Print Friendly and PDF

Büyük mütefekkir Dr. MUHAMMED İKBAL Hayatı, Şahsiyeti ve FİKİRLERİ 2

Bunlarada Bakarsınız

D- MUTLAK HAKİKAT VE BENLİK FELSEFESİ

Günümüz İslam Tefekküründe önemli bir merhale olarak kabul edilen benlik felsefesi, İkbal'in felsefi düşüncesinde önemli bir yer tutar. Bu düşüncenin temelleri bir yandan İslam Düşüncesi kaynaklarına dayanırken, öte yandan çağdaş felsefeye ve batı düşüncesine dayanmaktadır.

1-   Benlik Kavramı

İkbal, Farsça yazdığı eserlerinde hodi[1] [2] [3] [4], İngilizce eserlerinde ise self veya ego152 kelimelerini kullanır134. Aslında bu kelime İslam Düşüncesinde filozofların "nefs" dedikleri varlıktır[5]. Nefs, ene, can, hayat, kendi[6], şahıs[7], özbenlik[8], Ruh[9] gibi manalarda kullanılmaktadır. Benlik; kişinin kendisi için edindiği şuurluluk[10], insanın kendi beni üstündeki şuurlu bilgisi[11] gibi tanımlarla açıklanmaktadır.

"Hodi", "nefs" veya "benlik" kelimeleriyle gurur öfke, vs. olan enaniyet duygusuyla hiçbir ilgisi yoktur[12] [13].

İkbal'in düşüncesinde iki türlü benlik fikri vardır. Birincisi, İkbal'in "ego" dediği ve felsefi bir mana yüklediği benlik: Buna göre, kainatla bulunan bütün varlıklar, insandan Allah'a atomdan dünyaya her varlık bir "ben"dir. Bu düşüncede her insan müstakil bir hüviyete sahip bir "ben"dir. Varlık mertebeleri arasındaki yeri ne kadar aşağı bir seviyede bulunursa bulunsun, her atom bir bendir. Dünya da bir "ben"dir. Allah ise "Mutlak Ben" dir162. İkincisi, tasavvufi manada lir benlik anlaşıyıdır: "Nefsini bilen Rabbini bilir"[14] sözünden hareketle insandan ve insani tecrübeden yola çıkarak, insanın kendi varlığını tanıması, kendine güvenmesi kendi kendisine saygı duyması, kendi imkan ve kaabiliyetlerini ortaya koyması çabasına girmesidir. İkbal'e göre buna benliğin geliştirilmesi denir. Benliğin geliştirilmesi için insanın bir çok tasavvufi merhalelerden geçmesi gerekmektedir[15].

2- Nefs ve Benlik Münasebeti:

İkbal'in "hodi" veya "ego" dediği, İslam filozoflarının "nefs" dediği varlıktır. Mutasavvufların bu varlıktan anladıkları insanın kötü vasıfları ile yerilen huy ve fiillerdir[16].   .

Kur'amı Kerim'de "nefs" kelimesi bir çok manalara gelmektedir. Zatullah[17]. insan ruhu[18], kalb. cıdr[19], insan bedeni[20], insan, hayvan, canlı, cansız gibi varlıkları hep birden ihtiva eden "zat"[21] [22] [23] [24], cins[25] manalarına gelen bir çok ayetler bulunmaktadır17-7. Ayrıca "nefs" deyince genellikle tasavvufi kültürde umumiyetle ihtiva ettiği mana: İnsan bedeninde bulunan bir cevher olup insana kötülüğü ve fesadı emreden bir kuvvettir. İnsanı devamlı fenalığa sürükler, bu hususta teşvikte bulunur. Bu sebeple de bu nefs kötülenen ve aşağılanan bir şeydir. Ahlak kitapları ve tasavvufi düşünce buna muhalefet etmeyi telkin eder' 74. Kur'an-ı Kerim'de bu nefsin insanı kötülüklere sevkettiğine dair Yusuf suresinin 53. ayetinde işaret vardır.

İslam filozofları nefsin mahiyeti hakkında değişik görüşler ortaya atmışlardır.Mesela İbn Sina'nın nefs hakkındaki görüşleri fizikle metafizik arasında bir köprü durumundadır. Bir kısım eserlerinde tecrübi bir nefs psikolojisi, bir kısım eserlerinde ise, tasavvufi bir nefs psikolojisi yapar. İbn Sina nefsin cevherli!iğini savunur175. Kendinden önceki filozofların düşüncelerinde olduğu gibi nefs. bedenin hareket ettirici bir kuvvetidir.

Yine kendisinin yazdığı bir kasideye göre nefs. yüksek bir alemden bedene düşmüştür. Ancak söz konusu olan düşüş insanı nefstir. Bu nefs için bedenle birleşme olayı adeta kafese girmek gibi bir şeydir176. İbn Sina nefsi, bir manada tabii cismin olgunluğu olarak değerlendirirken diğer bir manada da bedeni istekleri harekete geçiren bir cevher olarak nitelendirir. Nefs bedenin iyiliği için özellikle, yaratılmıştır; kendisiyle birleşeceği beden yaratılmadan önce var değildir ve şahsi varlığı yoktur. Bedeni maddenin var olmaya başladığı andan itibaren nefis adıyla var olmaya başlar177. İbn Sina'ya göre nefsle ruh ayrı şeylerdir. O'na göre ruh, bedeni ve nefsi kuvvetlerin ilk bineği olup ruhani ve latif bir cisimdir178.

Filozoflar nefs kelimesi yerine "ruh" kelimesini hemen hemen hiç kullanmazlar. Gerek Kur'an-ı Kerim'in nefs kelimesine yüklediği manalar gerekse Hadis-i Kutsi'de geçen "Nefsini bilen Rabbini bilir" ifadesi İkbal'in nefs veya benlik kelimesine yüklediği manaya uygunluk arzetmektedir.

İkbal'in kullandığı ve "benlik" denilen, "ego" veya "hodi" kavramı müslüman filozofların kullandığı nefs kavramına [26] [27] * [28] yükledikleri manalara benzemektedir[29]. Bu bölümde, ayrıca, İkbal'in Müslüman filozofların fikirlerinden hareketle çağdaş feslefeden de yararlanarak günümüzde büyük bir merhale olarak kabul edilen benlik kavramına yaklaşımını inceleyeceğiz. Şunu belirtmekte fayda vardır: İkbal'in benlik felsefesi oldukça geniş kapsamlı ve o derece diğer meselelerle içiçedir. Biz ise bu konuyu sadece çalışmamız çerçevesinde değerlendireceğiz.

1-    Mutlak Hakikat ve Ego'nun Mahiyeti:

İkbal'in mutlak hakikat fikri hayatı boyunca biraz değişikliğe uğramıştır. Özellikle doktora tezinde rastlanan vahdeti vücudcu fikirlerinden olgunluk çağında vazgeçtiği ve gittikçe Allah'ın şahsiyet oluşuna kanaat getirdiği görülmektedir[30]. İkbal'e göre Allah bir "Ego" dur ve O'nun şahsiyet oluşu, Kur'an'da kendisine verilen "Allah" isminden ve İhlas suresinin tavsiflerinden belirmektedir. Hatta Nur suresinin otuzbeşinci ayetindeki Allah için "Nur" ve "ışık" kelimelerinin kullanılması ışığın nitelik ve nicelik bakımından Mutlak Zat'a en yakın olduğu Ona en çok benzediği söylenebilir. Işık sürati bizce malum olan en yüksek sürat olduğu için, bir nur remzi Allah'ın hir mekanda bulunmasını değil, mutlak olmasını ifade etmektedir[31] .

İkbal'e göre "Mutlak Ego", "ene" veya "benlik" aslında Mutlak Hakikattir. Bu mutlak hakikat ile dünya arasındaki münasebet nasıl tarif edilebilir? Bu dünya Allah'ın yaratmış olduğu gerçeklik ve tecrübelerimizde hakiki olduğuna göre Mutlak Hakikat ile münasebeti nasıl olacaktır? İkbal'e göre kainat: Eflatun için ideler nazariyesi gibi bir "hayal"[32] veya Hint düşüncesindeki gibi bir "maya" değildir[33]-7. Alem, her anda genişleye'n muayyen bir hedefi olan organik bir külldür[34] Alem de bir egodur. Mutlak Hakikat kendini hem bu egoda hemde her küçük varlığın tabiatında göstermektedir. Bu nedenle ilahi Hakikat her şeyde aşkındır. Tecrübelerimizin bütün gerçeklerine dayanarak mutlak hakikatin faaliyetlerine iyice baktığımızda Mutlak Hakikat'ın akıllıca yönetilen yaratıcı bir hayat olduğu gerçeğini görürüz. İlk bakışta bu görüş belki Vahdeti Vücd fikri gibi görünse de bu Vahdet-i Vücud'un tarifi değildir[35]. Schimmel'in de belirtiği gibi hem Mutlak Ego hemde diğer küçük varlıklar hakikidirler. İnsan ve Dünyalar Allah'ın muhayyilesinde değil, O'nun varlığında mevcut oldukları için gerçek şahsiyeti yani "ego"yu haiz oluyorlar[36].

İkbal'e göre bu ego görünmezdir. Halbuki bununla beraber ispat istemez çünkü güneş gibi bellidir. En ufak varlıklarda bile atomdan alemleri yaratan Allah'a kadar herşey Ego sahibiir. Her zerrede Ego'nun kudreti bulunmaktadır[37]. Varlıkların her seviyesinde muayyen Ego'lar mevcuttur. Egolar kemali, yalnız ferdiyet ölçüsüyle ölçülür. Her ego. kendisinden daha yüksek olan bir ego haline gelmeyi hedeflemektedir[38]. İkbal'in bu fikirleri Nie.szche'nin Ebedi Dönüş teorisinde yer alan iktidara ihtiras fikrinden etkilenmiştir. Çünkü Nietsche'ye göre, evrenin alınteri olan insan evrenin anlamıdır. O, yaratmak, evreni aydınlatmak, çağdan çağa. sıçramaya yoğunlaşan bir güçtür. Yani "üst insan"çjır. Nihayet evren büyük mücadeleler sonucu bu insanın sorumluluğunda kalacaktır[39].

İkbal'e göre Ego, büyüyüp genişlemek için başka daha zayıf varlıklara hayatını benimsemektedir ve böylece derece derece kemalleşecektir[40]. Çünkü her Ego'nun içinde sonsuz imkânlar gizlidir. "Sen kendine bak, elim eteğim boştur diye üzülme; Senin göğsünde dolunay var"[41]. İkbal'in bu fikirlerinin asıl menşeini biz Mevlana da görmekteyiz. "Ben cemadattaridım öldüm, yetişip gelişen bir varlık nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim. Hayvanlıktanda geçtim. Hayvanken de öldümde insan oldum. Artık ölüpte yok olmaktan ne korkayım[42]. Buradaki cemad, nebat, hayvan ve nihayet insan olma olayı tenasüh fikriyle karıştırmamak gerekir. Çünkü insan canlıların en mütekamilidir. İnsan ana ve baba menisinden meydana gelir. Bu meni ise, yedikleri şeylerden yani, cemad, nebat ve hayvani unsurlardan meydana gelmiştir. Dolayısıyla insanın varlık sahnesine çıkması, bu merhalelerden geçerek devrini tamamlamasıyla gerçekleşir.İkbal, bu inkişaf fikrini bir çok şiirinde dile getirmektedir.

İkbal'e göre her ego, bir ferdileşmeye doğru yol almaktadır. Bu ferdileşme insana gayet büyük imkanlar açtığı gibi yine onun için büyük tehlikeler ihtiva etmektedir. İşte bu noktada ikbal, Kur'an-ı Kerim’in ifade ettiği dağlara, yer ve göklere teklif edilen, fakat yalnız insan tarafından kabul edilen emaneti görmektedir19-’ -Egonun mesuliyetleri ve her tarafa açık olan imkanları yalnız insanda bulunmaktadır[43] [44] [45]. Mutlak Egonun ferdiyeti konusuna geçmeden önce burada insanın benliği konusunu noktalamak durumundayız. Çünkü bu konu ilerki kısımlarda ele alınacaktır.

îkbal, dini tecrübelere dayanılarak elde edilen bilginin ve verilen hükmün akıl ve idrak ölçülerine de uyduğunu savunur193. Bu nedenle bütün tecrübelerin nihai temeli "ego" dediğimiz uzağı görebilen ve yaratıcı yeteneği olan bir irade, olduğu gerçeği görülür. İşte bu Mutlak ego için yegane kişiliğini gözönünde bulunduran K, Kerim; "Allah" adını kullanmıştır. K. Kerim Allah'ı şöyle tarif etmektedir: "De ki; Allah tek'tir. Herşey O'na dayanır. O, doğurmamıştır, doğrulmam ıştır. Hiçbir şeyde O'na benzemez" (İhlas, 1-4).

Ancak bu suredeki ferdiyet tam olarak anlaşılması kolay değildir. İkbal'e göre ferdiyetin bir çok aşamaları vardır. Hatta insan bile tam kemaline erip son şeklini almış olan birliğinde de ifadesini tam olarak bulamamıştır. Onun için kamil fert veya kişinin tenasülün kurallarından üstün tutmamız gerekmekledir, Kamil Ego'nun bu özelliği, Kur’an-ı Kerim'in Allah kavramı ve anlayışındaki en temel unsurlardan biridir[46].

Acaba Allah'a ait olan bu ferdiyet sonlu olmayı ve geçiciliği ifade eder mi? Eğer Mutlak Hakikat bir Ego ve dolayısıyla bir fert ise. O'nun ebedi veya sonsuz olduğunu nasıl tasavvur, edebiliriz? İkbal'e göre Cenab-ı Hakk'ın ebediyeti veya sonsuzluğu, mekana ait bir sonsuzlukla kıyas edilemez. Çağdaş bilime göre tabiat dünyası ne sabit ve sakin ne de sonsuz bir boşlukta duran bir şeydir. Aksine birbirine bağlı olayların bir oluşumudur[47]. Mutlak Zat'ın yaratıcı faaliyeti ancak zaman ile mekan açısından yorumlandığı takdirde anlaşılabilir. Zaman ve mekan, Mutlak Ego'nun çeşitli imkanlarıdırlar ki, bunları biz kendi matematiksel zaman ve mekan kavramlarıyla kıyas ederek bir ölçüde kafalarımızda canlandırabiliriz[48].

Mutlak Zat, ne mekani sonsuzluk anlamında sonsuz, ne de mekan açısından sınırlı ve vücut bakımından diğer bütün insanlardan ayrı olan biz insanlar gibi sonsuz ve geçicidir. Zat-i Hakiki'nin yaratıcı faaliyetinin sonsuzluğu, O'nun iç imkanlarına dayandığını belirten İkbal, evren, O'nun ancak cüz'i bir ifadesidir. Cenab-ı Hakk'ın ebediliği ve sonsuzluğu kapsamlı değil, yoğundur[49].

İkbal, Mutlak Hakikat'i bir "ego" veya "benlik" olarak tahayyül etmektedir. Mutlak Ego'dan ancak egolar doğar diyerek Mutlak Zat veye Ego'nun yaratıcı kudreti -ki onda amel ve fikir aynıdır- "ego" birliği olarak çalıştığını belirtir[50]. İkbal'e göre Dünya'da bir egodur. O, bunun ispatın şöyle yapmaktadır: "Dünya madde atomu değidiğimiz mekanik hareketten, insan kişiliğindeki serbest fikir hareketine kadar, bütün ayrıntılarıyla "Büyük Benlik"in kişiliğinin belirtisidir"[51] .

İkbal'e göre İlahi Kudret'in her zerresi, vücut terazisindeki yer, ister yüksek ister aşağı olsun, bir "ego"dur. Benliğin niteliğinin ortaya çıkışında derecelerin varlığından söz eden İkbal, insanın kişiliğinde benlik, kemale erene kadar yükselir. Bundan dolayıdır ki, Kur’an-ı Kerim'de Mutlak Hakikat insana şahdamarından daha yakındır[52]. İşte biz ilahi hayatın durmadan akan selinin içinde, inci teneleri gibi yaşamakta, hareket etmekte, vücud bulmaktayız[53].

İkbal'in benlik felsefesi, bize 17. yüzyılda ortaya atılıp tartışılan "töz" meselesini hatırlatmaktadır[54]. Özellikle Leipniz'in felsefesinde de var olan töz anlayışı etkin kuvvet manasında olup maddi olmayan bir kuvvettir. Bunun içinde yer kaplama töz'ün öz niteliği olamaz[55]-5. Leipniz kendi felsefesinde tözleri monad'lar diye adlandırır[56]. Leipniz'e göre monadlann sıra düzeninde en aşağıda bulunanı karışık tasarımlı ve pasif olan maddedir. En yukarıda bulunanı da Tanrı'dtr. En yüksek monad bir tanedir. Tanrımın altında sıralanan monadlann sayısı ise sonsuzdur.

Görünüşte İkbal’in "Ego" dediği varlık. Leipniz'in "monadlar" dediği varlıklara benzerlik arzetsede özde birbiriyle bağlantıları olduğu söylenemez. Ancak. İkbal'in "Mutlak Ego"dan ancak egolar doğar ve Mutla Ego'nun yaratıcı kudretinden meydana gelen tüm kainatın ve varlıkların da birer ego olduğunu, Dünyanın ve insanında birer ego olduklarını savunur-07. İkbal'in fikrine karşılık Leiphiz'in Monadları maddeden Tanrıya sırasıyla eh altında karışık maddeler, en üstünde Tann'nın bulunması, İkbal'in Leiphiz felsefesine yaklaştığı söylenebilir[57] [58]. Ayrıca İkbal'in "ego" su herşeyin iç imkanları olup, uzağı görebilen ve yaratıcı yeteneği olan bir iradedir[59].

Leipniz'in ve Monad'ı ise, en üstteki Tanrı, herşeyi bilen en yüksek monaddır. O bütün evrenin her bir andaki durumunu tam bir açıklık ve seçiklikte bilir[60].

Leipniz'in monad fikrinde önceden kurulmuş uyum fikri vardır. Yani monadlar önceden kurulmuş bir uyumla -İkbal'in deyimiyle önceden olmuş bitmiş bir planın uygulanması- hareketle monadlar kesin bir zorunluluğa bağlanmaktadır-11. Halbuki İkbal'in yaratıcı faaliyetinde Mutlak ego önceden olmuş bitmiş bir planın uygulanması değil, her şeyde yeniden bir doğuş rüyası yatmaktadır[61] [62]. Dolayısıyla Leipniz'in monadlanndaki Determinizm fikri İkbal'in hareket felsefesine özde uygun düşmemektedir.

2-    Mutlak Ego ve Varlık Münasebeti:

Fatır suresinin birinci ayetinde zikredilen: "O yaratışta dilediğini ziyade eder" ifadesine bağlı olarak. İkbal'in felsefesinde ifadesini bulan Mutlak Ego, her an yem imkanları kuvveden fiile çıkaran güçtür[63] .

Modern bilimin verilerine göre evren, mütenahi ama hudutsuzdur yani kainat devamlı gelişme halindedir[64]. O halde Mutlak Ego ile varlık arasında ne gibi bir ilişki söz konusudur? Varlık'ta bir ego olduğuna göre, Mutlak Ego ile arasında nasıl ve ne gibi bir münasebet vardır?

• İkbal'e göre, istikbale ait bütün imkanlar Mutlak Ego'da zaman açısından bir tek onda mevcutturlar[65] . Yaratılış dediğimiz şey, bu imkanların tahakkuk edip de zaman ve mekan ölçülerine tabi olmasıdır. Daha öncede belirtildiği gibi, Allah'ta mevcut olan zaman serisizdir; yani bütün zaman ve vukuat orada bir tek halde ihtiva edilmektedir. Biz ise yaratılış sayesinde yalnız seri halinde geçen ve birbirini takip eden

anlardan ibaret olan zamanı görüyoruz[66]. Kindi, risalesinde zamanı harekete bağlıyarak, "hareket varsa, zamanda Vardır, hareket yoksa zamanda yoktur" demektedir[67].

İkbal Mutlak ego ile varlık arasındaki münasebeti, yaratıcı faaliyetin dinamizmine ve varlıkların tekamülüne dayandırmaktadır. Aynı zamanda, varlıklarda olduğu gibi insanın da tarihi ilerlemesine, onun gelişip yükselmesine en büyük kıymeti vermektedir. Çünkü Kur'an-ı Kerim e göre insan, bir oyun ve eğlence için yaratılmış değildir[68]^. O halde Mutlak Ego'nun yarattığı tüm varlıklar -insan gibi- kemal sahibi olmak için bir hedefe doğru, muayyen bir maksada doğru yol almaktadır. Ancak bu yol alış, belirli bir zamanda son bulacaktır. Buna kıyamet denir[69]. Böyle bir son, bütün peygamberlerin vahiy ifadelerinde söz konusudur. Ego her ne kadar serbest ve yaratıcı,olursa olsun yine bu sona bağlı kalır. Halbuki bu bağlılık kuru ve sert bir esaret demek değildir; Mutlak Ego, diğer egolara kendi imkanlarını mümkün olduğu kadar geliştirmek fırsatını verir. Bir taşın inkişaf imkanları başkadır, bir iptidai kabileye mensup insanın inkişafı başkadır, kültür seviyesi yüksek bir insanın inkaşaf imkanları başkadır. Her birisi kendi çerçevesinde serbesttir. Çünkü Her Ego kendi içinde mevcud olan kanunlara göre inkişaf etmektedir[70].

5-    Benlik ve İnsan:

Kur'an-ı Kerim, insanın ferdiyet ve eşsizliğini önemli belirtir. Ayrıca bir kişinin diğerinin yükünü taşımayacağını ve sorumlu olmayacağı gibi[71] . Kendi şahsi çaba ve gayreti neticesinde elde ettiği şeyleri hakettiğine yetki vermektedir[72] [73]. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim keffaret fikrini reddetmektedir.

Kur'an-ı Kerim'de insanın üç Önemli özelliği zikredilmektedir.

1-   însan, Allah'ın seçtiği en iyi ve en şerefli yaratıktır222.

2-    İnsan bütün kusurlarına rağmen Allah'ın yeryüzündeki naibi ve temsilcisi kılınmıştır[74].

3-    İnsan kendisini tehlikeye atarak kabul etmiş olduğu hür şahsiyetin emanetçisidir.[75] $

İnsan, Allah'ın yaratmış olduğu eşsiz bir yaratıktır. Onu kainattaki diğer yaratıklardan herhangi birisi gibi ele alarak yapılacak herhangi bir araştırma yanlış olacaktır[76]. İster insan, mekanik ekol gibi bütün hayat fenomenleri otomatik bir alete benzeterek incelensin, ister organik bir yapı olarak biyolojik ve fiziki yapısı incelensin, eksik olacaktır. İnsanın hayat devresinde benliğinin önemli rolü vardır[77]. Bu önemli rolleri; Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle, Allah'ın insan yaratacağına dair haber vermesi--8, Allah'ın meleklere insana secde ettirmesi’-9. Gökleri ve yeri O'nun emrine amade kılmış olması’30. Allah'ın iradesini insanın iradesi ile gerçekleştirme planına sokmuş olmasıdır: "Şüphesiz ki bir kavim kendini değiştirmedikçe, AHah'da onları değiştirmez"[78] [79] [80] [81] .

İnsan bir takım istidatlarla donatılmış bir varlıktır. Bu istidatların en belirgin olanı bilgi ve koruyucu gücüne sahip olan irade kabiliyetidir. İnsanın aynı zamanda zaaf noktaları da mevcuttur. Mesela; Şehvet ve arzusu vardır. Allah'a verdiği ahdi unutup doğru yolu hatırlarmyacak ve Allah'ın ayetlerini inkar edecek derecede zaaf noktaları vardır. Yani insan hem en üstün mertebeye çıkabilecek güçtedir henıde en alt tabakalara düşecek kabiliyettedir[82].

Öte yandan insan benlik şuuruna sahip bir varlıktır; Yani insan birtakım zihin veya ruh halleri içinde bulunan varlıktır. Bağımsız benler olarak her bir fert, düşünen, inanan, acı çeken, ümit ve gayeleri olan birer varlıktır[83].

O halde "Ben tecrübesi" halden hale geçen ve durup dinlenme bilmeden değişen sürekli bir oluşum içinde akıp giden bir tecrübedir. İşte ikbal'e göre ben veya benlik, zihin halleri diye adlandırılan olayların birliği olarak kendisini ortaya koyar[84].

İnsani benliği oluşturan bu şuur halinin kendine has bazı özellikleri vardır. Bunlardan bir tanesi; zihin halleri veya şuur muhtevalarının birbirinden ayrı ve kopmuş olmamalarıdır. Çünkü bunlardan biri diğerine nüfuz eder, biri ötekini açıklar. Bedenimiz bir mekana bağlıdır. Ancak zihin halleri böyle bir bağımlılıktan uzaktır[85].

Benin bir başka önemli özelliği de, onun sonlu olmakla beraber bağımsız bir merkeze sahip olmasıdır. Benler arasında sıkı bir münasebet örgüsü vardır. Halbuki hiçbir ben bir başka benin tecrübesini yaşayamaz. Ancak benler arası münasebetin kurulabilmesi için ferdiyet ve bağımsızlık fikrinin kabul edilmesi şarttır[86].

Ben'in faaliyet halindeki seyri iç tecrübeyi oluşturur. Tecrübe, herhangi bir şeyi vurgulayan kanıtlayan fiillerdir. Bu bakımdan kendilerine mahsus bir varlığa sahiptirler. Her şey hareket helinde olup zamansız hiçbir hareket meydana gelmez. Dolayısıyla iç tecrübemize dayanarak şuurlu varlığın zaman içinde hayat olduğunu söyleyebiliriz[87]. İkbal, "şuurlu tecrübemizin açıklanması bizi benliğe ulaştıracak tek yoldur"[88] demektedir. Dolayısıyla biz benliği anlama düşünme ve isteme fiillerinde idrak etmekteyiz. O halde benlik: Kişisel duygulardan müteşekkil olup düşünce sisteminin bir bölümünü oluşturur. Düşüncenin her titreyişi, ister mevcut, ister geçmiş olsun, bilen ve hatırlayan bölünmez bir birliktir. Mevcud titreyişin geçici titreyişi daha sonraki titreyişin de gecici titreyişi tasarruf etmesi olayı "benlik"tir.

îkbal'in düşüncesinde benliğin hayatı kendisinin çevreyi, çevreninde kendisini istila etmesinden doğan bir gerginlik içinde geçer. Bu sebeple, benlik, karşılıklı saldırıların yapılmakta olduğu arenanın dışında kalmaz. Aksine benlik, bu arenada yön veren bir enerji olarak durur ve kendi tecrübesiyle şekillenir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de, benliğin bu sevk ve idare görevini şu -şekilde açıklar: "Deki, Ruh Rabbimin emrindedir bu hususta size pek az bilgi verilmiştir"[89]. Burada "ben"in yön verici özelliğine işaret edilmektedir. İkbal, bu ayeti yorumlarken Kur'anda geçen "halk" ve "emr" kelimelerinin anlamlarının farklılığına işaret eder. Her ikisi de Yaratıcı Kudret'in alemle olan münasebetini dile getirir. Halk yaratmadır[90] ortaya çıkarmadır. Emr ise yön vermedir[91]. Kur'an-ı Kerim, "Halkın da, emrin de Allah'a mahsus olduğunu"[92] belirtiyor. Yaratıcı Kudret'in emrinden olan ruhun asli mahiyeti, yön verici olmasıdır. Böyle bir özelliğe sahip olması onun tek ve muayyen bir varlık olmasını gerekli kılar[93].

îkbal, hakiki şahsiyetimizin bir "şey" değil, bir "amel" olduğunu savunur, Kur'an-ı Kerim'deki: "De ki, herkes yaratılışına -kendi asli tabiatına- göre davranır. Rabbimiz kimin daha çok hidayet üzere olduğunu en iyi bilir"[94]. Ayette geçen "Ye'melu" (davranır) kelimesine dikkat çeker. Dolayısıyla Ben'in tecrübesi, birbiriyle bağlantılı olan ve yön verici bir gaye tarafından birlik içinde tutulan fiiller dizisidir. Onun bütün realitesi, yön verici davranışında saklıdır. Bu durumda benim kişiliğimi mekanda bir şey veya zamana ait düzen içinde bir takım tecrübeler olarak idrak edemezsiniz. Ancak verdiğim hükümlerde, iradeli davranışlarımda, gaye ve ümitlerimde aramak, anlamak ve takdir etmek zorundasınız[95].

Benlik ve kişilik kavramlarının tahliline dayanarak felsefe yapmak, İslam düşünce tarihinde yeni değildir. Fakat bunu daha çok yirminci yüzyılın başlarından itibaren sıkça gündeme getirildiğini görmekteyiz. Özellikle Avrupa ve Amerika'da mantık ve dile dayalı felsefe ile birlikte insanla ilgili problemlerin ağırlık kazandığına şahit olmaktayız. İkbal'in batıyı çok yakından tanıyan bir kişi olarak, bu gibi felsefi çalışmalara ilgisiz kaldığı söylenemez. Dolayısıyla O'nun bu çalışmalardan etkilendiğini görmekteyiz[96]. Öte yandan şahsiyetlerini kaybeden, sömürge durumuna düşen müslümanların tekrar benliklerine kavuşmaları için İkbal'in bir çabası olarak da değerlendirebiliriz.

a- Benliğin Özellikleri

aa- Kendini Bilme

tkbal'in Hadis-i Kudsi olarak kabul ettiği, "Nefisini bilen Rabbini bilir"[97]. Sözünden hareketle benliğin önemli özelliği olarak benliğini bilmeyi ve onun şuurunda olmayı kabul eder. Benliğini bilen insan hiç bir müşkülattan çekinmez acı olan bile ona tatlı gelir. Vücud kalıplarının da çerçevesinden kurtularak kendisine nasip olanı kendi kuvvetiyle bütün alemden söküp alır[98]. "Ben'i bulmamak mevcud olmamak demektir. (Onu) bulmak, kendini kendine vermek demektir"[99].

İkbal'e göre; kendini bilmekle beraber ruhunu ve kalbini tamamen Allah'a teslim eden, içindeki imkanları geliştiren insan canını, her an yeni kuvvetlerle dolu Allah'tan alıyor. Bu ruhani inkişaf olmazsa, can, maddileşerek vücudla beraber ölür[100].

İkbal, hayatın kemalini istiyenlere kendi benliğini tanımasını öğrenmeyi, kendini tetkik etmeyi tavsiye etmektedir. Böylece cihanı bir yudum su gibi içebileceğimizi ve aşağı yukarı mefhumlarından kurtulabileceğimizi belirtir[101].

ab- Kendini Ortaya Çıkarma

İkbal'e göre benliğin bir başka özelliği; Her benliğin derinliklerinde kendini ortaya çıkarma arzusu yatmaktadır. Böylelikle hangi seviyede olursa olsun her benlik mutlaka bu arzuyu taşır ve kendini ortaya koyma arzusuyla yanıp tutuşur. Çünkü İkbal'e göre, bu dünyada her şey kendini gösterme gayretinde olup ilahi bene ulaşma çabası taşımaktadır. Fakat bu arzuyu kaybeden her şey, hatta, hayat bile ölümdür. Her hangi bir benliğin kendini ortaya koyma arzusu kuvvetli olursa bu benlik ilahi meziyetlere erişir, ancak zayıf olursa gelişememiş bir tohum gibi cılız kalır[102].

ac- Benliğin bir gayesi olmalı

İkbal benliğin çeşitli gayelerinden söz eder. Benliği bir nur noktasına benzeten ikbal, bir avuç topraktan başka bir şey olamayan şu varlığımızın hayat kıvılcımı olduğunu söyler. İşte bu hayat kıvılcımını harekete geçirmek için benliğin yüksek maksatları, hatta ulaşılması uzun zaman alacak ama benliğe zevk ve şevk verecek gayeleri içinde taşımalıdır[103]. İkbal'e göre bu yüksek gayeleri; muhabbet[104] devamlı faaliyet[105], yaratma lezzeti[106], tehlikeler içinde yaşamak[107] gibi İkbal'in düşüncesinde benliğin gayeye ulaştırmak için harekete geçiren maksatlardan sadece bir kaçıdır.

ad- Hakkın Huzurunda Kendini Yoketme

Yaşamak; İkbal'e göre bir benlik sahibi olmak, insanın içinde bulunan bu ölmez kuvvetini en mükemmel şekilde geliştirmek demektir. İnsanın kıymeti yalnız bu benliğe bağlıdır. Bir küçük benlik -insan-, Mutlak Benliğin karşısında durabiliyorsa bu fani dünyada, geçici zamanda değil, ezeli ve ebedi "şimdi"de yaşamaktadır[108]. Benlik sinemiz ortasında bir meşale olup "gayr"den gayrı, fakat gayra bağlıdır. Yani kendinde kaybolup "gayr" ile birleşmiştir[109].

İkbal'e göre iyi bir benliğe sahip kişi, maddi manada hak huzurunda yokum der; kendini yok eder. Batıl karşısında ise bütün varlığı ile ortaya çıkar ve kaya gibi sert durur. Yine İkbal'e göre hakkın huzurunda kendini yoketmek; aşk ateşi ile tefekkürünü yoğurarak "niyaz" makamından "naz" makamına çıkmakla mümkündür. Ayrıca haktan korkmak imanın özelliğindendir. Ancak haktan başkasından korkmak ise gizli şirktir[110].

b- Benliğin terbiyesi

İkbal'in düşüncesinde Benlik Felsefesi önemli bir yer tutar. Benlik konusunda felsefi, psikolojik, metafizik alanlarda her yönüyle yeni fikirler ortaya koymuştur. İkbal, bu konunun bize göre asıl önemli noktası olan tasavvufi yönünü de ihmal etmeyerek bu açıdan da kendine göre yeni bakış açısı getirmiştir.

Kainatta hep görünen şeyin benliğin eserlerinden olduğunu söyleyen İkbal, benliğin zatında yüzlerce cihanın gizli olduğunu belirtmektedir[111]. İkbal, benliğin terbiyesine ve kuvvetlenmesine ayrı bir ihtimam gösterilmesini ister. Çünkü benlik, kendine bakan, kendine inanan, kendine sahip olan bir varlık ise ölüm dahi onu mahvetmeye muktedir olamaz[112].0, bu konuda şöyle der: "Bir avuç topraktan cayır cayır yanan ateş meydana getirmek ancak benlik terbiyesi ile kabildir"[113]. İkbal, Esrar-ı Hodi'de benliğin terbiyesi, ve ruhani yücelişin üç basamaktan geçtiğini belirtir.

ba- İtaat

İkbal'e göre benliğin terbiyesi için ilk merhale itaattir. İnsan vasfını haiz olmayan, eğer emre itaat ederse insan olur[114]. Fakat haddi tecavüz edip isyan ederse çörçöp menzilesine düşer. İkbal'e göre manevi yükselişi gerçekleştirerek ay'ı, Süreyya yıldızını ele geçirmek isteyen bir takım usul ve kaidelere uymak mecburiyetindedir. Çünkü her şeyin iç yüzü, bir usul ve nizam ile kuvvet kazanmıştır. İtaat ile mükellef olan insan Allah'ın koyduğu usul ve nizamdan şikayet edebilir. Bu gibi kimselere İkbal, şikayet etmemelerini ve Peygamber a.s .'in koyduğu şeriat hududundan dışarı çıkmamalarını tavsiye eder[115].

İkbal'e göre kainattaki bütün varlıklar itaat etmektedir ve her şey, görevini en iyi şekilde yapmaktadır; Deve, hizmet eder, sabreder, sahralarada yorulmadan yürür, yük taşır. Kendi sırtına binen insanlardan daha sabırlıdır. Yıldızlar, bir usul ve nizam içinde kendi yörüngesinde başını eğerek itaatli bir şekilde döner durur. Yeşillik, mevsimi gelince yerden bitmeye neşvü nema bulmaya kendini mahkum hisseder. İşte bütün bunlar usul ve nizam içinde kendi vazifelerini yaparak itaate çalışırlar. İkbal'de insanlara şöyle seslenerek onlarında itaat etmesini ister; "Ey gafil insan itaate çalış, ihtiyar cebirden vücuda gelir" "Gel ey eski kanunun hürriyet verdiği insan, bu gümüş zincirle ayağını süsle"[116].

bb) Nefin Zaptı

Nefis deveye benzer, hep kendini düşünür, kendi benliğine tapar, kendi başına buyruktur. İkbal'e göre nefsine söz geçiremeyen insan başkalarına kul olur. İkbal, bu durumda nefsin dizgininin eline almayı tavsiye ederek kişi çakıl taşı olsa dahi nefse hakimiyetle inci haline gelir demektedir[117]. İnsan, korkulardan ve sevgilerden meydana gelmiştir. Su ve çamurun karışımından oluşan varlık, daima nefsine düşkündür. Nefis, kendi mayasını beslemek peşindedir. Bunun için de yasaklanan şeylere aşırı bir şekilde temayülü vardır. İkbal'e göre bu temayülleri kırmak nefse hakim olmak, dolayısıyla benliği terbiye etmek için bazı şartlar öne sürmektedir[118].

1-   Kelime-i Tevhid: Bu esasa bağlı olanlar Dünya, ahiret ve can korkusundan yerden ve gökten gelen elemlerin korkusundan halas olur. Ayrıca batılın karşısında hiç bir zaman başı eğilmez. Çünkü O, Haktan başka her şeyden alakasını kesmiş, kadın, evlat, mal, kaydından kurtulmuştur[119].

2-    Namaz: Müslüman, kalbinde küçük bir hac gibidir.

3-   Oruç: İnsanı tenperverlikten kurtarır, açlığa ve susuzluğa gece baskını yapar.

4-    Hac: İnsana inandıklarını yaşama uğruna göç etmeyi öğretir. Toplanmayı temin eder. Dini rabıtayı kuvvetlendirir. Herkesin bir vatan evladı olduğunu öğreterek ayrı vatan mefhumunu ortadan kaldırır.

5-    Zekat: İnsanlarda zenginlik sevgisini mahveder müsavatı öğretir.

6-    Sevdiklerinden infak: "Sevdiğiniz şeylerden sarfetmedikçe iyiliğe erişemezsiniz"[120]. İlahi emre göre buna uyanların imanını takviye eder.

7-    Tavizsiz Hakka Bağlılık: Nefse hakim olmak için çok önemlidir: "Kavi olan Hakka bağlanarak kuvvetli ol ki, toprak devesinin üstüne çıkıp oturasın"[121].

bc- Allah'a Naip Olmak

Mü'minin bu merhaleden geçerek benliğini güçlendirmesiyle yeryüzünde "Allahın Halifesi" olduğu gerçeğini idrak eder. Böylece o insan alemin canı gibidir. Onun varlığı İkbal'e göre, İsm-i Azam'ın gölgesidir[122].

İkbal'e göre Allah'a naip olan insanın pek çok özelliği vardır ve alem, onun varlığıyla şeref kazanır[123]. Allah'a naip olan insana hiçbir şey zarar veremez. Onun bütün hareketleri, yaptıkları her şey, Hak uğrunadır. Her gittiği yerde hareketlilik, canlılık ortaya çıkar. O, hem ebedi saadet müjdesini verir, hemde Hakkın azabı ile korkutur. O, hem asker hem kumandan, hemde bir emirdir[124]. İnsanlar arasında barışı ve kadeşliği getirir, sevgiyi tesis eder. İkbal'e göre bu özelliklere haiz pek çok insan yeryüzüne gelmiştir. Bunlar peygamberler ve benliklerini terbiye eden, insan-ı kamillerdir.

c- Benliği Kuvvetlendiren Şeyler

İkbal, benliğin kuvvetlenmesinden zuhur eden her şeyin güzel olduğunu savunur. Ancak benliğin düşkün ve zayıf anının mahsulünü çirkin ve kötü görür[125]. Benlik diri ise sonsuz deniz insanın topuğuna kadar bile çıkmaz, yüksek dağlar ona ipekli kumaş gibi serilir.

Cağımızda benlikten nasipsiz ve mahrum Garp alemi, görünüşte ne kadar parlak olsada karanlıktadır. Araplar benliklerini kaybettikleri içni buhranlar içindedir. Hindlilerin kolu kanadı, benliği zayıf olduğu için kırılmıştır. Aynı sebepten, Irak ve Acem'de hayır kalmamıştır. İkbal'e göre bu milletlerin bu hale gelmeleri, benliği kuvvetlendiren şeylerin terkedilmesinden ve önemsenmemesinden kaynaklan­maktadır[126].

ca- Aşk

Benliği kuvvetlendiren unsunların başında aşk gelir. Aşk olmadan ben, kendi imkan ve kabiliyetlerini asla gerçekleştiremez. Ben, aşk sayesinde başka benlere açılır. Böylece toplum hayatı kurulur. Aşk sayesindedir ki, insan, biyolojik yapısının üstüne çıkarak kendi gücü nisbetinde ilahi sıfatlarla mücehhez bir varlık haline gelir[127].

îkbal'e göre aşk: Allah'ın huzurunda bile bitmeyen her an daha derin Hakkın sonsuz derinliklerine daldıkça artan, yaratıcı, özleyen, ümid eden, cesür bir aşk. İşte bunun için İkbal'in felsefesinde aşk, Mevlana'nın fikirlerinde olduğu gibi önemli bir yer tutar[128], Yine İkbal'in düşüncesinde aşık olanı maşukta yok olmaya sevkeden ve şahsiyeti imha eden[129] bir kuvvet değil, bilakis insanın bütün imkanlarını genişleten ve ona hakiki kıymet veren bir kudrettir.

İkbal'in fikirlerinde felsefi manada bir aşk düşüncesine rastlamaktayız. Ancak İkbal'in yalnız bu düşüncesini benliği kuvvetlendiren önemli unsur olarak zikrederek noktalamak durumundayız. Çünkü İkbal'in aşk düşüncesi, tasavvufi kavramlar araştırılırken ayrı bir başlık altında genişçe ele alınacaktır[130].

cb- Devamlı Mücadele ve Yeni Arzular Yaratmak

İkbal benliğin kuvvetlenmesinde, bir başka unsur olarak mücadele ve yeni arzular peşinde koşmayı görür. Arzuyu varlıkların hayat damarı olarak niteleyen İkbal, bir maksat ve davaya sahip olanların gönülleri hayat bulur, Hakdan gayri ne varsa ölür[131].

"Arzu, benliği canlandıran, coşturan bir kudrettir. O, benlik denizinin bitab bir dalgasıdır. Gönül arzu yaratmaktan aciz kalınca, kanadı kırılmış demektir"[132].

İkbal'e göre akıl ve ilim arzudan doğmuştur ve hayatı kolaylaştıran unsurlardır. Hayatın sırrına yabancı olup bu sırrı yakalamak isteyenlerin, arzu ve mücadeleye girişmeleri gerekir. Fakat bu arzu, aşağı ve dünyevi olmamalıdır. Yüksek gaye, batılı söküp atan, baştan aşağı kıymet olan bir şey olmalıdır; "Biz" maksatlar yarattığımız için yaşıyoruz. Biz arzunun ışığı ile aydınlanıyoruz, parlıyoruz[133].

İkbal'in, benliği kuvvetlendiren sebepler arasına koyduğu hareket ve arzu, insanın benliğini kuvvetlendirme yolunda maniler teşkil eden unsurlara karşı mücadeleyi ön görüyor. Bu maniler, İkbal'e göre İblis'te tecessüm etmektedir[134]. O, cennette iken Hz. Adem'i iğva ederek cennetten çıkarılmasını ve dünyaya indirilmesini sağlamıştır.^Fakat bu hadise, Hz. Adem'in iyi ile kötü arasın^ seçıçe kaabiliyetinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. "Feryadın»! ekiminden şuleler çıktı; o mecbur olmaktan seçme hürriyetine erdi. Ben kendi çirkinliğimi açıkça gösterdim ben sana terkin ve ihtiyarın zevkini verdim"[135].

İkbal'in düşüncesined İblis'in bu hareketi Hz. Adem’e ve dolayısıyla insanlara ihtiyarın kullanılmasını öğreten ilk üstaddır. Onun itaatsizliği ve Hz. Adem'i aldatarak cennetten çıkarılmasına sebep olması vuku bulmasaydı insan iyi ile kötü arasındaki farkı göremezdi; ve dolayısıyla seçme zevkini bulamazdı. İkbal'in eserlerinde İblis, hiçbir zaman Allah'ın düşmanı değil, daima insanın düşmanı olarak görünmektedir[136].

İnsan bu alemde İblisle ve kötülüklerle mücadele eder ve zafere ulaşır, her zaferden sonra yeni bir mücadele sürüp gider. Bu süreç içerisinde insanın benliği kuvvetlenir. Benliğin kılıcını bileği taşı gibi biler[137].

cc- Fakirlik (Fakr)

Fakr, dünyanın sunduğu nimetlere kalben bağlanmamak, dünyayı yegane gaye olarak görmemektir[138]. Fakr konusunda tasavvufi görüşü benimseyen îkbal, dünyayı kendi başına değerli görmeyi ve ona yönelmeyi şirk sayar. İnsan dünya - perestlikten kurtulup, fakr mertebesine ulaşmadığı sürece "beden kafesini kırarak cihetleri hakimiyeti altına" alamaz[139]. Fakr denilen şey Zühd'le karıştırılmamalıdır. Hakiki fakrın timsali Hz. Ali'dir. Fakir olan, Hz. Ali'nin ruhunu taşır ve O, sultanlardan daha kuvvetidir. Fakir hiç kimseden bir lokma taleb etmez. Çünkü istemek insanı dilenci yapar. Benliğin kuvvetlenmesine mani olur. İkbal’e göre günümüz müslümanları Zühd ve Fakrı birbirine karıştırdıkları için hem Fakr'ın timsali Selman-ı Farisi'nin şahsiyetini kendi ruhlarında yaşıyamaz oldular. Hemde dünyevi saltanatın timsali Hz. Süleyman'ın şahsiyetini kendi dünyalarında yaşıyamaz oldular. Şimdide her iki şahsiyetin yaşayışını kaybetmişlerdir[140].

İkbal"e göre bütün kalbiyle Allah'a bağlanan insan dünyevi şeylerden uzak olduğu gibi yine, dünyadan çok daha zengindir. Çünkü onun tek hâzinesi olan Allah'ın zenginliği bilmemektedir[141].

cd- Yiğitlik (Cesaret)

Cesaret olmadan maddi ve manevi alanda hiçbir şey başarmak mümkün değildir. Cesaret bir takım tehlikeleri göze almaktan ibaret değildir. Zor ve sıkıntılı anlarda benliğini dağıtmamak demektir. Müslümanın cesareti yalnızca Hak içindir. Uyuyan milletleri uyandırıp kurtuluşun vesile olması içindir[142].

ce- Hoşgörü (Müsamaha)

Hoşgörülü olmak İslam’ın tevhid anlayışının bir gereğidir. Kendi benliğinin şuuruna eren her insan, başka benlerin haklarına saygı duyar, gönül kapısını onlara da açar. İslam düşüncesi tarihinde, Yunus Emreler gibi, Celaledin-i Rumiler gibi yüksek şahsiyetler, hep bu anlayışın temsilcisi olarak insanları yönlendirmişlerdir. Yaşadıkları dönemin insanlarına benliklerini hoşgörüyle yoğurmuşlardır. İkbal'e göre benliğini kuvvetlendirmek isteyenlerin affetmeyi öğrenmesi lazımdır: Kine karşı olan. İkbal, gönülde kinin bulundurulmasına karşı çıkmaktadır[143] . İkbal'e göre hoşgörülü olmanın en önemli yanı ise benliğini kuvvetlendirmek isteyenin dünyevi dert ve meşakkatlarla pençeleşirken şikayet etmemelidir. "Ey gül toplayan dikenin açısından şikayet etme! Bahar rüzgarından diken de yetişir"[144].

İkbal'e göre benliğin kuvvetlenmesi için Helal Kazanç, maddi ve fikri her türlü çalışma, benliği kuvvetlendiren amillerdendir[145]

d- Benliği Zayıflatan Şeyler

tkbal’in düşüncesinde benlik konusunun önemli bir yer tuttuğunu görmekteyiz. Bunun için İkbal'e göre, benlikten yoksun insanlar ve hatta milletler, çöküp yıkılmışlardan Bunların tekrar ayağa kalkmaları ve yükselmeleri ise, benliklerini kuvvetlendirmeleriyle mümkündür;

"Ne Kâbe'de ne Kilise'de "Benlik" duygusu uyanmamış- tır.

Sanki Şark milletlerinin ruhu afyon çekip uyuşmuştur

Sen kendini ölüm endişesinden kurtaramıyorsun

Zira halâ "kendini" topraktan yapılmış bir kalıp zannediyorsun"[146].

İkbal'e göre, Kâbe'ye yönelen müslümanlarda ve kiliseye devam eden batı insanında benlik duygusu derin uykuya dalmıştır. Her iki coğrafyanın insanı da kendi manevi cevherlerini keşfetmiş değillerdir. Onlar sadece topraktan yapılmış bir kalıp olarak görmektedirler.

İkbal'e göre benliğin zayıflamasına sebep olan şeyler şunlardır:

da- Korku: İkbal'in düşüncesine göre, kötülüklerin kaynağı korkudur. Korkunun verdiği psikolojik baskıdan dolayı insan imkan ve kabiliyetlerini görçekleştirmek imkanından mahrum kalır. Korku insanın içine sinerse hayat çekilmez bir vaziyet alır, İkbal Allah'tan başkasından korkmayı şirk olarak kabul eder[147]. Düşmanları korak olduğunu anladıklarında daha da üzerine giderler. Hatta onların bakışı korkak insanlara korkunç görünür.

İnsan, himmet ve gayretleriye benliğinin kuvvetlendirilimsene engel olan korkuyu yenmelidir. Aksi takdirde korkaklıkla birlikte bazı kötü huylar ortaya çıkar. Hilekârlık, reca, yalan, riya, fitne hatta insanın kalbinde meydana gelen şer bile korkaklıktan hasıl olan kötü huylardır[148].

db- Kölelik: İkbal'in düşüncesinde kölelik, benliği yıkar. "Allah'ın halifesi" seviyesinde bulunan insanı, toprak ve çamur seviyesine indirir.

"Köle için günler bir zincirden başka bir şey değildir. Dudağında daima kader kelimesi dolaşır"[149].

İnsan zamana hükmetmesini bilmelidir. Yalnızca kendisini zamanın akıntısına bırakıp kaybolmamalıdır. Bunu sadece köle durumunda olan insanlar yapar. Çünkü onlar benlik ve kabiliyetlerini geliştirmiş değillerdir. Onlar sadece elde edilmiş ve neticeye varılmış şeyleri tekrar elde etmeye çalışırlar ve böylece kendilerini zamanın akıntısına kaptırıp giderler. Benliğin en büyük düşmanlarından birisi ve hatta en önemlisi köleliktir. Kölelik: yalnızca efendi durumunda olanın, kölesinin hürriyetini elinden alması olarak düşünülmemelidir. Bu durum belki eski dönemlerde mevcuttu fakat bu çağda daha başka çeşitli kölelik müesseseleri işlemektedir. Bir devletin bir başka devlet üzerinde iktisadi ve idari hakimiyet kurması, sömürge durumunda bulunan bir devletin insanlarının kendi öz kültürlerine yabancılaştırmaları, fikri yapılarının ve yaşayışlarının tarih ve kültürleriyle çelişmesi, çağımızın kölelik müessesesinin yapısını yansıtmaktadır.

İkbal, yaşadığı Hindistan bölgesinde böyle bir fiili durumu müşahede etmiş ve kölelikten kurtulmanın ilk basamağını benliğin kuvvetlendirilmesinde görmüştür. Çünkü Hindistan'da yaşayan bir Hindu veya bir Müslüman kendi kültürünün ve yaşayışının icaplarını değil, ülkesinde hakimiyet kuran İngiiizler gibi düşünüp yaşamaya mecbur edilmişlerdi. Bu da köleliğin bir başka şekliydi. Bunun dışında siyasi ve iktisadi baskılar bile benliğin gelişmesini engeller[150] .

dc- Dilencilik (Sual)

îkbal bu kelimeden başkalarından en ufak bir şey istemek kadar başkalarının ekmek ve göz nuruna yönelen her türlü arzu ve faaliyeti kasdetmektedir. Başkalarından en ufak bir şey istemektense kendi elinde bulunan imkanlarla iktifa etmelidir. Çünkü istemek yani bir bakıma dilenmek şahsiyetli insanın benliğine büyük tesir bırakır. Çünkü benlik dilenmeyi ve dilenmenin kendi üzerinde bıraktığı psikolojik baskıyı kaldıramaz. Dolayısıyla îkbal'e göre benliğin gelişmesine en büyük engellerden biri de dilenciliktir. Aynı şekilde fikirlerini başkalarından alıp onları taklid etmekte İkbal'e göre manevi bir dilenciliktir. Bu bakımdan tehlikeli ve zararlıdır. "Yükseklere gözünü diken bir yaratılışı,'başkasının lütfü ihsanı alçaltır"[151]

dd- Soy Sopla Övünme

İkbal'e göre, mensubiyet duygusu anlamındaki milliyetçilik realitesini kabul eder. Çünkü bu duygu, birlik ve beraberliğin oluşmasında önemli bir fonksiyonu yerine getirir. Ayrıca mensubiyet duygusu kadar üzerinde yaşanılan toprak parçasına bağlılık, yani vatan sevgisi, ferdi ve milli benliğin gelişmesinde önemli bir vazife görür[152].

Ancak İslami görüşe uygun olarak İkbal'in benimsediği fikir, tevhid inancına aykırı olan ırki manada soy sopla övünmedir. İkbal, bu konuda şöyle der:

"Aşk canda soy sop bedendedir,

Aşk bağı soy sop bağından daha kuvvetlidir,

Aşk adamı isen nesep düşüncesinden geçmen lazımdır,

Şu İranlıdır bu Araptır demeyeceksin."

... "Biz Rum ve Arab'a bağlı değiliz, bizi birbirimize bağlayan soy sop değildir."

..."Biz Hicaz'lı' sevgiliye gönül vermişiz. Bizi birleştiren budur"[153].

Nesebe, soya fazlasıyla kıymet vermek, toprağa ve kana bir bağlılık ifade etmektedir. İlahi dinlerin bütünü bu düşünceyi reddeder. Hakiki bir mü'min için her mü'min -nesebi ırkı, mesleği ne olursa olsun- bir kardeştir. Bütün bu şartlar İkbal'e göre kişinin benliğinin, kuvvetlenmesi için lüzumludur. İkbal'in düşüncesinde bir millet büyük bir benlik olarak tasavvur edildiğinden ferdin benliğinin gelişmesi için ne lazımsa milletin ve devletin benliğinin gelişmesi içinde aynı şartlar lüzumludur[154].

İkbal, bir çok şiirinde milliyetçiliği, kendi milletine ve memleketine tapma zihniyetini ağır ifadelerle eliştirerek bu durumun islamiyetin ruhuna aykırı olduğunu ispat etmek istemiştir[155]. İkbal'in düşüncesinde yer alan milliyetçilik fikri ilerki bölümlerde ele alınacaktır[156].

de- Taklitçilik

İkbal'e göre, milletlerin topyekün benliklerini zayıflatıp yıkan körü körüne taklitçiliktir. O, bu konuda şöyle der: "Ne güzel olurdu iyi bir insan eskinin bağından kurtulup yürüyeydi; Eğer taklid güzel bir şey olsaydı Peygamber de dedelerinin yolunda yürürdü"[157]. İkbal'e göre, bu taklitçilik hem eskimiş ve çağı geçmiş düşünce sistemlerinden vazgeçmemek, hem de başka milletleri körü körüne taklid etmektir.

İkbal'in, özellikle üzerinde durduğu Müslüman milletlerdeki batı taktlitçiliğidir. Dolayısıyla müslüman milletler, Batıda gördükleri görünüşte parlak ve kamaştırıcı olan medeniyetlerini taklid etmek istemektedirler. Ancak bu yüzeyin altında saklı bulunan sahte ve zararlı yönünü görememektedirler[158]. O, bu konuda şöyle der: "Garbın taklidi, Şarkı kendinden uzaklaştırır. Bu kavimlerin Garbın tenkidini yapması gerekir"[159].

îkbal'e göre, AvrupalIların ilim ve fenninin alınması lazımdır, yoksa kıyafet ve musikilerinin alınmasıyla medeni olunmaz[160].

E- PEYGAMBERLİK VE HZ. PEYGAMBER

Peygamberlik düşüncesi, İslam düşüncesinin bütün alt disiplinlerinde önemli bir yer tutar. Kelamcılar, mutasavvıflar ve filozoflar eserlerine mübüvvet meselesi hakkında ayrı bölümler açarak peygamberlikle ilgili pek çok meseleleri kendi mensup oldukları ekollerin düşünce yapıları doğrultsunda fikirler serdetmişlerdir.

Kelamcılar nübüvvetin imkanı, şefaatin mahiyeti mucize gibi konulara temas ederlerken[161], mutasavvıflar, Peygamberin büyüklüğü, topluma olan tesirleri, peygamer sevgisi, sünnete bağlılık konularını ele almışlardır[162]. Filozofların ise, peygamberlik konusundaki yaklaşımları her iki yönde de olmaktadır. Özellikle peygamberin toplumdaki liderlik özelliği[163], peygamberliğin imkanı[164], mu'cize, şefaat gibi konulara temas etmişlerdir.

Filozoflara göre herkes peygamber olamaz, peygamberliğin ilk şartı yaratılıştan bu işe kabiliyetli olmaktır. Diğer bir husus ise bu işi başarmak üzere Allah tarafından görevlendirilmiş olmak ve mucize ile desteklenmesi gerekir[165].

Peygamberlik düşüncesi İkbal'in felsefesinde önemli bir yer tutar. Milli ve dini manada tevhidin gerçekleşmesi için lazım gelen unsurların en önemlisi İkbal'e göre peygamberliktir. Peygamberin durumu Allah ile peygamber arasındaki ilgi açısından ele alındığı zaman bu olaya nübüvvet adı verilir. Peygamber ile insanlar arasındaki ilişki ele alındığında ise risalet denilen kavram ortaya çıkar[166] .

İkbal'in fikirlerinde peygamber fikrinin yanısıra Hz. Peygamberin şahsiyeti ve O'nun son peygamber oluşundaki hikmetleri dile getiren fikirlere rastlamaktayız. Dolayısıyla İkbal'de peygamberlik fikrinden ziyade, Hz. Peygamber ve onun peygamberliği önemlidir.

İkbal'e göre, peygamber; insanların din ve dünyalarını memur eden, değersiz bir şeye dahi onun sayesinde değer kazandıran, cemiyette fitne ve bülünmüşlüğü bertaraf edip birliği ve kardeşliği sağlayan, insanları bir dava etrafında kenetlendiren müstesna bir şahsiyettir[167]. Peygamber, tevhid gereği, kendisini tahdit eden sınırları zorlamaya eğilimlidir. Ortak hayat kuvvetlerine yeniden yön veya şekil vermek için fırsat aramaktadır. Peygamberler hayatın eski gidişatını yok etmeye yönelirler ve yeni yönler belirlerler. Peygamberin en büyük arzusu kendi dini yaşantısının dünyada yaşayan bir kudret haline dönüşmesidir[168]. İkbal'in bu tavsif ettiği peygamber fikri bütünü ile Hz. Peygamber'de mevcuttur.

İkbal'in peygamberlik fikrinin temelinde Hz. Peygamberin son peygamber oluşu ve O'nun getirdiği dünya nizamının özellikleri bulunur. İkbal'in eserlerinde Hz. Peygamber, Mustafa, yani "güzide" adıyla geçer, O'na derin saygısı ve sevgisi vardır[169].

İkbal'e göre Allah, Hz. Peygamberi insanların arasında hürriyet, eşitlik ve kardeşliğin kurulması için göndermiştir[170]. O'nun getirdiği kitap insanların kalbine kuvvet vermektedir. O'na olan sevgi ve bağlılık insan vücudundaki kan ve damar gibidir[171]. Peygamber, toplumda birliği sağlar. Kendisine tabi olanları millet olma şuuruna erdirir. İşte böyle bir şuuru en yüksek derecede gerçekleştiren de Hz. Peygamber olmuştur. Onun nefesinden taş ve odunun konuştuğunu ifade eden İkbal, şöyle der:"O'nun güneşinin zevali yoktur, O'nu inkar edenin kemali yoktur"[172]. Bir başka şiirinde de: Allah'ı inkar edebilirsin, Peygamberin şanını inkar edebilir misin?[173] diyerek bazı basiretsizlerin Allah'ı görmediklerinden inkara kalkışabileceklerini, ancak Peygamberin meydana getirdiği eseri, bıraktığı tesiri inkar etmenin mümkün olmadığını ifade eder.

Hz. Peygamberin gelişiyle birlikte ırk, soy ve bir vatana kayıtlı kalma fikri sona ermiştir. Ayrıca nesepten ve aileden gelen imtiyazlara da son vermiştir:

"Hicazlı, Çinli, İranlıyız. Fakat aynı neşeli sabahın çiğ danesiyiz"[174].

İkbal, eserlerinde Hz. Peygamberin son peygamber olması gerçeğini sıkça zikreder. Bunun sebebi; Hz. Peygamberin ümmetine rahmet olarak gönderildiğini[175], şeriatının en son ve en mükümmel olduğunu ifade etmek istemiştir[176].

"Sonra Cenab-ı Hak, şeriatı bizde ikmal etti.

Peyamberimizde de peygamberliğe son verdi.

Zamanın meclisini artık biz aydınlatıyoruz.

O peygamberlerin sonu bizde milletlerin sonu ve en mütekamiliyiz.

Şakilik hizmetini bize bıraktı son kadehini bize sundu.

Benden sonra peygamber yoktur sözü, Allah'ın bir ihsanıdır.

Bu söz Mustafa'nın dininin şeref perdesidir"[177]

Hz. Peygamberin son peygamber, ona tabi olanlarında son ümmet olması, ümmetine kıyamete kadar getirdiği şeriatı koruyup devam ettirme vazifesini yüklemektedir.

İkbal'e göre, Hz. Peygamberin bildirmiş olduğu vahyin gözönünde bulundurulduğunda, eski dünya ve eski çağlara mensuptur. Ancak vahiy ruhu ve yeni bilgi kaynaklarını ortaya koyması bakımından yeni çağlara aittir. Yani eski ve yeni çağların arasında bir konumdadır. İslamın doğuşuyla birlikte istikrari aklın doğuşuna zemin hazırlamıştır. İslamda peygamberlik hem son bulur, hem de kemale erişir[178].

İkbal, bazen eserlerinde "Levlake" kelimesini zikreder. Buna göre, Allah dünyayı sadece Hz. Paygarnber aşkına yaratmıştır. Dolayısıyla ona tabi olan mü'minleri bir konuda uyarmak istemiştir. Dünya, "Levlake"nin sultanı yani örnek bir "merd-i mü'min" olan Hz. Paygarnber için yaratıldığına göre; Dünya mü'minler için mirastır. Bu mirasa sahip çıkması ve hakim olması gerekmektedir:

"Bütün dünya müslümanın mirası malı mülküdür,

Sözün ispatı ince manalı "levlake" sözüdür"[179]

F- KADER VE HÜRRİYET

a.    Kader

Kader, lügatta, "kudret", "kaza ve hüküm", "ölçerek, takdir ederek tayin etmek", "her şeyin olduğu gibi kılınması" gibi manalara gelmektedir[180].

İslam düşünce ve siyasi tarihinde kader problemi devamlı gündemde kalmış, bazen de istismara ve çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Kader konsunda yapılan tartışma, kainatın belli bir düzen dahilinde Allah tarafından yaratılmasında değil, yaptığı fiillerden lehte veya aleyhte sorumlu olan insanın bu yaptıklarının ezelde tayin ve tespit edilip-edilmediğinde odaklaşmaktadır. İstılahta kader ve kaza kavramlarının manası şudur: Kader, Allah'ın ezelde bütün eşyanın gelecekte ne şekilde olacağını bilmesidir. Kaza ise bu eşyanın Allah'ın ezeldeki bu eşya ile ilgili ilmine uygun olarak icad edilmesidir[181].

Allah'ın eşya hakkındaki ezeli takdiri insanların fiillerine de teşmil edilince bu durum insanın sorumluluğunu ortadan kaldıran bir düşünce şekli olarak ferdi ve içtimai hadiselerin oluşumunda kendini göstermiş oldu [182].

Öte yandan meydana gelen ferdi ve içtimai hadiseler karşısında insanların tutumları iki yönde gelişti. Bunlardan biri cebriyeci tutum olup, insanın kendi fiillerine hiçbir tesiri olmadan sorumluluğun herşeyiyle Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın yaptırdığını iddia eden tutum. Diğeri ise, bütün olaylarla ve insanın fiil ve hareketleri tabiat üstü bir kuvvetin yani yaratıcının mutlak tesirine bağlıdır. O halde yaratıcının takdirine karşı tedbirin faydası yoktur, görüşünü savunan aşırı kaderci tutum. İşte bu iki ayrı görüş ve düşünce İslam düşünce tarihinde çeşitli mezheplerin ve Kelamı ekollerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur[183].

Bu nedenle böylesi bir kader anlayışı -özellikle ilk, asırlarda zulmeden hükümdarlarda cebriyeci görüş, mazlum milletlerde ise aşırı kaderci görüş- hakim olmuştur. Son zamanlada ise sömürülen ve ezilen toplamlarda ortaya çıkan aşırı kadercilik fikri, sömürülmenin ve ezilmenin fikri bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Bu fikir Müslümanların yaşayışlarına ve düşüncelerine yerleştirilmiş, İslam'ın dinamik ve gelişmeci hayat anlayışı yok edilmeye çalışılmış, Müslüman milletlerin başlarına gelen felaketlerin alın yazısı olduğu fikri empoze edilmiştir[184].

İkbal'in eserlerinde bazı temel dini kavramlara yeni manalar yüklemeye ve o kavramı İslam düşüncesi içerisinde dinamik hale getirmeye çabaladığını görmekteyiz. Daha önceden de zikredildiği gibi; örnek verilecek olursa "ego" kavramı ve "benlik felsefesi", yeni bir çalışma olmamakla beraber Doğu ve Batı kültürünü sentezleyerek yerine orjinal bir fikir olarak ortaya koymuştur. Aynı şeyi şimdi temas edecek olduğumuz kader ve hürriyet meselelerinde de görmekteyiz. Bilhassa tesbit etmiş olduğu yanlış kader ve tevekkül anlayışıyla, İslami düşünceye ters düşen tasavvuf anlayışı nedeniyle kendilerini uyuşukluğa ve meskenete itmiş olanları uyarmaya ve uyandırmaya çalışmıştır. İkbal şöyle der: "Daha tez ol, vuruşun daha sert olsun. Yoksa iki alemde bedbaht olursun"[185].

İkbal'e göre insan, bir takım güç ve imkanlara sahip olarak yaratılmıştır. Onların geliştirilmesi için çaba harcamak veya hiç bir şey yapmamak insanın kendi elindedir[186].

İkbal'e göre şuurlu tecrübemiz daha derinden incelendiğinde, saf zaman soyut ve tersine çevrilebilir anlardan müteşekkil bir dizi değildir. İçinde geçmişin arkada bırakılmadığı, aksine şimdiki zamanla hareket eden ve ilerleyen bir organik bütündür. Gelecek, katedilmesi gereken bir yol değildir. Geleceği biz önümüzde buluruz. İşte "organik bir bütün" olarak bilinen zamanla ilgili bu kavrama Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle kader denilmektedir. Bu felsefi bir açıklamadır[187].

İkbal'e göre, kader; imkanları hala belli olmayan veya başka bir ifade ile sebep netice kuralları içinde bulunmayan zamandır. Kader bir fikir veya hesap işi değil, hissedilen bir zamandır. Bu, kader diye adlandırılan zaman, eşyanın özünü teşkil etmektedir[188], Buna göre, Allah'ın bilgisini her şeyi yansıtan bir ayna gibi tasavvur edersek, O'nun gelecekte olacak bütün olayları önceden bildiğini öne sürmüş oluruz. Böyle bir iddiayı da ancak Allah'ın hürriyeti pahasına yapmış oluruz.

Hiç şüphe yok ki, gelecek, Allah'ın yaratıcı hayatının organik bütünlüğü içinde mevcuttur. Ne var ki, eğer tarih, önceden bütünüyle belirlenmiş olaylar düzeninin derece derece tezahür eden bir fotoğrafı durumunda olsaydı tarihi akış içinde yaratmanın ve yeniliğin hiç bir manası olmazdı[189].

İkbal, kaderi büyük bir güç olarak kabul eder: "Kadercilik ego veya benliğin inkarı değil, bir hayattır; hiçbir engel tanımayan sonsuz bir güçtür. Öylesine bir güç ki, etrafında kurşun yağarken bile bir Müslümanın, rahat rahat namaz kılmasını mümkün kılabilir"[190].

îkbal'e göre, İslam dünyasında yüzyıllar boyunca süregelmiş küçük düşürücü çeşitten bir kadercilik hüküm sürmüştür. Batıkların "kısmet" olarak adlandırdıkları bu kadercilik fikrinin sebebi, biraz felsefi fikirlerden biraz da politik hesaplardan ileri gelmekteydi. Böyle bir fikir İslam Dünyasında eksi hayat zevkini, dinamizmini ve canlılığını yok etmiştir. İlahi Zat için kullanılan illet kelimesinin mânasını araştıran ve zamanı, illet ve malül arasındakki ilişkinin özü olarak kabul eden felsefe, Mutlak Zat-ı evrende önce var olan ve buna dıştan tesir eden her şeye kadir bir zat olarak algılamaktaydı. Doysıyla ilahi zat, illet-.malül veya sebep- netice zincirinde son halka, evrende oluşan ve ortaya çıkan her şeyin gerçek kaynağı olarak kabul edilmişti. Neticede yöneticilerin ve halkın her zaman değişen davranış ve hareketleri için Kur'an-ı Kerim'de gerekçe aramışlardı[191]. Taha Suresinin "Rabbimiz her şeye yaratılışını (Kendine has özelliklerini) verendir" anlamındaki 50. ayetine atıfta bulunan İkbal'e göre, "Demek ki her şeyin kaderi, bir efendi gibi dışardan emreden, talihin acımasız eli değil, her şeyin iç yeteneğidir.Yani bunun yarattığı imkanlar elde edilebilir ve iç bünyesinde saklı olup, herhangi bir dış baskı olmaksızın sıralarıyla kuvveden fiile çıkarlar"[192]

Mutlak Hakikatin hayatındaki her saniye orjinal ve gerçektir. Mutlak surette yeni ve önceden tahmin edilemeyen durumlar meydana gelmektedir[193]. İkbal'e göre, gerek bir zamanda yaşamak, seri halindeki zamanın zincirlerinden kurtulmak, dakikadan dakikaya onu yaratmak ve yaratış işini tamamen serbestçe ve yeni bir biçimde yapmaktır. K. Kerim: "O'nu (Cenab-ı Hakk'ı) her an yeni bir iş meşgul eder" diye buyuruyor. O halde gerçeken her yaratıcı faaliyet, özgür faaliyettir, icad ve yaratış, tekerrürün zıddı olup mekanik fiilin belli bir özelliğidir. Bunun için hayatın yaratıcı faaliyetini mekanizma tabiriyle izah etmek imkansızdır, çünkü evren özgür bir yaratıcı harekettir[194]. İlahi vahyin dahi kendi yaptıklarına feda edilmesi pahasına dahi olsa kader konusunda yapmış oldukları yorum ve te'viller, Müslüman kitleler üzerinde çok ciddi ve kalıcı etki bırakmıştır[195]. Bu konuda İkbal'in düşüncesi şu tarzda şekillenir: "İradelerinde Allah'ın takdiri gizlenen insanlar, kendilerini cebir ve takdirin emrine terk etmişlerdir. "Kötü" olan herşey, yavaş yavaş "güzel" oldu"[196].

b- Hürriyet

Kur'an-ı Kerim'de Hz. Adem'in cennette işlediği günahından ötürü dünyaya indirilişi kıssası anlatılmaktadır[197]. Bu kıssadan maksat, daha çok, insanın tabii duygu ve ihtiyaçlarının ilkel durumundan çıkıp, şüphe ve itaatsizliğe muktedir ve şuurlu şekilde özgür bir şahsiyete sahip olma haline yükseldiğini işaret etmektedir, tkbal'e göre bu hadise insanın fıtrat rüyasında uyanarak kendi şahsiyetinin de belli bir önem taşıdığını anlamasıdır[198].

İkbal'e göre, insanın ilk günahı, onun hür iradesi ve isteğiyle şuurlu olarak işlediği günahtı. Bundan dolayıdır ki; Kur'an-ı Kerim, Hz. Âdem'in bu ilk günahının affedildiğini kaydeder[199]. İkbal'e göre, insanın şuurlu olarak yaptığı bir iyilikte baskı ve cebir yoktur. İyilik demek insanın kendi rızasıyla ahlaki bir kanun ve ideali takib etmesidir. Yoksa hareketleri tıpkı bir makine gibi önceden belirlenmiş ve sınırlandırılmış olan bir varlıktan hayır beklemek yanlıştır. Bunun için hürriyet, "hayır" veya "iyilik" için ilk şarttır[200].

Her insan hayrı seçme hürriyetine sahip olduğu gibi, hayrın aksini de seçme hürriyetine sahiptir. İnsan bu maksatla sınanmaktadır: "Sizi bir imtihan olarak hayır ile de, şer ile de deniyoruz"[201]. Hayır ile şer birbirinin zıddı olmakla birlikte, İkbal bunları bütünün birer parçası olarak kabul etmektedir. Bu iki parça sistematik bütünler olup bu parçalar birbirleriyle karşılıklı ilişkilerle anlaşılabilir[202].

II- TASAVVUFI KAVRAMLAR

A- TASAVVUF! DÜŞÜNCE

Tasavvuf Batı'da mistisizm diye tanımlanan disiplinin adıdır. Ancak bir çok yönüyle mistisizmden ayrılır[203]. Mistik demek ilahi şeyler hakkında bir takım batini bilgiler verilmiş olup bunlar hususunda kimseye birşey söylememesi gereken insan demektir[204].

Bugün mistisizm denince daha ziyade insanın akli melekeleriyle ulaşamadığı bir yücelişe veya "mutlak"a sezgi yoluyla doğrudan doğruya ulaşması, yani araya mantıki düşünce veya başka herhangi bir vasıta girmeden temas kurması anlaşılmaktadır[205]. Tasavvuf, müslüman imanının bir boyutudur. Yani islamın deruni cephesidir. Tasavvuf denince pek çok kişinin aklına belli bir hayat tarzı ve bu hayatı yaşayan bazı insanlar gelir. Bunun için tasavvufun en belirgin özelliği bir felsefi düşüncenin savunmasını yapmak değil, dünyaya karşı belli bir tavır takınmak ve bu tavra uygun bir hayat yaşamak olmuştur[206].

Tasavvuf düşüncesi , Hicri 11. yüzyılda ortaya çıkmıştır. İkbal ve bir çok alim tasavvufun ortaya çıkış sebeplerini şu faktörlere dayandırmaktadır:

a- Siyasi huzursuzluklar,

b- Mu'tezilenen aşırı akılcılığı,

c- Mezheb tartışmaları,

d- Mezheplerin dini hayata ilgisizliği,

e- Aşırı zühd fikrinin yerleşmesi'[207].

Şüphesiz İkbal'in fikriyatına damgasını vuran en önemli unsurlardan bir, tasavvufi düşüncedir. Pek çok müsteşrikin iddia ettiğinin aksine İslam mütefekkirlerinin ortak noktada birleştiği, aynı zamanda İkbal'in de, aynr fikirde olduğu gibi tasavvufun kaynağı Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamerin yaşadığı sünnettir[208]. Garaudy'de aynı görüşte olup menşei yabancı kaynaklar değil, bizzat Kur'an-ı Kerim olduğunu belirterek; "Tasavvuf Kur'an'ın yorumudur. Onu bir okuma tarzı, özellikle de onu yaşama biçimidir" der[209].

Genellikle mutasavvıflar şu görüşlerde birleşirler. Tasavvuf, İslam'ın zaruri bir boyutudur. İslam'ın şekilciliğe ve dış kuralcılığa dönüşüp donuklaşmasına engel olması için gereklidir. İslamın yaşayan,, özümsenmiş, yaratıcı bir İslam olarak kalması için tasavvuf şarttır[210].

İkbal'e göre tasavvufi tecrübenin özellikleri şunlardır:

1-   Tasavvufi tecrübe doğrudan doğruya mevcuttur ve herkes doğrudan yaşar.

2-   Tasavvufi tecrübe sentez ve tahlil edilemez bir bütündür.

3-   Mıısatavvıfın tasavvufi tecrübesi her şeye üstün ve herşeye egemen bir vaziyette tecrübeyi yaşayan ferdi şahsiyetini aşan, diğer bir zat ile yakın ve içten temas kurar.

4-   Tasavvufi tecrübenin başkalarına aktarılması mümkün değildir.

5-   Tasavvufi tecrübe yaşanırken serili zamanla ilişkisini kesmek anlamına gelmez[211].

İkbal'in tasavvufi fikirlerine yön veren bazı unsurlar bulunmaktadır. Daha öncede belirtildiği gibi İkbal, Mevlana ile karşılaştıktan sonra fikri yapısında önemli bir değişikliğin varlığı göze çarpmaktadır. Ancak istismara açık ve istismar edilen tasavvufi düşünce karşısında da tavrını açıkça ortaya koymuştur. İkbal'e göre tasavvuf insanı miskinleştirmemiştir. Ona göre tasavvuf, dini donduran fikirlere karşı bir özgür düşünce şeklidir[212].

1-   Tasavvufi Düşünce ve İkbal

İkbal'in düşüncesinde çör-çöp, su ve çamur, insan sembolü olarak kullanılır. Aşk ve gönülden habersiz insan, çör-çöp veya çamur mesabesinde değersizdir. Ancak benliğini yükselten insan, kainatın en değerli varlığı haline gelir. Alemin kemiyet ve keyfiyetini idrak etme derecesine yükselir[213]. İkbal daha da ileri giderek felekleri bile kendi arzusuyla döndüreceğini belirtir: "Dinin hakikatini bilen müslüman Allah'tan başkasına secde etmez. Eğer felek O'nun muradı üzerine dönmüyorsa, o feleği kendi muradı üzere döndürür"[214] .

İkbal'in şiirlerinde tasavvufi bir hava hakimdir. Etrafında gördüğü yanlışlardan şikayet ettiğinde hemen onların gönülden ve aşktan mahrum olduklarından bahseder. Mesela: Alimlerin kafalarına bilgiyi doldurduklarını, ancak kafalarından aşağıya geçip gönüllerine inmediğini[215] vaizlerin çok güzel şeyler konuşarak dinleyicileri mest ettiklerini halbuki söylediklerini yaşamadığını, dolayısıyla sözlerinden aşk ve cezbenin kalmadığını vurgular[216].

İkbal'in en çok şikayet ettiği; dinin yanlış anlaşılması neticesinde meydana gelen sapmalardır. Bu sebeple müslümanların başları dertten ve elemden kurtulmuş değildir. Bu yanlış anlayışlardan biri de tasavvufi anlayıştır.

İkbal'e göre, tasavvufun ortaya çıkışı orjinaldir. Toplumda icra ettiği fonksiyonun çok güzel ve o derece önemli olduğunu ancak daha sonra bunun orjinalliğini ve heyecanını kaybettiğini belirtir: "Hiç şüphe yok ki, tasavvufi tecrübe ve gözlemleri toplamak suretiyle zat ve benliğimizin dünyalarını bize açmıştır. Tasavvuf, göz kamaştırıcı ve iç açıcıdır. Fakat köhneleşmiş bir metafiziğin fikirleriyle şekillendirilmiş belirli bir ifade tarzı bugünün zihinleri üzerine uyuşturucu etki bırakır. Onun için bugün tasavvuftan bahsedilince gönlümüzde herhangi bir sevinç yaratmaz"[217]. İkbal, bunun sebebini; adsız bir "hiç"i bulmaya çalışmak, somut düşünce alışkanlıklarıyla, hakiki ve fiili bir Allah tecrübesi isteyen çağdaş kafayı tatmin etmiyeceğini belirtir[218].

İkbal, sufilerden şikayet ederek onlara ağır ithamlarda bulunur. Bunun sebebi ise her devirde ve her müessesede görülen istismar olayıdır. İkbal'in yaşadığı dönemde mutasavvıf olduğunu söyleyen pek çok kimsenin mevkiye ve rütbeye taptıklarını, İslamiyetin şerefini ayaklara düşürdüklerini dolayısıyla tasavvuf müessesesinin değerini alçalttıklarını üzüntüyle belirtir[219].

İkbal'e göre, her saçını uzatanın, mutasavvıf hırkası giyerek müridleriyle birlikte seferlerde dolaştıklarını, köy çocuklarına maskara olduklarını halkın manevi ihtiyaçlarından habersiz olduklarını belirterek bu gibi din tacirlerinden Allah'a sığındığını vurgular[220]. Eserlerinde parayı ve maddiyatı put diye tavsif eden İkbal, şeyhlerin, putların aşkı uğruna dinlerini feda ettiklerini belirtir[221].

İkbal'in kendi yaşadığı devirde sufilerin var olduğuna, ancak, ne gerçek mü'minin, ne de gerçekten kalbi uyanık bir sufinin kalmadığından yakınır[222].

Bir şiirinde İkbal bu derdini şöyle dile getirir:

"Yazıklar olsun aşkın cinneti kalmadı artık

Müslümanların damarlarında kan kalmadı artık.

Namazlarına bak safları eğri, secdeler huzursuz, kalpte huzur yok, çünkü içten gelen ilahi cezbe kalmadı artık"[223].

Daha önceki bölümlerde tekkelerin ve sufilerin toplumdaki fonksiyonlarını kaybetmelerini müslümanların çöküş ve yıkılışlarının en önemli sebebi olarak zikretmiştik[224]. Bizim tesbit edebildiğimiz kadarıyla müslümanların çöküş ve yıkılışlarının sebepleri, aynı zamanda İkbal'e göre tekkelerin ve sufilerin toplumdaki etkilerini kaybetmeleri ve yıkılışlarda hemen hemen benzer sebeplere dayanmaktadır:

1-  Mutasavvıfların parayı, mevkiyi ve şöhreti ön plana çıkarmaları, bu müessesenin yıpranıp çökmesine zemin hazırlamıştır[225].

2-      İlim ve bilgiden yoksun kişilerin bu işe soyunmaları[226].

3-    Kalplerinde aşk ve cezbeyi kaybetmeleri[227].

4-  Fakr anlayışını, dünyadan el etek çekmek ve dilenmek manasında algılamaları[228].

5-    Anlattıkları şeyleri kendilerinin yaşamamaları[229].

2- Mevlana ve İkbal

İkbal'in Mevlana'ya olan bağlılığını bu iki şahsiyeti manen mürşid-mürid derecesine çıkardığını çalışmamızın muhtelif yerlerinde belirtmiştik[230]. İkbal, tarih belirleyecek olursak 1911 senesinden itibaren Mevlevidir. Bu tarihten sonra yazdığı eserlerin bütününde Mevlana'nm fikirlerinin ve maneviyatının izlerini görmekteyiz. İkbal, Mevlana'nm kendisine ruhi önder olduğunu ısrarla ve sevinçle belirtir. Yazdığı her Farsça eserinde Mevlana'ya telmih ile söze başlar. En önemli eseri olan Cavidname'de, yaptığı manevi seyahatinde Mevlana, yanındaki rehberidir. İkbal, Mevlana'nm fikirlerini bir bütün olarak almış, O'nun dinamik tasavvuf anlayışına orjinal bir yorum katarak çağımızın anlayışına taşımıştır.

Mevlana'nm Moğol, İkbal'in İngilizlerle olan ilişkisi ortak özellikleridir[231]. Mevlana'nm güçlü görev şuuru, İkbal'de de görülür. Yani İkbal Mevlana'dan aldığı terbiye ile halkına karşı tarihi misyonuna inanarak, toplumuna inanç ve sürekli eylem aşılamak istemiştir. Hayata yön veren ışığın aşk ve sevgi olduğuna inanmıştır.

Ancak İkbal ile Mevlana arasında bir konuda görüş farklılığı mevcuttur. Mevlana eserlerinde bir mürşide bağlanmayı ve mürşidde fani olmayı, benliğini mürşidinin benliğinde yok etmeyi telkin eder[232]. Ancak İkbal, her ne kadar Mevlana'nm ruhun ilahi kaynağı fikrini benimseyip benlik felsefesinin temelini oluştursa da, İkbal'in Allah'ı, Mutlak Benlik, insanı da Allah'ın yanında bir benlik olarak yanyana duran ve baraber çalışan iki şahsiyet olarak görmesi Mevlana ile fikri yönden ayrılmışlardır. Dolayısıyla benliğini şeyhinin benliğinde feda edemeyen İkbal, O'nun fenafi's-Şeyh olmasına mani olmaktadır[233]. Ancak İkbal eserlerinin bazı yerlerinde bir mürşide bağlanmayı telkin etmektedir[234]

B- İKBALİN DÜŞÜNCESİNDE TASAVVUFİ HAYAT

1-    Manevi Yükseliş

İkbal, tahsil hayatının ilk yıllarından itibaren tasavvuf eğitimi görmüş, hayatı boyunca hem tasavvufla ilgili pek çok eser okmuş, hemde iç içe yaşamıştır. Özellikle Mevlana'nın Mesnevi'sini okuduktan sonra fikir yapısında meydana gelen değişiklikleri belirtmiştik. Ayrıca olgunluk devresi diyebileceğmiz İkbal'in ömrünün sonlarına doğru verdiği eserlerinin bütününde tasavvufi bir hava hakimdir. Ölümünden hemen sonra yayımlanmış eseri olan Armağan-ı Hicaz'da ise bu durum tamamen zirveye çıkmış, Hz. Peygamber'e olan aşkını ve O'na olan bağlılığını daha derinden hissederek kaleme almıştır.

Ancak daha önce de belirtildiği gibi İkbal, gayesinden saptırılıp insanları tembelliğe ve cehalete sürükleyen tasavvuf anlayışına ve böylesi bir tasavvufi yaşayışa karşı çıkmış ömrü boyunca bununla mücadele etmiştir. Çünkü İkbal’in yaşadığı dönem içerisinde Müslümanların zihinlerine yanlış fakr, zühd ve tevekkül anlayışı hakimdi. Bu ise başka milletlerin hakimiyetlerini ve üstünlüklerini kabul etmek, onları taklid etmek sonucunu doğurmuştu.

İşte İkbal'e göre tasavvufi hayat manevi yükseliştir. Bu yükseliş en son ilahi huzurda son bulur. İnsan topraktan yaratılmıştır. Ancak ruhen melekler gibi hatta onlardan daha iyi uçabilir. Geçtiği her makam, menzil ve felekleri eski ve geçicidir. Çünkü manevi yükselişin nihayet bulduğu nokta ilahi huzurdur. İkbal bu konuda şöyle der: "O topraktır ama uçuşta melekler gibi onun yolunda gök, eski bir hüdut kulesidir"[235]. İkbal, insanın ruhuna "can nuru" der. Bunun özelliği güneşten daha parlak ve lekesiz olmasıdır. Toprak ve çamurdan yapılmış insanın içinde bulunan can nuru, mekanlardan mekansızlığa doğru, yol, iz olmadan seyahat eder[236]. Can nuru tasvirini Mevlanada da görmekteyiz: "Baki olan can güneşi, öyle bir güneştir ki, asla gurub etmez"[237]. "Gerçi gölge de güneşin varlığında bir nişan verir, fakat asıl güneş, her an can nuru bahşeyler"[238].

İkbal'e göre bu can nurunu taşıyan insan, her ne kadar günahkâr olsa, isyan etse de yine onun varlığı yeryüzünde yaptığı faaliyetler dünyanın inkişafını sağlamaktadır. Ayrıca onun gözü öyle bir keskin görüş sahibi oluyor ki, günün birinde göze görünen tecellilerden ve ilahi sıfatlardan vazgeçerek, Allah'ın zat nuruna şahit oluyor[239]. Ancak maddeye esir olan insan, bu manevi yükselişten nasibini alamaz. Manen kör olan -maddi kör gibi- güneşi göremez. Ancak bu, Allah'ın uzak olması manasına gelmez. O'nun yanında bulunduğumuz halde O'nu idrak edemeyiz. İkbal'e göre böylesi bir yaşayış ölümdür. Çünkü hayatın bir manası kalmamaktadır[240].

İkbal'e göre manevi yükseliş üç merhalede gerçekleşir:

1-   Kendi şuuru: kendini kendi nuru ile görmek. Bu şuur kendisine benlik hissini verir ve mevcudiyetini ilk defa gösterir.

2-   Diğerlerinin şuuru: Kendini diğerlerinin nuru ile görmek Muhitine yaptığı tesir ve orada uyandırdığı tepkiler kendisine kendini başkalarının aynasında görmek imkanını veriyor.

3-   Zat-ı Hakkın Şuuru: Kendini Zat-ı Hak nuru ile görmek. En yüksek şuuru bu mertebede yani Allah'ta buluyor. İnsan ilahi cemale aşık olup onu idrak ettikten sonra kendini Allah'ın nurunda görüyor. O zaman insan-ı kamil haline gelmiş oluyor[241].

İkbal'e göre yaşamak insanın içinde bulunan benlik kuvvetini en mükemmel şekilde geliştirmek demektir. İnsanın kıymeti yalnız bu benliğe bağlıdır. Onu inkişaf ettirmek suretiyle insan Allah'ın huzuruna gidecek kadar kuvvetli oluyor, orada durmak kabiliyetini kazanıyor.

İkbal'deki manevi yükseliş fikri Cevidname'de genişçe işlenmektedir. Mevlana ile başladıkları yolculuk bir çok felekleri ve cenneti geçtikten, birçok şair, filizof ve din adamıyla, meleklerle ve şeytanla karşılaşıp sohbet ettikten sonra yolculuk ilahi huzurda son bulmaktadır. Bu yolculuk Cavidname'de manevi bir yolculuk hayalinin kaleme almışı şeklidir.

Cavidname'de ve diğer eserlerinde bir insanın manevi inkişafını nasıl gerçekleştireceğini, neler yapması gerektiğini ve ne gibi manevi merhalelerden geçmesi gerektiğini eserlerinin muhtelif yerlerinde dile getirmiştir.

2- İkbal'e Göre Manevi Yükselişin Şartları

a- Helal lokma[242].

b- îmanın tatbikat haline getirilmesi: İkbal bir şiirinde şöyle der: "İmana uygun işler, ibadetler imanın zevkini artırır. Tatbikat haline gelmeyen iman ölüdür"[243].

c- Gönül sahibi olmak, manevi inkişafın ilk durağı ve ilk şartıdır[244]. İkbal, "gönül"den çok bahseder. Onun "gönül"ü mutasavvıfların nazargahı ilahi olarak kabul ettikleri manevi kalptir. İkbal'e göre ölü gönül, gönül değildir[245]. Gönülleri ölenler yaşama şansına sahip değildir. İkbal, gönlün makamını arşın üstünde kabul eder-[246].

d- Seher vakti: Tasavvuf düşüncesinde seher vaktinin ayrı bir önemi vardır. O vakit, ilahi tecellilerin harekete geçtiği bir andır. Duaların kabul edildiği, nazlara ve niyazlara cevap verildiği bir saattir. Bunun için İkbal bu saati manevi yükselişin bir basamağı olarak kabul etmektedir.

"Yalvarma lezzetini seher vakti benden çekip alma, iltifat eyleme nigahtan gafil bulunmaya"[247]. "İster Attar ol, ister Rumi, ister Razi ol, ister Gazali, herşey boştur seher vakti yalvarışlarından mahrumsan"[248].

e- Ağlamak: İkbal'e göre gönül sahibi herkes ağlamalı ve gözyaşı dökmelidir. Bunun da İkbal manevi yükselişin basamaklarından biri olarak kabul eder.

"Eğer senin bir avuç toprağının içine kanlar döken parça parça bir gönül koymuşlarsa bahar bulutlarından yeryüzünü süslesin"[249]. Aynı benzetmeyi Mevlana'da da görmekteyiz: "Güneşin hararetiyle alem bulutunun ağlaması nasıl cihanın ağzının tadını getiriyor, nasıl alemi hoş bir hale sokuyorsa, sen de akıl güneşini yak, gözünü gözyaşları saçan bir bulut haline getir[250].

f- Fakr: İhtiyaç, yoksulluk, mahrumiyet hiç bir şeye sahip ve malik olmadığının şuurunda olması gibi manalara gelir[251]. Tasavvufi düşüncede, kişinin her bakımdan kendini Allah'a muhtaç bilmesidir. Bu manada malı çok olana da fakir denir[252] [253]. Kur'an-ı Kerim'de tek başına fakirlik veya zenginlik önemli sayılmamıştır. Yani insanlar arasında fakirlik veya zenginlik Ölçüsü asla kullanılmamıştır. Mutasavvıflara ölçü olan Hz. Peygamber'in yaşadığı fakr hayatıdır. O'nun yaşadığı manada fakirlik: "Sen her şeye sahib olduğun halde hiçbir şeyin sana sahib olmamasıdır. Eğer sahib olduğumuz şeyler bize sahip olmaya başlarsa o zaman geçerli olan ölçü: "Hiçbir şeyi kendine sahip kılmamak için, hiç bir şeye sahip olmamak"tır403.

İkbal'e göre fakr; benliğini kuvvetlendirerek manevi yükselişi gerçekleştirmek için "nasıl" ve "ne kadar?" kayıtlarından kurtulmaktır. Fakirlikte bu mertebeye ulaşmış bir insanın bir tek sözü, bütün dünyevi kuvvetleri yakacak kadar tesirlidir: "Fakir adem ateştir, amir ve kayser çöptür, kralların talih ve haşmetine, çıplak bir söz kafi gelir[254].

İkbal"e göre fakr, benliğin kuvvetlenmesinde aşk kadar önemlidir: "Mü'minin fakrı nedir? Cihetleri teshir etmek onun tesirinden köle, mevla sıfatlarını kazanır"[255]-5. İnsan hakiki fakr sayesinde kendi imkanlarını geliştirmeye mecbur kalıyor, zahiren zayıf görünen bir ruh, böylece günden güne kuvvet kazanıyor[256].

Birçok konuda olduğu gibi İkbal, müslümanların fakr anlayışlarındaki yanlışlığı görmüş ve dile getirmiştir. İkbal'e göre yaşadığı dönemde müslümanların fakr anlayışları parasızlık, miskinlik ve dilenmektir: "Su ve topraktan el çekmek gerçek zahidlik midir? Gerçek zahidlik topraktan yaratılmışlara hakimliktir. Ey dervişler, müridler, bıktım ben bu fakirlikten, çünkü fakirliğiniz parasızlık ve miskinlikten ibaret’’[257] [258],

İkbal’in fikirlerinde, hakiki fakr timsali Hz. Ali ve Selman'dır40s Hakiki fakrı yaşayan insanlar hiçbir zaman zelil olmazlar. Onlar birer sultan gibidir[259].

g- Mürşide bağlanmak: Tasavvufi düşüncede mürşide bağlanmak manevi arınma denilen "sülük"ün birinci şartıdır. Mürşidsiz sülük mümkün değildir. Tasavvufa mürşidlere insan-ı kamil de denir. İnsan-ı kamillerde insanları manen arındırma gücü vardır. Onlar Allah'ın yeryüzündeki zuhuru olarak kabul edildiklerinden mecbri olarak bir yönleri bedeni alemde, bir yönleri ilahi vasıfları tevil ettiklerinden dolayı onlar bu gücü kullanabilmektedirler[260]. Mürşidlerin yaptıkları şudur: Mürşidler, dinin hükümleri, emirler -yasaklar bu işin genel çizgilerini, asgari meştereklerini verir. Mürşid bu asgari müşterekler üzerine oturttuğu disiplini sayesinde ferdin iç dünyasını aydınlatır ve manevi yükselişi gerçekleştirir[261].

Tasavvuf hakkında eser yazmış olan mutasavvıflar ve tasavvuf disiplininde önder durumunda olan kişiler tasavvufa girmek isteyenlerin mutlaka bir mürşide bağlanmayı tavsiye ederek tasavvufi ayatın ilk şartı olarak sabul etmişlerdir. Kuşeyri, eserinin son bölümünde müritlere yaptığı tasviyelerde sağlam bir akide ile kuvvetli bir inanca sahip olduktan sonra tarikat yoluna girmek isteyenlerin devrinin hakiki mürşidini bulup intisab etmeyi tavsiye etmektedir[262].

îkbal'e göre imanda kemale, ilimde yakine, hayatta huzura kavuşmak için kamil bir zata bağlanmak gerekir[263]. Ancak İkbal gibi pek çok ilim ve fikir adamının yanısıra tasavvufta yüksek derecelere ulaşmış mutasavvıflarında birleştikleri ortak nokta, devrin hakiki mürşidini aramak. İkamet ettiği beldede bulunmuyorsa bulana kadar hicret etmek gerektiği noktasındadır[264].

İkbal'in düşüncesine göre bu devirde böyle bir zatı bulmak gerçekten zordur: "Eğer onu bulumazsan ara; bulursan eteğine yapış, bunu gören alemin imamı ve muktezasıdır. Ben ve sen natamamız tamam odur" İkbal başka bir eserinde de kamil zata bağlanmak hakkında şöyle der: "Eğer sevgiliden sen mahrem bakış istersen ona aşinaların eteklerine sarıl"[265]. İkbal'in manevi mürşidi Mevlana'da mürşidin eteklerine sarılmayı telkin ederek bulduğun an teslim olmayı tavsiye etmektedir: "Pir'i bul ki, bu yolculuk, Pir'siz pek tehlikeli, pek korkludur, afetlerle doludur. Bir pir ele geçirdin mi hemen teslim ol, Musa gibi Hızır'ın hükmüne girip yürü"[266].

Mevlana'nın da ifade ettiği gibi tasavvufi düşüncede mürşid-i kamiller, kendi zamanlarında, peygamberin nuru kendilerinden zuhur eder. Aynı zamanda onlar herkesin gönüllerine hakimdirler ve istedikleri şeyi yaparlar[267].

İkbal'e göre kamil insanların yanındakilere ve eşyaya tesir etme gücüne sahiptirler. İkbal, bu konuda şöyle der: "Hava dalgası ile bir saman çöpünü ne yaparlarsa, aynını dağlara da yaparlar, hiç hayret etmemeli"[268].

Neticede mürşide bağlanmak tasavvufi düşüncede nasıl ilk şart ise, İkbal'in düşüncsinde de manevi yükselişi gerçekleşmesi için aynı zamanda benliğin kuvvetlendirilip yükseltilmesi için aranan şartlardan biri olarak değerlendirebiliriz. Her ne kadar İkbal, benliği bir şahsiyet olarak görüp onun kaybedilmesine karşı olsada, bir mürşide bağlanmayı benliğini yok etmek manasında değil, aksine kuvvetlendirmek manasında algılamak gerekir.

C- AŞK

1-    Aşkın Mahiyeti

Tasavvufi düşüncede tüm yüceliğine rağmen akıl, tek başına insanı Allah'a götüremez. Aklı tek rehber olarak kabul eden filozoflar ya Allah'a varamamışlar, veya sonunda aşka teslim olmuşlardır. Yani akıl ancak bazı cüz'i gerçekleri kavrayabilir, fakat külli hakikatleri özellikle Allah'ı akılla kavramak mümkün değildir. Bu esnada aşk devreye girer ve Mutlak Hakikatle direkt temasa geçer. Dolayısıyla Mutlak Öz'e ulaşıp ondan bize sesler getirecek olan aşktır. Çünkü Öz kendisi aşk dediğimiz bir temel duygu ve arzu ile hissettirmektedir. Allah'a varabilmek aşk mertebesine yükselmekle mümkündür[269].

Kur'an-ı Kerim, Kemal noktasına ulaşmış imanı, aşk olarak tarif eder[270]. îslam alimleri dinin esasını ihlas olarak tarif ederlerken, ihlası da: karşılık beklemeden sevmek olarak nitelendirmişlerdii'[271].

Buhari'de yer alan bir Hadis-i Kudsi'de şöyle duyurulmuştur: "Kulum bana ibadetlerle o kadar yaklaşır ki, Onu severim. Bir kere de onu sevdim mi, artık ben o kulumun işittiği kulağı, göreceği gözü, şiddetle kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum"[272].

Mutasavvıflar gerçek aşkı, mecazi aşk dediğimiz ölçülü ilişkilerden şu şekilde ayırmışlardır: Aşık, sevgilinin kahır ve lütfü arasında fark görmez. Her şey Allah'tan geldiğine göre, O'nun nimeti kadar belalarına da "hoş geldin" diyebilmelidir. "Allah'ın yolunda her ne vaki olursa iyidir. Dostun nahoşluğuna merhaba"[273].

Mutasavvıflara göre kulun Allah'a muhabbeti: Kulun kalbinde duyduğu bir şey olup, lafızla ifade edilemiyecek kadar latif bir histir. Bu hal ve his, insanı Hz. Allah'ı tazim etmeye, O'nun razısını herşeye tercih etmeye, ünsiyet ve ülfetini, devamlı surette kalbi ile O'nu zikrederek bulmaya ve O'na karşı içinde bir heyecan duymaya sevkeder[274]. Mutasavvıflar tarafından muhabbet, gerek gıyabında gerekse huzurunda sevgiliye muvafakat etmektir demişlerdir[275] [276] [277]

Felsefi düşüncede aşk, Allah'a karşı olup Allah'ı saf iyilik ve insanlarda mevcut sevginin nesnesi olarak kabul ederler. Yaratılmış her varlık doğuştan salt iyinin aşkıyla bezenmiştir. Bunun için dünyanın yaratılışının veya var olan her varlığın taşıp yayılmasının prensibi aşktır. İşte bu prensiple her şey zaruret kanununa göre Allah'tan çıkar ve gene O'na döner[278].

Aşk için müfrit muhabbet[279], sevginin mertebesi, varlığın aslı, yaratılış sebebi gibi tanımları yapılmıştır[280]. Muhabbet nurdur, aşk ise ateştir. Muhabbet şiddetli ve kuvvetli olunca aşk meydana gelir. Mutasavvuflar aşkı, hakiki aşk ve mecazi aşk diye ikiye ayırmışlardır. Hakiki aşk: Allah sevgisinin gönlünde galip olması ve onun bütün gönlünü kaplamasıdır[281]. Mecazi aşk: insanın insana veya herhangi bir şeye duyduğu sevginin göz yoluyla gönüle yerleşmesine mecazi aşk denir[282]. Mecazi aşk geçici ve yok olucu olan şeylere alakasından dolayı bunlar yok olunca sevmek ve aşk da yok olur. Her iki aşkın da makamı mutasavvıflar tarafından kalp olduğunu belirlemişlerdir[283]

2-    Gerçek Aşk

İkbal'in düşüncesinde aşk, benliği kuvvetlendiren en önemli unsurlardan biridir. Aşk, su ve topraktan yapılmış insanın yanışı ve çırpınışıdır. Damarlarda kanın dolaşarak hayatın devam edip etmemesi önemli değil, asıl öneli olan ciğerin aşkla yanmasıdır[284]. Dünya hayatını yuva kurmak, gül koklamak gibi maddi şeylerle meşgul olmayı abes kabul eden İkbal, böylelerinin nefesleri var olduğu halde gönülden habersiz, aşksız ve şevksiz yaşadıklarını belirtir. İkbal'e göre dünya, aşk sarhoşluğunun verdiği ah ve feryad ile yükseliş yeridir[285]. Mevlana, dünya zenginliğine sahip olanın hiçbir kıymeti olmadığını gönül sahibi olmanın asıl zenginlik olduğunu belirterek Allah'ın da bunü istediğini belirtir: "Ey zengin yüzlerce çuval altın getirsen Tanrı der ki: A iki büklüm adam, gönül getir"[286]. Can, yücelmeye yükselmeye can atar; ten, kazanca, ota, yiyeceğe içeceğe[287]

3-    Mecazi Aşk

Aşk düşüncesi, İkbal'in fikriyatında ilahi aşk olarak tezahür eder. İkbal, ilahi aşkın insanı uyanık ve akıllı yaptığını bunun karşıtı olan şehevi aşkların insanı ahmak yaptığını belirtir: "İlahi aşk ve vecd ki insanı uyanık ve akıllı tutar. Şehevi aşk ve şevk ki insanı ahmak ve sersem yapar4-56. İkbal'in bu görüşünü manevi mürşidi olan Mevlana ile paylaştığını görmekteyiz: "Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar, aşk değildir. Onlar nihayet bir ar olur"[288] [289].

4-    Aşkın Niteliği

Mutasavvıflar ilahi aşkın kalbe yerleşmesiyle birlikte insanın içini yaktığını, aklı şaşkın gözükür ettiğini belirtirler. Hatta aşık o hale gelir ki: büyük korkuları dahi küçük görür ve bunlara dalmaktan çekinmez[290]^. Nitekim Rabiatül Adeviyye: "Gerçek manada Allah'ı seven kişinin inlemesi ve aşkı mahbubu olan Allah'la beraber olmadıkça dinmez"[291]. Diyerek gerçek aşkın kalpte iniltiler meydana getireceğini belirtmektedir. Aynı şeyi Hacı Bayram-ı Velide de görmekteyiz. "Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm; Yanma da derman buldu bu gönlüm"[292]. Gönüldeki yanışın boşuna olmadığnı ifade eden Hacı Bayram-ı Veli; Aşk ateşinin insanı yakmasıyla olgunluk mertebesine ulaştırdığını belirtmektedir.

Nitekim İkbal'de; gerçek hayatı, Aşktan dolayı yanışı kabul etmekte olup aynı zamanda aşkla insanın hür olacağını ve kimseden korkmayacağını belirtir: "Damarlarda kan dolaşmış dolaşmamış ne çıkar, Asıl hayat çiğerin yanışındadır"[293]. "Ne Sultana muhtaç olur ne de Sultandan korkar, Aşk hürriyeti kazanmadır, aşk kimseye minnet etmemektir"[294].

İkbal'e göre hayatta aşkın yapamıyacağı hiçbir şey yoktur, her imkansız görülen şeyler aşk sayesinde mümkün hale gelir: "Mü'min aşktan, aşk ise müminden zuhur eder, Bizim imkansız gördüğümüz şeyleri aşk, mümkün hale kor"[295].

İnsanın ruhunda fırtınalar koparan aşk, İkbal'in ifadesiyle bu aşk fırtınası insanı benliğinin şuuruna ermesini sağlar. Bunun için Hak diyarına götüren yollar çoktur fakat, sadece aşk yolu en iyi ve en kestirme olarak Hakka götüren yoldur[296].

İkbal'e göre aşk hayatın usul ve kanunudur. Aşk sayesinde yeryüzünde bulunan unsurlar -Toprak, su, hava,ateş- aşk sayesinde birleşirler. Aşkın yaşayışını ise kelime-i tevhide bağlayan İkbal şöyle der: "Aşk ise bizim yüreklerimizin yanışı ile yaşıyor. Lailahe illallah kıvılcımı ile parlıyor"[297].

5-    Aşk ve Akıl

Daha önce de belirtildiği gibi mutasavvuflar aşkı genellikle akla mukabil bir kavram olarak ele almaktadırlar. Aşk hakkı bulmada emin bir rehberdir. Ancak akıl, Allah'ın isim ve sıfatlarının tecellileri olan varlıklar aleminde dolaşır ve o aleme ilişkin izahlar yapar. Dolayısıyla akıl, Allah'a varma arzusuna uzaktan tercüman olursa da insanı hedefe götürmez. O halde akıldan hizmet bekleyenler onu, aşkın emrine verip aşkın parlaklığıyla parlatmaltdırlar. Aksi halde aşktan uzaklaştırılmış aklı ve onun ürünü olan bilgiler insanı özlenen yönde yürütme yerine cambazlık ve menfaat oyunu halinde kalırlar[298]. Mutasavvıfların bu görüşleri Mevlana'da şu şekilde tezahür etmektedir:"Bahtı yaver ve talihi kutlu olan bilir ki, akıl ve zeka taslama iblistendir, aşk Ademden". "Aşk ileri gidenler için gemiye benzer.Gemiye binen kişinin bir afete uğraması nadirdir. Çok defa kurtulur"[299]. Ayrıca aklı ve zekayı bırakıp gönüle dalarak hayranlığı satın almayı telkin eder. Akıl ve zeka zan ve şüphe olmasına karşılık hayranlık bakış ve görüştür. Nihayetinde.aşka götürür[300].

İkbal, akıl ve aşkı birbirine zıt bir konumda değilde tasavvufi düşünceye mutabık olarak aklın aşkın emrine verilmesini ister. Ancak bunlar birbirlerini tamamlayan, aralarında yakın ilişki bulunan bir konumda olmaları gerekir. İkbal, aklı tek başına fizoloflar gibi aşksız yol alan bir kılavuz olarak düşündüğü zaman, zamanın esiri, göz ve kulak putlarının hizmetkarı olarak kabul eder[301].

İkbal'e göre, akıl harkeste var olan bir şeydir. Herkesin vücudu kan ve topraktandır. Ancak, bu akıl, kan ve topraktan oluşan insanın içinde gizli saklı bir sır vardır işte o gönüldür. Gönülde yerleşen aşktır. Bunun için akıl ve aşk her ikisinin de bulunduğu mekan insandır. Yalnız akıl, dikkatle kainattaki bütün tezahüratları inceler ve onlardan zevk alır, ibret alır. Ancak madde ve mananın sırrına aşk olmadan ulaşamaz[302]. Aklın Hakka ulaşmada yavaş davrandığını belirten İkbal, bunun sebebini şöyle açıklamaktadır: "Akıl, renk ve kokuya sarılmış olduğu için dostun yolunda aheste yürüyor. Aşk ise yıl ve ay bilmiyor, yolun, çabuk ve yavaşını, yakın ve uzağını bilmiyor". Maddi, dünyevi tezahürata düşkün olan akla, her sıfattan uzak olan rengi, kokusu, mekanı, zamanı olmayan ilahi maşuka gitmek zor geliyor. Çünkü, bu yolda tam bir tecrit ve tam bir tasfiye ister en ufak bir maddi bağlılık bu yolda engel teşkil ediyor. Maddi bağlılık derken, fikirlere, hayallere, ilmi sistemlere de bir bağlılık olabilir. Mevlana'nın dediği gibi: "Aşkın beşle altı ile işi yoktur, onun maksadı dostun cezbesinden başka bir şey değildir."[303]. O halde aklın didinmesi yalnızca zorlu hedefine götürür. Aşk ise dünyaya ehemmiyet vermeden zaman ve mekanları olmayan ruhani aleme taarruz yaparak onu fetheder[304]. Zaman ve makam olmayan dünyayı fethettikten sonra insan bu dünyanın icaplarını başka türlü görmeye başlar artık manen ölmüştür ve manen kıyameti görerek ilahi huzurda ebedi hayata kavuşmuştur. îkbal bu durumu şu mısralarıyla dile getirir: "Aşk mekansızlığa taarruz etmek demektir. Mezarı görmeden bu dünyadan ayrılmak demektir"[305].

İkbal'e göre, aşk bir gizli derttir ve bu kimde yoksa onun teni vardır ama canı yoktur. Bunun için can istiyenin yaşamak isteyenin sonsuz bir aşk ve hummalı bir çırpınış istemeyi ihmal etmemesi gerekir[306].

İkbal, bir çok eserinde aşkla aklın karşılaştırmasını yaparak; aklı Garplılar, bir kurnazlık ve hayat prensibi görürken, Şarklılar aşkı kainatın özü olarak gördüklerini belirtmektedir. Aklın hakkı tanıması aşk sayesinde mümkündür. Aşka gelince o, akıldan sadece bir dayanak olarak yararlanır. Eğer aşk akılla yanyana gelirse müstesna bir alem kurar. Yani Şarktaki aşkın, Garptaki akıl ile karışmasından bugün lazım olan yeni dünya nizamı husule gelebilir[307].

İkbal'e göre, insan aşk sayesinde hürriyetine kavuşur. Çünkü akıl, dünyadaki kemiyet ve keyfiyet içerisinde gezerken, aşk bunlardan uzaktır. Akıl kendim der ve hep kendi menfaatini düşünür. Aşk ise feragati paylaşmayı ve başkalarına hizmet etmeyi prensip edinir. Bunun için İkbal akıl ve aşkı karşılaştırırken aklı, dünyevi şeylerin semoolü, aşkı uhrevi şeylerin sembolü olarak tanıtır: "Akıl sevin ve mesut ol der, aşk kul ol ve bu yol ile hür ol der"[308].

6-    Aşk ve İlim

Tasavvuf düşüncesinde aşk, akla mukabil bir kuvvet olarak ortaya konunca onun ilimle de ilgisi üzerinde durmak zarureti hasıl olmaktadır. Çünkü ilim aklın bir semeresidir. İlim, akıl ile aşk arasında yeralan bir düşünce ürünü olarak zikredilebilir. Kur’an-ı Kerim'de ilimden bahseden pek çok ayet bulunmakla beraber ilmin önünde araştırılması gereken hudutsuz bir alem ve imkanın var olduğu belirtilmektedir[309].

İlim, İkbal'in düşüncesinde dünyada olup bitenlerin yani koku ve renk dünyasının tefsiridir. Göz ve gönül onunla beslenir. İlmin bu verileri neticesinde insan hayretle ve hayranlıkla cezbe ve iştiyak makamına yükselir ye Cibril'in Hz. Peygamberi ilahi huzurda yalnız bıraktığı gibi insanı yalnız bırakır[310]. İlim aşkla kucaklaşırsa İkbal'in ifadesiyle mutlu bir alemi hazırlayıcı unsurlar arasına girer. Bu konuda İkbal şöyle demektedir: "İlim harf ve sese kanatlar verir, cevherin temizliğini cevher olmayana verir. İlmin feleklerin sonuna kadar yolu var, güneşin gözünden bile bakışı alıp götürüyor, onun verileri, bütünün yorumudur; bütünün takdiri onun tedbirine bağlanmıştır. Çöle diyor ki; "buğday ver" veriyor; denize diyor ki; "serap ver" veriyor. Onun gözü, kainatın temellerini görebilmek için kainatın tecellilerine bakıyor. Eğer gönlünü Hakka bağlarsa peygamberlik oluyor. Eğer Haktan uzak kalırsa kafirlik oluyor"[311]. İlim yaptığı araştırmalardan dolayı her şeyi değiştirebilir, çölden bahçe yapar, hesaplarıyla feleklerin hududunu bile ölçer. Fakat bütün bu tahkikleri, yalnız dünyanın temellerini bulayım diye yapıyor. Ancak ilim hakka bağlanınca, en büyük mucizeleri gerçekleştirebilir, hatta peygamberliğin veraseti sayılabilir. Halbuki Allah'la olan münasebetlerini kesip yalnız akli delillere itimad ederse kafir olmak tehlikesine uğrar.

Aşk ve Haktan uzak kalan ilim, İblis ve Firavun yanında yer alarak onların bağlı olduğu değerler kategorisine göre değerlendiriliyor: "Kalp ateşi bulunmayan ilme, şer deyibilirsin. Onun nuru tamamen karanlıktır. Onun gazından alem kör ve ama oldu; onun buharı olanın ve olacağın yapraklarını yere seriyor[312]. Aşksız ilmin neticesi, dünyayı tahrib eden harplerdir. Zahiren bahar gibi hayat verici görünüyor ama batınen güz gibi her alanın güzelliğini nihayet bütün varlığını mahvediyor, yaratıcı itmam edici bir faaliyet göstermiyor.

Dinsiz ilim yalnız insafsız muharebeler kanuna aykırı baskınları getiriyor. Çünka Allah'a karşı bir mesuliyet tanımıyor. İlim aslında nurlu bir kuvvettir. -Fakat aşktan uzaklaşınca nurlu sıfatlarının yerine ateşten sıfatlar giyiyor: "AvrupalIların göğsündeki ateş ondan geliyor, gece taarruzu ve yağmanın lezzeti ondan geliyor. Günlere feza bir yürüyüş veriyor, milletlerin sermayesini alıp götürüyor. Onun kuvveti iblis ile dost oldu, onun nuru ateşin sohbetinden ateş oldu"[313].

Son birkaç yüzyıldır Batının sömürgeciliği ve ilminin metaryalizmine karşılık özellikle İslam dünyasının Yaratandan ve O'nun kitabı olan Kur'an-ı Kerim'den uzaklaşmasını dile getiren ve çağımızda bunu haykıran İkbal olmuştur. Görüldüğü gibi eserlerinde, Allahsız ilmin insanlık dünyasına yağdırdığı belaları ve felaketleri çeşitli vesilelerle dile getirmektedir. İkbal, ilmi, yanında yeraldığı şeye göre ya dost yahutda yılan olabilen bir kavram olarak görmektedir[314]. Bu vesile ile Avrupa medeniyetinin materyalist temellere oturmuş olması nedeniyle ilmi, bir yılan haline getirdiklerini belirtmektedir.

İkbal müslümanın aşktan kopmasını İslam adına en büyük bela olarak telakki ederek bu tehlikeyi şöyle dile getirir: "Kalbi Allah'ın rengi ile boya, aşkın şah ve şerefini yükselt, Müslümanın tabiatı sevgi yüzünden yüksek ve galiptir. Müslüman eğer aşık değilse kafirdir"[315] demektedir.

D- İKBAL İN DÜŞÜNCESİNDE İNSAN-I KAMİL

1- İnsan

İnsan nedir? sorusuna, ilim, din, felsefe ve daha pek çok ilim dalı ayrı ayrı cevaplar vermektedir. İlim, insanı yalnız maddesi yönünde, sanat duygusal yönden, felsefe daha geniş açıdan ele alsa da bütünüyle kavramakta eksik kalıyor. Bunun sebebi felsefenin kullandığı araç olan aklın, insandaki sevgi ve aşktan kaynaklanan yönünü anlamakta yetersiz kalışıdır. Bundan başka pek çok bilim dalı değişik açıdan ele alırken, insana bunların tümünü kapsayacak şekilde ele alıp hakkım teslim eden dindir[316].                                           .

Kainattaki varlıklarda bir sıralama, bir tekamül sözkonusudur. En kamiİ varlık olarak da zirvede insan bulunmaktadır. Burada insan ile diğer varlıklar arşındaki farklardan veya hayvandan olan farklarından bahsedilmeyecektir. Zaten Allah, insanı yaratılış gayesini gerçekleştirebilmesi için en güzel ve en mükemmel biçimde yaratmıştır[317]. Ona kendi ruhundan üflemiştir[318].Onu zeka akıl ve daha başka anlayış ve kavrayış kudretiyle donatarak içinde yaşadığı dünyanın sırlarını çözmeye müsait hale getirmiştir[319].

2-    İnsan: Allah'ın Halifesi

Kur'an-j Kerimde: Hani Rabbin meleklere yeryüzünde bir halife yaratacağım demişti. Melekler: "Orada bozgunculuk yapacak, ve kan dökecek olanı mı yaratacaksın? Halbuki biz seni hamdinle teşbih eder ve takdis eyleriz" dediler. Allah: "Ben sizin bilmediğinizi bilirim" dedi46S. Halife kelimesi geniş anlamlar ifade eden derin ve yüklü bir kelimedir. İnsan-ı Kamil, hakiki mürşid, Allah'ın bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan veli469, gibi manalar ihtiva eder. İnsan yeryüzünde Allah'ın halifesidir. O halde halife hilafetin gerekleri ile donatılmış olması gerekir. Ayrıca o, tabii olarak kendisine hilafet görevi veren zatın nurundan parçalar taşımalıdır470. O halde insan bedeni varlığının ötesinde "ben"iyle vardır ve bu ben onu ölümsüzlüğe, yani Allah'a götürür. K. Jaspers: "İnsan tanrıya dönük bir varlıktır" demektedir471.

Kar'an bunu şu şekilde ifade eder: 1- İnsan topraktan yaratılmıştır472. 2- Allah'ın ruhundan bir nefhadır472. Kur'an-ı Kerim insana işaret ederken insanın topraktan yaratılmış kalıbının yanında o kalıbı taşıyan ilahi "öz”e işaret etmektedir. İkbal'de eserlerinde; insan, sadece su ve balçıktan yaratılmamıştır. Bunun yanında ruh ve gönül sahibidir. Gerçi beden ruhun terakki etmesine yardımcı olmaktadır. Fakat asıl

^Bakara, 30.

^Uludağ. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.205.

470Kutub, İnsan..., s. 42.

471   Kari Jaspers, Felsefeye Giriş, Çev: Mehmet Akalın, İstanbul, 1981, s.76.

472ATaf, 12-14.

472        Rahman, 14, Bakara, 30. önemli olan ruh ve beden bütünlüğünün sağlanarak yeryüzünün halifesi olma olayının gerçekleştirilmesidir[320].

İnsanın sadece ruhi ve sadece bedeni yapısıyla yüceltilmesi değil, ilahi emanet ve hilafetin sahibi olmanın yanında bir yığın noksanlığında toplandığı bir alandır, kan dökücüdür, bozgun çıkarır, acelecidir, nankördür, şehvetine düşkündür. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim'de insan-ı kamil olarak nitelenen Hz. Peygamberin dahi beşeri niteliklerinden ayrı düşünülmemesini belirtir[321]. Muhyiddin İbn Arabi, insan tarifini yaparken onun Allah katında bakan gözdeki bebek diye tarif etmektedir: "İnsan, Allah katında bakan bir gözdeki bebek gibidir ve görmek sıfatı ile tabir edilmiş olan mahluk odur. İşte bundan dolayı ona insan denildi. Çünkü Allah mahluklarına insan ile nazar kıldı ve onlara rahmet eyledi. Alem onun vücuduyla tamam oldu. Bundan dolayı ona "halife" adı verildi.[322].

İkbal'in düşüncesinde halife konumundaki insan şark ve garbı olmayan bir yıldız mesabesindedir. Çünkü Allah onun için yeryüzünde "inni cail" demiştir. Bu nedenle onun makamı semalara sığmayacak derecede geniş olup meleklerden bile yüksek olduğunu göstermektedir[323].

İkbal'e göre insanın kıymeti ve imkanları o kadar büyüktür ki, o bu aleme sığmaz. Halbuki o bu alemleri araştıra araştıra onları tanıyabilir: "İnsana sığan alemdir; aleme sağmayan insandır"[324]. İnsanın yeryüzünde Allah'ın halifesi olduğu gerçeği; insanın hayatının bütün sahalarında ister kendi şahsına taalluk etsin, ister ahlaki, iktisadi yahut insan faaliyetinin herhangi bir sahası olsun Allah'ın bir memuru sıfatıyla hareket etmesi gerektiğini ifade eder[325].

3-    İnsan-ı Kamil

İnsan-ı Kamil, Allah'ın zat, sıfat isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde tecelli ettiği insandır. Alemin var olşunun ve varlığını sürdürmesinin sebebi, varlığı meydana getiren ve onu muhafaza eden ilke[326] gibi tanımlan yapılmıştır.

Tasavvufi düşüncede kamil insan; iyi söz, iyi hareket, iyi ahlak ve bilgi sahibi, şeriat, tarikat ve hakikatta tam olan insana denmiştir[327]. Kendisine, imam, halife, kutup ve sahip zaman da denilmiştir.

İkbal'e göre, kamil insan; "Kur'an-ı Kerim'de tasvir edilen kendi öz varlığında yaratıcı bir faaliyet halindedir ve yükseklere tırmanırken binbir şekle bürünen bir ruh, bir canlılıktır" diye tanımını yapar[328]. İkbal'e göre çevresinde bulunan evrenin en büyük hamlesine katılmak insana nasib olmuştur. Bazen dünyadaki mevcud güçlere uyar bazende muhalefetle karşılaştığı zaman kendi iç dünyasında'daha geniş bir alem kurar. İnsan, sonsuz sevinç ve ilham kaynaklarının varlığını iç derinliğinde keşfeder48 5.

İkbal'in düşüncesinde amaçladığı ve en çok arzu ettiği hedefi, insanın yeteneklerini çok sıkı bir eğitimden geçirerek örnek yada ideal insanı yaratmaktır. Bu arzu İkbal'in düşüncelerinden eserlerine yansıyan en büyük arzudur. Çünkü yer yüzünde yollarını şaşırmış insanlara en çok örnek olacak böylesi insanlara ihtiyaç vardır. O şöyle der: "Bir rnüslüman zahinen Kur'an-ı okur hakikatte kendisi Kur’an'dır. İmanlı müslümanm varmak istediği yer, Frenk diyarlarından çok ileridedir. İleri yürü bu yolun sonu yoktur[329] [330] .

İkbal'in düşüncesindeki kamil insan Allah'ın vasıflarıyla tezyin edilmiş, gelişimi çok büyük ölçüde dini duygulardan kaynaklanan sınırsız değerdeki örnek insandır. Böylece Nietzsche'nin dini alaya alan, Allah'ı öldüren[331] bir anlayışla ortaya koyduğu "üstün insan" anlayışıyla çakışır. Çünkü Nietzche: "İnsan, hayvanla üst insan arasında gerilmiş bir iptir" diyerek insanı iki yönüyle ele alır. Biri sıradan kalabalıklar, yasalara ve geleneklere bağlı insanlar, diğeri gelecek çağlara uzanan, çabaları doğurucu, yaratıcı bir nitelik taşıyan insandır. Ancak sıradan kalabalıklar diye nitelediği, geleneklere ve dine bağlı insanlarla alaycı bir tavırla "Tanrı öldü" diyerek bu inançlardan kurtulmayı telkin eder. Çünkü böyle bir durumda insanın özgürlüğü kısıtlanmaktadır der[332]. Nietzsche'ye göre insan sonsuz enerji yüklüdür ve bu enerji

hiç tükenmek bilmez üst insan dediği ideal terkibinde bu enerji bir makine gibi devamlı dönüp durmaktadır[333].

Görüldüğü gibi Nietzsche'nin üstün insan teorisi ile İkbal'in insan-ı kamil düşüncesi -belki İkbal bazı yönleriyle etkilenmiş olabilir- temelinde birbiriyle uyuşan tarafları yoktur. Ancak çelişen yönleri pek çoktur.

Çünkü İkbal'in insan-ı kamil anlayışının temelinde evrenin en büyük hamlesine katılmak nasib olan insanın, inancı sağlam, gönlünde ilahi aşk ateşi yatmaktadır. İkbal'e göre hür olmak Allah'a hakiki bağlılıktan geçer[334]. Nietszche'ye göre ise dinden ve inançlardan kurtulmakla hür olunur. İkbal'in Nietzshe'yi tenkid ettiği düşünce ise; onun ortaya attığı "ebedi dönüş teorisi"dir. Bu düşünceye göre enerji kaynakları terkibinin tekerrürü süpermen didiği terkibin meydana gelişinde önemli bir faktördür. Ancak "üstün insan" bundan öncede bir çok defa ortaya çıkmıştır. Her defsında ortaya çıkışı içimizde bir arzu bir istek doğurabilir mi? İnsan ancak ender ve yepyeni bir şey için istek duyabilir. Nietzche'nin telkin ettiği bu fikir içimizde böyle bir duygu, arzu ve istek doğurmuyor. Dolayısıyla İkbal'e göre bu görüş aşırı kadercilikten bile çok daha tehlikeli bir görüştür[335]. Çünkü bu görüş insanın hareket kabiliyetini enerjisini tahrip eder ego veya benliğin gücünü yok eder.

İbn Arabi'nin insan-ı kamil anlayışı İkbal'in fikirlerini destekler mahiyettedir: "Allah insan-ı kamil'in dış suretini alemin hakikatleriyle suretinde, batini çehresini de kendi sureti üzere inşa kıldı"[336], diyerek İkbal'in görüşleriyle paralellik arzetmektedir.

İkbal'in eserlerinde arslan, insan-ı kamil sembolü olarak kullanılmaktadır. O, her hakikati içine alabilecek kadar kuvvetli olan şahsiyettir. Bu sembolü Mevlanada da görmekteyiz. İkbal muhtemelen Mesnevi den ilham alarak bu sembolü kullanmıştır[337] . Hayatın kıymeti ibadet ve dualardan ibaret değildir. Bir an arslan gibi kendini dünyaya atmak, yüz sene normal ölçülere göre yaşamaktan çok daha iyidir. Bir tek "an'”ın cezbesi kısa bir ömrün ateşi senelerce normal şartlarda geçen bir hayata bedeldir.

İkbal'in eserlerinin en büyük konusu insandır. İkbal'in kamil insanı (merd-i mümin), Rumi'nin Merd-i Hakkı (dürüst insan) gibi Allah'ın kuludur. Rumi'nin Merd-i Hak'kı, Allah'ın en güzel ve en şerefli yaratığıdır. Ruh, ilahi bir kaynaktan gelmekte ve anavatmından koparıidığı için yuvaya dönmek için çırpınmaktadır[338]. İkbal'de benliğin sonsuzluğu konusunda manevi mürşidiyle hemfikirdir. Bu inanç, daha öncede belirtildiği gibi felsefesinin temelini oluşturur[339].       .

E- İBADET VE DUA

Yaratıcı ile yaratılan arasında ilişki iki türlüdür. Biri, yaratıcıdan yaratılanlara doğru ilişki, diğeri yaratılandan yaratana doğru ilişkidir. Birinci ilişki ilahi vahiy ile ikinci ilişki ibadetle gerçekleşir. İbadetin özü ve bütün ibadetlerin hedefi ise Hz. Peygamberin ifadesiyle duadır. "Dua, ibadetin iliği, özüdür"[340].

Dua denilen, insandan Allah'a olan bu sözlü ilişki modern bilim açısından neticeleri hayranlıkla izlenmesine rağmen henüz keşfedilmiş değildir[341]. Ancak insanlık, var olalı beri insanlar dua etmektedirler. Normal olarak insan doğrudan doğruya Allah’a hitab etme vasıtasına sahip değildir. Normal kelime alışverişi olabilmesi için iki taraf arasında ontolojik açıdan eşitlik bulunmalıdır[342]. İşte bu prensibi bozacak bir hal vuku bulduğu zaman insan Allah'a hitabeder ve onunla konuşma yeteneğine sahip olur. Bu öyle olağanüstü bir durumdur ki, bu halde insan kendi kafasını günlük durumunun üstünde bulur. Bu durumda insan normal manada insan değildir. İşte bu durumda insan üst bir duruma gelmektedir. İkbal bu durumu şöyle açıklamaktadır: "Düşünme halinde zihnimiz Nihai Hakikati gözleyebiliyor. O'nun fiil ve hareketlerini inceleyebiliyor. Ancak dua ve ibadet halinde ağır ilerleyen bütünlüğün kademeli rehberliğinden ayrılarak düşüncenin önüne geçiyor ve Mutlak Hakikate egemen olmaya çalışıyor. Bununla amacı kendi iradesiyle nihai hakikatin hayatında manevi bir tecelli vasıtası olarak tabii ve hayati bir fiildir ki onunla şahsiyetimizin küçücük adası daha büyük bir hayat içinde bulunduğu durumunu birden bire keşfeder"[343].

Bu durumu Kuran şöyle ifade eder: "Biz insana şah damarından daha yakınız"[344].

Dernek oluyor ki, insanla Allah arasında doğrudan bir ilişkiden bahsedilebilir. Ayrıca duada bir birlik söz konusudur. Yani bir kaynaşma ve vuslat halidir de denilebilir. Bunu "alalade istemek'ten ayırmak gerekir. Çünkü dua bir psikolojik hal olup şahsi tecrübenin başkalarına aktarılması veya anlatılmsı mümkün değildir[345]. Bu konuda İkbal şöyle düşünmektedir: "Din sadece kavram ve kuramlarla yetinmez aksine amaç ve hedef edinenin daha derinliğinde melenmesini ona daha çok yaklaşmasını ister. Ancak bu yakınlaşma dua ve ibadet yoluyla gerçekleşebilir"[346]. Kur'an'da "Bana dua edin size cevap vereyim"[347] derken yapılan duaların mutlaka neticeleneceğini belirtir. İkbal, dua ve ibadetlerin ruhani tecellilerle son bulacağım ifade ederken bu. olayı kasdetmek istemiştir[348] [349]. Ancak bu tecellilerden her dua edenin çeşitli şekillerde etkileneceğini ifade eden İkbal: "Mesela peygamberlik şuurunda bu, tamamen yaratıcıdır, yani bundan yepyeni bir ahlak dünyası vücuda gelir"505, demektedir.

İkbal'e göre dua ve ibadet psikolojik açıdan tabii bir duygunun belirtileridir. Dua ve ibadet en yüksek derecesinde soyut düşünceden çok üstündür. İbadet ve düşünce gibi belirli bir zaman ve uğraştan sonra elde edilen bir nesnedir. O halde insanın yaratıcı ile olan münasabeti lisan işi değil bilakis hal işidir, gönül ve yaşama işidir. İşte ilim ve lisanüstü bu oluş dua sayesinde meydana gelmektedir.

İnsan bütün varlığı, bütün faaliyetleri bütün düşünce ve hayalleriyle dua etmektedir. İnsanın elinden çıkan, sanat, ilim, düşünce, mücadele, hepsi dua sayesinde meydana gelmektedir. Yani yaratıcı kudret bazen beynimizde, bazen gönlümüzde bazende bileğimizde tecelli etmektedir[350]. Sehl

b.    Abdullah: "Kabul edilmesi ihtimali en fazal olan dua (Kal ile değil) hal ile yapılan duadır"[351], diyerek hal ile yapılan duanın makbuliyetinden söz etmektedir. Bunun için İkbal, ilmi ve fikri faaliyetleri dua ve ibadetin en yüksek mertebesi olarak görür; "Gerçek şudur ki ilim için yapılan her gayret esasında bir ibadet şeklidir. Tabiatı ilmi olarak müşahede eden kişi, bir bakıma ibadet halinde ilim ve irfanı arayan bir mutasavvıf mevkiindedir"[352]. Tabiatı incelemeyi mutlak hakikatin hareketleriyle sıkı bir temasta tutmayı sağladığını belirten İkbal; "Böylece Mutlak Hakikate daha derinden nüfuz etmemiz için basiretimizi keskinleştirir", demektedir[353]. Dolayısıyla bu gibilerin dua ve ibadeti zihni faaliyeti için zorunlu bir tamamlayıcı olarak kabul edilmelidir.

îkbal'e göre, dua ve ibadet, ister kişisel, iste toplumsal olsun, kainatın dehşet verici sessizliği içinde, insanoğlununun kendisine, bir cevap bulmak için hissettiği derin hasret ve şiddetli arzusunun ifadesidir[354].

însan dua ve ibadet esnasında bu cevabı ararken kendi zatını inkar etme noktasına gelir ve bu esnada kendi zatını ispat etmiş olur. Böylece kainatın hayatında dinamik ve faal bir unsur olarak kendi değerini keşfeder. İkbal’e göre dua ve ibadet sırasında insan nefsinin takındığı bu tutumu yüzünden İslam dini namazda insan kişiliğinin hem reddi hemde ispatına imkan bırakmıştır[355] derken, A. Carrel: "Dua eden bazı formüllerin ezberlenmesini değil, dünyanın asil ve yüce prensibinin temaşası içinde şuurun kendinden geçmesi ve mistik bir yükselişi anlamalıdır" demektedir[356].

1.    ibadet ve Cemaat

îkbal'e göre ibadetin gerçek amacına ulaşması için cemaat halinde yapılması gerekir. Zaten ibadet içtenlikle ve dürüst şekilde yapıldığı zaman içtimai bir mahiyet taşır[357].

Kur'an-ı Kerim'e göre insan nevinin vatan, millet, kabile, din, dil, ırk ve rengi göre ayrılmış olması, sadece bu çeşitli grupların tespiti ve tanınması içindir[358]. Namaz ve cemaat sadece ilim, irfan ve marifet kaynağı olarak görülmemelidir. Namaz ve cemaat aynı zamanda insanlar arasındaki bütün ayırımları ortadan kaldırma amacını da gütmektedir.

Şu psikolojik gerçek de unutulmamalıdır. Kişi cemaat halinde tabii bir insanın sezi gücü oldukça artmış oluyor. İslam dininde ibadet topluma mal edilmek suretiyle ruhani tecrübe ve tecellilere kazandırdığı, toplumsal niteliğe özellikle dikkat edilmesi gerekir[359]. Günlük cemaatle kılınan namazdan, her yıl hac mevsiminde Mescid-i Haramda kılınan cemaatle namaz ve diğer topluca ibadetlere geçişte çeşitli ırk, din ve mezheblere mensub insanların birleşmesi, toplanması ve uzlaşması için çok geniş imkanlar sağladığı görülmektedir[360].

İkbal'e göre günlük namaz vakitlerinin belirli zaman ölçülerinde olması, egoyu hayat ve özgürlüğün nihai kaynağının daha yakınına getirmekle ona öz kişiliğinin geri verilmesi içindir. Namaz insanın benliğini uyku ve işin mekanik etkisinden kurtarıp hürriyete sığınmasıdır[361].

F- TASAVVUFÎ KEMAL VE AHLAK

Cemiyet hayatını ve insanlar arasındaki karşılıklı ilişkileri tanzim eden iki çeşit kaide ve müeyyide vardır. Bunlaran biri maddi ve hukuki müeyyideler, diğeri ise; manevi ve ahlaki müeyyidelerdir. Ahlak hemen her din ve toplumun ortaklaşa güzel kabul ettikleri duygu ve davranışlardır, ahlaksız dinler bulunduğu gibi, dinsiz ahlaklarda mevcuttur[362]. İslam'da ahlak, dinin prensipleriyle uygunluk arzeder ve beraber bulunur. Ahlakın konusu insani davranışlar olduğundan bu davranışlar din ve dünya üzerindeki bir mutluluğu sağlama amacına yönelik olarak gerçekleştirilmektedir[363].

Gerek fert gerekse cemiyet hayatını huzur ve saadeti için yukarıda zikredilen iki çeşit müeyyidenin sağlıklı bir şekilde tatbik edilmesine bağlıdır. Ancak cemiyette insanları yalnızca maddi ve hukiki müeyyidelerle idare etmek mümkün değildir. Bunun yanısıra ahlaki değerlere gerekli önemin verilmesi şarttır. Zaten manevi ve ahlaki değerlerden yoksun bir içtimai yapıda maddi ve hukiki değerlerin uygulanması mümkün değildir[364].

İkbal'in gerek şiirlerinde gerekse makale ve diğer eserlerinde tarihte milletlerin medeniyet ve maddi refahta zirveye çıktıkları halde manevi ve ahlaki yönden çöküntüye düştüklerinden yıkılarak tarih sahnesinden çekildiklerini anlattığını görmekteyiz[365]. Bu nedenle toplumda veya toplumu oluşturan fertlerde ahlaklılık ne kadar dirlik ve düzenin kurulmasına yardım ederse, ahlaksızlıkta o kadar bozulmasını ve yıkılmasını hızlandırır[366].

İkbal'in düşüncesinde, tasavvufi ve ahlaki geleneğe uygun olarak en mükemmel örneği Kuramı Kerim'in "Sen pek yüce bir ahlak üzerinesin"[367] buyurduğu Hz. Peygamberdir[368] . Hz. Peygamber: "Ben ahlaki güzellik ve mükemmellikleri tamamlamak için gönderildim"[369] buyurmuştur.

İslam ahlakının en önemli özelliği: İnsanın kendi kendini kurtarması, başkalarına zarar vermemesi yetmez başkalarına da yararlı olmayı gerektirir.Yani; "şerde pasifize yeterli değildir hayırda aktivite lazımdır''[370]. İkbal’in hayatı boyunca bu prensibi kendisine rehber edinerek müslüman milletlere düştükleri ahlaki çöküntüden ve uyuşukluktan kurtulmaları için çalıştığını görmekteyiz[371].

Daha sonraki bölümde temas edileceği gibi İkbal'in Mehmet Akifle olan pek çok benzer yanlarından biri, kendi milletlerinin gençlerine ve dolayısıyla bütün müslümanlara vermek istedikleri mesajı kendi çocuklarına hitab ederek vermeleridir. Akif'in Asım'ı[372] İkbal'de, en küçük oğlu Cevid’dir. Eserlerinde Cavid'e hitab eder ve ona bazı tavsiyelerde bulunur. İkbal'in bu tavsiyeleriyle birlikte dolayısıyla bütün müslümanlara yapmak istediği dini ve ahlaki tavsiyelerdir[373]: "Sana bir sözüm var: İnsanın yüce bir gayesi olmalıdır. Bu gaye insanı tam tatmin etmelidir ve yüceltir olmalıdır"[374]. İkbal'in oğluna bu tavsiyesi onun ahlaki düşüncesinin temelini oluşturur. Bu düşüncenin temelinde İslam'ın "ahlaki hamide" denilen, önderliğini insan-ı kamillerin yaptığı güzel ahlak anlayışı ve insanın benliğinin yüceltilmesi düşüncesi yatmaktadır[375]. Benliğin yüceltilmesi, terbiyesi ve benliği zayıflatan hususlar benlik konusu işlenirken ele alınmıştı[376]. Şimdi ise İkbal'in eserlerinde -özellikle manzum eserlerinde- yer alan ahlaki fikirlerine temas edilecektir.

Önce, oğlu Cavid'e yaptığı tavsiyelere bir göz atalım: İkbal tavsiyelerine zamanın kötü gidişatından insanların gerek ibadetlerinde gerek günlük hayatlarında özü kaybettiklerinden şikayet eder ve şöyle başlar:

" Secde şimdi baş koymuştur sırf yere

Benzemiş bitmiş kocamış pirlere

His, düşünce, din, siyaset, bilgi, fen, Hepsi candan ayrı varsa yoksa ten.

Elde Kur'an gönlü bilmez arzu

Aklı sığmaz bir acayip şeyki bu."[377]

Eserinin devamında İkbal, müslümanın günlük yaşayışlarında batının mutlaka etkisini gördüğünden şikayet eder:

"Her ne varsa bilgi, din, namus, ar

Ecnebi isteklerin bir dahli var"[378]

İkbal, Hz. Peygamberin bir Hadis-i Şerifinden, ilham alarak oğluna şu tavsiyeyi yapar:

"Az ye, az yat, az konuş bir er gibi

Kendi etrafında dön pergel gibi"[379]-33.

Artık şiirinin gelişen bölümünde şu ahlaki tavsiyelerde bulunur:

a- İhlaslı olmak:

"Tertemiz ihlası öğret gönlüne

Kuldan artık titremezsin bir dene"[380]

b- Adaletli olmak:

"Adil ol hiçbir zaman zalim değil,

Bey iken yoksul iken ol mutedil"[381]

Yani İkbal zengin olsanda fakir olsanda orta halli obdiye tavsiyede bulunmaktadır.

c- İslami kaidelere sıkı bağlılıktan kesinlikle taviz vermeyip te'vil'de yapmamak, yapılacak bir işte başkası fetva verseler de yine kendi kalbine danışmak[382]:

"Güçde olsa hükme te'vil isteme

İşte kalbin başka kandil isteme" -[383]

d- Daima Allah'ı zikretmek, böylece nefisini zaptetmiş olmak.

"Rabbi zikretmekle canın dincelir

Nefsi zaptet cismine kudret gelir" [384]

e- Daima ileriye doğru hareket etmek:

"Ay döner bulmak diler o bir makam

Lâkin insan hep yürür durmak haram

Durmayıp uçmaktır ömrün lezzeti

İnle bağdaşmaz onun hür fıtrati"[385]

f- Doğru sözlü olma, helal lokmaya dikkat etmek,

"Doğru sözdür pak gıdadır dine öz,

Yari görsün halvet-ü cilvetde göz" [386]

g- Hakka bağlı olmakta elmas gibi sert olmak,

"Din yolunda sert olup elmastan

Hakka bağlan kurtulup vesvasdan"[387]

h- Önce edebi öğrenmek :

"Din budur: Bitmez yanış, bitmez taleb

Sonra aşk lazım fakat ilkin edebî"542

ı» Namahreme dikkat etmek, arsızdan kaçmak "Gizlidir ya bir hanım namahreme

Sende arsızdan kaç ülfet eyleme"543

k- Kimseyi incitmemek:

"İnciten söz gelmesin asla dile

Rabbimin mahlukudur kafir bile,

Küfrü, dini gönlünün bir sırrı say

Bir gönül kırdıysa artık gönle vay"[388]

I-     Azimli olmak:

"Handa olsan beyde olsan sen eğer

Azmi asla verme ele fakr'a er"[389]

m- Her şeyini Allah'dan istemek:

"Derdi, gönle özgü bir sermaye bil

Hak'dan iste nimeti Handan değil"[390]

n- Nefsine hakim olup ihtirastan vazgeçmek:

"İhtiras yoksulluğun bir nev'idir

Bahtlı kimse nefsine gaalîb gelir"[391]

542Aynı eser, s.27, Krş. Mesnevi, c.IV, s.63.

543 , Aynı yer.                                                                                 .

Görülüyor ki îkbal'in oğluna tavsiyeleri hem dini hemde ahlaki tavsiyeler ihtiva etmektedir. Bunun dışında eserlerinin bir çoğunda insan-ı kamil örneği olarak bütün ahlakî güzelliklere sahip hakiki müslümanın vasıflarından bahseder. İşte îkbal'e göre hakiki müslüman; bir insan-ı kamildir. Çünkü o, Hz. Paygamberin ahlakıyla ahlaklanmıştır[392].

İkbal'in eserlerinde müslümanlara yapmış olduğu ahlaki tavsiyeleri şöyle sıralayabiliriz:

a- Gönlünü Hakka ve Kur'an'a bağlamak: "Gönlünü Hakka bağla; nafile bekleme, padişahlar sana huzur ve saadet veremezler. Zira bu puthanenin kapısında secde edilemez"[393].

"Eğer müslüman olarak yaşamak istiyorsan bu ancak Kur'an'ın ahkamına tabiyet etmekle mümkündür"[394].

b- İmanı tatbikat haline getirmek: "İmana uygun işler ibadetler imanın zevkini arttırır, tatbikat haline gelmeyen iman ölüdür"[395].

c- Kalpte olan dilde de aynısı olmalıdır: "Dilin kalbindekini söylesin bir bir tehlike karşısında hile eskiden beri kalenderlerin meşrebidir bu böyle"[396].

d- Birbirini sevmek: "Din adamlarının ilahilerinde hem güç hem barış var. Dünyalıların kurtuluş birbirini sevmektedir"[397].

e- Yardımlaşma gerçek mutluluğun anahtarıdır: "Dünyada gerçekte mutlu olanlar ancak başkalarına yardım elini uzatanlardır"[398].

f- Meşakketlere katlanmayı öğrenmek: "Zamane meşakkatlerinden şikayeti bırak meşakkat çekmemiş insan tam ve olğun bir insan değildir. Bilmez misin ki, ırmak suyu başını taşa çarpa çarpa tatlı ve lezzetli olur"[399].

g- Makam, mevki derdine düşmemek: "Hakkın kulu için makama hiç lüzum yoktur, o kimsenin kölesi değildir" "Padişahlık kaftanı içinde derviş olarak yaşa; gözün daima uyanık olsun, daima Hakkı düşünerek yaşa"[400].

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

I.  İKBAL İN DÜŞÜNCESİNDE SİYASET FELSEFESİ

1-    Milliyetçilik

İslam'a göre, milletlerin varlığı bir gerçekler.,

Müslümanların tamamı İslam ümmetini, Arap, Türk, Acem gibi topluluklar da müslüman milletleri meydana getirir[401] Milliyetçilik milletini-sevmektir[402]. Müşrik, muvahhid hatta dinsizde bile bu duygu vardır. Aslında ecdada saygı ve bağlılık, fıtri bir duygudur[403]. Bunun için İslamiyet ecdadla övünmeyi tamamen yasaklamamıştır. Ancak bu övünme ve sevgi, başka milletleri hakir görme ve maddi manevi servetlerine tecavüzü öngören bütün davranışlar milliyetçilikle bağdaşmaz[404]. Doktrin olarak milliyetçilik; toplumun farklı bir kimlik taşıdığının bilincinde olması ve buna göre hak ve menfaatlerini savunmasıdır[405]. İdeoloji olarak ise; insanlarda tabii olarak mevcud bulunan milliyet duygusuna yön verip, onu canlı tutan düşünce ve görüş sistemidir[406]. Kavmiyetçilik yaparak, kavmini kayırarak, adaletten ayrılmak, başka kavimlerden olanları küçük ve düşük görmek suretiyle zulmetmek, İslamiyetin yasakladığı milleyetçilik anlayışıdır.

a- İrk, Millet ve Milliyet

Ondokuzuncu yüzyıldan itibaren Avrupada aynı yüzyılın sonlarına doğruda, İslam dünyasında ırka dayalı devlet ve millet olma arzusu gelişip kuvvetlenmiştir. Irk bir realitedir, bunun inkar edilmesi mümkün değildir. Irk üstünlüğünü savunmak en ilkel toplumlardan modern toplumlara kadar herkeste görülmektedir[407]. Bugün geçerli olan görüşe göre sosyolojik açıdan ırkın tanımı şöyle yapılmıştır: "Irklar belirgin ve aynı zamanda kalıtımsal olan, doğal seçilim, mutasyon, karışma ve yalıtma gibi etmenleri sonucu olarak ortaya çıkan bedensel farklılıklarla belirlenen insan birimleridir"[408].

İslam düşüncesi insanlar arasında soy veya ırk farklılıklardan dolayı üstünlük iddiasında bulunulamayacağını, üstünlüğün ancak günahlardan sakınmakla olacağını bildirmiştir: "Ey insanlar biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık birbirinizle tanışasınız diye cemiyetlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak Allah indinde en iyiniz, takvası en fazla elanınızdır. Allah bilir ve her şeyden haberdardır"[409]. Ayrıca, insanların dillerinin ve renklerinin ayrı ayrı olmasını Allah'ın varlık ve kudretini gösteren alametler olduğunu bildirmektedir[410].

Millet ise, aynı topak üzerinde yaşayan siyası organizasyon oluşturmuş, soy, dil, din, kültür ve tarih birliğine sahip bunun neticesi olarakta milli bir karakteri bulunan, gelecekte de bir arada yaşama arusunu taşıyan insanların meydana getirdiği topluluktur diyebiliriz[411]'.

Milliyet, millet olmanın bütün vasıflarına haiz olduğu halde siyasi organizasyon oluşturamadığı için, yani devlet kuramadığı için millet adı verilmeyen insan topluluğudur. Milliyetin hukuki manası ise "tabiiyyet" yani vatandaşlıktır[412]. Millet ile halk arasında şu fark bulunmaktadır: Millet, geçmişteki, haldeki ve gelecekte nesillere şamil bir kavramdır. Halk ise ülke sınırları içinde yaşayan insanların tümüdür, bu insanların arasında mensubiyet şuurunun bulunmasıda icab etmez[413]. Millet değilde, halk görüşünü savunanlar genellikle tarihlerine ve kültürlerine yabancı kimselerin savundukları bir tezdir.

îkbal'in düşüncesinde ırk fikri pek fazla önem arzetmez ve ırkçılık yapılmasını şiddetle reddederek puta tapıcılık olarak algılar. Irkçılığı bir bakıma su ve çamur kaydından kurtulamamak olarak gören İkbal, renk ve kokulara ayrılmanın müsliimantara haram olduğunu belirtir: "Ne Efganlıyız, ne Türk'üz nede Tatarız, Bir çemen evladıyız; aynı ormanda yetişmişiz, renk ve koku ayırmak bize haramdır. Zira bizi aynı ilkbahar yetiştirmiştir"[414]. İlkbahardan maksat Hz. Peygamber ve onun tebliğ etmiş olduğu İslamiyettir. Önce renk ve kokudan sıyrılış ve ondan sonra Hintli veya Turanlı olduğunu belirten İkbal, bizi birbirimize bağlayan soy sop rabıtası değil, Hicazlı sevgilidir demektedir[415]. Bir eserinde İkbal şöyle der: "Yalnız O'nun sevgisi bizi birbirimize bağlamaya kafidir. Gözümüze O'nun şarabının keyfi kafidir. O şarabın sarhoşluğu kanımıza kadar işlemiştir. O, eskiyi yakıp mahvetmiş ve yeniyi yaratmıştır"[416].

İkbal'e göre ırk, renk, soy, sop önemli değil; mühim olan peygamber sevgisinin etrafında tüm milletlerin kümelenmeleridir.

İkbal'e göre ırk ile iftihar etmek cehalettir. Irkın hükmü ten üzerine caridir, ten ise fanidir[417]. Allah'a bağlılık ve aşk[418] canda, soy sop bedendedir. Bunun için Aşk bağı, soy sop bağından daha kuvvetlidir[419].

Ikbal'e göre, ırkçılık bir ad yüzünden insanları rezil edip birbirine düşüren, bir adim dahi ileri gitmeye engel olan, putlara tapmaya benzer bir düşüncedir-0.

İnsan fikri puta tapar, put yapar; her zaman bir put arar. Gene ortaya bir azeriik (put yapıcılık) usulü atıldı. Yeni bir Allah heykeli yontuldu. Bu put, kan dökmekten zevku sefa bulur. Bu putun adı renk, mülk ve neseptir-1 Irkçılık fikrini ilk defa ortaya atanların İngiliz Lordları olduğunu belirten İkbal, şöyle der; "Tepeden tırnağa hile ve fen dolu Garbın Lord'u din ehline vatan talimini verdi"[420] [421] [422]. Ancak, din topraktan sıyrılmakdır. Bunun için can, cihetlere sağmayacağından dolayı hür insan için vatan ve toprak kaydına düşmek fikri yabancıdır[423]. .

İkbal'in düşüncesinde millet; içi bal dolu bir kovana benzer. Bu petek Hz. İbrahim peteğidir. Bal, Hz. İbrahim'in imanı olup nergiz, lale, nilüfer ve çeşitli çiçeklerden özleri toplanmış birer damladır. Ancak hiçbiri hangi çiçekten geldiğine itiraz etmez: "Ey akıllı dostum, balı petek yuvalarında gör de, bundaki ince manayı anla, o bal kırmızı laleden alınmış bir katre, şehla nergisten bir katredir. Fakat bu elemiyor ki, ben nergisten alındım. O demiyor ki, ben nilüferden toplandım: bizim milletimiz İbrahim peteğidir. Balımız İbrahim imanıdır. Eğer soy sopu millet mefhumunun bir cüz'ü sayarsan kardeşlik işini rehnedar edersin"[424].

İkbal'e göre asıl millet; ırk. soy sopa bağlı olan millet değil İslam düşüncesinde sınırları ve özellikleri belirlenmiş bir • tek ideal ve ülküler etrafında toplanılan insanlar topluluğudur. "Bizim milletimizin temeli başkadır. Bu teme bizim gönüllerimizde gizlidir. Biz hazır olduğumuz halde gaibe gönül bağlamışız o halde şunun bunun kaydından kurtulmuşuz2-5. Bunun için müslüman milletlerin kuvvet kaynağı Hz. Peygamberin ırklar ötesi kurmuş olduğu birlik şuurundandır. Bundan İslam milleti hayat bulmaktadır.

b- Vatan ve Milliyetçilik

Ülke-yurt-devletin unsurlarından biridir. Devlet felsefesi açısından toprağı olmayan topluluğun devlet niteliği kazanması düşünülemez. Bugün bile bunun mücadelesini yapan, devlet olabilmek için toprağa sahip olma mücadelesi veren topluluklar görmekteyiz.

Vatan, sadece bir toprak parçası olmaktan öte, sevilen, bağlanılan uğrunda canlar, mallar feda edilen bir milletin maddi manevi bütün varlık ve kıymetlere verilen isimdir[425] [426]. Bunun için vatan sevgisi milliyet duygusunun oluşumunda önemli bir unsurdur. Çünkü tapraktan yaratılan insanın toprağa sevgiyle bağlanması kadar tabii bir şey olamaz. Kültürümüzde bu konuda yerleşmiş atasözleri vardır. Bir hadis derecesinde kendisine itibar edilen "vatan sevgisi imandandır" sözü veya "Allah'ım dünyada vatansız ahirette imansız bırakma" gibi sözler, bunlara güzel bir misaldir[427].

İkbal'de aynı görüşte olup toprağın milletin oluşumuyla alakasını şöyle dile getirir: "Vatan denilen bir avuç toprak, Mısır, İran,Yemen dediğin şey ise, vatandaşın vatanıyla alakası var; çünkü milletin tohumu onun toprağındadır"[428].

Fakat İkbal'in tasvib etmeyip karşı olduğu vatan anlayışı; özellikle batıkların çeşitli oyunlarıyla müslümanlarm parça parça bölünerek kağıt üzerinde cetvellerle sınırları çizilip bölünmelerinden oluşan vatan anlayışıdır. Neticede aynı tarihi geçmişi ve ortak kültürü paylaşan, aynı zamanda asırlarca beraber yaşayan müslümanlar birdenbire aralarında husumet ve geçimsizlik ortaya çıkmış, zaman zaman savaşlara ve toprak kavgalarına varan bir hal almıştır, işte bu tehlike karşısında İkbal, bu fikrin ve tehlikeli oyunların kaynağının batıkların olduğunu belirterek müslümanları uyarmış ve birliğe davet etmiştir. "Politika dilinde vatan başka bir anlam taşır. Peygamberin sözlerinde vatan başka bir anlam taşır. Dünya ulusları arasında rekabet işte bundandır. Ticaretin amacı sömürü ise işte bundandır. Allah'ın kulları bunun yüzünden milletlere bölünür. İslam birliğinin kökü bununla kazılır"[429].

İkbal'in vatan anlayışı tam bir netlik arzetmez. Bir yandan vatana bağlı kalınmasının milletlerin oluşumunda önemli bir faktör olduğunu vurgularken diğer yandan vatan anlaşıyının asrımızda oluşturulan yeni bir putçuluk olduğunu söyer: Ancak bu putçuluğu biz yukarıda temas ettiğimiz nitelikte müslümanlarm bölünüp parçalanmaları olarak algıladığımızda görüşlerinde bir tezat olmadığını görürüz[430].

Çünkü Müsülmanların tarihi gelişimine bakıldığında vatan ve ırk birliği değil, din ve inanç birliği ön plandaydı. Bu durum kendi milli -benliğini ve mensubiyet anlayışını kaybetmeden varlığını bir devlet içerisinde sürdürme neticesine götürmüştü. Ancak İkbal'inde belirttiği gibi ırka dayalı milli devlet anlayışı çıkıp inanç yerine ırkı ön planda tutan bir zihniyetin hakim olmasıyla müslümanlar parçalanmış, Arap, Türk, Acem, Afganlı, Hintli diye bölünmüştür. İşte İslam birliğinin kökünün kazılmasına sebep olarak gördüğü ve putçuluk dediği budur.

İkbal'in düşüncesinde millet ve milliyet kavramı memleket ve ırk mefhumundan ziyade inanç ve din faktörü ağırlık kazanmaktadır: "Müslüman isen gönlünü bir iklime bağlama, bu keyfiyet ve kemmiyet aleminde kaybolup gitme, Müslüman memleket mefhumuna sığmaz. Onun gönlünde Şam ve Rum manasız sözlerdir"3!. Yani nihai hedef olarak millet, Hz. Peygamberin ümmeti, vatan da müslümanların yaşadıkları geniş coğrafyadır.[431] [432].

İkbal'e göre milliyet mefhumunu ırka dayalı bölünmüş bir vatan üzerinde bina edenler müslümanlar arasında dostluğa ve kardeşliğe son vermişlerdir. Bu düşünce İslam milleti için çok büyük bir tehlikedir.

İkbal, çağın gerektirdiği şartlar neticesinde ayrı ayrı devletler haline gelmiş müslümanların artık kendi içlerinde birlik ve kardeşliklerini' tesis ederek devletlerini yükseltmelidirler. Ayrı devletler halinde yaşayan müslümanlari bir bahçenin koku yayan güllerine benzeten İkbal şöyle der: "Gül kokusu gülü terkettiği için dönüp dolaşıyor ve bahçenin geniş sahasına yayılıyor"[433]. İkbal'in nihai hedef olarak düşündüğü müslüman devletlerin ırk ve soy düşüncelerini bir yana atarak asgari müştereklerde aynı inanç ve idealler uğrunda kuvvetlenmeleri gerekmektedir. Ancak dünyada yaşayan müslümanların bir tek çatı altında toplanarak birleşmeleri henüz mümkün olmamıştır. İkbal'in ideal düşüncesinden bu sonuç ortaya çıksa da gerçekleşmesi şimdilik mümkün görünmemektedir. Fakat İkbal'in devlet hakkmdaki düşüncelerini süsleyen hedef budur.

2-    Batılılaşma

Avrupalılaşma, garplılaşma, medenileşme, uygarlaşma, çağdaşlama gibi kelimelerle ifade edilen batılışama, müslüman milletlerin tarihlerinde gerçek manada batılılaşma ailgisi olmayan açık ve gizli yabancı sömürge zihniyeti ve yabancı baskısı şeklinde kendini gösterir34. Kapitalizm ve sömürgecilik batıda rönesanstan bu yana gerçekleşen sanayi devriminden itibaren beraberce ortaya çıkmış ve birlikte gelişmişlerdir. Bundan sonra batının meselesi, ortaya çıkan çeşitli felsefi akımlar sayesinde, mutlak değerlerinin varlığına imanın terkedilmesidir35. Öte yandan batı menediyetinde bazı önemli fikri değişiklikler de yaşanmıştır. Batı medeniyetini oluşturan esas unsurlar bu aşamada ortaya çıkmış ve gelişme keydetmiştir. Bugün gerçek manada batılılaşmanın bu unsurlara bağlı olduğuna inanan pekçok kimse, bunların; ilim, teknik ve insan haklarını teminat altına alan hukuk ve hürriyet olduğunu kaydederler[434].

İkbal, bu unsurların batıya İslam düşüncesinin etkisiyle ulaştığı kanaatindedir[435].

Aynı şekilde bu unsurlardan bilhassa ilim ve tekniğe sahip olunduğu takdirde müslümanların batı medeniyetini yakalayabileceği kanaati yaygındır. İkbal'in bu kanaatte olduğunu görmekteyiz[436].

Dana önce de İkbal'in Avrupa'ya giderek öğrenim gördüğünü, doktora çalışmasını da orada yaptığını, çeşitli devlet ve ilim adamlarıyla görüştüğünü ve Avrupa'nın çeşitli yerlerinde konferanslar verdiğini belirtmiştik. Batıyı bu kadar yakından tanıyan bir filozof olarak memleketine döndükten sonra batı hakkında yaptığı tespitlerin ve tenkidlerin hala geçerliliğini koruduğunu görmekteyiz. İkbal'in de belirttiği gibi, çalışma, azim ve gayretleri disiplinli olmaları gibi olumlu yönleri olduğu kadar, kapitalizm ve sömürgecilik düzenlerini kurarak zayıf durumda olan özell'kle müslümanları ezmeye çalışan düzenler gibi olur uz yanlarının da var olduğunu inkar etmek imkansızdır.

İkbal batıda kaldığı süre içerisinde gördüğü iyi hesletlerin önceden müslümanların ellerinde olduğunu ve o zamanlar hakim durumunda bulunduklarını halbuki bu güzel hasletlerini kaybettikten sonra hakimiyet ve güçlerini batılılara kaptırdıklarını eserlerinde üzüntüyle dile getirir[437].

İkbal'in son zamanlarda üzüntüyle müşahede ettiği bir başka husus, İslam dünyasının manevi yönden akıl almaz bir hızla batıya yaklaşmasıdır. Önceleri bunu tehlikeli bulmayan İkbal, batı dünyasının iki yüzünün varlığını keşfettiğinde gerekli uyarıları yapmayı ihmal etmemiştir[438]. Çünkü M. Turhan’ın da belirttiği gibi "Bugünkü garp medeniyeti bizim onu taklide başlağıdımız devirlerdeki garp medeniyeti değildir. O, artık tarihe karışmıştır" Batının da artık değerleri değişmiş gerçek yüzü ortaya çıkmıştır[439]. İkbal'de bu medeniyetin îslam kültürünün bazı çok önemli safhalarının yalnız bir uzantısı ve gelişmiş şekli olarak görürken, "Tek korktuğumuz şey, Avrupa kültürünün parlak dış görünüşünün bizim için birer ayak bağı olup bu kültürün, gerçek yüzünü görmemizi engelleme ihtimalidir"[440] demektedir.

Batı menediyeti hakkında Meryem Cemile'nin şu tespiti İkbal'in fikirlerini doğrular mahiyettedir: "tslamda insanın maddi refahı yalnız bir vasıtadır. Garbda ise bizzat nihai gaye nazarıyla bakılır"[441].

Batının görünüşteki parlak yüzü, onun hedefe götüren her yolu meşru sayan zihniyeti İkbal'in düşüncesini hiç etkilememiştir: "Batı ilminin cilvesi aklımı başımdan alamadı benim. Medine ve Necef'in toprağı sürmesidir gözümün"[442] [443].

Batı ile İslam Dünyasının karşılaştırmasını yapan İkbal, bu iki tarafın eksik yanlarını veciz bir şekilde şöyle ifade eder: "Şark, hakkı görüp dünyayı görmemiştir. Garp dünyada kalıp Haktan kaçmıştır’[444]’. Garaudy ve Meryem Cemile gibi daha pek çok batılı ve doğulu ilim ve fikir adamının görüşleride aynı dorultudadır[445].

İkbal'e göre, batı medeniyeti yıkılacaktır. Onun bu kanaate varmasının sebebi açıktır. Çünkü Balalılar geliştirdikleri teknolojileriyle göklere ve denizlere hakim olmuşlardır. Ayrıca geliştirdikleri silah ve bombalarla milyonlarca insanın sırf kendi çıkarları için kanlarını akıtmışlardır. Ama bir gün ilahi kudret hepsini girdabında boğacaktır47. Aynı zamanda köşe kapmaca oynar gibi paylaştıkları İslam memleketlerinde artık AvrupalIlar barlnamayacaklardır. Çünkü eski dünya üzerinde yenibir dünya doğmaktadır. İçlerindeki uyanık insanlar halkı uykularından uyandırıp sabahı müjdelemektedir[446].

İkbal, Batı medeniyetinin göründüğü gibi olmadığını görünen yönünün göz kamaştırdığını gönlünde buna kandığını belirtir[447] [448]. Müslümanlar garbın cazibesine kapılır onların putlarının önünde eğilirse meydana gelecek sonuçlarına da katlanmak zorundadır. Çünkü netice ağır olacaktır: "Garbın taklidi, şarkı kendinden uzaklaştırır; bu kavimlerin garbın tenkidini yapması gerekir".

Garplılarda ait gösteriş sihirbazlıktır, başkasına istinad etmek küfürdür^9. Garaudy'nin görüşleri İkbal'in fikirlerini desteklemektedir. O'na göre kim olursa olsun eğer geleceklerini seviyorlarsa, bilsinler ki, Batı medeniyeti iflas etmiştir. "Eğer kendimizi bu medeniyetin akıntısına barıkacak olursak o bizi toplu intihara götürür" demektedir[449].

Müslümanların batı karşısında almaları gereken tavrın çerçevesini şöyel çizmiştir: "Garbın kuvveti ne çenk ne rebaptandır. perdesiz kızların raksından değildir.

Lale yüzlü sihirbazların büyüsünden değildir,

Çıplak bacaklar ve kesilmiş saçlar değildir,

Onun muhkem olması densizlikten değildir,

Onun parlaklığı latin harflerinden değildir.

AvrupalIların kuvveti, ilim ve fendendir,

İşte bu ateşten onların ışıkları parlıyor,

Hikmet elbiselerin kesilmesinden ileri gelmez; sarık ilim ve hünere mani değildir. Ey şuh ve cüretli genç; ilim ve fen için kafa lazımdır, Avrupa elbisesi değil![450].

Mehmet Akif’te batılılaşmadaki ölçünün, Avrupa'nın ilim ve fenninden istifade etilmesi gerekliğini, aksi halde batının giyim kuşamının ve yaşayışının taklid tahlil edilmesinin terakkiye mani olacağını belirterek İkbal ile aynı görüşü paylaşmaktadır.

Başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz

Onu kendinden bulur yükselecek bir millet

Çünkü her noktada taklid ile sökmez hareket

Alınız ilmini garbın, alınız san'atını,

Veriniz hemde mesainize son sür'atini[451].

Batının ilim ve fennini isteyen doğuluların Avrupanm bütün zahiri olaylarını taklidi şart değildir. Ancak Mümtaz Turhan'ın da belirttiği gibi batının ilmini almaktan bahseden herkesin yalnızca yaşayışını taklid etmekle kaldıklarını bunun hayata geçirilmediğini belirtir[452].

Önceleri Batılılaşmayı ihtiyatla karşılayan fikir adamları mevcuttu, bunlardan biri de Ziya Paşa'dır. O şöyle demektedir:

"İster isen anlamak cihanı,

Öğrenmeli Avrupalı lisanı.

Bitmiş orada fünun terakki" diyerek "çağdaşlaşma" anlamında batıya yönelmeyi tavsiye etmektedir. Ancak batı taklitçiliği tarzında gelişen olaylar karşısında "Avrupalılaşma"ya karşı şu sözleri sarfetmekteydi:

"İslam imiş devlete pabend-i terakki

Evvel yoğ idi iş bu rivayet yeni çıktı

Milleti nisyan ederek, her işimizde

Efkar-ı Frenge tebaiyet yeni çıktı"[453].

Ahmet Cevdet Paşa, Ziya Paşa, Ziya Gökalp, Mehmet Akif gibileri, hep aynı noktada birleşmekteydiler. Batılılaşmak yerine çağdaşlaşalım, bunu kendi değerlerimizle birlikte yabancılaşmadan gerçekleştirelim. Zaten İkbal in de aynı fikirde olduğu görülmektedir.

3-    Devlet idaresi ve Cumhuriyet

İkiden fazla insanın biraraya geldiği yerde bir nizam ihtiyacı doğar. Hayatın başlangıcından beri bu böyle olmuştur. Zaman içinde toplumlar çoğalıp geliştikçe nizamın kaideleri şekillenmeye ve yayılmaya başlamış bunları uygulayacak müesseseler oluşmuştur. Neticede hukuk, kanun ve devlet nizamına gelinmiştir.

Tarih boyunca pek çok siyaset felsefecileri devlet idaresi hakkında çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Bunlardan bir kısmı devlet yönetimini dine dayandırma eğilimi göstermişlerdir. İlk çağlarda Eflatun, hayal ettiği devletinde "Felsefecilerin idareci durumunda olduğu insanlar arasında erdemin hakim olduğu dine dayalı bir devlet idaesi arzulamaktadır"[454]. İslam Düşünce Tarihinde de, Farabi'nin "El medinetül Fazıla"sı[455], İbn Haldun'un "Mukaddime"si[456] müslüman filozofların ortaya koymaya çalıştıkları devlet felsefelerine misal olarak zikredebiliriz.

İkbal'in düşüncesinde de devlet idaresi dine dayalı bir yönetim şeklidir. Ancak İkbal'in düşüncesinde net bir biçimde idare şekli ortaya konmuş değildir. Ancak devleti oluşturan fertlere İslam topluluğu, bu topluluğa da ümmet denir[457]. İkbal'in tasavvur etliği devlette dünya ahiret dengesi kurulmuş olup devlet, din ve dünya işlerinde "dünyevi" ve "uhrevi" diye bir ayırım yapmaz. Çünkü böyle bir devletin amacı; şeriatın insanlar arasında yayılmasını ve yaşanmasını sağlamaktır[458], tslamın tevhid anlayışım yansıtan İslam devletinin anayasası iki temel prensibe dayanır; Biri ilahi kanunların üstünlüğü, diğeri ise; bütün vatandaşların kanun önünde mutlak eşitliğidir. "Allah katında en üstün olanınız O'ndan en çok korkanınızdır"[459]. İkbal'e göre fertlere "manevi güç" kazandıran eşitlik anlayışı İslami siyasi iktidarın temeli olarak değerlendirir[460] [461] [462].

İkbal'in eşitlik üzerinde çokça durması, onu demokrasinin İslam'da en önemli siyasal ideal olduğu sonucuna götürmüştür, bu yönetim şekli, İslam'ın çıkarlarının müslümanların çıkarlarından üstünlüğü kaidesine dayanır. Çünkü İslamiyet, hürriyetlere yalnızca içtimai menfaatler için kısıtlamalar getirirken, insanın tüm yetenek ve karakterlerinin geliştirilmesi için yeterli hürriyeti de tanır65.

îkbal'e göre aslında temellerinin İslam'da bulunduğu ancak çağımızda Batıda geliştirilen demokrasi anlayışının bir kısmına katılmakla beraber bütünüyle kabul etmez. Çünkü batılı demokrasi anlayışında insanların değeri veya yetişmiş insanların fikirleri değil, sayıya değer verildiğini belirtmektedir[463]. Mevdudi'de bu fikre katılarak Batının yönetim şekillerinde insan sayısına, yani halk hakimiyetine dayandığını belirterek şöyle der: Batılının siyasi düşüncesine göre cumhuriyet idaresi halk hakimiyetine dayanır - yani İkbal'in dediği gibi insanların sayıldığı bir yönetim- İslam'ın getirdiği politik nizamda ise, hakim olan halkın kendisi değildir, hakimiyet hakkı; halkın da, kabul ettiği ve teslim olduğu Allah'a aittir[464].

Bu düşünceye göre İkbal, yöneticilerin seçkin ve kendisinin merd-i mü'min diye tarif ettiği şahsiyeti ve benliği yüksek insanlardan oluşmalıdır. Aksi halde ideal bir demokrasi yönetimi gerçekleşemez[465]. İkbal'in böyle bir düşüncesi görünüşte cazip görünse de böyle bir yönetim biçimi bu zamana kadar tam manasıyla hiç bir yerde gerçekleştirilememiştir. Çünkü demokrasi geleneklerinde salt çoğunluk prensibi esas olup mükemmel insanların görüşlerine itibar edilmez,            .

İkbal'in devlet ve demokrasi fikrinde en küçük bir aristokrasi anlayışı bile İslam'a aykırıdır. Çünkü, ileride temas edileceği gibi, ideal bir milletin gerçekleşmesi için lüzumlu şartlardan olan tevhit ve peygamberlik anlayışında eşitliği

bozacak, hukuku çiğneyecek hiçbir kanun ve uygulama yoktur[466].

İkbal'e göre bir devletin savaş durumunu ortaya çıkartacak tek mazeret toprağa sahip olmak veya başka şeyler değil, sadece Allah aşkı ve î'layı kelimetullah içindir: "Haktan gayri bir gaye uğruna kılıcım sıyıran kimsenin kılıcı, kendi göğsüne gömülür"[467].

İkbal'e göre şimdilik her müslüman topluluğu devletlerini kurup kendi içlerine çekilmeli ve geçici olarak bütün dikkatlerini sadece kendi meseleleri üzerine yoğunlaştırmalıdırlar. Tâ ki; bütün müslüman devletler aralarında cumhuryetler topluluğu kurabilecek yetkiye ve güce erişsinler. îslami yönetimle yönetilen bir devlet, bir milletler cemiyetidir. Bu öyle bir milletler cemiyeti ki, sun'i sınırlar ve ırk ayırımlarını, fertlerin sosyal faaliyet alanını daraltmak için değil, sadece tanışmalarda kolaylık olması içindir[468] [469].

İkbal, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrı olarak ayrı kurumlar halinde çalışmasını yanlış bulur. Bu durumun İslam dünyasını ve özellikle Türkiyeyi saran bir batı cereyanı olduğunu belirtir76. Çünkü bu durumun Hristiyanlıkta devlet ile Hristiyanlığı karşı karşıya getirmiş olup, yıllarca süren tartışmaları başlattığını belirtir.

İkbal'in düşüncesinde, devlet yönetiminin şeklinden ziyade, o devleti oluşturan fertlerin benlikleriyle ve sağlam bünyeye dayalı teşkilatlarıya ilgili fikirler ortaya koyup bu işin pratikte uygulanmasını kendinden sonraki gelenlerden istemiştir. Bu işin pratik yönünü de bilindiği gibi, M. Ali Cinnah ve onun arkadaşları ortaya koymuştur [470],

İkbal'in düşüncesinde devleti meydana getiren unsurların en önemlisi ferttir. Fert, cemiyeti, cemiyet milleti, millet de devleti oluşturur. İkbal'in düşüncesinde bu kavramlar iç içe ve birbirleriyle irtibatlıdır.

a- Fert ve Cemiyet

İkbal'e göre fert, cemiyetin dolayısıyla milletin temel unsurudur. Ferdin yaşayabilmesi için iç benliğini maddi hayatla irtibatlandırması gerekir. İkbal'in deyimiyle buna; "Can ve ten" işbirliği denir böylece fert yaşama şansını elde eder[471] Fertle cemiyet daima birbirleriyle dayanışma halinde olmalıdırlar. Tarih sahnesine cereyan eden bütün olaylarda, fertle cemiyet arasında devamlı bir münasebet var olduğu gözlenmiştir[472]. İkbal'e göre ferdin cemiyete bağlanması fert için bir rahmettir: "Cemiyet içinde kendini yok eden fert, deryalar kadar genişlemek isteyen bir damlaya benzer. Fert mensub olduğu cemiyetin ve milletin değerine göre ihtiram görür. Ferdin bir nizama tabi olabilmesi için cemiyet içinde yaşaması lazımdır. Çünkü ferdin tekbaşma bir varlığı ve rolü sözkonusu olamaz. Cemiyeti oluşturan vahdet bağı İkbal'e göre İslamiyet sayesinde gerçekleşir. Milletin nihai kaderi devletin teşkilat ve nizamından çok fertlerin güç ve yeteneklerine dayanır[473].

b- Millet (Ümmet)

Daha önce de belirtildiği gibi İkbal'in millet mefhumunda anladığı, Kur'an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin sünnetinin etrafında kenetlenilen çeşitli ırk; dil ve renge mensup insanlar topluluğudur7-'’. Bu görüş ırki bir milliyetçiliği savunanlara karşı uygun düşmemektedir. İkbal milleti vahdet temeline dayandırarak şöyle der: "Dinin kuvveti vahdettir. Vahdet görünür hale gelince millettir''[474] [475]. Vahdeti gerçekleştiren fertlerin değişik bakışlardan bir tek görüş ortaya çıkaracaklarını belirterek bu birliği gerçekleştirenlerin millet olmaya hak kazanacaklarını savunur[476].

İkbal'in düşüncesinde ideal bir millet fert gibi bir şahsiyet ve bir "ego"dur.. Dolayısıyla "ego"nun yükseltilmesi için gereken unsurların aynısı, bir "benlik" olan milletin geliştirilmesi için de geçerlidir[477]. İkbal, eserlerinde ideal bir milletin teşkili için gerekli olan faktörleri şöyle sıralamıştır: dini ve milli manada tevhid, lider (Hz. Paygember), Kanun (Kur'an-ı Kerim), merkez (Mekke), Toprağın işlenmesi, ve kadına değer vermek[478].

1-    Tevhid:

Allah'ın birliği, insanların birliğine aksediyor. Bu şekilde yalnız gerçek tevhid sayesinde insanların yalnız gerçek tevhid sayesinde insanların birliği ve ondan dolayı müstakbel bir sulh temin edilebilir. Tevhid, "Bin gözle bir tek hedefe bakmak demektir[479]. Tevhid, bin zerreyi bir güneş haline getiriyor. Mevlana'nın dediği gibi:Aferin üstad aklı küll'e yüzbinlerce zerreye birlik bahşetti"[480].

îkbal'in eserlerinde tevhid fikri fert bazında "lailahe illallah" kelime-i tevhedini can ve teninde bizzat yaşamak, cemiyet bazında ise "kelime-i tevhid" etrafında birlik oluşturmalıdır. Bu birliğe milli birlik te denilebilir: "Fert, tevhidden dolayı lahuti oluyor. Millet, tevhitten dolayı ceberüti oluyor. İkiside tevhidden ötürü kemale erişir. Onun hayatı celal, bununki cemaldir. Bu bir Süleymandır; O bir Selmandır; O tepeden tırnağa fakr, bu sultandır"[481]. Kısaca, İkbale göre dini manada tevhidden, siyasi manadaki tevhide geçiş Allah'ın iradesinin hayatın her alamda gerçekleştirilmesidir [482] 3.

2-    Peygamberin Rolü (Lider, yönetici, örnek)

Peygamberlik düşüncesi daha önce geçmişti[483]. İkbal'e göre peygamber tevhid prensibi gerçekleştiren bir örnektir. Tevhid, evvela peygamberin şahsiyetinde gerçekleşir. îkbal peygamberi rolünü şöyle anlatır: "Dünyadaki varlığımızın temeli peygamberliktir, dinimiz, şeriatımız peygamberlikten ileri gelmiştir. Peygamber yüzbinlerce şahsı tek varlık haline getirir. Muhtelif kısımlara ayrılmayacak kadar ahengin birliğini gerçekleştirir. Yani Peygamber nefes birliğini ve maksat birliğini sağlamıştır"[484]. Peygamberlik, tevhidi milletin gönlüne sindiren, insanlara hakiki bir millet şuuru aşılayan ve onun ideal şeklini gerçekleştiren bir kuvvettir. Bu kuvvetini peygamber, toplumda Kur'an- ı Kerim'in ifadesiyle "üsve-i hasene"[485] olma vasfında ifadesini bulmaktadır.

3-    Kur'an-ı Kerim (Kanun)

Tevhid ve nübüvvet temelleri üzerine oturtulmuş milletin bir kanunu olması lazımdır. Ancak bu kanun insanlara göre değişikliğe uğrayan değil, asırlar boyunca değişmeyen fert ve cemiyetlere yol gösteren bir rehber olmalıdır. İkbal'e göre bu da Kur'an-ı Kerim'dir. İkbal, buna "Muhammed dininin iç yüzü" diye bir tabir kullanır[486].

4-    Mekke (Merkez, Başkent)

Yukarıda sayılan faktörler doğrultusunda ilerleyen milletlerin bir merkeze ihtiyacı vardır. İkbal'in düşüncesinde ideal bir milletin merkezi Mekke ve Kabedir. İcra ettiği fonksiyon itibariyle hangi ırk ve mezhebe mensub olursa olsun ibadet maksadıyla yılda bir defa toplanılan bir merkezdir. İkbal nihai bir hedef olarak gördüğü müslürnanların birliği fikri bugün pratikte uygulama sahası henüz bulmuş değildir. Dolayısıyla İkbal'in düşüncesinde oluşturduğu Mekke merkezli bir tek devlet fikri gerçekleştirme hayali biraz ütopya gibi gelmektedir. Ancak İkbal'in de belirttiği gibi ayrı ayrı devletler halinde teşekkül etmiş müslüman milletlerin aralarında sıkı bir mânevi ve iktisadi bağın kurulmasıyla yılda bir defa dahi olsa bir araya gelerek sıkı bir işbirliği bağı kurmaları mümkündür. Bugün bu umutların ilk ışıkları belirmekte olup yakın zamanda daha iyi gelişmelerin meydana geleceği muhakkaktır[487].

Böylelikle İslam devletleri üzerinde oynanan oyunlar ve menfaatçi çevrelerin çıkarları bozulur. Aralarında birlik ve beraberlik şuuru geliştirilmiş olur.

5-    Toprağın İşlenmesi

Toprağın sunduğu nimetlerden istifade etmek alemi tanzim eden kuvvetleri ele geçirmek ideal bir milletin teşkili için aranan şartlandandır. Bunun için tabiat bilgisinin tahsil edilmesi ve tatbikata konulması lazımdır. Tabiat kanunları insanı kolayca ele geçirir. Ama insan bunları öğrenir dayanma gücü kazanırsa bir daha tabiat insanı ele geçiremez. İkbal'e göre masiva ele geçirilmek ona hakim olmak için yaratılmıştır. Ama buna hakim olmak kolay olmayacaktır. Bunun için insan zorluklarla penceleşmeli en zor görünen şeyler bile çalışma ve gayret neticesinde kolay hale getirilmelidir[488] .İkbal'e göre masivaya ehemmiyet vermemek ve alçak telakki etmek fikri yanlıştır. Çünkü bu alem müslümanlar için yaratılmıştır: "Ey afyon çekip uykuya dalan, sen bu sebepler alemine yani masivaya alçak vasfını veriyorsun. Kalk mahmurlaşmış gözünü aç; bu varlığa mecbur ve mahkum olan alemi alçak telakki etme; Bu alemin varlığının gayesi, müslümanın bütün melekatiyle zatını genişletmektedir. Müslüman nelere muktedirdir, onu denemektir"[489].

Millet tabiata hakim olmanın yanında onun örtüsünün altındaki gizli perdeyi ve neş'eyi zevkle seyretmelidir. Tabiata bakarken bir "kör" gibi değil, kalp gözüyle temaşa ederek yaratılış gazeyesini düşünmelidir[490].

6-    Kadına Değer Vermek

İkbal'in kadın dediği, İslamdaki annelik rolüdür. Kadın erkeğin çıplaklığını örter[491]. Onu bir hizmetkar gibi telakki edenler Kur'an-ı Kerim'i anlamamışlardır. Çünkü annelik kutsal bir vazifedir ve peygamberlikle irtibatlıdır. Anne şefkati peygamber şefkatine benzer. Bunun için anne, insanlığa rahmettir. Ana şefkati onun yüzündeki karakter çizgileri insanlığın kaderinin aynasıdır.

İkbal'e göre milletin teşekkülü için analara tazim ve hürmet şarttır. Annelerin çektikleri acılar toplumun benliğini kuvvetlendirir. Milletin değeri para, kumaş, altın veya gümüşle. Onun değeri sıhhatli taze ve kudretli dimağlara sahip çalışkan, cevval ve çevik evlatların yetiştirilmesiyle ölçülür, Bunun için İkbal şunu söyler: "Kardeşliğin ince manasını koruyan analardır. Kur'an-ı ve milleti kuvvetlerinden analardır[492].

İkbal, eserlerinden kadınlara hitab ederek onlara bazı mesajlar vermek istemiştir. Özellikle bu asırda batıdan esen eşitlik ve özgürlük gibi, görünüşte güzel, fakat istismara açık laflarla kadınların kandırılıp insanlıktan çıkarıldıkları dile getirir ve gereken uyarıyı yapar.

Fikri ve fiziki görünüşü garp medeniyetiyle sıvanmış kadınları İkbal, kadın olarak saymaz ve bu gibilerinin milletini birbirine bağlayan bağları kopardığını belirtir[493]. Bu gibilerin hürriyeti, küstahlık ve fitneler doğurduğuna, ar ve haya duygusunu yitirdiğine işaret ederek, hatta güzelliğinin bozulmaması için ana olmak istemediğini, sahip olacağı çocuğun zahmetine katlanmayı istemediğini belirtir[494].

İkbal, kadınlara Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatma'yı ve Hz. Ömer'in kızkardeşi Fatma'yı örnek olarak takdim eder. Hz. Fatma muhtaç birine içi yanmış, sırtındaki çarşafı çıkarıp bir yahudiye satıp ihtiyaç sahibine verirken Hz. Ömer'in kızkardeşi Fatma'da Kur'an okumasıyla abisinin müslüman olmasını sağlamıştı[495].

İkbal, bir milletin bekasım kadınların iyi eğitilmesine bağlı olduğu görüşündedir: "Cihanın sağlamlığı anaların elindedir. Bütün varlıklar onların karakterine emanet edilmiştir. Bu ince hakikati idrek etmeyen bir milletin işlerinde devamlı bir düzen olmaz"[496].

Bunun için İkbal, Batı'dan estirilen feministlik akımına kadınların kapılmamalarını, Allah'ın zaten verdiği güzelliğin cihanı aydınlattığını, bir daha başka şeylerle güzelleşmek için uğraşmamak gerektiğini, çünkü bütünüyle çirkinliklerin ortaya çıktığını söyleyerek bu asrın kadınlarına gerekli uyarıyı yapar[497].

Kadın ile erkeğin eşitliğini savunmak eşyanın tabiatına aykırıdır. Ayrıca kadın erkek münasebeti devamlı istismar edilir. Kadının kadınlığından istifade edilerek milletin ruhi yapısı çöküntüye uğratılır[498].

II- İKBAL İN İSLAM TEFEKKÜRÜNDEKİ YERİ

A- MODERNİZM VE İKBAL

Son bir buçuk asırdan bu yana müslümanlarm fikri ve ameli hayatında ciddi problemlerin var olduğu gerçeğini inkar etmek mümkün değildir. Bu problemlerin tespitinde ve çözüm arayışlarında müslüman aydınlar ikiye ayrılmışlardır. Birinci gruba; "gelenekçiler", ikinci gruba da; "modernistler" denilmiştir[499].

"Modernizm" terimi bugün hala yanlış yorumlanan, kuşkuyla bakılan ve yadırganan bir terimdir. Çünkü konu, dinde yenileşme, reform, yada modernleşme olunca daha sevimsiz bir hal almaktadır. Bunun sebebi bir yandan kelimenin batı menşeli olmasından[500], bir yandan da İslam dünyasında gelişigüzel ve sorumsuzca kullanılasından kaynaklanmaktadır[501]. Reform kelimesi, bozulmuş bir şeyin yeniden düzene sokulması demektir. Pek çok kimse dinde reform denince bundan dinin bozulmuş olduğu manasını çıkarmakta ve böyle bir fikre şiddetle karşı çıkmaktadır[502]. Halbuki burada düzeltilmesi sözkonusu olan şey hiç bir zaman dinin kendisi, yani Kur'an ve Sünnet değildir, düzelecek şey, müslümanların bugünkü fikri ve ameli yapılarıdır.

tslam modernizmi, dinin bir kısmını atıp geri kalan kısmını zamanın şartlarına göre uydurmak niyetinde değildir. Veya Batıdan alınan ilmi yada felsefi sistemleri İslam'a uyarlanarak ortaya konması gibi bir faaliyeti de yoktur.

Modemizmin merkezi tezi şudur: "Temel kaynakları olan, Kur'an ve Sünnete dayandırıldığı, bu kaynaklar ve onların ışığında oluşan topyekün tarihi miras, ilmi ve rasyonel bir süzgeçten geçirilerek anlaşıldığı ve yorumlandığı taktirde İslam, tarihi içtimai gelişme sürecinin ortaya çıkardığı değişme hadisesinin doğurduğu problemleri çözmeye, o sürecin altında ezilmeye değil ona yön vermeye kadir bir inanç sistemidir”[503]. îkbal'de; "Mutlak Hakikat kavramına dayanan bir toplum kendi hayatı süresince süreklilik ve değişiklik özelliklerini uzlaştırmak zorundadır. Bu toplum kendi toplumsal yaşantısını düzenleyebilmek için ebedi ilkelere sahip olmalıdır"[504], demektedir.

Gelenekçilik, selefiyecilik veya ihyacılık adıyla anılan, -aralarında İstılahı yönden manalarında pek fark yoktur- ikinci bir gurup müslüman aydını; "sünnet" ile "kitaplarda yer alan hadis" arasında bir ayırım yapmadan "sünnete" dönüş ve ilk dönem Müslümanların yaşayışlarından örnek alınarak bugünkü gelişmelere çözümler aramaktır. Bu Hz. peygambere değil, tarihi bir döneme dönmek anlamındadır[505].

Bu görüşü savunanlara göre selef müslümanlığına dönüldüğü takdirde modernleşmeye engel olan bid'atlerin kalkacağını, yani İslam'ın yeniden hamle gücü kazanacağını dönüşüyorlardı, geriye dönmelerinin sebebi, ileriye gitme arzusu idi[506].

19. yüzyılın başlarından itibaren müslümanlar batının siyasi ve askeri taarruzunun yanında fikri ve dini taarruzlarada uğramışlardı. Yer yer müslümanlar şiddetle ezilmiş, veya hakimiyetlerinden mahrum bırakılmışlardı[507]. Batıklar tarafından müslümanlara fikri saldırılar üç yönden yapılmaktaydı. Bunlar; Hristiyan misyonerleri, Batı düşüncesi ve batıkların sırf tenkid etmek maksadıyla yaptıkları İslami araştırmalar[508].

İslam dünyasında meydana gelen siyasi mağlubiyetler neticesinde meydana gelen huzuruzluklar, İslam'ın kendi öz mirasına, yani tarihine ve tatbikatına bir göz atmak ve yeniden bir şeyler ortaya koymak fikrini zaruri hale getirmişti[509]. Zaten Batının bu tutumu Müslümanların yetersizliğini ve batının üstünlüğünü ortaya koymaktaydı. Bu durum müslümanlarda yeterince moral çöküntüsüne de yol açmaktaydı. Bunun üzerine şu intiba bırakılmıştı: "İslam kendi kendini yeniden kurmak yolunda bazı şeyleri yapabilecekse, bunu ancak Batının tesirleri ve oradan aldıkları ile yapabilir"[510].

Bu görüşün ne derece yanlış olduğu kanaati o zamanki bir kısım aydınlar tarafından defalarca dile getirilmiş olmakla beraber konumuz bu olmadığından dolayı olayın bu yönüne girilmeyecektir. Ancak bu görüşü benimseyen pek çok aydının da var olduğunu belirtmek gerekir[511].

İslam Dünyasında kendi bünyesi içerisinde ilk fikri ve siyasi alanda modernizim hareketi Cemalettin Efgani (1839­1897) den gelmiştir[512]. Daha sonra bunu talebeleri takib etmişlerdir. Modernizm hareketi biri ortadoğuda, diğeri Hindistan'da olmak üzere iki büyük kola ayrılarak faaliyet sahasını genişletmiştir. Muhammed İkbal, Emir Ali'den sonra gelen ve Hindistan'da modernizm çizgisini takib eden alimdir. İkbal, eserleriyle ve bir dizi konferansıyla fikri modernizmin hayata geçirilmesinin aciliyetini ve ciddiyetini gözler önüne sermiştir: o şöyle demektedir: "Hareketli ve durmadan genişleyen bir hayatın gittikçe artan karmaşıklıkları, yeni yeni görüş ortaya çıkaracak yeni durum ve şartların ortaya çıkışı kaçınılmazdır. Bu görüşler, manevi genişleme denilen şeyin zevkine hiçbir zaman varmamış bir halka göre sadece bir akademik değeri olan ilkelerin yeniden yorumlanması ve açıklanmasını gerekli kılmaktadır"[513].

İkbal, geniş felsefi kültürüyle batının felsefi mirasına dayanarak, modern felsefi terimlerle İslâmî yorumlayan bir alimdir. Gerçekte O'nurı gayesi Batı kültürünün ve felsefesinin doğruluğunu göstermek değil, daha çok onun Kur'an'm dünya görüşüyle asli uyumunu göstermektedir[514]. İkbal, şöyle demektedir: "Avrupa kültürü, İslam kültürünün bazı çok önemli safhalarının yalnız bir uzantısı ve gelişmiş şeklidir"[515]. tkbal'e göre esasta eski kelam yetmez, batılılaşma bir zorunluluktur. İslam alemi geleneğiyle ilişiğini kesmeden bütün metafizik soruları yeniden düşünmeye mecburdur[516].

Batı düşüncesinin yanısıra İslam dünyasında kendinden önceki veya kendi çağdaşları olan modernist akımın temsilcilerinden etkilenmiştir. İkbal'in düşüncesinde önemli bir yer tutan ve temelini Kur'an-ı Kerim'e dayandırdığı hareketlilik ilkesidir. İkbal'den önce aynı düşünceyi Afgani de de görrneteyiz. Efgani ise; İslam, hareketlilik demek olup müslümanın çekingen olmaması gerektiğini belirtir[517].

Bazılarına göre kapanmış olduğu savunulan "içtihad kapısının" modernistler, kesinlikle kapanmadığını savunmaktadırlar. Çünkü hicretten dört asır sonra ve hiçbir zaman resmen ilan edilmemiş olan bu içtihad kapısının kapanışı, hiç bir şekilde Kur'an-ı Kerim'den kaynaklanmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim, devamlı olarak düşünmeye ve araştırmaya davet eder[518]. Efgani ve Abduh'un savundukları gibi İkbal'de, İslam hukukunun esas itibariyle gelişmeye müsait olduğundan ictihad yoluyla kendisini modern şartlara uydurabileceği tezini savunmaktadır[519]. Bir takım birbirlerine fikri açıdan zıt, düşünce ekolleri mezheb ve tarikatların ortaya çıkabileceği düşünülürse, günümüzde içtihad nıüessesesini bir takım kişilerin elinden bu selahiyeti alıp bir müslüman teşrii meclisine vermek modem zamanların en uygun icma formülü olarak görünmektedir. İkbal'e göre bu kurumu ortaya çıkarıp ilk defa işleten modern Türkiye olmuştur. Bu kurum, T.B.M.M.'ne vererek ilk olumlu adım atan devlet olmuştur.[520]

Hilafet meselesiyle ilgili T.B.M. Meclisinin içtihadı üzerinde duran İkbal, hilafetin bir fert üzerinde bulunmasının zaruri olmadığı görüşünü ileri sürmüş, İbn Haldun'un görüşüne dayanarak halifelik müessesesinin bir parlamento tarafından da yürütülebileceğini belirtmiştir[521].

Sonuç olarak İkbal, bir yandan İslam'ın tarihi gelişimi sürecini tahlil ederek ondan kopmama ilkesini savunurken, diğer yandan fikri problemlere batılı filozofların çözüm metodlarıyla meseleleri ele almıştır. Kendinden önceki modem düşüncenin çizgisini takib ederken kendinden sonraki düşünceyi yönlendirmede etkili rol oynadığını söylemek biraz güçtür. Çünkü onun ferdiyetçilik ve dinamizm dortrini karşalıştığı mukavemet neticesinde hedefine ulaşamadı[522]. Ayrıca onun felsefi düşüncedeki derinliğin anlaşılamaması veya onun peşinden giden bazı siyasetçilerin istismarıyla takib edilemeyip bazı ilmi fikirleri şahsi açıdan bir yorum olarak kalmıştır. Ancak son zamanalrad gerek Pakistan'da, gerekse dünyanın çeşitli ülkelerinde İkbal hakkında düzenlenen konferanslar ve sempozyumlar onun fikri yönünün ortaya çıkarılmasına zemin hazırlamaktadır. Yine, Pakistan'daki çeşitli üniversitelere bağlı İkbal akademileri de aynı fonksiyonu yerine getirmektedir.



[1] İkbal. Dini düşüncenin ..., s.109.

[2]Hodi. Farçada "kendi" manasında kullanılmıştır. Bkz. Sükün Ziya, Farça Türkçe Lügat. İstanbul, 1944. s.423.

155"Ego" kelimesi Fransızc'da "ben" insanın şahsiyeti manasında kullanılmıştır. Bkz. Larousse Duxxe Siecle. Paris 1930. s.73.

[4]Aydın M. Sait, İkbal'in Felsefesinde İnsan. A.Ü.İ.F.D. c. XXIX. s.89,

[5]İslam Ansiklopedisi, e.IX. s.178.

[6]İbn Man/.ur. Lisan'ül Arab, Beyrut 1970. e.İli, s.688.

,57ŞUkün. a.g.e.. s.423.

[8]Hançeri ioğlıı Orhan, İslam İnançları Sözlüğü. İst. 1984. s.423.

156Bkz..Hançerlioğhı. a.g.e., s.423. İ.A. aynı yer. Lisan'ül Arab. s.648.

[10]   Hançeri ioğlu Orhan. Felsefe Ansiklopedisi, İstanbul, 1976, c.l, s.151.

[11]   Hançeriioğlu. a.g.e.. s.151.

[12]Aydın, İkbal'in..., s.90.

162Aydın, a.g.m. Ayrıca Bkz. Mutlak Hakikat ve Egonun Mahiyeti konusu, s. 11S vd.

[14]Keş'ül Hafa'da geçen bu söz Kclanı-ı Kibar olarak kabul edilmektedir. Bkz. Keşfül Hafa, c.l. s.361.

[15] İkbal. Esrar-1 Hodi. s.33 vd Ayrıca Bkz. Benlik ve İnsan Konusu, s.

126 vd.

[16]Abdulkerım Kuşevri. Kuşeyri Risalesi, çev: Süleyman Uludan, İstanbul, 1991. s.222.            ’ - -         "

[17]Talıa, 41. Al-i İmra, 28. En'am. 12-54, Maide, 116.

[18]Fecr. 27, Enam. 9. Zümer. 42.                                     .

[19]Al î Lınran, 154. A’raf. 205. Yusuf. 77. Bakara. 235, Nisa, 113.'

[20]   Al-i İnıran. 146. Enbiya. 35. Ankebut. 57, İsra. 33.

[21]   Bakara, 48, Lokman. 28. Müddesir, 38.                                       

[22]Tevbe, 128. Rum. 28. A'raf. 188.

177 Altıntaş. Hayranı. Tasavvuf Tarihi, AÜ.İ.F. Yay. Atık. 1986, s.37.

[24]Aynı eser. s.42. Ayrıca Bkz. Kuşeyri Risalesi, s.222.

'77Altıntaş, a.g.e.. s.128.

'75 Altıntaş. İbn Sina Metafiziği, s. 123, Nefs mad. İ.A. e.IX. s.178.

*76Altıntaş, s. 124. Ülken. İslam Felsefesi, s. 117.

I78Altıntaş, a.g.e., s.123. Kış. Aynı yazar. İbn-i Sina'da Arif ve İrfan kavramları. Ankara, 1990. s.3. Ayrı basım.

[29]Bkz. Ülken, İslam Felsefesi, İst. 1993, s. 117. Krş. Hamdı Yazır, Kur'an Dili, 8/5813. Kuşeyri Risalesi, s. 222. E. İbrahim Hakkı. Marifathame. s. 948, v.d. Ayrıca Bkz. Kindi, a.g.e., s.131.

'80İkbal. İranda Metafiziğin Gelişimi, s.63.

[31] Dini Düşüncenin Yeniden... s. 94, Nur felsefesini İslam Düşüncesinde. İşrak Felsefesi Düşüncesine Mensup filozoflar yapmışlardır. Bu filozoflara göre eşya ya nurdur yada zulumdur. Alemde zulmetten nur ve nurların nurunda kaybolmaya doğru bir yükseliş vardır. Bkz. Ülken. İslam Düşüncesi, s.317.

[32]Gökberk. Macit, Felsefe Tarihi., s,57.

187Sehimel, Cavidnamc. giriş, s.21.

[34]İkbal, Dini düşüncenin Yeniden.., s.88. Kış. Tuna, a.g.e. s.20 vd.

[35] Aynı eser, s.92.

[36]Schimmel. Cavidname. giriş, s.22.

[37] İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s. 102..

[38] İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden.... s. 102

[39]Nietsehe, .Eylem Ödevi, çer. 1. Zeki Ebüyoğlu. İst. 1991. s.54, v.d

199Dini Düşüncenin Yeniden... s. 149.

[41] Peyam ı Maşrık, s. 56.

,92Mevlâna. Mesnevi c.IIl. s.319.                                   

[43]Ahzab.72.                                                                             .

[44]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s 134

i93 Aynı eser. s.91.                                                                               .

[46]lkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s.93.

107 .

' Aynı yer.

[48] Aynı eser, s.94.

[49]Dini Düşüncenin Yeniden... s.95.

[50] İkbal. Dini düşüncenin .... s.102.

20' Aynı yer.

[52] Kaf. 16.

[53]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s.103.

[54]Töz: 17. yüzyıl Batı felsefesinde: kendi kendisinde var olan kendi

 kendisiyle kavranan, kavramı başka bir şeyin kavramına bağlı olmayan şeydir. Yani "töz" kendi kendesinin nedeni olup varolması kendi j/üzündendir (Bkz. Gökberk, Felsefe Tarihi, s.31 3)

20-’Gökbcrk. aynı eser, s.314.

[56]Leipniz felsefesinde monadlar: ""bir olan", "birlik" anlamında, maddi değilde ruhlu olan bu birlikler, kendi içlerinde kapalıdırlar. Bu yüzden birbirlerini etkiliyemezler. Ancak monadlar arasında bir bağlantı da vardır. Her monad kendine göre evrenin bütününü kendisinde taşır. Bir monad evrenin bir aşmasıdır. Bu yüzden monad, özü bakımından çokluk içinde birliktir. (Bkz Gökberk, Felsefe Tarihi., s.315)

[57]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden...s.102.

[58]Gökberk, a.g.e.. s.317. -

[59]     İkbal, a.g.e.. s.91.

[60]     Gökberk a.g.e.. s.3 I 7.

[61]    İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s.27. Kış. Ankebut, 20.

.

-‘-Aynı yer.

2,3Fatır. 1. Krş. Rahman. 29. -

[64]Tuna Taşkın, Uzay ve Dünya, İst. 1991., s.

[65]Yasin. 82.

- 6Bkz. Zaman ve Mekan. Krş. Kindi. Felsefi Risaleler: Zaman, başlangıcı olan sonlu olan bir şeydir. O halde alem ve onu oluşturan yüklem durumundaki her şeyde sonludur, s.15.

[67]Kindi. Risaleler, s. 15.

[68]Duhan, 38-39. Zariyat, 56.

i-19lkba). Dini Düşüncenin Yeniden... s.151

[70]İkbal, Cavidname çiriş. s.23, Geniş bile! için Bkz. Yaratılış ve Varlık,

' s.96.                                                         "

[71] İsıa. 164. Zümer. 7.

[72]Necm. 38.

[73] Tin. 4. Taha, 122.

[74]Bakara, 30, En'am, 165.

[75]Ahzab72.                                                                                                    '

[76]Kutup Muhammed. İnsan Psikolojisi Üzerine Etüdler, çev: Bekir Karlığa. İst. 1992. s. 47.      .

[77]Kutup. İnsan Psikolojisi, s.47.

[78] Bakara, 30.

[79]Bakara. 34.                   .

»’Cas.ve, 13.

[81] Ratü II. '

[82]Kutup, a.e.e., s.48.

q a                "

- A, Carrel. insanı tabiatta .yaratılanların içerisinde bir tcrt olarak kabul eder ve başka yerde rastlanmaz der. Bkz. İnsan denen ... s.283.

[84]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s.72, Krş. A. Carrel benliğe feriyet diyerek, ferdiyet insana has kendi benliği olarak algılamaktadır: "organizmanın her unsurunun esaslı bir karekterini teşkil eder" Bkz. Carrel, İnsan Denen .... s.315.

[85]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s. 138, Krş, A Carrel, a.g.e., s.311.

[86]Aynı eser, s.139, Krş. Kutub, İnsan psikolojisi..., s.73.

[87]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s. 139. Krş. Kutub, a.g.e., s.73.

[88] Aynı eser, s.73.                                                                    '

[89] Aynı eser, s. 142

[90]Halk: Yaratmak yoktan var etmek ibda etme, şekil vermek, Bkz. Kur'an Kelimelerinin Anahtarı, Mahmut Çanga, İst. 1986, s.173, Ayrıca Bkz. Büyük Lügat, Türdav Yay. (heyet) ist. 1990. s.327. ortaya çıkarmadır, Emr ise yön vermedir.

[91] Emr: Durum, husus, hal, iş, yön vermek, Kur'an Kelimelerinin Anahtarı, s.64.

[92]İkbal. Dini Düşünce... s.143.

[93] a

^-’Aynı yer.

[94]İsra, 64, Bkz. İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden... s.143.

[95]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden .., s.144.

[96] Aydın, İkbal'in felsefesinde, s.87.

[97]Bkz. Keşfül Hafa, s.361

[98]İkbal. Cavidname, s.295

[99] Ayni yer.

[100]Aynı yer, s.295.

[101] İkbal, P. Meşrık, s.41. .

[102]İkbal, Bal-i Cibril, s.70.

[103]İkbal. Esrar-ı Hodi, s.33.

[104] ,

J Aynı yer.

[105]  Aynı eser. s.50.

[106]  Aynı yer.

[107]İkbal, Rumuz-ı Bihodi, s.55.

[108]İkbal, Cavidname, s.27, Beyt, 125-126.

[109]İkbal, Yeni Gülşen-i Raz, s.21.

[110]İkbal, Rumuz-i Bihodi, s.17.

[111]  İkbal, E. Hodi. s.29.

[112]  İkbal Darb-ı Kelim, s.15.

[113]  İkbal. Darb-ı Kelim, s.3l.

[114]İkbal, Esrar-ı Hodi, s.45.

263 Aynı yer, s.45.

[116]İkbal Esrar-ı Hodi, s.45.

[117]E. Hodi, Krş. Hucviri, Keşfül Mahcub, çev: Uludağ, İst. 1982, s.309

[118]İkbal, Aynı eser, s.46, Krş. Hucviri. a.g.e.. s.309.

[119]İkbal, Ayın yer.

[120]  Al-i İmran, 92.

[121]  İkbal. E. Hodi, s.46.

[122]Aynı eser, s .47.

[123] Aynı eser, s.48.

[124]Aynı eser, s.47.                                                   .

[125]İkbal, D. Kelim, s.33.

[126]Aynı yer, s.33.

[127]İkbal, Cavidname, Beyt, 1690.

[128] Anı eser, giriş, s.28.

[129]İkbal, E. Hodi, s.38.

[130]Bkz. Tasavvuf Kavramları, Aşk, s.174.

[131] İkbal, E. Hodi, s.31.

[132]Aynı eser, s.32, s.50.

[133]İkbal, E. Hodi, s. 32.

[134]İkbal, Bal-i Cibril, s.140.

[135]İkbal, Cavidname, s.254. Darb-ı Kelim, s.57.

[136]Aynı eser, s. 254, Darb-ı Kelim, s.20.

[137]İkbal, Cavidname, s.261, Bal-i Cibil, s.140, Krş. D. Ketim s.8.

[138]Kuşeyri, Risale-i..., s.449, Krş. a.g.e., s.124.

[139]Bal-i Cibril, s.133, Krş. Misafir, s.40.

[140] İkbal, Cavidname, s.52-53, Krş. Misafir, s.54-70.

29'İkbal, Cavidname, s'. 144, Ayrıca Bkz. D. Kelim s.15. "Eğer insanın vücudunda "benlik" dipdiri yaşıyorsa o fakir değildir, pahişahlar padişahıdır. Fakirin azamet ve saltanatı Sultan Sencer ve Sultan Tuğrul'dan aşağı değildir." (D. Kelim, s.32), Krş. Ey.Şark Kavimleri, s.90.)

[142] İkbal, E Hodi, sl25, Krş. Akseki Ahmet Haindi, Ahlak ilmi ve İslam
Ahlakı, sadaleştiren: Ali Arslan Aydın, Ank., 1991,2. Baskı, s.167.

[143]İkbal, P. Meşrık, s.138.

[144]İkbal, Aynı yer.

[145]İkbal, E. Hodi, s.36-46.

[146]İkbal, Darb-ı Kelim, s.8.

[147]İkbal, R. Bihodi, s. 15.

[148]İkbal, Aynı yer.

[149]İkbal. Aynı eser, s.64.

[150]lkbal. E. Hodi. s.64.

[151] Bkz. E. Hodi. s.36.

[152]İkbal, Cavidname, s.116, Krş. Beng-i Dera. (Doğudan Esintiler isimli kitaptan) s,74.

[153]İkbal, P. Meşrik, s. 39. ve 51.

[154]İkbal, Cavidname, s.l 15, Krş. İkbal, Dini Düşüncenin,.., s.189.

[155]R. Bihodi. s.28, Bkz. Makyavelizm, Feis. Doktrinler Söz., S.H. Boly.

Ank. 1987, s.157, Krş. Felsefe Sözlüğü O. Hançerlioğlu, s.239.

[156]Bkz. Milliyetçilik, s.203

[157]İkbal, P. Meşrık, s. 138.

[158]İkbal, Cavidname, s.313.

[159]İkbal, Cavidname, s.313.

[160]Aynı yer.

[161] Akbulut, Ahmet, Nübüvvet Meselesi Üzerine, Ank, 1992, s.9, v.d.

[162]Gazali, ihya-ı Ulumüd-din, çev:Ahmet A. Müftüoğlu, İst. 1981, c.ll, s.939. Krş. Erzurumlu İ. Haki, Marifetname, Çev: M. Faruk Meyan, İst. kl987. s.494.

[163]Farabi'ye göre peygamber, faziletli şehrin önderidir. Bkz. Çubukçu, İslam Düşüncesi Hak. Araşt., s.30.

[164]Çubukçu, a.g.e, s.126, İbn Rüşd, Feisefe-Din İlişkisi s.302.

[165]Akbulut, Nübüvvet, s.15, Çubukçu. İslâm Düşüncesi...., s.90-125.

[166]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s.172. Krş. M. Sait Ramazan el Buti, İslam Adaidi, Çev: M. Yolcu. M. Altınalan, İstanbul, 1983, s.191, Akbulut, a.g.e.. s.9.                 .                        ’

[167]E. Hodi, s. I I. Krş. Fazlurrahman. İslam, s.39.

[168]İkbal, Dini Düşüncenin .... 172. Krş. El Munkızu mine'd dalal Şerhi ve Tasavvufi incelemeler, İ. Gazali, Tere: Salih Uçan İst., 1990, s.187, v.d.

[169]İkbal, R. Bihodi, s.19, İkbal bu üç terimi özellikle kullanmıştır.

[170]Aynı eser, s.20.

[171] Ayın yer.

[172]İkbal, Cavidname, s.9.3.

[173] Aynı eser. s. 136.

[174]İkbal. E. Hodi, s.34, Krş. Futuhat-i Mekkiyye (tere.), s.25

[175] Enbiya, 107.

[176]Maide, 3.

[177]İkbal, E. Hodi. s. 19.

[178]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s.174.

[179]İkbal. Bal-i Cibril, s.64. Krş. Cavidname, s.142

[180]İbn Manzur. Lisan-ül Arab. c.lll. s.31.

j31 Akbuiut Ahmet, Sahabe Devri Siyasi Hadiselerin Kelam! Problamlere Etkileri, İst., 1992, s.320, Krş. El Brıti, İslâm Akaidi, s. 166, Kam Ferid, Dini Felsefi Sohbetler, Haz. S.Hayri Bolay. Ankara 1990. s.125.

[182]Akbuiut, a.g.e., s.313.

[183]Bolay Süleyman Hayri, Felsefi Dortrinler Sözlüğü, Ankara, 1987. s. 86, Bkz. İslam Mezhepleri Tarihi, N. Çağatay, İ.A. Çubukçu, Ankara, 1985, s.108-134, Wat. Montgonıery, İslami Düşüncenin Teşekkül Devri, çev: E. Ruhi Fığlalı, Ankara 1981. s. 193-291, Fığlalı Ethem Ruhi, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri. İzmir, 1990. s.15. v.d.

[184]Kam ferit, Dini .... s.113, Sadi, Doğunun., s.85.

333Cavidname. s.290, Beyt. 1454.

[186]Carrel Alexis, İnsan Denen Meçhul, çev: Refik Özden, İstanbul, 1990. s.49.

[187]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden... s.7.

[188]  Aynı eser, s.76.

[189]  Aynı eser, s. 152.

[190]         »

^'Aynı yer.

344 Geniş bilgi için Bkz. Akbulut, Sahabe devri ..., s. 304, Krş. Ömer Nasuhi Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelam. İst. 1972, s.309.                                                                                       ,

[192]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ... s.76.

[193] a

- Aynı yer.

[194]İkbal. Dini Düşüncenin .... s.77.              -

[195]İkbal, aynı eser s.153, Krş. Şeyhülislam Mustafa Sabri. İnsan ve Kader, İstanbul, 1989, s. 167.

[196]İkbal, D. Kelim, s.59.

[197]Bakara. 35, 36, 38.

^İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden... s.1 19.

[199]Bakara, 37. Krş. Taha. 122-123.

[200]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s.120, Krş. Yazıcıoğlu M. Sait, Maturidi ve Nesefi'ye göre insan Hürriyeti Kavramı, İstanbul, 1988, s.77, M. Sabri, İnsan ve .... s.171.

[201] Enbiya 35, Krş. Bilmen, Muvazzah..., s.309.

[202]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s.120, Krş. İzutsu Toshihiko.

Kar'an'da Allah ve İnsan, çev: Süleyman Ateş, 1963. s.l 17.

[203]Geniş Bilgi için Bkz. Öztürk, Kur'an ve Sünnete Göre Tasavvuf, s.45.

[204]Güngör Erol, İslam Tasavvufun Meseleleri, İst. 1991, s.17.

[205]Aynı eser, s.20, Krş. Garaudy, İslâm ve .... s.31, İz Mahir, Tasavvuf,
İst. 1990. s.23. v.d.                                                                                      .

[206]Güngör. a.g.e., s.28.

[207]İkbal. İranda Metafiziğin Gelişimi, s.56-60. GenişBilgi için Bkz. Öztürk, Kur'an ve Sünnete Göre... s.27. Mahir İz, a.g.e.. 24, Nicholson, İslam Sufileri, Tere: (heyet). Ankara, 1978, s.5.

[208]İkbal. İranda Metafiziğin Gelişimi, s.56. Krş. Öztürk, Kur'an ve Sünnete Göre.., s.45, Sühreverdi. Avarifü'l Maarif, Çev: H. Kamil .Yılmaz, İrfan Gündüz, İst., 1990. s.5.

[209]Garaudy, İslâm ve .... s.38-44, Krş. Öztürk, a.g.e., s.45, Nicholson, İslâm, s.8.

[210]Garaudy, a.g.e.. s.44. Kuşeyri, Risale .... s.589, vd. Mahir İz, Tasavvuf, s.24.

[211] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s.37, Nicholson, İslâm .... s. İkbal 88, İranda Metafiziğin... s.54.

İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden.., s .305. İranda Metafiziğin... s.53

[213]İkbal, P Meşrık, s. 31.

[214]İkbal, A. Hicaz, s.60. Krş. Cevadname, s.20, "Benliğini o kadar yükselt ki, her takdirden önce; Bizzat Allah sorsun kuluna; nedir arzun?" (Bkz. B. Cibril, s.72). Geniş Bilgi için Bkz. Schimmel, Tasavvufun Boyutları. Çev: Ender Gürol, İstanbul 1982 s.183.

[215]İkbal, B. Cibril, s.63, Krş. E. Hodi, s.62.

[216]İkbal. B. Cibril, s. 127, Krş. Tanımı Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, Haz. Çoşkun Yılmaz. İstanbul, 1991, s.67, v.d.

[217]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..., s.127.

[218] Aym yer.

[219]İkbal. İkbal. E. Hodi, s. 62. Krş. Kuşeyri. Risale.... s.95.

[220]  Aynı yer.

371     Ayın yer.

[222]İkbal, B. Cibril. s.9l.

[223]İkbal, B. Cibril, s.93. s.93.

[224]Bkz. 2. Bölüm.

[225]|kbal, E. Hodi. s.62, Kış. Tanımı Kaynakları.., M. Kara, Sufilerin

Tenkitleri ve Tasavvufu İhya Faaliyetleri, s. 75, v.d.

[226]İkbal, Bal-i Cibril, s.75.

[227]İkbal, Aynı yer, Kış. Darb-ı Kelim, s.l l.

[228] Aynı eser, s.91, Krş. D. Kelim, s.l I.

[229]Aynı yer, Krş. Tanımı Kaynakları ve..., s.67. v.d. Kuşeyri Risalesi, s.589, v.d.

[230]Geniş Bilgi için Bkz. 2. Bölüm, Burada geniş yer verilmeyecektir.

-,8'Aminuddin M., Mevlana Celaleddin Rumi'nin Dr. İkbal üzerindeki Etkisi, Pakistan Postası. 1977, s.5.

[232]Mcvlâna, Mesnevi, c. IV. s.45, Krş. C.I. s.239.                                      .

[233]Dayanır Kemal. Büyük Türk Dostu M. İkbal. Ank. 1984, s.53

[234]Bkz. İkbal'in Düşüncesinde Tasavvufi Hayat, s.7.

[235]İkbal, Cavidııame , s.19.

[236]İkbal. Aynı yer.

[237]İkbal, Mesnevi, c.l, s.10. Beyt, 119.

[238] Aynı yer, Beyt. 117.                           '

[239]İkbal. CavkJname, s.20.

[240]İkbal, Aynı eser, s.l 1.

[241] İkbal. Cavidname . s 27.

[242]Hintli Mürid: "Bilim ve hikmeti nasıl aramalı bulmalı? Nasıl ilahi âşkın harcrctini derdini yürek yarasını elde etmeli?" Piri Rumi: "Bilim ve Hikmet Helal ekmekten doğar. İncelik ve aşk helal etmekten gelir" Bkz. Karahan. Dr. M. İkbal ve Eserlerinden Seçmeler, s.167. krş. Öztürk, Kuran ve Sünnete... s.159, Mü'minun. 5İ.

[243]İkbal, R. Bihodi. s.52.

[244]İkbal'in manevi inkişaf die bahsettii tasavvufta "sülük" denilen manevi eğitimden geçme olayıdır. Bkz. Necmüddin Kübra, a.g.e., s.191.

[245]İkbal, D. Kelim, s. 17.

396B. Cibril'den, M. İkbal ve.Şiirlcrinden Seçmeler. A.K. Karahan, s.165.

[247]İkbal, B. Cibril, s.42.

[248] Aynı eser, s.72.

[249]İkbal. P. Meşrık, s. 31. Krş. Kuşeyri, Risale..., s.134.

[250]İkbal, Mesnevi, c.V. s.’ 15-16.

40'Uludağ, Tasavvuf terimleri, s. 171, Kuşeyri, a.g.e., s.440, Hucviri.' a.g.e., s. 100.

[252]Kuşeyri, a.g.e., s. 440, Hucviri. Kesf..., s. 105. Mahir İz, Tasavvuf,

s.136.

^Öztürk, Kur'an ve .... s.223, Kış. İz. a.s.e., S. 136, Nesefi. (nsan-i .... s.146.              "

4444 İkbal, Cavidname, s.51, Kış. Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 195, Kuşeyri, a.g.e., s.448.

405ikbal, Cavidname. s.51,

[256]İkbal. Zebur-u Açanı, s.218.

[257]İkbal, B. Cibril, s.6l, Krş. İz Tasavvuf, s. 136. Öztürk, Kur'an ve.., s. 232

40 İkbal, Cavidnanıe, s.53.

41)9İkbal, Z. Acem, s. 256.

4'°Öztürk, Kur'an ve..., s.110, Tasavvufun Ruhu ve Tarikatler, İst. 1990, s. 108.

4^'Öztürk, Tasavvufun Ruhu.... s.l 10, Krş. İz, Tasavvuf, s.180, Krş. Havva Said. Ruh Terbiyemiz. Çev: Cengiz Yaecı, İstanbul, (tarihsiz), s.212.                                   “                     '

4*2Kuşeyri. Risale, s-,589, Krş. Neşeti, İnsan...; s.140, Necmüddin Kübra. a.g.e., s.153. Mesnevi, c.I. s.57, Beyit. 725-426.

[263]R. Bihodi. s.35, Kuşeyri, a.g.e., s.90. Krş. Tanımı Kasnakları.,.,s.67. v.d.

[264]Kuşeyri, Risale .... s.2.

[265] İkbal, Z. Acem, s.208.

4,6Menscvi. c.II, s.236.

[267]Mesnevi, c.V. s.63, Kış. c.I, s.134, Schimmel, Tasavvufun...,s.l84

[268]İkbal, Zebur-u Acem, s.214. Kış. Schimmel. a.g.e., s.184.

[269]Altıntaş Hayranı. Erzurumlu, İ. Hakkı, İst. 1992, s.66.

[270] Bakara. 165.

42'Öztürk, Kuran ve Sünnete.İ..S.404.

[272]Buhari. 38, Krş. Erdem Haşan Hüsnü, İlahi Hadisler, D.İ.B. Yay.,

Ankara, 1985, s.35.

[273]İkbal, Cavidname, s.93, Krş. Öztürk, Kur'an ve .... s.405.

[274]Kuşeyri, Risale, s.492.

[275]Aynı eser, s.499, Krş. İbn Arabi ilahi Aşk, Çev: Mahmut Kanık,

İstanbul, 1992. s.169.

426Altıntaş, İbn Sina Metafiziği, s.73, Krş. Mehmet Bayraktar, Varoluşun

sebebi ve varlığın delili olarak aşk, A.Ü.İ.F. c.XXVII, s. 299.

[279] Uludağ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1991, s.58.

[280]Necmüddin Kübra. Tasavvufi Hayat, s. 19, s.172.

[281]Nesefi. Az.izüddin, Tasavvufta s.149.

[282]Uludağ, a.g.e., s.58, Krş. Mehmet Bayraktar, Böylesi bir aşka "komedik aşk" tabirini kullanır. Bkz. Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, Ankara. 1991, s.37.

43' Bkz. Geniş bilgi için: Gazali, İhya n Ulurnud-din. c.IV, s.597. v.d. Krş Muhuddin İbn Arabi, Futuhat el Melekiyye, Tere: Selahattin Alpay. İst., 1971, s.303.

[284]İkbal, Bal-i Cibril, s.65.

[285]B. Cibril, Z. Acem, s.150.

[286]Mesnevi, c.V.s.74.

[287]Mesnevi. c.III, s.363.

[288]İkbal, B. Cibril, s.62.

[289]Mesnevi, c.l, s.16.

43XNecnıüddin Kübra, Tasavvufi .... s. 120.

[291]Sühreverdi, Avarif..., s.630.

^Cebecioölu Ethem, Hacı Bayram-ı Veli ve Tasavvuf Anlayışı, Ankara, 1994, s.274.

[293] İkbal. B. Cibril, s.67.

[294] Aynı eser, s.143.

[295]İkbal, R. Bihodi. s.5.

[296]İkbal, Z. Acem, s.150.

[297]İkbal, R. Bihodi, s.3l.

[298]Öztürk, Din ve Fıtrat, İstanbul, 1990, s.178.

[299]Mesnevi, c.IV. s.115.

[300] a

°Aynı yer.

[301]tkbal. P. Meşrık, s.32.

[302]İkbal. Cavidname , s.34.

[303] Mesnevi, c.VI. s.3:

[304]İkbal, Cavindame, s.36

[305] »

Aynı yer.

[306]İkbal, P. Meşrık, s.39.

[307]İkbal, Cavidname, s. 122.

[308]İkbal, R. Bihodi, s.24.

[309]Bkz. Şuara. 197, Krş. Maide, 105, Fatır, 23, Bakara 32.

[310]İkbal, Cavidname, s.33O.

[311]İkbal, Cavidname, s.144.

[312]Aynı eser, s. 145.

46’ İkbal, Cavidname, s.146, Krş.E: Hodi, s.59

[314]İkbal, E. Hodi. s. 60.

[315]İkbal, E. Hodi, s.57.

[316]Öztürk. Kuran ve Sünnete Göre...,s.7i.

[317]Tin, 4.

[318]Hicr. 29.

[319]Altıntaş, E..İ. Hakkı, s.182.

[320]İkbal. E. Hodi, s.46. Krş. Schimmel, Peygamberane Şair...,s39

[321]Furkan, 7-9.

[322]İbn Arabi, F. Hikem, çev: Nuri Gençosman, İst. 1990, s.24.

[323]lkbal, İkbal, Cavidname. s.135.

[324]Aynı eser, s. 134.

[325]İkbaI, R. Bihodi, s.27. Krş. Cavidname, s.134, Ayrıca Bkz. Ensari Fazlurrahnıan. İlimden Felsefeden Dine, Çev: Kemal Kuşçu, Ank. 1967, s. 06, Krş. Y.N. Öztürk, Mevlana ve İnsan. İst., 1993, s. 46.

48®Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.250.

[327]Nesefi, İnsan-ı Kamil, s.14. Krş. Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s.183.

[328]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden....s,29

485İkbal, a.g.e. s.63.

[330]D. Kelim, s.63.

[331] Nietszche, Eylem Ödevi, çev: İ.Z. Eyüboğlu. İst. 1991. s.55.

"TT’Böyle Buyurdu Zerdüşt, çev: Turan Oflazoğlu, İstanbul. 1991, s. 250 Bkz. Eylem Ödevi, s. 64, ve 294.

[333]Nietszche'nin Ebedi Dönüş Teorisi, Bkz. Eylem Ödevi, s. 227, v.d.

[334]İkbal, R. Bihodi, s.24.

[335]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden..., s.159, Krş. Pevgamberane Şair..., s.43.

[336]Kendi suretinde inşa kıldı dediği "Allah, Ademi kendi sureti üzerine halk etti" mealindeki hadis-i şerif kastedilmektedir. Bkz. Füsusu'l Hikem. s.33.

49' "Arslan, boynunda zincir bulunmakla beraber bütün zincir yapanlara beydir" Bkz. Mesnevi, c.l. s.254, B.3160.

[338]Mesnevi, c.l, s.l, Beyt, 2. Krş. Ahmet Asrar, M. İkbal ve Mevtana Cel. . Rum'i, Pakistan Büyükelçiliği. Yay. (tarihsiz)s.ö.

[339]İkbal, Bkz, Benlik ve İnsan... Krş. Öztürk, Mevtana ve İnsan s.l 16.

[340]Tirnıizi, Camiussahih, -Mısır. 1937i Dua. I.

[341]Alexis, Carrei, insan. .. 178. Krş. Dini Düşüncenin .Yeniden....s. 125.

[342]İzutsu Toshihiko. Kur'an'da Allah ve İnan, çev: Süleyman Ateş, s.182

[343]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..., s.26. Kış. İzutsu. Kur'an'da. s.183.

[344]Kaaf, 16.

[345]Bkz. Ra'd, I i.

[346]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.... s.124, Bkz. Öztürk, Kur'an ve Sünnete . ..s..341.

[347] Mü'min, 60. Krş. Izutsu, insan..., s. 184.

[348]lkbal. Dini Düşüncenin Yeniden ... s.124.

505Dini Düşüncenin Yeniden..., s.124.

[350]Öztiirk, Kur'an ve Sünnet..,, s.342.

[351]Kuşeyri Risalesi, s.491, Krş. A. Carrel, a.g.e., s.178.                   .

[352]İkbaI, Dini Düşüncenin Yeniden..., s.128.

[353]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden .... s.127.

[354]Dini Düşüncenin Yeniden..., s. 129, Krş. Garaudy, İslam ve İnsanlığın Geleceği, s.21.

[355]Aynı yer.

[356]Carrel, a.g.e., s.178.

[357] ikbal, Dini Düşüncenin Yeniden..., s.128, Krş. Mahir İz, Din ve Cemiyet, İst. 1990, s.44 Öztürk, a.g.e., s.103.

[358]Hucurat, 13.

[359]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..., s.129.

[360]Aym yer, Krş. Mahir İz, Din ve .... s.57, Garaudy, İslâm ve ..., s.22.

[361]Aynı eser, s.150, Krş. İz. Din ve..., s.44, Garaudy, a.g.e., s.21.

[362]Altmtaş, Erzurumlu İ.Hakkı, s.172, Geniş Bilgi için Bkz. Recep Kılıç, Ahlakın Dini Temeli, Ankara. 1992, s.17. vd.

[363]Altıntaş, s.172.

58Dikmen Mehmet, İslam Ahlakı, İstanbul, 1985, s;9.

[365]İkbal, Bal-i Cibril, s.108.

[366]Bayraktar, Yunus Emre..., s.84.

52^ Kalem. 4.

[368]İkbal. E. Hodi, s.18,

[369]Malik, b. Enes, el Muvatta, Beyrut, 1951, Hüsnü! Hulk, 8.

[370]Öztürk, Din ve Fıtrat, s. 163.

[371]İkbal, E. Hodi, s. 31. v.d.

52^Akif Mehmed, Safahat, Hz. Ömer Rıza Doğru, İst., 1987, s.361, v.d.

[373]İkbal, B. Cibril, s.l 17, ve 145, Krş. Cavid'e Hitab, çev: H. Haterni, İst 1965, s.22.

[374]İkbal, B. Cibril, s .117.

[375]Günıüşhanevi M. Ziyaüddin, Ehl-i Sünne't itikadi, çev: A. Kadir
Kabakçı, Fuat Gürel, İst. 1983, s.93, Krş. Dikmen, İslâm..., s.33, v.d.

[376]İkbal, Bkz. Benlik ve İnsan..., s.140.

53' İkbal, Cavid'e Hitap, s.23.

[378]İkbal, a.g.e., s.24.

[379]İkbal, Cavid'e Hitap. s.26.

[380]Aynı eser, s.26.

[381] Aynı yer.

5j6Hz. Peygamberin şu Hadisi Şerifine telmihtir: "Onlar sana fetva vermişde olsa kalbine de danış"Kütüb-ü Sitte Muhtasarı, Haz. İ. Canan, Ankara, 1990, c.X. s.l 3.

[383]İkbal, Cavid'e Hitap, s.26.

[384] İkbal, Cavid'e Hitap, s.26.

Aynı yer.                                 -

54(3 Aynı yer, Krş. P. Meşrık, s.108.                      >

544 Aynı yer, D. Kelim, s.25-63.

[388]Cavid'e Hitap, s.28.

[389] a

Aynı yer.

[390]Aynı yer, Krş. A. Hicaz, s.39.

[391]Aynı eser, s.30, Krş. Cavidname, s.141, Krş. Mesnevi c. IV. s.92-93

[392]İkbal, Bal-i Cibril, s.128. Krş. R Bihodi, s.38. 52-53.

[393]P. Meşrık, s.108.

[394]İkbal, R. Bihodi, s. 34, Krş. "Her yapığıtınız işte maksadın Hakka yaklaşmak olsun. Ta ki, Allah'ın azameti sende gözüksün", Bkz. E. Hodi, s.58.

554 İkbal, R. Bihodi, Bkz. E. Hodi, s.58.

[396]B. Cibril, s.55.

[397]İkbal, Doğudan Esintiler, Bang-i Dara'dan. s.64.

[398] >

Aynı eser, s. 55.

[399]İkbal, A. Hicaz, s.51.

[400]İkbal, E. Hodi, s. 58.

[401]           Beyaz Zekeriya, İslam'a göre Milliyetçilik, İst. 1990, s. 17.

[402]           Gedikli Ercüment. İslam'da Asabiyye-Mılliyetçilik, Ank. 1990,s.26.

[403]           Canan İbrahim. Kütiib-i Sitte Muhtasarı, c.iV, s.260. s. 255, Krş Gedikli, a.g.e., s.24.

[404]           Canan, a.g.e., s.259. Gedikli, a.g.e., s.26.

[405]           Gedikli, a.g.e., s.25.

[406] Aynı yer, Krş. Güngör Erol. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, İst. 1992, s.78, v.d.

[407]           Gedikli, İslâm'da .... s.37, Krş. Beyaz, İslâm'a s.101.

[408] 4 Haz. 1951 tarihinde Unesco'nun Paris'te yapılan toplantısında imzalanan bildiride yapılan tanımı. (Bkz. Gedikli, a.g.e., s.36.)

[409]           Hucurat, 13.

[410]"Gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olması, O'nun varlığının belgelerindendir" (Bkz. Rum. 22).

[411] Gedikli. İslâm'da..., s.16, Krş. Arvası . Arvasi Abdülhakim, Türk İslâm Ülküsü, İst. 1992, c.2, s.255, Beyaz, İslâm'a .... s.25. Güngör, Kültür Değişmeleri...,s.78.  '

[412]Sadri Maksudi Arsal. "Milletlerin yaşayabilmeleri ve mensup oldukları millete bağlılığı ve sadakatidir" demektedir. Bunu İkbal açısından düşündüümüzde mensub olduğu İslam milletine bağlılık o milleti oluşturan ümmet şuuruna ermesini sağlar. Bkz. Arsal, Sadri Maksudi, Milliyet DuygusununSosyolojik Esasları, İst. 1975, s.63.

1 3Gedikli. a.g.e.. s.10, Krş. Beyaz, a.g.e., s.23. Arvasi, a.g.e., s.256.

[414]İkbal, P. Meşrık, s.39.

[415]R. Bihodi, s. 56, Hicazli Sevgili: Hz. Peygamber kastedilmektedir.

[416] Ay m yer.                               '

[417]İkbal, R. Bihodi, s.56.

[418]Burada kastettiği mana: Peygamber sevgisidir.

[419]İkbal, R. Bihodi. s. 56, Krş. Hııcurat, 13.

[420]Cavidname. s.l 16. Krş. R. Bihodi. s.52.

[421] İkbal. R. Bihodi. s.43.

[422]İkbal. Cavidnamc, s.l 15, Bkz. Makyavelizm. Bolay, a.g.e.. s.157.

[423]İkbal'de ümmetler topluluğu fikrine istinat eden bir milliyetçilik anlayışı var olduğu görülmektedir.

[424]İkbal. R. Bihodi, s.55.

[425]İkbal. R. Bihodi. s.13.

[426]Beyaz, İslâm'a .... s.3 i. Krş. Gedikli. İslâm'da..., s.28.

[427]Gedikli. a.g.e.. s.28.

2^İkbai, Cavidname. s.l 16, Krş. Gedikli, a.e.e.. s.29.

?0                                                             '

Asrar, Doğudan Esintiler, (Bangi Dara'dan) s.74.

[430]"Müslüman ayrı bir Harem (Kabe) inşa etmiştir. Uygarlık Azer'i (put yapan) de yeni yurtlar inşa etmiştir. Bu yeni tanrıların en büyüğü

vatandır. Giydiği elbise ise dinin kefenidir. (Bkz. Asrar, a.g. yer.) Krş.

İsmail Kara, Türkiye'de İslamcılık Düşüncesi. İst , 1986, c.l, s.447.

3Hkbal, R. Bihodi, s.26.

[432]Asrar, Doğudan..., s.73, Krş. R. Bihodi. s.27.

3İkbal, R. Bihodi, s.27.

34Doğan Mehmet, Batılılaşma İhaneti, İst. 1986. s.9.

[433]Roger Garaudy, İslam ve .... s.28.

[434]Turhan Mümtaz, Garplılaşmanın Neresindeyiz, İst. 1967, s.46.

[435]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ..., s.23-24, Krş. Geniş Bilgi için Gürkan Ahmet, İslam Kültürünün Garbı Medenileştirmesi, Ankara, 1965. s. 17, 416.

[436]Turhan, Garplılaşmanın ..., s.47, Krş. Dini Düşüncenin ..., s.24,

[437]İkbal, B. Cibril, s. 132. Krş. Cavidname, s.313. Krş. Gürkan, a.g.e.. s.466.             

[438]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden..., s.23-24, krş. Cavidname. 66-69.

“^Turhan, a.g.e., s.22.

[440]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ....... 24. Krş. B. Cibril, s.59, Garaudy,

İslâm..., s.28.

[441]Meryern Cemile. Batı Materyalizmi Karşısında İslam, çev: Kemal Kuşçu. İst. 1962, s.48, Krş. Garaudy a.g.e.. s.29.

[442]İkbal. B, Cibril, s.59.

4^İkbal, Cavidname, s.66, B. Cibril, s.47.

[444]İkbal, B. Cibril, s. 192. Krş. Garaudy. a.g.e., s.29. Cemile, a.g.e., s.49.

4(7Garaudy, a.g.e.. s.27, Cemile, Batı .... s.47.

[446]İkbal, B. Cibril, s. 132. Krş. Cemile, a.g.e.. s.47, İkbal. Türkiyenin
uyanışını zevkle izlemiş ve diğer ülkelerinde örnek almalarını istemiştir.

[447]İkbal, Cavidname. s.315, Kış. Cemile, a.a.e., s.47, Doaan, Batılılaşma .... s.32.       "             ‘

59lkbal. Cavidname, s.316.

5 1 Garaudy, a.g.e., s.27.

[450]Cavidname, s.313.

[451]Safahat. s.187.

[452]Turhan, İslâm..., s. 23. Krş. Safahat, 185.

[453]Kabaklı Ahmet, Temellerin Duruşması, İst. 1990, s.366. Turhan, a.g.e. s.57-66, Akif, a.g.e., s.442, Ayrıca geniş bilgi için Bkz. Ülken Tiirkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi, s.200'.

[454]Eflatun. Devlet, çev: Salahattin Eyüboğlu. Ali Cimcoz, İstanbul, 1975, s.121.         ..

[455]Farabi, "El-Medinetül Fazıla", çev: Nafiz Danışmen, İst. 1989, s.79, v.d.

[456]İbn Haldun, "Mukaddime" çev: Zakir Kadiri Usan, İst. 1989, c.l. s.444.

v.d.                                                                     "              

59>Bkz. Hakikat bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ve Ben Rabbinizim.

O halde bana kulluk edin (Enbiya, 92)

[458]îkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.... s.210.

[459]Hucurat, 13,

[460]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..., s.21 1.

65Esposito John. Güçlenen İslam'ın yankıları, çev: Erol Çatalbaş, İst. 1989

s.204, Krş. Dini Düşünce.... s.216. .

[463]İkbal. Darb-ı Kelim, s. 54, Esposito. a.g.e.. s,204.

[464]Mevdudi, Ebul-Ala. Hilafet ve Saltanat, çev: Ali Gencel i, İstanbul, 1972 s.34.

[465]Esposito. a.g.e., s.104.                                                            

[466]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden..., s.211. Krş. Mevdudi, a.g.e.. s.31.

[467]E. Hodi, s. 59.

[468]İkbal. Dini Düşüncenin ... s.216, Krş. Esposito, Güçlenen. .. s.205.

76Esposito, a.g.e.. s.208.

7'İkbal, R. Bihodi. s.23, Farabi. el Medinetül .... s.79.

[471]İkbal. R. Bihodi, s.23, Krş. Farabi, a.g.e.. s.79.

[472]Kutub Muhammed, İslamda Fert ve Cemiyet, çev: Mehmet Süslü, İst.

1985, s.208. Krş. R Bihodi, s.29.

[473]İkbal, R. Bihodi, s.9, Krş. Kutııb. İslâmda. .. s.208. v.d. Farabi. Devlet .... s.49. Eflatun, a.g.e., s.92-117.

7'İkbal, P.Meşnk. s.39, Krş. Said Havva, İslam, cev: Salih Uçan, İstanbul.

1987. s.il I.                                                       ’

[475]İkbal. Cavidnanıe. s.31 3.

'İkbal, Cavidnanıe. s. 313. Kış. Hamidullah Mu'nammed , İslam'da Devlet İdaresi, çev: Kemal Kuşçu, Ankara. 1979, s.91.

,''8Bkz. Benlik Felsefesi, s. 114. vd.                                                   

[478]İkbal. R. Bihordi. 12 v.d Krş Cavidnanıe. (çiriş), s.34.

[479]Cavidname, s.341, Bkz. R. Bihordi, s.12.

8'İkbal, Mesnevi, c.IV, s.286, Krş. İkbal, Dini düşüncenin Yeniden ..., s.210.

[481]İkbal, Cevidname. s.341.

[482]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..., s.261, Krş. Farabi. el Medinetül.... s , 80.

[483]Bkz. peygamberlik s., 148 v.d.

[484]İkbal, R. Bihodi, s. 35, Cavadname, (giriş) s.35. Krş. Akbulut, Nübüvvet.... s.63.

[485]Ahzab, 21.

[486]İkbal, R Bihodi, s.56,

[487]lkbal, R. Bihodi. s.56, Krş. Hamidullah, İslâmda s. 94, İz Mahir, Din ve Cemiyet, Haz. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, 1990, s. 58. Garaudy, İslam ve ..., s.22.

[488]İkbai, R. Bihodi. s.46.

[489]Aynı eser, s.44.‘

[490] Aynı eser, s.45, Krş. En'anı 101, Ahkaf, 3, Enbiya, 30

[491]Bakara, 178, Krş. Garaudy. İslâm ve .... s.147.

[492]İkbal, R. Bihodi, s.49.                   '

[493]İkbal, Aynı yer.

[494]İkbal, R. Bihodi, s. 49, Krş. Kutub, İslâm'da ..., s.217.

[495]İkbal. R. Bihodi, s. 49, Aynı yer, Krş. A. Hicaz, s.46.

[496]İkbal, A. Hicaz, s. 45.

[497]Aynı yer, Krş. Cavidname, s.138, D. Kelim, s.38.

"ikbal, Cavidname, s. 196, Krş. A. Hicaz, s.45,

[499]  Aydın Mehmet, Fazlurrahman ve İslam Modernizm, İslami Araştırmalar Dergisi, Ekim 1990, c.IV, sayı 4, s.273.

[500]  Güngör, Erol, İslam'ın Bugünkü Meseleleri, İst. 1991, s.8.

[501]Aydın, a.g.m., s.273.

[502]Güngör, a.g.e., s.8. Krş. Fazlurrahman, İslam, çev: M. Dağ, M. Aydın, İstanbul, 1992, s.297.

,04M„Aydın, Fazlurrahman ve ..., s.274.

[504] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden .... s.201.

[505]Erol Güngör, İslâm'ın .... s.9, Krş. M. Aydın, a.g.m., s.275, Fazlurrahman, İslâm, s.297.

[506]Göngör, a.g.e., s.10.

[507]Doğuştan Günümüze İslam Tarihi. İst. 1989, c.XII, s.19.

[508]Fazlurrahman, İslam, s.296.

[509]Fazlurrahman aynı yer, Krş. Hilmi Ziya Ülken, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi, İst., 1992, s. 276.

[510] Fazlurrahrnan, a.g.e., s.296, Krş. Güngör, İslâm'ın .... s.19.

[511]Hindistandaki S. Ahmet Han (1817-1898) bunlardan biridir.

[512]Fahri, İslâm Felsefesi..., s.301, Yurdaydın, İslâm Tarihi..., s.220-235.

[513]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..., s.219. Krş. 227.

"5Ülken, Türkiye'de ..., 277, Krş. Nasr, S. Hüseyin, Batı Felsefeleri ve İslam, çev: Selahattin Ayaz, İst., 1985, s.29.

1 ^İkbal, Dini düşüncenin Yeniden ..., s.24.

[516]Aynı eser, s.19, 221, Krş. Ülken, a.g.e., i.Tll.

[517]Yurdaydm, a.g.e., s.233, Krş. P. Meşrık, s.80, Cavidname, s.290.

[518]Al-i İmran, 119, En'am, 126, Krş. İkbal, Garaudy, İslâm ve .... s.51, Yurdaydın, a.g.e., s.250.

[519]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..., s.227.                                .

[520] İkbal, Aynı eser, s.216, Krş. İbn Haldun, Mukaddime, c.ll, s.436, v.d.

[521]İkbal, Dini Düşüncenin ..., s. 213, Krş. İbn Haldun, Mukaddime, c.H, s.486, v.d. Yurdaydm, İslâm Tarihi .... s. 331.

[522]Şeriati Ali, Biz ve İkbal, çev; Ergin Kılıçtutan, İst. 1988, s. 144, vd. Krş. Fazlurrahman İslam ve Çağdaşlık, s.172.

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar