Print Friendly and PDF

Büyük mütefekkir Dr. MUHAMMED İKBAL Hayatı, Şahsiyeti ve FİKİRLERİ 1

Hazırlayan: CEVDET KILIÇ

Bu zamana kadar, îkbal hakkında dünya dillerinde pek çok eser yazılmıştır. Bunun yanında, bugüne kadar yazılan makaleler, düzenlenen konferanslar ve sempozyumlar, yapılan tezler ve etüdlerin sayısı ise sayılamayacak kadar çoktur. Hakkında bu kadar çok yazılıp çizilen bir ilim ve fikir adamı hakkında araştırma yapmanın avantajları ve kolaylıklarının yanısıra, zorluklarının da var olduğunu söylemek durumunda­yız.

' Bu araştırmamızda biz, îkbal'in felsefi ve tasavvufi fikir­lerinin ağırlık noktasını teşkil etmek üzere, hayatını, fikriya­tını ve şahsiyetini oluşturan unsurları ele almaya çalışacağız.

Çalışmamızın birinci bölümünde, îkbal'in doğumunu, tahsilini, Avrupa'ya gidişini ve idari görevlerini ele almaya çalıştık. Ayrıca eserlerini de bu bölümde tanıttık.

İkinci bölümde îkbal'in fikriyatının temel unsurlarını zik­rettik. Sömürge durumundaki Hindistan topraklamda yaşayan müslümanların ve bütün îslâm dünyasında meydana gelen çö­küntünün îkbal'in fikriyatına ve özellikle "benlik" düşünce­sine büyük etkisi vardır. Manevi şahsiyetinin oluşmasında ise^ Mevlâna'nın katkısından söz ettik.

Üçüncü bölümde, felsefi ve tasavvufi kavramları ele al­dık. Felsefi kavramlardan; Yaratılış ve Varlık, Zaman ve Mekân, Bilgi Nazariyesi, Mutlak Hakikat ve Benlik, Peygamberlik ve Kader kavramları hakkında îkbal'in düşünce­lerini ortaya koyarken, İslâm düşünce tarihiyle de irtabatlan- dırmaya çalıştık. Tasavvufi kavramlardan ise; Aşk, insan-ı kâmil, ibadet ve dua, tasavvufi kemâl ve ahlâk hakkında îkbal'in düşüncelerini ele aldık.

Dördüncü ve son bölümde ise, İkbal'in siyasi düşüncele­rini ortaya koyduk ve devletin en önemli unsuru olan millet hakkındaki fikirlerini aktardık.

Son alarak, Hindistandaki Modernizm akımının temsilcisi olduğunu belirttiğimiz İkbal'in, Türkiye'deki gelişmeler hak­kında söylediklerini dikkate değer bularak değerlendirmelerini ortaya koymaya çalıştık.

Şüphesiz İkbal'in düşüncelerini tesbit ederken, özellikle felsefi ve tasavvufi kavramlara yüklemiş olduğu yeni manaları ele alırken, mükemmeli yakaladığımız ve hatadan uzak oldu­ğunu iddia etmemiz veya tamamiyle fikirlerini doğru anladı­ğımız iddiasında değiliz. Böylesine şöhret sahibi çağdaş bir fi­lozofun, fikirlerini araştırarak kısa bir çalışma haline getir­menin zorluğu okuyanlar tarafından da anlaşılacaktır. Ancak İkbal'in eserlerini okuyup fikirlerini öğrendikçe kendimizde güç bulduk ve çalışmayı yaptığmız için mutluluk duyduk.

Cevdet KILIÇ Ankara 1994

GİRİŞ

FİLOZOF İKBAL

Muhammed İkbal, yaşadığı dönemin üç düşünce sisteminden etkilenmiştir. Bu üç sistem; İslâm Düşüncesi, Hind Düşüncesi ve Batı Düşüncesidir. İkbal'in sahip olduğu fikirler ve ortaya koyduğu eserlerin bu fikri sahaların etkisinde olduğu görülmektedir.

İkbal, önce Kur’an öğrenimi görmüştür. Eğitim gördüğü muhitte tasavvufi düşenceyi de incelemiştir Avrupa'ya giderek, batı felsefesini yerinde öğrenmek fırsatını bulmuştur. Aynı zamanda bu felsefi düşüncenin İslâm düşüncesiyle uyuşan ve uyuşmayan yönlerini tetkik etme imkânına sahip olmuş ve bunları gözler önüne sermiştir.

Batı düşüncesi ile meşgul olurken İslam düşüncesini de çok derinden tetkik eden İkbal, bir çok batılı yazar ve filozofun eserlerini incelemiştir. İkbal'in eserlerini okurken bu filozofların etkisinde kaldığını müşahede etmekteyiz. Fakat Mevlâna Celâleddin-i Rumî'nin fikirleri ve eserleri onu daha derinden etkilemiştir. Hatta bu etkileşim, iki şahsiyeti manen mürşid-mürid ilişkisine kadar çıkarmıştır. İkbal, 20. yy.'ın modem dünyasında, İslâm düşüncesinin bir temsilcisi olarak karşımıza çıkmaktadır.

İkbal'in fikirlerinde bir canlılık ve dinamizm hakimdir. Bunun kaynağı Allah'a olan kuvvetli imanı ve ona karşı hakiki bağlılıkan gelmektedir. İkbal'in bu inancı yalnız kalplerde ve vicdanlarda kalan bir iman değildir.

Mutlaka her "inanıyorum" diyen kişinin yaşadığı muhitin sınırlarını aşıp alemşümul bir inancı ortaya koyma ve Allah için onun hizmetinde birleşme gayretidir.

İkbal'in bu kuvvetli inancı yanında, siyasi düşünceleri, yalnızca sömürge durumunda bulunan Hindistan topraklarında bağımsız bir Pakistan Devleti'nin kurulmasıyla kalmamış bu düşüncelerinin tesiri İslâm dünyasında sömürgelikten veya işgalden kurtulmaya çalışan müslüman devletlerde de etkili olmuştur.

19. yy'ın ilk yarısından itibaren müslümanların hüküm sürdükleri topraklar, iç ve dış düşmanların taarruzlarına maruz kaldı. Özellikle batıklar sanayi inkılabım gerçekleştirdikten sonra hammedde ve pazar ihtiyaçlarını karşılamanın yollarını aramaya koyuldular. İlk etapta yaptıkları iş, çeşitli zenginliklere sahip müslümanların yaşadıkları toprakları işgal etmek ve sömürmek oldu. Asya'da Hindistan ve Güney Asya toprakları, Osmanlı Devleti'nin elinde olan Kuzey Afrika ve Orta-Doğu toprakları, hatta Anadolu toprakları dahi işgal edilmişti.


Bu geniş topraklar üzerinde yaşayan müslümanlarda ise eski canlılık ve dinamizmin yerini tembellik ve rehavet almış, bir çöküş ve dağılışın başlangıcıyla karşı karşıya kalınmıştı. İslami kardeşliğin evrenselliği kaybolmuş, aralarındaki sıkı bağ çözülmeye yüz tutmuştu. Bütün bunların sebebi ise müslümanların eskisi kadar din kardeşliğine, dinî kurallara ve geleneklere bağcılıklarındaki gösterdikleri zaafiyetten kaynaklandığını görmekteyiz. Neticede ise, bu topluluklar başka milletlerin sömürgesi durumuna düşmüşlerdi.

Batı'nın ilmi ve teknolojik üstünlükleri karşısında aşağılık kompleksine kapılan müslüman devletler, çareyi batılılaşmada gördüler. Fakat batılılaşma olarak gördükleri şeyler, yaşayış ve giyim kuşam gibi şekli taraflara inhisar ediyordu. Müslümanlar böyle yapmakla batılılaşacaklarını zannetmekteydiler. Neticede batıkların ilmi ve toknolojik üstünlüklerini yakalama gayreti yerine, geri kalmışlıklarını kadere yükleyerek sorumluluklarını üzerlerinden atma gayreti içine girmişlerdir.

Bütünüyle bu yanlış tavırlar karşısında umutlarını tamamiyle yitirmiş müslüman milletlere önder olacak, bir yandan İslam'ı saf ve asli netilekleriyle topluma yeniden anlatmaya çalışacak, diğer yandan da zihinleri bulandıran fikri, kültürel ve siyasi sapkınlıklarından arındırma görevini üstlenecek aydınlara şiddetle ihtiyaç duyulmaktaydı.

İşte, işgal edilen Osmanlı Devleti ve Hindistan  topraklarında işgalcilere karşı milli kurtuluş hareketlerini gerçekleştirenlerin arkalarında bu hareketleri başlatan, önder olan ve yönlendiren, ilim ve fikir adamlarını görmekteyiz. İşgal edilen Anadolu topraklarında kurtuluş hareketini başlatan ve halkı şuurlandıran bir çok ilim ve fikir adamı vardır. Özellikle Mehmet Akifi, Muhammed İkbal'e çağdaş olması münasebetiyle zikretmek yerinde olacaktır.

Hindistan müslümanlarının içinde; bu zor görevi üstlenen ve devlet olma yolunun fikri mimarlığını yapan Muhammed İkbal'dir. O, tezimiz boyunca görüleceği gibi hayatı boyunca işgal edilip sömürge haline getirilmiş İslâm milletlerinin uyanmaları, yaşadıkları topraklara yeniden hakim olmaları için çaba harcamıştır.

Biz bu çalışmamızda, İkbal'in eserlerindeki fikir ve düşüncelerinin felsefi ve tasavvufi yönünü ele almaya çalışacağız. Çalışmamıza ışık tutacak yaşadığı devrin ilmi, fikri ve sosyal hayatını tahlil ederek, özellikle iki asra yakın sömürge durumundaki Hindistan topraklarında yaşayan müslümanların fikri yapılarına temas edilecektir. İkbal'in, benliklerini yitirmiş, şahsiyetlerini ve karakterlerini kaybetmiş, teslimiyetçi bir yaşayış tarzı benimseyen topluluğun içinden çıkarak, onlara tekrar benliklerini kazandırma çabası ve bu çabanın saikleri ve sebepleri ele alınacaktır. Özellikle "ben" konusunda îkbal'in ortaya koyduğu fikirler hala orjinalliğini kaybetmiş değildir.

İkbal'in filozof mu şair mi olduğu tartışmasına girilmeyecektir. Tezimiz boyunca görüleceği gibi İkbal, alim olarak ilmini, şair olarak sanatını ve filozof olarak düşüncelerini, hep mensubu olduğu • İslâm ümmetinin meselelerine adadığını peşinen söylemek durumundayız.

BİRİNCİ BÖLÜM

MUHAMMED İKBAL İN
HAYATI VE ESERLERİ

A- HAYATI

1-    Doğumu ve Yetişmesi

Dr, Muhammed İkbal, bugünkü Pakistan toprakları içerisinde bulunan, Siyalküt şehrinde 10 Kasım 1877 yılında doğmuştur, İkbal'in dedeleri 17. yüzyılda İslâm dinine giren orta halli Keşmir'li bir Brehmen ailesinden gelmektedir. Babası, Keşmir'den Siyalküt'e göç ederek ticaretle meşgul olmuştur.1

İkbal'in ailesi dindar ve mütevazi bir yaşayışa sahip oldukları için küçük Muhammed'i önce Kur'an-ı Kerim'i düzgün okumayı öğrenen inançlı bir genç olarak yetiştirme arzusu taşımaktaydılar. Bu nedenle İkbal, öğrenimine mahalli okuldan başladı. Buradan mezun olduktan sonra İngilizce öğretim veren İskoçya Misyon Lisesi'ne başlamıştır. Bu okuldan 1893 yılında mezun olduktan sonra, aynı okulun yüksek okul kısmına başlamıştır. Bu arada Mevlanâ Mir Hasan'dan Arapça ve Farsça dersleri almıştır. Mir Haşan, İkbal'in şiir yazmasındaki kabiliyetini sezerek şiire teşvik etmiştir. İkbal, şiir yazmaya bu yaşta başlamıştır.

İkbal Muhammed. Cavidname, çev: Annemarie Schimmel, T.T.K. yay., Ankara 1958. s.6. Asrar Ahmet, Doğudan Esintiler, İstanbul 1985, s.16, KARAHAN. Abdiilkadir, Dr. Muhammed İkbal'in Eserlerinden Seçmeler, İst 1974. s.17.

İkbal'in öğrenim gördüğü yıllarda en göze çarpan özelliği; çok yönlü bir kişiliğe sahip olması idi[1] İkbal, 1895'de Siyalküt'te yüksek öğreniminin ilk iki yılını bitirip Lahor'a geçmiştir. Bu arada felsefe öğrenimi görmek için Devlet Koleji'nde okumuştur. Lahor'da aldığı felsefe ve tarih eğitimi O'nun yetişmesine daha çok imkân sağlamıştır. Bu arada Arapça dersleri de almayı ihmal etmeyerek bu sahada başarı belgesi almıştır.[2]. 1899 yılında felsefeden Yüksek Lisans imtihanını başarıyla vermiş ve bu başarısından dolayı mükafatlandırılmıştır.

Muhammed İkbal, Devlet Koleji'nde iken tanınmış müsteşrik Thomas Arnold ile tanışmış, O'na kendini sevdirerek uzun süre ilişkisini devam ettirmiştir. İkbal bu hocasının refakatinde Batı Kültürünü ve felsefi düşüncesini inceleme fırsatını bulmuştur. Ayrıca diğer hocası Mir Hasan'ın etkisi ile de Doğu İslâm kültürüne bağlı kalmıştır. İkbal'in yetişme çağında bu iki ilim ve fikir adamının etkisi büyük olmuştur.

Muhammed İkbal, 1899 da Lahor'un ünlü Doğu Yüksek Okulu'nun Arapça öğretim üyeliğine atanmıştır. Bir süre sonra İslâmiye Yüksek Okulu'nda İngilizce ve Felsefe öğretmenliğine başlamıştır[3].

Bu sıralarda yazdığı Urduca şiirleriyla tanınmaya başlayan İkbal, "Nale-i Yetim" isimli şiirini yazarak "Encümen-i Himayet-i İslâm" m bir toplantısında okuyarak dinleyicileri derinden etkilemiştir.

Daha sonralar! "Mahzen" mecmuasında şiirler yazmaya başlayarak, "Terane-i Milli", "Himalaya" adlı heyecan ve etki bırakan manzumeleri yayımlamıştır[4]. 1901 senesinde ilk nesir kitabı olan "İlm'ül İktisad" isimli eserini kaleme almıştır. İkbal, gerek nazım ve gerekse nesir halindeki eserlerinde İngilizce, Farsça ve Urduca dillerini kullanmıştır, Ayrıca Arapça, Pencabi ve Almanca dillerini serbestçe kullanabilmekteydi[5].

2-    Tahsili

Muhammed İkbal, Thomas Arnold'un tavsiyesiyle 1905 yılında Avrupa'ya gitmiştir. Önce İngiltere'de Cambridge Üniversitesinde Trinity College'e kaydolmuştur. 1905-1907 yılları arasında hukuk dersleri almış, bu arada felsefe derslerini de ilerletmiştir[6]. Burada Mac Taggart'ın öğrencisi olmuştur[7] Ayrıca İkbal, Browne-Nicholson[8] gibi iki batılı şarkiyatçı ile de ilişki kurarak bunlar vasıtasıyla tecrübi felsefeyi, Nietszche ve Marks'ın doktrinlerini, romantizmi ve batılı siyasal ideolojilerini daha yakından tanıma fırsatı bulmuştur[9] [10].

İkbal'in İngiltere'de kaldığı süre içinde İtalya, İspanya ve diğer bazı Avrupa ülkelerini gezmiş Mac Taggart'ın tavsiyesi üzerine felsefe alanında dotora yapmak amacıyla 1907 de Almanya'ya geçmiş, Münih üniversitesine kaydolmuş, ayrıca Heidelberg Üniversitesi'nde de derslere devam etmiştir. 1907 Kasım ayında Münih'te bayan Hommel'in yanında Cambridge'de yazdığı tezle doktorasını sunmuştur11. "İran'da Metafiziğin Gelişimi" (The Development Of Metaphysıcs İn Persia) adlı doktora tezi ile kendisine gösterilen kolaylıklar sayesinde "doktor" ünvanını almıştır. Bir süre sonra İngiltere'ye dönen İkbal, 1908 de Londra'da Siyasal Bilgiler Fakiiltesi'nde avukatlık yapma belgesini de almıştır[11]. Avrupa'da bulunduğu sıralarda şiir yazmak merakından vazgeçmemiştir. Ayrıca Avrupa'nın çeşitli yerlerinde İslâm dini hakkında çeşitli konferanslar vermiştir. Bu arada kısa bir süre Londra Üniversitesi'nde Arapça dersleri vermiştir[12].

Dr. Muhammed İkbal, Temmuz 1908 de ülkesine dön­müştür. Avrupa'da üç seneye yakın eğitim görmesine, bir çok Avrupa ülkesini gezmesine rağmen benliğinden ve huyundan en ufak bir sapma olmadığı gözlenmiştir[13]. Ülkesine dön­dükten sonra bir yandan Lahor barosuna kayıtlı avukat olarak çalışırken, öte yandan Lahor'daki Devlet Koleji'nde İngilizce ve felsefe öğretim üyeliğinde bulunmuştur. Bu görevde ikibu- çuk yıla yakın bir süre çalıştıktan sonra istifa etmiştir. İstifa sebebini soranlara resmi görevde bulunduğu sürece görüşlerini olduğu gibi açıklayamamanın sıkıntısını yaşadığından dolayı ayrıldığını ifade etmiştir[14]. Avukatlığı şırasında İslâm dün­yasının meseleleri üzerine eğilmeye başlamış, Hind-Pakistan yarımadasının gelecekteki kaderi ile yakından meşgul olmuş­tur. 1909 da Aligarh'da verdiği bir konferansta dinleyicilere İslâm ümmetinin parlak geçmişinden bahsetmiş ve Hind- Pakistan yarımadasında yaşayan müslümanların kendi iç ha­yatlarının derinliklerine yönelmediklerini ifade etmiştir[15]. Bu fikirleri daha sonra Hindistan'ın Kuzey Batı'sında Pakistan Devleti'nin ortaya çıkmasını hazırlayan fikri amil olarak de­ğerlendirebiliriz.

İkbal, bu tarihlerde Hindistan'ın çeşitli yerlerini gezip görme ve müslümanların meselelerini müşahede etme fırsatını bulmuştur. 1911 senesinde yazdığı "Şikva" adlı uzun bir şi­irinde müslümanların dertlerini ve sıkıntılarını zaman zaman Allah'a sitem derecesine varan mısralarla dile getirmekteydi. Bir yıl sonrada bu şikayetlerin cevabını "Cevab-ı Şikva" adlı şiiriyle yine kendisi vermekteydi[16] [17].

Muhamed İkbal, 1915 de "Esrar-ı Hodi" adlı Farsça bir eser kaleme almıştır. Bu eser Mevlâna'nın Mesnevi'sinin ya­zılış tarzında -aynı vezin ve aynı nazım şekline- uygun ya­zılmıştır. Nitekim yakın dostu ve hocası Nicholsun'ün bu eseri İngilizce'ye tercüme etmesi, İkbal'in Avrupa'da tanınmasına vesile olmuştur. Aradan üç yıl geçtikten sonra bu eserin de­vamı sayılabilecek "Rumuz-i Bihodi" adlı eseri yayımlan­mıştır.

Şöhretinin yaşadığı Hindistan bölgesinden Orta-doğu ve Avrupa'ya kadar yayılması neticesinde İkbal'e İngiliz hükü­meti 1922 de "Sır" ünvanını tevcih etmiştir. Ancak hocası Mir Hasan'a da "Şems'ül Ulema" ünvanm verilmesi şartıyla, kendi ünvanını kabul etmiştir.

3-    İdari Görevleri:

İkbal, politikadan uzak durmaya özen göstermekteydi. Fakat arkadaşlarının teşviki ve ısrarları üzerine 1926 da Pencap Yasama Meclisi üyeliğine seçilmiştir. İkbal bu görevi esnasında müslümanların lehine önemli kararların alınmasına etkili olmuştur. Mesela: Din adamlarına basın yoluyla hakaret edilmesinin veya küçük düşürücü yazılar yazılmasının yasak­lanması, içkinin yasaklanması toprak vergisinin kaldırılması gibi kanunların yapılmasında etkili olmuştur18. İkbal bu esnada bütün Hind müslümanları birliği sekreterliğine getiril­miş olup bazı görüş ayrılıkları yüzünden kısa bir süre sonra bu görevden ayrılmıştır. Aynı yıl içerisinde "Zebur-u Acem" adlı eserini yayımlamıştır. 1928 sonları 1929 başlarında Madras, Haydarabad ve Aligarh Üniversitelerinde kendisine yapılan davet üzerine konferanslar vermiştir. Bu konferanslar, "İslam'da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu Üzerine Altı Konferans" adlı bir eserde İngilizce olarak yayımlanmıştır[18]. 1930 sonlarında Allahabad şehrinde, Tüm Hindistan İslâm Birliği'nin yıllık toplantısına başkanlık etmiştir. Toplantının açılış konuşmasında ilgi.uyandıran fikirler ortaya koyan İkbal, Hindistan'ın Kuzey-Batısında sadece müslümanlardan müteşekkil müstakil bir devlet kurulmasını görmek istediğini belirtince, hayal gibi gelen bu düşünceler dinleyiciler tarafından şairin rüyası olarak nitelendirildi. Fakat bu fikirler 1949 de Pakistan Devleti'nin kurulmasıyla hayata geçirilmiş­tir[19]. 1931 ve 1932 yıllarında Londra'da toplanan ikinci ve üçüncü Yuvarlak Masa Konferanslarına müslümanları temsilen kaplanlardan biri de İkbal olmuştur[20].

Londra'dan dönüşünde Paris’e uğrayan İkbal, Bergson ve Massignon ile görüşmeler yaparak kendilerine İslâm Felsefesi hakkında bilgiler vermiştir. Daha sonra Paris'ten İspanya'ya geçerek tarihi yerleri gezen İkbal, tarihi Kurtuba camiini ziya­ret ederek kendisine namaz kılma müsadesi verilmiştir. Burada iki rekât namaz kılan İkbal, caminin ihtişamından etkilenerek birazda Endülüs medeniyetine duyduğu hayranlık ve özlemi dile getirmek için derin tesirler uyandıran Urduca bir şiir yazmıştır. Bu şiirde O, çok defa kapalı bir biçimde, zamanın ve mekânın ötesinde olan ve her şeyi hareket ettiren, insanları "gece ve gündüz zincirinden kurtaran kuvvetin yani aşkın sihrini terennüm ettikten sonra Ispanya'nın İslâmi mazi­sini tasvir eder:

O, bu uzun şiirine şöyle başlıyor:

"Gece ile gündüz zinciri, hadiselerin görünüş tablosudur, Gece ile gündüz zinciri, hayatın ve ölümün kaynağıdır. Gece ile gündüz zinciri iki renkli ipek ipliktir sanki, Bunlardan örer Zat-ı İlâhi kendi sıfatlarından elbisesini...

Gece gündüz yalnız ölüme götürür; "Böylece ilk bölüm iniltiyle şöyle biter:

"Her şeyin evveli de ahiri de fani, zahiri de batını da fa­nidir.

Eser eski de olsa yeni de olsa son durak daimi faniliktir".

Şiirin bu bölümünde ümit ışığı yakarak, her şeyi hareket ettiren aşkı müjdeler:

"İster hızlı ister yavaş olsun, zamanın akışı aşktandır. Aşk; her şeyi önüne katan bir sel , karşı konulmaz bir çeliktir...

Aşk Cebrail'in nefesi, Aşk Mustafa'nın kalbidir,

Aşk; Allah'ın kelâmı, aşk Allah'ın elçisidir...

Bütün hayatın inkişafı aşktan, ateşi aşktandır".

Ümit dolu ifadelerle sürüp giden şiirin son bölümünde İkbal, Avrupa hakkında şunları söylemektedir:

"Avrupa benim kehanetime tahammül edemeyecektir, Kendisinde gelişme olmayan hayat ölüm demektir. Kendisini kontrol edebilen millet hayatta kalabilir". diyerek Avrupa medeniyetinin çökeceğini belirtmiştir. İkbal, şiirini şu mısralarla noktalar:

"Ciğer kanı olmadan her iş eksik ve bozuktur,

Ciğer kanı olmadan şairlik de sevdaların en boşudur[21].

İspanya dönüşünde İtalya'ya geçen İkbal, Devlet başkanı Mussolini ile görüşerek kendisinden Kuzey Afrika müslümanlarına iyi muamele yapmasını istemiştir[22]. 1932 de Kudüs'te toplanan Dünya Müslümanları Konferansına katılması münasebetiyle Kudüs'ü ziyaret etme imkânı bulmuştur. Aynı sene küçük oğlu Cavid'e ithaf ettiği "Cavidname" isimli eserini yayımladı. Farsça olarak başarılı bir uslupla yazılan bu eserde İkbal'in bir çok konuda dini ve felsefi fikirlerini ihtiva eden önemli bir eseridir.

1933 de Afgan Kralı Nadir Şah (1880-1933) tarafından Afgan yönetim ve eğitim sisteminin yeniden gözden geçirilmesi konusunda yardımcı olmak maksadıyla ilim adamlarıyla birlikte Kâbil'e davet edilmiştir. Ülkesine döndüğünde Afanistan gezisinin hatırasına "Misafir" adlı bir eser kaleme almıştır. 1936 yılında 'Bal-i Cibril" isimli Urduca bir şiir kitabı yayımlayan İkbal, bir yıl sonra da Bhopal Nevvabı’na ithaf ettiği Urduca, "Darb-ı Kelim" ismini taşıyan bir başka şiir kitabını yayımlamıştır.

Dr. Muhammed İkbal, çok genç yaşta evlenmiştir. Fakat bununla beraber öğrenimini de sürdürmeyi ihmal etmemiştir.

Avrupa dönüşünden sonra da i


ki kadınla daha evlenen İkbal, bunlardan iki erkek ve iki de kız çocuğu dünyaya gelmiştir. Dr. Cavid İkbal, en küçük oğlu olup Pakistan'da Barolar Birliği Başkanlığı yapmıştır.

İkbal'in sağlığı 1934 den sonra bozulmaya başlayarak gün geçtikçe çeşitli hastalıklar ortaya çıkmıştır. Bu nedenle "Zaman ve Mekân" konusunda konferans vermek üzere çağrıldığı Oxford Üniversitesi'ne de gidememiştir.[23] Önce gözlerinden başlayan şikayetleri neticesinde görme kabiliyeti gittikçe azalmıştır. Böbreklerinde taş olmasından dolayı hayli ızdırap çeken İkbal, boğaz enfeksiyonu geçirerek sesi de kısılmıştır. 1935 de son hanımının da ölümüyle hayatı büsbütün altüst olan İkbal, son zamanlarda artık iyileşememiştir. Mart 1938 de dahada ağırlaşan İkbal’i teselli etmeye çalışanlara karşı şu anlamlı mısraları söylemiştir:

"Sana mümin insanın belirtisini söyleyeyim: Ölüm gelince tebessüm onun dudağındadır"[24].

Ve nihayet 21 Nisan 1938 de vefat etmiştir. Vefatından sonra iki dilde (Farsça-Urduca) şiirleri ihtiva eden üçyüz sayfalık bir eser daha yayımlanmıştır. "Armağan-ı Hicaz" isimli bu eserinde İkbal, Hicaz'da ölmeyi aruladığını mısralarında dile getirmiştir[25].

Bugün Muhammed İkbal'in kabri Lahor'da Padişahı camiinin dış kapısı girişinde bulunmaktadır.

B- ESERLERİ

Dr. Muhammed İkbal, Pencab'i olan anadilinden başka İngilizce ve Almanca da biliyordu. Ayrıca, Arapça, Farsça ve Urduca'yı da kullanmakta kabiliyetli olan İkbal'in ilmi edebi eserlerinde kullandığı dil Urduca, Farsça ve İngilizce'dir. Genellikle manzumelerde de bazı derin fikir yazılarında Farsça ve Urduca'yı kullanırken, felsefi fikirleri ihtiva eden yazı ve makalelerinde Urduca ve İngilizce dillerini kullanmayı tercih etmiştir.

Bir çok yazar ve fikir adamının geçirdiği fikri olgunluk devreleri gibi İkbal'de bu dönemleri yaşamıştır. Eserlerinin tanıtımına geçmeden önce eserlerinde de göze çarpan bu devreleri şöyle ayırmak mümkündür. Schimmel'inde belirttiği gibi, "Avrupa dönüşü İkbal'in şiirinde mühim bir değişme göze çarpmaktadır. 1908 senesine kadar İkbal'in kaleminden çıkan şiirler muhtelif konulara ait sanatkârane lirik şiirlerdir”[26]. 1908 den sonraki şiirlerinde ise İslâm şairi sıfatını hemen her satırıyla ispat etmektedir[27] İkbal'in İslâm şairi olma özelliği artık 1911 senesinden sonra şekillenmeye ve netleşmeye başladığı görülmektedir.

İkbal'in eserlerini, kullandığı dil bakımından, İngilizce, Urduca ve Farsça eserler olarak sınıflandırmak mümkün olduğu gibi, ayrıca tarihi sıraya görede sıralamak mümkündür. Bununla birlikte biz bu sınıflandırmalar yerine üçüncü bir sınıflandırmayı tercih ediyoruz. Bu sınıflandırma İkbal'in eserlerini Mensur ve Manzum eserler diye ayırarak kendi aralarında kronolojik sıraya göre önce mensur sonra da manzum eserlere temas ederek tanıtmaya çalışacağız.

1-    Mensur eserler

1-    İLMU'L İKTİSAT:

İkbal'in ekonomi bilimleri konularında yazdığı -Urduca- ilk mensur eseridir. 1903 de ilk defa Lahor'da basılan bu eser, Thomas Arnold'un teşvikiyle yazdığı belirtilmektedir[28].

2-    İRAN'DA METAFİZİĞİN GELİŞİMİ

(The Development Of Metaphysics In Persia)

İkbal'in Almanya'da Münih Üniversitesinde Prof. Hommel'e sunduğu felsefe doktora tezidir. 1908 de Londra'da İngilizce olarak yayımlanmıştır. 1936 yılında Urudca'ya tercüme edilerek Lahor'da 1944 yılında Farsça'ya tercüme edilerek Tahran'da yayımlanmıştır. 1971 de M.M. Şerif tarafından Türkçe'ye tercüme edilerek İstanbul'da yayımlanmıştır[29] Bu eser İkbal'in ilk felsefe denemesi olması bakımından önem arzetmektedir. Henüz Mevlâna'yı tanıma fırsatı bulamayan İkbal, bu tezinin temelinde Panteizm'in etkileri görülmektedir. Tezinde İran düşüncesinin mantıki gelişimini göstermeye çalışmıştır. Dolayısiyla ciddi kaynaklara dayanarak, ele aldığı konular bakımından İran düşüncesinin gelişiminin yanısıra tasavvufun gelişimini ve önem kazanmasının sebeplerini incelemiştir.

3-      İSLAM’DA DİNİ DÜŞÜNCENİN YENİDEN DOĞUŞU

(Sıx Lecteures On The Reconstruclion Of Religıos Thought In İslâm)

İkbal'in Madras, Haydarabad ve Aligarh Üniversitelerinde 1928 sonları ve 1929 başlarında verdiği İngilizce konferansların bir araya getirilmesinden ortaya çıkmıştır,

Orjinali ilk önce, 1930 da Lahor'da basılmıştır. Bu konfe­ransları tahlil etmek kolay değildir. Schimmel: "Yazarın Batı ve İslâm felsefesini kısmen kendine göre yorumladığını hay­retle görecektir"31 diyerek İkbal'in gayesini şöyle yorum­lamaktadır: "Esasında İkbal’in gayesi Einstain'e kadar varan Modern Batı Felsefesi'nin yardımıyla İslâm'ın durumunu yeni­den yorumlamak, müslümanlara, İslâm'ın dinamik bir dünya görüşüne sahip olduğunu göstermek ve böylece onları kendi mısraları hakkında düşünmeye ve kendi durumlarını yeniden ihya etmeye sevketmektir"32.

"İlim ve Dini Tecrübe" başlıklı ilk konferansta İkbal, değişik yollardan edinilen "Bilgi"ler arasındaki Farkı anlat­maya çalışmaktadır. Ayrıca Dini Tecrübe'nin önemi üzerinde durmaktadır33

"Dini Tecrübe Vahiylerinin Felsefi Ölçüsü" konulu ikinci konferansında dini tecrübenin zihni imtihanlardan nasıl geçtiğini anlatmaya çalışmaktadır34

3'Schimmel, Peygamberane Şair ..., s.23.

32A.g. yer.

33İkbal, İslâm'da Dini Düşüncenin Yeniden doğuşu, çev: Ahmet Asrar, İst.

1984, s.17. v.d.

34İkbal, Dini Düşüncenin .... s.19.v.d.

"Allah Kavramı ve İbadetin Anlamı" adlı üçüncü kon­feransında Allah kavramını önce Kur'an açısından ele alarak açıklamakta ve sonra da bunun ilmi değerlendirmesini yap­maktadır. Özellikle Allah'ın "Nur" a benzetilmesine dikkat çekmektedir. İkbal'e göre "nihai gerçek, benlik olup nihai benlikten yaratıcılık açısından-her zaman benlik çıkar"[30] Ayrıca ilim için yapılan her şeyin de aynı zamanda bir ibadet olduğunu belirterek, ibadet şekli ile ruhunun arasında bir bağ­lantısı olduğunüda vurgulamaktadır[31].

"İnsanın Benliği, Hürriyeti ve Ölmezliği" adlı dör­düncü konferansında İkbal, "ben"e gereken hürriyeti vermiş olmasına rağmen zamanla yanlış anlayış ve değerlendirmeler neticesinde aşırı kaderciliğin İslâm dünyasında yayılmasından kaynaklanmaktadır[32]. Böyle bir düşüncenin müslüman milletlerin çöküşünün ana faktörü olarak kabul etmektedir.

"İslâm kültürünün Ruhu ve Canlılığı" konulu beşinci konferansında İkbal, İslâm kültürünün önemli özelliğinin ev­renin dinamik oluşunda ısrar etmesi olduğunu söylemekte­dir[33].

"İslâm Bünyesinde Hareket Prensibi" adlı altıncı kon­feransta. "İcma" nın İslâm bünyesinde taşıdığı öneme temas etmektedir. İkbal, çağın şartlarına göre "İcma" gibi İslâmi bir kavrama yepyeni bir anlam ve görünüm kazandırmıştır[34].

"Din Mümkinattan mıdır?" isimli yedinci konferansla, dini hayatın başlıca üç döneme ayrıldığını belirtmektedir.

Bunlara "iman", "fikir" ve "marifet" devreleri denildiğini ifade etmektedir. Ayrıca konferansta tasavvuf ve dini tecrübenin önemine temas ederek din ve bilimin birbirine şüphe ile bak- maktansa bir arada, uyumlu şekilde yaşayabileceklerini önemle belirtmektedir[35]

"İslâmda Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu" adlı bu eserin önemi, İkbal'in hayat felsefesi ve dünya görüşü hakkında diğer bütün nesir eserlerinden daha güncel ve daha büyük yankılar uyandıran bir nitelik taşımasıdır.

Adı geçen eser, önce Urduca'ya daha sonra Fransızca, Bengalce, Arapça ve Farsça'ya tercüme edilmiştir. Türkçe tercümesi ise ilk defa 1964 de Sofi Huri tarafından yapılarak İstanbul'da yayımlanmıştır. Ayrıca bir başka tercümesi de, Ahmet Asrar tarafından yapılarak 1984'de İstanbul'da yayımlanmıştır.

2-    Manzum Eserler

1-    BENLİĞİN SIRLARI (Esrar-ı Hodi)

1915 de Lahor'da Farsça olarak yayımlanmış olup Mevlânâ'mn Mesnevi'sinin yazılış tarzında yazılmıştır. Bu ese, 1920 de R.A. Nicholson tarafından "The Secrets of The Self" adı altında İngilizce'ye tercüme edilmiştir. Bu eser sayesinde İkbal'in Avrupa'da tanınmasına önemli derecede katkıda bulunmuştur. Bir kaç kez basılan bu eser, Urduca, Peştuca, Sindce, Arapça ve Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Prof. Ali Nihat Tarlan tarafından "Benliğin Sırlan" adıyla 1958 de İstanbul'da yayımlanmıştır. Bu tercümenin yer aldığı kitap, iki bölümden meydana gelmekte olup birinci bölümde belirtilen eserin tercümesi, ikinci bölümde İkbal'in Rumuz-i Bihodi (Benlikten Geçmenin Remizleri) adlı eserin Türkçe tercümesi bulunmaktadır. Aynı eser ayrıca, Rumuz-i Bihodi adlı eserle birlikte 1990 da Dr. Ali Yüksel tarafından "Benlik ve toplum" adı altında İstanbul'da yayımlanmıştır.

Bu eserde Mevlâna'nın fikirlerinin etkileri açıkça görülmektedir. İkbal "Benlik, Bencillik" manasına gelen "Hodi" kelimesine -araştırmamızın ilerki bölümlerinde ele alınacağı gibi- yeni ve olumlu bir mana kazandırmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda, yeni bir felsefi yaklaşımla benliği geliştirmeyi ve güçlendirmeyi amaçladığı görülmektedir[36].

(Rumuz-i Bihodi) "Esrar-ı Hodi'nin ikinci bölümü olma niteliğine sahip olan bu eser, 1918'de Lahor'da basıldıktan sonra "Esrar-ı Hodi"ye ikinci cilt olarak eklenmiştir. Bu iki eser bir kaç defa beraber basılmıştır. İkbal, bu eserinde insanın cemiyete karşı vazifesini, ferdin toplulukla olan münasebetlerini, içtimai Ego'nun inkişafını göstermektedir[37]. Bu eserde 1958 yılında A.N. Tarlan tarafından "Esrar-ı Hodi" ile beraber "Esrar ve Rumuz" adıyla Türkçe'ye tercüme edilmiştir. Ayrıca yukarıda belirtildiği gibi Dr. Ali Yüksel tarafından "Benlik ve Toplum" adı altında yapılan tercümeye ikinci bölüm olarak eklenmiştir[38]

3-    DOĞUDAN HABER (Peyam-ı Meşrik)

İlk defa 1923 de Lahor'da yayımlanmıştır. Bir kaç Urduca şiir dışında Farsça olarak kaleme alınmıştır. Eserdeki fikirler İkbal'in Avrupa'dan dönüşünden sonra görüş ve düşüncelerinde meydana gelen gelişmeleri ve değişmeleri sergilemektedir. -

"Peyam-i Meşrik" Alman şairi Goethe'in Hafız ve başka doğulu şairlerden ilhamla kaleme aldığı ve 1818'de neşrettiği West-östlicher Divan, (Doğu -Batı Divanı) adlı esere cevaben yazılmıştır[39]. İkbal, bu eserinde, batının maddeci uygarlığının aşk ve heyecan gibi gerçek hayat unsurlarından yoksun ve nasipsiz olduğunu vurgulamaktadır[40]. Schimmel'in de belirttiği gibi bu eserde "Garb fikirlerinin bir şarklı gözüne nasıl göründüğünü göstermeye çalışıyor"[41] İkbal in gözüyle şarkla garbı karşılaştırırken "Garbın büyük tehlikesi ilmi, İlâhi aslından ayırarak kullanmak ve böylece yalnız onun şeytani tarafından gelen neticelere varmaktır. Şark ise, bu zahiri ilim mefhumunu kabul ve taklid edeceğine kendine mahsus olan İlâhi aşkı ona ilave edip bütün dünyaya faydalı olan İlâhi bir ilim yaratmalıdır"[42].

Peyam-ı Meşrik Almanca, Fransızca, Macarca ve Arapça'ya tercüme edilmiştir. Bu eserin tercümesi A. N. Tarlan tarafından yapılarak 1956 da Ankara’da yayımlanmıştır.

4-    KERVAN IN ÇAĞRISI (Bang-ı Dera)

İkbal'in ilk Urduca şiir kitabı olan bu eser 1927 de Lahor'da yayımlanmıştır. Yaklaşık 32 defa basılan bu eserde İkbal, Müslüman-Hind topluluğunun duygularına seslenerek sömürgecilere karşı canlanıp kendilerine gelmeleri için zemin hazırlamak istemiştir[43] Bu eser

Peştu, İngilizce, Arapça ve Bengali dillerine çevrilmiştir[44]. Bang-ı Dera, Türkçe'ye Ahmet Asrar tarafından, B. Dera. B. Cibril, D. Kelim ve A. Hicaz, adlı İkbal'in eserlerinden seçilen. şiirlerle beraber "Doğudan Esintiler" adı altında yayımlanmıştır.   .

Ayrıca eserin son bölümünde yer alan "Şikva" ve "Cevab­ı Şikva" isimli şiirleri Ali Genceli tarafından şiir tarzında tercüme edilerek Pakistan Postası dergisinde 24. cildin 1. ve 2. sayısında yayımlanmıştır.

5-    ACEM İLAHİLERİ (Zebur-i Acem)

İkbal'in kendi eserleri arasında en çok şevmiş olduğu Farsça bir eser olup ilk defa 1927 de Lahor'da yayımlanmıştır. İki bölümden oluşmakta olup ilk bölümde 56, ikinci bölümde 75 parça manzumenin yer aldığı eser, Gazel tarzında yazılmış şiirlerden oluşmaktadır[45].

Bu eserde İkbal, yeni bir uyanışın zaruretinden bahsederek, bu uyanışın temelinin ilahi aşk ile yoğrulması gerektiğini hemen her şiirinde vurgulamaktadır[46] . Müslümanların çeşitli sebeplerden dolayı iç dünyalarının kararması neticesinde başka fikri akımların etkisi altında kalarak kendi benliklerinden uzaklaştıklarını belirten İkbal, müslümanların tekrar benliklerinin şuuruna erdiklerinde ayrı bir zevk ve heyecan duyacakları gibi; böylece yeni bir medeniyet kurulacağını, bunu yapmak içinde maddi ve manevi mücadele ve gayretin şart olduğunu vurgulamaktadır.

Schiınnıel. İkbal'in dini havasını yansılan en kuvvetli dua şiirlerinin bu eserde olduğunu ifade etmektedir5-

İkbal. bu eserin son kısmına Şeyh Mahmud Şebüsleri'nin (ö: 1320) Gülşen-i Raz isimli eserine bir nazine mahiyetinde onun yapısını izleyen bir bölüm eklemiştir, İkbal'in "Yeni Gülşen-i Raz" adını verdiği bu bölümde Allah, insan ve yaradılış hakkındaki sorulara kendi felsefesinin ışığında cevap vermiştir5-'.

Zebur-i Acem, İngilizce, İtalyanca. Peştu ve Gücerati dillerine tercüme edilmiş olup, Türkçe tercümesi Ali Nihat Tarlan tarafından yapılıp 1971 de İstanbul'da yayımlanmıştır.

6-    CAVİDNAME

İlk basımı 1932 de Lahorda yapılmıştır. Bu eser İkbal'in Farsça olarak kaleme aldığı en büyük mesnevi kitabıdır. İtalyan şairi Dante'nin "İlâhi Komedya" isimli eserine bir ba­kıma nazire niteliğini taşımaktadır. Bu eserde hem Mevlâna'nın Mesnevisinin hem de Dante'nin adı geçen eseri­nin tesirleri görülmektedir. İkbal bu eserinde İnsan-ı Kâmil'in yüceltilmesini ortaya koyar. İnsan-ı Kâmil, şahsiyetini daimi bir ulvi gayretle gerçekleştirerek temayüz eder54. Geleneksel Fars destanları genel olarak bir münacat yahut dua ile başlarlar. Aynı şekilde Cavidname'de bir münacaatla baş­lamaktadır. Bu münacatın ilk mısraları Mevlâna'nın

Sehimmel, Pcygambcrane Şair .... s.32.

55 Bu bölüm. A.N. Tarlan tarafından ayrı bir kitap halinde "Sır Güllerinin Actıüı Bahçe" adı alımda 1968 de İstanbul'da yayımlanmıştır.

- Schmımel. Beyganıberane Şair .... s.l I I .

Mesnevi'.sinin ilk mı.sralarına telmih okluğu görülmektedir. Mesnevi’de firaktan şikayet eden Ney'in yerine?? İkbal. cenk  misalini kullanmaktadır[47].

Bu eserde İkbal kendisini "Zinderud" (akan pınar) olarak tanımlarken kendisini feleklere doğru gezmeye götürecek reh­beri Mevlâna'yı da "Zurvan" olarak tanımlamakta- dır'LMevlâna'nın rehberliğinde felekleri gezmeye çıkan İkbal, her ayrı felekte bir çok doğu ve batılı devlet adamı. Filozof. Alim, Veli ve Sanatkârlarla karşılaşarak sohbet ederler. Seyahatin sonlarına doğru Hz. Muhaınmed'in huzuruna varılır. En son bölümde ise güzel bir şekilde Huzur-i İlâhi'ye vararak oradaki sahneyi tasvir eder.

Cavidname, Alınanca, Fransızca, İtalyanca. Peştuca ve Sind diline tercümeleri yapılmıştır. Schimmel tarafından açıklamalı olarak Türkçe'ye tercüme edilerek 1958 de Ankara'da yayımlanmıştır.

7-    CEBRAİL'İN KANADI (BaLi Cibril)

Diğer eserler gibi bu eser'de 1935 de Lahor'da basılmıştır. Bu eserinde Avrupa'nın çeşitli yerlerinde \e memleketinde yazdığı müslümanların uyanmaları, benliklerine sahip çıkına- lan gibi konularda dikkatleri çeken rubailer bulunmaktadır. İkbal bu eserinde ayrıca, müslümanların imanlarının var oldu­ğunu fakat aşk ve cezbelerini kaybettiklerinden yakınmakta­dır[48] [49].

Daha önce İkbal'in İspanya seyahati sırasında Kurtuba camiini ziyaret ettiğini söylemiştik. Bu ziyaretinde caminin ihtişamından etkilenerek yazdığı uzun ve içli şiiri bu eserde yer almaktadır51'. Ayrıca Lenin'i Allah'ın huzuruna çıkararak onun dilinden müslümanların halini Allah'a şikayette bulunur. Daha bir çok konuda şiirlerin yer aldığı bu eser, İkbal'in Urdu dilinde kaleme aldığı başarılı eserlerden biri olarak kabul edilmektedir.

Peştu diline tercüme edilen bu eser Türkçe'ye Yusuf Salih Karaca tarafından çevrilmiş, 1983 de İstanbul'da yayımlan­mıştır.

8-   NE YAPMALI EY ŞARK KAVİMLER! (Pes Çi Payed Kerd Ey Akvanı-ı Şark)

İslâm dünyasının artık uyanmakta oluşunun manevi müjdesini veren mısraların bulunduğu bu eser, İkbal'in siyasi ve içtimai görüşlerini ve tavsiyelerini ihtiva ettiği bir eserdir[50]

İlk defa 1936 da Lahor'da yayımlanan bu eser, daha sonraki baskılarda İkbal'in "Misafir" adlı eseri ile birlikte basılıp yayımlanmıştır. Bu eserin Türkçe'ye tercümesi Ali Nihat Tarlan tarafından "Yolcu-Ey Şark Kavimleri-Kölelik Kitabı" adı altında 1976 da İstanbul'da yayımlanmıştır[51].

9-    MİSAFİR (İkbal'e göre seyyah anlamında olup Türkçe'ye "Yolcu" adıyla tercüme edilmiştir.)

Bu eserde Afgan Kralı Nadir Şah'ın daveti üzerine 1933 de Afganistan'a yaptığı seyahatinin izlenimlerini anlatmaktadır. Ayrıca Afanistan'ın çeşitli tarihi şehirlerini ziyaret ettiğini dile getiren İkbal bu eseri Farsça olarak kaleme alıp 1936 da Lahor'da yayımlamıştır[52]

10-    MUSA VURUŞU (Darb-ı Kelim)

Urduca olarak ilk defa 1.936 da Lahor'da yayınlanan eser aynı dilde kaleme alman eserlerin sonuncusudur. Bu eseri İkbal'in olgunluk devresi olarak değerlendirebileceğimiz ömrünün sonuna doğru yazmıştır.

Eserin İhtiva konular şöyle sıralanabilir.

1-    Tevhid inancı ve bu inancın insanın benliğinin yükseltilmesindeki rolü.

2-    Müslümanlar ilimle mücehhez olmalıdır. Fakat bu ilmi ilahi aşkla yoğtırmalıdırlar.

3-   Allah'a bağlı olan müslümanın kaderi kendi elindedir. Milletlerin tarihi isbat ediyor ki umumiyetle kader insanların çalışmalarına ve gayretlerine tabidir.

4-       Öğrenmenin ve öğretmenin gayesi; benliğin

yükseltilmesidir. Avrupa'nın körükörüne laklid edilmesi değildir.            .

5-   Cemiyette kadının yeri Önce "analıktır”. Nesilleri yetiştiren ve istikamet veren kadındır. Kadın daima iffet ve şerefini korunmalıdır.

6-   Sanat cemiyet içindir. Cemiyetin yükseltilmesi ve benliğin teşekkülü için sanat yol gösterir olmalıdır 6-\

Darb-ı Kelim, Farsça'ya bir.kısımda İngilizce'ye tercüme edilmiştir. Türkçe'ye A.N. Tarlan tarafından tercüme edilmiş ve 1968 de İstanbul'da yayımlanmıştır.

11-    HİCAZ ARMAĞANI (Armağan-ı Hicaz)

1938 de İkbal'in vefatından sonra Farsça olarak Lahorda yayımlanmıştır. Bu eserde İkbal'in Hicaz'a gitmek ve hacı olmak arzusunu dile getiren bir hava bulunmaktadır. Annağan-i Hicaz. Urduca'ya ve Sindce'ye tercüme edilmiş olup Türkçe'ye bazı kısaltmalarla birlikte A.N. Tarlan tarafından çevrilmiş ve 1968 İstanbul'da yayımlanmıştır.

Türkiye'de İkbal'in hayatının ve eserlerinin tanıtıldığı ve tercümelerine yer verildiği pek çok eser bulunmakla beraber bunlardan iki tanesini zikretmek yerinde olacaktır. Bunlardan

ikbal Mııhanınıed. Darh-ı Kelim, çev: A.N. Tarlan. İst. 1968 s.5 Kış.

Kaıaban, İkbal’in .... s.42.

i',ilincisi. Prof. Ahdülkadir Karahan tarafından hazırlanarak Dr. Muhammed İkbal ve Eserlerinden Seçmeler" adıyla yayımlanan eseridir. 1974 de İstanbul’da yayımlanan bu eserde İkbal’in hayatı şahsiyeti ve eserleri genişçe tanıtılmıştır. İkbal’in nazım ve nesir halinde yayımlanmış bütün eserlerinden seçerek asıllarıya beraber tercümelerin yer aldığı, ayrıca makale ve mektuplarının da bulunduğu bir eserdir.               .

Diğeri ise Ahmet Asrar tarafından "Doğudan Esintiler" adı altında 1981 de İstanbul’da yayımlanan bir eseridir. Bu eserin ilk bölümünde hayatının ve eserlerinin tanıtıldığı bir bölüm ile İkbal ve Mevlâna'nin fikirlerinin karşılaştırmasının yapıldığı uzun bir makale bulunmaktadır. Bu eserde, Bang-ı Dera. Bal-ı Cibril, Darb-ı Kelim, Armağan-ı Hicaz adlı eserlerinden seçme şiirler yer almaktadır.

Bilindiği gibi İkbal’in eserlerinin yayınlanması, Avrupa'dan dönüşünden sonra başlamıştır. İkbal hayattayken yayınladığı eserlerden başka bir çok değişik türlerde yazıları (manzum, mektup, makale, önsöz, söylev, bildiri vb) vardır[53]. Pakistan'da İkbal’in fikirlerinin araştırılıp ortaya çıkarılması ve yayılması için 1950 de Bezm-i İkbal, i960 da İkbal Akademileri kurulmuştur. Ayrıca 1983'ten buyana uluslar arası İkbal konferansları düzenlenmeye başlamıştır. Bugün de Pakistan'da çeşitli üniversitelere bağlı İkbal Enstitüleri faaliyetlerini sürdürmektedir.

Şimdiye kadar İkbal'in İngilizce ve Urduca yazılmış 1600 den fazla mektubundan oluşan ondört antoloji yayımlanmıştır[54]. Prof. M.Rİaz'a göre: "Bugüne kadar İkbal üzerine yazılan kitapların sayısının tahminen ikibini bulduğu ve makalelerinde binlerce ifade edildiği bilinmektedir[55]. Bu da İkbal'in fikirlerinin ve eserlerinin önemini ortaya koymak bakımından fikir edinmemize yardımcı olmaktadır.

İKİNCİ BÖLÜM

İKBAL İN FİKRİYATININ TEMEL UNSURLARI

19. yy'ın sonlan ile 20. yy'ın başlarında hayalını sürdüren Muhammed İkbal'in, günümüzde de güncelliğini yitirmemiş olan fikirlerinin oluşmasına sebep olan amilleri gözden geçirmeden fikirlerini anlamak güçtür. Dolayısıyla yaşadığı bölgenin sınırlarım aşıp İslâm dünyasına, hatta Avrupa'ya kadar yayılan ve derin tesirler bırakan İkbal'in bu yönünü birkaç yönden incelememiz mümkündür.

1-     Hindistan Bölgesinin sosyal ve Siyasal Yapısı.

2-     20. yy.'ın Başlarında Dünya Müslümanlarının Durumu

a.     Tarihi Durum

b.     İkbal'e göre Müslümanların Durumu

3-     Avrupa'da Gördüğü Eğitim ve Fikir Akımlarının Tesiri

4-     Mevlâna'nın Tesiri

5-     İkbal'in Şahsiyeti

1-     Hindistan Bölgesinin Sosyal ve Siyasal Yapısı

Hindistan'ın çöküş dönemi Evrengzib'in ölümüyle başlamıştır[56]. Bundan sonra tahta geçen hükümdarların taht kavgalarıyla ve iç isyanlarla uğraşmaları, ülkeyi zayıflatmak durumuyla karşı karşıya bırakmıştır[57].

Hindistan 18.yy başlarında Fransızlar tarafından sömürge durumuna düşürülmüştür. Hind müslümanlarının ilk defa sömürge tebası olmanın şaşkanhğını henüz üzerlerinden atamamışken, Ingiltere ile Fransa arasında süren yedi yıl savaşları (1756-1763) neticesinde Hindistan sömürgeciliği İngiüzlerin eline geçmiştir.

İngiliz dış siyaseti sömürgeciliğe dayanmaktaydı. Bunu da işgal etlikleri yerlerin insanlarını bölerek, parçalayarak, birbirlerine düşürerek, gerçekleştirmekteydiler. İngilizler'in Hindistan’ı ele geçirmeleriyle birlikte yaptıkları ilk iş; müslünıanlarla Hindulaf'ın arasını açarak kendi aralarında etnik ve dini guruplar oluşturmak olmuştur. îngilizlerin desteğiyle bu grupların idare makamlarına getirilenler, İngiliz siyasi çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde hareket etmekteydiler.       .

İngilizler Hindistan'da yerli halkın inançlarını ve yaşayışlarını, aralarında ittifak ettikleri ve ihtilafa düştükleri konuları araştııp tesbit ederek oluştrulacak sünni ihtilaflarla toplumdaki çatışmaları kendi menfaatleri lehine kullanma yollarını sürekli aramaktaydılar. Müslümanların idari yönden hayata hakim olduklarını, diğer dinlere ve düşünce sistemlerine mensup olan kitlelerinde müslümanlara güven duyduklarını tesbit eden İngilizler bu güven ortamını kendi siyasi menfaatlerine engel olarak görmekteydiler[58]. Hindistan'da İslâmiyetin dışında birçok dinin bulunduğunu da tesbit eden İngilizler, Hind halkının inançlarındaki bu farklılıkları ve değişik yaşayış şekillerini kendilerinin siyasi

menfaatlerine malzeme olarak kullanmaya başlamışlardır[59]. Hindistan'da müslümanlardan sonra en büyük dini grubu teşkil eden Hindular'ı destekleyip müslümanların aleyhine kışkırtarak Hindistan'daki İslâm hakimiyetini kınamaya çalışmışlardır[60] İngilizler, Hindular'm başta inek olmak üzere bütün Hindu inançlarına ve sembollerine imtiyazlar verirken, müslümanların ibadetlerine kısıtlamalar getirmekteydiler. Ne varki önceleri İngilizlerin kışkırtmalarıyla Hindular'm saldırılarına karşı ihtiyatlı davranan müslümanlar bazı camilerinin inek ahırı olarak kullanılmak istenmesi ve dini inançlarına saldırıların artması neticesinde zaman zaman müslümanlarda karşı müdafaya geçmek mecburiyetinde kalmışlardır[61]'. Bir anda Hindistan'ın bir çok yerinde müslümanlarla Hindular arasında kanlı çarpışmalar başlayınca İngilizler; çeşitli bölgelerde müslümanlara ait yerleri, yağmalayıp karşı koymak isteyenleri öldürmüşlerdir. İngilizlerin bu denli müslümanlara yönelik kışkırtmaları ve zulümlerine karşı müslümanlar karşı koymaktan hiç bir zaman vaz geçmemişlerdir[62].      .

İlk olarak müslümanlar 1857 de İngiliz idaresine karşı ayaklanarak ilk etepta bulundukları bölgelere hakim oldular. Hinduların İngilizler'in tarafını tutması nedeniyle bu ayaklanmanın bir sonuç getirmeyeceği müslümanlarca da bilinmekteydi[63]. Fakat müslümanların sabır sınırını zorlaması ve özellikle inançlarına yapılan saldırılar böyle bir sonuçla karşı karşıya bırakmıştır. Bu hareketleri fırsat bilen İngiliz idarecileri müslümanların ellerindeki malları yağmalıyarak fakirleşmelerine ve perişan duruma düşmelerine sebep olmuşlardır[64]. Ayrıca İngilizlerin yer yer Hindulara da yaptıkları zulümlerden dolayı Hinduları, İngilizlere karşı soğuk bir tavır takınmaya sevketmişti. Bu durumu anlayan İngilizler derhal Hinduları saaflarına çekmek için Hindu ileri gelenlerine yardımlarda bulunmakla kalmayarak İngiliz usulü yaşayış ve eğitim aş 11 ly ab il mele ri için İngiltere'den mütehassıslar getirip çalıştırmışlardır.

Bir çok Hindu, İngilizlerin gerçek yüzünü anlamış, müslüınanların hakim oldukları zaman ile İngilizler'in hakim oldukları zamanı karşılaştırmış ve müslüınanların idari hakimiyetlerini arar duruma gelmişlerdi. Gizliden gizliye müslümanların saflarına geçerek direniş hareketlerini destekleyen Hindular, böylece geç de olsa gerçekleri anlamışlardı[65].

Müslümanların mücadeleleri gün geçtikçe güçlenerek devam ederken, İngilizler'in de endişeleri artmaktaydı. Bu durum karşısında hem İslâmi direniş hareketlerinin tesirinin azaltmak, hem de Hindu ahalinin içindeki müslümanların taraflarını tutanların azmini kırmak için Hindu lider Gandi'yi İngilizler'e karşı pasif direniş hareketine geçmesi için teşvik ederek bu hareketi gizlice desteklemişlerdir[66] Bu haraketin amacı ve İngilizlerin bunu desteklemesinin nedeni, müslümanlar hiçbir yerden yardım alamadıklarından uzun süre direnemeyeceklerini kısa bir süre sonra direnmeyi bırakıp teslim olacaklarım beklemekteydiler. İngilizlerin bekledikleri bir başka netice de müslümanların adam yetiştirme ve eğitim faaliyetlerinin akamete uğramasıydı. Çünkü zamanla yetişmiş ilim ve fikir adamları yerine bir başkası’ yetişmeyince müslümanlaın direnişlerine yön verecek kimse kalmayacak ve müslümanlar zamanla azınlık haline geleceklerdi.

Nitekim Hindistan'daki bu denli karşılıklı çekişme ve kavgaların yarattığı öfkeyle çalkalanan ülke, ilim, fikir sanat ve edebiyat çevrelerindeki şahsiyetlerin bir bir tükenmelerine zemin hazırlamaktaydı. Böylece. Hindistan'da yaşayan müslümanlar tarihi zor.bir durumdaydılar. Yüz senelik İngiliz sömürgesinde yaşayan müslümanların benliklerinde büyük bir donukluk, çöküş ve yıkılış gözlenmekteydi. Bu yıkılış sadece benliklerde de değildi. İslâmi düşüncede ve Hindu geleneklerinde insanların saygı duyup kutsal saydıkları ne kadar düşünce ve gelenek varsa günün sanat çevrelerindeki şahıslar tarafından akılalmaz bayağılık ve saçmalık, çöküşün tipik belirtisi olan idrak yoksunluğunu gözler önüne seren erotik sanat biçimleri olarak piyasaya dökülmüştü12. Sanat ve edebiyat dünyasında meydana gelen bu çöküş, ilim ve düşünce alanına da sıçranmış halkın cahil bırakılmasının yanısıra cehaletten de öte toplumu bir şüphecilik kaplamıştı, Din açıkça alaya alındığı gibi, herkes herşeyi bildiğinin inancını taşımaktaydı. Batı gelenekleri, giyiniş tarzları, batıya Özentili bir dil, giderek saygınlık kazanmaya başlamıştı13.

Bütünüyle İngilizler'in bu planları ve faaliyetlerinin maksadını anlamakta gecikmeyen İslâm alimleri, Hindistan müslüman halkının eğitilmeleri ve şuurlandırılmaları için faaliyetlere başlanması gerektiğini anlamışlardı. Bir asırlık

'2H;ın Zült'ikar Ali. Doğudan Bir Ses, çev: Turgut Akman, İst. 1981. s.20.

i 3 Aynı eser. s.29.

Ingiliz sömürgeciliğinin karşısında müslümanlar arasında iki akım ortaya çıkmıştır.

i • Din alimlerinin liderliğinde oluşturulan dini akım.

2-    Seyyid Ahmet han ve arkadaşlarının savundukları modernist akırrJ4 . Birinci akıma mensup olan din alimleri o günkü Hindistan dünyasında İslâmi şahsiyeti kendilerinde yaşayan ehliyetli simalardandı. İslâm alimleri bilhassa Ebu'l- Kelâm Azad'ın gayretleri ile bir araya gelerek bir yandan îngilizlerin günlük saldırılarına karşı alınması gereken tedbir ve mukavemet yollarım görüşürken, diğer yandan İngilizler'in uzun vadede hazırladıkları planların işlememesi için özellikle eğitim, sanat ve teşkilatlanma faaliyetlerine ağırlık vermeye başlamışlardır. Azad'ın bu faaliyetlerine Hindistan'ın tanınmış alimlerinden Ali el Muvengiri ve Şibli Numani gibi şahsiyetler de Azad'ın çalışmalarına katkıda bulunmuşlardır’5

Seyyid Ahmet Han ve öğrencilerinin başını çektiği modernist akım, batılılaşmayı savunmaktaydılar. Onlar, batılılaşınadıkça kurtuluşun gerçekleşemiyeceğine inandıkları için Hindistan’ın çeşitli bölgelerinde batı eğitim tarzında okullar ve eğitim öğretim müesseseler! açarak bu yönde faaliyetleri sürdürmekteydiler16

Hindistan'daki alimlerin bu gayret ve çabaları kısa sürede İngilizler tarafından farkedilince iki ayrı akım olarak gelişen bu faaliyetleri kendi menfaatleri lehine kullanmanın yollarını arama çabalarına girmişlerdir.

’^Sadi. Doğunun .... s.24.

15Yaşar, M. İkbal ... s.25.

'6(Seyyid Ahmet Han'ın kurduğu tiniversitelereııi en meşhuru Aligarh Üniversitesi olup öğretim görevlilelitinin çoğu İngiltere’den getirtilmişti) Faz.lurrahmau. İslam ve Caüdaslık.. eev. A. Açıkeeue. Hasri Kırbasoelu. Ank. i990.s. 147

Bunun için Seyyid Ahmet Han'a eğitim çalışmalarında yardım vaad edilerek İngiltere'ye davet edilmiştir. İngiltere’nin en büyük nişanesi olan "sır" unvanı verilerek bazı - göstermelik teminat ve yardım vaadleriyle mücadele dışında tutmaya çalışmışlardır[67].

Seyyid Ahmet Han (1817-1898). İngiltere'ye gitmeden önceki tavırlarında İngiliz emperyalizmine karşı mücadele edilmesi gerektiğini savunurken, oradan dönüşünde "Biz, bu dev güçle boy ölçüşemeyiz. Kurtuluş.onların mandasraltma girmektir”[68] deyip bu söz ve tavrıyle İngilizlerle birlikte hareket ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. S. Ahmet Han'a İngiliz hükümeti maaş bağlerken, Hind müslümanlarmın kurtuluşu için çırpman alimlerden Ebu'l Kelâm Azad, defalarca mahkum edilmiştir[69].

"S. Ahmet Han, İslâm'ın mahiyetini kendi görüşüne göre açıklarken modern dünya görüşüyle İslâm öğretilerini karşılaştırmak istemekte, bunu yaparkende muhafazakâr İslâmi yorumu canlandırma ve ona dayanma yerine Ortaçağ İslâm filizoflarının kabul ettikleri ana ilkelere dayanma yolunu seçti"[70] diyen Fazlurrahman'm da belirttiği gibi S. Ahmet Han'ın batı akılcılığını savunduğunu, vardığı sonucun İslâm'ın yeniden ifade edilmesi değil, bunun kendi şahsı açısından yorumlanması olduğunu ifade etmekte olup ayrıca İslâm'a birtakım fikirlerin kaynaştırılmasına teşebbüs ettiğini de belirtmektedir[71].

2-  20. Yüzyılın Başlarında Dünya Müslümanlarının Durumu

a- Tarihi Durumu

19. yy'ın başlarına kadar müslümanların yaşadığı toprakların büyük çoğunluğu, Osmanlı Devleti topaklarının sınırları içerisinde bulunmaktaydı. Osmanlı Devleti'nin etnik yapısı sadece bununla da kalmayıp özellikle Avrupa'da fethedilen büyüklü küçüklü bir çok, halkı Hıristiyan olan devletlerde bulunmaktaydı. Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Karadağ... gibi. 1789 Fransız ihtilali ile yayılan milliyetçilik akımı, özellikle farklı dil, din ve etnik kökenli devletleri içerisinde barındıran Osmanlı Devleti'nin tek tek Avrupa'daki kendisine bağlı devletlerin bağımsızlık mücadalesine giriştikleri görülmekteydi. Dolayısıyla Osmanlı Devleti'nin Avrupa'daki sınırları daralıp gerilemekteydi. Aynı durum. Halkı müslüman olan, ve Osmanlı Devletine bağlı bulunan Arap devletlerinde de gözlenmekteydi[72].

_ .20. yy'ın başlarında müslümanların büyük bir kısmını kendi sınırlan içerisinde barındıran Osmanlı Devleti'nin yıkılışının ve İslâm dünyasında siyasi, iktisadi, ve fikri yönden yeniden yapılanmaya gidilmesinin sebeplerine- kısaca temas etmek yerinde olacaktır.

197 asrın başlangıcından itibaren batı medeniyeti, ilim ve teknik, İslâm dünyasının her tarafını sarmış, Osmanlı Devleti'nde Mısır'da, hatta -daha önce de belirttiğimiz gibi- Hindistan'a. kadar muhtelif sosyal ve hukuki reformların yapılmasına yol açmıştır. İslâm dünyası, gerek batıya ilim tahsili için gönderdiği öğrenciler vasıtasıyla gerekse, batının sömürge haline getirdiği memleketlerde batı düşüncesi gittikçe yayılmaya başlamıştır. Batıda görülen ilim ve tekniğin arkasında kendi düşünce ve yaşayışlarından farklı başka kanunlara göre gelişmiş bulunan bir dünya görüşünün mevcud olduğunu müşahade etmişlerdir. İslâm dünyasında yönetici durumundakiler ve aydınlar, kendi medeniyet ve görüşleri ile batı medeniyetinin tesirleri arasında bir münasebet kurarak kendi İslâmi benliğini kaybetmeden ne şekilde bu medeniyeti benimseyeceklerini düşünmeye başlamışlardır. Bu problemler kısa sürede İslâm dünyasını sarmıştır. Batı'nın İslâm dini hakkmdaki anlayışısızlığı karşısında İslâm'ın savunmasını yapacak, batı medeniyetine uyum sağlayacak, teknik ve ilmi gelişmeleri memleketine yerleştirecek çeşitli yerli ve yabancı kaynaklı ilim ye fikir adamları ve düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Bu düşünce akımlarının bir kısmı özellikle batılılar tarafından finanse edilip yönlendirilerek kendi düşünce sistemlerini yerleştirme çabası içerisine girmişlerdir. Hatta bu düşünce sistemlerini savunan batı hayatını doğulular, sahip oldukları İslâmi kimliklerinden vazgeçip batının inanç ve düşünce sistemlerini kurtuluş çaresi olarak görmüşlerdir. Özellikle Osmanlı Devleti'nin idari yapısında yapılan ıslahatlar devletin çökmeye yüztutan idari ve askeri yapısında az da olsa bir toparlanma söz konusu olsa da, neticede ilim, teknik, düşünce ve ahlaki yönden batıya daha da açılmaktan başka bir netice vermemiştir.

1839'da Tanimat Fermam'nın ilânı, Osmanlı Devleti'nin biraz daha batının düşünce ve idari sistemine yaklaşma ve. İslâmi geleneklerden uzaklaşma olarak telakki edilerek -gerekli olup olmadığı- tartışmaları günümüze kadar sürmüştür. 1856 da Islahat Fermanı'yla gayr-i müslimlere din ve mezheb hürriyeti sağlanmakta, ayrıca siyasi, dini ve hukuki yeni imtiyazlar tanınmaktaydı[73]. Bu fermanın getirdiği siyasi ortam, iki ayrı fikri akımın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

a)    Cevdet Paşa'nın başını çektiği muhafazakâr görüş.

b)    Namık Kemâl ve Ziya Gökalp'in başını çektiği Yeni OsmanlIlar akımı[74].

I. ve II. meşrutiyetin ilânına kadar geçen dönemlerde yine idari ve siyasi yapıda şikayetlerin önüne geçilemeyince Meşrutiyet dönemleriyle birlikte yeni düşünce akımları ortaya çıkmıştır. Bu akımlar her ne kadar fikri yönden birbirleriyle büyük farklılıklar- arz etse de, temelde ciddi bir şekilde Osmanlı Devleti'nin siyasi, iktisadi, ve ahlâki yapısındaki çöküşün önlenmesi konusunda birleşmekteydiler. Bu fikri akımlar şunlardır.

1. Batının, siyasi ve felsefi görüşlerini esas olan bir devlet anlayışının savunuculuğunu yapan Batıcılık akımı[75]. 2- Osmanlı Devleti'nin çöküşünün en önemli sebebi olarak İslâmi prensiplerden uzaklaşılmasından ve batının körü körüne taklid edilmesinden kaynaklandığını söyleyen İslamcılık akımı. Bu akımın savunucularına göre devletin karşılaştığı her türlü güçlükten kurtulabilmesi için aynı zamanda dünyevi prensiplerini ihtiva eden İslâmiyetin bu prensiblerine dönülmesi ve herkese öğretilerek tatbik ettirilmesi gerektiğini çözüm ve kurtuluş yolu olarak sunmaktadır[76]. 3- Tanzimattan sonra ortaya atılan Osmanlıcılık fikrinin Osmanlı Devleti'nde yaşayan türlü etnik unsurların arasında bütünleşmenin sağlanması hususunda başarısızlığa uğraması neticesinde ortaya atılan ve Ziya Gökalp'in başını çektiği Türkçülük akımı. Bu akımın savunucularına göre Türklerin, soy, din, dil ve ülkü birliği etrafında bir Türk Milleti meydana getirilmesi fikrini ortaya atarak savunuculuğunu yapmışlardır[77]. Bu akım, Anadolu toprakları üzerinde bir Türk Devleti'nin kurulmasına ve kurucularıyla birlikte fikir ve uygulama sahası bularak günümüze kadar devam etmesini sağlamıştır.

19. yy. ın sonları i’e 20. yy.'ın başlarında Osmanlı Devleti bu gibi fikri akımların etkisi altında varlığını sürdürüp çöküşü en azından yavaşlatma çabasını sürdürürken, Osmanlı Devletine bağlı Arap eyaletlerinde de bazı modern fikir akımlarının ortaya çıktığı görülmektedir. Mısır'da Cemaleddin Efgani (1839-1897) ve talabeleri, Muhammed Abduh, (0:1905) ve Muhammed Reşit Rıza (ö:1935) nın faaliyetleriyle Menar dergisinde yayınladıkları makaleleriyle modern İslâm düşüncesinin temellerini atarak " Panislamizm" fikrini geliştererek İslâmiyetin yenileştirilmesi için gayret sarfetmişlerdir[78]. Bu Müteffekkirler, onuncu asırdan beri kapatılmış olan ictihad kapısının tekrar açılması gerektiğini savunarak, zamana göre İslâmın hukuk ve fikirlerinde meydana gelen inhirafların ber taraf edilmesini ve onların yerine yalnız Kur'an ve Hadislere dayanan, bugünkü anlayışa uyan, modern ilme muhalif olmayan bir fikir sisteminin kurulmasını teklif etmişlerdir[79].

b- İkbal'e Göre Müslümanların Durumu.

(Çöküşlerin sebepleri ve İkbal'e etkisi)

19. yy.'ın sonları ile 20. yy'ın başlarında yani îkbal'in yaşadığı ortam, bütünüyle İslâm dünyasında müslümanların benliklerinde, yaşayışlarında, fikri yapılarında, ahlâki ve dini düşüncelerinde bir çözülüşün ve yıkılışın yaşandığı görülmektedir. İşte böyle bir ortamda Muhammed îkbal'in fikirlerinde zaman zaman feryad derecesine varan haykırışlarını görmek mümkündür.

Muhammed İkbal, İslâm dünyasında meydana gelen çöküşün tablosunu şu mısralarıyla ortaya koymaktadır.

"Araplar çöllerinde yollarını kaybettiler, (dalalete düştüler) Ârtık sözlerinde "İllallah'ın harareti kalmadı. (Müslümanlık harareti ve ideali kalmadı)" "Mısırlılar Nil girdabına düşmüşler, muazzam file benzeyen TuranlIların himmet damarları gevşemiş" "Osmanlı Devleti, hadisatın pençesi altına düşmüş, ıstırap içinde, şark ve garb onun dökülen kanlarından lalezara dönmüş". "Hind müslümanı midesinin kulu olmuş, kendini beğenmiş, gönlündeki din hissini koparıp atmış"[80].

İkbal'e göre müslümanların çöküş sebeplerini ve bu sebeplerin İkbal'in fikriyatına yansımasının tahliline geçmeden önce 191 l'de yazdığı "Şikva” adlı uzun şiirin, 1912 senesinde yazdığı ve bu şiire cevap niteliği taşıyan "Cevab-ı Şikva" adlı şiirle konumuza ışık tutması açısından bir göz atmak zarureti hasıl olmaktadır.        .

"Şikva" başlığını taşıyan bu uzun şiirinde İkbal, Allah'ın müslümanlara meşekkat çektidiği halde, kafirlere şan ve şeref verdiğini ifade eden isyancı bir feryat niteliği taşımaktadır. Şiirin ilk bölümünde İkbal müslümanların ihtişamlı geçmişinden, Allah'a olan bağlılıklarından ve Kelime-i Tevhid için yaptıkları mücadelelerden bahsetmektedir.

"Fakat senin ismini, kimdir kılıçla yayan?

Bozulmuş olan işi, doğru bir şekle koyan?[81]

Tevhidin işaretin her gönülde yoğurduk

Bu müjdeyi hançerle, her tarafa duyurduk[82]

Acep hangi milletdi yalnız seni arayan?

Senin yolunda fedakarlıkla akıtılan kan?

Kimin kılıcıyla sen hakim oldun dünyaya

Kimin Tekbir sesiyle uyandıydı bu cihan?[83]

Yeryüzünde Allah'ın ismini tekbirlerle Kılıçların sesleriyle müslümanların yaydığını müslümanların bâtılı kaldırdıklarını belirterek şiirin bu bölümünde Allah’a şöyle serzenişte bulunmaktadır.

"Başka ümmetlerin de var, kimisi günahkâr

Kimisi aciz, kimisi kibirli, sarhoşu var.

Tembel de var, gafilde, uyanıklar da vardır,

Yüzlerce var kim senin hep isminden bıkmışlar

Yabancı ülkelere hep rahmet gönderirsin

Müslüman yurdun yıkıp, virana dönderirsin[84]

Allah tarafından kafirlere her türlü varlık ve servet verildiği halde müslümanlara boyuna vaatler ettiğini belirten İkbal, yine kendi mısralarıyle müslümanlara vaat ettiklerinin avutmadan ibaret olduğunu belirterek biraz da aşırılığa varan bir sitemle Allah'a serzenişte bulunmaktadır. Yine bir mısrada:

" Yabancılar için vardır işte âli dünya

Kaldıydı bizler için yalnız hayali dünya" diyerek kâfirlerin her türlü imkanlara sahip oldukları halde müslümanların sadece bunları hayal ettiklerini belirtmektedir.

Şikva adlı bu şiirin son bölümünde Allah'a sorduğu bir sorunun cevabını, yine kendi mısralarıyla vererek, şöyle demektedir.

"Fakat senin bize bu gücenmen neden?

Niçin tutkunlara karşı küskün oldun sen?"

sorusuna: "Senden kaçan Resul-i Arabi'den de kaçar,

Put kırmağı bırakıp, put için gönül saçar,

. Bir tarafa bırakır aşkı hem tutkunluğu

Selman'a Veys El Karani'ye karşı kin açar"

"Göğsünde tekbirin ateşi söndi gitti

Bilal-İ Habeşi'nin hayat örneği bitti" diyerek Allah'ın insanlardan küskün olmasının sebebinin Bilal-i Habeşi gibi müslümanların kalmadığı gibi, kalplerinde de aşk ateşinin yanmadığı için gücenmiş olduğunu belirtmektedir[85].

İkbal'in yazdığı "Şikva" isimli şiire Balkan savaşları sırasında yine kendisi bu şiire cevap niteliği taşıyan "Cevab-ı Şikva" isimli bir şiir yazarak Lahor'da akşam namazından sonra büyük bir kalabalığın toplandığı bir sırada okumuştur. Dinleyicileri oldukça çoşturan şiirin halka büyük bir tesir bırakması neticesinde aralarında yüzbinlerce rupya para toplayarak Balkanlarda gazilerin ve şehit ailelerin arasında dağıtılması için Osmanlı Devleti'ne gönderilmiştir[86].

İkbal şiirin ilk bölümünde, gönülden çıkan sözün[87] eser bıraktığını ve o sözün semalara uçup gittiğini, gittiği yerde Felekleri, ayı, samanyolunu harekete geçirdiği meleklerin hayret ettiğini Arşta bulunanların bu feryadın sebebinin ne olduğunu böyle bir feryadın arşa kadar nasıl ulaştığını birbirlerine sorduklarını anlatmaktadır. Bu feryadın Allah'ın huzuruna vardığında Meleklerin kendisine secde ettiği ademoğlunun, böylesine küstahça ve cesaretle bu sözleri nasıl söyleyebileceğine kızan Allah'ın verdiği cevap İkbal'in bundan sonraki mısralarında şöyle ifade edilmektedir.

"Biz keremi severiz! ama nerede isteyen?

Yol gösteren isek de nerdedir menzil diyen?

Biz verdik kaabiliyet sahibi olana, şan

Arayan kimselere verdiydik yeni cihan"[88].

diyerek müslümanların geçmişteki ihtişamlı hallerinden

Allah şöyle bahsetmektedir.

"Sizdiniz bu dünyada hile hurad bilmeyen

Sizin millet için yoktu endişe-i mesken

Şimşeklerden korkmayan sizin harmanınızdı"

"Kimdir silen batılı bu dehrin safhasından

Kimdir insanı, acep kölelikten kurtaran

Kimdir acep alınlar süren benim Kâ'be'me

Saklanmıştır, kimlerin göğsünde acep Kur'an

Evet bunlar sizdiniz, fakat size ne ola?

El üstünde bekler, yarını vakit dola?" diye seslenen Allah, müsmümanların zarar ve ziyanların müşterek olduğunu, Kur'an gibi peygamber gibi ortak noktaların var olduğunu, fakat eskiden varılan ihtişamlı dönemlere acaba şimdiki gibi fırkalara bölünmelerle mi varıldığını sormaktadır. Ayrıca Peygamber'e uymayı terkedip zamanın fikri akımlarına kapılarak yabancı düsturları göz önüne aldıklarını atalarının yolundan bıktıklarını kalplerinde bir yanmanın, ruhlarında bir sezinin kalmadığını belirtmektedir[89].

Allah, modem müslümanlara tembelliklerini zayıflıklarını ve beceriksizliklerini hissettirmek için kendini şöyle duyurur.

"Sabahları ibadet için uyanmak sizlere pek zor geliyor! Erkenden bana vecd ile yönelmek yerine uykuya sarılırsınız! Siz şımarıklara ve şaşkınlara oruç bile ağır geliyor. Siz söyleyin: Siz buna acaba "imana bağlılık mı" dersiniz"[90]

Şiirin bundan sonraki mısralarında müslümanların çöküş sebeplerine genişçe temas eden İkbal, şiirin son mısralarında Tevhid yoksa müslümanların da olmayacağını, alemin Hz. Muhammed'in aşkına yaratıldığını insanların da onun aşkıyla mutluluğa erebileceklerini belirterek şiirini noktalamış olur[91].

İkbal, çöküşün ve zayıflamanın bütün İslâm dünyasını sardığını, önce müslümanların maneviyatlarında, benliklerinde, birlik ve beraberliklerinde büyük zaafiyetlere düştüklerine dikkat çekmektedir. İkbal bu konuda şöyle demektedir: "Başına gelenler ne zamanın icabı ne takdirin zulmüdür. Şerefini ve yerini kaybedişin kendini ve Allah'ı unutulandandır"[92]. İkbal'e göre İslâm dünyasında meydana gelen bu çöküş ve yıkılışın sebeplerini kendi eserlerinden şöyle sıralamak mümkündür.

a- Müslümanların maneviyatlarında meydana gelen bozulmalar. İbadetlerindeki aşk ve cezbeyi kaybetmeleri. Bu konuda O şöyle demektedir. "Ben ve sen gönül ve dinden ümidimizi kestik gül kokusu gibi aslımızdan ayrıldık, kaçtık, gönlümüz öldü. O ölünce dinimizde öldü bir alışverişte iki ölüm satın aldık"[93] İkbal bu mısralarında müslümanların aslından ayrılarak -maddi ve manevi- iki ölümü birden satmalıp onu yaşamaktayız diye ifade etmektedir. Ayrıca bu yıkılışın ve manevi çöküşün sebebini müslümanların ibadetlerindeki cezbe ruhunu kaybetmelerine de bağlamaktadır.

"Yazıklar olsun Aşkın cinneti kalmadı artık, müslümanların damarlarında kan kalmadı artık. Namazlarına bak, safları eğri, secdeler ruhsuz, kalpte huzur yok; Çünkü içten gelen İlâhi cezbe kalmadı artık"[94]. İkbal, bütün bunlara rağmen tıyneti toprak olan insanların artık eskidiğini, aynı çamurdan bir başka adam meydana getirmek gerektiğini ve bunu yapmanın gönlümüzdeki belki üzeri küllenen, yanan iman ateşini tekrar ateşlemekle mümkün olacağını ifade etmektedir. "Ey aşk, ey gönlümüzün iç manası (remzi), ey ektiğimiz tohum, ey biçtiğimiz mahsul, gel, tîneti toprak olan insanlar artık eskidiler, bizim çamurumuzdan başka bir adam vücûda getir"[95]

İkbal müslümanların renk ve kokuya esir olduklarını, yani maddiyata dünyevi makam ve mevkilerin peşine düştüklerini ifade etmektedir. "Gönlünü renk ve kokuya esir etti, O gönülde zevk şevk arzu namına bir şey kalmadı, Atmacaların keskin ıslıklarını tanımıyor. Kulağı sinek vızıltısına alıştı. Yüzüne gönül kapısı açılmamış, toprağın avucunda benlik doğmamış, kalbinde tekbir sesleri yükselmiyor, onun zikir harimi yıkılmış[96].

b- Tekkelerin ve medreselerin toplumdaki fonksiyonunu kaybetmesi.

İkbal çöküşün ve yıkılışın sebeplerinden birini de tekkelerin toplumdaki gerçek fonksiyonlarını kaybetmelerine dayandırmaktadır. "Ne gerçek mümin kaldı ne de mü'minin hükümdarlığı, sofiler var ama hani kalp uyanıklığı"[97] diyerek sofilerde kaybolan kalp uyanıklığının neticesinde gerçek müslümanlığında bu sayede yok olmaya yüz tuttuğunu anlatmaktadır. Tekkelerin başlangıçta müslümanları uyarmada gerçek müslümanlığı öğrenip yaşamada büyük işler gerçekleştirdiğini hatta Kisralar'ın Kayserler'in yıkılışında tekkelerle yetişmiş dervişlerin büyük işler başardıklarını ifade eden İkbal, günümüzde ise, sofiler, müslümanlara tesirsiz sözler söyleyerek, tarikatın pasif yönünü öğretmekte olduklarını ifade etmektedir[98].

Şeyhlerden ve pirlerden oldukça şikayetçi olan İkbal, Esrar-ı hodi adlı eserinde şöyle şikayet etmektedir.

"Şeyh putların aşkı uğrunda İslâmî feda etti. Zünnardan teşbihine ip yaptı, pirlere saçları ağırdığı için pir dendi. Köy çocuklarının maskarası oldular. Gönülleri (lâ ilah) yazısına yabancı, orası heves putlarıyla dolu bir puthane haline gelmiş her saçını uzatan bir mutasavvıf hırkası giymiş, ah bu din satan tüccarlardan illallah"[99]. Ayrıca İkbal tekkelerin, benliğin olgunlaştırılması vazifesini yapmanın mümkün olmadığnı belirterek "Bu rutubetli alev kıvılcım saçmaz" diyerek tekkelerin bozulmayla beraber bunların insanın kalbine aşk ve din adına bir kıvılcım saçamayacağını ifade etmektedir[100].

Mektep ve medreselerin öğrettiği ilim ve irfandan yakman İkbal, "Mektepten de medreseden de ümidimi kestim artık; Orada ne hayati bilgi, ne ilim, ne irfan, ne sevgi kaldı artık"[101] diyerek toplumun kültürel seviyesini yükselten ilim irfan müesseselerinin artık kendi üzerine düşen vazifesini yapmadığını dile getirmektedir.

c- Eğitimde meydana gelen bozuklukların netice­sinde yetişen gayesiz ve şuursuz nesille beraber "Hürriyet" laflarıyla düzensiz bir ortamın ortaya çık­ması:

Muhammed İkbal, eski eğitim öğretim sistemlerinde meydana gelen çöküşten şikayet ettiğini belirtmiştik. Medreseden ve dergâhtan gayet mahzun olarak ayrıldığını ifade eden İkbal, her ikisinde de aklını, gönlünü ve ruhunu tatmin edecek hayati hikmeti ve hakiki aşkı bulamadığını söylemektedir.

"İslâm dünyasında kumandan beceriksiz, orduda saflar bozuktur. Gayesiz gençlik ise atılmak üzere olupta hedefi olmayan oktur"[102] diyen İkbal, İslâm dünyasında ordu komutanının becereksizliğinden, İslâm ordularının bozukluğundan bahsetmektedir. Ayrıca her nasılsa gayesi ve hedefi belirlenmeden yetiştirilen gençliğin nasıl bir hale geleceğini ifade etmektedir.

İkbal'in bütün eserlerinde şarkın yani İslâm dünyasının çöküşünü; eskiyi özlemle bahsederek, hayat ateşi denen ateşin söndüğünü, bedeninden can uçup gittiğini günümüz müslümananm gönlünde bir davasının kalmadığını başı boşluk içerisinde kendisini olayların akışına bıraktığını vurgulamaktadır[103].

Günümüz dünyasında Hürriyet'in bir başı boşluk olarak değerlendirildiğini ifade eden İkbal, "Düşünce ve tedbir meziyyetinden mahrum olanları, fikir hürriyeti mahveder. Eğer insanın tefekkür hassası ham olursa, fikir hürriyeti onu hayvan derecesine indirir"[104]"*. "20. asır medeniyetinin bana verdiği hürriyet nedir? şekilde görünüşte hürriyet esaretin kendisidir"[105] diyen İkbal, bu asrın hürriyetinin Türkiye'de tıpkı M. Akif'in, oğlu Asım'a hitap ederek Türk Gençliğine iletmek istediği mesajı ona hitab ederek anlattığı gibi İkbal"de oğlu Cavid'e hitap ederek, dolayısıyla tüm müslüman gençliğe mesajını böylece iletmekteir. "Sana bir sözüm var; insanın yüce bir gayesi olmalıdır. Bu gaye insanı tam tatmin etmeli ve daima yüceltir olmalıdır."[106]

"Cavid kendine bir yer tut aşk ülkesinde,

Bir yeni zaman yepyeni bir sabah ve akşam getir meydana"[107].

d- 20. yy'ın başlarından müslümanların fikri dini ve siyasi yapılarında meydana gelen çöküşün bir başka sebebi olarak da müslümanların ve din alimlerinin İslâmiyetten ve Kur'an-ı Kerim'den verdiği tavizden kaynaklandığını ifade eden İkbal, "İslâm fakihleri ne kadar miskin ve sönük bir hale gelmişler ki kendi huzur ve rahatları bozulmasın diye Kur'andan taviz veriyorlar. Bu kölelerin inancına göre Kur'an eksiktir.    -

-Çünkü müslümanlara köleliğin usul ve adabını yolunu öğretmiyorlar"[108] diyerek kendi huzur ve rahatları için dinden taviz verdiklerinde bir başka milletlerin kölesi durumuna düştüklerini belirterek "kafirler bizim müslümanlığımıza gülüyor"[109] demektedir.

e- Zühd ve Takva'nın gerçek zenginlik olduğunu unutmaları, Kur'anm yeniden ön plana çıkarılması değil, eski hikayeler içinde boğulup kalmaları.

"Bir gece Rabbinin huzurunda ağladım sızlandım; Ya Rabbi niçin müslümanlar sefalet içinde böyle hor hakir oldular. Cenab-ı Haktan şu nidayı işittim. Bilmiyormusun ki onların gönülleri var ama, sevgilileri yok"[110]. İkbal'e göre

müsliimanların gönüllerindeki olmayan sevgililire kalplerinde Allah sevgisi yerleştirmek yerine dünyevi sevgiler yerleştirmelerinden kaynaklattığını belirtmektedir. Bunu da İkbal'in şu mısralarından anlıyoruz. "Tevhid inancın da olduklarını söylüyor müslümanlar ısrarla, ama kalpleri putperest inancı taşımakta hala"[111].

İkbal'e göre gerçek zenginliğin veya saltanatın hiç bir zaman mal ve servet yığmakla elde edilemeyeceğini, fertlerde ve cemiyetlerde asıl zenginliğin zühd ve fakr hayatını yaşamakla elde edileceğini eserlerinin hemen hepsinde aynı düşünceyi görmek mümkündür.

"Tarih şehadet eder ki ne zaman biz müslümanlann cevheri; kudret ve kabiliyeti parlamışsa, buna zenginler değil, fakr ve dervişane sıfatlar amil olmuştur"[112].

İkbal, İslâm ümmetinin hikayeler ve efsaneler içerisinde boğulup gittiğini, kendi imkan ve kuvvetini bilmeyenlerin gözünü daima maziye tevcih ederek, mazinin ananeleriden onun sönmüş ışığından istifade ederek istikbale yol gösteren bir ışık olmayacağını ifade etmektedir.

"Geçmiş zamanlara göz bağlamış, sönmüş ateşten kalbini yakıyor".

Kendini kendinden uzaklaştırmış eski örneklerden bir hapishane yapmıştır[113]. İslâm ümmeti hikayeler içinde boğuldu gitti, hakikat efsaneler içinde koyboldu gitti[114].

f- Müslüman ümmetler arasında dini manada birliğin bozulması, aralarında vatan savaşının ortaya çıkması.

îkbal'e göre müslümanların çökmelerine bir başka sebep olarak İslâm'ın da tasvip etmediği müslümanların bazı sebepleren dolayı aralarında ayrılıkların ortaya çıkmasıyla değişik vatan parçalarına bölünmeleridir. İkbal bu görüşünü şu mısralarıyla teyid eder. "Bak, vahdet halkası kırıldı. İbrahim'in milleti elest gününün zevkini almaz. Hür adam cihetlerin bendine düştü, vatan ile bağlandı, Allah ile alakasını kesti"[115].

Kâbe'nin müslümanların birliğini sağlamakta büyük bir fonksiyonu olduğunu belirten İkbal, batının en büyük korkusunun İslâmiyette bütün müslümanların birliğinin sembolü olan Kâbe'nin bulunmasından kaynaklandığını ifade etmektedir[116].

g- Müslümanların aşırı maddiyat hırsına kapılmaları ve bencillik hastalığına düşmeleri.

İkbal, çağımız müslümanlarının ciddi ve anlamlı bir hayat yaşamalarının imkânsızlaştığını belirterek bunun en büyük -sebebini de müslümanlaın benliklerinde ki çöküşü göstermektedir. Müslümanlar düşünce dünyasında kendi kendisiyle çatışmaya girmiş çelişkiye düşmüştür diyerek ekonomik ve siyasi hayatta başkaları ile açık ve amansız bir savaş içinde yaşadığı görüşünü savunmaktadır[117]. Müslümanlar, acımasızca Egoizm'i ve doymaz para hırsını kontrol altına alma gücünü yitirerek bu sebepten dolayı hayatın daha yüksek değerleri ve hedefleri için mücadele gücünü giderek kaybettikleri görülmektedir[118].

h- Müslümanların İslâmın, ruhuna yabancılaşmaları ve Batıya özentinin müsülümanarm hayat tarzı haline gelmesi.

Hemen hemen tkbal'in bütün eserlerinde müslümanların batıya yönelmelerinden dolayı kendi İslâmi ruhlarını kaybettiklerini, dolayısıyla millet olma özelliklerini batının bataklığına gömdüklerini ifade etmektedir[119].

"Gözleri mahkumiyet ve taklid ile kör olanlar, apaçık hakikatleri dahi göremiyorlar.

Artık mezarının kenarına yaklaşmış (bir ayağı çukurda olan) garp medeniyetinin İslâm alemini diriltmesi mümkün müdür?"[120] diye söyleyen İkbal, gerçekte batı medeniyetinin, çöküşün eşiğine geldiğini, yaşadığı devir içerisinde bunu keşfederek batının müslümanlara verecek hiç birşeyi olmadığını belirtmektedir.

Frenk tuzağına tutulmuş müslümanın bir daha gönül denilen şeyi ele geçiremiyeceğini ifade eden İkbal, Allah'tan başkasının kapısına yüz sürenleri Ebu Zerr ve Selman gibi secde yapamayacaklarını dile getirmektedir[121]. Ehl-i hüner ve ehl-i zevk diye tarif ettiği müslümanların neden asrımızda zelil olduklarını bir şiirinde Allah'a seslenerek soran İkbal, bu sorunun cevabını yine kendisi vererek müslümanların, Avrupa'yı efendi gördüklerinden dolayı zelil duruma düşmüşlerdir diye cevabını vermektedir[122].

Kendi İslâmi benliğinden tavizler vererek batı medeniyetine yönelmenin acısını devamlı kalbinde hisseden İkbal bu hissini şu mısralarıyla dile getirmektedir:

"Yazık bize, ne ahmaklık ettik de onun büyüsüne kapıldık. Meğer o, pusu kurup adamın yolunu vuran bir eşkiya imiş"[123].                                      .       '

Görülüyor ki, gerejc "Şikva" ve "Cevab-ı Şikva" şiirlerinde gerekse diğer bütün nazım ve nesir halindeki eserlerinde ele aldığı konular bıkımından müslümanların 20 yy. da düştükleri bu çöküş ve yıkılış ebeplerinin İkbal’in fikirlerine büyük etkisi olduğu açıkça görülmektedir. Çünkü Avrupa'yı tanıdıkta sonra İslâm dünyası ile karşılaştırma fırsatı bulan İkbal, Avrupanın sahip olduğu çalışkanlık gibi meziyetlerin İslâm dünyasında kaybolduğunu belirterek, bütün eserlerinde müslümanların sahip olması gerektiği güzel hasletlere tekrar kavuşmaları için çaba harcamalarını ısrarla istemektedir.

3-    Avrupa'da Eğitim ve Fikir Akımlarının Tesiri

Muhammed İkbal, Devlet yüksek okulundayken tanıdığı batılı müsteşrik, Thomas Arnold'un tavsiyesi üzerine yüksek öğrenimine devam etmek amacıyla 1905 de Avrupa'ya gitmiştir. Daha Önce de belirtildiği gibi İkbal, İngiltere'de hukuk Öğrenimini tamamlamış, Almanya'ya geçerek doktorasını yapmıştır.

İkbal'in İngiltere'de değişik fikir akımlarını tanıması fikirlerinde önemli bazı değişiklikler olmuştur. Özellikle tasavvufi düşünceye meyilli olmasına rağmen Avrupa'daki öğrenimi ve araştarmaları neticesinde bazı düşüncelerinin değişmesine sebep olmuştur, tkbal'i asıl şöhrete taşıyan etken onun edebi kişiliğidir. Avrupa'da iken yazdığı şiirler genellikle batılı şairleri taklid etme gayreti içerisinde olduğu bir havada yazdığı görülmektedir[124].

İkbal İngiltere'de Öğrenimini sürdürdüğü sırada hocaları arasında kendisinin çok etkilendiği Mc. Taggart'ın öğrencisi olmuştur. İkbal bu hocası hakkında "düşünce sistemi akıl ile aydınlanmış, kendine özgü bir mistisizm kuran biri" diye bahsetmektedir[125] [126]. Nietzche, Hegel Milton. Gothe gibi ediplerin, J. Remy, Massignon gibi bazı müşteşriklerin eserlerini okumuş, bunların fikirlerinden istifade etmiştir/6. Ayrıca İngiliz empricismini (tecrübi felsefe) Alman rasyonalizmini, Nietzche ve Marx'ın doktrinlerini romantizm ve batılı siyasal ideolojileri yakından tanımıştır. R.F. Nicholson ile G. Brown ile yakın arkadaşlık kuran İkbal, bunlardan yakın ilgi görerek, Fars dili ve edebiyatı ile İslami ilimleri çeşitli yönleriyle inceleme fırsatı bulmuştur.

İkbal'in Avrupa'ya gidip doğu ile batı arasındaki doldurulması güç uçurumu, oradaki yaşama şartlarının imkanlarının insanlara maddi olmadan kolay ve rahat bir ömür sürmek fırsatı sağladığını görmüştür. Ancak gittikçe menfaatçi ve sömürgeci zihniyetin yerleşmesiyle, aşırı milleyetçi ve faşist fikirlerin ön plana çıkmasıyla Avrupalılaşın birbirine düştüklerini ve günden güne batı denen bu uygarlığın da çöküntüye doğru kaydığı görülmüştür[127]. Neticede İkbal, batılı anlamda bir milliyetçi fikrinden vazgeçmiştir. Kendisini sadece Hind'li şair olarak değil, tüm müslümanların birleşmesini arzulayan bir mücahid kimliğine bürünerek, İslâmiyetin anlatılıp yaşanması için çaba harcayan biri olarak bundan sonra geri kalan ömrünü de zulüm gören, sömürülen milletlerin -özellikle müslümanların- savunucusu olmuştur[128].

4-    Mevlana'mn Tesiri

Muhammed İkbal'in fikriyatına ve şahsiyetine Hz. Mevlâna'nın fikirleri kadar tesir eden bir başka batılı veya doğulu ilim ve fikir adamını görmek mümkün değildir. Bu iki mütefekkir arasındaki manevi bağ daha öncede belirtildiği gibi manen mürşid-mürid ilişkisine çıkarmıştır.

İkbal Mevlâna'dan bahsederken "pirim" ya da "mürşidim" diye söz etmektedir. O bir şiirinde Mevlâna hakkında şöyle demektedir: "Bizim menzilimiz kibriyadır diyen rum mürşidi (Mevlâna) benim varlığımın çerçöpüne alev sardı"[129].

Pir-i Rumi toprağı iksir yaptı, benim tozumdan tecelliler gösterdi[130].

Mevlâna ve İkbal, İslâm aleminde kendi çağlarının buhranlı dönemlerinde yaşamışlardır. Mevlâna 13. asırda Moğol istilasının İslâm aleminde meydana getirdiği siyasi, iktisadi ve içtimai buhranlar döneminde yaşamış, bütün bunlara rağmen ümitizliğe kapılmadan her türlü zulme karşı direnerek fikirlerini anlatmaktan insanların benliklerine sahip çıkmalarını telkin etmekten hiç bir zaman yılmamış bir mürşiddir[131] îkbal'de 20 yy.'ın başlarında İslâm dünyasının batının siyasi, ekonomik ve kültürel hakimiyetinden kurtulma yollarını aramış, insanların sömürülmüşlük ve ezilmişlik psikolojisinden kurtulmaları için daima mücadele etmek gerektiğini yazı ve şiirleriyle devamlı dile getirmiş, bu yolda ömrü boyunca çaba harcamış bir mütefekkirdir. O şöyle demiştir:

"Sen son gaye diye kabul etme Avrupa medeniyetini, Hindistan toprağından madde ve mana medeniyeti yap kendine"[132], diyerek kendi inanç ve kültüründen yeni bir medeniyet meydana getirilmesi gerektiğinin savunuculuğunu yapmıştır.

İkbal'in eserlerinden bir kısmını okumak fırsatı bulan Mehmet Akif "O, çağımızın Mevlânâ'sıdır"[133] diyerek hayranlığını dile getirmiştir.

İkbal'in Avrupa'da yaptığı tahsil, kendisine yeni ufuklar açmış, modern ilmin metodlarını benimseyip öğrenmiştir. Avrupa'da bulunduğu esnada Mevlâna'yı yakından tanıma fırstı henüz eline geçmeyen İkbal'in Münih'te kabul edilen doktora tezinde Vahdet-i Vucut'cu fikirlerin etkisi görülmektedir[134]. Dolayısıyla İbn'il Arabi'den övgüyle bahseden İkbal, Mevlana'mn fikirlerine hemen hemen hiç yer vermediği görülmektedir. Schimmel'inde belirttiği gibi Avrupa'dan yepyeni ufuklar elde eden İkbal'in memleketine dönüşü ile birlikte fikri hayatında ikinci bir devre başladığı göze çarpmaktadır[135]. Hindistan'a dönüşünde 1915 de kaleme aldığı ilk Farsça eseri "Esrar-ı Hodi'yi, manen Meviâna'nın tavsiyesi üzerine yazdığını belirtmektedir:

"Yaratılış, Hakk ile yoğrulan pir (Mevlâna) bana göründü. O pir ki Fars dili ile Kur'an yazmıştı.

Ey aşıkların divanesi, dedi, saf aşk şarabından bir yudum İÇ-

Bağırlarında kıyametler kopar, başa şişe, göze neşter vur.

Ne zamana kadar gonca gibi susacaksın kokunu gül gibi -ucuz dağıt[136].

Mesnevi yazım tarzında kaleme alınan Esrar-ı Hodi'nin ilk bölümünde, tamamen Mesnevi'nin ilk 18 beytinin etkilerini görmek mümkündür. Mevlâna Ney'in ayrılıkların şikayetini dile getirirken[137], îkbal ise buna cevaben: "Dünyayı aydınlatan güneş, gecenin yolunu kesince ağlayışım gülün yanağına su serpti. Gözyaşını nerkisin gözünden uykuyu yıkadı. Feryad'ü figanımdan çemen uyanıp yerden bitmeye başladı"[138] diyerek utanışı müjdelemektedir. Mevlâna: "Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de herkes kendi zannınca benim dostum oldu ama kimse içimdeki sırları araştırmadı"[139] diyerek anlaşılamamaktan yakınırken, îkbal'de Mevlâna gibi aynı derdi dile getirmektedir: Bir nameyim mızrapla alakam yok, ben yarının şairinin terennümüyüm[140]. Bir başka eserinde de:

"Benden sonra şiirimi okuyup anlayanlar diyecekler: Kendini bilen, iyi tanıyan şu insan kâinatta inkılap yapmıştır"[141] diyerek anlaşılamamaktan yakınmaktadır.

Yine Mevlâna: aşk eteşidir ki neyin içinde düşmüştür.

Ney dosttan ayrılan kişinin arkadşı haldeşidir. Onun perdeleri perdelerimizi yırttı[142] diyerek aşkın neyin içine düştükten sonra neler yaptığını dile getirirken İkbal'de bu beyitlerden ilham alarak "ney gibi neyistandan haber ver Kays'a (mecnuna) hay kavminden haber ver.

Yeni bir feryad icad et; meclisi hay-ü huy ile şenlendir"[143] diyerek Mevlâna'nm beyitlerine uygunluk arzeden aynı tarzda şiirler yazmıştır.

Aynı eserin ilk bölümünde Mevlâna'ya mürid olma sevincini dile getirerek şöyle der: "Çöl toprağından bir zerre güneş ışığını zaptetmek için yola çıktı. Bir dalgayım ki parlak bir inci vucuda getirmek için onun denizinde yerleşiyorum, onun şarabından sarhoş olan ben onun nefesleri ile yaşıyorum"[144]. Mevlâna'dan aşk şarabını içtiğini söyleyen İkbal, bu aşkın kendine olan tesirini şöyle dile getirir: "Aşk beni yonttu adam oldum. Alem kemiyyet ve keyfiyetini idrak ettim". İkbal, "benim fikrimi onun cilvesi büyüledi" diyerek Mevlâna'yı tanıdıktan ve ona bağlandıktan sonra büyük fikri değişiklikler yaşadığını dile getirir[145].

İkbal'in Rumuz-i Bihodi ve Cavidname isimli eserlerinde de Mevlâna'ya bağlılığını ve hayranlığını görmek mümkündür. Cavidname'de İkbal, Mevlâ'nın bir gazelini okuyarak ruhunu çağırır ve onun refaketinde manevi yolculuğa çıkıp rüya aleminde kainatı gezerler yolculuk esnasında bir çok ilim ve fikir adamlarıyla ve mutasavvuflarla karşılaşırlar ve çeşitli konular hakkında bilgi alırlar[146].

Bal-i Cibril isimli eserinde "Pir ve Mürid" adlı uzunca şiirinde Hindli mürid (İkbal) in Urduca sorduğu sorulara Pir-ı Rumi (Mevlâna)nın Farsça olarak Mesnevi'den bulup katydettiği cevpalar dikkat çekicidir[147]

Hindli Mürid :

"Ben, doğu ve batı bilimleri okumuştum ama hala ruhta bir üzüntü ve ızdırap kalmış bulunuyor"

Pir-i Rumi

"Ehli olmayan hor el seni hasta eder, anneye doğru gel ki seni okşasın"[148].

Bu beyitlerde Mevlâna'nın İkbal'e doğu veya batı bilimlerin insanın ruhuna gerekli doyumu vermediğini şikayet etmektedir. Mevlana ise kalp huzurunu elde etmenin bir mürşide bağlanmakla mümkün olduğunu belirtmektedir. Yine İkbal; "Doğuluların bakışı, batı tarafından büyülenmiştir. Batının güzeli, cennet hurisinden daha güzel (sanılıyor)"[149] mısrasına Mevlâna, şu mısraları ile cevap verir: "Gümüş görünüşte her ne kadar beyaz ve yeni ise de, yine el ve elbiseyi siyahlaştırır"[150] cevabını vererek görünüşün aldatmaması gerektiğini, batını iç yüzünün «gerçekte göründüğü gibi olmadığnı İkbal, Mevlâna'nın diliyle cevap vermektedir.

İslam dünyasında Kur'an-ı Kerim ve hadislerden sonra en çok okunan eser Mevlâna'nın Mesnevisi olmuştur. Abdurrahman Camii, "Mesnevi'ye Fars dilinde yazılmış Kur'an olduğunu belirterek "kendisi peygamber değildir, ama kitabı vardır" demiştir[151] İkbal'in çağdaşı tanınmış şair Mevlâna Balgrami kendisi için şöyle demiştir. "Kendisine peygamber denemez ama peygamberlik yaptı[152].

20 yy. da müslümanların uyanışını kendine gaye olarak seçen İkbal, bu mesuliyetin ağırlığını şöyle ifade eder. "Eski çağların fitne döneminde Mevlâna vardı, akan son çağın fitne döneminde ben varım"[153].

Mevlâna'nın îkbal'e olan etkisini bir çok eserinde görmek mümkündür. Cavidname isimli eserinde Mevlâna ile yaptıkları manevi seyahatte Zühre Feleğine geldiklerinde Mevlâna îkbal'e bazı tavsiyelerde bulunur. Ve aralarında şöyle bir konuşma geçer. "Şeyhimiz dedi ki "dünyanın bu yürüyüşü sabit değildir". Onun hoş ve nahoş şeylerinden yüz çevirmeli" Dünyayı terkettîkten sonra yine onun başını tutarsın, evvela kendi başından vaz geçmelisin, "ona dedim ki: Kalbimde bir çok Lat ve Menat vardır. Dedi ki: Bu puthaneyi altüst etmelisin". Yine bana dedi ki"Kalk oğlum, yalnız benim eteğimi tut oğlum"[154]

İkbal'in Mevlâna'dan etkilendiği önemli konulardan biri' ideal insan üzerine yazılanlardır.

İkbal'in eserlerinde insan konsu önemli bir yer tutar. Her ikisinde de ideal insan, tefekkür ve eylemi kendinde toplamış insandır. İkbal'in "Merd-i Mü'min"i (kâmil insan), Mevlâna'nın "Merd-i Hakkı" (dürüst insan) gibi Allah'ın kuludur[155]. Bu kâmil insan ise, Nietzsche'nin Allah'sız bir toplumun sonsuz güce sahip süpermeninden (üstün insan), çok daha farklıdır[156]. Mevlâna'nın kendi hayalinde canlandırdığı insan Allah'ın en güzel ve en şerefli yaratığıdır. Ruh, İlâhi bir kaynaktan gelmekte ve anavatanından koparıldığı için yuvaya dönmek için bir kuş gibi çırpınmaktadır[157]. Kamışlıktan koparılmış ney gibi insanda, daima inlemeli mücadele etmelidir. İkbal'de bu konuda manevi mürşidiyle hem fikirdir. Ve kendi felsefesinde önemli bir yer tutar[158].

İkbal'in manevi mürşidinden aldığı diğer önemli konu Aşk felsefesidir. Bu konu her iki mütefekkirin eserlerinin ana konusudur. Her iki mütefekkir de aşk felsefesini eserlerinde büyük bir ustalıkla işlemişlerdir. İkbal'in eserlerindeki bazı ifadeler, Mevlâna'nın ifadelerine mana bakımından uygunluk arzetmektedir. Aşk hakkında Mevlâna şöyle demektedir.

"Aşk mekânsızlık aleminde kızgınlık madenidir.

Yedi Cehennem, onun kıvılcımından bir dumandır[159].

İkbal'de aynı konuda şöyle söylemektedir:

Aşk, aleni hayatının usul ve kanunudur; alemde anasırın imtizacıdır.

Aşk, bizim yüreklerimizin yanışı ile yaşıyor. Lâilahe illallah kıvılcımı ile parlıyor[160].

Her iki mütefekkirin savundukları aşk; İlâhi aşktır. Beşeri aşklar hakkında her ikisi de aynı şeyler söylemektedirler.

Nitekim Mevlâna;

"Ancak zahiri güzelliğe ait bulunan aşklar aşk değildir. Onlar nihayet bir ar olur[161] derken, İkbal'de; "tlahi aşk ve vecd ki insanı uyanık ve akıllı tutar, şehevi aşk ve şevk ki insanı ahmak ve sersem yapar"[162] [163] demektedir. Her ikisi için de aşk bir bütünleşme ve anlatımdır. "Güç, görkem ve hakimiyeti " elde etmenin tek yoludur112.

İkbalin fikriyatına Mevlâna'nın tesirlerini saymakla bitmez. Bizim amacımız Mevlâna ile İkbal'in fikirlerinin karşılaştırılması değil, Mevlâna'nın eserlerini tanıdıktan sonra İkbal'in fikriyatında meydana gelen değişiklikleri ve eserlerine yansımasını ortaya koymaktadır. Mev-lâna ve İkbal'in ilişkisini daha bir çok yönden ele alıp incelemek mümkündür. Ancak bu konu çok geniş kapsamlı olduğundan amacımızın ve hacmimizin aşmaması bakımından bu kadarı ile iktifa etmek durumundayız.

Neticede Muhammed İkbal, Mevlâna'yı tanıyıp eserlerini okuduktan sonra dünya görüşünde ve tasavvufi düşüncesinde önemli değişiklikler olduğunu söylemek mümkün olduğu gibi eserlerinin her bölümünde adım adım Mevlâna'nın damgasını görmek mümkündür.

5-    İkbal'in Şahsiyeti

İkbal'in fikri şahsiyetini oluşturan bir başka husus kendi yapısıdır. Aldığı eğitimden kaynaklanan derin bir inanç ve İslâmi bir eğitim, İkbal'i İslâmi bir şuurla yetişmesini ve hayatın yeni bir anlamla ışıldatan öncü bir fikrin habercisi olmuştur. Onun bütün düşünceleri bir tek merkezi konu etrafında; yani İslâm toplumu ve genel olarak insanlık içinde benliğin kuvvetlenmesi etrafında dönüp dolaşır. İkbal'e göre benliğin kuvvetlenmesi demek, Mutlak yaratıcı ile sürekli ve manevi irtibat kurmakla gerçekleştirilebilir. Bu hedefe yaklaşabilmek için,o, doğu ve batıda çeşitli düşünce sistemlerini inceleyerek bu sistemlerden yeni bir düşünce sistemi ortaya koymuştur[164].

İkbal'in karakterinin, fikriyatının oluşmasına etkili olan amilleri şöyle sıralayabiliriz.

1- İkbal'in Allah'a ve peygambere olan inancı ve tavizsiz bağlılığı: İkbal bir şiirinde şöyle demektedir.

"Arkadaş ben müslümanım, Tevhid sahibiyim

Bu gerçeğe başından beri inanmışımdır.

Var olan her şeyin nabzında hayat belirtisi bundandır. Ve müslümanın tasavvuru bundan güç alır[165].

"Dünyanın kaderinin parlayan yıldızı müslümandır.

Parıldayışının yanında şafak bir hiçtir"[166] diyerek Tevhid inancına sahip olduğunu bu inancın herşeyin nabzında bir hayat belirtisi olduğunu ifade etmektedir. İkbal'in bu sarsılmaz inancı bütün ömrü boynuca kendisine yol gösterici bir rehber olmuş bu inancı sayesinde hiçbir zaman yaşadıkları ve gördüklerine karşı ümitsizliğe kapılmamış, kendisine hamle ve enerji kaynağı olmuştur.

2- İkbal'in okuduğu Kur'an-ı Kerim'in tesiri.

İkbal'in Kur'an-ı kerim okuması bir çok hususiyetler arz etmektedir. İkbal'in Kur'an-ı Kerim okumasını ve babasıyla arasında geçen bir olay bunu ortaya koymaktadır. Her sabah namazından sonra Kur'an okumayı adet edinmiştim. Rahmetli babam ne yapıyorsun? diye sorardı. Ben de Kur'an-ı Kerim okuyorum dedim. Babam aynı suali tam üç sene tekrarladı durdu. Artık bir gün, babacağım! her gün bana bu suali sorar ve benden de aynı cevabı alıyorsunuz. Acaba bu suali tekrarlamaktaki maksadınız nedir? deyince şöyle söyledi:

"Evladım! demek istiyorum ki: Kur'an-ı Kerim'i, Cenab- ı Kibriya'dan sanki henüz iniyormuş gibi okumalısınız". Artık o günden sonra Kur'an-ı Kerim'i yep yeni bir zevk ve İlâhi neşeyle okumaya başladığını söyleyen İkbal, işte o tarihden itibaren bütün yazdıklarının o güneşten bir zerre ve denizden bir damla olduğunu ifade etmektedir[167]. Yine İkbal, bir beytinde Kur'an-ı Kerim'in müslümanların hayatındaki önemini şöyle vurgulamaktadır.

"Bir mü'min zahiren Kur'an-ı okur. Hakikatte kendisi Kur'an-dır[168].

V İkbal'in yapısında şahsiyetine yansıyan bir başka husus da gönlünün sırrına ererek aşk ve vecdin irfanına ermesidir, bu hususta İkbal şöyle demektedir. "Ne dünya malı, ne Karun zenginliği ne de Eflâtun'un görüşü isteğim, isteğim yüksek görüş, aşk sarhoşluğu ve temiz yürektir[169]

Dünyada bir çok şeyin yol gösterici olduğunu, ama ilahi aşk gibi bir yol gösterici bulunmadığını, aklın da aşka tabi olarak hareket etmesi gerektiğini şöyle ifade etmektedir.

"Akıl geçidini kolay geçti İkbal,

Aşk tek yol oldu bu akıllı insana"[170].

Aşk ortadan kalkmış. Akıl onu yılan gibi ısırıyor. Yazıkki insan aklını aşkın emrine veremedi".

"Yıldızların seyir hareketini dahi bilen insan kendi fikir dünyasında sefer edemiyor[171]. İkbal'in kalbinde yanan aşk ateşinin kopardığı kıyametleri şu mısraları ile dile getirmektedir. "Ben aşıkım feryad benim imanımdır. Mahşer benim kopardığım kıyametlerden bir tanesidir"[172].

Mal, mülk, dünya amelleri İkbal'e yabancıdır. Onun nazarında hayat gönülle kaimdir. Onun yaptığı ibadet başkadır. Kendini Hakk'm huzurunda hissetmediği zaman kıldığı namazın sevabını eğer varsa bir yük gibi ağır bulur ve istemez[173].

İkbal, sadece kitap mütalasıyla iktifa etmeyip kâinatla başbaşa kalması derin düşüncelere dalarak bilhassa seherlerde ağlayıp göz yaşı dökmesi geceleri kalkıp ibadet ve niyazda bulunması onun şahsiyetine ayrı bir olgunluk katmıştır[174]. O bu saatlere çok kıymet vermekteydi[175]. Bir şiirinde İkbal:

"Yalvarmak lezzetini seher vakti benden çekip alma İltifat eyleme nigahtan gafil bulunmaya"[176] derken, bir başka şiirinde de seher vakti niyazlardan mahrum olanların her şeyden mahrum olduğunu ifade etmektedir:

"İster Attar ol, ister Rumi, ister Razi, ister Gazali, her şey boştur. Seher vakti yalvarışlarından mahrumsan"[177].

4-  İkbal'in sükûneti sevmeyen hareketli ve mücadeleci ruhu .

İkbal'in belki de en önemli yanını onun ruhunda bulunan mücadeleciliğidir. O hiçbir zaman sakin olmayı tehlikelere düşmeden yaşamayı yaşamak olarak kabul etmemektedir. Onun fikirlerinin en önemli yanı, hemen hemen bütün eserlerinde rastlayabildiğimiz mücadele fikrinin hayata geçirilmesidir. İkbal, Peyam-i Meşrık isimli esirinden güve ile pervaneyi konuşturarak meşhur felsefecilerin kitaplarının sayfalarını dolaştığını belirten güvenin pervaneye sorduğu sorusunda; hayatın felsefesini anlayamadığını gözlerini aydınlatan bir güneşin bulunmadığını belirtmesine karşılık güvenin pire'ye verdiği cevap; İkbal'in bu konudaki fikriyatını ortaya koyması bakımından dikkat çekmektedir, pervane şöyle demektedir.

"Dedi ki: çırpınışıdır hayatı daha canlı yapan; çırpınıştır hayatı kanatlandıran"[178] Aynı eserin bir başka yerinde de;

"Hayatın yumuşak ve tehlikesiz olduğu şekilde kurulup oturma, Denize dal, dalgalarla pençeleş; ebedi hayat mücadeledir"[179] demektedir.

İkbal'e göre verilecek mücadelenin en büyüğünün kişinin kendi nefsi ile yaptığı mücadele nefsinde ulaştığı makamlardan bir üst makama ulaşmak için yapılan mücadeledir. O bu konuda şöyle der:

"Müslüman! Ulaştığı her makamdan daha ilerdedir. Yerin, hedefin; zaten hayatta yolculuk zevk ve şevkinden başka bir şey değildir"[180].

İkinci büyük mücadalede de sömürenlere, zülmedenlere ve insanların inançlarına saldıranlara karşı yapılması gereken mücadeledir. İkbal'e göre bu mücadele müslümanım diyen herkese farzdır, ve ilk iş olarak da dünya nimetlerini ele geçirmekten başlamak gerektiğini ifade etmektedir. İkbal bu konuda müslümanlara şu uyarıları yapmaktadır: "Müslüman büyük davaların adamısın, dünya ilk basamağındır! bu kurt kuş dünyasını Allah, mücadele için yaratmıştır"[181].

"Ey İslâm milleti yükseklik istiyorsan üstün davaya gel sarıl, bu dünyada üstünlük şahin gibi yükseklere yönelmektir bil!"[182]. "Müslüman, ne zamana dek köle kalacaksın başkalarına? Bırak dünyayı! çalış ele geçirmeye baK yada!..."[183]

Son alarak İkbal'in karakterinde yatan ve bütünüyle eserlerine ve yaşayışına yansıyan bir önemli özelliği daha vardır. Hür ve bağımsız yaşamak, başkalarının esareti altında aşağılık bir hayat sürmemek. "Alemde erkekler gibi yaşamak mümkün değilse erler gibi can vermek, asıl hayata kavuşmaktır"[184] diyen İkbal, batılın sanatı batıl yollar gösterip insanların O yoldan yürümesini sağlamak ama müslümanların vazifesi ise bu duruma her şeyiyle engel olmaya çalışmaktır.

"Azerin sanatı put yontmaktır ancak, İbrahim'in görevi de putları kırmak yok etmektir[185]

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

MUHAMMED İKBAL İN FELSEFİ VE

TASAVVUF! KAVRAMLAR

1-   FELSEFE

İkbal, İslam Düşüncesi ile Batı düşüncesini yakından incelemiştir. Bir filozof olarak felsefe ve onun bazı meseleleri hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bu konuda serdettiği fikirler dikkat çekicidir.

İkbal, eski yunan felsefesinin İslam kültürünü derinden etkilediğini ve yeni ufuklar kazandırdığını; ancak, Kur'an ile ilgili görüşleri kararttığını ifade etmektedir. Çünkü Kur'an'ın ruhuna ters düşen düşüncelerin İslam'a girdiğini ve bir bütünlük içerisinde Kur'an'ın anlaşılamadığını belirtmektedir[186]. Mesela! Sokrat, bütün dikkatleri sadece insanların dünyasına çevirmek gerektiğini, dış dünyayla kainatta olup bitenlerin araştırılmasıyla değil, yalnız insan çevresine yoğunluşmak gerektiği görüşünü savunmaktadır[187]. Ancak bu görüş: Kur'andaki ufacık bir arının bile ilahi ilhamdan yararlandığını belirten[188], okuyucuları gece ile gündüzün sürekli değişimini [189], bulut ve yıldızlarla dolu sonsuz fezayı gözlemeye[190] çağıran ayetlerin bulunmasına rağmen Sokrat'ın görüşleri Kur'an'ın ruhuna ters düşmektedir[191].

Yine bir başka Yunan filozofu Platon, duyu organlarıyla ilgili idraki benimsememesine rağmen bunların hakiki bir bilgi vermeyip sadece bir fikir ortaya koyduğunu savunmaktadır[192]. Halbuki bunun tam aksine "işitme" ve "görme" duyularını Allah'ın en büyük nimetleri olduğunu ve insanların bu duyumlarla yaptıklarının hesaba çekileceklerini[193] belirten Kur'an ayetlerine ters düşmektedir.

İkbal, ilk dönem kelamcılarını Kur'an’ı, Yunan düşüncesinin ışığında okuduklarını ve bunun idrakine çok sonraları vardıklarını belirterek, Eş'arilerin ve Mutezililerin faaliyetlerini örnek olarak göstermektedir[194] Eş'ariler "Yunan Diyalektiği" ile sunni düşünceleri savunmak amacını gütmeleriyle idealizmin habercisi olmuşlardır. Ancak Mutezililer hakkında aynı şeyi söylemenin mümkün olmadığını belirten İkbal, Onların hakikate ulaşmak için kavram dışı yollarına hiç dikkat etmediklerini, dinin ancak mantiki mefhumlarından müteşekkil olduğunu ileri sürdüklerini, sonuçta ise olumsuz bir tavır içine girdiklerini belirtmektedir[195] [196].

İkbal, yalnız Kelam mekteplerini değil, Yunan felsefesinin etkisinde doğup gelişen İslâm Felsefesi mekteplerinin de yaptıkları yanlışları ortaya koymuştur. O, bu ekoller hakkında şöyle demektedir:

"Garbın mütefekkiri ilim ile irfanın berrak çeşmeleri bulanık hale koydu. İster Meşşai olsun, ister İşraki olsun cihanı simsiyah bir hale getirmişlerdir"11.

İkbal'e göre bu mekteplerin cihanı karartmasının sebebi: Bir "Gönül" e sahip olmamalarından kaynaklanmaktadır. Halbuki insanlar, gönül sayesinde maddi ve manevi problemlerine çareler bulabilmektedir[197]

İkbal'e göre; filozofların yolu "yakin" hasıl etmek değil, şüpheyle, tahminle, akıl yürüterek hareket etmektir[198]. Filozoflar, akıllı, aklı kullanmakta pek mahir olmakla beraber, cesur ve gayretli olmadıklarından dolayı ilahi aşkı idrak edip anlıyamamaktadırlar[199] . İkbal, muazzam bir İslam kültürünün ortaya çıkmasını, ilahi aşkla filozofların fikirlerinin yoğrulmasını neticesine bağlamaktadır[200].

İslam Düşüncesinin, Yunan Düşüncesi etkisinde gelişmesinin bazı sakıncalar doğurduğunu ifade eden İkbal, Onlardan bazı filozofların düşüncelerini benimsemenin yanlış olduğunu vurgulamaktadır.

Özellikle Yunan filozofu Eflatun hakkında oldukça ağır bir dil kullanmıştır. İkbal'e göre Eflatun'un fikirleri İslam Düşüncesini uyutmuş ve donukluğa sevketmiştir. Hatta bir benzetme yaparak Eflatun'un insan kılığına girmiş bir koyun olduğunu belirtmiştir[201].

İkbal'e göre; Eflatun'un fikirleri mutasavvıflar üzerinde çok etkili olmuştur. Bunun sebebi de Onun fikirlerinin koyunlar gibi sakin olmayı ve donukluğu telkin ettiği içindir. Çünkü koyunlar sürü halinde iken sakin ve durgun vaziyettedirler. Ancak öndeki birinin bir yöne doğru hareket etmesiyle diğerlerinin de peşine gitmesi gibi, mutasavvıflar da müritlerini peşlerinden sürüklemeleri, Eflatun'un bu mesleğinden ve fikirlerinden kaynaklanmaktadır[202]. İkbal'e göre, Eflatun'un tahayyülünden sakınmak vaciptir. Çünkü O, hayatın sırrını ölmekte görmektedir. Halbuki bu fikir îkbal'e tamamiyle terstir. Çünkü İkbal, hayatın sırrını daima harekette ve mücadelede görmektedir[203]. Ayrıca Eflatun'un fikirlerini önemli bir bölümünü oluşturan ideler fikri, varlıkların hareket ve faaliyetlerinin inkarı İkbal'in eleştirdiği konulardandır[204].

2-   FELSEFE DİN İLİŞKİSİ

İkbal, Felsefe-Din dikişini felsefenin akılcı metodlarını dine uygulamanın mümkün olup olmadığı çerçevesinde ele alır. Felsefeyi sınırsız ve serbest bir araştırma olarak görür ve her yetkiye ve yetkiliye şüphe ile baktığını belirtir. İkbal'e göre neticede felsefe ya inkarda kalır, yada saf aklın hakikate varmaya gücü yetmediğini kabul eder[205].

İkbal'e göre dinin temeli imana dayanır. İman ise tıpkı bir kuş gibi aklın takip etmesi imkansız, görülmez bir yolu görebilir. Ancak yine de iman sırf "his" den ibaret olmayıp imanın idraki, bir muhteva yönü de vardır[206].

İkbal, dinin amacını insanın iç ve dış dünyasını yönlendirmek ve temelinden değiştirmek olarak görür. Ancak dinin temel prensipleri işleyişi bakımından akli temele dayanır ve buna ihtiyaç duyar. Felsefe gerçeğin ayrıntılarıyla ilgilenirken, din, bütününü inceler[207].

İkbal, zaman zaman filozof gibi zaman zamanda bir mutasavvıf gibi dünüşür. İkbal'e göre felsefenin eşyaya akıl ve idrak yoluyla bakmasından dolayı mutlak hakikati uzaktan gözlemekte olup teoriden öteye gidememektedir. Halbuki din mutlak hakikati daha yakından bir temas içinde idrak eder. Felsefe bir teori, din bir yaşanan tecrübedir ve mutlak Hakikatle yakınlık ve kaynaşmayı elde edebilmek için düşünce sınırlarının ötesine çıkmalı ve kendini aşmalıdır[208].

Felsefenin teorik yanı, Dinin pratik yönü vardır. İkbal'e göre düşünceyi pratik sahaya aktaran dine yönelmek gerekir. Tıpkı önce felsefi düşünceye yönelen sonra da tasavvufi doyuma ulaşan Gazali gibi yapmalıdır[209].

İkbal'e göre felsefe insanların fikri, siyasi, hukuki, iktisadi ve dini sahalardaki bitmez tükenmez müşkillerini tek başına halledebilecek durumda değildir. Özellikle vahyi prensiplerden soyutlanmış bir felsefe İkbal'e göre, "gözde güneş körlüğü" dür[210]. O halde insan için dört başı mamur bir hayat kanunu bahşedecek cemiyetlere en iyi bir şekilde düzen verecek olan yegane sistem "din" dir. Çağımızda felsefenin ve dinin tekrar yeniden canlanmaları için birbirlerine ihtiyacı vardır[211].

3-   FELSEFİ KAVRAMLAR

A-YARATILIŞ VE VARLIK

"Var olan" ın ne olduğunu felsefede "ontoloji" inceler[212]. Bu felsefe anlayışı "var olan"ı ve varlığın bütününü kendisine konu olarak alır. Ontoloji tabiatın yani varlığın bizzat kendisi ve varlık yapısıyla uğraşır. İlk çağlarda Aristo ontolojiyi "varlık olarak varlık bilimi" diye tarif ederek metafizik alanına dahil etmiştir[213].

İlk çağlardan beri varlığın tanımları yapılmaya çalışılmıştır. En çok kafa yordukları konu ise ilk varlık yani başlangıç ve sonunu çözmeye çalışmışlardır. Eski Yunan filozofları ilk varlığın, sudan[214], Apeiron (bir sonsuz ilke) den[215], havadan[216], Bizzat Allah'tan[217], logos'tan[218] ve daha pek çok maddeye ve madde ötesi varlıklara dayandırmaya çalışmışlardır.

Eflatun'a göre varlık ideler alemidir, Aristo'ya göre ise her şeye ilk hareketi veren bir muharrik vardır ancak madde ezelidir[219].

Varlık hakkında, Müslüman filozoflarda temelde İslam düşüncesine bağlı kalarak gerek Yunan filozoflarından gelen düşüncelerden, gerekse İslam kaynaklarından hareketle pek çok şey söylemişlerdir[220].

İslam felsefesine göre varlık Allah tarafından yaratılmış olup başlangıç ve sonu vardır. Allah hür iradesiyle alemleri yoktan yaratmıştır. Ancak filozoflar varlık anlayışını çözümlemek için çeşitli görüşler ortaya atmışlar ve tartışmalar yapmışlardır.

İslam dünyasında filozofların ilki olarak kabul edilen Kindi'nin varlık hakkındaki görüşleri Eflatun ve Aristo'nun fikirlerine dayanır*. Kindi varlığın en yüksek bir illeti olduğuna inanmış olup bununda Allah olduğunu belirtir. Kindi alemin kıdemi tezine karşı çıkmıştır[221].

Farabi'ye göre alem Allah'tan sudur etmiştir[222]. İbn Sina varlığı zorunlu varlık ve mümkün varlık diye ikiye ayırarak dualist bir görüş sergiler[223]. Daha pek çok müslüman fizozofun varlık ve yaratılış hakkında fikirlerini zikretmek mümkündür ancak konumuzun ve araştırmamızın hacmi gözönüne alınarak bu kadarıyla iktifa etmek durumundayız.

İkbal'in yaratılış ve varlık hakkındaki fikirlerine tasavvufi bir ruh hakimdir. İkbal, varlığı benlikle irtibatlandırarak bütün bu görünen alemin aslında bir benlik cevherinin görünüşü olduğunu ifade etmektedir[224].

İkbal'e göre benlik Cevheri, Kendisinin "Mutlak Ego" diye telakki ettiği Allah'a karşı kendi varlık cevherini ortaya koyma gayretidir[225]. Benlik cevheri ile Mutlak Ego arasında bütün varlıkları saran bir kaynaşma ve sevgi hakimdir. Bu sevgi Mutlak Ego'ya karşı aşk ve niyazı ortaya koymaktadır. Bu konuda İkbal, şöyle demektedir: "Varlık bezmi O'nun nazının şehididir. Bütün mükevvenatın tinetinden ona bir niyaz yükseliyor. Görmüyormusun felekleri aydınlatan güneş seherin yüzünde bir secde dağıdır"[226].

1-    Varoluş:[227]

a)    Kendini Ortaya Koyma Arzusu:

Bu arzu her varlıkta bir yanlış, bir cezbe halinde ortaya çıkar. İşte bu kendini ortaya koyma arzusu ve bunu gerçekleştirme çabası tüm varlıklar için bir lezzettir. Bu lezzet zevklerin en güzeli ve en tatlısıdır.

İkbal'in eserlerinde bu görüşleri destekleyen bir çok mısralara rastlamak mümkündür. Cavidname'de: "Mevcud görünmek isteyendir. Çünkü vücudun tekazalarından aşikar olmaktır"[228] diyerek varlığın kendi imkanlarını en kamil şekilde geliştirmek demek olduğunu ifade ile varlığın hiç bir zaman gizli kalmayarak, daima aşikar olmak istediğini vurgulamaktadır. "Ya Rabbi şu varlıkta ne lezzet var ki, her zerrenin gönlünde bir zuhur arzusu kaynıyor"[229]

b)    Tabiatın Gereğini Yapma:

Bir meyve çekirdeğinin kendini ortaya koyabilmesi ne olduğunu, hangi meyve olduğunun anlaşılması için toprağa bırakılması ve kabuğundan çıkmak büyüyüp kendinin ortaya koyması lazımdır. İkbal'e göre bu çekirdeğin büyüyüp meyve olması veya gül goncasının varilinin anlaşılması için açılıp etrafa kokular saçması gerekir. Bu da varlığın tabiatının gereğidir: "Dalını yarıp doğan gül goncası, varlık zevkiyle gülemsemeler saçıyor"[230].

İkbal'e göre varolma kemal kazanmadır: Bütün olgunluğuyla görünmedir. Bir başka ifade ile varoluş, tabiatın gereğini eksiksiz tamamlamadır. Olgunluğunu henüz bütün yönleriyle kazanamamış mevcud, tam manasıyla varolamamıştır.

c- Hareket ve Yeniden Şekillenme:

İkbal'e göre kainatta en küçük zerre bile hareket halindedir. Kainatın sakin görünmesi bir göz yanılmasıdır. O bu konuda şöyle der: "Hareketsiz sakin görünmesi gözün hatasındandır; yoksa kainatta en küçük zerre bile hareket kaynağıdır. Varlık kervanı hiç durup dinlenmemektedir; canlı olmanın gereği her saniye yeniden şekillenmektedir"[231]

2-    Hayat

a)    Varlığın Devam Etmesi:

Varlığın en büyük özelliği hayat sürmektir. İkbal, hayatı şu şekilde tarif etmektedir: "Sen hayatı bilinmeyen bir sır zannediyorsun, halbuki hayat uçma zevkinden başka bir şey değildir bilmiyorsun"[232]. "Uçma zevki" bir manada istikamet sahibi olarak yukarıda da ifade edildiği gibi tabiatın gereğini yapmaktır. Mesela tohumun yetişip mahsul olması, yeryüzünün yeşerip renk renk bitkilerin büyümesi, ağaçların çiçek açıp meyve vermesi gibi.

İkbal'e göre gerçek hayat maddi şeylerden ve dünyevi kayıtlardan kurtulmaktır[233]. Aynı zamanda durup dinlenmek değil, durmadan yol almayı sevmektir. Çünkü yol almak hayat içinbir zevk ve neş'e kaynağıdır[234]. İkbal'e göre hayatta huzura kavuşmak demek; vuruşmak, çarpışmak ve parlamaktır[235] [236].

b- Sürekli Akış:

Hayat, sürekli ve devamlı akış halindedir. Hayat, aynı istikamete doğru akıp giden bir bütünler zincirinin halkaları olup devamlı oluş halindedir. "Hayat çok hareketli ve çok çabuk erişicidir; ezelden ebede kadar o bir nefesin devamıdır'15'

İkbal'in sözkonsu olan bu fikirleri yalnız varlıklar hakkında değil, insan benliği için de aynı şeyleri söylemek mümkündür.

c)    Ahlaki Kemal Kazanma:

İnsanoğlu, doğumuyla birlikte maddi alanda varlık sahnesine çıkıp ölümüyle de bu alandan yok olup gider. Fakat insan ruhu, tasavvufi geleneğe göre ruhun bedene girmesiyle birlikte sonsuzluğa ulaşma arzusu taşımaktadır. Bu arzu insanı maddi ve manevi cihetlerini ahlaki olgunluğa ulaşmasını telkin eder[237]. îkbal'e göre bu ahlaki olgunluk kişiyi insan-ı kamil derecesine çıkartır. Ancak bunun şartı varlık ve yokluk kaydından kurtulmak, benliğini mamur etmekle mümkündür; "Varlık ve yokluk uçurumundan çık, yüksel, bu "nasıl" ve "ne kadar" kayıtları ile bağlı olan cihanın üstüne çık, kendi varlığındaki benliği mamur et, İbrahim gibi Kabe mimarı ol"[238]. Benliğini mamur edip insan-ı kamil derecesine ulaşan kişinin masiva ile alakasını keseceğini, bütün felekleri ihata edeceğini ve yeryüzünün "halife" [239]si olmaya namzet bir şahsiyet olacağım belirtmektedir[240].

Tasavvuf düşüncesinde insan-ı kamil derecesine ulaşmak iyi amellerle daimi meşguliyet[241] ve Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmakla mümkündür.

3-    Yaratılış Fikrinin Temelleri

a)    İkbal’in yaratılış ve varlık fikirlerinin temelinde Kur'an-ı Kerim Ayetleri ve müslüman filizofların bakış açıları ve fikirleri bulunur. Özellikle felsefi fikirlerini ihtiva eden eserlerinde genellikle Batı'lı filozofların görüşlerinden hareketle felsefi kavramları açıklama çabası görülse de neticeyi müslüman filozofların tutumlarının ve Kur'an ayetlerinin ruhuna dayandırma gayretleri görülmektedir[242].

b)    İkbal felsefi açıdan kainatın varlığı ve yarıtılışı konsunu ele alırken Kur'an-ı Kerim ayetlerinden harekete, Allah-Varlık-İnsan ilişkisini ele almaktadır.

İkbal'e göre Kur'an-ı Kerim'in amacı insanın Allah ve Evrenle olan çok yönlü ilişkilerinin yüksek şuurunu kendi ruhunda uyandırmaktır[243]. Ayrıca ilahi vahye uygun olarak içinde yaşadığımız evrenin yaratılış gayesi:

Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle: "Biz gökleri ve yeri ve ikisi arasındakiler! eğlence olsun diye boşuna yaratmadık. Fakat onların çoğu bunları bilmezler"[244]. Ayetine istinaden kainat, boşu boşuna eğlence olsun diye yaratılmamıştır. Ancak ciddi bir sebep için yantılmış olup bu sebeple İkbal'e göre insanın Allah ve Evren arasındaki ilişkilerinin yüksek şuuruna ermek içindir.

îkbal'e göre bu yüksek gaye için yaratılan evrenin yine Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine dayanarak daha da büyüyebilecek şekilde yaratılmıştır: "O Allah Yaratmada dilediği kadar arttırır. Kuşkusuz Allah her şeye kadirdir"[245]. Bu ayette söz konsu olan sınırlı bir evren, hareketsiz, değişmez, tamamlanmış bir evren değildir. Onun tam içinde, belki de yeniden bir doğuş rüyası yatmaktadır[246]. Bu konuda Kur'an-ı Kerim "De ki: yeryüzünde gezip dolaşarak görünüz ki Allah, yaratılışa nasıl başlamış? Bundan sonra başka bir doğuşu daha sağlayacaktır"[247].

4-    Varlık - İnsan İlişkisi:

Kur'an-ı Kerim'e göre göklerde ve yerde ne varsa hepsi insanların emrine verilmiştir[248]. İnsanlar ise, en güzel surette yarıtılıp sonra aşağıların en aşağısı kılınan bir varlık olarak yaratılmıştır[249]. İkbal'e göre en mükemmel yeteneklere sahip olan insan her tarafta engellerle karşılaşmakta ve hayatın çeşitli merhalelerinde pek aşağı düzeyde olduğunu farketmektedir. Ama yine de olup bitenlerin kendisine ıstırap vermesine ve huzursuz bir yaratık olmasına rağmen, insan

kainatta her şeyden üstündür[250]. İnsan büyük bir görevi üstlenmek gibi bir cesareti kendisinde göstermiştir[251]. Her hayat sahibi canlı gibi insanın da bir başlangıcı ve sonu vardır. Öte yandan insan çeşitli merhalelerden geçerek kainatın yapısında sürekli bir unsur olmaya namzettir[252].

İkbal, insanı kendi iç dünyasına döndürmeye çalışır, yani kendini keşfetmesini ister. Çünkü İkbal'e göre insanın kendi iç dünyasında geniş bir alem kurma gücüne sahip olup sonsuz sevinç ve ilham kaynaklarının varlığını kendi iç derinliklerinde keşfedebilecektir[253].

İkbal'e göre, insan çevresinde bulunan evrenin en büyük hamlesine katılır. Bazen dünyada mevcut güçlere uyan, bazan da bunları kendi amaçları için kullanan insan gerek kendi kaderine gerekse evreninkine bir yön verebilecek güçtedir. Bu değişiklikler meydana geldikçe Allah, insanı destekler. Yeterki insan ilk gayreti göstersin[254]. İkbal bu fikirleriyle şu ayetlerin tahakkukuna işaret eder: "Elbetteki bir millet kendi durumunu değişirmedikçe Allah'ta onun durumunu değiştirmez"[255]. "Bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette yollarımıza eriştireceğiz"[256].

Ancak, insanın bu ilk gayreti göstermemesi halinde, bünyesinde yatan zenginlikleri işlememesi, ilerlemekte olan hayata içten gelen bir hamleyle katılma arzusu duymaması durumunda, ruhu sertleşir, kalbi katılaşır ve kendisi de ölü bir cisim haline gelir. Böylece A'raf suresinin 179. ayeti İkbal'e ışık tutar. İnsan hayatının ve ruhunun gelişmesi, karşılaştığı gerçeklerle bir bağlantı kurmasına bağlıdır. İkbal'e göre bu bağlantı bilim yoluyla kurulur7-

5-    Varlıkların Yaratılış Gayesi:

İkbal, evrenin ciddi bir amaçla yaratıldığını orada değişen gerçeklerin bizi her zaman yeni davranışlara yönelttiğini belirtir. Kur'an-ı Kerim'de birçok ayette hakikatin müşahedesine ve bu konuda düşünülmeye ısrarla işaret edilir. Mesela: Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip geçişinde, denizlerde seyreden gemilerde, yağmurda, her türlü canlıyı yeryüzüne yaymasında, rüzgarlarda, bütünüyle Allah'ın varlığının ve birliğinin delillerini ortaya koyan işaretlerin var olduğunu belirten ayetler mevcuttur[257] [258]. İkbal'in fikirlerinde vahiy, beşeri bir ifade şekli bulur. Böylece insanın dikkati önce kendi içine, sonra kainata çevrilmek istenir.

İkbal'e göre kainat, daha önceden düşünülerek yapılmış bir planın, zamanla bilgili bir şekilde işleyişinin ortaya çıkması şeklindeki görüş, Kur'an-ı Kerim'in ruhuna yabancıdır[259],

Fatır Suresinin birinci ayetindeki "Allah yaratıklarına istediğini ilave eder"[260] hükmü, kainatın büyüme ve gelişme istidadına sahip olduğunu ifade eder.

Bu fikirleriyle İkbal, aleme ilk hareketi verdikten sonra Muharrik-i Evvel'in hareketsiz kaldığını savunan Aristocu anlayışa karşı çıkar[261]. Çünkü Allah; bizzat hareketlere ve oluşlara iştirak etmektedir[262].

İkbal, kainatı sürekli gelişen, büyüyen ve yayılmasında hiç bir dış sınır bulunmayan bir organizma olarak anlamak gerektiğini vurgular. "Tabiatı bilmek Allah'ın davranışını bilmektir. Tabiatı araştırırken, Mutlak Zat'a biraz daha yaklaşmak çabasında oluruz, bu ise ibadetin bir başka şeklidir"[263]. Diyerek kainatın yaratılışının araştırılmasının bir ibadet olduğunu belirtir.

6-    Yaratılma ve Yaratıcı Faaliyetin Sınırları:

İkbal, Mutlak Zat'ın evrendeki yaratıcı faaliyetinin sınırlımı yoksa sonsuz mu olduğu problemine temas ederek şu sorunun cevabını arar: Zat-ı ilahi için evren gerçekten karşısında duran bir şey midir? ve ikisi arasında mekanik bir ayrılık var mıdır? İkbal'e göre tabiat, uzayda veya boşlukta duran bir maddeler yığını değildir. Aksine olayların bir terkibi bir yöntemidir. Bunun içinde nihai zatla organik olarak bağlıdır. Tabiat ile Allah arasındaki bağ tıpkı insan kişiliği ile karakteri ve ahlakı arasındaki bağ gibidir. Buna da Kur'an-ı Kerim'de "sünnetullah"[264] kelimesiyle ifadesini bulan bir tabirle karşılık bulmaktadır[265]. Böylece denilebilir ki, insanı görüş açısından tabiat bizim gelişmemizin bugünkü aşamasında gerçek zat'm yaratıcı faaliyetine yaptığımız değişiklikten ibarettir[266].

a) Yaratıcı Faaliyet ve Zaman-Mekan İlişkisi:

İkbal'e göre, Nur suresinin otuzbeşinci ayetindeki Allah'ın ışığa benzetilmesi, nitelik ve nicelik bakımından Mutlak Zat'a en yakın ve ona en çok benzemektedir. Bu ayet Allah'ın her yerde hazır ve nazır olma vasfını değil, O'hun mutlakiyetinin ve gerçekliğinin anlaşılması gerektiği içindir[267]. İkbal, Kur'an-ı Kerim'deki Allah kavramı incelendiğinde Zat-i Hakikinin yaratıcı faaliyetinin ancak zaman ile mekan açısından yorumlandığı takdirde anlaşalabileceği ancak Mutla„ Zat'ın diğer yaratılmışlara karşı yaratıcı faaliyetinin zaman ve mekan açısından sımrlandınlamıyacağını ifade eder. İkbal'e göre Mutlak Zat'ın yaratıcı faaliyetin sonsuzluğu onun iç imkanlarına dayanır. Zaten Kainat O'nun cüz'i bir

ifadesidir. Yani O, sonsuz bir saniyi ihtiva eder ama kendisi sani değildir*5         '

b)    Yaratıcı Faaliyetin Sonuçları ve Yaratılış:

İkbal, yaratıcı faaliyetin sonuçlarına temas ederken dikkat çekici problemler ortaya koyar. İkbal'e göre başlangıçta insanın aklına: tabiat, kendiliğinden duran, kendiliğinden ınevcud, hilkat fiili geçmişte gerçekleşmiş bir olay olarak gelmektedir. Kainat ise. bize sanki Sani'nin hayatıyla hiç de ilgisi olmayan imal edilmiş bir eşya gibi gelir. Gerçek tende olmuş bitmiş ve planlanıp uygulanan bir kainat veya tesadüfen yaratılan bir tabiatmı karşımızda durmaktadır? Ya da Mutlak Zat'tn karşısında bir başka "diğer" olarak mı kalmaktadır?

İkbal'e göre Mutlak Zat'm bir başlangıç veya sonu olan, belli bir hadise manasında hilkat mevcut değildir. Aynı zamanda kainat kendiliğinden ayakta duran bir şeyde değildir. Dolayısıyla kainat, Cenab-ı Hak karşısında bir "diğer" olarak kalması mümkün değildirw İkbal, yaratılışla birlikte ortaya çıkan zaman mekan ve maddenin ortaya çıkması olayına Cenab-ı Hakk'ın bağımsız yaratıcı faaliyetinin bir sonucu olarak görür.

c)    Atomculuk Tezi ve M. İkbal:

İkbal, İslam dünyasında Aristo'nun evrenin sabit ve sakin bir varlık olduğu yolundaki tezine karşı Müslüman im tarafından ortaya alılan Atomculuk teorisini Müslümanların il,-., zihni isyanı olarak nitelendirir ve Allah'ın yaratıcı faaliyim özü olarak kabul edcı"'

İkbal, aynı eser, s.96. Kıv. Aşınıl. Yaıadılış, s.65.

İkbal. Dini Dü;.ünceınıı Yı-nu.lı.-n . s 96.

*-"1 İkbal. ilini Düşüncen in Yeniden. s 97.

Eş'ari mezhebi alimlerinin ortaya attığı görüşe göre dünya; "cevahir" dedikleri daha da bölünmesi mümkün olmayan en küçük zerrecikler yani atomlardan müteşekkildir. Cenab-ı Hakk'ın yaratıcı kudreti aralıksız olduğu gibi atomların sayısı da sonsuz olamaz. Her an yeni atomlar yaratılmakta evren de giderek büyüyüp genişlemektedir[268]. Kur'an-ı Kerinı'de buyurulduğu gibi "Cenab-ı Hak yaratıklarına istediğini ilave eder"[269] Varlık Allah’ın atoma verdiği bir özelliktir. Bu özellik verilmediği sürece, atomlar sanki Allah'ın kudet perdesinin altında saklı kalırlar. Vücuda gelmeleri ise ilahi kudretin görünür ve elle tutulur hale gelmesinden başka bir şey değildir[270] Eş'arilere göre atomlar temel bakımından hacimli değildirler. Ancak toplu halde belli bir yer işgal ederler ve mekanda yer tutarlar[271].

İkbal, Eş'arilerin atomculuk nazariyesini İslam Düşüncesinde yaratılış fikrini geliştirmek için samimi bir çaba olarak kabul etmektedir. İkbal'e göre bu nazariye Aristo'nu sabit ve sakin varlık fikrinden ziyade Kur'an'ın ruhuna uygunluk arzetmektedir. Ancak bu nazariyenin de bir çok eksik yönleri vardır[272].

Eş’arilerin yaratılış fikrinin merkezinde yer alan "cevahir" denilen ve daha bölünmesi mümkün olmayan bu atomlar, son zamanlarda yapılan ilmi çalışmalar neticesinde parçalanarak aynı zamanda büyük bir enerji elde edilmiştir. Böylece çağımızın ilmi ve teknolojik gelişmeleri sayesinde maddenin en küçük parçası olan atomun dahi daha da küçük parçacıklara ayrılması, zihinlerde yeni ufuklar açmış, yeni araştırmaların yolların göstermiş ve yeni soru işaretleri bırakmıştır. Bugün hala varlığın ilk madesi ve en küçük maddesi hakkında gerçek belirli bir şey bulunabilmiş değildir[273].

Neticede şunu söyleyebiliriz ki; her ne kadar İkbal, Eş'arilerin atomculuk fikrini benimsemiş olması, bu fikri Kur'an'ın ruhuna aykırı kabul etmediğindendir. İkbal'e göre varlık, önceden olmuş bitmiş bir planın tahakkuk ettirilmesi değil Mutlak Zat'ın bizzat yaratılışa katılmasıdır. Bu konuda yine en son ve doğru söz Kur'an-ı Kerim'e aittir. "Allah her an yeni bir yaratma halindedir"[274].

B- ZAMAN VE MEKAN

İkbal'in felsefi fikirlerinde "zaman" ve "mekan" kavramı birbirleriyle bağlantılı ve iç içedir. Zaman kavramı bir yanda yaratılış ve varlık kavramıyla bağlantılı olduğu gibi, "benlik" ve "mutlak ego" kavramlarıyla da iç içedir. İkbal'e göre zaman ve mekan kavramının anlaşılırlığı güç olduğu kadar, o derecede gerçek niteliği ortaya konamayan bir problemdir. Ancak zaman kavramının kısmi de olsa anlaşılırlığının ortaya konulabilmesi için ömür tecrübesinin dikkatlice tahlil edilmesinden sonra anlaşılabilecektir[275].

Zaman problemi her dönemde filozofların ve mutasavvıfların dikkatini çekmiştir. Bunun en önemli sebebi; Kur'an-ı Kerim'de zamanla ilgili olarak geçen; "Gece ve gündüzün nöbetleşerek değişmesinin Allah'ın en büyük ayetlerinden biri" olduğunu ifade eden ayetlerin[276] mevcudiyetinden kaynaklanmaktadır.

İslam düşüncesinde zaman gerçeğini ilk defa felsefi açıdan ele almaya çalışan, Eş'ariler olmuştur. Eş'arilere göre zaman, münferit "şimdi" 1er dizisidir. Bu teze göre her iki münferit "şimdi" veya "an"lar arasında işgal edilmemiş bir an, yani bir zaman boşluğu vardır[277]. İkbal'e göre Eş'arilerin bu görüşü anlamsızdır. Çünkü Eş'ariler zaman gerçeğini dıştan incelemeye çalışmalarından dolayı bir sonuç çıkmamıştır[278].

Newton zaman ile ilgili varsayımlar ortaya atan filozoflardan biridir. Newton, zamanı, kendi vücudu ve niteliği bakımından her zaman aynı şekilde yürüyen ve ilerleyen bir şey olduğun kabul etmiştir. Ne varki; Newton zamanın ilerleyişi, hareketi ve akışına rağmen bunu bir nehre benzetmiştir[279]. îkbal'e göre Newton'un zaman ile ilgili görüşü pasif ve dıştan olduğu için bir çok itirazlara maruz kalmıştır. Bu görüşe itiraz edenler, bu nehre düşen bir şeyin ne gibi bir değişikliğe uğrayacağını, veya zaman bir akarsu1 olarak kabul edildiği takdirde bunun başlangıcıyla sonu ve sınırları hakkında kesinkes fikir elde edemeyiz. Bu bakımdan zamanı harici veya nesnel kabul eden tezler çok itirazlara maruz kalacaktır.

İkbal zaman konusuna neticede şunu kabul etmektedir: "Modern bilimin zaman teorisi Eş'arilerinkinin aynısıdır. Ayrıca son zamanlarda zamanın niteliği konusunda ekle edilen buluşlara dayanarak modern fizikte, maddenin varlığının süreklilikten yoksun olduğu tezini ortaya koymuştur”98. İkbal’in kabul ettiği diğer bir husus da; zamanı anlamak için bir duygu organına salip olmamakla beraber zaman bir çeşit akıştır ve onun gerçek bir dış varlığı yoktur".

İkbal'e göre gerek Eş'ariler, gere kese çağımızın bilim adamları zamanla ilgili teori geliştirirken bunun psikolojik yönünü araştırmamışlardır. Neticede ise zamanın sübjektif varlık yönünü bir yana bırakmış, hatta unutmuşlardır100.

Bundan dolayıdır ki. teorilerinde biri maddi cevherler, diğeri zanıatıi cevherler olmak üzere iki ayrı nizam yer almaktadır. Bu nedenle, maddi cisimlerin zamanı, bu dünya ve gezegenlerin dönüşünden ileri gelir ve bunu geçmiş, şimdiki ve gelecek zamana bölebiliriz. Ama bu zamanın niteliği öyledir ki ilk yönü geçmeden İkincisi gelmez. Maddi olmayan cisimlerin zamanı ise sıra takip etmesine rağmen, günlerin her biri maddi cisimlerin birer yılına eşit olur. İkbal'e göre şimdi, maddi olmayan cisimlerin zamanından kademeli olarak ilerlediğimizde, en son ilahi zamana varıyoruz ki, bunda süre diye hiç bir şey yoktur. Bu sebeple bunun ne bölünmesi ne de sıra takip etmesi veya değişmesi meselesi ortaya çıkar101. Bu itibarla ilahi zaman, Kur'an-ı Kerim'de.

"ikbal, a.gc . s. 105., Bkz. Aydın, a.g.e.,s.l 10 "ikbal. ilmi Düşüncenin Yeniden ...s.105.

100        Ay m eser, s İ 06.

101        Aynı esci, . s.107..                                   - "Ümmül Kitap" (kitapların anası) 1112 olarak tanımlanan zamandır. Bu öyle bir zamandır ki. içinde bütün tarih, sebep- netice sırasından bağımsız olarak bir tek bölünmez ebediyet üstü "şimdi" de toplanmıştır111 V

Zaman konusunda daha iyi anlaşılabilmesi için şuur tercrübesi daha iyi tahlil edilmelidir. İkbal'e göre cevheri zamanın meydana gelişi şöyledir: insan nefsi yalnızlıktan topluma girdiğinde, yada başka bir deyimle, sevgi'den zeka'ya hareket etliğinde, varlığını kanıtlar ve cevheri zaman işte bu hareketten hasıl olur. İşte şuurlu tecrübemize göre her şeye egemen olan "ego"nun hayatını, sonlu veya geçici nefisle kıyas ettiğimizde, mutlak benlik veya Ego'nun zamanı sıra takip etmeyen değişmedir...

İkbal'e göre Mutlak Ego ile serili zaman arasındaki ilişki şeyledir: Serili zaman ile ilahi zaman öyle bir organik birliktir ki, içinde cevheri belirti görülüyorsa bu da yaratıcı hareketinden ileri geliyor. Gerçek ego, kendi kişiliğinin sonsuz ve belirsiz imkanlarını gerçekleştiriyor ve ölçüyor. Bu itibarla "ego" bir yandan ebedi hayat yaşar, yani sıra takip etmeyen zaman- diğer yandan da sıra takip eden zamanı yaşar114. Bu nedenle Kur'an-ı Kerim'de "Gece ve gündüz

^-İkbal in bir çok kavrama değişik manalar yüklediğini belirtmiştik "Ümmül Kitap" ifadesi K. Kerim'de üç yerde geçmektedir. Müfessirler bu ifadeyi "eevher-i mahfuz" ve "ilmi ezeli ilahi" diye açıklamaktadırlar. İkbal ise bu kavrama "İlahi zaman" diyerek değişik bir mana kazandırmaktadır. (Bkz. Yazır. A. Hamdi, Hak Dini Kuran Dili. e.IV. s .1003.)                                                             

İkbal, Dini Düşüncenin Yemden ... s. 107

i'14 Aynı eser. ...s. 109.

arasındaki fark Allah'tandır"[280] ayetini ancak bu yönde anlamak gerekir.

Gerçekte şuurlu tecrübelerimiz daha derinden tahlil edildiğinde, saf zaman, soyut ve tersine çevrilebilir anlardan müteşekkil bir dizi olmadığı ortaya çıkar. İkbal'in ortaya attığı saf zaman fikri, içinde geçmişin arkada bırakılmadığı aksine şimdiki zamanla hereket eden ve ilerleyen bir organik bütündür. Gelecek ise; katedilmesi gereken bir yol değildir: Geleceği biz sadece önümüzde buluruz. Var olduğunu söylüyorsak da sadece belirsiz bir imkan olduğu için işte organik bütün olarak bilinen zamanla ilgili bu kavram, Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle "kader" olarak addolunmaktadır[281] .

İkbal'e göre dünyada zaman; küreyi arz'ın deveranı olarak görüldüğünden maddi ve dünyevi sebeplere bağlıdır. Bunun içinde günler geçici sayılmaktadır. Ancak insan için gecesi gündüzü olmayan zamana erişmek en yüksek, maksatlardan biridir.

"Ben bu dört cihetli alemin gününü gördüm. O günü ki Onun nuru sarayı ve köyü aydınlatır. Bu gün yalnız seyyarenin firarından ibarettir; yalnız "geçti gitti" diyebilirsin, başka bir şey değil. Günlerden olmayan gün ne güzeldir. O gün ki, onun sabahının ne öğlesi ne akşamı var"[282].

Görüldüğü gibi, İkbal'e göre iki zaman mevcuttur. Birincisi, gördüğümüz her an yeni bir vaziyet, yeni bir hal husule getiren bir zaman ki ruhumuzun bir halidir. Bu zamanda her değişme, doğmak, ölmek, sevinç, keder, geliş, gidiş, vaki olur. Bu geçici insani zaman, yaratılış anında husule gelmiştir. Bu zaman, dünya bulunmayınca yoktu. İkinci zaman anlayışı ise, ilahi zaman anlayışıdır ki, Allah'da bambaşka bir zaman mevcuttur. Bu takibi olmayan tahavvül, yani zamana bağlı olmayan bütün hadiseleri bir tek anda ihtiva eden ilahi bir zaman.

Allah'ın zamanı, illet rabıtasına bağlı değildir. O, organik bir Küll'dür. İkbal, bu zamanları Kur'an-ı Kerim ayetlerine dayandırmaktadır. Serili zamanı ihtiva eden ve alemlerin altı günde yaratıldığını ifade eden Furkan suresinin 59. ayeti bu zamanı belirtmektedir. İlahi zamanı da Kamer suresinin 50. ayetinde yaratılışın bir lahzada vaki olduğunu buyuran ayete dayandırmaktadır.[283]

İkbal, zaman anlayışına tasavvufi bir bakış açısı getirerek vakti kılıca benzetir. Bu kılıcın sermayesi ve kaynağı ise hayattan gelmektedir. O kılıca sahip olanların, Musa'nın Yed-i Beyza'sından daha kudretli, Onun vuruşuyla deniz suyunun çekileceğini, Hayber'i fethedenin elinde bu kılıcın kuvveti bulunmaktadır[284]. "Ey dün geceye, yarına esir olup kalan, gönlünde başka bir alem var onu gör"[285] diyerek bütün zamanlara hakim olabileceğimiz ilahi zamanı yakalamayı telkin etmektedir. İkbal'e göre Müslüman olan, zaman ve mekan gibi şeylere köle olmaması gerekir: "Li maallahi vaktun" hadisini hatırla ve vaktin remzi nedir anla. Şu, bu, vaktin yürüyüşü ile meydana gelir. Hayat vaktin sırlarından bir sırdır. Vaktin aslı güneşin deveranından meydana gelen hır şey değildir. Vakit ebedidir, güneş ebedi değildir"111 .

1-   Zaman. Hürriyet ve Esaret:

İkbal, insanları hür ve köle diye ikiye ayırır. Dünyevi kayıtlara bağlanan, cevheri zamanı koşuşturan kişiyi köle, zaman ve mekan kaydından kurtularak ilahı zamanı yaşayanı ise hür olarak tanımlar512: "Köle" gece ile gündüz arasındaki bir saçma bir hezeyan olup erirken, hin insanın gönlünde zaman bir saçma ve hezeyandır.

Köle, gece ile gündüzü kendi üzerine kefen gibi örer. Hür ise kendisini gece ile gündüzün üzerine örer"1 .

İkbal'e göre, köle: zaten elde edilmiş olan şeyleri elde etmekle uğraşır., daima olduğu yerde kalır, devamlı sabah akşam aynı şeyleri tekrarlar durur. Hür ise: her an yeni bir iş ortaya koyma peşindedir, devamlı yeni nağmeler üretir.

Görülüyor ki .gerçekten İkbal'in bu karşılaştırması zaman ve mekan kaydında olanların köle; bu kayıttan kurtulanların hür olarak yaşadıkları bu dikkat çekici fıkirlerıye ortaya koymaktadır. Çünkü O. köleyi tanımlarken günler onun için bir zincirdir ve dudağında daima "kader” kelimesi bulunmaktadır. Hür insan ise. himmetiyle, kazayı ilahiye işaret vererek hadiseler onun eli ile vücuda gelmektedir. İkbal’e göre ilahi zamana hakim olan insan, kadere hükmedebilir”4.

Maddi ve ilahi zamana hakim olmanın yolu. İkbal’e göre; kişinin kendi gönlünün derinliklerine dalmasıyla mümkündür: "Vaktin sırrına ermek için gönüle dalmak lazımdır."[286] [287]. "Biz bugün ve yarın derdinden kurtulmuşuz Gönlümüzde yalnız Hak sevgisi vardır"11,6.

Müslümanlar, ilahı ve maddi zamana hükmettikleri devirlerde, yüksek medeniyetler kurmuşlardır. Onların ayağının tozundan bu yeni asır meydana gelmiştir. İkbale göre Müslümanlar her ne kadar bugün bu parlak medeniyeti ellerinden kaçırmış olsalarda. yine de son zamanlarda yeniden uyanışı gözardı etmemek gerekir[288].

İkbal'e göre; Zaman ve mekan problemini felsefi açıdan ele alırken, maddi cisimler için kullanılan, yakınlık, temas, cihet, karşılıklı ayrılık, gibi kelimeler Zat-i İlahi’ye uygulanmaz[289] . İlahi hayatın evrenle olan teması, ruhun bedenle olan ilişkisi gibidir. Ruh ne bedene bitişik, ne ondan ayrıdır. Ruhun mekani varlığı kabul edilip ortaya konulmadıkça, ilahi hayatın kainatla olan ilişkisi ortaya konamaz[290] [291].

İkbal'e göre mekan, maddi cinslerin mekanı, maddi olmayan cinslerin mekanı ve ilahi zatla ilgili mekan olmak üzere üçe ayrılır1-0. Maddi cinslerin mekanı da üçe ayrılmaktadır. Birincisi kesif veya yoğun cisimlerin mekanıdır. Bu cisimlerle genişlik ve büyüklük ispat edilir. Ayrıca bu mekanda hareket zaman alır; cisimler kendilerine ait olan yerleri işgal ederek kendilerinin oynatılmasına karşı direnirler.

Maddi cisimlerin çeşitlerinin İkincisi, ince ve latif cisimlerin mekanıdır. Hava ve ses gibi. Bu mekanda cisimler birbirine karşı koyarlar. Hareketleri de zamanla ölçülebilir. Üçüncüsü ışık mekanıdır. Güneş ışığı, anında yeryüzünün en ücra köşesine ulaşır. Bu şekilde, ışık ve ses hızı karşısında zaman hemen hemen sıfıra inmiştir.

Bu itibarla, ışık mekanı, hava ve ses mekanından tamamıyla farklıdır. Bir mum ışığı, odadaki havanın çıkmasına gerek duymadan her tarafa yayılabilir. Bu da ışık mekanının hava mekanından daha ince ve latif olduğunu gösterir[292].

Maddi olmayan cisimlerin mekanı ise; İkbal'e göre bu cisimlerin hareketleri, zamana bağlıdır. Mesafe unsuru tamamen olmasada kısmi olarak bulunmaktadır. Çünkü maddi olmayan cinsler taş duvarlarından kolaylıkla geçibilmelerine rağmen, hareketleri zamana bağlıdır.

îlahi mekan ise her türlü boyuttan uzak olup, bütün sonsuzların birleştiği noktadır[293].

C- BİLGİ NAZARİYESİ

Bilgi problemi felsefi düşüncede önemli bir problem olarak yer tutar. Çünkü bilmek hem çok çeşitlidir hemde bilmeyi açıklamaya kalktığımız zaman karşımıza bir çok problem çıkar. Bilgi fiili bir suje-obje münasebetidir. Bilme, insanı başka varlıklardan ayıran esaslı bir özelliktir[294].

İslam düşüncesinde filozoflar bilgiyi bir kaç sınıfa ayırmışlarır[295]. İkbal'e göre bilgi, dini tecrübeye dayanmakta olup, soyut bilgi, tek başına işe yaramamaktadır. Ayrıca İkbal'e göre asıl bilgi Mutlak Hakikatin bilgisi olup bu bilgiyle ulaşmanın yolu da iç tecrübeye dayanmaktadır[296].

İslam düşüncesinde filizoflara göre bilgi bedihi ve kat'i bir takım prensiplere dayanır. Bazı filozoflar -İbn Sina, Farabi- hads ile doğrudan doğruya elde edilen bu prensiplere istintaç yoluyla bütün bilgimizin çıkarılabileceğini kabul ederler[297]. Filizofların bir kısmı da bilgi edinmede tecrübenin rolünün büyük olduğu, bu bilgi edinme yolunun da his ve idrakle başladığını belirterek, tecrübeyi akıl çerçevesi dışında tasavvur etmezler[298].                                      .

1-    Bilginin Kaynakları

a) İkbal’e göre, hakikat bilgisine ulaşmak için gözlem ve düşünceye, bundan başka his ve idrak fiiline ihtiyaç vardır. Bir ha^a husus da Mutlak Hakikatle kişinin doğrudan doğruya ilişki kurmasıdır, İkbal,, Kur'an-ı Kerim in fıtrat ile ilgili ayetlerin insanın doğaya bağlı olduğunu ve bu doğrudan ilişkinin doğadaki güçleıi yönelme bakımından bir çok imkanlar sağlar. Ancak bu güçleri yönelme olayı manevi hayatta yükselmek için kullanılması gerekir'28.

h) Hakikatin tam anlamıyla bilinmesi için bilginin bir diğer kaynağı "kalbedir. Kalb. iç dünyada oluşan bir seziş, bir kavrayış olup bizi hakikatin hisle ve idrakle erişilemeyen yönleriyle temasa getirir'29

e) İkbal'e göre bilginin kaynaklarından biri de lasavvufi tecrübedir. Bu tecrübe bir hayal olarak reddedilemez'20. Tam aksine, insanlık tarihinde en kalıcı ve en hakim unsur olarak kalmıştır. İkbal'e göre normal insani tecrübeyi bir gerçek ve güvenilir olarak kabul etmek gerekir. Bu nedenle bu tecrübelerin seziş-duyguyla başlamadığı gerekçesiyle reddedilmesi veya gözönüne alınmaması doğru değildir12' .

d)    İkbal, Kur'an-ı Kerım'den yola çıkarak iki tane daha bilgi kaynağının varlığından söz eder. Biri tarih, diğeri ise tabiattır'22. Bu iki bilgi kaynağı Mutlak Hakikat bilgisine vakıf olmak ve Mutlak Hakikatin işaretlerini insanın duygu ve sezişinin kapsamına giren her şeyi tüm doğada müşahede

t w .                                                        .        .

‘-"İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s.34. Kış. Ülken, İslam Düşüncesi, s.256.

'29Avnı yer, Krş. Çubukçu, Türk Düşünce Tarihinde Felsefe Hareketleri, Ank. 1986. s. 133, El Behıy. a.g.c. s.335.

'20 İkbal. Dini Düşüncenin Yemden.., s.35, Krş. Çubukçu. Islâm .... s.133.   ’

' 2'Dini Düşüncenin Yeniden... s.43.

'l2Dini Düşünenin Yeniden., s 175.

etmek için önem arz.etmektediı1'3. Bu iki bilgi kaynağı araştırıldığında İslâm'ın ruhu ve canlılığı tam olarak ortaya çıkmıştır. Kur'an-ı Kerim; Mutlak Hakikatin işaretlerini 'giineş"teb’4, "ay "da135, "gölgenin uzaması nda !(1. "gece ile gündiiz"ün değişiminde 137, "insanlar arasındaki renk ve dil" farkında1 ve "kavimlerin hayatında başarılarla başarısız.lıklar"da, w, kısacası insanın duygu ve sevişinin kapsamına giren tüm doğada görmek mümkündür14''. Müslümanın vazifesi bu işaretleri görüp düşünmektir. Bunları "sanki sağır ve kör gibi"l41 görüp, geçmek, gelecek hayatın gerçeklerine karşı kör kalmak olacaktır14-.

Kur'an-ı Kerimin tabiri ile '.Allah'ın günleri” diye tanımlanan ve bilgi kaynaklarından biri olan tarih, İkbai'e göre insanların bilgi edinmeleri açısından ele atandığında şu gerçekle karşı karşıya kalınır: "Kur'an-ı Kerim'in bize öğretmek istediği başlıca kurallardan biri şudur: Milletler topluca değerlendirilir ve kötü hareket ve davranışların cezasını hem bu dünyada hem öbür dünyada çekerler. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği vurgulamak için sürekli tarihten örnekler

' ’’3 Aş nı eser, s.l 76, 134Lokaıı. 29-30. l35FaUr. 13.

,32Fuıkan45-4ft.

137 Yasin. 37, 13SHucur;.l. 13.

1 Mü'minun. i 15. Nisa, 84.                  '

14bİkbJ. Diri Düşüncenin Yeniden... s Î74. 141 Bekara. 18

14~İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s.176. gösterir ve okuyucuları, insanoğlunun geçmişte ve şimdiki tecrübeleri üzerinde durup düşünmeye davet eder147.

Tarihin bilimsel bir şekilde incelenmesinin, daha geniş bir hayat tecrübesi, pratik aklın daha çok olgunlaşması ve nihayet hayat ile zamanın niteliği konusunda bazı temel görüşlerin tam olarak anlaşılması demektir[299]. Genel olarak bu konuda Kur’an-ı Kerim'in verilerine dayanarak iki ana prensiple karşılaşırız:

1-    İnsan menşeinin birliği: Kur'an-ı Kerim: "Ve biz hepinizi bir tek nefisten yarattık"[300] diye buyurulan bu ayete göre ancak organik bir birlik olarak hayatı idrak etmek, yavaş yavaş elde edilen bir başarıdır. "Bu görüşün gelişmesi bir ümmet veya kavmin dünya olaylarının ana akımına girmesine bağlıdır". İslam bu fırsatı cihanşumül bir imparatorluğun kurulup, hızla gelişmesiye elde etmiştir[301].

2-    Zaman gerçeğini ve hayatın zaman içinde sürekli bir hareket olduğu kavramını iyice anlamak147

Görülüyor ki, İkbal, tabiatın araştırılması dış dünyada olup bitenlerin, Mutlak Hakikatin işaretleri olduğunu ve bunların araştırılarak ibretle ve hayretle gözlenmesi gerektiğini belirtmektedir. Aynı zamanda geçmiş ümmetlerin akibetlerinin incelenmesinde insanlar için çıkarılması gereken derslerin var olduğunu da vurgulamaktadır. Dolayısıyla tarih ve tabiat insan için birer bilgi kaynağı olup kendi geleceğine yön vermesi açısından değerlendirilmesi gerekmektedir.

2-    İlahi Bilgi:

İkbal'e göre; ilahi bilgi, sonsuz nefes yani Allah'a nisbet edilince bu yalnız istidlali ilim manasına gelmektedir. İstidlali ilim zamana ait ameliyedir: "Bu öylesine inkar edilemez bir "diğer" (gayr)ı çevreliyor ki, bunun kendiliğinden var olduğunu ve kendinin şuurunda olan ego'nın karşısında bulunduğunu biliyoruz. Şimdi ilahi ilmi de bu anlamda her şeyi kapsayan bir ilim olarak kabul etsekte bunu Zat-i İlahiye dayandıranlayız. Çünkü Zat-i İlahi her şeyi kuşatan ve bu nedenle geçici ve fani nefis gibi diğer eşyaları incelemekle meşgul olduğunu söylemek yanlış olacaktır"[302]. İkbal'e göre ilahi ilmin bir "diğer" (gayr)e göre niteliği her zaman izafi olacaktır. Her şeyi kuşatan Zat "diğer" olamaz. Çünkü düşünce ve hareket yani ilim fiili ve hilkat fiili aynı anlamı taşırlar.

İkbal, ilahi ilim kavramına bir başka tanım daha eklemektedir. Bu tanıma göre: Cenab-ı Hakk'ın ilmi, bir Külli ilimdir ki, O, Allah'ı sürekli bir "şimdi" içinde bir belirli olaylar düzeni olarak kabul edilen bütün tarih akışından dolayı haberdar kılan bir tek bölünmez idrak fiilidir[303] [304]. Bu görüşe göre evren sanki nihai şeklini almıştır; gelecek belirlenmiştir; daha önceden tayin edilen ve artık değişmesi mümkün olmayan olaylar zinciri, daha güzel ve daha üstün bir kader gibi Allahü Teala'nın yaratıcı faaliyetini her zaman için belli bir yola koymuştur130. Aslında ilahi'ilmin geniş kapsamlı bir bilim gibi telakki edildiğini belirten İkbal: "Oysa, ilahi ilim, ona kendiliğinden ayakta durduğu gibi görünen eşyaların uzviyet bakımından birbirine bağlı bulunduğunu canlı yaratıcı bir faaliyet olarak düşünmekle, onun gelecek olayları önceden bilme fiilini kurtarmış oluyoruz, İkbal'e göre ilahi zatın yaratılış hayatında geleceğin varlığı zaten vardır. Ama, uzun bir müddet önce planı çizilmiş olan bir olaylar zinciri gibi değil; belirsiz bir imkan olarak durmaktadır1 ")l .



[1]  Karahan, İkbal'in ..., s. 19, Asrar, Doğudan ..., s. 17

[2]  Asrar, a.g.e.. s. 18.

[3]  İkbal Muhammed, Esrar-ı Hodi, çev: Ali Nihat Tarlan, İstanbul 1958, s.10, Asrar. a.g.e., s.19

[4]  Asrar, Doğudan .... s. 19.

[5]  Sadi kul. Dosunun Uyanışı, İstanbul 1985, s.39, Tarlan, Esrar-ı ...

s. 10.

”7

' Karahan, ikbal'in .... s.20. Asrar, a.g.e,, s. 19 o             

Mac Taggert, Ingiltere'de Hegel felsefesini yeniden canlandıran bir bilim adamıdır, (bkz. Karahan, a.g.e., s.20).

[8] R. A. Nicholson, Mesnevi'yi'İngilizce'ye çeviren bir şarkiyatçıdır. İkbal'in "Esrar-ı Hodi" isimli eserini İngilizce'ye çevirip Avrupa'da

tanıtarak ün kazanmasını sağlamıştır (bkz. Karahan, aynı yer).

*°Asrar, a.g.e., s.20.

1 'Schimmel, Cavidname, (giriş) s.7 .12Asrar, Doğudan .... s.21.

[12]Karahan. İkbal'in .... s.21. .

[13]Asrar, a.g.e., s.22.

,5Asrar. a.g.e., s.22.

[15]Karahan, İkbal'in..., s.22.

[16]Bkz. "Şikva'1, "Cevab-ı Şikva". çev: Ali Genceli, Pakistan Postası, ç.24,

Sayı: 1-2, Ocak-Şubat 1976, s.15 v.d.

'8Asrar, Doğudan ... , s.24.

'9Karahan, İkbal'in .... s,27.

[19]Schimmel Annemarie, Peygamberane Şair ve Filozof Muhammed İkbal, çev: Senail Özkan, Ankara 1990, s.78.

'Schimmel, a.g.e., s.25.

[21]Schimmel. Peygamberane Şair ..., s.26., Yaşar Selahaddin, Muhammed İkbal, İst.1988, s.150.v.d.

23Asrar, Doğudan ..., s.27.

[23]Karahan, İkbal'in .... s.29. Asrar. Doğudan .... s.28

9 S               •

-JKarahan, ikbal'in ..., s,29. Asrar .... a.g.e., s.28.

[25]Karahan. a.g.e., s.42. Schimmel. Cavidname, (giriş)

[26]SchimmeI. Cavidname, (giriş), s.9.

[27]Schinımel, Cavidname. (giriş), s.10.

[28]Asrar, Doğudan .... s.35, Karahan, İkbal'in .... s.43.

[29]İkbal Muhammed, The Development Of Metaphysics in Persia. München 1908, çcv: M.M. Şerif. İran'da Metafiziğin Gelişimi, İst. 1971.

[30]Ikbal, a.g.e.. s.90. vd.

[31]İkbal. a.g.e.. s.131.

[32]İkbai. a.g.e., s. 133.

3ikbal, a.g.e.. s.l 71. vd;

[34]İkbal. a.g.e.. s.l99 vd.

[35]İkbal, a.g.e.. s.241. vd

[36]Karahan, İkbal'in ... , s.36. Asrar, Doğudan ..., s.37, Schimmel,

Cavidname, (giriş),s.9.

[37]Schimmei, Cavidname. (giriş), s.3S.

[38]Yüksel Ali, "Benlik ve Toplum". İst. 1990. s.95.

[39]Schimmel, Cavidname. (giriş), Karahan. İkbal'in .... s.38. Asrar.

Doğudan .... s.38.

[40]Karahan, a.g.e.. s 38,

[41]Schimmel, Cavidname, s.XXI.

[42]   Schimmal, Cavidname. s, xxı.

[43]   Karahan. İkbal'in .... s.39. Asrar s.36.

[44]   Karahan. aynı yer.

[45]   Karahan, İkbal'in .... s.39.

5' İkbal, Zebur-i Acem. s.214.

"Dinle bu ney nasıl şikayet ediyor, ayı ılıkları nasıl anlatıyor. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri t ey radı nidan erkek kadın herkes ağladı. Mesnevi, e.I. s. I.

66 İnsan bu yedi renkli dünyada Cenk gibi teryaddan yamıyor hem nefese yeni (can ciğer arkadaşına) duyduğu hasret onu yakıyor, ona dilnuvaz nâleler öğretiyor. C. Name, s-,I.

65 Zurvan; eski İran dininde Zaman İlâhi idi. İkbal burada zaman ve mekanı aşarak yolculuğa çıktığında kendisine rehberlik etlen Mevlâna’yı tanımlamaktadır. Bkz: Cavidname. s.46.

[48]   Bal-i Cibril, s. 75.

[49]   Bal-i Cibril, s.95.

[50]   Karahan. İkbal'in ... . s.) 19.

6' Sadi Kul. Doğünun Uyanıp, İstanbul. 1985, s.23.

[52] Karahan, a.g.e.. s.40.

[53]   Karahan. İkbal’in .... s.44.

[54]   Riaz Muhammed, Muhamnıed İkbal’in Eserleri. Pakistan Büyükelçiliği.

(makale) Ankara. (Tarihsiz)

[55]   Riaz. a.g.e.

[56] Evrengzib (1618-1707), 1658 de "1. Alemgir" Unvanıyla hükümdar olur. 1707 de ölümü, Hindistan'ın çöküş döneminin başlangıcı kabul edilir. Bkz. Yurdaydın Hüseyin Gazi. İslâm Tarihi dersleri, Ank, 1938, A.Ü.İ.F. yay. s.31 l.vd

[57] Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, c.9, s.508.

[58] Yaşar Selahaddin, Muhammed İkbal. Hayatı Sanatı, Mücadelesi, İst.

I9SS, s.13.

Yaşar, Muhammed İkbal .... s. 13.

[60] Yaşar, aynı yer.

[61] Yaşar, s. 14.                                              ’

[62] Yaşar, s. 16.                              ,

[63] Yaşar, aynı yer. Kul Sadi. Doğunun Uyanışı, s.22.

[64] Yaşar. M. İkbal, s. 17.

'°Yaşar. a.g.e., s.IS. Kul Sadi. Doğünun .... s.23.

' ' Yaşar, a.g.e., s.19. Krş. Sadi, a.g.e.. s.39.

[67]Yaşar, M. İkbal, s. 21. Sadi, a.g.e., s.26.

[68]Sadi. Doğunun .... s.26. (Ayetuîlah Mutahhari'den naklen)

1 9 Yaşar, a g.e , s.2 i,

[70]Fazlıırrahnıan. "Islâm" cev: M Dağ. M Avdın,İst. 1692. s.304.

- 1 Fazlurrahıııan. Islâm, s. 304,

[72]Arınııoglii. 20. yy Siyasi Tarihi. Ankara. 1987, s.4l.

[73]Armaoğlu, 20. yy ..., s.41.

[74]Yurdaydın, İslâm .... s.169.

[75]Yurdaydın, s.171.

[76]Yurdaydın. a.g.e., s.172.

[77]Yurdaydm, İslâm ..., s. 173.

[78]Geniş bilgi için bkz. Fahri Macid. İslâm Felsefesi Tarihi çev: Kasım Turhan, İst. 1992. s.301. vd. Fazlurrahman. İslâm, s.295. vd.

[79]Schimmel. Cavidname, (giriş)s.5.

[80]İkbal, Peyam-ı Meşrık, çev: A.N. Tarlan, Ank. 1956. s.18

[81] İkbal, "Şikva" çev: Prof. Ali Genceli, Pakistan Postası Ocak 1976, c.24. sayı 1. s.15.

•2 o

“Aynı eser, s.16.

O a

Jikbal, a.g.e., s.16.

[84]İkbal, "Şikva"

[85]İkbal, a.g.e., s. 18

[86]Genceli Ali, Allame İkbal'den, Pakistan Postası, c. 24. sayı 2. s.15.

[87] İkbal, "Şikva", s. 16.

[88]İkbal, a.g.e.. s.16.                                        .

[89]İkbal. Cevab-ı Şikva P. Postası, s.17.

[90]İkbal. a.g.e.. s.16., bkz. Schimmel. Peygamberane Şair ..., s.14

[91] Aynı eser, s.19.

[92]İkbal, C. Şikva, s.65.

[93]   İkbal. Armağan-î Hicaz, s.57.

[94]   İkbal, Bal-i Cibril, s.93.

[95]   İkbal. Peyam-ı Meşrık, s.40.

[96]   İkbal, Armağan-i Hicaz, s.31

[97]   İkbal, Bal-i Cibril, s.ll.

[98]   İkbal. Esrar-ı Hodi, s.62.

[99]   İkbal. Aynı yer.

[100]  İkbal, Darb-ı Kelim, s.62.

[101]  İkbal, Bal-i Cibril, s.65.                  -

[102]  İkbal, Bal-i Cibril, s.59.

[103]  İkbal, Gülşen-i Raz-ı Cedid, çev: A.N. Tarlan. İst. 1960.s.7.

5<* İkbal, Darb-ı Kelim, s.32.

[105]  İkbal, Bal-i Cibril, s.38.

[106]  İkbal. Bkz. Kader ve Hürriyet, s. 152.

[107]  İkbal, Bal-i Cibril, s.l 17.

[108]  İkbal, Darb-ı Ketim, s.l2.

[109]  İkbal, Esrar-ı Hodi. s.62.

[110]  İkbal, A. Hicaz, s.33.

[111]  İkbal, B. Cibril, s.127.

[112]  İkbal, D. Kelim, s.l I.

[113]  İkbal, Cavidname, s. 266.

[114]  İkbal, Bal-i Cibril, s.127.

[115]  İkbal, Cavidname, s. 167.

[116]  İkbal, Bal-i Cibril, s90.

[117]  İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ..., s.219.

[118]  İkbal, Aynı yer.

[119]  İkbal. Bal-i Cibril, s.69.

[120]  İkbal, Aynı eser, s.29.

7' İkbal, Armağan-i Hicaz, s.25.

[122] İkbal, B. Cibril, s.45. Cevab-ı Şirva, Pakistan Postası, s.17

[123] İkbal, Peyam-ı Meşrık. s.122.            '

[124]Asrar, Doğudan bir ses, s.20.

[125]Karahan, M. İkbal'in Eserlerinden Seçmeler, s.48.

7flAyhı yer.

[127]Karahan, M. İkbal'in ..., s.47 Asrar, Doğudan ..., .21.

[128]Asrar. aynı yer.                                                                                  -

[129] İkbal, Peyarh-ı Meşrık, s.l 10, Krş. Mian Beşir Ahmet, Hz. Mevlâna ve İkbal, Sebil iıırreşad, c.5. sayı. 114.S.219.

[130]  İkbal. Esrar-ı Hodi, s.27.

8' Bkz. Mian Beşir Ahmet, Mevlâna ve İkbal, s.219.

[132] İkbal. Bal-i Cibril, s. 145.

[133] Edip Eşref, Mehmet Akif, Hayatı, Eserleri ve 70 muharririn yazıları, İst.

k!960, s.146.

[134] İkbal Muhammed, İran'da Metafiziğin Gelişimi, s.65.

[135] Schimmel, Cavidnâme, (giriş)s.7.

[136]  İkbal, Esrar-ı Hodi, s. 28.

[137]  Mevlâna, Mesnevi. c.I. s.l.

[138]  İkbal, Esrar-ı Hodi, s.25.

[139]  Mevlâna, Mesnevi, C.I. s.l

[140]  Mevlâna, Esra-ı Hodi, s.26.

[141]  İkbal, Z. Acem, s.242.

[142]  Mevlâna, Mesnevi, C.I. s.l

[143]  İkbal, E. Hodi. s.28.

[144]  İkbal, E. Hodi, s.27.

[145] İkbal, Esrar-ı Hodi

[146]  İkbal. Cavidname, .24.

[147]  Karahan, Dr. M. İkbal'in eserlerinden Seçmeler, s.151.

[148]  Karahan, s. 153.

[149]  Karahan, M. İkbal'in ... , s.l 53.

'"Karahan, a.g.e., s. 155.

[151] Asrar Ahmed, M. İkbal ve M.C. Rumi, Pakistan Büyükelçiliği (tarihsiz) s. 1.

[152]  Aynı yer.

[153]Aynı makale, s.3. Krş. M. Aminudddin, Mevlâna C. Rumi'in M. İkbal üzerine etkisi. Kasım 1977, s.5. vd, İkbal, A . Hicaz, s.37.

[154]İkbal, Cavidname, s. 169.

[155]Asrar, aynı makale, s.6.

[156]Nietszche, Eylem Ödevi, s.60.

[157]Mevlâna. Mesnevi, C.I. s.l. Bkz. Nietszzche, Eylem Ödevi, s.54.vd

[158]   İkbal, İslâm'da ...,s,133.vd.

[159]   Mevlâna. Mesnevi, C.I, s.367.

1'0 İkbal, Rumuz-i Bihodi, s.31.

[161]   Mevlâna, Mesnevi, C.I.s.16.

[162]   İkbal, Bal-i Cibril, s.62.

110

1 - Asrar. M. Celâleddin Rumi'nin İkbal'e etkisi, Pakistan Postası Kasım 1977, s.7.

[164]Schimmel. Peygamberane şair .... s.4.

İkbal, Bang-i Dera, s.78.

1 '6Aynı eser, s.79.

[167]Nedevi, Ebu'l Haşan. Dr. M. İkbal, çev: Ali Ulvi Kurucu. İst. k!990.s57.

[168]İkbal, Darb-ı Kerim, s.26.

110İkbal, Bal-i Cibril, s.50.

[170]  Aynı eser, s.69.

[171]  Aynı eser, s.29.

[172]   İkbal, Esrar-ı Hodi, s.26.

[173]   İkbal, Armağan-i Hicaz,s.7.

[174]   İkbal, Rumuz-i Bihodi, s.6.

[175]   İkbal. En Nedevi, M. İkbal ..., s.67.

[176]   İkbal. Bal-i Cibril, s.42.

[177]Aynı eser, s.72.

[178]İkbal, Peyam-ı Meşrık, s.68.

[179] Aynı eser, s.35.

[180]İkbal, Bal-i Cibril, s.65.

[181]  İkbal, Bal-ı Cibril, s.64.

[182]  Aynı yer.

[183]  Aynı eser, s.70.

[184]İkbal, Esrar-1 Hodi, s.50.

133İkbal, Bal-i Cibril, s.83.

[186] Dini Düşüncenin Yeniden .... s.19, Krş, Gazali, Elmun Kızu mined Dalal, çev: Hilmi Güngör, İst., 1990. s.25.

[187]           Gökberk Macit, Felsefe Tarihi, İst. 1990. s.49.

[188]           Nahl, 68,.69.

[189]         Al-i İmran, 190.

[190]           Casiye, 17-20.

[191]           İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ..,s. 18.

[192]  İkbal. Aynı eser, s.20. Krş. Gökberk, a.g.e., s.62. Birand Kamira, İlk çağ Felsefesi, Ankara, 1987, s.37.

[193]           İkbal. İsra, 36.

[194]  İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..,s.19, Krş. Ülken Hilmi Ziya, İslam Düşüncesi, İstanbul. 1946, s.37.

[195]  İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden..., s.19, Krş. Gazali, Elmunkızu...,

s.27-28. Ülken, a.g.e., s.41.

1 1 İkbal, Z. Acem, s. 170.

1 Ö

- Aynı yer, Krş. Gazali, Elmankızu .... s.26.

[198] İkbal, Bal-i Cibril, s.64, Krş. ülken, a.g.e., s.41

[199]Aynı eser, s. 170.

[200] İkbal, Zebur-u Acem, s. 173.

[201] İkbal, E. Hodi, s.40.

[202] Aynı yer.

[203] İkbal, Z. Acem, s.169,E. Hodi, s.40.

[204]         Bilindiği gibi Eflatun'a göre gerçek bilgi ideler bilgisidir. Bu bilgiler deneme dünyasından kazanılmış değildir. İdeler ne meydana gelirler ne de yok olurlar. Ayrıca varlıklar ideler alemi ve görünüşler alemi diye ikiye ayrılır. (Bkz. Birand, İlk Çağ....,s 55, Krş. Gökberk, Felsefe ..., s.63)

[205]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..,s.18.

2' Aynı yer, Krş. İbn Rüşd, Faslul Maka], çev:Süleyman Uladağ, Felsefe- Din İlişkisi, İst.,1985, s.113.

[207]  İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..,s.18, Krş. İbn Rüşd, a.g.e.,s.l 10.

[208] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s.90,' Krş. Çubukçu Agah, İslam Düşüncesi Hakkında Araştırmalar. Ankara, 1983, s.246.

[209]İkbal.Dini Düşüncenin Yeniden ...s.21, Krş. Gazali. Mun kız .... s.61. Çubukçu, İslâm ..., s.99, Taylan Necip, Anahatlarıyla İslam Felsefesi, İstanbul, 1985, s.250.

[210]  İkbal, P. Maşrık, s.215.                             .

[211] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s.19, Krş. Fazlur Rahman, İslanrve Çağdaşlık, s.272.

[212]Bolay S. Hayri, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Ank. 1987. s.194.

[213]Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, s.75, Krş. Mengüşoğlu Takiyyettin, Felsefeye Giriş, İst., 1968, s.100.

[214]ThaIes'e göre. Bkz. Gökberk, Felsefe Tarihi. s20.

[215]Aniximendros'a göre; Gökberk, a.g.e.,s.22.

3'Aniximendros'a göre; Gökberk, a.g.e., s.23.

[217]Xenopanes'e göre; Gökberk, a.g.e.,s.27.

[218]Herakletios'a göre; Birand Kamaran, İlk çağ ...,s,19

[219]Gökberk, a.g.e., s.61-84, Krş. Birand, a.g.e.,s.55-76.

[220]Müslüman filozofların hemen hemen bütünü. Alemin yaratıcısının Allah olduğunu kabul ederler. Müslüman olmayan filozoflar gibi başka yaratıcı aramamışlardır.

[221]Ülken, H. Ziya, İslam Felsefesi, İst. 1992, s.61, Krş. Kindi, Felsefi Risaleler çev; Mahmut Kaya, İst. 1994, s.77.

[222]Geniş bilgi için Bkz. Ülken, a.g.e., s.66, Çubukçu, İslâm .... s45. Muhammet el Behiy, İslam Düşüncesinin İlahi Yönü, çev: Sabrı Hizmetli, Ank , 1992. s.31 i.

[223]Bkz. El Behiy, a.g.e., s.358, Altıntaş Hayrani, İbn Sina Metafiziği. A.Ü.

İ.F. Yay., Ank. 1985, s.51.

[224]İkbal, Darb-ı Kelim, s. 16.

[225] a

Aynı yer.

[226]Peyam-ı Meşrık, s.25.

[227]Sonsuz ve sınırsızca değişen varlığın somut biçimleri, Bkz. Hançerlioğlu Orhan, Felsefe Sözlüğü, İst. 1989, s. 442.

[228]  İkbal. Cavidname. s.26.

[229]  İkbal, P. Maşrık, s.28.

[230]  Aynı yer. Kış. Altıntaş. İbn Sina Metafiziği, s.79.

[231]  İkbal. B. Cibril, s.130.

[232]Aynı yer, Krş. Aydın Hüseyin, Yaratılış ve Gayelilik, Ankara, 1991, s.87.

[233] İkbal, B. Cibril, s. 130

[234]Aynı eser, s.131.

[235]İkbal. B. Cibril, s.131.

5'Aynı yer.

[237]Aydın. Yaratılış ..., s.l 13.

[238]İkbal, P. Meşrik, s.30.

^Bakara, 30.

[240]Karahan, Dr. M. İkbal ve ...s.157.

[241]Mülk,2.

[242]Yıınan felsefecilerinin İslam Düşüncesini olumsuz yönde etkilediği Sokrat ve Eflatmdan verdiği örnekler için bkz. s.82.

[243]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ...s.26.

[244]Duhan 38-39, Krş. Aydın, a.g.e., s. 171.

[245]Fatır, 1.

[246] İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden..,s.27, Krş. Gökberk, a.g.e., s. 84, Tuna Taşkın, Uzay ve Dünya, İst. 1991, s.20.

[247]Ankebut, 20.

[248]Lokman, 20.

[249]Tin, 4-5.

[250]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden.., s.29.

[251]İkbal, Ahzab, 72.

[252]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden... s.29, Krş. Kindi, Felsefi..., s.137.

[253]Aynı yer.

[254]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden .., s.30.

[255]Ra'd, 11.

7'Ankebut, 69.

7^Dini Düşüncenin Yeniden ...s.30.

[258]Bkz. Bakara, 164, En'am, 97-99. Furkan, 44-45-Gaşiye, 17-20, Rum. 22.

[259]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden... s.82.

[260]Fatır, 1, ayrıca Bkz. "Göğü kendi ellerimizle biz kurduk ve onu biz genişleticiyiz" Zariyat, 47.

[261]Birand. İlk Çağ .... s.79.

[262]Dini Düşüncenin Yeniden .... s. 84

[263]İkbal, a.g.e., s. 84

[264]Ahzab. 3.

[265]"Sünnetullah": Kur'an-ı Kerim, Allah'ın davranış biçimi anlamındaki Sünnetullah terimiyle ilişkili olarak "Kelimetullah'1 (Nur, 40), Kelimetü Rabbik (En'am, 115) Yunus 33-96, Gafir, 6) giib ifadelerde

kullanılmaktdır: İkbal, felsefi düşüncede bir çok kavramlarda olduğu gibi "sünnetullah" kavramına da farklı bir mana yüklemektedir. İkbal'e göre "sünnetullah", tabiat ile Allah arasındaki ayrılmaz ve değişmez bağdır. Fakat günümüzde yapılan araştırmaya göre Kur'an'daki bütün örnekler incelendiğinde bu ifadelerin Allah'ın tarih içindeki tavrından sözetmekte olduğu görülür (Bkz. Hicr. ,13, İsra, 77, Ahzab, 38-62. Fatır. 43). Buna göre Allah'ın tarih içinde nasıl davranacağının belirsiz olmadığı. Aksine Allah'ın hangi durumlarda nasıl davranacağına dair kendisine ve bu ilahi tavrın muhatabı olması itibarıyla insanlığa Söz' verdiği fikri işlenmektedir. Tarihin başlangıcından beri verdiği söz,gereği Allah değişmez bir tavır sergilemektedir (sünnet) ve bu tavır ileride de aynı kalacaktır. (Bkz. Özsoy Ömer, "Kur'anda Sünnetullah Kavramı" Basılmamış Doktora Tezi, Ankara, 1991.'s. 76-77)

81      İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ... s.84.

82      İkbal, aynı eser, s.94. Krş. Kindi. Felsefi .... s.90.

[268]  İkbal. Dini Düşüncenin, s 99. Bkz. Ülken H. Ziya. İslam Düşüncesi

s.93.                                                      

[269]  Farır, i.

[270] İkbal.. Dini Düşüncenin Yeniden,., s.99. Krş. Ülken, a.g.e, s.54, Aydın. Yaradılış, s, 147.

[271]  İkbal, aynı yer. Ülken, a a e., s.54.

[272]  İkbal, Dini Düşüncenin Yemden ... s.101. ülken, a.g.e.. s 54.

[273]  Yeğin Münip, Atomdan Hücreye, İstanbul, 1983. s.5. vd.

[274]  Rahman, 29.

[275]  İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden.., s.108.

[276]Mü'minun, 80. Zümer. 6, Yasin, 37.

[277]İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ,.,s.l04. Krş. ülken, a.g.e.,s.54, Aydın Mehmed, Din Felsefesi. İzmir, 1990, s.109.

[278]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden.,, s.104.

[279]İkbal, a.g.e, s.105.

[280]Yasin. 27.

[281]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden...s.75

[282]İkbal. Cavidname, s.4.

[283]İkbal, Cavidname, s.5.

[284]İkbal, E. Hodi, s.5.

[285] Aynı eser, s.63.

[286] Aynı yer.

1 *6Aynı eser. s. 65.

[288] İkbal. E. Hodi. s. 65:

1 İkbal. Dini Düşncenin Yeniden... s IS6

1 117 Aynı yer.

[291]  Aynı yer.                                             '

[292]  İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden... s.186.

[293]  Aynı eser, s. 187.

I

 Hançeri ioğlu. Felsefe Sözlüğü, s.30.

[295] Günümüzde bu sınıflandırmalardan birini de HZ. ülken yapmıştır. Bu sınıflandırmaya göre bilgi beş çeşittir.

1- Gündelik bilgi veya sistemsiz olarak kamunun bilgisi.

2-    İlmi bilgi; Belirli bir konuya ait prensiplere dayanan, belirli metodlaıla elde edilen ve olaylar arasında açıklamalar yaparak onları konular halinde ifade eden bilgi.

3-  Felsefi bilgi; ilmi bilgilere da) anmakla beraber onlardan birinin veya hepsinin prensipleri ve metodlarını incelemek üzere ilimlerde ortak prensipler arayan bilgidir.

4-   Kendi varlığımızın şuuruna ait bilgi; Değerler sosyal veya ferdi hayatta yaşadığımız duyduğumuz, inandığımız şeylerdir.

5-   İlmi tecrübe ve akıl alanlarını aşmak çoğu tekrarı mümkün olmayan özel bir tecrübe. Buna gaybi bilgi de denebilir. Ülken. Genel Felsefe Dersleri. A.Ü.İ.F. Yay. Ank. 1972, s.50, Krş. Çubukçu, İslâm düşüncesi hak .... s.100, Ülken. İslam Düşüncesi, s. 256

[296]   İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden... s.32.

[297]Ülkcn, İslam Düşüncesi, s. 256. Krş. Çubukçu, a.g.e.. s.100.

[298] Ülken, a.g.e., a. g. yer. ve İslam Felsefesi. s.8.3-109. Biraııd, ilk çağ Felsefesi Tarihi. .. s.74.              '

'47İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden.., s.173.

'^İbn Haldun, Mukaddime, çev:Zakir Kadiri Ugan, İst. 1989 c.I, s.17-81

[300]Nisa.l.

'46İkbal, Dini Düşüncenin Yeniden ., s.192.

'47Aynı yer. Kindi. Felsefi Risaleler, s.87.

[302]İkbal. Dini Düşüncenin Yeniden ,.,s.l()9.

[303]Dini Düşüncenin Yeniden . sİ 10.

[304] Aynı eser. s. II i .




Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar