da öyledir”.
Bu tenvir ve irşâddan
mülhem olarak, Mecdî Efendi derlerdi ki,
“Cenâb-ı Hak sırrı
vahdetin gizlenmesini ister ve bu işi mahdut kulları ile idare eder, irşâd ve
idlal kendisindendir.”
·
Albay Şerafeddin Uğurluteğin’de rivayetle;
Ahmed Amîş
Efendi Hazretleri bir gün, müridân ve muhibbanıyla bir yerde sohbet ediyormuş.
Bir albay
gelmiş, ulaştırma albayı, Ahmed Amîş Efendi’yi çok seven, ama harâbâtî bir
adam. Başka kimseye zararı dokunmayan, kendini harab eden bir harâbât adamı.
Gelmiş, elini öpmüş, diz çökmüş oturmuş, mahviyyet içinde. Sohbetten nasibini
alarak, bir müddet sonra destur alıp çıkıp giderken, Ahmed Amîş Efendi:
“Ulan
aygır, hadi git bugün de ne halt edeceksen et bakalım! Benden sana izin!”, demiş.
Bu harâbatî
albay, boyun büküp bel kırarak, derin bir huşu içinde huzurdan çıkıp gidince,
hazretin etrafındaki derli toplu dervişler:
“Efendim,
demişler, nasıl olur bu? Bu harabât aygırının haramatına destur verdiniz adeta
siz!..”
Müridan ve
muhibban böyle söyleyince, zamir¬lerin kâşifi, büyük veli Amiş Efendi:
“Siz”, demiş,
“O haytanın
zâhirine bakmayın! Dışı bozuk ama, içi pırlanta onun!.. Çamura düşmüş bir cevher
o!. Nasıl olsa edecek o haytalığı!. O çamurla işi bitmedi daha onun!. Bizim
destur vermemizin sebebi, onun yükünü hafifletmek içindir!.”
·
Nakşî-Hâlidî meşâyihinden Mehmed
Esad Erbilî (1847-1931) Muaviye'ye ihtirâmı ile tanınan biri idi. 1930
sonlarına doğru, bir vesiyle gene Muaviye'yi göklere çıkarmış olduğu Sâbit Efendi'nin
kulağına gidince, Hazret'in büyük bir celâliyetle: "Ben bu kürdü burada
bırakmam" dediğini ve aradan bir ay geçmeden Şeyh Esad Efendi'nin
tevkif edilerek İstiklâl Mahkemesi'nde idam talebiyle yargılanmak üzere
Menemen'e götürülmüş olduğunu Eşref Efendi nakletmiştir. Şeyh Esad Efendi
İstiklâl Mahkemesi'nde idama mahkûm olmuş, cezâsı müebbed hapse çevrilmişse de
tedâvî edilmekte olduğu Menemen Askerî Hastahânesi'nde 4 Mart 1931 târihinde Hakk’a
yürümüştür.
Mehmed Sâbit Efendi, Eşref Efendi’yi bir gün: "Eşref’im,
kalk! Seninle bir zâtı ziyârete gideceğiz" diyerek Fâtih Türbedârı
Ahmed Amîş Efendi'ye götürmüş. Ahmed Amîş Efendi Sâbit Efendi'yi görünce ayağa
kalkıp ellerini göğsüne kavuşturmuş; Sâbit Efendi de aynı ihtirâm duruşunu
izhâr etmiş. Her ikisinin de sessiz ve sözsüz bir yarım saat kadar durumlarını
muhâfaza etmelerinden sonra Ahmed Amîş Efendi'nin huzurundan ayrılan Sâbit
Efendi:
"Eşref’im gördün mü? Ne can bir zât, değil mi!" demiş. Eşref
Efendi'nin Ahmed Amîş Efendi'ye muhabbet ve hayranlığı da işte böyle başlamış.
Bir gün Eşref Efendi Ahmed Amiş Efendi Hazretlerini
ziyâret etmek üzere Seyyid Abdülkâdir Belhî'ni yanından ayrılırken, Hazret onu:
"Eşref’im, Ahmed Amîş Efendi zamanın Kutbu'dur” diyerek îkaz
etmiş. Eşref Efendi'ye böyle nereden geldiğini soran Ahmed Amiş Efendi ise,
onun Murat Buhârî Dergâhı'ndan geldiğini öğrenince, hörmetle: "Eşref’im,
Seyyid Abdülkâdir Belhî Hazretleri zamanın Kutbu'dur" demiş.
Mustafa Düzgünman'ın rivâyetiyle, Eşref Efendi genç iken
bir gün Sâbit Efendi:
"Eşref’im; fakîr Amerika'ya gideceğim" demiş.
Aradan bir müddet geçtikten sonra bir başka gün de: "Eşref’im ben artık
Amerika'ya gidiyorum" dediğinde Eşref Efendi Sâbit Efendi'nin
dizlerine kapanmış: "Sultânım fakîri bırakıp da gitmeyin!"
diye ağlayarak yalvarmış. Hâl-i hayatında Amerika'ya gitmemiş olduğuna göre,
Sâbit Efendi'nin bu sözleriyle neyi îmâ etmiş olduğu bugüne kadar hep
spekülâsyon konusu olmuştur.[237]
·
Aktar Sâim Efendi'nin büyük oğlu Ahmed ağabey (doğ. 1917) bir gün Hafız
Eşref Ede Efendi'ye:
"Amcacığım, siz Türbedar Ahmed
Amîş Efendi, Seyyid Abdülkâdir Belhî, Mehmed Sâbit Efendi gibi çok büyük
zâtlara yetişmiş, nazarlarını almışsınız. Bu zevât göçtüklerinde ben daha çocuk
yaşında imişim. Ne olurdu ben de onların nazarlarına mazhar olsaydım!" diye serzenişte bulununca, Eşref Efendi celâllenerek
o fevkalâde nâfiz nazarlarını Ahmed Düzgünman'a dikip:
"Evlâdım, bu zevâtın nazarlarına
mazhar olmuş olan nazarları gördün ya!" diyerek onu ikaz etmiş.
Attâr Dükkâm'nda Eşref Efendi'ye: "Yahu
amcacığım! İnsanı dilhûn eden bu Kerbelâ vak'ası niye vuku bulmuş ki? Bunun
hikmeti nedir?" diye soran Ahmed Düzgünman:
"Evlâdım Kerbelâ vak'asının
zuhurunun hikmeti hakîkî müslümanların sahtelerinden tefrik edilmesi içindir.
Bak sen de Kerbelâ'nın bahsi geçince nasıl elem duyuyor, nasıl muzdarîb oluyorsun!" cevâbını almış.
Yine Ahmed Düzgünman, bir gün Eşref Efendi'ye:
"Amcacığım, Kur'ân-ı Kerîm'de
Hazret-i Ali hakkında hiç âyet var mıdır?” diye sorduğunda:
"Evlâdım Mâide sûresinin 55. âyeti
Hazret-i Ali hakkında inmiştir"
cevâbını aldığını beyân etmektedir.[238]
Niyâzi Sayın Kerbelâ'dan söz açıldığı
zaman Eşref Efendi'nin gözlerinin kıpkırmızı kesildiğini ve mutlaka birkaç
damla yaşın sakallarına süzüldüğünü hatırlamaktadır. Ayrıca, Eşref Efendi'nin
Fasîh Ahmed Dede'nin : [239]
Bu mâtemde olan, derd ile hicrâna devâ olmaz.
Bu feryâd-ı Hüseynî'dir. Buna uşşâk, nevâ olmaz.
Hasan ile Hüseyin'dir ol Resûl'ün kurretü-l aynı,
Sevenler âl-i evlâdın eşiğinden cüdâ olmaz.
Tevellâsın, teberrâsın bilen uşşâka aşk olsun!
Tarikatta budur erkân; buna illâ ve lâ olmaz.
Vukuât-ı Hüseyn-i Kerbelâ'mn mâtemengîzi
Semâ vü hâme[240] vü savt ü hurûf ile
edâ olmaz.
Fasîhâ, nüh felek yâkut ü rümmân[241] ile pür[242]
olsa,
O mihr-i âlemin bir katra kânına bahâ olmaz.
şeklindeki gazelini inşâd ederken, bu
sefer, hüngür hüngür ağlamış olduğuna şâhit olduğunu da beyân etmektedir.[243]
·
Necmettin Okyay Hoca Eşref Efendi'den
kendisini Türbedâr Ahmed Amîş Efendi'ye götürmesini çok istermiş. Ama bu
arzusunun bir türlü gerçekleşmediğini görünce bir gün Eşref Efendi'ye târizde
bulunmuş. Bunun üzerine Eşref Efendi, Şeriat tarafı ağır basan Necmeddin
Hoca'ya:
"Birâder; sen orada konuşulanlara
şâhit olsan bizim küfrümüze kail olursun" demiş.[244]
·
Hammami
Muhammed Tevfik Efendi Kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdular ki;
‘‘Kamil Velilere makbul hediye ahde vefadır.”
Ve´s-selamü ala men ittebeal Hüda
اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلىَ مُحَمَّدٍ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ
وَ الْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ
“Ben seni sevdim,
Sen de beni
sevdin mi?”
Ahmed Amîş Efendi
Kaddesellâhü sırrahu’l azîz
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
buyurdu ki;
“Değerli insanın
değerini,
ancak
değerli insan bilir.” [245]
KAYNAKÇA
Abdülaziz Debbağ trc: Celal YILDIRIM Kitab'ül İbriz
[Kitap]. - İstanbul : Demir Yayınları, 1979. - Cilt I-II.
AKIN Ali HZ. Ebû Tâlib ve Tarihte Gizli Kalmış Gerçekler" [Kitap]. -
İstanbul : Sakaleyn, Ağustos 2007.
BARKÇİN Savaş Ş. Ahmed Avni KONUK [Kitap]. - İstanbul : Klasik Yay. , 2011.
BİRÖN Em. Binbaşı Kazım Sohbetname Ahmed Ammiş Efendi [Kitap]. - Bilecik : [s.n.], 1953.
BURKAY Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar
Yayınları, 1995-2010 .
Carl VETT trc:
Prof.Dr.Ethem CEBECİOĞLU, Kelâmi Dergâhından Hatıralar( İstanbul - 1925)
[Kitap]. - Ankara : [s.n.], 1993.
CEBECİOĞLU Prof. Dr. Ethem Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü [Kitap].
ERDEM Ahmed Fatih Sertürbedârı Ahmed Amiş Efendinin Kelâm-ı Alilerinden Zaptedilen
Bazıları [Kitap]. - Ankara : İSBN: 975-7852-85-6, Tarihsiz.
ERGİN O. Nuri Balıkesirli Abdülazîz Mecdî Tolun Hayatı ve Şahsiyeti [Kitap]. -
İstanbul : [s.n.], 1942.
GÜRLEK Dursun Ayaklı kütüphaneler [Kitap]. - Kubbealtı-İstanbul : [s.n.],
2005.
KOÇ Mustafa “ Bâleybelen, Muhyî-i Gülşenî, İlk Yapma Dil, İlk Kutsal Dil”
[Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 2005-Klasik Yay..
KÖKSAL M. Asım İslam Tarihi [Kitap]. - İstanbul : Köksal Yayınlar.
Muallim Cevdet Müderris Ahmed Naim [Kitap]. - İstanbul- Ülkü Matbaası :
[s.n.], 1935.
ÖZDAMAR Mustafa Ahmed Amîş Efendi [Kitap]. - İstanbul : Kırk Kandil, 1997.
ÖZEMRE Ahmed Yüksel Üsküdar'ın Üç Sırlı’sı [Kitap]. - İstanbul : 3. baskısı
Kubbealtı Neşriyât, 2007.
SAYAR Ahmed Güner A. Süheyl Ünver Hayat, Şahsiyeti ve Eserleri [Kitap]. -
Ötüken-İstanbul : [s.n.], 1994.
TOYGAR Ömer Lutfi Muhabbet Üzerine [Kitap]. - İstanbul : Seçil Ofset,
Ocak-2009.
VASSAF Osmanzade Hüseyin ve
hzl. Prof.Dr. Mehmet AKKUŞ- Prof.Dr. Ali YILMAZ Sefine-i Evliya [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 2006.
[1] Hicrî 20 Şaban
1338 senesi (9 Mayıs 1336 – 9 Mayıs 1920) irtihal buyurdukları zaman 116 (?) yaşında
olduğu da rivayet edildiğine göre, bu tarihlerde meselâ- 1222 (1807) de doğmuş
oldukları tahmin edilmektedir.
[2] SELVİ-
BULGARİSTAN
Sevlievo:
Bulgarca: Севлиево ya da Selvi, Bulgaristan'ın orta kesimlerinde yer alan bir
şehirdir. Gabrovo iline bağlı 27.000 nüfuslu bir yerleşimdir. Bulgaristan'ın en
zengin şehirlerindendir.
Osmanlı
döneminde Türkler tarafından “Selvi”, “Servi” olarak bilinen Sevlievo,
Tırnova Sancağı'na bağlı bir kaza merkezi olup 1848 nüfusu 2020 kişidir. Aynı
tarihte kendisine bağlı 35 köy bulunmaktaydı ve köyleriyle beraber toplam
nüfusu 82.120 kişidir.
93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 yıllarındaki Osmanlı-Rus
savaşında Anadolu'ya ve Trakya'ya göçen bazı Sevlievo'da yaşayan
vatandaşlarımız; Türkiye'de Banarlı, Bukrova (Şu anda adı Sağlamtaş Kasabası),
Bunak (Şu anda adı Çınarlıdere Köyü) Karacakılavuz, Kaşıkçı, Ferhadanlı, Büyük
Yoncalı ve Bıyıkali köylerini kurmuşlardır. Şu anda Banarlı, Sağlamtaş,
Karacakılavuz, Kaşıkçı, Ferhadanlı ve Büyük Yoncalı Belediye statüsünde olup
Tekirdağ ili sınırları içindedir.
[3] “Bulgaristan’da
Tırnova kasabasında Slovi’de bir Bektaşi topluluğu varmış. Bana bu bilgileri
veren (Mithad Bey Freşari), burada bir tekke olup olmadığını bilmiyor. Görüce
Melcan tarafında bir Arnavut dervişi Tırnova’da bir tekke bulunduğunu ve Balkan
savaşından önce yıkıldığını söylemişti.” (Von HASLUCK, Bektaşîliğin Coğrafî
Dağılımı, Geographical Distribution Of The Bektashi, Trc-Düzenleme: Turgut KOCA
— A. Nezihi ERGİNSOY, İstanbul — 1991, s.23)
[4]
[5] Ahmed Amîş
Efendi’den okuyan birçok kimseler, sonraları mühim memuriyetler işgal etmişler,
aynı zamanda tahsillerini ilerletmişler, ilimde, bilhassa din ve tasavvuf
sahasında da eserler bırakmışlardır. Bazıları şunlardır.
a — İsmail Fenni Bey: 1271 (1855) de Tırnova’da doğdu. Daha
Tırnova’da iken maliye hizmetine girmiş, 93 harbinden sonra İstanbul’a gelerek
divanı muhasebatta çalışmıştır. En son memuriyeti Dâhiliye Nezareti
muhasebeciliğidir. Arap, Fars, İngiliz ve Fransız dillerini çok iyi
öğrenmiştir.
Mufassal
hal tercümesiyle 13 ciltten ibaret olan eserleri Son Asır Türk Şairlerinde
gösterilmiştir. Bu eserlerin ancak beşi basılmıştır. Resmî mesleği olan
maliyecilikten başka edebiyatta, diyanette ve bilhassa felsefe ile tasavvufta,
hattâ musikide ihtisas peyda ettiği yazmış olduğu eserlerden anlaşılmaktadır.
b — Mustafa Enver Bey: Medrese tahsili görmüş, lisan mektebine
girerek fransızca öğrenmiş, posta ve telgraf memuriyetine intisap ederek muhaberat
müdürlüğüne kadar çıkmış ve 1325 (1909) de ölmüştür. Profesör Doktor A. Süheyl
Ünver, bu zatın oğludur. Ahmed Amîş Efendi’nin yönlendirmesi ile hazırladığı
eserleri şunlardır:
1-Hikem-i
Ataiyye tercümesi. (Atâullah İskenderaninin 310 hikemi ve felsefi sözünün
tercümesidir.)
2-
Mizan-ı Hakikat (İbni Kemal’in bu addaki eserinin tercümesidir)
3-Tedbirat-ı
İlâhiye: Muhyiddîn Arabî’nin bu addaki eserinin yalnız sekizinci babının
tercümesidir. Kitabın bu kısmı şer’i ve hikemi ferasetten bahseder. Şair
Hakanî, Hilliyesinde bu bahisten istifade ederek o güzel beyitleri söylemiştir.
Mütercim; eserinde. Hakaninin beyitlerini Muhyiddîn Arabî’nin sözleriyle
karşılaştırmıştır.
4-
Hacc-ı sûri ve manevi;
5-Mücmerat-i
nabigatüzzübyanî tercümesi: (Manzumdur ve 61 beyitten ibarettir.)
6-Kalb
ve ruh (İhya-ül-ulüm’dan tercümedir.)
7-Levayih
tercümesi (Eser Molla Caminindir);
8-Hidaye
tercümesi (Esirüddin Epherinin Hidaye adlı kitabının sonunun tercümesiyle
birlikte şerhidir.);
9-Fenâ
Fil-müşahede tercümesi (Eser Muhyiddîn Arabî’nindir);
10-Hilyetül-ebdal
tercümesi (Eser Muhyiddîn Arabî’nindir.) Mütercimin yalnız bu eseri 1326 (1910)
da basılmıştır. Bütün eserleri oğlunun hususi kütüphanesindedir. Değerli ve
faziletli oğlu, babasının birçok dinî eserleri ihtiva eden kütüphanesini
Bayazıtteki inkılâp kütüphanesine vakfetmiştir.
Bu kısımda Mustafa Enver Beyi’in arkadaşı Bayezid
Kütüphanesi Müdürü İsmail Saib [Sencer] Efendi’ninde (d. 31
Ocak 1873’te - ö. 22 Mart 1940) Ahmed Amîş Efendi’ninde talebesi olduğunu
hatırlayalım.
Bugün Beyazıt
Devlet Kütüphanesi olarak hizmet veren “Kütüphane-i Umumi Osmani”’de kütüphaneci
ve idareci olarak 43 yıl hizmet etmiş, sıradışı hafızası ile tanınmış bir
kimsedir. Kitap toplayıcılarının, araştırmacıların, ünlü şarkiyatcıların ve
sahafların uzun seneler başdanışmanı olmuştur. "Ayaklı Kütüphane”,
“Fihrist-i Ulûm”, “Canlı bir bibloğrafya” ve “Çağın Cahızı” gibi sıfatlarla
anılırdı.
31 Ocak 1873’de
Erzurum’da dünyaya geldi. Küçük yaşta İstanbul’a gitti. Kocamustafapaşa Askerî
Rüştiyesi’ni bitirdikten sonra Fatih ve Süleymaniye Camii’nde öğrenim gördü.
Öğrenimi devam ederken Maarif Nezareti’nin açtığı bir sınavla Bayezid Umumî
Kütüphanesi’ne (bugünkü Beyazıt Devlet Kütüphanesi) ikinci müdür tayin edildi.
Birinci müdür Hoca Tahsin Efendi’nin vefatından sonra 1896’da birinci müdür
olarak tayin edildi.
Arap Edebiyatı
konusunda bir uzman olan İsmail Saib, Farsça, Fransızca, Almanca, İtalyanca,
Latince de bilirdi. Bilgisini arttırmak amacıyla Tıp, Eczacılık ve Hukuk
eğitimi almıştı.
Kütüphanedeki
görevinin yanı sıra çeşitli medreselerde Arap edebiyatı ve Arapça öğreten
İsmail Saib Efendi, 1921’de İstanbul Darülfünunu Edebiyat Medresesi Edebiyat-ı
Arabiyye (Arap Edebiyatı) derslerine müderris olarak atandı. Bu görevi Şapka
Kanunu’nun çıktığı 1925’e kadar sürdürdü. Kanunun çıkmasından sonra
prensiplerinden ödün vermemek adına derslerine son verdi ve Beyazıt
Kütüphanesi’ne çekildi
Eski müelliflerin
yazılarını tanımada, yazma eserlerin bozuk bölümlerini okumada, gördüğü bir
yazının hangi yüzyıla ve hatta hangi hattata ait olduğunu tahmin etmede üstün
bir kabiliyeti vardı. Bu özellikleri ile araştırmacılara çok büyük yardımı
dokunuyordu. Çeşitli konularda geniş bir bilgi birikimi olmasına rağmen hayatı
boyunca eser vermek yerine araştırmacı ve okuyuculara yol göstermeyi tercih
etti[. Ne var ki bazı eserlerin onun tarafından dikte ettiği rivayet edilir. Bu
eserler arasında İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın "Osmanlı Tarihi" ve
Bursalı Mehmet Tahir Bey'in üç ciltlik "Osmanlı Müellifleri" vardır.
Kitapları farelerden korumak için kütüphanede çok sayıda kedi beslemesi ve
kedilere düşkünlüğü ile tanınırdı.
1939 yılında
kütüphanedeki görevinden emekli oldu. 22 Mart 1940 tarihinde İstanbul’da
hayatını kaybetti. Zengin şahsi kütüphanesi vasiyeti gereği Ankara Üniversitesi
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne bağışlanmıştır.
c-Hasan Rıza Efendi: Hattat Hasan Rıza Efendi (1848-1920)
1849
da Üsküdar da dünyaya geldi. Babası Tırnova posta müdürü Ahmed Nazır Efendi,
posta ve telgraf memuru bulunduğu sırada Ahmed Amîş Efendi’den okumuştur. Sonra
İstanbul’a gelerek medrese tahsili görmüş, yazı meşketmiştir. Son devrin en
meşhur hattatlarındandır. Aynı zamanda müzehhiptir. Muzikai hümayunda vazife
almıştır. Orada imamlık ve yazı muallimliği yapmıştır.
Hat
yazısını önceleri Yahya Hilmi Efendi den öğrendi ve Hattat Şevki Bey ile
Muzıka-ı Hümayun da öğrenerek icazetini aldı. Ta'lik yazıyı Hattat Sami
Efendi'den öğrenmiştir. Hattat Şefik sayesinde Kazasker Mustafa İzzet
Efendi’den oldukça istifade etmiştir. Muzıka-ı Hümayün de hat öğretmenliğine
tayin edildi. 1914 yılında açılan Medresetü'l Hattatin de; sülüs, nesih ve
reyhani hocası oldu.
Sülüs
ve Nesih' te çok yetenekli olduğundan, Hafız Osman’dan sonra en değerli hattat
sayılır. 19 Kur'an-ı Kerim yazmıştır. Yazılarının güzelliği, açık ve okunaklı
olduğu için daima tercih edilmiştir.
Sultan
Reşad' ın isteği üzerine 8 ciltlik Buhari-i Şerif, en önemli eserlerinden
sayılır. 1920 de vefatı üzerine Rumeli Hisarı mezarlığına defnedilmiştir.
Hattat Halim Özyazıcı' nın da hocasıdır.
Medresetül-
hattatin’de de sülüs ve nesih gösterirdi. Musikiye de âşinâ olduğunda şüpde
edilemez.
كل خطاط جاحل sözüne istisna teşkil edenlerdendir. Çünkü İmam Gazalî’nin Kitabü’l keşf vet’tebyin fî gurûri’l halk-i Ecmeîn adındaki
eserini tercüme etmiştir. Eserin aslı ile metninin güzel yazısiyle biricik
nüshasını, Profesör Doktor Süheyl ünver’in hususî kütüphanesindedir. Edebiyata
da intisabı vardır. Sûfiyane manzumeleri ihtiva eden divanı, oğlu lise edebiyat
muallimlerinden Süreya Beydedir. 2 Mart 1335 (1919) da Hakka yürümüştür.
[6] Tırnova’da İkinci Bulgar
Çarlığından kitabeler taşıyan ve Osmanlı döneminde Kavak Baba Zaviyesi
Camisine (Tekye Camisi) dönüştürülen Sv. Çetirideset Mıçenitsi (Kırk
Şehitler) Kilisesi (1230) Rusların şehri işgalinden sonra tekrar kiliseye çevrildi.
(Bulgaristan’da Osmanlı Maddi Kültür Mirasının Tasfiyesi (1878-1908)
Elimination of the Ottoman Material Cultural Heritage in Bulgaria (1878-1908)
Aşkın KOYUNCU) Bu makale çeşitli ilave ve değişikliklerle yazarın Prof. Dr. Bahaeddin
Yediyıldız danışmanlığında hazırladığı Kalkanlarda Dönüşüm, Milli Devletler ve
Osmanlı Mirasının Tasfiyesi: Bulgaristan Örneği,(1878-1913) başlıklı doktora
tezinden üretilmiştir. (Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Aralık 2005)
[7] Bu yapılan
hareket imanını ibraz için iki şahit getirilmesi hikmetini gösterir.
[8]
Bazı
kitaplarda (DİA) 1846 yılında icazet aldı denilmektedir.
[9] “1294 hicri
senesi Cümadelahiresi 1293 mali yılı. Haziranın onikinci günleri, mağrur düşman
Tuna’yı geçerek Ziştovi’yi zapt etti. Burayı koruyan askerlerden dörtyüz kadar
Müslümanı al kana boğdu. Ahali ağlayarak şaşkın ve perişan yollara düşüp
dağıldı. Yatak köyü halkını tamamını katliam ettiler. Servi ahalisi dahi
Ziştovililerden beter bir hâlde ninni ve türkülerle, şefkat kucaklarında beslemekte
oldukları ömürlerinin meyvesi çocuklarını yollara atarak Şıpka Balkanından aşıp
Kızanlık’a döküldüler... Haziranın önüçünde Tırnova şehrinin istilâ
edildiği söylenirken, Gabrova’nın zaptı haberi geldi. Kalofer ve Hayın köyü
taraflarında bazı Kazakların görüldüğü de bildirildi. Bu haberler üzerine
şehrin ileri gelenleri kaçmaya karar vererek, arabalarına az bir şey yükletip,
çiftliğe gidecekmiş gibi hazırlanmışlardı. Fakat Kızanlık kazası kaymakamı
Kıbrıslı Akif Efendi, bu haberleri livaya ve ta Yıldız’a telgrafla
bildirmişti. İşin ehemmiyeti sebebiyle Abdülhamid o gece telgrafhanede bulunmuş
ve Balkan havalisindeki bütün muhabere memurları da makine başında
beklemişlerdi. Bunun üzerine eşrafa da teminat verildi. Onlar da firar etmekten
vazgeçtiler”.... Eski Zağra’nın düşman eline geçmesiyle etraf Türk köylerinde
yağmalama, yakıp yıkma ve işkenceler geniş boyutlara ulaşıyor: “Zağra’nın
istilâsı üzerine intikamcı ve yağmacı Bulgarlar, Yaka Boyu’ndaki Hriste, Külbe,
Bükümlük, Hızır Bey Canbazören köylerine yürüyüp para umdukları zengince
müslümanları işkencelerle öldürüp, kadın çocuk demeyip ele geçenleri katliam
eylediler! Kurtulabilenler ise çırılçıplak Zağra’ya can atabilmiştir. Bükümlük
Bulgarları, yüziki müslümanı bir samanlığa doldurup yaktılar. İçlerinden dört
tanesi yaralı olarak kaçıp yeni Zağra’ya Rauf Paşa’ya çıkmışlar. Zulümden
şikâyet edip hallerini bildirmişlerse de benzerleri gibi bunlar da tekdir
olunarak hapsedilmişlerdir. Yaraları bile sarılmadan...Zehî insaniyet!”
(EDEBİYATIMIZDA BALKAN TÜRKLERİNİN GÖÇLERİ Prof. Dr.
Hayriye-Memoğlu-Süleymanoğlu “Eski Zağra Müftüsünün Hatıraları”)
[10] Asıl adı
Ebubekir’dir. Bekir ismiyle anılmıştır.
[11] Mehmed Tevfik
Kayseri: Kayserili olmaları dolayısıyla “Kayseri” lakabıyla marufturlar.
Göztepede tren istasyonu yakınındaki cami-i Şerifin bitişiğindeki, (bilâhare
yanmış olduğundan şimdi mevcut bulunmayan) köşkte ve ihvanından Nüzhed Hanım
Efendi'nin evinde 1927 senesi Haziran ayının 26'sı Pazar günü ebedî âleme göç
eylemiştir. Kabr-i Şerifleri Sahra-ı Cedid'de bulunup başucundaki mermer tablet
üzerinde şu ifadeler yer almaktadır:
Fâtih sertürbedârı seyyid-ül evliya Ahmed Amîş Efendi
Hazretlerinin halifesi Şerefrâz-ı âşıkîn, Muktedây-ı vasılîn, Pîşivây-ı ehl-i
yakîn, Mişkât-ı nuru nübüvvet, Misbah-ı sırrı velayet, Türbedâr Kayserili
Mehmed Efendi Hazretlerinin ruhuna Fatiha.
Sene 26
Haziran1927 Pazar / 26-Zilhicce-1345
[12] Araştırmamıza
rağmen Nüfus kayıtlarında Avniye Hanım hakkında tam kesin bir bilgiye ulaşamadık.
Sakızağacı şehitliğinde Hacı Sabri Efendi’nin kızı olarak geçmektedir. Avniye
Hanım’ın anesi Ahmed Amîş Efendi’nin Ayşe Hanım olduğuda nüfus kayıtlarında
kesin görünmemektedir. Rivayetlerde bir kapalılık göründüğü kesindir.
[13] Naim:
Taze, körpe. * Kılçıksız, yumuşak, kemiksiz. * Etli sebze.
Naîm: cennet, bolluk. Nâim:
uyuyan. Burada “uyuyan” manasında kullanılmıştır. Rüya ile uyarılan
kimseler için bu durum sözkonusudur.
[14] Teşettüt:
Dağınık olma. Dallara ayrılma. Çatallaşma. Dağılma. Perişan olma.
Ömer
Sikkîni ve Akşemseddin kaddese’llâhü sırrahuma’l azîz arasındaki durum gibi.
[15] Mürşid-i
Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz bu sözü teyid mahiyetinde
olacak şekilde buyurdu ki;
…..
İmâm-ı Gazâlî,
Muhyiddîn el-Arabî’ye dedi ki:
—”Beni
tanıyor musun?”
Muhyiddîn-i
Arabî:
—”Evet
tanıyorum dedi.”
İmâm-ı Gazâlî
buyurdu ki:
—”Sen
beni nasıl ve ne vâsıta ile tanıdın?”
Muhyiddîn-i Arabî
cevâben:
—”Evet
zaman-ı tahsilimde biraz hicâp vâki oldu.”
İmâm-ı Gazâlî
dedi ki:
—”Sen
ilmini kimlerden öğrendin ve kimlerden icâzet aldın?”
Muhyiddîn-i Arabî
cevâben dedi ki
—”Ben
şimdiye kadar 700 kimsenin meclis ve sohbetlerinde bulundum ve bunlardan ders aldım.”
İmâm-ı Gazâlî
hazretleri dedi ki:
—”DERS
OKUDUĞUNUZ VE İCÂZET ALDIĞINIZ KİMSELERDEN 500 KİMSE EHLİYET SAHİBİ DEĞİL VE
ONLARDAN TAHSÎL ETMENİZ LEHİNİZE DEĞİL, ALEYHİNİZEDİR. ONLARDAN TAHSÎL ETMENİZ
SANA CENÂB-I HAKK TEÂLÂ HAZRETLERİ’NİN PEK ÇOK ATÂYÂSINDAN MAHRUM KALMANIZA
SEBEP OLMUŞTUR.”
Oğlum dinle.
—”Men
takemmele bi sohbeti’l muarrizine an rabbiküm, fekat nâdâ alâ nefsihî. Ennehû
min men ehânehullâhe ve men yuhînullâhu, femâ lehu min mukrimîn... Cenâb-ı Hakk
Teâlâ Hazretleri’nin hududundan tecâvüz eden ve Hakk yolundan sapan kimselerin
sohbetleri ile kendini iyi bilen ve onlarla sohbet etmek güzel ve iyi olduğuna
(hüsn-ü niyetli olan) îtikat eden kimse, kendi nefsine ilân etmiş ki (Ey nefs
sen Cenâb-ı Hakk Teâlâ’nın zelîl ettiği kimseden oldun) diye ilân etmiş olur.
Ve böyle olan kimse bu âyet-i kerîme’nin sırrına mazhar olur. » buyurdu. Bu
âyet-i kerîme’yi okuduktan sonra 500 adet ulemânın isimlerini birer birer zikr
ve tâdât buyurdu (saydı). “İŞTE BU KİMSELERDEN İLİM TAHSÎL ETMEK, SENİN İÇİN
ÇOK ZAMAN HİDÂYETTEN MAHRUM OLMANA SEBEP OLDU.”
—”Oğlum bizden
ilim ve feyz almak isteyen kimse «Esteîzübillah... fe ağrız an men tevellâ
an zikrinâ ... » (Necm,29. “Ey Muhammed! Bizi anmaktan yüz çevirenlere ve
dünya hayatından başka bir şey istemeyenlere aldırma.”) âyet-i kerîmesi’nin
muktezâsı ile amel etmek lâzımdır. Bir kimse için sû-i hâtime’nin eshâbından
birisi de bizi tasdîk etmeyen ve bizden i’râz eden kimselerle serbest olarak
oturup sohbet etmek ve sözlerini dinlemektir. Ricâl-i ümmet ve
ehlullâhi’l-kirâm’ı inkâr eden câhil kimselerle muânese (ünsiyet) ve mukâlete
(karışma) «Esteîzübillâh... ve men yuhinullâhü femâ lehû min mükrim »
(Hacc,18. “…Allah'ın alçalttığı kimseyi yükseltebilecek yoktur..”) âyet-i
kerîmesi'ne mazhar olmağa sebeb-i uzmâ-dır.”
İmâm-ı Gazâlî
hazretleri Ramazân-ı Şerîf’in onuncu gecesinden itibâren sonuna kadar bu mesele
üzere vaaz ve nasihat buyurdu ve Muhyiddîn-i Arabî hazretlerine dedi ki: “Muârizîn
ve münkirîn olan kimselerle muânese (yani yakınlık, ünsiyyet) ve mücâlese etmek
(yani aynı mecliste oturup sohbet etmek) senin için hakîkî ilmin husulüne mâni
olmuştur. Oğlum, memleketinizden seni buraya getiren kurtların kuvvetini
gördün mü? Onların icâbında ne kadar iftiraz kuvvetine mâlik olduklarını
anladın. Bu kurtların kuvve-i iftirasiyesinden, o muârızların kuvve-i
iftiraziyesi fazladır. Ve bir saat zarfında binlerce insanı iftiraz ederler. Ve
Tarîk-i Hakk’tan ayırırlar. Onlarla beraber oturmaktan hâsıl olan hastalığa
ve o kimseler tarafından katlolunan kimseyi ihyâ edecek ilaç yoktur.
Valiahi’l-azîm kelâmım hak ve doğrudur. Sen bana bak ve bana itbâ et, o zaman
ben seni bir ilm-i hakîkîye delâlet ederim. Seni buraya gönderen kişiden Allah
râzı olsun. Eğer o muârizîn kimselerle oturmazdan mukaddem (önce) bana
gelmiş olsa idin, size öyle bir necâbet ve fıtrat olacaktı ki, benim gibi
kimseleri yüz sene zarfında irşâd etmeğe mukdedir olan bir kimse olacaktınız ve
yani yüz sene zarfında beni irşâdla meşgul olursanız, yine ilim ve kemâlâtına
ben vâsıl olamam. Fakat ehliyetin harab olduktan sonra tesâdüf ettiniz.”
….
Gazâlî dedi ki:
—”Yâ
Muhyiddîn, unutmuş (olduğunuz) ve kaybettiğiniz ruhunuzun babasını arayınız ve
bulunuz. Artık benden geçtin.”
MUHYİDDÎN-İ ARABÎ
ONDAN SONRA EBÛ MEDYEN-İ MAĞRİBÎ HAZRETLERİ İLE MÜLÂKÎ OLDU VE KEMÂLÂTI ONDAN
ALDI.
(Hasan BURKAY, Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. -
Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. III, s. 7-24)
[16] Bazı Kaynaklarda
Mesnevi diye geçiyor. Fakat biz bu rivayetin doğru olduğu üzerinde duruyoruz.
Mesnevi de tasavvuf mesleğinin seyr-i sulûk meseleleri üzerinde pek
durulmamıştır.
[17] Bkz: BARKÇİN
Savaş Ş. Ahmed Avni KONUK [Kitap]. - İstanbul: Klasik Yay. , 2011.
[18] Mazanne
(Mazınne) Zannolunduğu yer. Zan götüren. * Ermiş sanılan.
[19]
Hakâik-bînî: Hakkı hakikatleri görme,
tanıma.
[20] KOÇ, Mustafa, “ Bâleybelen, Muhyî-i Gülşenî, İlk Yapma Dil, İlk Kutsal Dil”, İstanbul, 2005.
[21]
[22] (Şevki KOCA-
Murat AÇIŞ Halikarnaslı Bohem Neyzen Tevfîk küllîyâtı [Kitap]. - İstanbul :
[s.n.], 2000, S.84)
[23]
[24] Atatürk
Kütüphanesi-İstanbul; Ahmed Amiş Efendi'nin hal tercümesi / Sami (ö. 1953 M.)
Evrenesoğlu 92- O. Ergin Yazmaları OE_Yz_001858
[25] Mezarlık
kayıtlarında “Serinken”, Nüfüsta “Tayşi” geçmektedir.
[27] Eşi (Öğretmen)Fahrettin
TAYŞİ (d:1879-1940)
Çocukları
Hatice
Atifet TAYŞİ - Mehmet Vamık TAYŞİ - Ahmet Haluk TAYŞİ- Fatma Nezihe TAYŞİ
[28] Kayıtlara göre annesinin Ayşe
Hanım olduğunu tam olarak tespit edemedik. Konu üzerinde ayrıntılı araştırma
gereklidir. Çünkü yanlış rivayetler çoktur.
(Eşi) Mustafa Zihni
(BABAN) Paşa’nın oğlu (10 Safer 1348-17 Temmuz 1929) Ahmet Naim BABAN’dır. (öl: 13 Ağustos 1934- Defin: 14 Ağustos)
[29] VASSAF Osmanzade
Hüseyin ve hzl. Prof.Dr. Mehmet AKKUŞ- Prof.Dr. Ali YILMAZ Sefine-i Evliya
[Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 2006, c. IV, s. 155-156
[30] Atatürk
Kütüphanesi-İstanbul; Ahmed Amiş Efendi'nin hal tercümesi / Sami (ö. 1953 M.) Evrenesoğlu
92- O. Ergin Yazmaları OE_Yz_001858
[31] Ahmed Amîş
Efendi’nin hac ziyaret yaptığı kesindir. Fakat zamanı için elimizde tam bir
bilgi olmasada, hac ibadetini bu seferde
olabileceği öngörülmüştür. Çünkü Sefine-i Evliyâ’da geçen bir bilgi bize işaret
etmektedir. Bu durum Ahmed Amîş Efendi’nin yaşı ve kişilik yönüyle mahviyet
üzere olduğu için fazla dikkat edilmediğidir.
[Nasûhî-zâde
Seyyid Kerameddîn Efendi, Kuşadalı hazretlerinden mazhar-ı feyz olanlardan
zevât-ı âtîyi kayd eylemiştir:
Hammâmî Tevfîk
Efendi, Fâtih Türbe-dârı Ebubekir Efendi, Ahmed Amiş Efendi, Nâşîr Efendi, Şeyh
İzzet Efendi, Bursalı Şevki Efendi (Yukarıda yazdığım mektûb sâhibi), Kapânî
Hüseyin Efendi, Ali Fethi Efendi, Keçeci Ali Efendi, Hamdi Efendi, Mustafa
Efendi, Ahmed Efendi, Ömer Efendi, Reşîd Efendi.
Hammâmî Tevfîk
Efendi'den, Mustafa Enverî Efendi, ondan Ya'kûb Hân, ondan Hacı Kâmil Efendi,
ondan Şeyh Mahmûd Celaleddîn Efendi.](
[32] İştidad:
(Şiddet. den) Şiddetlenme. * Sertleşme, katılaşma. * Büyüme. Artma, çoğalma,
ziyâdeleşme.
[33] İsmi Muhammed
Tevfîk'tir. Fâtih civârında bulunan Zeyrek Hamamı'nı işlettiği için "Hammâmî",
Unkapanı'nda konağı olduğu için "Unkapanî" ve Bosnalı olduğu için
"Bosnevî" nisbeleriyle anılan Muhammed Tevfîk Efendi, 1785 (H.1200)
senesinde Bosna'da doğdu. 1866 (H.1283) senesinde İstanbul'da vefât etti.
Kabri, Üsküdar'ın İnâdiye semti Nalçacı Hasan sokağında 26 numaralı evin
yanındaki Nalçacı Halîl dergâhı bahçesindedir.
[34] Ya'kûb Han
Hazretleri
1280/(1863-64)
senesinde i'lân-ı istiklâl eden Kaşgar Emîri Ya'kûb Han'ın hemşîre-zâdesi olup,
Buhârâlıdır ve seyyidü'n-nesebdir. Emîr Ya'kûb Han tarafından Sultân Abdülazîz
Han'a arz-ı ma'lûmâta ve ızhâr-ı ta'zîmâta me’mûren İstanbul'a gelmiştir.
Evvelce unvânı Ya'kûb Bey iken hânlığa tebdîl olunmuş sefâret-i mahsûsa ile
1290 senesi Cemâziye'l-evvelinde (Temmuz 1873) ve 1292 Rebîu’l-evvelinde iki
def'a İstanbul'a gelmiş ve nişânla iltîfâta mazhar olmuştur.
Ya'kûb Han bu
resmî gelişinden de mukaddem sûret-i husûsiyyede İstanbul'a gelmiş idi. İlk
teşrîflerinde Fâtih civârında ikâmet buyurmuşlardır. Kendileri esâsen tarîk-ı
Nakşıbendî'den me'zûn olup, maa-mâfih burada meşâyıh-ı kirâmın ileri
gelenleriyle hem-sohbet olmak ârzûsunda bulunmuşlar ve Fâtih türbedârı Bekir
Efendi delâletiyle İstanbul'da bulunan mazanne-i kirâmı ziyâret ve o sırada
meşhûr âlim Hacı Feyzullâh Efendi hazretleriyle sohbet etmişlerdir.
Ya'kûb, başka
meşrebte mütekellim bir şeyhe mülâkat ârzû ettiklerinden, kalbinde ilişkili kalmış
ba'zı mesâili halledecek zât ararken Hammâmî Tevfîk Efendi hazretlerini
bulmuşlar ve ilk sohbette o mesâili hallediverince, “İşte istediğim
meşrebte, aradığım şeyh böyle olmalıdır.” diye ona sarılmıştır. Burada
bulundukları müddetce meclis-i enverlerinde mülâzım olup, mazhar-ı feyzleri
olmuştur.
Hammâmî
hazretlerinin irtihâlinde Ya'kûb Han, İstanbul'da bulunup iki sene sonra memleketine
avdet eylemişti. Bu esnâda Mustafa Bey hazretleriyle de hem-sohbet olmuşlar ve
aralarında sohbet-i kâmile cereyân etmiştir. Demek ki, Ya'kûb Han'ın İstanbul'a
ilk gelişi 1283/(1866-67)'ten evveldir. İstanbul'dan avdeti 1285/(1868-69)
senesindedir. Mustafa Bey merhûmun irtihâlinde ihvân mütehayyir bir hâlde iken
işâret-i ma'neviyye üzerine Ya'kûb Han üç dört ay sonra İstanbul'u teşrîf
eylediler. Âlem-i ma'nâda zuhûr eden bir hâlin te'sîriyle sırr-ı hilâfete sâhib
ve esrâr u kemâlâta vâris oldular. Tarîkat-i aliyye âdâb ve neş'esiyle umûm
ihvânın ta'bir ve tesellîsiyle meşgûl oldular. İstanbul'a sefâretle gelip
gitmeler bu sıralara müsâdiftir. Bir aralık İstanbul'dan memleketine azîmet
lâzım gelerek iki sene sonra avdetle Sultânahmed ve Mahmutpaşa civârındaki konaklarında
ve en sonra Cerrahpaşa'da kâin konağında irşâd-ı ibâd ile meşgûl oldular.
Burada yedi
sene ikâmet edip, fakat Sultân Abdulhamîd-i sânînin te'sîr-i evhâmıyla icrâ ettiği
tazyîkâta tahammül edemeyerek, Hacı Kâmil Efendi merhûmun tercüme-i hâli
bahsinde dermeyân eylediğim sûrette, İstanbul'dan mufârakat etmiştir.
Hindistan'da Dehli'ye gitmiştir. /93/ Orada yirmi sene kadar tarîk-ı
Şa'bânî'yi neşr ederek birçok insânları mazhar-ı feyz eyleyerek âkıbet nihâl-i
vücûd-ı azîzleri semere-i hayât-ı sûriyyeden tecerrüd eylemiştir. Dehli'de defîn-i
hâk-i gufrândır.
Müşârünileyh
bir rivâyete göre tarîkat-ı aliyye-i Kâdiriyye'nin Hindistan'da münteşir Sâhibiyye şu'besine mensûb ve bu
şu'benin müessisi Abdurrahmân Sâhib hazretlerinden de hisse-dâr-ı feyzdir.
Ya'kûb Han
hazretleri esâsen ulûm-ı Arabiyye ve edebiyyât-ı Fârisiyye'nin gavâmızına vâkıf
bir zât-ı âlî-kadr olup, âşık, hâşı', hâdı', sâlih bir zât-ı velâyet-simât idi.
Bi'l-cümle ahlâk-ı haseneyi nefsinde cem' etmiş âlim, fâzıl bir mürşid-i kâmil
ü mükemmil idi. Buhârâlı kıyâfetiyle gezerler; dâimâ Buhârâ takkesi üzerine
beyâz sarık sararlar; Buhârâ hırkası giyerlerdi. Huzûr-ı âlîlerine dâhil
olanlarda kayd-ı mâ-sivâ mahv olurdu. Meclis-i sohbetlerinde bulunanlarla
görüşdüm. O hâli ve o rûhâniyyeti anlatmakla bitiremezlerdi. Halîm, selîm, fukarâ-perver,
sünnet-i seniyyeye şiddetle mütemessik idi. Gâyet beşûş olup, görenler âşık
olurdu. Dâimâ diz üstü otururlardı. Cemâatla edâ-yı salât ederlerdi. Halka-i
zikirdeki hâlini vasf ede ede bitiremezler.
Âsâr-ı Aliyyeleri:
- Molla
Câmî'nin rubâiyyâtını Tuhfetü'l-İhvân
nâmıyla tercüme eylemiştir.
- Rumûz-ı Şihâbeddîn-i Sühreverdî, Lemeât-ı
Irâkî üzerine mükemmel şerhleri.
- Fusûsu'l-Hikem üzerine şerhleri. Hindistan'da tab'
olunmuştur.
- Kurân-ı
Kerîm üzerine yazılmış tefsîrleri.
- Pek mühim Mektûbât-ı aliyyeleri.
[35] Şeyh Hacı
Tevfîk Efendi
Şeyh Hayreddîn Efendi-zâdedir. 1275/(1858-59)
senesinde tevellüd edip, 1310/(1892-93)'da pederinin yerine posta geçti. Câmi'
dersinden mücâzdır. Hilâfeti büyük pederinin halîfelerinden Şeyh İbrâhîm
Efendi'dendir. Otuzdört sene Bâb-ı Âlî'de mu’tenâ hıdemât-ı Mülkiye'de istihdâm
olunmuş ve teftîş hizmetiyle Musul ve Bağdat'a gidip, eızze-i kirâmı ziyârete
muvaffak olup, iki sene kadar Mekke-i Mükerreme'de Ayn-ı Zübeyde suyunun
ta'mîrine nezâretle Mekke-i Mükereme’de bulunup, bu sırada Medîne-i
Münevvere'yi de ziyâretle kâm-yâb olmuştur.
1347/(1928-29)
senesinde altmış yedi yaşında bulunuyorlardı. Beyâz sakallı, orta boylu elâ
gözlü, nâzik, mültefit, beşûş, mükrim, tarîkına sâlik ve sâdık bir zâttır. “Hâlîfeniz var mı?” diye sorduğumda,
bir âh çekerek, “Dervîş olamadım. Nerede kaldı ki şeyh olup, halîfe
yetiştireyim.” dedi ve eser-i kemâl gösterdi. Her Cuma günü dergâha erbâb-ı
muhabbet cem' olur, hâlât ile hizb-i zikr olunur.
Ceddinin
şemâilini sordum: “Kısaca boylu, ahdeb, uzunca sakallı ve bun sîmâda
imişler. Asâ ile gezerlerdi.” dediler. Kır sakallı ve hüsn-i cemâle mâlik
imiş. Vaktiyle İzzet Efendi'nin meclisinde bulunanların nakline göre esnâ-yı zikirde
hâlât-ı acîbe ve zevkıyyât-ı latîfe zuhûra gelir imiş.
Dergâha, “LOKMACI
DERGÂHI” denilmesi sebebini sordum. Şeyh Efendi gülerek:
“Köşe başında
lokmacı dükkânı olup, sokağa Şehremâneti'nce Lokmacı Sokağı tesmiyesinden
kinâyedir. Yoksa tekke, lokmacı tekkesi değildir. Ceddim de lokmacılıkla
münâsebet-dâr değildi.” dediler. (VASSAF, et al., 2006), c.IV, s.154
[36] Hasan Sabri
Efendi (İstanbul-1848-1902)
[37] Gazi Mahmud
Muhtar Paşa, 1896 yılının başlarında Mısır eski Hıdivi İsmail Paşa’nın küçük kızı
Prenses Nimetullah İsmail Hanım ile nişanlanarak aynı yıl
evlenmiştir. Böylece Mahmud Muhtar
Paşa, Hıdiv ailesiyle akrabalık tesis
etmiş oluyordu.
Mahmud
Muhtar Paşa’nın birçok eseri vardır. Ancak burada hanımının bizzat ilgilendiği
eseri yazacağız. Bu eseri La Sagesse Coranique “La Sagesse Coranique Éclairée Par Des
Versets Choisis Reflétant La Philosophie Morale, Religieuse
& Sociale De L’Islam” ismiyle 1935 yılında Paris’te basılmıştır.
İsmini “İslâm’ın Toplumsal Dinî ve Ahlakî Felsefesini Yansıtan Seçilmiş
Ayetlerin Işığında Kur’an Bilgisi” olarak Türkçeye çevirebileceğimiz bu
kitap, Mahmud Muhtar Paşa’nın kaleme aldığı son eserdir. Mahmud Muhtar
Paşa, bu eserini Türkçe ve Fransızca
olarak yazmaya başlamış, ancak Türkçe
nüshasının hoşuna gitmemesi üzerine Fransızca olarak yazmaya devam ederek bu
şekilde tamamlamıştır. Mahmud Muhtar Paşa, 1935 yılında bu kitabını
tamamladıktan birkaç gün sonra vefat etmiş olduğu için kitabın basılmış şeklini
görememiştir. Kitap, Mahmud Muhtar Paşa’nın 18 Mart 1935 tarihinde vefatından
sonra eşi Prenses Nimet Hanım’ın girişimleriyle basılmıştır.
Mahmud
Muhtar Paşa, bu kitabını “Kur’an bilgisi hakkındaki bu eseri, “İslâm
Ülkelerinde Gizemli İnanış’ın Tarihi”ni derin bilgisiyle aydınlatan, “La
Passion d’Al-Hallâj” ın çok değerli yazarı Prof. Louis Massignon’a ithaf
ediyorum.” İfadeleriyle Louis Massignon’a ithaf etmiştir. L. Massignon,
kendisine ithaf edilen bu kitabın, hem kendisine ithaf edilmiş olması hem de
Prenses Nimet’in yoğun arzusu üzerine, basılmasını sağlamayı kendisine bir
vazife bilmiş ve yayınlanmasını sağlamıştır. Hayatının son zamanlarında
tasavvufla yakından ilgilenmeye başlayan Mahmud Muhtar Paşa, bu eserini
Kur’an-ı Kerim’de İslâm dininin ahlakî, dinî ve sosyal felsefini yansıtan
ayetleri seçerek meydana getirmiştir. Mahmud Muhtar Paşa, Kur’an-ı Kerim’i şu
şekilde değerlendirmiştir: “Arapçası ile Kur’an, insanı harekete geçiren bir
güzelliğe ve cazibeye sahiptir. Veciz ve üstün stili, genellikle kafiyeli olan
birden çok anlamlar içeren kısa cümleleri, kelime kelime tercümesinde ifade
edilmesi son derece zor olan anlamlı bir etkiye ve patlayıcı bir enerjiye
sahiptir.”
Kitap, Fransızca yapılan ilk baskısının
ardından 1937 yılında John Naish tarafından Fransızca’dan İngilizce’ye
çevrilerek “The Wisdom of the Qur’an Set Forth in Selected Verses /
Conveying the Moral, Religious and Social Philosophy of Islam. Preceded by an
Introduction Expounding the Teachings of the Quran” ismiyle Oxford
Üniversitesi tarafından Londra’da basılmıştır. (Geniş Bilgi için) Said OLGUN
Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Mahmud Muhtar
Paşa (1867-1935) Hayatı, Askerî ve Siyâsî Faaliyetleri, Eserleri Yüksek Lisans
Tezi Ankara – 2006, s.46-47
[38]
[39]
[40] Bu ibârenin
hesaplanmasından 1145 çıkmaktadır. (H)
[41] Atatürk
Kütüphanesi, İstanbul; Tahkik et-tasavvuf / Mustafa Halveti el-Çerkeşi, 297.7 –
O. E. Yazmaları - OE_Yz_001585; 297.7 MUS, O.E. Yazmaları - OE_Yz_000059/04
[42] Aslında bu fırka
zâtlarında gizlenmiş kâmillerdir. Ancak mürşid-i kâmil değillerdir. Ve nefislerini
irşad ederler fakat başkaları için mürşid değillerdir. Onlardan irşad olmayı
istemek, Hakk yola gitmek ve peşlerinden gitmek sahih değildir. Zîrâ nefsini
temizlemek isteyen tâliblerini şek ve şübheye düşürürler.
[43] Mürşidlik, şek
ve şüpheye düşürmek değildir. Belki bütün insanların şek ve şüphesinden çıkarıp
ve izâle etmektir. Mürşidlik vazifesi, Allâhu zü'l-celâl hazretlerinin ezeliyye
inâyet-i ve cezbe-i Rabbânîyyesidir ki, bir kulunu ef'âlen ve sıfâten ve
zâten kendine cezbedip, nice müddet, cemâl köşkünde misafir etmek ve visâl
tahtına sultân kıldıktan sonra kâfir, avâm, havâs dediğimiz üç taifeyi
irşâd için tamamlanmış ve görevlendirilmiş olarak beşeriyyete irşâd emri ile
gönderilmesidir. Yani, küffârı küfürden îmâna ve avâmmı ma'siyyetten tâata ve
havâssı mâsivâdan vuslata da'vetle me’mûr ve taraf-ı Rabbânîden hilâfetle
yardım edilmiş ve desteklenmiştir. Bu kul enbiyâdan ise, nübüvvet-i teşrîiyye
ve evliyâdan ise, nübüvvet-i ta'rîfiyye tesmiye olunur.
[44] Hazret-i Ali
kerremallâhü veche buyurdu ki; “Görmediğim rabbe ibâdet etmem.”
“Hz.
Ali, bu sözü ile acaba ne anlatmak istiyordu?”
“Yalan şahadet Allah'a şirkle bir tutulmuştur!”
[45] Melâhi:Oyunlar,
eğlenceler. Cümbüşler.
Melahide: Mülhidler. Dinsizler. İmânsızlar.
[46] Mülhidlerin, zâhirî
ibadetler, ebrârın hali; bâtınî ibâdetler mukarrabînin hâlidir, diye söylemeleri
küfür ve ifsattır.
[47]
[48] ÖNEMLİ NOT:
(Kitabın muhteviyatı araştırma ve derleme mahiyetindedir. Bazı yerlerde bilgi
zenginliği olsun için dipnot açıklamaları ile Ahmed Amîş Efendimizi daha güzel
tanıtmaya gayret edildi. Nakledilen bütün kelâm-ı şerifler mümkün olduğunca
Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin kullanmış olduğu orijinal kelimeler ve
kaynaklardaki şekil üzere verildi. Ancak bazı sözlerin O’nun şahsına ait
olmaması durumu konuya arif olanlar tarafından tenkide uğrayabilir. Bu yöndeki
özrümüzü Ahmed Amîş Efendinin yetiştirdiği talebelerininde aynı düşünce ve
usulde olmasından dolayı hepsinin hürmete haiz olacağını takrir ederiz.
İhramcızâde İsmail Hakkı)
[49] Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Ne kadar ülke varsa hepsini kıyamet gününden önce ya helâk edecek
veya en çetin bir şekilde azaplandıracağız. Bu, Kitap'ta (levh-i mahfuz'da)
yazılıdır.”
İsrâ, 58
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Dünyalık olan bir şeyi yükselttiğinde, akabinde onu tekrar
alçaltmak, Allah Teâlâ’nın takdiridir.” Şihâbu’l Ahbâr, 649
[50] İmâmeyn
(İki İmam ): Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin aleyhisselâm Efendilerimiz.
(Bazen İmâm-ı Âzam ve İmâm-ı Şafii ve bazan, imâm-ı Ebu Yusuf ve İmâm-ı
Muhammed için de bu tâbir kullanılmıştır.
[51] Hal'inden
sonraki hâli,
[52] Türbedâr Mehmed
Efendi Hazretleri kalben Abdülhamid’in tekrar saltanata gelmesi için temenniyatta
bulundukları zaman buyurmuşlar.
Yeri
uygun geldiği için bu şiiri buraya naklediyoruz.
SULTAN ABDÜLHAMİD HAN’IN
RUHANİYETİNDEN İSTİMDAT ŞİİRİ
Nerdesin
şevketlim, Sultan Hamid Han?
Feryâdım
varır mı bârigâhına?
Ölüm
uykusundan bir lâhza uyan,
Şu
nankör milletin bak günâhına.
Tahkire
yeltenen tac-ü tahtını,
Denedi
bu millet kara bahtını;
Sınad-ı
sillenin nerm ve sahtını,
Rahmet
et sultanım suz-i âhına.
Târihler
ismini andığı zaman,
Sana
hak verecek, ey koca sultan;
Bizdik
utanmadan iftira atan,
Asrın
en siyâsî padişâhına.
“Pâdişah
hem zâlim, hem deli’ dedik,
İhtilâle
kıyam etmeli dedik;
Şeytan
ne dediyse, biz ‘belî’ dedik;
Çalıştık
fitnenin intibahına.
Dîvâne
sen değil, meğer bizmişiz,
Bir
çürük ipliğe hülyâ dizmişiz.
Sade
deli değil, edepsizmişiz.
Tükürdük
atalar kıblegâhına.
Sonra
cinsi bozuk, ahlâkı fenâ,
Bir
sürü türedi, girdi meydana.
Nerden
çıktı bunca veled-i zinâ?
Yuh
olsun bunların ham ervâhına!
Bunlar
halkı didik didik ettiler,
Katliâma
kadar sürüp gittiler.
Saçak
öpmeyenler, secde ettiler.
Bir
asi zabitin pis külâhına.
Bugün
varsa yoksa
Şöhretinde
herkes fuzuli dellal;
Âlem-i
mânâ’dan bak da ibret al,
Uğursuz
taliin şu gümrâhına.
Haddi
yok, açlıkla derde girenin,
Sehpâ-yı
kazâya boyun verenin.
Lânetle
anılan cebâbirenin
Bu,
rahmet okuttu en küstâhına.
Çok
kişiye şimdi vatan mezardır,
Herkesin
belâdan nasîbi vardır,
Selâmetle
eren pek bahtiyardır,
Bu
şeb-i yeldânın şen sabahına.
Milliyet
dâvâsı fıska büründü,
Ridâ-yı
diyânet yerde süründü,
Türkün
ruhu zorla âsi göründü,
Hem
peygamberine, hem Allâh’ına
Sen
hafiyelerle dem sürdün ancak,
Bunlar
her tarafa kurdu salıncak;
Eli,
yüzü kanlı bir sürü alçak,
Kemend
attı dehrin mihr-u mahına.
Bu
itler nedense bana salmadı,
Bahalıydı
başım kimse almadı,
Seyrandan
başkaca iş de kalmadı;
Gurbet
ellerinin bu seyyahına.
Hoş
oldu cilvesi Cumhuriyetin,
Tadı
kalmamıştı Meşrutiyetin,
Deccal’a
dil çalan böyle milletin,
Bundan
başka çare yok ıslahına.
Lâkin
sen sultânım gavs-ı ekbersin
Âhiretten
bile himmet eylersin,
Çok
çekti şu millet murada ersin
Şefâat
kıl şâhım mededhâhına.
Rıza Tevfik BÖLÜKBAŞI
[53] Bu hareket,
milletin kargaşadan kurtulup kan dökülmesine engel olmak için yapılmıştır.
[54] Bu tenvir ve
irşâddan mülhem olarak, Mecdî Efendi derlerdi ki, “Cenabı Hak sırrı vahdetin gizlenmesini
ister ve bu işi mahdut kulları ile idare eder, irşâd ve idlal kendisindendir .”
[55] Suya
şükretmenin, Allah Teâlâ’ya şükretmek olduğunu izah ediyor.
[56] Kelâmullah
[57] “Bütün kullar
Allah'tan korkar, Allah da âlim kullarından korkar.” Çünkü âlim sıfatı Allah
Teâlâ’nın sıfatlarındandır. İlim ehli sebep ve sonuç ilişkilerindeki bağıntıyı
fehmettiklerinden Allah Teâlâ’nın hikmetini ararlar. Bu nedenle Allah Teâlâ
hikmetini idrakede âşikâr kılmakta mecburdur. İdraksizliğin idrak olması ise
rıza makamıdır. İdrak ise direk ilme bağlı haldir. Buna her âlim ulaşamadığı
için Allah Teâlâ fiillerinde tedbiri ve idraki terk etmez.
[58] Şagil: İşgal
eden, tutan. Meşgul eden, meşgul edici. Meşgul olmayı gerektiren. Bir mülkte
oturan.
[59] Rızık vermek
külfetli olduğundan babanın buğzuna düşen hiç iflah olmaz.
[60] “Bu fiil
zâtu’llah, sıfâtu’llah ve halku’llah ile zuhura geldi” diye söylemektir.
[61] Uzak illerden birinde bir zat, Ahmed
Amîş Efendi Hazretlerine mülâki olmak istemiş. Onlar da cevap olarak: “
İstemez, yalnız şunu bellesinler ona yeter.
Bir şeyin, şeyinin şeyi, o şeydir.
Bir nurun, nurunun nuru, o nurdur.”
[62] Bu söz muhabbet
içinde söylenebilir.
[63] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“İnsanlar
yaşadıkları hâl üzere ölürler ve öldükleri hâl üzere (haşrolurlar)
toplanırlar.” (Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsât, IX/462; Hâkim, el-Müstedrek,
III/284.)
[64] Şah Nakşibend
kaddese’llâhü sırrahu’l azizde dünya işi meşguliyeti olmayana zikir dersi
vermezmiş. Zamanımızdaki şeyhler ise insanların ahiretini kurtaramadıkları
gibi dünyalarını da perişan etmektedirler.
[65] Âl-i İmrân, 191
[66] Nevres
Beyefendi'den rivayetle; Mehmed Efendimiz'in Aziz Sultan'dan rivayetleri
(Azizlikten, zellilliğe; Allah Teâlâ’dan kulluğa indim)
Maraşlı
Ahmed Tâhir Efendi buyurdu ki;
“Abdülkadir
Geylâni Hazretleri ölecekleri gün kapının eşiği önüne uzanmış, perişan bir
halde ağlıyorlarmış, sormuşlar:
“Ya
Abdülkadir neye ağlarsın. Senden bahtiyar kimse var mı? Sen zamanın kutbusun.”
“İşte
en son mertebeyi burada zillette buldum” demişler. Bizim Efendi Hazretleri
Türbedâr da zillette buldular.”
[67] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin amcası sebebiyle üzmekten çekindiğimizden dolayı
demektir.
[68] Bunlardan “Ebû
Turâb” (Toprağın babası, toprağa bulanmış kimse) künyesi Hz. Muhammed
tarafından kendisine verilmiştir. Muhammed b. Hasan’dan gelen bir rivâyete göre
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Onu Ebû Turab olarak künyelemesi
sebebiyle Ümeyyeoğlulları minberde Ona daha rahat sövebiliyorlardı.
(el-İsfehani, Mekâtilü’t-Tâlibiyyîn, 40)
Hz. Ali
kerremallâhü veche ise kendisine bu ismin Rasûlüllah tarafından verilmiş
olmasından dolayı en sevdiği künye olduğunu söylemiştir. Ali b. İshak
“Şayet
Hz. Ali kerremallâhü vecheye Ebû Turab sevimli gelmeseydi ve bu isimle
çağrılmaktan hoşlanmış olmasaydı Rasûlüllah Onu böyle isimlendirmezdi.” şeklinde bir
rivâyet nakleder.
(Belâzüri,
Ensâbü’l-Eşraf, II, 847, Zehebî, Tarîhu’l-İslâm, III, 623)
[69] “İnkâr edenler,
seni bağlayıp bir yere kapamak veya öldürmek, ya da sürmek için düzen
kuruyorlardı. Onlar düzen kurarken, Allah da düzenlerini bozuyordu. Allah düzen
yapanların en iyisidir.” (Enfal, 30)
[70] (Çetiner,
Bedrettin, Kur'ân Ayetlerinin İniş Sebepleri, Çağrı, İstanbul 2002, I, 418.
Taberî ve İbn-i Kesîr’den naklen.)
[71] Buharî, Menâkıbu'l-Ensar 40, Cenaiz 81, Tefsir, Beraet
16, Kasas 1, Eyman 19; Müslim, İman 39, (34); Nesâî, Cenaiz 102, (4, 90, 91)
[72] MÜRSEL HADİS
Tabîinden birinin senedinde sahabeyî zikretmeksizin
doğrudan doğruya Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin adını anarak rivayet
ettiği hadis.
Zayıf hadîs kısımlarından biridir.
Muhaddislere ve usul âlimlerine göre ayrı ayrı tarifi yapılmıştır.
Muhaddislerin genel tarifine göre mürsel hadis, isnâdında sahabî
râvisi düşmüş olan hadistir. Tabiun neslinden birisinin hadis aldığı sahabî
ravînin adını anmadan, onu atlayarak doğrudan doğruya “Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki...” diyerek rivâyet ettikleri hadislere “mürsel”
denilmiştir. Usul âlimleri kelimenin sözlük anlamını ele alarak, onunla
“munkatı”, hattâ “mu'dal” arasında hiç bir ayırım yapmazlar (Suyûtî,
Tedrîbu'r-Râvî, Nev. Abdulvehhab Abdullatif, Medine, 1972, s. 196).
[73] Tevbe, 113
[74] Kasas, 56
[75] Ali AKIN; HZ. Ebû Tâlib ve
Tarihte Gizli Kalmış Gerçekler”, İstanbul: Sakaleyn, Ağustos 2007, 200-201
[76] “O zaman,
cenaze namazı teşri kılınmamıştı.”
[77] Ebû Dâvud, Cenaiz 70, (3214); Nesâî, Tahâret 128, (1,
110), Cenâiz 84, (4, 79).
[78] Buhârî, Menakıbu'l-Ensar 40, Edeb 115, Rikak 51; Müslim,
İman 357, (209)
[79] “Cehennemlik
oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret
dilemek nebiye ve müminlere yaraşmaz.”
[80] Bkz: İhramcızâde
İsmail Hakkı Altuntaş; HZ. EBÛ TÂLİB ve Kaside-i Şı'biyye’si, İstanbul,
28 Ocak 2010
[81] Ahzab, 57
[82] Hz. Ali kerremallâhü veche
namaz vakti gelince bir başkalaşır, rengi solar ve tir tir titrerdi.
“Ey
müminlerin emiri! Nedir bu hal?” dediklerinde
“Göklerin,
yerin ve dağların yüklenmekten çekindikleri emanetin yani namazın vakti geldi.” der ve kendisinde görülen bu
değişikliğin sebebini bu şekilde açıklardı. Gündüzleri cenk meydanlarında esip
gürleyen Haydar-ı Kerrâr geceleri ise bir ruhban gibi ibadetle meşgul
olurdu. Bir gün Hz. Aişe radiyallâhü anha annemize hangi kadının Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin sevgisine en fazla mazhar olduğu sorulunca,
annemiz tereddütsüz bir şekilde
“Fâtıma
aleyhisselâm’dır”
cevabını vermişti. Sorunun devamını
“Peki
ya erkeklerden?”
diye getirince “Fâtıma'nın kocası” diyecek ve gerekçesini de
“Bildiğimden
beri o gecelerini namazla gündüzlerini de oruçla geçirir. “ buyurmuştu. (Hâkim, Müstedrek
3/171 (4744)
Hz. Ali kerremallâhü veche namaza duracağında
bir başkalaşır rengi solar, mehafetullah ve mehabetullah hisleriyle iki büklüm
olurdu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden bir dua öğrenmişti ve onu
hiçbir gece terk etmemişti. Bir şahıs Nehrivan'da Haricîlerle savaştığı geceyi
kast ederek
“O
gece onca sıkıntı esnasında dua ve zikrini terk etmedin mi?” diye sorunca
“O
gece bile terk etmedim.”
cevabını vermişti. Bir gün Küfe'de sabah namazını kıldırdıktan sonra oturmuş
cemaat de etrafında halka oluşturmuştu. Yüzünde hüzün çizgileri hâkimdi.
Oradakiler içlerinden acaba halifenin canını sıkan bir şey mi var, neden böyle
mahzun mahzun duruyor diye düşünüyorlardı. Kimseden çıt çıkmıyordu. Hz. Ali kerremallâhü
veche üzgün olunca hava cemaate de sirayet etmişti. Neden sonra halife kalktı
ve iki rekât namaz kıldı. Sararıp solmuştu. Namazını bitirdikten sonra basını
sağa sola sallayarak şunları söyledi:
“Allah'a
yemin ederim ki ben ashab-ı Muhammed'i gördüm ve onlarla beraber büyüdüm. Ancak
şimdi onlar gibi insanları göremiyorum. Onlar gözlerinde gecenin aydınlık
izlerini taşıyarak sabahlarlardı. Gecelerini Allah için secdede geçirir, Kur'ân
okur ve bazen kıyamda bazen de yanları üzere olmak üzere nöbetleşe kullukla
meşgul olurlardı. Allah'ı zikrettiklerinde fırtınalı bir günde ağacın
sarsıldığı gibi sarsılır ve elbiseleri sırılsıklam oluncaya kadar gözyaşı dökerlerdi.” (İbn Cevzî, Sıfatü's-Suffe 1/331)
[83] “Kim süslü elbise-(şöhret
elbisesi) giyerse,-Allah Teâlâ’nın sevdiği içinde olsa da - elbiseyi
çıkarıncaya kadar Allah Teâlâ ondan yüz çevirir.” İbn Mâce, Libâs,24; Irâkî,
IV,232; İhyâ, IV,232.
[84] Nakıs iken
şeyhliğe kalkanların delilerle haşrından korkarım.
“İrşada mezun olmadığı halde başına adam toplayanın,
Müseylemet'ül-Kezzâb ile haşrından korkulur.”
[85] (KURBANÜN NİSA)
İzdivacın mesnun ve cimâın âdemi hicab ve
belki sebebi terakki olduğu budur ki hakikat ikidir.
Biri hakikati ilâhiyyeyi faile ve biri
hakikati kevniyei kabiledir ki hakikati ülâdan müessir ve hakikat-i saniyeden
müteessir ile tâbir olunur. Hakikati failei müessirinin mazharı müzekkerlikdir
ki sırrı kalemdir. Hakikati faile-i müteessirenin mazharı müenneslikdir, iki
sırrı levhdir. Pes sırrı ilâhi bu iki hakikata münhasırdır ki biri birinin
âyinesidir. Ve bu kaide zevki kurbet ve vuslat olduğu budur. Zira iki
hakikatın bir birine taaşşuku vardır ki izdivaç ve muaneka ile taaşşukda olan
elem zail olur. Ve mültez ve mültezün bihin filhakika aynı vahide olduğu sırrı
mezkûru münafi değildir. Zira taayyüni zükuretle taayyüni ünuset miyanında
tefavüt vardır. Hakayıkın taaddüdü ise esmaye ve taayyünata nazırdır. Ve illâ
müsemma birdir. Ve sırrı failiyette sırrı 'kabiliyet dahi vardır ki müzekkerin
müennesden infialidir. Zira kadın, tabiatı kevniye suretidir ki, cemii eşyanın
medarıdır. Yani cemii eşya, tabiat üzerine mebnidir. Ve dünyadan acuz île tâbir
olunduğu budur ki, hakikati kevniye suretidir. Böyle iken, halkı âlem onun
yüzünden münfail olmakda ve âlayişine aldanmaktadır. Ve avreta serfuru etmek,
bütün dünyaya serfuru ve inkiyad etmek gibidir ki, ol mâ'na dan secde ile tâbir
olunur. Nitekim haleti izdivacta müşaheddir ki şah ve keda ve alâ ve edna ol
halde sacid gibi olurlar Velâkin ehli müşahedenin secdesi aynı vahideye göre ve
ehli hicabın secdesi taayyüni hariciyeye nisbetledir. Anın için, avamı nâs
cima-ı. şehveti tâbiiyeye ve havası nâs şuhudu ruhaniyeye bina ederler ki, biri
nefsiyle ve diğeri hakla harekettir. Ve nikâhda sırrı hakikat bulunmadıkça
sıfah gibi olur. Bu cihetten mukallide taklid olunmaz. Belki muhakkika taklid
olunur. Yani sol kimsenin ki, sülukten nisbeti sahih olmaya ve belki mukallide
müntehi ola. Âna iradet dürüst olmaz. Ve illâ sifah gibi olur. Ve bu makamın
anlaşılması gamizdır. Hemen basireti açup, can gözü açık olanları göre gör.
Kurban : Yaklaşmak fiili - Nisa: Kadın.
Günümüz Türkçesiyle
KADINLA ERKEĞİN CİMA’SI- (YAKLAŞMASI)
Kadın ve erkeğin evlenerek cinsel ilişkide
bulunması sünnet ve terakki sebebi olduğu ve bu ilişkiden mahrum kalmanın
perdelenmeye neden oluşundaki hakikat ikidir.
Biri, fail olan ilâhî hakikat ve diğeri
yaratılmış dünya hakikati mesabesindedir.
Birinci hakikati, müessir (etken) ve ikinci
hakikati müteessir (etkilenen) ile açıklayabiliriz.
Fail olan ve etki eden, ilâhi hakikatin
mazharı erkeklikdir ki sırrı kalemdir.
Müteessir olan yani etkilen, hakikati
mazharı kadınlıktır ki, sırrı sayfadır.
Öyle ise, bu ilâhî sır, bu iki hakikata
münhasırdır ki, biri birinin tecellisi olan ayna gibidir. Bu kaide (husus) cinsel birleşmedeki birleşmede olduğu
(ilişki) gibidir. Zira iki hakikatın bir birine aşkı ve sevgisi vardır. Birleşmede, erkek ve kadın kollarını
birbirlerinin boyunlarına sarmak suretiyle kucaklaşarak göğüsleri de birbirine
temas ettirmesi ile aşktaki olan elem ve sıkıntıları gider. Kadınla rahatlayıp
ve lezzet alan erkek ile ve bu zevkin olmasını sağlayan kadın, hakikatte bir
olduğu sırrını zikretmek yanlış değildir. Çünkü erkekliğin ve kadınlığın
görünüşünde farklılık vardır. Bu hakikatlerin çokluğu ise, isimler ve zuhur
edişlerine göredir. Yoksa isimlendirilen, ad verilmiş olan, erkek kadın birdir.
Faaliyetin (Uyanmanın) sırrında bir kabiliyet sırrı dahi vardır ki erkeğin kadından
etkilenmesi ve hareketlenmesidir. Zira kadın, tabiatı kâinatın suretidir ki
bütün yaratılmış şeylerin sebebi etrafında döneceği noktadır. Yani bütün eşya
bu tabiat üzerine mebnidir. Dünyanın “ihtiyar kadın” ile tâbir edilmesi,
kâinatın hakiki suretinin bu şekilde (yani kadın) olmasındandır. Böyle iken,
insanlar onun yüzünden üzülmekte ve süsüne aldanmaktadır.
Kadına baş eğmek, dünyanın sözünü
dinlemek, itaat ve bağlanmak gibidir. Burada baş eğme secde ile tâbir olunur.
Nitekim cinsel birleşme halindeki durum padişah ve dilencinin (köle) durumu
gibi rabbine (kadına) secde eden (erkek) kul gibidir. Fakat (bu durum) müşahede
ehli (hakikate ulaşmışın) secdesi bir olan ilâha ve hicabın ehlinin (perdelenmiş
dünya ehli) secdesi dışardan görülene yapılana benzemektedir. Onun için
insanların avamı cinsel birleşmeyi şehvetî (nefsani) tabiatından, havas (seçkin
ve sırra ermişlerin) ruhanî şehveti müşahede (tevhid mertebesi) ederek
yaparlar. Yani biri nefsiyle ve diğeri hakla (hakikatle) harekettir.
Nikâhdaki hakikat sırrı bulunmadıkça
cinsel birleşme zina gibidir. Bu yönden taklîdi cinsel birleşme, taklit olunmaz
(çünkü zinaya benzer). Bu (hakikatte) taklit etmekle de bulunmaz. Belki
hakikati taklit edilebilir. Yani bir kimsenin ki, sülukten (manevi yetişmede) nisbeti
(yolu) sahih olmayabilir. Belki taklit ederek, sonuca erdirse de, onun bu
isteği dürüst olmadığı gibi zina etmeye benzer. (Sahte veya nakıs mürşidlerin
elinde yetişenler)
Bu makamın anlaşılması çok güçtür. Hemen basireti
aydınlatıp, açıp can gözü açık olan kimseleri görerek gör, (anlamaya
çalış). (Manevi işlerde yükselmiş
kişileri bulmaya çalış.) ( sh. 216)
KADINLAR HAKKINDA BİR MÜLÂHAZA
“Erkekler, kadınların uzun saçlı fakat
kısa akıllı olduklarını zannederler. Çocukları karınlarında taşıyan, sonra
emziren ve büyüten kadınlar oldukları için, onları gözetmek, elbette erkekler
üzerine düşen bir vazifedir. Fakat erkeklerin bu vazifelerinden dolayı,
kadınları kendilerinden aşağı görmeleri doğru mudur?
“İsmail Hakkı Bursevi kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz erkekle kadın arasındaki farkı tespit ederken, kadınların
hükümet riyasetinde bulunmaları iyi olamayacağını söyledikten sonra şu
mülâhazayı da söylemekten geri durmuyor:
(Velâkin kadın iki nevidir: hakikî ve
hükmî Şöyle ki; reculiyeti nakıs ve mürüvveti kasır ve siyasete gayri kadir
olanlar dahi kadınlara mülhaktır. Anın için zahirde kadını zapteden ve bâtında
havayı nefsini söken kimse pek azdır- Ve hilafı dahi buna kıyas oluna- Yine
nice kadınlar vardır ki aklı kâmil ve tasarrufı tam ile rical hükmündedir-
Şaire Zeyneb şöyle diyor:
Zeyneb ko meyli zineti d ün yay e zen gibi
Merdane vâr sade dil ol terki ziver et.
Günümüz Türkçesiyle
(Lakin kadın iki kısımdır: hakikî ve hükmî
(gerçekten kadın-hükmen kadın)
Şöyle ki; erkekliği noksan ve insanlığı az ve
siyasette kabiliyetsiz (geçinmeyi beceremeyen erkekler) dahi kadınlar sınıfına
dâhildir. Onun için zahirde kadını zapt eden (ikna eden erkek) ve bâtında
nefsin isteklerini gideren (tatmin) erkek pek azdır. -Bunun tersini dahi buna
kıyas edin-(Yani erkeği ikna edip ona hükümran olan kadında pek azdır)
Yine nice kadınlar vardır ki, aklı kâmil
ve tasarrufu tam ile erkek hükmündedir. Şaire Zeyneb şöyle diyor:
Keşfet nikabını yeri göğü münevver et
Bu âlem anasırı firdevs-i enver et
Depret lebini cüşe getir hacz-i kevseri
Amber saçını çöz bu cinânı muattar et
Hattın berat verdi saba yeline dedi
Tez er Hatay'a Çin'i tamam et müsahhar et
Yâr yolunda âşk ile derdinden ölenin
Kim der sana ki hecr ile cânın mükedder et
Zeynep çü dost zülfü gibi tarümarsın
Divane olma şiirini divan ü defter et
Zeyneb ko meyli ziynet-i dünyaya zen gibi
Merdane var sade-dil ol terk-i ziver it
(Ruhül Mesneviden C- 2, S- 197)- ( sh. 131)
Kaynak:
Mehmed Ali Aynî, Türk Azizleri-1, Bursalı ve Ruh’ul-Beyan Müellifi İsmail
Hakkı, Marifet Basımevi,1944, İstanbul,
YORUM
Bu yazıda İsmail Hakkı Bursevi
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz, ledünni bir gerçeği ifşa etmektedir. Fusus-ül
Hikem’in “Muhammed Fass”ında da bu konu benzer şekilde açıklanır. Bizim burada
söylemek istediğimiz mevzu ise, karı kocanın birbiriyle geçinememesinde “Rabb
ile kulun” arasındaki ilişki ile eş manada olmasıdır. Eğer bir erkek, eşini
sevmiyor ve ona katlanmıyorsa Allah Teâlâ ile arasında bir kulluk sorunu
olduğu; bir kadın da kocası ile geçinmiyor ona sabretmiyorsa, bu da kadının çok
noksanlık yaptığı ve yanlış hareket ettiğini gösterir. Çünkü “rabb”
makamının özelliklerinden biri terbiye eden sahip çıkan demektir. Bu sebeple
kadın yuvaya sahip çıkmalıdır. Ayrıca buradan çıkarılacak diğer sonuç ise;
Bekâr kalmanın dinî bir eksiklik olduğu; (evlenmek dinin yarısıdır) Boşanmanın
ne kadar zararlı bir durum olduğu; (Boşanmak Allah Teâlâ’nın hoş görmediği
helallerden olması) Erkeğin kadını boşama hakkının yalnız zina halinde
olduğu; anlaşılmaktadır.
[86] Hava harekâtları
ile
[87] Diğer rivayetler
ile karşılaştırma yapılınca Türk Devleti, Türk Dili ve Milliyetçiliği farklı kavramlar
olarak düşünülüyor.
[88] Yabancı dil
eğitiminin ne kadar gerekli olduğunu görmekteyiz.
[89] Miralay (Albay) rütbesiyle
emekli olmuştur.
[90] Tâlût: İsrailoğullarının meliki. Esas adı Saul'dür.
Kelime olarak “Tâlût” İbranice bir lakabdır. Arapça “Tûl” kelimesi ile
alakalı olup, aşırı derecede boylu ve kudretli anlamına gelir.
Kur'an'da iki yerde Tâlût kelimesi geçmektedir. Birkaç yerde de, ona işaret
eden zamirler bulunmaktadır.
Mısır ile Filistin arasında yaşayan Amalika adlı bir
kavim vardı. Başlarında Câlût adında bir kral bulunuyordu.
Bunlar İsrailoğullarına saldırıp onları perişan ettiler. İsrailoğulları da,
kendi peygamberlerinden, düşmanlarıyla çarpışmak için kendilerine bir kumandan
tayin etmesini istediler. Onların bu peygamberi, Musa aleyhisselâmdan sonraki
peygamberlerden biriydi. Onların bu talebi üzerine, peygamberleri onların
başına, nesli Ya'kûb aleyhisselâm'ın oğlu Bünyamin'e dayanan Tâlût'u hükümdar
olarak tayin etti. Bu durum Kur'an'da şöyle ifâde edilmiştir:
“Peygamberleri onlara: “Bilin ki Allah, Tâlût'u size
hükümdar olarak gönderdi” dedi. Bunun üzerine (onlar): “Biz hükümdarlığa daha
layık olduğumuz halde, kendisine servet ve zenginlik yönünden geniş imkânlar
verilmemişken, o bize nasıl hükümdar olur?” dediler. (Peygamberleri): “Allah
sizin üzerinize onu seçti. İlimde ve cüssede ona, sizden daha çok üstünlük verdi.
Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihâta eder ve her şeyi bilendir”
dedi” (Bakara, 247).
İsrailoğulları onun krallığını tasvip etmek istemediler; işi zenginlik ve kısır
kavmiyet noktasından ele almaya çalıştılar. Oysa ayette ifâde edildiği gibi,
Yüce Allah, Tâlût'a ilimde ve cisimde, maddî ve manevî yönden bir üstünlük
vermişti. Maddî yönden iri cüsseli, güçlü, kuvvetli ve güzel olarak yaratmıştı.
Manevî yönden de, dinî, siyasî, fen, teknik ve savaş ilimlerinde ona üstün bir
başarı ve maharet vermişti. Aynı zamanda o, fakirlere karşı merhametli ve
şefkatliydi, yoksulların dertleriyle dertlenir, sıkıntılarını gidermeye
çalışırdı. Bir de, Yüce Allah amirliği dilediğine verir. Komutanlık ve amirlik
için bunlar önemlidir. Yoksa veraset, soy-sop, ayrı nesepten gelme şartları
geçerli ve önemli değildir.
Tâlût komutanlığı ele aldıktan sonra, askerleriyle Câlût'a karşı cihada
çıkıyor ve önce askerlerini deniyor. Askerlerinden ihlaslı ve samimi olanlar
belirlendikten sonra, düşmanlarıyla cihada devam ediyor. Yüce Allah bu hususta
Kur'an'da şu açıklamada bulunmuştur:
Tâlût, ordusuyla birlikte ayrıldığında dedi ki:
“Doğrusu Allah sizi bir ırmakla imtihan edecektir. Kim bundan içerse, artık o
benden değildir ve kim de -eliyle bir avuç avuçlayanlar hariç- onu tatmazsa, o
bendendir.” Onlardan az bir bölümü dışında ondan içtiler. O, kendisiyle beraber
imân edenlerle onu (ırmağı) geçince, onlar (geride kalanlar): “Bugün bizim
Câlût'a ve ordusuna karşı (koyacak) gücümüz yok” dediler. (O zaman) Allah'a
kavuşacaklarına kesin gözü ile bakanlar: “Nice az bir topluluk, daha çok olan
bir topluluğa Allah'ın izniyle galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir”
dediler” (Bakara, 249).
Tâlat ve askerlerinin, Câlût ve askerlerine karşı cihada
hazırlandıklarında, Allah'a karşı yaptıkları niyâz ve duaları, Kur'an'da şöyle
haber verilmiştir:
“Onlar, (Tâlût ve ordusu) Calut ve ordusuna karşı
meydana (savaşa) çıktıklarında, dediler ki:-Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır.
Adımlarımızı sabit kıl (kaydırma) ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et”
(Bakara, 250).
Tâlût ile askerlerinin zaferini ve Câlût ile askerlerinin de yıkılışını
haber veren bir ayetin meâli ise, şöyledir:
“Derken, Allah'ın izniyle onları bozdular. Dâvûd
Câlût'u öldürdü. Allah ona (Dâvûd'a) hükümdarlık ve hikmet verdi ve ona
dilediğini öğretti. Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savmasaydı,
dünya bozulurdu. Fakat Allah, bütün âlemlere karşı lütuf sahibidir” (Bakara, 251).
Ayette de ifâde edildiği gibi, Dâvûd aleyhisselâm, Tâlût'un komutasında toplanmış
bulunan İsrailoğullarının arasındaydı ve karşı ordunun başında bulunan Câlût'u
öldürdü. Böylece İsrailoğulları bu savaşta galip çıktı. Filistin ordusu
yenildi. Dâvûd aleyhisselâm bilâhare Tâlût'un kızı ile evlendi ve onun
ölümünden sonra da onun yerine kral oldu.
[91] Ahmed Âmiş
Efendi bu sözü, kuvvetle muhtemel, Osmanlı Devleti’nin kesin dağılma sürecine
girdiği 30. Ekim 1918’in hemen ertesinde söylemiştir. Türklüğün bekasına
dair Ahmed Amîş Efendi’nin bu sözü kendisinden
önceki mutasavvıflarda da vardı. Mesela
Ruhul
Beyan Tefsirinin Müfessiri İsmail Hakkı BURSEVİ (doğumu miladi 1652)
Hazretleri, İstanbul Kütüphanesi’nde kayıtlı "HADİS-İ ERBAİN“ adlı eserde
Bakara Suresi 31. ayetin tefsirini yaparken şöyle diyor:
“Âdem’in
cennetten çıkma vakti gelince Cenab-ı Allah bunu haber vermesi için CEBRAİL’İ
gönderir. Cebrail durumu Âdem’e bildirir. “Âdem tınmadı“ yani emri
duymazlıktan geldi. Cebrail durumu Allah’a bildirince Allah Teâlâ Cebrail’e:
“Git ÂDEM’E LİSAN-İ TÜRKİ ile SÖYLE“ der. Cebrail gelir ve Türkçe olarak
cennetten çıkma emrini tebliğ eder. “Âdem cennetten lisan-i Türki ile ‘kalk‘ dimekle
kıyam idip çıkmıştır. Zira ahir zamanda tasarruf Türk’ündür.“(İstanbul Küt.
1317 nolu kitap, s.26 )
Cenab-ı
Allah, Bakara Suresi 31,32 ve 33. ayetlerden öğrendiğimize göre: ”Âdem’e
İlim vermiş, bütün isimleri ve eşyanın adını öğretmiştir.” Yani Âdeme kendi
zürriyetinden gelen bütün milletlerin ve bu milletleri oluşturan bütün
insanların adları ve dilleri öğretilmişti.
[92]
Evliyanın tasarrufuna bir misal daha verebiliriz.
17
MART 1694'TEN 18 MART 1915'E VEYA MONDROS'TA ATILAN İMZA
Bu başlığı şöyle de atabiliriz: 17 Mart
1694'ten 18 Mart 1915'e veya ayağı bukağılı bir erenin 30 Ekim 1918’ de
Mondros'ta attırdığı imza.
XVII. asrın sonlarındayız.
Devir İkinci Ahmed devridir. Hazret-i
Niyazi'nin iş başında bulunan hainleri Padişaha tek tek bildireceği şayiası,
devlet adamları arasında, özellikle de Kâdızâdelilerden Vânî-i Cânî lakaplı
Mehmed Efendi’de telaş uyandırır. Sadrazam Bozoklu Mustafa Paşa, Mısrî
Efendinin duasını almak isteyen ve sonra sefere çıkılmasını münâsip gören
Sultân II. Ahmed'i, bu zât geldiği takdirde büyük bir fitne zuhur edeceği
yolundaki telkinleriyle fikrinden vazgeçirir.
Hazret-i Pîr, 30 Haziran 1693 Salı günü
Edirne'ye gelip va'z etmek üzere Selimiye Camiine indiği zaman, halk caminin
etrafını doldurmuş kalabalıktan içeriye girilemez olmuştur. Bu durumu gören
Sadrazam, Niyâzî-i Mısrî'nin eğer derhâl tutuklanıp sürgün edilmezse büyük bir karışıklık
çıkacağını padişaha telkin eder; Mısrî'nin Limni'ye sürgünü hususunda bir
ferman alır. Bunun üzerine Hazret-i Mısrî tekrar Limni'ye sürülür (1693). Hazret-i
Pîr bu sefer incinmiştir ve giderken:
“OSMANLI'NIN İNKIRAZI (ÇÖKÜŞÜ) İÇİN DÖRDÜNCÜ
KAT SEMÂYA BİR KAZIK ÇAKTIM. BU KAZIĞI BENDEN BAŞKA KİMSE ÇIKARAMAZ.” der ve ayağındaki
bukağı ile bir koçu arabaya bindirilip palas pandıras yola çıkarılır. Ve bir
müddet sonra adada (17 Mart 1694) vefat eder.
Yıl 18 Mart 1915 İngiliz Agamemnon
zırhlısı Çanakkale Boğazına girer ve Mecidiye tabyasına ölüm kusar; ancak
Çanakkale'yi geçemez. İsabet alıp geri çekilir. Birinci Dünyâ Savaşı sonunda
ateşkes isteyen Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında 30 Ekim 1918
yılında Limni Adasında Niyâzî-i Mısrî'nin gömüldüğü yere bakan Mondros
Limanında Agamemnon zırhlısında yapılan antlaşma ile Osmanlı'nın inkırazı (çöküşü)
tescil edilir.
İmdi, sadede gelelim ve ricâl-i devlete
dönüp soralım:
Biz şimdi Hazret-i Mısrî'den özür dileyip
Mondros'ta ayağımıza geçirilen bukağıdan kurtulalım mı, kurtulmayalım mı?
Bu zat, zamanının büyük velîlerinden olup
kerametleri zahir ve bahirdir, ne buyurmuşsa hepsi ayniyle vuku bulmuştur.] (TATÇI Mustafa Niyâzî-i Mısrî [Kitap]. - İstanbul : H Yayınları, 2010, s.92)
[93] Günümüzde çıkan
“Arap Baharı Olayları” İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinin ekonomik durumunun
düzeltilmesi için yapıldığını görünce bu yıkımın yalaştığını düşünebiliriz.
[94] İki imam Hasan ile
Hüseyin
aleyhimesselâm
[95] Hatıra gelen
şeyler, vesvese bile olsa meşul omayın demektir.
[96] Nefsin
isteklerini içten geçirme
[97] Ahmed Amîş
Efendi, hayvan sınıfında insana en yakın gelen “at” dır, diyerek insanın maymundan
gelmediğine de işaret etmiştir.
[98] HAZRETİ İSÂ
ALEYHİSSELÂMIN YARATILIŞINDAKİ SIR
Mürşid-i
Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
Cenâb-ı Hakk
Teâlâ Hazretlerine hamdü senalar ederiz ki, bizi fazl ve inâyet-i ezeliyesi ile
nimetlerin en âlâsına ve efdal-i İlâhiyye'nin en azîzi olan iman ve İslam’la
müşerref kıldı, cümle enbiyâ-ı mürselîn hazerâtının büyüğü ve kıyametten sonra
dahi Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın,
-”Yâ
Habîbim Muhammed, vazifeniz tamam oldu” hitâb-ı İlâhîsi erişinceye kadar, şeriatın
envâr ve fezâilinin bakî ve carî olduğu Seyyid-i Kâinat aleyhi
ekmelü't-tahiyyat aleyhissalâtü ve’s-selâm Efendimizin ümmetinden kılmıştır.
Elhümdülillâhi Teâlâ.
Ve yine hamdü
senalar olsun ki;
Mahkeme-i
Kübrâ’da da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin envâr-ı şeriat
ve ba'si (gönderilişi) bakî olup, o günden sonra yine 80 bin sene tamam
oluncaya kadar şefaati câridir. Şefaati carî oldukça ba’si dahi bakî olur.
Yalnız Hakk Teâlâ 50 bin sene sonra mezkûr hitabı kendisine karşı tevcîh
buyuracaktır. O hitap tevcîh oluncaya kadar, ümmetinin umuru ile iştigâl
edecektir. Kelâmullâhi'l- ezelin ahkâm, envâr ve âyâtı dahi, o zaman Cenâb-ı
Hakk Hazretlerinin Zât-ı Akdes'ine iade olunacaktır. Cennet ve cehennem ehli
arasında da bir daha görüşmemek üzere durum hâsıl olacaktır.
Rasülullâh
aleyhisselâm, ümmetine ve ümmetinin hidâyet bulması için ne kadar haristir ki,
Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın kendisine;
-”Yâ
Habîbim Muhammed, vazifeniz tamam oldu” diye hitap ettiği halde, daha 30 bin sene
ümmetinin umuru ile iştigâl etmektedir.
Cümle
enbiyâ-ı mürselîn-i kiramdan Cenâb-ı Hakk, ahd-u mîsak alırken vâkî olan bir
muahede (antlaşma) zikrediyorum, şöyle ki;
Cenâb-ı Hakk
bilcümle enbiyânın ervahını yarattığında evvelâ Rasûlullâh aleyhisselâmı tasdik
ettirdi. O gün yevmü'l-incilâdır
(Cilâlanma, Parlama) ve hem de yevmü'l-icâbe'dir.
Bu ahdi almak
üzere Cenâb-ı Hakk enbiyâ ve mürselîni davet ettiğinde; muahededen önce,
Seyyidi Kâinât aleyhisselâm dedi ki:
-”Yâ
Rab, ahdü mîsakdan evvel ümmetimin efradından sâdır olacak küçük ve büyük
günahları ile o eshâbı seğâir (küçük) ve kebâir (büyük) olan ümmetimi bana
göstermenizi niyaz ederim.”
Cenâb-ı Hakk da
büyük ve küçük günahlarından bir tanesi kalmadan, ümmetinden sâdır olacak
günahlar ile günah sahiplerini gösterdi. Rasûlullâh aleyhisselâm üç kere o
ümmet ile günahları üzerine nazar buyurdu.
Sonra:
-”Yâ
Rab, büyük ricâlullâhın sulbüne girmeden (Hz. İsâ aleyhisselâm) ve dünyaya
gelmeden nizâm-ı hilkatten hariç kalan ve sıfat-ı İlâhiyyenizin tamamını
iktisap eden (kazanmış) ve evsâf-ı beşeriyyesine evsâf-ı İlâhiyye ve
melekûtiyyesi galip olan bir hâdim-i (hizmetkârı) ümmetim için
bağışlayın” diye niyazda bulundu.
Bu münâcaat
ruhların ahdinden öncedir. Zerrâtın uhûdu (ahitleşmesi), ervahın uhûdundan
binlerce sonradır. Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın tecelli-i ilâhiyyesi, ervâh-ı
enbiyâ-ı mürselîne oldu. Enbiyâ-ı mürselîn de bu tecelliyi aynen hakikat-ı Muhammediye
gibi müşahede ettiler. Cenâb-ı Hakk enbiyânın içinden bir ruhu davet ederek ona
Seyyidi Kâinat aleyhisselâmın ruhunu gösterdi ve buyurdu ki:
-”BU
SENİN (RUH OLARAK) ASLINDIR VE BABANDIR.”
Cenâb-ı Hakk o
ruhu, sahibi olan Nebiyy-i zîşânın ümmetine hadim kıldığını da beyân buyurdu.
Efendimiz de:
-”Yâ
Rab, bunu benim ümmetim için en muhtaç olduğu zamanda hadim kıl ki, ümmetimin
üzerinde cereyan eden envâ-ı fitne ve fesâd son dereceye vardığında hadim
olsun.”
Cenâb-ı Hakk da
kabul buyurdu.
-”Yâ
Habîbim Muhammed, yüzyirmidört bin (124 bin) enbiyânın ümmetlerinin adedinde
senin ümmetini ihyaya ve irşada ve onları hidâyete sevk etmeğe selâhiyet ihsan
edeceğim. Arzu ettiğiniz zamanda, o selâhiyet-i tâmme ile beraber onu ümmetinize
hadim (hizmetkâr) kılarım.”
Cenâb-ı Hakk
Rûhullâh İsâ aleyhisselâma buyurdu ki:
-”Sen
Nebiyy-i Mürselsin, benim kütübü ilâhiyyemden iki kitabın faziletini
duyacaksın.”
Hakk Teâlâ
Hazretleri o makâm-ı mahsûsta kendisine İncîl-i Şerîf ile Kur'ân-ı Azîmüşşânı
tâlim buyurdu. Cenâb-ı Hakk kendisine muallim oldu. Sonra kendisine dördüncü
semâda bir makam gösterdi ve buyurdu ki:
-”Bu
makâm-ı dâvet'tir, ben seni dünyadan bu makama davet ederim. Kıyamete kadar bu
makamda kalacaksın. Burada bulunduğunuz müddetçe ikinci defa yere davet
edinceye kadar bu makamda Habîbim Muhammed aleyhisselâmın ümmetine hadim
olacaksın.”
Bu minval üzere
cümle Enbiyâ-ı mürselîn hazerâtından da ahd ve mîsak aldı.
İsâ
aleyhisselâm 33 yaşında iken semâya ref olunmuştur. O günden itibaren
İsâ aleyhisselâmın âlem-i melekûtta ifa edeceği vezâif-i ubûdiyyet, ümmeti
Muhammed için istiğfar olacağı tesbîh ve münâcaattan ibarettir. Cenâb-ı Hakk
Teâlâ'nın irâde- i ezeliyesi İsâ aleyhisselâmın ibrazına taalluk buyurduğunda,
İsâ aleyhisselâmın makamı olacak olan makâm-ı davete, 124 bin enbiyâ ervahı ve
199 melâike taifesi imâm ve reisleri ile beraber davet olundu. Bu melaikenin
her bir taifesinin imâm ve reisleri ise, ümmeti Muhammed'in enfâsı (yani
nefesleri) adedindedir. Bu azîm ictimâya nazar edince bilcümle enbiyâ ve
mürselîn-i kiram taaccüp ettiler. Meleklerle teârüf (Birbirini tanımak) orada
hâsıl oldu. Cenâb-ı Hakk bu kadar enbiya ve melâikey-i kiram beyninde Cibrîl-i
Emîn'e:
-”YÂ
CİBRÎL, BEN SENİ MERYEM BİNTİ İMRÂN'A GÖNDERİYORUM, ZUHÛRİYET ANINDA MAHLÛKÂTIN
EKMELİ VE EFDALİ OLAN HABÎBİM MUHAMMED'İN ŞEKLİ ÜZERİNE NAZİL OLACAKSIN VE
KENDİNİ BEŞER OLARAK GÖSTERECEKSİN. GÖSTERECEĞİN ŞEKİL VE SURETİ HABÎBİMİN ŞEKLİ
ÜZERE TEMSÎL EDERSİN.”. Cenâb-ı Hakk Seyyidi Kâinat aleyhisselâma hitaben:
-”Yâ
Habîbim buna râzımısın Bu senin ümmetinin hadimi olan ve arzun veçhile ıslâh-ı
beşere girmeden, doğru dünyaya gelecek. Bu hadime asıl ve mebde hakkı olmaya
razı mısın?”
Rasûlullah
Efendimiz:
-”Yâ
Rabbe'l-'izze ve'l-Azame, emr-i irâde sizindir. Emrinize razıyım.” dedi.
O saatte Hakk
Teâlâ, İsâ aleyhisselâmın validesi Meryem aleyhisselâma vahiy ile Cibrîl-i
Emîn'i gönderdi:
-”Yâ
Meryem, Cenâb-ı Hakk selâm eder, buyuruyor ki: İrâde-i ezeliyem ile ben,
üzerine bir rûh ref ediyorum. O ruhu ref ederken eşref-i mahlûkâtım olan
habîbim Muhammed aleyhisselâmın hakikatini sana izhâr (gösterip) ve temsîl
ederim. Ve o vâsıta ile ref olunarak senden bir mevlûd zuhur ettirmek (yani bir
çocuk dünyaya getirmeni) istiyorum. Sen razı mısın?” Meryem
aleyhisselâm da:
-”Allah'ın
emrine razıyım” diye cevap verdi. Cibrîl-i Emîn hazreti Meryem'in rızâsını arz
edince Cenâb-ı Hakk, o 199 melâike taifesine emir buyurdu:
-”Meryem'i
Beytullah denilen makama celp ve dâvet ediniz.”
Bi-mûcibi emir,
hazreti Meryem'i Beytullâh'a getirdiler. Bilcümle enbiyâ ervahı dahi makâm-ı
davetten nazar ediyorlardı. Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın irâdesi ile Hazreti Meryem'e
gönderilecek olan Hakîkat- ı Muhammediyye'yi, enbiyâ hazerâtı müşahede edince,
meleklerle birlikte gayş ve sekrete düştüler. (hayret ve sarhoşluğa)
Bilcümle eczâ-i
kâinat üzerine bir zevk ve neş'e sirayet etti ki, Cenâb-ı Hakk Teâlâ'nın,
kâinatı halk buyurduğundan beri böyle bir zevk ve sürür hâsıl olmamıştı.
Cenâb-ı Hakk 124 bin enbiyâ ve mürselîn ve 199 taife-i melâikenin huzurunda ve
onların şehâdetleri üzerine ve Rasûlullâh aleyhisselâm ile Meryem
aleyhisselâmın rızâları veçhile hükmü İİâhiyyesini itmâm ve infâz buyurdu.
(tamamlandı ve uygulandı) Bu hükmü ilâhiyyenin merasimi de âlem-i melekûtta
icra olundu. Bu tecellî ve zuhurat üzere İsâ aleyhiselâmın ruhu hakîkatı
Meryem aleyhisselâma nefh olundu, İsâ aleyhisselâmda 3 hakikat birleşti.
Biri
İlâhî, diğeri Cibrîl aleyhisselâmın melekûtî hakîkatı ve üçüncüsü de Rasûlullâh
Efendimiz'in Hakîkatı Muhammediyyesidir.
İsâ
aleyhisselâm rahm-i mâderde (ana karnında) karar olduğu lahzadan itibaren
Hakîkatı Muhammediyye'nin 7'inci mertebedeki hulâsası ile terbiye oldu. Validesinin
rahminde karar olduğu lahzadan (andan) itibaren yine o, nutfe-i tâhire, ümmeti
Muhammed için istiğfar ederdi. Makâm-ı davette ve yevmi ahd'de kendisine
gösterilmiş olan bu ümmetin büyük ve küçük günahlarına tevbe ve istiğfarda
devam ediyordu. İşte bu derece mukaddes ve mükerrem olan ve Seyyidi Kâinât'ın
ümmetine hadim olan İsâ aleyhisselâma hâmile olduğunda, Cenâb-ı Hakk Kur'ân-ı
Kerîminde kendisine melâike vasıtasıyla:
-”Bismillah
yâ Meryem, innallahe's-tafâki ve tahhereki ve's-tafâki alâ nisâi'l-âlemîn “ (Âl-i İmrân, 42.
“Melekler şöyle demişti: Ey Meryem! Allah seni seçip temizledi, dünyaların
kadınlarından seni üstün tuttu.”) diye
hitap buyurmuştur. Bu kadar taltif ve tekrîmin aslı ve esbabı ise akl-ı
ezeliyey-i İlâhî ile Seyyid-i Kâinat aleyhisselamın zevcesi olduğundandır. Ve
kendisine hakîkat-ı Muhammediyye'nin zuhûriyyet ve şekli üzere Cibrîl-i Emîn
aleyhisselâm nazil olduğundandır. Ve Seyyidi Kâinat aleyhisselamın ümmetine en
muhtaç zamanda hadim olan İsâ aleyhisselamın validesi olduğundandır.
Yine
Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
-”Eyyühe’l-ihvân
ve'l-ahbâb, İsâ aleyhisselamın bu umûmî hizmetinden, Rasûlü Ekremimizin arzu
buyurduğu zamandan biri de 1353 senesinin Rebîu'l- Evvel'in 7‘inci (20 Mayıs
1934 Çarşamba) gecesidir. Bu geceye tesadüf ile İsâ aleyhisselamın hizmet-i
mukaddeselerine nail ve mazhar olacak ümmetin içinde bizlerin de dâhil olduğu
muhakkaktır. Bu umûmî hizmetin meyânında husûsî hizmetler de vardır. O husûsî
hizmetlerden birisi de menâbiîn (vekillik) hakîkatından anlaşıldığı üzere
hakkımızda ifâ edilecek olan hizmet-i takdîsedir. Bu nîmetullâhı cümlenize tebşîr
ediyorum.
İsâ
aleyhisselamın zuhûriyet ve hilkat-i beşeriyyeti ve neş'eti hakkında beyân
edilecek hakâyık çoktur. Lâkin şimdiye kadar hukemâ-i İslâmiye’den gelenlerin
hiçbiri bu kadarını dahi söylemeye ve beyâna mukdedir olamamışlardır. Bu
kadarlıkla iktifa ediyorum. Fazla söylemek ve beyân etmek belki mûcib-i vedâ-i
tereddüt olması muhtemeldir”.
(Kaynak:
Hasan BURKAY, Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar
Yayınları, 1995-2010, c. V, s. 5-11)
[99] Trakya Argosunda
koşalamak: Kovalamak.
[100] “Amasyalı hattat
Yakut ül-Müsta’simî bin adet Kur’an-ı Kerim yazmış. Lâkin Allah’ın rızasını
tahsil edememiş. Binbirinciye başlamış. Başlarında yazısına devam ederken bir
sinek hokkadaki mürekkebe banan Yakut kalemi ucuna konmuş. Yakut eliyle yarı
yola getirdiği kalemi öylece bir müddet tutmuş. Sinek meğerse susamış imiş.
Mürekkebin suyundan içmiş, susuzluğunu giderince pır demiş uçmuş... Bu suretle
Yakut Tanrı rızasını tahsil etmiş”.
[101] Ululuk, itibâr,
değer, kıymet
[102] Allah Teâlâ’nın
Hây ismi diyerek git hayat bul demektir.
[103] Zamanla sözleri kısmen yerine geldi. Türbeler kapatıldı.
[104] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin zayıf iman olarak hadiste buyurması nadirattan
olduğu içindir. Kalp ile tasarruf edebilmek ne büyük servettir.
[105] Azar azar, birer
ayet öğreterek; Ahmed Amîş Efendi namazın Arapçadan başka bir ibare ile olmayacağına
ne güzel işaret etmektedir.
[106] Kiri terk eder
doğru yol gider.
[107] Sır tutmak ve
saklamak ne büyük bir hikmettir.
[108] Bir gün Sahabe-i
Kiram Huzuru Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile oturur iken
ashaptan bir zat gelip Efendimiz'e sarılır. Huzurda bulunan eshab bunu terki
edebe hamlederler. O zat gittikten sonra Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimiz yine aynı sözleri buyururlar.
[109] “Aranızdan yalnız
zalimlere erişmekle kalmayacak fitneden sakının, Allah'ın azabının şiddetli
olduğunu bilin.” (Enfal, 25)
Ayetin açıklamasını
Elmalılı Hamdi Yazır rahmetüllâh-i aleyh şu şekilde açıklar.
“Yalnız işleri
yerinden oynatıp bozanlara mahsus bir musibet olmakla kalmaz, belki umumîleşir,
size de kapsamına alır. Bazı günahlar vardır ki zararı umumi olur. Sebeb
olacağı fitne ve ihtilâl, celb edeceği mihnet ve musibet yalnız o günahı yapan,
işi yerinden oynatan ve bu suretle kendine ve başkasına zulmetmiş olan
zalimlere mahsus kalmaz da kurunun yanında yaşı da yakar.
Meselâ kötü şeyleri
aleni işlemek, Allah Teâlâ’nın emir ve yasakları ile alay etmek, akideyi
bozmak, kelimeleri manasından ayırmak, cihadda gevşeklik bu türdendir. Bir
şahsın hatası bir orduyu batırabilir.
Hadisi şerifte geldiği üzere Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem fenalıklar karşısında, iyilerin seyirci kalmaması,
kötüler yüzünden gelecek (fitne, fesad, şer vs. her çeşitten) içtimâî ızdırabların,
iyiler de dâhil bütün cemiyetin varlığını tehdid edeceğini ifade ederek
fenâlıklar karşısında nemelâzımcılığı önlemek için zihinden çıkması zor olan
bir de teşbîhte bulunur:
“Allah'ın hudûduna (emir
ve yasaklarına) giren meseleleri tatbîk eden (ve yağcılık yaparak müsâmaha ve
gevşeklik göstermeyen iyi) kimse ile, yasakları işleyen kimselerin durumları,
bir gemiye binip kur'a çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara
benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin
yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. (Alttakiler bu duruma son vermek
için) bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen
gelip:
“Yâhu ne yapıyorsunuz?”
diye sorunca alttakiler:
“Biz su ihtiyacımızı
görürken sizi rahatsız ediyorduk, hâlbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız
etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz” deseler ve üsttekiler bu
işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış
olurlar. Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem
de kendilerini helâk ederler.”
Fakat dikkat edilmek
lâzım gelir ki gemiyi delmeğe kalkanı menedelim derken karmaşa ile dengeyi
bozup geminin devrilmesine de sebebiyet vermemelidir. Evvelâ farzı kıfayenin
ifasını deruhde ederek farzı ayn gibi icra edecek kaptan ve maiyyeti gibi Allah
Teâlâ’nın emir ve yasaklarını anlatan biri olarak bulunmak, saniyen herkes
kendi nefsini muhasebe etmek, cereyan eden umumî işlerden gaflet etmeyerek
umumi mürakabeyle dikkat ve intizam ve güzel ahlâk ile devam ederek bu suretle
umumî cezadan korunmak lâzımdır. Bu ise her müminin kendi nefsinde Allah ve
Resulü için itaat ve icâbeti bağlanarak ve fitne vakı olmaması için kendine ve
cemaatine dikkat ile gafletten kaçınmasına bağlıdır.
Bundan
anlaşılır ki umumî ceza yalnız asıl günah işleyen zalimlerin cezası değil aynı
zamanda korunmayıp onu uyarmayan gafillerin gafletlerinin de cezasıdır. Son nefese kadar
çalışıp da muvaffak olamayanlara gelince, özürleri ile Allah Teâlâ katında
sorumlu olmazlar. Bununla beraber o zalim veya gafillerin içinde bulunup
onlara yakınlık ettiklerinden dolayı Dünyada o umûmî musibetin çevrelediği
daireden hariç kalmamaları da ihtimal olarak bulunuyor. Ahirette karşılığını
görseler de Dünyada mihnet çekerler ve bunların çektikleri, sebep olanların
kötü ve şiddetli olmalarını neden olur. Bunun için fitne, bela ve mihnet
zalimlerden başkasına isabet etmez zannetmeyip öyle bir fitneden korununuz. Çünkü
Allah Teâlâ’nın azabı şiddetlidir. Azabının şiddeti ki yalnız zalimlere mahsus
kalmaz da onların etraflarını ve her şeylerini istîlâ eder. Onun için Allah
Teâlâ’nın “korkun-sakının” emrini tebliğ eden Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin ne kadar hayatımızı koruyan bir davette bulunduğunu anlamış
oluruz. Bkz: Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri (bazı kelimeler günümüz Türkçesine
çevrilerek verildi.)
[110] Hususi şefaat
[111] Ahmed Amîş Efendi’nin elini öpen ve feyz alan Hasan Basri ÇANTAY
Hocaefendi’nin naklidir.
Müteşerrilerle mutasavvıflar arasında iradenin küllî mi, cüzî mi olduğuna
dair ezelî bir ihtilâf olduğu bilinen şeylerdendir ve bunun hakkında küçük
büyük, Türkçe, Arapça ve Farsça belki yüzlerce kitap ve risale yazılmıştır.
Konuya örnek verecek olursak;
Seyyid Muhammed Nur’ül-Arabî’nin şöhretini görenler ve etrafında toplananların
taşıdıkları mabadüttabiî, yüksek fikirleri kendi kanaatlerine uygun bulmayân
müteşerrilerle hükümet memurları, Seyyidi, padişaha jurnal ederler. Padişah
Abdülmecid, Seyyidin incitilmeden ve korkutulmadan, eski tabiriyle mutayyeben
ve muazzezen İstanbul’a getirilmesini irade eder, öyle yapılır ve getirilip
şeyhülislâmın konağına misafir edilerek, orada izaz ve ikram edilir.
Tasavvufî fikirleri ve bilhassa irade hakkındaki görüş ve inanışı
anlaşılmak için, hissettirmeden kendisinin imtihana çekilmesi istenilir. Bunun
için bir ziyafet tertip ebilir ve İstanbul’un büyük âlimleri bu ziyafete ve
sonundaki sohbete davet edilirler. Padişah da gelerek, konuşmayı kafes
arkasından dinler. Söz Allah Teâlâ’nın sıfatlarından açılarak, birçok vadilerde
dolaştırıldıktan ve kudret ve hayat ve ilim gibi sıfatlar geçildikten sonra
nihayet bahis irade sıfatına getirilir, bunun üzerinde de hayli konuşmalar
olur. Sonunda Seyyid der ki:
“Allah’ın bütün kemal sıfatları insanda; zaif, cüz’î,
mahdut olsa da gene vardır. Böyle olunca Zaif, cüz’î bir iradenin elbette
insanda bulunması lâzım gelir. Fakat huzurda bulunanlarda irade olmaz.”
Dinliyenler, Seyyidin iradeyi inkâr etmediğini anlamakla beraber, bu
sözlerine de bir mânâ veremezler, tavzihini (açıklamasını) rica ederler, o da
der ki
“Bakınız biz huzur-ı şahanedeyiz. Tabiî irademize
malik değiliz, irade padişahımızındır. Gelin buyururlar, geliriz. Çıkın, gidin
buyururlar, çıkar, gideriz. Binaenaleyh şurada ve şu dakikada biz irademize
malik değiliz, Ne vakit ki huzur-ı şahaneden çıkarız, o vakit irademize malik
oluruz. Ehlullah ise her an huzurda, huzur-ı İlâhîdedirler. Bundan dolayı onlar
iradelerine hiç bir an malik değildirler. Daima Allahın iradesiyle hareket ederler.
Huzurdan fâriğ olmazlar ki iradelerine sahip olsunlar.”
Bu söz müteşerrileri ikna etmiş midir, etmemiş midir, bilmem. Fakat
padişah çok memnun olmuş olacak ki Seyyidi taltif ederek yine geldiği gibi yerine
göndermiştir.
İrade meselesinin İslâm dininde ne derece ehemmiyeti hâiz olduğu, siyasî
bir suç isnadiyle cezalandırılmak istenilen bir mutasavvıfın, bilhassa bu
mevzudan imtihan edilmesiyle de sabittir. Filhakika bu mevzu, 1300 küsur
senedenberi İslâm âleminde münakaşa olunmuş, kelâm, akaid ve tasavvuf
kitaplarında buna bahisler, fasıllar ve sütunlar tahsis- edilmiş olduğu gibi;
ayrıca büyük küçük ve sayısı yüzleri geçen kitap ve risale de yazılmıştır.
Yine bu mevzuun münakaşa edilmeden Cebriyye ve Kaderiyye adlariyle
anılan mezhepler ortaya çıkmış, taraftarlarının bir kısmı ifrata, bir kısmı
tefrite düşmüşlerdir.
Kelâmcılar arasında, bu mevzu etrafında: Kul fiilinin halikı mıdır,
değil midir? Münakaşası ise malûmdur.
Büyük mutasavvıflardan Muhyiddîn Arabî cüz’î irade’yi
de reddeder.
Abdülkerim Cilî, vücut meselesinde olduğu gibi; bunda da Muhyiddîn’den biraz
ayrılır ve zaif bir irade kabul eyler.
Müteşerriler ise kulun cüz’î iradesine sahip ve malik olduğuna inanırlar
ve buna aykırı düşünenlerin tekfirine, hattâ idamına bile fetva, verirler.
Üstâd Abdülâziz Mecdî Efendi de cüz’î iradeyi kabul etmiyenlerdendir.
Buyururlardı ki:
“Ulema, beden’le ruh’un hâlikı Allah olduğunu; fakat irade hal
kabilinden olduğundan, onun hâlikı kul bulunduğunu söylerler. Bu, doğru
değildir; beden’siz, ruh’suz hal olamıyacağından yahut hal bedenle ruhtan
ayrılamıyacağından, iradenin yaratıcısıda Allah Teâlâ olmuş olur,
“İrade, birdir, tecezzi (bölünme) kabul etmez.” İradei cüz’iye, iradei külliye’nin; iradei külliye de iradei cüz’iyenin
aynıdır.
Risale-i Tevhid’de bu cihet biraz daha tafsil ediliyor ve deniliyor ki;
“Hak Teâlâ hazretleri muhit-i âlemdir. Ümmehâtı yedi sıfattır ki vücud-ı
İlâhîye delâlet ettiklerinden sıfat-ı sübutiye tâbir ederler: Hayat, ilim,
irade, kudret, semi, basar, kelâm.
Bu sıfatlar nefsülemirde birdir, taaddüdü nisbîdir. Bu sıfatlar ve
kâffe-i evsaf Hakkın olup, halkta bulunmasını hakikat kabul etmediği gibi; akıl
dahi tecviz etmez.
Zira hayat sıfatı mahlûkta olsa, helâk olmamak ve fenâ bulmamak, ilim
sıfatı olsa herşeyi bilmek ve hiç bir şeyde cahil olmamak; iradet ve kudret
sıfatları halkta bulunsa; muradettiği şey’e “OL” demesiyle o şey husule
gelmek ve her şeye gücü yetip bir şeyden âciz kalmamak iktiza eder. Semi ve
basarı olsa ırak yerden ve perde ardından işidip görmek, kelâmı olsa her kelâm
ile tekellüm etmek icap eder. Mahlûkun ise bu meşruhatın hilâfında bulunduğu
delilden âzadedir. Binaenaleyh abdin bu sıfatlardan nasibi ve dahli olmadığı
gibi, her fiilin zuhura gelmesi bu sıfatların küllisine ve bazıları bu
sıfatların ekserisine taallûku bulunduğu ve sıfatsız hiç bir şey vuku
bulmayacağı tariften müstağnidir. Bunun için abdin ef’alde dahi medhali yoktur.
Fail ve mevsuf Hak Teâlâ hazretleridir. Abid, mazharı ef’al ve sıfâttır.
Sıfâtı- İlâhiye semavî olsun, arzî olsun cüz’iyatta zuhur ettiğinden sıfatı
cüz’iye ve iradei cüz’iye tabir olunur. Yoksa cüz’iyatta zuhur eden irade,
irade-i ilâhiyeden başka bir irade olmak yahut noksanı ve tecezziyi kabul
etmiyen iradei ilâhiyeden bir cüz’ü verilmiş olmak değildir.”
Hâsılı, cüz’î iradeye malikiyet iddia etmek: saniyede kilometrelerce
hızla giden arzı istediğim zaman durduracağım, demeğe benzer. Arzın bu kadar
hızla hareket halinde bulunduğunu bize bugün ancak fen isbat etmiştir. Bu,
Allah Teâlâ’nın değişmiyen ezelî kanunlarındandır. Bütün beşeriyet bir araya
gelse, bu ezelî kanunu değiştiremez ve arzın hareketini bir saniye geri
bırakamaz. Yalnız arzın mı ya? Tramvaya binen bir kimsede, saniyede değil,
saatte ancak kilometrelerce giden bir tramvayı bile bir an için durdurmak
kudreti var mıdır? Tramvayı istediği zaman durduran, istediği zaman hareket
ettiren, yalnız vatmandır. (Kaptan) Binaenaleyh içinde oturanlar, vatmanın
hareketine ve iradesine tâbidirler. Kendilerinin hareket ve tevakkuf hususunda
zerre kadar sun’u taksirleri, yani irade ve kudretleri yoktur. Bir tramvayı
arzusuna râm edemiyen insan arzı nasıl durdurabilir?
İşte bunun gibi, insanın istediği gibi hareket etmek hususunda iradesi
yoktur. Bunda ancak Allah Teâlâ’nın iradesi vardır. Bununla beraber, zahir
şeriatı korumak ve avamı siyaseten ve idareten elde tutabilmek için bir kısım
mutasavvıflar, ister istemez, insanlarda da cüz’î bir irade kabulü cihetine
gitmişlerdir. Bundan dolayıdır ki büyük mutasavvıf Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın
mürşidi İsmail Fakirullah kaddese’llâhü sırrahu’l azîz:
“Cebir meselesi; kâmile nisbetle mahz-ı kemal ve
ihtiyar meselesi; kâmile noksanlıktır. Kezalik ihtiyar
meselesi; nakısa nisbetle ayni kemal ve cebir meselesi nakısa mahz-ı hatadır.”
demiştir.
Üstâd Abdülâziz Mecdî Efendi de:
“İradeyi inkâr avam için, ikrâr da havas
için küfürdür.” buyururlardı..
[112] İrade-i
teklifiye: İnsanın cüz-i iradesi
İrade-i tekviniye: Allah Teâlâ’nın yaratmasındaki
iradesi
[113] “İyyâke
na'büdü ve iyyake nestaîn, âyet-i çelilesi in-sanda irade-i cüz'iyye mi
bırakmıştır?”
[114] Nevres Bey
rivayetiyle Sadık Bey'den, lâkin söyleyeni meçhul
[115] Mürşidin verdiği
isme itibar etmenin önemi anlatılmıştır. Harflerin sırları nedeniyle, ismin değişmesi
kaderide değiştirir.
[116] Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin
Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
“El
-Esmâ-ü tenezzelü mine’s -Semâ-i” fehvasınca, bilumum esnâf-ı beşerin (insanların bütün
sınıflarının) esâmisi (isimleri), âlem-i ahd-ü misâkda (ezelde)
takdir ve tayin buyurulmuştur.
Bir
çocuk doğduğu vakit, ona isim verecek kimselere ism-i hakikîsini ilhâm için
Cenâb-ı Hakk (c.c). melekler hâlketmiştir (yaratmıştır). İsim tesmiye olunacak
(konulacak) mahâlde, muhâlif-ü şerîa ahvâl (şeriate aykırı haller) ile, harîr
(ipek) döşemeler, mücessem ve tam âzâlı suret (resim) bulunursa,
bu melekler oraya girmez, çocuğun ismi de hakîkî isminin muhâlifi (zıt-aykırı)
bir isimle tesmiye olunur. (konulur)
Bir
kimseye ism-i ezelîsi (Levh-i
mahfuzdaki ismi verilirse) verilirse, zekâ ve idrâki (ve mâ câ’e
bihi’n-Nebiyyü)’ye (peygamberin getirdiği şeye bağlanmış) sûret-i
temessük (sarılma şekli) ve istikâmeti, muhâlif isimle müsemmâ olan (isimlendirilmiş)
bir kimseye nisbetle yedi derece kâmilâne (üstün) olur.[116]
İsim
tesmiye olunacağı zaman, akdedilen (ismin verildiği) cemiyyette icrâ edilecek
edebin derecâtına göre, meleklerin adedi bir’den bin’e kadar çoğalır.
(Bu hikmetin anlatıldığı
mecliste Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz
ihvândan ism-i hakikîleri verilmeyenlere ism-i ezeliyyelerinin iş’âr olunacağı (açıklanacağı) beyân buyrulmuştur.)
(BURKAY
Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları,
1995-2010, c. I, s. 17)
Ali Usta,
Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz Efendiye;
“Senin
de bir hassan yok mu Şeyhim?” dedim.
“Var,” dedi.
“Nakşibendî
meclislerine, bizi anarak diz çökmüş herkese şefaat etmek; ikincisi çocuklara
Levh-i Mahfuz’da kayıtlı olan isimlerini vermek; üçüncüsü bana ait olan
müridanın ömrünü eksik veya ziyade etmek yetkileri, bana verilmiştir.” (Ali
Usta’nın Hatıraları)
[117] Nisa,78; “Her
şey Allah katındandır.”
[118] Doğru ( hakiki )
nesebe (soya) göre kazanmak suretiyle
[119] Kamunun
tamamının bağlılık ve îtimâdını bildirmesi
[120] Zor kullanarak
üstün gelmek
[121] Birinin yerine
geçmek, halef olmak
[122] Bakara, 216
[123] Ahmed Tahir
Marâşî şu şekilde söylerdi. (Allah benimle, kedinin fare ile oynadığı gibi
oynar; şeklindedir. Oynar oynar sonra ne yapar?... yer).
[124] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Ey sıkıntı, şiddetlen, açılırsın.” Şihâbu’l Ahbâr,
495
[125] Allah Teâlâ ve
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem tarfından görevlidirler.
[126] Mürşid-i Kâmil Şeyh Şerâfeddin
Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
Silsile-i
Meşâyih-i Nakşibendiyye’den olan Yâkub-ul Çerhî Hazretleri, bundan sekiz yüz
sene kadar evvel yaşamıştır. Ailesi tartından kırk sene mütemâdiyen eziyet ve
tenkitlere hedef olmuştur. Ailesi, daima,
‘papaz, kâfir adam’ diye eziyet ederdi.
Mübârek zât da ona hiç mukâbelede bulunmazdı. Daimâ iyilikle mükâfâtlandırır ve
bu hâl ile vakit geçirirdi.
Bir gün
âilesi, “ben bu adamla geçinemeyeceğim”, diye kendisine zehir verdi.
Hazret de zehiri bilerek içti. Yarım saat sonra, vefatına yakın Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimizin yüz yirmi dört bin enbiyâ-ı izâm
hazerâtı ile birlikte teşrîf ettiklerini gördü. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz:
“Yâ Yâkub! Rabbü’l-Âlemîn’den murâdın var
ise dile, bizler de âmin diyeceğiz” buyurdu. Yâkub Hazretleri de:
“Yâ Râb! Kendi hakkımda bir isteğim yoktur,
hâcetim yoktur. Bana eziyet ettiği ve hakârette bulunması ve hattâ ölümüme kastetmesi
sebebi ile imânsız gidecek olan hâtunun affını dilerim” demesi ile kabul
cevâbını alınca:
“Yâ Râb! Bu inâyetin azdır. Bana ihsân
ettiğin kırk senelik kutupluk inâyetini ve rütbeyi o hâtûna da ihsân
buyurmadıkça kabul etmem. Oha kutupluk pâye ve makâmını ihsân et ki, yüzbinlerce
kullarını hidâyete eriştirsin” demesi ile buna da muvâfık cevap aldı.
O saatte
âilesinin kalbi açılıp, kendisinin ebedî cehennemlik ve imansız surette âhirete
intikâl edeceğini ve kocasının duâsı ile kurtulduğu ve bu kadar mânevî ihsânâta
onun yüzünden maruz kaldığını görünce, mahcûbiyetinden,
“Ben buna ne
yaptım, bu bana ne ihsân etti. Bu sırrın hikmetini kimse bilmeyip, eceliyle
öldü sanacaklar” diye türlü
türlü mülâhazalar sebebi ile kalbi parça parça oldu ve kocasından evvel vefât
etti.
Bu sırrın ve
hikmetin hakîkatını hiç kimse bilmeyip, karı ve kocayı beraber defnettiler.
Bir kaç gün sonra Hazret’in hulefâları kabrini ziyâret ettiler.
“Yâ Hazret-i Üstâd! Kırk sene kutupluk
makâmında vâzife gördünüz, yüzbinlerle ümmeti hidâyete sevkettiniz. Cenâb-ı
Hakk bu müddet içinde ne gibi amelinizden râzı oldu? Bizlere tavsiye et de, ona
göre amelde bulunalım” demeleri ile hâtıf üzere:
“Evlatlarım! Kırk sene kutupluk ve mürşidlik
yaptım, bu kadar ümmeti hidâyete sevk ettim, bu amellerden dolayı Cenâb-ı Hakk
(celle celâlühü) bana nazar-ı iltifâtta bulunmadı. Şayet kâtil, acûze âilemi
affetmemiş olsaydım, bu kutupluk ve mürşidlikten azl olunup, cehenneme müstehak
olacaktım. Aman evlatlarım en büyük tavsiyem, mazarratta gayr-ı tahammül (kötülüklere
tahammülsüzlük), kötülük edene
iyilikten başka, Allah (celle celâlühü) ibâdeti kabul etmiyor Kötülük edene
iyilik yapmayan kimse kırk sene Ravza-i Mutahhara’da, kırk sene de Beyt-i
Şerîf’te dünya kelâmı söylemeden ibâdette bulunsa, melekler adedince sevâplar
işlese ve binlerce hacc-ı şerîf edâ etse, Allah Teâlâ kabul etmiyor. Sebebi
ise; kötülük gördüğünüz kimsenin kalbini kırmaktır. Şayet iyilik yapılmazsa, o
kimse de (kızgınlığından,
câhilliğinden) “Allah, nâ mevcuddur = yani Allah yoktur” diye, nefis
ve şehvete mahkûm oluyor. Kalp kıran kimsenin günahı, Beytullah ile Ravza-i
Mutahhara'yı yıkmaktan ve zinâ ve türlü türlü fenâlık yapmaktan daha ziyâde
olduğu hususunda saâdât ve evliyâ-i kirâmın ittifâkı vardır. Bunun affında
evliyâ âcizdir. Mahzâ, Allah’ın merhametine kalıyor.”
Bir kimse gadap (öfke) geldiğinde, beş dakika
sabredip karşısındakini affederek, iyilikle mukâbelede bulunsa, Hazret-i
Âdem’den şimdiye kadar ne kadar insanın ibâdeti varsa, onların, sevâba müstahak
kabul edilmiş amelleri miktârınca, Cenâb-ı Hakk (celle celâlühü) ona sevâp
verir. “Sâbirînlere (sabredenlere) bi-gayr-i hesâb (hesabsız)
ecir
(sevâb)
vereceğim”
diyor. Bu sebeple sizlere tavsiyem ve son vasiyetim, bu meseleye gâyet ehemmiyet
vererek mücâhedede olmanızı Cenâb-ı Hakk’tan temenni ederim.
[127] Âl-i İmran, 9; “Rabbimiz!
Doğrusu geleceği şüphe götürmeyen günde, insanları toplayacak olan sensin.
Şüphesiz Allah verdiği sözden caymaz.”
[128] Hayatı ve geniş
bilgi için bkz: Ahmed Yüksel ÖZEMRE, Üsküdar'ın Üç Sırlı’sı, 3. baskısı
Kubbealtı Neşriyât, 112 sayfa, İstanbul 2007.
[129] "Fâtih Türbedârı" diye
mâruf Ahmed Amiş Efendi'yi, Eyüb Nişancası'ndaki Şeyh Murad Buhârî
Dergâhı'nın zamanının "Melâmî Kutbu" olarak
tanınan şeyhi ve Hazret-i Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin 32. göbekten torunu Seyyid Abdülkâdir
Belhî'nin (1839-15.03.1923); ve zamanının Gavs'ı olduğu söylenen, ama fevkalâde
sırlı bir zât olduğu için tekke literatürüne geçmemiş olan Nakşî Mehmed Sâbit Efendi'nin (?-8 Şubat 1920) sohbet ve nazarlarına
mazhar olan Eşref Efendi'nin bu insân-ı Kâmil'lerin nezdinde kadir
ve kıymetinin pek yüksek olmuş olduğu rivâyet edilirdi. Gençliğinde bir hanıma
âşık olduğu, ama feyizlerine mazhar olduğu mubârek zevâtın kendisinin bu
hanımla evlenmesine destur vermemiş oldukları da rivâyet edilmekteydi. (Ahmed Yüksel
ÖZEMRE, Üsküdar'ın Üç Sırlı’sı, 3. baskısı Kubbealtı Neşriyât, 112
sayfa, İstanbul 2007, s.18)
[130] Zamanla hallerin
adileşeceği bildiriliyor.
[131] Nezafet;
temizlik-gösteriş
Burada
bahsedilen şeriatın emretmediği temizlik bile olsa şerrinden Allah Teâlâ’ya
sığınırım.
[132] Kibirden
kurtulmak terakkinin kendisidir.
[133] Hicr, 99
[134] Abdülgani bin
İsmail En Nablusi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz; 1670-1730 yılları arasında
yaşamış olup kabirleri Şam'da bulunmaktadır. Sultan'ın 194 adet eseri
bilinmektedir. Ukud ül-lû'lüiyye fı Tarik is sadet il Mevleviye adlı eserin
sahibi olup Müstekimzade Süleyman Saadet tarafından tercüme edilen eseri Ankara
Milli Kütüphane'de HK Mf 1994 - 292 kayıt no ile bulunmaktadır.
[135] يا دنيا اخدمنى من خدمني و تعبني يا دنيا من خدمك
“Ey dünya bana hizmet edene sende hizmet et. Ve ey dünya sana
hizmet edeni bitkin düşür.” (Şihâbü’l Ahbâr, 876)
[136] Ahmed Amîş
Efendi “Bize hizmet edene de dünya hizmet eder”
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah Teâlâ’nın sultanına ihanet edene Allah Teâlâ’da ihanet
eder, Allah Teâlâ’nın sultanına ikram edene Allah Teâlâ da ikram eder.” Şihâbu’l Ahbar,
294; A. Hanbel Müsned, V-42-49
[137] “Allah Teâlâ
cennette Rahman Sûresi’ni okuyacaktır.” (Hadis)
Ahmed
Amîş Efendi’mizin kabri saadetleri ziyaret eden müridânı bir okuyuş usulü
vardır. Diğer kabir ehlinin
büyüklerinden yardım isteyenler ve ziyaret edenler bu usûlu uygulamaları
uygundur. Bu okuyuş usulü Ahmed Amîş Efendi’nin terkibidir.
Fatiha Sûresi
Bakara, 284-286. ayetler
Tevbe, 128-189. ayetler
Enbiya, 104-107. ayetler
Nur, 35. ayet
Şura, 23. ayet
Necm, 1-9. ayetler
Rahman Sûresi
Vâkia, 83-96. ayetler
Haşr, 21-24. ayetler
İhlâs Sûresi, (3 defa)
Fatiha Sûresi
[138] Zümer, 7 “ De
ki: “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.”
[139] En’âm, 82; “Onlar
doğru yoldadırlar.”
[140]Bakara, 262; “Onlara
korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.”
[141] İsrâ, 65; “Doğrusu
Benim mümin kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin olamaz. Rabbin vekil olarak
yeter.”
[142] Bakara, 31 “
Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti,”
[143] Mutaffifin,
15-16; “Hayır; doğrusu onlar o gün, Rablerinden yoksun kalacaklardır. Sonra
onlar, şüphesiz, cehenneme gireceklerdir.”
[144] “Ancak Allah
Teâlâ’nın inayeti ile günah işlenir ve ancak Allah Teâlâ’nın muvaffak kılması
ile Allah Teâlâ’ya taate güç yeter.”
[145] Bkz: Futuhat-ı
Mekkiyede açıklaması vardır. İsmail Fenni, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabî, İnsan
Yay. İstanbul, 1991
[146] Mürşidin elinin
içini öpmek levhi mahfuzu öpmektir, derler.
[147] Bu suretle bu
işin zamanla, fakat zorlamakla değil, ancak Allah Teâlâ’nın takdiri ve
iradesiyle olacağını anlatmak istemiştir.
[148] İnsan, Kur’ân-ı
Kerim’i okumaya, arkadaşıyla sohbet etmeye ve Allah Teâlâ ile konuşmaya doyamaz.
[149] Her taşın ve
ağacın altında Allah Teâlâ’yı zikredin.
[150] Şûra, 23; “Ey
Muhammed! De ki: Ben sizden buna karşı, yakınlara sevgiden başka bir ücret istemem.”
[151] Bu söz Ebû Tâlib
radiyallâhü anh’e aittir. Çünkü imanını açıklayınca sorun çıkacağından bu şekil
ifadelere mecbur kalıyordu. (Hazırlayan)
[152] Albert Einstein
(14 Mart 1879 - 18 Nisan 1955), Yahudi asıllı Alman teorik fizikçi. Dilini çıkarmış
olduğu fotoğrafından çıkarmamız gereken çok manalar var demektir.
[153] “Ey iman
edenler! Allah'ın ve Resûlünün önüne geçmeyin. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah
işitendir, bilendir.” (Hucurat, 1)
[154] (Hûd, 46), “
Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme.”
[155] Argoda “tenasül
uzvu”
[156] Nûr, 37;
“Bunları ne ticaret, ne de alış veriş Allah 'ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât
vermekten alıkoyar.
[157] Albay Mehmet
Hilmi Şanlıtop, 1884 yılının başlarında Manastır'ın Kınalı Köyü'nde,
kendisini bekleyen uzun ve zorlu yaşamdan habersiz dünyaya gözlerini açtı.
Doğduğu yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu artık gücünü iyice yitirmiş, askeri ve
siyasi yönden çıkmaza girmiş durumdaydı. Türk milletinin içine düştüğü bu
durumdan çıkabilmesi için vatansever gençlerden başka umudu yoktu.
Manastırlı Mehmet
Hilmi de, öncelikle vatan ve millet için çalışmayı kendine ilke edinerek
askerlik mesleğini seçti. 1905'te Harbiye Mektebi'nden mezun olunca
Çanakkale'ye tayini çıktı. 1911'de katıldığı İtalyan Harbi, yıllar boyu sürecek
'cepheden cepheye bir ömür' döneminin birinci adımı oldu. 1912 yılında
Balkan Savaşı'nda ilk madalyasını aldı. Mecidiye Bataryası Grup Komutanı olarak
katıldığı Çanakkale Savaşı sonrası, belki de bütün mücadeleyi etkileyen
başarısından dolayı, biri Sultan Reşat'tan, ikisi Almanlardan olmak üzere üç
madalya daha kazandı. 30 Ekim 1918'de imzalanan Mondros Mütarekesi'nin ardından
yabancı güçlerin etkisiyle bir süre rütbeleri sökülmüş ve maaşı kesilmiş bir
sivil olarak geçim derdine düştü. Zorunlu bir aradan sonra Doğu Çephesi'nde başlayan
yeni dönemle birlikte önce Binbaşı olmanın, ardından “Kırmızı Şeritli
İstiklâl Madalyası” kazanmanın onurunu yaşadı.
Kabir Baştaşında
şu ibareler yazılıdır.
18
Mart 1915 Çanakkale
Harbinde Fransız Büve (Bouvet) Zırhlısını Batırıp Diğerlerini Kaçmaya Mecbur
Ederek Deniz Zaferini Kazanan Mecidiye Bataryasının Kahraman Komutanı Tarikatı
Şabaniye Piranından Fatih Türbedârı Ahmed Amîş Efendinin Hülefa-İ Bendegânından
Emekli Albay Manastırlı Mehmet Hilmi ŞANLITOP Ruhu İçin Fatiha
22
Nisan (Pazartesi) 1946
20
Cemaziyelevvel 1365
FRANSIZ BÜVE (BOUVET) ZIRHLISININ
BATIŞ HİKAYESİ
Mecidiye tabyası
Çanakkale'nin tam karşısında, Kilitbahir'deki tabyalardan biriydi. Alçak bir
tepenin üstündeydi. Az ilersinde Hamidiye Tabyası; önünde, deniz düzeyinde
Namazgâh tabyası vardı.
Ahmed Amîş
Efendi’nin ihvanı Komutanı Yüzbaşı Hilmi Şanlıtop, işinin ustası,
çalışkan, öğretmen ruhlu, yurtsever, sakin bir askerdi.
Balkan Savaşı'nı
görmüş, kepazeliği yaşamıştı. İyi eğitilmemiş, disinlinsiz, bilinçsiz, bilgisiz
askerin ne kadar kolay bozulduğuna, sürüye döndüğüne, utanılacak kadar
bencilleştiğine tanık olmuştu. Hurafeciliğin halkı ilkelleştirdiğini biliyordu.
Bu nedenle askerlerini her fırsattan yararlanarak aydınlatıyor, eğitiyor,
onları iyi, uyanık, yurtsever, bilinçli asker yapmaya çalışıyordu.
Bu sabah
Müstahkem Mevki alarm verince mürettebat üç dakikada topbaşı yapmıştı. Kaç zamandır
buna çalışıyorlardı. Ama bugüne kadar hiç öylesine hızlı olmayı
başaramamışlardı.
Hilmi Bey hepsine
teşekkür etti, yardımcısı Teğmen Fahriye de usulca, “Bugün akşam yemeğine
irmik helvası ekleyelim..” dedi, “..hak etti çocuklar.”
Cebinden para
vererek gereken malzemeyi aldırmasını rica etti.
Türk ordusunda
karavana çok sadeydi. Fazlasına devletin gücü yetmiyordu. Asker hiç şikâyetçi
olmaz, bu kadar verebilen devletine dua ederek karnını doyururdu.
İrmik helvası
büyük olaydı.
Rumeli Mecidiyesi
Komutanı Yüzbaşı Hilmi Şanlıtop subaylarını, yeni gelen subay adaylarını ve
askerleri topladı. Son bir konuşma yaptı:
“Kardeşlerim,
çocuklarım!
Bu
savaş çok önemli. Burada yenilgi başka yenilgilere benzemez. Devletimiz
yıkılır. Savaş çok sert geçecek. Düşman güçlü. Ama biz de çok kararlıyız. Çünkü
vatanımızı savunacağız. İçinizde kendine güvenemeyen varsa, söylesin, değiştireyim.
Savaş sırasında kimse yaralı ve şehitlerle uğraşmayacak. Ben ölürsem üzerime
basıp geçin, işinize bakın. Yaralanırsam yine önem vermeyin. Ben de böyle
yapacağım. Şehit olacaklar ve yaralanacakların yerini alacak olanlar
belirlenmiştir. Başka bir şeyle ilgilenmeden görevinizi yerine getirin.”
Ölmeden savaşmayı
bırakmayacaklarına yemin ettiler.
Yüzbaşı Hilmi
Şanlıtop gözüne, Erenköy Koyuna çekilmeye çalışan Bouvet zırhlısını kestirdi. SON
MERMİ ONA ATILDI. Kıl payı boşa gitti. Yüzbaşı geminin uzaklığını çok iyi
hesaplamıştı.
Ah, birkaç mermi
daha olsaydı!
Ama mermi taşıyan
vagoncuk parçalanmış, rayı dağılmıştı. Bu topun mermileri onlarsız taşınamayacak
kadar ağırdı. Topun çaresiz kalışı sıra eri Edremitli Seyit'in içine dokundu.
Cephaneliğe koştu. 275 kilo ağırlığındaki dev mermi, rayın tahrip olması
yüzünden cephaneliğin kapısında, kaldıraca bağlı, havada duruyordu. Daha önce
215 kiloluk mermileri kaldırmışlardı. Seyit bu güvenle, mermiyi işaret etti:
“Sırtıma
verin!”
Cephaneciler, “Bunu
taşıyamazsın Seyit!” dediler.
Taşıyamazsın ne demekti?
Şu canavara benzeyen gemi kurtulacak mıydı? Top boynu bükük mü kalacaktı? Savaş
heyecanı içindeydi. Sağda solda mermiler patlıyor, üzerlerine taş toprak
yağıyor, yüzlerine patlayışların çakıntıları yansıyor, biri vecde gelmiş
gözlerinden ip gibi yaş akarak ezan okuyordu. Seyit'in içi dolup taştı.
Bağırdı:
“Siz
verin! Haydi, çabuk!”
“Hay
çılgın!”
Koca
mermiyi usul usul Seyit'in sırtına indirdiler. Mermiyle birlikte yere
kapaklanır diye mermiyi kaldıracın askılarından ayırmadılar. Seyit iki eliyle, anasını
kucaklar gibi mermiyi kavradı. Tarttı. Kemikleri zangırdadı, eklemleri ezildi,
dizleri titredi. Zorlukla da olsa ayakta durabildi. Mermiyi çözdüler. Damarları
çatlıyordu. Burnundan kan boşandı. Besmele çekip yürüdü, geç kalıyordu,
hızlandı. Mermiyi topun asansörüne yerleştirdi.
Deli Mustafa ile Deli İbrahim
bile bir olağanüstülüğe tanık olduklarını anlayarak bir köşeye sinip
nefeslerini tutmuşlardı. Kanayan burnunu koluna silerek koşa koşa geri döndü.
Cephanecilere de güven gelmişti. Mahzenden bir mermi daha çıkardılar. O mermiyi
de sırtlayıp koşar adım asansöre ulaştırdı. Üçüncü mermi ağır geldi. Güçlükle,
dizleri çözüle çözüle taşıdı, mermiyi topun asansörüne koydu, oraya çöktü. İlk mermi
geminin kulesini yaralamıştı. İkinci mermi baş taretini parçaladı. Sırada son
mermi vardı. Dualarla uğurlandı.
Son
mermi Bouvet'nin su kesiminin biraz altına isabet etti.
Gövdesinin alt kısmında büyük bir yara açılmış olmalı ki dev gemi ânında yana
yattı.
Mecidiye
mürettebatı sevinç sarhoşu oldu. Deli Mustafa ile İbrahim gerçekten delirdiler.
Kader Bouvet'nin
ağır ağır batmasını uygun görmedi. Gemi Karanlık Limana kayıyordu. Orada
Nusrat'ın hâlâ keşfedilmemiş 18 mayını vardı. O kutlu suyun derinliğinde kuzu
kuzu yatmaktaydılar.
Sürüklenen
Bouvet'nin yaralı gövdesi bunlardan birine değdi. Göğü çatlatacak şiddette bir
patlama oldu. Havaya kızıl bir duman yükseldi. 45 denizci denize döküldü. Gemi
ancak iki dakika su üzerinde kalabildi, birdenbire alabora oldu, Kaptan Rageot,
20 subay ve 600 erle birlikte batıp gözden kayboldu.
Saat 14.10'u
gösteriyordu.
Bouvet'nin
battığını gören çakılı, gezgin, sahte bataryaların mürettebatı, gözcüler,
subaylar, erler açığa çıktılar, sevinçleri yüreklerine sığmıyordu, binlerce
ağızdan gök gürültüsü gibi bir sevinç haykırışı, bir şükran çığlığı yükseldi:
“Allah-ü
ekber!”
Yorgun gazilere
yeni bir can geldi.
Sağ kalanları
kurtarmak için torpidobotlar olay yerine üşüşmüşlerdi.
Not: Edremitli
Mehmet oğlu Seyit konusu ilginç bir konu. Güya bütün tabyanın subayları, erleri
şehit olmuş ve ağır yaralanmış, Seyit ile bir arkadaşı sağ kalmışlar. Bir
bakıyorlar ki bir zırhlı -yüzlerce mayına rağmen- Boğaz'ı geçmiş, İstanbul'a
doğru gidiyor. Gidebilse yenilmiş olacakmışız. Allah Teâlâ’dan Seyit bu gemiyi
vurmaya karar veriyor. 275 kiloluk mermiyi arkadaşının yardımı ile sırtlıyor,
merdivenle topa çıkıyor, 275 kiloluk mermiyi topa yerleştiriyor, topçu
subayların birkaç yılda öğrendikleri hesapları yapmadan, nasıl yapacak ki, okur
yazar bile değil, dev topu çalıştırıp nişanlıyor, gemiye ateş ediyor, bu işlemi
ardarda üç kez yapıyor, üçüncüde sapanla kuş vurur gibi gemiyi vuruyor, bu
nedenle gemi Boğazı geçemiyor, sonuç olarak 18 Mart zaferini kazanıyoruz.
Abartıla abartıla, akıl dışı ayrıntılar eklene eklene, böyle komikleştirilmiş,
hurafeleştilmiş bir olay. Rahmetli Seyit'in anısına da, gerçeğe de, topçuluk
bilimine de saygısızlık.
Bataryadakilerin
toptan şehit olduğu ve ağır yaralandığı doğru değil. Her yazan, olayı biraz
değiştiriyor, Seyit'e türlü türlü kitabi nutuklar attırılıyor. Seyit'in kuş
gibi vurduğu geminin adı da aynı kalmıyor, değişiyor. Kısacası hurafeci kafası
bu güzel olayı da bir masala çeviriyor.
(Turgut
Özakman diyor ki:)
Bu konuda en doğru tanık Seyit'in komutanı Hilmi Şanlıtop olabilir. Ben Seyit
olayı hakkında Hilmi Şanlıtop'un anılarında verdiği küçük bilgileri esas aldım.
Konuyu, olayların akışını, mekânı ve kişileri dikkate alarak hikâyeleştirdim.
Tabii bu da, esası doğru olmakla birlikte, ayrıntıları bakımından gerçeğin
gölgesidir.
Mehmet
oğlu Seyit Edremit/Havranın Çamlık (Manastır) köyündendir. Bu olayı duyan Ordu
Foto Merkezi 275 kiloluk mermiyi kaldırırken fotoğrafım çekmek ister ama
psikolojik şartlar değişmiştir, Seyit mermiyi kaldıramaz, ya merminin içi
boşaltılır, ya benzeri yapılır, böylece çekilen fotoğraf basına verilir.
Müstahkem Mevki Komutanlığınca onbaşı yapılır.
Onbaşı
Seyit Çabuk soyadını almış, 1939 yılında ölmüştür (Kaynak: İsmail Bilgin,
Çanakkale Destanı, s.97).
Bazı
kitaplarda Atatürk'ün 1936 yılında Edremit'e/Balıkesir'e geldiği, Seyit'i
buldurup konuştuğu yazılıyor (Bir örnek: M. Turan, Destanlaşan Çanakkale,
s.102). Atatürk, yalnız 1936 yılında değil,
1935 ve 1937 yıllarında da
Edremit'e/Balıkesir'e gelmemiş, Seyit'le görüşmemiştir (U. Kocatürk, Kaynakçalı
Atatürk Günlüğü). Biri bir masal uyduruyor, her masalı denetlemeden kabul
etmeye hazır masalcı kalemler de kapışıp yayıyorlar.
(Geniş Bilgi için
bkz: Gazanfer ŞANLITOP, Çanakkale Geçilemedi,
Yüzbaşı Mehmet Hilmi, Goa Y., İstanbul, 2006; Turgut ÖZAKMAN, DİRİLİŞ Çanakkale
1915, Mart 2008)
“Bouve”’nin
700 kişilik mürettebatından sadece 50 kişinin kurtulduğu bildirildi.” şeklinde haberler verilmiştir. (Ruskoe
Slovo, 20 Mart 1915)
“Boğazda
batan Fransız gemisi Bouve’den yaralı olarak kurtulan az sayıdaki Fransız
askerinden biri şöyle anlatıyor; “Gemi
bütün hızı ile boğazda ilerliyordu. Biz Türklerin Hamidiye bataryasını top
ateşine tutuyorduk. Türklerde bize ateş ediyorlardı ki gemide bazı patlamalar
oldu. Komutanımız geminin yönünü
değiştirmek için emir verdi ve gemi manevra yaparken çok büyük bir patlama daha
oldu ve gemi hızla batmaya başladı. Ne olduğunu anlayamadan birçok arkadaşımız
sulara gömüldü.” (Novoe Vremya, 23 Mart; Mehmet Ali BİNGÖL; Rus Kaynaklarına
Göre Çanakkale Savaşı, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü Atatürk İlkeleri Ve İnkılâp Tarihi Anabilimdalı, Yüksek Lisans Tezi /
209904, İstanbul -2006)
[158] “Allah Teâla kıyamet günü,
kimsenin hatırına gelmeyecek şekilde büyük umûmî bir af ilan edecek, hatta
şeytan bile bu aftan kendisine bir şey isabet eder mi diye ümitlenecektir.” Irâkî, IV,151; İhyâ, IV,151.
[159]
[160] Nimete şükür,
vereni görmektir.
[161] Nebiler ve Allah
Teâlâ dostları teslim-i ruh ettikleri mekânda sırlanırlar. Bu nedenle makam
denilen yerlerde bu sırlar vardır.
[162] (Mustafa Ozeren
Efendimizden; “Ya yol verir, ya vermez” ilavesi vardır). (Halil
Efendinin çeşitli hallerini gören Mehmet Efendi “Halil sen bana Efendi’den daha
ileri geliyorsun dermiş, onun üzerine yukarıdaki kelâm zuhur etmiş - Ahmed Erdem).
[163] Kaderine,
nasibine nazar edilir.
[164] EVLİYANIN
TASARRUFU
Mürşid-i
Kâmil Şeyh Şerâfeddin Bingöl kaddesellâhü sırrahu’l azîz anlattı.
[Bedîü'r-Reyhân
da bilcümle ricallere vekâleten buyurdu ki:
-”Yâ
İbrahim Halîlallâh, Ümmet-i Muhammed'den bir kimse 124 bin günâh-ı kebâir
işlese ve tevbe ve istiğfar etmeden ölse, birimizin şehâdeti üzerine, Cenab-ı
Hakk onu af buyurup, gufrân-ı İlâhiyyesine mazhar kılar, ikinci defaki
şehâdetimizle, onun seyyiâtı hasenata tebdîl olur. Bizlerin münâcâtı üzerine,
Ümmet-i Muhammed'in üzerinde ne kadar hukuku İlâhî ve hukuku ibâd varsa,
cümlesi affa mazhar olurlar. Bu hakîkat ilmi, şerîatın zahiri ile ölçülemez.
Bu, ilm-i hakîkata mahsûs sır bir ilimdir.”
“Cenab-ı
Hakk fıtrat-ı İslâm'ın ihtiyarını da bizlere ihsan buyurmuştur. Bu inayet,
zamanın fetreti sebebi ile Cenab-ı Hakk Teâlâ'nın kullarına olan merhameti ve
Muhammed aleyhisselâmın ümmetine olan şefkat ve harîsliğı sebebi ile onların
âdâ-i erbaa’ya (yani dört düşmana) esir oldukları bir zamanda bize bu selâhiyet
verilmiştir” dedi. Ve âhir zamandan bahis ile devamla buyurdu
ki:
-”Bu
zamanda maddî fen ve terakkî sayesinde bir sürü insanlar faydalar görüyorlar.
Zamana göre maddî ve manevî ilimleri Cenab-ı Hakk kullarına ihsan etmektedir.
Bizlerden sonra gelecek evliyalar da, insanlar gibi dâima terakkî edip, ne gibi
fen ve icâdlarda bulunacaklardır. Evliyalar da dâima terakkî edeceklerdir.
Terakkî nisbetinde merhamet-i ilâhî olup, kulları affa vesîle kılacak
evliyalara da selâhiyet verilecekdir. BİZLERDEN SONRA GELECEK RİCALLERE BİZ DE
MUHTAÇ KALACAĞIZ. Bu zamanlar Cenab-ı Hakk Teâlâ'nın, cemâl tecellîsini mutlak
olarak ihsan buyurmasından, bu merhamet sayesinde Rasûlüllâh'ın has ümmet
ricallerine bu kuvveti ihsan buyuruyor. Fıtrat-ı İslâm'ın ihtiyarını bizlere vermiştir.
Bunun mânâsı şerîatla ölçülmez. Bu sır hakîkat ilminden bir sırdır. Ümmet-i
davet olanlara da şumûlü vardır. Hazreti Musa'nın fer'inden kelâmına sebep,
ihvanımızdan İbrahimü'l-Ahzâb olmuştur. Bu zat, İbrahim aleyhisselâm nâra
(ateşe) atıldığında sabır, tefvîz, teslîm ve itlâkına sebep olmuştur. O
zatların kendi peygamberlik inayeti kâfî gelmedi. BU DA ÜMMET-İ MUHAMMED'İN SON
ZAMANLARINDA BULUNANLARA KISMETTİR. SAHÂBE-İ KİRAM DA, BU ZAMANDAKİ, CENAB-I
HAKK TEÂLÂ'NIN CEMÂL-İ MUTLAK TECELLÎSİNE METFUN VE ÂŞIKLARDI. BU ZAMANDA
BULUNMAKLIĞI ARZU ETTİLER” diye enbiyâlara Bedîü'r-Reyhân hazretleri
beyanâtta bulundu. ] (Kaynak: Hasan BURKAY, Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. -
Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları, 1995-2010, c. V, s. 24-25)
[165] “…(Allah)
size keder üstüne keder verdi ki, bundan dolayı gerek elinizden gidene, gerekse
başınıza gelenlere üzülmeyesiniz. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Al-i
İmrân, 153
[166] “İki âlemde
tasarruf ehlidir ruhu veli
Deme kim bu mürdedir, bunda nice derman ola
Ruh şimşiri Hudâ’dır ten gılaf olmuş ana
Dâhi âlâ kâr eder bir tığ kim üryân ola”
(Müfti-i’s-sakaleyn
Kemal Paşazâde)
[167] Bela Gerdan
(Belaları Defeden)
Bir
defa, Hâce Muhammed Behâüddin Nakşibend Hazretleri (kaddesellâhü sırrahu’l
azîz) buyurdu ki,
“Cenâb-ı Hak bana öyle bir ihsanda bulundu ki, benim aracılığım
ile belâlar kalkar. Belâya düşerseniz bana sığınınız. Arzularınıza kavuşursunuz.”
Beyt:
Yere yağmur gibi, belâlar yağsa,
Behâeddin onu defeder, Hakka.
(Kaynak:
Reşahat, haz: Süleyman Kuku,s.81)
[168] 1836'de Feht Ali
Şah'ın yaklaşık 100 çocuğundan Muhammed Şah tahta çıkmıştır. Bu dönemde
Britanya güneyden İran'ı yarı sömürgesi yapmaya başlamıştır.
İsmaililiğiin
önderi Ağa Han isyanı ettiyse de bastırılarak Hindistan'a sığınmıştır. 24 Mart
1844'de Seyyid Ali Muhammed vahiyin indiğini ve kendisinin gayba eden imam
olduğunu iddia ederek Babiliğini örgütlemeye başlamıştır. Babiler Kaçarların
siyasetini, mevcut Şiiliğini ve başta Rusya ve Britanya olmak üzere
Avrupalıların sömürgeciliklerini eleştirmiştir.
1848'de
Muhammed Şah öldüğünde Babiler isyan etmiş ve Nasreddin Şah Rusya'nın
yardımıyla Babileri bastırmaya çalışmıştır. Babileri bastırmakla başarılı olan
sadırazam Emir Kabir İran'ın ıslahatını başlatmış ancak 1852'de Nasreddin
Şah tarafından öldürülünce ıslahat hareketi de sona ermiştir.
1870'da
Kacar Hanedanının ekonomisi ifras etmiş ve Avrupalı yatırımcılara ekonomik
ayrıcalık haklarını vermeye başlamıştır. Böylece İran, Rusya ve Britanya'nın
yarı sömürgesi haline gelmiş ve dünya ekonomisinin de parçası olup dışarıdan ucuz
malları girdikleri için İran'ın ekonomik gücü zayıflamıştır.
Britanya'ya
gizlice tütün üretimi ve satışının 50 yıllık hakkını tekel olarak verilmiştir.
1890'de İstanbul'da çıkan Akhtar gazetesi tarafından bu ortaya çıkarılınca
İran'da ulemalar ve bazariler 'Tütün Kıyamı' adlı protesto hareketini başlatmış
ve Kacar Hanedanı tütün ile ilgili ayrıcalık haklarını Britanya'dan geri
almıştır.
[169] Kalbin manevi
yolculuk için kabiliyet kazanması.
[170] Müncer:
dayanmak, nihayet bulmak; bir tarafa çekilmek, sürüklenme, sona eren, neticelenen.
[171] Duhâ, 5; “Tâ
razı oluncaya kadar vereceğim.”
[172] Üstâd Abdülâziz Mecdî Efendi bunu naklederken, buyururlardı ki:
“Peygambelere vahiy,
velîlere ilham vaki olacağı zaman, onlara bir sallanma, bir titreme ârız olur.
Bu hâdise; Allah denilen o küllî kudretin o anda bir nebi veya velide hususî ve
fazlı bir mahiyette tecellisinden, galebe-i zuhurundan ileri gelir. Tecellî
vaki olmadan, titreme ve sallanmaya tevacüt denilir ki bu, biraz da
sun’îdir. Tam tecelli haline vecd, tecelliden sonraki hale vücud, yani varlık
denilir. İşte tarif edilemeyen hal de budur. Tarif edilemez demek, o hal
kendisinde tahakkuk edemeyenlere anlatılamaz, demektir.”
[173] Kutsi bir
hadiste şöyle denilir: “Ben kulumun zannı üzereyim.” Belki hiçbir hadis
sûfîlerin Tanrı tasavvurunun teşekkülünde bunun kadar etkili olmamıştır. Vâkıa,
ilk dönemlerden itibaren sûfîler,
insan inancının Tanrı tasavvurunda etkin olduğunu kabulde görüş
birliğine varmışlardır. Bu durum, bir anlamda, “Sayısız Tanrı tasavvurunun imkânı”nı
kabul demektir. Başka bir hadiste ise, Tanrı’nın kıyâmet günü kullarına tecelli
edeceği ve ancak inançlarındaki sûretlere göre tecelli ettiğinde O’nu “Rab”
kabul edebilecekleri belirtilir.
Bu ve benzeri rivayetler, sûfîlerin “ilâh-ı mu’tekad” diye
isimlendirdikleri Tanrı tasavvurunun genel çerçevesini belirlemiş, İbnü'l-
Arabî konuyu en geniş anlamda ele almış ve varlık görüşünün odağına bu terimi
yerleştirmiştir. İlâh-ı mu’tekad, İbnü'l-Arabî’nin “Tanrı ve insan ilişkileri”
görüşündeki ana kavramlardan birisidir. Bu bağlamda konuyla ilgili pek çok
terim kullanır ki, bunlara ilâh-ı mahlûk [yaratılmış ilâh], ilâh-ı mec’ûl
[yaratılmış ilâh], el-Hakku’l- itikadî
[inanca bağlı Hak],
el-Hakku’l-mu’tekad fi’l-kalb
[kalpte inanılmış Hak], el-Hakku’l-mahlûk
veya el-Hakku’l- mahlûk fi’l-mu’tekad [inançta yaratılmış Hak] terimlerini
örnek verebiliriz. En genel tanımıyla “inanılan ilâh (ilâh-ı mu’tekad)”, kulun
akıl veya taklit gücünün yaratıp kalbine sığdırdığı Hak sûreti’dir.
İbnü'l-Arabî’nin tanımlamasıyla “Kulun kendi düşüncesiyle veya taklit ederek
kalbinde yarattığı Hak, inanılan
ilâh’tır.” (Bkz. İbnü'l-Arabî, Fusûsu'l-Hikem, 225 (tah. E. A. Afîfî, ).
İnanılan Tanrı’yı
ortaya çıkartan şey, her insanın Rabbine dair bir fikrinin bulunması gereğidir
ve insan ancak bu tasavvura göre Allah’a yönelir ve onda Rabbini arar. Bu
yönüyle inanılan Tanrı’nın sayısı, inanç sahiplerinin sayısıyla artar.[5] İşte insan, taptığı ilâhının sûretini
yarattığında bu ilâh, başka bir ifâdeyle sûret, ilâh-ı mu’tekad diye isimlendirilir.
(Metin için bkz.
Abdülganî en-Nablûsî, Gerçek Varlık (çev. Ekrem Demirli, İz Yay. 2003) s. 89.
Terim hakkında
bkz. Suad el-Hâkim, el-Mu’cem, 87 vd; Ebu’l-Ala Afifi, Fusûsu'l-Hikem Okumaları
İçin Anahtar (çev. Ekrem Demirli, İz Yay. 2000), s. 54 vd. Vahdet-i vücûd ve
ilâh-ı mutekâd hakkında bkz. Abdülganî en- Nablûsî, Gerçek Varlık, 76 vd;
Konevî’de İlâh-ı mutekâd ve “sübjektif Tanrı” tasavvuru için bkz. Nihat Keklik,
Sadreddin Konevî’nin Felsefesinde Allah-Kainat ve İnsan, s. 51 vd.; Ekrem
Demirli, Sadreddin Konevî’de Mârifet ve Vücûd, s. 145 (doktora tezi, M. Ü. S.
B. E., 2003).
[174] ÂRİFİN MAHLÛKU OLUR MU?
Hâce Ubeydullah Ahrar (kaddesellâhü sırrahu’l azîz) buyurdular: “Bazı
âriflere, dilediğini halk etme [yaratabilme] kuvveti vermişlerdir. Ve hak
mahlûkuyla ârif mahlûkunun farkı, ârif onu hazarâttan (mertebelerden) birinde
isbat ettikçe ârifin mahlûku devamlı olur.”
Bu sözün açıklanmasında Mevlânâ Radıyyuddin Abdülgafûr buyurdular ki:
Ârif kendi mahlûkuna hissi ve şehâdî teveccühle yönelmiş olması lâzım
değildir. Belki o mevcûd şehâdinin hârici varlığının ibkasında [devam etmesinde]
hazreti misâlde o ârifin misâlî sûretinin teveccühü kâfîdir. Mâdem ki, ârifden
o mevcûd hissîye hazreti misâlde [misâl âlemindeki huzurda], yahut hazreti
şehâdette [dünyadaki beraberlikte] o teveccüh devam eder o mevcûd da hazreti
şehâdette [dünyâda] bâki olur. Ve o teveccüh kesildiği zaman, hemen o mevcûd da
tamamen ma‘dûm [yok] olur. Şunu da arz edelim ki, Mevlânâ Nizâmeddin Hâmuş
hazretlerinin Usameddin hakkında: “Zımnımda (içimde ) tuttum, hayat buldu.
Zımnımdan çıkardım, hemen düştü öldü” buyurdukları da bu kabîldendir. Bunun
hikmeti odur ki, sâlik seyr-i ilallahı tamamlayıp cem‘-ül cem‘ makamına vâsıl
olunca, zâtın tecellisine mazhar olur. Bu makamda bulunan velî kendisini, bütün
varlıklara işlemiş ve hepsinde kendini tedbîr sâhibi görür ve bütün varlıkları
kendinin a‘zası bilir. Ve eşyadan bir şey diğer bir şeye yaklaşsa, o veli o
şeyi kendine yakın görür. Hakk sübhânehünün zâtıyla kendi zâtını, sıfatıyla
kendi sıfatını ve fi‘iliyle kendi fi‘ilini bir görür zirâ o tevhîd deryasına
gark olmuş, vahdetten başkasını bilmez. Ve insanın tevhîd ve vuslatta bundan
a‘lâ [yüce] mertebesi olmaz. Bu müşâhadenin izâhı, mahlûk olan kulun hâlık
olması değildir. Yahud hâdisin [sonradan olan, yaratılan] kadîm olana bitişik
olması, yahud da kadîmin hadîse hulûl etmesi değildir. Allah Teâlâ bunlardan
çok yüksektir. Beyt:
Hulûl ve birleşme burada muhaldir,
Ki vahdetde ikilik ayn-ı dalâldir.
O hâlde böyle bir tecelliye mazhar olan her kâmil ferdin ma‘nevî her şey
ile ittihâdı [birleşmesi] olur. Ve her şeyle birleşmesi, her şeyle ayrı
olmasına gâlib olur. Taayyun mahbusu ve cismin ve cismânilerin bağı olmaz.
Tasarrufunun mahkûmu olmak bakımından kendinin taayyunu ile başkasının taayyunu
beraber olur. Teveccüh ettiği bütün şânlara hükmü câri olur. Bunlardan kimi,
bölünemeyen en küçük zaman kadar bir zamanda çeşitli yerlerde görünebilir. Kimi
Îsa meşhedli ve meşrebli olur da, bir ölüye Allah Teâlâ’nın izniyle kendi
hayatı ma‘deninden hayat verir. Velhâsıl bunlar bostan-ı ilâhînin bostan
bekçileridir. Meyvesiz bir insana nazar ve inayetleri olursa, onlara
kendilerinin semere [meyve] dolu hakîkatlarından bir hisse [nasîb] aşıla salar,
o vucûd meyve vermezken, yemiş vermeğe başlar ve her ölüye kendi hayatı
zımnından hayat verseler, dirilir. Mevlânâ Nizâmeddin hazretlerinin “zımnında
olmak” yahûd “zımnına almak” menkıbesi ve Hâce Ubeydullah hazretlerinin “ârifin
mahlûku olur” buyurdukları bu kabildendir. Lâkin edeb odur ki, böyle
yerlerde halkı ârife nisbet edip, Hak mahlûku mukabelesinde ârif mahlûku
denilmeye. Çünkü avam, sözlerin arasını bulamaz, birini diğeri zanneder de
yanılırlar. Hâlık olmak [yaratmak] Hak sübhânehü ve teâlâya mahsûstur. Bir
kulunu, ihsân ile hâlıklık (yaratıcılık) tecellisine mazhar etmekle, o kul
hâlık olmak lâzım gelmez. Nitekim Razzak Hak teâlâ iken bir kulunu rızık
dağıtıcı etmiştir. Kullarına rızkı onun yüzünden verir. O kulu, insanlara rızık
taksîm edicisi kılmakla Razzak olmak lâzım gelmez. Bu gibi sözlerin Allah
Teâlâ’dan başkasına kullanılması mecazdır. Lâkin Hakk Teâlâ bir kulunu bu kadar
kemâlâta mazhar ederse, onun da hakkını yitirmek revâ değildir. Her işin bir
kapısı vardır. Hakk Teâlâ’nın inâyetine mazhar olmanın yolu da, bir ârif kulun
nazarına erişmektir. (Kaynak: Reşahat, Süleyman Kuku,s.179 kaşife,18)
[175] Söyleyende
söyletende Allah Teâlâ’dır.
[176] Talak, 12 “Yedi
göğü ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah'tır, Allah'ın herşeye Kadir
olduğunu ve Allah'ın ilminin herşeyi kuşattığını bilmeniz için Allah'ın buyruğu
bunlar arasında iner durur.”
[177] Bir gün mübarek
parmakları ile enfiye alıp;
“Arif,
te bu zerreden bile hakkı sima eder rüzgâr iniltisi, kapı gıcırtısı, sinek
vızıltısı hep Hakdır.”
[178] Sonradan oldu
demek değil.
[179] Vahdet-i vücud
meselesini ağızlarına lakırtı edenler için söylemektedir.
[180] Akve'l kuvâ =
Güçlülerin en güçlüsü Â'ciz'ül â'ciz = Âcizlerin en âcizi
[181] Bize görünen şey
o takdirin gerçekleşmesidir
[182] Milleti, Hz. Türbedâra, zındık demeleri üzerine
buyururlardı ki;
“ Secdelerin, rükûların kime olduğunu bilmezler de konuşurlar.”
Abdulkadir
Geylâni kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretleri,
“Hiç bir Cami yoktur ki orada bana secde olmasın”
demiştir.
[183] Abdülâziz Mecdî Efendi ile Recep
Arusanı ne zaman bir arada görsem, bu hâdiseyi tekrar ederler, bu hâtırayı
tazelerlerdi ve bu sırada orada üstâd bir enfiye çeker ve:
“Enfiye, sebebi saadetimdir.”
buyururlardı.
Yine kendileri de ara sıra bu hadiseyi başkalarına
naklederler ve “meczub olmak istemem, cazib olmak isterim” derlerdi ve
böyle demek ile Türbedâr'daki başkasını cezbede bilmek kuvvet ve kudretini haiz
olmayı arzu ederim, demek isterlerdi. Abdülâziz Mecdî Efendi bu cezb hadisesini
şu cümleler ile izah ederlerdi.
“Bazen mürşid bütün kuvvet ve kudretini bir
an için müridine verir, mürid o kuvvet ile öyle bir aşka düşer ki kendisini
hemen mürşidinin üzerine atar onu öper, ısırır ve kemiklerini karacak derecede
sıkar, işte cezb budur” ve bunu mürşid yapar, yani kuvvet ve keramet müridde
değil mürşiddedir.
Ahmed Amîş Efendi de bu hal üç defa vaki olmuştur.
Biri Balıkesirli Halil Efendi, Amîş Efendiyi o kadar
sıkmış ve ısırmış ki bazı dişleri dökülmüştür.
Bir defasında Nevres Bey sarmış ve sıkmıştır. O
derecede ki Amîş Efendinin üzerinde bulunan bir madeni kalem kırılmış ve
pantolon askısının demiri kemiklerine batarak zedelemiştir,
Üçüncüsü de Mecdî Efendi İle vaki olmuştur.
Abdülaziz Mecdî Efendi de iki zatı böylece cezb ettiği,
hatta Rüştü adında birisinin sıkışından sırtında ki kemiklerin hayli
zedelendiği ve irtihallerinden dört beş ay önce sanatkâr bir genç muallimin
birdenbire Mecdî Efendinin üzerine atılarak dişlerini kanattığı görülmüştür. Şu
halde Mecdî Efendi de “cazib” olmak hususundaki arzularına nail olmuşlardır
demek olur.
[184] Arapçadaki sarf
bilgilerinden bir kelimeden türetilen yüzlerce kelime bilgisi. Kendisi hoca mesleğinde
ve kıyafetinde olduğu için bana boyle hitap etti.
Maksadı
“Allah Teâlâ böyledir, herşeyde vardır, her şey ondandır ve O’dur,”
demek idi.
[185] Abdülâziz Mecdî Efendi, bu
anlatışı, bahsi geçen hocadan dinleyince, bunu zahirine değil, seyir ve
sülükteki merhalelere işaretle: .
“ nasara yansuru, celese yeclisü, hele feteha
yeftahu fütuhat
olduğuna, avamil (kitab)ı anlayamadığına
da alemdeki hadiselerin niçin türlü türlü olduğunu kavrayamadığına işarettir,
buyurdular. Başka ehlullahın da bu yolda sözler söylediği, (Mevlana) Küçük
Hüseyin Efendi ile Fatih müderrislerinden Şehrî Ahmed Efendi arasında geçen şu
konuşmadan anlaşılıyor:
Müritlerinden birisi, Şehrî Ahmed
Efendiyi Küçük Hüseyin Efendiye götürür. Hazret; Şehrî Ahmed Efendi gibi kelli,
felli bir hocanın kendisini ziyarete gelmek tenezzülünde bulunduğunu görünce;
odasında en iyi yeri, oturmak, üzere ona gösterir. Kendisi de karşısına çömelip,
yerde oturur. Mevlana Küçük Hüseyin Efendi; ufak tefek bir tipte olduğu
gibi usulü dairesinde medrese tahsili görmemiş, uzun boylu tedris hayatında da
bulunmamış, yalnız sıbyan mekteplerinde kalfalık, yani hoca yamaklığı
yapmıştır.
Şehrî Ahmed Efendi, ilk söz
olarak, yani lâf olsun diye, cami derslerindeki sırayı kast ile;
“Nereye kadar okudunuz?”
diye sormuş. O da:
“Maksud’a kadar.”
demiştir. Buna karşı Şehrî Ahmed
Efendi de:
“Ha, şu Bina (kitabın)’dan sonra
gelen kitap mı? Pek az okumuşsunuz!”
demiştir.
Hâlbuki Küçük Hüseyin Efendinin, “Maksud”
dan kasdettiği mâna, medreselerde okunan ders kitabı değil maksud-ı hakikî olan
sır-ı ülûhiyet’ti.
İşte şu konuşma bile
müteşerrilerle mutasavvıflar arasındaki inceliği ve düşünce farkını gösterir.
[186] Muzaheret: isim,
eskimiş (muza:heret) Arapça:
Destekleme, yardım etme, arka çıkma
[187] Harf, kelime ve
cümle sırlarından bahseden sarf ile asıllar ilmi olan yaratılış hikmetlerine
işaret edilmektedir. Bu sözleri zahirine hükmetmemelidir.
[188] İşte gerek mürşidinin bu
sözlerinden, gerekse kendi kanaat ve tecrübelerinden mülhem olarak, üstâd da
buyururlardı ki:
“Bu yola istiyen
giremez. Bu yola adam seçerler. Bu, havas yoludur, avam yolu değildir. Biz
ancak havas-sül-havassa açılırız!”
[189] Bkz: “Kur’ana
aykırı olarak neler yaptığını, Türkiye Maarif Tarihi adlı eserimin üçüncü
cildinin 919-923 üncü sahifelerinde, bir münâsebetle izah edilmiştir. Merak
eden okuyucular lütfen o sahifelere bakabilirler.” (Osman Nuri Ergin)
[190] Yunan fesi
[191] Mukarrir:
(Karar. dan) Yerleştiren. Takrir eden. Sabit kılan. Dersi tekrar ederek anlatan
müderris.
[192] Allah Teâlâ’nın
büyük rahmeti üzerine olsun.
[193] Son nefesinde
yanında bulunan dostu postahane memurlarından İsâ Ruhi'ye “ Müsebbib
cehalettir. Aileme söyleyiniz davacı olmasınlar.” diye vasiyette bulunur.
[194] “Hz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem bir gün “Ya Kerîme'l-afv” dedi. Cebrâil aleyhisselâm
“Bunun
ne demek olduğunu biliyor musun?”
“Bu
günahları rahmetiyle affeder, keremi ile de sevaba çevirir demektir.” İhyâ, IV, 148; Irakî, IV,148.
[195] Topçuzâde
Mehmed Arif Bey: Hicri 1287 (Miladi 1870) yılında Konya’da
doğmuştur. Babası Topçuzade İsmail Hakkı Efendi’dir. İlk tahsilini ve hafızlık
eğitimini Uzun Hafız Mehmed Efendi’den tamamladıktan sonra Rüştiye Mektebi’ni
bitiren Mehmed Arif Bey, Başarılızade İbrahim Hakkı Efendi’nin hat derslerine
devamla sülüs, talik ve nesih yazılarda icazet almıştır. 1306 yılında tamir
edilen Alaaddin Camii duvarlarındaki yazılar o zaman genç bir hattat olan
Mehmed Arif Bey’e aittir. Daha sonra İstanbul’a gelen Mehmed Arif Bey, Fatih
Medresesi’nde Müderris Arif Efendi’den ve Dağıstanlı Halis Efendi’den
derslerini ikmal ederek icazet aldı. Farsça, Arapça, İngilizce, Fransızca ve
Rumca öğrenen Mehmed Arif Bey, okuduğunu bir defada ezberleyecek kadar güçlü
bir hafızaya sahipti. Hafız Divanı, Mesnevi ve Gülistan gibi eserleri ezbere
bildiği kendi talebelerinin bizzat naklidir.
Bir haftada Rumca
Girdiği
tüm imtihanları kazanarak dersiâm olan Mehmed Arif Bey, Saray’da müderrislik
vazifesinde de bulunur. İstanbul’da çeşitli okullarda Arapça ve Farsça hocalığı
yapar. Bu dönemde Darüşşafaka’da da vazife alır. Pek çok dergi ve gazetede şiir
ve makaleleri neşredilir. Cemiyet-i İslamiye başkanlığı vazifesine getirilir.
Bu vazifesi sırasında katıldığı bir toplantıda Rum Patriği’nin yaptığı
konuşmaya bir hafta içinde Rumca öğrenerek Rumca cevap vermesi meşhurdur. Daha
sonra Ankara hükümeti tarafından Ankara’ya davet edilen Mehmed Arif Bey, Evkaf
Nezareti Yayın Müdürlüğü, Şer’iye Vekâleti Yayın ve İlmi Araştırmalar
Müdürlüğü, Diyanet İşleri Başkanlığı Müşavere Kurulu Azalığı, Diyanet İşleri
Başkanlığı Tefsir Komisyonu Azalığı gibi vazifelerde bulunur. Ancak inkılaplar
ile birlikte kurulan yeni düzene intibak edemez. Mehmed Akif Ersoy’a
Safahat’taki “Umar mıydın” şiirini yazdıran halet-i ruhiyenin bir
benzeri içinde inzivaya çekilmeyi tercih eder. Tüm resmi vazifelerden ayrılarak
İstanbul’a döner. Darüşşafaka Lisesi’nin içinde, kütüphane müdürlüğü vazifesi
ile iktifa eder. Yetim ve öksüz talebelerin safiyeti arasında teselli
bulur.
Müderrisliği döneminde Fatih Türbedarı Ahmed Amîş Efendiye
intisabı olan Mehmed Arif Bey, daha sonra Ahmed Amiş Efendi’nin halifesi Mehmed
Tevfik Efendi’den seyr-u sülukunu tamamlamıştır. Başlangıçta
tasavvuf hakkında menfi görüşleri olan Mehmed Arif Bey’in bu yaklaşımı, Ahmed
Amîş Efendi ile tanışınca değişmiştir. O dönemde Ahmed Amîş Efendinin sohbet
halkasında Yakup Han Kaşgari, Abdülaziz Mecdî Tolun, Bursalı Mehmed Tahir Bey,
Babanzade Ahmed Naim Efendi, Ahmed Avni Konuk, Hüseyin Avni Konukman,
Evrenoszade Sami Bey, İsmail Fenni Ertuğrul ve bir rivayete göre Elmalılı Hamdi
Yazır gibi devrin büyük âlim ve mütefekkirleri bulunmaktaydı. Mehmed Arif
Bey’in sahip olduğu yüksek idrak ve ilmi anlayış, Ahmed Amîş Efendinin
sohbetleri ile yeni bir açılım kazanmış, Mehmed Arif Bey tasavvuf vadisinin en
zorlu zirveleri olan İbn Arabî ve Abdülkerim Cili’nin eserlerinin tetkik,
tahkik ve tercümesiyle meşgul olmaya başlamıştır.
Hakka’a
yürümeden bir süre önce Konya’ya dönen Mehmed Arif Bey, Şerafettin Cami ile
Kapı Camii’nde vaaz ve sohbetlerde bulunur. 15 Muharrem 1361 (1 Şubat 1942) de
irtihal eden Mehmed Arif Bey, Musalla Mezarlığı’na defn olunmuştur.
Yetim talebelere alakası
Mehmed
Arif Bey, kütüphane müdürü iken, o dönemde Darüşafaka Lisesi’nde talebe olan Ahmed
Sadık Yivlik ile hususi olarak ilgilenir. İstanbul Çemberlitaş’taki Kara
Baba Dergâhı’nı, vefat ettiği 14 Şubat 2002 tarihine kadar sohbetleriyle aydınlatan
Ahmed Sadık Yivlik, Mehmed Arif Bey’in hatırasını ve kendi üzerindeki
emeğini şöyle naklederlerdi;
“Ahmed
Sadık Yivlik küçük yaşta yetim ve öksüz kalınca, İstanbul’da halası Fatma
Hanım’ın yanına yerleştirilir. Fatma Hanım son derece disiplinlidir. Komşuları
olan Kara Baba Dergâhı Şeyhi Ali Haydar Efendi’nin kefaletiyle Ahmed Sadık
Yivlik, Darüşşafaka Lisesi’ne kaydolur. Buradaki talebeliğinin ilk yıllarında,
halasının disiplinli tutumundan kurtulmanın etkisiyle oldukça haşarı bir
öğrenciye dönüşerek hocalarını canından bezdirir. O kadar ki, yetim ve öksüzün
halinden anlayan ve aynı zamanda Abdülhakîm Arvâsi Hazretleri’nin de müridanından
olan Muallim Rıfkı Bey bile hiddetlenip “Senden adam olmaz, eşyalarını topla
defol git” diyerek çıkışır.
Bu
hadise duyulup da konu okul yönetimine intikal edince, Mehmed Arif Bey araya
girerek Ahmed Sadık Yivlik’in sorumluluğunu üstüne alır. Onu önce Eyüp Sultan
Camii’nde Abdülhakim Arvâsi Hazretleri’nin sabah namazını müteakip verdiği
hadis derslerine götürür. Daha sonra ise Fatih Tahir Ağa Dergâhı’nda, Şeyh Ali
Behçet Efendi’ye manevi olarak teslim eder. Bir hafta içinde okuldan atılmak
üzere olan o haşarı talebe bambaşka bir insana dönüşür. Mehmed Arif Bey,
Darüşşafaka Lisesi’nin kütüphanesinde Ahmed Sadık Yivlik’e hususi
dersler de verir. Bu derslerde tutulmuş notlardan oluşan birçok defter merhum
Ahmed Sadık Yivlik’in ailesi tarafından muhafaza edilmektedir.
[196] Teşerru: şeriata
uygun davranma.
[197] Lopur: isim Bir
şeyi yerken veya yutarken çıkan ses.
[198] Kelâmın hikmeti
için Meczup İsmail ile ilgili dip nota bakınız.
[199] Sohbetlerin
Osmanlıcaları için bkz: Atatürk Kütüphanesi, İstanbul; Ahmed Amiş Efendi ile sohbetler / Ahmed Avni (1868 -
1938) Konuk 297.7 1337 H. - O. Ergin
Yazmaları- OE_Yz_001688
[Gerek Ahmed Avni Bey'in tasavvufî yönünü ortaya
koymak gerekse Amîş Efendi'nin manevî sohbetlerinden birer örnek vermek
açısından çok değerli olan bu notların bir kısmını Ahmed Güner Sayar Türk
Edebiyatı dergisinde yayınladı. Sayar, bu notların doğrudan Gölpınarlı
tarafından kendisine verildiğini yazmaktadır. Sayar, aynı sohbetlerin yazma
kaydını Süheyl Ünver’in de kendisine okuduğunu belirtmektedir. Ahmed Avni Beyin
kaydettiği beş sohbetin üçüne bu şekilde ulaşmış olduk.
Biz de geriye kalan iki sohbeti, yani aşağıdaki ilk (9
Ağustos 1919) ve son sohbeti (6 Nisan 1920), Abdülbâkî Gölpınarlı'nın Konya
Mevlânâ Kitaplığı'nda bulunan yazma mecmuasından alarak bugünkü alfabeye
çevirdik. Aşağıya ekliyoruz. Böylece bütün sohbetleri okuyucuya intikal
ettirmiş oluyoruz. Fakat sohbetlerden anladığımız kadarıyla Ahmed Avni Bey,
aşağıda ilk sırada yer alan 9 Ağustos 1919 tarihinde kaydedilen ilk sohbetten
önce Ahmed Amîş Efendiyi en az iki kez daha ziyarete gitmiş olmalıdır, çünkü
sohbetin sonunda “Fakirin huzûru
şerifine üçüncü defa gidişim idi” demektedir.
Ahmed Amîş Efendi'nin türbedârlığını yaptığı Fâtih Sultan
Mehmed'in türbesinde yapılan sohbetleri Konuk çıkar çıkmaz not almıştır.
Konuk'un bu kaydetme titizliği bizim açımızdan çok önemli bir kişilik ipucu
vermektedir. Değerli her şeyin yerini ve geleceğe aktarılmasını önemseyen Konuk'un
sohbetlerdeki ifadeleri de ne kadar yüksek bir tasavvufî olgunluğa sahip olduğunu
göstermektedir. Amîş Efendi'nin remzi (sembolik) sorularına o da remzi cevaplar
vermektedir. Sohbetlerde Konuk, mütevazı, edeb ve manevî derinlik sahibi yüce
bir kişilik olarak hemen kendini göstermektedir.] Savaş
Şafak BARKÇİN. Ahmed Avni KONUK,
İstanbul, Klasik Yay. , 2011. , s.211-224
[200] NE SURETLE SALÂVÂT-I ŞERÎFE
GETİRİLMESİ ŞEYH ŞERÂFEDDİN kaddese’llâhü sırrahu’l azîz BUYURDU Kİ;
Birçok
Eshâb-ı Kirâm ve Sıddîk-ı Ekber Hazretleri, Fahr-i Âlem Efendimize ne şekilde
salavât getirilmesini sordular. Cenâb-ı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem:
“ALLAHÜMME
SALLİ ALÂ MUHAMMEDİN VE ALÂ ÂL-İ MUHAMMEDİN VE SELLİM,” diye salât ve selâm
ediniz” buyurmuşlardır.
Vird’de
“SEYYİDİN” ibâresi ilâve edilirse, ubûdiyyet (aşırı derecede kulluk)
neş’esi kalmaz. Fahr-i Âlem Efendimiz ise, ubûdiyyeti ihtiyar buyurmuşlardır (seçmişlerdir).
Neş’e-i ubûdiyyeti her neş’eden çok severlerdi. Bu salavât-ı şerî- feyi tâlim
buyurdukları mecliste hâzirûna hitâben:
“Cenâb-ı
Hakk beni abdiyyet (kulluk), saltanat ve nübüvvetle (peygamberlikle) tahyîr buyurdu (seçmemi istedi). Ben; ‘Yâ Rabbi, hakîkatte saltanat
sana yakışır, bana abdiyyet ve nübüvvet ihsân buyur” dedim.
“Sana,
kendi saltanatımdan vereyim” buyurdular. Ben yine
“Yâ
Rabbi, saltanat (kullar
için)
ârızdır ve (gerçekte
ise) sana
mahsustur. Bana abdiyyet ve nübüvvet kâfidir” dediğimde; ‘Tahkîk, sana Süleyman
Aleyhisselâm’â vermediğim saltanatı ve öncekilerin gıbta ettiği ve hasret
kaldığı Makâm-ı Mahmüd’u verdim.” buyurmuşlardır.”
(BURKAY
Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları,
1995-2010, c. I, s. 16)
[201] Ahmed Amîş
Efendi konuyu romatizmaya bağlayarak edeb-i huzur-u mürşid konusunu izah
kılmıştır.
[202] Ahmed Amîş
Efendi… der ve sonra eliyle diline işaret ederek ve parmaklarını, diline değdierek,
hal diliyle:
“Bundan ötesi söylenmez ki!”
[203] Ahmed Amîş
Efendi burada bir zuhururata işaret etmiştir. Fakat ne olduğunu o kişilerde anlayamışlar. O günün olaylarına bakınca Nuri Paşa ve
Mustafa Kemal hakkında şu bilgileri buraya koymak uygun olur zannediyorum.
[Kuvay-ı
Milliye’nin tohumları, Kasım 1918’de müttefik düşman filolarının Boğaz’a
girmesiyle atılmıştır. Kuvay-ı Milliye bir şahsın değil, bir milletin eseridir.
Bu milletin içinde Mustafa Kemal de vardır, Sultân Vahidüddin de vardır. Düşman
toplarının Saray’a çevrildiğini gören Vahidüddin ve Osmanlı kurmayları, bütün
gayretlerini, Anadolu’ya gönderilecek bir komutanla bağımsızlık tohumlarının
yeşertilmesi için harcamışlardır. Nitekim Osmanlı kurmayları Mart 1919’un
bir gecesinde Erenköy’de yaptıkları bir toplantıda liderliğin Nuri Paşa’ya mı,
Miralay Re’fet Bey’e mi yoksa Çanakkale’de göz dolduran Mustafa Kemal’e mi
verileceğini tartışmışlardır. Sadrazam, Mustafa Kemal Paşa’yı Padişah’a
götürmüş ve askerlerin istediği insan olarak takdim etmiştir. Sami Bey ve
Harbiye Nâzırı Şâkir Paşa, Mustafa Kemal’in Cumhuriyetçi olduğunu ve Hânedânı
devre dışı bırakabileceğini hatırlatmışlarsa da, Padişah önemli olanın Hânedân
değil vatan ve devlet olduğunu ifade etmiştir. İşte bu şartlar altında 9. Ordu
Kıtaları Müfettişi kisvesiyle Anadolu’ya gönderilmesi kararlaştırılan Mustafa
Kemal ile Sultân Vahidüddin defalarca özel olarak görüşmüşlerdir.] (Bardakçı,
Murad, Şahbaba, Osmanoğullarının Son Hükümdarı VI. Mehmed Vahidüddin Han’ın
Hayatı, Hatırları ve Özel Mektupları, İstanbul 1998, sh. 413, 416)
[Müttefik
Devletler'in İstanbul'u işgalinin akabinde, işgalden yakınmakta ve devletin
bekası için endişelerini izhâr etmekte olan ihvanına Mehmed Sâbit Efendi:
"Hadi,
hadi üzülmeyin! Biz o işi Selânik'li, mâvi gözlü bir sarışına havâle ettik. O
bu işin üstesinden gelecek" demiş.
Üsküdar Emetullâh
Gülnûş Vâlide Sultan Camii (Yeni Câmi) baş imâmı ve geçen yüzyılın en büyük
tâlik hat ve ebrû üstâdı Necmeddin Okyay Hocaefendi’den (1883- 1976)
neşet eden ve bunu te’yid eden bir başka rivâyeti de hocanın kıymetli talebesi
Prof. Dr. Ali Alpaslan nakletti:
"Sâbit
Efendi bâzen Necmeddin Efendi'nin Toygar'daki evine uğrarmış. 1919 yılında bir
gün gene bir ziyâretinde, Necmeddin Efendi:
"Amca,
düşman dretnotları Dolmabahçe'nin önünde. Ne olacak bu memleketin hâli?" diye sorunca
Hazret:
"Sen
merak etme! Ben bu defa işimi mâvi gözlü bir Selânikli ile halledeceğim" diye cevap vermiş.
Necmeddin Hoca:
"Ben
bunu bir yerlerde söylersem, bana gülerler mi acabâ?" diye sorunca,
Sâbit Efendi buna celâllenerek, Necmeddin Efendi'ye:
"Şimdiye
kadar sen benim yalan söylediğimi hiç gördün mü?" diye
çıkışmış".]
[I. Cihân Harbi
sırasında bir gün Eyüp'de Şeyh Murad Buhârî Dergâhı'ndaki bir sohbette, İlm-i
Nücûm'daki bilgisinin enginliğini bilenler, Çanakkale Harbi esnâsında şöhreti
artmış olan Mustafa Kemâl'in zâyiçesini (horoskop'unu) çıkarıp âtisini istihrâc
etmesi için Eşref Efendi'ye destûr vermesini Seyyid Abdülkâdir Belhî'den
istirhâm etmişler. O da destûr verince, Eşref Efendi, hemen oracıkta, birkaç
saat süren hesaplar sonunda şu neticeye varmış:
"Eğer
bu zât gönlünü mânâ âlemine çevirirse: Velî; eğer dünyâya çevirirse padişah
makamına sâhib olacaktır".]
[204] ŞEYH ŞERÂFEDDİN BİNGÖL
KADDESE’LLÂHÜ SIRRAHU’L AZİZİN RASÛLÜLLAH SALLALLÂHÜ ALEYHİ VE SELLEMİN
HİCRETİNDE ZUHUR EDEN HALLERDE “TÛB” NIN SIRRINA ŞU ŞEKİLDE İŞARET EDİYOR.
“Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm, emr-i
Hakk üzere Risâletmeâb aleyhisselâm Hazretlerine nâzil olup, Mekke-i
Mükerreme'den ayrılmak ve Medine’ye gitmek için emr-i İlâhî sâdır olduğunu ve
tebliğ için geldiğini Resûlullah’a arzetti. Ve bu hicret dolayısıyla Cenâb-ı
Hakk, gerek Risâletmeâb Hazretlerine ve gerekse ilâ yevm-ül kıyam (kıyamete kadar) gelecek bilumum efrâd-ı
ümmetine ihsân edecek olduğu fezâil ve atâyây-ı ilâhiyye’nin kâffesini ve hatta
her bir fert için hâsıl olacak fazileti dahi beyân buyurdu.
Hicretle memur olduğu gecede Resûlü
Ekrem aleyhisselâm Hazretlerine Cibrîl-i Emîn tekrar tekrar nâzil oldu. Resûlü
Ekrem aleyhisselâm da, Cibrîl aleyhisselâmın böyle tekrar tekrar nâzil olmasından
mutlaka bir Emr-i Hakk olacağını idrak etti. O gecede Mekke'de, cin tâifeleri
Resûl-ü Ekrem aleyhisselâma zarar ve ziyan vermek için toplandılar. Maksatları,
fırsat bulurlarsa Resûlü Ekrem aleyhisselâmı helâk etmek idi. Bu cin tâifeleri
de Harka’z -Zenâdil denilen tâifeden olup, dokuz yüz bin kişi vardı. Ve
yedi yüz bin kişi de Mâridler’den vardı. Beş yüz bin kişi de Gaffâriyetler’den
vardı. Bu cinler insan şekline girip Kureyşilerln müşrikleriyle ve kâfirleriyle
sık sık görüşüyor ve Resûlü Ekrem aleyhisselâmı Mekke'den tard-u ihraç (atmak, çıkarmak) için türlü türlü hileleri
öğretiyorlardı. Resûlü Ekrem aleyhisselâmın idamı veyahut nefyi (sürgün edilmesi), veyahut ölünceye kadar
hapse atılması; bu üç fikir üzere Kureyşiler’in ileri gelen takımlarını Daru’n
-Nedve denilen şûrethâneye”[204] toplamak
tedbiri de cin taifelerinin telkini ve ilhâmı ileydi. Cenâb-ı Hakk Teâlâ,
Cibril aleyhisselâm vasıtasıyla Kureyşiler'in kararını ve cin tâifelerinin
içtimâlarını bildirdi. Seyyid-i Kâinât aleyhisselâm Hazretlerinin kalbine
biraz hüzün ve keder ârız oldu. Bu, kendi vatanını terk ederek diyâr-ı gurbete
gitmek icap ettiğinden veya kendi vücûd-u saâdetlerine o küffâr-ı Kureyş’ten
bir zarar dokunacak diye düşündüğünden de değil; ancak ümmet-i merhûmenin (müslümanların) halini düşünmekden ârız
oldu. Ol gece Mekke'ye gelip toplanan cin tâifelerinin adâveti, ilâ yevm-ül
kıyam gelecek ümmetine karşı da dâim ve bâki olduğundan, bu muzur ve kuvvetli
mahlûkların şerrinden ümmetimi nasıl muhafaza edeceğim ve bunlara karşı
ümmetimin hali ne olacak diye tefekküre daldı. Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm,
Seyyid-i Kâinât’ın hüzün ve teessüfüne muttalî olunca dedi ki:
“Yâ
Muhammed!
Cenâb-ı
Hakk sana, Ebu’l -Beşer Âdem aleyhisselâma, Neciyyullah Nuh aleyhisselâma,
Halîlullah İbrahim aleyhisselâma, Kelîmullah Musa aleyhisselâma, Rûhullah İsâ
aleyhisselâma ihsân buyurulmamış olan husûsî inâyet ve meskeniyyeti ihsân buyurdu.
Neden mahsûn ve mükedder oluyorsun?” Resûlü Ekrem aleyhisselâm buyurdu ki:
“Yâ Sefîr-ül a’zâm! Benim düşüncem ve kederim
şudur ki, ben dâr-ı dünyadan intikal ettikten sonraki asırlarda dünyaya gelecek
olan efrâd-ı ümmetin halini düşünüyorum. Bu tâife-i cin ve bu düşmanlar,
onlara tasallut ederse, bunların şerrinden nasıl kurtulurlar. Efrâd-ı ümmetimden
çok kimseler, bunların adâvetinden çobansız kalan davar gibi mahvolur ve helâk
olur diye düşünüyorum. Yalnız kalan ümmetim bunların şerrinden ne suretle
halâs yolunu bulacaklar diye tefekkür ediyorum. Bu düşmanlar ümmetimin üzerine
saldırıp, efrâd-ı ümmetimi dâr-ül kerâmetten mahrum edecek fitne ve fesâda
sevke- decekler diye korkuyorum.”
O
halde Resûl-ü Ekrem aleyhisselâmın üzerinde bulunan hüzün ve teessüf haline
Cibril aleyhisselâm da duçar oldu. Hatta bilcümle melekler de aynı hale mâruz
oldular. O hüzün ve teessüfle Cibril aleyhisselâm, evâmir-i ilâhiyyeyi telakkî
etmek için durulacak olan makâm üzerinde Hakk Teâlâ Hazretlerine Habib-i Ekrem
aleyhisselâm Hazretlerinin halini arzetti. Biraz sonra Resûlü Ekrem aleyhisselâmın
huzuruna geldi ve dedi ki:
“Yâ
Resûlullah! Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretleri sana ve senin refîk-i hâsın olan
Sıddîk-ı Ekber'e selâm etti. İlâ yevm-il kıyâm ümmetinizden olup, hücre-i suğrâ
ve hücre-i kübrâ ile müşerref olacak olan ricâlullah ve ekâbir ümmetinize de
selâm etti. Sonra bana emretti. İlâ yevm-ül kıyâm bi’set ve risâletinizi tasdik
edip, ümmetliğe kabul edeceğiniz bilcümle efrâd-ı ümmetinizi huzûrunuza davet
etmek için, bu ümmet-i merhûmenin içinden en zayıf olan ümmetinizi de ve
ümmetinize hâdim olacak ricâl ümmetini de göstermek için emretti.”
Emr-i Hakk
üzere Cibrîl aleyhisselâm, bilcümle efrâd-ı ümmetin zerrelerini davet ederek
huzûr-u Resûlullah’a dizdi. Ve her tâifeyi kendine mahsus makâm ve fazilet
itibâriyle, derece derece olmak üzere Resûlullah’a takdim ve arz etti. Resûlü Ekrem aleyhisselâm,
Sıddîk-ı Ekber ile kalkıp beraberce, bir koyun sürüsünden, zayıf olan koyunlarını
seçer gibi en zayıf ümmetlerini tefrîk ettiler (ayırdılar). Sonra ekâbir
ricâlullah hazerâtından bir kaç zâtı davet ederek, birer tâife olarak taksim ve
tevzî etti. Herkese, “Bu sana gösterdiğim ümmetin haline ve işlerine
bakacaksın” diye emir ve tavzîf buyurdu. Sonra Cibrîl aleyhisselâm, o
ricâlullah ve havâs ümmetten doksan dokuz zâtı, Resûlullah aleyhisselâm
Hazretlerine takdim etti. Ve dedi ki:
“Yâ
Muhammed! Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, kırk bin enbiyâ ve mürselîn-i kirâm
hazerâtına bağışlamış olduğu rahmet ve inâyet (lütuf), kendilerine ihsân
edilmiş olan ricâlullah’tır. Ve havâs ümmetinizdir. Ulu’l Azm hazerâtına muhsûs
olan inâyetin fazîletine de müşterek olan ricâlullahtır. Bu inâyet, dâr-ı
dünyaya gelip, orada ifâ edilecek cihad ve vezâif-i ubûdiyyet üzere değildi.
Sırf Mevhîbe-i İlâhiyye (Allah vergisi) olarak vücutlarına ruh nefh olunurken,
beraberinde bu inâyet de bunlara ihsân edilmiştir. Yâ Muhammed, bu sana
gösterdiğim doksan dokuz ricâlullahtan birisinin bir nefesi sayesinde, efrâd-ı
ümmetiniz, o düşmanların şerrinden yedi sene emîn olurlar. Ve onların
şerrinden yedi sene emîn olacak gâyret-i ilâhiyyeye (Allah uğrunda çaba
gösterme kabiliyetine) mazhâr olurlar. Bu kuvve-i kudsiyyeye mâlik olan
ricâlullah,
Allah'ın emirlerine en ziyâde dikkat gösteren büyük peygamberler: Hz. Nuh,
Hz.İbrahim, Hz. Musâ, Hz. İsâ, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem ümmetinizin içinde bulunduğu
için, o kadar mahzun ve mükedder olmamanız gerekir. Cenâb-ı Hakk böylece sana
arzetti.”
Resûlü Ekrem aleyhisselâma,
Cibrîl aleyhisselâm’ın tebşîrâtı üzerine teselli ve itmi’nân-ı kalb hâsıl oldu.
Ümmetini, o düşmanlarından kurtaracak hâdimlerin, ümmetin içinde bulunduğuna
kanâat hâsıl oldu. Cibrîl aleyhisselâm dedi ki:
“Yâ
Muhammed! O ricâlullaha mahsus olan yedi fazîlet vardır ki, başka evliyâ ve
ricâlullaha nasip olmamıştır.”
BİRİNCİ
FAZÎLET : Cenâb-ı
Hakk onlara, kendilerini vücûde getirmezden mukaddem (önce), velâyet-i ulyâ (yüce
evliyalık) makâmını tevcîh ve ihsân buyurmuştur. Halbuki başka evliyâlarına
velâyet, hilkatten (yaratıldıktan) sonra ihsân buyurulmuştur.
İKİNCİ
FAZÎLET : Cenâb-ı
Hakk onların zerreLrini halk ve icâd buyurduğu lâhzadan itibaren, Resûlü Ekrem
aleyhisselâm ile içtimâ ve mülâkât-ı beriyye (toplanıp karşılıklı
konuşma) hâsıl oluncaya kadar, Resûlullah aleyhisselâmın ümmetini
hatmederek duâ ve münâcaat ediyorlardı. Bu ricâlin zerre-i şeriflerinden sâdır
olan bir münâcaat üzere efrâd-ı ümmetten kırk bin kişi ehli saâdete ilhâk
ediliyordu.
ÜÇÜNCÜ
FAZÎLET: Cenâb-ı
Hakk zerrelerini halk ve icâd ettiği zamandan itibaren her gece yedi bin kere
Kur- ân-ı Kerîm’i hatmederlerdi. Hatm-i şeriflerini dinlemek Meleü’l -A’lâ nâm
makâm-ı mübârekde bulunan melâike-i kirâma kuvvet ve gıda idi.
DÖRDÜNCÜ
FAZÎLET: Kendileri
dâr-ı dünyaya teşriften itibâren her yirmi dört saatte semâdan nazil olacak
yirmi dört bin belâ ve mesâibe ve arzdan hâsıl olacak yirmi dört bin musîbetten
dahi ümmet-i Muhammed’in selâmeti için münâcaat ederler. Ve o münâcaat
sayesinde, o kadar belâlardan ümmeti-i Muhammed selâmet bulurlar. Husûsen
Haremeyn-i Şerifin (Mekke ve Medine) ahâlisine bundan başka
hizmette bulunurlar.
BEŞİNCİ
FAZÎLET: Kendilerine
karşı zerre miktarında olsun râbıta ve muhabbet eden ve dirhem kadar olsun
kendilerine hizmet eden efrâd-ı ümmete Resûlü Ekrem Hazretlerinin maiyyetinde
Bedir ve Uhud ve Hendek muhârebelerinde bulunan mücâhidin-i kirâma olan sevabı
ve fazîletini temine selâhiyettar olmaktır. Ve o fazîleti de, dâimî kalacak
fazîlet nevinden kılarlar.
ALTINCI
FAZÎLET: Yüz yirmi
dört bin enbiyâ-ı mürselîn-i kirâm hazerâtından, müddet-i ömür ve hayatlarında,
gerek kendi zâtlarına ait olsun, ve gerekse ümmet ve kavimleri hakkında olsun,
ne kadar münâcaat sâdır olmuşsa kâffesine (tümüne) vâkıf olurlar. Ve icâbında,
Cenâb-ı Hakk Teâlâ Hazretlerine onların yaptıkları şekilde münâcaat eder ve o
yüz yirmi dört bin enbiyânın münâcaatını bir lâhzada hatmetmeğe muvaffak
olurlar. Halka nasîhata başladıkları zaman, bilcümle enbiyâların üzerine nazil
olan gayret, birden bire onlara nâzil olur.
YEDİNCİ
FAZÎLET: Her
vakt-ül imsakta ümmetin, birinci neferden başlayıp kâffesini zikreder. Ve her
şahsın ismini zikrederek, münâsip hidâyet ve saâdeti Cenâb-ı Hakk'tan niyâz
ederler. Bu ümmet-i merhumeyi bir saat zarfında hatmedip ikmâl ederler. Bu
ekâbir evliyâullah, münâcaata başladıkları zaman Cenâb-ı Hakk, kâfir ve
müşriklerden bile gadabı ref (kaldırır) ve tahfîf eder (hafifletir). Ve o
münâcaat üzere efrâd-ı ümmete Asr-ı Saâdeti’nde bulunup Resûl aleyhisselâma
imân ve itbâ etmiş kadar fazîlet hâsıl olur. Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm diyor
ki.
“Yâ
Muhammed! Bu gece gibi, Harem-i Şerîf, Harka’z -Zenâdil ve diğer tâife-i cinnin
hücumlarına mâruz kaldığı zamanda bu zikrettiğim ricâlullah, Medine-i
Münevvere'de tesis edilecek olan Mescid-ül Kubâ’da içtimâ ederler. Ve bilumum
ümmet-i Muhammed ve ehl-i imânın saâdet ve selâmeti için pek mukaddes hidamât (hizmetler) ifâ ederler. Bu
ricâlullahın asrında bulunup, bunlara itbâ ve muhabbete muvaffak olan efrâd-ı
ümmetinize, TÛBÂ, SÜMME TÛBÂ, SÜMME TÛBÂ (güzellik, iyilik, hoşluk; sonra iyilik, hoşluk; sonra…) ve
müjdeler olsun.”
Bu ‘TÛBÂ’
kelimesini, Cibrîl-i Emîn aleyhisselâm yüz yirmi dört bin kere tekrar buyurdu. Bu kadar çok tekrar
edilmesinin hikmet ve sebebini de zamanımızın ricâlullahından birisi beyân buyuruyor:
“Bu
ricâlullâh-ül kerâmeye, itbâ etmeğe, emirlerine devam etmeğe ve hizmetine
muvaffak olan kimseye, yüz yirmi dört bin kere Cihâd-ı Ekber fazîletine muâdil
(eşit)
fazilet verilir.
Resûl-ü Ekrem aleyhisselâm
Hazretleri, bu ricâlullah hazerâtından kendi ümmetlerine ve husûsan
zuafâlarına (zayıflarına) hidemât-ı mukaddeseyi (mukaddes hizmetleri) müşâhede
buyurunca müsterih oldu. Ve Ce- nâb-ı Hakk'a hamd-ü senâlar etti.
O
ricâllullahın zerre-i şerifleri Resûl-ü Ekrem aleyhisselâma dediler ki:
“Yâ
Resûlallah, yâ Rahmeten li’l -Âlemîn-i Ersel- allah! Cenâb-ı Hakk bizi Âdem’den
vücûda ibrâz (meydana çıkardığı) ve ihraç buyurduğu lâhzadan itibâren
gerek zerrelerimizden ve ervâhımızdan (ruhlarımızdan), ve gerekse ecsâdımızla (vücudumuzla)
beraber ruhlarımızdan sâdır olacak bilcümle hidemâtın (hizmetlerin)
faziletini ümmetinize bağışladık. Kabul buyurunuz.”
Resûl-ü Ekrem aleyhisselâm son
derece memnûn oldu ve memnûniyyetini izhâr buyurdu ve bu hediyeyi de kabul
buyurdu. “ (BURKAY
Hasan Menâkıb-ı Şerefiyye [Kitap]. - Ankara (Beş Cilt) : Çınar Yayınları,
1995-2010, c. I, s. 166-172)
[205] Onlara bir delil
de gecedir; gündüzü ondan sıyırırız da karanlıkta kalıverirler. Güneş de yörüngesinde
yürüyüp gitmektedir. Bu, güçlü ve bilgin olan Allah'ın kanunudur. Ay için de
sonunda kuru bir hurma dalına döneceği konaklar tayin etmişizdir. Aya erişmek
güneşe düşmez. Gece de gündüzü geçemez. Her biri bir yörüngede yürürler.
(Yasin: 37-40)
[206] Onlar: “Bize
verdiği sözde duran ve bizi bu yere varis kılan Allah'a hamdolsun. Cennette istediğimiz
yerde oturabiliriz. Yararlı iş işleyenlerin ecri ne güzelmiş!” derler.
Melekleri, arşın etrafını çevirmiş oldukları halde, Rablerini hamd ile överken
görürsün. Artık insanların aralarında adaletle hüküm olunmuştur. “Övgü,
Alemlerin Rabbi olan Allah içindir” denir. (Zümer; 74-75)
[207] Şeyhimizden
maksadı, El-Makasidü'l-Hasene sahibi Ebûlhayr Şemsüddin Muhammed bin Abdurrahman
bin Muhammed es-Sahavî'dir. Seyyid Semhurî'nin hadîste şeyhidir.
[208] Kaynak:
Abdülaziz Debbağ trc: Celal YILDIRIM Kitab'ül İbriz [Kitap]. - İstanbul: Demir
Yayınları, 1979. – 2.Cilt, c.II,
s.507-513
[209]
[210] Ankebut, 45
[211] Zikrin hakikati
nedir sorusuna verilecek cevap “iki dili birleştirmektir.”
[Bu manayı
namazda Fatihada إِيَّاكَ نَعْبُدُ وإِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“Ancak
Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” ayeti okunduğunda
kendisine “Ey yalancı” denilen ehlullâhdan birinin hali bunu teyid eder.
Muhakkak dil ile söylenen söz hak sözdür. Fakat söylenirken kalpten
gelmemiştir. Allah Teâlâ’nın vücudu hakkâni vücud ile mevcud olduğunu (bulmuş
ve bilmişken) hangi şey seni O’ndan başkasına meylettirebilir. Onun için
mukaddes yönden ona “yalancı” denilmiştir. Buradan bilinmelidir ki;
“(Kim)
Allah Teâlâ’nın muhabbetini, marifetini ve tevhidini iddia ediyor ve Allah
Teâlâ’dan başkasına meylediyorsa, ona niçin “yalancı” denilmesin.”
(Tefsiru’l-Fatiha
ve’d-Duhâ /Çelebi Halîfe Cemâl-i Halvetî)]
Maraşlı Ahmed
Tâhir Efendi buyurdu ki;
“Zikir
çektirmek şeyhin kuvvetine, kâmilliğine bağlıdır. İsmi şeriflerden hangisini
söylersen olur. Hatta şeyh kâmil olunca (taş, taş) diye zikir çektirse, işler
gene olur. Müritlerinden birisi Kuşadalı Hazretlerine sormuş; onlar da (Günde
15 defa İbrahim çeksen sana kâfi) demişler.
[212] Kıyâmet, 29; “
Ayak ayağa dolaştığı zaman” bilir misin?
[213] Bakara, 38 “
Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.
[214]Fâtır Suresi, 28
[215] PEZEVENK:
Farsça, “pejvend”den bozma bir kelime olup, kadın tüccarlığı yapan,
fuhuş pazarlamacıları için kullanılan bir tâbirdir. Bu münasebetle, özellikle,
tasavvuf ehli yol göstericiler, rehberlik yapanlar için bu tâbir
kullanılmıştır. Hattâ medih olmak üzere “koca pezevenk” tâbiri de
kullanılır. (Prof. Dr. Ethem CEBECİOĞLU, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri
Sözlüğü, maddesi)
[216] Bakkal yahut
diğer birine borcunuz olursa aylığınızı alır almaz borcunuzu ödeyiniz. Çünkü bu
para ile bir iki el devreder ve kâr eder. Eğer parayı vermezseniz haramdır.
[217] Mücadele,
10; اِنَّمَا النَّجْوَى مِنَ الشَّيْطَانِ لِيَحْزُنَ الَّذِينَ اَمَنُوا وَلَيْسَ بِضَارِّهِمْ شَيًْا اِلاَّ بِاِذْنِ اللهِ وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ (Gizli
toplantılar, inananları üzmek için şeytanın istediği şeydir. Allah'ın izni
olmadıkça şeytan onlara bir zarar vermez.)
[218] Mücadele, 10;
[219] Âl-i İmran, 160
[220] Arif-i billah ve vâsıl-ı illallah Selanikli
Hacı Ali Örfi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hazretlerinin seyri sülükde etvar-ı
bedia ve üslub-ı güzideyi cami gazelleri de bu beyte benzer.
Babam da ben baba
iken baba doğurdu anamı
Anam da meme
emerken anam doğurdu babamı
Babam anamı
doğurdu, anam babamı büyüttü.
İkisi de birlik
idi talâk etmezden evvel anamı
Böyle bir zâde-i
mâder değilim sanma ben ebter
Babamla ahd ettim
ol demki doğursun o anamı
Babam bana veled
dedi her emrine mütekidem
Anama mahrem dedi görmedim vech-i anamı
(Bu gazeli Şeyh Hacı Maksud Hulusi Piriştinevi
şerh etmiştir).
[221] Orgeneral Salih OMURTAK
Paşa
1889
yılında Selanik'te doğdu. 1907 yılında Harp Okulu'nu Teğmen rütbesi ile
bitirdi. Aynı yıl girdiği Harp Akademisi'ni 1910 yılında bitirerek Kurmay oldu.
1920 yılına kadar çeşitli karargâh ve birliklerde görev yaptı. 22 Ocak 1920 'de
görevle geldiği Ankara'da kalarak Milli Ordu'ya iltihak etti. 1926 yılına kadar
çeşitli birliklerde komutanlık yaptı. 1926 yılında Tümgeneral (Mirliva), 1930
yılında Korgeneral ve 1940 yılında Orgeneralliğe yükseldi. Tümgeneral rütbesi
ile 8 nci Kolordu Komutanlığı, Korgeneral rütbesi ile 9 ncu ve 3 ncü Kolordu
Komutanlığı görevlerinde bulundu. Orgeneral rütbesinde Yüksek Askeri Şura
Üyeliği, Genelkurmay II nci Başkanlığı ve 1 nci Ordu Komutanlığı yaptı. 29
Temmuz 1946 tarihinde Genelkurmay Başkanlığına atanarak 8 Haziran 1949 tarihine
kadar Genelkurmay Başkanlığı yaptı. Rahatsızlığı nedeniyle 1 Ocak 1950 tarihine
kadar sıhhi sebepten izinli bulundu. Yüksek Askeri Şura Üyeliği görevinde
ikeni, 6 Temmuz 1950 tarihinde isteği ile emekli oldu.
Fransızca,
Almanca bilir. 23 Haziran1954 tarihinde Hakk’a yürüdü. Ankara'da Devlet Mezarlığı'nda
toprağa verildi.
Bir Hatırası
19
Mayıs 1934 yılında bir darbe yapan Bulgar Ordusu, kurdurduğu geçici hükümet
sayesinde Hitler Almanyası'nın safında yerini almış, Bulgaristan Türkleri
arasında yaygınlaşan “Turan Gençlik ve Spor Cemiyetleri Birliği”ne karşı
polis takibatına geçip işkence ile öldürmeler çoğalmıştı. Ayrıca Bulgar
köylerinden teşkil ettikleri çetelerle toplu katliama başlamak üzereyken, Türk
istihbaratı bu haberi Atatürk'e iletir.
Atatürk
de, o sıralarda Trakya'da askerî tatbikat yapmakta olan 3. Ordu Komutanı Salih
Omurtak Paşa'ya, biraz Bulgar sınırını ihlâl ederek Bulgarlar'a gözdağı vermesi
konusunda talimat verir. Yağmurlu bir gecede akşamdan Bulgar sınırını sapa bir
yerden geçen askerimizin öncü birlikleri, sabah ortalık aydınlandığında Filibe
yakınındaki Hacıilyas (Pırvomay) kasabasına varmışlardır. Önce kendi askerleri
sanan Bulgarlar, hava iyice aydınlanınca, Filibe'ye doğru ilerleyen birliklerin
Türk askeri olduğunu fark etmişler ve olay Bulgar kralına iletilmiş.
Telefona
sarılan Kral III. Boris, Atatürk'le yaptığı görüşmede, “Ekselansları acaba
Bulgaristan'a harp mi ilân ettiniz?” diye sorar telâşla. Atatürk,
“Neden böyle bir şey yapalım ki!” deyince, Kral
Boris:
“Askerleriniz Filibe önlerinde ve Sofya yönünde ilerliyorlar!” diye cevap
vermiş. Atatürk
“Yolu şaşırmışlardır, Kral Hazretleri, şimdi olayı tetkik eder,
Haşmetmeaplarına malûmat arz ederim” diyerek teselli etmiş ve Salih Omurtak
Paşa'ya:
“Maksat hâsıl olmuştur, geri dönün”, talimatı
gönderilmiştir. Bu gözdağı üzerine, Kral hemen duruma el koymuş ve kitle
halinde yapılması plânlanan Türk katliamı da durdurulmuştur.
[222] Hadîd, 23 “Bu,
kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız
içindir. Allah, kendini beğenip öğünen hiç kimseyi sevmez;”
[223] İsrâ, 5 “Onlar
memleketlerinizde her köşeyi kontrollerine alacaklar...”
[224] Hevenk: Bir ipe
geçirilmiş veya birbirine bağlanmış yaş yemiş veya sebze bağı
[225] Mehmed Tevfik
Efendi Hazretleri, Sultan Abdülhamid Han'ın sofra hizmetlerini görmekte
bulundukları sıralarda gönül muhabbeti ile meşgul olmuşlar, bilahare Sultan
Abdülhamid'in tahttan ayrılmasını müteakip saray erkânı ve personel
dağılmıştır. Mehmed Efendi ise, zaman zaman iltifatlarına mahzar olduğu Ahmed
Amîş Efendinin tavsiyesi üzerine bir ara Kayseriye git mişler ve bir müddet
sonra dönmüşlerdir. Kayseri dönüşü Ahmed Amîş Efendi Hazret kendilerine hal
hatır sorduklarında şu cevabı verirler:
“Efendim, tencere iki ise birini sattım, yatak iki ise birini
sattım, bağı da tefeciye verdim sonra geldim!”. derler.
Ahmed
Amîş Efendi kendisine:
“İyi yapmışsın” buyururlar.
[226] “Emekli Binbaşı
olup 1953 yıllarında Bilecik İnönü nahiyesinde mütemekkinen sakinlerindendir.
[227] Kâf, 28-29
[228] Bu Allah
Teâlâ’nın büyük lütfudur.
[229] Kazım bey Emekli
binbaşı olup 1953 yılında Bilecik vilayeti merkezinde mütemekkiren sakindir.
[230] Hayat veren
feyzinden genişledi
[231] Mürşid mürşid
olursa bu kadarı da yeter. Olmazsa zikir çek çek dur, ne faide olur ki;
[232] Mülhak: isim,
askerlik Bir asker karargâhında subay yardımcısı.
[233] Düşman veya
zararlı kimseleri topluca ortadan kaldırma.
[234] İnha: Resmî bir
göreve atama veya bir üst aşama için yazılan yazı:
[235] Şeyh Bürhaneddin
dermiş:
“Meczuba elinizden gelen her yardımı yapınız. Faydasını
görürsünüz. Fakat kendi ile konuşmaktan bir fayda göremezsiniz. Çünkü
maneviyatınız denk değildir.”
Abdülâziz
Mecdî Efendi de, derlerdi ki:
“Bu türlü meczuplar kendiliklerinden hiç bir şey yapamayıp
kuvvetli bir velî bunların iradesini selbederek bu hale gelmişlerdir; bunların
söyledikleri sözler ve gösterdikleri fevkalâde haller kendiliğinden değil o
velîden akseder, binaenaleyh bunlardan bir şey beklemek, bir şey ummak doğru
değildir. Şu kadar ki kendilerin sataşmamak, eziyet ve hakaret etmemek lâzım
gelir. Şayet edilirse meczubun değil, onu idare eden velînin sillesine
çarpılmak korkusu vardır.”
[236] [Cehennemin de ömrünün sayılı ve sınırlı olduğuna
inanan Süheyl Ünver yukarıda sözünü ettiğimiz Amerika hatıralarını içeren ‘Cehennemnâme’
defterinin başlangıç sayfasına şu notu düşmüştür:
Bunu naçizane
olarak (‘Cehennem altı bin sene sonra yıkılır’) buyuran Tırnovalı Ahmed
Amiş Efendi Hazretlerinin ruh-i âlilerine takdim edebim”
Cehennemin
ömrü üzerinde naklettiği bu söz aslında Ahmed Amiş Efendi tarafından Abdülaziz
Mecdî Efendi'ye Mısır Seyahati hakkında söylenmişti. Süheyl Ünver ise kendi
cehennemini Cenab-ı Hakk tarafından görevlendirilmesine bağlamaktadır. Onun
sözlerini zikredecek olursak:
“... Ben öyle bir
cehennemde uzun müddet (380 gün) Cenab-ı Hak tarafından memur imiş gibi yaşadım
ve onun için cennete mekik dokudum. Birçok ruhi inkişaflar oldu. Anladım ki çok
defa cehennem azap yeri değil, bir pişme yeri. Tam pişip de Hakkın lûtfuyla
buradan kurtulabilenlerin tadına doyum olmayacak gibi... Cehennem ve onun
azapları bir gün kalkar. Devresini geçirenler de zaman zaman cennetin ebedî
lûtfuna karışır. Ama ilâ-nihâye cehennemde değildir”]
[237] Amerika’nın
kuvvet kazanacağına işaret edilmiş olabilir.
[238] Bu âyetin meâli: "Sizin
velîniz: evvel Allah, sonra Resûl'ü, sonra o îmân etmiş olanlardır ki namaza
devâm ederler ve rükû hâlinde zekât verirler" şeklindedir (Orijinal
Elmalılı Hamdi Yazır meâli). Abdülbâkı Gölpınarlı Kur'ân-ı Kerîm ve Meâli
(Remzi Kitabevi, İstanbul 1958) başlıklı eserinin 2. cildinin LIX. sayfasında
bu âyetin açıklaması bâbın da aynen şöyle yazmaktadır:
"Bir gün, mescide bir yoksul gelmiş, Allah için
bir şey istemişti. Namazda bulunduklarından, hiç kimse bir şey verememiş,
yoksul da “Ya Rabbî, Tanık ol! Peygamber'in mescidine geldim, bana bir şey
veren olmadı” demişti. Bunun üzerine Hz. Ali kerremallâhü veche, rükûda
iken elini uzatmış; yoksul, parmağındaki yüzüğü alıp gitmişti. Bu âyet Ehl-i
Beyt imâmlarına, Sa'labî'ye, Taberî'ye Ebû Bekr-el Râzî'ye göre bu olay üzerine
inmiştir".
[239] Fasîh Ahmed Dede (hyt. 1699):
Galata Mevlevîhânesi hazîresinde medfûn, melâmî-meşreb, Ehl-i Beyt-i Resülullâh
âşığı, dîvan sâhibi ve hattât bir mevlevî dedesidir.
[240]Hâme: Kalem.
[241]Rümmân: Nar.
[242]Pür: Dolu.
[243]
[244]
[245] Şihâbu’l Ahbâr,
729
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar