Evradı Bahaiyye Kutsi Dua
بســـم الله
الرحمن الرحيم
الحمد لله رب
العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurdular ki;
“Ameller niyetlere göredir”
“İnsanlar hangi niyetle göçtülerse o niyetle
haşrolunur”
Allah Teâlâ´nın Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem
ile bizlere olan yardımı ve hayırlı insanların himmetleri ile daha önce
hazırladığımız Evrâd-ı Bahâiyye Açıklaması´nı güncelleştirip yeniden yazılması
için gelen istekleri âcizane karşılamak için bir gayret hâsıl olmuştur.
Her insan yapığı işin rehni altında olmasından dolayı
niyetimizi halisane tutmayı ve Allah Teâlâ´nın emrine itaat ederek bu eseri
tekrar istifadeye sunmaya çalıştık.
Kitabı, Fahri Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimiz´in güzel nasihatleri, İmam Rabbanî (ks), Mevlana Celâleddin
Rumî (ks), İsmail Hakkı Bursevî (ks), İmam Şarânî (ks), Aliyyü’l- Havas (ks),
Elmalılı Hamdi Yazır (ks), İsmail Hakkı Toprak İhramcızâde Sivasî (ks) ve
birçok büyük zevatın ilmî hikmetleri ile zenginleştirmeye çalıştık.
Kitap araştırma türü olması yanında her seviyeye hitap
etmesi açısından gariplerin usulü üzere Yunusça yazılmıştır.
Tecrübelerin yer yer serpiştirildiği yerler görülürse,
bu kısımlar terbiye yolundaki öğretilerden payımıza düşenlerdir. Hatalı bir
durumda olmuşsa, o şahsımıza ait olup, dinimizi ve büyüklerimizi bu şeylerden
tenzih ederiz.
Desteksiz bir şeyin olması zor olan işler
sınıfındandır.
‘Olgun insan zor işleri Yener’
Yardımları ve desteği olan kişilerin hepsinden Allah
Teâlâ´nın razı olmasını, ayrıca kitabın faydalı olmasını, temenni ve dualar
ederiz.
Başarı Allah Teâlâ´dandır.
Kullarım,
Sana Beni sorarlarsa;
Şüphesiz ki Ben, çok yakınım. Bana dua edince Ben, o dua edenin duasına icabet
ederim. Öyleyse onlar da Benim da'vetime icabet etsinler. Bana iman etsinler
ki,doğru yolu bulmuş olsunlar.
Kur´an-ı Kerim, Bakara: 186
Her kap, içindeki olanı, dışarı
sızdırır!
ÖNSÖZ
Yaratılışın sahibi, katında bir an[1] olan ezelden ebede kadar bölünmez
basit bir kelamla söyleyen, her kuvvetin üzerinde bir başka kuvvet ve boyutları
yaratan, yarattıkları ile hiçbir benzerliği, bağlılığı olmayan, adil olduğunu “Yanımda
söz değiştirilmez. Ben kullarım için zulmedici değilim” (Kâf,29) buyurarak
hayatı yaratan Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ müşahede edilmez, görünmez, düşünce ile
bilinmez ve hayale sığmaz.[2]
Allah Teâlâ yalnızlığında iradesiyle âlemleri yarattı
ve gizli hazineyi açığa saldı.
Allah Teâlâ hiçbir şeyle birleşmiş değildir.
O, kendisidir. Mahlûklar, yaratılmıştır.
O, erişilmez, anlaşılmaz, anlaşılamaz.[3]
Allah Teâlâ,“Sizi bir değersiz sudan yaratmadık mı? (Mürselat, 20) dediği
ancak yaratılışını mükemmel yarattığı insanla âlemlerini şenlendirdi. Fakat
insanın gafleti onu perdeler gerisinde bıraktırmış, aslını kaybetmeye varacak
kadarda kendisini kendinde unutturmuştur.
O,“Onu (ruhu), sonra en aşağı dereceye indirdik” (Tin,5) ayet-i kerimesi ile insanın
bulunduğu hali de haber vermiştir.
Ayrıca insanın asılına da düştüğü aşağı dereceden
kurtulmak sevdasını ve ulvî derecelere yükselme kabiliyeti ihsan etmiştir.
ثُمَّ سَوّيهُ وَنَفَخَ فيهِ مِنْ
رُوحِهِ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَاْلأَبْــصَارَ وَاْلاَفْئِدَةَ قَلِيلاً مَا
تَشْكُرُونَ
“Sonra onu düzenli bir şekle sokup, içine kendi
ruhundan üfledi ve sizin için işitmeyi, görmeleri ve gönülleri yaptı. Siz çok
az şükrediyorsunuz.”
(Secde,9)
İnsana verilen nimetler karşılığında ise kulluk ve
hakiki imana kavuşması istenmiştir.
Hakiki imana kavuşmak için ise önce nefsin terbiye
edilmesi gerekmektedir. Nefis terbiye edilmedikçe gerçek hürriyete ulaşamaz.
İnsanın içi, zahirini tamamladığından, dış ile içi
birbirinden ayırmamak lazımdır. Terbiye her ikisi için geçerlidir.
Nefis üç köşeli dikendir. Ne çeşit koysan muhakkak
insana batar.
Nefsin terbiye edilmesi; ruhun emrindeki kalbin nefsi
kontrol ve idare etmesi ile olur. Kalbin nefsi idare edebilmesi için, başka
şeylerle meşgul olmaması ve Allah Teâlâ´dan başka hiçbir şeye bağlılığı
kalmaması gerekmektedir.
Allah Teâlâ bu sebepten dolayı nefsin terbiye edilmesi
için terbiye edilmiş nefisleri yani bütün varlıkların en üstünleri nebileri
gönderdi. Onun için nübüvvet sonradan kazanılan bir fazilet olmayıp Allah
Teâlâ´nın seçtiği kullara lütuf ve ihsandır.
İnsan, nebiler ve rasüller vasıtasıyla cesedin ve
ruhun terbiyesine kavuşur. Bu terbiyeden sonra Allah Teâlâ´nın sevdiği kullar
arasına girer.
Nübüvvet özellik yönünden yalnız insanlardan yana
olmayıp, insanlardan ve Hakk´tan yanadır. Yani kalpleri ve ruhları Hak ile
zahirleri halk iledir. Onlar Allah Teâlâ´nın huzuruna perdesiz olarak
kavuşmuşlardır.
Rasüllerin âlemlere gelmesinde ki yegâne hikmet,
manevî terbiyenin neticesi olarak insanın halifelik sıfatındaki asıl konumuna
ve Allah Teâlâ´ya kavuşturmaktır. Fakat bu arada binlerce lütfun ihsan edilmesi
ise Allah Teâlâ´nın ayrı bir ikramdır.
Allah Teâlâ, şükür etmek ve insanlara hakikati
bildirmek için, “Yolların doğrusu, Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem´in yoludur”(Yasin,4) buyurdu.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in;
“Rabb´im beni en güzel edeple, terbiye etti” “Ben
güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” buyurması, nefis terbiyesindeki kemal derecesinin
kendisinin vasıtasıyla olacağındandır.
Ahiretteki kazanç sonsuzdur ve dünyada kazanılır. Eğer
bu birkaç günlük hayat, dünya ve ahiretin en kıymetli insanı olan, Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem´e tabi olarak geçirilirse, kurtuluş umulur. Ona
tabi olmadıkça, her şey boştur. Ona uymadıkça, her yapılan iyilik burada kalır,
ahirette ise ele bir şey geçmez.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´e kusursuz tabi
olabilmek için, Onu sevmek lazımdır. Olgun sevginin alameti de, Onun
sevmediklerini sevmemektir. Sevgiye gevşeklik sığmaz.
Sevenler, sevgilisinin divanesi olup, ona aykırı bir
şey yapamaz. İki zıt şeyin sevgisi bir kalpte, toplanamadığı bir hakikattir.[4]
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selem, Allah
Teâlâ´nın yanında mukaddes olduğu gibi, kâinatta varlık merkezidir. Bizlerde
O´nun gölgesine sığınıp kulluk yolunda adım atmayı kendimize hedef ve vazife
kılmışızdır.
Allah Teâlâ´m bizleri Sen´den ve O´ndan ayırma.
Karşılıksız ihsan eden ancak Allah Teâlâ´dır.
Kurtuluş Hudâ´ya tâbi olanlarındır.
İlahi!
Dostlarını öyle yaptın ki,
Onları tanıyan seni buldu.
Seni bulmadıkça, onları kimse tanımadı
(Abdullah Ensarî -İ. Rabbanî, Mektubat-ı)
GİRİŞ
Hamd, hamde layık olan Allah
Teâlâ´yadır. Salât ve selam Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem´e, nesebine, âline ve ashabına da olsun.
Kutsî Dua´nın tertibi Nakşibent Muhammed Bahâüddin´e
(ks)[5] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz tarafından tertibi öğretilmiştir. Dua ayet ve hadislerden
oluşmaktadır. Aliyyü’l- Havas (ks) buyurdu ki;
“Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in duası ile
Allah Teâlâ´ya dua edenlere, Allah Teâlâ süratle icabet eder. Uydurma dua ile
dua edene de icabet etmez. Meğerki bu duayı bir zaruret karşısında yapmış olsa
dahi.”
Allah Teâlâ dua ve icabet yollarını Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem´e öğrettiğinden, O´da ümmetine dua ve icabet
usulünün yolunu öğretmiş ve emretmiştir.
Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in
sözleri, bizim sözlerimizden daha etkili ve açıktır. Ayrıca Allah Teâlâ O´na
göstermiş olduğu icabeti O´nunla bize göstereceği gibi, Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´in ve Allah Teâlâ´nın teveccühüne de mazhar oluruz.
Allah Teâlâ´ya kulluk, kullara ayrı bir ihsan olduğu
gibi nimetlerin artma sebebidir. Allah Teâlâ´ya karşı hep iyi niyette
bulunmaksa, kulluk terbiyesinin yüksekliğini gösterir. Yoksa Allah Teâlâ´nın
bir kârı yoktur.
Kutsî Dua´nın kıymetini anlatacak söz bulmak çok
zordur. Okudukça insan kutsiyetini anlar ve bırakmak istemez. Çünkü her okumada
bir sırrını okuyana açan duadır.
Bu açıklamadaki düşüncemiz okunan duanın manasını
anlamak ve terbiyedeki terakkiye destek olmaktır.
Dua iki tarafı kesen kılıç gibidir.
Anlamak, okuma zevkini artırdığı gibi, okuyanı
okuma hatalarından korur. Yanlış okumak tecelliyi noksanlaştırdığı gibi,
terbiyedeki eksikliğe işaret olmaktadır. Usulüne uygun olarak okunmak ise feyz
ve kemal mertebesidir. Bu sayede emekler zayi olmaz.
Okuma esnasında yüz bin melâike-i kiram hazır bulunur.
Kutsî Dua´yı okuyan İsm-i Âzam-ı okumuş olur ve dileği kabul edilir.
Duanın kabul olması demek, terbiye yolunda bir nevi
kemale ermek demektir.
Bu Dua ile Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem in büyüklüğünün ve fazileti daha açık tecelli edecektir. Buna kalben ve
ruhen inanmak gerekmektedir. Yüksek tasdik, olacak tecelliyâtın büyüklüğüne
işaret olacaktır.
İnanarak yapılan duaya İsm-i Âzam´da denir.
Duayı okurken kabul olacağına inanarak okumalıdır.
Okumakta ki, devamlılık ise hedefe yakın kılar ve duaya devamda niyetin
olduğunda, çabuk kabule sebep olur. Çünkü önceden bir sermayenin mevcut olması,
gayeye çabuk ulaştırır.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem
‘Dua ibadetin kendisidir’ buyurdular ve sonra şu ayeti
okudular.
‘Bana dua edin ki size icabet edeyim. Bana ibadet
etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış olarak
cehenneme gireceklerdir’ (Gâfir 60)
اَلدُّعَاَءُ عِبَاَدَةٌ yani “Dua ibâdettir”[6]
“Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet kapıları
açılmış demektir.
Allah Teâlâ´dan talep edilen dünyevî şeylerden
Allah Teâlâ´nın en çok sevdiği afiyettir.
Dua, inen ve henüz inmeyen her çeşit musibet için
faydalıdır. Kazayı sadece dua geri çevirir.
Öyle ise sizlere dua etmek gerekir.”
“Kalpler bir kaptır. Bazısı bazısından daha iyi tutar yani
anlayışlıdır.
Öyleyse, ey insanlar, Allah Teâlâ´dan bir şey isteyince, Allah Teâlâ´nın
icabet edeceğinden emin olarak isteyin.
Çünkü Allah Teâlâ, kendisine gafil kalple farkında olmadan dua eden bir kula icabet etmez.”
“Dua etmeyene Allah Teâlâ gazap eder”
Dua etmeyi bilmekte ayrı bir husus olduğu muhakkaktır.
Terakkisi ve terbiyesi eksik olana da taklit farzdır. Taklit ise büyüklerin
sevgisini celp eder. Bilmeyenin bir bilene uyması ise en güzel şeydir.
Ebu Huzeyfe radiyallahü anh “Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem birine dua ederse, çocuğunun çocuğuna isabet eder”
buyurdular. Buda gösteriyor ki salihlerin duasını almak ve okumak neslimizi
dahi menfaatlandırmaktır.
Binaenaleyh, nefis terbiyesi üzerine yazılmış birçok
eserlerden faydalanarak, Nakşibent Muhammed Bahâüddin (ks) Hazretleri´nin Kutsî
Duası´nı temel esas alarak, Rabbâni Terbiye´yi öğretmek niyeti ile telif bir
eser yazılmıştır. Çünkü tasnif bir eser yazmak imkânımız haricidir. Çünkü
terbiye yolu bilgiden çok tecrübeye dayanan ilâhi bir sistemdir.
Hedefimiz dava iddia etmek üzerine kurulmamıştır. “Âlimler
nebilerin varisleridir” gereğince Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem´den yöntem alıp Allah Teâlâ´yı bilen âlimler ve arifler bildikleri
konuları anlatmak ve bildirmek mecburiyetindedirler. Çünkü onlar yollarını
insana hizmet üzere bina kılmışlardır.
وَاَمَّا السَّائِلَ فَلاَ
تَنْهَرْ وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
“İsteyene de kaba davranma, onu azarlama. Rabb´inin
nimetlerini ise durmayıp söyle.” (Duha,10–11)
“İlimde susmakta ve cehaletle konuşmakta hayır yoktur”
(Hz. Ali kerremallâhü veche)
قَالَ رَسُولُ اللَّهِ: مَنْ سُئِلَ
عَنْ عِلْمٍ فَكَتَمَهُ أُلْجِمَ بِلِجَامٍ مِنْ نَارٍ
“Kime, bir ilimden sorulur, o da bunu saklayıp
söylemezse kıyamet günü ateşten bir
gem ile gemlenir.” (Ebu Dâvud)
Ne zaman anarsam Sen´i
Kararım kalmaz Allah´ım
Sen´den gayr-ı gözüm yaşım
Kimseler silmez Allah´ım
Sen´sin İsm-i Bâkî olan
Sen´sin dillerde okunan
Sen´in aşkına dokunan
Kendini bilmez Allah´ım
Âşık Yunus Sen´i ister
Lütfeyle cemâlin göster
Cemâlin gören âşıklar
Ebedî ölmez Allah´ım
Yunus Emre (ks)
“Sakın Hakk´ı bazı kişilerle bilip
tanımaya çalışma;
Önce Hakkı´ı bil, sonra Hakk ehlini
tanımaya çalış.”
(Hz. Ali kerremallâhü veche)
KUTSÎ DUA (BEHÂİYYE) AÇIKLAMASI İLE
RABBÂNÎ TERBİYE
بســـم الله
الرحمن الرحيم
الحمد لله رب
العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين
بِسْـــمِ
اللَّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
“Rahman ve Rahim olan Allah Teâlâ´nın adı ile başlarım
ve isterim.”[7]
“Bismillahirrahmânirrahîm ile başlamayan her hayırlı işin hayrı kesiktir.”
Besmele çok kişiler hakkında şefaatçi olmuştur.
Besmeleyi çeken kişi tevazu yoluna girmiş demektir.
“Kim tevazu ederse Allah Teâlâ O´nu yükseltir. Kim
kibir ederse Allah Teâlâ O´nu alçaltır.”
Bu sebebe bağlı olarak Kutsî Dua besmele ile başladı.
الله lafzı şerifi, Zat-ın ismidir. Bu ismin
kendine mahsus bir ilmi vardır. Bu isime ayrıca bir sıfat verilmediği gibi
açıklanması da mümkün olmayan bir isimdir.
Allah Teâlâ bilinenlerin en iyi bilineni iken, sırrı
zat-ı ile birlikte olup kimse tarafından bilinemedi.
Buna göre Allah Teâlâ bir kuluna nazar ederken onda
olan yokluğun derecesine göre tasarruf etmektedir. Kul bir işi olduğunda, kendi
kendine yapmaya kalkarsa sonunda ziyanla karşılaşır. Fakat besmele ile işe
yönelirse Allah Teâlâ kuluna vekil olur. İşinin sonucu da ancak hayırla
noktalanır.
Sırlara kavuşmak için besmele ile olan bağlılığı
artırmak gerekir.
Muhammed Bahâüddin Nakşibent (ks) Efendimiz duaya
istiâze ile başlamamıştır. Bu dua yakın zamana kadar terbiyede kemale ulaşmış
kişilere talim ettirilmekteydi. Çünkü kâmil insanın şeytanla bir işi
kalmamıştır. Bugün ise bu duayı, kendine ulaşan her kişinin okumasına
izin verilmiştir. Fakat Kutsî Dua BEHÂİYYE´ye kavuşmak ise kolay olmaz.
Okumak özden gelen sevgidir.
Özde iştiyak olunca, muhakkak dilde tercüman olur.
َاللَّهُمَّ
“Ey Allah Teâlâ´m”
Genellikle bu söz dua makamlarında kullanılır.
Bazıları demiştir ki; bu lafız duanın toplandığı ve Allah Teâlâ´nın 99 isminin
anıldığı makamdır.
Ayrıca İsm-i Âzam olduğu rivayeti vardır. [8]
Dua ihtiyaçlar ve kulluk makamının zahir olduğu yer
olduğu için bu lafızla başlandı. Bu lafızda yokluğun sırları vardır. O´nun için
يا اَلله lafzı kullanılmadı. Çünkü bu sözde
fark ve ayrılık vardır.اللَّهُمَّ de ise birliğin
mertebeleri bulunmaktadır. Tevhidin mertebelerinden geçip vahdetin deryasına
dalanlar bu hali anlayabilir.[9]
َانْتَ
الْمَلِكُ
“Sen, mülkün ve melekûtun sahibisin”
Bütün mahlûkatın hakiki sahibi ve mutlak hükümdarı
Allah Teâlâ´dır. Ne zatında ve ne de sıfatında hiçbir varlığa ihtiyacı olmayan;
aksine her şeyin zatında, sıfatında, varlığında ve varlığının devamında,
muhtaç olunandır.
İsteklere, Allah Teâlâ´nın iradesiyle kavuşulur.
Başarı ancak O´nunladır.
İhtiyaçlar ancak O´nunla giderilir.
Mülk O´nunla var olur. Mülkün bekası ve fenası O´nsuz
olmaz.
Allah Teâlâ, her şeydir. Mahlûkatın dua kapısıdır.
انْتَ “Sen” kelimesinin
kullanılması ile kulluğun ilâhlığın ayrı şeyler açıklanmış oldu. Bu
kelimenin arkasında gelen kelam istiğfar (tövbe) makamındadır. İstiğfar,
kulluk makamının işaretidir. Allah Teâlâ´ya “Sen” diye seslenen kul fark
makamında bulunmuştur.
الْْـحَيُّ
“Zat-ı ölümsüz ve her şeyin O´na muhtaç olduğu
diridir”
Allah Teâlâ maddî ve manevi hayattır. Ebedi hayata
sahiptir. Zatında ölüm, yokluk, noksanlık, acizlik, uyku, yorgunluk olmaz.
O´nun hayatı her şeyin hayat sebebidir. Hayatı başka bir şeyin desteğine
ihtiyaç duymaz.
Mülk, gerçek hayat sahibinin elinde ancak muhafaza
olur.
الْْـحَقُّ
“Vacib-i Mutlak olan hakikattir.”
Varlığı hiç değişmeden duran, varlığı hakikî olan
zat-ın ismidir.
Yok olma ve değişmesi olmayandır. Varlık, O´nunla
hakikate çıkar. Her şey O´ndan, yine O´na olandır.
Eşya ezelde yoktu. Şu anda var olanında, aslı
yokluktur. Buna göre, Allah Teâlâ´dan başka her şey batıldır. Öyle ki Allah
Teâlâ varlığı yoklukta, yokluğu varlıkta saklamıştır.
Buna göre Mahlûkatın kendi vasfına bağlılığı yani
haddini aşmaması, yükselme sebebidir. Her şeyin hakkı olan hakikatin gereği
Allah Teâlâ için varlık, mahlûkat için yokluk sıfatı vardır. Hak
olduğunu iddia eden içinde bu düşünülmüştür. Ben Hakk´ım diyen,
benim hakikatim olan yokluğum demiştir. Yoksa ilâhlık davası için değildir.
Allah Teâlâ katında yokluk ve acizlik bulunmaz. Sevginin
artması için hediyeleşiniz sırrınca yokluk ve fakirlik Allah Teâlâ katında
olmadığı için O´na kavuşma vesilesi olmuştur. Hediye etmek, Olmayan bir şeyi
vermektir. Varlık Allah Teâlâ´nın sıfatı olduğundan, mahlûkat için fakirlik
varlıktan üstündür.
الْمُبِينُ
“Hakikati, hakkı ile açıklayandır”
Kullarına gerekli şeyleri açıklayan, doğru yolu
dilediğine izhar edendir. Yani kulun kalbine hakkın sırlarını vererek, hakikati
görmesini sağlayandır. Bu görme kulu irfan sahibi yapacaktır.
ٱلَّذِي لاۤ ِالهَ ِالاَّ ََانْتَ
“Allah Teâlâ, kendinden başka bir ilah olmayandır’’
Allah Teâlâ´ya karşı kulun bu sözü, O´nun yüceliğini
kabul ettiğini, insanların düştüğü hatalardan sığındığının göstergesidir. Ey
Allah Teâlâ´m Sen´den başka mabut ve büyük tanımıyorum. Sen´in karşında
eğiliyorum, demektir.
Allah Teâlâ âlemlerin ne içindedir, ne dışındadır. Ne
âleme bitişiktir, ne de ondan ayrıdır. Fakat Allah Teâlâ bizimle beraber ve
yakındır. Ancak yakınlığının ve beraberliğinin hakikatini bilemeyiz.
Buna göre, Allah Teâlâ´nın kendisi, sıfatları ve işleri
ile kulun kendisi, sıfatları ve işleri arasında hiçbir bakımdan hiçbir
benzerlik bulunmayacaktır.
Yaratılanlara, O´nun görüntüsü olduğunu söylemekte,
bir benzerlik, bir bağlılık olur. Bundan da kaçınmak lazımdır.[10] Allah Teâlâ´yı yaratıcı, âlemler
yaratılmış bilinmelidir.
Allah Teâlâ´nın لَيــْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ “Bir benzeri yoktur. O, hiç
bir şeye benzemez.”(Şurâ,11)
َانْتَ َربِّى
“Sen, benim Rabb´imsin”
Ey terbiye edici Efendim, Ey Malikim, Ey Sultanım; Sen
beni türlü nimetlerinle terbiye ederek, halimi ıslah ettin.
Rabb, terbiye eden manasına geldiği gibi, terbiyenin bütün
gereçlerine malik kuvvetli bir mürebbi demek olur. Bu nedenle sahip ve malik
manasına dahi gelmektedir.
Rabb kelimesi ile Allah Teâlâ´ya
yakarma; Allah Teâlâ´nın nimetlerini isterken bir yandan da, terbiye edilmeyi
istemenin işaretidir.
Başka olabilecek manalar ise;
—Mülkünde dilediği gibi tasarruf
eden, beni bu şekilde terbiye etmenin karşılığının ifadesi olarak kulluğumu
itiraf ediyorum.
—Ben senin terbiyene muhtaç olduğum
gibi sorumlu olduğum her şeyimde Sen´i üzerimde hükmedici olarak kabul ettim.
—Din ve dünya işlerinde Sen´in
varlığın ve kefaletinle ben en güzel kul olacağıma söz veriyorum.
خَلَقْتَنِي َواَناَ عَبْدُكَ
“Beni yarattın. Sen´in zelil, aciz kulunum.”
Beni yokluktan varlık âlemine koyan, beni beşer kılan;
yaratılmışlar içerisinde, zahiren ve batınen en mükemmeli yapan; Sen´in kudret
elinde ve tasarrufunda olan bu aciz kulunu, bir isyanı veya hatasından dolayı,
kapından kovma. Çünkü kulun olduğumu biliyorum demektir.
Kulluk Makamı
Bu makam, Allah Teâlâ´dan başka her şeyden gönlünü
kesenedir. Kulluk makamından haz alan, rıza makamına ulaşır. Bu makamın en
yüksek derecesi Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem´e verilmiştir.
Bu makam sebebiyle Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem´e,
Abdullah, Abdurrahman, Abdurrahim vb. gibi isimler
verilmiştir. Kulluğun mertebelerine de ancak O, tahammül edebilmiştir.
Kullar için; kolaylıkta ve zorlukta gaflette ve
sıkıntıda Efendisine razı olması gerekir.
Hadis-i Kutsi´de buyruldu ki; “Kullarımdan, bir
kulum; beni anarsa dostluğuma ulaşır ve bana yakın olur.”
وَاَنا عَلى عَـهْدِكَ
“ Sana verdiğim sözdeyim.”
Elest[11] meclisindeki sözün ve Rasulün Hz.
Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem ile beyan buyurduğun, O´na
verdiğin, emirlerin ve sözün üzerineyim. Bunu şanına karşı itiraf ediyorum ki,
Allah Teâlâ´m benim Rabb´imsin, demektir.
وَ وَعْدِكَ
“Va’din üzerineyim”
San´a itaat eden ve tabi’ olanlara, vaat ettiğin
mükâfata nail olmak için emirlerine ihlâsla bağlıyım.
Vaat; kul ile Allah Teâlâ arasında ortak bir anlaşmadır.
Vaat, Allah Teâlâ açısından; “ Kim bana bir şeyi şirk
koşmaz ise, O´nu cennetime dâhil edeceğim” (Hadis-i kutsi);
Kullar açısından; nefsi Allah Teâlâ´ya kulluk ettirme
için verilen sözdür. Bu vaat üzere dünya hayatı insana bahşedildi.
Ancak Allah Teâlâ kullarına takat getiremeyeceği bir
teklifi hiçbir zaman istemedi ve rahmetini geniş kıldı.
ماَ اسْتََطَعْتُ
“Kudretim miktarınca.”
Acizin, kudretliye yapacağı tâat ve ibadet, aslı
itibarı ile kusurlu olacaktır. Kulun efendisine acziyetini bildirmesi,
efendinin büyüklüğünü açığa çıkarır ki, Allah Teâlâ´nın da bizden istediği
budur. Allah Teâlâ yarattığı kuldan fazla bir şey istemediği gibi
yapamayacağını da bilir.
“Allah Teâlâ bir kişiye ne vermişse ancak onu teklif
eder. Allah Teâlâ bir güçlükten sonra bir kolaylık yaratacaktır.” (Talak,7)
اَعـُوذُ ِبكَ ِمْن َشرِّ مَا
َصَنعْتُ
“Nefsimin emirlerine uyarak işlediğim fiillerimden,
sana sığınırım.”
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem ve Kutsi Dua´yı
tertip eden Muhammed Bahâüddin Nakşibent (ks) dua makamında şeytanı muhatap
almamışlardır. Kur´an-ı Kerim´de okumaya başlayınca[12] istenilen sığınma söz olarak değil
kalbendir. Kalb dua makamında iken, şeytanın bir kuvveti yoktur. Kötülük fiile
dönüşmeden önce kalpte meydana gelmektedir. Çünkü kusurlu ve noksan işlerimiz
şeytan sebebi ile olmayıp, bizatihi nefsin azgınlığı ve isyanındandır. Çünkü
şeytan kalbe ancak bir fısıltı şeklinde vesvese verir. Nefis ise isyanı ve
hatayı kendi dileği ile işler. Eğer kul acziyetini bilip Allah Teâlâ´ ya
sığınırsa, Allah Teâlâ´nın yardımı kula muhakkak yetişir.
اَبـُوءُ َلـكَ ِبنـِِعْمَـتِكَ
عَلَـىَّ
“Bana ihsan buyurduğun nimetlerini bilerek, itiraf ve
kabul ederek, Sana yöneliyorum.”
Allah Teâlâ´ya kulun itâatı, O´nun itaat sebeplerini
yaratması ile olur. Kul bunu kendi nefsinden bilmemelidir. Bilir ise; ikilik
doğar. Bunun sonucu riya, kendini beğenme, gurur vb. şeyler O´nu Allah Teâlâ
tan uzaklaştırır.
Süfyân-ı Sevri radiyallâhü anh buyurdu ki:
“Şehvetten hâsıl olan bütün günahların af edilmesi
umulur. Fakat kibir ve gururdan doğan günahların mağfiret edilmesi ümit
edilmez. Çünkü şeytanın günahının aslı kibirden, Âdem aleyhisselâm´ın ki ise
şehvettendir.”
وَ اَبـُوءُ ِبــذَنـــْبـِي
“Sana karşı işlediğim günahları kabul ediyorum ve
onlardan sana sığınıyorum.”
İnsan ibadet ederken bile beşer olması yüzünden
kesinlikle bir hata işler. Öyle ki, aynı ameli işleyen iki şahıs birbirine
nispetle makamları ve terbiyeleri göz önüne alınınca, birine günah olan
diğerine sevap olur.
“Ebrarların hasenesi, mukarreplere günahtır.”
Büyüklerin kelamında “insanlar günahlarına, biz
sevaplarımıza istiğfar ederiz” gelmiştir.
Kul O´nun için devamlı istiğfar halinde olmalıdır.
َفغْفِـرْلىِ
ُذنوُبـِي
“Bu hal ile Sana yönelip, helakime sebep olacak
günahlarımı af ve mağfiret kıl.”
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
buyurdular ki:
“Günah yapana zarar verdiği gibi karşısına da zarar
verir. Korkutsan başına dert olur,
Razı olsan ortak olursun,
Söylesen gıybet olur,
Ayıplasan başına gelir”
Allah Teâlâ´ya vacip olan; kulları kendini tanır ve
acziyetini bilirse, onları afv ve mağfiret etmesidir. Öyle ki; Allah Teâlâ
günahları gizler ve kuluna dahi unutturur.
Kullara düşen ise çokça istiğfar etmektir.
َفِانَّهُ لا َيغْــفِـرُ الذُّنـــُوبَ
إلاَّ َانْتَ
“Çünkü günahları ancak Sen af ve mağfiret edersin”
Bu okunan istiğfar, İstiğfarların Efendisi´dir.
Bu konuda çok söylenecek kelam vardır. Bu sebeple çok tekrarı gereken bir
duadır.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurur ki:
“Seyyidü´l İstiğfar Dua´sını her kim kalbiyle sevap ve
faziletine inanarak gündüz okur da o gün akşam olmadan ölürse, o kimse cennet
ehlindendir.
Her kim de sevap ve faziletine inanarak gece okur da
sabah olmazdan önce ölürse, o kimse de cennet ehlindendir.”
سْبحَانَ اَللَّهِ
“Zatına, sıfatına ve fillerine layık olmayan noksan
sıfatlardan Sen´i tenzih ederim.”
Muhammed Bahâüddin Nakşibent (ks) bu kısımda Allah
Teâlâ´nın şanını zikre başlayarak, okuyan ve dinleyendeki iştiyakı, hazzı
artırmak ve Allah Teâlâ´nın bize karşı iltifatının yönelmesini murat etti.
En faziletli tesbihtir.
İstiğfar dua kapısını çalmak, sonra söylenecek olan
tesbih ise istenecek dileğin minnetle ricasıdır. Allah Teâlâ´ya karşı kul dilenci
zilletinde olmalıdır. Eğer gurur ve kibirle O´nun kapısına varılırsa neticesi
hüsran olacağını bilmelidir.
وَالْحَمْدُ ِللَّهِ
“En güzel şekilde teşekkür, senâ Allah Teâlâ´ya
layıktır.”
Allah Teâlâ´dan başkasına hamd ve teşekkür mecazidir.
Burada hangi nimet üzere şükür edileceği belirtilmemiştir. Burada Hamde
kullanılacak ilave söz Allah Teâlâ´nın nimetlerini çevreleyemeyeceği için
sadece şükür ifadesi yalnız kullanıldı.
وَ لاۤ ِالهَ ِإلاَّ اللَّهُ
“Allah Teâlâ´dan başka tapılacak ilah yoktur.”
Zat-ı ve sıfatında kendine benzeyen, eş olan bir vücut
yoktur. İbadete ve kulluğa layık olan ancak O´dur.
وَ اللَّهُ َاكْــبَرُ
“Allah Teâlâ büyüktür.”
Burada en büyük kelimesi kullanmak yanlıştır. Çünkü
Allah Teâlâ´ya kıyaslanacak bir büyüklük yoktur.
Çünkü Kur´an-ı Kerim´de اللَّهُ
َاكْــبَر lafzı geçmez. Bu şekilde büyükleme Hz. Muhammed Mustafa
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından bize tarif edilmiştir. Arap
lisanında bundan daha güzel büyükleme ifadesi bulunmamaktadır. Allah Teâlâ´ya
bir ikinci ve aklın idrakine sığacağı bir büyüklükten de münezzehtir. Büyük
kelimesinin dahi ifade edemeyeceği, kendi zatının bileceği bir büyüklüktedir.
وَ لا حَـوْلَ وَ لا ُقـوَّةَ
ِإلاَّ ِباللَّهِ
“Güç ve kudret Allah Teâlâ´nındır.”
Bir kulun Allah Teâlâ´dan korkması ve günah işlemekten
kendini koruması yine Allah Teâlâ sayesinde olur. Allah Teâlâ´ya itaat, O´na
yönelmekte O´nun yardımı olmadan mümkün değildir. Allah Teâlâ´nın yardımı ise,
gönderdiği dindir.
Din iki zıttı dengeye getiren terazidir. İki zıt dünya
ve ahirettir.
اْلعَلِيِّ اْلعَــظِيمِ
“Âlî ve azimdir.”
Rabb olmada şanı yüksek, birliğinin delili büyüktür.
Bunu ise akıllar idrak edecek kuvvette değildir.
ُسْــبحانَ اللَّهِ وَ اْلحَمْدُ
ِللَّهِ وَ لاۤ ِالهَ ِإلاَّ اللَّهُ وَ اللَّهُ َاكْــبَرُ
وَ لا حَـوْلَ وَ لا ُقـوَّةَ
ِإلاَّ ِبا للهِ ِاْلعَلِيِّ اْلعَــظِيمِ
Kur´an-ı Kerim´den sonra en faziletli kelamdır.
Cennet hazinelerindendir. Devamlı zikrinde bulunmak
gereklidir. Yer ve gök bu dört kelimenin kudreti ile ayakta durduğu, düzenin bu
kelimeler ile sağlandığı rivayetleri vardır. Nuh aleyhisselâm bu konu üzerinde
çok durmuştur.
هُوَ
“ O ”
Her müminin kalbinde olan ilah, ancak Allah Teâlâ´dır.
Zamir ifadelerinde belirsizlik olduğundan Allah Teâlâ hakkında
kullanılmaktadır.
اْلاَوَّلُ وَ اْلاخِرُ وَ
ٱلظَّاهِرُ وَ الْباطِنُ
“O evveli ve aynı anda sonu olmayan, zatı açık ve aynı
anda gizli olandır.”
Boyutların olmadığı bir zattır. Yaratılanlar zıtların
biriyle kaim iken, O zatında zıtları birlikte bulunduran, mutlaktır. Zat
açısından da zıttı olmayan birdir.
O her şey ve yerdedir. Fakat her şeyi O
zannetmemelidir. Çünkü o zahir olmakla beraber batındır. Akıl ve his ile hayal
olunamayacağı gibi, hakikati akılların idrakine sığmaktan salimdir. Allah
Teâlâ´ya yalnız zahir ne de yalnız batın diye hükmetmemeli, zahir ve batın
demelidir. Evvel ve âhir de böyledir.
وَ هُـوَ بِكُـلِّ شَيْئٍ عَلِــيمٌ
“Olan ve olmayanı, yani her şeyi bilir.”
Bu bilmek fiili bir gayret ve çalışma sonucu olmayıp,
aslı Zat-ında aslı ile mevcuttur. Bu bilginin zatında önceliği de ve kaybolması
yoktur. Her şeyi an´ın da bilmek istediğinde bulur. İsteği ne ise O´nu da
yaratır. Hiç bir şey yoktur ki, varlıkta oluşurken daha önce O´nun vücudunu
ispat etmiş olmasın. Ancak bundan eşyanın ezelî olması düşünülmemelidir.
Mahlûkat fanidir, ezeli değildir.
يُحْيِي َو ُيمِيتُ
“Hayat verir ve yok eder.”
Allah Teâlâ Latif isminin gereğince yaratır. Kahhar
isminin gereğince yok eder. Yaratılmış âlemdeki düzeni de, Hayy ve Mümît[13] isimleri ile sebeplere bağlar.
Sebepler âlemindeki düzenin esaslarını kendi belirler.[14] Hiçbir şey O´nsuz hayat bulamadığı
gibi, yokta olamaz. Fakat olayların zahirisini kendine bağlı olduğunu da
göstermez.
وَهُوَ حَيٌّ لاَ يَمُوتُ
“O, ölümsüz hayat sahibidir.” “Hayatı
sonlanmayacaktır”
O´nda olan dirilik bir şeye istinadı olmadan olur. Bu
ancak O´na mahsustur. Hayatı yaratılmışlar gibi, ölüme bağlı olmayandır.
Mahlûkat ise, yokluğun varlığına bağlı hayata sahiptir. Hayatı kendi açısından
hareketli olmayıp, mahlûkat için eylem halindedir.[15] Çünkü onun hiçbir şeyi kazanmak ve
kaybetmek durumu yoktur.
ِبيَـدِهِ الـــْخـَيْرُ
“Tasarruf elindedir”
Kudret; ister zatına, isterse mahlûkata dair olsun elindedir,
demektir. Burada anlatılmak istenen hayır kelimesi ile Allah Teâlâ ne
yaparsa, şer gibi görünse de, ancak hayırdır. Allah Teâlâ´ya şer isnat edilmez.
Her ne kadar hayrı ve şerri yaratan da Allah Teâlâ´dır. Fakat şer mahlûka
aittir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem “Allah
Teâlâ´ya şer isnat edilmez” buyurdular.
وَ هُوَ عَلى كُلِّ شَئٍْ قَـــدِيرٌ
“Her dilediğini yapmak kudretine sahiptir.”
Var olanı varlığında, yok olanı yokluğunda
tasarrufu altında tutar.[16] Ne murat ederse gereğini muhtaç
olmadan yaratır. Bu yaratılanda O´nun tasarrufundadır. Bu iki halin
(varlık-yokluk) hareketi ise, kendinde bakidir.
Muhammed Bahâüddin Nakşibent (ks) Efendimiz gaipten
sözü, muhabbet coşkunluğu ile muhataba (kendisine hitab edilene) alarak سُبْحَانَكَ ile başladı.
سُــبْحانَكَ يا عَــظِيــمُ
الْـمُــعَــظَّمُ
“Aklın idrakine sığmayan, kudret sahiplerinin korktuğu
büyüklükte olan; Sana layık olmayan sıfatlardan Seni tenzih ederim.”
Maddeden olan şeyle, maddesiz, anlaşılamayanı bilmek
mümkün değildir.
سُبْحانَكَ يا قَـيُّومُ الْمُكَرَّمُ
“Üstünlük, kerem sahibi olmak vasfı ile mahlûkatı
tutan ve koruyan, Seni tenzih ve takdis ederim.”
Allah Teâlâ kâinatı cömertlik sıfatının verdiği bir
koruma ile korur. Cebbar (zorlayıcı) sıfatı ile uygulamasını ikinci planda
bırakır.
سُبْحَانَكَ يَا بَاعِثُ
“Rasülleri hayat verici olarak gönderen, Seni takdis
ve tesbih ederim,”
Bais, meydana gelen ve yaratılan şeyde olan canlılığın ve
lütfun ikrar ifadesidir. Aynı zamanda ilâhi azabın geciktirileceği ve
geleceğinin de habercisidir.[17]
İlâhi azap sığınılacak şeylerin başında gelir. Allah
Teâlâ ise uyarmadan mahlûkatına azap etmemiştir. Onun için Allah Teâlâ rasüller
göndermiştir. Rasüller toplumun ve mahlûkatın hayat ve can damarlarını teşkil
eder.
Rasüllerin gelmesi beşeriyetin kemal mertebesinde
kabiliyet sahibi olmalarıyla Allah Teâlâ´ya kolay yol bulmalarını İçin kudreti
nispetinde kendini yok etmek ve enâniyetin yok olmasının istenmesiydi.
Eğer Rasüllerin mübarek varlıkları olmasaydı, Allah
Teâlâ zatını ve sıfatlarını kimseye bildirmezdi. Kimsenin, Allah Teâlâ´dan
haberi olmaz ve O´na yol bulamaz, emirleri ve yasakları bilinemezdi. Allah
Teâlâ beğendiği şeyler ve beğenmediği şeyler belli olmaz, birbirinden
ayrılamazdı. O halde, Rasüllerin gönderilmesi, pek büyük nimettir.
Nübüvvet, Allah Teâlâ´ya yakinlik demektir. Bu
yakinlikte, arada hiç karışıklık bulunmaz. Bu makamın sonuncusu, insanların en
üstünü olan Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´dir. Böyle olmakla beraber
O´na uyanlar, hizmetçilerin sahiplerinin nimetlerine ve artıklarına
kavuştukları gibi kavuşurlar. Bunun için rasüllerinin yakinliğinden de pay alır
ve nübüvvet makamın bilgilerinden, marifetlerinden ve kemallerinden bir mirasa
ve
“Ümmetimin âlimleri Beni İsrail´in nebileri gibidir” sırrına kavuşurlar.
Nebiler, inanmayanlara bela, sevilenlere rahmet
oldukları gibi insanların üzerlerinde çok hakları ve ihsanları vardır.
سُبْحَانَكَ يَا وَارِثُ
“Yaratılmışları yok ederek varisi olan, Seni tenzih ve
tesbih ederim.”
Bu varislikte irade tecelli eder. Bu veraset Allah Teâlâ´nın
takdiridir.[18] Gerçekleşmesi muhakkak olacak
şeylerdendir.
سُبْحَانَكَ يَا قاَدِرُ سُبْحَانَكَ
يَا ُمقْتَـدِرُ
“Kudret ve kuvvet elinde olan, yıkılmayacak iktidarın
sahibi, Sen´i tesbih ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ kudretli ve kudretini icra edendir. Nice
iktidar sahipleri vardır ki acziyet kendilerini bırakmaz. İktidarlarında,
muktedir olamazlar. Allah Teâlâ ise iktidar ve kudretiyle vardır.
Hükümranlığında sınır yoktur. Rasüllerine de kendi iktidarından nasip
vermiştir.
سُبْحَانَكَ يَا عاَلِمَ
السِّرِّ وَ الْخَفِيَّاتِ
“Açığı, gizliyi, gizlinin gizlisini bilen, Sana layık
tesbih ve tenzih ederim.”
Sırlar bir dolap gibi, içi içinedir. İnsan kendinden
bile sakladığı sırrı vardır. “Allah Teâlâ saklı olan her şeyi, açık olarak
bilir.” Bu bilgisini de ispat eder. Kullar bazı gizli bilgiye sahip olsa
da, O´nu açığa vuramadığı gibi, ispat da edemez.
سُبْحانَكَ يا باعِــثَ مَنْ فيِ
الْْجَدَالَتِ وَ الْمُسْـمَـكَاتِ
“Yerler ve göklerde olanı varlıkları ile tekrar
yaratacak Rabb´im, Sen´i tesbih ve tenzih ederim.”
Yani yaratılışı en mükemmel kanatları semayı tutan
melekler ile en zayıf birhücreli canlı ile ve tbu arada var edilen bütün
mahlûkatı yok edecek ve tekrar aslına uygun yaratacaktır. Bu yaratma Allah
Teâlâ´ya zor da gelmeyecektir.
سُــبْحانَكَ يا مُسْتَــعْـبَدَ
جَمِيـعِ الْْخَـلآءِقِ
“ Yarattıklarını kendine kulluk ettiren ve onlara Rabb
olan, Seni en güzel şekilde tesbih ederim.”
Yaratılan mahlûkat ister kulluk etsin veya etmesin
Rabb olmak Allah Teâlâ´ya layıktır. Ancak mahlûkat Zat-ı´na kulluk ile gelmeye
mecburdur.[19] Fakat isyan içine düşenlere bile,
Allah Teâlâ ilah olarak kendini sorumlu tuttuğu şeylerden onları mahrum
bırakmaz. Azabı hesap gününe erteler.[20] Allah Teâlâ isyan eden kulunda bile
kendi ilahlığını tecelli ettirir. O´nu yine kendi koyduğu kanun içerisinde
yuvarlar durur. Mesela azalarının kontrolünü ona bırakmayarak (saçının uzaması,
kalbinin atması vb.) Rabb´lığını bir şekilde gösterir. Mahlûkat O´na karşı
itaatkâr olmak zorunluluğunu nefsinde her zaman hisseder.[21]
Bu hikmete göre, kâfirler cehennemde, Müslümanlar
dünyada ibadet ederler. Çünkü insan ve cinler ancak ibadet için
yaratılmışlardır.
Zindan hırsızın ibadet yeridir. Orada Allah Teâlâ´yı
anar.
Çünkü kula hakikat açılınca ibadet etme ihtiyacı
hisseder. Hırsız ise hakikati zindanda bulmuştur.
سُبْـحانَكَ يا مُــقْــدِّرَ
الْــوَجْـدِ وَ ٱلــصَّوَافِقِ
“Hareketleri, üzüntüyü, sevinci, zenginliği ve kudreti
takdirinde tutan ve tasarruf eden Rabb´im, Seni takdis ve tenzih ederim.”
Hayatımızdaki zenginliği, fakirliği, gücü ve zayıflığı
Allah Teâlâ tayin ve tespit eder. Bu meyanda, kuldaki tasarrufu kendi iradesi
içinde oluşturur. Haller O´nun hükmüne râcidir. Allah Teâlâ´nın takdirinde
zorlama yoktur. Fakat kendisi, sevdiği ve ibadet eden kuluna da bir meylide
vardır. Bu meylinde haksızlıkta yapmadığı gibi dünya şartlarını da keyfi olarak
ta kuluna tercih etmez. Sebepleri arar. Çünkü dünya hayatı için Allah Teâlâ´nın
hükmü, Hadis-i Şerif´te şöyle belirtildi.
“Eğer dünya Allah Teâlâ nazarında sivrisineğin kanadı
kadar bir değer taşısaydı tek bir kâfire ondan bir yudum su içirmezdi.” (Tirmizî)
سُبْحانَكَ يا مَنْ لاَ تَــطْرَأُ
عَــلَــيْهِ اْلافــَاتُ
“Kendi üzerine afat ve sıkıntı gelmeyen Allah Teâlâ´m,
Seni tesbih ederim.”
Afetler ve belalar bir menzil olarak düşünülse, Allah
Teâlâ´ya ulaşamadıkları gibi, O´nu çevreleyip içine de alamazlar. Başını
belalar sardı, sözünün manası gibi bir noksanlık O´nda olmaz. Nice mülk
sahipleri vardır ki, zaman içerisinde kudretini belalar mahv eder de, çaresini
bulamaz olur.
سُبْحانَكَ يا مُكَـوِّنَ
اْلاَزْمِنَتِ وَ اْلأَوْقـاتِ
“Zamanları ve vakitleri yaratan Allah Teâlâ´m, Sen´i
tesbih eder ve yüceltirim.”
Yaratıkları bağlayan boyutlardan biride zaman ve
vakitlerdir. Mükellefiyetleri ona göre tayin olur. Zaman ve vakitleri bizler
cisim gibi algılayamasak ta, bunlar cismi olan mahlûkattır. Bu vakitler kıyamet
günü, hakiki cisimleri ile teşekkül ederek meydana geleceklerdir.
Mesela; Cuma günü, yol gösteren parlak yıldız
olarak, kendine hürmet edenlere yardımcı olacaktır.
“Zamana küfür etmeyin, zaman benim[22]” diyen Rabb´a her türlü sena layıktır. Zamana bağlı
olarak yapılan kulluk, Allah Teâlâ katında değerli ve geçerlidir.
Mesela; namazlar, cuma gecesi yapılan salât-ü selamlar
gibi, bu vakitler kulda yükselmeye sebeptir.
عَـلا َقــدْرُكَ
“Allah Teâlâ´nın, azameti, kudreti, şanı yücedir.”
Zamanları ve vakitleri yaratan Allah Teâlâ´m,
azametin, kudretin ve şanın yücedir. Allah Teâlâ´nın idrakin kavrayamayacağı,
kıyası mümkün olmayan kudreti vardır.
Zaman boyutunda görecelik olduğundan her haline vakıf
ve kudretindedir. Sanal ve gerçek zaman O´nun emrindedir.
وَ تَـعَـالَــَــيْتَ عَمَّا
يَقُــولُ ٱلظّاَلِمــوُنَ عُلُــوًا كَبِـيرًا
“Hakikatini ancak kendinin bildiği ve kadri büyük,
yüceler yücesi, olan Allah Teâlâ´m zalimlerin söylediklerinden çok yücesin”
Şirk ehli, Allah Teâlâ´nın hakkında ne söylerlerse
söylesinler, ondan beridir ve değildir. Akıl ve hayal O´nu kavrayamaz.
İdraksizlik bile O´nun için yeterli bir ifade olmaz.
سُبْحانَكَ يا مُعْـتِـقَ ٱلرِّقاَبِ
“Azaba layık olanları, tövbe ettirip bağışlayan
Rabb´im, Sen´i tesbih ederim.”
Muhakkak ki, kul isyandan kendini kurtaramaz. O´nu
isyandan ancak Allah Teâlâ´nın yardımı çıkarır.
İnsanın başına belaların gelmesine sebep, kendine
düşkün olması ve gizlide Allah Teâlâ´dan utanmayıp hata işlemesidir. İnsan
kendi nefsinden kurtulur ve terbiye ederse, Allah Teâlâ´dan başka şeylere
düşkün olmaktan da kurtulur.
Allah Teâlâ sevdiği kullarını nefsin ve şeytanın
tuzaklarından kurtarıp hidayete erdirir ve hidayet yollarını kolaylaştırır.
Başaramamış ise, tövbesini kolaylaştırır. Herhangi bir şekilde kuluna hidayeti
ihsan eder.
سُبْحانَكَ يا مُسَــبِّبَ
اْلأَسْـبَابِ
“Eşyayı, birbirine sebep ve müsebbip kılan Allah
Teâlâ´ı, takdis ve tesbih ederim.”
Allah Teâlâ mahlûkuna karşı hayâlı olup, Cebbar
sıfatını, rahmet sıfatları arkasına gizleyip eşyadaki, sırrını gizli tutmuştur.
Allah Teâlâ eşyayı, kendi içine bağlı kıldığı zincir
içerisinde halden hale koyarken, eşya hakikatte Allah Teâlâ´nın yaratması ile
kuvvet ve hayat bulmaktadır. İnsan kendindeki kuvveti kullanır. Fakat
kullandığı kuvvet, yediği gıdanın eseridir. Gıda da Allah Teâlâ´nın bir
ikramıdır.
Her şeyi yaratan ve yok eden Zat-ı iken, âlemdeki
tasarrufunu gizleyerek eşyanın birbirine mağlup ve borçlu olmalarını istedi.
Mesela; İnsanları Hz. Âdem aleyhisselâm gibi
yaratabilecek iken, ebeveyne bağlı kıldı. Onların çocuktaki haklarını da
kendinden üstün tuttu.
Ayrıca, bazıları dualarının kabul olması için acele
ederler. Allah Teâlâ´nın kabul etmediği dua yoktur. Fakat duanın
kabulünün sebeplerini ve oluşma yönünü saklı tuttuğu için kul, kabul olmadı
şüphesine düşerek üzülür. Allah Teâlâ ise, duayı sebepler zinciri içinde
oluşturduğundan içinde bir gariplik vardır. Buda ayrı bir imtihan sebebidir.
Mesela;“Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve
cariyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah
Teâlâ kendi lütfu ile onları zenginleştirir. Allah Teâlâ´nın, lütfu geniş olan
ve her şeyi bilendir.” (Nur, 32)
Bu ayet fakir bekârların zengin olma sebebidir. Fakir
bekâr, Allah Teâlâ´dan zenginlik isterse önce evlenmesi gerekir. Evlenmeyenin
duası kabul olsa da zengin olma kefaleti olan evlilik olmadan duanın bereketi
meydana çıkmaz.
Yine, bol ürün isteyen çiftçi ter suyu ile duasını
sulamaz ise, harmanda susuzluktan buğdayı, saman olur.
Allah Teâlâ dünya hayatında sebepleri kendine kader
gereği vacip kılmıştır. Bundan başka bir talebe icabet keramet ve mucize olur
ki, her kula nasip olan bir şeyde değildir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki;
“Kula, duada üç şeyden biri şaşmaz:
—Günahı afv olur.
—Hayrı çoğalır.
—İşlenmiş amel ecri alır.”
سُـبْحانَكَ يا حَّـيُ يا
قَــيُّومُ وَ لاَ يَمُـوتُ
“Yokluğu olmayan, ebedi hayat sahibi, âlemin bekası
kendisiyle olan Allah Teâlâ´m, Seni tesbih ve tenzih ederim.”
Ölüm, ulûhiyet sahibi için noksanlıktır. Ölmenin vasıf
olarak bulunduğu mahlûkun kibirlenmesi Allah Teâlâ´ya karşı en büyük isyan
olduğu aşikârdır. Faninin, Baki´ye tazim etmesi vaciptir.
سُبْحانَكَ يا إِلهي وَ اِلهَ
ٱلـناسُوتِِ
“Benim ve insanların mabudu olan Rabb´im, Seni takdis
ve tesbih ederim.”
إِلهي kelimesi اَللَّهُمَّ
kelimesi yerine kullanılmıştır. Çünkü dua makamında az kullanılır. Allah
Teâlâ´nın kuluna ve âleme tecellileri farklı, farklıdır. Bundan dolayı Şah-ı
Nakşibent (ks) Efendimiz ayrı, ayrı zikretti. Bir zaman gelecek ki, cemiyet
için yapılacak dualar kabul edilmeyecek rivayetleri vardır.
خَلَـقْـتَنا رَبـَّنـا ِبيَدِكَ
“Rabb´im bizi kudretinle yarattın.”
Allah Teâlâ, kapalı ve gizli olan âlemleri meydana
çıkarmak, toplu iken açmak, hakikati göstermek, özünü belli etmek için, âlemi
yarattı. Ayrıca imkân âleminde yaratılabilecek en mükemmel varlık olan insanı
da kâinata ihsan kıldı. İnsan içinde kulluk şerefi verildi.
Ancak Allah Teâlâ âlemleri kudretinde yarattıktan
sonrada kendi başına bırakmadı. “İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı
sanıyor?” (Kıyamet,36) ayetinin gereğince insanı da bu halden uzakta
tutmadı.
Bir şeyin yaratılmasından çok onun devamını sağlamak
daha önemlidir. Allah Teâlâ ise noksanlıktan münezzehtir.
وَ فَـضَّـلْـتَنـَا عَلى كَـثـِِـيرٍ
مِنْ خَلْــقِكَ
“Bizi, mahlûkatın içinde üstün olarak yarattın.”
İnsanı suret yönünden güzel, mutedil mizaçta, akıl ve
fikirle teçhiz edilmiş, konuşma özelliği bulunan, yazmayı başaran, kendi
ihtiyacı için âlemi yönlendiren, hayvanlar, bitkiler, üzerinde tasarruf sahibi
kılan, azalarını şerefli kılan Allah Teâlâ´nın, şanı yücedir.
Âlemler, Allah Teâlâ´nın isimlerinin ve sıfatlarının
görüntüleri ve zatındaki kemallerin aynalarıdır.
İnsan, küçük âlem, insandan başka olan her şey büyük
âlem´dir.
Âlemlerin, Allah Teâlâ ile bağlılığı, O´nun mahlûku
olmasındandır. Başka hiçbir ilgisi yoktur. Fakat “Damla ırmaktan haber
verir, az, çok olana işaret eder” sırrınca âlemler ile Allah Teâlâ´yı
buluruz.
Allah Teâlâ´nın Zat-ını tanıttığı ilk mahlûk Hakikati
Muhammediye´dir. Sonra saf aşk[23] ve Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem´in nurunu, Ruh-u ve Akl-ı yarattı.
Yaratılanlar Nur-i Muhammedî şerefine yaratıldığında Elest….(Ben,
sizin Rabb´iniz değil miyim?) hitabına muhatap olmuştur. Yerdeki ve göktekiler
isteyerek veya istemeyerek belâ.....(Evet, sen bizim Rabb´imizsin)
cevabını verdiler.
Yaratılmışlar Elest Meclisinden dünya âlemine
gelinceye kadar Lahût, ceberut ve melekût âlemlerinden geçerek kabiliyetleri
miktarınca maden, bitki, hayvan ve insan olarak bu âleme gelmiştirler.[24]
İnsanın yaratılışındaki arzu ilâhi aşk olduğu ve ilâhî
yurda tekrar kavuşacağı bilgisi Belâ Meclisi´nde verildiğinden, şartları
zor olan dünyanın çilesine katlandı.
İnsan, nurlu doğuşların merkezi olan Lâhut âlemi´nden
dünya âlemine gelince terkip ve nispeti ile karışıklığa uğrayıp bulanıklaşarak,
kutsal âlemdeki Elest hitabı ve kazandığı kutsal durumları kaybetti. Ancak eski
durumu kazanmanın bilgisine kavuşunca, bağlarından kurtulmak istedi.
O kadar kuvvetli bir bağlar gördü ki, kurtuluşunu
ancak ölümde gördü.
Onun için “Ölmeden önce ölünüz” hikmetiyle kaybedilen özelliğin bir
an önce kazanılması için ölümün benzerinin yaşanması istenmiştir.[25] Çünkü Allah Teâlâ´ya varmak için
berraklaşma gerekmektedir.
Ölüm, kayıtlardan kurtuluştur. Ölüm uyanıştır.
Binaenaleyh, insan kulluk vazifelerini yapmak için
yaratıldı. Bir kimsenin Allah Teâlâ´ya kul olması için, Ondan başka şeylere kul
olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lazımdır. Fakat insan bilgisinde
küllenmenin olduğu muhakkaktır. Çünkü insan, hayatı boyunca bir şeyler arar.
Öyle ki bir şeye muhabbet eder, sonrada ondanda usanır ve böyle yaşar durur. Bu
ise insanın öz bilgiyi bulamamasındandır. Aradığı şeyin ilâhi aşk olduğunu
anlayınca da anlaşılmaz bir zevke düşer. Dünya nimetlerinden kendini uzaklaştırmanın
gereğini hissedip bir fakirliğe düşer. Bu fakirlik Ümmî Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´in El-Fakr-u Fahri Makamı olarak bahsettiği makamdır.
Buna göre dünya kazanç yeri olduğu için kullukta ileri
gidenler o derece Allah Teâlâ´ya yakın olacaklardır.
وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَ
أُوْلَئِكَ الْمُقَرَّبُونَ
“İyilik işlemekte önde olanlar, karşılıkların almakta da önde olanlardır. Onlar
Allah Teâlâ´ya yakındırlar.” (Vâkı´a,10–11)
فَـلَـكَ اْلـحَمْدُ وَ
ٱلـــنَّعْمـۤاءُ
“Nimetler Sen´in ihsanın, teşekkürler de Sen´indir.”
Nimeti veren Allah Teâlâ olduğu gibi şükretmek de
O´ndandır. Nimeti görmek için Allah Teâlâ´nın verdiği göz gerekmektedir. Çünkü
insan kör olmayı hiçbir zaman istemediği halde körlük sanki aslı ile onda var
gibidir. Körlük anlayışın uzaklaşmasıdır.
“Allah Teâlâ onların kalplerini ve kulaklarını
mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır[26] ve büyük azap onlar içindir.” (Bakara,7)
Kullar Allah Teâlâ´ya kulluk etmek kendi taraflarından
olduğunu zanneder. Hakikatte Allah Teâlâ insanı kulluğa kabul etmektedir.
Biz Allah Teâlâ´ya ibadet ederiz sanırız. Aslında O
bize merhamet ve sevgi duyar. Çünkü kudretliye acizin ibadeti bir mana ifade
etmez.
وَلَـكَ ٱلــطَّـوْلُ وَ
اْلالآءُ
“Üstün zenginlik ve ihsan zenginliği Sana mahsustur.”
Allah Teâlâ kullarına yaptığı ihsanla zenginliğini ve
gücünü gösterir. İhsanında tükenme ve sonlanma diye bir şey yoktur. Verdiği
nimetlerin sayısını da ancak kendisi bilir.
“Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size
vermiştir.[27] Allah'ın nimetini sayacak olsanız
bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zalim ve çok nankördür.” (İbrahim,34)
Bu ayet, dünya âleminde kullar tarafından nimetlerin
sayısı ve kadri bilinemeyeceğini bildirilmiştir.
َتبارَكْتَ رَبـَّـنا وَ
تَعَالَـيـْتَ
“Ey Rabb´imiz ne yüce ve ulvîsin.”
Dünya ve ahirette Allah Teâlâ´nın nimetleri ihsan
etmedeki cömertliği, zat-ı, sıfatları ve işleri ile noksanlıktan ve idrak
edilmekten berî ve salimdir.
Allah Teâlâ´nın yüceliğini bilmek ve kabul etmek
nimetlerinin üzeremize artmasına sebep olur. Kul olarak bu itirafımız, Allah
Teâlâ´ya karşı bir sermaye olmaktadır.
نَـسْتغْفِرُكَ وَ نَـتوُبُ اِلَـيْكَ
“Günahlarımızı affet, tövbemiz Sanadır.”
—Günahlarımızın affını isteyerek azabını hemen
üzerimize gönderme. Sana pişman olduğumuzu itiraf ederiz.
—Sena edemediğimiz Rabb´im, hata ve isyanlarımızdan
dolayı, Sana geldiğimizde, şanına layık olan bizi affetmektir.
—Biz bu kapıdan başka kapıda özür beyan etmeyiz.
—Bu dua sahibini ve okuyanı bağışla ve nimet ve
ihsanlarını artır; demektir.
Günahsız bir kul yoktur. Her günahın boynuna tövbe
gemi atmak gerekir. Eğer günahlar başıboş bırakılırsa vahşi atlar gibi insanı
uçuruma atar.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve selem Hadis-i
Kutsi´de buyurdu ki;
“Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki, eğer
siz hiç günah işlemeseniz, Allah Teâlâ sizi toptan helak eder; günah işleyen,
arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları
mağfiret ederdi.”
“Nefsim elinde bulunan Zat-ı
Zülcelâl’a yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan
ucb'e (kendini beğenme günahına) düşeceğinizden korkarım.”
(Müslim)
İnsanda terbiye tamamlanmadan önceki berraklaşma,
kendini beğenme musibetini çağrıştırır. Onun için ham insanların
ibadetlerindeki çokluk fazla itibar görmemiştir. Çünkü kemâlat zirvesine ulaşan
Ashab-ı Güzin radiyallâhü anhüm çok ibadetle değil, nefis terbiyesindeki
yükseklikleri ile üstün olmuşlardır.
Günahlarımız kulluğumuzun işaretidir. Sevaplarımızdan
bize bir övünme gelecekse öyle sevaptan, şeytan gibi kovulmaktan Allah Teâlâ´ya
sığınmak gerekir.[28]
Kur´an-ı Kerim´de istiğfar kökü ile olan isim ve sıfatlar,
tövbe kökü ile gelenden çoktur. İstiğfar ve tövbe kullanım açısından birbirine
yakın manalarda olan dualardır. Diğer duaların ve ibadetlerin makbul olması
için de önce tövbe ve istiğfarla, dua ve ibadetlere başlanması tavsiye
edilmiştir.
Bazı büyükler:
“İstiğfarda mı bulunayım, tesbihat mı yapayım?” diye soru soranlara şu cevabı
vermiştir:
“Kirli elbise, buhurdan ziyade sabuna muhtaçtır.”
Şu halde tövbe ve istiğfar için illa da günah işlemiş
olmak gerekmez. Allah Teâlâ´ya dua vs. şekilde ibadet edecek olan kimsenin buna
‘tövbe ve istiğfar’ la başlaması, kirlerden temizlenmesi gerekir.
Çünkü temizlerin duası daha çabuk icâbet görür. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
selem buyurdu ki;
“Allah Teâlâ´ya yemin olsun, ben günde yetmiş defadan
fazla Allah Teâlâ´ya tövbe ve istiğfar ederim.”
َانْتَ اْْلاَوَّلُ فَلا شَيْئَ
قَـبْلَكَ
“Sen, evveli olmayan Evvelsin.”
Öncelik ve son yaratılmışlar içindir. Allah Teâlâ´nın
Zat-ını bununla vasıfla yamayız. Mahlûkatı yaratmadan önce Allah Teâlâ Âmâ-da[29] idi. Bu anda ise hiçbir şey yoktu.
Allah Teâlâ yokluğa ve boşluğa tecelli buyurunca isim ve sıfatların gereğince
varlıklar yaratılış sırası üzere var oldular.
َانْتَ اْلاخِرُ فَلا شَـيْئَ
بَـعْدَكَ
“Eşya yok olunca, sonu Sen´sin”
Allah Teâlâ´m, kıyameti koparacaksın ve her
şeyi, kudretini göstermek için yok edeceksin, demektir.
“Bugün mülk kimindir.”
Kelamın boyutlar üstünde tecelli eder iken, bu kelama
cevap yine Sen´den, Sana olacaktır.
“Mülk, Vahid, Kahhar olan Allah Teâlâ´nın dır.”(Mümin,16)
وَ َانْتَ ٱلـظَّاهِــرُ فَلا
شَــيْئَ يُـشْـبِـهُـكَ
“Eşin ve benzerin olmadan, her şeyde zahirsin.”
Sen her şeyde görünürken, Sen´i kimse fark edemez.
Her yerde ve her şeyde Sen varsın.
Onlar, ne Sendir.
Ne Sen, onlarsın.
Sen, Sensin; onlar, onlar.
Fakat her şey yine Sen´dendir.
Allah Teâlâ´nın zat-ını anlamaya çalışmakta gündüzün
mum yakmak gibi boş iştir. Yanan mumun gündüze olan aydınlığı ne olursa,
insanın O´nu anlamak için olan durumu da ancak olmaktadır.
وَ َانْتَ الْـبَاطِنُ فَلا شَيْئَ
َيرَاكَ
“Aynı anda, görenlerin gözünden gizlisin.”
Yukarıda anlatıldığı gibi aşikâr olan Allah Teâlâ
gizliden gizlidir. Görünmesi ile gizliliği aynı andadır. Bunu anlatmak mümkün
değildir.
Zahir ve batın Allah Teâlâ´dır. Allah Teâlâ´nın zahir
oluşu isim ve sıfatlarla, batın oluşu zat-ı iledir.
وَ َانْتَ الْـوَاحِدُ ِبلا
َكـثــِيرٍ
“İçinde çokluk olmayan, birsin.”
Ortağı olmayan, çoğalma kabul etmeyen birliktir.
Madde, atomlardan; atomlar, alt parçacıklardan oluşur. Birlikleri, çoklardan
teşekkül eder. Allah Teâlâ ise, böyle değildir.
وَ َانْتَ اْلــقادِرُ ِبلا وَزِيــرٍ
ِ
“Yardımcıya, ihtiyacı olmayan kudret sahibisin.”
Allah Teâlâ, bir şey murat ettiğin zaman, O´nu
başarmak için yardımcıya ihtiyaç duymaz. Murat eder, o da olur. Olması için
tedbir, hazırlığa ihtiyaç duymaz. İcrası için teşekkül gerekmez.
وَ َانْتَ الْمُـدَبِـّرُ بِلا
مُشِيرٍ
“İşlerin sonunu bildiğinden, istişare etmeden
tedbirini alırsın.”
Allah Teâlâ, her işin tedbirini, düşünmeden, istişare
etmeden öncesi ve sonu ile bilir. İşler Allah Teâlâ´nın isteği ile döner ve
durur.
Şah-ı Nakşibent (ks) Efendimiz bu kısımda akılları
hayrete düşüren Allah Teâlâ´ı övmek için, sözü kendi zatına bıraktı. Çünkü
övgüler hep noksan kalmaktadır.
Aşağıda zikredilecek ayeti Kur´an-ı Kerim´deki gibi
zikretti. Ayetin başında gelen söyle lafzı, nefise ayıklık vermek,
ayetin aslına hürmet ve ayrıca emir olarak kabul etmek içindir.
قُــلِ ٱللَّهُمَّ مَالِكَ الْـمُلْكِ
تُـؤْتــِي الْـمُلْـكَ مَنْ تَشـۤاءُ وَ تَــنْزِعُ الْــمُلْكَ مِمَّنْ تَشـۤاءُ
وَ تُــعِــزُّ مَنْ تَـشۤـاءُ وَ تُــذِلُّ مَنْ تَـشـۤاءُ بِيَــدِكَ
الْـخَــيْرُ اِنَّـكَ عَلى كُــلِّ شَىْءٍ قَــدِيرٌ
تُولِـــجُ ٱلَّــيْلَ فيِ ٱلــنَّــهَارِ وَ تُولِـــجُ ٱلــنَّهارَ فيِ ٱلَّــيْلِ
وَ تُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَـيِّتِ وَ تُخْرِجُ الْمَـيِّتَ مِنَ الْحَـيِّ وَ
تَــرْزُقُ مَنْ تَـشـۤاءُ بِــغَــيْرِ حِسَابٍ
“De ki: Ey mülkün sahibi olan Allah Teâlâ´m!
Sen mülkü dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden
çeker alırsın ve dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil kılarsın.
Hayır, senin kudret elindedir. Şüphe yok ki, sen her
şeye fazlasıyla kadirsin.
Geceyi gündüz içine tıkarsın, gündüzü de gece içine
tıkarsın, diriyi ölüden, ölüyü de diriden çıkarırsın. Dilediğine hesapsız
olarak rızık verirsin.” (Âl-i İmran 26,27)
Rivayet edilir ki, Mekke´nin fethi üzerine Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, ümmetine Fars ve Rum mülklerini vaat etmiş idi.
Münafıklar ve Yahudiler “heyhat, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem nerede Fars ve Rum nerede? Onların kuvvetleri bunlardan pek fazla, Hz.
Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem, Mekke ve Medine yetmedi mi ki
Fars ve Rum Devletlerine tamah ediyor?” dediler.
Bu sözden daha önceleri Ahzab Harbi´nde Rasûlüllah
hendeği belirlemiş, krokisini çizmişti, Medine ahalisinden her on kişiye kırk
zıra´ vermişti. Amr ibni Avf radiyallâhü anh, Selman-ı Farisî radiyallâhü anh,
Huzeyfe radiyallâhü anh, Nu´man ibni Mukrin radiyallâhü anh ve Ensar´dan altı
kişi, kırk arşın bir yerde çalışıyorlardı. Kazarlarken hendeğin ortasında Allah
Teâlâ tarafından gayet büyük dağ gibi bir kaya çıktı. Demir külünkler kırıldı,
çok çalıştılar taşı kıramadılar, pek az bir şey koparabildiler. Selman-ı Farisî
radiyallâhü anh´a
“Çık Rasûlüllah´a haber ver, emrini öğren gel” dediler. Selman radiyallâhü anh
çıktı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir Türk çadırı
kurdurmuş, içinde oturuyordu, olayı arz etti. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
selem, Selman radiyallâhü anh ile beraber hendeğe indi. Diğer dokuz kişi
hendeğin kenarında idiler, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, Selman
radiyallâhü anh´tan külüngü aldı taşa bir darbe vurdu, çatlattı. Taştan öyle
bir şimşek çıktı ki, karanlık bir odada bir kandil gibi etrafı aydınlattı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir fetih tekbiri aldı. Bütün
Müslümanlar da tekbir aldılar. İkinci bir darbe daha vurdu. Bir şimşek daha
çıktı ve yine öyle tekbir aldılar. Üçüncü bir darbe daha vurdu taşı parçaladı
ve bir şimşek daha çıktı. Aynı şekilde bir tekbir daha aldılar, sonra Selman
radiyallâhü anh´ın elini tutup çıktı.
Selman radiyallâhü anh;
“Sana, anam babam feda olsun ya Rasülâllah, hiç
görmediğim bir şey gördüm” dedi. Rasulullah sallallâhü aleyhi ve sellem, cemaate iltifat ile
“Selman ne söylüyor gördünüz mü?” buyurdu, “evet, ya Rasülâllah”
dediler. Buyurdu ki;
“İlk darbeyi vurdum, bana gördüğünüz şimşek çaktı.
Bundan bana, Hıyrenin ve Medaini Kisra´nın kasırları aydınlandı. Cibril de bana
haber verdi ki, ümmetim bunlara muhakkak galebe edecek.
Sonra ikinci darbeyi vurdum gördüğünüz şimşek çaktı,
bundan da bana Rum´un kırmızı kasırları aydınlandı. Cibril de bana haber verdi
ki ümmetim bunlara muhakkak galebe edecektir.
Sonra üçüncü darbeyi vurdum gördüğünüz şimşek çaktı.
Bundan da bana San´anın kasırları aydınlandı. Cibril de haber verdi ki ümmetim
bunlara muhakkak galebe edecektir, müjdeler olsun”.
Bunun üzerine Müslümanlar pek sevindiler;
“Elhamdülillâh bu bir vaad-ı sadıktır, bu kazım
işinden bize büyük bir yardım vaat edilmiştir” dediler. Münafıklar ise;
“Ne acaibsiniz sizi boş ümitlere düşürüyor, asılsız
vaatlerde bulunuyor, Yesrib´den Hıyre ve Medaini Kisra kasırlarını gördüğünü ve
bunların size fetih olunacağını söylüyor, hâlbuki muharebeye çıkmağa bile
gücünüz yetmiyor da, korkunuzdan hendek kazıyorsunuz” dediler. O zaman bu ayetler indi.
Bu ayetlerin fazileti hakkında birçok haberler
gelmiştir.
Hz. Eyyub–el Ensarî´radiyallâhü anh´den ve Hazreti Ali
kerremallâhü veche´den rivayet olunduğu üzere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurmuştur ki,
“Fatiha ve Ayet-el Kürsi” bir de Âli İmran´da “شهد الله انه لا اله الا هو” den ان الدين عند الله الاسلام” ´a kadar
ve 26. ve 27. iki âyet nâzil oldukları zaman Allah Teâlâ ile aralarında hiç bir
hicap bulunmaksızın Arşı ilâhîye yapışarak
“Ya Rabb, bizi Arzına ve sana âsi olanlara
indiriyorsun” dediler.
Allah Teâlâ´da buyurdu ki;
“Yemin olsun sizi her namazın arkasında okuyan her
hangi bir kimsenin kusurlarına bakmayarak makamını Cennet kılacağım, O´nu
Hazire-tül Kudüs´te iskân edeceğim. Her gün kendisine yetmiş defa nazar
edeceğim ve yetmiş hacetini kaza edeceğim ki, aşağısı mağfirettir. O´nu her bir
düşmandan, hasetçinin hasedinden koruyacağım ve onları mağfiret eyleyeceğim”.
Said ibni Cübeyr radiyallâhü anh den rivayet edildiği
üzere Medine etrafında üç yüz altmış put vardı, bu ayeti kerime indiği zaman
yerlere kapanıp secde ettiler.
Konu ile ilgili olarak Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
selem bir hâdisi kutsi´de şöyle buyurdu.
“Ben Allah-u Azîmüşşan Melik ül-Mülûküm, hükümdarların
kalpleri ve iradeleri benim elimdedir, kullar bana itaat ederlerse ben de
onları onlara rahmet kılarım ve eğer kullar bana isyan ederlerse ben de onları
cezalandırırım. Her şey benim elimdedir.
Onun için başınızdakilere sövmek ile meşgul olmayın.
Bana tövbe ve müracaat eyleyin ki onları size bükeyim.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem ise;
“Ne iseniz, yöneticileriniz öyle olur, yani
yönetilirsiniz” buyurdular.
İşte Allah Teâlâ´yı böyle bilmeli, böyle tanımalı ve
bu tanıyışla ona güvenmeli ve iltica eylemelidir.
Allah Teâlâ´ geceyi gündüze katması, zorluğu kolay
yapması, sıkıntıyı gidermesidir. Gündüzü gece yapması da tersinedir.
Allah Teâlâ, hallerin sahibi demektir. Çünkü her şey
O´nun kudret elinde devran eder.
سُبْحانَكَ يا مَنِ احْتَجَبَ فيِ
اْلاُؤلى عَنْ جَمِيعِ اْلـوَرى
“Dünyada mahlûkatın gözlerinden, idraklerinden gizli
olan Rabb´im, Seni tenzih ve tesbih ederim.”
Dünyada Allah Teâlâ´nın varlığını görmek değil de
müşahedesi vardır. Allah Teâlâ´nın bütün isim ve sıfatları kâinatta müşahede
edilir. Allah Teâlâ, ahirette kullarına zat-ını görmeyi nasip edecektir.
Ahirette Allah Teâlâ´yı görmek haktır. Cennette
olanlar Allah Teâlâ´yı göreceklerdir. Buna iman etmeli, nasıl olacağı ile
meşgul olunmamalıdır. Çünkü dünyevî bilgiler buna kâfi gelmez
Bunun içindir ki, ahirette ki görmeye, nasıl olacağı
bilinmeyen bir görmedir, denmiştir. Dünyada bu sır seçilmişlerin seçilmişi
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´e ve Muhammedî terbiyede yüksek seviyeye
ulaşanlara açıklanmış ve gösterilmiştir. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem miraçta
hakikî görmeye kavuşmuştur. Diğerleri ise tam görme değilse de, ahiretteki
görmeye benzeyen görme gibidir. Bu öyle büyük makam ki, Sahabe Efendilerimiz
radiyallâhü anhüm zamanından sonra çok az kimse bununla şereflenmiştir. Ahir
zamanda ise bu görüş Hz. Mehdi aleyhisselâm´da zuhur edecektir. Çünkü O´nun
zamanında İslamiyet Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in zamanındaki
durumuna yeniden kavuşacaktır.
Görmeler his, akıl, kalp ve keşf ile olur.
Her makamın görmesi ayrıdır.
‘Allah Teâlâ´yı gördüm’ diye söylenen rivayetler, aynadaki
tecellilerin, müşahede edilmesi gibidir. Bu zat-ını görmek değildir. İnsanın
dışında ve kendisinde görülen her şey O değildir. Onun alametleridir. Görülen,
işitilen ve bilinen her şey, O değildir.
Miraçta Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz´e, olan görmenin ise, tarifi mümkün değildir.
Hz. Aişe radiyallahü anha validemiz bile bu konuda
teyakkuzda kalmıştır. O,
“Her kim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in
Allah Teâlâ´yı baş veya kalp gözü ile gördü derse yalan söyler” demiştir.
Bu rivayette ki mana “Hakk-ı Hakk görür” demektir.
Daha sonraki makamlara ulaşınca Aişe radiyallahü anha Validemiz bu sözünden
vazgeçmiştir.
Yani Allah Teâlâ´ya ulaşmanın Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem ile olduğunu;
Ulaştıranın (Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem),
ulaşılanı (Allah Teâlâ´yı) bilmeden kavuşturamayacağını anlamıştır. Hiç rehber
bilmediği yolu anlatabilir mi?
Görmek makamı, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimiz´e ait makamdır. Bu sırrı ise kimse çözemez.
سُبْحانَكَ يا مَنْ تَرَدى
بِالْـوَقاَرِ وَ الْكِـبْريـۤاءِ
“Vakar ve azametle vasıflı olan Rabb´im, Seni takdis
ve tesbih ederim.”
Allah Teâlâ, Cemal ve celal sıfatlarıyla oluşan
büyüklüğe sahiptir. Azamet ve Kibriyalık, Allah Teâlâ ın sıfatlarındandır.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem hadis-i kutside buyurdular ki;
“Büyüklük izarım (etek), kibriyalık ridam (cübbe) dır”
Bu sıfatları taşımaya kalkışan cehenneme düşer.
Yaratılanlar içerisinde sadece Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz´e kibriyalık hakkı tanınmıştır. Çünkü sevgilinin seven yanında nazı
vardır. Fakat Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem halkın aşırı
tazim ve nazarlarını kendinden çevirip Allah Teâlâ´ya tahsis ettiler. Bunu
anlamak için tevhit makamlarının sonuna varmak gerekir ki, burada yeri gelir ki
insan tekfirle suçlanılır. Kibriyalık nebilik sırlarındandır.
سُبْحانَكَ يا مَالِكَ جَمِيــعِ
اْلاَشْــيآءِ
“Eşyanın sahibi ve dilediği gibi tasarruf eden
Rabb´im, Sen´i takdis ve tenzih ederim.”
Yerin ve göğün yaratanı, varisi Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ mülkün hem sahibi, hem hükümdarıdır.
Mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Hiçbir şeyin O'nun bu tasarrufuna itiraz
ve tenkide hakkı yoktur. Dilediğine verir, dilediğinden alır. Mülkünde hiçbir
ortağa ve yardımcıya da ihtiyacı yoktur.
سُبْحانَكَ يا مَنْ تَعَـزَّزَ
بِالْـقُدْرَةِ وَ اْلعُلى
“Ulvi kudret ile şerefli olan Rabb´im Seni tesbih ve
tenzih ederim.”
Allah Teâlâ, kuvvet ve kudret sahipleri
üzerinde istediği gibi tasarruf eden, her şeye karşı mutlak surette kadirdir.
Her şeye kadir olduğu içindir ki, dilediği şeyi yaratır ve isterse onda
dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır.
Bu sebeple eşya, verilen kuvveti ile tasarruf ve hayat
sahibi olur. Allah Teâlâ´nın, zat-ı kudreti ise hiçbir şey ile kıyaslanmayacak
yüksekliktedir.
سُبْحانَكَ يا مَنْ يَعْلَمُ
مَا فيِ ٱلضَّوَاحِي ٱلسَّـبْعِ وَ الْحُـسْنى
“Yedi kat gök ve yerde ki olanı, hakikati ile bilen ve
kuşatan Rabb´im, Sen´i tesbih ve takdis ederim.”
Bu bilmedeki mana tasarruf etmek ve kontrol altında
tutmaktır. Bazı bilmek fiili etkisizdir. Allah Teâlâ ın bilmesi, tasarruf
iledir. Semalar ve yer O´na itaat ile emir olunduğu gibi, izni olmadan,
değişmeye de uğrayamaz.
وَ يا مَنْ يَعْلَمُ ما
يَـتَــلَـجْلَــجُ فيِ ٱلصُّدُورِ وَ اْلاَحْشآءِ
“İnsanın göğsünde ve batınındaki hareketleri bilen
Rabb´im, Sen´i tesbih ve takdis ederim.”
Allah Teâlâ ise, kulun ruhunda, nefisinde ve cesedinde
olan her şeyden haberdardır. Bu konuda insanın gizlediği, açtığı şeyleri,
içinden geçirdiği vesveseyi, küfür ve imanı bilir. Ayrıca insana verilen
bilgide, meleklerin ulaşamadığı bir kısım vardır ki, bu insana Allah Teâlâ
tarafından verilen bir şereftir.
Kulun O´ndan gizleyeceği hiçbir şey olmadığı gibi,
amellerinde ki asıl niyet de kendisi tarafından muhakkak bilinir.
Düşünceler ve Terbiyesi
Kalbe gelen düşünceler, dört kısım olup, şeytanî,
nefsanî, melekî ve hakkânîdir.
—Şeytanî olanı sol taraftan gelir.
—Nefsanî olanı beyinden gelir.
—Melekî olanı sağ taraftan gelir.
—Hakkânî olan üstün üstünden gelir.
Onun için insanın terbiye edilmesi gerekmektedir.
İnsan terbiye yolunda işin iç manasına varmadan önce,
kendi ilhamına uymayıp, Ehl-i sünnet âlimlerine tabi olması gerekir. Âlimleri
haklı, doğru, kendini yanlış bilmelidir. Çünkü âlimler, bilgilerini Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem´den almıştır. Bu bilgiler, vahiy ile gelmiş olup
sağlamdır. Yanlışlıktan korunmuştur. Bu bilgilere uymayan keşif ve ilham ise
muhakkak yanlıştır. Bunun için kendi keşfini, âlimlerin sözünün üstünde tutmak,
vahiy ile inmiş olan sağlam bilgilerin üstünde tutmak olur. Bu ise, sapıklığın
ta kendisidir ve zarar, ziyandan başka bir şey değildir. Fakat terbiye olunca
da hatalar büsbütün yok olur.
İnsan vesveselerden kendini korumalıdır. Kendini hiç
iyi bilmemeli ve başkalarını kötü görmemelidir.
İnsanın maddî istekleri Allah Teâlâ´dan uzaklaşmaya,
ruhunda bulduğu istekleri O´na kavuşmaya sebeptir.
Ashab-ı Kiram´dan birkaçı, kötü düşüncelerden,
vesveselerden şikayet etmişti. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem
“Bu vesveseler, imanın olgun olmasındandır” buyurmuştur.
Bu hadîsi şerifin manası;
İmanın olgun olması, yakinin çok olmasındandır.
Yakinin çok olması da, çok yakın olanlardadır. Kalp ve ruh Allah Teâlâ´ya ne
kadar çok yakın olurlarsa, iman ve yakin de çok olur. Bedene bağlılık da, o
kadar az olur. Bu zaman, bedene vesveseler çok gelir. Uygun olmayan vesveseler
meydana gelir. Kötü vesveselerin gelmesine sebep imanın kâmil olmasıdır. Uygunsuz
vesveseler ne kadar çok olursa, imanlarının o kadar çok olgun olduğunu
gösterir.
Çünkü iman kâmil olunca, latifelerin en latif olan ruh
bedenden o kadar çok sıyrılır. Sıyrıldıkça, bağları gevşedikçe, beden boşalır.
Bulanmağa, kararmağa başlar. Böylece kötü düşünceler, vesveseler artar. Fakat
terbiyesi eksik olanların vesveseleri ise zararlıdır. Kalp ve ruh
hastalıklarını arttırır. [30]
Terbiyeden önce her bilgi eksiktir. Nefsin istekleri
karışmıştır. Hakikat zan edilen şeyler terbiyede yükseldikçe, yanlış oldukları
açığa çıkar. Sonra ise, Hakk´a kavuşunca “Her şey Hak içindir” olduğu
anlaşılır. Bu nedenle büyükler, nefislerinin isteklerinden dolayı, Allah
Teâlâ´ya o kadar çok yalvarırlar ve pişman olurlar ki, başkalarının bir senede
kazandıkları mertebelere, bir anda yükselmelerine sebep olur.
Su balığa hayat olurken, insana ölümdür.
Mesela; başa gelen belalar, sıkıntılar, her ne kadar acı
ve üzücü görünür ise de, batına yani kalbe, ruha tatlı gelmektedir. Çünkü beden
ile ruh birbirinin zıddı, tersi gibidir. Birine acı gelen, ötekine tatlı
olmaktadır. Ruh terbiyesi eksik olanlar bunu anlayamazlar. “Onlar, hayvanlar
gibidir. Daha da aşağıdırlar” (Araf 178)
Fakat bir kimsenin ruhu alçalarak beden mertebesine
yerleşse ve nefsine bağlansa, bu ince bilgileri nasıl anlayabilir?
Ruh kendi makamına çıkmadıkça ve nefsinden
ayrılmadıkça, bu marifetlerin güzelliğini göremez. Bu nimete kavuşmak için,
takdir edilen ecel gelmeden önce olan ölüme kavuşmak lazımdır. Büyüklerimiz bu
ölüme “Fena” adını vermişlerdir
Fena-Nefis Terbiyesi
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
kâfirlerle cihattan geri dönünce,
“Küçük muharebeden döndük, büyük cihada geldik” buyurdu.
Nefis ile savaşmağa, “Büyük Cihad” demiştir.
Allah Teâlâ insanı nefisten yaratıp, ruhu ona ikram
etmiştir.
فَاِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فيهِ
مِنْ رُوحى فَقَعُوا لَهُ سَاجِدينَ
“Onu tamamlayıp, içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman,
derhal ona secdeye kapanın” (Sâd;72)
Ruh´un yeri kalptir. Ruh, özellik bakımından İlâhî
Zat-ın tecellilerini taşırken, nefis zat-î sıfatların ve fiillerin
tecellisini taşımaktadır. [31]
Ruh, özü itibarıyla kutlu olmasına rağmen halife sıfatına
erişememiştir. Çünkü halifelik makamının karşılığı ancak nefis taşıması
karşılığında insana verilmiştir. Ruhlar letafet, ihata ve hareket
bakımlarından, görünüşte, kendini yaratana benzer.
“Allah Teâlâ, Âdemi kendi suretinde yarattı” hadis-i şerifi, bunu
bildirmektedir.
Beden, ruh için dikilmiş bir elbisedir. Eğer ki; ruh
yalnız başına yaratılmış kalsaydı, melekler ile arasında bir fark kalmazdı.
Melekler maddeli, mekânlı ve nasıl oldukları
anlaşılabilir oldukları için halifelik sıfatına kavuşamaz. Bu bilgilerden
insanın nasıl Allah Teâlâ´nın halifesi olduğu anlaşılmaktadır.
Bir şeyin sureti, onun halifesidir, vekilidir. Bir şey
onun suretinde yaratılmazsa, onun halifesi olamaz. Halife olmağa yakışmayan,
emanet yükünü taşıyamaz.
Cüneyd-i Bağdadi (ks) “Hadis (sonradan yaratılan),
kadime (ezeli, aratılmayan) yaklaşınca, izi, eseri bile kalmaz” buyurdu.
Sultanın hediyelerini, ancak onun hayvanları taşır.
Allah Teâlâ kararmış olan bedeni, nurlu olan ruha
sevdirdi. Nur karanlığa âşık oldu. Çok severek, bedenle ile birleşti. Bu
bağlantı ile nurun cilası arttı. Ona yakınlaşmakla, parlaklığı çoğaldı. Nurun
bu hali, ayna yapılacak cam gibi oldu.
Parlak olan nur, karanlık cesede bağlanınca, önceden
Allah Teâlâ´ya olan yakınlığını, kendi varlığını ve özelliklerini unuttu.
Karanlık bedene olan sevgisine dalarak ve yalnız bir görünüş olan o bedene
bağlanarak kendini kaybetti. O´nunla bir arada kalınca, değerini kaybedip
kötüleşti. Ruh bedenden yüz çevirip, unuttuğu Kutsî sevgilinin müşahedesine
dalarsa ve ona bağlanırsa, karanlık bedeni de, o kutsî makama sürükler.
Müşahedesi artınca da, beden de onun nurları ile aydınlanır.[32]
Bu nedenle nefsin ruh ile olan arkadaşlığı neticesi
kutsi makamlar insana hediye edilmiştir. En büyük ikram da sonsuz hayatın ruh
sebebiyle insana ihsan edilmesidir. Çünkü ruhun özünde sonsuzluk işaretleri
vardır.
Pis olan meni rahme düşünce can olup temizlenmesi
gibi, nefiste ruhun etkisine girince temizlenir.
Bundan dolayı insanda terbiye edilme ve yol
göstermenin gerekliliği duyulmuştur. Çünkü yaratılışı maddî itibarıyla zayıf,
manevî yönden yüksek yaratıldığından dengelerin sağlanması için ilâhî yardıma
ihtiyaç vardır.
سُبْحانَكَ يا مَنْ شَرَّفَ
الْــعَروُضَ عَلى الْمُــدُنِ وَ الْـقُرى
“Mekke ve Medine Şehirlerini, şehirler ve yerleşim
yerlerinden şerefli ve üstün kılan Rabb´im, Sen´i tesbih ve takdis ederim.”
Dünya ve kâinat üzerinde en kıymetli mekân Medine´de
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz in vücut-u Pâki´ni
çevreleyen mekândır.
Bir Habeşi Medine´de dedin edildi. Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Bu ondan yaratıldığı toprağa defin edildi.”
Şeref bakımından daha sonra Kâbe-i Muazzama ve
sırasıyla bunların etrafı olan, mekânlar gelmektedir. Bu Allah Teâlâ´nın
lütfu ilahisi olarak, kullara ihsanıdır.
Dünyada ve uzayda olacak oluşların merkezi, Kabe-i
Muazzam´a;[33]
Manevi terakkilerin yükseliş ve merkezi ise Ravza-i
Mutahhara´dır.
Mekke ve Medine de olan şeref bu ve birçok
özelliklerden dolayıdır. Bunlar sırdır. Ehlince bilinmektedir. [34]
سُبْحانَكَ يا مَنْ يَعْـلَمُ ماَ
تَحْتَ الْجَـبوُبِ وَ الـثَّــرى
“Yerin altı ve üstünü bilen ve tasarrufunda tutan
Rabb´im, Sen´i tesbih ve takdis ederim.”
Allah Teâlâ´nın bilmesi demek, onları yaratması,
kontrol altında tutmasıdır.
Yaratılanlarda tesadüf ve evrimleşme yoktur.
Yaratılışı gereği olması gereken en mükemmel şekilde yaratılmıştır.
سُبْحانَكَ يا مَـنْ تَـعَالى وَ
لَـطُـفَ عَـنْ أَنْ يُـرى
“Zat-ı idrak, hissiyat ve keyfiyetle görülmekten yüce
olan Rabb´im, Sen´i tenzih ve takdis ederim.”
Bilmek, görmekten sonra geldiğinden Allah Teâlâ´yı
bilmek isteyen, göremediği, benzetemediği zatı, o hali ile kabullenip
acziyetini itiraf etmelidir. Bu bilgi, bilmenin üstü bilgidir ki, ulaşılacak en
son makamdır.
Kulluk bilgisine ulaşan, Rabb´ni bilir, O´nu tanır. İdraksizliği
idrak etmek, en büyük ilimdir.
تَـبـَارَكْتَ رَبــَّنا وَ
تَـعَالَــيْتَ
“Kudreti yüksek Rabb´imiz, Sen ne yücesin.”
İlah olmak, zatının gereğidir. Allah Teâlâ´nın kulu
olduğunu bilmek ise, kullarına şereftir.
لا رَبَّ غَــيْرُكَ وَ لا
قاهِرَ سِواكَ
“Senden başka Rabb olmadığı gibi, Senden başka
kahredecekte yoktur.”
Af ve ceza Allah Teâlâ´ya aittir. Bizlere dilediği
gibi hüküm eder. Dilerse af eder, dilerse ceza verir. O´nun bizleri af etmesi
ise Rabb´lik gereğidir. Çünkü büyüklüğün gereği affetmektir.
Allah Teâlâ Aziz ve Hâkim´dir.
ٱللَّهُمَّ َانْتَ الْمُـنْعِمُ
الْـمُفْضِلُ
“Ey Allah Teâlâ´m nimetlerini, fazl-ı ihsanından
minnetsizce verirsin.”
Allah Teâlâ, karşılık beklemeden, kudret nişanesi
olarak nimetler bahşeder. Kul isyan halinde bile nimet içinde yüzer. Bunu
takdir etmek mümkün değildir.
Allah Teâlâ hakikaten çok büyüktür.
الْـمُقيِلُ
“Kusurlarımızı silersin.”
Allah Teâlâ, kullarına tekliflerini yaparken güç ve
kudretlerine uygunlukta yapmıştır. Allah Teâlâ, kullarının eksik olduğunu
bildiğinden, çok şeylerini izale eder ve ikmal eder.
Buna göre mükellefler onları güçleriyle rahat
yapabilirler. Allah Teâlâ kolaylığı seçmiştir. Böyle olması da teklife kudreti
olmadığından değil, rahmetindendir. Bu suretle Allah Teâlâ´nın mükelleflere
bahşettiği kudret ve takat yaptığı tekliflerden geniştir. Bu sayede onlara
vazifelerini yaptıktan sonra dinlenecek veya teklifsiz hayırlar yapmaya
kudretleri yetecektir. Böyle olmasına rağmen kullar her zaman kusur üzere
olurlar. Allah Teâlâ´da onların birçoğunu siler ve affeder. Çünkü O, kulları hakkında
çok merhametlidir.
Büyükler en büyük günah hakkında buyurmuşlardır ki;
“Kişi bir günah işledikten sonra ‘Allah Teâlâ beni
suçumdan affetmeyecektir’ demesi kadar büyük günah yoktur”
اَلشَّكُورُ
“Teşekkür edensin.”
Allah Teâlâ, az çalışmamıza çok şey ihsan eder. Bizden
şükür ister iken, bize şükrü öğreten, Şükür Esmasını kendine isim alandır.
Onun için yokluk Meşrebi´nden ne kadar çok hoşlandığını bildirmiştir.
Yokluk bulunursa Allah Teâlâ´nın varlığı açığa çıkar.
Sabır bu terbiye yolunun baş ilacıdır. Sabreden
teşekkür edebilendir. Sabrın başı da yokluktur.
وَ اَشْــهَدُ َانَّكَ َانْتَ اللَّهُ
ٱلَّذِى لاۤ ِالهَ ِالاَّ َانْتَ
“Muhakkak Senin hakkında şahadet ederim ki; Sen´den
başka tapılacak ilah yoktur.”
َانْتَ رَبـّىِ وَ رَبُّ كُـلِّ
َشْـئٍ
“Sen benim ve her şeyin Rabb´isin.”
Rabb:
Terbiye eden, sahip, efendi.
Mahlûkat yaratıldıktan sonra başıboş bırakılmamıştır.
Terbiye, bir şeyi yavaş, yavaş kemaline eriştirmektir ki, bunun eseri tekâmül
olur. Âlemin her kısmında ise terbiye ve tekâmül kanunlarının cereyanı her an
görülmektedir.
Terbiye:
Terbiye, aşağı bilgilerden, yüksek bilgilere manevi hareketle
ilerlenmesi, yükselme demektir.
Aşağı bilgi; mahlûklara ait bilgi;
Yüksek bilgi; Allah Teâlâ´nın bilgisidir. Bu bilgiye kavuşan,
mahlûklara ait bilgilerinin hepsi unutur.
Terbiyede nefsi tasfiye ve tezkiye etmek iki yolla
olur.
—Çalışarak ilerlemektir.
—İhsan ve yardım ile götürülmektir.
Aslında her ikisinde yardım olduğu gibi aynı anda
olması da vardır.
Terbiye İslamiyet’in bildirdiği bilgilerden başka
şeyler öğrenmek için değildir. Manevi yükseliş yolunda ilerlerken, yalnız
İslamiyet´in bildirdiği şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. Böylece akıl dar
çerçevesinden kurtularak, bilginin sonsuz meydanına açılma imkânını
bulmaktadır.
İnsan uykudadır, ölünce uyanır.
Ölümden önce olacak mecâzi ölüm için muhakkak terbiye gerekli
olmuştur.
Hz. İsa aleyhisselâm buyurdu ki;
“İki kere ölmeyen melekût sırlarına kavuşamaz”
Bunun misali kuşların doğması gibidir. Yani,
yumurtanın doğması ve kuşun yumurtadan doğması.
Ölüm ile son bulmayacak hayattaki hakikate ermek için,
nefsin terbiye olması gereklidir. Maneviyat yolunda ilerlemekten maksat, nefsin
terbiye edilmesi, kalbin mahlûklara bağlılığından kurtarılmasıdır.
Günah olarak insana terbiyesiz nefis yeterlidir. [35]
فَاطِــرُ ٱلسَّــمـوَاتِ وَ
اْلاَرْضِ
“Benzeri olmayan yerleri ve gökleri yoktan var ettin.”
Allah Teâlâ, her şeyi öncesi olmadan yoktan var etti.
Semavat denilince; arş, kürsi ve cennet, Arz
denilince; dünya ve cehennem hatıra gelmelidir.
عالِـمُ الْغَــيْبِ وَ ٱلشَّــهادَةِ
“Gizli ve açığı bilensin.”
Gözle görülmeyen ve görüleni; var olanı ve varlık
meydanında olmayan yok´u; ahiret ve dünyayı Allah Teâlâ hakkı ile bilir.
İsteyenlerin hidayet için mi, inat için mi, ne gibi bir maksatla istediklerini
de bilir. Bu bilgi çalışma ve kazanma sonucu olmayıp zat-ının gerektiği
bilgidir.
الْـعَلِيُّ
“Üstünsün Rabb´im.”
Allah Teâlâ, her şey kendisinin emrinde ve hükmü
altında olan Zât demektir. Allah Teâlâ, her hususta, her şeyden yüce olan,
zaman ve mekândan münezzehtir. Kudrette, bilgide, hükümde, iradede ve diğer
bütün kemal sıfatlarında üstündür.
Kemal, şeref ve yükseklikle mücehhezdir ki, O´nu akıl
tasavvur edemez.
الْكَبِيرُ
“Büyüksün Rabb´im.”
Büyüklükte kendisinden daha büyüğü düşünülemeyen
kibriya sahibi olan Allah Teâlâ´dır. Her şey Allah Teâlâ´dan, her ne şekilde
olursa olsun, küçüktür. O´nu kimsenin ilmi kavrayamaz. Her bakımdan büyük,
varlığının kemaline sınır yoktur. Bütün büyüklükler O'na mahsustur.
Allah Teâlâ her şeyi kuşatmıştır, fakat O´nun
kuşatmasının ne ve nasıl olduğu bilinmez. Allah Teâlâ´nın yakınlığı ve
beraberliği de büyüklüğü gibi olduğundan, bu durumu keşfedenlerde, O´nun
durumunun benzeri ve misaline kavuşurlar, hakikatine ulaşamazlar. Bu hakikatler
ne olduğu bilinemeyen mertebededirler.
Allah Teâlâ gerçekten büyüktür.
الْمُتَعَالِ
“Yücesin Rabb´im.”
Üstünlüğü kendine layık gördüğü şekildedir. Yaratılmış
sıfatlardan münezzeh, hakikatinin idraki de mümkün değildir. Yani, kudreti ile
her şeyden üstün, sıfatları mahlûkattan münezzeh ve âli ve yegâne yüksektir.
İlminden ve kudretinden hariç kalacak ve huzuruna çıkmayacak, hiç bir şey
yoktur.
طــسۤـــمۤ طـــسۤ
“Tâ-Sîn-Mîm, Tâ-Sîn.”
Bu isimlere yemin olsun, demektir. Huruf-u Mukatta[36] olarak geçer. Sırrı ehlince
bilinir. İsm-i Âzâm´ın kuvvetini taşırlar. Bu kısımda diğer Huruf-u
Mukatta´ları zikir edilmeyip, bu isimlerin zikri kul ile Rabb´i arasındaki,
farkın beyanıdır. Sonra gelecek ayet bu konuyu açıkça izah edecektir.
مَــرَجَ الْبَحْـرَيــْنِ
يَلْـتََــقِــيانِ بَــيْنَــــهُمَا بَرْزَخٌ لا يَــبْغِــيَانِ
“O, iki denizi salıvermiştir, birbirine
kavuşurlar. Aralarında bir engel vardır, birbirine tecavüz etmezler.”
(Rahman 19–20)
Bu iki deniz hakkında misal olmak üzere çeşitli
yorumlar yapılmıştır.
—Sûre-i Furkan´da ki 53. âyetine bağlı olmak üzere
biri tatlı diğeri acı, iki deniz denilmiştir.
Meselâ Akdeniz’e Nil, Basra körfezine Dicle, döküldüğü
halde, satıhları birleşik ve beraber olmasına rağmen, birdenbire birbirlerine
karışmadan, bir hayli mesafe özellikleri bozulmayan sulardır. Bunlar da karışma
yerine, temas manası uygun gelmiştir. İltika, temas edecek yönle
yakınlık demektir.
Berzah, asıl manasında iki şey arasında bulunan engel
demektir. Coğrafya ıstılahında, iki deniz arasında bulunan karaya denir. Burada
bu manaya veya kudretten herhangi bir sınır manasınadır. Aralarında bir berzah
bulunduğundan dolayı o iki deniz kavuşamazlar ve tecavüz yapmazlar, yapmaya
meydan bulmazlar.
Kul nice makamları geçse de Allah Teâlâ ile bir
iltihak ve ittifak söz konusu olmaz.
Her şeyde olan en büyük hikmet, varlığının gereği,
haddi aşmamaktır. Bu esas ile mahlûkat yücelir.
Böylece Allah Teâlâ´nın kul ile arsındaki
yakınlaşmanın sınırları belirtilmiş oldu.
Duada Allah Teâlâ´yı yücelten sözlerden sonra, kulun
iltica ve yakarış makamı başlamıştır.
Kutsî Dua-ı Bahâiyye okunurken bu ayet gizli okunur.
اَُللهُ لاۤ اِلهَ اِلاَّ هُوَ
اْلــحََىُّ الْقَــيُّومُ لا تَاْخُذُهُ سِنَةٌ وَ لا نَـوْمٌ لَهُ مَا فيِ
ٱلسَّموَاتِ وَ مَا فيِ اْلاَرْضِ مَنْ ذَا ٱلَّذِى يَشْــفَــعُ عِنْـدَهُ ِالاَّ
بِاِذْنِـهِ يَعْـلَمُ مَا بَيْنَ اَيـْديهِمْ وَ مَا خَـلْـفَـهُمْ وَ لا
يُـحِيطُونَ بِشَىْءٍ مِنْ عِلْمِهِ اِلاَّ بِمَا شَـۤاءَ وَسِـــعَ كُرْسِـيُّهُ
ٱلسَّـمـوَاتِ وَ اْلاَرْضَ وَ لاَ يَــؤُدُهُ حِفْـظُــهُمَا وَ هُـوَ
الْعَــلِيُّ الْـعَـظِــيمُ
“Allah Teâlâ´dan başka bir ilah yoktur.
Hayy ve Kayyum olan O´dur. O´nu uyuklama, uyku
tutmaz. Göklerde ne varsa, yerde ne varsa hep O´nundur.
O´nun izni olmaksızın, yanında şefaat edecek
olan kimdir?
O yaratıklarının geçmişleri ve gelecekleri ne varsa
hepsini bilir. O´nun yaratıkları O´nun dilediğinden başka, O´nun bilgisinden
de, bir şeyi kavrayamazlar.
O´nun kürsüsü göklerden ve yerden daha geniştir.
Göklerin ve yerin korunması ona ağır gelmez. En yüce
ve en ulu olan da ancak O´dur. (Bakara 255)
Ayet-el Kürsi Açıklaması
Allah Teâlâ´dan başka bir ilah yoktur.
Hakikatte O´ndan başka mabut yoktur. Kulların kabul
edip etmemesi O´nun ilâhlığına bir engel teşkil etmez. Onların kabul etmesi
belki kendi menfaatlerine olduğu, muhakkaktır. Allah Teâlâ kendini her şeyde
açıkça gösterir. Fakat kullarda inansın diye zorlamaz ve inanmayana da
cezalandırmada acele etmez. Çünkü büyüklüğünün gerçek göstergesi acizlere acele
tedip ve ceza verilmemesidir. [37]
Hayy ve Kayyum olan O´dur. O´nu uyuklama, uyku
tutmaz.
Hayy, ezelden ebede bütün hayat O´nundur. O, olmasaydı, ne
vücut ne de hayattan eser olurdu.
Kayyum, kendine yeten ve diğer eşyaya da hükmeden demektir.
Bunda eşyanın bekasının olmadığı, Allah Teâlâ katında fanî olduğuna lafzen dahi
bir îma vardır.
Bu isimlerde İsm-i Âzam´ın sırları olduğu da
söylenmiştir. O öyle bir Hayy-ül Kayyum´dur ki, O´nu ne gaflet basar, ne uyku,
devamlı her şeyi bilen ve haberdar olandır. Kâinatta ne varsa O´nundur.
Görünür görünmez her şey O´nun mülküdür, Her şeyin sebebi O, her şeyin gayesi
yine O,dur.
O´nun izni olmaksızın, yanında şefaat edecek
olan kimdir?
Allah Teâlâ´nın mülkü olan, bu mahlûkattan kimin
haddine ki, Allah Teâlâ´nın izni olmaksızın huzurunda şefaat edebilsin.
Allah Teâlâ´nın emri olmadan kim birinden şefaat dilenebilsin. O´nun emri
olmadıkça kim ki, korkmadan şefaate kalkabilsin. Meğerki Allah Teâlâ dileyip
de, hususî veya umumî şefaatte bazılarına yetki vermiş olsun.
Allah Teâlâ´dan şefaat umulamaz değildir, fakat o da
herkesten önce O´nun kendi tasarruf yetkisi altındadır. O´nun emri ile
şefaat kapısı açılır ve şefaate izinli olanlar, kendi dilediklerine göre değil,
yine Allah Teâlâ´nın dilediklerine şefaat edebilirler. Bundan anlaşılıyor ki,
Allah Teâlâ düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi için bir Allah dostu
bulabilmeleri ve şefaatçi olabilmelerine asla ihtimal yoktur. Şefaat izni
çıktığı zaman en umumî surette şefaat edecekler, başında Hz. Muhammed Mustafa
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz bulunacaktır. Çünkü Makamı Mahmud´un
sahibidir.
O yaratıklarının geçmişleri ve gelecekleri ne varsa
hepsini bilir.
Çünkü Allah Teâlâ yukarılarını aşağılarını,
önlerindekini ve arkalarındakini, geçmişlerini, geleceklerini, bildiklerini ve
bilmediklerini bilir, O´nun ilminden gizli hiç bir şey yoktur.
O´nun yaratıkları O´nun dilediğinden başka, O´nun
bilgisinden de, bir şeyi kavrayamazlar.
Onlar ise, O´nun bilgisinden, hiç birini ihata
edemezler, ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. Her hangi bir şeyde
az bir tasarrufa, kimin salahiyeti olabilir, meğerki O´nun sevgililerinden
olsun. Hâlbuki mülk Allah Teâlâ´nındır.
O´nun kürsüsü göklerden ve yerden daha geniştir.
Allah Teâlâ´nın saltanat ve tecelligâh hüküm yeri olan
kürsîsi, yerler ve göklerden geniş yer tutmuştur. Yerlerde ve
göklerdeki bütün mahlûkat, içinden dışından hep bu kürsî ile çevirtilmiş, her
birinin varlığı onun içindedir. Hiç bir nokta bulunmaz ki, orada kürsî´nin
hükmü geçerli olmasın. İnsanlar O´nun Yerleri, Gökleri içine alan kürsîsini
nasıl idrak edebilirler.
Göklerin ve yerin korunması ona ağır gelmez.
İnsanlar kendilerince yerin küçük bir parçası üzerinde
bile bir devlet ve hükümet kurup, idare ve muhafaza etmenin ne kadar zor bir
şey olduğunu bilirler. Kürsinin muhafazası ve bekası Allah Teâlâ´ya ağır da
gelmez. O´nun için bu hiç bir şey değildir.
En yüce ve en ulu olan da ancak O´dur.
Çünkü Allah Teâlâ büyüktür. Âli ve azîm ancak
O´dur. Bunu bilmeyen ise, bedbahttır.
Ayet-el Kürsi´nin Fazileti
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki;
“Ya Ali! (radiyallâhü anh) bu ayeti kim okursa;
Allah Teâlâ o saat bir Melek gönderir ertesi güne
kadar iyiliklerini yazar ve günahlarını siler.
Bu ayet bir evde okunursa, şeytanlar onu otuz gün
bırakırlar.
Kırk gün evine sihirbaz kadın ve erkek giremez.
Bunu evladına ve ehline ve komşularına öğret bundan
büyük bir ayet nazil olmadı.”
“Her kim beş vakit namazın, her birinin arkasında
ayet-el kürsî´yi okursa onu ölümden başka cennete girmekten men edecek hiç bir
şey kalmaz, yani ölünce doğru cennete gider, ona ancak sıddık veya abid olanlar
devam eder.
Bunu her kim yatağına yatarken okursa Allah Teâlâ O´nu
kendisine ve komşusuna, komşusunun komşusuna ve etrafındaki hanelerine eminlik
kılar”
حـمۤ حـمۤ حـمۤ حـمۤ حـمۤ حـمۤ حـمۤ
“Hâ Mîm.”
Kur´anı Kerim´de yedi adet vardır. İsm-i Âzam sırları
vardır.
Bu isimlere yemin olsun, demektir.
Bu isimler Muhafaza için zikir edilir. Yedi defa
okunması ile yönler ve iç dünyamız muhafazaya alınır.
Kutsî Dua Bahâiyye okunmasında okuyana zarar verecek,
her türlü halden korur. Çünkü dualardan çıkan şualar yakıcı olduğu için
koruyucu kalkanların olması gerekir. Çünkü manevî değerler maddî değerlerden
etkin ve kuvvetlidir.
حُمَّ اْلاَمْرُ
“Emir tamam oldu.”
Kulun yapacağı işlerde olan, iyilik ve kötülük belli
oldu. Buna göre kulun istikameti bellidir. Yani din esasları ile sağlam ve
kesinleşmiştir.
Emir´in tamamlanması beşeri âlem için yazılmış kaderin
levh-i mahfuzda tespit edilmesi demektir.
Hz. Ebu Hureyre (radiyallahü anh) anlatıyor:
“Ey Allah'ın Resulü dedim, ben genç bir insanım,
günahtan korkuyorum, evlenecek maddî imkân da bulamıyorum, hadımlaşmayayım mı?” dedim.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bana cevap
vermedi. Ben bir müddet sonra aynı şeyi tekrar söyledim. Yine cevap vermedi.
Sonra buyurdu ki:
“Ey Ebu Hureyre!
Senin karşılaşacağın şey hususunda artık kalem
kurumuştur. Bu durumda ister hadımlaş ister bırak.” (Buharî)
وَ جـۤاءَ ٱلــنَّصْـرُ
“Allah Teâlâ´nın yardımı geldi.”
İnsan kulluğunu idrak edince Allah Teâlâ´nın yardımı
üzerinedir. Allah Teâlâ Levh-i Mahfuz´da kendisinin ve sevgilisi Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem´in yolundan gidenleri koruyacağına teminat
vermiştir.
“Allah Teâlâ iman edenlerin velisidir. Onları
zulmetlerden nura çıkarır.” (Bakara 257)
فَعَلَيْناَ لاَ يُنْصَروُنَ
“Düşmanlarımız üzerime galip gelemezler.”
Düşmandan kasıt nefislerimizdir. Şeytan bu yol
salikinin karşısında engel değildir. Nefisten gelen fırtınalar yanında şeytan
âcizane bir yaratıktır. Kullara tasarruf sahibi olan nefis, terbiye
edildiğinde, ancak bütün meseleler çözüme kavuşur.
Savaşmadan yiğitlik aşikâr olmaz.
حــــمۤ تَـنْــزِيلُ
الْكِتَابِ مِنَ ٱللَّهِ الْـعَـزِيزِ الْـعَلِيـمِ غافِرِ ٱلـذَّنـــْبِ وَ
قابِلِ ٱلـتَّـوْبِ شَدِيدِ الْعِقابِ ذِى ٱلطَّـوْلِ لاۤ اِلهَ اِلاَّ هُوَ
اِلَــيْهِ الْمَصِيرُ
“Hâ Mîm.”
“Kitabın indirilmesi, mutlak galip, hakkıyla bilen
Allah Teâlâ tarafındandır.
Günahı bağışlayan ve tövbeyi kabul eden, azabı
şiddetli olan geniş ihsan sahibi bulunan Allah Teâlâ tarafındandır.
O´ndan başka ilâh yoktur. Dönüş ancak O´na dır. (Mümin
2–3)
Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“حــــمۤ”
ler yedidir. Cehennemin kapıları da yedidir. “حــــمۤ” lerden her biri gelir, o kapılardan
birine durur da: Allah Teâlâ´m, bana iman edip de beni okuyanı bu kapıdan sokma
der”
“Her kim Ayet-el Kürsî ve …..حــــمۤ تَـنْــزِيلُ الْكِتَابِ” yi sabahleyin
okursa akşama kadar onlarla mahfuz olur ve akşamleyin okursa sabaha kadar
onlarla mahfuz olur.”
يَـفْـعَـلُ ٱللَّهُ ماَ
يَشـۤاءُ بِـقُدْرَتِه
“Allah Teâlâ kudreti ile dilediğini yapar.”
وَيـَحْكُمُ ما يُرِيدُ بِعِـزَّتِـهِ
“İzzeti ile dilediği şekilde hüküm eder.”
“Bir kimse Çarşamba gününden başlayarak üç gün sabah
namazından sonra 1000 adet besmele çeker, 100 adet
يَـفْـعَـلُ ٱللَّهُ ماَ
يَشـۤاءُ بِـقُدْرَتِهِ وَيــَحْكُمُ ما يُرِيدُ بِعِـزَّتِـهِ
Okuyup Abdülkadir Geylânî (ks) hediye etmelidir. Cuma
sabahı ise hediyeden sonra ayağa kalkıp himmet için tazim eyleyip üç adım
atarak dileğini söylerse, muradına kavuşur.”
Çok kişiler tecrübesi ile sabit olduğu görülmüştür.
وَ لامـُنـَازِعَ لَهُ
فيِ جَــبَـرُوتـِه ِ
“Kahır ve kudretine karşı itiraz edecek yoktur.”
Hükmederken itiraz edecek olmadığı gibi, münakaşa edip
görüşüne karşı çıkacakta yoktur.
وَ لاشَـرِيكَ لَه فيِ مُلْــكِهِ
“Mülkünde ortağı yoktur.”
Dilediği gibi tasarruf eder. Yaratmak ve emir
kendisine aittir. Görülen ve görülmeyen her şeyde hükmü caridir. Kulları
dileğine bağlı kılmıştır. Onlara irade verse de, murat ve irade O´nundur.
سُبْحانَ ا ِ
“Zat-ı´na yakışmayan her şeyden Allah Teâlâ´yı tenzih
ve takdis ederim.”
وَ بِحَمْدِهِ
“ Zat-ı´na layık şekilde hamd ile teşekkür ederim.”
Allah Teâlâ´yı hamd ile tesbih ederiz. Çünkü O buna
layıktır.
لا قُـــوَّةَ اِلاَّ باِِ
“Kudret yalnız Allah Teâlâ içindir.”
Kullara yardım ancak Allah Teâlâ´dan gelir.
مَا شـۤاءَ ٱللَّهُ كانَ
“Olacak her şey Allah Teâlâ´nın dilemesidir.”
Çünkü O dilemeden bir şeyin olması mümkün değildir.
وَ مَا لَمْ يَـشَـأْ لَمْ يَكُنْ
“Allah Teâlâ´nın dilemediği şeyde olmayacaktır.”
Kul ister dilesin, ister dilemesin; muhakkak görüş ve
dileme O´na aittir. Çünkü O, Allah Teâlâ´dır.
Terbiye yolunun talebesine ise dilek yoktur. Emirlere
itaat vardır. O emirler, din dairesinden gelir. Neticede bilir ki, kendi görüşü
boşa çaba gibidir. Çünkü Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Ey kulum, bir işe niyet edersin, Ben de niyet ederim.
Muradının olması için, mihnet ve meşakkat çekersin. Neticede Ben´im dediğim
olur”
Bu kısa ömürde istek sahibi olmak yerine, Allah
Teâlâ´ya teslim olmak en çıkar yoldur. Yol açık ve kesindir.
İsteksiz olanların isteği Allah Teâlâ´dır.
Hz. Ali kerremallâhü veche buyurdu ki;
“Günlerin en güzeli Allah Teâlâ´nın dilediği şekilde
Allah Teâlâ´ya gidileni gündür”
أَعْـلَــمُ اَنَّ ٱللَّهَ عَـلى
كُــلِّ شَـئٍْ قََــدِيرٌ
“Biliyorum ki, Allah Teâlâ´m Sen her şeye kadirsin.”
Bu bilmek iman etmekle aynı bilmedir. İman ediyorum,
kalbim Sen´in her şeye kudretinin yeteceği üzeredir, demektir.
وَ اَنَّ ٱللَّهَ قَدْ اَحاطَ
بِكُلِّ شَىْءٍ عِلْـماً
“Biliyorum ki, muhakkak Allah Teâlâ´nın ilmi, her şeyi
kuşatmıştır.”
Olan şeyler, başıboşluk olmadan Allah Teâlâ´nın
tasarrufun etkisinde meydana gelir. Eğer ki bir kul, bu imana erişmez ise,
hayatın gerçeğini anlayamaz.
Allah Teâlâ´nın ilmi ve tasarrufu cebrî olmayıp,
rahmet yönüyledir. Eğer kullara ferdi tasarrufu verse idi, âlemin düzeni hemen
bozulurdu. Allah Teâlâ her şeyin en iyisini bilir.
اَللَّهُمَّ لا تَـقْـتُـلْـنـَا
بِغَضَبِكَ
“Ey Allah Teâlâ´m, bizi gazabınla öldürme.”
Kullar ölüme mahkûmdur. Fakat bu netice rahmet
kapısından olmaz ise, feci sondur. Güzel ölüm istemek gerekmektedir.
وَ لا تُـهْلِـكْنـَا
بِمَثُــلاَتِـكَ
“Allah Teâlâ´m, bizi ukubet ile öldürme.”
Biz her türlü cezaya layık olsak ta, helak ederek
cezalandırma. Ölümün en güzelini, bize nasip kıl, demektir. Nice ümmetler
normal ölümle değil, helak olarak yok olmuşlardır.
وَ عَافِناَ قَـبْلَ ذَالِكَ
“Bunlardan önce, afiyetini ver.”
Allah Teâlâ bu saydıklarımızdan önce tövbe ve
yardımını inananlara indirir. Dünya ve ahiret saadetini ihsan eder. Eğer bu
yardım gelmez ise, muhakkak helak olur.
Afiyet´ten murat, gönül bilgisidir. Çünkü Allah Teâlâ´nın
sırlarından bir sırra ulaşan afiyetten bir pay almış demektir. Dünya ve ahiret
saadeti bundan başka bir şeyde değildir.
Mesela zalime, uzun ömür, cefa iken; mümine uzun ömür
saadettir. İkisi de uzun ömürdür.
Mümine, her musibetin hayırlı gelmesi de ayrı bir
afiyet sebebidir. En büyük sıkıntı ölüm anındaki imanın muhafazasıdır.
Şah-ı Nakşibent (ks) Efendimiz, ömrün son demine
dikkat çekmiştir.
Her şeyde sonuç önemlidir.
سُبْحانَ اْلـمَــلِكِ اْلــقُـدُّوسِ
“Melik ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah
Teâlâ´yı tesbih ve tenzih ederim.”
Ulu, kudret sahibi ve Kutsî Rabb her şeyden
münezzehtir. Kendisine layık olan şeyler, kendisince malumdur. Kullar ancak
bildirdiği kadarını bilebilir.
سُـبْحانَ ذِى اْلمُــلْكِ وَ
اْلمَــلَــكُوتِ
“Gayb ve şahadet âleminin sahibi Allah Teâlâ´yı tesbih
ederim.”
Allah Teâlâ tesbih ve tenzih edilmeye layıktır.
Melekût âlemi, nasut âlemi ve birçok âlemin Rabb´i Allah Teâlâ tesbih edilmeye
layıktır.
Bir şeyin sahibi olmak tasarruf etmek demektir. Allah
Teâlâ mutlak tasarruf sahibidir
سُـبْحانَ ذِى اْلـعِـزَّةِ وَ
اْلـعَـظَـمَتِ وَ الجْــَـبَـرُوتِ
“Kahır ve kudret sahibi, galip ve büyük olan, Allah
Teâlâ´yı tesbih ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ, kulları üzerinde tasarrufu zevalsizdir.
Bu ifadeler tarifi mümkün olmayan ancak Allah
Teâlâ´nın zat-ı tarafından bilinen gerçeklerdir. Bize düşen O´nu, O´nunla
bilmek ve takdis ve tenzih etmektir.
سُـبْحانَ اْلـمَـلِكِ الْـحــَيِّ
ٱلَّذِي لا يَنـَامُ وَ لا يَـمُوتُ
“Tesbih ettiğim Melik´imiz uykusu olmadan, ölümsüz
hayatı olan, Allah Teâlâ tır.”
Hayat maddî âlem için izafidir. Allah Teâlâ için
hakikidir. Allah Teâlâ önü ve sonu olmayan, yaşamak için bağı bulunmayan
kudrettir. Mahlûkatın yaşamı ve ölümü de O´na aittir.
سُـــبُّوحٌ قُدُّوسٌ رَبـُّنـَا وَ
رَبُّ اْلمَلــۤـئِكَةِ وَ ٱلرُّوحِ
“Ruhun, meleklerin ve bizlerin Rabb´i, Mukaddes
olduğun gibi, tesbih ve tenzihe de layıksın.”
RUH BİLGİSİ
Ruh, Allah Teâlâ´nın mahlûkatına
benzemeden yaratıp yüceliği tarafından bildirilmiş hususi bir mahlûktur.
Ruh, Allah Teâlâ´nın bir emridir veya bizlerin
melekleri görmediğimiz gibi, meleklerin de göremediği nasıl olduğu
anlaşılamayan, anlatılamayan âlemden olan bir mahlûktur.
Ruh, cesedin hayatının devamına sebep olan sır, Allah
Teâlâ´ya mahsus, ilişkisi en kuvvetli bir mahlûktur.
Ruhun en büyük özelliklerinden biri, mekânsız olmasıdır.
Gerçi Allah Teâlâ´nın mekânsız olmasına nispetle mekânlıdır. Allah Teâlâ´nın
varlığı mertebesindeki bilinmezliğe göre ruh bilinenin ve anlatılabilinenin ta
kendisi olmaktadır. Sanki ruhlar âlemi, bilinmeyen mertebesi ile âlem
arasında bir geçittir.
Ruhun hakikatini bilenler azdır.
Bu ilmi bilenler, az olmakla beraber, kendilerine
açılmış olan ruh bilgisini de, açıkça anlatamayıp, insanların yanlış
anlamasından korkarak toplu ifade ile yetinmişlerdir. Çünkü ruhla ilgili
mertebe ilâhi görünüşlere benzer olduğundan, arasındaki fark çok incedir. Bu
konuda doğru olan öz olarak beyan etmektir. Ruhun hakikatini olduğu gibi
açıklamak inkâr ehline benzemek gibi olur. Çünkü dünya âlemi bilgileri bu
konuda yetersiz kalmaktadır.
Allah Teâlâ hissiz, hareketsiz olan, hiçbir şeye
yaramayan, karanlık ceset ile maddesiz, zamansız ve mekânsız ruhu, birleştirip
ve bir arada bulundurdu.
Ruh bu bedene gelmeden önce, mukaddes âlemi biliyordu.
Bedene gelince, bu bilgisi kalmadığından, yolun büyükleri, ruha eski bilgisini
hatırlatacak bir yol aradılar. Bu şekilde ruh, bedende kaldıkça, o ilâhî makama
yönelen kalple olmuştur. Ruhun hedefe yönelmesi, kalbin yönelmesine
yerleştirilmiştir. Kalbin yönelmesiyle, nefis ve ruh da yönelmiş demektir.
Ceset ruhtan sayısız kemalat edindiği gibi, ruh da cesetten büyük menfaatler
kazanmıştır.
Buna göre ruhun da beden sayesinde işitmesi, görmesi,
konuşması, bedenî hale girmesi ve madde âlemine uygun olan işleri yapmasıdır.
Ruh, bütün mertebe ve ona tabi olanlarla birlikte
yükselme kabiliyeti olsa da, bedenin terbiyesi çok zor olduğundan, maddi âleme
ihtiyacı vardır. Bunun için ruhun, madde ve mana âlemine de yakınlığı
olmaktadır.
İnsanın ruhu, bu gördüğümüz ceset ile birleşmeseydi,
terakki edemez ve ilerleyemezdi. Kendine mahsus makamda, derecede bağlı
kalırdı. Cesetle birleştikten sonra, yükselebilmek özelliği ve kuvveti
kazanmıştır. İnsan bu özellikleri ile melekten üstün ve şerefli olmuştur.[38] Fakat nefis, terbiye olduktan
sonra, beşeri sıfatlar kaybolmayıp kendisinde bırakılmıştır. Çünkü bunda birçok
fayda vardır. Eğer sıfatları yok olsaydı, insan, yüksek derecelere
ilerleyemezdi. Ruh, melek gibi olur ve sabit makamında kalırdı. Ruh, ancak
nefse uymamakla yükselebilmektedir.[39]
Nefiste azgınlık olmasaydı, ruh nasıl ilerleyebilirdi.
Ruh, her şeyden daha latif ve madde bile olmadığından,
her ne ile birleşirse onun haline, şekline ve rengine girer.[40]
Ruhlar bedenler yüzünden aşağılanırken, bedenler
ruhlar ile yücelmektedir. Ancak eşlerin birbirine benzemesi lazımdır. [41] Biri farklı olursa ikisi de işe
yaramaz.
Ruhun bedenle olan ilişkisi, ceset için düzelmenin ve
iyiliğin kaynağı, ayrıca yaşam kaynağını teşkil etmektedir. Bu ilişki
olmasaydı, beden tamamen şer ve noksanlık yeri olurdu.
Çünkü dünyevî haller iki türlüdür:
Birisi bedenin, ikincisi ruhun halleridir.
Binaenaleyh, ruh ile ceset, birbirinin aksidir. Bedene
hoş gelen her şey, ruha elem verir. Bedeni inciten her şey, ruha tatlı gelir.
Ancak dünyada ruh, beden derecesine düşmüş ve cesetle birleşmiş, kendini bedene
kaptırdığından bir karmaşa meydana gelmiştir. Ruh, nefis halini almış, ona
lezzet veren şeylerden lezzet duymağa ve cisme acı gelen şeylerden elem duymağa
başlamıştır. İşte cahil halk böyledir.
Bu anlatılanlardan, ruhun, nefisle birleşmiş olduğu,
hatta kendisini unutup, nefis halini almış olduğu anlaşılır. Ruh, bu halde
kaldıkça, nefsin bütün halleri ile hallenir. Eğer, ruh, nefisten yüz çevirip
Allah Teâlâ´yı severse, nefsin kötü hallerinden kurtulur.
Ruh, ölümden önceki ölümle cesetten ayrılınca, terbiye
olmuş kimse ruhunu ne bedeninin içinde, ne dışında, ne bedenine bitişik, ne de
ayrı olarak bulur.
Beden terbiye olunca, diğer unsurlar ile[42], Allah Teâlâ´ya yönelerek, bütün
varlığı ile cesedin aşağılık sıfatlarından yüz çevirir. Bedende bütün varlığı
ile kulluk makamına yönelir. O halde ruh, mertebeleri ile birlikte, Allah
Teâlâ´dan başkasını görmekten ve bilmekten tamamen ayrılır. Bedende
dolayısıyla tamamen kulluk makamında kuvvet bulur.
Ruh Terbiyesinde olan yanılmalar
Ruh her iki âlem açısından incelenebilir. Hiçbir şeye
hiç benzemeyen Allah Teâlâ ise böyle değildir. Bundan dolayı kul, ruhun bütün
makamlarını geçmedikçe, hakikate varamaz. Büyüklerinden birçoğu, ruh makamına
varınca, onu Arşın üstünde bulmuşlar. Ruhun maddelere benzememesini, Allah
Teâlâ´nın varlığına karıştırmışlar. Ruh makamının bilgilerini, marifetlerini,
ince, gizli şeyler zan edip, Allah Teâlâ´nın Arş üstünde istivasını anladık
demişlerdir. Hâlbuki onların gördükleri nur, ruhun nurudur. Fakat o halin
yanlış olduğu da sonradan anlaşılır.
Eğer Allah Teâlâ doğru yolu insana göstermezse kendini
bu makamdan kurtaramamaktadır.
ALLAH TEÂLÂ |
RUH |
|
Madde değildir ve benzeri yoktur |
|
Madde değildir. |
Mekânsızdır |
|
Mekânsızdır |
Allah Teâlâ´nın âlem ile beraberliği Ne içindedir,
ne dışındadır. |
|
Ruhun bedene bağlılığı, ne bitişiktir, nede ayrıdır. |
Allah Teâlâ, bilinemez, nasıldır denilemez |
|
Allah Teâlâ, insanın ruhunu bilinemez, nasıldır
denilemez olarak yaratmıştır. |
Âlemi varlıkta durduran, Allah Teâlâ´dır. |
|
Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur. |
Allah Teâlâ anlaşılamayandır. |
|
Ruh nasıl olduğu anlaşılmaz olarak yaratılmıştır. |
اَللَّهُمَّ عَلِّمْنـَا مِنْ
عِلْمِكَ
“Allah Teâlâ´m ilminden, bize ilim ver.”
İlâhi İlim, satır ilmi olmayıp, sadır (göğüs) ilmidir.
Nübüvvet ve velâyet yolu ile gelir. Bu ilmin taliplisi çok olduğu kadar,
kavuşanı da azdır.
İlim sayesinde insan kendini muhafaza ettiği gibi
mükâfatını da çok görür. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki:
“Âlimin günahı bir günahtır. Cahilinki iki günahtır.
Âlim, günaha düşmesi ile azap olunur. Cahil ise hem günaha düştüğü, hemde
öğrenemediği için azap olunur.” (Ramuz)
Her şeyi bilip öğrenmelidir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´e vahiy ve melek
ile gönderilen ilimler, büyüklere ilham ile bildirilmektedir. Bu iki ilim
arasındaki fark, yalnız, vahiy ve ilham arasındaki farktır. Vahiy doğrudur.
İlham ise, zan ile karışıktır. Çünkü vahiy, melek ile gelir. Melek ise masum
yaratılmıştır hata yapamaz.
İlhamın yeri terbiye olmuş olan kalp ise de,
akıl ve nefis ile birlikte bulunduğu için, yanılabilir. Ancak ilham yolu ile
gelen bilgiler, kerametlerin en büyüğüdür.
وَ فَــهِّمْنـَا عَـنْكَ
“Katından anlayış ver.”
Nice ilim ehli vardır ki, ilim ona yük olur.
Faydasızdır. Çünkü anlayış yoktur. Öyle ilim sahipleri de vardır ki, az
ilimleri olmasına rağmen fetânet sahibi olmaları yüzünden, yüksek derecelere
erişmiştir.
Hal ehli çoktur, makam ehli çok azdır.
Anlayışa örnek olarak Hz. Ali kerremallâhü vechenin
bir sözü çok manidardır.
“İnsanlar sondan korkar, ben ise başlangıçtan
korkarım”
وَ قَــلِّـدْنـا بِصَمْصَامِ
نَصْرِكَ
“Rabb´im, keskin kılıç gibi olan yardımını, boynumuza
tak.”
Boyunda asılı olan silah, görene korku, sahibine güven
verir. Allah Teâlâ´nın yardımı kulda, her şeye karşı, emanlık olduğu gibi,
sahibine de Allah Teâlâ´yı hatırlatan nişane olur. Onu gaflete düşürmez.
Yardımın boyunda asılı olması ise, kulun en zayıf bölgesi olmasındandır. Hayat
boyundan dağılır. İrade boyundadır.
Onun için Boyun büktü, iradesini teslim etti
demek manasına gelmektedir.
اَللَّهُمَّ اجْعَلْـنا لَـكَ
شَاكِراً
“Allah Teâlâ´m, Sana karşı bizi şükür edici kıl.”
Allah Teâlâ şükür ehline nimetlerini artırır. Nimet
vermek istediği kulada, bu hali vererek, onun daha fazla nimete gark olmasını
sağlar. Şükür halini kazanmakta ayrı bir nimettir.
Allah Teâlâ´ya ibadet edebilmek için, O´ndan başka
şeylere kul olmaktan kurtulmak, kalbini O´ndan başka hiçbir şeye bağlamamak
lazımdır. Bunun da belirtisi, O´ndan gelen nimetler ile sıkıntıları birbirinden
başka türlü düşünmemek lazımdır. Her hal üzere şükür etmek gerekir.
Ancak O´nun nimetine kavuşmak yani cennete girmek ve
azabından kurtulmak için yapılan ibadet, nefse tapınmaktır ki, bu çalışma kendi
kurtuluşu ve rahatlığı için çalışmak olur. Neticesi üzüntüdür.
Her şeyde Allah Teâlâ´nın rızasını aramak gerekir.
وَ لَكَ ذاَكِراً
“Allah Teâlâ´m, Sen´i zikreden ve hatırlayan kıl.”
Kulun Allah Teâlâ´yı zikir etmesi, Allah Teâlâ´nın
kulu zikretmesidir.
Zikirden düşmek Allah Teâlâ´dan ayrı kalmak demektir.
Sevdiğini anan, bir zaman sonra sevgiliyi kendine celp eder.
Kullar ezelde Rabb´i tarafından anılmıştır. Bugün ise
biz, bu anılmanın ve verdiği aşk ile o günü yâd ediyoruz.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in buyurdukları
gibi;
“İnsan bir şeyi severse daima onu yâd eder”
“Allah Teâlâ´yı öyle zikredin ki size deli desinler”
“Her taş ve ağacın altında zikret sana mürâi desinler” (Râmuz)
Kul Allah Teâlâ´ya öyle zikir etmelidir ki; Çocuğun
annesine, kızsa bile yine sarılması gibi olmalıdır.
وَ لَكَ رَاهِباً
“Allah Teâlâ´m, Sen´i kaybetmenin korkusunu ver.”
Korku; kavuşulamayacak ayrılıktır.
Kul, Allah Teâlâ´dan ayrı düşmemek ve yakın olmak için
gayret etmelidir
Ayrılık, kul tarafından olursa dönüşü vardır. Fakat Allah
Teâlâ tarafından olursa en büyük tehlikedir. Duada geçen ayrılık Allah
Teâlâ´nın kuldan ayrılmasıdır.
Allah Teâlâ Müslüman kulundan hiçbir zamanda
ayrılmamıştır. Ancak, mecazî ilâhî ayrılıklar vuslat sebebidir. İnsanda bu
ayrılığının karşılığını görecektir. Önemli olan ayrılığı sermaye kılmaktır.
Ayrılığı kul kendine kazançlı kılmak için, dönüşü muhakkak olacak vuslat
görmelidir. Ayrılık aşkı doğurur. Aşk, olgunlaşmanın güneşidir. Ayrılılık
aşkın alevlenmesine sebep olmaktadır.[43]
Dinle neyden kim hikayet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede
Güneşi görmemiş meyve ham kalır. Yenecek hale gelse
bile tadında acılık vardır. Ayrılık kemal mertebesine ulaşma sebebidir. Hz.
Mevlana´nın dosttan ayrılığı koca bir mesnevinin yazılmasına sebep olduğu gibi,
derdini anlatırken de binlerce insana hidayet vesilesi olmuştur.
وَ لَكَ مِطْوَاعاً
“Allah Teâlâ´m, Sana rağbetimi artır.”
Bu aslında fıtrattan gelen bir husustur. İradesizce
yönelme olur ki, nasıl olduğunu insan bilemez. Ezelde O´na yar olanlar, bugünde
O´nun iştiyakı ile yanar dururlar. Böylece kul itaatı ile Allah Teâlâ´ya
yaklaşır. Amellerin artması ile gönüldeki paslar silinir. Gönül temizlenince
misafir haneye teşrif eder.
Allah Teâlâ, “Yeryüzüne ve göğe sığmam. Fakat mümin
kulumun kalbine sığarım” buyurdu. [44]
وَ لَكَ مُخْبِتاً
“Allah Teâlâ´m, Sana karşı tevazulu kıl.”
Bu tevazu korku ile karışıktır. Bazı tevazularda
emniyet vardır. Kul ise tevazu ederken, acaba Rabb´im benden incinir mi diyerek
korku üzerine olmalıdır. Bu korku gazap korkusu değil, sevgideki korkudur.
Allah Teâlâ´nın dini üzere bulunanlar O´nun
gölgesindedirler. Onlar için bir korkuda yoktur.
وَ اِلـيَْكَ اَوَّاهاً
مُنِيبًا
“Allah Teâlâ´m, her şeyden Sana ağlayarak geldim.”
Gafletten huzuruna, günahlardan itaatına, varlıktan
yokluğuna, sevmediğin her şeyden sevdiğine, ağlaya, ağlaya kapına yüz tuttum,
demektir.
Ağlamak rahmeti celp eder. Ağlamak acizliğin temsilidir.
Gururu yok eder. Gurur Allah Teâlâ´nın sevmediği şeylerden olup terk edilmesi
gerekli şeylerdendir. Gururu terk edip, kapıya ağlayarak geleni kovmak
büyüklüğün şanına yakışmaz.
Dünya, asıl itibarı ile ağlamak makamındadır.
Ayrılığın acılarını onda buluruz. Çünkü maddî âlemin temsili olarak
gösterilmesi, ilâhî âlemden dünyayı ister istemez ayrı düşürmüştür. Fakat garip
olan taraf maddî âlem ilâhî âleme bulma sebebi olması da sırrın saklandığı
ceviz kabuğu gibidir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem “çok ağlayın
az gülün”, “Kur´anı okurken ağlamaklı okuyun”, “Âdem aleyhisselâm
yaratılırken üzerine kırk gün keder yağmurları yağdı” buyurması çok
manidardır.
Ağlamak özün titremesidir. Allah Teâlâ´ya yakın olmak
isteyen, O´nu hüzünde aramalıdır. Çocuğun kendine baktırmak için annedeki
merhameti dışarı çıkmasını ağlayarak sağlar. Dualar ağlayış pınarları ile
beslenirse icabet mutlaka vacip olmuştur.
اَللَّهُمَّ تَـقَـبَّـلْ تَوْبَـتَنـَا
“Ey Allah Teâlâ´m, tövbemizi kabul buyur.”
Allah Teâlâ´m kabul olan tövbeyi bize nasip et.
Tövbenin kabul olunması demek bir daha o günahı işleyecek güç ve dönüşün Allah
Teâlâ tarafından mani olunmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ bir kulunu tövbe ettirirse
onu koruması altına almış demektir. Tövbe yönelmek olduğundan, yönelen kişiyi
en iyi muhafaza eden ancak Allah Teâlâ´dır.
وَ اَغْسِلْ حَـوْبــَتَنـَا
“Ey Allah Teâlâ´m, günahlarımızı yıka.”
Allah Teâlâ´m günahlarımızı suyun kiri, yok ettiği
gibi, üzerimizden ayır, demektir.
İlâhi feyizler bir şadırvan gibidir. Suyun etrafında
dolaşmak ile temizlenemeyeceği için tövbe denizine dalmak gerekir. Susuzluk
derdine düşenler kendilerine düşeni almak için, suya kimi ağzını kimide
kovasını uzatır. Eğer şadırvana rağbet etmez ise akan sudanda istifade etmek
mümkün değildir.
Yıkanmak ferahlık verdiği için, tövbenin kabul
olunduğu, kul tarafından bilinmesi, ferahlama sebebidir. Tövbe etmekten çok,
kabul edildiğini bilmek, kula neşe kaynağıdır.
Hataların arkasından gelen tövbe ve istiğfar, yalnız o
zulmet ve bulanıklığı değil, onlar gibi daha nice eksik yönleri temizler ve
nice yükselişlere sebep olur.
وَ سَدِّدْ مَقاَوِلَناَ
“Ey Allah Teâlâ´m, sözlerimizde bizi, sabit kıl.”
Allah Teâlâ ve kullar arasında itibar ve sevginin
artışı, kulun sözlerinde doğru olmasıdır. Yalan, noksanlık ve ayrılık getirir.
Verilen sözde durmak için, içle dışın aynı olması gerekir. Eğer biri diğerinden
eksik veya fazla olması yalancılık ile eşdeğerdedir. Müslümanın büyük
günahlardan ancak yalan işle birlikte olmayacağı Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
selem tarafından beyan edilmiştir. Yalanı olmayan hal eksikleri ile de Allah
Teâlâ tarafından kabul edilir. Çünkü beşer hata işlemeye uygun yaratılmıştır.
Fakat nice kullar vardır ki, günaha dönmek istemişlerse de, Allah Teâlâ onları
yalnız bırakıp perişan etmemiştir.
Şah-ı Nakşibent (ks) Efendimiz “bize biri teslim
olduğunda onu temizlemeden Allah Teâlâ´ya teslim etmeyeceğimize söz verdik” buyurdular.
Bir kulun böyle bir iddiası olursa, gerçek teslimiyete kavuşan, Allah Teâlâ
tarafından sevilmeye layık olur.
وَاسْلُلْ سَخيِمَةَ صُدُورِناَ
“Ey Allah Teâlâ´m, göğsümüzden karanlığı çıkar.”
Göğsümüzden karalığı, kötü ahlakı, düşünceyi,
duyguları ve sevmediğin şeyleri kılıcın kınından sıyrılması gibi ayır,
demektir.
Kulun yapısında ki, şerre meyil Allah Teâlâ´ın yardımı
olmadan, bir şekilde tedavi olamaz.
Hz. Ömer radiyallâhü anh buyurdu ki; “İnsan on
şeyden yaratılmıştır. Dokuzu hayır, biri şerdir. Kendi haline bırakılırsa
hayırları şerrine tabi olur.”
Keşif ehlinin müşahedesine göre göğsün karalığı
vardır. Tedavisi de zikir ve Allah Teâlâ´nın yardımıdır. Allah Teâlâ´nın
yardımı Kur´an ve O´nun dostları ile olur. O dostlar ki, bir nazar ve
sohbetleri ile senelerce sineyi kaplamış karalığı bir anda siler atar. Kul bu
yardımı görmedende bu hali de geçemez.
Akıllı kişinin sohbetini dinlemek nafile ibadetten
daha faydalıdır.
Cahillerle dostluk aklı mezara sokmaktır.
وَ اَذْهِبِ ٱلـدَّخَلَ وَ
ٱلـذَّحَلَ وَ ٱلـرَّانَ وَ اْلاِحْـنَةَ مِنْ قُـلُوبِنا
“Ey Allah Teâlâ´m, hile, desise, kalp karalığı, gazap,
mihnet vb. duygular yardımınla gitsin.”
Allah Teâlâ´nın lütuf ve inayetiyle kalp hastalıkları
tedavi olur. Nefsi arzular ve istekler dolayısıyla kutsî ve manevi âlem
ile kalp arasına giren perdelerdir. Bu perde ile kalp karanlıklar içinde kalır
ve ilahi nurlardan istifade edemez.
“Kalplerinde hastalık vardır” (Bakara,9)
Kalbin hasta olması demek, Allah Teâlâ´dan başka
şeylere tutulmuş olmak demektir. İnsanın bedenine bir hastalık gelince ve
uzvunda bozukluk olunca, o hastalığı gidermek ve o bozukluğu düzeltmek için, o
kadar uğraşır da, kalp hastalığı kendisini sonsuz ve tükenmez azaplara
sürüklediği halde, bu korkunç hastalıktan kurtulmağı hiç düşünmemekte ve onu
gidermek için hiç kıpırdamamaktadır.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem;
إنَّه لَيُغَانُ عَلَى قَلْبِى حَتَّى
أسْتَغْفِرَ اللَّهِ في الْيَوْمِ مِائَةَ مَرَّةِ
“Şurası muhakkak ki, bazen kalbime gaflet çöker. Ancak
ben Allah Teâlâ´ya günde yüz sefer istiğfar ederim.” (Müslim) buyurmakla, kalp ismi
verilen yürek üzerine bir bulanıklığın geldiğine işaret etmektedir. Çünkü
hakiki kalpte keder ve bulanıklık olmaz. Zira o, bulanıklıktan tamamen
kurtulmuştur.
Başka bir hadis-i şerifte kalbin değiştiğinden
bahsedilmiştir.
Hz. Enes radiyallâhü anh anlatıyor:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şu duayı çok
yapardı. “Ey kalpleri çeviren Allahm! Kalbimi dinin
üzerine sâbit kıl!”
Ben bir gün kendisine:
“Ey Allah Teâlâ´nın Resulü! Biz sana ve senin
getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor
musun?” dedim. Bana
şöyle cevap verdi:
“Evet! Kalpler, Rahmân'n
iki parmağı arasındadır. Onlar
istediği gibi çevirir.” (Tirmizî)
İnsan çeşitli şeylere bağlı kaldıkça kalbi
temizlenemez. Pis kaldıkça saadetten mahrumdur, uzaktır. Kalbin Allah
Teâlâ´dan başka şeyleri sevmesi onu karartır, paslandırır. Bu pası
temizlemek lazımdır. Temizleyicilerin en iyisi Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem´in sünnetine uymaktır. Efendimizin yoluna uymak, nefsin adetlerini ve
kalbi karartan isteklerini yok eder.
İşleri kötü olanın gönlüde kötüdür.
Gönlün çarpılması bedenin çarpılmasından şiddetlidir.
Bedenin hastalığı, şeriat ahkâmının yerine
getirilmesini güçleştirdiği gibi, kalp hastalığı da, İslamiyet´e uymağı
güçleştirmektedir. Kur´an-ı Kerim´de;
“Müslüman olmalarını istemeliğin, kafirlere çok güç
gelmektedir” (Şura,13)
“Namaz kılmak, ibadet etmek, yalnız müminlere güç
gelmez” (Bakara,45)
Görünen uzuvların kuvvetten düşmesi, ibadeti
güçleştirdiği gibi, kalpte imanın zayıflaması da güçleştirmektedir. Yoksa
İslamiyet´in her emrinde kolaylık vardır.
“Allah Teâlâ, size kolaylık yapmak istiyor, güçlük
çıkarmak istemiyor” (Bakara,
185) ve
“Allah Teâlâ´, emirlerinin hafif olmasını diledi.
Çünkü insanlar zayıf yaratıldı.” (Nisa,27)
Ayet-i kerimelerde bildirilen hastalıklar tedavi
edilmedikçe, hakiki iman ele geçmez.
Akıl yolu ile kalpte oluşan iman, imanın suretidir.
Çünkü nefis, imanın tersini istemekte, küfründe inat ve ısrar etmektedir. Böyle
iman, safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna iman etmesi gibidir. Her ne
kadar inandım dese de, vicdanı, şekeri acı bilmektedir. Safrası düzeldikten
sonra, şekerin tatlı olduğuna hakiki iman meydana gelir. Hakîki iman, nefsin
tezkiyesinden ve kalbin yatışmasından sonra kalpte olur.
Nefis terbiye olmadan, kalp düzelmez. Kalbin sahibine
varılamaz. Çünkü karanlık ile nurun bir arada olması gibi nefisle ruh
birleşmiştir. Kalbin sahibine kavuşmak ve ruhun nefisten kurtulup aranılana
dönmesi için, nefsin ruhtan ayrılarak kulluk makamına inmesi gerekir. Ruhun
nefisten kurtulması ise uzun bir terbiye ile meydana gelmektedir.
Kalbi korumak ve büyüklerimizin gösterdiği şekilde
temizlenmesine çalışmak gerekmektedir. Aranılana kavuşmak için şahsi
bilgilerden kurtulmak gereklidir. Çünkü hiçbir şeye benzemeyen Allah Teâlâ´ya
yaklaştıkça âlemin, yaratandan o kadar uzakta olduğu anlaşılır. Ayrıca çok
doğru bildiği bilgilerin eksiklerle dolu olduğu ve Efendimiz sallallâhü aleyhi
ve sellem´in bildirdiği basit görünen bilginin dahi gerçek olduğu hakikatine
erer.
اَللَّهُمَّ إِنــا نَـعُـوذُ بِـكَ
مِنْ جُـدَاعِ اْلفُـجۤاءَةِ
“Ey Allah Teâlâ´m, ani gelen ölümden, Sana sığınırım.”
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz bu duayı çok tekrar ederlerdi.
Ani ölüm, sebebiyle ahiret hapishanesine düşmekten sığınırım
demektir. Ani ölen kişilerin genellikle hazırlıksız olmaları, yani tövbeye
fırsat bulamamalarıdır. Bu nedenle sonuçları genellikle ağır olan ölümdür.
İnsanlar ölümün gerçekleşeceği hususu üzerine oluşan
bilgilerini daima saklı tutmaya çalışırlar. Ölümü arzu etmezler.
Bir başka açıdan düşünülürse; ani ölüm, yaşamı gaflet
üzere olanda tecelli eder, demektir. Gaflet etmeyen her zaman ölümü düşündüğü
için, ani ölüm onda aykırı bir hal oluşturmadığı gibi, belki de beşeri acı
yönünden kolay gelen ölümdür. Çünkü uzun süren hastalıklar neticesinde
insanların çoğu da isyan etmektedir.
وَ مِـنْ حَـرْقِ اْلمَـأْنــُوسَةِ
“Allah Teâlâ´m, bir şey bırakmadan silip süpüren
ateşin yakmasından, Sana sığınırım.”
İnsanın aklını alan ateşten, vücudu yakan ateşten,
cehennemden Allah Teâlâ´ya sığınmak gerekir. Ateşli hastalık geçiren insanda
akıl zayiliği ve noksanlığı olduğu gibi, yangın gibi felaketlerde senelerin
birikimini yok eder. Ateş ahirette ise insanı mahvedecek elem olarak gelir.
Şeytanın aslı ateşten olduğu için ona arkadaşlık edenler hep helak olmuşlardır.
İnsanda ise Allah Teâlâ dört unsuru (ateş-toprak-su-hava) mutedil koyarak onu
tehlikeden muhafaza etmiştir.
وَمِنَ اْلاِلْحَادِ
“Allah Teâlâ´m, gösterdiğin yoldan çıkmaktan, Sana
sığınırım.”
Aşırılık ve azgınlık istenilen bir şey olmayıp, itidal
üzere olmak gereklidir. İstikamet üzere olan, mahzun olmaz. Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem her zaman orta yolu ve kolay olanı tercih etmiştir.
İfrat ve tefrit helak olma sebeplerindendir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki;
“Ümmetimden, hak üzere olan, doğru yolda yürüyen, her
zaman bulunacaktır. Bunlara karşı duranlar, bunlara zarar yapamaz.
Bunlar, Allah Teâlâ´nın takdir ettiği saate kadar, işlerini yapacaktır”
وَاْلغِرَّةِ
“Allah Teâlâ´m, zikrinden, ibadetinden gaflet
etmekten, Sana sığınırım.”
Allah Teâlâ´m, bizi senin itaatine yakın eyle, uzaklık
ve gaflet verme demektir. İbadetten gaflet demek yalnız yapmamak değil, ibadet
anında huzuru ilâhiye çıkamamaktır. Büyükler “insanlar günahlarına tövbe
eder, bizler ise ibadetlerimize tövbe ederiz” demişlerdir. Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem´in tövbe etmesi de bu yöndendir. Yani günah
işlemekten dolayı olmayıp, kul sıfatının verdiği eksikliğin tecellisini anbean
daha fazla idrak ve terakkinin fazlalığından dolayı olmuştur.
Cüneyd-i Bağdadî (ks) buyurdu ki;
“Müslümanların işlediği suçları düşününce, onların
gafletten daha büyük suçları olmadığını görmüş oluyorum.”
وَمِنَ الْجَمِّ
“Allah Teâlâ´m, Sen´i unutturacak çok´tan sığınırım.”
Allah Teâlâ´m, kulluğuma mani olacak çok maldan,
yüksek makamdan, iş çokluğundan vb. den sığınırım, demektir.
Başka bir manada; toplayıcılıktan, menfaati için
yetkileri elde tutmaktan sığınmak, demektir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki;
“Hafif-ül haz (az malı) olanlara ne mutlu”
“Âdemoğlu iki şeyden hoşlanamaz. Mal azlığı ve ölüm.
Mal azlığı ise hesabın azlığına işarettir”
Şah-ı Nakşibent (ks) Efendimiz “Allah Teâlâ´m
sevdiklerime zekât verecek kadar çok mal, zekât alacak kadar fakirlik verme”
diye dua ederlerdi. Onun için yolundan gidenlerde fazla bir zenginlik olmamış
ve olmayacaktır.
وَالْعَنَتِ
“Allah Teâlâ´m, kalp darlığından, meşakkatten, Sana
sığınırım.”
Kullar üzerine verilecek en büyük iptila, gönül
darlığı ve strestir. Bu hal genişi dar yapar. Zevkleri kökünden kazıyan en
büyük hastalıktır. Allah Teâlâ bir kuluna dünyada azap vermek isterse ondan
huzuru kaldırır. Bu ise onu cehenneme sürükler. Mesela eşler arasındaki
huzursuzluk şeytandan, sevgi ise Allah Teâlâ´dandır. Yaşayışta olan her güzellik
Allah Teâlâ´dandır.
وَمِنَ اْلأُمُورِ اْلمُطَمِّراَتِ
“Allah Teâlâ´m, sonu gelmeyen işlerden, Sana
sığınırım.”
Bu türlü işler, insanı helak ettiği gibi yaşama
zevkini kırarak, maneviyatını köreltir. Başarısızlık ve neticesi olmayan işler
karamsarlığa ve düzenin bozulmasına sebep olur.
Sonu gelmeyen işlerin kaynağı ise hırstır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Âdemoğlu ihtiyarladıkça onda iki şey gençleşir: Mala
karşı hırs ve hayata karşı hırs.” (Buharî)
“Bir sürüye salınan iki aç kurdun sürüye verdiği
zarar, kişinin mal ve şeref hırsıyla dinine verdiği zarardan daha fazla
değildir.” (Tirmizî)
اَللَّهُمَّ اقْسِمْ لَنـَا مِنْ
خَشْـيَتِكَ ما تَحُولُ بِهِ بَـيْنَنـَا وَبَيْنَ مَعَاصِيكَ
“Allah Teâlâ´m, bizle günahlarımız arasına, perde
olarak, Sen´in korkunu nasip et.”
Korku, nefsin azgınlığı teskin eder.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Allah Teâlâ Âdemoğluna korktuğunu musallat eder.
Allah Teâlâ´dan başkasından korkmazsa kimseyi musallat etmez” (Ramuz)[45]
Ümit ve korku müslümanın amellerinde temel
dayanaklardır. Eğer biri eksik olursa amellerde noksanlık meydana getirir.
مِـنْ طاعَـتِكَ ما تُدْخِلُـنا بِـهِ
اِلى حَـظِيرَةِ اْلـقُدُسِ
“Allah Teâlâ´m, kendisini mübarek kıldığın cennetine,
girdirecek ameller içine bizi dâhil et.”
Kul bu hali Allah Teâlâ´nın yardımı ile bulur. İyilik
Allah Teâlâ´dandır. Kutsiyet bulmak için kıymetli bir şeye sahip olmak veya ona
yakın olmak gerekir. Değersiz olan kul Allah Teâlâ´ya yakınlıkla kıymet bulur.
Allah Teâlâ´ya varmak için O´nun sevdiği Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve
sellem´i canı gönülden sevmek gerekir. Eğer O bu insanlığa gönderilmemiş
olsaydı, dünya yaratılmaya layık olmayacağı gibi, ahirete sermaye sebebi
olmazdı.
وَ مِنَ اْلـيَــقِيـنِ ما
تُـهَـوِّنُ بِـهِ عَـلَـيْنـَا مُصِيبَاتِ ٱلـدُّنْيا وَ اْلاخِـرَةِ
“Allah Teâlâ´m, dünya ve ahiret işleri üzerimize
gelince, kolay ve hafif gelmesi için yakîn ver.”
Allah Teâlâ, kulunun kendine yakınlığını artırarak,
kazaya rızayı, her şeyin kendinden olduğunu hissettirerek, tasarrufun kendinde
olduğunu öğreterek yakîn´ini artırır. Kul artık ne gelirse Allah Teâlâ´dan der,
telaşa düşmez.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem onun için“Allah
Teâlâ´m yakin´imi artır” derdi.
Yakin-i Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´siz bulmak
mümkün değildir. Yalnız ilim ile Allah Teâlâ´yı bulmak isteyenler sonunda
sapıtmışlardır.
وَحْشُرْناَ مَعَ خَيْرِاْلاَشَاوِذِ
“Allah Teâlâ´m, bizi insanların hayırlıları ile
haşret.”
Allah Teâlâ´m, beni ve müminleri, insanların hayırlısı
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, nebiler, evliyalar,
büyüklerimiz ve din ve yol kardeşlerimizle haşır eylediğin gibi, dünyada da
iyilere yakınlık ver.
Dünyadaki yakınlık ezeldeki ve ahiretteki yakınlığın
yansımasıdır.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki;
“Bir mecliste yüz kişi, bunların içinde doksan dokuz
mümin ve bir münafık olsa, içeri bir münafık girdiğinde ancak o meclisteki
münafığın yanına oturur.
Yine bir mecliste yüz kişi, bunların içinde doksan
dokuz münafık ve bir mümin olsa, içeri bir mümin girdiğinde ancak o meclisteki
müminin yanına oturur. Bunu da bilerek yapmaz”
Hayırlı İnsanlar
اُولئِكَ حِزْبُ اللَّهِ اَلاَ اِنَّ
حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“İşte onlar Allah'ın taraftarlarıdır. Muhakkak ki
başarıya ulaşacak olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır.” (Mücadele,22)
Bir şeye yakınlık başka bir şeye uzaklıktır. Öyle ise
Allah Teâlâ´ya yakın olan, insanların uzağında ve içlerinde garip ve hayırlısı
olur.
İnsanlar arılar gibi olduğundan arıbeyinin etrafında
toplanmadıkça kovanı ve şifalı balı yapamazlar. Arıbeyi hayırlı insanlardır.
Birçok güzel insanın kemâlâtı saklı kalmıştır. Bu gibi
şeylerin olmasında ince hikmetler, derin sırlar vardır. Onlardan biri imtihan
yeri olan bu dünyada hakla batılın karışmış olmasıdır. Bu durumlar aslında
onların ve insanların yükselişlerine sebep olmaktadır. Eğer tamamen açık
olsalardı, ilerleme yolları kesilirdi. Hayırlı insanların değeri düşerdi.
Yaratılış gereği insan keşfedemediği şeye daha çok rağbet ve gayret eder.
Onları tanımak çok zordur. Onlar, Allah Teâlâ veya
kendilerini fark ettirmek istenilirse fark edilebilir. Onların dış görünüşüne
bakanda, büyük hata yapar. Öyle ki, iç yüzleri rahmet, dış görünüşleri zahmet[46] gibi görünebilir. Dışta sıradan
insan, içte meleklerin seçilmişlerindendirler. Görünüşte yeryüzünde, aslında
göklerin üstündedirler. Onlarla oturan, sohbet eden kâfir ve fasık olmaktan
kurtuluşa erer. Onlarla dostluk kuran saadete ermiştir. Onlar Allah Teâlâ´nın
cemaatidir.
Onları insanların gözünden saklayan perde ve örtüler
vardır. Bütün insanlar neye muhtaç ise, onlarda o şeylere muhtaçtır.
Binaenaleyh hayırlı insanlar, insanların arasında
bulunur. Görünüşte herkes gibidir, fakat ruhu hiçbir şeye bağlı değildir. Öyle
ki Allah Teâlâ´yı unutmuş, mahlûkların sevgisine tutulmuş, dünyayı seviyor,
istiyor sanılırlar. Hâlbuki içlerinde hiç dünya sevgisi, arzusu yoktur.
“Onların ticaretleri, alış verişleri, Allah Teâlâ´yı
hatırlamalarına hiç mani olmaz” (Nur,37) ayet-i kerimesi onlar içindir. Dünyaya bağlı
görünürler. Fakat hiç bağlılıkları yoktur.[47] Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki;
“Beşerin razı
olduğu gibi razı olur, beşerin kızdığı gibi kızarım” Öyleyse müminlerden hangisine hak etmediği
halde lanet edersem, kızarsam bunu onun hakkında günahlarından temizlik
vesilesi, sevabında bir artı
ve ücret kıl” (Müslim)
Hayırlı insanların mahlûklara olan ilgi ve sevgisi,
kendi elinde değildir. Fakat Allah Teâlâ bu ilgiyi istemektedir. Başkalarının
ilgisi, sevgisi ise, nefislerindendir. Allah Teâlâ bu ilgilerinden razı
değildir. Onların insanlardan yüz çevirmesine imkân olmadığı gibi halk ile
olması da vazifesidir. Ancak, vazifesi biterse, o zaman onu, bu geçici
dünyadan, ebedi, sonsuz âleme göç eder ve hakiki makamına kavuşur. Onlar “Halk
arasında, Hak ile olmaktır” prensibini rehber edinmişlerdir.
Allah Teâlâ, onları öyle saklamıştır ki, onların
kendileri bile kendilerindeki kemâlattan haberleri yoktur. Diğer insanların
nasıl onların iç kemalatından haberleri olsun. Onların içlerinin nasıl olduğu
bilinmediği gibi ve mertebelerinin türüne olan bağları da bilinmez,
anlatılamaz.
Hatta şaşılacak şeydir ki, onlarda insanlık sıfatları
o kadar çok görünür ki, diğer insanlarda bu kadar görünmezler. Bunun sebebi,
zulmet ve karanlık ve bulanıklık açık ve temiz yerde olunca, az da olsa, çok
görünür. Kirli ve açık olmayan yerde böyle değildir. Çok da olsa, orada, o
kadar belli olmaz ve göze batmaz. Çünkü insanlık sıfatlarının karanlığı terbiye
edilmeyenin bütün varlığına sinmekte, kalbine ve ruhuna işlemektedir. Fakat
onlarda bu karanlığı sadece beden ve nefiste bulunmaktadır. Nebilerin dahi
bedenlerinde bu sıfatlar vardır.[48] Fakat bu sıfatlar terbiye edilmemiş
insanlarda noksanlığa ve ziyana sebep olurken, nebilerde ve büyüklerde kemale
sebep olmaktadır.
Onların bu hali insanların kötülüklerini giderir,
kalplerini ve nefislerini temizler. Eğer onların nefsanî yönleri olmasaydı,
insanların münasebet kurmasında hiç bir yol olmaz, istifade bağlantısı
kesilirdi. Çünkü nefsanî sıfatlar onların kalbini bulandıracak kadar olmaz.
Alelâde otlar iki ayda yetişir. Gül için
bir sene gerekir.
Kemale kavuşmak isteyen hayırlı insanları
taklitle kavuşur. Onları candan severek yaşayan insan, onlar gibi olur. Onların
elbisesine bürünür ve onların yolunu seçmiş olur.[49]
Onların hatası kendi doğrusundan iyidir. Onların
hatası gibi görünen şeylerde dahi onun için terbiyeye sebep olacak nimetler
vardır. Çünkü nimetler hayırlı insanlar vasıtasıyla insanlara gelir. Onun için
Hz. Ebubekir radiyallâhü anh, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in bir
yanılması olmağı tercih edip şöyle buyurmuştur.
“Ah, ne olaydı, Efendimiz Muhammed sallallâhü aleyhi
ve sellemin´in bir yanılması olaydım” [50]
Allah Teâlâ´nın rızası, hayırlı insanların rıza
perdesinin arkasına konmuştur. İnsanların en büyük hatası, onları incitmektir.
Bundan başka her hatanın düzeltilmesi mümkündür. Fakat bu incitmeyi düzeltmek
zordur.
Âlemde kendini avlayan ancak ahmak insandır.
İnsanlara hizmet ibadettir.
Hizmet görmek isteyen hayırlı insanlara hizmet
etmelidir.
Hizmet edene hizmet edilir.
Bir gün
gelir bu hayat-ı âlem hayâl olur.
Dehrin nesi
varsa cümle pây mal olur
Her demi
zevk ile geçen eyyâmın
Âkıbet
encâmı firkat melâl olur
Sermâyeni
saâdet bilip saadete er,
İkbâli
idbâre dönüp izmihlâl olur
Bir Kâmilin
eteğin tutup da murâda yet,
Kâmilin
eteğin tutan ehli kemal olur.
Devlet o ki
olmaya zevâl âna,
Devlet sanma
anı ki anda zevâl olur.
Pirin
kapısında hâk et HULUSİ yüzün
Tahkik ânı
bil ki makbul-i Zü’l-Celâl olur.[51]
Seyyid Osman Hulusi Ateş Darendevî (ks)
Onlara bağlanmak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme bağlanmak ve dolayısıyla Allah Teâlâ´ya kavuşmak demektir.[52]
وَ مَـتِّـعْـنَا بِاَسْـمَاعِـنَا وَ
اَبــْصـَارِنـاَ
“Allah Teâlâ´m, bizi kulaklarımızla ve gözlerimizle
nimetlendir.”
Allah Teâlâ´m gözlerimiz ve kulaklarımıza sıhhat ve
afiyet ver ki, bunlar sayesinde Sana kavuşma yollarını bulalım. Allah Teâlâ´m
duyuşlar ve görüşler ihsan eyle ki, ibret alalımda, yaratılış sırrına erelim.
Marifetin pınarları duyulardan insana ihsan olunur.
Gözler ve kulaklar, aklın ve kalbin dışa açılan kapılarıdır. Aklın kemalatı ve
kalbin selameti bu duyulara muhtaçtır.
وَ قُوَّتِناَ
“Allah Teâlâ´m, bize kuvvet ver.”
Allah Teâlâ kuvveti ile zayıf insanı âleme tasarruf
sahibi kılar.
Allah Teâlâ kuvveti ihsan ettiği gibi, melekleri de
insana kuvvet için hizmetçi kılmıştır.
İnsanda kuvvetler dengesi vardır. Dengeyi Allah
Teâlâ´nın emirleri belirlerse taat, nefsin istekleri belirlerse günah olan
fiiller meydana getirir.. Çünkü şerrin yaratılmasındaki gücüde ihsan eden Allah
Teâlâ´dır. Fakat Allah Teâlâ şerri hiçbir zaman murat etmez.
Kutsî Dua´da O´ndan istenen kuvvet kulluğu yapabilmek
içindir. Azalarda maddi kuvvette olmazsa sakatlık meydana getirdiği gibi,
manevi kuvvette olmayınca isyan meydana gelir. Buna göre istenilen kuvvetin
sonucunu kulun iyi yönde tercih etmesi gerekir.
مَا أَحْـيَـيْـتَـنَا
“Allah Teâlâ´m, bize bu kuvvet ile canlılık ver.”
Allah Teâlâ´nın kuluna ihsan edeceği yaşam sevinci
şehvanî olmayıp, taat üzere yaşamak olur. Buna hayat buldu, derler. Bu kişiler
için ölüm yoktur.
Hayat kandan değil candan gelir. Can ise Hakk´tandır.
وَ اجْـعَـلْهُ اْلــوَارِثَ مِنـا
“Allah Teâlâ´m, bizden bu hali alma.”
Bu hal bizden bize miras kalsın, ayrılmasın.
Neslimize, bir önceki zamanımızdan sonraki zamana, dönüp dursun. Bizden bize,
sevdiklerine kalsın. Maddiyat miras kaldığı gibi maneviyatta miras kalır. Bir
iyinin iyiliği yıllarca sürer. Kötü olmak nesli bozmak demektir. Allah Teâlâ,
halimizi güzelleştirse, ölene kadar zikirden uzak kalamayız.
Hacı Hasan Darendevi´ye (ks) soruldu,
—“Filanın kızı ile evleneceğim” O´da buyurdu
ki;
—“O kişinin yedi göbek ötesinde zina vardır.”[53]
Kimse kimsenin günahını çekmez. Fakat etkisinden de
hali değildir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem´in duasına
kavuşmuş kişilerin nesilleri dahi o bereketi bulmuşlardır.
وَ اجْعَلْ ثَأْرَنَا عَلى مَنْ
ظَـلَمَنَا
“Allah Teâlâ´m, intikamımızı zalimler üzerine kıl.”
Bizdeki öç alma duygumuzu layık olanlarda tecelli
ettir, mazlumlara karşı tecelli ettirme; demektir.
Mahlûkata mahlûk gözü ile bakan onlara gazap eder.
Mahlûkata Hakk gözü ile bakan onlara merhamet eder.
Şah-ı Nakşibent (ks) Efendimiz “Ubûdiyeti tamme ve
şefkati amme yoludur, yolumuz”[54] buyururlardı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem ümmetinin
ahlakından bahsederken buyurdular ki;
“Mümin yumuşaktır, O kadar ki, yumuşaklığından dolayı
kendisini ahmak zannedersin” (Râmuz)
وَانْصُرْناَ عَلَى مَنْ عَادَاناَ
“Allah Teâlâ´m, düşmanlarımıza karşı bize yardım et.”
İnsanlar, düşman kelimesi ile dışlarındaki olan
şeyleri hatırlarına getirir. Yani düşmanı evin içinde durur iken onu sokakta
ararlar. Aslında nefsin düşmanlığı terbiye olana kadar şeytanın etkisinden daha
fazladır. Allah Teâlâ ise, kulun istemesine göre yardım gönderir ve kurtarır.
Eğer bizlere yardım etmez ise düşmanlarımız bizi yoldan çıkarırlar.
Şeytan aciz kalınca insanı azdırmak için insandan ve
nefsinden yardım ister. Âdem aleyhisselâm´ı bile Havva validemiz ve nefsin
ebedilik arzusu ile kandırdı.
Bunu Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurduğu
şu hadis çok güzel açıklamaktadır.
“Bir adam yetmiş şeytandan kurtulmadıkça, sadakadan
bir şeyi elinden çıkaramaz.” (Ramuz)
Nefsin ve şeytanın şerrinden Allah Teâlâ´ya sığınmak
gerekmektedir.
وَاغْفِرْ خَطَايَاناَ
“Allah Teâlâ´m, hatalarımızı af ve mağfiret kıl.”
Kulun üzerinde zuhur eden her halde kesin bir
noksanlık vardır. Bunu Allah Teâlâ´mız af buyurmasa, sevap defterine bir nokta
dahi yazılmaz. Onun için Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz devamlı bulunduğu halin istiğfarına devam ederdi.
Aslında kendisinin hata işlemeyeceği bir istikamet
üzere olacağı Allah Teâlâ´mız tarafından buyrulmuştur.
“Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını
bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.” (Fetih,2)
İnsan için önemli olan hatayı işlememek değil, hatanın
Allah Teâlâ tarafından af edilmesidir. Çünkü yaratılış gereği beşerin özüne noksanlık
unsur olarak ilave edilmiştir.
“Allah sizin tövbenizi kabul etmek ister;…” (Nisa,27)
“Allah Teâlâ sizden hafifletmek ister. İnsan zayıf
olarak yaratılmıştır.” (Nisa,28)
Duamız Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in şu
duası olmalıdır.
“Ya Rabb´i önce işlediğim ve sonra işlerim sandığım,
gizli yaptığım ve aşikâre işlediğim bütün günahlarımı bağışla.”
“Sen´den başka ibadete layık ilah yoktur.”
Allah Teâlâ´m Sen güzel olduğun gibi, sevgilin Hz.
Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´de güzeldir. O´nun
ümmeti olan bizleri bağışla.
وَ اكْشِفْ رَزايـَانَا
“Allah Teâlâ´m, musibetlerimizi kaldır.”
Kaza ve Kader
Ehl-i sünnet âlimleri, kadere inanmış, kaderin
hayırlısı, şerlisi, iyisi, kötüsü, tatlısı, acısı, hep Allah Teâlâ´dandır
demiştir. Çünkü Kader, var etmek, yaratmak demektir. Her şeyi yapan,
yaratanda, ancak Allah Teâlâ´dır.
Kaza demek, bir insanın bir işi kendi beğenmesi ile yapıp
yapmayacağını, Allah Teâlâ´nın, önceden bilmesi demektir. Bu nedenle kazaya
inanmak iradenin, beğenmenin yok olmasına sebep olsaydı, Allah Teâlâ da,
yaratmağa mecbur veya men edilmiş olurdu.
Allah Teâlâ´nın yaratacağı şeyleri ezelde bilmesi,
irade sıfatını yok etmediği gibi, kullarının yapacağı şeyleri de ezelde
bilmesi, kulların irade ve ihtiyar sahibi olmalarına mani değildir.
İnsan hürriyetinde büyüklerimiz “bir kaderde iki
kudretin ilgisinin caiz olduğu” nu kabul ederler. Buna göre insanın fiili;
Allah Teâlâ´nın yaratması ve kulun kazanma niyeti ile varlık sahnesine çıkar.
Burada öncelik hangisine aittir, yani kulun fiili mi öncedir Allah’ın yaratması
mı?
İmam Rabbani (ks) önceliği kulun niyetine verir ve
buna “kulun kast ve beğenmesi (ihtiyar)” der. Kul fiili işlemeye yönelir
(niyet), ve yapma yönünü tercih eder (ihtiyar), Allah Teâlâ´da bu istikamette
olmak üzere fiili yaratır.
İnsan kudretinin, fiilinde tesiri yok ise de, Allah
Teâlâ, fiili yaratması için, onun kudretini sebep kılmıştır. Allah Teâlâ´nın
âdeti şöyledir; insan kudretini ve ihtiyarını bir iş için kullanınca, Allah
Teâlâ, o işi yaratır. İnsanın kudreti, böylece, işin yapılmasına sebep olur.
Sanki işlerin yapılmasına tesir etmiş gibi olur. Çünkü kulun kudreti olmadıkça,
adet-i ilahi o işi yaratmamaktadır. Bu âdete göre, işi yapan, insandır demek,
hakikatte doğru olmaktadır.
Sonuçta fiilin sorumlusu fiili yaratan Allah Teâlâ
değil, fiile yönelen, niyet ve ihtiyarı ile yaratılmasına neden olan kuldur.
Demek ki insan yapma ve yapmama noktasında özgür olduğu gibi neyi, nasıl
yapacağı konusunda da özgürdür. Ancak fiili yaratanda Allah Teâlâ´dır. Bu
nedenle Allah Teâlâ´nın rasüller göndererek, insanları iyiliğe sevk etmesi
bunun en güzel delilidir.
Bazıları kaza ve kadere inanmaz. İşlerin, yalnız kulun
kudreti ile meydana geldiğini zanneder. Şerler, kötülükler, Allah Teâlâ´nın
kazası ile olsaydı, bunlar için azap vermezdi. Bunlara azap vermesi zulüm olur
dediler. Böyle sözleri söylemek büyük bir hatadır. Çünkü kaza ve kadere
inanmakla, kulun ihtiyarı ve kudreti gitmez.
Evliyanın kader konunda tasarrufu ise;
Mevlana, Mesnevi´de buyurdu ki;
“Allah Teâlâ canibinden evliyanın öyle bir kudreti
vardır ki atılmış oku yolundan çevirirler.”
“Kaza, kaza ile ret olunur.”
Hadis-i şerifi bu hakikate işaret eder.
Abdülkadir Geylânî (ks) buyurdu ki;
“Ben kaza-i Mübrem-i (tedbir ve maharetin tesiri
olmayan kaza) def ederim”
Bu kaza Allah Teâlâ katındaki Muallâk
(değişebilen) kaza ile Melaikelerin katında bilinen mübrem (değişmeyen) görünen
kaza-i ilahidir. Asıl olan kaza-i mübremde hiçbir türlü tasarruf olmaz.
Büyükler bu sırra erdiklerinden mahlûkata hoşça nazar
ettikleri bilinen bir gerçektir. Çünkü “Taştan altın olmasını beklemek
yanlıştır.”
Yazılmış alnına fa´ilin her ne ise reddi na-kabul
Hüner bu defteri almalı, hoşça dürmektir
Musaddaktır bu dava ta ezelden mühr-i hikmette
Cihana gelmekten maksat bu tatbikatı görmektir.
Neyzen Tevfik
وَاشْفِ مَرْضَاناَ
“Allah Teâlâ´m, hastalıklarımıza şifa ver.”
Maddi ve manevi hastalıklar ve hasta kulların şifası
elbette ki, Allah Teâlâ´ya aittir. Sebeplerini yaratır ve bir birine bağlayıp
sevgi ortamını oluşturur. Sevginin bulunduğu ortamda sağlık vardır.[55]
وَ نَــوِّرْ جُؤْشُوشَـنَا
“Allah Teâlâ´m, göğüslerimizi nurlandır.”
Hakikat görüntüleri Allah Teâlâ´nın yardımı ile
göğüslerde inşirah eder. Eğer ki, bu organ üzerindeki maddi ve manevi kapılar
üzerinde olan bir eksiklik, kulu yoldan alı kor. Hz. Muhammed Mustafa
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´in üç kere zahiri göğüs ameliyatı[56] olmuştur. Manevi olanı ise
sayısızdır. Bu sebeptendir ki, Allah Teâlâ´dan yardım talebi gereklidir.
وَاقْضِ اَوْطَارَناَ
“Allah´ım, dünya ve ahiret ihtiyaçlarımızı gider.”
Yaratılışı muhtaçlık üzere olan kulun yardım dilemesi,
ihtiyaçların giderilmesindeki ihsanı artırır. Allah Teâlâ kulun yalvarmasını ve
dua etmesini ister. Büyük kapıya istekle gitmek, eziklik olmayıp izzeti
artırır. Allah Teâlâ kapısından daha büyük kapı yoktur.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki;
“Bir adam duasının kabul olmasını ve sıkıntıdan
kurtulmak isterse, darlığa düşmüş olana yardım etsin.” (Ramuz)
وَ ارْحَـمْ ناَجِلَـيْـنَا
“Allah ´ım, anne ve babamıza merhamet eyle.”
Hayat sebebimiz olan bu kişiler için rahmet talep
ederiz. İnsanları yaratan Allah Teâlâ olmasına rağmen, rızasını ise bu yoldan
kabul etmiştir.[57] Beşeri anne ve babamıza saygı
emirle sabit olmuştur. Manevi ve asıl babamıza[58] olan hürmet elbette ki, bunun daha
üstünde olmalıdır.
“Anasına-babasına vefalı olan, ne yaparsa yapsın
cehenneme asla girmez. Anasına-babasına asi olan, ne yaparsa yapsın cennete
girmez.”(Ramuz)
“Bereket büyüklerimizdedir” “Büyüğü büyükle” nevinden
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in tavsiyesi çoktur.
وَ لاَتــَجـْعَلِ اْلعاجِلَةَ
اَكْـبَرَ هَـمِّـنَا
“Allah Teâlâ´m, dünya işlerini boğulacağımız kederler
kılma.”
Düşüncelerimizde dünya ile olan meşguliyet yüzünden
Allah Teâlâ´yı unutup, kederlere yönelmemelidir. Gönül kaygısı, halin
bozulmasına ve hatalara sebebiyet verir.
Testi buzdan yapılırsa suyu nasıl saklar.
Maddiyat hedef haline gelirse, kalp nasıl huzur
bulabilir.
“Dikkat edin; gerçekten kalpler, ancak Allah Teâlâ'yı
anmakla huzura kavuşur.” (Rad,28)
Fudayl bin İyaz (ks) buyurdu ki;
“Allah Teâlâ bir kulu sevdi mi, dünyayı o kimseye
daraltır. Bir kulunu sevmeyecek olursa da, o kuluna dünyayı genişletir. Dünya
ile uğraştırarak kendini ona unutturur.”
وَلاَ مَبْلَغَ عِلْمِناَ
“Allah Teâlâ´m, dünya işleri ilmimize karışmasın.”
Dünya işlerini düşünmek, hedefimiz olmamalı. Dünya,
dışı şeker olan zehirdir.
İmam Gazâlî (ks) Hazretleri buyurdular ki,
“Rızık ve geçim endişesi büyük musibetlerdendir.
Bunun yüzünden gönüller perişan olur ve kederler
çoğalır. Ömürler geçer, günahlar artar. İnsan Allah Teâlâ´nın kapısından
ayrılıp, mahlûk kapısına yönünü döner ve hizmet ederek ömrünü tüketir. Bu hali
ile gaflet, zulmet, bela, meşakkat, zillet, ihanet içinde yaşar. Ahirete müflis
olarak gelir, Allah Teâlâ´nın huzurunda hesap verir.”
Eğer ki, Allah Teâlâ´nın rahmeti ile muamelesi ve afvı
olmazsa ne yapacağını şaşırır kalır.
“Ya Rabb´i hayırlar yazdır başıma, iyilikler çıkar
karşıma”
Gönenli Mehmet Efendi (ks)
وَ لاَتــَجـْعَلْ مُصِيبَـتَـنَا فيِ
دِيـــنِـنَا
“Allah Teâlâ´m, musibetlerimizi din yolundan verme.”
Musibet; rahatsızlık veren her şeydir.
Bunlar içinde haramla meşguliyet kula verilen en büyük
musibettir. Eğer Allah Teâlâ´nın kula verdiği musibetler dini yönden gelirse,
maddi hayatı da bozgunluğa uğrar. Her ikisini de birden kaybeder.
Maneviyat, dünya ve ahiretteki bütün saadetleri ele
geçirten bir sermayedir.
Maneviyat dışında aranılacak, imrenilecek hiçbir
iyilik yoktur.
Maneviyat insani terbiye ile ele geçer.
Terbiye olmakta esas, dini tamamlamak içindir. Yoksa
dinden başka bir şeyler ele geçirmek için değildir. Terbiye yoluyla tamamlanan
dinin neticesi, rıza makamıdır.
“Allah Teâlâ kullarından dilediğini, kendisine seçer.
Başkasından yüz çevirip, yalnız kendisini isteyenlere, kendine kavuşturan yolu
gösterir” (Şûra
13) buyruldu.
Rıza makamı, bütün makamların üstündedir. Bu yüksek
makamın ele geçmesi ise, terbiye tamamladıktan sonra olur. Bir rızasızlıkta
kalmayınca, dinin istediği olan rıza hâsıl olmuştur demektir.
Mesela; insan Allah Teâlâ´nın kudretini, kendi
üzerinde ve her şeyin üzerinde müşahede edince, mecburen razı olur. Korkar ve
titrer ve bütün günahlardan sakınma yolunu tutar. Allah Teâlâ´nın takdirine,
kazasına sabreder ve hiçbir şeye gücü yetmediğini anlar. İnsan Rabbi´nin ihsan
eylediği nimetleri bilince, vermenin ve vermemenin Ondan olduğuna anlayınca,
çaresiz şükür makamına gelir ve tevekküle ayağını kor. Allah Teâlâ´nın rahmet
ve muhabbeti fark edince de, Recâ (ümit) makamını bulur.
Terbiye yolunun başı ve sonu şu ayeti kerimedir.
“Ey Sevgili Rasülüm! De ki:
İşte benim yolum budur!
Ben insanları Allah Teâlâ´nın yoluna, düşünmeksizin,
taklit yolu ile değil, delile dayanarak, idraklerine hitap ederek davet
ediyorum.
Ben de, bana tâbi olanlar da böyleyiz. Allah Teâlâ´yı
bütün eksikliklerden tenzih ederim. Ben asla müşriklerden değilim.” (Yusuf 108)
Terbiyedeki Hedef
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem bütün
yolları kendinde toplamıştır. Ona indirilmiş olan kitap, gökten inmiş
kitapların hepsini içine almıştır. Bundan dolayı, O´nun dine uymak, bütün
dinlere uymak olmuş olur.
Hakiki terbiyeyi ve yönelişi de, Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve selem sağlar. Büyük nimete kavuşmakta, Onun dinine tam uymakla ele
geçebilir. Onun yoluna uymak, Onun özelliklerine kavuşmağa sebep olur. Fakat
O´nun yoluna uyanlardan birçoğu da, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in
vasıflarına kavuşamamıştır. Eğer terbiyede bir eksiklik varsa, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem´e tam uyamamaktan ileri gelmektedir. Kurtuluş
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin ve ashabımın gittiği yoldur. O´na “sallallahü
aleyhi ve sellem” uymamak ise, Allah Teâlâ´ya isyandır.
“Allah Teâlâ´nın yolu ile Resulünün yolunu birbirinden
ayırmak istiyorlar.
Senin söylediklerinin Bazısına inanırız, Bazısına
inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar,
elbette kâfirdir” (Nisa, 149)
Ayrıca Sahabe-i Kiramın yolunda gitmeyip de, Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem´e uyduğunu söyleyende, yanılmaktadır.
“Doğru bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki,
onlar yalancıdır, kâfirdir” (Mücadele,18)
وَ لاَتــُسَلِّــطْ عَلَــيْـنَا
بِذُنـــُوبِنَا مَنْ لا يَرْحَـمُـنَا
“Allah Teâlâ´m, bize merhameti olamayan günahlarımızı
üzerimize musallat kılma.”
Allah Teâlâ´nın kuluna şefkat ve merhameti yetişmese
idi, günahlar onun üzerinde hükümran olup, birbiri ardınca günah sahibine
acımadan tekrar, tekrar aynı günahı işletip, bir kene gibi musallat olurdu.
Allah Teâlâ´nın merhameti tövbe ve yardım dileyene yetişerek, kulunu takviye
eder, muhafaza içine alır, mağlup olmaktan kurtarır.
Anlatılır ki; zamanın birinde bir kız evladı fuhuş
yoluna düşmüş. Nasihatleri fayda etmeyen babası, kızına;
—Yavrum bu yoldan vaz geçmiyorsun. Hiç olmaz ise,
kazandığın paraları bana ver. Harçlığını ben sana veririm, demiştir.
Kız bir zaman sonra babasına, bu işi artık yapamaz
oldum, diyerek derdini açmış. Babası;
—Kızım şu sandıkta senin bugüne kadar kazandığın
paralar var. Bana getirir misin, demiş.
Kız sandıkta para yerine yılan, çıyan akrep vb.
hayvanların olduğunu, para bulunmadığını söyleyince;
—İşte kızım, o senin kazandığın paralar. Ben sana o
paraları yedirmedim. Kendi helal kazancımdan harçlık verdim. Eğer böyle yapmasa
idim, o paran zan ettiğin hayvanlar seni yiyip bitirecekti.
Günah merhameti olmayan hayvanlar şeklinde kıyamette
teraziye gelecektir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki;
“Ameller kapta bulunan madde gibidir. En aşağısı yani
dipteki kısım güzelse en yukarısı yani üst kısmı da güzel olur; en aşağısı
bozulursa en üstü de bozulur.”
وَ َانْتَ اَرْحَــمُ ٱلرحِمِيـنَ
“Allah Teâlâ´m, Sen merhametlilerin, en
merhametlisisin.”
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz, Allah Teâlâ´nın merhametini anlatırken O´nu, O´nunla la anlatmış ve
kelimelerin ve manaların yetersiz kaldığını bildirmiştir.
اَللَّهُمَّ اِنــا نَسْأَلـــُكَ
رَحْـمَةً مِنْ عِـنْـدِكَ
“Allah Teâlâ´m, katındaki merhameti istiyoruz.”
Allah Teâlâ âlemi merhameti ile yaratmıştır. Fakat
yanında sevdiklerine ayrıca lütuf kıldığı rahmeti vardır. Bu bir ayrıcalıktır
ve istemek gerekir. Bu da kulun Allah Teâlâ´ya karşı yapacağı taatta
gizlenmiştir. Has kulları bunun ile tasarruf ehli olurlar. Bu kulların başı Hz.
Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´dir.
تَــهْدِي بِها رُوعَـنَا
“Allah Teâlâ´m, kalbimiz rahmetinle hidayet bulsun.”
Hidayet yolu iki türlüdür. Gazap, rahmet.
Gazabın tecellisi ile olan, acı veren bir düzeltme
şeklidir. Bundan sığınmak gerekmektedir. Eğer düzeltme Allah Teâlâ´nın, rahmeti
sebebi ile olursa kul için din yolunda kurtuluşun kefaretini kazanma
sebebi olur.
Kalp, kelime manası ile dönen, yani dönek demektir. Devamlı
halden hale, yönden yöne döner. Eğer Allah Teâlâ´nın yardımı gelmez ise,
yerinde durmadan şekilden şekle girer. Bu yolun gayesi bu dönekliği belli bir
istikamete koymaktır. Onun için Allah Teâlâ kuluna yardım edeceğine dair bir
taahhüt vermiştir. O kulunu bilsin veya bilmesin bir uyarıcı ile her zaman
uyarmıştır.
“Biliniz ki, Allah Teâlâ´nın dostları için, azap
korkusu, nimetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur.” (Yunus,62)
وَ تَــلُـمُّ بِهَا شَـغَــثَـناَ
“Allah Teâlâ´m, dağınıklığımızı rahmetinle topla.”
Cemiyetleri de yıkan nefsanî ihtilaflar olmuştur.
İhtilaflarımız gönül dağınıklığına sebep olmaktadır.
وَتَجْمَعُ بِهَا شَمْلَناَ
“Allah Teâlâ´m, dağınıklığımızı rahmetinle birleştir.”
Yanlışlıklarımız yüzünden bozulan maddi ve manevi
hayatımızı düzene koyan Allah Teâlâ´dır.
Mahlûkat yaratılış açısından birleşiktir.
Bağıntılarını kaybetmesi veya sebepler yüzünden dağılmaya muhtaç olmaktadır.
Allah Teâlâ´nın kudretinin daimî koruması olmasa, insan ve âlem bir an dahi
kendini bileşik olarak tutamaz.
وَ تَـشْــفِي بِهَا مَرْضـَانَا
“Allah Teâlâ´m, hastalarımıza ve hastalıklarımıza
rahmetinle şifa ver.”
Sebeplere müracaat edilmesinden sonra, şifa ancak
Allah Teâlâ´dan gelir. Onun için hastalık gelmeden önce yapılan dualar, hastalıkları
giderir. Hastalıktaki şifa, hastalığın iyileşmesinden çok, kuldaki
karamsarlığın üzüntünün gitmesidir. Nice hastalar vardır ki, senelerdir, acı
içinde kıvranır. Bir ah çektiği duyulmamıştır. Bu ise rahmetin tecelli ettiği
hastalıktır. Hakikatte hasta olmayan bir kulda yoktur. Belki hasta olmaktan
gaye yaratanın hatırlanmasıdır.
Evliyanın hastalıklarından şikâyet ettiği rivayet
edilmemiştir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki;
“Teaccüb ederim şu mümine ve onun hastalıktan
sızlanmasına. Eğer bilse, hastalıkta kendisi için neler var. İsterdi ki Aziz ve
Celil olan Rabbi´ne kavuşuncaya kadar ömrü hastalıkla geçsin” (Ramuz)
وَ تُزَكّىِ بِـها اَعْمالَـنَا
“Allah Teâlâ´m, amellerimizi rahmetinle temizle.”
Kulun amelleri noksanlıkla meydana getirdiğinden
eksiklikleri Allah Teâlâ, rahmeti ile tamamlar ve temizler. Riya, kendini
beğenme, kibir vb. bir sürü kötü yönlerini rahmet perdesi ile kapatır. Ayrıca,
niyet edip işlemediği iyi ameli sevaplar defterine yazar. Kötü amelini ise
meleklerinden dahi saklar. Kul hep bu rahmet pınarından sulanır.
Bazıları “Allah Teâlâ´nın bildiğini kuldan niye
saklayayım” diyerek günahlarını anlatmayı dürüstlük zannederler. Aslında bu
yanlış işlerdendir. Onun için günahın ifşasından sakınmak lazımdır. Allah
Teâlâ´nın gazap ettiği günah, hayâ perdesinden sıyrılmış olandır. Utanmadan
yapılan ve cemiyeti ilgilendiren günahlar sebebiyle umumî azap tecelli eder.
İnsanların günah işlemeyi hedef alan cemiyetler kurması, deprem ve benzeri
felâketlerin gelmesine sebep olmuştur. Mesela; fuhşun cemiyette açıktan
işlenmesi, azabın gelmesi ve huzursuzlukların sebebidir.
İnsanın hata işleyeceği bilinen bir gerçektir. Fakat
her hatanın sonunda Allah Teâlâ´dan affını istemesi ve tövbe etmesi onun bir
şekilde kurtuluşunu sağlar. Allah Teâlâ günahın saklanmasından hoşlanır. Çünkü
saklamakta utanç vardır. Allah Teâlâ utananları ise çok sever.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Ümmetimin hepsi affa mazhar olacaktır, günahı açıktan işleyenler hariç.
Kişinin geceleyin işlediği kötü bir amelini Allah
Teâlâ örtmüştür. Fakat sabah olunca o:
“Ey falan, bu gece ben şu
şu işleri yaptım!” der. Böylece o,
geceleyin Allah Teâlâ´nın örtmüş olduğu halde, sabahleyin, üzerindeki Allah
Teâlâ´nın örtüsünü açar. İşte bu, günah açıktan işlemenin bir çeşididir.” (Buharî)
Günah yapıldıktan sonra önemsenmeyip haline terk
edilirse, ahirette sorun olarak kulun önüne gelmektedir.[59] Önemli olan günahtan sakınmaktır.
Fakat günah her şekli ile kulların yaşam şartlarının bir bölümünü oluşturur.
Her gizli günahın gizli, her açık günahın açık tövbesi
lazımdır.
وَتُلْهِمُناَ بِهَا رُشْدَناَ
“Allah Teâlâ´m, hidayet ve kurtuluş yollarını
rahmetinle ilham buyur.”
Allah Teâlâ´nın kulun kalbine kendisinin fark edeceği
veya edemeyeceği yollardan razı olduğu şeyleri ilham ederek, hidayete
ulaştırır. Bu Allah Teâlâ´nın kuluna rahmeti sebebi iledir ki, şükrünü hiçbir
kul yerine getiremez.
“Ya Rabb´i, bizi bir an nefsimizle, bir göz açıp
kapayana kadar, baş başa bırakma.”
Allah Teâlâ´nın doğru yolu gösterip irşat etmesi,
rasüller ve dostları ile olmaktadır. Çünkü Allah Teâlâ sebepler âleminde
sebepleri terk etmediği gibi kuluna kabiliyet ihsan etmesiyle bir mükemmel bir
sistem kurmuştur.[60]
اَللَّهُمَّ اِنــا نَسْأَلــُكَ
بِصَـمَـدانِــيَّـتِـكَ
“Allah Teâlâ´m, samedâniyyetinden dileklerimi
istiyorum.”
Allah Teâlâ, başkalarına hiçbir şekilde muhtaç
olmadığı gibi her şeyin kendine muhtaç olduğu Zat´tır.
وَ بِوَحْـدانِــيَّـتِـكَ
“Allah Teâlâ´m, Vahdâniyyetinden de istiyorum.”
Allah Teâlâ, Zat ve sıfatça eşsiz ve benzersizdir.
Birliği, ancak bu çokluk âleminin isteklerini karşılar. O´nun isimleri ve
sıfatları ayrılma ve farlılaşma kabul etmez.
وَ بِفََرْدانِــيَّــتِـكَ
“Allah Teâlâ´m, Ferdâniyyetinden de istiyorum.”
Allah Teâlâ´nın eşi, benzeri, arkadaşı yoktur. Kendi
kendine yetendir. Bir mahlûkun ihtiyaçları ancak O´nun katından giderilir.
وَ بِعِـزَّتـِِكَ اْلـبَاهِرَةِ
“Allah Teâlâ´m, Sen´in akılara durgunluk ve korku
veren büyüklüğün ve izzetinle istiyorum.”
Kul Allah Teâlâ´nın Zat-ı hakkında tefekküre
daldığında perişan olur. Öyle ki, sapıtmaya kadar gider. Büyüklüğüne inanarak
O´na yönelmek en doğru yoldur.
“Her şeyin mahiyetini anlamak için tefekkürde bulunun,
düşünün. Fakat Allah Teâlâ´nın zatı hususunda düşünmeyin. Çünkü yedinci sema
ile Allah Teâlâ´nın kürsüsü arasında yedi bin ışık yılı[61] uzaklık vardır. Zât-ı bunun ötesini
de kuşatmıştır.” (Keşf’il
Hafa)
وَ بِرَحْمَـتِـكَ اْلـوَاسِعَةِ
“Allah Teâlâ´m, sonu olmayan rahmetinle istiyorum.”
Eğer ki, rahmet-i ilâhi geniş olarak tecelli etmeyip,
adalet ile zahir olsa idi, yeryüzünde bir canlı mahlûk kalmazdı.
“Allah Teâlâ mahlûkatı yarattığı zaman Arş'ın
üstündeki bir kitaba şunu yazdı:
“Muhakkak ki rahmetim gazabıma üstün gelmiştir.”
(Buharî)
اَنْ تَـجْعَلَ لَـنَا نُورًا فيِ
مَـسَامِعِنَا
“Allah Teâlâ´m, kulaklarımızı nurlandır.”
Hakkı kabul etmek, Allah Teâlâ´nın kulaklarımıza
zatına mahsus isim ve sıfatlar ile nur vermesiyle olur. Hidayet kulaklar
vasıtası ile intikal eder. Sahabeden gözleri görmeyen bulunmuştur. Fakat
kulakları sağır olan rivayeti gelmemiştir. Böylece Hakk gelince kulaktan kalbe
iner, kabul etme iştiyakı meydana gelir. Allah Teâlâ nurunu vermeyip,
kulaklarımızı mühürler ise, isyan kaçınılmazdır.
وَ نُورًا فيِ اَعْـيُـنِـنَا
“Allah Teâlâ´m, gözlerimizi nurlandır.”
Gözün görmesi demek, bakarken Allah Teâlâ´nın, kuluna
anlayış bahşetmesi demektir. Yani kul, Allah Teâlâ´nın nurunu eşyada temaşa
ederken, O´nu bulur. Boş nazarla bakamaz.
وَ نُورًا فيِ اَجْدَاثِـنَا
“Allah Teâlâ´m, kabirlerimizi nurlandır.”
Kabir, insanın kıyamet gününe kadar misafir kaldığı,
bir nevi oteldir. Geçici mekânın, huzurlu olması büyük nimettir. Yolculuğun
meşakkati lüks otel ile daha kolaylaşır. Ayrıca başka bir yönden ahirette
karşılaşacağı durumunda ön habercisidir.
وَ نُورًا فيِ قُــلُوبِنَا
“Allah Teâlâ´m, kalplerimizi nurlandır.”
Kalbinde Allah Teâlâ´nın verdiği nur bulunmayan
kimsenin hakikati görmesi mümkün değildir. Bu nur ile O´nu tanır. O´na yakınlık
duyar ve kulluktan zevk alır.
Kalbin kutsiyeti “Yere ve göğe sığmam. Fakat mümin
kulumun kalbine sığarım” hadis-i kutsisinde açıkça beyan edilmiştir. [62]
وَ نُورًا فيِ حَـوَّاسِنَا
“Allah Teâlâ´m, duyularımıza nur ihsan et.”
Bedenimize ait beş duyu ve ruhumuza ait (Kalp, sır
hafi, ahfa ve nefsi natıka) duyularımıza nurlar ihsan edilmesi sayesinde ancak
zikir ve ibadet neşesi bulabiliriz. Yoksa hiçbir kul Allah Teâlâ´yı zikir
edemez.
وَ نُورًا فيِ نَسَمِنَا
“Allah Teâlâ´m, nefsimizi nurlandır.”
Nefsin bağlarından kopması, terakki etmesi, Allah
Teâlâ´nın bahşedeceği nur iledir. Bu nur ile beden temizlenir. Nihayetinde safi
nur olur. Nefsin aşağılık halinden, kâmileye´ye doğru gidilen yolda çekilen
emek ve Allah Teâlâ´nın ihsanıyladır. Sonuçta nefis gerçek insan sıfatına
kavuşacaktır.
وَ نُورًا مِنْ بَيْنِ اَيــْدِينا
“Allah Teâlâ´m, önümüze nur ihsan et.”
Bu nur ile istikametimizi O´nun yoluna çevirebiliriz.
Maddî görmede muhakkak ışığa ihtiyaç vardır. Manevi yolda terakki etmede ise,
önümüze yol açıcı olarak Allah Teâlâ´nın nuru ve Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem yardımcı olacaktır.
اَللَّهُمَّ زِدْناَ عِلْـمًا
“Allah Teâlâ´m, bize artan ilim ver.”
Bu ilim ile marifetimiz ve taat’ımız artar. İlimin
artması taat´ın artmasına sebep olunca rahmettir. Ziyadelikten gaye budur.
rasüllerin ilmi dahi, Allah Teâlâ´nın ilmine müsavi olamadığından, Allah
Teâlâ´dan ilmin artması için devamlı talepte olmaları emir edilmiştir. Âlim
insanların bilmedikleri ve bilemeyecekleri de şeyler vardır. Hikmet ehli der
ki,
“İlmin başı hayrettir.”
İlmin artması hayretimizi artır ile de,
yorumlanmıştır. Ehlullah Allah Teâlâ´nın tecellisini daha ziyade tanıyarak,
marifetlerini artırmak, vazifelerini daha güzel yaparak, ilmen ve amelen O´nun
rızasına yaklaşmak için çalışırlar. Bu ise artma ile olur. Elbette şuurumuzun
kavramadığı, hayale getiremediğimiz şeyleri, O´nun sayesinde buluruz. Her artma,
bir yeni makam, yakınlık demektir. İlmin artması, yakınlığın artmasıdır.
Tatlı suyu içmeyene acı su şekerdir.
Bir sonraki ilim, bir önceki ilmin ve amelin
noksanlığına vakıf olur. Bu hal insanda sonsuz ilim sahibi Allah Teâlâ´yı çok
sevmeye, O´ndan ilim istemenin artmasına sebep olur. İlmin artması aklın
ziyadeleşmesine sebeptir. Akıllı insan olmak, kemal sıfatlara kavuşmak ve en
güzel huylara sahip olmak demektir.
Hakiki akla sahip olan Allah Teâlâ´ya ve yaratılış
gerçeklerine kavuşmuştur. Cahilin sonradan göreceği şeyi, akıl önceden görmeye
başlamıştır.
وَنُورًا
“Allah Teâlâ´m, artan nur ihsan et.”
Allah Teâlâ´nın vereceği, yukarıdaki sayılan nurların
büyüğü ve genişleyeni istemekle, kul maddîlikten manevi boyuta doğru yol alır.
Bu sayede olgunluğun en yüksek derecesine ulaşır
“Allah Teâlâ yerin ve göklerin nurudur.”(Nur 35)
Bütün âlemleri meydana koyan, kâinatı gösteren,
hakikati bildiren, gözleri gönülleri şenlendiren O´dur. O olmasa idi hiç bir
şey bulunmaz hiç bir hakikat sezilmez, hiç bir neşe duyulmazdı.
Maddi ve manevi görmeyi sağlayan bu nurdur. Bu nur ile
akıl hakikati görür. Bu nur sayesinde rasüller hakikati, akıla aydınlatırlar.
Şunu da bilmek lazım gelir ki, her şey göze ışıkla
zahir olduğu gibi, yine batını görme de Allah Teâlâ´nın nuru ile olur. Allah
Teâlâ´nın nuru her şey ile beraber bulunur da fark olunmaz. Çünkü nur Allah
Teâlâ´dan mahlukata doğru ihsan olunan en büyük nimetlerdendir. Akıl ve göz,
nurun penceresinden hidayete erer.
“Allah Teâlâ iman edenlerin velisidir. Onları zulmetlerden
nura çıkarır.
Kâfir olanların velileri ise tağuttur. Onları nurdan
zulmetlere çıkarırlar.
İşte onlar cehennem ehlidirler. Onlar o ateşte ebedî
olarak kalan kimselerdir.” (Bakara 257)
“Allah Teâlâ, rızasına tâbi olanları onunla selâmet
yollarına götürür ve onları izniyle zulmetlerden nura çıkarır ve onları
dosdoğru bir yola hidayet eder.” (Maide 16)
Abdullah İbn-i Abbas radiyallâhü anh demiştir ki:
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gecenin bir
kısmında teheccüt için kalktıklarında şöyle dua buyururdu:
“Yâ Rabb´i Her hamd Sen´in içindir. Sen, göklerin,
yerin ve bunlardaki her şeyin Rabbi´sin.
Yine her hamd Sen´in içindir. Sen, göklerin, yerin ve
bunlardaki her şeyin nurusun.
Yine her hamd Sen´in içindir. Sen göklerin, yerin ve
bunlarda bulunan her şeyin sahibisin.
Yine her hamd Sen´in içindir. Sen hakk´sın, Sen´in
va´din de haktır.
Ahirette Sen´i görmek de haktır.
Sözün haktır.
Cennet´in de haktır.
Cehennem´in de haktır.
Rasüllerin de haktır.
Muhammed (sallâllâhü aleyhi ve sellem) de haktır.
Kıyamet günü de haktır.
Yâ Rabb´i ancak Sana itâat ettim, Sana inandım, Sana
güvendim, Sana yöneldim, yalnız Sen´in burhanlarına dayanarak düşmanlarla
mücadele ettim. Aramızda yalnız Sen´i hakem kıldım.
Yâ Rabb´i önce işlediğim ve sonra işlerim sandığım,
gizli yaptığım ve açıktan işlediğim bütün günahlarımı bağışla. Ahiret hayatında
beni öne koyan, dünya tarihinde nübüvvetimi sona bırakan ancak Sen´sin.
Allah Teâlâ´m, ibadete layık ilâh yoktur, yalnız Sen
varsın. Hükmedici tasarruf da, tam kuvvet de Senin ile beraberdir.”
Ayrıca Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Kutsi Dua
Bahâiyye´de zikredilen gibi, şöyle de dua ederdi.
“Allah Teâlâ´m, kalbimde bir nur kıl, gözümde de bir
nur kıl, kulağımda da bir nur kıl, yine böyle sağımda bir nur, solumda bir nur,
üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur, arkamda bir nur kıl. Benim
için umumî ve büyük bir nur yarat.”
وَ حِلْمًا
“Allah Teâlâ´m, yumuşaklığımı artır.”
Hilm sahibi olmak, sahibi için bir süs, bulunduğu
halde ise yüksek ahlaktır. Hilm sahibi olan âlim, kararları hep yapıcı yolda
olur. Hilm sahibi olmakta, şerre karşı yumuşak olmayı da gerektirmez.
“Allah Teâlâ´dan bir rahmet sebebiyledir ki, onlara
yumuşak davrandın ve eğer sen çirkin huylu, katı yürekli olsaydın, elbette
etrafından dağılırlardı. Artık onları affet, onlar için af talebinde bulun ve
onlar ile emir hususunda müşavere yap. Sonra azmettiğin zaman da Allah Teâlâ´ya
tevekkül et. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ tevekkül edenleri sever.” (Al-i İmran 159)
وَ اتِـنـَا نِـعْمَةً ظَاهِرَةً
“Allah Teâlâ´m, hissettiğimiz nimetlerini artır.”
Kullar, kalbin ve duyuların farkına vardığı nimetlerin
artışında gönül ferahlığı duyduklarından Allah Teâlâ´dan genellikle zahiri
nimetler için duada bulunurlar. Görünen nimetler aslında, görünmeyen nimetler
yanında çöldeki kum tanesi gibidir.
وَ نِـعْـمَةً بَاطِــنَةً
“Allah Teâlâ´m, görmediğimiz nimetlerini üzerimize
artır.”
“Eğer Allah Teâlâ´nın nimetini sayacak olsanız, sayıp
bitiremezsiniz. Şüphe yok ki, insan, elbette çok zalimdir, çok nankördür.” (İbrahim 34)
Nimetin artmasını istemek, Allah Teâlâ´nın hoşuna
gider. Devamlı nimet içinde olan insan için şükür ehli olmalı ve nimetin
artması için Allah Teâlâ´dan yardım istemelidir. Fakat rızkı sebeplere
yapışarak istemek gerekir. Sebepler oluşmadan nimetlerin meydana gelmesi
keramet kısmından olur. Kerametler herkes için meydana gelmeyeceği için,
dünyevi sebeplerin oluşmasını Allah Teâlâ´dan istemek gerekmektedir.
حَـسْبُناَ ٱللَّهُ لِـدِيـنِناَ
“Allah Teâlâ, dinimizi muhafazaya kâfidir.”
Bize dini yaşamada Allah Teâlâ her zaman yardım eder.
Eğer yardımı vaki olmasa idi, elbette nefsimiz bizi aldatırdı.
حَـسْبُـنَا ٱللَّهُ لِـدُنْـيَاناَ
“Allah Teâlâ, dünya hayatımızın teminatıdır.”
Allah Teâlâ yaşamın kullar üzerindeki ağırlığını ve
zorluğunu gidererek kulunu neşe içinde olmasını sağlar. Bu yardım olmasa idi,
kullar ölümü tercih ederlerdi. Kullara akıl[63] nimetini ve diğer nimetleri
bağışlaması; O´nun dünya hayatını kolayca yaşamasını sağlamak içindir.
حَـسْبُنَا ٱللَّهُ اْلـكَرِيمُ لِمَا
اَهَـمِّـنَا
“Bizim için mühim olan her işimizde, vesilesiz ve
istemeksizin kereminden veren Allah Teâlâ, bize kâfidir.”
Kulunu üzen şeyleri, kendisinin haberi olmadan
kaldırır. Rızık konusundaki korkularını giderir. Mahlûkatın ona vereceği
zararları yok eder. Bu his onu devamlı huzur sahibi kılar.
Aliyyü’l- Havas (ks) buyurdu ki;
“Kişinin uykuda ve ayıkken geçirdiği korkular Allah
Teâlâ´dan gafil
olmasından ve halktan korkmasından dolayıdır. Allah Teâlâ´yı çok anan kişi ise
her şeye yakınlık ve ünsiyet duyduğu gibi, her şeyde ona yakınlık ve ünsiyet
gösterir.”
حَــسْبُنَا ٱللَّهُ الْـحَلِِيـمُ
“Hilm sahibi olan Allah Teâlâ´mız, bize yeter.”
Cezası gelmeden, asi kulunu af eder. Neslinden bir
salih gelmesini takdir ederde asi kulundan intikam almayı erteler. Layık olup
olmadığına bakmadan, kuluna nimet bahşeder. Yaratılanlar kendine asi de
olsalar, hep merhametini ön plana çıkarandır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“İşittiği şeyin verdiği ezaya Allah Teâlâ'dan daha
sabırlı kimse yoktur. Çünkü O'na şirk koşulur, evlatlar nispet edilir. O, yine
de onlara afiyet ve rızık vermeye devam eder.” (Buharî)
Allah Teâlâ´nın terbiyesi ile ahlaklanmış Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve selem´in Ciirrane'de hem de Uhud'da,
“Allah’ım kavmimi mağfiret et, çünkü onlar
bilmiyorlar” diye dua
ettiği bazı rivayetlerde gelmiştir.
Hilm sahibi olmak büyüklüğün işaretidir.
اْلـقَـوِيُّ لِمَنْ بَغى
عَلَــيْـنَا
“Kudretli Allah Teâlâ´mız, sebepsiz yere
zulmedenlerden, üzerimize gelenlerden intikamımızı almaya, kâfidir.”
Kulu üzerine kibir ederek hakkını gasp ve zorla
tahakküm etmeye çalışanlara karşı, kâfir ve mümin ayırmadan onların hakkını
savunur ve alır.
Kâfir dahi olsa mazlumun duasına icabet eder.
Ancak çiftinin buğdayı samandan ayırdığı gibi Allah
Teâlâ iyi ile kötüyü ayıracaktır.
حَـسْبُنـَا ٱللَّهُ ٱلـشَّدِيدُ
لِمَنْ كَادَناَ بِسُــوﺀ
“Kötülük düşünerek gelenlere ve bakanlara, Şedîd olan
Allah Teâlâ´mız, bize yeter.”
Kulların niyetleri katında bilindiği için,
sevdiklerine düşman olanlara ve kötü niyet besleyenlere fırsat tanımaz.
Tuzaklarını başlarına çevirir. Kullarını müsaade ettiği ruhsat dairesini de
geçmelerine de fırsat tanımaz. Eğer zalimler zulümlerinde hadlerini aşarsa
ilahi azabını onlara gönderir.
Bazen de “Allah Teâlâ kullarından intikamını
zalimler ile alır. Daha sonra zalimden kendi intikamını alır” sırrınca
âlemleri başıboş bırakmayarak hikmetle tecelli eder.
“Onlar (sana) tuzak kurarlarken Allah Teâlâ da
(onlara) tuzak kuruyordu. Çünkü Allah Teâlâ tuzak kuranların en iyisidir.” (Enfal, 30)
حَـسْـبُـنَا ٱللَّهُ ٱلـرَّحِيمُ
عِـنْدَ ٱلـسّۤامِّ
“Ölüm anında, Rahim olan Allah Teâlâ´mız bize yeter.”
Ruhu teslim ederken, mümin kulun velisi olan,
evliyasına rahmetini bol, bol ihsan eden Allah Teâlâ´mız iman ve İslam ile bu
dünyadan göçmemize yardım eder. Müslümanın Allah Teâlâ´ya karşı bu şekilde
hüsn-ü zannı vardır.
Güvenmek, huzur veren bir duygudur. Allah Teâlâ´ya
güvenmek ise yaşamanın en güzel teminatıdır.
حَـسْـبُنَا ٱللَّهُ ٱلـرَّؤُفُ
عِـنْدَ اْلـمَسْأَلــَةِ فيِ الْـجَدَثِ
“Kabirde sorulan sorulara cevap verirken Şefkatli
Allah Teâlâ´mız, bize kâfidir.”
Şah-ı Nakşibent (ks) Efendimiz ölüm anında Rahim
sıfatını, kabir suallerinde Rauf sıfatını kullanması;
Raûf, şefkati ile iyiliği ihsan etmesi veya şerri ondan
uzaklaştırmasıdır.
Rahîm ise, iyilik ettiği kimseyi düştüğü şiddet ve korkudan
kurtarması veya hayır vermesidir.
Ölüm halinin iyi olması kabirde sualin kolay geçmesine
işarettir. Kabirde sorulacak olan; Rabb´in kim? Dinin ne? Nebin kim? soruları
kolay olmasına rağmen vaktin ve halin şiddetinden kul dehşete düşer, cevap
veremez. Burada Allah Teâlâ´nın yardımı gereklidir. Bu sorular nebiler dışında
her insan için tecelli edecektir.
حَـسْبُنَا ٱللَّهُ ٱلـــَّطِيفُ
عِـنْدَ اْلـميِزَانِ
“Hesap zamanında, Lütuf sahibi Allah Teâlâ´mız, bize
kâfidir.”
Mizan kurulup, kul yaptıklarından sorulunca, bir korku
içine düşer. Allah Teâlâ´nın lütuf ve merhametini hesap anında gördükçe de,
pişmanlığı artar. Çalışanlar neden daha iyi çalışmadık, çalışmayanlar da
neden biz çalışmadık diye üzüleceklerdir.[64]
Kul ne yapacağını şaşırır kalır. İşte kuluna Allah
Teâlâ´nın yardımı, o an gelmez ise helak olur. Allah Teâlâ her zaman olduğu
gibi orada kulun yardımına yetişir, onu sakin kılar. Onun için ahirette işimize
yarayacak, mizanımızda ağır basacak salih ameller yapmak için çalışmalıyız.
Dünya hayatında, zevk geçirmeye, kalacak servetler toplamaya uğraşmamalı,
kazançlarımızı hayır uğrunda sarf eylemeliyiz. Çünkü dünya eğlenecek yer
değildir.
حَـسْبُـنَا ٱللَّهُ اْلـقَديِرُ
عِـنْدَ ٱلـصِّرَاطُ
“Sırat-ı geçerken, Kudretli Allah Teâlâ´mız bize
yeter.”
Ahiret günü gelince her iş bitmiştir. İstikbal geçidi,
sırat çok tehlikelidir. Cennete ulaşmak için, geçilmesi takdir edilmiş,
cehennemin üzerine kurulmuş sırat kalmıştır.
Sırat, cehennem uçurumlarının üzerinden herkesin geçmeğe
mecbur olacağı kıldan ince ve kılıçtan keskin inişli yokuşlu, düzlü bir
köprüdür.
Bu köprüyü geçmek Allah Teâlâ´nın kudreti ile mümin ve
salih kullara kolay gelecektir. Köprü denmesi aslında sıkıntının
varlığındandır. Çünkü sıkıntı, geniş zamanı dar, büyük yeri küçük gösterir.
Korku insanda var olmayanı var ettiği gibi, yok olanı var eder. Ne mutlu o gün
kendisine korku gelmeyene.
حَسْبِىَ ٱللَّهُ لاۤ اِلهَ اِلاَّ
هُوَ عَلَـيْهِ تَوَكَّـلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْـعَرْشِ الْـعَظيـم 3
“(Eğer aldırmazlarsa deki): bana Allah Teâlâ yetişir
O´ndan başka ilâh yoktur, ben O´na dayanmaktayım; O büyük Arşın sahibidir.”
(Tövbe 129)
Mümin kul, her işinde bu duada bulmalıdır.
“Her işimde Allah Teâlâ´m yetişir, O´ndan başkasını
istemediğim gibi, başkasından yardım da istemem, tevekkülüm O´nadır. O´ndan
başka yardım edecek ve ilah yoktur. Ancak O vardır. Bütün işlerimde O´na
yönelirim. Benim Rabb´im olduğu gibi, Büyük Arş´ın Rabb´idir.”
Bu duayı adet edinen kul asla mahzun olmaz. Onun için
Kutsî Dua Bahâiyye´yi okuyandan hüzün ve kedere düşen görülmemiştir.
Ebu Derda radiyallâhü anh demiştir ki,
“Her kim sabah ve akşam yedi kere okursa Allah
Teâlâ´nın emniyetinde olur.”
Hasbünallah... İle başlayan dualar bir nevi sigorta demektir. Bu sebeple inanarak ve
içten okunmalıdır.
مَرْحَبـًا بِالْـمَسۤاءِ
[بِالصَّباَحِ
]
“Geceye, güzellik ve rahatlıkla ulaştım.-Sabaha,
güzellik ve rahatlıkla ulaştım.”
Üzerimize düşen vazifeyi Allah Teâlâ´nın izni ile en
güzel şekilde yapmak nasip oldu. Keder ve üzüntüler üzerimizden uzaklaşarak
hayatımıza devam ettiren Allah Teâlâ´ya şükürler olsun, demektir.
وَ بِالـــَّـيْلِ الْـجَـديِدِ
[وَبِاْلـيَــوْم الْجَـدِيدِِ]
“Ne güzel bir gece. —Ne güzel bir sabah.”
Ulaştığım gün ve geceyi boş geçirmeyip taat ve
ibadetle geçirmemi sağlayan Allah Teâlâ´ya şükürler olsun. Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
Bir Şairin
söylediği en doğru söz Lebîd'in söylediği şu sözdür:
“Haberiniz olsun, Allah'tan başka her ey bâtıldır.” Ümeyye İbnu Ebi's-Salt müslüman olayazdı.
(Buhârî)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem´in hadisi
şerifini tefekkür ile Allah Teâlâ´yı her anımızda andığımız gibi şükrümüzü eda
etmeliyiz.
وَ بِاْلإِبـانِ
“Şu bulunduğum zaman, ne güzel zaman.”
Allah Teâlâ´nın hatırlandığı ve zikir edildiği zaman
en güzel zamandır.
وَ الْـفَـيْـنَـةِ ٱلـسَّعِيدِ
“İbadet halinde olduğum şu saat, ne mesut saattir.”
Saniyelerin hesaba gireceği kıyamet günü, bu sözlerin
hakikati açığa çıkaracaktır.
An denen zamansızlık;[65] Allah Teâlâ´nın katında itibar
gören zaman birimidir. O´nun için zaman olmadığından, zamanın takdirini ve
kıymetini iyi bilen bir kul, bu duadan ayrı düşmez.
وَ بِالسَّافِرِ وَ ٱلـشَّهِيدِ
“Gaibde ve yanımızda ki, din kardeşlerim için de bu
istekleri diliyorum.”
Dualara cemiyeti katmak, Hz. Muhammed Mustafa
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´in sünnetidir. Kendi nefsimizin iyilik
içinde olması, dünya saadeti için yeterli olmadığından, her konuda
kardeşlerimizi de düşünmeliyiz. Dua etmenin yalnız sözle olmadığını da
unutmamak gerekir.
İnsanın iyi olması başkalarının iyiliğini istemek
demektir. Fakat ahir zamanda ise cemiyetlerin bozulması had safhaya ulaşınca
ferdiyet üzerine dualar daha geçerli olacaktır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi
fitneler var.[66]
Kişi o fitnelerde mümin olarak sabaha erer, akşama
kâfir olur; mümin olarak akşama erer, sabaha kâfir çıkar.
O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen
koşandan hayırlıdır.
Öyle ise yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın,
kılıçlarınızı da taşa vurun.
Sizden birinin evine girerlerse Hz. Âdem
aleyhisselâm´ın iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil)” (Tirmizî)
Müslüman etrafında bulunan insanları uyarırken ben
merkezli davranarak, onlara örnek olmaya çalışmalıdır. Eğer insanlar onun güzel
halini görüp biri hidayete kavuşabilirse bunu nimet bilmelidir. Yoksa insanlar
hidayete kavuşmadıkları gibi, dine karşıda düşmanlıklarını da artırırlar.
Akrabanın ve dostların hidayeti için can sarf etmek başkalarına olan gayretten
daha kolay olur. Onun için eş ve dostları artırmak müslümana farzdır. Çünkü
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Evleniniz! Çünkü ben kıyamet günü diğer ümmetlere
karşı çokluğunuzla iftihar edeceğim.”
Ahir zaman musibetlerinden biride evlilik ve çocuk
sahibi olmanın azalmasıdır. Bu nedenle öyle bir zaman gelir ki, insanın
çocuğuna dahi gücü yetmez olur. Onun için müslümanın tedbirli olması ve
insanlığın iyiliğini düşünmesi gerekmektedir. Çünkü Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Müslüman kimseye, en hayırlı malın davar olacağı
zaman yakındır. Fitnelerden kaçarak, dinini kurtarmak için dağların yağmur
düşen otlak yerlerini takip etmek üzere peşine takıldığı davar onun en hayırlı
malıdır.” (Buharî ve
Müslim)
Hadisten anlaşılacağı üzere kendi başına yaşamak
cemiyet ile meşgul olmaktan iyi olacaktır.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Ebu Zer radiyallâhü
anh´aya buyurdu ki;
“Evine kapan, diline sahip ol, iyi bildiğin şeyi yap,
kötü bildiğin şeyi de terk et, kendi yakınlarınla meşgul ol, toplumun işini
terk et”[67]
اُكْتُبْ لَـنَا مَا نَـقُولُ
“Allah Teâlâ´m, bu dileklerimizi defterimize yaz.”
Her yeni açılan sayfamıza iyi ve güzel niyetlerimizle
başlamayı yazdığın gibi kaderimizde her yeni günün iyilik getirmesini nasip et,
demektir.
بِسْـمِ ٱللَّهِ
الْحَمِيدِ الْـمَجِيدِ ٱلـرَّفِيعِ الْـوَدُودِ الْمُحِيطِ الْـفَعـالِ فيِ خَـلْقِهِ
لِمَا يُرِيدُ
“Hamde layık olan Allah Teâlâ´nın adıyla defterim
açılsın. O, yüksek ve geniş kerem sahibi, şanı yüce, müminlerin sevgilisi ve
yarattıklarına sevgi veren ve seven[68], ilmi ve kudreti ile her şeyi
kuşatan, istediğini dilediği şekilde yaratandır.”
Kutsi Dua Bahâiyye okuyanın defterinin ilk satırı bu
besmele ile başlar. Sözün evveli bu güzellikte olursa, sonunun ne olacağı
aşikârdır. Allah Teâlâ´nın kendine sığınana karşı verdiği bir söz vardır.
“Beni Rabb´i kabul edene, layık olmadığı nimetleri
dahi ihsan edeceğim”
Onun için Allah Teâlâ´ya ve sevdiklerine savaş açan,
sonunda yenilmeye mahkûmdur.
وَ هُوَ اَقْرَبُ اِليـْهِ مِن
حَـبْـلِ الْوَرِيدِ
“O insana şahdamarından daha yakındır.” (Kaf 16)
Yani, Allah Teâlâ yakından bilir, yakından yetişir ve
tesir eder. Allah Teâlâ ile mahlûku arasındaki nispet, mahlûkun kendi özü ile
arasındaki nispetten daha önce gelir. Çünkü mahlûkun hayat bulması, yaratanın
kudretiyledir.
Habl, ip ve bağ demektir. Damar manasına da gelir. Allah
Teâlâ´nın ilmi ile ona damarındaki kandan daha yakındır, zira damarda engel
vardır. Bazı şeyler ona gizli kalabilir. Lakin Allah Teâlâ´nın ilmine engel
mümkün değildir.
Ayet için şu mana da söylenebilir: kendisine
kudretimiz ile biz ona şahdamarından daha yakınızdır. Emrimiz onda
damarlarındaki kanın cereyanı gibi cereyan eder. Bu sebepten Allah Teâlâ her
yerdedir denilir. Aslında Allah Teâlâ mekânlardan münezzehtir. Ayrıca melekler
de, insana şahdamarından daha yakındır, Fakat Allah Teâlâ onlardan dahi yakın
bulunduğunu belirtmiştir.
Nerede bulunursak bulunalım, O bizimle beraberdir. O,
bize bizden daha yakındır.
Allah Teâlâ´nın olmadığı, hiç bir şey yoktur, her şey
Allah Teâlâ´nındır. Ancak Allah Teâlâ´nın olmak, Allah olmak değildir. Onun,
Allah Teâlâ olması da lazım gelmez. Sonra mekanî yakınlıkta, mutlaka arada bir
ayrılık vardır. Mahlûkatta mekânla kayıtlıdır.
أَمْسَيْـنَا
] أَصْـبَحْنَا]
بِاللَّهِ مُؤْمِنـًا
“Allah Teâlâ´m Sana iman ederek, akşamladık.-Allah
Teâlâ´m Sana iman ederek, sabahladık.-”
Allah Teâlâ´nın yardımı ile iman üzere bulunuyoruz.
Kullar üzerine öyle zaman gelecektir ki, sabah mümin kalkacak, kâfir olarak
akşamlayacak. Akşam kâfir olarak yatacak, sabah mümin olarak kalkacaktır. Bu
karışık hayatın içinde istikamet sahibi az bulunacaktır.
وَبِــلِـقـۤائِــهِ مُصَدِّقاً
“Sana kavuşacağımızı, tasdik ederek akşamladık.-Sana
kavuşacağımızı, tasdik ederek sabahladık.-”
Bu hayatın geçici olduğunu bilerek yaşıyoruz. Her an
ölümü yakın hissederek huzuruna gelme hazırlığı içindeyiz.
وَ بِحُجَّتِهِ مُعْتَرِفًا
“Sen´in bizi uyarmak için gönderdiğin hüccetleri
itiraf ve kabul ederek akşamladık.—Sabahladık.”
İnsanın bir konuda uyarılması, hatasının affına ve
acizliğin açığa çıkmasına sebep teşkil eder.
İtiraf edende aczini göstererek bunu tasdik etmesinden
rahmeti kendine celp eder. İtiraz edende ise kibir ve enâniyet oluşması ile
uzaklaşma olur.
وَلِسِوى ٱللَّهِ تَعَالى فيِ
اْلأُلـــُوهِيَّةِ جَاحِدًا
“Zat-ı ulûhiyetine layık olmayan şeyleri şiddetli
inkâr ile akşamladık.—Sabahladık.”
Allah Teâlâ´nın zat-ı başkasına muhtaç olmayan
vacib-ül vücut´tur. Kullar Allah Teâlâ´yı tanırken layık olduğu sıfatlar ile
bilmeli, layık olmadığı sıfatlardan tenzih etmelidir.
وَ عَلى اللَّهِ مُتَــوَكِّـلاً
“Allah Teâlâ´ya tevekkül eder olduğumuz halde
akşamladık. —Sabahladık.”
Tevekkül, Allah Teâlâ´nın irade ve rızasına teslimiyetten
ibarettir. Kim Allah Teâlâ´ya tevekkül ederse, başına gelen her hangi bir
şeye karşı, O´nun kudretine itimat edip, yapacağı şeyde O´nun emrine teslim
olursa, hükmünce giderse, O, ona yetişir.
Tevekkül, Allah Teâlâ´nın gösterdiği yolda gücü yettiği kadar vazifeye
çalışmak, emirlerine riayet, yeri gelince kusurunu itiraf ile beraber, hakkında
telaşa düşmeksizin O´nun iradesine teslimiyetle Allah Teâlâ´nın kudretine
bağlanmaktır.
“Onu hiç hatırına gelmeyen bir yerden rızıklandırır.
Her kim Allah Teâlâ´ya tevekkül ederse artık O, ona kâfidir, şüphe yok ki:
Allah Teâlâ, emrini yerine getirendir. Allah Teâlâ her şey için bir miktar
tayin buyurmuştur” (Talak, 3)
Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellem buyurmuştur ki,
“İnsanların en kuvvetlisi olmayı arzu eden, Allah
Teâlâ´ya dayansın.”
Allah Teâlâ, muradını muhakkak yapar, hiç bir işinden
geri kalmaz, hepsinin hakkından gelir. Hükmünü istediği gibi yürütür, tevekkül
edilse de yürütür, edilmese de yürütür, sonuçta her şeyin eceli gelir. Ecel
gelince takdir olan ölüm dakika geçirmeksizin pençesini takar, iyiler
iyiliğiyle kötüler kötülüğüyle kalır, herkes ameliyle haşrolur. Ancak O´na
tevekkül de, kendi emridir.
Allah Teâlâ, her şeyi bir kader ile takdir etmiş
olduğu için, her şey gibi insanı da, durumlarına göre takdir buyurmuş, birer
sınır koymuştur.
O halde kuvvet, sebeplere güvenmekte değil,
Allah Teâlâ´ya dayanmakladır. Tevekkül, mağrurlukla kendini koyuvermekte
değildir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Deveyi bağla da, tevekkül et”
نُـشْـهِدُ ٱللَّهَ
“Bu halimize akşam ve sabah Allah Teâlâ´yı şahit
tutarız.”
Her zaman bir olduğunu ikrar ile bize katından
ihsanlar, buyurduğuna şahadet ederiz.
وَ نُشْـهِدُ مَلــۤـئِكَــتَـهُ وَ
َانْبِــيۤائـَهُ وَ حَـمَـلَةَ عَــرْشِه ِ
“Meleklerini, nebilerini ve arş-ını yüklenen melekleri
şahit tutarız.”
Aslında bir konuda Allah Teâlâ´nın şahadeti
yeterlidir. Lakin kulların imanını kuvvetlendirmek için Zat-ı onları şahit
tutulmasını istemiştir. Ayetlerde çoğu zaman, ben yerine biz gelmesi bu
sebeptendir. Âlemde görünen her şey Allah Teâlâ´nın zatının, isimlerinin ve
sıfatlarının tecellisidir. Öyle ki, Allah Teâlâ yaratılışı kendinden kendine
dönen bir hal gibi yaptığından bir vasıtanın olması da düşünülmez. Ancak Allah
Teâlâ rasülleri vasıtası ile insanlara, sonsuz kurtuluş yolunu göstermiş ve
azaptan kurtarmıştır.
Allah Teâlâ bir şeye muhtaç değildir. İnsanlara
acıdığı için, insanlara iyilik ederek, emir ve yasakları göndermiştir.
Emirlerin ve yasakların faydaları insanlaradır. Allah Teâlâ´ya hiç faydası ve
gereği de yoktur.
بِأَنــَّهُ هُـوَ ٱللَّهُ
“Şahidiz ki, muhakkak O Allah Teâlâ´dır.”
Zat-ınla, meleklerinle, nebilerinle ve arş-ın
melekleri ile Sen´in Allah Teâlâ´mız olduğuna iman ederiz.
لاۤ اِلهَ الاَّ هُـوَ وَحْـدَه لا
شَــرِيكَ لَه
“Ortağın ve benzerin olmadan, birliğinle Sen´den başka
ilah olmayan olduğuna da, şahadet ederiz.”
وَ أَنَّ
سَــيِّدَنَا مُحَمَّدًا صَلـى ٱللَّهُ تَعَالى عَلَـيْهِ وَ عَلى الِهِ وَ صَحْبِهِ وَ
سَلَّـمَ عَــبْدُهُ وَ رَسُلُهُ
“Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz kulun ve rasülün
olduğuna şahadet ederiz. Allah Teâlâ´nın salât ve selamı O´nun, Âl-i´nin ve
ashabının üzerinedir.”
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz´in kulluk vasfının, risaletten önce zikir edilmesi, kulluk vasfının
şerefindendir.
O her zaman şükreden bir kul olmanın misali idi.
Kendisine acımazdı. Kullukta ise en ağır vazifeyi eda etti. Bu manadan, kim
ki Rasulullah´ı seviyorsa, onun emaresi Allah Teâlâ´ya karşı yaptığı ibadet ve
taatta gizlidir. Okunan bu şahadet büyük şahadet diye anılır. Bu
şahadetimiz sebebi ile af olunacağımız muhakkaktır. Bu şahadetimiz karşılığı
cennet olacaktır.
وَ أَنَّ الْـجَـنَّةَ حَــقٌّ
“Cennetin haktır.”
Muhakkak ki, Allah Teâlâ ahirette cenneti mümin
kullarına hediye edecektir. Huzurun kaybolmayacağı ebedilik yurdudur. Öyle ki
terk edilmesi ve usancı olmayan mükâfat yeri olacaktır.
وَ أَنَّ الْـنَّارَ حَـقٌّ
“Ateşin haktır.”
Günahkârların, azap çekmesi haktır. Duada Cehennem
kelimesi yerine o manayı çağrıştıran nâr (ateş) zikredildi. Çünkü eğer cehennem
zikredilse idi, inananlar için çıkılması mümkün olmayan bir yurt olurdu.[69]
Cehennemde olmak ile ateşe sunulmak ve azapta olmak
ayrı ayrı şeylerdir.[70] Kur´an-ı Kerim´de ateşe ebedi
sunulmak iki ayette[71] cehenneme ebedi sunulmak on bir
ayette[72] geçmektedir.
Binaenaleyh, Devamlı azap, ne adalet nede Allah
Teâlâ´nın merhamet sıfatlarına uygun düşmektedir.
وَ أَنَّ الْـحَوْضَ حَـقٌّ
“Havz-ı Kevser´in haktır.”
Allah Teâlâ Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz´e vaat ettiği mübarek bir nimettir. İnananlar O´nun elinden
kana, kana içecekler.
Ebû Hureyre radiyallâhü anh, Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´den naklederek şöyle rivâyet etmiştir:
“Evimle minberim arasındaki yer, Cennet bahçelerinden
bir bahçedir. Minberim de, bana bahşedilen Kevser Havz´ımın üzerinde kurulmuş
bulunmaktadır”
Ukbe İbn-i Âmir radiyallâhü anh´ten rivâyet olunduğuna
göre, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem irtihâline yakın bir gün çıkıp
Uhud gazâsı şehitlerine cenaze namazı kılar gibi namaz kıldı. Sonra Medine´ye
gelip minbere çıktı. Ölülere, dirilere veda eder gibi bir hutbe îrâd edip
buyurdu ki:
“Ben sizden Kevser havuzuna ilk erişeniniz olacağım.
Sizin Hak yolundaki hizmetlerinize şahadet edeceğim.
Vallahi ben, şu anda Cennet´teki havuzumu görüyorum.
Emin olunuz yine şu anda, bana yerin anahtarları verildi, bütün cihana İslam
nurunun intişarı tebşir edildi.
Vallahi ben, vefatımdan sonra sizin şirke döneceğinizi
umarak hiç endişe etmem. Yalnız sizin ihtiras ile nefsinize düşüp didişmenizden
korkarım.”
Söyledikleri de çıkmıştır.
وَ أَنَّ ٱلـشَّفَـاعَةَ حَـقٌّ
“Şefaat iznin haktır.”
Allah Teâlâ´nın günahkâr kullarını affetmek için
vaat ettiğin şefaat hakkını ummak, farzdır.
En büyük şefaat hakkı Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz´e verilmiştir. Buna Makam-ı Mahmut adı verilir.
Hatem-ül Enbiya Efendim´ize vaat olan ve onu hâmidiyetten, mahmudiyete terakki
ettiren bir yüksek makamdır ki, büyük şefaat etme hakkıdır. Bu makamda Liva-ül´Hamd
O´nun eline teslim edilmiştir. Ahirette Makam-ı Mahmud´un feyzi, şefaat iledir.
Liva-ül Hamd altında toplanacak olan ümmet, Allah
Teâlâ´nın lütfundan hisselerini alacak ve ehli cennetin sonun da şükürleri
الحمد لله رب العالمين olacaktır.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz´in Allah Teâlâ yanında çok yüksek bir derece ve makamı vardır.
Huzur-u İlâhî´de müminler için şefaat edecek ve önlerine düşüp, cennetlerine
girene kadar rehberlik edecektir. Allah Teâlâ kendine saklı tuttuğu şefaatini
bile, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´in gönlünden
tecelli ettirecektir. Beşerden bir insana yani Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem´e Allah Teâlâ´nın böyle makam vermesi, insanlık için bir şan ve şeref,
bunu tasdik eden müminler için büyük mükâfattır.
Şefaat günlerinde küfretmiş olanlar ve inkâr edenler
şefaat arzu edecekler.
—Keşke O´nun hükümlerine ve emrine uysaydık; diyeceklerdir.
Cehennemde; kâfirler, ateşte toplandıklarında,
müslüman bir gurubu da beraberlerinde gördüklerinde;
“Siz müslüman değil mi idiniz?” diyecekler.
Onlar “evet” diyecekler.
“O halde gördünüz, İslâm´ınızın hiç faydası yokmuş.
Siz de bizimle beraber ateşe yanıyorsunuz, diye aşağılayacaklar. Onlar;
“Hayır, öyle değil, bizim bir takım günahlarımız vardı Allah Teâlâ,
onunla cezalandırdı, cevabını verecekler.
Allah Teâlâ, alayları yüzünden kâfirlere gadap edecek
ve şefaate izin verecektir. Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz´in şefaati ve rahmet-i ilâhiyesi ile müslümanların azat edilmesini
emredecek, ateşten çıkaracaktır. İşte o vakit kâfirler;
“Ah” ederek, “keşke biz de müslüman olsaydık” diyecekler.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in Allah
Teâlâ´ya ricası o kadar artacak ki, Allah Teâlâ, müslümanları, peyderpey
rahmeti ile şefaatine mazhar edecektir. Nihayet;
“Müslüman olan Cennete girsin,” buyuracaktır.
O zaman yine kâfirler temenni edecekler ki, müslüman
olsa idik,[73] cehennemde artık hiç müslüman
kalmayacaktır.
En büyük saadet ve kurtuluş, Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´e uymaktadır; isterse bu uyma ve Ona zahiri benzeme suret ve
şekilde olsun.
Niyetimiz Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem tabi
uymaktan başka niyet olmamalıdır.
Öyle ki, Allah Teâlâ´yı, “Efendimiz Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem´in Rabbi olduğu için seviyorum” diyen İmam
Rabbanî (ks)´nin sevgisi ile sevmeliyiz.
Her kimin Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´e
sevgisi varsa, o Cehenneme gitmeyecektir.
Kısaca her şeyde;
وَمَا اتيكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ
وَمَا نَهيكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem size ne
verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.” (Haşr,7) ayeti
kerimesini hep göz önünde bulundurmak gereklidir.
وَ أَنَّ مُنْكِرًا وَ نَكِيرًا
حَـقٌّ
“Münker ve nekir melekleri haktır.”
İnsanlar kabirde bazı sorulara muhatap olacak ve cevap
veremeyenler azap görecek; cevap verenler cennet nimetlerinin hazzını
duyacaklardır.
Bu nedenle azaba müstahak olanlar iki kere azap görmüş
olurlar. Biri kabir azabı, diğeri ahiret azabına uğrayacağı korkusudur.
Hz.Âişe radiyallâhü anha´dan rivâyet olunmuştur.
Bir Yahudi karısı yanına gelip ona: “Allah Teâlâ,
seni kabir azabından korusun” diyerek dua etmiştir. Bunun üzerine Âişe
radiyallâhü anha Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´e;
“İnsanlar kabirlerinde azaba giriftar edilirler mi?” diye sormuş.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´de:
“Kabir azabından, Allah Teâlâ´ya sığınırım” buyurmuş.
Sonra Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz, kabir azâbından sığınmayı ashâbına emir buyurdu, demiştir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle dua
ederdi;
“Rabb´im, cimrilikten, ağırcanlılıktan, erzel-i
ömürden, kabir azabından, deccalın ve yalancı insanların iğfalinden, diriliğin
ve ölüm fitnesinden sana sığınırım.”
Hazreti Ali kerremallahü veche demiştir ki:
“Biz kabir azabı hakkında, “ Tekasür Süresi”
nazil olana kadar şüphe eder dururduk.”
İnsanlar kabre girdikleri veya girecekleri gün o
gafletten uyanacak, bütün ömürlerince çoğaltmak için oyalandıkları fâni
şeylerden ayrıldıklarını ve yalnız vebalini yüklenip kaldıklarını
göreceklerdir.
وَ وَعْـدَكَ حَـقٌّ
“Sen´in vaatlerin haktır.”
Ceza ve mükâfatlar hakkında ne buyurmuşsan hepsine
iman ettik, demektir.
Sözlerin en doğrusu ve gerçeği Allah Teâlâ´ya aittir.
Allah Teâlâ vaadinden dönmez.
وَ أَنَّ ٱلـسَّاعَةَ اتِـيَـةٌ
لاَ رَيــْبَ فِيهَا وَ أَنَّ ٱللَّهَ يَـبْعَثُ مَنْ فيِ الْقُــبُورِ
“Muhakkak kıyamet gelicidir, onda şüphe yoktur.
Muhakkak Allah Teâlâ kabirlerde olanları diriltip kaldıracaktır.” (Hac,7)
Kıyamet gününün saat olarak söylenmesi, elli bin
senelik zamanın, Allah Teâlâ´nın katındaki değeri bir saat ve veya daha az bir
zaman gibi olmasındandır.
Zaman Allah Teâlâ katında değersiz bir unsurdur. Bu
ifade ile insanlar üzerinden kayda değer edilmeyecek bir zaman geçtiğini
göstermek içindir. Bu sebeple kul, iyi olmanın yolunu aramalıdır.
Kıyametten sonra olacak haşır günü eşya aslı ile
tekrar meydana getirilecektir.
Kıyamet günü insanlar beyaz, duru beyaz ve kepekten
arınmış undan mamul çörek gibi bir saha üzerinde haşr olunurlar. Bir rivayete
göre de, O sahada bir kimseye yol gösterecek dağ, taş gibi, nişan dahi olmayacaktır.
Aişe radiyallâhü anha´dan edilen rivayete göre, Hz.
Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz;
—İnsanlar ayakkabısız, vücudu çıplak, yani ilk
yaradılışları gibi sünnetsiz haşr olunacaklar, buyurdu. Ben de:
—Ya Rasülallah, erkek, kadın beraber mi? Bunlar
birbirlerine edep yerlerine bakarlar, dedim. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem;
—Ya Aişe, haşir işi çok güçtür, insanların
birbirlerine bakmalarına müsait değildir, buyurdu.
Ebû Hureyre radiyallâhü anh´den rivayete göre, Hz.
Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet günü halk mahşer yerinde izdihamdan,
şiddetten, güneşin yaklaşmasından terleyecektir. Öyle derecede ki, dökülen ter,
yetmiş zira derinliğinde yere geçecek ve onların ağızlarına yükselip
gemleyecek, hatta kulaklarına yükselecektir.”
عَـلى ذالِـكَ نَـحْيى وَ عَلَـيْهِ
نَـمُـوتُ
“Bu itikat üzerine yaşayıp ve öleceğiz.”
İslam itikadını taşıyan için ölüm ve yaşam kardeşler
gibidir. Çünkü o her an için hazırlıkta olduğundan ölümün üzüntü ve kederine
düşmez.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Her kim Allah Teâlâ´ya kavuşup görmeğe muhabbet
ederse, Allah Teâlâ´ da ona kavuşup görmesini sever.
Her kim de Allah Teâlâ´ya kavuşmaktan hoşlanmaz ise, Allah
Teâlâ´da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.”
Ölüm Allah Teâlâ´nın kullara vereceği en büyük
acılardandır. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dünyadan göçerken,
arada bir iki elini su kabına batırıyor ve ıslanan elleriyle yüzünü sıvıyor,
“Lâilâhe illâllah, ölümün ne şiddetleri, vuruşları
var” diyordu.
Fakat Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem ellerini kaldırır ve ruhunu teslim
edinceye kadar, “Allah Teâlâ´m beni, Refîk-i A´lâ câmiasında kıl”
duasına devâm etti.
“Kişi yaşadığı hal üzere ölür, öldüğü hal üzerede haşr
olur”
Şunu bilmek gereklidir ki, mümine ölüm hali gelince
Allah Teâlâ´nın kulundan hoşnutluğu, Allah Teâlâ´nın ikram ve ihsanı
müjdelenir. Bu müjde üzerine artık mümini ölüm gibi kendisini karşılayacak
hallerden sevimli bir şey olamaz. O anda mümin Allah Teâlâ´ya kavuşmaya
muhabbet eder, Allah Teâlâ´da mümin kuluna kavuşmayı sever. Fakat kâfir öyle değildir. Ona ölüm
hali hazır olduğunda Allah Teâlâ´nın azabı müjdelenir. O anda kâfire önündeki
ölüm gibi, hallerden çirkin bir hal olamaz. Bu suretle kâfir Allah Teâlâ´ya
kavuşmayı fena görür, Allah Teâlâ´da ona kavuşmayı fena görür.
وَعَلَيْهِ نُبْعَثُ غَداً
“Yarın kıyamette bu itikat üzere haşr olacağız.”
Yukarıda belirttiğimiz gibi insanlar nasıl haşr
olacaklarsa, o şekilde yaşar ve ölürler. Geleceğin ne getireceğini görmek
istiyorsak, bugünümüze bakmalıyız.
“Kişi sevdiği ile beraberdir.”
“Her cins kendi cinsini çeker”
“Kişi sevdiğinin gücüne malik olur”.
“Kıyamette dostlar birbirini terk etmez”
Allah Teâlâ bütün mümin kardeşlerimize dünyada ve
ahirette yardım eder ve mahzun bırakmaz.
وَ لاَ نَرى عَذَابـًا إِنْ شۤاءَ
ٱللَّهُ تَعَـالى
“İnşallah, azap görmeyeceğiz.”
Enes İbn-i Malik radiyallâhü anh, Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´den şöyle rivayet etti. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor.
“İzzetim, celalim, cömertliğim, mahlûkatımın bana olan
ihtiyacı ve yüce makamım için, erkek ve kadın kullarımın İslam üzere yaşayıp
yaşlanmalarının ardından onlara azap etmekten hayâ ederim.”
Yine Enes İbn-i Malik radiyallâhü anh diyor ki,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in bu esnada ağladığını gördüm.
—Ya Rasülallah niçin ağlıyorsunuz? Diye sordum.
Bunun üzerine;
—Allah Teâlâ ondan utandığı halde, kendisi Allah
Teâlâ´dan utanmayana ağlıyorum, buyurdu.
Şah-ı Nakşibent (ks) Efendimiz´in duanın bu kısmında
böyle niyaz buyurması, başka evratlarda rastlanılmayacak bir özelliktir. Bu
yolun müntesiplerinin kıyamette yüzleri gülecektir. Çünkü Allah Teâlâ
buyurmuştur ki;
“Ben kulumun zannı üzerine hareket ederim”
Kutsi Dua Bahâiyye´yi okuyanın Allah Teâlâ´ya böyle
hüsn-ü zannı vardır. Bu dua kurtulmuşların duasıdır. Bu ayrı bir güveniştir.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz, ümmetin yetmiş üç fırkaya bölüneceği, yalnız bir fırkanın Naci
(kurtulmuş) Fırka olacağını bildirmiştir. Naci fırka hakkında çeşitli görüşler
bulunmaktadır. [74]
اَللَّهُمَّ إِنَّــنَا ظَــلَمْـنَا
َانْفُسَنَا
“Allah Teâlâ´m, bizler nefislerimize zulüm ettik.”
Âdem aleyhisselâm ve Havva Validemiz
“Dediler ki: Ey Rabb´imiz! Biz kendi nefislerimize
zulüm ettik, eğer bizi bağışlamaz ve merhamet buyurmazsan, elbette biz zarara
uğramışlardan oluruz.” (Araf 23)
Bu dua sebebi ile kendilerini af ettirdiler. Suçun
kendilerinde olduğunu kabul etmeleri bağışlanma sebebi olmuştur.[75]
Kullar Allah Teâlâ´nın emirlerini yapmayarak,
yasaklarını çiğneyerek nefislerini helak ederler.
Kullar hatayı ve musibeti nefislerinde aramalıdırlar.
Çünkü Allah Teâlâ kullarına zulüm etmez.
“Biz onlara zulmetmedik. Lâkin onlar zalimlerden
oldular.” (Zuhruf 76)
İnsan kendine çok zulmederek varlığından ve kendi ile
birlikte var olanlardan bir iz ve eser kalmaz. Sonuçta yaratılış maksadını
unutur.
“Emaneti göklere ve yere ve dağlara bildirdik,
yüklenmek istemediler. Ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. İnsan zalim oldu.
Cahil oldu” (Ahzab,72)
فَاغْـفِرْلَـنَا اَوْزَارَنَا
الْكَــبۤائِرَ وَ ٱللَّــمَمْ
“Allah Teâlâ´m, büyük ve küçük günahlarımızı bağışla.”
Allah Teâlâ Üzeyir aleyhisselâm´a şöyle vahyetti.
—“Ya Üzeyir!
Küçük günah işlediğinde onun küçüklüğüne bakma; kime
karşı isyan ettiğine bak.
Sana az bir hayır ulaştığında onun küçüklüğüne bakma;
sana rızık verene bak!
Bela isabet edince kimseye şikâyet etme. Nasıl ki
senin kabahatin bana yükselince seni meleklerime Ben şikâyet etmiyorum.”
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´e sordular.
“İnsanlardan kimler en çok belaya uğrar?”
“Nebiler, sonra büyüklükte onlara ve bunlara yakın
olanlar.
Kişi dindarlığı nispetinde belası
da şiddetli olur.
Şayet dininde zayıflık varsa, Allah Teâlâ onu da
dindarlığı nispetinde imtihan eder.
Bela kulun peşini bırakmaz.
Tâ ki o kul, hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye
kadar.” (Tirmizî)[76]
Kur´anı Kerim´de günahların affı ile ilgili en ümitli
ayet ولسوف يعطيك ربك فترضي
dir. Bu ayet için denilmiştir ki:
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz rızasından birisi, ümmetinin hepsinin Cennete girmesidir. Bir rızası
da ehli beytinden birinin cehenneme girmemesidir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in ümmetine
karşı büyük şefkatinin neticesi de budur. Çünkü o ümmetine düşkün, müminlere
Rauf-u rahîmdir.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz, İbrahim aleyhisselâm´ın, “bana uyan bendendir”, sözü ile İsa
aleyhisselam´ın “sen onlara azap edersen kullarındır” sözlerini okudu ve
iki elini kaldırıp
“Allah Teâlâ´m ümmetim, ümmetim” diye çok ağlardı. Taki Allah
Teâlâ´nın,
“Biz seni ümmetin hakkında razı edeceğiz ve seni
utandırmayacağız” vahyi
gelene kadar bu durum devam etmiştir.
Şunu da unutmamak lâzım gelir ki, Efendimizin rızası
Allah Teâlâ´nın rızasındadır. Allah Teâlâ´nın rızası olmayan bir hususa
Efendimizin de razı olması gerekmez. Allah Teâlâ´nın izni olmayınca da kimsenin
şefaat etmesine ihtimal de yoktur. Allah Teâlâ ise küfre razı olmaz. [77]
فَإِنَّهُ لاَ يَغْــفِرُهُمَا
اِلاَّ َانْـتَ
“Büyük ve küçük günahlarımızı ancak sen af edersin.”
“Onlar ki, bir büyük günah yaptıkları veya nefislerine
zulmettikleri zaman Allah Teâlâ´yı zikrederler, hemen günahları için istiğfarda
bulunurlar.
Allah Teâlâ´dan başka kimdir?
Günahları bağışlayan. Onlar yaptıklarında bile, bile
ısrar etmezler.” (Al-i İmran
135)
“De ki: Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım,
Allah Teâlâ´nın rahmetinden kesmeyiniz.
Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bütün günahları bağışlar.
Muhakkak ki, O, çok bağışlayıcıdır, çok esirgeyicidir.” (Zümer 53)
Kullar o kadar haddi aşarlar ki, sanki kendi nefislerini
elleri ile öldürmüş gibidirler. Fakat Allah Teâlâ, onları yukarıda zikredilen
ayetler çerçevesinde yinede affeder. Bu ayetler, Kur´anda geçen en ümitli
ayetlerden olduğu söylenmiştir. Bununla beraber dikkat edilmesi lazım gelir ki,
bu ümit, günaha teşvik için değil, günahkâr kimseleri bile bir an evvel tövbeye
teşvik için olmasıdır.
“Eğer onlara azap edersen şüphe yok ki, onlar senin
kullarındır.
Eğer onları bağışlarsan yine şüphesiz ki, aziz olan,
hâkim olan ancak Sensin.” (Mâide 118)
وَ اهْـدِناَ ِلأَحْسَــنِ
اْلأَخْـلاَقِ
“Allah Teâlâ´m, bizi güzel ahlaka ulaştır.”
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz güzel ahlakın temsilcisidir. Güzel ahlak dünya ve ahiret saadetidir.
“Sen şüphesiz pek büyük bir ahlâk üzerindesin”(Kalem 4)
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz ahlakını sorana, Hazreti Aişe radiyallâhü anha demiştir ki;
—Kur´anı okumuyor musun?
—Okuyorum.
—Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz´in ahlakı Kur´an idi; buyurmuştur.[78]
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´i iki cihetten
incelemek gerekir.
İnsanlık yönü ve ruhanî nübüvvet yönü.
Ruhanî yönünün insanlara teklifi olmadığı için, Allah Teâlâ,
Sevgili Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´e insanlık tarafını fazla
açıklamasını emir buyurdu[79]. Böylece, insanların faydalanmaları
kolaylaştırıldı.
Mesela, “Onlara söyle! Ben de sizin gibi insanım.
Bana vahiy olundu”(Kehf,111) buyruldu. “Sizin gibi” buyrulması,
insanlığını kuvvetli bildirmek ve O´nun gibi hayatın yaşanabilirliğinin ifadesi
içindir. Fakat maddî hayatından Kâbe hayatına geçince ruhani tarafı çoğaldı.
İnsanlara bağlılığı azaldığı gibi sırların açılması ve dine çağırmak kuvvetinin
yönü de değişmiştir.
Sahabe-i Kiram´dan birkaçı buyurdu ki;
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´i defin işini
bitirmeden, kalplerimizde değişiklik duyduk”.
Çünkü görerek olan imanları, görmeden olan imana
döndü. Yüce Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in vefatından sonra, ruhani
tarafı öyle kuvvetlendi ki, insani tarafını büsbütün örttü.
Bunun içindir ki, eski dinlerde, din sahibi rasûlün
vefatından sonra bin sene içinde, yeni bir nebi gönderilirdi. Bunlarla, o
rasûlün dini kuvvetlendirilirdi. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem
Rasüllerin sonuncusu olduğu için ve O´nun dini hiç değiştirilmeyeceği için,
O´nun ümmetinin âlimleri, nebiler gibi oldu. İslamiyet’i kuvvetlendirmek işi
bunlara yaptırıldı. Bunlardan başka, din sahibi Hz. İsa aleyhisselâm´dahi,
O´nun dinine tâbi olmaya mecbur oldu ve O´nun dinini kuvvetlendirmek işi, O´na
da verilecektir.
Çünkü İslamiyet kıyamete kadar bakidir.
“Kuran-ı Kerim´i sana biz indirdik. Biz onu elbette
koruyucuyuz” (Hicr,9)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem vefatından
sonra, ümmetinden gönderilen kâmil âlimlerin sayısı az ise de, İslamiyet´i tam
kuvvetlendirmeleri için, çok yüksek mertebede olan Ashab-ı Kiram´ın
yüksekliklerinde olacaklardır.[80]
فَإِنَّهُ لاَ يَــهْــدِي
ِلأَحْسَـنِـهَا اِلاَّ َانْـتَ
“Ahlakın en güzeline, Sen´in ihsanınla kavuşuruz.”
Ahlakın yeri kalplerdir. Kalpleri yönlendiren, hükmü
altında tutan Allah Teâlâ´dır. Eğer yardımı olmaz ise kul, dini üzerinde sabit
kalamaz.
Biz Allah Teâlâ´yı arzu ederiz sanırız. Aslında O bizi
arzu etmektedir.
لَـبَّـيْكَ وَ سَعْدَيــْكَ
“Allah Teâlâ´m, emrine hazırım her saadet senindir.”
İnsanlık derecelerinde, kulluk makamının üstünde
hiçbir derece yoktur. Bunun için, terbiye mertebelerinin sonu, en yükseği kulluk
makamıdır. Bu makamda, kul ile Allah Teâlâ arasında, kulun O´na muhtaç
olmasından ve Allah Teâlâ´nın kendisinin ve sıfatlarının hiçbir şeye hiç muhtaç
olmamasından başka hiçbir bağıntı yoktur.
Bu ifade tarzı Arap lisanında, kayıtsız ve şartsız
emre hazır olmak demektir. Kul her an melikin huzurunda emir bekleyen, asker
gibi olmalıdır. Asker emri uygularken hiç bir zaman yorum yapmaz. Emri olduğu
gibi uygular.
Kul, her zaman hac esnasında ki, telbiyeler gibi
gönülden Allah Teâlâ´nın emirlerine boğun eğecek ve huzurda duracaktır.
“Ya Rabb´i! davetine icabet ettim, her emrini yapmak
için huzuruna geldim.
Rabb´im! Sen´in her davetine icabet borcumdur. Sen´in
saltanatında eşin ve ortağın yoktur.
Allah Teâlâ´m bütün varlığımla Sana yöneldim, hamd
Sen´indir, nimet Sen´indir, mülk de Sen´indir, bütün bunlarda eşin ve ortağın
yoktur.”
Onun için kulluğu bilmek, emre hazır beklemek insanın
üzerine olan mecburiyettir.
“İnsan, kement sahibinin peşinden gitmez ise, biçare
ceylan gibi boyundan esir edilir.”
وَ الْـخَـيْرَ كُـلَّهُ بِيَدِكَ
“İyilik ve güzellik, hepsi Sen´inledir.”
Kullar, menfaat verecek şeye ancak Allah Teâlâ
katından gelen nimetle ulaşır. Allah Teâlâ´nın yardımı ve lütfü inayeti olmadan
hiçbir iyilik kulda tecelli etmez.
Ebû Saîd Hudrî radiyallâhü anh´in rivayetine göre, Hz.
Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle demiştir. Allah
Teâlâ, cennet ehline;
—Ey Cennet ehli! Diye hitap eder. Onlar da:
—Ey Rabb´imiz, emir buyurunuz, emrinizi yerine
getirmeye her zaman hazırız, derler. Allah Teâlâ;
—Nasıl, şu halinizden razı mısınız? Buyurur.
—Rabb´imiz nasıl razı olmayalım. Sen bize hiç bir
kimseye vermediğin bunca nimetleri ihsan buyurdun.
—Size ben bunlardan daha şerefli bir nimet vereceğim.
—Rabb´imiz, bu nimetlerden daha kıymetli nasıl bir
nimet olabilir ki?
—Sizden razı ve hoşnut olmalığımın şerefi, size
layık kılındı. Artık bundan böyle ebedî size darılmayacağım.”
Hayırların en güzeli Allah Teâlâ´nın sevgisine
kavuşmaktır.
نَسْتَـغْـفِـرُكَ وَ نَـتُوبُ
إِلَــيْكَ
“Allah Teâlâ´m, günahlarımızın affını istiyor ve tövbe
ediyoruz.”
“Rabb´ın bir cehaletle kötülük işleyen, sonra
arkasından tövbe edip düzelen kimseler hakkında, şüphesiz ki Rabb´in bunun
arkasından elbette gafurdur, rahîmdir” (Nahl,119)
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurdu ki;
“Allah Teâlâ´ya yaklaşınız.
Sakın sizin hiç biriniz salih olsun, fasık olsun ölümü
temenni etmesin. Çünkü O, hayır ve ihsan sahibi ise, hayrını ve ihsanını
arttırması; eğer günahkâr bir kişi ise, yine yaşayıp günün birisinde tövbe
ederek Allah Teâlâ´nın rızasını dilemesi umulur.”
“Allah Teâlâ, kulunun tövbesinden şu kişinin
ferahından çok ferahlanır ki, seferber bir halde olan bu kişi, yanında devesi,
üstünde suyu, azığı olduğu halde varıp sahrada korkunç bir yere inmiş, başını
yere koyarak hafif bir uyku uyumuştu. Uyanınca devesinin başını alıp gittiğini
anladı. Adamcağız devesini aramağa çıktı. Hararet, susuzluk yahut Allah
Teâlâ´nın dilediği ıztırab adamcağızın üzerinde şiddetle tesir edince, kendi
kendisine eski yerime olsun döneyim, diye dönüp geldi. Az bir uyku kestirip
sonra başını kaldırınca devesini yanında buldu. İşte bu kişinin sevinmesinden
çok sevinir.”
Dua eden kişi Allah Teâlâ ile her gün bu tatlı
hatırayı yaşar.
امَناَّ اَللَّهُمَّ بِـمَا
أَرْسَـلْتَ مِـنْ رَسُولٍ
“Allah Teâlâ´m, gönderdiğin rasüllerini tasdik ve iman
ettik.”
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurdular ki;
“Siz ehli kitabın sözlerini ne tasdik, ne de tekzip
ediniz. Ancak deyiniz ki,
‘Biz Allah´a, bize indirilen Kur´an´a; İbrahim´e,
İsmail´e, İshak ´a, Yakup ve torunlarına indirilenlere, Musa´ya ve İsa´ya
verilenlere ve bütün rasüllere Rabb´ ları katından gönderilen kitap ve ayetlere
iman ettik. Onlardan hiçbirini kimine inanmak, kimini inkâr etmek suretiyle
diğerlerinden ayırt etmeyiz. Biz Allah Teâlâ´ya teslim olmuş Müslümanlarız’.” (Bakara 136)
Bütün nebilerin getirdiği din İslamiyet’in kendisidir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Ben, Meryem oğlu İsa´ya dünya ve ahirette insanların
en yakınıyım. Aslında rasüller baba bir kardeştirler, anaları ayrıdır, dinleri
birdir. Dinleri Tevhit´tir”
وَ امَنـَّا اَللَّهُمَّ بِمَا
َانْـزَلْـتَ مِـنْ كِـتابٍ
“Allah Teâlâ´m, gönderdiğin kitapların hepsine iman
ettik.”
“Onlar o kimselerdir ki, sana indirilmiş ve senden
evvel indirilmiş olan kitaplara da iman ederler ve onlar ahirete de kesin
olarak inanırlar” (Bakara 4)
اَللَّهُمَّ ٱمْــَلأْ اَوْجُهَـنَا
مِنْكَ حَيۤاءً
“Allah Teâlâ´m, yüzlerimizi Sen´in hayân ile doldur
ki, hakkı ile hayâ edelim.”
Hayânın yeri yüzdür ve tevazu gibi parıldar. Hayâsı
yüzüne vuranın kalbinde hakikati mevcuttur.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki,
“İman altmış bu kadar şubedir. Hayâ da, imanın bir
şubesidir.” “Hayâ ancak hayır getirir.”
“Her kim hayâ örtüsünü atarsa artık onun gıybeti
yoktur” buyurarak
hayânın ne kadar kıymetli mefhum olduğunu bizlere anlatmıştır.
Sahabe-i Güzin Efendilerimiz, Hz. Muhammed Mustafa
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´in hayâsı hakkında,
“Hayâ cihetiyle kendi köşesinde oturan bakir kızdan
daha çok utangaçtı” dedikleri
rivayet olunmuştur.
وَ قُلُوبَنَا مِنْكَ حُبُورًا [3مَراَّتٍ]
“Allah Teâlâ´m, kalplerimizi sevinçle doldur.”
Kalplerin huzurlu olması ibadet şevkini artırır.
Sıkıntı ise insanı yoldan alıkoyduğu gibi, isyana da götürür. Müminin sevinci,
ibadetinin çokluğudur. Çünkü kulluğun artması Allah Teâlâ´nın kula yakınlığının
işaretidir. Eğer kul Allah Teâlâ´yı zikrediyorsa, muhakkak Allah Teâlâ´ta onu
zikir ediyordur.[81]
Bu kısım üç defa okunacaktır. Okumada eller yüze
sürülecek ve sağ el kalbin üzerine koyup mesh edilecektir. Bu usule devam
edende üzüntü ve keder kalmaz.
Kalp Temizliği
Allah Teâlâ´dan başkasını unutmak terbiye olmanın ilk
şartıdır. İnsan dünyevî iz ve işaretlerini taşıdığı müddetçe, kıymetsizdir.
Kalp ve diğer unsurların aynası beşeri paslardan
temizlenmedikçe, ilâhi tecellilerin Onda görünmesi imkânsızdır. Çünkü
yaratılmışın ilmi, ilâhî marifetler ile birleşmesi, zıtların bir araya gelmesi
gibidir.
مَنْ أخْلَصَ للّه أرْبَعِينَ
صَبَاحاً ظَهَرَتْ يَنَابِيعُ الْحِكْمَةِ مِنْ قَلْبِهِ عَلى لِسَانِهِ
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Kim kırk sabah Allah Teâlâ´ya ihlaslı olursa,
kalbinden lisanına hikmet çeşmeleri akmaya başlar.” (Câmiu's-Sagîr)
İfadeden murat işte bu kalptir. Yani et parçası olan
yürektir.
Bir kararda kalmamak ve değişmek, hep, et parçası olan
yürekte olmaktadır. Çünkü gerçek kalpte hiçbir zaman değişme olmaz.
“Bir zamanlar İbrahim de: -Ey Rabb’im! Ölüleri nasıl
dirilttiğini bana göster! Demişti.
Allah Teâlâ: -İnanmadın mı ki? Buyurdu.
İbrahim: -İnandım, fakat kalbim iyice yatışsın diye
istiyorum.” (Bakara,260) demekle, yürekteki değişikliğe işaret edilmiştir.
Bundan başkası değildir. Çünkü İbrahim aleyhisselâm´ın hakiki kalbi mutmain
olmuştu. Öyle ki nefsi bile, hakiki kalbinin hâkim ve galip olmasıyla itminana
ermiştir.
Zamanla kalp üzerindeki incelik azaldığı hissi insanı
üzer. Aslında bu kemalat ve olgunluk işaretidir. [82]
Sonuca kavuşmuş olan kişiler, yolun başlangıcında,
kazandığı şevki, arzuyu özleyebilir. Şiddetli arzunun azalması makamın daha
yükseldiğini, daha yaman olunduğunu gösterir. Bu makam korku makamıdır. Korkan
kişinin gözünden yaş düşmez. Düşerse, bu niyazın semeresidir.
Ateş ne kadar hararetli olsa da, pişmiş testi ter
dökmeden kurtulmuştur.
اَللَّهُمَّ اجْعَلْـنَا لُـهْمُومًا
“Allah Teâlâ´m, bizleri cömert kıl.”
Allah Teâlâ, kullarına karşı çok yumuşak ve çok
cömerttir. Daima diri ve kullarına yumuşak davrananı da çok sever. Cömert kişi
Allah Teâlâ´nın ahlakı ile ahlaklanmış tır. Öyle ki; “Büyüklerin ikramından
cömertlik utanır ” olmuştur.
İkram, ikram ile karşılanmalı ve her hangi bir iyilik
mümkün olduğu kadar karşılıksız bırakılmamalıdır. Çünkü Allah Teâlâ ve
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem hediyeleşmeyi emir buyurmuştur.
“Allah Teâlâ´ya ve ahiret gününe iman edip inanan
kişi, komşusuna eza etmesin.
Allah Teâlâ´ya, ahiret gününe iman eden her kişi
misafirlerine ikram etsin. Allah Teâlâ´ya ve ahiret gününe iman eden her kişi,
hayır söylesin yahut sussun.” (boşboğazlık etmesin).
وَظَلِفًا
“Allah Teâlâ´m, muradımıza erdir.” “Allah Teâlâ´m.
beni dünyaya meyil etmeyen kişi kıl.” “Allah Teâlâ´m, beni dinimi yüksek
yaşayan kıl.”
Bu manalara gelen bir kelimedir.
Aliyyü’l- Havas (ks) buyurdu ki;
“Dünya bütünü ile şeytanın bir kızıdır. Şeytan dünyayı
sevene kızını verir. Sonra kızını görmek bahanesi ile damadın yanına gider
gelir.”
وَلاَ تَجْعَلْناَ ضَنِينًا
“Allah Teâlâ´m, bizi cimri eyleme.”
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle
dua ederdi.
“Rabb´im cimrilikten, ağırcanlılıktan, erzel-i ömürden
(başkalarına muhtaç olan ihtiyarlıktan) kabir azabından, deccalın ve yalancı
insanların iğfalinden (kandırması) yaşamın ve ölümün fitnesinden sana
sığınırım,”
وَعَمِينًا
“Allah Teâlâ´m, kalbimizi kör etme.”
Kalbin körelmesi hakikati ve hikmeti görememektir.
“Allah Teâlâ, onların kalplerini ve kulaklarını
mühürlemiştir, onların gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük
bir azap da vardır.”(Bakara, 7)
“Allah Teâlâ kime hidayet ederse işte hidayete eren
odur. Kimi saptırırsa artık onlar için Allah Teâlâ´dan başka asla yardımcılar
bulamazsın. Onları kıyamet gününde körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzleri
üzerine haşr ederiz. Onların varacakları yer, cehennemdir. Her ne zaman alev
azalırsa, onlar için cehennem ateşini arttırırız.”(İsra, 97)
وَنَمِيمًا
“Allah Teâlâ´m, söz getirip, götüren kılma.”
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem ´den “Kovuculuk
eden kişi Cennet´e giremez” buyurduğu rivayet olunmuştur.
Bundan başka bir de insanlar arasında nemimeler ile
kovuculuk eden fesat kişilere
“aralarında odun taşıyor” denilir. Bu mana lisanımızda
kundakçılık etmek tabiriyle ifade olunur.
“Yangına körükle gitmek” tabiri de buna benzer.
Bir gün Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, Mekke
bahçelerinden birinin yanından geçiyordu. Kabirlerinde azap gören iki insanın
sesini duydu. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem
“Bunlar azap görüyorlar. Hem de azap görmeleri büyük
bir şey için değildir” buyurduktan sonra yine devam ederek,
“Evet, günahları büyüktür; biri, bevlinden istibra
etmez, yani sakınmazdı, diğeri de kovuculuk ederdi” buyurdu.
Ondan sonra yaprakları soyulmuş taze bir hurma dalı
istedi. Dalı iki parça etti. Her birinin kabri üzerine birer parça dikti.
“Ya Rasülallah, bunu ne için yaptın” diye sordular.
“Bunlar taze kaldıkça azapları hafifler” cevabını verdiler.
Öyle ki, kazara yapılan gıybet, söylenilen yalandan,
kovuculuktan, sövmek gibi günahlardan sonra abdest almak gereklidir.
“Gıybetin kefareti, gıybet ettiği kimse için mağfiret
dilemektir” (Ramuz)
وَنَفَّاجًا
“Allah Teâlâ´m, bizi kibirli ve riyakâr kılma.”
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur.
“Her kim işlediği bir hayrı, halka duyurursa, Allah
Teâlâ´da onun gizli işlerini duyurur. Her kim de, işlediği hayrı gösterir
mürailik ederse, Allah Teâlâ´da onun riyakârlığını teşhir eder.”
“Her kim duyulsun diye dünyada bir iş işlerde
riyakârlık ederse, kıyamet gününde Allah Teâlâ da onun kötülüklerini duyurur.”
Ahir zamanda iyiliklerin azalması yüzünden yapılan
salih amellerin yayılmasında ve âlimlerin ibadetlerindeki çokluk ve açıktan
yapmak, örnek alınması ve teşvik yerine geçtiği için günah olmayacağı ve riya
olmayacağı rivayetleri mevcuttur.
وَدَاحِسًا
“Allah Teâlâ´m, dinimizi ifsat eden kılma”
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Bir kimse Allah Teâlâ için olursa, Allah Teâlâ onun
için olur.”
Müfsit özürsüz, kasten günah işler. Allah Teâlâ,
müfsitleri sevmez. Müslümanlık, fesadı çoğaltmak için değil, huzuru çoğaltmak
için Allah Teâlâ´nın bize ihsan kıldığı nimettir.
اَللَّهُمَّ إِنَّا نَعُــوذُبِكَ
مِنَ اْلــهَـبْرمَةِ
“Allah Teâlâ´m, oburluktan Sana sığınırız.”
Çok yemek ve içmek insana zarar verdiği gibi
maneviyatını da bozar. Kalbi katılaştırır. Yemek helalden bile olsa kalp huzuru
ile yenmezse gaflet meydana gelir. Çünkü insan vücudundaki amellerin tohumu
yemektir. Aliyyü’l-Havvas (ks) buyurdu ki;
“Yediğiniz yemek haram ise, bundan günah, helal ise
salih ameller doğar. Bunun aksi bir şey olmaz. Hakikat budur.”
Bitkiyi pislikle yetiştiren insanın yemek içmek için
kendini helak etmesi ne acayip bir şeydir.
وَالْجَأْوَةِ
“Allah Teâlâ´m, kaba olmaktan Sana sığınırız.”
“Ona yumuşakça söz söyleyin, belki öğüt dinler veya
korkar.” (Taha
44)
Ayeti Hz. Musa aleyhisselâm´a, Firavun´a karşı yumuşak
olması için indirilmiştir. Çünkü katılık öldürmeye eşdeğer bir haldir. İnanacak
olan insanın, inanmasına mani olur. Konuşurken ciddiyetle dosdoğru söylemeli,
sert olsa da makul, meşru ve güzel söz söylemelidir.
Herkes sözü kendi makamına göre söylemek gerekir.
وَمِنَ الْعُتُوِّ
“Allah Teâlâ´m, bizi kibirlenen ve haddi aşanlardan
kılma.”
Birçok ayette haddi aşanların helak olacağı
bildirilmiştir. Haddi aşanların başında ise şeytan gelmektedir. Bu özellikleri
taşımaktan Allah Teâlâ´ya sığınılmalıdır.
Terbiye yolundaki talebe hatalarından birisi;
makamlara yükselirken, âlimlerin sözbirliği ile yüksekliklerini kabul ettikleri
kimselerden kendini daha yüksek görmesidir.
Talebelerin makamı, bu büyüklerin makamlarından
elbette aşağıdır. Fakat talebe, bazen kendini, insanların en üstünü oldukları
açık olan nebilerden bile üstün görür. Onların önce inanmış, üstün iman sahibi
olduğunu unutur. Rasüllerin yüksekliğinde, evliyanın üstünlüklerinde şüpheye
düşer. Bu makam, talebelerin ayaklarının kaydığı yerdir.
Muhyiddin Arabî (ks) buyurdu ki;
“Kibirlenmek, insanların ve cinlerin
özelliklerindendir.”
Bundaki hikmet, insan ve cinlerin yaratılışı “Hannan,
Latîf ve Rahmet sıfatları” altında olduğundan kendilerinde bir rahatlık
hissi duymalarından kibirlenme gafletine düşerler. Melekler ise “Müntekım ve
Cebbar sıfatları” altında olduklarından kibirlenmeyi hatırlarına bile
getiremezler.
وَ الْخَـطْرَبـَةِ
“Allah Teâlâ´m, geçim darlığından Sana sığınırız.”
Geçim darlığı insanın bütün hayatını alt üst
etmektedir. Allah Teâlâ bunun hakikatini açıklamıştır.
“Her kim de zikrimden yüz çevirirse ona dar bir maişet
vardır. Onu kıyamet günü kör olarak da haşr ederiz.”
“Diyecek ki: Ey Rabbim, beni niçin kör olarak
haşrettin. Oysa ben, gören bir kimse idim?” (Taha 123–124)[83]
“Günahlardan sakınınız. Çünkü kişi günah işler, bunun
sebebi ile de daha önce kendisine hazırlanmış bulunan rızıktan mahrum edilir”
Allah Teâlâ kulları yaratılış bakımından olduğu gibi,
yaşayış ve maişet bakımından da farklı seviyede kimini zengin, kimini fakir,
kimini orta halli yaratmıştır.
“Allah rızkı vermekte bazınızı bazınıza üstün kıldı” (Nahl 71) kaidesi unutulmamalıdır.
Fakat fakirlikte görülen hayır zenginlikte görülmediği
gibi fakirlikte görülen küfürden şerlisi de olmamıştır.
Ancak dünya için ahireti terk etmemelidir. Kullar
ellerinden gelen emeği dünya ve ahiret için sarf etmelidir. Çünkü Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve selem buyurdular ki;
“Günahlar içinde bazı günahlar vardır ki, onlara ne
namaz, ne oruç, ne hac, ne de umre keffaret olabilir. Onlara yalnızca geçimini
temin için çekilen sıkıntılar, katlanılan zorluklar keffaret olur.”
وَ الْخَـيْـلُولَـةِ
“Allah Teâlâ´m, kötü zandan, şüpheden Sana sığınırız.”
“Zannın bazısı ağır günahtır.” (Hucurat 12)
Kötü zan, hataların başıdır.
Zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan bir kısmı doğruya
hiç isabet etmez, etmeyince de, o suretle aleyhine hüküm, iftira veya bir günah
olur. Zan nefsin istekleri doğrultusunda olduğu zaman ise hata daha büyük olur.
Zannın bazısı günah olunca da, bir vebal ve zarara düşmemek için tedbirli
olmak, onun birçoğundan sakınmak lazım gelmektedir. Yasaklanan çirkinliklerden
birçoğu da böyle düşüncelerden çıkmaktadır.
Zannın günah olmayanı yani Allah Teâlâ´ya ve müminlere
hüsn-ü zan gibi vacip olan zan da vardır. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem´in bildirdiği bir Hadîs-i Kutside Allah Teâlâ buyurdular ki;
“Ben kulumun bana zannın yanındayımdır”
Yine Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurmuştur
ki:
“Sizden bir kimse Allah Teâlâ hakkında hüsn-ü zanda
bulunmadan ölmeyecektir”
“Her biriniz Allah Teâlâ´ya hüsn-ü zan ederek ölsün”
“Hüsn-ü zan imandandır”. “Her kul ne üzerine ölürse o şey
üzerine diriltilir.” (Müslim).
Allah Teâlâ´ya ve müslümanlara kötü zan haramdır.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:
“Allah Teâlâ müslümanın kanını ve ırzını, kendisine
sûi zan edilmesini haram kılmıştır.”
Lâkin kötülüğü ile tanınan kimselere su-i zan ise
haram olmaz.
وَ الْــفَـيْـهَـجِ
“Allah Teâlâ´m, içkiden ve onu içmekten Sana
sığınırız”
Şarap, asıl huyları açığa çıkardığından haram edildi. Çünkü
insanların çoğu kötü ahlaklıdır. Allah Teâlâ kötülüğün ifşasını sevmediği gibi
sebeplerini de yasaklamıştır. Çünkü akıl kadar kuvvetli dünyevi meleke yoktur.
İçki aklın hükümranlığını kaldırdığından terbiye
olmamış duyguların açığa çıkmasına sebep olur. Akıl gidince sorumluluğun
düşmesi bundandır.
وَ ٱلـرَّتْــعِ
“Allah Teâlâ´m, eğlence ve oyundan[84] sana sığınırım.”
İnsan yaşarken niyeti ahiret için olmalıdır.[85] Eğer ki yaşamda heva ve hevesler
galip gelirde, boş geçirilen bir zaman ve iş olursa bunun hesabını vereceğini
unutmamalıdır. Hayvanlarda yaşam ancak bir hedefe bağlı iken, insanda bu hal
bulunmamaktadır. En kıymetli zaman boşa geçen zamandır. Telafisi ise mümkün
değildir.
وَ ٱلـرَّثَــعِ
“Allah Teâlâ´m, hırstan Sana sığınırız.”
Muhakkak ki insanlar yaratılış itibarı ile
hırslıdırlar. Hâlbuki bu hırs, kıyamet gününde pişmanlık olacaktır. Hırslar
sütanne gibidir. Emmekle doyulmaz, fakat kavuşamadığın hırsın üzüntüsü ise hiç
çekilmez durumdadır.
Geçici olan şeye tamah etmemek lazımdır. Eğer
hırslanmak gerekirse ahiret yolunda başarıya susamak olmalıdır.
Hırs kötü huydur. Fakat din yolunda olunca güzeldir.
Yani ilim ve sevap kazanmadaki hırs gibi.
Kömürün ateşle ışık vermesi ile siyahlığı kaybolmaz.
Fakat Kötü huyları terbiye yolu ile menfaat yoluna
ekmelidir.
İnsan kötü huyun olma sebebi bilirse yanlış yapmaktan
kendini korur. Mesela; Aliyyü’l-Havvas (ks) buyurdular ki;
“Karı ve kocanın ahlakını inceleyince kadınının ahlak
ve davranışı erkeğinki gibidir. Çünkü kadın ondan yaratılmıştır. Bir kimse
kendi huyundan habersiz ise, kendi eşinin huy ve ahlakına bakmalıdır. O zaman
kendi huy ve ahlakını aynada görmüş gibi kendisine göz kırpıp baktığını görür.”
وَ الْـعُـتِـلِّ
“Allah Teâlâ´m, şer´li insan olmaktan Sana sığınırım.”
“Mümin şerrinden emin olunan kimseye denir” Kötüyle arkadaşlık kötülük getirir.
İyi ile kötüyü bir arada koymazlar. İyi olanın yeri
baş üstünde taç olmaktır.
وَ الْـعُـتُـلِّ (diye okursan)
“Allah Teâlâ´m, çok yemin etmekten sana sığınırım.”
Çok yemin etmeğe alışmış olan, eğriye doğruya yemin
eder durur. Yemin bir zaruret ve lüzum halinde hakkı kuvvetlendirmek ve
açığa çıkarmak için yapılır. Hakikatte Allah Teâlâ´nın ismini tazim ile
zikretmek sevap ve en büyük ibadettir. Fakat onu her şeyde bir vasıta gibi
kullanmak sık sık şahit olarak çağırıp durmak ise tazim değil, O´nun
kutsiyetine tecavüz etmek demektir. Bundan dolayı insan katiyen bildiği doğruda
bile, çok yemin etmekten sakınmalıdır. Çünkü devamlı yemin eden, yalan yere,
yemin etmeğe de alışır. Doğruya, eğriye yemin etmeğe alışmış olanlarda ise,
kötü ahlaklar gelişim gösterir. Neticede güven ortadan kalkar.
وَ ٱلـرَّمۤاءِ
“Allah Teâlâ´m, riyadan Sana sığınırım.”
“O kimseler ki, mallarını insanlara gösteriş için sarf
ederler ve Allah Teâlâ´ya ve ahiret gününe iman etmezler. Allah Teâlâ onları da
sevmez. Her kime ki şeytan arkadaş olursa, o ne fena bir arkadaştır.” (Nisa 38)
“Ey iman etmiş olanlar sadakalarınızı başa kakmakla,
incitmekle iptal etmeyiniz.
O kimse gibi ki, malını insanlara gösteriş için harcar
da, Allah Teâlâ´ya ve ahiret gününe inanmış bulunmaz.
Artık o kimsenin hali, üzerinde biraz toprak bulunan
bir kaygan taşın hali gibidir ki, ona şiddetli bir yağmur isabet ederek onu
dümdüz bir halde bırakmış olur.
Onlar kazanmış olduklarından bir şeye sahip olamazlar.
Allah Teâlâ kâfirler gurubuna hidayet etmez.” (Bakara 264).
“Şüphesiz münafıklar Allah Teâlâ´ya karşı hilede
bulunmak isterler. Hâlbuki kurulan tuzağa düşüren O´dur. Namaza kalktıkları
zaman tembelcesine kalkarlar, insanlara gösterişte bulunurlar, Allah Teâlâ´yı
pek az anarlar.”(Nisa 142)
“Onlar ki, mürailik ederler; ne amel yapsalar
Allah Teâlâ için yapmazlar da, halka gösteriş için ve herkesin göreceği yerde
yaparlar.” (Maun 7)
Ayetlerde bize gösteriyor ki, riya ameli ateşin odunu
yakması gibi helak eder.
وَ الْــفِتْــنَةِ ٱلدَّهْـمۤاءِ
“Allah Teâlâ´m, korkunç fitnelerden Sana sığınırım.”
İnsan yaşamı boyunca birçok badirelerden geçer.
Fitneler onun başının sıkıntılarıdır. İptilalar onun peşini terk etmez. Bu
sebeptendir ki, olaylara bakarken Allah Teâlâ´nın rızası kapısından bakmalıdır.
Eğer o türlü nazar kılınmaz ise, her şey bir sorun ve fitne olur.
“Fitne, katl´den daha büyüktür.” (Bakara 191)
Zaman olur ki, insanın malı[86] ve evladı fitne[87] olur.
Allah Teâlâ iptilaları kullara gönderirken azap veya
rahmet olarak tecelli ettirir. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdular
ki;
“Kulun günahları çoğalınca, bu günahları örtecek bir
şeyi yoksa Allah Teâlâ onu bağışlamak için gam ve kederle iptila eder, yani
imtihan eder”
“Nefsim kudret elinde olan Allah Teâlâ´ya yemin olsun,
bir değneğin sıyırması, bir damarın çarpıntısı, bir taşın yaralaması, ayağın
tökezlemesi mutlaka bir günah sebebi iledir”
Hz Ebubekir radiyallâhü anh kızı Esma radiyallâhü
anha´nın, başı ağrıdığı vakit şöyle demiştir.
“Bu ağrı bir günahın sebebi iledir. Yüce Allah
Teâlâ´nın bağışladığı ise daha fazladır”
مَنْ يُرِدُ اللَّهُ بِهِ خيْراً
يُصِيبُ مِنْهُ
“Allah Teâlâ kime bir hayır vermeyi dilerse imtihan
için başına belâ verir” (Tac: 3 cilt 644)
Yaşamın fitnesi ve belaları geçicidir. Kul her zaman
ayık olmalıdır. Bu âlem geçici olduğundan üzülmemek lazımdır. İnsanın
başlangıçta nokta olan vücudu ruhaniyetten cismaniyete, cismani hayat
noktasından vefatına kadar bela dairesi içinde olur.
Bela Allah Teâlâ´dan istenmez. Fakat mükâfatı da
çoktur.
Yeni bina yapılacaksa eski binayı yıkarlar.
Hasta iyileşsin diye acı ilaç verirler.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki;
“Kıyamet günü, afiyet ehli kimseler, bela ehline
sevapları verilince, dünyada iken derilerinin makaslarla kazınmış olmasını
temenni edecekler.” (Tirmizi)
İptila âlemde var ikmaldir o etme cedel
Her kula nasip etmez anı Huda izz-ü cel
Başa gelse bil anı devlet ve nimet bi-bedel
Biz anı görmüş ve geçirmiş pak musaffa olmuşuz
Gavs-ül Âzam
İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Sivasî
وَ الْـمَعِيشَـةِ ٱلضَّـنْكۤـاءِ
“Allah Teâlâ´m, geçimin darlığından Sana sığınırım.”
Başkalarına muhtaç olan geçim, insanın fikrini,
zikrini, aklını, güzel halini bozar. Bu bozulma sebebi ile Allah Teâlâ´ya
kulluktan düşerde, hüsrana uğrar. Sıkıntısız ve dertsiz hayat bulunmaz. Önemli
olan rıza makamından olaylara bakmalıyız.
Şah-ı Nakşibent (ks) Efendimiz ihvanları için şu
kaderi duada bulunmuştur.
“Allah Teâlâ´m, ihvanıma zekât alacak kadar fakirlik,
zekât verecek kadar zenginlik verme.”
اَللَّهُمَّ اجْعَلْ أَوَّلَ
لَــيْــلِناَ [ يَوْمِنَا ] هَذا صَلاَحًا
“Allah Teâlâ´m, gecemizin (gündüzümüzün) evvelini
ibadet ve taat ile başlat.”
Kulun hayattaki ilk niyeti, Allah Teâlâ´ya iyi kul
olmak olmalıdır. Çünkü niyetler amellerden hayırlıdır. Niyet hayır
olursa, sonuç ancak hayır getirir. İyi niyetli olan kurtuluşa ve istediklerine
kavuşur. Onun için Salih oldu, derler.
Nefsi ıslah olmuştur demek, insan sıfatına ermiş
olmaktan başka bir şeyde değildir.
وَاَوْسَطَهُ فَلاَحاً
“Allah Teâlâ´m, gecemizin (gündüzümüzün) ortasını
isteklerimize kavuşmuş kıl.”
Allah Teâlâ´nın maddi ve manevi ihtiyaçlarımızı
gidermesi ile huzur ve sükûna ereriz. Çünkü huzur bulmak ihtiyaçların
giderilmesi iledir. İhtiyaç sahibi olmak üzüntüden başka bir şey getirmez.
İhtiyaçları gideren ancak Allah Teâlâ´dır.
وَ اخِـرَه نََجَاحًا
“Allah Teâlâ´m, gecemizin (gündüzümüzün) sonunu
kurtuluşumuz kıl.”
Allah Teâlâ´m bize sahip çık, bizi, bize bırakmadan
günümüze sahip ol demektir. Allah Teâlâ´nın Zat-ının göndereceği her türlü
ihsan bize kurtuluştur.
Bu dua ömür için düşünüldüğünde, önce ibadet ve dua
hatıra gelmelidir. Bu şekilde yaşayan sonunda umduklarına kavuşmuş olarak
ahirete kavuşur.
اَللَّهُمَّ اجْعَلْ أَوَّلَـه
رَحْمَةً
“Allah Teâlâ´m, (günümüzün, hayatımızın ve
niyetlerimizin) evvelini rahmet kıl.”
وَ اَوْسَطَه زَهَادَةً
“Allah Teâlâ´m, (günümüzün, hayatımızın ve
niyetlerimizin) ortasını kanaatkâr kıl.”
Züht sahibi, dünyadan gönlünü çektiği gibi, her halinde itidal
sahibi kimseye denir. İhtiyaçlarını az bir şeyle gidermeye çalışır. Züht de en
güzel misal Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´dir.
Hasan Basrî radiyallâhü anh´dan rivayet edilir ki;
Hazreti Osman´ın hilafetinde Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´in hanımlarının evlerine girerdim, tavanlarına elimle
yetiştirdim, Abdülmelikin oğlu Velid zamanında, emriyle Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´in mescidine kattılar. Bundan dolayı insanlar ağladı.O gün
Said İbnil´Museyyeb radiyallâhü anh şöyle dedi:
“Vallahi arzu ederdim ki, hali üzere bıraksalar da,
Medine ahalisinden bir takım kimseler bu durumu görseler ve sonra gelecek
nesiller gelip, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´in
hayatında ne ile iktifa buyurduğunu görseler de, züht dersi alsalardı.”
Züht sahibi olmak demek acizliği ele almak değildir.
Züht, Allah Teâlâ´nın sana takdir ettiğinde karar kılmak ve
istek sahibi olmamaktır.
Züht, Hakk´a razı olmak demektir. Zengin zenginliğine,
fakir fakirliğine, âlim de ilmine itimat etmemelidir. Doğrusu bir kimsenin her
şeyde Allah Teâlâ´nın rahmetinden başkasına itimadı doğru değildir.
Züht, keskin dönemeçleri olan bir yoldur. Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem, zühdün en ağırını yaşadı ve bize kanaati öğretti.
Ayrıca varlık temennisinin insanı helake götüreceğini, az veya çoğun takdirini
Allah Teâlâ´ya bırakmak gerektiğini gösterdi. Bu sebepten dolayı nice yapmacık
zahitler bu sırrı bilmediklerinden helak olmuştur. Onun için her zahidin,
zühdüne de itimat etmemelidir. Çünkü onun zühdü Bel´am-ın zühdünden daha çok
olamaz.
Dünyada züht, ahirete rağbeti ve ölüme hazırlanmayı
gerektirir. Fakat bu züht ve takva derecesi herkesten beklenemez.
Herkesin bir ışığı olsa kimse kimseye çarpmazdı.
وَاخِـرَهُ تَــكْرِيمَةً
“Allah Teâlâ´m, (günümüzü, hayatımızı ve niyetlerimizi)
sonumuzu hayırlı ve bereketli kıl.”
Güzel ve mesut ömür isteyen, kullukla ve en başta
namazla meşgul olmalıdır. Ne güzel bir hayat ki, her şey Allah Teâlâ´nın fikri,
zikri ve önderliği ile geçmektedir. Bu şekilde geçen ömür bereketlenmiş ve
uzamıştır.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki;
“Ömrün uzaması kula ihsan edilen zürriyet ile olur.
Onlar arkasından dua ederler. Kabirde ona ulaşır. İşte ömür uzaması budur”
İbadetle geçen ömür ile kul, hem kendine, hem aslına
ve hem nesline menfaat temin eder.
اَللَّهُمَّ ارْزُقـــْنـَا مِـنَ
الْـعَيِيشِ أَرْغَــدَه
“Allah Teâlâ´m, yaşantımıza yetecek miktarda rızık ver.”
“Allah Teâlâ kulunu sevdiğinde rızkını yetecek kadar
verir.” (Ramuz)
İnsanın rızkının yeterli derecede olması gıpta
edilecek hususlardandır. Azlık ve çoklukta, şeytanın hilesi ve kandırması çok
olduğundan Allah Teâlâ, kendini rızkına kefil bileni yalnız bırakmaz.
“Allah Teâlâ mümin kulunu ancak ummadığı yerden
rızıklandırmayı diledi.” (Ramuz)
Aliyyü’l- Havas (ks) buyurdu ki;
“Geçim sıkıntısı çeken fakir yön belirtmeden Allah
Teâlâ´dan rızk istesin.” Çünkü insan Allah Teâlâ´nın niyetini bilemez. Ancak Allah Teâlâ
rızkı kullarından dilediğine bol, dilediğine de az vermektedir.
“Görmediler mi ki, muhakkak Allah Teâlâ dilediği kimse
için rızkı yayar ve daraltır. Şüphe yok ki, bunda inanan bir kavim için elbette
ibretler vardır.”(Rum 37)
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem´in “Allah
Teâlâ´m Muhammed ailesine geçinecek kadar rızık ihsan buyur” diye duası
asıl hedefimiz olmalıdır.
Fakat rızık konusunda endişe çekenler Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem´in şu tavsiyesini unutmamalıdır.
“Eğer sizin rızkınızı kesmiş olursa, sizi
rızıklandıracak olan kimse, kimdir? Hayır. Onlar bir böbürlenme ve bir kaçınma
içinde devam eder dururlar.”(Tebareke 21)
“Her kim rızkın genişlemesi ve ecelin ertelenmesini
istiyorsa, akrabalık bağını gözetsin”
وَ مِـنَ الْــعُمْرِ أَسْـعَدَه
“Allah Teâlâ´m, hayırlı ve mesut ömürden bizi
rızıklandır.”
İnsan hayatın içinde bir andır.
Hayırlar getiren bir hayat, zenginlik ve kudrette
olmayıp, Allah Teâlâ´yı en güzel şekilde tanıyıp, kulluk yapmakla geçirilen
hayattır.
İnsanın ömrü, en kıymetli sermayedir. Ne kazanacaksa
onunla kazanacaktır. İnsanlar kendilerine verilmiş kuvvet ve aklı şehvetler
uğurunda kullanmamalıdır.
Kârsız geçen an, ömürden kaybolan bir ziyandır.
Bununla beraber senelerce zayi edilen bir ömür, içinde bulunacağı son bir anda
kendisine cenneti kazandıracak salih bir iş yapmağa muvaffak olabilirse, boşa
geçmiş ömrü telafi ederek o hüsrandan kendini kurtarabilir.[88] Bu sayede insan ömrünün içinde
bulunduğu her anını fırsat bilerek boşa geçirmiş olduğu fırsatları telafiye
çalışmalıdır. Böyle vaktinin kıymetini bilmeli, vaktin çocuğu olmalıdır,
yani ömrünün içinde bulunduğu vaktin, halin kıymetini bilmeli ve onunla yarın
ahireti için ne kâr elde edebilmek mümkün ise onu kazanmağa çalışmalıdır.
“Ya Rabb´i! Hayat´a hayat ver”[89]
Şeyh Hayat Harrânî (ks)
وَ مِـنَ الرِّزْقِ اَوْسَـطَه
“Allah Teâlâ´m, kifayet miktarı rızıkla rızıklandır.”
Orta yolda gidenler için korku yoktur ve onlar mahzun
da olmayacaklardır. Orta rızık hayatın devam ettirilmesindeki yeterli
miktardır. Vaktinde gelen kifayetli miktar, zamansız gelen çok miktardan
iyidir. Zamanı takip etmeyen rızık gibi tehlikeli bir fitne bulunmaz.
Olgunlaşmadan ele geçen para, gençlikte elde
edilemeyen izdivaç, sağlıkta olmayan seyahat vb. şeyler üzüntü, keder ve
isyandan başka bir şey getirmez. Her şeyin hayırlısı ortasıdır.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki;
“Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık hususunda
korkuya düşmeyin.
Zira insan annesi kıpkızıl,
üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra Allah Teâlâ onu her çeşit rızıkla
rızıklandırır”
“Bir kimse Allah Teâlâ´ın ihsan buyurduğu az bir rızka
razı olursa, Allah Teâlâ´da o kimseden az bir amel ve ibadetle ondan razı olur” (Kenz-ül İrfan)
Kulun, her yaptığı işte Allah Teâlâ´nın rızasını
araması, İlâhi emirlere ve yasaklara uymak ve itaatinin neticesini verir.
Böylece kulun şahsi hayatı, dinin gösterdiği istikamet üzere düzenlenirse,
maddi ve manevi bir disiplin altına alınmış olmaktadır.
Her sözün bir vakti ve her nüktenin bir yeri vardır.
اَللَّهُمَّ اعْــفُ عَــنَّا
بِعَـفْوِكَ
“Ey Allah Teâlâ´m, affını bize geniş kıl.”
“Size musibetten her ne şey isabet ederse kendi
ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir. Allah Teâlâ bir kısmından ise afv
eder.” (Şura 30)
Allah Teâlâ´nın afv´ı günahları silen, onları hiç
yokmuş gibi kabul eden günahları kökünden kazıyan;
Mağfiret ise günahları örtüvermek demektir.
Günahları kökünden kazımak, o şeyi örtmekten daha
iyidir. Afv, ceza ve intikama kadir olanlardan olursa kıymeti haizdir. Aczin
afv ettim demesi pek gülünç olur. Afv eden, intikama kadir olandır.
وَ ٱحْـلُمْ عَلَـيْنَا بِفَضْلِكَ
“Allah Teâlâ´m, fazlından bize hilmin (yumuşaklık) ile
muamele et.”
Çünkü El-Halim olan Allah Teâlâ, cezamızı hemen
peşinen göndermez ve zaman tanır.
Hilm, suçluların cezasını vermeye gücü yetip dururken
bunu yapmamak, onlar hakkında yumuşak davranmak ve cezalarını geriye
bırakmaktır. Allah Teâlâ, hak ettiğimiz cezayı geciktirerek, tövbe istiğfar
yolunu açık tutar.
“Eğer Allah Teâlâ, insanların davranışlarının cezasını
hemen verseydi yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat O, onları
belirli bir sürenin sonuna kadar erteliyor. Söz konusu süreleri dolunca
gereğini yapar. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ kullarının durumunu görmektedir.” (Fatır,45)
سُبْحانَكَ ٱللَّهُمَّ وَ بِحَمْدِكَ
“Allah Teâlâ´m, Sen´i noksan sıfatlardan tenzih ve
takdis ederek hamd ederim.”
İfadeye sığmaz Zat-ının karşısında Sen´i takdis ve
tenzih ederim.
لاَ أُحْصىِ ثَـنـۤاءً عَلَـيْكَ
َانْـتَ
“ Sayamayacağım medih ve senâ sanadır.”
Yaratan başka, mahlûk başka olunca, mahlûklar Allah
Teâlâ´yı nasıl methedebilir?
Allah Teâlâ´da, mahlûk sıfatları yoktur. Mahlûklara hiç
benzemeyeni, mahlûklarla aramamak gerekir.
Bu makamda Allah Teâlâ hakkında bilgi sahibi olamamak,
mekânda ve zamanda anlayamamak, O´nu anlamaktır.
O´nun bilinmeyeceğini söylemek, bilmektir.
Allah Teâlâ´yı bilmemek, şaşıp kalmak, Onu tanımaktır.
َأنْتَ كَماَ َأثْـنـَـيْتَ عَـلى
نَفْسِكَ
“Ancak Sen´in nefsine layık gördüğün sena ne ise
O´sun.”
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz, Allah Teâlâ´nın yanında büyük itibar sahibi ve O´nu en iyi bilen
iken bu duayı buyurmuştur. Yaratılmışın idrakine sığması mümkün olmayan Allah
Teâlâ´nın zikri ancak Zat-ına layık gördüğü şekildedir. Bize düşen
idraksizliğimizi idrak etmekten başka bir şey değildir.
عَزَّ جاَرُكَ
“Allah Teâlâ´m, Sen´in himayen büyük ve kuvvetlidir.”
Allah Teâlâ´nın himayesine giren kul, hiçbir şeyden
korkmadığı gibi, her şey onun emrine girer.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Allah bir kulu sevdi mi, onu dünyadan korur. Aynı
sizden birinin hastasına suyu yasaklaması gibi.” (Tirmizî)
وَ جَلَّ ثَـنـۤـاءُكَ
“Allah Teâlâ´m, senin methin yücedir.”
Allah Teâlâ´nın kadrin yüce olduğu gibi, O´nu
methetmekte yücedir.
وَلاَ يُهْزَمُ جُنْدُكَ
“Allah Teâlâ´m, askerlerin hezimete uğramaz.”
Hakikatte galip olanlar ancak Allah Teâlâ´nın ordusu,
dostları, yardımcıları, taraftarları veya Allah Teâlâ´nın fırkasıdır.
Asıl velâyet Allah Teâlâ´nındır. Diğerlerinin
galibiyeti ise geçicidir.
“Her kim Allah Teâlâ´yı ve O´nun Rasûlünü ve iman
edenleri dost edinirse, şüphe yok ki galip olanlar. Allah Teâlâ´nın fırkasıdır.”(Maide 56)
“Onların üzerlerine şeytan galebe etmiş de onlara
Allah Teâlâ´nın zikrini unutturmuştur. Onlar, şeytanın askerleridir. Haberiniz
olsun ki, şüphe yok şeytanın askerleri, hüsrana uğramış olanlardır.”(Mücadele 19)
وَلاَ يُخْلَفُ وَعْدُكَ
“Allah Teâlâ´m, Sen sözünden dönmezsin.”
Sözler çıktığı yerle itibar kazanır. Allah Teâlâ ise
sözünden dönmez.
“Ey Rabb´imiz, şüphe yok ki insanları kendisinde şüphe
olmayan bir gün için toplayan ancak Sen´sin, şüphe yok ki, Allah Teâlâ sözünden
dönmez
“Ey Rabb´imiz rasüllerine karşı bizlere vaad
ettiklerini bizlere ihsan buyur. Bizleri kıyamet gününde rezil etme. Şüphe yok
ki, Sen verdiğin sözden dönmezsin.” ( Al-i İmran 9,194)
“Eğer bir Kur´an ki, onunla dağlar yürütülmüş veya
onunla yer parçalanmış veya onunla ölüler konuşturulmuş olsa idi işte bu Kur'an
ile olmuş olurdu. Fakat bütün işler Allah Teâlâ´nındır.
İman edenler anlamadılar mı ki, Allah Teâlâ dileyecek
olsa idi, elbette bütün insanları hidayete erdirirdi.
Kâfirlere gelince onlara kendi kötü amelleri sebebiyle
bir felaket isabet edip duracaktır.
Allah Teâlâ´nın vaadi gelinceye kadar, felaket
yurtlarının yakınına inecektir.
Şüphe yok ki. Allah Teâlâ verdiği sözden asla dönmez.”(Rad 31)
Nâfi’ (rahimehullah)´nin anlattığına göre, İbnu Ömer´i
radiyallâhü anh Safâ tepesi üzerinde şöyle dua ederken işitmiştir:
“Ey Allah'ım, Kitab-ı Mübîn'inde: ‘Bana dua edin
size icabet edeyim!’ (Gâfir 60) diyorsun, sen sözünden dönmezsin. Ben şimdi
senden istiyorum:
‘Bana hidayet verip İslâm´ı nasip ettin, onu geri alma.
Son nefesimi Müslüman olarak vermemi nasip et”(Âmin). (Muvatta)
Allah Teâlâ´nın ezelde levhi mahfuza yazdığı,
“Kendime kul olanlara yardım edeceğim”
Sözü değişmeyecektir.
وَ لآ اِلهَ غَــيْرُكَ
“Allah Teâlâ´m, Senden başka ilâh yoktur.”
Allah Teâlâ´m, Sen´i mabudum olarak kabul ettiğim
gibi, bir kulun nasıl tapması gerekirse öylesine Sana tapıp, iman ve tasdik
ettim, demektir.
سُبْحانَكَ مَا عَبَدْنـاكَ حَقَّ
عِـبَادَتِِكَ يا مَـعْــبُـودُ
“Tenzih ve takdis ettiğim Ma’budum, Zat-ı´na layık
ibadet edemedim.”
Şah-ı Nakşibent (ks) Efendimiz Allah Teâlâ´yı
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in sözleri ile sabit olan duaya geçerek,
yeniden isteyeceği dilekleri için, medih ve senâ ile Allah Teâlâ´yı yüceltti.
Allah Teâlâ, yaratıcı olduğu için, ister istemez
mahlûkatın yapacağı hizmet ve ibadet noksan olması mukadderdir. Kula düşen
kibirden uzak olup acizliğini fikretmesi ve bilmesidir. Büyük Zat-ı Mutlak
karşısında acizliği bilmek kula yeterli olur. Buna göre eksikliğimiz ile noksan
amellerimizi kabul buyur demektir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in, “ibadetlerinizden
gücünüz yettiği derece yapınız” buyurması, Allah Teâlâ´ya layık bir ibadet
etmemizin mümkün olamayacağındandır.
Allah Teâlâ, ibadet ve kulluk edilmeye en layık olan
olduğu halde, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem vasıtasıyla bizden
ibadetlerden gücünüz yetişebilecek ibadeti seçmemizi, ibadetlerin içinde en
sevdiği namazı, az olsa bile devamlı kılınan, kılmaya başlayınca ona devamı
olan namazı istedi.
Çünkü Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem;
“Siz ibadetten bezmedikçe Allah Teâlâ, sevabını
kesmez”
İbadet ve Taat
İbadet, niyetli olarak yapılmasında sevap olan, Allah
Teâlâ´ya yakınlaşmak ifadesi olan belirli fiillerdir. Her ibadette bir
yakınlaşma vardır.
Taat, Kur´an-ı Kerim okumak, muhtaçlara yardım etmek sadaka
vermek, vakıf yapmak, köle azat etmek ve emsali gibi niyete bağlı olmayan
fiillerdir. Bunlar ibadet değildir. Fakat namaz, oruç, zekât, hac, cihat gibi
niyet şart olan fiiller hem ibadet, hem taattırlar.[90]
İbadette, niyet şarttır. Niyet ise yapılacak filin
yapılmasında ancak Allah Teâlâ´ya yakınlaşma ve taat olmalıdır.
Niyet ruh ve kalbin bir fiilidir. Bunun içindir ki
ibadetlerin başı olan imanda sadece kalp tasdiki kifayet etmez. Bunun hiç
olmazsa lisanen söylenmesi lazım gelir. Niyetsiz zahirde yapılan fiiller ne
olursa olsun ibadet olmaz. Niyetsiz yatıp kalkmak, namaz değil, niyetsiz aç durmak
oruç değil, niyetsiz sadaka vermek zekât değildir.
İbadet, Allah Teâlâ´nın razı olduğu şeyi yapmak,
kullukta Allah Teâlâ´nın yaptığına razı olmaktır, diye de tefsir edilmiştir.
Kulluk insanı Rabb´ine karşı hep zelillikte tuttuğundan, rahmete kavuşturur. Kulun
hatalı işleri olsa bile Allah Teâlâ ona bir şekilde hidayeti nasip kılar.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurmuştur ki,
“Mümin taze ekin gibidir, rüzgâr estikçe yatar, fakat
yine doğrulur kalkar, kâfir ise çam ağacına benzer, rüzgâr estikçe gürler amma,
bir kere yıkılırsa, daha kalkamaz” çünkü kâfir ibadetsizlik yüzünden Rabb´inden bağı
koparmıştır.
İbadeti kuvvetli olan insan, şuurlu olur. Hayatın
üzüntülerinden üzüntü duymaz. Öyle ki, dünya hayatında müslümanlar üzerine
gelmiş en büyük felaket varlık ve kurtuluş sebebimiz olan Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´in vefatıdır.
O´nun vefatı üzerine, bütün Ashab-ı kiram müteessir
olmuş ve adeta şaşırmıştılar. Hazreti Ömer radiyallâhü anh bile;
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem vefat etmedi.
Her kim böyle derse vururum.” demişti. Fakat Ebubekir Sıddık-ı Âzam Efendimiz
derhal Al-i İmran 144. ayetini okuyup;
“Ey müminler eğer Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz´e ibadet ediyorsanız işte o vefat etti. Eğer
O´nu gönderen Allah Teâlâ´ya ibadet ediyorsanız, O ölmeyen diridir” diye
söyleyince Ashab-ı kiram kendilerini toplamışlardı. Onun için hayatın hiçbir
halinden üzülmemek gerekir. Bu hakikat yani Allah Teâlâ´ya kulluk her zaman ve
her vakit geçerli olan bir kanun ve emirdir.
Korku ve ümit içerisinde yaşayan insan ibadet ve taat
sayesinde Hakk-ı bilmiş olduğu gibi kendine sığınacak bir kapı bulmuş olur. Kul
her ne kadar ibadet etmek istese de, Allah Teâlâ´ya layık bir kulluğu
olamayacağı kesindir. Ancak ibadet eksikliği bile kulu muhafaza eder. Çünkü
fıtratta bulunan gurur ve kibir ibadetle terbiye edilir. Yoksa insanın başı
beladan ve günahtan kurtulmaz.
“Nefsim kudret elinde olan Zat'a yemin ederim ki, eğer
siz hiç günah işlemeseniz, Allah Teâlâ sizi toptan helak eder; günah işleyen,
arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onlar
mağfiret ederdi.”
“Nefsim elinde bulunan Zat-ı
Zül celal’e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan
ucb'e (kendini beğenme günahına) düşeceğinizden korkarım.”
(Müslim)
“Cehennem şehvet perdesiyle örtülmüştür. Oraya
şehvetler sebebi ile girilir. Cennet de nefsin hoşlanmadığı ibadetlerle
korunmuştur, buraya da ibadet meşakkatleriyle girilir.”
“Allah Teâlâ eşyanın güzellerini, fenalarını belirledi
ve yazdı.
Sonra güzellerin güzelliğini, fenaların da
çirkinliklerini açıkladı.
Her kim bir güzel hayır ve ibadet yapmak diler de onu
yapamazsa, Allah Teâlâ, o kimse hesabına kendi divanında meleklerine tam bir
sevap yazdırır.
Eğer o kimse güzel bir iş yapmak ister ve yaparsa,
Allah Teâlâ o kimse hesabına, kendi divanında on sevaptan yedi yüz misline ve
daha çok sevap yazdırır.
Bir kimse de kötü bir iş işlemek ister de onu
yapmazsa, o kimse de Allah Teâlâ divanında tam bir sevap yazdırır.
Eğer o kimse fena bir iş yapmak ister de, o fenalığı
da yaparsa, Allah Teâlâ onun aleyhine bir kötülük günahı yazdırır.”
İbadetler, nihayetinde bize Allah Teâlâ´nın dostluğunu
kazandırır. Bu şükrü eda edilemez bir nimettir. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdular ki;
“Kim beni tanıyan ve ihlâs ile bana ibadet eden bir
kuluma düşmanlık ederse, Ben de ona harp ilan ederim.
Bana kulum hiç bir şey ile yaklaşamaz, ancak kendisine
farz kıldığım şeyleri sevmesiyle yaklaşır.
Her zaman kulum bana nafile ibadetleriyle de yaklaşmak
ister. Nihayet ben ona muhabbet ederim.
Artık ben kulumu sevince onun işiten kulağı, gören
gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Bu azalarıyla yapmak arzu ettiği bütün
dileklerini veririm. Diliyle de her ne isterse muhakkak onları da ihsan ederim.
Bana sığınmak isteyince de muhakkak kulumu himaye ederim.”
سُبْحانَكَ مَا عَرَفْناكَ حَقَّ
مَعْرِفَـتِكَ يا مَعْرُوفُ
“Tenzih ve takdis ettiğim Ma’rufum, Zat-ını layık bir
şekilde bilemedim.”
Hz. Ebubekir radiyallâhü anh “idraksizliği idrak
etmek, en büyük idraktir” buyurdular.
Allah Teâlâ´nın varlığı açık ve bilindiği halde beşer
noksanlığı icabı yeterli derecede Allah Teâlâ´yı tanıyamaz. Bu tanımamak hata
değil, Vacib-i Mutlak´ın büyüklüğünden ileri gelmektedir. Allah Teâlâ´nın
Zat-ını bilemememiz, bir şekilde noksanlığımızın affına sebep olur. Bu bir
rahmet vesilesidir.
سُبْحانَكَ مَا ذَكَرْناَكَ حَقَّ
ذِكْـــرِكَ يا مَـذْكُـورُ
“Tenzih ve takdis ettiğim Mezkûrum, Zat-ını layık bir
şekilde zikir edemedim.”
Allah Teâlâ, mahlûkata birçok vazifeler vermiştir.
Bunların başında gelen ise zikir yani kendinin unutulmamasıdır.
Zikir, ayık ve uyanık olmanın en büyük işaretidir. Melekler,
bitkiler ve diğer cansız varlıklar Allah Teâlâ´nın kendilerine tayin ve tespit
ettiği zikirleri noksansız olarak yaparlar. Fakat insanlar ve cinler ise bu
konuda illa ki, bir eksiklik yaparlar. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in
bile hatadan âri ve günahsız olmasına rağmen devamlı zikri telkin buyurması
dikkate şayan bir meseledir. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Beni zikrediniz; layıkıyla anınız ki, Ben´ de sizi
bana layık bir anışla anayım.
Bana şükrediniz, nimetlerime karşı, kalben veya
lisanen veya bedenen veya hepsiyle birden bana tazim ve benim emirlerime itaat
ve nimetlerimi yerine sarf eyleyiniz.
İnkâr ve isyan ile Bana karşı küfranı nimet etmeyiniz,
yani unutkan ve nankör olmayınız.” (Bakara152)
Zikir ve şükür, lisanî ve kalbi veya bedeni
olur. [91]
Lisan zikri; Allah Teâlâ´yı Esmâ-ı Hüsnası ile yâd etmek, hamd
etmek, tesbih eylemek, kitabını okumak ve dua etmektir.
Kalp zikri; gönülden anmaktır.
Beden zikri; bedenin azasından her biri memur bulundukları vazife
ile meşgul olmak ve nehy olundukları şeylerden kaçınmasıdır. Şükürde de durum
aynıdır.
Ancak şükrün olması için insanın kendisine ulaşmış
olan nimeti hissetmesi ve bunları o nimete karşılık bir tazim olarak yapması
şarttır. Zikir de ise nimetin varlığı önemli değildir. Muhabbet, bir aşkın
eseridir.
Muhabbet halkın öğretmesi ve tarif etmesi ile olmaz,
Allah Teâlâ´nın bir ihsanıdır.
Zikir başlangıç, şükür bir sondur.
Allah Teâlâ zikreden kulunu şu şekilde karşılar.
“Beni taatım ve kulluk ile zikrediniz, ben de rahmetim
ile zikredeyim”.
“Beni dua ile zikrediniz, ben de icabet ile zikredeyim
“Beni senâ ve itaat ile zikrediniz, ben de sizi senâ
ve nimet ile zikredeyim.”
“Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi Ahirette
zikredeyim.”
“Beni halvetlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda
zikredeyim.”
“Beni refahınız zamanında zikrediniz, ben de sizi bela
ve musibetiniz zamanında zikredeyim.”
“Beni benim yolumda mücâhede ile zikrediniz, ben de
sizi hidayetimle zikredeyim.”
سُبْحانَكَ مَا شَكَرْناكَ حَقَّ
شُكْرِكَ يا مَشْكُورُ
“Tenzih ve takdis ettiğim Meşkûrum, Zat-ı´na layık bir
şekilde şükür edemedim.”
Şükür, iyiliği, iyilikle karşılamak demektir.
Şükür, Allah Teâlâ´ya karşı kulun yapması gereken bir
vazifesidir. Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, “hamd,
şükrün başıdır. Allah Teâlâ´ya hamd etmeyen şükretmemiş olur” buyurdu.
Şükür, nankörlüğü silen büyük bir fazilettir. Daha doğrusu
hamd herkesin ermek istediği ve fakat pek az kimselerin erebildiği, en yüksek
bir kemal mertebesidir. Çünkü bütün saadetler bu iki kelimede toplanmıştır. [92]
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz gece namazı kıldığında, iki ayağı yahut iki baldırı şişene kadar
ayakta dururdu. Kendisine Hazret-i Aişe radiyallâhü anha tarafından;
—Ya Rasülallah, Allah Teâlâ senin işlenmiş ve
işlenmesi farz edilmiş günahlarını mağfiret etmiştir. İbadet hususunda niçin bu
kadar meşakkat gösteriyorsunuz? Denilirdi de, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem;
—“Ben, Allah Teâlâ´ya karşı gece namazı ile şükreden
bir kul olmayayım mı?” diye cevap verirdi.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz´inde küçük sofra gibi yemek teknesinden yemek yediği, halis buğday
unundan yufka ekmek yediği, yüksek masaüstünde yemek yediği görülmemiştir. Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem´in haline bakıp, şükrün nasıl edileceğine karar
vermek gerekir.
Bu kadar sonsuz nimetler karşısında bizlere düşen
vazife; nimet sahibi Allah Teâlâ´yı tanımak ve sevmek, ibadetle tanıyıp
sevdiğimizi göstermek, verdiği nimetlerinden dolayı daima şükür ve minnet
duyguları içinde bulunmaktır.
Dosta hediyesiz gitmek değirmene buğdaysız gitmektir.
Nimet şükür ile şükür de nimeti unutmamakla
devam edeceğinden, şükrü artırmak lazımdır. Kul ne kadar şükür etmeye kalksa da
eksik bir taraf kalmaktadır.
Yapmış olduğumuz ibadet ve şükürler, aslında bu
dünyada bizlere verilmiş olan nimetlerin tam karşılığı olmaktan çok uzaktır.
Hâlbuki Allah Teâlâ, iman edip ibadet yaptığımız takdirde, bizler için ayrıca
ahirette daha büyük nimetler hazırlamış, cennette ebedi saadetler vaat
etmiştir. Bu durumda Allah Teâlâ´nın ahirette vermeyi vaat ettiği bu nimetler,
tamamen onun hususi lütuf ve ihsanı, fazlı ve ikramı olmaktadır. Yoksa bizim
yaptığımız ibadet ve şükürlerin karşılığı, ücreti değildir.
اَللَّهُمَّ أَوْزِعْنا شُكْرَ مَا
َأنْـعَمْتَ بِهِ عَلَـيْنَا
“Allah Teâlâ´m, üzerimize ihsan buyurduğun nimetlerin
şükrünün ilhamını niyaz ediyoruz.”
Kalplere düşen perdeler insanı gaflet içinde boğar.
Öyle ki gören gözleri görmez, işiten kulakları duymaz olur.
“De ki: Haber veriniz, eğer Allah Teâlâ sizin
kulaklarınızı ve gözlerinizi alıverse ve kalplerinizin üzerini mühürlese Allah
Teâlâ´dan başka onu size getirecek hangi bir ilâh vardır? Bak biz ayetleri
nasıl açıklıyoruz, sonra onlar yüz çeviriyorlar”(En´am 46)
Duymak ve görmek fıtratta olan kabiliyettir. Bir şey
ne kadar açık olursa olsun, Allah Teâlâ mani olursa kulaklara ve kalplere nüfuz
edemez. Nankörler nimetlerin içine gark olsalar da yine şükür edemezler. Gözler
bakar, kulaklar dinler, fakat hiç bir şey görmez ve duymaz olurda, Allah
Teâlâ´ya şükrü hatırına getiremez.
Hakikatte Allah Teâlâ´nın kuluna karşı hiç bir
mecburiyeti yoktur. İsteyen kuluna, istediğini ve dilediğini verir veya
vermez. Bize düşen acz içinde yalvarmaktır. Bu nedenle şükür etmek bile O´nun
ihsanıdır.
فَإِنَّكَ َانْتَ ٱللَّهُ ٱلَّذِي
ارْتَفَعَتْ عَنْ صِفَةِ الْجِـبِلِّ صِفَاتُ قُدْرَتِكَ
“Muhakkak ki Allah Teâlâ´m Sen´in kudretin mahlûkatın
kudretinden yüksektir.”
Sen, kudretinle olduğu gibi her sıfatınla da yüksek ve
ulvîsin.
وَ لاَ ضِـدٌّ شَهِدَكَ حِـينَ
فَـطَـرْتَ الْمَـأْرُوشَ
“Allah Teâlâ´m müfsit şeyleri yarattığın zaman, Sana
karışacak ve zıt olacak ta yoktur.”
Allah Teâlâ kötü ve zararlı bir şey yaratmamıştır.
Muhakkak ne yaratmış ise onda hikmet olan bir şey vardır. Aciz kul bu
hikmetleri ya sonunda anlar veya hiç aklı ona eremez.
“Eğer gökler ile yerde Allah Teâlâ´dan başka ilâhlar
olsa idi, elbette ikisi de fesada uğramış olurdu. Arş-ın Rabb´i olan Allah
Teâlâ, onların vasf ettikleri şeylerden yücedir.”(Enbiya 22)
Allah Teâlâ güzeldir.
Zat-ı, sıfat-ı ve fiilleri ile de güzeldir.
Allah Teâlâ küfre razı olmaz. Ancak sırrına aşina
olacakta bulunmaz. Çünkü küfrü kaza ve kaderin eseri olarak yaratmaktadır.
Çirkin şeyler ressamın çirkinliğini göstermez.
Her şey O´nun varlığının delilidir.
Allah Teâlâ Âdem aleyhisselâm yaratacağı zaman
melekler “yeryüzünde kan dökecek birisini mi yaratacaksın” dediklerinde;
“Sizler benim bildiklerimi bilemezsiniz” buyurması bu sebeptendir.
وَ لاَنِـدٌّ حَجَـزَكَ حِـينَ
بَرَئْـتَ الْحُـبَاتِ
“Allah Teâlâ´m Sen günahları yarattığın zaman,
benzerin yoktur ki, o şeylere mani ola.”
Allah Teâlâ âlemin düzeni için zıtlar sistemini
getirmiştir. Bunda karar ve takdirde O´nundur. Mesela; şeytanı yaratarak
insanlara musallat etmesi, rasülleri göndererek şeytana mani olması irade-i
külliyesindendir. Bir hadisi kutside Allah Teâlâ buyurmuştur ki;
“İstiğfarlarınız hoşuma gitmese idi, sizleri yok edip
sonra günah işleyip de istiğfar eden kullarımı yaratırdım”
اَللَّهُمَّ إِناَّ نَعُـوذُ بِكَ مِـنْ
حَـجْمَةٍ لا تَـطْـمَـعُ
“Allah Teâlâ´m, Sen´in korkundan ağlamayan gözden Sana
sığınırım.”
Gözün ağlaması demek, katı kalpli olmamak demektir.
Yumuşak ve hüzünlü kalp Allah Teâlâ´nın kula bir ikramıdır. Kalp üzülür göz
yaşarır.
Dertsiz dua soğuktur. Dert duanın canıdır.
Ah minel aşk ve halatihî
Ahraka kalbî bi-harârâtihî
Vücudum müptelayı derdi hicran oldu, ser-tâ-pâ
Bana ağlayın ki yârin asistanından cüdayım ben
Acep mi gelse çeşmimden sirişkim böyle mahzundur
Ciğerde onulmaz bir derde müptelayım ben.
Leyla Hanım
Aşk, terbiye yolunda derinden derine şarttır. Aşk,
sevgili için istekleri ve canı terk etmekle başlar. Sevgilinin isteklerinin
dışındakileri terk etmekte yol büyükleri tarafından öğretilir. Bunun esası da
madden ve manen teslimiyetteki kuvvete bağlıdır.
Hak yoluna ekmek verene, ekmek verirler.
Can verene, can verirler.
وَ مِـنْ جَـنَانٍ لا يَـفْـزَعُ
“Allah Teâlâ´m, Sana yönelip yardım istemeyen kalpten
Sana sığınırım.”
Kalp öyle bir azadır ki, bir kararda duramaz çok zor
sakin olur.[93] Kâinata sığmayan Allah Teâlâ ona
misafir olur.
Kalpte manen ölüşler vardır.
Hasta kalplere ancak zikir hayat verir. Zikirden düşen
kalbin devası ise ancak nübüvvet varislerinin göstereceği himmet ve telkindir.
İsmail Hakkı Toprak İhramcızâde (ks) buyurdular ki;
“Kardeşlerim, İnsan terbiye yolunda kalpten bir ders
verirler. Çeke, çeke kalp ıslah olur. Kalp ıslah olunca da bütün vücuda
dağılır. Vücut ıslah olunca bütün kâinat ve mükevvenat ıslah olur.”
وَ مِـنْ قَـلْبٍ لا يَخْشَــعُ
“Allah Teâlâ´m, senden korkmayan kalpten Sana
sığınırım.”
Korku, insanı isyandan engelleyen, ümit ise şevkini
artırıp sevdiğine yaklaştıran duygudur. Müslüman ümit ve korku arasında
yaşarken, korkunun verdiği ezginliği ümitle telafi ederek yaşar. Korku ve ümit
onun kanatları olup, menzile ulaşmasını sağlar. Birisi kırık olsa yol alamaz.
وَ مِنْ عَــوَادِي
الْــمَاعُــونِ
“Allah Teâlâ´m, muhtaçlara yardım etmeyen ve nankörlük
eden kalpten Sana sığınırım.”
“Maunu (ufacık bir yardımı) men ederler, yani zekâtı
vermezler” (Maûn 7)
Herhangi bir kimsenin esirgemeyeceği az bir yardımlığı
bile sakınır, kimseye bir damla bir şey vermek istemezler, hasis olurlar.
Onlar namaz kılar, dindar görünürler de az bir
yardımdan bile kaçınan kimselerdir. Merhameti kıt olan kimseler helak
olmuşlardır.
“Gerçek fakir, malı olup sadaka vermeyedir.” (Beyhâki)
Cennetin kapısını cömertler açacağı bilinen bir
gerçektir. Cömert insanlar aldıkları hayır dualar karşılığında iyi bir sonla
Allah Teâlâ´nın huzuruna varırlar.
Allah Teâlâ cömerttir, cömertleri sever
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurmuştur ki;
“Her müslüman müslümanın din kardeşidir.
Müslüman müslümana zulüm etmez.
Müslüman, müslümanı başına gelen musibette terk etmez.
Hangi müslüman ki, kardeşinin hacetini giderirse,
Allah Teâlâ´da onun hacetini giderir.
Müslüman bir kul, din kardeşinin yardımında bulundukça
Allah Teâlâ da ona yardımda bulunur.
Hangi müslüman ki, bir müslümandan dünya darlığını
giderirse, Allah Teâlâ´da kıyamet gününde onun darlığını giderip sevindirir.[94]
Kim müslüman kardeşinin dünyada ayıbını örterse, Allah
Teâlâ´da kıyamet gününde onun ayıbını örter”
Cömertlik huzur kaynağıdır.
Fakir ve zengin sınıflar arasında dayanışma ve
yardımlaşma ortadan kalkarsa; sevgi ve saygı duyguları yok olur. Fertler
birbirlerine düşman hale gelir. Günümüz toplumlarının hali buna açık bir
delildir. [95]
Her çeşit fitne, fesat karşısında nemelazımcılık
iyileri de içine alan belaların gelmesine sebep olur.
“Öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnız
zulmedenlere dokunmakla kalmaz. Bilin ki, Allah Teâlâ´nın azabı şiddetlidir.” (Enfal,25)
اَللَّهُمَّ فَــهِّــمْـنَا
أَسْرَارَكَ
“Ey Allah Teâlâ´m, sırlarını anlama kabiliyeti ver.”
“Allah Teâlâ, dilediğine hikmet verir. Kendisine
hikmet verilmiş olan bir kimse ise, muhakkak ona birçok hayır verilmiş olur.
Bunu ancak halis akıl sahipleri tefekkür eder.” (Bakara 269)
Allah Teâlâ´nın her fiilinde muhakkak bir hikmet
vardır. Bunu anlamak ise Allah Teâlâ´nın kula ayrı bir ihsanıdır.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurdu ki,
“İki haslet sahibinden başkasına haset olmaz.
Bunlar da Allah Teâlâ tarafından kendisine mal ihsan
olunup, hak yolunda onu harcayan kimse ile kendisine hikmet ihsan olunup da
onunla hükmeden ve onu öğreten kimseyedir.”
Çünkü hikmetsiz bin şeyde bir hayra erilirse de, bir
hikmet ile binlerce hayra ulaşılır.
Hikmet[96], dünya ve ahiretin hayrını toplar.
Hikmetsiz hayır ise, bir vardır bir yoktur.
Hikmete kavuşmanın şartı tefekkür ve zikretmektir. Bu
da temiz akıl, temiz kalp ile olur. Bunlar hep Allah Teâlâ´nın ihsanıdır. Allah
Teâlâ´nın verdiği aklı şehvetlere ve şeytanın vesveselerine kaptıranlar hikmeti
anlayamazlar.
Allah Teâlâ, bir kimseye anlayış vermezse hiçbir şeyin
hakikatine eremediği gibi, zevkten de yoksun kalır. Hikmet sahibi olan bir
kişi, ilminden de bir menfaat da bulur. Hikmet sahibi amelini kalbine
indirdiğinden, isteyerek yaptığı amelden bir fayda görür.
Kamil hikmete kavuşan, çok hayra kavuşmuş demektir.
“Hikmet müminin yitiğidir nerede bulursa alır”
وَ َالْبِسْــنَا مَلابِسَ
َانْـوَارِكَ
“Allah Teâlâ´m, nurdan elbiselerini bize giydir.”
Elbise, kalp, ahlak, nefis ve ameldir.
İnsan üzerini hicaplar perde, perde sarmışken
bunlarını zulmetten değil de nurdan kılınmasını istemesi gerekir. Nurlar asıl
itibarı ile Allah Teâlâ´ya daha yakınlık gösterir. Melekler Allah Teâlâ´ya
yakındırlar. Çünkü meleklerin nurdan yaratılmıştır. Ulvî olan şeylerin aslında
da nurlar vardır. Elbisede ki güzellik kalp, ahlak, nefis ve amelin güzel ve
nurlu olması demektir.
İnsanın yaratılışı nurdan olmasa da, nur üstü makam
olan ruhî ilâhiyatı kazanma kabiliyeti vardır. Melekler ruhun üstünlüğüne
erişemezler. Bu kabiliyettendir ki en yüksek makamlara ulaşanlar sadece insan
olmuştur. Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bunun en bariz örneğidir.
وَ أَغْمِسْنَا فيِ رَامُوزِ
الَّـطۤائِـفِ
“Allah Teâlâ´m, bizi lütuflar deryasına gark et.”
Lütuf ve ihsanlarını tatmak değil, onun içinde
boğulmak gerekir. Ancak o zaman Allah Teâlâ daha iyi tanınır ve şükür ehlinden
olunur.
Kutsî Dua´da gark olmak tabirinin kullanılması
vasıta cinsinden olan bir şeyle elde edilen kazançta ayrılık olmasındandır.
وَ أَفِـضْ عَلَــيْنَا مِنْ
عَوَارِفِ الْمَعَارِفِ
“Allah Teâlâ´m, marifet ve ihsanlarını üzerimize dök.”
Feyz, su kaynakları gibi düştüğü yere hayat ve canlılık
getirir. Marifet kaynakları açılınca ve feyz musluklarından içilince ibadet ve
taat kat, kat artar. Maneviyat isteyenin önce feyz talebinde bulunması bu
sebepledir. Eğer feyzde kesinti zuhur ederse, hemen bir noksanlık zuhur eder.
Feyzin olmadığı yerde bir kuruluk kendini hemen gösterir.
Feyz, marifet miktarı ile artar ve çoğalır.
Marifet irfan ile olur.
İrfan ile Allah Teâlâ tanınır.
Tanımak ile yakınlık artar.
Yakılığın artması ile terakki edilir.
Gaye ilmi laftan hal indirip, hakikatine varmaktır.
يا نُــورَ اْلأَنـــْوَارِ
“Allah Teâlâ´m, nurların hakikatisin.”
Yukarıda da belirttiğimiz gibi nurlar ulviyete yakın
olduğu için nurların aslı yine Allah Teâlâ´dandır. Nurun olmadığı yerde zulmet
çıkar. Zulmet ise şeytanı çağrıştırır.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurdular ki;
“Allah Teâlâ âlemleri yaratmadan önce benim nurumu
yarattı. Benim nurumdan sonra diğer mahlûkatı yarattı”
Burada şu manada vardır.
“Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem nurdur, Sende O
nurun, Nurusun.”
Nurların çıkış yeri için bilinen hakikat Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem´in olduğudur. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem´in bir adı da “Nur” dur.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem diğer şeyler
gibi yaratılışın mertebelerinden inerken nurunu kaybetmedi. Mesela; arş ise
sahip olduğu nurları Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´den emanet alarak
durur. Yoksa hariçten nûrâniyeti yoktur.
Nuru talep etmek her müslümana bir görevdir. Beşerde
nur artma ve eksilme gösterir. Noksanlık Allah Teâlâ ile olan bağın kopmasına
sebep olur. Bu sebepten dolayı bizlere uyarmak için, Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem şöyle dua buyururlardı.
“Allah Teâlâ´m, kalbimde bir nur kıl, gözümde de bir
nur kıl, kulağımda da bir nur kıl, yine böyle sağımda bir nur, solumda bir nur,
üstümde bir nur, altımda bir nur, önümde bir nur, arkamda bir nur kıl. Benim
için umumî ve büyük bir nur yarat.”
يا لَـطيِفُ يا سَــتَّارُ
“Günahlarımızı ve hatalarımızı kapatan, lütuf ve ihsan
sahibi Allah Teâlâ´m.”
Allah Teâlâ, Latîf dir.
Latif; En ince işlerin bütün inceliklerini bilen;
Nasıl yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri
yapan;
İnce ve anlaşılmayan yollardan kullarına çeşitli
faydalar ulaştıran; nasıl yapıldığı bilinmeyen, gizli olan en ince şeyleri
yapan demektir.
Allah Teâlâ, Settar´dır.
Settar; Örten, üstünü kapatan demektir. Allah Teâlâ kulların,
kendi nefisleri ve melekler tarafından bilinen günahları kapatarak mağfiret
etmesi ve yüzüne vurmamasıdır. Kul bu bağışlamanın karşısında çok mahzun ve
üzgün olur. Çünkü “Ayıpları örten” olan Allah Teâlâ´nın karşısında
pişmanlığı kat, kat artar. Eğer Allah Teâlâ kul üzerine Latif sıfatını bu sıfat
ile beraber tecelli etmese idi, kullar bu kapatma helak muhakkak olurdu.
نَسْأَلـــُكَ أَنْ تُصَلِّىَ عَلى
سَيِّدِنَا مُــحَمَّدٍ
“Allah Teâlâ´m, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimiz´in üzerine salât ve selam eyle.”
“Muhakkak ki, Allah Teâlâ ve melekleri nebi üzerine
salâtta bulunurlar. Ey iman etmiş kimseler, O´nun üzerine salâtta, teslimiyetle
selâmda bulunun.” (Ahzab 56)
Allah Teâlâ, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in
şerefini yüksek tutmuş ve diğer insanlara vermediği makam ve iltifatta
bulunmuştur. Öyle ki Allah Teâlâ anıldıkça, O´nun da adının anılmaktadır.
Hadisi kutside Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Bilir misin, senin zikrini nasıl yükselttim. Ben
anıldıkça sen de beraberimde anıldın”
Fahri Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz´in makamının yüksekliği aşikârdır. Lailahe illallalah
denilince beraberinde Muhammed´ür Rasûlüllah denilir.
“Kim rasüle itaat ederse, Allah Teâlâ´ya itaat etmiş
olur” buyruldu.
Übey radiyallâhü anh buyurdu ki;
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gecenin üçte
ikisi geçince kalkar ve:
“Ey insanlar!
Allah Teâlâ’yı zikredin! Allah Teâlâ’yı zikredin!
“Sarsıcı” kesinlikle gelecektir; “takipçi” de onun
arkasından gelecektir.
Ölüm, içindeki şiddet ve sıkıntılarla gelecek, öyleyse
ahirete hazırlanın!” derdi. Übey
radiyallâhü anh dedi ki:
“Ey Allah Teâlâ’nın Resulü dedim, ben sana çok salât
okumak istiyorum. Duamda ne miktarını sana salât-u selam yapayım?”
“Dilediğin kadar!” buyurdular.
“Dörtte bir yeter mi?” dedim.
“Dilediğin kadar!” buyurdular,
“Eğer artırırsan, bu senin için daha hayırlı!” dediler.
“Üçte ikiye ne dersiniz?” dedim.
“Dilediğin kadar!” buyurdular, “Eğer artırırsan, bu senin için daha
iyi!” dediler.
“Kendim için dua ettiğim vaktin tamamını size salât u
selam okumaya ayırayım mı?” dedim.
“Bu takdirde, dünyevî ve uhrevî dilediğin kabul
edilir, günahın affedilir!” buyurdular.” (Tirmizî)
(Duamız)
“Ey Allah Teâlâ´m, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem´e salât ve selâm etmemizi bize emir buyurdun.
Bizde emrine itaat ettik. Ne var ki, O´nun şanına layık bir salât ve selâm
etmeye gücümüz yoktur. Aciz olduğumuzdan tarafından yardımını talep ederiz.
Bizzat Sen, şanına layık salât ve selâm kıl. Bizler işlerini Zat-ı Âli´ne
ısmarlamakla huzur bulmuşuz. Salât ve selâm işimizi dahi Sana ısmarlıyoruz.”
نِـبْـرَاسِ اْلأَنـــْبِـيآءِ
“Enbiyanın ışığı, Fahri Âlem Muhammed Mustafa
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´dir.”
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem yaratılışın
evveli, hiçbir mahlukat olmadan Allah Teâlâ´nın sevgilisi ve rasûlü olandır.
O elçilerin ve ümmetlerinin şefaatçisidir.
Kıyamet günü rasüller dahi, Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´den nefisleri ve ümmetlerine şefaat için ricacı olacaklardır.
O´nun için Kur´an-ı Kerim´de buyruldu ki;
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya,107)
Allah Teâlâ´ya kavuşma yolları O´na bağlanmıştır.
Ahiret günü kabirden ilkönce Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve selem kalkacaktır.
Diğer bütün insanlar çıplak olurken üzerinde cennet
elbisesi bulunacaktır.
Burak üzerinde mahşer yerine gidecektir. Elinde “liva-ül-hamd”
denilen bayrak olacaktır. Nebiler ve bütün insanlar bu bayrağın altında
duracaktır.
Kıyamette huzuru ilâhide aslî şefaat makamına ancak O
çağırılacaktır.
وَ نَــيِّــرِ اْلأَوْلِيــۤاءِ
“Velileri nurlandıran güneş, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem´dir.”
Velâyet mertebesinde olan bir kul ancak O´nun izni ile
Allah Teâlâ´ya yol bulur.[97] Kim ki Allah Teâlâ´ya dost olmak
isterse, O güneşi rehber edinmelidir. Güneşsiz nasıl beşer kendini dahi
göremezse, Fahri Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz
olmadan Allah Teâlâ yanında bir karar tutamaz.[98] Çünkü her eşyanın vücudu bütün
mertebelerde bizzat Allah Teâlâ´dan feyz alma kabiliyetine sahip değildir.
Böyle olmasa idi, nebilerin gelmesine gerek kalmazdı. Bu mana üzerine bağı
O´ndan koparmamak lazım gelmektedir. Bu bir hakikattir.
وَ زِبَـرْقَـانِ اْلأَصْفِـيآءِ
“Pak insanların ay´ı, Fahri Âlem Muhammed Mustafa
sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´dir.”
Terbiye yolunun müntesipleri ilk anlarda feyizlere
dayanamayacağı ve çirkin hallerinin kendisi ve diğer insanlar tarafından
görülmemesi için, gece doğan ayın loşluğunda ve güzelliğinde çalıştırılır. Bu
durum talebeler için rahmettir. Zamanla öyle bir hal meydana gelir ki, bu
kişiler güneşin ziyasına dahi takat getirirler. Çünkü dost kapısından içeri
girmişlerdir.
وَ َيُوحىِ ٱلـثَّــقَـلَــيْنِ
“İnsanlar ve cinlere rehber olan güneş, Hz. Muhammed
sallallâhü aleyhi ve sellem´dir.”
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz insanlar ve cinlere rasül olarak gelmiştir. Diğer rasüllerde durum
böyle değildir. Cinler Fahri Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz´in risaletinden sonra azgınlıklarına ceza ve insanlar ile olan
ilişkilerine sınırlama gelmiştir.[99] Daha önce cinler insanları
aldatmak, kandırmak ve aşağılamaktan zevk alırlardı.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in ümmetine
verilen özellik, onlara can yakıcı azap olarak tecelli etmektedir.
وَ ضِيۤاءِ الْـخَافِقَــيْنِ
“Doğu ve batının ışığı[100], Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem´dir.”
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz bu sayılan vasıfların daha üstünde vasıflara sahiptir. O´nun
sırlarını ve güzide vasıflarını ancak Allah Teâlâ bilir. Hepsine iman getirip,
tasdik ederiz.
Allah Teâlâ´yı bulmak isteyen, O´nu bulmadan önce
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´i bulmalıdır. O´nu bulmadan boşa emek
harcamalıdır. İmam Rabbanî (ks) ne güzel söylemiştir:
“Seni Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem´in Rabb´i
olduğun için seviyorum”
Geçmiş ümmetler maneviyat ilmini yıllarca çalışmaları sonucunda
bulamaz iken, Ümmet-i Muhammed O´nunla sırlara kolayca kavuşmuştur.
Binaenaleyh, hakikati Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem´siz görmek isteyen aldanır.
Hakikat ilminden bahsedende O´nun varlığı
görülmezse, bilinmeli ki, o kişi dalâletten bahsetmektedir. Çünkü Hz. Muhammed
Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz´e yol vardırmadan önce
görülenlerin hayal olduğu, ancak O tanınınca anlaşılır.
Çünkü hakikat kendini ancak O´nunla açıklayabildi.
Kasîde-i Ercûze´de Hz. Ali kerremallâhü veche bu
konudan şöyle bahseder.
“Hamd, bizi dalaletten hidayete sevk eden ve bu yolu
seçenedir. Salât ve selam kesintisiz, bizlerden kadri ve kıymeti yüce olan
Nebi´nin üzerine olsun. Kıyamete yakın gönderilen Hz. Muhammed´e sallallâhü
aleyhi ve sellem ikram layıktır.
O iyilik hazinesi, cömertlik denizidir. Huda'nın
nurudur. Vasıfta Efendi, sıfatta kâmil, nuru zat-ı´ndandır, bakanlarından
değildir.
O ´nun nuruyla Levh-i Mahfuz'da satırlar parıldar.
Bize bu haber geldi.
O her şeye muttali olduğu halde, bilinmeyeni bildiği
halde hakkına tecavüz etmez ve etmemiştir.
Her şeyin sahibi O´na dostum dedi; O´nu, O´nunla
anlattı. Sırları, O´na anlattı. Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz bir sözü sakladıysa edebindendir.
“O´nun göğsünde toplanan ilim gelmiş ve geleceğin
ilmidir. Vera sahibine bu sıfatla kim kıyas edilebilir. Bu bendeki olan O´nun
feyiz deryasından avuçladıklarımdır. Kudret ve zengin Mevla’mız affına ulaşan
Kulu'na sarılarak bu sözleri söylüyorum.”
وَ أَنْ تَرْفَـعَ وُجُودَنَا اِلى
فَـلَـكِ الْعِرْفانِ
“Allah Teâlâ´m, vücudumuzu, irfan göklerine yükselt.”
Günahlar ve hatalar sebebi ile kirlenen vücudumuzu
temizleyip, güzel hasletlere kavuşmuş olarak, marifet göklerine çıkmayı nasip
kıl, demektir.
Ebû Osman el-Mağribî (ks) şöyle demiştir. “Arif o
kimsedir ki, ilmin nurları ile kendisini aydınlatır, o da bu aydınlık altında
gizli acayip hakikatlere bakar”
Marifete ulaşmak, nefsi tanımak ile olur.
Nefsini tanıyan Allah Teâlâ´yı bilir.
Marifet mektebinin hocası da Allah Teâlâ´nın bizzat
kendisidir. Bu mektepte okuyan nihayetinde sonunda yetişir ve sırlara erer.
Çünkü hocası Allah Teâlâ ve Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz´dir. Fakat bu mektebe girmek ise kolay değildir.
Hadisi şerifte; “Kim çizgisini o nebinin çizgisine
muvafık düşürürse, bu takdirde isabet eder” yani tıpkı o nebinin
ferasetiyle o hâli bilir denmek istenmiştir. Buna göre yaşayışını nübüvvet
çizgisine sokan, Onlar gibi düşünmeye ve cevap vermeye başlar.
“Müminin dünyaya bakışı öyledir ki dünyada ki zevk ve
sefaya bakar arkasındaki cehennemi görür. Meşakkate bakar arkasındaki cenneti
görür. Yani müminin nazarı dünyaya takılmaz.”
وَ تُـثَــبِّتَ شُـهُودَنا فيِ
مَــقَامِ اْلإِحْسَانِ
“Allah Teâlâ´m, müşahedelerimizi ihsan makamında sabit
kıl.”
“Gözler O´nu görüp idrak edemez. O ise bütün gözleri
idrak eder. Eşyayı pekiyi bilen, her şeyden haberdardır.”(Enam 103)
Kendinden başka hiç bir göz her şeyi kavrayamaz.
Gözler kendini bile idrak etmez iken onları idrak eden, ettiren, gören,
gösteren, hakikati bilen ancak Allah Teâlâ´dır.
Hakikatte görme yoktur. Görürmüş gibi olmak vardır.
İnsana görmek gibi gördüğünü anlaması gereklidir. Bütün bu şeyler ancak
Allah Teâlâ´nın lütuf ve ihsanıdır.
Kul taklitten hakikate erince görmenin aslı olan
idrake yani anlayışa geçer ki, bu ihsan makamıdır. Bu makamda kul ibadetten bir
şevk ve zevk duyar. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´e ihsan sorulunca;
“İhsan, Allah Teâlâ´ya, görür gibi ibadet etmendir.
Her ne kadar sen onu görmesen de O seni görür” buyurdu.
İbadette en yüksek derece ihsan derecesidir. İhsan
derecesine ulaşan bir kul, ibadette ihlâsı, tam olarak kazanmış demektir. Allah
Teâlâ´nın her zaman kendisini gördüğünü düşünerek, her an O´nun huzurunda
olduğunu hissederek yapılan ibadete, ancak Allah Teâlâ´nın rızasını kazanmak ve
emirlerine itaat etmek düşüncesinden başka hiçbir duygu karışmaz. İnsan böylece
ibadetin ruhu olan ihlâsa en mükemmel şekliyle ulaşır.
İhsan makamına erdikten sonra, sabit kalmayı temenni
etmek lazımdır. Çünkü geri dönmek, gaflete ermek olur ki, bu ise kazancın
ziyanıdır. Çünkü ihsan fena makamlarına açılan yolun başlangıcıdır.
يا اَللَّهُ
“Ey Allah Teâlâ´m.”
Allah Teâlâ´nın, özel ismidir. Daha doğrusu İsm-i
Zat-tır ve alemdir.
Allah ismi, bütün hislerimizin, tasavvurlarımızın şartı olan
derin hislerin gösterdiği zatına işaret eden, bir has ismidir.
Allah ismini bir zat ismi olarak ele alınmalıdır.
Allah Teâlâ´nın diğer isimleri, Tecelli-i zat,
tecelli-i sıfat, tecelli-i ef´al, tecelli-i esmadan biri ile alakadardır.
Allah ismini, ism-i has olarak bir toplam mana ile
anlayabilmek için, bütün sıfatlarını yani selbi, sübûti, zatiye ve filiyesini
tasavvur etmek ve sonra onları toplamak lazım gelir.
Allah İsmi´nin fiil çekimi yoktur. Diğer isimler için
böyle değildir.
Allah, ismine benzeyen hiç bir kelime yoktur. Kendi
içerisinde ki her harf bir mana ifade eder. الله
= لله = له = ه
يا نُورُ
“Ey Nur´um.”
“Allah Teâlâ, göklerin ve yerin nurudur.
Nurunun misali, içinde güzel bir çırağ bulunan bir
kandil gibidir, o çırağ ise bir kandil içindedir.
O kandil ise sanki bir incimsi yıldızdır, doğusu ve
batısı olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulmaktadır.
Onun yağı bir halde ki, kendisine ateş dokunmasa bile
hemen, hemen ışık verecektir.
Nur üstüne nurdur.
Allah Teâlâ, nuruna dilediğini kavuşturur. Allah Teâlâ
insanlara misaller getirir ve Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilicidir.”(Nur 35)
Bütün âlemleri yaratan, gösteren, hakikati bildiren,
gözleri gönülleri şenlendiren O´dur. O olmasa idi, hiç bir şey bulunmaz hiç bir
hakikat sezilmez, hiç bir neşe duyulmazdı.
Burada Allah Teâlâ´nın, nurun kendisi değil,
yaratıcısı olduğu mana murat edilmesi lazım gelir. Bu sebeptendir ki, nur
isminin idraki gözden çok akıl ve idrak ile sabit olur. Bununla beraber akıl da
kusurdan tamamen salim değildir. Akıl da bir mürşide muhtaçtır. En büyük mürşit
ise Allah Teâlâ sözü ve Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in irşadıdır.
Kuran ayetleri, beşer gözünde Güneş nuru mesabesindedir. Güneşin ziyasına nur
denildiği gibi Kur´an-ı Kerim´e de, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem´e
de nur adı verilir.
Hakikaten mutlak nur Allah Teâlâ´dır. O´ndan başkası
için nur mecazdır. Bu böyle olunca şunu da bilmek lazım gelir ki, her şeyin
oluşumu ancak nur ile olması ve gözde görüşün nur ile zahir olması ancak Allah
Teâlâ ile olur. Allah Teâlâ´nın nuru ise her şey ile beraber bulunur da fark
olunmaz. Nuru yapan, nurun üstündedir. Lakin bundan dolayı nuru yaratan için
söylenmesi mecaz yolu ile olur. Hakikat o nurun sahibi olmasıdır.
يا وَاسِــعُ
“Vasi’ olan Allah Teâlâ´m.”
Allah Teâlâ´nın iyi olarak bilinen her şeyde lütfunu
sonsuzlukla ihsan etmesidir. Bu isim, başka bir ismi ile beraber kullanılır.
Mesela; geniş ve sonsuz rahmet sahibi, sonsuz rızık verici vb.
Allah Teâlâ´nın keremi çok, kudreti geniş bir ganîdir.
Dilediğine ümit edilmedik yerden keremiyle geniş rızık, büyük ve umulmadık
rahmet verir.
يا غَـفُورُ
“Mağfiret sahibi Allah Teâlâ´m.”
Mağfireti çok demektir.
Allah Teâlâ´nın mağfireti çoktur. Bir kulun kusuru ne
kadar büyük ve çok olursa olsun onları örter, meydana çıkarıp da sahibini rezil
etmez. Kusurları insanların gözünden gizlediği gibi, melekût âlemi sakinlerinin
gözünden de gizler.
İnsanların görmediği bazı şeyleri melekût âlemi
sakinleri görürler. Gafûr ism-i şerifi, kusurların onların gözünden de
gizlenmesini ifade eder.
يا مَنِ السَّـمۤاءُ بِأَمْـرِهِ
مَـبْـنِــيَّةٌ
“Gökleri emri ile üzerimizde kubbe kılan, Allah
Teâlâ´m.”
“Bir de semaya bakın biz onu kuvvetle bina ettik ve
şüphe yok ki biz onu genişletiyoruz.” (Zâriyat 47)
Allah Teâlâ, semaya yükseklik vererek, direksiz olarak
yükseğe kaldırmış ve sonra da onu tesviye etmiştir.
وَ الْـغَـبْرۤاءُ بِقُـدْرَتِهِ
مَدْحِـيَّةٌ
“ Yeri kudreti ile düzgünce seren, Allah Teâlâ´m.”
“Arzı da döşedik, bakınız biz ne güzel döşeriz” (Zâriyat 48)
Yeryüzü, bir beşik ve karyola gibi döşenmiştir. Önce
bu döşek hazırlanmış, Âdemoğlu bu döşekte doğmuş ve bu döşekte yaşamakta, yine
bu döşekte yol almaktadır.
وَ ٱلشَّـوَاهِـقُ بِحِكْـمَتِهِ
مَرْسِيَّةٌ
“Hikmeti ile yüksek dağları yerlerinde tutan, Allah
Teâlâ´m.”
“Dağları da tespit etti.” (Nâziat 32) “Dağlar ki, nasıl
dikilmiş?” (Gaşiye 19)
Dağlar yere çakılan çivi ve kazık gibidir. Direkleri
olmadan bir ev kurulamayacağı gibi, kazıklar sağlam çakılmadan da bir direk
dikilemeyeceğinden, dağlar yer için yaratılmıştır.
Eğer dağlar kaldırılsa döşekte huzurun kalkacağı;
yeryüzü deniz seviyesinde olursa da tabiatta ıstırabı sürekli olan bir yaşantı
içinde olacağına ayetle işaret edilmiştir. Onun için gök kapılarının açılması
ve dağların yürütülüp yerin düz haline getirilmesi kıyametin kopması demektir.
وَ الْـقَمَرَانِ بِفَضْــلِهِ
مُضِيئَةٌ
“Güneş ve Ay´a lütfundan ziya veren, Allah Teâlâ´m.”
Allah Teâlâ´nın, yeryüzü, gökyüzü, dağlar,
Güneş ve Ay´ı Kur´an da anlatması ve bilgilendirmesi, bu
mahlûkların büyük olması, göz ile fark edilmesi ve içtimai hayatta her zaman
onlarla iç içe olunmasındandır. Allah Teâlâ, bu saydıklarımızın Rabb´i ve
onlarda tasarruf edendir.
نَسَْألُـكَ بِاسْمِكَ ٱلَّذِي
تَرَقْــرَقَتْ مِنْــهُ الْخُــنَّــسُ وَ اْلأَزْهَـرَانِ
“Gökyüzündeki galaksilerde olan uydular, güneşler ve
yıldızları nurlandıran isminle istiyoruz.”
Havas kitaplarında yıldızların Allah Teâlâ´nın
isimleri ile olan irtibatlarından genişçe bahsedilir. Yeryüzü ve gökyüzünde
bütün mahlûkat, bir esmanın tesiri altında hayat bulur. Bu ilmin sırrına
erenler, o eşyada tasarruf sahibi olabilir. Bu âlem Allah Teâlâ´nın
isimlerinden doğduğu için, hiçbir şeyi O´nsuz düşünemeyiz.
وَ تَجَـلْجَـلَتْ مِنْهُ
الْـعَـنَانُ
“Sen´in isminden gökyüzünün ufukları aydınlandı.”
Nurların çıkış yerleri Allah Teâlâ´nın isimleri ve
sıfatlarıdır.
Bu konuda Hz. Ali kerremallâhü veche Celcelutiyye
isimli kasidesinde Allah Teâlâ´nın isimlerinden bahsetmekte ve
bilgilendirmektedir. Kasidenin feyzi ve nuru çok olduğundan maddî ve manevi
âleme tesiri olmaktadır. Kutsi Dua Bahâiyye bu sözle remzen Celcelutiyye
Kaside´sine işaret etmektedir.
حِرْزًا مَانِعًا
“Gökyüzün zarar verecek şeylerden bizi koruyan
kalkandır.”
Günümüz teknolojisi bunu çok iyi açıklamaktadır.
Ayrıca gökyüzü vazifeli melekler ve ateş topları ile de korunmuştur. Bu koruma
insanların menfaatine olan bir korumadır.
وَ نُورًا سَادِعًا
“Gökyüzün nuru ile de bizi aydınlatır.”
Atmosferin ışık yansımasına ve son zamanlarda iklim
şartlarına etkilerinin nasıl olduğu bariz şekilde görülmektedir.
Maddi semaların nihayetinden sonra gelen meleklerin
iskân edildiği ve beşerin idraki ile anlatmanın mümkün olmadığı, ruhun desteği
ile fark olan semaların nurları ile de insanlar aydınlanmaktadır. Bu aydınlanma
ceseden fark edilmediği gibi, anlatılmasında ancak rumuzlar kullanılır. Bu
anlatış ise zevksiz olduğundan ancak hal ehlince anlaşılmaktadır.
يَكَادُ سَــنَابَرْقـِهِ يذْهَـبُ
بِاْلأَبــْصَارِ
“Az kalıyor ki, şimşeğinin parıltısı, gözleri
gideriversin. (Nur 43)
Gökyüzündeki şimşeklerinin nuru bakanların göz nurunu
siler götürür. Aslında bu haddi aşanlar için söylenmiştir.
Bundan anlaşılır ki; kemâlat yolunda önüne bakıp giden
zarardan emin olur demektir. Bu yolda edep öne bakmaktır. Uzak emeller,
hırslar, haddi aşmaların sonu helak olmaktan başka bir şey değildir. Gökyüzü
ulviyetin temsili olduğundan edep dairesindekilere rahmet, edepsizlere en büyük
felaket olmuştur.
يُقَــلِّبُ ٱللَّهُ ٱلَّــيْـلَ وَ
ٱلـنَّــهَارَ إِنَّ فيِ ذلِـكَ َلإِبـْـرَةً ِلأُلـىِ اْلأَبـْصَـارِ
“Allah Teâlâ geceyi ve gündüzü çeviriyor. Şüphe yok
ki, bunda gözleri olanlar için elbette bir ibret vardır.” (Nur 44)
Allah Teâlâ, yarattıklarını başıboş bırakmamıştır.
Çünkü âlem ve zaman durgun değildir. İnişli ve çıkışlı, iyi ve kötü, saadetli
huzurlu, sıcak ve soğuk vb. arasıda gelip gider. Bütün bu olanlar Allah
Teâlâ´nın emri ile olan şeylerdir.
“Göklerde ve yerde her kim var ise O'ndan dilerler. O,
her gün bir iştedir.” (Rahman 29)
طـسۤــــمۤ
“Tâ Sîn Mîm”
İsm-i Âzam´ın sırları vardır. Hakikatini Allah Teâlâ
bilir.
وَ نَعُـوذُ بِاللَّهِ الْـعَـظِيمِ
مِـنَ الْمَـعَازِفِ
“Boş şeyler, eğlence ve oyunlardan azîm olan Allah
Teâlâ´ya sığınırım.”
Dünya hayatı Kur´an-ı Kerim´de oyun olarak geçmiştir.
Oyun çocuklar içindir.
Dünyevî zevklerden kurtulmayan buluğ çağına
ulaşmamış demektir.
“Âdemoğlunun, emr-i bi'lma'ruf veya nehy-i ani'lmünker
veya Allah Teâlâ´yı zikir hariç bütün sözleri lehine değil, aleyhinedir.” (Tirmizî)
“Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen ve
kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak.
O´nunla öğüt ver ki, hiçbir kimse kazandığı şey
sebebiyle helake düşmesin, onun için Allah Teâlâ'dan başka ne bir dost ve ne de
bir şefaatçi yoktur.
O bütün varını fidye olarak verecek olsa ondan
alınmaz.
Onlar o kimselerdir ki, kazanmış oldukları şeyler
sebebiyle azaba maruz kalmışlardır.
Onlar için küfrettikleri şey sebebiyle pek sıcak sudan
bir içki ve pek incitici bir azap vardır.”(En´âm 70)
“O kimseler ki, dinlerini bir eğlence ve bir oyun
edindiler ve onları dünya hayatı aldatmış oldu. Artık onlar bu günlere
yetişeceklerini unuttukları gibi ve bizim âyetlerimizi inkâr eder oldukları
gibi biz de onları bugün unutacağız.” (A´raf 51)
“Eğer biz bir eğlence edinmek istese idik. Eğer
yapacak olsaydık elbette onu kendi tarafımızdan edinirdik.” (Enbiya 17)
وَ الْعِـضَةِ
“Allah Teâlâ´m, yalan ve iftiradan Sana sığınırım.”
“Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah
Teâlâ´da onlar için hastalığı artırmıştır. Onlar için yalan söylemeleri
sebebiyle gayet acı bir azap vardır.” ( Bakara 10)
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki:
“Münafığın alametleri üçtür.
—Söz söylerken yalan söyler.
—Vaad ettiği vakit sözünde durmaz.
—Kendisine bir şey emniyet edildiği zaman hıyanet
eder.”
“Kim ki, yalan söylemeği ve yalanla amel etmeği
bırakmazsa, Allah Teâlâ o kimsenin yemesini, içmesini, bırakmasına hiç kıymet
vermez, iltifat buyurmaz.”
İftira ise yalandan daha dehşetli bir günahtır. Yalan
günahının sermayesi hiçbir şey olmadığından bulaşması ve işlenmesi kolaydır.
Diğer günahlar ise ancak bir külfet ile meydana geldiğinden zorluk vardır.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, müminin her günahı işleyebileceğini
yalan söyleyemeyeceğini teyit etmiştir. Çünkü mümin basit şeyler karşısında
imanını satmaz.
وَ الْـمَخْطُورِ
“Allah Teâlâ´m, korkudan ve helakime sebep olacak
şeylerden Sana sığınırım.”
İnsanlar hayat boyunca bir korkunun tesiri altında
kendine baskı uygular. İslam, korku ve ümit durumunu beraber uygulamıştır.
Çünkü korku dozunu aşınca yuvasını yıkan sel olur. Allah Teâlâ korkusu bile
rahmetle beraber düşünülmez ise kişiyi helak eder.
Şeytan, insandaki korkuyu çok iyi kullanır.
Korku ve vesvese onun silahlarıdır. Şeytan kişiye günah işletir sonra ‘sen
günahkâr oldun, artık kendini kurtaramazsın’ diyerek o kişiyi acze, korkuya
ve perişanlığa düşürür. Çok kişi bu sebeple helak olmuştur.
Tükenen insan, korkan insandır.[101]
وَ الْـمَخْــظُورِ
“Allah Teâlâ´m, haramlardan Sana sığınırım.”
Haramlar temeli yıkan, nefsanî ve Allah Teâlâ´nın razı
olmadığı şeylerdir. ‘Haramın binası olmaz’ sözü budur.
Kul hakkı ve haram, hüsrandan başka bir şey getirmez.[102] Kul hakkı kıyamete cezası kalmayan
tehlikeli haramlardandır. Allah Teâlâ kâfir olsun, mümin olsun, kulunun velisi
durumunda olduğu için gasp edilen kulunun hakkını bir şekilde tahsil eder. Bu
ise elim verici azaptan başka bir şey olmaz.
وَ الْـمُـمَاحَلَةِ
“Allah Teâlâ´m, düşmanlarının hilesinden Sana
sığınırım.”
“Hilekârlık yaptılar. Allah Teâlâ da hilelerine
karşılık verdi, Allah Teâlâ hile yapanların hayırlısıdır.” (Al-i İmran 54)
“Onlar bir hile yaptılar, biz de hiç bilgileri
olmaksızın bir hile yaptık. Onları ansızın hilelerin cezasına kavuşturduk.” (Neml 50)
“Böylece her bir beldenin günahkârlarını büyükler
kıldık ki, orada hilede bulunsunlar. Hâlbuki onlar hilekârlık yapmazlar, ancak
kendilerine yapmış olurlar da farkına varamazlar.” ( En´âm 123)
Allah Teâlâ, hile yapanların hilesini kendilerine
çevirir. İmandan, istikametten çıkan, küfre sapanların belalarını verir. Allah
Teâlâ´nın hilesi, bilinen şer manası ile değil, aslında bir hayırdır. Allah
Teâlâ´nın hilesi belki de tövbe etmelerine sebep olur.
وَ الْغِــمَارِ
“Allah Teâlâ´m, hasetten Sana sığınırım.”
“Yoksa onlar Allah Teâlâ´nın lütfundan insanlara
verdiği şey üzerine haset mi ediyorlar?” (Nisa 54)
“Haset ettiği zaman haset edenin şerrinden Rahîm olan
Allah Teâlâ´ya sığınırım.” ( Felak 5)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyurmuştur:
“Ashabım, birbirinize buğz düşmanlık etmeyiniz,
birbirinize haset etmeyiniz, birbirinizden yüz çevirip arkalaşarak
ayrılmayınız.
Ey Allah Teâlâ´nın kulları, birbirinizle kardeş
olunuz. Kardeş sevgisi gösteriniz. Bir müslümanın din kardeşini üç günden fazla
bırakması küs durması helal değildir.”
“Haset hiç bir şeyde caiz değildir, ancak iki huy
hakkında caizdir:
O kimseye haset ve gıpta olunur ki, Allah Teâlâ ona
Kur´ân öğretmiş, o da gecenin kutlu saatleriyle, gündüzün muayyen zamanlarında
Kur´ân okur ve komşusu işidir de:
“Keşke komşum filâna verilen Kur´ân nimeti gibi bana
da ihsan olunsaydı. Onun gereği ile amel ettiği gibi ben de amel etseydim” der.
Başka bir kimseye de gıpta olunur ki, ona da Allah
Teâlâ mal vermiştir, o da malını hak yolunda sarf etmektedir. Şimdi birisi:
“Keşke şu hayır seven kişiye verilen mal gibi bana da
verilse idi de onun hayır işlediği gibi ben de işlemiş olsaydım” diye imrenir.”
Şu bir hakikattir ki, hasetli kişilerin nazarları dahi
insanı perişan eder. Nazarlarından sığınmak gerekir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki;
“Kaderi bir şey geçecek olsa idi, nazar geçerdi. Nazar
değmesinden dolayı yıkanma istenirse yıkanınız.”
“Yıkandıktan sonra yıkanılan kabı ters çeviriniz.”
“İnsanların ve cinlerin nazarından Allah Teâlâ´ya
sığınınız”
وَ مِنْ كَــــيْدِ الْفُــجَّارِ
“Allah Teâlâ´m, fasıkların ve asilerin hilelerinden
Sana sığınırım.”
“Ey iman etmiş olanlar, eğer size bir fasık bir haber
ile gelirse hemen onu araştırınız. Belki, bilmeksizin bir kavme saldırırsınız
da sonra yaptığınızın üzerine pişman olmuş olursunuz.”(Hucurat 6)
Fâcir ve fâsık biri öldüğü zaman, onların bulunduğu
yerdeki bitkiler, hayvanlar rahatladığına dair rivayetler vardır.
وَ مِنْ حَـوَادِثِ
الْعَــصْرَانِ
“Gecenin, gündüzün, kuşluk vaktinin, ikindi vaktinin
ve zamanların hadiselerinden Sana sığınırım.”
Vakitler her an bir olaya gebedir. Vakitleri
belirtilen zamanlar (kuşluk, ikindi) ise, sıkıntı ve meşakkatin arttığı
zamanlardır. Bu vakitlerin sıkıntısından sığınmak lazımdır. Çünkü bu vakitlerde
gaflet artar ve hatalar çoğalır. Onun için bu vakitlerdeki ibadetler kıymete
haizdir.
Mesela; ikindi vakti gündüzün sonuna doğru insanların
daha çok ticaret için dünya işlerine daldıkları zamandır.
Ayrıca gençliğin ve ihtiyarlığın, boş zamanın ve dolu
zamanın fitnelerinden Allah Teâlâ´ya sığınmakta gereklidir.
وَ مِنْ شَـرِّ اْلأَجِـرَّانِ
“Allah Teâlâ´m, insanların ve cinlerin şerrinden Sana
sığınırım.”
Yaşanan hayatın gereği insanlar bir şekilde zarar ve
ziyan içerisinde kalırlar. Bunlara sebep olarak insanlar ve cinler olabilir.
Mesela; insan dini inancın eksikliği yüzünden yanlış
arkadaş edinir. Dolayısı ile bir takım zararlar görür. Zahirde insanların
zararını fark etse de, cinlerden gördüğü daha büyük zararlar vardır. Çünkü
cinlerden gelen zararın yönü tam kestirilemez.
Zararların defedilmesi ancak ve ancak Allah Teâlâ´ya
yakınlaşmak ve dua ile olur. Kulluğun artması iyi dostlara, sonra güzel hayata
ve güzel hayat cennete kavuşturur.
“Ey iman edenler, Allah Teâlâ´dan korkunuz ve doğrular
ile beraber olunuz.” (Tövbe 119)
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki,
“Kişi dostunun dini üzeredir.”
يا حَـفِيظُ احْــفَظْـنَا
“Hafız olan Allah Teâlâ´m, bizi muhafaza et.”
Yapılan işleri bütün tafsilatıyla bilen, her şeyi son
vaktine kadar belalardan saklayan ve hayatını koruyan Allah Teâlâ´dır.
Hıfz, korumak, demektir.
Bu koruma iki şekilde olur.
Birincisi, varlıkların devamını sağlamak, muhafaza
etmektir.
İkincisi, birbirlerine zıt olan şeylerin, birbirlerine
saldırmasını önlemek, birbirlerinin şerrinden onları korumaktır.
Allah Teâlâ her mahlûkuna, kendine zararlı olan
şeyleri bilecek bir his ilham buyurmuştur. Bu Hafız isminin tecelliyatındandır.
Bir hayvan kimyevî tahlil raporuna muhtaç olmadan kendine zararlı otları bilir
ve onları yemez.
Kulların amellerinin yazılması, zayi olmaktan
korunması da Hafız isminin gereğidir. Bu bakımdan ahirette yeniden dirilme ve
yaptıklarından hesaba çekilme ile Hafız isminin yakından ilgisi vardır.
يا وَلِـيُّ يا
وَالى ِ
“İyi kullarına dost olan, güzel şekilde idare eden
Allah Teâlâ´m.”
Vâli; eşyanın sahibi;
Mahlûkatın işlerini yoluna koyan;
Bu muazzam kâinatı ve her an biten olayları tek başına
tedbîr ve idare eden Allah Teâlâ´dır.[103]
Diğer valiler ve hükümdarların idaresi, O'nun izni ve
müsaadesi iledir. Onların velayet ve idareleri, son derece noksandır. Allah
Teâlâ´nın velayet ve tedbiri ise sınırsız, gerçektir. Her şey emri ve iradesi
altındadır. Her şeyi bilir. Ondan habersiz mülkünde hiçbir şey vücuda gelmez.
Veli; sevdiği kullarının dostudur.[104] Onlara yardım eder.[105] Sıkıntılarını, darlıklarını
kaldırır, ferahlık verir. İyi işlere muvaffak kılar.[106] Her çeşit karanlıklardan kurtarır,
nurlara çıkarır.[107]
Artık onlara korku ve hüzün yoktur. Herkesin korktuğu
zaman, onlar korkmazlar.
يا عَـلِيُّ يا عالِي
“Şanı yüce, delili yüksek olan Allah Teâlâ´m.”
Âli, her şey kendisinin altında, emrinde ve hükmü altında
olan Zât demektir. Şerefli, yüksek olması özünden olan başkasından olmayan
demektir.
Allah Teâlâ´dan daha üstün bir şey düşünülmesi
imkansızdır.
Her hususta, her şeyden yüce ve yüksek olandır. Yani
bir benzeri veya ortağı veya yardımcısı olmayan, şanına yaraşmayan her şeyden
uzak olan; kudrette, bilgide, hükümde, iradede ve diğer bütün kemal
sıfatlarında üstün olandır.
يا مَنْ لاۤ اِلهَ اِلاَّ هُوَ
“ Ey kendinden başka ilah olmayan, Allah Teâlâ´m.”
لايــَعْـلَمُ اَحَدٌ كَــيْفَ هُوَ
اِلاَّ هُوَ
“Nasıl olduğunu kendisinden başkası bilmeyen, Allah
Teâlâ´m.”
“O, gökleri ve yeri yaratan, sizin için kendi
cinsinizden eşler, hayvanlardan da çiftler yaratmıştır. Bu suretle çoğalmanızı
sağlamıştır. O´nun misli gibi bir şey yoktur ve O hakkıyla işiticidir,
görücüdür.”(Şura 11)
Doğrudan doğruya O´nun aynısı bir şey olmadığı gibi,
benzeri bir şeyde yoktur. O´nun yaptığı gibi de yapacak yoktur.
O´nun Zat-ında;
Varlık ve yokluk;
Zaman ve zamansızlık;
Mekân ve mekânsızlık;
Vücut ve vücutsuzluk;
Zıtlar bir şeye muhtaç olmadan vardır.
Var olan şeyde olduğu gibi, yok olanda da aynı şekilde
varlığı ile zat-ı kaimdir.
Mahlûkat ise zıtlar ile mevcudiyetini ispat eder.
O´nun varlığı ise karşılıksız olarak vardır.
يا ٱللَّهُ [3 مَرَّاتٍ]
“Ey Allah Teâlâ´m.”
Üç defa okunacaktır.[108]
يا حَـيُّ يا
قَــيُّـومُ [3 مَرَّاتٍ]
“Hakiki hayat sahibi, mahlûkatın kendisine muhtaç
olduğu Allah Teâlâ´m.”
Hayy; diri, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten
demektir. Allah Teâlâ ölmez, daima hazır ve nazırdır. Yaşayan mahlûkatın
hayatını veren de O´dur. O, olmasaydı hayattan eser olmazdı. O daima yok
olmadan, kaybolmadan, hatadan eksiklikten münezzehtir.
Kayyum; gökleri, yeri, her şeyi ayakta tutan, her şey
üzerinde kaim, yani bir şeyin bir varlık sahibi olarak durabilmesi neye bağlı
ise, onu veren demektir.
Allah Teâlâ, her şeyin takdir edilen vaktine kadar
durması için sebeplerini ihsan etmiştir. Onun için her şey Allah Teâlâ ile
kaimdir.
يا حَـــقُّ
“Hak olan Allah Teâlâ´m.”
Varlığı hakikî olan zatın ismidir. Varlığı hiç
değişmeden durandır. Yani, varlığı daima sabittir. Allah Teâlâ´nın zatı,
yokluğu kabul etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabul etmez. Hakikaten
var olan yalnız Allah Teâlâ´dır.
يا وَاحِــدُ
“Vahid olan Allah Teâlâ´m.”
Zatında ortaklığı, çokluğu ve parçası yok demektir.
Zatında, sıfatlarında, işlerinde, isimlerinde,
hükümlerinde asla ortağı veya benzeri ve dengi bulunmayandır.
يا اَحَــدُ
“Ehad olan Allah Teâlâ´m.”
Evvel ve ahirde ortaktan münezzeh, ikincisi olmayan
yegâne birdir.
Bu isim beraberinde zikir olunabilecek adedi nefy için
kullanılır.
Ehad, Allah Teâlâ´nın sıfatlarından bir sıfattır O´nda
O´na hiç bir şey ortaklık edemez.
Ehad lafzı bir demek olan Vahid manasında dahi
kullanılır ise de aralarında mühim farklar vardır.
Ehad, Vahid´dir, lakin her Vahid Ehad olmaz. Ehad
denilmekle Vahid denilmiş olur, Vahid denilmekle Ehad denilmiş olmaz.
Birlikten başkasını nefy etmek manasında Ehad
uygundur. Ehad zatında hiç bir adet kabul etmeyen, iki olması ihtimali
olmayan hakikî birdir. Ehadiyyet, Allah Teâlâ´dan başka bir şeye sıfat
yapılamaz. Vahid ise kullanılır.
Allah Teâlâ hakkında Vahid ve Ehad birbirinden
ayrılmamak itibariyle ikisi de birdir diye tefsir etmek herkesin anlaması için
daha kolay olur. Çünkü Ehad Vahid´dir. Fakat bununla arada hiç fark yoktur zan
edilmemelidir.
Vahid; muhtelif mertebelerde birliklere
söylenebilir, Ehad ise onun mükemmelidir
Allah Teâlâ birdir demek gerek zatı, gerek sıfatı,
gerek esması hangi nokta-i nazarla mülahaza edilirse edilsin hep birdir, hiç
ortağı olmayan hakikattir. Onun için ilahlık O´na mahsustur, O ilahiyesinde de
hakikati ve zatı ile birlikle birdir, demek olur.
Allah Teâlâ´nın birliği sayıda birlik dediğimiz birlik
değildir. Allah Teâlâ´nın birliği ise ne içinde ne dışında sayılma mümkün
olmayan ve her manasıyla çoğalmayı kabul etmeyen birliktir. Onun için O´na
evvel demek ikincisi var demek değildir. O´na son demek de başka gelecek var
demek değildir O´nun için ona evvel ve ahir isimleri söylenirken birlikte
söylenmelidir.
يا صَـمَــدُ
“Samed olan Allah Teâlâ´m.”
Ortağı veya benzeri ve dengi bulunmayan her şeyin O´na
muhtaç olduğu demektir
Allah Teâlâ ihtiyaç ve ıstırapların giderilmesi için
tek merci, dileklerde kendisine müracaat edilen, kendisine arzular sunulandır.
Yerde, gökte bütün ihtiyaç sahipleri yüzlerini O´na
döndürmekte, gönüllerini O´na bağlamakta, el açarak yalvarmalarını O´na arz
etmektedirler. Buna layık olan da yalnız O´dur.
يا وَهَّـابُ
“Vehhâb olan Allah Teâlâ´m.”
Çeşit, çeşit nimetleri devamlı bağışlayıp duran,
demektir.
Vehhâb, kelimesi hibe kökünden gelmektedir.
Hibe, “herhangi bir karşılık ve menfaat gözetmeden
birine bir malı bağışlamak” manasınadır. Vehhâb ise, “Her zaman,
her yerde ve her şeyi çok ve bol veren ve karşılık beklemeyen” demektir.
Vehhâb ismini Rahman ismi ile karıştırmamak gerekir.
Vehhâb, Rahman gibi has değildir. Rahman kelimesi; Vehhâb veya Afüv
manalarını ifade eden bağışlayıcı sıfatı ile de tercüme edilmez.
يا فَـــتَّـاحُ
“Fettah olan Allah Teâlâ´m.”
Müşkül şeyleri açan ve kolaylaştıran demektir. Fettah
kelimesi, feth´den gelmektedir. Feth ise,“kapalı olan şeyi açmak” manasınadır.
Kapalı bir şeyi açmak:
—Maddî olur; bir kapıyı, bir kilidi açmak, vb;
—Manevî olur; kalpten tasaları, kederleri atıp gönlü
açmak vb.
Bitkilerin çiçek açması, tohum ve çekirdeklerin sümbül
vermesi, rızık ve rahmet kapılarının açılması hep Fettah ism-i şerifinin
tecellisindendir.
يا مُــحْــيِى
“Hayat veren Allah Teâlâ´m.”
Hayat veren, can bağışlayan, sağlık verendir
Allah Teâlâ, cansız maddelere hayat ve can verir. Her
gün, her saat, her saniye varlıklar O´nunla hayat bulurlar. Bütün bunlar ise,
Allah Teâlâ´nın emri, yaratması ve izni ile olmaktadır. Allah Teâlâ yoğu var
edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar canlandırır. Buna ihya, yani diriltme
denir.
Hayatı hiç yoktan veren zatın, ölülere yeniden hayat
verip diriltmesi elbette son derece kolaydır.
يا مُــمِيتُ
“Hayatı sonlandıran Allah Teâlâ´m”
Canlı bir mahlûkun ölümünü yaratan Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ, yarattığı her canlıya belirli bir ömür takdir etmiştir. Canlı
varlıklar için ölüm mukadder ve muhakkaktır. Hayatı yaratan Allah Teâlâ olduğu
gibi, ölümü yaratan da yine O'dur.
Ancak bu ölüm, yok oluş, hiçliğe gidiş değil, aksine
fani hayattan baki hayata geçiştir.
يا قَـــهَّـارُ
“Kahhar olan Allah Teâlâ´m.”
Her şeye, her istediğini yapacak ve yaptıracak surette
galip ve hâkim olan ancak Allah Teâlâ´dır.
Kahr; bir şeye, onu hor ve hakir kılacak veya mahv ve helak
edebilecek surette galip olmaktır.
Allah Teâlâ Kahhar´dır, her yönü ile üstün ve
daima galiptir. Kuvvet ve kudretiyle her şeyi içinden ve dışından kuşatmıştır.
Hiçbir şey O´nun bu hükmünden dışarı çıkamaz. O´na karşı her şeyin boynu
büküktür. Kahrına yerler, gökler dayanamaz. Kahr ile nice azıp sapmış ümmetleri
ve milletleri mahv ve perişan etmiştir.
يا سَــلاَمُ [7 مَرَّاتٍ]
“Selam olan Allah Teâlâ´m.”
Her türlü tehlikelerden kullarını selamete çıkaran
demektir. Her çeşit sıkıntı ve hadiselerden salim kılacak ancak Allah
Teâlâ´dır. Cennetteki mutlu kullarına selam eden, O olacaktır.
سَـــلاَمٌ قَـــوْلاً مِنْ رَبّ
ٍرَحــيمٍ [7 مَرَّاتٍ]
“Merhametli olan Rabb´in söylediği bir selâm da
vardır.” (Yasin58)
Selam, Rahim olan sonunda müminleri rahmetiyle, murada
erdiren ve ortağı olmayan bir Rabb´den doğrudan doğruya söylenen bir selamdır.
Cennet ehli nimetleri içinde zevklenirken kendilerine
bir nur parıldar, başlarını kaldırır bakarlar ki, etraflarından Rabb´leri
kendilerini cemali ile mükâfatlandırmış ve “Selam size Cennet ehli”
dediğini görürler.
İşte bu manayı ifade eden “سَلاَمٌ
قَوْلاً مِنْ رَبٍّ رَحيمٍ ” kelam-ı ilahisidir.
Cennetlikler Allah Teâlâ nazar eder, onlar da O´na
nazar ederler ve nazar ettikleri müddetçe diğer nimetlerden hiç bir şeye
iltifat etmezler, taki gaip olana kadar, o vakitte üzerlerinde ve etraflarında
nur ve bereketi baki kalır. Ancak o zaman cennet hakiki kıymetine kavuşur.
Büyüklerin istemedikleri cennet Allah Teâlâ´ya nazar
kılınmayan cennettir. Yoksa nimeti inkâr olur ki, bu isyandır. Büyükler için
ise böyle bir şey düşünülmez.
Yedi tamu dedikleri katlanmaya bir âhıma
Sekiz uçmak aldamaya bunda neye eğleneyim
Yunus Emre
فَسَــيَكْفِيـكَـهُمُ اللَّهُ وَهُوَ
ٱلسَّــمِيعُ الْعَــــليــمُ [3 مَرَّاتٍ]
“O halde Allah Teâlâ onlara karşı sana yetecektir ve O
işitendir, bilendir.” (Bakara 137)
Mahlûkatın şerrine karşı Allah Teâlâ kâfidir.
Yardımını biraz geciktirse bile muhakkak onların hakkından gelecektir,
demektir.
Allah Teâlâ duaları ve her türlü sözleri işitir.
Niyetlere varıncaya kadar her şeyi bilir ve hükmünü icra eder. Hakka ihlâs ile
bağlanmanın hükmü zafer, hakka karşı gelmenin hükmü de, erinde veya sonunda
helaktir.
Kutsî Dua Bahâiyye´yi okuyanın niyetinin olması için
Allah Teâlâ kâfi gelecek demektir.
Üç defa okunacaktır.
هُوَ ٱللَّهُ ٱلَّذِى لاۤ اِلهَ
اِلاَّ هُوَ
“O öyle bir Allah Teâlâ´dır ki: Ondan başka ilâh
yoktur.”
Bütün kemal sıfatlarını toplayan vacip-ül vücut ve
ülûhiyet kendinin hakkı olan bir zattır. Bütün ilâhi isimleri toplayan zat ismi
olan Allah ismi Celâli´dir.
ٱلرَّحْمنُ ٱلرَّحِيمُ
“Allah Teâlâ Rahman ve Rahim´dir.” (Haşır22)
Rahman ismi, sıfat ismi olmakla beraber Allah Teâlâ´dan
başkasına söylenmesi caiz olmayan has ismidir. Rahmet-i Rahmaniye, öyle bir rahmeti
ilâhiyedir ki, mümine de kâfire de, çalışana da çalışmayana da şamil olur.
Meselâ vücut, bu rahmetin eseridir. Rahimdeki ceninler
ve bütün hayvanat bu rahmet ile beslenir. Yine bu rahmet ile Allah Teâlâ
kâfirlere dahi dünyada rızık, akıl vb. gibi nimetler verir.
Rahîmî Rahmet, güzelce yaşayana ve çalışanlara verilen sınırsız
rahmettir. Dinin, takvanın, çalışmanın ehemmiyeti burada zahir olacaktır. Demek
ki, rahîm sıfatı iman ile imansızı, iyi ile kötüyü, korunanlarla korunmayanları
ayırt ederek iyileri mükâfat ile murada erdirmek manasını ifade eder. Buna
karşılık rahmeti rahmaniye ise, kötülerin de mahrumiyet ve ceza ile
mesuliyetlerini göz önüne almaz. Onun içindir ki, Rahman ile başlamıştır.
“Rahmetim, gazabımı geçmiştir”
Hâdis-i kutsi´si buna işarettir. Bir hadis-i şerifte
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Rabb´imiz, sıkıntılı
durumun değişeceği zaman yakın olmasına rağmen kullarnn ümitsizliğe düşmesine güldü.”
Ebu Rezin radiyallâhü anh devamla der ki: “Ey
Allah´ın Rasulü dedim hiç Rab Teala güler mi?”
“Evet!” buyurdular. Ben de: “Öyleyse gülme vasfı bulunan
bir Rabb'ten bize iyilik eksik olmayacaktır.” dedim.
الْـمَلِكُ
“Mülkün sahibi Allah Teâlâ´dır.”
Bütün mahlukatın hakiki sahibi ve mutlak hükümdarı
Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ´nın, ne zatında ve ne de sıfatında hiçbir
varlığa ihtiyacı yoktur. Aksine her şey zatında, sıfatında, varlığında ve
varlığının devamında O'na muhtaçtır. Bütün kâinatın hakiki sahibi, mutlak
hükümdarıdır.
الْقُدُّوسُ
“Allah Teâlâ Kuddus´dür.”
Hatadan, gafletten, acizlikten ve her türlü
eksiklikten çok uzak ve pek temiz olan Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ, hissin idrak ettiği, hayalin tasavvur
ettiği, vehmin hayal kurduğu, fikrin tasarladığı her vasıftan münezzeh ve
yücedir.
O hatadan, gafletten, acizden ve her türlü eksiklikten
çok uzak ve pek temiz olandır. Bu bakımdan her türlü takdise layıktır.
İnsanın kötü düşüncesi karışmadığı müddetçe kâinatta
yaratılış olarak bulunan genel temizliğin hakikati de, Allah Teâlâ´nın Kuddus
isminin tecellisidir.
السَّلاَمُ
“Allah Teâlâ Selam´dır.”
Allah Teâlâ hadiselerden salim kalan, her türlü
tehlikelerden kullarını selamete çıkaran, cennetteki bahtiyar kullarına selam
edendir.
Bu ismi şerif, Kuddus ismi ile yakın bir mana ifade
etmekte ise de Selam ismi, daha ziyade geleceğe aittir. Yani, Allah Teâlâ´nın
gerek zatı, gerek sıfatı ileride en ufak bir değişikliğe, bir zaafa uğramaktan
münezzehtir. O, ezelde nasılsa gelecekte de öyledir.
Her selametin kaynağı ve aslı, kendisi ayıptan,
kusurdan, eksiklikten, fena ve zevalden, her eksiklikten salim olduğu gibi,
selamet umulan ve arayanları selamete erdirecek olan da, O´dur.
الْمُؤْمِنُ
“Allah Teâlâ Mü´min´dir.”
Gönüllerde iman ışığı yakan, uyandıran, kendine
sığınanlara aman verip onları koruyan, rahatlandıran, kalplere iman ve hidayet
bağışlayarak oralardan şüphe ve tereddütleri kaldıran Allah Teâlâ´dır.
Her şüpheden tereddütten münezzeh, her vasfında
mükemmel, sınırlamaya tasvire sığmayan, hiç bir leke kabul etmeyen, tertemiz
olan Allah Teâlâ´dır.
Emniyet ve eman verici, şüpheleri, tereddütleri
kaldıran, kendine yönelenlere iman, korkanlara emniyet veren ve verecek olan da
O´dur.
الْمُهَيْمِنُ
“Allah Teâlâ Müheymin´dir”
Gözetici ve koruyucu olan Allah Teâlâ´dır.
Yarattığı mahlûkatının amellerini, rızıklarını, ecellerini
bilip muhafaza eder. Bütün varlığı görüp gözeten, yetiştirip varacağı noktaya
ulaştıran ancak O'dur. Hiçbir zerre, hiçbir an, O´nun lütfundan, rahmetinden ve
sevgisinden boş değildir.
الْـعَـزِيزُ
“Allah Teâlâ Aziz´dir.”
Mağlup edilmesi mümkün olmayan, galip olan ancak Allah
Teâlâ´dır.
Bu isim, kuvvet ve galebe manasına gelen izzet
kökünden gelir. Allah Teâlâ mutlak surette kuvvet ve üstünlük sahibidir.
İzzet sıfatı, Kur´an-ı Kerim´de birçok yerlerde azap
ayetleri bahsinde gelmiştir. Fakat bu isimin yine birçok defa Hâkim ismi
ile birleştiği görülür. Bunun manası: Allah Teâlâ´nın kudreti galip´dir,
fakat hikmeti ile kötülerin cezasını geciktirir, kötülük edip durmakta olan
insanları cezalandırmakta acele etmez, demektir.
Allah Teâlâ izzetli, onurlu şanlıdır. Hiç bir şekilde
mağlup edilmez, her işinde galiptir. Benzeri yok, gayet yüksek ve dilediğini
yapar. Bununla beraber alçaklığı, ahlaksızlığı, küfür, zulüm, fesat, isyan gibi
fenalıkları sevmez.
الْـجَبَّارُ
“Allah Teâlâ Cebbar´dır.”
Kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, dilediğini
zorla yaptırmaya muktedir olan ancak Allah Teâlâ´dır.
Bu isim cebr kökünden gelmektedir. Cebr,
kırık kemiği sarıp bitiştirmek, eksiği bütünlemek manasına geldiği gibi, icbar
etmek, yani zorla iş gördürmek manasına da gelir.
Bu manaya göre Allah Teâlâ Cebbar´dır. Yani,
kırılanları onarır, eksikleri tamamlar, her türlü perişanlıkları düzeltir,
yoluna koyar.
Allah Teâlâ zayi olanı yerine getiren, halkın
eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gideren, dertlerine derman olan,
işlerini düzelten, kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları
yoluna koyup düzelten çok iktidarlı olan hâkimdir.
Cebbar´ın bir başka manasına da;
Allah Teâlâ kâinatın her noktasında ve her şey
üzerinde dilediğini yaptırmağa muktedirdir. Hüküm ve iradesine karşı gelinmek
ihtimali yoktur.
Allah Teâlâ´nın Kahhar ismi gibi, halkı
iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez zorla yaptırmağa kadir olan,
hükmüne karşı gelinmek ihtimali bulunmayan ceberut sahibi demektir. Bununla
beraber kullara hiç zorlama yapmaz, her emri de cebr ile yürütür. Bundan
insanların ihtiyari yoktur, manasını da, çıkarılmamalıdır. Çünkü O, emirlerini
kulların iradelerine bağlı kılmış olduğunu “Allah Teâlâ´ya yardım
ederseniz O´da size yardım eder” gibi birçok ayetle açıklar. Ancak bundan
şu manayı anlamalıdır ki;
Allah fiillerde irade vermiş, hür yaratmış olmakla Teâlâ insanlara birçok
beraber bütün iradelerini yapmaya mecbur değildir. Dilerse dilediği anda
iradelerini kaldırır. Nitekim bir hadisi şerifte buyrulmuştur ki;
“Allah Teâlâ kaza ve kaderinin infazını murat ettiği
vakit, akıl sahiplerinin akıllarını kaldırıverir ki, kazası ve kaderi onlarda
yer bulsun, emri yerini bulunca akıllarını geri verir ve pişmanlık olur”
Dilerse onların akıl ve iradelerini kaldırmakla
beraber isteklerinin aksi olarak kendi hüküm ve iradesini zor ile üzerlerinde
icra eder. Allah Teâlâ´dan korkmayan, emirlerine karşı gelmek isteyen
asiler, azaba yanaşmak istemedikleri halde vakti gelince cezalarını
çekmeğe mecbur olurlar. Allah Teâlâ´nın mutlak iradesi altında ve mecbur
kalmayacak hiç bir şey tasavvur olunmaz.[109]
الْمُتَـكَبِّرُ
“Allah Teâlâ Mütekebbir´dir.”
Her şeyde ve her hadisede büyüklüğünü ve ululuğunu
gösteren, ancak Allah Teâlâ´dır. Varlığı ile yokluğu Allah Teâlâ´nın bir tek
emrine ve iradesine bağlı bulunan kâinattan hiçbir mevcut, bu sıfatı takınamaz.
O çok büyüktür. Her hususta büyüklüğünü gösterir.
Büyüklük, ululuk, kibriya, azamet kendisine mahsustur ve kendisinin hakkıdır.
Kibirlenmek, mahlûkun hakkı değildir, onun için
mütekebbir sıfatı halk hakkında çirkin görülmüştür. Çünkü mütekebbir,
kendisinde kibir izhar eden, büyüklenen demektir. Hâlbuki mahlûkta haddi
zatında büyüklük ululuk yoktur, aksine hakaret, zillet, ihtiyaç vardır, Hatta
bir sinek, bir mikrop, bir Nemrut un işini bitirmeğe kâfi gelir. Böyle birçok
ihtiyaçtan kendilerini kurtaramayana ise büyüklük, ululuk taslama cehaletten ve
yalancılıktan başka bir şey olmaz. Fakat Allah Teâlâ zatında, sıfatında,
fiilerinde büyüklüğün, ulviyetin, kutsiyetin her türlüsünü cami´dir. O´nun bu
sıfatını göstermesi ise, hiç bir şekilde ortak kabul etmediğinin,
kendisinin celal ve cemalini kullarına tanıtmak ve bilgilendirmek istediği bir
sıfatı olmasındandır.
الْخَالِقُ
“Allah Teâlâ Halik´tır.”
Her şeyin varlığını ve varlığı boyunca görüp
geçireceği halleri, görüp gözeten, her şeye şahit ve koruyandır. Allah Teâlâ
hadiseleri tayin ve tespit eden ve ona göre yaratan ve yoktan var edendir.
Bu ismin manasında çıkan iki husus vardır:
a- Bir şeyin nasıl olacağını tayin ve takdir etmek,
b- O takdire uygun olarak o şeyi icat etmek.
Halik, yok olan şeye vücut vermek, hiç bir asıl ve misali
yok iken icat etmektir. Buna göre Allah Teâlâ´dan başka her şey mahluktur.
Bazen bir şeyden diğer bir şeyi icat etmek manasına da
kullanılır. Lakin bu manaya daha ziyade inşa eyledi, denir. Mahlûklara
nispet edilebilen en yüksek sanatlar, Allah Teâlâ´nın takdir buyurduğundan
ileri geçemez. Çünkü mahlûk fiilinin bütün tafsilatını takdir edemez, yoktan
var edemez. Yoktan bir yaratış sınırsız bir kudrete bağlıdır. Mahlûk ise bunu
başaramaz. Her şeyi tam manası ile takdir ve icat ederek yaratan Allah
Teâlâ´dır.
الْبَارِئُ
“Allah Teâlâ Bari´dir.”
Eşyayı ve her şeyin aza ve organlarını birbirine uygun
bir halde yaratan Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ, her şeyin vücudunu uygun, yani, azasını,
hayat organlarını ve unsurlarını nitelik ve nicelik bakımından birbirine
münasip olarak yarattığı gibi, hizmeti ve faydası da umumi ahenge uygun
yaratmıştır.
Öyle temiz yaratıcı ki, halk ettiklerini temiz ve
sağlam bir nizam üzere seçip tesviye ve tekâmül ettirerek birbirinden farklı
evsaf ve özellik ile açığa çıkarır. Yaratılışın tekâmül mertebelerindeki
icatlar da O´nun bilgisi içindedir.
الْمُصَـوِّرُ
“Allah Teâlâ Musavvir´dir.”
Tasvir eden, her şeye bir şekil, suret ve
özellik veren Allah Teâlâ´dır. Her şeyin kendisine göre şekli, dıştan görünüşü
vardır ki, başkalarına benzemez.
Mesela: İnsanlar arasında tamamıyla birbirinin aynı
iki insan yoktur.
Bundan daha garibi, parmak uçlarındaki çizgilerdir. Bu
çizgiler, insanların sayısı kadar değişik ve hiçbiri ötekine uymamaktadır. Şu
halde insanın hiç taklit olunamayacak imzası, bastığı parmak izidir. İşte
bunlar, Allah Teala'nın Musavvir isminin tecellileridir.
Mahlûkatın suret ve keyfiyetlerini dahi takdir edip
dilediği yönde icat ederek tasvir edici ancak O´dur.
الْـعَـفَّارُ
“Allah Teâlâ Gaffar´dır.”
Mağfireti pek bol olan ancak Allah Teâlâ´dır.
Gafr, örtmek ve korumak manasınadır. Allah Teâlâ
müminlerin günahlarını örter. Dilediği kullarını da günahlardan, korur. Bu,
onlar için en büyük nimetlerden biridir.
الْـمُبْدِئُ
“Allah Teâlâ Mübdi’dir.”
Mahlukatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan
yaratan Allah Teâlâ´dır.
Mübdi, bir manada icat demektir. Muîd ismi de icat
manasına gelir. İcadın bir benzeri daha evvel yaratılmış, meydana getirilmiş
ise iade; değilse, yani, benzeri, maddesi olmayan yeni bir şey ise ibda
denir.
الْـمُعِـيدُ
“Allah Teâlâ Muîd´dir.”
Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratan ancak
Allah Teâlâ´dır.
Her şey takdir edilen ömrünü tamamlayıp öldükten
sonra, Allah Teâlâ´dan başka kimse kalmaz. Varken yok olan bu insanları ahiret
günü Allah Teâlâ diriltip yeniden hayat vererek yaratır. Sonra da dünya
hayatlarında yaptıkları işlerden hesaba çeker.
الْــبَـرُّ
“Allah Teâlâ Berr´dir.”
Kulları hakkında kolaylık isteyen; iyilik ve bahşişi
çok olan yalnızca Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ kulları için daima kolaylık ve rahatlık
ister, zorluk istemez, zorluk çıkaranları da sevmez. Yapılan kötülükleri
bağışlar, örter. Bir iyiliğe en az on kat mükâfat verir. Kul gönlünden iyi bir
şey geçirmiş ve onu yapmamış olsa bile, yapmış gibi kabul edip yine mükâfat
verir. Aksine kötülükleri ise yapmadıkça cezalandırmaz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Ben bir ayet biliyorum. Eğer insanların hepsi onu
tutsaydılar hepsine kâfi getirdi.”
Ashab: “Ey Allah'ın Resulü, bu hangi ayettir?”
dediler. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem şu ayeti okudu.
وَمَنْ يَتّقِِ اللَّهَ يَجْعَلْ لَهُ
مَخْرَجاً
“Kim Allah Teâlâ´dan korkarsa, Allah Teâlâ o kimseye
(darlıktan genişliğe) bir çıkış yolu ihsan eder” (Talak 2)
الْمُحْصِي
“Allah Teâlâ Muhsî´dir.”
Her şeyin sayısını bir bir bilen yalnızca Allah
Teâlâ´dır.
İlmi her şeyi kapsayan ve her şeyin miktarını bilip
eksiksiz tastamam sayabilen Allah Teâlâ´dan başkası olamaz. Allah Teâlâ, her
şeyi olduğu gibi görür ve bilir. Bütün mevcudatı toptan bir yığın halinde
birbirinden seçilmez karışık bir şekilde değil; cinslerini, türlerini,
sınıflarını, fertlerini, zerrelerini birer birer saymış gibi gayet açık görür
ve bilir.
ٱلـرَّزَّاقُ
“Allah Teâlâ Rezzâk´tır.”
Yaratılmışlara, faydalanacakları şeyleri ihsan eden
Allah Teâlâ´dır.
Rızık, Allah Teâlâ´nın bilhassa yaşayan mahlûkatına
faydalanmalarını nasip ettiği her şeydir. Rızık yalnız yenilip içilecek
şeylerden ibaret değildir. Kendisinden faydalanılan her şeye rızık denir.
Maddi rızık, her türlü yiyecek ve içecek, giyilecek ve
kullanılacak eşya, para, mücevher, çoluk çocuk, vücudun çalışma kudreti, bilgi,
mal mülk, servet vb. gibi şeylerdir.
Manevi rızık ise, ruhun ve kalbin gıdası olan şeylerdir. Başta
iman olmak üzere insanın manevi hayatına ait bütün duygular ve o duyguların
ihtiyacı olan şeyler, hep manevi rızıktır.
الْــقَـادِرُ
“Allah Teâlâ Kâdir´dir.”
İstediğini, istediği gibi yapmağa gücü yeten yalnızca
Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ, kudretine bir ayna olmak üzere kâinatı
yaratmıştır. Gök boşluğunun ölçülmesi mümkün olmayan genişliği içinde, akıllara
hayret ve dehşet verecek derecede birbirlerine uzak mesafelerde milyarlarca
güneşleri, galaksilerde sayısı belirsiz yıldızları birbirine çarpmadan seyr
ettirmek O´na mahsustur. Bir damla suyun içinde, birbirine temas etmeden
hesapsız hayvanatı yüzdürmek de Kadir isminin tecelliyatındandır.
الْـقَابِضُ
“Allah Teâlâ Kâbiz´dir.”
Sıkan, daraltan demektir. Kulların rızıklarını
dilediği gibi daraltır. Yaşama sevinçlerini kaldırıp karamsar kılar. Bütün
varlıklar Allah Teâlâ´nın kudret elindedir.
Allah Teâlâ kulunda kudretini iki şekilde gösterir.
—İşlediği günah sebebi ile dünyevi işlerin aksi
gitmesi,
—Sevap vermek için başına bir musibet bela vererek
darlık ve sıkıntı içinde bırakması.
Öyle ki istediği kulundan, ihsan ettiği serveti, evlat
ve ayali yahut hayat zevkini, gönül ferahlığını alıverir. O adam zenginken
fakir olur veya evlat acısına boğulur veya iç sıkıntısına, ıstırap ve
huzursuzluk içine düşer.
Bu isim imtihan makamının tecellisidir. Kul bu sıfatla
imtihan edilmekten Allah Teâlâ´ya sığınmalıdır. Çünkü helak olmakta vardır.
Fakat bu terbiye yolunun müntesipleri bu ismin tecellisi ile gafletten ayıklığa
geçerek kendilerini uyarırlar.
Eğer bu ismin tecellisi zuhur ederse rıza makamından
Allah Teâlâ´ya razı olmalı ve tevekkül etmelidir.
“Her kim ki benim kazama rıza göstermez ve belâma
sabır etmezse, Benden başka Rabb arasın.” (Râmuz)
“Hiçbir kul yoktur ki, onun razı olduğu veya olmadığı
bir hüküm vereyim de onun için hayırlı olmasın.” (Râmuz)
“Allah Teâlâ için kızıp, Allah Teâlâ için razı
olmadıkça, kul imanın hakikatine kavuşamaz.”
“Ey Âdemoğlu! Beni zikrettikçe şükürdesin. Unuttukça
küfürdesin.” (Râmuz)
“Günah yapıp ta onu affımın yanında büyük görene,
gazaplandığım gibi hiçbir kimseye gazaplanmam.
Eğer cezayı acele verici olaydım veya acele etmek
şanımdan olaydı, rahmetimden ümit kesenlere cezayı acele verirdim.
Eğer kullarıma merhamet etmeseydim bile, benim
huzurumda durmak kendilerini korkutanlara bundan dolayı rahmet ederdim. Sevaplarını
verirdim, korktuklarından emin ederdim.” (Râmuz)
الْـبَاسِطُ
“Allah Teâlâ Bâsıt´tır.”
Açan, genişleten demektir.
Allah Teâlâ, istediği kuluna da yepyeni bir hayat,
neşe, rızık bolluğu verir, bu da Bâsıt isminin tecelliyatıdır. Bu ismin
neticesi olan güzellikleri gören kul, şükür üzere olmalıdır.
Allah Teâlâ nasıl ki zamanı gece ve gündüz ile devir
ettiriyorsa kullarını da bir genişlik ve darlık ile devir ettirir. Çünkü
yaşamaktaki zevk durağan olanda değil hareketli olan şeylerdedir.
Mesela; her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Öyle
ise her genişlik bir sıkıntının neticesidir.
Bu iki isim (Kâbiz-Bâsit) kulların kanatları gibidir.
Onunla maneviyat ve maddiyat yolunda ilerler.
الْخَافِضُ
“Allah Teâlâ Hâfid´dır.”
Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan demektir.
Allah Teâlâ istediği kulunu yukarıdan aşağı atıverir.
Şan ve şeref sahibi iken, rezil ve rüsva eder. Bu muamelesi çok defa, kendisini
tanımayan, emirlerini dinlemeyen asiler, başkalarını beğenmeyen mütekebbirler,
hak, hukuk tanımayan zalim zorbalar hakkında tecelli eder.
ٱلرَّافِــعُ
“Allah Teâlâ Râfi´dir.”
Yukarı kaldıran, yükselten demektir.
Allah Teâlâ istediği kulunu indirdiği gibi, istediği
kulunu da yükseltir. Şan ve şeref verir. Bazı gönülleri iman ve irfan ışığı ile
parlatır, yüksek hakikatlerden haberdar eder.
Allah Teâlâ´nın yükselttiği insanlar, çok defa melek
huylu, tatlı dilli, insanların ayıplarını, kusurlarını örtüp eksiklerini
tamamlayan; onlara malıyla, bedeniyle, bilgisiyle, nasihatiyle yardım eden
nazik, kibar insanlardır. Onlar bu istikametten ayrılmadıkça Allah Teâlâ da bu
nimeti kendilerinden almaz.
الْـمُـعِــزُّ
“Allah Teâlâ Muizz´dir.”
İzzet veren, ağırlayan demektir. Bu isim ile Allah
Teâlâ kullarından bazılarını kendine dost seçer. O´nu diğer varlıklar arasında
seçilmiş kılar. Bu yakınlık ile mahlûkat o seçilene medyun olur.
Mesela Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz böyle birisidir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Allah Teâlâ bir kulu sevdi mi Hz. Cebrail
aleyhisselâm´a:
“Allah Teâlâ falanı seviyor, onu sen de sev!” diye seslenir. Onu Cebrail de
sever. Sonra o, gök ehline:
“Allah falanı seviyor, onu siz de sevin!” diye nida eder. Böylece bütün sema
ehli de onu sevmeye başlar. Sonra onun için yer halkı arasına güzelce kabul
etme hissi konur.” (Buhârî)
“Allah Teâlâ, bir kula da buğz etti mi Cebrail
Aleyhisselâm´a: “Ben falancaya buğz ettim sen de buğz et!” diye
seslenir.
Ona Cebrail de buğz etmeye başlar. Sonra Cebrâil gök
ehline nida eder:
“Allah Teâlâ falan kimseye buğz etti, siz de buğz
edin!” Sonra
yeryüzüne onun için buğz hissi konur.” (Müslim)
الْـمُـذِلُّ
“Allah Teâlâ Müzill´dir.”
Zillete düşüren, hor ve hakir eden demektir.
İzzet ve zillet, birbirine zıt manalardır. İzzet
kelimesinde şeref ve haysiyet, zillet kelimesinde ise alçaklık manası vardır.
Bunlar hep Allah Teâlâ´nın, mahlûkatı üzerindeki
tasarrufları cümlesindendir.
Bu isim sebebi ile iblis alçaltılmıştır. Kıyamete
kadar hor kalacak ve cehenneme atılacaktır.
الْمُقِيتُ
“Allah Teâlâ Mukît´dir.”
Her yaratılmışın yiyeceğini ve gıdasını tayin eden,
ihtiyaçlarını ve kuvvetlerini beden ve kalplere gönderen ancak Allah Teâlâ´dır.
Bu manaya göre Mukit, Rezzak manasınadır.
Yalnız Mukit, Rezzak´tan daha hususidir. Rezzak, yiyecek olanı da
olmayanı da içine alır. Mukit yaratılmışların ihtiyaçlarını giderdikten
sonra hâsıl olacak kuvvetleri göndermesidir.
ٱلصَّادِقُ
“Allah Teâlâ Sâdık´tır.”
Allah Teâlâ´nın sözü doğrudur.
Şüphe yok ki, Allah Teâlâ doğru yol üzerindedir.
Doğruluğun hamisi, doğruların yardımcısıdır. Rızası adalet ve istikamet
üzeredir. Mahlûkat söz verdiğinde ya yapar veya yapamaz. Fakat Allah
Teâlâ kullarına ne söz verdi ise gerçekleştirecektir.
الْـبَاقِي
“Allah Teâlâ Bâki´dir.”
Varlığının sonu olmayan ancak Allah Teâlâ´dır.
Bu isim varlığın devamını bildiren bir kelimedir.
Allah Teâlâ´nın varlığı, devamı, önü ve sonu olmamakladır. Önü olmamak
manasıyla Allah Teâlâ´ya Kadim, sonu olmamak manasıyla Baki
denir. Bu manalara yakın Ezeli ve Ebedi isimleri de vardır.
Allah Teâlâ´nın varlığı, devam bakımından zaman öğesi
içine girmez. Çünkü zaman denilen şey, kâinatın yaratılmış olduğu andan
itibaren sonsuzluğa doğru akışının derecelerini gösteren bir mahlûktur. Buna
göre zaman yaratılmışlar ile başlamıştır ve onlarla bitecektir. Kâinat yok iken
zaman da yoktu, fakat Allah Teâlâ vardı. Kâinat biter, zaman da biter, fakat
Allah Teâlâ bakidir.
ٱلرَّؤُفُ
“Allah Teâlâ Raûf´dur.”
Çok merhamet ve şefkat sahibi demektir.
Mahlûkat içinde bilhassa insanlar için, Allah
Teâlâ´nın yardımı, kerem ve şefkati hiçbir ölçüye ve ifadeye sığmayacak kadar
geniş ve büyüktür.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurdular ki;
“Allah Teâlâ mahlûkatı yaratınca, Allah Teâlâ´nın
yanında Arş-tan üstün levh-i mahfuzuna, O “Rahmetim, intikamıma galiptir”
diye yazmasını kaleme emretti.”
“Allah Teâlâ rahmetini yüz parça yaptı da, doksan
dokuz parçasını kendi yanında tuttu, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu
bir parça rahmet sebebiyle bütün mahlûklar birbirlerine acırlar, sevişirler.
Hatta kısrak yavrusunu emzirirken dokunur korkusuyla bir ayağının tırnağını
yukarı kaldırır.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir hutbesinde;
“Ashabım, Sizden hiç birinizin ibadeti asla kendisini
kurtaramaz, buyurdu.
Bunun üzerine Ashab:
—“Ya Rasülallah, Seni de mi ibadetiniz kurtaramaz?”
Diye sorduklarında;
—“Evet, beni de. Ancak Allah Teâlâ beni rahmeti ile
korumuş ve muhafaza etmiştir.”
—“Ashabım, doğruluğun taraftarı olunuz. İbadetinizde
aşırılığa gitmeyiniz. Gündüzün ilk ve son saatlerinde yürüyünüz, gecenin bir
saatinden de istifade ediniz. Her hal ve hareketinizde ölçülü olunuz ki,
maksadınıza eresiniz.”
الـنَّافِـعُ
“Allah Teâlâ Nâfi’dir.”
Hayır ve menfaat verici şeyleri yaratan yalnız Allah
Teâlâ´dır.
Hayır ve şerleri yaratan Allah Teâlâ´dır. İnsana
menfaat ve zararlar belli bazı sebepler altında geliyorsa da, o sebepler o
menfaat ve zararların sahibi ve müessiri değil, birer perdesidir. Gerçekte
zararın da faydanın da, hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah Teâlâ´dır.
ٱلـضـّۤــارُّ
“Allah Teâlâ Dârr´dır.”
Elem ve zarar verici şeyleri yaratanda Allah
Teâlâ´dır.
Darr ismi yalnız olarak söylenmez Nafi’ ismi ile
beraber söylenmesi lazım gelir.
Mesela; Darr isminin tecellisi şeytan, Nafi’
isminin tecellisi Hızır aleyhisselâm´dır.
Allah Teâlâ rahmeti icabı Darr ismini, Nafi’
isminin altında tecelli ettirir. Çünkü O´nun yaptığı her işte rahmet ön
plandadır.
الْمُهْلِكُ
“Allah Teâlâ dilediğini helak edendir.”
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki;
“Hiç bir kimse yoktur ki, kıyamet günü hesaba çekilsin
de helak olmasın”
Allah Teâlâ bir şeyi helak etmek istediğinde onun
sebeplerini hazırlar. Çünkü yaratılmışlarda noksan ve eksiklik vardır. Allah
Teâlâ´nın azap edeceği kullarına hesaptan önce vereceği yok edilme cezasıdır.
Helak edilmenin neticesindeki hesapsa çetindir.
“O ülkeler ki, biz onları zulmettiklerinde helak
etmişiz ve helaklerine bir zaman tayin eylemişiz.” (Kehf 59)
“Hem onlardan evvel nice kasabalar helak ettik, hiç
onlardan birini hissediyor musun yahut gizli bir seslerini işitiyor musun?” (Meryem 98)
الْـمُقَــدِّمُ
“Allah Teâlâ Mukaddim´dir.”
İstediğini ileri geçiren, öne alan demektir
Allah Teâlâ bütün mahlûkatı yaratmıştır. Fakat
seçtiklerini ileri almıştır. İnsanların bazısını dince veya dünyaca bazısının
üzerine derece derece yükseltmiştir. Fakat bu yükseltme ve seçme, kulların
kendi amelleri ile ona layık olmaları neticesinde olmuştur.
الْمُؤَخِّرُ
“Allah Teâlâ Muahhir´dir.”
İstediğini geri koyan, arkaya bırakan demektir.
Allah Teâlâ istediğini ileri, istediğini geri aldığı
gibi, bazen de kullarının teşebbüslerini, onların bekledikleri zamanda
mükâfatlandırmaz, maksatlarını arkaya bırakır. Bunda birçok hikmetleri vardır.
Bu hikmetleri araştırmalı, sezmeğe çalışmalıdır.
Yine Allah Teâlâ cezası verilmesi gereken kulların
cezalarını dilediği zamana kadar erteler.
الْعَفُـوُّ
“Allah Teâlâ Afüv´dür.”
Affı çok olan ancak Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ günahları silen, onları hiç yokmuş gibi
kabul edendir.
Bu manaya göre bu isim, Gafur ismine yakındır.
Ancak arada şu fark vardır:
Gufran, Günahları örtüvermek demektir. Afv ise,
günahları kökünden kazımaktır. Günahları kökünden kazımak, o şeyi örtmekten
daha iyidir. Kulun kendisinden ve meleklerden dahi saklamasıdır.
الْـغَنِـيُّ
“Allah Teâlâ Ganî´dir.”
Çok zengin ve her şeyden müstağni demektir.
Gani, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, her şey yanında mevcut
bulunduğu için hiçbir şekilde başkasına müracaat mecburiyetinde kalmayan zat
demektir. Allah Teâlâ´ya her şey muhtaçtır. Yaratılanlar ihtiyaçları için ona
müracaat ederler.
الْـمُـغْـنى ِ
“Allah Teâlâ Muğni´dir.”
İstediğini zengin eden Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ dilediğini zengin eder, ömür boyunca
zengin olarak yaşatır.
Dilediğini de ömür boyunca fakirlik içinde bırakır.
Bazı kullarını zenginken fakir, bazılarını da fakirken
zengin yapar.
Yahya bin Muaz şöyle demiştir.
“Kıyamet günü fakirlik ve zenginlik tartılmayacak;
fakirliğe ne ölçüde sabredildiği, zenginliğe de ne ölçüde şükredilmiş olduğu
hesap edilecek. Asıl mesele, çok fakir veya çok zengin olmak değil, çok
sabretmek veya çok şükretmektir.”
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem fakirlikle
öğünmüştür. Çünkü fakirlik, nefsin isteklerini yaptırmaz. Onu dinlemez. Nefsi
kırar. Rasüllerin gönderilmesi ve İslamiyet´in emirleri, yasakları, hep, nefsi
kırmak, ezmek içindir. Onun taşkınca isteklerini önleyip fakirleştirmek
içindir. İslamiyet’e uyuldukça, nefsin istekleri azalır. Bunun içindir ki,
İslamiyet´in bir emrini yapmak, nefsin isteklerini yok etmekte, kendi düşüncesi
ile yapılan binlerle senelik riyazet ve çalışmadan daha kuvvetli tesir
etmektedir.
Mesela; İki rekât sabah namazını cemaat ile kılmak
sünnet olduğu için, gece sabaha kadar, nafile namaz kılarak, sabah namazını
cemaatsiz kılmaktan daha iyidir.
الْمُـنْـتـَقِـمُ
“Allah Teâlâ Müntekım´dir.”
Suçluları, adaleti ile müstahak oldukları cezaya
çarptıran ancak Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ´nın intikamı vardır. Asilerin belini
kıran, canilerin hakkından gelen, taşkınlık yapan azgınlara hadlerini bildiren
şüphesiz O´dur.
ٱلــتَّــوَّابُ
“Allah Teâlâ Tevvab´dır.”
Tövbeleri kabul edip, günahları bağışlayan demektir.
Bu isim, tövbenin çokluk ifade eden sığasıdır.
Tövbenin asıl manası dönmektir. Kulun isyan yolundan dönmesi demektir. [110]
“Âdem Yüce Rabb’i tarafından bir kısım kelimeler aldı.
Onun üzerine tövbe eyledi.
Tövbeleri ziyadesiyle kabul eden, pek ziyade merhamet
sahibi olan ise ancak O Kerem sahibi Rabb´dır.”(Bakara 37)
Şu halde insanı mahvedecek şey, işlenen günah değil,
günahta ısrar etmek ve tövbeyi unutarak şeytana tabi olmaktır. İnsan Allah
Teâlâ´ya, fıtratına iftira etmemeli, şeytana ve şeytanlığa karşı mücahede etmelidir.
Nitekim Hazreti Âdem aleyhisselâm, zellenin neticesi olarak yeryüzüne inince
ilahi lütuf ile kendini topladı ve fıtratı ile ulaştığı kelimelerle amel etti,
kusurunu itiraf ve iman ile
“Ya Rabb beni kendime bırakma” diye yalvardı, Allah Teâlâ´da ona
tekrar rahmeti ile iltifat etti, tövbesini kabul eyledi. Çünkü Allah Teâlâ
Tevvab ve rahimdir. O, o kadar merhametli bir Allah Teâlâ´dır ki, kulunu hatası
yüzünden bir kere terk edivermekle ilelebet terk edivermez. Kulu dönüp
tövbe ettikçe, İblis gibi ısrar etmedikçe yine bakar, yine bakar, sonsuz
bakar, bir oldu, iki oldu, nihayet üç oldu, yetişir artık demez, sayısız olarak
döner bakar, çünkü rahimdir.
Tövbe esasen aslına dönmek, demektir.
Kula nispet edildiği zaman; musallat olan günah halini bırakıp
asli olan temiz haline dönmek demek olur.
Allah Teâlâ´ya nispet edildiği zaman da; gadap nazarından, asli
nazarı olan rahmete dönmek manasını ifade eder. Bunun için tövbenin manası,
kulun günahını itiraf ve ondan pişman olup bir daha yapmamağa azmeylemesi,
Allah Teâlâ´nın da bu tövbeyi kabul ile günahı mağfiret etmesidir.
Günah gerek özellik itibariyle ne kadar çok ve ne
kadar büyük olursa olsun, Allah Teâlâ´nın tövbeyi kabuldeki lütfu ve rahmeti
yanında bir hiçtir.[111]
“Bir kula bilmeyerek bir günah isabet edip veya bir
günah işleyip de:
—Ya Rabb´i ben bilerek bir günah işledim yahut
bilmeyerek ben bir günahla beraber oldum, hatamı af ve mağfiret eyle, diye
günahını itiraf ve niyaz ederse, o kulun Rabb´i:
—Demek ki, kulum, dilerse günahını afv edecek,
dilerse cezalandıracak bir Rabb´i olduğunu bildi. Şu halde ben de kulumu
mağfiret ettim, buyurur.
Sonra bu kul Allah Teâlâ´nın dilediği kadar bir zaman
günahsız yaşar. Sonra bir günah daha isabet edip veya bir günah işleyip de:
—Ya Rabb´i ben bilerek bir günah işledim yahut
bilmeyerek bir günahla beraber oldum. Hatamı af ve mağfiret eyle, diye niyaz ederse, o kulun Rabb’i:
—Demek ki, kulum, günahını affedecek veya
cezalandıracak bir Rabb´i bulunduğunu gereği gibi bildi, şu halde ben de bu
kulumu mağfiret ettim, buyurur.
Sonra bu kul Allah Teâlâ´nın dilediği kadar bir zaman
günahsız yaşar. Sonra bir günah isabet edip veya bir günah işleyip de:
—Ya Rabb´í ben bir günah işledim veya bir günahla
beraber oldum, hatamı af ve mağfiret eyle, diye Allah Teâlâ´ya yalvarırsa,
o kulun Rabb´i:
—Demek ki, kulum, günahını affedecek veya
cezalandıracak bir Rabb´i olduğunu bildi, ben de üç defa kendisini afv ü mağfiret ettim.
Artık günah işlediğinde tövbe etmesini bilen bu kulum
dilediği işi işlesin, buyurur.”
Sonuçta kul günah işlemekten vaz geçer.
ٱلسَّــمِـيعُ
“Allah Teâlâ işitendir.”
Allah Teâlâ işitir. Kalplerimizdeki sözleri ve
işitilmek sıfatından olan her şeyi işitir. Mesafeler, onun işitmesine perde
olamaz. Birini işitmesi, ötekilerini işitmesine mani olmaz. Her hadiseyi aynı
derece aynı anda açık olarak yönsüz olarak işitir.
الْـعَليِمُ
“Allah Teâlâ Alîm´dir.”
Her şeyi çok iyi bilen ancak Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ, her şeyi tam manasıyla bilir. Her şeyin,
içini, dışını, inceliğini, açıklığını, önünü, sonunu, başlangıcını, bitimini
çok iyi bilendir. O olmuşları bildiği gibi, olacakları da aynı şekilde bilir.
Onun için, olmuş olacak, gizli açık söz konusu değildir. Bunlar, insanlar
hakkında geçerli olan unsurlardır. İnsanların bilmesi izafî ve geçicidir. Allah
Teâlâ´nın bilmesi ise, bütün isim ve sıfatlarında olduğu gibi zatidir.
Onun için Onun bilmesinde dereceler bulunmaz.
الْـبَصِيرُ
“Allah Teâlâ görendir.”
Allah Teâlâ herkesin gizli açık yaptığını ve
yapacağını görüp durmaktadır. Karanlıklar O’ nun görmesine mani olamaz.
Karanlık gibi, yakınlık uzaklık, büyüklük küçüklük gibi insanların görmelerine
engel olan şeyler de O’ nun görmesine mani olmaz.
حَسْبُناَ ٱللَّهُ وَنِـعْمَ
الْوَكِيـلُ
“Allah Teâlâ bize kâfidir ve ne güzel vekildir.”
“Onlar ki, insanlar onlara, halk sizin için kuvvet
topladılar, artık o düşmanlardan korkunuz dediler de, bu onların imanını
arttırdı. Allah Teâlâ bizlere kâfidir ve ne güzel vekilidir, dediler.” (Al-i İmran173)
İbn-i Abbas radiyallâhü anh´dan şöyle dediği rivâyet
olunmuştur:
“Allah Teâlâ bize yetişir, o ne güzel vekil´dir” kelamını İbrahim aleyhisselâm
Nemrut´un ateşine atıldığı sırada söylemiştir.
Başka bir rivayet ise Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz kendisiyle, ashabından bazı kimselere ‘müşrikler
aleyhinizde toplandılar’ dedikleri ve bu suretle müslümanları korkutmak
istedikleri zaman söylemiştir. Hâlbuki bu korkutmak teşebbüsü müslümanların
imanlarını ve iradelerini arttırmaktan başka bir şeye sebep olmamıştır.
İlk dönemlerde korkular inancın kuvvetli olmasından
dolayı fazla tesiri olmamıştır. Fakat ahir zamanda müslümanların yıkılmasında
en büyük etken korkuların sinelere yerleşmesidir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem buyurdular ki:
“Size çullanmak üzere, yabancı
kavimlerin, tıpkı sofraya çağıran
yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracaklar zaman
yakındır.” Orada
bulunanlardan biri:
“O gün sayıca azlığımızdan mı?” diye sordu:
“Hayır” buyurdular.
“Bilakis o gün siz çoksunuz. Fakat sizler bir selin
getirip yığdığı hiçbir ağırlığı olmayan çerçöpler durumunda olacaksınız. Allah Teâlâ, düşmanlarınzn kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaaf atacak!”
“Zaaf da nedir ey Allah Teâlâ´nın Rasulü?” denildi.
“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!” buyurdular." (Ebu Davud)
نِـعْـمَ الْـمَوْلـى وَ نِـعْمَ
ٱلــنَّصِيرُ [3مَرَّاتٍ]
“Allah Teâlâ ne güzel Mevla (Sahip) ve ne güzel
yardımcıdır.”
“Eğer yüz çevirirlerse artık biliniz ki, Allah Teâlâ
muhakkak sizin sahibinizdir. O, ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır.” (Tövbe 40)
“Muhakkak Allah Teâlâ iman edenlerin yardımcısıdır.
Şüphe yok ki, kâfirlere gelince onlar için yardımcı yoktur.” (Muhammed 11)
Allah Teâlâ´nın yardım etmesi demek, hayırlı şeylerde
destek olması, şerli olan şeylerde ona mani olmasıdır.
يا دۤائِـمًا بِلاَ فَنـۤاءٍ
“Allah Teâlâ´m, sonu olmayan devamsın.”
Allah Teâlâ´nın varlığının sonu olmaması, daima var
bulunması demektir.
Allah Teâlâ´nın varlığının başlangıcı olmadığı gibi,
sonu ve nihayeti de yoktur. O hem kadim ve ezelî, hem de baki ve ebedîdir.
وَ يا قۤائِمًا بِلاَ زَوَالٍ
“Allah Teâlâ´m, yokluğu zevali olmayan Vücudu-
Mutlak´sın.”
Allah Teâlâ´nın varlığı başka bir varlığa bağlı
olmayıp, zatının gereğidir. Yani vücudu, zatıyla kaimdir. Bu sebeple Allah
Teâlâ´ya Vacibü'l-Vücut denilmiştir. Vücut´un zıttı olan adem (yok olma) Allah
Teâlâ hakkında düşünülmez.
Allah Teâlâ´nın yok olduğunu iddia etmek, kâinatı ve
içindeki varlıkları inkâr etmeyi gerektirir. Çünkü her şeyi yaratan ve var eden
O´dur.
وَ يا مُدَبـِّرًا بِلاَ وَزِيرٍ
“Allah Teâlâ´m, yardımcıya ihtiyacın olmadan işleri
bitirensin.”
Allah Teâlâ başka bir varlığa ve hiçbir mekâna muhtaç
olmadan zat-ı ile kaimdir.
Mevcudatın hepsi, sonradan vücuda gelmiştir. Bu
sebeple de bir Yaratana ve bir mekâna muhtaçtırlar. Buna karşılık her şeyin
yaratıcısı olan Allah Teâlâ´nın vücudu, zat-ının gereğidir ve varlığı hiçbir
şey´e muhtaç değildir.
Eğer Allah Teâlâ da var olabilmek için başka bir
varlığa muhtaç olsa idi, O da mahlûk olur ve her şeyin Halikı ve başlangıcı
olmazdı. Hâlbuki O, her şeyin yaratıcısıdır. O´ndan başka her şey mahlûktur.
Halik ise, mahlûkuna asla muhtaç olmaz.
Allah Teâlâ zatında, sıfatlarında, fiillerinde bir
olduğu; saltanat ve icraatında ortaksız bulunduğu mutlak bir hakikattir.
سَهِّـلْ عَلَـيْنَا وَ عَلى
أَبـَويْنـَا كُلَّ عَسِيرٍ [3مَرَّاتٍ]
“Allah Teâlâ´m, bizim ve anne ve babalarımızın zor
işlerini kolay kıl.”
İçinde anne ve babaya niyaz yapılmayan duanın kabul
olmayacağına dair rivayetler vardır. Öyle ki namazda bu duanın yapılması
sünnettir.
“İkisi için merhametten tevazu kanadını indir. De ki,
Ya Rabb´i İkisine de merhamet buyur. Nasıl ki, onlar beni çocuk iken
besleyiverdiler.” (İsra 24)
“Ey Rabb’imiz, hesap olunacağı gün beni, anamı, babamı
ve müminleri bağışla.” (İbrahim 41)
Ayrıca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´e bir
kişi geldi ve O´ndan cihada gitmek hususunda izin istedi. Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve selem;
—Anan, baban sağ mıdır? Diye sordu. O,
—Evet, diye tasdik etti. Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve selem;
—Şu halde sen onların rızasın kazanmaya çalış,
buyurdu.
اَللَّهُمَّ لاَ مَانِــعَ لِـمَا
أَعْطَعْتَ
“Ey Allah Teâlâ´m, verdiğine kimse mani olamaz.”
وَ لاَ مُعْطِىَ لِـمَا مَـنَـعْتَ
“Allah Teâlâ´m, mani olduğunu kimse zorla alamaz.”
Kulların iyi ve kötü şeylerden pek çok arzuları
vardır. Biri bitmeden diğeri ortaya çıkar. Yaşadığı müddetçe bunlar ne biter,
ne de tükenir. Arzularını elde etmek için çalışır durur. Her arzu bir takım sebeplere,
sebepler de Mâni’ ve Mu’tî olan Allah Teâlâ´nın emrine bağlıdır.
Allah Teâlâ isteyenlerin isteklerini, dilerse verir. O
zaman isteyenin tuttuğu sebepler çabucak meydana gelir. Mu’tî isminin
manası budur.
Allah Teâlâ bazı isteklere de müsaade etmez. O zaman
isteyenin yapıştığı sebepler kısır kalır, ne kadar çabalanırsa çabalansın
netice vermez. Bu da Mâni’ isminin tecellisidir.
Kullarının başına gelecek felâket ve musibetleri
önlemek, geri çevirmek de yine Mâni’ isminin tecelliyatındandır.
وَ لاَ رۤادَّ لِـمَا قَضَيْـتَ
“Allah Teâlâ´m, kazâ´nı kimse kaldıramaz.”
Kaza hiçbir sebeple değişmez, değişse idi, “dua ile
ret olurdu” hükmünce Allah Teâlâ´nın emri ve müsaadeleri ile olurdu. Bu ise
külli iradenin tasarrufudur yorumu yapılmaz.
“Deki, Sizin ibadetiniz, duanız olmayınca Rabb’im size
ne kıymet verir.” (Furkan 77)
Allah Teâlâ dilerse kuluna dua ettirir sonra duasını
kabul eder. Dilemez ise de dua ettirmez, kazasını tecelli ettirir.
وَ لاَ مُـبَدِّلَ لِـمَا
حَــكَـمْــتَ
“Allah Teâlâ´m, hüküm ve kaderini kimse değiştiremez.”
Allah Teâlâ´nın bir şeyin şöyle olup da böyle
olmamasını dilemesine kimse karşı çıkamaz. Allah Teâlâ kâmil bir irade
sahibidir. Bu kâinatta olmuş ve olacak her şey Allah Teâlâ´nın dilemesi ve
irade etmesiyle olmuş veya olacaktır. O´nun her dilediği mutlaka olur,
dilemediği de asla vücut bulmaz. Kur´an-ı Kerim´de buyruldu ki;
“Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmederse yani onu
dilerse ona ancak “ ol “der, o da oluverir.” (Âl-i İmrân 47)
Hadîs-i şerîfte de: “Allah Teâlâ´nın dilediği oldu,
dilemediği de olmadı” denilmiştir.
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem´e biri gelip
salihe bir kadınla evlenmek için dua talebinde bulundu. Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem “melekler arasında dua etsem onlar âmin deseler bile
kaderin değişmez” buyurdular.
“Sakınmak kaderden kurtulmaya fayda vermez. Lakin başa
gelen ve henüz gelmeyene de dua fayda eder. Öyle ise Allah Teâlâ´nın kulları
duaya sarılın.” (Ramuz)
وَ لاَ يَـنْـفَــعُ ذَا الْجَــدِّ
مِـنْـكَ الْـجَــدُّ
“ Allah Teâlâ´m, hiçbir zenginin zenginliği ve
kudretlinin kudreti, onlara fayda veremez.”
“Benim muvaffakiyetim ancak Allah Teâlâ iledir. Yalnız
ona dayandım ve ancak ona döneceğim.” (Hud 88)
“De ki, ben kendi nefsim için Allah Teâlâ´nın
dilediğinden başka ne bir zarara ve ne de bir faydaya malik olamam.” (Yunus 49)
“O gün, ne mal fayda verir ve ne de oğullar.” (Şuara 88)
[سُبْحانَ رَبـِّيَ
الْـعَلِيِّ الْـعَـظيِمِ
“Büyük, yüksek, alî Rabb´ im, Sen´i takdis ve tenzih
ederim.”
Hakiki büyüklük Allah Teâlâ´'a mahsustur. Yerde,
gökte, bütün varlık içinde mutlak büyüklük, ancak O´nundur. Her şey O´nun
büyüklüğüne şahittir.
Rabb, aslında terbiye manasına bir mastar olduğu halde
çokluk ifadesi niyeti ile mürebbi (terbiyeci) olarak kabul edilmiştir.
Mastarında rubûbiyet denilmiştir. Terbiyenin bütün gereklerine malik, kuvvetli
ve mükemmel bir mürebbi demektir.
Allah Teâlâ´dan başkasına Rabb ve umum ifade eden
Rabb´ül âlemin kullanılamaz
Terbiye, bir şeyi yavaş yavaş, azar azar kemaline
eriştirmektir. Bunun neticesi tekâmül olur. Âleminin her kısmında ise terbiye
ve tekâmül kanunlarının cereyanı her an görülmektedir.
Terbiye, İslamiyet´in emirlerinden biridir. Mana
bakımından (İslamiyet ve terbiye) birbirinden başka, ayrı iki şey değildir.
Ayrı gibi görünen durumlar ise, bilgi yönünden olmaktadır. İslamiyet’e uymayan
her şey bozuk olduğu gibi terbiyenin kapsam alanı dışına da çıkmaktadır.
İslamiyet’e yapışarak yaşamak, terbiyeye kavuşmak demektir.
Nefsinin arzularına tâbi’ olan, terbiye olmamış insan
Allah Teâlâ´ya nasıl kul olur?
وَلاَ تاَيَْسُوا مِنْ رَوْحِ اللَّهِ
اِنَّهُ لاَ يَايَْسُ مِنْ رَوْحِ اللَّهِ اِلاَّ الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ
“Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kâfirler
topluluğundan başkası Allah Teâlâ´nın rahmetinden umut kesmez.” (Yusuf,87) ayeti ile terbiye yolunda
çalışmak ve ilâhi ilimlere kavuşmak lazımdır.
Anası çocuğu ne kadar dövse, çocuk yine döner, anasına
sarılır. İnsan da,
Rabb´ine karşı böyle olmalıdır.
Fakat insan terbiye konusunda serbest bırakılmıştır.
“Ant olsun ki; Biz cin ve insanlardan birçoğunu
cehennem için yarattık.
Onların kalpleri vardır; anlamazlar,
Gözleri vardır; görmezler,
Kulakları vardır; duymazlar.
Onlar; hayvanlar gibidirler, hatta daha da
sapıktırlar.
İşte onlar; gafillerin ta kendileridir (Âraf,179) ayeti korkumuzun
artmasına sebep olduğu gibi;
ُيـحِبُّـهُمْ وَيُحِبُّـونَهُ
“Allah onları sevdiği gibi onlar da O´nu severler” (Mâide,54) sevincimize sevinç
katmalıdır.
Terbiye edilmiş insan demek kuvvetler dengesini
sağlamış insan demektir. [112]
Terbiye vahşi atın seyis altında koşuya çıkarılacak
hale gelmesidir. Çünkü terbiye olmadan insan uzun hayat yolunu aşıp ilâhi
mertebelere kavuşamaz.
Aslında bütün yaratılmışlar Allah Teâlâ´yı tanırken,
insanın kendini terbiyeden mahrum bırakması ne büyük şansızlıktır.[113]
Terbiyenin Gerekliliği
Melekler akıldan, hayvanlar şehvetten, insanlar her
ikisiyle birlikte yaratılmıştır.
Terbiye yüksek kemal mertebesi olduğu gibi Allah Teâlâ
yanında büyük imtiyaz ve sırlara kavuşma sebebidir.
رَبَّنَا مَاخَلَقْتَ هذَا بَاطِلاً
سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“Ey Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın, seni bütün
eksiklerden tenzih ederiz; o halde bizi o ateş azabından koru.” (Al-i İmran, 191)
İnsanın niyetine göre de ihtiyaçlar şekillenmiştir.
Nefis terbiyesi yoluna girenlere de yol gösteren gereklidir. Çünkü rehbersiz
makam ve isteklere kavuşulmaz.
Mesela; bir kişi geceleyin bir şehre girmek isterse,
yolu bilmezse, yol üzerinde haydutlar olduğu bildirilse veya bilse, iki
şeye muhtaç olur.
Biri fener, ikincisi rehber´dir.
Buna göre nefis yolunda; fener esaslar, yol usul,
rehber yol gösteren dir. Terbiyede gideceği şehirde insanlık tır.
Eğer feneri olsa, rehberi olmazsa isteğine kavuşamaz.
Fenersiz gidecek olursa bu sefer de yolunu kaybedip telef olur. Rehberi olsa
feneri bulunmazsa, rehberini göremez yolu kaybeder.
Eğer bu yola giren hakikî üstada yolu uğramazsa, o
zamanda hak olana ulaşması da mümkün değildir.[114] Çünkü şeytanın hak yolundan görünüp
azdırmaları çok olmaktadır. İnsan terbiye edilmeden önce şeytanın
yönlendirmelerine karşı istekli olduğundan hataya düşme ihtimalleri çok
olmaktadır. Çünkü dış âlemdeki kötülüklerin bir benzeri insanın içinde de bulunmaktadır.
Göz gönül, gönül göz olup, öğretmenin eteğine yapışan
muhakkak Hakikate vasıl olur. O kişinin güneşi batmaz. Sabrının neticesinde
bütün bilgilerin dinle aynî şeyler olduğunu görür. Bu sayılanların bir olduğunu
anlayabilmek için insanın terbiyeden geçmesi gerekir.
İnsan ruhanî hayatın terbiyesini alınca latif âlemin
bilgilerinden haberdar olur. Bilgi bakışa derinlik kazandırdığından, cismanî
eşyayı gören gözler artık soyut âlemin manzaralarına bakmaya başlar. Gözler
kalp, ruh, nefis ve akıl gözlerinin desteği ile ilâhi temaşa başlar.
Dışta görünen haller içe tanıktır.
Bir şeyin bir şeye tesir etmesi ancak karşılık
bulununca tecelli eder.
Terbiye Ediciler;
Sırayla Allah Teâlâ, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem, evliyalar ve âlimlerdir. Terbiye yoluna girenler için sayılan sıranın
alt makamından yukarıya doğru adım atmak gerekmektedir.
Âlimler Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´den
alınan bilgilerini aktararak yoldan haberdar ederler.
Evliyalar bilgiyi yaşatırlar.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´de kişideki
bilgiyi kontrol edip uygunluğuna bakıp Allah Teâlâ´ya havale eder.
Allah Teâlâ´da yetişmiş olanı dilerse kabul eder,
dilerse etmez. Fakat Allah Teâlâ yoluna baş koyanları mahzun bıraktığı
olmamıştır.
اَلاَ اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللَّهِ لاَخَوْفٌ
عَلَـيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ
“Haberiniz olsun ki, muhakkak Allah Teâlâ´nın dostları
için bir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Yunus,62)
Öyle bir hale gelirler ki ayrılık düşünülmez hale
gelir.
“Benim dostlarım evliyalar şunlardır ki, Benim
zikrolunuşumla zikrolunur. Onların zikrolunuşu ile Ben zikrolunurum.” (Râmuz)
وَاَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرى
“Şüphesiz kendi (emek ve) çabası da görülecektir.” (Necm, 40)
Allah Teâlâ´nın insanda serkeşliği çok bırakmış
olması, insanın ıslah ve ilerlemesi içindir. Çünkü insan noksan ve kusuruyla ve
yapılması gereken şeyi yapamamaktan dolayı pişmanlık duyar ve tövbe ederek
sayısız yükselmelere kavuşur.
Terbiye Edilmiş İnsanlar
a-Terbiye olur. Fakat terbiyesinin bereketi kendini
aşmaz. Yani kendisini insanlara faydalı duruma getiremez.
Mesela; kısır insan gibi. Erginlik çağına ulaşır,
evlenir, çocuğu olmaz. Aslında bu terbiye eksik kalan bir terbiyedir.
b-Terbiye olur. İnsanlara varlığı nimet gibidir. Bu
insandan her şey menfaatlenir. Bunların içi Allah Teâlâ ile dışı insanlar ile
olur. Bu insanın terbiyesi kemal bir terbiyedir.
Meyve niyeti ile ağaç dikerler.
الْحَسيِبِ
“Hasib olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Herkesin hayatı boyunca yapıp ettiklerinin, bütün
tafsilat ve teferruatıyla hesabını iyi bilen, her şeye ve herkese her ihtiyacı
için kafi gelen yalnızca Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ neticesi hesapla bilinecek ne kadar miktar
ve şey varsa hepsinin neticelerini hiçbir işleme muhtaç olmadan doğrudan
doğruya ve apaçık bilir.
Allah Teâlâ her şeyin, her ihtiyacı için kâfidir. Bu
kifayet, O´nun varlığının devam ve kemalini gösterir.
الْحَكَمِ
“Hakem olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ hükmeden, hakkı yerine getirendir.
Hâkim´dir, her şeyin hükmünü O verir ve hükmünü eksiksiz icra eder. Hâkimlerin
hâkimliğine, hükümdarların hükümdarlığına hüküm veren de ancak O´dur. O´nun
hükmü olmadan hiçbir şey, hiçbir hadise meydana gelemediği gibi, O´nun hükmünü
bozacak, geri bıraktıracak, infazına mani olacak hiçbir kuvvet, hiçbir hükümet,
hiçbir makam da yoktur.
Bazı kimseler kendi idarecilerini kendileri tayin
ettiklerini sanırlar. Aslında amirlerini Allah Teâlâ onların hali üzere tayin
eder.
“Şüphe yok ki, Allah Teâlâ bir kavme ihsan etmiş
olduğu bir nimeti değiştirici değildir, onlar kendi nefislerinde olanı
değiştirinceye kadar. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ hakkıyla işiticidir, tamamıyla
bilicidir. (Enfal 53)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem buyurdular ki;
“Başınızdakilere küfür etmeyin, onlar sizin
hallerinizle hallenmişlerdir” Bu hikmete binaen hâkimler hâkimine itaat edip
gerçeğin geldiği mecrayı görmek lazımdır. Seçilenleri seçen, bizzat kendisidir.
الْعَدْلِ
“Adil olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ mutlak adildir. Adalet, zulmün zıttı dır. Zulümde
incitme, can yakma vardır.
Adalet; zulmetmeyerek herkese hakkını vermek, her şeyi akıl ve
mantığa, hikmet ve yaratılışına uygun olarak yapmaktır.
Allah Teâlâ zalimleri sevmez. Zalimlerle düşüp
kalkanları ve hatta sadece uzaktan onlara imrenenleri ve sevenleri de sevmez.
“Bu, sizin ellerinizin takdim ettiği şey sebebiyledir.
Şüphe yok ki, Allah Teâlâ kullarına zulmedici değildir. (Al-i İmran182)
“Denilir ki, bu azap senin iki elinin evvelce yaptığı
şeyden dolayıdır. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ kulları için hiçbir zulmeden
değildir.” (Hac 10)
“Benim katımda söz değiştirilmez ve ben kullarım için
zulümkâr değilim.” (Kaf 29)
الرَّقِيبِ
“Rakîb olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ bütün varlıklar üzerinde gözcü, bütün
işler murakabesi altında bulundurandır.
Bir şeyi koruyan ve devamlı kontrol altında
bulundurana Rakîb denir. Bu da bilgi ve muhafaza ile olur.
Allah Teâlâ bütün varlıkları her an gözetip duran bir
şahit, bir nazırdır. Hiçbir şeyi kaçırmaz. Her birini görür ve herkesin yaptığına
göre karşılığını verir.
الْبَاذِخِ
“Mütekebbir, Azim ve Kebir olan Allah Teâlâ´yı, takdis
ve tenzih ederim.”
Büyüklükte kendisinden daha büyüğü, yükseği mükemmeli
düşünülemez. Allah Teâlâ kibriya sahibidir. Kibriya, zatın kemali demektir. Her
bakımdan büyük, varlığının kemaline sınır yoktur. Bütün büyüklükler Allah
Teâlâ´ya mahsustur.
الشَّامِخِ
“Muteâli ve kadri en yüksek olan Allah Teâlâ´yı,
takdis ve tenzih ederim.”
Yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her
şeyden, her hal ve tavırdan en yüce ve münezzeh kudret sahibi Allah
Teâlâ´dır. O´nun hakkında kötü hallerin olacağı tasavvur edilemez. Eksiklik ve
noksanlıktan münezzehtir.
İsteyenleri çoğaldıkça ihsanı artar, herkese hikmet ve
iradesine göre verir. Verdikçe hazineleri tükenmez. Çünkü muhtaçların ihtiyaç
kapısıdır.
الْمُجِيبِ
“Mucib olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Kendine dua edip yalvaranların isteklerini işitip
cevap veren, onları cevapsız bırakmayan Allah Teâlâ´dır.
“Kullarım, sana Benden sordukları zaman şüphe yok ki,
ben pek yakınım.
Bana dua ettiği vakit dua edenin davetine icabet
ederim.
Artık onlar da benim için icabet etsinler. Bana iman
eylesinler ki, doğruyu bulmuş olalar” (Bakara 186)
O bize bizden daha yakındır.
İşitmemiz, görmemiz, vb şeyler O´nunladır. Allah
Teâlâ´nın olmayan hiç bir şey yoktur, hepsi Allah Teâlâ´nındır, lakin Allah
Teâlâ´nın olmak, Allah Teâlâ olmak değildir.
“Nerede olursanız olun Allah Teâlâ yanınızdadır.”
Yukarıda geçen ayet-i kerimedeki icabet, Allah
Teâlâ tarafından her duaya cevap verileceği vaat edilmiştir. Fakat kabul
edileceği vaat edilmemiştir. Bu sebeptendir, bir şeye cevap vermek
ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Çünkü kabul edip etmemek Allah Teâlâ´nın
hikmetine bağlıdır. Hikmeti gereği istenenin aynısını, aynı zamanda kabul eder.
Dilerse istenenin daha iyisini verir. Dilerse o duayı ahiret için kabul eder,
dünyada neticesi görülmez. Dilerse de kulun menfaatine uygun olmadığı için hiç
kabul etmez.[115] Bu kabul etmeme ise hikmetin doruk
noktasıdır.[116] En çok dua edenler dilencilerdir.
Fakat duaları netice vermez. Çünkü dua eden, sebeplerin sahibini istemezse,
sebeplerde istek sahibine kurtuluş olmaz.
الْغَنِيِّ
“Gani olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ çok zengin ve her şeyden müstağni, hiçbir
şeye ihtiyacı olmayan, her şey yanında mevcut bulunduğu için hiçbir şekilde
başkasına müracaat mecburiyetinde kalmayandır.
الرَّشِيدِ
“Raşid olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Bütün işleri ezeli takdirine göre yürütüp, bir nizam
ve hikmet üzere akıbetine ulaştıran, her şeyi yerli yerine koyan, en doğru
şekilde nizama sokan yalnız Allah Teâlâ´dır.
Raşid doğru ve selamet yolu gösteren, hiçbir işi boş ve
faydasız olmayan, hiçbir tedbirinde yanılmayan, hiçbir takdirinde hikmetsizlik
bulunmayan zat manasındadır.
Maddi ve maneviyat yolunda bir rehbere ihtiyaç vardır.[117] Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz, kâinatın sultanı olduğu halde Cebrail (a.s)
sorardı.
Mürşitsiz yola gidenin rehberi şeytan olur,
denilmesini hikmeti budur.
Allah Teâlâ bir kulunu irşat etmek isteyince
şartlarını ve ortamını hazırlar. Hadi isminin tecellisi ile kulunu
istediği seviyeye çıkarır.
ٱلصَّــبُورِ
“ Sabur olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ bir işi, vakti gelmeden yapmak için acele
etmez. Yapacağı işlere muayyen bir zaman koyar ve onları koyduğu kanunlara göre
zamanı gelince icra eder. Önceden belirlediği zamandan geciktirmediği gibi
zamanı gelmeden yapmağa kalkmaz. Aksine her şeyi, hangi zamanda yapılmasını
takdir buyurmuş ise, o zaman yapar.
Hakikat ilminin sahipleri, Allah Teâlâ´nın Sabur
isminin tecellisi olan kişilerdir. Çünkü onlar olmuş olayı veya olacak olayı
hakikati ile bilirler. Allah Teâlâ´nın kullarına sabrı tavsiye etmesi ise,
kulların cehaletinden dolayı hataya düşmemeleri içindir. İşin sonunu
görmeyene sabır en güzel şeydir. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem “ilmin
başı sabırdır” buyurması, neticeye iyi şekilde ulaşmanın tek formülü
olduğundandır. Sabur isminin gereğince Allah Teâlâ´ya razı olmak ile mutlu sona
ulaşırız.
Olaylar karşısında sabır ve metanet sahibi olmamız
gerektiği gibi, her şeyde bir hikmetin var olduğunu hatırdan çıkarmamamız
gerekir. Bunu ise Hz. Musa aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm arasında geçen
olayda, Allah Teâlâ´nın nasıl muamele ettiğini görmek açısından çok önemlidir. [118]
الْجَلِيلِ
“Celil olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ ululuk ve heybet sahibi, celal sıfatları
ile muttasıftır. Ululuk, Allah Teâlâ´ya mahsustur. Onun zat-ı da büyük,
sıfatları da büyüktür. Fakat bu büyüklük, cisimlerdeki gibi hacim veya yaşlılık
itibarı ile olmayıp, zamanla ölçülmeyen, mekânlara sığmayan büyüklüktür.
الْـبَدِيـــعِ
“Bedi’ olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ örneksiz ve hayret verici âlemleri icat
eden, aslında, sıfatında, fiillerinde, benzeri görülmemiş olan yaratıcıdır.
Bedi’, Mübdi manasınadır. Mübdi, örneği bulunmayan
bir şeyi icat eden demektir. Yarattıkları nihayetinde yine kendine kalacak
mutlaktır.
ٱلــنُّــورِ
“Nur olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ, âlemleri nurlandıran, gönüllere nur
yağdıran, bütün eşyayı aydınlatan ve nur sahiplerinin nuru´dur.
Çünkü göklerin ve yerin nuru Allah Teâlâ´dır. Nasıl
ki, güneşin aydınlattığı her zerre, güneşin varlığına bir delildir, kâinatın
her zerresinde görünen aydınlık da, o aydınlığı yaratan varlığın mevcut
olmasına bir delil teşkil etmektedir.
الْـمُقْسِطِ
“Muksit olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ bütün işlerini denk, birbirine uygun ve
yerli yerinde yapan, mazluma acıyıp zalimin elinden kurtaran, en üstün bir
adalet ve merhametin sahibidir. Her işi birbirine uygundur. Zerre kadar da olsa
haksızlık yapmaz.
Kullarına muamelesi merhamet ve adalet üzeredir.
Yapılmış olan hiçbir iyiliğin zerresini bile karşılıksız bırakmaz. İnsanların
birbirlerine karşı işledikleri haksızlıkları da düzelterek hakkı yerine
getirir.
“Onların kalplerinde bir hastalık mı vardır? Yoksa şüphe
mi ediyorlar? Yoksa onlara Allah Teâlâ´nın ve rasülünün haksızlık
edeceklerinden mi korkuyorlar? Hayır, onlar zalim kimselerdir. (Nur50)
الْـجَامِــعِ
“Cami´ olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ istediğini, istediği zaman, istediği yerde
toplayan, birbirine benzeyen, benzemeyen ve zıt olan şeyleri bir araya getirip
tutandır.
Cem, dağınık şeyleri bir araya toplamak demektir. Öyle ki
Allah Teâlâ vücutlarımızın çürüyerek suya, havaya, toprağa dağılmış zerrelerini
tekrar birleştirecek, bedenlerimizi yeni baştan inşa edecektir.
Allah Teâlâ birbirine benzeyen şeyleri bir araya
getirip topladığı gibi, birbirinden ayrı varlıkları da bir araya getirmektedir.
Onların iç içe birlikte yaşamalarını temin etmektedir. Sıcaklık ile soğukluk,
kuruluk ile nemlilik gibi birbirine zıt unsurları bir arada tutması da yine
Allah Teâlâ´nın Cami isminin tecellisindendir.
Bu isim olmasa idi, aileler, kavimler ve milletler
oluşmazdı. Çalışanlar çalıştığının karşılığını bu isimle bulurlar. Allah
Teâlâ´nın tecelliyatı bu isim ile mahlûkatta tezahür eder.
الْـمُعْـطِى
“ Mu’tı olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Allah Teâlâ kullarına dilediği kadar veren, vaad
ettiği zaman sözünü yerine getiren, verdiği zaman son derece bol verendir.
Çok çalışanlar vardır ki, az kazanır. Az çalışanlar
vardır, çok kazanır. Onlara kendi menfaatleri gereği en iyi şekilde lütuf ve
ihsan eden Allah Teâlâ´dır.
الْـمَانِـــعِ ] [ بِنَفْسٍ
وَاحِدٍ ]
“ Mani’ olan Allah Teâlâ´yı, takdis ve tenzih ederim.”
Olması gereksiz olan şeyi yaratmayan ancak Allah
Teâlâ´dır. Çünkü O ne işlerse doğru ve isabetlidir ve kararları uygundur.
“Bazen bir şeyden hoşlanmazsınız. Hâlbuki o şey sizin
için bir hayırdır. Bazen de bir şeyi seversiniz hâlbuki o şey sizin için bir
şerdir. Allah Teâlâ bilir, sizler ise bilmezsiniz.” (Bakara 216)
Allah Teâlâ iyi kul olsun veya olamasın, kullarının
başına gelecek felaket ve musibetleri önlemek, geri çevirmek de Rabb´ları
olarak tasarrufunu kullanır. Musibetlerini belirli zamana erteler veya layık
oldukları cezayı indirir.
Bir Hadisi Kutsi´de Allah Teâlâ buyurdu ki,
“Kullarımdan bazılarını fakir yaptım. Eğer zengin
yapsa idim, kendileri için fena olurdu. Bazılarını da hasta yaptım, eğer
devamlı afiyette yapsa idim onlar için fena olurdu. Ben kullarımın ihtiyaçlarını
bilirim. Ona göre tedbir alırım”
*Bu isimleri bir nefeste okumak gerekmektedir.
Çünkü bu isimler topluca İsm-i Âzam´ın sırlarını
taşımaktadırlar. Hepsi bir nefeste okunursa bir isim zikir edilmiş gibi olur.
لاۤ اِلـهَ اِلاَّ ٱللَّهُ
الْـوَكِـــيـلُ ٱلـشَّــهِيدُ
“Vekîl ve Şehid olan Allah Teâlâ´dan başka ilah
yoktur.”[119]
Usulüne uygun şekilde, kendisine tevdi edilen işleri
en güzel şekilde neticelendiren, kendisine iş ısmarlanan zata vekil denir.
Allah Teâlâ en güzel ve en mükemmel vekildir. İşlerin hepsini çeviren, tedbir
ve idare eden O´dur. Fakat kendisi hiçbir işinde vekile muhtaç değildir. Allah
Teâlâ kendisine tevekkül edenlerin işlerini en iyi neticeye ulaştırır.[120]
Kullar Allah Teâlâ´ya tevekkül ve itimat etmeli ve
kendiişlerinde muvaffak olmak için ona müracaat edip teslim olmalıdır.[121] Çünkü O´ndan başka dayanacak,
işleri düzene koyacak yoktur. Zira O´nun koruduğuna başkası zarar edemez, O´nun
vereceği zarardan başkası da koruyamaz.
Allah Teâlâ şahittir.[122] Her zamanda hadiselerin dış ve iç
yüzünü bilen ve her yerde hazır ve nazır olan ancak Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ mutlak şekilde her şeyi bilir. Eşyanın ve
olayların sırlarını, içyüzünü bilmesi yönünden Habir´dir. Dışyüzünü
bilmesi yönünden de Şehid dir.
Hakiki şahit ancak Allah Teâlâ´dır.[123] Allah Teâlâ başka hiç bir âlim ne
kendine, ne de başka eşyaya tamamen şahit değildir.
Rivayet olunur ki, Şam´ın Hıristiyan ulemasından iki
zat gelmişlerdi, Medine’yi gördükleri zaman biri diğerine;
—Bu kasaba ahir zamanda çıkacak rasülün kasabasına
ne kadar benziyor, dedi;
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in huzuruna
girince O´nu tanıdılar. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´e
—Sen Muhammed´ sin? Dediler,
—Evet buyruldu.
—Hem de Ahmed´sin? Dediler,
—Ben Muhammed ve Ahmed´im, buyruldu. Bunun
üzerine;
—Biz sana bir şey soracağız, haber verirsen iman
edeceğiz, dediler,
—Sorunuz, buyruldu. Onlar da;
—Bize Allah Teâlâ´nın kitabındaki en büyük şahadeti
haber ver, dediler,
“Allah Teâlâ, kendisinden başka bir ilâh bulunmadığına
adaletli olarak şahitlik etmiştir. Melekler de, İlim sahipleri de şahitlikte
bulunmuşlardır. O aziz, hakîmden başka asla bir ilâh yoktur.” (Al-i İmran 18)
Bu ayeti kerime nazil oldu. Bunun üzerine ikisi de
müslüman oldular.
لاۤ اِلـهَ اِلاَّ ٱللَّهُ
الْمَـتِــينُ الْـمَجِيدُ
“Metin ve Mecid olan Allah Teâlâ´dan başka ilah
yoktur.”
Çok sağlam, kuvvet, tam bir kudrete sahip olmak Allah
Teâlâ´ya aittir.[124] Allah Teâlâ´nın kuvveti de öteki
sıfat ve isimleri gibi sonsuzdur. Tükenmez, gevşemez, sınırlanamaz ve ölçüye
gelmez. Allah Teâlâ´nın kudreti konusunda zorluk kolaylık söz konusu değildir.
Bir yaprağı yaratmakla âlemleri yaratmak da birdir.
Allah Teâlâ, tam bir kuvvet sahibi olmak bakımından, Kavi’,
gücünün çok şiddetli olması bakımından Metin´dir.
Zatı şerefli, işleri güzel olan, her türlü övgüye
lâyık bulunan Mecid olan Allah Teâlâ´dır.[125]
Bu isim sahibinde, azamet ve kudretinden dolayı yaklaşılamaz
olmak, yüksek huylarından, güzel işlerinden dolayı övülüp sevilmek vardır.
لاۤ اِلهَ اِلاَّ ٱللَّهُ الْوَاحِدُ
الْوَاجِِدُ الْوَالِى
“Vahid, Vacid ve Vâli olan Allah Teâlâ´dan başka ilah
yoktur.”
Hiçbir şeye ihtiyacı olmayan, istediğini, istediği
vakit bulan, kendisi için lüzumlu olan şeylerin hiç birinden mahrum olmayan
Allah Teâlâ Vâcid´dir.
Ulûhiyet sıfatları ve bunların kemali hususunda
kendisine gerekli olan her bir şey, şanı yüce olan Allah Teâlâ´nın zatında
mevcuttur.
Vahid olan Allah Teâlâ, zat-ı ile tekdir. Zatında,
sıfatlarında, fiilerinde, isimlerinde, hükümlerinde asla ortağı, benzeri ve
dengi bulunmayandır.
Mahlûkatın işlerini yoluna koyan, eşyayı tek başına
idare eden ancak Vâli olan Allah Teâlâ tır.
Allah Teâlâ´nın idaresi, tedbirsiz, sınırsız, gerçek
ve hakikidir. Her şey emri ve iradesi altındadır. O´nun bilmediği şey olmadığı
gibi, O´ndan habersiz mülkünde hiçbir iş ve hareket meydana gelmez.
لاۤ اِلهَ اِِلاَّ ٱللَّهُ الْمَاجِدُ
الْمُـتَعَالِى
“Macid ve Muteâli olan Allah Teâlâ´dan başka ilah
yoktur.”
Kadri büyük, kerem ve cömertliği bol Macid olan
Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ´nın kendisiyle yakınlığı olan kullarına
kerem ve iltifatı ifadeye sığmaz, ölçüye gelmez. Onları temiz ahlak sahibi
olmaya, iyi işler yapmaya muvaffak kılar, sonra yaptıkları o güzel işleri, haiz
oldukları seçkin vasıfları sebebiyle onları över, kusurları varsa afv eder,
kötülüklerini mahveder.[126]
Yaratılmışlar hakkında aklın mümkün gördüğü her
şeyden, her hal ve tavırdan pek yüce ve pek münezzeh aşkın olan, Müteâl
Allah Teâlâ´dır. O´nun katında makamlar sonsuzdur.
Bir zengin bir gün fakir düşebilir, sıhhatli hasta
olabilir. Fakat Allah Teâlâ hakkında, bu gibi ihtimallerin düşünülmesi mümkün
değildir. O, her türlü noksanlık, eksiklik, hata ve kusurdan münezzehtir. Onun
için hidayet O´na aittir. O´nun kudretinden hariç kalacak, çıkmayacak iş ve hiç
bir şey yoktur.[127]
اَعْـدَدْنَا لِكُــلِّ هَــوْلٍ لاۤ
اِلـهَ اِلاَّ ٱللَّهُ
“Kendisinden korktuğumuz her bir korku için,
kendisinden başka ilah olmayan Allah Teâlâ´dır, diye söyleriz.”
Bir müslüman Kelime-i Tevhid´in manasını düşünerek ve
temiz itikat ile söylerse, Allah Teâlâ şüphesiz onu korktuklarından emin kılar.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz buyurdu ki:
“Lâilâhe illallah söyleyip de kalbinde bir arpa
ağırlığınca hayır yani iman bulunan kimse cehennemden çıkacaktır.
Lâilâhe illallah söyleyip de kalbinde bir buğday
ağırlığınca hayır yani iman bulunan kimse cehennemden çıkacaktır.
Lâilâhe illallah söyleyip de kalbinde bir zerre
ağırlığınca hayır yani iman bulunan kimse cehennemden çıkacaktır.”
Ebu Hureyre radiyallâhü anh;
“Ya Rasulullah, kıyamet gününde Sen´in şefaatin en
fazla kime olacak?” diye sordu.
Buyurdu ki:
“-Ya Eba Hureyre, hadis bellemek için sende gördüğüm
hırsa göre bu soruyu senden evvel kimsenin bana sormayacağını zaten tahmin
ediyordum. Kıyamet gününde halk içinde şefaatime en ziyade mazhar olacak kimse
kalbinden yahut içinden halis olarak Lâilâhe illallah diyendir.”
Ebu Zerr Gıfari radiyallâhü anh, Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´den şöyle rivayet etmiştir:
“Bir kere Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´i
ziyarete gitmiştim. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem üzerinde beyaz bir
örtü bulunduğu halde uyuyordu. Döndüm sonra yine geldim. Bu defa uyanmıştı.
Sohbet esnasında Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem,
—Lâilâhe illallah, söyleyip sonra
bu ikrar ve iman üzerine vefat eden hiç bir kul yoktur ki, muhakkak o kul,
cennete dâhil olacaktır, buyurdu. Ben:
—O kul zina etse, hırsızlık etse de mi?
Diye sordum. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem;
—Zina etse de, hırsızlık etse de, tövbe eder ve
pişman olursa, buyurdu. Ben hayret ederek:
—Zina etse de, hırsızlık etmiş olsa da mı?
Diye tekrar sordum. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem,
—Zina etse de, hırsızlık etse de,
buyurdu. Ben üçüncü defa:
—Zina etse de, hırsızlık etse de mi?
Diye sordum. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
—Evet, Ebu Zer´in burnu toprakta sürtülmesine
rağmen, o kul zina etse de, hırsızlık etmiş olsa da cennete girecektir, buyurdu.
(Ebu zer istemese bile)
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz, kıyamet günü
“Ben dördüncü defa dönüp şefaat için geleceğim. Allah
Teâlâ´ya hamd ve sena edip sonra secdeye kapanacağım. Bunun üzerine bana:
—Ya Muhammed, Başını kaldır ve söyle; sözün
dinlenecek, iste, dileğin verilecek. Şefaat et, şefaatin de kabul olunacaktır,
denilecek. Ben de:
—Ya Rabb´i, bana müsaade buyur da Lâilâhe
illallah, diyen bütün ehli Tevhid hakkında şefaat edeyim, diye niyaz
edeceğim. Bunun üzerine Allah Teâlâ:
—İzzetim ve celalim, kibriya ve azametim hakkı için
Lâilâhe illallah´ı, söyleyen tevhit ehlinin hepsini muhakkak surette
cehennemden çıkaracağım” buyuracaktır.
Lâilâhe illallah söylendiğinde;
La, derken dışındaki ve içindeki Allah Teâlâ´dan başka
tapılan, gönül verilen, kulluk edilen her şeyi silip yok etmek lazımdır.
İllallah, derken, hatırına ve düşüncesine gelen her şeyi La
ile kast ettiklerine dâhil etmeli, Allah Teâlâ´nın varlığını açığa
çıkarmalıdır. Bu makamda vücut bile yolda kalıyor ve vücudun ötesini aramak
gerekiyor.
وَ لِكُـلِّ رَغْسِ ´´الْحَمْدُ
ِللَّهِ
“Tüm nimetleri geniş ihsan ile bulduğumuzdan, hamd
Allah Teâlâ içindir diye söyleriz.”
Hamd, bir ihsana veya onun sahibine tazim ifade eden bir
güzel bir zikirdir. Kısmen övünç ve kısmen şükür ile birleşen bir tazim ifadesi
için kullanılan sözdür
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem
“Hamd, şükrün başıdır. Allah Teâlâ´ya hamd etmeyen
şükretmemiş olur.” “En faziletli zikir Lâilâhe illallah, en faziletli
dua Elhamdülillah´tır” buyurdular.
“Ya Rabb´i, her hamd Sen'in içindir.
Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki her şeyin
gözetenisin.
Her hamd Sen'in içindir.
Sen, göklerin ve her yerin ve bunlardaki her şeyin
nurusun.
Her hamd Sen'in içindir.
Sen göklerin ve her yerin ve bunlarda bulunan her
şeyin sahibisin.”
وَ لِكُلِّ رَخۤاءِ´´ ٱلـشُّـكْــرُ
ِللَّهِ
“Huzur ve güzel yaşantımız için, şükrümüz Allah
Teâlâ´ya dır, diye söyleriz.”
Şükür nimetin artmasına ve ziyadeleşmesine sebeptir. Bu
halin başı zikir, sonu da şükürdür. Şükür nimeti tutar, artmasına sebep
olacak halleri zuhur ettirir. Kuldaki kibri söndürür, rızayı celp eder. İnsanlara
şükür etmeyen, Allah Teâlâ´ya da şükür etmez. Fakat kul Allah Teâlâ´ya
hangi hal üzere şükür etse bile, şükrü eda edemez.[128]
“Bir kimse belaya uğramış birini görüp ‘Çok şükür
Allah Teâlâ´ya seni uğrattığı beladan beni muaf tuttu ve birçoklarına
vermediğini bana verdi’ derse sağ oldukça o beladan muaf yaşar.” (Ramuz)
Hz Ebubekir radiyallâhü anh “Afiyette olup
şükretmeyi, imtihanda olup sabretmeye tercih ederim” demiştir.
وَ لِكُـلِّ أُعْجُوبَةٍ سُبْحانَ
ٱللَّهِ
“Acayibimize giden ve şaşırdığımız şeyler için,
Sübhânallah söyleriz.”
Allah Teâlâ´nın hakkında acayibimize bir şey gitmez,
çünkü O her türlü noksanlıktan münezzehtir. Kullar hakkında acayip bir şeyde
görürsek, biliriz ki her şey Allah Teâlâ´dandır.
Bu üç zikrin hakkında şöyle bir rivayet vardır.
Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz´e Muhacirin fakirleri gelip dediler ki:
—“Ya Rasülallah, servet ve saman sahipleri en
yüksek dereceleri kazanıp, fazilet ve saadeti alıp gittiler: Hem bizim
kıldığımız gibi onlar da namaz kılıyor, bizim oruç tuttuğumuz gibi onlar da
oruç tutuyorlar. Hem de onların artık malları var da onunla haccediyor, umre
yapıyor, cihat ediyor, sadaka veriyorlar.” Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki:
—“Size bir şey haber vereyim mi ki, siz onu
yaptığınız takdirde hem bu hususlarda sizi geçmiş olanlara yetişesiniz, hem de
sizden sonraya kalanlardan hiçbir kimse size yetişemesin? İçlerinde
bulunduğunuz cemaat içinde en hayırlı ümmet siz olasınız? Meğerki onların
içinde size tavsiye ettiğim amelin mislini yapan biri buluna: Her farz namazdan
sonra otuz üçer kere tesbih ve tahmid eder, tekbir
alırsınız.”
وَ لِكُـلِّ لَـزَنٍ حَسْبِىَ ٱللَّهُ
“Darlık ve sıkıntılı zamanlarımızda, Allah Teâlâ bize
kâfidir deriz.”
“Allah Teâlâ kuluna kâfi değil midir?
Seni O´ndan başkalarıyla korkutuyorlar.
Allah Teâlâ kimi sapıklığa düşürürse artık onun için
bir hidayet rehberi yoktur. (Zümer 36)
Allah Teâlâ kulunun zannına göre muamele eder. Kul
Allah Teâlâ´yı nasıl bilirse, karşılaşacağı muamelede odur.
وَ لِـكُلِّ إِثْــمٍ
اَسْتَـغْــفِـرُ ٱللَّهَ
“Günahlarımız için Allah Teâlâ´ya istiğfar ederiz.”
İstiğfara devam edene Allah Teâlâ kuvvetine kuvvet
verir.[129] Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem “Vallahi ben Allah Teâlâ´ya günde yetmiş defadan çok istiğfar ve
tövbe ederdim” buyurarak istiğfarın önemini vurgulamıştır.
Allah Teâlâ´nın Nuh aleyhisselâm´a tavsiyesi de budur.
Hz. Hasan radiyallâhü anh çocuğu olmayana istiğfarı
tavsiye etti.
“Onlar istiğfarda bulundukları halde de Allah Teâlâ
onları azaplandırıcı değildir.” (Enfal 33)
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurmuştur ki;
“Başlangıçta bir günah yapıldığı zaman kalp de bir
kara bir leke olur, eğer sahibi pişman olur, tövbe ve istiğfar ederse kalp yine
parlar, istiğfar etmez de günah tekrarlanırsa ederse o leke de artar nihayet
arta, arta bir hale gelir ki leke bir örtü gibi bütün kalbi kaplar.”
“Her kim gecenin bir kısmında, bir taraftan öbür
tarafa dönerek uyanır da, sonra peşinden,
Lâilâhe illallahu vahdehu la şerike leh, lehül-mülkü
ve lehül-hamd, ve hüve ala külli şeyin kadir. Elhamdülillah ve Sübhânallah, ve
Lâilâhe illallahu vallahü ekber. Ve la havle ve la kuvvete illa billah, söyleyip sonra:
Allahümmeğfir li; ‘Allah Teâlâ´m, beni yarlığa’,
derse mağfiret edilir veya dua ederse, onun duasına icabet edilir. Abdest alıp
namaz kılarsa, o da kabul olunur.”
وَ لِكُـلِّ شَجْوٍ مَا شۤاءَ ٱللَّهُ
“Üzüntülü ve sevinçli hallerimizde, Maşallah
söyleriz.”
Olan şeylerin hepsi Allah Teâlâ´nın dilemesidir. İyi
halimizde sevincimizden, kötü halimizde kendimizi teskin etmek için, Maşallah
(Allah Teâlâ´nın dilediği oldu) deriz.
“Allah Teâlâ´nın dilediği müstesnâ, şüphe yok ki: O,
aşikâr olanı da, gizliyi de bilir.”(A’la, 7)
Allah Teâlâ, kâmil bir irade sahibidir. Bu kâinatı
ezeli olan iradesine uygun olarak yaratmıştır. Bu kâinatta olmuş ve olacak her
şey Allah Teâlâ´nın dilemesi ve irade etmesiyle olmuş veya olacaktır. O´nun her
dilediği mutlaka olur, dilemediği de asla vücut bulmaz.[130]
Allah Teâlâ´nın iki kula aynı tecellisi hiçbir zaman
olmadığı gibi, bir kula yaptığı bir tecelliyi ikinci defa göstermez. Fakat
farkını görmek mümkün değildir.
Allah Teâlâ kullarını dardan genişe çıkarır,
sevindirir. Genişten dara sokar, üzüntü verir. Bu hadiselerde hep kulunun
hayrını gözetir. Kul hepsini Allah Teâlâ´dan bilirse kendisini kurtarır.
Sevinçli anında şükrederek, üzüntülü anında Allah Teâlâ´m böyle dilemiş diye
söylerse mutlu ve rızayı kazanan kul olur.
كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فى شَاْنٍ
“O, her gün yeni bir iştedir.” (Rahman,29)
Hiçbir şey yoktur ki, birbirine benzesin. Hatta O´nu
sevmek bile herkeste ayrı bir numunedir. İlâhi aşk birdir, fakat tecellisi
farklılık gösterir.
وَ لِـكُلِّ قَضۤاءٍ وَ قَدَرٍ
تَوَكَّــلْـتُ عَلى ٱللَّهِ
“Kaza ve kaderden ne olursa hepsi için Allah Teâlâ´ya
tevekkül ettiğimizi söyleriz.”
Kader, Allah Teâlâ´nın ezelden ebede kadar olmuş ve olacak,
iyi ve kötü her şeyin oluş zamanını, yerini ve her türlü özelliklerini ezelden
bilmesi, öylece takdir ve tespit etmesidir.
Kaza ise, zamanı gelince ezeli ilmine ve takdirine uygun
olarak eşya ve olayları yaratmasıdır. Bu tariften anlaşıldığına göre, kader
Allah Teâlâ´nın ilim ve irade sıfatının bir tecellisi, kaza da tekvin
(oluşturma) sıfatının eseridir.
İmanlı insan, başına ne derece büyük bir hadise
gelirse gelsin, imanın verdiği tevekkül ve teslimiyetle, kadere rıza duygusu
ile o hadise ve musibetleri metanetle karşılayabilir; sabır ve tahammül ile
göğüs gerebilir. Ümitsizliğe, düşmez. İsyan ve feryada başvurmaz. Bu onun
imanının kazandırdığı güç ve kuvvetten ileri gelmektedir. İmansız insanların
basit bir hadise, küçük bir musibet yüzünden intihar edip hayatlarına son
verecek derecede korku ve ümitsizliğe kapıldıkları ise çok sık görülen
olaylardandır.
Bizler her halimizde Allah Teâlâ´dan razı olarak O´na
dua etmeli ve yardımını istemeliyiz. Çünkü Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem “dua ibadetin iliğidir” “ibadet duadan ibarettir” buyurmuştur. Bu
sebepten dikkat edilirse görülür ki, duayı önemsemeyenler, ibadeti de
önemsemezler. Dua etmeyen insanlar genellikle kadere ve kazaya isyan
eder ve Allah Teâlâ´ya yalvarmaktan kaçınırlar.
Allah Teâlâ bizden dua etmemizi istemiştir.[131] Dua eden tevekkül edendir.[132]
وَ لِـكُلِّ طاَعَـةٍ وَ مَعْصِيَـةٍ
لاَ حَوْلَ وَ لاَ قُـوَّةَ اِلاَّ بِاللَّهِ
“Allah Teâlâ´ya yakınlığımızı sağlayan ibadet için,
Allah Teâlâ´dan uzaklaştıran isyan için La havle vela kuvvete illa billah
söyleriz.”
La havle vela kuvvete illa billah, güç ve kudret ancak Allah
Teâlâ´nın demektir. Her halimiz Allah Teâlâ´nın emri ve kudreti iledir.
İyilikte O´nun yardımı, kötülükten muhafazamız O´nun engellemesi iledir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem;
“Allah Teâlâ´m beni göz açıp kapayana kadar nefsimle
baş başa bırakma” buyurarak
kuvvetin idaresini Allah Teâlâ´ya teslim etmeyi tavsiye etmiştir.
وَ لِكُلِّ مُصِــيـبَـةٍ إِناَّ
ِللَّهِ
“Musibetlerimizde ‘inna lillah ve inna ileyhi
raciûn’ söyleriz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in buyurduğu
“Mümine eza verecek her şey ona bir musibettir” hadisi şerifi gereğince eza görecek
her hangi bir zarara müptela olduğumuz zaman “inna lillahi ve inna
ileyhi raciun” demeliyiz. “Bizler her halde Allah Teâlâ´nız ve ona
dönüp varacağız” diye Allah Teâlâ´ya teslimiyet ile sabretmeliyiz. Bunu
yalnız lisanen değil, bütün kalp ile söylemeliyiz. Bunda kaza ve kadere rıza
vardır ki bu makam büyük bir makamdır.
Kullar Allah Teâlâ´nın koyduğu kanunlar çerçevesinde
bazı şeylerle imtihan olunacağı açık bir gerçektir.
Resimdeki noksanlık ressamın isteğidir.
“Allah Teâlâ´ya ant olsun ki:
Mallarınız ve nefisleriniz hakkında imtihan
olunacaksınız.
Elbette sizden evvel kendilerine kitap verilmiş
olanlardan ve müşriklerden birçok incitici sözler işiteceksiniz.
Eğer sabrederseniz ve korunursanız, şüphe yok ki, bu
metaneti gerektiren işlerdendir.” (Al-i İmran 186)
“Yoksa Cennete gireceğinizi mi zannettiniz?
Sizden evvelki geçmiş ümmetlerin hali sizlere
gelmedikçe. Onları nice şiddetli ihtiyaçlar, hastalıklar kapladı ve
sarsıntılara uğradılar.
Hatta rasülleri ve onunla beraber iman edenler, Allah'ın
yardımı ne zaman? Diyecek bir hale geldiler.
Haberiniz olsun Allah'ın yardımı şüphe yok ki pek
yakındır.” (Bakara 214)
“Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl mutlaka bir defa
veya iki defa bir fitneye, bir belaya tutuluyorlar da sonra tövbe etmiyorlar.
Onlar düşünüp ibret de almıyorlar.”(Tövbe 126)
“Size musibetten her ne şey isabet ederse kendi
ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir ve birçoğundan ise afv eder.”(Şura 30)
“Allah Teâlâ´nın izni olmadıkça musibetten bir şey
isabet etmez. Her kim Allah Teâlâ´ya iman ederse kalbini hidayete erdirir.
Allah Teâlâ her şeyi hakkıyla bilendir.” (Teğabun 11)
Ümmeti Muhammed’in üzerine gelecek belaların durumu
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem tarafından beş grupta incelenmiştir.
“Beş şey, beşle birlikte olur. Bir
kavim ki;
Ahdini bozarsa, Allah Teâlâ düşmanlarını onlara hâkim
kılmasın.
Allah Teâlâ´nın hükümleri ile hükmetmezler ise, fakirlik yaygınlaşmasın.
Fuhşiyat yaygınlaşıp göz yumarlarsa, ölümler artmasın.
Ölçüde hile yaparlarsa, bitkiler azalıp ve kıtlık
artmasın.
Zekâtı vermezlerse, yağmurlar kesilmesin”
وَ لِكُلِّ شَــبِ ´ ٱسْتَـعَـنْتُ
بِاللَّهِ
“Elem ve üzüntülerimizde Allah Teâlâ´m yardım et
deriz.[133]”
İptila; dünya isteklerimizin zamanın hadiselerine ve
olaylarına bitiştiğinde istenmeyen şekilde olmasıdır.
Doğum ve ölüm arası kısa bir yol olmasına rağmen
düzenli bir akış görülmez. Allah Teâlâ bir şekilde kulunu imtihan ve
sıkıntılardan geçirir.[134] Kulun ise Allah Teâlâ´yı sınaması
hiç yoktur.
Sevgilinin acı ikramını kabul etmeyen, sır perdesinin
açılmasını beklemesi boş hevestir.
İnsanda istekler bittiğinden kederde kalmamıştır. Ne
zamanki nefis dünyaya meylederse kederler başlamış demektir.
İptilaya sabır ile varılan yol en kestirme yoldur.
Çocuğu ana sütünden keser gibi nefsin hoşuna giden rahatlık hissinden
uzaklaşmalıdır. Rahat insanı gaflete iter. Maddi ve manevi halimize kanaat edip
maneviyattan ayrılmamalıdır. İnsan her bir sıkıntıyı ganimet bilip Allah
Teâlâ´nın kemalat yoluna kendisini sevk ettiğini bilmelidir.
Yanmadan pişmek olmaz.
Bizlere düşen musibetin ilk anında sabır ile Allah
Teâlâ´ya yönelmeli;
‘Bundan öncekiler geçti, bu da geçer Ya Hû’ demeliyiz.
Müslümana iptila bir sermayedir. Kemal derecesini
gösterir.[135] İnsanlar üzerine gelebilecek en
büyük iptilalar rasüller üzerine gelmiştir. Onların hali başkadır.
Bu bölüme İsmail Hakkı Toprak İhramcızâde Sivasî´ nin
(ks) bir mektubunu koymayı yerinde bulduk.
Dil-gamı ha-hed cüda-i zi-tu amma çu-kunem
Derd-i eyyam bir faide-i dil hahest
Hayali Yar ile her-dem benim rüyalarım vardır
Kemend-i buy-i zülfünden uzun sevdalarım vardır.
Kardeşlerim,
Dâhil (içten) ve hariçten (dıştan) bunca hücumlara
rağmen mücahede yolunda bulunmak, meyus (mahzun) olmamak icap eder.
Kabz (sıkıntı) ve bast (genişlik) ikisi birer
kanat olduğu ve salikin onlarla ikmal-i hal ve makam eylediği birçok zevatın
zahir ve batın birçok iptilalara göğüs gerdikleri meşhurdur.
Siz de muhabbet ve muhalasat yolunda devamla her
biriniz büyük azim ve ihtimam edesiniz. Vukuat-ı âlemden (âlemin olaylarından) mükedder
(üzülmemek) olmamak lazım. Çünkü biz bu cihan muvakkat bir zıl-dan (geçici
bir gölge) ibarettir. Âlemi-ukba (ahiret) ise ebediyettir.
Dünyanın fani olduğunu yakinen bilenler nîk-u bednine (iyiliğine kötülüğüne)
aldanmazlar. Zenginlik ve fakirlikte böyle olmak lazımdır.
Talib-e zat-ı ahadiyet gerektir ki, değil bu faninin
iyş-u nuş-u (zevk ve
sefasına) izz-ü cah-ı (makam ve mertebesine) hatta bir cümle
müşahedat (gördüklerinden) ve tecelliyattan (olaylardan) geçip
“ La” (yok) tahtında idhal eyle ki anın kâffesi (hepsi) zılâlen
müstesnadır. (gölge gibidir- hakikat değildir)
Yani esma ve sıfat arifin melhuzu (düşünce ve meşguliyeti) olmaya
ancak zikr-i kesir (çokça zikir) ve murakabe-i dil (rabıta) ve
hayr ile meşgul ola, her kesin halini göre hoş görüp, insan kendi yakınlığını
temine çalışmayı adet etmelidir
Vesselam-ü ala men-i´ttebea´l Hüda
(Selam Allah Teâlâ´ya tabi olanlar üzerinedir)
İsmail Hakkı Toprak İhramcızâde Sivasî (ks)
اَللَّهُمَّ إِناَّ أَمْسَـيْنَا [
أَصْبَحْناَ ] نُـشْـهِـدُكَ
“Ey Allah Teâlâ´m Sen´i şahit kılarak geceledik.
(sabahladık)”
Allah Teâlâ´m bizler geceye dâhil olduğumuz zaman
ulûhiyetini ikrar, rububiyetini itiraf, birliğini ispat ettiğimize Sen´i şahit
kılarız;
Bizim bu halimize vakıf olduğuna kalben inanıyoruz;
demektir.
وَ نُـشْــهِـدُ مَلـۤئِــكَــتَكَ
“ Meleklerini de şahit kılarak geceledik.
(sabahladık)”
وَ حَـمَــلَةَ عَـرْشِــكَ
“Arş-ı´nı taşıyan meleklerini de şahit kılarak
geceledik. (sabahladık)”
وَ َأنْـبِـيۤاءَكَ
“Nebilerini de şahit kılarak geceledik. (sabahladık)”
وَ جَمِـيعَ خَـلْــقِـكَ
“Bütün mahlûkatı da şahit kılarak geceledik.
(sabahladık)”
بِاَنـــَّكَ َانْــتَ ٱللَّهُ
ٱلَّذِي لاۤ اِلهَ اِلاَّ َانْتَ
“Şahadetimiz Sen´den başka ilah olmayan Allah Teâlâ
olduğundur.”
“Eğer gökler ile yerde Allah Teâlâ´dan başka ilahlar
olsa idi elbette ikisi de fesada uğramış olurdu. Arş´ın Rabb´i olan Allah
Teâlâ, onların vasf ettikleri şeylerden yücedir”(Enbiya 22)
وَحْــدَكَ لاَ شَـرِيـكَ لَكَ
“Şahadet ederiz ki, Zat-ında birsin, ortağın da
yoktur.”
“Onunla Allah Teâlâ ile birlikte hiçbir ilah yoktur.
Eğer olsaydı her ilah kendi yarattığını kabullenir ve korurdu. Mutlaka birisi
diğerine galebe eder üstün gelirdi.” (Müminun 91).
Hâkimiyetin en esaslı ve vazgeçilmez kanunu, bağımsızlıktır.
Bu ortak ve bağımlı olmaktan kurtulmak ile olur. Ortak sahibi iradesizdir. Eğer
uyum olmaz ise istikrar kaybolur ve düzen bozulur. Allah Teâlâ âlemi istikrar
içinde yönetiyorsa bunun bir sebebi her konuda tek güç ve kudret sahibi
olmasındandır.
“De ki; Allah Teâlâ birdir” (İhlas 1)
وَ أَنَّ
سَـــيِّـدَناَ مُحَمَّدًا صَلـى ٱللَّهُ تَعَالـى عَلَـيْهِ وَ عَلى الِهِ وَ صَحْبِهِ
وَسَـلَّـمَ عَـبْدُكَ وَ رَسُــولُكَ
“Yine şahadet ederiz ki, Allah Teâlâ´nın salât ve
selamı âli ve ashabı üzerine olan Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz Sen´in kulun
ve rasulündür.”
Muhakkak ki, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
mahlûkatın en şereflisidir.
Hakkı ile tebliğ ve irşat etti.
Sana layık kul olarak bize örnek oldu.
Bize O şahit olacak kıyamet günü cennete girmemize
sebep olacaktır.
Diğer ümmetler ve nebileri dahi Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´i kendi nefisleri için şahit tutacaklar.[136]
وَ لاَ حَــوْلَ وَ لاَ قُــوَّةَ
اِلاَّ بِاللَّهِ اْلعَــلِيِّ الْــعَـظِـيـمِ
“Güç ve kudret yalnız yüksek ve büyük olan Allah
Teâlâ´nındır.”
Bizim bu şahadetimiz Allah Teâlâ´nın yardımı ve
kudreti iledir.
Şahit getirmedeki hikmet, davanın kuvvetine ve
samimiyetin izharı içindir. Çünkü davasında zayıf olan şahadetten ve şahitten
kaçınır. Allah Teâlâ bile kıyamet günü kulun her halini en ince ayrıntısına
kadar bildiği halde azalarını kula şahit olarak getirecektir.
“Nihayet oraya geldikleri vakit onların aleyhine ne
işlemiş olduklarına dair kulakları ve gözleri ve derileri şahitlikte bulunmuş
olurlar. Derilerine derler ki:
—Ne için aleyhimize şahitlik ettiniz? Derileri de,
derler ki:
—Her şeyi söyleten Allah Teâlâ, bizi söyletti. O sizi
ilk defa yarattı ve O’ na döndürüleceksinizdir. Sizin aleyhinize ne
kulaklarınızın ve ne gözlerinizin ve ne de derilerinizin şahitlik etmesinden
sakınmıyordunuz. Lakin zannetmiştiniz ki, Allah Teâlâ, sizin yaptıklarınızdan
birçoğunu bilmez” (Fussilet
20–21–22)
يا رَحْـمــنُ ٱلـدُّنْــيَا يا
رَحِـيـمُ اْلاخِـرَةِ
“Ey dünyada Rahman, ahirette Rahim olan Allah
Teâlâ´m.”
Rahman, Allah Teâlâ´nın bir ismi olmak itibarı ile manası
ezel ve ebedi içine alır. Bu cins rahmet kullardan olması düşünülemez.
Rahim ise O´na has olmadığından ezeliyeti gerekli değildir.
Bu cins merhametin kullardan olması mümkündür. Demek rahmeti rahman şartlı
iken, rahmeti rahimin şartı yoktur.
Rahmaniyet ezele, rahîmiyet ebede bakar.
Mahlûkat, merhameti önce rahmaniyeden, sonra
rahimiyeden alır. Bu noktaya işaret için dünyanın rahmanı, ahiretin rahimi
denilmiştir.
Allah Teâlâ dünyanın da, ahiretin de hem rahmanı, hem
rahimidir. Fakat her ikisinde öncelik dünya yönü ile rahman, ahiret yönü ile
rahim olduğuna işaret için Dünya rahmanı ve Ahiret rahimi denilmiştir ki “hem
müminlerin, hem kâfirlerin rahmanı ve yalnız müminlerin rahimi” denilmesi
de bu nedendir.
Allah Teâlâ rahman sıfatında rahmeti umumidir. Bu
itibar ile rahmani rahmetinden hiç bir mahlûk mahrum kalmaz. Fakat ilk
yaratılış beğenme ile değil, yalnız rahmaniye ile husule gelir. Taşın taş,
ağacın ağaç, insanın insan olması böyle bir rahmetin eseridir. Bu noktadan
âlemde her şey Allah Teâlâ´nın rahmeti rahmaniyesine gark olmuştur. Canlısından
cansızına, taşından ağacına, bitkisinden hayvanatına, hayvanatından
insanlarına, mümininden kâfirine, melaikesinden şeytanına varıncaya kadar
âlemlerin hepsi rahmeti rahmandan istifade eder.
Allah Teâlâ´nın çalışana, çalışmayana bakmadan
rahmeti, rahmaniyedir. Çalışanlara çalıştıkları içinde mükâfat vermek rahmeti
rahîmiyedir.
Buna göre rahmeti rahmaniye olmasaydı, mahlûkat
yaratılmaz malik oldukları güçten mahrum kalırlardı.
Rahmeti rahîmiyede olmasaydı, mahlûkat ahiret
sermayeleri olan ibadetleri yapamazdı.
Buna göre dünya ve ahiretin rahmanı ve ahiretin rahimi
yahut mümin ve kâfirin rahmanı, müminin rahimi denilmesinin yönü budur.
وَ اعْـفُ عَـنَّا
“Allah Teâlâ´m, günahlarımızı mahvet.”
Günahlarımızı af ederken kendimize dahi unuttur.
İçlerimiz ferahlansın demektir. Öyle günahlarımız vardır ki, biz bile
hatırlamaktan iğreniriz.
وَ اغْـفِـرْلَناَ
“Allah Teâlâ´m, bizi mağfiret et.”
Mağfiret olunan günahlarımızın varlığını hissettirerek
Sana şükran ve kulluğumuzun artmasına sebep ol, demektir. Çünkü minnet ve
teşekkür itaatı ve hizmeti artırır. Kul daha çok ibadet ederek Allah Teâlâ´nın
rızasını kazanır.
“Sevgiliden gelen haber, sana verilen hizmettir.”
وَارْحَمْناَ
“Allah Teâlâ´m, bize acı, merhamet et.”
Sana layık kul olamayacağımızdan, bize rahmetini
indir. Çünkü bütün mahlûkat ancak rahmetinle hidayet bulacaktır.
Kötülüğe kötülük etmek kulların vasfıdır. Allah
Teâlâ ise kullarına karşı kötülük etmeyecektir. Cehennem azabı ise Allah
Teâlâ´nın kulların birbirindeki hakkı tahsil etmesidir. Çünkü aczin
kuvvetliye faydası ve zararı olmaz. Bir kulun Allah Teâlâ´ya isyanında
bile salih kulun hakkı vardır. Çünkü günahın zararı yapana olduğu gibi
çevreyededir.
َانْتَ مَوْلـينَا
“Sen bizim Efendimiz´sin.”
Efendiliğe layık olan sıfat, kulu bağışlamak ona
merhamet etmektir. En güzel Efendi Allah Teâlâ olduğu için kuluna rahmet etmesi
O´ndan beklenilen şeydir.
وَ َانْتَ خَــيْرُ ٱلرحِـمِينَ
“ Çünkü Sen merhametlilerin en merhametlisisin.”
Allah Teâlâ kuluna gelecek zararı kaldırarak onu
emniyete aldığı gibi, dilediği zamanda istemeden kuluna layık olsun olmasın
lütufta bulunur.
Allah Teâlâ´nın emirlerini tutup, yarattıklarına
merhamet etmek en güzel yoldur.
Merhamet eden, merhamet olunur.
بِسْــمِ ٱللَّهِ ٱلـشَّـافيِ هُوَ
اللَّهُ
“Şâfî olan Allah Teâlâ´nın ismi ile istiyorum.”
Dertlerin sahibide, şifa vereni de ancak Allah
Teâlâ´dır.
بِسْــمِ ٱللَّهِ الْــكَافيِ هُوَ
ٱللَّهُ
“Kâfi olan Allah Teâlâ´nın ismi ile istiyorum.”
Daha öncede bahislerde geçtiği üzere eşyadaki
eksikliğin tamamlayıcısı ve desteği yalnız Allah Teâlâ´dır.
Mahluka düşen Allah Teâlâ´dan istemeyi bilmesidir.
Allah Teâlâ´dan istemeyi bilmeyip de Allah Teâlâ bana yardımını göndermedi
diyen ancak yalancılardır.
İsteyenlerin hiçbir zaman boş çevrilmeyeceği kapı
Allah Teâlâ´nın kapısıdır.
بِسْــمِ ٱللَّهِ الْـمُـعَافيِ هُوَ
اللَّهُ
“Muâfî olan Allah Teâlâ´nın ismi ile istiyorum.”
Tövbeleri kabul eden Allah Teâlâ´dan başka kim
olabilir. Hatayı kendi nefsinde bulanların günahlarını af etmek Allah
Teâlâ´nın kendini mecbur ettiği hususlardandır.
“Allah Teâlâ, O zattır ki, kullarından tövbeyi kabul
eder ve günahlardan afv eyler ve ne yaptıklarınızı bilir.”(Şûra 25)
“Her kim bir kötülük yapar veya nefsine zulmeder de
sonra Allah Teâlâ´dan mağfiret dilerse Allah Teâlâ´yı çok bağışlayan, pek
esirgeyen bulur” (Nisa 110.)
بِسْـمِ ٱللَّهِ ٱلَّذِي لاَ يَضُـرُّ
مَــعَ ٱسْمِهِ َشَيْءٌ فيِ اْلأَرْضِ وَ لاَ فيِ ٱلـسَّــمۤاءِ وَهُـوَ
ٱلـسَّـمِيعُ الْـعَــلِـيـمِ [3مَرَّاتٍ]
“İsmi ile beraber olduğumuz da yerdekiler ve
göktekiler bize zarar veremediği Allah Teâlâ´nın ismi ile istiyorum. O her şeyi
bilen ve işitendir.”
“Allah Teâlâ, O zat´dır ki, gökleri ve yeri altı günde
yarattı, sonra arş üzerine istiva buyurdu.
Yerde dâhil olan şeyi ve ondan çıkan şeyi ve semadan
iniveren şeyi, ondan yükselen şeyi bilir.
O, her nerede olsanız sizinle beraberdir. Allah, ne
işlediğinizi hakkıyla görücüdür” (Hadid 4)
Âlemleri yaratan kendine yönelenleri ve dostlarını
düşmanları karşısında korur ve isteklerini yerine getirir. Allah Teâlâ´nın
“Kim benim dostlarıma düşman olursa, onlara harp ilan
ederim” buyurması
bunun en açık misalidir.
فَـٱللَّهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ
اَرْحَـمُ ٱلـرَّاحِمينَ [7مَرَّاتٍ]
“Allah Teâlâ en hayırlı koruyucu ve merhamet edenlerin
en merhametlisi.(Yusuf 64)
Allah, koruduğu takdirde en hayırlı bir koruyandır.
Korumak murat edince nerede olursa olsun en hayırlı bir surette korur. Onun
için her şeyi Allah Teâlâ´nın hıfzına emanet etmek daha hayırlıdır.
O, erhamürrahimîndir. Rahmetindendir ki,
muhafaza etiğine de bir musibet vermez.
‘Allah Teâlâ´ya emanet ol’ bu güzel bir emniyet kelamıdır.
Çünkü Allah Teâlâ emanetine ihanet etmez. Kuluna ne dilerse hayırlı olur. Allah
Teâlâ buyurdu ki;
“Hiçbir kul yoktur ki, onun razı olduğu ve olmadığı
hüküm vereyim de onun için hayırlı olmasın.” (Ramuz)
وَ ٱللَّهُ مِنْ وَرۤائِــهـِمْ
مُحِيــطٌ بَلْ هُوَ قُــرْانٌ مَـجِــيدٌ فيِ لَــوْحٍ مَحْـفُوظٍ
“Onları Allah Teâlâ, arkalarından kuşatıcıdır. Hayır
o, yalanladıkları, şeref ve kadri pek büyük olan, bir Kur´an´dır. Korunmuş olan
bir levhadadır. (Buruc 20–22 )
Bu ayetin manası; Allah Teâlâ bütün mahlûkatı hükmü
altına almış, amel kitaplarını arkalarından verecek, onun ilminden, kudretinden
çıkıp kurtulmalarına imkân yok, demektir.
Kâfirler yalanlıyorlar, fakat bunları anlatan bu kitap
yüksek şanlı bir Kur´andır. Kitaplar içinde şeref ve şanı en yüksek;
üslubu hepsinden âli, töhmetten arî, iman ile okunup amel edilmesi lazım gelen
bir kitabıdır. Kur´an Levh-ı mahfuzdadır. Allah Teâlâ´nın koruması ile
tahriften, yanlışlıktan korunmuş, bir levhada sabit ve mahfuzdur. Bu levha,
buyrulduğu üzere bütün eşyanın yazıldığı asıl sahifedir. Onun ve kitapların
aslı olan ise Allah Teâlâ´nın ilmidir.
Buna göre bütün mahlûkat O´nun ilminden ayrı olmadığı
gibi, olan ve bitecek her şeyi kendi ilminde saklı tutmaktadır.
حَافِــظُوا عَـلى ٱلـصَّـلَــوَاتِ
وَ ٱلــصَّـلوةِ الْــوُسْـطى وَ قُومُوا ِللَّهِ قَانِــتـِينَ
“Namazlara ve orta namaza devam ediniz. Allah Teâlâ
için onu zikredici olarak kıyamda bulununuz.”[137] (Bakara 238)
En büyük dua namazdır.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem buyurdu ki;
“Bana ulaştığına göre, kıyamet günü kulun ilk
bakılacak ameli namazdır.
Eğer namazı kabul edilirse, geri kalan amellerine
bakılır.
Eğer kabul edilmezse diğer amellerin hiçbirine
bakılmaz.” (Muvatta)
“İstikamet üzere olun. Bunun sevabını siz
sayamazsınız. Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır. Abdestli olmaya
ancak mümin riayet eder.”(Muvatta)
“İlim dindir. Namazda dindir. Bakınız, ilmi kimden
alıyorsunuz ve namazı nasıl kılıyorsunuz.
Şu namaz var ya, siz kıyamet gününde bundan
sorulacaksınız.” (Râmuz)
Namazın önemli olması hakkında Efendimiz sallallâhü aleyhi
ve sellem´in son vaktini göz önüne alıp değerlendirmek gereklidir.
“Hz. Aişe radiyallâhü anha Efendimiz sallallâhü aleyhi
ve sellem´in vefat anını şöyle anlattı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve:
“Halk namazını kıldı mı?” diye sordu. Biz:
“Hayır! Ey Allah'ın Resûlü, onlar sizi bekliyorlar!” dedik.
“Leğene benim için su koyun!” emrettiler. Hemen dediğini yaptık,
o da yıkandı. Sonra kalkmaya çalıştı, fakat üzerine baygınlık çöktü.
Sonra kendine geldi ve tekrar:
“Cemaat namaz kıldı mı?” diye sordu.
“Hayır!” dedik, “onlar sizi bekliyorlar Ey Allah'ın
Resulü!” Tekrar:
“Benim için leğene su koyun!” emretti. Dediğini yaptık, yıkandı.
Sonra tekrar kalkmak istedi. Yine üzerine baygınlık çöktü. Sonra ayılınca:
“İnsanlar namaz kıldı mı?” diye sordu.
“Hayır! Dedik, onlar sizi bekliyorlar, Ey Allah´ın Resulü!
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem;
“Benim için leğene su koyun!” dedi ve yıkandı. Sonra kalkmaya
yeltendi, yine üzerine baygınlık çöktü, sonra ayıldı.
“Halk namazı kıldı mı?” diye sordu.
“Hayır, onlar sizi bekliyorlar Ey Allah'ın Resulü!” dedik. Halk mescide çekilmiş,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´i yatsı namazı için bekliyorlardı.
Fahri Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz, Hz. Ebubekir radiyallâhü anh´ya adam göndererek halka namaz
kıldırmasını söyledi.
Elçi gelerek ona:
“Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem halka namaz
kıldırmanı emrediyor!” dedi. İnce duygulu bir kimse olan Ebubekir radiyallahü anh:
“Ey Ömer halka namazı sen kıldır!” dedi. Hz. Ömer:
“Buna sen daha ziyade hak sahibisin!” cevabında bulundu.
O günlerde namazı Ebu Bekir radiyallahü anh kıldırdı.
Sonra Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, kendinde
bir hafiflik hissetti. Biri Abbas radiyallâhü anh olmak üzere iki kişinin
arasında, öğle namazı için çıktı. O sırada namazı halka Ebubekir radiyallâhü
anh kıldırıyordu. Ebubekir, Rasûlüllah´ın geldiğini görünce, geri çekilmek
istedi. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem geri çekilme diye işaret buyurdu.
Kendisini getirenlere:
“Beni yanına oturtun” dedi.
Onlar da Hz. Ebubekir radiyallâhü anh’ın yanına
oturttular. Hz. Ebubekir radiyallâhü anh, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem´in namazına uyarak namaz kılıyordu. Halk da Hz. Ebu Bekir'in namazına
uyarak namazını kılıyordu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem oturmuş
vaziyette idi.”
Fahri Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz´in namaz konusunda titiz davranması, bizim de titiz durmamızı
gerektirir. Eğer böyle olmasa idi, son isteği namaz olmazdı. Onun varislerinin
de son istekleri de namaz olmuştur.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´i herhangi bir
şey üzecek olursa namaz kılardı.” Öyle ki,
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in arkadaşları
ameller içerisinde sadece namazın terkinde küfür görürlerdi.” (Tirmizî)
Bunun ötesini düşünmemek lazımdır. İnsanda değer
vereceğin tek şey namazı ve dünya isteklerine olan meylinin durumu olmalıdır.
Dünyada secdeye varmayan yüzler kıyamet günü yüzleri
üzere cehenneme sürüleceklerdir. Onların namazlarını ahirette eda etmeleri de
onlara fayda vermeyecektir. Çünkü ahiret hasat yeridir. Böylece onlar
karışılacakları eza ve cefaya karşı ancak vücutlarının yüz azaları ile
korunabileceklerdir. Yani ayakları ve elleri onları koruyamayacaktır.
Allah Teâlâ´nın hedeflerine gidişini ayakları yerine yüzlerine yaptırması,
dünyada iken yüzlerini secdeye koymadıklarından dolayıdır.
“Biz onları kıyamet günü körler, sağırlar olarak
yüzükoyun haşr ederiz. Onların varacağı yer cehennemdir. Ateşi yavaşladıkça biz
onun alevini artırırız. (İsrâ 97)
Hırsızın ibadethanesi zindandır.
اِنْ كُـلُّ نَفْسٍ لَـمَّا
عَلَـيْـهَا حَافِـظٌ
“Hiç bir nefis yoktur ki, onun üzerinde bir gözetici
olmasın. (Tarık 4)
Her nefis üzerinde mutlak koruyucular vardır. Onu her
halinde bütün varlığı ile fiilerini ve ona yönelen her şeyi görür gözetir,
hepsi onu korumak için, hareket ederler. Levhi mahfuzu da koruyan da
Allah Teâlâ´dır.
Bir nefis ne kadar yüksek olursa olsun her halinde,
üzerinde bir muhafız bulunmaktadır. İnsan hiç bir zaman kendi kendine yalnız ve
terk edilmiş bırakılmaz, her an kontrol altındadır. İnsanlar üzerine her
yaptıklarını bilerek, yazan ve Allah Teâlâ´nın emriyle her insanı önünden ve
arkasından muhafaza ederek takip eden muhafız Melekler bulunmaktadır.
Kirâmen kâtibin melekleri insanın nefsindeki her gizli
vesveseye nüfuz edemez. Fiillerini, sözlerini, kararlarını kayıt ederler ise de
bütün olarak içini ihata eylemezler. Ancak Allah Teâlâ hepsinin üzerinde
muhafızdır. Bütün muhafızlar O´nundur. İnsanın muhafazası da O´nun korumasının
delillerinden biridir. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurmuştur ki:
“Mü´mine yüz altmış Melek müvekkil kılınmıştır, onlar
bal çanağından sinek kovalar gibi müminden şeytanları kovarlar. İnsan göz açıp
kapayana kadar kendine bırakılsa şeytanlar onu kapışıverirlerdi”
Bazıları ayetteki muhafızı, bu koruyucu muhafaza
Melekleriyle, bazıları da amelleri kaydeden Kirâmen kâtibin ve gözetici
melekler ile tefsir etmek istemişlerse de asıl murat her iki mana ile hepsinin
üzerinde muhafızı, akıl diye anlamak isteyenlerde olmuştur. Lâkin söylediğimiz
gibi akıl korunması gereken şeylerden biridir.
نِـعْمَ الْـحَافِظُ ٱللَّهُ
“Allah Teâlâ ne güzel koruyucudur.”
Her şeyin bir muhafızı vardır. Muhafızların muhafızı
ise Allah Teâlâ´dır.
يا حَفِيـظُ ٱحْفَظْنـَا
“Kâinatı koruyan Allah Teâlâ´m, bizi muhafaza kıl.”
Mahlûkat her an Allah Teâlâ´nın koruması altındadır.
Eğer bir an Allah Teâlâ tasarrufunu çekmiş olsa düzen bozulur ve âlemler
birbirine girer. İşte Hâkim-i Mutlak muhafazasında tutarak kendi varlığının
hakikatini göstermektedir.
ثُمَّ َانْـزَلَ عَلَــيْكُمْ مِنْ
بَـعْدِ الْـغَـمِّ اَمَـنَـةً نُعَاسًا يَغْشى طۤائِـفَةً مِـنْكُمْ وَ
طۤائِـفَةٌ قَدْ اَهَمَّـتْــهُمْ َانْفُـسُـهُمْ يَـظُــنُّونَ بِـٱللَّهِ
غَـيْرَ الْحَـقِّ ظَـنَّ الْــجَاهِلِـيَّةِ يَقُولُـونَ هَـلْ لَــنَا مِنْ
اْلاَمْرِ مِـنْ شَىْءٍ قُـلْ اِنَّ اْلاَمْـرَ كُــلَّـه ِللَّهِ يُخْــفُونَ فيِ
َانْـفُسِـهِمْ مَا لاَ يـُبْدُونَ لَكَ يَـقُـولُـونَ لَوْ كَانَ لَـنَا مِنَ
اْلاَمْـرِ شَىْءٌ مَا قُـتِـلْــنَا هــهُنَا قُلْ لَوْ كُـنْتُمْ فيِ
بُـيُوتِكُمْ لَــبَرَزَ ٱلَّذِينَ كُــتِبَ عَلَـيْهِمُ الْـقَـتْـلُ اِلى
مَضـَاجِعِهِمْ وَ لِيـَبـْتَـلِىَ ٱللَّهُ مَا فيِ صُدُورِكُمْ وَ لِـيُمَحِّصَ
مَا فيِ قُـلُوبِكُمْ وَ ٱللَّهُ عَلِيمٌ بِذاتِ ٱلصُّدُورِ
“Sonra o üzüntünün ardından üzerinize bir emniyet,
hafif bir uyku indirdi ki, sizden bir gurubu örtüp kaplayıverdi. Sizden bir
gurubu da nefisleri kaygıya düşürmüştür. Allah Teâlâ´ya karşı cahiliye
düşüncesi gibi, hakka muhalif bir zanda bulunuyorlardı.
Diyorlardı ki: Bize bu emirden bir şey var mıdır? De
ki:
Şüphesiz emrin hepsi de Allah Teâlâ´nındır. Onlar sana açıklamayacakları
şeyleri kendi nefislerinde gizleyiverirler. Derler ki,
Eğer bizim için bu emirden bir şey olsaydı burada
öldürülmezdik. De ki,
Eğer sizler evlerinizde olsaydınız, üzerlerine
öldürülmeleri yazılmış olanlar yine çıkar, ölüp yatacakları yerlere kadar
muhakkak giderlerdi.
Allah Teâlâ göğüslerinizin içinde olanı meydana koymak
ve kalplerinizde olanı temizlemek için, bu hadiseyi vücuda getirirdi. Allah
Teâlâ göğüslerde bulunanları hakkıyla bilendir.” (Al-i İmran154)
Bilindiği üzere insanı, şiddetli korku içinde uyku
tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de perişanlığı artar. Böyle bir hal içinde
uyuyabilen korkuyu unutmuş, bir emniyet duymuş, sükûnet bulmuş demektir. [138]
Bu ayette 28 harfin hepsi mevcuttur.
Bu ayet İsm-i Âzam´ın harflerini taşıdığından bu
ayetle yapılan dua ret olmaz.
İsm-i Azam kaderi etkilediğinden bu ayet kader
sırlarını açıklayan ayettir.
Dikkatli okunmalı Allah Teâlâ´nın kullar üzerindeki
tecelliyatını anlamaya çalışmalıdır.
ٱلَّـذِينَ يَـقُـولُـونَ رَبـَّنَا
اِنَّـناَ امَـنـا فَاغْـفِــرْ لَــناَ ذُنـــُوبَـنَا وَ قِنـَا عَذابَ ٱلـنارِ
اَلـصَّـابِرينَ وَ الـصَّـادِقينَ وَ الْـقَـانِـتِينَ وَ الْـمُـنْـفِـقِينَ وَ
الْـمُسْتَــغْــفِـرِينَ بِاْلاَسْــحَارِ شَــهِدَ ٱللَّهُ َانَّه لاۤ
اِلهَ اِلاَّ هُوَ وَالْـمَلۤــئِــكَةُ وَ اُولُوا الْـعِلْـمِ قۤائِمًا
بِالْقِـسْـطِ لاۤ اِلهَ اِلاَّ هُوَ الْعَـزِيزُ الْحَكيـمُ اِنَّ ٱلدِّينَ
عِنْدَ اللَّهِ اْلاِسْـلاَمُ
“Onlar ki, Ey Rabb’imiz; biz muhakkak iman ettik,
artık bizim için günahlarımızı bağışla ve bizleri o ateş azabından koru,
derler.
Onlar, sabır eden, sadık olan, ibadetlere devam eden,
infak eden, seher vakitlerinde de istiğfarda bulunanlardır.
Allah Teâlâ, kendisinden başka bir ilâh bulunmadığına
adaletle kaim olarak şahitlik etmiştir. Melekler de, İlim sahipleri de
şahitlikte bulunmuşlardır. O aziz, hakîmden başka asla bir ilâh yoktur.
Şüphe yok ki: Allah Teâlâ katında din, İslam´dan
ibarettir.” (Al-i İmran 16–19)
Hakiki şahit ancak Allah Teâlâ´dır. Allah Teâlâ´dan
başka hiç bir âlim ne kendine, ne de diğer eşyaya tamamen şahit değildir. Ben,
benim diyebilen insanın bile nefsine şahadeti tam ve mutlak değildir. İnsanın
kendisinde bilmediği, şahadet edemediği nice gerekçeler vardır. İnsanın gerek
kendinde gerek eşyada hakikaten bilebildiği bilgileri, şahadeti sezebildiği
şeyler kadardır.
İnsanda hakiki bir ilim varsa, o da Allah Teâlâ´nın
bildirdiği İlâhi ilimdir. Çünkü bu ilim gerek kendisine ve gerek eşyaya olan
ilimlerin hepsinin aslıdır. Bundan başka her hangi bir ilimde kâmillik yoktur.
Nefislerinde Hakk Teala´nın bu şahadetini sezemeyenler âlimde olamazlar.
Allah Teâlâ ülûhiyetine, birliğine kendisi de şahadet
etmiş olmakla ile İslam´ın Allah Teâlâ´nın dini olduğunda şüpheyi kaldırır.
İşte İslam dini Allah Teâlâ ile kullar arasındaki
birliktir. Meleklerin ve ilim ehlinin, dini de budur. İlimde bundan başka bir
din yoktur.
İslam dinin başı ilmi hak, hak ilmin başı da
İslam´dır. İslam´dan
başka bir din aramak veya Allah Teâlâ´nın emrinin dışına çıkmaya çalışmak,
Allah Teâlâ´dan başkasına teslim olmak demektir ki, dinsizlik ve küfürdür. İsyan
ve felakettir. Her kim küfreder, İslam Dini´nden kaçınırsa Allah Teâlâ
cezalarını vermekten çekinmez.
فَسُبْحانَ
ٱللَّهِ حِينَ تُمْسُـونَ وَ حِينَ تُصْبِحُونَ وَ لَهُ الْحَمْدُ فيِ ٱلسَّموَاتِ
وَ اْلاَرْضِ وَ عَشِـيًّا وَ حِـينَ تُـظْـهِـرُونَ يُخْـرِجُ الْحَـىَّ مِنَ
الْمَــيِّـتِ وَ َيُخْرِجُ الْـمَــيِّـتَ مِـنَ الْحَــىِّ وَ يُحْـيِىِ
اْلاَرْضَ بَـعْـدَ مَـوْتِــهَا وَ كَـذلِـكَ تُخْـرَجُـونَ
“Artık akşamladığınız vakit ve sabahladığınız vakit
Allah Teâlâ´ya tenzih ve tesbihte bulunun.
Hamd, göklerde ve yerde O´na mahsustur ve gündüzün
nihayetinde de ve öğle vaktine vardığınızda da, Allah Teâlâ´ya tesbihte
bulunun.
Ölüden diriyi çıkarır, diriden ölüyü çıkarır ve yeri
ölümünden sonra diriltir. İşte siz de öylece çıkarılacaksınız. (Rum 17–19)
Tenzih, kalp ile veya onunla beraber dil ile olur. Çünkü insan,
kalbinden bir şeye itikat edince, dilinden zahir olur. Söylediği zaman da
doğruluğu, fiilerinde açığa çıkar. Lisan, kalbin tercümanı, amel de lisanın
burhanıdır. Amellerin en faziletlisi ise, lisan ile zikri ve kalp ile niyeti
taşıyan namazdır.
Onun için namaz hem zikirdir, hem bir tenzih ve
tesbihtir. Tesbih
denilince her türlü zikri içine alan namaz akla gelmelidir.
Onun için burada zamanın ahirete doğru akışını
gösteren en mühim anları takip eden bereketli beş vakit namazın saatleri
açıklanmıştır.
Ayetteki Ölüden diri çıkarır bitkiden hayvan,
yumurtadan civciv, nutfeden insan, cahilden âlim, kâfirden mümin gibi,
uyuyandan uyanık çıkarır. Diriden ölü çıkarır ve ölümünden sonra hayat verir.
يا سَـمِـيـعُ يا
بَـصــِيرُ [ 10مَرَّاتٍ]
“ İyi işiten ve iyi gören Allah Teâlâ´m.”
On defa okunacaktır.
Allah Teâlâ işitir. Kalplerimizdeki sözleri ve
işitilmek şanından olan her şeyi işitir. Her hadiseyi aynı derece açık olarak
işitir.
Allah Teâlâ herkesin gizli açık yaptığını ve
yapacağını görüp durmaktadır. Karanlıklar O'nun görmesine mani olamaz. Karanlık
gibi, yakınlık uzaklık, büyüklük küçüklük gibi insanların görmelerine engel
olan şeyler de O'nun görmesine mâni olmaz.
اِنّىِ
تَوَكَّـــلْـتُ عَـلى ٱللَّهِ رَبـّىِ وَ رَبــِّكُمْ مَا مِـنْ دۤابــَّةٍ
اِلاَّ هُــوَ اخِــذٌ بِنَاصِيَـتِـهَا اِنَّ رَبــِّىِ عَلى صِـرَاطٍ
مُسْتَــقِـيمٍ
“Şüphe yok ki, ben, benim Rabb´im ve sizin Rabb´iniz
olan Allah Teâlâ´ya tevekkül ettim.
Hiç bir hareket sahibi canlı yoktur ki, onun
perçeminden tutan ancak O´dur.
Muhakkak ki, benim Rabb´im dosdoğru bir yol
üzerinedir.” (Hud 56)
Sizin de, benim de Malikim, Efendim O´dur, O´nun irade
ve dilemesi olmadan, sizden bir fayda, ne de bana bir zarar erişebilir, Çünkü
hiç bir dabbe (bir deprenen) yoktur ki O, O´nun perçeminden tutmuş olmasın. Ben
her halimde Allah Teâlâ´ya tevekkül ettim. O´nun emniyetine dayandım. Allah
Teâlâ Rabb´im ve Rabb´inizdir, demektir.
Allah Teâlâ, dilediği gibi tasarruf eder, hiç birini
kaçırmaz, isterse hiç kımıldatmaz.
Şüphe yok ki, Allah Teâlâ doğru yol üzerindedir.
Doğruluğun koruyucusu, doğruların yardımcısıdır. Rızası adalet ve istikamet
üzeredir.
وَ مَا لَـنَا اَلاَّ نَـتَـوَكَّـلَ
عَلى ٱللَّهِ وَ قَدْ هَديـنَا سُـبُـلَـنَا وَ لَـنَصْبِرَنَّ عَلى مَا
اذَيـْـتُمُونَا وَ عَلى ٱللَّهِ فَـلْـيَـتَـوَكَّلِ الْمُتَـوَكِّــلُـونَ
“Biz niçin Allah Teâlâ´ya tevekkül etmeyelim ki, bize
yollarımızı dosdoğru göstermiştir.
Elbette bize yaptığınız eziyetlere sabrederiz.
Tevekkül edenler de artık, Allah Teâlâ´ya tevekkülde
bulunsunlar.”(İbrahim 12)
Her halimizde tevekkül etmek üzerimize vaciptir. Kulun
başındaki sıkıntılar olgulaşmanın olacağı işaretidir.
قُلْ لَنْ يُصِـيبَـنـَا اِلاَّ مَا
كَتَبَ ٱللَّهُ لَـنَا هُوَ مَوْلـينَا وَ عَلى ٱللَّهِ فَـلْــيَـتَـوَكَّـلِ
الْـمُـؤْمِنُونَ
“Deki: Bize Allah Teâlâ´nın yazmış olduğu şeyden
başkası isabet etmez.
O bizim Mevlâ´mızdır. Mümin olanlar artık Allah
Teâlâ´ya tevekkül etsinler.” (Tövbe 51)
Acı tatlı her ne başımıza gelirse hepsi Allah
Teâlâ´nın yazdığıdır. Ne sizin, ne de başkalarının değil, ancak olan şeyler
Allah Teâlâ´nın takdiridir. O da lehimizedir.
Maddî ve manevî iyiliğimiz, menfaatimiz, hayrımız
içindir.
O bizim Mevlâ´mızdır, sahibimiz, yardımcımız ve her
şeyimizdir. Üzerimizde bütün tasarruf ve hüküm O´nundur.
Nasıl dilerse öyle yapar ve ne yaparsa hakkımızda
hayırlısını yapar. O, bize hayat ve ölümümüzde kendimizden daha evladır.Bütün
müminler Allah Teâlâ´ya tevekkül ederler.
Allah Teâlâ´ya ne kadar tevekkül ve itimat olunursa
da, O daha ziyadesine şayan ve layıktır. O´ndan başka tevekkül edilecek, kuvvet
bağlanacak yer yoktur.
Kâfirler bunu bilmedikleri için bir insana gerekli
olan şeyin kuvvet ve nefis olduğunu zannederler. Kulların yönetimini elimize
aldık, diye sevinirler. Bu suretle her biri bir amir olmak, yönetimden bir
hisse almak isterler, Dünyada karışıklık, nifak saçarlar. Aslında az bir aklı
olan bir kimse idrak eder ki, Allah Teâlâ´ya dayanmayan bir fâninin kendi
kendine yetecek kuvveti ve hiç bir şeyi yoktur. O bir seraptan ibarettir.
Bundan dolayıdır ki, kâfir ne kadar kendine güvenirse güvensin, bir gün zayi
olur gider. Fakat hiç bir şeye değil de, ancak Allah Teâlâ´ya tevekkül eden
hakikî mümin ölümden bile korkmayarak imanı kâmil ile Rabb´inin huzuruna varır.
Fakat şunu unutmamak lazım gelir ki tevekkül, vazife değil, emirdir. Birçokları
ise bundan gaflet ederek tevekkülü terk edilecek vazife gibide görürler.
وَ اِنْ يَمْسَـسْكَ ٱللَّهُ بِضُرٍّ
فَلاَ كَاشِفَ لَهُ اِلاَّ هُوَ
وَ اِنْ يُـرِدْكَ بِـخَـيْـرٍ فَلاَ رۤادَّ
لِـفَضْلِـهِ يُصِيبُ بِـهِ مَـنْ يَـشۤاءُ مِـنْ عِـبَادِهِ وَ هُـوَ الْـغَـفُورُ
ٱلرَّحِيـمُ
“Eğer Allah Teâlâ sana bir zarar dokundurursa artık
ondan başka onu bir giderecek yoktur.
Eğer sana bir hayır dilerse artık onun lütfunu ret
edecek de yoktur.
Bunu kullarından dilediğine eriştirir ve O
bağışlayandır, esirgeyendir.” (Yunus107)
وَ مَا مِنْ دۤابَّةٍ فيِ اْلاَرْضِ
اِلاَّ عَلى ٱللَّهِ رِزْقُــهَا وَ يَعْـلَمُ مُسْـتَــقَــرَّهَا وَ
مُسْـتَــوْدَعَـهَا كُــلٌّ فيِ كِـتَابٍ مُـبِـينٍ
“Yeryüzünde hiçbir yürüyen hayat sahibi yoktur ki,
onun rızkı ancak Allah Teâlâ´ya aittir.
Onun duracağı yeri de, emanet bırakılacak yeri de
bilir. Hepsi de apaçık bir kitaptadır.” (Hud 6)
Yerde hiç bir dabbe: yani deprenen hiç bir hayvan
yoktur ki, her halinde rızkı Allah Teâlâ üzerine olmasın. İnsan da bu
sınıftandır. Yani gerek insan, gerek hayvanın rızkı, kuvveti, gıdası, bütün
geçimi Allah Teâlâ´ya aittir. Allah Teâlâ yaşatmak istemediği vakitte rızkı
kesiverir. O kesince kimsenin vermesine imkân ve ihtimal yoktur. Fakat yaşatmak
istediği müddetçe de bütün âlem mani olmağa çalışsa yine göndereceği rızkı
gönderir.
Her birinin duracağı yeri de, emanet bırakılacak yeri
de bilir. Sulbünü bilir, rahimini de, yatağı yeri, öleceği yeri de, vaktini de
bilir. Hep bunları bilir ve ona göre rızkını verir. Hepsi bir Kitab-ı
Mübin´dedir.
Bütün dabbeler, rızkları, duracağı yeri de, emanet
bırakılacak yeri levh-ı mahfuza yazılmış, bu kitabı görebilen Melekler, o
yazıyı açıktan açığa okur anlarlar. İşte Allah Teâlâ´nın ilmi, kudreti böyle
geniş ve kaplayıcıdır.
İnsan rızkını Allah Teâlâ´dan istemeli ve rızk için
değil, Allah Teâlâ için çalışmalıdır.
Rızk meselesi o kadar endişe edilecek bir şey
değildir. Allah Teâlâ´dan başkasından rızk beklemek, boşa emek sarf etmektir.
وَ كَأَيٍ مِنْ دۤابــَّةٍ لاَ
تَحْمِلُ رِزْقَــهاَ ٱللَّهُ يَرْزُقـــُـهاَ وَ اِيــَّاكُمْ وَهُـوَ
ٱلسَّـمِيــعُ الْعَـلِيمِ
“Yeryüzünde yürüyen nice hayvanlar vardır ki, rızkını
taşıyamıyor.
Onları da sizleri de Allah Teâlâ rızıklandırır. O,
hakkıyla işiticidir, bilicidir.” (Ankebut 60)
Yarattığı mahlûkun hayat garantisi Allah Teâlâ´nın teminatı
altındadır. Sebepleri birbirine bağlıyarak isteyerek ve istemeyerek
birbirlerinden rızıklanırlar. Öyle bir zincir oluşturur ki, birinin yaşam
için mücadelesi, diğerine hayat garantisi olur. Yeri gelir acizden
kuvvetli, yeri kuvvetliden aciz istifade eder.
مَا يَفْتَحِ ٱللَّهُ لِلــناسِ مِـنْ
رَحْمَةٍ فَـلاَ مُمْسِـكَ لَـهَا وَ مَا يُمْسِكْ فَلاَ مُرْسِلَ لَهُ مِنْ
بَعْـدِهِ وَ هُوَ الْعَـزِيزُ الْحَكِيمُ
“Allah Teâlâ, insanlara rahmetten neyi açarsa sonra
onun için tutacak yoktur.
Neyi tutarsa artık bundan sonra onu salıverecek
yoktur. Aziz, Hakîm olan O´dur.” (Fatır 2)
وَ لَـئِنْ سَأَلـــْتَـهُمْ مَنْ
خَلَقَ ٱلسَّـمـوَاتِ وَ اْلاَرْضَ لَـيَــقُولُـنَّ ٱللَّهُ قُلْ
اَفَـرَأَيــْتُـمْ مَاتَدْعُـونَ مِنْ دُونِ ٱللَّهِ اِنْ اَرَادَنِـىَ ٱللَّهُ
بِضُـرٍّ هَـلْ هُنَّ كَاشِــفَاتُ ضُـرِّه اَوْ اَرَادَنـِىِ بِرَحْـمَةٍ هَـلْ
هُـنَّ مُمْـسِكَاتُ رَحْمَـتِهِ قُلْ حَسْبِىَ اللَّهُ عَلَـيْهِ يَـتَــوَكَّلُ
الْمُـتَــوَكِّـلُونَ
“Ant olsun ki, onlara soracak olsan,
Gökleri ve yeri kim yarattı? Elbette diyeceklerdir ki;
Allah Teâlâ. Deki;
O halde gördünüz mü?
Bana haber veriniz. Allah Teâlâ´dan başka kendilerine
ibadet ettiğiniz şeyler, eğer Allah Teâlâ bana bir zarar verirse; onlar, O´nun
zararını açabilecek kimseler midir?
Yahut bana bir rahmet dilese; onlar, O´nun rahmetini
tutabilir kimseler midir? De ki,
Allah Teâlâ buna kâfidir.
Tevekkül edenler, ona tevekkülde bulunurlar.” (Zümer
38)
وَ مَا جَعَلَهُ اللَّهُ الاَّ
بُشْــرى لَكُمْ وَ لِــتَطْمَـئِـنَّ قُـلُوبُـكُمْ بِهِ وَ مَا ٱلــنَّصْرُ
اِلاَّ مِنْ عِـنْدِ ٱللَّهِ الْــعَـزِيزِ الْـحَكِـيمِ
“Allah Teâlâ, bunu size sırf bir müjde olsun ve
kalpleriniz bu sayede rahatlasın diye yaptı. Zafer, yalnızca mutlak güç ve
hikmet sahibi Allah katındandır.” (Al-i İmran 126)
Allah Teâlâ´nın koyduğu kanunlardan biri de, kulun
artık tükendiği yerde ona yardım etmesidir. Çünkü çaresizlikte kuluna yardım
etmemek yüce şanına yakışmaz. Kullar üzerine teklifte bulunurken güçleri
miktarınca ister. Gücünü aştığı zaman Zat-ı devreye girer.
“O da Rabb´ine dua etti. Şüphe yok ki, ben mağlûbum,
artık intikam al, diye niyazda bulundu.” (Kamer 10)
كۤــهـيــعۤــصۤ حمۤــعۤــسۤــقۤ [
3مَرَّاتٍ]
“Kâf Ha Ya Ayn Sâd, Ha Mîm Ayn Sîn Kâf.”
Üç defa okunacaktır.
Hz. Ali kerremallâhü vechenin rivayetine göre bunlarda
İsm-i Âzam sırları vardır. Şiddetli zamanlarda bu isimler ile Allah Teâlâ´ya
dua edilmelidir. Sırları çok olan bu isimlerden istifade etmek için, kalbin
inanması ve istenen şeyin Allah Teâlâ yanında muteber bir şey olması gereklidir.
Hz Ali kerremallâhü veche Ercûze Kasidesi´nde
buyurdular ki;
“Ey talip; ona ulaşmak istiyorsan arif ol, cahillerden
olma. O´na ait olan nasları yerli yerince koy, başka bir şeyde kast etme.
Allah Teâlâ´ya karşı korkun olsun. Bir kimse İsmi-
Azam´ı yerine kor ve dua ederse bilmeli ki kâinat onunladır. O´nunla tutunur ve
her iş onunla hallolur. Ondan faydalanmanın tek şartı inanman ve
kabullenmendir.
İnancında zayıflık olursa, onun büyüklüğü zayıflığa
döner.
Bu isimler, azametine yemin olsun ki; Rabb´ım
tarafından inanç sahibine verildi. Bunların çok büyük olduğunu kabul et.
Hidayetine vesile olur. Bu harfleri heceleyerek teker teker yaz. Hükümdarları
sabah fakir olarak kaldırır.”
Kutsi Dua Bahâiyye´de İsm-i Âzam sırlarından çok
bahsedilmektedir. Asıl hedef isimleri yeri ve zamanına göre zikir etmektir. Bu
nasip meselesidir. Çalışıp ermek isteyenler çok olmasına rağmen az kişi bu
devlete ermiştir. Bu yolun rehberi Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz ve dostlarıdır.
إِكْــفِـنَا وَ ٱرْحَـمْـنَا
“Allah Teâlâ´m, bizi düşmanların şerrinden koru ve
bize rahmet et.”
هُـوَ ٱللَّهُ
“O, Allah Teâlâ´dır.”
Allah Teâlâ, birliği ile taptığımız, azameti ile
müminlerin kalbinde yer tutandır. O´nun zikri ile kalpler terbiye olur ve fena
makamlarında yol alınır.
الْـقادِرُ
“Allah Teâlâ Kâdir´dir.”
İstediğini, istediği gibi yapmağa gücü yeten Allah
Teâlâ, kudretine bir ayna olmak üzere kâinatı yaratmıştır.
Kuvvet ve kudret sahipleri üzerinde istediği gibi
tasarruf eden de O´dur.
Allah Teâlâ her şeye karşı mutlak kadirdir.
Her şeye kadir olduğu içindir ki, dilediği şeyi
yaratır ve isterse onda dilediği kadar kuvvet ve kudret de yaratır.
الْـقاهِرُ
“Allah Teâlâ Kâhir´dir.”
Her şeye, her istediğini yapacak surette galip ve
hâkim olan ancak Allah Teâlâ´dır.
Kahretmek, bir şeye, onu hor ve hakir kılacak veya
mahv ve helak edebilecek surette galip olmaktır. Kuvvet ve kudretiyle her şeyi
içinden ve dışından kuşatmıştır. Hiçbir şey O´nun hükmünden dışarı çıkamaz. Ona
karşı her şeyin boynu büküktür. Kahrına yerler, gökler dayanamaz. Kahr ile nice
azıp sapmış ümmetleri ve milletleri mahv ve perişan etmiştir.
ٱلـظَّاهِرُ
“Allah Teâlâ Zâhir´dir.”
Kesin delillerle ve tecellisi ile bilinen Allah
Teâlâ´nın varlığı her şeyden aşikârdır
Duyularımız ve hislerimizle bildiğimiz her şey, O´nun
varlığına, birliğine, kemal sıfatlarına delildir. Eşyayı O´nunla hisseder,
eşyadaki tecelli ile O´nu buluruz. Güneş aynadaki aksi ile kendi varlığını bize
gösteriyorsa, kâinat ise varlığı ile Allah Teâlâ´yı bize bildirmektedir. Varlığın
aslı yine O´nunladır.
اْلـبَاطنُ
“Allah Teâlâ Batın´dır.”
Gizli olan; duyu organları ile idrak edilemeyen Vücudu
Mutlak Allah Teâlâ´dır. Allah Teâlâ´nın varlığı hem aşikârdır, hem gizlidir.
Zat-ı mevcut olmasına rağmen ulaşılmaz bir sır perdesi
altında gizlenmiştir. Çünkü biz O´nu aslı ile bilemeyiz. Fakat varlığını kati
surette biliriz. Öyle bir yakîn ile biliriz.
“Görülmesi anında bile bu yakinimizden başkası
olmazdı.”
Hz. Ali kerremallâhü veche
Allah Teâlâ´nın zahir ve batın olması aynı anda
hususiyet gösterir. Zıt faktörlerin aynı anda bulunması ancak Allah Teâlâ için
geçerlidir. Mahlûkatta ise bu durum böyle olamaz. Biri gelirse diğeri gider.
الْـفاطِـرُ
“Allah Teâlâ Fâtır´dır.”
Fatır ve fıtrat kelimesi de aynı kökten gelmektedir.
Dilimizdeki “Yaratmak” kelimesi manasına uygun düşmektedir. Yoktan
varlık sahasına çıkaran demektir.
“De ki; Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah
Teâlâ´dan başkasını dost edinir miyim?
Hâlbuki o besliyor ve kendisi beslenmekten uzak
bulunuyor. De ki;
Ben muhakkak emr olundum ki, müslümanların birincisi
olayım ve sakın müşriklerden olma buyruldu.”(En´am 14)
ٱلَّـطِيفُ
“Allah Teâlâ Lâtif´dir.”
En ince işlerin bütün inceliklerini bilen, nasıl
yapıldığına nüfuz edilemeyen en ince şeyleri yapan, ince ve sezilmez yollardan
kullarına çeşitli faydalar sağlayan ancak Allah Teâlâ´dır.
Eşyanın inceliklerini bilir. Çünkü onları yaratan
O´dur. Nasıl yapıldığı bilinmeyen, gizli olan en ince şeyleri yapar.
الْخَبِيرُ
“Allah Teâlâ Hâbir´dir.”
Allah Teâlâ, her şeyin iç yüzünden, gizli
taraflarından, en küçüğünden en büyüğüne kadar bütün eşya ve hadiselerden
haberdardır. Onun haberi olmadan hiçbir hadise cereyan etmez.
قَــوْلُهُ الْحَـقُّ وَ لَهُ
الْـمُــلْـكُ يَـوْمَ يُـنْـفَـخُ فيِ ٱلـصُّورِ عَالِمُ الْغَـيْبِ وَ
ٱلشَّـهَادَةِ وَ هُوَ الْحَكيمُ الْــخَبيرُ
“Allah Teâlâ´nın sözü haktır ve sura üfürüleceği gün
mülk O´nundur.
Gizli olanı da açık olanı da bilendir.
O hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. (En´am 73)
Allah Teâlâ´nın bize vahyettiği sözlerin hepsi
gerçekleşecektir. Bu iman ile O´na yönelip yardım isteriz. Asıl çetin günler
kıyamet günü olacaktır.
يا حَــنـَّانُ يا مَـنـَّانُ [3
مَرَّاتٍ]
“Hannân ve Mennân olan Allah Teâlâ´m.”
Hannân, geniş rahmet ve karşılıksız iyilik eden, kullarını
zarar veren şeylerden himaye eden, kendinden yüz çevirenin dönüşünü kabul
buyuran, hatasını kulun başına kakmayan demektir.
Mennân, kullarına inam ve ihsanını minnetsizce layık olup
olmamasına bakmadan istemesinden önce veren demektir.
Bu iki isim 99´lük Esma-ül Hüsna içerisinde geçmez.
Lakin bu iki ismin zikrine çalışanlar sırrını görünce hayretler içinde
kalırlar. Öyle ki dua içinde zikredilsin de o dua ret olsun. Tecrübe ile sabit
olduğu müşahede edilmiştir.
Üç adet okunmalıdır.
يا بَدِيـعَ ٱلـسَّـمـوَاتِ وَ
اْلأَرْضِ
“Yeri ve gökleri yoktan var eden Allah Teâlâ´m.”
Zatında, sıfatında, fiillerinde, emsali görülmemiş
olan ve benzeri olmayan şeyleri yaratan ancak Allah Teâlâ´dır.
Allah Teâlâ yok olan bir şeyi çalışma ve araştırma
yapmadan ‘ol’ diyerek yaratandır. Kâinat yaratılırken öncesi ve benzeri
olmadan iradesine uygun yaratılmıştır.
يا حَــيُّ يا
قَــيُّـومُ [ 3مَرَّاتٍ]
“ Hayy ve Kayyum olan Allah Teâlâ´dır.”
Hayy, diri demektir, Öyle bir diri ki, her şeyi bilen ve
her şeye gücü yeten demektir.
Allah Teâlâ için ölüm düşünülmez. Daima hazır ve
nazırdır. Yaşayan mahlûkatın hayatını veren de O´dur. O olmasaydı hayattan eser
olmazdı. Var olanın muhtaç olduğu Vücut-u Mutlak´tır.
Kayyum, her şey üzerinde kaim, eşyayı ayakta tutan demektir.
Bir başka manası da, bir şeyin kıyamı, yani, varlık
sahibi olarak durabilmesi neye bağlı ise, onu veren demektir.
Allah Teâlâ her şeyin takdir edilen vaktine kadar
durması için sebeplerini ihsan etmiştir. Onun için her şey Hak ile kaimdir.
Allah Teâlâ´nın bir an tasarrufunu çektiği tasavvur olunsa idi âlem helak
olurdu.
Üç defa okunmalıdır.
يا ذاَ الْــجَـلاَلِ وَ
اْلإِكْــرَامِ [7 مَرَّاتٍ]
“Zül-Celâl ve Zül-İkrâm olan Allah Teâlâ´m.”
Allah Teâlâ büyüklük ve kerem sahibidir.
Celal; büyüklük, ululuk manasınadır. Büyüklük alameti olan
ne kadar kemaller varsa hepsi Allah Teâlâ´ya mahsustur.
Allah Teâlâ aynı zamanda büyük bir fazl-ı kerem
sahibidir. Mahlûkat üzerine akıp taşmakta olan sayıya gelmez, sınır kabul etmez
nimetler hep O´nun ihsanı ve ikramıdır. O nimetlerin zerresinde olsun hiç
kimsenin hakkı yoktur. Bu isimleri mahlûkat için düşünmek mümkün olmayan
şeylerdir. Bu iki isimde İsm-i Âzam sırlarının olduğu rivayeti vardır.
Yedi adet okunmalıdır.
نَسَْألـــُكَ بِعِظَـمِ
الاَّهُوتِـــيَّـةِ اَنْ تَــنْـقُـلَ طِـبَاعَـنَا مِـنْ طِــبَاعِ
الْــبَـشَــرِيَّـةِ
“Allah Teâlâ´m, azamet-i Lahûtiyen ile Sen´den beşeri
tabiatımızın hayvaniyetini, fıtratımıza dönmesini istiyoruz.”
Lahût; keyfiyeti, belirtisi olmayan gözlerin idrakinden
gizli olan demektir. ‘Hu’ ismi buna işaret eder. Yani O, zat-ının
bildiği, bizim bilmediğimiz gibidir.
O, O´dur.
Bu sıfatla Allah Teâlâ´dan istenmesi sırrına bizim
vakıf olamadığımız bir hal yine aynı özellikten zahir olacağındandır.
İnsan yaratılışta melek ve hayvan tarafını haiz olarak
dünyaya gelir. Fakat Allah Teâlâ´nın yardımı ile hayvanı tarafını terbiye ve
tahvil ederek, melekiyet sıfatına erer. Burada değiştirilmesi istenen kötü
ahlakın, güzel ahlaka tahvili ve fıtratın bozulmamasıdır. Çünkü nefis başıboş
bırakılırsa aşısız meyve ağaçları gibi, meyvesinden yoksun veya olgun olmayan
meyveler verir.
Bıyıkları, tırnakları kesmek, koltuk ve kasıkları
temizlemek vb. fıtrat amellerindendir. Bunlar bile terk edildiğinde
noksanlıklar zuhur eder.
Mesela, Benî İsrail´de erkekler bıyıklarını uzatmaya
başlayınca kadınlar zinaya yönelmişlerdir. Çünkü kadın tabiatı uzun bıyığı
sevmez. Bu sebepten dolayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir şeyi
tavsiye etmişse bunda ancak bir hayır ve hikmet aranmalıdır.
Nefis terbiye edilmediği zaman insanın fıtratı
bozulur.
Kadına erkek huyu verirsen sevici, erkeğe kadın huyu
verirsen lûti olur.
Ancak yaratılıştaki noksanlık tedavi olmaz. Bülbüle
gülistan, böceğe çöplük gereklidir.
Aslı noksan olanın, halleri de noksandır.
Yeni testi sidiği çekerse artık su ondan pisliğini
gideremez.
وَ أَنْ تَـرْفَــعَ مُـهَجَـنَا
مَـعَ مَلــۤئــِكَــتِكَِ الْـعُـلْوِيـَّةِ
“Allah Teâlâ´m ruhlarımızı ulviyette olan meleklerin
katına çıkarmanı isteriz.”
Burada asıl istenilen şey yaratılışı ulviyet ve
süfliyyet olan insanın tercih yönüdür. Katade (ks) demiştir ki; melekler
akıldan, hayvanlar şehvetten, insanlar akıl ve şehvetten yaratılmışlardır.
İnsanda hangi yön galip olursa insan o hal üzere olur.
Bir başka manada, melekler ulviyet ve süfliyyet ile
memur olduklarından dolayı kötü kişileri cehenneme, iyileri cennete
ulaştırırlar.
Allah Teâlâ kullarına ihsanlarını kat kat artırır,
kendine dost seçer. Bu ihsanlarından kendisini bile haberdar etmez. İmam Rabbanî
(ks) buyurdular ki;
“Allah Teâlâ dostlarını öyle saklamıştır ki, zahirleri
bile kalplerindeki kemalattan habersizdir. Nerede kaldı ki, başkaları onların
halini bilsin”
يا مُـحَــوِّلَ الْحَـوْلِ وَ
اْلأَحْـوَالِ حَـــوِّلْ حَالَــنَا اِلى أَحْـسَـنِ الْحَـالِ
“Halleri değiştiren Allah Teâlâ´m, hallerimizi iyi ve
güzel olanlara çevir.”
Manasından da anlaşılacağı üzere; kul avam sınıfından
ise kötü huylardan iyi huylara, havastan ise ileri makamlara yükselmesi olarak
gerçekleşir. Çünkü ‘Ebrarların iyilikleri, mukarrebler yanın da günah
gibidir’ sözü bu gerçeği göstermektedir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in
“Ben günde yetmiş kere istiğfar ederim” demesi Efendimizin günahkâr
olmasından olmayıp, terakki eden hali sebebi iledir. Maneviyat yolunda nefsin
terakkisi, mükellefiyetin artmasına sebep olur. Nimetin ziyadeleşmesi,
külfetin artmasına sebeptir.
سُــبْحانَكَ اَللَّهُمَّ وَ
بِحَمْدِكَ
“Allah Teâlâ´m Sen´i hamdin ile takdis ve tenzih
ederim.”
Allah Teâlâ´nın şanına layık olan tesbih yine zat-ı
tarafından olan ile olabilir.
Allah Teâlâ´nın şükrünü yine Allah Teâlâ ile
yapabiliriz. Acizin, mutlak üzerinde bir keyfiyeti olmaz. Sakalının
beyazlamasına mani olmayan insan neye gücü yetebilir.
أَشْـهَـدُ أَنْ لاۤ اِلهَ اِلاَّ
َانْـتَ
“ Senden başka ilah olmadığına şahadet ederim.”
أَسْـتَـغْــفِرُكَ وَ َأتُوبُ
إِلَــيْكَ
“İstiğfar ederim ve tövbem sanadır.”
سُبْحاَنَكَ اَللَّهُمَّ وَ
بِحَمْدِكَ أَشْهَدُ أَنْ لاَ اِلۤهَ اِلاَّ أَنْت أَسْتَغْفِرُكَ وَ أَتُوبُ
إِلَيْك
Bu dua hakkında şu rivayet vardır.
“Abdest bitiminde baş göğe yönelmiş olarak okunursa
cennetin sekiz kapısı açılır. ‘Dilediğinden gir’ diye seslenilir.
اَللَّهُمَّ صَلِّ وَسَلِّـمْ عَلى
سَـــيِّدِنا مُحَمَّد´ ٱلـسـابِـقِ اِلى اْلأَنـاَمِ نُــرُهُ
“Mahlûkat yaratılmazdan önce nuru yaratılan Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem´in üzerine salat ve selam olsun.”
Bütün mevcudat Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi
ve sellem Efendimiz´in hürmetine ve O´nun nuru şanından yaratılmıştır. Bu bir
hakikattir. Hakikat-ı Muhammediye ilk yaratılışta var olan ve bütün varlığın
esası olan zattır. Buna İsm-i Âzam´da denir ki, Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz´dir.
رَحْـمَةٌ لِلْــعَالَمِينَ
ظُــهُورُهُ
“Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem´in bu âleme
teşrif buyurması rahmettir.”
Müminlerin terakkisine ve Allah Teâlâ´ya
yaklaşmalarına, kâfirlerin ise azaplarının tehir veya teciline sebep olmuştur.
Çünkü Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem dünyaya teşrif buyurmadan önce
Gazab-ı İlahi tecelli edince azap peşinen gelirdi.
عَـدَدَ مَـنْ مَضى مِـنَ
الْــبَرِيَّـةِ وَ مَـنْ بَــقِيَ
“Allah Teâlâ´m, mahlûkatından geçenler ve kalanlar
sayısınca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´e salât ve selam ederim.”
Kutsi Dua Bahâiyye okuma anı itibarı ile geçmiş ve
gelecekler sayısınca Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem e dua ederiz
demektir.
“Darda kaldın mı, yolda kaldın mı, düşmanın oldu mu,
imtihanda, zor işlerinde; ‘Sallallahü alâ Muhammed’ demelidir.” Gönenli Mehmet Efendi (ks)
وَ مَـنْ سَـعِدَ مِنْــهُمْ وَ مَـنْ
شَقِيَ
“Allah Teâlâ´m geçen ve kalanlar ister mümin olsun,
ister kâfir olsun, sayılarınca salât ve selam ederim.”
صَلاةً تَسْـتَــغْرِقُ الْــعَدَّ وَ
تُحِيطُ بِالْحَدِّ
“Sayıların sonsuzluğu ve sınırları (boyutları)
kaplayan salât ile Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´e salât ve selam
ederim.”
Allah Teâlâ´nın bildiği sayılar ve boyutlar ile salât
ve selamda bulunurum demektir.
صَلاةً لاَ غَايـَةَ لَــهَا وَ
لاَ إِنْـتِــهۤاءَ لَـهَا وَ لاَ أَمَدَ لَـهَا وَ لاَ انْقِـضۤاءَ لَـهَا
“Başlangıçları ve sonları olmayan, tükenmeyen,
okundukça artan salât ile salât ve selam ederim.”
صَلاتَـكَ ٱلَّتىِ صَلَّـيْتَ
بِـهَا عَلَـيْهِ صَــلاةً دۤائِــمَـةً
“Zat-ı´nın Fahri Âlem Muhammed Mustafa sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz´e devamlı durmaksızın ettiğin salâtın ile salât ve
selam ederim.”
“Muhakkak ki, Allah Teâlâ ve melekleri Nebi üzerine
salâtta bulunurlar. Ey iman etmiş kimseler O´nun üzerine salâtta, teslimiyetle
selamda bulunun.”(Ahzab 56)
وَ عَــلى الِــهِ
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in âline de salât
ve selam olsun.”
Âl, Ehli Beyt-i Muhammediye sallallâhü aleyhi ve
sellem, akrabaları ve O´nun yolunda gidenlerdir.
Ehl-i Beyti sevmeyi İmam Şafi radiyallâhü anh farz
kabul eder.
وَصَـحْـــبِه
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in ashabına da
salât ve selam olsun.”
Ashab, sahabenin çoğuludur. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem´i gören, iman edenlerdir.
وَعِتْرَتِـه
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in nesline,
zürriyetine, geçmiş ve gelecek akrabasına ve aşireti üzerine de salât ve selam
olsun.”
مِـثْــلَ ذلِـكَ
“Yine, sayıların sonsuzluğu ve sınırları (boyutları)
kaplayan salât ile bu saydıklarımın üzerine tekrarım olsun.”
سُـــبْحانَ رَبـِّكَ رَبِّ
الْعِـــزَّةِ عَمَّا يَصِــفُونَ
“Rabb´in, izzet sahibi, onların (kâfirlerin) isnat ettikleri
vasıflardan münezzehtir.”
وَسَـلاَمٌ عَلى الْمُرْسَلِيـنَ
“Selam Rasüllerin üzerinedir.”
وَ الْحَمْدُ ِللَّهِ رَبِّ
الْـعَـالَمـِيـنَ
“Hamd, âlemlerin Rabb´i olan Allah Teâlâ içindir.” (Saffat
180–182)
Bir hadiste Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem
buyurmuştur ki:
“Her kim kıyamet günü ecirden tam ölçekle ölçmek
sevindirecekse meclisinin sonunda kalkacağı sıra bu ayetleri okusun.”
رَبــَّنَا تَـقَـبّـَلْ مِنَّا
اِنَّكَ َانْتَ السَّــمِيـعُ الْـعَلِيـــمُ وَ تُــبْ عَـلَــيْـنَا
اِنَّـكَ َانْتَ الـتَّــوَّاَبُ
الـرَّحِـيـمِ [3 مَرَّاتٍ]
“Ey Rabb´imiz, bizden kabul buyur.
Şüphe yok ki Sen işitensin ve bilensin. Tövbelerimizi
de kabul buyur.
Şüphe yok ki sen merhametlisin, tövbeleri kabul
edensin. ” (Bakara
127–128)
Üç defa okunacak.
اَللَّهُمَّ أَعْطِنَا كُلَّ خَـيْرٍ
وَأَعِذْناَ مِنْ كُلِّ شَـرٍٍّ [3مَرَّاتٍ]
“Allah Teâlâ´m, bütün hayırları verdiğin gibi, şer
olan her şeyden sakınmamızı bizlere nasip kıl.”
Üç defa okunacak.
İnsana hayrın ve şerrin ne olduğunu öğrenmesi farzdır.
Bu öğrenmenin faydası insanın kendine olduğu gibi başkasına da vardır. Allah
Teâlâ´dan bir şey istemek için, o şeyin bilgisine kavuşmayı da O´ndan istemek
lazımdır.
İslamiyet, insanların saadetine çalışanları, kendini
kurtarmağa çalışanlardan, daha üstün tutmaktadır
İlim öğrenen kimse, nefsine uymakla kendine zarar
yaparsa da, herkes onun ilminden faydalanır. Kendini yakarsa da, başkalarının
kurtulmasına sebep olur.
Her şeyin cehaletinden ilmi daha hayırlıdır.
Hz. Ali kerremallâhü veche “şerri şerden kurtulmak
için öğrenin” buyurdu.
اَللَّهُمَّ صَلِّ
وَسَــلِّمْ وَ بارِكْ عَلى سَـــيِّدِنا مُحَمَّدٍ وَ
عَلى الِ سَــيِّدِنا مُحَمَّدٍ فيِ كُـلِّ لَـمْحَةٍ وَ نَفَسٍ بِعَدَدِ كُـلِّ
مَعْلوُمٍ لَكَ
“Allah Teâlâ´m Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem
ile Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem´in ümmeti üzerine rahmetini ve
bereketini, Sana malum olan şeyler sayıcınca gözümüz açıp kapayınca ve nefes
alış ve verişteki her anımızda dileriz.”
Üç defa söylenecek.
Üç defa yine bilinen bir salâvat okunacak[139]
رَبـَّناَ اتِـنَا فيِ الدُّنْـيَا
حَسَـنَةً وَ فيِ اْلاخِرَةِ حَسَنَةً وَ قِـنَا عَذَابَ ٱلـنّاَرِ
“Allah Teâlâ´m, bize dünyada ve ahirette de iyilik ver
ve bizi ateş azabından koru der.” (Bakara 201)
Hasene, insanın nefsinde, bedeninde, hallerinde kavuşunca
sevinç duyacağı nimettir.
Kelime manası ise; güzel ve güzellik demektir. Esasen hasen;
güzel, sürur ve rağbet olan her hangi bir şey demektir. Bunun için yalnız
dünya iyiliği istemek akıl işi değildir.
Basiret sahipleri “Ya Rabb´i hem dünyada ve hem de
ahirette iyilik ver” derler ve hatta bu kadarla da kalmayıp, cehennem
azabından sığınarak, talep ve dua ederler.
Dünya ve Ahiret haseneleri nelerdir?
Dünyada sıhhat, her şeye gücü yetmek ve hayırlı işler.
Ahirette de ise sevaptır.
Üç defa okunacaktır.
Daha sonra Kutsi Dua Bahâiyye´nin bitiminde;
1-adet Fatiha-i Şerif
3-adet İhlâs-ı Şerif
3-Salâvat-ı Şerif; okunur.
Kutsi Dua Bahâiyye´nin başında zikredilen gibi hediye
yapılır.
Allah Teâlâ´m yazdığımız açıklamayı eksik ve
noksanları ile kabul buyur. Elhamdülilahi rabbil âlemin.
Hüküm ve bekâ ancak Allah Teâlâ´ nındır.
İhramcızâde İsmail Hakkı
26.06.2005Esenler / İstanbul
[1]—Ezelden ebede kadar, “bir andır”
sözü, kelime bulunamadığı içindir. İlahi makamda an demenin de manası yoktur.
O´nun katında an demek de, zaman demek gibi ağır ve yersiz olduğu gibi geçmiş
ve geleceğinde yeri yoktur.
[2]—Çünkü görünen, bilinen, hayale
gelen, müşahede eden, gören, bilen, düşünen ve hayal eden mahlûk ve sonradan
olmadır. Ezeli ve ebedi değildir.
[3]—Bütün âlem ise, his olunan,
anlaşılabilen şeylerdir. Anlaşılamayan anlaşılan gibi olamaz. Yokluğu mümkün
olmayan, yok olabilen gibi değildir. Hakikatler değişemez. Birisi için olan,
başkası için söylenemez.
[4]—Allah bir kişi için içerisinde iki
kalp yaratmamıştır.” (Ahzab,4)
[5]—Seyyid Muhammed Behaeddin Buharî
Hazretleri, insanları Hakka davet eden, doğru yolu göstererek saadete
kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve
velilerin on beşincisidir.
Allah Teâlâ´nın sevgisini kalplere nakşettiği için,
kendisine Nakşibend denir. 1318’de Buhara'ya yakın Kasr-ı Arifan'da doğdu. 1389
‘de Kasr-ı Arifan'da vefat etti. Kabri oradadır.
İslam âlimlerinin en meşhurlarından olup, tasavvufta
en yüksek derecelere ulaşmıştır. Zamanında ve kendinden sonraki asırlarda onun
sebebi ile pek çok insan, hidayete, doğru yola kavuşmuştur. Terbiye yolundaki özelliği
ile bidatleri en az olan ve kıyamete kadar istikametten ayrılmayacak olmasıdır.
Behaeddin Buharî Hazretlerinin ilk hocası, Hace
Muhammed Baba Semmasi (ks) dir. Sonra Seyyid Emir Gilal (ks) hocası oldu. Daha
birçok hocalardan ders aldı.
Behaeddin Buharî hazretleri, Emir Gilal (ks)
Hazretleri´nin vefatından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik
vazifesini yapmaya başladı.
[6]— Nefsinin arzularına tâbi’ olmuş
terbiyesi noksan olan, Allah Teâlâ´ya nasıl kul olabilir? İnsan, kime
tâbi’ ise, onun kuludur.
“Namaz kılmak, ibadet etmek, yalnız müminlere güç
gelmez” (Bakara,45)
“Allah Teâlâ´ya şükür edin, eğer hakikaten Ona ibadet,
kulluk ediyorsanız” (Bakara,172)
[7]—Açıklama okunurken;
Bir Fatiha üç İhlâs Suresi okunur. Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem ve büyüklerin ruhaniyetine hediye edilir.
Bölümler birbirinden bağımsız olduğu için okumada
süreklilik yerine atlayarak okuma veya güne bağlı olarak okuyuş zevki miktarı
kadar olması tavsiye edilir. Kutsi Dua´nın Arapça metnini sürekli okuyana ise
rasgele açılıp bir yeri okumakta, duanın o kişiye başka bir türlü kazancı
olacaktır.
[8]—Büyük isim. Allah Teâlâ´nın
kullarında tecelli ettiğinde eşya üzerinde tasarruf etme yetkisi verdiği özel
ismin kuvvetidir. Çok şeyler söylenen yorumsuz bir isim iken, hakikatini çok
kimsenin bilmediği, ancak nebevi terbiyeden geçenlerin ve rıza makamına
ulaşanların kavuştuğu hakiki isimdir. Onlarında bu isimleri dünya niyeti ile
söylemeleri vukua gelmemiştir. Çünkü bu ismin öğretilmesi gerekli olmuş olsa
idi, Şefkatli Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selem ümmetini bu bilgiden mahrum
etmezdi. Kutsî dua içinde olması demek, etkisinin yüceliğini ve değerini
anlatmak içindir. Allah Teâlâ´nın isimlerinde küçük isim mevzusu olmadığını da
unutmamak gerekir. Öyle ise bu ifade niçin kullanıldı sorusu akla gelebilir.
Kur´an-ı Kerim´e sahip olmak ile yolundan gitmek ayrı
hususlardır.
Hakikatte İsm-i Âzam vücudun zikridir.
Bütün vücuda tesiri olan ise ruhtur. Ruhun etkisi ise
terbiyesinin kuvvetidir. Bir nevi; Büyük isim; terbiye olmuş, Allah Teâlâ´yı
en iyi bilen insan demektir.
Yüksek terbiye Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem´in denetiminde gerçekleştiğinden İsm-i Âzâm ile gerçek bir bağlantısı
vardır.
Şöyle ki, Ulvî ve süflî (dünya) âlemde Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem´e muhtaç olmayan bir nesne olmadığına göre,
Hakîkât-ı Muhammediye ve İsm-i Âzâm birdir denilebilir.
Hakîkât-ı Muhammediye de terbiyesi tamamlanmış İnsan-ı kamil´de muhakkak tecelli
eder.
Buna göre Allah Teâlâ´dan başka şeylerden
yüz çevirerek, tam bir ihlâsla, terbiye olmak İsm-i Âzam´a kavuşmak demektir.
Emanet ehliyet sahibine verilir. Dünyevi işlerde her
ne kadar suiistimal olsa da, maneviyatta bu eksiklik olmaz.
Hz. Aişe radiyallâhü anhâ ile Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve selem ile arasındaki olan konuşma çok şeyleri açıklar.
“Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz bir gün şöyle yalvardılar:
“Allah Teâlâ´m! Ben, senin
pak, güzel, mübarek ve yüce katında en sevimli olan, onunla dua edildiği
takdirde hemen icabet ettiğin, onunla senden istenince hemen verdiğin, onunla
rahmetin talep edilince rahmetini esirgemediğin, onunla kurtuluş talep edilince
kurtuluş verdiğin isminle Sen´den istiyorum.”
Başka bir gün Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem
Hz. Aişe radiyallâhü anhâ´ya “Ey Aişe!
Kendisiyle dua edildiği takdirde icabet ettiği ismi, Allah Teâlâ´nın bana gösterdiğini sen biliyor musun?” diye sordu.
Hz. Aişe radiyallâhü anhâ der ki:
“Ey Allah Teâlâ´nın Resûlü!
Annem babam sana feda olsun, onu bana da öğret!”
“Ey Aişe onu sana öğretmem uygun düşmez!” buyurdu. Bu cevap üzerine ben de
oradan uzaklaşıp bir müddet tek başıma oturdum. Sonra
kalkıp, başını öptüm ve: “Ey Allah Teâlâ´nın Resulü! Onu bana öğret” diye ricada bulundum.
O yine: “Onu sana öğretmem uygun olmaz, Ey Aişe!
Onunla senin dünyevî bir şey talep
etmen uygunsuz olur” buyurdu.
Hz. Aişe radiyallâhü anhâ devamla der ki: “Ben de
kalkıp abdest aldım, sonra iki rekat namaz kıldım, sonra: “Allah´ım! Sana Allah
isminle dua ediyorum. Sana Rahmân isminle dua ediyorum. Sana Bir´rur-rahîm
isminle dua ediyorum. Sana bildiğim ve bilmediğim güzel isimlerinin hepsiyle
dua ediyorum. Beni mağfiret et, rahmet eyle” diye dua ettim.”
Hz. Aişe radiyallâhü anhâ devamla der ki: “Bu duam
üzerine Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem güldü ve: “İsm-i Âzam, senin
yaptığın şu duanın
içinde geçti” buyurdu.
Yukarıdaki dua içerisinde geçen toplu mana ifade eden
cümleler ister istemez, bütün isimleri kapsamaktadır. Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem´in İsm-i Âzam hakkındaki bilginin gösterilme ifadesi
ile açıklanması ayrı bir husustur. Görme bilgisi; duyuş ve söyleyiş bilgisinden
geniştir.
Mesela; miraçta gösterilen şeylerin dil ile ifadesinin
mümkün olmaması gibi. Buna göre İsm-i Âzam bilgisi topluca bir kelime veya
cümle içinde söylenmesi mümkün olmayacağı ve terbiye edilmiş vücuda muhtaç
olduğu da bir gerçektir.
Cinsi ayrı olan şeyleri, birbirleri ile anlatmakta
mümkün değildir. Yine, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in vahiy
esnasında duyduğu ağırlıkta bu konu içerisine girer. O, bildiği bir lisanla
gelen ilâhi kelamın azameti altında ağırlık duymuştur. Lisanın, Allah Teâlâ
tarafından kullanılış şeklindeki tecelliyatı ilk anda kavraması O´na ağırlık
vermekte idi. Ashab´ın kıymetide buradan gelmektedir. İlk olan bir şeye iman en
zor şeydir. Sonradan olan imanlar taklit sınıfına girer. İlk iman eden kadar
bir değer ifade etmez.
Önemli olan Allah Teâlâ´dan istemeyi bilmektir. Allah
Teâlâ´dan istenilen şeyin dünyalık sınıfından olmaması gerekir. Çünkü dünyalık
ihtiyacına Allah Teâlâ kefil olmuştur. Zaruri ihtiyaçlar dışındaki her şey
dünyadır. Çünkü Allah Teâlâ dünyaya değer vermez.
Allah Teâlâ´nın sevdikleri bu ismin hakikati içinde
olur. Hakikatine kavuşan; Allah Teâlâ´nın işlerine karışmadığı ve dünya
nimetlerine rağbet etmediği zaman olur ki, o zamanda istek diye bir şeyde
kalmamıştır. O zamanda bilmek, bilmemek, istemek ve istememek aynı şeyler
olmuştur.
[9]— Herhangi iki şey arasında, ortak
olan sıfatlar ve ayrı olan sıfatlar vardır. Mahlûklar, Allah Teâlâ´nın
kendisinden her bakımdan ayrı oldukları halde, görünüşte müşterek olan cihetler
de vardır. Allah Teâlâ´nın sevgisi, bir kimseyi kaplayınca, ayrılığa sebep olan
noktalar, görünmeyip, müşterek olanlar kalıyor. Yaratan ile mahlûk, birbirinin aynıdır,
diyerek gördüklerini söyleyen doğru söylemiş oluyor. Bu şekilde sözleri yalan
olmuyor.
[10]-“Gördün mü o kimseyi ki kendi
hevasını kendisine tanrı edinmiş.” (Casiye 23)
[11]—Allah Teâlâ´nın kullarını kendine
muhatap kabul edip, kişilik vermesidir. Bunun karşılığı olarak ta onlardan
kulluk istenmiştir. Fakat bu sorumluluk kulun değer kazanmasına sebep olmuştur.
Çünkü insanın aslı pislikten meydana gelmiştir.
[12]—“Kuran okuyacağın zaman, kovulmuş
şeytandan Allah Teâlâ'ya sığın” (Nahl 98)
[13]—“Ben olmasını dilediğim hiç bir
şey hakkında müminin ölümü karşısındaki tereddüdüm gibi tereddüt etmedim. Fakat
bunda kulum ölümü hoşlanmıyordu. Ben de kuluma acı gelen şeyi sevmiyordum.”(Hadis-i
Kutsi)
[14]— “Bütün işler Allah Teâlâ´nın
izniyle olmaktadır. Bir işin ağır yürümesi sizi aceleciliğe yöneltmesin. Çünkü
Allah Teâlâ bir insanın acele etmesiyle acele etmez. Kim Allah Teâlâ´ya karşı
üstün çıkmaya kalkışırsa Allah Teâlâ onu zelil eder. Kim de Allah Teâlâ´yı kandırmaya
kalkışırsa Allah Teâlâ onun planını boşa çıkarır. (Efendimiz sallallâhü aleyhi
ve sellem´in Son Hutbesi)
[15] —“O her gün (her an) yeni bir
işle meşguldür.” (Rahman,29)
[16] —Yoklukta tasarruf; O´nun isteği
olmadan yok olan var olmaz. Yok olana, yok iken de varlık vermez.
[17]—“Biz, rasül göndermedikçe
kimseye azap edecek değiliz.” (İsra,15)
[18]—“Kıyamet Allah Teâlâ onlara şöyle
hitab eder: “Bugün mülk ve hâkimiyet kimin? Mutlak galip, tek hâkim olan
Allah’ın!” (Mümin,16)
[19]—“Ey müminler, size verdiğim
rızkların temiz ve helalinden yiyin ve Allah Teâlâ´ya şükür edin, (eğer
hakikaten Ona ibadet, kulluk ediyorsanız)” (Bakara,172) ayet-i
kerimesindeki, şart ifadesi ile yemek ile emrin birbirine bağlı olması
muhtemeldir. Yani eğer Allah Teâlâ´ya ibadet edecekseniz, size rızk olarak
gönderdiğimiz lezzetli gıdalardan yiyiniz. Eğer bunu yapamayacak, hatta o
lezzetli yiyecekleri ve rızkları, nefsinizin isteklerini yapmak ve nefsinize
kulluk etmek için kullanacaksanız, onlardan yemeyiniz, demek olur ki, bu
rabliğin gerçek tecellisidir.
[20]—“Eğer Allah Teâlâ, insanların
davranışlarının cezasını hemen verseydi yeryüzünde hiçbir canlı yaratık
bırakmazdı. Fakat O, onları belirli bir sürenin sonuna kadar erteliyor. Söz
konusu süreleri dolunca, kuşku yok ki, Allah Teâlâ kullarının durumunu
görmektedir.” (Fatır,45)
[21]—“Sonra göğe yöneldi ki; o, duman
halindeydi. Ona ve yere dedi ki: İsteyerek veya istemeyerek ikiniz de gelin.
İkisi de dediler ki: İsteyerek geldik.” (Fussilet,11)
[22] —Melekler gibi yaratıldığından bu
ifade kullanılmıştır.
[23]—Saf aşk; hiçbir bilgi olmayan
hale denilir. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in Nuru ve
Ruhu, Akl-ı kül ve kalem-i âla olan dört husus aynı şeylerdir. Bu isim
farklılığı bağıntılar yönündendir.
[24]—Âlem: Bütün cihan, kâinat. Her şey.
Âlem-i Halk: Madde ve ölçü bulunan şeylerdir. Arşın
içinde bulunan her şey, canlılar, yer, gökler, Cennet, Cehennem, melekler,
tabiat kuvvetleri, hep âlem-i halktır. Bu âleme (Âlem-i şahadet) ve (Âlem-i
mülk) de denir. Halk, ölçmek de demekdir.
Âlem-i emr: Ruhlar âlemi, zaman ölçüsü bulunmayan,
Allah Teâlâ´nın emriyle vasıtasız yaratılmanın olduğu âlem. Ol emri ile,
bir anda yaratılan, Arşın dışındaki şeylerdir ki, maddesiz, zamansız,
ölçüsüzdürler. Bu âleme (Âlem-i melekut) ve (Âlem-i ervah) da denir.
Cevher: felsefe dilinde, mahiyet, asl, öz demekdir.
Kendi kendine bulunan şeydir. Bugünkü anlayışımızla madde, bir cevherdir.
Araz: sıfat demekdir. Araz, cevher üzerinde bulunur. Yalnız
başına bulunmaz.
Âlem-i Asgar: En küçük âlem. İnsan.
Âlem-i Berzah: Kabir âlemi.
Âlem-i Ceberut: Azamet ve kudret âlemi. Kudret âlemi.
Lâhut âlem-i ile altta bulunan melekut âlemi arasındaki âlem.
Âlem-i Ekber: En büyük âlem. Kâinat.
Âlem-i Ervâh: Ruhlar âlem-i.
Âlem-i Esbâb: Sebepler âlem-i. Dünya.
Âlem-i Fâni: Geçici âlem. Dünya.
Âlem-i Gayb: Zahiren hissedilmeyen, ruhlar, melekler
ve cinlere mahsus âlem.
Âlem-i Kevn: Varlık âlemi. Kâinat.
Âlem-i Lâhut: İlâhî âlem. Ruhanî manevî âlem. Yani keyfiyeti, belirtisi
olmayan gözlerin idrakinden gizli olan âlem demektir.
Âlem-i Mana: Ehline açık olan, manen anlaşılan âlem.
Âlem-i Melekût: Melekler âlem-i.
Âlem-i Nâsut: İnsanlar âlem-i.
Âlem-i Şuhut: Dünya.
[25]—Aziz Mahmut Hüdayi (ks) riyazat
günlerinde çarşı pazarda gezerken daha çok ölmüş insanları gezer görmesi,
yaşadığını bildiği insanları görmemesi bundandır. Çünkü nice yaşayan insanlar
vardır ki onlar ölü gibidirler. Bu sebeple büyükler ölümde aradıkları husus
kişideki terbiye edilmiş nefis sahibi olup olmamaya bakarlar. Çünkü bütün
nefisler için ölüm yazılmış bir kaderdir. Nefis terbiye edilince bir nevi ruha
döner. Ruh ölümsüzdür. Ruh zahir ve batın lezzetlerini bir arada bulundurur.
Rabb´i müşahede edebilir. Hz Ebubekir radiyallâhü anh Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve selem´in vefatında sahabe-i Güzin efendilerimiz üzülürken, O
üzülmedi. Çünkü Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in bir âlemden başka
âlemlere geçiş yaptığını bilmesidir.
Beşer ölümü tadacaktır. Lakin terbiye edilmiş nefis
sahipleri ölümü tatmayacaklardır. Allah Teâlâ´nın şehitler için ‘bilakis
diridirler ve rızıklanırlar’ buyurması bu durumun en açık örneğidir.
[26] - وَمَنْ
اَعْرَضَ عَنْ ذِكْرىِ فَاِنَّ لَهُ مَعيشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ
الْقِيمَةِ اَعْمَى
“Kim de benim zikrimden yüz çevirirse bilsin ki; onun
dar bir geçimi olur ve kıyamet gününde Biz onu kör olarak haşrederiz.”
(Tâhâ,124)
[27]—İmkân âleminde bundan daha
mükemmeli yaratılamaz denmiştir. Çünkü Allah Teâlâ bir şeyi yarattığında onun
olabilmesi gereken en son ve mükemmelini yaratır. Zamanla tekâmül etme gibi bir
şeyin olması veya noksan olarak yaratması O´nun hakkında düşünülemez. Bu Allah
Teâlâ´nın cömertlik sıfatına ters düşmektedir.
Kamil olandan kemal çıkar.
Kur´an-ı Kerim´de “Biz kitap´ta hiçbir şeyi eksik
bırakmadık” (En’am, 38) bu hakikati ifşa etmektedir.
İmam Gazâli (ks) “İmkan alanında mevcut olandan daha
güzeli ve mükemmeli yoktur” buyurdular.
[28]—Bu tür günahların tövbesi ancak
namazdır. Her hangi müslüman bir günah akıbetinde iki rekât namaz kılarsa affa
uğrar, rivayetleri vardır.
[29]—Zaman ve mekânın olmadığı akılın
idrak edemeyeceği bir halde idi.
[30]—Vesveseden insan kendi başına ve
hikmet ilmine kavuşamadan kurtulamaz. Hikmet ilmi ancak Allah Teâlâ tarafından
insandan insana aktarılarak gelir. Yalnız gideni kurt kapar, sözündeki
kurtlardan biri vesvesedir. Ruhun yalnızlıkta bile bırakılmayıp nefisle arkadaş
kılınması vesveseden korumak içindir. Çünkü ruh nefsin beraberliği ile yüksek
vasfındaki noksanlığı fark etmiştir. Yoksa ilâhi özelliklerinin sarhoşluğuna
düşüp helak olma ile karşılaşabilirdi.
Bu konuya ilişik olarak psikiyatrik tedavide esas olan
şey, hastanın güvenini kazanan bir ortam oluşmasını sağlayan kişinin bulunması
ile sıkıntı veren şeylerin ortaya çıkmasını sağlamaktır. Vesveseler
paylaşıldıkça hastanın korkuları azalır ve ondan kurtulur. Eğer sır durumuna
giren durumu devam ederse iyileşme uzun zamana veya uyuşturucu ilaçlara
mahkûmiyet olur.
Sonuçta ilmin hakikatine kavuşmak için hayırlı
insanları bulup yalnızlıktan kurtulmak lazımdır. Yalnız insan hasta insandır.
En güzel dost ise Allah Teâlâ, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem ve Onların
yolundan giden büyüklerdir.
[31]—Celâlettin Suyuti (ks) sahih görüş
olarak; ruh ile nefsi tek bir şey olarak kabul eder.
[32] —Zevaid-üz Zühd adlı kitapta şu
rivayet vardır.
Kalp ve cesedin misali kör ve kötürümün misali
gibidir. Kötürüm köre dedi ki;
Ben meyve görüyorum, fakat ulaşamıyorum. Beni yüklen.
O da yüklendi. Sırtına aldı. Köre yedirdi.
[33]—Ak delik ile kara deliğin giriş
noktalarındaki bağıntıları burada aramak gerekir.
[34]—Medine de, salgın hastalıklar
olmayacağı ve Deccal´ın girmeyeceği, toprağı şifadır, rivayeti vardır.
Binaenaleyh, insanın toprağı nereden alınmışsa oraya gömülür, hikmetince Medine
toprağına hürmet etmek gerekir. Eskiden hacılar evlerine dönerken ilaç niyetine
toprak tabletleri getirip hastalara verirlerdi.
Mekke de, harem olan kısım, kâinattaki en güvenli
yerdir. Arş ile yerin perdesiz olduğu kısımdır. Bu iki mekânın kıymetini bilmek
gereklidir. Teknoloji ilerledikçe sırları açığa çıkacaktır.
[35]—Ağız ile yalan söylememek dinin
emridir. Yalan söylemek arzusunu kalpten çıkarmak terbiyedir. Yalan söylemenin
kalbe gelmemesi de hakikate ulaşmaktır. Görülüyor ki, terbiye işi dini hayatı
tamamlamaktadır.
[36]—Kur´an-ı Kerim´de geçen harf gruplardır.
Sırları içerir. Bütün yorumlar, bu konuda yetersiz kalmaktadır. Bu ilm-in
sahibi Hz. Ali kerremallâhü veche´dir. Celcelutiyye Kasidesi´nde kısmî bir
bilgiyi ümmete hediye etmiştir. Bu kasideye İsm-i Âzam Kasidesi´de derler.
[37]—[Efendim kul bütün
sorgulardan geçse de kul hakkından helalleşmeden geçemeyecek nedir?
Kullar arasındaki haklar ancak hukukî olan haklar
değildir. Bunlar elbette sorulacaktır. Fakat bunlar yanında Allah Teâlâ
kulların birbirlerinde olan şu önemli hakkı arayacaktır. O nedir bilir misin?
O hak cennet ve cehennem hakkıdır. Çünkü yaratan
yarattığını cehenneme atarken diğer kulununun asi olan kuldaki hakkı almasıdır.
Eğer bu hak olmasa idi yinede kulunu cehenneme atmaktan vazgeçerdi. Çünkü O en
merhametli olandır. Şu hadisi duymadın mı, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Kıyamet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka eda
edeceksiniz. Öyle ki boynuzsuz koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak,
taşa niye bir başka taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye
yaraladığından sorulacak.”
Senin yaratılış icabı ve tabiat gereği dediğin
şeylerde hakların aranması, insanlarda da bu aramayı gerektirir. Kullar, başka
kulların cehennemde yanmasından bir ferahlık duymazlar. Fakat Allah Teâlâ
kullarında inananların kulluk haklarının karşılığını asgari düzeyde
arayacaktır. Fakat fazilet düzeyinde aramaz. Çünkü Allah Teâlâ çok fazla ihsan
sahibidir. Yani farzları arar, nafilelerde ise ihsanını kat kat artırır. Düşün
bir kere bir kulu sıcağın altında oruç tutarken, tutmayan hakkında ceza
uygulaması; bu şey oruç tutan kulun çektiği sıkıntının, tutmayan kuldaki
hakkını almak için cezanın uygulanmasıdır. Yoksa zâtı asi kulundan rahatsız
değildir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem “Fukaralar,
cennete zenginlerden beş yüz yıl önce girerler. Bu Allah Teâlâ´nın indinde
yarımgündür”(Tirmizi) buyurması bu hak meselesine büyük bir açıklık
getirmektedir.] (Hâki´nin Gülnâmesi)
[38]—Ruh ile ceset, her bakımdan,
birbirinin zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allah Teâlâ,
ruhu nefse âşık etti. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebep oldu.
Kuran-ı Kerim´de;
“Biz insanın ruhunu, güzel bir suretle yaratıp, sonra
en aşağı dereceye indirdik” (Tin,4) buyurarak bu hali bize haber vermiştir.
Aslında ruhun aşağı dereceye düşürülmesi ve bu aşka
tutulması, kötülemeğe benzeyen bir yüceltmedir. Ruh, nefse karşı olan bu aşkı
ile kendini nefis âlemine attı. Kendinden geçerek ve unutarak onun esiri oldu.
bir türlü nefis halini aldı. Sanki kötülüğü isteyen nefis gibi oldu.
[39]—Ruh kendini unuttuğu için, önce
kendi âleminde, derecesindeki Allah Teâlâ´ya olan bilgisini de unutup cahil ve
gafil oldu. Nefis gibi karardı. Fakat Allah Teâlâ çok merhametli olduğu için,
rasüller gönderip, büyükler vasıtası ile ruhu kendine çağırdı, sevdiği nefse
uymamasını ve dinlememesini ona emretti. Ruh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan
yüz çevirir ise, ancak felaketten kurtulabilmektedir. Yok, eğer, başını
kaldırmaz, nefisle beraber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu
şaşırır, saadetten muhakkak uzaklaşır.
[40]—Ruh su gibidir. Dolduğu kabın
şeklini alır. Dürr-ül Fahire´de İmam Gazali (ks) buyurdu ki;
“Müminin ruhu arı suretinde, kâfirin ruhu çekirge
suretindedir.” Aslında
ikisi de ruhtur.
Kur´an-ı Kerim´de “Mezarlarından donuk ve ürkek
bakışlarla çıkarak çekirge sürüsü gibi etrafa yayılırlar.” (Kamer,7)
gelmesi kâfirlerin durumuna delil kabul edilmiştir.
[41]—Ruh, bazen beden hükmünü alır ve
bedene tabi olur. O hale varır ki; beden hazır ise, ruh da hazır olur. Beden
gafil ise, ruh da gafil olur. Ancak namaz kılarken ruh, bütün mertebeleri
ile birlikte Allah Teâlâ´ya yönelir. Beden gafil olsa da, ruhun yönelişine mani
olamaz. Çünkü namaz, müminin miracıdır.
[42]— Ruh (sır, hâfi, ahfâ), kalp, nefis
ve akıl;
[43]—Hazret-i Ömer radiyallâhü anh, Hz.
Ebubekir radiyallâhü anh´ın evine teşrif buyurmuştu. Bir de baktı ki, evinin
duvarında yer yer yanık ve siyah lekeler var. Bunun sebebini sordu. Onun gizli
hâllerini bilenler. Şöyle söylediler: Bazen dert dolu gönüllerinden bir ah
çekerlerdi. Ateşi evin tavanında yanık ve siyah lekeler meydana getirdi. Tam
kırk gün hiç uyumadan ve geceleri az bir şey yiyerek, gündüzleri oruç tutarak
nefsini ıslaha çalıştı.
[44]—Burada da; zat mertebesinin kendisi
değil, sureti, örneği sığmaktadır. Kendisinin sığması düşünülemez. Görülüyor
ki, kalbin maddesiz, mekânsız şeylerden daha geniş olması, onların
kendilerinden değil, suretlerinden daha geniş olmasıdır. Mekânsızlar
karşısında, Arş ve Arşta bulunan her şey, zerre kadar bile sayılamaz.
[45]—Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki;
“Yedi kimseyi Allah Teâlâ kendi gölgesinden başka
gölge olmayan kıyamet gününde kendi gölgesi altında barındıracaktır:
1-Adil imam,
2-Rabbi´ne taat ve ibadet içinde olan genç,
3-Gönlü mescitlere yönelmiş olan kimse,
4-Allah Teâlâ yolunda sevişip buluşmaları da,
ayrılmaları da buna bağlı olan iki kimseden her biri,
5-Zengin ve güzel bir kadının isteği olduğu halde ‘Ben
Allah Teâlâ´dan korkarım’ diyerek haramı irtikap etmeyen erkek,
6-İnfak ettiğinden solundaki haberdar olmayacak
kadar gizli olarak sadaka veren adam,
7-Tenhada lisanen yahut kalben Allah Teâlâ´yı
zikredip de gözü dolup taşan kişi.”
Sayılan yedi sınıfın temelinde Allah Teâlâ´nın korkusu
ve sevgisi vardır.
[46] — Abdulkadir Geylânî (ks) den
ulaşan sözde bu hakikat açıkça anlatılmıştır.
“Allah Teâlâ’nın hayırlı kulları, diğer insanlara
nispetle sağır ve kördürler; kalpleri Allah Teâlâ’ya yakınlık peydâ edince
başkasının sözünü duymaz ve görmez olurlar. Yakınlık onları mest-u hayran eder,
ilâhî heybet onları kendilerinden geçirir. Muhabbet onları mahbuplarının yani
Allah Teâlâ´nın huzuruna bağlar. Artık onlar Celâl sıfatıyla Cemal sıfatının
tecellileri arasında bir mevkidedirler, ne sağa, ne de sola meyletmezler.
Ayrıca Onların ötesi olmayan bir yönleri de vardır. İnsanlar, cinler, melekler
ve diğer yaratıklar onlara hizmet eder. İlim ve hikmet onların susuzluğunu
giderir. Onlar Allah Teâlâ’nın fazl-ü kereminden yerler, dostluk şerbetinden
içerler. Halkın sözü onları meşgul etmez.
Onlar bir vadide, halk da ayrı bir vadidedir.
Halka, Allah Teâlâ’nın emrettiğini emrederler
rasüllere vekâleten, halkı Allah Teâlâ’nın men ettiği şeylerden men ederler.
Hakikat de nebilerin vârisleri bunlardır.”
“Allah Teâlâ’nın hayırlı kulları, O’nun huzurunda edep
makamındadırlar. Hakk’tan açık bir izin olmadıkça hareket etmezler, bir adım
bile atmazlar. Kalplerine açık bir müsaade ilhamı vaki olmadıkça mubah
şeylerden yemezler, giymezler, nikâh yapmazlar ve hiçbir sebepte tasarrufta
bulunmazlar. Onlar Hakk ile beraberdirler; kalpleri ve gözleri evirip çeviren
yegâne mutasarrıf ile kaimdirler. Rabb´lerine şu dünyada kalpleriyle, ahirette
cisimleriyle kavuşmadıkça hiçbir kararları olmaz. Yani Allah Teâlâ’ya
kavuşmadıkları müddetçe gönül rahatlığına erişemezler.”
[47]—Nefsin sıfatları, meleklerde
olmadığı için, onlar ilerleyemezler. Buna kötü demek, kötülemeye benzeyen bir
övüştür. Sıradan insanlar, hayırlı insanların sıfatlarını, kendi insanlık
sıfatları gibi bilirler ve bunun için mahrum ve ziyanda kalırlar.
[48] -Onlar aynı şekilde, yemekte,
içmekte, çoluk çocuğu ile görüşmekte, onlara yakınlık ve alaka göstermekte,
diğer insanlarla aynıdır. Allah Teâlâ, nebiler hakkında buyuruyor ki,
“Biz nebileri yemek yemez birer ceset olarak
yaratmadık. Dünyada ebediyen kalıcı da değillerdir” (Enbiya suresi,8)
[49]—Hayırlı insanların güzelliklerini
anlatan bir icazetname örneği;
Bismillahirrahmânirrahîm
Allah Teâlâ´ya Hamd olsun, bu icazetnameyi beşeriyeti
terbiye için bu aciz Âdem almıştır. Hidayet seccadesine oturmuştur. Beşerin
ulaşması gerekli olan hedefe varmak için kurtuluş yoluna intisap edip ve
cennete kavuşmak dünya ve dini fark edip ayırmak zikrin aslına ulaşmak nübüvvet
şartlarına uymak için kabul etmiştir.
Birliği Yüce olan Mevla´ yı tesbih ederim ki;
Allah Teâlâ O´nu (icazet sahibini) başkalarının
nefislerinin bilmediğine ulaştırmış, O´nu gururdan ve nefsanî duygulardan
temizlemiş, maneviyat elbisesini giydirmiş, kendi nuruyla nurlandırmış,
O´na Kutsi elbiseler giydirmiş ve nimetlerini vermiş, ulvi himmetlerini
yüksek tutmuş ve O´nu afv ederek bu icazetname sahibini dostları derecesine
çıkarmıştır.
Hamd ederim ki, Hamd etmek, Hakk tarafından istenen
şeylerdendir. O´nun verdiği nimetlere şükür ederiz.
O´ndan başka ilah, birliğine ortak yoktur.
Gözlerin dışarı fırlayacağı günde, hata
ehlinin, cahillerin, aşırı gidenlerin ve sınırı aşanlar
O´nu bulacaklardır.
Kim ki; cahil birini yol gösterici kabul ederse
bilsin ki, o ilimsiz kişinin davetine icabet Cahiliye Davetine
icabet etmek gibidir
Ben Şahadet ederim ki, Seyidimiz, Efendimiz, Sahibimiz
Muhammed sallallâhü aleyhi ve selem Allah Teâlâ´nın kulu, elçisi,
risaletle gelen, Hanif dini üzere olan ve ümmetine vefatına kadar nasihat
eden´e, âline ashabına salât ve selam ederim. Bize Rabbanî bilgileri
öğretti. Kurtuluş ve dinin yollarını açıkladı.
Bize icazet verenler Sünnet-i Muhammediye´ye
yapışmışlar ve bu yola bağlı yaşamışlardır. Muhammedî Terbiye yoluna girenlere
salât ve selam olsun.
Ey benim Kardeşlerim; Allah Teâlâ´nın razı olduğu
sıfat onlardadır. Daima onlar hüzünlü. şehvanî duygulara düşmekten
korkarak, yüzlerini O´na çevirip dua ederek, kalplerinde
Allah Teâlâ sevgisi ile zikrin tilaveti ile meşguldürler. Kalplerinde O´nun
nuru, nefesleri misk kokusu, meleklerin zevklerine muttali olmuş sanki
sarhoşlar ve sorulduklarında mecnun gibi derler. Onlara bakar şaşar kalırsın.
Onlara dağların, yerlerin ve göklerin anahtarları teslim edilmiş. Onlar
şeytanın azdırmasından korunmuş ve meleklerin, ruhanilerin dost edindiği
kişilerdir.
Vesselâmü ala men it-tebe’âl-Hüdâ
[Hâdim-ul Fukara Seyyid Abdullah Haşim el Mekki Sivasî
(ks) ye verilen icazet]
[50]—Nükte
Hayırlı insanın kendi derecesini bilmesi gerekmediği
gibi, kendisindeki etki durumu ve sırlarını bilmesi de şart değildir.
Etrafındaki insanların ise bilmesi de şart değildir. Onların durumları fark
edilse bile fark edilmeyen durumlar olduğu bilinmelidir.
[51] Bir gün gelir bu hayat-ı âlem hayâl
olur.
Zamanın nesi varsa cümle ayaklar altına mal olur
Her anı zevk ile geçen günlerin
Âkıbet sonucu ayrılık üzüntü olur
Sermâyeni saâdet bilip saadete er,
Saltanatı yıkılır dönüp mahvolur
Bir Kâmilin eteğin tutup da murâda kavuş,
Kâmilin eteğin tutan ehli kemal olur.
Devlet o ki olmaya yokluk ona,
Devlet, sanma anı ki anda yokluk olur.
Büyüklerin kapısında toprak et HULUSİ yüzün
Muhakkak onu bil ki makbul-i Zü’l-Celâl olur.
[52]—Onlardan istifade edebilmenin yolu
sevmektir. Sevgiyi o kadar ileriye vardırılmalıdır ki, içteki sevgi dışarı
sızmalıdır.
Mesela; Üveys el Karânî (k.s) Hazretlerinin Uhut
savaşında Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in dişi kırıldığında duyunca
hangisi olduğunu bilemeyince bütün dişlerini sevgilisi uğruna söktürmüştür. Bu
dişler Efendimiz sallallâhü aleyhi ve selleme takdim edilmiştir. Bu halden
memnun olan Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem sahabe-i Kirama takdim
etmiştir. Üveysi yolunda terbiye olanlar intisap edince ilk işleri dişlerini
söktürmek olmuştur.
Üveysilikteki Usul
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´e üveysi
(bizatihi görmeden faydalanmak) olarak terbiye olmak isteyen kişi, yatsı
namazından sonra Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in mubârek ellerini
kendi ellerinde imiş gibi tutup, şöyle demelidir:
“Ey Allah Teâlâ´nın Rasulü, Sana bîat ettim. Eşhedü
enlâ ilâhe ilallallah ve Eşhedü enne Muhammeden abdühu ve Resulühu, Bildirdiğin
bütün esaslara iman ve kabul ettim”
Eğer büyüklerden birine üveysi olmak isteniyorsa,
yalnız olarak oturup, iki rekât namaz kılınır. Sevabını onun ruhuna göndermeli
ve ruhuna dönerek oturmalı ve biat etmelidir.
[53] —Nebilerin geldiği nesillerde Allah
Teâlâ´ya isyan eden gelmiştir. Fakat gayrı meşru evlat ve zina zuhur
etmemiştir.
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah Teâlâ mahlûkatı yarattı, beni en üstünlerinden,
en iyi neslinden kıldı. Sonra kabileler arasında bir seçme yaptı, Beni en iyi
kabileden kıldı. Sonra batınlar arasında seçme yaptı, Beni en iyi batından
kıldı. Şu halde Ben zat ve şahıs bakımından da, soy bakımından da en
iyilerdenim.”(Tirmizî)
[54] —“İbadette kemal üzere olup,
mahlûkata şefkat etmek”
[55]-Çaresiz hastalıklar için; gece
yarısı 2 rekat namaz kılınır ve Allah Teâlâ´ya dua edilirse İnşallah şifa
bulunur.hekimlerin hekimi Allah Teâlâ´dır. “Allah Teâlâ´m, hasta yatırma,
imansız bırakma” (Gönenli Mehmet Efendi (ks)
[56]—[Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem´in mübarek göğüsleri üç kez yarıldı.
Birinci yarılışı dört yaşında Halime (radiyallahü anha) Validemiz
yanında olmuştur. Bu yarılmada şeytan ve nefsin istekleri çıkarıldı. Bununla
şeytana uymak, emirlere itaat etmemek ve yasakları yapmak arzuları alındı.
İkinci yarılışı on yaşında oldu. Bu defa ise kötü düşüncelerin aslı
çıkarıldı. Çünkü çocuklarda şahsiyet gelişimi, soyut ve somut kavramların
başladığı yaştır. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem için olmasa bile
çocuklar şeytanın hilelerinden kendini koruyamadıkları kaçınılmaz bir
hakikattir.
Üçüncü yarılışı İsra gecesinden önce oldu. Bu defa ise şaşkınlık ve korku
damarları alındı. Çünkü Allah Teâlâ´yı müşahede makamında meydana gelecek
ağırlığın zarar vermemesi içindir. Bu yarılmalar acı duyulmadan kansız ve
aletsiz oldu.
Böylece Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem ruhen
takviye edilmiş şeytan ve nefisten gelecek saptırma ve korkulardan emin
kılınmıştır. Çünkü hataların başında korkuların sebebiyeti vardır. Eğer Allah
Teâlâ´nın korkusu diğer korkuları yenmezse, insan hemen isyana ve dünyaya
yönelir.] (Muhammedî Dua-İsmail Hakkı)
[57]—Abdullah İbni Ömer radiyallâhü anh
buyurdu ki;
“Sevdiğim bir kadınla evlenmiştim. Babam ondan nefret
ediyordu. Bir gün bana ‘Bu kadını boşayacaksın’ demişti. Bende kabul
etmemiştim. Babam beni Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´e şikâyet eder ve
durumu anlatır. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´de bana ‘Ey Abdullah bu
kadını boşayacaksın’ buyurdu.” (Dini güzel şekilde bilen ve yaşayan babanın
sözlerine isyan eden günahkâr olur.)
[58]—Manevi baba: İnsanı terbiye eden ve
Allah Teâlâ´nın yeryüzünde halifesi olmasını sağlayan kişi demektir. Hilafet
seviyesine kavuşmak demek insan sıfatına ulaşmak demektir. İnsan-ı Kamil Allah
Teâlâ´nın yeryüzündeki halifesidir. Bu kişiler ise saygıya daha layıktırlar.
Maruf el Kerhi (ks); “Kamil insanlar insanların
irşadına (doğru yola) haristirler. Bilhassa kendisine intisap eden herkesi
hilafet seviyesine (gerçek insanlığa) yükseltmek ve (hizmete) görevlendirmek
ister” buyurdular.
[59]—Aliyyü’l- Havas (ks) buyurdu ki;
kıyamet gününde her insan terk ettiği nübüvvet ahlakından bir ahlaka karşılık
bir bela ile karşılaşacaktır.”
[60]—Terbiye edilişlerine göre insanlar
beş sınıftır.
Birinci sınıf, hareketlerin düzeltilmesi,
İkinci sınıf, hallerin düzeltilmesi,
Son üç sınıf ise, yaratılışın düzeltilmesi ile
insanlık özelliklerinin kazanılmasıdır.
Terbiye yolundakilerin çoğu son üç derecenin birinci
evresinde bulunmaktadır. Azı da dördüncü evresinde, çok azı ise, son evre olan
beşincidedir.
Bu beş derecenin üzerinde kâmil olgunluk vardır. Fakat
bu olgunluk ahir zamanda Ashab-ı Kiram´dan sonra kimsede görülmemiştir. Bu
mertebe, üstün terbiyeci olan Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in talebesi
olmak makamıdır. Ahir zamanda bu olgunluk Hz. Mehdi aleyhisselâm´da tekrar
meydana çıkacaktır.
Terbiye olmuş olanın kazanacağı en üstün makam
başkalarını terbiye etme makamıdır. Öyle ki; Terbiye etmek, harikalar
göstermekten üstündür.
İnsanın terbiyedeki üstünlüğü beşeri hayatın içinde
olması ve Allah Teâlâ´ya yakın olmasıyladır.
Terbiyede Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem
herkesten daha üstün seviyeye yükselmiştir. Terbiye etmesi ve etkisi herkesten
çok olmuştur.
[61]—Işık mesafesi biriminin 1400 yıl
önce kullanılması hakiki bilginin nübüvvet kaynağında geldiğini göstermektedir.
[62]— Müminin kalbi denilmesi:
Müminin kalbi, sonsuz olan nurların tecelli yeridir.
Belki, sonsuz olanla baki olmuştur. Çünkü kâmil, olgun müminlerden başkasının
kalbi mekânsızlık derecesinden aşağı düşmüştür. Mekânlı ve maddeli şeylere
karışmıştır. Onlar gibi olmuştur. Böyle düşmekle ve maddeli varlıklar gibi
olmakla, onlardan sayılmıştır. Anlaşılacak hale gelmiştir. Anlaşılamayan Allah
Teâlâ´yı yerleştirmek gücü kalmamıştır.
Kalbinin geniş olduğunun söylemesi;
Kalbinin mekânsız olduğunu anlatmak içindir. Çünkü
mekânlı ne kadar geniş olsa da, yine dardır. Arş, madde âleminin en
büyüğü, en genişidir. Fakat mekânlı olduğundan, mekânsız olan ruha yer olan
kalbe göre, hardal danesi gibi kalır. Belki daha da küçüktür. Arş,
içindekilerle birlikte, bu kalbin içinde, yok gibi kalırlar. Eserleri, izleri
bile kalmaz.
Allah Teâlâ´nın yerleşmesi;
Çünkü yer ve gök çok geniş olmakla beraber
maddedirler. Mekânlıdırlar. Bir şeye benzetilebilirler. Nasıl oldukları
anlaşılır. Mekânsız ve nasıl olduğu bilinmeyen Allah Teâlâ, bunlarda
yerleşemez. Mekânsız olan, mekânda yerleşmez. Benzeri olmayan, benzeri olanla
bir arada bulunmaz. Mümin kulun kalbi ise, mekânsızdır. Nasıl olduğu
anlaşılamaz. Bunun için, Allah Teâlâ buraya yerleşir.
[63]—Aklın hakikati ve ona tabi olan
kemalatı kendisi ile anlaşılamaz. Anlamak için nübüvvet kandilinin nurlarından
iktibas etmiş, sahih keşif ve açık ilham sahibi olmak lazımdır. Aklın yüksek
terbiye ilminde fazla bir yeri yoktur. Onun için nübüvvet hali ve bilgileri,
normal insanların aklının çok üstündedir.
[Akıl öyle bir şeydir ki, insan akıl ile ya dalâlete
veya hidayete kavuşur. Bazıları aklın her zaman isabetli kararlar verdiğini
kabul etmişler ve “aklın yolu birdir” “aklın süzgecinden geçmeyen nakil kabul
olunmaz” hükmünü kabul etmişlerdir. Bu ise felaketten başka bir şey zuhur
ettirmemiştir.
Kur´an-ı Kerim´de “akletmek” çok kere
kullanılmıştır. Onun için akletmenin sınırını bilmek gerekir. Aklın sınırı ise
hadisi şerifte şu şekildedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular
ki: “Akıllı kimse, nefsini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır.
Aciz de, nefsini hevâsını peşine takan ve Allah Teâlâ´dan temennide
bulunan kimsedir." (Tirmizî)
Aklın mükemmel olmadığını Nasreddin Hoca (ks)
Hazretleri bir gün eşeğine ters binerek göstermiştir. Görenlerin yargısı hemen “Hoca
eşeğe ters binmiş” olmuştur. Fakat Nasreddin Hoca (ks) onlara şöyle cevap
vermiştir.
“Gerçektende hepiniz aklın yolu bir diyorsunuz ya;
buna eşeğimde dâhil. Aklınız size benim eşekle olan ilişkimde bir terslik
olduğunu söylüyor. Bir terslik var, ancak neyin ters neyin doğru olduğuna,
meselenin hangi tarafında yer alırsanız öyle cevap verirsiniz. Sizler eşeğin
tarafını tutup, bana “ters duruyor” dediniz. Oysa meseleyi benim açımdan gören
insaf ehli benim değil, eşeğin altta ters durduğunu görecektir.”
Akıl hüküm verir. Lakin hükümde eşek tarafını tutarsan
eşekçe, insanın tarafını tutarsan hakikat tarafından hüküm verirsin. Bu sebeple
aklın yolu bir olmayıp, hakikatin bir olduğudur. Hakikati görmek ise sadece
akıl ile olmayıp vahiy yolu ile olur. Akıl ise bu vahyi anlamada bir vasıtadır.
Tahrif edilmiş vahiyde ise akılın hükmünü aramakta abesle iştigaldir. Fakat biz
müslümanlar bu yönden şanslı bir durumda olduğumuz kesindir. Diğer din
sahipleri eğer kendilerinde ki hakikî bilgiyi açığa çıkarsalardı, vahyin
akıldan üstün olduğunu muhakkak görürlerdi. Şunu da unutma ki, inkâr ehline ne
delil getirsen, yinede kabul etmez.
Akıl, Allah Teâlâ´nın bize, bizimde O´na sorumlu
olmamız için verilmiştir. Çünkü akılda hüküm verme melekesi ve irade üzerinde
büyük etkisi vardır. Yoksa her şeyde üstünlüğü olduğunu düşünmek yanlıştır.
Akıl denen nesneyi eğer ilâhi ilimle beslemezsen akıl sapık görüşleri de
hakikatten daha çabuk kabul eder. Fakat dersen ki hakikî ilimle birleşmesinin
derecesini nasıl bileceğiz. Allah Teâlâ bu konuda kendine düşen Rabbanî
vazifesini yapar. Kulunu manevî desteğinden mahrum etmez. Nebileri ile ona
destek verir. Nebilere inanmayan için nasıl olur dersen de, Allah Teâlâ bütün
insanların hidayetini takdir etmemiştir deriz. Allah Teâlâ adaletli
davranmamıştır, diye bir söz söylersen; Allah Teâlâ´ya yemin ederim ki,
“Allah Teâlâ bir kulu hakkında hiçbir zaman haince
davranmadı. Onu cehenneme atmak için fırsat aramadı. Kullarına ne gücünden
fazla yük yükledi ve nede zulmetti. Fakat kulları O´nun bütün sözlerinin
doğruluğunu anlamak için ölümü beklemektedirler. Bilmiş ol ki, Allah Teâlâ
doğru söyler.” Burada sözü
bitirmek lazımdır.
“İnsanların en cahili, bildiği halde yapmayan ve en
faziletlisi ise Allah Teâlâ’dan en çok korkandır.” (Süfyan b. Uyeyne radiyallâhü anh) ]
(Hâki´nin Gülnâmesi)
[64]—İmam Şibli (ks) buyurdu ki; “Ey
Allah Teâlâ´m! Beni hangi şey için azaba atarsan at. Yeter ki beni utanç azabı
ile azaba düşürme.”
[65]—An; öncelik ve sonralığın arasında
olmasından durumunun tayini mümkün olamaz. Zaman bu kelimede değerini kaybeder.
[66]-Sahiheyn´de yine Huzeyfe
radiyallâhü anh´dan gelen bir rivayet şöyledir:
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Kıyamet günü, Havz-
Kevserime bir kısım gruplar da gelecekler ki, onlar
oradan uzaklaştırılacaklar. Ben:
“Onlar benim ashabımdır!”diyeceğim. Fakat:
“Sen, onların arkandan neler işlediklerini
bilmiyorsun!” denilecek.” (Buhârî, Müslim)
[67]—Eve kapanma emri; zaruri
olmayan işler dışında, halkla irtibatı kesmek mecburi temaslardan
vazgeçilmemesi şeklinde anlaşılmıştır.
Yukarıdaki rivayette de görüldüğü üzere, yalnız eve
çekilme yeterli değildir. Bir başka rivayette: “Göze batıcı, dikkat çekici
davranışlardan kaçınarak kendinizden az bahsettirin” denmektedir.
Başka bir hadisi şerifte Abdullah İbni Amr İbni’l-Âs
rivâyet eder ki;
Biz bir gün Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in
etrafında oturuyorduk. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem fitneden söz etti
ve dedi ki: “İnsanları vaatlerini tutmaz, emanetlere ihanet eder ve iyilerle
kötüler şöyle karma karışık olup -parmaklarını kenetleyerek gösterir-
birbirinden tefrik edilemez halde görürseniz işte o zaman fitne gelmiş
çatmıştır.” Ben yanına giderek “Kurbanın olayım, o zaman ne yapmamı
tavsiye edersin?” diye sordum.
Dedi ki: “Evine kapan, dilini tut, iyilikle amel
et, kötülüğü de terk et, kendi nefsini ve yakınlarını kurtarmaya, korumaya
çalış, başkasının işiyle meşgul olma.”
[68]—Allah Teâlâ´nın kulu sevmesi
şaşılacak şeylerdendir. Aslında O hiçbir şeye muhtaç olmayan bir hükümdardır.
[69]—Şeyh´ül Ekber Muhyiddin Ârâbî (ks)
Hazretleri Fusus-ul Hikem kitabından anlaşıldığına göre cehennemde kalışın
sonsuz, azabın sonsuz denilebilecek kadar uzun olacağıdır.
“Bir zaman gelecek ki cehennemin dibinde suteresi
bitecektir.” Hadisi
şerif, orada bir alışılacak bir yaşamın başlayacağıdır. Buna göre cehennemde
negatif ama normal bir hayat oluşacaktır.
Alıştıkları şeyden ayrılanların yaşayamadıkları ve
azap çektikleri bilinen gerçektir. Allah Teâlâ cehennemlikleri cehenneme ülfet
edecekleri şekilde yaratmıştır.
[Dürr-ül Fahire´de İmam Gazali (ks) buyurdu ki;
“Müminin ruhu arı suretinde, kâfirin ruhu çekirge
suretindedir.”] Çekirge
sıcak ortama daha iyi uyum sağlar.
Cehennem ehli ateşle ve cehennemle ülfet edip mutlu
olacaklardır. (Haki´nin Gülnâmesi)
[70]—“Birçok velinin kelamında
“narında hoş nurunda hoş” gelmiştir. Allah Teâlâ´m seninle olmaktan bizi
uzak kılma, ayrı düşürmede bizi yeter ki cehennemine at, demektir. Çünkü
âşıklar sevgilinin cevr-ü cefasından üzülmezler. Cehennemde yanmak bile olsa
bir sonsuzluğun lezzeti vardır. Ahirette Allah Teâlâ´ya karşı bir kin hissi
olmayacaktır. Bir şekilde Allah Teâlâ´nın rahmeti her şeye tecelli edecektir.
Bu tecelliyât Rabb´imize layık olan şekilde olması iktiza eder. Her halde
hiçbir şey O´nun emrinden ve fiilinden uzak olmayacaksa ancak O´nun rahmetini
beklemek bize düşer.” (Haki´nin Gülnâmesi)
[71]—(Haşr,17), (Tegâbün,10)
[72]—(Nisa,93–110),(Tevbe,63–68),(Nahl,29),(Mü’minun,103),
(Zümer,72), (Mümin,76), (Zuhruf,74), (Cin,23), (Beyine,6)
[73] —“İnkâr edenler zaman zaman,
keşke biz de müslüman olsaydık, diye arzu ederler.”(Hicr,2)
[74]—İsmail Hakkı Toprak İhramcızâde
(ks) bir sohbetlerinde, Naci fırkasının olması gereken özelliklerini anlatarak
şöyle buyurdular.
Kim ol deme buldu yol vasl oldu Niyazi ol
Naci denilen fırka bu zümre imiş ancak
“Naci denilen fırka işte sizlersiniz. Kardeşlerim,
bakarsınız ki, bazı kişiler bir terbiye yoluna giriyor çok geçmeden acaibten,
garaipten haber veriyor. Kendilerini bir adam olduklarını sanıyorlar. Fakat
büyük kim, küçük kim sonra belli olur. Bizim terbiyemize gelen kimse uzun
yıllar çalışır, ancak kendi küçüklüğünü fark eder. Yetmez mi bu fark. Keramet
Kulu Allah Teâlâ´dan uzaklaştırmaya sebep olur. İnsan Ahlak-ı Muhammedi
sallallâhü aleyhi ve sellem ile ahlaklanmalı, kuldan istenen budur. İnsanla ebedi
âleme gidecek kazanç da ancak budur.”
Harikaların çok olması, terbiyenin tamamlığını ve
olgunluğunu göstermez. Harikaları daha az olduğu halde, kemal ehli olanlar, çok
görülmüştür.
[75]—“Şeytan dahi Allah Teâlâ´nın
rahmetinden ümit kesmediği bilinen bir gerçektir. Fakat kendini düzeltme, doğru
yola getirme imkânından mahrum ve “racîm” sıfatına müstahak
olduğundan yaptığı bütün kötülüklere de pişman olmuştur. Fakat Allah Teâlâ´nın
gazabına Âdem aleyhisselâm´a secde etmemekle düşmüştür. Bu ise varlığının kibir
ile yoğrulması ve kendine aşırı güvenden gelmiştir. Onun için hiçbir şekilde
kendine güven getirmemek gereklidir.
Günahlarımız kulluğumuzun işaretidir. Sevaplarımızdan
bize bir övünme gelecekse öyle sevaptan, şeytan gibi kovulmaktan Allah Teâlâ´ya
sığınmak gerekir. (Haki´nin Gülnâmesi)
[76]—Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz sebebi ile bizleri bağışlamanı diliyoruz. Sen, O´nu
seversin. O´da bizleri sever. Bu muhabbet aşkına bizleri af ve mağfiret buyur.
[77]—Âşıklar Aman zikrini çok
yaparlar. Aman lafzının sayısal değeri Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem´in Muhammed ismine eşit olduğundan (92) zikirleri Aman Ya
Muhammed ´dir. Onun için Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in yoluna
sarılarak nefsanî düşünceleri atıp, niyetlerini Hakikat-ı Muhammediye´ye
yönelterek ve O´nun ruhaniyetinden yardım isteyerek terbiye yolunun büyüğüne tâbi
olmaktır.
[78]—“Kur´an-ı Kerim´i çok okuyan ve
bilenden maksat, onunla diğerlerinden çok amel eden, geceleri çok ibadet eden
ve yasaklardan sakınan demektir.” İmam Şarânî (ks)
[79] —Mesela: Teheccüt namazı Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem´e vacip olduğu halde bizlere vacip değildir. Sadaka
ve zekât ümmetine caiz iken O´na caiz değildir. Onun için yolundan giden
büyüklerin sünnete bağlılıkları bundan dolayıdır.
[80]—Nebilerden sonra, en üstün Ashab-ı
Kiram ise de, sonra gelenler, bunlara çok benzedikleri için, hangilerinin daha
üstün oldukları anlaşılamaz gibi olmuştur. Belki de, Efendimiz sallallâhü
aleyhi ve sellem,
“Öncekiler mi daha üstündür, yoksa sonrakiler mi?
Bilinemez” buyurdu.
Yoksa “Öncekiler mi daha üstündür, yoksa sonrakiler
mi? Bilmem” buyurmadı. Çünkü hangilerinin daha üstün olduğunu biliyordu.
Onun için, “En üstün olanlar, benim zamanımda bulunan Müslümanlardır”
buyurmuştu. Fakat çok benzedikleri için, şüphe hâsıl olduğundan “Bilinemez”
buyurdu.
[81]—(Bakara, 152)
[82]—Bu konuda yanılmalar olmaktadır.
Hz. Ebubekir radiyallâhü anh bir kimsenin Kur’an-ı
Kerim okurken ağladığını gördü.
“Biz de böyle idik, fakat şimdi kalplerimiz katılaştı” buyurdu. Bu söz, kötülemeye
benzeyip, övünmek olan sözlerdendir.
[83]—Bir kul dünyada görmediği manevi
nimeti ahirette göremeyecektir. Buna göre, Allah Teâlâ´yı dünyada görür gibi
bilemezse ahirette göremeyecektir demektir. Maddî nimetler ise dünya şartlarına
göredir. Ahiretteki nimetlerin dünya ile alakası yoktur.
[84]—“Allah Teâlâ´nın nehyettiği her
şey büyüktür. Çocukların kumara benzeyen oyunu bile.” (Ramuz)
[85]—Mesela; Efendimiz sallallâhü aleyhi
ve sellem buyurdular ki; “Herhangi bir kimse;
Bir kadınla soylu olduğu için evlense, Allah Teâlâ o
kimseyi zillete,
Malı için alsa fakirliğe,
Güzelliği için alsa alçaklığa düşürür.
Fakat gözünü haramdan yummak, edep yerini korumak ve
kan yakınlığını devam ettirmek için evlenirse Allah Teâlâ eşi ile birlikte
mutlu ve bereketli kılar”(Taberâni)
[86]—“Her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim
ümmetimin fitnesi de maldır.” Hâdis-i Şerif
[87]—“Sizin mallarınız ve
evlatlarınız fitne ve imtihandan başka bir şey değildir. Allah Teâlâ´nın
katındaki mükâfat ise, büyüktür.” (Tegâbün, 15).
[88]—İbn-i Mes'ûd radiyallâhü anh
demiştir ki:
Abdullah'ın hayatı kudretinde olan Allah Teâlâ´ya
yemin ederim ki:
“Melek kaderini yazdıktan sonra, cenine ruh üflenir.
Cenin canlanır. Sizden bir kişi fıtratı icabı dünyada iyi iş işler de hatta
kendisiyle cennet arasında yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada meleğin ana
karnında yazdığı yazı gelir; o kişiyi önler. Bu defa o, cehennemliklerin işini
işlemeğe başlar da cehenneme girer. Sizden bir kişi de fena iş işler. Hatta
kendisiyle cehennem arasında ancak bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada meleğin
yazdığı kitabı gelir onu önler. Bu defa o kişi cennet ehli işini yani hayır iş
işler, cennete girer.”
Aman Ya Rabb´i!
[89]—Gerçek hayat; Allah Teâlâ´ya ait
olduğundan duada talep edilende O´dur.
[90]—Genelde birbirine yakın manalarda
kullanılsa da ibadet borç ödeme, taat fazilet kazanma üzerinedir. İbadetteki
mecburiyet taattakinden geniştir. Son zamanlarda taat ve ibadetler hususunda,
insanların ibadeti terk ederek taat üzere oldukları ve o yöne yöneltildikleri
görülmektedir. Çünkü taatın sosyal içeriği olmasından dolayı Allah Teâlâ´nın
rızası için olmasa bile dünyevi menfaati hemen görülmektedir. İbadetlerin
mükâfatı genellikle ahirette olmasından dolayı, çok ibadet eden kişi dünyada
zaruret içinde olması muhtemeldir. Kur´an-ı Kerim´de; “Rasül'e itaat eden
Allah Teâlâ´ya itaat etmiş olur.” (Nisa, 80) gelmiştir. Bu inceliği
unutmamak gerekir.
[91]— Muhammed Bahâüddin Nakşibend (ks)
dedi ki;
“Bir kimsenin dili susar, kalbi konuşursa günahları
azalır.
Bir kimsenin dili konuşur, kalbi susarsa dili hikmet
söyler.
Bir kimsenin dili ve kalbi beraber susarsa Hakk
tecelli eder.
Bir kimsenin dili ve kalbi konuşursa şeytanın
maskarası olur.”
[92]-“Allah Teâlâ´nın nimetlerini
saymaya kalksanız, değil tek, tek saymak, topyekûn bile sayamazsınız.”
(Nahl 18) Bu ayet kulun şükrü hakkı ile eda edemeyeceğini gösterir.
[93]-“Âdemoğlunun kalbi tencerenin
kaynamasının tam haddini bulmasından daha çabuk değişir.” (Ramuz)
[94]—Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki; “Yâ Bilal, infak et, arş sahibi azaltır diye korkma.”
[95] —Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki:
“Allah Teâlâ´nın emir ve yasaklarına giren meseleleri
tatbik eden ve müsamaha ve gevşeklik göstermeyen iyi kimse ile yasakları
işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur´a çekerek, geminin alt ve
üst katlarına yerleşen yolculara benzer.
Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını
giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. Alttakiler
bu duruma son vermek için bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar,
üsttekiler hemen gelip:
‘Ne yapıyorsunuz?’ diye sorunca alttakiler:
‘Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk,
hâlbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde
elde edeceğiz’ deseler ve
üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları
kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk
ederler, hem de kendilerini helâk ederler.”
[96]—Hikmet ile felsefeyi birbirinden
ayırmak gerekir. Hikmet ilâhi, felsefe aklî kaynaktan ilham almaktadır.
[97]—[Şah Hâşim Risâlesinde yazıyor ki;
Allah Teâlâ kullarından birini veli yapmak dilerse, onun Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem´in huzuruna götürülmesini emreder. Efendimiz sallallâhü aleyhi
ve sellem emreder ve;
“Oğlum Seyyid Abdülkadir Geylânî (ks) Hazretlerine
götürün, velâyete layık olup olmadığını araştırsın” buyurur.
Seyyid Abdülkadir Geylânî (ks) Hazretlerine götürülür.
Eğer o zat-ı velâyete layık görürse, ismini Muhammedî Defterine yazar.
Mübarek mührü ile mühürler ve bunu Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´in
emri ve tasdiki konur. O zat-a velâyet, berat ve hilâfet tertip edilip zamanın
gavs-ı vasıtasıyla sahibine ulaştırılır. O veli makbul ve korunmuşlardan olur.
Bu vazife kıyamete kadar Abdülkadir Geylânî (ks) Hazretlerine verilmiştir.
Başka görevlisi de yoktur. Bu işe yalnız bakmaktadır. Her asırda kutuplar, gavs
ve bütün veliler O´ndan feyz almaktadırlar.”
Önce şunu bilmek lazımdır. Hazreti Abdülkadir Geylânî
(ks), 1077 (hicri470) yılında, Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem´in
vefatından 445 yıl sonra, Hazar denizinin güneyinde Geylânî kasabasında doğmuş,
1165 (hicri 562) yılında 91 yıllık muhteşem bir ömürden sonra, yani 833 yıl
önce bu âleme veda etmiştir. Soy itibariyle hem Seyyid, hem de Şerif idi. Yani
soyu, babası Seyyid Musa tarafından İmam-ı Hasan radiyallahü anh Efendimiz’e,
annesi Fatma Hatun tarafından da İmam-ı Hüseyin radiyallahü anh Efendimiz’e
dayanmaktadır.
Onun için şu ibare meşhur olmuştur:
“Veliler Sultanı Abdülkadir Geylânî, aşk ile doğdu,
Kemal ile ömür sürdü ve kemal-i aşk ile Rabb’ine vasıl
oldu.
(Aşkın sayısal değeri 470, kemalin sayısal değeri 91
dir. Aşk yılından sonra 91 yıl yaşamıştır.) İsmail Hakkı Toprak İhramcızâde
Sivasî Hazretleri (Vefat: 02.08.1969) bu konuya devamla şöyle
buyurmuştur.
‘1955 senesinde Seyyid Abdülkadir Geylânî (ks)
Hazretleri yukarıda bahsettiğin vazifesini bi-zâtihî temessül ederek beşeri
âlemde bize teslim etti. Yukarıdaki söz bizim zamanımızdan önce yazıldığını da
unutma. Biz bu makamı bir üstünlük saymayız. Ne mutlu bizlere ki, Onlar bizi
sever, bizde Onları severiz. Sende bizi sevdiğin için bu sevgide beraberiz.’] (Haki´nin Gülnâmesi)
[98]—Mevlana Abdurrahman Cami (ks)´nin
Nefahât’ü-l Üns Kitabı- Mecdüddin Bağdâdî (ks) menakıbında İbn-i Sina hakkında
Efendimiz sallallâhü aleyhi ve sellem buyurmuştur ki;
“O, benim vasıta ve aracılığım olmadan Allah
Teâlâ´ya vasıl olmak istedi. O´nu elimle şöyle engelledim ve cehenneme düştü.”
Yine; “İlimle Allah Teâlâ´nın sapık kıldığı
kimsedir”
Aliyyü’l-Havvas buyurdu ki;
“Allah Teâlâ´yı keşif yolu ile değil, düşünce ve akıl
yolu ile öğrenmeye çalışan bir kimse, muhakkak O´nu bir şeye benzetir. Bu
hatadan ancak keşif yolu ile kurtulabilinir.”
[99]—(Cinler, dediler ki): “Biz göğe
dokunduk, onu kuvvetli bekçiler ve alevlerle dolu bulduk.” “Hâlbuki (daha önce)
biz onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup)
oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir alev
huzmesi buluyor.” (Cin,8–9)
[100]—Doğu; İslam âlemi, Batı; Ehl-i
Kitap ve diğerleri, yorumu da getirilebilir. Şirk ehli bile kıyamette Efendimiz
sallallâhü aleyhi ve sellem´in şefaatini bekleyeceklerdir. Fakat Allah
Teâlâ´nın Müslümanlara olan vaadi vardır.
“Eğer dileseydik bütün insanlara hidayet verir, doğru
yola koyardık. Lâkin «Cehennemi cinlerden ve insanlardan bir kısmıyla
dolduracağım» hükmü kesinleşmiştir.” (Secde,13)
[101]—Psikiyatrik vakaların temelinde
olan şeyler korkular ile başlar ve ümitsizlikle meyvesini verir. Bu nedenle
insandaki ilmin değeri burada çıkar. Çünkü ilim aklın sapkınlığını teskin
etmektedir. Akıl nebevi bilginin desteği ile mükemmelleşmesiyle kendisini
koruduğu gibi bedeni ve başkalarını da korur. Fakat herkesin ilim ehli olması
mümkün olmadığı için, âlimlerin yanında bulunmak onlardan faydalanmayı doğurur
ki, insan için kurtuluş sebebidir.
[102]—Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki;
“Bir kimse haram yoldan kazanıp, topladığı maldan
sadaka verirse, hiçbir sevap kazanamayacağı gibi suçu ve günahı da kendisine
ait olur.”
[103]—“Bilmez misin ki, göklerin ve
yerin mülkü muhakkak Allah Teâlâ´nındır. Sözler için Allah Teâlâ´dan başka ne
bir dost ve ne de bir yardımcı vardır.” (Bakara 107)
[104]—“Sizin dostunuz ancak Allah
Teâlâ´dır. O´nun Rasülü ve iman etmiş olanlardır. O iman edenler ki, namazı
dosdoğru kılarlar ve zekatı verirler ve onlar rükû’a varanlardır.” (Maide
55)
“Şüphe yok ki, benim koruyucum, o kitabı indirmiş olan
Allah Teâlâ´dır. O bütün salih kullarını gözetir.” (Araf 196)
[105]—“Sizin mevlânız Allah Teâlâ´dır.
O yardımcıların en hayırlısıdır.” (Al-i İmrân 150)
[106]—“Allah Teâlâ iman edenlerin
velisidir. Onları zulmetlerden nura çıkarır. Kafir olanların velileri ise
tağuttur. Onları nurdan zulmetlere çıkarırlar. İşte onlar cehennem ehlidirler.
Onlar ateşte ebedi olarak kalan kimselerdir. (Bakara 257)
[107]—Allah Teâlâ sizin düşmanlarınızı
daha çok bilicidir. Allah Teâlâ bir veli, bir yardımcı olarak da kâfidir.” (Nisâ
45)
[108]—“Üç defa söylenmesi zât, sıfat ve
fiillere işâret içindir. Birincisi ile gafilleri ikaz, ikincisi ariflere tarif,
üçüncüsü vuslat lezzeti için söylendi. (Salat-ı Meşiş İsmail Hakkı Bursevî)
[109]—Cebbar ismi celilinde bu iki
ma´nadan başka bir açıklama daha beyan etmişlerdir. İbni Enbari demiştir ki:
Allah Teâlâ´nın sıfatında cebbar, kendisine erişilmez, el uzatılamaz demektir.
Bir de İbni Abbas Hazretlerinden rivayet olunduğu
üzere el cebbar, büyük melik, yani çok büyük azametli padişah manasına gelir.
[110]—“Ancak tövbe edenler,
kendilerini düzeltenler ve doğruyu açıklayanlar müstesna. İşte ben onların
tövbelerini kabul ederim. Tövbeyi çokça kabul eden, esirgeyen ancak benim.”
(Bakara 160)
“Onlar bilmediler mi ki, muhakkak Allah Teâlâ, O kerem
sahibi mabut kullarından tövbeyi kabul eder ve sadakalarını alır. Şüphe yok ki
tövbeleri kabul eden, pek merhametli olan ancak Yüce Yaratıcıdır”(Tövbe 104)
“Eğer üzerinize Allah Teâlâ´nın lütfu ve rahmeti
olmasa idi haliniz ne olurdu? Şüphe yok ki, Allah Teâlâ tövbeleri kabul
edicidir, hikmet sahibidir.”(Nur 10)
“Artık Rabb´ine hamd ederek tesbihte bulun ve O´ndan
mağfiret dile, şüphe yok ki: O tövbeleri çok kabul edici olmuştur”(Nasr 3)
[111]—Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdular ki:
“Beni İsrail içinde bir kimse vardı. Doksan dokuz
insan öldürmüştü. Sonra, bu adam evinden çıkıp, o zamanın büyük âlimlerine bu
cinayetlerin tövbe ile afvı imkânını sormağa başlamıştı. Önce bir rahibe varıp
sordu. Acaba benim için tövbeden istifade ihtimali var mıdır? Dedi. Rahip:
—Hayır, yoktur, diye cevap verdi. Bu menfi cevap
üzerine katil, rahibi de öldürdü. Sonra bu adam yine sormağa başladı.
Sorduklarından bir kişi ona:
—Sen filan köye Nusrat köyüne ve oradaki filan mabede
git. Orada birtakım insanlar Allah Teâlâ´ya ibadet ederler. Sen de onlarla
beraber Allah Teâlâ´ya ibadet ve günahlarından tövbe et sonra memleketine bir
daha dönüp gitme. Çünkü orası kötü bir yerdir, dedi. O da Nusrat köyüne yönelip
gitti. Nihayet yolun tam yarısına vardığında ölüm erişti. Tövbekâr olmak için
gittiği köye doğru göğsü ile yönelerek öldü. Şimdi rahmet Melekleriyle azap
Melekleri tartışmaya başladılar;
Rahmet Melekleri:
—Bu adam tövbe ederek ve kalbiyle Allah Teâlâ´ya
yönelerek bize doğru geldi, diyorlardı.
Azap Melekleri de:
—Bu adam asla hiç bir hayır işlememiştir, diyorlardı.
Bu sırada insan suretinde bir Melek geldi. Her iki taraf bu Meleği aralarında
hakem yaptılar.
O Melek:
—Şimdi siz buradan itibaren geldiği köy ile gideceği
köyün mesafelerini ölçüp birbirine kıyas ediniz. Bunun öldüğü bu yer, iki
köyden hangisine yakın ise ölü o köye ait olur, dedi.
Bunun üzerine Allah Teâlâ tövbe için gideceği köye:
“Biraz yaklaş!” diye,
Ölünün kendi köyüne de:
“Biraz uzaklaş!" diye vahyetti.
Rahmet ve azap Meleklerine de:
—Haydi, şimdi her iki tarafı ölçerek ikisi arasındaki
mesafeyi mukayese ediniz, diye emretti. Ölü tövbe köyüne bir karış daha yakın
bulundu. Bu cihetle mağfiret olundu.”
[112]—İyilik ve kötülüğün varlığı ancak
kıyas neticesinde açığa çıkar. İnsan kadar karışık yani zıtları birbirinde
bulundurabilecek bir mahlûk yoktur. Bu nedenle nefsin ve ruhun beden kafesinde
tutulması Allah Teâlâ´nın yüceliğini ortaya koymaktadır. Eğer insanın
yaratılışında ruhun varlığı olmasaydı, ilâhi zevklerin manasını kavrayamazdı.
Onun için terbiyede bu dengenin sağlanmasını sağlar.
[113]- تُسَبِّحُ
لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَا ْلاَرْضُ وَمَنْ فيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ
اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِه وَلكِنْ لاَ تَفْقَهُونَ تَسْبيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ
حَليمًا غَفُورًا
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah'ı
tesbih ederler.
O´nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur.
Fakat siz, onların tespihlerini iyi anlamazsınız.
Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır.” (İsrâ,44)
[114]— Onun için terbiye yolunda
önderlere ihtiyaç vardır. İhtiyacın sırrını bilmeyenler, “Allah Teâlâ insanı
kimseye muhtaç etmesin” diye dua ederler. Hâlbuki bu âlemde ihtiyaçsız
kimse bulunmaz. Büyük bir ayet olan insan dahi ana ve babaya muhtaç olarak
yaratılmıştır. Bu nedenle öğrenci öğretmene, öğretmen öğrenciye, efendi
hizmetkâra, hizmetkâr efendiye muhtaçtır. Öğrenci olmasa öğretmen kimi irşat
edebilir. Yaratılmış şeyler için ne gerekli ise onu Allah Teâlâ´
yaratmıştır.
[115]—Allah Teâlâ beddualara geç cevap
verir. Çünkü bazen insan sevdiklerine bile beddua eder ve bir zaman geçince
pişman olur. Buda ayrı bir üzüntü olur. Allah Teâlâ kullarına çok merhamet
eder.
[116]—Bir gün Davut aleyhisselâm
kendisine zulmeden birine beddua etmiş icabet geç olmuştu. Davut aleyhisselâm
bu duruma çok üzüldü. Allah Teâlâ “Ey Davut! Sende bir kimseye zulmedersen, o
da sana beddua ederse; Ben sana geç icabet ettiğim gibi onada geç icabet edeyim
diye, isteğine geç cevap verdim”
Kul Allah Teâlâ´dan bir şeyi ister. Allah Teâlâ;
“Peki, fakat ben bunu sana, gerektiği bir vakitte
vereceğim” der. Bu ya
dünyada veya ahirette olur. Ahirette olan ise daha makbuldür. Çünkü ahirette
isteme makamı olmayıp ceza ve mükâfat makamı vardır.
[117]—Maneviyat yolundada ulaşılacak en
yüksek makam irşat makamıdır. Bu makam her kula nasip olmaz. Çok kimseler
Velayet mertebelerini aşsa da bu makama erişememişlerdir. İrşat makamına oturan
büyükler Allah Teâlâ´nın bu ismi ile talebelerini irşat ederler.
Büyükler ise talebelerini iki halde yetiştirirler:
a-Bilgiden haberdar ederek.
b- Bilgiyi bilmiyor gibi olarak.
Bunların birbirlerinden üstünlük ve farklılıkları
yoktur. Tıpkı iki kişinin birçok yol ve konaklardan sonra Kâbe´ye ulaşmaları
gibidir. Bunlardan biri her yerde, her şeye bakar, her şeyi görmeğe çalışır ve
bir şeyler öğrenir ve öylece Kâbe´ye ulaşır. Diğeri ise, bu konakladıkları yer
ve şehirlerde bir şeye bakmaz, incelemez ve gözü kapalı gibi Kâbe´ye varır.
İşte Kâbe´ye kavuşmada bunların ikisi de aynıdır. Kâbe´ye kavuşmada birinin
diğerine üstünlüğü yoktur. Yolda ilerlerken gördükleri ve görmedikleri
farklıdır ve fark bu kadardır. Çünkü her ikisi de aynı bilgiye kavuşmuştur.
[118]—Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem bu kıssayı şöyle anlattılar.
“Musa aleyhisselâm bir vakit Benî İsraîl içinde
hutbeye kalkmıştı. Kendisine:
“En çok âlim olan kimdir?” diye soruldu.
“En âlim benim.” diye cevap verdi.
Bu husustaki ilmi Allah Teâlâ bilir diyerek Allah
Teâlâ´ya havale etmediğinden dolayı Allah Teâlâ ona ıtab etti. Allah Teâlâ,
“İki denizin bitiştiği yerde kullarımdan biri var. O
senden daha âlimdir.” diye ona
vahiy etti.
“Ya Rabb´i, ona nasıl yol bulayım?” dedi.
Ona giderken “Bir zembil içinde bir balık taşı. Onu
nerede kaybedersen o kulum oradadır.” denildi.
Hz. Musa aleyhisselâm gitti. Arkadaşı Yuşa b. Nun
aleyhisselâm´ı [İstanbul´da kabri bulunmaktadır]da birlikte götürdü. Bir zembil
içine de bir balık koyup yüklendiler. İki denizin bitiştiği yerdeki kayanın
yanına varınca başlarını yere koyup uyudular. Derken tuzlanmış ölü balık zembilden
sıyrılıp kurtuldu. Deniz içinde kendine su küngü gibi bir boşluk bırakarak yol
açtı. Deniz içinde böyle bir yolun açılması Hz. Musa aleyhisselâm ile arkadaşı
şaşırtan bir şey olmuştu. Uyandıktan sonra o gecenin kalanı ile bütün gün
gittiler. Sabah olunca Hz. Musa aleyhisselâm arkadaşına
“Kuşluk yemeğimizi ver. Bu seferimizden yorgunluk
duymağa başladık.” dedi.
Hâlbuki Hz. Musa aleyhisselâm emr olunduğu o yerin ötesine geçmedikçe yorgunluk
duymamıştı. Arkadaşı,
“Bak hele, taşın dibinde barındığımız zaman balığın
gittiğini haber vermeği unutmuşum.” dedi Hz. Musa aleyhisselâm,
“Zaten istediğimiz de bu idi” dedi.
Bunun üzerine kendi izlerine baka baka geriye
döndüler. Taşın yanına varınca bir de baktılar ki elbisesine bürünmüş bir zat
duruyor Hz. Musa aleyhisselâm selam verdi. Hızır aleyhisselâm,
“Acayip, bu senin bulunduğun yerde selam ne gezer?” dedi.
“Ben Hz. Musa ´yım” dedi. O:
“Benî İsraîl Hz. Musa´sı mı?” diye sordu.
“Evet.” dedi.
Hz. Musa aleyhisselâm sonra yine söze başlayıp:
“Sana talim olunan rüşt ve hidayetten bana bir şey
talim etmek üzere sana uyayım mı?” dedi.
Hızır aleyhisselâm,
“Sen, benimle hiç mi hiç edemezsin ya Hz. Musa
aleyhisselâm Bende Allah Teâlâ´nın kendi ilminden bana verdiği öyle bir ilim
vardır ki, sen onu bilemezsin. Sende de Allah Teâlâ´nın verdiği öyle bir ilim
vardır ki onu da ben bilemem.” cevabını verdi. Hz. Musa aleyhisselâm,
“Beni inşallah sabırlı bulursun. Sana hiçbir işinde de
karşı gelmeyeceğim.” dedi.
Gemileri olmadığı için deniz kıyısında yürüyerek gittiler. Bir gemi geçti.
Alsınlar diye gemicilerle söyleştiler. Hızır aleyhisselâm gemiciler tanıdılar.
Onları parasız gemiye aldılar. O sırada bir serçe, geminin kenarına konup
denizden bir iki yudum su aldı. Hızır aleyhisselâm,
“Ya Hz. Musa aleyhisselâm, benim ilmimle senin ilmin,
Allah Teâlâ´nın ilmini bu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile
eksiltmez.” dedi. Ondan
sonra gemi tahtalarından birine el atıp söktü. Hz. Musa aleyhisselâm,
“Adamcağızlar bizi gemilerine parasız almışlarken sen,
gemilerine kastedip içindekileri batırmak için mi deliyorsun.” dedi Hızır aleyhisselâm,
“Sen, benimle hiç sabır edemezsin demedim mi?” dedi. Hz. Musa aleyhisselâm,
“Şu dalgınlığımdan dolayı beni muaheze edip de bana
güçlük gösterme” cevabını
verdi. Olayda da Hz. Musa aleyhisselâm bu ilk muhalefeti dalgınlık eseri idi.
Yine gittiler. Bir de baktılar ki bir çocuk diğer çocuklarla oynuyor. Hızır
aleyhisselâm çocuğun başını eliyle kopardı. Hz. Musa aleyhisselâm,
“Aman, hiç bir nefse bedel olmaksızın günahsız pak bir
canı telef mi ediyorsun?” dedi. Hızır aleyhisselâm yine:
“Ben, sana benimle sabır edemezsin demedim mi?” cevabını verdi. Yine gittiler.
Nihayet bir köye gelince ahalisinden yemek istediler. Ahali onları misafir
etmekten imtina ettiler. Orada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır
aleyhisselâm eliyle işaret ederek doğrulttu. Hz. Musa aleyhisselâm,
“İsteseydin hiç olmazsa bunun için bir ücret
alabilirdin.” deyince
Hızır aleyhisselâm,
“Bu andan itibaren artık ayrılalım.” dedi. Efendimiz sallallâhü aleyhi
ve sellem kıssayı buraya kadar hikâye buyurduktan sonra:
“Allah Teâlâ Hz. Musa aleyhisselâma rahmet etsin. Ne
olurdu sabredeydi de aralarında geçecek maceralar Allah Teâlâ tarafından bize
hikâye olunaydı.” Buyurdu.
Kıssanın devamı Kur´an-ı Kerim´de şöyle geçer.
“Hızır aleyhisselâm dedi ki:
İşte bu, benim seninle aramızın ayrılışıdır. Üzerine
sabra muktedir olamadığın şeylerin izahını sana haber vereceğim.
Şöyle ki: Gemi, denizde çalışan bir takım zayıflara
ait idi. Artık ben onu kusurlu yapmak istedim ve onların ötesinde bir hükümdar
vardır ki, her sağlam gemiyi zulmederek alıvermektedir.
Oğlana gelince onun anası ile babası iki mümin
kimselerdir. Onları bir azgınlığa, bir küfre bürümesinden korktuk. Artık biz
istedik ki, Rabb´leri onlara ondan temizlikçe daha hayırlısını ve merhametçe
daha yakınını bedel olarak versin.
Duvara gelince şehirde iki yetim oğlanındı. Altında
ise onlara ait bir hazine var idi. Babaları da iyi bir kimse idi.
Rabb diledi ki, Onlar erginlik çağına ersinler de
hazinelerin çıkarıversinler. Bu Rabb´inden bir rahmet olarak böyle yapılmıştır.
Bunları kendi görüşümle yapmış olmadım. İşte bu, üzerine sabra takat
getiremediğin şeyin izahıdır.” (Kehf 78–82)
Muhyiddin Arabî (ks) Hızır aleyhisselâm ile
görüştüğünde şöyle demiştir.
“-Hz. Musa aleyhisselâm doğumundan görüşme zamanına
kadar olan hayatı ile ilgili bin mesele hazırlamıştım. Bunları kendisine
soracaktım. Fakat o bunlardan üç meseleye sabredemedi.”
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kardeşim Musa aleyhisselâm sussaydı ve Allah Teâlâ
bize onların kıssalarını hikâye etse idi.”
[119]—“Göklerde olanlar da, yerde
olanlar da Allah Teâlâ´nındır. Bir vekil olarak da Allah Teâlâ yeter” (Nisa
132)
[120]—“Artık onlardan yüz çevir ve
Allah Teâlâ´ya tevekkül et. Allah Teâlâ vekil olarak yeter” (Nisa 81)
[121]—“Tevekkülde bulun, vekil olmaya
Allah Teâlâ yeter.”(Ahzab 3)
[122]—“Fakat Allah Teâlâ senin
rasüllüğüne sana indirmiş olduğu Kur´an-ı Kerim ile şahitlik ediyor ki, onu
kendi ilmiyle indirmiştir. Melekler de şahitlik ediyorlar. Allah Teâlâ şahit
olmaya kâfidir.” (Nisa 166)
[123]—“Hâlbuki Allah Teâlâ
yaptıklarınıza hakkı ile şahittir.” (Al-i İmran 98)
[124]—“Şüphe yok ki, Allah Teâlâ,
rızkı veren, güç ve kuvvet sahibi olan O´dur.” (Zâriyat 58)
[125]—“Allah Teâlâ´nın rahmeti ve
bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphe yok ki, o övülmeye layıktır, iyiliği
boldur.” (Hud73)
[126]—“Rabb´in dilediğini yaratır ve
seçer, onlar için ise seçim hakkı yoktur. Allah Teâlâ onların ortak
koştuklarından münezzehtir ve şanı yücedir.” (Kasas 68)
[127]—“O Yüce yaratıcı gizliyi de,
açıkta olanı da bilicidir. Pek büyüktür, her şeyden üstündür.”(Rad 9)
[128]—“Her kim şükür ederse ancak
kendi nefsi lehine şükür eder. Kim de nimete karşı nankörlükte bulunursa, şüphe
yok ki, Rabb´imin hiç bir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.” (
Neml 40)
[129]—“Öyle zatlar ki, bir büyük günah
yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah Teâlâ´yı zikrederler,
hemen günahları için istiğfarda bulunurlar. Kimdir Allah Teâlâ´dan başka
günahları bağışlayan? Onlar yaptıklarında bile bile ısrar etmezler.” (Al-i
İmran135)
[130]—“Allah dilediğini yaratır. Bir işi
dilerse ona ancak ‘ol’ der, o da oluverir” (Al-i İmran, 47)
[131]—“Kullarım sana benden sorarlarsa
ben yakınım, bana dua ettiği zaman dua edenin duasına icabet ederim”(Bakara,186)
[132]—“Allah Teâlâ´ya tevekkül et.
Şüphe yok ki, Allah Teâlâ tevekkül edenleri sever.”(Al-i İmran 159)
[133]—“Allah Teâlâ buyurdu ki; “Kulum
benden isterse veririm. İstemezse gazap ederim.” (Ramuz)
[134]—“İnsanlar “iman ettik”
demeleriyle bırakılacaklarını ve kendilerinin imtihan edilmeyeceklerini mi,
sanıverdiler.” Ankebut 2
“Vallahi biz sizleri elbette biraz korku ile açlık ile
mallardan, canlardan, mahsulâttan biraz eksiklik ile imtihan edeceğiz.
Sabredenleri müjdele.” (Bakara155)
[135]—Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem
“Ya Rasulullah seni seviyorum,” diyene;
O zaman belalara hazır ol. Yine
“Ya Rasulullah, ben Allah Teâlâ´yı seviyorum, dediğinde;
O zaman iptilalar elbisesini giyin” buyurmuştur.
[136]—“Nasıl olacak, her ümmetten bir
şahit getireceğimiz, seni de onların üzerine bir şahit getireceğimiz zaman?” (Nisa, 41)
“O gün her ümmet için de üzerlerine kendilerinden
birer şahit göndereceğiz, seni de bunların üzerine bir şahit olarak getirdik.
Sana kitabı her şey için bir apaçık beyan ve bir hidayet ve bir rahmet ve
müslümanlar için bir müjde olmak üzere indirdik” (Nahl 89)
[137]—Beş vakit namazı,
nafile namazları ve orta namazı üstlerine düşerek muhafaza ediniz. Her birini
dikkatle gözetip vaktinde eksiksiz olarak edaya devam ediniz. Allah Teâlâ için
kıyam edip divan durunuz, yani Allah Teâlâ için kalkıp önünüze bakarak,
ellerinizi güzel bir vaziyette tutup oynatmayarak sekinet ile Allah Teâlâ
diyerek namaza durunuz.
Kunut, bir şeye sureti ile devam edip durmaktır ki, taat, huşu, sükût, kıyam
manalarını taşır. Lisanımızda divan durmak tabir olunur. Bunun için kunut,
taattır, Kunut uzunca kıyamdır, kunut sükûttur, kunut huşudur. Uzun kıyam
demektir. Bir hadisi şerifte “en faziletli namaz kunutu uzun olandır”
buyrulmuştur. Namazda kıyam ve kıraati, duayı veya huşu ve sükûtu uzatmağa da
kunut denilir. Bu suretle kıyam, namazın ilk rüknüdür. Her namazda evvela divan
durmak vardır. Bu sebeple namaz esasen bir kunuttur. Fakat vitir namazı gibi
bazı namazda kıyam esnasında bir tekbir ile daha dua için kıyamı uzatmağa da
kunut denilir ki, kunut içinde kunut demek olur, Asıl kıyam daha ziyade
zikrullah ile durup huşu ile sükût manasına gelmektedir.
Vusta, orta veya efdal demektir. Bunun için salât-ı vusta hakkında mana
itibariyle orta namaz veya efdal namaz diye çeşitli görüşler vardır. Bu namaz
için;
1-İkindi namazıdır Rasulullah Efendimiz “Ahzab
muharebesi günü bizi salât-ı vusta olan salât-ı asırdan meşgul ettiler, Allah
Teâlâ kalplerine ve evlerine ateş doldursun” buyurmuştur. Çünkü düşmanların
hücumlarından dolayı korku namazı suretiyle dahi olsun, vaktinde kılamamışlar,
güneş battıktan, sonra kılmışlardı. Hazreti Ali kerremallâhü veche de “biz
salât-ı vustayı, sabah namazı zannederdik, nihayet Rasulullah söyledi de bunun
ikindi olduğunu tanıdık” demiştir. İkindi namazı vakti herkesin ticaret ve
maişet için en ziyade meşgul oldukları bir vakittir. Meleklerin görev teslim
alma verme zamanıdır.
2-Sabah namazıdır. Bunun hakkında da Rasulullah´ın bir
gün sabah namazını kılıp rükûdan önce kunut de yaptığı ve elini kaldırıp dua
ettiği ve sonunda “bu orta namazdır, bunda kunut yapmamız emredildi”
buyurduğu rivayeti vardır.
3-Öğle namazıdır. Efendimiz sallallâhü aleyhi ve
sellem öğle sıcağında namaz kılar, insanlar da evlerinde: sıcaktan korunmaya
çalışırlar, cemaate gelmezlerdi, Rasulullah bu hususta söylendi, cenabı Allah “orta
namazı koruyun” inzal buyurdu ki, murat öğle namazıdır. Yine rivayet
olunmuştur ki o zaman öğleyin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem arkasında
ancak bir iki saf cemaat bulunurdu, Rasulullah “vallahi şu namaza gelmeyen
kavmin üzerlerine evlerini yakayım diye gönlüme geldi” buyurmuş, bunun
üzerine bu ayet nazil olmuştur. Öğle namazı Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü
aleyhi ve sellem Efendimiz´in Cebrail aleyhisselâm imametiyle kıldığı ilk
namazdır. Bundan başka Cuma namazı bu vakittedir, bunun fazileti ise malumdur.
4-Akşam namazıdır. Zira bu namaz hazarda ve seferde
hep üç rekât sabittir.
5-Yatsı namazı olduğu da bazı zevattan nakledilmiştir.
6-Beş vakit namazın hepsidir ki, Muaz ibni Cebel
radiyallâhü anh buna kail olmuştur. Öyle ise namaz terk edilmeyecek bir
ibadettir.
7-Beş vakit namazdan birisidir. Allah Teâlâ,
Ramazanda Kadir Gecesini, Esma-i Hüsna´sında İsmi A´zam´ını, Cuma günü
icabet saatini gizlediği gibi namazlar içinde de salât-ı vustayı gizlemiş ve
bununla beraber muhafazasını emretmiştir. Namazların hepsine devam ve muhafazasına
itina olunsun.
8-Cuma günü Cuma namazı, diğer günlerde öğle
namazıdır, Bu da Hazreti Ali kerremallâhü veche den rivayet edilmiştir:
9-Yatsı ve sabah namazlarıdır ki Ebu Hayyan´ın zikrine
göre Hazreti Ömer radiyallâhü anh ve Hazreti Osman radiyallâhü anh buna kail
olmuşlardır.
10- Sabah ve ikindi namazlarıdır.
11- Cuma namazıdır.
12- Farz namazların hepsinde cemaattir.
13- Salât-ı havftır.(Korku namazı)
14- Vitir namazıdır.
15- Kurban bayramı namazı,
16- Ramazan bayramı namazı
17- Kuşluk namazıdır.
Orta namaz her kul için ayrı ayrı tecelli eder. Bir
kul hangi namazda tembellik ediyorsa, bu onun orta namazıdır.
Namaz iman ve küfrü ayıran tek unsurdur.
[138]—Rivayet olunur ki, müşrikler,
Uhud´tan açılırken yine geleceğiz diye tehdit savurarak açılmışlardı.
Müslümanlar da çekilmelerine rağmen emin olamıyorlardı. Düşmanın sahte bir
ricatla tekrar hücum etmesinden veya giderken Medine´ye bir baskın yapmasından
pek ziyade endişe ediyorlardı. Hatta düşman dönüp şiddetle bir hücum daha
yapacak olursa bütün, bütün mahvolmak tehlikesinin bile baş göstereceğinden
korkanlar bulunuyordu. Bunun için kalkanlarının altında savaşa hazır bir halde
duruyorlardı. İşte bu korku ve üzüntü içinde bulundukları bir sırada idi ki,
Allah Teâlâ bir emniyet verdi. Uyuklamağa başladılar. Hazreti Zübeyr
radiyallâhü anh demiştir ki,
“Korkunun şiddetlendiği sırada ben Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ile beraberdim. Allah Teâlâ bize bir uyku verdi ki
beni uyku basıyordu ve uykum arasında rüya gibi “Muttlaib ibni Kuşeyr” in
“لَوْ كَانَ لَناَ مِنَ
اْلاَمْرِ شَىْءٌ مَا قُتِلْناَ هۤهُناَ” dediğini vallahi
itişiyordum”.
Ebu Talha Hazretleri radiyallâhü anh de demiştir ki
“Uhud günü başımı kaldırdım kimi gördümse kalkanının
altında uykudan eğilmiş idi, o gün ben de uyku basanlardan idim, elimden
kılıcım düşerdi alırdım. Sonra kamçım düşerdi alırdım.”
Bu şekilde bir emniyet uykusu Bedirde dahi vakı´
olmuştur. Bu uyku alel´âde bir uyku olmayıp, orada bütün müminleri
hepsini birden kaplamıştı.
Askerin içinde iki taife vardı: Müminler, münafıklar.
Müminler Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve
sellem Efendimiz´ín Allah Teâlâ tarafından hak rasül olduğuna ve sözleri
hevadan olmayıp vahyi hak bulunduğuna inanmış ve Allah Teâlâ´nın bu dine yardım
edeceğini ve bütün dinlere galip kılacağını da Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem´den dinlemiş bulunduklarından bu kötü durumu atlatacaklarına ümitleri
vardı. Bu sayede o korkulara rağmen emniyetleri tecelli etmiş bulunduğundan
kendilerini uyku tutabilmiş ve bununla bütün bir sekinet bularak korkuları
tamamen zail olmuş ve kendilerini toplamışlardı.
Diğer bir taife de münafıklar idi; nefisleri derdine
düşmüş kendilerinden başka bir şey düşünmüyor ve dine, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve seleme ehemmiyet vermiyorlardı. Şüphe üzerine bulunuyorlar.
Muharebeye ganimet hevesi ile gelmişlerdi. Ekserisi daha başlangıçta Abdullah
ibni Übey ile beraber savuşup gitmişti. Bir kısmı da kaçamamış kalmıştı. Vak´a
bu hale dönünce, önce gönüllerinde intikam almış gibi bir memnuniyet
hissettiler. Sonra da her iki taraf için şüpheli mevkide bulunduklarından
dolayı korkuları gittikçe arttı. Gözlerine uyku girmedi. Cahiliye kafası
ile Allah Teâlâ´ya haksız kötü zanda bulunuyorlardı. Artık Nebi´nin işi bitti, “Muhammed
hak nebi olsa idi, Allah Teâlâ ona böylece kafirleri musallat etmezdi”
diyorlardı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem´e güya danışıyorlarmış,
talimat istiyorlarmış gibi hareket ediyorlardı.
Ya Muhammed sallallâhü aleyhi ve selem!
“Deki emrin hepsi Allah Teâlâ´nındır. Sonuç ve zafer
O´nun ve onun dostlarınındır, bütün tedbir onundur. Ezelde ne hükmetmiş ise o
olacaktır”
Ya Muhammed sallallâhü aleyhi ve selem!
“O münafıklar, nefislerinde yani gönüllerinde veya
kendi aralarında bir şey, bir fikri, bir küfür gizliyorlar ki onu sana
açmazlar.”
Denilmiş ki, müslümanlarla beraber bir muharebeye
geldiklerine nedamet ediyorlardı. Aralarında bizim için,
“O va´d olunan emirden bir şey olsa idi, Muhammed´in
va´di doğru olsa idi yahut bizim görüşümüzü alsa idi, re´yimimle hareket edilse
idi, burada böyle ölüme maruz kalmaz, içimizden bu kadar ölü vermezdik” diyorlardı.
Münafıklar bu kinle besleniyorlar. Açığa da
çıkaramıyorlardı. Hâlbuki Hz. Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem
Efendimiz münafıkların başı olan Abdullah ibni Übey´yi istişareye davet etmiş
idi, kendisi de rüyasını anlatmıştı. Aynı görüşte bulunmuş, fakat şûranın
ekseriyeti çıkmak görüşünde ısrar ettiklerinden dolayı o görüş hâkim olmuştu.
Bu olay ile tecrübe, göstermişti ki, münafıkların istişareye alınması doğru
değildir. Bu noktan da, hakikat gösterilmiştir. Bunlara rağmen İslam devletinde
istibdat olmadığını, ayrıca açıklamak için de “işlerinizde istişare edin”
emri gelecektir. Şimdi “böyle ölüler vermezdik” iddialarına da,
Ya Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de ki;
“Uhud”a çıkmayıp da evlerinizde yani Medine’de bulunsa
idiniz ölümleri yazılmış olanlar, her halde devrildikleri yerlere çıkacaklar,
yine öldürüleceklerdi”
Çünkü takdiri İlahî değişecek değildir. Bundan dolayı
Allah Teâlâ´ya sui-zanda bulunmamalıdır. Allah Teâlâ bunları
müminlere inayeti olmadığından değil, nice hikmeti göstermek, imtihana çekmek
ve kalplerinizdeki gizli şeyleri vesveseleri, şüpheleri, günahları temizlemek
için böyle yapmıştır.
Allah Teâlâ sinelere saklananı ve onlardan ayrılmayan
fikirleri bilir. İmtihana çekmesi de bilmediğinden değildir. Bunda Rabb´lık
sırları vardır, bununla müminleri belirler, münafıkların da halleri meydana
çıkar.
[139]—Bir işin olması için yedi günde yedi defa Salâvat
okunması uygundur.
Amin
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar