Print Friendly and PDF

ANGOİSSE (Sıkıntı)

HASTALIKLARIN ZUHURU

Geçen yüzyılda mikrobun keşf ile bütün hastalıklarda organik (Uzvi, cismanî) sebebler ileri sürülerek “biz yarattık” misali, - “biz biliriz” kanaati revaç bulmuştu. Fakat zaman gösterdi ki, meselâ ne veremde Koch basili ne zatürrede Pneumocoque tek başlarına has­talık yapamıyorlardı. Bu suretle en güvendikleri dal kopmuş oluyor­du, öyle ya, etrafı hep veremli, adam, verem olmuyor, ağzının içinde mikropları dolu fakat zatürre olmuyor, O halde mikropların miktarı az da, ondan hastalık yapamıyor” demeğe başladılar, fakat olmadı. Bu defa döndüler  “mevcut mikroplarda hastalık ya­pabilme kudreti zayıf olduğu için” dediler. Yine olmadı. O zaman “başka faktörler de araya giriyor” dediler. Meselâ “bünye alerjik yani hassas olmalı, vücûdun bir istidadı bulunmalı” dediler. Yine tatminkâr olmadı. “Vücûdun yorgun da olması lâzım” dediler, az gel­di. Sonra “Aç da kalmamalı ki, mikroplar, o takdirde hastalık yapabi­lir” dediler, dediler dediler fakat varmak istedikleri işin künhüne bir türlü varamadılar. O bakımdan hastalıkların zuhuru se­bebinde, karanlık yine dağılmadı. Hülâsa, mikrobun da keşfine rağ­men, gelinip bir noktada yine duruldu.

17. asırda da Blagrave; “Planete'lerin yani yıldızların tesiri altındayız. Yıldızların tesiri olmadan hiç bir hastalık meydana gelemez.” diyordu. Buna göre,

Satürn dalak'a,

Jüpiter, akciğer, karaciğer, nabza ve spermaya,

Mars, böbreklere,

Venüs, rahim, göğüs ve kadınların jenital ifrazlarına,

Merkür, ruhî faaliyetlere, güneş, beyne, sinirlere vücûdun sağ kısmına ve kadınların sol gözüne, tesir ediyordu.

Nasıl oluyor da, çeşit çeşit adale veya türlü kemik hastalıkları veya böb­reklerin taş yapması veya ülserler veya kalp ve damar hastalıkları meydana gelip durmaktadır.

Hakiki sebep nedir?

Daha psikiyatriye hiç gelmedik, ya adam durup dururken: “kar­şımda görüyorum, geliyorlar, seslerini duyuyorum, küfrediyorlar” demeğe neden başlıyor?

Hâlbuki beyinde bakılmadık nokta mı bıra­kıldı? Kanda ve beyin suyunda türlü maddelerin tetkikleri mi ihmal edildi? Hormonların türlü dozajları mı eksik kal­dı? Neler yapıldı, neler yapılmadı?

Netice, mikrobik, metabolik, hormonal, kalıtım, genetik bozukluk, ruhî, aşağı yukarı bütün hastalıklarda, aynı derecede olmak üzere, hastalık yapıcı karanlığını muhafaza etmekte­dir.

Bunun üzerine doktorlar dediler ki: “hastalıkların zuhurunda ruhî sebeplerin rollerini ele alalım.” Ve böylece, aşağı yukarı, son yüz senedir, insan ruhiyatı, ilk plânda müşahede ve mütalâa unsuru hali­ne geldi.

HASTALIKLARIN ZUHURUNDA RUHÎ FAKTÖRLER

“Vücut uzuvları, fikirlerin ve hislerin geçtikleri kanallardır.”

Gerçekten öyle midir?

“Kalbim doldu” veya “kalbim ezildi” gibi ifadele­rin hangisini boşa söylenmiş kabul edebiliriz?

Kalpte olduğu gibi, ciğer­de, böbreklerde damarlarda, midede heyecanı hayat ile alâkalı bir şeyler olup gitmektedir.

Melankoli bir hastada gözlerin bakışı bile söner.

Pek hisli kimselerde, heyecanın nesil ve iç salgıları değişikliklerine sebep olduğu bilinen bir gerçektir. Almanlar tarafından idama mahkûm edilmiş olan Belçikalı bir kadının saçları hükmün icra edileceği günden bir gün önce beyazlaşıvermiştir.

Korku duygusu üzerine tecrübî çalışmalarda, böbrek üstü bezlerinin genişlemesi görülmüştür. Bu şekilde salgılanan Adrenalin, kan tazyikini ve akış süratini çoğaltmaktadır. Korku hallerinde görülen husus ile çarpıntı, yüz solukluğu, mide ve barsak fonksiyon bozuklukları vs. malûm olan hakikatlerdir. Ayrıca, büyük bir korku geçirmiş olan kimselerde beyaz kan hücrelerinin azaldığı, damar tazyi­kinin düştüğü, kan plazmasının tahassür etme zamanının kısaldığı görülmüştür. Böylece, Joltrain, manevî bir darbenin, kan üzerinde gözle görülür tesirler icra ettiğini ispat etmiştir.

Sıkıntı'da (angoisse) (anguvaz diye okunur) insanın “rengi solar, alnından soğuk terler dökülür, çeneleri kilitlenir, dişleri birbirine vurmağa başlar, vücüdü titrer, nefesi sıklaşır, intizamını kaybeder, küçük ve büyük abdestini kaçırır, başı döner, baygınlıklar geçirir, hatta büsbütün kendini kay­beder..” Bu arada bütün göğüs sıkılır gibi olur veya nahoş his baştadır. Ayrıca, kollardan ve­ya karında ağrılar vardır. Böyle hasta­lar, boş yere uzun zaman, ülserdir kanserdir diye üstüste ameliyatlar geçirmeye maruz kalmıştır.


Görülüyor ki, saydığımız ruhî sebepler vücut uzuvlarında gözle görülen değişiklikler yapabilmektedir.

Ya, saymadığımız ruhî sebepler?

Ya gözle görülmeyen türlü sorun­lar?

Hepsine kapsayacak bir ifade ile, hastalıklarda “Ruhî Faktör” dediğimiz bu sebebin hakikat ve büyüklüğünü ifade etmiyor mu?

Bu noktadan hareketle, “devamlı hüzünlerin, inatçı endişele­rin vücudu kansere hazırladığını” iddia eden doktorları red edebilir miyiz?

“Mide ve bağırsakta düzensizlik, hazımsızlık, bağırsak mikrop­larının kana geçmesi emniyet hissi yokluğundandır veya kolitler ve bunlara refakat eden böbrek ve mesane iltihapları zihnî manevî dengesizliklerin neticeleri olur” diyen doktorları bir kalemde haksız çıkarabilir miyiz?

Haddi zatında bir kalemde de haksız çıkaramaz olduk, bin ka­lemde de. Onun için, bütün akıl ve sinir hastalıkların­da araya giren istisnai organik durumlar hariç ruhî faktörü, ye­gâne sebeb olarak, kabul etmekteyiz.

Akıl ve sinir hastalıklarında (Psychose, Psychonevrose) diye konuştuğumun sebebi, bir çok uzvî hastalıklarda da bu gün, ruhî faktörün rolü benimsenmiş ve “Psikosomatik[1] Doktorluk” buradan ve bu sebep ile meydana çıkmıştır.

 

PSİKOSOMATİK DOKTORLUK

1935 yılından beri resmen ve ismen kabul edildiğine göre (so-matique) yani bedene ait türlü hastalıklar vardır ki, bunlarda sebeb (Psychique) yani ruhî'dir.

Meselâ bazı cilt hastalıkları, romatizmalar, bronşit astım, damar spazmları, hipertansiyon, mide ülserleri, müzmin kabızlık veya kolit halleri, bazı hormonal fonksiyon bozuk­lukları, bazı göz hastalıkları, kadınlarda ay halleri ile sair Jenital bozukluklar, kudretsizleler ki geride ne kaldığı veya ne kalabi­leceği merakı muciptir, araya giren istisnaî durumlar haricinde, ru­hî faktör yegâne sebep olarak mütalâaya müsaittir.

 G. Wolff ve S. Wolff isimli iki yazar, bir adamı ve midesini incelemişler. İnceledikleri adam karnından midesine açılan yol ile besleniyordu. O bakımdan mide iç cidari (mukoza) çıplak gözle görülebildiğinden, bu iki bil­gin “günlük heyecanlar ve ruh haletleriyle mide fonksiyonları ara­sındaki münasebetleri” tetkik edebildiler. Bunlara göre (Her hangi bir iç üzüntüsü bir kızgınlık veya acı, mutlak surette mide muko­zasının kızarması ve hareketleriyle salgısında artma ile birlikte) idi. (Ufak heyecanî şok ile mukoza erozyonları ve kanamaları ve çok kere mide cidarının şiddetli büzülmeleri..) görülüyordu. Bunlar, bu iki yazarın bütün sindirim sistemine ait türlü tetkik ve müşahedele­rinden sadece mideye ait bir kısımdır.

Şimdi, ikinci dünya savaşında, Londra hastanelerinde, svaşın verdiği korku ve heyecanlardan mide ülserlerinde delinmelerin, diğer zamanlara nispetle neden üç misli artmış olarak tespit edildiğini daha iyi anlamıyor muyuz?

Yine çok yaygın ve müz'iç olması sebebiyle ikinci bir misâli de “Astım Broşit” den verecek olursak..

O. Loras isimli yazarın 306 sayfalık kitabında: “Allerjik dış faktörler, iç salgı bezlerine veya kapalı damar salgılarına vs. sebep­ler astım için köklü rol oynamazlar. Bunlar reaksiyonel sebeplerdendir. Sebebi hakikî bizzat astımlının kendisidir. Böyle astımlı şahıs­larda krizler, ruhî mücadelelerini pasifize edemediklerinden dolayı bastırılmış şahsiyetlerinin işareti olarak meydana gelmek­tedir.” denilmektedir. Bu sebeple astımlıyı, bir nevi nefes darlığı olarak gösteriyor ve krizler haricinde de şahıs bir sıkıntı doğurucudur  hükmüne varıyor. Böyle kimselerin asabi bir şahsiyet sahibi olduklarını yal­nız soluk alışverişlerini değil hayatlarını da kaybetme korkusu içinde bu­lunduklarını ayrıca ifade ve iddia etmektedir.

Heyecanlar, korku, kin, nefret, endişe, sıkıntı ve diğer taraf­tan bunlara bağlanan türlü uzvî hastalıklar. Diğerleri masun kala­bilecek mi?

Veya ne kadar zaman, birinci plânda ruhî faktör ele alınmayan hastalık görülecektir?

Nitekim ayni kanaatle J. Sedan ve P. Guillot “Hastalıkların gerek teşekkülü ve gerek seyirlerinde, psikolojik kaynaklı esas bir elaman olarak gün geçtikçe daha fazla ehemmiyet kesbetmektedir.” demektedirler. O bakımdan, Psikityatrinin ilerde bütün uzvî hastalıkla­rı içine alması beklenir dersek, şaşmamak gerekir.

Bir grip bir diş ağrısının bile, ekser, muayyen bazı ruhî, heyecanı artıran karışıklıkların peşinden geldiğini fark etmiyor muyuz?

O halde uzvî hastalıklar haricinde, safî ruhî hastalıklarda  ruhî faktörün rol ve ehemmiyetini daha kolaylıkla ve peşinen kabul zarureti hasıl olmuyor mu?

İşte “Dinamik Psikiyatri” budur.

PİSİKOTERAPİ-TELKİN

Histeri: Bir çeşit ruh hastalığıdır. Genellikle 30 yaş altındaki bireylerde görülen, psişik ve motor bozukluklar, özellikle duygusal reaksiyonlarda taşkınlık, hareket bozuklukları, geçici kişilik değişimi ve çeşitli sistemlere ait psikosomatik şikâyetlerle belirgin nevroz şekli.

Histeri aşırı hayal gücü veya korkuları ifade eden nevrotik zihinsel hastalığa verilen addır. Histeri, hastalarda ani sinirsel nevrotik bir hastalık olarak bilinir. Histerik hasta, kendindeki ruh sağlığının bozukluğundan habersizdir.

 Psikanalizde, hastalıkların sebebi ruhî'dir. Histeri ruhen yara­lanmadan ve bu yaralanmanın teessürünün uzun yıllarla şuur halin­de devam etmesinden dolayı meydana geliyordu. Daha açık bir ifade ile hayatta maruz kalınan ruhî yaralanmalar sebebile ruh hastalıkları meydana geliyordu.

Cismani hastalıklarda olduğu gibi ruhî hastalıklarda da organik (maddî, cismanî) sebepler üzerinde durulduğu bir zamanda 1882 yılının 13 Şubatında Paris Tıp Fakültesinde Charcot isimli doktor histeriklerde hipnotize etmek suretiyle, meydana gelen asabî hallerden kurtulacağı bahis ile Fen Akademisine müracaat ediyor. Fen Akademisi, Charcot'ya itiraz etmiyor, bil'akis teklifi müspet karşılıyor.

Akademinin bu müsaadesile, birdenbire yalnız tıbbî değil hattâ edebî ve felsefî mecmualarda da bu mevzuda çeşitli makaleler seri halinde neşre başlıyor. Bu şekilde “telkin'in” tedavide rolü üzerinde çalışmalar birdenbire artıyor ve yayılıyor. Bu suretle, ilmî ve tıbbî mânada müşahade ve raporlar biribirini takip ediyor. Birçok doktor telkinle siğilleri iyi ettiklerini bildiriyorlar. Sorumluluk, mesuliyet, yükümlülük, telkin edilmiş olan fikirlerle, yalnız asabî hastalıklar değil, uzvî cismanî hastalıklara karşı da mücadele edilebileceğini, bu şekilde diş ağrısından vereme kadar birçok vücut hastalıkları iyi edileceği ifade edilmeye başlanmıştır. Mesela Nancy [2]mektebi de, Histerinin telkin ile meydana geldiğini gösterdi. Bugün bile Histeri, telkin ile meydana gelen ve telkin ile iyi­leşen bir ruh hastalığı olarak bilinmektedir.

Josef Breuer

Avusturyalı fizyolog. 1843-1925 yılları arasında yaşamış Breuer, Sigmund Freud'un çalışma arkadaşı ve psikanaliz'in kurucularındandır. Viyana'da yaşamış ve tıp tarihine geçecek çalışmalara imza atmıştır. Özellikle öğrencisi Sigmund Freud ile yaptığı çalışmalar psikanalizin temelini atmıştır. Evli ve 5 çocuk babasıdır. Yahudi kökenlidir, bir keşifte bulunmuştu ki (hakikatte yeni psikoloji bu bakım noktasından yola çıkmıştır.)

Bu doktorun, histeriye müptela, genç ve gayet zeki bir hastası vardı. Bu hastanın, sağ koluna kasılı bir felç arız olmuş, vakit vakit kendinden geçiyor, şuuru bulanıyordu. Ayni zamanda konuşma kud­retini kaybetmişti.

Hastanın halini izah edecek uzvî sebebler yoktu. Binaenaleyh, menşeini ruhî olarak kabul etmek icab ediyordu. Breuer dikkat etmişti ki, hastanın ister davet edilmiş olsun, ister kendiliğinden olmuş bulun­sun, bu haleti fecriyeleri esnasında bütün zihninden geçenleri veya gözüne görünenleri hikâye ettirmekle hasta bir kaç saatler rahatlıyor­du. Hasta bu tedavi tarzı için “Talking cure”  konuşma tedavisi, tabi­rini icad etmişti.

Breuer ayrıca, hypnose ile histerik hastaların hatırılarının uyan­dırılabileceğini de keşfetmiş idi. Hatıralar meydana çıkıyor, arazlar kayboluyordu.

Freud Sahnede

Freud önce Parise giderek Charcot'dan ve sonra Nancy'ye giderek Marie Bernheim (1837-1919)' den, ruhî âlemin derinliklerini ve “hipnoz”u öğrendi. Çalıştığı Viyanada ise, o zaman Breuer otorite idi. Ak­rabası da olduğu cihetle Breuer'in himayesinde, Breuer'in keşiflerini tasdik ve uygun görmeye başladı. Bilahere ruhî cerhiyet (yaralanmanın) hastalık yapabilmesi için, bazı sebepler daha lâzımdır, bunlar cinsî mânadadır derken, tamamiyle “cinsel dürtü” - “Libido” üzerinde karar kıldı. Bu şekilde “cerhiyet nazariyesi=ruhî yaralanma” yerine, cinsel dürtü nazariyesi yerine konmuş oldu.

J. Yung'un bir vak'asını ve mütalâasını burada ruhî yaralanmaya ve Freud'un cinsî nazariyesine eski bir misâl olmak üzere aynen alıyo­rum.

“Ani bir korku neticesinde ağır bir histeri'ye tutulmuş bir genç kadın tanırım. Bu genç bir kaç arkadaşiyle beraber gec eyarısı evine dönmek üzere bir caddede yürürlerken o sırada arkalarından hızla bir araba gelir; arkadaşları hep yana kaçıverirler; fakat o genç korkup şaşı­rarak yolun ortasında durur ve beygirlerin önü sıra koşmağa başlar; arabacı kamçısını şaklatır, küfreder, hiç biri kâretmez. Bir köprüde nihayet şosenin sonuna kadar yol boyunca iner, köprüye varınca artık takatten kesilir ve bu hayvanların altına düşmemek için korkusunun dehşeti içinde kendisini suya atmağa teşebbüs eder, yoldan geçenler yetişip menederler...

Aynı kadın 22 Ocak  1905 te Petersburg'da imiş; ve ordunun yaylım ateşle bir sokağı açtığı esnada sokakta yo­lunu şaşırmış bulunuyormuş, sağında ölüler ve yaralılar yere düş­mekte oldukları halde, o kendisine tamamiyle sahip olarak bir araba bulup sığınmağa ve oradan civar bir sokağa geçerek kaçıp kurtulma­ğa muvaffak olmuş; bu müthiş anlar sıhhati üzerinde hiç bir akis yapmamıştı; bu vakalardan sonra gayet iyi ve hatta her zamanki ha­linden daha iyi idi.

Dışardan bakınca buna benzer hallere çok rastgelinir. Bu çe­şit hallere bakarak ister istemez çıkarılan sonuç bir ruhî yaralanmanın şiddetinin hastalık yapmaktaki rolü o kadar mühim değildir; hasta­lık olmasında en çok hususî şartlar amil olur. Bu neticenin sırrına nü­fuz edebilmekte belki bir anahtar olur. Onun için kendi kendimize şunu sormalıyız:

Araba hâdisesinde hususî şartlar nelerdi?

Genç kız araba beygirlerinin dörtnal sesini işittiği andan itibaren endişe ve ıs­tırap başladı. Bir an içinde kendisine yaklaşmakta olan bu nal sesle­rinin müthiş bir akıbete varacağını, ölümünün veya başka acıklı hâ­disenin başlangıcı olduğu intibaını meydana getirdi; ondan sonra artık kendi­sine sahip olamadı.

Meydanda ki şuurunu kaybetmesini mucip olan izlenim atlardan geliyor; fakat hastanın bu kadar ehemmiyetsiz bir hâdise kar­şısında bu kadar akılsızca bir ters haereket yapmağa istidadı bu kızın ha­yatında atın hususî bir rol oynamış olmasından olabilir, düşüncesini kuvvetlendirmektedir.

Bu genç yedi yaşında iken, araba ile bir ge­zinti yaptığı sırada beygirler gemi azıya almışlar ve kenarları dikine uçurum bir nehrin kıyısına doğru atılmışlardı. Arabacı hemen araba­dan atlamış ve kendisine de atla! diye bağırmıştı: fakat biçare öle­siye bir korku içinde karar veremiyordu. Nihayet vakit geçmeden at­lamağa muvaffak olmuş ve hayvanlarla araba uçuruma yuvarlanıp gitmişti. Böyle bir hâdisenin derin bir intiba bırakacağına şüphe yok. Fakat bu kazayı hatırlamanın hiç bir tehlikesi olmıyan bir hâdisede bu kadar nispetsiz bir aksi tesir yapabilmesi kolay izah olunamaz. Bütün bunlar bize şimdiye kadar yalnız bir şey öğretiyor ki o da bu­günkü vakıa kökünü hastanın çocukluğundan alıyor, amma bu marazi sahnenin sebebleri yine karanlık kalıyor.

Bu sırra nüfuz edebilmek için daha başka şeylerin öğrenilmesi icap eder. Uzun bir tecrübe ile sabit olmuştur ki bu güne kadar tahlil edilen olayların hemen hepsinde ruhu yaralayıcı sebebler yanında hususî bir bo­zukluk daha bulunuyor ve hususî bozukluk cinsiyet sahasında bo­zukluktan başka bir suretle izah edilemiyor.

(Bununla beraber bu bakımdan kadınlar kendilerine karşı da, doktora karşı da şaşılacak bir samimi-yetsizlik gösterirler.)

Herkes bilir ki aşk her yana çekilebilir bir şeydir: Cennet de vardır, cehennem de. Aşkta iyilik de kütülük de, ulviyet de, süfliyet de olabilir. Freud bu va­kıayı öğrenince telâkki tarzında âdeta bir inkilâp oldu. O zamana kadar az çok Charcot'nun ruhî yaralayış teorisi etkisi altındaki nevrozların sebebini hayatta maruz kalınılan ruhî yaralanmaları ararken bun­dan sonra meselenin ağırlık merkezini değiştirdi ve hakikati büsbü­tün başka bir cihette aradı. Bunun en iyi örneği anlatılan olaydır. Atın hastamızın hayatında pek hususî bir rol oynamış olabil­mesini pekâla anlarız; fakat sonraki o aşırı ve yeri olmıyan aksi-tesiri anlayamayız. Bu hastanın halinde garip ve hastalık veren şey atların kendisine aşırı bir korku verişidir. Eğer yukarda zikret­tiğimiz kendi yanındaki düşüncesi gözönüne alırda ruhî yaralanma sebebleri yanında daima ihtiras sahasında bir bozukluk da bulunduğunu kabul eder­sek hastamızda bu cihetle bir karışıklık ve bozukluk olup olmadığı­nı aramamız gerekir.

 Olaylar üzerine yorum yapmak ilim bu değildir.

Mazhar Osman Hoca'da, kitabında, psikiyatrisler hakkında derki;

“Bizce bu bulunan (alt şuur) şeyler hastaya ait değildir. Psikanalizi yapan ne duyuyor ne düşünüyorsa hastasında onu buluyor.”

Fakat, Freud da Mesmer gibi Viyana'da birden bire parladı. Mesmer'in Harmonie ismini verdiği cemiyet gibi o da İNTERNATİONAİ PSYCHANALYSE CEMİYETİNİ tesis etti. Ve o da kısa zamanda Mesmer gibi en ağır tenkitlere maruz kaldı. Fakat XVI. Louis'ye mümasil bir otorite çıkıp Freudism'i tetkik ettiremedi. Ve bir ilim hey'eti (Muzır neticeler tevlid ve halk ahlâkını ifsad ettiğini) bildirerek (Freudisme'i tatbik edecek her doktorun ıcrai sanattan men edile­ceğini) ilân etmedi.

Hâlbuki bazen tek bir ilâcın 5-10-100 veya 1000 insana zara­rı oluyor diye, tebliğler, broşürler ve tamimlerle dünya biribirine girer. Bu garip dünya!

Yalnız bir zaman teşriki mesai arkadaşı J. Yung'un, Freud hakkındaki şu sözünü hatırlamak gerekir. “Freud'un saf ve basit cinsiyet tahlil (psikanaliz) usulünün bir terbiye usulü olarak münhasıran kullanılmasını hiç bir vakit tavsiye etmek istemem. Terbiyenin bu usule hasır ve tahsisi bir felâket olur.” (Ruhî hayatta la-şuur M. Hayrullah tercümesi. Sayfa 75.)

Böylece ruhî cerhiyet (yaralanma) cinsiyet nazariyesi haline gelirken 1893 ve 1895 deki eserlerinde, hatıralar hatırlandığı esnada, heyecan­ların da meydana-çıktığını bildiriyorlardı. Bu şekilde hasta, asıl ızdırabından kurtuluyordu (Abreaction=dışa vurup rahatlama). Freud, her zaman, bahsi geçen yazarlara benzer hipnoz'da başarılı ola­madığı için, Picasso'nun resim icadı gibi, elini hastanın alnına ko­yuyor ve hastanın aklına ne gelirse söylemesini ondan istiyordu. Bu iletişimle, rahatlama halinde, dışavurum nasıl oluyor? Yani konuşmağa terk ile hasta hatıralarını söyleyince rahatlaması yani iyileşmesi de hastanın (Transfert) ol­masına bağlı imiş. Transfert demek, hastanın doktorune karşı duy­duğu cinsî alâka.

Bitti mi?

Hayır.

Hastanın doktora karşı duyduğu bu cinsî alâka, hasta kız ise, erkek kardeşine ve babasına, erkek ise, kız kardeşine ve anasına veya başkalarına karşı bilinçaltında olan cinsî hislerinin doktora tevcihi ile yer değiştirmiş şekli demek­tir (Deplacement=yer değiştirme).

Bitti mi?

Hayır.

Bir de Contre (Zıt) Transfert var.

Bunun manâsı da, tedavi eden doktorun, iyi olmak için, himmet ve inayetine sığındığı ve kendisine emanet edilmiş olarak bırakıldığı hastasına karşı duyduğu cinsî alâka demektir. Bu şekilde, bizim bildiğimiz, hastanın doktora olan hürmet hissi ve doktorun hasta­sına olan merhamet hissi de ortadan sır oldu.

Tabiî değil midir?

3 paralık bir hastalık olsa da çünkü ciddi hiç bir hastalığa el atama­mışlardır ve atamazlar yalnız histeri denen belirsiz bir hastalığın pek dar sahasındadırlar buna rağmen, ekseriya hakikatte de de­ğil, kendiliğinden veya hayalî veya tasavvurî surette hastalık iyiIeşmişse, elbet, cinsiyet nazariyesinde, cinsî laflarla izah edilecek­tir.

O halde, Breuer'in “Talking cure” (Konuşma Terapisi) keşfinde bildiklerimizden fazla, Freud bize ne getirmiştir? Çünkü Talking cure bize öğretmiş­tir ki, hasta konuşmağa terkediliyor, hatıraları uyanıyor, sonra ra­hatlıyor iyileşiyordu.

Freud'un bize getirdiği,

Catharsis (rahatsız edici duyguları dışa vurarak onlardan kurtulma),

La libre association (Serbest ilişkilendirme),

Abreaction (duygusal rahatlama ve boşalma olayı), Transfert (hastanın doktorune karşı duyduğu cinsî alâka),

contre transfert (bilinçsiz bilinçsiz duygularını analisti analizanın tarafından hissedilir olması).

Deplacement (yer değiştirmeği)bi kelimelerdir.

Cinsiyet nazariyesinin istinat ettiği “Talking cure”den başka, bu defa da cerhiyet (yaralanma) akidesin­den gizlice aktarılmış bir kaç kelime vereceğim :

Hâdiseler bilinçten (Conscient) bilinçaltına (Inconscient) atılıyor (Refoulement).

Hâtı­raların hatırlanmasına mâni kuvvet var : (Resistance). Ruhî arazlar, Inconsient hâdiseleridir ki buradan dışarı hucum ederler (Symbolisation).

Ruh bilinmiyor, Şuur (bilinç) nerde bilinmiyor, bilinçaltı nerdeki?

Be­yinde mi?

Kalpte mi?

Yoksa son görüşlere nazaran Midede mi?

Yoksa gönül denen yer neresi?

Bunlar işte ilmî bir cavap yok. Ama Fre­ud'un bunlarla ilişiği yok. Doktor olmayanlar bile, unutmaktan, ha­tırlamaktan bahsetmiyor mu?

İcab ettiği zaman tedai ile, hafızadan hâdiseler inci taneleri gibi bir birini takiben hatıra gelmiyor mu? "Veya geçmiş bütün hâdiseler, şu an düşünülmiyen şeyler, gece bu­lut arkasında gizlenmiş yıldızlar gibi, hafızadaki yerlerine teker teker geçip gitmiyorlar mı?

Hastalıkların sebeblerinin ruhî olduğu­nu (inconscient= kendinden geçmiş, baygın, şuursuz) deyince ne değişiyor?

 O sebeble bazı ruhî arazların meydana çıktığını, bu ruhî hastalıkların sebebinin şahsa müessir eski hâdiselerle alâkalı olduğunu (Refoulement= bastırma, sindirme, önleme, tutma, durdurma, kesme, örtbas etme, gizleme, baskı ) demenin ne faidesi var?

 Bu hâdiselerin zamanla tabiatile unutulacağını, şu andaki dü­şünmekte olduğumuz şeylerden gayri geçmiç bütün hâdiselerin ha­fızamızda mahfuz bulunduğunu (Resistance= direnç, direnme, metanet, dayanma, dayanıklılık, karşı koyma, mukavemet, dayanma gücü, karşı çıkma, karşı gelme, tahammül; demekle değişen ne oluyor?)

Cerhiyet (yaralanma) nazariyesinden öğrenmemiş mi idik?

Daha sıra­lamağa zaten ne lüzum var?

Borsalarda bile, bir avuç buğday, nu­mune olarak kâfi görülmüyor mu?

O halde yenilik nedir?

Yenilik, İnconscient, Refoulement, Re­sistance, Symbolisation gibi kelimelerde. Kelimeler çok, yine yeni bir şey yok.

Freud'un getirdiği, bulduğu, keşfettiği, söylediği nedir o halde?

FREUD'UN, GETİRDİĞİ, BULDUĞU, KEŞFETTİĞİ, SÖYLEDİĞİ, YALNIZ CİN­SİYETTİR.

Evet, âlemi ruhiyatla, ruhiyatın çeşitli şekilde zuhuratı ile ve ru­hiyat üzerine müessir hâdiselerle meşgul, biraz tetkik ve tetabbu sahibi doktor için, cinsiyet lafından gayri Freud'dan öğrenilecek ki kendileri de teslim ediyorlar tek nokta yoktur.

Bu sebeledir ki, sayesinde konuşmağa başladığı, hâmisi Breu­er'in kızı ile olan macerasından dolayı da derler, yani Freud'un Breuer'e cinsî manâda teşekküründen sonra, Breuer, Freud'dan he­men ayrıldı.

Zamanında Freud için büyük kıymet ve kuvvet olan iki ortağı, Adler ve Yung’da biraz sonra Freud'dan ayrıldılar ve cinsiyet­ten başka nazariyelerle ortaya çıktılar.

 

 


(FREUDÎSME)
CÎNSÎYET (LÎBÎDO) NAZARİYESİ

4-5 yaşında bir çocuğu bile “gel yavrum” demek suretile adam kandırıp, evinden yuvasından alıp, beraberinde götüremez. “İşte naylon torba içinde nane şekeri.” “İşte renkli ve mavi boncuklar.” “Gö­rüyor musun?” demek mecburiyetindedir. Çocuk o zaman haddi za­tında bir kıymet ifadesinden uzak, yalnız bu renklere şekillere ka­narak adama inanır. Onun arkasından gitmeğe başlar.

Bundan önce açıklaması yapılan “La libre association, Abreacti-on, transfert, Deplacement, Inconscient, Refoulement, Symbolisation...” gibi Freud'un elindeki türlü kelimeler yığını da, aynen çocuğu kandırıp kaçırmak istiyen adamın elindekilere benzemektedir. Ve bunlara aldanmakla, çocuk hırsızının evinde kendini bulan yavrucak misâli, insanlar da Freud'un cinsiyet nazariyesi gibi dehşet engiz bir vasatta kendilerini buluveriyorlar.


Freud'un Aldatıcı Teorileri

Birinci Teorisi : Cinsî sevki-tabii (libido)

Freud terminolojisinde Libido, daima cinsî (sexuel) sevki-tabiiye bağlıdır: L'instinct sexuel (Cinsî sevki-tabii). “Hâkim içgüdü kuv­vetler, insanlarda olduğu şekilde, aynen hayvanlarda da mevcuttur.” Nedense, bu hayvana benzetmeler insanları artık hiç kızdırmaz oldu “Cinsî insiyak (sevki-tabii) gibi, hakikî bir insiyak de, muhafaza insi­yakidir ('instinsu de conservation). Bazıları bunlara bir de L'instinct de Gregaire, ilâve ederler. “Muhafaza insiyakinde şuurda ifadesini bulan tatminkârlık bir zorluğa rastgelmez. Tatmin olabilmek için zorluğa uğrıyan libido yani cinsî sevki-tabiidir.”

Cinsiyet, sevki-tabii olamaz. Behemahal bir isim vermek lâzım ise, o zaman cinsiyete sevki-tabii değil, sevki gayri tabii demek daha güzel yakışır. Esasen, cinsiyetin sevki-tabii halinde bulunduğu hay­vanlara da hiç benzer tarafımız yok.

a)      İnsanda cinsiyeti sevki-tabii halinde düşünmek, alel hesap insa­nın yaratılışına aykırıdır. Çünkü biliyoruz ki bütün insanlarda akıl var ve insanlar aklın sevk ettiği yolda yürüyüp gitmektedir.

b)      İnsanın cinsî sevki-tabiide gösterilmesi, insanm tarifine de uy­maz, insana eski tâbirle, “Hayvan-ı natık” konuşan hayvan der­lerdi. Yani insan, hayvanlardan ayrılıyordu. “Düşünen mahlûk” tarifi de, insanda aklın esas alındığının kat'î işareti olmuyor mu? O halde insan nasıl olurda, cinsi arzuların sevki-tabii halinde bu­lunduğu hayvanlar ile ayni noktada mütalâa edilebilir?

c)       Eğer böyle değil de insan, hayvan benzeri cinsiyetin sevki idare­sinde olsaydı hangi insanı durdurabilirdik? Siz, senenini muay­yen kızışma devresinde, aygır'ın gem'e yular'a zincir'e rağmen, kaç insan tarafından -ve ne kadar güçlükle zaptedilebildiğini hiç gördünüz mü?

Siz evinizde kedi varsa, senenin bu kızışma dev­resinde, kapıyı kapasanız pencereden, pencereyi kapasanız baca­dan fırlayıp çıktığını, yemeden, içmeden ve bütün âdetlerinden sıyrılan kedinizin, ağaçtan ağaca, duvardan duvara, soğuğa rüz­gâra kar'a çamur'a, ışığa karanlığa, tenha ve kalabalığa rağmen (cinsî sevki-tabiisinin) elinde oyuncak olduğunu gördünüz mü?

İş­te cinsî sevki-tabii budur. Eğer, insan da cinsî sevki-tabii elinde ol­saydı, yılda muayyen devre değil, hafta içinde mükerrer kızışma devrelerinde hangi bir insanı, hangi mahlûkatın yardımı ile ve ne ile zaptedebilecektik?

O zaman, hususile öğrenme ve yetişme çağı olan bu devrede, kim mektebe gider, kim okur, kim yazar, kim çalışır, kim iş yapar, kim yuva kurar, kim bir meslek sahibi olabilirdi?

Dünya kuruldu kurulalı, okuyup yazıldığına, çalışılıp öğrenildiğine, bir yuva bir meslek sahibi olunduğuna, bir din, iman, âdet, an'ane tanındığına göre, öyleyse, cinsiyet insanda sevki-tabii değildir.

d)      “Ama, Ego, super-ego (yani akıl ve fikir demek isterler) bu cinsî sevki-tabiiyi insanlarda durduruyor,” diye itiraz edecekler. İyi ya, insan o halde, tahsil terbiye, âdet an'ane, din ve imanın em­rinde. Yani bunların sevki idaresinde, cinsî arzularına “dur” di­yebiliyor. Bizim dediğimiz de budur.

“Hayır, o kadar değil.” ya ne? “Akıl ve fikir değil, sevki-tabii ol­duğu için, asıl kuvvetli olan cinsiyettir.” diyecekler. O halde, za­yıf kalan aklın (!) kuvvetli olan cinsî sevki-tabiileri bastırabil-miş olması, hangi fizik, hangi kuvvet, hangi riyaziye, hangi man­tık ölçülerine uyar?

“Uysun uymasın böyledir. Meşhur Türkçe hikâyedeki, odun'a hiç bir suretle kafiye olmıyan makas misâli gibi, uysa da uyma­sa da bu böyledir, çünkü biz böyle diyoruz.” diyecekler.  “Yani, cinsiyet sevki-tabii halindedir ve insanı sevkeden kuvvettir.” “Bu kuvvetli arzuya işte, Ego ve Süper ego, bir engel bir mania teşkil ediyor ve bastırıyor da ondan, mektepte talebe hocanın karşısında ders dinliyebiliyor, işçi fabrikada, tarlasında çalışabiliyor veya aile yuvası kurulabiliyor, insanlar camilere ve kili­selere gidebiliyor, kütüphane ve laboratuvarlara kapanabiliyor.” demek istiyecekler.

Bu derece zor karşısında insanların uysallığına akıl erdirebiliı misiniz? Çalışmanın, kazanmanın, yaşamanın rahat cereyanına inanabilir misiniz? Ama hakikat, bunlardır.

“Evet, cinsi arzular Ego ve super-ego'ya bir barriere gibi çarpıp geri dönünce, insanlar iş ve güçlerile meşgul olabiliyorlar ama, bu cinsî arzuları refoule olduğu için (yani tatmin edilmediği için, ihtibasa uğrar) türlü türlü hastalıklar da biri birinin arkasın­dan, bu sebep dolayısile sökün edip gelirler.”

Eyvah, yandık, diyeceği gelmiyor mu insanın?

Cinsiyet, insan­larda böyle anlattıkları gibi bir sevki-tabii halinde olsaydı yani, aygırın karşısında beygir veya beygirin karşısında aygırın cinsî sevki-tabiilerine engel, bütün bağ ve zincirlerini zorlaması misâli, insanlar da bu cinsî sevki-tabiilerine karşı koyan Ego ve Süper-Ego'yu (akıl ve fikri) bu şekilde zorlıyacağından (Conflit dedik­leri budur) kaç insan ruhî muvazenesini koruyabilir ve deli ol­maktan kurtulurdu?

Halbu ki, böyle değil. Dünyada akıllılar daha çok. öyleyse, cinsiyet, insanda sevki-tabii değildir.

Yine itiraz edecekler, “öyle değil” ya nasıl? Ego ve Super-Ego eğer herkeste bu derecede kuvvetli olsaydı, o zaman sizin dedi­ğiniz gibi, her insanın aklî muvazenesini koruyabilmesi bir mev­zu olurdu. “Evet” Halbuki her insanda Ego ve Super-ego (Yani akıl fikir, yani tahsil terbiye, yani” âdet an'ane   yani ve esasen DİN ve İMAN) kuvvetli değil. Demek Ego ve Süper ego kimde kuvvetli, yandı. Yani kim dinine imanına âdet ve an'anesine tahsil ve terbiyesine bağlı, yandı demektir, öyle değil, aziz oku­yucularım. Bil'akis. Kimde din iman daha kuvvetli, âdet ve an'­anesine daha bağlı ve kim ki tahsil ve terbiyesinin gerektirdi­ğini yapıyor, bu kimselerde, akıl hastalıkları, hemen hemen te­şekkül edemiyor. O halde nerede Ego ve Super-ego? Nereye kaçtı, cinsiyet sevki-tabiidir, ve ego ve süper ego dan döndüğü için akıl hastalıkları meydana geliyor iddiası. Evet, iddia. Yalnız ve sadece iddia. Böylece, Freud'un libido yani cinsî sevki-tabii demesi, yanlış bir başlama noktası olunca, ilk yalan söyliyen bir adamın bu yalanı­nı telâfi edebilmek için türlü yalanlar oyunlar irtikâp etmesi misâli, Freud'un da. bu cinsî sevki-tabii lâfının arkasından artık neler diyebileceğini ve neler yapabileceğini şimdiden siz de tah­min edebilirsiniz.

İkinci Teorisi : LİBİDO (CÎNSÎ SEVKİ-TABİİNİN)   İNKİŞAFI

“Developpement instinctuel” Periode orale

Freud'a göre, ilk zamanlarda “cinsî arzu”, insanın kendi vücudunda tatmine erer. Bunun adı da “Auto-erotique”safha. Yani insanın doğar doğ­maz kendini cinsî mânada tatmin etme safhası. Nasıl tatmin ediyor­muş, insan kendi kendini?

Ne zaman başlıyormuş?

Anasının meme­sini emmeğe başladığı andan itibaren. Yani doğar doğmaz. Bunun da adı var: Periode orale (Ağız safhası)

Yani, çocuk anasının memesini ağzına aldığı andan itibaren, kendi kendini cinsî tatmine başlar(!) Böyle şey olur mu demeyiniz?

Cinsiyet naza­riyesinin bina edildiği Libido, yanlış bir başlama noktası olunca, el­bet arkadan gelenlerde de mâna ve mantık aramamamız icap eder. Evet, biz de biliyoruz ki, daha ana rahminde ilkah'm olduğu anda, ananın rahmi çocuğun büyümesine göre inkişafını yaparken diğer taraftan, ananın göğüsleri de corpus luteum hormonu ifrazı ile inkişafa ve doğacak yavruya süt verebilecek hale gelme­ğe başlar. Ve yavrusu dünyaya doğar doğmaz, ana sütü de âdeta ken­diliğinden fışkırır. Çocuk, beslenmeğe başlar. Çocukta henüz hiç bir iradî, hareket yoktur. Esasen iradî yol da (Pyramidal) henüz inkişa­fını ikmal etmemiştir. Yavru, yalnız ve sadece, gözünü bile açamayacağı halde ağzını açar ve emmeğe başlar. Bu ağız emme refleksi de nörolojide (Asabiye) meselâ, Grasping Gropping (Yakalama reflek­si) gibi iptidaî (primaire) reflexe bahsinde okutulur ve anlatılır.

Sanki soracaklarmış gibi geliyor insana: “Neurologie dediğinizin cinsiyetle alâkası var mı?” Hayır, yok. “O halde niçin ondan bahis ediyorsunuz?” “Biz, cinsî sevki-tabii sebebile çocuk anasının memesi­ni emer, cinsî tatmine erer” diyoruz.

“Bir de ayrıca reflexe denen, Pyramidal yol denen şeyler varsa kabahat bizim mi? Olmasaydılar.” Çocuğun emmesine bağlı olarak, ana sütü de şu tarzda çıkmağa baş­lıyor da demiştik. Neredeyse Ayrıca memeden süt de çıkıyor o da mı bizim kabahatimiz?” deyiverecekler, Ama, süt çıkmazsa, işin mânası kaybolur. Demek ki beslenmek ve büyümek için çocuk emiyor, cinsî tatminin burada ne işi var? diyoruz. Bunun üzerine hattâ Beslenme-seydi efendim.” bile diyecek ve İsrar edecekler: Esas gaye cinsî tat­mindir, bu arada ağıza süt de gelmiş olabilir.”

Yok, öyle demiyoruz, diyemezler, o halde bıraksınlar bu ana kuzusunu da rahat rahat ana­sının memesinden beslenmeğe büyümeğe başlasın. Bombanın ta bu­rada işi ne?

Bu bombanın mevcudiyetinden haberdar kaç ana, çocu­ğuna “yavrum, evlâdım” diye, uykularını da feda ederek, memesinin acımasını da hiç nazarı itibara almıyarak, can-ü gönülden ve seve seve sütünü verebilecektir?

Freud kafasında bir istifhamdır çizmiş ise?

Ne olacak?

Ana evlâdını bağrına daha daha basmağa değil, daha daha ötelere itmeğe atmağa çalışmıyacak mıdır? Periode Orale'in faydasinı (!) gördünüz mü?

Ya, doğan çocuk kız ise? Babada tatmine eremediğine göre, za­vallının (!) anasının memesinden süt çıkacak diye oyalanıp durmasın­da mâna var mıdır (!) deyiversek, acaba ne cevap verebilirler dersiniz?

“Her halde pek homosexuel daha diyemiyecekler “Tabiat” di­yecekler. Kabahat bizim değil ki diyecekler. Ve ilâve edecekler ki. “Şimdilik idare ede dursun, biz ona da ilerde gayet güzel cinsî tat­min olma şekilleri göstereceğiz ki hayran olacaktır, hele acele etme­sin.”

“Canım böyle de cevap vermezler artık” diye düşünsek, işte du­rum meydanda, başka daha ne türlü ne biçim, hangi ilme hangi fenne hangi mantığa hangi insanlığa yakın cevap verebilirler dersiniz? Hiç cevap veremezler. Çünkü cevap verebilecek ilmî bir olgunluktan tamamile mahrumdurlar. Yalnız söyler ve söylerler. Niçin söylerler? İşte onların sebeb-i hikmetlerini teker teker görüp duruyoruz. Şim­di yine bir başkası Bakalım ne çıkacak? (Yalnız, hazırlıklı olunuz ve biliniz ki birinci Teorisida gördüğümüz libido âdeta insanlığın tâ can evine atılan bir bomba değil bir çiçek demeti idi. Çünkü arkadan gelecekler, işte ikinci Teorisidaki gördüğünüz şekilde, her cins in­sanda sabır ve tahammül bırakmıyacak vüs'attedir. Sözlerimizin is­patı, işte ikinci Teorisi. Olmadı üçüncü ve diğerleri).

 

Üçüncü Teorisi: Periode anale (şerç devri)

Bu nedir?

Bu da Freud terminolojisinde, erogene (cinsî zevk ve­ren) mahal olarak tavsif edildiği için, insanlar daha küçükken, erkek veya kız, hepsi de, bilaistisna, her zaman ve behemahal defi hacete çıktıklarında, hususile büzülme (constipation) hallerinde, şerçleri va­sıtası ile cinsî tatmine ermeğe başlarlar, deniyor. Düşünmüyorlar ki Psychopathie sexuel (Cinsî sapıklık) denen bir bahis var tıb'da. Bu cinsî sapıklar ki, ekserisini oligophrene (zekâ gerisi budalalar) veya psychopathe (bünyevî ruh hastaları) veya bazı akıl hastalıklarına hu­susile erken bunamaya (schizophrenie) müptelâ biçare insanlar teşkil eder. O halde tıb'da, sureti kafiyede (Cinsî sapıklık) bilinen, nasıl Freud nazariyesinde (Cinsî tatmin'e) dönüvermiş? Ve bu cinsî sapık­lık denen hal, nasıl bütün insanlara ve hasseten çocuklara teşmil edi­lebiliyor? Böyle bir cinsî tatmin mahalli olsaydı şerç nahiyesi, son­radan parmaklarımızla sayabileceğimiz kaç adet insan, bu zevkini (!) terketmiş olacaktı?

Hâlbuki dünya normal insanlarla dolu. Ve psychopathie sexuel, serç mevzuunda da, dar bir saha içinde çev­rilmiştir. İnsan nasıl oluyor da daha ilk yaşlarında bu en çirkef ruhî maraz ile müptela olabiliyor? Bu kadar korkunç damga, hiç bir esa­sa istinat etmeden, üstelik bir tıbbî nazariye olarak, nasıl ileriye sürülebiliyor? Her halde yine beyhude konuşmağa başladık. Freud'­un gayesi ne? Freud'un burada gayesi, “insanlar daha ilk yaşlarında bile ruhî maraz ile malûldür.” demek suretile işte, üçüncü bomba­sını da patlatmak değil midir? îşte patladı gitti. Bütün insanlar, cin­sî insiyak ile sevk edilmektedir yani hayvandır, dediği az gelmiş olmalı ki, anayı da yavrusundan soğuttu ve şimdi de işte insanlar ruhî maraz ile malûldür demek istiyor. Ve hakikaten vazifesini ta-mamile ve bihakkın ifa ediyor. Ve devam ediliyor : “Zone erogene, vani cinsiyet doğuran mahaller (veya Fetichiste'de denebilir) yal­nız ağız ve şerç nahiyelerinden ibaret değillerdir. Vücudun diğer kısımları da, aynı şekilde erogene mıntıkalardır.” diyorlar. İnsan yavrusu değil sanki cinsiyet makinası. Hâlbuki islâm, bahusus bu devrelerde çocuğa en ufak bir leke kondurmaz ve bilaistisna bütün dünyadaki bütün çocukları tertemiz kabul eder.

Dördüncü Teorisi: Phallique devre:

Phallus, erkek tenasül âleti demektir. Mademki çocuk biraz irileşti, tabii phallique devreye daha girmesin mi? îşte nitekim L'a-mour objejt veya Libido objet teşekkül ediyor: Yani çocuğun anası gözlerinde bütün hatlarile belirmiştir. Hürmetini bir an evvel ifade etmek için değil, cinsî tatmine ermek için. (!) O halde ilk plânda tatmik olunacak objet (!) hazır. Phallique devrenin başlamaması için sebeb var mı? Bundan çok sonradır ki erkek erkeğe veya kız kıza tatmin olunacak objet (!) hazır. Phallique devrenin başlamaması için sırada başka kalmadığı için, bizzarur (!) heterosexualite devri de sahnede görünür. Yani, bir erkeğin bir kadınla temas devri.

Tıb dedik ilim dedik nazariye dedik, Freud'u dinliyeceğiz de­dik, hâlbuki siz daha cinsiyet lafından başka konuşmuyorsunuz. Hakikaten doğru. Ne tıb var, ne ilim var ne nazariye var ve yalnız ve sadece (cinsiyet lafı) var. Türlü türlüsü, çeşit çeşidi. Pekiyi, has­talıklardan konuşurkende mi cinsiyet lâfı ediyor? înanamayız, di­yeceksiniz. Hem bir de hastalık lafı girince, siz cinsiyetin ne oldu­ğunu daha o zaman öğreneceksiniz (!) Bu saydıklarımızın adı mı olur?

Beşinci Teorisi : ÎD :

Freud terminolojisinde, sevki-tabiilere işaret, umumî bir tâbir olarak “îd” kullanılmıştır. Id aynı zamanda; gayri şuurda taayyün etmiş libidinal (cinsî) gayretlerdir ki, işte bu, insan şahsiyetinin vo-litive (istek ve ihtiyar hasıl eden) kısmını teşkil eder. “Libido”, îş­te bu Id'in sevki-tabiilerine bağlanmış bir enerji oluyor.” Daha hu­dutlu bir ifade ile “Cinsiyetle alâkalı arzu'dur.”

“İşte bu id'in Ego ile cinsî tatmin uğruna mütemadi mücadele­leridir ki akıl hastalıklarının sebebi olmaktadır.

Şimdi, çocuk hırsızının evinde artık dayak yemeye başlıyan yavrucağınızın durumu hatırınıza geliyor mu?

Demek doğar doğmaz, anasının memesine sarılarak cinsî tatmi­ne başlıyan insan yavrusu, biraz daha büyüyünce, bu durdurulamayan (!) cinsî sevki-tabiisi hasebile bizzarur elinde mevcut anale nahi­yesinden tatmin yolunu arıyacak, biraz daha büyüyüp de (Akılla­nacak, uslanacak, talim terbiye görmeğe, din iman öğrenmeğe baş-lıyacak değil ya) tenasül uzvu nisbî bir tekâmül elde edince, bu defa kız ise kızlar ile erkek ise erkekler ile cinsî tatmin yolunu arıyacak, bundan çok sonradır ki kadın erkek münasebetine sıra gelecek. Sonra? Daha sonra? Daha sonra, insanın ömrü ikmal ola­cak, ölecek artık. Mes'ele bu devreleri geçirmek değil mi idi?

Cinsiyet de değil de libido diye, hep şekil değiştirerek “renkli, mavi boncuklar misâli” ilim diye (halbuki yalnız theorie, yani fa­raziye, nazariye ve düşüncedir). Freud'un söyledikleri işte budur. Fakat bunları, işlerine gelenler, şarkı türkü, hikâye roman, tiyatro sinema mevzularına esas almıyor mu? “Eğer cinsî arzuları tatmin olamazsa?” fikrî endişesinin tazyikini hissetmez misiniz ki, bir çok müessese ve idareciler, kız oğlan toplantılarının daha açık şekilde tertibini bizzat yapıveriyorlar? Ve bazı yerlerdeki bazı gençlerin “Bize kimse karışamaz, bizi kimse tutamaz, hızlı yaşamalıyız vs.” gibi hezeyanî fikirlerin tahti tesirinde, tâbir caizse “sürü”ler gibi yaşamağa başlamalarında Freud'un gizli tebessümünü siz de seçebi­liyor musunuz? Onun için bundan evvelki bahiste, ne yazık ki Fre-udisme. XVI. Louis gibi bir otorite tarafından tetkik ettirilemedi, demiştik.

Altıncı Teorisi: COMPLEX :

Freud diyor ki, eğer cinsî arzular, tatmin olamaz da şuuraltına refoule edilirse complex'ler teşekkül eder. Ve bu komplekslerdiı ki işte, muhtelif akıl hastalıklarının muhtelif arazları olarak mey­dana çıkar.

Ya Freud'un dediği doğru ise? Dikkat edelim de bu complex'-ler meydana gelmesin. O halde şu complex'leri biz bir öğrenelim; tedbirli olalım! her iki cinse şâmil Oedip complex tâbiri kullanılır­sa da kızlar için ayrıca Electre complex isminden de bahis edilir.

A. Kadınlarda Electre Complex:

Cinsî arzuya bile sevki-tabiidir diyen Freud, hiç bir noktada hudut tanımaz, mütemadiyen ve sonuna kadar yüklenir. Bariz vas­fı budur.

Burada da ailenin sıcak kucağında yetişip büyüyen kız çocuğu, ailenin şahsına yaptığı türlü fedakârlıkları artık gözlerile görmüş­tür ayrıca onlara minnet duygularile hürmet ve merbutiyetini ar­tıracağı beklenirken, Freud, burada da bu defa büyük kız ile ana­sının ve büyük kız ile babasının araşma girer ve tam can noktasın­da bombasını bırakıverir. Çünkü kızda hürmet değil muazzam bir kin dal budak salmaktadır. Çünkü babasına âşıktır, anasının kötü bir talih eseri mevcudiyeti hasebile, babası ile yatamamaktadır. Ah anası ortada olmasa?/Ne yapmalı bu anayı? Ya babasında hiç kabahat yok mu? asıl belâ o. Niçin anası ile, karı koca hayatı ya­şayıp gitmektedir?

Böyle şey olmaz diyeceksiniz. Hakikaten olmaz. Hakikaten ol­mamıştır. Ve hakikaten olmıyacaktır. Fakat Freud'a göre var. Freu-disme'e göre var. Onlar nerden duymuş? Nasıl böyle bir tabloyu ta­sarlamışlar? Kim bir şey tahayyül etmiş? Kimse hayal de etmemiş. Tasarlamamış da. Yalnız, bir varmış, bir yokmuş.. Masal mı? Hayır, masal da değil, hakikatin zerresi de bulunmıyan Efsanede, yu­nan mitolojisinde electre isminde bir kız varmış. Bu kız işte, mito­lojideki bu kız, mitolojideki babası Agamemnon'a âşık olmuş. An­nesi Clymnestre, babasına karşı, aşkını yerine getirmeğe müsaade etmediği için, annesine o derecede husumet ve intikam beslemiş ki, nihayet bir ifadeye göre, erekek kardeşi Oreste ile birlikte öldürül­mek korkusu ile babasından intikam alıyor. Vahşetin derecesine ba­kiniz? Hem kız çocuğu. Hem kardeşini de ayartıyor. Babasından in­tikam olıyor. Babası ona ekmek mi vermemiş? Hayır. Hırsızlık mı yap demiş? Hayır. Orospuluk mu yap demiş hayır. Ya ne? daha ne olacak kendisi, ile yatmamış (!)

Böye ilim olur mu, nazariye olur mu, faraziye olur mu? Böyle bir leke, mitolojide geçmiş denen bu çirkefe dünya yüzünde kaç adet aileyi sokabiliriz? Yoksa, mitolojideki bu tabloyu, tasavvurlar­da hayallerde ve hele hakikatte görmek ve bulmak mümkünmüdür? muhal midir? O halde Freud niye var diyor? Aile yuvasında, bir dehşetli bomba da bu olduğ uiçin.

İyi, bari yalnız kızlar için konuşmuş. Hayır, Freud, hiç, bir nok­tada duru verir mi?

B. Erkeklerde Oedip Complex:

Oedipus, eski yunanistanm Tep (Thebes) şehrinde, saltanat sü­ren Laos'un (Laius) oğludur. O zamanın kâhinleri, krala, doğmak­ta olan erkek çocuğunun büyüyünce kendisini öldüreceğini ve ka­rısı kraliçe yani öz annesi ile evleneceğini söylerler. (Freud için, ha­kikaten bundan daha güzel, alınıp getirilecek mevzu olurmu idi?) Bu sebeble çocuk doğar doğmaz, bir dağ başına bırakılır. Orada ölümü­nü kolaylaştırmak için de ayaklarının topukları delinir (Oedipus yunanca öküz ayaklı demektir.) Çocuğu dağ başında çobanlar gö­rür. Alıp Korent kralına götürürler. Korent kralının çocuğu olma­dığı için, Oedipus, sarayda büyük bir ihtimam ile büyütülür. Fakat günün birinde, bir mecliste kendisine “uydurma evlat” diye haka­ret edildiğinden, içine şüpheler giren Oedipus, bir kâhine müracaat eder. Kâhin ona : “Vatanına dönme, babanı elinle öldürecek öz an­nenle evleneceksin,” der. Fakat Oedipus, hicreti göze alır. Yolda bir arabada, 3-4 gençle seyahat eden yaşlı bir adamla bir hiç yüzün­den münakaşaya tutuşur ve onu öldürür, ki bu öldürdüğü adam işte kendi babasıdır. Fakat Oedipus'un bundan haberi yoktur. Yo­luna devam eder. Tep şehrine varir. O zaman Tep şehrinin kapısın­da, yarı kadın yarı arslan şeklinde Sphynx (sfensk) tabir edilen bir canavar ortalığı haraca kesmekte ve bilhassa genç delikanlılara bir takım bilmeceler sorarak, bilemiyenleri parçalamaktadır. Oedipus, efsane bu ya, kendisine sorulan meşhur bilmeceyi çözer. Ve Sfenks kahrından kendisini öldürür. Oedipus ise şehri bu canavardan kur­tarmasının mükâfatı olarak babasının tahtına sahip olur ve farkın­da olmıyarak kraliçe yani öz annesi ile evlenir. Fakat bu evlilikten yirmi sene sonra, ülkede bir çok felâketler baş gösterir. Kâhinler ha­kikati açıklayınca, oğlu ile evlendiğini öğrenen kraliçe kendini asar. Oedipus da, derdinden, iki gözünü birden oyar. Müteakiben mahv-u helak edilir.

Efsane iken, efsanede bile, oğlan bilmeden babasını öldürüyor. Oğlan bilmeden anası ile evleniyor. Efsanedeki ana bile bu durumu öğrenince intihar ediyor. Efsanedeki oğlan bile derdinden iki gözö-nü birden oyuyor.

Fakat, Freud, öyle demez. Bu bütün erkeklerde teşekkül ede­bilen bir complex'dir der. Ve hastalıklar da işte, insan, anası ile ev-lenemediği için veya babasından intikam alamadığı için olur demek­tedir. Olur, mu ya? İlim bu mudur? Evet ilim değil, ilim değil, ilim diye söylenenler budur. Efsanede bile, cesaret edilemiyen ve söyle-nemiyenler Freud terminolojisinde mevcuttur. Yani “bir erkek ev­lât, bilmiyerek değil bile bile anasına âşık olur onunla yatmak is­ter, bilmiyerek değil, bile bile babasına olan kin ve intikamından onu öldürür.”

işte Oedip complex : Psychanalitique theorie'de, çocuğun ana baba ocağındaki mukabil cinse karşı, yani erkekse kız kardeşine ve­ya anasına, kız ise, erkek kardeşine veya babasına karşı olan bu (yasak) inceste şehevî muhabbetidir ki, kıskanan ebeveyn tarafın­dan castration'a (iğdiş) uğrama korkusile refoule edilmiş ve tahteş­şuurda (Oedipus complex) haline gelmiştir (!)

Aile yuvası değil, Vezüv yanardağının ortası. O ona düşman, bu ötekini kıskanıyor, o bunu vurmağa çalışıyor, bu ötekinden in­tikam almağa gayret ediyor. Boşda kalan kimse yok. Fakat boşda kalan tek bir kimse var : Freud. Icad ve ibda ettiği bu sahneleri sessiz ve sükûnetle seyreden yalnız o'dur.

Daha Donjuan bile var. Evet, yine mitolojideki bu hayasız, za­vallı akıl hastalarına sıfat yapılmağa çalışılmıştır. Fakat daha an­latacak mecalim artık kalmadı. Biraz mevzuu olsun değiştirelim. Zannederim ki sizin de dinlemeğe mecaliniz kalmamıştır.

Yedinci Teorisi : Ego (fikir) Super-ego (akıl, din) :

Ego'dan murad, insanın fikir ve şahsiyetidir. Ya Super-ego'-e'an? işte bu şuurdur ki içinde, din var, iman var, terbiye var, tah­sil var, örf var, âdet var, an'ane var..

işte, insan, cinsî sevki-tabii ile, yaşarken, bu Ego ve Super-ego denen engeller (!) yüzünden cinsî tatmine kavuşamazsa, cinsî arzu (libido) tahteşşuura (inconscient) refoule olarak (ihtibas) complex haline geçiyor, ve insanlar işte bu sebeble hastalanıyor (!)

Ah, dini imanı, tahsil terbiyeyi, âdet an'aneyi, aklı fikri, bir tarafa itiverseler atıverseler. o zaman (libido) cinsî arzular refoule olmıyacak, yani tahteşşuurda complex teşekkül etmiyecek, yani in­sanlar hiç akıl hastası olmıyacak (!) çünkü cinsî tatmine ruhî tatmi­ne ermiş olacaklar.

O halde, Ego, supergo derken, bir bomba da bir korkunç bomba da dine imana atıvermiş. Zira, supergo'dan murad, hassaten din'dir denebilir.

Hiç Freud din'e iman'a karışır mı? Adam, ilim (!) yapıyor, de­meyiniz. Hiç, Freud, boş laf eder, boş kelime icad edermi? Ego var­ken, fikrin yanma, aklı da ilâve edebilirken, niye superego icad ol­muş? İşte dini, işe karıştırmak, ona ayrı ve hususî bir yer vermek için. O halde nerde dindar var ise, vaziyetleri kötü! Çünkü supergo'-ları, yani dindarlıkları, çok cinsî arzuların tatminine engel olacak, onların refoule olmalarına sebebiyet verecek, bu yüzden dindarlar­da akıl hastalıkları artıkça artacak (!). O halde ne yapmalı? Dini kaldırmalı! Evet, çünkü din cinsî arzuların tatmini için bir mania (Barriere) olmuyor mu? Hastalık doğuran bir makinadan başka'ne­dir?!

İlim dediğin de işte böyle olmalı!

Fakat Freud her halde doğrudan doğruya din için konuşmamıştır. diyebilirsiniz. Onun için bir iki satır yazalım :

“Bilime karşı, onun hakları ve alanları için kavga eden üç kuvvetten tehlikelisi din'dir.” Yani, diğer iki kuvvetle birlikte, din, bilim'e karşı mücadele bayrağını açmış, harp halindedir. Diğer iki kuvvet nedir? Değer iki kuvvet dediği, biraz ortalığı bulandırmak
için söylenmiş. Bu iki kuvvet dediğinden birincisi san'at için : zararsız ve hayırlıdır. Gerçeğe saldırmağa asla teşebbüs etmez” der. Diğer ikinci kuvvet felsefe için : Bilime karşı durmaz. Bazen ondan metodlar da alır” der. O halde san'at ve felsefe zararsız, hatta hayırlı, saldırmak değil ilimden metodlar bile alırlar da niçin ilme karşı üç kuvvetten en tehlikelisi din'dir diye, o iki kuvvetten de bahis ediyor? Dini tek başına ilim karşısında göstermemek için, onları da karıştırıyor.

Niçin din ilim karşısmdaymış? “Din kendi mülküne çekilip otursa tamamen yararlı ve değerli kalır. Fakat din bununla kalma­dığından, bilim onu red etmek zorunda kalıyor.” Ama işte, din için, yararlı ve değerli de demiyor mu? Hayır, arkadaki cümleye kuvvet vermek için, laf gelişi, bu birinci cümleyi koymuş. Acaba? Neden şüphedesiniz? O halde daha yazalım : “Dinin bize sunduğu avun­malar, inanılmağa lâyık değillerdir.” Tabiî, hayaller, efsaneler var iken, onlara inanılmalı değil midir?! “Çeşitli dinlerin, her biri, ha­kikatin kendi tekelinde olduğunu iddia ederken, biz, dinin içine alabildiği hakikat payını tüm olarak önemsememenin uygun oldu­ğuna inanıyoruz.” Burada da dinler arasına bir bombadır koyuyor. Bir yer de “Dinsel dünya anlayışının yıkılışının kısa özetini ver­dim.” diyor. Neden dinin yıkılışından bahsediyor? Tabii vazifesi bu. Belki buna da bir inanandır çıkar ?Ve bir taraftan da dinin yıkıl­madığın ive yıkılamıyacağmı bildiği için de bombasını koyar. Ada­mın çalışma tarzına bakınız. Hiç boş nokta bırakıyor mu? Evet de­vam edelim : “Belli bir çağda, tanrıların da dinlerin de bulunmadığı söz götürmez bir gerçektir. Bu animizm çağıdır. Dahası var, bizim felsefemizin, animist düşünme tarzının bazı çizgilerini sakladığı in­kâr edilebilir mi?” Hayır, haşa, kimse, inkâr edemez. Yalnız o, ar­tık çizgiler değil. O çizgilerden bütün bir tablo yapıp sunuyoruz. Belli bir çağda tanrıların da dinlerin de bulunmadığı da gerçek de­ğil. Çünkü, ilk insan, hazreti Âdem aleyhisselâm, peygamberdir, dünya kuruldu kurulalı dinde var Allah da var.

Başka, ne demiş, bu din düşmanı insanlara? “Baba katline asıl sebeb olan temayüllerin üstünlüğü devam ettirdiğini unutmamalı­yız” demiş. Baba katline sebeb olan temayüller üstünlüğünü devam ettirir ne demek? İnsan evlâdını büyütmüş, beslemiş adam etmiş, bu evlâdın tutup babasını öldürmek temayülü olur mu? Hem böyle te­mayül üstün mü olur? Neden öldürmeli evlâd babayı? “Çocukluğunda hortlak korkusunun tesiri altında kalmış olan nevrozlu şahısların psi­kanalizinde, çok defa bu hortlakların, ana ve baba olduğunu göster­mek güç bir şey değildir.” Psikanalizin de ne faydaları (!) olabildi­ğini görebildiniz mi? Demek psikanaliz de boşuna söylenmemiş. Çünkü, psikanaliz olmasaydı, biz halâ, ana ve babayı eli öpülecek, hürmet edilecek ata olarak boş boşuna tanıyıp duracakmışız (!) Hortlak deyince, madem ki ana baba akla geliyor, böyle korku ve­ren, hayatı zehirleyip mahveden ata'yı ne yapmalı! Elbette öldü­rülsünler (!) Belki bir yazı hatasıdır. Tek bir yerde geçmiş, hiç bir ilim adamı (!) insanı katle hemde ana babayı katle teşvik mi eder? Bir cümle daha ilâve edelim öyleyse: “Hıristiyan efsanelerinde, in­sanın ilk günafı hiç şüphesiz, tanrı babaya karşı baş kaldırması idi. Eğer îsa kendi hayatını kurban etmekle insanlığı bu ilk günahın yü­künden kurtamışsa, bu günahın aslında bir katil olduğunu çıkara­bilir. İnsanda çok derin köklü olan, misli ile mukabele kanununa gö­re, bi rkatil ancak, başka bir canın kurban edilmesiyle Ödenebilir. Kendi kendini kurban etmek bir kan günahına delâlet eder. (Bizim nevrozluların intihar ilcarları başkaları aleyhine çevrilmiş ölüm ar­zularına karşı verilmiş bir nevi kendi kendini cezalandırma olduğu­nu gösteriyor.) Eğer bir kimsenin, kendi canını kurban etmesi, tan­rı ile yani baba ile bir uzlaşmayı temin ediyorsa o takdirde, tövbe edilmesi lâzım olan cinayet, ancak babanın katli olabilir.” Totem ve Tabu. Freud. Sayfa 245. Hangi bir cümleyi düzeltelim? Nevrozlu in­tihar edecek, onu bile kenarda bırakmıyor, başkasına karşı ölüm arzusu var onda diyor. Haydi bu hasta bu zavallıya hiç olmıyacak bir bühtanda bulunmuş? Ya Hazret-i İsa'ya? Ya, tebliğ ve tebşir ettiği Hıristiyanlığa? Efsaneye dili alışmış. Çünkü cinsiyet nazari­yesinin merkezi sıkletini efsane teşkil ediyor. Onun için Freud'un dediği efsanedir. Hazret-i İsa'nın buyurduğu dindir.

Yine mevzuu değiştiriyorum.

Freud'un o halde arzusu ne? Ne demek istiyor? Görülüyor ki bir arzusu var adamın, bir şeylerin peşinde. Hasta imiş, tıb imiş, teda­vi imiş, bunlarla hemen hemen alâkası yok. Alâkası, yalnız, fikirlerini aşılayabilmek maksadile vasıta olarak kullandığı içindir: Psikanaliz diyor, ana babayı esaslı bir şekilde hortlak gösterebildiği için. Nev­roz diyor, zavallı hastaya, başkalarına karşı ölüm arzusunun   daha inandırıcı bir şekilde söylenebilmesi için. Complex diyor, aile yuva­sında, huzuru ta dibinden iyice sarsıp yıkabilmek için. Libido diyor, insanları, evlenme müessesesinin hudutlarının çok ötelerine kuv­vetle atabilmek için. Ego, superego diyor, din ve imandan âdet ve an'anelerden insanları tamamile soyabilmek için. Hatta. tedaviden bahsediyor, transfert diyor, cidden ulvî bir meslek sahibi olan doktor ile, doktorun ayağına düşmüş hasta arasında bile merhametten eser bırakmamak için... İnsan dağ başına çıksa bile rahat değil. İşte, cemiyette aşağı yukarı biri biri ile münasebette olan her kim varsa onlar arasına teker teker bombalarını yerleştirmiş. Kimse artık ra­hat değildir. Freud'dan gayri. Fakat dağ başındaki tek adam,   hiç k;mse ile münasebeti yok işte, ne ana, ne baba, ne kardeş, ne kadın, ne erkek, ne hasta, ne doktor, ne veli, ne peygamber. Tek başına dağdaki adam niçin rahat değil. Artık ona bir şey yok. Ona indire­cek ne darbesi olabilir? Siz bunu düşünürken ben, Freud'un nasıl bir dünya'yı arzu ettiğini de kısaca zikre çalışayım.

Evet adamın tıb ile alâkası o derecede az ki kendisi de itiraf

ediyor : “Herkes eserimin, ilmî mahiyetine ehemmiyet verdiğimi ve başlıca gayemin akıl hastalıklarını iyi etmek olduğunu zan ediyor.” Demek adamın işi başka imiş. Arzusu başka imiş. Gerçi okuyucu­larım da, bu adamın arzusunu ve işini artık anladılar, fakat biz yine te'yiden yazalım : Freud diyor ki : “Yegâne iddiam, şimdiye ka­dar, din, ahlâk ve cemiyetin menşeleri hakkında bilinmiyen ve far­kına varılmıyan âmillere psikanaliz tecrübelerile yeni bir âmil katıl­mış olduğunu göstermektir.” “ Zaten belki de pek mutlu sonuçlar verecek olan, nevrozizmden önceden korunma, mevcut olandan pek başka bir toplum teşkilatı tasarlamaktadır.” Din ahlâk ve cemiyet hakkında, neler getirdiğini gördük. Hastalıktan kurtulmak için de (hastalık lafının kuvvetine bakınız, hastalık lafı olmasaydı olur mu idi?) başka, bu olandan başka bir toplum bir düzen gerekmekte imiş (!) Mevcut olan, hars, kültür, din, dil, terbiye, an'ane birliği içinde milletler, işte bu toplum, bu düzen değişmeli diyor. Pek baş­ka olmalı ki, hem o zaman bak hastalık da olmazmış (!) Bu arzula­dığı düzenin adı yok mu? “Tamamen dinde olduğu gibi, bolşevizm de inananlarına bu günkü acılarını ve yoksunluklarının karşılığını görmeleri için hiç bir ihtiyacın tatminsiz kalmıyacağı en iyi bir öte vâaad etmektedir. Bu cennet doğrusu dünyanın üzerindedir ve ergeç bir gelecekte insanlar oraya girebileceklerdir.”

Nasıl bir dünya istediğini şimdi açıkça anladınız mı? Freud'un tasarladığı dünya demek, aynen bolşevizm'de varmış. Nitekim : < Kari Marx'm çalışmaları meseleyi inkâr edilmez kılmış ve onu ça­ğımızın otoritesi yapmıştır.” diyor. “Başlangıcını ve gerçekleşmesi­ni bilime borçlu olan bilim üzerine ve onun tekniğine göre kurul­muş olan marxisme” diyor. Mutadımız hilafına bu bahsi uzun yaz­dık. Bir cümle alıp yalnız onu vermekle iktifa edemedik. O halde diyor, diyor, sonra, en sonra ne diyor, onu yazalım bitsin.” Marx'ın eserleri vahiy kaynakları olarak incil'in ve Kur'an'm yerini almış­tır” diyor. Şimdi artık, başka cümleye lüzum kalmadı. Ve zanne­derim siz de Freud'u iyice tanıdınız.

“Dine evrensel sıkıntı sinir hastalığı diyebiliriz” diyorlar, izin-dekiler de hiç geri kaldıkları yok hani. “Çok sayıda insan problem­lerini, çözen veya çözdüğüne inanan Freud, gerçek bir sistem kur­mağı başardı. Dinlerin iddialarına karşı, bilimin haklarını korumak için bir filozof gibi evren hakkında görüşlerini açıkladı, insan üze­rinde durdu.” diyorlar. Hiç eksik kalır tarafları var mı? Ses tonla­rı biraz ince ve zayıf o kadar. Ama, aynı şeyleri demeğe gayret edi­yorlar. Freudisme'in “daha bilge ve özgür bir insanlığın ortaya çık­masına yardım edeceğini” ümit etmektedirler. Görüyor musunuz?

Hazreti Mevlâna'nm Ferid-eddin Attar derken bütün varlığıy-le aynı telden ses verdiğini his edersiniz. Hemen hemen bütün fey­zimi aldığım hazreti Mevlâna için de ben, bütün varlığımla aynı tel­den ses vermeğe çalışmıyor ve yazmıyormuyum?

Mey-i Şems-i Tebrizî Mevlâna'nm câmındadır. Hüsameddin bezm-i yârde zevk-i ikramındadır. Sanma Tevfik sadece türbe-i pâkinde velî Havass-ı hamseyle sabit Konya ecsamındadır.

Biz böyleyiz de karşı taraf adamları öyle değil mi? Elbet Felicien Challaye, Freud derken bütün varlığı ile konuşacak, Freud da Haz­reti Musa diyecek değil ya Marx derken, Marx da Darwin derken Darwin de, Epicure derken..

Babıâlide Sabah gazetesinde yazdığım bir makaleye “Pitigrilli-Freud Çiftçi” başlığını koymuştum. Buna bile şaşanların bulunabile­ceğine de işaret etmiştim. Halbuki zavallı Pitigrilli, bu bahiste gö­rüyorsunuz ne derecede yayadır. Hayalinden roman yazıyor, çok kimse okumuyor bile. Müstehcen diye yasaklanmıyan memleketler­de onu okuyanlar da ne dediğini bildikleri için pek arkasından git­miyorlar, insanları fuhşa teşvikten başka suçu da yok sayılır. Epi-cure de yalnız dini inkâr ediyor, eylenelim, diyor. Felsefî bir düşün­ce diye onu da pek kabullenen olmıyor. Ama, Charles Robert Dar-v/in, bilgi kisvesi altında, insanlar maymunlardan bozma (türemiş­tir) deyince hiç yenir yutulur tarafı olmadığı halde, nazariye imiş diye, bir çok insan maymundan gelmiş olması iddiasına karşı ağ­zını açamıyor. Marx da öyle, ilim kisvesi altında iktisadî nazariye (!) kurmuş. Anlaşıldı, niye yalnız Pitigrille Freud çiftçi deyip kestim, keşke Marx Pitigrilli Freud üçlüsü veya Darwing Marx -Pitigrilli Freud dörtlüsü veya Epicure Darwin Marx Pitigrilli -Freud beşlisi... diye yazsaydım diye düşünüyorsun, diyeceksiniz. Hayır. Epicure, yalnız din düşmanlığı yapmış. Darwin yalnız, insa­na, hayvandan türemedir demiş. Hayvan bile dememiş. Marx da aşağı yukarı yalnız dine hücum ile bazı zümreler arasına bomba koymuş. Pitigrilli de muayyen yaşlardaki insanlara inhisar edecek sapık yollar göstermiş. Freud'un yanında ne kadar   masumlardır? Halbuki Freud, daha insan anasından doğar doğmaz ele alıyor, dün­yada ne kadar tutunduğu dal varsa hepsini teker teker koparıyor, çırılçıplak aynen bir hayvan gibi ortaya sürüveriyor.

İşte bu insan, yalnız başına dağda olsa, orada da Freud yakası­na yapışıyor. “Sen burada oyalanıp gidiyorsun ama, gündüzleri ça­lışıyorsun ama, geceleri uyumuyor musun? İşte o gördüğün rüya­lar var ya? Ah onları bir bil sen?” Her insan rüya görür. Her insan, hâkim değil hukukla meşgul olmaz, her insan çiftçi değil, toprakla meşgul olmaz, her insan doktor değil Tıp ile psikanaliz ile transfer ile meşgul olmaz, ama, her insan rüya görür. Hasta olduğu halde psi-kanaliste gitmiyen okur yazar olduğu halde cinsiyet nazariyesini okumıyan, Freud'u nasıl öğrenecek? öğrenen insanların gündüz­leri yandı kül oldu, fakat geceleri niçin mamur olmalı? Freud'a yarım iş yakışır mı? Boş nokta bırakmamalı. Burada boşluk var. O halde “La science des reves” rüyaların ilmi, yazılmalı. Her kes rü­ya ile alâkalanır. Bunu okurken de cinsî nazariyenin bütün iğnele­ri kendisine birer birer yapılır. Bundan kolay ne var? O halde gel-sn Freud'un Rüyaları. Bakalım ne demiş?

 

Sekizinci Teorisi: Freud ve Mektebine Göre Rüyalar :

Bir sayın profesörümüz de aynı dilde : “Rüyalar, eski zaman­larda sanıldığı gibi Tanrı tarafından (Allah bile diyemiyor) gönde­rilmiş olan bunaltıcı hayaller değil, aksine öz ruhumuzun özleme ve dürtülerini aksettiren enerjik reaksiyonlar ve tasarımlardır” buyu­rur. Tabiî, yeni zamanlarda böyle şeyler sanılmaz (!) Ne sanılamı-yor? Rüyalar, tanrı tarafından Allah demek istiyor gönderilmiş bu­naltıcı hayaller değilmiş. îyi ki, yeni zamanlar olmuşda tanrı'nın gön­derdiği bunaltıcı hayallerden (!) kurtulmuşuz. Kurtulmuşuz da ne olmuş? İçimizin dürtüleri artık serbestçe rüyalarda aksediyor bili­yoruz, ve biz bunu seyrederken zevkine doyamıyoruz? İçimizin dür­tüleri, yani cinsî arzular gündüzleri ihtibas edilmemiş mi idi? îşte rüya, rüya dediğimiz, bunların aksinden ibaret (!).

Halbuki Jung bile, ki Freud'un ilk arkadaşlarından öz arkadaş-iarındandır, “Rüyalar, zamanımızda olduğu kadar, hiç bir vakit, bu kadar derin bir hor görüşe uğramamıştır” der. Du­ramaz, dayanamaz : merhamete gelir. Böyle saçma herzeler, rüya­lar için söylenemez, böyle kirli çamurlar rüyaların saf berrak yü­züne bulaştırılamaz artık, demek ister.

Her hangi bir yanlış anlamağa meydan vermemek için, şurada kayıt edelim ki, Fahreddin Kerim bey hocamız şimdi ne düşünü­yor bilemiyoruz ama “Kabillerde rüya, bazen aynen çıkar ve bu itili (mühtebes) bir arzunun realizasyonudur” demek suretile Freud ekolüne tamamile uymadığını, pek karışık olsa da ifade eder.

Çünkü Freud : “Gelecek olaylar ile, rüyanın bir ilgisi yoktur” demektedir. Başka ne demektedir Freud : “O halk inançları ve mis-tizizm (din) ülkesinden kazanılmış, bilinmiyen bir toprak parçası­dır” diyerek âdeta sevincinden oynamaktadır. Rüyaların da, sihir­baz torbasına benziyen Freud'un Psychanalyse'i ile, ortadan alınıp kaybedilivermesi, Freud ve mektebi için, cidden çok büyük bir ka­zançtır ama, insanlık için de en büyük bir darbedir. Ve çok şükür, rüyalar ile de inanç ve din ülkesinden Freud ve mektebinin hayal-i ham'ı hariç, hiç bir kimseye, tek karış toprak verilmemiştir ve ve-rilmiyecektir.

Fakat Freud Rüya bahsi vesilesile de, cinsiyet nazariyesinde ol­duğu gibi aynı şekilde bütün gayz ve kinini ortaya döker, dağdaki adamı da rahat bırakmamağa bütün gücü ile çalışır; demiştik. Oku­yalım o halde : “Her türlü ahlâk engelinden kurtulan ben, cinsel iç-güdü'nün bütün isteklerine, estetik eğitimimizin uzun zamandan beri mahkûm ettiği, sınırlandırıcı bütün ahlâk kurallarına uymıyan isteklere boyun eğer. Hazzı arar. Libido adını verdiğimiz şey, hiç bir mukavemetle karşılaşmadan nesnelerini, tercihan, yasak edilmiş nesneleri seçer. Sadece başkalarının karısını seçmekle kalmaz. Her yerde kutsal sayılan nesneleri de seçer. Erkek annesini ve kız kar­deşini, kadın babasını erkek kardeşini seçer. İnsan yaradılışlarında yer almadığını sandığımız aşırı arzular rüyaya yol açacak derecede kuvvetli olarak kendilerini gösterirler. Kin serbestçe ortaya çıkar. Öcalma arzuları, hayatta en çok sevilen kimselerin, ebeveynlerin, erkek, kız kardeşlerin, kocaların, çocukların ölümü dilekleri rüya­larda çok az görülen haller değildirler. Sansür edilmiş bu arzular sanki gerçek bir cehennemden çıkmaktadırlar.” Hiç lafını kesme­den yazdım. Bana hak vermiyen kimse kalmadı sanıyorum. İşte aynen, cinsiyet nazariyesinde bütün demek istediklerini rüya ve­silesile aynen söylemiyor mu? Gündüzleri her türlü ahlâk en­gelinden geceleri rüyalar vasıtasile kurtuluveren libido (cinsî arzu­lar) artık serbest olarak sahnededir (!) İyi ki rüyalar icad olmuş (!) Artık libido rüyada hudut, tanımaz, onun için yalnız   başkalarının karılarını seçmekle kalmaz, erkek ise kendi kız kardeşini veya ana­sını da, kız ise kendi erkek kardeşini ve babasını da artık rahatça seçebilir (!) Geceleri olsun insan bir öf dememli mi? (!) Sonra yine insanlarda yok sandığımız (!) kin ve intikamlar da artık rüyalar ile meydana çıkmakla insan açılmış bir pencere gibi, rüyalar vasıtasile biraz nefes alabilmektedir (!) Artık, seviyorum diye oyalanan (!) karı ise kocasını koca ise karısını, ana, baba ise evladını, evlad ise ana ve babalarını artık rüyalarında rahatça ödrürebilmekte intikam­ları vardı ya işte bütün intikamlarını (!) rüyaların vasıtasile olsun alabilmektedirler (!) Çünkü hakikatte bütün bu sevdim zannedilen­lerin (!) ölümleri istenmektedir. “Sansür edilmiş bu arzular sanki gerçek bir cehennemden çıkmaktadır.” Biz.de söylememiş mi idik bir yerde, âdeta aile yuvası değil Vezüv yanardağının ortasıdır di­ye. İşte kendileri de aynen söylüyorlar. Bir an Freud'un dileğini düşününüz? Sevgiyi, muhabbeti, hürmeti, şefkati, dini, imanı kal­dırınız. Dünyada ne kalacaktır?

Böyle olmakla, bu şekilde konuşmakla beraber bir yerde duru-vermez. Dedik ya, sonuna en sonuna diyebileceği yapabileceğinin en son noktasına kadar, bir nokta boş bırakmamak üzere gider : “Rüyanın patolojik (yani marazî) bir ürün olduğunu, histerik semp­tomları içine alan bir serinin ilk terimi, bir saplantı gösterisi, heze-vanî bir düşünce olduğunu” söyler. Adam kendini tutamıyor, söy­ledikçe söylüyor. Böyle tavsif ettiği rüyalar ile neyi anlatmak isti­yor? “Bize nevrozların anlatılması imkânını sağlıyan rüyaların in­celenmesidir.” diyor. Anlaşıldı. Rüyalarda gösterdiğini nevrozlarda (Libidonun ihtibası ile meydana gelen ruh hastalıklarında) vardır diyor, nevrozlarda gösterdiklerini de rüyalarda vardır diyor. Hiç boşluk kaldı mı? Bu şekilde rüyalar vesilesile Freudisme daha sağ­lama bağlanmaktadır. Artık anasına" cinsî arzu veya babasına inti­kam hisleri demek artık doğru (:) olmalıdır. Çünkü, rüvalar da ay­nen böyle demiyor mu? (!) Cinsiyet nazariyesini te'yid ve te'kid eden tek sahid tek delil tek ispat, işte bu tarif ettiği şekildeki, tabir ca-İ7se kendi düzdüğü ve hakikatle ilimle mantıkla fen ile riyaziye île uzak ve vakın alâkası olmıvan sahte bir varlık muhayyel bir meveu-Hivet halindeki tekilden sekile dürÜD büktüğü muhterem ve mukad­des rüvalardır. Rüva. hiç Freud'a şahitlik yapar mı? Kim Freud'un rü-va dediğine inanır? Rüya'nm ne olduğunu, her rüya gören, anlayıp bi­lememiş midir? Burada hangi fert. Freud'un rüyasından medet umabilir? Ya hafazanallah bir inanıverse? Çocuğuna bir dilim ekmeği bile seve seve veremez. Anasına atasına bir an bile hürmet ve mu­habbetle bakamaz. öyle değil mi?

O halde Freud'dan iyice ayrıldığımızın ve sizlerle iyice birleş­tiğimizin daha yakin bir surette meydana çıkması için biraz daha devam edelim. “Şimdi terkedilmiş ve faydasız olan ilk hayatın üze­rindedir rüyalar” diyor. Hiç istikbal ile alâkası yok demek istiyor. Gündüz ihtibasa uğradığı için, geceleri libido, rüyalar şeklinde te­zahür eder : “Rüyalar, gayri şuurun dynamisme ve symbolisme'idir. Gayri şuurun muhtevası (yani libido demek istiyor) rüya ile teza­hür etmiş oluyor. Aman, o halde ne güzel (!) Hakikaten Freud işte bunu da söylemiş olabildiği için sevinçten adeta kabına sığamamak-tadır; öyle ya gayri şuurun muhtevası, libido ve ona bağlı, electre complex, Oedip complexler.. kin., intikam duyguları., her şey her şey bu yol ile çıkabilmektedir. O halde bu yoldan güzel ne olabi­lir? Nitekim Freud söyler : “Gayri şuurun şahane yolu (Route ro-yal de l'inconscient) açılınca, symbollerle rüyaları artık tâbir ede­biliriz.” Nasıl şahane yol demesin? İşte bu şekilde gördüğü rüyaları üstelik tâbir de edecek! Çünkü semboller, Freud'a göre; “rüyalar nazariyesinin en önemli bölümünü teşkil eder.” Ne imiş semboller? Yani rüyada gördüğümüz dereler tepeler, kalemler kâğıtlar, sular ağaçlar... nelere delâlet ederlermiş, bakalım : “Rüyada ancak çok az varlıklar ve nesneler sembolik bir şekilde gösterilirler. Ebeveyin-lerin sembolleri imparator, imparatoriçe, kral, kraliçedir. Çocuklar, erkek kız kardeşler, küçük hayvanlar, böcek şeklinde ortaya çıkar­lar. Ev insanın tümünü, düz duvarlı evler erkekleri, çıkıntılı ve bal­konlu evler kadınları temsil ederler. Erkek cinsel organın çok sayı­da sembolleri vardır. Yılanlar, kertenkeleler, balıklar, saplar, ağaç­lar, bastonlar, şemsiyeler, sivri uçlu silahlar, namlu, kılıç, bıçak, hançer, tabanca, tüfek gibi ateşli silahlar, su muslukları, oluklar, fışkıran kaynaklar, asma lambalar, anahtarlar, açılmış kurşun ka­lemler, kalem sapları, tırnak törpüleri, çekiçler, sabanlar, balon­lar uçak'lar, erkek cinsel organlarını gösterirler. Kadın cinsel organ­larının da yine ço ksayıda senbolleri vardır. Salyangozlar, kabuklu hayvanlar, madenler, hendekler, mağaralar, vazolar, şişeler, her çe­şit kutular, kasalar, mücevherat kutuları, sandıklar, çantalar, va­lizler, cepler, ayakkaplar, terlikler, odalar, fırınlar, bahçeler, gemi­ler, kapıları açık veya kapalı evler, şatolar, kiliseler, kadın cinsel or­ganinin yerini alırlar. Şapka ve başa giyilen her şey bazen erkeğe bazen de kadına ait bir sembol olur. Genel olarak, meyveler, özel­likle, elmalar ve şeftaliler göğüsleri ve kadın vücudunun diğer ka­barık yerlerini temsil ederler. Cinsel organlara ait kılların yerlerini, ormanlar, koruluklar alır. Dans, ata binme, tırmanma, veya bir mer­divenden çıkma işi gibi ahenkli faaliyetler, çekilen silah, bir araba­nın altında kalmak gibi tehlikeli kazalar cinsel münasebetlerin ye­rini alabilirler. Şekerlemeler, cinsel hazları ifade edebilirler. Bazı iş­ler, özellikle piyano çalmak, karşı cinsin yardımı olmaksızın sağla­nan cinsel tatmini temsil ederler. Bir dişin çıkarılması iğdişi gös­terir. Uçma rüyaları cinsel uyarmalara dayanırlar. Bir kaç odayı do­laşmak işi evlenmenin bir sembolüdür.”

Şimdi bir dakika düşünelim. Ve erkek veya kadın cinsî uzvuna taallûk etmiyen, bir sembol gördük mü araştıralım. Demek rüyada ne görüyorsak, aşağı yukarı eğer kadın uzvunu temsil etmiyorsa erkek uzvunu temsil edecektir, erkek uzvunu da temsil etmiyorsa, erkek kadın münasebetini temsil edecektir. Oldu mu ya?

İnsanm kafasında cinsiyetten başka bir şey yok mudur? Ta­lebe ise, mektebi, memur ise bir vazifesi, işçi ise bir tarlası bir iş yeri, doktor ise hastası, mühendis ise projesi, kadın ise kocası, evlâd ise atası yok mudur? Kafasını (tahteşşuurunu (!) bunlar hiç meş­gul edemiyor mu? Varsa yoksa, bir cinsiyet. İyi ki cinsiyet var da rüyalar görebiliyoruz !)

Bismarck'tn da gördüğü bir rüya, (maalesef) Freud'un La sci-ence des reves kitabının içine düşmüş. Bismarck, 18 kânun evvel 1881 tarihli bir mektubunda 1863 yılı ilkbaharında gördüğü bir rü­yasını anlatır: “Çok müşkül günlerdi. Hiç bir insan ümitle bakamı­yordu. Be nbir rüya gördüm ve bunu karıma ve yakınlarıma ertesi sabah anlattım. Rüyam şudur : Ben Alp'lerin çok dar bir yolunda sıkışmışım. Sağ tarafım uçurum ve sol tarafımda kayalık. Dar yol gittikçe daha da darlaşıyordu. öyle ki atım daha ileriye artık gide­miyordu. Geriye de dönemiyordum. Yere de inemiyordum. İşte o zaman sol elimdeki kırbacımla kayalığa vurdum ve Allah'a yardımı için istimdatta bulundum. Kırbacım o zaman hudutsuz bir şekilde uzandı. Ve kayalar bir perde gibi aralanarak geniş bir yol açıldı ki üzerinden tepeler ve Boheme gibi ağaçlıklı memleketler ile bay­rakları birlikte Prusya ordusu görünüyordu. Bu durumu majestele­rine nasıl haber verebileceğimi kendi kendime soruyordum.   Rüya burada bitti ve ben neş'eli aynı zamanda kendimi kuvvetlenmiş ola­rak hissederek uyandım.”

Kim böyle bir rüya görürde neş'elenmez? Ve böyle rüyaları da Bismarck çapında çok kudretli insanlar görebilir. Ne güzel rüya değil mi? Hakikaten Tarih kitaplarından da öğreniyoruz ki, 1861 yılında, Prusya tahtına, Alman birliğine taraftar olan I. Wilhelm geçti ve Bismarck'ı başvekil yaptı. Wilhelm gibi adama da ancak Bismarck gibi adam yaraşır. Bu suretle, 1864 de Danimarka krallığına harp açılır. Danimarka mağlup edilir. 1866 da Avusturya'ya harp açılır, Prusyalılar Bohemya'ya girer (aynen, büyük adamın rüyasında gör­dükleri gelir tahakkuk eder). Meşhur Sadowa muharebesi kazanı­lır. Ve 1866 Prag anlaşması ile kuzey Alman devletleri Prusyanın idaresi altında ve Berlin merkez olmak üzere bir konfederasyon ha­linde birleşirler...) işte tarih de bu. Demek oluyor ki Bismarck'ın mektubu ile naklettiği rüyasını, bütün tarih kitapları birden tâbir etmiş oluyor.

Hayır, psikanalitik teoride öyle değil. Ya nasıl? iyi ki Freud o zaman yoktu da, Bismarck şöyle yüzde yüz bir inanç ile, dola dola rüyasına inandı ve rüyasının zevkini son yudumlarına kadar tattı. Ya Freund olsaydı ,Freud'un mektebindekiler olsaydı ne diyecekti? Neler demezler? en başta, Freud gelir ve der ki : “Bir zafer ve mu­vaffakiyet rüyası, ekseriya bir şehevî muvaffakiyet arzusunu giz­lemektedir.” Demek, Bismarck'ın kafasında, Almanyadır, Alman debletidir, Alman ittihadıdır, bu fikirlere, muarızlara neler yapıl­malıdır? gibi mes'eleler yok, bunlar hep uydurma, Bismarck'ın ka­fasındaki, şehevî duygularını tatmin edememiş işte rüyası bundan ibaret. Hele istikbal ile zerre alâkası yok. Hem “bu nebevî rü'yetin izahı için dinî fikirlerden yardım istemek de lüzumsuzdur.” Zira “Arzuların husulündeki Freudienne theorie tamamile kâfidir.” Ya gördünüz mü? Bismarck rüyasında da olsa niye Allah demiş, niye Allah'ı aklına hatırına getirmiş? Bu olacak şey midir? Bismarck bir el­lerine geçse? Hiç dinden imandan bahse lüzum var mı? Freudienne theorie'de ne eksik? işte Freud mektebinden bir adam (Bismarck için de adam dedik, Hazreti Mevlâna için de ve maalesef işte Freud mektebine bağlı bir kimseye de.Asıl burada bir kelime icadı lâzım. Çünkü Bismarck'a adam derken Hanns sachs'a da adam denir mi? Fakat mecburen bu kelime kullanılıyor) evet, Freud mektebine bağ­lı Hanns Sachs isminde bir adam diyor ki : “Şahsî nokta-i nazardan söylemek icap eder ki, rüya gören rüyasmdaki tatminkârlıktan memnun olmamış ve bil'akis hakikatte arzusuna nail olabilmek için tahrik edilmiştr. îlânihaye uzamış görünen kırbaç psychanalytique tâbir tekniğinde biraz tanınıyordu. Kamçı, mızrak, baston ve bu ne­viden bütün eşya phallique (erkek cinsî uzvu) sembollerdir. Uzamak imkânını gösteren bu kamçıda, bittabi, müşahade edilen hassa yok­tur, îlânihaye uzama suretile alâmet-i zahirenin mübalağalanması infantil (yani iptidaî ilk çocukluk yıllarına ait) bir fikri ortaya ko­yar. Kırbacı ele almak fiili çok aşikâr bir surette masturbation'a (Er­kek tenasül uzvunu el ile oynamağa) kinayedir. Bu rüya görenin ha­lihazır hayatında muhakkak ki varid değildir ve fakat çok uzaklar­daki çocukluk hayatı için mutasavverdir” Dr. Steckel'in tarzı tâbi­ri burada çok faydalıdır. Ondan başka rüyada, sol, hatayı günah'ı defendu'yu (memnu olan şeyi) gösterir, bu infantin onanisme'e ga­yet güzel tetabuk edebilir. Bütün sahne, Allah'ın yardımını istim­dat ederek, kayalıklara vurulan bir darbe ile korkunç bir halden mucizevî bir surette kurtuluştur. Bu ise nazarı dikkati çekecek şe­kilde, kitab-ı Mukaddesdeki (Tevrat) Hazreti Musa'nın vurmak su­retile kayadan îsrail oğulları için su fışkırtmasını hatırlatmaktadır. Hükmedebiliriz ki, Kitab-ı Mukaddes'e bağlı bir ailenin oğlu olan Bismarck tarafından bu bahis biliniyordu. Halkın kini. nefreti ve isyanile meydana gelmiş olan bu zamandaki muharebede Bismarck kendisini hazret-i Musa ile mukayese yapabiliyordu. Bu rüya ile C'ünlük temennilerine tekrar bu mukayesesi kanalile bağlanmış ola­caktı. Di&er taraftan Kitab-ı Mukaddes, masturbation rüyası için cok faydalanılabilecek bir hususiyet ihtiva etmektedir. Hazreti Musa Allah'ın emrine rağmen, Asa'smı eline alır ve Allah onun bu itaatsizliğini, vâad edilen vatanı ^örmeden öleceğini bildirmek suretile cezalandırır. Asa ki, ?ayr-i kabil-î şüphe symbole oballi-nue'dfr, men edilmesine rağmen ele alınmıştır, mayi ki indirilen bir darbpdpn husul bulmuştur, Çocukların masturbation zamanla-rndaki -ölüm tehdidini mükemmelen icmal eder. Biri bir adamın 6tat ^erutai frinsî hayatı) fikrinden doğmuş, diğeri bir çocukluk ru­funa mevilden mütevellit bu iki ayrı tezahürün bir arada görülo-bilmpsi alâkabahs+ır ki, bunlar kitab-ı mukaddes bahsi karşısında birHrleri ieinp plrmis''er ve bu suretle £üc element'ları ortadan kal­dırmışlardır. yAsa'vı ple almak, bir müdafaa, ve bir itaatsizlik fiili­dir ki "prnboliV akilde sol p] \\e gösterilmiştir. Gizli sevi veva mü­dafaa fikrini acıkca ortadan kaldırmak istiven bir sebeb sâikile. rü­yanın tezahürü, muhtevasında Allah'dan istimdat edilmiştir. Haz-ret-i Musa'ya vâki iki emr-i ilâhî : O vâaad edilen vatanı görecek­tir. Fakat o oraya giremiyecektir. Biri çok aşikâr bir suretle husul bulmuştur: (Ağaçlıklı memlekete ve tepelere nazar). Diğeri, çok güç, tamamile hatırlanmadı. Filvaki su her iki sahnede de yoktur, fakat onun yerine kayalar ikame edilmiştir.” Nasıl kıvranıyorlar, neler düşünüp neler söylemiyorlar? Ta ki Rüya ne bizzat rüya'yı gören Bismarck'ın düşündüğü gibi, ne de sizin ne de benim düşün­düğümüz gibi olamasın. Ya nasıl olsunmuş? Çocuklukta bazı kim­selerin yaptıkları hata ve kusurlar var ya işte rüya rüya dediği Bis­marck'ın bu imiş (!) Veya hazreti Musa'nın ele alma denmiş olan, Asa'sı (!) gibi memnu ve tenasül uzvunu temsil etmiyor mu imiş sol eldeki kırbaç? vs. vs. Ne dersen de. Yalnız bir ucu gelip behe-mahal cinsiyete dokunmalı, Ya dokunmayıverirse? öyle rüya olmaz. Rüya dediğin de böyle olmalı (!) Rüyada, ama su da yoktu, bütün tefsirler su üzerine yapıldı. Su yok ama, kayalar var ya, işte o ka­yalar, tefsirler içinde belirtilen su'ları temsil ediyor (!).

Rüyaların ilmini de gördünüz mü? kâfi mi? Bir de yine aynı kitaptan bir bekçi hanımının rüyasına dediklerine bakınız; bu bah­si de kapatalım : “Birdenbire birisi hırsızlık kastile eve girdi. Ka­dın korku içerisinde bir bekçi çağırdı. Fakat bekçi üzerinde pele­rini ile kiliseye do&ru gidiyor, sonra bir çok merdivenler çıkarak kiliseye giriyor. Kilisenin arkasında da bir dağ görülüyor. Dağın üstü yemyeşil ormanlık.” Şimdi bunu tâbirlerine bakalım : Psycha-nalytique theorie'de interpretation (tâbir). Bakalım buna ne söyle­mişler : Kilise kadın tenasül uzvunun merdiven, cinsî münasebe­tin, dağ. kadın tenasül uzvundaki cıkmtmm, ormanlık da kadın te­nasül uzvundaki kılların sembolleridir. Ve işte kadının rüyası bu­dur. Bunu bilmiyecek ne var?

Sabrınızı, daha fazla suistimal etmek istemem. Ve tek gayem size faydalı olabilmektir.

Pekiyi kimmiş bu Freud? Bir iki kalem darbesile onu da çi-ziverelim ve bu bahisleri artık kapıyalım.

Freud, Giovanni Papini isminde birine demiş ki : “Kimse ese­rimin sırrına vakıf olamadı, onu bilemedi.” Bizim kitabımızı gör­seydi, bu sözü olsun sarf edemiyecekti. Ve devam ediyor : “Kalbi­mi hiç bir vakit tamamile kimseye açmadım.” Sen açmamıştın ama, işte biz açıverdik, olduğu gibi ortaya çıktı. “Şayet ben bir âlimsem, bu istidadımdan değil, ihtiyaçtan doğmuştur.” Neredeyse ilimle alâkası olmadığı halde, âlim deseler bile kırılacak. Çünkü o ilim yapmadığını ve ancak bir ihtiyacm sâikile bu şeyleri icad ettiğini ifade ediyor, “iç güdüsü ile edebiyatçı, hâdiselerin zoru ile doktor olan ben” diyor, Demek hâdiseler var, bir şeyler var, bazı ihtiyaçlar kendisini zorluyormuş da onun için, doktor olmuş, onun için Psycha-nalyse demiş, nevrose demiş, rüya demiş.. Efsane demiş.. Bunları işe karıştırmış. Eğer Pitigrilli gibi düpedüz edebiyatçı olsaydı ne hük­mü olurdu? Onun için söyler ki : “Tıbbın bir kolu olan psychiatrie'-yi (Akliyeyi) edebiyat haline getirmeği düşündüm. Âlim geçinmekle beraber, şair ve romancı kalıyordum. Psikanaliz bir edebiyat isti­dadımın psikoloji ve patoloji sahasına intikalinden başka bir şey değildir.” Psikiatriyi edebiyat haline getirmeği düşünmüş. Psikiat-ride, yeni yeni hastaları, iyi etmek için çalışmak çabalamak demek aklının ucundan bile geçmiyor. Hastaları bırakın^ psikiatriyi psiki-atri için bile kabullenmemiş. Yalnız edebiyatına, yani kendi ha-yellerine âlet yapmak için kullanmış. O halde nasıl bir edebiyatı

seçip getirecekmiş? “ihtirası her şeyin üstünde tutan ve bütün ih­tirasları aşka bağlıyan, ortaçağ şiirinin genelliklerini yeniden ele alan romantisme, bana cinsiyeti insan hayatının merkezi yapmak fikrini telkin etti.” Ve bu aşkı merkezi sıklet yapabilmek için de biliyorsunuz, Libido dedi ve efsanelerden en hayasızlarını seçerek bu psikiatriye getirdim dediği edebiyatın can noktası yaptı. Haki­katte bu değil mi? Freud bahsine başladığımız ilk kelimeden işte şu son kelimelere kadar cinsiyet'den gayri bir şey duyabildiniz mi? Duyamazsınız, çünkü yok. Duyamazsınız, çünkü, Freud kendisi di­yor ki ben aşkı, fikirlerimin merkezi yaptım. Bir ampul merkez halinde etrafa yalnız nûr saçtığı gibi, elbet Freud'da maden cinsiyeti merkez almış, etrafta hangi bahisler varsa onlarm her noktası da tabiatile cinsiyet olacak ve ortada nûr'un karanlıktan eser bırak­maması misâli cinsiyet de kendinden başka ortada bir şey bırak-mıyacaktır, hasta dahil, hastalık dahil, tıb dahil, psikiatri dahil, te­davi dahil, rüya dahil. O halde, doğrusu tam düşündüğü gibi çalış­mış ve teslim etmek gerekir ki fevkalâde ve mükemmel bir surette buna muvaffak olmuş. Bu muazzam muvaffakiyeti için ona söyle­nebilecek tek kelime yok. işte muvaffakiyet bu kadar olur. Ve buna muvaffakiyet derler, Pitigrilli de öyle düşünmüştür ama, kaç ki­şiyi arkasından sürükliyebilmiş inandırabilmiştir? Ama burada ilmî nazariye olunca akan sular duruyor. Freud diyor ki, insanlar eğer cinsî tatmine ermezlerse... O halde, cinsî tatmin yolunu ara­mamalı mı? Hakikaten öyle. Ana yok baba yok, kardeş yok dost yok, din yok, Allah yok, âdet yok, an'ane yok, fakat, aşk var, eylen-ce var, efsane var, kin var, intikam var, katil var ve yalnız ve sa­dece cinsî tatmin olmak mes'elesi var, kim ile olursa olsun, nasıl olursa olsun, beşikten mezara kadar, komşudan ana ataya kadar. Ve sonra, sonra ne oluyor “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış ca­navar.” deniyor, çünkü bir hurra gürradır ki gidiyor, ne ana tanını­yor ne ata ne ahlâk tanınıyor ne terbiye, bir hercümerçtir gidiyor.” Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” misra'î yalan mı? Ni­çin medeniyet böyle oluvermiş? Freud ve emsali kimseler, köşele­rinde ilim mi yapıyorlarmış? iktisadî nazariyeyi kuran Marx kadar masum mudur (!) 1ar?

O halde neden Freud insanlığa bu derecede ağır, çekilmez, ta­hammül edilmez darbeyi reva görüyor? Ne istiyor insanlardan? Bir etüdden aynen okuyalım : “Freud daha pek küçük yaşta iken ken­dine güvenen kavgacı bir çocuk olarak tanınıyor. Bizzat naklettiği şu fıkrada onun seciyesi okunur. Babam beni 10-12 yaşımdan sonra yanında gezdirmeğe ve dünya işleri hakkında tenvir etmeğe başladı. Bir gün benim çok iyi günlerde yetiştiğimi anlatmak için aramızda şöyle bir konuşma oldu :

—           Oğlum, henüz gençtim. Bir cumartesi günü yeni elbiseleri­mi giymiş, kürklü kalpağım başımda yaya kaldırımdan gidiyordum. Hırıstiyanın biri (Freud ve babası musevîdir) ansızın dirsek çar­parak yanımdan geçti. Ve bir tokatla başlığımı uçurduktan sonra : “yahudi, yaya kaldırımdan in” diyerek beni tahkir etti.

   Sen ne yaptın baba?

   Ne yapacağım oğlum, indim.

Doğrusunu söyliyeyim. Beni elimden tutup götüren bir adamın bu hareketi bana hiç de kahramanca görünmedi. Bu sırada bilâ ih­tiyar, Anibal'm babasını yani Romalılardan intikam almak için oğ­luna evinin mihrabında and içirten babasını mukayese ettim. O DAKİKADAN İTİBAREN ANIBAL HAYALİMDE TÜTMEGE BAŞLADI.”

Gördünüz mü kimmiş Freud? Romalılardan intikam alması için oğluna and içirten Anabial'ın hayali içindeki adam!

Sonra ne olmuş? Sonra 1938 de, Avusturya yahudiler düşmanı bir Almanya ile işgal edilince, Paris'den sonra kalmakta olduğu Londra'da çene kanserinden ölmüş. Adamın ölümü bile manâlı. Çe­ne kanserinden başka ölecek hastalık mı kalmamıştı?

Fakat, ne fayda? Arkasına takılan bir sürü insan oldu. Kanaa­timizce bunlardan çoğu, derin tetkik ve tetabbu sahibi olmadıkları için, “O Mâhiler ki derya içredir deryayı bilmezler”hesabı, ruhi­yat ile meşgul meslek sahibi olsalar da, ruhiyatı bilmedikleri için, Freud deyip, ilim yaptıkları zehabına kapılmış, geçip gitmektedir­ler, Bu gibilerin ruhiyatı iyi tetkik etmelerini tavsiyeye şayan bu­luruz.

Yalnız, az da olsa, bir de ikinci grup mevcuttur. Bunlar da aynen Freud gibi bir dünya tasarladıkları için, (Freud'luk) yapmak­tan geri kalmamaktadırlar. Bunlara tavsiye kâr etmez. Allah islâh etsin demek yerinde olur.

Freud ekolünden gayri, Dynamique Psychiatrie'de ibda olunan bir çok ekollerden hiç biri, şükür cinsiyeti ve lafını ağzına alma­maktadır. İlk ayrılan arkadaşı Adler'den, bizim de kıymetli ve cid­den Psychiatrie'ye vâkıf arkadaşımız Kriton dinçmene kadar. Ve bu müellifler, fikirlerini muhtelif görüşleri üzerine bina etmekte­dirler.

Gelelim işin hakikatine. Veya daha güzel bir ifade ile, hakika­te en yakın olanına. Şimdi işte, “her şeyin bir şeye irca olduğunu göreceksin.”

 


 

DİNAMİK PSlKİYATRİDE DlNÎ NAZARİYE

(Allah insana akıl vermiştir. Akıl insanı Allah'a sevk eder.)

Ne zaman ki insan, yıldızları görür, ay'ı görür, güneşi yağmuru görür, (bunlar nedir? ben neyim?) demeğe başlar, yani Descartes'ın ifadesile, düşünüyorum öyleyse varım “Je pense done je suis” der, o zaman, insan artık, aklın sevki idaresine geçmiştir ve akıl insanı Allah'a şevke başlar.

Acaba öyle mi?

Dağda bir adam tasavvur edelim. Yalnız başına. Dağda Diğer adamlar gibi, bu adam da : “Ben neyim? Nereden geldim? Niçin geldim? Nereye gidiyorum?” demeğe başlıyacak, yani Allah'ı ara­mağa gidecektir.

Mesnevi'de, hazreti Musa zamanında, böyle bir yalnız adam hikâyesi vardır. Bu adam, dağda yalnız yiyip içmekle iktifa edeme­miş, kendi düşünce ve tasavvurunda bulduğu tanrısı yoluna gitmiş ve dağdan ta aşağılara kadar yuvarlanmak suretile yine kendi dü­şünce ve tasavvurunda şekillendirdiği ibadetini edaya başlamıştır.

—            Ama, bu Mesneviden bir hikâye, öyle şey olur mu? Hem de tek başına bir adam hikâyesi.

Ama, Molla Cami, Mevlâna ve Mesnevi için : “Peygamber değil ama, kitabı var.” demiş. Bu derecede makbul ve bu derecede muh­kem bir kitaptır.

—             Bizim kulağımıza o laf da girmez,

Ya, “West östlicher Divan” (El divan-al şarkî lil müellif-il garbî) Der östliche DİVAN vom Westlichen Verfasser, müellifi ta­nınmış büyük Alman Şairi, Wolfgang von Goethe de : “O büyük zekâ, müdafaadan münezzeh olacak kadar kemâl'in zirvesine çık­mış, dehasının şahikasını bulmuştur. Evet, o, peygamber değildi,fakat kitabı vardır.” demiştir. Hazreti Mevlâna ve Mesnevi için. Buna ne dersiniz? Ve gerçekten Mesnevi, Kur'an azimüşşanın ince bir tahlili ve tefsiridir.

— Hayır efendim, mes'elenin ruhu şudur, biz Mevlâna ve Mes­nevi olduğu için bu izahatımızı kabul edemeyiz.

Demek, sız, hazreti Mevlânaya inanmıyorsunuz. Peşinen ve kat'ı.

Pekiyi, o halde, sizin inanacağınız, tarih ve sosyoloji kitapların­dan bahis edelim. “Evet, o kabulümüzdür, ona inanırız” diyeceksiniz. O halde, şimdi, sıra onda.

Tarih ve sosyoloji kitaplarında gördüğümüz de, en küçük en basit bir topluluğun bile, yine kendi düşüncelerine göre tasavvur ettiği bir tanrı bulduğu ve buldukları bu tanrılarına, yine kendi dü­şüncelerine göre tasavvur ettikleri ibadet şekillerile gittiğidir. Bu tanrıları, cemat (taş, toprak, ay, yıldız) veya her türlü nebat veya her türlü hayvan olabilir. Put veya Totem, işte budur. Ve bu tan­rılarına giden yollarda, türlü kaidelere tâbi, göz kırpmadan yaşar­lar. Gerek kendi toplulukları içindeki kaide ve nizamları ve gerek başka kabilelerle olan münasebet veya kıyasıya mücadelelerinde, esas, yalnız bu inanılan, put veya totem'leridir. Yani, tek cümle ile, totem için yaşıyor ve totemleri için ölmektedirler. Bu fertler­den teşekkül eden topluluğun kabullendiği totem de. (tanrı), bu top­luluğu teşkil eden fertlerin teker teker kabullendiği totem olduğu için, kabile payidar olduğu müddet kabile ile birlikte yaşayıp git­mektedir. Tarihden, sosyolojiden öğrendiğimiz de aynen budur.

Fertler böyle ufak topluluklar değil de, büyük topluluklar ha­linde ise, o takdirde, topluluk ve düşüncelerdeki tekâmül ile birlik­te Allah'ı tasavvurları da ne dağda yalnız yaşıyan kimseninkine ve ne de ufak kabilelerdeki fertlerin totem tasavvuruna benziyecek-tir, Çünkü bu insanlar, dağda yaşıyan kimsenin tanrı tasavvurunu veya küçük kabilelerin put dediği tanrı tasavvurlarını bir türlü ka­bullenemeyecek, tatmin olamıyacak, doyamıyacaklardır. “Tabiat” de deseler, bütün putlara şamil, o da olmuyor. O halde, bu yüksek ce­miyetler ve milletleri teşkil eden insanların Allah'ı tasavvurları, an­cak peygamberlerin tebliğlerinde ifadesini bulduğu için, zamanın peygamberi hazreti Musa veya hazreti îsa veya son peygamberi du­yanlar, duyar duymaz ve gurup gurup onların yoluna girecek, on­ların dediklerini harfiyyen yapmağa başlıyacaklardır. Böyle olma­saydı, hangi peygamber, hangi zor ile ve kaç kişiye ve ne kadar müddet Allah'ı kabul ettirebilirdi? Ve peygamberlerin tebliğ ettik­leri Allah'a inanan bu insanlar, ne derecede malî ve hayatî bir mü­cadeleye göğüs gerebilirlerdi? Demek iş kendiliğinden olmaktadır. Esasen insanlar bekler halde. Toprağın yağmuru beklediği gibi. Hangi toprak, muhtaç olduğu, uğruna şerha şerha yarıldığı yağ-mur'u bulur bulmaz, onu sinesinin ta içine kadar çekip benimse­mez? “Yağmuru alacaksın, kabul edeceksin” diye, toprağa ayrıca tenbihe veya tekdire lüzum görülür mü? îşte, bizim peygamberi­mizin tebliği (söyle geç, ya habibim) âyetinin sırrı da buradadır. Söyle ve geç. Bu kâfidir, insan elbet, kabullenecek ve grup grup dı ne girecek, hem bunlar, binlerde değil, yüzbinlerde, milyonlarda ifadesini bulup devam edecektir, öyle olmuyor mu? Bu gün halen milyonlarla Musevi, Hıristiyan ve islâm mevcut değil midir? Ge­çen asırlarda da daha evvelki asırlarda da yine milyonlarla, Muse­vi Hıristiyan ve islâm yok mu idi? Bu kadar insanı dinleri içinde tutup duran, dinleri içinde yaşatan kuvvet nedir? Bu heybetli Teorisi karşısındadır ki (dinsiz cemiyet) yani (dinsiz adam) olamaz, di­yorlar. Yanlış mı? Olsa bile milyonlar, milyonlar yanında ihmal edilebilecek bir rakamı tecavüz eder mi?

O halde insan fıtreten, yani yaratılış icabı, başına iki kulak, gövdesine iki ayak, göğsüne bir kalp... takıldığı gibi, beynine de ALLAH fikri konarak yaratılmış olmaktadır, demek oluyor. Onun için dağdaki adam tanrı deyip, kendini dağdan aşağıya atıveriyor. Onun için, kabilede insan, totem deyip, canını ateşe atıveriyor. Ve­ya semavî dinlerde, maruz kalınılan her türlü işkenceler, yalnız, tek bir tebessüm ile karşılanıyor. Neden? Çünkü, insanı yaratan, insanı böyle yaratmış. Meselâ, yemek yemeğe de mecbur edilmiş. Yiyecek ki yaşıyacak. Birisi : “Ben öyle yaratılmadım, yemek ye­meden yaşıyacağım.” derse, geberir. Aynı şekilde bir kişi de, bütün gelip geçmiş zamanlardaki hali de görmiyerek : “Hayır ben, Allah'ı arama dkuygusu ile yaratılmadım.” derse, bu söz aynen, ben ye­meğe mecbur yaratılmadım diyen insanmkine benzer.

Çünkü, insanın, bütün insanlarda olan karaciğer gibi bir kara­ciğeri vardır. Ve bütün insanlarda karaciğer hücreleri de tıpkısı tıpkısına, bütün insanlardaki gibidir. Ve bu karaciğer hücreleri de her insanda ayni şekilde vazifelerinin hepsini, teker teker görmek­tedir. Evet, o kişinin ki de böyledir. “Benim karaciğerim böyle ola­bilir ama, akciğerim benzemez.” derse, akciğeri de aynen, diğer insanlardaki gibidir. “Benim akciğerim de diğer insanlarınkine ben­zese, benim vücudumdaki, falan damar, falan yerden ayrılıp, falan falan adelelerin içinden, falan falan şekilde hıfzedilmiş olarak, son­ra da kemikte kendisine göre açılmış bir delikten geçerek, ve falan sinirin yanına gelerek seyretmez..” derse, bu da olmadı. Çünkü otop­silerde, biz bütün insanlarda, bütün damarların, aynı trajeyi (yolu) takip ettiklerini görüyoruz. Ve kalbin sevki ile kan o yolda gitmek­tedir. O çizilen yolun karşısında gtimeğe kalkmak, türlü teşevvüş­lerin girdabına girmek demektir. O halde gel senin kanın da bu çizilmiş yol üzre rahatça akıp gitsin ki, kalbine zorluk olup, kalp şişip, yorulup, duruvermesin, “Pekiyi, benimki de öyle gitsin” di­yeceksin. Ama, sen zaten dcmesen de öyle gidiyor. Sen demeden, zaten o, öyle gidiyor.

işte kalp (yaniAkıl) kanı (yani seni) bü damarların istikameti üzre (yani Allah'a giden yolda) seni sevketmektedir.

Yalnız, bu istikamette gitmeğe mani şehvet, yani akim muka­bili olan nefsanî duygular, seni kendi istikametine çekmeğe çalışa­caktır.

Akim mukabili olan şehvet yani nefsanî duygular, aklın insanı sevkettiği Allah'ı bulmak istikametinden, alıkoyacak bir kuvvet haline gelebilmişse, işte ruhî müvazenesiklikler, bu AKIL-NEFÎS çarpışmalarının şiddeti nispetinde meydana gelmeğe (angoisse) ve tekâmül etmeğe (türlü uzvî ve ruhî teşevvüşler) başlıyacaktır.

O halde, şimdi Angoisse'ı (sıkıntı) etüd edebiliriz.

 

DİNİ NAZARİYEDE ANGOISSE (Sıkıntı) TEŞEKKÜL VE TEKEVVÜNÜ

 

“Ve daüke Fike vela tubsiru devaüke minke vela teş'uru. Ve tez'u-mu enneke cirmun sağirün. Ve fîke intava el alamül ekberu.” Hastalığın içindedir, görmüyorsun; devası da sendedir anla­mıyorsun. Kendinin küçük bir cisim olduğunu zannediyorsun. Hal-bu ki sende en büyük âlem durulmuştur.

Hazret-i Ali kerremallahü veçhe.

 

 

Topta gyroscope gibi (top taşıyan vasıtanın iniş ve çıkışlarına rağmen namlunun hedefe olan istikametini muhafaza eden âlet) beyinde akıl, aynı şekilde muhtelif manialara rağmen, insanî Al­lah'a sevkedip gitmektedir.

Biz, bunu nazariyemize giriş'de, bir motor halindeki kalbin önüne çıkacak mania ile ne hale gelebileceği şeklinde izaha çalış­mıştık.

Çaylar, dereler, ırmaklar da öyle değil mi? önüne çıkan mani­alar ile direct veya fazla miktardaki yağışları kabul hasebile indi-rect türlü sebeplerin şekil ve derecesine göre ne hale geldiğini ya­tağını da (İstikamet) bırakıp taştığını ve bu suretle yalnız zarardan ibaret kaldığını görmüyor, işitmiyor veya okumuyor muyuz?

İnsan gibi, diğer hareket halindeki her şey de, muayyen bir istikamete müteveccih olduğu için, aynı misâl içinde mütalâa edi­lebilir.

Bir Tayyare veya vapurun hedef noktası kaybının nelere mal olacağını bir an düşünür müsünüz?

işte şimdi, bir orman (dünya) içinde, evine (Allah'a) gitmekte olan bir insanı artık tasavvur edebiliriz. Bu insan yolunu, istikame­tini hedefini yine malûm direct ve indirect türlü sebepler ile kay­beder ve orman içinde kalmağa mahkûm hale gelirse, o taktirde iş­te (ANGOİSSE) teşekkül edecektir.

Kuşlar, yapraklar, çayırlar, çiçekler, ırmaklar, şelaleler, balık­lar, meyveler onu evin yolunu kaybettiği takdirde ne dereceye ka­dar doyurup tatmin edecektir? Unutmuş görünse de, her gün, her saat gizli veya açık derdi ve düşüncesi evinin hasreti, arzusu, işti­yakından ibaret olmıyacağını imkân dahilinde görür müsünüz? Di­ğer taraftan, istikametini tutmuş, yolu üzerinde emin, atma veya arabasına binmiş (meslek) bir insanın, üstelik ıslık çalarak, keyif ile ormandan geçip gittiğini, etrafta gördüğü şelâle değil su biri­kintisinin dahi, çiçek değil dkenin dahi( bazı sosyo-ekonomik im­kânsızlıklar) bu insana yalnız ve sadece zevk vereceği bedahet ve haki­kati de böylece anlaşılmış olmuyor mu? Niçin bazen fakir bir ada­mın (ormandaki yaya) şükür diyebildiği, huzur içinde çalışıp dur­duğu halde, zengin veya mevki sahibi bir insanın, sıkıntısından in­tihar fikrini dahi kafasından attığı tek saniye bulamadığının sebe­bi şimdi anlaşılıyor mu? Evet mes'ele geliyor istikamete. Evet mes'-ele geliyor, hakikati görmeğe ve kabul etmeğe.

Ve bizim yaptığımız işte, hakikatin teşrihi ve teşhiridir. Angoisse Nedir?:

Organisation mondiale de la sante ilân etti ki : “Sıhhatte şahıs, ızdırap (angoisse, sıkıntı) halinden masun idame-i hayat edebilen­dir. O hadle nedir bu angoisse?

Affeçt ve humeur biri veya diğeri emotionnel (heyacanî) veya affectif (hissî, teessürî) hali bildirmek için kullanılan kelimelerdir.

Affect'in tarifi de güçtür. Emotion olarak ifade de tatminkâr değildir. Derunî bir his olarak tavsif ise yine pek mütebeyyin sa­yılmaz.

Psikolojide teessürî haller deyince, bize hoş veya nahoş ola­rak tecelli eden hallerin mecmuu veya bu hallere bağlı olan hâdi­selerin mecmuu anlatılmak istenir. Hassasiyet ise, haz ve elem'in yekûnu olmaktadır. Psikolog Ribot : “Hoş ve nahoş denilen haller, teessürî hayatın ancak sathî kısımlarını teşkil eder. Asıl derin un­surlar ise, temayüller, iştihalar, ihtiyaçlar ve arzulardır.” demekte­dir.

Rouston ise teessürleri fail yani temayül ve ihtisas ve münfail yani hisler ve heyacanlar olarak mütalâa eder.

Sırf teessürî haller var mıdır? yani kendisi tahlil edilince, un­sur olarak bizzat haz ve elemden başka bir şeye malik olmıyan ba­sit teessürler var mıdır? Lehmann'a göre yoktur. “Teessürî haller, zihnî hallere bağlıdır,” kanaatindedir.

Psikolojik noktai nazardan, netice olarak söylenebilir ki, hayat, hemen her an haz ve elem'in muayyen bir derecesile renklenmiştir ve heyacan gelip geçici, birden bire zuhura gelen şiddetli teessür halleridir.

Anlatılmağa çalışılan bu affect'in yani teessürî, hissî, heyaca-nî hayatın normal tezahürleri ki şahsiyetin ifadesi olmaktadır, psi-kiatri'de tristesse (hüzün) exultation (fartı neş'e ve sevinç) la peur (korku) beya bunların variant'ları, yani saadet, memnuniyet, endi-. $e. keder, vs. tarzında meydana çıkmaktadır.

Pathologique (marazî) halde, bu normal addedilen affect'lerin yalnız başına veya müşterek mübalağalanmaları veya bila'akis af­fect'in tam kaybı (apathie) görülmektedir.

Meselâ, depression affective veya tristesse, şahsî veya etraf du­rumu ile hem ayar değil ise, o vakit marazî hududa girmiştir. Bu takdirde, hasta, umumiyetle durumunu izah edemez. Ancak, davra­nışları ile, yüz ifadesi ile veya diğer işaretlerle (sıkıntıda) yanı an-goisse içinde olduğunu belli edrr. Angoisse bu durumu ile denebi­lir ki, devamlı bir korku halidir. Ve apathie (duygusuzluk) affecti-on yokluuğu halidir. Bu hal, indifference (lakaydî) ve insensibilite (hissizlik) ile synonyme'dir, yani aynı manâdadır. Objectif manâda, cevap yokluğu veya his yokluğu olarak tercüme edilebilir. Bu gö­rüşle hypochondrie, şahsın vücuduna ait türlü uzvî hastalıklar id­diası,, düşüncedeki teşevvüşlerin marazî tezahürüdür. Hiç bir send-roma bağlanamıyan hypochondriaque preoccupation'lar olduğu gi­bi, bazen neurose'larda, bazen şizofrenlerde ve fakat umumiyetle melancolique depression ile involution melancolie'de görülür.

Netice olarak, neuro-psychiatrique notion'lar muvacehesinde diyebiliriz ki, personnalite yani şahsiyet, günlük hayatta şahsı sevk eden bütün meyillerin bir muhassalasıdır. Daha ilmî bir ifade ile, aşağıdan yukarıya muhtelif seviyelerin vegetative (neuro-endocri­nienne) sensori-moteur (systeme nerveux central) ve nihayet son kademede psychique (ruhî) seviyelerin müşterek bir integration'u-dur. O halde, şahsiyette zuhura gelen ve türlü hâdiselere müncer olan angoisse (sıkıntı) nın sebebi için ne denmektedir?

Psikolojide, her temayülün tatmin edildikten sonra bir haz'zı, akside elemi (sıkıntı) uyandıracağı kanaati hakimdir. Ve umumiyet­le hazlar ve hoş haller dynamogene (kudret doğurucu) ve elemler, nahoş haller daha ziyade depression (inhitat) tevlit edici olarak va­sıflanır. Psychologue Richet : “Elem yani sıkmtı ancak yaşamak istemediğimiz bir hal gibi tavsif edilebilir.” der.

Wolf ve Descartes ise : “Bir güzelliğe, iyiliğe, doğruluğa götü­ren te'sir ve vaziyetler hazzı, bunlardan uzaklaştıran te'sirler ve va­ziyetler de elemi vücude getirirler.” demektedirler.

Meşhur filozoflardan Eflatun : “haz maddî ve manevî arzula­rın tatmininden, elem bu arzuların tatmin olmamasından neş'et eder.” mütalâsmdadır. Aristote : “uzvî ve ruhî faaliyetlerimizi kuvvetlen­diren vaziyet ve hallerin hazzı uzvî ye ruhî faaliyetlerimizi zayıf­latanların da elemi tevlid ettiğini” iddia eder.

Dynamique psychiatrie'de Freud : “Tatmin olmamış libido'nun, yani cinsî arzunun, doğrudan doğruya bunaltıya (angoisse) döndü­ğünü söyliyebileceğimi sanıyorum.” der veya “refoulee olan libi­do'nun tezahür şekli” olarak sıkıntı anlatılmak istenir. Yani insan, cinsî sevki-tabiisini tatmin edemiyor ve ne olursa işte bundan olu­yor, insan angoisse'a duçar oluyor denmektedir.

Türlü fikir ve mütalâa ile o kadar psychologue o kadar feyle-zcf saydık bililtizam ve o kadar da neopsychanaliste'ler var, yani dinamik pisikatri ekol sahipleri, hiç biri cinsî arzu diye bir kelâmda bulunmuyor, maddî diyor, manevî diyo^ türlü temayüler arzular ve hisler ortaya sürüyor fakat hiç biri çıkıp da cinsiyet mes'elesi bu sıkıntıyı yapıyor demiyor. Son psikanalitik ekol sahipleri bilhassa, zaten refoulement (ihtibas) inconscien (tahteşşuur) vs. gibi freudi­enne diğer tabirleri de tamamen kaldırdılar, bizim gibi. Ve Freu-disme, şimdi başladığı tarzda elinde yine o Abreaction, yine la libre association, transfert, symbolisation, refoulement, inconscient.. vs. gibi cicili bicili ve fakat haddizatında hiç bir ilmî hüviyeti ve kuv­veti olmıyan türlü kelimeler örgüsü içinde (libido) su ile (mahsur) ve (mahzun) kalmıştır.

La libre association; gel git anlat, otur yat anlat, dinlen dinlen anlat. Ne kadar? ömür vefa ederse yıllarla. Ya, hastalık ne olacak? Has­talığı b.ilmem ama (çünkü bu şekildeki ruhî tedavi tarzı da tamami-le yeni dinamik görüşlerle kaldırılmıştır) gördük ki, ya hasta dok­tora ya doktor hastasına aşık olabilecektir. Bu transfert, bir teşek­kül etti mi artık korkmamalı! Abreaction da mümkündür, çünkü symbolisation olacak ya! Daha başka keşifler? Tabii bunlar incons-cient'den çıkacak! oraya refoule (!) olmuştular ya? Freud'un da in-conscient dediği, her haldt ceketin içi gibi bir yer olmalı. Ceket yani conscient demek malûm?

Pekiyi, bizim hâtıra ve hafızamız nereye gitti? Canım üzülme­yin, dedik ya, kelimeleri uydurmalardan ibaret, ilmî bir hüviyeti yok diye. Yine bilinen bizim hafızamızdır. Hâdiseler, rüyalardaki sahneler gibi ,haberimiz de olmadan, geçerken giderken bir yere ta­kılıp ses verip acıtıp incitmeden, balığın el içinde kayıvermesi gi­bi, denizin dibine dalıvermesi gibi, kaçıveriyor. Fakat hıfz oluyor. Muhafaza ediliyor. Hem öyle karışık değil gayet muntazam, ve pek şaşırtıcı bir incelik ve maharetle tasnif ediliyor. Falan seneyi dü­şünüyoruz, daha o seneyi anarken, o anda, o seneye ait hatıralar da hemen gözümüzün önüne ve dilimizin ucuna geliveriyor. Falan şahsı ararken, bütün teferruatile birlikte, o anda yine şuurda beli-rıveriyor. Bizim kütüphane memuru gayet efendi bir kimse olan Hilmi Gömeç, bütün samimiyet ve gayretine rağmen, falan müel­lifin bir kitabını saatlerle aradıktan sonra bazen de bulamıyor, ikin­ci bir müellifin kitabını ise, aynı, anda aramak daha da güç. Pekiyi, Hilmi efendi, bir de kitabın ismine göre arayı ver deriz. O zaman yine kâğıtlar dosyalar, kayıtlar.. Hafızadaki ne biçim bir kayıt sis­temidir ki, sene söyleriz, senesine göre mahal söyleriz mahalline göre, isim söyleriz, ismine göre, hâdise söyleriz hâdiseye göre ve o anda ve bütün teferruatı ile ve bir bütün olarak, hemen öne sü-rülüveriyor? Bunun muhafaza edildiği ne biçim bir albüm ki biz ona hafıza diyoruz? Fakat bizim albümde bazı resimler sararıp si­liniyor, bazıları yerlerinden düşüyor veya albümün tamamı sakla­dığımız dolap veya sandık içinde kayboluyor. Bu hafıza albümünün saklandığı nasıl bir yer ki oradan hiç de kaybolmuyor, (hep nor­mal durumları anlatıyoruz.) Her halde nylon gibi şeffaf da olmalı ki, bir yerden bakınca hepsi birden görünüveriyor. Ama hepsi bir­den olunca da biribirlerine karışmazlar mı idi? Sonra bu kadar ha­tıraları hıfzeden sandık, insanın kafası veya kalbine sığdığına gö­re veya kafası veya kalbinin pek küçük bir kısmına sığdığına göre, elmas taşlar ile işlemeli pek küçücük bir kutu gibi olmalı. O halde albümün resimleri de mikrofilm gibi olmalıdır. Sonra acaba bu mik­rofilmleri bize kim okuyor? Kim söyleyiveriyor? Hangi göz? Han­gi ağız? Ve o zaman biz nasıl anlıyabiliyoruz? Fakat ne derecede küçük filmler olmalı ki, yüzlerce, binlerce, milyonlarcası bir yerde olduğu halde, beynin milim milim taranmasında dahi zor bulunup bilinebilsin, Bütün hayatta geçen hâdiseler bir nokta içinde sanki. Erkekte sperma, kadmda yumurta kadar küçücük bir nokta olsa da, sperma ve yumurtanın içine aldıklarına kıyasla, bu küçük de­nilen nokta bile demek büyük bir hacim işgal edecek demektir. İn­san bu derecede kalabalik hâdiselerin muhafazası için, merkez ban­kasının deposu gibi bir yer olsun bekliyor. Halbuki, bu küçücük nokta gibi yer, ve en ince tasnif. Hiç aklımız eriyor mu? Hiç haya­linize sığdırabilir misiniz? Ve sonra, bu noktaya, cinsî sevki-tabiiler lefoule oluyor? kız babasile yatmadığı için, oğlan anasile yatmadı­ğı için, bu noktanın içine bu hâdise tıkılıyor de. Hastalıklar da bun­dan olur de. Hiç böyle bir yer, cinsî arzuların makarrı olacak bir çirkefliğe benzetilebilir mi? Bu derecede muazzam, aklın değil ha­yalimizin kuvvetile anlıyamadığımız, azamet, heybet ve ihtişam, cinsî arzuların tıkıldığı yer olarak yapılabilmiş olması, hatıra gele­bilir, tasavvur edilebilir mi? Bu muazzam mahzen, bu akılların dur­duğu mahzen, ancak akılların durması gereken bir şeylerin yeri ol­mağa yakışmaz mı? Kuyumcu dükkânında 10 milyon değerinde bir kolyeyi, mahalle pazarlarındaki satıcılarda bulabilir misiniz? Veya mahalle pazarlarındaki satıcılarda bulunan incik boncukların ay­nını Istnbul'da Beyoğlu'nda meşhur kuyumcu Franguli'de veya Pa­ris'te Boulevard Hoffmann'da Burma'da bulabilir misiniz? Bulduk deseniz, bu meşhur kuyumcular, ismimle şerefimle mesleğimle oy­nandı diye hemen bu iddia dolayısile mahkemeye müracaat etmez­ler mi?

Daha konuşmağa ne hacet? Biz o halde Freud'u ve Freud'un Angoisse fikrini geçerek, angoisse'in fizikî ve ruhî arazlarını an­latalım.

 

ANGOÎSSE'ın Fiziki arazları :

Bariz hatları ile fizikî (bedeni, somatik) araz : Çarpıntı veya bradycardie. Nefeste tıkanıklık hissi ve betaet. İştahsızlık.   Mide şişkinliği, mide düşmesi, kabızlık, diarre. Sık sık idrar yapmak. Kol ve bacaklarda kuvvet zaafı. Adale kontraktürleri. Müteaddit ve mü­tenevvi ağrılar. Muhtelif uyuşmalar. Net görememe. Kulaklarda uğultu. Yorgunluğa meyil. Neticede, ailevi münasebetler dahil, her halile actif hayatta yavaşlama ve durgunluk.

 

ANGOlSSE'İN ruhî arazları :

Concentration noksanlığı, çalışmada kapasite azlığı, ruhî fonk­siyonlarda inhitat, taharrüşiyet (irritabilite) tenebbühiyet (excitabi-lite) yani heyacanî muvazenesizlik ve her şeklile korkular (phobie) obsessionlar ve hypochondriaque fikirler. Daha ileri safhada ve bü-farz Melancolie'de, fikirler hezeyanlara inkilap etmiştir, Şahıs, ana babasını dostlarını, doğumu, ölümü, yeri zamanı dahi inkâr eder. (Les idees de negation objective). veya kendi uzuvlarını dahi inkâ­ra kalkar (delire de negation subjective). Böyle hastalar; (yemekler karm boşluğuma gidiyor, kalbim atmıyor.) der veya bu uzuvlarmm tıkanmış, mahvolmuş veya değişmiş olduğunu iddia ederler. Ve has­ta bazen vücudunu dahi inkâr eder, kendisinden üçüncü şahıs (ga-ib) olarak bahis eder. Regis tarafından, Cotard sendromu ismi altın­da bildirilen bu delire de negation, ayrıca, müzmin alkolizmada, firengiden mütevellit akıl hastalığında (Paralysie generale) para-noia ve şizofrenide de görülür. Angoisse'ın tam şiddet kesbettiği Melancolie'de hezeyanlar daima sıkıntı (angoisse) üzerindedir : Şa­hıs, o kadar şiddetli bir ızdırabm gayyası içerisindedir ki, madem ki, kalpsiz ve midesiz dahi yaşıyabilmektedir o halde ölmiyecektir. (les idees immortalite). Bu sebebe mebni, artık yemez, içmez, konuş­maz ve yerinden kımıldıyamaz olur. Veya bazen de tam aksine, mü­teharrik, evinde dolaşır, koşar, kanter içinde kalır, saçını başını yo­lar, elbiselerini yırtar (Melancolie anxieuse) bu sırada sokağa kendi­ni atıp kaçtığı da olur. (Fugues anxieuse).

Bütün söyledikleride sıkıntısının geçmiyeceği merkezinde ol­mak üzere mütenevvidir. Artık o iyi olamıyacaktır. (De malheur â venir). Çünkü kendisi liyakatsiz, kabiliyetsiz, bu durumlara müsta­haktır. (De malheur merite). Sıkıntısı ve ızdırabı sınırlı yani yalnız kendisine mahsus da değildir. (Delire centrufuge de Seglas). O ba­kımdan kendi hastalığı o hale gelecektir ki, evini, kendi mahallesi­ni ve hatta dünyayı istila edebilecektir. (De malheurexcentrique) C bakımdan hezeyanlarında artık zaman ve   mekân hudutları da kalmamıştır (De malheur illimite dans de temps et l'espace). Burada enormite ve immortalite fikirleri Cotard sendromu ile birlikte mey­dana çıkmıştır. Ve hastaya öyle gelir ki, etrafında her şey ve dünya tamamen değişmiş ve kendisinden ayrılmıştır (Trouble de la vision mentale externe) veya kendisi de değişmiştir, zira eski düşüncesi yoktur, eski sevdiklerini bile sevemiyor, bu bakımdan da sıkıntısı artıyor (Anesthesie affective douleureuse). Alâkalanmağa gayret ettiği halde, hatıralarını dahi unutmuştur (trouble de la vision men­tale interne veya la perte de lavision mentale interne).

Ve böylece hasta artık güneşin doğmasile başlıyacağı anlaşılan yeni bir günün getireceği sıkıntıyı da kaldıracak durumda değildir. Bu suretle, meşhur sabah saat beş intiharları sahneye çıkmıştır. Sah­neden uzaklaştırılamaz.

Angoise (sıkıntı) nm başlangıç ve ileri safhalarını, ana hatlarile ve pek kısa olarak anlattım. Bunlara bir de hususile görmeğe (vi-suel) ve işitmeğe (auditive) ait türlü endişe verici hallucinationları da (Hakikatte mevcut olmıyan hayal ve sesler) ilâve edersek, ango­isse (sıkıntı) mn ne demek olduğunu aniıyabiliriz. Bir gün şizofrenik depression hastalığına müptelâ (angoisse içinde) bir hastamız, boy­nunu uzatarak, kan ter içinde ve bembeyaz bir yüzle, sık sık solu­maları arasında : “Ne olur doktor bey, şu boğazımı kesivcTİn, ar­kamdan geliyorlar, öldürecekler” diyerek başının kesilmesini, bir necat bir kurtuluş olarak kabul ediyordu. Hallucinaüon'ların da iş­tiraki ile, işte angoisse, bu hale gelmektedir.

Angoisse hakkında, bu kısa izahtan sonra, dinî nazariyemizde teşekkülünü gördüğümüz angoisse'ın artık tekevvününü takip ede­biliriz.

 

Dinî Nazariyede Angoisse'ın Tekevvünü :

İstikametini kaybettiği andan (dinî bağlarında zaaf) veya istika­metinden alıkonulduğu andan itibaren yani kendini dünya ile yani orman içindekilerle tatmine kalktığı andan itibaren insanda, angois­se bizzarur teşekkül etikten sonra, artık bütün reaksiyonlar bu nok­tada toplanacak ve bu noktadan dağılacaktır. İnsan Allah istikame­tinde gitmek suretile, ancak doyabileceği ruhî tatmine eremediğı için, bundan dolayı tâli (secondaire) olarak teşekkül edecek Ango-isse'ını, asıl sebeb (primaire) zannederek, bunun   tatmini yollarını aramağa başlıyacaktır. Bu görüldüğü gibi yanlış bir başlangıçtır. Sonu da olmıyacaktır. Çünkü angoisse asıl (primaire) sebeb değil ki çaresi bulunabilsin. Eline diken batan bir insana, ağrı dindirici ilâç­lar vermek ne te'min eder? Ağrıya sebeb olan dikene çare bulunma­dıktan sonra, her ne yapılsa boş değil midir? işte eline diken batan adamın, bu ağrısı ile meşgul olması, eline batmış dikeni bir kenara bırakması gibi, bir insanın da (istikametini) hiç düşünmeyip, yalnız, bundan doğan angoisse ile uğraşması da aynen buna benzer. Ve bunun da neticesi elbette boşadır. Çünkü burada angoisse, eline di­ken batmış adamın ağrı'sı gibi, tâli (secondaire) dir. Ve ağrıyan eli­ne çare ariyan adamın diken üzerine eğilmesi gibi, angois-se'a duçar kimsenin de istikameti üzere eğilmesi bundan dolayı gerek­mektedir. Aksi halde, angoisse'a duçar hiç bir kimse, ruhî tatmine eremiyecek ve bu bakımdan türlü ruhî teşevvüşlerin acı akibetinden de kendisini kat'iyyen kurtaramıyacaktır. Nitekim kurtaramıyor :

PSYCHOSOMATIQUE Hastalıklar :

Angoissc'ın mütemadi huzursuzluk, kin, öfke, heyacanî tevet-türde artış., gibi kollarile psikcsomatik grupta mütalâa edilen, birin­ci kısmında zikrettiğimiz, çeşitli uzvî hastalıklar da zuhura gelebile­cektir. Aynı şekilde, neuro-vegetative dystonie diye mütalâa edilen, sempatik sistem kararsızlığı da bir nevi psikosomatik hastalık olarak sahneye çıkacaktır.

 

II         — DAVRANIŞ BOZUKLUKLARI :

 

a) Alkol ve uyuşturucu maddelere inhimak :

Meselâ böyle bir şahıs, içkiye ihtiyaç duyacaktır. Bu zarurî ih­tiyaç ve inhimaki onu hiç bir zaman ruhen tatmin edemiyeceği için angoisse'dan kurtulamadığı müddet, bu içki dozu da gün gün artacak ve o takdirde türlü alkol psikozları da artık sahneye peyderpey çıkıp durmağa başlıyacaktır. Bizzat alkolün do te'sirile şahıs daha çabuk yıkılacak, aile ve çalışma muhitinde itibarını kaybedecek bedenen türlü hastalıkların da inzimamile (buldum) dediği dünyasının (ta­mamını birden) böylece kaybediverecektir. Neden? Çünkü yol yan­lış. Çünkü angoisse alkol ile kompanse edilemez. Yani karşılanamaz. Karanlıkta, mum ışığından elektriğe kadar her şey, güneş ışığının mukabili olarak insanı ne derecede tatmin edebiliyor? Daha ışık sönerken karanlık artar, ışık tam sönerse, tam. karanlık yine sahneye çıkar. O halde mum veya elektrik ışığı Güneş ve gündüzü ne dere­cede temsil edebiliyor? Yani kompanse edebiliyor? İçki ile, angois­se'ın kompanzasyonu da bundan hiç ileri değildir. O bakımdan, al­kolde ruhi tatmin, çölde bir serap gibi, bir galatı rüyet olduğu için, daima zahiri daima yalancı olarak kalacaktır. Ve bu yalanı da her alkol alan, nihayet anlıyacaktır. öyle değil mi?

O halde içki içmesin demek de olmaz. Nitekim, 965/5364 prot. no. ile akıl hastahanesinde tedavi altma alman bir alkolik hastamız : “Bana şimdiye kadar hep, içki içme dediler, fakat, sizin gibi bana içkiyi neden içiyorsun diyen olmadı daha” demiştir. Evet, angoisse alkole inhimaki zarurî kılmaktadır, önlenemez. Nitekim, önlenemi­yor. Ve İslâm, işte bundan dolayı içmez. Zayıf kimselerde dahi, an­goisse, islâmı, içkiye sürükliyecek kuvvette ekser olamıyor. Günah -Sevap işin bir süsü, bir yaftası, bir alâmeti farikasıdır. Esas mes'ele fabrikanın kendisi ve istikametindedir. G.M. marka otomobil motör-leri (İslam) niçin aranıyor? G.M. (sevap) harfleri için mi?

İşte içkide olduğu şekilde, esrar, afyon, kokain gibi uyuşturucu maddelere inhimak de böyledir. Böyle başlar, böyle biter. Bu iptila-iarın da arttığı yerler, angoisse'ın arttığı yerlerdir. Bunlar yanında, bilhassa, müsekkin tabiatindeki ilâçlara alışkanlık da aynı grupta mütalâa edilir. Her gece, uyku bozukluğundan muzdarip bir kimse, her gün uyku ilâcı alırken, artık bu ilâca alışmıştır. Daha da yüksek dozlarda olmak üzere, artık bu ilâcı almak mecburiyetindedir, bu da bir nevi iptiladır (Toxicomanie). Bu iptilaları uğruna şahsın yapmı-yacağı yoktur. Çünkü bu alışkanlık yapmış olan maddeyi alamamak (sevrage) veya abstinance denen arazı tevlit ettiği için, kurtulmak pek güç hale gelmiş, hayatî tehlikeler ortaya çıkmıştır. Onun için, artık her ne pahasına olursa olsun, o maddeyi bulacak, alacak, para­sı da yoksa çalacaktır. Böylece, mazbut bir, aile yuvasının artık te­madi imkânı kalmıyacağı gibi, işinden de atılacaktır. Veya zaten kendisi iş göremez çalışamaz hale gelecektir.

b) Diğer davranış kusurları :

Bu devrenin bir diğer hususiyeti, içki mevcut olmasa da, şahıs müteharriş ve müteheyyiç de olduğu için, daha başka türlü, çeşit çe­şit davranış kusurları gösterecek olmadık şeylerden büyük reaksi­yonlar verecek, bu yüzden angoisse'ın şiddet ve derecesinde  olmak üzere, muhiti içinde olduğu gibi, bizzat ailesi içinde de huzursuz­luk kapısı ardına kadar açılacaktır. Evlâd ise, baba tarafından atıl­mağa, karı koca ise boşanmalara kadar gidilecektir. Iş bununla kal-mıyacak, türlü suçlar işlenecektir. (Rockfellcr müessesesinin bir çok memleket hapishanelerinde yaptığı istatistikî bir çalışmaya göre, mahpusların kısmı azamında ruhî teşevvüş tesbit edilmiştir.) işte böylece, gizli aşikâr intiharların, veya cinayetlerin, hakikî sebebi de bu bizim anlattığımız angoisse olacaktır.

c) Hastalıklara sığınmalar :

Burada, angoisse, hastalıklara sağınma şeklinde kompanse edil­mektedir. Klasik kitaplarda, neurose ismile mütalâa edilmekte olan bir kısım hastalık bunlardır. Halbuki, pür neurose olarak mütalâa edilen bu davranış kusurlarından ibaret halin, tek hastalığı andırır tarafı, doktoru hatıra getirmesidir. Bir misâl verelim : Babasından, sert bir emir alan küçük hanımın dili tutuluvermiştir veya ayakları yere basmaz olur. Müracaat edilen doktor : - “Artık konuşabilirsin, artık yürüyebilirsin” der demez düzeliverir. Hastalık dedikleri geç­miştir. Fakat, hastanın arzu ettiği olmuş, bütün ev halkı hanım efen­dinin manifestasyonlarmdan telaşa kapılmıştır, işte kendisi de hasta olmuştur, Artık ona emir verilmemelidir. Yani fedakârlık, feragat istenmemelidir. Yani hayat mücadelesi kendisinden beklenmemeli­dir. Çünkü o birde bunlara tahammül edemiyor. Cidden, angoisse'ı kendisine yetip artmaktadır. Zaten bu yüzden hastalığa sığınmak mecburiyetinde kalmıştır. Kitabın, birinci kısmında, histeri dedik­leri de müphem bir hastalıktır dememin sebebi işte budur. Ancak, organik sebeplerin araya girip, türlü ruhî arazları taklit eden hasta­lıkların istisna teşkil edeceğini bir daha hatırlatmalıyım. Encephali-te, Epilepsie vs. gibi.

 

III — PSYCHONEVROSE :

Psychonevrotique bir hastalık olarak, angoisse'da ilk etap, ka­naatimizce Nevrasthenie'dir. Artık şahıs, ruhî muvazenesizliğinin bir icadı ve icabı olan türlü ağrılar hususile bel ve baş ağrılarına duçar olmuş, uykuları bozulmuş ve hakikî manâda dünyadan zevk almamağa, zaman zaman ağlamağa, inlemeğe başlamış, aile ve iş muhitinde bir isteksizlik ve bir yorgunluğun esiri haline gelmiştir. Artık cinsî münasebetten bile zevk almağa veya muvaffak olmağa kadir değildir (İmpotence). Artık işinde de ilerlemeğe değil, yerinde kalabilmeğe bile çalışması kâfi değildir. Kendisi bunu müdrik. Sü­rüp giden bu hastalığı dolayısile, artık doktor doktor dolaşmağa, reçeteleri ve ilâçları deste deste yığmağa başlamıştır. Bu zamanda, ilâç biraz daha hakim duruma geçmiş olmak üzere, psychotherapie'-d.en (ikna) istifade etmesi, şikâyetlerinin bir müddet zail olmasını mümkün kılabilir. Bir müddet diyoruz, çünkü aynı muvazenesiz ha­yatı yaşamağa devam ettiği takdirde, bu defa korku'lar (phobie), iz-dirarî fikirler (obsession) veya hypochondriaque fikirlerin eline düşmesi imkân dahiline girecektir : Psychasthenie sahneye çıkacak­tır. Bu suretle iş daha da çatallaşmış, tedavi de daha güçleşmiştir. Şahıs artık, aile ve cemiyetle rabıtasını kısmen kaybetmeğe başla­mıştır. Kendi hastalık ve dertlerile bilhassa meşguldür. Bu sebeble, psychasthenie ile psychose'a (akıl hastalığı) bir köprü de atılmış ol­maktadır. Tabir caizse angoisse, dal budak salmakta, veya dağdan yuvarlanan bir kartopu gibi, gittikçe yani gün gün, dağdan düştüğü müddet, büyümektedir. O zaman şahıs, gerek kendisi gerek yaşadığı cemiyet için daha tehlikeli olmağa başlıyacaktır : İntiharlar veya gizli intiharlar, veya cinayetler veya türlü suçlar serisi bu devrede bilhassa artacaktır.

Obsession, sıkıntılı şahsiyete yerleşen öyle izdirarî fikirlerdir ki, şahıs artık bütün cehdine rağmen bu fikirleri atamaz olmuştur. Bu suretle adeta, kendi şahsiyeti yanında yeni bir şahsiyet peyda olur, buna Dedoublement conscient de la personnalite (şahsiyetin şuurlu ikileşmesi) denir. Buna Falret cinneti tereddüdiye (folie de doute) ve Baillarger, şuurlu bir cinnet (Monomanie avec conscient) demektir. En çok görülen şekillerinden birisi hesap deliliği (arith-momanie"* dir. Bövle hastalar yani obsede şahıs, zoraki fikirlerin marazivet kesbettiği durumda, artık tamamile huzursuzdur. Böyle şahıslar, “bindikleri arabanın, misafir oldukları otelin, hatta yanla­rından cecîp piden bir vasıtanın numarası ile uğraşırlar. Bu raka­mın, hanen rakamlarla kabili takcim olduğunu düşünürler. Bîr sof­rada kac kişi var bunların her birine kac çatal bıçak kasık bardak isabet eder? Bu odanın tavamndaki dört köşeler acaba kaç tanedir?” vs. vs.

Phobie'ler de bövledir. (korku). Sıkıntı esas olmak üzere, obses-sîonla da ekseriya beraberdir. Dünyada mevcut ne varsa hepsine ait korkular olabilir. Tonlu iğne'den korkmadan CBelenophobie) yü­rümekten (basophobie) sözden (Logophobie) yazıdan (graphophobie) imzalamaktan korkmaktan (hypogrophobie) kalabalıktan (ochiopho-bie) kadından (gynecophobie) hayvandan (zoophobie) kediden (ga-lephobie) köpekten (cynophobie) korkmaktan, hastalıktan (nosop-hobie) delilikten (maniophobie) ve nihayet ölümden korkmağa kadar (tanaphophobie) her şey görülebilir. Meselâ, denizden korkan (tha-lassophobie) bir kimse, yıllarca bu korkusu sebebile mecbur da ol­duğu talde artık ne sandala ne de vapura binemez.

Hypochondrie ise, şahsın türlü uzvî şikâyetlerle malûl olması halidir. Yapılan türlü tetkik ve hatta ameliyatlar hiç bir fizik be­lirti tesbit etmez. Fakat şahıs, yine şikâyetinde musirdir. îşte böyle bir şahıs, meselâ, midem hazmetmiyor'dan başlar, hiç olamaz (ab­sürde) bir kanaate saplanarak, midem yoktur'a kadar gidebilir. Ve o zaman biz, çok zaman da ruhî ağrılardan (psychalgie) müşteki has­tanın, hezeyanlarından (Delire) bahsederiz. Hypochondrie'nin tek başına bulunuşu da olabilir. Umumiyetle bir akıl hastalığının arazı da olur.

Tabir caizse, angoisse tohumu ile ekilen, davranış bozuklukları halinde yeşeren nebat, tomurcuklanmıştır. Ve çiçek (akıl hastalığı) artık, ayan beyan görünmeğe başlamıştır. Nitekim hypochondrie bazen bir depression melancolique'in veya bazen bir schizophrenie (erken bunama) mn bir arazıdır.

 

 

IV — PSYCHOSE'lar :

 

Bu şekilde, teessürî hayat tamamile felç olmuş (schizophrenie) veya haz veya elem şeklindeki duygular (affect) marazî şekilde en yüksek noktasına gelmiştir. Manie, Melancolie'de budur.

Eski doktorlarden, histeri hastalığı şizofreni de olabilir, diyen­lere veya Mazhar hoca rahmetlinin esrarkeşlerin şizofreni olabile­ceklerine ait, beynelmilel cemiyetlerde tebliğler ile uğraştığına dair dokümanlar mevcuttur. Ancak, Dynamique psychiatrie, diğer boş­lukları doldurmuştur. Gerçekten, türlü ruhî teşevvüşlerin izole (müstakil) tetkikleri hatalı olur. Toz derken, toprak derken, sigara elerken, öksürük derken, verem derken, sonra da sağ kalp yetmez­liği, cor pulmonale böyle teşekkül etrniyor mu? Cor pulmonale'de sebebi hakikî, elbette, bu dizinin mebdeleridir.   Yalnız şahsiyetten

ibaret olan insanın (göz kulak, saç sakal el ayak, boy pos değil) şah­siyet bozukluğu, psikoz tabloları halinde meydana çıktığı zaman, cor pulmonale'de hastalığın mebdeini gören doktor gibi, burada da işin mebdeini ve seyrini görmek iktiza etmez mi? Hele, alınacak tedbirler bununla alâkalı değil midir? İşte, biz, ruhî teşevvüşleri (angoisse) dan başlıyarak (mebde, kök) nihayet bir ağacın dalları (türlü psikoz levhaları) halinde, bir bütün olarak anlatmış olduk. Bu suretle “her şeyin bir şeye ircaı” yani uzvî ve hususile ruhî hasta­lıklarda, ruhî faktörün yegâne sebeb bulunduğu “görülmüş” oldu.

Acaba sözlerimiz doğru mu? Acaba, nazariyemiz ne derecede il­mî hakikatin ifadesi olmaktadır? Bunu ispat için hangi delilleri gös­terebileceğiz? Dinî mesnet haricinde, türlü müelliflerin “adet, an'a-ne, ana baba otoritesi, ve bazen de açıkça dinî bağlarda çözülmeği, akıl hastalıklarının sebebi olarak göstermeğe gayret ve temayülleri, bizi te'yid eden en kıymetli dokümanlar olarak fikrî, ve ayrıca, Dün­ya Sağlık Teşkilâtı, Birleşmiş Milletler ve Türkiye'mize ait istatis­tik! rakamlar ile, hakikaten adet an'ane, din ve imana bağlı olan millet ve memleketlerde, davranış kusurları, psychsomatique has­talıklar ve akıl hastalıklarının sair millet ve memleketlere nazaran düşük seviyede bulunması da nazariyemizin riyazî delilini teşkil edecektir.

O halde evvelâ, “dinî nazariyede, dinî mesnet” anlatıldıktan sonra, fikrî ve riyazî mesnet ve delilleri de (Nazariyemizi te'yid eden fikrî mesnet) ve “Nazariyemizi te'yid eden riyazî mesnet” ba­hislerinde, yine kaidemize sadık kalarak, imkân nispetinde kısa hatlar ile izaha çalışacağız.

Edip veya şair, filozof veya doktor, işçi veya memur, genç veya ihtiyar, talebe veya etüdyan, dindar veya dinsiz, kaç kişi, bizim söylediklerimize “hayır” diyebilecektir? Veya “hayır” diyebilmek için, daha kuvvetli hangi mesnet bulacaklardır? Evet, ormanda ve yolunu kaybeden adam bunalacaktır. Çünkü adam akıl sahibi ve çünkü adam Allah'a gitmek için yola çıkmış, böyle yaratılmıştır.

Milyonlarla insanın inandığı, Hazreti Musa, Hazreti Isa ve bi­zim peygamberimizin de tebliğ ettikleri budur.

îki de Veli sözü :

El Hikemül ataiyye, sayfa 155 : “Dünyada bulunup da kendisi­ne gaybm meydanları açılmıyan kimse, kendi muhiti ile hapsedil­miş ve kendi zatının heykeli içinde mahsur kalmıştır.”

Mesnevi cilt I sayfa 64 : “Din lezzetinden başka her şey azap­tan ibarettir.”

îşte, dinî nazariyenin istinat ettiği Âyetler ile Hadis ve sadece iki velinin nurdan damlalar gibi sözleri.


 

DÎNİ NAZARİYEDE FİKRÎ MESNET

Cemiyete intibaksızlık başta olmak üzere, akıl hastalıklarına kadar giden ruhî teşevvüşler ve bunlara bağlı beden hastalıkları, şimdi, dünyada, birinci plânda mütalâa edilen bir büyük problem haline gelmiştir.

Niçin ruhî teşevvüşler? Nerede? ve nasıl olmaktadır?

Acaba, nazariyemizde belirttiğimiz üzere, hakikaten dünya mütefekkirleri de bizim gibi, dinî bağlarda çözülmeği, ruhî bozuk luklarda bir sebeb olarak görüyor mu?

Buna dair mütalâa ve müşahadeler var mıdır? Bir kaç misâl verelim :

Fahreddin Kerim bey hocamız kitabında : “Eskiden beri me­deniyetin sinirler üzerinde tahripkâr tesiri bulunduğu ve medeni­yetin terakkisile birlikte sinir hastalıklarının çoğaldığı iddia edil­mektedir. Her halde medeniyetle beraber umumî ihtiyaçların teza-yüdü, sefahatin artması gibi sebeplerin sinirler üzerinde yorucu bir tesir yapmakta olduğuna ve uykusuzluğun sebepler arasında bu­lunduğuna şüphe yoktur.” “Yalnız içtimaiyat ile iştigal edenlerle bazı akliye mütehassısları dinî akidelerin çözülmesinin emrazı ak­liyenin ve bilhassa intiharların çoğalmasında rol oynadığını zikret­mektedirler.” diye yazar.

Sir David Henderson da hocamızın fikrine : “economique yük zamanın sık görülen akıl hastalıklarile irtibatlıdır.” demek suretile iştirak eder.

Jung'da aynı görüşü başka şekilde ifadelendirir : “Nefsi ile ih­tilafta bulunmak, medenileşmiş insanın farik bir delilidir. Ve nev­ropat sadece nefsiyle ihtilafa düşmüş medenî insanın ferdî bir ör­neğidir. Bilindiği üzere medeniyetin ilerlemesi insanda hayvanlık­tan ne varsa onları sıkıştırıp tıkıştırmaktan ibarettir.”

Paul Toumier de şöyle konuşur : “Bu asabî hastalıkların çoğal­ması dünya ahlâkının sükutundan ileri gelmektedir, diye mütalâa ediliyor. Bu düşünce ki hakikatte bütün encamile aile içinde, mes­lek hayatında, cemiyette menfaat çarpışmalarının meydana getir­diği hayatî meselelerin artmasından aynı şekilde cemiyet problem­lerinin artmasından, heyecanî şoklardan, şüphe ve korkmalardan, namus ve itimatta sükuttan, aynı zamanda heyecanî efkârda ve ebe­diyete inançta sükuttan ileri gelmektedir.” “Bu sinirliler arasında bilhassa kadınlar fazladır. Bu kadının sosyal ve ruhî şartları ikti-zasıdır ki son yarım asırdır bu hale inkilap etmiştir. Sevmediği biı kimse ile, anne babası vasıtasile evlendiği zaman o egoisminin kur­banı oluyor ve kocasının otoritesi karşısında şüphesiz ızdırap çeki­yordu. Fakat o bunu tabiî kabul ediyordu. Zira adabı muaşeret de ona boşanmak ümidini vermiyordu. Bu gün ise, o boşanmağı düşü­nüyor. Bunu düşündüğü günden beridir de sıkıntıları onun için ta­hammül fersa görünüyor. Kocası ile münakaşaları ona ağır geliyor, daha fazla bir ızdırap halinde neticeleniyor.” “Asrımızın talihsiz­liği hakikî, bir ahlâk ile düzenlenmemiş, tefessüh etmiş bir ahlâkın mevcut oluşudur.” “Geçen asırların dehşeti büyük epidemilerdi. Kolera, çiçek, veba., gibi. Bu asırda da asabî hastalıklar.”

Ve A. Carrel de : “Görünüşe göre, akıl zaafı ve delilik, endüst-riel medeniyet ve onun yaşama tarzımızda yapmış olduğu değişik­likler için vereceğimiz necat fidyesidir.” “Akıl zaafı ve deliliğin in­kişafını kolaylaştıran şartlar, daha çok hayatın endişeli, intizamsız ve telâşlı., ahlakî disiplinin yıkılmış., olduğu cemiyetlerde tezahür etmektedir.” “Modern medeniyetin harikaları arasında insanın şahsiyeti eriyip kaybolmağa mütemayildir.” “Gazetelerin, radyola­rın ve sinemaların geniş surette intişarı, cemiyetin entelektüel sı­nıflarını en aşağı derecede tevsiyelemiştir. Hele radyolar, kalabalı­ğın zevkine giden bayağılığı, herkesin yuvasına kadar sokmuştur.” Caniler ve cahillerle bir arada yaşıyanlar da cani veya cahil olmak tabiidir. “Suur faaliyetlerinin vahdete ircaı, ahşaî ve asabî fonksi-vonlar arasında daha büyük bir ahengi intaç eder. Ahlâk duygusu ile zekânın avnı zamanda inkişaf ettiği içtimaî topluluklarda, bes­lenme ve sinir hastalıkları, cinayet ve delilik nadirdir. İnsanlar ora­da mes'uttur.” demektedir.

B. Malberg ise : “Âmerikada artan akıl hastalıkları, nüfusun artması veya hastaneler organizasyonları ile alâkalı değil ve fakat yegâne sebebi moderne hayat ve nerveuse tansiyona bağlıdır.” fik­rini ileriye sürer.

Barrertt isimli müellif de : “Arrieratoin ve alienation mentales yani akıl zaafı ve akıl hastalıkları, sosyal intibak­sızlık ve anormal ruhî davranışlar değil bunlarda müşterek husu­siyet, personalite'dir ki, bu şahsiyeti muhtelif vesilelerle ruhî halle­ri kontrole ve şahsı şevke muktedir olamıyor.” kanaatindedir.

Le decline de l'autorite et la Jeunesse actuelle. Les causes et le remedes” Zamanımızın gençliği ve otoritenin inhitatı. Sebebleri ve tedavisi, kitabında Dr. Gilbert Robin : “Bu gençlik, tamamile an'a-neye düşman, marifete düşman, ahlâka düşman, hayasızlık ve müte­caviz bir hali, bu saydıklarımızın yerine geçirmek istiyorlar. Fakat esasda gençlik, sabırsızdır, istikbale karşı emniyetsiz, muazzep., ümitsiz., yeni ahlâk düsturları peşindedir. Netice o, şedit moderne inkişaf karşısında, adapte olabilmek için, yeni muvazene unsuru aramaktadr.” diye zamanın gençliğini kendi görüşüne göre tahlil et­tikten sonra, buna sebeb olarak evvelemirde ebeveyn otoritesinin yokluğunu göstermektedir. Müellifin buna karşı ilâcı ise : Terbiye ve ahlâkî hijyen'dir.”

Dr. M. Potat, Hygiene Mentale kitabında, ruhî sebebler bahsin­de : ruhî surmenage.. teessürî hallerden heyacanı.. “zikrettikten sonra; “Bazı sinema filmleri de psişik teşevvüşlerde sebeb olmak­tadır.” demekte, ayrıca; “hayatta tatmin olmamayı, terbiye ile fena şekilde yetiştirilmeyi, gurur, ihtiras, kıskançlık, sınıflar arası kinle­ri” ve nihayet, alkolizma ve firengiyi saymaktadır

Alkol bahsinde, Leland E. Hinsie: “Alkol, ruhî teşevvüşleri gizleyen, icad edilmiş bir maskedir” demekte ve “Alkol gibi diğer toksik madde alışkanlıkları da, aynen, bir baş ağrısı bir zafiyet., tarzında bir arazdan ibarettir.” “Bir şizoid korkusunu ve tansiyonu­nu azaltmak gayesile serbest olabilmek için içer. Bu şekilde, cemi­yete intibak edebilmek için, alkol, şahsî arzularında, onu cesaret­lendirir. Artık bizzat kendi önünde ve başkaları önünde kendisini aşağı hissetmez.” mütalâasını ileriye sürmektedir.

D. Henderson da bu bahiste aynı fikirdedir : “Alkolizme, pek muhtemelen bir sıkıntı halinin (etat d'angoisse) bir arazıdr.                                                                                               

G. Campanella ve G. Fossi, akıl hastanelerine kapatılmış 445 müzmin alkolik hasta üzerinde tetkikat yapmışlar ve kronik alko­lizma ile sıkıntı (etat depressil) ve intihar teşebbüsleri arasındaki münasebetleri göstermişlerdir. Bu müelliflere göre de, kronik alko-lizmayı, sıkıntı halleri tevlid etmektedir.

“Garbi Cava 12 milyon sakinile Endonezya'nın ikinci grubudur. Şehirlerde ve endüstride, ailevî strüktür değişmemiştir. Eskilerin otoritesi büyüktür. Evlât Ebeveyn arasmda (conflit) çatışma yok­tur. İslâmiyet XVI. asırdan beri mevcuttur. Bu arada hindu pek nadir görülür.” Bu satırları, 1957 den 1960 yılına kadar, garbî Cava'da akıl doktorluğu (Patjet akıl Hastanesi) yapmış olan, W. M. Pfeifer yazmaktadır. Bu müellifin ayrıca tesbit ettiğine göre, burada “Müc-rimiyet hissi ve azab-ı vicdanî nadirdir. Bilhassa köylerde psyeho-gene (ruhî menşeli) teşevvüşler, nadirdir. Fobi ve obsession'lara rastlanmaz. Meş'um telâkki edilen bir şey yoktur. Alkolizma ve toxicomanie na mevcuttur. (Paraissent inexistances). Ne yollarda ne bayramlar vesilesile bir sarhoşa rastlanmaz. Bu yokluk (abstinen-ce) Islâmın te'sirine bağlanır. Latah “ecopraxie ve coprolalie ile be­lirli ruhî araz” görülmez. Ancak, Avrupalılar evindeki müstahdem­lerde görülür. Böyle insanlar, bir tecessüs ile orada yetişmişlerdir. Ayrıca, Van VVulfften Palthe tarafından bildirilen Şuur bulanıklığı, tecavüzkâr hal ve kendi kendine harabiyetle son bulan (etat cre-pusculaire, agressivite, fin par epuisment ou auto-destruction), ro­manlara da mevzu olmuş L'amok denen ruhî hastalık da asla ve kat'a yerli halkta görülmez.”

Hülâsa görülüyor ki :

1)           Akıl hastalıkları veya davranış kusurları, ahlâk, terbiye, an'ane, âdet gibi mefhumlar ile veya doğrudan doğruya ismen zikretmek suretile (din) e bağlanmaktadır.

2)              Medeniyet lafı ile hâdiseyi izaha kalkanlar da vardır ki, bu medeniyet lafı ile de neticede, Jung'un belirttiği şekilde : “Medeniyetin ilerlemesi insanda hayvanlıktan ne varsa onları sıkıştırıp tı-
kıştırmaktan ibarettir.” denmek suretile indirect olarak (bilvasıta) yine (din) his edilip kast edilmektedir. Nitekim, Fahreddin Kerim bey hocamız da, medeniyetin ilerlemesile sefahatin artmasını bir olarak mütalâa ediyor ki, sefahat denen nesnenin de, dinî çözülmeden başka bir manâsı yoktur. O halde, medeniyet lafı ile de, indirect olarak geliniyor, dinî akidelerin sarsılması mes'elesine.

Hakikaten, asfalt yollar kimin canını sıkıyor? Rengârenk, pırıl pırıl otomobillerle yapılan sefalar, cefa mıdır? Elektrik ışığının ter­temiz aydınlığımı, çıra, fener, gaz lâmbasınn sisli aydınlığı mı ru­ha ferahlık verir? Veya odunların ve kömürlerin kül ve kokuların­dan ibaret ocak ve sobaları mı, kaloriferli evlerde yaşıyan insanlar çok arzuladıkları için bunaltıdadır? Medeniyetin, kendisine mede­niyet ismini verdiren hangi bir vasıtası hangi bir şekilde insanı rahatsız ve taciz ediyor? Yoksa insan taciz edildiği için, angoisse'da olduğu için mi, medeniyete bir kurtuluş simidi gibi sarılıp, kalkan gibi kullanmağa kalkarak, ruh hastalıklarının ve cemiyete intibak­sızlıkların sebebi işte budur diye işin içinden sıyrılmağa kalkmış­tır?

3) Bir diğer laf adaptation. (Evvelâ kendi şahsına, sonra derece derece etrafındaki insanlara yani aileye yani cemiyete yani dünya­ya uymak.) Bu fikirde olanlar da diyorlar ki : “İnsanlar kendine uya­mıyor, insan, ailesine insan cemiyete ve insan dünyaya uyamıyor o a onun için ruh hastası oluyor.” Ve hakikaten Meninger isimli mü­ellif; sante mantal (ruh sağlığı) diyor, “Beşerî varlıkların, dünyaya ve diğer beşerî varlıklara, azamî huzur içinde adaptasyonudur.” O halde bu adaptasyon ne ile mümkün? Çok misâllerle gösterdik ve yerleri gelince de işaret ettik ki, din gerek insanın kendi kendisine, gerek diğer fertlerle olan münasebetlerinde ve binnetice dünyaya tam bir intibak sağlanmasında (adaptasyon), tek ve yegâne denebi­lecek kudrette aynı zamanda bir (Adaptasyon sistemi) dir. Daha başka veya buna mümasil kudrette ikinci bir Adaptation sistemi gösterebilir misiniz? İşte, ant i sosyal (cemiyete mugayir) davranış­larda bulunanlar : ayrılanlar, boşananlar, darılanlar, alkol ve tok-sik maddelere alışan, öfkelenen, kin güden, intihar eden, cinayet işliyen.. bir sürü intibak kusuru gösterenler, ne ile önlenebilir? Veya ne önliyebrtir, Sualin cevabı olarak, hepiniz birden, içinizden, benim gibi “Evet yalnız din önliyebilir” demiyor musunuz, O halde, adaptation (intibak) lafı da geliyor din'e.

ister doğrudan doğruya söylenmiş ister bilvasıta (indirect) bazı kelimeler konarak ifade edilmiş olsun, apaçık görülüyor ki, akıl hastalıklarının ve davranış kusurlarının zuhurunda sebeb-i hakikî, dinî çözülmedir. Yani, dinî istikametten ayrılmadır.

 

DİNİ NAZARİYEDE RlYAZl MESNET

 

 

Nazariye (Theorie) hudutlarında esasen kitabımızın baştan so­na her satırı riyazî mefhum içinde ifade edilmiş riyazî hakikatler gibi değil midir? Bu bahsimizde, riyazî mefhuma daha yakın bir ifade ile, riyaziyenin kendi dili olan rakamlarla konuşacağız. Bu suretle tahkim edilmiş olan fikirlerimiz karşısında küçüklü büyük­lü türlü itiraz, kolay kolay nüfuz edecek kapı bulamıyacak. Çünkü, o kapılar, kanaatimizce, açılmamacasına kapanmış olmaktadır.

Bu hesaba göre, nazariyemizde belirttiğimiz şekilde, dinî isti­kamet üzere giden insanlar için, riyaziyenin dili de yine bizimle beraber aynı tarafta konuşacaktır. Acaba öyle midir?

Eğer dinî nazariye doğru ise, hem davranış kusurları, hem psychosomatique hastalıklar ve hem de akıl hastalıkları dinî istika­met üzere gidenlerde daha az, dinî istikamet üzere gitmiyenlerde, teşekkül edecek angoisse'in çeşitli tezahürü olarak, kıyas edilemi-yecek nispetlerde daha yüksek rakamlarda ifadesini bulacaktır.

Asrımızda gerek davranış kusurları (intiharlar, cinayetler, kin­ler, havgalar, ayrılmalar boşanmalar, alkolikler, toksikomanlar...) gerek psychosomatique hastalıklar (Ruhî sebeblerle ruh-beden müş­terek hastalıkları) ve gerek akıl hastalıkları korkunç derecede art­maktadır. O bakımdan “Bu duruma karşı ne yapalım?” diye türlü tedbirler üzerinde, doktorlar haricinde, mütefekkirler ve hususile idareciler de ciddî ciddî durmaktadırlar. Nasıl durmasınlar?

A. Carrel: “Akıl hastalıkları, tehdit edici bir hal almaktadır. Bun­lar veremden kanserden, kalp hastalıklarından ve hatta tifüsten, veba veya koleradan daha tehlikelidir. Bunların tehlikesi, yalnız ca­niler sayısını çoğaltmakla kalmıyor, ırkı da bozuyor.” demektedir.

Sir David Henderson, Manuel de Psychiatrie kitabında : “Is-koçya'da 5 milyon    insan vardır. Buna    karşılık yuvarlak hesap

20 000 akıl hastası vardır” 100 000 de 400 nispetinde demektir. Di­ğer taraftan, “uzvî hastalıklar da 21 000 civarında hesap edilir.” “In-gintere ve Gal'de de aşağı yukarı aynı rakamlar bulunur. Akıl has­talıkları 150 000 ve 160 000 arasındadır. Oligofrenler (Zekâca geri olanlar) halkın % 8.5 ğunu teşkil eder.” (yüzbinde 850 demektir.) “Akıl hastaları Amerikada, 800 000 ile 1 000 000 arasında kabul edi­lir. Bunlar haricinde takriben 600 000 oligofren hesap edilir ki bun­ların % 85 95 miktarı cemiyet içinde yaşarlar. Ayrıca 400 000 epileptique (Sar'alı) 500 000 de alkolik ve toxicomane hesap edilir.” diye yazar.

Bu son satırlara bakıp da “alkolik bahsi niçin burada geçiyor?” demiyelim. Forel ilân etti ki : “Alkol hüküm süren bütün memle­ketlerde, alkol cürüm ve cinayetlerin yarısı veya dörtte üçünün bizzat mes'ulüdür. Ve ayrıca intiharların, ve ruh hastalıklarının ve ölümlerin ve umumiyetle diğer hastalıkların, fakirliğin sefilliğin, ahlâkî inhitatm sefahatin ve tenasüh hastalıkların ve ailevî bağlar­da çözülmenin ehemmiyetli nispette iştirakçisidir.” “Nitekim İsviç­re'nin 15 büyük şehrinde 20 yaşından yukarıda erkek intiharlarının üçde birinin ve erkek ölümlerinin onda birinin tamamile veya esasi sebebi alkolizmaya bağlıdır.” “Alkol ile akıl hastalıkları arasında di-rect bir münasebet vardır, (nescî degenerescence) İşte bundan dolayı denebilir ki akıl hastanelerindeki akıl hastalarının % 30 zu alko-lızamaya bağlıdır.”

O halde insan düşünebilir ki davranış kusurlarını, bilfarz al-kolizmayı veya intiharları mı daha az ehemmiyette görmeli? (A) yoksa öldürücü vasfı ile mütemayiz Psychosomatique hastalıkları mı? (B) yoksa herkesçe malûm akıl hastahklarını mı? (C)

A. Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Teşkilâtının neşriyatı ile elde ettiğimiz malûmata istinaden ilk rakamları intiharlar üze-ıinde vereceğiz. Muhtelif senelere ait rakamlar verişimiz, aynı se­nelere ait bütün memleketlerce verilmiş rakamlar mevcut olmadığı içindir.

Buna karşılık, meselâ îsrael'de ise. aynı senelere ait intiha: vak'aları 1951 yılında 85 iken 1952 de 50, 1953 (bildirilmemiş) 1954 de 57, 1955 de 85, 1956 da 156, 1957 de 140 ce 1958 de 124 olarak tesbit edilmiştir.

Burada da, Mısırda yaptığımız gibi, 1951 yılı intihar vak'aları-nı 100 kabul edersek, bu sayı Îsrael'de 1956 yılında 183,5 ve 1958 de ise 145,8 olarak tesbit edilir ki, Mısırdakinin tam aksine burada inti­harların âdeta muntazam bir seyirle azaldığını değil yıldan yıla yük­seldiğini görüyoruz. Acaba, Israel'deki nüfus artışını hesaba katar­sak neticeye ne dereceye kadar te'sir eder?

1956 nüfusu 1 827 000 ve intihar sayısı 156 (100 000 8,5) Kro­kimizde, 1955 yılına ait intihar vak'a sayısı 100 000 de 4,8 idi. De­mek, nüfus artışına rağmen intihar artışı vardır.

1957 de Israelde nüfus, 1 937 000 bu yıla ait intihar sayısı 140. (100 000 de 7,2)

1958 de nüfus 1 997 000. Bu yıla ait intihar vak'ası 124 (100 000 6,2)

Bu bahiste bir hususa ait görüşümüzü bildirmek isteriz : Gizli İntiharlar :

Resmî istatistiklere göre bilinen kat'î intihar vak'alarını gör­dük. Biz iddia ediyoruz ki, bu bilinen intihar vak'aları haricinde belki de hem daha yüksek nispetlerde olmak üzre (Gizli İntihar) vak'aları mevcuttur. Gizli İntiharla kasdettiğimiz nedir?

Meselâ, bir adam angoisse'a duçar olmuştur. Bunun telâfisini alkole inhimak ile kompanse ederek vakit geçirmekte oyalanmak­ta, kendi kendini kandırmaktadır. Fakat bir gün, kendini bu yolla da ikna imkânının elinden kaçtığı görülür, işte o anda şahıs, bile bile alkolün dozunu pek kaçırmıştır, ve kema'ya girmiştir. Bir al­kol koma'sı olarak kayda geçen bu şahıs, hakikatte bir (alkol koma vak'ası) değil, kanaatimizce bir (gizli intihar) vak'asıdır. “ölsem daha iyi olur” diyen bir adam.

Veya, başka bir şahıs, yine angoisse'dadır. İşinde çalışıyor. Fakat, üşüyeceğini bile bile, ceketini çıkarmış terlemesini nazarı itibara almamış ve hatta yemeğini dahi ihmal etmiştir. Ateşi frisson (titreme) ile birden bire yükselip, zatürrie olarak yatağa yattığı zaman, her doktor nazarında bu şahıs, bir zatürrie hastasıdır. Hal­buki bu da bir gizli intihar vak'ası idi. “ölsem daha iyi olur” di­ye düşünmüş başka bir adam.

Veya angoisse sebebile bir işçi çalıştığı iş yerinde tedbire ria­yet etmez. Veya bir otomibilin sahibidir. Kendisi arabasını biz­zat kullanmaktadır. Duçar olduğu Angoisse, muayyen seviyeyi bulmuş ise, farzı muhal 100 km. sür'atle geçemiyeceğini bildiği vi­raj'da gazdan ayağını çekmiyecek, belki daha da gaza basacak ve bu suretle mukadder âkibet meydana gelecektir. Bunu da herkes bir (kaza) olarak isimlendirecektir. Halbuki bu da bir gizli intihar vak'asıdır.

Ya, gizli intiharların da, diğer kayda geçen intiharlar gibi. teşebbüs hududunda kalanları? Sayılamıyacak kadar çoktur. O bakımdan, İstatistiklerde kaza'lar veya hastalıklar listesinde, bu gizli intiharları da görebilmek iktiza eder.

Lindermann, intihar için “isimsiz bir hastalığın ölüm vak'ası­dır” demiştir. Görülüyor ki, intihar isimsiz değil, isimli bir hasta­lığın ölüm vak'asıdır. Ve biz, diyoruz ki, bir psychose veya psycho-nevrose arazlarına sahip olsun veya olmasın, intihar (suicide), an-goisse'ın .durdurulamaz bir neticesidir. Ve hakikaten görüldü ki, angoisse'ın teşekkül etmediği veya edemediği hususile islâm mem­leketlerinde, intihar rakamları, diğer memleketlere kıyasla hemen hemen ihmal edilecek nispetleri hatırlatacak değerde pek azdır.

Bu suretle, nazariyemizin, ilk riyazî delilini de vermiş olduk.

 

B.   Psychosomatique hastalıklar :

 

Kendi bahsinde tafsilatlı olarak anlatmıştık: Ruhî sebepler uzvî hastalıkları meydana getirebiliyor. (Psychsomatique Doktorluk) Ruhî sebeb olarak da, angoisse'ın teşekkül ve tekevvününü daha mufassal olarak konuşmuştuk.

O halde, Psikosomatik grupta mütalâa edilen bir seri hasta­lıklar da yine, dinî istikamette zaaf gösterenlerde bilhassa zuhura gelecektir. Bunun aksine olarak, dinî tatmin imkânına kavuşan­larda ise daha az nispetlerde görülecektir. Acaba öyle midir? Aca­ba, bu noktada da nazariyemizi te'yid imkânı bulacak mıyız?

ikinci krokimizde bunu gösteriyor, Misâl olarak damar has­talıklarını alıyoruz.

Damar hastalıkları, psikosomatik hastalıklar grubunda mütalâa edilmektedir. Yalnız, biz buruda, B 22 kot numarası ile gösterilen merkezî sinir sisteminin musap olduğu damar âfetlerile B 26 kot numarası ile gösterilen kalp damarlarına ait arteriosclerose ve myocardite degenerative hastalıklarından vefiyatı müştereken al­dık.

Yalnız başına kalp damarlarından (Coronaires) vefiyat dokü­manlarımızda mevcut olmadığı için, bilmecburiye Myocardite de-generative'in pek az nispette karışmış olmasının ihmal edilecek bir rakam telâkki ettiğimizden, bu B 26 kot numaralı hastalığı da aynen alarak, B 22 kot numaralı hastalıkla birlikte mütalâada mah­zur görmedik.

DİNİ NAZARİYEDE TELKİN

 

 

1860 da neşredilen (Le sommeil et les etats analogues au point de vue de l'action de moral sur le physique) isimli kitabında, Li-bault ki Bemheim'a te'sir eden müelliftir “Manevî tasavvurların uzviyet üzerinde pek büyük bir kudrete malik olabileceğini” söy­lerdi. Gerçi, telkinin kudreti kitab-ı mukaddes zamanından öncele­ri de tanınmaktaydı.

Tedavide, guerison spontane gibi, telkinin değeri de daima he­saba katılmak iktiza eder. Aksi halde, % 100 telkin olduğu halde, Animal Magnetisme'in yüksek te'siri diye, basit madenî çubuklar­dan bile kudret tahayyül edilmeğe başlanır.

 

Guerison Spontane

Guerison spontane de böyledir. Yani vücudun kendi kendini tamir etmesi hali. Patlamış apandisitin karında hini hacette diyerek böyle işler için bir ömür boyu hazır bekliyen periton zarı ile hat­ta tekrar be tekrar nasıl yapıştırılıp, düzeldiğini göremiyoruz ama elimizdeki bir yaranın kendi kendine nasıl kapanıp gittiğini gözle­rimizle takip edebiliyoruz. Diğer hastalıklarda da öyle. Mikrobik­lerde bile. Son 20-30 senedir kullanılmağa başlanan mikrobu sah­neden silen ilâçlar yok iken, mikrobik hastalıklara tutulanlar hep ölüp ölüp gidiyorlar mı idi? Şimdi mikribuna karşı ilâcı bulunmı-yan ateşli hastalıklar da ayni durumda değil midir? Eğer vücudun kendi kendini tamir kudreti olmasaydı, ruhî hastalıklar gibi he­men hemen hiç bir uzvî hastalığın da iyi olması beklenemezdi, grip­ten vereme, korkudan melancolie'ye kadar. İlâç daima bir yardım­cıdır. O bakımdan aklı başında hiç bir doktor hastasının % 100 ilâç ile cerrahî veya fizikî tedavi ile iyi olduğunu iddia edemez. Gueri­son spontane'nin bu gizli fakat muhteşem tesiri seebbiledir kı (Placebo) yani boş ilâç tecrübeleri yapılmaktadır. Yani bir hasta grubuna ilâç veriliyor, öbür gruba ilâca   benziyen renk ve şekilde fakat ilâç olmıyan, meselâ patates ezmesi veriliyor. Sonra netice­lere bakılıyor, hesaplar yapılıyor. Acaba ilâç verilen hasta grubun­da mı daha çok iyileşme olmuş, yoksa patates ezmesi verilen grup­ta mı? diye.

 

Telkin

Ayni şekilde cerrahî veya medikal tedavide, guerison spontane yanında telkine de çok ehemmiyet atfederiz. Evet, düşünüldü mü ki bir operatörün dahi ameliyat ettiği hastasına : “Artık düzelmiş­siniz^ diyerek telkin etmesi, hastanın ızdırap ve ağrılarına karşı kaç adet morfin ampulünün yerine geçmektedir? Artık siz diğer tıbbî branşlarda telkinin muazzam kudretini anlıyabilirsiniz. Onun için­dir ki Coleridge: “En iyi doktor, en çok ümit telkin edendir” de­miştir. Bazı kimseler gibi, telkin deyip dudak bükmemiştir. Haki­katen (cehil inkâra, ilim ikrara) götürüyor.

Aşağı yukarı ayni formül ilâçları verdiği halde falan meşhur doktorun kendisine gelinciye kadar iyi olmıyan hastasının, neden iyileşiverdiğinin sırrı da daha ziyade buradadır. Evet hasta, ilâçtan daha çok doktor ağzından çıkan bazı kelimelerin tesirinde kalmış ve iyi olmuştur. Yani telkinden, yani ruhî tedaviden (Psychothe-rapie) bilhassa istifade etmiştir.

O bakımdan, hususile akliyede, hastalara bir sürü ilâçlar ve­ya küçük koma diyebileceğimiz eleetro-ehoc veya büyük koma di­yebileceğimiz Insülin tedavileri de yapılsa yine psychotherapie ih­mal edilemez ve edilmemelidir. Nitekim “Therapeutique Neurologi-que et psychiatriqe” kitabında, Paul Cossa, tedavide umumî endikas-yonlar “Les indications generales du traiteıru nt” bahsinde bütün ak­liye vak'aları için, izolman indication'u yanında psychotherapie'yi de zikretmektedir.

Tedavi sahasında telkin yani psycotherapie (ruhî tedavi) mef­humunun izahı bakımından son iki aya ait iki müşahademi burada zikredeceğim :

Bir gün servise yeni gelen bir hastamız, dil ve dudağının ku­ruluğundan adeta konuşamıyor, bir eli dalağı üzerinde muzdarip güçlükle anlatabiliyordu : “Doktor bey, hemen dalağımı şişiriyor ağ­rı yapıyor, çünkü idrarım çok az çıkıyor, o bakımdan ben pek az su içiyorum, yıllardan beri fazla su içemiyorum.” Ruhî ve somatik muayenenin ikmalini müteakip gerekli telkin yapıldı. Mubassır Hakkı Aslana : “Su veriniz şimdi artık o içebilir ve dalağı da şişme-yecek, yumuşak kalacak” dedim. Bunun üzerine hasta kendisine ve­rilen büyük bir bardak suyu birden içti. Dilini dudağmı zevkle yalar­ken, muayene ettiği dalağının da şişmediğini mütebessim bir çehre ile ifade ediyordu. Ben ikinci bir hasta almış uğraşırken, bir ara tek­rar yanıma gelen gelen Mubassır Hakkı Efendi : “Doktor bey, biraz evvel yanınızdan çıkan hastayı musluk başından zor alabildim. Elini musluğun altına koymuş, durmadan su içiyordu” diye anlatıyordu.

İkinci hastam, bir arkadaşın tavsiyesi üzre, bana gönderilen, genç yaşta bir hanımdı. Mahzun ifade ediyordu: “Doktor bey, çok canım sıkılıyor, kocam Almanya'da, en az daha iki sene kalacağını bildiriyor, çocuklarımla ben buradayım, kocamın gönderebildiği para gayri kâfi, ben oraya bir ara gittim fakat yapamadım, tekrar gidemem, boşanmaktan başka çare kalmadı, perişanım, intihar eder miyim diye de korkuyorum.” Hastaya ilâç tavsiyesi yanında, gerekli psychotherapie yapıldı. Daha bir saat evvel, boşanmak ka­rarı vermiş, kocasını istemiycn ve intiharı düşünecek derecede bu­nalan hasta: “Evet, kocamın yanına dönmeliyim, pasaport muame­lesine de hemen başlıyayım.” diyerek mütebessim, adeta hayata yeniden dönmüş olarak müteşekkir yanımızdan ayrılıyordu.

İşte telkin işte psychotherapie budur.

Ayni ruhî mekanizmaya merbutiyeti hasebile, bir hastalığın tedavisinde olduğu gibi meydana gelmesinde de telkinin rolü mü­himdir. Nitekim Ph. Schvvarz, Hazreti îsa'nın çarmıha gerildiğini düşünen bir dindarın, düşündüğü taızda ve düşündüğü yerlerinde yaralar çıktığını söyler. Bu auto-suggestion (kendi kendini telkin) dir. Lisanımızda niçin “Hayır söyle hayır gelsin başına” bir darbı­mesel haline gelmiştir, bu hakikatlerin ışığında anlaşılmıyor mu? (La temaradu fetemerradu vela tahfiru kubureküm fetemutu) te­maruz etmeyiniz, yani kendinizi yalancıktan hasta göstermeyiniz hakikaten hasta olursunuz, kabirlerinizi kazmayınız, ölürsünüz, di­ye tercüme edeceğimiz hadisi şerifin kasdi manâyı azimi de işte burada olsa gerek.

Mucize

Bir iki kelime de mucize üzerinde konuşalım. Nasıl ki aşk, muhabbetin, sevki-tabii arzunun mübalağalanmış şekli ise mucize de tıb'da, ekser telkinin mübağalanmış derecesini ifade eder. Ve İs­lâm inanır ki, Hazreti İsa, bir çok hastaları mucizevî tarzda iyi et­miştir. Hazreti Musa ve diğer “kitap” veya “suhuf” sahibi peygam­berler de öyle. Türlü mucizeler göstermişlerdir. Bizim peygambe­rimizin de çok üstün mucizeleri ayni görüşle kabul edilir. Peygam­berler haricinde, hususile velilerin de bazı mucizeleri görülebilir. Dedem Şeyh Hacı Abdullah efendi hazretlerinin, böyle bir hâdise­sini anlatmışlardı. Kendisine müracaat edecek, boynunu mendille sarmış bir hastayı daha şadırvanda abdest alırken görünce: “Boy­nundaki mendili çıkarda camie öyle gir” demiş. Adam mendili çı­karırken, boynundaki şişin de kaybolduğunun hayretle farkına varmış. Hâdise dedim, mucize bile demedim. Buna rağmen “Mu­cizeyi nasıl tıb üe bağdaştırıyorsun?” diyecek, belki olacaktır. Onun için tıb'dan tek bir sahifeyi şuraya açıvereyim :

Atomda elektronlar, gökte yıldızlar, yaprakta klorofil misâli, vücud içinde de durmadan dönüp dolaşan eritrositler “Ve küllün fi felekin yesbehun” âyeti kerimesinin bildirdiği üzre yani bütün her şey kendilerine ait tayin edilen yerde dönmelerile (seyretmele-rile) var olabilen mevcudiyetleri içerisinde, insanın kadın cinsinde, her yılbaşı açılan yılbaşı çiçeği gibi her 28 günde bir yumurtalıklarda bir yumurta olgunlaşır ve kabuğundan ayrılan bir nar tanesi gibi yu­murtalıktan ayrılır. İşte mucize değil mucizeler. Tam bu sırada, yu­murtalığın uzağmdaki Fimbria denen Tuba Uterina'nın (ana rahminde çıkan boruların) ucu, yumurtayı içine çekiverir. Fimbria'nın hangi gözü ile bu yumurta tekâmülünü gözleyip durduğu ve içe çekilen nefes mekanizmasile nasıl yumurtayı içine çekebildiği de bir muci­zedir. Fimbrialarca tutulan yumurtanın rahime kadar, yumurta­nın cüssesine göre pek uzun bir yolu, hangi yelkenlerine vuran rüz­gârlar ile geçtiği de ayrı bir mucizedir. (Tuba uterinanın hareket-lerile yumurtanın sevki iddiası, iddiadan ibaret ve ilmî izahtan uzaktır.) Yumurta bu yolculukta iken, rahim baştan aşağı değiş­mektedir. Tabir caizse zengin bir adamın evinde ağırlıyacağı bü­yük bir misafiri için yapılan değişikliği görürüz. Fakat bu hazırlık o derecede geniş çapta tutulur ki, adeta zengin ev sahibi, yeni bir sarayı baştan başa inşa ettirir. Bütün mefruşatı da yepyeni  koyar.

Rahim mukozası artık yumurtanın rahat ve yumuşak oturabilece­ği ve kalıp yerleşebileceği bir yer haline gelmiştir. (Misafirin git­mesi halinde, bütün saray, eşyalarile birlikte yıkılır ve atılır. Ve yeni misafir için, hazırlık yine yeniden başlar, yine yeni olarak alman bütün eşya yine yeniden tefriş edilir. Ve bu böyle devam edip gider. Kadınlar da regle - “ay hali” budur.)

Bu tefriş esnasında kadınların hiç haberi olmaz. Hatta, bir ço­cuk yumruğu büyüklüğündeki rahmin gebelik halinde bütün kar­nı dolduracak kadar genişlemesi de vücudun normal fonksiyonla­rını bozmadığı ve ağrı da vermediği için adeta hissedilmez. Hal­buki, fındık kadar bile bir şişlik (Tümör) tahammül fersa ağrılar tevlid edebilir. Bu da başka bir mucize. Yumurta buradan mem­nun kurulmuş oturadursun.

Spermalar, testiste imal ile, erkeğin vesicula seminalislerine gelmişler istirahatte ve potansiyel enerjilerini tam muhafaza ede­rek müsait bir alkalen vasatta, sakin adeta start'da duran atletler gibi nefeslerini de kesmiş beklemektedirler. Enerjilerinin devamını sağlıyan bu alkalen vasat ayrı bir mucizedir. Sperma (erkek tohum hücresi) her saniyede 1000 adet civarında ve bir günde aşağı yuka­rı 100 000 000 (yüz milyon) adet imal edilmektedir. Ve yıllar yılı her gün yüz milyon imal edilen bu spermaların her biri bir yu­murta hücresini ilkah edebilecek kudretle mücehhezdir. Orgasme halinde 200-300 milyon civarında spermanın fırlıyarak çıkmaları da yine tıbben izah edilemiyen hâdiselerdendir. Bunlar kadın va-jeninde bulunan değişik bir asit vasatta adeta kamçılanmış gibi yol almağa, süratle hedefe doğru uzun kuyruklarile yüzmeğe baş­larlar. Bu başka bir mucizedir. Rahim ağzı ay halleri nihayetinde, tamamen kapanır ve rahim steril kalır. (Ay hallerinde rahim ağzı tıbbî ifade ile rahim boynu (collum Uteri) açık olduğu için temas vukuunda esasen yaralı rahmin, infekte olabilmesi ihtimali belir­miştir. Islâmda, ay halleri esnasında cinsî temasın âyetlerle nehye-cı ilmesinin (yasaklanmasının) bir sebebi de bu olsa gerek.) Sper­malar, ay halleri nihayetinde, kapalı olmasına rağmen collum ute-ıvden geçerek rahime ithal olabilirler. Bu defa yine devamla yine yorulmadan, rahimde kendi keyfince oturmuş izaz ve ikrama gark olan kraliçeyi (yumurtayı) aramağa başlarlar. Küçücük sper­maya göre, kocaman rahim içinde, yine küçücük bir yumurtayı bulabilmek de bir mes'ele ayrı bir mucizedir. Belki 3-5 kişi de yu­murtayı bulmuştur. Ve nihayet bir tanesi, yumurtanın harimi isme­tine girmeğe muvaffak olur. Girerken çok mutena bir eve giren misafirin ayakkabısını çıkarması misâli, kuyruğunu dışarda bıra­kıp öyle girmiştir. Ve bu bir kişi (sperma) kraliçenin (yumurta­nın) odasından içeri girdiği anda kapılar otomatik olarak kapanır­lar. Yani yumurta zarı kalınlaşmış ve başka bir spermanın daha girmesi imkânı ortadan kaldırılmıştır. Bu da bir mucize. Ve bu iki noktacıktan ibaret, küçücük noktadan, bu koskocaman insan, eli ayağı bütün uzuvları tastamam ve ailenin yani ana ve babanın ve daha yukarı atalarının hastalıkları ve davranışları dahil bütün vasıflarını hamil olduğu halde meydana gelmesi de daha büyük bir mucizedir. Sayfalarla yazılabilir.

Bizde, yani tıb sahasında, mucize çok. Ve her gün bir yenisini görebilmekteyiz. Onun için mucizelere inanmak, doktor olmakla zorlaşmış değil, bilâkis çok kolaylaşmıştır.

Bu mucizeler yanında bir veli veya peygamber, basit veya ağır bir hastalığı geçirtmişse bu saydıklarımız yanında mucize dahi denmiyecek ölçüde hadise olarak kalmıyor mu ? O halde Allah istedi­ği zaman, uzuvlarda olduğu, şekilde, bazı kimselere de bazı haslet ver­mesi ve bu kimselerin bu hasletleri ile (mucizeler) göstermesi ga­yet tabiî bir hâdise oluyor. Dedemin bana anlatılan mucizesini de (hâdise) diye yazmıştım. Çünkü dedem de şimdi benimle konuşsay­dı: - “Evet oğlum, bunlar ancak basit bir hâdisedir, bizim de naza­rımızda ve basit hâdiselerden maada, mucize olmuş veya olacak bir şey de yoktur” diyeceğinden eminim. Benim beş yaşındaki kı­zım soğukta yağmurda sokağa çıkışım v eüstelik para da kazanıp dönüşüm hâdisesini, Mirac'a akıl erdiremiyen insanlar misâli, her halde kendi kafasında mucize olarak tavsif etmekte olmalıdır.

O halde fevkalâdelik yani mucize insanın kendi görüşlerinin içerisindedir dışarısında değil.

 

Not :

Bazı menfi tefsirleri önliyebilmek için, kaydetmek zaruretin-deyim ki, hasta ve hastalık için tek merci doktor ve ilâçtır. Sözle­rimi tevsik edeyim: Hazreti Musa, bir gün hastalanır. “Allahım iyi et” diye dua eder. Bunun üzerine kendisine, falan yerdeki falan doktora müracaat etmesi, Allah tarafından bildirilir. Hazreti Musa kalkar o doktora gider. Falan falan çiçekler otlar toplanır, kaynatı­lır ve Hazreti Musa aleyhisselâma o doktor tarafından içirtilir. Haz­reti Musa iyi olmuştur. Fakat bir müddet sonra, ayni hastalığa ye­niden tutulur. Bu defa, artık ilâcını öğrenmişti, kalkar ayni çiçek­leri otları toplar, o doktor gibi kaynatır, fakat tekrar suyunu içme­sine rağmen bir türlü şifa bulamaz. O zaman tekrar Hazreti Mu­sa'ya, istimdadı üzre Allah tarafından bildirilir ki: “Hayır Ya Mu­sa, doktora müracaat edeceksiniz.” îşte, örnek budur.

Tedavide belki telkin kâfi demek istiyor çünkü mucize de var diyor diye türlü bühtana maruz kalabilirdim. Görülsün ki, dini îs-lâmda, kendi başına eczaneden ilâç alınmasına bile müsaade yok Her işde olduğu gibi, burada da yani tıb'da da, esas neyi gerektiri­yorsa o yapılmalı ve o yapılacak. Başka yol yoktur.

 

DÎNİ NAZARİYEDE RÜYA

 

 

Cinsî nazariyede inad ve İsrarla iddia edildiği şekilde, rüyaların istikbal ile alâkası (yok) değildir. Vardır. Cinsî nazariyenin hangi iddiasında zaten tutunacak yer bıraktık? Bilahere rüyaları hakikat olmuş, yani rüyaları istikbalde aynen tahakkuk etmiş milyonlarla insan, bu mevzuda da bizi te'yid ve Freud'u cerh eden canlı şahitler değil midir?

Bu, fakültenin ilk yıllarında yazdığım uzun bir manzumeden parçadr. ıEvet İslâm, her bakımdan çok kuvvetli olmak ve tek bir gaye'ye (arzu) yönelmek durumundadır. Meslek hayatımın ilk yıl­larında yazdığım “Bir Arzum Var” isimli manzumem de bunun ifa­desidir :

SON   SÖZ

 

Kitabımız, burada ikmal oluyor.

Dynamique Psychiatrie'de, istisnaî haller haricinde, türlü dav­ranış kusurlarının, Psychosomatique veya Psychique (ruhî) hasta­lıkların sebebinin ruhî faktör olduğunu gördük.

Bu ruhî faktörün, nazariyemizde, dinî istikametin kaybından (dinî tatminsizlik )ibaret olduğunu, dinî tatminsizliğin, ruhî tatmin­sizlik halinde Angoisse'ın teşekkülüne sebeb olacağını bundan do­layı türlü davranış kusurlarının, Psychosomatik hastalıkların ve akıl hastalıklarının Angoisse'ın devamı ve şiddeti ile mütenasip ola­rak meydana çıkabileceğini bahislerinde izah ettik.

Diğer taraftan, Psychanalyse ismini bile, Pierre Janet'nin “Analyse Psychologique” tabirinden alan Freud'un, ruhî tatminsiz­liğe sebeb cinsî tatminsizliktir diyen cinsiyet nazariyesini, aynı za­manda bizim nazariyemizle bir mukayese imkânı da vermek gaye-sile kitabımıza aldık.

★★★

Bu suretle, şimdi, düşünmek ve hüküm vermek sırası okuyu­cuya gelmiş oldu. Cinsiyet nazariyesi doğru dendiği takdirde, işte o yolda açıktır, gidenler var Dinî nazariye doğru dendiği takdirde işte âyet i Kerime de meydanda ve apacaktır : “Ve ma halakt ül cinrıe ve-1 ins e illa liya'budun i” (Ma) ile (îlla) kullanılarak yani en kuv­vetli te'yid ile Cenab-ı Hak buyuruyor ki: (Ben cin ve insanları ba­na ibadet etsinler diye yarattım.)

İbadet etsinler diye yaratılmış insan. Hilkatin sırrı bu. Nitekim kitabımızda, insanların peygamberleri, toprağın yağmuru beklediği ve kabul ettiği tarzda bağrına basdıklarmı ifade etmiştim. Buna gö­re demek insan yaratılmış. Nereye kaçıyoruz? Nasıl kaçıyoruz? Eğer Darwin, insanlar maymundan gelir demekle kalmayıp, ayrıca insanları Freud'la birlikte hususî makinalarmda imâl etmiş olsalar­dı, o takdirde onların sözleri elbet makbul olacaktı. Doğru olacaktı. Ama, insanı yaratan Allah olduğuna göre, Allanın sözü doğru ol­mak iktiza eder. Ve Allah beyan ediyor ki : (ben insanları bana ibadet etsinler diye yarattım.) O halde, insanın Allah'ı bulma isti­kametinde gitmek için çalışması çabalaması tabiîdir. Sevk edilen ci­het budur. Bu yolda gidilmezse, doğacak ihtilâtlardan (Angoisse) kim, kurtuluş çaresini insanlara buluverecektir? Şimdiye kadar ve bu kadar uğraşmalara rağmen bulunabilmiş mi?

★★★

O halde, nazariyemizin, ilmî ve tıbbî gerçeklere tam mutabık olarak, Âyet'ler ile birlikte, Tabib-i Manevî olan peygamberimizin ifadelerine de, en yakın noktada bulunması, doğruluğunun en kat'! hücceti ve mizanıdır. Nitekim, bir talebe hocasına veya bir hasta doktorune en yakın düşündüğü noktada, en doğru olmuyor mu?

İşin künhünü, yine ancak Allah bilir. Bir gün dersinde hocamız Kosvvig de : “İnsanı ancak insanı yaratan bilir” demişti.

★★★

Vücudumuzun neresini kesersek keselim, ne ekmek içini görü­yoruz, ne peynirin suyu akıyor. Demekki, yediklerimiz vücud tara­fından temessül ediliyor, benimseniyor; vücude kayboluyor :Vücu^ oluyor.

Ruh vücudunun gıdası dinî fikirlerde de böyle. Hakikî iman için (Dil ile ikrar, kalp ile tastik) in manâsı da budur. Dinî fikirler temessül edilecek, benimsenecek. Hatta öyle benimsenir öyle bir hale gelir ki, bir gün Hallaç-ı Mansur çıkar : “Enel Hak” bile der. Bu söz vücudun dile gelip : “Ben artık ekmek değilim peynir değilim, vücudum, hayatım” demesine benzemez mi? O halde yanlışlık ner-de?

 

Yanlışlık bizde değil Freud'da. Bir manzumemde “Affinite kal-kıverse, sular bile gaz olur” diye yazmıştım. Evet, H^O dan ibaret olan Suyun, Hidrojen (H) ile Oksijeni (O) arasındaki affinite'si, ya­ni alâkası, bağlılığı, sevgisi, rabıtası kalmayıverirse, hangi derede, hangi denizde, hangi menbada bir damla su kalacaktır? Su gibi, yediğimiz ekmek de Karbon (C), Hidrojen (H) ve Oksijenin (O) bir birlerine olan rabıtaları, sevgileri, alâkalarından dolayı mevcut de­ğil midir? Bu misâlleri sizler çoğaltabilirsiniz.

İnsanlar arasında da, hususile, ana, baba, kardeş, evlad müna­sebetlerinden cemiyet, millet birliğine kadar, bu sevgiyi, rabıtayı, alakayı: affinite'yi, bir an kaldırdığımızı düşünürsek, bir yıldızın, diğer seyyarelerin cazibesinden (affinite) alınıverilmesi misâli, o an­da düşüp parçalanmaz mı, fertler, aileler., dersiniz?

 

Onun için aynı manzumenin bir kınasında :

 

Güzeller, güzelliğini yalnız sevgi'den almış. Sevgi'den hariç ne vardır  dünyada masun kalmış? Renkler ondan, şekil ondan, almış bir şeyler çalmış Ki ondan ayrılmış eşya nahoş ve nasaz olur. demiştim. Yalan mı?

O halde Freud'u haksız çıkartalım. Hakikaten, ayrılık, tefrika : düşmanlık, nahoş ve nasaz'dır. Ve güzellik birliktedir. Islâmda vah-det'e verilen ehemmiyetin sırrı da budur. Güzel istendiği, güzel arandığı ve güzel olduğu için.

 

Fransızların, istemek muktedir olmaktır (Vouloir c'est pouvoir) dediği gibi, muvaffakiyet de, sadece, halisane niyetlerin içerisinde­dir : Niyet etmek muvaffak olmaktır.

O halde iyi bir niyetle “Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbe-hu” nefsini bilen Allahmı bilir, hükmüne de uyarak, yani nefsimi­zi, yani şahsiyetimizi iyi bilmeğe, iyi öğrenmeğe çalışmalı ki Allah'ı da iyi bilmek ve yolunda doğru gidebilmek mümkün olsun.

Ve bu suretle, hilkat'ın icabı olan, aklın sevk ettiği Allah'ı bul­ma yolunda, kaybedilecek tek saniye'nin bile aynen zarar, ziyan, hüsran'dan (angoisse) ibaret olduğu artık, apaçık anlaşılabilsin.

★★★

Gayemiz budur. Gayeniz bu olsun.



[1] Zihinsel faaliyetlerden dolayı bedensel fonksiyonların birbirine cevap vermesi.

[2] Nancy, Fransa'nın Lorraine bölgesinin ve Meurthe-et-Moselle département'ının merkezi, Meurthe'in kıyısında.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar