Büyük mütefekkir Dr. MUHAMMED İKBAL Hayatı, Şahsiyeti ve FİKİRLERİ 2
D- MUTLAK HAKİKAT VE BENLİK FELSEFESİ
Günümüz İslam Tefekküründe önemli bir merhale olarak kabul edilen benlik
felsefesi, İkbal'in felsefi düşüncesinde önemli bir yer tutar. Bu düşüncenin
temelleri bir yandan İslam Düşüncesi kaynaklarına dayanırken, öte yandan çağdaş
felsefeye ve batı düşüncesine dayanmaktadır.
İkbal, Farsça yazdığı eserlerinde hodi[1]
[2] [3] [4], İngilizce eserlerinde ise self
veya ego152 kelimelerini kullanır134. Aslında bu kelime
İslam Düşüncesinde filozofların "nefs" dedikleri varlıktır[5]. Nefs, ene, can, hayat, kendi[6], şahıs[7],
özbenlik[8], Ruh[9]
gibi manalarda kullanılmaktadır. Benlik; kişinin kendisi için edindiği
şuurluluk[10], insanın kendi beni üstündeki
şuurlu bilgisi[11] gibi tanımlarla
açıklanmaktadır.
"Hodi", "nefs" veya "benlik" kelimeleriyle
gurur öfke, vs. olan enaniyet duygusuyla hiçbir ilgisi yoktur[12] [13].
İkbal'in düşüncesinde iki türlü benlik fikri vardır. Birincisi, İkbal'in
"ego" dediği ve felsefi bir mana yüklediği benlik: Buna göre,
kainatla bulunan bütün varlıklar, insandan Allah'a atomdan dünyaya her varlık
bir "ben"dir. Bu düşüncede her insan müstakil bir hüviyete sahip bir
"ben"dir. Varlık mertebeleri arasındaki yeri ne kadar aşağı bir
seviyede bulunursa bulunsun, her atom bir bendir. Dünya da bir
"ben"dir. Allah ise "Mutlak Ben" dir162.
İkincisi, tasavvufi manada lir benlik anlaşıyıdır: "Nefsini bilen Rabbini
bilir"[14] sözünden hareketle
insandan ve insani tecrübeden yola çıkarak, insanın kendi varlığını tanıması,
kendine güvenmesi kendi kendisine saygı duyması, kendi imkan ve
kaabiliyetlerini ortaya koyması çabasına girmesidir. İkbal'e göre buna benliğin
geliştirilmesi denir. Benliğin geliştirilmesi için insanın bir çok tasavvufi
merhalelerden geçmesi gerekmektedir[15].
İkbal'in "hodi" veya "ego" dediği,
İslam filozoflarının "nefs" dediği varlıktır. Mutasavvufların bu
varlıktan anladıkları insanın kötü vasıfları ile yerilen huy ve fiillerdir[16]. .
Kur'amı Kerim'de "nefs" kelimesi bir çok manalara gelmektedir.
Zatullah[17]. insan ruhu[18], kalb. cıdr[19], insan bedeni[20], insan, hayvan, canlı, cansız
gibi varlıkları hep birden ihtiva eden "zat"[21]
[22] [23]
[24], cins[25]
manalarına gelen bir çok ayetler bulunmaktadır17-7.
Ayrıca "nefs" deyince genellikle tasavvufi kültürde umumiyetle ihtiva
ettiği mana: İnsan bedeninde bulunan bir cevher olup insana kötülüğü ve fesadı
emreden bir kuvvettir. İnsanı devamlı fenalığa sürükler, bu hususta teşvikte
bulunur. Bu sebeple de bu nefs kötülenen ve aşağılanan bir şeydir. Ahlak
kitapları ve tasavvufi düşünce buna muhalefet etmeyi telkin eder' 74.
Kur'an-ı Kerim'de bu nefsin insanı kötülüklere sevkettiğine dair Yusuf
suresinin 53. ayetinde işaret vardır.
İslam filozofları nefsin mahiyeti hakkında değişik görüşler ortaya
atmışlardır.Mesela İbn Sina'nın nefs hakkındaki görüşleri fizikle metafizik
arasında bir köprü durumundadır. Bir kısım eserlerinde tecrübi bir nefs
psikolojisi, bir kısım eserlerinde ise, tasavvufi bir nefs psikolojisi yapar.
İbn Sina nefsin cevherli!iğini savunur175. Kendinden önceki
filozofların düşüncelerinde olduğu gibi nefs. bedenin hareket ettirici bir
kuvvetidir.
Yine kendisinin yazdığı bir kasideye göre nefs. yüksek bir alemden bedene
düşmüştür. Ancak söz konusu olan düşüş insanı nefstir. Bu nefs için bedenle
birleşme olayı adeta kafese girmek gibi bir şeydir176. İbn Sina
nefsi, bir manada tabii cismin olgunluğu olarak değerlendirirken diğer bir
manada da bedeni istekleri harekete geçiren bir cevher olarak nitelendirir.
Nefs bedenin iyiliği için özellikle, yaratılmıştır; kendisiyle birleşeceği
beden yaratılmadan önce var değildir ve şahsi varlığı yoktur. Bedeni maddenin
var olmaya başladığı andan itibaren nefis adıyla var olmaya başlar177.
İbn Sina'ya göre nefsle ruh ayrı şeylerdir. O'na göre ruh, bedeni ve nefsi
kuvvetlerin ilk bineği olup ruhani ve latif bir cisimdir178.
Filozoflar nefs kelimesi yerine "ruh" kelimesini hemen hemen
hiç kullanmazlar. Gerek Kur'an-ı Kerim'in nefs kelimesine yüklediği manalar
gerekse Hadis-i Kutsi'de geçen "Nefsini bilen Rabbini bilir" ifadesi
İkbal'in nefs veya benlik kelimesine yüklediği manaya uygunluk arzetmektedir.
İkbal'in kullandığı ve "benlik" denilen, "ego" veya
"hodi" kavramı müslüman filozofların kullandığı nefs kavramına [26] [27]
* [28] yükledikleri manalara
benzemektedir[29]. Bu bölümde, ayrıca, İkbal'in
Müslüman filozofların fikirlerinden hareketle çağdaş feslefeden de yararlanarak
günümüzde büyük bir merhale olarak kabul edilen benlik kavramına yaklaşımını
inceleyeceğiz. Şunu belirtmekte fayda vardır: İkbal'in benlik felsefesi oldukça
geniş kapsamlı ve o derece diğer meselelerle içiçedir. Biz ise bu konuyu sadece
çalışmamız çerçevesinde değerlendireceğiz.
1-
Mutlak Hakikat ve Ego'nun Mahiyeti:
İkbal'in mutlak hakikat fikri hayatı boyunca biraz değişikliğe
uğramıştır. Özellikle doktora tezinde rastlanan vahdeti vücudcu fikirlerinden
olgunluk çağında vazgeçtiği ve gittikçe Allah'ın şahsiyet oluşuna kanaat
getirdiği görülmektedir[30]. İkbal'e göre Allah bir
"Ego" dur ve O'nun şahsiyet oluşu, Kur'an'da kendisine verilen
"Allah" isminden ve İhlas suresinin tavsiflerinden belirmektedir.
Hatta Nur suresinin otuzbeşinci ayetindeki Allah için "Nur" ve
"ışık" kelimelerinin kullanılması ışığın nitelik ve nicelik
bakımından Mutlak Zat'a en yakın olduğu Ona en çok benzediği söylenebilir. Işık
sürati bizce malum olan en yüksek sürat olduğu için, bir nur remzi Allah'ın hir
mekanda bulunmasını değil, mutlak olmasını ifade etmektedir[31]
.
İkbal'e göre "Mutlak Ego", "ene" veya
"benlik" aslında Mutlak Hakikattir. Bu mutlak hakikat ile dünya
arasındaki münasebet nasıl tarif edilebilir? Bu dünya Allah'ın yaratmış olduğu
gerçeklik ve tecrübelerimizde hakiki olduğuna göre Mutlak Hakikat ile
münasebeti nasıl olacaktır? İkbal'e göre kainat: Eflatun için ideler nazariyesi
gibi bir "hayal"[32] veya Hint düşüncesindeki gibi
bir "maya" değildir[33]-7. Alem, her anda
genişleye'n muayyen bir hedefi olan organik bir külldür[34]
Alem de bir egodur. Mutlak Hakikat kendini hem bu egoda hemde her küçük
varlığın tabiatında göstermektedir. Bu nedenle ilahi Hakikat her şeyde
aşkındır. Tecrübelerimizin bütün gerçeklerine dayanarak mutlak hakikatin
faaliyetlerine iyice baktığımızda Mutlak Hakikat'ın akıllıca yönetilen yaratıcı
bir hayat olduğu gerçeğini görürüz. İlk bakışta bu görüş belki Vahdeti Vücd
fikri gibi görünse de bu Vahdet-i Vücud'un tarifi değildir[35].
Schimmel'in de belirtiği gibi hem Mutlak Ego hemde diğer küçük varlıklar
hakikidirler. İnsan ve Dünyalar Allah'ın muhayyilesinde değil, O'nun varlığında
mevcut oldukları için gerçek şahsiyeti yani "ego"yu haiz oluyorlar[36].
İkbal'e göre bu ego görünmezdir. Halbuki bununla beraber ispat istemez
çünkü güneş gibi bellidir. En ufak varlıklarda bile atomdan alemleri yaratan
Allah'a kadar herşey Ego sahibiir. Her zerrede Ego'nun kudreti bulunmaktadır[37]. Varlıkların her seviyesinde
muayyen Ego'lar mevcuttur. Egolar kemali, yalnız ferdiyet ölçüsüyle ölçülür.
Her ego. kendisinden daha yüksek olan bir ego haline gelmeyi hedeflemektedir[38]. İkbal'in bu fikirleri
Nie.szche'nin Ebedi Dönüş teorisinde yer alan iktidara ihtiras fikrinden
etkilenmiştir. Çünkü Nietsche'ye göre, evrenin alınteri olan insan evrenin anlamıdır.
O, yaratmak, evreni aydınlatmak, çağdan çağa. sıçramaya yoğunlaşan bir güçtür.
Yani "üst insan"çjır. Nihayet evren büyük mücadeleler sonucu bu
insanın sorumluluğunda kalacaktır[39].
İkbal'e göre Ego, büyüyüp genişlemek için başka daha zayıf varlıklara
hayatını benimsemektedir ve böylece derece derece kemalleşecektir[40]. Çünkü her Ego'nun içinde
sonsuz imkânlar gizlidir. "Sen kendine bak, elim eteğim boştur diye
üzülme; Senin göğsünde dolunay var"[41].
İkbal'in bu fikirlerinin asıl menşeini biz Mevlana da görmekteyiz. "Ben
cemadattaridım öldüm, yetişip gelişen bir varlık nebat oldum. Nebatken öldüm,
hayvan suretinde zuhur ettim. Hayvanlıktanda geçtim. Hayvanken de öldümde insan
oldum. Artık ölüpte yok olmaktan ne korkayım[42].
Buradaki cemad, nebat, hayvan ve nihayet insan olma olayı tenasüh fikriyle
karıştırmamak gerekir. Çünkü insan canlıların en mütekamilidir. İnsan ana ve
baba menisinden meydana gelir. Bu meni ise, yedikleri şeylerden yani, cemad,
nebat ve hayvani unsurlardan meydana gelmiştir. Dolayısıyla insanın varlık
sahnesine çıkması, bu merhalelerden geçerek devrini tamamlamasıyla
gerçekleşir.İkbal, bu inkişaf fikrini bir çok şiirinde dile getirmektedir.
İkbal'e göre her ego, bir ferdileşmeye doğru yol almaktadır. Bu
ferdileşme insana gayet büyük imkanlar açtığı gibi yine onun için büyük
tehlikeler ihtiva etmektedir. İşte bu noktada ikbal, Kur'an-ı Kerim’in ifade
ettiği dağlara, yer ve göklere teklif edilen, fakat yalnız insan tarafından
kabul edilen emaneti görmektedir19-’ -Egonun mesuliyetleri ve her
tarafa açık olan imkanları yalnız insanda bulunmaktadır[43]
[44] [45].
Mutlak Egonun ferdiyeti konusuna geçmeden önce burada insanın benliği konusunu
noktalamak durumundayız. Çünkü bu konu ilerki kısımlarda ele alınacaktır.
îkbal, dini tecrübelere dayanılarak elde edilen bilginin ve verilen
hükmün akıl ve idrak ölçülerine de uyduğunu savunur193. Bu nedenle
bütün tecrübelerin nihai temeli "ego" dediğimiz uzağı görebilen ve
yaratıcı yeteneği olan bir irade, olduğu gerçeği görülür. İşte bu Mutlak ego
için yegane kişiliğini gözönünde bulunduran K, Kerim; "Allah" adını
kullanmıştır. K. Kerim Allah'ı şöyle tarif etmektedir: "De ki; Allah
tek'tir. Herşey O'na dayanır. O, doğurmamıştır, doğrulmam ıştır. Hiçbir şeyde
O'na benzemez" (İhlas, 1-4).
Ancak bu suredeki ferdiyet tam olarak anlaşılması kolay değildir. İkbal'e
göre ferdiyetin bir çok aşamaları vardır. Hatta insan bile tam kemaline erip
son şeklini almış olan birliğinde de ifadesini tam olarak bulamamıştır. Onun
için kamil fert veya kişinin tenasülün kurallarından üstün tutmamız
gerekmekledir, Kamil Ego'nun bu özelliği, Kur’an-ı Kerim'in Allah kavramı ve
anlayışındaki en temel unsurlardan biridir[46].
Acaba Allah'a ait olan bu ferdiyet sonlu olmayı ve geçiciliği ifade eder
mi? Eğer Mutlak Hakikat bir Ego ve dolayısıyla bir fert ise. O'nun ebedi veya
sonsuz olduğunu nasıl tasavvur, edebiliriz? İkbal'e göre Cenab-ı Hakk'ın
ebediyeti veya sonsuzluğu, mekana ait bir sonsuzlukla kıyas edilemez. Çağdaş
bilime göre tabiat dünyası ne sabit ve sakin ne de sonsuz bir boşlukta duran bir
şeydir. Aksine birbirine bağlı olayların bir oluşumudur[47].
Mutlak Zat'ın yaratıcı faaliyeti ancak zaman ile mekan açısından yorumlandığı
takdirde anlaşılabilir. Zaman ve mekan, Mutlak Ego'nun çeşitli imkanlarıdırlar
ki, bunları biz kendi matematiksel zaman ve mekan kavramlarıyla kıyas ederek
bir ölçüde kafalarımızda canlandırabiliriz[48].
Mutlak Zat, ne mekani sonsuzluk anlamında sonsuz, ne de mekan açısından
sınırlı ve vücut bakımından diğer bütün insanlardan ayrı olan biz insanlar gibi
sonsuz ve geçicidir. Zat-i Hakiki'nin yaratıcı faaliyetinin sonsuzluğu, O'nun
iç imkanlarına dayandığını belirten İkbal, evren, O'nun ancak cüz'i bir
ifadesidir. Cenab-ı Hakk'ın ebediliği ve sonsuzluğu kapsamlı değil, yoğundur[49].
İkbal, Mutlak Hakikat'i bir "ego" veya "benlik"
olarak tahayyül etmektedir. Mutlak Ego'dan ancak egolar doğar diyerek Mutlak
Zat veye Ego'nun yaratıcı kudreti -ki onda amel ve fikir aynıdır-
"ego" birliği olarak çalıştığını belirtir[50].
İkbal'e göre Dünya'da bir egodur. O, bunun ispatın şöyle yapmaktadır:
"Dünya madde atomu değidiğimiz mekanik hareketten, insan kişiliğindeki
serbest fikir hareketine kadar, bütün ayrıntılarıyla "Büyük Benlik"in
kişiliğinin belirtisidir"[51] .
İkbal'e göre İlahi Kudret'in her zerresi, vücut terazisindeki yer, ister
yüksek ister aşağı olsun, bir "ego"dur. Benliğin niteliğinin ortaya
çıkışında derecelerin varlığından söz eden İkbal, insanın kişiliğinde benlik,
kemale erene kadar yükselir. Bundan dolayıdır ki, Kur’an-ı Kerim'de Mutlak
Hakikat insana şahdamarından daha yakındır[52].
İşte biz ilahi hayatın durmadan akan selinin içinde, inci teneleri gibi
yaşamakta, hareket etmekte, vücud bulmaktayız[53].
İkbal'in benlik felsefesi, bize 17. yüzyılda ortaya atılıp tartışılan
"töz" meselesini hatırlatmaktadır[54].
Özellikle Leipniz'in felsefesinde de var olan töz anlayışı etkin kuvvet
manasında olup maddi olmayan bir kuvvettir. Bunun içinde yer kaplama töz'ün öz
niteliği olamaz[55]-5. Leipniz kendi
felsefesinde tözleri monad'lar diye adlandırır[56].
Leipniz'e göre monadlann sıra düzeninde en aşağıda bulunanı karışık tasarımlı
ve pasif olan maddedir. En yukarıda bulunanı da Tanrı'dtr. En yüksek monad bir
tanedir. Tanrımın altında sıralanan monadlann sayısı ise sonsuzdur.
Görünüşte İkbal’in "Ego" dediği varlık. Leipniz'in
"monadlar" dediği varlıklara benzerlik arzetsede özde birbiriyle
bağlantıları olduğu söylenemez. Ancak. İkbal'in "Mutlak Ego"dan ancak
egolar doğar ve Mutla Ego'nun yaratıcı kudretinden meydana gelen tüm kainatın
ve varlıkların da birer ego olduğunu, Dünyanın ve insanında birer ego olduklarını
savunur-07. İkbal'in fikrine karşılık Leiphiz'in Monadları maddeden
Tanrıya sırasıyla eh altında karışık maddeler, en üstünde Tann'nın bulunması,
İkbal'in Leiphiz felsefesine yaklaştığı söylenebilir[57]
[58]. Ayrıca İkbal'in
"ego" su herşeyin iç imkanları olup, uzağı görebilen ve yaratıcı
yeteneği olan bir iradedir[59].
Leipniz'in ve Monad'ı ise, en üstteki Tanrı, herşeyi bilen en yüksek
monaddır. O bütün evrenin her bir andaki durumunu tam bir açıklık ve seçiklikte
bilir[60].
Leipniz'in monad fikrinde önceden kurulmuş uyum fikri vardır. Yani
monadlar önceden kurulmuş bir uyumla -İkbal'in deyimiyle önceden olmuş bitmiş
bir planın uygulanması- hareketle monadlar kesin bir zorunluluğa
bağlanmaktadır-11. Halbuki İkbal'in yaratıcı faaliyetinde Mutlak ego
önceden olmuş bitmiş bir planın uygulanması değil, her şeyde yeniden bir doğuş
rüyası yatmaktadır[61] [62].
Dolayısıyla Leipniz'in monadlanndaki Determinizm fikri İkbal'in hareket
felsefesine özde uygun düşmemektedir.
2-
Mutlak Ego ve Varlık Münasebeti:
Fatır suresinin birinci ayetinde zikredilen: "O yaratışta dilediğini
ziyade eder" ifadesine bağlı olarak. İkbal'in felsefesinde ifadesini bulan
Mutlak Ego, her an yem imkanları kuvveden fiile çıkaran güçtür[63] .
Modern bilimin verilerine göre evren, mütenahi ama hudutsuzdur yani kainat
devamlı gelişme halindedir[64]. O halde Mutlak Ego ile varlık
arasında ne gibi bir ilişki söz konusudur? Varlık'ta bir ego olduğuna göre,
Mutlak Ego ile arasında nasıl ve ne gibi bir münasebet vardır?
• İkbal'e göre, istikbale ait bütün imkanlar Mutlak Ego'da zaman
açısından bir tek onda mevcutturlar[65]
. Yaratılış dediğimiz şey, bu imkanların tahakkuk edip de zaman ve mekan
ölçülerine tabi olmasıdır. Daha öncede belirtildiği gibi, Allah'ta mevcut olan
zaman serisizdir; yani bütün zaman ve vukuat orada bir tek halde ihtiva
edilmektedir. Biz ise yaratılış sayesinde yalnız seri halinde geçen ve
birbirini takip eden
anlardan ibaret olan zamanı görüyoruz[66].
Kindi, risalesinde zamanı harekete bağlıyarak, "hareket varsa, zamanda
Vardır, hareket yoksa zamanda yoktur" demektedir[67].
İkbal Mutlak ego ile varlık arasındaki münasebeti, yaratıcı faaliyetin
dinamizmine ve varlıkların tekamülüne dayandırmaktadır. Aynı zamanda,
varlıklarda olduğu gibi insanın da tarihi ilerlemesine, onun gelişip
yükselmesine en büyük kıymeti vermektedir. Çünkü Kur'an-ı Kerim e göre insan,
bir oyun ve eğlence için yaratılmış değildir[68]^.
O halde Mutlak Ego'nun yarattığı tüm varlıklar -insan gibi- kemal sahibi olmak
için bir hedefe doğru, muayyen bir maksada doğru yol almaktadır. Ancak bu yol
alış, belirli bir zamanda son bulacaktır. Buna kıyamet denir[69]. Böyle bir son, bütün
peygamberlerin vahiy ifadelerinde söz konusudur. Ego her ne kadar serbest ve
yaratıcı,olursa olsun yine bu sona bağlı kalır. Halbuki bu bağlılık kuru ve
sert bir esaret demek değildir; Mutlak Ego, diğer egolara kendi imkanlarını
mümkün olduğu kadar geliştirmek fırsatını verir. Bir taşın inkişaf imkanları
başkadır, bir iptidai kabileye mensup insanın inkişafı başkadır, kültür
seviyesi yüksek bir insanın inkaşaf imkanları başkadır. Her birisi kendi
çerçevesinde serbesttir. Çünkü Her Ego kendi içinde mevcud olan kanunlara göre
inkişaf etmektedir[70].
Kur'an-ı Kerim, insanın ferdiyet ve eşsizliğini önemli belirtir. Ayrıca
bir kişinin diğerinin yükünü taşımayacağını ve sorumlu olmayacağı gibi[71] . Kendi şahsi çaba ve gayreti
neticesinde elde ettiği şeyleri hakettiğine yetki vermektedir[72] [73].
Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim keffaret fikrini reddetmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de insanın üç Önemli özelliği zikredilmektedir.
1-
însan, Allah'ın seçtiği en
iyi ve en şerefli yaratıktır222.
2-
İnsan bütün kusurlarına
rağmen Allah'ın yeryüzündeki naibi ve temsilcisi kılınmıştır[74].
3-
İnsan kendisini tehlikeye
atarak kabul etmiş olduğu hür şahsiyetin emanetçisidir.[75]
$
İnsan, Allah'ın yaratmış olduğu eşsiz bir yaratıktır. Onu kainattaki
diğer yaratıklardan herhangi birisi gibi ele alarak yapılacak herhangi bir
araştırma yanlış olacaktır[76]. İster insan, mekanik ekol
gibi bütün hayat fenomenleri otomatik bir alete benzeterek incelensin, ister
organik bir yapı olarak biyolojik ve fiziki yapısı incelensin, eksik olacaktır.
İnsanın hayat devresinde benliğinin önemli rolü vardır[77].
Bu önemli rolleri; Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle, Allah'ın insan yaratacağına
dair haber vermesi--8, Allah'ın meleklere insana secde ettirmesi’-9.
Gökleri ve yeri O'nun emrine amade kılmış olması’30. Allah'ın
iradesini insanın iradesi ile gerçekleştirme planına sokmuş olmasıdır:
"Şüphesiz ki bir kavim kendini değiştirmedikçe, AHah'da onları
değiştirmez"[78] [79]
[80] [81]
.
İnsan bir takım istidatlarla donatılmış bir varlıktır. Bu istidatların en
belirgin olanı bilgi ve koruyucu gücüne sahip olan irade kabiliyetidir. İnsanın
aynı zamanda zaaf noktaları da mevcuttur. Mesela; Şehvet ve arzusu vardır.
Allah'a verdiği ahdi unutup doğru yolu hatırlarmyacak ve Allah'ın ayetlerini
inkar edecek derecede zaaf noktaları vardır. Yani insan hem en üstün mertebeye
çıkabilecek güçtedir henıde en alt tabakalara düşecek kabiliyettedir[82].
Öte yandan insan benlik şuuruna sahip bir varlıktır; Yani insan birtakım
zihin veya ruh halleri içinde bulunan varlıktır. Bağımsız benler olarak her bir
fert, düşünen, inanan, acı çeken, ümit ve gayeleri olan birer varlıktır[83].
O halde "Ben tecrübesi" halden hale geçen ve durup dinlenme
bilmeden değişen sürekli bir oluşum içinde akıp giden bir tecrübedir. İşte
ikbal'e göre ben veya benlik, zihin halleri diye adlandırılan olayların birliği
olarak kendisini ortaya koyar[84].
İnsani benliği oluşturan bu şuur halinin kendine has bazı özellikleri
vardır. Bunlardan bir tanesi; zihin halleri veya şuur muhtevalarının
birbirinden ayrı ve kopmuş olmamalarıdır. Çünkü bunlardan biri diğerine nüfuz
eder, biri ötekini açıklar. Bedenimiz bir mekana bağlıdır. Ancak zihin halleri
böyle bir bağımlılıktan uzaktır[85].
Benin bir başka önemli özelliği de, onun sonlu olmakla beraber bağımsız
bir merkeze sahip olmasıdır. Benler arasında sıkı bir münasebet örgüsü vardır.
Halbuki hiçbir ben bir başka benin tecrübesini yaşayamaz. Ancak benler arası
münasebetin kurulabilmesi için ferdiyet ve bağımsızlık fikrinin kabul edilmesi
şarttır[86].
Ben'in faaliyet halindeki seyri iç tecrübeyi oluşturur. Tecrübe, herhangi
bir şeyi vurgulayan kanıtlayan fiillerdir. Bu bakımdan kendilerine mahsus bir
varlığa sahiptirler. Her şey hareket helinde olup zamansız hiçbir hareket
meydana gelmez. Dolayısıyla iç tecrübemize dayanarak şuurlu varlığın zaman
içinde hayat olduğunu söyleyebiliriz[87].
İkbal, "şuurlu tecrübemizin açıklanması bizi benliğe ulaştıracak tek
yoldur"[88] demektedir. Dolayısıyla biz
benliği anlama düşünme ve isteme fiillerinde idrak etmekteyiz. O halde benlik:
Kişisel duygulardan müteşekkil olup düşünce sisteminin bir bölümünü oluşturur.
Düşüncenin her titreyişi, ister mevcut, ister geçmiş olsun, bilen ve hatırlayan
bölünmez bir birliktir. Mevcud titreyişin geçici titreyişi daha sonraki
titreyişin de gecici titreyişi tasarruf etmesi olayı "benlik"tir.
îkbal'in düşüncesinde benliğin hayatı kendisinin çevreyi, çevreninde
kendisini istila etmesinden doğan bir gerginlik içinde geçer. Bu sebeple,
benlik, karşılıklı saldırıların yapılmakta olduğu arenanın dışında kalmaz.
Aksine benlik, bu arenada yön veren bir enerji olarak durur ve kendi
tecrübesiyle şekillenir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, benliğin bu sevk ve idare
görevini şu -şekilde açıklar: "Deki, Ruh Rabbimin emrindedir bu hususta size
pek az bilgi verilmiştir"[89]. Burada "ben"in yön
verici özelliğine işaret edilmektedir. İkbal, bu ayeti yorumlarken Kur'anda
geçen "halk" ve "emr" kelimelerinin anlamlarının
farklılığına işaret eder. Her ikisi de Yaratıcı Kudret'in alemle olan münasebetini
dile getirir. Halk yaratmadır[90] ortaya çıkarmadır. Emr ise yön
vermedir[91]. Kur'an-ı Kerim, "Halkın
da, emrin de Allah'a mahsus olduğunu"[92]
belirtiyor. Yaratıcı Kudret'in emrinden olan ruhun asli mahiyeti, yön verici
olmasıdır. Böyle bir özelliğe sahip olması onun tek ve muayyen bir varlık
olmasını gerekli kılar[93].
îkbal, hakiki şahsiyetimizin bir "şey" değil, bir
"amel" olduğunu savunur, Kur'an-ı Kerim'deki: "De ki, herkes
yaratılışına -kendi asli tabiatına- göre davranır. Rabbimiz kimin daha çok
hidayet üzere olduğunu en iyi bilir"[94].
Ayette geçen "Ye'melu" (davranır) kelimesine dikkat çeker.
Dolayısıyla Ben'in tecrübesi, birbiriyle bağlantılı olan ve yön verici bir gaye
tarafından birlik içinde tutulan fiiller dizisidir. Onun bütün realitesi, yön
verici davranışında saklıdır. Bu durumda benim kişiliğimi mekanda bir şey veya
zamana ait düzen içinde bir takım tecrübeler olarak idrak edemezsiniz. Ancak
verdiğim hükümlerde, iradeli davranışlarımda, gaye ve ümitlerimde aramak,
anlamak ve takdir etmek zorundasınız[95].
Benlik ve kişilik kavramlarının tahliline dayanarak felsefe yapmak, İslam
düşünce tarihinde yeni değildir. Fakat bunu daha çok yirminci yüzyılın
başlarından itibaren sıkça gündeme getirildiğini görmekteyiz. Özellikle Avrupa
ve Amerika'da mantık ve dile dayalı felsefe ile birlikte insanla ilgili
problemlerin ağırlık kazandığına şahit olmaktayız. İkbal'in batıyı çok yakından
tanıyan bir kişi olarak, bu gibi felsefi çalışmalara ilgisiz kaldığı
söylenemez. Dolayısıyla O'nun bu çalışmalardan etkilendiğini görmekteyiz[96]. Öte yandan şahsiyetlerini
kaybeden, sömürge durumuna düşen müslümanların tekrar benliklerine kavuşmaları
için İkbal'in bir çabası olarak da değerlendirebiliriz.
a- Benliğin Özellikleri
aa- Kendini Bilme
tkbal'in Hadis-i Kudsi olarak kabul ettiği, "Nefisini bilen Rabbini
bilir"[97]. Sözünden hareketle benliğin
önemli özelliği olarak benliğini bilmeyi ve onun şuurunda olmayı kabul eder.
Benliğini bilen insan hiç bir müşkülattan çekinmez acı olan bile ona tatlı
gelir. Vücud kalıplarının da çerçevesinden kurtularak kendisine nasip olanı
kendi kuvvetiyle bütün alemden söküp alır[98].
"Ben'i bulmamak mevcud olmamak demektir. (Onu) bulmak, kendini kendine
vermek demektir"[99].
İkbal'e göre; kendini bilmekle beraber ruhunu ve kalbini tamamen Allah'a
teslim eden, içindeki imkanları geliştiren insan canını, her an yeni
kuvvetlerle dolu Allah'tan alıyor. Bu ruhani inkişaf olmazsa, can, maddileşerek
vücudla beraber ölür[100].
İkbal, hayatın kemalini istiyenlere kendi benliğini tanımasını öğrenmeyi,
kendini tetkik etmeyi tavsiye etmektedir. Böylece cihanı bir yudum su gibi
içebileceğimizi ve aşağı yukarı mefhumlarından kurtulabileceğimizi belirtir[101].
ab- Kendini Ortaya Çıkarma
İkbal'e göre benliğin bir başka özelliği; Her benliğin derinliklerinde
kendini ortaya çıkarma arzusu yatmaktadır. Böylelikle hangi seviyede olursa
olsun her benlik mutlaka bu arzuyu taşır ve kendini ortaya koyma arzusuyla
yanıp tutuşur. Çünkü İkbal'e göre, bu dünyada her şey kendini gösterme
gayretinde olup ilahi bene ulaşma çabası taşımaktadır. Fakat bu arzuyu kaybeden
her şey, hatta, hayat bile ölümdür. Her hangi bir benliğin kendini ortaya koyma
arzusu kuvvetli olursa bu benlik ilahi meziyetlere erişir, ancak zayıf olursa
gelişememiş bir tohum gibi cılız kalır[102].
ac- Benliğin bir gayesi olmalı
İkbal benliğin çeşitli gayelerinden söz eder. Benliği bir nur noktasına
benzeten ikbal, bir avuç topraktan başka bir şey olamayan şu varlığımızın hayat
kıvılcımı olduğunu söyler. İşte bu hayat kıvılcımını harekete geçirmek için
benliğin yüksek maksatları, hatta ulaşılması uzun zaman alacak ama benliğe zevk
ve şevk verecek gayeleri içinde taşımalıdır[103].
İkbal'e göre bu yüksek gayeleri; muhabbet[104]
devamlı faaliyet[105], yaratma lezzeti[106], tehlikeler içinde yaşamak[107] gibi İkbal'in düşüncesinde
benliğin gayeye ulaştırmak için harekete geçiren maksatlardan sadece bir
kaçıdır.
ad- Hakkın Huzurunda Kendini Yoketme
Yaşamak; İkbal'e göre bir benlik sahibi olmak, insanın içinde bulunan bu
ölmez kuvvetini en mükemmel şekilde geliştirmek demektir. İnsanın kıymeti
yalnız bu benliğe bağlıdır. Bir küçük benlik -insan-, Mutlak Benliğin
karşısında durabiliyorsa bu fani dünyada, geçici zamanda değil, ezeli ve ebedi
"şimdi"de yaşamaktadır[108].
Benlik sinemiz ortasında bir meşale olup "gayr"den gayrı, fakat gayra
bağlıdır. Yani kendinde kaybolup "gayr" ile birleşmiştir[109].
İkbal'e göre iyi bir benliğe sahip kişi, maddi manada hak huzurunda yokum
der; kendini yok eder. Batıl karşısında ise bütün varlığı ile ortaya çıkar ve
kaya gibi sert durur. Yine İkbal'e göre hakkın huzurunda kendini yoketmek; aşk
ateşi ile tefekkürünü yoğurarak "niyaz" makamından "naz"
makamına çıkmakla mümkündür. Ayrıca haktan korkmak imanın özelliğindendir.
Ancak haktan başkasından korkmak ise gizli şirktir[110].
b- Benliğin terbiyesi
İkbal'in düşüncesinde Benlik Felsefesi önemli bir yer tutar. Benlik
konusunda felsefi, psikolojik, metafizik alanlarda her yönüyle yeni fikirler
ortaya koymuştur. İkbal, bu konunun bize göre asıl önemli noktası olan
tasavvufi yönünü de ihmal etmeyerek bu açıdan da kendine göre yeni bakış açısı
getirmiştir.
Kainatta hep görünen şeyin benliğin eserlerinden olduğunu söyleyen İkbal,
benliğin zatında yüzlerce cihanın gizli olduğunu belirtmektedir[111]. İkbal, benliğin terbiyesine
ve kuvvetlenmesine ayrı bir ihtimam gösterilmesini ister. Çünkü benlik, kendine
bakan, kendine inanan, kendine sahip olan bir varlık ise ölüm dahi onu
mahvetmeye muktedir olamaz[112].0, bu konuda şöyle der:
"Bir avuç topraktan cayır cayır yanan ateş meydana getirmek ancak benlik
terbiyesi ile kabildir"[113]. İkbal, Esrar-ı Hodi'de
benliğin terbiyesi, ve ruhani yücelişin üç basamaktan geçtiğini belirtir.
ba- İtaat
İkbal'e göre benliğin terbiyesi için ilk merhale itaattir. İnsan vasfını
haiz olmayan, eğer emre itaat ederse insan olur[114].
Fakat haddi tecavüz edip isyan ederse çörçöp menzilesine düşer. İkbal'e göre
manevi yükselişi gerçekleştirerek ay'ı, Süreyya yıldızını ele geçirmek isteyen
bir takım usul ve kaidelere uymak mecburiyetindedir. Çünkü her şeyin iç yüzü,
bir usul ve nizam ile kuvvet kazanmıştır. İtaat ile mükellef olan insan
Allah'ın koyduğu usul ve nizamdan şikayet edebilir. Bu gibi kimselere İkbal,
şikayet etmemelerini ve Peygamber a.s .'in koyduğu şeriat hududundan dışarı
çıkmamalarını tavsiye eder[115].
İkbal'e göre kainattaki bütün varlıklar itaat etmektedir ve her şey,
görevini en iyi şekilde yapmaktadır; Deve, hizmet eder, sabreder, sahralarada
yorulmadan yürür, yük taşır. Kendi sırtına binen insanlardan daha sabırlıdır.
Yıldızlar, bir usul ve nizam içinde kendi yörüngesinde başını eğerek itaatli
bir şekilde döner durur. Yeşillik, mevsimi gelince yerden bitmeye neşvü nema
bulmaya kendini mahkum hisseder. İşte bütün bunlar usul ve nizam içinde kendi
vazifelerini yaparak itaate çalışırlar. İkbal'de insanlara şöyle seslenerek
onlarında itaat etmesini ister; "Ey gafil insan itaate çalış, ihtiyar cebirden
vücuda gelir" "Gel ey eski kanunun hürriyet verdiği insan, bu gümüş
zincirle ayağını süsle"[116].
Nefis deveye benzer, hep kendini düşünür, kendi benliğine tapar, kendi
başına buyruktur. İkbal'e göre nefsine söz geçiremeyen insan başkalarına kul
olur. İkbal, bu durumda nefsin dizgininin eline almayı tavsiye ederek kişi
çakıl taşı olsa dahi nefse hakimiyetle inci haline gelir demektedir[117]. İnsan, korkulardan ve
sevgilerden meydana gelmiştir. Su ve çamurun karışımından oluşan varlık, daima
nefsine düşkündür. Nefis, kendi mayasını beslemek peşindedir. Bunun için de
yasaklanan şeylere aşırı bir şekilde temayülü vardır. İkbal'e göre bu
temayülleri kırmak nefse hakim olmak, dolayısıyla benliği terbiye etmek için
bazı şartlar öne sürmektedir[118].
1-
Kelime-i Tevhid: Bu esasa
bağlı olanlar Dünya, ahiret ve can korkusundan yerden ve gökten gelen elemlerin
korkusundan halas olur. Ayrıca batılın karşısında hiç bir zaman başı eğilmez.
Çünkü O, Haktan başka her şeyden alakasını kesmiş, kadın, evlat, mal, kaydından
kurtulmuştur[119].
2-
Namaz: Müslüman, kalbinde
küçük bir hac gibidir.
3-
Oruç: İnsanı
tenperverlikten kurtarır, açlığa ve susuzluğa gece baskını yapar.
4-
Hac: İnsana inandıklarını
yaşama uğruna göç etmeyi öğretir. Toplanmayı temin eder. Dini rabıtayı
kuvvetlendirir. Herkesin bir vatan evladı olduğunu öğreterek ayrı vatan
mefhumunu ortadan kaldırır.
5-
Zekat: İnsanlarda zenginlik
sevgisini mahveder müsavatı öğretir.
6-
Sevdiklerinden infak:
"Sevdiğiniz şeylerden sarfetmedikçe iyiliğe erişemezsiniz"[120]. İlahi emre göre buna uyanların
imanını takviye eder.
7-
Tavizsiz Hakka Bağlılık:
Nefse hakim olmak için çok önemlidir: "Kavi olan Hakka bağlanarak kuvvetli
ol ki, toprak devesinin üstüne çıkıp oturasın"[121].
bc- Allah'a Naip Olmak
Mü'minin bu merhaleden geçerek benliğini güçlendirmesiyle yeryüzünde
"Allahın Halifesi" olduğu gerçeğini idrak eder. Böylece o insan
alemin canı gibidir. Onun varlığı İkbal'e göre, İsm-i Azam'ın gölgesidir[122].
İkbal'e göre Allah'a naip olan insanın pek çok özelliği vardır ve alem,
onun varlığıyla şeref kazanır[123]. Allah'a naip olan insana
hiçbir şey zarar veremez. Onun bütün hareketleri, yaptıkları her şey, Hak
uğrunadır. Her gittiği yerde hareketlilik, canlılık ortaya çıkar. O, hem ebedi
saadet müjdesini verir, hemde Hakkın azabı ile korkutur. O, hem asker hem kumandan,
hemde bir emirdir[124]. İnsanlar arasında barışı ve
kadeşliği getirir, sevgiyi tesis eder. İkbal'e göre bu özelliklere haiz pek çok
insan yeryüzüne gelmiştir. Bunlar peygamberler ve benliklerini terbiye eden,
insan-ı kamillerdir.
c- Benliği Kuvvetlendiren Şeyler
İkbal, benliğin kuvvetlenmesinden zuhur eden her şeyin güzel olduğunu
savunur. Ancak benliğin düşkün ve zayıf anının mahsulünü çirkin ve kötü görür[125]. Benlik diri ise sonsuz deniz
insanın topuğuna kadar bile çıkmaz, yüksek dağlar ona ipekli kumaş gibi
serilir.
Cağımızda benlikten nasipsiz ve mahrum Garp alemi, görünüşte ne kadar
parlak olsada karanlıktadır. Araplar benliklerini kaybettikleri içni buhranlar
içindedir. Hindlilerin kolu kanadı, benliği zayıf olduğu için kırılmıştır. Aynı
sebepten, Irak ve Acem'de hayır kalmamıştır. İkbal'e göre bu milletlerin bu
hale gelmeleri, benliği kuvvetlendiren şeylerin terkedilmesinden ve
önemsenmemesinden kaynaklanmaktadır[126].
ca- Aşk
Benliği kuvvetlendiren unsunların başında aşk gelir. Aşk olmadan ben,
kendi imkan ve kabiliyetlerini asla gerçekleştiremez. Ben, aşk sayesinde başka
benlere açılır. Böylece toplum hayatı kurulur. Aşk sayesindedir ki, insan,
biyolojik yapısının üstüne çıkarak kendi gücü nisbetinde ilahi sıfatlarla
mücehhez bir varlık haline gelir[127].
îkbal'e göre aşk: Allah'ın huzurunda bile bitmeyen her an daha derin
Hakkın sonsuz derinliklerine daldıkça artan, yaratıcı, özleyen, ümid eden,
cesür bir aşk. İşte bunun için İkbal'in felsefesinde aşk, Mevlana'nın
fikirlerinde olduğu gibi önemli bir yer tutar[128],
Yine İkbal'in düşüncesinde aşık olanı maşukta yok olmaya sevkeden ve şahsiyeti
imha eden[129] bir kuvvet değil, bilakis
insanın bütün imkanlarını genişleten ve ona hakiki kıymet veren bir kudrettir.
İkbal'in fikirlerinde felsefi manada bir aşk düşüncesine rastlamaktayız.
Ancak İkbal'in yalnız bu düşüncesini benliği kuvvetlendiren önemli unsur olarak
zikrederek noktalamak durumundayız. Çünkü İkbal'in aşk düşüncesi, tasavvufi
kavramlar araştırılırken ayrı bir başlık altında genişçe ele alınacaktır[130].
cb- Devamlı Mücadele ve Yeni Arzular Yaratmak
İkbal benliğin kuvvetlenmesinde, bir başka unsur olarak mücadele ve yeni
arzular peşinde koşmayı görür. Arzuyu varlıkların hayat damarı olarak niteleyen
İkbal, bir maksat ve davaya sahip olanların gönülleri hayat bulur, Hakdan gayri
ne varsa ölür[131].
"Arzu, benliği canlandıran, coşturan bir kudrettir. O, benlik
denizinin bitab bir dalgasıdır. Gönül arzu yaratmaktan aciz kalınca, kanadı
kırılmış demektir"[132].
İkbal'e göre akıl ve ilim arzudan doğmuştur ve hayatı kolaylaştıran
unsurlardır. Hayatın sırrına yabancı olup bu sırrı yakalamak isteyenlerin, arzu
ve mücadeleye girişmeleri gerekir. Fakat bu arzu, aşağı ve dünyevi olmamalıdır.
Yüksek gaye, batılı söküp atan, baştan aşağı kıymet olan bir şey olmalıdır;
"Biz" maksatlar yarattığımız için yaşıyoruz. Biz arzunun ışığı ile
aydınlanıyoruz, parlıyoruz[133].
İkbal'in, benliği kuvvetlendiren sebepler arasına koyduğu hareket ve
arzu, insanın benliğini kuvvetlendirme yolunda maniler teşkil eden unsurlara
karşı mücadeleyi ön görüyor. Bu maniler, İkbal'e göre İblis'te tecessüm
etmektedir[134]. O, cennette iken Hz. Adem'i
iğva ederek cennetten çıkarılmasını ve dünyaya indirilmesini sağlamıştır.^Fakat
bu hadise, Hz. Adem'in iyi ile kötü arasın^ seçıçe kaabiliyetinin ortaya
çıkmasını sağlamıştır. "Feryadın»! ekiminden şuleler çıktı; o mecbur
olmaktan seçme hürriyetine erdi. Ben kendi çirkinliğimi açıkça gösterdim ben
sana terkin ve ihtiyarın zevkini verdim"[135].
İkbal'in düşüncesined İblis'in bu hareketi Hz. Adem’e ve dolayısıyla
insanlara ihtiyarın kullanılmasını öğreten ilk üstaddır. Onun itaatsizliği ve
Hz. Adem'i aldatarak cennetten çıkarılmasına sebep olması vuku bulmasaydı insan
iyi ile kötü arasındaki farkı göremezdi; ve dolayısıyla seçme zevkini
bulamazdı. İkbal'in eserlerinde İblis, hiçbir zaman Allah'ın düşmanı değil,
daima insanın düşmanı olarak görünmektedir[136].
İnsan bu alemde İblisle ve kötülüklerle mücadele eder ve zafere ulaşır,
her zaferden sonra yeni bir mücadele sürüp gider. Bu süreç içerisinde insanın
benliği kuvvetlenir. Benliğin kılıcını bileği taşı gibi biler[137].
cc- Fakirlik (Fakr)
Fakr, dünyanın sunduğu nimetlere kalben bağlanmamak, dünyayı yegane gaye
olarak görmemektir[138]. Fakr konusunda tasavvufi
görüşü benimseyen îkbal, dünyayı kendi başına değerli görmeyi ve ona yönelmeyi
şirk sayar. İnsan dünya - perestlikten kurtulup, fakr mertebesine ulaşmadığı
sürece "beden kafesini kırarak cihetleri hakimiyeti altına" alamaz[139]. Fakr denilen şey Zühd'le
karıştırılmamalıdır. Hakiki fakrın timsali Hz. Ali'dir. Fakir olan, Hz. Ali'nin
ruhunu taşır ve O, sultanlardan daha kuvvetidir. Fakir hiç kimseden bir lokma
taleb etmez. Çünkü istemek insanı dilenci yapar. Benliğin kuvvetlenmesine mani
olur. İkbal’e göre günümüz müslümanları Zühd ve Fakrı birbirine karıştırdıkları
için hem Fakr'ın timsali Selman-ı Farisi'nin şahsiyetini kendi ruhlarında
yaşıyamaz oldular. Hemde dünyevi saltanatın timsali Hz. Süleyman'ın şahsiyetini
kendi dünyalarında yaşıyamaz oldular. Şimdide her iki şahsiyetin yaşayışını
kaybetmişlerdir[140].
İkbal"e göre bütün kalbiyle Allah'a bağlanan insan dünyevi şeylerden
uzak olduğu gibi yine, dünyadan çok daha zengindir. Çünkü onun tek hâzinesi
olan Allah'ın zenginliği bilmemektedir[141].
Cesaret olmadan maddi ve manevi alanda hiçbir şey başarmak mümkün
değildir. Cesaret bir takım tehlikeleri göze almaktan ibaret değildir. Zor ve
sıkıntılı anlarda benliğini dağıtmamak demektir. Müslümanın cesareti yalnızca
Hak içindir. Uyuyan milletleri uyandırıp kurtuluşun vesile olması içindir[142].
ce- Hoşgörü (Müsamaha)
Hoşgörülü olmak İslam’ın tevhid anlayışının bir gereğidir. Kendi
benliğinin şuuruna eren her insan, başka benlerin haklarına saygı duyar, gönül
kapısını onlara da açar. İslam düşüncesi tarihinde, Yunus Emreler gibi,
Celaledin-i Rumiler gibi yüksek şahsiyetler, hep bu anlayışın temsilcisi olarak
insanları yönlendirmişlerdir. Yaşadıkları dönemin insanlarına benliklerini
hoşgörüyle yoğurmuşlardır. İkbal'e göre benliğini kuvvetlendirmek isteyenlerin
affetmeyi öğrenmesi lazımdır: Kine karşı olan. İkbal, gönülde kinin
bulundurulmasına karşı çıkmaktadır[143]
. İkbal'e göre hoşgörülü olmanın en önemli yanı ise benliğini kuvvetlendirmek
isteyenin dünyevi dert ve meşakkatlarla pençeleşirken şikayet etmemelidir.
"Ey gül toplayan dikenin açısından şikayet etme! Bahar rüzgarından diken
de yetişir"[144].
İkbal'e göre benliğin kuvvetlenmesi için Helal Kazanç, maddi ve fikri her
türlü çalışma, benliği kuvvetlendiren amillerdendir[145]
d- Benliği Zayıflatan Şeyler
tkbal’in düşüncesinde benlik konusunun önemli bir yer tuttuğunu
görmekteyiz. Bunun için İkbal'e göre, benlikten yoksun insanlar ve hatta
milletler, çöküp yıkılmışlardan Bunların tekrar ayağa kalkmaları ve
yükselmeleri ise, benliklerini kuvvetlendirmeleriyle mümkündür;
"Ne Kâbe'de ne Kilise'de "Benlik" duygusu uyanmamış- tır.
Sanki Şark milletlerinin ruhu afyon çekip uyuşmuştur
Sen kendini ölüm endişesinden kurtaramıyorsun
Zira halâ "kendini" topraktan yapılmış bir kalıp
zannediyorsun"[146].
İkbal'e göre, Kâbe'ye yönelen müslümanlarda ve kiliseye devam eden batı
insanında benlik duygusu derin uykuya dalmıştır. Her iki coğrafyanın insanı da
kendi manevi cevherlerini keşfetmiş değillerdir. Onlar sadece topraktan
yapılmış bir kalıp olarak görmektedirler.
İkbal'e göre benliğin zayıflamasına sebep olan şeyler şunlardır:
da- Korku: İkbal'in düşüncesine göre, kötülüklerin kaynağı
korkudur. Korkunun verdiği psikolojik baskıdan dolayı insan imkan ve
kabiliyetlerini görçekleştirmek imkanından mahrum kalır. Korku insanın içine
sinerse hayat çekilmez bir vaziyet alır, İkbal Allah'tan başkasından korkmayı
şirk olarak kabul eder[147]. Düşmanları korak olduğunu
anladıklarında daha da üzerine giderler. Hatta onların bakışı korkak insanlara
korkunç görünür.
İnsan, himmet ve gayretleriye benliğinin kuvvetlendirilimsene engel olan
korkuyu yenmelidir. Aksi takdirde korkaklıkla birlikte bazı kötü huylar ortaya
çıkar. Hilekârlık, reca, yalan, riya, fitne hatta insanın kalbinde meydana
gelen şer bile korkaklıktan hasıl olan kötü huylardır[148].
db- Kölelik: İkbal'in düşüncesinde kölelik, benliği yıkar.
"Allah'ın halifesi" seviyesinde bulunan insanı, toprak ve çamur
seviyesine indirir.
"Köle için günler bir zincirden başka bir şey değildir. Dudağında
daima kader kelimesi dolaşır"[149].
İnsan zamana hükmetmesini bilmelidir. Yalnızca kendisini zamanın
akıntısına bırakıp kaybolmamalıdır. Bunu sadece köle durumunda olan insanlar
yapar. Çünkü onlar benlik ve kabiliyetlerini geliştirmiş değillerdir. Onlar
sadece elde edilmiş ve neticeye varılmış şeyleri tekrar elde etmeye çalışırlar
ve böylece kendilerini zamanın akıntısına kaptırıp giderler. Benliğin en büyük
düşmanlarından birisi ve hatta en önemlisi köleliktir. Kölelik: yalnızca efendi
durumunda olanın, kölesinin hürriyetini elinden alması olarak düşünülmemelidir.
Bu durum belki eski dönemlerde mevcuttu fakat bu çağda daha başka çeşitli
kölelik müesseseleri işlemektedir. Bir devletin bir başka devlet üzerinde
iktisadi ve idari hakimiyet kurması, sömürge durumunda bulunan bir devletin
insanlarının kendi öz kültürlerine yabancılaştırmaları, fikri yapılarının ve
yaşayışlarının tarih ve kültürleriyle çelişmesi, çağımızın kölelik
müessesesinin yapısını yansıtmaktadır.
İkbal, yaşadığı Hindistan bölgesinde böyle bir fiili durumu müşahede
etmiş ve kölelikten kurtulmanın ilk basamağını benliğin kuvvetlendirilmesinde
görmüştür. Çünkü Hindistan'da yaşayan bir Hindu veya bir Müslüman kendi
kültürünün ve yaşayışının icaplarını değil, ülkesinde hakimiyet kuran
İngiiizler gibi düşünüp yaşamaya mecbur edilmişlerdi. Bu da köleliğin bir başka
şekliydi. Bunun dışında siyasi ve iktisadi baskılar bile benliğin gelişmesini engeller[150] .
dc- Dilencilik (Sual)
îkbal bu kelimeden başkalarından en ufak bir şey istemek kadar
başkalarının ekmek ve göz nuruna yönelen her türlü arzu ve faaliyeti
kasdetmektedir. Başkalarından en ufak bir şey istemektense kendi elinde bulunan
imkanlarla iktifa etmelidir. Çünkü istemek yani bir bakıma dilenmek şahsiyetli
insanın benliğine büyük tesir bırakır. Çünkü benlik dilenmeyi ve dilenmenin
kendi üzerinde bıraktığı psikolojik baskıyı kaldıramaz. Dolayısıyla îkbal'e
göre benliğin gelişmesine en büyük engellerden biri de dilenciliktir. Aynı
şekilde fikirlerini başkalarından alıp onları taklid etmekte İkbal'e göre
manevi bir dilenciliktir. Bu bakımdan tehlikeli ve zararlıdır. "Yükseklere
gözünü diken bir yaratılışı,'başkasının lütfü ihsanı alçaltır"[151]
İkbal'e göre, mensubiyet duygusu anlamındaki milliyetçilik realitesini
kabul eder. Çünkü bu duygu, birlik ve beraberliğin oluşmasında önemli bir
fonksiyonu yerine getirir. Ayrıca mensubiyet duygusu kadar üzerinde yaşanılan
toprak parçasına bağlılık, yani vatan sevgisi, ferdi ve milli benliğin
gelişmesinde önemli bir vazife görür[152].
Ancak İslami görüşe uygun olarak İkbal'in benimsediği fikir, tevhid
inancına aykırı olan ırki manada soy sopla övünmedir. İkbal, bu konuda şöyle
der:
"Aşk canda soy sop bedendedir,
Aşk bağı soy sop bağından daha kuvvetlidir,
Aşk adamı isen nesep düşüncesinden geçmen lazımdır,
Şu İranlıdır bu Araptır demeyeceksin."
... "Biz Rum ve Arab'a bağlı değiliz, bizi birbirimize bağlayan soy
sop değildir."
..."Biz Hicaz'lı' sevgiliye gönül vermişiz. Bizi birleştiren
budur"[153].
Nesebe, soya fazlasıyla kıymet vermek, toprağa ve kana bir bağlılık ifade
etmektedir. İlahi dinlerin bütünü bu düşünceyi reddeder. Hakiki bir mü'min için
her mü'min -nesebi ırkı, mesleği ne olursa olsun- bir kardeştir. Bütün bu
şartlar İkbal'e göre kişinin benliğinin, kuvvetlenmesi için lüzumludur.
İkbal'in düşüncesinde bir millet büyük bir benlik olarak tasavvur edildiğinden
ferdin benliğinin gelişmesi için ne lazımsa milletin ve devletin benliğinin
gelişmesi içinde aynı şartlar lüzumludur[154].
İkbal, bir çok şiirinde milliyetçiliği, kendi milletine ve memleketine
tapma zihniyetini ağır ifadelerle eliştirerek bu durumun islamiyetin ruhuna
aykırı olduğunu ispat etmek istemiştir[155].
İkbal'in düşüncesinde yer alan milliyetçilik fikri ilerki bölümlerde ele
alınacaktır[156].
de- Taklitçilik
İkbal'e göre, milletlerin topyekün benliklerini zayıflatıp yıkan körü
körüne taklitçiliktir. O, bu konuda şöyle der: "Ne güzel olurdu iyi bir
insan eskinin bağından kurtulup yürüyeydi; Eğer taklid güzel bir şey olsaydı
Peygamber de dedelerinin yolunda yürürdü"[157].
İkbal'e göre, bu taklitçilik hem eskimiş ve çağı geçmiş düşünce sistemlerinden
vazgeçmemek, hem de başka milletleri körü körüne taklid etmektir.
İkbal'in, özellikle üzerinde durduğu Müslüman milletlerdeki batı
taktlitçiliğidir. Dolayısıyla müslüman milletler, Batıda gördükleri görünüşte
parlak ve kamaştırıcı olan medeniyetlerini taklid etmek istemektedirler. Ancak
bu yüzeyin altında saklı bulunan sahte ve zararlı yönünü görememektedirler[158]. O, bu konuda şöyle der:
"Garbın taklidi, Şarkı kendinden uzaklaştırır. Bu kavimlerin Garbın
tenkidini yapması gerekir"[159].
îkbal'e göre, AvrupalIların ilim ve fenninin alınması lazımdır, yoksa
kıyafet ve musikilerinin alınmasıyla medeni olunmaz[160].
E- PEYGAMBERLİK VE HZ. PEYGAMBER
Peygamberlik düşüncesi, İslam düşüncesinin bütün alt disiplinlerinde
önemli bir yer tutar. Kelamcılar, mutasavvıflar ve filozoflar eserlerine
mübüvvet meselesi hakkında ayrı bölümler açarak peygamberlikle ilgili pek çok
meseleleri kendi mensup oldukları ekollerin düşünce yapıları doğrultsunda
fikirler serdetmişlerdir.
Kelamcılar nübüvvetin imkanı, şefaatin mahiyeti mucize gibi konulara
temas ederlerken[161], mutasavvıflar, Peygamberin
büyüklüğü, topluma olan tesirleri, peygamer sevgisi, sünnete bağlılık
konularını ele almışlardır[162]. Filozofların ise,
peygamberlik konusundaki yaklaşımları her iki yönde de olmaktadır. Özellikle
peygamberin toplumdaki liderlik özelliği[163],
peygamberliğin imkanı[164], mu'cize, şefaat gibi
konulara temas etmişlerdir.
Filozoflara göre herkes peygamber olamaz, peygamberliğin ilk şartı
yaratılıştan bu işe kabiliyetli olmaktır. Diğer bir husus ise bu işi başarmak
üzere Allah tarafından görevlendirilmiş olmak ve mucize ile desteklenmesi
gerekir[165].
Peygamberlik düşüncesi İkbal'in felsefesinde önemli bir yer tutar. Milli
ve dini manada tevhidin gerçekleşmesi için lazım gelen unsurların en önemlisi
İkbal'e göre peygamberliktir. Peygamberin durumu Allah ile peygamber arasındaki
ilgi açısından ele alındığı zaman bu olaya nübüvvet adı verilir. Peygamber ile
insanlar arasındaki ilişki ele alındığında ise risalet denilen kavram ortaya
çıkar[166] .
İkbal'in fikirlerinde peygamber fikrinin yanısıra Hz. Peygamberin
şahsiyeti ve O'nun son peygamber oluşundaki hikmetleri dile getiren fikirlere
rastlamaktayız. Dolayısıyla İkbal'de peygamberlik fikrinden ziyade, Hz.
Peygamber ve onun peygamberliği önemlidir.
İkbal'e göre, peygamber; insanların din ve dünyalarını memur eden,
değersiz bir şeye dahi onun sayesinde değer kazandıran, cemiyette fitne ve
bülünmüşlüğü bertaraf edip birliği ve kardeşliği sağlayan, insanları bir dava
etrafında kenetlendiren müstesna bir şahsiyettir[167].
Peygamber, tevhid gereği, kendisini tahdit eden sınırları zorlamaya
eğilimlidir. Ortak hayat kuvvetlerine yeniden yön veya şekil vermek için fırsat
aramaktadır. Peygamberler hayatın eski gidişatını yok etmeye yönelirler ve yeni
yönler belirlerler. Peygamberin en büyük arzusu kendi dini yaşantısının dünyada
yaşayan bir kudret haline dönüşmesidir[168].
İkbal'in bu tavsif ettiği peygamber fikri bütünü ile Hz. Peygamber'de
mevcuttur.
İkbal'in peygamberlik fikrinin temelinde Hz. Peygamberin son peygamber
oluşu ve O'nun getirdiği dünya nizamının özellikleri bulunur. İkbal'in
eserlerinde Hz. Peygamber, Mustafa, yani "güzide" adıyla geçer, O'na
derin saygısı ve sevgisi vardır[169].
İkbal'e göre Allah, Hz. Peygamberi insanların arasında hürriyet, eşitlik
ve kardeşliğin kurulması için göndermiştir[170].
O'nun getirdiği kitap insanların kalbine kuvvet vermektedir. O'na olan sevgi ve
bağlılık insan vücudundaki kan ve damar gibidir[171].
Peygamber, toplumda birliği sağlar. Kendisine tabi olanları millet olma şuuruna
erdirir. İşte böyle bir şuuru en yüksek derecede gerçekleştiren de Hz.
Peygamber olmuştur. Onun nefesinden taş ve odunun konuştuğunu ifade eden İkbal,
şöyle der:"O'nun güneşinin zevali yoktur, O'nu inkar edenin kemali
yoktur"[172]. Bir başka şiirinde de: Allah'ı
inkar edebilirsin, Peygamberin şanını inkar edebilir misin?[173] diyerek
bazı basiretsizlerin Allah'ı görmediklerinden inkara kalkışabileceklerini,
ancak Peygamberin meydana getirdiği eseri, bıraktığı tesiri inkar etmenin
mümkün olmadığını ifade eder.
Hz. Peygamberin gelişiyle birlikte ırk, soy ve bir vatana kayıtlı kalma
fikri sona ermiştir. Ayrıca nesepten ve aileden gelen imtiyazlara da son
vermiştir:
"Hicazlı, Çinli, İranlıyız. Fakat aynı neşeli sabahın çiğ
danesiyiz"[174].
İkbal, eserlerinde Hz. Peygamberin son peygamber olması gerçeğini sıkça
zikreder. Bunun sebebi; Hz. Peygamberin ümmetine rahmet olarak gönderildiğini[175], şeriatının en son ve en
mükümmel olduğunu ifade etmek istemiştir[176].
"Sonra Cenab-ı Hak, şeriatı bizde ikmal etti.
Peyamberimizde de peygamberliğe son verdi.
Zamanın meclisini artık biz aydınlatıyoruz.
O peygamberlerin sonu bizde milletlerin sonu ve en mütekamiliyiz.
Şakilik hizmetini bize bıraktı son kadehini bize sundu.
Benden sonra peygamber yoktur sözü, Allah'ın bir ihsanıdır.
Bu söz Mustafa'nın dininin şeref perdesidir"[177]
Hz. Peygamberin son peygamber, ona tabi olanlarında son ümmet olması,
ümmetine kıyamete kadar getirdiği şeriatı koruyup devam ettirme vazifesini
yüklemektedir.
İkbal'e göre, Hz. Peygamberin bildirmiş olduğu vahyin gözönünde
bulundurulduğunda, eski dünya ve eski çağlara mensuptur. Ancak vahiy ruhu ve
yeni bilgi kaynaklarını ortaya koyması bakımından yeni çağlara aittir. Yani
eski ve yeni çağların arasında bir konumdadır. İslamın doğuşuyla birlikte
istikrari aklın doğuşuna zemin hazırlamıştır. İslamda peygamberlik hem son
bulur, hem de kemale erişir[178].
İkbal, bazen eserlerinde "Levlake" kelimesini zikreder. Buna
göre, Allah dünyayı sadece Hz. Paygarnber aşkına yaratmıştır. Dolayısıyla ona
tabi olan mü'minleri bir konuda uyarmak istemiştir. Dünya,
"Levlake"nin sultanı yani örnek bir "merd-i mü'min" olan
Hz. Paygarnber için yaratıldığına göre; Dünya mü'minler için mirastır. Bu
mirasa sahip çıkması ve hakim olması gerekmektedir:
"Bütün dünya müslümanın mirası malı mülküdür,
Sözün ispatı ince manalı "levlake" sözüdür"[179]
F- KADER VE HÜRRİYET
Kader, lügatta, "kudret", "kaza ve hüküm",
"ölçerek, takdir ederek tayin etmek", "her şeyin olduğu gibi
kılınması" gibi manalara gelmektedir[180].
İslam düşünce ve siyasi tarihinde kader problemi devamlı gündemde kalmış,
bazen de istismara ve çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Kader konsunda yapılan
tartışma, kainatın belli bir düzen dahilinde Allah tarafından yaratılmasında
değil, yaptığı fiillerden lehte veya aleyhte sorumlu olan insanın bu
yaptıklarının ezelde tayin ve tespit edilip-edilmediğinde odaklaşmaktadır.
İstılahta kader ve kaza kavramlarının manası şudur: Kader, Allah'ın ezelde
bütün eşyanın gelecekte ne şekilde olacağını bilmesidir. Kaza ise bu eşyanın
Allah'ın ezeldeki bu eşya ile ilgili ilmine uygun olarak icad edilmesidir[181].
Allah'ın eşya hakkındaki ezeli takdiri insanların fiillerine de teşmil
edilince bu durum insanın sorumluluğunu ortadan kaldıran bir düşünce şekli
olarak ferdi ve içtimai hadiselerin oluşumunda kendini göstermiş oldu [182].
Öte yandan meydana gelen ferdi ve içtimai hadiseler karşısında insanların
tutumları iki yönde gelişti. Bunlardan biri cebriyeci tutum olup, insanın kendi
fiillerine hiçbir tesiri olmadan sorumluluğun herşeyiyle Allah'a ait olduğunu
ve Allah'ın yaptırdığını iddia eden tutum. Diğeri ise, bütün olaylarla ve
insanın fiil ve hareketleri tabiat üstü bir kuvvetin yani yaratıcının mutlak tesirine
bağlıdır. O halde yaratıcının takdirine karşı tedbirin faydası yoktur, görüşünü
savunan aşırı kaderci tutum. İşte bu iki ayrı görüş ve düşünce İslam düşünce
tarihinde çeşitli mezheplerin ve Kelamı ekollerin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur[183].
Bu nedenle böylesi bir kader anlayışı -özellikle ilk, asırlarda zulmeden
hükümdarlarda cebriyeci görüş, mazlum milletlerde ise aşırı kaderci görüş-
hakim olmuştur. Son zamanlada ise sömürülen ve ezilen toplamlarda ortaya çıkan
aşırı kadercilik fikri, sömürülmenin ve ezilmenin fikri bir neticesi olarak
ortaya çıkmıştır. Bu fikir Müslümanların yaşayışlarına ve düşüncelerine
yerleştirilmiş, İslam'ın dinamik ve gelişmeci hayat anlayışı yok edilmeye
çalışılmış, Müslüman milletlerin başlarına gelen felaketlerin alın yazısı
olduğu fikri empoze edilmiştir[184].
İkbal'in eserlerinde bazı temel dini kavramlara yeni manalar yüklemeye ve
o kavramı İslam düşüncesi içerisinde dinamik hale getirmeye çabaladığını
görmekteyiz. Daha önceden de zikredildiği gibi; örnek verilecek olursa "ego"
kavramı ve "benlik felsefesi", yeni bir çalışma olmamakla beraber
Doğu ve Batı kültürünü sentezleyerek yerine orjinal bir fikir olarak ortaya
koymuştur. Aynı şeyi şimdi temas edecek olduğumuz kader ve hürriyet
meselelerinde de görmekteyiz. Bilhassa tesbit etmiş olduğu yanlış kader ve
tevekkül anlayışıyla, İslami düşünceye ters düşen tasavvuf anlayışı nedeniyle
kendilerini uyuşukluğa ve meskenete itmiş olanları uyarmaya ve uyandırmaya
çalışmıştır. İkbal şöyle der: "Daha tez ol, vuruşun daha sert olsun. Yoksa
iki alemde bedbaht olursun"[185].
İkbal'e göre insan, bir takım güç ve imkanlara sahip olarak
yaratılmıştır. Onların geliştirilmesi için çaba harcamak veya hiç bir şey
yapmamak insanın kendi elindedir[186].
İkbal'e göre şuurlu tecrübemiz daha derinden incelendiğinde, saf zaman
soyut ve tersine çevrilebilir anlardan müteşekkil bir dizi değildir. İçinde
geçmişin arkada bırakılmadığı, aksine şimdiki zamanla hareket eden ve ilerleyen
bir organik bütündür. Gelecek, katedilmesi gereken bir yol değildir. Geleceği
biz önümüzde buluruz. İşte "organik bir bütün" olarak bilinen zamanla
ilgili bu kavrama Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle kader denilmektedir. Bu felsefi
bir açıklamadır[187].
İkbal'e göre, kader; imkanları hala belli olmayan veya başka bir ifade
ile sebep netice kuralları içinde bulunmayan zamandır. Kader bir fikir veya
hesap işi değil, hissedilen bir zamandır. Bu, kader diye adlandırılan zaman,
eşyanın özünü teşkil etmektedir[188], Buna göre, Allah'ın
bilgisini her şeyi yansıtan bir ayna gibi tasavvur edersek, O'nun gelecekte
olacak bütün olayları önceden bildiğini öne sürmüş oluruz. Böyle bir iddiayı da
ancak Allah'ın hürriyeti pahasına yapmış oluruz.
Hiç şüphe yok ki, gelecek, Allah'ın yaratıcı hayatının organik bütünlüğü
içinde mevcuttur. Ne var ki, eğer tarih, önceden bütünüyle belirlenmiş olaylar
düzeninin derece derece tezahür eden bir fotoğrafı durumunda olsaydı tarihi
akış içinde yaratmanın ve yeniliğin hiç bir manası olmazdı[189].
İkbal, kaderi büyük bir güç olarak kabul eder: "Kadercilik ego veya
benliğin inkarı değil, bir hayattır; hiçbir engel tanımayan sonsuz bir güçtür.
Öylesine bir güç ki, etrafında kurşun yağarken bile bir Müslümanın, rahat rahat
namaz kılmasını mümkün kılabilir"[190].
îkbal'e göre, İslam dünyasında yüzyıllar boyunca süregelmiş küçük
düşürücü çeşitten bir kadercilik hüküm sürmüştür. Batıkların "kısmet"
olarak adlandırdıkları bu kadercilik fikrinin sebebi, biraz felsefi fikirlerden
biraz da politik hesaplardan ileri gelmekteydi. Böyle bir fikir İslam
Dünyasında eksi hayat zevkini, dinamizmini ve canlılığını yok etmiştir. İlahi
Zat için kullanılan illet kelimesinin mânasını araştıran ve zamanı, illet ve
malül arasındakki ilişkinin özü olarak kabul eden felsefe, Mutlak Zat-ı evrende
önce var olan ve buna dıştan tesir eden her şeye kadir bir zat olarak algılamaktaydı.
Doysıyla ilahi zat, illet-.malül veya sebep- netice zincirinde son halka,
evrende oluşan ve ortaya çıkan her şeyin gerçek kaynağı olarak kabul edilmişti.
Neticede yöneticilerin ve halkın her zaman değişen davranış ve hareketleri için
Kur'an-ı Kerim'de gerekçe aramışlardı[191].
Taha Suresinin "Rabbimiz her şeye yaratılışını (Kendine has özelliklerini)
verendir" anlamındaki 50. ayetine atıfta bulunan İkbal'e göre, "Demek
ki her şeyin kaderi, bir efendi gibi dışardan emreden, talihin acımasız eli
değil, her şeyin iç yeteneğidir.Yani bunun yarattığı imkanlar elde edilebilir
ve iç bünyesinde saklı olup, herhangi bir dış baskı olmaksızın sıralarıyla
kuvveden fiile çıkarlar"[192]
Mutlak Hakikatin hayatındaki her saniye orjinal ve gerçektir. Mutlak
surette yeni ve önceden tahmin edilemeyen durumlar meydana gelmektedir[193]. İkbal'e göre, gerek bir
zamanda yaşamak, seri halindeki zamanın zincirlerinden kurtulmak, dakikadan
dakikaya onu yaratmak ve yaratış işini tamamen serbestçe ve yeni bir biçimde
yapmaktır. K. Kerim: "O'nu (Cenab-ı Hakk'ı) her an yeni bir iş meşgul
eder" diye buyuruyor. O halde gerçeken her yaratıcı faaliyet, özgür
faaliyettir, icad ve yaratış, tekerrürün zıddı olup mekanik fiilin belli bir
özelliğidir. Bunun için hayatın yaratıcı faaliyetini mekanizma tabiriyle izah
etmek imkansızdır, çünkü evren özgür bir yaratıcı harekettir[194]. İlahi vahyin dahi kendi
yaptıklarına feda edilmesi pahasına dahi olsa kader konusunda yapmış oldukları
yorum ve te'viller, Müslüman kitleler üzerinde çok ciddi ve kalıcı etki
bırakmıştır[195]. Bu konuda İkbal'in düşüncesi
şu tarzda şekillenir: "İradelerinde Allah'ın takdiri gizlenen insanlar,
kendilerini cebir ve takdirin emrine terk etmişlerdir. "Kötü" olan
herşey, yavaş yavaş "güzel" oldu"[196].
b- Hürriyet
Kur'an-ı Kerim'de Hz. Adem'in cennette işlediği günahından ötürü dünyaya
indirilişi kıssası anlatılmaktadır[197].
Bu kıssadan maksat, daha çok, insanın tabii duygu ve ihtiyaçlarının ilkel
durumundan çıkıp, şüphe ve itaatsizliğe muktedir ve şuurlu şekilde özgür bir
şahsiyete sahip olma haline yükseldiğini işaret etmektedir, tkbal'e göre bu
hadise insanın fıtrat rüyasında uyanarak kendi şahsiyetinin de belli bir önem
taşıdığını anlamasıdır[198].
İkbal'e göre, insanın ilk günahı, onun hür iradesi ve isteğiyle şuurlu
olarak işlediği günahtı. Bundan dolayıdır ki; Kur'an-ı Kerim, Hz. Âdem'in bu
ilk günahının affedildiğini kaydeder[199].
İkbal'e göre, insanın şuurlu olarak yaptığı bir iyilikte baskı ve cebir yoktur.
İyilik demek insanın kendi rızasıyla ahlaki bir kanun ve ideali takib
etmesidir. Yoksa hareketleri tıpkı bir makine gibi önceden belirlenmiş ve
sınırlandırılmış olan bir varlıktan hayır beklemek yanlıştır. Bunun için
hürriyet, "hayır" veya "iyilik" için ilk şarttır[200].
Her insan hayrı seçme hürriyetine sahip olduğu gibi, hayrın aksini de
seçme hürriyetine sahiptir. İnsan bu maksatla sınanmaktadır: "Sizi bir
imtihan olarak hayır ile de, şer ile de deniyoruz"[201].
Hayır ile şer birbirinin zıddı olmakla birlikte, İkbal bunları bütünün birer
parçası olarak kabul etmektedir. Bu iki parça sistematik bütünler olup bu
parçalar birbirleriyle karşılıklı ilişkilerle anlaşılabilir[202].
II- TASAVVUFI KAVRAMLAR
Tasavvuf Batı'da mistisizm diye tanımlanan disiplinin adıdır. Ancak bir
çok yönüyle mistisizmden ayrılır[203].
Mistik demek ilahi şeyler hakkında bir takım batini bilgiler verilmiş olup
bunlar hususunda kimseye birşey söylememesi gereken insan demektir[204].
Bugün mistisizm denince daha ziyade insanın akli melekeleriyle
ulaşamadığı bir yücelişe veya "mutlak"a sezgi yoluyla doğrudan
doğruya ulaşması, yani araya mantıki düşünce veya başka herhangi bir vasıta
girmeden temas kurması anlaşılmaktadır[205].
Tasavvuf, müslüman imanının bir boyutudur. Yani islamın deruni cephesidir.
Tasavvuf denince pek çok kişinin aklına belli bir hayat tarzı ve bu hayatı yaşayan
bazı insanlar gelir. Bunun için tasavvufun en belirgin özelliği bir felsefi
düşüncenin savunmasını yapmak değil, dünyaya karşı belli bir tavır takınmak ve
bu tavra uygun bir hayat yaşamak olmuştur[206].
Tasavvuf düşüncesi , Hicri 11. yüzyılda ortaya çıkmıştır. İkbal ve bir
çok alim tasavvufun ortaya çıkış sebeplerini şu faktörlere dayandırmaktadır:
a- Siyasi huzursuzluklar,
b- Mu'tezilenen aşırı akılcılığı,
c- Mezheb tartışmaları,
d- Mezheplerin dini hayata ilgisizliği,
e- Aşırı zühd fikrinin yerleşmesi'[207].
Şüphesiz İkbal'in fikriyatına damgasını vuran en önemli unsurlardan bir,
tasavvufi düşüncedir. Pek çok müsteşrikin iddia ettiğinin aksine İslam
mütefekkirlerinin ortak noktada birleştiği, aynı zamanda İkbal'in de, aynr
fikirde olduğu gibi tasavvufun kaynağı Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamerin
yaşadığı sünnettir[208]. Garaudy'de aynı görüşte olup
menşei yabancı kaynaklar değil, bizzat Kur'an-ı Kerim olduğunu belirterek;
"Tasavvuf Kur'an'ın yorumudur. Onu bir okuma tarzı, özellikle de onu
yaşama biçimidir" der[209].
Genellikle mutasavvıflar şu görüşlerde birleşirler. Tasavvuf, İslam'ın
zaruri bir boyutudur. İslam'ın şekilciliğe ve dış kuralcılığa dönüşüp
donuklaşmasına engel olması için gereklidir. İslamın yaşayan,, özümsenmiş,
yaratıcı bir İslam olarak kalması için tasavvuf şarttır[210].
İkbal'e göre tasavvufi tecrübenin özellikleri şunlardır:
1-
Tasavvufi tecrübe doğrudan
doğruya mevcuttur ve herkes doğrudan yaşar.
2-
Tasavvufi tecrübe sentez ve
tahlil edilemez bir bütündür.
3-
Mıısatavvıfın tasavvufi
tecrübesi her şeye üstün ve herşeye egemen bir vaziyette tecrübeyi yaşayan
ferdi şahsiyetini aşan, diğer bir zat ile yakın ve içten temas kurar.
4-
Tasavvufi tecrübenin
başkalarına aktarılması mümkün değildir.
5-
Tasavvufi tecrübe
yaşanırken serili zamanla ilişkisini kesmek anlamına gelmez[211].
İkbal'in tasavvufi fikirlerine yön veren bazı unsurlar bulunmaktadır.
Daha öncede belirtildiği gibi İkbal, Mevlana ile karşılaştıktan sonra fikri
yapısında önemli bir değişikliğin varlığı göze çarpmaktadır. Ancak istismara
açık ve istismar edilen tasavvufi düşünce karşısında da tavrını açıkça ortaya
koymuştur. İkbal'e göre tasavvuf insanı miskinleştirmemiştir. Ona göre
tasavvuf, dini donduran fikirlere karşı bir özgür düşünce şeklidir[212].
İkbal'in düşüncesinde çör-çöp, su ve çamur, insan sembolü olarak
kullanılır. Aşk ve gönülden habersiz insan, çör-çöp veya çamur mesabesinde
değersizdir. Ancak benliğini yükselten insan, kainatın en değerli varlığı
haline gelir. Alemin kemiyet ve keyfiyetini idrak etme derecesine yükselir[213]. İkbal daha da ileri giderek
felekleri bile kendi arzusuyla döndüreceğini belirtir: "Dinin hakikatini
bilen müslüman Allah'tan başkasına secde etmez. Eğer felek O'nun muradı üzerine
dönmüyorsa, o feleği kendi muradı üzere döndürür"[214]
.
İkbal'in şiirlerinde tasavvufi bir hava hakimdir. Etrafında gördüğü
yanlışlardan şikayet ettiğinde hemen onların gönülden ve aşktan mahrum
olduklarından bahseder. Mesela: Alimlerin kafalarına bilgiyi doldurduklarını,
ancak kafalarından aşağıya geçip gönüllerine inmediğini[215]
vaizlerin çok güzel şeyler konuşarak dinleyicileri mest ettiklerini halbuki
söylediklerini yaşamadığını, dolayısıyla sözlerinden aşk ve cezbenin
kalmadığını vurgular[216].
İkbal'in en çok şikayet ettiği; dinin yanlış anlaşılması neticesinde
meydana gelen sapmalardır. Bu sebeple müslümanların başları dertten ve elemden
kurtulmuş değildir. Bu yanlış anlayışlardan biri de tasavvufi anlayıştır.
İkbal'e göre, tasavvufun ortaya çıkışı orjinaldir. Toplumda icra ettiği
fonksiyonun çok güzel ve o derece önemli olduğunu ancak daha sonra bunun
orjinalliğini ve heyecanını kaybettiğini belirtir: "Hiç şüphe yok ki,
tasavvufi tecrübe ve gözlemleri toplamak suretiyle zat ve benliğimizin
dünyalarını bize açmıştır. Tasavvuf, göz kamaştırıcı ve iç açıcıdır. Fakat
köhneleşmiş bir metafiziğin fikirleriyle şekillendirilmiş belirli bir ifade
tarzı bugünün zihinleri üzerine uyuşturucu etki bırakır. Onun için bugün
tasavvuftan bahsedilince gönlümüzde herhangi bir sevinç yaratmaz"[217]. İkbal, bunun sebebini; adsız
bir "hiç"i bulmaya çalışmak, somut düşünce alışkanlıklarıyla, hakiki
ve fiili bir Allah tecrübesi isteyen çağdaş kafayı tatmin etmiyeceğini belirtir[218].
İkbal, sufilerden şikayet ederek onlara ağır ithamlarda bulunur. Bunun
sebebi ise her devirde ve her müessesede görülen istismar olayıdır. İkbal'in
yaşadığı dönemde mutasavvıf olduğunu söyleyen pek çok kimsenin mevkiye ve
rütbeye taptıklarını, İslamiyetin şerefini ayaklara düşürdüklerini dolayısıyla
tasavvuf müessesesinin değerini alçalttıklarını üzüntüyle belirtir[219].
İkbal'e göre, her saçını uzatanın, mutasavvıf hırkası giyerek
müridleriyle birlikte seferlerde dolaştıklarını, köy çocuklarına maskara
olduklarını halkın manevi ihtiyaçlarından habersiz olduklarını belirterek bu
gibi din tacirlerinden Allah'a sığındığını vurgular[220].
Eserlerinde parayı ve maddiyatı put diye tavsif eden İkbal, şeyhlerin, putların
aşkı uğruna dinlerini feda ettiklerini belirtir[221].
İkbal'in kendi yaşadığı devirde sufilerin var olduğuna, ancak, ne gerçek
mü'minin, ne de gerçekten kalbi uyanık bir sufinin kalmadığından yakınır[222].
Bir şiirinde İkbal bu derdini şöyle dile getirir:
"Yazıklar olsun aşkın cinneti kalmadı artık
Müslümanların damarlarında kan kalmadı artık.
Namazlarına bak safları eğri, secdeler huzursuz, kalpte huzur yok, çünkü
içten gelen ilahi cezbe kalmadı artık"[223].
Daha önceki bölümlerde tekkelerin ve sufilerin toplumdaki fonksiyonlarını
kaybetmelerini müslümanların çöküş ve yıkılışlarının en önemli sebebi olarak
zikretmiştik[224]. Bizim tesbit edebildiğimiz
kadarıyla müslümanların çöküş ve yıkılışlarının sebepleri, aynı zamanda İkbal'e
göre tekkelerin ve sufilerin toplumdaki etkilerini kaybetmeleri ve yıkılışlarda
hemen hemen benzer sebeplere dayanmaktadır:
1- Mutasavvıfların parayı, mevkiyi ve şöhreti ön plana çıkarmaları,
bu müessesenin yıpranıp çökmesine zemin hazırlamıştır[225].
2-
İlim ve bilgiden yoksun
kişilerin bu işe soyunmaları[226].
3-
Kalplerinde aşk ve cezbeyi
kaybetmeleri[227].
4- Fakr anlayışını, dünyadan el etek çekmek ve dilenmek manasında
algılamaları[228].
5-
Anlattıkları şeyleri
kendilerinin yaşamamaları[229].
İkbal'in Mevlana'ya olan bağlılığını bu iki şahsiyeti manen mürşid-mürid
derecesine çıkardığını çalışmamızın muhtelif yerlerinde belirtmiştik[230]. İkbal, tarih belirleyecek
olursak 1911 senesinden itibaren Mevlevidir. Bu tarihten sonra yazdığı
eserlerin bütününde Mevlana'nm fikirlerinin ve maneviyatının izlerini
görmekteyiz. İkbal, Mevlana'nm kendisine ruhi önder olduğunu ısrarla ve
sevinçle belirtir. Yazdığı her Farsça eserinde Mevlana'ya telmih ile söze
başlar. En önemli eseri olan Cavidname'de, yaptığı manevi seyahatinde Mevlana,
yanındaki rehberidir. İkbal, Mevlana'nm fikirlerini bir bütün olarak almış,
O'nun dinamik tasavvuf anlayışına orjinal bir yorum katarak çağımızın
anlayışına taşımıştır.
Mevlana'nm Moğol, İkbal'in İngilizlerle olan ilişkisi ortak özellikleridir[231]. Mevlana'nm güçlü görev
şuuru, İkbal'de de görülür. Yani İkbal Mevlana'dan aldığı terbiye ile halkına
karşı tarihi misyonuna inanarak, toplumuna inanç ve sürekli eylem aşılamak
istemiştir. Hayata yön veren ışığın aşk ve sevgi olduğuna inanmıştır.
Ancak İkbal ile Mevlana arasında bir konuda görüş farklılığı mevcuttur.
Mevlana eserlerinde bir mürşide bağlanmayı ve mürşidde fani olmayı, benliğini
mürşidinin benliğinde yok etmeyi telkin eder[232].
Ancak İkbal, her ne kadar Mevlana'nm ruhun ilahi kaynağı fikrini benimseyip
benlik felsefesinin temelini oluştursa da, İkbal'in Allah'ı, Mutlak Benlik,
insanı da Allah'ın yanında bir benlik olarak yanyana duran ve baraber çalışan
iki şahsiyet olarak görmesi Mevlana ile fikri yönden ayrılmışlardır.
Dolayısıyla benliğini şeyhinin benliğinde feda edemeyen İkbal, O'nun
fenafi's-Şeyh olmasına mani olmaktadır[233].
Ancak İkbal eserlerinin bazı yerlerinde bir mürşide bağlanmayı telkin
etmektedir[234]
B- İKBALİN DÜŞÜNCESİNDE TASAVVUFİ HAYAT
İkbal, tahsil hayatının ilk yıllarından itibaren tasavvuf eğitimi görmüş,
hayatı boyunca hem tasavvufla ilgili pek çok eser okmuş, hemde iç içe
yaşamıştır. Özellikle Mevlana'nın Mesnevi'sini okuduktan sonra fikir yapısında
meydana gelen değişiklikleri belirtmiştik. Ayrıca olgunluk devresi
diyebileceğmiz İkbal'in ömrünün sonlarına doğru verdiği eserlerinin bütününde
tasavvufi bir hava hakimdir. Ölümünden hemen sonra yayımlanmış eseri olan
Armağan-ı Hicaz'da ise bu durum tamamen zirveye çıkmış, Hz. Peygamber'e olan
aşkını ve O'na olan bağlılığını daha derinden hissederek kaleme almıştır.
Ancak daha önce de belirtildiği gibi İkbal, gayesinden saptırılıp
insanları tembelliğe ve cehalete sürükleyen tasavvuf anlayışına ve böylesi bir
tasavvufi yaşayışa karşı çıkmış ömrü boyunca bununla mücadele etmiştir. Çünkü
İkbal’in yaşadığı dönem içerisinde Müslümanların zihinlerine yanlış fakr, zühd
ve tevekkül anlayışı hakimdi. Bu ise başka milletlerin hakimiyetlerini ve
üstünlüklerini kabul etmek, onları taklid etmek sonucunu doğurmuştu.
İşte İkbal'e göre tasavvufi hayat manevi yükseliştir. Bu yükseliş en son
ilahi huzurda son bulur. İnsan topraktan yaratılmıştır. Ancak ruhen melekler
gibi hatta onlardan daha iyi uçabilir. Geçtiği her makam, menzil ve felekleri
eski ve geçicidir. Çünkü manevi yükselişin nihayet bulduğu nokta ilahi
huzurdur. İkbal bu konuda şöyle der: "O topraktır ama uçuşta melekler gibi
onun yolunda gök, eski bir hüdut kulesidir"[235].
İkbal, insanın ruhuna "can nuru" der. Bunun özelliği güneşten daha
parlak ve lekesiz olmasıdır. Toprak ve çamurdan yapılmış insanın içinde bulunan
can nuru, mekanlardan mekansızlığa doğru, yol, iz olmadan seyahat eder[236]. Can nuru tasvirini Mevlanada
da görmekteyiz: "Baki olan can güneşi, öyle bir güneştir ki, asla gurub
etmez"[237]. "Gerçi gölge de güneşin
varlığında bir nişan verir, fakat asıl güneş, her an can nuru bahşeyler"[238].
İkbal'e göre bu can nurunu taşıyan insan, her ne kadar günahkâr olsa,
isyan etse de yine onun varlığı yeryüzünde yaptığı faaliyetler dünyanın
inkişafını sağlamaktadır. Ayrıca onun gözü öyle bir keskin görüş sahibi oluyor
ki, günün birinde göze görünen tecellilerden ve ilahi sıfatlardan vazgeçerek,
Allah'ın zat nuruna şahit oluyor[239].
Ancak maddeye esir olan insan, bu manevi yükselişten nasibini alamaz. Manen kör
olan -maddi kör gibi- güneşi göremez. Ancak bu, Allah'ın uzak olması manasına
gelmez. O'nun yanında bulunduğumuz halde O'nu idrak edemeyiz. İkbal'e göre
böylesi bir yaşayış ölümdür. Çünkü hayatın bir manası kalmamaktadır[240].
İkbal'e göre manevi yükseliş üç merhalede gerçekleşir:
1-
Kendi şuuru: kendini kendi
nuru ile görmek. Bu şuur kendisine benlik hissini verir ve mevcudiyetini ilk
defa gösterir.
2-
Diğerlerinin şuuru: Kendini
diğerlerinin nuru ile görmek Muhitine yaptığı tesir ve orada uyandırdığı
tepkiler kendisine kendini başkalarının aynasında görmek imkanını veriyor.
3-
Zat-ı Hakkın Şuuru: Kendini
Zat-ı Hak nuru ile görmek. En yüksek şuuru bu mertebede yani Allah'ta buluyor.
İnsan ilahi cemale aşık olup onu idrak ettikten sonra kendini Allah'ın nurunda
görüyor. O zaman insan-ı kamil haline gelmiş oluyor[241].
İkbal'e göre yaşamak insanın içinde bulunan benlik kuvvetini en mükemmel
şekilde geliştirmek demektir. İnsanın kıymeti yalnız bu benliğe bağlıdır. Onu
inkişaf ettirmek suretiyle insan Allah'ın huzuruna gidecek kadar kuvvetli
oluyor, orada durmak kabiliyetini kazanıyor.
İkbal'deki manevi yükseliş fikri Cevidname'de genişçe işlenmektedir.
Mevlana ile başladıkları yolculuk bir çok felekleri ve cenneti geçtikten,
birçok şair, filizof ve din adamıyla, meleklerle ve şeytanla karşılaşıp sohbet
ettikten sonra yolculuk ilahi huzurda son bulmaktadır. Bu yolculuk Cavidname'de
manevi bir yolculuk hayalinin kaleme almışı şeklidir.
Cavidname'de ve diğer eserlerinde bir insanın manevi inkişafını nasıl
gerçekleştireceğini, neler yapması gerektiğini ve ne gibi manevi merhalelerden
geçmesi gerektiğini eserlerinin muhtelif yerlerinde dile getirmiştir.
2- İkbal'e Göre Manevi Yükselişin Şartları
a- Helal lokma[242].
b- îmanın tatbikat haline getirilmesi: İkbal bir şiirinde şöyle
der: "İmana uygun işler, ibadetler imanın zevkini artırır. Tatbikat haline
gelmeyen iman ölüdür"[243].
c- Gönül sahibi olmak, manevi inkişafın ilk durağı ve ilk şartıdır[244]. İkbal, "gönül"den
çok bahseder. Onun "gönül"ü mutasavvıfların nazargahı ilahi olarak
kabul ettikleri manevi kalptir. İkbal'e göre ölü gönül, gönül değildir[245]. Gönülleri ölenler yaşama
şansına sahip değildir. İkbal, gönlün makamını arşın üstünde kabul eder-[246].
d- Seher vakti: Tasavvuf düşüncesinde seher vaktinin ayrı bir
önemi vardır. O vakit, ilahi tecellilerin harekete geçtiği bir andır. Duaların
kabul edildiği, nazlara ve niyazlara cevap verildiği bir saattir. Bunun için
İkbal bu saati manevi yükselişin bir basamağı olarak kabul etmektedir.
"Yalvarma lezzetini seher vakti benden çekip alma, iltifat eyleme
nigahtan gafil bulunmaya"[247]. "İster Attar ol, ister
Rumi, ister Razi ol, ister Gazali, herşey boştur seher vakti yalvarışlarından
mahrumsan"[248].
e- Ağlamak: İkbal'e göre gönül sahibi herkes ağlamalı ve gözyaşı
dökmelidir. Bunun da İkbal manevi yükselişin basamaklarından biri olarak kabul
eder.
"Eğer senin bir avuç toprağının içine kanlar döken parça parça bir
gönül koymuşlarsa bahar bulutlarından yeryüzünü süslesin"[249]. Aynı benzetmeyi Mevlana'da
da görmekteyiz: "Güneşin hararetiyle alem bulutunun ağlaması nasıl cihanın
ağzının tadını getiriyor, nasıl alemi hoş bir hale sokuyorsa, sen de akıl
güneşini yak, gözünü gözyaşları saçan bir bulut haline getir[250].
f- Fakr: İhtiyaç, yoksulluk, mahrumiyet hiç bir şeye sahip ve
malik olmadığının şuurunda olması gibi manalara gelir[251].
Tasavvufi düşüncede, kişinin her bakımdan kendini Allah'a muhtaç bilmesidir. Bu
manada malı çok olana da fakir denir[252]
[253]. Kur'an-ı Kerim'de tek başına
fakirlik veya zenginlik önemli sayılmamıştır. Yani insanlar arasında fakirlik
veya zenginlik Ölçüsü asla kullanılmamıştır. Mutasavvıflara ölçü olan Hz.
Peygamber'in yaşadığı fakr hayatıdır. O'nun yaşadığı manada fakirlik: "Sen
her şeye sahib olduğun halde hiçbir şeyin sana sahib olmamasıdır. Eğer sahib
olduğumuz şeyler bize sahip olmaya başlarsa o zaman geçerli olan ölçü:
"Hiçbir şeyi kendine sahip kılmamak için, hiç bir şeye sahip
olmamak"tır403.
İkbal'e göre fakr; benliğini kuvvetlendirerek manevi yükselişi
gerçekleştirmek için "nasıl" ve "ne kadar?" kayıtlarından
kurtulmaktır. Fakirlikte bu mertebeye ulaşmış bir insanın bir tek sözü, bütün
dünyevi kuvvetleri yakacak kadar tesirlidir: "Fakir adem ateştir, amir ve
kayser çöptür, kralların talih ve haşmetine, çıplak bir söz kafi gelir[254].
İkbal"e göre fakr, benliğin kuvvetlenmesinde aşk kadar önemlidir:
"Mü'minin fakrı nedir? Cihetleri teshir etmek onun tesirinden köle, mevla
sıfatlarını kazanır"[255]-5. İnsan hakiki
fakr sayesinde kendi imkanlarını geliştirmeye mecbur kalıyor, zahiren zayıf
görünen bir ruh, böylece günden güne kuvvet kazanıyor[256].
Birçok konuda olduğu gibi İkbal, müslümanların fakr anlayışlarındaki
yanlışlığı görmüş ve dile getirmiştir. İkbal'e göre yaşadığı dönemde
müslümanların fakr anlayışları parasızlık, miskinlik ve dilenmektir: "Su
ve topraktan el çekmek gerçek zahidlik midir? Gerçek zahidlik topraktan
yaratılmışlara hakimliktir. Ey dervişler, müridler, bıktım ben bu fakirlikten,
çünkü fakirliğiniz parasızlık ve miskinlikten ibaret’’[257]
[258],
İkbal’in fikirlerinde, hakiki fakr timsali Hz. Ali ve Selman'dır40s
Hakiki fakrı yaşayan insanlar hiçbir zaman zelil olmazlar. Onlar birer sultan
gibidir[259].
g- Mürşide bağlanmak: Tasavvufi düşüncede mürşide bağlanmak manevi
arınma denilen "sülük"ün birinci şartıdır. Mürşidsiz sülük mümkün
değildir. Tasavvufa mürşidlere insan-ı kamil de denir. İnsan-ı kamillerde
insanları manen arındırma gücü vardır. Onlar Allah'ın yeryüzündeki zuhuru
olarak kabul edildiklerinden mecbri olarak bir yönleri bedeni alemde, bir
yönleri ilahi vasıfları tevil ettiklerinden dolayı onlar bu gücü
kullanabilmektedirler[260]. Mürşidlerin yaptıkları
şudur: Mürşidler, dinin hükümleri, emirler -yasaklar bu işin genel çizgilerini,
asgari meştereklerini verir. Mürşid bu asgari müşterekler üzerine oturttuğu
disiplini sayesinde ferdin iç dünyasını aydınlatır ve manevi yükselişi
gerçekleştirir[261].
Tasavvuf hakkında eser yazmış olan mutasavvıflar ve tasavvuf disiplininde
önder durumunda olan kişiler tasavvufa girmek isteyenlerin mutlaka bir mürşide
bağlanmayı tavsiye ederek tasavvufi ayatın ilk şartı olarak sabul etmişlerdir.
Kuşeyri, eserinin son bölümünde müritlere yaptığı tasviyelerde sağlam bir akide
ile kuvvetli bir inanca sahip olduktan sonra tarikat yoluna girmek isteyenlerin
devrinin hakiki mürşidini bulup intisab etmeyi tavsiye etmektedir[262].
îkbal'e göre imanda kemale, ilimde yakine, hayatta huzura kavuşmak için
kamil bir zata bağlanmak gerekir[263].
Ancak İkbal gibi pek çok ilim ve fikir adamının yanısıra tasavvufta yüksek
derecelere ulaşmış mutasavvıflarında birleştikleri ortak nokta, devrin hakiki
mürşidini aramak. İkamet ettiği beldede bulunmuyorsa bulana kadar hicret etmek
gerektiği noktasındadır[264].
İkbal'in düşüncesine göre bu devirde böyle bir zatı bulmak gerçekten
zordur: "Eğer onu bulumazsan ara; bulursan eteğine yapış, bunu gören
alemin imamı ve muktezasıdır. Ben ve sen natamamız tamam odur" İkbal başka
bir eserinde de kamil zata bağlanmak hakkında şöyle der: "Eğer sevgiliden
sen mahrem bakış istersen ona aşinaların eteklerine sarıl"[265]. İkbal'in manevi mürşidi
Mevlana'da mürşidin eteklerine sarılmayı telkin ederek bulduğun an teslim
olmayı tavsiye etmektedir: "Pir'i bul ki, bu yolculuk, Pir'siz pek
tehlikeli, pek korkludur, afetlerle doludur. Bir pir ele geçirdin mi hemen
teslim ol, Musa gibi Hızır'ın hükmüne girip yürü"[266].
Mevlana'nın da ifade ettiği gibi tasavvufi düşüncede mürşid-i kamiller,
kendi zamanlarında, peygamberin nuru kendilerinden zuhur eder. Aynı zamanda
onlar herkesin gönüllerine hakimdirler ve istedikleri şeyi yaparlar[267].
İkbal'e göre kamil insanların yanındakilere ve eşyaya tesir etme gücüne
sahiptirler. İkbal, bu konuda şöyle der: "Hava dalgası ile bir saman
çöpünü ne yaparlarsa, aynını dağlara da yaparlar, hiç hayret etmemeli"[268].
Neticede mürşide bağlanmak tasavvufi düşüncede nasıl ilk şart ise,
İkbal'in düşüncsinde de manevi yükselişi gerçekleşmesi için aynı zamanda
benliğin kuvvetlendirilip yükseltilmesi için aranan şartlardan biri olarak
değerlendirebiliriz. Her ne kadar İkbal, benliği bir şahsiyet olarak görüp onun
kaybedilmesine karşı olsada, bir mürşide bağlanmayı benliğini yok etmek
manasında değil, aksine kuvvetlendirmek manasında algılamak gerekir.
C- AŞK
Tasavvufi düşüncede tüm yüceliğine rağmen akıl, tek başına insanı Allah'a
götüremez. Aklı tek rehber olarak kabul eden filozoflar ya Allah'a
varamamışlar, veya sonunda aşka teslim olmuşlardır. Yani akıl ancak bazı cüz'i
gerçekleri kavrayabilir, fakat külli hakikatleri özellikle Allah'ı akılla
kavramak mümkün değildir. Bu esnada aşk devreye girer ve Mutlak Hakikatle
direkt temasa geçer. Dolayısıyla Mutlak Öz'e ulaşıp ondan bize sesler getirecek
olan aşktır. Çünkü Öz kendisi aşk dediğimiz bir temel duygu ve arzu ile
hissettirmektedir. Allah'a varabilmek aşk mertebesine yükselmekle mümkündür[269].
Kur'an-ı Kerim, Kemal noktasına ulaşmış imanı, aşk olarak tarif eder[270]. îslam alimleri dinin esasını
ihlas olarak tarif ederlerken, ihlası da: karşılık beklemeden sevmek olarak
nitelendirmişlerdii'[271].
Buhari'de yer alan bir Hadis-i Kudsi'de şöyle duyurulmuştur: "Kulum
bana ibadetlerle o kadar yaklaşır ki, Onu severim. Bir kere de onu sevdim mi,
artık ben o kulumun işittiği kulağı, göreceği gözü, şiddetle kavrayacağı eli ve
yürüyeceği ayağı olurum"[272].
Mutasavvıflar gerçek aşkı, mecazi aşk dediğimiz ölçülü ilişkilerden şu
şekilde ayırmışlardır: Aşık, sevgilinin kahır ve lütfü arasında fark görmez.
Her şey Allah'tan geldiğine göre, O'nun nimeti kadar belalarına da "hoş
geldin" diyebilmelidir. "Allah'ın yolunda her ne vaki olursa iyidir.
Dostun nahoşluğuna merhaba"[273].
Mutasavvıflara göre kulun Allah'a muhabbeti: Kulun kalbinde duyduğu bir
şey olup, lafızla ifade edilemiyecek kadar latif bir histir. Bu hal ve his,
insanı Hz. Allah'ı tazim etmeye, O'nun razısını herşeye tercih etmeye, ünsiyet
ve ülfetini, devamlı surette kalbi ile O'nu zikrederek bulmaya ve O'na karşı
içinde bir heyecan duymaya sevkeder[274].
Mutasavvıflar tarafından muhabbet, gerek gıyabında gerekse huzurunda sevgiliye
muvafakat etmektir demişlerdir[275] [276]
[277]
Felsefi düşüncede aşk, Allah'a karşı olup Allah'ı saf iyilik ve
insanlarda mevcut sevginin nesnesi olarak kabul ederler. Yaratılmış her varlık
doğuştan salt iyinin aşkıyla bezenmiştir. Bunun için dünyanın yaratılışının
veya var olan her varlığın taşıp yayılmasının prensibi aşktır. İşte bu
prensiple her şey zaruret kanununa göre Allah'tan çıkar ve gene O'na döner[278].
Aşk için müfrit muhabbet[279], sevginin mertebesi, varlığın
aslı, yaratılış sebebi gibi tanımları yapılmıştır[280].
Muhabbet nurdur, aşk ise ateştir. Muhabbet şiddetli ve kuvvetli olunca aşk
meydana gelir. Mutasavvuflar aşkı, hakiki aşk ve mecazi aşk diye ikiye
ayırmışlardır. Hakiki aşk: Allah sevgisinin gönlünde galip olması ve onun bütün
gönlünü kaplamasıdır[281]. Mecazi aşk: insanın insana
veya herhangi bir şeye duyduğu sevginin göz yoluyla gönüle yerleşmesine mecazi
aşk denir[282]. Mecazi aşk geçici ve yok
olucu olan şeylere alakasından dolayı bunlar yok olunca sevmek ve aşk da yok
olur. Her iki aşkın da makamı mutasavvıflar tarafından kalp olduğunu
belirlemişlerdir[283]
İkbal'in düşüncesinde aşk, benliği kuvvetlendiren en önemli unsurlardan
biridir. Aşk, su ve topraktan yapılmış insanın yanışı ve çırpınışıdır.
Damarlarda kanın dolaşarak hayatın devam edip etmemesi önemli değil, asıl öneli
olan ciğerin aşkla yanmasıdır[284]. Dünya hayatını yuva kurmak,
gül koklamak gibi maddi şeylerle meşgul olmayı abes kabul eden İkbal,
böylelerinin nefesleri var olduğu halde gönülden habersiz, aşksız ve şevksiz
yaşadıklarını belirtir. İkbal'e göre dünya, aşk sarhoşluğunun verdiği ah ve
feryad ile yükseliş yeridir[285]. Mevlana, dünya zenginliğine
sahip olanın hiçbir kıymeti olmadığını gönül sahibi olmanın asıl zenginlik
olduğunu belirterek Allah'ın da bunü istediğini belirtir: "Ey zengin
yüzlerce çuval altın getirsen Tanrı der ki: A iki büklüm adam, gönül
getir"[286]. Can, yücelmeye yükselmeye
can atar; ten, kazanca, ota, yiyeceğe içeceğe[287]
Aşk düşüncesi, İkbal'in fikriyatında ilahi aşk olarak tezahür eder.
İkbal, ilahi aşkın insanı uyanık ve akıllı yaptığını bunun karşıtı olan şehevi
aşkların insanı ahmak yaptığını belirtir: "İlahi aşk ve vecd ki insanı
uyanık ve akıllı tutar. Şehevi aşk ve şevk ki insanı ahmak ve sersem yapar4-56.
İkbal'in bu görüşünü manevi mürşidi olan Mevlana ile paylaştığını görmekteyiz:
"Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar, aşk değildir. Onlar nihayet
bir ar olur"[288] [289].
Mutasavvıflar ilahi aşkın kalbe yerleşmesiyle birlikte insanın içini
yaktığını, aklı şaşkın gözükür ettiğini belirtirler. Hatta aşık o hale gelir
ki: büyük korkuları dahi küçük görür ve bunlara dalmaktan çekinmez[290]^. Nitekim Rabiatül Adeviyye:
"Gerçek manada Allah'ı seven kişinin inlemesi ve aşkı mahbubu olan
Allah'la beraber olmadıkça dinmez"[291].
Diyerek gerçek aşkın kalpte iniltiler meydana getireceğini belirtmektedir. Aynı
şeyi Hacı Bayram-ı Velide de görmekteyiz. "Yandı bu gönlüm yandı bu
gönlüm; Yanma da derman buldu bu gönlüm"[292].
Gönüldeki yanışın boşuna olmadığnı ifade eden Hacı Bayram-ı Veli; Aşk ateşinin
insanı yakmasıyla olgunluk mertebesine ulaştırdığını belirtmektedir.
Nitekim İkbal'de; gerçek hayatı, Aşktan dolayı yanışı kabul etmekte olup
aynı zamanda aşkla insanın hür olacağını ve kimseden korkmayacağını belirtir:
"Damarlarda kan dolaşmış dolaşmamış ne çıkar, Asıl hayat çiğerin
yanışındadır"[293]. "Ne Sultana muhtaç olur
ne de Sultandan korkar, Aşk hürriyeti kazanmadır, aşk kimseye minnet
etmemektir"[294].
İkbal'e göre hayatta aşkın yapamıyacağı hiçbir şey yoktur, her imkansız
görülen şeyler aşk sayesinde mümkün hale gelir: "Mü'min aşktan, aşk ise
müminden zuhur eder, Bizim imkansız gördüğümüz şeyleri aşk, mümkün hale
kor"[295].
İnsanın ruhunda fırtınalar koparan aşk, İkbal'in ifadesiyle bu aşk
fırtınası insanı benliğinin şuuruna ermesini sağlar. Bunun için Hak diyarına
götüren yollar çoktur fakat, sadece aşk yolu en iyi ve en kestirme olarak Hakka
götüren yoldur[296].
İkbal'e göre aşk hayatın usul ve kanunudur. Aşk sayesinde yeryüzünde
bulunan unsurlar -Toprak, su, hava,ateş- aşk sayesinde birleşirler. Aşkın
yaşayışını ise kelime-i tevhide bağlayan İkbal şöyle der: "Aşk ise bizim
yüreklerimizin yanışı ile yaşıyor. Lailahe illallah kıvılcımı ile
parlıyor"[297].
Daha önce de belirtildiği gibi mutasavvuflar aşkı genellikle akla mukabil
bir kavram olarak ele almaktadırlar. Aşk hakkı bulmada emin bir rehberdir.
Ancak akıl, Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellileri olan varlıklar aleminde
dolaşır ve o aleme ilişkin izahlar yapar. Dolayısıyla akıl, Allah'a varma
arzusuna uzaktan tercüman olursa da insanı hedefe götürmez. O halde akıldan
hizmet bekleyenler onu, aşkın emrine verip aşkın parlaklığıyla
parlatmaltdırlar. Aksi halde aşktan uzaklaştırılmış aklı ve onun ürünü olan
bilgiler insanı özlenen yönde yürütme yerine cambazlık ve menfaat oyunu halinde
kalırlar[298]. Mutasavvıfların bu görüşleri
Mevlana'da şu şekilde tezahür etmektedir:"Bahtı yaver ve talihi kutlu olan
bilir ki, akıl ve zeka taslama iblistendir, aşk Ademden". "Aşk ileri
gidenler için gemiye benzer.Gemiye binen kişinin bir afete uğraması nadirdir.
Çok defa kurtulur"[299]. Ayrıca aklı ve zekayı
bırakıp gönüle dalarak hayranlığı satın almayı telkin eder. Akıl ve zeka zan ve
şüphe olmasına karşılık hayranlık bakış ve görüştür. Nihayetinde.aşka götürür[300].
İkbal, akıl ve aşkı birbirine zıt bir konumda değilde tasavvufi düşünceye
mutabık olarak aklın aşkın emrine verilmesini ister. Ancak bunlar birbirlerini
tamamlayan, aralarında yakın ilişki bulunan bir konumda olmaları gerekir.
İkbal, aklı tek başına fizoloflar gibi aşksız yol alan bir kılavuz olarak
düşündüğü zaman, zamanın esiri, göz ve kulak putlarının hizmetkarı olarak kabul
eder[301].
İkbal'e göre, akıl harkeste var olan bir şeydir. Herkesin vücudu kan ve
topraktandır. Ancak, bu akıl, kan ve topraktan oluşan insanın içinde gizli
saklı bir sır vardır işte o gönüldür. Gönülde yerleşen aşktır. Bunun için akıl
ve aşk her ikisinin de bulunduğu mekan insandır. Yalnız akıl, dikkatle
kainattaki bütün tezahüratları inceler ve onlardan zevk alır, ibret alır. Ancak
madde ve mananın sırrına aşk olmadan ulaşamaz[302].
Aklın Hakka ulaşmada yavaş davrandığını belirten İkbal, bunun sebebini şöyle
açıklamaktadır: "Akıl, renk ve kokuya sarılmış olduğu için dostun yolunda
aheste yürüyor. Aşk ise yıl ve ay bilmiyor, yolun, çabuk ve yavaşını, yakın ve
uzağını bilmiyor". Maddi, dünyevi tezahürata düşkün olan akla, her
sıfattan uzak olan rengi, kokusu, mekanı, zamanı olmayan ilahi maşuka gitmek
zor geliyor. Çünkü, bu yolda tam bir tecrit ve tam bir tasfiye ister en ufak
bir maddi bağlılık bu yolda engel teşkil ediyor. Maddi bağlılık derken,
fikirlere, hayallere, ilmi sistemlere de bir bağlılık olabilir. Mevlana'nın
dediği gibi: "Aşkın beşle altı ile işi yoktur, onun maksadı dostun
cezbesinden başka bir şey değildir."[303].
O halde aklın didinmesi yalnızca zorlu hedefine götürür. Aşk ise dünyaya
ehemmiyet vermeden zaman ve mekanları olmayan ruhani aleme taarruz yaparak onu
fetheder[304]. Zaman ve makam olmayan
dünyayı fethettikten sonra insan bu dünyanın icaplarını başka türlü görmeye
başlar artık manen ölmüştür ve manen kıyameti görerek ilahi huzurda ebedi
hayata kavuşmuştur. îkbal bu durumu şu mısralarıyla dile getirir: "Aşk
mekansızlığa taarruz etmek demektir. Mezarı görmeden bu dünyadan ayrılmak
demektir"[305].
İkbal'e göre, aşk bir gizli derttir ve bu kimde yoksa onun teni vardır
ama canı yoktur. Bunun için can istiyenin yaşamak isteyenin sonsuz bir aşk ve
hummalı bir çırpınış istemeyi ihmal etmemesi gerekir[306].
İkbal, bir çok eserinde aşkla aklın karşılaştırmasını yaparak; aklı
Garplılar, bir kurnazlık ve hayat prensibi görürken, Şarklılar aşkı kainatın
özü olarak gördüklerini belirtmektedir. Aklın hakkı tanıması aşk sayesinde
mümkündür. Aşka gelince o, akıldan sadece bir dayanak olarak yararlanır. Eğer
aşk akılla yanyana gelirse müstesna bir alem kurar. Yani Şarktaki aşkın,
Garptaki akıl ile karışmasından bugün lazım olan yeni dünya nizamı husule
gelebilir[307].
İkbal'e göre, insan aşk sayesinde hürriyetine kavuşur. Çünkü akıl,
dünyadaki kemiyet ve keyfiyet içerisinde gezerken, aşk bunlardan uzaktır. Akıl
kendim der ve hep kendi menfaatini düşünür. Aşk ise feragati paylaşmayı ve
başkalarına hizmet etmeyi prensip edinir. Bunun için İkbal akıl ve aşkı
karşılaştırırken aklı, dünyevi şeylerin semoolü, aşkı uhrevi şeylerin sembolü
olarak tanıtır: "Akıl sevin ve mesut ol der, aşk kul ol ve bu yol ile hür
ol der"[308].
Tasavvuf düşüncesinde aşk, akla mukabil bir kuvvet olarak ortaya konunca
onun ilimle de ilgisi üzerinde durmak zarureti hasıl olmaktadır. Çünkü ilim
aklın bir semeresidir. İlim, akıl ile aşk arasında yeralan bir düşünce ürünü
olarak zikredilebilir. Kur’an-ı Kerim'de ilimden bahseden pek çok ayet
bulunmakla beraber ilmin önünde araştırılması gereken hudutsuz bir alem ve
imkanın var olduğu belirtilmektedir[309].
İlim, İkbal'in düşüncesinde dünyada olup bitenlerin yani koku ve renk
dünyasının tefsiridir. Göz ve gönül onunla beslenir. İlmin bu verileri
neticesinde insan hayretle ve hayranlıkla cezbe ve iştiyak makamına yükselir ye
Cibril'in Hz. Peygamberi ilahi huzurda yalnız bıraktığı gibi insanı yalnız
bırakır[310]. İlim aşkla kucaklaşırsa İkbal'in
ifadesiyle mutlu bir alemi hazırlayıcı unsurlar arasına girer. Bu konuda İkbal
şöyle demektedir: "İlim harf ve sese kanatlar verir, cevherin temizliğini
cevher olmayana verir. İlmin feleklerin sonuna kadar yolu var, güneşin gözünden
bile bakışı alıp götürüyor, onun verileri, bütünün yorumudur; bütünün takdiri
onun tedbirine bağlanmıştır. Çöle diyor ki; "buğday ver" veriyor;
denize diyor ki; "serap ver" veriyor. Onun gözü, kainatın temellerini
görebilmek için kainatın tecellilerine bakıyor. Eğer gönlünü Hakka bağlarsa
peygamberlik oluyor. Eğer Haktan uzak kalırsa kafirlik oluyor"[311]. İlim yaptığı araştırmalardan
dolayı her şeyi değiştirebilir, çölden bahçe yapar, hesaplarıyla feleklerin
hududunu bile ölçer. Fakat bütün bu tahkikleri, yalnız dünyanın temellerini
bulayım diye yapıyor. Ancak ilim hakka bağlanınca, en büyük mucizeleri
gerçekleştirebilir, hatta peygamberliğin veraseti sayılabilir. Halbuki Allah'la
olan münasebetlerini kesip yalnız akli delillere itimad ederse kafir olmak
tehlikesine uğrar.
Aşk ve Haktan uzak kalan ilim, İblis ve Firavun yanında yer alarak
onların bağlı olduğu değerler kategorisine göre değerlendiriliyor: "Kalp
ateşi bulunmayan ilme, şer deyibilirsin. Onun nuru tamamen karanlıktır. Onun
gazından alem kör ve ama oldu; onun buharı olanın ve olacağın yapraklarını yere
seriyor[312]. Aşksız ilmin neticesi,
dünyayı tahrib eden harplerdir. Zahiren bahar gibi hayat verici görünüyor ama
batınen güz gibi her alanın güzelliğini nihayet bütün varlığını mahvediyor,
yaratıcı itmam edici bir faaliyet göstermiyor.
Dinsiz ilim yalnız insafsız muharebeler kanuna aykırı baskınları
getiriyor. Çünka Allah'a karşı bir mesuliyet tanımıyor. İlim aslında nurlu bir
kuvvettir. -Fakat aşktan uzaklaşınca nurlu sıfatlarının yerine ateşten sıfatlar
giyiyor: "AvrupalIların göğsündeki ateş ondan geliyor, gece taarruzu ve
yağmanın lezzeti ondan geliyor. Günlere feza bir yürüyüş veriyor, milletlerin
sermayesini alıp götürüyor. Onun kuvveti iblis ile dost oldu, onun nuru ateşin
sohbetinden ateş oldu"[313].
Son birkaç yüzyıldır Batının sömürgeciliği ve ilminin metaryalizmine
karşılık özellikle İslam dünyasının Yaratandan ve O'nun kitabı olan Kur'an-ı
Kerim'den uzaklaşmasını dile getiren ve çağımızda bunu haykıran İkbal olmuştur.
Görüldüğü gibi eserlerinde, Allahsız ilmin insanlık dünyasına yağdırdığı
belaları ve felaketleri çeşitli vesilelerle dile getirmektedir. İkbal, ilmi,
yanında yeraldığı şeye göre ya dost yahutda yılan olabilen bir kavram olarak
görmektedir[314]. Bu vesile ile Avrupa
medeniyetinin materyalist temellere oturmuş olması nedeniyle ilmi, bir yılan
haline getirdiklerini belirtmektedir.
İkbal müslümanın aşktan kopmasını İslam adına en büyük bela olarak
telakki ederek bu tehlikeyi şöyle dile getirir: "Kalbi Allah'ın rengi ile
boya, aşkın şah ve şerefini yükselt, Müslümanın tabiatı sevgi yüzünden yüksek
ve galiptir. Müslüman eğer aşık değilse kafirdir"[315]
demektedir.
D- İKBAL İN DÜŞÜNCESİNDE İNSAN-I KAMİL
1- İnsan
İnsan nedir? sorusuna, ilim, din, felsefe ve daha pek
çok ilim dalı ayrı ayrı cevaplar vermektedir. İlim, insanı yalnız maddesi
yönünde, sanat duygusal yönden, felsefe daha geniş açıdan ele alsa da bütünüyle
kavramakta eksik kalıyor. Bunun sebebi felsefenin kullandığı araç olan aklın,
insandaki sevgi ve aşktan kaynaklanan yönünü anlamakta yetersiz kalışıdır. Bundan
başka pek çok bilim dalı değişik açıdan ele alırken, insana bunların tümünü
kapsayacak şekilde ele alıp hakkım teslim eden dindir[316]. .
Kainattaki varlıklarda bir sıralama, bir tekamül sözkonusudur. En kamiİ
varlık olarak da zirvede insan bulunmaktadır. Burada insan ile diğer varlıklar
arşındaki farklardan veya hayvandan olan farklarından bahsedilmeyecektir. Zaten
Allah, insanı yaratılış gayesini gerçekleştirebilmesi için en güzel ve en
mükemmel biçimde yaratmıştır[317]. Ona kendi ruhundan
üflemiştir[318].Onu zeka akıl ve daha başka
anlayış ve kavrayış kudretiyle donatarak içinde yaşadığı dünyanın sırlarını
çözmeye müsait hale getirmiştir[319].
Kur'an-j Kerimde: Hani Rabbin meleklere yeryüzünde bir halife yaratacağım
demişti. Melekler: "Orada bozgunculuk yapacak, ve kan dökecek olanı mı
yaratacaksın? Halbuki biz seni hamdinle teşbih eder ve takdis eyleriz"
dediler. Allah: "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" dedi46S.
Halife kelimesi geniş anlamlar ifade eden derin ve yüklü bir kelimedir. İnsan-ı
Kamil, hakiki mürşid, Allah'ın bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan veli469,
gibi manalar ihtiva eder. İnsan yeryüzünde Allah'ın halifesidir. O halde halife
hilafetin gerekleri ile donatılmış olması gerekir. Ayrıca o, tabii olarak
kendisine hilafet görevi veren zatın nurundan parçalar taşımalıdır470.
O halde insan bedeni varlığının ötesinde "ben"iyle vardır ve bu ben
onu ölümsüzlüğe, yani Allah'a götürür. K. Jaspers: "İnsan tanrıya dönük
bir varlıktır" demektedir471.
Kar'an bunu şu şekilde ifade eder: 1- İnsan topraktan yaratılmıştır472.
2- Allah'ın ruhundan bir nefhadır472. Kur'an-ı Kerim insana işaret
ederken insanın topraktan yaratılmış kalıbının yanında o kalıbı taşıyan ilahi
"öz”e işaret etmektedir. İkbal'de eserlerinde; insan, sadece su ve
balçıktan yaratılmamıştır. Bunun yanında ruh ve gönül sahibidir. Gerçi beden
ruhun terakki etmesine yardımcı olmaktadır. Fakat asıl
^Bakara, 30.
^Uludağ.
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.205.
470Kutub,
İnsan..., s. 42.
471
Kari Jaspers,
Felsefeye Giriş, Çev: Mehmet Akalın, İstanbul, 1981, s.76.
472ATaf,
12-14.
472
Rahman, 14, Bakara,
30. önemli
olan ruh ve beden bütünlüğünün sağlanarak yeryüzünün halifesi olma olayının
gerçekleştirilmesidir[320].
İnsanın sadece ruhi ve sadece bedeni yapısıyla yüceltilmesi değil, ilahi
emanet ve hilafetin sahibi olmanın yanında bir yığın noksanlığında toplandığı
bir alandır, kan dökücüdür, bozgun çıkarır, acelecidir, nankördür, şehvetine
düşkündür. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim'de insan-ı kamil olarak nitelenen Hz.
Peygamberin dahi beşeri niteliklerinden ayrı düşünülmemesini belirtir[321]. Muhyiddin İbn Arabi, insan
tarifini yaparken onun Allah katında bakan gözdeki bebek diye tarif etmektedir:
"İnsan, Allah katında bakan bir gözdeki bebek gibidir ve görmek sıfatı ile
tabir edilmiş olan mahluk odur. İşte bundan dolayı ona insan denildi. Çünkü
Allah mahluklarına insan ile nazar kıldı ve onlara rahmet eyledi. Alem onun
vücuduyla tamam oldu. Bundan dolayı ona "halife" adı verildi.[322].
İkbal'in düşüncesinde halife konumundaki insan şark ve garbı olmayan bir
yıldız mesabesindedir. Çünkü Allah onun için yeryüzünde "inni cail"
demiştir. Bu nedenle onun makamı semalara sığmayacak derecede geniş olup
meleklerden bile yüksek olduğunu göstermektedir[323].
İkbal'e göre insanın kıymeti ve imkanları o kadar büyüktür ki, o bu aleme
sığmaz. Halbuki o bu alemleri araştıra araştıra onları tanıyabilir:
"İnsana sığan alemdir; aleme sağmayan insandır"[324].
İnsanın yeryüzünde Allah'ın halifesi olduğu gerçeği; insanın hayatının bütün
sahalarında ister kendi şahsına taalluk etsin, ister ahlaki, iktisadi yahut
insan faaliyetinin herhangi bir sahası olsun Allah'ın bir memuru sıfatıyla
hareket etmesi gerektiğini ifade eder[325].
İnsan-ı Kamil, Allah'ın zat, sıfat isim ve fiilleriyle en mükemmel
biçimde tecelli ettiği insandır. Alemin var olşunun ve varlığını sürdürmesinin
sebebi, varlığı meydana getiren ve onu muhafaza eden ilke[326]
gibi tanımlan yapılmıştır.
Tasavvufi düşüncede kamil insan; iyi söz, iyi hareket, iyi ahlak ve bilgi
sahibi, şeriat, tarikat ve hakikatta tam olan insana denmiştir[327]. Kendisine, imam, halife,
kutup ve sahip zaman da denilmiştir.
İkbal'e göre, kamil insan; "Kur'an-ı Kerim'de tasvir edilen kendi öz
varlığında yaratıcı bir faaliyet halindedir ve yükseklere tırmanırken binbir
şekle bürünen bir ruh, bir canlılıktır" diye tanımını yapar[328]. İkbal'e göre çevresinde
bulunan evrenin en büyük hamlesine katılmak insana nasib olmuştur. Bazen
dünyadaki mevcud güçlere uyar bazende muhalefetle karşılaştığı zaman kendi iç
dünyasında'daha geniş bir alem kurar. İnsan, sonsuz sevinç ve ilham
kaynaklarının varlığını iç derinliğinde keşfeder48 5.
İkbal'in düşüncesinde amaçladığı ve en çok arzu ettiği hedefi, insanın
yeteneklerini çok sıkı bir eğitimden geçirerek örnek yada ideal insanı
yaratmaktır. Bu arzu İkbal'in düşüncelerinden eserlerine yansıyan en büyük
arzudur. Çünkü yer yüzünde yollarını şaşırmış insanlara en çok örnek olacak
böylesi insanlara ihtiyaç vardır. O şöyle der: "Bir rnüslüman zahinen
Kur'an-ı okur hakikatte kendisi Kur’an'dır. İmanlı müslümanm varmak istediği
yer, Frenk diyarlarından çok ileridedir. İleri yürü bu yolun sonu yoktur[329] [330]
.
İkbal'in düşüncesindeki kamil insan Allah'ın vasıflarıyla tezyin edilmiş,
gelişimi çok büyük ölçüde dini duygulardan kaynaklanan sınırsız değerdeki örnek
insandır. Böylece Nietzsche'nin dini alaya alan, Allah'ı öldüren[331] bir anlayışla ortaya koyduğu
"üstün insan" anlayışıyla çakışır. Çünkü Nietzche: "İnsan,
hayvanla üst insan arasında gerilmiş bir iptir" diyerek insanı iki yönüyle
ele alır. Biri sıradan kalabalıklar, yasalara ve geleneklere bağlı insanlar,
diğeri gelecek çağlara uzanan, çabaları doğurucu, yaratıcı bir nitelik taşıyan
insandır. Ancak sıradan kalabalıklar diye nitelediği, geleneklere ve dine bağlı
insanlarla alaycı bir tavırla "Tanrı öldü" diyerek bu inançlardan
kurtulmayı telkin eder. Çünkü böyle bir durumda insanın özgürlüğü
kısıtlanmaktadır der[332]. Nietzsche'ye göre insan
sonsuz enerji yüklüdür ve bu enerji
hiç tükenmek bilmez üst insan dediği ideal terkibinde bu enerji bir
makine gibi devamlı dönüp durmaktadır[333].
Görüldüğü gibi Nietzsche'nin üstün insan teorisi ile İkbal'in insan-ı
kamil düşüncesi -belki İkbal bazı yönleriyle etkilenmiş olabilir- temelinde
birbiriyle uyuşan tarafları yoktur. Ancak çelişen yönleri pek çoktur.
Çünkü İkbal'in insan-ı kamil anlayışının temelinde evrenin en büyük
hamlesine katılmak nasib olan insanın, inancı sağlam, gönlünde ilahi aşk ateşi
yatmaktadır. İkbal'e göre hür olmak Allah'a hakiki bağlılıktan geçer[334]. Nietszche'ye göre ise dinden
ve inançlardan kurtulmakla hür olunur. İkbal'in Nietzshe'yi tenkid ettiği
düşünce ise; onun ortaya attığı "ebedi dönüş teorisi"dir. Bu
düşünceye göre enerji kaynakları terkibinin tekerrürü süpermen didiği terkibin
meydana gelişinde önemli bir faktördür. Ancak "üstün insan" bundan
öncede bir çok defa ortaya çıkmıştır. Her defsında ortaya çıkışı içimizde bir
arzu bir istek doğurabilir mi? İnsan ancak ender ve yepyeni bir şey için istek
duyabilir. Nietzche'nin telkin ettiği bu fikir içimizde böyle bir duygu, arzu
ve istek doğurmuyor. Dolayısıyla İkbal'e göre bu görüş aşırı kadercilikten bile
çok daha tehlikeli bir görüştür[335]. Çünkü bu görüş insanın
hareket kabiliyetini enerjisini tahrip eder ego veya benliğin gücünü yok eder.
İbn Arabi'nin insan-ı kamil anlayışı İkbal'in fikirlerini destekler
mahiyettedir: "Allah insan-ı kamil'in dış suretini alemin hakikatleriyle
suretinde, batini çehresini de kendi sureti üzere inşa kıldı"[336], diyerek İkbal'in
görüşleriyle paralellik arzetmektedir.
İkbal'in eserlerinde arslan, insan-ı kamil sembolü olarak
kullanılmaktadır. O, her hakikati içine alabilecek kadar kuvvetli olan
şahsiyettir. Bu sembolü Mevlanada da görmekteyiz. İkbal muhtemelen Mesnevi den
ilham alarak bu sembolü kullanmıştır[337]
. Hayatın kıymeti ibadet ve dualardan ibaret değildir. Bir an arslan gibi
kendini dünyaya atmak, yüz sene normal ölçülere göre yaşamaktan çok daha
iyidir. Bir tek "an'”ın cezbesi kısa bir ömrün ateşi senelerce normal
şartlarda geçen bir hayata bedeldir.
İkbal'in eserlerinin en büyük konusu insandır. İkbal'in
kamil insanı (merd-i mümin), Rumi'nin Merd-i Hakkı (dürüst insan) gibi Allah'ın
kuludur. Rumi'nin Merd-i Hak'kı, Allah'ın en güzel ve en şerefli yaratığıdır.
Ruh, ilahi bir kaynaktan gelmekte ve anavatmından koparıidığı için yuvaya
dönmek için çırpınmaktadır[338]. İkbal'de benliğin sonsuzluğu
konusunda manevi mürşidiyle hemfikirdir. Bu inanç, daha öncede belirtildiği
gibi felsefesinin temelini oluşturur[339]. .
Yaratıcı ile yaratılan arasında ilişki iki türlüdür. Biri, yaratıcıdan
yaratılanlara doğru ilişki, diğeri yaratılandan yaratana doğru ilişkidir. Birinci
ilişki ilahi vahiy ile ikinci ilişki ibadetle gerçekleşir. İbadetin özü ve
bütün ibadetlerin hedefi ise Hz. Peygamberin ifadesiyle duadır. "Dua,
ibadetin iliği, özüdür"[340].
Dua denilen, insandan Allah'a olan bu sözlü ilişki modern bilim açısından
neticeleri hayranlıkla izlenmesine rağmen henüz keşfedilmiş değildir[341]. Ancak insanlık, var olalı
beri insanlar dua etmektedirler. Normal olarak insan doğrudan doğruya Allah’a
hitab etme vasıtasına sahip değildir. Normal kelime alışverişi olabilmesi için
iki taraf arasında ontolojik açıdan eşitlik bulunmalıdır[342].
İşte bu prensibi bozacak bir hal vuku bulduğu zaman insan Allah'a hitabeder ve
onunla konuşma yeteneğine sahip olur. Bu öyle olağanüstü bir durumdur ki, bu
halde insan kendi kafasını günlük durumunun üstünde bulur. Bu durumda insan
normal manada insan değildir. İşte bu durumda insan üst bir duruma gelmektedir.
İkbal bu durumu şöyle açıklamaktadır: "Düşünme halinde zihnimiz Nihai
Hakikati gözleyebiliyor. O'nun fiil ve hareketlerini inceleyebiliyor. Ancak dua
ve ibadet halinde ağır ilerleyen bütünlüğün kademeli rehberliğinden ayrılarak
düşüncenin önüne geçiyor ve Mutlak Hakikate egemen olmaya çalışıyor. Bununla
amacı kendi iradesiyle nihai hakikatin hayatında manevi bir tecelli vasıtası
olarak tabii ve hayati bir fiildir ki onunla şahsiyetimizin küçücük adası daha
büyük bir hayat içinde bulunduğu durumunu birden bire keşfeder"[343].
Bu durumu Kuran şöyle ifade eder: "Biz insana şah damarından daha
yakınız"[344].
Dernek oluyor ki, insanla Allah arasında doğrudan bir ilişkiden
bahsedilebilir. Ayrıca duada bir birlik söz konusudur. Yani bir kaynaşma ve
vuslat halidir de denilebilir. Bunu "alalade istemek'ten ayırmak gerekir.
Çünkü dua bir psikolojik hal olup şahsi tecrübenin başkalarına aktarılması veya
anlatılmsı mümkün değildir[345]. Bu konuda İkbal şöyle
düşünmektedir: "Din sadece kavram ve kuramlarla yetinmez aksine amaç ve
hedef edinenin daha derinliğinde melenmesini ona daha çok yaklaşmasını ister.
Ancak bu yakınlaşma dua ve ibadet yoluyla gerçekleşebilir"[346]. Kur'an'da "Bana dua
edin size cevap vereyim"[347] derken yapılan duaların
mutlaka neticeleneceğini belirtir. İkbal, dua ve ibadetlerin ruhani
tecellilerle son bulacağım ifade ederken bu. olayı kasdetmek istemiştir[348] [349].
Ancak bu tecellilerden her dua edenin çeşitli şekillerde etkileneceğini ifade
eden İkbal: "Mesela peygamberlik şuurunda bu, tamamen yaratıcıdır, yani
bundan yepyeni bir ahlak dünyası vücuda gelir"505, demektedir.
İkbal'e göre dua ve ibadet psikolojik açıdan tabii bir duygunun
belirtileridir. Dua ve ibadet en yüksek derecesinde soyut düşünceden çok
üstündür. İbadet ve düşünce gibi belirli bir zaman ve uğraştan sonra elde
edilen bir nesnedir. O halde insanın yaratıcı ile olan münasabeti lisan işi
değil bilakis hal işidir, gönül ve yaşama işidir. İşte ilim ve lisanüstü bu
oluş dua sayesinde meydana gelmektedir.
İnsan bütün varlığı, bütün faaliyetleri
bütün düşünce ve hayalleriyle dua etmektedir. İnsanın elinden çıkan, sanat,
ilim, düşünce, mücadele, hepsi dua sayesinde meydana gelmektedir. Yani yaratıcı
kudret bazen beynimizde, bazen gönlümüzde bazende bileğimizde tecelli
etmektedir[350]. Sehl
b.
Abdullah: "Kabul
edilmesi ihtimali en fazal olan dua (Kal ile değil) hal ile yapılan
duadır"[351], diyerek hal ile yapılan
duanın makbuliyetinden söz etmektedir. Bunun için İkbal, ilmi ve fikri
faaliyetleri dua ve ibadetin en yüksek mertebesi olarak görür; "Gerçek
şudur ki ilim için yapılan her gayret esasında bir ibadet şeklidir. Tabiatı
ilmi olarak müşahede eden kişi, bir bakıma ibadet halinde ilim ve irfanı arayan
bir mutasavvıf mevkiindedir"[352].
Tabiatı incelemeyi mutlak hakikatin hareketleriyle sıkı bir temasta tutmayı
sağladığını belirten İkbal; "Böylece Mutlak Hakikate daha derinden nüfuz
etmemiz için basiretimizi keskinleştirir", demektedir[353].
Dolayısıyla bu gibilerin dua ve ibadeti zihni faaliyeti için zorunlu bir
tamamlayıcı olarak kabul edilmelidir.
îkbal'e göre, dua ve ibadet, ister kişisel, iste toplumsal olsun,
kainatın dehşet verici sessizliği içinde, insanoğlununun kendisine, bir cevap
bulmak için hissettiği derin hasret ve şiddetli arzusunun ifadesidir[354].
însan dua ve ibadet esnasında bu cevabı ararken kendi zatını inkar etme
noktasına gelir ve bu esnada kendi zatını ispat etmiş olur. Böylece kainatın
hayatında dinamik ve faal bir unsur olarak kendi değerini keşfeder. İkbal’e
göre dua ve ibadet sırasında insan nefsinin takındığı bu tutumu yüzünden İslam
dini namazda insan kişiliğinin hem reddi hemde ispatına imkan bırakmıştır[355] derken, A. Carrel: "Dua
eden bazı formüllerin ezberlenmesini değil, dünyanın asil ve yüce prensibinin
temaşası içinde şuurun kendinden geçmesi ve mistik bir yükselişi
anlamalıdır" demektedir[356].
îkbal'e göre ibadetin gerçek amacına ulaşması için cemaat halinde
yapılması gerekir. Zaten ibadet içtenlikle ve dürüst şekilde yapıldığı zaman içtimai
bir mahiyet taşır[357].
Kur'an-ı Kerim'e göre insan nevinin vatan, millet, kabile, din, dil, ırk
ve rengi göre ayrılmış olması, sadece bu çeşitli grupların tespiti ve tanınması
içindir[358]. Namaz ve cemaat sadece ilim,
irfan ve marifet kaynağı olarak görülmemelidir. Namaz ve cemaat aynı zamanda
insanlar arasındaki bütün ayırımları ortadan kaldırma amacını da gütmektedir.
Şu psikolojik gerçek de unutulmamalıdır. Kişi cemaat halinde tabii bir
insanın sezi gücü oldukça artmış oluyor. İslam dininde ibadet topluma mal
edilmek suretiyle ruhani tecrübe ve tecellilere kazandırdığı, toplumsal
niteliğe özellikle dikkat edilmesi gerekir[359].
Günlük cemaatle kılınan namazdan, her yıl hac mevsiminde Mescid-i Haramda
kılınan cemaatle namaz ve diğer topluca ibadetlere geçişte çeşitli ırk, din ve
mezheblere mensub insanların birleşmesi, toplanması ve uzlaşması için çok geniş
imkanlar sağladığı görülmektedir[360].
İkbal'e göre günlük namaz vakitlerinin belirli zaman ölçülerinde olması,
egoyu hayat ve özgürlüğün nihai kaynağının daha yakınına getirmekle ona öz
kişiliğinin geri verilmesi içindir. Namaz insanın benliğini uyku ve işin
mekanik etkisinden kurtarıp hürriyete sığınmasıdır[361].
Cemiyet hayatını ve insanlar arasındaki karşılıklı ilişkileri tanzim eden
iki çeşit kaide ve müeyyide vardır. Bunlaran biri maddi ve hukuki müeyyideler,
diğeri ise; manevi ve ahlaki müeyyidelerdir. Ahlak hemen her din ve toplumun
ortaklaşa güzel kabul ettikleri duygu ve davranışlardır, ahlaksız dinler
bulunduğu gibi, dinsiz ahlaklarda mevcuttur[362].
İslam'da ahlak, dinin prensipleriyle uygunluk arzeder ve beraber bulunur.
Ahlakın konusu insani davranışlar olduğundan bu davranışlar din ve dünya
üzerindeki bir mutluluğu sağlama amacına yönelik olarak gerçekleştirilmektedir[363].
Gerek fert gerekse cemiyet hayatını huzur ve saadeti için yukarıda
zikredilen iki çeşit müeyyidenin sağlıklı bir şekilde tatbik edilmesine
bağlıdır. Ancak cemiyette insanları yalnızca maddi ve hukiki müeyyidelerle
idare etmek mümkün değildir. Bunun yanısıra ahlaki değerlere gerekli önemin
verilmesi şarttır. Zaten manevi ve ahlaki değerlerden yoksun bir içtimai yapıda
maddi ve hukiki değerlerin uygulanması mümkün değildir[364].
İkbal'in gerek şiirlerinde gerekse makale ve diğer eserlerinde tarihte
milletlerin medeniyet ve maddi refahta zirveye çıktıkları halde manevi ve
ahlaki yönden çöküntüye düştüklerinden yıkılarak tarih sahnesinden
çekildiklerini anlattığını görmekteyiz[365].
Bu nedenle toplumda veya toplumu oluşturan fertlerde ahlaklılık ne kadar dirlik
ve düzenin kurulmasına yardım ederse, ahlaksızlıkta o kadar bozulmasını ve
yıkılmasını hızlandırır[366].
İkbal'in düşüncesinde, tasavvufi ve ahlaki geleneğe uygun olarak en
mükemmel örneği Kuramı Kerim'in "Sen pek yüce bir ahlak üzerinesin"[367] buyurduğu Hz. Peygamberdir[368] . Hz. Peygamber: "Ben
ahlaki güzellik ve mükemmellikleri tamamlamak için gönderildim"[369] buyurmuştur.
İslam ahlakının en önemli özelliği: İnsanın kendi kendini kurtarması,
başkalarına zarar vermemesi yetmez başkalarına da yararlı olmayı
gerektirir.Yani; "şerde pasifize yeterli değildir hayırda aktivite
lazımdır''[370]. İkbal’in hayatı boyunca bu
prensibi kendisine rehber edinerek müslüman milletlere düştükleri ahlaki
çöküntüden ve uyuşukluktan kurtulmaları için çalıştığını görmekteyiz[371].
Daha sonraki bölümde temas edileceği gibi İkbal'in Mehmet Akifle olan pek
çok benzer yanlarından biri, kendi milletlerinin gençlerine ve dolayısıyla
bütün müslümanlara vermek istedikleri mesajı kendi çocuklarına hitab ederek
vermeleridir. Akif'in Asım'ı[372] İkbal'de, en küçük oğlu
Cevid’dir. Eserlerinde Cavid'e hitab eder ve ona bazı tavsiyelerde bulunur.
İkbal'in bu tavsiyeleriyle birlikte dolayısıyla bütün müslümanlara yapmak
istediği dini ve ahlaki tavsiyelerdir[373]:
"Sana bir sözüm var: İnsanın yüce bir gayesi olmalıdır. Bu gaye insanı tam
tatmin etmelidir ve yüceltir olmalıdır"[374].
İkbal'in oğluna bu tavsiyesi onun ahlaki düşüncesinin temelini oluşturur. Bu
düşüncenin temelinde İslam'ın "ahlaki hamide" denilen, önderliğini
insan-ı kamillerin yaptığı güzel ahlak anlayışı ve insanın benliğinin yüceltilmesi
düşüncesi yatmaktadır[375]. Benliğin yüceltilmesi,
terbiyesi ve benliği zayıflatan hususlar benlik konusu işlenirken ele alınmıştı[376]. Şimdi ise İkbal'in
eserlerinde -özellikle manzum eserlerinde- yer alan ahlaki fikirlerine temas
edilecektir.
Önce, oğlu Cavid'e yaptığı tavsiyelere bir göz atalım: İkbal
tavsiyelerine zamanın kötü gidişatından insanların gerek ibadetlerinde gerek
günlük hayatlarında özü kaybettiklerinden şikayet eder ve şöyle başlar:
" Secde şimdi baş koymuştur sırf yere
Benzemiş bitmiş kocamış pirlere
His, düşünce, din, siyaset, bilgi, fen, Hepsi candan ayrı
varsa yoksa ten.
Elde Kur'an gönlü bilmez arzu
Aklı sığmaz bir acayip şeyki bu."[377]
Eserinin devamında İkbal, müslümanın günlük yaşayışlarında batının
mutlaka etkisini gördüğünden şikayet eder:
"Her ne varsa bilgi, din, namus, ar
Ecnebi isteklerin bir dahli var"[378]
İkbal, Hz. Peygamberin bir Hadis-i Şerifinden, ilham alarak oğluna şu
tavsiyeyi yapar:
"Az ye, az yat, az konuş bir er gibi
Kendi etrafında dön pergel gibi"[379]-33.
Artık şiirinin gelişen bölümünde şu ahlaki tavsiyelerde bulunur:
a- İhlaslı olmak:
"Tertemiz ihlası öğret gönlüne
Kuldan artık titremezsin bir dene"[380]
"Adil ol hiçbir zaman zalim değil,
Bey iken yoksul iken ol mutedil"[381]
Yani İkbal zengin olsanda fakir olsanda orta halli obdiye tavsiyede
bulunmaktadır.
c- İslami kaidelere sıkı bağlılıktan kesinlikle taviz vermeyip
te'vil'de yapmamak, yapılacak bir işte başkası fetva verseler de yine kendi
kalbine danışmak[382]:
"Güçde olsa hükme te'vil isteme
İşte kalbin başka kandil isteme" -[383]
d- Daima Allah'ı zikretmek, böylece nefisini zaptetmiş olmak.
"Rabbi zikretmekle canın dincelir
Nefsi zaptet cismine kudret gelir" [384]
e- Daima ileriye doğru hareket etmek:
"Ay döner bulmak diler o bir makam
Lâkin insan hep yürür durmak haram
Durmayıp uçmaktır ömrün lezzeti
İnle bağdaşmaz onun hür fıtrati"[385]
f- Doğru sözlü olma, helal lokmaya dikkat etmek,
"Doğru sözdür pak gıdadır dine öz,
Yari görsün halvet-ü cilvetde göz" [386]
g- Hakka bağlı olmakta elmas gibi sert olmak,
"Din yolunda sert olup elmastan
Hakka bağlan kurtulup vesvasdan"[387]
h- Önce edebi öğrenmek :
"Din budur: Bitmez yanış, bitmez taleb
Sonra aşk lazım fakat ilkin edebî"542
ı» Namahreme dikkat etmek, arsızdan kaçmak "Gizlidir
ya bir hanım namahreme
Sende arsızdan kaç ülfet eyleme"543
k- Kimseyi incitmemek:
"İnciten söz gelmesin asla dile
Rabbimin mahlukudur kafir bile,
Küfrü, dini gönlünün bir sırrı say
Bir gönül kırdıysa artık gönle vay"[388]
"Handa olsan beyde olsan sen eğer
Azmi asla verme ele fakr'a er"[389]
m- Her şeyini Allah'dan istemek:
"Derdi, gönle özgü bir sermaye bil
Hak'dan iste nimeti Handan değil"[390]
n- Nefsine hakim olup ihtirastan vazgeçmek:
"İhtiras yoksulluğun bir nev'idir
Bahtlı kimse nefsine gaalîb gelir"[391]
542Aynı eser, s.27, Krş. Mesnevi, c.IV, s.63.
543 , Aynı yer. .
Görülüyor ki îkbal'in oğluna tavsiyeleri hem dini hemde ahlaki tavsiyeler
ihtiva etmektedir. Bunun dışında eserlerinin bir çoğunda insan-ı kamil örneği
olarak bütün ahlakî güzelliklere sahip hakiki müslümanın vasıflarından
bahseder. İşte îkbal'e göre hakiki müslüman; bir insan-ı kamildir. Çünkü o, Hz.
Paygamberin ahlakıyla ahlaklanmıştır[392].
İkbal'in eserlerinde müslümanlara yapmış olduğu ahlaki tavsiyeleri şöyle
sıralayabiliriz:
a- Gönlünü Hakka ve Kur'an'a bağlamak: "Gönlünü Hakka bağla;
nafile bekleme, padişahlar sana huzur ve saadet veremezler. Zira bu puthanenin
kapısında secde edilemez"[393].
"Eğer müslüman olarak yaşamak istiyorsan bu ancak Kur'an'ın ahkamına
tabiyet etmekle mümkündür"[394].
b- İmanı tatbikat haline getirmek: "İmana uygun işler
ibadetler imanın zevkini arttırır, tatbikat haline gelmeyen iman ölüdür"[395].
c- Kalpte olan dilde de aynısı olmalıdır: "Dilin kalbindekini
söylesin bir bir tehlike karşısında hile eskiden beri kalenderlerin meşrebidir
bu böyle"[396].
d- Birbirini sevmek: "Din adamlarının ilahilerinde hem güç
hem barış var. Dünyalıların kurtuluş birbirini sevmektedir"[397].
e- Yardımlaşma gerçek mutluluğun anahtarıdır: "Dünyada
gerçekte mutlu olanlar ancak başkalarına yardım elini uzatanlardır"[398].
f- Meşakketlere katlanmayı öğrenmek: "Zamane meşakkatlerinden
şikayeti bırak meşakkat çekmemiş insan tam ve olğun bir insan değildir. Bilmez
misin ki, ırmak suyu başını taşa çarpa çarpa tatlı ve lezzetli olur"[399].
g- Makam, mevki derdine düşmemek: "Hakkın kulu için makama
hiç lüzum yoktur, o kimsenin kölesi değildir" "Padişahlık kaftanı
içinde derviş olarak yaşa; gözün daima uyanık olsun, daima Hakkı düşünerek
yaşa"[400].
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
I. İKBAL İN DÜŞÜNCESİNDE SİYASET FELSEFESİ
İslam'a göre, milletlerin varlığı bir gerçekler.,
Müslümanların tamamı İslam ümmetini, Arap, Türk, Acem gibi topluluklar da
müslüman milletleri meydana getirir[401]
Milliyetçilik milletini-sevmektir[402].
Müşrik, muvahhid hatta dinsizde bile bu duygu vardır. Aslında ecdada saygı ve
bağlılık, fıtri bir duygudur[403]. Bunun için İslamiyet ecdadla
övünmeyi tamamen yasaklamamıştır. Ancak bu övünme ve sevgi, başka milletleri
hakir görme ve maddi manevi servetlerine tecavüzü öngören bütün davranışlar
milliyetçilikle bağdaşmaz[404]. Doktrin olarak
milliyetçilik; toplumun farklı bir kimlik taşıdığının bilincinde olması ve buna
göre hak ve menfaatlerini savunmasıdır[405].
İdeoloji olarak ise; insanlarda tabii olarak mevcud bulunan milliyet duygusuna
yön verip, onu canlı tutan düşünce ve görüş sistemidir[406].
Kavmiyetçilik yaparak, kavmini kayırarak, adaletten ayrılmak, başka kavimlerden
olanları küçük ve düşük görmek suretiyle zulmetmek, İslamiyetin yasakladığı
milleyetçilik anlayışıdır.
a- İrk, Millet ve Milliyet
Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren Avrupada aynı yüzyılın sonlarına doğruda,
İslam dünyasında ırka dayalı devlet ve millet olma arzusu gelişip
kuvvetlenmiştir. Irk bir realitedir, bunun inkar edilmesi mümkün değildir. Irk
üstünlüğünü savunmak en ilkel toplumlardan modern toplumlara kadar herkeste
görülmektedir[407]. Bugün geçerli olan görüşe
göre sosyolojik açıdan ırkın tanımı şöyle yapılmıştır: "Irklar belirgin ve
aynı zamanda kalıtımsal olan, doğal seçilim, mutasyon, karışma ve yalıtma gibi
etmenleri sonucu olarak ortaya çıkan bedensel farklılıklarla belirlenen insan
birimleridir"[408].
İslam düşüncesi insanlar arasında soy veya ırk farklılıklardan dolayı
üstünlük iddiasında bulunulamayacağını, üstünlüğün ancak günahlardan sakınmakla
olacağını bildirmiştir: "Ey insanlar biz sizi bir erkekle bir dişiden
yarattık birbirinizle tanışasınız diye cemiyetlere ve kabilelere ayırdık.
Muhakkak Allah indinde en iyiniz, takvası en fazla elanınızdır. Allah bilir ve
her şeyden haberdardır"[409]. Ayrıca, insanların
dillerinin ve renklerinin ayrı ayrı olmasını Allah'ın varlık ve kudretini
gösteren alametler olduğunu bildirmektedir[410].
Millet ise, aynı topak üzerinde yaşayan siyası organizasyon oluşturmuş,
soy, dil, din, kültür ve tarih birliğine sahip bunun neticesi olarakta milli
bir karakteri bulunan, gelecekte de bir arada yaşama arusunu taşıyan insanların
meydana getirdiği topluluktur diyebiliriz[411]'.
Milliyet, millet olmanın bütün vasıflarına haiz olduğu halde siyasi
organizasyon oluşturamadığı için, yani devlet kuramadığı için millet adı
verilmeyen insan topluluğudur. Milliyetin hukuki manası ise
"tabiiyyet" yani vatandaşlıktır[412].
Millet ile halk arasında şu fark bulunmaktadır: Millet, geçmişteki, haldeki ve
gelecekte nesillere şamil bir kavramdır. Halk ise ülke sınırları içinde yaşayan
insanların tümüdür, bu insanların arasında mensubiyet şuurunun bulunmasıda icab
etmez[413]. Millet değilde, halk
görüşünü savunanlar genellikle tarihlerine ve kültürlerine yabancı kimselerin
savundukları bir tezdir.
îkbal'in düşüncesinde ırk fikri pek fazla önem arzetmez ve ırkçılık
yapılmasını şiddetle reddederek puta tapıcılık olarak algılar. Irkçılığı bir
bakıma su ve çamur kaydından kurtulamamak olarak gören İkbal, renk ve kokulara
ayrılmanın müsliimantara haram olduğunu belirtir: "Ne Efganlıyız, ne
Türk'üz nede Tatarız, Bir çemen evladıyız; aynı ormanda yetişmişiz, renk ve
koku ayırmak bize haramdır. Zira bizi aynı ilkbahar yetiştirmiştir"[414]. İlkbahardan maksat Hz.
Peygamber ve onun tebliğ etmiş olduğu İslamiyettir. Önce renk ve kokudan
sıyrılış ve ondan sonra Hintli veya Turanlı olduğunu belirten İkbal, bizi
birbirimize bağlayan soy sop rabıtası değil, Hicazlı sevgilidir demektedir[415]. Bir eserinde İkbal şöyle
der: "Yalnız O'nun sevgisi bizi birbirimize bağlamaya kafidir. Gözümüze
O'nun şarabının keyfi kafidir. O şarabın sarhoşluğu kanımıza kadar işlemiştir.
O, eskiyi yakıp mahvetmiş ve yeniyi yaratmıştır"[416].
İkbal'e göre ırk, renk, soy, sop önemli değil; mühim olan peygamber
sevgisinin etrafında tüm milletlerin kümelenmeleridir.
İkbal'e göre ırk ile iftihar etmek cehalettir. Irkın hükmü ten üzerine
caridir, ten ise fanidir[417]. Allah'a bağlılık ve aşk[418] canda, soy sop
bedendedir. Bunun için Aşk bağı, soy sop bağından daha kuvvetlidir[419].
Ikbal'e göre, ırkçılık bir ad yüzünden insanları rezil edip birbirine
düşüren, bir adim dahi ileri gitmeye engel olan, putlara tapmaya benzer bir
düşüncedir-0.
İnsan fikri puta tapar, put yapar; her zaman bir put arar. Gene ortaya
bir azeriik (put yapıcılık) usulü atıldı. Yeni bir Allah heykeli yontuldu. Bu
put, kan dökmekten zevku sefa bulur. Bu putun adı renk, mülk ve neseptir-1
Irkçılık fikrini ilk defa ortaya atanların İngiliz Lordları olduğunu belirten
İkbal, şöyle der; "Tepeden tırnağa hile ve fen dolu Garbın Lord'u din
ehline vatan talimini verdi"[420]
[421] [422].
Ancak, din topraktan sıyrılmakdır. Bunun için can, cihetlere sağmayacağından
dolayı hür insan için vatan ve toprak kaydına düşmek fikri yabancıdır[423]. .
İkbal'in düşüncesinde millet; içi bal dolu bir kovana benzer. Bu petek
Hz. İbrahim peteğidir. Bal, Hz. İbrahim'in imanı olup nergiz, lale, nilüfer ve
çeşitli çiçeklerden özleri toplanmış birer damladır. Ancak hiçbiri hangi
çiçekten geldiğine itiraz etmez: "Ey akıllı dostum, balı petek yuvalarında
gör de, bundaki ince manayı anla, o bal kırmızı laleden alınmış bir katre,
şehla nergisten bir katredir. Fakat bu elemiyor ki, ben nergisten alındım. O
demiyor ki, ben nilüferden toplandım: bizim milletimiz İbrahim peteğidir.
Balımız İbrahim imanıdır. Eğer soy sopu millet mefhumunun bir cüz'ü sayarsan
kardeşlik işini rehnedar edersin"[424].
İkbal'e göre asıl millet; ırk. soy sopa bağlı olan millet değil İslam
düşüncesinde sınırları ve özellikleri belirlenmiş bir • tek ideal ve ülküler
etrafında toplanılan insanlar topluluğudur. "Bizim milletimizin temeli
başkadır. Bu teme bizim gönüllerimizde gizlidir. Biz hazır olduğumuz halde
gaibe gönül bağlamışız o halde şunun bunun kaydından kurtulmuşuz2-5.
Bunun için müslüman milletlerin kuvvet kaynağı Hz. Peygamberin ırklar ötesi
kurmuş olduğu birlik şuurundandır. Bundan İslam milleti hayat bulmaktadır.
b- Vatan ve Milliyetçilik
Ülke-yurt-devletin unsurlarından biridir. Devlet felsefesi açısından
toprağı olmayan topluluğun devlet niteliği kazanması düşünülemez. Bugün bile
bunun mücadelesini yapan, devlet olabilmek için toprağa sahip olma mücadelesi
veren topluluklar görmekteyiz.
Vatan, sadece bir toprak parçası olmaktan öte, sevilen, bağlanılan uğrunda
canlar, mallar feda edilen bir milletin maddi manevi bütün varlık ve kıymetlere
verilen isimdir[425] [426].
Bunun için vatan sevgisi milliyet duygusunun oluşumunda önemli bir unsurdur.
Çünkü tapraktan yaratılan insanın toprağa sevgiyle bağlanması kadar tabii bir
şey olamaz. Kültürümüzde bu konuda yerleşmiş atasözleri vardır. Bir hadis
derecesinde kendisine itibar edilen "vatan sevgisi imandandır" sözü
veya "Allah'ım dünyada vatansız ahirette imansız bırakma" gibi
sözler, bunlara güzel bir misaldir[427].
İkbal'de aynı görüşte olup toprağın milletin oluşumuyla alakasını şöyle
dile getirir: "Vatan denilen bir avuç toprak, Mısır, İran,Yemen dediğin
şey ise, vatandaşın vatanıyla alakası var; çünkü milletin tohumu onun
toprağındadır"[428].
Fakat İkbal'in tasvib etmeyip karşı olduğu vatan anlayışı; özellikle
batıkların çeşitli oyunlarıyla müslümanlarm parça parça bölünerek kağıt
üzerinde cetvellerle sınırları çizilip bölünmelerinden oluşan vatan
anlayışıdır. Neticede aynı tarihi geçmişi ve ortak kültürü paylaşan, aynı zamanda
asırlarca beraber yaşayan müslümanlar birdenbire aralarında husumet ve
geçimsizlik ortaya çıkmış, zaman zaman savaşlara ve toprak kavgalarına varan
bir hal almıştır, işte bu tehlike karşısında İkbal, bu fikrin ve tehlikeli
oyunların kaynağının batıkların olduğunu belirterek müslümanları uyarmış ve
birliğe davet etmiştir. "Politika dilinde vatan başka bir anlam taşır.
Peygamberin sözlerinde vatan başka bir anlam taşır. Dünya ulusları arasında
rekabet işte bundandır. Ticaretin amacı sömürü ise işte bundandır. Allah'ın
kulları bunun yüzünden milletlere bölünür. İslam birliğinin kökü bununla
kazılır"[429].
İkbal'in vatan anlayışı tam bir netlik arzetmez. Bir yandan vatana bağlı
kalınmasının milletlerin oluşumunda önemli bir faktör olduğunu vurgularken
diğer yandan vatan anlaşıyının asrımızda oluşturulan yeni bir putçuluk olduğunu
söyer: Ancak bu putçuluğu biz yukarıda temas ettiğimiz nitelikte müslümanlarm
bölünüp parçalanmaları olarak algıladığımızda görüşlerinde bir tezat olmadığını
görürüz[430].
Çünkü Müsülmanların tarihi gelişimine bakıldığında vatan ve ırk birliği
değil, din ve inanç birliği ön plandaydı. Bu durum kendi milli -benliğini ve
mensubiyet anlayışını kaybetmeden varlığını bir devlet içerisinde sürdürme
neticesine götürmüştü. Ancak İkbal'inde belirttiği gibi ırka dayalı milli
devlet anlayışı çıkıp inanç yerine ırkı ön planda tutan bir zihniyetin hakim
olmasıyla müslümanlar parçalanmış, Arap, Türk, Acem, Afganlı, Hintli diye
bölünmüştür. İşte İslam birliğinin kökünün kazılmasına sebep olarak gördüğü ve
putçuluk dediği budur.
İkbal'in düşüncesinde millet ve milliyet kavramı memleket ve ırk
mefhumundan ziyade inanç ve din faktörü ağırlık kazanmaktadır: "Müslüman
isen gönlünü bir iklime bağlama, bu keyfiyet ve kemmiyet aleminde kaybolup
gitme, Müslüman memleket mefhumuna sığmaz. Onun gönlünde Şam ve Rum manasız
sözlerdir"3!. Yani nihai hedef olarak millet, Hz. Peygamberin
ümmeti, vatan da müslümanların yaşadıkları geniş coğrafyadır.[431] [432].
İkbal'e göre milliyet mefhumunu ırka dayalı bölünmüş bir vatan üzerinde
bina edenler müslümanlar arasında dostluğa ve kardeşliğe son vermişlerdir. Bu
düşünce İslam milleti için çok büyük bir tehlikedir.
İkbal, çağın gerektirdiği şartlar neticesinde ayrı ayrı devletler haline
gelmiş müslümanların artık kendi içlerinde birlik ve kardeşliklerini' tesis
ederek devletlerini yükseltmelidirler. Ayrı devletler halinde yaşayan
müslümanlari bir bahçenin koku yayan güllerine benzeten İkbal şöyle der:
"Gül kokusu gülü terkettiği için dönüp dolaşıyor ve bahçenin geniş
sahasına yayılıyor"[433]. İkbal'in nihai hedef olarak
düşündüğü müslüman devletlerin ırk ve soy düşüncelerini bir yana atarak asgari
müştereklerde aynı inanç ve idealler uğrunda kuvvetlenmeleri gerekmektedir.
Ancak dünyada yaşayan müslümanların bir tek çatı altında toplanarak birleşmeleri
henüz mümkün olmamıştır. İkbal'in ideal düşüncesinden bu sonuç ortaya çıksa da
gerçekleşmesi şimdilik mümkün görünmemektedir. Fakat İkbal'in devlet hakkmdaki
düşüncelerini süsleyen hedef budur.
Avrupalılaşma, garplılaşma, medenileşme, uygarlaşma, çağdaşlama gibi
kelimelerle ifade edilen batılışama, müslüman milletlerin tarihlerinde gerçek
manada batılılaşma ailgisi olmayan açık ve gizli yabancı sömürge zihniyeti ve
yabancı baskısı şeklinde kendini gösterir34. Kapitalizm ve
sömürgecilik batıda rönesanstan bu yana gerçekleşen sanayi devriminden itibaren
beraberce ortaya çıkmış ve birlikte gelişmişlerdir. Bundan sonra batının
meselesi, ortaya çıkan çeşitli felsefi akımlar sayesinde, mutlak değerlerinin
varlığına imanın terkedilmesidir35. Öte yandan batı menediyetinde
bazı önemli fikri değişiklikler de yaşanmıştır. Batı medeniyetini oluşturan
esas unsurlar bu aşamada ortaya çıkmış ve gelişme keydetmiştir. Bugün gerçek
manada batılılaşmanın bu unsurlara bağlı olduğuna inanan pekçok kimse, bunların;
ilim, teknik ve insan haklarını teminat altına alan hukuk ve hürriyet olduğunu
kaydederler[434].
İkbal, bu unsurların batıya İslam düşüncesinin etkisiyle ulaştığı
kanaatindedir[435].
Aynı şekilde bu unsurlardan bilhassa ilim ve tekniğe sahip olunduğu
takdirde müslümanların batı medeniyetini yakalayabileceği kanaati yaygındır.
İkbal'in bu kanaatte olduğunu görmekteyiz[436].
Dana önce de İkbal'in Avrupa'ya giderek öğrenim gördüğünü, doktora
çalışmasını da orada yaptığını, çeşitli devlet ve ilim adamlarıyla görüştüğünü
ve Avrupa'nın çeşitli yerlerinde konferanslar verdiğini belirtmiştik. Batıyı bu
kadar yakından tanıyan bir filozof olarak memleketine döndükten sonra batı
hakkında yaptığı tespitlerin ve tenkidlerin hala geçerliliğini koruduğunu
görmekteyiz. İkbal'in de belirttiği gibi, çalışma, azim ve gayretleri
disiplinli olmaları gibi olumlu yönleri olduğu kadar, kapitalizm ve
sömürgecilik düzenlerini kurarak zayıf durumda olan özell'kle müslümanları
ezmeye çalışan düzenler gibi olur uz yanlarının da var olduğunu inkar etmek
imkansızdır.
İkbal batıda kaldığı süre içerisinde gördüğü iyi hesletlerin önceden
müslümanların ellerinde olduğunu ve o zamanlar hakim durumunda bulunduklarını
halbuki bu güzel hasletlerini kaybettikten sonra hakimiyet ve güçlerini
batılılara kaptırdıklarını eserlerinde üzüntüyle dile getirir[437].
İkbal'in son zamanlarda üzüntüyle müşahede ettiği bir başka husus, İslam
dünyasının manevi yönden akıl almaz bir hızla batıya yaklaşmasıdır. Önceleri
bunu tehlikeli bulmayan İkbal, batı dünyasının iki yüzünün varlığını
keşfettiğinde gerekli uyarıları yapmayı ihmal etmemiştir[438].
Çünkü M. Turhan’ın da belirttiği gibi "Bugünkü garp medeniyeti bizim onu
taklide başlağıdımız devirlerdeki garp medeniyeti değildir. O, artık tarihe
karışmıştır" Batının da artık değerleri değişmiş gerçek yüzü ortaya
çıkmıştır[439]. İkbal'de bu medeniyetin
îslam kültürünün bazı çok önemli safhalarının yalnız bir uzantısı ve gelişmiş
şekli olarak görürken, "Tek korktuğumuz şey, Avrupa kültürünün parlak dış
görünüşünün bizim için birer ayak bağı olup bu kültürün, gerçek yüzünü
görmemizi engelleme ihtimalidir"[440]
demektedir.
Batı menediyeti hakkında Meryem Cemile'nin şu tespiti İkbal'in
fikirlerini doğrular mahiyettedir: "tslamda insanın maddi refahı yalnız
bir vasıtadır. Garbda ise bizzat nihai gaye nazarıyla bakılır"[441].
Batının görünüşteki parlak yüzü, onun hedefe götüren her yolu meşru sayan
zihniyeti İkbal'in düşüncesini hiç etkilememiştir: "Batı ilminin
cilvesi aklımı başımdan alamadı benim. Medine ve Necef'in toprağı sürmesidir
gözümün"[442]
[443].
Batı ile İslam Dünyasının karşılaştırmasını yapan İkbal, bu iki tarafın
eksik yanlarını veciz bir şekilde şöyle ifade eder: "Şark, hakkı görüp
dünyayı görmemiştir. Garp dünyada kalıp Haktan kaçmıştır’[444]’. Garaudy ve Meryem
Cemile gibi daha pek çok batılı ve doğulu ilim ve fikir adamının görüşleride
aynı dorultudadır[445].
İkbal'e göre, batı medeniyeti yıkılacaktır. Onun bu kanaate varmasının
sebebi açıktır. Çünkü Balalılar geliştirdikleri teknolojileriyle göklere ve
denizlere hakim olmuşlardır. Ayrıca geliştirdikleri silah ve bombalarla
milyonlarca insanın sırf kendi çıkarları için kanlarını akıtmışlardır. Ama bir
gün ilahi kudret hepsini girdabında boğacaktır47. Aynı zamanda köşe
kapmaca oynar gibi paylaştıkları İslam memleketlerinde artık AvrupalIlar
barlnamayacaklardır. Çünkü eski dünya üzerinde yenibir dünya doğmaktadır.
İçlerindeki uyanık insanlar halkı uykularından uyandırıp sabahı müjdelemektedir[446].
İkbal, Batı medeniyetinin göründüğü gibi olmadığını görünen yönünün göz
kamaştırdığını gönlünde buna kandığını belirtir[447]
[448]. Müslümanlar garbın
cazibesine kapılır onların putlarının önünde eğilirse meydana gelecek
sonuçlarına da katlanmak zorundadır. Çünkü netice ağır olacaktır: "Garbın
taklidi, şarkı kendinden uzaklaştırır; bu kavimlerin garbın tenkidini yapması
gerekir".
Garplılarda ait gösteriş sihirbazlıktır, başkasına istinad etmek
küfürdür^9. Garaudy'nin görüşleri İkbal'in fikirlerini
desteklemektedir. O'na göre kim olursa olsun eğer geleceklerini seviyorlarsa,
bilsinler ki, Batı medeniyeti iflas etmiştir. "Eğer kendimizi bu
medeniyetin akıntısına barıkacak olursak o bizi toplu intihara götürür"
demektedir[449].
Müslümanların batı karşısında almaları gereken tavrın çerçevesini şöyel
çizmiştir: "Garbın kuvveti ne çenk ne rebaptandır. perdesiz kızların
raksından değildir.
Lale yüzlü sihirbazların büyüsünden değildir,
Çıplak bacaklar ve kesilmiş saçlar değildir,
Onun muhkem olması densizlikten değildir,
Onun parlaklığı latin harflerinden değildir.
AvrupalIların kuvveti, ilim ve fendendir,
İşte bu ateşten onların ışıkları parlıyor,
Hikmet elbiselerin kesilmesinden ileri gelmez; sarık ilim ve hünere mani
değildir. Ey şuh ve cüretli genç; ilim ve fen için kafa lazımdır, Avrupa
elbisesi değil![450].
Mehmet Akif’te batılılaşmadaki ölçünün, Avrupa'nın ilim ve fenninden
istifade etilmesi gerekliğini, aksi halde batının giyim kuşamının ve
yaşayışının taklid tahlil edilmesinin terakkiye mani olacağını belirterek İkbal
ile aynı görüşü paylaşmaktadır.
Başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz
Onu kendinden bulur yükselecek bir millet
Çünkü her noktada taklid ile sökmez hareket
Alınız ilmini garbın, alınız san'atını,
Veriniz hemde mesainize son sür'atini[451].
Batının ilim ve fennini isteyen doğuluların Avrupanm bütün zahiri
olaylarını taklidi şart değildir. Ancak Mümtaz Turhan'ın da belirttiği gibi
batının ilmini almaktan bahseden herkesin yalnızca yaşayışını taklid etmekle
kaldıklarını bunun hayata geçirilmediğini belirtir[452].
Önceleri Batılılaşmayı ihtiyatla karşılayan fikir adamları mevcuttu,
bunlardan biri de Ziya Paşa'dır. O şöyle demektedir:
"İster isen anlamak cihanı,
Öğrenmeli Avrupalı lisanı.
Bitmiş orada fünun terakki" diyerek "çağdaşlaşma"
anlamında batıya yönelmeyi tavsiye etmektedir. Ancak batı taklitçiliği tarzında
gelişen olaylar karşısında "Avrupalılaşma"ya karşı şu sözleri
sarfetmekteydi:
"İslam imiş devlete pabend-i terakki
Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı
Milleti nisyan ederek, her işimizde
Efkar-ı Frenge tebaiyet yeni çıktı"[453].
Ahmet Cevdet Paşa, Ziya Paşa, Ziya Gökalp, Mehmet Akif gibileri, hep aynı
noktada birleşmekteydiler. Batılılaşmak yerine çağdaşlaşalım, bunu kendi
değerlerimizle birlikte yabancılaşmadan gerçekleştirelim. Zaten İkbal in de
aynı fikirde olduğu görülmektedir.
3-
Devlet idaresi ve Cumhuriyet
İkiden fazla insanın biraraya geldiği yerde bir nizam ihtiyacı doğar. Hayatın
başlangıcından beri bu böyle olmuştur. Zaman içinde toplumlar çoğalıp
geliştikçe nizamın kaideleri şekillenmeye ve yayılmaya başlamış bunları
uygulayacak müesseseler oluşmuştur. Neticede hukuk, kanun ve devlet nizamına
gelinmiştir.
Tarih boyunca pek çok siyaset felsefecileri devlet idaresi hakkında
çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Bunlardan bir kısmı devlet yönetimini dine
dayandırma eğilimi göstermişlerdir. İlk çağlarda Eflatun, hayal ettiği
devletinde "Felsefecilerin idareci durumunda olduğu insanlar arasında
erdemin hakim olduğu dine dayalı bir devlet idaesi arzulamaktadır"[454]. İslam Düşünce Tarihinde de,
Farabi'nin "El medinetül Fazıla"sı[455],
İbn Haldun'un "Mukaddime"si[456]
müslüman filozofların ortaya koymaya çalıştıkları devlet felsefelerine
misal olarak zikredebiliriz.
İkbal'in düşüncesinde de devlet idaresi dine dayalı bir yönetim şeklidir.
Ancak İkbal'in düşüncesinde net bir biçimde idare şekli ortaya konmuş değildir.
Ancak devleti oluşturan fertlere İslam topluluğu, bu topluluğa da ümmet denir[457]. İkbal'in tasavvur etliği
devlette dünya ahiret dengesi kurulmuş olup devlet, din ve dünya işlerinde
"dünyevi" ve "uhrevi" diye bir ayırım yapmaz. Çünkü böyle
bir devletin amacı; şeriatın insanlar arasında yayılmasını ve yaşanmasını sağlamaktır[458], tslamın tevhid anlayışım
yansıtan İslam devletinin anayasası iki temel prensibe dayanır; Biri ilahi
kanunların üstünlüğü, diğeri ise; bütün vatandaşların kanun önünde mutlak
eşitliğidir. "Allah katında en üstün olanınız O'ndan en çok
korkanınızdır"[459]. İkbal'e göre fertlere
"manevi güç" kazandıran eşitlik anlayışı İslami siyasi iktidarın
temeli olarak değerlendirir[460] [461]
[462].
İkbal'in eşitlik üzerinde çokça durması, onu demokrasinin İslam'da en
önemli siyasal ideal olduğu sonucuna götürmüştür, bu yönetim şekli, İslam'ın çıkarlarının
müslümanların çıkarlarından üstünlüğü kaidesine dayanır. Çünkü İslamiyet,
hürriyetlere yalnızca içtimai menfaatler için kısıtlamalar getirirken, insanın
tüm yetenek ve karakterlerinin geliştirilmesi için yeterli hürriyeti de tanır65.
îkbal'e göre aslında temellerinin İslam'da bulunduğu ancak çağımızda
Batıda geliştirilen demokrasi anlayışının bir kısmına katılmakla beraber
bütünüyle kabul etmez. Çünkü batılı demokrasi anlayışında insanların değeri
veya yetişmiş insanların fikirleri değil, sayıya değer verildiğini
belirtmektedir[463]. Mevdudi'de bu fikre
katılarak Batının yönetim şekillerinde insan sayısına, yani halk hakimiyetine
dayandığını belirterek şöyle der: Batılının siyasi düşüncesine göre cumhuriyet
idaresi halk hakimiyetine dayanır - yani İkbal'in dediği gibi insanların
sayıldığı bir yönetim- İslam'ın getirdiği politik nizamda ise, hakim olan
halkın kendisi değildir, hakimiyet hakkı; halkın da, kabul ettiği ve teslim
olduğu Allah'a aittir[464].
Bu düşünceye göre İkbal, yöneticilerin seçkin ve kendisinin
merd-i mü'min diye tarif ettiği şahsiyeti ve benliği yüksek insanlardan
oluşmalıdır. Aksi halde ideal bir demokrasi yönetimi gerçekleşemez[465]. İkbal'in böyle bir düşüncesi
görünüşte cazip görünse de böyle bir yönetim biçimi bu zamana kadar tam manasıyla
hiç bir yerde gerçekleştirilememiştir. Çünkü demokrasi geleneklerinde salt
çoğunluk prensibi esas olup mükemmel insanların görüşlerine itibar edilmez, .
İkbal'in devlet ve demokrasi fikrinde en küçük bir aristokrasi anlayışı
bile İslam'a aykırıdır. Çünkü, ileride temas edileceği gibi, ideal bir milletin
gerçekleşmesi için lüzumlu şartlardan olan tevhit ve peygamberlik anlayışında
eşitliği
bozacak, hukuku çiğneyecek hiçbir kanun ve uygulama yoktur[466].
İkbal'e göre bir devletin savaş durumunu ortaya çıkartacak tek mazeret
toprağa sahip olmak veya başka şeyler değil, sadece Allah aşkı ve î'layı
kelimetullah içindir: "Haktan gayri bir gaye uğruna kılıcım sıyıran
kimsenin kılıcı, kendi göğsüne gömülür"[467].
İkbal'e göre şimdilik her müslüman topluluğu devletlerini kurup kendi
içlerine çekilmeli ve geçici olarak bütün dikkatlerini sadece kendi meseleleri
üzerine yoğunlaştırmalıdırlar. Tâ ki; bütün müslüman devletler aralarında
cumhuryetler topluluğu kurabilecek yetkiye ve güce erişsinler. îslami yönetimle
yönetilen bir devlet, bir milletler cemiyetidir. Bu öyle bir milletler cemiyeti
ki, sun'i sınırlar ve ırk ayırımlarını, fertlerin sosyal faaliyet alanını
daraltmak için değil, sadece tanışmalarda kolaylık olması içindir[468] [469].
İkbal, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olarak ayrı kurumlar
halinde çalışmasını yanlış bulur. Bu durumun İslam dünyasını ve özellikle
Türkiyeyi saran bir batı cereyanı olduğunu belirtir76. Çünkü bu
durumun Hristiyanlıkta devlet ile Hristiyanlığı karşı karşıya getirmiş olup,
yıllarca süren tartışmaları başlattığını belirtir.
İkbal'in düşüncesinde, devlet yönetiminin şeklinden ziyade, o devleti
oluşturan fertlerin benlikleriyle ve sağlam bünyeye dayalı teşkilatlarıya
ilgili fikirler ortaya koyup bu işin pratikte uygulanmasını kendinden sonraki
gelenlerden istemiştir. Bu işin pratik yönünü de bilindiği gibi, M. Ali Cinnah
ve onun arkadaşları ortaya koymuştur [470],
İkbal'in düşüncesinde devleti meydana getiren unsurların en önemlisi
ferttir. Fert, cemiyeti, cemiyet milleti, millet de devleti oluşturur. İkbal'in
düşüncesinde bu kavramlar iç içe ve birbirleriyle irtibatlıdır.
a- Fert ve Cemiyet
İkbal'e göre fert, cemiyetin dolayısıyla milletin temel unsurudur. Ferdin
yaşayabilmesi için iç benliğini maddi hayatla irtibatlandırması gerekir.
İkbal'in deyimiyle buna; "Can ve ten" işbirliği denir böylece fert
yaşama şansını elde eder[471] Fertle cemiyet daima
birbirleriyle dayanışma halinde olmalıdırlar. Tarih sahnesine cereyan eden
bütün olaylarda, fertle cemiyet arasında devamlı bir münasebet var olduğu gözlenmiştir[472]. İkbal'e göre ferdin cemiyete
bağlanması fert için bir rahmettir: "Cemiyet içinde kendini yok eden fert,
deryalar kadar genişlemek isteyen bir damlaya benzer. Fert mensub olduğu
cemiyetin ve milletin değerine göre ihtiram görür. Ferdin bir nizama tabi
olabilmesi için cemiyet içinde yaşaması lazımdır. Çünkü ferdin tekbaşma bir
varlığı ve rolü sözkonusu olamaz. Cemiyeti oluşturan vahdet bağı İkbal'e göre
İslamiyet sayesinde gerçekleşir. Milletin nihai kaderi devletin teşkilat ve
nizamından çok fertlerin güç ve yeteneklerine dayanır[473].
b- Millet (Ümmet)
Daha önce de belirtildiği gibi İkbal'in millet mefhumunda anladığı,
Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin sünnetinin etrafında kenetlenilen çeşitli
ırk; dil ve renge mensup insanlar topluluğudur7-'’. Bu görüş ırki
bir milliyetçiliği savunanlara karşı uygun düşmemektedir. İkbal milleti vahdet
temeline dayandırarak şöyle der: "Dinin kuvveti vahdettir. Vahdet görünür
hale gelince millettir''[474] [475].
Vahdeti gerçekleştiren fertlerin değişik bakışlardan bir tek görüş ortaya
çıkaracaklarını belirterek bu birliği gerçekleştirenlerin millet olmaya hak
kazanacaklarını savunur[476].
İkbal'in düşüncesinde ideal bir millet fert gibi bir şahsiyet ve bir
"ego"dur.. Dolayısıyla "ego"nun yükseltilmesi için gereken
unsurların aynısı, bir "benlik" olan milletin geliştirilmesi için de
geçerlidir[477]. İkbal, eserlerinde ideal bir
milletin teşkili için gerekli olan faktörleri şöyle sıralamıştır: dini ve milli
manada tevhid, lider (Hz. Paygember), Kanun (Kur'an-ı Kerim), merkez (Mekke),
Toprağın işlenmesi, ve kadına değer vermek[478].
Allah'ın birliği, insanların birliğine aksediyor. Bu şekilde yalnız
gerçek tevhid sayesinde insanların yalnız gerçek tevhid sayesinde insanların
birliği ve ondan dolayı müstakbel bir sulh temin edilebilir. Tevhid, "Bin
gözle bir tek hedefe bakmak demektir[479]. Tevhid, bin zerreyi
bir güneş haline getiriyor. Mevlana'nın dediği gibi:Aferin üstad aklı küll'e
yüzbinlerce zerreye birlik bahşetti"[480].
îkbal'in eserlerinde tevhid fikri fert bazında "lailahe
illallah" kelime-i tevhedini can ve teninde bizzat yaşamak, cemiyet
bazında ise "kelime-i tevhid" etrafında birlik oluşturmalıdır. Bu
birliğe milli birlik te denilebilir: "Fert, tevhidden dolayı lahuti
oluyor. Millet, tevhitten dolayı ceberüti oluyor. İkiside tevhidden ötürü
kemale erişir. Onun hayatı celal, bununki cemaldir. Bu bir Süleymandır; O bir
Selmandır; O tepeden tırnağa fakr, bu sultandır"[481].
Kısaca, İkbale göre dini manada tevhidden, siyasi manadaki tevhide geçiş
Allah'ın iradesinin hayatın her alamda gerçekleştirilmesidir [482] 3.
2-
Peygamberin Rolü (Lider, yönetici, örnek)
Peygamberlik düşüncesi daha önce geçmişti[483].
İkbal'e göre peygamber tevhid prensibi gerçekleştiren bir örnektir. Tevhid,
evvela peygamberin şahsiyetinde gerçekleşir. îkbal peygamberi rolünü şöyle anlatır:
"Dünyadaki varlığımızın temeli peygamberliktir, dinimiz, şeriatımız
peygamberlikten ileri gelmiştir. Peygamber yüzbinlerce şahsı tek varlık haline
getirir. Muhtelif kısımlara ayrılmayacak kadar ahengin birliğini
gerçekleştirir. Yani Peygamber nefes birliğini ve maksat birliğini
sağlamıştır"[484]. Peygamberlik, tevhidi
milletin gönlüne sindiren, insanlara hakiki bir millet şuuru aşılayan ve onun
ideal şeklini gerçekleştiren bir kuvvettir. Bu kuvvetini peygamber, toplumda
Kur'an- ı Kerim'in ifadesiyle "üsve-i hasene"[485]
olma vasfında ifadesini bulmaktadır.
Tevhid ve nübüvvet temelleri üzerine oturtulmuş milletin bir kanunu
olması lazımdır. Ancak bu kanun insanlara göre değişikliğe uğrayan değil,
asırlar boyunca değişmeyen fert ve cemiyetlere yol gösteren bir rehber
olmalıdır. İkbal'e göre bu da Kur'an-ı Kerim'dir. İkbal, buna "Muhammed
dininin iç yüzü" diye bir tabir kullanır[486].
Yukarıda sayılan faktörler doğrultusunda ilerleyen milletlerin bir
merkeze ihtiyacı vardır. İkbal'in düşüncesinde ideal bir milletin merkezi Mekke
ve Kabedir. İcra ettiği fonksiyon itibariyle hangi ırk ve mezhebe mensub olursa
olsun ibadet maksadıyla yılda bir defa toplanılan bir merkezdir. İkbal nihai
bir hedef olarak gördüğü müslürnanların birliği fikri bugün pratikte uygulama
sahası henüz bulmuş değildir. Dolayısıyla İkbal'in düşüncesinde oluşturduğu
Mekke merkezli bir tek devlet fikri gerçekleştirme hayali biraz ütopya gibi
gelmektedir. Ancak İkbal'in de belirttiği gibi ayrı ayrı devletler halinde
teşekkül etmiş müslüman milletlerin aralarında sıkı bir mânevi ve iktisadi
bağın kurulmasıyla yılda bir defa dahi olsa bir araya gelerek sıkı bir
işbirliği bağı kurmaları mümkündür. Bugün bu umutların ilk ışıkları belirmekte
olup yakın zamanda daha iyi gelişmelerin meydana geleceği muhakkaktır[487].
Böylelikle İslam devletleri üzerinde oynanan oyunlar ve menfaatçi
çevrelerin çıkarları bozulur. Aralarında birlik ve beraberlik şuuru
geliştirilmiş olur.
Toprağın sunduğu nimetlerden istifade etmek alemi tanzim eden kuvvetleri
ele geçirmek ideal bir milletin teşkili için aranan şartlandandır. Bunun için
tabiat bilgisinin tahsil edilmesi ve tatbikata konulması lazımdır. Tabiat
kanunları insanı kolayca ele geçirir. Ama insan bunları öğrenir dayanma gücü
kazanırsa bir daha tabiat insanı ele geçiremez. İkbal'e göre masiva ele
geçirilmek ona hakim olmak için yaratılmıştır. Ama buna hakim olmak kolay
olmayacaktır. Bunun için insan zorluklarla penceleşmeli en zor görünen şeyler
bile çalışma ve gayret neticesinde kolay hale getirilmelidir[488] .İkbal'e göre masivaya
ehemmiyet vermemek ve alçak telakki etmek fikri yanlıştır. Çünkü bu alem
müslümanlar için yaratılmıştır: "Ey afyon çekip uykuya dalan, sen bu
sebepler alemine yani masivaya alçak vasfını veriyorsun. Kalk mahmurlaşmış
gözünü aç; bu varlığa mecbur ve mahkum olan alemi alçak telakki etme; Bu alemin
varlığının gayesi, müslümanın bütün melekatiyle zatını genişletmektedir.
Müslüman nelere muktedirdir, onu denemektir"[489].
Millet tabiata hakim olmanın yanında onun örtüsünün altındaki gizli
perdeyi ve neş'eyi zevkle seyretmelidir. Tabiata bakarken bir "kör"
gibi değil, kalp gözüyle temaşa ederek yaratılış gazeyesini düşünmelidir[490].
İkbal'in kadın dediği, İslamdaki annelik rolüdür. Kadın erkeğin
çıplaklığını örter[491]. Onu bir hizmetkar gibi
telakki edenler Kur'an-ı Kerim'i anlamamışlardır. Çünkü annelik kutsal bir
vazifedir ve peygamberlikle irtibatlıdır. Anne şefkati peygamber şefkatine
benzer. Bunun için anne, insanlığa rahmettir. Ana şefkati onun yüzündeki
karakter çizgileri insanlığın kaderinin aynasıdır.
İkbal'e göre milletin teşekkülü için analara tazim ve hürmet şarttır.
Annelerin çektikleri acılar toplumun benliğini kuvvetlendirir. Milletin değeri
para, kumaş, altın veya gümüşle. Onun değeri sıhhatli taze ve kudretli
dimağlara sahip çalışkan, cevval ve çevik evlatların yetiştirilmesiyle ölçülür,
Bunun için İkbal şunu söyler: "Kardeşliğin ince manasını koruyan
analardır. Kur'an-ı ve milleti kuvvetlerinden analardır[492].
İkbal, eserlerinden kadınlara hitab ederek onlara bazı mesajlar vermek
istemiştir. Özellikle bu asırda batıdan esen eşitlik ve özgürlük gibi,
görünüşte güzel, fakat istismara açık laflarla kadınların kandırılıp
insanlıktan çıkarıldıkları dile getirir ve gereken uyarıyı yapar.
Fikri ve fiziki görünüşü garp medeniyetiyle sıvanmış kadınları İkbal,
kadın olarak saymaz ve bu gibilerinin milletini birbirine bağlayan bağları
kopardığını belirtir[493]. Bu gibilerin hürriyeti,
küstahlık ve fitneler doğurduğuna, ar ve haya duygusunu yitirdiğine işaret
ederek, hatta güzelliğinin bozulmaması için ana olmak istemediğini, sahip
olacağı çocuğun zahmetine katlanmayı istemediğini belirtir[494].
İkbal, kadınlara Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatma'yı ve Hz. Ömer'in
kızkardeşi Fatma'yı örnek olarak takdim eder. Hz. Fatma muhtaç birine içi
yanmış, sırtındaki çarşafı çıkarıp bir yahudiye satıp ihtiyaç sahibine verirken
Hz. Ömer'in kızkardeşi Fatma'da Kur'an okumasıyla abisinin müslüman olmasını
sağlamıştı[495].
İkbal, bir milletin bekasım kadınların iyi eğitilmesine bağlı olduğu
görüşündedir: "Cihanın sağlamlığı anaların elindedir. Bütün varlıklar
onların karakterine emanet edilmiştir. Bu ince hakikati idrek etmeyen bir
milletin işlerinde devamlı bir düzen olmaz"[496].
Bunun için İkbal, Batı'dan estirilen feministlik akımına kadınların
kapılmamalarını, Allah'ın zaten verdiği güzelliğin cihanı aydınlattığını, bir
daha başka şeylerle güzelleşmek için uğraşmamak gerektiğini, çünkü bütünüyle
çirkinliklerin ortaya çıktığını söyleyerek bu asrın kadınlarına gerekli uyarıyı
yapar[497].
Kadın ile erkeğin eşitliğini savunmak eşyanın tabiatına aykırıdır. Ayrıca
kadın erkek münasebeti devamlı istismar edilir. Kadının kadınlığından istifade
edilerek milletin ruhi yapısı çöküntüye uğratılır[498].
II- İKBAL İN İSLAM TEFEKKÜRÜNDEKİ YERİ
Son bir buçuk asırdan bu yana müslümanlarm fikri ve ameli hayatında ciddi
problemlerin var olduğu gerçeğini inkar etmek mümkün değildir. Bu problemlerin
tespitinde ve çözüm arayışlarında müslüman aydınlar ikiye ayrılmışlardır.
Birinci gruba; "gelenekçiler", ikinci gruba da; "modernistler"
denilmiştir[499].
"Modernizm" terimi bugün hala yanlış yorumlanan, kuşkuyla
bakılan ve yadırganan bir terimdir. Çünkü konu, dinde yenileşme, reform, yada
modernleşme olunca daha sevimsiz bir hal almaktadır. Bunun sebebi bir yandan
kelimenin batı menşeli olmasından[500],
bir yandan da İslam dünyasında gelişigüzel ve sorumsuzca kullanılasından
kaynaklanmaktadır[501]. Reform kelimesi, bozulmuş
bir şeyin yeniden düzene sokulması demektir. Pek çok kimse dinde reform denince
bundan dinin bozulmuş olduğu manasını çıkarmakta ve böyle bir fikre şiddetle
karşı çıkmaktadır[502]. Halbuki burada
düzeltilmesi sözkonusu olan şey hiç bir zaman dinin kendisi, yani Kur'an ve
Sünnet değildir, düzelecek şey, müslümanların bugünkü fikri ve ameli
yapılarıdır.
tslam modernizmi, dinin bir kısmını atıp geri kalan kısmını zamanın
şartlarına göre uydurmak niyetinde değildir. Veya Batıdan alınan ilmi yada
felsefi sistemleri İslam'a uyarlanarak ortaya konması gibi bir faaliyeti de
yoktur.
Modemizmin merkezi tezi şudur: "Temel kaynakları olan, Kur'an ve
Sünnete dayandırıldığı, bu kaynaklar ve onların ışığında oluşan topyekün tarihi
miras, ilmi ve rasyonel bir süzgeçten geçirilerek anlaşıldığı ve yorumlandığı
taktirde İslam, tarihi içtimai gelişme sürecinin ortaya çıkardığı değişme
hadisesinin doğurduğu problemleri çözmeye, o sürecin altında ezilmeye değil ona
yön vermeye kadir bir inanç sistemidir”[503].
îkbal'de; "Mutlak Hakikat kavramına dayanan bir toplum kendi hayatı
süresince süreklilik ve değişiklik özelliklerini uzlaştırmak zorundadır. Bu
toplum kendi toplumsal yaşantısını düzenleyebilmek için ebedi ilkelere sahip
olmalıdır"[504], demektedir.
Gelenekçilik, selefiyecilik veya ihyacılık adıyla anılan, -aralarında
İstılahı yönden manalarında pek fark yoktur- ikinci bir gurup müslüman aydını;
"sünnet" ile "kitaplarda yer alan hadis" arasında bir
ayırım yapmadan "sünnete" dönüş ve ilk dönem Müslümanların
yaşayışlarından örnek alınarak bugünkü gelişmelere çözümler aramaktır. Bu Hz.
peygambere değil, tarihi bir döneme dönmek anlamındadır[505].
Bu görüşü savunanlara göre selef müslümanlığına dönüldüğü takdirde
modernleşmeye engel olan bid'atlerin kalkacağını, yani İslam'ın yeniden hamle
gücü kazanacağını dönüşüyorlardı, geriye dönmelerinin sebebi, ileriye gitme
arzusu idi[506].
19. yüzyılın başlarından itibaren müslümanlar batının siyasi ve askeri
taarruzunun yanında fikri ve dini taarruzlarada uğramışlardı. Yer yer
müslümanlar şiddetle ezilmiş, veya hakimiyetlerinden mahrum bırakılmışlardı[507]. Batıklar tarafından
müslümanlara fikri saldırılar üç yönden yapılmaktaydı. Bunlar; Hristiyan
misyonerleri, Batı düşüncesi ve batıkların sırf tenkid etmek maksadıyla
yaptıkları İslami araştırmalar[508].
İslam dünyasında meydana gelen siyasi mağlubiyetler neticesinde meydana
gelen huzuruzluklar, İslam'ın kendi öz mirasına, yani tarihine ve tatbikatına
bir göz atmak ve yeniden bir şeyler ortaya koymak fikrini zaruri hale
getirmişti[509]. Zaten Batının bu tutumu
Müslümanların yetersizliğini ve batının üstünlüğünü ortaya koymaktaydı. Bu
durum müslümanlarda yeterince moral çöküntüsüne de yol açmaktaydı. Bunun
üzerine şu intiba bırakılmıştı: "İslam kendi kendini yeniden kurmak
yolunda bazı şeyleri yapabilecekse, bunu ancak Batının tesirleri ve oradan
aldıkları ile yapabilir"[510].
Bu görüşün ne derece yanlış olduğu kanaati o zamanki bir kısım aydınlar
tarafından defalarca dile getirilmiş olmakla beraber konumuz bu olmadığından
dolayı olayın bu yönüne girilmeyecektir. Ancak bu görüşü benimseyen pek çok
aydının da var olduğunu belirtmek gerekir[511].
İslam Dünyasında kendi bünyesi içerisinde ilk fikri ve siyasi alanda
modernizim hareketi Cemalettin Efgani (18391897) den gelmiştir[512]. Daha sonra bunu talebeleri
takib etmişlerdir. Modernizm hareketi biri ortadoğuda, diğeri Hindistan'da
olmak üzere iki büyük kola ayrılarak faaliyet sahasını genişletmiştir. Muhammed
İkbal, Emir Ali'den sonra gelen ve Hindistan'da modernizm çizgisini takib eden
alimdir. İkbal, eserleriyle ve bir dizi konferansıyla fikri modernizmin hayata
geçirilmesinin aciliyetini ve ciddiyetini gözler önüne sermiştir: o şöyle
demektedir: "Hareketli ve durmadan genişleyen bir hayatın gittikçe artan
karmaşıklıkları, yeni yeni görüş ortaya çıkaracak yeni durum ve şartların
ortaya çıkışı kaçınılmazdır. Bu görüşler, manevi genişleme denilen şeyin zevkine
hiçbir zaman varmamış bir halka göre sadece bir akademik değeri olan ilkelerin
yeniden yorumlanması ve açıklanmasını gerekli kılmaktadır"[513].
İkbal, geniş felsefi kültürüyle batının felsefi mirasına dayanarak,
modern felsefi terimlerle İslâmî yorumlayan bir alimdir. Gerçekte O'nurı gayesi
Batı kültürünün ve felsefesinin doğruluğunu göstermek değil, daha çok onun
Kur'an'm dünya görüşüyle asli uyumunu göstermektedir[514].
İkbal, şöyle demektedir: "Avrupa kültürü, İslam kültürünün bazı çok
önemli safhalarının yalnız bir uzantısı ve gelişmiş şeklidir"[515]. tkbal'e göre esasta eski
kelam yetmez, batılılaşma bir zorunluluktur. İslam alemi geleneğiyle ilişiğini
kesmeden bütün metafizik soruları yeniden düşünmeye mecburdur[516].
Batı düşüncesinin yanısıra İslam dünyasında kendinden önceki veya kendi
çağdaşları olan modernist akımın temsilcilerinden etkilenmiştir. İkbal'in
düşüncesinde önemli bir yer tutan ve temelini Kur'an-ı Kerim'e dayandırdığı
hareketlilik ilkesidir. İkbal'den önce aynı düşünceyi Afgani de de görrneteyiz.
Efgani ise; İslam, hareketlilik demek olup müslümanın çekingen olmaması
gerektiğini belirtir[517].
Bazılarına göre kapanmış olduğu savunulan "içtihad kapısının"
modernistler, kesinlikle kapanmadığını savunmaktadırlar. Çünkü hicretten dört
asır sonra ve hiçbir zaman resmen ilan edilmemiş olan bu içtihad kapısının
kapanışı, hiç bir şekilde Kur'an-ı Kerim'den kaynaklanmaz. Çünkü Kur'an-ı
Kerim, devamlı olarak düşünmeye ve araştırmaya davet eder[518].
Efgani ve Abduh'un savundukları gibi İkbal'de, İslam hukukunun esas itibariyle
gelişmeye müsait olduğundan ictihad yoluyla kendisini modern şartlara
uydurabileceği tezini savunmaktadır[519].
Bir takım birbirlerine fikri açıdan zıt, düşünce ekolleri mezheb ve
tarikatların ortaya çıkabileceği düşünülürse, günümüzde içtihad nıüessesesini bir
takım kişilerin elinden bu selahiyeti alıp bir müslüman teşrii meclisine vermek
modem zamanların en uygun icma formülü olarak görünmektedir. İkbal'e göre bu
kurumu ortaya çıkarıp ilk defa işleten modern Türkiye olmuştur. Bu kurum,
T.B.M.M.'ne vererek ilk olumlu adım atan devlet olmuştur.[520]
Hilafet meselesiyle ilgili T.B.M. Meclisinin içtihadı üzerinde duran
İkbal, hilafetin bir fert üzerinde bulunmasının zaruri olmadığı görüşünü ileri
sürmüş, İbn Haldun'un görüşüne dayanarak halifelik müessesesinin bir parlamento
tarafından da yürütülebileceğini belirtmiştir[521].
Sonuç olarak İkbal, bir yandan İslam'ın tarihi gelişimi sürecini tahlil
ederek ondan kopmama ilkesini savunurken, diğer yandan fikri problemlere batılı
filozofların çözüm metodlarıyla meseleleri ele almıştır. Kendinden önceki modem
düşüncenin çizgisini takib ederken kendinden sonraki düşünceyi yönlendirmede
etkili rol oynadığını söylemek biraz güçtür. Çünkü onun ferdiyetçilik ve
dinamizm dortrini karşalıştığı mukavemet neticesinde hedefine ulaşamadı[522]. Ayrıca onun felsefi
düşüncedeki derinliğin anlaşılamaması veya onun peşinden giden bazı
siyasetçilerin istismarıyla takib edilemeyip bazı ilmi fikirleri şahsi açıdan
bir yorum olarak kalmıştır. Ancak son zamanalrad gerek Pakistan'da, gerekse
dünyanın çeşitli ülkelerinde İkbal hakkında düzenlenen konferanslar ve
sempozyumlar onun fikri yönünün ortaya çıkarılmasına zemin hazırlamaktadır.
Yine, Pakistan'daki çeşitli üniversitelere bağlı İkbal akademileri de aynı
fonksiyonu yerine getirmektedir.
[1] İkbal. Dini düşüncenin ...,
s.109.
[2]Hodi. Farçada "kendi"
manasında kullanılmıştır. Bkz. Sükün Ziya, Farça Türkçe Lügat. İstanbul, 1944.
s.423.
155"Ego"
kelimesi Fransızc'da "ben" insanın şahsiyeti manasında
kullanılmıştır. Bkz. Larousse Duxxe Siecle. Paris 1930. s.73.
[4]Aydın M. Sait, İkbal'in
Felsefesinde İnsan. A.Ü.İ.F.D. c. XXIX. s.89,
[5]İslam Ansiklopedisi, e.IX.
s.178.
[6]İbn Man/.ur. Lisan'ül Arab,
Beyrut 1970. e.İli, s.688.
[8]Hançeri ioğlıı Orhan, İslam
İnançları Sözlüğü. İst. 1984. s.423.
[10] Hançeri ioğlu Orhan. Felsefe Ansiklopedisi,
İstanbul, 1976, c.l, s.151.
[11] Hançeriioğlu. a.g.e.. s.151.
[12]Aydın,
İkbal'in..., s.90.
[14]Keş'ül
Hafa'da geçen bu söz Kclanı-ı Kibar olarak kabul edilmektedir. Bkz. Keşfül
Hafa, c.l. s.361.
[15] İkbal. Esrar-1 Hodi. s.33 vd
Ayrıca Bkz. Benlik ve İnsan Konusu, s.
126 vd.
[16]Abdulkerım Kuşevri. Kuşeyri
Risalesi, çev: Süleyman Uludan, İstanbul, 1991. s.222. ’ - - "
[17]Talıa, 41. Al-i İmra, 28.
En'am. 12-54, Maide, 116.
[18]Fecr.
27, Enam. 9. Zümer. 42. .
[19]Al î Lınran, 154. A’raf. 205.
Yusuf. 77. Bakara. 235, Nisa, 113.'
[20] Al-i İnıran. 146. Enbiya. 35. Ankebut. 57,
İsra. 33.
[21] Bakara, 48, Lokman. 28. Müddesir, 38.
[22]Tevbe, 128. Rum. 28. A'raf.
188.
[24]Aynı eser. s.42. Ayrıca Bkz.
Kuşeyri Risalesi, s.222.
I78Altıntaş,
a.g.e., s.123. Kış. Aynı yazar. İbn-i Sina'da Arif ve İrfan kavramları. Ankara,
1990. s.3. Ayrı basım.
[29]Bkz.
Ülken, İslam Felsefesi, İst. 1993, s. 117. Krş. Hamdı Yazır, Kur'an Dili,
8/5813. Kuşeyri Risalesi, s. 222. E. İbrahim Hakkı. Marifathame. s. 948, v.d.
Ayrıca Bkz. Kindi, a.g.e., s.131.
[31]
Dini Düşüncenin Yeniden... s. 94, Nur felsefesini İslam Düşüncesinde. İşrak
Felsefesi Düşüncesine Mensup filozoflar yapmışlardır. Bu filozoflara göre eşya
ya nurdur yada zulumdur. Alemde zulmetten nur ve nurların nurunda kaybolmaya
doğru bir yükseliş vardır. Bkz. Ülken. İslam Düşüncesi, s.317.
[32]Gökberk.
Macit, Felsefe Tarihi., s,57.
[34]İkbal,
Dini düşüncenin Yeniden.., s.88. Kış. Tuna, a.g.e. s.20 vd.
[35]
Aynı eser, s.92.
[36]Schimmel.
Cavidname. giriş, s.22.
[37]
İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s. 102..
[38]
İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden.... s. 102
[39]Nietsehe,
.Eylem Ödevi, çer. 1. Zeki Ebüyoğlu. İst. 1991. s.54, v.d
[41]
Peyam ı Maşrık, s. 56.
[43]Ahzab.72. .
[44]İkbal.
Dini Düşüncenin Yeniden... s 134
[46]lkbal.
Dini Düşüncenin Yeniden... s.93.
[48]
Aynı eser, s.94.
[49]Dini
Düşüncenin Yeniden... s.95.
[50] İkbal. Dini düşüncenin ....
s.102.
[52] Kaf. 16.
[53]İkbal. Dini Düşüncenin
Yeniden... s.103.
[54]Töz: 17. yüzyıl Batı felsefesinde:
kendi kendisinde var olan kendi
kendisiyle kavranan,
kavramı başka bir şeyin kavramına bağlı olmayan şeydir. Yani "töz"
kendi kendesinin nedeni olup varolması kendi j/üzündendir (Bkz. Gökberk,
Felsefe Tarihi, s.31 3)
[56]Leipniz felsefesinde monadlar:
""bir olan", "birlik" anlamında, maddi değilde ruhlu
olan bu birlikler, kendi içlerinde kapalıdırlar. Bu yüzden birbirlerini
etkiliyemezler. Ancak monadlar arasında bir bağlantı da vardır. Her monad
kendine göre evrenin bütününü kendisinde taşır. Bir monad evrenin bir
aşmasıdır. Bu yüzden monad, özü bakımından çokluk içinde birliktir. (Bkz
Gökberk, Felsefe Tarihi., s.315)
[57]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden...s.102.
[58]Gökberk,
a.g.e.. s.317. -
[59] İkbal, a.g.e.. s.91.
[60] Gökberk a.g.e.. s.3 I 7.
[61] İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s.27. Kış.
Ankebut, 20.
.
[64]Tuna
Taşkın, Uzay ve Dünya, İst. 1991., s.
[65]Yasin.
82.
- 6Bkz. Zaman ve
Mekan. Krş. Kindi. Felsefi Risaleler: Zaman, başlangıcı olan sonlu olan bir
şeydir. O halde alem ve onu oluşturan yüklem durumundaki her şeyde sonludur,
s.15.
[67]Kindi.
Risaleler, s. 15.
[68]Duhan,
38-39. Zariyat, 56.
[70]İkbal,
Cavidname çiriş. s.23, Geniş bile! için Bkz. Yaratılış ve Varlık,
' s.96. "
[71]
İsıa. 164. Zümer. 7.
[72]Necm.
38.
[73]
Tin. 4. Taha, 122.
[74]Bakara,
30, En'am, 165.
[75]Ahzab72. '
[76]Kutup Muhammed. İnsan
Psikolojisi Üzerine Etüdler, çev: Bekir Karlığa. İst. 1992. s. 47. .
[77]Kutup.
İnsan Psikolojisi, s.47.
[78]
Bakara, 30.
[79]Bakara.
34. .
[81]
Ratü II. '
[82]Kutup,
a.e.e., s.48.
- A, Carrel. insanı
tabiatta .yaratılanların içerisinde bir tcrt olarak kabul eder ve başka yerde
rastlanmaz der. Bkz. İnsan denen ... s.283.
[84]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden.., s.72, Krş. A. Carrel benliğe feriyet diyerek,
ferdiyet insana has kendi benliği olarak algılamaktadır: "organizmanın her
unsurunun esaslı bir karekterini teşkil eder" Bkz. Carrel, İnsan Denen
.... s.315.
[85]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden.., s. 138, Krş, A Carrel, a.g.e., s.311.
[86]Aynı
eser, s.139, Krş. Kutub, İnsan psikolojisi..., s.73.
[87]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden.., s. 139. Krş. Kutub, a.g.e., s.73.
[88] Aynı eser, s.73. '
[89]
Aynı eser, s. 142
[90]Halk:
Yaratmak yoktan var etmek ibda etme, şekil vermek, Bkz. Kur'an Kelimelerinin
Anahtarı, Mahmut Çanga, İst. 1986, s.173, Ayrıca Bkz. Büyük Lügat, Türdav Yay.
(heyet) ist. 1990. s.327. ortaya çıkarmadır, Emr ise yön vermedir.
[91] Emr: Durum, husus, hal, iş,
yön vermek, Kur'an Kelimelerinin Anahtarı, s.64.
[92]İkbal.
Dini Düşünce... s.143.
[93]
a
^-’Aynı yer.
[94]İsra,
64, Bkz. İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden... s.143.
[95]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden .., s.144.
[96]
Aydın, İkbal'in felsefesinde, s.87.
[97]Bkz.
Keşfül Hafa, s.361
[98]İkbal.
Cavidname, s.295
[99]
Ayni yer.
[100]Aynı
yer, s.295.
[101]
İkbal, P. Meşrık, s.41. .
[102]İkbal,
Bal-i Cibril, s.70.
[103]İkbal.
Esrar-ı Hodi, s.33.
[104] ,
J Aynı yer.
[105] Aynı eser. s.50.
[106] Aynı yer.
[107]İkbal,
Rumuz-ı Bihodi, s.55.
[108]İkbal,
Cavidname, s.27, Beyt, 125-126.
[109]İkbal,
Yeni Gülşen-i Raz, s.21.
[110]İkbal,
Rumuz-i Bihodi, s.17.
[111] İkbal, E. Hodi. s.29.
[112] İkbal Darb-ı Kelim, s.15.
[113] İkbal. Darb-ı Kelim, s.3l.
[114]İkbal,
Esrar-ı Hodi, s.45.
[116]İkbal
Esrar-ı Hodi, s.45.
[117]E. Hodi, Krş. Hucviri, Keşfül Mahcub, çev: Uludağ,
İst. 1982, s.309
[118]İkbal,
Aynı eser, s.46, Krş. Hucviri. a.g.e.. s.309.
[119]İkbal,
Ayın yer.
[120] Al-i İmran, 92.
[121] İkbal. E. Hodi, s.46.
[122]Aynı
eser, s .47.
[123]
Aynı eser, s.48.
[124]Aynı eser, s.47. .
[125]İkbal,
D. Kelim, s.33.
[126]Aynı
yer, s.33.
[127]İkbal,
Cavidname, Beyt, 1690.
[128]
Anı eser, giriş, s.28.
[129]İkbal,
E. Hodi, s.38.
[130]Bkz.
Tasavvuf Kavramları, Aşk, s.174.
[131]
İkbal, E. Hodi, s.31.
[132]Aynı
eser, s.32, s.50.
[133]İkbal,
E. Hodi, s. 32.
[134]İkbal,
Bal-i Cibril, s.140.
[135]İkbal,
Cavidname, s.254. Darb-ı Kelim, s.57.
[136]Aynı
eser, s. 254, Darb-ı Kelim, s.20.
[137]İkbal, Cavidname, s.261, Bal-i
Cibil, s.140, Krş. D. Ketim s.8.
[138]Kuşeyri, Risale-i..., s.449,
Krş. a.g.e., s.124.
[139]Bal-i Cibril, s.133, Krş.
Misafir, s.40.
[140] İkbal, Cavidname, s.52-53,
Krş. Misafir, s.54-70.
29'İkbal, Cavidname,
s'. 144, Ayrıca Bkz. D. Kelim s.15. "Eğer insanın vücudunda
"benlik" dipdiri yaşıyorsa o fakir değildir, pahişahlar padişahıdır.
Fakirin azamet ve saltanatı Sultan Sencer ve Sultan Tuğrul'dan aşağı
değildir." (D. Kelim, s.32), Krş. Ey.Şark Kavimleri, s.90.)
[142]
İkbal, E Hodi, sl25, Krş. Akseki Ahmet Haindi, Ahlak ilmi ve İslam
Ahlakı, sadaleştiren: Ali Arslan Aydın, Ank., 1991,2. Baskı, s.167.
[143]İkbal,
P. Meşrık, s.138.
[144]İkbal,
Aynı yer.
[145]İkbal,
E. Hodi, s.36-46.
[146]İkbal,
Darb-ı Kelim, s.8.
[147]İkbal,
R. Bihodi, s. 15.
[148]İkbal,
Aynı yer.
[149]İkbal.
Aynı eser, s.64.
[150]lkbal.
E. Hodi. s.64.
[151]
Bkz. E. Hodi. s.36.
[152]İkbal,
Cavidname, s.116, Krş. Beng-i Dera. (Doğudan Esintiler isimli kitaptan) s,74.
[153]İkbal,
P. Meşrik, s. 39. ve 51.
[154]İkbal,
Cavidname, s.l 15, Krş. İkbal, Dini Düşüncenin,.., s.189.
[155]R. Bihodi. s.28, Bkz. Makyavelizm,
Feis. Doktrinler Söz., S.H. Boly.
Ank. 1987, s.157, Krş. Felsefe Sözlüğü O.
Hançerlioğlu, s.239.
[156]Bkz.
Milliyetçilik, s.203
[157]İkbal,
P. Meşrık, s. 138.
[158]İkbal,
Cavidname, s.313.
[159]İkbal,
Cavidname, s.313.
[160]Aynı
yer.
[161]
Akbulut, Ahmet, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Ank, 1992, s.9, v.d.
[162]Gazali,
ihya-ı Ulumüd-din, çev:Ahmet A. Müftüoğlu, İst. 1981, c.ll, s.939. Krş.
Erzurumlu İ. Haki, Marifetname, Çev: M. Faruk Meyan, İst. kl987. s.494.
[163]Farabi'ye göre peygamber,
faziletli şehrin önderidir. Bkz. Çubukçu, İslam Düşüncesi Hak. Araşt., s.30.
[164]Çubukçu,
a.g.e, s.126, İbn Rüşd, Feisefe-Din İlişkisi s.302.
[165]Akbulut, Nübüvvet, s.15,
Çubukçu. İslâm Düşüncesi...., s.90-125.
[166]İkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden.., s.172. Krş. M. Sait Ramazan el Buti, İslam Adaidi, Çev: M. Yolcu. M.
Altınalan, İstanbul, 1983, s.191, Akbulut, a.g.e.. s.9. . ’
[167]E. Hodi, s. I I. Krş.
Fazlurrahman. İslam, s.39.
[168]İkbal,
Dini Düşüncenin .... 172. Krş. El Munkızu mine'd dalal Şerhi ve Tasavvufi
incelemeler, İ. Gazali, Tere: Salih Uçan İst., 1990, s.187, v.d.
[169]İkbal, R. Bihodi, s.19, İkbal
bu üç terimi özellikle kullanmıştır.
[170]Aynı eser, s.20.
[171] Ayın yer.
[172]İkbal, Cavidname, s.9.3.
[173] Aynı eser. s. 136.
[174]İkbal.
E. Hodi, s.34, Krş. Futuhat-i Mekkiyye (tere.), s.25
[175]
Enbiya, 107.
[176]Maide,
3.
[177]İkbal,
E. Hodi. s. 19.
[178]İkbal.
Dini Düşüncenin Yeniden... s.174.
[179]İkbal. Bal-i Cibril, s.64. Krş. Cavidname, s.142
[180]İbn
Manzur. Lisan-ül Arab. c.lll. s.31.
j31 Akbuiut Ahmet,
Sahabe Devri Siyasi Hadiselerin Kelam! Problamlere Etkileri, İst., 1992, s.320,
Krş. El Brıti, İslâm Akaidi, s. 166, Kam Ferid, Dini Felsefi Sohbetler, Haz.
S.Hayri Bolay. Ankara 1990. s.125.
[182]Akbuiut,
a.g.e., s.313.
[183]Bolay
Süleyman Hayri, Felsefi Dortrinler Sözlüğü, Ankara, 1987. s. 86, Bkz. İslam
Mezhepleri Tarihi, N. Çağatay, İ.A. Çubukçu, Ankara, 1985, s.108-134, Wat.
Montgonıery, İslami Düşüncenin Teşekkül Devri, çev: E. Ruhi Fığlalı, Ankara
1981. s. 193-291, Fığlalı Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri.
İzmir, 1990. s.15. v.d.
[184]Kam ferit, Dini .... s.113,
Sadi, Doğunun., s.85.
[186]Carrel
Alexis, İnsan Denen Meçhul, çev: Refik Özden, İstanbul, 1990. s.49.
[187]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden... s.7.
[188] Aynı eser, s.76.
[189] Aynı eser, s. 152.
[190] »
^'Aynı yer.
344
Geniş bilgi için Bkz. Akbulut, Sahabe devri ..., s. 304, Krş. Ömer Nasuhi
Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelam. İst. 1972, s.309. ,
[192]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden ... s.76.
[193]
a
- Aynı yer.
[194]İkbal. Dini Düşüncenin ....
s.77. -
[195]İkbal, aynı eser s.153, Krş.
Şeyhülislam Mustafa Sabri. İnsan ve Kader, İstanbul, 1989, s. 167.
[196]İkbal,
D. Kelim, s.59.
[197]Bakara.
35, 36, 38.
[199]Bakara,
37. Krş. Taha. 122-123.
[200]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden.., s.120, Krş. Yazıcıoğlu M. Sait, Maturidi ve
Nesefi'ye göre insan Hürriyeti Kavramı, İstanbul, 1988, s.77, M. Sabri, İnsan
ve .... s.171.
[201]
Enbiya 35, Krş. Bilmen, Muvazzah..., s.309.
[202]İkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden.., s.120, Krş. İzutsu Toshihiko.
Kar'an'da Allah ve İnsan, çev: Süleyman
Ateş, 1963. s.l 17.
[203]Geniş
Bilgi için Bkz. Öztürk, Kur'an ve Sünnete Göre Tasavvuf, s.45.
[204]Güngör Erol, İslam Tasavvufun
Meseleleri, İst. 1991, s.17.
[205]Aynı eser, s.20, Krş. Garaudy,
İslâm ve .... s.31, İz Mahir, Tasavvuf,
İst. 1990. s.23. v.d. .
[206]Güngör.
a.g.e., s.28.
[207]İkbal.
İranda Metafiziğin Gelişimi, s.56-60. GenişBilgi için Bkz. Öztürk, Kur'an ve
Sünnete Göre... s.27. Mahir İz, a.g.e.. 24, Nicholson, İslam Sufileri, Tere:
(heyet). Ankara, 1978, s.5.
[208]İkbal.
İranda Metafiziğin Gelişimi, s.56. Krş. Öztürk, Kur'an ve Sünnete Göre.., s.45,
Sühreverdi. Avarifü'l Maarif, Çev: H. Kamil .Yılmaz, İrfan Gündüz, İst., 1990.
s.5.
[209]Garaudy, İslâm ve ....
s.38-44, Krş. Öztürk, a.g.e., s.45, Nicholson, İslâm, s.8.
[210]Garaudy, a.g.e.. s.44.
Kuşeyri, Risale .... s.589, vd. Mahir İz, Tasavvuf, s.24.
[211] İkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden.., s.37, Nicholson, İslâm .... s. İkbal 88, İranda Metafiziğin... s.54.
[213]İkbal,
P Meşrık, s. 31.
[214]İkbal,
A. Hicaz, s.60. Krş. Cevadname, s.20, "Benliğini o kadar yükselt ki, her
takdirden önce; Bizzat Allah sorsun kuluna; nedir arzun?" (Bkz. B. Cibril,
s.72). Geniş Bilgi için Bkz. Schimmel, Tasavvufun Boyutları. Çev: Ender Gürol,
İstanbul 1982 s.183.
[215]İkbal,
B. Cibril, s.63, Krş. E. Hodi, s.62.
[216]İkbal.
B. Cibril, s. 127, Krş. Tanımı Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, Haz. Çoşkun
Yılmaz. İstanbul, 1991, s.67, v.d.
[217]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden..., s.127.
[218]
Aym yer.
[219]İkbal.
İkbal. E. Hodi, s. 62. Krş. Kuşeyri. Risale.... s.95.
[220] Aynı yer.
[222]İkbal,
B. Cibril. s.9l.
[223]İkbal,
B. Cibril, s.93. s.93.
[224]Bkz. 2. Bölüm.
[225]|kbal, E. Hodi. s.62, Kış.
Tanımı Kaynakları.., M. Kara, Sufilerin
Tenkitleri ve Tasavvufu İhya Faaliyetleri, s. 75, v.d.
[226]İkbal, Bal-i Cibril, s.75.
[227]İkbal, Aynı yer, Kış. Darb-ı
Kelim, s.l l.
[228] Aynı eser, s.91, Krş. D. Kelim,
s.l I.
[229]Aynı
yer, Krş. Tanımı Kaynakları ve..., s.67. v.d. Kuşeyri Risalesi, s.589, v.d.
[230]Geniş
Bilgi için Bkz. 2. Bölüm, Burada geniş yer verilmeyecektir.
-,8'Aminuddin
M., Mevlana Celaleddin Rumi'nin Dr. İkbal üzerindeki Etkisi, Pakistan Postası.
1977, s.5.
[232]Mcvlâna, Mesnevi, c. IV. s.45,
Krş. C.I. s.239. .
[233]Dayanır Kemal. Büyük Türk Dostu M. İkbal. Ank. 1984,
s.53
[234]Bkz.
İkbal'in Düşüncesinde Tasavvufi Hayat, s.7.
[235]İkbal,
Cavidııame , s.19.
[236]İkbal.
Aynı yer.
[237]İkbal,
Mesnevi, c.l, s.10. Beyt, 119.
[238] Aynı yer, Beyt. 117. '
[239]İkbal.
CavkJname, s.20.
[240]İkbal,
Aynı eser, s.l 1.
[241]
İkbal. Cavidname . s 27.
[242]Hintli
Mürid: "Bilim ve hikmeti nasıl aramalı bulmalı? Nasıl ilahi âşkın
harcrctini derdini yürek yarasını elde etmeli?" Piri Rumi: "Bilim ve
Hikmet Helal ekmekten doğar. İncelik ve aşk helal etmekten gelir" Bkz.
Karahan. Dr. M. İkbal ve Eserlerinden Seçmeler, s.167. krş. Öztürk, Kuran ve
Sünnete... s.159, Mü'minun. 5İ.
[243]İkbal,
R. Bihodi. s.52.
[244]İkbal'in manevi inkişaf die
bahsettii tasavvufta "sülük" denilen manevi eğitimden geçme olayıdır.
Bkz. Necmüddin Kübra, a.g.e., s.191.
[245]İkbal,
D. Kelim, s. 17.
[247]İkbal,
B. Cibril, s.42.
[248]
Aynı eser, s.72.
[249]İkbal.
P. Meşrık, s. 31. Krş. Kuşeyri, Risale..., s.134.
[250]İkbal,
Mesnevi, c.V. s.’ 15-16.
[252]Kuşeyri, a.g.e., s. 440, Hucviri. Kesf..., s. 105.
Mahir İz, Tasavvuf,
4444
İkbal, Cavidname, s.51, Kış. Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 195, Kuşeyri,
a.g.e., s.448.
405ikbal, Cavidname. s.51,
[256]İkbal. Zebur-u Açanı, s.218.
[257]İkbal,
B. Cibril, s.6l, Krş. İz Tasavvuf, s. 136. Öztürk, Kur'an ve.., s. 232
4^'Öztürk,
Tasavvufun Ruhu.... s.l 10, Krş. İz, Tasavvuf, s.180, Krş. Havva Said. Ruh
Terbiyemiz. Çev: Cengiz Yaecı, İstanbul, (tarihsiz), s.212. “ '
4*2Kuşeyri. Risale, s-,589, Krş. Neşeti, İnsan...;
s.140, Necmüddin Kübra. a.g.e., s.153. Mesnevi, c.I. s.57, Beyit. 725-426.
[263]R.
Bihodi. s.35, Kuşeyri, a.g.e., s.90. Krş. Tanımı Kasnakları.,.,s.67. v.d.
[264]Kuşeyri,
Risale .... s.2.
[265]
İkbal, Z. Acem, s.208.
[267]Mesnevi, c.V. s.63, Kış. c.I, s.134, Schimmel,
Tasavvufun...,s.l84
[268]İkbal,
Zebur-u Acem, s.214. Kış. Schimmel. a.g.e., s.184.
[269]Altıntaş
Hayranı. Erzurumlu, İ. Hakkı, İst. 1992, s.66.
[270]
Bakara. 165.
[272]Buhari. 38, Krş. Erdem Haşan
Hüsnü, İlahi Hadisler, D.İ.B. Yay.,
Ankara, 1985, s.35.
[273]İkbal,
Cavidname, s.93, Krş. Öztürk, Kur'an ve .... s.405.
[274]Kuşeyri,
Risale, s.492.
[275]Aynı eser, s.499, Krş. İbn Arabi ilahi Aşk, Çev:
Mahmut Kanık,
[279] Uludağ Süleyman, Tasavvuf
Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1991, s.58.
[280]Necmüddin Kübra. Tasavvufi
Hayat, s. 19, s.172.
[281]Nesefi. Az.izüddin, Tasavvufta
s.149.
[282]Uludağ,
a.g.e., s.58, Krş. Mehmet Bayraktar, Böylesi bir aşka "komedik aşk"
tabirini kullanır. Bkz. Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, Ankara. 1991, s.37.
43' Bkz.
Geniş bilgi için: Gazali, İhya n Ulurnud-din. c.IV, s.597. v.d. Krş Muhuddin
İbn Arabi, Futuhat el Melekiyye, Tere: Selahattin Alpay. İst., 1971, s.303.
[284]İkbal,
Bal-i Cibril, s.65.
[285]B.
Cibril, Z. Acem, s.150.
[286]Mesnevi,
c.V.s.74.
[287]Mesnevi.
c.III, s.363.
[288]İkbal,
B. Cibril, s.62.
[289]Mesnevi,
c.l, s.16.
[291]Sühreverdi,
Avarif..., s.630.
[293]
İkbal. B. Cibril, s.67.
[294]
Aynı eser, s.143.
[295]İkbal,
R. Bihodi. s.5.
[296]İkbal,
Z. Acem, s.150.
[297]İkbal,
R. Bihodi, s.3l.
[298]Öztürk,
Din ve Fıtrat, İstanbul, 1990, s.178.
[299]Mesnevi,
c.IV. s.115.
[300]
a
°Aynı yer.
[301]tkbal.
P. Meşrık, s.32.
[302]İkbal.
Cavidname , s.34.
[303]
Mesnevi, c.VI. s.3:
[304]İkbal,
Cavindame, s.36
[305]
»
Aynı yer.
[306]İkbal,
P. Meşrık, s.39.
[307]İkbal,
Cavidname, s. 122.
[308]İkbal,
R. Bihodi, s.24.
[309]Bkz.
Şuara. 197, Krş. Maide, 105, Fatır, 23, Bakara 32.
[310]İkbal,
Cavidname, s.33O.
[311]İkbal,
Cavidname, s.144.
[312]Aynı
eser, s. 145.
[314]İkbal,
E. Hodi. s. 60.
[315]İkbal,
E. Hodi, s.57.
[316]Öztürk.
Kuran ve Sünnete Göre...,s.7i.
[317]Tin,
4.
[318]Hicr.
29.
[319]Altıntaş,
E..İ. Hakkı, s.182.
[320]İkbal. E. Hodi, s.46. Krş. Schimmel, Peygamberane
Şair...,s39
[321]Furkan,
7-9.
[322]İbn Arabi, F. Hikem, çev: Nuri
Gençosman, İst. 1990, s.24.
[323]lkbal,
İkbal, Cavidname. s.135.
[324]Aynı
eser, s. 134.
[325]İkbaI,
R. Bihodi, s.27. Krş. Cavidname, s.134, Ayrıca Bkz. Ensari Fazlurrahnıan.
İlimden Felsefeden Dine, Çev: Kemal Kuşçu, Ank. 1967, s. 06, Krş. Y.N. Öztürk,
Mevlana ve İnsan. İst., 1993, s. 46.
[327]Nesefi,
İnsan-ı Kamil, s.14. Krş. Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s.183.
[328]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden....s,29
[330]D.
Kelim, s.63.
[331]
Nietszche, Eylem Ödevi, çev: İ.Z. Eyüboğlu. İst. 1991. s.55.
"TT’Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev: Turan Oflazoğlu, İstanbul.
1991, s. 250 Bkz. Eylem Ödevi, s. 64, ve 294.
[333]Nietszche'nin
Ebedi Dönüş Teorisi, Bkz. Eylem Ödevi, s. 227, v.d.
[334]İkbal,
R. Bihodi, s.24.
[335]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden...,
s.159, Krş. Pevgamberane Şair..., s.43.
[336]Kendi
suretinde inşa kıldı dediği "Allah, Ademi kendi sureti üzerine halk
etti" mealindeki hadis-i şerif kastedilmektedir. Bkz. Füsusu'l Hikem.
s.33.
49' "Arslan, boynunda zincir bulunmakla beraber
bütün zincir yapanlara beydir" Bkz. Mesnevi, c.l. s.254, B.3160.
[338]Mesnevi, c.l, s.l, Beyt, 2.
Krş. Ahmet Asrar, M. İkbal ve Mevtana Cel. . Rum'i, Pakistan Büyükelçiliği.
Yay. (tarihsiz)s.ö.
[339]İkbal,
Bkz, Benlik ve İnsan... Krş. Öztürk, Mevtana ve İnsan s.l 16.
[340]Tirnıizi, Camiussahih, -Mısır.
1937i Dua. I.
[341]Alexis, Carrei, insan. .. 178.
Krş. Dini Düşüncenin .Yeniden....s. 125.
[342]İzutsu Toshihiko. Kur'an'da
Allah ve İnan, çev: Süleyman Ateş, s.182
[343]İkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden..., s.26. Kış. İzutsu. Kur'an'da. s.183.
[344]Kaaf, 16.
[345]Bkz. Ra'd, I i.
[346]İkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden.... s.124, Bkz. Öztürk, Kur'an ve Sünnete . ..s..341.
[347] Mü'min, 60. Krş. Izutsu,
insan..., s. 184.
[348]lkbal. Dini Düşüncenin Yeniden
... s.124.
[350]Öztiirk, Kur'an ve Sünnet..,,
s.342.
[351]Kuşeyri
Risalesi, s.491, Krş. A. Carrel, a.g.e., s.178. .
[352]İkbaI, Dini Düşüncenin
Yeniden..., s.128.
[353]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden
.... s.127.
[354]Dini Düşüncenin Yeniden..., s.
129, Krş. Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s.21.
[355]Aynı
yer.
[356]Carrel, a.g.e., s.178.
[357] ikbal, Dini Düşüncenin
Yeniden..., s.128, Krş. Mahir İz, Din ve Cemiyet, İst. 1990, s.44 Öztürk,
a.g.e., s.103.
[358]Hucurat, 13.
[359]İkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden..., s.129.
[360]Aym yer, Krş. Mahir İz, Din ve
.... s.57, Garaudy, İslâm ve ..., s.22.
[361]Aynı eser, s.150, Krş. İz. Din
ve..., s.44, Garaudy, a.g.e., s.21.
[362]Altmtaş,
Erzurumlu İ.Hakkı, s.172, Geniş Bilgi için Bkz. Recep Kılıç, Ahlakın Dini
Temeli, Ankara. 1992, s.17. vd.
[363]Altıntaş,
s.172.
[365]İkbal,
Bal-i Cibril, s.108.
[366]Bayraktar,
Yunus Emre..., s.84.
[368]İkbal.
E. Hodi, s.18,
[369]Malik,
b. Enes, el Muvatta, Beyrut, 1951, Hüsnü! Hulk, 8.
[370]Öztürk,
Din ve Fıtrat, s. 163.
[371]İkbal,
E. Hodi, s. 31. v.d.
[373]İkbal, B. Cibril, s.l 17, ve
145, Krş. Cavid'e Hitab, çev: H. Haterni, İst 1965, s.22.
[374]İkbal,
B. Cibril, s .117.
[375]Günıüşhanevi
M. Ziyaüddin, Ehl-i Sünne't itikadi, çev: A. Kadir
Kabakçı, Fuat Gürel, İst. 1983, s.93, Krş. Dikmen, İslâm..., s.33, v.d.
[376]İkbal, Bkz. Benlik ve
İnsan..., s.140.
[378]İkbal, a.g.e., s.24.
[379]İkbal, Cavid'e Hitap. s.26.
[380]Aynı eser, s.26.
[381] Aynı yer.
5j6Hz. Peygamberin
şu Hadisi Şerifine telmihtir: "Onlar sana fetva vermişde olsa kalbine de
danış"Kütüb-ü Sitte Muhtasarı, Haz. İ. Canan, Ankara, 1990, c.X. s.l 3.
[383]İkbal,
Cavid'e Hitap, s.26.
[384]
İkbal, Cavid'e Hitap, s.26.
[388]Cavid'e Hitap, s.28.
[389] a
Aynı yer.
[390]Aynı yer, Krş. A. Hicaz, s.39.
[391]Aynı
eser, s.30, Krş. Cavidname, s.141, Krş. Mesnevi c. IV. s.92-93
[392]İkbal,
Bal-i Cibril, s.128. Krş. R Bihodi, s.38. 52-53.
[393]P.
Meşrık, s.108.
[394]İkbal,
R. Bihodi, s. 34, Krş. "Her yapığıtınız işte maksadın Hakka yaklaşmak
olsun. Ta ki, Allah'ın azameti sende gözüksün", Bkz. E. Hodi, s.58.
[396]B.
Cibril, s.55.
[397]İkbal,
Doğudan Esintiler, Bang-i Dara'dan. s.64.
[398]
>
Aynı eser, s. 55.
[399]İkbal,
A. Hicaz, s.51.
[400]İkbal,
E. Hodi, s. 58.
[401] Beyaz Zekeriya, İslam'a göre
Milliyetçilik, İst. 1990, s. 17.
[402] Gedikli Ercüment. İslam'da
Asabiyye-Mılliyetçilik, Ank. 1990,s.26.
[403] Canan İbrahim. Kütiib-i Sitte Muhtasarı, c.iV, s.260. s.
255, Krş Gedikli, a.g.e., s.24.
[404] Canan, a.g.e., s.259. Gedikli,
a.g.e., s.26.
[405] Gedikli, a.g.e., s.25.
[406] Aynı yer, Krş. Güngör Erol. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İst.
1992, s.78, v.d.
[407] Gedikli, İslâm'da .... s.37, Krş.
Beyaz, İslâm'a s.101.
[408] 4 Haz. 1951 tarihinde Unesco'nun Paris'te yapılan
toplantısında imzalanan bildiride yapılan tanımı. (Bkz. Gedikli, a.g.e., s.36.)
[409] Hucurat, 13.
[410]"Gökleri ve yeri
yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının
belgelerindendir" (Bkz. Rum. 22).
[411]
Gedikli. İslâm'da..., s.16, Krş. Arvası . Arvasi Abdülhakim, Türk İslâm Ülküsü,
İst. 1992, c.2, s.255, Beyaz, İslâm'a .... s.25. Güngör, Kültür
Değişmeleri...,s.78. '
[412]Sadri Maksudi Arsal.
"Milletlerin yaşayabilmeleri ve mensup oldukları millete bağlılığı ve
sadakatidir" demektedir. Bunu İkbal açısından düşündüümüzde mensub olduğu
İslam milletine bağlılık o milleti oluşturan ümmet şuuruna ermesini sağlar.
Bkz. Arsal, Sadri Maksudi, Milliyet DuygusununSosyolojik Esasları, İst. 1975,
s.63.
[414]İkbal,
P. Meşrık, s.39.
[415]R.
Bihodi, s. 56, Hicazli Sevgili: Hz. Peygamber kastedilmektedir.
[416] Ay m yer. '
[417]İkbal,
R. Bihodi, s.56.
[418]Burada
kastettiği mana: Peygamber sevgisidir.
[419]İkbal,
R. Bihodi. s. 56, Krş. Hııcurat, 13.
[420]Cavidname.
s.l 16. Krş. R. Bihodi. s.52.
[421]
İkbal. R. Bihodi. s.43.
[422]İkbal.
Cavidnamc, s.l 15, Bkz. Makyavelizm. Bolay, a.g.e.. s.157.
[423]İkbal'de
ümmetler topluluğu fikrine istinat eden bir milliyetçilik anlayışı var olduğu
görülmektedir.
[424]İkbal.
R. Bihodi, s.55.
[425]İkbal.
R. Bihodi. s.13.
[426]Beyaz,
İslâm'a .... s.3 i. Krş. Gedikli. İslâm'da..., s.28.
[427]Gedikli.
a.g.e.. s.28.
[430]"Müslüman ayrı bir Harem
(Kabe) inşa etmiştir. Uygarlık Azer'i (put yapan) de yeni yurtlar inşa
etmiştir. Bu yeni tanrıların en büyüğü
vatandır. Giydiği elbise ise
dinin kefenidir. (Bkz. Asrar, a.g. yer.) Krş.
İsmail Kara, Türkiye'de İslamcılık
Düşüncesi. İst , 1986, c.l, s.447.
3Hkbal, R. Bihodi, s.26.
[432]Asrar,
Doğudan..., s.73, Krş. R. Bihodi. s.27.
3İkbal, R. Bihodi, s.27.
34Doğan Mehmet,
Batılılaşma İhaneti, İst. 1986. s.9.
[433]Roger
Garaudy, İslam ve .... s.28.
[434]Turhan
Mümtaz, Garplılaşmanın Neresindeyiz, İst. 1967, s.46.
[435]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden ..., s.23-24, Krş. Geniş Bilgi için Gürkan Ahmet, İslam
Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, Ankara, 1965. s. 17, 416.
[436]Turhan,
Garplılaşmanın ..., s.47, Krş. Dini Düşüncenin ..., s.24,
[437]İkbal,
B. Cibril, s. 132. Krş. Cavidname, s.313. Krş. Gürkan, a.g.e.. s.466.
[438]İkbal.
Dini Düşüncenin Yeniden..., s.23-24, krş. Cavidname. 66-69.
[440]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden
....... 24. Krş. B. Cibril, s.59,
Garaudy,
İslâm..., s.28.
[441]Meryern Cemile. Batı
Materyalizmi Karşısında İslam, çev: Kemal Kuşçu. İst. 1962, s.48, Krş. Garaudy
a.g.e.. s.29.
[442]İkbal.
B, Cibril, s.59.
[444]İkbal,
B. Cibril, s. 192. Krş. Garaudy. a.g.e., s.29. Cemile, a.g.e., s.49.
[446]İkbal, B. Cibril, s. 132. Krş.
Cemile, a.g.e.. s.47, İkbal. Türkiyenin
uyanışını zevkle izlemiş ve diğer ülkelerinde örnek almalarını istemiştir.
[447]İkbal, Cavidname. s.315, Kış.
Cemile, a.a.e., s.47, Doaan, Batılılaşma .... s.32. " ‘
[450]Cavidname,
s.313.
[451]Safahat.
s.187.
[452]Turhan,
İslâm..., s. 23. Krş. Safahat, 185.
[453]Kabaklı Ahmet, Temellerin
Duruşması, İst. 1990, s.366. Turhan, a.g.e. s.57-66, Akif, a.g.e., s.442,
Ayrıca geniş bilgi için Bkz. Ülken Tiirkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi, s.200'.
[454]Eflatun. Devlet, çev:
Salahattin Eyüboğlu. Ali Cimcoz, İstanbul, 1975, s.121. ..
[455]Farabi, "El-Medinetül Fazıla", çev: Nafiz
Danışmen, İst. 1989, s.79, v.d.
[456]İbn Haldun,
"Mukaddime" çev: Zakir Kadiri Usan, İst. 1989, c.l. s.444.
v.d. "
59>Bkz.
Hakikat bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ve Ben Rabbinizim.
O halde bana kulluk edin (Enbiya, 92)
[458]îkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden.... s.210.
[459]Hucurat, 13,
[460]İkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden..., s.21 1.
[463]İkbal.
Darb-ı Kelim, s. 54, Esposito. a.g.e.. s,204.
[464]Mevdudi, Ebul-Ala. Hilafet ve
Saltanat, çev: Ali Gencel i, İstanbul, 1972 s.34.
[465]Esposito.
a.g.e., s.104.
[466]İkbal.
Dini Düşüncenin Yeniden..., s.211. Krş. Mevdudi, a.g.e.. s.31.
[467]E.
Hodi, s. 59.
[468]İkbal.
Dini Düşüncenin ... s.216, Krş. Esposito, Güçlenen. .. s.205.
[471]İkbal. R. Bihodi, s.23, Krş.
Farabi, a.g.e.. s.79.
[472]Kutub Muhammed, İslamda Fert
ve Cemiyet, çev: Mehmet Süslü, İst.
1985, s.208. Krş. R Bihodi, s.29.
[473]İkbal, R. Bihodi, s.9, Krş.
Kutııb. İslâmda. .. s.208. v.d. Farabi. Devlet .... s.49. Eflatun, a.g.e.,
s.92-117.
[475]İkbal. Cavidnanıe. s.31 3.
'İkbal, Cavidnanıe. s. 313. Kış. Hamidullah
Mu'nammed , İslam'da Devlet İdaresi, çev: Kemal Kuşçu, Ankara. 1979, s.91.
[478]İkbal. R. Bihordi. 12 v.d Krş
Cavidnanıe. (çiriş), s.34.
[479]Cavidname,
s.341, Bkz. R. Bihordi, s.12.
[481]İkbal,
Cevidname. s.341.
[482]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden..., s.261, Krş. Farabi. el Medinetül.... s , 80.
[483]Bkz.
peygamberlik s., 148 v.d.
[484]İkbal,
R. Bihodi, s. 35, Cavadname, (giriş) s.35. Krş. Akbulut, Nübüvvet.... s.63.
[485]Ahzab, 21.
[486]İkbal, R Bihodi, s.56,
[487]lkbal, R. Bihodi. s.56, Krş.
Hamidullah, İslâmda s. 94, İz Mahir, Din ve Cemiyet, Haz. Ertuğrul Düzdağ,
İstanbul, 1990, s. 58. Garaudy, İslam ve ..., s.22.
[488]İkbai, R. Bihodi. s.46.
[489]Aynı
eser, s.44.‘
[490] Aynı eser, s.45, Krş. En'anı 101, Ahkaf, 3, Enbiya,
30
[491]Bakara,
178, Krş. Garaudy. İslâm ve .... s.147.
[492]İkbal, R. Bihodi, s.49. '
[493]İkbal,
Aynı yer.
[494]İkbal,
R. Bihodi, s. 49, Krş. Kutub, İslâm'da ..., s.217.
[495]İkbal.
R. Bihodi, s. 49, Aynı yer, Krş. A. Hicaz, s.46.
[496]İkbal,
A. Hicaz, s. 45.
[497]Aynı
yer, Krş. Cavidname, s.138, D. Kelim, s.38.
[499] Aydın Mehmet, Fazlurrahman ve İslam Modernizm,
İslami Araştırmalar Dergisi, Ekim 1990, c.IV, sayı 4, s.273.
[500] Güngör, Erol, İslam'ın Bugünkü Meseleleri,
İst. 1991, s.8.
[501]Aydın,
a.g.m., s.273.
[502]Güngör, a.g.e., s.8. Krş.
Fazlurrahman, İslam, çev: M. Dağ, M. Aydın, İstanbul, 1992, s.297.
[504] İkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden .... s.201.
[505]Erol
Güngör, İslâm'ın .... s.9, Krş. M. Aydın, a.g.m., s.275, Fazlurrahman, İslâm,
s.297.
[506]Göngör,
a.g.e., s.10.
[507]Doğuştan
Günümüze İslam Tarihi. İst. 1989, c.XII, s.19.
[508]Fazlurrahman,
İslam, s.296.
[509]Fazlurrahman
aynı yer, Krş. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, İst., 1992,
s. 276.
[510]
Fazlurrahrnan, a.g.e., s.296, Krş. Güngör, İslâm'ın .... s.19.
[511]Hindistandaki S. Ahmet Han
(1817-1898) bunlardan biridir.
[512]Fahri,
İslâm Felsefesi..., s.301, Yurdaydın, İslâm Tarihi..., s.220-235.
[513]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden..., s.219. Krş. 227.
"5Ülken, Türkiye'de ...,
277, Krş. Nasr, S. Hüseyin, Batı Felsefeleri ve İslam, çev: Selahattin Ayaz,
İst., 1985, s.29.
[516]Aynı eser, s.19, 221, Krş.
Ülken, a.g.e., i.Tll.
[517]Yurdaydm, a.g.e., s.233, Krş.
P. Meşrık, s.80, Cavidname, s.290.
[518]Al-i
İmran, 119, En'am, 126, Krş. İkbal, Garaudy, İslâm ve .... s.51, Yurdaydın,
a.g.e., s.250.
[519]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden..., s.227. .
[520] İkbal, Aynı eser, s.216, Krş.
İbn Haldun, Mukaddime, c.ll, s.436, v.d.
[521]İkbal, Dini Düşüncenin ..., s.
213, Krş. İbn Haldun, Mukaddime, c.H, s.486, v.d. Yurdaydm, İslâm Tarihi ....
s. 331.
[522]Şeriati Ali, Biz ve İkbal,
çev; Ergin Kılıçtutan, İst. 1988, s. 144, vd. Krş. Fazlurrahman İslam ve
Çağdaşlık, s.172.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar