Büyük mütefekkir Dr. MUHAMMED İKBAL Hayatı, Şahsiyeti ve FİKİRLERİ 1
Hazırlayan: CEVDET KILIÇ
Bu zamana kadar, îkbal hakkında dünya dillerinde pek çok eser
yazılmıştır. Bunun yanında, bugüne kadar yazılan makaleler, düzenlenen
konferanslar ve sempozyumlar, yapılan tezler ve etüdlerin sayısı ise
sayılamayacak kadar çoktur. Hakkında bu kadar çok yazılıp çizilen bir ilim ve
fikir adamı hakkında araştırma yapmanın avantajları ve kolaylıklarının
yanısıra, zorluklarının da var olduğunu söylemek durumundayız.
' Bu araştırmamızda biz, îkbal'in felsefi ve tasavvufi fikirlerinin
ağırlık noktasını teşkil etmek üzere, hayatını, fikriyatını ve şahsiyetini
oluşturan unsurları ele almaya çalışacağız.
Çalışmamızın birinci bölümünde, îkbal'in doğumunu, tahsilini, Avrupa'ya
gidişini ve idari görevlerini ele almaya çalıştık. Ayrıca eserlerini de bu
bölümde tanıttık.
İkinci bölümde îkbal'in fikriyatının temel unsurlarını zikrettik.
Sömürge durumundaki Hindistan topraklamda yaşayan müslümanların ve bütün îslâm
dünyasında meydana gelen çöküntünün îkbal'in fikriyatına ve özellikle "benlik"
düşüncesine büyük etkisi vardır. Manevi şahsiyetinin oluşmasında ise^
Mevlâna'nın katkısından söz ettik.
Üçüncü bölümde, felsefi ve tasavvufi kavramları ele aldık. Felsefi
kavramlardan; Yaratılış ve Varlık, Zaman ve Mekân, Bilgi Nazariyesi, Mutlak
Hakikat ve Benlik, Peygamberlik ve Kader kavramları hakkında îkbal'in düşüncelerini
ortaya koyarken, İslâm düşünce tarihiyle de irtabatlan- dırmaya çalıştık.
Tasavvufi kavramlardan ise; Aşk, insan-ı kâmil, ibadet ve dua, tasavvufi kemâl
ve ahlâk hakkında îkbal'in düşüncelerini ele aldık.
Dördüncü ve son bölümde ise, İkbal'in siyasi düşüncelerini ortaya koyduk
ve devletin en önemli unsuru olan millet hakkındaki fikirlerini aktardık.
Son alarak, Hindistandaki Modernizm akımının temsilcisi olduğunu
belirttiğimiz İkbal'in, Türkiye'deki gelişmeler hakkında söylediklerini
dikkate değer bularak değerlendirmelerini ortaya koymaya çalıştık.
Şüphesiz İkbal'in düşüncelerini tesbit ederken, özellikle felsefi ve
tasavvufi kavramlara yüklemiş olduğu yeni manaları ele alırken, mükemmeli
yakaladığımız ve hatadan uzak olduğunu iddia etmemiz veya tamamiyle
fikirlerini doğru anladığımız iddiasında değiliz. Böylesine şöhret sahibi
çağdaş bir filozofun, fikirlerini araştırarak kısa bir çalışma haline getirmenin
zorluğu okuyanlar tarafından da anlaşılacaktır. Ancak İkbal'in eserlerini
okuyup fikirlerini öğrendikçe kendimizde güç bulduk ve çalışmayı yaptığmız için
mutluluk duyduk.
Cevdet KILIÇ Ankara 1994
GİRİŞ
FİLOZOF İKBAL
Muhammed İkbal, yaşadığı dönemin üç düşünce sisteminden etkilenmiştir. Bu
üç sistem; İslâm Düşüncesi, Hind Düşüncesi ve Batı Düşüncesidir. İkbal'in sahip
olduğu fikirler ve ortaya koyduğu eserlerin bu fikri sahaların etkisinde olduğu
görülmektedir.
İkbal, önce Kur’an öğrenimi görmüştür. Eğitim gördüğü muhitte tasavvufi
düşenceyi de incelemiştir Avrupa'ya giderek, batı felsefesini yerinde öğrenmek
fırsatını bulmuştur. Aynı zamanda bu felsefi düşüncenin İslâm düşüncesiyle
uyuşan ve uyuşmayan yönlerini tetkik etme imkânına sahip olmuş ve bunları
gözler önüne sermiştir.
Batı düşüncesi ile meşgul olurken İslam düşüncesini de çok derinden
tetkik eden İkbal, bir çok batılı yazar ve filozofun eserlerini incelemiştir.
İkbal'in eserlerini okurken bu filozofların etkisinde kaldığını müşahede
etmekteyiz. Fakat Mevlâna Celâleddin-i Rumî'nin fikirleri ve eserleri onu daha
derinden etkilemiştir. Hatta bu etkileşim, iki şahsiyeti manen mürşid-mürid
ilişkisine kadar çıkarmıştır. İkbal, 20. yy.'ın modem dünyasında, İslâm
düşüncesinin bir temsilcisi olarak karşımıza çıkmaktadır.
İkbal'in fikirlerinde bir canlılık ve dinamizm hakimdir. Bunun kaynağı
Allah'a olan kuvvetli imanı ve ona karşı hakiki bağlılıkan gelmektedir.
İkbal'in bu inancı yalnız kalplerde ve vicdanlarda kalan bir iman değildir.
Mutlaka her "inanıyorum" diyen kişinin yaşadığı muhitin
sınırlarını aşıp alemşümul bir inancı ortaya koyma ve Allah için onun
hizmetinde birleşme gayretidir.
İkbal'in bu kuvvetli inancı yanında, siyasi düşünceleri, yalnızca sömürge
durumunda bulunan Hindistan topraklarında bağımsız bir Pakistan Devleti'nin
kurulmasıyla kalmamış bu düşüncelerinin tesiri İslâm dünyasında sömürgelikten
veya işgalden kurtulmaya çalışan müslüman devletlerde de etkili olmuştur.
19. yy'ın ilk yarısından itibaren müslümanların hüküm sürdükleri
topraklar, iç ve dış düşmanların taarruzlarına maruz kaldı. Özellikle batıklar
sanayi inkılabım gerçekleştirdikten sonra hammedde ve pazar ihtiyaçlarını
karşılamanın yollarını aramaya koyuldular. İlk etapta yaptıkları iş, çeşitli
zenginliklere sahip müslümanların yaşadıkları toprakları işgal etmek ve
sömürmek oldu. Asya'da Hindistan ve Güney Asya toprakları, Osmanlı Devleti'nin
elinde olan Kuzey Afrika ve Orta-Doğu toprakları, hatta Anadolu toprakları dahi
işgal edilmişti.
Bu geniş topraklar üzerinde yaşayan müslümanlarda ise eski canlılık ve
dinamizmin yerini tembellik ve rehavet almış, bir çöküş ve dağılışın
başlangıcıyla karşı karşıya kalınmıştı. İslami kardeşliğin evrenselliği
kaybolmuş, aralarındaki sıkı bağ çözülmeye yüz tutmuştu. Bütün bunların sebebi
ise müslümanların eskisi kadar din kardeşliğine, dinî kurallara ve geleneklere
bağcılıklarındaki gösterdikleri zaafiyetten kaynaklandığını görmekteyiz.
Neticede ise, bu topluluklar başka milletlerin sömürgesi durumuna düşmüşlerdi.
Batı'nın ilmi ve teknolojik üstünlükleri karşısında aşağılık kompleksine
kapılan müslüman devletler, çareyi batılılaşmada gördüler. Fakat batılılaşma
olarak gördükleri şeyler, yaşayış ve giyim kuşam gibi şekli taraflara inhisar
ediyordu. Müslümanlar böyle yapmakla batılılaşacaklarını zannetmekteydiler.
Neticede batıkların ilmi ve toknolojik üstünlüklerini yakalama gayreti yerine,
geri kalmışlıklarını kadere yükleyerek sorumluluklarını üzerlerinden atma
gayreti içine girmişlerdir.
Bütünüyle bu yanlış tavırlar karşısında umutlarını tamamiyle yitirmiş
müslüman milletlere önder olacak, bir yandan İslam'ı saf ve asli netilekleriyle
topluma yeniden anlatmaya çalışacak, diğer yandan da zihinleri bulandıran
fikri, kültürel ve siyasi sapkınlıklarından arındırma görevini üstlenecek
aydınlara şiddetle ihtiyaç duyulmaktaydı.
İşte, işgal edilen Osmanlı Devleti ve Hindistan topraklarında işgalcilere karşı milli
kurtuluş hareketlerini gerçekleştirenlerin arkalarında bu hareketleri başlatan,
önder olan ve yönlendiren, ilim ve fikir adamlarını görmekteyiz. İşgal edilen
Anadolu topraklarında kurtuluş hareketini başlatan ve halkı şuurlandıran bir
çok ilim ve fikir adamı vardır. Özellikle Mehmet Akifi, Muhammed İkbal'e çağdaş
olması münasebetiyle zikretmek yerinde olacaktır.
Hindistan müslümanlarının içinde; bu zor görevi üstlenen ve devlet olma
yolunun fikri mimarlığını yapan Muhammed İkbal'dir. O, tezimiz boyunca
görüleceği gibi hayatı boyunca işgal edilip sömürge haline getirilmiş İslâm
milletlerinin uyanmaları, yaşadıkları topraklara yeniden hakim olmaları için
çaba harcamıştır.
Biz bu çalışmamızda, İkbal'in eserlerindeki fikir ve düşüncelerinin
felsefi ve tasavvufi yönünü ele almaya çalışacağız. Çalışmamıza ışık tutacak
yaşadığı devrin ilmi, fikri ve sosyal hayatını tahlil ederek, özellikle iki
asra yakın sömürge durumundaki Hindistan topraklarında yaşayan müslümanların
fikri yapılarına temas edilecektir. İkbal'in, benliklerini yitirmiş,
şahsiyetlerini ve karakterlerini kaybetmiş, teslimiyetçi bir yaşayış tarzı
benimseyen topluluğun içinden çıkarak, onlara tekrar benliklerini kazandırma
çabası ve bu çabanın saikleri ve sebepleri ele alınacaktır. Özellikle "ben"
konusunda îkbal'in ortaya koyduğu fikirler hala orjinalliğini kaybetmiş
değildir.
İkbal'in filozof mu şair mi olduğu tartışmasına girilmeyecektir. Tezimiz
boyunca görüleceği gibi İkbal, alim olarak ilmini, şair olarak sanatını ve
filozof olarak düşüncelerini, hep mensubu olduğu • İslâm ümmetinin meselelerine
adadığını peşinen söylemek durumundayız.
BİRİNCİ BÖLÜM
MUHAMMED İKBAL İN
HAYATI VE ESERLERİ
A- HAYATI
Dr, Muhammed İkbal, bugünkü Pakistan toprakları içerisinde bulunan,
Siyalküt şehrinde 10 Kasım 1877 yılında doğmuştur, İkbal'in dedeleri 17.
yüzyılda İslâm dinine giren orta halli Keşmir'li bir Brehmen ailesinden
gelmektedir. Babası, Keşmir'den Siyalküt'e göç ederek ticaretle meşgul
olmuştur.1
İkbal'in ailesi dindar ve mütevazi bir yaşayışa sahip oldukları için
küçük Muhammed'i önce Kur'an-ı Kerim'i düzgün okumayı öğrenen inançlı bir genç
olarak yetiştirme arzusu taşımaktaydılar. Bu nedenle İkbal, öğrenimine mahalli
okuldan başladı. Buradan mezun olduktan sonra İngilizce öğretim veren İskoçya
Misyon Lisesi'ne başlamıştır. Bu okuldan 1893 yılında mezun olduktan sonra,
aynı okulun yüksek okul kısmına başlamıştır. Bu arada Mevlanâ Mir Hasan'dan
Arapça ve Farsça dersleri almıştır. Mir Haşan, İkbal'in şiir yazmasındaki
kabiliyetini sezerek şiire teşvik etmiştir. İkbal, şiir yazmaya bu yaşta
başlamıştır.
İkbal
Muhammed. Cavidname, çev: Annemarie Schimmel, T.T.K. yay., Ankara 1958. s.6.
Asrar Ahmet, Doğudan Esintiler, İstanbul 1985, s.16, KARAHAN. Abdiilkadir, Dr.
Muhammed İkbal'in Eserlerinden Seçmeler, İst 1974. s.17.
İkbal'in öğrenim gördüğü yıllarda en göze çarpan özelliği; çok yönlü bir
kişiliğe sahip olması idi[1] İkbal, 1895'de Siyalküt'te
yüksek öğreniminin ilk iki yılını bitirip Lahor'a geçmiştir. Bu arada felsefe
öğrenimi görmek için Devlet Koleji'nde okumuştur. Lahor'da aldığı felsefe ve
tarih eğitimi O'nun yetişmesine daha çok imkân sağlamıştır. Bu arada Arapça
dersleri de almayı ihmal etmeyerek bu sahada başarı belgesi almıştır.[2]. 1899 yılında felsefeden Yüksek
Lisans imtihanını başarıyla vermiş ve bu başarısından dolayı
mükafatlandırılmıştır.
Muhammed İkbal, Devlet Koleji'nde iken tanınmış müsteşrik Thomas Arnold
ile tanışmış, O'na kendini sevdirerek uzun süre ilişkisini devam ettirmiştir.
İkbal bu hocasının refakatinde Batı Kültürünü ve felsefi düşüncesini inceleme
fırsatını bulmuştur. Ayrıca diğer hocası Mir Hasan'ın etkisi ile de Doğu İslâm
kültürüne bağlı kalmıştır. İkbal'in yetişme çağında bu iki ilim ve fikir
adamının etkisi büyük olmuştur.
Muhammed İkbal, 1899 da Lahor'un ünlü Doğu Yüksek Okulu'nun Arapça
öğretim üyeliğine atanmıştır. Bir süre sonra İslâmiye Yüksek Okulu'nda
İngilizce ve Felsefe öğretmenliğine başlamıştır[3].
Bu sıralarda yazdığı Urduca şiirleriyla tanınmaya başlayan İkbal,
"Nale-i Yetim" isimli şiirini yazarak "Encümen-i Himayet-i
İslâm" m bir toplantısında okuyarak dinleyicileri derinden etkilemiştir.
Daha sonralar! "Mahzen" mecmuasında şiirler yazmaya başlayarak,
"Terane-i Milli", "Himalaya" adlı heyecan ve etki bırakan
manzumeleri yayımlamıştır[4]. 1901 senesinde ilk nesir
kitabı olan "İlm'ül İktisad" isimli eserini kaleme almıştır.
İkbal, gerek nazım ve gerekse nesir halindeki eserlerinde İngilizce, Farsça ve
Urduca dillerini kullanmıştır, Ayrıca Arapça, Pencabi ve Almanca dillerini
serbestçe kullanabilmekteydi[5].
Muhammed İkbal, Thomas Arnold'un tavsiyesiyle 1905 yılında Avrupa'ya
gitmiştir. Önce İngiltere'de Cambridge Üniversitesinde Trinity College'e
kaydolmuştur. 1905-1907 yılları arasında hukuk dersleri almış, bu arada felsefe
derslerini de ilerletmiştir[6]. Burada Mac Taggart'ın
öğrencisi olmuştur[7] Ayrıca İkbal, Browne-Nicholson[8] gibi iki batılı şarkiyatçı ile
de ilişki kurarak bunlar vasıtasıyla tecrübi felsefeyi, Nietszche ve Marks'ın
doktrinlerini, romantizmi ve batılı siyasal ideolojilerini daha yakından tanıma
fırsatı bulmuştur[9] [10].
İkbal'in İngiltere'de kaldığı süre içinde İtalya, İspanya ve diğer bazı
Avrupa ülkelerini gezmiş Mac Taggart'ın tavsiyesi üzerine felsefe alanında
dotora yapmak amacıyla 1907 de Almanya'ya geçmiş, Münih üniversitesine
kaydolmuş, ayrıca Heidelberg Üniversitesi'nde de derslere devam etmiştir. 1907
Kasım ayında Münih'te bayan Hommel'in yanında Cambridge'de yazdığı tezle
doktorasını sunmuştur11. "İran'da Metafiziğin Gelişimi"
(The Development Of Metaphysıcs İn Persia) adlı doktora tezi ile kendisine
gösterilen kolaylıklar sayesinde "doktor" ünvanını almıştır. Bir süre
sonra İngiltere'ye dönen İkbal, 1908 de Londra'da Siyasal Bilgiler
Fakiiltesi'nde avukatlık yapma belgesini de almıştır[11].
Avrupa'da bulunduğu sıralarda şiir yazmak merakından vazgeçmemiştir. Ayrıca
Avrupa'nın çeşitli yerlerinde İslâm dini hakkında çeşitli konferanslar
vermiştir. Bu arada kısa bir süre Londra Üniversitesi'nde Arapça dersleri
vermiştir[12].
Dr. Muhammed İkbal, Temmuz 1908 de ülkesine dönmüştür. Avrupa'da üç
seneye yakın eğitim görmesine, bir çok Avrupa ülkesini gezmesine rağmen
benliğinden ve huyundan en ufak bir sapma olmadığı gözlenmiştir[13]. Ülkesine döndükten sonra bir
yandan Lahor barosuna kayıtlı avukat olarak çalışırken, öte yandan Lahor'daki
Devlet Koleji'nde İngilizce ve felsefe öğretim üyeliğinde bulunmuştur. Bu
görevde ikibu- çuk yıla yakın bir süre çalıştıktan sonra istifa etmiştir.
İstifa sebebini soranlara resmi görevde bulunduğu sürece görüşlerini olduğu
gibi açıklayamamanın sıkıntısını yaşadığından dolayı ayrıldığını ifade etmiştir[14]. Avukatlığı şırasında İslâm
dünyasının meseleleri üzerine eğilmeye başlamış, Hind-Pakistan yarımadasının
gelecekteki kaderi ile yakından meşgul olmuştur. 1909 da Aligarh'da verdiği
bir konferansta dinleyicilere İslâm ümmetinin parlak geçmişinden bahsetmiş ve
Hind- Pakistan yarımadasında yaşayan müslümanların kendi iç hayatlarının
derinliklerine yönelmediklerini ifade etmiştir[15].
Bu fikirleri daha sonra Hindistan'ın Kuzey Batı'sında Pakistan Devleti'nin
ortaya çıkmasını hazırlayan fikri amil olarak değerlendirebiliriz.
İkbal, bu tarihlerde Hindistan'ın çeşitli yerlerini gezip görme ve
müslümanların meselelerini müşahede etme fırsatını bulmuştur. 1911 senesinde
yazdığı "Şikva" adlı uzun bir şiirinde müslümanların
dertlerini ve sıkıntılarını zaman zaman Allah'a sitem derecesine varan
mısralarla dile getirmekteydi. Bir yıl sonrada bu şikayetlerin cevabını "Cevab-ı
Şikva" adlı şiiriyle yine kendisi vermekteydi[16]
[17].
Muhamed İkbal, 1915 de "Esrar-ı Hodi" adlı Farsça bir
eser kaleme almıştır. Bu eser Mevlâna'nın Mesnevi'sinin yazılış tarzında -aynı
vezin ve aynı nazım şekline- uygun yazılmıştır. Nitekim yakın dostu ve hocası
Nicholsun'ün bu eseri İngilizce'ye tercüme etmesi, İkbal'in Avrupa'da
tanınmasına vesile olmuştur. Aradan üç yıl geçtikten sonra bu eserin devamı
sayılabilecek "Rumuz-i Bihodi" adlı eseri yayımlanmıştır.
Şöhretinin yaşadığı Hindistan bölgesinden Orta-doğu ve Avrupa'ya kadar
yayılması neticesinde İkbal'e İngiliz hükümeti 1922 de "Sır" ünvanını
tevcih etmiştir. Ancak hocası Mir Hasan'a da "Şems'ül Ulema" ünvanm
verilmesi şartıyla, kendi ünvanını kabul etmiştir.
İkbal, politikadan uzak durmaya özen göstermekteydi. Fakat arkadaşlarının
teşviki ve ısrarları üzerine 1926 da Pencap Yasama Meclisi üyeliğine
seçilmiştir. İkbal bu görevi esnasında müslümanların lehine önemli kararların
alınmasına etkili olmuştur. Mesela: Din adamlarına basın yoluyla hakaret
edilmesinin veya küçük düşürücü yazılar yazılmasının yasaklanması, içkinin
yasaklanması toprak vergisinin kaldırılması gibi kanunların yapılmasında etkili
olmuştur18. İkbal bu esnada bütün Hind müslümanları birliği
sekreterliğine getirilmiş olup bazı görüş ayrılıkları yüzünden kısa bir süre
sonra bu görevden ayrılmıştır. Aynı yıl içerisinde "Zebur-u Acem" adlı
eserini yayımlamıştır. 1928 sonları 1929 başlarında Madras, Haydarabad ve
Aligarh Üniversitelerinde kendisine yapılan davet üzerine konferanslar
vermiştir. Bu konferanslar, "İslam'da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu
Üzerine Altı Konferans" adlı bir eserde İngilizce olarak
yayımlanmıştır[18]. 1930 sonlarında Allahabad
şehrinde, Tüm Hindistan İslâm Birliği'nin yıllık toplantısına başkanlık
etmiştir. Toplantının açılış konuşmasında ilgi.uyandıran fikirler ortaya koyan
İkbal, Hindistan'ın Kuzey-Batısında sadece müslümanlardan müteşekkil müstakil
bir devlet kurulmasını görmek istediğini belirtince, hayal gibi gelen bu
düşünceler dinleyiciler tarafından şairin rüyası olarak nitelendirildi.
Fakat bu fikirler 1949 de Pakistan Devleti'nin kurulmasıyla hayata geçirilmiştir[19]. 1931 ve 1932 yıllarında
Londra'da toplanan ikinci ve üçüncü Yuvarlak Masa Konferanslarına müslümanları
temsilen kaplanlardan biri de İkbal olmuştur[20].
Londra'dan dönüşünde Paris’e uğrayan İkbal, Bergson ve Massignon ile
görüşmeler yaparak kendilerine İslâm Felsefesi hakkında bilgiler vermiştir.
Daha sonra Paris'ten İspanya'ya geçerek tarihi yerleri gezen İkbal, tarihi
Kurtuba camiini ziyaret ederek kendisine namaz kılma müsadesi verilmiştir.
Burada iki rekât namaz kılan İkbal, caminin ihtişamından etkilenerek birazda
Endülüs medeniyetine duyduğu hayranlık ve özlemi dile getirmek için derin
tesirler uyandıran Urduca bir şiir yazmıştır. Bu şiirde O, çok defa kapalı bir
biçimde, zamanın ve mekânın ötesinde olan ve her şeyi hareket ettiren,
insanları "gece ve gündüz zincirinden kurtaran kuvvetin yani aşkın sihrini
terennüm ettikten sonra Ispanya'nın İslâmi mazisini tasvir eder:
O, bu uzun şiirine şöyle başlıyor:
"Gece ile gündüz zinciri, hadiselerin görünüş
tablosudur, Gece ile gündüz zinciri, hayatın ve ölümün kaynağıdır. Gece ile
gündüz zinciri iki renkli ipek ipliktir sanki, Bunlardan örer Zat-ı İlâhi kendi
sıfatlarından elbisesini...
Gece gündüz yalnız ölüme götürür; "Böylece ilk bölüm iniltiyle şöyle
biter:
"Her şeyin evveli de ahiri de fani, zahiri de batını da fanidir.
Eser eski de olsa yeni de olsa son durak daimi faniliktir".
Şiirin bu bölümünde ümit ışığı yakarak, her şeyi hareket ettiren aşkı
müjdeler:
"İster hızlı ister yavaş olsun, zamanın akışı aşktandır. Aşk; her
şeyi önüne katan bir sel , karşı konulmaz bir çeliktir...
Aşk Cebrail'in nefesi, Aşk Mustafa'nın kalbidir,
Aşk; Allah'ın kelâmı, aşk Allah'ın elçisidir...
Bütün hayatın inkişafı aşktan, ateşi aşktandır".
Ümit dolu ifadelerle sürüp giden şiirin son bölümünde İkbal, Avrupa
hakkında şunları söylemektedir:
"Avrupa benim kehanetime tahammül edemeyecektir,
Kendisinde gelişme olmayan hayat ölüm demektir. Kendisini kontrol edebilen
millet hayatta kalabilir". diyerek Avrupa medeniyetinin çökeceğini
belirtmiştir. İkbal, şiirini şu mısralarla noktalar:
"Ciğer kanı olmadan her iş eksik ve bozuktur,
Ciğer kanı olmadan şairlik de sevdaların en boşudur[21].
İspanya dönüşünde İtalya'ya geçen İkbal, Devlet başkanı Mussolini ile görüşerek
kendisinden Kuzey Afrika müslümanlarına iyi muamele yapmasını istemiştir[22]. 1932 de Kudüs'te toplanan
Dünya Müslümanları Konferansına katılması münasebetiyle Kudüs'ü ziyaret etme
imkânı bulmuştur. Aynı sene küçük oğlu Cavid'e ithaf ettiği "Cavidname"
isimli eserini yayımladı. Farsça olarak başarılı bir uslupla yazılan bu
eserde İkbal'in bir çok konuda dini ve felsefi fikirlerini ihtiva eden önemli
bir eseridir.
1933 de Afgan Kralı Nadir Şah (1880-1933) tarafından Afgan yönetim ve
eğitim sisteminin yeniden gözden geçirilmesi konusunda yardımcı olmak
maksadıyla ilim adamlarıyla birlikte Kâbil'e davet edilmiştir. Ülkesine
döndüğünde Afanistan gezisinin hatırasına "Misafir" adlı bir
eser kaleme almıştır. 1936 yılında 'Bal-i Cibril" isimli Urduca bir
şiir kitabı yayımlayan İkbal, bir yıl sonra da Bhopal Nevvabı’na ithaf ettiği
Urduca, "Darb-ı Kelim" ismini taşıyan bir başka şiir kitabını
yayımlamıştır.
Dr. Muhammed İkbal, çok genç yaşta evlenmiştir. Fakat bununla beraber
öğrenimini de sürdürmeyi ihmal etmemiştir.
Avrupa dönüşünden sonra da i
ki kadınla daha evlenen İkbal, bunlardan iki erkek ve iki de kız çocuğu
dünyaya gelmiştir. Dr. Cavid İkbal, en küçük oğlu olup Pakistan'da Barolar
Birliği Başkanlığı yapmıştır.
İkbal'in sağlığı 1934 den sonra bozulmaya başlayarak gün geçtikçe çeşitli
hastalıklar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle "Zaman ve Mekân" konusunda
konferans vermek üzere çağrıldığı Oxford Üniversitesi'ne de gidememiştir.[23] Önce gözlerinden başlayan
şikayetleri neticesinde görme kabiliyeti gittikçe azalmıştır. Böbreklerinde taş
olmasından dolayı hayli ızdırap çeken İkbal, boğaz enfeksiyonu geçirerek sesi
de kısılmıştır. 1935 de son hanımının da ölümüyle hayatı büsbütün altüst olan
İkbal, son zamanlarda artık iyileşememiştir. Mart 1938 de dahada ağırlaşan İkbal’i
teselli etmeye çalışanlara karşı şu anlamlı mısraları söylemiştir:
"Sana mümin insanın belirtisini söyleyeyim: Ölüm gelince tebessüm
onun dudağındadır"[24].
Ve nihayet 21 Nisan 1938 de vefat etmiştir. Vefatından sonra iki dilde
(Farsça-Urduca) şiirleri ihtiva eden üçyüz sayfalık bir eser daha
yayımlanmıştır. "Armağan-ı Hicaz" isimli bu eserinde İkbal,
Hicaz'da ölmeyi aruladığını mısralarında dile getirmiştir[25].
Bugün Muhammed İkbal'in kabri Lahor'da Padişahı camiinin dış kapısı
girişinde bulunmaktadır.
Dr. Muhammed İkbal, Pencab'i olan anadilinden başka İngilizce ve Almanca
da biliyordu. Ayrıca, Arapça, Farsça ve Urduca'yı da kullanmakta kabiliyetli
olan İkbal'in ilmi edebi eserlerinde kullandığı dil Urduca, Farsça ve
İngilizce'dir. Genellikle manzumelerde de bazı derin fikir yazılarında Farsça
ve Urduca'yı kullanırken, felsefi fikirleri ihtiva eden yazı ve makalelerinde
Urduca ve İngilizce dillerini kullanmayı tercih etmiştir.
Bir çok yazar ve fikir adamının geçirdiği fikri olgunluk devreleri gibi
İkbal'de bu dönemleri yaşamıştır. Eserlerinin tanıtımına geçmeden önce
eserlerinde de göze çarpan bu devreleri şöyle ayırmak mümkündür. Schimmel'inde
belirttiği gibi, "Avrupa dönüşü İkbal'in şiirinde mühim bir değişme göze
çarpmaktadır. 1908 senesine kadar İkbal'in kaleminden çıkan şiirler muhtelif
konulara ait sanatkârane lirik şiirlerdir”[26].
1908 den sonraki şiirlerinde ise İslâm şairi sıfatını hemen her satırıyla ispat
etmektedir[27] İkbal'in İslâm şairi olma
özelliği artık 1911 senesinden sonra şekillenmeye ve netleşmeye başladığı
görülmektedir.
İkbal'in eserlerini, kullandığı dil bakımından, İngilizce, Urduca ve
Farsça eserler olarak sınıflandırmak mümkün olduğu gibi, ayrıca tarihi sıraya
görede sıralamak mümkündür. Bununla birlikte biz bu sınıflandırmalar yerine
üçüncü bir sınıflandırmayı tercih ediyoruz. Bu sınıflandırma İkbal'in
eserlerini Mensur ve Manzum eserler diye ayırarak kendi aralarında kronolojik
sıraya göre önce mensur sonra da manzum eserlere temas ederek tanıtmaya
çalışacağız.
İkbal'in ekonomi bilimleri konularında yazdığı -Urduca- ilk mensur
eseridir. 1903 de ilk defa Lahor'da basılan bu eser, Thomas Arnold'un
teşvikiyle yazdığı belirtilmektedir[28].
2-
İRAN'DA METAFİZİĞİN GELİŞİMİ
(The Development Of Metaphysics In Persia)
İkbal'in Almanya'da Münih Üniversitesinde Prof. Hommel'e sunduğu felsefe
doktora tezidir. 1908 de Londra'da İngilizce olarak yayımlanmıştır. 1936
yılında Urudca'ya tercüme edilerek Lahor'da 1944 yılında Farsça'ya tercüme
edilerek Tahran'da yayımlanmıştır. 1971 de M.M. Şerif tarafından Türkçe'ye
tercüme edilerek İstanbul'da yayımlanmıştır[29]
Bu eser İkbal'in ilk felsefe denemesi olması bakımından önem arzetmektedir.
Henüz Mevlâna'yı tanıma fırsatı bulamayan İkbal, bu tezinin temelinde
Panteizm'in etkileri görülmektedir. Tezinde İran düşüncesinin mantıki
gelişimini göstermeye çalışmıştır. Dolayısiyla ciddi kaynaklara dayanarak, ele
aldığı konular bakımından İran düşüncesinin gelişiminin yanısıra tasavvufun
gelişimini ve önem kazanmasının sebeplerini incelemiştir.
3-
İSLAM’DA DİNİ DÜŞÜNCENİN YENİDEN DOĞUŞU
(Sıx Lecteures On The Reconstruclion Of Religıos Thought In İslâm)
İkbal'in Madras, Haydarabad ve Aligarh Üniversitelerinde 1928 sonları ve
1929 başlarında verdiği İngilizce konferansların bir araya getirilmesinden
ortaya çıkmıştır,
Orjinali ilk önce, 1930 da Lahor'da basılmıştır. Bu konferansları tahlil
etmek kolay değildir. Schimmel: "Yazarın Batı ve İslâm felsefesini kısmen
kendine göre yorumladığını hayretle görecektir"31 diyerek
İkbal'in gayesini şöyle yorumlamaktadır: "Esasında İkbal’in gayesi
Einstain'e kadar varan Modern Batı Felsefesi'nin yardımıyla İslâm'ın durumunu
yeniden yorumlamak, müslümanlara, İslâm'ın dinamik bir dünya görüşüne sahip
olduğunu göstermek ve böylece onları kendi mısraları hakkında düşünmeye ve
kendi durumlarını yeniden ihya etmeye sevketmektir"32.
"İlim ve Dini Tecrübe" başlıklı ilk konferansta İkbal,
değişik yollardan edinilen "Bilgi"ler arasındaki Farkı anlatmaya
çalışmaktadır. Ayrıca Dini Tecrübe'nin önemi üzerinde durmaktadır33
"Dini Tecrübe Vahiylerinin Felsefi Ölçüsü" konulu ikinci
konferansında dini tecrübenin zihni imtihanlardan nasıl geçtiğini anlatmaya
çalışmaktadır34
3'Schimmel, Peygamberane Şair ...,
s.23.
32A.g. yer.
33İkbal, İslâm'da Dini Düşüncenin
Yeniden doğuşu, çev: Ahmet Asrar, İst.
1984, s.17. v.d.
34İkbal, Dini Düşüncenin .... s.19.v.d.
"Allah Kavramı ve İbadetin Anlamı" adlı üçüncü konferansında
Allah kavramını önce Kur'an açısından ele alarak açıklamakta ve sonra da bunun
ilmi değerlendirmesini yapmaktadır. Özellikle Allah'ın "Nur" a
benzetilmesine dikkat çekmektedir. İkbal'e göre "nihai gerçek, benlik olup
nihai benlikten yaratıcılık açısından-her zaman benlik çıkar"[30] Ayrıca ilim için
yapılan her şeyin de aynı zamanda bir ibadet olduğunu belirterek, ibadet şekli
ile ruhunun arasında bir bağlantısı olduğunüda vurgulamaktadır[31].
"İnsanın Benliği, Hürriyeti ve Ölmezliği" adlı dördüncü
konferansında İkbal, "ben"e gereken hürriyeti vermiş olmasına rağmen
zamanla yanlış anlayış ve değerlendirmeler neticesinde aşırı kaderciliğin İslâm
dünyasında yayılmasından kaynaklanmaktadır[32].
Böyle bir düşüncenin müslüman milletlerin çöküşünün ana faktörü olarak kabul
etmektedir.
"İslâm kültürünün Ruhu ve Canlılığı" konulu beşinci
konferansında İkbal, İslâm kültürünün önemli özelliğinin evrenin dinamik
oluşunda ısrar etmesi olduğunu söylemektedir[33].
"İslâm Bünyesinde Hareket Prensibi" adlı altıncı konferansta.
"İcma" nın İslâm bünyesinde taşıdığı öneme temas etmektedir. İkbal,
çağın şartlarına göre "İcma" gibi İslâmi bir kavrama yepyeni bir
anlam ve görünüm kazandırmıştır[34].
"Din Mümkinattan mıdır?" isimli yedinci konferansla,
dini hayatın başlıca üç döneme ayrıldığını belirtmektedir.
Bunlara "iman", "fikir" ve "marifet"
devreleri denildiğini ifade etmektedir. Ayrıca konferansta tasavvuf ve dini
tecrübenin önemine temas ederek din ve bilimin birbirine şüphe ile bak-
maktansa bir arada, uyumlu şekilde yaşayabileceklerini önemle belirtmektedir[35]
"İslâmda Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu" adlı bu eserin
önemi, İkbal'in hayat felsefesi ve dünya görüşü hakkında diğer bütün nesir
eserlerinden daha güncel ve daha büyük yankılar uyandıran bir nitelik
taşımasıdır.
Adı geçen eser, önce Urduca'ya daha sonra Fransızca, Bengalce, Arapça ve
Farsça'ya tercüme edilmiştir. Türkçe tercümesi ise ilk defa 1964 de Sofi Huri
tarafından yapılarak İstanbul'da yayımlanmıştır. Ayrıca bir başka tercümesi de,
Ahmet Asrar tarafından yapılarak 1984'de İstanbul'da yayımlanmıştır.
1-
BENLİĞİN SIRLARI (Esrar-ı Hodi)
1915 de Lahor'da Farsça olarak yayımlanmış olup Mevlânâ'mn Mesnevi'sinin
yazılış tarzında yazılmıştır. Bu ese, 1920 de R.A. Nicholson tarafından
"The Secrets of The Self" adı altında İngilizce'ye tercüme
edilmiştir. Bu eser sayesinde İkbal'in Avrupa'da tanınmasına önemli derecede
katkıda bulunmuştur. Bir kaç kez basılan bu eser, Urduca, Peştuca, Sindce,
Arapça ve Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Prof. Ali Nihat Tarlan tarafından "Benliğin
Sırlan" adıyla 1958 de İstanbul'da yayımlanmıştır. Bu tercümenin yer
aldığı kitap, iki bölümden meydana gelmekte olup birinci bölümde belirtilen
eserin tercümesi, ikinci bölümde İkbal'in Rumuz-i Bihodi (Benlikten Geçmenin
Remizleri) adlı eserin Türkçe tercümesi bulunmaktadır. Aynı eser ayrıca,
Rumuz-i Bihodi adlı eserle birlikte 1990 da Dr. Ali Yüksel tarafından "Benlik
ve toplum" adı altında İstanbul'da yayımlanmıştır.
Bu eserde Mevlâna'nın fikirlerinin etkileri açıkça görülmektedir. İkbal
"Benlik, Bencillik" manasına gelen "Hodi" kelimesine
-araştırmamızın ilerki bölümlerinde ele alınacağı gibi- yeni ve olumlu bir mana
kazandırmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda, yeni bir felsefi yaklaşımla benliği
geliştirmeyi ve güçlendirmeyi amaçladığı görülmektedir[36].
(Rumuz-i Bihodi) "Esrar-ı Hodi'nin ikinci bölümü olma niteliğine
sahip olan bu eser, 1918'de Lahor'da basıldıktan sonra "Esrar-ı
Hodi"ye ikinci cilt olarak eklenmiştir. Bu iki eser bir kaç defa beraber
basılmıştır. İkbal, bu eserinde insanın cemiyete karşı vazifesini, ferdin
toplulukla olan münasebetlerini, içtimai Ego'nun inkişafını göstermektedir[37]. Bu eserde 1958 yılında A.N.
Tarlan tarafından "Esrar-ı Hodi" ile beraber "Esrar ve
Rumuz" adıyla Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Ayrıca yukarıda belirtildiği
gibi Dr. Ali Yüksel tarafından "Benlik ve Toplum" adı altında yapılan
tercümeye ikinci bölüm olarak eklenmiştir[38]
3-
DOĞUDAN HABER (Peyam-ı Meşrik)
İlk defa 1923 de Lahor'da yayımlanmıştır. Bir kaç Urduca şiir dışında
Farsça olarak kaleme alınmıştır. Eserdeki fikirler İkbal'in Avrupa'dan
dönüşünden sonra görüş ve düşüncelerinde meydana gelen gelişmeleri ve
değişmeleri sergilemektedir. -
"Peyam-i Meşrik" Alman şairi Goethe'in Hafız ve başka doğulu
şairlerden ilhamla kaleme aldığı ve 1818'de neşrettiği West-östlicher Divan,
(Doğu -Batı Divanı) adlı esere cevaben yazılmıştır[39].
İkbal, bu eserinde, batının maddeci uygarlığının aşk ve heyecan gibi gerçek
hayat unsurlarından yoksun ve nasipsiz olduğunu vurgulamaktadır[40]. Schimmel'in de belirttiği
gibi bu eserde "Garb fikirlerinin bir şarklı gözüne nasıl göründüğünü
göstermeye çalışıyor"[41] İkbal in gözüyle şarkla garbı
karşılaştırırken "Garbın büyük tehlikesi ilmi, İlâhi aslından ayırarak
kullanmak ve böylece yalnız onun şeytani tarafından gelen neticelere varmaktır.
Şark ise, bu zahiri ilim mefhumunu kabul ve taklid edeceğine kendine mahsus
olan İlâhi aşkı ona ilave edip bütün dünyaya faydalı olan İlâhi bir ilim
yaratmalıdır"[42].
Peyam-ı Meşrik Almanca, Fransızca, Macarca ve Arapça'ya tercüme
edilmiştir. Bu eserin tercümesi A. N. Tarlan tarafından yapılarak 1956 da
Ankara’da yayımlanmıştır.
4-
KERVAN IN ÇAĞRISI
(Bang-ı Dera)
İkbal'in ilk Urduca şiir kitabı olan bu eser 1927 de Lahor'da
yayımlanmıştır. Yaklaşık 32 defa basılan bu eserde İkbal, Müslüman-Hind
topluluğunun duygularına seslenerek sömürgecilere karşı canlanıp kendilerine
gelmeleri için zemin hazırlamak istemiştir[43] Bu eser
Peştu, İngilizce, Arapça ve Bengali dillerine
çevrilmiştir[44]. Bang-ı Dera, Türkçe'ye Ahmet
Asrar tarafından, B. Dera. B. Cibril, D. Kelim ve A. Hicaz, adlı İkbal'in
eserlerinden seçilen. şiirlerle beraber "Doğudan Esintiler" adı
altında yayımlanmıştır. .
Ayrıca eserin son bölümünde yer alan "Şikva" ve "Cevabı
Şikva" isimli şiirleri Ali Genceli tarafından şiir tarzında tercüme
edilerek Pakistan Postası dergisinde 24. cildin 1. ve 2. sayısında
yayımlanmıştır.
5-
ACEM İLAHİLERİ (Zebur-i Acem)
İkbal'in kendi eserleri arasında en çok şevmiş olduğu Farsça bir eser
olup ilk defa 1927 de Lahor'da yayımlanmıştır. İki bölümden oluşmakta olup ilk
bölümde 56, ikinci bölümde 75 parça manzumenin yer aldığı eser, Gazel tarzında
yazılmış şiirlerden oluşmaktadır[45].
Bu eserde İkbal, yeni bir uyanışın zaruretinden bahsederek, bu uyanışın
temelinin ilahi aşk ile yoğrulması gerektiğini hemen her şiirinde
vurgulamaktadır[46] . Müslümanların çeşitli
sebeplerden dolayı iç dünyalarının kararması neticesinde başka fikri akımların
etkisi altında kalarak kendi benliklerinden uzaklaştıklarını belirten İkbal,
müslümanların tekrar benliklerinin şuuruna erdiklerinde ayrı bir zevk ve
heyecan duyacakları gibi; böylece yeni bir medeniyet kurulacağını, bunu yapmak
içinde maddi ve manevi mücadele ve gayretin şart olduğunu vurgulamaktadır.
Schiınnıel. İkbal'in dini havasını yansılan en kuvvetli dua şiirlerinin
bu eserde olduğunu ifade etmektedir5-
İkbal. bu eserin son kısmına Şeyh Mahmud Şebüsleri'nin (ö: 1320) Gülşen-i
Raz isimli eserine bir nazine mahiyetinde onun yapısını izleyen bir bölüm
eklemiştir, İkbal'in "Yeni Gülşen-i Raz" adını verdiği bu bölümde
Allah, insan ve yaradılış hakkındaki sorulara kendi felsefesinin ışığında cevap
vermiştir5-'.
Zebur-i Acem, İngilizce, İtalyanca. Peştu ve Gücerati dillerine tercüme
edilmiş olup, Türkçe tercümesi Ali Nihat Tarlan tarafından yapılıp 1971 de
İstanbul'da yayımlanmıştır.
İlk basımı 1932 de Lahorda yapılmıştır. Bu eser İkbal'in Farsça olarak
kaleme aldığı en büyük mesnevi kitabıdır. İtalyan şairi Dante'nin "İlâhi
Komedya" isimli eserine bir bakıma nazire niteliğini taşımaktadır. Bu
eserde hem Mevlâna'nın Mesnevisinin hem de Dante'nin adı geçen eserinin
tesirleri görülmektedir. İkbal bu eserinde İnsan-ı Kâmil'in yüceltilmesini
ortaya koyar. İnsan-ı Kâmil, şahsiyetini daimi bir ulvi gayretle
gerçekleştirerek temayüz eder54. Geleneksel Fars destanları genel
olarak bir münacat yahut dua ile başlarlar. Aynı şekilde Cavidname'de bir
münacaatla başlamaktadır. Bu münacatın ilk mısraları Mevlâna'nın
Sehimmel, Pcygambcrane Şair .... s.32.
55 Bu bölüm. A.N. Tarlan tarafından ayrı
bir kitap halinde "Sır Güllerinin Actıüı Bahçe" adı alımda 1968 de
İstanbul'da yayımlanmıştır.
- Schmımel.
Beyganıberane Şair .... s.l I I .
Mesnevi'.sinin ilk mı.sralarına telmih okluğu görülmektedir. Mesnevi’de
firaktan şikayet eden Ney'in yerine?? İkbal. cenk misalini kullanmaktadır[47].
Bu eserde İkbal kendisini "Zinderud" (akan pınar) olarak
tanımlarken kendisini feleklere doğru gezmeye götürecek rehberi Mevlâna'yı da
"Zurvan" olarak tanımlamakta- dır'LMevlâna'nın rehberliğinde
felekleri gezmeye çıkan İkbal, her ayrı felekte bir çok doğu ve batılı devlet
adamı. Filozof. Alim, Veli ve Sanatkârlarla karşılaşarak sohbet ederler.
Seyahatin sonlarına doğru Hz. Muhaınmed'in huzuruna varılır. En son bölümde ise
güzel bir şekilde Huzur-i İlâhi'ye vararak oradaki sahneyi tasvir eder.
Cavidname, Alınanca, Fransızca, İtalyanca. Peştuca ve Sind diline
tercümeleri yapılmıştır. Schimmel tarafından açıklamalı olarak Türkçe'ye
tercüme edilerek 1958 de Ankara'da yayımlanmıştır.
7-
CEBRAİL'İN KANADI (BaLi Cibril)
Diğer eserler gibi bu eser'de 1935 de Lahor'da basılmıştır. Bu eserinde
Avrupa'nın çeşitli yerlerinde \e memleketinde yazdığı müslümanların uyanmaları,
benliklerine sahip çıkına- lan gibi konularda dikkatleri çeken rubailer
bulunmaktadır. İkbal bu eserinde ayrıca, müslümanların imanlarının var olduğunu
fakat aşk ve cezbelerini kaybettiklerinden yakınmaktadır[48]
[49].
Daha önce İkbal'in İspanya seyahati sırasında Kurtuba camiini ziyaret
ettiğini söylemiştik. Bu ziyaretinde caminin ihtişamından etkilenerek yazdığı
uzun ve içli şiiri bu eserde yer almaktadır51'. Ayrıca Lenin'i
Allah'ın huzuruna çıkararak onun dilinden müslümanların halini Allah'a
şikayette bulunur. Daha bir çok konuda şiirlerin yer aldığı bu eser, İkbal'in
Urdu dilinde kaleme aldığı başarılı eserlerden biri olarak kabul edilmektedir.
Peştu diline tercüme edilen bu eser Türkçe'ye Yusuf Salih Karaca
tarafından çevrilmiş, 1983 de İstanbul'da yayımlanmıştır.
8-
NE YAPMALI EY ŞARK KAVİMLER! (Pes Çi Payed Kerd
Ey Akvanı-ı Şark)
İslâm dünyasının artık uyanmakta oluşunun manevi müjdesini veren
mısraların bulunduğu bu eser, İkbal'in siyasi ve içtimai görüşlerini ve
tavsiyelerini ihtiva ettiği bir eserdir[50]
İlk defa 1936 da Lahor'da yayımlanan bu eser, daha sonraki baskılarda
İkbal'in "Misafir" adlı eseri ile birlikte basılıp yayımlanmıştır. Bu
eserin Türkçe'ye tercümesi Ali Nihat Tarlan tarafından "Yolcu-Ey Şark
Kavimleri-Kölelik Kitabı" adı altında 1976 da İstanbul'da yayımlanmıştır[51].
9-
MİSAFİR (İkbal'e
göre seyyah anlamında olup Türkçe'ye "Yolcu" adıyla tercüme
edilmiştir.)
Bu eserde Afgan Kralı Nadir Şah'ın daveti üzerine 1933 de Afganistan'a
yaptığı seyahatinin izlenimlerini anlatmaktadır. Ayrıca Afanistan'ın çeşitli
tarihi şehirlerini ziyaret ettiğini dile getiren İkbal bu eseri Farsça olarak
kaleme alıp 1936 da Lahor'da yayımlamıştır[52]
10-
MUSA VURUŞU (Darb-ı Kelim)
Urduca olarak ilk defa 1.936 da Lahor'da yayınlanan eser aynı dilde
kaleme alman eserlerin sonuncusudur. Bu eseri İkbal'in olgunluk devresi olarak değerlendirebileceğimiz
ömrünün sonuna doğru yazmıştır.
Eserin İhtiva konular şöyle sıralanabilir.
1-
Tevhid inancı ve bu inancın
insanın benliğinin yükseltilmesindeki rolü.
2-
Müslümanlar ilimle mücehhez
olmalıdır. Fakat bu ilmi ilahi aşkla yoğtırmalıdırlar.
3-
Allah'a bağlı olan
müslümanın kaderi kendi elindedir. Milletlerin tarihi isbat ediyor ki
umumiyetle kader insanların çalışmalarına ve gayretlerine tabidir.
4-
Öğrenmenin ve öğretmenin
gayesi; benliğin
yükseltilmesidir. Avrupa'nın körükörüne laklid edilmesi
değildir. .
5-
Cemiyette kadının yeri Önce
"analıktır”. Nesilleri yetiştiren ve istikamet veren kadındır. Kadın daima
iffet ve şerefini korunmalıdır.
6-
Sanat cemiyet içindir.
Cemiyetin yükseltilmesi ve benliğin teşekkülü için sanat yol gösterir olmalıdır
6-\
Darb-ı Kelim, Farsça'ya bir.kısımda İngilizce'ye tercüme edilmiştir.
Türkçe'ye A.N. Tarlan tarafından tercüme edilmiş ve 1968 de İstanbul'da
yayımlanmıştır.
11-
HİCAZ ARMAĞANI (Armağan-ı Hicaz)
1938 de İkbal'in vefatından sonra Farsça olarak Lahorda yayımlanmıştır. Bu
eserde İkbal'in Hicaz'a gitmek ve hacı olmak arzusunu dile getiren bir hava
bulunmaktadır. Annağan-i Hicaz. Urduca'ya ve Sindce'ye tercüme edilmiş olup
Türkçe'ye bazı kısaltmalarla birlikte A.N. Tarlan tarafından çevrilmiş ve 1968
İstanbul'da yayımlanmıştır.
Türkiye'de İkbal'in hayatının ve eserlerinin tanıtıldığı ve tercümelerine
yer verildiği pek çok eser bulunmakla beraber bunlardan iki tanesini zikretmek
yerinde olacaktır. Bunlardan
ikbal Mııhanınıed. Darh-ı Kelim, çev: A.N. Tarlan. İst. 1968 s.5 Kış.
Kaıaban, İkbal’in .... s.42.
i',ilincisi. Prof. Ahdülkadir Karahan tarafından
hazırlanarak Dr. Muhammed İkbal ve Eserlerinden Seçmeler" adıyla
yayımlanan eseridir. 1974 de İstanbul’da yayımlanan bu eserde İkbal’in hayatı
şahsiyeti ve eserleri genişçe tanıtılmıştır. İkbal’in nazım ve nesir halinde
yayımlanmış bütün eserlerinden seçerek asıllarıya beraber tercümelerin yer
aldığı, ayrıca makale ve mektuplarının da bulunduğu bir eserdir. .
Diğeri ise Ahmet Asrar tarafından "Doğudan Esintiler" adı
altında 1981 de İstanbul’da yayımlanan bir eseridir. Bu eserin ilk bölümünde
hayatının ve eserlerinin tanıtıldığı bir bölüm ile İkbal ve Mevlâna'nin
fikirlerinin karşılaştırmasının yapıldığı uzun bir makale bulunmaktadır. Bu
eserde, Bang-ı Dera. Bal-ı Cibril, Darb-ı Kelim, Armağan-ı Hicaz adlı
eserlerinden seçme şiirler yer almaktadır.
Bilindiği gibi İkbal’in eserlerinin yayınlanması, Avrupa'dan dönüşünden
sonra başlamıştır. İkbal hayattayken yayınladığı eserlerden başka bir çok
değişik türlerde yazıları (manzum, mektup, makale, önsöz, söylev, bildiri vb)
vardır[53]. Pakistan'da İkbal’in
fikirlerinin araştırılıp ortaya çıkarılması ve yayılması için 1950 de Bezm-i
İkbal, i960 da İkbal Akademileri kurulmuştur. Ayrıca 1983'ten buyana uluslar
arası İkbal konferansları düzenlenmeye başlamıştır. Bugün de Pakistan'da
çeşitli üniversitelere bağlı İkbal Enstitüleri faaliyetlerini sürdürmektedir.
Şimdiye kadar İkbal'in İngilizce ve Urduca yazılmış 1600 den fazla
mektubundan oluşan ondört antoloji yayımlanmıştır[54].
Prof. M.Rİaz'a göre: "Bugüne kadar İkbal üzerine yazılan kitapların
sayısının tahminen ikibini bulduğu ve makalelerinde binlerce ifade edildiği
bilinmektedir[55]. Bu da İkbal'in fikirlerinin
ve eserlerinin önemini ortaya koymak bakımından fikir edinmemize yardımcı
olmaktadır.
İKİNCİ BÖLÜM
İKBAL İN FİKRİYATININ TEMEL UNSURLARI
19. yy'ın sonlan ile 20. yy'ın başlarında hayalını sürdüren Muhammed
İkbal'in, günümüzde de güncelliğini yitirmemiş olan fikirlerinin oluşmasına
sebep olan amilleri gözden geçirmeden fikirlerini anlamak güçtür. Dolayısıyla
yaşadığı bölgenin sınırlarım aşıp İslâm dünyasına, hatta Avrupa'ya kadar
yayılan ve derin tesirler bırakan İkbal'in bu yönünü birkaç yönden incelememiz
mümkündür.
1-
Hindistan Bölgesinin sosyal
ve Siyasal Yapısı.
2-
20. yy.'ın Başlarında Dünya
Müslümanlarının Durumu
b.
İkbal'e göre Müslümanların
Durumu
3-
Avrupa'da Gördüğü Eğitim ve
Fikir Akımlarının Tesiri
1-
Hindistan Bölgesinin
Sosyal ve Siyasal Yapısı
Hindistan'ın çöküş dönemi Evrengzib'in ölümüyle başlamıştır[56]. Bundan sonra tahta geçen
hükümdarların taht kavgalarıyla ve iç isyanlarla uğraşmaları, ülkeyi
zayıflatmak durumuyla karşı karşıya bırakmıştır[57].
Hindistan 18.yy başlarında Fransızlar tarafından sömürge durumuna
düşürülmüştür. Hind müslümanlarının ilk defa sömürge tebası olmanın şaşkanhğını
henüz üzerlerinden atamamışken, Ingiltere ile Fransa arasında süren yedi yıl
savaşları (1756-1763) neticesinde Hindistan sömürgeciliği İngiüzlerin eline
geçmiştir.
İngiliz dış siyaseti sömürgeciliğe dayanmaktaydı. Bunu
da işgal etlikleri yerlerin insanlarını bölerek, parçalayarak, birbirlerine
düşürerek, gerçekleştirmekteydiler. İngilizler'in Hindistan’ı ele
geçirmeleriyle birlikte yaptıkları ilk iş; müslünıanlarla Hindulaf'ın arasını
açarak kendi aralarında etnik ve dini guruplar oluşturmak olmuştur.
îngilizlerin desteğiyle bu grupların idare makamlarına getirilenler, İngiliz
siyasi çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde hareket etmekteydiler. .
İngilizler Hindistan'da yerli halkın inançlarını ve yaşayışlarını, aralarında
ittifak ettikleri ve ihtilafa düştükleri konuları araştııp tesbit ederek
oluştrulacak sünni ihtilaflarla toplumdaki çatışmaları kendi menfaatleri lehine
kullanma yollarını sürekli aramaktaydılar. Müslümanların idari yönden hayata
hakim olduklarını, diğer dinlere ve düşünce sistemlerine mensup olan
kitlelerinde müslümanlara güven duyduklarını tesbit eden İngilizler bu güven
ortamını kendi siyasi menfaatlerine engel olarak görmekteydiler[58]. Hindistan'da İslâmiyetin
dışında birçok dinin bulunduğunu da tesbit eden İngilizler, Hind halkının
inançlarındaki bu farklılıkları ve değişik yaşayış şekillerini kendilerinin
siyasi
menfaatlerine malzeme olarak kullanmaya başlamışlardır[59]. Hindistan'da müslümanlardan
sonra en büyük dini grubu teşkil eden Hindular'ı destekleyip müslümanların
aleyhine kışkırtarak Hindistan'daki İslâm hakimiyetini kınamaya çalışmışlardır[60] İngilizler, Hindular'm başta
inek olmak üzere bütün Hindu inançlarına ve sembollerine imtiyazlar verirken,
müslümanların ibadetlerine kısıtlamalar getirmekteydiler. Ne varki önceleri
İngilizlerin kışkırtmalarıyla Hindular'm saldırılarına karşı ihtiyatlı davranan
müslümanlar bazı camilerinin inek ahırı olarak kullanılmak istenmesi ve dini
inançlarına saldırıların artması neticesinde zaman zaman müslümanlarda karşı
müdafaya geçmek mecburiyetinde kalmışlardır[61]'.
Bir anda Hindistan'ın bir çok yerinde müslümanlarla Hindular arasında kanlı
çarpışmalar başlayınca İngilizler; çeşitli bölgelerde müslümanlara ait yerleri,
yağmalayıp karşı koymak isteyenleri öldürmüşlerdir. İngilizlerin bu denli
müslümanlara yönelik kışkırtmaları ve zulümlerine karşı müslümanlar karşı
koymaktan hiç bir zaman vaz geçmemişlerdir[62]. .
İlk olarak müslümanlar 1857 de İngiliz idaresine karşı ayaklanarak ilk
etepta bulundukları bölgelere hakim oldular. Hinduların İngilizler'in tarafını
tutması nedeniyle bu ayaklanmanın bir sonuç getirmeyeceği müslümanlarca da
bilinmekteydi[63]. Fakat müslümanların sabır
sınırını zorlaması ve özellikle inançlarına yapılan saldırılar böyle bir
sonuçla karşı karşıya bırakmıştır. Bu hareketleri fırsat bilen İngiliz
idarecileri müslümanların ellerindeki malları yağmalıyarak fakirleşmelerine ve
perişan duruma düşmelerine sebep olmuşlardır[64].
Ayrıca İngilizlerin yer yer Hindulara da yaptıkları zulümlerden dolayı
Hinduları, İngilizlere karşı soğuk bir tavır takınmaya sevketmişti. Bu durumu
anlayan İngilizler derhal Hinduları saaflarına çekmek için Hindu ileri
gelenlerine yardımlarda bulunmakla kalmayarak İngiliz usulü yaşayış ve eğitim
aş 11 ly ab il mele ri için İngiltere'den mütehassıslar getirip
çalıştırmışlardır.
Bir çok Hindu, İngilizlerin gerçek yüzünü anlamış, müslüınanların hakim
oldukları zaman ile İngilizler'in hakim oldukları zamanı karşılaştırmış ve
müslüınanların idari hakimiyetlerini arar duruma gelmişlerdi. Gizliden gizliye
müslümanların saflarına geçerek direniş hareketlerini destekleyen Hindular,
böylece geç de olsa gerçekleri anlamışlardı[65].
Müslümanların mücadeleleri gün geçtikçe güçlenerek devam ederken,
İngilizler'in de endişeleri artmaktaydı. Bu durum karşısında hem İslâmi direniş
hareketlerinin tesirinin azaltmak, hem de Hindu ahalinin içindeki müslümanların
taraflarını tutanların azmini kırmak için Hindu lider Gandi'yi İngilizler'e
karşı pasif direniş hareketine geçmesi için teşvik ederek bu hareketi gizlice
desteklemişlerdir[66] Bu haraketin amacı ve
İngilizlerin bunu desteklemesinin nedeni, müslümanlar hiçbir yerden yardım
alamadıklarından uzun süre direnemeyeceklerini kısa bir süre sonra direnmeyi
bırakıp teslim olacaklarım beklemekteydiler. İngilizlerin bekledikleri bir
başka netice de müslümanların adam yetiştirme ve eğitim faaliyetlerinin akamete
uğramasıydı. Çünkü zamanla yetişmiş ilim ve fikir adamları yerine bir başkası’
yetişmeyince müslümanlaın direnişlerine yön verecek kimse kalmayacak ve müslümanlar
zamanla azınlık haline geleceklerdi.
Nitekim Hindistan'daki bu denli karşılıklı çekişme ve kavgaların
yarattığı öfkeyle çalkalanan ülke, ilim, fikir sanat ve edebiyat çevrelerindeki
şahsiyetlerin bir bir tükenmelerine zemin hazırlamaktaydı. Böylece. Hindistan'da
yaşayan müslümanlar tarihi zor.bir durumdaydılar. Yüz senelik İngiliz
sömürgesinde yaşayan müslümanların benliklerinde büyük bir donukluk, çöküş ve
yıkılış gözlenmekteydi. Bu yıkılış sadece benliklerde de değildi. İslâmi
düşüncede ve Hindu geleneklerinde insanların saygı duyup kutsal saydıkları ne
kadar düşünce ve gelenek varsa günün sanat çevrelerindeki şahıslar tarafından
akılalmaz bayağılık ve saçmalık, çöküşün tipik belirtisi olan idrak
yoksunluğunu gözler önüne seren erotik sanat biçimleri olarak piyasaya
dökülmüştü12. Sanat ve edebiyat dünyasında meydana gelen bu çöküş,
ilim ve düşünce alanına da sıçranmış halkın cahil bırakılmasının yanısıra
cehaletten de öte toplumu bir şüphecilik kaplamıştı, Din açıkça alaya alındığı
gibi, herkes herşeyi bildiğinin inancını taşımaktaydı. Batı gelenekleri,
giyiniş tarzları, batıya Özentili bir dil, giderek saygınlık kazanmaya
başlamıştı13.
Bütünüyle İngilizler'in bu planları ve faaliyetlerinin maksadını
anlamakta gecikmeyen İslâm alimleri, Hindistan müslüman halkının eğitilmeleri
ve şuurlandırılmaları için faaliyetlere başlanması gerektiğini anlamışlardı.
Bir asırlık
'2H;ın
Zült'ikar Ali. Doğudan Bir Ses, çev: Turgut Akman, İst. 1981. s.20.
i 3
Aynı eser. s.29.
Ingiliz sömürgeciliğinin karşısında müslümanlar arasında iki akım ortaya
çıkmıştır.
i • Din alimlerinin liderliğinde oluşturulan dini akım.
2-
Seyyid Ahmet han ve
arkadaşlarının savundukları modernist akırrJ4 . Birinci akıma mensup
olan din alimleri o günkü Hindistan dünyasında İslâmi şahsiyeti kendilerinde
yaşayan ehliyetli simalardandı. İslâm alimleri bilhassa Ebu'l- Kelâm Azad'ın
gayretleri ile bir araya gelerek bir yandan îngilizlerin günlük saldırılarına
karşı alınması gereken tedbir ve mukavemet yollarım görüşürken, diğer yandan
İngilizler'in uzun vadede hazırladıkları planların işlememesi için özellikle
eğitim, sanat ve teşkilatlanma faaliyetlerine ağırlık vermeye başlamışlardır.
Azad'ın bu faaliyetlerine Hindistan'ın tanınmış alimlerinden Ali el Muvengiri
ve Şibli Numani gibi şahsiyetler de Azad'ın çalışmalarına katkıda
bulunmuşlardır’5
Seyyid Ahmet Han ve öğrencilerinin başını çektiği modernist akım,
batılılaşmayı savunmaktaydılar. Onlar, batılılaşınadıkça kurtuluşun
gerçekleşemiyeceğine inandıkları için Hindistan’ın çeşitli bölgelerinde batı
eğitim tarzında okullar ve eğitim öğretim müesseseler! açarak bu yönde
faaliyetleri sürdürmekteydiler16
Hindistan'daki alimlerin bu gayret ve çabaları kısa sürede İngilizler
tarafından farkedilince iki ayrı akım olarak gelişen bu faaliyetleri kendi
menfaatleri lehine kullanmanın yollarını arama çabalarına girmişlerdir.
’^Sadi.
Doğunun .... s.24.
15Yaşar,
M. İkbal ... s.25.
'6(Seyyid Ahmet Han'ın kurduğu
tiniversitelereııi en meşhuru Aligarh Üniversitesi olup öğretim
görevlilelitinin çoğu İngiltere’den getirtilmişti) Faz.lurrahmau. İslam ve
Caüdaslık.. eev. A. Açıkeeue. Hasri Kırbasoelu. Ank. i990.s. 147
Bunun için Seyyid Ahmet Han'a eğitim çalışmalarında yardım vaad edilerek
İngiltere'ye davet edilmiştir. İngiltere’nin en büyük nişanesi olan
"sır" unvanı verilerek bazı - göstermelik teminat ve yardım
vaadleriyle mücadele dışında tutmaya çalışmışlardır[67].
Seyyid Ahmet Han (1817-1898). İngiltere'ye gitmeden önceki tavırlarında
İngiliz emperyalizmine karşı mücadele edilmesi gerektiğini savunurken, oradan
dönüşünde "Biz, bu dev güçle boy ölçüşemeyiz. Kurtuluş.onların
mandasraltma girmektir”[68] deyip bu söz ve tavrıyle
İngilizlerle birlikte hareket ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. S. Ahmet
Han'a İngiliz hükümeti maaş bağlerken, Hind müslümanlarmın kurtuluşu için
çırpman alimlerden Ebu'l Kelâm Azad, defalarca mahkum edilmiştir[69].
"S. Ahmet Han, İslâm'ın mahiyetini kendi görüşüne göre açıklarken
modern dünya görüşüyle İslâm öğretilerini karşılaştırmak istemekte, bunu
yaparkende muhafazakâr İslâmi yorumu canlandırma ve ona dayanma yerine Ortaçağ
İslâm filizoflarının kabul ettikleri ana ilkelere dayanma yolunu seçti"[70] diyen Fazlurrahman'm da
belirttiği gibi S. Ahmet Han'ın batı akılcılığını savunduğunu, vardığı sonucun
İslâm'ın yeniden ifade edilmesi değil, bunun kendi şahsı açısından yorumlanması
olduğunu ifade etmekte olup ayrıca İslâm'a birtakım fikirlerin
kaynaştırılmasına teşebbüs ettiğini de belirtmektedir[71].
2- 20. Yüzyılın Başlarında Dünya Müslümanlarının Durumu
a- Tarihi Durumu
19. yy'ın başlarına kadar müslümanların yaşadığı toprakların büyük
çoğunluğu, Osmanlı Devleti topaklarının sınırları içerisinde bulunmaktaydı.
Osmanlı Devleti'nin etnik yapısı sadece bununla da kalmayıp özellikle Avrupa'da
fethedilen büyüklü küçüklü bir çok, halkı Hıristiyan olan devletlerde bulunmaktaydı.
Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Karadağ... gibi. 1789 Fransız ihtilali ile
yayılan milliyetçilik akımı, özellikle farklı dil, din ve etnik kökenli
devletleri içerisinde barındıran Osmanlı Devleti'nin tek tek Avrupa'daki
kendisine bağlı devletlerin bağımsızlık mücadalesine giriştikleri
görülmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki sınırları daralıp
gerilemekteydi. Aynı durum. Halkı müslüman olan, ve Osmanlı Devletine bağlı
bulunan Arap devletlerinde de gözlenmekteydi[72].
_ .20. yy'ın başlarında müslümanların büyük bir kısmını kendi sınırlan
içerisinde barındıran Osmanlı Devleti'nin yıkılışının ve İslâm dünyasında
siyasi, iktisadi, ve fikri yönden yeniden yapılanmaya gidilmesinin sebeplerine-
kısaca temas etmek yerinde olacaktır.
197 asrın başlangıcından itibaren batı medeniyeti, ilim ve teknik, İslâm
dünyasının her tarafını sarmış, Osmanlı Devleti'nde Mısır'da, hatta -daha önce
de belirttiğimiz gibi- Hindistan'a. kadar muhtelif sosyal ve hukuki reformların
yapılmasına yol açmıştır. İslâm dünyası, gerek batıya ilim tahsili için
gönderdiği öğrenciler vasıtasıyla gerekse, batının sömürge haline getirdiği
memleketlerde batı düşüncesi gittikçe yayılmaya başlamıştır. Batıda görülen
ilim ve tekniğin arkasında kendi düşünce ve yaşayışlarından farklı başka
kanunlara göre gelişmiş bulunan bir dünya görüşünün mevcud olduğunu müşahade
etmişlerdir. İslâm dünyasında yönetici durumundakiler ve aydınlar, kendi
medeniyet ve görüşleri ile batı medeniyetinin tesirleri arasında bir münasebet
kurarak kendi İslâmi benliğini kaybetmeden ne şekilde bu medeniyeti
benimseyeceklerini düşünmeye başlamışlardır. Bu problemler kısa sürede İslâm
dünyasını sarmıştır. Batı'nın İslâm dini hakkmdaki anlayışısızlığı karşısında
İslâm'ın savunmasını yapacak, batı medeniyetine uyum sağlayacak, teknik ve
ilmi gelişmeleri memleketine yerleştirecek çeşitli yerli ve yabancı kaynaklı
ilim ye fikir adamları ve düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Bu düşünce
akımlarının bir kısmı özellikle batılılar tarafından finanse edilip
yönlendirilerek kendi düşünce sistemlerini yerleştirme çabası içerisine
girmişlerdir. Hatta bu düşünce sistemlerini savunan batı hayatını doğulular,
sahip oldukları İslâmi kimliklerinden vazgeçip batının inanç ve düşünce
sistemlerini kurtuluş çaresi olarak görmüşlerdir. Özellikle Osmanlı Devleti'nin
idari yapısında yapılan ıslahatlar devletin çökmeye yüztutan idari ve askeri
yapısında az da olsa bir toparlanma söz konusu olsa da, neticede ilim, teknik,
düşünce ve ahlaki yönden batıya daha da açılmaktan başka bir netice vermemiştir.
1839'da Tanimat Fermam'nın ilânı, Osmanlı Devleti'nin biraz daha batının
düşünce ve idari sistemine yaklaşma ve. İslâmi geleneklerden uzaklaşma olarak
telakki edilerek -gerekli olup olmadığı- tartışmaları günümüze kadar sürmüştür.
1856 da Islahat Fermanı'yla gayr-i müslimlere din ve mezheb hürriyeti
sağlanmakta, ayrıca siyasi, dini ve hukuki yeni imtiyazlar tanınmaktaydı[73]. Bu fermanın getirdiği siyasi
ortam, iki ayrı fikri akımın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
a)
Cevdet Paşa'nın başını
çektiği muhafazakâr görüş.
b)
Namık Kemâl ve Ziya
Gökalp'in başını çektiği Yeni OsmanlIlar akımı[74].
I. ve II. meşrutiyetin ilânına kadar geçen dönemlerde yine idari ve
siyasi yapıda şikayetlerin önüne geçilemeyince Meşrutiyet dönemleriyle birlikte
yeni düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Bu akımlar her ne kadar fikri yönden
birbirleriyle büyük farklılıklar- arz etse de, temelde ciddi bir şekilde
Osmanlı Devleti'nin siyasi, iktisadi, ve ahlâki yapısındaki çöküşün önlenmesi
konusunda birleşmekteydiler. Bu fikri akımlar şunlardır.
1. Batının, siyasi ve felsefi görüşlerini esas olan bir devlet
anlayışının savunuculuğunu yapan Batıcılık akımı[75]. 2- Osmanlı
Devleti'nin çöküşünün en önemli sebebi olarak İslâmi prensiplerden
uzaklaşılmasından ve batının körü körüne taklid edilmesinden kaynaklandığını
söyleyen İslamcılık akımı. Bu akımın savunucularına göre devletin
karşılaştığı her türlü güçlükten kurtulabilmesi için aynı zamanda dünyevi
prensiplerini ihtiva eden İslâmiyetin bu prensiblerine dönülmesi ve herkese
öğretilerek tatbik ettirilmesi gerektiğini çözüm ve kurtuluş yolu olarak
sunmaktadır[76]. 3- Tanzimattan sonra ortaya
atılan Osmanlıcılık fikrinin Osmanlı Devleti'nde yaşayan türlü etnik
unsurların arasında bütünleşmenin sağlanması hususunda başarısızlığa uğraması
neticesinde ortaya atılan ve Ziya Gökalp'in başını çektiği Türkçülük akımı.
Bu akımın savunucularına göre Türklerin, soy, din, dil ve ülkü birliği
etrafında bir Türk Milleti meydana getirilmesi fikrini ortaya atarak
savunuculuğunu yapmışlardır[77]. Bu akım, Anadolu toprakları
üzerinde bir Türk Devleti'nin kurulmasına ve kurucularıyla birlikte fikir ve
uygulama sahası bularak günümüze kadar devam etmesini sağlamıştır.
19. yy. ın sonları i’e 20. yy.'ın başlarında Osmanlı Devleti bu gibi
fikri akımların etkisi altında varlığını sürdürüp çöküşü en azından yavaşlatma
çabasını sürdürürken, Osmanlı Devletine bağlı Arap eyaletlerinde de bazı modern
fikir akımlarının ortaya çıktığı görülmektedir. Mısır'da Cemaleddin Efgani (1839-1897)
ve talabeleri, Muhammed Abduh, (0:1905) ve Muhammed Reşit Rıza (ö:1935)
nın faaliyetleriyle Menar dergisinde yayınladıkları makaleleriyle modern İslâm
düşüncesinin temellerini atarak " Panislamizm" fikrini
geliştererek İslâmiyetin yenileştirilmesi için gayret sarfetmişlerdir[78]. Bu Müteffekkirler, onuncu
asırdan beri kapatılmış olan ictihad kapısının tekrar açılması gerektiğini
savunarak, zamana göre İslâmın hukuk ve fikirlerinde meydana gelen inhirafların
ber taraf edilmesini ve onların yerine yalnız Kur'an ve Hadislere dayanan,
bugünkü anlayışa uyan, modern ilme muhalif olmayan bir fikir sisteminin
kurulmasını teklif etmişlerdir[79].
b- İkbal'e Göre Müslümanların Durumu.
(Çöküşlerin sebepleri ve İkbal'e etkisi)
19. yy.'ın sonları ile 20. yy'ın başlarında yani îkbal'in yaşadığı ortam,
bütünüyle İslâm dünyasında müslümanların benliklerinde, yaşayışlarında, fikri
yapılarında, ahlâki ve dini düşüncelerinde bir çözülüşün ve yıkılışın yaşandığı
görülmektedir. İşte böyle bir ortamda Muhammed îkbal'in fikirlerinde zaman
zaman feryad derecesine varan haykırışlarını görmek mümkündür.
Muhammed İkbal, İslâm dünyasında meydana gelen çöküşün tablosunu
şu mısralarıyla ortaya koymaktadır.
"Araplar çöllerinde yollarını kaybettiler, (dalalete düştüler) Ârtık
sözlerinde "İllallah'ın harareti kalmadı. (Müslümanlık harareti ve ideali
kalmadı)" "Mısırlılar Nil girdabına düşmüşler, muazzam file benzeyen
TuranlIların himmet damarları gevşemiş" "Osmanlı Devleti, hadisatın
pençesi altına düşmüş, ıstırap içinde, şark ve garb onun dökülen kanlarından
lalezara dönmüş". "Hind müslümanı midesinin kulu olmuş, kendini
beğenmiş, gönlündeki din hissini koparıp atmış"[80].
İkbal'e göre müslümanların çöküş sebeplerini ve bu
sebeplerin İkbal'in fikriyatına yansımasının tahliline geçmeden önce 191 l'de
yazdığı "Şikva” adlı uzun şiirin, 1912 senesinde yazdığı ve bu şiire cevap
niteliği taşıyan "Cevab-ı Şikva" adlı şiirle konumuza ışık tutması
açısından bir göz atmak zarureti hasıl olmaktadır. .
"Şikva" başlığını taşıyan bu uzun şiirinde İkbal, Allah'ın
müslümanlara meşekkat çektidiği halde, kafirlere şan ve şeref verdiğini ifade
eden isyancı bir feryat niteliği taşımaktadır. Şiirin ilk bölümünde İkbal
müslümanların ihtişamlı geçmişinden, Allah'a olan bağlılıklarından ve Kelime-i
Tevhid için yaptıkları mücadelelerden bahsetmektedir.
"Fakat senin ismini, kimdir kılıçla yayan?
Bozulmuş olan işi, doğru bir şekle koyan?[81]
Tevhidin işaretin her gönülde yoğurduk
Bu müjdeyi hançerle, her tarafa duyurduk[82]
Acep hangi milletdi yalnız seni arayan?
Senin yolunda fedakarlıkla akıtılan kan?
Kimin kılıcıyla sen hakim oldun dünyaya
Kimin Tekbir sesiyle uyandıydı bu cihan?[83]
Yeryüzünde Allah'ın ismini tekbirlerle Kılıçların sesleriyle
müslümanların yaydığını müslümanların bâtılı kaldırdıklarını belirterek şiirin
bu bölümünde Allah’a şöyle serzenişte bulunmaktadır.
"Başka ümmetlerin de var, kimisi günahkâr
Kimisi aciz, kimisi kibirli, sarhoşu var.
Tembel de var, gafilde, uyanıklar da vardır,
Yüzlerce var kim senin hep isminden bıkmışlar
Yabancı ülkelere hep rahmet gönderirsin
Müslüman yurdun yıkıp, virana dönderirsin[84]
Allah tarafından kafirlere her türlü varlık ve servet verildiği halde
müslümanlara boyuna vaatler ettiğini belirten İkbal, yine kendi mısralarıyle
müslümanlara vaat ettiklerinin avutmadan ibaret olduğunu belirterek biraz da
aşırılığa varan bir sitemle Allah'a serzenişte bulunmaktadır. Yine bir mısrada:
" Yabancılar için vardır işte âli dünya
Kaldıydı bizler için yalnız hayali dünya" diyerek kâfirlerin her
türlü imkanlara sahip oldukları halde müslümanların sadece bunları hayal
ettiklerini belirtmektedir.
Şikva adlı bu şiirin son bölümünde Allah'a sorduğu bir sorunun cevabını,
yine kendi mısralarıyla vererek, şöyle demektedir.
"Fakat senin bize bu gücenmen neden?
Niçin tutkunlara karşı küskün oldun sen?"
sorusuna: "Senden kaçan Resul-i Arabi'den de kaçar,
Put kırmağı bırakıp, put için gönül saçar,
. Bir tarafa bırakır aşkı hem tutkunluğu
Selman'a Veys El Karani'ye karşı kin açar"
"Göğsünde tekbirin ateşi söndi gitti
Bilal-İ Habeşi'nin hayat örneği bitti" diyerek Allah'ın insanlardan
küskün olmasının sebebinin Bilal-i Habeşi gibi müslümanların kalmadığı gibi,
kalplerinde de aşk ateşinin yanmadığı için gücenmiş olduğunu belirtmektedir[85].
İkbal'in yazdığı "Şikva" isimli şiire Balkan savaşları
sırasında yine kendisi bu şiire cevap niteliği taşıyan "Cevab-ı
Şikva" isimli bir şiir yazarak Lahor'da akşam namazından sonra büyük bir
kalabalığın toplandığı bir sırada okumuştur. Dinleyicileri oldukça çoşturan
şiirin halka büyük bir tesir bırakması neticesinde aralarında yüzbinlerce rupya
para toplayarak Balkanlarda gazilerin ve şehit ailelerin arasında dağıtılması
için Osmanlı Devleti'ne gönderilmiştir[86].
İkbal şiirin ilk bölümünde, gönülden çıkan sözün[87]
eser bıraktığını ve o sözün semalara uçup gittiğini, gittiği yerde Felekleri,
ayı, samanyolunu harekete geçirdiği meleklerin hayret ettiğini Arşta
bulunanların bu feryadın sebebinin ne olduğunu böyle bir feryadın arşa kadar
nasıl ulaştığını birbirlerine sorduklarını anlatmaktadır. Bu feryadın Allah'ın
huzuruna vardığında Meleklerin kendisine secde ettiği ademoğlunun, böylesine
küstahça ve cesaretle bu sözleri nasıl söyleyebileceğine kızan Allah'ın verdiği
cevap İkbal'in bundan sonraki mısralarında şöyle ifade edilmektedir.
"Biz keremi severiz! ama nerede isteyen?
Yol gösteren isek de nerdedir menzil diyen?
Biz verdik kaabiliyet sahibi olana, şan
Arayan kimselere verdiydik yeni cihan"[88].
diyerek müslümanların geçmişteki ihtişamlı hallerinden
Allah şöyle bahsetmektedir.
"Sizdiniz bu dünyada hile hurad bilmeyen
Sizin millet için yoktu endişe-i mesken
Şimşeklerden korkmayan sizin harmanınızdı"
"Kimdir silen batılı bu dehrin safhasından
Kimdir insanı, acep kölelikten kurtaran
Kimdir acep alınlar süren benim Kâ'be'me
Saklanmıştır, kimlerin göğsünde acep Kur'an
Evet bunlar sizdiniz, fakat size ne ola?
El üstünde bekler, yarını vakit dola?" diye seslenen Allah,
müsmümanların zarar ve ziyanların müşterek olduğunu, Kur'an gibi peygamber gibi
ortak noktaların var olduğunu, fakat eskiden varılan ihtişamlı dönemlere acaba
şimdiki gibi fırkalara bölünmelerle mi varıldığını sormaktadır. Ayrıca
Peygamber'e uymayı terkedip zamanın fikri akımlarına kapılarak yabancı
düsturları göz önüne aldıklarını atalarının yolundan bıktıklarını kalplerinde
bir yanmanın, ruhlarında bir sezinin kalmadığını belirtmektedir[89].
Allah, modem müslümanlara tembelliklerini zayıflıklarını ve beceriksizliklerini
hissettirmek için kendini şöyle duyurur.
"Sabahları ibadet için uyanmak sizlere pek zor geliyor! Erkenden
bana vecd ile yönelmek yerine uykuya sarılırsınız! Siz şımarıklara ve
şaşkınlara oruç bile ağır geliyor. Siz söyleyin: Siz buna acaba "imana
bağlılık mı" dersiniz"[90]
Şiirin bundan sonraki mısralarında müslümanların çöküş sebeplerine
genişçe temas eden İkbal, şiirin son mısralarında Tevhid yoksa müslümanların da
olmayacağını, alemin Hz. Muhammed'in aşkına yaratıldığını insanların da onun
aşkıyla mutluluğa erebileceklerini belirterek şiirini noktalamış olur[91].
İkbal, çöküşün ve zayıflamanın bütün İslâm dünyasını sardığını, önce
müslümanların maneviyatlarında, benliklerinde, birlik ve beraberliklerinde
büyük zaafiyetlere düştüklerine dikkat çekmektedir. İkbal bu konuda şöyle
demektedir: "Başına gelenler ne zamanın icabı ne takdirin zulmüdür.
Şerefini ve yerini kaybedişin kendini ve Allah'ı unutulandandır"[92]. İkbal'e göre İslâm dünyasında
meydana gelen bu çöküş ve yıkılışın sebeplerini kendi eserlerinden şöyle
sıralamak mümkündür.
a- Müslümanların maneviyatlarında meydana gelen bozulmalar. İbadetlerindeki
aşk ve cezbeyi kaybetmeleri. Bu konuda O şöyle demektedir. "Ben ve sen
gönül ve dinden ümidimizi kestik gül kokusu gibi aslımızdan ayrıldık, kaçtık,
gönlümüz öldü. O ölünce dinimizde öldü bir alışverişte iki ölüm satın
aldık"[93] İkbal bu mısralarında
müslümanların aslından ayrılarak -maddi ve manevi- iki ölümü birden satmalıp
onu yaşamaktayız diye ifade etmektedir. Ayrıca bu yıkılışın ve manevi çöküşün
sebebini müslümanların ibadetlerindeki cezbe ruhunu kaybetmelerine de
bağlamaktadır.
"Yazıklar olsun Aşkın cinneti kalmadı artık, müslümanların
damarlarında kan kalmadı artık. Namazlarına bak, safları eğri, secdeler ruhsuz,
kalpte huzur yok; Çünkü içten gelen İlâhi cezbe kalmadı artık"[94]. İkbal, bütün bunlara rağmen
tıyneti toprak olan insanların artık eskidiğini, aynı çamurdan bir başka adam
meydana getirmek gerektiğini ve bunu yapmanın gönlümüzdeki belki üzeri
küllenen, yanan iman ateşini tekrar ateşlemekle mümkün olacağını ifade
etmektedir. "Ey aşk, ey gönlümüzün iç manası (remzi), ey ektiğimiz tohum,
ey biçtiğimiz mahsul, gel, tîneti toprak olan insanlar artık eskidiler, bizim
çamurumuzdan başka bir adam vücûda getir"[95]
İkbal müslümanların renk ve kokuya esir olduklarını, yani maddiyata
dünyevi makam ve mevkilerin peşine düştüklerini ifade etmektedir. "Gönlünü
renk ve kokuya esir etti, O gönülde zevk şevk arzu namına bir şey kalmadı,
Atmacaların keskin ıslıklarını tanımıyor. Kulağı sinek vızıltısına alıştı.
Yüzüne gönül kapısı açılmamış, toprağın avucunda benlik doğmamış, kalbinde
tekbir sesleri yükselmiyor, onun zikir harimi yıkılmış[96].
b- Tekkelerin ve medreselerin toplumdaki fonksiyonunu kaybetmesi.
İkbal çöküşün ve yıkılışın sebeplerinden birini de tekkelerin toplumdaki
gerçek fonksiyonlarını kaybetmelerine dayandırmaktadır. "Ne gerçek mümin
kaldı ne de mü'minin hükümdarlığı, sofiler var ama hani kalp uyanıklığı"[97] diyerek sofilerde kaybolan
kalp uyanıklığının neticesinde gerçek müslümanlığında bu sayede yok olmaya yüz
tuttuğunu anlatmaktadır. Tekkelerin başlangıçta müslümanları uyarmada gerçek
müslümanlığı öğrenip yaşamada büyük işler gerçekleştirdiğini hatta Kisralar'ın
Kayserler'in yıkılışında tekkelerle yetişmiş dervişlerin büyük işler başardıklarını
ifade eden İkbal, günümüzde ise, sofiler, müslümanlara tesirsiz sözler
söyleyerek, tarikatın pasif yönünü öğretmekte olduklarını ifade etmektedir[98].
Şeyhlerden ve pirlerden oldukça şikayetçi olan İkbal, Esrar-ı hodi adlı
eserinde şöyle şikayet etmektedir.
"Şeyh putların aşkı uğrunda İslâmî feda etti. Zünnardan teşbihine ip
yaptı, pirlere saçları ağırdığı için pir dendi. Köy çocuklarının maskarası
oldular. Gönülleri (lâ ilah) yazısına yabancı, orası heves putlarıyla dolu bir
puthane haline gelmiş her saçını uzatan bir mutasavvıf hırkası giymiş, ah bu
din satan tüccarlardan illallah"[99].
Ayrıca İkbal tekkelerin, benliğin olgunlaştırılması vazifesini yapmanın mümkün
olmadığnı belirterek "Bu rutubetli alev kıvılcım saçmaz" diyerek
tekkelerin bozulmayla beraber bunların insanın kalbine aşk ve din adına bir
kıvılcım saçamayacağını ifade etmektedir[100].
Mektep ve medreselerin öğrettiği ilim ve irfandan yakman İkbal,
"Mektepten de medreseden de ümidimi kestim artık; Orada ne hayati bilgi,
ne ilim, ne irfan, ne sevgi kaldı artık"[101]
diyerek toplumun kültürel seviyesini yükselten ilim irfan müesseselerinin artık
kendi üzerine düşen vazifesini yapmadığını dile getirmektedir.
c- Eğitimde meydana gelen bozuklukların neticesinde yetişen gayesiz
ve şuursuz nesille beraber "Hürriyet" laflarıyla düzensiz bir ortamın
ortaya çıkması:
Muhammed İkbal, eski eğitim öğretim sistemlerinde meydana gelen çöküşten
şikayet ettiğini belirtmiştik. Medreseden ve dergâhtan gayet mahzun olarak
ayrıldığını ifade eden İkbal, her ikisinde de aklını, gönlünü ve ruhunu tatmin
edecek hayati hikmeti ve hakiki aşkı bulamadığını söylemektedir.
"İslâm dünyasında kumandan beceriksiz, orduda saflar bozuktur.
Gayesiz gençlik ise atılmak üzere olupta hedefi olmayan oktur"[102] diyen İkbal, İslâm dünyasında
ordu komutanının becereksizliğinden, İslâm ordularının bozukluğundan
bahsetmektedir. Ayrıca her nasılsa gayesi ve hedefi belirlenmeden yetiştirilen
gençliğin nasıl bir hale geleceğini ifade etmektedir.
İkbal'in bütün eserlerinde şarkın yani İslâm dünyasının çöküşünü; eskiyi
özlemle bahsederek, hayat ateşi denen ateşin söndüğünü, bedeninden can uçup
gittiğini günümüz müslümananm gönlünde bir davasının kalmadığını başı boşluk
içerisinde kendisini olayların akışına bıraktığını vurgulamaktadır[103].
Günümüz dünyasında Hürriyet'in bir başı boşluk olarak değerlendirildiğini
ifade eden İkbal, "Düşünce ve tedbir meziyyetinden mahrum olanları, fikir
hürriyeti mahveder. Eğer insanın tefekkür hassası ham olursa, fikir hürriyeti
onu hayvan derecesine indirir"[104]"*.
"20. asır medeniyetinin bana verdiği hürriyet nedir? şekilde görünüşte
hürriyet esaretin kendisidir"[105]
diyen İkbal, bu asrın hürriyetinin Türkiye'de tıpkı M. Akif'in, oğlu Asım'a
hitap ederek Türk Gençliğine iletmek istediği mesajı ona hitab ederek anlattığı
gibi İkbal"de oğlu Cavid'e hitap ederek, dolayısıyla tüm müslüman gençliğe
mesajını böylece iletmekteir. "Sana bir sözüm var; insanın yüce bir gayesi
olmalıdır. Bu gaye insanı tam tatmin etmeli ve daima yüceltir olmalıdır."[106]
"Cavid kendine bir yer tut aşk ülkesinde,
Bir yeni zaman yepyeni bir sabah ve akşam getir meydana"[107].
d- 20. yy'ın başlarından müslümanların fikri
dini ve siyasi yapılarında meydana gelen çöküşün bir başka sebebi olarak da
müslümanların ve din alimlerinin İslâmiyetten ve Kur'an-ı Kerim'den verdiği
tavizden kaynaklandığını ifade eden İkbal, "İslâm fakihleri ne kadar
miskin ve sönük bir hale gelmişler ki kendi huzur ve rahatları bozulmasın diye
Kur'andan taviz veriyorlar. Bu kölelerin inancına göre Kur'an eksiktir. -
-Çünkü müslümanlara köleliğin usul ve adabını yolunu öğretmiyorlar"[108] diyerek kendi huzur ve
rahatları için dinden taviz verdiklerinde bir başka milletlerin kölesi durumuna
düştüklerini belirterek "kafirler bizim müslümanlığımıza gülüyor"[109] demektedir.
e- Zühd ve Takva'nın gerçek zenginlik olduğunu unutmaları, Kur'anm
yeniden ön plana çıkarılması değil, eski hikayeler içinde boğulup kalmaları.
"Bir gece Rabbinin huzurunda ağladım sızlandım; Ya Rabbi niçin
müslümanlar sefalet içinde böyle hor hakir oldular. Cenab-ı Haktan şu nidayı
işittim. Bilmiyormusun ki onların gönülleri var ama, sevgilileri yok"[110]. İkbal'e göre
müsliimanların gönüllerindeki olmayan sevgililire kalplerinde Allah
sevgisi yerleştirmek yerine dünyevi sevgiler yerleştirmelerinden
kaynaklattığını belirtmektedir. Bunu da İkbal'in şu mısralarından anlıyoruz.
"Tevhid inancın da olduklarını söylüyor müslümanlar ısrarla, ama kalpleri
putperest inancı taşımakta hala"[111].
İkbal'e göre gerçek zenginliğin veya saltanatın hiç bir zaman mal ve
servet yığmakla elde edilemeyeceğini, fertlerde ve cemiyetlerde asıl
zenginliğin zühd ve fakr hayatını yaşamakla elde edileceğini eserlerinin hemen
hepsinde aynı düşünceyi görmek mümkündür.
"Tarih şehadet eder ki ne zaman biz müslümanlann cevheri; kudret ve
kabiliyeti parlamışsa, buna zenginler değil, fakr ve dervişane sıfatlar amil
olmuştur"[112].
İkbal, İslâm ümmetinin hikayeler ve efsaneler içerisinde boğulup
gittiğini, kendi imkan ve kuvvetini bilmeyenlerin gözünü daima maziye tevcih
ederek, mazinin ananeleriden onun sönmüş ışığından istifade ederek istikbale yol
gösteren bir ışık olmayacağını ifade etmektedir.
"Geçmiş zamanlara göz bağlamış, sönmüş ateşten kalbini
yakıyor".
Kendini kendinden uzaklaştırmış eski örneklerden bir hapishane yapmıştır[113]. İslâm ümmeti hikayeler
içinde boğuldu gitti, hakikat efsaneler içinde koyboldu gitti[114].
f- Müslüman ümmetler arasında dini manada
birliğin bozulması, aralarında vatan savaşının ortaya çıkması.
îkbal'e göre müslümanların çökmelerine bir başka sebep olarak İslâm'ın da
tasvip etmediği müslümanların bazı sebepleren dolayı aralarında ayrılıkların
ortaya çıkmasıyla değişik vatan parçalarına bölünmeleridir. İkbal bu görüşünü
şu mısralarıyla teyid eder. "Bak, vahdet halkası kırıldı. İbrahim'in
milleti elest gününün zevkini almaz. Hür adam cihetlerin bendine düştü, vatan
ile bağlandı, Allah ile alakasını kesti"[115].
Kâbe'nin müslümanların birliğini sağlamakta büyük bir fonksiyonu olduğunu
belirten İkbal, batının en büyük korkusunun İslâmiyette bütün müslümanların
birliğinin sembolü olan Kâbe'nin bulunmasından kaynaklandığını ifade etmektedir[116].
g- Müslümanların aşırı maddiyat hırsına kapılmaları ve bencillik
hastalığına düşmeleri.
İkbal, çağımız müslümanlarının ciddi ve anlamlı bir hayat yaşamalarının
imkânsızlaştığını belirterek bunun en büyük -sebebini de müslümanlaın
benliklerinde ki çöküşü göstermektedir. Müslümanlar düşünce dünyasında kendi
kendisiyle çatışmaya girmiş çelişkiye düşmüştür diyerek ekonomik ve siyasi
hayatta başkaları ile açık ve amansız bir savaş içinde yaşadığı görüşünü
savunmaktadır[117]. Müslümanlar, acımasızca
Egoizm'i ve doymaz para hırsını kontrol altına alma gücünü yitirerek bu
sebepten dolayı hayatın daha yüksek değerleri ve hedefleri için mücadele gücünü
giderek kaybettikleri görülmektedir[118].
h- Müslümanların İslâmın, ruhuna yabancılaşmaları ve Batıya özentinin
müsülümanarm hayat tarzı haline gelmesi.
Hemen hemen tkbal'in bütün eserlerinde müslümanların batıya
yönelmelerinden dolayı kendi İslâmi ruhlarını kaybettiklerini, dolayısıyla
millet olma özelliklerini batının bataklığına gömdüklerini ifade etmektedir[119].
"Gözleri mahkumiyet ve taklid ile kör olanlar, apaçık hakikatleri
dahi göremiyorlar.
Artık mezarının kenarına yaklaşmış (bir ayağı çukurda olan) garp
medeniyetinin İslâm alemini diriltmesi mümkün müdür?"[120]
diye söyleyen İkbal, gerçekte batı medeniyetinin, çöküşün eşiğine geldiğini,
yaşadığı devir içerisinde bunu keşfederek batının müslümanlara verecek hiç
birşeyi olmadığını belirtmektedir.
Frenk tuzağına tutulmuş müslümanın bir daha gönül denilen şeyi ele
geçiremiyeceğini ifade eden İkbal, Allah'tan başkasının kapısına yüz sürenleri
Ebu Zerr ve Selman gibi secde yapamayacaklarını dile getirmektedir[121]. Ehl-i hüner ve ehl-i zevk
diye tarif ettiği müslümanların neden asrımızda zelil olduklarını bir şiirinde
Allah'a seslenerek soran İkbal, bu sorunun cevabını yine kendisi vererek
müslümanların, Avrupa'yı efendi gördüklerinden dolayı zelil duruma düşmüşlerdir
diye cevabını vermektedir[122].
Kendi İslâmi benliğinden tavizler vererek batı medeniyetine yönelmenin
acısını devamlı kalbinde hisseden İkbal bu hissini şu mısralarıyla dile
getirmektedir:
"Yazık bize, ne ahmaklık ettik de onun
büyüsüne kapıldık. Meğer o, pusu kurup adamın yolunu vuran bir eşkiya
imiş"[123]. . '
Görülüyor ki, gerejc "Şikva" ve "Cevab-ı Şikva"
şiirlerinde gerekse diğer bütün nazım ve nesir halindeki eserlerinde ele aldığı
konular bıkımından müslümanların 20 yy. da düştükleri bu çöküş ve yıkılış
ebeplerinin İkbal’in fikirlerine büyük etkisi olduğu açıkça görülmektedir.
Çünkü Avrupa'yı tanıdıkta sonra İslâm dünyası ile karşılaştırma fırsatı bulan
İkbal, Avrupanın sahip olduğu çalışkanlık gibi meziyetlerin İslâm dünyasında
kaybolduğunu belirterek, bütün eserlerinde müslümanların sahip olması gerektiği
güzel hasletlere tekrar kavuşmaları için çaba harcamalarını ısrarla
istemektedir.
3-
Avrupa'da Eğitim ve Fikir Akımlarının Tesiri
Muhammed İkbal, Devlet yüksek okulundayken tanıdığı batılı müsteşrik,
Thomas Arnold'un tavsiyesi üzerine yüksek öğrenimine devam etmek amacıyla 1905
de Avrupa'ya gitmiştir. Daha Önce de belirtildiği gibi İkbal, İngiltere'de
hukuk Öğrenimini tamamlamış, Almanya'ya geçerek doktorasını yapmıştır.
İkbal'in İngiltere'de değişik fikir akımlarını tanıması fikirlerinde
önemli bazı değişiklikler olmuştur. Özellikle tasavvufi düşünceye meyilli
olmasına rağmen Avrupa'daki öğrenimi ve araştarmaları neticesinde bazı
düşüncelerinin değişmesine sebep olmuştur, tkbal'i asıl şöhrete taşıyan etken
onun edebi kişiliğidir. Avrupa'da iken yazdığı şiirler genellikle batılı
şairleri taklid etme gayreti içerisinde olduğu bir havada yazdığı görülmektedir[124].
İkbal İngiltere'de Öğrenimini sürdürdüğü sırada hocaları arasında
kendisinin çok etkilendiği Mc. Taggart'ın öğrencisi olmuştur. İkbal bu hocası
hakkında "düşünce sistemi akıl ile aydınlanmış, kendine özgü bir mistisizm
kuran biri" diye bahsetmektedir[125]
[126]. Nietzche, Hegel Milton.
Gothe gibi ediplerin, J. Remy, Massignon gibi bazı müşteşriklerin eserlerini
okumuş, bunların fikirlerinden istifade etmiştir/6. Ayrıca İngiliz
empricismini (tecrübi felsefe) Alman rasyonalizmini, Nietzche ve Marx'ın
doktrinlerini romantizm ve batılı siyasal ideolojileri yakından tanımıştır.
R.F. Nicholson ile G. Brown ile yakın arkadaşlık kuran İkbal, bunlardan yakın
ilgi görerek, Fars dili ve edebiyatı ile İslami ilimleri çeşitli yönleriyle
inceleme fırsatı bulmuştur.
İkbal'in Avrupa'ya gidip doğu ile batı arasındaki doldurulması güç
uçurumu, oradaki yaşama şartlarının imkanlarının insanlara maddi olmadan kolay
ve rahat bir ömür sürmek fırsatı sağladığını görmüştür. Ancak gittikçe
menfaatçi ve sömürgeci zihniyetin yerleşmesiyle, aşırı milleyetçi ve faşist
fikirlerin ön plana çıkmasıyla Avrupalılaşın birbirine düştüklerini ve günden
güne batı denen bu uygarlığın da çöküntüye doğru kaydığı görülmüştür[127]. Neticede İkbal, batılı
anlamda bir milliyetçi fikrinden vazgeçmiştir. Kendisini sadece Hind'li şair
olarak değil, tüm müslümanların birleşmesini arzulayan bir mücahid kimliğine
bürünerek, İslâmiyetin anlatılıp yaşanması için çaba harcayan biri olarak
bundan sonra geri kalan ömrünü de zulüm gören, sömürülen milletlerin -özellikle
müslümanların- savunucusu olmuştur[128].
Muhammed İkbal'in fikriyatına ve şahsiyetine Hz. Mevlâna'nın fikirleri
kadar tesir eden bir başka batılı veya doğulu ilim ve fikir adamını görmek
mümkün değildir. Bu iki mütefekkir arasındaki manevi bağ daha öncede belirtildiği
gibi manen mürşid-mürid ilişkisine çıkarmıştır.
İkbal Mevlâna'dan bahsederken "pirim" ya da
"mürşidim" diye söz etmektedir. O bir şiirinde Mevlâna hakkında şöyle
demektedir: "Bizim menzilimiz kibriyadır diyen rum mürşidi (Mevlâna) benim
varlığımın çerçöpüne alev sardı"[129].
Pir-i Rumi toprağı iksir yaptı, benim tozumdan tecelliler gösterdi[130].
Mevlâna ve İkbal, İslâm aleminde kendi çağlarının buhranlı dönemlerinde
yaşamışlardır. Mevlâna 13. asırda Moğol istilasının İslâm aleminde meydana
getirdiği siyasi, iktisadi ve içtimai buhranlar döneminde yaşamış, bütün
bunlara rağmen ümitizliğe kapılmadan her türlü zulme karşı direnerek
fikirlerini anlatmaktan insanların benliklerine sahip çıkmalarını telkin
etmekten hiç bir zaman yılmamış bir mürşiddir[131]
îkbal'de 20 yy.'ın başlarında İslâm dünyasının batının siyasi, ekonomik ve
kültürel hakimiyetinden kurtulma yollarını aramış, insanların sömürülmüşlük ve
ezilmişlik psikolojisinden kurtulmaları için daima mücadele etmek gerektiğini
yazı ve şiirleriyle devamlı dile getirmiş, bu yolda ömrü boyunca çaba harcamış
bir mütefekkirdir. O şöyle demiştir:
"Sen son gaye diye kabul etme Avrupa medeniyetini, Hindistan
toprağından madde ve mana medeniyeti yap kendine"[132],
diyerek kendi inanç ve kültüründen yeni bir medeniyet meydana getirilmesi
gerektiğinin savunuculuğunu yapmıştır.
İkbal'in eserlerinden bir kısmını okumak fırsatı bulan Mehmet Akif
"O, çağımızın Mevlânâ'sıdır"[133]
diyerek hayranlığını dile getirmiştir.
İkbal'in Avrupa'da yaptığı tahsil, kendisine yeni ufuklar açmış, modern
ilmin metodlarını benimseyip öğrenmiştir. Avrupa'da bulunduğu esnada Mevlâna'yı
yakından tanıma fırstı henüz eline geçmeyen İkbal'in Münih'te kabul edilen
doktora tezinde Vahdet-i Vucut'cu fikirlerin etkisi görülmektedir[134]. Dolayısıyla İbn'il Arabi'den
övgüyle bahseden İkbal, Mevlana'mn fikirlerine hemen hemen hiç yer vermediği
görülmektedir. Schimmel'inde belirttiği gibi Avrupa'dan yepyeni ufuklar elde
eden İkbal'in memleketine dönüşü ile birlikte fikri hayatında ikinci bir devre
başladığı göze çarpmaktadır[135]. Hindistan'a dönüşünde 1915
de kaleme aldığı ilk Farsça eseri "Esrar-ı Hodi'yi, manen Meviâna'nın
tavsiyesi üzerine yazdığını belirtmektedir:
"Yaratılış, Hakk ile yoğrulan pir (Mevlâna) bana göründü. O pir ki
Fars dili ile Kur'an yazmıştı.
Ey aşıkların divanesi, dedi, saf aşk şarabından bir yudum İÇ-
Bağırlarında kıyametler kopar, başa şişe, göze neşter vur.
Ne zamana kadar gonca gibi susacaksın kokunu gül gibi -ucuz dağıt[136].
Mesnevi yazım tarzında kaleme alınan Esrar-ı Hodi'nin ilk bölümünde,
tamamen Mesnevi'nin ilk 18 beytinin etkilerini görmek mümkündür. Mevlâna Ney'in
ayrılıkların şikayetini dile getirirken[137],
îkbal ise buna cevaben: "Dünyayı aydınlatan güneş, gecenin yolunu kesince
ağlayışım gülün yanağına su serpti. Gözyaşını nerkisin gözünden uykuyu yıkadı.
Feryad'ü figanımdan çemen uyanıp yerden bitmeye başladı"[138] diyerek utanışı
müjdelemektedir. Mevlâna: "Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena
hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de herkes kendi zannınca benim dostum
oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı"[139]
diyerek anlaşılamamaktan yakınırken, îkbal'de Mevlâna gibi aynı derdi dile
getirmektedir: Bir nameyim mızrapla alakam yok, ben yarının şairinin
terennümüyüm[140]. Bir başka eserinde de:
"Benden sonra şiirimi okuyup anlayanlar diyecekler: Kendini bilen,
iyi tanıyan şu insan kâinatta inkılap yapmıştır"[141]
diyerek anlaşılamamaktan yakınmaktadır.
Yine Mevlâna: aşk eteşidir ki neyin içinde düşmüştür.
Ney dosttan ayrılan kişinin arkadşı haldeşidir. Onun perdeleri
perdelerimizi yırttı[142] diyerek aşkın neyin içine
düştükten sonra neler yaptığını dile getirirken İkbal'de bu beyitlerden ilham
alarak "ney gibi neyistandan haber ver Kays'a (mecnuna) hay kavminden
haber ver.
Yeni bir feryad icad et; meclisi hay-ü huy ile şenlendir"[143] diyerek Mevlâna'nm
beyitlerine uygunluk arzeden aynı tarzda şiirler yazmıştır.
Aynı eserin ilk bölümünde Mevlâna'ya mürid olma sevincini dile getirerek
şöyle der: "Çöl toprağından bir zerre güneş ışığını zaptetmek için yola
çıktı. Bir dalgayım ki parlak bir inci vucuda getirmek için onun denizinde
yerleşiyorum, onun şarabından sarhoş olan ben onun nefesleri ile
yaşıyorum"[144]. Mevlâna'dan aşk şarabını
içtiğini söyleyen İkbal, bu aşkın kendine olan tesirini şöyle dile getirir:
"Aşk beni yonttu adam oldum. Alem kemiyyet ve keyfiyetini idrak
ettim". İkbal, "benim fikrimi onun cilvesi büyüledi" diyerek
Mevlâna'yı tanıdıktan ve ona bağlandıktan sonra büyük fikri değişiklikler
yaşadığını dile getirir[145].
İkbal'in Rumuz-i Bihodi ve Cavidname isimli eserlerinde de Mevlâna'ya
bağlılığını ve hayranlığını görmek mümkündür. Cavidname'de İkbal, Mevlâ'nın bir
gazelini okuyarak ruhunu çağırır ve onun refaketinde manevi yolculuğa çıkıp
rüya aleminde kainatı gezerler yolculuk esnasında bir çok ilim ve fikir
adamlarıyla ve mutasavvuflarla karşılaşırlar ve çeşitli konular hakkında bilgi
alırlar[146].
Bal-i Cibril isimli eserinde "Pir ve Mürid" adlı uzunca
şiirinde Hindli mürid (İkbal) in Urduca sorduğu sorulara Pir-ı Rumi
(Mevlâna)nın Farsça olarak Mesnevi'den bulup katydettiği cevpalar dikkat
çekicidir[147]
Hindli Mürid :
"Ben, doğu ve batı bilimleri okumuştum ama hala ruhta bir üzüntü ve
ızdırap kalmış bulunuyor"
Pir-i Rumi
"Ehli olmayan hor el seni hasta eder, anneye doğru gel ki seni
okşasın"[148].
Bu beyitlerde Mevlâna'nın İkbal'e doğu veya batı bilimlerin insanın ruhuna
gerekli doyumu vermediğini şikayet etmektedir. Mevlana ise kalp huzurunu elde
etmenin bir mürşide bağlanmakla mümkün olduğunu belirtmektedir. Yine İkbal;
"Doğuluların bakışı, batı tarafından büyülenmiştir. Batının güzeli, cennet
hurisinden daha güzel (sanılıyor)"[149]
mısrasına Mevlâna, şu mısraları ile cevap verir: "Gümüş görünüşte
her ne kadar beyaz ve yeni ise de, yine el ve elbiseyi siyahlaştırır"[150] cevabını vererek görünüşün
aldatmaması gerektiğini, batını iç yüzünün «gerçekte göründüğü gibi olmadığnı
İkbal, Mevlâna'nın diliyle cevap vermektedir.
İslam dünyasında Kur'an-ı Kerim ve hadislerden sonra en çok okunan eser
Mevlâna'nın Mesnevisi olmuştur. Abdurrahman Camii, "Mesnevi'ye Fars
dilinde yazılmış Kur'an olduğunu belirterek "kendisi peygamber değildir,
ama kitabı vardır" demiştir[151]
İkbal'in çağdaşı tanınmış şair Mevlâna Balgrami kendisi için şöyle demiştir.
"Kendisine peygamber denemez ama peygamberlik yaptı[152].
20 yy. da müslümanların uyanışını kendine gaye olarak seçen İkbal, bu
mesuliyetin ağırlığını şöyle ifade eder. "Eski çağların fitne döneminde
Mevlâna vardı, akan son çağın fitne döneminde ben varım"[153].
Mevlâna'nın îkbal'e olan etkisini bir çok eserinde görmek mümkündür.
Cavidname isimli eserinde Mevlâna ile yaptıkları manevi seyahatte Zühre
Feleğine geldiklerinde Mevlâna îkbal'e bazı tavsiyelerde bulunur. Ve aralarında
şöyle bir konuşma geçer. "Şeyhimiz dedi ki "dünyanın bu yürüyüşü
sabit değildir". Onun hoş ve nahoş şeylerinden yüz çevirmeli" Dünyayı
terkettîkten sonra yine onun başını tutarsın, evvela kendi başından vaz
geçmelisin, "ona dedim ki: Kalbimde bir çok Lat ve Menat vardır. Dedi ki:
Bu puthaneyi altüst etmelisin". Yine bana dedi ki"Kalk oğlum, yalnız
benim eteğimi tut oğlum"[154]
İkbal'in Mevlâna'dan etkilendiği önemli konulardan biri' ideal insan
üzerine yazılanlardır.
İkbal'in eserlerinde insan konsu önemli bir yer tutar. Her ikisinde de
ideal insan, tefekkür ve eylemi kendinde toplamış insandır. İkbal'in
"Merd-i Mü'min"i (kâmil insan), Mevlâna'nın "Merd-i Hakkı"
(dürüst insan) gibi Allah'ın kuludur[155].
Bu kâmil insan ise, Nietzsche'nin Allah'sız bir toplumun sonsuz güce sahip
süpermeninden (üstün insan), çok daha farklıdır[156].
Mevlâna'nın kendi hayalinde canlandırdığı insan Allah'ın en güzel ve en şerefli
yaratığıdır. Ruh, İlâhi bir kaynaktan gelmekte ve anavatanından koparıldığı
için yuvaya dönmek için bir kuş gibi çırpınmaktadır[157].
Kamışlıktan koparılmış ney gibi insanda, daima inlemeli mücadele etmelidir.
İkbal'de bu konuda manevi mürşidiyle hem fikirdir. Ve kendi felsefesinde önemli
bir yer tutar[158].
İkbal'in manevi mürşidinden aldığı diğer önemli konu Aşk felsefesidir. Bu
konu her iki mütefekkirin eserlerinin ana konusudur. Her iki mütefekkir de aşk
felsefesini eserlerinde büyük bir ustalıkla işlemişlerdir. İkbal'in
eserlerindeki bazı ifadeler, Mevlâna'nın ifadelerine mana bakımından uygunluk
arzetmektedir. Aşk hakkında Mevlâna şöyle demektedir.
"Aşk mekânsızlık aleminde kızgınlık madenidir.
Yedi Cehennem, onun kıvılcımından bir dumandır[159].
İkbal'de aynı konuda şöyle söylemektedir:
Aşk, aleni hayatının usul ve kanunudur; alemde anasırın imtizacıdır.
Aşk, bizim yüreklerimizin yanışı ile yaşıyor. Lâilahe illallah kıvılcımı
ile parlıyor[160].
Her iki mütefekkirin savundukları aşk; İlâhi aşktır. Beşeri aşklar
hakkında her ikisi de aynı şeyler söylemektedirler.
Nitekim Mevlâna;
"Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar
nihayet bir ar olur[161] derken, İkbal'de; "tlahi
aşk ve vecd ki insanı uyanık ve akıllı tutar, şehevi aşk ve şevk ki insanı
ahmak ve sersem yapar"[162] [163]
demektedir. Her ikisi için de aşk bir bütünleşme ve anlatımdır. "Güç,
görkem ve hakimiyeti " elde etmenin tek yoludur112.
İkbalin fikriyatına Mevlâna'nın tesirlerini saymakla bitmez. Bizim
amacımız Mevlâna ile İkbal'in fikirlerinin karşılaştırılması değil, Mevlâna'nın
eserlerini tanıdıktan sonra İkbal'in fikriyatında meydana gelen değişiklikleri
ve eserlerine yansımasını ortaya koymaktadır. Mev-lâna ve İkbal'in ilişkisini
daha bir çok yönden ele alıp incelemek mümkündür. Ancak bu konu çok geniş
kapsamlı olduğundan amacımızın ve hacmimizin aşmaması bakımından bu kadarı ile
iktifa etmek durumundayız.
Neticede Muhammed İkbal, Mevlâna'yı tanıyıp eserlerini okuduktan sonra
dünya görüşünde ve tasavvufi düşüncesinde önemli değişiklikler olduğunu
söylemek mümkün olduğu gibi eserlerinin her bölümünde adım adım Mevlâna'nın
damgasını görmek mümkündür.
İkbal'in fikri şahsiyetini oluşturan bir başka husus kendi yapısıdır.
Aldığı eğitimden kaynaklanan derin bir inanç ve İslâmi bir eğitim, İkbal'i
İslâmi bir şuurla yetişmesini ve hayatın yeni bir anlamla ışıldatan öncü bir
fikrin habercisi olmuştur. Onun bütün düşünceleri bir tek merkezi konu
etrafında; yani İslâm toplumu ve genel olarak insanlık içinde benliğin
kuvvetlenmesi etrafında dönüp dolaşır. İkbal'e göre benliğin kuvvetlenmesi
demek, Mutlak yaratıcı ile sürekli ve manevi irtibat kurmakla
gerçekleştirilebilir. Bu hedefe yaklaşabilmek için,o, doğu ve batıda çeşitli
düşünce sistemlerini inceleyerek bu sistemlerden yeni bir düşünce sistemi
ortaya koymuştur[164].
İkbal'in karakterinin, fikriyatının oluşmasına etkili olan amilleri şöyle
sıralayabiliriz.
1- İkbal'in Allah'a ve peygambere olan inancı ve tavizsiz bağlılığı:
İkbal bir şiirinde şöyle demektedir.
"Arkadaş ben müslümanım, Tevhid sahibiyim
Bu gerçeğe başından beri inanmışımdır.
Var olan her şeyin nabzında hayat belirtisi bundandır. Ve müslümanın
tasavvuru bundan güç alır[165].
"Dünyanın kaderinin parlayan yıldızı müslümandır.
Parıldayışının yanında şafak bir hiçtir"[166]
diyerek Tevhid inancına sahip olduğunu bu inancın herşeyin nabzında bir hayat
belirtisi olduğunu ifade etmektedir. İkbal'in bu sarsılmaz inancı bütün ömrü
boynuca kendisine yol gösterici bir rehber olmuş bu inancı sayesinde hiçbir
zaman yaşadıkları ve gördüklerine karşı ümitsizliğe kapılmamış, kendisine hamle
ve enerji kaynağı olmuştur.
2- İkbal'in okuduğu Kur'an-ı Kerim'in tesiri.
İkbal'in Kur'an-ı kerim okuması bir çok hususiyetler arz etmektedir.
İkbal'in Kur'an-ı Kerim okumasını ve babasıyla arasında geçen bir olay bunu
ortaya koymaktadır. Her sabah namazından sonra Kur'an okumayı adet edinmiştim.
Rahmetli babam ne yapıyorsun? diye sorardı. Ben de Kur'an-ı Kerim okuyorum
dedim. Babam aynı suali tam üç sene tekrarladı durdu. Artık bir gün, babacağım!
her gün bana bu suali sorar ve benden de aynı cevabı alıyorsunuz. Acaba bu
suali tekrarlamaktaki maksadınız nedir? deyince şöyle söyledi:
"Evladım! demek istiyorum ki: Kur'an-ı Kerim'i, Cenab- ı
Kibriya'dan sanki henüz iniyormuş gibi okumalısınız". Artık o günden
sonra Kur'an-ı Kerim'i yep yeni bir zevk ve İlâhi neşeyle okumaya başladığını
söyleyen İkbal, işte o tarihden itibaren bütün yazdıklarının o güneşten bir
zerre ve denizden bir damla olduğunu ifade etmektedir[167].
Yine İkbal, bir beytinde Kur'an-ı Kerim'in müslümanların hayatındaki önemini
şöyle vurgulamaktadır.
"Bir mü'min zahiren Kur'an-ı okur. Hakikatte kendisi Kur'an-dır[168].
V İkbal'in yapısında şahsiyetine yansıyan bir başka husus da gönlünün
sırrına ererek aşk ve vecdin irfanına ermesidir, bu hususta İkbal şöyle
demektedir. "Ne dünya malı, ne Karun zenginliği ne de Eflâtun'un görüşü
isteğim, isteğim yüksek görüş, aşk sarhoşluğu ve temiz yürektir[169]
Dünyada bir çok şeyin yol gösterici olduğunu, ama ilahi aşk gibi bir yol
gösterici bulunmadığını, aklın da aşka tabi olarak hareket etmesi gerektiğini
şöyle ifade etmektedir.
"Akıl geçidini kolay geçti İkbal,
Aşk tek yol oldu bu akıllı insana"[170].
Aşk ortadan kalkmış. Akıl onu yılan gibi ısırıyor. Yazıkki insan aklını
aşkın emrine veremedi".
"Yıldızların seyir hareketini dahi bilen insan kendi fikir
dünyasında sefer edemiyor[171]. İkbal'in kalbinde yanan aşk
ateşinin kopardığı kıyametleri şu mısraları ile dile getirmektedir. "Ben
aşıkım feryad benim imanımdır. Mahşer benim kopardığım kıyametlerden bir
tanesidir"[172].
Mal, mülk, dünya amelleri İkbal'e yabancıdır. Onun nazarında hayat gönülle
kaimdir. Onun yaptığı ibadet başkadır. Kendini Hakk'm huzurunda hissetmediği
zaman kıldığı namazın sevabını eğer varsa bir yük gibi ağır bulur ve istemez[173].
İkbal, sadece kitap mütalasıyla iktifa etmeyip kâinatla başbaşa kalması
derin düşüncelere dalarak bilhassa seherlerde ağlayıp göz yaşı dökmesi geceleri
kalkıp ibadet ve niyazda bulunması onun şahsiyetine ayrı bir olgunluk katmıştır[174]. O bu saatlere çok kıymet
vermekteydi[175]. Bir şiirinde İkbal:
"Yalvarmak lezzetini seher vakti benden çekip alma İltifat eyleme
nigahtan gafil bulunmaya"[176] derken, bir başka şiirinde de
seher vakti niyazlardan mahrum olanların her şeyden mahrum olduğunu ifade
etmektedir:
"İster Attar ol, ister Rumi, ister Razi, ister Gazali, her şey
boştur. Seher vakti yalvarışlarından mahrumsan"[177].
4- İkbal'in sükûneti sevmeyen hareketli ve mücadeleci ruhu .
İkbal'in belki de en önemli yanını onun ruhunda bulunan
mücadeleciliğidir. O hiçbir zaman sakin olmayı tehlikelere düşmeden yaşamayı
yaşamak olarak kabul etmemektedir. Onun fikirlerinin en önemli yanı, hemen
hemen bütün eserlerinde rastlayabildiğimiz mücadele fikrinin hayata
geçirilmesidir. İkbal, Peyam-i Meşrık isimli esirinden güve ile pervaneyi
konuşturarak meşhur felsefecilerin kitaplarının sayfalarını dolaştığını
belirten güvenin pervaneye sorduğu sorusunda; hayatın felsefesini
anlayamadığını gözlerini aydınlatan bir güneşin bulunmadığını belirtmesine
karşılık güvenin pire'ye verdiği cevap; İkbal'in bu konudaki fikriyatını ortaya
koyması bakımından dikkat çekmektedir, pervane şöyle demektedir.
"Dedi ki: çırpınışıdır hayatı daha canlı yapan; çırpınıştır hayatı
kanatlandıran"[178] Aynı eserin bir başka yerinde
de;
"Hayatın yumuşak ve tehlikesiz olduğu şekilde kurulup oturma, Denize
dal, dalgalarla pençeleş; ebedi hayat mücadeledir"[179]
demektedir.
İkbal'e göre verilecek mücadelenin en büyüğünün kişinin kendi nefsi ile
yaptığı mücadele nefsinde ulaştığı makamlardan bir üst makama ulaşmak için
yapılan mücadeledir. O bu konuda şöyle der:
"Müslüman! Ulaştığı her makamdan daha ilerdedir. Yerin, hedefin;
zaten hayatta yolculuk zevk ve şevkinden başka bir şey değildir"[180].
İkinci büyük mücadalede de sömürenlere, zülmedenlere ve insanların
inançlarına saldıranlara karşı yapılması gereken mücadeledir. İkbal'e göre bu
mücadele müslümanım diyen herkese farzdır, ve ilk iş olarak da dünya
nimetlerini ele geçirmekten başlamak gerektiğini ifade etmektedir. İkbal bu
konuda müslümanlara şu uyarıları yapmaktadır: "Müslüman büyük davaların
adamısın, dünya ilk basamağındır! bu kurt kuş dünyasını Allah, mücadele için
yaratmıştır"[181].
"Ey İslâm milleti yükseklik istiyorsan üstün davaya gel sarıl, bu
dünyada üstünlük şahin gibi yükseklere yönelmektir bil!"[182]. "Müslüman, ne zamana
dek köle kalacaksın başkalarına? Bırak dünyayı! çalış ele geçirmeye baK
yada!..."[183]
Son alarak İkbal'in karakterinde yatan ve bütünüyle eserlerine ve
yaşayışına yansıyan bir önemli özelliği daha vardır. Hür ve bağımsız yaşamak,
başkalarının esareti altında aşağılık bir hayat sürmemek. "Alemde
erkekler gibi yaşamak mümkün değilse erler gibi can vermek, asıl hayata
kavuşmaktır"[184]
diyen İkbal, batılın sanatı batıl yollar gösterip insanların O yoldan
yürümesini sağlamak ama müslümanların vazifesi ise bu duruma her şeyiyle engel
olmaya çalışmaktır.
"Azerin sanatı put yontmaktır ancak, İbrahim'in görevi de putları
kırmak yok etmektir[185]
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
MUHAMMED İKBAL İN
FELSEFİ VE
TASAVVUF! KAVRAMLAR
İkbal, İslam Düşüncesi ile Batı düşüncesini yakından incelemiştir. Bir
filozof olarak felsefe ve onun bazı meseleleri hakkında farklı görüşlere
sahiptir. Bu konuda serdettiği fikirler dikkat çekicidir.
İkbal, eski yunan felsefesinin İslam kültürünü derinden etkilediğini ve
yeni ufuklar kazandırdığını; ancak, Kur'an ile ilgili görüşleri kararttığını
ifade etmektedir. Çünkü Kur'an'ın ruhuna ters düşen düşüncelerin İslam'a
girdiğini ve bir bütünlük içerisinde Kur'an'ın anlaşılamadığını belirtmektedir[186]. Mesela! Sokrat, bütün
dikkatleri sadece insanların dünyasına çevirmek gerektiğini, dış dünyayla
kainatta olup bitenlerin araştırılmasıyla değil, yalnız insan çevresine yoğunluşmak
gerektiği görüşünü savunmaktadır[187].
Ancak bu görüş: Kur'andaki ufacık bir arının bile ilahi ilhamdan yararlandığını
belirten[188], okuyucuları gece ile
gündüzün sürekli değişimini [189], bulut ve yıldızlarla dolu
sonsuz fezayı gözlemeye[190] çağıran ayetlerin bulunmasına
rağmen Sokrat'ın görüşleri Kur'an'ın ruhuna ters düşmektedir[191].
Yine bir başka Yunan filozofu Platon, duyu organlarıyla ilgili idraki
benimsememesine rağmen bunların hakiki bir bilgi vermeyip sadece bir fikir
ortaya koyduğunu savunmaktadır[192]. Halbuki bunun tam aksine
"işitme" ve "görme" duyularını Allah'ın en büyük nimetleri
olduğunu ve insanların bu duyumlarla yaptıklarının hesaba çekileceklerini[193] belirten Kur'an ayetlerine
ters düşmektedir.
İkbal, ilk dönem kelamcılarını Kur'an’ı, Yunan düşüncesinin ışığında
okuduklarını ve bunun idrakine çok sonraları vardıklarını belirterek,
Eş'arilerin ve Mutezililerin faaliyetlerini örnek olarak göstermektedir[194] Eş'ariler "Yunan
Diyalektiği" ile sunni düşünceleri savunmak amacını gütmeleriyle
idealizmin habercisi olmuşlardır. Ancak Mutezililer hakkında aynı şeyi
söylemenin mümkün olmadığını belirten İkbal, Onların hakikate ulaşmak için
kavram dışı yollarına hiç dikkat etmediklerini, dinin ancak mantiki
mefhumlarından müteşekkil olduğunu ileri sürdüklerini, sonuçta ise olumsuz bir
tavır içine girdiklerini belirtmektedir[195]
[196].
İkbal, yalnız Kelam mekteplerini değil, Yunan felsefesinin etkisinde
doğup gelişen İslâm Felsefesi mekteplerinin de yaptıkları yanlışları ortaya
koymuştur. O, bu ekoller hakkında şöyle demektedir:
"Garbın mütefekkiri ilim ile irfanın berrak çeşmeleri bulanık hale
koydu. İster Meşşai olsun, ister İşraki olsun cihanı simsiyah bir hale
getirmişlerdir"11.
İkbal'e göre bu mekteplerin cihanı karartmasının sebebi: Bir
"Gönül" e sahip olmamalarından kaynaklanmaktadır. Halbuki insanlar,
gönül sayesinde maddi ve manevi problemlerine çareler bulabilmektedir[197]
İkbal'e göre; filozofların yolu "yakin" hasıl etmek değil,
şüpheyle, tahminle, akıl yürüterek hareket etmektir[198].
Filozoflar, akıllı, aklı kullanmakta pek mahir olmakla beraber, cesur ve
gayretli olmadıklarından dolayı ilahi aşkı idrak edip anlıyamamaktadırlar[199] . İkbal, muazzam bir İslam
kültürünün ortaya çıkmasını, ilahi aşkla filozofların fikirlerinin yoğrulmasını
neticesine bağlamaktadır[200].
İslam Düşüncesinin, Yunan Düşüncesi etkisinde gelişmesinin bazı
sakıncalar doğurduğunu ifade eden İkbal, Onlardan bazı filozofların
düşüncelerini benimsemenin yanlış olduğunu vurgulamaktadır.
Özellikle Yunan filozofu Eflatun hakkında oldukça ağır bir dil
kullanmıştır. İkbal'e göre Eflatun'un fikirleri İslam Düşüncesini uyutmuş ve
donukluğa sevketmiştir. Hatta bir benzetme yaparak Eflatun'un insan kılığına
girmiş bir koyun olduğunu belirtmiştir[201].
İkbal'e göre; Eflatun'un fikirleri mutasavvıflar üzerinde çok etkili olmuştur.
Bunun sebebi de Onun fikirlerinin koyunlar gibi sakin olmayı ve donukluğu
telkin ettiği içindir. Çünkü koyunlar sürü halinde iken sakin ve durgun
vaziyettedirler. Ancak öndeki birinin bir yöne doğru hareket etmesiyle
diğerlerinin de peşine gitmesi gibi, mutasavvıflar da müritlerini peşlerinden
sürüklemeleri, Eflatun'un bu mesleğinden ve fikirlerinden kaynaklanmaktadır[202]. İkbal'e göre, Eflatun'un
tahayyülünden sakınmak vaciptir. Çünkü O, hayatın sırrını ölmekte görmektedir.
Halbuki bu fikir îkbal'e tamamiyle terstir. Çünkü İkbal, hayatın sırrını daima
harekette ve mücadelede görmektedir[203].
Ayrıca Eflatun'un fikirlerini önemli bir bölümünü oluşturan ideler fikri,
varlıkların hareket ve faaliyetlerinin inkarı İkbal'in eleştirdiği
konulardandır[204].
İkbal, Felsefe-Din dikişini felsefenin akılcı metodlarını dine
uygulamanın mümkün olup olmadığı çerçevesinde ele alır. Felsefeyi sınırsız ve
serbest bir araştırma olarak görür ve her yetkiye ve yetkiliye şüphe ile
baktığını belirtir. İkbal'e göre neticede felsefe ya inkarda kalır, yada saf
aklın hakikate varmaya gücü yetmediğini kabul eder[205].
İkbal'e göre dinin temeli imana dayanır. İman ise tıpkı bir kuş gibi
aklın takip etmesi imkansız, görülmez bir yolu görebilir. Ancak yine de iman
sırf "his" den ibaret olmayıp imanın idraki, bir muhteva yönü de
vardır[206].
İkbal, dinin amacını insanın iç ve dış dünyasını yönlendirmek ve
temelinden değiştirmek olarak görür. Ancak dinin temel prensipleri işleyişi
bakımından akli temele dayanır ve buna ihtiyaç duyar. Felsefe gerçeğin
ayrıntılarıyla ilgilenirken, din, bütününü inceler[207].
İkbal, zaman zaman filozof gibi zaman zamanda bir mutasavvıf gibi
dünüşür. İkbal'e göre felsefenin eşyaya akıl ve idrak yoluyla bakmasından
dolayı mutlak hakikati uzaktan gözlemekte olup teoriden öteye gidememektedir.
Halbuki din mutlak hakikati daha yakından bir temas içinde idrak eder. Felsefe
bir teori, din bir yaşanan tecrübedir ve mutlak Hakikatle yakınlık ve
kaynaşmayı elde edebilmek için düşünce sınırlarının ötesine çıkmalı ve kendini
aşmalıdır[208].
Felsefenin teorik yanı, Dinin pratik yönü vardır. İkbal'e göre düşünceyi
pratik sahaya aktaran dine yönelmek gerekir. Tıpkı önce felsefi düşünceye
yönelen sonra da tasavvufi doyuma ulaşan Gazali gibi yapmalıdır[209].
İkbal'e göre felsefe insanların fikri, siyasi, hukuki, iktisadi ve dini
sahalardaki bitmez tükenmez müşkillerini tek başına halledebilecek durumda
değildir. Özellikle vahyi prensiplerden soyutlanmış bir felsefe İkbal'e göre,
"gözde güneş körlüğü" dür[210].
O halde insan için dört başı mamur bir hayat kanunu bahşedecek cemiyetlere en
iyi bir şekilde düzen verecek olan yegane sistem "din" dir. Çağımızda
felsefenin ve dinin tekrar yeniden canlanmaları için birbirlerine ihtiyacı
vardır[211].
A-YARATILIŞ VE VARLIK
"Var olan" ın ne olduğunu felsefede "ontoloji"
inceler[212]. Bu felsefe anlayışı
"var olan"ı ve varlığın bütününü kendisine konu olarak alır. Ontoloji
tabiatın yani varlığın bizzat kendisi ve varlık yapısıyla uğraşır. İlk çağlarda
Aristo ontolojiyi "varlık olarak varlık bilimi" diye tarif ederek
metafizik alanına dahil etmiştir[213].
İlk çağlardan beri varlığın tanımları yapılmaya çalışılmıştır. En çok
kafa yordukları konu ise ilk varlık yani başlangıç ve sonunu çözmeye
çalışmışlardır. Eski Yunan filozofları ilk varlığın, sudan[214],
Apeiron (bir sonsuz ilke) den[215], havadan[216],
Bizzat Allah'tan[217], logos'tan[218] ve daha pek çok maddeye ve
madde ötesi varlıklara dayandırmaya çalışmışlardır.
Eflatun'a göre varlık ideler alemidir, Aristo'ya göre ise her şeye ilk
hareketi veren bir muharrik vardır ancak madde ezelidir[219].
Varlık hakkında, Müslüman filozoflarda temelde İslam düşüncesine bağlı
kalarak gerek Yunan filozoflarından gelen düşüncelerden, gerekse İslam
kaynaklarından hareketle pek çok şey söylemişlerdir[220].
İslam felsefesine göre varlık Allah tarafından yaratılmış olup başlangıç
ve sonu vardır. Allah hür iradesiyle alemleri yoktan yaratmıştır. Ancak
filozoflar varlık anlayışını çözümlemek için çeşitli görüşler ortaya atmışlar
ve tartışmalar yapmışlardır.
İslam dünyasında filozofların ilki olarak kabul edilen Kindi'nin varlık
hakkındaki görüşleri Eflatun ve Aristo'nun fikirlerine dayanır*. Kindi varlığın
en yüksek bir illeti olduğuna inanmış olup bununda Allah olduğunu belirtir.
Kindi alemin kıdemi tezine karşı çıkmıştır[221].
Farabi'ye göre alem Allah'tan sudur etmiştir[222].
İbn Sina varlığı zorunlu varlık ve mümkün varlık diye ikiye ayırarak dualist
bir görüş sergiler[223]. Daha pek çok müslüman
fizozofun varlık ve yaratılış hakkında fikirlerini zikretmek mümkündür ancak
konumuzun ve araştırmamızın hacmi gözönüne alınarak bu kadarıyla iktifa etmek
durumundayız.
İkbal'in yaratılış ve varlık hakkındaki fikirlerine tasavvufi bir ruh
hakimdir. İkbal, varlığı benlikle irtibatlandırarak bütün bu görünen alemin
aslında bir benlik cevherinin görünüşü olduğunu ifade etmektedir[224].
İkbal'e göre benlik Cevheri, Kendisinin "Mutlak Ego" diye
telakki ettiği Allah'a karşı kendi varlık cevherini ortaya koyma gayretidir[225]. Benlik cevheri ile Mutlak
Ego arasında bütün varlıkları saran bir kaynaşma ve sevgi hakimdir. Bu sevgi
Mutlak Ego'ya karşı aşk ve niyazı ortaya koymaktadır. Bu konuda İkbal, şöyle
demektedir: "Varlık bezmi O'nun nazının şehididir. Bütün mükevvenatın
tinetinden ona bir niyaz yükseliyor. Görmüyormusun felekleri aydınlatan güneş
seherin yüzünde bir secde dağıdır"[226].
1-
Varoluş:[227]
a)
Kendini Ortaya Koyma
Arzusu:
Bu arzu her varlıkta bir yanlış, bir cezbe halinde ortaya çıkar. İşte bu
kendini ortaya koyma arzusu ve bunu gerçekleştirme çabası tüm varlıklar için
bir lezzettir. Bu lezzet zevklerin en güzeli ve en tatlısıdır.
İkbal'in eserlerinde bu görüşleri destekleyen bir çok mısralara rastlamak
mümkündür. Cavidname'de: "Mevcud görünmek isteyendir. Çünkü vücudun
tekazalarından aşikar olmaktır"[228]
diyerek varlığın kendi imkanlarını en kamil şekilde geliştirmek demek olduğunu
ifade ile varlığın hiç bir zaman gizli kalmayarak, daima aşikar olmak
istediğini vurgulamaktadır. "Ya Rabbi şu varlıkta ne lezzet var ki, her
zerrenin gönlünde bir zuhur arzusu kaynıyor"[229]
Bir meyve çekirdeğinin kendini ortaya koyabilmesi ne olduğunu, hangi
meyve olduğunun anlaşılması için toprağa bırakılması ve kabuğundan çıkmak
büyüyüp kendinin ortaya koyması lazımdır. İkbal'e göre bu çekirdeğin büyüyüp
meyve olması veya gül goncasının varilinin anlaşılması için açılıp etrafa kokular
saçması gerekir. Bu da varlığın tabiatının gereğidir: "Dalını yarıp doğan
gül goncası, varlık zevkiyle gülemsemeler saçıyor"[230].
İkbal'e göre varolma kemal kazanmadır: Bütün olgunluğuyla görünmedir. Bir
başka ifade ile varoluş, tabiatın gereğini eksiksiz tamamlamadır. Olgunluğunu
henüz bütün yönleriyle kazanamamış mevcud, tam manasıyla varolamamıştır.
c- Hareket ve Yeniden Şekillenme:
İkbal'e göre kainatta en küçük zerre bile hareket halindedir. Kainatın
sakin görünmesi bir göz yanılmasıdır. O bu konuda şöyle der: "Hareketsiz
sakin görünmesi gözün hatasındandır; yoksa kainatta en küçük zerre bile hareket
kaynağıdır. Varlık kervanı hiç durup dinlenmemektedir; canlı olmanın gereği her
saniye yeniden şekillenmektedir"[231]
Varlığın en büyük özelliği hayat sürmektir. İkbal, hayatı şu şekilde
tarif etmektedir: "Sen hayatı bilinmeyen bir sır zannediyorsun, halbuki
hayat uçma zevkinden başka bir şey değildir bilmiyorsun"[232]. "Uçma zevki" bir
manada istikamet sahibi olarak yukarıda da ifade edildiği gibi tabiatın
gereğini yapmaktır. Mesela tohumun yetişip mahsul olması, yeryüzünün yeşerip
renk renk bitkilerin büyümesi, ağaçların çiçek açıp meyve vermesi gibi.
İkbal'e göre gerçek hayat maddi şeylerden ve dünyevi kayıtlardan
kurtulmaktır[233]. Aynı zamanda durup dinlenmek
değil, durmadan yol almayı sevmektir. Çünkü yol almak hayat içinbir zevk ve
neş'e kaynağıdır[234]. İkbal'e göre hayatta huzura
kavuşmak demek; vuruşmak, çarpışmak ve parlamaktır[235]
[236].
b- Sürekli Akış:
Hayat, sürekli ve devamlı akış halindedir. Hayat, aynı istikamete doğru
akıp giden bir bütünler zincirinin halkaları olup devamlı oluş halindedir.
"Hayat çok hareketli ve çok çabuk erişicidir; ezelden ebede kadar o bir
nefesin devamıdır'15'
İkbal'in sözkonsu olan bu fikirleri yalnız varlıklar hakkında değil,
insan benliği için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.
İnsanoğlu, doğumuyla birlikte maddi alanda varlık sahnesine çıkıp
ölümüyle de bu alandan yok olup gider. Fakat insan ruhu, tasavvufi geleneğe
göre ruhun bedene girmesiyle birlikte sonsuzluğa ulaşma arzusu taşımaktadır. Bu
arzu insanı maddi ve manevi cihetlerini ahlaki olgunluğa ulaşmasını telkin eder[237]. îkbal'e göre bu ahlaki
olgunluk kişiyi insan-ı kamil derecesine çıkartır. Ancak bunun şartı varlık ve
yokluk kaydından kurtulmak, benliğini mamur etmekle mümkündür; "Varlık ve
yokluk uçurumundan çık, yüksel, bu "nasıl" ve "ne kadar"
kayıtları ile bağlı olan cihanın üstüne çık, kendi varlığındaki benliği mamur
et, İbrahim gibi Kabe mimarı ol"[238].
Benliğini mamur edip insan-ı kamil derecesine ulaşan kişinin masiva ile
alakasını keseceğini, bütün felekleri ihata edeceğini ve yeryüzünün
"halife" [239]si olmaya namzet bir şahsiyet
olacağım belirtmektedir[240].
Tasavvuf düşüncesinde insan-ı kamil derecesine ulaşmak iyi amellerle
daimi meşguliyet[241] ve Allah'ın ahlakıyla
ahlaklanmakla mümkündür.
3-
Yaratılış Fikrinin Temelleri
a)
İkbal’in yaratılış ve
varlık fikirlerinin temelinde Kur'an-ı Kerim Ayetleri ve müslüman filizofların
bakış açıları ve fikirleri bulunur. Özellikle felsefi fikirlerini ihtiva eden
eserlerinde genellikle Batı'lı filozofların görüşlerinden hareketle felsefi
kavramları açıklama çabası görülse de neticeyi müslüman filozofların
tutumlarının ve Kur'an ayetlerinin ruhuna dayandırma gayretleri görülmektedir[242].
b)
İkbal felsefi açıdan
kainatın varlığı ve yarıtılışı konsunu ele alırken Kur'an-ı Kerim ayetlerinden
harekete, Allah-Varlık-İnsan ilişkisini ele almaktadır.
İkbal'e göre Kur'an-ı Kerim'in amacı insanın Allah ve Evrenle olan çok
yönlü ilişkilerinin yüksek şuurunu kendi ruhunda uyandırmaktır[243]. Ayrıca ilahi vahye uygun
olarak içinde yaşadığımız evrenin yaratılış gayesi:
Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle: "Biz gökleri ve yeri ve ikisi
arasındakiler! eğlence olsun diye boşuna yaratmadık. Fakat onların çoğu bunları
bilmezler"[244]. Ayetine istinaden kainat,
boşu boşuna eğlence olsun diye yaratılmamıştır. Ancak ciddi bir sebep için
yantılmış olup bu sebeple İkbal'e göre insanın Allah ve Evren arasındaki
ilişkilerinin yüksek şuuruna ermek içindir.
îkbal'e göre bu yüksek gaye için yaratılan evrenin yine Kur'an-ı Kerim'in
ayetlerine dayanarak daha da büyüyebilecek şekilde yaratılmıştır: "O Allah
Yaratmada dilediği kadar arttırır. Kuşkusuz Allah her şeye kadirdir"[245]. Bu ayette söz konsu olan
sınırlı bir evren, hareketsiz, değişmez, tamamlanmış bir evren değildir. Onun
tam içinde, belki de yeniden bir doğuş rüyası yatmaktadır[246].
Bu konuda Kur'an-ı Kerim "De ki: yeryüzünde gezip dolaşarak görünüz ki
Allah, yaratılışa nasıl başlamış? Bundan sonra başka bir doğuşu daha
sağlayacaktır"[247].
Kur'an-ı Kerim'e göre göklerde ve yerde ne varsa hepsi insanların emrine
verilmiştir[248]. İnsanlar ise, en güzel
surette yarıtılıp sonra aşağıların en aşağısı kılınan bir varlık olarak
yaratılmıştır[249]. İkbal'e göre en mükemmel
yeteneklere sahip olan insan her tarafta engellerle karşılaşmakta ve hayatın
çeşitli merhalelerinde pek aşağı düzeyde olduğunu farketmektedir. Ama yine de
olup bitenlerin kendisine ıstırap vermesine ve huzursuz bir yaratık olmasına
rağmen, insan
kainatta her şeyden üstündür[250].
İnsan büyük bir görevi üstlenmek gibi bir cesareti kendisinde göstermiştir[251]. Her hayat sahibi canlı gibi
insanın da bir başlangıcı ve sonu vardır. Öte yandan insan çeşitli
merhalelerden geçerek kainatın yapısında sürekli bir unsur olmaya namzettir[252].
İkbal, insanı kendi iç dünyasına döndürmeye çalışır, yani kendini
keşfetmesini ister. Çünkü İkbal'e göre insanın kendi iç dünyasında geniş bir
alem kurma gücüne sahip olup sonsuz sevinç ve ilham kaynaklarının varlığını
kendi iç derinliklerinde keşfedebilecektir[253].
İkbal'e göre, insan çevresinde bulunan evrenin en büyük hamlesine
katılır. Bazen dünyada mevcut güçlere uyan, bazan da bunları kendi amaçları
için kullanan insan gerek kendi kaderine gerekse evreninkine bir yön
verebilecek güçtedir. Bu değişiklikler meydana geldikçe Allah, insanı
destekler. Yeterki insan ilk gayreti göstersin[254].
İkbal bu fikirleriyle şu ayetlerin tahakkukuna işaret eder: "Elbetteki bir
millet kendi durumunu değişirmedikçe Allah'ta onun durumunu değiştirmez"[255]. "Bizim uğrumuzda cihad
edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz"[256].
Ancak, insanın bu ilk gayreti göstermemesi halinde, bünyesinde yatan
zenginlikleri işlememesi, ilerlemekte olan hayata içten gelen bir hamleyle
katılma arzusu duymaması durumunda, ruhu sertleşir, kalbi katılaşır ve kendisi de
ölü bir cisim haline gelir. Böylece A'raf suresinin 179. ayeti İkbal'e ışık
tutar. İnsan hayatının ve ruhunun gelişmesi, karşılaştığı gerçeklerle bir
bağlantı kurmasına bağlıdır. İkbal'e göre bu bağlantı bilim yoluyla kurulur7-
5-
Varlıkların Yaratılış Gayesi:
İkbal, evrenin ciddi bir amaçla yaratıldığını orada değişen gerçeklerin
bizi her zaman yeni davranışlara yönelttiğini belirtir. Kur'an-ı Kerim'de
birçok ayette hakikatin müşahedesine ve bu konuda düşünülmeye ısrarla işaret
edilir. Mesela: Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelip geçişinde, denizlerde seyreden gemilerde, yağmurda, her türlü
canlıyı yeryüzüne yaymasında, rüzgarlarda, bütünüyle Allah'ın varlığının ve
birliğinin delillerini ortaya koyan işaretlerin var olduğunu belirten ayetler
mevcuttur[257] [258].
İkbal'in fikirlerinde vahiy, beşeri bir ifade şekli bulur. Böylece insanın
dikkati önce kendi içine, sonra kainata çevrilmek istenir.
İkbal'e göre kainat, daha önceden düşünülerek yapılmış bir planın,
zamanla bilgili bir şekilde işleyişinin ortaya çıkması şeklindeki görüş,
Kur'an-ı Kerim'in ruhuna yabancıdır[259],
Fatır Suresinin birinci ayetindeki "Allah yaratıklarına istediğini
ilave eder"[260] hükmü, kainatın büyüme ve
gelişme istidadına sahip olduğunu ifade eder.
Bu fikirleriyle İkbal, aleme ilk hareketi verdikten sonra Muharrik-i
Evvel'in hareketsiz kaldığını savunan Aristocu anlayışa karşı çıkar[261]. Çünkü Allah; bizzat
hareketlere ve oluşlara iştirak etmektedir[262].
İkbal, kainatı sürekli gelişen, büyüyen ve yayılmasında hiç bir dış sınır
bulunmayan bir organizma olarak anlamak gerektiğini vurgular. "Tabiatı
bilmek Allah'ın davranışını bilmektir. Tabiatı araştırırken, Mutlak Zat'a biraz
daha yaklaşmak çabasında oluruz, bu ise ibadetin bir başka şeklidir"[263]. Diyerek kainatın yaratılışının
araştırılmasının bir ibadet olduğunu belirtir.
6-
Yaratılma ve Yaratıcı Faaliyetin Sınırları:
İkbal, Mutlak Zat'ın evrendeki yaratıcı faaliyetinin sınırlımı yoksa
sonsuz mu olduğu problemine temas ederek şu sorunun cevabını arar: Zat-ı ilahi
için evren gerçekten karşısında duran bir şey midir? ve ikisi arasında mekanik
bir ayrılık var mıdır? İkbal'e göre tabiat, uzayda veya boşlukta duran bir
maddeler yığını değildir. Aksine olayların bir terkibi bir yöntemidir. Bunun
içinde nihai zatla organik olarak bağlıdır. Tabiat ile Allah arasındaki bağ
tıpkı insan kişiliği ile karakteri ve ahlakı arasındaki bağ gibidir. Buna da
Kur'an-ı Kerim'de "sünnetullah"[264]
kelimesiyle ifadesini bulan bir tabirle karşılık bulmaktadır[265]. Böylece denilebilir ki,
insanı görüş açısından tabiat bizim gelişmemizin bugünkü aşamasında gerçek
zat'm yaratıcı faaliyetine yaptığımız değişiklikten ibarettir[266].
a) Yaratıcı Faaliyet ve Zaman-Mekan İlişkisi:
İkbal'e göre, Nur suresinin otuzbeşinci ayetindeki Allah'ın ışığa
benzetilmesi, nitelik ve nicelik bakımından Mutlak Zat'a en yakın ve ona en çok
benzemektedir. Bu ayet Allah'ın her yerde hazır ve nazır olma vasfını değil,
O'hun mutlakiyetinin ve gerçekliğinin anlaşılması gerektiği içindir[267]. İkbal, Kur'an-ı Kerim'deki
Allah kavramı incelendiğinde Zat-i Hakikinin yaratıcı faaliyetinin ancak zaman
ile mekan açısından yorumlandığı takdirde anlaşalabileceği ancak Mutla„ Zat'ın
diğer yaratılmışlara karşı yaratıcı faaliyetinin zaman ve mekan açısından
sımrlandınlamıyacağını ifade eder. İkbal'e göre Mutlak Zat'ın yaratıcı
faaliyetin sonsuzluğu onun iç imkanlarına dayanır. Zaten Kainat O'nun cüz'i bir
ifadesidir. Yani O, sonsuz bir saniyi ihtiva eder ama
kendisi sani değildir*5 '
b)
Yaratıcı Faaliyetin
Sonuçları ve Yaratılış:
İkbal, yaratıcı faaliyetin sonuçlarına temas ederken dikkat çekici
problemler ortaya koyar. İkbal'e göre başlangıçta insanın aklına: tabiat,
kendiliğinden duran, kendiliğinden ınevcud, hilkat fiili geçmişte gerçekleşmiş
bir olay olarak gelmektedir. Kainat ise. bize sanki Sani'nin hayatıyla hiç de
ilgisi olmayan imal edilmiş bir eşya gibi gelir. Gerçek tende olmuş bitmiş ve
planlanıp uygulanan bir kainat veya tesadüfen yaratılan bir tabiatmı karşımızda
durmaktadır? Ya da Mutlak Zat'tn karşısında bir başka "diğer" olarak
mı kalmaktadır?
İkbal'e göre Mutlak Zat'm bir başlangıç veya sonu olan, belli bir hadise
manasında hilkat mevcut değildir. Aynı zamanda kainat kendiliğinden ayakta
duran bir şeyde değildir. Dolayısıyla kainat, Cenab-ı Hak karşısında bir
"diğer" olarak kalması mümkün değildirw İkbal, yaratılışla
birlikte ortaya çıkan zaman mekan ve maddenin ortaya çıkması olayına Cenab-ı
Hakk'ın bağımsız yaratıcı faaliyetinin bir sonucu olarak görür.
c)
Atomculuk Tezi ve M.
İkbal:
İkbal, İslam dünyasında Aristo'nun evrenin sabit ve sakin bir varlık
olduğu yolundaki tezine karşı Müslüman im tarafından ortaya alılan Atomculuk
teorisini Müslümanların il,-., zihni isyanı olarak nitelendirir ve Allah'ın
yaratıcı faaliyim özü olarak kabul edcı"'
İkbal, aynı eser, s.96. Kıv. Aşınıl. Yaıadılış, s.65.
İkbal. Dini Dü;.ünceınıı Yı-nu.lı.-n . s 96.
*-"1
İkbal. ilini Düşüncen in Yeniden. s 97.
Eş'ari mezhebi alimlerinin ortaya attığı görüşe göre dünya;
"cevahir" dedikleri daha da bölünmesi mümkün olmayan en küçük
zerrecikler yani atomlardan müteşekkildir. Cenab-ı Hakk'ın yaratıcı kudreti
aralıksız olduğu gibi atomların sayısı da sonsuz olamaz. Her an yeni atomlar
yaratılmakta evren de giderek büyüyüp genişlemektedir[268].
Kur'an-ı Kerinı'de buyurulduğu gibi "Cenab-ı Hak yaratıklarına istediğini
ilave eder"[269] Varlık Allah’ın atoma verdiği
bir özelliktir. Bu özellik verilmediği sürece, atomlar sanki Allah'ın kudet
perdesinin altında saklı kalırlar. Vücuda gelmeleri ise ilahi kudretin görünür
ve elle tutulur hale gelmesinden başka bir şey değildir[270]
Eş'arilere göre atomlar temel bakımından hacimli değildirler. Ancak toplu halde
belli bir yer işgal ederler ve mekanda yer tutarlar[271].
İkbal, Eş'arilerin atomculuk nazariyesini İslam Düşüncesinde yaratılış
fikrini geliştirmek için samimi bir çaba olarak kabul etmektedir. İkbal'e göre
bu nazariye Aristo'nu sabit ve sakin varlık fikrinden ziyade Kur'an'ın ruhuna
uygunluk arzetmektedir. Ancak bu nazariyenin de bir çok eksik yönleri vardır[272].
Eş’arilerin yaratılış fikrinin merkezinde yer alan "cevahir"
denilen ve daha bölünmesi mümkün olmayan bu atomlar, son zamanlarda yapılan
ilmi çalışmalar neticesinde parçalanarak aynı zamanda büyük bir enerji elde
edilmiştir. Böylece çağımızın ilmi ve teknolojik gelişmeleri sayesinde maddenin
en küçük parçası olan atomun dahi daha da küçük parçacıklara ayrılması,
zihinlerde yeni ufuklar açmış, yeni araştırmaların yolların göstermiş ve yeni
soru işaretleri bırakmıştır. Bugün hala varlığın ilk madesi ve en küçük maddesi
hakkında gerçek belirli bir şey bulunabilmiş değildir[273].
Neticede şunu söyleyebiliriz ki; her ne kadar İkbal, Eş'arilerin
atomculuk fikrini benimsemiş olması, bu fikri Kur'an'ın ruhuna aykırı kabul
etmediğindendir. İkbal'e göre varlık, önceden olmuş bitmiş bir planın tahakkuk
ettirilmesi değil Mutlak Zat'ın bizzat yaratılışa katılmasıdır. Bu konuda yine
en son ve doğru söz Kur'an-ı Kerim'e aittir. "Allah her an yeni bir
yaratma halindedir"[274].
İkbal'in felsefi fikirlerinde "zaman" ve "mekan"
kavramı birbirleriyle bağlantılı ve iç içedir. Zaman kavramı bir yanda yaratılış
ve varlık kavramıyla bağlantılı olduğu gibi, "benlik" ve "mutlak
ego" kavramlarıyla da iç içedir. İkbal'e göre zaman ve mekan kavramının
anlaşılırlığı güç olduğu kadar, o derecede gerçek niteliği ortaya konamayan bir
problemdir. Ancak zaman kavramının kısmi de olsa anlaşılırlığının ortaya
konulabilmesi için ömür tecrübesinin dikkatlice tahlil edilmesinden sonra
anlaşılabilecektir[275].
Zaman problemi her dönemde filozofların ve mutasavvıfların dikkatini
çekmiştir. Bunun en önemli sebebi; Kur'an-ı Kerim'de zamanla ilgili olarak
geçen; "Gece ve gündüzün nöbetleşerek değişmesinin Allah'ın en büyük
ayetlerinden biri" olduğunu ifade eden ayetlerin[276]
mevcudiyetinden kaynaklanmaktadır.
İslam düşüncesinde zaman gerçeğini ilk defa felsefi açıdan ele almaya
çalışan, Eş'ariler olmuştur. Eş'arilere göre zaman, münferit "şimdi"
1er dizisidir. Bu teze göre her iki münferit "şimdi" veya
"an"lar arasında işgal edilmemiş bir an, yani bir zaman boşluğu
vardır[277]. İkbal'e göre Eş'arilerin bu
görüşü anlamsızdır. Çünkü Eş'ariler zaman gerçeğini dıştan incelemeye
çalışmalarından dolayı bir sonuç çıkmamıştır[278].
Newton zaman ile ilgili varsayımlar ortaya atan filozoflardan biridir.
Newton, zamanı, kendi vücudu ve niteliği bakımından her zaman aynı şekilde
yürüyen ve ilerleyen bir şey olduğun kabul etmiştir. Ne varki; Newton zamanın
ilerleyişi, hareketi ve akışına rağmen bunu bir nehre benzetmiştir[279]. îkbal'e göre Newton'un zaman
ile ilgili görüşü pasif ve dıştan olduğu için bir çok itirazlara maruz
kalmıştır. Bu görüşe itiraz edenler, bu nehre düşen bir şeyin ne gibi bir
değişikliğe uğrayacağını, veya zaman bir akarsu1 olarak kabul
edildiği takdirde bunun başlangıcıyla sonu ve sınırları hakkında kesinkes fikir
elde edemeyiz. Bu bakımdan zamanı harici veya nesnel kabul eden tezler çok
itirazlara maruz kalacaktır.
İkbal zaman konusuna neticede şunu kabul etmektedir: "Modern bilimin
zaman teorisi Eş'arilerinkinin aynısıdır. Ayrıca son zamanlarda zamanın
niteliği konusunda ekle edilen buluşlara dayanarak modern fizikte, maddenin
varlığının süreklilikten yoksun olduğu tezini ortaya koymuştur”98.
İkbal’in kabul ettiği diğer bir husus da; zamanı anlamak için bir duygu
organına salip olmamakla beraber zaman bir çeşit akıştır ve onun gerçek bir dış
varlığı yoktur".
İkbal'e göre gerek Eş'ariler, gere kese çağımızın bilim adamları zamanla
ilgili teori geliştirirken bunun psikolojik yönünü araştırmamışlardır. Neticede
ise zamanın sübjektif varlık yönünü bir yana bırakmış, hatta unutmuşlardır100.
Bundan dolayıdır ki. teorilerinde biri maddi cevherler, diğeri zanıatıi
cevherler olmak üzere iki ayrı nizam yer almaktadır. Bu nedenle, maddi
cisimlerin zamanı, bu dünya ve gezegenlerin dönüşünden ileri gelir ve bunu
geçmiş, şimdiki ve gelecek zamana bölebiliriz. Ama bu zamanın niteliği öyledir
ki ilk yönü geçmeden İkincisi gelmez. Maddi olmayan cisimlerin zamanı ise sıra
takip etmesine rağmen, günlerin her biri maddi cisimlerin birer yılına eşit
olur. İkbal'e göre şimdi, maddi olmayan cisimlerin zamanından kademeli olarak
ilerlediğimizde, en son ilahi zamana varıyoruz ki, bunda süre diye hiç bir şey
yoktur. Bu sebeple bunun ne bölünmesi ne de sıra takip etmesi veya değişmesi
meselesi ortaya çıkar101. Bu itibarla ilahi zaman, Kur'an-ı
Kerim'de.
"ikbal,
a.gc . s. 105., Bkz. Aydın, a.g.e.,s.l 10 "ikbal. ilmi Düşüncenin Yeniden
...s.105.
101
Aynı esci, . s.107.. - "Ümmül
Kitap" (kitapların anası) 1112 olarak tanımlanan zamandır. Bu
öyle bir zamandır ki. içinde bütün tarih, sebep- netice sırasından bağımsız
olarak bir tek bölünmez ebediyet üstü "şimdi" de toplanmıştır111
V
Zaman konusunda daha iyi anlaşılabilmesi için şuur tercrübesi daha iyi
tahlil edilmelidir. İkbal'e göre cevheri zamanın meydana gelişi şöyledir: insan
nefsi yalnızlıktan topluma girdiğinde, yada başka bir deyimle, sevgi'den
zeka'ya hareket etliğinde, varlığını kanıtlar ve cevheri zaman işte bu
hareketten hasıl olur. İşte şuurlu tecrübemize göre her şeye egemen olan
"ego"nun hayatını, sonlu veya geçici nefisle kıyas ettiğimizde,
mutlak benlik veya Ego'nun zamanı sıra takip etmeyen değişmedir...
İkbal'e göre Mutlak Ego ile serili zaman arasındaki ilişki şeyledir:
Serili zaman ile ilahi zaman öyle bir organik birliktir ki, içinde cevheri
belirti görülüyorsa bu da yaratıcı hareketinden ileri geliyor. Gerçek ego,
kendi kişiliğinin sonsuz ve belirsiz imkanlarını gerçekleştiriyor ve ölçüyor.
Bu itibarla "ego" bir yandan ebedi hayat yaşar, yani sıra takip
etmeyen zaman- diğer yandan da sıra takip eden zamanı yaşar11’4.
Bu nedenle Kur'an-ı Kerim'de "Gece ve gündüz
^-İkbal in bir çok kavrama değişik manalar
yüklediğini belirtmiştik "Ümmül Kitap" ifadesi K. Kerim'de üç yerde
geçmektedir. Müfessirler bu ifadeyi "eevher-i mahfuz" ve "ilmi
ezeli ilahi" diye açıklamaktadırlar. İkbal ise bu kavrama "İlahi
zaman" diyerek değişik bir mana kazandırmaktadır. (Bkz. Yazır. A. Hamdi,
Hak Dini Kuran Dili. e.IV. s .1003.)
İkbal, Dini Düşüncenin Yemden ... s. 107
i'14
Aynı eser. ...s. 109.
arasındaki fark Allah'tandır"[280]
ayetini ancak bu yönde anlamak gerekir.
Gerçekte şuurlu tecrübelerimiz daha derinden tahlil edildiğinde, saf
zaman, soyut ve tersine çevrilebilir anlardan müteşekkil bir dizi olmadığı
ortaya çıkar. İkbal'in ortaya attığı saf zaman fikri, içinde geçmişin arkada
bırakılmadığı aksine şimdiki zamanla hereket eden ve ilerleyen bir organik
bütündür. Gelecek ise; katedilmesi gereken bir yol değildir: Geleceği biz
sadece önümüzde buluruz. Var olduğunu söylüyorsak da sadece belirsiz bir imkan
olduğu için işte organik bütün olarak bilinen zamanla ilgili bu kavram,
Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "kader" olarak addolunmaktadır[281] .
İkbal'e göre dünyada zaman; küreyi arz'ın deveranı olarak görüldüğünden
maddi ve dünyevi sebeplere bağlıdır. Bunun içinde günler geçici sayılmaktadır.
Ancak insan için gecesi gündüzü olmayan zamana erişmek en yüksek, maksatlardan
biridir.
"Ben bu dört cihetli alemin gününü gördüm. O günü ki Onun nuru
sarayı ve köyü aydınlatır. Bu gün yalnız seyyarenin firarından ibarettir;
yalnız "geçti gitti" diyebilirsin, başka bir şey değil. Günlerden
olmayan gün ne güzeldir. O gün ki, onun sabahının ne öğlesi ne akşamı var"[282].
Görüldüğü gibi, İkbal'e göre iki zaman mevcuttur. Birincisi, gördüğümüz
her an yeni bir vaziyet, yeni bir hal husule getiren bir zaman ki ruhumuzun bir
halidir. Bu zamanda her değişme, doğmak, ölmek, sevinç, keder, geliş, gidiş,
vaki olur. Bu geçici insani zaman, yaratılış anında husule gelmiştir. Bu zaman,
dünya bulunmayınca yoktu. İkinci zaman anlayışı ise, ilahi zaman anlayışıdır
ki, Allah'da bambaşka bir zaman mevcuttur. Bu takibi olmayan tahavvül, yani
zamana bağlı olmayan bütün hadiseleri bir tek anda ihtiva eden ilahi bir zaman.
Allah'ın zamanı, illet rabıtasına bağlı değildir. O, organik bir
Küll'dür. İkbal, bu zamanları Kur'an-ı Kerim ayetlerine dayandırmaktadır.
Serili zamanı ihtiva eden ve alemlerin altı günde yaratıldığını ifade eden
Furkan suresinin 59. ayeti bu zamanı belirtmektedir. İlahi zamanı da Kamer
suresinin 50. ayetinde yaratılışın bir lahzada vaki olduğunu buyuran ayete
dayandırmaktadır.[283]
İkbal, zaman anlayışına tasavvufi bir bakış açısı getirerek vakti kılıca
benzetir. Bu kılıcın sermayesi ve kaynağı ise hayattan gelmektedir. O kılıca
sahip olanların, Musa'nın Yed-i Beyza'sından daha kudretli, Onun vuruşuyla
deniz suyunun çekileceğini, Hayber'i fethedenin elinde bu kılıcın kuvveti
bulunmaktadır[284]. "Ey dün geceye, yarına
esir olup kalan, gönlünde başka bir alem var onu gör"[285]
diyerek bütün zamanlara hakim olabileceğimiz ilahi zamanı yakalamayı telkin
etmektedir. İkbal'e göre Müslüman olan, zaman ve mekan gibi şeylere köle
olmaması gerekir: "Li maallahi vaktun" hadisini hatırla ve vaktin
remzi nedir anla. Şu, bu, vaktin yürüyüşü ile meydana gelir. Hayat vaktin
sırlarından bir sırdır. Vaktin aslı güneşin deveranından meydana gelen hır şey
değildir. Vakit ebedidir, güneş ebedi değildir"111 .
İkbal, insanları hür ve köle diye ikiye ayırır. Dünyevi kayıtlara
bağlanan, cevheri zamanı koşuşturan kişiyi köle, zaman ve mekan kaydından
kurtularak ilahı zamanı yaşayanı ise hür olarak tanımlar512:
"Köle" gece ile gündüz arasındaki bir saçma bir hezeyan olup erirken,
hin insanın gönlünde zaman bir saçma ve hezeyandır.
Köle, gece ile gündüzü kendi üzerine kefen gibi örer. Hür ise kendisini
gece ile gündüzün üzerine örer"1 .
İkbal'e göre, köle: zaten elde edilmiş olan şeyleri elde etmekle
uğraşır., daima olduğu yerde kalır, devamlı sabah akşam aynı şeyleri tekrarlar
durur. Hür ise: her an yeni bir iş ortaya koyma peşindedir, devamlı yeni
nağmeler üretir.
Görülüyor ki .gerçekten İkbal'in bu karşılaştırması zaman ve mekan
kaydında olanların köle; bu kayıttan kurtulanların hür olarak yaşadıkları bu
dikkat çekici fıkirlerıye ortaya koymaktadır. Çünkü O. köleyi tanımlarken
günler onun için bir zincirdir ve dudağında daima "kader” kelimesi
bulunmaktadır. Hür insan ise. himmetiyle, kazayı ilahiye işaret vererek hadiseler
onun eli ile vücuda gelmektedir. İkbal’e göre ilahi zamana hakim olan insan,
kadere hükmedebilir”4.
Maddi ve ilahi zamana hakim olmanın yolu. İkbal’e göre; kişinin kendi
gönlünün derinliklerine dalmasıyla mümkündür: "Vaktin sırrına ermek için
gönüle dalmak lazımdır."[286] [287].
"Biz bugün ve yarın derdinden kurtulmuşuz Gönlümüzde yalnız Hak sevgisi
vardır"11,6.
Müslümanlar, ilahı ve maddi zamana hükmettikleri devirlerde, yüksek
medeniyetler kurmuşlardır. Onların ayağının tozundan bu yeni asır meydana
gelmiştir. İkbale göre Müslümanlar her ne kadar bugün bu parlak medeniyeti
ellerinden kaçırmış olsalarda. yine de son zamanlarda yeniden uyanışı gözardı
etmemek gerekir[288].
İkbal'e göre; Zaman ve mekan problemini felsefi açıdan ele alırken, maddi
cisimler için kullanılan, yakınlık, temas, cihet, karşılıklı ayrılık, gibi
kelimeler Zat-i İlahi’ye uygulanmaz[289]
. İlahi hayatın evrenle olan teması, ruhun bedenle olan ilişkisi gibidir. Ruh
ne bedene bitişik, ne ondan ayrıdır. Ruhun mekani varlığı kabul edilip ortaya
konulmadıkça, ilahi hayatın kainatla olan ilişkisi ortaya konamaz[290] [291].
İkbal'e göre mekan, maddi cinslerin mekanı, maddi olmayan cinslerin
mekanı ve ilahi zatla ilgili mekan olmak üzere üçe ayrılır1-0.
Maddi cinslerin mekanı da üçe ayrılmaktadır. Birincisi kesif veya yoğun
cisimlerin mekanıdır. Bu cisimlerle genişlik ve büyüklük ispat edilir. Ayrıca
bu mekanda hareket zaman alır; cisimler kendilerine ait olan yerleri işgal
ederek kendilerinin oynatılmasına karşı direnirler.
Maddi cisimlerin çeşitlerinin İkincisi, ince ve latif cisimlerin
mekanıdır. Hava ve ses gibi. Bu mekanda cisimler birbirine karşı koyarlar.
Hareketleri de zamanla ölçülebilir. Üçüncüsü ışık mekanıdır. Güneş ışığı,
anında yeryüzünün en ücra köşesine ulaşır. Bu şekilde, ışık ve ses hızı
karşısında zaman hemen hemen sıfıra inmiştir.
Bu itibarla, ışık mekanı, hava ve ses mekanından tamamıyla farklıdır. Bir
mum ışığı, odadaki havanın çıkmasına gerek duymadan her tarafa yayılabilir. Bu
da ışık mekanının hava mekanından daha ince ve latif olduğunu gösterir[292].
Maddi olmayan cisimlerin mekanı ise; İkbal'e göre bu cisimlerin
hareketleri, zamana bağlıdır. Mesafe unsuru tamamen olmasada kısmi olarak
bulunmaktadır. Çünkü maddi olmayan cinsler taş duvarlarından kolaylıkla
geçibilmelerine rağmen, hareketleri zamana bağlıdır.
îlahi mekan ise her türlü boyuttan uzak olup, bütün sonsuzların
birleştiği noktadır[293].
Bilgi problemi felsefi düşüncede önemli bir problem olarak yer tutar.
Çünkü bilmek hem çok çeşitlidir hemde bilmeyi açıklamaya kalktığımız zaman
karşımıza bir çok problem çıkar. Bilgi fiili bir suje-obje münasebetidir.
Bilme, insanı başka varlıklardan ayıran esaslı bir özelliktir[294].
İslam düşüncesinde filozoflar bilgiyi bir kaç sınıfa ayırmışlarır[295]. İkbal'e göre bilgi, dini
tecrübeye dayanmakta olup, soyut bilgi, tek başına işe yaramamaktadır. Ayrıca
İkbal'e göre asıl bilgi Mutlak Hakikatin bilgisi olup bu bilgiyle ulaşmanın
yolu da iç tecrübeye dayanmaktadır[296].
İslam düşüncesinde filizoflara göre bilgi bedihi ve
kat'i bir takım prensiplere dayanır. Bazı filozoflar -İbn Sina, Farabi- hads
ile doğrudan doğruya elde edilen bu prensiplere istintaç yoluyla bütün
bilgimizin çıkarılabileceğini kabul ederler[297].
Filizofların bir kısmı da bilgi edinmede tecrübenin rolünün büyük olduğu, bu
bilgi edinme yolunun da his ve idrakle başladığını belirterek, tecrübeyi akıl
çerçevesi dışında tasavvur etmezler[298]. .
a) İkbal’e göre, hakikat bilgisine ulaşmak için gözlem ve
düşünceye, bundan başka his ve idrak fiiline ihtiyaç vardır. Bir ha^a husus da Mutlak
Hakikatle kişinin doğrudan doğruya ilişki kurmasıdır, İkbal,, Kur'an-ı Kerim in
fıtrat ile ilgili ayetlerin insanın doğaya bağlı olduğunu ve bu doğrudan
ilişkinin doğadaki güçleıi yönelme bakımından bir çok imkanlar sağlar. Ancak bu
güçleri yönelme olayı manevi hayatta yükselmek için kullanılması gerekir'28.
h) Hakikatin tam anlamıyla bilinmesi için bilginin bir diğer
kaynağı "kalbedir. Kalb. iç dünyada oluşan bir seziş, bir kavrayış olup
bizi hakikatin hisle ve idrakle erişilemeyen yönleriyle temasa getirir'29
e) İkbal'e göre bilginin kaynaklarından biri de lasavvufi tecrübedir. Bu
tecrübe bir hayal olarak reddedilemez'20. Tam aksine, insanlık
tarihinde en kalıcı ve en hakim unsur olarak kalmıştır. İkbal'e göre normal
insani tecrübeyi bir gerçek ve güvenilir olarak kabul etmek gerekir. Bu nedenle
bu tecrübelerin seziş-duyguyla başlamadığı gerekçesiyle reddedilmesi veya
gözönüne alınmaması doğru değildir12' .
d)
İkbal, Kur'an-ı
Kerım'den yola çıkarak iki tane daha bilgi kaynağının varlığından söz eder. Biri
tarih, diğeri ise tabiattır'22. Bu iki bilgi kaynağı Mutlak Hakikat
bilgisine vakıf olmak ve Mutlak Hakikatin işaretlerini insanın duygu ve
sezişinin kapsamına giren her şeyi tüm doğada müşahede
t w . . .
‘-"İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s.34. Kış. Ülken,
İslam Düşüncesi, s.256.
'29Avnı yer, Krş. Çubukçu, Türk Düşünce
Tarihinde Felsefe Hareketleri, Ank. 1986. s. 133, El Behıy. a.g.c. s.335.
'20 İkbal. Dini
Düşüncenin Yemden.., s.35, Krş. Çubukçu. Islâm .... s.133. ’
' 2'Dini
Düşüncenin Yeniden... s.43.
'l2Dini
Düşünenin Yeniden., s 175.
etmek için önem arz.etmektediı1'3. Bu iki bilgi
kaynağı araştırıldığında İslâm'ın ruhu ve canlılığı tam olarak ortaya
çıkmıştır. Kur'an-ı Kerim; Mutlak Hakikatin işaretlerini 'giineş"teb’4,
"ay "da135, "gölgenin uzaması nda !”(1.
"gece ile gündiiz"ün değişiminde 137, "insanlar
arasındaki renk ve dil" farkında1 ve "kavimlerin hayatında
başarılarla başarısız.lıklar"da, w, kısacası insanın duygu ve
sevişinin kapsamına giren tüm doğada görmek mümkündür14''.
Müslümanın vazifesi bu işaretleri görüp düşünmektir. Bunları "sanki sağır
ve kör gibi"l41 görüp, geçmek, gelecek hayatın gerçeklerine
karşı kör kalmak olacaktır14-.
Kur'an-ı Kerimin tabiri ile '.Allah'ın günleri” diye tanımlanan ve bilgi
kaynaklarından biri olan tarih, İkbai'e göre insanların bilgi edinmeleri
açısından ele atandığında şu gerçekle karşı karşıya kalınır: "Kur'an-ı
Kerim'in bize öğretmek istediği başlıca kurallardan biri şudur: Milletler
topluca değerlendirilir ve kötü hareket ve davranışların cezasını hem bu
dünyada hem öbür dünyada çekerler. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği vurgulamak için
sürekli tarihten örnekler
' ’’3
Aş nı eser, s.l 76, 134Lokaıı. 29-30. l35FaUr. 13.
,32Fuıkan45-4ft.
137
Yasin. 37, 13SHucur;.l. 13.
1 Mü'minun. i 15. Nisa, 84. '
14bİkbJ.
Diri Düşüncenin Yeniden... s Î74. 141 Bekara. 18
14~İkbal.
Dini Düşüncenin Yeniden... s.176. gösterir ve okuyucuları, insanoğlunun geçmişte ve
şimdiki tecrübeleri üzerinde durup düşünmeye davet eder147.
Tarihin bilimsel bir şekilde incelenmesinin, daha geniş bir hayat
tecrübesi, pratik aklın daha çok olgunlaşması ve nihayet hayat ile zamanın
niteliği konusunda bazı temel görüşlerin tam olarak anlaşılması demektir[299]. Genel olarak bu konuda
Kur’an-ı Kerim'in verilerine dayanarak iki ana prensiple karşılaşırız:
1-
İnsan menşeinin birliği:
Kur'an-ı Kerim: "Ve biz hepinizi bir tek nefisten yarattık"[300] diye buyurulan bu ayete göre
ancak organik bir birlik olarak hayatı idrak etmek, yavaş yavaş elde edilen bir
başarıdır. "Bu görüşün gelişmesi bir ümmet veya kavmin dünya olaylarının
ana akımına girmesine bağlıdır". İslam bu fırsatı cihanşumül bir
imparatorluğun kurulup, hızla gelişmesiye elde etmiştir[301].
2-
Zaman gerçeğini ve hayatın
zaman içinde sürekli bir hareket olduğu kavramını iyice anlamak147
Görülüyor ki, İkbal, tabiatın araştırılması dış dünyada olup bitenlerin,
Mutlak Hakikatin işaretleri olduğunu ve bunların araştırılarak ibretle ve
hayretle gözlenmesi gerektiğini belirtmektedir. Aynı zamanda geçmiş ümmetlerin
akibetlerinin incelenmesinde insanlar için çıkarılması gereken derslerin var
olduğunu da vurgulamaktadır. Dolayısıyla tarih ve tabiat insan için birer bilgi
kaynağı olup kendi geleceğine yön vermesi açısından değerlendirilmesi
gerekmektedir.
İkbal'e göre; ilahi bilgi, sonsuz nefes yani Allah'a nisbet edilince bu
yalnız istidlali ilim manasına gelmektedir. İstidlali ilim zamana ait
ameliyedir: "Bu öylesine inkar edilemez bir "diğer" (gayr)ı
çevreliyor ki, bunun kendiliğinden var olduğunu ve kendinin şuurunda olan
ego'nın karşısında bulunduğunu biliyoruz. Şimdi ilahi ilmi de bu anlamda her
şeyi kapsayan bir ilim olarak kabul etsekte bunu Zat-i İlahiye dayandıranlayız.
Çünkü Zat-i İlahi her şeyi kuşatan ve bu nedenle geçici ve fani nefis gibi
diğer eşyaları incelemekle meşgul olduğunu söylemek yanlış olacaktır"[302]. İkbal'e göre ilahi ilmin bir
"diğer" (gayr)e göre niteliği her zaman izafi olacaktır. Her şeyi
kuşatan Zat "diğer" olamaz. Çünkü düşünce ve hareket yani ilim fiili
ve hilkat fiili aynı anlamı taşırlar.
İkbal, ilahi ilim kavramına bir başka tanım daha eklemektedir. Bu tanıma
göre: Cenab-ı Hakk'ın ilmi, bir Külli ilimdir ki, O, Allah'ı sürekli bir
"şimdi" içinde bir belirli olaylar düzeni olarak kabul edilen bütün
tarih akışından dolayı haberdar kılan bir tek bölünmez idrak fiilidir[303] [304].
Bu görüşe göre evren sanki nihai şeklini almıştır; gelecek belirlenmiştir; daha
önceden tayin edilen ve artık değişmesi mümkün olmayan olaylar zinciri, daha
güzel ve daha üstün bir kader gibi Allahü Teala'nın yaratıcı faaliyetini her
zaman için belli bir yola koymuştur130. Aslında ilahi'ilmin geniş
kapsamlı bir bilim gibi telakki edildiğini belirten İkbal: "Oysa, ilahi
ilim, ona kendiliğinden ayakta durduğu gibi görünen eşyaların uzviyet
bakımından birbirine bağlı bulunduğunu canlı yaratıcı bir faaliyet olarak
düşünmekle, onun gelecek olayları önceden bilme fiilini kurtarmış oluyoruz,
İkbal'e göre ilahi zatın yaratılış hayatında geleceğin varlığı zaten vardır.
Ama, uzun bir müddet önce planı çizilmiş olan bir olaylar zinciri gibi değil;
belirsiz bir imkan olarak durmaktadır1 ")l .
[1] Karahan, İkbal'in ..., s. 19, Asrar, Doğudan
..., s. 17
[2] Asrar, a.g.e.. s. 18.
[3] İkbal
Muhammed, Esrar-ı Hodi, çev: Ali Nihat Tarlan, İstanbul 1958, s.10, Asrar.
a.g.e., s.19
[4] Asrar,
Doğudan .... s. 19.
[5] Sadi kul. Dosunun Uyanışı, İstanbul 1985,
s.39, Tarlan, Esrar-ı ...
s. 10.
'
Karahan, ikbal'in .... s.20. Asrar, a.g.e,, s. 19 o
Mac
Taggert, Ingiltere'de Hegel felsefesini yeniden canlandıran bir bilim adamıdır,
(bkz. Karahan, a.g.e., s.20).
[8] R. A. Nicholson, Mesnevi'yi'İngilizce'ye çeviren bir
şarkiyatçıdır. İkbal'in "Esrar-ı Hodi" isimli eserini İngilizce'ye
çevirip Avrupa'da
[12]Karahan.
İkbal'in .... s.21. .
[13]Asrar,
a.g.e., s.22.
[15]Karahan, İkbal'in..., s.22.
[16]Bkz. "Şikva'1, "Cevab-ı
Şikva". çev: Ali Genceli, Pakistan Postası, ç.24,
[19]Schimmel Annemarie,
Peygamberane Şair ve Filozof Muhammed İkbal, çev: Senail Özkan, Ankara 1990,
s.78.
[21]Schimmel. Peygamberane Şair
..., s.26., Yaşar Selahaddin, Muhammed İkbal, İst.1988, s.150.v.d.
[23]Karahan,
İkbal'in .... s.29. Asrar. Doğudan .... s.28
9 S •
[25]Karahan. a.g.e., s.42. Schimmel. Cavidname, (giriş)
[26]SchimmeI.
Cavidname, (giriş), s.9.
[27]Schinımel,
Cavidname. (giriş), s.10.
[28]Asrar, Doğudan .... s.35,
Karahan, İkbal'in .... s.43.
[29]İkbal
Muhammed, The Development Of Metaphysics in Persia. München 1908, çcv: M.M.
Şerif. İran'da Metafiziğin Gelişimi, İst. 1971.
[30]Ikbal,
a.g.e.. s.90. vd.
[31]İkbal.
a.g.e.. s.131.
[32]İkbai.
a.g.e., s. 133.
[34]İkbal.
a.g.e.. s.l99 vd.
[35]İkbal,
a.g.e.. s.241. vd
[36]Karahan,
İkbal'in ... , s.36. Asrar, Doğudan ..., s.37, Schimmel,
Cavidname,
(giriş),s.9.
[37]Schimmei,
Cavidname. (giriş), s.3S.
[38]Yüksel
Ali, "Benlik ve Toplum". İst. 1990. s.95.
[39]Schimmel,
Cavidname. (giriş), Karahan. İkbal'in .... s.38. Asrar.
Doğudan .... s.38.
[40]Karahan,
a.g.e.. s 38,
[41]Schimmel,
Cavidname, s.XXI.
[42] Schimmal, Cavidname. s, xxı.
[43] Karahan. İkbal'in .... s.39. Asrar s.36.
[44] Karahan. aynı yer.
[45] Karahan, İkbal'in .... s.39.
"Dinle
bu ney nasıl şikayet ediyor, ayı ılıkları nasıl anlatıyor. Beni kamışlıktan
kestiklerinden beri t ey radı nidan erkek kadın herkes ağladı. Mesnevi, e.I. s.
I.
66
İnsan bu yedi renkli dünyada Cenk gibi teryaddan yamıyor hem nefese yeni (can
ciğer arkadaşına) duyduğu hasret onu yakıyor, ona dilnuvaz nâleler öğretiyor.
C. Name, s-,I.
65
Zurvan; eski İran dininde Zaman İlâhi idi. İkbal burada zaman ve mekanı aşarak
yolculuğa çıktığında kendisine rehberlik etlen Mevlâna’yı tanımlamaktadır. Bkz:
Cavidname. s.46.
[48] Bal-i Cibril, s. 75.
[49] Bal-i Cibril, s.95.
[50] Karahan. İkbal'in ... . s.) 19.
[52]
Karahan, a.g.e.. s.40.
[53] Karahan. İkbal’in .... s.44.
[54] Riaz Muhammed, Muhamnıed İkbal’in Eserleri. Pakistan
Büyükelçiliği.
(makale) Ankara. (Tarihsiz)
[55] Riaz. a.g.e.
[56] Evrengzib (1618-1707), 1658 de "1. Alemgir" Unvanıyla
hükümdar olur. 1707 de ölümü, Hindistan'ın çöküş döneminin başlangıcı kabul
edilir. Bkz. Yurdaydın Hüseyin Gazi. İslâm Tarihi dersleri, Ank, 1938, A.Ü.İ.F.
yay. s.31 l.vd
[57] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c.9,
s.508.
[58] Yaşar Selahaddin, Muhammed İkbal. Hayatı
Sanatı, Mücadelesi, İst.
I9SS, s.13.
[60] Yaşar, aynı yer.
[61] Yaşar, s. 14. ’
[62] Yaşar, s. 16. ,
[63] Yaşar, aynı yer. Kul Sadi. Doğunun Uyanışı, s.22.
[64] Yaşar. M. İkbal, s. 17.
[67]Yaşar, M. İkbal, s. 21. Sadi,
a.g.e., s.26.
[68]Sadi.
Doğunun .... s.26. (Ayetuîlah Mutahhari'den naklen)
[70]Fazlıırrahnıan.
"Islâm" cev: M Dağ. M Avdın,İst. 1692. s.304.
[72]Arınııoglii.
20. yy Siyasi Tarihi. Ankara. 1987, s.4l.
[73]Armaoğlu,
20. yy ..., s.41.
[74]Yurdaydın,
İslâm .... s.169.
[75]Yurdaydın,
s.171.
[76]Yurdaydın.
a.g.e., s.172.
[77]Yurdaydm,
İslâm ..., s. 173.
[78]Geniş bilgi için bkz. Fahri
Macid. İslâm Felsefesi Tarihi çev: Kasım Turhan, İst. 1992. s.301. vd.
Fazlurrahman. İslâm, s.295. vd.
[79]Schimmel. Cavidname,
(giriş)s.5.
[80]İkbal,
Peyam-ı Meşrık, çev: A.N. Tarlan, Ank. 1956. s.18
[81] İkbal, "Şikva" çev:
Prof. Ali Genceli, Pakistan Postası Ocak 1976, c.24. sayı 1. s.15.
[84]İkbal,
"Şikva"
[85]İkbal,
a.g.e., s. 18
[86]Genceli
Ali, Allame İkbal'den, Pakistan Postası, c. 24. sayı 2. s.15.
[87]
İkbal, "Şikva", s. 16.
[88]İkbal, a.g.e.. s.16. .
[89]İkbal.
Cevab-ı Şikva P. Postası, s.17.
[90]İkbal. a.g.e.. s.16., bkz. Schimmel. Peygamberane Şair
..., s.14
[91]
Aynı eser, s.19.
[92]İkbal,
C. Şikva, s.65.
[93] İkbal. Armağan-î Hicaz, s.57.
[94] İkbal, Bal-i Cibril, s.93.
[95] İkbal. Peyam-ı Meşrık, s.40.
[96] İkbal, Armağan-i Hicaz, s.31
[97] İkbal, Bal-i Cibril, s.ll.
[98] İkbal. Esrar-ı Hodi, s.62.
[99] İkbal. Aynı yer.
[100] İkbal, Darb-ı Kelim, s.62.
[101] İkbal, Bal-i Cibril, s.65. -
[102] İkbal, Bal-i Cibril, s.59.
[103] İkbal, Gülşen-i Raz-ı Cedid, çev: A.N. Tarlan. İst. 1960.s.7.
[105] İkbal, Bal-i Cibril, s.38.
[106] İkbal. Bkz. Kader ve Hürriyet, s. 152.
[107] İkbal, Bal-i Cibril, s.l 17.
[108] İkbal, Darb-ı Ketim, s.l2.
[109] İkbal, Esrar-ı Hodi. s.62.
[110] İkbal, A. Hicaz, s.33.
[111] İkbal, B. Cibril, s.127.
[112] İkbal, D. Kelim, s.l I.
[113] İkbal, Cavidname, s. 266.
[114] İkbal, Bal-i Cibril, s.127.
[115] İkbal, Cavidname, s. 167.
[116] İkbal, Bal-i Cibril, s90.
[117] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ..., s.219.
[118] İkbal, Aynı yer.
[119] İkbal. Bal-i Cibril, s.69.
[120] İkbal, Aynı eser, s.29.
[122] İkbal, B. Cibril, s.45.
Cevab-ı Şirva, Pakistan Postası, s.17
[123] İkbal, Peyam-ı Meşrık. s.122. '
[124]Asrar,
Doğudan bir ses, s.20.
[125]Karahan,
M. İkbal'in Eserlerinden Seçmeler, s.48.
[127]Karahan,
M. İkbal'in ..., s.47 Asrar, Doğudan ..., .21.
[128]Asrar.
aynı yer. -
[129] İkbal, Peyarh-ı Meşrık, s.l 10, Krş. Mian Beşir Ahmet, Hz. Mevlâna
ve İkbal, Sebil iıırreşad, c.5. sayı. 114.S.219.
[130] İkbal. Esrar-ı Hodi, s.27.
[132] İkbal. Bal-i Cibril, s. 145.
[133] Edip Eşref, Mehmet Akif, Hayatı, Eserleri ve 70
muharririn yazıları, İst.
k!960, s.146.
[134] İkbal Muhammed, İran'da Metafiziğin Gelişimi, s.65.
[135] Schimmel, Cavidnâme, (giriş)s.7.
[136] İkbal, Esrar-ı Hodi, s. 28.
[137] Mevlâna, Mesnevi. c.I. s.l.
[138] İkbal, Esrar-ı Hodi, s.25.
[139] Mevlâna, Mesnevi, C.I. s.l
[140] Mevlâna, Esra-ı Hodi, s.26.
[141] İkbal, Z. Acem, s.242.
[142] Mevlâna, Mesnevi, C.I. s.l
[143] İkbal, E. Hodi. s.28.
[144] İkbal, E. Hodi, s.27.
[145] İkbal, Esrar-ı Hodi
[146] İkbal. Cavidname, .24.
[147] Karahan, Dr. M. İkbal'in eserlerinden Seçmeler, s.151.
[148] Karahan, s. 153.
[149] Karahan, M. İkbal'in ... , s.l 53.
[151] Asrar Ahmed, M. İkbal ve M.C. Rumi, Pakistan Büyükelçiliği
(tarihsiz) s. 1.
[152] Aynı yer.
[153]Aynı makale, s.3. Krş. M. Aminudddin,
Mevlâna C. Rumi'in M. İkbal üzerine etkisi. Kasım 1977, s.5. vd, İkbal, A .
Hicaz, s.37.
[154]İkbal,
Cavidname, s. 169.
[155]Asrar,
aynı makale, s.6.
[156]Nietszche,
Eylem Ödevi, s.60.
[157]Mevlâna.
Mesnevi, C.I. s.l. Bkz. Nietszzche, Eylem Ödevi, s.54.vd
[158] İkbal, İslâm'da ...,s,133.vd.
[159] Mevlâna. Mesnevi, C.I, s.367.
[161] Mevlâna, Mesnevi, C.I.s.16.
[162] İkbal, Bal-i Cibril, s.62.
110
[164]Schimmel.
Peygamberane şair .... s.4.
[167]Nedevi, Ebu'l Haşan. Dr. M.
İkbal, çev: Ali Ulvi Kurucu. İst. k!990.s57.
[168]İkbal,
Darb-ı Kerim, s.26.
[170] Aynı eser, s.69.
[171] Aynı eser, s.29.
[172] İkbal, Esrar-ı Hodi, s.26.
[173] İkbal, Armağan-i Hicaz,s.7.
[174] İkbal, Rumuz-i Bihodi, s.6.
[175] İkbal. En Nedevi, M. İkbal ..., s.67.
[176] İkbal. Bal-i Cibril, s.42.
[177]Aynı
eser, s.72.
[178]İkbal,
Peyam-ı Meşrık, s.68.
[179]
Aynı eser, s.35.
[180]İkbal,
Bal-i Cibril, s.65.
[181] İkbal, Bal-ı Cibril, s.64.
[182] Aynı yer.
[183] Aynı eser, s.70.
[184]İkbal,
Esrar-1 Hodi, s.50.
[186] Dini Düşüncenin Yeniden .... s.19, Krş, Gazali,
Elmun Kızu mined Dalal, çev: Hilmi Güngör, İst., 1990. s.25.
[187] Gökberk Macit, Felsefe Tarihi, İst.
1990. s.49.
[188] Nahl, 68,.69.
[189] Al-i İmran, 190.
[190] Casiye, 17-20.
[191] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ..,s.
18.
[192] İkbal. Aynı eser, s.20. Krş. Gökberk, a.g.e., s.62. Birand Kamira,
İlk çağ Felsefesi, Ankara, 1987, s.37.
[193] İkbal. İsra, 36.
[194] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..,s.19, Krş. Ülken Hilmi Ziya, İslam
Düşüncesi, İstanbul. 1946, s.37.
[195] İkbal. Dini
Düşüncenin Yeniden..., s.19, Krş. Gazali, Elmunkızu...,
[198] İkbal, Bal-i Cibril, s.64, Krş. ülken, a.g.e., s.41
[199]Aynı
eser, s. 170.
[200] İkbal, Zebur-u Acem, s. 173.
[201] İkbal, E. Hodi, s.40.
[202] Aynı yer.
[203] İkbal, Z. Acem, s.169,E. Hodi, s.40.
[204] Bilindiği
gibi Eflatun'a göre gerçek bilgi ideler bilgisidir. Bu bilgiler deneme
dünyasından kazanılmış değildir. İdeler ne meydana gelirler ne de yok olurlar.
Ayrıca varlıklar ideler alemi ve görünüşler alemi diye ikiye ayrılır. (Bkz.
Birand, İlk Çağ....,s 55, Krş. Gökberk, Felsefe ..., s.63)
[205]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden..,s.18.
2' Aynı yer,
Krş. İbn Rüşd, Faslul Maka], çev:Süleyman Uladağ, Felsefe- Din İlişkisi,
İst.,1985, s.113.
[207] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..,s.18, Krş.
İbn Rüşd, a.g.e.,s.l 10.
[208] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s.90,' Krş.
Çubukçu Agah, İslam Düşüncesi Hakkında Araştırmalar. Ankara, 1983, s.246.
[209]İkbal.Dini
Düşüncenin Yeniden ...s.21, Krş. Gazali. Mun kız .... s.61. Çubukçu, İslâm ...,
s.99, Taylan Necip, Anahatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul, 1985, s.250.
[210] İkbal, P. Maşrık, s.215. .
[211] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s.19, Krş. Fazlur Rahman, İslanrve
Çağdaşlık, s.272.
[212]Bolay S. Hayri, Felsefi
Doktrinler Sözlüğü, Ank. 1987. s.194.
[213]Gökberk, Macit, Felsefe
Tarihi, s.75, Krş. Mengüşoğlu Takiyyettin, Felsefeye Giriş, İst., 1968, s.100.
[214]ThaIes'e göre. Bkz. Gökberk,
Felsefe Tarihi. s20.
[215]Aniximendros'a göre; Gökberk,
a.g.e.,s.22.
[217]Xenopanes'e göre; Gökberk,
a.g.e.,s.27.
[218]Herakletios'a göre; Birand
Kamaran, İlk çağ ...,s,19
[219]Gökberk, a.g.e., s.61-84, Krş.
Birand, a.g.e.,s.55-76.
[220]Müslüman
filozofların hemen hemen bütünü. Alemin yaratıcısının Allah olduğunu kabul
ederler. Müslüman olmayan filozoflar gibi başka yaratıcı aramamışlardır.
[221]Ülken, H. Ziya, İslam
Felsefesi, İst. 1992, s.61, Krş. Kindi, Felsefi Risaleler çev; Mahmut Kaya,
İst. 1994, s.77.
[222]Geniş
bilgi için Bkz. Ülken, a.g.e., s.66, Çubukçu, İslâm .... s45. Muhammet el
Behiy, İslam Düşüncesinin İlahi Yönü, çev: Sabrı Hizmetli, Ank , 1992. s.31 i.
[223]Bkz. El Behiy, a.g.e., s.358,
Altıntaş Hayrani, İbn Sina Metafiziği. A.Ü.
İ.F. Yay., Ank. 1985, s.51.
[224]İkbal,
Darb-ı Kelim, s. 16.
[225] a
Aynı yer.
[226]Peyam-ı
Meşrık, s.25.
[227]Sonsuz ve sınırsızca değişen
varlığın somut biçimleri, Bkz. Hançerlioğlu Orhan, Felsefe Sözlüğü, İst. 1989,
s. 442.
[228] İkbal. Cavidname. s.26.
[229] İkbal, P. Maşrık, s.28.
[230] Aynı yer. Kış. Altıntaş. İbn Sina Metafiziği,
s.79.
[231] İkbal. B. Cibril, s.130.
[232]Aynı yer, Krş. Aydın Hüseyin,
Yaratılış ve Gayelilik, Ankara, 1991, s.87.
[233] İkbal, B. Cibril, s. 130
[234]Aynı eser, s.131.
[235]İkbal.
B. Cibril, s.131.
[237]Aydın.
Yaratılış ..., s.l 13.
[238]İkbal,
P. Meşrik, s.30.
[240]Karahan, Dr. M. İkbal ve
...s.157.
[241]Mülk,2.
[242]Yıınan felsefecilerinin İslam
Düşüncesini olumsuz yönde etkilediği Sokrat ve Eflatmdan verdiği örnekler için
bkz. s.82.
[243]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden
...s.26.
[244]Duhan
38-39, Krş. Aydın, a.g.e., s. 171.
[245]Fatır,
1.
[246] İkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden..,s.27, Krş. Gökberk, a.g.e., s. 84, Tuna Taşkın, Uzay ve Dünya, İst.
1991, s.20.
[247]Ankebut,
20.
[248]Lokman,
20.
[249]Tin,
4-5.
[250]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden.., s.29.
[251]İkbal,
Ahzab, 72.
[252]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden... s.29, Krş. Kindi, Felsefi..., s.137.
[253]Aynı
yer.
[254]İkbal,
Dini Düşüncenin Yeniden .., s.30.
[255]Ra'd,
11.
[258]Bkz. Bakara, 164, En'am,
97-99. Furkan, 44-45-Gaşiye, 17-20, Rum. 22.
[259]İkbal, Dini Düşüncenin
Yeniden... s.82.
[260]Fatır, 1, ayrıca Bkz.
"Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve onu biz genişleticiyiz"
Zariyat, 47.
[261]Birand.
İlk Çağ .... s.79.
[262]Dini
Düşüncenin Yeniden .... s. 84
[263]İkbal,
a.g.e., s. 84
[264]Ahzab.
3.
[265]"Sünnetullah":
Kur'an-ı Kerim, Allah'ın davranış biçimi anlamındaki Sünnetullah terimiyle
ilişkili olarak "Kelimetullah'1 (Nur, 40), Kelimetü Rabbik
(En'am, 115) Yunus 33-96, Gafir, 6) giib ifadelerde
kullanılmaktdır: İkbal, felsefi düşüncede bir çok
kavramlarda olduğu gibi "sünnetullah" kavramına da farklı bir mana
yüklemektedir. İkbal'e göre "sünnetullah", tabiat ile Allah
arasındaki ayrılmaz ve değişmez bağdır. Fakat günümüzde yapılan araştırmaya
göre Kur'an'daki bütün örnekler incelendiğinde bu ifadelerin Allah'ın tarih
içindeki tavrından sözetmekte olduğu görülür (Bkz. Hicr. ,13, İsra, 77, Ahzab,
38-62. Fatır. 43). Buna göre Allah'ın tarih içinde nasıl davranacağının
belirsiz olmadığı. Aksine Allah'ın hangi durumlarda nasıl davranacağına dair
kendisine ve bu ilahi tavrın muhatabı olması itibarıyla insanlığa Söz' verdiği
fikri işlenmektedir. Tarihin başlangıcından beri verdiği söz,gereği Allah
değişmez bir tavır sergilemektedir (sünnet) ve bu tavır ileride de aynı
kalacaktır. (Bkz. Özsoy Ömer, "Kur'anda Sünnetullah Kavramı"
Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1991.'s. 76-77)
81
İkbal, Dini
Düşüncenin Yeniden ... s.84.
[268] İkbal. Dini Düşüncenin, s 99. Bkz. Ülken H.
Ziya. İslam Düşüncesi
s.93.
[269] Farır, i.
[270] İkbal.. Dini Düşüncenin Yeniden,., s.99. Krş. Ülken, a.g.e, s.54,
Aydın. Yaradılış, s, 147.
[271] İkbal, aynı yer. Ülken, a a e., s.54.
[272] İkbal, Dini Düşüncenin Yemden ... s.101.
ülken, a.g.e.. s 54.
[273] Yeğin Münip, Atomdan Hücreye, İstanbul, 1983. s.5. vd.
[274] Rahman, 29.
[275] İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden.., s.108.
[276]Mü'minun, 80. Zümer. 6, Yasin,
37.
[277]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden
,.,s.l04. Krş. ülken, a.g.e.,s.54, Aydın Mehmed, Din Felsefesi. İzmir, 1990,
s.109.
[278]İkbal. Dini Düşüncenin
Yeniden.,, s.104.
[279]İkbal, a.g.e, s.105.
[280]Yasin.
27.
[281]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden...s.75
[282]İkbal.
Cavidname, s.4.
[283]İkbal,
Cavidname, s.5.
[284]İkbal,
E. Hodi, s.5.
[285]
Aynı eser, s.63.
[286]
Aynı yer.
[288]
İkbal. E. Hodi. s. 65:
[291] Aynı yer. '
[292] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden... s.186.
[293] Aynı eser, s. 187.
[295] Günümüzde bu sınıflandırmalardan birini de HZ. ülken yapmıştır. Bu
sınıflandırmaya göre bilgi beş çeşittir.
1-
Gündelik bilgi veya
sistemsiz olarak kamunun bilgisi.
2-
İlmi bilgi; Belirli bir
konuya ait prensiplere dayanan, belirli metodlaıla elde edilen ve olaylar
arasında açıklamalar yaparak onları konular halinde ifade eden bilgi.
3- Felsefi bilgi; ilmi bilgilere da) anmakla beraber onlardan
birinin veya hepsinin prensipleri ve metodlarını incelemek üzere ilimlerde
ortak prensipler arayan bilgidir.
4-
Kendi varlığımızın şuuruna
ait bilgi; Değerler sosyal veya ferdi hayatta yaşadığımız duyduğumuz,
inandığımız şeylerdir.
5-
İlmi tecrübe ve akıl
alanlarını aşmak çoğu tekrarı mümkün olmayan özel bir tecrübe. Buna gaybi bilgi
de denebilir. Ülken. Genel Felsefe Dersleri. A.Ü.İ.F. Yay. Ank. 1972, s.50,
Krş. Çubukçu, İslâm düşüncesi hak .... s.100, Ülken. İslam Düşüncesi, s. 256
[296] İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s.32.
[297]Ülkcn,
İslam Düşüncesi, s. 256. Krş. Çubukçu, a.g.e.. s.100.
[298] Ülken, a.g.e., a. g. yer. ve
İslam Felsefesi. s.8.3-109. Biraııd, ilk çağ Felsefesi Tarihi. .. s.74. '
'47İkbal. Dini
Düşüncenin Yeniden.., s.173.
'^İbn Haldun, Mukaddime, çev:Zakir
Kadiri Ugan, İst. 1989 c.I, s.17-81
[300]Nisa.l.
'46İkbal, Dini
Düşüncenin Yeniden ., s.192.
[302]İkbal.
Dini Düşüncenin Yeniden ,.,s.l()9.
[303]Dini
Düşüncenin Yeniden . sİ 10.
[304]
Aynı eser. s. II i .
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar