ANGOİSSE (Sıkıntı)
HASTALIKLARIN ZUHURU
Geçen yüzyılda
mikrobun keşf ile bütün hastalıklarda organik (Uzvi, cismanî) sebebler ileri
sürülerek “biz yarattık” misali, - “biz biliriz” kanaati revaç bulmuştu.
Fakat zaman gösterdi ki, meselâ ne veremde Koch basili ne zatürrede Pneumocoque
tek başlarına hastalık yapamıyorlardı. Bu suretle en güvendikleri dal kopmuş
oluyordu, öyle ya, etrafı hep veremli, adam, verem olmuyor, ağzının içinde
mikropları dolu fakat zatürre olmuyor, “O halde mikropların miktarı az da, ondan
hastalık yapamıyor” demeğe başladılar, fakat olmadı. Bu defa
döndüler “mevcut mikroplarda hastalık yapabilme kudreti zayıf olduğu için”
dediler. Yine olmadı. O zaman “başka
faktörler de araya giriyor” dediler. Meselâ “bünye alerjik yani hassas olmalı, vücûdun bir istidadı bulunmalı”
dediler. Yine tatminkâr olmadı. “Vücûdun
yorgun da olması lâzım” dediler, az geldi. Sonra “Aç da kalmamalı ki,
mikroplar, o takdirde hastalık yapabilir” dediler, dediler dediler fakat
varmak istedikleri işin künhüne bir türlü varamadılar. O bakımdan hastalıkların
zuhuru sebebinde, karanlık yine dağılmadı. Hülâsa, mikrobun da keşfine rağmen,
gelinip bir noktada yine duruldu.
17. asırda da Blagrave; “Planete'lerin
yani yıldızların tesiri altındayız. Yıldızların tesiri olmadan hiç bir hastalık
meydana gelemez.” diyordu. Buna göre,
Satürn dalak'a,
Jüpiter, akciğer, karaciğer, nabza ve spermaya,
Mars, böbreklere,
Venüs, rahim, göğüs ve kadınların jenital
ifrazlarına,
Merkür, ruhî
faaliyetlere, güneş, beyne, sinirlere vücûdun sağ kısmına ve kadınların sol
gözüne, tesir ediyordu.
Nasıl oluyor da, çeşit çeşit adale veya türlü kemik hastalıkları veya böbreklerin
taş yapması veya ülserler veya kalp ve damar hastalıkları meydana gelip
durmaktadır.
Hakiki sebep nedir?
Daha psikiyatriye
hiç gelmedik, ya adam durup dururken: “karşımda
görüyorum, geliyorlar, seslerini duyuyorum, küfrediyorlar” demeğe neden
başlıyor?
Hâlbuki
beyinde bakılmadık nokta mı bırakıldı? Kanda ve beyin suyunda türlü maddelerin
tetkikleri mi ihmal edildi? Hormonların türlü dozajları mı eksik kaldı? Neler
yapıldı, neler yapılmadı?
Netice,
mikrobik, metabolik, hormonal, kalıtım, genetik bozukluk, ruhî, aşağı yukarı
bütün hastalıklarda, aynı derecede olmak üzere, hastalık yapıcı karanlığını
muhafaza etmektedir.
Bunun üzerine doktorlar
dediler ki: “hastalıkların zuhurunda
ruhî sebeplerin rollerini ele alalım.” Ve böylece, aşağı yukarı, son yüz
senedir, insan ruhiyatı, ilk plânda müşahede ve mütalâa unsuru haline geldi.
HASTALIKLARIN ZUHURUNDA RUHÎ FAKTÖRLER
“Vücut uzuvları, fikirlerin ve hislerin geçtikleri
kanallardır.”
Gerçekten öyle
midir?
“Kalbim doldu” veya “kalbim ezildi” gibi ifadelerin
hangisini boşa söylenmiş kabul edebiliriz?
Kalpte olduğu
gibi, ciğerde, böbreklerde damarlarda, midede heyecanı hayat ile alâkalı bir
şeyler olup gitmektedir.
Melankoli bir
hastada gözlerin bakışı bile söner.
Pek hisli
kimselerde, heyecanın nesil ve iç salgıları değişikliklerine sebep olduğu
bilinen bir gerçektir. Almanlar tarafından idama mahkûm edilmiş olan Belçikalı
bir kadının saçları hükmün icra edileceği günden bir gün önce beyazlaşıvermiştir.
Korku duygusu
üzerine tecrübî çalışmalarda, böbrek üstü bezlerinin genişlemesi görülmüştür.
Bu şekilde salgılanan Adrenalin, kan tazyikini ve akış süratini çoğaltmaktadır.
Korku hallerinde görülen husus ile çarpıntı, yüz solukluğu, mide ve barsak
fonksiyon bozuklukları vs. malûm olan hakikatlerdir. Ayrıca, büyük bir korku
geçirmiş olan kimselerde beyaz kan hücrelerinin azaldığı, damar tazyikinin
düştüğü, kan plazmasının tahassür etme zamanının kısaldığı görülmüştür.
Böylece, Joltrain, manevî bir darbenin, kan üzerinde gözle görülür tesirler
icra ettiğini ispat etmiştir.
Sıkıntı'da
(angoisse) (anguvaz diye okunur) insanın “rengi solar, alnından soğuk terler
dökülür, çeneleri kilitlenir, dişleri birbirine vurmağa başlar, vücüdü titrer,
nefesi sıklaşır, intizamını kaybeder, küçük ve büyük abdestini kaçırır, başı
döner, baygınlıklar geçirir, hatta büsbütün kendini kaybeder..” Bu arada
bütün göğüs sıkılır gibi olur veya nahoş his baştadır. Ayrıca, kollardan veya
karında ağrılar vardır. Böyle hastalar, boş yere uzun zaman, ülserdir
kanserdir diye üstüste ameliyatlar geçirmeye maruz kalmıştır.
Görülüyor ki,
saydığımız ruhî sebepler vücut uzuvlarında gözle görülen değişiklikler
yapabilmektedir.
Ya,
saymadığımız ruhî sebepler?
Ya gözle görülmeyen
türlü sorunlar?
Hepsine kapsayacak
bir ifade ile, hastalıklarda “Ruhî Faktör”
dediğimiz bu sebebin hakikat ve büyüklüğünü ifade etmiyor mu?
Bu noktadan
hareketle, “devamlı hüzünlerin, inatçı
endişelerin vücudu kansere hazırladığını” iddia eden doktorları red
edebilir miyiz?
“Mide ve bağırsakta düzensizlik, hazımsızlık, bağırsak
mikroplarının kana geçmesi emniyet hissi yokluğundandır veya kolitler ve
bunlara refakat eden böbrek ve mesane iltihapları zihnî manevî dengesizliklerin
neticeleri olur” diyen doktorları bir kalemde haksız
çıkarabilir miyiz?
Haddi zatında
bir kalemde de haksız çıkaramaz olduk, bin kalemde de. Onun için, bütün akıl ve sinir hastalıklarında araya giren istisnai
organik durumlar hariç ruhî faktörü, yegâne sebeb olarak, kabul etmekteyiz.
Akıl ve sinir
hastalıklarında (Psychose, Psychonevrose) diye konuştuğumun sebebi, bir çok
uzvî hastalıklarda da bu gün, ruhî faktörün rolü benimsenmiş ve “Psikosomatik[1] Doktorluk”
buradan ve bu sebep ile meydana çıkmıştır.
PSİKOSOMATİK DOKTORLUK
1935 yılından
beri resmen ve ismen kabul edildiğine göre (so-matique) yani bedene ait türlü
hastalıklar vardır ki, bunlarda sebeb (Psychique) yani ruhî'dir.
Meselâ bazı
cilt hastalıkları, romatizmalar, bronşit astım, damar spazmları, hipertansiyon,
mide ülserleri, müzmin kabızlık veya kolit halleri, bazı hormonal fonksiyon
bozuklukları, bazı göz hastalıkları, kadınlarda ay halleri ile sair Jenital
bozukluklar, kudretsizleler ki geride ne kaldığı veya ne kalabileceği merakı
muciptir, araya giren istisnaî durumlar haricinde, ruhî faktör yegâne sebep
olarak mütalâaya müsaittir.
G.
Wolff ve S. Wolff isimli iki yazar, bir adamı ve midesini incelemişler. İnceledikleri
adam karnından midesine açılan yol ile besleniyordu. O bakımdan mide iç cidari
(mukoza) çıplak gözle görülebildiğinden, bu iki bilgin “günlük heyecanlar ve ruh haletleriyle mide fonksiyonları arasındaki
münasebetleri” tetkik edebildiler. Bunlara göre (Her hangi bir iç üzüntüsü bir kızgınlık veya acı, mutlak surette mide
mukozasının kızarması ve hareketleriyle salgısında artma ile birlikte)
idi. (Ufak heyecanî şok ile mukoza erozyonları ve kanamaları ve çok kere mide
cidarının şiddetli büzülmeleri..) görülüyordu. Bunlar, bu iki yazarın bütün sindirim
sistemine ait türlü tetkik ve müşahedelerinden sadece mideye ait bir kısımdır.
Şimdi, ikinci dünya
savaşında, Londra hastanelerinde, svaşın verdiği korku ve heyecanlardan mide
ülserlerinde delinmelerin, diğer zamanlara nispetle neden üç misli artmış
olarak tespit edildiğini daha iyi anlamıyor muyuz?
Yine çok
yaygın ve müz'iç olması sebebiyle ikinci bir misâli de “Astım Broşit” den
verecek olursak..
O. Loras isimli yazarın
306 sayfalık kitabında: “Allerjik dış
faktörler, iç salgı bezlerine veya kapalı damar salgılarına vs. sebepler astım
için köklü rol oynamazlar. Bunlar reaksiyonel sebeplerdendir. Sebebi hakikî
bizzat astımlının kendisidir. Böyle astımlı şahıslarda krizler, ruhî
mücadelelerini pasifize edemediklerinden dolayı bastırılmış şahsiyetlerinin
işareti olarak meydana gelmektedir.” denilmektedir. Bu sebeple astımlıyı,
bir nevi nefes darlığı olarak gösteriyor ve krizler haricinde de şahıs bir
sıkıntı doğurucudur hükmüne varıyor.
Böyle kimselerin asabi bir şahsiyet
sahibi olduklarını yalnız soluk alışverişlerini değil hayatlarını da
kaybetme korkusu içinde bulunduklarını ayrıca ifade ve iddia etmektedir.
Heyecanlar,
korku, kin, nefret, endişe, sıkıntı ve diğer taraftan bunlara bağlanan türlü
uzvî hastalıklar. Diğerleri masun kalabilecek mi?
Veya ne kadar
zaman, birinci plânda ruhî faktör ele alınmayan hastalık görülecektir?
Nitekim ayni
kanaatle J. Sedan ve P. Guillot “Hastalıkların gerek teşekkülü ve gerek
seyirlerinde, psikolojik kaynaklı esas bir elaman olarak gün geçtikçe daha
fazla ehemmiyet kesbetmektedir.” demektedirler. O bakımdan, Psikityatrinin
ilerde bütün uzvî hastalıkları içine alması beklenir dersek, şaşmamak gerekir.
Bir grip bir
diş ağrısının bile, ekser, muayyen bazı ruhî, heyecanı artıran karışıklıkların
peşinden geldiğini fark etmiyor muyuz?
O halde uzvî
hastalıklar haricinde, safî ruhî hastalıklarda
ruhî faktörün rol ve ehemmiyetini daha kolaylıkla ve peşinen kabul
zarureti hasıl olmuyor mu?
İşte “Dinamik Psikiyatri” budur.
PİSİKOTERAPİ-TELKİN
Histeri: Bir çeşit ruh
hastalığıdır. Genellikle 30 yaş altındaki bireylerde görülen, psişik ve motor bozukluklar,
özellikle duygusal reaksiyonlarda taşkınlık, hareket bozuklukları, geçici
kişilik değişimi ve çeşitli sistemlere ait psikosomatik şikâyetlerle belirgin
nevroz şekli.
Histeri aşırı
hayal gücü veya korkuları ifade eden nevrotik zihinsel hastalığa verilen addır.
Histeri, hastalarda ani sinirsel nevrotik bir hastalık olarak bilinir. Histerik
hasta, kendindeki ruh sağlığının bozukluğundan habersizdir.
Psikanalizde, hastalıkların sebebi ruhî'dir.
Histeri ruhen yaralanmadan ve bu yaralanmanın teessürünün uzun yıllarla şuur
halinde devam etmesinden dolayı meydana geliyordu. Daha açık bir ifade ile hayatta
maruz kalınan ruhî yaralanmalar sebebile ruh hastalıkları meydana geliyordu.
Cismani
hastalıklarda olduğu gibi ruhî hastalıklarda da organik (maddî, cismanî)
sebepler üzerinde durulduğu bir zamanda 1882 yılının 13 Şubatında Paris Tıp
Fakültesinde Charcot isimli doktor histeriklerde hipnotize etmek suretiyle,
meydana gelen asabî hallerden kurtulacağı bahis ile Fen Akademisine müracaat
ediyor. Fen Akademisi, Charcot'ya itiraz etmiyor, bil'akis teklifi müspet
karşılıyor.
Akademinin bu
müsaadesile, birdenbire yalnız tıbbî değil hattâ edebî ve felsefî mecmualarda
da bu mevzuda çeşitli makaleler seri halinde neşre başlıyor. Bu şekilde “telkin'in” tedavide rolü üzerinde
çalışmalar birdenbire artıyor ve yayılıyor. Bu suretle,
ilmî ve tıbbî mânada müşahade ve raporlar biribirini takip ediyor. Birçok doktor
telkinle siğilleri iyi ettiklerini bildiriyorlar. Sorumluluk, mesuliyet, yükümlülük,
telkin edilmiş olan fikirlerle, yalnız asabî hastalıklar değil, uzvî cismanî
hastalıklara karşı da mücadele edilebileceğini, bu şekilde diş ağrısından
vereme kadar birçok vücut hastalıkları iyi edileceği ifade edilmeye
başlanmıştır. Mesela Nancy [2]mektebi
de, Histerinin telkin ile meydana
geldiğini gösterdi. Bugün bile Histeri, telkin ile meydana gelen ve telkin
ile iyileşen bir ruh hastalığı olarak bilinmektedir.
Josef Breuer
Avusturyalı
fizyolog. 1843-1925 yılları arasında yaşamış Breuer, Sigmund Freud'un çalışma
arkadaşı ve psikanaliz'in kurucularındandır. Viyana'da yaşamış ve tıp tarihine
geçecek çalışmalara imza atmıştır. Özellikle öğrencisi Sigmund Freud ile yaptığı
çalışmalar psikanalizin temelini atmıştır. Evli ve 5 çocuk babasıdır. Yahudi
kökenlidir, bir keşifte bulunmuştu ki (hakikatte yeni psikoloji bu bakım
noktasından yola çıkmıştır.)
Bu doktorun,
histeriye müptela, genç ve gayet zeki bir hastası vardı. Bu hastanın, sağ
koluna kasılı bir felç arız olmuş, vakit vakit kendinden geçiyor, şuuru
bulanıyordu. Ayni zamanda konuşma kudretini kaybetmişti.
Hastanın
halini izah edecek uzvî sebebler yoktu. Binaenaleyh, menşeini ruhî olarak kabul
etmek icab ediyordu. Breuer dikkat etmişti ki, hastanın ister davet edilmiş
olsun, ister kendiliğinden olmuş bulunsun, bu haleti fecriyeleri esnasında
bütün zihninden geçenleri veya gözüne görünenleri hikâye ettirmekle hasta bir
kaç saatler rahatlıyordu. Hasta bu tedavi tarzı için “Talking cure” konuşma tedavisi,
tabirini icad etmişti.
Breuer ayrıca,
hypnose ile histerik hastaların hatırılarının uyandırılabileceğini de
keşfetmiş idi. Hatıralar meydana çıkıyor, arazlar kayboluyordu.
Freud Sahnede
Freud önce
Parise giderek Charcot'dan ve sonra Nancy'ye giderek Marie Bernheim (1837-1919)' den, ruhî âlemin derinliklerini ve “hipnoz”u öğrendi. Çalıştığı Viyanada
ise, o zaman Breuer otorite idi. Akrabası da olduğu cihetle Breuer'in himayesinde,
Breuer'in keşiflerini tasdik ve uygun görmeye başladı. Bilahere ruhî cerhiyet (yaralanmanın)
hastalık yapabilmesi için, bazı sebepler daha lâzımdır, bunlar cinsî mânadadır
derken, tamamiyle “cinsel dürtü” - “Libido” üzerinde karar kıldı. Bu
şekilde “cerhiyet nazariyesi=ruhî
yaralanma” yerine, cinsel dürtü nazariyesi yerine konmuş oldu.
J. Yung'un bir
vak'asını ve mütalâasını burada ruhî yaralanmaya ve Freud'un cinsî nazariyesine
eski bir misâl olmak üzere aynen alıyorum.
“Ani bir korku
neticesinde ağır bir histeri'ye tutulmuş bir genç kadın tanırım. Bu genç bir
kaç arkadaşiyle beraber gec eyarısı evine dönmek üzere bir caddede yürürlerken o
sırada arkalarından hızla bir araba gelir; arkadaşları hep yana kaçıverirler;
fakat o genç korkup şaşırarak yolun ortasında durur ve beygirlerin önü sıra
koşmağa başlar; arabacı kamçısını şaklatır, küfreder, hiç biri kâretmez. Bir
köprüde nihayet şosenin sonuna kadar yol boyunca iner, köprüye varınca artık
takatten kesilir ve bu hayvanların altına düşmemek için korkusunun dehşeti
içinde kendisini suya atmağa teşebbüs eder, yoldan geçenler yetişip
menederler...
Aynı kadın 22 Ocak
1905 te Petersburg'da imiş; ve ordunun
yaylım ateşle bir sokağı açtığı esnada sokakta yolunu şaşırmış bulunuyormuş,
sağında ölüler ve yaralılar yere düşmekte oldukları halde, o kendisine
tamamiyle sahip olarak bir araba bulup sığınmağa ve oradan civar bir sokağa
geçerek kaçıp kurtulmağa muvaffak olmuş; bu müthiş anlar sıhhati üzerinde hiç
bir akis yapmamıştı; bu vakalardan sonra gayet iyi ve hatta her zamanki halinden
daha iyi idi.
Dışardan
bakınca buna benzer hallere çok rastgelinir. Bu çeşit hallere bakarak ister
istemez çıkarılan sonuç bir ruhî yaralanmanın şiddetinin hastalık yapmaktaki
rolü o kadar mühim değildir; hastalık olmasında en çok hususî şartlar amil
olur. Bu neticenin sırrına nüfuz edebilmekte belki bir anahtar olur. Onun için
kendi kendimize şunu sormalıyız:
Araba
hâdisesinde hususî şartlar nelerdi?
Genç kız araba
beygirlerinin dörtnal sesini işittiği andan itibaren endişe ve ıstırap
başladı. Bir an içinde kendisine yaklaşmakta olan bu nal seslerinin müthiş bir
akıbete varacağını, ölümünün veya başka acıklı hâdisenin başlangıcı olduğu
intibaını meydana getirdi; ondan sonra artık kendisine sahip olamadı.
Meydanda ki
şuurunu kaybetmesini mucip olan izlenim atlardan geliyor; fakat hastanın bu
kadar ehemmiyetsiz bir hâdise karşısında bu kadar akılsızca bir ters haereket
yapmağa istidadı bu kızın hayatında atın hususî bir rol oynamış olmasından olabilir,
düşüncesini kuvvetlendirmektedir.
Bu genç yedi
yaşında iken, araba ile bir gezinti yaptığı sırada beygirler gemi azıya
almışlar ve kenarları dikine uçurum bir nehrin kıyısına doğru atılmışlardı.
Arabacı hemen arabadan atlamış ve kendisine de atla! diye bağırmıştı: fakat
biçare ölesiye bir korku içinde karar veremiyordu. Nihayet vakit geçmeden atlamağa
muvaffak olmuş ve hayvanlarla araba uçuruma yuvarlanıp gitmişti. Böyle bir
hâdisenin derin bir intiba bırakacağına şüphe yok. Fakat bu kazayı hatırlamanın
hiç bir tehlikesi olmıyan bir hâdisede bu kadar nispetsiz bir aksi tesir
yapabilmesi kolay izah olunamaz. Bütün
bunlar bize şimdiye kadar yalnız bir şey öğretiyor ki o da bugünkü vakıa
kökünü hastanın çocukluğundan alıyor, amma bu marazi sahnenin sebebleri yine
karanlık kalıyor.
Bu sırra nüfuz
edebilmek için daha başka şeylerin öğrenilmesi icap eder. Uzun bir tecrübe ile
sabit olmuştur ki bu güne kadar tahlil edilen olayların hemen hepsinde ruhu
yaralayıcı sebebler yanında hususî bir bozukluk daha bulunuyor ve hususî bozukluk
cinsiyet sahasında bozukluktan başka bir suretle izah edilemiyor.
(Bununla
beraber bu bakımdan kadınlar kendilerine karşı da, doktora karşı da şaşılacak
bir samimi-yetsizlik gösterirler.)
Herkes bilir
ki aşk her yana çekilebilir bir şeydir: Cennet de vardır, cehennem de. Aşkta
iyilik de kütülük de, ulviyet de, süfliyet de olabilir. Freud bu vakıayı
öğrenince telâkki tarzında âdeta bir inkilâp oldu. O zamana kadar az çok Charcot'nun ruhî yaralayış teorisi etkisi altındaki
nevrozların sebebini hayatta maruz kalınılan ruhî yaralanmaları ararken bundan
sonra meselenin ağırlık merkezini değiştirdi ve hakikati büsbütün başka bir
cihette aradı. Bunun en iyi örneği anlatılan olaydır. Atın hastamızın hayatında
pek hususî bir rol oynamış olabilmesini pekâla anlarız; fakat sonraki o aşırı
ve yeri olmıyan aksi-tesiri anlayamayız. Bu hastanın halinde garip ve hastalık
veren şey atların kendisine aşırı bir korku verişidir. Eğer yukarda zikrettiğimiz
kendi yanındaki düşüncesi gözönüne alırda ruhî yaralanma sebebleri yanında
daima ihtiras sahasında bir bozukluk da bulunduğunu kabul edersek hastamızda
bu cihetle bir karışıklık ve bozukluk olup olmadığını aramamız gerekir.
Olaylar üzerine yorum yapmak ilim bu değildir.
Mazhar Osman Hoca'da,
kitabında, psikiyatrisler hakkında derki;
“Bizce bu bulunan (alt şuur) şeyler hastaya ait değildir.
Psikanalizi yapan ne duyuyor ne düşünüyorsa hastasında onu buluyor.”
Fakat, Freud
da Mesmer gibi Viyana'da birden bire parladı. Mesmer'in Harmonie ismini verdiği
cemiyet gibi o da İNTERNATİONAİ
PSYCHANALYSE CEMİYETİNİ tesis etti. Ve o da kısa zamanda Mesmer gibi en
ağır tenkitlere maruz kaldı. Fakat XVI. Louis'ye mümasil bir otorite çıkıp
Freudism'i tetkik ettiremedi. Ve bir ilim hey'eti (Muzır neticeler tevlid ve
halk ahlâkını ifsad ettiğini) bildirerek (Freudisme'i tatbik edecek her doktorun
ıcrai sanattan men edileceğini) ilân etmedi.
Hâlbuki bazen
tek bir ilâcın 5-10-100 veya 1000 insana zararı oluyor diye, tebliğler,
broşürler ve tamimlerle dünya biribirine girer. Bu garip dünya!
Yalnız bir
zaman teşriki mesai arkadaşı J. Yung'un, Freud hakkındaki şu sözünü hatırlamak
gerekir. “Freud'un saf ve basit cinsiyet
tahlil (psikanaliz) usulünün bir terbiye usulü olarak münhasıran kullanılmasını
hiç bir vakit tavsiye etmek istemem. Terbiyenin bu usule hasır ve tahsisi bir
felâket olur.” (Ruhî hayatta la-şuur M. Hayrullah tercümesi. Sayfa 75.)
Böylece ruhî cerhiyet
(yaralanma) cinsiyet nazariyesi haline gelirken 1893 ve 1895 deki eserlerinde,
hatıralar hatırlandığı esnada, heyecanların da meydana-çıktığını
bildiriyorlardı. Bu şekilde hasta, asıl ızdırabından kurtuluyordu (Abreaction=dışa
vurup rahatlama). Freud, her zaman, bahsi geçen yazarlara benzer hipnoz'da başarılı
olamadığı için, Picasso'nun resim icadı gibi, elini hastanın alnına koyuyor
ve hastanın aklına ne gelirse söylemesini ondan istiyordu. Bu iletişimle, rahatlama
halinde, dışavurum nasıl oluyor? Yani konuşmağa terk ile hasta hatıralarını
söyleyince rahatlaması yani iyileşmesi de hastanın (Transfert) olmasına bağlı imiş. Transfert demek, hastanın doktorune karşı duyduğu cinsî alâka.
Bitti mi?
Hayır.
Hastanın doktora
karşı duyduğu bu cinsî alâka, hasta kız ise, erkek kardeşine ve babasına, erkek
ise, kız kardeşine ve anasına veya başkalarına karşı bilinçaltında olan cinsî
hislerinin doktora tevcihi ile yer değiştirmiş şekli demektir (Deplacement=yer değiştirme).
Bitti mi?
Hayır.
Bir de Contre (Zıt)
Transfert var.
Bunun manâsı
da, tedavi eden doktorun, iyi olmak için, himmet ve inayetine sığındığı ve
kendisine emanet edilmiş olarak bırakıldığı hastasına karşı duyduğu cinsî alâka
demektir. Bu şekilde, bizim bildiğimiz, hastanın doktora olan hürmet hissi ve
doktorun hastasına olan merhamet hissi de ortadan sır oldu.
Tabiî değil
midir?
3 paralık bir
hastalık olsa da çünkü ciddi hiç bir hastalığa el atamamışlardır ve atamazlar
yalnız histeri denen belirsiz bir hastalığın pek dar sahasındadırlar buna
rağmen, ekseriya hakikatte de değil, kendiliğinden veya hayalî veya tasavvurî
surette hastalık iyiIeşmişse, elbet, cinsiyet nazariyesinde, cinsî laflarla
izah edilecektir.
O halde, Breuer'in “Talking cure” (Konuşma
Terapisi) keşfinde bildiklerimizden fazla, Freud bize ne getirmiştir? Çünkü Talking cure bize öğretmiştir ki, hasta
konuşmağa terkediliyor, hatıraları uyanıyor, sonra rahatlıyor iyileşiyordu.
Freud'un bize
getirdiği,
Catharsis (rahatsız edici duyguları dışa vurarak onlardan kurtulma),
La libre
association (Serbest ilişkilendirme),
Abreaction
(duygusal rahatlama ve boşalma olayı), Transfert
(hastanın doktorune karşı duyduğu cinsî alâka),
contre transfert (bilinçsiz bilinçsiz duygularını analisti analizanın tarafından hissedilir
olması).
Deplacement (yer değiştirmeği)bi kelimelerdir.
Cinsiyet
nazariyesinin istinat ettiği “Talking cure”den başka, bu defa da cerhiyet
(yaralanma) akidesinden gizlice aktarılmış bir kaç kelime vereceğim :
Hâdiseler bilinçten
(Conscient) bilinçaltına (Inconscient) atılıyor (Refoulement).
Hâtıraların
hatırlanmasına mâni kuvvet var : (Resistance). Ruhî arazlar, Inconsient
hâdiseleridir ki buradan dışarı hucum ederler (Symbolisation).
Ruh bilinmiyor,
Şuur (bilinç) nerde bilinmiyor, bilinçaltı nerdeki?
Beyinde mi?
Kalpte mi?
Yoksa son
görüşlere nazaran Midede mi?
Yoksa gönül
denen yer neresi?
Bunlar işte
ilmî bir cavap yok. Ama Freud'un bunlarla ilişiği yok. Doktor olmayanlar bile,
unutmaktan, hatırlamaktan bahsetmiyor mu?
İcab ettiği
zaman tedai ile, hafızadan hâdiseler inci taneleri gibi bir birini takiben
hatıra gelmiyor mu? "Veya geçmiş bütün hâdiseler, şu an düşünülmiyen
şeyler, gece bulut arkasında gizlenmiş yıldızlar gibi, hafızadaki yerlerine
teker teker geçip gitmiyorlar mı?
Hastalıkların
sebeblerinin ruhî olduğunu (inconscient= kendinden
geçmiş, baygın, şuursuz) deyince ne değişiyor?
O sebeble
bazı ruhî arazların meydana çıktığını, bu ruhî hastalıkların sebebinin şahsa
müessir eski hâdiselerle alâkalı olduğunu (Refoulement=
bastırma, sindirme, önleme, tutma, durdurma, kesme,
örtbas etme, gizleme, baskı ) demenin ne faidesi var?
Bu hâdiselerin zamanla tabiatile
unutulacağını, şu andaki düşünmekte olduğumuz şeylerden gayri geçmiç bütün
hâdiselerin hafızamızda mahfuz bulunduğunu (Resistance= direnç, direnme, metanet, dayanma, dayanıklılık, karşı koyma, mukavemet,
dayanma gücü, karşı çıkma, karşı gelme, tahammül; demekle değişen ne oluyor?)
Cerhiyet
(yaralanma) nazariyesinden öğrenmemiş mi idik?
Daha sıralamağa
zaten ne lüzum var?
Borsalarda
bile, bir avuç buğday, numune olarak kâfi görülmüyor mu?
O halde yenilik nedir?
Yenilik, İnconscient, Refoulement, Resistance, Symbolisation gibi
kelimelerde. Kelimeler çok, yine yeni bir şey yok.
Freud'un
getirdiği, bulduğu, keşfettiği, söylediği nedir o halde?
FREUD'UN, GETİRDİĞİ, BULDUĞU, KEŞFETTİĞİ, SÖYLEDİĞİ,
YALNIZ CİNSİYETTİR.
Evet, âlemi
ruhiyatla, ruhiyatın çeşitli şekilde zuhuratı ile ve ruhiyat üzerine müessir hâdiselerle
meşgul, biraz tetkik ve tetabbu sahibi doktor için, cinsiyet lafından gayri
Freud'dan öğrenilecek ki kendileri de teslim ediyorlar tek nokta yoktur.
Bu sebeledir
ki, sayesinde konuşmağa başladığı, hâmisi Breuer'in kızı ile olan macerasından
dolayı da derler, yani Freud'un Breuer'e cinsî manâda teşekküründen sonra,
Breuer, Freud'dan hemen ayrıldı.
Zamanında
Freud için büyük kıymet ve kuvvet olan iki ortağı, Adler ve Yung’da biraz
sonra Freud'dan ayrıldılar ve cinsiyetten başka nazariyelerle ortaya çıktılar.
(FREUDÎSME)
CÎNSÎYET (LÎBÎDO) NAZARİYESİ
4-5 yaşında
bir çocuğu bile “gel yavrum” demek
suretile adam kandırıp, evinden yuvasından alıp, beraberinde götüremez. “İşte naylon
torba içinde nane şekeri.” “İşte renkli ve mavi boncuklar.” “Görüyor musun?”
demek mecburiyetindedir. Çocuk o zaman haddi zatında bir kıymet ifadesinden
uzak, yalnız bu renklere şekillere kanarak adama inanır. Onun arkasından
gitmeğe başlar.
Bundan önce açıklaması
yapılan “La libre association,
Abreacti-on, transfert, Deplacement, Inconscient, Refoulement, Symbolisation...”
gibi Freud'un elindeki türlü kelimeler yığını da, aynen çocuğu kandırıp
kaçırmak istiyen adamın elindekilere benzemektedir. Ve bunlara aldanmakla,
çocuk hırsızının evinde kendini bulan yavrucak misâli, insanlar da Freud'un
cinsiyet nazariyesi gibi dehşet engiz bir vasatta kendilerini buluveriyorlar.
Freud'un Aldatıcı Teorileri
Birinci Teorisi : Cinsî sevki-tabii (libido)
Freud
terminolojisinde Libido, daima cinsî (sexuel) sevki-tabiiye bağlıdır:
L'instinct sexuel (Cinsî sevki-tabii). “Hâkim
içgüdü kuvvetler, insanlarda olduğu şekilde, aynen hayvanlarda da mevcuttur.” Nedense,
bu hayvana benzetmeler insanları artık hiç kızdırmaz oldu “Cinsî insiyak (sevki-tabii)
gibi, hakikî bir insiyak de, muhafaza insiyakidir ('instinsu de conservation).
Bazıları bunlara bir de L'instinct de Gregaire, ilâve ederler. “Muhafaza insiyakinde
şuurda ifadesini bulan tatminkârlık bir zorluğa rastgelmez. Tatmin olabilmek
için zorluğa uğrıyan libido yani cinsî sevki-tabiidir.”
Cinsiyet,
sevki-tabii olamaz. Behemahal bir isim vermek lâzım ise, o zaman cinsiyete sevki-tabii
değil, sevki gayri tabii demek daha güzel yakışır. Esasen, cinsiyetin sevki-tabii
halinde bulunduğu hayvanlara da hiç benzer tarafımız yok.
a) İnsanda cinsiyeti sevki-tabii halinde düşünmek,
alel hesap insanın yaratılışına aykırıdır. Çünkü biliyoruz ki bütün insanlarda
akıl var ve insanlar aklın sevk ettiği yolda yürüyüp gitmektedir.
b) İnsanın cinsî sevki-tabiide gösterilmesi,
insanm tarifine de uymaz, insana eski tâbirle, “Hayvan-ı natık” konuşan hayvan
derlerdi. Yani insan, hayvanlardan ayrılıyordu. “Düşünen mahlûk” tarifi de,
insanda aklın esas alındığının kat'î işareti olmuyor mu? O halde insan nasıl
olurda, cinsi arzuların sevki-tabii halinde bulunduğu hayvanlar ile ayni
noktada mütalâa edilebilir?
c) Eğer böyle değil de insan, hayvan benzeri
cinsiyetin sevki idaresinde olsaydı hangi insanı durdurabilirdik? Siz,
senenini muayyen kızışma devresinde, aygır'ın gem'e yular'a zincir'e rağmen,
kaç insan tarafından -ve ne kadar güçlükle zaptedilebildiğini hiç gördünüz mü?
Siz evinizde kedi varsa, senenin bu kızışma devresinde, kapıyı kapasanız
pencereden, pencereyi kapasanız bacadan fırlayıp çıktığını, yemeden, içmeden
ve bütün âdetlerinden sıyrılan kedinizin, ağaçtan ağaca, duvardan duvara,
soğuğa rüzgâra kar'a çamur'a, ışığa karanlığa, tenha ve kalabalığa rağmen
(cinsî sevki-tabiisinin) elinde oyuncak olduğunu gördünüz mü?
İşte cinsî sevki-tabii budur. Eğer, insan da cinsî sevki-tabii elinde olsaydı,
yılda muayyen devre değil, hafta içinde mükerrer kızışma devrelerinde hangi bir
insanı, hangi mahlûkatın yardımı ile ve ne ile zaptedebilecektik?
O zaman, hususile öğrenme ve yetişme çağı olan bu devrede, kim mektebe
gider, kim okur, kim yazar, kim çalışır, kim iş yapar, kim yuva kurar, kim bir
meslek sahibi olabilirdi?
Dünya kuruldu kurulalı, okuyup yazıldığına, çalışılıp öğrenildiğine, bir
yuva bir meslek sahibi olunduğuna, bir din, iman, âdet, an'ane tanındığına
göre, öyleyse, cinsiyet insanda sevki-tabii değildir.
d) “Ama, Ego,
super-ego (yani akıl ve fikir demek isterler) bu cinsî sevki-tabiiyi insanlarda
durduruyor,” diye itiraz edecekler. İyi ya, insan o
halde, tahsil terbiye, âdet an'ane, din ve imanın emrinde. Yani bunların sevki
idaresinde, cinsî arzularına “dur” diyebiliyor. Bizim dediğimiz de budur.
“Hayır, o
kadar değil.” ya ne? “Akıl ve fikir değil, sevki-tabii olduğu için, asıl
kuvvetli olan cinsiyettir.” diyecekler. O halde, zayıf kalan aklın (!) kuvvetli
olan cinsî sevki-tabiileri bastırabil-miş olması, hangi fizik, hangi kuvvet,
hangi riyaziye, hangi mantık ölçülerine uyar?
“Uysun uymasın
böyledir. Meşhur Türkçe hikâyedeki, odun'a hiç bir suretle kafiye olmıyan makas
misâli gibi, uysa da uymasa da bu böyledir, çünkü biz böyle diyoruz.”
diyecekler. “Yani, cinsiyet sevki-tabii
halindedir ve insanı sevkeden kuvvettir.” “Bu kuvvetli arzuya işte, Ego ve
Süper ego, bir engel bir mania teşkil ediyor ve bastırıyor da ondan, mektepte
talebe hocanın karşısında ders dinliyebiliyor, işçi fabrikada, tarlasında çalışabiliyor
veya aile yuvası kurulabiliyor, insanlar camilere ve kiliselere gidebiliyor,
kütüphane ve laboratuvarlara kapanabiliyor.” demek istiyecekler.
Bu derece zor
karşısında insanların uysallığına akıl erdirebiliı misiniz? Çalışmanın,
kazanmanın, yaşamanın rahat cereyanına inanabilir misiniz? Ama hakikat,
bunlardır.
“Evet, cinsi
arzular Ego ve super-ego'ya bir barriere gibi çarpıp geri dönünce, insanlar iş
ve güçlerile meşgul olabiliyorlar ama, bu cinsî arzuları refoule olduğu için
(yani tatmin edilmediği için, ihtibasa uğrar) türlü türlü hastalıklar da biri
birinin arkasından, bu sebep dolayısile sökün edip gelirler.”
Eyvah, yandık,
diyeceği gelmiyor mu insanın?
Cinsiyet,
insanlarda böyle anlattıkları gibi bir sevki-tabii halinde olsaydı yani,
aygırın karşısında beygir veya beygirin karşısında aygırın cinsî sevki-tabiilerine
engel, bütün bağ ve zincirlerini zorlaması misâli, insanlar da bu cinsî sevki-tabiilerine
karşı koyan Ego ve Süper-Ego'yu (akıl ve fikri) bu şekilde zorlıyacağından
(Conflit dedikleri budur) kaç insan ruhî muvazenesini koruyabilir ve deli olmaktan
kurtulurdu?
Halbu ki,
böyle değil. Dünyada akıllılar daha çok. öyleyse, cinsiyet, insanda sevki-tabii
değildir.
Yine itiraz
edecekler, “öyle değil” ya nasıl? Ego ve Super-Ego eğer herkeste bu derecede
kuvvetli olsaydı, o zaman sizin dediğiniz gibi, her insanın aklî muvazenesini
koruyabilmesi bir mevzu olurdu. “Evet” Halbuki her insanda Ego ve Super-ego
(Yani akıl fikir, yani tahsil terbiye, yani” âdet an'ane yani ve esasen DİN ve İMAN) kuvvetli değil.
Demek Ego ve Süper ego kimde kuvvetli, yandı. Yani kim dinine imanına âdet ve
an'anesine tahsil ve terbiyesine bağlı, yandı demektir, öyle değil, aziz okuyucularım.
Bil'akis. Kimde din iman daha kuvvetli, âdet ve an'anesine daha bağlı ve kim
ki tahsil ve terbiyesinin gerektirdiğini yapıyor, bu kimselerde, akıl
hastalıkları, hemen hemen teşekkül edemiyor. O halde nerede Ego ve Super-ego?
Nereye kaçtı, cinsiyet sevki-tabiidir, ve ego ve süper ego dan döndüğü için
akıl hastalıkları meydana geliyor iddiası. Evet, iddia. Yalnız ve sadece iddia.
Böylece, Freud'un libido yani cinsî sevki-tabii demesi, yanlış bir başlama
noktası olunca, ilk yalan söyliyen bir adamın bu yalanını telâfi edebilmek
için türlü yalanlar oyunlar irtikâp etmesi misâli, Freud'un da. bu cinsî sevki-tabii
lâfının arkasından artık neler diyebileceğini ve neler yapabileceğini şimdiden
siz de tahmin edebilirsiniz.
İkinci Teorisi : LİBİDO
(CÎNSÎ SEVKİ-TABİİNİN) İNKİŞAFI
“Developpement
instinctuel” Periode orale
Freud'a göre,
ilk zamanlarda “cinsî arzu”, insanın kendi vücudunda tatmine erer. Bunun adı da
“Auto-erotique”safha. Yani insanın
doğar doğmaz kendini cinsî mânada tatmin etme safhası. Nasıl tatmin ediyormuş,
insan kendi kendini?
Ne zaman
başlıyormuş?
Anasının memesini
emmeğe başladığı andan itibaren. Yani doğar doğmaz. Bunun da adı var: Periode
orale (Ağız safhası)
Yani, çocuk
anasının memesini ağzına aldığı andan itibaren, kendi kendini cinsî tatmine
başlar(!) Böyle şey olur mu demeyiniz?
Cinsiyet nazariyesinin
bina edildiği Libido, yanlış bir başlama noktası olunca, elbet arkadan gelenlerde
de mâna ve mantık aramamamız icap eder. Evet, biz de biliyoruz ki, daha ana
rahminde ilkah'm olduğu anda, ananın rahmi çocuğun büyümesine göre inkişafını
yaparken diğer taraftan, ananın göğüsleri de corpus luteum hormonu ifrazı ile inkişafa ve doğacak yavruya süt
verebilecek hale gelmeğe başlar. Ve yavrusu dünyaya doğar doğmaz, ana sütü de
âdeta kendiliğinden fışkırır. Çocuk, beslenmeğe başlar. Çocukta henüz hiç bir
iradî, hareket yoktur. Esasen iradî yol da (Pyramidal) henüz inkişafını ikmal
etmemiştir. Yavru, yalnız ve sadece, gözünü bile açamayacağı halde ağzını açar
ve emmeğe başlar. Bu ağız emme refleksi de nörolojide (Asabiye) meselâ,
Grasping Gropping (Yakalama refleksi) gibi iptidaî (primaire) reflexe bahsinde
okutulur ve anlatılır.
Sanki
soracaklarmış gibi geliyor insana: “Neurologie dediğinizin cinsiyetle alâkası
var mı?” Hayır, yok. “O halde niçin ondan bahis ediyorsunuz?” “Biz, cinsî sevki-tabii sebebile çocuk
anasının memesini emer, cinsî tatmine erer” diyoruz.
“Bir de ayrıca
reflexe denen, Pyramidal yol denen şeyler varsa kabahat bizim mi? Olmasaydılar.”
Çocuğun emmesine bağlı olarak, ana sütü de şu tarzda çıkmağa başlıyor da
demiştik. Neredeyse Ayrıca memeden süt de çıkıyor o da mı bizim kabahatimiz?”
deyiverecekler, Ama, süt çıkmazsa, işin mânası kaybolur. Demek ki beslenmek ve
büyümek için çocuk emiyor, cinsî tatminin burada ne işi var? diyoruz. Bunun
üzerine hattâ Beslenme-seydi efendim.” bile diyecek ve İsrar edecekler: Esas
gaye cinsî tatmindir, bu arada ağıza süt de gelmiş olabilir.”
Yok, öyle
demiyoruz, diyemezler, o halde bıraksınlar bu ana kuzusunu da rahat rahat anasının
memesinden beslenmeğe büyümeğe başlasın. Bombanın ta burada işi ne?
Bu bombanın
mevcudiyetinden haberdar kaç ana, çocuğuna “yavrum, evlâdım” diye, uykularını
da feda ederek, memesinin acımasını da hiç nazarı itibara almıyarak, can-ü
gönülden ve seve seve sütünü verebilecektir?
Freud kafasında
bir istifhamdır çizmiş ise?
Ne olacak?
Ana evlâdını
bağrına daha daha basmağa değil, daha daha ötelere itmeğe atmağa çalışmıyacak
mıdır? Periode Orale'in faydasinı (!) gördünüz mü?
Ya, doğan
çocuk kız ise? Babada tatmine eremediğine göre, zavallının (!) anasının
memesinden süt çıkacak diye oyalanıp durmasında mâna var mıdır (!) deyiversek,
acaba ne cevap verebilirler dersiniz?
“Her halde pek homosexuel daha diyemiyecekler “Tabiat”
diyecekler. Kabahat bizim değil ki diyecekler. Ve
ilâve edecekler ki. “Şimdilik idare ede dursun, biz ona da ilerde gayet güzel
cinsî tatmin olma şekilleri göstereceğiz ki hayran olacaktır, hele acele etmesin.”
“Canım böyle
de cevap vermezler artık” diye düşünsek, işte durum meydanda, başka daha ne
türlü ne biçim, hangi ilme hangi fenne hangi mantığa hangi insanlığa yakın
cevap verebilirler dersiniz? Hiç cevap veremezler. Çünkü cevap verebilecek ilmî
bir olgunluktan tamamile mahrumdurlar. Yalnız söyler ve söylerler. Niçin
söylerler? İşte onların sebeb-i hikmetlerini teker teker görüp duruyoruz. Şimdi
yine bir başkası Bakalım ne çıkacak? (Yalnız, hazırlıklı olunuz ve biliniz ki
birinci Teorisida gördüğümüz libido âdeta insanlığın tâ can evine atılan bir
bomba değil bir çiçek demeti idi. Çünkü arkadan gelecekler, işte ikinci Teorisidaki
gördüğünüz şekilde, her cins insanda sabır ve tahammül bırakmıyacak
vüs'attedir. Sözlerimizin ispatı, işte ikinci Teorisi. Olmadı üçüncü ve
diğerleri).
Üçüncü Teorisi:
Periode anale (şerç devri)
Bu nedir?
Bu da Freud
terminolojisinde, erogene (cinsî zevk veren) mahal olarak tavsif edildiği
için, insanlar daha küçükken, erkek veya kız, hepsi de, bilaistisna, her zaman
ve behemahal defi hacete çıktıklarında, hususile büzülme (constipation)
hallerinde, şerçleri vasıtası ile cinsî tatmine ermeğe başlarlar, deniyor.
Düşünmüyorlar ki Psychopathie sexuel (Cinsî sapıklık) denen bir bahis var
tıb'da. Bu cinsî sapıklar ki, ekserisini oligophrene (zekâ gerisi budalalar)
veya psychopathe (bünyevî ruh hastaları) veya bazı akıl hastalıklarına hususile
erken bunamaya (schizophrenie) müptelâ biçare insanlar teşkil eder. O halde
tıb'da, sureti kafiyede (Cinsî sapıklık) bilinen, nasıl Freud nazariyesinde
(Cinsî tatmin'e) dönüvermiş? Ve bu cinsî sapıklık denen hal, nasıl bütün
insanlara ve hasseten çocuklara teşmil edilebiliyor? Böyle bir cinsî tatmin
mahalli olsaydı şerç nahiyesi, sonradan parmaklarımızla sayabileceğimiz kaç
adet insan, bu zevkini (!) terketmiş olacaktı?
Hâlbuki dünya
normal insanlarla dolu. Ve psychopathie sexuel, serç mevzuunda da, dar bir saha
içinde çevrilmiştir. İnsan nasıl oluyor da daha ilk yaşlarında bu en çirkef
ruhî maraz ile müptela olabiliyor? Bu kadar korkunç damga, hiç bir esasa
istinat etmeden, üstelik bir tıbbî nazariye olarak, nasıl ileriye
sürülebiliyor? Her halde yine beyhude konuşmağa başladık. Freud'un gayesi ne?
Freud'un burada gayesi, “insanlar daha ilk yaşlarında bile ruhî maraz ile
malûldür.” demek suretile işte, üçüncü bombasını da patlatmak değil midir?
îşte patladı gitti. Bütün insanlar, cinsî insiyak ile sevk edilmektedir yani
hayvandır, dediği az gelmiş olmalı ki, anayı da yavrusundan soğuttu ve şimdi de
işte insanlar ruhî maraz ile malûldür demek istiyor. Ve hakikaten vazifesini
ta-mamile ve bihakkın ifa ediyor. Ve devam ediliyor : “Zone erogene, vani
cinsiyet doğuran mahaller (veya Fetichiste'de denebilir) yalnız ağız ve şerç
nahiyelerinden ibaret değillerdir. Vücudun diğer kısımları da, aynı şekilde
erogene mıntıkalardır.” diyorlar. İnsan yavrusu değil sanki cinsiyet makinası. Hâlbuki
islâm, bahusus bu devrelerde çocuğa en ufak bir leke kondurmaz ve bilaistisna
bütün dünyadaki bütün çocukları tertemiz kabul eder.
Dördüncü Teorisi: Phallique devre:
Phallus, erkek
tenasül âleti demektir. Mademki çocuk biraz irileşti, tabii phallique devreye
daha girmesin mi? îşte nitekim L'a-mour objejt veya Libido objet teşekkül ediyor:
Yani çocuğun anası gözlerinde bütün hatlarile belirmiştir. Hürmetini bir an
evvel ifade etmek için değil, cinsî tatmine ermek için. (!) O halde ilk plânda
tatmik olunacak objet (!) hazır. Phallique devrenin başlamaması için sebeb var
mı? Bundan çok sonradır ki erkek erkeğe veya kız kıza tatmin olunacak objet (!)
hazır. Phallique devrenin başlamaması için sırada başka kalmadığı için,
bizzarur (!) heterosexualite devri de sahnede görünür. Yani, bir erkeğin bir
kadınla temas devri.
Tıb dedik ilim
dedik nazariye dedik, Freud'u dinliyeceğiz dedik, hâlbuki siz daha cinsiyet lafından
başka konuşmuyorsunuz. Hakikaten doğru. Ne tıb var, ne ilim var ne nazariye var
ve yalnız ve sadece (cinsiyet lafı) var. Türlü türlüsü, çeşit çeşidi. Pekiyi,
hastalıklardan konuşurkende mi cinsiyet lâfı ediyor? înanamayız, diyeceksiniz.
Hem bir de hastalık lafı girince, siz cinsiyetin ne olduğunu daha o zaman
öğreneceksiniz (!) Bu saydıklarımızın adı mı olur?
Beşinci Teorisi : ÎD :
Freud
terminolojisinde, sevki-tabiilere işaret, umumî bir tâbir olarak “îd” kullanılmıştır. Id aynı zamanda;
gayri şuurda taayyün etmiş libidinal (cinsî) gayretlerdir ki, işte bu, insan
şahsiyetinin vo-litive (istek ve ihtiyar hasıl eden) kısmını teşkil eder. “Libido”,
îşte bu Id'in sevki-tabiilerine bağlanmış bir enerji oluyor.” Daha hudutlu
bir ifade ile “Cinsiyetle alâkalı arzu'dur.”
“İşte bu id'in
Ego ile cinsî tatmin uğruna mütemadi mücadeleleridir ki akıl hastalıklarının
sebebi olmaktadır.
Şimdi, çocuk
hırsızının evinde artık dayak yemeye
başlıyan yavrucağınızın durumu hatırınıza geliyor mu?
Demek doğar
doğmaz, anasının memesine sarılarak cinsî tatmine başlıyan insan yavrusu, biraz
daha büyüyünce, bu durdurulamayan (!) cinsî sevki-tabiisi hasebile bizzarur
elinde mevcut anale nahiyesinden tatmin yolunu arıyacak, biraz daha büyüyüp de
(Akıllanacak, uslanacak, talim terbiye görmeğe, din iman öğrenmeğe baş-lıyacak
değil ya) tenasül uzvu nisbî bir tekâmül elde edince, bu defa kız ise kızlar ile
erkek ise erkekler ile cinsî tatmin yolunu arıyacak, bundan çok sonradır ki
kadın erkek münasebetine sıra gelecek. Sonra? Daha sonra? Daha sonra, insanın
ömrü ikmal olacak, ölecek artık. Mes'ele bu devreleri geçirmek değil mi idi?
Cinsiyet de
değil de libido diye, hep şekil değiştirerek “renkli, mavi boncuklar misâli”
ilim diye (halbuki yalnız theorie, yani faraziye, nazariye ve düşüncedir).
Freud'un söyledikleri işte budur. Fakat bunları, işlerine gelenler, şarkı
türkü, hikâye roman, tiyatro sinema mevzularına esas almıyor mu? “Eğer cinsî
arzuları tatmin olamazsa?” fikrî endişesinin tazyikini hissetmez misiniz ki, bir çok müessese ve
idareciler, kız oğlan toplantılarının daha açık şekilde tertibini bizzat
yapıveriyorlar? Ve bazı yerlerdeki bazı gençlerin “Bize kimse karışamaz, bizi
kimse tutamaz, hızlı yaşamalıyız vs.” gibi hezeyanî fikirlerin tahti tesirinde,
tâbir caizse “sürü”ler gibi yaşamağa başlamalarında Freud'un gizli tebessümünü
siz de seçebiliyor musunuz? Onun için bundan evvelki bahiste, ne yazık ki
Fre-udisme. XVI. Louis gibi bir otorite tarafından tetkik ettirilemedi,
demiştik.
Altıncı Teorisi: COMPLEX :
Freud diyor
ki, eğer cinsî arzular, tatmin olamaz da şuuraltına refoule edilirse
complex'ler teşekkül eder. Ve bu komplekslerdiı ki işte, muhtelif akıl
hastalıklarının muhtelif arazları olarak meydana çıkar.
Ya Freud'un
dediği doğru ise? Dikkat edelim de bu complex'-ler meydana gelmesin. O halde şu
complex'leri biz bir öğrenelim; tedbirli olalım! her iki cinse şâmil Oedip
complex tâbiri kullanılırsa da kızlar için ayrıca Electre complex isminden de
bahis edilir.
A. Kadınlarda Electre Complex:
Cinsî arzuya
bile sevki-tabiidir diyen Freud, hiç bir noktada hudut tanımaz, mütemadiyen ve
sonuna kadar yüklenir. Bariz vasfı budur.
Burada da
ailenin sıcak kucağında yetişip büyüyen kız çocuğu, ailenin şahsına yaptığı
türlü fedakârlıkları artık gözlerile görmüştür ayrıca onlara minnet
duygularile hürmet ve merbutiyetini artıracağı beklenirken, Freud, burada da
bu defa büyük kız ile anasının ve büyük kız ile babasının araşma girer ve tam
can noktasında bombasını bırakıverir. Çünkü kızda hürmet değil muazzam bir kin
dal budak salmaktadır. Çünkü babasına âşıktır, anasının kötü bir talih eseri
mevcudiyeti hasebile, babası ile yatamamaktadır. Ah anası ortada olmasa?/Ne yapmalı
bu anayı? Ya babasında hiç kabahat yok mu? asıl belâ o. Niçin anası ile, karı
koca hayatı yaşayıp gitmektedir?
Böyle şey
olmaz diyeceksiniz. Hakikaten olmaz. Hakikaten olmamıştır. Ve hakikaten
olmıyacaktır. Fakat Freud'a göre var. Freu-disme'e göre var. Onlar nerden
duymuş? Nasıl böyle bir tabloyu tasarlamışlar? Kim bir şey tahayyül etmiş? Kimse
hayal de etmemiş. Tasarlamamış da. Yalnız, bir varmış, bir yokmuş.. Masal mı? Hayır,
masal da değil, hakikatin zerresi de bulunmıyan Efsanede, yunan mitolojisinde
electre isminde bir kız varmış. Bu kız işte, mitolojideki bu kız, mitolojideki
babası Agamemnon'a âşık olmuş. Annesi Clymnestre, babasına karşı, aşkını
yerine getirmeğe müsaade etmediği için, annesine o derecede husumet ve intikam
beslemiş ki, nihayet bir ifadeye göre, erekek kardeşi Oreste ile birlikte
öldürülmek korkusu ile babasından intikam alıyor. Vahşetin derecesine bakiniz?
Hem kız çocuğu. Hem kardeşini de ayartıyor. Babasından intikam olıyor. Babası
ona ekmek mi vermemiş? Hayır. Hırsızlık mı yap demiş? Hayır. Orospuluk mu yap
demiş hayır. Ya ne? daha ne olacak kendisi, ile yatmamış (!)
Böye ilim olur
mu, nazariye olur mu, faraziye olur mu? Böyle bir leke, mitolojide geçmiş denen
bu çirkefe dünya yüzünde kaç adet aileyi sokabiliriz? Yoksa, mitolojideki bu
tabloyu, tasavvurlarda hayallerde ve hele hakikatte görmek ve bulmak
mümkünmüdür? muhal midir? O halde Freud niye var diyor? Aile yuvasında, bir
dehşetli bomba da bu olduğ uiçin.
İyi, bari
yalnız kızlar için konuşmuş. Hayır, Freud, hiç, bir noktada duru verir mi?
B. Erkeklerde Oedip Complex:
Oedipus, eski
yunanistanm Tep (Thebes) şehrinde, saltanat süren Laos'un (Laius)
oğludur. O zamanın kâhinleri, krala, doğmakta olan erkek çocuğunun büyüyünce
kendisini öldüreceğini ve karısı kraliçe yani öz annesi ile evleneceğini
söylerler. (Freud için, hakikaten bundan daha güzel, alınıp getirilecek mevzu
olurmu idi?) Bu sebeble çocuk doğar doğmaz, bir dağ başına bırakılır. Orada
ölümünü kolaylaştırmak için de ayaklarının topukları delinir (Oedipus yunanca
öküz ayaklı demektir.) Çocuğu dağ başında çobanlar görür. Alıp Korent kralına
götürürler. Korent kralının çocuğu olmadığı için, Oedipus, sarayda büyük bir
ihtimam ile büyütülür. Fakat günün birinde, bir mecliste kendisine “uydurma
evlat” diye hakaret
edildiğinden, içine şüpheler giren Oedipus, bir kâhine müracaat eder. Kâhin ona
: “Vatanına dönme, babanı elinle öldürecek öz annenle evleneceksin,” der.
Fakat Oedipus, hicreti göze alır. Yolda bir arabada, 3-4 gençle seyahat eden
yaşlı bir adamla bir hiç yüzünden münakaşaya tutuşur ve onu öldürür, ki bu
öldürdüğü adam işte kendi babasıdır. Fakat Oedipus'un bundan haberi yoktur. Yoluna
devam eder. Tep şehrine varir. O zaman Tep şehrinin kapısında, yarı kadın yarı
arslan şeklinde Sphynx (sfensk) tabir edilen bir canavar ortalığı haraca
kesmekte ve bilhassa genç delikanlılara bir takım bilmeceler sorarak,
bilemiyenleri parçalamaktadır. Oedipus, efsane bu ya, kendisine sorulan meşhur
bilmeceyi çözer. Ve Sfenks kahrından kendisini öldürür. Oedipus ise şehri bu
canavardan kurtarmasının mükâfatı olarak babasının tahtına sahip olur ve
farkında olmıyarak kraliçe yani öz annesi ile evlenir. Fakat bu evlilikten
yirmi sene sonra, ülkede bir çok felâketler baş gösterir. Kâhinler hakikati
açıklayınca, oğlu ile evlendiğini öğrenen kraliçe kendini asar. Oedipus da,
derdinden, iki gözünü birden oyar. Müteakiben mahv-u helak edilir.
Efsane iken,
efsanede bile, oğlan bilmeden babasını öldürüyor. Oğlan bilmeden anası ile
evleniyor. Efsanedeki ana bile bu durumu öğrenince intihar ediyor. Efsanedeki
oğlan bile derdinden iki gözö-nü birden oyuyor.
Fakat, Freud,
öyle demez. Bu bütün erkeklerde teşekkül edebilen bir complex'dir der. Ve
hastalıklar da işte, insan, anası ile ev-lenemediği için veya babasından
intikam alamadığı için olur demektedir. Olur, mu ya? İlim bu mudur? Evet ilim
değil, ilim değil, ilim diye söylenenler budur. Efsanede bile, cesaret
edilemiyen ve söyle-nemiyenler Freud terminolojisinde mevcuttur. Yani “bir
erkek evlât, bilmiyerek değil bile bile anasına âşık olur onunla yatmak ister,
bilmiyerek değil, bile bile babasına olan kin ve intikamından onu öldürür.”
işte Oedip
complex : Psychanalitique theorie'de, çocuğun ana baba ocağındaki mukabil cinse
karşı, yani erkekse kız kardeşine veya anasına, kız ise, erkek kardeşine veya
babasına karşı olan bu (yasak) inceste şehevî muhabbetidir ki, kıskanan ebeveyn
tarafından castration'a (iğdiş) uğrama korkusile refoule edilmiş ve tahteşşuurda
(Oedipus complex) haline gelmiştir (!)
Aile yuvası
değil, Vezüv yanardağının ortası. O ona düşman, bu ötekini kıskanıyor, o bunu
vurmağa çalışıyor, bu ötekinden intikam almağa gayret ediyor. Boşda kalan
kimse yok. Fakat boşda kalan tek bir kimse var : Freud. Icad ve ibda ettiği bu
sahneleri sessiz ve sükûnetle seyreden yalnız o'dur.
Daha Donjuan
bile var. Evet, yine mitolojideki bu hayasız, zavallı akıl hastalarına sıfat
yapılmağa çalışılmıştır. Fakat daha anlatacak mecalim artık kalmadı. Biraz
mevzuu olsun değiştirelim. Zannederim ki sizin de dinlemeğe mecaliniz
kalmamıştır.
Yedinci Teorisi : Ego (fikir) Super-ego
(akıl, din) :
Ego'dan murad,
insanın fikir ve şahsiyetidir. Ya Super-ego'-e'an? işte bu şuurdur ki içinde,
din var, iman var, terbiye var, tahsil var, örf var, âdet var, an'ane var..
işte, insan,
cinsî sevki-tabii ile, yaşarken, bu Ego ve Super-ego denen engeller (!)
yüzünden cinsî tatmine kavuşamazsa, cinsî arzu (libido) tahteşşuura
(inconscient) refoule olarak (ihtibas) complex haline geçiyor, ve insanlar işte
bu sebeble hastalanıyor (!)
Ah, dini
imanı, tahsil terbiyeyi, âdet an'aneyi, aklı fikri, bir tarafa itiverseler
atıverseler. o zaman (libido) cinsî arzular refoule olmıyacak, yani tahteşşuurda
complex teşekkül etmiyecek, yani insanlar hiç akıl hastası olmıyacak (!) çünkü
cinsî tatmine ruhî tatmine ermiş olacaklar.
O halde, Ego, supergo
derken, bir bomba da bir korkunç bomba da dine imana atıvermiş. Zira,
supergo'dan murad, hassaten din'dir denebilir.
Hiç Freud
din'e iman'a karışır mı? Adam, ilim (!) yapıyor, demeyiniz. Hiç, Freud, boş
laf eder, boş kelime icad edermi? Ego varken, fikrin yanma, aklı da ilâve
edebilirken, niye superego icad olmuş? İşte dini, işe karıştırmak, ona ayrı ve
hususî bir yer vermek için. O halde nerde dindar var ise, vaziyetleri kötü!
Çünkü supergo'-ları, yani dindarlıkları, çok cinsî arzuların tatminine engel
olacak, onların refoule olmalarına sebebiyet verecek, bu yüzden dindarlarda
akıl hastalıkları artıkça artacak (!). O halde ne yapmalı? Dini kaldırmalı!
Evet, çünkü din cinsî arzuların tatmini için bir mania (Barriere) olmuyor mu?
Hastalık doğuran bir makinadan başka'nedir?!
İlim dediğin
de işte böyle olmalı!
Fakat Freud
her halde doğrudan doğruya din için konuşmamıştır. diyebilirsiniz. Onun için
bir iki satır yazalım :
“Bilime karşı, onun hakları ve alanları için kavga eden üç kuvvetten tehlikelisi
din'dir.” Yani, diğer iki kuvvetle birlikte, din, bilim'e karşı mücadele
bayrağını açmış, harp halindedir. Diğer iki kuvvet nedir? Değer iki kuvvet
dediği, biraz ortalığı bulandırmak
için söylenmiş. Bu iki kuvvet dediğinden birincisi san'at için : zararsız ve
hayırlıdır. Gerçeğe saldırmağa asla teşebbüs etmez” der. Diğer ikinci kuvvet
felsefe için : Bilime karşı durmaz. Bazen ondan metodlar da alır” der. O halde
san'at ve felsefe zararsız, hatta hayırlı, saldırmak değil ilimden metodlar
bile alırlar da niçin ilme karşı üç kuvvetten en tehlikelisi din'dir diye, o
iki kuvvetten de bahis ediyor? Dini tek başına ilim karşısında göstermemek
için, onları da karıştırıyor.
Niçin din ilim
karşısmdaymış? “Din kendi mülküne çekilip otursa tamamen yararlı ve değerli
kalır. Fakat din bununla kalmadığından, bilim onu red etmek zorunda kalıyor.”
Ama işte, din için, yararlı ve değerli de demiyor mu? Hayır, arkadaki cümleye
kuvvet vermek için, laf gelişi, bu birinci cümleyi koymuş. Acaba? Neden
şüphedesiniz? O halde daha yazalım : “Dinin bize sunduğu avunmalar, inanılmağa
lâyık değillerdir.” Tabiî, hayaller, efsaneler var iken, onlara inanılmalı
değil midir?! “Çeşitli dinlerin, her biri, hakikatin kendi tekelinde olduğunu
iddia ederken, biz, dinin içine alabildiği hakikat payını tüm olarak
önemsememenin uygun olduğuna inanıyoruz.” Burada da dinler arasına bir
bombadır koyuyor. Bir yer de “Dinsel dünya anlayışının yıkılışının kısa özetini
verdim.” diyor. Neden dinin yıkılışından bahsediyor? Tabii vazifesi bu. Belki
buna da bir inanandır çıkar ?Ve bir taraftan da dinin yıkılmadığın ive
yıkılamıyacağmı bildiği için de bombasını koyar. Adamın çalışma tarzına
bakınız. Hiç boş nokta bırakıyor mu? Evet devam edelim : “Belli bir çağda,
tanrıların da dinlerin de bulunmadığı söz götürmez bir gerçektir. Bu animizm
çağıdır. Dahası var, bizim felsefemizin, animist düşünme tarzının bazı
çizgilerini sakladığı inkâr edilebilir mi?” Hayır, haşa, kimse, inkâr edemez.
Yalnız o, artık çizgiler değil. O çizgilerden bütün bir tablo yapıp sunuyoruz.
Belli bir çağda tanrıların da dinlerin de bulunmadığı da gerçek değil. Çünkü,
ilk insan, hazreti Âdem aleyhisselâm, peygamberdir, dünya kuruldu kurulalı
dinde var Allah da var.
Başka, ne
demiş, bu din düşmanı insanlara? “Baba katline asıl sebeb olan temayüllerin
üstünlüğü devam ettirdiğini unutmamalıyız” demiş. Baba katline sebeb olan
temayüller üstünlüğünü devam ettirir ne demek? İnsan evlâdını büyütmüş, beslemiş
adam etmiş, bu evlâdın tutup babasını öldürmek temayülü olur mu? Hem böyle temayül
üstün mü olur? Neden öldürmeli evlâd babayı? “Çocukluğunda hortlak korkusunun
tesiri altında kalmış olan nevrozlu şahısların psikanalizinde, çok defa bu
hortlakların, ana ve baba olduğunu göstermek güç bir şey değildir.”
Psikanalizin de ne faydaları (!) olabildiğini görebildiniz mi? Demek
psikanaliz de boşuna söylenmemiş. Çünkü, psikanaliz olmasaydı, biz halâ, ana ve
babayı eli öpülecek, hürmet edilecek ata olarak boş boşuna tanıyıp duracakmışız
(!) Hortlak deyince, madem ki ana baba akla geliyor, böyle korku veren, hayatı
zehirleyip mahveden ata'yı ne yapmalı! Elbette öldürülsünler (!) Belki bir
yazı hatasıdır. Tek bir yerde geçmiş, hiç bir ilim adamı (!) insanı katle hemde
ana babayı katle teşvik mi eder? Bir cümle daha ilâve edelim öyleyse: “Hıristiyan
efsanelerinde, insanın ilk günafı hiç şüphesiz, tanrı babaya karşı baş
kaldırması idi. Eğer îsa kendi hayatını kurban etmekle insanlığı bu ilk günahın
yükünden kurtamışsa, bu günahın aslında bir katil olduğunu çıkarabilir.
İnsanda çok derin köklü olan, misli ile mukabele kanununa göre, bi rkatil
ancak, başka bir canın kurban edilmesiyle Ödenebilir. Kendi kendini kurban
etmek bir kan günahına delâlet eder. (Bizim nevrozluların intihar ilcarları
başkaları aleyhine çevrilmiş ölüm arzularına karşı verilmiş bir nevi kendi
kendini cezalandırma olduğunu gösteriyor.) Eğer bir kimsenin, kendi canını
kurban etmesi, tanrı ile yani baba ile bir uzlaşmayı temin ediyorsa o
takdirde, tövbe edilmesi lâzım olan cinayet, ancak babanın katli olabilir.” Totem
ve Tabu. Freud. Sayfa 245. Hangi bir cümleyi düzeltelim? Nevrozlu intihar
edecek, onu bile kenarda bırakmıyor, başkasına karşı ölüm arzusu var onda
diyor. Haydi bu hasta bu zavallıya hiç olmıyacak bir bühtanda bulunmuş? Ya
Hazret-i İsa'ya? Ya, tebliğ ve tebşir ettiği Hıristiyanlığa? Efsaneye dili
alışmış. Çünkü cinsiyet nazariyesinin merkezi sıkletini efsane teşkil ediyor.
Onun için Freud'un dediği efsanedir. Hazret-i İsa'nın buyurduğu dindir.
Yine mevzuu
değiştiriyorum.
Freud'un o
halde arzusu ne? Ne demek istiyor? Görülüyor ki bir arzusu var adamın, bir
şeylerin peşinde. Hasta imiş, tıb imiş, tedavi imiş, bunlarla hemen hemen
alâkası yok. Alâkası, yalnız, fikirlerini aşılayabilmek maksadile vasıta olarak
kullandığı içindir: Psikanaliz diyor, ana babayı esaslı bir şekilde hortlak
gösterebildiği için. Nevroz diyor, zavallı hastaya, başkalarına karşı ölüm
arzusunun daha inandırıcı bir şekilde
söylenebilmesi için. Complex diyor, aile yuvasında, huzuru ta dibinden iyice
sarsıp yıkabilmek için. Libido diyor, insanları, evlenme müessesesinin
hudutlarının çok ötelerine kuvvetle atabilmek için. Ego, superego diyor, din
ve imandan âdet ve an'anelerden insanları tamamile soyabilmek için. Hatta.
tedaviden bahsediyor, transfert diyor, cidden ulvî bir meslek sahibi olan doktor
ile, doktorun ayağına düşmüş hasta arasında bile merhametten eser bırakmamak
için... İnsan dağ başına çıksa bile rahat değil. İşte, cemiyette aşağı yukarı
biri biri ile münasebette olan her kim varsa onlar arasına teker teker
bombalarını yerleştirmiş. Kimse artık rahat değildir. Freud'dan gayri. Fakat
dağ başındaki tek adam, hiç k;mse ile münasebeti
yok işte, ne ana, ne baba, ne kardeş, ne kadın, ne erkek, ne hasta, ne doktor,
ne veli, ne peygamber. Tek başına dağdaki adam niçin rahat değil. Artık ona bir
şey yok. Ona indirecek ne darbesi olabilir? Siz bunu düşünürken ben, Freud'un
nasıl bir dünya'yı arzu ettiğini de kısaca zikre çalışayım.
Evet adamın
tıb ile alâkası o derecede az ki kendisi de itiraf
ediyor : “Herkes
eserimin, ilmî mahiyetine ehemmiyet verdiğimi ve başlıca gayemin akıl hastalıklarını
iyi etmek olduğunu zan ediyor.” Demek adamın işi başka imiş. Arzusu başka imiş.
Gerçi okuyucularım da, bu adamın arzusunu ve işini artık anladılar, fakat biz yine
te'yiden yazalım : Freud diyor ki : “Yegâne iddiam, şimdiye kadar, din, ahlâk
ve cemiyetin menşeleri hakkında bilinmiyen ve farkına varılmıyan âmillere
psikanaliz tecrübelerile yeni bir âmil katılmış olduğunu göstermektir.” “
Zaten belki de pek mutlu sonuçlar verecek olan, nevrozizmden önceden korunma,
mevcut olandan pek başka bir toplum teşkilatı tasarlamaktadır.” Din ahlâk ve
cemiyet hakkında, neler getirdiğini gördük. Hastalıktan kurtulmak için de
(hastalık lafının kuvvetine bakınız, hastalık lafı olmasaydı olur mu idi?) başka,
bu olandan başka bir toplum bir düzen gerekmekte imiş (!) Mevcut olan, hars,
kültür, din, dil, terbiye, an'ane birliği içinde milletler, işte bu toplum, bu
düzen değişmeli diyor. Pek başka olmalı ki, hem o zaman bak hastalık da olmazmış
(!) Bu arzuladığı düzenin adı yok mu? “Tamamen dinde olduğu gibi, bolşevizm de
inananlarına bu günkü acılarını ve yoksunluklarının karşılığını görmeleri için
hiç bir ihtiyacın tatminsiz kalmıyacağı en iyi bir öte vâaad etmektedir. Bu
cennet doğrusu dünyanın üzerindedir ve ergeç bir gelecekte insanlar oraya
girebileceklerdir.”
Nasıl bir
dünya istediğini şimdi açıkça anladınız mı? Freud'un tasarladığı dünya demek,
aynen bolşevizm'de varmış. Nitekim : < Kari Marx'm çalışmaları meseleyi
inkâr edilmez kılmış ve onu çağımızın otoritesi yapmıştır.” diyor. “Başlangıcını
ve gerçekleşmesini bilime borçlu olan bilim üzerine ve onun tekniğine göre
kurulmuş olan marxisme” diyor. Mutadımız hilafına bu bahsi uzun yazdık. Bir
cümle alıp yalnız onu vermekle iktifa edemedik. O halde diyor, diyor, sonra, en
sonra ne diyor, onu yazalım bitsin.” Marx'ın eserleri vahiy kaynakları olarak
incil'in ve Kur'an'm yerini almıştır” diyor. Şimdi artık, başka cümleye lüzum
kalmadı. Ve zannederim siz de Freud'u iyice tanıdınız.
“Dine evrensel
sıkıntı sinir hastalığı diyebiliriz” diyorlar, izin-dekiler de hiç geri
kaldıkları yok hani. “Çok sayıda insan problemlerini, çözen veya çözdüğüne
inanan Freud, gerçek bir sistem kurmağı başardı. Dinlerin iddialarına karşı,
bilimin haklarını korumak için bir filozof gibi evren hakkında görüşlerini
açıkladı, insan üzerinde durdu.” diyorlar. Hiç eksik kalır tarafları var mı?
Ses tonları biraz ince ve zayıf o kadar. Ama, aynı şeyleri demeğe gayret ediyorlar.
Freudisme'in “daha bilge ve özgür bir insanlığın ortaya çıkmasına yardım
edeceğini” ümit etmektedirler. Görüyor musunuz?
Hazreti
Mevlâna'nm Ferid-eddin Attar derken bütün varlığıy-le aynı telden ses verdiğini
his edersiniz. Hemen hemen bütün feyzimi aldığım hazreti Mevlâna için de ben,
bütün varlığımla aynı telden ses vermeğe çalışmıyor ve yazmıyormuyum?
Mey-i Şems-i
Tebrizî Mevlâna'nm câmındadır. Hüsameddin bezm-i yârde zevk-i ikramındadır.
Sanma Tevfik sadece türbe-i pâkinde velî Havass-ı hamseyle sabit Konya
ecsamındadır.
Biz böyleyiz
de karşı taraf adamları öyle değil mi? Elbet Felicien Challaye, Freud derken
bütün varlığı ile konuşacak, Freud da Hazreti Musa diyecek değil ya Marx
derken, Marx da Darwin derken Darwin de, Epicure derken..
Babıâlide
Sabah gazetesinde yazdığım bir makaleye “Pitigrilli-Freud Çiftçi” başlığını
koymuştum. Buna bile şaşanların bulunabileceğine de işaret etmiştim. Halbuki
zavallı Pitigrilli, bu bahiste görüyorsunuz ne derecede yayadır. Hayalinden roman
yazıyor, çok kimse okumuyor bile. Müstehcen diye yasaklanmıyan memleketlerde
onu okuyanlar da ne dediğini bildikleri için pek arkasından gitmiyorlar,
insanları fuhşa teşvikten başka suçu da yok sayılır. Epi-cure de yalnız dini
inkâr ediyor, eylenelim, diyor. Felsefî bir düşünce diye onu da pek kabullenen
olmıyor. Ama, Charles Robert Dar-v/in, bilgi kisvesi altında, insanlar
maymunlardan bozma (türemiştir) deyince hiç yenir yutulur tarafı olmadığı
halde, nazariye imiş diye, bir çok insan maymundan gelmiş olması iddiasına
karşı ağzını açamıyor. Marx da öyle, ilim kisvesi altında iktisadî nazariye
(!) kurmuş. Anlaşıldı, niye yalnız Pitigrille Freud çiftçi deyip kestim, keşke
Marx Pitigrilli Freud üçlüsü veya Darwing Marx -Pitigrilli Freud dörtlüsü veya
Epicure Darwin Marx Pitigrilli -Freud beşlisi... diye yazsaydım diye düşünüyorsun,
diyeceksiniz. Hayır. Epicure, yalnız din düşmanlığı yapmış. Darwin yalnız, insana,
hayvandan türemedir demiş. Hayvan bile dememiş. Marx da aşağı yukarı yalnız
dine hücum ile bazı zümreler arasına bomba koymuş. Pitigrilli de muayyen
yaşlardaki insanlara inhisar edecek sapık yollar göstermiş. Freud'un yanında ne
kadar masumlardır? Halbuki Freud, daha
insan anasından doğar doğmaz ele alıyor, dünyada ne kadar tutunduğu dal varsa
hepsini teker teker koparıyor, çırılçıplak aynen bir hayvan gibi ortaya
sürüveriyor.
İşte bu insan,
yalnız başına dağda olsa, orada da Freud yakasına yapışıyor. “Sen burada
oyalanıp gidiyorsun ama, gündüzleri çalışıyorsun ama, geceleri uyumuyor musun?
İşte o gördüğün rüyalar var ya? Ah onları bir bil sen?” Her insan rüya görür.
Her insan, hâkim değil hukukla meşgul olmaz, her insan çiftçi değil, toprakla
meşgul olmaz, her insan doktor değil Tıp ile psikanaliz ile transfer ile meşgul
olmaz, ama, her insan rüya görür. Hasta olduğu halde psi-kanaliste gitmiyen
okur yazar olduğu halde cinsiyet nazariyesini okumıyan, Freud'u nasıl
öğrenecek? öğrenen insanların gündüzleri yandı kül oldu, fakat geceleri niçin
mamur olmalı? Freud'a yarım iş yakışır mı? Boş nokta bırakmamalı. Burada boşluk
var. O halde “La science des reves” rüyaların ilmi, yazılmalı. Her kes rüya
ile alâkalanır. Bunu okurken de cinsî nazariyenin bütün iğneleri kendisine
birer birer yapılır. Bundan kolay ne var? O halde gel-sn Freud'un Rüyaları.
Bakalım ne demiş?
Sekizinci Teorisi: Freud ve Mektebine
Göre Rüyalar :
Bir sayın
profesörümüz de aynı dilde : “Rüyalar, eski zamanlarda sanıldığı gibi Tanrı
tarafından (Allah bile diyemiyor) gönderilmiş olan bunaltıcı hayaller değil,
aksine öz ruhumuzun özleme ve dürtülerini aksettiren enerjik reaksiyonlar ve
tasarımlardır” buyurur. Tabiî, yeni zamanlarda böyle şeyler sanılmaz (!) Ne
sanılamı-yor? Rüyalar, tanrı tarafından Allah demek istiyor gönderilmiş bunaltıcı
hayaller değilmiş. îyi ki, yeni zamanlar olmuşda tanrı'nın gönderdiği
bunaltıcı hayallerden (!) kurtulmuşuz. Kurtulmuşuz da ne olmuş? İçimizin
dürtüleri artık serbestçe rüyalarda aksediyor biliyoruz, ve biz bunu
seyrederken zevkine doyamıyoruz? İçimizin dürtüleri, yani cinsî arzular gündüzleri
ihtibas edilmemiş mi idi? îşte rüya, rüya dediğimiz, bunların aksinden ibaret
(!).
Halbuki Jung
bile, ki Freud'un ilk arkadaşlarından öz arkadaş-iarındandır, “Rüyalar,
zamanımızda olduğu kadar, hiç bir vakit, bu kadar derin bir hor görüşe
uğramamıştır” der. Duramaz, dayanamaz : merhamete gelir. Böyle saçma herzeler,
rüyalar için söylenemez, böyle kirli çamurlar rüyaların saf berrak yüzüne
bulaştırılamaz artık, demek ister.
Her hangi bir
yanlış anlamağa meydan vermemek için, şurada kayıt edelim ki, Fahreddin Kerim
bey hocamız şimdi ne düşünüyor bilemiyoruz ama “Kabillerde rüya, bazen aynen
çıkar ve bu itili (mühtebes) bir arzunun realizasyonudur” demek suretile Freud
ekolüne tamamile uymadığını, pek karışık olsa da ifade eder.
Çünkü Freud : “Gelecek
olaylar ile, rüyanın bir ilgisi yoktur” demektedir. Başka ne demektedir Freud :
“O halk inançları ve mis-tizizm (din) ülkesinden kazanılmış, bilinmiyen bir
toprak parçasıdır” diyerek âdeta sevincinden oynamaktadır. Rüyaların da, sihirbaz
torbasına benziyen Freud'un Psychanalyse'i ile, ortadan alınıp
kaybedilivermesi, Freud ve mektebi için, cidden çok büyük bir kazançtır ama,
insanlık için de en büyük bir darbedir. Ve çok şükür, rüyalar ile de inanç ve
din ülkesinden Freud ve mektebinin hayal-i ham'ı hariç, hiç bir kimseye, tek
karış toprak verilmemiştir ve ve-rilmiyecektir.
Fakat Freud
Rüya bahsi vesilesile de, cinsiyet nazariyesinde olduğu gibi aynı şekilde
bütün gayz ve kinini ortaya döker, dağdaki adamı da rahat bırakmamağa bütün
gücü ile çalışır; demiştik. Okuyalım o halde : “Her türlü ahlâk engelinden
kurtulan ben, cinsel iç-güdü'nün bütün isteklerine, estetik eğitimimizin uzun
zamandan beri mahkûm ettiği, sınırlandırıcı bütün ahlâk kurallarına uymıyan
isteklere boyun eğer. Hazzı arar. Libido adını verdiğimiz şey, hiç bir
mukavemetle karşılaşmadan nesnelerini, tercihan, yasak edilmiş nesneleri seçer.
Sadece başkalarının karısını seçmekle kalmaz. Her yerde kutsal sayılan
nesneleri de seçer. Erkek annesini ve kız kardeşini, kadın babasını erkek
kardeşini seçer. İnsan yaradılışlarında yer almadığını sandığımız aşırı arzular
rüyaya yol açacak derecede kuvvetli olarak kendilerini gösterirler. Kin
serbestçe ortaya çıkar. Öcalma arzuları, hayatta en çok sevilen kimselerin,
ebeveynlerin, erkek, kız kardeşlerin, kocaların, çocukların ölümü dilekleri
rüyalarda çok az görülen haller değildirler. Sansür edilmiş bu arzular sanki
gerçek bir cehennemden çıkmaktadırlar.” Hiç lafını kesmeden yazdım. Bana hak
vermiyen kimse kalmadı sanıyorum. İşte aynen, cinsiyet nazariyesinde bütün
demek istediklerini rüya vesilesile aynen söylemiyor mu? Gündüzleri her türlü
ahlâk engelinden geceleri rüyalar vasıtasile kurtuluveren libido (cinsî arzular)
artık serbest olarak sahnededir (!) İyi ki rüyalar icad olmuş (!) Artık libido
rüyada hudut, tanımaz, onun için yalnız
başkalarının karılarını seçmekle kalmaz, erkek ise kendi kız kardeşini
veya anasını da, kız ise kendi erkek kardeşini ve babasını da artık rahatça
seçebilir (!) Geceleri olsun insan bir öf dememli mi? (!) Sonra yine insanlarda
yok sandığımız (!) kin ve intikamlar da artık rüyalar ile meydana çıkmakla
insan açılmış bir pencere gibi, rüyalar vasıtasile biraz nefes alabilmektedir
(!) Artık, seviyorum diye oyalanan (!) karı ise kocasını koca ise karısını,
ana, baba ise evladını, evlad ise ana ve babalarını artık rüyalarında rahatça
ödrürebilmekte intikamları vardı ya işte bütün intikamlarını (!) rüyaların
vasıtasile olsun alabilmektedirler (!) Çünkü hakikatte bütün bu sevdim
zannedilenlerin (!) ölümleri istenmektedir. “Sansür edilmiş bu arzular sanki
gerçek bir cehennemden çıkmaktadır.” Biz.de söylememiş mi idik bir yerde, âdeta aile yuvası değil Vezüv yanardağının
ortasıdır diye. İşte kendileri de aynen söylüyorlar. Bir an Freud'un dileğini
düşününüz? Sevgiyi, muhabbeti, hürmeti, şefkati, dini, imanı kaldırınız.
Dünyada ne kalacaktır?
Böyle olmakla,
bu şekilde konuşmakla beraber bir yerde duru-vermez. Dedik ya, sonuna en sonuna
diyebileceği yapabileceğinin en son noktasına kadar, bir nokta boş bırakmamak
üzere gider : “Rüyanın patolojik (yani marazî) bir ürün olduğunu, histerik semptomları
içine alan bir serinin ilk terimi, bir saplantı gösterisi, heze-vanî bir
düşünce olduğunu” söyler. Adam kendini tutamıyor, söyledikçe söylüyor. Böyle
tavsif ettiği rüyalar ile neyi anlatmak istiyor? “Bize nevrozların anlatılması
imkânını sağlıyan rüyaların incelenmesidir.” diyor. Anlaşıldı. Rüyalarda
gösterdiğini nevrozlarda (Libidonun ihtibası ile meydana gelen ruh hastalıklarında)
vardır diyor, nevrozlarda gösterdiklerini de rüyalarda vardır diyor. Hiç boşluk
kaldı mı? Bu şekilde rüyalar vesilesile Freudisme daha sağlama bağlanmaktadır.
Artık anasına" cinsî arzu veya babasına intikam hisleri demek artık doğru
(:) olmalıdır. Çünkü, rüvalar da aynen böyle demiyor mu? (!) Cinsiyet
nazariyesini te'yid ve te'kid eden tek sahid tek delil tek ispat, işte bu tarif
ettiği şekildeki, tabir ca-İ7se kendi
düzdüğü ve hakikatle ilimle mantıkla fen ile riyaziye île uzak ve vakın alâkası
olmıvan sahte bir varlık muhayyel bir meveu-Hivet halindeki tekilden sekile dürÜD
büktüğü muhterem ve mukaddes rüvalardır. Rüva. hiç Freud'a şahitlik yapar
mı? Kim Freud'un rü-va dediğine inanır? Rüya'nm ne olduğunu, her rüya gören,
anlayıp bilememiş midir? Burada hangi fert. Freud'un rüyasından medet
umabilir? Ya hafazanallah bir inanıverse? Çocuğuna bir dilim ekmeği bile
seve seve veremez. Anasına atasına bir an bile hürmet ve muhabbetle
bakamaz. öyle değil mi?
O halde
Freud'dan iyice ayrıldığımızın ve sizlerle iyice birleştiğimizin daha yakin
bir surette meydana çıkması için biraz daha devam edelim. “Şimdi
terkedilmiş ve faydasız olan ilk hayatın üzerindedir rüyalar” diyor. Hiç
istikbal ile alâkası yok demek istiyor. Gündüz ihtibasa uğradığı için, geceleri
libido, rüyalar şeklinde tezahür eder : “Rüyalar, gayri şuurun dynamisme ve
symbolisme'idir. Gayri şuurun muhtevası (yani libido demek istiyor) rüya
ile tezahür etmiş oluyor. Aman, o halde ne güzel (!) Hakikaten Freud işte bunu
da söylemiş olabildiği için sevinçten adeta kabına sığamamak-tadır; öyle ya
gayri şuurun muhtevası, libido ve ona bağlı, electre complex, Oedip
complexler.. kin., intikam duyguları., her şey her şey bu yol ile çıkabilmektedir.
O halde bu yoldan güzel ne olabilir? Nitekim Freud söyler : “Gayri
şuurun şahane yolu (Route ro-yal de l'inconscient) açılınca, symbollerle rüyaları
artık tâbir edebiliriz.” Nasıl şahane yol demesin? İşte bu şekilde gördüğü
rüyaları üstelik tâbir de edecek! Çünkü semboller, Freud'a göre; “rüyalar
nazariyesinin en önemli bölümünü teşkil eder.” Ne imiş semboller? Yani rüyada
gördüğümüz dereler tepeler, kalemler kâğıtlar, sular ağaçlar... nelere delâlet
ederlermiş, bakalım : “Rüyada ancak çok az varlıklar ve nesneler sembolik bir
şekilde gösterilirler. Ebeveyin-lerin sembolleri imparator, imparatoriçe, kral,
kraliçedir. Çocuklar, erkek kız kardeşler, küçük hayvanlar, böcek şeklinde
ortaya çıkarlar. Ev insanın tümünü, düz duvarlı evler erkekleri, çıkıntılı ve
balkonlu evler kadınları temsil ederler. Erkek cinsel organın çok sayıda
sembolleri vardır. Yılanlar, kertenkeleler, balıklar, saplar, ağaçlar,
bastonlar, şemsiyeler, sivri uçlu silahlar, namlu, kılıç, bıçak, hançer,
tabanca, tüfek gibi ateşli silahlar, su muslukları, oluklar, fışkıran kaynaklar,
asma lambalar, anahtarlar, açılmış kurşun kalemler, kalem sapları, tırnak
törpüleri, çekiçler, sabanlar, balonlar uçak'lar, erkek cinsel organlarını
gösterirler. Kadın cinsel organlarının da yine ço ksayıda senbolleri vardır.
Salyangozlar, kabuklu hayvanlar, madenler, hendekler, mağaralar, vazolar,
şişeler, her çeşit kutular, kasalar, mücevherat kutuları, sandıklar, çantalar,
valizler, cepler, ayakkaplar, terlikler, odalar, fırınlar, bahçeler, gemiler,
kapıları açık veya kapalı evler, şatolar, kiliseler, kadın cinsel organinin
yerini alırlar. Şapka ve başa giyilen her şey bazen erkeğe bazen de kadına ait
bir sembol olur. Genel olarak, meyveler, özellikle, elmalar ve şeftaliler
göğüsleri ve kadın vücudunun diğer kabarık yerlerini temsil ederler. Cinsel
organlara ait kılların yerlerini, ormanlar, koruluklar alır. Dans, ata binme,
tırmanma, veya bir merdivenden çıkma işi gibi ahenkli faaliyetler, çekilen
silah, bir arabanın altında kalmak gibi tehlikeli kazalar cinsel
münasebetlerin yerini alabilirler. Şekerlemeler, cinsel hazları ifade
edebilirler. Bazı işler, özellikle piyano çalmak, karşı cinsin yardımı
olmaksızın sağlanan cinsel tatmini temsil ederler. Bir dişin çıkarılması
iğdişi gösterir. Uçma rüyaları cinsel uyarmalara dayanırlar. Bir kaç odayı dolaşmak
işi evlenmenin bir sembolüdür.”
Şimdi bir
dakika düşünelim. Ve erkek veya kadın cinsî uzvuna taallûk etmiyen, bir sembol
gördük mü araştıralım. Demek rüyada ne görüyorsak, aşağı yukarı eğer kadın
uzvunu temsil etmiyorsa erkek uzvunu temsil edecektir, erkek uzvunu da temsil
etmiyorsa, erkek kadın münasebetini temsil edecektir. Oldu mu ya?
İnsanm
kafasında cinsiyetten başka bir şey yok mudur? Talebe ise, mektebi, memur ise
bir vazifesi, işçi ise bir tarlası bir iş yeri, doktor ise hastası, mühendis
ise projesi, kadın ise kocası, evlâd ise atası yok mudur? Kafasını
(tahteşşuurunu (!) bunlar hiç meşgul edemiyor mu? Varsa yoksa, bir cinsiyet.
İyi ki cinsiyet var da rüyalar görebiliyoruz !)
Bismarck'tn da
gördüğü bir rüya, (maalesef) Freud'un La sci-ence des reves kitabının içine
düşmüş. Bismarck, 18 kânun evvel 1881 tarihli bir mektubunda 1863 yılı
ilkbaharında gördüğü bir rüyasını anlatır: “Çok müşkül günlerdi. Hiç bir insan
ümitle bakamıyordu. Be nbir rüya gördüm ve bunu karıma ve yakınlarıma ertesi
sabah anlattım. Rüyam şudur : Ben Alp'lerin çok dar bir yolunda sıkışmışım. Sağ
tarafım uçurum ve sol tarafımda kayalık. Dar yol gittikçe daha da darlaşıyordu.
öyle ki atım daha ileriye artık gidemiyordu. Geriye de dönemiyordum. Yere de
inemiyordum. İşte o zaman sol elimdeki kırbacımla kayalığa vurdum ve Allah'a
yardımı için istimdatta bulundum. Kırbacım o zaman hudutsuz bir şekilde uzandı.
Ve kayalar bir perde gibi aralanarak geniş bir yol açıldı ki üzerinden tepeler
ve Boheme gibi ağaçlıklı memleketler ile bayrakları birlikte Prusya ordusu
görünüyordu. Bu durumu majestelerine nasıl haber verebileceğimi kendi kendime
soruyordum. Rüya burada bitti ve ben
neş'eli aynı zamanda kendimi kuvvetlenmiş olarak hissederek uyandım.”
Kim böyle bir
rüya görürde neş'elenmez? Ve böyle rüyaları da Bismarck çapında çok kudretli
insanlar görebilir. Ne güzel rüya değil mi? Hakikaten Tarih kitaplarından da
öğreniyoruz ki, 1861 yılında, Prusya tahtına, Alman birliğine taraftar olan I.
Wilhelm geçti ve Bismarck'ı başvekil yaptı. Wilhelm gibi adama da ancak
Bismarck gibi adam yaraşır. Bu suretle, 1864 de Danimarka krallığına harp
açılır. Danimarka mağlup edilir. 1866 da Avusturya'ya harp açılır, Prusyalılar
Bohemya'ya girer (aynen, büyük adamın rüyasında gördükleri gelir tahakkuk
eder). Meşhur Sadowa muharebesi kazanılır. Ve 1866 Prag anlaşması ile kuzey Alman
devletleri Prusyanın idaresi altında ve Berlin merkez olmak üzere bir
konfederasyon halinde birleşirler...) işte tarih de bu. Demek oluyor ki Bismarck'ın
mektubu ile naklettiği rüyasını, bütün tarih kitapları birden tâbir etmiş
oluyor.
Hayır, psikanalitik
teoride öyle değil. Ya nasıl? iyi ki Freud o zaman yoktu da, Bismarck şöyle
yüzde yüz bir inanç ile, dola dola rüyasına inandı ve rüyasının zevkini son
yudumlarına kadar tattı. Ya Freund olsaydı ,Freud'un mektebindekiler olsaydı ne
diyecekti? Neler demezler? en başta, Freud gelir ve der ki : “Bir zafer ve muvaffakiyet
rüyası, ekseriya bir şehevî muvaffakiyet arzusunu gizlemektedir.” Demek,
Bismarck'ın kafasında, Almanyadır, Alman debletidir, Alman ittihadıdır, bu
fikirlere, muarızlara neler yapılmalıdır? gibi mes'eleler yok, bunlar hep
uydurma, Bismarck'ın kafasındaki, şehevî duygularını tatmin edememiş işte
rüyası bundan ibaret. Hele istikbal ile zerre alâkası yok. Hem “bu nebevî
rü'yetin izahı için dinî fikirlerden yardım istemek de lüzumsuzdur.” Zira “Arzuların
husulündeki Freudienne theorie tamamile kâfidir.” Ya gördünüz mü? Bismarck
rüyasında da olsa niye Allah demiş, niye Allah'ı aklına hatırına getirmiş? Bu
olacak şey midir? Bismarck bir ellerine geçse? Hiç dinden imandan bahse lüzum
var mı? Freudienne theorie'de ne eksik? işte Freud mektebinden bir adam
(Bismarck için de adam dedik, Hazreti Mevlâna için de ve maalesef işte Freud
mektebine bağlı bir kimseye de.Asıl burada bir kelime icadı lâzım. Çünkü
Bismarck'a adam derken Hanns sachs'a da adam denir mi? Fakat mecburen bu kelime
kullanılıyor) evet, Freud mektebine bağlı Hanns Sachs isminde bir adam diyor
ki : “Şahsî nokta-i nazardan söylemek icap eder ki, rüya gören rüyasmdaki
tatminkârlıktan memnun olmamış ve bil'akis hakikatte arzusuna nail olabilmek
için tahrik edilmiştr. îlânihaye uzamış görünen kırbaç psychanalytique tâbir
tekniğinde biraz tanınıyordu. Kamçı, mızrak, baston ve bu neviden bütün eşya
phallique (erkek cinsî uzvu) sembollerdir. Uzamak imkânını gösteren bu kamçıda,
bittabi, müşahade edilen hassa yoktur, îlânihaye uzama suretile alâmet-i
zahirenin mübalağalanması infantil (yani iptidaî ilk çocukluk yıllarına ait)
bir fikri ortaya koyar. Kırbacı ele almak fiili çok aşikâr bir surette
masturbation'a (Erkek tenasül uzvunu el ile oynamağa) kinayedir. Bu rüya
görenin halihazır hayatında muhakkak ki varid değildir ve fakat çok uzaklardaki
çocukluk hayatı için mutasavverdir” Dr. Steckel'in tarzı tâbiri burada çok
faydalıdır. Ondan başka rüyada, sol, hatayı günah'ı defendu'yu (memnu olan
şeyi) gösterir, bu infantin onanisme'e gayet güzel tetabuk edebilir. Bütün
sahne, Allah'ın yardımını istimdat ederek, kayalıklara vurulan bir darbe ile
korkunç bir halden mucizevî bir surette kurtuluştur. Bu ise nazarı dikkati
çekecek şekilde, kitab-ı Mukaddesdeki (Tevrat) Hazreti Musa'nın vurmak suretile
kayadan îsrail oğulları için su fışkırtmasını hatırlatmaktadır. Hükmedebiliriz
ki, Kitab-ı Mukaddes'e bağlı bir ailenin oğlu olan Bismarck tarafından bu bahis
biliniyordu. Halkın kini. nefreti ve isyanile meydana gelmiş olan bu zamandaki
muharebede Bismarck kendisini hazret-i Musa ile mukayese yapabiliyordu. Bu rüya
ile C'ünlük temennilerine tekrar bu mukayesesi kanalile bağlanmış olacaktı.
Di&er taraftan Kitab-ı Mukaddes, masturbation rüyası için cok faydalanılabilecek
bir hususiyet ihtiva etmektedir. Hazreti Musa Allah'ın emrine rağmen, Asa'smı
eline alır ve Allah onun bu itaatsizliğini, vâad edilen vatanı ^örmeden
öleceğini bildirmek suretile cezalandırır. Asa ki, ?ayr-i kabil-î şüphe symbole
oballi-nue'dfr, men edilmesine rağmen ele alınmıştır, mayi ki indirilen bir
darbpdpn husul bulmuştur, Çocukların masturbation zamanla-rndaki -ölüm
tehdidini mükemmelen icmal eder. Biri bir adamın 6tat ^erutai frinsî hayatı)
fikrinden doğmuş, diğeri bir çocukluk rufuna mevilden mütevellit bu iki ayrı
tezahürün bir arada görülo-bilmpsi alâkabahs+ır ki, bunlar kitab-ı mukaddes
bahsi karşısında birHrleri ieinp plrmis''er ve bu suretle £üc element'ları
ortadan kaldırmışlardır. yAsa'vı
ple almak, bir müdafaa, ve bir itaatsizlik fiilidir ki "prnboliV akilde
sol p] \\e gösterilmiştir.
Gizli sevi veva müdafaa fikrini acıkca ortadan kaldırmak istiven bir sebeb
sâikile. rüyanın tezahürü, muhtevasında Allah'dan istimdat edilmiştir.
Haz-ret-i Musa'ya vâki iki emr-i ilâhî : O vâaad edilen vatanı görecektir.
Fakat o oraya giremiyecektir. Biri çok aşikâr bir suretle husul bulmuştur:
(Ağaçlıklı memlekete ve tepelere nazar). Diğeri, çok güç, tamamile
hatırlanmadı. Filvaki su her iki sahnede de yoktur, fakat onun yerine kayalar
ikame edilmiştir.” Nasıl kıvranıyorlar, neler düşünüp neler söylemiyorlar? Ta
ki Rüya ne bizzat rüya'yı gören Bismarck'ın düşündüğü gibi, ne de sizin ne de
benim düşündüğümüz gibi olamasın. Ya nasıl olsunmuş? Çocuklukta bazı kimselerin
yaptıkları hata ve kusurlar var ya işte rüya rüya dediği Bismarck'ın bu imiş
(!) Veya hazreti Musa'nın ele alma denmiş olan, Asa'sı (!) gibi memnu ve
tenasül uzvunu temsil etmiyor mu imiş sol eldeki kırbaç? vs. vs. Ne dersen de.
Yalnız bir ucu gelip behe-mahal cinsiyete dokunmalı, Ya dokunmayıverirse? öyle
rüya olmaz. Rüya dediğin de böyle olmalı (!) Rüyada, ama su da yoktu, bütün
tefsirler su üzerine yapıldı. Su yok ama, kayalar var ya, işte o kayalar,
tefsirler içinde belirtilen su'ları temsil ediyor (!).
Rüyaların
ilmini de gördünüz mü? kâfi mi? Bir de yine aynı kitaptan bir bekçi hanımının
rüyasına dediklerine bakınız; bu bahsi de kapatalım : “Birdenbire birisi
hırsızlık kastile eve girdi. Kadın korku içerisinde bir bekçi çağırdı. Fakat
bekçi üzerinde pelerini ile kiliseye do&ru gidiyor, sonra bir çok
merdivenler çıkarak kiliseye giriyor. Kilisenin arkasında da bir dağ görülüyor.
Dağın üstü yemyeşil ormanlık.” Şimdi bunu tâbirlerine bakalım :
Psycha-nalytique theorie'de interpretation (tâbir). Bakalım buna ne söylemişler
: Kilise kadın tenasül uzvunun merdiven, cinsî münasebetin, dağ. kadın tenasül
uzvundaki cıkmtmm, ormanlık da kadın tenasül uzvundaki kılların sembolleridir.
Ve işte kadının rüyası budur. Bunu bilmiyecek ne var?
Sabrınızı,
daha fazla suistimal etmek istemem. Ve tek gayem size faydalı olabilmektir.
Pekiyi kimmiş
bu Freud? Bir iki kalem darbesile onu da çi-ziverelim ve bu bahisleri artık
kapıyalım.
Freud,
Giovanni Papini isminde birine demiş ki : “Kimse eserimin sırrına vakıf
olamadı, onu bilemedi.” Bizim kitabımızı görseydi, bu sözü olsun sarf
edemiyecekti. Ve devam ediyor : “Kalbimi hiç bir vakit tamamile kimseye
açmadım.” Sen açmamıştın ama, işte biz açıverdik, olduğu gibi ortaya çıktı. “Şayet
ben bir âlimsem, bu istidadımdan değil, ihtiyaçtan doğmuştur.” Neredeyse ilimle
alâkası olmadığı halde, âlim deseler bile kırılacak. Çünkü o ilim yapmadığını
ve ancak bir ihtiyacm sâikile bu şeyleri icad ettiğini ifade ediyor, “iç güdüsü
ile edebiyatçı, hâdiselerin zoru ile doktor olan ben” diyor, Demek hâdiseler
var, bir şeyler var, bazı ihtiyaçlar kendisini zorluyormuş da onun için, doktor
olmuş, onun için Psycha-nalyse demiş, nevrose demiş, rüya demiş.. Efsane
demiş.. Bunları işe karıştırmış. Eğer Pitigrilli gibi düpedüz edebiyatçı
olsaydı ne hükmü olurdu? Onun için söyler ki : “Tıbbın bir kolu olan
psychiatrie'-yi (Akliyeyi) edebiyat haline getirmeği düşündüm. Âlim geçinmekle
beraber, şair ve romancı kalıyordum. Psikanaliz bir edebiyat istidadımın
psikoloji ve patoloji sahasına intikalinden başka bir şey değildir.”
Psikiatriyi edebiyat haline getirmeği düşünmüş. Psikiat-ride, yeni yeni
hastaları, iyi etmek için çalışmak çabalamak demek aklının ucundan bile
geçmiyor. Hastaları bırakın^ psikiatriyi psiki-atri için bile kabullenmemiş.
Yalnız edebiyatına, yani kendi ha-yellerine âlet yapmak için kullanmış. O halde
nasıl bir edebiyatı
seçip
getirecekmiş? “ihtirası her şeyin üstünde tutan ve bütün ihtirasları aşka
bağlıyan, ortaçağ şiirinin genelliklerini yeniden ele alan romantisme, bana
cinsiyeti insan hayatının merkezi yapmak fikrini telkin etti.” Ve bu aşkı
merkezi sıklet yapabilmek için de biliyorsunuz, Libido dedi ve efsanelerden en
hayasızlarını seçerek bu psikiatriye getirdim dediği edebiyatın can noktası
yaptı. Hakikatte bu değil mi? Freud bahsine başladığımız ilk kelimeden işte şu
son kelimelere kadar cinsiyet'den gayri bir şey duyabildiniz mi? Duyamazsınız,
çünkü yok. Duyamazsınız, çünkü, Freud kendisi diyor ki ben aşkı, fikirlerimin
merkezi yaptım. Bir ampul merkez halinde etrafa yalnız nûr saçtığı gibi, elbet
Freud'da maden cinsiyeti merkez almış, etrafta hangi bahisler varsa onlarm her
noktası da tabiatile cinsiyet olacak ve ortada nûr'un karanlıktan eser bırakmaması
misâli cinsiyet de kendinden başka ortada bir şey bırak-mıyacaktır, hasta
dahil, hastalık dahil, tıb dahil, psikiatri dahil, tedavi dahil, rüya dahil. O
halde, doğrusu tam düşündüğü gibi çalışmış ve teslim etmek gerekir ki
fevkalâde ve mükemmel bir surette buna muvaffak olmuş. Bu muazzam muvaffakiyeti
için ona söylenebilecek tek kelime yok. işte muvaffakiyet bu kadar olur. Ve
buna muvaffakiyet derler, Pitigrilli de öyle düşünmüştür ama, kaç kişiyi
arkasından sürükliyebilmiş inandırabilmiştir? Ama burada ilmî nazariye olunca
akan sular duruyor. Freud diyor ki, insanlar eğer cinsî tatmine ermezlerse... O
halde, cinsî tatmin yolunu aramamalı mı? Hakikaten öyle. Ana yok baba yok,
kardeş yok dost yok, din yok, Allah yok, âdet yok, an'ane yok, fakat, aşk var,
eylen-ce var, efsane var, kin var, intikam var, katil var ve yalnız ve sadece
cinsî tatmin olmak mes'elesi var, kim ile olursa olsun, nasıl olursa olsun,
beşikten mezara kadar, komşudan ana ataya kadar. Ve sonra, sonra ne oluyor “Medeniyet
dediğin tek dişi kalmış canavar.” deniyor, çünkü bir hurra gürradır ki gidiyor,
ne ana tanınıyor ne ata ne ahlâk tanınıyor ne terbiye, bir hercümerçtir
gidiyor.” Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” misra'î yalan mı? Niçin
medeniyet böyle oluvermiş? Freud ve emsali kimseler, köşelerinde ilim mi
yapıyorlarmış? iktisadî nazariyeyi kuran Marx kadar masum mudur (!) 1ar?
O halde neden
Freud insanlığa bu derecede ağır, çekilmez, tahammül edilmez darbeyi reva görüyor?
Ne istiyor insanlardan? Bir etüdden aynen okuyalım : “Freud daha pek küçük
yaşta iken kendine güvenen kavgacı bir çocuk olarak tanınıyor. Bizzat
naklettiği şu fıkrada onun seciyesi okunur. Babam beni 10-12 yaşımdan sonra
yanında gezdirmeğe ve dünya işleri hakkında tenvir etmeğe başladı. Bir gün
benim çok iyi günlerde yetiştiğimi anlatmak için aramızda şöyle bir konuşma
oldu :
— Oğlum, henüz gençtim. Bir
cumartesi günü yeni elbiselerimi giymiş, kürklü kalpağım başımda yaya
kaldırımdan gidiyordum. Hırıstiyanın biri (Freud ve babası musevîdir) ansızın
dirsek çarparak yanımdan geçti. Ve bir tokatla başlığımı uçurduktan sonra : “yahudi,
yaya kaldırımdan in” diyerek beni tahkir etti.
—
Sen ne yaptın
baba?
—
Ne yapacağım
oğlum, indim.
Doğrusunu
söyliyeyim. Beni elimden tutup götüren bir adamın bu hareketi bana hiç de
kahramanca görünmedi. Bu sırada bilâ ihtiyar, Anibal'm babasını yani
Romalılardan intikam almak için oğluna evinin mihrabında and içirten babasını
mukayese ettim. O DAKİKADAN İTİBAREN ANIBAL HAYALİMDE TÜTMEGE BAŞLADI.”
Gördünüz mü
kimmiş Freud? Romalılardan intikam alması için oğluna and içirten Anabial'ın
hayali içindeki adam!
Sonra ne
olmuş? Sonra 1938 de, Avusturya yahudiler düşmanı bir Almanya ile işgal
edilince, Paris'den sonra kalmakta olduğu Londra'da çene kanserinden ölmüş.
Adamın ölümü bile manâlı. Çene kanserinden başka ölecek hastalık mı kalmamıştı?
Fakat, ne
fayda? Arkasına takılan bir sürü insan oldu. Kanaatimizce bunlardan çoğu,
derin tetkik ve tetabbu sahibi olmadıkları için, “O Mâhiler ki derya içredir
deryayı bilmezler”hesabı, ruhiyat ile meşgul meslek sahibi olsalar da,
ruhiyatı bilmedikleri için, Freud deyip, ilim yaptıkları zehabına kapılmış, geçip
gitmektedirler, Bu gibilerin ruhiyatı iyi tetkik etmelerini tavsiyeye şayan buluruz.
Yalnız, az da
olsa, bir de ikinci grup mevcuttur. Bunlar da aynen Freud gibi bir dünya
tasarladıkları için, (Freud'luk) yapmaktan geri kalmamaktadırlar. Bunlara
tavsiye kâr etmez. Allah islâh etsin demek yerinde olur.
Freud
ekolünden gayri, Dynamique Psychiatrie'de ibda olunan bir çok ekollerden hiç
biri, şükür cinsiyeti ve lafını ağzına almamaktadır. İlk ayrılan arkadaşı
Adler'den, bizim de kıymetli ve cidden Psychiatrie'ye vâkıf arkadaşımız Kriton
dinçmene kadar. Ve bu müellifler, fikirlerini muhtelif görüşleri üzerine bina
etmektedirler.
Gelelim işin
hakikatine. Veya daha güzel bir ifade ile, hakikate en yakın olanına. Şimdi
işte, “her şeyin bir şeye irca olduğunu göreceksin.”
DİNAMİK PSlKİYATRİDE DlNÎ NAZARİYE
(Allah insana
akıl vermiştir. Akıl insanı Allah'a sevk eder.)
Ne zaman ki
insan, yıldızları görür, ay'ı görür, güneşi yağmuru görür, (bunlar nedir? ben
neyim?) demeğe başlar, yani Descartes'ın ifadesile, düşünüyorum öyleyse varım “Je
pense done je suis” der, o zaman, insan artık, aklın sevki idaresine geçmiştir
ve akıl insanı Allah'a şevke başlar.
Acaba öyle mi?
Dağda bir adam
tasavvur edelim. Yalnız başına. Dağda Diğer adamlar gibi, bu adam da : “Ben neyim?
Nereden geldim? Niçin geldim? Nereye gidiyorum?” demeğe başlıyacak, yani
Allah'ı aramağa gidecektir.
Mesnevi'de,
hazreti Musa zamanında, böyle bir yalnız adam hikâyesi vardır. Bu adam, dağda
yalnız yiyip içmekle iktifa edememiş, kendi düşünce ve tasavvurunda bulduğu
tanrısı yoluna gitmiş ve dağdan ta aşağılara kadar yuvarlanmak suretile yine
kendi düşünce ve tasavvurunda şekillendirdiği ibadetini edaya başlamıştır.
— Ama, bu Mesneviden bir
hikâye, öyle şey olur mu? Hem de tek başına bir adam hikâyesi.
Ama, Molla
Cami, Mevlâna ve Mesnevi için : “Peygamber değil ama, kitabı var.” demiş. Bu
derecede makbul ve bu derecede muhkem bir kitaptır.
— Bizim kulağımıza o laf
da girmez,
Ya, “West
östlicher Divan” (El divan-al şarkî lil müellif-il garbî) Der östliche DİVAN
vom Westlichen Verfasser, müellifi tanınmış büyük Alman Şairi, Wolfgang von
Goethe de : “O büyük zekâ, müdafaadan münezzeh olacak kadar kemâl'in zirvesine
çıkmış, dehasının şahikasını bulmuştur. Evet, o, peygamber değildi,fakat
kitabı vardır.” demiştir. Hazreti Mevlâna ve Mesnevi için. Buna ne dersiniz? Ve
gerçekten Mesnevi, Kur'an azimüşşanın ince bir tahlili ve tefsiridir.
— Hayır
efendim, mes'elenin ruhu şudur, biz Mevlâna ve Mesnevi olduğu için bu
izahatımızı kabul edemeyiz.
Demek, sız,
hazreti Mevlânaya inanmıyorsunuz. Peşinen ve kat'ı.
Pekiyi, o
halde, sizin inanacağınız, tarih ve sosyoloji kitaplarından bahis edelim. “Evet,
o kabulümüzdür, ona inanırız” diyeceksiniz. O halde, şimdi, sıra onda.
Tarih ve
sosyoloji kitaplarında gördüğümüz de, en küçük en basit bir topluluğun bile, yine
kendi düşüncelerine göre tasavvur ettiği bir tanrı bulduğu ve buldukları bu
tanrılarına, yine kendi düşüncelerine göre tasavvur ettikleri ibadet şekillerile
gittiğidir. Bu tanrıları, cemat (taş, toprak, ay, yıldız) veya her türlü nebat
veya her türlü hayvan olabilir. Put veya Totem, işte budur. Ve bu tanrılarına
giden yollarda, türlü kaidelere tâbi, göz kırpmadan yaşarlar. Gerek kendi
toplulukları içindeki kaide ve nizamları ve gerek başka kabilelerle olan
münasebet veya kıyasıya mücadelelerinde, esas, yalnız bu inanılan, put veya
totem'leridir. Yani, tek cümle ile, totem için yaşıyor ve totemleri için
ölmektedirler. Bu fertlerden teşekkül eden topluluğun kabullendiği totem de.
(tanrı), bu topluluğu teşkil eden fertlerin teker teker kabullendiği totem
olduğu için, kabile payidar olduğu müddet kabile ile birlikte yaşayıp gitmektedir.
Tarihden, sosyolojiden öğrendiğimiz de aynen budur.
Fertler böyle
ufak topluluklar değil de, büyük topluluklar halinde ise, o takdirde, topluluk
ve düşüncelerdeki tekâmül ile birlikte Allah'ı tasavvurları da ne dağda yalnız
yaşıyan kimseninkine ve ne de ufak kabilelerdeki fertlerin totem tasavvuruna
benziyecek-tir, Çünkü bu insanlar, dağda yaşıyan kimsenin tanrı tasavvurunu
veya küçük kabilelerin put dediği tanrı tasavvurlarını bir türlü kabullenemeyecek,
tatmin olamıyacak, doyamıyacaklardır. “Tabiat” de deseler, bütün putlara şamil,
o da olmuyor. O halde, bu yüksek cemiyetler ve milletleri teşkil eden
insanların Allah'ı tasavvurları, ancak peygamberlerin tebliğlerinde ifadesini
bulduğu için, zamanın peygamberi hazreti Musa veya hazreti îsa veya son
peygamberi duyanlar, duyar duymaz ve gurup gurup onların yoluna girecek, onların
dediklerini harfiyyen yapmağa başlıyacaklardır. Böyle olmasaydı, hangi
peygamber, hangi zor ile ve kaç kişiye ve ne kadar müddet Allah'ı kabul
ettirebilirdi? Ve peygamberlerin tebliğ ettikleri Allah'a inanan bu insanlar,
ne derecede malî ve hayatî bir mücadeleye göğüs gerebilirlerdi? Demek iş
kendiliğinden olmaktadır. Esasen insanlar bekler halde. Toprağın yağmuru
beklediği gibi. Hangi toprak, muhtaç olduğu, uğruna şerha şerha yarıldığı
yağ-mur'u bulur bulmaz, onu sinesinin ta içine kadar çekip benimsemez? “Yağmuru
alacaksın, kabul edeceksin” diye, toprağa ayrıca tenbihe veya tekdire lüzum
görülür mü? îşte, bizim peygamberimizin tebliği (söyle geç, ya habibim) âyetinin
sırrı da buradadır. Söyle ve geç. Bu kâfidir, insan elbet, kabullenecek ve grup
grup dı ne girecek, hem bunlar, binlerde değil, yüzbinlerde, milyonlarda
ifadesini bulup devam edecektir, öyle olmuyor mu? Bu gün halen milyonlarla
Musevi, Hıristiyan ve islâm mevcut değil midir? Geçen asırlarda da daha
evvelki asırlarda da yine milyonlarla, Musevi Hıristiyan ve islâm yok mu idi?
Bu kadar insanı dinleri içinde tutup duran, dinleri içinde yaşatan kuvvet
nedir? Bu heybetli Teorisi karşısındadır ki (dinsiz cemiyet) yani (dinsiz adam)
olamaz, diyorlar. Yanlış mı? Olsa bile milyonlar, milyonlar yanında ihmal
edilebilecek bir rakamı tecavüz eder mi?
O halde insan
fıtreten, yani yaratılış icabı, başına iki kulak, gövdesine iki ayak, göğsüne
bir kalp... takıldığı gibi, beynine de ALLAH fikri konarak yaratılmış
olmaktadır, demek oluyor. Onun için dağdaki adam tanrı deyip, kendini dağdan
aşağıya atıveriyor. Onun için, kabilede insan, totem deyip, canını ateşe
atıveriyor. Veya semavî dinlerde, maruz kalınılan her türlü işkenceler,
yalnız, tek bir tebessüm ile karşılanıyor. Neden? Çünkü, insanı yaratan, insanı
böyle yaratmış. Meselâ, yemek yemeğe de mecbur edilmiş. Yiyecek ki yaşıyacak.
Birisi : “Ben öyle yaratılmadım, yemek yemeden yaşıyacağım.” derse, geberir.
Aynı şekilde bir kişi de, bütün gelip geçmiş zamanlardaki hali de görmiyerek : “Hayır
ben, Allah'ı arama dkuygusu ile yaratılmadım.” derse, bu söz aynen, ben yemeğe
mecbur yaratılmadım diyen insanmkine benzer.
Çünkü,
insanın, bütün insanlarda olan karaciğer gibi bir karaciğeri vardır. Ve bütün
insanlarda karaciğer hücreleri de tıpkısı tıpkısına, bütün insanlardaki
gibidir. Ve bu karaciğer hücreleri de her insanda ayni şekilde vazifelerinin
hepsini, teker teker görmektedir. Evet, o kişinin ki de böyledir. “Benim
karaciğerim böyle olabilir ama, akciğerim benzemez.” derse, akciğeri de aynen,
diğer insanlardaki gibidir. “Benim akciğerim de diğer insanlarınkine benzese,
benim vücudumdaki, falan damar, falan yerden ayrılıp, falan falan adelelerin
içinden, falan falan şekilde hıfzedilmiş olarak, sonra da kemikte kendisine
göre açılmış bir delikten geçerek, ve falan sinirin yanına gelerek seyretmez..”
derse, bu da olmadı. Çünkü otopsilerde, biz bütün insanlarda, bütün
damarların, aynı trajeyi (yolu) takip ettiklerini görüyoruz. Ve kalbin sevki
ile kan o yolda gitmektedir. O çizilen yolun karşısında gtimeğe kalkmak, türlü
teşevvüşlerin girdabına girmek demektir. O halde gel senin kanın da bu
çizilmiş yol üzre rahatça akıp gitsin ki, kalbine zorluk olup, kalp şişip,
yorulup, duruvermesin, “Pekiyi, benimki de öyle gitsin” diyeceksin. Ama, sen
zaten dcmesen de öyle gidiyor. Sen demeden, zaten o, öyle gidiyor.
işte kalp
(yaniAkıl) kanı (yani seni) bü damarların istikameti üzre (yani Allah'a giden
yolda) seni sevketmektedir.
Yalnız, bu
istikamette gitmeğe mani şehvet, yani akim mukabili olan nefsanî duygular,
seni kendi istikametine çekmeğe çalışacaktır.
Akim mukabili
olan şehvet yani nefsanî duygular, aklın insanı sevkettiği Allah'ı bulmak
istikametinden, alıkoyacak bir kuvvet haline gelebilmişse, işte ruhî
müvazenesiklikler, bu AKIL-NEFÎS çarpışmalarının şiddeti nispetinde meydana
gelmeğe (angoisse) ve tekâmül etmeğe (türlü uzvî ve ruhî teşevvüşler)
başlıyacaktır.
O halde, şimdi
Angoisse'ı (sıkıntı) etüd edebiliriz.
DİNİ NAZARİYEDE ANGOISSE (Sıkıntı) TEŞEKKÜL VE TEKEVVÜNÜ
“Ve daüke Fike
vela tubsiru devaüke minke vela teş'uru. Ve tez'u-mu enneke cirmun sağirün. Ve
fîke intava el alamül ekberu.” Hastalığın içindedir, görmüyorsun; devası da
sendedir anlamıyorsun. Kendinin küçük bir cisim olduğunu zannediyorsun. Hal-bu
ki sende en büyük âlem durulmuştur.
Hazret-i Ali
kerremallahü veçhe.
Topta
gyroscope gibi (top taşıyan vasıtanın iniş ve çıkışlarına rağmen namlunun
hedefe olan istikametini muhafaza eden âlet) beyinde akıl, aynı şekilde
muhtelif manialara rağmen, insanî Allah'a sevkedip gitmektedir.
Biz, bunu
nazariyemize giriş'de, bir motor halindeki kalbin önüne çıkacak mania ile ne
hale gelebileceği şeklinde izaha çalışmıştık.
Çaylar,
dereler, ırmaklar da öyle değil mi? önüne çıkan manialar ile direct veya fazla
miktardaki yağışları kabul hasebile indi-rect türlü sebeplerin şekil ve
derecesine göre ne hale geldiğini yatağını da (İstikamet) bırakıp taştığını ve
bu suretle yalnız zarardan ibaret kaldığını görmüyor, işitmiyor veya okumuyor
muyuz?
İnsan gibi,
diğer hareket halindeki her şey de, muayyen bir istikamete müteveccih olduğu
için, aynı misâl içinde mütalâa edilebilir.
Bir Tayyare
veya vapurun hedef noktası kaybının nelere mal olacağını bir an düşünür
müsünüz?
işte şimdi,
bir orman (dünya) içinde, evine (Allah'a) gitmekte olan bir insanı artık
tasavvur edebiliriz. Bu insan yolunu, istikametini hedefini yine malûm direct
ve indirect türlü sebepler ile kaybeder ve orman içinde kalmağa mahkûm hale
gelirse, o taktirde işte (ANGOİSSE) teşekkül edecektir.
Kuşlar,
yapraklar, çayırlar, çiçekler, ırmaklar, şelaleler, balıklar, meyveler onu
evin yolunu kaybettiği takdirde ne dereceye kadar doyurup tatmin edecektir?
Unutmuş görünse de, her gün, her saat gizli veya açık derdi ve düşüncesi evinin
hasreti, arzusu, iştiyakından ibaret olmıyacağını imkân dahilinde görür
müsünüz? Diğer taraftan, istikametini tutmuş, yolu üzerinde emin, atma veya
arabasına binmiş (meslek) bir insanın, üstelik ıslık çalarak, keyif ile
ormandan geçip gittiğini, etrafta gördüğü şelâle değil su birikintisinin
dahi, çiçek değil dkenin dahi( bazı sosyo-ekonomik imkânsızlıklar) bu insana
yalnız ve sadece zevk vereceği bedahet ve hakikati de böylece anlaşılmış
olmuyor mu? Niçin bazen fakir bir adamın (ormandaki yaya) şükür diyebildiği,
huzur içinde çalışıp durduğu halde, zengin veya mevki sahibi bir insanın,
sıkıntısından intihar fikrini dahi kafasından attığı tek saniye bulamadığının
sebebi şimdi anlaşılıyor mu? Evet mes'ele geliyor istikamete. Evet mes'-ele
geliyor, hakikati görmeğe ve kabul etmeğe.
Ve bizim
yaptığımız işte, hakikatin teşrihi ve teşhiridir. Angoisse Nedir?:
Organisation
mondiale de la sante ilân etti ki : “Sıhhatte şahıs, ızdırap (angoisse,
sıkıntı) halinden masun idame-i hayat edebilendir. O hadle nedir bu angoisse?
Affeçt ve
humeur biri veya diğeri emotionnel (heyacanî) veya affectif (hissî, teessürî)
hali bildirmek için kullanılan kelimelerdir.
Affect'in
tarifi de güçtür. Emotion olarak ifade de tatminkâr değildir. Derunî bir his
olarak tavsif ise yine pek mütebeyyin sayılmaz.
Psikolojide
teessürî haller deyince, bize hoş veya nahoş olarak tecelli eden hallerin
mecmuu veya bu hallere bağlı olan hâdiselerin mecmuu anlatılmak istenir.
Hassasiyet ise, haz ve elem'in yekûnu olmaktadır. Psikolog Ribot : “Hoş ve
nahoş denilen haller, teessürî hayatın ancak sathî kısımlarını teşkil eder.
Asıl derin unsurlar ise, temayüller, iştihalar, ihtiyaçlar ve arzulardır.”
demektedir.
Rouston ise
teessürleri fail yani temayül ve ihtisas ve münfail yani hisler ve heyacanlar
olarak mütalâa eder.
Sırf teessürî
haller var mıdır? yani kendisi tahlil edilince, unsur olarak bizzat haz ve
elemden başka bir şeye malik olmıyan basit teessürler var mıdır? Lehmann'a
göre yoktur. “Teessürî haller, zihnî hallere bağlıdır,” kanaatindedir.
Psikolojik
noktai nazardan, netice olarak söylenebilir ki, hayat, hemen her an haz ve
elem'in muayyen bir derecesile renklenmiştir ve heyacan gelip geçici, birden
bire zuhura gelen şiddetli teessür halleridir.
Anlatılmağa
çalışılan bu affect'in yani teessürî, hissî, heyaca-nî hayatın normal
tezahürleri ki şahsiyetin ifadesi olmaktadır, psi-kiatri'de tristesse (hüzün)
exultation (fartı neş'e ve sevinç) la peur (korku) beya bunların variant'ları,
yani saadet, memnuniyet, endi-. $e. keder, vs. tarzında meydana çıkmaktadır.
Pathologique
(marazî) halde, bu normal addedilen affect'lerin yalnız başına veya müşterek
mübalağalanmaları veya bila'akis affect'in tam kaybı (apathie) görülmektedir.
Meselâ,
depression affective veya tristesse, şahsî veya etraf durumu ile hem ayar
değil ise, o vakit marazî hududa girmiştir. Bu takdirde, hasta, umumiyetle
durumunu izah edemez. Ancak, davranışları ile, yüz ifadesi ile veya diğer
işaretlerle (sıkıntıda) yanı an-goisse içinde olduğunu belli edrr. Angoisse bu
durumu ile denebilir ki, devamlı bir korku halidir. Ve apathie (duygusuzluk)
affecti-on yokluuğu halidir. Bu hal, indifference (lakaydî) ve insensibilite
(hissizlik) ile synonyme'dir, yani aynı manâdadır. Objectif manâda, cevap
yokluğu veya his yokluğu olarak tercüme edilebilir. Bu görüşle hypochondrie,
şahsın vücuduna ait türlü uzvî hastalıklar iddiası,, düşüncedeki teşevvüşlerin
marazî tezahürüdür. Hiç bir send-roma bağlanamıyan hypochondriaque
preoccupation'lar olduğu gibi, bazen neurose'larda, bazen şizofrenlerde ve
fakat umumiyetle melancolique depression ile involution melancolie'de görülür.
Netice olarak,
neuro-psychiatrique notion'lar muvacehesinde diyebiliriz ki, personnalite yani
şahsiyet, günlük hayatta şahsı sevk eden bütün meyillerin bir muhassalasıdır.
Daha ilmî bir ifade ile, aşağıdan yukarıya muhtelif seviyelerin vegetative
(neuro-endocrinienne) sensori-moteur (systeme nerveux central) ve nihayet son
kademede psychique (ruhî) seviyelerin müşterek bir integration'u-dur. O halde,
şahsiyette zuhura gelen ve türlü hâdiselere müncer olan angoisse (sıkıntı) nın
sebebi için ne denmektedir?
Psikolojide,
her temayülün tatmin edildikten sonra bir haz'zı, akside elemi (sıkıntı)
uyandıracağı kanaati hakimdir. Ve umumiyetle hazlar ve hoş haller dynamogene
(kudret doğurucu) ve elemler, nahoş haller daha ziyade depression (inhitat)
tevlit edici olarak vasıflanır. Psychologue Richet : “Elem yani sıkmtı ancak
yaşamak istemediğimiz bir hal gibi tavsif edilebilir.” der.
Wolf ve
Descartes ise : “Bir güzelliğe, iyiliğe, doğruluğa götüren te'sir ve
vaziyetler hazzı, bunlardan uzaklaştıran te'sirler ve vaziyetler de elemi
vücude getirirler.” demektedirler.
Meşhur
filozoflardan Eflatun : “haz maddî ve manevî arzuların tatmininden, elem bu
arzuların tatmin olmamasından neş'et eder.” mütalâsmdadır. Aristote : “uzvî ve
ruhî faaliyetlerimizi kuvvetlendiren vaziyet ve hallerin hazzı uzvî ye ruhî
faaliyetlerimizi zayıflatanların da elemi tevlid ettiğini” iddia eder.
Dynamique
psychiatrie'de Freud : “Tatmin olmamış libido'nun, yani cinsî arzunun, doğrudan
doğruya bunaltıya (angoisse) döndüğünü söyliyebileceğimi sanıyorum.” der veya “refoulee
olan libido'nun tezahür şekli” olarak sıkıntı anlatılmak istenir. Yani insan,
cinsî sevki-tabiisini tatmin edemiyor ve ne olursa işte bundan oluyor, insan angoisse'a
duçar oluyor denmektedir.
Türlü fikir ve
mütalâa ile o kadar psychologue o kadar feyle-zcf saydık bililtizam ve o kadar
da neopsychanaliste'ler var, yani dinamik pisikatri ekol sahipleri, hiç biri
cinsî arzu diye bir kelâmda bulunmuyor, maddî diyor, manevî diyo^ türlü temayüler
arzular ve hisler ortaya sürüyor fakat hiç biri çıkıp da cinsiyet mes'elesi bu
sıkıntıyı yapıyor demiyor. Son psikanalitik ekol sahipleri bilhassa, zaten
refoulement (ihtibas) inconscien (tahteşşuur) vs. gibi freudienne diğer
tabirleri de tamamen kaldırdılar, bizim gibi. Ve Freu-disme, şimdi başladığı
tarzda elinde yine o Abreaction, yine la libre association, transfert,
symbolisation, refoulement, inconscient.. vs. gibi cicili bicili ve fakat
haddizatında hiç bir ilmî hüviyeti ve kuvveti olmıyan türlü kelimeler örgüsü
içinde (libido) su ile (mahsur) ve (mahzun) kalmıştır.
La libre
association; gel git anlat, otur yat anlat, dinlen dinlen anlat. Ne kadar? ömür
vefa ederse yıllarla. Ya, hastalık ne olacak? Hastalığı b.ilmem ama (çünkü bu
şekildeki ruhî tedavi tarzı da tamami-le yeni dinamik görüşlerle
kaldırılmıştır) gördük ki, ya hasta doktora ya doktor hastasına aşık
olabilecektir. Bu transfert, bir teşekkül etti mi artık korkmamalı! Abreaction
da mümkündür, çünkü symbolisation olacak ya! Daha başka keşifler? Tabii bunlar
incons-cient'den çıkacak! oraya refoule (!) olmuştular ya? Freud'un da
in-conscient dediği, her haldt ceketin içi gibi bir yer olmalı. Ceket yani
conscient demek malûm?
Pekiyi, bizim
hâtıra ve hafızamız nereye gitti? Canım üzülmeyin, dedik ya, kelimeleri
uydurmalardan ibaret, ilmî bir hüviyeti yok diye. Yine bilinen bizim
hafızamızdır. Hâdiseler, rüyalardaki sahneler gibi ,haberimiz de olmadan,
geçerken giderken bir yere takılıp ses verip acıtıp incitmeden, balığın el
içinde kayıvermesi gibi, denizin dibine dalıvermesi gibi, kaçıveriyor. Fakat
hıfz oluyor. Muhafaza ediliyor. Hem öyle karışık değil gayet muntazam, ve pek
şaşırtıcı bir incelik ve maharetle tasnif ediliyor. Falan seneyi düşünüyoruz,
daha o seneyi anarken, o anda, o seneye ait hatıralar da hemen gözümüzün önüne
ve dilimizin ucuna geliveriyor. Falan şahsı ararken, bütün teferruatile
birlikte, o anda yine şuurda beli-rıveriyor. Bizim kütüphane memuru gayet
efendi bir kimse olan Hilmi Gömeç, bütün samimiyet ve gayretine rağmen, falan
müellifin bir kitabını saatlerle aradıktan sonra bazen de bulamıyor, ikinci
bir müellifin kitabını ise, aynı, anda aramak daha da güç. Pekiyi, Hilmi
efendi, bir de kitabın ismine göre arayı ver deriz. O zaman yine kâğıtlar
dosyalar, kayıtlar.. Hafızadaki ne biçim bir kayıt sistemidir ki, sene
söyleriz, senesine göre mahal söyleriz mahalline göre, isim söyleriz, ismine
göre, hâdise söyleriz hâdiseye göre ve o anda ve bütün teferruatı ile ve bir
bütün olarak, hemen öne sü-rülüveriyor? Bunun muhafaza edildiği ne biçim bir
albüm ki biz ona hafıza diyoruz? Fakat bizim albümde bazı resimler sararıp siliniyor,
bazıları yerlerinden düşüyor veya albümün tamamı sakladığımız dolap veya
sandık içinde kayboluyor. Bu hafıza albümünün saklandığı nasıl bir yer ki
oradan hiç de kaybolmuyor, (hep normal durumları anlatıyoruz.) Her halde nylon
gibi şeffaf da olmalı ki, bir yerden bakınca hepsi birden görünüveriyor. Ama
hepsi birden olunca da biribirlerine karışmazlar mı idi? Sonra bu kadar hatıraları
hıfzeden sandık, insanın kafası veya kalbine sığdığına göre veya kafası veya
kalbinin pek küçük bir kısmına sığdığına göre, elmas taşlar ile işlemeli pek küçücük
bir kutu gibi olmalı. O halde albümün resimleri de mikrofilm gibi olmalıdır.
Sonra acaba bu mikrofilmleri bize kim okuyor? Kim söyleyiveriyor? Hangi göz?
Hangi ağız? Ve o zaman biz nasıl anlıyabiliyoruz? Fakat ne derecede küçük
filmler olmalı ki, yüzlerce, binlerce, milyonlarcası bir yerde olduğu halde,
beynin milim milim taranmasında dahi zor bulunup bilinebilsin, Bütün hayatta
geçen hâdiseler bir nokta içinde sanki. Erkekte sperma, kadmda yumurta kadar
küçücük bir nokta olsa da, sperma ve yumurtanın içine aldıklarına kıyasla, bu
küçük denilen nokta bile demek büyük bir hacim işgal edecek demektir. İnsan
bu derecede kalabalik hâdiselerin muhafazası için, merkez bankasının deposu
gibi bir yer olsun bekliyor. Halbuki, bu küçücük nokta gibi yer, ve en ince
tasnif. Hiç aklımız eriyor mu? Hiç hayalinize sığdırabilir misiniz? Ve sonra,
bu noktaya, cinsî sevki-tabiiler lefoule oluyor? kız babasile yatmadığı için,
oğlan anasile yatmadığı için, bu noktanın içine bu hâdise tıkılıyor de.
Hastalıklar da bundan olur de. Hiç böyle bir yer, cinsî arzuların makarrı
olacak bir çirkefliğe benzetilebilir mi? Bu derecede muazzam, aklın değil hayalimizin
kuvvetile anlıyamadığımız, azamet, heybet ve ihtişam, cinsî arzuların tıkıldığı
yer olarak yapılabilmiş olması, hatıra gelebilir, tasavvur edilebilir mi? Bu
muazzam mahzen, bu akılların durduğu mahzen, ancak akılların durması gereken
bir şeylerin yeri olmağa yakışmaz mı? Kuyumcu dükkânında 10 milyon değerinde
bir kolyeyi, mahalle pazarlarındaki satıcılarda bulabilir misiniz? Veya mahalle
pazarlarındaki satıcılarda bulunan incik boncukların aynını Istnbul'da
Beyoğlu'nda meşhur kuyumcu Franguli'de veya Paris'te Boulevard Hoffmann'da
Burma'da bulabilir misiniz? Bulduk deseniz, bu meşhur kuyumcular, ismimle
şerefimle mesleğimle oynandı diye hemen bu iddia dolayısile mahkemeye müracaat
etmezler mi?
Daha konuşmağa
ne hacet? Biz o halde Freud'u ve Freud'un Angoisse fikrini geçerek, angoisse'in
fizikî ve ruhî arazlarını anlatalım.
ANGOÎSSE'ın Fiziki arazları :
Bariz hatları
ile fizikî (bedeni, somatik) araz : Çarpıntı veya bradycardie. Nefeste
tıkanıklık hissi ve betaet. İştahsızlık.
Mide şişkinliği, mide düşmesi, kabızlık, diarre. Sık sık idrar yapmak.
Kol ve bacaklarda kuvvet zaafı. Adale kontraktürleri. Müteaddit ve mütenevvi
ağrılar. Muhtelif uyuşmalar. Net görememe. Kulaklarda uğultu. Yorgunluğa meyil.
Neticede, ailevi münasebetler dahil, her halile actif hayatta yavaşlama ve
durgunluk.
ANGOlSSE'İN ruhî arazları :
Concentration
noksanlığı, çalışmada kapasite azlığı, ruhî fonksiyonlarda inhitat,
taharrüşiyet (irritabilite) tenebbühiyet (excitabi-lite) yani heyacanî
muvazenesizlik ve her şeklile korkular (phobie) obsessionlar ve hypochondriaque
fikirler. Daha ileri safhada ve bü-farz Melancolie'de, fikirler hezeyanlara
inkilap etmiştir, Şahıs, ana babasını dostlarını, doğumu, ölümü, yeri zamanı
dahi inkâr eder. (Les idees de negation objective). veya kendi uzuvlarını dahi
inkâra kalkar (delire de negation subjective). Böyle hastalar; (yemekler karm
boşluğuma gidiyor, kalbim atmıyor.) der veya bu uzuvlarmm tıkanmış, mahvolmuş
veya değişmiş olduğunu iddia ederler. Ve hasta bazen vücudunu dahi inkâr eder,
kendisinden üçüncü şahıs (ga-ib) olarak bahis eder. Regis tarafından, Cotard
sendromu ismi altında bildirilen bu delire de negation, ayrıca, müzmin
alkolizmada, firengiden mütevellit akıl hastalığında (Paralysie generale)
para-noia ve şizofrenide de görülür. Angoisse'ın tam şiddet kesbettiği
Melancolie'de hezeyanlar daima sıkıntı (angoisse) üzerindedir : Şahıs, o kadar
şiddetli bir ızdırabm gayyası içerisindedir ki, madem ki, kalpsiz ve midesiz
dahi yaşıyabilmektedir o halde ölmiyecektir. (les idees immortalite). Bu sebebe
mebni, artık yemez, içmez, konuşmaz ve yerinden kımıldıyamaz olur. Veya bazen
de tam aksine, müteharrik, evinde dolaşır, koşar, kanter içinde kalır, saçını
başını yolar, elbiselerini yırtar (Melancolie anxieuse) bu sırada sokağa kendini
atıp kaçtığı da olur. (Fugues anxieuse).
Bütün
söyledikleride sıkıntısının geçmiyeceği merkezinde olmak üzere mütenevvidir.
Artık o iyi olamıyacaktır. (De malheur â venir). Çünkü kendisi liyakatsiz,
kabiliyetsiz, bu durumlara müstahaktır. (De malheur merite). Sıkıntısı ve
ızdırabı sınırlı yani yalnız kendisine mahsus da değildir. (Delire centrufuge
de Seglas). O bakımdan kendi hastalığı o hale gelecektir ki, evini, kendi
mahallesini ve hatta dünyayı istila edebilecektir. (De malheurexcentrique) C
bakımdan hezeyanlarında artık zaman ve
mekân hudutları da kalmamıştır (De malheur illimite dans de temps et
l'espace). Burada enormite ve immortalite fikirleri Cotard sendromu ile birlikte
meydana çıkmıştır. Ve hastaya öyle gelir ki, etrafında her şey ve dünya
tamamen değişmiş ve kendisinden ayrılmıştır (Trouble de la vision mentale
externe) veya kendisi de değişmiştir, zira eski düşüncesi yoktur, eski
sevdiklerini bile sevemiyor, bu bakımdan da sıkıntısı artıyor (Anesthesie affective
douleureuse). Alâkalanmağa gayret ettiği halde, hatıralarını dahi unutmuştur
(trouble de la vision mentale interne veya la perte de lavision mentale
interne).
Ve böylece
hasta artık güneşin doğmasile başlıyacağı anlaşılan yeni bir günün
getireceği sıkıntıyı da kaldıracak durumda değildir. Bu suretle, meşhur sabah
saat beş intiharları sahneye çıkmıştır. Sahneden uzaklaştırılamaz.
Angoise
(sıkıntı) nm başlangıç ve ileri safhalarını, ana hatlarile ve pek kısa olarak
anlattım. Bunlara bir de hususile görmeğe (vi-suel) ve işitmeğe (auditive) ait
türlü endişe verici hallucinationları da (Hakikatte mevcut olmıyan hayal ve
sesler) ilâve edersek, angoisse (sıkıntı) mn ne demek olduğunu aniıyabiliriz.
Bir gün şizofrenik depression hastalığına müptelâ (angoisse içinde) bir
hastamız, boynunu uzatarak, kan ter içinde ve bembeyaz bir yüzle, sık sık solumaları
arasında : “Ne olur doktor
bey, şu boğazımı kesivcTİn, arkamdan
geliyorlar, öldürecekler” diyerek başının kesilmesini, bir necat bir kurtuluş
olarak kabul ediyordu. Hallucinaüon'ların da iştiraki ile, işte angoisse, bu
hale gelmektedir.
Angoisse
hakkında, bu kısa izahtan sonra, dinî nazariyemizde teşekkülünü gördüğümüz
angoisse'ın artık tekevvününü takip edebiliriz.
Dinî Nazariyede Angoisse'ın Tekevvünü :
İstikametini
kaybettiği andan (dinî bağlarında zaaf) veya istikametinden alıkonulduğu andan
itibaren yani kendini dünya ile yani orman içindekilerle tatmine kalktığı andan
itibaren insanda, angoisse bizzarur teşekkül etikten sonra, artık bütün reaksiyonlar
bu noktada toplanacak ve bu noktadan dağılacaktır. İnsan Allah istikametinde
gitmek suretile, ancak doyabileceği ruhî tatmine eremediğı için, bundan dolayı
tâli (secondaire) olarak teşekkül edecek Ango-isse'ını, asıl sebeb (primaire)
zannederek, bunun tatmini yollarını
aramağa başlıyacaktır. Bu görüldüğü gibi yanlış bir başlangıçtır. Sonu da
olmıyacaktır. Çünkü angoisse asıl (primaire) sebeb değil ki çaresi
bulunabilsin. Eline diken batan bir insana, ağrı dindirici ilâçlar vermek ne
te'min eder? Ağrıya sebeb olan dikene çare bulunmadıktan sonra, her ne yapılsa
boş değil midir? işte eline diken batan adamın, bu ağrısı ile meşgul olması,
eline batmış dikeni bir kenara bırakması gibi, bir insanın da (istikametini)
hiç düşünmeyip, yalnız, bundan doğan angoisse ile uğraşması da aynen buna
benzer. Ve bunun da neticesi elbette boşadır. Çünkü burada angoisse, eline diken
batmış adamın ağrı'sı gibi, tâli (secondaire) dir. Ve ağrıyan eline
çare ariyan adamın diken üzerine eğilmesi gibi, angois-se'a duçar kimsenin de
istikameti üzere eğilmesi bundan dolayı gerekmektedir. Aksi halde, angoisse'a
duçar hiç bir kimse, ruhî tatmine eremiyecek ve bu bakımdan türlü ruhî
teşevvüşlerin acı akibetinden de kendisini kat'iyyen kurtaramıyacaktır. Nitekim
kurtaramıyor :
PSYCHOSOMATIQUE Hastalıklar :
Angoissc'ın
mütemadi huzursuzluk, kin, öfke, heyacanî tevet-türde artış., gibi kollarile
psikcsomatik grupta mütalâa edilen, birinci kısmında zikrettiğimiz, çeşitli
uzvî hastalıklar da zuhura gelebilecektir. Aynı şekilde, neuro-vegetative
dystonie diye mütalâa edilen, sempatik sistem kararsızlığı da bir nevi
psikosomatik hastalık olarak sahneye çıkacaktır.
II —
DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI :
a) Alkol ve uyuşturucu maddelere inhimak
:
Meselâ böyle
bir şahıs, içkiye ihtiyaç duyacaktır. Bu zarurî ihtiyaç ve inhimaki onu hiç
bir zaman ruhen tatmin edemiyeceği için angoisse'dan kurtulamadığı müddet, bu
içki dozu da gün gün artacak ve o takdirde türlü alkol psikozları da artık
sahneye peyderpey çıkıp durmağa başlıyacaktır. Bizzat alkolün do te'sirile
şahıs daha çabuk yıkılacak, aile ve çalışma muhitinde itibarını kaybedecek
bedenen türlü hastalıkların da inzimamile (buldum) dediği dünyasının (tamamını
birden) böylece kaybediverecektir. Neden? Çünkü yol yanlış. Çünkü angoisse
alkol ile kompanse edilemez. Yani karşılanamaz. Karanlıkta, mum ışığından
elektriğe kadar her şey, güneş ışığının mukabili olarak insanı ne derecede
tatmin edebiliyor? Daha ışık sönerken karanlık artar, ışık tam sönerse, tam.
karanlık yine sahneye çıkar. O halde mum veya elektrik ışığı Güneş ve gündüzü
ne derecede temsil edebiliyor? Yani kompanse edebiliyor? İçki ile, angoisse'ın
kompanzasyonu da bundan hiç ileri değildir. O bakımdan, alkolde ruhi tatmin,
çölde bir serap gibi, bir galatı rüyet olduğu için, daima zahiri daima yalancı
olarak kalacaktır. Ve bu yalanı da her alkol alan, nihayet anlıyacaktır. öyle
değil mi?
O halde içki
içmesin demek de olmaz. Nitekim, 965/5364 prot. no. ile akıl hastahanesinde
tedavi altma alman bir alkolik hastamız : “Bana şimdiye kadar hep, içki içme
dediler, fakat, sizin gibi bana içkiyi neden içiyorsun diyen olmadı daha” demiştir.
Evet, angoisse alkole inhimaki zarurî kılmaktadır, önlenemez. Nitekim, önlenemiyor.
Ve İslâm, işte bundan dolayı içmez. Zayıf kimselerde dahi, angoisse, islâmı,
içkiye sürükliyecek kuvvette ekser olamıyor. Günah -Sevap işin bir süsü, bir
yaftası, bir alâmeti farikasıdır. Esas mes'ele fabrikanın kendisi ve
istikametindedir. G.M. marka otomobil motör-leri (İslam) niçin aranıyor? G.M.
(sevap) harfleri için mi?
İşte içkide
olduğu şekilde, esrar, afyon, kokain gibi uyuşturucu maddelere inhimak de
böyledir. Böyle başlar, böyle biter. Bu iptila-iarın da arttığı yerler, angoisse'ın
arttığı yerlerdir. Bunlar yanında, bilhassa, müsekkin tabiatindeki ilâçlara
alışkanlık da aynı grupta mütalâa edilir. Her gece, uyku bozukluğundan muzdarip
bir kimse, her gün uyku ilâcı alırken, artık bu ilâca alışmıştır. Daha da
yüksek dozlarda olmak üzere, artık bu ilâcı almak mecburiyetindedir, bu da bir
nevi iptiladır (Toxicomanie). Bu iptilaları uğruna şahsın yapmı-yacağı yoktur.
Çünkü bu alışkanlık yapmış olan maddeyi alamamak (sevrage) veya abstinance
denen arazı tevlit ettiği için, kurtulmak pek güç hale gelmiş, hayatî
tehlikeler ortaya çıkmıştır. Onun için, artık her ne pahasına olursa olsun, o
maddeyi bulacak, alacak, parası da yoksa çalacaktır. Böylece, mazbut bir, aile
yuvasının artık temadi imkânı kalmıyacağı gibi, işinden de atılacaktır. Veya
zaten kendisi iş göremez çalışamaz hale gelecektir.
b) Diğer davranış kusurları :
Bu devrenin
bir diğer hususiyeti, içki mevcut olmasa da, şahıs müteharriş ve müteheyyiç de
olduğu için, daha başka türlü, çeşit çeşit davranış kusurları gösterecek olmadık
şeylerden büyük reaksiyonlar verecek, bu yüzden angoisse'ın şiddet ve derecesinde olmak üzere, muhiti içinde olduğu gibi, bizzat
ailesi içinde de huzursuzluk kapısı ardına kadar açılacaktır. Evlâd ise, baba
tarafından atılmağa, karı koca ise boşanmalara kadar gidilecektir. Iş bununla
kal-mıyacak, türlü suçlar işlenecektir. (Rockfellcr müessesesinin bir çok
memleket hapishanelerinde yaptığı istatistikî bir çalışmaya göre, mahpusların
kısmı azamında ruhî teşevvüş tesbit edilmiştir.) işte böylece, gizli aşikâr
intiharların, veya cinayetlerin, hakikî sebebi de bu bizim anlattığımız
angoisse olacaktır.
c) Hastalıklara sığınmalar :
Burada,
angoisse, hastalıklara sağınma şeklinde kompanse edilmektedir. Klasik
kitaplarda, neurose ismile mütalâa edilmekte olan bir kısım hastalık bunlardır.
Halbuki, pür neurose olarak mütalâa edilen bu davranış kusurlarından ibaret
halin, tek hastalığı andırır tarafı, doktoru hatıra getirmesidir. Bir misâl
verelim : Babasından, sert bir emir alan küçük hanımın dili tutuluvermiştir
veya ayakları yere basmaz olur. Müracaat edilen doktor : - “Artık
konuşabilirsin, artık yürüyebilirsin” der demez düzeliverir. Hastalık dedikleri
geçmiştir. Fakat, hastanın arzu ettiği olmuş, bütün ev halkı hanım efendinin
manifestasyonlarmdan telaşa kapılmıştır, işte kendisi de hasta olmuştur, Artık
ona emir verilmemelidir. Yani fedakârlık, feragat istenmemelidir. Yani hayat
mücadelesi kendisinden beklenmemelidir. Çünkü o birde bunlara tahammül
edemiyor. Cidden, angoisse'ı kendisine yetip artmaktadır. Zaten bu yüzden
hastalığa sığınmak mecburiyetinde kalmıştır. Kitabın, birinci kısmında, histeri
dedikleri de müphem bir hastalıktır dememin sebebi işte budur. Ancak, organik
sebeplerin araya girip, türlü ruhî arazları taklit eden hastalıkların istisna
teşkil edeceğini bir daha hatırlatmalıyım. Encephali-te, Epilepsie vs. gibi.
III — PSYCHONEVROSE :
Psychonevrotique
bir hastalık olarak, angoisse'da ilk etap, kanaatimizce Nevrasthenie'dir.
Artık şahıs, ruhî muvazenesizliğinin bir icadı ve icabı olan türlü ağrılar
hususile bel ve baş ağrılarına duçar olmuş, uykuları bozulmuş ve hakikî manâda
dünyadan zevk almamağa, zaman zaman ağlamağa, inlemeğe başlamış, aile ve iş
muhitinde bir isteksizlik ve bir yorgunluğun esiri haline gelmiştir. Artık
cinsî münasebetten bile zevk almağa veya muvaffak olmağa kadir değildir
(İmpotence). Artık işinde de ilerlemeğe değil, yerinde kalabilmeğe bile çalışması
kâfi değildir. Kendisi bunu müdrik. Sürüp giden bu hastalığı dolayısile, artık
doktor doktor dolaşmağa, reçeteleri ve ilâçları deste deste yığmağa
başlamıştır. Bu zamanda, ilâç biraz daha hakim duruma geçmiş olmak üzere,
psychotherapie'-d.en (ikna) istifade etmesi, şikâyetlerinin bir müddet zail
olmasını mümkün kılabilir. Bir müddet diyoruz, çünkü aynı muvazenesiz hayatı
yaşamağa devam ettiği takdirde, bu defa korku'lar (phobie), iz-dirarî fikirler
(obsession) veya hypochondriaque fikirlerin eline düşmesi imkân dahiline
girecektir : Psychasthenie sahneye çıkacaktır. Bu suretle iş daha da
çatallaşmış, tedavi de daha güçleşmiştir. Şahıs artık, aile ve cemiyetle
rabıtasını kısmen kaybetmeğe başlamıştır. Kendi hastalık ve dertlerile
bilhassa meşguldür. Bu sebeble, psychasthenie ile psychose'a (akıl hastalığı)
bir köprü de atılmış olmaktadır. Tabir caizse angoisse, dal budak salmakta,
veya dağdan yuvarlanan bir kartopu gibi, gittikçe yani gün gün, dağdan düştüğü
müddet, büyümektedir. O zaman şahıs, gerek kendisi gerek yaşadığı cemiyet için
daha tehlikeli olmağa başlıyacaktır : İntiharlar veya gizli intiharlar, veya
cinayetler veya türlü suçlar serisi bu devrede bilhassa artacaktır.
Obsession,
sıkıntılı şahsiyete yerleşen öyle izdirarî fikirlerdir ki, şahıs artık bütün
cehdine rağmen bu fikirleri atamaz olmuştur. Bu suretle adeta, kendi şahsiyeti
yanında yeni bir şahsiyet peyda olur, buna Dedoublement conscient de la
personnalite (şahsiyetin şuurlu ikileşmesi) denir. Buna Falret cinneti
tereddüdiye (folie de doute) ve Baillarger, şuurlu bir cinnet (Monomanie avec
conscient) demektir. En çok görülen şekillerinden birisi hesap deliliği
(arith-momanie"* dir. Bövle hastalar yani obsede şahıs, zoraki fikirlerin
marazivet kesbettiği durumda, artık tamamile huzursuzdur. Böyle şahıslar, “bindikleri
arabanın, misafir oldukları otelin, hatta yanlarından cecîp piden bir
vasıtanın numarası ile uğraşırlar. Bu rakamın, hanen rakamlarla kabili takcim
olduğunu düşünürler. Bîr sofrada kac kişi var bunların her birine kac çatal
bıçak kasık bardak isabet eder? Bu odanın tavamndaki dört köşeler acaba kaç
tanedir?” vs. vs.
Phobie'ler de
bövledir. (korku). Sıkıntı esas olmak üzere, obses-sîonla da ekseriya
beraberdir. Dünyada mevcut ne varsa hepsine ait korkular olabilir. Tonlu
iğne'den korkmadan CBelenophobie) yürümekten (basophobie) sözden (Logophobie)
yazıdan (graphophobie) imzalamaktan korkmaktan (hypogrophobie) kalabalıktan
(ochiopho-bie) kadından (gynecophobie) hayvandan (zoophobie) kediden
(ga-lephobie) köpekten (cynophobie) korkmaktan, hastalıktan (nosop-hobie)
delilikten (maniophobie) ve nihayet ölümden korkmağa kadar (tanaphophobie) her
şey görülebilir. Meselâ, denizden korkan (tha-lassophobie) bir kimse, yıllarca
bu korkusu sebebile mecbur da olduğu talde artık ne sandala ne de vapura
binemez.
Hypochondrie
ise, şahsın türlü uzvî şikâyetlerle malûl olması halidir. Yapılan türlü tetkik
ve hatta ameliyatlar hiç bir fizik belirti tesbit etmez. Fakat şahıs, yine
şikâyetinde musirdir. îşte böyle bir şahıs, meselâ, midem hazmetmiyor'dan
başlar, hiç olamaz (absürde) bir kanaate saplanarak, midem yoktur'a kadar
gidebilir. Ve o zaman biz, çok zaman da ruhî ağrılardan (psychalgie) müşteki
hastanın, hezeyanlarından (Delire) bahsederiz. Hypochondrie'nin tek başına
bulunuşu da olabilir. Umumiyetle bir akıl hastalığının arazı da olur.
Tabir caizse,
angoisse tohumu ile ekilen, davranış bozuklukları halinde yeşeren nebat,
tomurcuklanmıştır. Ve çiçek (akıl hastalığı) artık, ayan beyan görünmeğe
başlamıştır. Nitekim hypochondrie bazen bir depression melancolique'in veya
bazen bir schizophrenie (erken bunama) mn bir arazıdır.
IV — PSYCHOSE'lar :
Bu şekilde,
teessürî hayat tamamile felç olmuş (schizophrenie) veya haz veya elem
şeklindeki duygular (affect) marazî şekilde en yüksek noktasına gelmiştir.
Manie, Melancolie'de budur.
Eski doktorlarden,
histeri hastalığı şizofreni de olabilir, diyenlere veya Mazhar hoca
rahmetlinin esrarkeşlerin şizofreni olabileceklerine ait, beynelmilel
cemiyetlerde tebliğler ile uğraştığına dair dokümanlar mevcuttur. Ancak,
Dynamique psychiatrie, diğer boşlukları doldurmuştur. Gerçekten, türlü ruhî
teşevvüşlerin izole (müstakil) tetkikleri hatalı olur. Toz derken, toprak
derken, sigara elerken, öksürük derken, verem derken, sonra da sağ kalp yetmezliği,
cor pulmonale böyle teşekkül etrniyor mu? Cor pulmonale'de sebebi hakikî, elbette,
bu dizinin mebdeleridir. Yalnız şahsiyetten
ibaret olan
insanın (göz kulak, saç sakal el ayak, boy pos değil) şahsiyet bozukluğu,
psikoz tabloları halinde meydana çıktığı zaman, cor pulmonale'de hastalığın
mebdeini gören doktor gibi, burada da işin mebdeini ve seyrini görmek iktiza
etmez mi? Hele, alınacak tedbirler bununla alâkalı değil midir? İşte, biz, ruhî
teşevvüşleri (angoisse) dan başlıyarak (mebde, kök) nihayet bir ağacın dalları
(türlü psikoz levhaları) halinde, bir bütün olarak anlatmış olduk. Bu suretle “her
şeyin bir şeye ircaı” yani uzvî ve hususile ruhî hastalıklarda, ruhî faktörün
yegâne sebeb bulunduğu “görülmüş” oldu.
Acaba
sözlerimiz doğru mu? Acaba, nazariyemiz ne derecede ilmî hakikatin ifadesi
olmaktadır? Bunu ispat için hangi delilleri gösterebileceğiz? Dinî mesnet
haricinde, türlü müelliflerin “adet, an'a-ne, ana baba otoritesi, ve bazen de
açıkça dinî bağlarda çözülmeği, akıl hastalıklarının sebebi olarak göstermeğe
gayret ve temayülleri, bizi te'yid eden en kıymetli dokümanlar olarak fikrî, ve
ayrıca, Dünya Sağlık Teşkilâtı, Birleşmiş Milletler ve Türkiye'mize ait
istatistik! rakamlar ile, hakikaten adet an'ane, din ve imana bağlı olan
millet ve memleketlerde, davranış kusurları, psychsomatique hastalıklar ve
akıl hastalıklarının sair millet ve memleketlere nazaran düşük seviyede bulunması
da nazariyemizin riyazî delilini teşkil edecektir.
O halde
evvelâ, “dinî nazariyede, dinî mesnet” anlatıldıktan sonra, fikrî ve riyazî
mesnet ve delilleri de (Nazariyemizi te'yid eden fikrî mesnet) ve “Nazariyemizi
te'yid eden riyazî mesnet” bahislerinde, yine kaidemize sadık kalarak, imkân
nispetinde kısa hatlar ile izaha çalışacağız.
Edip veya
şair, filozof veya doktor, işçi veya memur, genç veya ihtiyar, talebe veya
etüdyan, dindar veya dinsiz, kaç kişi, bizim söylediklerimize “hayır”
diyebilecektir? Veya “hayır” diyebilmek için, daha kuvvetli hangi mesnet
bulacaklardır? Evet, ormanda ve yolunu kaybeden adam bunalacaktır. Çünkü adam
akıl sahibi ve çünkü adam Allah'a gitmek için yola çıkmış, böyle yaratılmıştır.
Milyonlarla insanın
inandığı, Hazreti Musa, Hazreti Isa ve bizim peygamberimizin de tebliğ
ettikleri budur.
îki de Veli sözü :
El Hikemül ataiyye, sayfa 155 : “Dünyada bulunup da kendisine gaybm
meydanları açılmıyan kimse, kendi muhiti ile hapsedilmiş ve kendi zatının heykeli
içinde mahsur kalmıştır.”
Mesnevi cilt I
sayfa 64 : “Din lezzetinden başka her şey azaptan ibarettir.”
îşte, dinî nazariyenin istinat ettiği Âyetler ile Hadis ve sadece iki velinin
nurdan damlalar gibi sözleri.
DÎNİ NAZARİYEDE FİKRÎ MESNET
Cemiyete
intibaksızlık başta olmak üzere, akıl hastalıklarına kadar giden ruhî
teşevvüşler ve bunlara bağlı beden hastalıkları, şimdi, dünyada, birinci plânda
mütalâa edilen bir büyük problem haline gelmiştir.
Niçin ruhî
teşevvüşler? Nerede? ve nasıl olmaktadır?
Acaba,
nazariyemizde belirttiğimiz üzere, hakikaten dünya mütefekkirleri de bizim
gibi, dinî bağlarda çözülmeği, ruhî bozuk luklarda bir sebeb olarak görüyor mu?
Buna dair
mütalâa ve müşahadeler var mıdır? Bir kaç misâl verelim :
Fahreddin
Kerim bey hocamız kitabında : “Eskiden beri medeniyetin sinirler üzerinde
tahripkâr tesiri bulunduğu ve medeniyetin terakkisile birlikte sinir
hastalıklarının çoğaldığı iddia edilmektedir. Her halde medeniyetle beraber
umumî ihtiyaçların teza-yüdü, sefahatin artması gibi sebeplerin sinirler
üzerinde yorucu bir tesir yapmakta olduğuna ve uykusuzluğun sebepler arasında
bulunduğuna şüphe yoktur.” “Yalnız içtimaiyat ile iştigal edenlerle bazı
akliye mütehassısları dinî akidelerin çözülmesinin emrazı akliyenin ve
bilhassa intiharların çoğalmasında rol oynadığını zikretmektedirler.” diye
yazar.
Sir David
Henderson da hocamızın fikrine : “economique yük zamanın sık görülen akıl
hastalıklarile irtibatlıdır.” demek suretile iştirak eder.
Jung'da aynı
görüşü başka şekilde ifadelendirir : “Nefsi ile ihtilafta bulunmak,
medenileşmiş insanın farik bir delilidir. Ve nevropat sadece nefsiyle ihtilafa
düşmüş medenî insanın ferdî bir örneğidir. Bilindiği üzere medeniyetin
ilerlemesi insanda hayvanlıktan ne varsa onları sıkıştırıp tıkıştırmaktan
ibarettir.”
Paul Toumier
de şöyle konuşur : “Bu asabî hastalıkların çoğalması dünya ahlâkının
sükutundan ileri gelmektedir, diye mütalâa ediliyor. Bu düşünce ki hakikatte
bütün encamile aile içinde, meslek hayatında, cemiyette menfaat
çarpışmalarının meydana getirdiği hayatî meselelerin artmasından aynı şekilde
cemiyet problemlerinin artmasından, heyecanî şoklardan, şüphe ve korkmalardan,
namus ve itimatta sükuttan, aynı zamanda heyecanî efkârda ve ebediyete inançta
sükuttan ileri gelmektedir.” “Bu sinirliler arasında bilhassa kadınlar
fazladır. Bu kadının sosyal ve ruhî şartları ikti-zasıdır ki son yarım asırdır
bu hale inkilap etmiştir. Sevmediği biı kimse ile, anne babası vasıtasile evlendiği
zaman o egoisminin kurbanı oluyor ve kocasının otoritesi karşısında şüphesiz
ızdırap çekiyordu. Fakat o bunu tabiî kabul ediyordu. Zira adabı muaşeret de
ona boşanmak ümidini vermiyordu. Bu gün ise, o boşanmağı düşünüyor. Bunu
düşündüğü günden beridir de sıkıntıları onun için tahammül fersa görünüyor.
Kocası ile münakaşaları ona ağır geliyor, daha fazla bir ızdırap halinde
neticeleniyor.” “Asrımızın talihsizliği hakikî, bir ahlâk ile düzenlenmemiş,
tefessüh etmiş bir ahlâkın mevcut oluşudur.” “Geçen asırların dehşeti büyük
epidemilerdi. Kolera, çiçek, veba., gibi. Bu asırda da asabî hastalıklar.”
Ve A. Carrel
de : “Görünüşe göre, akıl zaafı ve delilik, endüst-riel medeniyet ve onun
yaşama tarzımızda yapmış olduğu değişiklikler için vereceğimiz necat fidyesidir.”
“Akıl zaafı ve deliliğin inkişafını kolaylaştıran şartlar, daha çok hayatın
endişeli, intizamsız ve telâşlı., ahlakî disiplinin yıkılmış., olduğu
cemiyetlerde tezahür etmektedir.” “Modern medeniyetin harikaları arasında
insanın şahsiyeti eriyip kaybolmağa mütemayildir.” “Gazetelerin, radyoların ve
sinemaların geniş surette intişarı, cemiyetin entelektüel sınıflarını en aşağı
derecede tevsiyelemiştir. Hele radyolar, kalabalığın zevkine giden bayağılığı,
herkesin yuvasına kadar sokmuştur.” Caniler ve cahillerle bir arada yaşıyanlar
da cani veya cahil olmak tabiidir. “Suur faaliyetlerinin vahdete
ircaı, ahşaî ve asabî fonksi-vonlar arasında daha büyük bir ahengi intaç eder.
Ahlâk duygusu ile zekânın avnı zamanda inkişaf ettiği içtimaî topluluklarda,
beslenme ve sinir hastalıkları, cinayet ve delilik nadirdir. İnsanlar orada
mes'uttur.” demektedir.
B. Malberg ise
: “Âmerikada artan akıl hastalıkları, nüfusun artması veya hastaneler
organizasyonları ile alâkalı değil ve fakat yegâne sebebi moderne hayat ve
nerveuse tansiyona bağlıdır.” fikrini ileriye sürer.
Barrertt
isimli müellif de : “Arrieratoin ve alienation mentales yani akıl zaafı ve akıl
hastalıkları, sosyal intibaksızlık ve anormal ruhî davranışlar değil bunlarda
müşterek hususiyet, personalite'dir ki, bu şahsiyeti muhtelif vesilelerle ruhî
halleri kontrole ve şahsı şevke muktedir olamıyor.” kanaatindedir.
Le decline de
l'autorite et la Jeunesse actuelle. Les causes et le remedes” Zamanımızın
gençliği ve otoritenin inhitatı. Sebebleri ve tedavisi, kitabında Dr. Gilbert
Robin : “Bu gençlik, tamamile an'a-neye düşman, marifete düşman, ahlâka düşman,
hayasızlık ve mütecaviz bir hali, bu saydıklarımızın yerine geçirmek
istiyorlar. Fakat esasda gençlik, sabırsızdır, istikbale karşı emniyetsiz,
muazzep., ümitsiz., yeni ahlâk düsturları peşindedir. Netice o, şedit moderne
inkişaf karşısında, adapte olabilmek için, yeni muvazene unsuru aramaktadr.”
diye zamanın gençliğini kendi görüşüne göre tahlil ettikten sonra, buna sebeb
olarak evvelemirde ebeveyn otoritesinin yokluğunu göstermektedir. Müellifin
buna karşı ilâcı ise : Terbiye ve ahlâkî hijyen'dir.”
Dr. M. Potat,
Hygiene Mentale kitabında, ruhî sebebler bahsinde : ruhî surmenage.. teessürî
hallerden heyacanı.. “zikrettikten sonra; “Bazı sinema filmleri de psişik
teşevvüşlerde sebeb olmaktadır.” demekte, ayrıca; “hayatta tatmin olmamayı,
terbiye ile fena şekilde yetiştirilmeyi, gurur, ihtiras, kıskançlık, sınıflar
arası kinleri” ve nihayet, alkolizma ve firengiyi saymaktadır
Alkol
bahsinde, Leland E. Hinsie: “Alkol, ruhî teşevvüşleri gizleyen, icad edilmiş
bir maskedir” demekte ve “Alkol gibi diğer toksik madde alışkanlıkları da,
aynen, bir baş ağrısı bir zafiyet., tarzında bir arazdan ibarettir.” “Bir
şizoid korkusunu ve tansiyonunu azaltmak gayesile serbest olabilmek için içer.
Bu şekilde, cemiyete intibak edebilmek için, alkol, şahsî arzularında, onu
cesaretlendirir. Artık bizzat kendi önünde ve başkaları önünde kendisini aşağı
hissetmez.” mütalâasını ileriye sürmektedir.
D. Henderson da bu bahiste aynı fikirdedir : “Alkolizme, pek muhtemelen bir
sıkıntı halinin (etat d'angoisse) bir arazıdr.
G. Campanella
ve G. Fossi, akıl hastanelerine kapatılmış 445 müzmin alkolik hasta üzerinde
tetkikat yapmışlar ve kronik alkolizma ile sıkıntı (etat depressil) ve intihar
teşebbüsleri arasındaki münasebetleri göstermişlerdir. Bu müelliflere göre de,
kronik alko-lizmayı, sıkıntı halleri tevlid etmektedir.
“Garbi Cava 12
milyon sakinile Endonezya'nın ikinci grubudur. Şehirlerde ve endüstride, ailevî
strüktür değişmemiştir. Eskilerin otoritesi büyüktür. Evlât Ebeveyn arasmda
(conflit) çatışma yoktur. İslâmiyet XVI. asırdan beri mevcuttur. Bu arada
hindu pek nadir görülür.” Bu satırları, 1957 den 1960 yılına kadar, garbî
Cava'da akıl doktorluğu (Patjet akıl Hastanesi) yapmış olan, W. M. Pfeifer
yazmaktadır. Bu müellifin ayrıca tesbit ettiğine göre, burada “Müc-rimiyet
hissi ve azab-ı vicdanî nadirdir. Bilhassa köylerde psyeho-gene (ruhî
menşeli) teşevvüşler, nadirdir. Fobi ve obsession'lara rastlanmaz. Meş'um
telâkki edilen bir şey yoktur. Alkolizma ve toxicomanie na mevcuttur.
(Paraissent inexistances). Ne yollarda ne bayramlar vesilesile bir sarhoşa
rastlanmaz. Bu yokluk (abstinen-ce) Islâmın te'sirine bağlanır. Latah “ecopraxie
ve coprolalie ile belirli ruhî araz” görülmez. Ancak, Avrupalılar evindeki
müstahdemlerde görülür. Böyle insanlar, bir tecessüs ile orada yetişmişlerdir.
Ayrıca, Van VVulfften Palthe tarafından bildirilen Şuur bulanıklığı, tecavüzkâr
hal ve kendi kendine harabiyetle son bulan (etat cre-pusculaire, agressivite,
fin par epuisment ou auto-destruction), romanlara da mevzu olmuş L'amok denen
ruhî hastalık da asla ve kat'a yerli halkta görülmez.”
Hülâsa
görülüyor ki :
1) Akıl hastalıkları veya
davranış kusurları, ahlâk, terbiye, an'ane, âdet gibi mefhumlar ile veya
doğrudan doğruya ismen zikretmek suretile (din) e bağlanmaktadır.
2) Medeniyet lafı ile
hâdiseyi izaha kalkanlar da vardır ki, bu medeniyet lafı ile de neticede,
Jung'un belirttiği şekilde : “Medeniyetin ilerlemesi insanda hayvanlıktan ne
varsa onları sıkıştırıp tı-
kıştırmaktan ibarettir.” denmek suretile indirect olarak (bilvasıta) yine (din)
his edilip kast edilmektedir. Nitekim, Fahreddin Kerim bey hocamız da,
medeniyetin ilerlemesile sefahatin artmasını bir olarak mütalâa ediyor ki,
sefahat denen nesnenin de, dinî çözülmeden başka bir manâsı yoktur. O halde,
medeniyet lafı ile de, indirect olarak geliniyor, dinî akidelerin sarsılması
mes'elesine.
Hakikaten,
asfalt yollar kimin canını sıkıyor? Rengârenk, pırıl pırıl otomobillerle
yapılan sefalar, cefa mıdır? Elektrik ışığının tertemiz aydınlığımı, çıra,
fener, gaz lâmbasınn sisli aydınlığı mı ruha ferahlık verir? Veya odunların ve
kömürlerin kül ve kokularından ibaret ocak ve sobaları mı, kaloriferli evlerde
yaşıyan insanlar çok arzuladıkları için bunaltıdadır? Medeniyetin, kendisine
medeniyet ismini verdiren hangi bir vasıtası hangi bir şekilde insanı rahatsız
ve taciz ediyor? Yoksa insan taciz edildiği için, angoisse'da olduğu için mi,
medeniyete bir kurtuluş simidi gibi sarılıp, kalkan gibi kullanmağa kalkarak,
ruh hastalıklarının ve cemiyete intibaksızlıkların sebebi işte budur diye işin
içinden sıyrılmağa kalkmıştır?
3) Bir diğer
laf adaptation. (Evvelâ kendi şahsına, sonra derece derece etrafındaki insanlara
yani aileye yani cemiyete yani dünyaya uymak.) Bu fikirde olanlar da diyorlar
ki : “İnsanlar kendine uyamıyor, insan, ailesine insan cemiyete ve insan
dünyaya uyamıyor o a onun için ruh hastası oluyor.” Ve hakikaten Meninger
isimli müellif; sante mantal (ruh sağlığı) diyor, “Beşerî varlıkların, dünyaya
ve diğer beşerî varlıklara, azamî huzur içinde adaptasyonudur.” O halde bu
adaptasyon ne ile mümkün? Çok misâllerle gösterdik ve yerleri gelince de işaret
ettik ki, din gerek insanın kendi kendisine, gerek diğer fertlerle olan
münasebetlerinde ve binnetice dünyaya tam bir intibak sağlanmasında
(adaptasyon), tek ve yegâne denebilecek kudrette aynı zamanda bir (Adaptasyon
sistemi) dir. Daha başka veya buna mümasil kudrette ikinci bir Adaptation
sistemi gösterebilir misiniz? İşte, ant i sosyal (cemiyete mugayir) davranışlarda
bulunanlar : ayrılanlar, boşananlar, darılanlar, alkol ve tok-sik maddelere
alışan, öfkelenen, kin güden, intihar eden, cinayet işliyen.. bir sürü intibak
kusuru gösterenler, ne ile önlenebilir? Veya ne önliyebrtir, Sualin cevabı
olarak, hepiniz birden, içinizden, benim gibi “Evet yalnız din önliyebilir”
demiyor musunuz, O halde, adaptation (intibak) lafı da geliyor din'e.
ister doğrudan
doğruya söylenmiş ister bilvasıta (indirect) bazı kelimeler konarak ifade
edilmiş olsun, apaçık görülüyor ki, akıl hastalıklarının ve davranış
kusurlarının zuhurunda sebeb-i hakikî, dinî çözülmedir. Yani, dinî istikametten
ayrılmadır.
DİNİ NAZARİYEDE RlYAZl MESNET
Nazariye
(Theorie) hudutlarında esasen kitabımızın baştan sona her satırı riyazî mefhum
içinde ifade edilmiş riyazî hakikatler gibi değil midir? Bu bahsimizde, riyazî
mefhuma daha yakın bir ifade ile, riyaziyenin kendi dili olan rakamlarla
konuşacağız. Bu suretle tahkim edilmiş olan fikirlerimiz karşısında küçüklü
büyüklü türlü itiraz, kolay kolay nüfuz edecek kapı bulamıyacak. Çünkü, o
kapılar, kanaatimizce, açılmamacasına kapanmış olmaktadır.
Bu hesaba
göre, nazariyemizde belirttiğimiz şekilde, dinî istikamet üzere giden insanlar
için, riyaziyenin dili de yine bizimle beraber aynı tarafta konuşacaktır. Acaba
öyle midir?
Eğer dinî
nazariye doğru ise, hem davranış kusurları, hem psychosomatique hastalıklar ve
hem de akıl hastalıkları dinî istikamet üzere gidenlerde daha az, dinî istikamet
üzere gitmiyenlerde, teşekkül edecek angoisse'in çeşitli tezahürü olarak, kıyas
edilemi-yecek nispetlerde daha yüksek rakamlarda ifadesini bulacaktır.
Asrımızda
gerek davranış kusurları (intiharlar, cinayetler, kinler, havgalar, ayrılmalar
boşanmalar, alkolikler, toksikomanlar...) gerek psychosomatique hastalıklar
(Ruhî sebeblerle ruh-beden müşterek hastalıkları) ve gerek akıl hastalıkları
korkunç derecede artmaktadır. O bakımdan “Bu duruma karşı ne yapalım?” diye
türlü tedbirler üzerinde, doktorlar haricinde, mütefekkirler ve hususile
idareciler de ciddî ciddî durmaktadırlar. Nasıl durmasınlar?
A. Carrel: “Akıl
hastalıkları, tehdit edici bir hal almaktadır. Bunlar veremden kanserden, kalp
hastalıklarından ve hatta tifüsten, veba veya koleradan daha tehlikelidir.
Bunların tehlikesi, yalnız caniler sayısını çoğaltmakla kalmıyor, ırkı da
bozuyor.” demektedir.
Sir David
Henderson, Manuel de Psychiatrie kitabında : “Is-koçya'da 5 milyon insan vardır. Buna karşılık yuvarlak hesap
20 000 akıl
hastası vardır” 100 000 de 400 nispetinde demektir. Diğer taraftan, “uzvî
hastalıklar da 21 000 civarında hesap edilir.” “In-gintere ve Gal'de de aşağı
yukarı aynı rakamlar bulunur. Akıl hastalıkları 150 000 ve 160 000
arasındadır. Oligofrenler (Zekâca geri olanlar) halkın % 8.5 ğunu teşkil eder.”
(yüzbinde 850 demektir.) “Akıl hastaları Amerikada, 800 000 ile 1 000 000
arasında kabul edilir. Bunlar haricinde takriben 600 000 oligofren hesap
edilir ki bunların % 85 95 miktarı cemiyet içinde yaşarlar. Ayrıca 400 000
epileptique (Sar'alı) 500 000 de alkolik ve toxicomane hesap edilir.” diye
yazar.
Bu son
satırlara bakıp da “alkolik bahsi niçin burada geçiyor?” demiyelim. Forel ilân
etti ki : “Alkol hüküm süren bütün memleketlerde, alkol cürüm ve cinayetlerin
yarısı veya dörtte üçünün bizzat mes'ulüdür. Ve ayrıca intiharların, ve ruh
hastalıklarının ve ölümlerin ve umumiyetle diğer hastalıkların, fakirliğin
sefilliğin, ahlâkî inhitatm sefahatin ve tenasüh hastalıkların ve ailevî bağlarda
çözülmenin ehemmiyetli nispette iştirakçisidir.” “Nitekim İsviçre'nin 15 büyük
şehrinde 20 yaşından yukarıda erkek intiharlarının üçde birinin ve erkek
ölümlerinin onda birinin tamamile veya esasi sebebi alkolizmaya bağlıdır.” “Alkol
ile akıl hastalıkları arasında di-rect bir münasebet vardır, (nescî
degenerescence) İşte bundan dolayı denebilir ki akıl hastanelerindeki akıl
hastalarının % 30 zu alko-lızamaya bağlıdır.”
O halde insan
düşünebilir ki davranış kusurlarını, bilfarz al-kolizmayı veya intiharları mı
daha az ehemmiyette görmeli? (A) yoksa öldürücü vasfı ile mütemayiz
Psychosomatique hastalıkları mı? (B) yoksa herkesçe malûm akıl hastahklarını
mı? (C)
A. Birleşmiş
Milletler ve Dünya Sağlık Teşkilâtının neşriyatı ile elde ettiğimiz malûmata
istinaden ilk rakamları intiharlar üze-ıinde vereceğiz. Muhtelif senelere ait
rakamlar verişimiz, aynı senelere ait bütün memleketlerce verilmiş rakamlar
mevcut olmadığı içindir.
Buna karşılık,
meselâ îsrael'de ise. aynı senelere ait intiha: vak'aları 1951 yılında 85 iken
1952 de 50, 1953 (bildirilmemiş) 1954 de 57, 1955 de 85, 1956 da 156, 1957 de
140 ce 1958 de 124 olarak tesbit edilmiştir.
Burada da,
Mısırda yaptığımız gibi, 1951 yılı intihar vak'aları-nı 100 kabul edersek, bu
sayı Îsrael'de 1956 yılında 183,5 ve 1958 de ise 145,8 olarak tesbit edilir ki,
Mısırdakinin tam aksine burada intiharların âdeta muntazam bir seyirle
azaldığını değil yıldan yıla yükseldiğini görüyoruz. Acaba, Israel'deki nüfus
artışını hesaba katarsak neticeye ne dereceye kadar te'sir eder?
1956 nüfusu 1 827 000 ve intihar sayısı 156
(100 000 8,5) Krokimizde, 1955 yılına ait intihar vak'a sayısı 100 000 de 4,8
idi. Demek, nüfus artışına rağmen intihar artışı vardır.
1957 de Israelde nüfus, 1 937 000 bu yıla ait
intihar sayısı 140. (100 000 de 7,2)
1958 de nüfus 1 997 000. Bu yıla ait intihar
vak'ası 124 (100 000 6,2)
Bu bahiste bir
hususa ait görüşümüzü bildirmek isteriz : Gizli İntiharlar :
Resmî
istatistiklere göre bilinen kat'î intihar vak'alarını gördük. Biz iddia
ediyoruz ki, bu bilinen intihar vak'aları haricinde belki de hem daha yüksek
nispetlerde olmak üzre (Gizli İntihar) vak'aları mevcuttur. Gizli İntiharla
kasdettiğimiz nedir?
Meselâ, bir
adam angoisse'a duçar olmuştur. Bunun telâfisini alkole inhimak ile kompanse
ederek vakit geçirmekte oyalanmakta, kendi kendini kandırmaktadır. Fakat bir
gün, kendini bu yolla da ikna imkânının elinden kaçtığı görülür, işte o anda şahıs,
bile bile alkolün dozunu pek kaçırmıştır, ve kema'ya girmiştir. Bir alkol
koma'sı olarak kayda geçen bu şahıs, hakikatte bir (alkol koma vak'ası) değil,
kanaatimizce bir (gizli intihar) vak'asıdır. “ölsem daha iyi olur” diyen bir
adam.
Veya, başka
bir şahıs, yine angoisse'dadır. İşinde çalışıyor. Fakat, üşüyeceğini bile bile,
ceketini çıkarmış terlemesini nazarı itibara almamış ve hatta yemeğini dahi
ihmal etmiştir. Ateşi frisson (titreme) ile birden bire yükselip, zatürrie
olarak yatağa yattığı zaman, her doktor nazarında bu şahıs, bir zatürrie
hastasıdır. Halbuki bu da bir gizli intihar vak'ası idi. “ölsem daha iyi olur”
diye düşünmüş başka bir adam.
Veya angoisse
sebebile bir işçi çalıştığı iş yerinde tedbire riayet etmez. Veya bir
otomibilin sahibidir. Kendisi arabasını bizzat kullanmaktadır. Duçar olduğu
Angoisse, muayyen seviyeyi bulmuş ise, farzı muhal 100 km. sür'atle
geçemiyeceğini bildiği viraj'da gazdan ayağını çekmiyecek, belki daha da gaza
basacak ve bu suretle mukadder âkibet meydana gelecektir. Bunu da herkes bir
(kaza) olarak isimlendirecektir. Halbuki bu da bir gizli intihar vak'asıdır.
Ya, gizli
intiharların da, diğer kayda geçen intiharlar gibi. teşebbüs hududunda
kalanları? Sayılamıyacak kadar çoktur. O bakımdan, İstatistiklerde kaza'lar
veya hastalıklar listesinde, bu gizli intiharları da görebilmek iktiza eder.
Lindermann,
intihar için “isimsiz bir hastalığın ölüm vak'asıdır” demiştir. Görülüyor ki,
intihar isimsiz değil, isimli bir hastalığın ölüm vak'asıdır. Ve biz, diyoruz
ki, bir psychose veya psycho-nevrose arazlarına sahip olsun veya olmasın, intihar
(suicide), an-goisse'ın .durdurulamaz bir neticesidir. Ve hakikaten görüldü ki,
angoisse'ın teşekkül etmediği veya edemediği hususile islâm memleketlerinde,
intihar rakamları, diğer memleketlere kıyasla hemen hemen ihmal edilecek
nispetleri hatırlatacak değerde pek azdır.
Bu suretle,
nazariyemizin, ilk riyazî delilini de vermiş olduk.
B. Psychosomatique
hastalıklar :
Kendi bahsinde
tafsilatlı olarak anlatmıştık: Ruhî sebepler uzvî hastalıkları meydana
getirebiliyor. (Psychsomatique Doktorluk) Ruhî sebeb olarak da, angoisse'ın
teşekkül ve tekevvününü daha mufassal olarak konuşmuştuk.
O halde,
Psikosomatik grupta mütalâa edilen bir seri hastalıklar da yine, dinî
istikamette zaaf gösterenlerde bilhassa zuhura gelecektir. Bunun aksine olarak,
dinî tatmin imkânına kavuşanlarda ise daha az nispetlerde görülecektir. Acaba
öyle midir? Acaba, bu noktada da nazariyemizi te'yid imkânı bulacak mıyız?
ikinci
krokimizde bunu gösteriyor, Misâl olarak damar hastalıklarını alıyoruz.
Damar
hastalıkları, psikosomatik hastalıklar grubunda mütalâa edilmektedir. Yalnız,
biz buruda, B 22 kot numarası ile gösterilen merkezî sinir sisteminin musap
olduğu damar âfetlerile B 26 kot numarası ile gösterilen kalp damarlarına ait
arteriosclerose ve myocardite degenerative hastalıklarından vefiyatı müştereken
aldık.
Yalnız başına
kalp damarlarından (Coronaires) vefiyat dokümanlarımızda mevcut
olmadığı için, bilmecburiye Myocardite de-generative'in pek az nispette
karışmış olmasının ihmal edilecek bir rakam telâkki ettiğimizden, bu B 26 kot
numaralı hastalığı da aynen alarak, B 22 kot numaralı hastalıkla birlikte
mütalâada mahzur görmedik.
DİNİ NAZARİYEDE TELKİN
1860 da
neşredilen (Le sommeil et les etats analogues au point de vue de l'action de
moral sur le physique) isimli kitabında, Li-bault ki Bemheim'a te'sir
eden müelliftir “Manevî tasavvurların uzviyet üzerinde pek büyük bir kudrete
malik olabileceğini” söylerdi. Gerçi, telkinin kudreti kitab-ı mukaddes
zamanından önceleri de tanınmaktaydı.
Tedavide,
guerison spontane gibi, telkinin değeri de daima hesaba katılmak iktiza eder.
Aksi halde, % 100 telkin olduğu halde, Animal Magnetisme'in yüksek te'siri
diye, basit madenî çubuklardan bile kudret tahayyül edilmeğe başlanır.
Guerison
Spontane
Guerison
spontane de böyledir. Yani vücudun kendi kendini tamir etmesi hali. Patlamış
apandisitin karında hini hacette diyerek böyle işler için bir ömür boyu hazır
bekliyen periton zarı ile hatta tekrar be tekrar nasıl yapıştırılıp,
düzeldiğini göremiyoruz ama elimizdeki bir yaranın kendi kendine nasıl kapanıp
gittiğini gözlerimizle takip edebiliyoruz. Diğer hastalıklarda da öyle.
Mikrobiklerde bile. Son 20-30 senedir kullanılmağa başlanan mikrobu sahneden
silen ilâçlar yok iken, mikrobik hastalıklara tutulanlar hep ölüp ölüp
gidiyorlar mı idi? Şimdi mikribuna karşı ilâcı bulunmı-yan ateşli hastalıklar
da ayni durumda değil midir? Eğer vücudun kendi kendini tamir kudreti
olmasaydı, ruhî hastalıklar gibi hemen hemen hiç bir uzvî hastalığın da iyi
olması beklenemezdi, gripten vereme, korkudan melancolie'ye kadar. İlâç daima
bir yardımcıdır. O bakımdan aklı başında hiç bir doktor hastasının % 100 ilâç
ile cerrahî veya fizikî tedavi ile iyi olduğunu iddia edemez. Guerison spontane'nin
bu gizli fakat muhteşem tesiri seebbiledir kı (Placebo) yani boş ilâç
tecrübeleri yapılmaktadır. Yani bir hasta grubuna ilâç veriliyor, öbür gruba
ilâca benziyen renk ve şekilde fakat
ilâç olmıyan, meselâ patates ezmesi veriliyor. Sonra neticelere bakılıyor,
hesaplar yapılıyor. Acaba ilâç verilen hasta grubunda mı daha çok iyileşme
olmuş, yoksa patates ezmesi verilen grupta mı? diye.
Telkin
Ayni şekilde
cerrahî veya medikal tedavide, guerison spontane yanında telkine de çok
ehemmiyet atfederiz. Evet, düşünüldü mü ki bir operatörün dahi ameliyat ettiği
hastasına : “Artık düzelmişsiniz^ diyerek telkin etmesi, hastanın ızdırap ve
ağrılarına karşı kaç adet morfin ampulünün yerine geçmektedir? Artık siz diğer
tıbbî branşlarda telkinin muazzam kudretini anlıyabilirsiniz. Onun içindir ki
Coleridge: “En iyi doktor, en çok ümit telkin edendir” demiştir. Bazı kimseler
gibi, telkin deyip dudak bükmemiştir. Hakikaten (cehil inkâra, ilim ikrara)
götürüyor.
Aşağı yukarı
ayni formül ilâçları verdiği halde falan meşhur doktorun kendisine gelinciye
kadar iyi olmıyan hastasının, neden iyileşiverdiğinin sırrı da daha ziyade
buradadır. Evet hasta, ilâçtan daha çok doktor ağzından çıkan bazı kelimelerin
tesirinde kalmış ve iyi olmuştur. Yani telkinden, yani ruhî tedaviden
(Psychothe-rapie) bilhassa istifade etmiştir.
O bakımdan,
hususile akliyede, hastalara bir sürü ilâçlar veya küçük koma diyebileceğimiz
eleetro-ehoc veya büyük koma diyebileceğimiz Insülin tedavileri de yapılsa yine
psychotherapie ihmal edilemez ve edilmemelidir. Nitekim “Therapeutique
Neurologi-que et psychiatriqe” kitabında, Paul Cossa, tedavide umumî
endikas-yonlar “Les indications generales du traiteıru nt” bahsinde bütün akliye
vak'aları için, izolman indication'u yanında psychotherapie'yi de
zikretmektedir.
Tedavi
sahasında telkin yani psycotherapie (ruhî tedavi) mefhumunun izahı bakımından
son iki aya ait iki müşahademi burada zikredeceğim :
Bir gün
servise yeni gelen bir hastamız, dil ve dudağının kuruluğundan adeta
konuşamıyor, bir eli dalağı üzerinde muzdarip güçlükle anlatabiliyordu : “Doktor
bey, hemen dalağımı şişiriyor ağrı yapıyor, çünkü idrarım çok az çıkıyor, o
bakımdan ben pek az su içiyorum, yıllardan beri fazla su içemiyorum.” Ruhî ve
somatik muayenenin ikmalini müteakip gerekli telkin yapıldı. Mubassır Hakkı
Aslana : “Su veriniz şimdi artık o içebilir ve dalağı da şişme-yecek, yumuşak
kalacak” dedim. Bunun üzerine hasta kendisine verilen büyük bir bardak suyu
birden içti. Dilini dudağmı zevkle yalarken, muayene ettiği dalağının da
şişmediğini mütebessim bir çehre ile ifade ediyordu. Ben ikinci bir hasta almış
uğraşırken, bir ara tekrar yanıma gelen gelen Mubassır Hakkı Efendi : “Doktor
bey, biraz evvel yanınızdan çıkan hastayı musluk başından zor alabildim. Elini
musluğun altına koymuş, durmadan su içiyordu” diye anlatıyordu.
İkinci hastam,
bir arkadaşın tavsiyesi üzre, bana gönderilen, genç yaşta bir hanımdı. Mahzun
ifade ediyordu: “Doktor bey, çok canım sıkılıyor, kocam Almanya'da, en az daha
iki sene kalacağını bildiriyor, çocuklarımla ben buradayım, kocamın gönderebildiği
para gayri kâfi, ben oraya bir ara gittim fakat yapamadım, tekrar gidemem,
boşanmaktan başka çare kalmadı, perişanım, intihar eder miyim diye de
korkuyorum.” Hastaya ilâç tavsiyesi yanında, gerekli psychotherapie yapıldı.
Daha bir saat evvel, boşanmak kararı vermiş, kocasını istemiycn ve intiharı
düşünecek derecede bunalan hasta: “Evet, kocamın yanına dönmeliyim, pasaport muamelesine
de hemen başlıyayım.” diyerek mütebessim, adeta hayata yeniden dönmüş olarak müteşekkir
yanımızdan ayrılıyordu.
İşte telkin
işte psychotherapie budur.
Ayni ruhî
mekanizmaya merbutiyeti hasebile, bir hastalığın tedavisinde olduğu gibi
meydana gelmesinde de telkinin rolü mühimdir. Nitekim Ph. Schvvarz, Hazreti îsa'nın çarmıha gerildiğini düşünen
bir dindarın, düşündüğü taızda ve düşündüğü yerlerinde yaralar çıktığını
söyler. Bu auto-suggestion (kendi kendini telkin) dir. Lisanımızda niçin “Hayır
söyle hayır gelsin başına” bir darbımesel haline gelmiştir, bu hakikatlerin
ışığında anlaşılmıyor mu? (La temaradu fetemerradu vela tahfiru kubureküm
fetemutu) temaruz etmeyiniz, yani kendinizi yalancıktan hasta göstermeyiniz
hakikaten hasta olursunuz, kabirlerinizi kazmayınız, ölürsünüz, diye tercüme
edeceğimiz hadisi şerifin kasdi manâyı azimi de işte burada olsa gerek.
Mucize
Bir iki kelime
de mucize üzerinde konuşalım. Nasıl ki aşk, muhabbetin, sevki-tabii arzunun
mübalağalanmış şekli ise mucize de tıb'da, ekser telkinin mübağalanmış
derecesini ifade eder. Ve İslâm inanır ki, Hazreti İsa, bir çok hastaları
mucizevî tarzda iyi etmiştir. Hazreti Musa ve diğer “kitap” veya “suhuf”
sahibi peygamberler de öyle. Türlü mucizeler göstermişlerdir. Bizim peygamberimizin
de çok üstün mucizeleri ayni görüşle kabul edilir. Peygamberler haricinde,
hususile velilerin de bazı mucizeleri görülebilir. Dedem Şeyh Hacı Abdullah
efendi hazretlerinin, böyle bir hâdisesini anlatmışlardı. Kendisine müracaat
edecek, boynunu mendille sarmış bir hastayı daha şadırvanda abdest alırken
görünce: “Boynundaki mendili çıkarda camie öyle gir” demiş. Adam mendili çıkarırken,
boynundaki şişin de kaybolduğunun hayretle farkına varmış. Hâdise dedim, mucize
bile demedim. Buna rağmen “Mucizeyi nasıl tıb üe bağdaştırıyorsun?” diyecek,
belki olacaktır. Onun için tıb'dan tek bir sahifeyi şuraya açıvereyim :
Atomda
elektronlar, gökte yıldızlar, yaprakta klorofil misâli, vücud içinde de
durmadan dönüp dolaşan eritrositler “Ve küllün fi felekin yesbehun” âyeti
kerimesinin bildirdiği üzre yani bütün her şey kendilerine ait tayin edilen yerde
dönmelerile (seyretmele-rile) var olabilen mevcudiyetleri içerisinde, insanın
kadın cinsinde, her yılbaşı açılan yılbaşı çiçeği gibi her 28 günde bir
yumurtalıklarda bir yumurta olgunlaşır ve kabuğundan ayrılan bir nar tanesi
gibi yumurtalıktan ayrılır. İşte mucize değil mucizeler. Tam bu sırada, yumurtalığın
uzağmdaki Fimbria denen Tuba Uterina'nın (ana rahminde çıkan boruların) ucu,
yumurtayı içine çekiverir. Fimbria'nın hangi gözü ile bu yumurta tekâmülünü
gözleyip durduğu ve içe çekilen nefes mekanizmasile nasıl yumurtayı içine
çekebildiği de bir mucizedir. Fimbrialarca tutulan yumurtanın rahime kadar,
yumurtanın cüssesine göre pek uzun bir yolu, hangi yelkenlerine vuran rüzgârlar
ile geçtiği de ayrı bir mucizedir. (Tuba uterinanın hareket-lerile yumurtanın sevki
iddiası, iddiadan ibaret ve ilmî izahtan uzaktır.) Yumurta bu yolculukta iken,
rahim baştan aşağı değişmektedir. Tabir caizse zengin bir adamın evinde
ağırlıyacağı büyük bir misafiri için yapılan değişikliği görürüz. Fakat bu
hazırlık o derecede geniş çapta tutulur ki, adeta zengin ev sahibi, yeni
bir sarayı baştan başa inşa ettirir. Bütün mefruşatı da yepyeni koyar.
Rahim mukozası
artık yumurtanın rahat ve yumuşak oturabileceği ve kalıp yerleşebileceği bir
yer haline gelmiştir. (Misafirin gitmesi halinde, bütün saray, eşyalarile
birlikte yıkılır ve atılır. Ve yeni misafir için, hazırlık yine yeniden başlar,
yine yeni olarak alman bütün eşya yine yeniden tefriş edilir. Ve bu böyle devam
edip gider. Kadınlar da regle - “ay hali” budur.)
Bu tefriş
esnasında kadınların hiç haberi olmaz. Hatta, bir çocuk yumruğu büyüklüğündeki
rahmin gebelik halinde bütün karnı dolduracak kadar genişlemesi de vücudun
normal fonksiyonlarını bozmadığı ve ağrı da vermediği için adeta hissedilmez.
Halbuki, fındık kadar bile bir şişlik (Tümör) tahammül fersa ağrılar tevlid
edebilir. Bu da başka bir mucize. Yumurta buradan memnun kurulmuş oturadursun.
Spermalar,
testiste imal ile, erkeğin vesicula seminalislerine gelmişler istirahatte ve
potansiyel enerjilerini tam muhafaza ederek müsait bir alkalen vasatta, sakin
adeta start'da duran atletler gibi nefeslerini de kesmiş beklemektedirler.
Enerjilerinin devamını sağlıyan bu alkalen vasat ayrı bir mucizedir. Sperma
(erkek tohum hücresi) her saniyede 1000 adet civarında ve bir günde aşağı yukarı
100 000 000 (yüz milyon) adet imal edilmektedir. Ve yıllar yılı her gün yüz
milyon imal edilen bu spermaların her biri bir yumurta hücresini ilkah
edebilecek kudretle mücehhezdir. Orgasme halinde 200-300 milyon civarında spermanın
fırlıyarak çıkmaları da yine tıbben izah edilemiyen hâdiselerdendir. Bunlar
kadın va-jeninde bulunan değişik bir asit vasatta adeta kamçılanmış gibi yol
almağa, süratle hedefe doğru uzun kuyruklarile yüzmeğe başlarlar. Bu başka bir
mucizedir. Rahim ağzı ay halleri nihayetinde, tamamen kapanır ve rahim steril
kalır. (Ay hallerinde rahim ağzı tıbbî ifade ile rahim boynu (collum Uteri)
açık olduğu için temas vukuunda esasen yaralı rahmin, infekte olabilmesi
ihtimali belirmiştir. Islâmda, ay halleri esnasında cinsî temasın âyetlerle
nehye-cı ilmesinin (yasaklanmasının) bir sebebi de bu olsa gerek.) Spermalar,
ay halleri nihayetinde, kapalı olmasına rağmen collum ute-ıvden geçerek rahime
ithal olabilirler. Bu defa yine devamla yine yorulmadan, rahimde kendi keyfince
oturmuş izaz ve ikrama gark olan kraliçeyi (yumurtayı) aramağa başlarlar.
Küçücük spermaya göre, kocaman rahim içinde, yine küçücük bir yumurtayı
bulabilmek de bir mes'ele ayrı bir mucizedir. Belki 3-5 kişi de yumurtayı
bulmuştur. Ve nihayet bir tanesi, yumurtanın harimi ismetine girmeğe muvaffak
olur. Girerken çok mutena bir eve giren misafirin ayakkabısını çıkarması
misâli, kuyruğunu dışarda bırakıp öyle girmiştir. Ve bu bir kişi (sperma)
kraliçenin (yumurtanın) odasından içeri girdiği anda kapılar otomatik olarak
kapanırlar. Yani yumurta zarı kalınlaşmış ve başka bir spermanın daha girmesi
imkânı ortadan kaldırılmıştır. Bu da bir mucize. Ve bu iki noktacıktan ibaret,
küçücük noktadan, bu koskocaman insan, eli ayağı bütün uzuvları tastamam ve
ailenin yani ana ve babanın ve daha yukarı atalarının hastalıkları ve
davranışları dahil bütün vasıflarını hamil olduğu halde meydana gelmesi de daha
büyük bir mucizedir. Sayfalarla yazılabilir.
Bizde, yani
tıb sahasında, mucize çok. Ve her gün bir yenisini görebilmekteyiz. Onun için
mucizelere inanmak, doktor olmakla zorlaşmış değil, bilâkis çok kolaylaşmıştır.
Bu mucizeler
yanında bir veli veya peygamber, basit veya ağır bir hastalığı geçirtmişse bu
saydıklarımız yanında mucize dahi denmiyecek ölçüde hadise olarak kalmıyor mu ?
O halde Allah istediği zaman, uzuvlarda olduğu, şekilde, bazı kimselere de
bazı haslet vermesi ve bu kimselerin bu hasletleri ile (mucizeler) göstermesi
gayet tabiî bir hâdise oluyor. Dedemin bana anlatılan mucizesini de (hâdise)
diye yazmıştım. Çünkü dedem de şimdi benimle konuşsaydı: - “Evet oğlum, bunlar
ancak basit bir hâdisedir, bizim de nazarımızda ve basit hâdiselerden maada,
mucize olmuş veya olacak bir şey de yoktur” diyeceğinden eminim. Benim beş
yaşındaki kızım soğukta yağmurda sokağa çıkışım v eüstelik para da kazanıp
dönüşüm hâdisesini, Mirac'a akıl erdiremiyen insanlar misâli, her halde kendi
kafasında mucize olarak tavsif etmekte olmalıdır.
O halde
fevkalâdelik yani mucize insanın kendi görüşlerinin içerisindedir dışarısında
değil.
Not :
Bazı menfi
tefsirleri önliyebilmek için, kaydetmek zaruretin-deyim ki, hasta ve hastalık
için tek merci doktor ve ilâçtır. Sözlerimi tevsik edeyim: Hazreti Musa, bir
gün hastalanır. “Allahım iyi et” diye dua eder. Bunun üzerine kendisine, falan
yerdeki falan doktora müracaat etmesi, Allah tarafından bildirilir. Hazreti
Musa kalkar o doktora gider. Falan falan çiçekler otlar toplanır, kaynatılır
ve Hazreti Musa aleyhisselâma o doktor tarafından içirtilir. Hazreti Musa iyi
olmuştur. Fakat bir müddet sonra, ayni hastalığa yeniden tutulur. Bu defa,
artık ilâcını öğrenmişti, kalkar ayni çiçekleri otları toplar, o doktor gibi
kaynatır, fakat tekrar suyunu içmesine rağmen bir türlü şifa bulamaz. O zaman
tekrar Hazreti Musa'ya, istimdadı üzre Allah tarafından bildirilir ki: “Hayır
Ya Musa, doktora müracaat edeceksiniz.” îşte, örnek budur.
Tedavide belki
telkin kâfi demek istiyor çünkü mucize de var diyor diye türlü bühtana maruz kalabilirdim.
Görülsün ki, dini îs-lâmda, kendi başına eczaneden ilâç alınmasına bile müsaade
yok Her işde olduğu gibi, burada da yani tıb'da da, esas neyi gerektiriyorsa o
yapılmalı ve o yapılacak. Başka yol yoktur.
DÎNİ NAZARİYEDE RÜYA
Cinsî
nazariyede inad ve İsrarla iddia edildiği şekilde, rüyaların istikbal ile
alâkası (yok) değildir. Vardır. Cinsî nazariyenin hangi iddiasında zaten tutunacak
yer bıraktık? Bilahere rüyaları hakikat olmuş, yani rüyaları istikbalde aynen
tahakkuk etmiş milyonlarla insan, bu mevzuda da bizi te'yid ve Freud'u cerh
eden canlı şahitler değil midir?
Bu, fakültenin
ilk yıllarında yazdığım uzun bir manzumeden parçadr. ıEvet İslâm, her bakımdan
çok kuvvetli olmak ve tek bir gaye'ye (arzu) yönelmek durumundadır. Meslek
hayatımın ilk yıllarında yazdığım “Bir Arzum Var” isimli manzumem de bunun ifadesidir
:
SON SÖZ
Kitabımız,
burada ikmal oluyor.
Dynamique
Psychiatrie'de, istisnaî haller haricinde, türlü davranış kusurlarının,
Psychosomatique veya Psychique (ruhî) hastalıkların sebebinin ruhî faktör
olduğunu gördük.
Bu ruhî
faktörün, nazariyemizde, dinî istikametin kaybından (dinî tatminsizlik )ibaret
olduğunu, dinî tatminsizliğin, ruhî tatminsizlik halinde Angoisse'ın
teşekkülüne sebeb olacağını bundan dolayı türlü davranış kusurlarının,
Psychosomatik hastalıkların ve akıl hastalıklarının Angoisse'ın devamı ve şiddeti
ile mütenasip olarak meydana çıkabileceğini bahislerinde izah ettik.
Diğer
taraftan, Psychanalyse ismini bile, Pierre Janet'nin “Analyse Psychologique”
tabirinden alan Freud'un, ruhî tatminsizliğe sebeb cinsî tatminsizliktir diyen
cinsiyet nazariyesini, aynı zamanda bizim nazariyemizle bir mukayese imkânı da
vermek gaye-sile kitabımıza aldık.
★★★
Bu suretle,
şimdi, düşünmek ve hüküm vermek sırası okuyucuya gelmiş oldu. Cinsiyet
nazariyesi doğru dendiği takdirde, işte o yolda açıktır, gidenler var Dinî
nazariye doğru dendiği takdirde işte âyet i Kerime de meydanda ve apacaktır : “Ve ma halakt ül cinrıe ve-1 ins e illa
liya'budun i” (Ma) ile (îlla) kullanılarak yani en kuvvetli te'yid ile Cenab-ı
Hak buyuruyor ki: (Ben cin ve insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.)
İbadet
etsinler diye yaratılmış insan. Hilkatin sırrı bu. Nitekim kitabımızda,
insanların peygamberleri, toprağın yağmuru beklediği ve kabul ettiği tarzda
bağrına basdıklarmı ifade etmiştim. Buna göre demek insan yaratılmış. Nereye
kaçıyoruz? Nasıl kaçıyoruz? Eğer Darwin, insanlar maymundan gelir demekle
kalmayıp, ayrıca insanları Freud'la birlikte hususî makinalarmda imâl etmiş
olsalardı, o takdirde onların sözleri elbet makbul olacaktı. Doğru olacaktı.
Ama, insanı yaratan Allah olduğuna göre, Allanın sözü doğru olmak iktiza eder.
Ve Allah beyan ediyor ki : (ben insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.)
O halde, insanın Allah'ı bulma istikametinde gitmek için çalışması çabalaması
tabiîdir. Sevk edilen cihet budur. Bu yolda gidilmezse, doğacak ihtilâtlardan
(Angoisse) kim, kurtuluş çaresini insanlara buluverecektir? Şimdiye kadar ve bu
kadar uğraşmalara rağmen bulunabilmiş mi?
★★★
O halde,
nazariyemizin, ilmî ve tıbbî gerçeklere tam mutabık olarak, Âyet'ler ile
birlikte, Tabib-i Manevî olan peygamberimizin ifadelerine de, en yakın noktada
bulunması, doğruluğunun en kat'! hücceti ve mizanıdır. Nitekim, bir talebe
hocasına veya bir hasta doktorune en yakın düşündüğü noktada, en doğru olmuyor
mu?
İşin künhünü, yine
ancak Allah bilir. Bir gün dersinde hocamız Kosvvig de : “İnsanı ancak insanı
yaratan bilir” demişti.
★★★
Vücudumuzun
neresini kesersek keselim, ne ekmek içini görüyoruz, ne peynirin suyu akıyor.
Demekki, yediklerimiz vücud tarafından temessül ediliyor, benimseniyor; vücude
kayboluyor :Vücu^ oluyor.
Ruh vücudunun
gıdası dinî fikirlerde de böyle. Hakikî iman için (Dil ile ikrar, kalp ile
tastik) in manâsı da budur. Dinî fikirler temessül edilecek, benimsenecek.
Hatta öyle benimsenir öyle bir hale gelir ki, bir gün Hallaç-ı Mansur çıkar : “Enel Hak” bile der.
Bu söz vücudun dile gelip : “Ben artık ekmek değilim peynir değilim, vücudum,
hayatım” demesine benzemez mi? O halde yanlışlık ner-de?
Yanlışlık
bizde değil Freud'da. Bir manzumemde “Affinite kal-kıverse, sular bile gaz olur”
diye yazmıştım. Evet, H^O dan ibaret olan Suyun, Hidrojen (H) ile Oksijeni (O)
arasındaki affinite'si, yani alâkası, bağlılığı, sevgisi, rabıtası
kalmayıverirse, hangi derede, hangi denizde, hangi menbada bir damla su
kalacaktır? Su gibi, yediğimiz ekmek de Karbon (C), Hidrojen (H) ve Oksijenin
(O) bir birlerine olan rabıtaları, sevgileri, alâkalarından dolayı mevcut değil
midir? Bu misâlleri sizler çoğaltabilirsiniz.
İnsanlar
arasında da, hususile, ana, baba, kardeş, evlad münasebetlerinden cemiyet,
millet birliğine kadar, bu sevgiyi, rabıtayı, alakayı: affinite'yi, bir an
kaldırdığımızı düşünürsek, bir yıldızın, diğer seyyarelerin cazibesinden
(affinite) alınıverilmesi misâli, o anda düşüp parçalanmaz mı, fertler, aileler.,
dersiniz?
Onun için aynı
manzumenin bir kınasında :
Güzeller,
güzelliğini yalnız sevgi'den almış. Sevgi'den hariç ne vardır dünyada masun kalmış? Renkler ondan, şekil
ondan, almış bir şeyler çalmış Ki ondan ayrılmış eşya nahoş ve nasaz olur. demiştim.
Yalan mı?
O halde
Freud'u haksız çıkartalım. Hakikaten, ayrılık, tefrika : düşmanlık, nahoş ve
nasaz'dır. Ve güzellik birliktedir. Islâmda vah-det'e verilen ehemmiyetin sırrı
da budur. Güzel istendiği, güzel arandığı ve güzel olduğu için.
Fransızların,
istemek muktedir olmaktır (Vouloir c'est pouvoir) dediği gibi, muvaffakiyet de,
sadece, halisane niyetlerin içerisindedir : Niyet etmek muvaffak olmaktır.
O halde iyi
bir niyetle “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbe-hu” nefsini bilen Allahmı
bilir, hükmüne de uyarak, yani nefsimizi, yani şahsiyetimizi iyi bilmeğe, iyi
öğrenmeğe çalışmalı ki Allah'ı da iyi bilmek ve yolunda doğru gidebilmek mümkün
olsun.
Ve bu suretle,
hilkat'ın icabı olan, aklın sevk ettiği Allah'ı bulma yolunda, kaybedilecek
tek saniye'nin bile aynen zarar, ziyan, hüsran'dan (angoisse) ibaret olduğu
artık, apaçık anlaşılabilsin.
★★★
Gayemiz budur. Gayeniz bu olsun.
[1]
Zihinsel faaliyetlerden dolayı bedensel fonksiyonların birbirine cevap vermesi.
[2]
Nancy, Fransa'nın Lorraine bölgesinin ve Meurthe-et-Moselle département'ının
merkezi, Meurthe'in kıyısında.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar