Print Friendly and PDF

FARSÇANIN ANAHTARLARI

Hazırlayan:: Prof. Dr. Mehmet KANAR


 

 


MEHMET KANAR

 

01. 01. 1954 tarihinde Konya'da doğdu. İlkokulu Konya Gazi Mustafa Kemal İlkokulu'nda, ortaokulu İstanbul Kartal Maltepe Ortaokulu, liseyi Vefa Lisesi'nde tamamladıktan sonra 1970 - 1971 öğrenim yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü'ne girdi. Eski Türk Edebiyatı ile Yeni Türk Edebiyatı sertifikalarını aldı. 1974 - 1975 akademik yılında bu bölümü bitirdikten sonra 1975 Kasım'ında aynı bölümün Fars Dili ve Edebiyatı Kürsüsü'nde doktora tahsiline başladı. 1976 Nisan'ında da adı geçen kürsüye asistan olarak atandı. Kasım 1979'da "Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi" adlı teziyle Doktor ünvanını aldı. Nisan 1980-Ağustos 1981 tarihleri arasında yerine getirdiği vatanî görevini müteakiben tekrar Üniversite'deki görevine "Dr. Araştırma Görevlisi" olarak döndü. 24.01.l986 tarihinde Yardımcı Doçent oldu. 11. 10. 1990 tarihinde Fars Dili ve Edebiyatı Bilim Dalı'nda doçentliğe, 10. 10. 1996 tarihinde de Profesörlüğe yükseltildi. 01. 08. 1998 – 20. 09. 2007 tarihleri arasında Fars Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı başkanlığı, 24. 02. 1999 - 20. 09. 2007 tarihleri arasında İ.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü yönetim kurulu üyeliği görevini sürdürdü. 18. 10. 2000 tarihinden itibaren iki dönem İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yönetim Kurulu üyeliği görevinde bulundu. Öte yandan, 30. 09. 2002 - 9. 05. 2003 tarihleri arasında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Dekan Yardımcılığı yaptı. 27. 02. 2007 tarihinde Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Başkanlığına tayin edildi. 20. 09. 2007 tarihi itibarıyla emekliliğe ayrıldı. Hâlen Yeditepe Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı ile Tarih Bölümlerinde ders vermektedir. Evli ve bir çocuk babasıdır.

 

Yayımlanmış eserlerinden bazıları:

Alacakaranlık, Sadık Hidayet (YKY); Anadolu’da İslâmiyet, Franz Babinger, Fuad Köprülü (İNSAN); Aylak Köpek, Sadık Hidayet (YKY); Azeri Masalları, Samed Behrengî (SAY); Bektaşilik İncelemeleri, F.W. Hasluck (SAY); Bir Şeftali Bin Şeftali, Samed Behrengi (SAY); Bugünkü İran Edebiyatı Hakkında Bir İnceleme, Muhammed-i İsti’lâmî (Kültür Bakanlığı); Cemşid ile Hurşid, Cem Sultan (SAY); Çağdaş İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi (SAY); Çağdaş İran Öyküleri (Seçki); Çözümlü Farsça Metinler (SAY), Çözümlü Osmanlı Türkçesi Metinleri (SAY); Deli Dumrul, Samed Behrengi; Diri Gömülen, Sadık Hidayet (YKY); Doğu Mitolojisinin Edebiyata Etkisi, Helmut Ritter, (AYRINTI); Doğubilimciler, AKMED, (CD Kitap); Ermeni Komitelerinin Emelleri ve İhtilal Hareketleri Meşrutiyetin İlanından Önce ve Sonra (DER); Eski Anadolu Türkçesi Sözlüğü (SAY); Eski İran Nesrinden Seçmeler (İÜ); Esrârnâme, Ferideddin Attar (AYRINTI); Evhadu’d-dîn-i Kirmânî’nin Rubaileri (Metin-İnceleme-Tercüme) (İNSAN); Fehmî ve Şebisterî’den Şem ve Pervane (Fehmî ve Şeyh Abdullah-i Şebisterî-i Niyâzî’nin Şem’u Pervâne Mesnevileri) (İNSAN); Gülistan, Sâdi-i Şirâzî (ŞULE); Hacı Aga, Sadık Hidâyet (YKY); Hafız Divanı, Hafız-ı Şirazi (AYRINTI); Hanü’l-İhvân, Dostlar Sofrası, Nâsır-ı Hüsrev (İNSAN); Hayyâm’ın Rubaileri ve Manzum Tercümeleri, Hüseyin Rifat (ŞULE); Hayyam’ın Terâneleri, Sâdık Hidâyet (YKY); Hidâyetnâme, Sadık Hidayet (YKY); Hikmet ve Sanat, Golamrizâ E’vânî (İNSAN); Hüsrev ile Şirin, Şeyhî (SAY); İçtimaiyat Dersleri (İÜ); İçtimâiyât Mecmuası (İÜ); İran Edebiyatında Şiir- Kaçarlar Devri (İNSAN); İran Masalları (Periler Şahının Kızı) (YKY); KANAR Arap Harfli Alfabetik Osmanlı Türkçesi Sözlüğü (SAY); KANAR Arapça-Türkçe Sözlük (SAY); KANAR Farsça-Türkçe Sözlük (SAY); KANAR Osmanlı Türkçesi Sözlüğü (SAY); KANAR Türkçe-Farsça Sözlük (SAY); Küçük Kara Balık, Samed Behrengi (SAY); Külahlı Bey-Külahsız Bey Gevher Murad (BOYUT); Leyla ile Mecnun, Fuzuli (SAY); Mevlânâ, Mesnevî, İki cilt, (AYRINTI); Mevlânâ (Mesnevî, Dîvân, Fîhimâfîh, Mecâlis-i Seb’a) (SAY); Mevleviler Yolu, Şeyh Rüsûhüddin İsmail bin Ahmed el-Ankaravî (ŞULE); Modern İran ve Afgan Öyküleri Antolojisi (YKY); Modern İran Şiiri Antolojisi (ŞULE); Osmanlı Topraklarında Fars Dili ve Edebiyatı Dr. Muhammed Emîn-i Riyâhî (İNSAN); Osmanlı Türkçesi Yazım Kılavuzu (SAY); Ömer Hayyam, Rubailer, Hüseyin Daniş, (ŞULE); Püsküllü Deve, Samed behrengi (SAY), Sekiz Kitap, Sohrâb-i Sipihrî (ŞULE); Sevgi Masalı, Samed Behrengi (SAY); Tasavvufta İnsan Meselesi, İnsân-ı Kâmil, Azîzüddin Nesefî (DERGÂH); Türkçe-Osmanlı Türkçesi Sözlüğü (SAY); Ulduz ile Kargalar, Samed Behrengi; Ulduz ile Konuşan Bebek, Samed Behrengi; Üç Damla Kan Sâdık Hidâyet (YKY); Vejetaryenliğin Yararları Sadık Hidayet (YKY); Züleyha’nın Aşk Derdi, Hz. Yusuf Kıssası Celâl Settârî (İNSAN).


(Künye Sayfası)

 

 


SUNUŞ

 

SAY Yayınlarının sözlük ve dil seti projesi kapsamında hazırlanan bu çalışmanın amacı, Farsçadan Türkçeye, Türkçeden Farsçaya çeviri yaparken Farsçanın anahtarları konumunda olan bağlaçlar, edatlar, zarflar, zamirler ile bunların birleşik şekillerinin derli toplu olarak, alfabetik sırada el altında bulunmasını sağlamaktır.

Kapsamlı bir sözlükte yukarıda sayılan cümle yapıtaşları bulunur. Ancak bunların klasik ve modern Fars edebiyatından seçilmiş örnek cümlelerle bir arada bulunduğu çalışma ülkemizde pek az sayıda yapılmıştır.

Bazı maddelerde birden çok örnek verilmesinden kaçınılmamış, her örneğin Farsça metni, Türkçe harflerle okunuşu ve ardından çevirisi verilmiştir. Örnek cümlelerin çoğunun kaynağı da gösterilmiştir. Tarama yapılan bu kaynakların geniş dökümü yıllardır hazırlamakta olduğum, iki veya üç cilt halinde yayımlanması planlanan Farsça Türkçe Sözlüğün bibliyografya kısmında verilecektir.

Bazı maddelerde bir kelimenin hem isim hem sıfat olarak kullanıldığı, bazı sıfatların da hem sıfat hem zarf kullanıldığı görülecektir. Bu sebeple çok anlamlı bir maddenin bütün anlamları verilmeye çalışılmıştır.

Bilgisayar Farsça maddeleri sıralarken, tek harfli de olsa kelimeyi bir bütün olarak algılamakta, esre (kesre) işareti varsa, buna öncelik tanımaktadır. Öte yandan güzel he harfini vav harfinden önceye yerleştirmektedir. Madde ararken bu hususlara dikkat edilmelidir.

Kitabın son bölümüne bütün maddelerin hem Farsça hem Latin harfli alfabetik listesi verilerek, okuyucunun ileride buradan Farsça kelime bilgisi seviyesini kendi kendine kontrol etme imkânı sağlanmıştır.

Gereken ilgiyi görürse, sunulan bu çalışmada örneklerin zenginleştirilmesi yoluna gidelecektir.

Sunulan kitabın basılmasını sağlayan SAY Yayınları Genel Müdürü Mehmet Ali Uçar ile Editör Levent Çeviker Beylere ve emeği geçen herkese teşekkür ederim.

 

Prof. Dr. Mehmet KANAR

mehmet.kanar@yeditepe.edu.tr

profkanar@yahoo.com

 

 


 

 

 

 


 

 

âher: (A.) 1. başka, diğeri, öbür, öteki. 2. fakat, ama, peki ama.

Der ketm-i adem çu berguzîdî mâ râ

Der ribka-i bendegî keşîdî mâ râ

Âher bekodâm eyb red hâhî kerd

Evvel ne tu bâ eyb harîdî mâ râ?

Mademki yokluğa gizlenmek için seçtin kulluk ipine dizdin bizi, peki ama hangi kusurumuzla reddedeceksin? Kusurlarımızı bilerek baştan kabul etmedin mi bizi? (Evhad)

در کتم عدم چو برگزیدی ما را

در ربقهء بندگی کشیدی ما را

آخر بکدام عیب رد خواهی کرد

اول نه تو با عیب خریدی ما را

3. peki. 4. ertesi.

آخر

âhir: (A.) 1. son, sonuncu, sonuncusu.

Fakat hemin zemistân-i âhir tevâniste bûd der sefer-i pâyitaht bâ peser-i hod hemrâh bâşed

Fakat şu son kış başkent yolculuğunda oğlu ile birlikte olabilmişti.

فقط همین زمستان آخر توانسته بود در سفر پایتخت با پسر خود همراه باشد.

Rûz-i evvel ki ser-i zulf-i tu dîdem, goftem

Ki perîşânî-yi in silsile râ âhir nîst

Zülüflerinin ucunu ilk gördüğüm gün “Zincir gibi uzun bu saçların dağınıklığı bitmez” dedim. (Hâfız)

روز اول که سر زلف تو دیدم گفتم

که پریشانیء این سلسله را آخر نیست

2. ertesi. 3. sonra.

An bîhaberân ki dur-i ma’nî suftend

Der çerh be envâ’ sohenhâ goftend

Âgeh çu negeştend ber esrâr-i cihân

Evvel zenehî zedend u âhir hoftend

O gafiller ki mana incisini deldiler;

Felekte türlü türlü laflar ettiler.

Anlayamadıkları için cihan sırlarını

Önce çeneyi, sonra kuyruğu titrettiler! (Hayyâm)

آن بیخبران که در معنی سفتند

در چرخ به انواع سخن ها گفتند

آگه چو نگشتند بر اسرار جهان

اول زنخی زدند و آخر خفتند

4. nasıl olsa, eninde sonunda.

Gûyend: Behişt u hûr u kovser bâşed.

Cûy-i mey u şîr u şehd u şekker bâşed.

Por kon kadeh-i bâde vu ber destem nih.

Nakdî zi hezâr nisye bihter bâşed.

Derler ki: Cennet var, huri ve kevser var.

Mey ırmağı var, süt, bal ve şeker var.

Doldur bade kadehini, ver elime;

Bin veresiyeden iyi bir peşin var. (Hayyâm)

گویند بهشت و حور و کوثر باش

جوی می و شیر و شهد و شکر باشد

پرکن قدح باده و بر دستم نه

نقدی ز هزار نسیه بهتر باشد

5. peki, daha.

Âhir be çi gûyem “hest”? Ez hod haberem çun nîst.

Vez behr-i çi gûyem “nîst”? Bâ vey nazarem çun hest

Peki, ne diye “var” diyeyim? Çünkü kendimden haberim yok. Niçin “yok” diyeyim? Gözüm ona çevrili çünkü. (Hâfız)

آخر بچه گویم هست؟ از خود خبرم چون نیست

وزبهر چه گویم نیست؟ با وی نظرم چون هست

آخر

âhir-i kâr: sonunda, nihayet, işin sonunda.

Bâ yâr çu âremîde bâşî heme omr

Lezzât-i cihân çeşîde bâşî heme omr

Hem âhir-i kâr rihletet hâhed bûd

Hâbî bâşed ki dîde bâşî heme omr

Geçirmişsen yâr ile bir ömür,

Tatmışsan dünya zevklerini bir ömür,

Göçüp gideceksin nasıl olsa sonunda,

Gördüklerin rüya olur bir ömür. (Hayyâm)

با یار چو آرمیده باشی همه عمر

لذات جهان چشیده باشی همه عمر

هم آخر کار رحلتت خواهد بود

خوابی باشد که دیده باشی همه عمر

Mey hor ki her ki âhir-i kâr-i cihân bedîd

Ez gam sebuk ber âmed u rıtl-i girân girift

Mey içmeye bak; çünkü dünyanın sonunu görebilenler gam yükünü atıp hafiflerken, büyük boy kadehleri ellerine aldılar. (Hâfız)

می خور که هر که آخر کار جهان بدید

از غم سبک بر آمد و رطل گران گرفت

آخر ِ کار

âhir çi?: ne olacak yani?

Dunyâ be murâd rânde gîr, âhir çi

Vin nâme-i omr hânde gîr, âhir çi

Gîrem ki be kâm-i dil bemândî sad sâl

Sad sâl-i diger bemânde gîr, âhir çi

Muradınca yaşadın say; nolacak yani?

Ömür mektubunu okudun say; nolacak yani?

Say ki yüz yıl yaşadın gönlünün muradınca,

Yüz yıl daha yaşadın say; nolacak yani? (Hayyâm)

دنیا بمراد رانده گیر آخر چه

واین نامهء عمر خوانده گیر آخر چه

گیرم که بکام دل بماندی صد سال

صد سال دگر بمانده گیر آخر چه

آخر چه

âhireş: (A.-F.) [âhir + eş] sonunda, nihayet.

Çonan mîhandîd u dovruber-i emû mîgeşt ki âhireş heme-i mâ râ hem be hande endâht

Öyle gülüyor ve amcanın etrafında dönüyordu ki sonunda hepimizi de güldürdü. (Kûçeî benâm-i Behiştrûyân)

چنان می خندید و دور و بر عمو می گشت که آخرش همه ما را هم به خنده انداخت.

 

آخرش

uhrâ: (A.) 1. diğer, başka. 2. ikinci. 3. ahiret.

اخری

âhirîn: (A.-F.)[âhir + în] son, sonuncu.

İcâze befermâîd berâyi âhirîn bâr dest-i şomâ râ befeşârem

İzin verin, son kez elinizi sıkayım. (Azeristân)

اجازه بفرمائید برای آخرین بار دست شما را بفشارم

Âhirîn deste ez bâlâ-yi sereş gozeşte

Son grup da başının üzerinden geçti. (Lekende)

آخرین دسته از بالای سرش گذشته  

 

آخرین

âhirînbâr: (A.-F.) [âhir + în + bâr] son kez, son olarak.

Âhirîn bâr siyâvuş bûd ki bedîdenem âmed

Son olarak beni görmeye gelen Siyavuş’tu. (Se Katre Hûn)

آخرین بار سیاوش بود که بدیدنم آمد

آخرین بار

 

ân: (A.) an, zaman, lahza.

آن

ân: (Peh.) (gr.) ‘o’ anlamına gelen işaret zamiri ve işaret sıfatı.

Behrâm der û câm girift,

Âhû beççe kerd u rûbeh ârâm girift.

Behrâm ki gûr mîgiriftî heme omr,

Dîdî ki çigûne gûr Behrâm girift!

O kasır ki Behram onda kadeh tuttu,

Ceylan yavruladı, tilki mesken tuttu,

O Behram ki ömür boyu yaban eşeği tuttu.

Gördün mü mezar onu nasıl tuttu! (Hayyâm)

آن قصر که بهرام در او جام گرفت

آهو بچه کرد و روبه آرام گرفت

بهرام که گور می گرفتی همه عمر

دیدی که چگونه گور بهرام گرفت؟

Genc-i zerger nebuved, konc-i kanâ’at bâkîst

Anki an dâd be şâhân, be gedâyân in dâd

Kuyumcu hazinesi olmazsa olmasın; kanaat köşesi var nasıl olsa. Şahlara onu veren Tanrı, yoksullara da bunu vermiştir. (Hâfız)

گنج زرگر نبود ، کنج قناعت باقیست

آنکه آن داد به شاهان ، به گدایان این داد

 

آن

ân-i: mülkiyet zamiri.

Înek in tûmâr burhân-i men est

Kin niyâbet ezû ân-i me est

İşte bu tomar benim delilimdir.

Ki bu nayiplik ondan sonra benimdir. (Mesnevi)

اینک این طومار برهان منست

کین نیابت ازو آن منست

Nîst kesb imrûz, mihmân-i tuem

Çeng behr-i tu zenem, ân-i tuem

Kazancım yok; bugün senin misafirinim.

Senin için çalacağım; bugün seninim. (Mesnevi)

نیست کسب امروز ، مهمان توام

چنگ بهر تو زنم ، آن تو ام

آن ِ

ân-i vâhid: (A.-F.) bir an.

آن ِ واحد

ân be ân: (A.-F.) gitgide, anbean.

آن به آن

ânçonan, ançenan: [ân + çonân] öyle.

آن چنان

ançonanki, ançenanki; [ân + onân + ki] -diği gibi, -cek şekilde, öyle ... ki.

Mestem kun ançunan ki nedânem zi bîhodî

Der arsa-i hayâl ki âmed, kudâm reft

Beni öyle bir sarhoş et ki hayal dünyamda bile kimin gelip kimin gittiğini farkedemez durumda olayım. (Hâfız)

مستم کن آنچنان که ندانم ز بیخودی

در عرصهء خیال که آمد ، کدام رفت

آن چنان که

ançonânî: [ân + çonân + î] öylesine, öyle bir.

آن چنانی

andiger: [ân + diger< dîger] öteki, diğeri, öbürü.

آن دگر

an dem ki: o zaman ki, -dığı zaman.

Ber tarf-i gulşenem guzer uftâd vakt-i subh

Andem ki kâr-i morg-i seher âh u nâle bûd

Seher bülbülü âh edip inlerken sabah vakti yolum gülbahçesine çıktı. (Hâfız)

بر طرف گلشنم گذر افتاد وقت صبح

آندم که کار مرغ سحر آه و ناله بود

آن دم که

andîger: [ân + dîger] öteki, diğeri, öbür, öbürü.

Her do ney hordend ez yek âbhor

İn yekî hâlî yu an dîger şeker

İki kamış aynı kaynakta yetişti

Birinin içi boş kaldı, diğeri şeker verdi (Mesnevi)

هر دو نی خوردند از یک آبخور

این یکی خالی و آن دیگر شکر

آن دیگر

anrûz: [ân + rûz] 1. o gün. 2. o vakit, o zaman.

آن روز

anzemân: (F.-A.) [ân + zemân] 1. o zaman.

Şehân an zemân pâdşâyî konend

Ki ber âstâneş gedâyî konend

Şahlar onun eşiğinde dilendikleri zaman padişahlık ederler. (Mucmel-i Fasîhî, I/2)

شهان آن زمان پادشایی کنند

که بر آستانش گدایی کنند

2. o zamanki.

آن زمان

anser: [an + ser] öbür taraf, öte yaka.

Munbasit bûdîm u yek cevher heme

Bîser u bîpâ budîm an ser heme

Yayılmıştık, bir cevherdik hepimiz

O yanda zavallı, çaresizdik biz (Mesnevi) 

منبسط بودیم و یک جوهر همه

بی سر و بی پا بدیم آن سر همه

آن سر

ansû: [ân + sû] o taraf, o yan, öte, öte geçe.

İn cihân hod habs-i cânhâ-yi şomâst

Hîn revîd an sû ki sahrâ-yi şomâst

Bu dünya canlarınızın hapishanesi

Gidin o tarafa; sizin sahranızdır orası (Mesnevi)

این جهان خود حبس جانهای شما است

حین روید آن سو که صحرای شما است

آن سو

an tovr: (F.-A.) öyle.

آن طور

ankocâ: [ân + kocâ] 1. o yer. 2. o şey. 3. o kimse.

آن کجا

ankes: [ân + kes] o kimse, o kişi, o şahıs.

Ankes ki zemîn u çerh-i eflâk nihâd,

Bes dâğ ki û ber dil-i gamnâk nihâd.

Bisyâr leb ço la'l u zulfeyn ço mişk

Der tabl-i zemîn u hokka-yi hâk nihâd!

O ki yer ile felekleri yarattı,

Gamlı gönlümü ne de çok dağladı.

Nice lâl dudaklıyı, mis zülüflüyü

Yer tahtasına, toprak hokkasına bıraktı. (Hayyâm)

آنکس که زمین و چرخ افلاک نهاد

بس ذاغ که او بر دل غمناک نهاد

بسیار لب چو لعل و زلفین چو مشک

در طبل زمین و حقهء خاک نهاد

آن کس

ân-i mustakbel: (A.-F.) gelecek an.

آن مستقبل

anmovki: (F.-A.) [ân + mevki’] o zaman, o zamanlar, o vakit.

آن موقع

an nefes: (F.-A.) [ân + nefes] o zaman.

Zi ıtr-i hûr-i behişt an nefes ber âyed bûy

Ki hâk-i meykede-i mâ abîr-i cîb koned

Meyhanemizin toprağını koku diye cebine dolduran kişiden cennet hurilerinin kokuları gelir. (Hâfız)

ز عطر حور بهشت آن نفس بر آید بوی

که خاک میکدهء ما عبیر جیب کند

آن نفس

anhem: [ân + hem] o da.

آن هم

anhemçiki: [ân + hem + çi + ki] ama ne!

Berâyi mercân şovher peydâ şud, ân hem çi şovherî ki hem pîrter u hem bidgilter ez dâş âkul bûd

Mercan’a koca bulundu ama ne koca! Dâş Âkul’den hem yaşlı hem çirkindi. (Se Katre Hûn, s. 78)

برای مرجان شوهر پیدا شد ، آن هم چه شوهری که هم پیرتر و هم بدگل تر از داش آکل بود

آن همچه که

anheme: [ân + heme] hepsi, onca, okadar.

Anheme râz u tena’um ki hazân mîfermûd

Âkıbet der kadem-i bâd-i behâr âhir şud

Hazânın onca nazı, onca caka satması, bahar rüzgârının gelişiyle birlikte son buldu. (Hâfız)

آه همه راز و تنعم که خزان می فرمود

عاقبت در قدم باد بهار آخر شد

Mursel tâ an vakt hergiz nezd-i peder-i hod anheme pul nedîde bûd

Mürsel o zamana kadar babasının yanında hiç o kadar para görmemişti. (Âzeristân)

مرسل تا آن وقت هرگز نزد پدر خود آنهمه پول ندیده بود

آن همه

an vech: (F.-A.) o yüzden, o sebeple.

آن وجه

an vakt: (F.-A.) o vakit, o zaman.

آن وقت

anyekî: [an + yek + î] biri.

An yekî her dâşt u pâlâneş nebûd

Yâft pâlân, gorg her râ der rubûd

Birinin eşeği vardı, yoktu palanı

Palanı buldu; kurt kaptı karakaçanı (Mesnevi)

آن یکی خر داشت و پالانش نبود

یافت پالان گرگ خر را در ربود

آن یکی

ânen: (A.) bir anda, o anda.

آنا ً

ânân: [ân + ân] (gr.) ‘onlar’ anlamına gelen işaret zamiri.

Ânân ki muhît-i fazl u âdâb şodend,

Der cem'-i kemâl şem'-i eshâb şodend,

Reh zin şeb-i târîk nebordend be rûz;

Goftend fesâne'î yu der hâb şodend.

Onlar ki fazilet, âdâb sahibi oldular.

Olgunlukta dostların ışığı oldular.

Çıkamadılar şu karanlık geceden gündüze.

Bir masal söyleyip uykuya dalar oldular. (Hayyâm)

آنان که محیط فضل و آداب شدند

در جمع کمال شمع اصحاب شدند

ره زین شب تاریک نبردند بروز

گفتند فسانه ای و در خواب شدند

Ânân ki hâk râ be nazar kîmyâ konend

Âyâ buved ki gûşe- i çeşmî be mâ konend?

Bakışlarıyla toprağı altına dönüştürenler, bir göz ucuyla bize de bakarlar mı acaba? (Hâfız)

آنان که خاک را به نظر کیمیا کنند

آیا بود که گوشهء چشمی بما کنند؟

آنان

âncâ: [ân + câ] 1. orası, orada. 2. oraya.

آنجا

ancâ ki: [ân + câ + ki] –diği yer, -diği yerde.

Ancâ ki tarîk u şîve-i tahkîk est

Şâhidbâzî tarîk-i her sadîk est

Hakikat yolunun bulunduğu yerde şahidbazlık her sıddıkın yoludur. (Evhad)

آنجا که طریق و شیوهء تحقیق است

شاهدبازی طریق هر صدیق است

آنجا که

ancâyî ki: [ân + cây + î + ki] –diği yer, -diği yerde.

آنجایی که

anç: [ân + ç < çi] o şey ki.

آنچ

ançki : [< an + ç< çi + ki] o şey ki.

Ez sûd u ziyân anç ki nâmeş omrest

Mâîm u demî yu herç bâdâ bâd

Ömür denilen şeyin zararını ziyanını bırak bir yana; ne olursa olsun. İşte biz varız, bir de anlık ömür. Ne olursa olsun. (Evhad)

از سود و زیان آنچ که نامش عمرست

مائیم و دمی و هرچ بادا باد

آنچ که

ançet: [an  + çi  + tu  râ] o şeyi sana.

Der yekî gofte ki ançet dâd Hak

Ber tu şîrîn kerd der îcâd-i Hak

Birinde dedi: Hak sana ne verdiyse

Yaratırken şirin gösterdi sana (Mesnevi)

در یکی گفته که آنچت داد حق

بر تو شیرین کرد در ایجاد حق

آنچت

ançi: [ân + çi] o şey ki, ... şey.

Ânân ki zi pîş refte'end ey sâkî,

Der hâk-i gurûr hofte'end ey sâkî;

Rov, bâde hor u hakîkat ez men şinov.

Bâd est her ançi gofte'end ey sâkî.

Evvelce gelip geçenler yok mu saki,

Gurur toprağında yatmaktalar be saki.

Hele iç badeyi; dinle benden gerçeği:

Her dedikleri havadır hava be saki ! (Hayyâm)

آنان که ز پیش رفاه اند ای ساقی

در خاک غرور خفته اند ای ساقی

رو، باده خور و حقیقت از من شنو

باد است هرآنچه گفته اند ای ساقی

Feyz-i rûhulkuds er bâz meded fermâyed

Dîgerân hem bekunend ançi mesîhâ mîkerd

Rûhülkudüs yine yardım edecek olursa, İsa’nın yaptığını başkaları da yapabilir. (Hâfız)

فیض روح القدس ار باز مدد فرماید

دیگران هم بکنند آنچه مسیحا می کرد

آنچه

ançiki: [ân + çi + ki] o şey ki, ... şey.

Velî ançi ki nebâyed beşeved şud u pîşâmed-i muhim rûy dâd

Ama olmaması gereken oldu ve önemli bir hadise meydana geldi. (Se Katre Hûn, s. 78)

ولی آنچه که نباید بشود شد و پیش آمد مهم روی داد.

آنچه که

 

andûn: 1. orası, öte yan. 2. öyle. 3. o zaman.

آندون

 

antovr: (F.-A.) [ân + tavr] öyle.

Şâyed hem mîkûşîd hod râ antovr nişân bedehed

Belki de öyle görünmeye çalışıyordu. (Âzeristân)

شاید هم می کوشید خود را آنطور نشان بدهد

آنطور

antovrki: (F.-A.) [an + tavr + ki] 1. -diği gibi. 2. -miş gibi. 3. -cek şekilde.

آنطور که

ânifen: (A.) biraz önce.

آنفا ً

ankadr, an kadar: (F.-A.) [ân + kadr] o kadar, o denli, bu denli.

İn zindegî ki der an ankadr gozeşt kerde bûd behodeş saht gozerânîde bûd

Onca özveride bulunduğu bu yaşam onun için çok zor geçmişti. (Se Katre Hûn, s. 204)

این زندگی که در آن آنقدر گذشت کرده بود بخودش سخت گذرانیده بود

آنقدر

ankadrki, an kadar ki: (F.-A.) [an + kadr + ki] o kadar ... ki, -cek kadar, -diği ölçüde, -diği kadar.

Ankadr ez zindegî sîr şode bûdem ki bârhâ kasd-i cânem râ kerdem

O kadar hayattan bezmiştim ki defalarca canıma kasdettim. (Şovher-i Âhû Hanum)

آنقدر از زندگی سیر شده بودم که بارها قصد جانم را کردم.

آنقدر که

ank: [an + k<ki] o ki.

آنک

ankes: [ân + kes + ki] o kimse ki, … kimse.

Ki goft Hâfız ez endîşe-i tu âmed bâz?

Men in negofte’em; ankes ki goft, buhtân goft

Kim dedi sana Hâfız seni düşünmekten vazgeçti diye? Ben öyle bir şey demedim; kim dediyse, iftira etmiş. (Hâfız)

که گفت حافظ از اندیشهء تو آمد باز؟

من این نگفته ام ، آنکس که گفت ، بهتان گفت

آنکس که

anki: [ân + ki] 1. o kimse ki. 2. o şey ki.

آنکه

ankû: [ân + kû< ki + û] o kimse.

آنکو

engâr ki: sanki.

انگار که

engâr ne engâr: sanki hiç, hiç mi hiç, sözüm ona.

Engâr ne engâr merâ nemîşinâht

Sanki beni hiç tanımıyordu. (Nâbiga-i Hûş)

انگار نه انگار مرا نمی شناخت

انگار نه انگار

engârî ki: sanki.

Engârî ki ker şode bûdem

Sağır olmuş gibiydim. (Şikârçiyân)

انگاری که کر شده بودم

انگاری که

angâh: [ân + gâh] 1. o zaman. 2. sonra, ondan sonra. 3. bunun üzerine. 4. bununla beraber. 5. üstelik, bundan başka.

آنگاه

angeh: [ân + geh] 1. o zaman, o vakit.

Serv-i bâlâ-yi men angeh ki der âyed be semâ’

Çi mahal câme-i cân râ ki kabâ netvân kerd

Selvi boylum semâya başlayınca, aba yırtılamaz da ne demek? Can giysisi bile yırtılır. (Hâfız)

سرو بالای من آنگه که در آید به سماع

چه محل جامهء جان را که قبا نتوان کرد

2. sonra, ondan sonra.

Kerd hidmet mer Omer râ vu selâm

Goft Peygamber selâm angeh kelâm

Ömer’e saygıyla eğildi, selam verdi

Peygamber Önce selam, sonra kelam dedi (Mesnevi) 

کرد خدمت مر عمر را و سلام

گفت پیغمبر سلام آنگه کلام

3. bunun üzerine. 4. bununla beraber. 5. üstelik, bundan başka.

آنگه

angehki: [ân + geh + ki] –diği zaman.

Angeh ki ez hâb ender âmed merdum-i nâdân ki mord

Çun şebân angeh ki gorg efgende bâşed mîş râ

Kurdun koyunu boğazladıktan sonra çobanın uyanması gibi, cahil insan da öldükten sonra uyanır ancak. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 20)

آنگه که از خواب اندر آمد مردم نادان که مرد- چون شبان آنگه که گرگ افگنده باشد میش را

Serv-i bâlâ-yi men angeh ki der âyed be semâ’

Çi mahal câme-i cân râ ki kabâ netvân kerd

Selvi boylum semâya başlayınca, aba yırtılamaz da ne demek? Can giysisi bile yırtılır. (Hâfız)

سرو بالای من آنگه که در آید بسماع

چه محل جامهء جان را که قبا نتوان کرد

آنگه که

angehem: [an  + geh  + merâ] o zaman beni, o zaman bana.

Angehem ez hod berân tâ şehr-i dûr

Tâ der endâzem der îşân şerr u şûr

Sonra sür beni uzak bir diyara

Şer ile kargaşa atayım oraya (Mesnevi)

آنگهم از خود بران تا شهر دور

تا در اندازم در ایشان شر و شور

آنگهم

angehî: [ân + geh + î] 1. o zaman. 2. sonra, ondan sonra. 3. bunun üzerine. 4. bununla beraber. 5. üstelik, bundan başka.

آنگهی

angûn: [an + gûn] öyle.

Ançi Hak âmûht kirm-i pîle râ

Hîç pîlî dâned an gûn hîlehâ

Tanrı’nın ipek böceğine öğrettiğini

Hangi fil bilir öyle bir hileyi? (Mesnevî)

آنچه حق آموخت کرم پیله را

هیچ پیلی داند آن گون حیله ها

آنگون

angûne: [ân + gûn + e] öyle.

آنگونه

anhâ: [ân + hâ] onlar.

Ez anhâ herâsân porsîd: Şomâhâ lâle râ nedîdîd?

Korkarak onlara ‘Lale’yi gördünüz mü?’ diye sordu. (Se Katre Hûn, s. 140)

از آنها هراسان پرسید : شماها لاله را ندیدید؟

آنها

ânî: (A.-F.) [ân + î] 1. ani. 2. geçici, muvakkat. 3. günü kurtaran.

آنی

 

âyâ: acaba.

Ez şomâ suâlî dâştem, âyâ cevâb hâhîd dâd?

Size bir sorum vardı; acaba cevap verecek misiniz? (Hindû)

از شما سؤالی داشتم ، آیا جواب خواهید داد؟

Âyâ rûşenâî-i çeşm-i û ve âheng-i sedâyeş bekullî hâmûş şod?

Acaba gözünün feri ve sesinin ahengi tamamen söndü mü? (Girdâb)

آیا روشنائی ء چشم او و آهنگ صدایش بکلی خاموش شد؟

Şeyhî be zenî fâhişe goftâ: Mestî,

Her lahza be dâm-i digerî pâ bestî.

Goftâ: Şeyhâ, herançi gû'î, hestem.

Âyâ to çonanki mînomâ'î, hestî?

Bir şeyh dedi bir fahişeye: Sarhoşsun sen.

Her lahza birinin tuzağına düşersin sen.

Dedi: Ey şeyh, ne dersen, oyum ben.

Acaba göründüğün gibi misin sen? (Hayyâm)

شیخی به زنی فاحشه گفتا مستی

هر لحظه بدام دیگری پا بستی

گفتا شیخا هرآنچه گوئی هستم

آیا تو چنانکه می نمائی هستی؟

An turk-i perîçihre ki dûş ez ber-i mâ reft

Âyâ çi hatâ dîd ki ez râh-i hatâ reft?

Dün o peri yüzlü Türk güzeli yanımızdan ayrılıp gitti. Acaba ne hatamızı gördü de Hıtay yolunu tuttu? (Hâfız)

آن ترک پری چهره که دوش از بر ما رفت

آیا چه خطا دید که از راه خطا عفت؟

آیا

 

 

elif: 1. Farsça alfabenin ilk harfi. 2. Ebced alfabesine göre sayısal değeri “bir”. 3. nidâ elifi. ey, hey.

Âlînesebâ çerâ benişînî pest?

“Ey soylu! Niçin alçakta oturursun?” (Evhad)

عالی نسبا چرا بنشینی پست؟

4. cevap elifi. “goft” fiilinin sonuna gelir.

Goftâ ki kadem zi âzerm bîrûn nih

“Haya ile ayak bas” dedi. (Evhad)

گفتا که قدم ز آزرم بیرون نه

ا

ibtidâ’: (A.) 1. başlama. 2. başlangıç. 3. ilkin, öncelikle. 4.  başlangıçta, önceleri.

Asl-i îşân bûd âteş ibtidâ

Sûy-i asl-i hîş reftend intihâ

Ateştendi asılları yolun başında

Asıllarına döndüler yolun sonun sonunda (Mesnevî)

اصل ایشان بود آتش ابتدا

سوی اصل خویش رفتند انتها

ابتدا ، ابتداء

ibtidâen: (A.) başlangıçta, başlarken, ilkin.

ابتداءً

ibtinâen: (A.) dayanarak.

ابتناءً

ebedulâbâd: (A.) 1. daimî, ebedî, ebediyyen. 2. asla.

ابد الآباد

ebedulebed: (A.) daima.

ابد الابد

ebedulâbidîn: (A.) daima.

ابد الآبدین

ebeduddehr: (A.) daimî, ebedî, ebediyyen.

Ve hemçunîn mulûk-i gassân u âl-i sâmân u sâsân der hayyiz-i fenâ mekâm kerde’end ve esâmî-i îşân ebeduddehr bâkî mânde est

Aynı şekilde Gassan, Sâmânî ve Sâsânî melikleri fenâyı makam tutmuşlardı ve isimleri ebediyyen bâkî kalacaktır. (Sindbâdnâme, s. 29)

و همچنین ملوک غسان و آل سامان و ساسان در حیز فنا مقام کرده اند و اسامی ء ایشان ابد الدهر باقی مانده است

ابد الدهر

ebedu’d-duhûr: (A.) ebediyen, sonsuza kadar.

ابد الدهور

ebeden: (A.) 1. hiç, asla, hiç de.

Men ki be âsâr-i şomâ âşinâ hestem, ebeden şomâ râ intovr tesevvur nemîkerdem

Eserlerinize aşina olduğumdan, sizi hiç de böyle tasavvur etmiyordum. (Hindû)

من که به آثار شما آشنا هستم ، ابدا ً شما را اینطور تصور نمی کردم

2. ebediyete kadar.

ابدا ً

ebediyyen: (A.) sonsuza dek, asla, hiçbir zaman.

ابدیا ً

eber: üzerinde, -de, -da.

Eber ketf-i zehhâk-i câdû do mâr

Berust u ber âvurd be îrân demâr

Sihirbaz Zahhak’in omuzlarından iki yılan çıktı da İran’a etmediği kalmadı. (Şâhnâme, I/42, beyit 171)

ابر کتف ِ ضحاک جادو دو مار

برست و بر آورد به ایران دمار

ابر

ibkâen: (A.) sürekli olarak.

ابقاءً

ebî: (gr.) –sız, -sızın.

Ebî gevher mebâdâ hergiz in durc

Ebî ahter mebâdâ hergiz in burc

Bu kutu hiçbir zaman incisiz kalmasın

Bu burç hiçbir zaman yıldızsız kalmasın (Vîs u Râmîn)

ابی گوهر مبادا هرگز این درج

ابی اختر مبادا هرگز این برج

ابی

ittisâlen: (A.) sürekli, devamlı.

اتصالا ً

ittifâk: (A.) 1. birleşme. 2. anlaşma. 3. refah. 4. olay. 5. takdir. 6. tesadüfen.

اتفاق

ittifâk râ: (A.-F.) [ittifâk + râ] tesadüfen, rastlantı eseri.

اتفاق را

ittifâken: (A.) tesadüfen, rastgele.

اتفاقا ً

etemm: (A.) mükemmel, en iyi.

اتم

esnâ’: (A.) esna, sıra, ara,

اثناء

esnâ-yi: (A.-F.) iken, sırasında, esnasında, zamanı.

اثنای

icbâren: (A.) zorunlu olarak, mecburen, ister istemez.

اجبارا ً

icmâ’en: (A.) toplu olarak.

اجماعا ً

icmâlen: (A.) kısaca, özetle, özetleyerek.

اجمالا ً

icmâlî: (A.) 1. ayrıntısız, kısa, özet halinde, derli toplu. 2. kısaca.

اجمالی

ecma’ûn: (A.) tümü, hepsi.

اجمعون

ecma’în: (A.) tümü, hepsi.

اجمعین

ihtirâzen: (A.) 1. kaçınarak, çekinerek, uzak durarak. 2. korkarak.

احترازا ً

ihtirâmen: (A.) saygı ile, saygı göstererek, hürmet ederek.

احتراما ً

ihtimâl-i karîb be yakîn: (A.-F.) büyük bir olasılıkla.

احتمال ِ قریب به یقین

ihtimâlen: (A.) bir ihtimalle, muhtemelen, olasılıkla.

احتمالا ً

ihtimâlî: (A.) muhtemel, olası.

احتمالی

ahadî: (A.-F.) [ahad + î] 1. kimse, hiçkimse.

Ahadî nemîtevâned munkir şeved

Kimse inkâr edemez. (Don Karlos)

احدی نمی تواند منکر شود

2. bire ait.

احدی

ahsen: (A.) 1. aferin. 2. daha iyi; daha güzel. 3. en iyi.

احسن

ehyân: (A.) zamanlar.

احیان

ihtisâren: (A.) 1. kısaltarak. 2. özetleyerek. 3. sadeleştirerek.

اختصارا ً

ihtisâsen: (A.) özellikle.

اختصاصا ً

ehass: (A.) 1.  en has, en özel. 2. başlıca.

اخص

ahîr: (A.) 1. son. 2. sonuncu. 3. dip. 4. geri

اخیر

ahîren: (A.) 1. son zamanlarda, geçenlerde, bu yakınlarda. 2. son olarak. 3. sonunda. 4. hepsinden sonra. 5. ondan sonra.

اخیرا ً

er: [< eger] 1. eğer.

Der tu an merdî nemî bînem ki kâfir beşikenî

Beşiken er merdî hevâ-yi nefs-i kâfirkîş râ

Kâfirleri yenecek cesareti görmüyorum sende. Yiğitsen, nankör nefsinin isteklerine engel ol. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 20)

در تو آن مردی نمی بینم که کافر بشکنی

بشکن ار مردی هوای نفس کافرکیش را

Be fitrâk er hemî bendî, hodâ râ, zûd saydem kun

Ki âfethâst der te’hîr u tâlib râ ziyân dâred

Beni terkine bağlayacaksan, Allah aşkına, çabuk avla. Çünkü geç kalmak âfet getirir; bu yolun tâlibine ise zarar verir. (Hâfız)

به فتراک از همی بندی ، خدا را ، زود صیدم کن

که آفتهاست در تأخیر و طالب را زیان دارد

2. -dığı zaman.

ار

 

 

erçi: [er< eger + çi] her ne kadar, ise de.

Doşmen erçi dûstâne gûyedet

Dâm dân gerçi dâne gûyedet

Her ne kadar düşman sana dostça söyler, tane ve yemden bahsederse de, tuzak bil. (Mesnevi)

دشمن ارچه دوستانه گویدت

دام دان گرچه دانه گویدت

Derd-i aşk erçi dil ez halk nihân mîdâred

Hâfız in dîde-i giryân-i tu bîçîzî nîst

Hâfız, gönlün halktan aşk derdini gizlese de, gözlerinin ağlaması boşuna değil. (Hâfız)

درد عشق ارچه دل از خلق نهان می دارد

حافظ ای دیدهء گریان تو بی چیزی نیست

ارچه

erne: [er + ne < egerne] yoksa, aksi halde.

Hâfiz çu nâfe-i ser-i zulfeş be dest-i tust

Dem der keş erne bâd-i sabâ râ haber şeved

Hafız, sevgilinin zülüflerinin ucunun mis kokusu elinde olduğuna göre sus, yoksa seher yelinin haberi olur. (Hâfız)

حافظ چو نافهء سر زلفش بدست توست

دم در کش ارنه باد صبا را خبر شود

ارنه

ez:  -den, -dan.

Der in sermâ beççe râ çerâ ez hâne bîrûn mîâverîd

Hanımefendi, bu soğukta niçin çocuğu evden çıkarıyorsunuz? (Şovher-i Âhû Hanum)

در این سرما بچه را چرا از خانه بیرون می آورید خانم؟

Dûş ez mescid sûy-i meyhâne âmed pîr-i mâ

Çîst yârân-i tarîkat ba’d ez in tedbîr-i mâ?

Pîrimiz dün gece mesçitten meyhaneye geldi. Ey yoldaşlar, ey tarikat arkadaşları! Bundan sonra tedbirimiz ne olacak? (Hâfız)

دوش از مسجد سوی میخانه آمد پیر ما

چیست یاران طریقت بعد ازین تدبیر ما؟

2. itibaren, -den beri.

Ez an rûz horden-i çend nov gez ârâ ber hod herâm kerd

O günden itibaren birkaç çeşit yemeği kendisine yasakladı. (An rûzhâ)

از آن روز خوردن چند نوع غذا را بر خود حرام کرد

Dâş Âkul ez rûz-i ba’d meşgûl-i resîdegî be kârhâ-yi Haci şud

Daş Âkul ertesi günden itibaren Hacının işleriyle ilgilendi. (Se Katre Hûn, s. 70)

داش آکل از روز بعد مشغول رسیدگی بکارهای حاجی شد

3. hakkında, ilişkin.

Beççehâ heyli çîzhâ ez Tarıverdi berâyem goftend

Çocuklar Tarıverdi hakkında bana çok şey söylediler. (Edebiyyât-i Dovre-i Bîdârî ve Muâsir)

بچه ها خیلی چیزها از تاری وردی برایم گفتند

Ez zindegânî-yi vey ittilâ’ât-i ziyâdî nedârîm

Onun hayatı hakkında fazla bilgimiz yok. (Ez Sabâ tâ Nîmâ)

از زندگانیء وی اطلاعات زیادی نداریم

4. -den dolayı. 5. ile.

Rûzî do se-i diger mubâhî bâşîm

Tâ hod çi goşâyed ez ibâhet mâ râ

İki üç gün de mübahi olalım. Bakalım ibahatla başımıza ne gelecek? (Evhad)

روزی دو سهء دگر مباحی باشیم

 تا خود چه گشاید از اباحت ما را

6. ile, sayesinde.

Âbâd-i herâbât zi mey horden-i mâst

Harabat bade içmemiz sayesinde mamur.  (Evhad)

آباد خرابات ز می خوردن ماست

Kerde’em baht-ı cevân râ nâm pîr

K’û zi Hak pîr est ne ez eyyâm pîr

Genç bahta pîr adını verdim

Günlerin geçişiyle değil, Tanrı sayesinde pîrdir. (Mesnevi)

کرده ام بخت جوان را نام پیر

کاو ز حق پیر است نه از ایام پیر

7. indinde, katında, bakımından, açısından, -ce, -e göre.

Der butkede çun hiyâl-i ma’şûka-i mâst

Reften be tevâf-i ka’be ez akl hetâst

Puthanede sevgilinin hayali olduğuna göre Kabe’yi tavafa gitmek akılca yanlış, akıl dışı. (Evhad)

در بتکده چون خیال معشوقهء ماست

رفتن به طواف کعبه از عقل خطاست

8. ait.

Men u zenem hoşhâl bûdîm ki hâneî ez hodiman dârîm

Karım da bende kendimize ait bir evimiz olduğu için mutluyduk. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

من و زنم خوشحال بودیم که خانه ای از خودمان داریم

9. içinde, arasında.

Ez an nâmdârân-i bisyâr hûş

Yekî bûd bînâdil u râstgûş

O ünlülerin arasında çok akıllı, gönül gözü açık, dinlemesini bilen biri vardı. (Şâhnâme, I/38, beyit 90)

از آن نامداران بسیار هوش

یکی بود بینادل و راست گوش

10.  -ir...-mez.

Ez dîden-i in aks dûd ez ser-i Menûçihr bolend şud

Bu resmi görür görmez, kan Menûçehr’in tepesine sıçradı. (Se Katre Hûn, s. 149)

از دیدن این عکس دود از سر منوچهر بلند شد

از

ez be ba’d: (F.-A.) [ez + be + ba’d] -den sonra, -den bu yana, -den beri.

Ez imrûz be ba’d û râ donbâl-i tûp nehâhîd dîd

Bugünden itibaren onu top peşinde görmeyeceksiniz. (Âzeristân)

از امروز ببعد او را دنبال توپ نخواهید دید

از ... به بعد

ez eser-i: (F.-A.) arkasından, izinden, peşinden.

Zâhireş mîgoft: Der reh çost şev

Vez eser mîgoft: Cân râ sost şev

Görünüşte “Bu yolda çevik ol” diyordu

Arkasından “Canın için gevşek ol” diyordu (Mesnevi)

ظاهرش می گفت در ره چست شو

واز اثر میگفت جان را سست شو

از اثر ِ

ez ezel: (F.-A.) ezelden beri.

Halka-i pîr-i mugân ez ezelem der gûş est

Ber hemânîm ki bûdîm u heman hâhed bûd

Mugların pîrinin kulağıma taktığı kulluk halkası ezelden beri kulağımda duruyor. Eskiden olduğum gibiyiz, bundan sonra da aynen kalacağız. (Hâfız)

حلقهء پیر مغان از ازلم در گوش است

بر همانیم که بودیم و همان خواهد بود

از ازل

ez âgâz: baştan, başından, baştan beri.

İn nedâred âhir ez âgâz gûy

Rev, temâm in hikâyet bâz gûy

Bunun sonu yoktur; baştan al

Haydi, bu hikâyeyi anlatmaya başla (Mesnevi)

این ندارد آخر ، از آغاز گوی

رو تمام این حکایت باز گوی

از آغاز

ez an: ondan.

از آن

ez ân-i: ait, -in, -nin.

Muhtâc-i kıssa nîst geret kasd-i hûn-i mâst

Çun raht ezân-i tust, be yağmâ çi hâcetest?

Canımıza kasdın varsa, bunu söylemeye bile gerek yok. Mal senin mülk senin; yağmaya talana ne hâcet? (Hâfız)

محتاج قصه نیست گرت قصد خون ماست

چون رخت از آن تست ، بیغما چه حاجت است؟

Hâkimiyet bedûn-i kayd u şart ez ân-i millet est

Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. (Ataturk)

حاکمیت بدون قید و شرط از آن ِ ملت است

Bedânîd ki ez ân-i şomâ mîşevem

Bilin ki sizin oluyorum. (Rodin)

بدانید که از آن ِ شما می شوم

از آن ِ

ez an be ba’d: (F.-A.) ondan sonra.

Ez an be ba’d kûşiş kerdem nigâhem mulâyim ve Mihribân baş ed

Ondan sonra bakışımın yumuşak ve şefkatli olmasına çalıştım. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

از آن به بعد کوشش کردم نگاهم ملایم و مهربان باشد

از آن به بعد

ezancomle: (F.-A.) [ez + an + comle]: bu cümleden olarak, bunların arasında.

از آن جمله

ezancihet: (F.-A.) [ez + ân + cihet] o yüzden, o nedenle.

از آن جهت

ezan cihet ki: (F.-A.) [ez + ân + cihet + ki] -mek için, -diği için.

از آن جهت که

ezan cihetî ki: (F.-A.) [ez + ân + cihet + î + ki] -dığı gibi, -dığı şekilde.

Çerâ ki ez an cihetî ki mîhâst men kâmilen muvaffak şode bûdem

Çünkü istediği gibi tamamen başarılı olmuştum. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

چرا که از آن جهتی که می خواست من کاملا موفق شده بودم

از آن جهتی که

ez an rû: o yüzden, -diği için.

Ez an rû hest yârân râ safâhâ bâ mey-i la’leş

Ki gayr ez râstî nakşî der ân cevher nemîgîred

Dostlar onun lâl renkli dudağından dolayı safâlar sürüyor. Bunun sebebi o cevherin doğruluk dışında bir şeyi kabul etmemesidir. (Hâfız)

از آن رو هست یاران را صفاها با می لعلش

که غیر از راستی نقشی در آن جوهر نمی گیرد

از آن رو

ezan rû ki: [ez + ân + rû + ki] -den dolayı, -dığı için.

از آن رو که

ezan ki: [ez + ân + ki] -den dolayı.

از آن که

ez ancâ ki: [ez + âncâ + ki] -dığı için, -diğinden, -den dolayı.

Şâyed hem ez ancâki mîdânist ez sâbıke’eş itilâ dârem ez suâlem nârâhet şud

Belki de geçmişi hakkında bilgi sahibi olduğumu bildiği için sorumdan rahatsız oldu. (Nâbiga-i Hûş)

شاید هم از آنجا که می دانست از سابقه اش اطلاع دارم ، از سؤالم ناراحت شد

Emmâ ez ancâ ki mâder-i bozorg aslen harf gûş nemîdâd anhâ hem dest keşîdend ve fakat mâhâne pûl-i endekî berâyeş mîfiristâdend

Ama büyükanne hiç söz dinlemediğinden, onlar da ellerini çektiler ve sadece her ay ona az bir para gönderiyorlardı. (Pîrzenî ki Pîr Nemînumûd)

اما از آنجا که مادربزرگ اصلا حرف گوش نمی داد آن ها هم دست کشیدند و فقط ماهانه پول اندکی برایش می فرستادند

Ez ancâ ki hâfizeî kavî dâştem in kâr berâyi men bisyâr âsân bûd

Kuvvetli bir hafızam olduğundan bu iş benim için çok kolaydı. (Sefernâme-i Galiver)

از آنجا که حافظه ای قوی داشتم این کار برای من بسیار آسان بود

از آنجا که

ez ancâî ki: [ez + âncâ + î + ki] -den dolayı, -diğinden.

Şâyed ez ancâî ki heme-i revâbit-i men bâ dunyâ-yi zindehâ borîde şeved yâdgârhâ-yi gozeşte colovem nakş mîbended

Belki de yaşayanların dünyası ile bütün ilişkilerim kesildiğinden eski anılar gözümde canlanıyor. (Bûfi-i Kûr)

شاید از آنجائی که همهء روابط من با دنیای زنده ها بریده شود یادگارهای گذشته جلوم نقش می بندد

از آنجائی که

ezançi: [ez + ân + çi] 1. o sebeple. 2. o şeyden.

از آنچه

ez ank: çünkü, -den dolayı.

Bes negûyem şemme’î ez şerh-i hod ezank

Derd-i ser bâşed numûden bîş ezin ibrâm-i dûst

Sevgiliye duyduğum özlemi birazcık olsun anlatamam. Çünkü dostun üstüne bu kadar düşmek baş ağrıtır. (Hâfız)

بس نگویم شمه ای از شرح خود ازانک

درد سر باشد نمودن بیش ازین ابرام دوست

از آنک

ez evvel: (F.-A.) 1. eskiden beri. 2. başından beri.

از اول

ez evvel tâ âhir: (F.-A.) baştan sona kadar.

از اول تا آخر

ez îder: buradan.

Biyâ tâ her do begorîzîm ez îder

Besûzânîm û râ hem be âzer

Gel ikimiz buradan kaçalım

Onu da ateş içinde yakalım (Vîs u Râmîn)

بیا تا هر دو بگریزیم از ایدر

بسوزانیم او را هم به آذر

از ایدر

ezin: [ez + in] bundan, şundan.

Cân fedâ-yi deheneş bâd ki der bâg-i nazar

Çemenârâ-yi cihân hoşter ezin gonçe nebest

Onun ağzına kurban olayım. Dünyanın çimenlik bahçesinde, o bakış bağında bundan daha hoş bir gonca yetişmedi. (Hâfız)

جان فدای دهنش باد که در باغ نظر

چمن آرای جهان خوشتر ازین غنچه نبست

از این

ezin bâbet: (F.-A.) [ez + in + bâbet] bundan dolayı, bu konuda, bu hususta.

Ez in bâbet hiyâlem râhet bûd

Bundan dolayı içim rahattı. (Yek Dâstân-i Vâki’î)

از این بابت خیالم راحت بود

Mâderem ez in bâbet heyli râzî bûd

Annem bu hususta çok memnundu. (Lâşe-i Mâr)

مادرم از این بابت خیلی راضی بود

از این بابت

ezin bâbet ki: (F.-A.) [ez + in + bâbet] -dığı için, -den dolayı.

از این بابت که

ezin beba’d: (F.-A.) [ez + in + be + ba’d] bundan sonra, bundan böyle.

Ez in be ba’d be mikdâr-i meşrûb u tiryâk-i hodem efzûdem

Bundan sonra içki ve esrarımın miktarını arttırdım. (Bûf-i Kûr)

از این به بعد بمقدار مشروب و تریاک خودم افزودم

Velî çîzî ki âşkâr bûd ez in be ba’d in hâne vu zindegî berâyeş tehemmulnâpezîr bûd

Fakat açık olan şey, bundan böyle bu ev ve hayatın onun için dayanılmaz oluşuydu. (Girdâb)

ولی چیزی که آشکار بود از این به بعد این خانه و زندگی برایش تحمل ناپذیر بود

از این به بعد

ez in pes: bundan sonra.

Ne imsâl belki ez in pes hîç sâlî bâgem râ icâre nehâhem dâd

Bu yıl değil, belki bundan böyle hiçbir yıl bağımı kiraya vermeyeceğim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 50)

نه امسال بلکه از این پس هیچ سالی باغم را اجاره نخواهم داد

از این پس

ez in pîş: bundan önce, önceden.

از این پیش

ezincânib: (F.-A.) [ez + in + cânib] ben, bendeniz, bendenizden.

از این جانب

ez in comle: (F.-A.) bu cümleden olarak.

از این جمله

ezin cihet: (F.-A.) [ez + in + cihet] bu sebeple.

از این جهت

ezin hays ki: (F.-A.) [ez + in + hays + ki] -dığı için, -den dolayı.

از این حیث که

ez in dest: bu türden, bunun gibi.

از این دست

ezinrû: [ez + in + rû] bu yüzden, bu sebeple, bu nedenle.

Ez in rû Kristof Kolomb endîşîd ki şâyed portugâlîhâ der in râh û râ yârî dehend

Bu yüzden Kristof Kolomb, belki Portekizlilerin bu yolda ona yardım edeceklerini düşündü. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

از این رو کریستف کلمب اندیشید که شاید پرتغالی ها در این راه او را یاری دهند

از این رو

ezinsan: [ez + in + sân] böylesine, bu kabilden.

از این سان

ezinsû(y): [ez + in + sûy] bu taraftan.

از این سوی

ez in kıbel: (F.-A.) bu nedenle, bu yüzden

از این قبل

ezin kabîl: (F.-A.) [ez + in + kabîl] bu denli, bu kabilden.

Û yeknevâht ez in kabîl cumelât mîgoft

O biteviye bu denli cümleler söylüyordu. (Do Şeb)

او یک نواخت از این قبیل جملات می گفت

از این قبیل

ezin karâr: (F.-A.) [ez + in karâr] 1.  bu kabilden, böylesine. 2. bu şekilde, şöyle, buna göre.

از این قرار

ez inki: [ez + in + ki] için, -diği için, -diğinden, -den dolayı, -mekten.

Vaktî ez bulvar be hâne bermîgeştîm ez şovhereş ve ezinki temâm-i zindegî-yi anhâ der âsmân gozeşte bûd berâyi men sohbet koned

Bulvardan eve dönerken bana kocasından ve bütün hayatlarının göklerde geçmesinden söz etti. (Âzeristân)

وقتی از بولوار به خانه بر می گشتیم از شوهرش و از اینکه تمام زندگی آنها در آسمان گذشته بود برای من صحبت کند

Emmâ ez inki hemdîger râ nebînîm rizâyet-i pinhânî ve mubhemî ihsâs mîkonîm

Ama birbirimizi görmediğimiz için gizli ve mübhem bir mutluluk duyuyoruz. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

اما از اینکه همدیگر را نبینیم رضایت پنهانی و مبهمی احساس می کنیم

Ez inki hânevâde vu famil-i û râ şinâhtem teaccub kerd

Ailesini tanımadığım için şaşırdı. Bir şeyi yok etmekten zevk duyardı. (Nâbiga-i Hûş)

از اینکه خانواده و فامیل او را نمی شناختم تعجب کرد

Haste şode’em ez inki nemîtevânim fikr konem

Düşünemediğim için yorgunum. (Şikârçiyân)

خسته شده ام از اینکه نمی توانم فکر کنم

Fermânrevâ ez inki be in âsânî doşmenî râ dûst kerde bûd şâd şud

Hükümdar bu kadar kolay bir şekilde birdüşmanı kendisine dost yaptığı için mutlu oldu. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

فرمانروا از اینکه به این آسانی دشمنی را دوست کرده بود شاد شد

Ez inki bâg râ be anhâ icâre nedâdî ez tu dilgîr şode’end

Bağı onlara vermedin diye gönül koymuşlar sana. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 50)

از اینکه باغ را به آنها اجاره ندادی از تو دلگیر شده اند

از این که

ezin gozeşte: [ez + in + gozeşten > gozeşt + e] üstelik, bunun yanısıra, bundan başka, bu yetmiyormuş gibi.

از این گذشته

ez in gûne: böyle, böylesi, bunun gibi, bu denli bu kabilden.

Baht-i Hâfiz ger ezin gûne meded hâhed kerd

Zulf-i ma’şûka be dest-i digerân hâhed bûd

Baht Hafız’a böyle yardıma devam ederse, sevgilinin zülüfleri hep başkalarının elinde olacak. (Hâfız)

بخت حافظ گر ازین گونه مدد خواهد کرد

زلف معشوقه به دست دگران خواهد بود

Hatt-i sâkî ezin gûne zened nakş ber âb

Ey besâ ruh ki be hûnâbe munakkaş bâşed

Sâkinin ayva tüyleri yanağındaki ter damlacıkları üzerinde böyle nakışlar işlerse, nice âşığın yüzünde kanlı gözyaşlarından desenler yaratır. (Hâfız)

خط ساقی ازین گونه زند نقش بر آب

ای بسا رخ که بخونابه منقش باشد

از این گونه

ezin lehâz: (F.-A.) [ez + in + lehâz] bu bakımdan, bu açıdan.

Şitâb-i û bîşter ez in lehâz est ki mâh-i rûze ve fasl-i zemistân her do rû be pâyân est

Onun acelesi daha çok Ramazan ayının ve kış mevsiminin bitmek üzere oluşundan. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 113)

شتاب او بیشتر از این لحاظ است که ماه روزه و فصل زمستان هر دو رو بپایان است

از این لحاظ

ezin heme: [ez + in + heme] bunca, bu kadar.

از این همه

ez in vech: (F.-A.) bu yüzden, bu sebeple.

از این وجه

ez incâ: [ez + in + câ] 1. buradan. 2. bu sebeple.

از اینجا

ezinhâ gozeşte: [ez + in + hâ + gozeşten > gozeşt + e] bunlar bir yana.

Ez inhâ gozeşte mâ çikadr bâhem refîk bûdîm

Bunlar bir yana biz birbirimizle ne kadar iyi arkadaştık! (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

از اینها گذشته ما چقدر باهم رفیق بودیم

از اینها گذشته

ez bâb-i: olarak.

از باب ِ

ez bâbet-i: (F.-A.) [ez + bâbet + -i] bakımından, -den yana.

Terdîd-i mâh emîşe ez bâbet-i imlâ ya ma’nâ-yi kelimât nîst

Kuşkumuz hep sözcüklerin imlası ya da anlamı bakımından değil. (Galat Nenuvîsîm, s. 3)

تردید ما همیشه از بابت املا یا معنای کلمات نیست

از بابت ِ

ez bâb-i numûne: örnek olarak.

از باب ِ نمونه

ezber: [ez + ber] ezber, akılda tutma, ezbere.

از بر

ez ber sûy: yukarıdan.

از بر سوی

ez berâyi: için, uğruna.

Ez berâyi şeref be nûk-i muje

Hâk-i râh-i tu ruftenem heves est

Şerefine, geçtiğin yolun tozunu toprağınhı kirpiklerimle süpürmek istiyorum. (Hâfız)

از برای شرف بنوک مژه

خاک راه تو رفتنم هوس است

Çu nâz râ begozârî, heme niyâz şevî

Men ez berâyi tu hod râ heme niyâz konem

Nazı bırakıp da hep niyaz oldun mu, ben senin için kendimi hep niyaz ederim. (Guzîde-i Gazeliyyât-i Şems)

چو ناز را بگذاری ، همه نیاز شوی

من از برای تو خود را همه نیاز کنم

از برای

ez bes: o kadar çok, o denli, o kadar.

Zîrâ ki ez bes merdum hâne furûhte vu refte’end ki dîger muşterî nîst

Çünkü halk o kadar çok ev satıp gitti ki müşteri yoktur. (Hâne-i Pederî)

زیرا که از بس مردم خانه فروخته و رفته اند که دیگر مشتری نیست

از بس

ez be ki: o kadar.

Morghâ-yi hâlâ ez bes ki bîkuvve’end, nîm sâ’ate mîpezend

Şimdiki tavuklar o kadar kuvvetsiz ki yarım saatte pişiyor. (Dîrûz u İmrûz)

مرغ های حالا از بس که بی قوه اند ، نیم ساعته می پزند

از بس که

ez bon: 1.  temelden, aslında, esastan. 2.  asla, hiç.

از بن

ez bon-i dendân: 1. başüstüne, emrin(iz) olur. 2. can ü gönülden, hay hay, seve seve, isteyerek, içtenlikle.

از بن ِ دندان

ez bon-i gûş: hay hay, seve seve, isteyerek, itaat ederek.

از بن ِ گوش

ez bone: [ez + bon + e] aslen, aslında.

از بنه

ez behr-i: 1. için.

İttifâken şâh rûzî şud sevâr

Bâ hevâss-i hîş ez behr-i şikâr

Tesadüfen bir gün şah av için maiyetiyle birlikte at bindi. (Mesnevi)

اتفاقا شاه روزی شد سوار

با خواص خویش از بهر شکار

Ey dil ço hakîkat-i cihan hest mecâz,

Çendin çi berî hârî ez in renc-i derâz?

Ten râ be kazâ sipâr u bâ derd besâz,

Kin refte zi behr-i to nâyed bâz.

Ey gönül, mecazdır madem dünyanın gerçeği;

Neden çekersin bu uzun çileyi, bunca zilleti?

Teslim ol kadere; alıştır derde kendini;

Çünkü dönmez yazılanlar senin için geri. (Hayyâm)

ای دل چو حقیقت جهان هست مجاز

چندین چه بری خواری از این رنج دراز؟

تن را بقضا سپار و با درد بساز

تیک رفته ز بهر تو ناید باز

2. uğruna.

Sûd u ziyân u mâye çu hâhed şuden zi dest

Ez behr-i in muâmele gamgîn mebâş u şâd

Değil mi ki kâr zarar hesabı, sermaye elden gidecek, bu alışveriş uğruna üzme kendini; hoş tut gönlünü. (Hâfız)

سود و زیان و مایه چو خواهد شدن ز دست

از بهر این معامله غمگین مباش و شاد

Sûd u ziyân u mâye çu hâhed şuden zi dest

Ez behr-i in muâmele gamgîn mebâş u şâd

Değil mi ki kâr zarar hesabı, sermaye elden gidecek, bu alışveriş uğruna üzme kendini; hoş tut gönlünü. (Hâfız)

سود و زیان و مایه چو خواهد شدن ز دست

از بهر این معامله غمگین مباش و شاد

از بهرِ

ez behr-i çerâ: neden, niye, niçin.

Ger nîk neyâmede binâ, eyb kirâst

Ver nîk âmed, herâbî ez behr-i çerâst?

Bina iyi olmadıysa, kusur kimde?

Yok eğer iyi olduysa, bu haraplık da neden? (Hayyam)

گر نیک نیامده بنا ، عیب کراست؟

ور نیک آمد ، خرابی از بهر چراست

از بهر ِ چرا

ez behr-i çi: niçin?

Dârende ço terkîb-i tebâyi’ ârâst,

Ez behr-i çi û fikendeş ender kem u kâst?

Ger nîk âmed, şikesten ez behr-i çi bûd?

Ver nîk neyâmed in suver, eyb kirâst?

Her şeyin sahibi Tanrı mademki yarattı doğayı,

Ne sebeple verdi ona eksiği, kusuru?

İyi oldu madem, neydi yıkmaktaki zoru?

Çirkin olduysa bu mahluk, bu kimin kusuru? (Hayyâm)

دارنده چو ترکیب طبایع آراست

از بهر چه او فکندش اندر کم و کاست؟

گر نیک آمد، شکستن از بهر چه بود؟

ور نیک نیامد این صور، عیب کراست؟

از بهر ِ چه

ez behr-i Hodâ: Allah aşkına, Allah için.

Ez behr-i hudâ zulf mepîrây ki mâ râ

Şeb nîst ki sad arbede bâ bâd-i sabâ nîst

Allah aşkına saçlarını süsleme. Çünkü senden haber getiren seher yeliyle kavgasız gecemiz geçmiyor. (Hâfız)

از بهر خدا زلف مپیرای که ما را

شب نیست که صد عربده با باد صبا نیست

Ez ser-i ikrâm u ez behr-i Hodâ

Bîş ez in mâ râ medâr ez hod codâ

Kerem et Allah aşkına

Bizden ayrı kalma daha fazla (Mesnevi)

از سر اکرام و از بهر خدا

بیش از این ما را مدار از خود جدا

از بهر ِ خدا

ez behr-i Hodâ râ: Allah aşkına, Allah rızası için.

از بهر ِ خدا را

ez behr-i Hodây: Allah aşkına.

Goft ez behr-i hodây in çi duâst?

Allah aşkına, bu nasıl duadır?dedi. (Gulistân)

گفت از بهر خدای این چه دعاست؟

 

از بهر ِ خدای

ez bîh: temelden, esastan.

از بیخ

ez bîh u bon: kökünden, temelden.

Der şomâ çun zehr geşte an sohun

Zanki zehristan budîd ez bîh u bun

Bu sözler sizde zehir oldu

Çünkü siz zehir deposuydunuz kökünüzde. (Mesnevi)

در شما چون زهر گشته آن سخن

زانکه زهرستان بدید از بیخ و بن

از بیخ و بن

ez pâ tâ be farak: (F.-A.) baştan ayağa kadar, tümüyle.

Ki bedû Eyyûb ez pâ tâ be farak

Pâk şud ez renchâ çun nûr-i şark

Eyüb yıkanmıştı bu suyla baştan aşağı.

Doğu ışığı gibi zahmetlerden arınmıştı. (Mesnevi)

که بدو ایوب از پا تا به فرق

پاک شد از رنجها چون نور شرق

از پا تا به فرق

ez pây tâ be fark: (F.-A.) tepeden tırnağa kadar, baştan ayağa kadar.

از پای تا به فرق

ez pes: 1. sonradan. 2. ondan sonra. 3. arkadan.

از پس

ez poşt: 1. arkadan. 2. kapalı, sırtı yukarı gelecek şekilde.

Evvel bor mîzedem ba’d rûy-i mîz yek varak ez rû ve penc varak-i dîger ez poşt mîçîdem

Önce kart kesiyordum. Sonra bir kartı açık, diğer beş kartı kapalı olarak diziyordum.  (Zinde be Gûr)

اول بر می زدم بعد روی میز یک ورق از رو و پنج ورق دیگر از پشت می چیدم

از پشت

ez pey-i: 1.  ardından, izinden, peşinden.

Eykâş ki cây-i âremîden bûdî!

Ya in reh-i dûr râ resîden bûdî!

Kâş ez pey-i sad hezâr sâl ez dil-i hâk

Çon sebze omîd-i ber demîden bûdî!

Keşke durup dinlenecek bir yer olsaydı!

Ya da şu uzun yola çıkmak mümkün olsaydı!

Keşke yüzbin yıl sonra toprağın bağrından

Otlar gibi yeşerme umudu olsaydı! (Hayyâm)

ایکاش که جای ارمیدن بودی

یا این ره دور را رسیدن بودی

کاش از پی صد هزار سال از دل خاک

چون سبزه امید بردمیدن بودی

2.  için.

An munâfık bâ muvâfık der nemâz

Ez pey-i istîze âyed, nî niyâz

O münafık müminle birlikte durmuş namazı

Biri didişmeye gelmiş, diğeri niyaza (Mesnevi)

آن منافق با موافق در نماز

از پی استیزه آید نی نیاز

Pes musammim şud ki ez vilâyet hod Vilavari bîrûn reved ve ez pey-i kâr râh-i vilâyât-i merkezî pîş gîred

Bunun üzerine kendi vilayeti Vil Avari’den ayrılıp iş için merkezî vilayetlerin yolunu tutmaya karar verdi. (Vilgerd)

پس مصمم شد که از ولایت خود ویل آواری بیرون رود و از پی کار راه ولایات مرکزی پیش گیرد

Her ez pey-i ânest ki bâr-i tu keşed

Eşek senin yükünü çektiği için eşektir. (Evhad)

خر از پی آنست که بار تو کشد

از پی ِ

ez pey-i çîst: niçin vardır?, neden dolayıdır?

Goftemeş silsile-i zulf-i butân ez pey-i çîst?

Goft Hâfız gilleî ez dil-i şeydâ mîkerd

Dedim ki: Güzellerin zülüflerinin kıvrım kıvrım zincirleri niçin vardır? “Hâfız, divane gönlünden sızlandığı için” dedi. (Hâfız)

گفتمش سلسلهء زلف بتان از پی چیست؟

گفت حافظ گله ای از دل شیدا می کرد

از پی ِ چیست

ez pey-i hem: art arda, peşpeş.

از پی ِ هم

ez pîş: eskiden.

از پیش

ez pîş-i: tarafından.

از پیش ِ

ez serâ tâ be sureyyâ: (F.-A.) yerden göğe kadar.

از ثری تا به ثریا

ez cânib-i: (F.-A.) 1. hakkında. 2. tarafından. 3.  -den yana.

Menî ki ez cânib-i şovher siyâhbaht bûde’em lâekal begozâr ez cânib-i ferzend nebâşem

Kocadan yana şansım olmadı, bari evlattan yana olsun. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 93)

منی که از جانب شوهر سیاه بخت بوده ام لا اقل بگذار از جانب فرزند نباشم

از جانب ِ

ez cânib-i dîger: (F.-A.) 1. bir başka taraftan. 2.  bir başka deyişle.

از جانب ِ دیگر

ez comle: (F.-A.) 1. bütün. 2. bu cümleden olarak.

از جمله

ez comle-i: (F.-A.) –den biri.

Ez comle-yi reftegân-i in râh-i dirâz,

Bâz âmede’î kû ki be mâ gûyed râz?

Hân ber ser-i in do râhe ez rûy-i niyâz

Çîzî negozârî ki nemîâyî bâz!

Şu uzun yolda gidenlerden biri Söylemek için bize sırrı dönmüş mü geri? İki yol ağzında, aman, her dileğini Etme ihmal; çünkü gelmeyeceksin geri! (Hayyâm)

از جملهء رفتگان این راه دراز

باز آمده ای کو که بما گوید راز؟

هان بر سر این دو راهه از روی نیاز

چیزی نگذاری که نمی آیی باز

از جملهء

ez comle-i inki: (F.-A.) bu cümleden olarak.

از جملهء اینکه

ez çendî be in taraf: (F.-A.) [ez + çend + î + be + in + taraf] 1. bir süreden beri.

Ez çendî bein taraf yek kısmet ez emrâz-i rûhî mânend-i gam, endûh, hiyâlât-i târîk, bedbînî, ters u ez in kabîl bîmârîhâ bevesîle-i edviye ve muâlecât-i cismânî ilâc mîşeved

Bir süreden beri gam, üzüntü, karanlık hayaller, bedbîinlik, korku ve bu denli ruhî hastalıkların bir kısmı ilaçlar ve maddî tedaviler vasıtasıyla iyileştiriliyor. (Endîşe)

از چندی باین طرف یک قسمت از امراض روحی مانند غم ، اندوه ، خیالات تاریک ، بدبینی ، ترس و از این قبیل بیماری ها بوسیلهء ادویه و معالجات جسمانی علاج می شود

از چندی به این طرف

ez çendî pîş: bir süredir.

از چندی پیش

ez çi:  niçin, neden.

Dârende çu terkîb-i enâsir ârâst

Bâz ez çi fikend çeşmeş ender kem u kâst

O sahip olan, unsurları terkip edince, neden yine ondaki eksikliklere göz attı? (Evhad)

دارنده چو ترکیب عناصر آراست

باز از چه فکند چشمش اندر کم و کاست

از چه

ez çi kıbel: (F.-A.) niçin, neden.

از چه قبل

ez çi karâr: [F.-A.) nasıl, ne.

Asl-i matlab ez çi karâr est?

Meselenin aslı nedir?

اصل مطلب از چه قرار است؟

از چه قرار

ez çi memer: (F.-A.) hangi yolla, ne yolla.

Eger û mehr u nafakaeş râ be şovher helâl kerde ve der hâl-i hâzir dûr ez kes u kâr-i hod beser mîbered pes gozerâneş çigûne ve ez çi memer sûret mîgîred?

Mehir ve nafakasını kocasına helal ettiyse ve halihazırda eşinden dostundan uzakta yaşıyorsa, nasıl ve hangi yolla yolu buraya düşüyor? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 35)

اگر او مهر و نفقه اش را بشوهر حلال کرده و در حال حاضر دور از کس و کار خود بسر می برد پس گذرانش چگونه و از چه ممر صورت می گیرد؟

از چه ممر

ez çi nov’: (F.-A.) nasıl, ne şekilde.

Tâ kunûn nefehmîde’em ihsâs u temâyul-i şahsî-yi û nisbet be men ez çi nov’ bûde est?

Şimdiye kadar bana karşı nasıl duygular beslediğini, kişisel eğiliminin ne olduğunu anlamış değilim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 112)

تا کنون نفهمیده ام احساس و تمایل شخصیء او نسبت بمن از چه نوع بوده است؟

از چه نوع

ez hıfz: (F.-A.) ezbere.

از حفظ

ez hays-i: (F.-A.) bakımından, cihetiyle, yönüyle.

از حیث ِ

ez hâric: (F.-A.) dıştan, dışarıdan.

از خارج

ez hod: yanından.

Emû rûznâme râ ez hod cudâ nemîkerd

Amca gazeteyi yanından ayırmıyordu. (Kûçeî benâm-i Behiştrûyân)

عمو روزنامه را از خود جدا نمی کرد

از خود

ez dil: yürekten, gönülden, candan.

از دل

ez dil u cân: yürekten, içten gelen duygularla, can ü gönülden.

از دل و جان

ez dîrbâz: eskiden beri, oldum olası.

از دیرباز

ez dîger sû: öte yandan, diğer taraftan.

از دیگر سو

ez râh-i: üzerinden, yoluyla.

Marko Polo der sefernâme-i hod nevişte bûd ki ez râh-i deryâ-yi mediterâne be Akkâ ve ezancâ ez râh-i îrân ve şomâl-i Hindûstân be Çîn sefer kerde est

Marko Polo seyahatnamesinde, Akdeniz yoluyla Akkaya ve oradan İran ve kuzey Hindistan üzerinden Çine seyahat ettiğini yazmıştı. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

مارکو پولو در سفرنامهء خود نوشته بود که از راه دریای مدیترانه به عکا و از آنجا از راه ایران و شمال هندوستان به چین سفر کرده است

از راه ِ

ez reh-i sûret: (F.-A.) görünüşte.

Hoş arûsîst cihân ez reh-i sûret lîken

Herki peyvest bedû, omr-i hodeş kâvîn dâd

Görünüşte dünya denilen şey alımlı, güzel bir gelindir ama ona bağlanan kişi, ömrünü mehir olarak vermiş sayılır. (Hâfız)

خوش عروسی است جهان از ره صورت لیکن

هرکه پیوست بدو ، عمر خودش کاوین داد

از ره ِ صورت

ez rû: açık.

Evvel bor mîzedem ba’d rûy-i mîz yek varak ez rû ve penc varak-i dîger ez poşt mîçîdem

Önce kart kesiyordum. Sonra bir kartı açık, diğer beş kartı kapalı olarak diziyordum. (Zinde be Gûr)

اول بر می زدم بعد روی میز یک ورق از رو و پنج ورق دیگر از پشت می چیدم

از رو

ez rûy-i: 1. bakarak.

An râ ez rûy-i yek tasvîr-i rengî-yi kadîmî mîkeşem

Onu eski bir yağlıboya tabloya bakarak çiziyorum. (Berf ki Mîâyed)

آن را از روی یک تصویر رنگی قدیمی می کشم

2. ile.

Ne berâder, intovr nîst, to mîtevânî harf-i merâ bâver nekonî emmâ û in kâr râ ez rûy-i niyyet-i hûb incâm dâd

Hayır kardeşim, öyle değil. Sen benim sözüme inanmayabilirsin. Ama o bu işi iyi niyetle yaptı. (Rodin)

نه برادر ، اینطور نیست ، تو می توانی حرف مرا باور نکنی ، اما او این کار را از روی نیت خوب انجام داد

3. -den, üstünden.

Ez rûy-i çendîn pul red şodîm

Birkaç köprüden geçtik. (Pervîn Dohter-i Sâsân)

از روی چندین پول رد شدیم

از روی ِ

ez rûy-i icbâr: (F.-A.) zoraki.

Gâhgâh ez rûy-i icbâr bâ vey harf mîzed

Ara sıra zoraki onunla konuşuyordu. (Rodin)

گاهگاه از روی اجبار با وی حرف می زد

از روی اجبار

ez rûy-i hem: birbirine bakarak, birbirinden.

Hemegî ez rûy-i hem nevişte bûdend

Hepsi birbirine bakarak yazmıştı. (Eger mîtevânistem Benevîsem)

همگی از روی هم نوشته بودند

از روی هم

ez zemîn tâ âsmân: yerden göğe kadar.

Men ez zemîn tâ âsmân bâ anhâ fark dârem

Ben yerden göğe kadar onlardan farklıyım. (Se Katre Hûn)

من از زمین تا آسمان با آنها فرق دارم

از زمین تا آسمان

ez zûr-i: -den dolayı, -den.

Âhireş ez zûr-i nâtevânî bisterî şodem velî nâhoş nebûdem

Sonunda güçsüzlükten yatağa düştüm, ama hasta değildim. (Zinde be Gûr)

آخرش از زور ناتوانی بستری شدم ولی ناخوش نبودم

از زور ِ

ez ser: baştan, yeniden.

از سر

ez ser-i: 1. başından. 2. ile, -den dolayı.

İn bahr-i vucûd âmede bîrun zi nihoft,

Kes nîst ki in govher-i tahkîk besoft.

Herkes sohenî ez ser-i sovdâ gofte est,

Zanrûy ki hest, kes nemîdaned goft.

Bu varlık denizinin çıktığı yer: Bir yok.

Bu hakikat incisini delen kimse yok.

Her sevdalı söyledi kendince bir söz.

Var ama, bunu söyleyebilecek kimse yok. (Hayyâm)

این بحر وجود آمده بیرون ز نهفت

کس نیست که این گوهر تحقیق بسفت

هرکس سخنی از سر سودا گفته است

زان روی که هست ، کس نمیداند گفت

از سر ِ

ez ser-i dest: durup dururken, ha deyince.

Ma’lûm nemîşeved çonin ez ser-i dest

Kin sûret u ma’nî zi çiderhem peyvest

Bu sûretin ve mânânın meydana geliş şekli böyle durup dururken anlaşılmaz. (Evhad)

معلوم نمی شود چنین از سر دست

کین صورت و معنی ز چه درهم پیوست

از سر ِ دست

ez ser-i ragbet: (F.-A.) seve seve, isteyerek.

Merhabâ ey peyk-i muştâkân, bedih peygâm-i dûst

Tâ kunem cân ez ser-i rağbet fedâ-yi nâm-i dûst

Ey sevgiliye kavuşmayı arzulayanların ulağı, merhaba. Dosttan bana bir haber verde, ben de onun adına seve seve canımı feda edeyim. (Hâfız)

مرحبا ای پیک مشتاقان ، بده پیغام دوست

تا کنم جان از سر رغبت فدای نام دوست

از سر ِ رغبت

ez ser-i zarûret: (F.-A.) zorunlu olarak.

از سر ِ ضرورت

ez ser-i gurûr: (F.-A.) böbürlenerek.

از سر ِ غرور

ez ser-i nev: sil baştan, yeni baştan, yeniden, tekrar.

از سر ِ نو

ez ser tâ pâ: baştanbaşa, başından sonuna kadar, tepeden tırnağa, baştan ayağa.

از سر تا پا

ez sûy-i dîger: öte yandan.

Ez sûy-i dîger muhâlifân ve tengnazarân nisbethâ-yi nârevâ der hakk-i û revâ dâşte’end

Öte yandan karşıtları ve kıt görüşlüler onun hakkında yakışıksız yakıştırmalarda bulunmuşlardır.

از سوی دیگر مخالفان و تنگ نظران نسبت های ناروا در حق او روا داشته اند

از سوی دیگر

ez taraf-i: (F.-A.) tarafından.

از طرف ِ

ez taraf-i dîger: (F.-A.) öte yandan, diğer taraftan.

Ez teref-i dîger Dâş Âkul râ heme-i ehl-i şîrâz dûst dâştend

Öte yandan tüm Şirazlılar Daş Âkul’u severdi. (Se Katre Hûn, s. 64)

از طرف دیگر داش آکل را همهء اهل شیراز دوست داشتند

از طرف ِ دیگر

ez tarîk-i: (F.-A.) yoluyla.

از طریق ِ

ez tûl: (F.-A.) uzunlamasına, boylamasına.

از طول

ez idâd-i: (F.-A.) arasında.

Tâ ivez yâbî tu genc-i bîkerân

Tâ nebâşî ez idâd-i kâfirân

Sonsuz hazine sahibi olursun karşılığında

Böylece sayılmazsın kâfirler arasında. (Mesnevi)

تا عوض یابی تو گنج بی کران

تا نباشی از عداد کافران

از عداد ِ

ez amdâ: (F.-A.) kasıtlı olarak.

از عمدا

ez kâf tâ kâf: dört bir yan, her taraf.

Bahr-i gevher bahşiş-i sâf âmede

Dâd-i û ez Kâf tâ Kâf âmede

İnci denizi sıradan bir bağış olmuş

Onun cömertliği tüm dünyayı kaplamış. (Mesnevi)

بحر گوهر بخشش صاف آمده

داد او از قاف تا قاف آمده

از قاف تا قاف

ez kıbel-i: (F.-A.) 1. tarafından. 2. yüzünden.

Cân ez kıbel-i zebân be nîm hatar est

Can dil yüzünden yarı yarıya tehlikede. (Evhad)

جان از قبل زبان بنیم خطر است

از قبل ِ

ez kabîl-i: (F.-A.) gibi, kabilinden.

از قبیل ِ

ez kadîm: (F.-A.) eskiden beri, öteden beri.

از قدیم

ez karâr-i malûm: (F.-A.) bilindiği gibi.

از قرار ِ معلوم

ez karârî ki: (F.-A.) -dığı kadarıyla, -dığına göre, -e göre.

Ez karârî ki şenîdem, gûyâ binâ bûd û râ be medrese-i şebânerûzî befiristend

Duyduğum kadarıyla galiba onu yatılı okula göndereceklerdi. (Adâlet-i Âsumân)

از قراری که شنیدم گویا بنا بود او را بمدرسهء شبانه روزی بفرستند

Ez karârî ki mîgûyend heyli âdem-i hûbîst

Denildiğine göre çok iyi bir adammış. (Homâ)

از قراری که می گویند خیلی آدم خوبی است

از قراری که

ezkazâ: (F.-A.) [ez + kazâ] rastlantı eseri, tesadüfen, tesadüf bu ya.

Çun harîd û râ vu berhordâr şud

An kenîzek ezkazâ bîmâr şud

Aldı onu, erdi muradına ama

Halayık hastalandı tesadüf bu ya (Mesnevi)

چون خرید او را و برخوردار شد

آن کنیزک از قضا بیمار شد

از قضا

ez kocâ: 1. nereden.

Dovrî ki der âmeden u reften-i mâst,

Ûrâ ne nihâyet, ne bidâyet peydâst.

Kesî mînezened demî derin ma’nî râst.

Kin âmeden ez kocâ vu reften be kocâst!

Geldiğimiz, gittiğimiz bu devrin

Ne başı bellidir, ne de sonu.

Kimse etmiyor bu konuda bir laf doğru;

Nereden bu gelişler? Bu gidişler nereye doğru? (Hayyâm)

دوری که در آمدن و رفتن ماست

اورا نه نهایت نه بدایت پیداست

کسی می نزند دمی درین معنی راست

کین آمدن از کجا و رفتن بکجاست؟

Der in sâet âteş ez kocâ biyâverem?

Bu saatte nereden ateş getireyim? (Kûtî-i Kibrît)

در این ساعت آتش از کجا بیاورم؟

Men ez kocâ be kocâ âmede’em

Ben nereden nereye gelmişim? (Do Şeb)

من از کجا بکجا آمده ام؟

Ey hudhud-i sabâ be sebâ mîfiristemet

Binger ki ez kucâ be kucâ mîfiristemet

Ey sabah yelinin çavuş kuşu; seni Sebâ ülkesine gönderiyorum. Bir bak hele; seni nereden nereye gönderiyorum. (Hâfız)

ای هدهد صبا به صبا می فرستمت

بنگر که از کجا به کجا می فرستمت

2. ne malum?

Ez kocâ in zen zen-i ideal nebâşed?

Bu kadının ideal kadın olmadığı ne malum? (Hindû)

از کجا این زن زن ایدآل نباشد؟

3. nasıl, nereden?

Hûb tu ez kocâ fehmîdî ki an bâzres est?

Peki, onun müfettiş olduğunu nereden anladın? (Nâbiga-i Hûş)

خوب تو از کجا فهمیدی که آن بازرس است؟

از کجا

ez kocâ tâ kocâ: nereden nereye.

از کجا تا کجا

ez kocâ ma’lûm: (F.-A.) ne malum, nereden biliyorsun?

از کجا معلوم

ez kerân be kerân: ufuklardan ufuklara.

Ez kirân tâ be kirân leşker-i zulmet velî

Ez ezel tâ be ebed furset-i dervîşân est

Bir ufuktan öbür ufka kadar her yerde zulüm orduları var ama, ezelden ebede kadar da dervişlerin zulme engel olma fırsatları vardır. (Hâfız)

از کران تا به کران لشکر ظلمت ولی

از ازل تا به ابد فرصت درویشان است

از کران به کران

ez kesî gozeşte: [ez + kes + î + gozeşten > gozeşt > e] -den başka, yanı sıra.

Nâzi ez men gozeşte bâ âşpez miyâne’eş ez heme bihter bûd

Nazi’nin benden başka aşçıyla da arası herkesten daha iyiydi. (Se Katre Hûn)

نازی از من گذشته با آشپز میانه اش از همه بهتر بود

از کسی گذشته

ez kelle-i seher tâ bûk-i seg: (F.-A.) sabahtan akşama kadar.

از کلهء سحر تا بوق سگ

ez kon fekân: (F.-A.) [ez + kon  + fekân] derhal.

Hak kadem ber veynihed ez lâmekân

Angeh û sâkin şeved ez kunfekân

Hak lâmekândan onun üzerine ayağını koyar. O zaman o derhal sakinleşir. (Mesnevi)

حق قدم بر وی نهد از لامکان

آنگه او ساکن شود از کن فکان

از کن فکان

ez gezâf: boş yere, boşuna.

Men çerâ peygâm-i hâmî ez gezâf

Bordem ez bîdânişî yu ez nişâf

Bilgisizliğimden, akılsızlığımdan ben

Neden boş yere haber götürdüm bilmem?! (Mesnevi) 

من چرا پیغام خامی از گزاف

بردم از بی دانشی و از نشاف

از گزاف

ez lehâz-i: (F.-A.) yönünden, bakımından, sebebiyle, açısından, -çe, -ça.

Men ez lehâz-i sinn u sâl ez şomâ bozorgter hestem

Yaşça ben sizden daha büyüğüm. (Rodin)

من از لحاظ سن و سال از شما بزرگ تر هستم

Lugatnâme kitâbîst ki der an ma’nî-yi kelimehâ vu nov’-i anhâ râ ez lehâz-i destûr-i zebân mîyâbîm

Sözlük, içinde dilbilgisi bakımından kelimelerin anlam ve çeşitlerini bulacağımız bir kitaptır. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

لغت نامه کتابی است که در آن معنی کلمه ها و نوع آنها را از لحاظ دستور زبان می یابیم

از لحاظ

ez lahzeî ki: (F.-A.)  -den beri, den bu yana.

از لحظه ای که

ez moddethâ pîş: (F.-A.) [ez + moddet + hâ + pîş] uzun zamandır, epeydir, hanidir.

Lâbud ez muddethâ pîş intizâr-i merâ mîkeşîd

Mutlaka epeydir beni bekliyordu. (Âzeristân)

لابد از مدت ها پیش انتظار مرا می کشید

از مدت ها پیش

ez moddetî be in taraf: (F.-A.) [ez + moddet + î + be + in + taraf] bir süredir, bir süreden beri.

Ez muddetî bein taraf yek nov’ şekkî der û bîdâr şode bûd

Bir süredir onda bir tür kuşku uyanmıştı. (Hindû)

از مدتی باین طرف یک نوع شکی در او بیدار شده بود

از مدتی به این طرف

ez miyân-i cân: yürekten, samimi olarak.

Çun ber âverd ez miyân-i cân hurûş

Ender âmed bahr-i bahşâyiş be cûş

Yürekten gelen sesle nasıl da haykırdı!

Bağış denizi o anda coştu köpürdü(Mesnevi)

چون بر آورد از میان جان خروش

اندر آمد بحر بخشایش به جوش

از میان ِ جان

ez nâgâh: ansızın, birdenbire.

از ناگاه

ez nâgeh: ansızın, birdenbire.

از ناگه

ez nâgehân: ansızın, birdenbire.

از ناگهان

ez nohost: başından beri.

از نخست

ez nişâf: boş yere.

Men çerâ peygâm-i hâmî ez gezâf

Bordem ez bîdânişî yu ez nişâf

Bilgisizliğimden, akılsızlığımdan ben

Neden boş yere haber götürdüm bilmem?! (Mesnevi) 

من چرا پیغام خامی از گزاف

بردم از بی دانشی و از نشاف

از نشاف

ez nazar-i: (F.-A.) açısından, bakımından, -e göre.

از نظر ِ

ez nazargâh-i: (F.-A.) bakımından, açısından.

از نظرگاه ِ

ez nokte-i nazar-i: (F.-A.) bakımından, açısından.

از نقطهء نظر ِ

ez nev: yeniden, sil baştan, tekrar, yine.

Mîrân-i Sorâbî ez nov selâm kerd. Tebessum ber leb âverd u beresm-i şûhî goft.

Mîrân-i Sorâbî tekrar selâm verdi, gülümsedi ve şaka yollu dedi ki. (Şovher-i Âhû Hânum, s. 4)

میران سرابی از نو سلام کرد ، تبسم بر لب آورد و برسم شوخی گفت

Ger ber felekem dest budî çon Yezdân,

Ber dâştemî men in felek râ zi miyân.

Ez nov felek-i diger çonan sâhtemî

K’âzâde be kâm-i dil resîdî âsân.

Tanrı gibi olsaydı imkânım feleğe hükmetmek,

Düşerdi bana bu feleği yok etmek.

Yapardım yeniden öyle bir felek,

Ki kolay olurdu özgür için murada ermek. (Hayyâm)

گر بر فلکم دست بدی چون یزدان

برداشتمی من این فلک را ز میان

از نو فلکی دگر چنان ساختمی

کآزاده بکام دل رسیدی آسان

Ba’d ez yek mâh ez nov be râh oftâdend

Bir ay sonra yeniden yola düştüler. (Hidîvzâde-i Câdû Şode)

بعد از یک ماه از نو براه افتادند

Heminki zîr-i dirahtân-i cengel resîd ez nov butrî-i arak râ bîrûn keşîd ve şurû be nûşîden kerd

Orman ağaçlarının altına varınca yine içki şişesini çıkardı ve içmeye başladı. (Vilgerd)

همینکه زیر درختان جنگل رسید از نو بطری عرق را بیرون کشید و شروع به نوشیدن کرد

از نو

ez her bâb: (F.-A.) dereden tepeden, her konudan.

از هر باب

ez her cihet: (F.-A.) her yönden, her yönüyle, her bakımdan.

Mikdâr-i hâku zubâle-i izâfî râ be hâric haml kerde ve kâr râ ez her cihet pâyân dâdem

Fazla toprak ve süprüntüyü dışarı taşıyıp her yönüyle işi bitirdim. (Gorbe-i Siyâh)

مقدار خاک و زبالهء اضافی را بخارج حمل کرده و کار را از هر جهت پایان دادم

از هر جهت

ez her hays: (F.-A.) her yönüyle, her bakımdan.

Zîr-i zemîn der-i âhenî-i bisyâr muhkem dâşt ki ez her hays şebîh-i der-i hizâne-i bankhâ bûd

Bodrumun her bakımdan bankalardaki kasa kapılarına benzeyen çok sağlam demirden bir kapısı vardı. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

زیر زمین در آهنی بسیار محکم داشت که از هر حیث شبیه در خزانهء بانک ها بود

Dîvâr ez her hays be sûret-i evvel bâz geşte ve âsâr u elâim-i cinâyet-i merâ der pes-i hod mahfî dâşte bûd

Duvar her bakımdan ilk şekline dönmüş, cinayetimin iz ve alâmetlerini arkasında gizlemişti. (Gorbe-i Siyâh)

دیوار از هر حیث بصورت اول بازگشته و آثار و علائم جنایت مرا در پس خود مخفی داشته بود

از هر حیث

ez her sû: her yandan.

از هر سو

ez her lehâz: (F.-A.) her bakımdan, her yönüyle.

Zemîne-i kâr râ ez her lehâz takrîben âmâde kerde bûd

İşin altyapısını hemen hemen her bakımdan hazırlamıştı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 11)

زمینهء کار را از هر لحاظ تقریبا ً آماده کرده بود

از هر لحاظ

ez hem: birbirinden.

Eknun ez hem dûr oftâdeîm çonanki hergiz bedin dûrî nebûdîm

Şimdi birbirimizden uzak düştük. Öyle ki hiç bu kadar uzak kalmamıştık. (Don Karlos)

اکنون از هم دور افتاده ایم چنانکه هرگز بدین دوری نبودیم

از هم

ez hem eknun: daha şimdiden.

از هم اکنون

ez heman pâ: bir koşuda.

Tal’at hânum dânist ki mukâvemet ve isrâr fâyide nedâred, ez otâk bîrûn reft, ez heman evvel pâ be hucre-i Menûçihr hân âmed u tafsîl râ ittilâ’ dâd

Talat Hanım direnme ve ısrarın faydasız olacağını anladı. Odadan çıktı ve bir koşuda Menuçihr Hanın odasına geldi ve olayı anlattı. (Homâ)

طلعت خانم دانست که مقاومت و اصرار فایده ندارد ، از اتاق بیرون رفت از همان پا به حجرهء منوچهر خان آمد و تفصیل را اطلاع داد

از هما پا

ez heman evvel: (F.-A.) başından beri, ta baştan.

Şâyed râst begûyed, men ki ez heman evvel der sedâ-yi tîr şek kerdem

Belki doğru söylüyor. Ben başından beri kurşun sesi hakkında kuşkuya düştüm. (Şikârçiyân)

شاید راست بگوید ، من که از همان اول در صدای تیر شک کردم

از همان اول

ez heman rûz-i evvel: (F.-A.) daha ilk günden.

Ez heman rûz-i evvel fehmîdem ki tu tîke-i men nîstî

Daha ilk günden benim dengim olmadığını anladım. (Se Katre Hûn, s. 234)

از همان روز اول فهمیدم که تو تیکهء من نیستی

از همان روز اول

ez hemân hemîşegî: her zamankinden.

از همان همیشگی

ez heme rûy: her bakımdan.

Şek nîst ki aşk ez heme rûy nikûst

Lîken beşinâs kin sohen tûbertûst

Şüphesiz aşk her bakımdan iyidir. Ancak, bu sözün karmaşık olduğunu bil. (Evhad)

شک نیست که عشق از همه روی نکوست

لیکن بشناس کین سخن توبرتوست

از همه روی

ez hemin eknun: daha şimdiden.

Ez hemin eknûn meşgûl-i âmâde sâhten-i meydân-i manovr berâyi gâvbâzî hestend

Daha şimdiden boğa güreşi için Manor meydanını hazırlamakla meşguller. (Don Karlos)

از همین اکنون مشغول آماده ساختن میدان مانور برای گاوبازی هستند

از همین اکنون

ez hemin hâlâ: (F.-A.) şimdiden tezi yok.

از همین حالا

ez vâsite-i: (F.-A.) dolayısıyla, -den yüzünden, sebebiyle.

از واسطهء

ez vaktî: (F.-A.) [ez + vakt + î + ki] -den beri.

Ez vaktî bâ şovherem behem zede’em tenhâ be ser mîberem

Kocamla bozuştuğumdan beri yalnız yaşıyorum. (Şovher-i Âhû Hanum)

از وقتی با شوهرم بهم زده ام تنها بسر می برم

Ez vaktî bedin hâl oftâd vaz’-i zeneş nîz tagyîr yâft

Bu hale düştüğünden beri karısının durumu da değişti. (Nesr-i Derî-i Efgânistân)

از وقتی بدین حال افتاد وضع زنش نیز تغییر یافت

از وقتی

ez vaktî ki: (F.-A.) [ez + vakt + î + ki] -den beri, -den bu yana, -di...-leli.

Ez vaktî ki doktur be incâ âmede se mâh mîgozered

Doktorun buraya gelmesinden beri üç ay geçti. (Dârû-yi Bîhâbî)

از وقتی که دکتر به اینجا آمده سه ماه می گذرد

Ez vaktî ki doktur be incâ âmede se mâh mîgozered

Değirmencinin onu satın almasından beri ilk kez konuşuyordu. (Telhûn)

از وقتی که آسیابان او را خریده بود ، این نخستین باری بود که حرف می زد

Ez vaktî ki âsyâbân û râ harîde bûd in nohostîn bârî bûd ki harf mîzed

Kendimi bildim bileli halamı annem yerine koydum ve onu sevdim. (Bûf-i Kûr)

از وقتی که خودم را شناختم عمه ام را بجای مادر خودم گرفتم و او را دوست داشتم

Çun ez vaktî ki bisterî şode’em bekârhâyem kemter resîdegî mîkonend

Çünkü yataklık hasta olduğumdan beri işlerime daha az bakıyorlar. (Bûf-i Kûr)

چون از وقتی که بستری شده ام بکارهایم کمتر رسیدگی می کنند

از وقتی که

ez yâ tâ elif: (F.-A.) A’dan Z’ye kadar, her türlü, her çeşit.

Evvelâ bişnev ki halk-ı muhtelif

Muhtelif cânend ez yâ tâ elif

Dinle önce, A’dan Z’ye kadar

Canlardır türlü türlü insanlar. (Mesnevi)

اولا بشنو که خلق مختلف

مختلف جانند از یا تا الف

از یا تا الف

ez yek rû: bir bakıma: Ez yekî rû zıdd u yek rû muttehid

Ez yekî rû hezl u ez yek rûy cid

Bir bakıma zıttır, bir bakıma birleşik

Bir bakıma şakadır, bir bakıma ciddi. (Mesnevi)

از یکی رو ضد و یک رو متحد

از یکی رو هزل و از یک روی جد

از یک رو

ez yek rûy: bir bakıma.

Ez yekî rû zıdd u yek rû muttehid

Ez yekî rû hezl u ez yek rûy cid

Bir bakıma zıttır, bir bakıma birleşik

Bir bakıma şakadır, bir bakıma ciddi. (Mesnevi)

از یکی رو ضد و یک رو متحد

از یکی رو هزل و از یک روی جد

از یک روی

ez...tâ: 1. –den… -e kadar. 2. ile...arasında.

Farkest ez âb-i hizr ki zulmât cây-i ûst

Tâ âb-i mâ ki menbaeş Ellâhuekber est

Yeri karanlıklar olan hayat suyuyla menbaı Allahüekber olan bizim suyumuz arasında fark vardır. (Hafız)

فرقست از آب خضر که ظلمات جای اوست

تا آب ما که منبعش الله اکبرست

از...تا

izâ: (A.) 1. karşılık. 2. karşı karşıya. 3. sıra.

ازاء

ezeş: [ez + eş] ondan.

ازش

ezel: (A.) ezel, başlangıcı olmayan.

ازل

ezel be ezel: (A.) ezelden beri.

ازل به ازل

ezû: [ez + û] ondan.

Şukûh-i âsafî yu esb-i bâd u mantık-i tayr

Be bâd reft u ezû hâce hîç tarf nebest

Âsaf’ın görkemi, rüzgâr gibi koşan at, kuş dili; her şeyi yel aldı götürdü. Efendinin bunlardan hiçbir kazancı olmadı. (Hâfız)

شکوه آصفی و اسب باد و منطق طیر

بباد رفت . ازو خواجه هیچ طرف نبست

ازو

ezîrâ: (Peh.) zira, çünkü, bunun için, bu sebeple.

ازیرا

ezîrâ kocâ: çünkü, sebebiyle.

ازیرا کجا

ezîrâ ki: çünkü, zira.

ازیرا که

ezîrâk: (Peh.) çünkü, zira.

ازیراک

ezîşan: [ez + îşân] onlardan.

ازیشان

ezin: [ez + in] bundan.

ازین

ezin pes: bundan sonra.

ازین پس

ez incâ: buradan.

ازین جا

ez in cihet: (F.-A.) bu yüzden, bu sebeple.

ازین جهت

ezin rû: bu yüzden.

ازین رو

ezinsan: [ez + in + sân] böylesi, bunun gibi.

ازین سان

ezin sipes: bundan sonra, bundan böyle.

ازین سپس

ezin sûy: bu yönden, bu bakımdan.

ازین سوی

ez in tirâz: (F.-A.) bu yolla, böylelikle, böylece.

ازین طراز

ezin kıbel: (F.-A.) bu yandan, bu taraftan.

ازین قبل

ezin karâr: (F.-A.) böylelikle, bu şekilde.

ازین قرار

ezin gûne: böyle, bu denli, bunun gibi.

ازین گونه

esâsen: (A.) aslında, esasen, zaten.

اساسا ً

istisnâen: (A.) istisna olarak.

استثناءً

istisnâ’ât be kenâr: (A.-F.) istisnalar dışında.

استثنائات به کنار

istinâden: (A.) 1. dayanarak. 2. güvenerek.

استنادا ً

esre’: (A.) 1. en hızlı, en süratlı. 2. daha hızlı, daha süratli.

اسرع

istimrâren: (A.) sürekli, art arda.

اسمرارا ً

eshel: (A.) en kolay.

اسهل

eshel-i tarîk: (A.-F.) en kolay yol.

اسهل ِ طریق

eş: (Peh.) (gr.) üçüncü tekil şahıs bitişik zamir.

اش

işâreten: (A.) işaret ederek, değinerek.

اشارتا ً

aslen: (A.) 1. hiç.

Aslen nemîdânem, essâe mîrevem bâlâ mîbînem

Hiç bilmiyorum; şimdi yukarı çıkar, bakarım. (Âzeristân)

اصلا ً نمی دانم ، الساعه می روم بالا می بینم

2. aslında, işin doğrusu. 3. asla.

اصلا ً

usûlen: (A.) 1. aslen, esasen, aslında. 2. usül gereğince, kurallar gereğince.

اصولا ً

izâfeten: (A.) ilişik olarak, ilişkin olarak.

اضافتا ً

iztirâren: (A.) zorunlu olarak, mecburen.

اضطرارا ً

iztirârî: (A.) zorunlu olarak, zarurî.

اضطراری

e’amm: (A.) 1. daha genel. 2. umumiyetle.

اعم

e’amm ez inki: (A.-F.) -sa da, dahi.

اعم از اینکه

agleb: (A.) genellikle, çoğunlukla, daha çok, çok defa, çoğu kez.

Ruhsâre duhter-i emû-yi Siyâveş ki nâmzed-i men bûd agleb der meclis-i mâ mîâmed

Nişanlım ve Siyavuş’un amcasının kızı olan Ruhsare de genellikle meclisimize geliyordu. (Se Katre Hûn)

رخساره دختر عموی سیاوش هم که نامزد من بود اغلب در مجلس ما می آمد

اغلب

agleb-i ovkât: (A.-F.) genellikle, çoğunlukla, çoğu kez.

اغلب ِ اوقات

agleb-i ihtimâl: (A.-F.) büyük bir olasalık.

اغلب احتمال

agleben: (A.) genellikle, çoğunlukla, çoğu kez.

اغلبا ً

efzûn: çok, fazla, bol.

افزون

efzûn ber in: üstelik, bunun yanı sıra, bu yetmiyormuş gibi, ayrıca.

افزون بر این

efzûn u kemî: ez veya çok.

Dîr bâyed tâ ki sırr-i âdemî

Âşikârâ gerded efzûn u kemî

Uzun zaman gerekli, insan sırrının

Az veya çok ortaya çıkması için. (Mesnevi)

دیر باید تا که سر آدمی

آشکارا گردد افزون و کمی

افزون و کمی

akselgâye: (A.) sonsuz, son derece.

اقصی الغایه

ekall: (A.) en az.

اقل

ekall u ekser: (A.) az çok.

اقل و اکصر

ekallen: (A.) en azından, hiç olmazsa, bari.

Remezân, û râ âdem kun. Men herçi kûşîdem âdem neşodem. Beguzâr ekallen û âdem şeved

Ramazan, adam et onu. Ben ne kadar çalıştımsa da adam olmadım. Hiç olmazsa o adam olsun. (Âzeristân)

رمضان ، او را آدم کن. من هرچه کوشیدم آدم نشدم . بگذار اقلا او آدم شود

اقلا ً

ekser: (A.) 1. en çok. 2. çok defa. 3. çoğu, büyük bir kısmı.

Emmâ İncîl ekser-i an beyân-i sîret u tarîka vu şerh-i ehvâl-i Mesîh est

İncil’e gelince, onun büyük bir kısmı İsa’nın sîreti, yolu ve yaşam öyküsünden ibarettir. (Mucmel-i Fasîhî, I/4)

اما انجیل اکثر آن بیان سیرت و طریقه و شرح احوال مسیح است

4. genellikle.

اکثر

ekser-i ovkât: (A.-F.) çoğu zaman, sık sık.

اکثر ِ اوقات

ekseru min en yuhsâ: (A.) sayılamayacak kadar.

اکثر من أن یحصی

ekseren: (A.) çoğunlukla, genellikle.

اکثرا ً

ekseruhum: (A.) çoğu, onların çoğu.

اکثرهم

ekserî: (A.) 1. çoğu. 2. çoğu kez.

اکثری

ekseriyyâ: (A.) çok defa, çoğu zaman, sık sık.

اکثریا

ekmel: (A.) en olgun, en mükemmel, en kusursuz.

اکمل

eknûn: (Peh.) 1. şimdi.

An şud eknun ki zi ebnâ-yi avâm endîşem

Muhtesib nîz dür-i in eyş-i nihânî dânist

Ben insanların nereye gittiğini düşünürken bir de baktım ki muhtesip bile gizli işret âleminin incilerine ulaşmış. (Hâfız)

آن شد اکنون که ز ابنای عوام اندیشم

محتسب نیز در این عیش نهانی دانست

2. bununla birlikte. 3. o zaman.

اکنون

eknûn ki: şimdi, şimdi madem.

Eknûn ki zi hoşdilî becoz nâm nemând,

Yek hemdem-i pohte coz mey-i hâm nemând.

Dest-i tarab ez sâgar-i mey bâz megîr,

İmrûz ki der dest becoz câm nemând!

Mutluluktan yana şimdi namdan başkası kalmadı.

Olgun bir dost olarak ham meyden başkası kalmadı.

Çekme neşe elini mey kadehinden.

Bugün elde kadehten başkası kalmadı. (Hayyâm)

اکنون که ز خوشدلی بجز نام نماند

یک همدم پخته جز می خام نماند

دست طرب از ساغر می باز مگیر

امروز که در دست بجز جام نماند

اکنون که

eknûn hem: şimdiyse, şimdi de.

اکنون هم

eger: (Peh.) eğer.

Eger an turk-i şîrâzî bedest âred dil-i mâ râ

Behâl-i hindûyeş bahşem semerkand u buhârâ râ

Şirazlı o dilber verse hani gönlümün muradını, Yanağındaki hint benine bağışlarım Semerkant’ı, hem Buhara’yı. (Hâfız)

اگر آن ترک شیرازی بدست آرد دل ما را

بخال هندویش بخشم سمرقند و بخارا را

Dil sırr-i heyât eger kemâhî dânist,

Der merg hem esrâr-i ilâhî dânist,

İmrûz ki bâ hodî, nedânistî hîç,

Ferdâ ki zi hod revî, çi hâhî dânist?

Bilseydi gönül lâyıkıyla yaşam sırrını,

Anlardı ölümde de Tanrı’nın sırrını.

Kendindeyken bugün anlamadın hiçbir şey;

Yarın çekip gidince, nasıl anlarsın sırrını? (Hayyâm)

دل سر حیات اگر کماهی دانست

در مرگ هم اسرار الهی دانست

امروز که با خودی، ندانستی هیچ

فردا که ز خود روی، چه خواهی دانست؟

اگر

eger çonançi: [eger + çon + ân + çi] 1. eğer, eğer mesela. 2. velev ki.

اگر چنانچه

egerçend: [eger + çend] her ne kadar.

اگر چند

eger hîç: eğer tesadüfen.

اگر هیچ

egeret: [eger + et] eğer sen, eğer sana, eğer seni, eğer senin.

Ey dil egeret basîret-i hakbîn

Peyveste burâk-i himmetet der zîn est

Ey gönül! Doğruyu görecek basiretin varsa, himmet Burakın her zaman eyerli olur. (Evhad)

ای دل اگرت بصیرت حق بین

پیوسته براق همتت در زین است

اگرت

egerçi: [eger + çi] her ne kadar, gerçi, ise de.

Be sûret ez nazar-i mâ egerçi mahcûb est

Hemîşe der nazar-i hâtir-i mureffeh-i mâst

Görünüşte bize uzak olsa da daima bizim müreffeh gönlümüzde onun yeri vardır. (Hâfız)

بصورت از نظر ما اگرچه محجوب است

همیشه در نظر خاطر مرفه ماست

اگرچه

egerne: [eger + ne] yoksa.

اگرنه

elâ: (A.) 1. ey. 2. şunu bilin ki, iyi bilin ki, ha!.

الا

illâ: (A.) 1. ancak, -den başka, -dışında, müstesna. 2. -meksizin, -maksızın. 3. yoksa, ancak, aksi halde. 4. ille de, mutlaka. 5. sadece.

Ey Hodâyâ mumsikân râ der cihân

Tu medih illâ ziyân ender ziyân

Tanrım, elisıkıları dünyada

Uğrat sadece zarardan zarara (Mesnevi)

ای خدایا ممسکان را در جهان

تو مده الا زیان اندر زیان

الا

elâ ey: 1. ey. 2. şimdi.

الا ای

elâ tâ: (A.-F.) sakın.

Elâ tâ nehâhî belâ ber hasûd

Ki an bahtbergeşte hod der belâst

Sakın kıskancın belada olmasını isteme! Çünkü o talihsiz zaten belâya uğramıştır. (Gulistân)

الا تا نخواهی بلا بر حسود

که آن بخت برگشته خود در بلاست

الا تا

illâ vebillâ: (A.) ille de, kesinlikle, mutlaka.

الا و بلا

elâ yâ: (A.) ey, hey.

الا یا

elâ yâ eyyuhâ: (A.) ey, hey.

Elâ yâ eyyuhessâkî! Edir ke’sen ve nâvilhâ

Ki aşk âsân numûd evvel, velî uftâd muşkilhâ

Saki, dolaştır kadehi, sun bize. Aşk kolay göründü ilkin ama, ne güçlükler çıkmadı ki sonra. (Hâfız)

الا یا ایها الساقی ادر کأسا و ناولها

که عشق آسان نمود اول ولی افتاد مشکلها

الا یا ایها

el’ânestki: (A.-F.) [el’ân + est + ki] neredeyse, az daha.

El’ân est ki tâziyânehâ-yi bârân merâ der hem bekûbed

Neredeyse yağmurun kamçıları beni mahvedecek! (Şikârçiyân)

الآن است که تازیانه های باران مرا درهم بکوبد

الآن است که

ilâ: (A.) –e, -a, -e kadar

الی

ilâ ecelin: (A.) bir müddete kadar.

الی أجل

ilâ ecelin karîb: (A.) yakın bir zamana kadar.

الی أجل قریب

ilâ ecelin musemmen: (A.) belli bir süreye kadar.

الی أجل مسمی

ilâ ecelin ma’lûmin: (A.) belirlenmiş süre için.

الی أجل معلوم

ilâ âhir: (A.) sona kadar, sonuna kadar.

الی آخر

ilâ âhirihi: (A.) 1. ve devamı. 2. sonuna kadar.

الی آخریه

ilâ hâl: (A.) şimdiye kadar.

الی حال

ilâ hînin: (A.) belirli bir zamana kadar.

الی حین

ilâ zemâninâ hâzâ: (A.) günümüze kadar.

الی زماننا هذا

ilâ gayrinnihâye: (A.) sonsuz, son derece.

الی غیر النهایه

ilâ gayri zâlik: (A.) bundan başka, bunun yanı sıra.

الی غیر ذلک

ilâ mâşâ’allâh: (A.) Allah’ın dilediği sürece.

الی ماششاء الله

ilâ yevm: (A.) güne kadar.

الی یوم

ilâ yevmi’l-kıyâm: (A.) kıyamet gününe kadar.

الی یوم القیام

ilâ yevminâ hâzâ: (A.) günümüze kadar.

الی یومنا هذا

elyevm: (A.) 1. gün. 2. bugün, şimdi, günümüzde.

الیوم

emmâ: (A.) 1. ama, fakat.

Şukûh-i tâc-i sultânî ki bîm-i cân derû derc est

Kulâhî dilkeş est emmâ be terk-i ser nemîerzed

Sultanlık tacının görkeminde can korkusu gizlenmiştir. Cazip bir başlık ama baştan olmaya değmez. (Hâfız)

شکوه تاج سلطانی که بیم جان درو درج است

کلاهی دلکش است اما به ترک سر نمی ارزد

Emmâ men û râ nemîşinâsem

Ama ben onu tanımıyorum.  (Se Katre Hûn)

اما من او را نمی شناسم

2. -tense.

Be men goft ki tercîh mîdehem bemîrem emmâ zen-i şomâ nemîşevem

Bana ‘Sizin karınız olmaktansa, ölmeyi tercih ederim’ dedi. (Rodin)

بمن گفت که ترجیح می دهم بمیرم اما زن شما نمی شوم

اما

emmâ ne ankadr ki: (F.-A.) [emmâ + ne + an + kadr + ki] -masa bile.

Heme kes kabûl dâşt ki homâ hoşgil bûd emmâ ne ankadr ki bîayb bâşed

Kusursuz olmasa bile, Homanın güzel olduğunu kabul ederdi herkes. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 233)

همه کس قبول داشت که هما خوشگل بود اما نه آنقدر که بی عیب باشد

اما نه آنقدر که

imrûz: 1. bugün.

Fikr mîkerd ki imrûz bâ dîrûz çikadr tefâvut dâred

Bugün dünden ne kadar farklı, diye düşünüyordu. (Âzeristân)

فکر میکرد که امروز با دیروز چقدر تفاوت دارد

Rehzen-i dehr nehuftest, meşev îmen ezû

Eger imrûz neburdest ki ferdâ bebered

Felek eşkıyası uyumuyor; ondan yana güvencede olma. Bugün seni alıp götürmezse, yarın götürür. (Hâfız)

رهزن دهر نخفتست ، مشو ایمن ازو

اگر امروز نبردست که فردا ببرد

2. günümüzde, şimdiki.

امروز

imrûz ki: bugüne bugün.

امروز که

imrûz u ferdâ: bugün yarın, kısa zamanda, pek yakında

امروز و فردا

ems: (A.) dün.

Hod garîbî der cihân çun şems nîst

Şems-i cân bâkî keş ems nîst

Dünyada güneş gibi batan şey yoktur

Can güneşi bâkidir, onda dün yoktur (Mesnevi)

خود غریبی در جهان چون شمس نیست

شمس جان باقی کش امس نیست

امس

imşeb: [in > im + şeb] 1. bu gece.

Şeyh goftâ imşeb ez hûn-i ciger

Kerde’em sad bâr gusl ey bîhaber

Şeyh “Be hey bîhaber! Bu gece ciğer kanıyla yüz kez guslettim” dedi. (Mantıku’t-Tayr, s. 82)

شیخ گفتا امشب از خون جگر

کرده ام صد بار غسل ای بی خبر

2. bu akşam.

امشب

imşebî: [imşeb + î] 1. bu geceki. 2. bu gecelik.

امشبی

imşebîn: [imşeb + în] bu geceki.

امشبین

endâze: (Peh.) 1. ölçü. 2. 60 cm. lik uzunluk ölçüsü. 3. ölçek. 4. tahmin. 5. liyakat, mertebe.

اندازه

ender: (Peh.) 1. içinde, -de, -da.

Zi çeşmet cân neşâyed bord kez her sû ki mîbînem

Kemîn ez gûşeî kerdest u tîr ender kemân dâred

Senin gözlerinden can kurtarmak mümkün değil. Ne yandan baksam, bir köşede pusu kurduğunu, okunu yayına takmış olduğunu görüyorum. (Hâfız)

ز چشمت جان نشاید برد کز هر سو که می بینم

کمین از گوشه ای کردست و تیر اندر کمان دارد

Tâ key zi çerâg-i mescid u dûd-i kinişt?

Tâ key zi ziyân-i dûzeh u sûd-i behişt?

Rov, ber ser-i lovh bîn ki ostâd-i kazâ

Ender ezel ançi bûdenî buved nivişt.

Niceye dek mescidin çerağı, manastırın dumanı?

Niceye dek cennetin kazancı, cehennemin ziyanı?

"Olacaklar olur" yazmış kader üstadı ezelde,

Git de gör bir kendi kader levhanı. (Hayyâm)

تا کی ز چراغ مسجد و دود کنشت؟

تاکی ز زیان دوزخ و سود بهشت؟

رو ، بر سر لوح بین که استاد قضا

اندر ازل آنچه بودنی بود نوشت

2. -e, -a.

Çun gozeşt anmeclis u hân-i kerem

Dest-i û begrift u bord ender harem

O meclis ve kerem sofrası sona erince, onun elini tuttu ve hareme götürdü. (Mesnevi)

چون گذشت آن مجلس و خوان کرم

دست او بگرفت و برد اندر حرم

3. hakkında. 4. içeri.

اندر

ender ezel: (F.-A.) ezelde, ezel vaktinde.

Tâ key zi çerâg-i mescid u dûd-i kinişt?

Tâ key zi ziyân-i dûzeh u sûd-i behişt?

Rov, ber ser-i lovh bîn ki ostâd-i kazâ

Ender ezel ançi bûdenî buved nivişt.

Niceye dek mescidin çerağı, manastırın dumanı?

Niceye dek cennetin kazancı, cehennemin ziyanı?

Olacaklar olur yazmış kader üstadı ezelde,

Git de gör bir kendi kader levhanı. (Hayyâm)

تا کی ز چراغ مسجد و دود کنشت؟

تاکی ز زیان دوزخ و سود بهشت؟

رو ، بر سر لوح بین که استاد قضا

اندر ازل آنچه بودنی بود نوشت

اندر ازل

ender pey-i: peşinden.

اندر پی ِ

ender hakk-i: (F.-A.) hakkında.

Pîr-i gulreng-i men ender hak-i ezrakpûşân

Ruhsat-i hubs nedâd erne hikâyethâ bûd

Gülreng Pîrim, mavi cübbeliler hakkında kötü konuşmama izin vermedi. Yoksa onlar hakkında anlatılacak ne çok şey var. (Hâfız)

پیر گلرنگ من اندر حق ازرق پوشان

رخصت خبث نداد ارنه حکایتها بود

اندر حقّ ِ

ender mâ mezâ: (F.-A.) eskiden, geçmişte.

اندر ما مضی

endervakt: (F.-A.) [ender + vakt] hemen, derhal.

اندر وقت

enderû: [ender + û] 1. onda. 2. ona.

Senghâ vu kâfirân-i sengdil

Ender âyend enderû zâr u hacil

Taşlar ve taş yürekli kâfirler ağlaya inleye ve utanç içinde ona (cehenneme) girerler. (Mesnevi)

سنگ ها و کافران سنگدل

اندر آیند اندرو زار و خجل

اندرو

enderûn: 1.  iç, içeri, içerisinde.

Ey şehân, koştîm mâ hasm-i burûn

Mând hasmî zû beter der enderûn

Ey padişahlar; biz dışardaki düşmanı öldürdük.

İçerde ondan daha kötü bir düşman kaldı. (Mesnevi)

ای شهان ، کشتیم ما خصم برون

ماند خصمی زو بتر در اندرون

Der enderûn-i men-i hastedil, nedânem, kîst ?

Ki men hamûşem u û der figân u der govgâst.

Benim gibi gönlü hasta birinin içinde kim var, bilmiyorum ki?!

Ben suskunum; o feryat ediyor, çıngar çıkarıyor. (Hâfız)

در اندرون من خسته دل ، ندانم ، کیست؟

که من خموشم و او در فغان و در غوغاست

2. gönül, kalp.

Ey âfitâb-i hûbân mîcûşed enderûnem

Yek sâatem begoncân der sâye-i inâyet

Ey güzellerin güneşi; içim kaynıyor içim. Biraz olsun beni inayet gölgene sığındır n’olur. (Hâfız)

ای آفتاب خوبان می جوشد اندرونم

یک ساعتم بگنجان در سایهء عنایت

Enderûnî k’enderûnhâ mest ez ûst

Nîstî k’in hesthâman hest ez ûst

Gönüller onların gönlünden mest olmuştur

Bizim varlığımız onların yokluğundan var olmuştur. (Mesnevi)

اندرونی کاندرونها مست از اوست

نیستی که این هست هامان هست ازوست

3. haremlik, harem dairesi. 4. saray.

اندرون

enderin: [ender + în] 1. bunda.

Enderin fitne ki goftîm an gurûh

Îmen ez fitne budend u ez şukûh

O topluluk söylediğimiz bu fitnede, fitne ve şikâyetten emindiler. (Mesnevi)

اندرین فتنه که گفتیم آن گروه

ایمن از فتنه بدند و از شکوه

Ger âmedenem bemen budî, nâmedemî.

Ver nîz şoden bemen budî, key şodemî?

Bih zan nebudî ki enderin deyr-i herâb,

Ne âmedemî, ne şodemî, ne budemî.

Gelmezdim dünyaya, elimde olsaydı.

Gider miydim dünyadan, elimde olsaydı?

Ne gelirdim, ne giderdim, ne kalırdım.

Şu harabe dünyada; daha iyisi olmazdı. (Hayyâm)

گر آمدنم بمن بدی، نامدمی

ور نیز شدن بمن بدی، کی شدمی؟

به زان نبدی که اندرین دیر خراب

نه آمدمی نه شدمی نه بدمی

2. hakkında.

اندرین

endek: 1. az.

Bisyâr mî endîşîd ve endek sohen mîgoft

Çok düşünüyor ve az konuşuyordu. (Berresî)

بسیار می اندیشید و اندک سخن می گفت

2. biraz.

Zan cihân endek tereşşuh mîresed

Tâ negurred der cihân hırs u hased

O dünyadan biraz sızıntı gelir

Bu dünyada hırs ile haset kabarmasın der. (Mesnevi)

زان جهان اندک ترشح می رسد

تا نغرد در جهان حرص و حسد

3. kısa.

اندک

endek endek: az az, yavaş yavaş, tedricen.

Endek endek û râ bedin unvân mişinâhtend

Yavaş yavaş onu bu ünvanla tanıyorlardı. (Settâr Hân)

اندک اندک او را بدین عنوان می شناختند

اندک اندک

endekî: [endek + î] 1. biraz.

Dil ez kirişme-i sâkî be şukr bûd velî

Zi nâmusâidî-i bahteş endekî gile bûd

Sâkinin göz kırpmaları dolayısıyla gönül şükran duyuyor, ama bahtı yâr olmadığı için biraz sitem ediyordu. (Hâfız)

دل از کرشمهء ساقی بشکر بود ولی

ز نامساعدیء بختش اندکی گله بود

Sengferş-i piyâderov endekî hîs bûd

Kaldırımın taş döşemesi biraz ıslaktı. (Şovher-i Âhû Hanum)

سنگفرش پیاده رو اندکی خیس بود

2. azıcık, birazcık. 3. azlık. 4. kısa bir süre.

اندکی

endekî ba’d: (F.-A.) [endek + î + bad] 1. yakında. 2. kısa bir süre sonra.

اندکی بعد

enderûn u birûn: iç ve dış, içerisi ve dışarısı.

اندورن و بیرون

insâfen: (A.) doğrusu, gerçekten.

İnsâfen eger inhâ perverde-i dest-i û bûdend ez hunermendî yu zovk-i hod herçi begûyed kem gofte est

Bunlar onun tarafından yetiştirilmişlerse, kendi sanatını ve zevkini ne kadar anlatsa, azdır doğrusu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 105)

انصافا ً اگر اینها پروردهء دست او بودند از هنرمندی و ذوق خود هرچه بگوید کم گفته است

انصافا ً

ehl-i kocâ: nereli, nereden?

اهل ِ کجا

û: (Peh.) o.

Ançi û rîht be peymâne-i mâ, nûşîdîm

Eger ez hamr-i bihiştest veger bâde-i mest

Kadehimize ne koyduysa, onu içtik; ha cennet şarabı, ha üzüm şarabı. (Hâfız)

آنچه او ریخت به پیمانهء ما ، نوشیدیم

اگر از خمر بهشت است وگر بادهء مست

او

evâhir: (A.) 1. sonlar. 2. sonlarında.

Der evâhir-i karn-i pencom şîve vu sebk-i tâzeî ki te’sîr-i nesr-i arabî der an şedîdter dîde mîşeved be vucûd mî âyed

Beşinci yüzyıl sonlarında Arap nesrinin daha dakuvvetli göründüğü yeni bir tarz ve üslup meydana geldi. (Sebkşinâsî)

در اواخر قرن پنجم شیوه و سبک تازه ای که تأثیر نثر عربی در آن شدیدتر دیده می شود بوجود می آید

اواخر

evâsit: (A.) 1. ortalar. 2. ortaları, ortalarında.

Evâsit-i mâh-i out ya’nî germterîn rûzhâ-yi tâbistân-i bakû bûd

Ağustos ayının ortaları, yani Bakü’de yazın en sıcak günleriydi. (Âzeristân)

اواسط ماه اوت یعنی گرم ترین روزهای تابستان باکو بود

اواسط

evân: (A.) 1. zaman. 2. çağ.

اوان

evâyil: (A.) 1. önceleri, ilkin, başlangıçta.

Evâyil çikadr ezâb mîkeşîdem

Önceleri ne kadar azap çekiyordum. (Otâk-i Rûberû)

اوایل چقدر عذاب می کشیدم

2. başlangıçlar.

اوایل

evâil: (A.) 1. önceleri, ilkin. 2. başında, başlarında.

اوائل

âverî: hiç şüphesiz, mutlaka.

آوری

evvel: (A.) 1. başlangıç. 2. baş, evvel. 3. ilk. 4. ilkin.

Men evvel nemîhâstem bezenemeş çun zebândirâzî kerd u nâsezâ goft hâstem dersî be û dâde bâşem

Önce dövmek istemedim onu. Ama dil uzatıp küfredince bir ders vermek istedim. (Kıssehâ-yi hûb, s. 31)

من اول نمی خواستم بزنمش ولی چون زبان درازی کرد و ناسزا گفت خواستم درسی به او داده باشم

5. birinci. 6. önce.

Elâ yâ eyyuhessâkî! Edir ke’sen ve nâvilhâ

Ki aşk âsân numûd evvel, velî uftâd muşkilhâ

Saki, dolaştır kadehi, sun bize. Aşk kolay göründü ilkin ama, ne güçlükler çıkmadı ki sonra. (Hâfız)

الا یا ایها الساقی ادر کأسا و ناولها

که عشق آسان نمود اول ولی افتاد مشکلها

İmşeb mey-i câm-i yek menî hâhem kerd.

Hod râ be do câm-i mey ganî hâhem kerd.

Evvel se telâk-i akl u dîn hâhem kerd.

Pes dohter-i rez râ be zenî hâhem kerd.

Bu gece bir batmanlık kadehle şarap içeceğim.

İki şarap kadehiyle kendimi zengin edeceğim.

Akıl ve dini boşayacağım talâk-i selâse ile önce.

Sonra üzümün kızını kendime eş edeceğim. (Hayyâm)

امشب می جام یک منی خواهم کرد

خود را به دو جام می غنی خواهم کرد

اول سه طلاق عقل و دین خواهم کرد

پس دختر رز را بزنی خواهم کرد

7. baştan.

Der ketm-i adem çu berguzîdî mâ râ

Der ribka-i bendegî keşîdî mâ râ

Âhir be kodâm eyb red hâhî kerd

Evvel ne tu bâ eyb harîdî mâ râ

Mademki yokluğa gizlenmek için seçtin ve kulluk ipine dizdin bizi, peki ama hangi kusurumuzla reddedeceksin? Kusurlarımızı bilerek baştan kabul etmedin mi? (Evhad)

در کتم عدم چو برگزیدی ما را

در ربقهء بندگی کشیدی ما را

آخر بکدام عیب رد خواهی کرد

اول نه تو با عیب خریدی ما را؟

8. önceki.

Muddetî gozeşt emmâ sâhib’alî be hâl-i evveleş bernegeşt

Bir süre geçti ama, Sahibali önceki haline dönmedi. (Telhûn)

مدتی گذشت اما صاحبعلی به حال اولش برنگشت

9. Tanrı.

اول

evvelâhir: (A.) [evvel + âhir] alt tarafı, önü sonu.

اول آخر

evvel ez heme: (A.-F.) her şeyden önce.

اول از همه

evvel ez heme çîz: (A.-F.) her şeyden önce.

اول از همه چیز

evvel ve âhir: önünde sonunda, ergeç.

اول و آخر

evvelen: (A.) 1. öncelikle, evvela. 2. birinci, birincisi.

اولا ً

evlâ’: (A.) en iyi, en uygun.

اولاء

ey: 1. ey, hey. 2. yahu. 3. peki, sonra.

ای

ey anki: ey, hey.

Rûzhâ ger reft, gû, rov, bâk nîst

Tu bemân ey anki çun tu pâk nîst

Günler geçiyorsa, geçsin; korkumuz yok

Sen kal. Çünkü senin gibi temiz yok (Mesnevi)

روزها گر رفت گو باک نیست

تو بمان ای آنکه چون تو پاک نیست

ای آنکه

ey besâ: nice, ne kadar çok.

Hande-i câm-i mey u zulf-i girihgîr-i nigâr

Ey besâ tovbe ki çun tovbe-i Hâfız beşikest

Mey kadehinin gülümseyişi ve sevgilinin düğüm düğüm saçları Hafız’ın tövbesi gibi nice tövbeyi bozdu. (Hâfız)

خندهء جام می و زلف گرهگیر نگار

ای بسا توبه که چون توبهء حافظ بشکست

ای بسا

ey besî: nice.

Kerde Hak nâmûs râ sad men hadîd

Ey besî beste be bend-i nâpedîd

Tanrı utancı yüz batmanlık demir yapmıştır.

Niceleri görünmez bağlarla bağlanmıştır. (Mesnevi)

کرده حق ناموس را صد من حدید

ای بسی بسته به بند ناپدید

ای بسی

eybesî: [ey + bes + î] nice.

Doşmen-i tâvus âmed pey-i û

Ey besî şeh râ bekoşte ferr-i û

Tavus kuşunun düşmanı da ayaklarıdır. Nice şahı ise gücü kuvveti öldürmüştür. (Mesnevi)

دشمن طاوس آمد پی او

ای بسی شه را بکشته فر او

ای بسی

ey honok: ne mutlu!

Akbe’î zin sa’bter der râh nîst

Ey honok ankeş hased hemrâh nîst!

Bundan daha güç geçit yok bu yolda

Ne mutlu o kimseye ki kıskançlık yok onda! (Mesnevi)

عقبه ای زین صعب تر در راه نیست

ای خنک آنکش حسد همراه نیست

ای خنک

ey hoş: ne mutlu.

Cân-i bîmâr-i merâ nîst zi tu rûy-i suâl

Ey hoş an haste ki ez dûst cevâbî dâred

Bakıyorum da, hasta canımı soracak niyetin yok. Dostun ilgilendiği hastaya ne mutlu! (Hâfız)

جان بیمار مرا نیست ز تو روی سؤال

ای خوش آن خسته که از دوست جوابی دارد

ای خوش

ey hoşâ: şu hoşluğa bakın, ne mutlu!

Zîr-i bârend dirahtân ki tealluk dârend

Ey hoşâ serv ki ez bâr-i gam âzâd âmed

Meyvalanmaya hamile kalmış ağaçların birer bağlantısı var. Şu hoşluğa bakın ki selvi, gam yükünden âzât olmuş. (Hâfız)

زیر بارند درختان که تعلق دارند

ای خوشا سرو که از بار غم آزاد آمد

ای خوشا

ey dirîg: yazık!, eyvahlar olsun!

Rîş ber mîkend u mîgoft: Ey dirîg!

K’âfitâb-i ni’metem şud zîr-i mîg

Yoluyordu sakalını, diyordu: Eyvahlar bana!

Nimet güneşim girdi bulut arkasına! (Mesnevi)

ریش بر می کند و میگفت

کآفتاب نعمتم شد زیر میغ

ای دریغ

ey dirîgâ: yazık!, çok yazık!, eyvahlar olsun!, vah!

Ey dirîgâ morg-i hoşâvâz-i men

Ey dirîgâ hemdem u hemrâz-i men

Vah benim güzel sesli kuşuma!

Vah benim arkadaşım, sırdaşıma! (Mesnevi)

ای دریغا مرغ خوش آواز من

ای دریغا همدم و همراز من

Râz-i Hâfız ba’d ezin nâgofte mând

Ey dirîgâ râzdârân yâd bâd

Bundan böyle Hâfız’ın sırrı açıklanmadan kaldı; çok yazık! Hey gidi sırdaşlar hey! (Hâfız)

راز حافظ بعد ازین ناکفته ماند

ای دریغا رازداران یاد باد

ای دریغا

eykâş: keşke.

Eykâş û râ der an kal’a-yi şûm neberend

Keşke onu o uğursuz kaleye götürmeseler! (Nesr-i Derî-i Efgânistân)

ای کاش او را در آن قلعهء شوم نبرند

Eykâş kesî m ârâ nebîned

Keşke bizi kimse görmese! (Rodin)

ای کاش کسی ما را نبیند

Eykâş Karolin râ mahkûm be i’dâm mîkerdend

Keşke Karolin’i idama mahkum etselerdi!  (Adâlet-i âsumân)

ای کاش کارولین را محکوم باعدام میکردند

ای کاش

eykâş ki: keşke.

Eykâş ki cây-i âremîden bûdî!

Ya in reh-i dûr râ resîden bûdî!

Kâş ez pey-i sad hezâr sâl ez dil-i hâk

Çon sebze omîd-i ber demîden bûdî!

Keşke durup dinlenecek bir yer olsaydı!

Ya da şu uzun yola çıkmak mümkün olsaydı!

Keşke yüzbin yıl sonra toprağın bağrından

Otlar gibi yeşerme umudu olsaydı! (Hayyâm)

ایکاش که جای ارمیدن بودی

یا این ره دور را رسیدن بودی

کاش از پی صد هزار سال از دل خاک

چون سبزه امید بردمیدن بودی

ای کاش که

ey ki: ey.

Ey ki ez defter-i akl âyet-i aşk âmûzî

Tersem in nukte betahkîk nedânî dânist

Ey akıl defterinden aşk âyetini öğrenen! Korkarım, bu hususu gerçekten anlayamayacaksın. (Hafız)

ای که از دفتر عقل آیت عشق آموزی

ترسم این نکته بتحقیق ندانی دانست

ای که

ilânihâye: (A.) [ilâ + nihâye] sonuna kadar.

ای نهابه

eyvâ: [ey + vâ< ey + vây] eyvah, vah vah, eyvahlar olsun, yazık.

ای وا

ey vây: 1. eyvah!

Der gil bemânde pây-i dil cân mîdehem çi cây-i dil

Vez âteş-i sovdâ-yi dil eyvây dil eyvây-i mâ (Mevlana)

Gönül kaldı çaresiz. Gönül dursun şöyle, can veririz. Gönül yanıyor sevda ateşinde. Vay gönlümüze! Vay bize, vaylar bize!

در گل بمانده پای دل جان می دهم چه جای دل

واز آتش سودای دل ای وای دل ایوای ما

2. vah vah! 3. yahu.

Eyvây çerâ hâlâ ser-i pâ vâîstâdîd?

Yahu neden hâlâ ayaktasınız? (Maraz-i Kand)

ای وای چرا حالا سر پا وا ایستادید؟

ای وای

ey vây: eyvah!, yazıklar olsun!

ای وای

eyâ: (A.) 1. ey.

Eyâ pur la’l kerde câm-i zerrîn

Bebahşâ ber kesî keş zer nebâşed

Ey altın kadehini lâl renkli şarapla doldurmuş olan! Bu şarap dolu kadehi altın sikkesi olmayana bağışla. (Hâfız)

آیا پر لعل کرده جام زرین

ببخشا بر کسی کش زر نباشد

2. hey.

ایا

eyyâm: (A.) 1. günler. 2. zaman. 3. devir. 4. zamane.

ایام

îç: hiç.

Ki men reftenîem kârzâr

Torâ cuz niyâyiş mebâd îç kâr

Ben savaşa gidiyorum. Tanrıya dua etmekten başka bir işin olmasın. (Şâhnâme, I/46, beyit 273)

که من رفتنی ام سوی کارزار

ترا جز نیایش مباد ایچ کار

ایچ

îder: (Peh.) 1. burası.

Be cân-i men ki tâ îder resîdem

Meger û râ se bâr efzûn nedîdem

Yemin ediyorum sana, buraya kadar geldim

Onu üç kereden fazla görmedim (Vîs u Râmîn)

بجان من که تا ایدر رسیدم

مگر او را سه بار افزون ندیدم

2. şimdi.

ایدر

îdûn: (Peh.) 1. böyle. 2. böylesine. 3. şimdi.

Ger îdûn ki dânîd men kerdem in

Merâ hând bâyed cihânâferîn

Şimdi bunu benim yaptığımı biliyorsanız, Tanrının beni çağırması gerekiyor. (Şâhnâme, I/28, beyit 75)

گر ایدون که دانید من کردم این

مرا خواند باید جهان آفرین

Zi in’âmet hem îdûn çeşm dârîm

Ki dîger bâz nestânî etâ râ

Bir daha bağışlarını geri alma. Çünkü şimdi de bağışlarını umuyoruz. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 3)

ز انعامت هم ایدون چشم داریم

که دیگر باز نستانی عطا را

ایدون

ezîrâ: çünkü, zira.

ایزیرا

îşân: (Peh.) 1. onlar. 2. kendileri.

ایشان

în: (Peh.) 1. bu.

Genc-i zerger nebuved, konc-i kanâ’at bâkîst

Anki an dâd be şâhân, be gedâyân in dâd

Kuyumcu hazinesi olmazsa olmasın; kanaat köşesi var nasıl olsa. Şahlara onu veren Tanrı, yoksullara da bunu vermiştir. (Hâfız)

گنج زرگر نبود ، کنج قناعت باقیست

آنکه آن داد به شاهان ، به گدایان این داد

2. şu.

این

eyne: (A.) 1. neresi. 2. nerede.

أین

în est: 1. işte.

În est âmedem

İşte geldim. (Edebiyyât-i dovre-i bîdârî ve muâsir)

این است آمدم

این است

eyne’s-serâ ve’s-sureyyâ: (A.) yerden göğe kadar.

این الثری و الثریا

in evâhir: (F.-A.) son günlerde, geçenlerde.

این اواخر

inbâr: [in + bâr] bu sefer, bu kez, bu defa.

İnbâr bâz der cây-i dîger bûdem

Bu kez yine başka bir yerdeydim. (Dîrûz u imrûz)

این بار باز در جای دیگر بودم

Bîm-i cân in bâr hûnem mîhored

Verne in dil çend bâr ez dest reft

Can korkusu tüketecek bu kez beni.

Yoksa bu gönül birkaç defa elden gitti. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 186)

بیم جان این بار خونم می خورد

ورنه این دل چند بار از دست رفت

این بار

in bûd ki: 1. böylece.

İn bûd ki hişmem râf urû hordem ve ârâm ez pillehâ reftem bâlâ

Böylece öfkemi içime attım ve basamakları çıktım. (Mudîr-i medrese)

این بود که خشمم را فرو خوردم و آرام از پله ها رفتم بالا

این بود که

in cânib: (F.-A.) 1. ben. 2. bendeniz. 3. bu taraf.

این جانب

incâygeh: [in + cây + geh] 1. burası, burada.

Çun torâ in câygeh kadr-i endekîst

Hâh mîr u hâh nî, her do yekîst

Burada kadrin kıymetin az olduğuna göre ha ölmüşsün, ha yaşıyorsun, ikisi de bir. (Mantıku’t-Tayr, s. 113)

چون ترا این جایگه قدر اندکی است

خواه میر و خواه نی ، هر دو یکی است

این جایگه

in cumle: (F.-A.) bunların hepsi, bütün bu.

Ber her câî ki ser nihem mescûd ûst

Ber şeş cihet u burûn zi şeş ma’bûd ûst

Bâg u gul u bulbul, semâ’u şâhid

İn cumle behâne vu heme maksûd ûst

Nereye baş koysam, secde edilen o.

Altı yönde, altı yönün dışında mabud o.

Bağ, gül, bülbül, semâ, dilber

Bunların hepsi bahane, maksûd o. (Mevlana)

بهر جائی که سر نهم مسجود اوست

بر شش جهت و برون ز شش معبود اوست

باغ و گل و بلبل ، سماع و شاهد

این جمله بهانه و همه مقصود اوسا

این جمله

in cihân: dünya.

این جهان

inçenin, inçonin: [in + çon + in] 1. böyle. 2. böylesi, böylesine.

این چنین

in çi ki: bu şey ki.

این چه که

indef’e: (F.-A.) [in + def’e] bu kez, bu defa.

این دفعه

in dem: şimdi.

Bulbul bâ diraht-i gul gûyed: Çîst der dilet?

İndem der miyân benih, nîst kesî yu tuyî vu mâ

Bülbül gül ağacına der: Gönlünde ne var? Şimdi söyle, kimse yok. Senle ben varız. (Guzîde-i Gazeliyyât-i Şems)

بلبل با درخت گل گوید : چیست در دلت؟

این دم در میان بنه ، نیست کسی و تویی و ما

Dîgerân râ iyd eger ferdâst mâ râ in dem est

Rûzedârân mâh-i nov bînend ve mâ ebrû-yi dûst

Başkaları için ramazan bayramı yarınsa, bizim için şu andır. Oruç tutanlar yeni doğan ayı görürler, bizse sevgilinin kaşını. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 144)

دیگران را عید اگر فرداست ما را این دم است

روزه داران ماه نو بینند و ما ابروی دوست

این دم

in zemân: (F.-A.) şimdi.

Men ki şebhâ reh-i takvâ zede’em bâ def u çeng

İn zemân ser be reh ârem, çi hikâyet bâşed?

Geceleri defle, çengle takva yolunu kesen benim gibi biri, şimdi yola gelecek, öyle mi? Hikâye bunlar, hikâye! (Hâfız)

من که شبها ره تقوا زده ام با دف و چنگ

این زمان سر به ره آرم ، چه حکایت باشد

این زمان

in ser: 1. bu dünya. 2. bu yan, bu taraf.

این سر

in sefer: (F.-A.) bu kez, bu defa.

این سفر

in kabîl: (F.-A.) bu gibi, bu denli.

این قبیل

in kadr, in kadar: (F.-A.) 1. bu kadar.

Men u inkâr-i şerâb, in çi hikâyet bâşed?

Gâliben in kadarem akl u kifâyet bâşed

Ben duracağım, şarabı inkâr edeceğim! Böyle laf mı olur? Olursa, her halde aklım da, kapasitem de bu kadar olur. (Hâfız)

من و انکار شراب ، این چه حکایت باشد

غالبا ً این قدرم عقل و کفایت باشد

Âyâ zemân benazar-i tu hem inkadr tûlânîst?

Acaba zaman sence de bu kadar uzun mu? (Âyîne-i Şikeste)

آیا زمان بنظر تو هم این قدر طولانی است؟

2. bu miktar.

Pîş-i û ber k’ey tu mâ râ ihtiyâr

İn kadar bistân kunûn ma’zûr dâr

Parayı götür ona, söyle: Sen seçkinimizsin bizim.

Bu kadarını al şimdilik; mazur gör bizi. (Mesnevi)

پیش او بر کای تو ما را اختیار

این قدر بستان کنون معذور دار

این قدر

ingûne: [in + gûne] bu denli, bu gibi.

این گونه

in nişân: böyle, şöyle.

این نشان

in nefes: (F.-A.) [in + nefes] şimdi.

İn nefes cân dâmenem ber tâfte est

Bûy-i pîrâhân-i Yûsuf yâfte est

Şimdi canım topladı eteğini

Aldı çünkü Yusuf gömleğinin kokusunu (Mesnevi)

این نفس جان دامنم بر تافته است

بوی پیراهان یوسف یافته است

این نفس

in namat: (F.-A.) bu şekilde.

İn namat vin nev’ deh defter u du

Ber nevişt an dîn-i Îsî râ adû

Bu şekilde tam on iki defteri

Yazdı o İsa dininin düşmanı. (Mesnevi)

این نمط واین نوع ده دفتر و دو

بر نوشت آن دین عیسی را عدو

این نمط

in nev’: (F.-A.) bu şekilde, böylece.

İn namat vin nev’ deh defter u du

Ber nevişt an dîn-i Îsî râ adû

Bu şekilde tam on iki defteri

Yazdı o İsa dininin düşmanı. (Mesnevi)

این نمط واین نوع ده دفتر و دو

بر نوشت آن دین عیسی را عدو

این نوع

in heme: 1. bu kadar.

Hâsıl-i kârgeh-i kevn u mekân in heme nîst

Bâde pîş âr ki esbâb-i cihân in heme nîst

Varlık işliğinde üretilenler sadece bunlar değil. Getir bâdeyi, getir; dünyada var olmanın sebepleri sadece bunlar değil. (Hâfız)

حاصل کارگه کون و مکان این همه نیست

باده پیش آر که اسباب جهان این همه نیست

2. bunca.

Der hiyâl in heme lu’bet be heves mîbâzem

Bû ki sâhibnazarî nâm-i temâşâ bebered

Hayal dünyamda bunca kuklayı hevesle oynatıyorum; bakarsın, zevk sahibi biri bu oyunun adını anar. (Hâfız)

در خیال این همه لعبت به هوس می بازم

بو که صاحب نظری نام تماشا ببرد

Husn-i rûy-i tu be yek cilve ki der âyine kerd

İn heme nakş der âyîne-i evhâm uftâd

Yüzünün güzelliği aynada bir an belirince, kuruntular aynasında bunca nakışlar beliriverdi. (Hâfız)

حسن روی تو بیک جلوه که در آینه کرد

این همه نقش در آیینهء اوهام افتاد

این همه

in u ân: 1. şu bu, o bu, çeşitli kişiler. 2. (tas.) ten ve can; zâhir ve bâtın. 3. ıvır zıvır.

این و آن

inver: [in + ver] bu taraf, bu yan.

این ور

inver u ânver: [in + ver + u + ân + ver] 1. orası burası, şurası burası. 2. oraya buraya.

Kitâbhâyem inver u anver rîhte bûd

Kitaplarım oraya buraya saçılmıştı. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

کتابهایم این ور و آن ور ریخته بود

Muddetî bâ hemdîger bâ otomobîl-i men inver u anver reftîm

Bir süre birlikte arabamla dolaştık. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

مدتی باهمدیگر با اتومبیل من این ور و آن ور رفتیم

این ور و آن ور

inyekî: [in + yek + î] 1.  bu, bu kişi.

Fâtiha-i inyekî hem ki hânde şud âdem-i çâki çile kes-i dîgerî râ muarrifî kerd

Bunun da işi bitirilince, şişman adam başka birini takdim etti. (Maraz-i Kand)

فاتحهء این یکی هم که خوانده شده آدم چاق و چله کس دیگری را معرفی کرد

Her do ney hordend ez yek âbhor

İn yekî hâlî yu an dîger şeker

İki kamış aynı kaynakta yetişti

Birinin içi boş kaldı, diğeri şeker verdi (Mesnevi)

هر دو نی خوردند از یک آبخور

این یکی خالی و آن دیگر شکر

2. öteki, diğeri.

این یکی

înân: [în + ân] 1. bunlar. 2. şunlar.

اینان

inâhaş: işte.

ایناهاش

înet, înt: [în + et] işte sana.

Sîr geştî, sîr gûyed nî henûz

Înet âteş, înet tâbiş, înet sûz

Doydun; tok henüz hayır dedi. İşte sana ateş; işte sana hararet; işte sana yakış. (Mesnevi)

سیر گشتی ، سیر گوید نی هنوز

اینت آتش ، اینت تابش ، اینت سوز

اینت

incâ: 1. burası.

İncâ heman meydângâhî bûd ki pîşter vaktî dil u demâg dâşt ancâ râ korok mîkerd ve hîçkes cur’et nemîkerd colov biyâyed

Burası, eskiden, neşesi yerinde olduğu zaman kasıp kavurduğu ve hiç kimsenin karşısına çıkmaya cesaret edemediği meydandı. (Se Katre Hûn, s. 83)

اینجا همان میدانگاهی بود که پیشتر وقتی دل و دماغ داشت آنجا را قرق می کرد و هیچکس جرأت نمی کرد جلو بیاید

2. burada.

İncâ kahkaha-i yekî ez rufekâ sohbet-i sohrâb râ kat’ kerd

Burada arkadaşlardan birinin kahkahası Sohrab’ın sözünü kesti. (Ber Sâhil-i Mînâî)

اینجا قهقههء یکی از رفقا صحبت سهراب را قطع کرد

İhrâm çi bendîm? Çu an kıble ne incâst

Der sa’y çi kûşîm? Çu ez merve safâ reft

Neden ihrâma bürünelim? Kıble burada değil ki! Neden saiy için çalışalım? Merve’den Safâ gitti çünkü. (Hâfız)

احرام چه بندیم؟ چو آن قبله نه اینجاست

در سعی چه کوشیم؟ چه از مروه صفا رفت

3. bu esnada.

اینجا

incûr: [in + cûr< tovr] 1. bu gibi, böyle, bu şekilde.

Refâket bâ incûr âdemhâ şomâ râ ez çeşm-i merdum mîendâzed

Böyle adamlarla dostluk etmek sizi gözden düşürür. (Kıssehâ-yi hûb, s. 42)

رفاقت با این جور آدم ها شما را از چشم مردم می اندازد

Tâ kunûn kesî bâ men incûr harf nezede, heme-i merdum be men hol u dîvâne mîgûyend

Şimdiye kadar kimse benimle böyle konuşmadı; herkes benim aptal ve deli olduğumu söylüyor. (Se Katre Hûn, s. 251)

تا کنون کسی با من اینجور حرف نزده ، همه ء مردم به من خل و دیوانه می گویند

2. şöyle.

اینجور

incûrî: [in + cûr< tovr + î] böyle.

Eger tu dozd nîstî, nebâyed incûrî râh berevî

Eğer hırsız değilsen, böyle yürümemelisin. (Telhûn)

اگر تو دزد نیستی ، نباید اینجوری راه بروی

اینجوری

inçî: (İng.-F.) [inç + î] inçlik.

اینچی

intovr: (F.-A.) [in + tovr] 1. böyle.

Medîne nemîtevânist befehmed ki çerâ yâver intovr reftâr kerd

Medine, Yâver’in neden böyle davrandığını anlayamıyordu. (Âzeristân)

مدینه نمی توانست بفهمد که چرا یاور اینطور رفتار کرد

Men nemîhâstem intovr baş ed

Böyle olmasını istemiyordum. (Do Şeb)

من نمی خواستم اینطور باشد

Telefun hâhem kerd ve ehlâk-i şomâ râ hem evez. Men dilem nemîhâhed şomâ intovr bâşîd

Telefon edeceğim ve ahlâkınızı da değiştireceğim. Sizin böyle olmanızı istemiyorum. (Hindû)

تلفن خواهم کرد و اخلاق شما را هم عوض. من دلم نمی خواهد شما اینطور باشید

2. öyle.

اینطور

înek: şimdi.

Înek in hil’at begîr u zer u sîm

Çun beyâyî hâs bâşî yu nedîm

İşte hil’atin; al. Bu da altın ile gümüşün

Gelirsen, padişahın has adamı, nedimi olacaksın (Mesnevi)

اینک این خلعت بگیر و زر و سیم

چون بیایی خاص باشی و ندیم

Be beççe ki înek bagaleş girifte bûd mâderâne nigâhî efkend

Şimdi kucağına aldığı çocuğa annece şöyle bir baktı. (Şovher-i Âhû Hanum)

به بچه که اینک بغلش گرفته بود مادرانه نگاهی افکند

اینک

in ki: şu ki, -mesi, -ması, -si.

Ez in eblehâneter inki ez mahlûk-i fikrî-yi hiyâl-i hod mî tersed

Bundan daha aptalcası, kendi düşünce ve hayallerinde yarattığından korkmasıdır.(Do Şeb)

از این ابلهانه تر اینکه از مخلوق فکریء  خیال خود می ترسد

اینکه

eynemâ: (A.) her yer, her neresi.

أینما

inhâ: [in + hâ] 1. bunlar. 2. sakın!, zinhar!

اینها

eyyuhâ: (A.) ey, hey.

ایّها

eyvâh: [ey + vâh] eyvah, vah vah, çok yazık.

ایواه

be...der: -de, -da.

Bederyâ der menâfi’ bîşumâr est

Veger hâhî selâmet der kenâr est

Denizde sayısız yararlar vardır. Ama esenlik istersen, kıyıdadır. (Gulistân)

بدریا در منافع بی شمار است

وگر خواهی سلامت ، در کنار است

ب...در

: 1. ile.

Murâd bâ kıyâfe-i ebûsî cevâb mîdehed

Murat asık bir yüzle cevap verir. (Âzeristân)

مراد با قیافهء عبوسی جواب میدهد

Gerçi şîrîndehenân pâdişehânend velî

Û suleymân-i zemân est ki hâtem bâ ûst

Tatlı dudaklı dilberler padişahtır ama benim sevgilim devrin Süleymanıdır; çünkü yüzük onun parmağında. (Hâfız)

گرچه شیرین دهنان پادشهانند ولی

او سلیمان زمان است که خاتم با اوست

2. -ince.

Puvaro bâ dîden-i în tebessum-i esrâr âmîz duçâr-i ra’şe şud

Puvaro bu esrarlı tebessümü görünce titremeye başladı. (Adâlet-i Âsumân)

پوارو با دیدن این تبسم اسرار آمیز دچار رعشه شد

3.  -erek.

Û şinâger-i hûbîst. Bâ şinâ be sâhil reft

O iyi bir yüzücüdür. Yüzerek sahile çıktı.  (Âzeristân)

او شناگر خوبی است با شنا به ساحل رفت

Misl-i inki kesî bâ şitâb be sûy-i mâ mîâyed

Sanki biri koşarak bize doğru geliyor. (Âzeristân)

مثل اینکه کسی با شتاب به سوی ما می آید

4. -e, -a.

Azm-i şâm kerd ve ez ancâ bâ âmid âmed

Şam’a gitti. Oradan da Âmid (Diyarbakır)’e geldi. (Musâmeretu’l-ahbâr)

عزم شام کرد و از آنجا با آمد آمد

Veh ki ger men bâz bînem rûy-i yâr-i hîş râ

Mordeî bînî ki bâ dunyâ digerbâr âmede est

Vay vay vay! Sevgilinin yüzünü yine görecek olsam, yeniden dünyaya gelmişbir ölü görürsün. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 110)

وه که گر من باز بینم روی یار خویش را

مرده ای بینی که با دنیا دگر بار آمده است

5. birlikte.

Hâc Seyyid Celîl hem bâ îşân bûd

Hac Seyyid Celil de onlarla birlikteydi. (Sefernâme-i Emînuddovle)

حاج سید جلیل هم با ایشان بود

6. rağmen, karşın. 7.yanında. 8. hakkında. 9.  olsun! (dua). 10. aş, çorba. 11. (zool.) doğan. 12. olarak.

Ez taht be zîrem keşîdend ve bâ desthâ-yi beste pîş-i kâvus bordend

Beni tahttan al aşağı ettiler ve ellerim bağlı olarak Kavus’a götürdüler. (Dâstânhâ-yi dilengîz)

از تخت بزیرم کشیدند و با دستهای بسته پیش کاوس بردند

با

bâ ihtisâb-i: (F.-A.) [bâ + ihtisâb + -i] dahil, hesaba katarak.

با احتساب ِ

bâ ihtimâl-i ziyâd: (F.-A.) büyük bir ihtimalle, kuvvetle muhtemel.

Şomâ dûst-i merâ bâ ihtimâl-i ziyâd nemî şinâsîd

Büyük bir ihtimalle benim dostumu tanımazsınız. (Lûli’î Mâcerâ Mîkerd)

شما دوست مرا با احتمال زیاد نمی شناسید

با احتمال ِ زیاد

bâ istinâd be: (F.-A.) dayanarak.

با استناد به

bâ işâre be: (F.-A.) temas ederek, değinerek, işaretle.

با اشاره به

bâ ançi: -dığı şeyle, o şeyle.

با آنچه

bâ ançi ki: -dığı şeyle.

با آنچه که

bâ anki: rağmen, karşın, -mekle birlikte, -mekle beraber.

Bâ anki do hâher temâm-i rûz râ kâr mîkerdend derâmedişan kefâf-i mehâric-i hâne râ nemîdâd

İki kız kardeş bütün gün çalışmalarına karşın, gelirleri ev masraflarına yetmiyordu. (Vilgerd)

با آنکه دو خواهر تمام روز را کار میکردند درآمدشان کفاف مخارج خانه را نمی داد

Bâ anki nâbînâ bûd mîtevânist enâr râ çonan pâre koned ve behored ki hettâ yek dâne’eş be zemîn neyufted

Gözleri görmese de narı, bir tanesini bile düşürmeden ayırıp yiyebiliyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s.80)

با آنکه نابینا بود می توانست انار را چنان پاره کند و بخورد که حتی یک دانه اش بزمین نیفتد

با آنکه

bâ in tertîb: (F.-A.) böylece, böylelikle.

Zîrâ bâ in tertîb yek rakîb-i ustuhandâr ez meydân hâric mîşud

Çünkü böylelikle zorlu bir rakip saf dışı kalıyordu. (Maraz-i Kand)

زیرا با این ترتیب یک رقیب استخواندار از میدان خارج می شد

با این ترتیب

bâ in tefâvut ki: (F.-A.) şu farkla ki.

با این تفاوت که

bâ in hâl: (F.-A.) bununla birlikte, yine de, hal böyleyken.

Bâ in hâl yek coft kâliçe-i kıstî harîde bûd

Bununla birlikte taksitle bir çift halı almıştı. (Mudîr-i Medrese)

با این حال یک جفت قالیچهء قسطی خریده بود

با این حال

bâ ingûne: bu denli, bu kabil, bu şekilde.

Velî ma’mûlen der behâr yâ pâîz bâ ingûne manzerehâ berhord mîkerd

Fakat genellikle ilkbahar ve sonbaharda bu denli manzaralarla karşılaşıyordu. (Âzeristân)

ولی معولا ً در بهار یا پائیز با اینگونه منظره ها برخورد می کرد

با این گونه

bâ in heme: bütün bunlara karşın.

با این همه

bâ in vasf: (F.-A.) hal böyleyken.

Ve bâ in vasf intizâr dârîm hâl u rûzî bih ez in dâşte bâşîm ki dârîm

Hal böyleyken durumumuzun bundan daha iyi olmasını bekleriz; öyleyiz de. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 98)

و با این وصف انتظار داریم حال و روزی به از این داشته باشیم که داریم

با این وصف

bâ in ki: rağmen, karşın, -la birlikte, -diği halde, ise de, her ne kadar, gerçi.

Bâ inki netîce menfî bûd emmâ vurrâs vilkun nebûdend, muretteb ez dest-i hem şikâyet mîkerdend

Sonucun olumsuz olmasına karşın, işin peşini bırakacak gibi değillerdi. Sürekli birbirlerini şikâyet ediyorlardı. (Vaktî merdî do tâ zen begîre)

با اینکه نتیجه منفی بود اما وراث ولکن نبودند، مرتب از دست هم شکایت می کردند

Bâ inki zenem râ heyli dûst mîdâştem, behâneyî dorost kerdem u tenhâyî be Pârîs reftem

Karımı çok sevdiğim halde bir bahane uydurup tek başına Paris’e gittim. (Nâbiga-i hûş)

با اینکه زنم را خیلی دوست میداشتم ، بهانه یی درست کردم و تنهایی به پاریس رفتم

با اینکه

bâ tekye ber: dayanarak, istinaden.

با تکیه بر

bâ tekye ber inki: dayanarak, istinaden.

با تکیه بر اینکه

bâ temâm-i in ehvâl: (F.-A.) bütün bunlara rağmen.

Bâ temâm-i in ehvâl men şeref u nâmûs-i hod râ ez her çîz bîşter dûst dârem

Bütün bunlara rağmen ben şerefimi ve namusumu her şeyden çok severim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 109)

با تمام این احوال من شرف و ناموس خود را از هر چیز بیشتر دوست دارم

با تمام ِ این احوال

bâ temâm-i kuvâ: (F.-A.) var gücüyle, tüm gücüyle.

با تمام ِ قوا

bâ teveccuh be: (F.-A.) göz önünde bulundurulduğunda, dikkat edilirse.

با توجه به

bâ hiyâl-i âsûde: (F.-A.) rahatlıkla, gönül rahatlığıyla.

با خیال ِ آسوده

bâ hiyâl-i inki: (F.-A.) düşüncesiyle, zannıyla.

با خیال ِ اینکه

bâ şiddet-i: (F.-A.) [bâ + şiddet + -i] şiddetinde.

با شدت

bâ kutr-i: (F.-A.) çapında.

با قطر ِ

bâ kemâl-i: (F.-A.) büyük bir … ile.

با کمال ِ

bâ kemâl-i teaccub: (F.-A.) hayretler içinde, büyük bir şaşkınlıkla.

با کمال ِ تعجب

bâ kemâl-i dikkat: (F.-A.) tüm dikkatiyle.

با کمال ِ دقت

bâ kemâl-i meyl: (F.-A.) seve seve, hay hay.

با کمال ِ میل

bâ ki: 1.  kimle. 2.  kime.

Cân u dil râ tâkat-i an cûş nîst

Bâ ki gûyem? Der cihân yek gûş nîst

Canda, gönülde o coşku yok

Kime diyeyim? Dünyada dinleyecek kulak yok! (Mesnevi)

جان و دل را طاقت آن جوش نیست

با که گویم؟ در جهان یک گوش نیست

با که

bâ maslahat: (F.-A.) yolunda.

Coft-i mâyî coft bâyed hemsıfat

Tâ ber âyed kârhâ bâ maslahat

Sen eşimizsen, eşlerin sıfatı aynı olur

Böyle olunca işler yolunda olur. (Mesnevi)

جفت مایی جفت باید هم صفت

تا بر آید کارها با مصلحت

با مصلحت

bâ hemrâh-i: birlikte, beraberinde.

با همراه ِ

bâheme-i inki: [bâ + heme + -i + in + ki] bütün bunlara rağmen.

Bâ heme-i inki kovl-i tu merâ dilgerm kerde est, mîtersem efsûn-i in merd re’yet râ bezened ve ez borden-i men peşîmânet sâzed

Bütün bunlara rağmen sözlerin beni cesaretlendirdi. Bu adam aklını çeler de seni götürmeme pişman eder diye korkuyorum. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 97)

با همهء اینکه قول تو مرا دلگرم کرده است ، می ترسم افسون این مرد رأیت را بزند و از بردن من پشیمانت سازد

با همهء اینکه

bâ vucûd-i: (F.-A.) rağmen.

Bâ vucûd-i-i hestegîhâlet-i hâbîden nedâştem ve ber’aks muteheyyic bûdem

Yorgun olmama rağmen uykum yoktu ve aksine heyecanlıydım. (Ber Sâhil-i Mînâî)

با وجود خستگی حالت خوابیدن نداشتم و بر عکس متهیج بودم

با وجود

bâ vucûd-i an: (F.-A.) onunla birlikte.

با وجود ِ آن

bâ vucûd-i ân ki: (F.-A.) -mesine rağmen, -mekle birlikte.

با وجود ِ آنکه

bâ vucûd-i inki: (F.-A.) -mesine rağmen, -mekle birlikte.

با وجود ِ اینکه

bâ vucûd-i in: (F.-A.) bununla birlikte, bununla beraber, buna rağmen.

Emmâ bâ vucûd-i in hod râ bedbaht mîdanist

Ama bununla birlikte kendisini talihsiz kabul ediyordu. (Hindû)

اما با وجود این خود را بدبخت می دانست

با وجود این

bâ vucûdî ki: (F.-A.) -mesine rağmen, -mekle birlikte.

با وجودی که

bâ vasf-i anki: (F.-A.) -dığı için.

با وصف ِ آنکه

bâb: 1. lâyık, yakışır, uygun. 2. tabaka.

باب

bâbet-i: (A.) bakımından.

بابت ِ

bâr: (Peh.) 1. kere, kez, defa.

Men do se bâr be ehvâlporsîyeş reftem

İki üç kere halini hatırını sormaya gittim. (Se Katre Hûn)

من دو سه بار به احوال پرسیش رفتم

Her do ser ûz yek bâr mîâmed, mî nişest u dûstâne sohbet mîkerd

İki üç günde bir geliyor, oturup dostça konuşuyordu. (Âzeristân)

هر دو سه روز یک بار می آمد ، می نشست و دوستانه صحبت می کرد

2. kat, misli.

Halbânân be doşmenî ki se bâr ber anhâ berterî dâşt, cesûrâne hamle mîbordend

Pilotlar, kendilerinden üç kat üstün olan düşmana karşı cesurca saldırıyorlardı. (Dâstân-i yek insân-i vâki’î)

خلبانان به دشمنی که سه بار بر آنها برتری داشت ، جسورانه حمله می بردند

3. el (ateş etmek)

Çend bâr bâ tepançe be taraf-i û şillîk kerd velî tîreş be hetâ reft

Tabancasıyla ona doğru birkaç el ateş etti ama kurşun ıskaladı. (Zindehâ vu Mordehâ)

چند بار با تپانچه بطرف او شلیک کرد ولی تیرش به خطا رفت

بار

bâr-i evvel: (F.-A.) ilk olarak, ilk defa, ilk kez.

Seferî ki bâr-i evvel ser tâ tih hifdeh rûz nekeşîd çerâ in bâr ez yek mâh tecâvuz kerd

İlk defasında hepi topu on yedi gün bile sürmeyen seyahat neden bu kez bir ayı aştı? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 78)

سفری که بار اول سر تا ته هفده روز نکشید چرا این بار از یک ماه تجاوز کرد

بار ِ اوّل

bâr-i dîger: tekrar, yeniden, bir kez daha.

Ey hemîşe hâcet-i mâ râ penâh!

Bâr-i dîger mâ galat kerdîm râh

Daima hacetimizin sığınağı Tanrı

Bir kez daha karıştırdık biz yolu (Mesnevi)

ای همیشه حاجت ما را پناه

بار دیگر ما غلط کردیم راه

Hengâmî ki ez otâk hâric mîşud bâr-i dîger bergeşt u be tablo hîre şud

Odadan çıkarken tekrar geri dönüp tabloya gözünü dikti. (Adâlet-i Âsumân)

هنگامی که از اطاق خارج میشد بار دیگر بر گشت و بتابلو خیره شد

بار ِ دیگر

bâre: 1. sur, kale duvarı, kale burcu.

Morgî dîdem nişeste ber bâre-yi Tûs,

Der çeng girifte kelle-yi Keykâvûs.

Bâ kelle hemîgoft ki: Efsûs, efsûs!

Kû bang-i cereshâ vu kocâ nâle-yi kûs?

Bir kuş gördüm, Tûs burcuna konmuş,

Keykâvus’un başını pençesine almış,

Diyordu kelleye: Yazık, çok yazık!

Nerede çan sesi? Kös iniltisi nerede kalmış? (Hayyâm)

مرغی دیدم نشسته بر بارهء طوس

در چنگ گرفته کلهء کیکاوس

با کله همی گفت که افسوس افسوس

کو بانگ جرس ها و کجا نالهء کوس؟

2. (zool.) beygir. 3. defa, kere, kez. 4. karşılığında, karşılık.

Eger bâre hâhî revânem torâst

Karşılık istiyorsan, ruhum senindir. (Şâhnâme, I/40, beyit 136)

اگر باره خواهی روانم تراست

5. konu. 6. tarz. 7. seven, isteyen anlamında kelimeler türetir. zenbâre = kadın isteyen, kadın düşkünü, zampara.

باره

bârhâ: defalarca.

بارها

bârhâ-yi evvel: (F.-A.) önceleri.

Perîçihr bârhâ-yi evvel bâ dâye’eş be megâze mîâmed

Periçihr önceleri dadısıyla birlikte mağazaya geliyordu. (Perîçihr)

پریچهر بارهای اول با دایه اش به مغازه می آمد

بارهای اول

bârî: [bâr + î] 1. bir defasında.

Bârî, musîbet-i bozorgî berâyi in hânevâde rûy dâd

Bir defasında bu ailenin başına büyük bir felaket geldi.  (Âzeristân)

باری ، مصیبت بزرگی برای این خانواده روی داد

2. hiç olmazsa, en azından, bari. 3. vaktiyle. 4. kısaca, özetle. 5. ağır. 6. defa. 7. bir tanesi.

Pîrî dîdem be hâne-yi hemmârî.

Goftem: Nekonî zi reftegân ehbârî?

Goftâ: Mîhor ki hemço mâ bisyârî

Reftend u kesî bâz neyâmed bârî!

Bir pîr gördüm, yeri aşk meyhanesi.

Dedim: Haber ver; gidenlerin çıkmaz sesi.

Dedi: Bak içmeye; bizim gibi nicesi

Gitti de gelmedi geri bir tanesi. (Hayyâm)

پیری دیدم بخانهء خماری

گفتم نکنی ز رفتگان اخباری؟

گفتا میخور که همچو ما بسیاری

رفتند و کسی باز نیامد باری

باری

bâz: (Peh.) 1. yine, tekrar.

Bergeşt u bâz be râh oftâd

Geri döndü ve tekrar yola koyuldu. (Kûtî-i Kibrît)

برگشت و باز به راه افتاد

Bâz ez men pencâh hezâr firank karz girift

Yine benden ellibin frank borç aldı. (Ber Sâhil-i Mînâî)

باز از من پنجاه هزار فرانک قرض گرفت

Keştîşikestegânîm ey bâd-i şurte berhîz

Bâşed ki bâz bînem dîdâr-i âşinâ râ

Parçalandı gemimiz; Ey uygun rüzgâr; es haydi; Olur ya, görürüm yine sevgilimin yüzünü. (Hâfız)

کشتی شکستگانیم ای باد شرطه برخیز

باشد که باز بینم دیدار آشنا را

2. geri, geriye, gerisin geri.

Ey dil ço hakîkat-i cihan hest mecâz,

Çendin çi berî hârî ez in renc-i derâz?

Ten râ be kazâ sipâr u bâ derd besâz,

Kin refte zi behr-i to nâyed bâz.

Ey gönül, mecazdır madem dünyanın gerçeği;

Neden çekersin bu uzun çileyi, bunca zilleti?

Teslim ol kadere; alıştır derde kendini;

Çünkü dönmez yazılanlar senin için geri. (Hayyâm)

ای دل چو حقیقت جهان هست مجاز

چندین چه بری خواری از این رنج دراز؟

تن را بقضا سپار و با درد بساز

تیک رفته ز بهر تو ناید باز

باز

bâz anki: rağmen, karşın, -mekle beraber, -mekle birlikte.

باز آنکه

bâz pes: 1. geri. 2. geride kalan.

باز پس

bâzpesîn: [bâz + pes + în] 1. sonuncu, son. 2. gerideki.

باز پسین

bâz dîger: yine.

Bâz dîger çi şode bâ hodet zemzeme mîkonî?

Yine ne oldu da kendi kendine söylenip duruyorsun? (Pervîn Dohter-i Sâsân)

باز دیگر چه شده با خودت زمزمه می کنی؟

باز دیگر

bâzgûne: baş aşağı, tepetakla.

باز گونه

bâz hem: yine, yine de, gene.

Kârmend-i bâznişeste bâz hem muhâlif bûd

Emekli memur yine muhalifti. (Dârû-yi Bîhâbî)

کارمند بازنشسته بازهم مخالف بود

Bâz hem zîrçeşmî be ustâd nigâh kerdem

Yine göz ucuyla üstada baktım. (Maraz-i Kand)

بازهم زیر چشمی به استاد نگاه کردم

بازهم

bâjgûne: ters çevrilmiş, baş aşağı.

Na’lhâ-yi bâjgûnest ey selîm

Serkeşî-i Fir’avn mîdân ez Kelîm

Akıllım, bu hal ters çevrilmiş nallara benzer.

Firavun’un serkeşliğini Musa’dan bil sen. (Mesnevi)

نعل های باژگونه ست ای سلیم

سرکشی ء فرعون می دان از کلیم

باژگونه

bâşed ki: (F.) [bûden > bâş + ed + ki] ola ki, belki, olur da.

Hâfız zi dîde dâne-i eşkî hemîfeşân

Bâşed ki morg-i vasl kuned kasd-i dâm râ Hafız!

Dökmeye bak gözünden yaş tanesini. Bakarsın vuslat kuşu oluverir öksenin misafiri. (Hâfız)

حافظ ز دیده دانهء اشکی همی فشان

باشد که مرغ وصل کند قصد دام را

باشد که

bâşgûne: [bâş + gûne] 1. baş aşağı. 2. zıt.

باشگونه

be istilâh: (F.-A.) tam tabiriyle, tabiri caizse.

باصطلاح

bâtinen: (A.) 1. içten. 2. aslında, gerçekte.

باطنا ً

bâlâ: 1. yukarı, üst.

Çeşme-i porâbî ki ez bâlâ-yi kûh bîrûn mîâmed âsyâ-yi û râ be kâr mî endâht

Dağın tepesinden çıkan suyubol bir kaynak onun değirmenini çalıştırıyordu. (Telhûn)

چشمهء پر آبی که از بالای کوه بیرون می آمد آسیای او را به کار می انداخت

2. üzeri, üzerinde. 3. yüksek.

Harîm-i aşk râ dergeh besî bâlâter ez aklest

Kesî an âsitân bûsed ki cân der âstîn dâred

Aşk hareminin dergâhı akıldan daha yüksektedir. Canını vermeye hazır olan kişi bu dergâhın eşiğini öpebilir. (Hâfız)

حریم عشق را درگه بسی بالاتر از عقل است

کسی آن آستان بوسد که جان در آستین دارد

4. boypos.

Herçend ki reng u rûy zîbâst merâ,

Çon lâle roh u ço serv bâlâst merâ,

Ma’lûm neşod ki der tarabhâne-yi hâk

Nakkâş-i ezel behr-i çi ârâst merâ?

Rengim güzel, yüzüm güzel ise her ne kadar,

Yüzüm lale, boyum serviye benzerse her ne kadar,

Anlaşılmadı şu toprağın neşe yurdunda

Niye bezedi ezel ressamı beni o kadar? (Hayyâm)

هرچند که رنگ و روی زیباست مرا

چون لاله رخ و چو سرو بالاست مرا

معلوم نشد که در طربخانهء خاک

نقاش ازل بهر چه آراست مرا

5. uzunluk. 6. kalkık.

بالا

bâlâ vu pest: 1. üst alt. 2. gök ve yer.

بالا و پست

bâlâ vu zîr: üst ve alt, yukarı ve aşağı.

بالا و زیر

bâlâter ez an: dahası.

Merd-i râstgû ve bâlâter ez an râstkirdârî bûd ki hisâb-i dahleş hergiz îrâd nedâşt

Doğru sözlü ve dahası dürüst bir adamdı. Kasası asla açık vermezdi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 42)

مرد راستگو و بالاتر از آن راست کرداری بود که حساب دخلش هرگز ایراد نداشت

بالاتر از آن

bâlâter ez heme: dahası, dahası var.

بالاتر از همه

bilâhere: (A.) 1. sonunda, nihayet.

Bilâhere nişânî-yi hâne-i Mare râ ez pâsbânî porsîd

Sonunda Mare’nin evinin adresini bir polise sordu. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

بالاخره نشانی خانهء ماره را از پاسبانی پرسید

2. nasıl olsa. 3. kısaca.

بالاخره

bâlâ-yi ser: başucu, baş, başında, başucunda.

Telhûn goft: Merâ bâlâ-yi sereş beber

Telhun ‘Beni onun başucuna götür’ dedi. (Telhûn)

تلخون گفت : مرا بالای سرش ببر

Men heyli zûd vâlideynem râ ez dest dâdem ve der sinn-i hifdeh sâlegî dîger bozorgterî bâlâ-yi serem nebûd

Ben annemi ve babamı çok erken kaybettim ve on yedi yaşındayken artık başımda bir büyük yoktu. (Rodin)

من خیلی زود والدینم را از دست دادم و در سن هفده سالگی دیگر بزرگتری بالای سرم نبود

بالای سر

bittebe’: (A.) sonuçta, netice itibarıyla.

بالتبع

bittemâm: (A.) tümüyle, hepsi.

بالتمام

bilcumle: (A.) sonuç olarak, kısacası.

بالجمله

bilhâsse: (A.) bilhassa, özellikle.

بالخاصه

bilhusûs: (A.) özellikle.

بالخصوص

bizzât: (A.)  bizzat, kendisi, bilfiil.

بالذات

bi’s-seviyyeti: (A.) eşit olarak.

بالسویه

bisserâhe: (A.) açıkça, sarahaten.

بالصراحه

bizzarûre: (A.) zorunlu olarak, ister istemez.

بالضروره

bittab’: (A.) tabiatıyla, doğal olarak, haliyle.

بالطبع

bittav’i verragbe: (A.) itaat ederek ve istekle.

بالطوع و الرغبه

bil’araz: (A.) dolaylı, vasıtalı, yardım alarak.

بالعرض

bil’aşiyy: (A.) akşam üstü.

بالعشی

bil’aşiyyi velebkâr: (A.) akşam sabah.

بالعشی و الابکار

bi’l-aşiyyi vel’işrâk: (A.) sabah akşam.

بالعشی و الاشراق

bil’aks: (A.) aksine, tersine.

بالعکس

bâligen mâ belaga: (A.) fazlasıyla, bolca, bol bol.

بالغا ً ما بلغ

bilgadâveti vel’aşiyyi: (A.) sabah akşam.

بالغداوه والعشی

bilguduvvi vel’âsâl: (A.) sabah akşam, sabahları ve akşamları.

بالغدو و و الآصال

bilfitre: (A.) fıtrî, yaratılıştan gelen.

بالفطره

bilfi’l: (A.) 1. bilfiil. 2. şimdi, halihazırda.

بالفعل

bilkat’: (A.) kesinlikle.

بالقطع

bilkuvve: (A.) bilfiil.

بالقوه

bilkull: (A.) tamamen, tümüyle.

بالکل

bilkulliyye: (A.) tamamen, tümüyle, tümü, hepsi.

بالکلیه

bilmeâl: (A.) sonuç olarak, neticede.

بالمآل

bilmerre: (A.) bir kez.

بالمرّه

bilmusâvât: (A.) eşit olarak.

بالمساوات

bilmuşâfehe: (A.) sözlü olarak, şifahen.

بالمشافهه

bilmuzâ’af: (A.) iki misli.

بالمضاعف

bilmunâsefe: (A.) yarı yarıya.

بالمناصفه

binnetîce: (A.) sonuçta, sonuç olarak, netice itibarıyla.

بالنتیجه

binnisbe: (A.) nispeten.

بالنسبه

bâmdâd: (Peh.) sabah, sabahleyin.

Kârem bedan resîd ki hemrâz-i hod kunem

Her şâm berk-i lâmi’ u her bâmdâd bâd

Öyle bir hâle geldim ki geceleri parlak şimşekleri, sabahları rüzgârı sırdaş edinir oldum. (Hâfız)

کارم بدان رسید که همراز خود کنم

هر شام برق لامع و هر بانداد باد

بامداد

bâmdâdân: sabahleyin.

بامدادن

bâmdâdî: [bâmdâd + î] 1. sabah erkenden. 2. seher vaktiyle ilgili.

بامدادی

bâmgâh: [bâm + gâh] sabahleyin, seher vakti.

بامگاه

bâmgeh: [bâm + geh] sabahleyin, seher vakti.

بامگه

bâhaş: onunla.

باهاش

bâhem: 1. birlikte.

Bâhem vârid-i yekî ez otâkhâ şodend

Birlikte odalardan birine girdiler. (Kûtî-i Kibrît)

باهم وارد یکی از اتاق ها شدند

Her rûz bâhem be dârulfunûn mîreftîm ve bâhem ber mîgeştîm

Her gün birlikte üniversiteye gidiyorve birlikte dönüyorduk. (Se Katre Hûn)

هر روز باهم بدارالفنون می رفتیم و باهم برمی گشتیم

2. birbiriyle.

Mâ bâhem hemsâye bûdîm

Biz birbirimizle komşuyduk. (Se Katre Hûn)

ما باهم همسایه بودیم

3. toplu olarak, bir arada.

باهم

be to: sana.

بتو

bed: (Peh.) kötü, fena.

بد

bedan: [be + an > bedan] ona, onunla.

Âşıkî ger zin ser u ger zan ser est

Âkıbet mâ râ bedan sır rehber est

Âşıklık o yandan, bu yandan yüce olur

Sonunda bizi o tarafa götüren rehber olur (Mesnevi)

عاشقی گر زین سر و گر زان سر است

عاقبت ما را بدان سر رهبر است

بدان

bedan sebeb: (F.-A.) o sebeple, o nedenle.

بدان سبب

bedan sebeb ki: (F.-A.) –dığı için, -den dolayı.

Gûyend Hurmuz râ katî’ goftendî bedan sebeb ki yek dest-i hod râ borîde

Bir elini kestiği için Hürmüz’e çolak derlerdi. (Mucmel-i Fasîhî, I/30)

گویند هرمز را قطیع گفتندی بدان سبب که یک دست خود را بریده

بدان سبب که

bedânsû: [be + d + ân + sû] o tarafa doğru, o yana doğru.

Melik ki omreş be şikâr gozeşte bûd ve tîreş hîçgâh be hetâ nerefte bûd bedân sû teveccuh numûd

Ömrü ile geçen ve mermisi asla hedefini şaşmayan ağa o tarafa doğru yöneldi. (Nesr-i Derî-i Efgânistân)

ملک که عمرش به شکار گذشته بود و تیرش هیچگاه به خطا نرفته بود بدان سو توجه نمود

بدان سو

bedan vakt: (F.-A.) o zaman.

بدان وقت

bedansân: [be + d + ân + sân] öyle ki.

Bedansân sûht çun şem’em ki ber men

Surâhî girye vu barbet figân kerd

Beni tıpkı bir mum gibi öyle yaktı ki hâlime sürahi ağladı, çeng ise feryat figan etti. (Hâfız)

بدانسان سوخت چون شمعم که بر من

صراحی گریه و بربط فغان کرد

بدانسان

bedbahtâne: [bed + baht + âne] ne yazık ki, maalesef.

Bedbahtâne saltanat-i kûtâh-i Nâdir der târîh-i tûlânî-yi îrân bemenzile-i sur’et-i sâikaî bûd

Ne yazık ki Nadir’in uzun İran tarihindeki kısa saltanatı bir yıldırım sürati derecesindeydi. (Târîh-i Siyâsî)

بدبختانه سلطنت کوتاه نادر در تاریخ طولانی ایران بمنزلهء سرعت صاعقه ای بود

بدبختانه

bedter: [bed + ter] daha kötü, beter.

Herki zâlimter çeheş bâhevlter

Adl fermûdest bedter râ beter

Daha zalimin kuyusu daha korkunç olur

Adalet buyurdu: Daha kötünün cezası daha kötü olur (Mesnevi)

هرکه ظالم تر چهش با هول تر

عدل فرموده ست بدتر را بتر

بدتر

bedter ez an: daha da kötüsü.

Hodre’y u kellehoşk u bedter ez an kîneî ve necûş bûd

Başına buyruk, sabit fikirli ve daha da kötüsü kinci ve yabaniydi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 42)

خودرأی و کله خشک و بد تر از آن کینه ای و نجوش بود

بدتر از آن

bedter ez heme: hepsinden kötüsü.

بدتر از همه

bed cûrî: [bed + cûr< tovr + î] amma da, fena, adamakıllı, çok fena.

بدجوری

bedû: [be + d + û] ona.

Çun haber-i katl-i Şerefuddovle bedû resîd, berâşuft

Ona Şerefuddovle’nin öldürülüş haberi gelince çok kızdı. (Musâmeretu’l-ahbâr)

چون خبر قتل شرف الدوله بدو رسید ، بر آشفت

Hoş arûsîst cihân ez reh-i sûret lîken

Herki peyvest bedû, omr-i hodeş kâvîn dâd

Görünüşte dünya denilen şey alımlı, güzel bir gelindir ama ona bağlanan kişi, ömrünü mehir olarak vermiş sayılır. (Hâfız)

خوش عروسی است جهان از ره صورت لیکن

هرکه پیوست بدو ، عمر خودش کاوین داد

بدو

bedûn-i: (A.) [bi +dûn + i] -siz, -meksizin, -meden.

Û bedûn-i irâde mânend-i yek nefer-i hâbgerd âmede bûd

O bilinçsizce, uyurgezer biri gibi gelmişti.  (Bûf-i Kûr)

او بدون اراده مانند یک نفر خواب گرد آمده بود

Bedûn-i irâde der râhtihâb oftâde’em

Elimde olmadan yatağa düşmüşüm.  (Zinde be Gûr)

بدون اراده در رختخواب افتاده ام

Bedûn-i vakfe ve bedûn-i bû kâr mîkoned

Durmadan ve koku vermeden çalışır. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

بدون وقفه و بدون بو کار می کند

بدون

bedûn-i irâde: (A.) [bidûn + i + irhade] gayri ihtiyarî, elinde olmadan, bilinçsizce.

Merd misl-i metersekhâî ki rûy-i bustânhâ mîgozârend bedûn-i irâde sûreteş râ bermîgerdând

Adam, bahçelere yerleştirilen korkuluklar gibi gayri ihtiyarî yüzünü çevirir. (Maraz-i Kand)

مرد مثل مترسک هائی که روی بستان ها می گذارند بدون اراده صورتش را بر می گرداند

بدون ِ اراده

bedûn-i anki: (A.-F.) [bidûn + i + ân + ki] -meden, -meksizin.

Merd bedûn-i anki muntezir-i şenîden bemâned be semtî ki û ez an mîâmed be râh oftâd

Adam dinlemeden onun geldiği tarafa doğru yola koyuldu. (Kûtî-i Kibrît)

مرد بدون آنکه منتظر شنیدن بماند به سمتی که او از آن می آمد به راه افتاد

Bedin şîve bîşter-i bâzîhâ râ bedûn-i anki lezzetî bebered yâ der anhâ Nakşî dâşte baş ed âmuhte bûd

Böylece oyunların çoğunu zevk almadan ya da onlarda bir rolü olmadan öğrenmişti. (An rûzhâ)

بدین شیوه بیشتر بازیها را بدون آنکه لذتی ببرد یا در آنها نقشی داشته باشد آموخته بود

بدون ِ آنکه

bedûn-i in ki: (A.-F.) [bidûn + i + in + ki] -meden, -meksizin.

Bedûn-i inki bemen nigâhî konend sevâr şodend

Bana bakmadan bindiler. (Şikârçiyân)

بدون اینکه بمن نگاهی کنند سوار شدند

Velî dîrûz bedûn-i inki hâste bâşem kâgez u kalem râ berâyem âverdend

Fakat dün istemeden kâğıt kalem getirdiler bana.  (Se Katre Hûn)

ولی دیروز بدون اینکه خواسته باشم کاغذ و قلم را برایم آوردند

Âyâ mîtevânist bereved bedûn-i inki Homâ râ bebîned?

Acaba Homa’yı görmeden gidebilir miydi? (Girdâb)

آیا می توانست برود بدون اینکه هما را ببیند؟

بدون ِ اینکه

bedûn-i tekelluf: (A.) [bidûn + i + tekelluf] teklifsizce.

بدون ِ تکلف

bedûn-i çûn u çerâ: (A.-F.) [bidûn + i + çûn + u + çerâ] sorgusuz sualsiz.

بدون ِ چون و چرا

bedûn-i şobhe: (A.-F.) [bidûn + i + şobhe] kuşkusuz, şüphesiz.

Bedûn-i şubhe Sa’dî yekî ez rûşenterîn ve bercesterîn-i kıyâfehâ-yi târîh-i îrân est

Kuşkusuz Sadî İran’ın en aydın ve seçkin simalarından biridir. (Gulbang)

بدون شبهه سعدی یکی از روشن ترین و برجسته ترین قیافه های تاریخ ایران است

بدون ِ شبهه

bedûn-i şek: (A.) [bidûn + i + şek] kuşkusuz, şüphesiz.

Bedûn-i şek in mâcerâ mâcerâ-yi bisyâr derdnâkî bûd

Kuşkusuz bu macera çok üzücü bir maceraydı. (Adâlet-i Âsumân)

بدون شک این ماجرا ماجرای بسیار دردناکی بود

بدون ِ شک

bedûn-i kem u ziyâd: (A.-F.) [bidûn + i + kem + u + ziyâd] tıpatıp, tıpkı, hiç eksiksiz, tamı tamına.

Duhtereş Homâ bedûn-i kem u ziyâd şebîh-i Behrâm bûd

Kıza Homa tıpatıp Behram’a benziyordu. (Girdâb)

دخترش هما بدون کم و زیاد شبیه بهرام بود

بدون ِ کم و زیاد

bedûn-i hedef: (A.-F.) [bidûn + i + hedef] rastgele.

بدون ِ هدف

bidûni vakfe: (A.) durmaksızın, aralıksız, kesintisiz, sürekli.

بدون ِ وقفه

bedûn-i esâs: (A.-F.) asılsız, dayanaksız.

بدون اساس

bidûni fâsile: (A.) derhal, hemen.

بدون فاصله

bedûn-i kem u kâst: (A.-F.) [bidûn + i + kem + u + kâsth > kâst] eksiksiz, tam.

بدونِ کم و کاست

bedin tertîb: (F.-A.) bu şekilde, böylece, böylelikle, bu minval üzere, bu durumda.

Çend rûz bedin tertîb gozeşt

Birkaç gün bu şekilde geçti. (Âzeristân)

چند روز بدین ترتیب گذشت

Bedin tertîb Homâ zen-i resmî-yi şovhereş yâ begofte-i dîger hevû-yi û bûd

Bu durumda Homa, kocasının resmî eşi, bir başka deyişle onun kumasıydı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 278)

بدین ترتیب هما زن رسمی شوهرش یا بگفتهء دیگر هووی او بود

Çend rûz bedin tertîb guzeşt

Birkaç gün bu şekilde geçti. (Âzeristân)

چند روز بدین ترتیب گذشت

بدین ترتیب

bedin cihet: (F.-A.) bu nedenle, bu sebeple, bundan dolayı.

بدین جهت

bedin hisâb: (F.-A.) [be + d + in + hisâb] buna göre.

بدین حساب

bedinhâtir: (F.-A.) [be + d + in + hâtir] bu sebeple, bundan dolayı. bedinsan: [be + d + in + san] böylece, bu şekilde, bu minval üzere.

بدین خاطر

bedin sebeb: (F.-A.) [be + d + in + sebeb] bu sebeple, bu nedenle.

Bedin sebeb âsâr-i û merbût be yek millet u kovm nîst

Bu sebeple onun eserleri bir millet veya kavime ait değildir. (Eş’âr-i Muntehab)

بدین سبب آثار او مربوط بیک ملت و قوم نیست

بدین سبب

bedin şîve: böylece, böylelikle, bu şekilde.

Bedin şîve bîşter-i bâzîhâ râ bedûn-i anki lezzetî bebered ya der anhâ nakşî dâşte bâşed âmûhte bûd

Böylelikle oyunların çoğunu zevk almadan ya da onlarda bir rolü olmadan öğrenmişti. (An Rûzhâ)

بدین شیوه بیشتر بازی ها را بدون آنکه لذتی ببرد یا در آنها نقشی داشته باشد آموخته بود

بدین شیوه

bedin tarîk: (F.-A.) böylece, bu şekilde, bu yolla.

بدین طریق

bedin illet: (F.-A.) [be + d + in + illet] bu nedenle, bu sebeple.

بدین علت

bedin kadar: (F.-A.) bu kadar, bu kadarcıkla, bu miktarda.

Mekun be çeşm-i hakâret nigâh der men-i mest

Ki âb-i rûy-i şerîat bedin kader nereved

Ben sarhoşa böyle aşağılayıcı gözle bakma. Dinin, imanın onuru bu kadarcıkla elden gitmez. (Hâfız)

مکن بچشم حقارت نگاه در من مست

که آب روی شریعت بدین قدر نرود

بدین قدر

bedin karâr ki: (F.-A.) [be + d + in + karâr + ki] şöyle ki.

بدین قرار که

bedin lehâz: (F.-A.) [be + d + in + lehâz] böylece, böylelikle.

Bedin lehâz ez râh-i Hemedân u Âzerbâycân âzim-i derbend-i Çûl şodem

Böylelikle Hemedan ve Azerbaycan üzerinden Çul kalesine gittim. (Gulbang)

بدین لحاظ از راه همدان و آذربایجان عازم دربند چول شدم

بدین لحاظ

bedin ma’nîki: (F.-A.) [be + d + in + manî + ki] şöyle ki.

بدین معنی که

bedin vech ki: (F.-A.) [be + d + in + vec + ki] şöyle ki, şu şekilde, aşağıda olduğu gibi.

Râviyân-i ehbâr der incâ şigirdî be kâr borde’end bedin vech ki

râviler burada şöyle bir yönteme başvurdular. (Derd-i Aşk-i Zuleyhâ)

راویان اخبار در اینجا شگردی به کار برده اند بدین وجه که

بدین وجه که

bedin vesîle: (F.-A.) bu nedenle, bu vesile ile, böylece, böylelikle.

بدین وسیله

bedincâ: [be + d + in + câ] buraya.

Berevîd ve be şâh ki şomâ râ bedincâ firistâde est in ehbâr râ begûîd

Gidiniz ve sizi buraya gönderen krala bu haberleri iletiniz. (Don Karlos)

بروید و بشاه که شما را بدینجا فرستاده است این اخبار را بگوئید

بدینجا

bedinsan: [be + d + in + san] böylece, bu şekilde, bu minval üzere.

بدینسان

bedingûne: [be + d + in + gûne] 1. böylece, böylelikle.

Bedin gûne est dâstânhâyî ki bâ gozeşt-i karnhâ vu sâliyân-i dirâz sîne be sîne nakl oşde ve herkes çîzî ber anhâ efzûde tâ be sûret-i imrûz be dest-i mâ resîde est

Böylece asırlar ve uzun yılların geçmesiyle ağızdan ağıza nakledilip herkesin bir şeyler ilave ettiği masallar bugünkü şekliyle bize kadar gelmiştir. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

بدین گونه است داستانهایی که با گذشت قرن ها و سالیان دراز سینه به سینه نقل شده و هرکس چیزی بر آنها افزوده تا به صورت امروز به دست ما رسیده است

Bedingûne bûd ki in sefer-i bozorf-i târîhî âgâz şud

Böylece bu büyük tarihî yolculuk başladı. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

بدینگونه بود که این سفر بزرگ تاریخی آغاز شد

2. böylesine.

بدینگونه

bedîhî: (A.) 1. irticalen. 2. açık, apaçık.

بدیهی

bedîhîst: (A.-F.) [bedîhî + est] kuşkusuz, elbette, tabiî ki.

Bedîhîst bein gofte mutlakan nemîtevân i’timâd kerd

Kuşkusuz bu söze kesin olarak güvenilemez. (Firdovsî ve Hemâse-i Millî)

بدیهی است باین گفته مطلقا ً نمی توان اعتماد کرد

بدیهی است

bizâtihi: (A.) bizzat, kendisi.

بذاته

ber: (Peh.) 1. -de, -da.

Yek kenîzek dîd şeh ber şâhrâh

Şud gulâm-i an kenîzek cân-i şâh

Şah anayolda bir cariye gördü. Şahın canı o cariyenin kölesi oldu. (Mesnevi)

یک کنیزک دید شه بر شاه راه

شد غلام آن کنیزک جان شاه

Sâgar-i mey ber kefem nih tâ zi ber

Ber keşem in dalk-i ezrakfâm râ

Şarap kadehini ver elime; Atayım sırtımdan şu mavi cübbeyi. (Hâfız)

ساغر بر کفم نه تا ز بر

بر کشم این دلق ازرق فام را

2. -e, -a, üzerine.

Sîgârî ez an bîrûn âverd u ber lebeş gozâşt

Ondan bir sigara çıkarıp dudağına koydu. (Kûtî-i Kibrît)

سیگاری از آن بیرون آورد و بر لبش گذاشت

3. üzerinde. 4. yanına, huzuruna; yanında, huzurunda.

Ber-i an nânvâ şud tâ haber dâşet

Vezan dukân-i û yek girde berdâşt (İlâhînâme)

بر آن نانوا شد تا خبر داشت

وزان دکان او یک گرده برداشت

Bildiği o fırıncının yanına gitti. Onun dükkânından bir somun ekmek aldı.

Be cân-i û ki be şukrâne cân ber efşânem

Eger be sûy-i men ârî peyâmî ez ber-i dûst

Sevgilimin canına yemin ederim; ondan bana bir haber getirirsen, teşekkür etmek için canımı saçarım. (Hâfız)

بجان او که بشکرانه جان بر افشانم

اگر بسوی من آری پیامی از بر دوست

5. yukarı, üst. 6. fayda.

Ki mâ râ tâ yekî nov huner

Biyâmûzî ez mâ ket âyed beber

Bizi öldürme de yeni bir hüner öğren bizden. Çünkü faydası dokunur sana. (Şâhnâme, I/23, beyit 41)

که ما را مکش تا یکی نو هنر

بیاموزی از ما کت آید ببر

7.kâr. 8. göğüs.

Ez dest-i kemân-i muhre-i ebrûy-i tu der şehr

Dil nîst ki der ber çu kebûter netepîde est

Senin keman kaşların yüzünden, yüreği göğsünde güvercin kalbi gibi küt küt atmayan kimse yok. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 112)

از دست کمان مهرهء ابروی تو در شهر

دل نیست که در بر چو کبوتر نتپیده است

Gul der ber u mey der kef u ma’şûk be kâm est

Sultân-i cihânem be çunin rûz gulâm est

Gül göğsümde, mey kadehi elimde, sevgilim muradımı veriyor. Böyle bir günde dünya sultanı bile bana kul köle olur. (Hâfız)

گل در بر و می در کف و معشوق بکام است

سلطان جهانم بچنین روز غلام است

9. kucak. 10. meme. 11. meyva. 12. taraf. 13. yan.

Ey nefes hurrem-i bâd-i sabâ

Ez ber-i yâr âmedeî, merhabâ

Ey nefesi kutlu seher yeli! Yarin yanından geliyorsun; hoş geldin. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 5)

ای نفس خرم باد صبا

از بر یار آمده ای ، مرحبا

Becân-i û ki beşukrâne cân ber efşânem

Eger besûy-i men ârî Peyâmî ez ber-i dûst

Onun canına andolsun; bana dosttan bir haber getirirsen, teşekkür borcu olarak canımı feda ederim. (Hafız)

بجان او که بشکرانه جان بر افشانم

اگر بسوی من آری پیامی از بر ِ دوست

Sitemdîde râ pîş-i û hândend

Ber-i nâmdârâneş benişândend

Mazlumu padişahın huzuruna getirdiler. Onu büyük adamların yanına oturttular. (Şâhnâme, I/44, beyit 209)

ستم دیده را پیش او خواندند

بر ِ نامدارانش بنشاندند

14. indinde, katında, -ce, -e göre.

Herkû sûy-i şâhidî be şehvet nigered

Sıddîk nebâşed ber-i mâ, zindîk est

Ama kim güzele şehvetle bakarsa, o sıddık değil, zındıktır bizce. (Evhad)

هر کو سوی شاهدی بشهوت نگرد

صدیق نبشد بر ِ ما ، زندیق است

Âyetî bûd ezâb-i enduh-i Hâfiz bîtu

Ki ber-i hîçkeseş hâcet-i tefsîr nebûd

Hafız’ın sensiz kalmanın verdiği kederle çektiği yalnızlık azabı adeta kimsenin yorumlamaya gerek görmediği âyet gibiydi. (Hâfız)

آیتی بود عذاب انده حافظ بی تو

که بر هیچکسش حاجت تفسیر نبود

15. sırt.

Goft: Men sûzîde’em zan âteşî

Tu meger ender ber-i hîşem keşî

Dedi: Bu ateşten yanmışım ben

Sırtına alırsan, belki bakabilirim (Mesnevî)

گفت من سوزیده ام زان آتشی

تو مگر اندر بر خویشم کشی

بر

ber eser-i: (F.-A.) [ber + eser + -i] sonucunda, neticesinde, dolayısıyla, izinden.

Yek çeşm-i vey be çihâr sâlegî ber eser-i ağabeyle kûr şod

Dört yaşındayken çiçek hastalığından dolayı bir gözü kör oldu. (Ferheng-i Fârsî, s. 5)

یک چشم وی بچهار سالگی بر اثر آبله کور شد

Ber eser-i yek inficâr ez miyân-i pencere-i megâzeî be bîrûn pert şode

Bir patlama neticesinde bir dükkânın vitrininden dışarı fırlamış. (Anna-yi Rengperîde)

بر اثر یک انفجار از میان پنجرهء مغازه ای به بیرون پرت شده.

بر اثر ِ

ber esâs-i: (F.-A.) dayanarak, istinaden, bakıp.

Velî ber esâs-i yek şâhid hergiz nemîtevân derbâre-i ma’nî yâ imlâ-yi kelimeî hukm-i kat’î kerd

Fakat bir örneğe bakıp, bir sözcüğün anlamı ya da imlası hakkında asla kesin hüküm verilemez. (Galat Nenevîsîm, s. 23)

ولی بر اساس یک شاهد هرگز نمی توان دربارهء معنی یا املای کلمه ای حکم قطعی کرد

بر اساس ِ

ber in kıyâs: (F.-A.) bu durumda, buna kıyasla.

بر این قیاس

ber bîhude: boşuna.

بر بیهده

ber pâye-i: dayanan, dayalı, -e göre.

بر پایهء

berpey-i: [ber + pey + -i] peşinden.

Rûzî der şikâr ber pey-i gûrî mîdevânîd ki sayd-i gûr koned hod sayd-i gûr şode

Bir gün avda bir yaban eşeğinin peşinde koşturuyordu. Yaban eşeği avlayacakken kendisi mezara girdi, mezar (gûr) ın avı oldu. (Mucmel-i Fasîhî, I/34)

روزی در شکار بر پی گوری می دوانید که صید گور کند خود صید گور شده

بر پی ِ

ber tefâvut: (F.-A.) farklı.

Hemçonin sermâ vu bâd u âfitâb

Ber tefâvut dân u serrişte beyâb

Aynı şekilde soğuğu, rüzgârı, güneşi

Birbirinden farklı bil, anla işin aslını. (Mesnevi)

همچنین سرما و باد و آفتا

 بر تفاوت دان و سر رشته بیاب

بر تفاوت

ber cây: yerinde, sabit, kalıcı.

بر جای

ber cây-i: 1. hakkında. 2. yerine.

Tifl râ ger nân dehî ber cây-işîr

Tifl-i miskîn râ ez an nânmorde gîr

Çocuğa süt yerine ekmek verirsen, zavallı çocuğu o ekmekten ölmüş bil. (Mesnevi)

طفل را گر نان دهی بر جای شیر

طفل مسکین را از آن نان مرده گیر

بر جای ِ

ber cihet-i: (F.-A.)

بر جهت ِ

ber haseb-i: (F.-A.) -e göre, -diği gibi.

Seyr-i sipihr u devr-i kamer râ çi ihtiyâr

Der gerdişend ber haseb-i ihtiyâr-i dûst

Feleğin seyri, ayın dönmesi kendi elinde değil. Hepsi dostun sâyesinde dönebilmekte. (Hâfız)

سیر سپهر و دور قمر را چه اختیار

در گردشند بر حسب اختیار دوست

Şukr-i hudâ ki ez meded-i baht-i kârsâz

Ber hasb-i ârizûst heme kâr u bâr-i dûst

Allah’a şükürler olsun; yâver giden bahtım sâyesinde dostun her işi istediği gibi oluyor. (Hâfız)

شکر خدا از مدد بخت کارساز

بر حسب آرزوست همه کار و بار دوست

بر حسب ِ

ber haseb-i ittifâk: (F.-A.) [ber + haseb+ -i + ittifâk] tesadüfen, rastlantı eseri.

بر حسب ِ اتفاق

ber hasb-i zâhir: (F.-A.) görünüşe göre.

بر حسب ِ ظاهر

ber haseb-i fikr: (F.-A.) kendince, fikrince, kendine göre.

Der reh-i aşk neşud kes beyakîn mahrem-i râz

Herkesî ber haseb-i fikr gumânî dâred

Aşk yolunda gerçekten de kimse sırların mahremi olmadı. Herkesin kendine göre fikri zikri var. (Hâfız)

در ره عشق نشد کس بیقین محرم راز

هرکسی بر حسب فکر گمانی دارد

بر حسب ِ فکر

ber haseb-i maslahat: (F.-A.) duruma göre, iş icabı.

بر حسب ِ مصلحت

ber hilâf-i: (F.-A.) 1. dışı. 2. tersine, aksine.

Be nazar-i vey ber hilâf-i kovm-i yehûd, yunâniyân muhâteb-i vahy-i ilâhî ve îmân nebûde’end

Ona göre, Yahudi kavminin hilâfına Yunanlılar ilahî vahye ve imana muhatap olmamışlardır. (Hikmet ve huner-i ma’nevî, s. 10)

به نظر وی بر خلاف قوم یهود ، یونانیان مخاطب وحی الهی و ایمان نبوده اند

3. aykırı, yanlış.

Zin sebeb men tîg kerdem der gılâf

Tâ ki kec hânî nehâned ber hilâf

Bu yüzden kılıcı kınına soktum

Eğri okuyan biri yanlış yapmasın dedim (Mesnevi)

زین سبب من تیغ کردم در غلاف

تا که کج خوانی نخواند بر خلاف

بر خلاف ِ

ber dest-i: tarafından, eliyle.

Rustem bin Ferruhzâd ber dest-i Sa’d-i vakkâs veleşker-i islâm koşte şud

Rüstem b. Ferruhzâd, Sad-i Vakkas ve İslâm askerleri tarafından öldürüldü. (Mucmel-i Fasîhî, I/40)

رستم بن فرخ زاد بر دست سعد وقاص و لشکر اسلام کشته شد

بر دست ِ

ber rûy-i: üzerinde, üzerine, -de.

بر روی

ber rûy-i hem: 1. bir arada, birlikte. 2. toplam, üstüste.

Ebû Reyhân be zebân-i Sanskrit nîz âşinâ bûde est ve ber rûy-i hem yeksadu sîzdeh te’lîf dâşte est ki bahşî ez an der dest est

Ebû Reyhan Sanskritçeye de vakıf olup, bir kısmı mevcut, toplam yüz on üç telife sahiptir. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

ابو ریحان بزبان سنسکریت نیز آشنا بوده است و بر روی هم یکصد و سیزده تألیف داشته است که بخشی از آن در دست است

بر روی هم

bersân-i: [ber + sân + -i] gibi, benzeri.

Be bâlîden bersân-i serv-i sehî

Hemî tâftzû ferr-i şâhenşehî

Düzgün bir servi gibi büyüdü. Padişahlık nuru yüzünde parlıyordu. (Şâhnâme, I/40, beyit 116)

ببالیدن بر سان سرو سهی

همی تافت زو فر شاهنشهی

بر سان ِ

ber şuref-i: (F.-A.) hemen hemen, yakında, olmak üzere.

بر شرف ِ

ber zıdd-i: (F.-A.) 1. -e karşı, aleyhine.

Benâberîn bâyestî cenghâ-yi mudâvim ber zıdd-i îrânîhâ îcâd kerd

Bununla birlikte arasıra İranlılara karşı sürekli savaşlar çıkarmak lâzım. (Târîh-i Siyâsî)

بنابرین بایستی جنگهای مداوم گاهی بر ضد ایرانیها ایجاد کرد

2. tersine.

بر ضدّ ِ

ber tibk-i: (F.-A.) uyarınca, gereğince, -e göre.

بر طبق

ber tarz-i: (F.-A.) tarzında.

بر طرز ِ

ber tavr-i: (F.-A.) uyarınca, gereğince.

بر طور ِ

ber zâhir: (F.-A.) [ber + zâhir] 1.açıkça. 2. açık, ortada, aşikâr.

Muddeî râ kaht-i cân ender ser est

Lîk mâ râ kaht-i nân ber zâhir est

İddiacının kafasında can kıtlığı vardır

Oysa bizim ekmek kıtlığımız aşikârdır. (Mesnevi)

مدعی را قحط جان اندر سر است

لیک ما را قحط نان بر ظاهر است

بر ظاهر

ber aks: (F.-A.)aksine, tersine.

Ez in vâkıe ham be ebrû-yi Dâş Âkul neyâmed, belki ber aks bâ nihâyet-i horsendî meşgûl-i tehiyye-i cihâz şud

Daş Âkul bu olay karşısında surat yapmadı, belki aksine büyük bir hoşnutluk içinde çeyiz düzmekle meşgul oldu. (Se Katre Hûn, s. 78)

از این واقعه خم به ابروی داش آکل نیامد ، بلکه برعکس با نهایت خرسندی مشغول تهیهء جهاز شد

بر عکس

ber ilâve: (F.-A.) üstelik, bunun yanısıra, ilaveten, ek olarak.

بر علاوه

ber ferâz-i: üstünde, üzerinde.

İn kazâ sad bâr eger râhet zened

Ber ferâz-i çarh hergâhet zened

Bu kaza yüz kere yolunu kesse de

Senin otağını kurar gökyüzünün üstünde (Mesnevî) 

این قضا صد بار اگر راهت زند

بر فراز چرخ خرگاهت زند

بر فراز ِ

ber farz ki: (F.-A.)] diyelim ki, farzedelim, tut ki.

بر فرض که

ber farz hem ki: (F.-A.) diyelim ki, farzedelim, tut ki.

Berfraz hem ki telâ râ peydâ kerdem, be çi derdem hâhed hord?

Diyelim ki altını buldum; ne işime yarayacak?  (Se Katre Hûn, s. 52)

بر فرض هم که طلا را پیدا کردم ، به چه دردم خواهد خورد؟

 

بر فرض هم که

ber fovr: (F.-A.) hemen, derhal.

بر فور

ber kemâl: (F.-A.) tam.

بر کمال

ber gird-i: etrafında, çevresinde.

بر گرد ِ

ber muktezâ-yi: (F.-A.) gereğince

بر مقتضای امر

ber melâ: (F.-A.) 1. ortaya çıkarma. 2. açıkta, herkesin arasında.

Mâdihet ger hicv gûyed ber melâ

Rûzhâ sûzed dilet zan sûzhâ

Seni öven hicvederse halk arasında,

O ateşle günlerce için yanar sonra. (Mesnevi)

مادحت گر هجو گوید برملا

روزها سوزد دلت زان سوزها

بر ملا

ber mûcib-i: (F.-A.) gereğince, uyarınca.

بر موجب ِ

ber nehc-i: (F.-A.)) doğrultusunda, uyarınca.

بر نهج ِ

ber hem: birbiriyle, birbirine.

بر هم

ber vech-i: (F.-A.) gibi, üzere, olduğu şekilde.

بر وجه ِ

ber vech-i âtî: (F.-A.) aşağıda olduğu gibi, aşağıda görüleceği gibi.

بر وجه ِ آتی

ber vech-i icmâl: (F.-A.) [ber + vech + -i + icmâl] kısaca, özetle.

بر وجه ِ اجمال

ber vech-i iştirâk: (F.-A.) ortaklaşa.

بر وجه ِ اشتراک

ber vech-i ekmel: (F.-A.) tam olarak, mükemmel olarak.

بر وجه ِ اکمل

ber vech-i bâlâ: (F.-A.) yukarıda olduğu gibi, yukarıda geçtiği üzere, yukarıdaki gibi.

بر وجه ِ بالا

ber vech-i dilhâh: (F.-A.) gönlünün istediği gibi, canının istediği gibi.

بر وجه ِ دلخواه

ber vech-i zeyl: (F.-A.) aşağıda olduğu gibi, aşağıdaki gibi, aşağıda görüleceği gibi.

بر وجه ِ ذیل

ber vech-i zîr: (F.-A.) aşağıda olduğu gibi, aşağıdaki gibi, aşağıda görüleceği gibi.

بر وجه ِ زیر

ber vech-i muharrer: (F.-A.) yazıldığı gibi, yazılı olduğu gibi.

بر وجه ِ محرر

ber vech-i meşrûh: (F.-A.) açıklandığı gibi, ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi.

بر وجه ِ مشروح

ber vech-i mukerrer: (F.-A.) tekrar tekrar.

بر وجه ِ مکرّر

ber vech-i yesîr: (F.-A.) kolayca.

بر وجه ِ یسیر

ber vefk-i: (F.-A.) uygun olarak, uyarınca, üzere.

Her yekî sûy-i mukâm-i hod reved

Her yekî ber vefk-i nâm-i hod reved

Her biri kendi makamına gider

Her biri adının gerektiği yere gider (Mesnevi)

هر یکی سوی مقام خود رود

هر یکی بر وفق نام خود رود

بر وفق ِ

ber vefk-i dilhâh: (F.-A.) gönlün istediği gibi.

بر وفق ِ دلخواه

ber vefk-i murâd: (F.-A.) murat üzere, istenildiği gibi, istediği gibi.

بر وفق ِ مراد

ber vefk-i merâm: (F.-A.) istediği gibi.

بر وفق ِ مرام

berâber: [ber + â + ber] 1. yanında.

Bîş ez divist hezâr firank berâber-i hod dâşt

Yanında iki yüz bin franktan fazla para vardı. (Ber Sâhil-i Mînâyî)

بیش از دویست هزار فرانک برابر خود داشت

2. katı, misli.

Tenhâ yek dâne-i an çend berâber-i bedehî-yi tûst

Sadece bunun bir tanesi senin borcunun birkaç katıdır. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

تنها یک دانهء آن چند برابر بدهی توست

3. denk, muadil. 4. eşit. 5. müttefik. 6. ön. 7.karşı, karşısı, karşısında.

 

برابر

berâyi: 1. için.

Erzişî berâyi û nedârem

Onun için bir değerim yok. (Do Şeb)

ارزشی برای او ندارم

Ve ger çunanki der an hazretet nebâşed bâr

Berâyi dîde biyâver gubârî ez der-i dûst

Sevgilinin huzuruna girme iznini alamazsan, bari gözlerim için kapısından bir tutam toz getir. (Hâfız)

وگر چنانکه در آن حضرتت نباشد بار

برای دیده بیاور غباری از در دوست

2. -e, -a.

Ez sefer-i meymûnî berâyeş âverd

Seyahatten dönüşte ona bir maymun getirdi. (Kâb-i Çînî)

از سفر میمونی برایش آورد

Nemîdânem velî el’ân ez kitâbî berâyet mîhânem

Bilmiyorum, fakat şimdi sana bir kitaptan okuyayım. Bâbek bu sorusuna cevap bulmak istiyordu. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

نمی دانم ولی الآن از کتابی برایت می خوانم

3. yolunda.

Bâbek mîhâst berâyi in suâl hod cevâb peydâ koned

Ama onun iki devletin anlaşması için yaptığı çalışmalar sonuçsuz kaldı. (Hindû)

بابک می خواست برای این سؤال خود جواب پیدا کند

برای

bire’yil’ayn: (A.) kendi gözleriyle görerek.

برأی العین

berâyi evvelîn bâr: ilk olarak, ilk defa, ilk kez.

برای اولین بار

berâyi in ki: [berây + -i + in + ki] 1. çünkü, zira. 2. -mesi için, -sin diye.

Porsîd berâyi çi ez ancâ sefer kerdî? Goft: Berâyi inki kârî peydâ konem

Neden oradan ayrıldın? diye sordu. Bir iş bulmak için dedi. (Vilgerd)

پرسید : برای چه از آنجا سفر کردی؟ گفت : برای اینکه کاری پیدا کنم

An vakt berâyi inki ez des-i mâder-i asabânîyeş firâr koned be sur’et ez pillehâ pâîn reft

O zaman sinirli annesinden kaçmak için süratle merdivenden indi. (Nesr-i Derî-i Efgânistân)

آن وقت برای اینکه از دست مادر عصبانیش فرار کند به سرعت از پله ها پائین رفت

برای اینکه

berây-i âherîn bâr: (F.-A.) [berây-i + âhir + în + bâr] son defa, son olarak, son kez.

Berâyi âhirîn bâr nigâhî be tablo efkend

Son kez tabloya bir göz attı. (Adâlet-i Âsumân)

برای آخرین بار نگاهی به تابلو افکند

برای آخرین بار

berâyi anki: 1. çünkü, zira. 2. -mek için, -den dolayı.

برای آنکه

berâyi çi: niçin, neden.

Zeneş porsîd: Çi mîkonî ve berâyi çi hengâm-i hâb şemşîr mî bendî

Karısı N’apıyorsun? Neden yatarken kılıç kuşanıyorsun? diye sordu. (Mollâ ve Hereş)

زنش پرسید چه می کنی و برای چه هنگام خواب شمشیر می بندی؟

برای چه

berâyi rizâ-yi Hodâ: (F.-A.) Allah rızası için.

Pinhân zi kâsidân be hodem hân ki mun’imân

Hayr-i nihân berâyi rizâ-yi hodâ konend

Kıskançlar yokken çağır beni yanına. Çünkü zenginler Allah rızası için gizlice hayır yaparlar. (Hâfız)

پنهان ز قاصدان به خودم خوان که منعمان

خیر  نهان برای رضای خدا کنند

برای رضای خدا

berâyi kesî: gözünde.

Her hareket-i û berâyi Menûçihr por ezma’nî, por ez dilrubâî bûd

Menûçehr’in gözünde onun her hareketi anlamlı ve cazipti. (Se Katre Hûn, s. 148)

هر حرکت او برای منوچهر پر از معنی ، پر از دلربائی بود

برای کسی

berâyi maslahat: (F.-A.) iş için.

برای مصلحت

berâyi ma’lûmât: (F.-A.) bilgi için, bilgi olsun diye, bilgi vermek için.

برای معلومات

berây-i nohostîn bâr: [berây + -i + nohost + in + bâr] ilk kez, ilk defa.

Berâyi nohostîn bâr der omrem kûçekterîn  tersî der hod ihsâs nemî kerdem

Ömrümde ilk defa en küçük bir korku dahi hissetmiyordum. (Âzeristân)

برای نخستین بار در عمرم کوچکترین ترسی در خود احساس نمی کردم

Berâyi nohostîn bâr his kerd ki miyân-i û ve heme-i kesânî ki dovr-i û bûdend girdâb-i tersnâkî vucûd dâşte ki tâ kunûn peyneborde est

İlk kez olarak onunla etrafında bulunan herkes arasında şimdiye kadar fark etmediği korkunç bir girdap bulunduğunu hissetti. (Girdâb)

برای نخستین بار حس کرد که میان او و همهء کسانی که دور او بودند گرداب ترسناکی وجود داشته که تا کنون پی نبرده است

برای نخستین بار

berâyi hemîşe: ebediyyen, sonsuza dek.

Mîhâstem in çeşmhâî ki berâyi hemîşe behem beste şode bûd rûy-i kâgez bekeşem ve berâyi hodem nigehdârem

Ebediyyen kapanmış olan bu gözleri kâğıda dökmek ve kendim için saklamak istiyordum. (Bûf-i Kûr)

می خواستم این چشم هائی که برای همیشه به هم بسته شده بود روی کاغذ بکشم و برای خودم نگهدارم

Hodâ hâfiz, berâyi hemîşe hâne-i torâ terk mîkonem

Hoşçakal; senin evini ebediyyen terkediyorum. (Âzeristân)

خدا حافظ ، برای همیشه خانهء ترا ترک می کنم

برای همیشه

berter: [ber + ter] daha üstün.

برتر

berhord: [ber + horden > hord] 1. karşılaşma, rastlama.

Hâlâ dîger ez berhord bâ âşnâyân nemî tersîd

Şimdi artık tanıdıklarla karşılaşmaktan korkmuyordu. (Âzeristân)

حالا دیگر از برخورد با آشنایان نمی ترسید

2. çarpışma.

برخورد

berhord bâ: ilgili.

برخورد با

berhî: [berh + î] 1. bir kısmı. 2. kimisi, kimileri. 3. bazı, bazısı. 4. kurban, fedâ.

Bisyâr nebâşed velî ez dest bedâden

Ez cân ramakî dârem ve an berhî-yi cânet

Gönlümü vermek çok bir şey sayılmaz. Azıcık canım var; o da senin canına feda. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 195)

بسیار نباشد ولی از دست بدادن

از جان رمقی دارم و آن برخی جانت

برخی

berem: [ber + em] 1. bana. 2. yanıma. 3. bence.

برم

birûn, burûn: dış, dışarı, dışarısı, dışında, dışardaki.

Ey şehân, koştîm mâ hasm-i burûn

Mând hasmî zû beter der enderûn

Ey padişahlar! Biz dışardaki düşmanı öldürdük. İçerde ondan daha kötü bir düşman kaldı. (Mesnevi)

ای شهان ، کشتیم ما خصم برون

ماند خصمی زو بتر در اندرون

Her dil ki zi aşk-i tust hâlî

Ez halka-i vasl-i tu burûn bâd

Senin aşkından uzak olan gönül, sana kavuşanların halkasından uzak kalsın. (Hâfız)

هر دل که ز عشق تست خالی

از حلقهء وصل تو برون باد

برون

bes: 1. yeter, yeterli, kâfi. 2. çok.

Ne herkes ki çeşm u gûş u dehân dâred âdemîst

Bes dîv râ ki sûret-i ferzend-i âdem est

Her gözü, kulağı, ağzı olan adam olmaz. İnsan kılığında çok şeytan vardır. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 92)

نه هرکس که چشم و گوش و دهان دارد آدمی است

 بس دیو را که صورت فرزند آدم است

Ankes ki zemîn u çerh-i eflâk nihâd,

Bes dâg ki û ber dil-i gamnâk nihâd.

Bisyâr leb ço la’l u zulfeyn ço mişk

Der tabl-i zemîn u hokka-yi hâk nihâd!

O ki yer ile felekleri yarattı,

Gamlı gönlümü ne de çok dağladı.

Nice lâl dudaklıyı, mis zülüflüyü

Yer tahtasına, toprak hokkasına bıraktı. (Hayyâm)

آنکس که زمین و چرخ افلاک نهاد

بس ذاغ که او بر دل غمناک نهاد

بسیار لب چو لعل و زلفین چو مشک

در طبل زمین و حقهء خاک نهاد

3. çok kişi.

بس

bes ki: 1. o kadar...ki, 1.  o kadar ...ki.

بس که

bes: [bes + â] nice, birçok, pek çok.

Ne men sebûkeş-i in deyr-i rindsûzem u bes

Besâ serâ ki derin kârhâne seng u sebûst

Rintleri yakan bu ibadethaneye su dolu testi taşıyan bir ben değilim. Nice başlar bu atölyede taş ve testi olmadı ki! (Hâfız)

نه من سبوکش این دیر رندسوزم و بس

بسا سرا که درین کارخانه سنگ و سبوست

بسا

besân-i: 1. gibi, benzeri.

Meselen Erdeşîr besân-i Zigfirid me’mûr-i koşten-i ejdehâ-yi mahûfî mîşeved

Mesela Erdeşir, Siegfried gibi, korkunçbir ejderhayı öldürmekle görevlendirilir. (Firdovsî ve hemâse-i millî)

مثلا اردشیر بسان زیگفرید مأمور کشتن اژدهای مخوفی میشود

Besân-i şebçerâg nîmeşeb/ Şu’lever bûd ber âstân-i hakîkat

Gece yarısı uçan ateşböceği gibi hakikatın eşiğinde parlardı. (Mesnevi)

بسان شب چراغ نیمه شب

شعله ور بود بر آستان حقیقت

Aşket resed be feryâd er hod besân-i Hâfız

Kur’ân zi ber behânî der çârdeh rivâyet

Hâfız gibi Kur’ân’ı on dört rivayet üzerinden ezbere okusan dahi, imdadına ancak aşkın koşar. (Hâfız)

عشقت رسد بفریاد ار خود بسان حافظ

قرآن ز بر بخوانی در چارده روایت

2. misli.

بسان ِ

besânî: çok, bol.

بسانی

besteser: [beste + ser] üstü kapalı.

Meşveret kerdî peyember beste ser

Gofte îşâneş cevâb u bîhaber

Peygamber üstü kapalı danışırdı

Cevap verenlerin konudan haberi olmazdı (Mesnevî) 

مشورت کردی پیمبر بسته سر

گفته ایشانش جواب و بی خبر

بسته سر

besır: (F.-A.) [be + sırr] aslında.

Û be sır Deccâl-i yek çeşm-i laîn

Ey Hodâ, feryâd res, ni’melmuîn!

O mel’un tek gözlü Deccal’di aslında

Yardımcıların en iyisi Tanrım, yetiş imdada! (Mesnevi)

او به سر دجال یک چشم لعین

ای خدا فریاد رس نعم المعین

بسرّ

besezâ: [be + sezâ] lâyık, yaraşır.

بسزا

besî: [bes + î] 1. çok, birçok, pek.

An kes est ehl-i beşâret ki işâret dâned

Nuktehâ hest besî; mahrem-i esrâr kucâst?

Müjdelenecek kişi bir işaretten anlar. Ne çok gizli konular var amma, sır tutacak adam nerede? (Hâfız)

ان کس است اهل بشارت که اشارت داند

نکته ها هست بسی، محرم اسرار کجاست؟

2. yeterli. 3. uzun süre.

Mîhor ki be zîr-i gil besî hâhî hoft.

Bîmûnis u bîrefîk u bîhemdem u coft.

Zinhâr bekes megû to in râz-i nihoft!

Her lâle ki pejmord, nehâhed beşkoft.

İçmeye bak. Çünkü toprak altında uyuyacaksın çok.

Arkadaş yok, eş yok, dost yok, hemdem yok.

Söyleme sakın bu gizli sırrı kimseye !

Solduktan sonra açacak gül yok! (Hayyâm)

میخور که بزیر گل بسی خواهی خفت

بی مونس و بی رفیق و بی همدم و جفت

زنهار بکس مگو تو این راز نهفت

هر لاله که پژمرد، نخواهد بشکفت

بسی

bisyâr: (Peh.) 1. çok, pek çok, bir çok. -

Ankes ki zemîn u çerh-i eflâk nihâd,

Bes dâg ki û ber dil-i gamnâk nihâd.

Bisyâr leb ço la’l u zulfeyn ço mişk

Der tabl-i zemîn u hokka-yi hâk nihâd!

O ki yer ile felekleri yarattı,

Gamlı gönlümü ne de çok dağladı.

Nice lâl dudaklıyı, mis zülüflüyü

Yer tahtasına, toprak hokkasına bıraktı. (Hayyâm)

آنکس که زمین و چرخ افلاک نهاد

بس ذاغ که او بر دل غمناک نهاد

بسیار لب چو لعل و زلفین چو مشک

در طبل زمین و حقهء خاک نهاد

2. bol. 3.  bir çok kişi, niceleri.

Âlem eger ez behr-i to ârâyend,

Megrây bedan ki âkilân negrâyend.

Bisyâr ço to revend u bisyâr âyend.

Borbây nasîb-i hîş ket borbâyend.

Senin için donatsalar âlemi,

İnanma ona; inanmaz zira akıl sahibi.

Gider senin gibi çoğu, gelir bir nicesi;

Almaya bak nasibini; alacaklar zira seni. (Hayyâm)

عالم اگر از بهر تو آرایند

مگرای بدان که عاقلان نگرایند

بسیار چو تو روند و بسیار آیند

بربای نصیب خویش کت بربایند

بسیار

bisyâr hûb: 1. peki, pekâlâ.

Bisyâr hûb, hâlâ mumkin est biyâîd yek gîlâs şerâb bâ mâ benûşîd

Pekâlâ, şimdi gelip bizimle bir kadeh şarap içmeniz mümkün mü? (Deryâ-yi Goöher)

بسیار خوب ، حالا ممکن است بیائید یک گیلاس شراب با ما بنوشید؟

2. çok güzel. 3. ne âlâ

بسیار خوب

bisyârî: [bisyâr + î] 1. çokluk. 2. birçok. 3. bir çok kişi, niceleri.

Pîrî dîdem be hâne-yi hemmârî.

Goftem: Nekonî zi reftegân ehbârî?

Goftâ: Mîhor ki hemço mâ bisyârî

Reftend u kesî bâz neyâmed bârî!

Bir pîr gördüm, yeri aşk meyhanesi.

Dedim: Haber ver; gidenlerin çıkmaz sesi.

Dedi: Bak içmeye; bizim gibi nicesi

Gitti de gelmedi geri bir tanesi. (Hayyâm)

پیری دیدم بخانهء خماری

گفتم نکنی ز رفتگان اخباری؟

گفتا میخور که همچو ما بسیاری

رفتند و کسی باز نیامد باری

بسیاری

bitab’: (A.) tabiatıyla, haliyle.

بطع

ba’d: (A.) 1. sonra.

Beşer bâdest-i hod bot mîsâzed ve ba’d û râ mîperested

İnsanoğlu kendi eliyle put yapar, sonra ona tapar. (Do Şeb)

بشر با دست خود بت می سازد و بعد او را می پرستد

Ba’d merâ bord der otâk-i hodeş

Sonra beni kendi odasına götürdü. (Se Katre Hûn)

بعد مرا برد در اطاق خودش

2. muahhar.

بعد

ba’de bu’din: (A.) neden sonra.

بعد َ بعد

ba’de ez: (A.-F.) –den sonra.

Çon omr beser resed, çi Bağdâd çi Belh,

Peymâne ço por şeved, çi şîrîn u çi telh.

Hoş bâş ki ba’d ez men u to mâh besî,

Ez selh be gorre âyed, ez gorre be selh.

Bağdat veya Belh, ne değişir, ömür sona erince?

Acı veya tatlı, ne değişir, ömür kadehi dolunca?

Bak mutlu olmaya. Senden benden sonra ay Selh ile gurraya gelecek çok; hilal olacak dolunay. (Hayyâm)

چون عمر بسر رسد چه بغداد چه بلخ

پیمانه چو پر شود چه شیرین و چه تلخ

خوش باش که بعد از من و تو ماه بسی

از سلخ به غره آید از غره به سلخ

Ba’d ez çend rûz be şehr-i nîşâbûr resîdîm

Birkaç gün sonra Nişabur şehrine vardık. (Seyâhatnâme-i İbrahim Beyg)

بعد از چند روز بشهر نیشابور رسیدیم

بعد از

ba’d ez an: (A..-F.) ondan sonra.

بعد از آن

ba’d ez anki: (A.-F.) [ba’d + ez + ân + ki] -dıktan sonra.

Ba’d ez anki in hukm be nefâz peyvest Seyyid: fermûd ki hodây-i teâlâ ve resûl-i û hemçonin hukm kerde’end

Bu hüküm yerine getirildikten sonra Seyyid: (A.) şöyle buyurdu: Yüce Tanrı ve Resûlü bu şekilde hükmetmişlerdir. (Mucmel-i Fasîhî, I/78)

بعد از آنکه این حکم بنفاذ پیوست سید (ع) فرمود که خدای تعالی و رسول او همچنین حکم کرده اند

بعد از آنکه

ba’d ez in: (A.-F.) [ba’d + ez + in] bundan sonra, bundan böyle.

Dûş ez mescid sûy-i meyhâne âmed pîr-i mâ

Çîst yârân-i tarîkat ba’d ez in tedbîr-i mâ?

Pîrimiz dün gece mesçitten meyhaneye geldi. Ey yoldaşlar, ey tarikat arkadaşları! Bundan sonra tedbirimiz ne olacak? (Hâfız)

دوش از مسجد سوی میخانه آمد پیر ما

چیست یاران طریقت بعد از این تدبیر ما؟

بعد از این

ba’d ez in ki: (A.-F.)-dıktan sonra.

Ba’d ez inki çend dakîka dem-i hovz muattal şud, û râ vârid-i otâk-i bozorgî kerdend

Havuz başında birkaç dakika bekledikten sonra onu büyük bir odaya aldılar. (Se Katre Hûn, s. 68)

بعد از اینکه چند دقیقه دم حوض معطل شد ، او را وارد اطاق بزرگی کردند

بعد از اینکه

ba’d ez çendî: (A.-F.) [ba’d + ez + çend + î] bir süre sonra.

بعد از چندی

ba’d ez çendîn sâl: (A.-F.) [ba’d + ez + çend  + în + sâl] 1. bunca yıldan sonra.

Ba’d ez çendîn sâl evez nehâhem şud

Bunca yıldan sonra değişmeyeceğim. (Hindû)

بعد از چندین سال عوض نخواهم شد

بعد از چندین سال

ba’d ez zevâl: (A.-F.) öğleden sonra.

بعد از زوال

ba’d ez zohr: (A.-F.) öğleden sonra.

Ba’d ez zohr-i yekî ez rûzhâ-yi zemistân-i sâl-i 1313 bûd

1313 yılı kış günlerinden bir öğleden sonrasıydı. (Şovher-i Âhû Hanum)

بعد از ظهر یکی از روزهای زمستان سال 1313 بود (شوهر آهو خانم)

بعد از ظهر

ba’d ez kemî: (A.-F.) [ba’d + ez + kem + î] bir süre sonra, az sonra.

بعد از کمی

ba’d ez lehzeî: (A.-F.) [ba’d + ez + lehze + î] bir süre sonra, biraz sonra, az sonra.

Û hem ba’d ez lahzeî piyâde şud

‘O da bir süre sonra indi.’ (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

او هم بعد از لحظه ای پیاده شد

بعد از لحظه ای

ba’d ez muddetî: (A.-F.) [ba’d + ez + moddet + î] bir süre sonra.

بعد از مدتی

ba’d ez muddetî medîd: (A.-F.) [ba’d + ez + moddet + î + medîd] uzun bir süre sonra.

بعد از مدتی مدید

ba’d ez neved u bûkî: (A.-F.) [ba’d + ez-neved + u + bûk + î] 1. neden sonra. 2. uzun bir süre sonra.

بعد از نود و بوقی

ba’d ez hergiz: (A.-F.) uzun bir süre sonra.

بعد از هرگز

ba’delyevm: (A.) bugünden sonra.

بعد الیوم

ba’de ummetin: (A.) nice zamandan sonra, neden sonra.

بعد امه

ba’de harâbi’l-Basra: (A.) iş işten geçtikten sonra.

بعد خراب البصره

ba’dezâ: (A.) bundan sonra.

بعد ذا

ba’dezâlik: (A.) bundan sonra, bundan böyle, bütün bunların ötesinde.

بعد ذلک

ba’de zemânin: (A.) bir süre sonra.

بعد زمان

ba’demâ: (A.) bundan sonra, bundan böyle, ondan sonra.

بعد ما

ba’demâ ki: (A.-F.) [ba’de mâ + ki] –dıktan sonra, -mesinden sonra.

بعد ما که

ba’de vâhid: (A.) birer birer.

بعد واحد

ba’den: (A.) sonradan, sonraları, ondan sonra.

بعدا ً

ba’dehu: (A.) ondan sonra, bundan sonra.

بعده

ba’dehâ: (A.-F.) [ba’de + hâ] 1. sonraları. 2. ilerde.

بعدها

ba’dhem: (A.-F.) [ba’d + hem] sonra da, daha sonra.

Evvel tasmîm girift bereved Ebulfeth ba’d Hoceste ve ba’d hem hodeş râ bekoşed

Önce gidip Ebulfeth’i, sonra Huceste’yi ve daha sonra kendisini öldürmeye karar verdi. (Se Katre Hûn, s. 152)

اول تصمیم گرفت برود ابولفتح بعد خجسته و بعد هم خودش را بکشد

بعدهم

ba’dî: (A.-F.) [ba’d + î] sonraki, bir sonraki.

Nemâyendegân celseî teşkîl dâdend ve derbâre-i nohostvezîr-i ba’dî-yi îrân be tevâfuk resîdend

Milletvekilleri bir toplantı yapıp İran’ın sonraki başbakanı hakkında uzlaşmaya vardılar. (Galat nenevîsîm, s. 6)

نمایندگان جلسه ای تشکیل دادند و دربارهء نخست وزیر بعدی ایران به توافق رسیدند

بعدی

ba’zi: (A.) 1. kimi, kimisi, kimileri, bazısı. 2. bazı.

بعض

ba’zî: (A.-F.) bir kısım, bazı, bazısı, kimi., kimisi, kimileri.

بعضی

ba’zî ovkât: (A.-F.) bazen, zaman zaman, kimi zaman, arasıra, bazı bazı.

بعضی اوقات

ba’zî mevâki: (A.-F.) [ba’zî + mevâki] bazen, zaman zaman.

بعضی مواقع

bi-emdâ: (A.) kasten, kasıtlı olarak, taammüden.

بعمدا

bi-unfi: (A.) zorla, cebren.

بعنف

ba’îdulihtimâl: (A.) uzak olasılık.

بعید الاحتمال

ba’îdulvukû’: (A.) gerçekleşmesi zayıf bir olasılık.

بعید الوقوع

bi’aynihi: (A.) tıpkı, aynıyla.

بعینه

bi’aynihâ: (A.) tıpkı.

بعینها

bagal: 1. kucak. 2. taraf. 3. koltuk. 4. koltuk altı. 5. bitişik, yan.

Enbâr-i bagal-i musterâh râ be û dâde bûdend

Tuvaletin bitişiğindeki depoyu ona vermişlerdi. (Mudîr-i Medrese)

انبار بغل مستراح را به او داده بودند

Be sâetî ki rûy-i mîz-i kûçek-i bagal rahtihâb gozâşte şode nigâh mîkonem

Yatağın yanına konulmuş komodun üzerindeki saate bakıyorum. (Zinde be Gûr)

به ساعتی که روی میز کوچک بغل رختخواب گذاشته شده نگاه می کنم

بغل

bagal dest: yan, bitişik.

Pîrzenî ki bagaldest-i mazlûme nişeste bûd hitâb be mazlûme goft

Mazlûme’nin yanında oturan yaşlı kadın ona hitaben dedi ki: (Musîbet)

پیرزنی که بغل دست مظلومه نشسته بود خطاب به مظلومه گفت

بغلدست

bagalî: [bagal + î] bitişik, bitişikteki, yan, yandaki.

بغلی

bigayri: (A.) -meksizin.

بغیر

bigayrilhakki: (A.) haksız olarak, haksız yere.

بغیر الحقّ

bigayri hisâb: (A.) hesapsızca.

بغیر حساب

bigayri hakkin: (A.) haksız yere.

بغیر حق

bigayri ilm: (A.) bilgisizce.

بغیر علم

befehmî nefehmî: [fehmîden > fehm > befehmî + nefehmî] azıcık, birazcık, belli olmayacak kadar.

بفهمی نفهمی

bikaderin: (A.) belli bir ölçüde.

بقدر

bikadri: (A.) kadar.

بقدر

bikadrilimkân: (A.) mümkün olduğu kadar, imkânlar ölçüsünde.

بقدر الامکان

bakiyye: (A.) 1. kalan, geriye kalan, bakiye. 2. devamı. 3. kalıntı.

بقیه

bukreten: (A.) sabahleyin.

بکرۃ

bukreten ve asîlen: (A.) sabah akşam.

بکرۃ و اصیلا ً

bukreten ve aşiyyen: (A.) sabah akşam.

بکرۃ و عشیا ً

bel: (A.) 1. belki, hatta. 2. bilakis, aksine. 3. daha doğrusu. 4. hayır. 5. yok. 6. zaten.

بل

bilâ: (A.) -siz, -sizin.

بلا

bilâ istisnâ: (A.) istisnasız olarak.

بلا استثنا

bilâ intizâr: (A.) beklenmedik.

بلا انتظار

bilâ’inkıtâ’:(A.) kesintisiz.

بلا انقطاع

bilâte’hîr: (A.) gecikme olmaksızın, tehirsiz.

بلا تأخیر

bilâte’emmul: (A.) beklemeden.

بلا تأمل

bilâterdîd: (A.) kuşkuya kapılmadan

بلا تردید

bilâtevekkuf: (A.)  beklemeden.

بلا توقف

bilâcihet: (A.) sebepsizce.

بلا جهت

bilâsebeb: (A.) sebepsiz.

بلا سبب

bilâşart: (A.) koşulsuz, şartsız.

بلا شرط

bilâşek: (A.) kuşkusuz, şüphesiz.

بلا شک

bilâtâil: (A.) boşuna, yararsız.

بلا طائل

bilâ’ivez: (A.) bedelsiz.

بلا عوض

bilâ fâsile: (A.) 1. sürekli, aralıksız. 2. derhal, hemen.

بلا فاصله

bilâfâyide: (A.) yararsız.

بلا فایده

bilâfasl: (A.) aralıksız.

بلا فصل

bilâkayd: (A.) kayıtsız şartsız.

بلا قید

bilâmukaddeme: (A.) giriş yapmadan, derhal, patadak.

بلا مقدمه

bilâvâsite: (A.) doğrudan doğruya, dolaysız olarak, aracısız.

بلا واسطه

bilâ vesîle: (A.) sebepsiz yere.

بلا وسیله

bilâşubhe: (A.) kuşkusuz, şüphesiz.

بلای شبهه

belki: (A.-F.) belki, şayet.

Ezin vâkıe ham be ebrû-yi Dâş Âkul neyâmed, belki ber aks bâ nihâyet-i horsendî meşgûl tehiyye-i cihâz şud

Daş Âkul bu olay karşısında surat yapmadı. Belki aksine büyük bir hoşnutluk içinde çeyiz düzmekle meşgul oldu. (Se Katre Hûn, s. 78)

ازین واقعه خم به ابروی داش آکل نیامد ، بلکه بر عکس با نهایت خرسندی مشغول تهیهء جهاز شد

2. hatta.

بلکه

belkî: (A.-F.) 1. belki. 2. hatta.

بلکی

bele: (A.-F.) evet.

بله

belâ: (A.) evet.

Ger nemîâyed belâ zîşan velî

Âmedenşan ez adem bâşed belî

Onlardan evet sesi gelmese de

Yokluktan gelmeleri evet demektir. (Mesnevi)

گر نمی آید بلی زیشان ولی

آمدنشان از عدم باشد بلی

بلی

belî: (A.-F.) 1. evet, elbette evet.

Mekâm-i îyş muyesser nemîşeved bîrenc

Belî be hukm-i belâ beste’end ahd-i elest

Yaşam denilen makam çalışıp çabalamadan elde edilemez. Evet, evet, elest (Ben sizin Tanrınız değil miyim?) ahdi belâ (evet) sözü uyarınca verilmiştir. (Hâfız)

مقام عیش میسر نمی شود بی رنج

بلی بحکم بلی بسته اند عهد الست

2. evet, işte böyle.

بلی

bimisli: (A.) misliyle.

بمثل

bon: (Peh.) 1. kök. 2. temel. 3. son. 4. dip.

بن

benâber: (A.-F.) [binâ + ber] -e göre.

Benâ ber hisâbî ki kerdem bîş ez noh sâet hote bûdem

Yaptığım hesaba göre dokuz saatten fazla uyumuştum. (sefernâme-i Galiver)

بنا بر حسابی که کردم بیش از نه ساعت خفته بودم

بنا بر

benâberan: (A.-F.) [binâ + ber + ân] 1. bununla birlikte. 2. bu münasebetle.

بنا بر آن

benâberançi: (A.-F.) [binâ + ber + an + çi] –diğine göre.

Zîrâ ki dakîkî benâber ançi der yekî ez çihârpârehâ-yi hod gofte ve câmî an râ zabt kerde est zertuştîmezheb bûde est

Çünkü Dakîkî kendi dörtlüklerinden birinde dediğine göre ve Câmî’nin de bunu kaydettiği gibi, zerdüştîdir. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 19)

زیرا که دقیقی بنابر آنچه در یکی از چهارپاره های خود گفته و جامی آن را ضبط کرده است زرتشتی مذهب بوده است

بنا بر آنچه

benâberin: (A.-F.) [binâ + ber + in] 1. bununla birlikte. 2. bu münasebetle, bu yüzden. 3. demekki.

بنا برین

benâbe: (A.-F.) [binâ + be] -e göre.

Binâ be efsâneî rûzî esb-i mahbûb şâh morde bûd

Bir efsaneye göre, bir gün Mahbub Şahın atı ölmüştü. (Firdovsî ve Hemâse-i Millî)

بنا به افسانه ای روزی اسب محبوب شاه مرده بود

بنا به

binâ be akîde-i: -e göre.

Benâ be akîde-i kılement-i iskenderânî vahy-i ilâhî nov’î istimrâr u tedâvum u tekâmul dâred

İskenderiyeli Klemens’e göre ilahî vahyin bir tür süreklilik, devam ediş ve tekamülü vardır. (Hikmet ve Huner-i Ma’nevî, s. 9)

بنا به عقیدهء کلمنت اسکندرانی ، وحی الهی نوعی استمرار و تداوم و تکامل دارد

بنا به عقیده

binâen alâhâzâ: (A.) buna dayanarak, buna göre.

بناء علی هذا

be: 1. ismin -e hali. 2. ile.

Herki biyuftâd be tîret, nehâst

Van ki der âmed be kemendet, necest

Attığın okla düşen, bir daha kalkamadı. Kemendine takılan ise, kurtulamadı. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 114)

هرکه بیفتاد به تیرت ، نخاست

 وان که در آمد به کمندت ، نجست

3. - de, -da.

Be deryâ der menâfi’ bîşumâr set

Denizdeki yararlar sonsuzdur.(Gulistân)

به دریا در منافع بی شمار است

به

beh: ne güzel!, ne iyi!

به

bih: iyi.

Kâbûsnâme yekî ez bihterîn-i âsâr-i nesr-i kadîm-i fârsîist

Kâbûsnâme eski Farsça nesrin en iyi örneklerinden biridir. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

قابوس نامه یکی از بهترین آثار نثر قدیم فارسی است

Biyâ biyâ ki ne tu bih ez men kesî peydâ mîkonî ve ne men bih ez tu

Gel, gel; ne sen benden iyisini bulursun, ne de ben senden.  (Şovher-i Âhû Hanum, s. 41)

بیا بیا که نه تو به از من کسی پیدا میکنی و نه من به از تو

Turâ an bih ki rûy-i hod zi muştâkân bepûşânî

Ki şâdiyy-i cihângîrî gam-i leşker nemîerzed

Seni arzulayanlardan yüzünü gizlemen daha iyi. Çünkü fâtihlik sevinci için bir ordunun kahrını çekmeye değmez. (Hâfız)

ترا آن به که روی خود ز مشتاقان بپوشانی

که شادیء جهانگیری غم لشکر نمی ارزد

به

be ittifâk-i: (F.-A.) [be + ittifâk+ -i] birlikte.

Husnet be ittifâk-i melâhat cihân girift/ Ârî be ittifâk cihân mîtevân girift

Alımlılığınla birleşince güzelliğinin ünü dünyaya yayıldı. Birlik olunca bütün dünya alınmaz mı? (Hâfız)

حسنت باتفاق ملاحت جهان گرفت

آری به اتفاق جهان می توان گرفت

به اتفاق ِ

be ihtimâl-i akreb: (F.-A.) büyük olasılıkla.

به احتمال ِ اقرب

be ihtimâl-i karîb be yakîn: (F.-A.) büyük bir olasılıkla.

به احتمال ِ قریب به یقین

be ihtimâl-i kavî: (F.-A.) büyük bir olasılıkla.

İn surûdhâ-yi avestâyî be ihtimâl-i kavî bâ mûsikî hemrâh bûde est

Bu Avesta şiirleri büyük bir ihtimalle musikî ile birlikte okunmuştur. (Firdevsî ve Hamâse-i Millî)

این سرودهای اوستایی باحتمال قوی با موسیقی همراه بوده است

به احتمال ِ قوی

be ihtimâl-i makrûn be hakîkat: (F.-A.) büyük bir olasılıkla.

به احتمال ِ مقرون به حقیقت

be ihtimâl-i nezdîk be yakîn: (F.-A.) büyük bir olasılıkla.

به احتمال ِ نزدیک به یقین

be ihtisâr: (F.-A.) kısaca, özetle; özetleyerek.

به اختصار

bih ez: -den iyi, daha iyi.

Fakîh-i medrese dey mest bûd u fetvî dâd

Ki mey harâm velî bih zi mâl-i evkâf est

Dün medresenin fıkıhçısı sarhoşken fetva verdi: Şarap haram olsa da, vakıf malından iyidir. (Hâfız)

فقیه مدرسه دی مست بود و فتوی داد

که می حرام ولی به ز مال اوقاف است

Çunin ki ez heme sû dâm-i râh mîbînem

Bih ez himâyet-i zulfeş merâ penâhî nîst

Yolumun üstünde her yandan gelebilecek tuzaklar görüyorum. Bu durumda onun saçlarının himayesine girmekten başka sığınma çarem yok. (Hâfız)

چنین که از همه سو دام راه می بینم

به از حمایت زلفش مرا پناهی نیست

Ger âmedenem bemen budî, nâmedemî.

Ver nîz şoden bemen budî, key şodemî?

Bih zan nebudî ki enderin deyr-i herâb,

Ne âmedemî, ne şodemî, ne budemî.

Gelmezdim dünyaya, elimde olsaydı.

Gider miydim dünyadan, elimde olsaydı?

Ne gelirdim, ne giderdim, ne kalırdım.

Şu harabe dünyada; daha iyisi olmazdı. (Hayyâm)

گر آمدنم بمن بدی، نامدمی

ور نیز شدن بمن بدی، کی شدمی؟

به زان نبدی که اندرین دیر خراب

نه آمدمی نه شدمی نه بدمی

به از

be izâ-yi: (F.-A.) karşılığında.

به ازای

be istisnâ-yi: (F.-A.) dışında, istisna olarak, -den başka.

Misl-i inki in peserem ez heme âkilter hâhed şud, elbette be istisnâ-yi peser-i konsûlem

Galiba bu oğlum hepsinden akıllı olacak, tabiî konsolos olan oğlum dışında. (Âzeristân)

مثل اینکه این پسرم از همه عاقل تر خواهد شد ، البته باستثنای پسر کنسولم

به استثنای

be ism-i: (F.-A.) sıfatıyla, olarak, diye.

Hâher ifrite’eş der lehzeî ki men ez bîmârî yu za’f der bister-i merg oftâde bûdem, gerd-i sefîdî râ be ism-i dârû-yi musekkin der âb hal kerd u be hordem dâd

Şeytan kızkardeşi, ben hastalık ve zayıflıktan ölüm döşeğine düşmüşken, müsekkin diye beyaz bir tozu suda eritip içirtti bana. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 24)

خواهر افرته اش در لحظه ای که من از بیماری و ضعف در بستر مرگ افتاده بودم ، گرد سفیدی را باسم داروی مسکن در آب حل کرد و بخوردم داد

به اسم ِ

be ıstılâh: (F.-A.) deyim yerindeyse, tabiri cayizse.

Û evvelîn kesî bûd ki ez men perhîz nekerd ve merâ be istilâh saykal u cilâ dâd

O benden sakınmayan ve tabiri caizse beni cilâlayıp parlatan ilk kişiydi. (Rodin)

او اولین کسی بود که از من پرهیز نکرد و مرا باصطلاح صیقل و جلا داد

به اصطلاح

be izâfe-i: (F.-A.) ek olarak, ilaveten.

به اضافهء

be akselgâye: (F.-A.) son derece, azamî.

به اقصی الغایه

be akvâ ihtimâl: (F.-A.) büyük ihtimalle.

به اقوی احتمال

be omîd-i inki: (F.-A.) [be + omîd + -i + in + ki] ümidiyle, umuduyla.

Be omîd-i inki tesâdufen bâ mihrî râst biyâyed, der etrâf-i hâne-i anhâ perse mîzed

Tesadüfen Mihri ile karşılaşır umuduyla onların evinin etrafında dolaşıyordu. (Âzeristân)

بامید اینکه تصادفا ً با مهری راست بیاید ، در اطراف خانهء آنها پرسه می زد

 به امید ِ اینکه

be endâze:ölçüsüyle, ölçüyü kaçırmadan.

Sûfî er bâde be endâze hored, nûşeş bâd

Verne endîşe-i in kâr ferâmûşeş bâd

Sûfî bâdeyi ölçüsünde içerse, afiyet olsun, içsin. Ölçüyü kaçıracaksa, bu fikirden vazgeçsin. (Hâfız)

صوفی ار باده به اندازه خورد ، نوشش باد

ورنه اندیشهء این کار فراموشش باد

به اندازه

be endâzeî ki: -cek kadar, -dığı ölçüde.

Hettâ be endâzeî ki betevâned çend kademî hem berdâred nîrû nedâşt

Hatta birkaç adım atacak kadar bile gücü yoktu. (Nesr-i Derî-i Efgânistân)

حتی به اندازه ای که بتواند چند قدمی هم بردارد نیرو نداشت

به اندازه ای که

be endâze-i: -diği kadar, -diği ölçüde, kadar, -lik.

Goftem intovr nîst. Men mîdânem ki torâ eger bîşter ez û dûst nedâşte bâşed, be endâze-i û mîhâhed

Böyle değil. Seni ondan çok sevmese bile, onun kadar istediğini biliyorum dedim. (Şîrîn Kelâ)

گفتم اینطور نیست من میدانم که ترا اگر بیشتر از او دوست نداشته باشد ، باندازهء او میخواهد

Be endâze-i çehâr nefer gezâ mîhorem

Dört kişinin yiyeceği kadar yemek yiyorum. (Maraz-i Kand)

به اندازهء چهار نفر غذا میخورم

به اندازهء

be endâze-i kâfî: (F.-A.) yeterince, yeteri kadar.

Û kabl ez inki in tasmîm râ begîred be endâze-i kâfî girîste bûd

O, bu kararı vermeden önce yeteri kadar ağlamıştı. (Âzeristân)

او قبل از اینکه این تصمیم را بگیرد به اندازهء کافی گریسته بود

Vera bâ hemyâzeî goft: Be endâze-i kâfî pul nedârem

Vera esneyerek Yeteri kadar param yok dedi. (Nohostîn Mozd-i Men)

ورا با خمیازه ای گفت به اندازهء کافی پول ندارم

به اندازهء کافی

be ender: ,-de, -da

Be hîç sûretî ender nebâşed an heme ma’nî

Be hîç sûretî ender nebâşed an heme âyet

Hiçbir yüzde bunca mânâ, hiçbir sûrede bunca âyet yoktur. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 204)

بهیچ صورتی اندر نباشد آن همه معنی

بهیچ سورتی اندر نباشد آن همه آیت

به اندر

be enderûn: -de, -da.

Yekî bang ber zed behâb enderûn

Ki lerzân şud an hâne-i sad sutûn

Uyurken öyle bir bağırdı ki o yüz sütunlu saray zangır zangır titredi. (Şâhnâme, I/37, beyit 54)

یکی بانگ بر زد بخواب اندرون

که لرزان شد آن خانهء صد ستون

به اندرون

be in tertîb: (F.-A.) 1. böylece, bu şekilde, şöyle, şu şekilde, bu minval üzere.

Do sâl u nîm bein tertîb gozeşt

İki buçuk yıl bu minval üzere geçti. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 59)

دو سال و نیم باین ترتیب گذشت

Seyyid Mîrân gofte’eş râ be in tertîb idâme dâd

Seyyid Mîran sözlerine şöyle devam etti. (Şovher-i Âhû Hanum)

سید میران گفته اش را به این ترتیب ادامه داد

2. bu durumda.

Pes be in tertîb hiyâl-i reften be îrân râ nedârî

Peki bu durumda İran’a gitmeyi düşünmüyor musun? (Lûlîyî Mâcerâ Mîkerd)

پس به این ترتیب خیال رفتن به ایران را نداری؟

به این ترتیب

be in zûdî: yakında, pek yakında.

به این زودی

bein sebeb: (F.-A.) bu sebeple, bu nedenle.

به این سبب

be in şart ki: (F.-A.) şu şartla ki.

به این شرط که

be in sûret ki: (F.-A.) şöyle ki.

به این صورت

be in sûret ki: (F.-A.) şöyle ki.

به این صورت که

be in gûne: böyle, bu denli,bunun gibi, böylece, böylelikle.

Be in gûne ez sîstân nosheî şâmil-i bahşî ez seyrulmulûk-i ibn-i mukaffa’ be dest âverd

Böylece Sistan’dan İbn-i Mukaffa’nın Seyrülmulûk’undan birbölümü içeren bir nüsha ile geçirdi. (Dîbâce-i Şâhnâme, s. 21)

باین گونه از سیستان نسخه ای شامل بخشی از سیر الملوک ابن مقفع به دست آورد

به این گونه

be in vesîle: (F.-A.) bu vesile ile, bu nedenle.

Âyâ nemîhâst be in vesîle ez dest-i û begurîzed?

Bu vesile ile onun elinden kaçmak istemiyor muydu acaba? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 84)

آیا نمی خواست باین وسیله از دست او بگریزد؟

به این وسیله

be in ki: -ğine, -e göre,  -mesine, mesiyle.

Ahâyi Refîk, der cây-i hod beist u be inki mîbînî muteveccih bâş

Hey arkadaş! Yerinde kal ve gördüğüne dikkat et. (Deryâ-yi Govher)

آهای رفیق! در جای خود بایست و باینکه می بینی متوجه باش

Dest râ bekûşiş-i inki endîşe-i nâhoşâyendî râ ez hod berâned be pîşânî mâlîd

Nahoş bir düşünceyi başından uzaklaştırma çabasıyla elini alnına sürdü. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 35)

دست را بکوشش اینکه اندیشهء ناخوش آیندی را از خود براند به پیشانی مالید

به اینکه

be besî: [be + bes + î] birçok.

به بسی

be behâne-i inki: bahanesiyle.

Be behâne-i inki cây-i dîgerî da’vet dârem ez ancâ hâric şudem

Başka bir yere davetli olduğum bahanesiyle oradan ayrıldım. (Maraz-i Kand)

به بهانهء اینکه جای دیگری دعوت دارم از آنجا خارج شدم

به بهانهء اینکه

be bîhûde: boş yere, boşu boşuna.

Mahmûd çendî râ be bîhûde der tekâpû-yi çonin kesî gozerând

Mahmut bir süre boşu boşuna böyle birini aradı durdu. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 22)

محمود چندی را به بیهوده در تکاپوی چنین کسی گذراند

به بیهوده

be tâzegî: yeni, yeniden.

Yek rûz mollâ gûsâle-i hîş râ ki be tâzegî mutevellid şode bûd berdâşt u be sahrâ bord tâ beçerâned

Bir gün Hoca yeni doğan buzağısını alıp otlatmak üzere kıra götürdü. (Molla ve Hereş, s. 3)

یک روز ملا گوسالهء خویش را که به تازگی متولد شده بود برداشت و بصحرا برد تا بچراند

به تازگی

be tertîb: (F.-A.) yerli yerince.

به ترتیب

be tertîb-i: (F.-A.) olarak, şeklinde.

به ترتیب ِ

be tacîl: (F.-A.) [be + tacîl] aceleyle, alelacele.

Beta’cîl der-i çemedân râ bestem

Aceleyle valizi kapattım. (Bûf-i Kûr)

بتعجیل در چمدان را بستم

به تعجیل

be tefârîk: (A.) ayrı ayrı.

به تفاریق

be tafsîl: (F.-A.) uzun uzadıya, ayrıntılı olarak.

به تفصیل

be takrîb: (F.-A.) yaklaşık olarak.

به تقریب

be temâm-i ma’nî: (F.-A.) tam, dört dörtlük, tam manasıyla.

Codâ ustâd nûrî ustâd-i betemâm-i ma’nî bûd

Gerçekten Nuri Usta tam bir ustaydı. (Nâbiga-i Hûş)

جدا استاد نوری استاد بتمام معنی بود

به تمام ِ معنی

be tenâsub: (F.-A.) nispetle, oranla.

به تناسب

be tondî: hızlı hızlı, süratle.

Veli Jan ki be tondî ezpellehâ bâlâ mîreft cevâbî nedâd

Fakat hızlı hızlı basamakları çıkan Jan bir cevap vermedi. (Deryâ-yi Govher)

ولی ژان که به تندی از پله ها بالا میرفت جوابی نداد

به تندی

be tenhâyî: tek başına.

به تنهایی

be tevessut-i: (F.-A.) eliyle, aracılığıyla, tarafından.

Der mektûb-i şomâ ez kirmân be tevessut-i şeyh ehevî ez islâmbul in hefte resîd

Kirman’dan gönderdiğiniz iki mektup İstanbul’dan Şeyh Ehevî aracılığıyla bu hafta geldi. (Berresî)

در مکتوب شما از کرمان به توسط شیخ اخوی از اسلامبول این هفته رسید

به توسط ِ

becâ: [be + câ] 1. yerinde.

Men eger be cây-i û bûdem yek şeb tûy-i şâm-i heme zehr mîrîhtem

Onun yerinde olsam, bir gece herkesin akşam yemeğine zehir koyardım. (Se Katre Hûn)

من اگر بجای او بودم یک شب توی شام همه زهر می ریختم

2. hayatta.

Vakt-i seher est; hîz ey mâye-yi nâz;

Nermek nermek bâde hor u çeng nevâz.

Kanhâ ki becâyend, nepâyend kesî.

Vanhâ ki şodend, kes nemî âyed bâz.

Seher vakti; kalk ey naz kaynağı.

Yavaş yavaş iç badeyi, çal çengi.

Hayatta olanlar, kalmayacak çok.

Gidenler ise gelmeyecek geri. (Hayyâm)

وقت سحر است خیز ای مایهء ناز

نرمک نرمک باده خور و چنگ نواز

کانها که بجایند، نپایند کسی

وانها که شدند کس نمی آید باز

به جا

becây-i: 1. yerine, yerinde, hakkında, -cek yerde..

Merâ vekâr u cefâ-yi tu pîş yeksân est

Ki herçi dûst pesended be cây-i dûst

Benim nazarımda senin vefan da bir, cefan da. Çünkü dost, dostu için ne beğenirse, iyidir. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 128)

مرا وقار و جفای تو پیش یکسان است

که هرچه دوست پسندد به جای دوست

Men eger be cây-i û bûdem, yek şeb tûy-i şâm-i heme zehr mîrîhtem

Onun yerinde olsam, bir gece herkesin akşam yemeğine zehir koyardım. (Se Katre Hûn)

من اگر به جای او بودم ، یک شب توی شام همه زهر می ریختم

2. olarak.

Her kitâbî râ bâlâ nigehdâşt u tekân dâd, be umîd-i inki ez kibrîthâyî ki becây-i nişâne lâ-yi safhehâ mîgozâred, yekî pâyîn ofted

Sayfaların arasına işaret olarak koyduğu kibritlerden biri düşer ümidiyle her kitabı kaldırıp salladı. (Kûtî-i Kibrît)

هر کتابی را بالا نگهداشت و تکان داد ، به امید اینکه از کبریت هایی که به جای نشانه لای صفحه ها می گذارد ، یکی پایین افتد

İn taht râ be cây-i taht-i cerrâhî ihtiyâr kerde bûd

Bu yatağı ameliyat masası olarak seçmişti. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

این تخت را به جای تخت جراحی اختیار کرده بود

به جای

be cây-i anki: yerine, -cek yerde.

Emmâ becây-i anki râh-i râst der pîş gîred, besûy-i cengelî ki ez dûr dîde mîşud gurîht

Ama doğru yolu tutacağı yerde uzaktan görülen ormana doğru kaçtı. (Vilgerd)

اما بجای آنکه راه راست در پیش گیرد ، بسوی جنگلی که از دور دیده می شد گریخت

Men becây-i anki zen-i tu bâşem, refîka-yi tu hestem

Senin karın olacak yerde arkadaşınım. (Do Zen)

من بجای آنکه زن تو باشم ، رفیقهء تو هستم

به جای آنکه

be câyi in ki: yerine, -cek yerde.

Vaktî insân binâ-yi tâc mahal râ becây-i inki der îrân bebîned, der hindûstân mîbîned, duçâr-i şigiftî yu hayret mîşeved

İnsan Tac Mahal’i İran’da görecek yerde Hindistan’da görünce hayrete düşüyor. (Gulbang)

وقتی انسان بنای تاج محل را بجای اینکه در ایران ببیند ، در هندوستان می بیند ، دچار شگفتی و حیرت می شود

به جای اینکه

becây-i hod: [be + cây + -i  + hod] 1. (ask.) yerinize! 2. kendi çapında, başlı başına. 3. şöyle dursun, bu yana.

Vaktî şumâ râ dîdem hoşvakt şodem,pîyâderovî yu hestegî be cây-i hod, velî ez tenhâyî bîşter hovsele’em ser refte bûd

Sizi görünce memnun oldum. Yürümek ve yorgunluk bir yana, ama daha çok yalnızlıktan sıkılmıştım.  (Kıssehâ-yi Hûb, s. 46)

وقتی شما را دیدم خوشوقت شدم ، پیاده روی و خستگی به جای خود ، ولی از تنهایی بیشتر حوصله ام سر رفته بود

به جای خود

becoz: (F.-A.) [be + coz] -den başka, dışında, hariç.

Eknûn ki zi hoşdilî becoz nâm nemând,

Yek hemdem-i pohte coz mey-i hâm nemând.

Dest-i tarab ez sâgar-i mey bâz megîr,

İmrûz ki der dest becoz câm nemând!

Mutluluktan yana şimdi namdan başkası kalmadı.

Olgun bir dost olarak ham meyden başkası kalmadı.

Çekme neşe elini mey kadehinden.

Bugün elde kadehten başkası kalmadı. (Hayyâm)

اکنون که ز خوشدلی بجز نام نماند

یک همدم پخته جز می خام نماند

دست طرب از ساغر می باز مگیر

امروز که در دست بجز جام نماند

Becuz ebrû-yi tu mihrâb-i dil-i Hâfız nîst

Tâ’at-i gayr-i tu der mezheb-i mâ netvân kerd

Hâfız’ın gönlündeki mihrap, senin kaşlarından başka bir şey değil. Bizim meşrebimizde senden başkasına ibadet edilemez. (Hâfız)

بجز ابروی تو محراب دل حافظ نیست

طاعت غیر تو درمذهب ما نتوان کرد

به جز

be coz ez: (F.-A.) -den başka, dışında, hariç.

Adû çun tîg keşed, men siper biyendâzem

Ki tîg-i mâ becuz ez nâleî yu âhî nîst

Düşman kılıç çekerse, biz kalkan atarız. İniltiden, âhtan başka kılıcımız yok. (Hâfız)

عدو چون تیغ کشد من سپر بیاندازم

که تیغ ما بجز از ناله ای و آهی نیست

به جز از

be coz ez anki: -den başka, dışında.

به جز از آنکه

becomlegî: (F.-A.) [be + comle + g + î] bütün.

Esrâr becumlegî benezd-i herkesî

Angâh şeved iyân ki sandûk şikest

Bütün sırlar ancak sandık kırıldığı zaman açığa çıkar. (Evhad)

اسرار بجملگی بنزد هرکسی

آنگاه شود عیان که صندوق شکست

به جملگی

be cenb-i: (F.-A.) yanında.

Pes yûsuf râ be zindan bordend ki becenb-i serây-i zuleyhâ bûd

Bunun üzerine Yusuf’u Züleyha’nın sarayının yanındaki zindana götürdüler. (Derd-i Aşk-i Zuleyhâ)

پس یوسف را به زندان بردند که بجنب سرای زلیخا بود

به جنب ِ

be cihet-i: (F.-A.) nedeniyle, için.

به جهت ِ

be çi âyîn: nasıl?, ne şekilde?

Kadehî derkeş u serhoş be temâşâ behurâm

Tâ bebînî ki nigâret be çi âyîn âmed

Çek bir kadeh, çakır keyif ol, onu seyre çık. Gör bakalım, sevgilin nasıl bir geliş geliyor. (Hâfız)

قدحی درکش و سرخوش به تماشا بخرام

تا ببینی که نگارت بچه آین آمد

به چه آیین

be çi derece: (F.-A.) ne derece, ne derecede, ne kadar, ne denli, ne ölçüde.

Şâyed û hîçFernando beçi derece der renc u ezâb est

Belki de o, Fernando’nun ne derece gazap ve acı içinde olduğunu bilmiyordu. (Don Karlos)

شاید او هیچ نمی دانسته است که فرناندو بچه درجه در رنج و عذاب است

به چه درجه

be çi delîl: (F.-A.) niçin, neden, hangi delille.

به چه دلیل

be çi sebeb: (F.-A.) hangi sebeple, ne sebeple.

به چه سبب

be çi illet: (F.-A.) hangi nedenle.

به چه علت

be çi munâsebet: (F.-A.) neden, ne münasebetle.

به چه مناسبت

be hadd-i kâfî: (F.-A.) yeterince, kâfi miktarda.

Der eyâlât-i cenûb-işarkî mânend-i kirmân u belûçistân henûz âsâr-i gulâmî yu berdegî be hadd-i kâfî movcûd est

Kirman ve Belûçistan gibi güneydoğu bölgelerinde hâlâ yeterince kölelik izleri mevcuttur. (Ez Sabâ tâ Nîmâ)

در ایالات جنوب شرقی مانند کرمان و بلوچستان هنوز آثار غلامی و بردگی به حد کافی موجود است

به حد کافی

be hads-i karîb be yakîn: (F.-A.) büyük bir olasılıkla.

به حدس قریب به یقین

be haddî ..ki: (F.-A.) [be + hadd + î + ki] -cek kadar, -cek derecede, -cek ölçüde.

Nîrû-yi rûh-i şâirâne-i û behaddîst ki bemovcûdât-i bîcân nîz cân mîdehed

Onun şairane ruhunun gücü cansız varlıklara da can verecek derecededir. (Eş’âr-i Muntehab)

نیروی روح شاعرانهء او بحدیست که بموجودات بی جان نیز جان می دهد

به حدّی ...که

be hakk-i: 1. hakkı için.

Hâfız be hakk-i Kur’ân kez şeyd u zerk bâz ây

Bâşed ki gûy-i iyşî der in cihân tevan zed

Hâfız, Kur’ân hakkı için, ikiyüzlülüğü, düzeni bir tarafa bırak. Bakarsın, bu dünyada da hoşça yaşama topuna vurmak mümkün olur. (Hâfız)

حافظ بحق قرآن کز شید و زرق باز آی

باشد که گوی عیشی در اینجهان توان زد

2. Allah’a yemin ederim ki.

به حق ِ

be hokm-i: (F.-A.) yoluyla, -e göre.

به حکم ِ

be hokm-i anki: (F.-A.) çünkü.

Zi fikr-i tefrika bâz ây tâ şevî mecmû’

Be hukm-i anki çu şud ehrimen, surûş âmed

Kurtul dağınık cümlelerden, topla kendini. Çünkü şeytan gitti, melek geldi. (Hâfız)

ز فکر تفرقه باز آی تا شوی مجموع

بحکم آنکه چو شد اهرمن ، سروش آمد

به حکم ِ آنکه

be hays-i: (F.-A.) bakımından, cihetiyle, yönüyle, olarak.

به حیث ِ

be hâtir-i: (F.-A.) 1. yüzünden, için, sebebiyle, dolayısıyla, uğruna.

Nâsir-i Hosrov behâtir-i efkâr-i mezhebî yu felsefîyeş mûvrid-i ta’kîb-i muteassibân-i sunî karâr girift

Nâsır-ı Hüsrev dinî ve felsefî düşünceleri yüzünden sünnî mutaassıpların takibine uğradı. (Hezâr sâl-i nesr-i pârsî)

ناصر خسرو بخاطر افکار مذهبی و فلسفی اش مورد تعقیب متعصبان سنی قرار گرفت

2. hatırı için.

به خاطر ِ

be hâtir-i inki: (F.-A.) diye, -diği için.

Karolin zenî bûd ki hâher-i kûçek-i hod râ behâtir-i inki ez mâder-i dîgerîst bâ pâre-i âhen bekasd-i koşten zed

Karolin, başka bir annedendir diye bir demir parçasıyla kız kardeşini öldüresiye döven bir kadındı. (Adâlet-i Âsumân)

کارولین زنی بود که خواهر کوچک خود را بخاطر اینکه از مادر دیگری است با پاره آهن بقصد کشتن زد

 

به خاطر ِ اینکه

be husûs: (F.-A.) özellikle, hele hele.

Ve eger gorbe-i garîbe gozâreş be ancâ mîoftâd, behusûs eger mâde bûd, muddethâ sedâ-yi fîf, tegayyur ve nâlehâ-yi donbâledâr şenîde mîşud

Eğer yabancı bir kedinin yolu oraya düşse, hele hele dişi olsa, uzun süretislâma, kızgınlık sesleri ve ardı arkası kesilmez iniltiler duyuluyordu. (Se Katre Hûn)

و اگر گربهء غریبه گذارش به آنجا می افتاد ، بخصوص اگر ماده بود ، مدتها صدای فیف ، تغیر و ناله های دنباله دار شنیده می شد

به خصوص

be hulûs: (F.-A.) halisane, içtenlikle.

به خلوص

be hâst-i: isteğiyle, iradesiyle, dileğiyle.

به خواست ِ

be hûbî: adamakıllı, iyice, bir iyice, bir güzel, pekâla.

Behûbî mîdâned ki der pes-i pîşânî-yi men çi mîgozered

Aklımdan geçenleri pekâlâ biliyor. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 102)

بخوبی می داند که در پس پیشانی من چه می گذرد

به خوبی

be hûbî-yi: [be + hûb + î + -yi] kadar.

Emmâ bakiye-i sergozeşt-i û râ behûbî-yi men nemîdânîd

Ama kuşkusuz onun macerasını benim kadar bilmezsiniz. (Peşîmân)

اما بقیهء سرگذشت او را بخوبی ء من نمی دانید

به خوبیء

behodi-yi hod: [be + hod + î + y + i + hod] kendi çapında, kendi ölçüsünde.

به خودی خود

be hiyâl-i hod: (F.-A.) aklınca, aklısıra.

به خیال ِ خود

be hiyâl-i hodeş: (F.-A.) aklınca, aklısıra, kafasına göre.

به خیال ِ خودش

be hiyâl-i vâhî: (F.-A.) yok pahasına, öldüm pahasına.

به خیال ِ واهی

be hiyâl-i inki: (F.-A.) 1. düşüncesiyle. 2. zannıyla.

به خیال اینکه

be hiyâlet: (F.-A.) [be + hiyâl + et] sence.

Behiyâl-i tu men nemîdânem?

Pes çerâ ez men mîporsî?

Sence ben bilmiyor muyum? -Peki neden bana soruyorsun? (Girdâb)

بخیال تو من نمی دانم؟

پس چرا از من می پرسی؟

به خیالت

be derâzâ-yi: uzunluğunda.

به درازای

be dorostî: doğru dürüst, doğru düzgün, tam.

به درستی

be defe’ât: (F.-A.) defalarca.

به دفعات

be delîl-i: (F.-A.) nedeniyle, sebebiyle.

به دلیل ِ

be delîl-i anki: (F.-A.) sebebiyle, -dığı için, çünkü.

Be delîl-i anki der in sûret mî bâyestî der tarz-i idâre-i anhâ ve mâ şebâhetî bâşed

Çünkü bu takdirde onlarla bizim idare tarzımızda bir benzerlik olması gerekirdi. (Homâ)

بدلیل آنکه در این صورت می بایستی در طرز ادارهء آنها و ما شباهتی باشد

به دلیل ِ آنکه

be delîl-i in ki: (F.-A.) 1. çünkü. 2. nedeniyle, -dığı için.

به دلیل ِ اینکه

be donbâl-i: ardından, peşinden.

Be donbâl-i in kaziyye tûlî nekeşîd ki kâr u bâr-i pederem zîr u rû şud

Bu meselenin ardından çok geçmeden babamın işi alt üst oldu. (Lâşe-i Mâr)

به دنبال این قضیه طولی نکشید که کار و بار پدرم زیر و رو شد

به دنبال ِ

be dîger sohen: bir başka deyişle.

به دیگر سخن

be râbite: (F.-A.) [be + râbite] hakkında, için.

Ez bes râci’ be mâcerâ-yi hod sohbet kerdeî ba’zî eşhâs sû-i zannî berâbite-i mâ borde’end

O kadar kendi macerandan söz ettin ki bazı kişiler hakkımızda suizanda bulundular. (Hindû)

از بس راجع بماجرای خود صحبت کرده ای بعضی اشخاص سوء ظنی برابطهء ما برده اند

به رابطه

be râhetî: (F.-A.) rahatlıkla, rahatça, kolayca.

به راحتی

berâstâ: [be + râst + â] hakkında.

به راستا

be râstâ-yi: 1. doğrultusunda. 2. hakkında.

به راستای

berâstî: [be + râst + î] gerçekten.

Âyâ berâstî çonin tesevvur mîkonîd

Acaba gerçekten böyle mi tasavvur ediyorsunuz? (Don Karlos)

آیا براستی چنین تصور می کنید؟

Ve gîrem men berâstî an elmâs-i saht u dirahşânî bûdem ki hîç filizzî netevâned hat ber an biyendâzed

Diyelim ki ben gerçekten de hiçbir metalin çizemeyeceği sert ve parlak elmastım. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 110)

و گیرم که من براستی آن الماس سخت و درخشانی بودم که هیچ فلزی نتواند خط بر آن بیاندازد

به راستی

beresm-i: (F.-A.) [ber + resm-i] olarak, niyetine, ile, şeklinde.

Mîrân-i sorâbî ez nov selâm kerd, tebessum ber leb âverd ve be resm-i şûhî goft

Mîrân-i Sorâbî tekrar selâm verdi. Gülümsedi ve şaka yollu dedi ki: (Şovher-i Âhû Hanum, s. 4)

میران سرابی از نو سلام کرد ، تبسم بر لب آورد و برسم شوخی گفت

به رسم ِ

be resm-i şûhî: (F.-A.) şaka yollu.

Mîrân-i Sorâbî ez nov selâm kerd. Tebessum ber leb âverd u beresm-i şûhî goft.

Mîrân-i Sorâbî tekrar selâm verdi, gülümsedi ve şaka yollu dedi ki. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 4)

میران سرابی از نو سلام کرد ، تبسم بر لب آورد و برسم شوخی گفت

به رسم ِ شوخی

be ragbet: (F.-A.) istekle.

Be lâbe goft şebî mîr-i meclis-i tu şevem

Şudem be rağbet-i hîşeş kemîn gulâm u neşud

Bir gece senin meclisinin efendisi olayım bari diyecek oldu şakacıktan, en hakir köle kesildim istekle ama, gelmedi, olmadı gitti. (Hâfız)

به لابه گفت شبی میر مجلس تو شوم

شدم برغبت خویشش کمین غلام و نشد

به رغبت

be ragm-i: (F.-A.) –e karşı, rağmen, rağmına.

Be ragm-i muddeiyânî ki men’-i aşk kunend

Cemâl-i çihre-i tu huccet-i muvecceh-i mâst

Aşkı inkâr eden iddiacılara rağmen senin yüz güzelliğin bizim inkâr edilemez kanıtımızdır. (Hâfız)

برغم مدعیانی که منع عشق کنند

جمال چهرهء تو حجت موجه ماست

Hemçu Hâfiz be rağm-i muddeiyân

Şi’r-i rindâne goftenem heves est

Şu iddiacılara rağmen, Hafız gibi rintçe şiirler söylemek istiyorum. (Hâfız)

همچو حافظ برغم مدعیان

شعر رندانه گفتنم هوس است

به رغم ِ

be rûy-i: üzerine, üstüne, ilişkin.

به روی

bih zi: -den iyi, daha iyi.

Derdem nihufte bih zi tabîbân-i muddeî

Bâşed ki ez hizâne-i gaybem devâ konend

Derdimi doktor müsveddeleri bilmesin, daha iyi. Belki gayp hazinelerinde derdimin devası bulunur. (Hâfız)

دردم نهفته به ز طبیبان مدعی

باشد که از خزانهء غیبم دوا کنند

به ز

be zûdî: yakında, pek yakında, kısa zamanda.

به زودی

be sâ’et: (F.-A.) hemen, derhal.

به ساعت

be sâl-i: yılında.

به سال ِ

be sebeb-i: (F.-A.)] sebebiyle, yüzünden.

Tu besebeb-i vey bednâm şodî

Onun yüzünden adın kötüye çıktı. (Derd-i Aşk-i Zuleyhâ)

تو بسبب وی بدنام شدی

به سبب ِ

be sohen-i dîger: bir başka deyişle.

به سخن دیگر

be sur’et: (F.-A.) hemencecik, hızla, derhal.

Yeke’eş râ bergerdânde bûd ve bâ nân-i zîr-i bagaleş besur’et dûr mîşud

Yakasını kaldırmış, koltuğunun altında ekmek, hızla uzaklaşıyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 31)

یقه اش را برگردانده بود و با نان زیر بغلش بسرعت دور می شد

به سرعت

be zur’et-i herçi temâmter: (F.-A.) olanca hızıyla, son sürat.

Bu ser’et-i herçi temâmter otomobil râ mîrând

Otomobili son sürat sürüyordu. (Se Katre Hûn, s. 164)

بسرعت هرچه تمام تر اتومبیل را می راند

به سرعت هرچه تمام تر

be sezâ: lâyıkıyla.

Ankes ki botem râ be sezâ sutûdest

Û hem be hikâyet ez kesî beşnûdest

Sevgilimi lâyıkı ile öven kişi de o övgüyü başkasından duymuştur. (Evhad)

آن کس که بتم را بسزا ستودست

او هم بحکایت از کسی بشنودست

به سزا

be sa’y: (F.-A.) aceleyle, çabucak.

به سعی

be sa’y-i: (F.-A.) tarafından, çalışmasıyla.

به سعی ِ

be sa’y u ihtimâm-i: (F.-A.) tarafından, çalışmasıyla.

به سعی و اهتمام ِ

be sûy-i: 1. -e, -a, -e doğru, tarafına. 2. nedeniyle, için.

به سوی

be şiddet: (F.-A.) 1. son derece, haddinden fazla.

Be firâset deryâft ki zen-i cevân gayr ez in nemîtevânist reftârî kerde bâşed. Bâ in vasf beşiddet tû-yi zovkeş horde bûd

Genç kadının bundan başka bir şekilde davranamayacağını sezinlemişti. Doğrusu bu da çok hoşuna gitmişti hani. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 120)

بفراست دریافت که زن جوان غیر از این نمی توانست رفتاری کرده باشد ، با این وصف بشدت توی ذوقش خورده بود

2. şiddetle. 3. zorla, cebren. 4. kuvvetle.

به شدت

be şerh: (F.-A.) ayrıntılı olarak, eni konu.

Husn-i endâmet nemîgûyem beşerh

Hod hikâyet mîkoned pîrâhenet

Boyunun bosunun güzelliğini ayrıntılı olarak söylemem. Zaten üstündeki giysi güzelliğini dile getiriyor. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 202)

حسن اندامت نمی گویم به شرح

خود حکایت میکند پیراهنت

به شرح

be şart-i: (F.-A.) şartıyla, koşuluyla.

Kadeh be şart-i edeb gîr zanki terkîbeş

Zi kâse-i ser-i cemşîd u behmenest u kubâd

Eline kadehi edeple al. Çünkü terkibinde Cemşid’in, Behmen’in, Kubâd’ın başı var. (Hâfız)

قدح بشرط ادب گیر رانکه ترکیبش

ز کاسهء سر جمشید و بهمناست و قباد

Tâ bendegî çu gedâyân be şart-i muzd mekun

Ki dûst hod reviş-i bendeperverî dâned

Kulluk edeceksen, dilenciler gibi para karşılığı kulluk etme. Çünkü dost dediğin kulunu kollamayı, gözetmeyi bilir zaten. (Hâfız)

تا بندگی چو گدایان بشرط مزد مکن

که دوست خود روش بنده پروری داند

به شرط

be şart-i anki: (F.-A.) koşuluyla, şartıyla.

Biyâr bâde vu evvel be dest-i Hâfiz dih

Be şart-i anki zi meclis sohen be der nereved

Getir bâdeyi, önce ver Hâfız’ın eline. Ama bir şartla; söz meclisten dışarı gitmesin. (Hâfız)

بیار باده و اول به دست حافظ ده

بشرط آنکه ز مجلس سخن به در نرود

به شرط ِ آنکه

be şart-i inki: (F.-A.) koşuluyla, yartıyla.

Herçi mîhâhî bekun beşart-i inki begozârî men âşık-i tu bâşem; tekâzâ-yi dîgerî nedârem

Aşığın olmama izin vermek şartıyla ne istersen yap; başka bir dileğim yok. (Perîçihr)

هرچه می خواهی بکن بشرط اینکه بگذاری من عاشق تو باشم ، تقاضای دیگری ندارم

به شرط ِ اینکه

be şartî ki: (F.-A.) koşuluyla, şartıyla.

به شرطی که

be şeklî ki: (F.-A.)–cek şekilde.

Zîrâ destmâyehâyî ki şâir be kâr girifte takrîben yeksere ez miyân refte est be şeklî ki dîger berâyi mâ vesîle-i mukâyese-i mustakîmî bâkî nemânde est

Çünkü şairin kullandığı kaynaklar mukayese imkânı bırakmayacak şekilde hemen hemen tümüyle kaybolmuştur. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 24)

زیرا دستمایه هایی که شاعر به کار گرفته تقریبا یکسره از میان رفته است ، به شکلی که دیگر برای ما وسیلهء مقایسهء مستقیمی باقی نمانده است

به شکلی که

be serâhet: (F.-A.) açıkça.

Velî û bîgunâhî-yi hod râ beserâhet zikr nekerde

Fakat o kendi suçsuzluğunu açıkça zikretmemiş. (Adâlet-i Âsumân)

ولی او بیگناهی خود را بصراحت ذکر نکرده

به صراحت

be sirf-i anki: (F.-A.) diye, -diği halde.

Delîlî nedâred ki kelime-i râyicî râ tagyîr dehîm be sirf-i anki zemânî ma’nâ-yi nâhoşâyend dâşte est

Bir zamanlar uygunsuz bir mânâsı vardı diye rayiç olan bir kelimeyi değiştirmemizin mânâsı yoktur. (Galat Nenevîsîm, . 249)

دلیلی ندارد که کلمهء رایجی را تغییر دهیم به صرف آنکه زمانی معنای ناخوشایند داشته است

به صرف آنکه

be sirf-i inki: (F.-A.) diye, -diği halde.

به صرف اینکه

be sûret: (F.-A.) görünüşte, görünüşe bakılırsa.

Be sûret ez nazar-i mâ egerçi mahcûb est

Hemîşe der nazar-i hâtir-i mureffeh-i mâst

Görünüşte bize uzak olsa da daima bizim müreffeh gönlümüzde onun yeri vardır. (Hâfız)

بصورت از نظر ما اگرچه محجوب است

همیشه در نظر خاطر مرفه ماست

به صورت

be sûret-i: (F.-A.) şeklinde, halinde, durumunda, olarak.

به صورت ِ

be zarûret: (F.-A.) ister istemez, zorunlu olarak.

Bende râ kıllet-i mâlî rûy numûd ve der vatan-i hod netevânistem bûden. Bezarûret bâ ehl u iyâl-i hod kurbet-i gurbet ihtiyâr kerdem

Malî sıkıntıya düştüm ve yurdumda kalamaz oldum. İster istemez çoluk çocuğumla birlikte gurbet sıkıntısını seçtim. (Mucmel-i Fasîhî, I/252)

بنده را قلت مالی روی نمود و در وطن خود نتوانستم بودن. بضرورت با اهل و عیال خود کربت غربت اختیار کردم

به ضرورت

be zamîme: (F.-A.) ilişikte.

به ضمیمه

be zamîme-i: (F.-A.) ilavesiyle.

به ضمیمهء

be tarz-i: (F.-A.) şekilde, şeklinde.

Ez rûzî ki bâ hoceste âşinâ şode bûd û râ be tarz-i vahşiyâneî dûst dâşt

Tanıştığı günden beri Huceste’yi vahşice seviyordu. (Se Katre Hûn, s. 148)

از روزی که با خجسته آشنا شده بود او را بطرز وحشیانه ای دوست داشت

به طرز ِ

be taraf-i: (F.-A.) [be + taraf + -i] -e doğru, -e, -a.

به طرف ِ

be taraf-i dîger: (F.-A.) başka tarafa, öbür yana.

Zen ser betaraf-i dîger gerdâned

Kadın başını diğer tarafa çevirdi. (Şovher-i Âhû Hanum)

زن سر بطرف دیگر گرداند

به طرف ِ دیگر

be tarîk-i: (F.-A.) [be + tarîk + -i] yoluyla.

Yârab bepezîr ez kerem âverde-i mâ

Binger betarîk-i lutf der kerde-i mâ

Yarabbi, getirdiklerimizi kabul et kereminle. Yaptıklarımıza lütufla bak. (Evhad)

یارب بپذیر از کرم آوردهءما

بنگر بطریق لطف در کردهء ما

به طریق ِ

be tovr-i: (F.-A.) 1. olarak.

Betovr-i ilmî sâbit şode est

Bilimsel olarak ispatlanmıştır. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

بطور علمی ثابت شده است

2. olacak şekilde.

Betovr-i handeâverî cest u hîz mîkerd

Gülünç bir şekilde sekiyordu. (Azeristan)

بطور خنده آوریجست و خیز می کرد

به طور ِ

be tovr-i ittifâk: (F.-A.) [be + tovr+ -i + ittifâk] tesadüfen.

Tiryâk ki muddethâ bûd der custicû bûdem betovr-i ittifâk be çeng âverdem

Uzun zamandır aradığım esrarı tesadüfen elde ettim. (Zinde be Gûr)

تریاک که مدت ها بود در جستجو بودم بطور اتفاق بچنگ آوردم

به طور ِ اتفاق

be tovr-i icmâl: (F.-A.) [be + tovr + -i + icmâl] kısaca, özetle.

Ez in rû ez sû-i reftâr-i gayr-i ihtiyârî-yi hod ozr hâst ve illet-i an râ betovr-i icmâl goft

Bu yüzden elinde olmayan kötü davranışından dolayı özür diledi ve nedenini kısaca söyledi. (Hindû)

از این رو از سوء رفتار غیر اختیاری خود عذر خواست و علت آن را بطور اجمال گفت

به طور ِ اجمال

be tovr-i ehass: (F.-A.) özellikle, bilhassa.

به طور ِ اخص

be tovr-i iztirârî: (F.-A.) zorunlu olarak.

به طور ِ اضطراری

be tovr-i tesâduf: (F.-A.) tesadüfen.

Hodâdâd betovr-i tesâduf in âvâz râ şenîde bûd

Hodâdâd tesadüfen işitmişti bu sesi. (Se Katre Hûn, s. 136)

خداداد بطور تصادف این آواز را شنیده بود

به طور ِ تصادف

be tovr-i takrîb: (F.-A.) yaklaşık olarak.

به طور ِ تقریب

betovr-i hatm: (F.-A.) [be + tovr + -i + hatm] kesin olarak, kesinlikle, mutlaka.

Oh, râstî, nemîdânîd Rodin kocâst?

Hâlâ betovr-i hatm nemîdânem

Oh, sahi, Rodinin nerede olduğunu biliyor musunuz?

Şimdi kesin olarak bilmiyorum.  (Rodin)

اوه ، راستی ، نمی دانید رودین کجاست؟

حالا بطور حتم نمیدانم

Betovr-i hatm eşyâ-i kıymetî râ der dâhil-i gnece pinhân kerde’end

Değerli eşyayı mutlaka mutlaka dolaba saklamışlardır. (Molla ve Hereş)

بطور حتم اشیاء قیمتی را در داخل گنجه پنهان کرده اند

به طور ِ حتم

be tovr-i tabî’î: (F.-A.) doğal olarak, tabiî olarak.

به طور ِ طبیعی

betovr-i kat’: (F.-A.) [be + tovr + -i + kat’] kesin olarak, katî olarak, kesinlikle.

به طور ِ قطع

betovr-i kâmil: (F.-A.) [be + tovr + i + kâmil] tamamen, tümüyle.

Eger gendum betovr-i kâmil ârd şeved, dîger dâneî bâkî nemîmâned

Buğday tamamen öğütül, geriye hiçbir tane kalmaz. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

اگر گندم بطور کامل آرد شود ، دیگر دانه ای باقی نمی ماند

به طور ِ کامل

betovr-i kullî: (F.-A.) [be + tovr + -i + kull + î] genel olarak, genellikle.

به طور ِ کلّی

be tovr-i misâl: (F.-A.) örneğin, örnek olarak.

به طور ِ مثال

be tovr-i mucmel: (F.-A.) kısaca, özetle.

به طور ِ مجمل

be tovr-i muhtemel: (F.-A.) olasılıkla, muhtemelen.

به طور ِ محتمل

be tovr-i mahfî: (F.-A.) gizlice, gizli olarak.

به طور ِ مخفی

be tovr-i mustakil: (F.-A.) 1. doğrudan doğruya. 2. bağımsız olarak, özgürce, bağımsızca.

به طور ِ مستقل

be tovr-i mustakîm: (F.-A.) dosdoru, doğrudan doğruya.

به طور ِ مستقیم

betovr-i musellem: (F.-A.) kesin olarak, hiç kuşkusuz.

Haslet-i in eser serâpâ hemâsîst ve ez menâbi’î girifte şode ki betovr-i musellem hemânend-i kârmâyehâ-yi firdovsî bûde est

Bu eser baştanbaşa hamasî özelliktedir ve kuşkusuz Firdevsî’nin diğer kaynakları gibi kaynaklardan alınmıştır. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 37)

خصلت این اثر سراپا حماسی است و از منابعی گرفته شده که بطور مسلم همانند کارمایه های فردوسی بوده است

به طور ِ مسلم

be tovr-i muvekkat: (F.-A.) geçici olarak.

به طور ِ موقت

be tovr-i nâgehânî: (F.-A.) aniden, ansızın., apansız.

به طور ِ ناگهانی

be tovr-i yekcâ: (F.-A.) kabala pazarlık, götürü, toptan.

به طور ِ یکجا

be tovrî ki: (F.-A.) [be + tovr + î + ki] -cek kadar, -cek şekilde, öyle ki.

Sebuk u çâlâk şode bûdem betovrî ki nemîşeved beyân kerd

Anlatılmayacak kadar hafifleşip kıvraklaşmıştım. (Zinde be Gûr)

سبک و چالاک شده بودم بطوری که نمی شود بیان کرد

به طوری که

be tov’: (F.-A.) canla başla, kendi isteğiyle.

Felek gulâmî-i Hâfız kunûn be tav’ kuned

Ki ilticâ be der-i dovlet-i şumâ âverd

Şimdi felek canla başla Hâfız’ın kulu kölesi oldu. Çünkü Hâfız sizin devlet kapınıza sığınmıştır. (Hâfız)

فلک غلامیء حافظ کنون بطوع کند

که التجا به در دولت شما آورد

به طوع

be tov’ u ragbet: (F.-A.) kendi isteğiyle.

به طوع و رغبت

be tûl: (F.-A.) uzunlamasına, boylamasına.

به طول

be zâhir: (F.-A.) 1. açıkça. 2. görünüşte, görünüşe göre, görünüşe bakılırsa.

Anhâ hem bezâhir in destûr râ pezîrufte bûdend

Onlar da görünüşte bu talimatı kabul etmişlerdi. (Settâr Han)

آنها هم بظاهر این دستور را پذیرفته بودند

Vehm kerd ki eger be zâhir muselmân şeved mulk ez dest-i û bîrûn reved, der hufye îmân âverd

Görünüşte Müslüman olursa, mülkün elinden çıkacağı vehmine kapıldı ve gizlice iman etti. (Mucmel-i Fasîhî, I/93)

وهم کرد که اگر بظاهر مسلمان شود ملک از دست او بیرون رود ، در خفیه ایمان آورد

به ظاهر

be âkibet: (F.-A.) sonunda, nihayet.

به عاقبت

be ibâret-i uhrâ: (F.-A.) diğer bir deyişle.

به عبارت ِ اخری

be ibâret-i dîger: (F.-A.) bir başka deyişle.

An zemân zenân be ibâretî henûz ez zindân-i çâdur ve be ibâret-i dîger ez kal’a-yi hicâb bîrûn neyâmede bûdened

O zaman kadınlar bir deyişle henüz çador zindanından ve bir başka deyişle örtü kalesinden kurtulmamışlardı. (Şovher-i Âhû Hanum)

آن زمان زنان بعبارتی هنوز از زندان چادر و بعبارت دیگر از قلعهء حجاب بیرون نیامده بودند

به عبارت ِ دیگر

be ibâretî: (F.-A.) [be + ibâret + î] bir deyişle.

An zemân zenân be ibâretî henûz ez zindân-i çâdur ve be ibâret-i dîger ez kal’a-i hicâb bîrûn neyâmede bûdend

O zaman kadınlar bir deyişle henüz çâdur zindanından ve bir başka deyişle örtü kalesinden kurtulmamışlardı. (Şovher-i Âhû Hanum)

آن زمان زنان بعبارتی هنوز از زندان چادر و بعبارت دیگر از قلعهء حجاب بیرون نیامده بودند

به عبارتی

bi’ibâretin uhrâ: (A.) bir başka deyişle.

به عباره اخری

be ozr-i inki: (F.-A.) nedeniyle, sebebiyle.

به عذر ِ اینکه

be azm-i: (F.-A.) nedeniyle.

Kesî ki ez reh-i takvâ kadem burûn nenihâd

Be azm-i meykede eknûn reh-i sefer dâred

Takva yolundan bir adım sapmayana ban sen; şimdiden meyhanenin yolunu tutmuş. (Hâfız)

کسی که از ره تقوا قدم برون ننهاد

بعزم میکده اکنون ره سفر دارد

به عزم ِ

be ilâve: (F.-A.) birlikte, ek olarak, yanısıra.

Be ilâve in metleb der mukaddime-i şâhnâme-i mensûr nîz ki kadîmîter est vucûd dâred

Üstelik bu konu, daha eski olan mensur Şahnâme mukaddimesinde de mevcuttur. (Firdovsî ve Hemâse-i Millî)

بعلاوه این مطلب در مقدمهء شاهنامهء منثور نیز که قدیمی تر است وجود دارد

به علاوه

be ilâve -i : (F.-A.) ilaveten, ek olarak, üstelik, dahası, bunun yanı sıra.

Beilâve in matlab der mukaddime-i şâhnâme-i mensûr nîz ki kadîmîter est vucûd dâred

Üstelik bu konu, daha eski olan mensur Şahname mukaddimesinde de mevcuttur. (Firdovsî ve hemâse-i millî)

بعلاوه این مطلب در مقدمهء شاهنامهء منثور نیز که قدیمی تر است وجود دارد

به علاوهء

be illet-i: (F.-A.) nedeniyle, sebebiyle.

به علّت ِ

be illet-i inki: (F.-A.) nedeniyle, sebebiyle.

به علت ِ اینکه

be ilel-i gûnâgûn: (F.-A.) çeşitli nedenlerle.

به علل ِ گوناگون

be amd: (F.-A.) kasıtlı olarak, kasten, taammüden.

به عمد

be unvân-i âhirîn: son olarak, son kez.

به عنوان ِ آخرین

be unvân-i misâl: (F.-A.) örneğin, örnek olarak,

به عنوان ِ مثال

be ivez-i: (F.-A.) yerine, -cek yerde.

به عوض ِ

be ivez-i anki: (F.-A.) yerine, -cek yerde.

به عوض ِ آنکه

be ivez-i inki: (F.-A.) yerine, -cek yerde.

به عوض ِ اینکه

be gâyet: (F.-A.) 1. sonuna kadar. 2. çok, hayli, son derece.

Berâyi çeşm dîden-i eşyâ-i bisyâr dûr ya bisyâr nezdîk begâyet doşvâr est

Göz için çok uzakta veya çok yakında olan şeyleri görmek son derece güçtür. (Hikmet ve Huner-i Ma’nevî, s. 15)

برای چشم دیدن اشیاء بسیار دور یا نزدیک بغایت دشوار است

3. hiç mi hiç.

Tâ be gâyet reh-i meyhâne nemîdânistem

Verne mestûrî-i mâ tâ be çi gâyet bâşed

Meyhanenin yolunu hiç mi hiç bilmezdim ben. Yoksa böyle gözlerden ırak olmanın da bir sınırı vardır, daha ne olsun ki? (Hâfız)

تا به غایت ره میخانه نمی دانستم

ورنه مستوریء ما تا به چه غایت باشد

به غایت

begayr-i: (F.-A.) [be + gayr + -i] -den başka, dışında, haricinde, hariç.

به غیر

begayrez: (F.-A.) [be + gayr + ez] den başka, dışında, haricinde, hariç.

Der kitâbfurûşî-iyi feranse begayr ez do merd se zen vucûd dâşt

Fransız kitabevinde iki adamdan başka üç kadın daha vardı. (Hindû)

در کتابفروشی فرانسه بغیر از دو مرد سه زن وجود داشت

به غیر از

be gayr ez: (F.-A.) –den başka, yanısıra, dışında.

Der kitâbfurûşî-yi feranse begayr ez do merd, se zen vucûd dâşt

Fransız kitabevinde iki adamdan başka üç kadın daha vardı. (Hindû)

در کتابفروشی فرانسه بغیر از دو مرد ، سه زن وجود داشت

به غیر از

be fâsile: (F.-A.) aralıklı, aralıklı olarak.

به فاصله

be ferâgbâl: (F.-A.) rahat rahat, gönül huzuruyla.

Pes men nîz deh sâl be şumâ murahhesî mîdehem tâ dûr ez madrid betevânîd beferâgbâl der in bâre beyindîşîd

Öyleyse, Madrid’den uzakta, bu konuda rahat rahat düşünebilmeniz için ben de size on yıl izin veriyorum. (Don Karlos)

پس من نیز ده سال بشما مرخصی می دهم تا دور از مادرید بتوانید بفراغبال در این باره بیندیشید

به فراغبال

be ferâvânî: çokça, bolca.

به فراوانی

be kadr-i: (F.-A.) [be + kadr + -i] 1. ölçüsünde, ölçüsüyle.

Tu vu tûbâ vu mâ vu kâmet-i yâr

Fikr-i herkes be kadr-i himmet-i ûst

Bir yanda sen ve tûba, öbür yanda biz ve sevgilinin boyu. Herkes kendi himmeti kadar düşünür. (Hâfız)

تو و طوبی و ما و قامت یار

فکر هرکس بقدر همت اوست

2. uygun olarak. 3. -e göre.

به قدر ِ

be kadrî ki: (F.-A.) [be + kadr + î + ki] öylesine, o kadar, o denli, -cek kadar.

Gâhî vakthâ bekadrî hırsem mîgirft ki mîhâstem yake-i pîrâhenem râ pâre konem

Bazen o kadar hırslanıyordum ki gömleğimin yakasını yırtmak geliyordu içimden. (Maraz-i Kand)

گاهی وقت ها بقدری حرصم می گرفت که می خواستم یقهء پیراهنم را پاره کنم

Sedâ-yi an bekadrî nezdîk bûd ki merâ mutevahhiş kerd

Sesi o kadar yakındı ki beni korkuttu.  (Se Katre Hûn)

صدای آن بقدری نزدیک بود که مرا متوحش کرد

به قدری که

be karâr-i: (F.-A.) [be + karâr + î] uyarınca, gereğince, mucibince.

به قرار

be karâr-i zeyl est: (F.-A.) aşağıda olduğu gibidir, şunlardır, aşağıdaki gibidir

Kelimât-i kohne ki derin fasl dîde mîşeved bekarâr-i zeyl est

Bu bölümde görülen eski kelimeler şunlardır. (Sebkşinâsî)

کلمات کهنه که درین فصل دیده میشود بقرار ذیل است

به قرار ِ ذیل است

be karâr-i her rûz: (F.-A.) her günkü gibi.

Ahmed imrûz be karâr-i her rûz ez hâb ber hâste dest u rûy-i hod râ şost

Ahmed her günkü gibi bugün de uyandı, elini yüzünü yıkadı (Kitâb-i Ahmed)

احمد امروز بقرار هر روز از خواب برخاسته دست و روی خود را شست

به قرار ِ هر روز

be karârî ki: (F.-A.) uyarınca, gereğince, uyarınca, mucibince.

به قراری که

be karîb: (F.-A.) yaklaşık.

Ceng beyn-i muddeiyân nîz karîb be heşt sâl tûl keşîd

Bu iddiacılar arasındaki savaş da sekiz yıla yakın sürdü. (Târîh-i Siyâsî)

جنگ بین مدعیان نیز قریب به 8 سال طول کشید

به قریب

be karîne: (F.-A.) karine yolu ile, belirtilere dayanarak.

به قرینه

be kısmî: (F.-A.) [be + kısm + î] öyle, öylesine.

به قسمی

be kısmî ki: (F.-A.) öyle ki, nitekim.

Ez baht-i bed, deryâ tûfânî bûd ve cevân-i mâ duçâr-i maraz-i deryâ şud bekısmî ki nezdîk bûd telef beşeved

Şanssızlığa bakın ki deniz fırtınalıydı ve bizim delikanlıyı deniz tuttu. Öyle ki neredeyse ölecekti. (Perîçihr)

از بخت بد ، دریا طوفانی بود و جوان ما دچار مرض دریا شد بقسمی که نزدیک بود تلف بشود

به قسمی که

be kasd-i: (F.-A.) kasıtlı olarak, kasten, maksadıyla, niyetiyle.

Karolin zenî bûd ki hâher-i kûçek-i hod râ behâtir-i inki ez mâder-i dîgerîst bâ pâre-i âhen bekasd-i koşten zed

Karolin, başka bir annedendir diye bir demir parçasıyla kız kardeşini öldüresiye döven bir kadındı. (Adâlet-i Âsumân)

کارولین زنی بود که خواهر کوچک خود را بخاطر اینکه از مادر دیگری است با پاره آهن بقصد کشتن زد

به قصدِ

be kasd-i an ki: (F.-A.) maksadıyla, amacıyla.

به قصد ِ آنکه

be kasd-i koşten: (F.-A.) öldüresiye.

به قصد ِ کشتن

be kutr-i: (F.-A.) çapında.

به قطر ِ

be kat’: (F.-A.) [be + kat’] kesinlikle.

به قطع

bekovl-i: (F.-A.) [be + kovl + -i] -e göre, dediğine göre.

به قول ِ

be kirdâr-i: [be + kirdâr + -i] 1. gibi, benzeri. 2. yoluyla.

به کردار ِ

bekollî: (F.-A.) [be + koll + î] tamamen, tümüyle, hepten, külliyen.

Âkıbet vakt gozeşt ve ez reften bekullî munserif şodem

Sonunda vakit geçti ve gitmekten tamamen vazgeçtim. (Endîşe)

عاقبت وقت گذشت و از رفتن بکلی منصرف شدم

Aşket binâ-yi akl bekullî herâb kerd

Covret der-i umîd be yekbâr bergirift

Aşkın akıl binasını tamamen yıktı. Cevrin umut kapısını sımsıkı kapadı. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 187)

عشقت بنای عقل بکلی خراب کرد

جورت در امید به یکبار بر گرفت

به کلّی

bekemâl-i: (F.-A.) [be + kemâl + -i] tamamen.

به کمال ِ

be kenâr-i: dışında, hariç.

به کنار ِ

belehâz-i: (F.-A.) [be + lehâz + -i] 1. açısından, bakımından, yönünden. 2. gereğince.

به لحاظ ِ

bemânend-i: [be + mânend + -i] gibi.

به مانند ِ

be meblag-i: (F.-A.) tutarında.

به مبلغ ِ

be mesâbe-i: (F.-A.) mesabesinde, derecesinde, gibi, yerinde.

İn çehâr mekâm râ hâsil kerden bemesâbe-i nemâz gozârden est

Bu dört makama gelmek namaz kılmak mesabesindedir. (İnsanu’l-kâmil)

این چهار مقام را حاصل کردن بمثابهء نماز گزاردن است

Çun yûsuf râ ez çâh berkeşîdend, nûr rûy-i û be mesâbeî betâft ki nûr-i horşîd râ maglûb gerdânîd

Yusuf’u kuyudan çektiklerinde yüzünün nuru o kadar parladı ki güneşin nurunu gölgede bıraktı. (Derd-i Aşk-i Zuleyhâ)

چون یوسف را از چاه  برکشیدند ، نور روی او به مثابه ای بتافت که نور خورشید را مغلوب گردانید

Der vâki’ şerîat-i yehûd ve felsefe-i yûnân bemesâbe-i do rûdhâne hestend ki ez behem peyvesten-i ânân mesîhiyyet be vucûd âmede est

Gerçekte Yahudi şeriatı ve Yunan felsefesi iki nehir gibidir ve bunların birleşmelerinden Hıristiyanlık doğmuştur. (Hikmet ve Huner-i Ma’nevî)

درواقع شریعت یهود و فلسفهء یونان بمثابهء دو رودخانه هستند که از بهم پیوستن آنان مسیحیت بوجود آمده است

به مثابهء

be misl-i: (F.-A.) gibi, benzeri.

به مثل ِ

be mesel: (F.-A.) mesela, örneğin.

Ârizeş râ be mesel mâh-i felek netvân goft

Nisbet-i dûst be her bîserupâ netvân kerd

Onun yanağı gökyüzündeki aya benzetilemez. Dost ile ayak takımı arasında herhangi bir ilişki kurulamaz. (Hâfız)

عارضش را بمن مثل ماهی فلک نتوان گفت

نسبت دوست بهر بی سروپا نتوان کرد

Girih be bâd mezen gerçi ber murâd reved

Ki in suhen be mesel bâd bâ suleymân goft

Muradınca esse de, rüzgâra fazla kapılma. Rüzgâr bu sözü örnek olarak Süleyman’a söyledi. (Hâfız)

گره به باد مزن گرچه بر مراد رود

که این سخن به مثل باد با سلیمان گفت

به مثل

bemucerred-i: (F.-A.) [be + mucerred + -i] 1. -ir..-mez, derhal, o anda.

به مجرد ِ

be mucerred-i: (F.-A.) –ir…-mez

به مجرد ِ

be mucerred-i in ki: (F.-A.) -ir...- mez.

Velî bemucerred-i inki te’sîr-i an temâm şud yek gam u endûh-i bîpâyânî merâ ferâ girift

Fakat onun tesiri geçer geçmez, sonsuz bir üzüntü ve keder içinde kaldım. (Zinde be Gûr)

ولی بمجرد اینکه تأثیر آن تمام شد یک غم و اندوه بی پایانی مرا فرا گرفت

به مجرد اینکه

be mucerred-i inki: (F.-A.) –ir…-mez

به مجردی که

be mahz: (F.-A.) sırf, için, diye

به محض

be mahz-i: (F.-A.) -ir...-mez.

Bemahz-i vurûd reft kenâr-i otâk çonbâtme zed

Girer girmez, gitti odanın kenarında bağdaş kurdu. (Bûf-i Kûr)

بمحض ورود رفت کنار اطاق چنباتمه زد

به محض ِ

be mahz-i an ki: (F.-A.) -ir...-mez.

Emmâ bemahz-i anki nâpedîd geşt sipâh-i doşmen çun deryâ be movc âmed ve çun seyl revân geşt

Ama o gözden kaybolur kaybolmaz düşman ordusu deniz gibi dalgalandı ve sel gibi aktı. (Dâstânhâ-yi Dilengîz)

اما بمحض آنکه ناپدید گشت سپاه دشمن چون دریا بموج آمد و چون سیل روان گشت

به محض ِ آنکه

be mahz-i in ki: (F.-A.) -ir...-mez.

Dîşeb bemahz-i inki codâ şodîm be tu telefun kerdem

Dün gece ayrılır ayrılmaz sana telefon ettim. (Âzeristân)

دیشب بمحض اینکه جدا شدیم به تو تلفن کردم

Bemahz-i inki berg-i murahhasiyem râ giriftem, bedûn-i muattalî berâyi dîden-i emûcân hareket kerdem

İzin kâğıdımı alır almaz, gecikmeden amcamı görmek için hareket ettim. (Vaktî merdî do tâ zen begîre)

بمحض اینکه برگ مرخصی ام را گرفتم ، بدون معطلی برای دیدن عموجان حرکت کردم

Emmâ bemahz-i inki dânistend men maraz-i kand girifte’em, ihtirâm, nazm, tertîb ez miyân reft

Ama onlar şeker hastası olduğumu öğrenir öğrenmez saygı, tertip düzen yok oldu. (Maraz-i Kand)

اما بمحض اینکه دانستند من مرض قند گرفته ام ، احترام ، نظم ، ترتیب از میان رفت

به محض ِ اینکه

be merrât: (F.-A.) defalarca.

به مرات

be merâtib: (F.-A.) gittikçe, zamanla, tedricen, yavaş yavaş.

Âyâ Maşa nemîfehmed ki berâyi û in vaz’ bemerâtib duşvârter ve sahtter hâhed bûd?

Acaba Maşa bu durumun onun için gittikçe daha güç ve çetin olacağını anlamıyor mu?  (Zindehâ vu Mordehâ)

آیا ماشا نمی فهمد که برای او این وضع بمراتب دشوارتر و سخت تر خواهد بود؟

به مراتب

be mirâr: (F.-A.) defalarca.

به مرار

be murûr: (F.-A.) zamanla.

به مرور

be murûr-i eyyâm: (F.-A.) zamanla, günlerin akıp geçmesiyle.

به مرور ِ ایام

be mikdâr-i: (F.-A.) kadar, tutarında.

به مقدار ِ

be maksad-i: (F.-A.) –e doğru.

به مقصد

be mukerrer: (F.-A.) birçok defa, tekrar tekrar.

به مکرر

be munâsebet: (F.-A.) yeri geldikçe.

به مناسبت

be munâvebet: (F.-A.) dönüşümlü olarak.

به مناوبت

be menzûr-i: (F.-A.) amacıyla.

به منظور ِ

be menzûr-i inki: (F.-A.) amacıyla, maksadıyla, için, yolunda.

به منظور ِ اینکه

be muvâcehe: (F.-A.) karşılıklı. 2. karşı karşıya.

به مواجهه

be mûcib-i: (F.-A.) uyarınca, mucibince, gerekçesiyle.

به موجب ِ

be movki’: zamanında, vaktinde.

Bemovki’ be bahtiyâr sefâriş hâhem kerd

Zamanında Bahtiyar’a tembih edeceğim. (Berf ki Mîâyed)

بموقع به بختیار سفارش خواهم کرد

به موقع

benâhak: (F.-A.) [be + nâ + hak] haksız yere.

به نا حق

benâhâst: [be + nâ + hâsten > hâst] istemeden, istemeyerek.

به نا خواست

benâgâh: [be + nâ + gâh] ansızın, birdenbire.

Benâgâh velvele-i bâmdâdî cengel râ ferâ girift

Ansızın sabah velvelesi ormanı kapladı. (Dâstân-i Yek İnsân-i Vâki’î)

بناگاه ولولهء بامدادی جنگل را فرا گرفت

به نا گاه

be nahv-i: (F.-A.) şeklinde, şekilde, olarak.

به نحو ِ

be nahv-i etemm: (F.-A.) [be + nahv + -i + etemm] mükemmel olarak, tam olarak.

به نحو ِ اتم

be nahv-i ahsen: (F.-A.) en iyi şekilde.

به نحو ِ احسن

be nahv-i ekmel: (F.-A.) en doğru ve mükemmel şekilde.

به نحو ِ اکمب

benahvî: (F.-A.) [be + nahv + î] bir şekilde, herhangi bir şekilde.

به نحوی

be nahvî ki: (F.-A.) -cek şekilde.

به نحوی که

be nahvî: (F.-A.) [be + nahv + î] bir şekilde.

به نخوی

be nermî: [be + nerm + î] yumuşaklıkla.

به نرمی

be nezdîk-i: 1. yakınında. 2. yanında. 3. katında, indinde, -e göre.

Ma’şûk-i men est an ki be nezdîk-i tu zişt est

Sana göre çirkin olan o kişi, benim sevgilimdir. (Gulistan)

معشوق من است آن که بهنزدیک تو زشت است

به نزدیک ِ

be nisbet-i: (F.-A.) 1. dolayısıyla. 2. münasebetiyle. 3. mukabil olarak, karşın.

به نسبت ِ

be nizâm: (F.-A.) düzenle, tertiple.

به نظام

be nazar-i: (F.-A.) –e göre, gözünde.

Velî be nazar-i Bâbek Hindû dîger heman zenî nebûd ki bâ şûr u rûh-i mutelâtim hod râ şîfte-i hîş sâhte bûd

Fakat Bâbek’e göre Hindû artık heyecanlı ve çalkantılı ruhuyla onu kendisine aşık eden aynı kadın değildi. (Hindû)

ولی بنظر بابک هندو دیگر همان زنی نبود که با شور و روح متلاطم خود را شیفتهء خویش ساخته بود

به نظر ِ

be nef’-i: (F.-A.) lehine, lehinde, yararına.

به نفع ِ

be nakl ez: (F.-A.) –den naklen.

به نقل از

be novbet: (F.-A.) nöbetleşe, sırayla.

به نوبت

be novbe-i hod: (F.-A.) kendince, kendine göre, kendi arasında, kendi çapında.

Elbette efsânehâî ki mâderem mîgoft benovbe-i hod heme şîrîn u dilpesend bûdend

Elbette annemin anlattığı masalların hepsi de kendince güzel ve hoştu. (Deryâ-yi Govher)

البته افشانه هائی که مادرم می گفت بنوبهء خود همه شیرین و دلپسند بودند

Her gurûh nîz benovbe-i hod be deh cûhe-i deh neferî taksîm mîşud

Her bölük de kendi arasında on kişilik on mangaya bölünüyordu. (Târîh-i Siyâsî)

هر گروه نیز بنوبهء خود بده جوخهء ده نفری تقسیم می شد

به نوبهء خود

be nov’î: (F.-A.) [be + nov’ + î] bir şekilde.

Bî ank şeved zi mâ gunâhî peydâ

Her rûz konediman benov’î rusvâ

Biz bir günah etmeden, her gün bir şekilde bizi rüsva ediyor. (Evhad)

بی آنک شود ز ما گناهی پیدا

هر روز کندمان بنوعی رسوا

به نوعی

be her tertîbî şode: (F.-A.) ne yapıp edip.

به هر ترتیبی شده

be her takdîr: (F.-A.) her halukârda.

به هر تقدیر

be her hâl: (F.-A.) 1. nasıl olsa, nasılsa, ne de olsa. 2. kısacası, her neyse.

Be her hâl be hemmâm pâk refte ve nâpâk bîrûn âmedîm

Kısacası, hamama temiz girip kirli çıktık. (Seyâhatnâme-i İbrâhim Beyg)

به هر حال بحمام پاک رفته و ناپاک بیرون آمدیم

به هر حال

be her rûy: her halükârda.

به هر روی

be her sûret: (F.-A.) 1. her halükârda. 2. her neyse.

Be her sûret palto râ mîhâhem befurûşem, âyâ hâhîd harîd?

Her neyse, paltoyu satmak istiyorum; acaba alacak mısınız? (Homâ)

بهر صورت پالتو را می خواهم بفروشم ، آیا خواهید خرید

به هر صورت

be her illetî: (F.-A.) ne hikmetse.

به هر علتی

beher kıymet: (F.-A.) [be + her + kıymet] mutlaka, ne olursa olsun, her ne pahasına olursa olsun.

به هر قیمت

beher nahvî ki: (F.-A.) [be + her + nahv + î + ki] -dığı şekilde, -dığı ölçüde, -dığı kadar.

Mansûr beher nahvî ki mîtevânist û râ ârâm kerd

Mansur elinden geldiği kadar onu yatıştırdı. (Âzerbaycan)

منصور بهر نحوی که می توانست او را آرام کرد

به هر نحوی که

be hest u nîst: vara yoğa.

به هست و نیست

be heman endâze ki: ... olduğu kadar.

Zîrâ kudret-i sâsâniyân beheman endâze ki siyâsî bûd, dînî nîz bûd

Çünkü Sâsânîlerin kudreti siyasî olduğu kadar, dinî idi. (Firdovsî ve Hemâse-i Millî)

زیرا قدرت ساسانیان بهمان اندازه که سیاسی بود ، دینی نیز بود

Fikr-i inki miyân-i û ve şovhereş ser u sirrî bûde bâşed berâyeş beheman endâze ki tehammul nekerdenî ve duşvâr bûd ki gayr-i kâbil-i tesevvur

Onunla kocası arasında gizli kapaklı bir şeylerin olduğunu düşünmek onun için tasavvur edilemeyecek kadar dayanılmaz ve güçtü. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 225)

فکر اینکه میان او و شوهرش سر و سری بوده باشد برایش بهمان اندازه که تحمل نکردنی و دشوار بود که غیر قابل تصور

Berâyi kâsib magbûn şoden beheman endâze ki gunâhbâr bûd ki magbûn kerden

Esnaf için aldanmak, aldatmak kadar günahtır. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 31)

برای کاسب مغبون شدن بهمان اندازه که گناه بار بود که مغبون کردن

به همان اندازه که

be heman tertîb: (F.-A.) aynı şekilde.

به همان ترتیب

behemântertîbki: (F.-A.) [be + heman + tertîb + ki] -dığı kadar.

Beheman tertîb ki âheste harf mîzed, âheste nîz kazâvet mîkerd

Yavaş konuştuğu kadar, yavaş da hüküm yürütüyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 79)

بهمان ترتیب که آهسته حرف میزد ، آهسته نیز قضاوت میکرد

به همان ترتیب که

behemannisbet: (F.-A.) [be + heman + nisbet] aynı derecede, bir o kadar dar.

Û cevân est u zîbâ ve beheman nisbet nâdân u âsîbpezîr

O genç ve güzel. Bir o kadar da cahil ve felaketlere açık biri.  (Şovher-i Âhû Hanum, s. 36)

او جوان است و زیبا و بهمان نسبت نادان و آسیب پذیر

به همان نسبت

be hemrâh-i: birlikte, beraberinde.

به همراه ِ

be hemrâhî-i: birlikte, beraberinde.

به همراهی

behemrâhî-yi: [be + hem + râh + î + y + i]] birlikte.

An şeb Jan behemrâhî-yi pedereş ez hâne hâric şodend ve be sahrâ reftend

O gece Jan babası ile birlikte evden çıktı ve kıra gitti. (Deryâ-yi Govher)

آن شب ژان بهمراهی پدرش از خانه خارج شدند و بصحرا رفتند

به همراهیء

be hemsâyegî-i: bitişiğinde.

به همسایگیء

be heme-i ebvâb: (F.-A.) her bakımdan.

به همهء ابواب

be hemin tertîb: (F.-A.) bu şekilde, böylece.

Do hefte zindegî-yi û behemîn tertîb gozeşt

Yaşamı iki hafta böyle geçti. (Girdâb)

دو هفته زندگی او بهمین ترتیب گذشت

به همین ترتیب

be hemin cihet: (F.-A.) bu nedenle, bundan dolayı.

به همین جهت

behemîn zûdîhâ: [be + hemîn + zûd + î + hâ] bu yakınlarda, pek yakında.

Kuvâ-yi aynuddovle hem behemin zûdîhâ be tebrîz mîresed

Aynüddevle kuvvetleri de bu yakınlarda Tebriz’e gelir. (Settâr Han)

قوای عین الدوله هم بهمین زودیها به تبریز می رسد

به همین زودیها

behemin sebeb: (F.-A.) [be + hemîn + sebeb] bu sebeple, bu yüzden, bu nedenle.

Behemin sebeb der eş’âr-i û diraht u çeşme vu bâd u deryâ nîz sohen mîgûyend

Bu sebeple onun şiirlerinde ağaç, pınar, rüzgâr ve deniz de konuşur. (Eş’âr-i Muntehab)

بهمین سبب در اشعار او درخت و چشمه و باد و دریا نیز سخن می گویند

به همین سبب

be hemin sûret: (F.-A.) bu şekilde, aynı şekilde.

به همین صورت

behemin minvâl: (F.-A.) [be + hemîn + minvâl] bu minval üzere, bu şekilde.

Heft sâl behemin minvâl gozeşt

Yedi yıl bu minval üzere geçti. (Daş Âkul)

هفت سال بهمین منوال گذشت

Hudûd-i do sâet behemin minvâl tûy-i kâyik gerdiş kerdend

İki saat kadar bu şekilde kayıkta dolaştılar. (Rodin)

حدود دو ساعت بهمین منوال توی قایق گردش کردند

به همین منوال

be hengâm-i: -iken, esnasında, zamanı.

Hevâpeymâ behengâm-i sukût bu kulle-i dirahtân-i kâc temâs yâft

Uçak düşerken çam ağaçlarının tepelerine temas etti.  (Dâstân-i Yek İnsân-i Vâki’î)

هواپیما بهنگام سقوط با قلهء درختان کاج تماس یافت

به هنگام ِ

behîçrûy: [be + hîç + rûy] asla, hiçbir şekilde.

به هیچ روی

be hîç sûret: (F.-A.) asla, hiçbir şekilde.

به هیچ صورت

behîçgûne: [be + hîç + gûne] asla, hiçbir şekilde.

Ez halk behîçgûne yârî metaleb

Ver şâh-i birehne sâyedârî metaleb

Halktan asla yardım bekleme. Kuru daldan gölge bekleme. (Evhad)

از خلق بهیچ گونه یاری مطلب

ور شاخ برهنه سایه داری مطلب

به هیچ گونه

be hîç vech: (F.-A.) hiçbir şekilde, asla.

Nebâdâ hodâ nekerde be hoditan begîrîd ha. Manzûr-i bende behîçvech şomâ nebûdîd

Sakın üstünüze alınmayın ha! Maksadım asla siz değildiniz. (Maraz-i Kand)

نبادا خدا نکرده به خودتان بگیرید ها. منظور بنده بهیچوجه شما نبودید

به هیچ وجه

be vâcib: (F.-A.) gerektiği gibi.

به واجب

be vâsite-i: (F.-A.) dolayısıyla, nedeniyle.

Bevâsite-i mâh-i remezân-i mubârek beste est

Mübarek Ramazan ayı dolayısıyla kapalıdır. (Dârû-yi Bîhâbî)

بواسطهء ماه رمضان مبارک بسته است

به واسطهء

be vâsite-i anki: (F.-A.) -dığı için, -den dolayı, yüzünden, nedeniyle.

Ve û râ el-Muselles binni’me hândendî bevâsite-i anki siyum peygember ve siyum hekîm ve siyum pâdşâh bûd

Üçüncü peygamber, üçüncü hakîm ve üçüncü padişah olduğu için ona el_Muselles binni’me derlerdi. (Mucmel-i Fasîhî, I/10)

و او را المثلث بالنعمه خواندندی بواسطهء آنکه سیم پیغمبر و سیم حکیم و سیم پادشاه بود

به واسطهء آنکه

be vâsite-i inki: (F.-A.) -dığı için, -den dolayı, yüzünden, nedeniyle.

Deryâ-yi hazer bevâsıte-i inki beyn-i do kıt’e-i âsyâ ve orûpâ vâki’ şode dârâ-yi ehemmiyyet-i bisyâr est

Hazar Denizi, Asya ve Avrupa kıtaları arasında yer aldığı için büyük önem taşır. (Târîh-i Siyâsî)

دریای خزر بواسطهء اینکه بین دو قطعهء آسیا و اروپا واقع شده دارای اهمیت بسیار است

به واسطهء اینکه

be vâki’: (F.-A.) aslında.

به واقع

be vech: (F.-A.) gerektiği gibi.

به وجه

be vech-i: (F.-A.) tarzında, şeklinde.

به وجه ِ

be vech-i etemm: (F.-A.) [be + vech + -i + etemm] mükemmel olarak, tam olarak.

به وجه ِ اتم

be vech-i gâlib: (F.-A.) genel olarak, çoğunlukla, daha ziyade.

به وجه ِ غالب

be vesîle-i: (F.-A.) vesilesiyle, -mek suretiyle, -erek, -arak, ile.

Agleb-i şehrhâ bevesîle-i hafr-i handekhâ himâyet mîşud

Şehirlerin çoğu hendekler kazılmak suretiyle korunuyordu. (Târîh-i Siyâsî)

اغلب شهرها بوسیلهء حفر خندق ها حمایت میشد

به وسیلهء

be vufûr: (F.-A.) bolca.

به وفور

be vakt: (F.-A.) zamanında, yerinde.

به وقت

be vîje: özellikle:

Dâstân-i şûrengîz-i zindegî-i Mevlânâ Celâleddîn Muhammed-i Rûmî ve bevîje mâcerâ-yi aşk-i efsânevârî ki û râ be Şems-i Tebrîzî peyvend dâd, ez şigiftîhâ-yi edeb-i fârsîst

Mevlana Celaleddin Muhammed-i Rûmî’nin coşkulu hayat hikâyesi, özellikle onu Şems-i Tebrîzî’ye bağlayan masalımsı aşk macerası Fars edebiyatının ilginç hususlarındandır.

داستان شوزانگیز زندگیء مولانا جلال الدین محمد رومی و به ویژه ماجرای عشق افسانه واری که او را به شمس تبریزی پیوند داد از شگفتی های ادب فارسی است

به ویژه

beyekbâr: [be + yek + bâr] tamamen, tümüyle, hepten, bir defada.

Kîst an lu’bet-i hendân ki perîvâr bereft

Ki karâr ez dil-i dîvâne be yekbâr bereft

Peri gibi giden, güleç yüzlü o dilber de kim? O gitti, deli gönlün huzuru da hepten gitti. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 184)

کیست آن لعبت خندان که پریوار برفت

که قرار از دل دیوانه به کیبار برفت

به یکبار

be yekbâregî: 1. birden, ansızın. 2. hep birden.

به یکبارگی

bihter: 1. daha iyi, daha güzel, daha lâyık.

Gûyend: Behişt u hûr u kovser bâşed.

Cûy-i mey u şîr u şehd u şekker bâşed.

Por kon kadeh-i bâde vu ber destem nih.

Nakdî zi hezâr nisye bihter bâşed.

Derler ki: Cennet var, huri ve kevser var. Mey ırmağı var, süt, bal ve şeker var. Doldur bade kadehini, ver elime; Bin veresiyeden iyi bir peşin var. (Hayyâm)

گویند بهشت و حور و کوثر باشد

جوی می و شیر و شهد و شکر باشد

پرکن قدح باده و بر دستم نه

نقدی ز هزار نسیه بهتر باشد

Bâdenûşî ki derû rûy u riyâî nebved

Bihter ez zuhdfurûşî ki derû rûy u riyâst

İkiyüzlülük etmeyen bir bâde düşkünü, riyakâr zâhit taslağından daha iyi. (Hâfız)

باده نوشی که درو روی و ریائی نبود

بهتر از زهدفروشی که درو روی و ریاست

2. üstün.

بهتر

bihter est: en iyisi, iyisi mi.

بهتر است

bihterîn: [bih + ter + în] en iyi.

Hervakt ez kâret haste ya zede şudî bâ bihterîn cihâz şovheret hâhem dâd

Ne zaman işten yorulur ya da bıkarsan, seni en iyi çeyizle evereceğim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 112)

هروقت از کارت خسته یا زده شدی با بهترین جهاز شوهرت خواهم داد

بهترین

behr-i: 1. için.

Eger heft kişver be şâhî-yi turâst

Çerâ renc u sahtî heme behr-i mâst?

Yedi ülkenin padişahıysan, bütün güçlükler, sıkıntılar neden bizim için? (Şâhnâme, I/44, beyit 226)

اگر هفت کشور بشاهی تراست

چرا رنج و سختی همه بهر ماست

Aybem bepûş zinhâr ey hırka-i meyâlûd

Kân pâk pâkdâmen behr-i ziyâret âmed

Meye bulanmış hırkam, aman ayıplarımı ört. Çünkü eteği temiz o soylu kişi ziyarete geldi. (Hâfız)

عیبم بپوش زنهار ای خرقهء می آلود

کان پاک پاک دامن بهر زیارت آمد

بهر ِ

behr-i…râ: için.

Ey Suleymân behr-i leşkergâh râ

Der sefer mîdâr in âgâh râ

Ey Süleyman; ordugâhın için

Seferde bu haberdar kulunu yanında bulundur (Mesnevî)

ای سلیمان بهر لشکرگاه را

در سفر میدار این آگاه را

بهر ِ .. را

behr-i ân est: bunun için, bundan dolayı.

Behr-i ân est in riyâzet vin cefâ

Tâ ber âred kûre ez nukre cufâ

Bu riyazet, bu cefa şunun için:

Potada gümüşü cüruftan ayırmak için (Mesnevi)

بهر آن است این ریاشت واین جفا

تا بر آرد کوره از نقره جفا

بهر ِ آن است

behr-i çi: niçin, neden.

Herçend ki reng u rûy zîbâst merâ,

Çon lâle roh u ço serv bâlâst merâ,

Ma’lûm neşod ki der tarabhâne-yi hâk

Nakkâş-i ezel behr-i çi ârâst merâ?

Rengim güzel, yüzüm güzel ise her ne kadar,

Yüzüm lale, boyum serviye benzerse her ne kadar,

Anlaşılmadı şu toprağın neşe yurdunda

Niye bezedi ezel ressamı beni o kadar? (Hayyâm)

هرچند که رنگ و روی زیباست مرا

چون لاله رخ و چو سرو بالاست مرا

معلوم نشد که در طربخانهء خاک

نقاش ازل بهر چه آراست مرا

بهر ِ چه

behem: [< be + men] bana.

Ez dîden-i û bekadrî hoşhâl şodem ki ingâr dunyâ râ behem dâdend

Onu görünce öyle sevindim ki sanki dünyaları verdiler bana. (Maraz-i Kand)

از دیدن او بقدری خوشحال شدم که انگار دنیا را بهم دادند

بهم

behem: 1. birbirine.

Zindegî-yi anhâ takrîben behem âmîhte bûd

Yaşantıları aşağı yukarı birbirine karışmıştı. (Girdâb)

زندگیء آنها تقریبا ً بهم آمیخته بود

Sitârehâ-yi rîz u kûçek râ peydâ mîkerdîm ve be hem nişân mîdâdîm

Minik minik yıldızları bulur, birbirimize gösterirdik. (Eger Haste Şodî)

ستاره های ریز و کوچک را پیدا می کردیم و به هم نشان می دادیم

2. birlikte.

بهم

bû ki: [buden > buved > bu + ki] ola ki.

Bâ sabâ hemrâh befrist ez ruhet guldesteî

Bû ki bûî beşnevîm ez hâk-i bustân-i şumâ

Yanağından bir destegül yapıp sabâ ile gönderiver. Belki bu sâyede gezindiğin bahçelerin toprak kokusunu alırım. (Hâfız)

با صبا همراه بفرست از رخت گلدسته ای

بو که بوئی بشنویم از خاک بستان شما

بو که

bûk: [bûden > bû > buved > bu + k< ki] ola ki, belki.

Tâ merâ zincâ be hindustân bered

Bûk bende kan taraf şud cân bered

Beni buradan Hindistan’a götürsün. Ola ki bendeniz oraya gidince canımı kurtarırım. (Mesnevi)

تا مرا زینجا بهندستان برد

بوک بنده کان طرف شد جان برد

بوک

bevey: [be + vey] ona.

بوی

: (Peh.) 1. (gr.) olumsuzluk eki:-siz. 2. olur (Farsçanın bir lehçesinde). 3. olmadan, olmaksızın, bulunmadan, bulunmaksızın.

Gul bî ruh-i yâr hoş nebâşed

Bî bâde behâr hoş nebâşed

Sevgilinin yüzü olmayınca gül hoş olmaz. Bâde olmayınca bahar hoş olmaz. (Hâfız)

گل بی رخ یار خوش نباشد

بی باده بهار خوش نباشد

بی

bî irâde: (F.-A.) elinde olmadan, gayri ihtiyarî.

Mursel bî irâde zindegî-yi hod râ bâ zindegî-yi pedereş mukâyese mîkerd

Mürsel elinde olmadan kendi hayatını babasının hayatıyla mukayese ediyordu. (Âzeristan)

مرسل بی اراده زندگی خود را با زندگی پدرش مقایسه میکرد

بی اراده

bî intihâ: (F.-A.) sonsuz, engin.

Temâm-i etrâf-i an râ sukût-i bî intihâyî ihâte kerde bûd

Onun tüm çevresini sonsuz bir sessizlik sarmıştı. (Deryâ-yi Govher)

تمام اطراف آن را سکوت بی انتهایی احاطه کرده بود

بی انتها

bî endâze: son derece.

Hodeş râ bîendâze tenhâ vu bîgâne his kerd

Kendisini son derece yalnız ve yabancı hissetti. (Girdâb)

خودش را بی اندازه تنها و بیگانه حس کرد

بی اندازه

bîank: [bî + an + k< ki] -meden, -meksizin.

Bîank şeved zi mâ gunâhî peydâ

Her rûz kunediman benov’î rusvâ

Biz bir günah etmeden, her gün bir şekilde bizi rüsva ediyor. (Evhad)

بی آنک شود ز ما گناهی پیدا

 هر روز کندمان بنوعی رسوا

بی آنک

bî ânki: -meden, -meksizin.

Heme-i merdumân be zebân-i mâderî-yi hod sohen mîgûyend bîanki ez kâidehâ-yi an âgâh bâşend

Bütün insanlar kurallarından haberi olmaksızın ana dilleri ile konuşurlar. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

همهء مردمان به زبان مادری خود سخن می گویند بی آنکه از قاعده های آن آگاه باشند

Pîrmerd bîanki soheneş temâş şode bâşed hâmûş mând

İhtiyar adam sözünü bitiremeden sustu kaldı. (Şovher-i Âhû Hanum)

پیرمرد بی آنکه سخنش تمام شده باشد خاموش ماند

Şebhâ vu rûzhâ bîanki der mahallî tevakkuf koned reft

Gece gündüz bir yerde durmaksızın yol aldı. (Vilgerd)

شبها و روزها بی آنکه در محلی توقف کند راه رفت

بی آنکه

bî inki: -meksizin, -meden.

Sâet-i nov-i kaşeng-i men hîcdeh mâh-i temâm bî inki dakîkaî ez kâr beyufted ya ihtilâl-i kûçekî der maşinhâyeş peydâ şeved kâr kerd

Yeni güzel saatim tam on sekiz ay bir dakika durmaksızın ya da makine aksamında en küçük bir arıza çıkmaksızın çalıştı. (Sâ’at-i men)

ساعت نو قشنگ من هجده ماه تمام بی اینکه دقیقه ای از کار بیفتد یا اختلال کوچکی در ماشین هایش پیدا شود کار کرد

بی اینکه

bî bedel: (F.-A.) bedelsiz, eşsiz.

Cerîde rov ki guzergâh-i âfiyet teng est

Piyâle gîr ki omr-i azîz bîbedel est

Bir başına yürü, çünkü âfiyet geçidi dar. Al eline kadehi; çünkü aziz ömür bedelsizdir. (Hâfız)

جریده رو که گذرگاه عافیت تنگ است

پیاله گیر که عمر عزیز بی بدل است

بی بدل

bî bedîl: (F.-A.) tek, benzersiz, eşsiz.

Bedîl-i dûstân gîrend yârân

Velîken şâhid-i mâ bîbedîl est

Dostlar dostun yerini alır ama bizim dostumuz benzersiz. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 91)

بدیل دوستان گیرند یاران

ولیکن شاهد ما بی بدیل است

بی بدیل

bî ber u bergerd: [bî + ber + u + bergeşten > bergerd] mutlaka.

بی بر و برگرد

bî cihet: (F.-A.) 1. yönsüz.

Zîr u bâlâ, pîş u pes vasf-i ten est

Bîcihet an zât-i cân-i rûşen est

Aşağı, yukarı, ön, arka bedenin vasfıdır

Aydınlık canının zatında yönsüzlük vardır (Mesnevi)

زیر و بالا، پیش و پس وصف تن است

بی جهت آن ذات جان روشن است

2.sebepsiz yere.

Çerâ bîcihet muzâhim-i efrâd-i muhterem mîşevîd

Niçin sebepsiz yere saygıdeğer kişileri rahatsız ediyorsunuz? (Maraz-i Kand)

چرا بی جهت مزاحم افراد محترم می شوید؟

Emmâ tabîat bîcihet çîzî râ bemâ nemîdehed

Ama tabiat sebepsiz yere bize bir şey vermez. (Perîçihr)

اما طبیعت بی جهت چیزی را بما نمی دهد

بی جهت

bî çon u çerâ: sorgusuz sualsiz, tam.

Kâreş temîz u muvrid-i kabûl-i bîçûn u çerâ-yi bâzâr bûd

Yaptığı iş temizdi ve piyasa tarafından tam kabul görüyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 68)

کارش تمیز و مورد قبول بی چون و چرای بازار بود

بی چون و چرا

bî had: (F.-A.) sınırsız, ölçüsüz, hesapsız, sayısız.

İn cihân mahdûd u an hod bîhad est

Nakş u sûret pîş-i an ma’nî sed est

Bu dünya sınırlı, öbürü sınırsız

O mânâ önünde nakış, sûret bir settir (Mesnevi)

این جهان محدود و آن خود بی حد است

نقش و صورت پیش آن معنی سد است

بی حد

bî hadd u hasr: (F.-A.) sonsuz, bitmez tükenmez.

An tablo ez cevânî yu şâdâbî bîhadd u hasr-i sâhib-i hod hikâyet mîkerd

O tablo sahibinin sonsuz gençlik ve tazeliğini anlatıyordu. (Adâlet-i Âsumân)

آن تابلو از جوانی و شادابی بی حد و حصر صاحب خود حکایت می کرد)

بی حد و حصر

bî hadd u kerân: (F.-A.) sonsiz, engni.

بی حد و کران

bî hisâb: (F.-A.) sayısız, hesapsız.

Revâ buved ki çonin bîhisâb dil beberî?

Mekun ki mazleme-i halk râ cezâyî hest

Böyle hesapsız kitapsız gönül çalmak da olur mu hiç? Etme, eyleme. Halka yapılmış zulmün bir de karşılığı var. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 146)

روا بود که چنین بی حساب دل ببری؟

مکن که مظلمهء خلق را جزایی هست

بی حساب

bî hilâf: (F.-A.) hilafsız, aykırı bir şey olmadan.

Cân-i bîma’nî der in ten bîhilâf

Hest hemçun tîg-i çûbîn der gılâf

Mânâsız can, hilafsız söylüyorum sana

Benzer kılıfta duran tahta kılıca (Mesnevi)

جان بی معنی در این تن بی خلاف

هست همچون تیغ چوبین در غلاف

بی خلاف

bî hod: 1. baygın. 2. iradesiz. 3. beyhude, boşuna, boş yere.

Emmâ bîhod gam mehor, çi an duhter der nezdîkî-yi tûst

Ama boş yere üzülme. Çünkü o kız senin yakınında. (Se Katre Hûn, s. 142)

اما بی خود غم مخور ، چه آن دختر در نزدیکی ء تو است

4. gereksiz, lüzumsuz.

بی خود

bî hod u bî cihet: (F.-A.) boşu boşuna, pisipisine.

Her çihâr nefer gark şodend, bîhod u bîcihet ez beyn reftend

Dördü de boğulup pisipisine öldüler. (Âzeristan)

هر چهار نفر غرق شدند ، بی خود و بی جهت از بین رفتند

بی خود و بی جهت

bîhodî: [bî + hod + î] 1. baygınlık. 2. vecd. 3. durup dururken. 4. karışıklık. 5.  boşu boşuna, aklı sıra.

Zi bîhodî taleb-i yâr mîkuned Hâfız

Çu muflisî ki talebkâr-i genc-i Kârûn est

Hâfız, Kârûn hazinelerini isteyen müflisler gibi, aklı sıra yâre kavuşmayı talep ediyor. (Hâfız)

ز بی خودی طلب یار می کند حافظ

چو مفلسی که طلبکار گنج قارون است

6. kendini bilmeme.

Mestem kun ançunan ki nedânem zi bîhodî

Der arsa-i hayâl ki âmed, kudâm reft

Beni öyle bir sarhoş et ki hayal dünyamda bile kimin gelip kimin gittiğini farkedemez durumda olayım. (Hâfız)

مستم کن آنچنان که ندانم ز بیخودی

در عرصهء خیال که آمد ، کدام رفت

بی خودی

bî hiyâl: (F.-A.) 1. rastgele, öylesine.

Û mîkûşîd çîzî bebîned velî hodeş nemîdânist çi çîz. Û bîhiyâl nigâh mîkerd

O bir şey görmeye çalışıyordu ama kendisi de ne olduğunu bilmiyordu. Öylesine bakıyordu işte. (Âzeristan)

او می کوشید چیزی ببیند ولی خودش نمی دانست چه چیز. او بی خیال نگاه می کرد

2. düşüncesiz. 3. gafil. 4. kayıtsız. 5. kasıtsız. 6. ansızın.

بی خیال

bî direng: beklemeden, derhal, hemen, vakit kaybetmeden.

Yâdeş âmed ki bâyed berâyi nemâz-i zohr u asr bîdireng hod râbe mescid beresâned

Öğle ve ikindi namazlarını kılmak için derhal camiye gitmesi gerektiğini hatırladı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 15)

یادش آمد که باید برای نماز ظهر و عصر بی درنگ خود را بمسجد برساند

بی درنگ

bîzevâl: (F.-A.) geçici olmayan, yok olmayan, ölümsüz.

بی زوال

bî şubhe: (F.-A.) kuşkusuz, şüphesiz.

بی شبهه

bî şek: (F.-A.) kuşkusuz, şüphesiz.

İn zen bîşek yekî ez an gulhâ-yi sefîdî bûd ki ez derûn-i berf mîrûyend

Kuşkusuz bu kadın karda biten beyaz çiçeklerden biriydi. (Şovher-i Âhû Hanum)

این زن بی شک یکی از آن گل های سفیدی بود که از درون برف می رویند

Men fitne-i zemânem ve an dûstân ki dârî

Bîşek nigâh dârend ez fitne-i zemânest

Ben zamanın fitnesiyim ve dostların kuşkusuz seni zamanın fitnesinden uzak tutarlar. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 200)

من فتنهء زمانم و آن دوستان که داری

بی شک نگاه دارند از فتنهء زمانت

بی شک

bî şekk u reyb: (F.-A.) hiç kuşkusuz, hiç şüphesiz.

بی شک و ریب

bî şekk u şubhe: (F.-A.) hiç şüphesiz, hiç kuşkusuz, hiçbir şüpheye mahal olmadan.

بی شک و شبهه

bî şomâr: sayısız, çok fazla, sonsuz.

Rûh-i insânî râ nisbet be âmeden u reften u nisbet be nâdânî ve dânâî ehvâl-i bisyâr u esâmî-yi bîşumâr est

İnsan ruhunun gelme ve gitmeye, cahillik ve bilgisine göre pek çok halleri ve sayısız isimleri vardır. (İnsânu’l-kâmil)

روح انسانی را نسبت بآمدن و رفتن و نسبت بنادانی و دانائی احوال بسیار و اسامی بی شمار است

Diraht-i dûstî benşân ki kâm-i dil be bâr âred

Nihâl-i duşmenî ber ken ki renc-i bîşumâr âred

Dostluk ağacını dikmeye bak; gönlünün muradını sağlar çünkü. Sök, at düşmanlık fidanını; çünkü bitmez tükenmez azap getirir. (Hâfız)

درخت دوستی بنشان که کام دل به بار آرد

نهال دشمنی بر کن که رنج بی شمار آرد

بی شمار

bîtaraf: (F.-A.) tarafsız.

بی طرف

bîtarafâne: (F.-A.) tarafsızca.

بی طرفانه

bî aded: (F.-A.)] sayısız.

Şud leşker-i gam bîaded, ez baht mîhâhem meded

Tâ fahr-i dîn abdussamed bâşed ki gamhârî koned

Sayısı belirsiz yüzlerce gam ordusu karşımda; ben bahtımdan yardım isterim. Dinin kıvancı Abdüssamed olacak ki beni teselli edecek. (Hâfız)

شد لشکر غم بی عدد ، از بخت می خواهم مدد

تا فخر دین عبد الصمد باشد که غمخواری کند

بی عدد

bî kerân: engin, uçsuz, bucaksız.

بی کران

bîgâh: [bî + gâh] zamansız, yersiz.

Der gam-i mâ rûzhâ bîgâh şud

Rûzhâ bâ sûzhâ hemrâh şud

Günler anlamını yitirdi gamımızla

Günler yoldaş oldu yangılarımızla (Mesnevi)

در غم ما روزها بی گاه شد

روزها با سوزها همراه شد

بی گاه

bîgeh: [bî + geh] zamansız.

بی گه

bîgeh u geh: [bî + geh + u + geh] zaman zaman, arasıra.

بی گه و گه

bî mubâlât: (F.-A.) düşünmeden, dikkatsizce.

بی مبالات

bî muhâbâ: (F.-A.) 1. edepsiz. 2. korkusuz. 3. gözünü kırpmadan,

بی محابا

mahal: (F.-A.) yersiz.

Be çeşm-i akl derin rehguzâr-i purâşûb

Cihân u kâr-i cihân bîsebât u bîmahal est

Akıl gözüyle gördüğüm o ki, bu hengâmeli geçitte, dünya sebatsız, dünya meşgalesi ise yersizdir. (Hâfız)

بچشم عقل درین رهگذار پر آشوب

جهان و کار جهان بی ثبات و بی محل است

بی محل

bî mer: sayısız, hesapsız.

بی مر

bî muntehâ: (F.-A.) sonsuz.

İn nedânistend îşân ez amâ

Hest farkî der miyân bîmuntehâ

Körlüklerinden bilemediler bunu

Oysa ortadaki farkın yoktu sonu (Mesnevi)

این ندانستند ایشان از عما

هست فرقی در میان بی منتها

بی منتها

bî movrid: (F.-A.) yersiz.

Sipes ser râ bâ vekâr-i hâssî tekân dâd ve bâ lahnî ki ters-i bîmuvrid-i û râ be temeshur girift goft

Daha sonra kendine has bir vakarla başını salladı ve onun yersiz korkusunu alaya alır bir ifade ile dedi ki: (Şovher-i Âhû Hanum, s. 113)

سپس سر را با وقار خاصی تکان داد و با لحنی که ترس بی مورد او را بتمسخر می گرفت گفت

بی مورد

bî movki: (F.-A.) zamansız.

بی موقع

bî nazîr: (F + A.) eşsiz, benzersiz.

بی نظیر

bî nihâyet: (F.-A.) 1. son derece.

Tanz bînihâyet mes’eleî ciddîst

Mizah son derece ciddî bir meseledir.

طنز بی نهایت مسأله ای جدی است (نابغهء هوش)

2. sonsuz, bitmez tükenmez.

Dilâ, tama’ meber ez lutf-i bînihâyet-i dûst

Çu lâf-i aşk zedî, ser bebâz çâbuk u çust

Gönlüm; gerçek dostun sonsuz lûtfundan umut keserim deme. Madem ki aşktan, sevgiden söz ediyorsun, bir an önce başından vazgeç. (Hâfız)

دلا طمع مبر از لطف بی نهایت دوست

چو لاف عشق زدی ، سر بباز چابک و چست

بی نهایت

bî hem: birbiri olmadan.

Horşîd u deryâ bîhem nemîtevâned zîst konend

Güneş ve deniz birbiri olmadan yaşayamazlar. (Âzeristân)

خورشید و دریا بی هم نمی توانند زیست کنند

بی هم

bî hemâl: eşsiz, ortaksız.

بی همال

bî hemtâ: eşsiz, benzersiz.

بی همتا

bîvesîle: (F.-A.) sebepsiz yeri

بی وسیله

bîvakfe: (F.-A.) [bî + vakfe] durmaksızın, aralıksız, kesintisiz, sürekli.

بی وقفه

bîrûn: 1. dış, dışarı, dışında, dışarda.

Bîrûn-i şehr sermâ sahtter ve sûzendeter şud

Şehrin dışında soğuk daha şiddetlive ısırıcı oldu. (Sefernâme-i Emînuddovle)

بیرون شهر سرما سخت تر و سوزنده تر شد

Men hem mîhâhem ez herât berevem ve an bâgçeî ki der bîrûn-i şehr dârem bîsâhib mîufted

Ben de Herat’tan gitmek istiyorum ve şehrin dışındaki bahçem sahipsiz kalıyor. (Hâne-i Pederî)

من هم می خواهم از هرات بروم و آن باغچه ای که در بیرون شهر دارم بی صاحب می افتد

Govherî kez sadef-i kovn u mekân bîrûnest

Taleb ez gumşudegân-i leb-i deryâ mîkerd

Varlık âlemi denilen sedefin dışında bulunan inciyi deniz kıyısında kaybolanlarda arayıp durdu. (Hâfız)

گوهری کز صدف کون و مکان بیرون است

طلب از گمشدگان لب دریا می کرد

2. dış yüz. 3. meydanda.

Temâm-i moç-i dest u elengû-yi meftûliyeş bîrûn bûd

Bütün bileği ve burma bilezikleri meydandaydı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 14)

تمام مچ دست و النگوی مفتولیش بیرون بود

4. öte.

Hiyâl-i rûy-i kesî der ser est herkes râ

Merâ hiyâl-i kesî kez hiyâl bîrûn est

Herkeste senin yüzünün hayali var. Bende de hayalden öte birinin hayali. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 103)

خیال روی کسی در سر است هرکس را

مرا خیال کسی کز خیال بیرون است

5. çok, fazla.

Sâki gam-i men bolend âvâz şode est.

Sermestî-yi men burûn zi endâze şode est.

Bâ mûy-i sepîd serhoşem kez mey-i to

Pîrâneserem behâr-i dil tâze şode est.

Ey sâkî, dillere destan oldu gamım.

Haddini aştı benim sarhoşluğum.

Sarhoşum şu aksaçımla çünkü şarabından

Tazelendi gönlümün baharı ihtiyarlıkta. (Hayyâm)

ساقی غم من بلند آواز شده است

سرمستیء من برون ز اندازه شده است

با موی سپید سرخوشم کز می تو

پیرانه سرم بهار دل تازه شده است

بیرون

bîrûn ez: -den başka, dışında, hariç.

Bîrûn zi leb-i tu sâkiyâ nîst

Der devr kesî ki kâm dâred

Ey sâkî; bu devirde dudaklarından başka muradına eren yok. (Hâfız)

بیرون ز لب تو ساقیا نیست

در دور کسی که کام دارد

بیرون از

bîrûn ez had: (F.-A.) sayısız, haddinden fazla.

بیرون از حد

bîrûnsû: dış yüz, dışarısı, dış taraf.

Vez cihân-i çun rahim bîrûnsuvî

Ez zemîn der arsa-i vâsi şevî

Rahme benzer dünyanın dışında olursan

Yeryüzünden geniş bir düzlüğe çıkarsın. (Mesnevi)

وز جهان چون رحم بیرون سوی

از زمین در عرصهء واسعشوی

بیرون سو

bîrûnî: [bîrûn + î] 1. dışardaki. 2. dıştaki.

Çeşm fekat mîtevâned sath-i bîrûnî-yi eşyâ râ muşâhede koned

Göz eşyanın sadece dış yüzeyini görebilir. (Hikmet ve Huner-i Ma’nevî, s. 15)

چشم فقط می تواند سطح بیرونی اشیاء را مشاهده کند

3. dışarlıklı. 4. yabancı, garip. 5. avlu, hayat, taşlık.

Hengâmî ki Dâş Âkul vârid-i bîrûnî-yi Haci Samed şud, hatm râ verçîde bûdend

Dâş Âkul, Hacının avlusuna girdiğinde hatim indirilmişti. (Se Katre Hûn, s. 68)

هنگامی که داش آکل وارد بیرونی حاجی صمد شد ، ختم را ورچیده بودند

بیرونی

bîş: (Peh.) 1. çok, fazla, -den fazla.

Çonin me’mûriyyetî mustelzim-i tecribe vu kârdânîst ve tu cevân-i bîtecribeî bîş nîstî

Böyle bir görev tecrübe ve işbilirlik gerektirir. Oysa sen tecrübesiz bir gençten fazla bir şey değilsin. (Don Karlos)

چنین مأموریتی مستلزم تجربه و کاردانی است و تو جوان بی تجربه ای بیش نیستی

Âyâ erziş-i beççe-i û der dunyâ bîş ez refîkeş est

Acaba çocuğunun değeri dünyada arkadaşından fazla mıdır? (Girdâb)

آیا ارزش بچهء او در دنیا بیش از رفیقش است؟

Ez men ramakî be sa’y-i sâkî mânde est.

Vez sohbet-i halk, bîvefâ’î mânde est.

Ez bâde-yi dûşîn kadehî bîş nemând.

Ez omr nedânem ki çi bâkî mânde est?

Sakinin gayretiyle birazcık canım kaldı.

Halkla sohbetten geriye vefasızlık kaldı.

Dünkü bâdeden ancak bir kadeh kaldı.

Bilmem ki ömrümden geri daha ne kaldı? (Hayyâm)

از من رمقی بسعی ساقی مانده است

وز صحبت خلق بی وفائی مانده است

از بادهء دوشین بیش نماند

از عمر ندانم که چه باقی مانده است

2. diğer, artık. 3. misli.

Aşk-i û an şeb yekî sad bîş şud

Lâcerem yekbâregî ez hîş şud

Aşkı o gece birken yüz oldu ve birden kendini kaybetti. (Mantıku’t-Tayr, s. 80)

عشق او آن شب یکی صد بیش شد

لاجرم یکبارگی از خویش شد

بیش

bîş: ona.

بیش

bîş ez: -den çok, -den fazla, -den ziyade.

Eş’ârî ki in gûyende-i bozorg ez âgâz-i cevânî tâ pâyân-i omr surûde, bîş ez sî yu penc defter est

Bu büyük şairin gençlik yıllarından ömrünün sonuna kadar söylediği şiirler otuz beş defterden fazladır. (Eş’âr-i Muntehab)

اشعاری که این گویندهء بزرگ از آغاز جوانی تا پایان عمر سروده ، بیش از سی و پنج دفتر است

بیش از

bîş ez an: daha fazla, ondan fazla.

Âhû çun dîd şovhereş kâr dâred bîş ez an isrâr nekerd

Ahu, kocasının işi olduğunu görünce daha fazla üstelemedi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 48)

آهو چون دید شوهرش کار دارد بیش از آن اصرار نکرد

بیش از آن

bîş ez endâze: haddinden fazla.

İn merd-i çihil u çend sâle bâ kârgerân bîş ez endâze gûşttelhî mîkerd

Bu kırk küsur yaşındaki adam işçilere haddinden fazla kapris yapardı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 42)

این مرد چهل و چند ساله با کارگران بیش از اندازه گوشت تلخی می کرد

بیش از اندازه

bîş ez anki: -den çok, -den ziyade.

بیش از آنکه

bîş ez hemîşe: her zamankinden çok.

Velî henûz û râ dûst dâşt ve şâyed heyli hem bîş ez hemîşe dûsteş dâşt

Fakat hâlâ onu seviyordu ve belki deher zamankinden çok seviyordu onu. (Deryâ-yi Govher)

ولی هنوز او را دوست داشت و شاید خیلی هم بیش از همیشه دوستش داشت

بیش از همیشه

bîş u kem: az çok, azı çoğu.

Çon rûzî yu omr bîş u kem netvan kerd.

Hod râ be kem u bîş dijem netvan kerd.

Kâr-i men u to çonanki re’y-i men o tost,

Ez mûm be dest-i hîş hem netvan kerd.

Bir gün gibi ömür; azı çoğu mümkün değil.

Kendini üzmen az veya çok mümkün değil.

Yapmayı düşündüğümüz var ya seninle benim,

Mum olsa da, bizce yapmak mümkün değil. (Hayyâm)

چون روزی و عمر بیش و کم نتوان کرد

خود را کم و بیش دژم نتوان کرد

کار من و تو چنانکه رأی من و تست

از موم بدست خویش هم نتوان کرد

بیش و کم

bîş u noksân: (F.-A.) az çok.

Âkil ender bîş u noksân nengered

Zanki her do hemçu seylî bogzered

Aklı başında olan, aza çoğa bakmaz

Çünkü ikisi de sel gibi geçer gider. (Mesnevi)

عاقل اندر بیش و نقصان ننگرد

زانکه هر دو همچو سیلی بگذرد

بیش و نقصان

bîşter: [bîş + ter] daha çok, daha fazla, daha ziyade.

بیشتر

bîşterî: [bîş + ter + î] 1. çokluk, fazlalık. 2. çoğunlukla, daha çok.

بیشتری

bîşterîn: [bîş + terîn] en fazla, ençok.

بیشترین

beyn: (A.) 1. ara, orta. 2. arasında.

Resîden-i çend muşterî-yi dîger goftugûy-i beyn-i do hemkâr râ kûtâh kerd

Birkaç müşterinin daha gelmesi iki meslektaş arasındaki konuşmayı kesti. (Şovher-i Âhû Hanum)

رسیدن چند مشتری دیگر گفتگوی بین دو همکار را کوتاه کرد

بین

bihude: beyhude, boşuna.

بیهده

bîhûde: 1. beyhude, boşuna, boş yere.

Çun hestî-yi tu benîstî âlûdest

Gam horden-i nîk u bed-i û bîhûdest

Varlığın yokluğa bulandığına göre, onun iyisine kötüsüne hayıflanmak boşuna.

چون هستیء تو بنیستی آلودست

غم خوردن نیک و بد او بیهوداست

Benazareş âmed ki zindegî-yi û bîhûde beser refte

Hayatının boşa geçtiğini düşündü. (Se Katre Hûn, s. 211)

بنظرش آمد که زندگی او بیهوده بسر رفته

Ber lovh nişân-i bûdenîhâ bûde est,

Peyveste kalem zi nîk u bed fersûde est;

Der rûz-i ezel herançi bâyest bedâd;

Gam horden u kûşîden-i mâ bîhûde est.

Kader levhasına yazılacaklar yazılmış,

İyi, kötü peşinde koşmaktan kalem yorulmuş.

Ezelden yazılanlar mutlak bir borçmuş.

Gam çekmemiz, çalışmamız hep boşmuş! (Hayyâm)

بر لوح نشان بودنی ها بوده است

پیوسته قلم ز نیک و بد فرسوده است

در روز ازل هرآنچه بایست بداد

غم خوردن و کوشیدن مت بیهوده است

2. saçma, bâtıl.

بیهوده

pâbecâ: doğru dürüst.

پا بجا

pâbercâ: [pâ + ber + câ] 1. sağlam, dayanıklı.

Dil çu pergâr be hersû deverânî mîkerd

V’enderan dâyire sergeşte-i pâbercâ bûd Gönlüm pergel gibi her yana dönüp duruyordu.

Ama yine de bu daire içinde, ayağını sağlam basan avare konumundaydı. (Hâfız)

دل چو پرگار به هرسو دورانی می کرد

واندر آن دایره سرگشتهء پابرجا بود

2. devamlı, kalıcı. 3. kararlı. 4. yerinde.

پا برجا

pâk: (Peh.) 1. temiz.

Rûy-i mîz pâk u muretteb bûd

Masanın üstü temiz ve düzenliydi. (Mudîr-i Medrese)

روی میز پاک و مرتب بود

Beher hâl be hemmâm pâk refte ve nâpâk bîrûn âmedîm

Kısacası, hamama temiz girip kirli çıktık. (Seyâhâtnâme-i İbrâhim Beyg)

به هر حال بحمام پاک رفته و ناپاک بیرون آمدیم

2. tamamen, tümüyle, hepten, iyice, iyiden iyiye.

Haci pâk dîvâne şode

Hacı iyiden iyiye delirmiş.(Edebiyyât-i Dovre-i Bîdârî ve Mûasir)

حاجی پاک دیوانه شده

Aşk-i an dilber bemândeş sa’bnâk

Herçi dîger bûd yek ser reft pâk

Onda kala kala o dilberin zorlu aşkı kaldı. Başka ne varsa, tamamen gitti. (Mantıku’t-Tayr, s. 88)

عشق آن دلبر بماندش صعبناک

هرچه دیگر بود یک سر رفت پاک

Eger merâ bâ tu bebîned nakşehâyiman pâk bâtil hâhed şud

Beni seninle görürse, planlarımız hepten suya düşer. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 114)

اگر مرا با تو ببیند نقشه هایمان پاک باطل خواهد شد

3. sade. 4. arı duru, münezzeh. 5. parlak. 6. suçsuz. 7. namuslu. 8. kinsiz. 9. silahsız. 10. rakik. 11. tüm, tümü, hepsi . 12. (tıb.) steril, mikropsuz.

پاک

pâk u pûst kende: apaçık, dobra dora.

پاک و پوست کنده

pây-i: 1. başında.

Do şeb u do rûz pây-i morde-i û keşîk dâd

İki gün iki gece ölüsü başında nöbet tuttu. (Se Katre Hûn)

دو شب و دو روز پای مردهء او کشیک داد

2. yanına, -e, -a.

Der esnâ-i şâm û râ pây-i telefun hâstend

Akşam yemeği sırasında onutelefona çağırdılar. (Do Şeb)

در اثناء شام او را پای تلفن خواستند

پای ِ

pâyân: 1. son.

Derd-i mâ râ nîst dermân, elgıyâs

Hicr-i mâ râ nîst pâyân, elgıyâs

Derdimizin dermanı yok, yardım edin, aman. Ayrılığımızın biteceği yok, yardım edin, aman. (Hâfız)

درد ما را نیست درمان ، الغیاث

هجر ما را نیست پایان ، الغیاث

2. sınır. 3. aşağısı.

پایان

pâyân-i kâr: işin sonunda.

Âteşeş pinhân u zevkeş âşikâr

Dûd-i û zâhir şeved pâyân-i kâr

Ateşi gizlidir, zevki ortada.

Dumanı çıkar ama işin sonunda. (Mesnevi)

آتشش پنهان و ذوقش آشکار

دود او ظاهر شود پایان کار

پایان ِ کار

pâyânnâpezîr: [pâyân + pezîroften > pezîr > nâpezîr] bitmek bilmeyen, bitmez tükenmez.

Katarât-i doroşt-i eşk misl-i çeşmeî nazar kerde ve pâyânnâpezîr ez her gûşe-i çeşmâneş gol mîzed ve bîrûn mîrîht

İri taneli göz yaşları evliya kerametine mazhar olmuş bir pınar gibi sanki hiç tükenmezcesine gözlerinden fışkırıp dökülüyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 19)

قطرات درشت اشک مثل چشمه ای نظر کرده و پایان ناپذیر از هر گوشهء جشمانش غل می زد و بیرون می ریخت

پایان ناپذیر

pâye: (Peh.) [pây + e] 1. rütbe. 2. basamak. 3. sütun, direk. 4. ayak (sandalye, masa). 5. kök, asıl. 6. etek. 7. aşağısı. 8. gövde. 9. yörünge. 10. düşkün. 11. değer, kıymet. 12. sap. 13. ipucu, belirti, gösterge. 14. ipucu.

پایه

pâyîn: 1. aşağı, aşağısı. 2. alt, altı. 3. düşük. 4. etek. 5. merdivenin ilk basamağı.

پایین

pâîn: 1. aşağı. 2. aşağıda. 3. aşağıya.

پائین

pedîdâr: apaçık, aşikâr.

پدیدار

por: (Peh.) 1. dolu.

Çi sâz bûd ki der perde mîzed an mutrib

Ki reft omr u henûzem demâg por zi hevâst.

Çalgıcının tutturduğu makamda çaldığı melodi nasıl bir şeydi ki, ömür geçti gitti ama hâlâ onu mırıldanıp duruyorum. (Hâfız)

چه ساز بود که در پرده میزد آن مطرب

که رفت عمر و هنوزم دماغ پر ز هواست

2. yığılmış. 3. çok. 4. tam.

پر

por ez: dolu, ile dolu.

Yek sâl-i por ez hiyâl, por ez vesvâs, por ez intizâr, por ez bedbînî yu kîne

Hayal, kuruntular, bekleyiş, karamsarlık ve kinle dolu bir yıl. (Do Şeb)

یک سال پر از خیال ، پر از وسواس ، پر از انتظار ، پر از بدبینی و کینه

پر از

pes: 1. arka. 2. sonra. 3. geri. 4. o zaman, bunun üzerine. 5. peki, öyleyse.

Pes çerâ zûdter telefun nekerdîd

Peki neden daha önce telefon etmediniz? (Hindû)

پس چرا زودتر تلفن نکردید؟

6. o halde, şu halde, bu durumda.

Der neyâbed hâl-i pohte hîç hâm

Pes suhen kûtâh bâyed vesselâm

Ham kişi pişmiş kişinin halini hiç anlamaz. O halde sözü kısa kesmek gerek vesselâm. (Mesnevi)

در نیابد حال پخته هیچ خام

پس سخن کوتاه باید والسلام

7. bu yüzden.

پس

pes ez: -den sonra.

Pes ez tagyîr-i libâs pâîn âmede ve be salon-i mucellel-i gezâhorî reftem

Üstümü değiştikten sonra aşağı inip görkemli yemek salonuna gittim. (Ber Sâhil-i Mînâî)

پس از تغییر لباس پائین آمده و به سالن مجلل غذاخوری رفتم

پس از

pes ez ân: ondan sonra.

پس از آن

pes ez endekî: kısa bir süre sonra.

Merd-i mecrûh pes ez endekî be hûş âmed u âşâmîdenî hâst

Yaralı adam kısa bir süre sonra ayıldı ve içecek bir şeyler istedi. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

مرد مجروح پس از اندکی به هوش آمد و آشامیدنی خواست

پس از اندکی

pes ez anki: -dıktan sonra.

Fermânrevâ pes ez anki bekadr-i çend bîl hâk bergerdând, îstâd u porsişhâ-yi hod râ tekrâr kerd

Hükümdar birkaç kürek toprağı alt üst ettikten sonra durdu ve sorularını yineledi. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

فرمانروا پس از آنکه بقدر چند بیل خاک برگرداند ، ایستاد و پرسش های خود را تکرار کرد

پس از آنکه

pes ez in: bundan sonra.

پس از این

pes ez inki: -dikten sonra.

پس از اینکه

pes ez çendî: bir süre sonra.

Pes ez çendî reften, hâleteş digergûn geşt

Biraz yürüdükten sonra hali değişti. (Endîşe)

پس از چندی رفتن ، حالتش دگرگون گشت

پس از چندی

pes ez çend lahza: (F.-A.) bir süre sonra.

Pes ez çend lahze sertîp gor u gor kunân bergeşt

General bir süre sonra homurdana homurdana geri döndü. (Maraz-i Kand)

پس از چند لحظه سرتیپ غر و غر کنان برگشت

پس از چندی لحظه

pes ez zohr: (F.-A.) öğleden sonra.

پس از ظهر

pes ez lehzeî: (F.-A.) bir süre sonra, az sonra.

Pes ez lehzeî pizişk be ârâmî pîş âmed ve hâst çîzî begûyed emmâ in bâr heşm-i bîmâr be muntehâ derece resîd u feryâd kerd

Bir süre sonra doktor yavaşça geldi, bir şey söylemek istedi ama bu kez hastanın öfkesi son haddine vararak bağırdı. (Nâbiga-i Hûş)

پس از لحظه ای پزشک به آرامی آمد و خواست چیزی بگوید ، اما این بار خشم بیمار به منتها درجه رسید و فریاد کرد

پس از لحظه ای

pes ezlahtî: [pes + ez + laht + î] bir süre sonra, kısa bir süre sonra.

Pes ez lahtî katâr be hareket der âmed

Bir süre sonra tren hareket etti. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

پس از لختی قطار بحرکت در آمد

پس از لختی

pes angâh: [pes + ân + gâh] ondan sonra.

پس آنگاه

pesangeh: [pes + ân + geh] sonra, daha sonra, ondan sonra.

پس آنگه

pes intovr: (F.-A.) demek öyle, ya!

Ha dârîd gerdiş mîkonîd?

Natalya cevâb dâd: Bele, dâştîm ber mîgeştîm

Velintsof goft: Pes intovr, heyli hub, bergerdîm

Dolaşıyor musunuz? Natalya ‘Evet, dönüyorduk’ diye cevap verdi. Velintsof ‘Demek öyle, pekâlâ, dönelim’ dedi. (Rodin)

ها دارید گردش می کنید؟

ناتالیا جواب داد بله ، داشتیم بر می گشتیم

ولینتسف گفت پس اینطور ، خیلی خوب ، بر گردیم

پس اینطور

pes-i perde: 1. ev. 2. haremlik. 3. gayb âlemi. 4. gizli, gizlice. 5. arka, perde arkası.

Mâh-i hurşîdnumâyeş zi pes-i perde-i zulf

Âfitâbîst ki der pîş sehâbî dâred

Zülüflerinin arkasındaki güneş görünümlü ay yüzü, bulut arkasında kalmış güneşi andırıyor. (Hâfız)

ماه خورشید نمایش ز پس پردهءزلف

آفتابی است که در پیش سحابی دارد

پس پرده

pes-i poşt: peşi sıra, ardı sıra, peşi, ardı.

پس پشت

pesçiki: [pes + çi + ki] tabiî ki.

پس چه که

pessû: [pes + sû] arka, arka taraf.

پس سو

pes u pîş: önü arkası.

پس و پیش

pesâpîş: [pes + â + pîş] önü ardı, etraf, çevre.

پسا پیش

pesâpes: [pes + â + pes] arka arka.

پساپس

pest: 1. aşağı. 2. alçak.

Âlînesebâ, çerâ benişînî pest?

Ey soylu, niçin alçakta oturursun? (Evhad)

عالی نسبا ، چرا بنشینی پست؟

3. alt. 4. alçaklık. 5. düşük. 6. kısa. 7. hemzemin. 8. harap. 9. yok olmuş. 10. değersiz. 11. kökünden. 12. çabuk. 13. sade. 14. muzdarip. 15. acı. 16. lezzetsiz. 17. zayıf, gevşek. 18. habersiz. 19. nefret etmiş. 20.uygunsuz.

Ber hod bâ bîzârî la’net mî firistâd ki teslîm-i sovdâhâ-yi pest u nâpesend şode est

Rezilce ve hiç de hoşa gitmeyen heveslere teslim olduğu için kendisinden nefret edip lanet okuyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 83)

بر خود با بیزاری لعنت می فرستاد که تسلیم سوداهای پست و ناپسند شده است

پست

pestperde: [pest + perde < perde-i pest]  hafif, yavaşça.

پست پرده

pest pest: az az, yavaş yavaş.

پست پست

pester: 1. daha geride. 2. en aşağı, en alçak.

پستر

pesterek: az geride.

پسترک

pesîn: (Peh.) [pes + în] 1. sonuncu, en son, son. 2. sonraki.

پسین

pesîn ferdâ: üç gün sonra, daha öbür gün.

پسین فردا

pesîngâh: [pesîn + gâh] akşam üstü.

پسینگاه

poşt: (Peh.) 1. arka, arkasında, arkada. 2. dış, dışarı. 3. sırt, geri.

Ender an sâat ki ber poşt-i sabâ bendend zîn

Bâ suleymân çun berânem men ki mûrem merkebest

Sabâ rüzgârına eyer vurduklarında, ona binen Süleyman ile nasıl koşturabilirim ki!? Benim binitim bir karınca! (Hâfız)

اندر آن ساعت که بر پشت صبا بندند زین

با سلیمان چون برانم من که مورم مرکب است

4. hami.

Goftehâ-yi evliyâ nerm u doroşt

Ten mepûşân zanki dînet râst poşt

Velîlerin sözleri yumuşak, sert olsa da

Örtme kendini; dinin sağlamlaşır onlarla. (Mesnevi)

گفته های اولیا نرم و درشت

تن مپوشان زانکه دینت راست پشت

5. yardımcı. 6. üst, üstünde.

Pîrmerd poşt-i bâm îstâde bûd, satl râ bâlâ mîkeşîd

İhtiyar damda durmuş, kovayı yukarı çekiyordu. (Âzeristan)

پیرمرد پشت بام ایستاده بود ، سطل را بالا می کشید

7. başında.

Zen poşt-i telefun herkadr bîrîht u pâ be sin gozâşte bâşed, ma’lûm nîst ve mîtevâned heves-i dilrubâi-yi hod râ teskîn dehed

Kadın ne kadar çirkin ve yaşlanmış olsa da, telefonda anlaşılmaz ve böylece gönül çalma arzusunu tatmin edebilir. (Homâ)

زن پشت تلفن هرقدر بی ریخت و پا به سن گذاشته باشد ، معلوم نیست و می تواند هوس دلربائی خود را تسکین دهد

8. homoseksüel erkek, oğlan. 9. devam. 10. iç.

پشت

poşt-i ser-i hem: art arda, peş peşe, biteviye, durmadan.

Cevân poşt-i ser-i hem satl râ por mîkerd

Delikanlı biteviye kovayı dolduruyordu. (Âzeristân)

جوان پشت سر هم سطل را پر میکرد

پشت ِ سر ِ هم

poşt-i hem: art arda, peş peşe.

پشت ِ هم

poşt rû: 1. tersyüz. 2. baş aşağı.

پشت رو

poştrîz: [poşt + rîhten > rîz] sürekli, peşpeşe.

پشت ریز

poşt-i ser: ard, arka, arkasında, arkasından, ardından, peşinden.

Sedâ-yizeneş poşt-i ser-i û bolend şud

Arkasından karısının sesi yükseldi. (Cûybâr)

صدای زنش پشت سر او بلند شد

Poşt-i ser-i aka nemâzeş râ mîhând

Ağanın arkasında namazını kılıyordu. (Şovher-i Âhû Hanum)

پشت سر آقا نمازش را می خواند

2. ense.

پشت سر

poştâpoşt: [poşt + â + poşt] 1. sırt sırta. 2. omuz omuza.

پشتاپشت

pinhân, penhân: (Peh.) 1. gizli, saklı.

Hadîs-i Hâfız u sâgar ki mîzened pinhân

Çi cây-i muhtesib u şihne, pâdişeh dânist

Hafız’ın kadehle olan gizli söyleşilerini muhtesibi, şihnesi şöyle dursun, padişah bile farketti. (Hâfız)

حدیث حافظ و ساغر که می زند پنهان

چه جای محتسب و شحنه ، پادشه دانست

2. gizlice, gizli gizli.

Dânî ki çeng u ûd çi takrîr mîkonend?

Pinhan horîd bâde ki te’zîr mîkonend

Çeng ile ut neler anlatıyor, biliyor musun? İçecekseniz, gizli saklı için, yoksa kâfirlikle suçlanırsınız diyor. (Hâfız)

دانی که چنگ و عود چه تقریر می کنند؟

پنهان خورید باده که تعذیر می کنند

3. örtülü. 4. sır.

پنهان

pinhân ez kesî: kimsenin haberi olmadan.

پنهان از کسی

pinhân u peydâ: gizli ve açık.

پنهان و پیدا

pehlû: (Peh.) 1. yan. 2. bitişik.

Hoceste bâzû-yi û râ girift ve bâhem be taraf-i otâkî ki pehlâ-yi tâlâr bûd reftend

Huceste onun koluna girdi ve birlikte salonun yanındaki odaya girdiler. (Se Katre Hûn, s. 157)

خجسته بازوی او را گرفت و باهم بطرف اطاقی که پهلوی طالار بود رفتند

3. böğür.

Beguşâ bend-i kabâ tâ beguşâyed dil-i men

Ki guşâdî ki merâ bûd, zi pehlû-yi tu bûd

Üstündeki kaftanın kuşağını çöz ki gözüm gönlün açılsın yanını belini görünce. (Hâfız)

بگشا بند قبا تا بگشاید دل من

که گشادی که مرا بود ، ز پهلوی تو توبود

4. sağrı. 5. karın. 6. kenar.7. ön.

Otomobîlî ez pehlû-yi û gozeşt

Önünden bir otomobil geçti. (Girdâb)

اتومبیلی از پهلوی او گذشت

8. fayda.

پهلو

pehlû be pehlû: borda bordaya.

پهلو به پهلو

pehlûgâh: [pehlû + gâh] yan taraf.

پهلوگاه

pehlûgeh: [pehlû + geh] 1. böğür. 2. kenar.

پهلوگه

pehlû-yi hem: yanyana.

Ez miyân-i kelimehâ-yi zîr kelimehâ-yi hemma’nî râ codâ konîd ve pehlû-yi hem benevîsîd

Aşağıdaki kelimeler arasında anlamdaş kelimeleri ayırınız ve yan yana yazınız. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

از میان کلمه های زیر کلمه های هم معنی را جدا کنید و پهلوی هم بنویسید

پهلوی هم

pehlûyî: yandaki.

پهلویی

pehn: (Peh.) 1. geniş. 2. açık. 3. ferah. 4. yayılmış, yayık. 5. düz.

پهن

pehnâ: (Peh.) [pehn + â] 1. genişlik, en. 2. açıklık, engin. 3. kutur.

پهنا

pehnâver: [pehn + â + ver] 1. geniş.

Efrâsyâb kişver-i pehnâverî râ tâ çîn be siyâveş sipurd

Efrasyâb, Çin’e kadar uzanan geniş bir ülkeyi Siyavuş’a verdi. (Dâstânhâ-yi Dilengîz)

افراسیاب کشور پهناوری را تا چین به سیاوش سپرد

2. engin. 3. ferah. 4. yayılmış. 5. uzak.

پهناور

pey, piy: 1. ayak. 2. ayak izi. 3. direnme gücü, takat. 4. temel. 5. kaide (heykel vs.) 6. defa. 7. pey akçesi.

پی

pey-i: 1. için, -den dolayı.

Koşten-i in merd ber dest-i hekîm

Nî pey-i ûmîd bûd u nî zi bîm

Bu adamın doktor eliyle öldürülmesi

Ne ümit, ne korkudan geliyordu (Mesnevi)

کشتن این مرد بر دست حکیم

نی پی اومید بود و نی ز بیم

2. ardından, peşinden. 3. yerine.

پی ِ

peyderpey: [pey + der + pey] 1. art arda, arka arkaya, peş peşe, peyderpey.

Şikesthâ-yi peyderpey-i şâh tahmâsb ve muâhede-i nengîni bagdâd be muhâlefet u i’tirâzât-i nâdir komek mîkerd

Şah Tahmasb’ın art arda yenilgileri ve utanç verici Bağdat Antlaşması Nadir’in muhalefet ve itirazlarına yardım ediyordu. (Târîh-i Siyâsî)

شکست های پی در پی شاه طهماسب و معاهدهء ننگین بغداد بمخالفت و اعتراضات نادر کمک می کرد

2. azar azar, yavaş yavaş.

پی در پی

peyrîz: [pey + rîhten > rîz] 1. temel atan, kuran. 2. sürekli, devamlı.

پی ریز

pey-i hem: peş peşe, art arda, ardı sıra, ardından.

پی هم

peyâpey: [pey + â + pey] 1. art arda, peş peşe, arka arkaya, durmadan, ardı sıra, boyuna, biteviye.

Murâce’e-yi peyâpey-i çend muşterî rişte-i kelâmeş râ borîd

Art arda birkaç müşterinin gelmesi sözünü kesti. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 22)

مراجعهء پیاپی چند مشتری رشتهء کلامش را برید

2. yavaş yavaş, azar azar.

پیاپی

pîç ender pîç: dolambaçlı.

İkrâr konîd ki bâ in sohenân-i pîç ender pîç mîhâhîd ez dest-i men begurîzîd

Bu dolambaçlı laflarla elimden kurtulup kaçmak istediğinizi itiraf edin. (Don Karlos)

اقرار کنید که با این سخنان پیچ اندر پیچ می خواهید از دست من بگریزید

پیچ اندر پیچ

pîç ber pîç: 1. kıvrım kıvrım. 2. büklüm büklüm. 3. çetrefil, çok zahmetli.

پیچ بر پیچ

pîç pîç: 1. kıvrımlı. 2. dolambaçlı, dolaşık.

Mâ ki’îm ender cihân-i pîçpîç

Çun elif û hod çi dâred hîç hîç

Şu dolaşık dünyada biz kimiz?

Elifiz. Elifin nesi var? Bir hiç. (Mesnevi)

ما که ایم اندر جهان پیچ پپیچ

چون الف او خود چه دار هیچ هیچ

3. büklümlü. 4. sapmış. 5. muzdarip.

پیچ پیچ

peydâ, piydâ: (Peh.) 1. açık, aşikâr, belli, besbelli, ortada.

Nâle ez eczâ-yi îşân mîşenîd

Nevha peydâ nevhagûyân nâpedîd

Vücutlarının zerresinden inilti işitiyordu.

İnilti ortada ama inleyenler görünmüyordu. (Mesnevi)

ناله از اجزای ایشان می شنید

نوحه پیدا نوحه گویان ناپدید

2. görünen. 3. tanınmış.

پیدا

pîş: (Peh.) 1. ön.

Butâ çun gamze’et nâvek feşâned

Dil-i mecrûh-i men pîşeş siper bâd

Ey put yüzlü sevgilim; gamzelerin kirpik oklarını atınca yaralı gönlüm bu okların önünde kalkan olsun. (Hâfız)

بتا چون غمزه ات ناوک فشاند

دل مجروح من پیشش سپر باد

2. önce, evvel.

Ânân ki zi pîş refte’end ey sâkî,

Der hâk-i gurûr hofte’end ey sâkî;

Rov, bâde hor u hakîkat ez men şinov.

Bâd est her ançi gofte’end ey sâkî.

Evvelce gelip geçenler yok mu saki,

Gurur toprağında yatmaktalar be saki.

Hele iç badeyi; dinle benden gerçeği:

Her dedikleri havadır hava be saki ! (Hayyâm)

آنان که ز پیش رفاه اند ای ساقی

در خاک غرور خفته اند ای ساقی

رو، باده خور و حقیقت از من شنو

باد است هرآنچه گفته اند ای ساقی

3. önceki, evvelki.

Der goftâr-i pîş do numûne ez kârhâ-yi Mirza Akahan râ âverdem

Önceki bölümde Mirza Akahan’ın çalışmalarından iki örnek verdim. (Berresî)

در گفتار پیش دو نمونه از کارهای میرزا آقاخان را آوردم

4. yan, yanına, yanında.

Ferdâ mîberemet pîş-i anhâ

Yarın seni onların yanına götürürüm. (Telhûn)

فردا می برمت پیش آنها

5. -de, -da.

Hemintovr ki bâ duhtere harf mîzedem temâm-i hûş u hevâssem pîş-i pulhâyem bûd

Kızla konuşurken aklım fikrim paramdaydı. (Maraz-i Kand)

همینطور که با دختره حرف می زدم تمام هوش و حواسم پیش پولهایم بود

6. -e, -a.

Bilâhere reftem pîş-i doktur

Nihayet doktora gittim. (Maraz-i Kand)

بالاخره رفتم پیش دکتر

7. göre, katında, nezdinde.

Bisyâr sohen bâşed ki an sohen pîş-i murîd nîk bâşed ve pîş-i şeyh bed bâşed

Müride göre iyi ama şeyhe göre kötü olan pek çok söz vardır. (İnsânu’l-kâmil)

بسیار سخن باشد که آن سخن پیش مرید نیک باشد و پیش شیخ بد باشد

8. huzur, kat.

Hâhem ki pîş mîremet ey bîvefâ tabîb

Bîmâr bâz pors ki der intizâremet

Ey vefasız doktor; senin yolunda ölmek istiyorum. Kendi hastanın halini hatırını sor bir kere; seni bekliyorum. (Hâfız)

خواهم که پیش میرمت ای بی وفا طبیب

بیمار باز پرس که در انتظارمت

9. yön, taraf. 10. kenar. 11. karşı, karşısı. 12. sahil, kıyı. 13. (gr.) ötre. 14. daha üstün, daha yüce, daha iyi. 15. öncelikli. 16. için.

Pederet an girânmâye merd-i cevân

Fidâ kerdpîş-i tu rûşen revân

O yiğit ve değerli baban senin için tatlı canını feda etti. (Şâhnâme, I/42, beyit 170)

پدرت آن گرانمایه مرد جوان

فدا کرد پیش تو روشن روان

17. görüş,

Nâm-i Hâfız rakam-i nîk pezîruft velî

Pîş-i rindân rakam-i sûd u ziyân in heme nîst

Hâfız iyi adla anılanlar arasına girdi girmesine ama rintlerin katında kazanç ve ziyan hesabı sadece bunlar değil. (Hâfız)

نام حافظ رقم نیک پذیرفت ولی

پیش رندان رقم سود و زیان این همه نیست

پیش

pîş-i pâ: ön.

Homâ sohbet-i hod râ çonan temâm kerd ki gûî der mukâbil-i amelî encâm şode karâr girifte est ve cuz teslîm çâreî pîş-i pâyeş nîst

Homa bir emrivaki karşısında kalmış da teslim olmaktan başka çıkar yol bulamamışçasına sözünü bitirdi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 113)

هما صحبت خود را چنان تمام کرد که گوئی در مقابل عملی انجام شده قرار گرفته است و جز تسلیم چاره ای پیش پایش نیست

پیش ِ پا

pîş-i pây-i kesî: birinden önce.

El’ân pîş-i pây-i şomâ yek hânumî âmede bûd, ez men yek çîzî mîhâst

Şimdi sizden önce bir hanım gelmişti. Benden bir şey istiyordu. (Mahmûd Aka râ Vekîl Konîd)

الان پیش پای شما یک خانمی آمده بود ، از من یک چیزی میخواست

پیش ِ پای کسی

pîş-i hod: kendi kendine.

Pîş-i hod mîgoft imrûz dîger nemî tevânem behâbem

Kendi kendine ‘Bugün artık uyuyamam’ diyordu. (Kıssehâ-yi Behreng)

پیش خود می گفت : امروز دیگر نمی توانم بخوابم

پیش ِ خود

pîş-i rûy: göz önü, karşısı.

پیش ِ روی

pîş ez: -den önce.

پیش از

pîş ez an: ondan önce, daha önce.

Pîş ez an, yekî do bâr der in husûs bâ yâver ki merdî nermhû ve ehlâkî bûd goftugû be amel âverde bûd

Daha önce bir iki kez yumuşak huylu ve ahlaklı biri olan Yâver’le bu konuda görüşme yapmıştı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 11)

پیش از آن یکی دو بار در این خصوص با یاور که مردی نرمخو و اخلاقی بود گفتگو بعمل آورده بود

پیش از آن

pîş ez anki: -meden önce.

Pîş ez anki be cihet-i muşahhasî râh ufted, vasat-i hiyâbân meks kerd

Belirli bir yöne doğru yürümeden önce caddenin ortasında durdu. (Kûtî-i Kibrît)

پیش از آنکه به جهت مشخصی راه افتد ، وسط خیابان مکث کرد

پیش از آنکه

pîş ez in: bundan önce.

پیش از این

pîş ez inki: -meden önce.

پیش از اینکه

pîş ez pîş: öncelikle, her şeyden önce, ilkin, evvelemirde.

پیش از پیش

pîş ez zohr: (F.-A.) öğleden önce.

پیش از ظهر

pîş-i pâ: 1. karşı. 2. ayağın ön kısmı.

پیش پا

pîş-i pây-i kesî: birin gelmesinden az önce, birinin önüsıra.

پیش پای کسی

pîş pîş: 1. önden, önü sıra.

Zanki her morgî be sûy-i cins-i hîş

Mîpered û der pes u cân pîş pîş

Her kuş kendi cinsine yönelir

Uçar cinsinin ardından, canı önden gider (Mesnevi)

زانکه هر ورغی بسوی جنس خویش

می پرد او در پس و جان پیش پیش

2. parça parça.

پیش پیش

pîş u pes: 1. önü ardı.

Men çigûne hûş dârem pîş u pes

Çun nebâşed nûr-i yârem pîş u pes

Nasıl bakarım ben önüme arkama

Olmayınca yârimin nûru önümde arkamda? (Mesnevi)

من چگونه هوش دارم پیش و پس

چون نباشد نور یارم پیش و پس

2. önce ve sonra.

پیش و پس

pîş u pes: ön ve arka; önü ardı.

پیش و پس

pîş u pes u bâlâ: ön, arka ve yukarı.

پیش و پس و بالا

pîşâpîş: [pîş + â + pîş] 1. her şeyden önce. 2. önü sıra. 3. ön, ileri.

Der deh kademî-yi pîşâpîş-i hod homâ râ dîd ki mîreft

On adım önünde giden Homa’yı gördü. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 82)

در ده قدمی پیشاپیش خود هما را دید که می رفت

پیشاپیش

pîşet: [pîş + et< tu] yanına, yanında, önünde, önüne, huzuruna, huzurunda, katında, nezdinde.

پیشت

pîşter: [pîş + ter] daha önce, önceden, eskiden.

İncâ heman meydângâhî bûd ki pîşter vaktî dil u demâg dâşt ancâ râ korok mîkerd ve hîçkes cur’et nemîkerd colov biyâyed

Burası, eskiden, neşesi yerinde olduğu zaman kasıp kavurduğu ve hiç kimsenin karşısına çıkmaya cesaret edemediği meydandı. (Se Katre Hûn, s. 83)

اینجا همان میدانگاهی بود که پیشتر وقتی دل و دماغ داشت آنجا را قرق می کرد و هیچکس جرأت نمی کرد جلو بیاید

Zan kûze-yi mey ki nîst der vey zararî,

Por kon kadehî; bohor, be men dih digerî;

Zan pîşter ey peser ki der rehgozerî,

Hâk-i men u to kûze koned kûzegerî.

Şu şarap testisinden doldur bir kadeh, iç. Bir de bana ver; yok onda zarar hiç. Yapmadan çömlekçi toprağımızdan testi Yolcuyuz bu yolda evlat, iç hadi iç. (Hayyâm)

زان کوزهء می که نیست در وی ضرری

پر کن قدحی، بخور، بمن ده دگری

زان پیشتر ای پسر که در رهگذری

خاک من و تو کوزه کند کوزه گری

پیشتر

pîşterek: 1. az önce. 2. az ileride.

پیشترک

pîşterhâ: önceleri.

Pîşterhâ merd-i cevânî bûd ki heme çîz dâşt emmâ tenhâ bûd

Önceleri her şeyi olan ama yalnız bir adamdı. (Emûyem Mîgoft)

پیشترها مرد جوانی بود که همه چیز داشت اما تنها بود

پیشترها

pîşîn: [pîş + în] 1. önceki, evvelki, eski.

Yâdgârhâ-yi pîşîn ez colov-i û yekbeyek red mîşodend

Eski anılar bir bir gözünün önünden geçiyordu.  (Se Katre Hûn, s. 82)

یادگارهای پیشین از جلو او یک بیک رد می شدند

Der sâl-i hezâr u sised nohostîn medrese-i nizâmî der isfehân be dest-i şâgirdân-i pîşîn-i dârulfunûn ber pâ şud

İlk askerî okul 1300 yılında Darülfünun’un askerî öğrencileri tarafından Isfahan’da kuruldu. (Berresî)

در سال 1300 نخستین مدرسهء نظامی در اصفهان به دست شاگردان پیشین دار الفنون بر پا شد

2. peşin. 3. öndeki.

پیشین

pîşîngâh: [pîşîn + gâh] öğle namazı vakti.

پیشینگاه

pîşîne: [pîş + îne] 1. eski, selef, önceki, selef. 2. ilk. 3. daha önde.

پیشینه

peyveste: [peyvesten > peyvest + e] aralıksız, sürekli, daima, hep, mütemadiyen.

Bâ muhtesibem eyb megûîd ki û nîz

Peyveste çu mâ der taleb-i eyş-i mudâm est

Ayıbımı muhtesibe söylemeyin aman. Aslında o da bizim gibi sürekli işretin peşinde. (Hâfız)

با محتسبم عیب مگوئید که او نیز

پیوسته چو ما در طلب عیش مدام است

Ber lovh nişân-i bûdenîhâ bûde est,

Peyveste kalem zi nîk u bed fersûde est;

Der rûz-i ezel herançi bâyest bedâd;

Gam horden u kûşîden-i mâ bîhûde est.

Kader levhasına yazılacaklar yazılmış,

İyi, kötü peşinde koşmaktan kalem yorulmuş.

Ezelden yazılanlar mutlak bir borçmuş.

Gam çekmemiz, çalışmamız hep boşmuş! (Hayyâm)

بر لوح نشان بودنی ها بوده است

پیوسته قلم ز نیک و بد فرسوده است

در روز ازل هرآنچه بایست بداد

غم خوردن و کوشیدن مت بیهوده است

پیوسته

: 1. denk, benzer, eş, gibi.

Men tâ-yi şumâ nîstem

Ben sizin gibi değilim.

من تای شما نیستم

Çun hâce nizâm nîst bezmârâyî

Bîsovt-i hoşeş mebâd hâlî câyî

Her sâz ki hest tây-i û betvân yâft

Tenbûr-i veyest anki nedâred tâyî

Mademki Hâce Nizam gibi meclis süsleyen biri yoktur, onun güzel sesi olmaksızın bir yer boş kalmasın. Ama benzeri olmayan bir saz varsa, o da, onun tanburudur. (Kâtibî)

چون خواجه نظام نیست بزم آرایی

بی صوت خوشش مباد خالی جایی

هر ساز که هست تای او بتوان یافت

طنبور ویست آنکه ندارد تایی

2.  sayı olarak adet bildirir ve bazen kişi anlamında kullanılır.

Se tâ hânum u do nefer sâzzen bâhod âverdem

Yanımda üç hanım ve iki çalgıcı getirdim.

سه تا خانم و دو نفر ساز زن با خود آوردم

3.  tane, adet.

Çendîn kitâbbe ingilîsî nevişte şode est ki men heft heşt tâî ez anhâ râ dîde ve hânde’em

İngilizce birkaç kitap yazılmış olup, bunlardan yedi sekiz tanesini gördüm ve okudum.

چندین کتاب بانگلیسی نوشته شده است که من هفت هشت تائی از آنها را دیده و خوانده ام

4.  defa, kere, kez, misli, katı.

Kihkihî yu hâyuhûyî mîzedend

Tây-i çendî mest u bîhod mîşodend

Kah kah gülüp hay huy ediyorlar, birkaç defa körkütük sarhoş oluyorlardı. (Mesnevi)

کخ کخی و های و هویی می زدند

تای چندی مست و بیخود میشدند

Nefy-i an yek çîz u isbâteş revâst

Çun cihet şud muhtelif, nisbet do tâst

Bir şeyin hem nefyi hem isbâtı caizdir. Cihetler muhtelif olunca, nisbet de iki türlü olur. (Mesnevi)

نفی آن یک چیز و اثباتش رواست

چون جهت شد مختلف ، نسبت دو تاست

Hırs-i bet yektâst, im pencâh tâst

Hırs-i şehvet mâr u mensib ejdehâst

Kazın hırsı bir taneyse, bunun hırsı elli katıdır. Şehvet hırsı yılansa, makam hırsı ejderhadır. (Mesnevi)

حرص بط یکتاست ، این پنجاه تاست

حرص شهوت مار و منصب اژدهاست

5. deste.

Ger begûyem şerh-i in bîhad şeved

Mesnevî heştâd tâ kâgez şeved

Bunun şerhini yapsam, sonu gelmez. Mesnevî’ye bunun gibi seksen deste kâğıt gerekir. (Mesnevi)

گر بگویم شرح این بی حد شود

مثنوی هشتاد تا کاغذ شود

6. tahta, varak, kat, iplik katı.

Şeh ez mestî şitâb âverd ber şîr

Beyektâ pîrehen bîdir’ u şemşîr

Şah sarhoş bir halde iken, üstünde zırhsız bir gömlek ve kılıçla arslanın üzerine atıldı. (Nizâmî)

شه از مستی شتاب آورد بر شیر

بیکتا پیرهن بیدرع و شمشیر

Rişte tâ yektâst anrâ zûr-i zâlî bugseled

Çun do tâ gerdîd, netvan gusesten zâl-i zer

İplik bir kat oldukça, yaşlı birinin gücüyle kopabilir. İki kat oldu mu, Zal pehlivan bile koparamaz.  (Senâî)

رشته تا یکتاست آنرا زور زالی بگسلد

چون دو تا گردید ، نتوان گستتن زال زر

7. saç teli, kıl.

Hest an mûy-i siyeh hestî-yi û

Tâ zi hestiyyeş nemâned tây-i mûy

O kara saç, o kara kıl onun varlığıdır. Onun varlığından tek bir kıl bile kalmamalı (Mesnevi)

هست آن موی سیه هستیء او

تا ز هستیش نماند تای موی

Yekî tâ mûy-i endâm-i tu ber men

Gerâmîter zi her do çeşm-i rûşen

Vücudundaki bir tek kılın bile benim iki gözümden daha değerlidir. (Vîs u Râmîn)

یکی تا موی اندام تو بر من

گرامیتر ز هر دو چشم روشن

8.  kıvrım, kırışık, büklüm.

Ger nebûdî teng in efgân zi çîst?

Çun do tâ şud herki der vey pîş zîst

Dünya dar olmasaydı, bu feryat neden? Daha önce bu dünyada yaşayanlar nasıl da iki büklüm oldular? (Mesnevi)

گر نبودی تنگ این افغان ز چیست؟

چون دو تا شد هرکه در وی پیش زیست

Resmîst kadd-i şâh zi hâsil şeved dotâ

Gerdîd kâmet-i tu zi bîhâsilî dotâ

Dalın üründen dolayı iki büklüm olup yatması doğaldır. Oysa senin boyun bir şey verememekten iki büklüm oldu. (Sâib)

رسمیست قد شاخ ز حاصل شود دو تا

گردید قامت تو ز بیحاصلی دو تا

9. (bot.) Tahran ve Hurremâbâd civarında dağdağan denilen ağaç. 10. saz teli.

Mugannî melûlem, dotâ bezem

Beyektâî-yi û setâî bezen

Ey çalgıcı! Üzgünüm. Tek Allah hakkı için iki telliyi, üç telliyi, neyi bulursan, onu çal. (Hafız)

مغنی ملولم دوتائی بزن

بیکتائیء او سه تائی بزن

11. güç, kudret, itibar. 12.  sakın!

Hidmet-i tâet u hamd-i hodâst

Tâ nepindârî ki hak ez men codâst

Bana hizmet etmek, Allah’a ibadet ve hamdetmektir. Sakın beni Hak’tan ayrı sanma! (Mesnevi)

خدمت طاعت و حمد خداست

تا نپنداری که حق از من جداست

Ger ganî zer be dâmen efşâned

Tâ nazar der sevâb-i û nekonî

Zengin etek dolusu para saçsa da, sakın ondan cömertlik ve ihsan bekleme! (Gulistan)

گر غنی زر به دامن افشاند

تا نظر در ثواب او نکنی !

Cigeret ger zi âteş est kebâb

Tâ zi delv-i felek necûyî âb

Susuzluk ateşiyle ciğerin kebap olsa dahi, sakın ondan cömertlik ve ihsan bekleme! (Kelîle ve Dimne)

جگرت گر ز آتش است کباب

تا ز دلو فلک نجویی آب

13. dikkat et, dikkatli ol, uyanık ol, aman dikkat et.

Tâ zerendûdiyek ez reh nefkened

Tâ hiyâl-i kej turâ çeh nefkened

Dikkat et! Altın suyu ile boyaman seni yoldan çıkarmasın! Dikkat et! Bâtıl hayal seni kuyuya düşürmesin! (Mesnevi)

تا زر اندودیت از ره نفکند

تا خیال کژ ترا چه نفکند

Hîn megû ferdâ ki ferdâhâ gozeşt

Tâ bekullî negzered eyyâm-i kişt

Sakın ‘yarına bırakayım’ deme! Çünkü nice yarınlar geçti. Ekim zamanının tamamıyla geçmemesine dikkat et! (Mesnevi)

هین مگو فردا که فرداها گذشت

تا بکلی نگذرد ایام کشت

Elâ tâ negiryed ki arş-i azîm

Belerzed hemî çun begiryed yetîm

Ama dikkat et! Yetim ağlamasın! Yetim ağlarsa, koskoca arş titrer. (Sadî)

الا تا نگرید که عرش عظیم

بلرزد همی چون بگرید یتیم

Belâsı balına degmez ko lezzet-i dehri

Evin yıkılmaya tâ misl-i hâne-i zenbûr (Hayâlî)

14. asla.

Kirâ şer’ fetvî dehed ber helâk

Elâ tâ nedârî zi koşteneş bâk

Şeriat kimin ölümüne fetva verirse, onu öldürmekten asla çekinme! (Sadî)

کرا شرع فتوی دهد بر هلاک

الا تا نداری ز کشتنش باک

15. elbette, gerekir, lâzımdır.

Herki hâhed hemnişînî-yi hodâ

Tâ nişîned der huzûr-i ovliyâ

Tanrı ile oturup kalkmak, hemhal olmak isteyen kişinin velîlerin huzurunda oturması gerekir. (Mesnevi)

هرکه خواهد همنشینی خدا

تا نشیند در حضور اولیا

16. fiile emir anlamı kazandırır.

Ber der-i hâne begû kaymaz râ

Tâ biyâred an rukâk u kâz râ

Evin kapısında Kaymaz’a söyle; o yufka ekmeği ile kazı getirsin. (Mesnevi)

بر در خانه بگو قیماز را

تا بیارد آن رقاق و قاز را

17. görmek gerek, bakalım, Allah bilir, kim bilir, belli değil, bilmem .

Tu giyâh u ustuhân pîeş berîz

Tâ kodâmîn sû koned û gâm tîz

Sen onun önüne ot ile kemik koy. Bakalım, hangi tarafa doğru hızla gidecek? (Mesnevi)

تو گیاه و استخوان پیشش بریز

تا کدامین سو کند او گام تیز

Ebr âmed u zâr ber ser-i sebze girîst;

Bîbâde-yi gulreng nemîşâyed zîst.

İn sebze ki imrûz temâşâgeh-i mâst,

Tâ sebze-yi hâk-i mâ temâşâgeh-i kîst?

Geldi bulut, ağladı hüngür hüngür çayırlıklara; Yaşanamaz bu durumda olmadan gül renkli şarap. Bugün bizim seyir yerimiz şu çayırlık. Yarın kimin yeri acep toprağımızda bitecek çayırlık? (Hayyâm)

ابر آمد و زار بر سر سبزه گریست

بی بادهء گلرنگ نمی شاید زیست

این سبزه که امروز تماشاگه ماست

تا سبزهء خاک ما تماشاگه کیست؟

Aşk mâ râ zi dil u dîn u hired dûr endâht

Tâ be an kâfile dîger ki resâned mâ râ?

Aşk bizi gönülden, dinden ve akıldan uzaklaştırdı. Bakalım, diğer kervana bizi kim kavuşturacak?  (Sâib)

عشق ما را ز دل و دین و خرد دور انداخت

 تا به آن قافله دیگر که رساند ما را؟

Tâ çi bâzî ruh numâyed, beydakî hâhîm rând

Arsa-i şatranc-i rindân râ mecâl-i şâh nîst

Bakalım ne oyunlar sergileyecek; bir piyade sürelim bakalım. Rintlerin satranç tahtasında şahın mecali olmaz. (Hâfız)

تا چه بازی رخ نماید ، بیدقی خواهیم راند

عرصهء شطرنج رندان را مجال شاه نیست

18. ola ki, olabilir ki, umulur ki.

Enderin reh mîterâş u mîherâş

Tâ dem-i âhir demî fârig mebâş

Tâ dem-i âhir âher buved

Ki inâyet bâ tu sâhibsir buved

Bu yolda yolun, tırmalan ve son nefese kadar boş durma. Ola ki, son nefeste bir an olur, sen de inayete erişerek sırdaş olursun.

اندرین ره می تراش و می خراش

تا دم آخر دمی فارغ مباش

تا دم آخر دمی آخر بود

که عنایت با تو صاحب سر بود

19. -e, -e kadar, tâ, tâ … -e kadar.

Sâlim ez dozdân u ez âsîb-iseng

Bord tâ dârulhilâfe bîdireng

Testiyi hırsızlara çaldırmadan, taşla kırdırmadan tâ hilafet şehrine kadar, konaklamaksızın götürdü. (Mesnevi)

سالم از دزدان و از آسیب سنگ

برد تا دار الخلافه بی درنگ

Bâz her mâ râ ezin nefs-i pelîd

Kardeş tâ ustuhân-i mâ resîd

Bizi bu murdar nefisten kurtar. Çünkü bıçak kemiğimize kadar dayandı. (Mesnevi)

باز خر ما را ازین نفس پلید

کاردش تا استخوان ما رسید

İn cism tâ nuhsed derece zûb nemîşeved

Bu cisim 900 dereceye kadar erimez.

این جسم تا نهصد درجه ذوب نمیشود

Tâ yek sâet-i dîger bermîgerdîm

Bir saate kadar döneriz.

تا یک ساعت دیگر بر می گردیم

20.arasında, nispetle.

Farkhâ bîhad buved ez şahs-i şîr

Tâ beşahs âdemîzâd-i dilîr

Arslan ile yiğit bir insanoğlu arasında sonsuz fark vardır. (Mesnevi)

فرق ها بی حد بود از شخص شیر

تا بشخص آدمیزاد دلیر

Mîdânî ki men be in leşker heyli nezdîkterem tâ tu.

Bildiğin gibi, ben bu orduya senden daha yakınım.

میدانی که من به این لشکر خیلی نزدیکترم تا تو.

21. boyunca.

Tâ çihil sâl an vazîfe vu an etâ

Kem neşud yek rûz ez an ehl-i recâ

O bağış, o ihsan kırk yıl boyunca o niyaz ehlinden bir gün dahi eksilmedi. (Mesnevi)

تا چهل سال آن وظیفه و آن عطا

کم نشد یک روز از آن اهل رجا

22. hele, hele bir.

Goft uştur tâ bebînem hadd-i âb

Pâ derû binhâd an uştur şitâb

Deve ‘Hele suyun miktarını bir göreyim’ dedi ve aceleyle ayağını suya daldırdı. (Mesnevi)

گفت اشتر تا ببینم حد آب

پا درو بنهاد آن اشتر شتاب

23. tam.

Goft tâ sâlî nehâhem hord âb

Ançonan kerd u hodâyeş dâd tâb

Tam bir yıl su içmeyeceğim, dedi. Öyle de yaptı ve Allah ona dayanma gücü verdi. (Mesnevi)

گفت تا سالی نخواهم خورد آب

آنچنان کرد و خدایش داد تاب

24. -den çok, -den ziyade.

Cîg mîkeşîdend u muhtevâ-yi cîg u dâdişan bîşter fuhş u itâb bûd tâ hande vu şâdî

Çığlık atıyorlardı ve bağırıp çağırışmalarının muhtevası gülmek ve sevinçten çok, küfür ve çıkışmaydı.

جیغ میکشیدند و محتوای جیغ و دادشان بیشتر فحش و عتاب بود تا خنده و شادی.

Menzûritan înest ki anhâ bîşter âşik u ma’şûk bûdend tâ zen u şovher?

Maksadınız, onların karı kocadan ziyade aşıkla maşuk olmaları mı?

منظورتان اینست که آنها بیشتر عاشق و معشوق بودند تا زن و شوهر؟

25. eğer.

Tâ nerûyed rîş-i tu ey hûb-i men

Ber diger sâdezeneh ta’ne mezen

Ey güzelim! Eğer sakalın çıkmıyorsa, başka sakalsızları kınama. (Mesnevi)

تا نروید ریش تو ای خوب من

بر دگر ساده زنخ طعنه مزن

Tâ nebâşed râst, key bâşed durûg

An durûg ez râst mîgerded furûg

Doğru olmazsa, yalan nasıl olur? O yalan, doğru ile nurlanır, açığa çıkar. (Mesnevi)

تا نباشد راست ، کی باشد دروغ؟

آن دروغ از راست میگیرد فروغ

26. -dığı vakit, -ince, -diğinde, iken, -diği sırada, -ceği sırada.

Tâ resîd an şeb ki mevlid bûd an

Re’y in dîdend an firovniyân

O doğum gecesi gelip çatınca, Firavun’un adamları şu fikri münasip gördüler. (Mesnevi)

تا رسید آن شب که مولد بود آن

رأی این دیدند آن فرعونیان

Tâ zened tîrî, sevâreş bangzed

Men zaîfem gerçi reftestem cesed

Okçu okunu atacağı sırada atlı ona ‘İri cüsseli olmakla birlikte, ben zayıfım’ diye bağırdı. (Mesnevi)

تا زند تیری ، سوارش بانگ زد

من ضعیفم گرچه رفتستم جسد

Tâ doktur resîd, merîz morde bûd

Doktor geldiğinde, hasta ölmüştü.

تا دکتر رسید ، مریض مرده بود

27. -den beri.

Tâ merâ aşk-i tu ta’lîm-i suhen goften kerd

Halk râ vird-i zebân, midhat u tahsîn-i men est

Senin aşkın bana söz söylemeyi öğrettiğinden beri halkın dilinde bana yapılan övgü var. (Hâfız)

تا مرا عشق تو تعلیم سخن گفتن کرد

خلق را ورد زبان ، مدحت و تحسین من است

Ez cehûd u ez cehûdî reste’em

Tâ be zunnârî miyân râ beste’em

Zünnarla belimi bağladığımdan beri yahudiden ve yahudilikten kurtuldum. (Mesnevi)

از جهود و از جهودی رسته ام

تا بزناری میان را بسته ام

Goft mâder tâ cân bûdest ezin

Kârefzâyân budend ender zemîn

Annesi ‘Dünya kurulduğundan beri yeryüzünde böyle abes işlerle uğraşanlar olmuştur’dedi. (Mesnevi)

گفت مادر : تا جان بودست ازین

کارافزایان بدند اندر زمین

Cihânâferîn tâ cihân âferîd

Çunû şehriyârî neyâmed pedîd

Tanrı dünyayı yarattığından beri yeryüzüne onun gibi bir şehriyar gelmemiştir. (Şâhnâme)

جهان آفرین تا جهان آفرید

چنو شهریاری نیامد پدید

Tâ be ingilistân refte’est ezû haberî nedârem

İngiltere’ye gittiğinden beri ondan haber alamıyorum.

تا به انگلستان رفته است ازو خبری ندارم

28. -inceye kadar, -dığı zamana kadar

Çun neî kâmil, dukkân tenhâ megîr

Desthoş mîbâş tâ gerdî hamîr

Mademki olgunlaşıp hazır hale gelmemişsin, tek başına dükkân açma. Yoğurulup pişinceye kadar birinin yanında çalış. (Mesnevi)

چون نهء کامل ، دکان تنها مگیر

دست خوش میباش تا گردی خمیر

Tâ tu ez bâlâ furû âyî bezûr

Âb-i cûyeş borde bâşed tâ bedûr

Sen yukardan zorla inene kadar su onu uzaklara götürmüş olur. (Mesnevi)

تا تو از بالا فرو آیی بزور

آب جویش برده باشد تا بدور

Tâ gûsâle gâv şeved, dil-i mâdereş âb şeved

Zenginin gönlü oluncaya kadar fukaranın canı çıkar. (Emsâl u Hikem, I/536)

تا گوساله گاو شود دل مادرش آب شود

Tâ tiryâk ez ırâk ârend, mârgezîde morde şeved

Elden gelen öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz. (Emsâl u Hikem, I/529)

تا تریاق از عراق آرند ، مارگزیده مرده شود

İncâ teşrîf dâşte bâşîd tâ biyâyem.

Ben gelene kadar burada bekleyiniz.

اینجا تشریف داشته باشید تا بیایم

Tâ şumâ biyâyîd, refte’em

Siz gelene kadar ben gitmiş olurum.

تا شما بیایید رفته ام

Kovl mîdehem ki tâ çend mâh-i dîger der incâ dihkedei zîbâî besâzem

Birkaç aya kadar burada güzel bir köy kuracağıma söz veriyorum. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

قول میدهم که تا چند ماه دیگر در اینجا دهکدهء زیبائی بسازم

29. -dikçe, -diği sürece.

Tâ zinde bâşed merdumâzâr hâhed bûd

Yaşadığı sürece insanları inciten biri olacak.

تا زنده باشد مردم آزار خواهد بود

Tâ sulh tevan kerd, der-i ceng mekûb

Barış yapılabildiği sürece savaş borusu çalma. (Emsâl u Hikem, I/536)

تا صلح توان کرد ، در جنگ مکوب

Sohen tâ negûî, tevânîş goften

Velî gofte râ bâz netvan nihuft

Bir şeyi söylemediğin sürece, onu her zaman söyleme hakkın vardır. Ama bir kere söyledin mi, bir daha geri alamazsın. (Kelîle ve Dimne, s. 97)

سخن تا نگوئی توانیش گفت

ولی گفته را باز نتوان نهفت

Tâ çeşm kâr mîkoned, gayr ez deryâ çîzî dîde nemîşeved

Göz alabildiğince denizden başka bir şey görülmüyor.

تا چشم کار می کند غیر از دریا چیزی دیده نمی شود

Mezen tâ tevânî ber ebrû girih

Ki duşmen egerçi zebûn, dûst bih

Elinden geldikçe kaşını çatma. Çünkü zayıf da olsa, düşmanın dost kalması daha iyidir. (Sadî)

مزن تا توانی بر ابرو گره

که دشمن اگرچه زبون ، دوست به

30.-mekten, -mektense.

Bih ki zinde şevem zi taht bezîr

Tâ şevem koşte der miyân-i do şîr

İki arslan arasında öldürülmektense, canlı olarak tahttan inmem daha iyidir. (Nizâmî)

به که زنده شوم ز تخت بزیر

تا شوم کشته در میان دو شیر

Men beheş cevâb dâdem ki tercîh mîdehem bemîrem tâ bekes-i dîgerî izdivâc kunem

Ben ona ‘Başka biriyle evlenmektense, ölmeyi tercih ederim’ diye cevap verdim.

من بهش جواب دادم که ترجیح میدهم بمیرم تا بکس دیگری ازدواج کنم

İn heyli sâdeter est tâ begûîd

Bu sizin dediğinden daha basittir.

این خیلی ساده تر است تا بگوئید

31. -meden, -meden önce, -meksizin.

Yek zemân bîkâr netvânî nişest

Tâ bedî yâ nîkiî ez tu necest

Senden bir iyilik ya da kötülük çıkmaksızın bir an bile boş oturamazsın. (Mesnevi)

یک زمان بیکار نتوانی نشست

تا بدی یا نیکئی از تو نجست

Gûyemeş zi an pîş-i ki gerdî girov

Tâ neyâyed âfet-i mestî boro

Ona ‘Rehin olmadan önce, sarhoşluk afeti gelmeden git’ derim. (Mesnevi)

گویمش ز آن پیش که گردی گرو

تا نیاید آفت مستی برو

Men u berâderem tâ zen negirifte bûdîm hemîşe zîr-i yek sakaf hâbîde vu tâ pânzdeh bîst sâl kabl bâ yekdîger der zindegî şerîk bûdîm

Ben ve erkek kardeşim evlenmeden önce hep aynı çatı altında uyurduk ve on beş yirmi yıl öncesine kadar hayatta birbirimizin ortağı idik.

من و برادرم تا زن نگرفته بودیم همیشه زیر یک سقف خوابیده و تا پانزده بیست سال قبل با یکدیگر در زندگی شریک بودیم

Tâ seyl ez in ziyâdter neşode est bâyed berevem

Sel bundan daha fazla olmadan gitmeliyim. (Şikârçiyân)

تا سیل از این زیادتر نشده است باید بروم

32. ...ir ...mez.

Tâ turâ ez dûr dîdem reft hûş u akl-i men

Mîşeved nezdîk-i menzîl kârvân ezhem cudâ

Kervanın konak yerine yaklaşınca dağılması gibi, seni uzaktan görür görmez aklım başımdan çıktı. (Kulliyyât-i Sâib, s. 21)

تا ترا از دور دیدم رفت هوش و عقل من

می شود نزدیک منزل کاروان از هم جدا

33. öyle ki, hatta, bile, dahi.

Hemçu mûrî enderin harmen hoşem

Tâ fuzûn ez hîş bârî mîkeşem

Ben bu harmanda bir karınca gibi mutluyum. Hatta kendi kapasitemden fazla yük taşıyorum. (Mesnevi)

همچو موری اندرین خرمن خوشم

تا فزون از خویش باری می کشم

Heme cihân zi tu âciz şodend tâ deryâ

Nedâşt hîçkes in kadr u menziletzi beşer

Dünyadaki bütün insanlar, hatta deniz bile, senin makam ve yüceliğin karşısında aciz kaldılar. (Ferruhî)

همه جهان ز تو عاجز شدند تا دریا

نداشت هیچکس این قدر و منزلت ز بشر

34. -mek için, -mesi için, -mek üzere, -cek.

Der râh âmed ba’d te’hîr-i dirâz

Tâ begûş-i şîr gûyed yek du râz

Uzun bir gecikmeden sonra arslanın kulağına bir iki sır söylemek için yola düştü. (Mesnevi)

در راه آمد بعد تأخیر دراز

تا بگوش شیر گوید یک دو راز

Her cehende geşt ez tîzî-yi hîş

Kû zebân tâ her begûyed hâl-i hîş

Eşek dayağın şiddetinden yerinden sıçradı. Eşeğin halini anlatacak dili yok ki. (Mesnevi)

خر جهنده گشت از تیزی خویش

کو زبان تا خر بگوید حال خویش

Sîne hâhem şerhe şerhe ez firâk

Tâ begûyem şerh-i derd-i iştiyâk

İştiyak derdini anlatabilmek için ayrılıktan şerha şerha olmuş bir göğüs isterim. (Mesnevi)

سینه خواهم شرحه شرحه از فراق

تا بگویم شرح درد اشتیاق

Men be şehr mîrevem tâ çend ten ez dûstân râ bâhod biyâverem

Dostlarımdan birkaçını getirmek üzere şehre gidiyorum.  (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

من به شهر می روم تا چند تن از دوستان را با خود بیاورم

Ba’d medîne hem mihmândâr-i hevâpeymâ şud tâ bâ û bâşed

Sonra Medine de onunla birlikte olmak için uçak hostesi oldu. (Âzeristan)

بعد مدینه هم مهماندار هواپیما شد تا با او باشد

35. bu sebeple, bu yüzden.

Çunki mûyî kej şud û râ reh zed

Tâ beda’vî lâf-i dîd-i mâh zed

Bir kıl eğrilip onun yolunu kesince, bu yüzden ‘Ay gördüm!’ diye davaya kalkıştı. (Mesnevi)

چونک مویی کژ شد او را ره زد

تا بدعوی لاف دید ماه زد

36. sonunda, nihayet.

Çend yezdân midhat-i hûy-i tu kerd

Tâ omer râ âşik-i rûy-i tu kerd

Allah senin huyunu o kadar övdü ki, sonunda Ömer’i senin cemaline aşık etti. (Mesnevi)

چند یزدان مدحت خوی تو کرد

تا عمر را عاشق روی تو کرد

Ez an pes şebhâ vu rûzhâ-yi bisyârî râder kâr-i ibdâ’-i elifbâ-yi kerr u lâlhâ gozerândem tâ be maksûd resîdem

Ondan sonra pek çok gece gündüzümü sağır ve dilsizler için alfabe geliştirmekle geçirdim. Nihayet amaca ulaştım. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

از آن پس شبها و روزهای بسیاری را در کار ابداع الفبای کر و لالها گذراندم تا به مقصود رسیدم

37. sonra.

Gorg beryûsuf kocâ aşk âvered

Cuz meger ez mikr, tâ ûrâ hored

Kurt, Yûsuf’a nasıl aşık olabilir? Ancak, ona hile yapar; sever görünür, sonra da onu yer. (Mesnevi)

گرگ بر یوسف کجا عشق آورد

جز مگر از مکر ، تا او را خورد

38. hiç olmazsa, bari.

Tâ duâ-yi û buved hemrâh-i men

Çunki novmîdem men ez dilhâh-i men

Mademki gönlümün muradını bulamayıp ümitsizliğe düştüm, bari onun duası benim yoldaşım olsun. (Mesnevi)

تا دعای او بود همراه من

چونک نومیدم من از دلخواه من

39. ancak.

Bâz tere der do mâh ender resed

Bâz tâ sâlî gul-i amer resed

Tere gibi sıradan otlar iki ayda yetişir. Kırmızı gül ise, ancak bir yılda yetişir. (Mesnevi)

باز تره در دو ماه اندر رسد

باز تا سالی گل احمر رسد

40.böylece, bu suretle, ta ki.

Ger begîrem mâr, dendâneş kenem

Tâş ez ser kûften îmen konem

Yılan yakalayacak olsam, dişini söker, böylece başı ezilmekten kurtarırım onu. (Mesnevi)

گر بگیرم مار ، دندانش کنم

تاش از سر کوفتن ایمن کنم

Sad hezârân merd-i tersâ koşte şud

Tâ zi serhâ-yi borîde poşte şud

Yüz binlerce Hıristiyan öldürüldü. Bu suretle kesik başlardan bir tepe oluştu. (Mesnevi)

صد هزاران مرد ترسا کشته شد

تا ز سرهای بریده پشته شد

Mey bedih tâ dehemet âgehî ez sırr-i kazâ

Ki be rûy-i ki şodem âşık u ez bûy-i ki mest

Mey ver de kaza kader sırlarından haber vereyim sana. Kimin yüzüne âşık olduğumu, kimin kokusuyla mest olduğumu söyleyim. (Hâfız)

می بده تا دهمت آگهی از سر قضا

که بروی که شدم عاشق و از بوی که مست

41. ki.

Bîhis u bîgûş bîfikret şevîd

Tâ hitâb-i irci’î râ bişnevîd

Dilsiz, kulaksız, fikirsiz olun ki irci’î=Rabbine dön.(Fecr, 28.âyet) hitabını işitesiniz. (Mesnevi)

بی حس و بی گوش ، بی فکرت شوید

تا خطاب ارجعی را بشنوید

42. acaba.

Hîç dânî tâ hired bih yâ revân?

Mne begûyem ger bedârî ustuvâr

Biliyor musun acaba, akıl mı üstündür yoksa ruh mu? Eğer bu sırrı saklayabileceksen, sana söyleyim. (Kulliyyât-i Sa’dî, s. 461)

هیچ دانی تا خرد به یا روان؟

من بگویم گر بداری استوار

43. ütü yeri, kat yeri.

تا

tâ ebed: (F.-A.) ebediyen, sonsuza dek.

Ez diremhâ nâm-i şâhân ber kenend

Nâm-i ahmed tâ ebed ber mîzenend

Paralardan padişahların adını kazırlar; Ahmet’in adını sonsuza dek hâkkederler. (Mesnevi)

از درم ها نام شاهان برکنند

نام احمد تا ابد بر می زنند

Tâ ebed bûy-i muhabbet be meşâmeş neresed

Herki hâk-i der-i meyhâne be ruhsâre neruft

Meyhanenin kapısındaki toprağı yanağıyla süpürmeyen kişi, sonsuza kadar muhabbet kokusu alamaz. (Hâfız)

تا ابد بوی محبت به مشامش نرسد

هرکه خاک در میخانه به رخساره نرفت

تا ابد

tâ âhir: sonuna kadar

تا آخر

tâ âhir-i: bitimine kadar.

تا آخر

tâ âhir-i ser: en sonunda.

تا آخر ِ سر

tâ ezel: (F.-A.) ezelden beri.

تا ازل

tâ eknûn: şimdiye dek, şimdiye kadar.

Goft tâ eknûn fusûsî bûde’em

Vez tama’ der çâplûsî bûde’em

Şimdiye kadar abesle iştigal ediyordum ve tamahtan dolayı dalkavukluk etmekteydim dedi. (Mesnevi)

گفت تا اکنون فسوسی بوده ام

وز طمع در چاپلوسی بوده ام

تا اکنون

tâ an lahze: (F.-A.) o âna kadar.

Men tâ an lehze aslen muteveccih neşode bûdem mâh-i remezân est

Ben o âna kadar Ramazan ayı olduğunu farketmemiştim. (Dârû-yi Bîhâbî)

من تا آن لحظه اصلا متوجه نشده بودم ماه رمضان است

تا آن لحظه

tâ intihâ: (F.-A.) sonuna kadar.

Akl-i aklend evliyâ ve aklhâ

Ber misâl-i uşturân tâ intihâ

Erenler aklın aklıdır; akıllar ise

Sonuna kadar benzer develere. (Mesnevi)

عقل عقلند اولیا و عقل ها

بر مثال اشتران تا انتها

تا انتها

tâ ancâ ki: -dığı kadar, -dığı kadarıyla.

Tâ ancâki mumkin bûd bepâîn nazar kerdem

Mümkün olduğu kadar aşağıya baktım. (Sefernâme-i Galiver)

تا آنجا که ممکن بود بپائین نظر کردم

Tâ ancâ ki û ittilâ’ dâşt, seyyid mîrân henûz derin zemîne ikdâm-i musbitî nekerde bûd

Bildiği kadarıyla Seyyid Mîrân bu konuda henüz olumlu bir girişimde bulunmamıştı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 48)

تا آنجا که او اطلاع داشت سید میران هنوز درین زمینه اقدام مثبتی نکرده بود

تا آنجا که

tâ âncâ … ki: -cek kadar.

Henûz mi’mârî yu kâşîkârî yu heccârî tâ ancâ teşvîk mîşode est ki sarf-i sâhten-i mescid u menâre vu gonbed u imâmzâde şeved

Mimarlık, çinicilik ve taşçılık sanatları, cami, minare, kümbet ve imamzade türbesi yapılacak kadar teşvik edilmiştir. (Gulbang)

هنوز معماری و کاشی کاری و حجاری تا آنجا تشویق میشده است که صرف ساختن مسجد و مناره و گنبد و امامزاده شود

تا آنجا...که

tâ ancâî ki: -dığı kadarıyla.

Velî tâ ancâî ki mîdânem û âdemîst mahdûdulfikr u kûtâhnezer

Fakat bildiğim kadarıyla o, düşünceleri sınırlı ve kıt görüşlü bir adamdır. (Adâlet-i Âsumân)

ولی تا آنجائی که می دانم او آدمی است محدود الفکر و کوتاه نظر

تا آنجائی که

tâ endâzeî: bir dereceye kadar, bir ölçüde.

تا اندازه ای

tâ an ki: 1. nihayet, -mesi için. 2. -inceye kadar.

Sâetî çend ber ser-i in kâr telef mîkerd tâ anki haste mîşud

Yorulana kadar bu iş başında birkaç saat öldürüyordu. (An Rûzhâ)

ساعتی چند بر سر این کار تلف میکرد تا آنکه خسته میشد

تا آنکه

tâ in endâze: bu kadar, bu denli, bu derecede, bu ölçüde.

Men hodem râ tâ in endâze bedbaht u nefrînzede gomân nemîkerdem

Ben kendimi bu kadar talihsiz ve lanetlenmiş sanmıyordum. (Bûf-i Kûr)

من خودم را تا این اندازه بدبخت و نفرین زده گمان نمی کردم

Şâyed heman aşk-i mercân bûd ki û râ tâ in endâze ârâm u destâmûz kerde bûd

Belki de Mercan’ın aşkıydı onu bu denli sâkin ve uysal biri yapan. (Se Katre Hûn)

شاید همان هشق مرجان بود که او را تا این اندازه آرام و دست آموز کرده بود

تا این اندازه

Goft çun nedihî beran seg nân u zâd

Goft tâ in had nedârem mihr u dâd

Neden o köpeğe ekmek ve yemek vermiyorsun? dedi. O da ‘O kadar şefkat ve merhametim yok’ cevabını verdi. (Mesnevi)

گفت چون ندهی بران سگ نان و زاد

گفت تا این حد ندارم مهر و داد

تا این حد

tâ in derece: (F.-A.) bu derece, bu denli.

Anrûz men nemîdânistem pîç-i dehân-i merdum tâ in derece herz est ki dâniste vu nedâniste bâ âbrû-yi eşhâs bâzî konend

Bilerek veya bilmeyerek insanların onuruyla oynayan halkın ağzının bu denli yalama olduğunu bilmiyordum. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 261)

آنروز من نمی دانستم پیچ دهان مردم تا این درجه هرز است که دانسته و ندانسته با آبروی اشخاص بازی کنند

تا این درجه

tâ in lahze: (F.-A.) bu âna kadar.

Tâ in lehze men hodem râ bedbahtterîn-i movcûdât mîdânistem

Bu âna kadar ben kendimi yaratıkların en talihsizi biliyordum. (Bûf-i Kûr)

تا این لحظه من خودم را بدبخت ترین موجودات می دانستم

تا این لحظه

tâ in movki’: (F.-A.) bu zamana kadar.

Benazarem mîâmed ki tâ in movki hodem râ neşinâhte bûdem

Bu zamana kadar kendimi tanımamış olduğumu sanıyordum. (Bûf-i Kûr)

بنظرم می آمد که تا این موقع خودم را نشناخته بودم

Çerâ tâ in movki mîhâbîd?

Niçin bu zamana kadar yatıyorsunuz? (Maraz-i Kand)

چرا تا این موقع می خوابید؟

تا این موقع

tâ inki: 1.  -mektense.

Heme teneş bihter bûd ki zîr-i gil bereved, zîr-i hâk bepûsed tâinki der hâne-i mâdereş bâ fuhş u bedbahtî çîn behored

Bütün vücudunun, annesinin evinde küfür ve talihsizlik içinde kırışmaktansa, toprak altında kalıp çürümesi daha iyiydi.

همه تنش بهتر بود که زیر گل برود ، زیر خاک بپوسد تا اینکه در خانهء مادرش با فحش و بدبختی چین بخورد

Tercîh mîdehem ki turâ bekuşem tâ inki in duhtere turâ tesâhub koned

Bu kızın sana sahip olmasındansa, seni öldürmeyi yeğlerim. (Adâlet-i Âsumân)

ترجیح میدهم که ترا بکشم تا اینکه این دختره ترا تصاحب کند

2. nihayet.

Unu ez dûr dûsteş dâştem velî cur’et nemîkerdem eşk-i hodemrû izhâr bokonem  tâ inki hemin evâhir ye tovrî pîşâmed kerd ki behem resîdîm

Onu uzaktan seviyordum ama aşkımı ilan etmeye cüret edemiyordum. Nihayet, geçenlerde bir olay oldu ve onunla karşılaştım.

اونو از دور دوستش داشتم ولی جرئت نمیکردم عشق خودم رو اظهار بکنم تا اینکه همین اواخر یه طوری پیش آمد کرد که بهم رسیدیم

Tâ inki derhâst-i me’mûriyyet-i û kabûl şud u beû pîşnihâd kerdend ki bereved der gumruk-i kirmânşâh

Nihayet tayin isteği kabul edildi ve ona, Kirmanşah gümrüğüne gitmesini önerdiler. (Girdâb)

تا اینکه درخواست مأموریت او قبول شد و باو پیشنهاد کردند که برود در گمرک کرمانشاه

3. -inceye kadar.

Yek gulûle-i berf râ rûy-i zemîn mîgaltânîdend tâ inki tûde-i bozorgî mîşud

Bir kartopunu büyük bir yığın oluncaya kadar yerde yuvarlıyorlardı. (Girdâb)

یک گلوله برف را روی زمین میغلتانیدند تا اینکه تودهء بزرگی میشد

تا اینکه

tâ behâhî: istemediğin kadar.

تا بخواهی

tâ bedin had: (F.-A.) bu derece, bu kadar, bu denli.

Goft men pindâştem bercâst zûr

Tâ bedin had mînedânistem futûr

Arslan ‘Gücümün yerinde olduğunu sanıyordum. Bu derecede güçsüz ve halsiz kaldığımı bilmiyordum’ dedi. (Mesnevi)

گفت من پنداشتم برجاست زور

تا بدین حد می ندانستم فتور

تا بدین حد

tâ ber tâ: kat kat.

تا بر تا

tâ ba’d çi şeved: (F.-A.) sonra Allah kerim.

تا بعد چه شود

tâ be: -e kadar.

تا به

tâ be ebed: (F.-A.) sonsuza kadar, ebediyen.

Cuz dil-i men kez ezel tâ be ebed âşık reft

Câvidân kes neşenîdîm ki der kâr bemând

Ezelden ebede kadar sadece benim gönlüm aşık geldi, aşık gitti. Bu yolda ebedî kalabilen tek kişinin adını duymadım. (Hâfız)

جز دل من کز ازل تا به ابد عاشق رفت

جاودان کس نشنیدیم که در کار بماند

تا به ابد

tâ be tâ: farklı, ayrı.

Çeşmhâyeş tâ betâst

Gözleri ayrı renktedir.

چشمهایش تا بتاست

تا به تا

tâ be çend: ne zamana kadar?

تا به چند

tâ be çi gâyet: (F.-A.) ne kadar, ne derecede?

Tâ be gâyet reh-i meyhâne nemîdânistem

Verne mestûrî-i mâ tâ be çi gâyet bâşed

Meyhanenin yolunu hiç mi hiç bilmezdim ben. Yoksa böyle gözlerden ırak olmanın da bir sınırı vardır, daha ne olsun ki? (Hâfız)

تا به غایت ره میخانه نمی دانستم

ورنه مستوریء ما تا به چه غایت باشد

تا به چه غایت

tâ be hâl: (F.-A.) şimdiye kadar, şimdiye dek.

Âhû hânum âyâ tu râst mîgûî ki tâ behâl fakat sî tûmân pesendâz kerdeî

Ahu Hanım sahi mi diyorsun? Şimdiye kadar sadece yüz tümen mi biriktirdin? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 72)

آهو خانم ، آیا تو راست می گوئی که تا به حال فقط سی تومان پس انداز کرده ای؟

Lâbud tâbehâl çend bâr mâderem semâver râ âteş kerde est

Mutlaka annem şimdiye kadar semaveri birkaç kez yakmıştır. (Âzeristan)

لابد تابحال چند بار مادرم سماور را آتش کرده است

تا به حال

tâ be haşr: (F.-A.) haşre kadar, kıyamete kadar.

تا به حشر

tâ be dîr: bir zaman, bir süre.

Hîre şud dellâk u bes heyrân bemând

Tâ be dîr enguşt der dendan bemând

Tellak afalladı, şaştı kaldı

Bir zaman parmağı dişleri arasında kaldı. (Mesnevi)

خیره شد دلاک و بس حیران بماند

تا به دیر انگشت در دندان بماند

تا به دیر

tâ be seher: (F.-A.) seher vaktine kadar, sabaha kadar.

تا به سحر

tâ be sabâh: (F.-A.) sabaha kadar.

تا به صباح

tâ be gâyet-i (F.-A.) –diği kadar, dereceye kadar.

تا به غایت ِ

tâ be ferdâ: 1. yarına kadar. 2. kıyamete kadar.

تا به فردا

tâ be kıyâmet: (F.-A.) kıyamete kadar.

تا به قیامت

tâ be key: ne zamana kadar.

Tâ bekey in ibtilâ yâreb mekun

Mezhebîyem bahş u dehmezheb mekun

Bu derde düşürüş ne zamana kadar? Yapma ya Rabbi! Bana bir yol göster; on yol değil. (Mesnevi)

تا بکی این ابتلا یارب مکن

مذهبی ام بخش و ده مذهب مکن

تا به کی

tâ be mahşer: (F.-A.) mahşere kadar.

تا به محشر

tâ be merhale: (F.-A.) sonraki konağa kadar.

تا به مرحله

tâ bû ki: şayet, belki.

تا بو که

tâ bûk: [tâ + bû< buved + k< ki] belki, ola ki, olur da.

Tâ bûk be visâl-i câvdânî beresî

Ebedî vuslata erersin belki. (Evhad)

تا بوک بوصال جاودانی برسی

Kerdîm her an hîle ki akl an dânist/ Tâ bûk rehî be cânân dânist

Canana giden bir yol bulunur umuduyla aklın bildiği her yola başvurduk. (Evhad)

کردیم هر آن حیله که عقل آن دانست

تا بوک رهی به جانان دانست

تا بوک

tâ câyî ki: -dığı kadar, -dığı kadarıyla.

تا جایی که

tâ câyî ki imkân bûd: (F.-A.) elverdikçe, mümkün oldukça, olanaklar ölçüsünde.

Sûrâhhâ-yi sakf-i an râ tâ câyî ki imkân bûd best

Tavanındaki delikleri mümkün olduğu kadar kapattı. (Fârsî-i Pencom-i Deibstân)

سوراخ های سقف آن را تا جایی که امکان بود بست

تا جایی که امکان بود

tâ câyî ki mîhord: yer misin yemez misin.

Tûlî nekeşîd ki beççehâ û râ dîdend ve çun beîşân durûg gofte bûd ber sereş rîhtend ve tâ câyî ki lîhord û râ kotek  zedend

Çok sürmedi. Çocuklar onu gördüler ve kendilerine yalan söylediği için üstüne çullanıp yer misin yemez misin dövdüler. (Molla ve Hereş, s. 6)

طولی نکشید که بچه ها او را دیدند و چون بایشان دروغ گفته بود بر سرش ریختند و تا جایی که میخورد او را کتک زدند

تا جایی که می خورد

tâ çeşm kâr mîkoned / mîkerd: göz alabildiğince.

Miditerâne tâ çeşm kâr mîkerd âbî, ârâm ve nâmahdûd bûd

Akdeniz göz alabildiğince mavi, sâkin ve engindi. (Ber Sâhil-i Mînâyî)

مدیترانه تا چشم کار میکرد آبی ، آرام و نامحدود بود

تا چشم کار می کند / می کرد

tâ çonanki: -dığı gibi.

Kelimât der kalemrov-i men nîstend tâ çonanki bâyed tu râ sitâyiş konend

Seni gerektiği gibi övecek kelimeler benim ülkemde yok. (Eger Mîtevânistem Benevîsem)

کلمات در قلمرو من نیستند تا چنانکه باید تو را ستایش کنند

تا چنانکه

tâ çend: ne zamana kadar?

Zin herân tâ çend bâşî na’ldozd, Ger hemî dozdî biyâ vu la’l dozd

Ne zamana kadar bu eşeklerden nal çalacaksın? Çalacaksan, gel de, lâl çal.

زین خران تا چند باشی نعل دزد

گر همی دزدی بیا و لعل دزد

Tâ çend zenem be rûy-i deryâhâ hişt?

Bîzâr şodem zi botperestân u kinişt.

Heyyâm ki goft dûzehî hâhed bûd?

Ki reft be dûzeh u ki âmed zi behişt?

Ne zamana kadar suda kerpiç sektireyim?/ Usandım putperestinden, havrasından ben!/ Hayyam cehennemlik olacak diyen kim?/ Cehenneme giden kim, cennetten gelen kim? (Hayyâm)

تا چند زنم بروی دریاها خشت؟

بیزار شدم ز بت پرستان و کنشت

خیام که گفت که دوزخی خواهد بود؟

که رفت به دوزخ و که آمد ز بهشت؟

تا چند

tâ çi: ne kadar, nice.

Tâ çi âlemhâst der sovdâ-yi akl

Tâ çi bâpehnâst in deryâ-yi akl

Akıl diyarında nice bilginler vardır! Bu akıl denizi ne kadar engindir! (Mesnevi)

تا چه عالمهاست در سودای عقل

تا چه باپهناست این دریای عقل

تا چه

tâ çi beresed (be): kaldı ki, şöyle dursun, bir yana.

تا چه برسد (به)

tâ çi pâye: ne dereceye kadar, ne denli, ne ölçüde.

İn iddiâhâ men nemîdânem tâ çi pâye drost bâşed

Bu iddialarım ne dereceye kadar doğru olur, bilmiyorum. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 97)

این ادعاها من نمیدانم تا چه پایه درست باشد

تا چه پایه

tâ çi had: (F.-A.) ne derecede, ne ölçüde, ne denli, ne kadar.

Goft benumâ tâ bebîned in cesed

Tâ çihad husn-i nâzukest u bîmeded

Peygamber ‘Göründe, bu cesedin ne derecede zayıf ve narin olduğunu anlasın’ dedi. (Mesnevi)

گفت بنما تا ببیند این جسد

تا چه حد حسن نازکست و بی مدد

تا چه حد

tâ çi had: (F.-A.) ne kadar, ne ölçüde.

تا چه حد

tâ çi resed (be): kaldı ki, nerde kaldı, bir yana, şöyle dursun.

Âb nemîtevân pâîn koned tâ çi resed be gezâ

Yemek şöyle dursun, su içemiyor.

آب نمیتوان پائین کند تا چه رسد به غذا.

Hub, lâger şode, ters u nârâhetî kûh râ âb mîkoned tâ çi beresed be âdem

İyi ya, zayıflamış. Korku ve hastalık, insan şöyle dursun, dağı bile eritir.

خوب ، لاغر شده ، ترس و ناراحتی کوه را آب میکند تا چه برسد به آدم

تا چه رسد (به)

tâ çi mîzân: (F.-A.) ne ölçüde.

تا چه میزان

tâ çi vakt: (F.-A.) ne zamana kadar, ne vakte kadar.

تا چه وقت

tâ çu: -ince, -diği zaman.

Mînihân gerded ser-i an hârpoşt

Dembedem ez bîm-i seyyâd-i doroşt

Tâ çu furset yâft ser âred burûn

Zin çenin mekrî şeved mâreş zebûn

Kirpi her an kötü avcıdan korktuğu için başını içine çeker, büzülür. Fırsatını bulunca başını çıkarır. Bu hileyle yılan bile ona zebun olur. (Mesnevi)

می نهان گردد سر آن خارپشت

دم بدم از بیم صیاد درشت

تا چو فرصت یافت سر آرد برون

زین چنین مکری شود مارش زبون

تا چو

tâ hâl: (F.-A.) şimdiye kadar; hiç.

Tâ hâl âşik şodî

Hiç aşık oldun mu? (Nâbiga-i Hûş)

تا حال عاشق شدی ؟

تا حال

tâ hâlâ: (F.-A.) şimdiye kadar.

Tesevvur mîkonem tâ hâlâ resîde bâşed

Şimdiye kadar gelmiş olacağı kanısındayım.

تصور میکنم تا حالا رسیده باشد

Tâ hâlâ kocâ bûdî

Şimdiye kadar neredeydin? (Âzeristan)

تا حالا کجا بودی؟

تا حالا

tâ hadd-i imkân: (F.-A.) mümkün olduğu kadar, elverdikçe.

تا حدِّ امکان

tâ hadd-i gâyî: (F.-A.) son derece.

تا حدّ غایی

tâ hadd-i makdûr: (F.-A.) mümkün mertebe, mümkün olduğu kadar.

Hâste’end tâ hadd-i makdûr nâm-i an kes râ der in nuvişte neyâverde bâşend

O kimsenin ismini mümkün mertebe bu mektupta yazmamak istemişler. (Don Karlos)

خواسته اند تا حد مقدور نام آن کس را در این نوشته نیاورده باشند

تا حدّ مقدور

tâ haddî: (F.-A.) bir dereceye kadar.

تا حدی

tâ haddî ki: (F.-A.) –cek kadar, öyle ki.

تا حدی که

tâ dânî: aman dikkat et! Bilmiş ol.

تا دانی

tâ derece-i âhir: (F.-A.) sonuna kadar.

تا درجهء آخر

tâ dem-i haşr: (F.-A.) mahşer gününe kadar.

تا دم ِ حشر

tâ dem-i kıyâmet: (F.-A.) kıyamete kadar.

تا دم ِ قیامت

tâ dunyâ dunyâst: (F.-A.) dünya durdukça.

تا دنیا دنیاست

tâ dîden-i ferdâ: yarın görüşmek üzere.

İcâleten tâ dîdâr-i ferdâ hodâ hâfiz

Yarın görüşmek üzere şimdilik hoşçakal. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 114)

عجالة ً تا دیدار فردا خدا حافظ

تا دیدار ِ فردا

tâ seher: (F.-A.) seher vaktine kadar, sabaha kadar.

Pes be pehlû geşt an şeb tâ seher

An her-i bîçâre ez cû’ulbakar

O zavallı eşek açlıktan o gece sabaha kadar yan üstü yattı. (Mesnevi)

پس بپهلو گشت آن شب تا سحر

آن خر بیچاره از جوع البقر

تا سحر

tâ şâyed: olur da, belki.

تا شاید

tâ şeb: akşama kadar, geceye kadr.

تا شب

tâ kıyâmet: (F.-A.) kıyamete kadar.

تا قیامت

tâ kocâ: nereye kadar.

Goft azm-i tu kocâ ey bâyezîd

Raht-i gurbet tâ kocâ hâhî keşîd

Ey Bâyezid! Nereye gidiyorsun? Gurbet eşyasını nereye kadar taşıyacaksın? (Mesnevi)

گفت عزم تو کجا ای بایزید

رخت غربت تا کجا خواهی کشید

تا کجا

tâ kunûn: şimdiye kadar, şimdiye dek.

Tâ kunûn ahter eser kerdî der û

Ba’d ezin bâşed emîr ahter-i û

Şimdiye kadar yıldız ona tesir ediyordu. Bundan böyle o, yıldızın emîri oldu. (Mesnevi)

تا کنون اختر اثر کردی در او

بعد ازین باشد امیر اختر او

Ez şurû’-i ceng-i beynulmilel tâ kunûn bîst sâl est ki der in şehr nânvâ hestem

Dünya Savaşının başlamasından beri yirmi yıldır bu şehirde fırıncıyım. (Şovher-i Âhû Hanum)

از شروع جنگ بین الملل تا کنون بیست سال است که در این شهر نانوا هستم

Tâ kunûn nefehmîde’em ihsâs u temâyul-i şahsî-yi û nisbet be men ez çi nov’ bûde est?

Şimdiye kadar bana karşı nasıl duygular beslediğini, kişisel eğiliminin ne olduğunu anlamış değilim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 112)

تا کنون نفهمیده ام احساس و تمایل شخصیء او نسبت بمن از چه نوع بوده است؟

تا کنون

tâ ki: -mek üzere, -mek için, -mesi için, diye, nihayet, -ince, -diği zaman, öyle ki, o kadarki, böylece, bile, dahi, -dikçe, -diği sürece.

Âftâbâ terk-i in gulşen konî

Tâki tahtularz râ rûşen konî

Ey güneş! Yer altını aydınlatmak üzere bu gül bahçesini terkediyorsun. (Mesnevi)

آفتابا ترک این گلشن کنی

تا که تحت الارض را روشن کنی

Dâye vu mâder behânecû bûd

Tâ ki key an tıfl-i û giryân şeved

Dadı ve anne, çocuk ne zaman ağlayacak diye bahane ararlar. (Mesnevi)

دایه و مادر بهانه جو بود

تا که کی آن طفل او گریان شود

Çun utârid defter-i dil vâkonend

Tâ ki ber tu serhâ peydâ konend

Sana sırları açıklamak için Utarit gibi gönül defterini açarlar. (Mesnevi)

چون عطارد دفتر دل واکنند

تا که بر تو سرها پیدا کنند

Lîk der zulmet yekî dozdî nihân

Mî nehed enguşt ber istâregân

Mîkeşed istâregân râ yek beyek

Tâ ki nefurûzed çerâgî ez felek

Ama bir hırsız, karanlıkta gizlice ateş kıvılcımlarına parmak basıyor; felekte bir çırağ parlamasın diye onları birer birer söndürüyor. (Mesnevi)

لیک در ظلمت یکی دزدی نهان

می نهد انگشت بر استارگان

می کشد استارگان را یک بیک

تا که نفروزد چراغی از فلک

Dîr bâyed tâ ki sırr-i âdemî

Âşkârâ gerded efzûn u kemî

İnsanoğlunun sırrının az çok aşikâr olması için uzun zaman gerekir. (Mesnevi)

دیر باید تا که سر آدمی

آشکارا گردد افزون و کمی

Û zi bahr-i azb-i an şûr hord

Tâ ki âb-i şûr û râ kûr kerd

O, tatlı denizden acı su içti. Nihayet acı su onu kör etti. (Mesnevi)

او ز بحر عذب آن شور خورد

تا که آب شور او را کور کرد

Tâ ki nabz ez nâm-i key gerded cehân

Û buved maksûd-i câneş der cihân

Kimin adı anılınca nabzı atarsa, dünyada gönlünün istediği odur. (Mesnevi)

تا که نبض از نام کی گردد جهان

او بود مقصود جانش در جهان

An zemân hak ber omer hâbî gumâşt

Tâ ki hîş ez hâb netvânist dâşt

O zaman Allah, Ömer’e öyle bir uyku verdi ki, kendisini uykudan alamadı. (Mesnevi)

آن زمان حق بر عمر خوابی گماشت

تا که خویش از خواب نتوانست داشت

Muddetî ma’kûs bâşed kârhâ

Şihne râ doz âvered ber dârhâ

Tâ ki besî sultân u âlî himmetî

Bende-i bende-i hod âyed muddetî

Bir süre işler tersine döner. Hırsız, polisi darağacına götürür. Böylece nice sultan ve yüce himmetli kişi kendi kuluna kul olur. (Mesnevi)

مدتی معکوس باشد کارها

شحنه را دزد آورد بر دارها

تا که بسی سلطان و عالی همتی

بندهء بندهء خود آید مدتی

Kû ki medh-i şâh gûyed pîş-i û

Tâ ki der gıybet-i û şermrû

Huzurda padişahı övecek, onun yokluğunda dahi ondan utanacak kişi nerede? (Mesnevi)

کو که مدح شاه گوید پیش او؟

تا که در غیبت بود او شرم رو

Tâ ki hîzum mînehî ber âştî

Key bemîred âteş ez hîzumkeşî

Bir ateşe odun attığın sürece o ateş nasıl söner? (Mesnevi)

تا که هیزم می نهی بر آشتی

کی بمیرد آتش از هیزم کشی؟

Harf u sovt u goft râ berhem zenem

Tâ ki bî in her se bâ tu dem zenem

Harfi, sesi, sözü birbirine vurup parçalayayım da, bu üçü olmaksızın seninle konuşayım. (Mesnevi)

حرف و صوت و گفت را برهم زنم

تا که بی این هر سه با تو دم زنم

تا که

tâ key: ne zamana kadar, ne vakte dek.

Bes kun ey dûnhimmet-i kûtâhbenân

Tâ keyet bâşed hayâti cân be nân

Ey kısa parmaklı, düşük himmetli kişi! Canının hayatı ne zamana kadar ekmek sayesinde olacak? (Mesnevi)

بس کن ای دون همت کوتاه بنان

تا کیت باشد حیوة جان بنان؟

Omret tâ key be hodperestî gozered?

Ya der pey-i nîstî yu hestî gozered?

Mîhor ki çonîn omr ki gam der pey-i ûst.

An bih ki be hâb ya be mestî gozered.

Ne zamana dek geçsin ömrün kendini beğenmişlikle? Ne zamana dek varlık, yokluk davasıyla? İçmeye bak. Peşinde gam olan şu ömür İyisi mi, geçsin uykuyla ya da sarhoşlukla. (Hayyâm)

عمرت تا کی به خودپرستی گذرد؟

یا در پس نیستی و هستی گذرد

میخور که چنین عمر که غم در پی اوست

آن به که بخواب یا مستی گذرد

تا کی

tâ key u çend: daha ne zamana kadar?

Goftem esrâr-i gamet herçi buved, gû mîbâş

Sabr ezin bîş nedârem, çi konem, tâ key u çend?

Senin elinden çektiğim gam sırlarını söyledim işte; n’olursa olsun, sabrım kalmadı artık. Ne yapayım; daha ne kadar dayanacağım? (Hâfız)

گفتم اسرار غمت هرچه بود ، گو میباش

صبر ازین بیش ندارم ، چه کنم ، تا کی و چند؟

تا کی و چند

tâ muddetî: (F.-A.) bir süre, bir süreye kadar.

تا مدتی

tâ muddetî ki: (F.-A.) –inceye kadar, -dikçe, -diği sürece.

تا مدتی که

tâ meger: 1. ola ki.

Tâ meger hemçu sabâ bâz be kûy-i tu resem

Hâsilem dûş becuz nâle-i şebgîrnebûd

Ola ki, seher yeli gibi yine senin civarına erişirim diye dün gece feryat ettim. Ama sabaha kadar süren feryatlarımdan başka elime bir şey geçmedi. (Hafız)

تا مگر همچو صبا باز بکوی تو رسم

حاصلم دوش بجز نالهء شبگیر نبود

2. diye, için.

تا مگر

tâ mumkin est: (F.-A.) mümkün oldukça, el verdikçe.

Fehmîdem ki tâ mumkin est bâyed hâmûş şud

Mümkün oldukça susmak gerektiğini anladım. (Bûf-i Kûr)

فهمیدم که تا ممکن است باید خاموش شد

تا ممکن است

tâ movki’î ki: (F.-A.) –inceye kadar, -dikçe, -diği sürece.

تا موقعی که

tâ hengâmî ki: -e kadar.

Holâse tâ hengâmî ki bozorg şud u tevânist bedûn-i yârî yu komek-i dîgerân be hod beperdâzed, in şîve râ ez dest nedâd

Kısacası, büyüyüp de başkalarının yardımı olmaksızın kendi kendine yetebildiği güne kadar bu yöntemi terketmedi. (An Rûzhâ)

خلاصه تا هنگامی که بزرگ شد و توانست بدون یاری و کمک دیگران به خود بپردازد ، این شیوه را از دست نداد

تا هنگامی که

tâ vaktî ki: (F.-A.) –inceye kadar, -dikçe, -diği sürece.

Der defter-i men bemânîd tâ vaktî ki şumâ râ behânem

Sizi çağırana kadar büromda bekleyiniz. (Don Karlos)

در دفتر من بمانید تا وقتی که شما را بخوانم

تا وقتی که

tâ yek endâze: bir dereceye kadar, bir ölçüde.

تا یک اندازه

târeten uhrâ: (A.) bir kez daha.

تارۃ اخری

târeten ba’de uhrâ: (A.) defalarca, kaç defa.

تارۃ بعد اخری

tâzegî: [tâze + g + î] 1. tazelik.

Tâzegî yu conbiş-i tûbîst in

Hemçu conbişhâ-yi heyvân nîst in

Tubanın tazeliği, kıpırtısıdır bu

Canlıların kıpırtısı gibi değil bu. (Mesnevi)

تازگی و جنبش طوبی است این

همچو جنبش های حیوان نیست این

2. yenilik. 3. yeni. 4. yeniden. 5. son zamanlarda, son yıllarda.

تازگی

tâzegîhâ: son zamanlarda, geçenlerde.

تازگی ها

tâze: 1. yeni, henüz.

Û tâze meşhûr şode bûd

O yeni meşhur olmuştu. (Hindû)

او تازه مشهور شده بود

Murâd tâze ez ser-i kâr bergeşte bûd

Murat işten yeni dönmüştü. (Azeristan)

مراد تازه از سر کار برگشته بود

Merâ ez tust herdem tâze aşkî

Turâ her sâatî husnî diger bâd

Senin sâyende aşkım her an tazeleniyor. Her saatinde güzelliğin bir başka olsun. (Hâfız)

مرا از توست هردم تازه عشقی

ترا هر ساعتی حسنی دگر باد

2. taze.

Aşk zinde der revân u der basar

Her demî bâşed zi gonçe tâzeter

Aşk dediğin ruhta, gözde kalıcı olur

Bu aşk her an goncadan taze olur (Mesnevi)

عشق زنده در زوان و در بصر

هر دمی باشد ز غنچه تازه تر

3. son zamanlarda. 4. bu yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük, üstelik. 5. yenice. 6. körpe.

تازه

tâze be tâze: 1. yeni yeni. 2. yeniden, tekrar.

تازه به تازه

tâş: [tâ + ş] ta ki onu.

Cost û râ tâş çun bende buved

Lâcerem cûyende yâbende buved

Kul olmak için onu aradı durdu

Arayan bulur; yok bunda kuşku (Mesnevi)

جست او را تاش چون بنده بود

لاجرم جوینده یابنده بود

تاش

taht: (A.) 1. alt, altı, altında, altına. 2. arkasında.3. eş, hanım.

تحت

tahtânî: (A.) alttaki.

تحتانی

tesâdufen: (A.) tesadüfen.

تصادفا ً

tesâdufî: (A.-F.) [tesâduf + î] tesadüfî, tesadüfen, rastlantı eseri.

Eger  hem tesâdufî hemdîger râ bebînîm ihsâs-i garîbî yu bîgânegî mîkonîm

Tesadüfen birbirimizi görsek, gariplik ve yabancılık hissediyoruz. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

اگرهم تصادفی همدیگر را ببینیم احساس غریبی و بیگانگی می کنیم

Reftenem ez bâkû hem der an vakt tesâdufî nebûd

O sırada Bakü’den gitmem de tesadüfî değildi. (Âzeristan)

رفتنم از باکو هم در آن وقت تصادفی نبود

تصادفی

tasdîkan: (A.) 1. onaylayarak. 2. doğrulayarak.

تصدیقا ً

tasrîhen: (A.) 1. açıkça dile getirerek, belirterek. 2. açıkça dile getirilerek, belirtilerek.

تصریحا ً

tasrîhen ve telvîhen: (A.) açık veya gizli olarak.

تصریحا ً و تلویحا ً

tasvîben: (A.) 1. doğru bularak. 2. onaylayarak, uygun görerek. 3. doğru bulunarak. 4. onaylanarak, uygun görülerek.

تصویبا ً

tatbîkan: (A.) uygulayarak.

تطبیقا ً

te’abbuden: (A.) körü körüne.

تعبدا ً

ta’dîlen: (A.) 1. değiştirilerek. 2. değiştirerek, değişiklik yaparak.

تعدیلا ً

ta’rîzen: (A.) üstü kapalı, kinayeli.

تعریضا ً

ta’rîzen ve tasrîhan: (A.) açık veya kapalı olarak.

تعریضا ً و تصریحا ً

ta’zîmen: (A.) 1. saygı ile eğilerek, saygı göstererek. 2. yücelterek, ululayarak.

تعظیما ً

te’ammuden: (A.) bilerek, kasten.

تعمدا ً

ta’mîmen: (A.) 1. genelleştirerek. 2. genelge ile.

تعمیما ً

ta’vîzen: (A.) 1. karşılığında, bedel olmak üzere. 2. ödün olarak.

تعویضا ً

tafsîlen: (A.) uzun uzadıya, ayrıntılı olarak.

تفصیلا ً

takrîben: (A.) takriben, yaklaşık olarak, aşağı yukarı, hemen hemen.

Miyân-i an şeb u in şeb takrîben yek sâl fâsile oftâde bûd

O gece ile bu gece arasında yaklaşık bir yıl geçmişti.  (Do Şeb)

میان آن شب و این شب تقریبا ً یک سال فاصله افتاده بود

تقریبا ً

takrîren: (A.) anlatarak.

تقریرا ً

taklîden: (A.) 1. taklit ederek, öykünerek. 2. asarak, takarak.

تقلیدا ً

tek u tenhâ: yapayalnız, tek başına.

Ulduz nişeste bûd tu otâk, tek u tenhâ bûd

Ulduz odada oturmuştu; yapayalnızdı. (Kıssehâ-yi Behreng)

اولدوز نشسته بود تو اتاق ، تک و تنها بود

An kulbe-i muhakkar der kenâr-i deryâ tek u tenhâ mânde bûd

O küçük kulübe deniz kenarında tek başına kalmıştı. (Bîçâregân)

آن کلبهء محقر در کنار دریا تک و تنها مانده بود

تک و تنها

temâmî: (A.-F.) 1. olgunluk, tamlık. 2. tüm, bütün, hepsi.

Temâmî-yi esbâbhâyeş râ der çemedân-i kûçekeşrîht u hâne râ terk kerd

Bütün eşyalarını küçük valizine koyup evi terketti. (Sahrârovgen)

تمامی اسباب هایش را در چمدان کوچکش ریخت و خانه را ترک کرد

تمامی

teng-i hem: bir arada, toplu olarak, toplu halde.

Duhterân u peserân ki teng-i hem râh mîreftend, ez kenâr-i pîrmerd mîgozeştend

Toplu halde yürüyen kız ve oğlanlar ihtiyarın yanından geçiyorlardı. (Âzeristân)

دختران و پسران که تنگ هم راه میرفتند ، از کنار پیرمرد می گذشتند

تنگ ِ هم

tenhâ: 1. tek, yalnız, yalnız başına, tek başına.

Velî ez gofte-i şumâ intovr bermî âyed ki tenhâ beser mî berîd

Fakat sözünüzden tek başına yaşadığınız çıkıyor. (Şovher-i Âhû Hanum)

ولی از گفتهء شما اینطور بر می آید که تنها بسر می برید

Ve nebâyed ki tenhâ sefer konend

Ve yalnız başına seyahat etmemelidirler. (İnsânu’l-kâmil)

و نباید که تنها سفر کنند

Merâ ve yâd-i tu beguzâr u konc-i tenhâyî

Ki herki bâ tu be halvet buved ne tenhâyîst

Beni senin hatıranla yalnızlık köşesinde baş başa bırak. Çünkü seninle halvette olan, yalnız sayılmaz. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 152)

مرا و یاد تو بگذار و کنج تنهایی

که هرکه با تو به خلوت بود نه تنهاییست

2. bir, sadece.

Tenhâ yek dâne-i an çend berâber-i bedehî-yi tûst

Sadece bunun bir tanesi senin borcunun birkaç katı eder. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

تنها یک دانهء آن چند برابر بدهیء توست

3. salt.

تنها

tenhâ…ne   belki: (F.-A.) yalnız değil, aynı zamanda.

Mîbînî, tu tenhâ bâ in keşf-i yek nukte be dunyâ-yi ilm neyefzûdî, belki be yek tîr do nişân zedî

Görüyor musun? Bu keşifte ilim dünyasına katkıda bulunmakla kalmadın, aynı zamanda bir taşla iki kuş vurdun. (Hâtırât-i Nene Hevvâ)

می بینی ، تو تنها با این کشف یک نکته به دنیای علم نیفزودی ، بلکه به یک تیر دو نشان زدی

تنها نه... بلکه

tenhâ-yi tenhâ: tek başına, yapayalnız, bir başına

Sâlyân-i dirâzîst ki der in beyâbân tenhâ-yi tenhâ zindegî mîkonem

Uzun yıllardır bu ovada tek başına yaşıyorum. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

سالیان درازی است که در این بیابان تنهای تنها زندگی میکنم

تنهای تنها

teh: 1. arka.

Teh-i kelâs îstâde bûdem

Sınıfın arkasında durmuştum. (Eger mîtevânistem Benevîsem)

ته کلاس ایستاده بودم

2. aşağı. 3. alt. 4. dip. 5. son. 6. kök. 7. tek. 8. kat.

ته

tâ be haddî ki: (F.-A.) o kadar… ki, -cek kadar.

Men çi gûyem ki turâ nâzukî-i tab’-i latîf

Tâ be haddîst ki âheste duâ netvân kerd

Daha ne diyeyim? Latif tabiatın o kadar hassas ki usul usul dua ile bile edilemez; hemen etkilenir. (Hâfız)

من چه گویم که ترا نازکی طبع لطیف

تا بحدی است که آهسته دعا نتوان کرد

ته به حدی که

: 1. kat.

Çerh-i felekî hırka-i noh tûy-i menest

Çarkıfelek dokuz katlı hırkadır bana. (Evhad)

چرخ فلکی خرقهء نه توی منست

2. misli.

Reng-i zerr-i kalb deh tû mîşeved

Pîş-i âteş çun siyehrû mîşeved

Sahte altın on kat parlak olsa da

Nasıl da yüzü kararır ateş karşısında! (Mesnevi)

رنگ زر قلب ده تو می شود

پیش آتش چون سیه رو می شود

تو

tu: iç, içeri, içeriye, -de, -da

Ki mîbîned? Der râ ez tu mîbendîm, kesî netevâned biyâyed tu

Kim görür? Kapıyı içerden kapatırız; kimse içeri giremez. (Dârû-yi Bîhâbî)

که می بیند؟ در را از تو می بندیم ، کسی نتواند بیاید تو

Tu şehr-i numûne zindegî mîkonem

Numune şehrinde yaşıyorum. (Kûtî-i Kibrît)

تو شهر نمونه زندگی می کنم

Û merâ şinâht u goft Biyâ tu, kesî hâneman nîst

O beni tanıdı ve ‘İçeri gel, evde kimse yok’ dedi. (Se Katre Hûn)

او مرا شناخت و گفت : بیا تو ، کسی خانه مان نیست

Anvakt subh tû-yi bâg mî îstâdem, destem râ be kemer mîzedem, mordehâ râ ki mî bordend temâşâ mîkerdem

O zaman sabahleyin bahçede durur, elimi belime dayar, götürülen ölüleri seyrederdim. (Se Katre Hûn)

آنوقت صبح توی باغ می ایستادم ، دستم را بکمر میزدم ، مرده ها را که می بردند تماشا می کردم

تو

tugûyî: [tu + goften > gûy + î] sanki, sanırsın, dersin, adeta.

Kenâr-i sa’dî ez an rûz kez tu dûr oftâd

Ez âb-i dîde tu gûyî kenâr-i ceyhûn est

Senden uzak düştüğü günden beri göz yaşlarından Sadi’nin yanı başı adeta ceyhun kenarı oldu. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 104)

کنار سعدی از آن روز کز تو دور افتاد

از آب دیده تو گویی کنار جیحون است

تو گویی

tevessut-i: (A.-F.) eliyle, vasıtasıyla, aracılığıyla, ile.

Ferdâ subh kâgez râ be şehr bordend ki tevessut-i post befiristend

Ertesi sabah posta ile göndermek üzere mektubu şehre götürdüler. (Perîçihr)

فردا صبح کاغذ را بشهر بردند که توسط پست بفرستند

توسط ِ

tuveş: [tu + veş< eş=û] sen onu, son ona.

İn sûret-i zîbâ ki tûşmîbînî

An şâhid nîst lîken ân sâye-i ûst

Gördüğün bu güzel yüz, o güzel değil, gölgesi onu. (Evhad)

این صورت زیبا که توش می بینی

آن شاهد نیست لیکن آن سایهء اوست

توش

tovzîh-i anki: (A.-F.) şöyle ki.

توضیح ِ آنکه

sâlisen: (A.) 1. üçüncü kez. 2. üçüncü olarak.

ثالثا ً

sâminen: (A.) sekizincisi, sekizinci olarak.

ثامنا ً

sâniyen: (A.) 1. ikinci olarak, ikinci kez. 2. tekrar, daha sonra, sonra.

ثانیا ً

câ câ:  yer yer.

جا جا

câbecâ: [câ + be + câ] 1. derhal, hemen.

Peşşe-i malaryâ dâred ki be fîl bezened câbecâ teb mîkoned

Öyle bir sivrisineği var ki fili soksa, o anda ateşlenir. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 222)

پشهء مالاریا دارد که بفیل بزند جابجا تب میکند

2. yer yer.

Reng-i ten-i âdemîzâd reng-i acîbîist, câbecâ fark mîkoned

İnsanın ten rengi acayip bir renktir. Yer yer farkeder. (Berf ki mîâyed)

رنگ تن آدمیزاد رنگ عجیبی است ، جابجا فرق می کند

3. oradan oraya.

Ger zi Dicle bâhaber bûdî çu mâ

Û nebordî an sebû râ câbecâ

Bizim gibi Dicle’den haberi olsaydı

O testiyi oradan oraya götürmezdi (Mesnevi)

گر ز دجله باخبر بودی چو ما

او نبردی آن سبو را جابجا

جابجا

cânib: (A.) 1. taraf, yön, cihet, -e, -a, -e doğru.

Şeh çu acz-i an hekîmân râ bedîd

Pâbirehne cânib-i mescid devîd

Padişah o doktorların aczini görünce çıplak ayakla mescide koştu. (Mesnevi)

شه چو عجز آن حکیمان را بدید

پا برهنه جانب مسجد دوید

Çitovr bâver konem ki şomâ ez cânib-i şâh nezd-i men me’mûr şodeîd

Sizin kral tarafından yanımda görevlendirildiğinize nasıl inanayım? (Don Karlos)

چطور باور کنم که شما از جانب شاه نزد من مأمور شده اید؟

Âyâ pîşnihâd-i telâk ez cânib-i şomâ bûde est ya ez cânib-i û

Boşanma teklifi sizin tarafınızdan mı geldi yoksa onun mu?  (Şovher-i Âhû Hanum, s. 22)

آیا پیشنهاد طلاق از جانب شما بوده است یا از جانب او؟

Çun çeşm-i tu dil mîbered ez gûşenişînân

Hemrâh-i tu bûden guneh ez cânib-i mâ nîst

Gözlerin, bir köşeye çekilenlerin bile gönlünü çalıyor. Seninle birlikte olmak suç ise, bizim günahımız ne?! (Hâfız)

چون چشم تو دل می برد از گوشه نشینان

همراه تو بودن گنه از جانب ما نیست

2. yöre, nahiye, yer.

Kin sevom cânib çi endâm est nîz?

Goft: În est işkem-i şîr ey azîz

Dedi: Bu üçüncü yer de aslanın neresi?

Dedi: Azizim, aslanın karnıdır burası. (Mesnevi)

کاین سوم جانب چخ اندام است نیز ؟

گفت این است اشکم شیر ای عزیز

جانب

cây: 1. yer, mevki.

Eykâş ki cây-i âremîden bûdî!

Ya in reh-i dûr râ resîden bûdî!

Kâş ez pey-i sad hezâr sâl ez dil-i hâk

Çon sebze omîd-i ber demîden bûdî!

Keşke durup dinlenecek bir yer olsaydı!

Ya da şu uzun yola çıkmak mümkün olsaydı!

Keşke yüzbin yıl sonra toprağın bağrından

Otlar gibi yeşerme umudu olsaydı! (Hayyâm)

ایکاش که جای ارمیدن بودی

یا این ره دور را رسیدن بودی

کاش از پی صد هزار سال از دل خاک

چون سبزه امید بردمیدن بودی

2. yerinde, yerine.

Nemîdânem eger duhter-i dîgerî cây-i men bûd, çi mîgoft

Başka bir kız benim yerimde olsaydı, ne derdi bilmiyorum. (Âzeristan)

نمی دانم اگر دختر دیگری جای من بود ، چه میگفت

3. yeri, zamanı, vakti.

Nişân-i ahd u vefâ nîst der tebessum-i gul

Benâl bulbul-i bîdil ki cây-i feryâd est

Gülün tebessümünde ahit ve vefa işareti yok. Aşık bülbül, inlemeye bak sen. Çünkü feryadın tam zamanı şimdi. (Hâfız)

نشان عهد و وفا نیست در تبسم گل

بنال بلبل بی دل که جای فریاد است

4. mevki.

İmrûz cây-i herkes peydâ şeved zi hûbân

Kan mâh-i meclisefrûz ender sedâret âmed

Bugün her güzelin yeri belli olur. Çünkü meclisi aydınlatan ay yüzlü sevgili baş köşeye geldi. (Hâfız)

امروز جای هرکس پیدا شود ز خوبان

کان ماه مجلس افروز اندر صدارت آمد

جای

codâgâne: [codâ + g + âne] 1. ayrıca.

Mâ ez an codâgâne sohbet hâhîm kerd

Biz ondan ayrıca bahsedeceğiz. (Ez Sabâ tâ Nîmâ)

ما از آن جداگانه صحبت خواهیم کرد

2. ayrı ayrı, tek tek, parça parça. 3. tek, yalnız.

جداگانه

coz: (Peh.) 1. hariç, dışında, -den başka.

Coz râh-i kalenderân-i meyhâne mepûy.

Coz bâde vu coz semâ vu coz yâr mecûy.

Ber kef kadeh-i bâde vu ber dûş sebûy.

Mey nûş kon ey nigâr u bîhûde megûy.

Meyhane kalenderlerinin yolundan dışarı çıkma. Bade, semâ ve yârdan öte bir şey arama. Elinde bade kadehi, omuzunda şarap testisi, Ey sevgili mey iç; hiç boşuna konuşma. (Hayyâm)

جز راه قلندران میخانه مپوی

جز باده و جز سما و جز یار مجوی

بر کف قدح باده و بر دوش سبوی

می نوش کن ای نگار و بیهوده مگوی

Garaz zi mescid u meyhâne’em visâl-i şumâst

Cuz in hiyâl nedârem, hodâ guvâh-i men est

Mescidinden de, meyhanesinden de amacım, sana kavuşmaktır. Başka bir düşüncem yok; Allah şahit. (Hâfız)

غرض ز مسجد و میخانه ام وصال شماست

چز این خیال ندارم ، خدا گواه من است

Âvord be iztirârem evvel be vucûd,

Coz heyretem ez heyât çîzî nefzûd.

Reftîm be ikrâh u nedânîm çi bûd

Zin âmeden u bûden u reften maksûd.

İstemedim ben; zorla beni var etti.

Hayret dışında hayatıma ne ilave etti?

Gidiyoruz ikrahla şimdi; bilmiyoruz neydi

Bundan amaç: Geldi, kaldı, gitti ? (Hayyâm)

آورد به اضطرارم اول بوجود

جز حیرتم از حیات چیزی نفزود

رفتیم باکراه و ندانیم چه بود

زین آمدن و بودن و رفتن مقصود

2. parça, kısım. 3. eskiden mekteplerde Kur’ân’dan bazı parçaların okutulduğu kitapçıklar.

جز

coz anki: -den başka, dışında.

Mutâle’e-i kutub cuz anki hiyâlât-i mâ râ muşevveş koned netîceî nedâred

Kitap okumanın hayallerini karıştırmaktan başka bir neticesi yoktur. (Homâ)

مطالعهء کتب جز آنکه خیالات ما را مشوش کند نتیجه ای ندارد

جز آنکه

coz inki: -den başka, dışında.

جز اینکه

coz ki: ancak, -den başka, dışında.

جز که

coz meger: ancak, -den başka, dışında.

جز مگر

coz’ be coz’: (A.-F.) enine boyuna, en ince ayrıntısına kadar.

جزء به جزء

cozv: (A.) 1. parça, kasım, cüz.

Û her rûz begûristân reftî ve der reften u bâz âmeden cuzvî ez kur’ân behândî

O her gün mezarlığa gider, giderken ve gelirken Kur’ân’dan bir cüz okurdu. (Mucmel-i Fasîhî, I/223)

او هر روز بگورستان رفتی و در رفتن و باز آمدن جزوی از قرآن بخواندی

2. (tas.) sâlik. 3. -den, -dan, arasında.

Cuzv-i med’ûvîn hestem, lutfen der râ bâz konîd

Davetlilerdenim. Lütfen kapıyı açın. (Maraz-i Kand)

جزو مدعوین هستم ، لطفا ً در را باز کنید

Sîgâr keşîden cuzv-i âdât-i men nîst

Sigara içmek alışkanlıklarımdan değildir. (Kûtî-i Kibrît)

سیگار کشیدن جزو عادات من نیست

Musâfirîn ki çend tâî zuvvâr-i arab nîz cuzv-i ânân bûd, heme sevâr şode bûdend

Aralarında birkaç arap ziyaretçinin de bulunduğu yolcular arabaya binmişlerdi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 74)

مسافرین که چند تائی زوار عرب نیز جزو آنان بود ، همه سوار شده بودند

جزو

coz’î: (A.) bir parça, cüz’î, az, azıcık.

Be cuz’îterîn behâne der sandûkhâne-i otâk habsem mîkerdend

En küçük bir bahane ile odanın yüklüğüne hapsediyorlardı beni. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 25)

بجزئی ترین بهانه در صندوقخانهء اطاق حبسم می کردند

Cuz’î pesendâzî dârem ki tâ be hâl çîzî ez an be tu negofte bûdem

Biraz birikmiş param var. Şimdiye kadar sana bahsetmemiştim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 71)

جزئی پس اندازی دارم که تا بحال چیزی از آن بتو نگفته بودم

جزئی

colov, colev: 1. ön.

Reft u colov-i û îstâd. Kibrît dârîd?

Gitti ve önünde durdu. ‘Kibritiniz var mı? (Kûtî-i Kibrît)

رفت و جلو او ایستاد کبریت دارید؟

Der vâki’ resûl colov bûd ve men poşt-i û

Aslında Resul önde, ben onun arkasındaydım. (Yek Dâstân-i Vâki’î)

در واقع رسول جلو بود و من پشت او

2. karşı, karşısında.

Libâseş râ der âverd u reft coulû-yi âyine.

Elbisesini çıkarttı ve aynanın karşısına geçti. (Musîbet)

لباسش را در آورد و رفت جلوی آینه

3. ileri. 4. dizgin.

جلو

cem’î: (A.-F.) [cem’ + î] 1. bir kısmı. 2. bir grup.

Cem’î sevârân dîdem ki bâ tecemmul-i temâm mîreftend

Olanca görkemiyle giden bir grup atlı gördüm. (Mucmel-i Fasîhî, I/252)

جمعی سواران دیدم که با تجمل تمام می رفتند

جمعی

comlegî: (A.-F.) [comle + g + î] 1. hepsi, tümü.

Cumlegî tûmârhâ bud muhtelif

Çun hurûf-i an cumle ez yâ tâ elif

Bütün tomarlar birbirinden başkaydı

A’dan Z’ye harfleri başka başkaydı (Mesnevi)

جملگی طومارها بد مختلف

چون حروف آن جمله از یا تا الف

2. hep beraber. 3. tamamen, baştanbaşa, tümüyle.

جملگی

comle: (A.) 1. hepsi, tümü, herkes, bütün, her şey.

Ez in pes cumle râ bîrûn firistâd

Be şovher goft tâ ancâ beistâd

Ondan sonra hepsini dışarı gönderdi. Kocasına orada durmasını söyledi. (İlâhînâme)

ازان پس جمله را بیرون فرستاد

بشوهر گفت تا آنجا بایستاد

Bâ cumle berâmîzî yu ez men begurîzî

Curm ez tu nebâşed, guneh ez baht-i remîde est

Herkesle haşır neşir oluyor, oysa benden kaçıyorsun. Kabahat senin değil, benim ürkek bahtımın. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 113)

با جمله بر آمیزی و از من بگریزی

جرم از تو نباشد ، گنه از بخت رمیده است

Sâkî yu mutrib u mey, cumle muheyyâst; velî

Îyş bîyâr muheyyâ neşeved; yâr kucâst?

Saki, çalgıcı, mey, her şey hazır; gelgelelim, yâr olmadı mı işret meclisi kurulmuyor; yâr nerede? (Hâfız)

ساقی و مطرب و می ، جمله مهیاست ، ولی

عیش بی یار مهیا نشود ، یار کجاست؟

Cumle ma’şûk est u âşık perdeî

Zinde ma’şûk est u âşık mordeî

Her şey maşuktur; perdedir âşık

Yaşayan maşuktur; ölüdür âşık (Mesnevi)

جمله معشوق است و عاشق پرده ای

زنده معشوق است و عاشق مرده ای

2. hep, tamamen.

Ez ders-i ulûm comle bogrîzî bih.

Vender ser-i zolf-i dilber âvîzî bih.

Zan pîş ki rûzgâr hûnet rîzed;

To hûn-i kınîne der kadeh rîzî bih.

Kaçsan tümüyle ilim dersinden, iyi olur.

Asılsan bir dilberin zülüflerine, iyi olur.

Dökmeden önce zamane senin kanını

Döksen kadehe sürahinin kanını, iyi olur. (Hayyâm)

از درس علوم جمله بگریزی به

واندر سر زلف دلبر آویزی به

زان پیش که روزگار خونت ریزد

تو خون قنینه در قدح ریزی به

Sebzest der u deşt, biyâ tâ neguzârîm

Dest ez ser-i âbî ki cihân cumle serâbest

Kırlar, ovalar yemyeşil olmuş; gel, haydi, su başını bırakıp gitmeyelim. Çünkü dünya dediğin bir serap değil mi? (Hâfız)

سبز است در و دشت ، بیا تا نگذاریم

دست از سر آبی که جهان جمله سرابست

جمله

comleten: (A.) tümü, tümüyle, hep birlikte.

جملهً

cemî’: (A.) bütün, tümü, hepsi.

جمیع

cemî’en: (A.) bütün, hepsi, toplu olarak.

جمیعا ً

cenb: (A.) yan, kenar, taraf, böğür.

جنب

cihâren: (A.) açıkça, apaçık.

جهارا ً

cihet: (A.) 1. yön, taraf.

Feryâd ki ez şeş cihetem râh bebestend

An hâl u hat u zulf u ruh u ârız u kâmet

Ben, ayva tüyü, zülüf, yüz, yanak ve boy; işte sevgilinin bu altı özelliği altı yönden yolumu kesti; vay vay vay! (Hâfız)

فریاد که از شش جهتم راه ببستند

آن خال و خط و زلف و رخ و عارض و قامت

2. sebep, neden.

Cihet-i aslî-yi rovnek-i kâr vicâhet-i men bûd

İşimin iyi gitmesinin asıl sebebi yüzümün güzel olmasıydı. (Perîçihr)

جهت اصلی رونق کار ؛ وجاهت من بود

3. için.

Çun bedin şeh resîdem, ehl u iyâl-i hod râ der mescidî gozâştem u hod cihet-i taleb-i kût-i îşân mutereddid şodem

Bu şehre gelince, çoluk çocuğu bir mescide bırakıp onlara rızık bulmak için dolaşmaya çıktım. (Mucmel-i Fasîhî, I/252)

چون بدین شهر رسیدم ، اهل و عیال خود را در مسجدی گذاشتم و خود جهت طلب قوت ایشان متردد شدم

4. yüz. 5. nahiye. 6. yer. 6. bakım, açı, bakış açısı. 8. evkaf maaşı. 9. görev, hizmet. 10. vakıf hizmeti.

جهت

cihet-i anki: (A.-F.) –mek için, şunun için ki.

İn esb cihet-i an beste’em ki be harb-i tu âyem ve turâ bekoşem

Seninle savaşmaya gelmek ve seni öldürmek için bu atı bağladım. (Mucmel-i Fasîhî, I/72)

این اسب جهت آن بسته ام که بحرب تو آیم و ترا بکشم

جهت ِ آنکه

cehren: (A.) 1. açık, apaçık. 2. yüksek sesle.

جهرا ً

cevfen: (A.) ilişikte, ekte.

جوفا ً

çâbok u çost: hemen derhal.

Dilâ tama’ meber ez lutf-i bînihâyet-i dûst

Çu lâf-i aşk zedî, ser bebâz çâbuk u çost

Ey gönül, dostun sonsuz lutfundan kesme umudunu. Mademki aşktan söz ettin, hemen vazgeç şu başından. (Hafız)

دلا طمع مبر از لطف بی نهایت دوست

چو لاف عشق زدی ، سر بباز چابک و چشت

چابک و چست

çirâ, çerâ: 1. niçin, niye, neden.

Çerâ nemî gozârîd be hâl-i hodem bâşem

Niçin beni kendi halime bırakmıyorsunuz? (Edebiyyât-i Dovre-i Bîdârî ve Muâsir)

چرا نمی گذارید به حال خودم باشم؟

2. neden olmasın, elbette, tabiî ki.

چرا

çerâ ki: çünkü.

Kânûn-i medenî-yi feranse râ nepezîruftend çerâ ki kohne bûd

Fransız medenî kanununu kabul etmediler. Çünkü eskiydi. (Dârû-yi Bâhâbî)

قانون مدنی فرانسه را نپذیرفتند چرا که کهنه بود

Murîd-i pîr-i mugânem, zi men merenc ey şeyh

Çerâ ki va’de tu kerdiyyu û be câ âverd

Ey şeyh, ben meyhanecinin müridiyim; bana gücenme. Çünkü sen vaatte bulundun; o vaatleri yerine getirdi. (Hâfız)

مرید پیر مغانم ، ز من مرنج ای شیخ

چرا که وعده تو کردی و بجا آورد

چرا که

çerâki ne: [çerâ + ki + ne] elbette, neden olmasın.

Mîtevânem berevem tu?

Pîrmerd cevâb dâd. Çerâ ki ne, befermâîd

‘İçeri girebilir miyim? İhtiyar cevap verdi: Elbette, buyrun. (Rodin)

می توانم بروم تو؟

پیرمرد جواب داد چرا که نه ، بفرمائید

چرا که نه

çerâ ne: neden olmasın?

چرا نه

çeşm berhem zeden: 1. gözünü kapatmak, gözünü yummak. 2. göz açıp kapayana dek, bir anda.

چشم بر هم زدن

çigûne: (Peh.) [çi + gûn + e] nasıl, ne biçim, ne şekilde.

Nâdir tu çigûne âdemî hestî

Nadir, sen ne biçim adamsın? (Azeristan)

نادر تو چگونه آدمی هستی؟

Âhir çigûne kesî mîtevâned çonin zen-i pormâye ve fidâkârî râ ferâmûş koned

Bir kimse böylesine soylu ve fedakâr bir kadını nasıl unutabilir?

آخر چگونه کسی می تواند چنین زن پرمایه و فداکاری را فراموش کند؟

چگونه

çonân: [çon + ân] gibi.

چنان

çonânçi, çenânçi: [çon + ân + çi] 1. o şekilde, öyle. 2. eğer, -mesi halinde.

Çonançi ez âsâr-i û bîş ez muktesebât u kıta’ât-i muhteser der dest dâştîm, mîtevânistîm ez in hays istifâde-i bîşterî bekonîm

Onun eserlerinden yapılan iktibaslara ve küçük parçalara daha çok miktarda sahip olsaydık, bu konuda daha çok istifade edebilirdik. (Hemâse-i Millî-i İran)

چنانچه از آثار او بیش از مقتسبات و قطعات مختصر در دست داشتیم ، می توانستیم از این حیث استفادهء بیشتری بکنیم

3. takdirde, ise.

Hâlâ men hem in şemşîr râ be kemerem beste’em tâ çonançi bâz hem û râ der hâb dîdem, intikâm-i hod râ ez û begîrem

Onu rüyamda yeniden görürsem, intikamımı alayım diye bu kılıcı kuşandım. (Molla ve Hereş)

حالا من هم این شمشیر را به کمرم بسته ام تا چنانچه باز هم او را در خواب دیدم ، انتقام خود را از او بگیرم

چنانچه

çonank: [çon + ân + k< ki] -dığı gibi, nasıl ki.

Ve çonank gozeştegân bebelâ mubtelâ şodend, şomâ neşevîd

Eskilerin belâya maruz kalmaları gibi siz de kalmayın. (Mucmel-i Fasîhî, I/316)

و چنانک گذشتگان ببلا مبتلا شدند ، شما نشوید

چنانک

çonânki, çenânki: [çon + ân + ki] -dığı gibi, -dığı takdirde, öyle ki, şöyle ki, nitekim, gerektiği gibi, onun gibi.

Emmâ çonanki zikr şud gûyendegân u nuvîsendegân-i îrân berâyi beyân-i endîşe vu ihsâsât-i hod râhî nemî şinâhtend

Ama zikredildiği gibi İran şair ve yazarları düşünce ve duygularını beyan edecek bir yol bilmiyorlardı. (Ez Sabâ tâ Nîmâ)

اما چنانکه ذکر شد گویندگان و نویسندگان ایران برای بیان اندیشه و احساسات خود راهی نمی شناختند

Men hâzirem çonanki in edille vu berâhîn râ zâyid beşomârîd anhâ râ pes begîrem

Bu delilleri fazla gördüğünüz takdirde onları geri almaya hazırım. (Don Karlos)

من حاضرم چنانکه شما این ادله و براهین را زاید بشمارید آنها را پس بگیرم

Çonan nigâh-i zehrâlûdî be hodâdâd endâht ki cur’et nekerd ez û çîzî beporsed

Öyle sert baktı ki Hodâdâd ona, bir şey sormaya cesaret edemedi. (Se Katre Hûn, s. 139)

چنان نگاه زهر آلودی به خداداد انداخت که جرأت نکرد از او چیزی بپرسد

چنانکه

çonanki gûyî (gû’î): -miş gibi, -mişçesine, âdeta -miş gibi.

Îstâdem, zonanki gûî tâze ez hâb bîdâr şode’em, çeşmânem râ mâlîdem

Durdum; yeni uykudan kalkmışım gibi gözlerimi ovuşturdum. (Azeristan)

ایستادم ، چنانکه گوئی تازه از خواب بیدار شده ام ، چشمانم را مالیدم

Hettâ ser-i gûr-i mâder-i bozorgem kemî îstâdem, çonanki gûî mîtevânem bâ û harf bezenem

Hatta onunla konuşabilirmişim gibi büyükannemin mezarı başında biraz durdum. (Azeristan)

حتی سر گور مادربزرگم کمی ایستادم ، چنانکه گوئی می توانم با او حرف بزنم

چنانکه گویی

çend: (Peh.) 1. kaç. 2. kaça. 3. birkaç.

Pîr-i meyhâne çi hoş goft be dordîkeş-i hîş

Ki megû hâl-i dil-i sûhte bâ hâmî çend

Meyhanenin pîri tortulu şarap içen birkaç müdavime ne güzel dedi: Gönül hallerini üç beş ham ahlata açma. (Hâfız)

پیرمیخانه چه خوش گفت به دردی کش خویش

که مگو حال دل سوخته با خامی چند

Henûz çend kademî dûr neşode bûd ki bergeşt

Daha birkaç adım uzaklaşmamıştı ki geri döndü. Şovher-i Âhû Hanum)

هنوز چند قدمی دور نشده بود که بر گشت

4. ne kadar. 5. ne zamana kadar, ne zamana dek.

Çend nâlem ber deret, der bâz kun

Yek demem bâ hîşten demsâz kun

Ne zamana kadar kapında yalvaracağım?

Aç kapıyı. N’olur bir an için al beni yanına. (Mantıku’t-Tayr, s. 86)

چند نالم بر درت ، در باز کن

یک دمم با خویشتن دمساز کن

6. küsur. 7. gibi.

Muhammed-i heysem rahmetullâh goftî: Der muna’imân-i dunyâ çend suleymân nebûd u der mumtehinân-i dunyâ çend-i eyyûb nebûd

Muhammed-i Heysem ‘Tanrı ona rahmet eylesin’ ‘Dünya nimetine kavuşanlar arasında Süleyman gibisi, dünya mümtehinleri arasında da Eyüp gibisi yoktur’ derdi. (Kısas-i Kur’ân-i Mecîd, s. 370)

محمد حیثم رحمة الله گفتی : در منعمان دنیا چند سلیمان نبود و در ممتحنان دنیا چند ایوب نبود

چند

çend bâr: birkaç kez.

Lâbud tâ be hâl çend bâr mâderem semâver râ âteş kerde est

Mutlaka annem şimdiye kadar birkaç kez semaveri yakmıştır. (Azeristan)

لابد تا بحال چند بار مادرم سماور را آتش کرده است

Bîm-i cân in bâr hûnem mîhored

Verne in dil çend bâr ez dest reft

Can korkusu tüketecek bu kez beni. Yoksa bu gönül birkaç defa elden gitti.(Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 186)

بیم جان این بار خونم می خورد

ورنه این دل چند بار از دست رفت

چند بار

çend tâ: birkaç, birkaç tane.

Men hem tu şehrdârî çend tâ refîk dârem

Benim de belediyede birkaç arkadaşım var. (Kûçeî Benâm-i Behiştrûyân)

من هم تو شهرداری چند تا رفیق دارم

Çend tâ kûtî-yi kibrît dovr-i mîz oftâde bûd

Masanın etrafına birkaç kibrit kutusu düşmüştü. (Kûtî-i Kibrît)

چند تا قوطی کبریت دور میز افتاده بود

چند تا

çendtâyî: [çend + tâ + y + î] birkaç kişi.

Bîşterişan pâbirehne bûdend ve çend tâyî gîve dâştend

Çoğu yalınayaktı; birkaçında çarık vardı. (Nefrîn-i Zemîn, s. 11)

بیشترشان پابرهنه بودند و چند تایی گیوه داشتند

چند تایی

çend der sed: yüzde kaç, yüzde kaçı.

Âyâ mîtevânîd ki çend der sad-i an hâkisterîst?

Acaba onun yüzde kaçının gri renkte olduğunu söyleyebilir misiniz? (Hisâb u Hendese)

آیا می توانید بگویید که چند در صد ِ آن خاکستری است؟

چند در صد

çend rûz kabl: (F.-A.) birkaç gün önce.

Ahmed çend rûz kabl ez in kolîçe-i kandî harîde bûd

Ahmet birkaç gün önce şu şekerli kurabiyeden almıştı. (Kitâb-i Ahmed)

احمد چند روز قبل از این کلیچهء قندی خریده بود

چند روز قبل

çend lehze: (F.-A.) [çend + lehze] bir süre.

Çend lehze sukût kerdîm

Bir süre sustuk. (Nâbiga-i Hûş)

چند لحظه سکوت کردیم

Çend lehze bein hâl gozeşt

Bir süre böyle geçti. (Homâ)

چند لحظه باین حال گذشت

چند لحظه

çend u çend: küsur.

İn merd-i çihil u çend sâle bâ kârgerân bîşez endâze gûşttelhî mîkerd

Bu kırk küsur yaşındaki adam işçilere haddinden fazla kapris yapardı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 42)

این مرد چهل و چند ساله با کارگران بیش از اندازه گوشت تلخی میکرد

چند و چند

çend vechî: (F.-A.) [çend + vech + î] çok yönlü.

چند وجهی

çend vaktî: (F.-A.) [çend + vakt + î] bir süredir.

Hemsâyehâ çend vaktî bûd ez sedâ-yi dûkeş râhet şode bûdend

Komşular bir süredir onun iğ sesinden rahat etmişlerdi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 61)

همسایه ها چند وقتی بود از صدای دوکش راحت شده بودند

چند وقتی

çendân: 1. o kadar, o denli, pek de.

Cevâb dâden be in suâl çendan âsân nîst

Bu soruya cevap vermek o kadar kolay değildir. (Azeristan)

جواب دادن به این سؤال چندان آسان نیست

2. misli, katı.

Ez şenîden-i in hikâyet hod râ ferâmûş kerde bûdem emmâ heminki be âhir resîd, derdem sad çendân şud

Bu hikâyeyi dinlerken kendimi unutmuştum ama biter bitmez derdim yüz misli oldu. (Perîçihr)

از شنیدن این حکایت خود را فراموش کرده بودم اما همینکه به آخر رسید ، دردم صد چندان شد

Pes ez vâkıe-i kerem mihr u mahabbet-i yâver nisbet be hemsereş deh çendan şud

Kerem olayından sonra Yaver’in eşine karşı sevgisi on misli arttı. (Azeristan)

پس از واقعهء کرم مهر و محبت یاور نسبت به همسرش ده چندان شد

چندان

çendan ki: [çendân + ki] o kadar ki, -cek kadar, -dığı kadar.

Sa’diyâçendan ki hâhî vasf-i rûy-i yâr kun

Husn-i gul bîş ez kıyâs-i bulbul-i bisyârgûst

Ey Sadi! Dostun yüzünü ne kadar anlatırsan anlat, gülün güzelliği geveze bülbülün anlattığından daha fazladır. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 133)

سعدیا چندان که خواهی وصف روی یار کن

حسن گل بیش از قیاس بلبل بسیار گوست

Ger âstîn-i dûst beyufted be dest-i men

Çendan ki zinde’em ser-i men u âstân-i dûst

Dostun eteği elime geçecek olursa, ben yaşadıkça ve dostun eteği durdukça asla bırakmam. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 138)

گر آستین دوست بیفتد به دست من

چندان که زنده ام سر من و آستان دوست

Emmâ nigerân mebâş, çendan dâg nebûde est ki be beççe sadmeî beresâned

Ama merak etme; çakıllar çocuğa zarar verecek kadar sıcak değil. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 19)

اما نگران مباش ، ریگ چندان داغ نبوده است که ببچه صدمه ای برساند

چندان که

çendank: [çend + ân + k< ki] -dığı kadar.

Goft: Ez hodâ-yi teâlâ betersîd çendanki tevânîd u tâet dârîd çendank tevânîd

Dedi ki: Yüce Tanrı’dan korkabildiğiniz kadar korkun ve ibadet edebildiğiniz kadar ibadet edin. (Mucmel-i Fasîhî, I/316)

گفت : از خدای تعالی بترسید چندانکه توانید و طاعت دارید چندانک توانید

چندانک

çendî: (Peh.) 1. bir süre.

Berâyi inki hâlet bihter şeved bâyed çendî mutâbik-i meyl-i dilet reftâr konî

İyileşmen için bir süre daha canının istediği gibi yaşa. (Kıssehâ-yi Hûb, s. 62)

برای اینکه حالت بهتر شود باید چندی مطابق میل دلت رفتار کنی

2. bir kaç, bir miktar. 3. nicelik, kemmiyet.

چندی

çendî be çendî: zaman zaman, arada sırada.

Behâtir-i in eşhâs ki gâliben ez idârenişînân bûdend, çendî beçendî mîhmânîhâ mîdâd

Çoğu devlet memuru olan bu kişilerin hatırına zaman zaman davet verirdi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 66)

بخاطر این اشخاص که غالبا ً از اداره نشینان بودند ، چندی بچندی ... میهمانیها میداد

چندی به چندی

çendî pîş: bir süre önce, bir süredir.

Mâ çendî pîş der şehr be hâne-i tâzeî nakl-i mekân kerdîm

Bir süre önce şehirde yeni bir eve taşındık. (Azeristan)

ما چندی پیش در شهر به خانهء تازه ای نقل مکان کردیم

چندی پیش

çendî negozeşt ki: çok geçmeden.

چندی نگذشت که

çendîn: 1. birkaç.

Çendîn mâh-i kabl telefun kerdem

Birkaç ay önce telefon ettim. (Hindû)

چندین ماه قبل تلفن کردم

2. bunca, bütün bu. 3. bu ölçüde, bu denli. 4. bir hayli.

چندین

çendîn bâr: birkaç kez.

چندین بار

çendîngâh: bunca zamandır.

Kavm goftendeş ki çendîn gâh mâ

Cân fidâ kerdîm der ahd u vefâ

Hayvanlar topluluğu dedi: Bunca zamandır biz

Ahdimizde durduk, canımızı feda ettik (Mesnevî)

قوم گفتندش که چندین گاه ما

جان فدا کردیم در عهد و وفا

چندین گاه

çendîn u çend: bunca.

Eger tu hoceste râ begîrî âbrû-yi çendîn u çend sâle-i mâ be bâd mîreved

Huceste’yi alırsan, bunca yıllık itibarımız heba olur. (Se Katre Hûn, s. 149)

اگر تو خجسته را بگیری آبروی چندین و چند ساله ما بباد میرود

چندین و چند

çend novbet: (F.-A.) birkaç kez.

Opera-yi labohem der ordibehişt u hordâdmâh çend novbet der tâlâr-i rûdekî ber sahne âmed

La Boheme operası Ordibehişt ve Hordad aylarında Tâlâr-i Rûdekî’de birkaç kez sahnelendi. (Der Cihân-i Huner u Edebiyyât)

اپرای لابوهم در اردی بهشت و خرداد ماه چند نوبت در تالار رودکی بر صحنه آمد

چنئ نوبت

çonîn, çenîn: [çon + în] 1. şöyle.

Jul mol îrânşinâs-i ma’rûf sebeb-i in ihtilâf râ çonin beyân mîkoned

Ünlü iranolog Jules Mohl bu ihtilafın sebebini şöyle açıklıyor: (Firdovsî ve Hemâse-i Millî)

ژول مول ایران شناس معروف سبب این اختلاف را چنین بیان می کند

Omer yek cuv ez tevrât begirift

Peyember çun çonan dîdeş çonin goft

Ömer Tevrat’tan bir cüz aldı. Peygamber onu öyle görünce şöyle dedi: (İlâhînâme)

عمر یک جزو از توریت بگرفت

پیمبر چون چنان دیدش چنین گفت

2. böyle.

Çonin çîzî râ tâ an vakt der ancâ nedîde bûdem

O zamana kadar orada böyle bir şey görmemiştim. (Lâşe-i Mâr)

چنین چیزی را تا آن وقت در آنجا ندیده بودم

Miyân-i mihribânân key tevân goft

Ki yâr-i mâ çunîn goft u çenân kerd

Sevgi dolu dilberler arasında iken Yârim bana şöyle dedi, şöyle etti denilir mi hiç? (Hâfız)

میان مهربانان کی توان گفت

که یار ما چنین گفت و چنان کرد

3. bunun gibi.

چنین

çi, çe: (Peh.) 1. ne.

Çi mîhâstem u çi dârem

Ne istiyordum ve neyim var? (Do Şeb)

چه می خواستم و چه دارم؟

Men ez teaccub nemîdânistem çi gûyem

Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilmiyordum. (Ber Sâhil-i Mînâî)

من از تعجب نمی دانستم چه گویم

2. ne! (ünlem cümlesinde).

Çi muşkil est ki insân betevâned bâ tûfân u deryâ-yi hurûşân mubâreze koned

İnsanın fırtına ve kudurmuş denizle mücadele edebilmesi ne güçtür! (Deryâ-yi Govher)

چه مشکل است که انسان بتواند با طوفان و دریای خروشان مبارزه کند!

3. niçin, ne diye?

Çun derin reh pây-i neşikesteî

Ber ki mîhandî, çi pâ râ besteî

Mademki bu yolda ayağını kırmamışsın, kime gülüyorsun? Niçin ayağını bağlamışsın? (Mesnevi)

چون درین ره پای خود نشکستهء

بر که می خندی ، چه پا را بستهء؟

Ank hovfeş nîst, çun gûî meters

Ders çi dehî? Nîst û muhtâc-i ders

Korkusu olmayana nasıl Korkma dersin? Ne diye ders verirsin?O derse muhtaç değil. (Mesnevi)

آنک خوفش نیست ، چون گوئی مترس؟

درس چه دهی؟ نیست او محتاج درس

4. nasıl. 5. nasıl da.

Hevâ çi yekdef’e tagyîr kerd

Hava nasıl da birden değişti! (Azeristan)

هوا چه یک دفعه تغییر کرد!

Zi benefşe tâb dârem ki zi zulf-i û zened dem

Tu siyâh-i kembehâ bîn ki çi der dimâg dâred

Sevgilinin zülüflerinden söz eden menekşeye çok kızgınım. Şu baldırıçıplağa bak hele; ne hevesler ediyor! (Hâfız)

ز بنفشه تاب دارم که ز زلف او زند دم

تو سیاه کم بها بین که چه در دماغ دارد

6. çünkü.

Emmâ bîhod gam mehor, çi an duhter der nezdîkî-yi tûst

Ama boş yere üzülme. Çünkü o kız senin yakınında. (Se Katre Hûn, s. 147)

اما بیخود غم مخور ، چه آن دختر در نزدیکی تو است

7. hangi, ne gibi.

Çi marazîst ki yek şebe şomâ râ be in hâl endâhte

Bir gecede sizi bu hale sokan hangi hastalıktır? (Homâ)

چه مرضی است که یک شبه شما را به این حال انداخته؟

An turk-i perîçihre ki dûş ez ber-i mâ reft

Âyâ çi hatâ dîd ki ez râh-i hatâ reft?

Dün o peri yüzlü Türk güzeli yanımızdan ayrılıp gitti. Acaba ne hatamızı gördü de Hıtay yolunu tuttu? (Hâfız)

آن ترک پری چهره که دوش از بر ما رفت

آیا چه خطا دید که از راه خطا عفت؟

8. ne kadar. 9. ya ne?

چه

çiçi: isterister, nene.

Çi penc dakîka vu çi yek sâet, der temâm-i muddetî ki û der otâk est heme mecbûrend ser-i pâ beîstend

İster beş dakika olsun, ister bir saat olsun, o odada iken herkes ayakta durmak zorundadır. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

چه پنج دقیقه و چه یک ساعت ، در تمام مدتی که او در اطاق است همه مجبورند سر پا بایستند

چه ... چه

çiyeş est?: nesi var?

Nemîdânem in beççe çieş est? Heme’eş mîhanded

Bilmiyorum bu çocuğun nesi var. Hep gülüyor. (Kıssehâ-yi Behreng)

نمی دانم این بچه چه اش است؟ همه اش می خندد

چه اش است

çi endâze: ne kadar, ne ölçüde, ne derecede, ne denli.

Hâlâ şerh-i vâkıe râ begû tâ bedânem çi endâze taksîrkârem

Şimdi olayı anlat da ne kadar kabahatli olduğumu bileyim. (Evhad)

حالا شرح واقعه را بگو تا بدانم چه اندازه تقصیرکارم

چه اندازه

çi anki: [çi + ân + ki] nitekim.

چه آنکه

çi beresed: [çi + resîden > res > resed > beresed] kaldı ki, bir yana, şöyle dursun.

چه برسد

çi besâ: [çi + bes + â] nice, pek çok.

چه بسا

çi besâ ki: [çi + bes + â + ki] ancak, meğer.

چه بسا که

çi cây-i: yeri mi?, mânâsı mı var?

Çi cây-i sohbet-i nâmahrem est meclis-i uns?

Ser-i piyâle bepûşân ki hırkapûş âmed

Dostlar meclisinde yabancıyla sohbet etmenin mânâsı mı var? Ört şu kadehin üstünü, hırkalı softa geldi. (Hâfız)

چه جای صحبت نامحرم است مجلس انس؟

سر پیاله بپوشان که خرقه پوش آمد

چه جای

çicûr: [çi + cûr< tovr] nasıl, ne şekilde.

Çicûr mîşeved rûz râ bîkâr gozerâned

Bütün gün nasıl çalışmadan geçirilebilir? (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

چه جور می شود روز را بیکار گذراند؟

چه جور

çi çîz: ne.

Emmâ çi çîz-i û tagyîr kerde est

Ama onun nesi değişmiş? (Hindû)

اما چه چیز او تغییر کرده است؟

Çi çîz râ mîhâhîd bedânîd

Neyi bilmek istiyorsunuz? (Adâlet-i Âsumân)

چه چیز را می خواهید بدانید؟

چه چیز

çi hâssâ: (F.-A.) özellikle, bilhassa, hele hele.

چه خاصا

çi hûb est ki: bereket ki, bereket versin.

چه خوب  است که

çi resed: [çi + resîden > res + ed] kaldı ki, bir yana, şöyle dursun, geç bir kalem.

Der râ ki mîbestî sedâ-yi kur’ân hem nemîâmed çi resed be cencâl-i beççehâ tû-yi heyât

Kapıyı kapadın mı çocukların sesi şöyle dursun, Kur’ân sesi bile gelmiyordu. (Mudîr-i Medrese)

در را که می بستی صدای قرآن هم نمی آمد چه رسد به جنجال بچه ها توی حیاط

چه رسد

çi resed be: bir yana, şöyle dursun, kaldı ki.

Nagmehâ-yi sihrengîzî ki ez zîr-i zahmehâ-yi hod-i û bîrûn mîâyed seng râ cân mîdehed ve be hareket der mîâvered çi resed be insân

Onun sıhırlı mızrabından dökülen sihirli nağmeler, insan şöyle dursun, taşa can veri; oynatır.  (Şovher-i Âhû Hanum, s. 109)

نغمه های سحر انگیزی که از زیر زخمه های خود او بیرون می آید سنگ را جان می دهد و به حرکت در می آورد چه رسد به انسان

چه رسد به

çi sebeb: (F.-A.) neden.

چه سبب

çi aceb: (F.-A.) şaşılacak ne var?

Men eger kâmrevâ geştem u hoşdil, çi aceb?

Mustahik bûdem u inhâ be zekâtem dâdend

Muradıma erip mutlu oldumsa, ne var bunda şaşılacak? Hak ettim bunu; zekât olarak verildi bana. (Hâfız)

من اگر کامروا گشتم و خوشدل ، چه عجب

مستحق بودم و اینها به زکاتم دادند

چه عجب

çi gam: (F.-A.) umurunda mı?, üzülecek ne var?, ne gam?, dert mi?

Hufte ber sincâb-i şâhî; nâzenînî râ çi gam

Ger zi hâr u hâre sâzed bister u bâlîn garîb

Garip yatağını, yastığını dikenden, taştan yapmış. Şâhâne sincap kürkü yatakta uyuyan nâzeninin umurunda mı sanki! (Hâfız)

خفته بر سنجاب شاهی ، نازنینی را چه غم

گر ز خار و خاره سازد بستر و بالین غریب

Zan turre-i porpîç u ham sehl est eger bînem sitem

Ez bend u zencîreş çi gam herkes ki eyyârî koned?

O kıvrım kıvrım zülüfler bana zulmederse, bunu anlamak kolay. Kafasına göre takılan adam zinciri, bağı düşünür mü, dert eder mi kendine? (Hâfız)

زان طرهء پرپیچ و خمسهل است اگر بینم ستم

از بند و زنجیرش چه غم هرکس که عیاری کند؟

چه غم

çi kumâş: ne mene, ne gibi, nasıl.

Bâyed dakîken bedânem bâ çi kumâş kesânî taraf hestem

Ne mene insanlarla muhatap olduğumu bir iyi bilmeliyim. (Şovher-i Âhû Hânum, s. 92)

باید دقیقا ً بدانم با چه قماش کسانی طرف هستم؟

چه قماش

çi kesânî: [çi + kes + ân + î] kimler.

Çi kesânî mîtevânend sevâr-i doçerhe şevend

Kimler bisiklete binebilir? (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

چه کسانی می توانند سوار دوچرخه شوند؟

چه کسانی

çi kesrî: (F.-A.) [çi + kesr + î] kaçta kaçı.

Ez şeş nefer bâzîkonân-i yek deste-i valeybal penc nefer hâzirend, çi kesrî ez bâzîkonân hâzirend?

Bir voleeybol takımının altı oyuncusundan beşi hazırdır. Oyuncuların kaçta kaçı hazırdır? (Hisâb u Hendese)

از 6 نفر بازیکنان یک دستهء والبیبال 5 نفر حاضرند چه کسری از بازیکنان حاضرند؟

چه کسری

çikesî: [çi + kes + î] kim.

Cuz men çi kesîmîtevâned movzû’ râ bedâned

Benden başka kim bu konuyu bilebilir? (Rodin)

جز من چه کسی می تواند موضوع را بداند؟

چه کسی

çi mâye: ne kadar.

Ezû men nihânet hemîdâştem

Çi mâye bebed rûz begozâştem

Seni ondan saklıyordum. Beni ne kötü günlere düşürdü! (Şâhnâme, I/42, beyit 169)

ازو من نهانت همی داشتم

چه مایه ببد روز بگذاشتم

چه مایه

çi mahal: (F.-A.) ne demek, şöyle dursun.

Serv-i bâlâ-yi men angeh ki der âyed be semâ’

Çi mahal câme-i cân râ ki kabâ netvân kerd

Selvi boylum semâya başlayınca, aba yırtılamaz da ne demek? Can giysisi bile yırtılır. (Hâfız)

سرو بالای من آنگه که در آید بسماع

چه محل جامهء جان را که قبا نتوان کرد

چه محل

çi mevki, çi movgi: (F.-A.) ne zaman.

Çi movki’ telefun konem? Ba’d ez zohr

 ‘Ne zaman telefon edeyim?’ ‘Öğleden sonra.’ (Hindû)

چه موقع تلفن کنم؟ بعد از ظهر

چه موقع

çinov’: (F.-A.) [çi + nov’] ne tür, ne biçim.

İn kârî ki tu mîgûî manzûret çi nov’ kârîst

Dediğin bu iş, ne biçim bir iş? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 94)

این کاری که تو می گوئی منظورت چه نوع کاری است؟

چه نوع

çihâ: neler.

Ez dîde hûn-i dil heme be rûy-i mâ reved

Ber rûy-i mâ zi dîde, çi gûyem, çihâ reved

Gönül kanımız gözlerimizden yüzümüze akar durur. Daha ne diyeyim, gözlerimizden yüzümüze neler gider durur. (Hâfız)

از دیده خون دل همه بروی ما رود

بروی ما ز دیده ، چه گویم ، چها رود

چها

ço: 1. -ince, -diği zaman.

Vakt-i zarûret çu nemâned gurîz

Dest begîred ser-i şemşîr-i tîz

Zaruret vaktinde kaçma imkânı kalmayınca, el kılıcın keskin yanını tutar. (Gulistan)

وقت ضرورت چو نماند گریز

دست بگیرد سر شمشیر تیز

2. mademki, -e göre, -diğine göre.

Çu rûzî çend râ bâkînemânî

Diraht incâ çerâ der mînişânî

Birkaç günden fazla yaşamayacağına göre neden burada ağaç dikiyorsun? (İlâhînâme)

چو روزی چند را باقی نمانی

درخت اینجا چرا در می نشانی؟

3. gibi, benzeri.

Mâ çu nâyîm u nevâ zi tust

Mâ çu kûhîm u sedâ der mâ zi tust

Biz ney gibiyiz ve ses senden gelir. Biz dağ gibiyiz; bizdeki ses senden gelir. (Mesnevi)

ما چو ناییم و نوا ز تست

ما چو کوهیم و صدا در ما ز تست

4. çünkü, zira.

چو

çon: (Peh.) 1. çünkü, zira.

Gûş-i mâ hûş est çun gûyâ tuvî

Şek-i mâ bahrest çun deryâ tuvî

Kulağımız akıldır, çünkü söyleyen sensin. Karamız denizdir, çünkü deniz sensin. (Mesnevi)

گوش ما هوش است چون گویا توی

شک ما بحر ست چون دریا توی

2. gibi.

Tâ sezâ-yi û vu sad çûn-i û dehem

Ver durûgest in, sezâ-yi tu dehem

Onun ve onun gibi yüz tanesinin cezasını vereyim. Ama eğer bu yalansa, seni cezalandırırım. (Mesnevi)

تا سزای او و صد چون او دهم

ور دروغست این ، سزای تو دهم

İn şebîke hâtire-i an çun âhen-i godâhte ber cânem oftâde est şeb-i zîbâî bûd

Hatırası erimiş demir gibi canıma düşen bu gece güzel bir geceydi.  (Do Şeb)

این شبیکه خاطرهء آن چون آهن گداخته بر جانم افتاده است شب زیبائی بود

Tu hem çun mâ tenhâ vu bîkesî

Sen de bizim gibi yalnız ve kimsesizsin. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

تو هم چون ما تنها و بیکسی

3. -diği için, -den dolayı.

Çun ez hordsâlî yetîm mânde ve hergiz hem zen negiriftebûd, ihsâsât-i hânevâdegî râ lagv mîdânist

Küçük yaştan beri yetim kaldığı ve hiç evlenmediği için aile duygularını saçma buluyordu. (Hâne-i Pederî)

چون از خردسالی یتیم مانده و هرگز هم زن نگرفته بود ، احساسات خانوادگی را لغو می دانست

4. mademki, -e göre, -diğine göre. 5. -diği zaman, -ince. 6. nasıl.

Zi men mepors ki der dest-i û dilem çûn est

Ez û bepors ki enguşthâş der hûn est

Onun elinde gönlümün nasıl olduğunu sorma bana. Ona sor. Parmakları kan içinde çünkü. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 103)

ز من مپرس که در دست او دلم چون است

از او بپرس که انگشتهاش در خون است

7. ne zaman. 8. misli.

چون

çon u çerâ: sorgu sual.

Kâr-i kader ez çûn u çerâ bîrûnest

Kader işi sorgu suale gelmez. (Evhad)

کار قدر از چون و چرا بیرونست

چون و چرا

çonânk: [çon + an + k< ki] gibi.

Dilhâ heme der bûte-i aşk-i tu godâht

Çûnânk tuvî cuz tu turâ kes neşinâht

Gönüller hep aşkının potasında eridi de senden başka kimse seni olduğun gibi tanımadı. (Evhad)

دلها همه در بوتهء عشق تو گداخت

چونانک توی جز تو ترا کس نشناخت

چونانک

çonk: [çon + k< ki] 1. -ince, -diği zaman.

Çunk gul reft u gulistân der gozeşt

Neşnevî zi an pes zi bulbul sergozeşt

Gül gidip gülistan zamanı geçti mi, artık ondan sonra bülbülün macerasını dinleyemezsin. (Mesnevi)

چونک گل رفت و گلستان در گذشت

نشنوی ز آن پس ز بلبل سرگذشت

2. çünkü, zira. 3. -diği çin. 4. mademki.

چونک

çonki: [çon + ki] 1. çünkü, zira. 2. -diği için, -den dolayı. 3. -ince, -diği zaman. 4. mademki.

چونکه

çi: (T.) 1. (gr.) son ek: -ci, -çi.

چی

çi: ne.

چی

çi: şey.

چی

çi’î: neden…sin?

Ez çi’î kel? Bâ kelân âmîhtî?

Tu meger ez şîşe rovgen rîhtî?

Neden kelsin? Kellere karıştın

Sen de mi yağ şişelerini devirdin? (Mesnevi)

از چی ای کل ؟ با کلان آمیختی؟

تو مگر از شیشه روفن ریختی؟

چی ای

çicûr: [çi + cûr< tovr] nasıl, ne şekilde.

Çicûr bâyestî benevîsem tâ şomâ bepesndîd

Beğenmeniz için nasıl yazmalıydım? (Eger Mîtevânistem Benevîsem)

چی جور بایستی بنویسم تا شما بپسندید؟

چی جور

çîz: 1. şey.

Dest-i merâ girift u bord pây-i diraht-i kâc u çîzî râ nişân dâd

Elimi tutup çam ağacının altına götürdü ve bir şey gösterdi. (Se Katre Hûn)

دست مرا گرفت و برد پای درخت کاج و چیزی را نشان داد

2. nesne, eşya.

چیز

çîzîdiger: [çîz + î + diger] başka bir şey.

Bercesten u pâ kûften u destzeden

Bâzî bâşed, semâ’ çîzî digerest

Zıplamak, tepinmek ve el vurmak oyundur oyun. Sema başka bir şey. (Evhad)

بر جستن و پا کوفتن و دست زدن

بازی باشد ، سماع چیزی دگرست

چیزی دگر

çîzî ki: [çîz + i + ki] 1en şey, -dığı şey, o şey ki.

Velî çîzî ki bîşter ez heme û râ şikence mînumûd, in bûd

Fakat her şeyden çok ona işkence eden şey şuydu: (Girdâb)

ولی چیزی که بیشتر از همه او را شکنجه می نمود ، این بود

Çîzî ki bîşter û râ der hall-i in muammâ komek mîkerd, şomâre-i kadillakî bûd ki hindû pes ez bîrûn âmeden ez kitâbhâne sevâr-i an şode bûd

Bu bilmecenin çözümünde daha çok ona yardım eden şey, Hindu’nun kitabevinden çıktıktan sonra bindiği Kadillak’ın plaka numarasıydı. (Hindû)

چیزیکه بیشتر او را در حل این معما کمک کرد ، شمارهء کادیلاکی بود که هندو پس از بیرون آمدن از کتابخانه سوار آن شده بود

چیزی که

çîzî nemânde bûd: nerdeyse, az daha, az kalsın.

Çîzî nemânde bûd sekte konem

Nerdeyse kalbim duracaktı! (Maraz-i Kand)

چیزی نمانده بود سکته کنم)

Çîzî nemânde bûd ez rûy-i pillehâ bâ magz ber sath-i zîr-i zemîn sernigûn şevem

Neredeyse beyin üstü basamaklardan yere düşecektim. (Gorbe-i Siyâh)

چیزی نمانده بود از روی پله ها با مغز بر سطح زیر زمین سرنگون شوم

چیزی نمانده بود

çîzî nemânde bûd ki: neredeyse, az daha, az kalsın.

Çîzî nemânde bûd ki kâtil-i cânem beşevend

Neredeyse beni öldüreceklerdi!  (Şovher-i Âhû Hanum)

چیزی نمانده بود که قاتل جانم بشوند

چیزی نمانده بود که

çîst: [çi + est > st] nedir.

چیست

hâl: (A.) 1. hal, durum. 2. şimdi. 3. (gr.) şimdiki zaman. 4. hoşluk. 5. sarhoşluk.

حال

hâlâ: (A.) [hâlâ< hâlen] 1. şimdi, şu anda.

Emmâ hâlâ fikr-i dîgerî becuz lâle nedâşt

Ama şimdi Lale’den başka bir şey düşürmüyordu. (Se Katre Hûn, s. 138)

اما حالا فکر دیگری بجز لاله نداشت

2. şimdilik, hele.

Kısse’eş dirâz est, hâlâ tu evvel harfet râ temâm kun

Uzun hikâye; hele sen önce sözünü bitir de. (Se Katre Hûn, s. 225)

قصه اش دراز است ، حالا تو اول حرفت را تمام کن

حالا

hâlâ dîger: (A.-F.) şimdi artık.

Hâlâ dîger ez sakf-i çâdur nîz âb mîçeked

Şimdi çadırın tavanından da su damlıyor.  (Şikârçiyân)

حالا دیگر از سقف چادر نیز آب می چکد

حالا دیگر

hâlâ ki: (A.-F.) [hâlâ + ki] mademki.

Hâlâ ki intovr est çerâ heme’eş tû-yi hâne mînişînî? Boro bîrûn, begerd

Mademki öyle, neden hep evde oturuyorsun? Çık, dolaş. (Maraz-i Kand)

حالا که اینطور است چرا همه اش توی خانه می نشینی؟ برو بیرون ، بگرد

حالا که

hâlî: (A.-F.) [hâl + î] 1. şimdilik.

Resûl firistâd ki mâ râ hâlî be leşker ihtiyâcî nîst

‘Şimdilik bizim askere ihtiyacımız yok’ diye elçi gönderdi. (Musâmeretu’l-ahbâr)

رسول فرستاد که ما را حالی بلشکر احتیاجی نیست

Hâlî derûn-i perde besî fitne mîreved

Tâ an zemân ki perde ber ufted çihâ konend

Şimdi perde arkasında ne dolaplar dönüyor, neler neler oluyor. Perde kalktığı zaman, dolap çevirenler ne yapacak acep? (Hâfız)

حالی درون پرده بسی فتنه می رود

تا آن زمان که پرده بر افتد چها کنند

2. şimdiki, fiilî, şu andaki. 3.  ..-ir   -mez. 4. -ince, -diğinde, -diği zaman. 5. o vakit, o zaman. 6. derhal, hemen. 7. süslü, süslenmiş.

حالی

hâlî ki: (A.-F.) [hâl + î + ki] ir-mez.

حالی که

hâliyâ: (A.) şimdi.

Hâliyâ işve-i nâz-i tu zi bunyâdem bord

Tâ digerbâre hekîmâne çi bunyâd koned

Bugün nazlı işvelerin beni temelimden aldı götürdü. Bakalım, ne zaman tekrar temelimi atacak? (Hâfız)

حالیا عشوهء ناز تو ز بنیادم برد

تا دگرباره حکیمانه چه بنیاد کند

حالیا

hâliye: (A.-F.) şimdi.

Çun heyli meyl dâşt bedâned hâliye û çi fikr mîkoned ve ihsâsâteş çîst

Çünkü şimdi onun ne düşündüğünü ve duygularının ne olduğunu çok merak ediyordu. (Homâ)

چون خیلی میل داشت بداند حالیه او چه فکر میکند و احساساتش چیست

حالیه

habbezâ: (A.) 1. ne mutlu!, ne güzel! ne hoş!

Pîr-i çengî key buved hâss-i Hodâ

Habbezâ ey sırr-i pinhân habbezâ

İhtiyar çalgıcı olur mu hiç Tanrı’nın has kulu!

Şu gizli sır ne hoş ne hoştur! (Mesnevi)

پیر چنگی کی بود خاص خدا

حبذا ای سر پنهان حبذا

2. aferin.

حبذا

hetm: (A.) 1. lâzım, muhakkak. 2. sade, halis. 3. kesinlikle, mutlaka.

حتم

hetmen: (A.) kesinlikle, mutlaka.

حتما ً

hetmenî: (A.-F.) mutlaka, kesinlikle.

حتمنی

hetmî: (A.) kesinlikle, mutlaka, kesin olarak.

حتمی

hetmiyyulvukû’: (A.) kesinlikle gerçekleşecek olan.

حتمی الوقوع

hettâ: (A.) 1. hatta, bile.

Men ez teaccub nemîdânistem çi gûyem ve hettâ yâdem reft behandem

Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilmiyordum ve hatta gülmeyi unuttum. (Ber Sâhil-i Mînâî)

من از تعجب نمی دانستم چه گویم و حتی یادم رفت بخندم

2. -e kadar. 3. sonunda.

حتی

hattelimkân: (A.) mümkün oldukça, elverdikçe, imkânlar ölçüsünde.

Hattelimkân bekûşîd tâ râziyeş konîd

Mümkün olduğu kadar onu razı etmeye çalışın. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 111)

حتی الامکان بکوشید تا راضی اش کنید

حتی الامکان

hattelkuvve: (A.) gücü yettiğince.

حتی القوه

hattelmakdûr: (A.) mümkün oldukça, elverdikçe, imkânlar ölçüsünde.

حتی المقدور

hedd: (A.) 1. sınır, hudut, had. 2. keskinlik. 3. ölçü.

Sultân ki haşm gîred ber bendegân-i hazret/ Hukmeş resed velîken haddî buved cefâ râ

Sultan, Tanrı’nın kullarına kızdı mı hükmü gelir ardından. Ama cefanın da bir ölçüsü vardır. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 11)

سلطان که خشم گیرد بر بندگان حضرت

حکمش رسد ، ولیکن حدی بود جفا را

4. miktar, derece.

حد

hadd-i ekser: (A.-F.) en fazla, maksimum.

حدّ ِ اکثر

hadd-i kihîn: (A.-F.) en azından, minimum.

حد ِ کهین

hadd-i ekal: (A.-F.) en azından, hiç olmazsa.

حد اقل

hadd-i ekser: (A.-F.)  1. en fazla, azamî. 2. en geç.

حد اکثر

hadd-i mutevassit: (A.-F.) ortalama.

حد متوسط

hadd-i mucâz: (A.-F.) limit.

حد مجاز

hadd-i matlûb: (A.-F.) en iyi durum, optimum.

حد مطلوب

hudûd-i: (A.-F.) yaklaşık, civarında, hududunda.

Hudûd-i do sâl gozeşt

Yaklaşık iki yıl geçti. (Rodin)

حدود ِ دو سال گذشت

حدود ِ

be haddî ki: (F.-A.= öyle ki, -cek kadar.

Nîrû-yi rûh-i şâirâne-i û behaddîst ki be movcûdât-i bîcân nîz cân mîdehed

Onun şairane ruhunun gücü cansız varlıklara da can verecek derecededir. (Eş’âr-i Muntehab)

نیروی روح شاعرانهء او بحدیست که بموجودات بیجان نیز جان می دهد

حدی که

hisâbî: (A.-F.) [hisâb + î] 1. matematiğe ait, matematiksel. 2. doğru, dürüst, güvenilir. 3. adamakıllı, iyice, bir iyice. 4. gerçekten, esaslı, tam.

حسابی

hasb-i: (A.-F.) göre, binaen.

حسب ِ

hasebulimkân: (A.) mümkün olduğu kadar.

حسب الامکان

hasebulhâl: (A.) 1. durum gereğince. 2. meydana gelen olaylar.

حسب الحال

hasebuttâke: (A.) güç yettiğince.

حسب الطاقه

hasebulkudre: (A.) mümkün olduğu kadar.

حسب القدره

hasebulma’mûl: (A.) yaygın olduğu şekliyle.

حسب المعمول

hasbelmakdûr: (A.) olabilecek en fazlası, en çok.

حسب المقدر

hasebulmakdûr: (A.) mümkün olduğu kadar.

حسب المقدور

huzûren: (A.) şahsen, bizzat, katılarak.

حضورا ً

huzûrî: (A.-F.) [huzûr + î] şahsen görüşmek üzere, bizzat katılarak.

حضوری

hak be cânib: (A.-F.) haklı.

حق به جانب

hakken: (A.) 1. gerçekten, hakikaten. 2. adalete uygun olarak.

حقا ً

hakken summe hakken: (A.) gerçekten de.

حقا ً ثم حقا ً

hakkâ ki: (A.-F.) gerçekten de, hakikaten.

Hakkâ ki şomâ bisyâr dûrbîn hestîd

Gerçekten de siz çok ileri görüşlüsünüz. (Don Karlos)

حقا که شما بسیار دوربین هستید

Cân bîcemâl-i cânân meyl-i cihân nedâred

Herkes ki in nedâred, hakkâ ki an nedâred

Cânânın güzel yüzü olmayınca canım dünyaya heves etmez. kimin cânânı yoksa, dünyası da yoktur. (Hâfız)

جان بی جمال جانان میل جهان ندارد

هرکس که این ندارد ، حقا که آن ندارد

حقا که

hakîkaten: (A.) gerçekten, hakikaten.

حقیقتا ً

hokmen: (A.) mutlaka, muhakkak.

حکما ً

hays: (A.) 1. nerede, her nerede. 2. yön, cihet, bakım.

حیث

hîn: (A.) 1. zaman, vakit, süre. 2. haydi.

Ger vazîfe bâyedet reh pâk kun

Hîn biyâr u def’-i an bîbâk kun

Eğer sana tahsisat lâzımsa, yolu temizle. Haydi gel, o pervasızı defet. (Mesnevi)

گر وظیفه بایدت ره پاک کن

حین بیار و دفع آن بی باک کن

حین

hîn-i: (A.-F.) iken, esnasında, sırasında.

حین ِ

hînî ki: (A.-F.) –diği zaman, -ince.

حینی که

hâric: (A.) 1. dış, dışarı, hariç, dışarıda. 2. âsi. 3. çıkan.

خارج

hâric ez: (A.-F.) dışında, hariç, istisna olarak.

خارج از

hâsse: (A.) 1. özel, mahsus. 2. seçkin, mümtaz. 3. özellikle, bilhassa, hele hele.

Ba’d ez in dest-i men u dâmen-i serv u leb-i cûy

Hâse eknûn ki sabâ mujde-i ferverdîn dâd

Bundan sonra işte elim, işte selvi altı, işte çay kenarı. Sabah meltemi bahar müjdesi verdi; o da cabası. (Hâfız)

بعد از این دست من و دامن سرو و لب جوی

اکنون که صبا مژدهء فروردیبن داد

خاصه

hâsseten: (A.) 1. özellikle, bilhassa, hele hele. 2. sadece, özel olarak.

خاصهً

hâmisen: (A.) beşinci olarak, beşinci, beşincisi.

خامسا ً

hodâ râ: Allah için, Allah aşkına.

Dilberem azm-i sefer kerd u hodâ râ yârân

Çi kunem bâ dil-i mecrûh ki her dem bâ ûst

Sevgilim yolculuğa çıkmaya karar verdi. Dostlar, söyleyin Allah aşkına; ne yapacağım ben şimdi? Şu yaralı gönlüm de onun elinde! (Hâfız)

دلبرم عزم سفر کرد و خدا را یاران

چه کنم با دل مجروح که هر دم با اوست

خدا را

hodâ râ şukr: (F.-A.) Allah’a şükür.

خدا را شکر

husûsen: (A.) özellikle, bilhassa, hususiyetle, hele hele.

خصوصا ً

holâse: (A.) 1. öz, özet, hülasa. 2. kısacası, hasılı.

Holâse tâ hengâmî ki bozorg şud u tevânist bedûn-i yârî yu komek-i dîgerân be hod beperdâzed, in şîve râ ez dest nedâd

Kısacası, büyüyüp de başkalarının yardımı olmaksızın kendi kendine yetebildiği güne kadar bu yöntemi terketmedi. (An Rûzhâ)

خلاصه تا هنگامی که بزرگ شد و توانست بدون یاری و کمک دیگران به خود بپردازد ، این شیوه را از دست نداد

3. halis. 4. işte o kadar.

خلاصه

holâse inki: (A.-F.) kısacası, sözün kısası.

Holâse inki heyli kârhâ mîtevânistem bekonem tâ ez merg-i dûstem colovgîrî konem

Kısacası, dostumun ölümüne engel olmak için pekçok şey yapabilirdim. (Adâlet-i Âsumân)

خلاصه اینکه خیلی کارها می توانستم بکنم تا از مرگ دوستم جلوگیری کنم

خلاصه اینکه

holâse-i kelâm: (A.-F.) sözün kısası, kısaca.

Holâse-i kelâm pedereş bârber bûd

Sözün kısası babası hammaldı. (Azeristan)

خلاصهء کلام پدرش باربر بود

خلاصیهء کلام

hilâf: (A.) aykırı, hilaf, uygunsuz, zıt, muhalif.

خلاف

hilâl: (A.) ara, arası, arasında, esnasında, sırasında.

خلال

hâhed hâhed: [hâsten > hâh] ister ister, gerek gerek.

Rây rây-i ûst. Hâhed ceng u hâhed âştî

Mâ kalem ber ser keşîdîm ihtiyâr-i hîş râ

Karar onun kararı. İster savaşır ister barışır. Biz seçme hakkımızdan vazgeçtik. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 18)

رای رای اوست ، خواهد جنگ و خواهد آشتی

ما قلم بر سر کشیدیم اختیار خویش را

خواهد خواهد

hâhnâhâh: [hâsten > hâh + nâ + hâh] ister istemez, çaresiz, mecburen.

خواه و ناخواه

hâhîhâhî: [hâsten > hâh + î] ister ister, gerek gerek.

Menem zîr-i curm goftâ mânde der cây

Kunûn hâhî bekuş hâhî bebahşây

 ‘Bu cürümden dolayı kötürüm kalan benim. Şimdi ister öldür, ister bağışla’ dedi. (İlâhînâme)

منم زیر جرم گفتا مانده بر جای

کنون خواهی بکش خواهی ببخشای

خواهی ... خواهی

hâhînehâhî: [hâsten > hâh + î. ne + hâh + î] ister istemez.

Nasrullâh mecbûr şud hâhî nehâhî ez an bâgçe bîrûn reved

Nasrullah da ister istemez o bahçeden ayrılmak zorunda kaldı. (Hâne-i Pederî)

نصرالله مجبور شد خواهی نخواهی از آن باغچه بیرون رود

خواهی... نخواهی

hod: (Peh.) 1. kendi, kendisi, bizzat.

Rîş-i hod râ der in kesb sefîd kerde’em

Sakalımı bu meslekte ağarttım. (Şovher-i Âhû Hanum)

ریش خود را در این کسب سفید کرده ام

Hod bâ destpâçegî berâyi âverden-i konyak reft

Kendisi telâşla konyak getirmeye gitti. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

خود با دستپاچگی برای آوردن کنیاک رفت

Men zi mescid be harâbât ne hod uftâdem

Înem ez ahd-i ezel hâsıl-i fercâm uftâd

Ben mesçitten meyhaneye kendi irademle düşmedim. Benim ne olacağım tâ ezelde yazılmış. (Hâfız)

من ز مسجد به خرابات نه خود افتادم

اینم از عهد ازل حاصل فرجام افتاد

2. zaten.

Hod kodâmîn hoş ki nâhoş neşud?

Yâ kodâmîn sakf k’an mifreş neşud

Zaten hangi hoş nâhoş olmadı ki?

Hangi tavan yıkılıp yere serilmedi ki? (Mesnevi)

خود کدامین خوش که ناخوش نشد

یا کدامین سقف کان مفرش نشد

خود

hod-i û: kendisi.

Hod-i û hem dorost nemîdânist

Kendisi de tam bilmiyordu. (Hindû)

خود او هم درست نمی دانست

خود ِ او

hodbehod: [hod + be + hod] 1. kendiliğinden, kendi kendine, gayri ihtiyarî.

Nâgehân ez şiddet-i fişâr-i zarabât-i û der-i kulbe hodbehod bâz şud

Vuruşlarının şiddetinden kulübenin kapısı kendiliğinden açılıverdi. (Bîçâregân)

ناگهان از شدت فشار ضربات او در کلبه خودبخود باز شد

Âhû pul râ be hamîr teşbîh mîkerd ki hodbehod ver mîâmed ve ziyâd mîşud

Ahu parayı kendi kendine kabarıp çoğalan hamura benzetiyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 59)

آهو پول را به خمیر تشبیه میکرد که خودبخود ور می آمد و زیاد می شد

2. sebepsiz. 3. düpedüz.

Vucûd-i yek pîrzen der an muhît hodbehod be çeşm mîâmed

O muhitte böyle bir kadının varlığı düpedüz göze batıyordu. (Pîrzenî ki Pîr Nemînumûd)

وجود یک پیرزن در آن محیط خودبخود به چشم می آمد

خود بخود

hodeş: [hod + eş] kendisi, bizzat.

Hodeş râ peygember u şâir mîdâned

Kendisini peygamber ve şair sanıyor. (Se Katre Hûn)

خودش را پیغمبر و شاعر می داند

Hodeş râ der rûdhâne endâhte, û râ ez âb bîrûn keşîde’end

Kendini nehre atmış, onu sudan çıkarmışlar.(Zinde be Gûr)

خودش را در رودخانه انداخته. او را از آب بیرون کشیده اند

 

خودش

hoşâ: [hoş + â] ne güzel!, ne iyi!, ne mutlu!

Hicâb-i râh tuî Hâfiz, ez miyân berhîz

Hoşâ kesî ki derin râh bîhicâb reved

Hafız kendi yolunun engeli yine sensin. Kalk orta yerden. Bu yolda engele rastlamadan giden kişiye ne mutlu! (Hâfız)

حجاب راه توئی حافظ ، از میان برخیز

خوشا کسی که درین راه بی حجاب رود

خوشا

hîş: (Peh.) 1. kendi, kendisi.

Siyâveş û râ bâ mahabbet u nevâziş pezîruft u nezd-i hîş nişândeş

Siyavuş onu sevgi ve iltifatla kabul etti ve kendi yanına oturttu. (Dâstânhâ-yi Dilengîz)

سیاوش او را با محبت و نوازش پذیرفت و نزد خویش نشاندش

2. yakın, akraba.

Ez hîşân-i nezdîk sad nefer girovgân firistâd

Yakın akrabalarından dörtyüz kişiyi rehin gönderdi. (Dâstânhâ-yi Dilengîz)

از خویشان نزدیک صد نفر گروگان فرستاد

خویش

hîşten: 1. kendi, kendisi.

Dobâre keşîdem ki hîşten râ ez bend rehâ konem

Tekrar kendimi bağdan kurtarmaya çalıştım. (Sefernâme-i Galiver)

دوباره کشیدم که خویشتن را از بند رها کنم

Yekî pol û zi mâl-i hîşten kerd

Musâfir râ muhib ez cân u ten kerd

Biri kendi malı, parası ile bir köprü yaptırdı; yolcuyu yürekten sevindirdi. (İlâhînâme)

یکی پل او ز مال خویشتن کرد

مسافر را محب از جان و تن کرد

2. zat, şahsiyet.

خویشتن

heyli: (A.-F.) [heyl + i] çok, pek çok, hayli, oldukça.

Sohbet-i anhâ heyli tûl keşîd

Konuşmaları çok uzadı. (Do Şeb)

صحبت آنها خیلی طول کشید

Û heyli pul râ dûst mîdâşt

O, parayı çok severdi. (Ber Sâhil-i Mînâî)

او خیلی پول را دوست میداشت

Heyli ez anhâ eger muâlece beşevend ve murehhes beşevend bedbaht hâhed şud

Onların çoğu tedavi edilip taburcu olsalar, bedbaht olacaklardır. (Se Katre Hûn)

خیلی از آنها اگر معالجه بشوند و مرخص بشوند بدبخت خواهد شد

خیلی

heyli bâşed: en fazla, olsa olsa, olsun olsun da.

خیلی باشد

heyli mevârid: (F.-A.) çoğu zaman.

خیلی موارد

heyli vakt est: (F.-A.) hanidir, çoktandır, uzun zamandan beri, epeydir.

Anhâ heyli vakt est incâ hestend

Onlar çoktandır burada. (Bîçâregân)

آنها خیلی وقت است اینجا هستند

خیلی وقت است

heyli vakthâ: (F.-A.) çoğu zaman.

Heyli vakthâ ez men mîporsend ki tenz çigûne îcâd mîşeved

Çoğu zaman hicvin nasıl olduğunu bana sorarlar. (Nâbiga-i Hûş)

خیلی وقت ها از من می پرسند که طنز چگونه ایجاد می شود؟

خیلی وقت ها

dâhil: (A.) iç, içinde, içerisi, dahil.

Dâhil-i hâne hîç sedâyî be gûş nemî resîd

Evin içinde hiç bir ses duyulmuyordu. (Deryâ-yi Govher)

داخل خانه هیچ صدایی بگوش نمی رسید

داخل

dâyir: (A.) 1. dönen, devreden. 2. ilgili, bağlı. 3. bayındır, mamur, kurulu. 4. rayiç, yaygın.

دایر

dâ’ir: (A.) 1. dolaşan. 2. hakkında, dâir.

دائر

dâyir ber: (A.-F.) hakkında, ilişkin, -e dair.

دایر بر

dâir ber: (A.-F.) hakkında.

دائر بر

dâyir ber inki: (A.-F.) hakkında, ilişkin, -e dair.

İn hem delîl-i dîgerî bûd dâyir ber inki vahîduddîn be rehberân-i cevân i’timâd nedâred

Bu da, Vahdettin’in genç liderlere güven duymamasına ilişkin başka bir delildi. (Ataturk)

این هم دلیل دیگری بود دایر بر اینکه وحید الدین به رهبران جوان اعتماد ندارد

دایر بر اینکه

dâir ber inki: (A.-F.) hakkında ilişkin.

دائر بر اینکه

dâyim: (A.) devamlı, sürekli.

Zemân-i hoşdilî deryâb u deryâb

Ki dâyim der sadef govher nebâşed

Gönül hoşluğu zamanını idrâk et, dolu dolu yaşamaya bak. Çünkü sedefte her zaman inci bulunmaz. (Hâfız)

زمان خوشدلی دریاب و دریاب

که دایم در صدف گوهر نباشد

دایم

dâ’im: (A.) sürekli, devamlı, dâimî.

دائم

dâyimulevkât, dâyimulovkât: (A.) devamlı, sürekli, her zaman.

دایم الاوقات

dâ’imultezâyud: (A.) sürekli artan, gitgide artan.

Medîne der hod i’timâdî dâimuttezâyud his mîkerd

Medine kendinde gitgide artan bir güven hissediyordu. (Âzeristan)

مدینه در خود اعتمادی دائم التزاید حس میکرد

دائم التزاید

dâ’imî: (A.) daimî, devamlı, sürekli.

دائمی

der: (gr.) -de, -da, içinde.

در

der: (Peh.) 1. kapı.

Heme-i derhâ râ best

Bütün kapıları kapadı. (Se Katre Hûn)

همهء درها را بست

Dûst râ ez der bîrûn konend emmâ ez dil bîrûn nekonend

Dostu kapıdan çıkarırlar ama gönülden çıkarmazlar. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

دوست را از در بیرون کنند اما از دل بیرون نکنند

Dilem hizâne-i esrâr bûd u dest-i kazâ

Dereş bebest u kilîdeş be dilsitânî dâd

Gönlüm bir sırlar hazinesi idi. Gel gör ki kazâ eli, bunun kapısını kapatıp anahtarını gönül alan bir dilbere verdi. (Hâfız)

دلم خزانهء اسرار بود و دست قضا

درش ببست و کلیدش به دلستانی داد

2. kapak. 3. hakkında, ilişkin, dair.

Kitâb-i hudûdul’âlem minelmaşrik ilelmagrib der cogrâfyâ-yi âlem der sâl-i sîsed u heftâd u do kamerî nevişte şode est

Dünya coğrafyası hakkındaki Hudûdülâlem minelmaşrık ilelmağrib kitabı 372 kamerî yılında yazılmıştır. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

کتاب حدود العالم من المشرق الی المغرب در جغرافیای عالم در سال 372 قمری نوشته شده است

4. saray. 5. fasıl, bölüm, konu. 6. dergâh.

در

der ibtidâ: (F.-A.) ilkin, önceleri, başlangıçta.

Der ibtidâ râsim hefteî dobâr mî âmed

Önceleri Rasim haftada iki defa geliyordu. (Azeristan)

در ابتدا راسم هفته ای دوبار می آمد

در ابتدا

der eser-i: (F.-A.) sonucunda, neticesinde, yüzünden, -den dolayı.

Gâvhâ ki der eser-i sîhek poştişan zahm şode bûd bâ şâhhâ-yi bulend u pîşânî-yi goşâde tâ gurûb dovr-i hodişan mî geştend

Modul yüzünden sırtları yara bere olan inekler uzun boynuz ve geniş alınlarıyla gurub vaktine kadar kendi çevrelerinde dönüyorlardı. (Girdâb)

گاوها که در اثر سیخک پشتشان زخم شده بود با شاخ های بلند و پیشانی گشاده تا غروب دور ِ خودشان می گشتند

در اثر ِ

der esnâ-i: (F.-A.) esnasında, sırasında, iken.

Men hettâ der esnâ-i muhâkeme ber e’sâb u ihsâsât-i hod tesellut dâştem

Ben mahkeme sırasında bile sinirlerime ve duygularıma hakimdim. (Adâlet-i Âsumân)

من حتی در اثناء محاکمه بر اعصاب و احساسات خود تسلط داشتم

در اثناءِ

der esnâî ki: (F.-A.) [der + esnâ + î (yî) + ki] esnasında, sırasında, zamanı.

در اثنائی که

der ehyân-i: (F.-A.) zamanında; zaman zaman

در احیان ِ

der ihtifâ: (F.-A.) 1. gizli, illegal. 2. gizlice.

در اختفا

der âhir: sonunda, nihayet

در آخر

der âhirîn lahze: son anda.

در آخرین لحظه

der izâ’-i: (F.-A.) yerine, karşılığında.

Hûb mîdânem ki sedhâ çeşm nigerân-i men est ve der izâ-i çonin hidmet u me’mûriyyetî mozd mîgîrend

Yüzlerce gözün beni izlediğini ve bu hizmet ve görev karşılığında ücret aldıklarını pekâlâ biliyorum. (Don Karlos)

خوب میدانم که صدها چشم نگران من است و در ازاء چنین خدمت و مأموریتی مزد می گیرند

در ازاءِ

der ezel: (F.-A.) ezelde, ezel vaktinde.

Der ezel pertev-i husnet zi tecellî dem zed

Aşk peydâ şud u âteş be heme âlem zed

Güzelliğinin ışığı ezelde tecellîden dem vurunca, aşk ortaya çıkıp bütün âlemi yaktı. (Hâfız)

در ازل پرتو حسنت ز تجلی دم زد

عشق پیدا شد و آتش به همه عالم زد

در ازل

der esre’-i ovkât: (F.-A.) en kısa zamanda.

در اسرع ِ اوقات

der iştibâh: (F.-A.) [der + iştibâh] yanılarak, yanılgı içinde.

İnt deryâ-yi nihân der zîr-i kâh

Pâ ber in keh hîn menih der iştibâh

İşte sana saman altında gizli deniz.

Yanılıp da bu samana ayak basma. (Mesnevi)

اینت دریای نهان در زیر کاه

پا بر این که منه در اشتباه

در اشتباه

der âgâz: başlangıçta, başında, ilkin, önce.

در آغاز

der âgâz-i emr: (F.-A.) işin başında, önceleri.

در آغاز ِ امر

der ekser-i mevârid: (F.-A.) çok defa.

در اکثر ِ موارد

der an esnâ: (F.-A.) [der + an + esnâ] o sırada.

در آن اثنا

der ân âhirhâ: (F.-A.) son zamanlarda.

در آن آخرها

der an eyyâm: (F.-A.) o zamanlar, o günlerde.

در آن ایام

der an sâ’et: (F.-A.) o sırada, o esnada.

در آن ساعت

der ân sûret: (F.-A.) o halde, öyleyse.

Der an sûret bâyed mihmân-i men bâşîd

O halde benim misafirim olun. (Seyâhatnâme-i İbrâhim Beyg)

در آن صورت باید مهمان من باشید

در آن صورت

der ân lehze: (F.-A.) o anda.

Der an lehze hâl-i şermendegî der hod his kerd

O anda kendisinde utangaçlık hissetti. (Hindû)

در آن لحظه حال شرمندگی در خود حس کرد

در آن لحظه

der an movki’: (F.-A.) o sırada, o zaman, o zamanlar.

Vaz’-i tehrân der an movki’ fovkal’âde âşufte bûd

O sırada Tahran’ın durumu fevkalade karışıktı. (Gulbang)

وضع تهران در آن موقع فوق العاده آشفته بود

Der an movki’ û şânzdeh sâl dâşt ve men yâzdeh sâl

O zaman o on altı yaşındaydı, ben de on bir. (Perîçihr)

در آن موقع او شانزده سال داشت و من یازده سال

در آن موقع

der ân miyân: o arada, o aralık, o esnada.

در آن میان

der an hengâm: o sırada.

در آن هنگام

der ancâ: orada.

Dîd libâshâ-yi novî ki imsâl berâyi û girifte bûd der ancâ nebûd

Bu yıl ona aldığı yeni kıyafetlerin orada olmadığını gördü. (Se Katre Hûn, s. 139)

دید لباس های نوی که امسال برای او گرفته بود در آنجا نبود

در آنجا

der encâm: sonunda.

در انجام

der evâhir-i: (F.-A.) sonlarında.

در اواخر ِ

der evâsit-i: (F.-A.) ortalarında.

در اواسط ِ

der evân-i: (F.-A.) 1. zamanında. 2. çağında.

در اوان ِ

der evâyil-i: (F.-A.) başlarında.

در اوایل ِ

der evvel: (F.-A.) başlangıçta, ilkin, önceleri.

در اول

der eyyâm-i pîş: (F.-A.) geçmiş zamanda, geçmiş günlerde.

Yek halîfe bûd der eyyâm-i pîş

Kerde Hâtem râ gulâm-i cûd-i hîş

Bir halife vardı geçmiş zamanda

Hâtem’i köle edinmişti cömertlikte. (Mesnevi)

یک خلیفه بود در ایام پیش

کرده حاتم را غلام جود خویش

در ایام ِ پیش

der in lehze: (F.-A.) bu anda.

Der in lehze hîç movcûdî hâlâtî râ ki tey kerdem nemîtevâned tesevvur bekoned

Bu anda hiçbir varlık geçirdiğim halleri tasavvur edemez. (Bûf-i Kûr)

در این لحظه هیچ موجودی حالاتی را که طی کردم نمی تواند تصور بکند

در این  لحظه

der in esnâ: (F.-A.) [der + in + esnâ]

در این اثنا

der in evâhir: (F.-A.) geçenlerde, son zamanlarda.

در این اواخر

der in evân: (F.-A.) bu sırada, bu sıralarda.

در این اوان

der in eyyâm: bu sıralarda, bu günlerde, o günler.

در این ایام

der in bâb: (F.-A.) bu konuda, bu hususta.

Der in bâb sohen goften câiz nîst

Bu konuda konuşmak doğru değil. (Don Karlos)

در این باب سخن گفتن جائز نیست

در این باب

der in bâre: bu konuda.

Ançi û der in bâre mîgûyed bekullî bîesâs est

Onun bu konuda söyledikleri tamamen asılsızdır. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 38)

آنچه او در این باره می گوید بکلی بی اساس است

در این باره

der ân beyn: (F.-A.) o sırada, o esnada.

در آین بین

der in hîn: (F.-A.) bu sırada.

Der in hîn nemâyendegân râ be celse-i resmî hândend

Bu sırada milletvekillerini resmî oturuma çağırdılar. (Ataturk)

در این حین نمایندگان را به جلسهء رسمی خواندند

در این حین

der in husûs: (F.-A.) bu konuda.

Pîş ez an, yekî do bâr der in husûs bâ yâver ki merdî nermhû ve ehlâkî bûd goftugû be amel âverde bûd

Daha önce bir iki kez yumuşak huylu ve ahlaklı biri olan Yâver’le bu konuda görüşme yapmıştı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 11)

پیش از آن یکی دو بار در این خصوص با یاور که مردی نرمخو و اخلاقی بود گفتگو بعمل آورده بود

در این خصوص

der in sûret: (F.-A.) o halde, bu durumda, bu takdirde, böylece, böylelikle.

Der in sûret eger berâstî ihtiyâc be komekî dâred ya girihî der kâreş hest âşkâr hâhed şud

Bu durumda gerçekten bir yardıma ihtiyaç varsa ya da herhangi bir sorunu varsa, ortaya çıkacaktır. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 84)

در این صورت اگر براستی احتیاج به کمکی دارد یا گرهی در کارش هست آشکار خواهد شد

در این صورت

der in zimn: (F.-A.) bu arada, bu sırada, bu esnada.

Der in zimn ustâd remezân sikkehâ-yi telâ râ bâ kemâl-i meyl tahvîl girift

Bu arada Ramazan Usta altın paraları memnuniyetle teslim aldı. (Âzeristan)

در این ضمن استاد رمضان سکه های طلا را با کمال میل تحویل گرفت

در این ضمن

der in movzû’: (F.-A.) bu konuda.

Û mîdânist ki şovhereş be homâ elâke peydâ kerde est. Der in movzû’ dîger cây-i hîçgûne şekkî nebûd

Kocasının Homâ’ya ilgi duyduğunu biliyordu. Bu konuda hiçbir şüpheye yer yoktu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 263)

او می دانست که شوهرش به هما علاقه پیدا کرده است. در این موضوع دیگر جای هیچگونه شکی نبود

در این موضوع

der in movki’: (F.-A.) bu sırada, bu esnada, bu anda.

Der in movki’ der-i hâne râ zedend

Bu sırada evin kapısı çalındı. (Telhûn)

در این موقع در خانه را زدند

در این موقع

der in miyân: bu arada, bu sırada.

در این میان

der in miyâne: bu arada, bu sırada.

Eger vucûdî der in miyâne bâyed fidâ şeved, menem

Bu arada birisi feda olacaksa, o benim. (Homâ)

اگر وجودی در این میانه باید فدا شود ، منم

در این میانه

der in nezdîk: pek yakında, yakınlarda.

Goft derin nezdîk peygamberî der tihâme peydâ hâhed şud. Boro ve dîn-i û kabûl kun

Dedi ki: Pek yakında çölden bir peygamber çıkacak. Git ve onun dinini kabul et. (Mucmel-i Fasîhî, I/45)

گفت درین نزدیک پیغمبری در تهامه پیدا خواهد شد، برو و دین او قبول کن

در این نزدیک

der in hengâm: bu sırada.

در این هنگام

der in vakt: (F.-A.) bu sırada.

Der in vakt der-i otâk bâz şud, ruhsâre ve mâdereş vârid şodend

Bu arada odanın kapısı açıldı; Ruhsare ile annesi içeri girdi. (Se Katre Hûn)

در این وقت در اطاق باز شد ، رخساره و مادرش وارد شدند

در این وقت

derbâder: [der + bâ + der] yüzyüze.

در با در

der bâb-i: hakkında, konusunda, ilişkin.

در بابِ

der bâtın: (F.-A.) içinden.

Goft der bâtin Hodâyâ ez tu dâd

Muhtesib ber pîrekî çengî futâd

Dedi içinden: Tanrım yardım et bana.

Muhtesip, çalgıcı ihtiyarın geldi üstüne. (Mesnevi)

گفت در باطن خدایا از تو داد

محسب بر پیرکی چنگی افتاد

در باطن

der bidâyet: (F.-A.) başlangıçta, ilkin.

İn râh râ nihâyet sûret kucâ tevan best

Keş sad hezâr menzil bîşest der bidâyet

Bu yolun sonu gelir mi hiç! Daha baştayken yüz bin konak göründü! (Hâfız)

این راه را نهایت صورت کجا توان بست

کش صد هزار منزل بیش است در بدایت

در بدایت

der berâber-i: karşısında, karşılığında, mesabesinde.

Âdem der berâber-i yâdgârhâ tekâlîfî hem dâred

İnsanın anılar karşısında birtakım görevleri de vardır. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

آدم در برابر یادگارها تکالیفی هم دارد

Şeyh çendîn şeb der hâb dîd ki ez ka’be gozâreş be rûm oftâde ve der berâber-i butî secde mîkoned

Şeyh birkaç gece rüyasında yolunun Kâbe’den Rûm’a düştüğünü ve bir putun karşısında secde ettiğini gördü. (Dâstânhâ-yi Dilengîz)

شیخ چندین شب در خواب دید که از کعبه گذارش به روم افتاده و در برابر بتی سجده میکند

Ber aks der berâber-i hergûne nevcûyî hessâsiyyet-i şedîdî dâşt ve bâ an be mubâreze bermîhâst

Aksine, her türlü yenilik arayışı karşısında aşırı hassasiyet gösteriyor ve onunla mücadeleye başlıyordu. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

بر عکس در برابر هرگونه نوجویی حساسیت شدیدی داشت و با آن به مبارزه بر می خاست

در برابر ِ

der bend-i: 1. kaydında. 2. amacıyla, kastıyla.

در بندِ

der bîrûn: dışarı, dışarıda.

Gezâ râ zûdter bekeş ba’d ez şâm der bîrûn kâr dârem

Sofrayı çabuk kur; yemekten sonra dışarda işim var. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 47)

غذا را زودتر بکش بعد از شام در بیرون کار دارم

در بیرون

derbeyn-i: (F.-A.) [der + beyn + -i] arasında, sırasında, iken.

در بین ِ

der pâyân: sonunda, nihayet.

در پایان

der pey-i: peşinde, ardında, ardından.

در پی ِ

der pîş: 1. önünde, ileride. 2. arkasında.

Mâh-i hurşîdnumâyeş zi pes-i perde-i zulf

Âfitâbîst ki der pîş sehâbî dâred

Zülüflerinin arkasındaki güneş görünümlü ay yüzü, bulut arkasında kalmış güneşi andırıyor. (Hâfız)

ماه خورشیدنمایش ز پس پردهء زلف

آفتابی است که در پیش سحابی دارد

در پیش

der teh-i dil: içinden, kendi kendine.

Vaktî ki ba’d ez zohr zerrînkulâh bâ mihrbânû be engûrçînî bergeşt der teh-i dil hoşhâl bûd

Zerrinkülâh öğleden sonra Mihribanu ile bağ bozumuna döndüğünde için için seviniyordu. (Sâyerûşen)

وقتی که بعد از ظهر زرین کلاه با مهربانو به انگور چینی برگشت در ته دل خوشحال بود

در ته دل

der tû-yi: -de, -da, içinde.

Dûstî-yi anhâ der tû-yi medrese şurû’ şode bûd

Onların dostluğu okulda başlamıştı. (Girdâb)

دوستی آنها در توی مدرسه شروع شده بود

در توی

der cereyân-i: (F.-A.) sırasında, esnasında.

در جریان ِ

der cihet-i: (F.-A.) 1. istikametinde, yönünde. 2. yolunda.

در جهت ِ

der çârçûb-i: çerçevesinde, kapsamında.

در چارچوب

derçeşmgerdânî: [der + çeşm + gerdânden > gerdân + î] bir anda, kaşla göz arasında.

در چشم گردانی

der hâl-i: (F.-A.) iken.

Seyyid mîrân der hâl-i keşîden-i nân bâr-i dîger abdul şâgird-i dukkân râ sedâ zed

Seyyid Mîran ekmek çekerken tekrar dükkânın çırağı Abdül’e seslendi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 29)

سید میران در حال کشیدن نان بار دیگر عبدل شاگرد دکان را صدا زد

در حال ِ

der hâl-i luzûm: (F.-A.) gerektiğinde.

در حال ِ لزوم

der hâlet-i âdî: (F.-A.) [der + hâlet + -i + âdî] normal şartlarda, genelde.

Der hâlet-i âdî âdem-i kemharf u bîâzârî bûd ki dileş nemîhâst der kâr-i kesî dehâlet numâyed

Genelde az konuşan ve zararsız bir adamdı ve kimsenin işine karışmak istemezdi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 42)

در حالت عادی آدم کم حرف و بی آزاری بود که دلش نمی خواست در کار کسی دخالت نماید

در حالت ِ عادی

der hâlîki: (F.-A.) [der + hâl + î + ki] 1. iken, -diği halde.

Der hâlî ki çeşmâneş ez fart-i şâdî mîdirahşîd gâh be yâver u gâh be medîne nigerîst

Gözleri sevinçten parlarken kâh Yâver’e, kâh Medine’ye bakıyordu. (Azeristan)

در حالی که چشمانش از فرط شادی می درخشید گاه به یاور و گاه به مدینه می نگریست

2. oysa, halbuki.

Çeşm nemîtevâned hod râ bebînedderhâlî ki akl mîtevâned zât u sifât-i hod râ muvrid-i teakkul karâr dehed

Göz kendisini göremez. Oysa akıl kendi zatını ve sıfatlarını akledebilir. (Hikmet ve Huner-i Ma’nevî, s. 15)

چشم نمی تواند خود را ببیند در حالی که عقل می تواند ذات و صفات خود را مورد تعقل قرار دهد

در حالی که

der hicâb: (F.-A.) gizlice, gözden uzak olarak.

Mey hor ki sad gunâh zi agyâr der hicâb

Bihter zi tâetî ki be rûy u riyâ konend Şarap içmeye bak sen.

Yabancıların gözünden uzakta girilen yüz günah, ikiyüzlülükle yapılan bir ibadetten iyidir. (Hâfız)

می خور که صد گناه ز اغیار در حجاب

بهتر ز طاعتی که بروی و ریا کنند

در حجاب

der hadd-i hod: kendi çapında.

در حد ِ خود

der hudûd-i: (F.-A.) yaklaşık, civarında, dolayında, sularında.

Behemin tertîb der hudûd-i sî tûmân berâyi zerrînkulâh cem’ kerdend

Böylelikle Zerrinkülâh için yaklaşık otuz Tümen topladılar. (Sâyerûşen)

بهمین ترتیب در حدود سی تومان برای زرین کلاه جمع کردند

Çâh bisyâr kem ya’nî rûzî der hudûd-i pânzdeh bîst satl âb mîdâd

Kuyu çok az, yani günde on beş yirmi kova su veriyordu. (Azeristan)

چاه بسیار کم یعنی روزی در حدود پانزده ، بیست سطل آب میداد

در حدود ِ

der hakk-i: (F.-A.) hakkında, konusunda.

در حق

der hakîkat: (F.-A.) aslında.

Eger tecribe-i gozeşte-i âhû be hisâb nemî âmed, der hakîkat anhâ ez hîç şurû’ kerde bûdend

Ahu’nun eski tecrübesi sayılmasa, aslında onlar sıfırdan başlamışlardı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 58)

اگر تجربهء گذشتهء آهو به حساب نمی آمد ، در حقیقت آنها از هیچ شروع کرده بودند

در حقیقت

der hakîkat-i emr: (F.-A.) aslında.

Velî der hakîkat-i emr der mukâyese bâ û fakîrter ve bîçâreter bûd

Fakat aslında onunla karşılaştırıldığında daha fakir ve zavallı idi. (Rodin)

ولی در حقیقت امر در مقایسه با او فقیرتر و بیچاره تر بود

در حقیقت ِ امر

der hukm-i: (F.-A.) mesabesinde, yerinde, hükmünde.

Berâyi men telâk der hukm-i zahm-i an sâtûrî bûd ki câyeş hergiz hûb nemîşeved

Benim için boşanmak, açtığı yara asla iyileşmeyen satır yarası gibiydi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 23)

برای من طلاق در حکم زخم آن ساطوری بود که جایش هرگز خوب نمی شود

در حکم ِ

der hîte-i: (F.-A.) çevresinde, arasında.

در حیطهء

der hîn-i: (F.-A.) esnasında, sırasında, iken.

Tekiş tâbistân-i an sâl der hudûd-i rey mekâm kerd ve derhîn-i bâzgeşt be hârizm Emîr Temgâc ez umerâ-yi turk râ bâ leşkerî der rey nişând

Tekiş o yaz Rey civarını makam edindi ve Hârezm’e döneceği zaman Türk emirlerinden Emir Tamgac’ı bir ordu ile Rey’de bıraktı. (Mirsâdu’l-ibâd, Mukaddime, s. 14)

تکش تابستان آن سال در حدود ری مقام کرد و در حین بازگشت به خوارزم امی طمغاج از امرای ترک را با لشکری در ری نشاند

در حین ِ

der husûs-i: (F.-A.) hakkında, hususunda, konusunda, ilişkin, üzerine.

Homâ ve hasen’alî hân nişeste bûdend ve der husûs-i in vâkie sohbet mîkerdend

Homa ile Hasanali Han oturmuş, bu olay hakkında konuşuyorlardı. (Homâ)

هما و حسنعلی خان نشسته بودند و در خصوص این واقعه صحبت میکردند

در خصوص ِ

der hefâ: (F.-A.) gizlice.

در خفا

der hufye: (F.-A.) gizlice.

Vehm kerd ki eger be zâhir muselmân şeved mulk ez dest-i û bîrûn reved, der hufye îmân âverd

Görünüşte Müslüman olursa, mülkün elinden çıkacağı vehmine kapıldı ve gizlice iman etti. (Mucmel-i Fasîhî, I/93)

وهم کرد که اگر بظاهر مسلمان شود ملک از دست او بیرون رود ، در خفیه ایمان آورد

در خفیه

der halâl-i: (F.-A.) içinde, zarfında, -de, -da, sürecinde.

Der halâl-i sâlhâ-yi gozeşte hîç bâhem mukâtebe nedâştîd?

Geçen yıllarda birbirinizle hiç yazışmıyor muydunuz?

در خلال سالهای گذشته هیچ باهم مکاتبه نداشتید؟

در خلال

der halvet: (F.-A.) başbaşa.

در خلوت

der dem: ânında, o an, derhal, hemen, o anda.

در دم

der re’s-i: (F.-A.) başında.

در رأس ِ

der rede-i: sınıfında, kategorisinde, safında.

در ردهء

der rûzhâ-yi ahîr: (F.-A.) geçenlerde, eçtiğimiz günlerde.

در روزهای اخیر

der rûşenâyî-i rûz: güpegündüz, gündüz.

در روشناییء روز

der sâ’et: (F.-A.) hemen, anında, o anda, derhal.

Û der sâet muselmân şud u be harb âmed u şehâdet yâft

Derhal müslüman oldu. Harbe girip şehit düştü. (Mucmel-i Fasîhî, I/72)

او در ساعت مسلمان شد و به حرب آمد و شهادت یافت

در ساعت

der sâl-i: yılında.

در سال ِ

der sebak: (F.-A.) önce.

Vahy peygamber çu hândî der sebak

Û heman râ vâ nibiştî ber varak

Peygamber vahyi okurdu önce

O da okunanı geçirirdi kâğıda. (Mesnevi)

وحی پیغمبر چو خواندی در سبق

او همان را وا نبشتی بر ورق

در سبق

der sertâser-i: boyunca.

در سر تا سر ِ

der şe’n-i: (F.-A.) hakkında, ilişkin.

در شأن ِ

der şuref-i: (F.-A.) hemen hemen, yakında, olmak üzere.

در شرف ِ

der şomâr-i: zümresinde, arasında.

در شمار ِ

der sad: yüzde.

Betovr-i kullî % elâmet-i der sad est

Genel olarak %, yüzde işaretidir. (Hisâb u Hendese)

بطور کلی % علامت در صد است

در صد

der sûret-i: (F.-A.) halinde, durumunda, takdirde.

در صورت ِ

der sûret-i imkân: (F.-A.) mümkün olduğu kadar, imkânlar ölçüsünde.

Der esnâ-yi teferruc herçi mîdîd çigûnegî-yi an râ refîk-i hod mîporsîd ve mîhâst der sûret-i imkân gorgî dânâ vu huşyâr bâşed

Gezinti esnasında gördüğü her şeyin niteliğini arkadaşına soruyor ve mümkün olduğu kadar bilgili ve akıllı bir kurt olmak istiyordu. (Deryâ-yi Govher)

در اثنای تفرج هرچه می دید چگونگی آن را رفیق خود می پرسید و میخواست در صورت امکان گرگی دانا و هشیار باشد

در صورت امکان

der sûretî: (F.-A.) [der + sûret + î] -diği halde.

در صورتی

der sûretî ki: (F.-A.) oysa, halbuki, -diği halde, -mesine rağmen.

Men muretteb harf mîzenem. Der sûretî ki şomâ sukût kerdeîd, şomâ hem yek çîzî begûîd

Devamlı ben konuşuyorum. Oysa siz susuyorsunuz. Siz de bir şey söyleyin. (Azeristan)

من مرتب حرف می زنم . در صورتی که شما سکوت کرده اید ، شما هم یک چیزی بگوئید

Û bîdireng râh oftâd, der sûretî ki nemî dânist kocâ mîreved

Nereye gideceğini bilmediği halde beklemeden yola koyuldu. (Girdâb)

او بی درنگ راه افتاد ، در صورتی که نمی دانست کجا می رود

در صورتی که

der zımn-i: (F.-A.) 1. esnasında, iken, -de, -da.

Der zimn-i râh pîrmerd muttesil ez gulbehâr mîgoft

İhtiyar yolda hep Gülbahar’dan söz ediyordu. (Perîçihr)

در ضمن راه پیرمرد متصل از گلبهار می گفت

Velî der zimn-i musâferet yekî ez hemrâhân be katl resîd

Fakat seyahat esnasında yol arkadaşlarından biri öldürüldü. (Târîh-i Siyâsî)

ولی در ضمن مسافرت یکی از همراهان بقتل رسید

2. bu arada, aynı zamanda.

در ضمن

der zımn-i inki: (F.-A.) iken.

در ضمن ِ اینکه

der zımn-i hâl: (F.-A.) bu halde iken.

Der zimn-i hâl, ez inki hâzir şode’em bâ heterât u sahtîhâ muvâcih beşevem, yek hiss-i nahvet u rizâyetî berâyem dest dâde bûd

Bu halde iken, tehlike ve güçlüklerle karşılaşmaya hazır olduğum için bir tür kibir ve memnunluk duygusuna kapılmıştım. (Perîçihr)

در ضمن حال ، از اینکه حاضر شده ام با خطرات و سختی ها مواجه بشوم ، یک حس نخوت و رضایتی برایم دست داده بود

در ضمن ِ حال

der tirâz-i: (A.-F.) durumunda, ölçüsünde.

Ez in gozeşte, zenî der terâz-i û ki ne penâhî dâred ve ne vesîle-i difâî, heyli zûd ez zahm-i iftirâhâ be zânû der mîâyed

Bunlar bir yana, sığınacak yeri ve kendini savunacak bir şeyi olmayan onun durumunda bir kadın, iftiralar karşısında çok daha önce pes eder. (Şovher-i Âhû Hnum, s. 272)

از این گذشته زنی در طراز او که نه پناهی دارد و نه وسیلهء دفاعی ، خیلی زود از زخم افتراها بزانو در می آید

در طراز ِ

der tûl-i: (F.-A.) boyunca.

در طول ِ

der teyy-i: (F.-A.) içinde, süresinde, zarfında, boyunca.

Der tayy-i şeş sâl çendîn sefer be hind-i şarkî ve mecma’ulcezâyir-i hind-i garbî vâki’ der amrikâ-yi merkezî sefer kerdem

Altı yıl içinde Doğu Hindistan ve Orta Amerika’da bulunan Batı Hint Adalarına birkaç seyahat yaptım. (Sefernâme-i Galiver)

در طی ِ شش سال چندین سفر بهند شرقی و مجمع الجزایر هند غربی واقع در امریکای مرکزی سفر کردم

در طیّ ِ

der zarf-i: (F.-A.) içinde, zarfında, sürecinde.

Der zarf-i çend sâniye bezen bezenî râh oftâd ki negû

Birkaç saniye içinde bir vurdu kırdıdır başladı ki deme gitsin. (Maraz-i Kand)

در ظرف چند ثانیه بزن بزنی راه افتاد که نگو

در ظرف ِ

der ‘idâd-i: (F.-A.) sırasında, zümresinde, kategorisinde.

در عداد ِ

der arz-i: (F.-A.) içinde, zarfında, arzında.

در عرض ِ

der arz-i in moddet: (F.-A.) bu süre içinde.

Der arz-i in muddet bîmâristân-i lambarene şohret-i cihânî yâfte bûd

Bu süre içinde Lambarene Hastanesi dünyaca meşhur olmuştu. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

در عرض این مدت بیمارستان لامبارنه شهرت جهانی یافته بود

در عرض ِ این مدت

der ahd-i: (F.-A.) [der + ahd-i] zamanında, devrinde.

An şenîdestî ki der ahd-i Omer

Bûd çengî mutribî bâ kerr u fer

Duydun mu hiç? Ömer devriydi

Çeng çalan kelli felli bir çalgıcı vardı. (Mesnevi)

آن شنیدستی که در عهد عمر

بود چنگی مطربی با کر و فر

در عهد ِ

der ivez: (F.-A.) 1. buna mukabil, buna karşın, karşılığında.

Dîger lokme ez gelûyem nemîreft ve der ivez bî irâde peyderpey gîlâs-i bâde be dehân borde ve cur’eî mînûşîdem

Artık boğazımdan lokma geçmiyordu ama buna karşın iradesizce ardarda şarap kadehini ağzıma götürüp bir yudum içiyordum. (Do Şeb)

دیگر لقمه از گلویم پائین نمی رفت و در عوض بی اراده پی در پی گیلاس باده بدهان برده و جرعه ای می نوشیدم

2. üstelik.

در عوض

der ‘iyân: (F.-A.) [der + iyân] ortada, açıkta, açıkça.

Goftem: Er uryân şeved û der iyân

Nî tu mânî, nî kenâret, nî miyân

Dedim: Cânan çıplak kalırsa ortada/ Ne sen kalırsın, ne kucağın kalır ortada (Mesnevi)

گفتم از عریان شود او در عیان

نی تو مانی نی کنارت نی میان

در عیان

der eyn-i inki: (F.-A.) iken.

Kısmet-i pîş ez târîhî-yi kısse-i şâhenşâhî-yi îrân der kitâb-i ketziyas der eyn-i inki hemegûne esâtîr ve dâstânhâ-yi sâmî râ nakl mîkond, usûlen yek rivâyet-i mâddî be şomâr mîreved

Ktesias’ın kitabı bütün Sâmî mitolojisini ve destanlarını naklederken İran şehinşahlığı kıssasının tarih öncesi bölümünü genel olarak med rivayeti olarak kabul eder. (Hemâse-i Millî-i İran, s. 4)

قسمت پیش از تاریخی قصه شاهنشاهی ایران در کتاب کتزیاس در عین اینکه همه گونه اساطیر و داستانهای سامی را نقل می کند ، اصولا یک روایت مادی بشمار می رود

در عین ِ اینکه

der eyn-i hâl: (A.-F.) aynı zamanda.

Emmâ der eyn-i hâl kâmilen muvâzib bûdem ki şahsiyyet u mekâm-i hîş râ hattelmakdûr mahfûz dârem

Ama aynı zamanda, kişilik ve makamımı mümkün olduğu kadar korumaya dikkat ediyordum. (Âmûzgârî-i Men)

اما در عین حال کاملا ً مواظب بودم که شخصیت و مقام خویش را حتی المقدور محفوظ دارم

An hiyâl hiyâl-i kûdekâne bûd emmâ der eyn-i hâl rebbânî ve zîbâ bûd

O hayal çocukça bir hayaldi ama aynı zamanda ilahî ve güzeldi. (Don Karlos)

آن خیال خیال کودکانه بود اما در عین حال ربانی و زیبا بود

Mîhâstend beziyâretgâh-i Hâce Rebî’ berevend ki der eyn-i hâl tefrîhgâh-i hûb u bâsefâîst

Aynı zamanda güzel bir mesire yeri de olan Hâce Rebî türbesine gitmek istiyorlardı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 77)

می خواستند بزیارتگاه خواجه ربیع بروند که در عین حال تفریحگاه خوب و باصفائی است

در عین ِ حال

der gayr-i in sûret: (F.-A.) aksi halde, aksi takdirde.

در غیر این صورت

der fâsile-i: (F.-A.) (yılları) arasında.

در فاصلهء

der kâlib-i: (F.-A.) 1. bünyesinde. 2. kalıbında, biçiminde.

در قالب ِ

der kibâl-i: (F.-A.) karşısında.

Der kibâl-i an heme nekbet u bedbahtî, ez dest-i yek ten çi kârî sâhte bûd

Bunca sıkıntı ve talihsizlik karşısında bir kişinin elinden ne gelirdi?  (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

در قبال آن همه نکبت و بدبختی ، از دست یک تن چه کاری ساخته بود؟

در قبال ِ

der kafâ: (F.-A.) [der + kafâ] arkada, ardında.

La’netullâh in amel râ der kafâ

Rahmetullâh an amel râ der vefâ

Bu amilen ardında var Allah’ın laneti/ O amelde var vefa eseri olarak Allah’ın rahmeti (Mesnevi)

لعنت الله این عمل را در قفا

رحمت الله آن عمل را در وفا

در قفا

der kâr-i: hakkında.

در کار ِ

der kocâ: nerede.

Merdum-i çeşmem be hûn âgişte şud

Der kocâ in zulm ber insân konend

Ağlamaktan göz bebeğim kan revan içinde kaldı. Nerede insana böyle zulmedilir? (Hâfız)

مردم چشمم به خون آغشته شد

در کجا این ظلم بر انسان کنند؟

در کجا

der kenâr-i hem: yanyana.

Dersişan râ ki mîhândend, bulend mîşodend ve der kenâr-i hem râh mî oftâdend

Derslerini çalıştıktan sonra kalkıp çıkıp yanyana yürüyorlardı. (Cûybâr)

درسشان را که می خواندند ، بلند می شدند و در کنار هم راه می افتادند

در کنار ِ هم

dergozeşte: [der + gozeşten > gozeşt + e] eskiden, geçmişte.

در گذشته

der lehze: (F.-A.) derhal, hemen.

در لحظه

der lehzeî ki: (F.-A.) [der + lehze + î + ki] iken, -diği sırada.

Der lehzeî ki nân-i û râ be terâzû mî gozâşt hûş u hevâsseş bekullî pert bûd

Onun ekmeğini teraziye koyarken aklı tamamen başka yerdeydi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 31)

در لحظه ای که نان او را به ترازو می گذاشت هوش و حواسش بکلی پرت بود

در لحظه ای که

der mâ mezâ: (F.-A.) eskiden, geçmişte.

در ما مضی

der misâl-i: (F.-A.) 1. benzeri. 2. mesela.

در مثال ِ

der mesel: (F.-A.) [der + mesel] 1.  atasözünde, darbımeselde. 2.  mesela.

Kîst mâhî, çîst deryâ der mesel?

Tâ bedan mâned melik azzevecell

Balık da kim? Deniz nedir meselâ?

Yüce Tanrı ile benzerlik var onda. (Mesnevi)

کیست ماهی چیست دریا در مثل

تا بدان ماند ملک عز و جل

در مثل

der mecmû’: (F.-A.) genelde.

در مجموع

der mahfî: (F.-A.) gizlice, gizliden gizliye.

در مخفی

der ma’nî: (F.-A.) [der + ma’nî] aslında.

در معنی

der mukâbil-i: (F.-A.)  -e karşı, karşısında, karşılığında, mukabilinde.

Pes i’tirâf mîkonî ki der mukâbil-i men mukassir bûdî

O halde bana karşı kabahatli olduğunu itiraf ediyor musun? (Rodin)

پس اعتراف می کنی که در مقابل من مقصر بودی؟

در مقابل ِ

der mukâbele: (F.-A.) karşılığında, mukabilinde.

در مقابله

der mukâyese bâ: (F.-A.) nazaran.

در مقایسه با

der mikyâs-i: (F.-A.) ölçüde, ölçüsünde.

در مقیاس ِ

der mikyâs-i vesî’ter: (F.-A.) geniş ölçüde.

در مقیاس ِ وسیع تر

der melâ: (F.-A.) insanlar arasında.

در ملا

der movrid-i: (F.-A.) hakkında, konusunda, ilişkin, üzerine.

در مورد ِ

der movki’-i: (F.-A.) zamanı, iken, esnasında.

Der movki’-i tefrîh men be siyâveş târ meşk mîdâdem

İstirahat esnasında Siyavuş’a tar meşk ettiriyordum.  (Se Katre Hûn)

در موقع تفریح من به سیاوش تار مشق می دادم

در موقع ِ

der movki’-i luzûm: (F.-A.) gerektiğinde, ihtiyaç zamanında.

Efrâd-i îl ma’mûlen der sevârî ve tîrendâzî mehâret dâştend ve der movki’-i luzûm yek kudret-i nizâmî be vucûd mî âverdend

Aşiret fertleri genellikle binicilik ve ok atmada maharet sahibiydiler ve ihtiyaç zamanında askerî bir güç oluşturuyorlardı. (Târîh-i Siyâsî)

افراد ایل معمولا ً در سواری و تیراندازی مهارت داشتند و در موقع لزوم یک قدرت نظامی بوجود می آوردند

در موقع ِ لزوم

der movki’î ki: (A.-F.) –dığı zaman, -ince.

در موقعی که

der miyân: ortada.

در میان

der miyân-i: 1. arasında, ortasında. 2. iken, sırasında.

Der miyân-i girye hâbeş der rubûd

Dîd der hâb û ki pîrî rû numûd

Ağlarken uyuyakaldı. Rüyasında bir pîr göründü. (Mesnevi)

در میان گریه خوابش در ربود

دید در خواب او که پیری رو نمود

در میان ِ

der netîce: (F.-A.) sonuç olarak, netice itibarıyla.

در نتیجه

der netîce-i: (F.-A.) sonunda, neticesinde, üzerine, nedeniyle, sebebiyle.

در نتیجهء

der nezd-i: yanında, katında, huzurunda, nezdinde.

در نزد ِ

der nezdîk-i: 1. katında, huzurunda. 2. yakınında.

در نزدیک ِ

der nezdîkî-yi: civarında, dolayında, yakınlarında.

در نزدیکیء

der nazar-i: (F.-A.) nazarında, gözünde.

Men erçi der nazar-i yâr hâkisâr şodem

Rakîb nîz çonin muhterem nehâhed mând

Yârin gözünde küçüldüm küçülmesine ama, rakip de hep böyle itibarlı kalmayacak. (Hâfız)

من ارچه در نظر یار خاکسار شدم

رقیب نیز چنین محترم نخواهد ماند

در نظر ِ

der nazar-i evvel: (F.-A.) ilkbakışta.

در نظر ِ اول

der nihân: gizli, gizlice.

Mer turâ aklîst cuzvî der nihân

Kâmilu’l-aklî becû ender cihân

Cüz’î bir akıl gizlidir sende

Aklı tam olan birini ara dünya yüzünde. (Mesnevi)

مر ترا عقلی است جزوی در نهان

کامل العقلی بجو اندر جهان

در نهان

der nihâyet-i: (F.-A.) son derece, aşırı, aşırı ölçüde.

در نهایت

der her câ ki: her nerede, nerede.

Âyâ mîhâhî bekesânet der her câ ki hestend haber bedehem tâ biyâyend ve turâ beberend

Gelip seni götürmeleri için her neredelerse akrabalarına haber vermemi ister misin? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 22)

آیا می خواهی بکسانت در هر جا که هستند خبر بدهم تا بیایند و ترا ببرند؟

در هر جا که

der her hâl: (F.-A.) 1. her halükârda, ne olursa olsun.

Der her hâl hîç çîz nebâyed dûstî-yi mâ râ behem bezened

Ne olursa olsun hiçbir şeyin dostluğumuzu bozmaması gerekir. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

در هر حال هیچ چیز نباید دوستی ما را بهم بزند

2. her neyse.

در هر حال

der her sûret: (F.-A.) 1. her halükârda.

Mîhâst der her sûret vesîleî becûyed ve şerreş râ ez ser-i hod bâz koned

Ne yapıp edip onun şerrini başından defetmek istiyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 236)

می خواست در هر صورت وسیله ای بجوید و سرش را از سر خود باز کند

2. her neyse.

Der her sûret hâle bigum ilâve ber bîmârî ki zemîngîr u âcizeş kerde bûd, be maraz-i ters u nigerânî nîz mubtelâ şode bûd

Her ne ise, Hâle Bigüm kendisini elden ayaktan düşürüp aciz bırakan hastalık yetmiyormuş gibi, bir de evham hastalığına müptela olmuştu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 61)

در هر صورت خاله بیگم علاوه بر بیماری که زمینگیر و عاجرش کرده بود ، بمرض ترس و نگرانی دائمی نیر مبتلا شده بود

در هر صورت

der hemân esnâ: (F.-A.) o sırada, o esnada, o anda.

Der hemân esnâ çeşmem betu oftâd

O sırada gözüm sana ilişti.  (Don Karlos)

در همان اثنا چشمم بتو افتاد

در همان أثنا

der heman ân: hemen, o anda.

Nefeszenân tûy-i otobus perîd u der heman ân otobus berâh uftâd

Nefes nefese otobüse atladı ve otobüs hemen kalktı. (Âzeristân)

نفس زنان توی اتوبوس پرید و در همان آن اتوبوس براه افتاد.

در همان آن

der hemân hâl: (F.-A.) aynı zamanda, o anda.

در همان حال

der hemân hâl ki: (F.-A.) -diği halde, iken.

Der hemân hâl ki mîdânistem ki mîhâhem hod râ bekoşem, yâdem oftâd ki in haber berâyi desteî nâguvâr est

İntihar etmek istediğimi bildiğim halde bu haberin bir grup için tatsız olacağını hatırladım. (Zinde be Gûr)

در همان حال که می دانستم که می خواهم خود را بکشم ، یادم افتاد که این خبر برای دسته ای ناگوار است

در همان حال که

der hemân hîn: (F.-A.) aynı zamanda, o anda, o sırada.

Efsûs ki der heman hîn duk vârid-i otâk şud

Ne yazık ki dük o sırada odaya girdi!  (Don Karlos)

افسوس که در همان حین دوک وارد اطاق شد

در همان حین

der hemân dem: o anda, o esnada, aynı anda.

Felsefî mer dîv râ munkir şeved

Der heman dem sahre-i dîvî buved

Felsefeci şeytanı inkâr eder

O anda şeytanın maskarası olur. (Mesnevi)

فلسفی مر دیو را منکر شود

در همان دم سخرهء دیوی بود

در همان دم

der heman sâl: o yıl.

در همان سال

der hemân lehze: (A.-F.) o anda.

در همان لحظه

der hemân vakt: (F.-A.) o anda, o sırada, aynı anda.

در همان وقت

der heme ahvâl: (F.-A.) [der + heme + ahvâl] her türlü durumda.

Bîdilî der heme ahvâl hodâ bâ û bûd

Û nemîdîdeş u ez dûr hodârâ mîkerd

Tanrı, gönlünü yitirmiş âşığın her türlü durumda yanındaydı. O, yanındaki Tanrı’yı görmüyor, Allahım, Allahım! diyordu. (Hâfız)

بیدلی در همه احوال خدا با او بود

او نمی دیدش و از دور خدارا می کرد

در همه احوال

der heme câ: her yerde.

Ançi ki û imrûz dîde, mumkin nîst der heme câ rûy bedehed

Bugün gördüğün şeyin her yerde olması mümkün değil. (Zindehâ ve Mordehâ)

آنچه که او امروز دیده ، ممکن نیست در همه جا روی بدهد

در همه جا

der heme hâl: (F.-A.) her halükârda, her türlü halde.

Her ânki cânib-i ehl-i hodâ nigeh dâred

Hodâş der heme hâl ez belâ nigeh dâred

Tanrı erlerini kollayan, onlara saygıda kusur etmeyen kişiyi Tanrı her türlü halde belâlardan korur. (Hâfız)

هر آنکه جانب اهل خدا نگه دارد

خداش در همه حال از بلا نگه دارد

در همه حال

der hemin esnâ: (F.-A.) bu esnada, bu sırada.

در همین اثنا

der hemin evân: (F.-A.) bu sırada,o sırada.

Dest ber kazâ der hemin evân bûd ki vekîl-i bîve mîveî şodem ki bîpul nebûd

Tesadüfen o sırada hiç de parasız olmayan bir dulun vekili oldum. (Se Katre Hûn, s. 233)

دست بر قضا در همین اوان بود که وکیل بیوه میوه ای شدم که بی پول نبود

در همین اوان

der hemin râbite: (F.-A.) bu bağlamda, bu konuyla ilgili olarak.

در همین رابطه

der hemin sâl: bu yıl, aynı yıl.

در همین سال

der hemin zimn: (F.-A.) bu arada, bu esnada.

Der hemin zimn aga-yi sâetsâz temâm-i çerhâ-yi sâet râ imtihân kerd

Bu arada saatçi bey saatin bütün çarklarını denedi. (Sâet-i Men)

در همین ضمن آقای ساعت ساز تمام چرخ های ساعت را امتحان کرد

در همین ضمن

der hemin movki: (F.-A.) tam bu sırada, bu sırada.

Der hemin movki’ merdî ki ez dûstân-i idârî-yiman bûd porsîd: Saîd aga hevâ çitovre?

Tam bu sırada daire arkadaşlarımızdan biri ‘Sait Bey, hava nasıl?’ diye sordu. (Nâbiga-i Hûş)

در همین موقع مردی که از دوستان اداری مان بود پرسید : سعید آقا هوا چطوره؟

در همین موقع

der hemin nezdîkî: şu günlerde, bu yakınlarda, pek yakında.

Gomân mîreved der heminnezdîkî ceng-i sahtî der begîred

Şu günlerde şiddetli bir savaş çıkacağı sanılıyor. (Pervîn Dohter-i Sâsân)

گمان می رود در همین نزدیکی جنگ سختی در بگیرد

در همین نزدیکی

der vâki’: (F.-A.) aslında.

در واقع

der vaz’-i hâzir: (F.-A.) halihazırda, şimdiki durumda.

İddeî dîger ber in akîde’end ki sinif-i nânevâ der vaz’-i hâzir ez ingûne nişest u berhâsthâ cuz itlâf-i vakt netîceî nehâhed girift

Bir kısmı da fırıncı esnafının halihazırda bu tür toplantılarından, vakit öldürmekten başka bir sonuc çıkmayacağı görüşünde. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 5)

عده ای دیگر بر این عقیده اند که صنف نانوا در وضع حاضر از اینگونه نشست و برخاست ها جز اتلاف وقت نتیجه ای نخواهد گرفت

در وضع ِ حاضر

der vakt: (F.-A.) derhal, hemen, o anda.

در وقت

der vehle-i nohost: (F.-A.) ilk aşamada, ilk etapta, ilkin.

در وهلهء نخست

der yek ân: bir anda.

در یک آن

der yek çeşm ber hem zeden: bir anda, göz açıp kapayana kadar, kaşla göz arasında.

در یک چشم بر هم زدن

der yek çeşm behem zeden: bir anda, kaşla göz arasında, bir göz açıp kapayana kadar.

در یک چشم بهم زدن

der yek dem: bir anda.

Herçi akl be pencâh sâl endûhte bâşed, aşk der yek dem an cumle râ besûzâned

Aklın elli yılda biriktirdiğini aşk bir anda yakar. (İnsânu’l-kâmil)

هرچه عقل به پنجاه سال اندوخته باشد ، عشق در یک دم آن جمله را بسوزاند

در یک دم

der yek şeleng: bir koşuda.

Der yek şeleng mîrevem ve der şeleng-i dovvom incâ hestem

Bir koşu gider, bir koşu gelirim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 52)

در یک شلنگ می روم و در شلنگ دوم اینجا هستم

در یک شلنگ

der yek tarfetu’l-‘ayn: (F.-A.) göz açıp kapayana kadar.

Sâlik be sad çile an mikdâr seyr netevân kerd ki âşik der yek terfetul’ayn koned

Aşığın bir andaki seyrini sâlik yüz çilede gerçekleştiremez. (İnsânu’l-Kâmil)

سالک بصد چله آن مقدار سیر نتوان کرد که عاشق در یک طرفة العین کند

در یک طرفه العین

der yek kelâm: (F.-A.) tek kelimeyle.

در یک کلام

der yek kelime: (F.-A.) tek kelime ile.

Der yek kelime û der silsile-i tekâmul şebâhet be mâhiyân-i bâldarî dâşt ki be kasd-i perîden der sath-i deryâ kovs mîzenend ve to’me-i morgân-i mâhîhâr mîşevend

Evrim zincirinde, uçma amacıyla deniz sathında kavis çizeyim derken balıkçıllara yem olan uçan balıklara benziyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 97)

در یک کلمه او در سلسلهء تکامل شباهت به ماهیان بالداری داشت که بقصد پریدن در سطح دریا قوس می زنند و طعمهء مرغان ماهیخوار می شوند

در یک کلمه

der yek lehze: (F.-A.) bir anda.

Temâm-i inhâ der yek lehze encâm şud

Bunların tümü bir anda olup bitti.  (Do Şeb)

تمام اینها در یک لحظه انجام شد

در یک لحظه

der yek nazar: (F.-A.) bir bakışta, ilk bakışta.

Ehl-i nazar du âlem der yek nazar bebâzend

Aşkest u dâd evvel ber nakd-i cân tevan zed

Görüş sahibi olanlar iki dünyayı da bir bakışta feda edebilirler. İşte ilk önce gözden çıkarılabilecek şey aşk ve adalettir. (Hâfız)

اهل نظر دو عالم در یک نظر ببازند

عشقست و داد اوول بر نقد جان توان زد

در یک نظر

der in beyn: (F.-A.) bu arada, bu sırada.

Der in beyn kesî der zed

Bu arada kapı çalındı. (Zinde be Gûr)

در این بین کسی در زد

دراین بین

der bâre-i: hakkında, konusunda, hususunda, ilişkin, üzerine, dair, üstüne.

Mesele sârâ çend mâh-i pîş kitâbî derbâre-i kutb-i şimâl ve kutb-i cenûb hânde bûd

Mesela Sârâ birkaç ay önce Kuzey ve Güney kutupları hakkında bir kitap okumuştu. (Fârsî-i Pencom-i Debistân)

مثلا سارا چند ماه پیش کتابی دربارهء قطب شمال و قطب جنوب خوانده بود

Derbâre-i hukûk-i derbân tâ âhir-i mâh hîç ser u sedâ vu i’tirâzî nebûd

Kapıcının maaşı hakkında son aya kadar hiçbir ses ve itiraz yoktu. (Dârû-yi Bîhâbî)

دربارهء حقوق دربان تا آخر ماه هیچ سر و صدا و اعتراضی نبود

دربارهء

dorost: (Peh.) 1. doğru.

Nemî dânistîm ki kelimeî ki be kâr mîberîm dorost est ya ne

Kullandığımız kelimelerin doğru olup olmadığını bilmiyorduk. (Hâtırât-ı Nene Hevvâ)

نمی دانستیم که کلمه ای که به کار می بریم درست است یا نه

Medîne nemîtevânist bâver koned ki dorost şenîde est

Medine doğru duyduğuna inanamıyordu. (Azeristan)

مدینه نمی توانست باور کند که درست شنیده است

2. dürüst. 3. tam.

Ya’nî dorost nemîdânem çi şud

Yani ne olduğunu tam bilmiyorum. (Homâ)

یعنی درست نمی دانم چه شد

Yek sâet u nîm-i dorost nişest

Tam bir buçuk saat oturdu. (Mudîr-i Medrese)

یک ساعت و نیم درست نشست

4. tam ayarlı sikke. 5. emin. 6. sağlıklı.

Teneş durust u dileş şâd bâd u hâtir hoş

Ki dest dâdeş u yârî-yi nâtevânî dâd

Vücudu sağlıklı, gönlü şâd, hatırı hoş olsun. Elini uzattı da, tâkatten düşmüş birine yardım etti. (Hâfız)

تنش درست و دلش شاد باد و خاطر خوش

که دست دادش و یاری ناتوانی داد

7. iyi.

hûbest çeşmhâyeş der şeb dorost nemîbîned

Allah’tan gözleri gece iyi görmüyor! (Şovher-i Âhû Hanum, s. 114)

خوبست چشمهایش در شب درست نمی بیند

درست

dorost behemângûne ki: tıpkı …-diği gibi.

Tenhâ çîzî ki mîhâstem der incâ sâbit konem, an bûd ki firdovsî bahşî ez kıssehâ-yi îrânî râ dorost beheman gûne ki der dovrân-i sâsâniyân bûde, bâz gofte est

Burada vurgulamak istediğim tek şey, Firdevsî’nin kimi İran öykülerini tıpkı Sâsânîler döneminde olduğu gibi aktarmasıdır. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 32)

تنها چیزی که می خواستم در اینجا ثابت کنم آن بود که فردوسی بخشی از قصه های ایرانی را درست به همانگونه که در دوران ساسانیان بوده ، باز گفته است

درست بهمان گونه که

dorost der hemin lehze: (F.-A.) tam bu sırada.

Dorost der hemin lehze sedâ-yi kademhâ-yi kesî râ ez tû-yi râhrov şenîdem

Tam bu sırada koridordan birinin ayak seslerini işittim. (Kâlib)

درست در همین لحظه صدای قدمهای کسی را از توی راهرو شنیدم

درست در همین لحظه

dorost der hemin movki: (F.-A.) tam bu sırada.

Dorost der hemîn movki sedâ-yi sût-i mumteddî şenîde şud

Tam bu sırada uzun bir düdük sesi işitildi. (Maraz-i Kand)

درست در همین موقع صدای سوت ممتدی شنیده شد

درست در همین موقع

dorost misl-i: (F.-A.) tıpkı.

درست مثل ِ

dorost misl-i inki: (F.-A.) tıpkı.

درست مثل ِ اینکه

dorost u hisâbî: (F.-A.) bir güzel, adamakıllı.

درست و حسابی

derhem: 1. karışık, içiçe.

Kesî kû beste-i zulfet nebâşed

Çu zulfet derhem u zîr u zeber bâd

Zülüflerine bağlanmayan kimse zülüflerin gibi karmakarışık, alt üst olsun. (Hâfız)

کسی کو بستهء زلفت نباشد

چو زلفت درهم و زیروزبر باد

2. karmaşık. 3. boğuk. 4. coşkulu.

درهم

derhem berhem: karışık, karmakarışık, darmadığınık, girift, her yer her yerde.

درهم برهم

derhem u berhem: girift, karmakarışık, buruşuk.

درهم بو برهم

derûn: iç, içinde, içerisi, ortası.

Hânehâ-yi dihkede heme derûn-i kal’a est

Köy evlerinin tümü kale içindedir. (Sefernâme)

خانه های دهکده همه درون قلعه است

درون

derûnsû: [derûn + sû] iç taraf.

Vanki bâ câme derûnsû râh nîst

Ten zi cân, câme zi ten âgâh nîst

Giysi ile içeriye giriş yoktur.

Bedenin candan, canın bedenden haberi yoktur. (Mesnevi)

زانکه با جامه درون سو راه نیست

تن ز جان جامه ز تن آگاه نیست

درون سو

derûnsûy: [derûn + sûy] iç taraf.

درون سوی

derûnî: [derûn + î] iç, içteki, içe yönelik, manevî. (Adâlet-i Âsumân)

Dorost est ki hunermendem emmâ zîbâî-yi derûnî-yi hod râ fakat der tablohâyem nişân mîdehem

Sanatkâr olduğum doğru; ama kendi iç güzelliğimi sadece tablolarımda gösteriyorum.

درست است که هنرمندم اما زیبائی درونی خود را فقط در تابلوهایم نشان می دهم

درونی

derîgâ, dirîgâ: [derîg + â] 1.  yazık!, vah vah!, eyvah!, eyvahlar olsun!, ne yazık!, ne yazık ki!, yazıklar olsun! 2.  hayıflanma.

İn dirîgâhâ hiyâl-i dîden est

Vez vucûd-i nakd-i hod bobrîden est

Bu hayıflanmalar görüşün hayalidir.

Kendi varlığından ayrılmak demektir. (Mesnevi)

این دریغاها خیال دیدن است

وز وجود نقد خود ببریدن است

دریغا

derin bâre: bu konuda, bu hususta.

درین باره

derin moddet: (F.-A.) bu süre içinde, bu süre zarfında.

Derin muddet çîzhâ-yi tâze mîdîd

Bu süre içinde yeni şeyler görüyordu. (Hâne-i Pederî)

درین مدت چیزهای تازه می دید

درین مدت

dest: (Peh.) 1. el. 2. hayvanların ön ayakları. 3. imkân. 4. kudret, saltanat. 5. dayanak. 6. kural, kanun. 7. takım, kat (giysi).

Yek dest libâs-i siyâh berâyi men biyâver

Bana bir takım siyah elbise getir. (Telhûn)

یک دست لباس سیاه برای من بیاور

8. sayı (kuşlar için) .9. tür, cins, biçim. 10. el (tavla gibi oyunlarda). 11. taraf.

Zi yek dest serv-i sehî şehrnâz

Zi dest-i diger mâhrûy ernuvâz

Bir tarafta selvi boylu Şehrinaz, öte tarafta ay yüzlü Ernuvaz (Şâhnâme, I/53, beyit 408)

ز یک دست سروسهی شهرناز

ز دست دگر ماه روی ارنواز

12. karış. 13. fayda. 14. yüzünden.

İn bedbahtî dest-i hodem est, eger tehrân bûdî lâbud ism-i ebevî râ şenîdeî

Bu şanssızlık benim yüzümden. Tahran’da olsan, Ebevî’nin ismini duyardın. (Se Katre Hûn, s. 229)

این بدبخای دست خودم است. اگر تهران بودی لابد اسم ابوی را شنیده ای

دست

dest-i âhir: (F.-A.) 1. son defa, son kez, son olarak. 2. nihayet, sonunda.

Gûlânî râ ki ber ser-i râh mîyâbed derhem mîşikened ve dest-i âhir hod nûşâd râ ez miyân ber dâred

Yoluna çıkan devleri yener ve sonunda Nûşâd’ı yok eder. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 44)

غولانی را که بر سر راه می یابد درهم می شکند و دست آخر خود نوشاد را از میان بردارد

دست ِ آخر

dest-i bâlâ: en çok, en geç, azamî, olsun olsun da.

Der mâh-i juiye yâ dest-i bâlâ der ibtidâ-yi mâh-i ôt be buruksel mîresîd

Temmuz ayında ya da en geç Ağustos başında Brüksel’e varırsınız. (Don Karlos)

در ماه ژوئیه یا دست بالا در ابتدای ماه اوت ببروکسل میرسید

دست ِ بالا

destikem: [dest-i kem] asgarî, en azından, hiç olmazsa.

دست ِ کم

dest ber kazâ: (F.-A.) tesadüfen, kazâra.

دست بر قضا

dest ber kazâ zed: (F.-A.) tesadüfen, kazâra.

Dest ber kazâ zed u tû-yi şehrişan kahtî oftâd

Tesadüfen şehirlerinde kıtlık baş gösterdi. (Zinde be Gûr)

دست بر قضا زد و توی شهرشان قحطی افتاد

دست بر قضا زد

destî destî: [dest + î + dest + î] 1. boş yere, boşu boşuna. 2. bile bile, kasıtlı olarak, kasten.

دستی دستی

def’aten: (A.) birden, ansızın, apansız, birdenbire.

دفعتا ً

def’a: (A.) defa, kere, kez.

Hergiz neşode ki men ser-i kumâr beberem. Ez deh mertebe noh def’e-i an râ mîbâzem

Kumarda kazandığım vâki değil. Onundan dokuzunu kaybediyorum. (Zinde be Gûr)

هرگز نشده که من سر قمار ببرم. از ده مرتبه نه دفعهء آن را می بازم

دفعه

def’aten: (A.) ansızın, birdenbire.

دفعهً

def’aten vâhide: (A.) birdenbire, ansızın.

دفعهً واحده

def’a-i gozeşte: (A.-F.) geçen sefer.

دفعهء گذشته

diger: 1. diğer, başka, öteki.

Şerh-i in hicrân u in hûn-i ciger

İn zemân begozâr tâ vakt-i diger

Şimdi bu ayrılık ve ciğer kanının açıklamasını başka bir zamana bırak. (Mesnevi)

شرح این هجران و این خون جگر

این زمان بگذار تا وقت دگر

Merâ ez tust herdem tâze aşkî

Turâ her sâatî husnî diger bâd

Senin sâyende aşkım her an tazeleniyor. Her saatinde güzelliğin bir başka olsun. (Hâfız)

مرا از توست هردم تازه عشقی

ترا هر ساعتی حسنی دگر باد

2. yine.

Mujde ey dil ki diger bâd-i sabâ bâz âmed

Hudhud-i hoşhaber ez tarf-i Sebâ bâz âmed

Ey gönül; müjdeler olsun! Seher yeli yine geldi. İyi haberler getiren hüthüt kuşu Sebâ taraflarından geldi. (Hâfız)

مژده ای دل که دگر باد صبا باز آمد

هدهد خوش خبر از طرف سبا باز آمد

3. artık.

Mujdegânî bedih ey dil ki diger mutrib-i aşk

Râh-i mestâne zed u çâre-i mahmûrî kerd

Gönül, müjdemi ver; artık aşk çalgıcısı sarhoşça ezgi yollarına girip mahmurluğa çare buldu. (Hâfız)

مژدگانی بده ای دل که دگر مطرب عشق

راه مستانه زد و چارهء مخموری کرد

دگر

digerbâr: [diger + bâr < bâr-i dîger] tekrar, yine.

Dîdî ey dil ki gam-i aşk digerbâr çi kerd

Çun beşud dilber u bâ yâr-i vefâdâr çi kerd

Aşk gamı neler etti, gördün mü gönül? Dilber gidince vefâlı yârine neler etti, gördün mü? (Hâfız)

دیدی ای دل که غم عشق دگربار چه کرد

چون بشد دلبر و با یار وفادار چه کرد

دگر بار

digerbâre: [diger + bâre < bâre-i dîger] bir kez daha, yine.

Çun gul u mey demî ez perde burûn ây u der â

Ki diger bâre mulâkât ne peydâ bâşed

Gül ile mey gibi bir an için perde arkasından çık gel. Bakarsın bir kez daha görüşmek mümkün olur. (Hâfız)

چون گل و می دمی از پرده برون آی و در آ

که دگر باره ملاقات نه پیدا باشد

دگر باره

digeryek: [diger < dîger + yek] diğeri.

Do ni’met râ mekun der şukr sostî

Yekî emn u digeryek tendorostî

İki nimete şükretmekte gevşeklik gösterme. Biri emniyet, diğeri sağlık. (Husrevnâme, s. 47)

دو نعمت را مکن در شکر سستی

یکی امن و دگریک تندرستی

دگر یک

digerân: [diger + ân] diğerleri, başkaları.

دگران

dîgerî: [diger + î] bir başkası.

Hodâ râ dâd-i men bestân ezû ey şihne-i meclis

Ki mey bâ dîgerî hordest u bâ men ser girân dâred

Ey meclis kolcusu; Allah aşkına, hakkımı al ondan. Çünkü başkasıyla oturup mey içiyor; bana gelince somurtuyor. (Hâfız)

خدا را داد من بستان ازو ای شحنهء مجلس

که می با دیگری خورده ست و با من سر گران دارد

دگری

delîl: (A.) 1. sebep, neden.

دلیل

dem: (Peh.) 1. soluk, nefes. 2. boğucu hava. 3. (tas.) evliya nefesi. 4. âh, inilti. 5. ses. 6. bitişik, yan, yanıbaşı, baş.

Kelâs-i dovvom dem-i pillehâ bûd

Üçüncü sınıf basamakların bitişiğindeydi. (Mudîr-i Medrese)

کلاس دوم دم ِ پله ها بود

Hevâ târîk şode bûd ku Dâş Âkul dem-i mahalle-i serdozek resîd

Hava karardığında Daş Âkul Serdozek mahallesinin başına vardı. (Se Katre Hûn, s. 83)

هوا تاریک شده بود که داش آکل دم محلهء سردزک رسید

Pâverçîn pâverçîn reftem dem-i hovz

Ayak uçlarına basa basa havuz başına gitti. (Sâye Rûşen)

پاورچین پاورچین رفتم دم ِ حوض

7. üstü, üzeri, zamanı, -e doğru, vakti.

Dem-i gurûb bûd u hevâ dâşt târîk mîşud

Akşam üstüydü ve hava kararıyordu. (Kûçeî Benâm-i Behiştrûyân)

دم غروب بود و هوا داشت تاریک میشد

Fakat dem-i subh hâbeş bord u fovren hâbî vahşetnâk dîd

Fakat sabaha doğru uyudu ve hemen bir kâbus gördü. (Azeristan)

فقط دم ِ صبح خوابش برد و فورا ً خوابی وحشتناک دید

دم

dem-i subh: (F.-A.) sabah vakti.

دم ِ صبح

dem-i gurûb: (F.-A.) gurup vakti, akşam üstü.

Dem-i gurûb bûd ve hevâ dâşt târîk mîşud

Akşam üstüydü ve hava kararıyordu. (Kûçeî Benâm-i Behiştrûyân)

دم غروب بود و هوا داشت تاریک میشد

دم ِ غروب

dem dem: anbean.

K’in menî ez vey resed dem dem merâ

Pes verâ bînem çu in şud kem merâ

Bu benlik anbean ondan gelir bana

Bendeki benlik azalınca onu görürüm sonra. (Mesnevi)

کاین منی از وی رسد دم دم مرا

پس ورا بینم چو این شد کم مرا

دم دم

dembedem: [dem + be + dem] her an, anbean, gitgide, gittikçe.

Der bîrûn hevâ dembedem târîkter mîşud

Dışarda hava gitgide kararıyordu. (Azeristan)

در بیرون هوا دمبدم تاریکتر میشد

Bârem dih ez kerem sûy-i hod tâ be sûz-i dil

Der pây dembedem guher ez dîde bâremet

Kerem edip yanına yaklaşmama izin ver de gönlümdeki aşk yangısıyla ayaklarına gözyaşlarımdan inciler yağdırayım. (Hâfız)

بارم ده از کرم سوی خود تا به سوز دل

در پای دمبدم گهر از دیده بارمت

دمبدم

demî: [dem + î] bir an.

Çun gul u mey demî ez perde burûn ây u der â

Ki diger bâre mulâkât ne peydâ bâşed

Gül ile mey gibi bir an için perde arkasından çık gel. Bakarsın bir kez daha görüşmek mümkün olur. (Hâfız)

چون گل و می دمی از پرده برون آی و در آ

که دگر باره ملاقات نه پیدا باشد

دمی

donbâl: 1. arka, art, peş.

Mîdânem ki donbâl-i mâ hem çîzhâî be sâyirîn hâhed goft

Bizim arkamızdan da başkalarına birşeyler söyleyeceğini biliyorum. (Dârû-yi Bîhâbî)

میدانم که دنبال ما هم چیزهائی به سایرین خواهد گفت

Mîhâstem ez donbâleş berevem emmâ tersîdem

Peşinden gitmek istedim ama korktum. (Girdûhâ)

میخواستم از دنبالش بروم اما ترسیدم

Ez imrûz be ba’d û râ donbâl-i tûp nehâhîd dîd

Bugünden itibaren onu top peşinde görmeyeceksiniz. (Azeristan)

از امروز ببعد او را دنبال توپ نخواهید دید

Pîrmerd donbâl-i anhâ devîd

İhtiyar onların peşinden koştu. (Zûze-i Bâd)

پیرمرد دنبال آنها دوید

2. için.

Mîgûyed ez şehr-i numûne donbâl-i kûtî-yi kibrît âmede est

Numûne şehrinden buraya kibrit kutusu için geldiğini söylüyor. (Kûtî-i Kibrît)

میگوید از شهر نمونه دنبال قوطی کبریت آمده است

Donbâl-i yek kûtî-yi kibrît âmedî hâ?

Bir kutu kibrit için geldin ha? (Kûtî-i Kibrît)

دنبال یک قوطی کبریت آمدی ها؟

3. kuyruk. 4. terki.

Bûrânduht, Fîrûz-i Husrev râ begirift ve ber donbâl-i esb beste bezârî bekoşt

Bûrânduht, Fîrûz-i Husrev’i yakaladı; bir atın terkine bağlayarak feci şekilde öldürdü. (Mucmel-i Fasîhî, I/39)

بوران دخت فیروز خسرو را بگرفت و بر دنبال اسب بسته بزاری بکشت

دنبال

donbâle: [donbâl + e] 1. kuyruk. 2. uzantı.

Kûhhâ-yi âzerbâycân donbâle-i kûhhâ-yi kafkâz est

Azerbaycan Dağları Kafkas Dağlarının uzantısıdır.  (Târîh-i Siyâsî)

کوه های آذربایجان دنبالهء کوه های قفقاز است

3. kalan, geri kalan. 4. art, peş.

An çeşm-i câduvâne-i âbidfirîb bîn

Keş kârvân-i sihr zi dunbâle mîreved

İbadet edenleri bile aldatan büyüleyici gözlere bak. Sihir kervanı bile ancak peşinden gelebilir. (Hâfız)

آن چشم جادوانهء عابدفریب بین

کش کاروان سحر ز دنباله می رود

دنباله

dobedo: [do + be + do] başbaşa.

Şovheret ki be hâne âmede bûd ba’d ez sâetî goftugû-yi dobedo der otâk-i kûçek û râ berdâşt u bîrûn bord

Eve gelen kocan küçük odada başbaşa bir saat konuştuktan sonra onu alıp götürdü. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 279)

شوهرت که به خانه آمده بود بعد از ساعتی کفتگوی دوبدو در اطاق کوچک او را برداشت و بیرون برد

 دو بدو

do berâber: iki misli, iki katı.

دو برابر

do tâ: 1. iki adet, iki tane. 2. (müz.) iki telli bir tür saz. 3. iki büklüm.

Dest der halka-i an zulf-i du tâ netvân kerd

Tikye ber ahd-i tu vu bâd-i sabâ netvân kerd

Büklüm büklüm olmuş zülüflerin halkasına el atılamaz. Senin sözüne ve sabah meltemine güvenilemez. (Hâfız)

دست در حلقهء آن زلف دو تا نتوان کرد

تکیه بر عهد تو و باد صبا نتوان کرد

4. iki kat.

Nîst sûzen râ ser-i rişte-i do tâ

Çun ki yektâyî der in sûzen der â

İki kat iplik geçemez iğne deliğinden

Madem tek katsın, gir bu iğne deliğinden. (Mesnevi)

نیست سوزن را سر رشتهء دو تا

چون که یکتایی در این سوزن در آ

5. iki ağızlı.

Ger do pâ ger çârpâ yek râ bered

Hemçu mikrâz-i do tâ yek tâ bored

İki veya dört ayaklı olsa da, birini götürür.

İki ağızlı makas gibi birini keser. (Mesnevi)

گر دو پا گر چار پا یک را برد

همچو مقراض دو تا یک تا برد

دو تا

dotâî: [do + tâ + î] iki kişi, ikisi, başbaşa.

Ez rûzî ki hevâ âftâbî şode est bâ şovherhâhereş dotâî be tâk bustân refte’end

Havanın açtığı gün eniştesiyle bahçe çardağına gitti. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 5)

از روزی که هوا آفتابی شده است با شوهرخواهرش دوتائی به طاق بستان رفته اند

دو تائی

do tû: 1. iki büklüm.

Lâbe vu zârî hemî kerdend u û

Ez riyâzet geşte der halvet do tû

Yalvarıp yakarıyorlardı ona

Riyazetten iki büklüm olmuştu halvet odasında (Mesnevi)

لابه و زاری همی کردند و او

از ریاضت گشته در خلوت دو تو

2. iki kat.

İmtihân kun fakr râ rûzî do tu

Tâ be fakr ender gınâ bînî do tu

Birkaç gün dene şu fakirliği

Fakirlikte gör sen iki kat zenginliği. (Mesnevi)

امتحان کن فقر را روزی دو تو

تا به فقر اندر غنا بینی دو تو

دو تو

docânibe: (F.-A.) [do + cânib + e] 1. iki yanlı, iki taraflı. 2. iki yönlü.

دو جانبه

dodîger: [do + dîger] ikinci.

دو دیگر

do rûz der miyân: iki günde bir.

دو روز در میان

devr, dovr: (A.) 1. dönme, deveran. 2. devir.

Bîrûn zi leb-i tu sâkiyâ nîst

Der devr kesî ki kâm dâred

Ey sâkî; bu devirde dudaklarından başka muradına eren yok. (Hâfız)

بیرون ز لب تو ساقیا نیست

در دور کسی که کام دارد

3. çevre, etraf.

Çend merd dovr-i mîz-i bozorgî nişeste bûdend

Birkaç adam büyük bir masanın etrafına oturmuşlardı. (Kûtî-i Kibrît)

چند مرد دور میز بزرگی نشسته بودند

4. (sp.) tur. 5. (sp.) raund. 6. vakit.

Hak begofte sabr kun ber cevrişan

Pendişan dih, bes nemând ez devrişan

Tanrı dedi bana: Sabret zulümlerine.

Kalmadı vakitleri; öğüt ver onlara. (Mesnevi)

حق بگفته صبر کن بر جورشان

پندشان ده بس نماند از دورشان

دور

dûr: (Peh.) uzak, ırak.

Ez adâlet nebuved dûr gereş porsed hâl

Pâdişâhî ki be hemsâye gedâî dâred

Yoksul biriyle komşu olan padişah onun hâlini hatırını soracak olsa, bu adaletten uzak düşmez. (Hâfız)

از عدالت نبود دور گرش پرسد حال

پادشاهی که به همسایه گدائی دارد

دور

dûr oftâde: [dûr + oftâden > oftâd + e] ırak, uzak düşmüş, ücrâ.

دور افتاده

dovrtâdovr: (A.-F.) [dovr + tâ + dovr] çepeçevre.

دور تا دور

dovruber: (A.-F.) [dovr + u + ber] çevre, yöre, etraf, etrafında.

Çonan mîhandîd ve dovruber-i emû mîgeşt ki âhireş heme-i mâ râ hem be hande endâht

Öyle gülüyor ve amcanın etrafında dönüyordu ki sonunda hepimizi de güldürdü. (Kûçeî Benâm-i Behiştrûyân)

چنان می خندید و دور و بر عمو می گشت که آخرش همه ما را هم به خنده انداخت

Heme dovr u ber-i û cem’ şode bûdend

Herkes onun etrafına toplanmıştı. (Rodin)

همه دور و بر او جمع شده بودند

Û bâ ihtiyât be dovr u ber nigâhî kerd

İhtiyatla çevresine bakındı. (Rodin)

او با احتیاط به دور و بر نگاهی کرد

دور و بر

dovr u pîş: (A.-F.) çevre, çevresinde.

دور و پیش

dûr u dirâz: uzun uzadıya, etraflıca, enikonu.

دور و دراز

dovruver: (A.-F.) [dovr + u + ver] çevre, yöre, etraf.

دور و ور

dovrâdovr: (A.-F.) [dovr + â + dovr] çepeçevre, fırdolayı.

دورادور

dûrâdûr: [dûr + â + dûr] uzaktan uzağa.

دورادور

dûş: (Peh.) dün gece.

Benefşe dûş be gul goft u hoş nişânî dâd

Ki tab’-i men be cihân turra-i fulânî dâd

Menekşe dün gece güle Dünyada filancanın kâkülü benim kâkülümdeki kıvrımlara benziyor diye güzel işaretler verdi. (Hâfız)

بنفشه دوش به گل گفت و خوش نشانی داد

که طبع من به جهان طرهء فلانی داد

دوش

dûşîn: [dûş + în] dün gece, dün geceki.

دوشین

dovom, dovvom: [do + v + om] ikinci.

Goft Bûcehl in dovom nâdirter est

Goft ârî Hakk ez an kâdirter est

Ebucehil İkincisi daha nadir olur dedi.

Peygamber Evet, Hak ondan da kudretlidir dedi. (Mesnevi)

گفت بو جهل این دوم نادرتر است

گفت آری حق از آن قادر تر است

دوم

dovomî, dovvomî: [do + v + om + î] ikinci, ikincisi.

Dovvomî şeş sâle ki henûz medrese nemîreft, pâîn-i kursî derâz keşîde bûd

Henüz okula gitmeyen altı yaşındaki ikincisi kürsünün dibine uzanmıştı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 45)

دومی شش ساله که هنوز مدرسه نمی رفت ، پائین کرسی دراز کشیده بود

دومی

dovomîn, dovvomîn: [do + v + omîn] ikinci.

دومین

dûn: (A.) 1. aşağı, alçak. 2. başka, gayri. 3. aşağılık, pespaye.

La’l-i tu ki hest cân-i Hâfız

Dûr ez leb-i merdumân-i dûn bâd

Hâfız’ın canı olan lâl dudakların aşağılık heriflerin dudaklarından uzak kalsın. (Hâfız)

لعل تو که هست جان حافظ

دور از لب مردمان دون باد

دون

dûn-i: (A.) –den başka.

Secde nâverdend kes râ dûn-i û

Sıhhat-i rencûr bûd efsûn-i û

Kimse ondan başkasına secde etmezdi.

Hastaya şifa verirdi onun nefesi. (Mesnevi)

سجده ناوردند کس را دون او

صحت رنجور بود افسون او

دون

doyom: [do + y + om] ikinci.

دویم

doyomî: [do + y + omî] ikinci.

دویمی

doyomîn: [do + y + omîn] ikinci.

دویمین

dîr: 1. geç.

Subhhâ dîr ez hâb bulend mîşodem

Sabahları geç kalkıyordum. (Maraz-i Kand)

صبح ها دیر از خواب بلند می شدم

2. uzun zaman.

Dîr bâyed tâ ki sırr-i âdemî

Âşikârâ gerded efzûn u kemî

Uzun zaman gerekli, insan sırrının

Az veya çok ortaya çıkması için. (Mesnevi)

دیر باید تا که سر آدمی

آشکارا گردد افزون و کمی

3. uzun, mütemadi.

دیر

dîrpâ: [dîr + pâyîden > pâ] 1. geçmek bilmeyen.

Hîçkes nemîdânist ki derin dekâyik-i kond u dîrpâ melike der otâk-i amel bîhûş rûy-i taht-i amel hâbîde est u derd mîkeşîd

Hiç kimse, bu ağır ilerleyen ve geçmek bilmeyen dakikalarda, imparatoriçenin ameliyathanede ameliyat masasında baygın yattığını ve sancı çektiğini bilmiyordu. (Gulbang)

هیچکس نمی دانست که درین دقایق کند و دیرپا ، ملکه در اطاق عمل بیهوش روی تخت عمل خوابیده است و درد می کشد

2. devamlı, kalıcı. 3. dayanıklı.

دیر پا

dîrgozer: [dîr + gozeşten > gozer] geçmek bilmeyen.

دیر گذر

dîr u zûd: er geç.

Ger tu râ kâmî ber âyed dîr u zûd ez vasl-i yâr

Ba’d ez an nâmet be rusvâyî ber âyed neng nîst

Yâre vuslat arzun ergeç gerçekleşirse, artık ondan sonra rüsva olsan da, gam değil. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 162)

گر تو را کامی بر آید دیر و زود از وصل یار

بعد از آن نامت به رسوایی بر آید ننگ نیست

دیر و زود

dîrvakt: (F.-A.) [dîr + vakt] geç, geç vakit.

دیر وقت

dîr yâ zûd: ergeç, eninde sonunda, nasıl olsa.

Berâyi âzâdî-yi îrân kıyâm kerde’îm u dîr ya zûd pîrûz hâhîm şud

İran’ın özgürlüğü için ayaklandık ve ergeç muzaffer olacağız. (Settâr Han)

برای آزادی ایران قیام کرده ایم و دیر یا زود پیروز خواهیم شد

دیر یا زود

dîrbâz: [dîr + bâz] 1. uzun süre. 2. geç vakit.

دیرباز

dîrest: [dîr + est] uzun zamandır, epeydir.

دیرست

dîrgâh: [dîr + gâh] 1. çok eskiden. 2. geç vakit.

دیرگاه

dîrûz: [dî + rûz] dün, geçen gün.

Fikr mîkerd ki imrûz bâ dîrûz çikadr tefâvut dâred

Bugün dünden ne kadar farklı! diye düşünüyordu. (Azeristan)

فکر میکرد که امروز با دیروز چقدر تفاوت دارد

Dîrûz hengâm-i zohr bûd ki men ez dihkede ber mîgeştem

Dün öğle vakti köyden dönüyordum. (Deryâ-yi Govher)

دیروز هنگام ظهر بود که من از دهکده بر می گشتم

دیروز

dîrûzî: [dîrûz + î] 1. dünkü. 2. yeni doğmuş çocuk.

دیروزی

dîrîst ki: uzun zamandır, ne zamandır, epeydir.

Dîrîst ki dildâr peyâmî nefiristâd

Nenvişt selâmî yu kelâmî nefiristâd

Sevgili ne zamandır bir haber bile göndermedi. Ne selâm gönderdi, ne bir kelâm yazdı. (Hâfız)

دیری است که دلدار پیامی نفرستاد

ننوشت سلامی و کلامی نفرستاد

دیری است که

dîrîn: [dîr + în] eski, kadim.

Heman doşmen ki dîrîn doşemeneş bûd

Çû rûy-i û bedîd, û râ bebahşûd

Düşmün onun kadim düşmanıydı

Görünce yüzünün halini, ona acıdı (Vîs u Râmîn)

همان دشمن که دیرین دشمنش بود

چو روی او بدید او را ببخشود

دیرین

dîrîne: [dîr + îne] eski, kadim.

Fikr-i aşk âteş-i gam der dil-i Hâfız zed u sûht

Yâr-i dîrîne bebînîd ki bâ yâr çi kerd

Aşk fikri Hâfız’ın gönlüne aşk ateşi düşürüp yaktı.

Eski dosta bakar mısınız, yârine neler etti! (Hâfız)

فکر عشق آتش غم در دل حافظ زد و سوخت

یار دیرینه ببینید که با یار چه کرد

Sovdâ-yi tu âşnâ-yi dîrîne-i mâst

Dîr est ki av’av-i tu der sîne-i mâst

Senin sevdan eski aşinamız.

Haykırışın uzun zamandır sinemizde. (Evhad)

سودای تو آشنای دیرینهء ماست

دیر است که عوعو تو در سینهء ماست

دیرینه

dîşeb: [dî + şeb] dün gece, dün akşam.

Men taraf-i subh reftem nezd-i hemsâye. Bedbaht dîşeb morde

Sabaha doğru komşuya gittim. Zavallı dün gece ölmüş. (Deryâ-yi Govher)

من طرف صبح رفتم نزد همسایه بدبخت دیشب مرده

Aceb mîdâştem dîşeb zi Hâfız câm u peymâne

Velî men’eş nemîkerdem ki sûfîvâr mîâverd

Dün gece Hâfız’a şaşıyordum. Çünkü elinde kadeh bâde içiyordu. Ona engel olamadım, sûfîler gibi içiyordu. (Hâfız)

عجب می داشتمدیشب ز حافظ جام و پیمانه

ولی منعش نمی کردم که صوفی وار می آورد

دیشب

dîşebî: [dî + şeb + î] dün geceki, dün akşamki.

دیشبی

dîger: (Peh.) 1. diğer, öteki, öbürü, öte.

Der taraf-i dîger yek tahtihâb dîde mîşud

Öte tarafta bir karyola görülüyordu. (Deryâ-yi Govher)

در طرف دیگر یک تختخواب دیده میشد

2. hiç, asla, bir türlü.

Pâdişâhî bâ gulâmî acemî der keştî nişest ve gulâm dîger deryâ nedîde bûd ve mihnet-i keştî neyâzmûde

Bir padişah yabancı bir köle ile gemiye bindi. Köle hiç deniz görmemiş ve gemi sıkıntısı çekmemişti. (Gulistan)

پادشاهی با غلامی عجمی در کشتی نشست و غلام دیگر دریا ندیده بود و محنت کشتی نیازموده

Emmâ ser-i gâv be dâhil-i homre refte ve dîger der nemî âmed

Ama ineğin başı küpün içine girmiş, bir türlü çıkmıyordu. (Molla ve Hereş)

اما سر گاو به داخل خمره رفته و دیگر در نمی آمد

3. artık, bir daha, bundan böyle, sonra.

Bîdâr hem ki şodî, dîger nemî tevânî hoft

Bir kere uyandın mı bir daha uyuyamazsın. (Kûtî-i Kibrît)

بیدار هم که شدی ، دیگر نمی توانی خفت

Men dîger ez çîzî nemî tevânem keyf bekonem

Ben artık hiçbir şeyden zevk alamıyorum. (Se Katre Hûn)

من دیگر از چیزی نمی توانم کیف بکنم

4. daha.

Yek sâet-i dîger gozeşt u nohostîn hevâpeymâhâ-yi şikârî-yi almânî der âsmân-i cengel-i kûçek pedîdâr şodend

Bir saat daha geçti ve ilk Alman avcı uçakları koruluğun semalarında görüldü. (Zindehâ ve Mordehâ)

یک ساعت دیگر گذشت و نخستین هواپیماهای شکاری آلمانی در آسمان جنگل کوچک پدیدار شدند

5. henüz, daha.

Henûz yek sâet-i dîger mânde tâ şâmiman râ behorîm

Akşam yemeğine daha bir saat var. (Se Katre Hûn)

هنوز یک ساعت دیگرمانده تا شاممان را بخوریم

6. başka.

Û ez yek çîz-i dîger bîşter mîtersîd

O başka bir şeyden daha çok korkuyordu. (Hindû)

او از یک چیز دیگر بیشتر می ترسید

7. başkası, diğeri. 8. sonra. 9. bir daha.

Reft der âlûnekeş ve der râ be rûy-i hodeşbest ve dîger kesî û râ nedîd

Kulübesine gidip kapıyı üstüne kapadı. Bir daha onu gören olmadı. (Se Katre Hûn, s. 144)

رفت در آلونکش و در را بروی خودش بست و دیگر کسی او را ندید

دیگر

dîgerbâr: [dîger + bâr] tekrar, yeniden, bir kez daha.

دیگر بار

dîgerbâre: [dîger + bâr + e] tekrar, yeniden, bir kez daha.

دیگر باره

dîger çi: daha neler!

دیگر چه

dîgerrûz: [dîger + rûz < rûz-i dîger] ertesi gün.

دیگر روز

dîgerân: [dîger + ân] diğerleri, başkaları.

Ançi dîgerân ba’d ez movt-i tabî’î hâhend dîd, îşân pîş ez movt-i tabî’î mîbînend

Başkalarının tabiî ölümden sonra göreceklerini, onlar tabiî ölümden önce görürler. (İnsânu’l-kâmil)

آنچه دیگران بعد از موت طبیعی خواهند دید ، ایشان پیش از موت طبیعی می بینند

Feyz-i rûhulkuds er bâz meded fermâyed

Dîgerân hem bekunend ançi mesîhâ mîkerd

Rûhülkudüs yine yardım edecek olursa, İsa’nın yaptığını başkaları da yapabilir. (Hâfız)

فیض روح القدس ار باز مدد فرماید

دیگران هم بکنند آنچه مسیحا می کرد

دیگران

dîgergûn: [dîger + gûn] 1. başka renk. 2. değişik, başka.

Ey dûst, hadîs-i aşk dîgergûnest

Dostum, aşk sözü bambaşka bir söz. (Evhad)

ای دوست ، حدیث عشق دیگرگونست

3. baş aşağı. 4. ızdıraplı.

دیگرگون

dîgerom: [dîger + om] 1. diğeri, bir diğeri, bir başkası. 2. benzeri, gibi.

دیگرم

dîgerî: [dîger + î] diğeri, bir diğeri, bir başkası.

دیگری

dîne: [dî + n-e] dünkü.

Yakîneş şud ki şâh âîne-i ûst

Hemin şâh âşnâ-yi dîrîne-i ûst

Onun şahın ta kendisi olduğundan, bu şahın onun dün tanıştığı kimse olduğundan emin oldu. (İlâhînâme)

یقینش شد که شاه آئینهء اوست

همین شاه آشنای دینهء اوست

دینه

zâten: (A.) zaten, aslında.

Seyyid Mîrân zâten merdî hoşmuâşeret ve mihmândûst bûd

Seyyid Mîrân hoşmeşrep ve konuksever biriydi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 229)

سید میران ذاتا مردی خوش معاشرت و مهمان دوست بود

ذاتاً

râ: (Peh.) 1. (gr.) -i, -ı.

Pes tu nişesteî ve ragbet râ ez do taraf tîz mîkonî ve mîpindârî ki islâh-i kârî mîkonî

O halde sen oturmuş, rağbeti iki taraftan bilemekte ve bir işi düzelttiğini sanmaktasın. (Fîhimâfîh)

پس تو نشستهء و رغبت را از دو طرف تیز میکنی و می پنداری که اصلاح کاری میکنی

Esrâr-i ezel râ ne to dânî yu ne men;

Vin harf-i muammâ ne to hânî yu ne men.

Hest ez pes-i perde goftigûy-i men u to,

Çon perde ber ofted, ne to mânî yu ne men.

Ezel sırlarını ne sen bilirsin, ne ben.

Bu muammayı ne sen okursun, ne ben.

Perde arkasında var seninle benim dedikodum.

Perde düştü mü ne sen kalırsın, ne ben. (Hayyâm)

اسرار ازل را نه تو دانی و نه من

وین حرف معما نه تو خوانی و نه من

هست از پس پرده گفتگوی من و تو

چون پرده برافتد، نه تو مانی و نه من

2. (gr.) -e, -a.

Rovnek-i ahd-i şebâb est diger bustân râ

Mîresed mujde-i gul bulbul-i hoşelhân râ

Bir kez daha gül bahçesine gençlik çağının parlaklığı gelmiştir. Güzel nağmeli bülbüle gül müjdesi erişmede. (Hafız)

رونق عهد شبابست دگر بستان را

میرسد مژدهء گل بلبل خوش الحان را

Duşmen be kasd-i Hâfız eger dem zened, çi bâk!

Minnet hudây râ ki niyem şermsâr-i dûst

Düşman Hâfız’ı kötülemek için konuşursa, bundan niçin korkayım? Tanrı’ya şükür; dosta karşı utanacak bir şey yapmadım. (Hâfız)

دشمن بقصد حافظ اگر دم زند ، چه باک

منت خدای را که نیم شرمسار دوست

3. (gr.) iyelik eki gibi tercüme edilir.

Kûh râ mîh-i zemîn kerd ez nohost

Pes zemîn râ rûyez deryâ beşost

Önce dağı yere çiviledi.

Sonra dünyanın yüzünü denizle yıkadı. (Mantıku’t-Tayr, s. 50, satır 5)

کوه را میخ زمین کرد از نخست

پس زمین را روی از دریا بشست

4. esten, hesten, şoden, âmeden bûden, dâşten ve geşten gibi fiillerden biri geldiğinde iyelik eki gibi değerlendirilir.

Bisyâr vakt buved, kuvvet u şecâ’et râ sûd nebuved

Çok zaman olur, kuvvet ve cesaretin yararı olmaz.

بسیار وقت بود ، قوت و شجاعت را سود نبود

Merd-i kâhil râ ez dunyâ nasîb nebâşed

Tembel adamın dünyadan nasibi olmaz.

مرد کاهل را از دنیا نصیب نباشد

Gurûhî ez ulemâ gofte’end ki hodâ azze ve cel râ sîsed u şast hezâr âlem est

Bilginlerden bir grup ‘Yüce Tanrı’nın üç yüz altmış bin âlemi vardır’ demiştir. (Tercume-i Tefsîr-i Taberî, s. 15, str. 11-12)

گروهی از علما گفته اند که خدا عز و جل را سیصد و شصت هزار عالم است

Bes ki nâlîdem zi derd-i dûrî-yi an sengdil

Dil be derd âmed zi âhu nâle-i men seng râ

O taş yüreklinin ayrılık derdiyle o kadar inledim ki benim âhlarım ve iniltilerimden taşın gönlü dertlendi. (Dîvân-ı Câmî, s. 154)

بس که نالیدم ز درد دوریء آن سنگدل

دل به درد آمد ز آه و نالهء من سنگ را

5. için.

Kâzî fetvî dâd ki hûn-i yekî ez raiyyet rîhten selâmet-i pâdişeh râ revâ bâşed

Kadı, padişahın sağlığı için halktan birinin kanını dökmek caizdir, diye fetva verdi.

قاضی فتوی داد که خون یکی از رعیت ریختن سلامت پادشه را روا باشد

Çu hâhed zi her kişverî sad hezâr

Kemer beste û râ koned kârzâr

O dileyecek olsa, her ülkeden yüz bin asker onun için savaşır. (Şâhnâme, I/43, beyit 189)

چو خواهد ز هر کشوری صد هزار

کمر بسته او را کند کارزار

6. Kimi cümlelerde veya beyitlerde râ edatı düşebilir.

Eger zi bâg-i raiyyet melik hored sîbî

Ber âverend gulâmân-i û diraht ez bîh

Padişah halkın bahçesinden bir elma yiyecek olsa, kulları ağacı kökünden söker. (Gulistan)

اگر ز باغ رعیت ملک خورد سیبی

بر آورند غلامان او درخت از بیخ

Eger rûzî mulk be men resed, men rûy-i zemîn ez eşkâniyân pâk konem

Bir gün saltanat benim elime geçerse, yeryüzünü Eşkânîlerden temizleyeceğim.

اگر روزی ملک بمن رسد ، من روی زمین از اشکانیان پاک کنم

7. aşkına (yemin).

Turâ be hodâ

Allah aşkına.

ترا به خدا

را

râbi’: (A.) dördüncü.

رابع

râbi’en: (A.) 1. dördüncü, dördüncüsü, dördüncü olarak. 2. dördüncü derece.

رابعا ً

râci’: (A.) 1. dönen, geri dönen, ric’at eden. 2. hakkında, konusunda.

راجع

râci’ be: (A.-F.) hakkında, konusunda, ilişkin.

Mîhâhem tahkîkât-i râci’ be katl-i pederem râ ez ser begîrîd

Babamın öldürülmesi hakkındaki soruşturmayı baştan almanızı istiyorum. (Adâlet-i Âsumân)

می خواهم که تحقیقات راجع بقتل پدرم را از سر بگیرید

راجع به

râci’ be inki: (A.-F.) hakkında, konusunda, ilişkin.

راجع به اینکه

re’s: (A.) baş.

رأس

râst: (Peh.) 1. sağ. 2. doğru, düz. 3. dik.

Lâle râst u bîhareket nişeste bûd

Lale dik ve hareketsiz oturmuştu. (Azeristan)

لاله راست و بی حرکت نشسته بود

4. dürüst, doğru.

Sohen cuz be râstî nebâyed goft u râst râ nebâyed nihuft

Doğruluk dışında söz söylememeli ve doğruyu gizlememelidir. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

سخن جز براستی نباید گفت و راست را نباید نهفت

Râsteş râ behâhîd mâ be muhendis ihtiyâc nedârîm

Doğrusunu isterseniz, bizim mühendise ihtiyacımız yok. (Azeristan)

راستش را بخواهید ما بمهندس احتیاج نداریم

Dovrî ki der âmeden u reften-i mâst,

Ûrâ ne nihâyet, ne bidâyet peydâst.

Kesî mînezened demî derin ma’nî râst.

Kin âmeden ez kocâ vu reften be kocâst!

Geldiğimiz, gittiğimiz bu devrin

Ne başı bellidir, ne de sonu.

Kimse etmiyor bu konuda bir laf doğru;

Nereden bu gelişler? Bu gidişler nereye doğru? (Hayyâm)

دوری که در آمدن و رفتن ماست

اورا نه نهایت نه بدایت پیداست

کسی می نزند دمی درین معنی راست

کین آمدن از کجا و رفتن بکجاست؟

5. sağlam. 6. düz çizgi. 7. sadık. 8. eşit. 9. doz. 10. mutedil. 11. aynen.

راست

râst be râst: yüz yüze.

راست به راست

râst râst: dosdoğru,

راست راست

râst u pûst kende: açıkça, dobra dobra, açık açık.

Şomâ bâ râst u pûst kende harf nemî zenîd

Siz benimle dobra dobra konuşmuyorsunuz. (Don Karlos)

شما با من راست و پوست کنده حرف نمی زنید

راست و پوست کنده

râstâ: [râst + â] 1. doğruluk. 2. doğrultu. 3. sağ taraf.

راستا

râstî: [râst + î] 1. doğruluk. 2. dürüstlük.

Ez an rû hest yârân râ safâhâ bâ mey-i la’leş

Ki gayr ez râstî nakşî der ân cevher nemîgîred

Dostlar onun lâl renkli dudağından dolayı safâlar sürüyor. Bunun sebebi o cevherin doğruluk dışında bir şeyi kabul etmemesidir. (Hâfız)

از آن رو هست یاران را صفاها با می لعلش

که غیر از راستی نقشی در آن جوهر نمی گیرد

3. sahi, doğrusu, gerçekten.

Heme bâver kerde bûdend ki râstî nâhoşem

Herkes gerçekten benim hasta olduğuma inanmıştı. (Zinde be Gûr)

همه باور کرده بودند که راستی ناخوشم

4. sahi mi? 5. adalet. 6. çeviklik.

راستی

rub’: (A.) çeyrek, dörtte bir.

Be sâet-i heft yek rub’ mânde bûd

Saat yediye çeyrek vardı. (Azeristan)

به ساعت هفت یک ربع مانده بود

ربع

rede: (Peh.) 1. saf, sıra, dizi. 2. sınıf. 3. satır. 4. duvardaki taş veya tuğla sırası.

رده

redîf: (A.) saf, sıra, dizi.

ردیف

redîf be redîf: (F.-A.) sıra sıra.

Divist sised nefer redîf be redîf der an nişeste bûdend

İki yüz üç yüz kişi orada sıra sıra oturmuştu. (Yek Dâstân-i Vâkı’î)

دویست سیصد نفر ردیف به ردیف در آن نشسته بودند

ردیف به ردیف

resm: (A.) 1. yasa. 2. töre, âdet. 3. tertip. 4. yöntem.

رسم

resmen: (A.) 1. resmî olarak. 2. bile bile, göz göre göre. 3. kesinlikle.

رسما ً

ragbeten: (A.) 1. istekle, rağbet ederek. 2. umarak.

رغبهً

ragm: (A.) 1. burnu sürtülme. 2. zıttına, tersine. 3. körlük.

رغم

ragm-i unf-i kesî: (A.-F.) birine inat, zıttına.

Bûy-i îşân ragm-i unf-i munkirân

Gird-i âlem mîreved perdederân

Allahsızların rağmına onların kokuları

Yırtar perdeyi, dolaşır âlemin etrafını. (Mesnevi)

بوی ایشان رغم انف منکران

گرد عالم میرود پرده دران

رغم ِ انف ِ کسی

ragm-i enf-i kesî: (A.-F.) zıttına, aleyhine, rağmen.

رغم انف ِ کسی

ragmen: (A.) 1. zıttına, inadına. 2. dığı halde, ise de.

رغما ً

ragmen alâ enfihi: (A.) burnunu sürtmek için, inadını kırmak için.

رغماً علی انفه

yek do rûzek: bir iki gün, birkaç gün.

Serşikeste nîst, in ser râ mebend

Yek do rûzek cehd kun, bâkî behand

Başın yarılmamış; bağlama şu başını

Bir iki gün çalış; sonrasında gül e mi! (Mesnevî) 

سرشکسته نیست ، این سر را مبند

یک دو روزک جهد کن ، باقی بخند

رک دو روزک

: (Peh.) 1. yüz. 2. yüzey. 3. üzeri. 4. üstü. 5. esas.

رو

rû be: -e doğru, -e, -a.

Anhâ rû be şehr u mâ be semt-i şâhâbâd revâne şodîm

Onlar şehire ve biz Şahâbad tarafına doğru hareket ettik. (Sefernâme-i Emînuddovle)

آنها رو به شهر و ما به سمت شاه آباد روانه شدیم

رو به

rû be in taraf: (F.-A.) 1. bu tarafa doğru. 2. -den beri.

رو به این طرف

rûberû: [rû + be + rû] 1. yüzyüze, karşı karşıya. 2. karşısında, karşı.

Nâgehân îstâd, ez rûberûyeş kesî mî âmed

Ansızın durdu. Karşısından biri geliyordu. (Kûtî-i Kibrît)

ناگهان ایستاد ، از روبرویش کسی می آمد

Bergeştem u der-i rûberû râ zedem

Geri dönüp karşı kapıyı çaldım. (Azeristan)

برگشتم و در روبرو را زدم

روبرو

rûberû-yi yekdîger: karşı karşıya.

روبروی یکدیگر

rûz: (Peh.) 1. gün. 2. gündüz.

Bîmihr-i ruhet rûz-i merâ nûr nemândest

Vez omr merâ cuz şeb-i deycûr nemândest

Güneş gibi parlak yüzün ortada olmayınca gündüzüm karardı. Ömrümden kala kala uzun karanlık geceler kaldı. (Hâfız)

بی مهر رخت روز مرا نور نماندست

وز عمر مرا جز شب دیجور نماندست

3. gündüzleri.

Rûz der kesb-i huner kûş ki mey horden rûz

Dil çun âyine der zeng-i zilâm endâzed

Gündüzleri hüner kazanmaya bak. Çünkü gündüzün mey içmek gönlü ayna gibi koyu pas içinde bırakır. (Hâfız)

روز در کسب هنر کوش که می خوردن روز

دل چون آینه در زنگ ظلام اندازد

4. devir, devre. 5. açık, aşikâr.

روز

rûz-i rûşen: güpegündüz, gün ortası.

Der in rûz-i rûşen hîç hatarî mâ râ tehdîd nemîkoned

Böyle güpegündüz hiçbir tehlike bizi tehdit etmiyor. (Deryâ-yi Govher)

در این روز روشن هیچ خطری ما را تهدید نمی کند

روز ِ  روشن

rûz-i evvel: (F.-A.) ilk gün.

Meymûn, ân meymûn-i rûz-i evvel nebûd

Maymun o ilk günkü maymun değildi. (Kâb-i Çînî)

میمون ، آن میمون روز اول نبود

روز ِ اوّل

rûz-i ba’d: (F.-A.) ertesi gün, sonraki gün.

Rûz-i ba’d mâdereş pîrmerd-i bennâî ez ehâlî-yi mahal râ ecîr kerd

Ertesi gün annesi, mahalleli ihtiyar bir inşaat ustasını tuttu. (Azeristan)

روز بعد مادرش پیرمرد بنائی از اهالی محل را اجیر کرد

روز ِ بعد

rûz-i pesîn: kıyamet günü.

An nîst kû Hâfız râ rindî beşud ez hâtir

Kin sâbıka-i pîşîn tâ rûz-i pesîn bâşed

Hafız rintliği unutmuş değil. Çok önceden takdir edilen bu yazgısı kıyamete dek sürüp gidecek. (Hâfız)

آن نیست کو حافظ را رندی بشد از خاطر

کاین سابقهء پیشین تا روز پسین باشد

روز ِ پسین

rûz-i pîş: önceki gün.

روز ِ پیش

rûz-i pîşîn: geçen gün, evvelki gün.

روز ِ پیشین

rûz-i kabl: (F.-A.) önceki gün.

روز ِ قبل

rûz-i nohost: ezel.

Bâ kîst husûmet? Ki hevâdis râ nîz

Poştest ki ez rûz-i nohost oftâdest

Hadiselerin aslı ezelden tespit edilmişken kime düşmanlık güdüyorsun sen?  (Evhad)

با کیست خصومت؟ که حوادث را نیز

پشتست که از روز نخست افتادست

روز ِ نخست

rûzberûz: [rûz + be + rûz] günden güne, günbegün.

روز به روز

rûz tâ rûz: günden güne.

Rûz tâ rûz kadreş efzûdem

Âhenî râ be zer ber endûdem

Günden güne onun değerini artırdım. Demiri altın kapladım. (Nizâmî)

روزتا روز قدرش افزودم

آهنی را به زر بر اندودم

روز تا روز

rûz u şeb: gece gündüz.

Hemçu Hâfız rûz u şeb bîhîşten

Geşte’em sûzân u giryân, elgıyâs

Hâfız gibi kendimi bilmeden, gündüz gece, yana yakıla, ağlaya sızlaya dolandım durdum. Yardım edin, aman! (Hâfız)

همچو حافظ روز و شب بی خویشتن

گشته ام سوزان و گریان ، الغیاث

روز و شب

rûzekî çend: birkaç gün, bir süre.

Rûzekî çendî sohen kûtâh kerd

Merd-i bakkâl ez nedâmet âh kerd

Papağan bir süre hiç konuşmadı

Bakkal pişmanlıktan ahlar çekti (Mesnevi)

روزکی چندی سخن کوتاه کرد

مرد بقال از ندامت آه کرد

روزکی چند

rûzgârî: [rûzgâr + î] bir zamanlar, vaktiyle.

Rûzgârî û râ mî costem, hod râ mî yâftem

Bir zamanlar onu arıyordum, kendimi buluyordum. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

روزگاری او را می جستم ، خود را می یافتم

 

روزگاری

rûzî: (Peh.) 1. azık. 2. rızık. 4. günde, günlük.

Doktur ezem porsîd: Rûzî çend sâet kâr mîkonî

Doktor bana Günde kaç saat çalışıyorsun? diye sordu. (Dârû-yi Bîhâbî)

دکتر ازم پرسید روزی چند ساعت کار میکنی؟

5. günün birinde, bir gün.

Sabr kun Hâfız be sahtî-i rûz u şeb

Âkıbet rûzî beyâbî kâm râ

Hafız, katlanıver gece gündüz sıkıntıya. Bir gün -nasıl olsa- ereceksin muradına. (Hâfız)

صبر کن حافظ بسختیء روز و شب

عاقبت روزی بیابی کام را

روزی

rûy: 1. yüz.

Husn-i tu hemîşe der fuzûn bâd

Rûyet heme sâle lâlegûn bâd

Güzelliğin günden güne artsın. Yüzün her yıl lâle rengi olsun. (Hâfız)

حسن تو همیشه در فزون باد

رویت همه ساله لاله گون باد

2. üzeri, üzerine, üzerinde.

Melâfe râ ez rûy-i rahthâb berdâşt, rûy-i şânehâyeş endâht u ez otâk bîrûn reft

Çarşafı yatağın üstünden aldı, omuzlarına attı ve odadan çıktı. (Kûtî-i Kibrît)

ملافه را از روی رختخواب بر داشت ، روی شانه هایش انداخت و از اتاق بیرون رفت

Se çikke hûn-i tâze rûy-i zemîn çekîde bûd

Yere üç damla taze kan damlamıştı. (Se Katre Hûn)

سه چکه خون تازه روی زمین چکیده بود

Rûy-i yek tahte sîm keşîde, be hiyâl-i hodeş târ dorost kerde

Bir tahta üzerine tel gerip, aklınca tar yapmış. (Se Katre Hûn)

روی یک تخته سیم کشیده ، بخیال خودش تار درست کرده

Tâ çend zenem be rûy-i deryâhâ hişt?

Bîzâr şodem zi botperestân u kinişt.

Heyyâm ki goft dûzehî hâhed bûd?

Ki reft be dûzeh u ki âmed zi behişt?

Ne zamana kadar suda kerpiç sektireyim?

Usandım putperestinden, havrasından ben!

Hayyam cehennemlik olacak diyen kim?

Cehenneme giden kim, cennetten gelen kim? (Hayyâm)

تا چند زنم بروی دریاها خشت؟

بیزار شدم ز بت پرستان و کنشت

خیام که گفت که دوزخی خواهد بود؟

که رفت به دوزخ و که آمد ز بهشت؟

3. hakkında.

Mîbâyed bîşter rûy-i in movzû’ endîşîd

Bu konu hakkında daha çok düşünmek gerekiyor. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 43)

می باید بیشتر روی این موضوع اندیشید

روی

rûy-i hem: birlikte, toplu olarak, üstüste.

روی هم

rûyhemrefte: [rûy + hem + reften > reft + e] 1. toplam olarak, genel olarak, üstüste.

Rûyhemrefte fikr mîkonem be sad tûmân çîzî kemter ya bîşter ser hâhed zed

Toplam olarak, sanırım, üç aşağı beşyukarı yüz tümen bir şey tutar. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 98)

رویهمرفته فکر می کنم بصد تومان چیزی کمتر یا بیشتر سر خواهد زد

2. bunun yanısıra, üstelik.

روی هم رفته

rûyârûy: [rûy + â + rûy] yüzyüze, karşı karşıya.

رویاروی

zi: 1. -den, -dan. 2. ile. 3. ait.

Goft ey şeh mujde, hâcâtet revâst

Ger garîbî âyedet ferdâ, zi mâst

Dedi: Ey şah, lüjde! Hacetlerin kabul oldu. Yarın sana bir garip gelirse, bizdendir. (Mesnevi)

گفت ای شه مژده  ، حاجاتت رواست

گر غریبی آیدت فردا ، ز ماست

Ey dil to be idrâk-i muammâ neresî;

Der nokte-i zîrekân-i dânâ neresî.

İncâ zi mey u câm behiştî mîsâz.

Kancâ ki behiştest, resî ya neresî!

Ey gönül, bu muammayı çözmeye eremezsin.

Bilgeler ne diyor? O nükteye eremezsin.

Yap burada kendine bir cennet kadeh ile meyden.

Öte yandaki cennete ya erer, ya eremezsin! (Hayyâm)

ای دل تو به ادراک معما نرسی

در نکتهء زیرکان دانا نرسی

اینجا ز می و جام بهشتی میساز

کانجا که بهشتست رسی یا نرسی

Hufte ber sincâb-i şâhî; nâzenînî râ çi gam

Ger zi hâr u hâre sâzed bister u bâlîn garîb

Garip yatağını, yastığını dikenden, taştan yapmış. Şâhâne sincap kürkü yatakta uyuyan nâzeninin umurunda mı sanki! (Hâfız)

خفته بر سنجاب شاهی ، نازنینی را چه غم

گر ز خار و خاره سازد بستر و بالین غریب

ز

zi ber: ezbere.

Aşket resed be feryâd er hod besân-i Hâfız

Kur’ân zi ber behânî der çârdeh rivâyet

Hâfız gibi Kur’ân’ı on dört rivayet üzerinden ezbere okusan dahi, imdadına ancak aşkın koşar. (Hâfız)

عشقت رسد بفریاد ار خود بسان حافظ

قرآن ز بر بخوانی در چارده روایت

ز بر

zi berâyi: için.

Biyâ biyâ ki tu hûr-i behişt râ rizvân

Derin cihân zi berâyi dil-i rehî âverd

Gel hele gel; sen Cennet hûrileri için Cennetteki Rızvan bahçesisin. Tanrı seni bir kulun gönlü için bu dünyaya getirdi. (Hâfız)

بیا بیا که تو حور بهشت را رضوان

درین جهان ز برای دل رهی آورد

ز برای

zi rûy-i: 1. yüzünden. 2. ile.

Sabâ ber an ser-i zulf er dil-i merâ bînî

Zi rûy-i lutf begûyeş ki câ nigeh dâred

Ey sabah meltemi, sevgilinin zülüflerinin ucunda benim gönlümü asılı görürsen, ona yumuşaklıkla yerini korumasını söyle. (Hâfız)

صبا بر آن سر زلف ار دل مرا بینی

ز روی لطف بگویش که جا نگه دارد

ز روی

zi ser tâ pâ: baştan ayağa, baştanbaşa.

Der hurûf-i muhtelif şûr u şekîst

Gerçi ez yek rû zi ser tâ pâ yekîst

Türlü türlü harflerde farklılık vardır

Bir bakıma bütün harfler aynıdır. (Mesnevi)

در حروف مختلف شور و شکی است

گرچه از یک رو ز سر تا پا یکی است

ز سر تا پا

zi ki: kimden, kime.

Murâd-i dil zi ki porsem ki nîst dildârî

Kil cilve-i nazar u şîve-i kerem dâred

Gönlümün muradı gerçekleşir mi, gerçekleşmez mi; kime sorayım? Bakışları cilveli, kerem sahibi bir sevgili yok ki! (Hâfız)

مراد دل ز که پرسم که نیست دلداری

که جلوهء نظر و شیوهء کرم دارد

ز که

zinâgeh: [zi< ez + nâgeh< nâgâh] ansızın, apansız.

ز ناگه

zan: [z< ez + ân] 1. ondan. 2. o yüzden.

Men bîrûtab’em, in zelâlet zânest

Ben yüzsüz tabiatlıyım, bu dalâlet ondan. (Evhad)

من بی رو طبعم ، این ضلالت زانست

زان

zân-i: [z < ez + ân + i] mülkiyet eki, benim, senin, onun vs.

Anber ki ne zân-i tust lâdin bih ezûst

Lavanta senin olmayan amberden iyidir. (Evhad)

عنبر که نه زان تست ، لادن به ازوست

زان

zan pes: ondan sonra.

Çunki gul reft u gulistân der gozeşt

Neşnevî zan pes zi bulbul sergozeşt

Gül gitti, gül bahçesinin devri geçti/ Dinlemezsin bundan sonra bülbülden sergüzeşti (Mesnevi)

که گل رفت و گلستان در گذشت

نشنوی زان پس ز بلبل سرگذشت

زان پس

zan ser: o yandan, o baştan.

Âşıkî ger zin ser u ger zan ser est

Âkıbet mâ râ bedan sır rehber est

Âşıklık o yandan, bu yandan yüce olur/ Sonunda bizi o tarafa götüren rehber olur (Mesnevi)

عاشقی گر زین سر و گر زان سر است

عاقبت ما را بدان سر رهبر است

زان سر

zangehki: [zi + ân + geh + ki] –den beri, -diğinden beri.

Dîger netevânistem ez fitne hazer kerden

Zangeh ki der oftâdem bâ kâmet-i fettânet

Fettan boyunla karşı karşıya geleli artık fitneden sakınamaz oldum. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 194)

دیگر نتوانستم از فتنه حذر کردن

زان گه که در افتادم با قامت فتانت

زان گه که

zansân: [zi + an + sân] öyle, böyle.

Çi bûdet kezansan becestî zi cây

Bemâ bâzgû ey cihân kedhodây

Ey cihan padişahı! Ne oldu da böyle yerinden sıçradın? Söyle bana dedi. (Şâhnâme, I/37, beyit 60)

چه بودت کزانسان بجستی ز جای

بما باز گو ای جهان کدخدای

زانسان

zank: [z< ez + an + k< ki] çünkü, -dığı için, -den dolayı.

Umîd-i beste ber âmed velî çi fâyide, zank

Umîd nîst ki omr-i gozeşte bâz âyed

Ümit bağladığımız şey gerçekleşti. Fakat ne fayda? Çünkü geçen ömrün geri gelme ihtimali yok. (Gulistan)

امید بسته بر آمد ولی چه فایده ، زانک

امید نیست که عمر گذشته باز آید

زانک

zanki: [z< ez + an + ki] için, diye, çünkü.

Rûz râ çi guneh zanki şebpere kûr est

Yarasa kör diye gündüzün günahı ne? (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

روز را چه گنه زانکه شب پره کور است؟

Kadeh be şart-i edeb gîr zanki terkîbeş

Zi kâse-i ser-i cemşîd u behmenest u kubâd

Eline kadehi edeple al. Çünkü terkibinde Cemşid’in, Behmen’in, Kubâd’ın başı var. (Hâfız)

قدح بشرط ادب گیر رانکه ترکیبش

ز کاسهء سر جمشید و بهمناست و قباد

زانکه

zâ’id: (A.) 1. fazla. 2. artı. 3. gereksiz. 4. artan, çoğalan.

زائد

zeber: (Peh.) 1. üst, üstünde. 2. (gr.) fetha, üstün.

زبر

zemân: (Peh.) 1. zaman, vakit.

Penc rûzî ki der in merhale muhlet dârî

Hoş beyâsây zemânî ki zemân in heme nîst

Dünya denilen şu konakta sana beş günlük süre tanınmış. Tadını çıkarmaya bak; yoksa zaman denilen şey bu kadarla sınırlı değil. (Hâfız)

پنج روزی که در این مرحله مهلت داری

خوش بیاسای زمانی که زمان این همه نیست

2. devir, çağ. 3. mühlet. 3. mevsim, sezon.

زمان

zemân-i: zamanında.

زمان ِ

zemânen: (A.) 1. zaman bakımından, zamanca. 2. vaktinde, zamanında.

زمانا ً

zemânî: [zemân + î] 1. zamanla ilgili. 2. -dığı zaman, -ınca. 3. bir an, bir süre.

Tu ger hâhî ki câvîdân cihân yekser biyârâyî

Sabâ râ gû ki berdâred zemânî burka’ ez rûyet 

Dünyayı sonsuza dek süslemek istersen, sabah yeline söyle de bir an için yüzünden peçeyi kaldırıversin. (Hâfız)

تو گر خواهی که جاویدان جهان یکسر بیارایی

صبا را گو که بردارد زمانی برقع از رویت

4. bazen, kimi zaman.

Gerdişhâî ki bâ dûstâneş ser-i kabr-i sa’dî ve bâbâ kûhî kerde bûd beyâd âverd. Gâhî lebhand mîzed, zemânî ehm mîkerd

Dostlarıyla birlikte Sadî’nin, Baba Kûhî’nin mezarlarını ziyaret ettiğini hatırladı. Bazen gülüyor, bazen somurtuyordu. (Se Katre Hûn, s. 82)

گردشهائی که با دوستانش سر قبر سعدی و بابا کوهی کرده بود بیاد آورد ، گاهی لبخند می زد ، زمانیاخم می کرد

زمانی

zemânî ki: [zemân + î + ki] -dığı zaman, -ınca.

Pîşterhâ zemânî ki tu henûz be dunyâ neyâmede bûdî

Önceleri, senin henüz dünyaya gelmediğin zaman. (Eger Haste Şodî)

پیشترها ، زمانی که تو هنوز به دنیا نیامده بودی

Zemânî ki hugo derin cihân çeşm guşûd napoleon-i evvel ber feranse hukmrevâ-yi mutlak bûd

Hugo dünyaya geldiği zaman Birinci Napolyon Fransa’nın mutlak hakimiydi. (Eş’âr-i Muntehab)

زمانی که هوگو درین جهان چشم گشود ناپلئون اول بر فرانسه حکمروای مطلق بود

زمانی که

zinhâr: 1. aman, sakın.

Mîhor ki be zîr-i gil besî hâhî hoft.

Bîmûnis u bîrefîk u bîhemdem u coft.

Zinhâr bekes megû to in râz-i nihoft!

Her lâle ki pejmord, nehâhed beşkoft.

İçmeye bak. Çünkü toprak altında uyuyacaksın çok. Arkadaş yok, eş yok, dost yok, hemdem yok. Söyleme sakın bu gizli sırrı kimseye ! Solduktan sonra açacak gül yok! (Hayyâm)

میخور که بزیر گل بسی خواهی خفت

بی مونس و بی رفیق و بی همدم و جفت

زنهار بکس مگو تو این راز نهفت

هر لاله که پژمرد، نخواهد بشکفت

Aybem bepûş zinhâr ey hırka-i meyâlûd

Kân pâk pâkdâmen behr-i ziyâret âmed

Meye bulanmış hırkam, aman ayıplarımı ört. Çünkü eteği temiz o soylu kişi ziyarete geldi. (Hâfız)

عیبم بپوش زنهار ای خرقهء می آلود

کان پاک پاک دامن بهر زیارت آمد

2. sığınma, iltica.

Ez her taraf ki reftem cuz vahşetem neyefzûd

Zinhâr ezin biyâbân, vin râh-i bînihâyet

Hangi yönden gittiysem, hep korkum arttı. Aman şu çöllerden; aman şu bitmez tükenmez yollardan! (Hâfız)

از هر طرف که رفتم جز وحشتم نیفزود

زنهار ازین بیابان وین راه بی نهایت

3. unutma aman.

Ey bâd, eger be gulşen-i ahbâb bogzerî

Zinhâr arze dih ber-i cânân peyâm-i mâ

Ey rüzgâr, düşerse yolun dostların gül bağına, unutma aman, ilet haberimizi cânana. (Hâfız)

ای باد اگر بگلشن احباب بگذری

زنهار عرضه ده بر جانان پیام ما

زنهار

zinhâr tâ: Zinhâr tâ der sâhten-i tûşe-i âhiret te’hîr câyiz neşomorî

Sakın ahiret azığını hazırlamakta gecikmeyi caiz görme! (Kelîle ve Dimne)

زینهار تا در ساختن توشهء آخرت تأخیر جایز نشمری!

زنهار تا

zihî: 1. aferin, bravo, yaşa, çok yaşa.

Zihî himmet ki Hâfız râst ez dunyî vu ez ukbî

Neyâyed hîç der çeşmeş be cuz hâk-i ser-i kûyet

Hâfız’daki bu himmet nasıl bir şeydir ki ha dünya olmuş ha âhiret âlemi, gözleri sokağının toprağı dışında hiçbir şeyi görmüyor. (Hâfız)

زهی همت که حلفظ راست از دنیی و از عقبی

نیاید هیچ در چشمش بجز خاک سر کویت

2. ne güzel, ne hoş.

Nergis talebed şîve-i çeşm-i tu zihî çeşm

Miskîn habereş ez ser u der dîde hayâ nîst

Nergis bile senin gözlerinin işvesine özeniyor; bu nasıl gözdür böyle! Zavallının ne kendinden haberi var, ne gözlerinde hayâ var. (Hâfız)

نرگس طلبد شیوهء چشم تو زهی چشم

مسکین خبرش از سر و دی دیده حیا نیست

زهی

: [zi< ez + û] 1. ondan. 2. ondan dolayı, o yüzden.

İn kazâ emrî bûd horşîdpûş

Şîr u ejdehâ şeved zû hemçun mûş

Bu kaza, güneşi örten bir buluttur.

Arslan ile ejderha ondan dolayı fareye dönerler. (Mesnevi)

این قضا امری بود خورشید پوش

شیر و اژدها شود زو همچون موش

زو

zevâl: (A.) 1. yok olma, yokluk. 2. haraplık. 3. öğle üstü. 4. âfet. 5. batma. 6. ölüm.

زوال

zûd: (Peh.) 1. çabuk, hemen, acele. 2. erken.

Û zûdter ez heme pâ şud

O herkesten önce kalktı.

Be fitrâk er hemî bendî, hodâ râ, zûd saydem kun

Ki âfethâst der te’hîr u tâlib râ ziyân dâred

Beni terkine bağlayacaksan, Allah aşkına, çabuk avla. Çünkü geç kalmak âfet getirir; bu yolun tâlibine ise zarar verir. (Hâfız)

به فتراک از همی بندی ، خدا را ، زود صیدم کن

که آفتهاست در تأخیر و طالب را زیان دارد

3. hemen, derhal.

Ez her câ berdâştî, zûd beber ser-i câyeş begozâr

Nereden aldıysa, çabuk götür ve yerine koy. (Girdûhâ)

از هرجا برداشتی ، زود ببر سر جایش بگذار

4. süratli.

زود

zûdâzûd: [zûd + â + zûd] 1. aceleyle. 2. uzun uzadıya.

زودازود

zûdter: [zûd + ter] 1. daha erken.

Gezâ râ zûdter bekeş, ba’d ez şâm der bîrûn kâr dârem

Sofrayı çabuk kur, yemekten sonra dışarda işim var. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 47)

غذا را زودتر بکش ، بعد از شام در بیرون کار دارم

2. daha çabuk.

زودتر

zûdî: [zûd + î] 1. erken. 2. çabukluk. 3. sürat. 4. birazdan.

زودی

ziyâd: (A.) 1. çok, fazla, aşırı.

Harf-i ziyâdî nezen

Fazla konuşma! (Maraz-i Kand)

حرف زیادی نزن

Cân-i doşmendârişan cism est sırf

Çun ziyâd ez nerd u ism est sırf

Onlara düşmanlık güdenlerin canı bedendir sadece

Tavladan fazla olsa da bir isimdir sadece. (Mesnevi)

جان دشمدارشان جسم است صرف

چون زیاد از نرد و اسم است صرف

2. çokluk, fazlalık.

زیاد

ziyâde: (A.) 1. fazla, artık, çok. 2. artan. 3. artış, çoğalma.

زیاده

ziyâde ez had: (F.-A.) haddinden fazla.

زیاده از حد

zîr: (Peh.) 1. alt, aşağı, aşağısı.

Hâfiz in hırka ki dârî tu, bebînî ferdâ

Ki çi zunnâr zi zîreş be degâ bugşâyend

Hafız, üstündeki şu hırkanın altından yarın hile ile zünnar çıkardıklarını görürsün. (Hâfız)

حافظ این خرقه که داری تو ، ببینی فردا

که چه زنار ز زیرش به دغا بگشایند

2. hafif. 3. sazın en alttaki ince teli. 4. ince. 5. (müz.) hüzün verici sesi olan saz.

زیر

zîr u bâlâ: aşağı ve yukarı.

زیر و بالا

zîr  u zeber: alt üst.

Kesî kû beste-i zulfet nebâşed

Çu zulfet derhem u zîr u zeber bâd

Zülüflerine bağlanmayan kimse zülüflerin gibi karmakarışık, alt üst olsun. (Hâfız)

کسی کو بستهء زلفت نباشد

چو زلفت درهم و زیروزبر باد

Gâvîst ber âsmân, karîn-i pervîn;

Gâvîst diger; nihofte der zîr-i zemîn;

Ger bînâ’î, çeşm-i hakîkat bogşâ.

Zîr u zeber-i do gâv moştî her bîn.

Gökte var bir öküz, Ülker’in benzeri.

Var bir öküz daha, dünyanın altıdır yeri.

Değilsen kör, aç hakikat gözünü.

Gör iki öküzün arasında bir avuç eşeği! (Hayyâm)

گاویست بر آسمان، قرین پروین

گاویست دگر، نهفته در زیر زمین

گر بینائی، چشم حقیقت بگشا

زیر و زبر دو گاو مشتی خر بین

زیر و زبر

zîrâ: (Peh.) çünkü, zira.

زیرا

zîrâ ki: çünkü.

Bâ merdum-i dervîş tekebbur mekun

Zîrâ ki hemîşe genc der vîrânest

Yoksullara karşı kibirlenme sakın! Çünkü hazine daima viranede bulunur. (Evhad)

با مردم درویش تکبر مکن

زیرا که همیشه گنج در ویرانست

زیرا که

zîrâk: [zîrâ + k] çünkü.

زیراک

zin: [zi< ez + in] 1. bundan.

Ânân ki muhît-i fazl u âdâb şodend,

Der cem’-i kemâl şem’-i eshâb şodend,

Reh zin şeb-i târîk nebordend be rûz;

Goftend fesâne’î yu der hâb şodend.

Onlar ki fazilet, âdâb sahibi oldular.

Olgunlukta dostların ışığı oldular.

Çıkamadılar şu karanlık geceden gündüze.

Bir masal söyleyip uykuya dalar oldular. (Hayyâm)

آنان که محیط فضل و آداب شدند

در جمع کمال شمع اصحاب شدند

ره زین شب تاریک نبردند بروز

گفتند فسانه ای و در خواب شدند

2. bundan dolayı.

زین

zinpes: [z< ez + in + pes] bundan sonra, bundan böyle.

Tu merâ begozâr zin pes, pîş rân

Hadd-i men în bûd ey sultân-i cân

Bundan sonra sen beni bırak, ileri git.

Ey can sultanı! Benim sınırım buraya kadardı. (Mesnevi)

تو مرا بگذار زین پس ، پیش ران

حد من این بود ای سلطان جان

Tâ merâ zincâ be hindustân bered

Bûd zinde kan taraf cân bered

Beni buradan Hindistan’a götürsün. Ola ki bendeniz oraya gidince canımı kurtarırım. (Mesnevi)

تا مرا زینجا بهندستان برد

بود زنده کآن طرف شد جان برد

زین پس

zin dîger: diğerinden, öbüründen.

Her do gûn zenbûr hordend ez mahal

Lîk şud zan nîş u zin dîger asel

İki çeşit arı aynı yerden beslendi

Oysa biri zehir, diğeri bal verdi (Mesnevi)

هر دو گون زنبور خوردند از محل

لیک شد زان نیش و زین دیگر عسل

زین دیگر

zin sebeb: (F.-A.) bu sebeple.

Cumle âlem zin sebeb gumrâh şud

Kem kesî zi ebdâl-i Hak âgâh şud

Cümle âlem bu sebeple yoldan çıktı

Az kişi Tanrı erlerinden haberdar oldu (Mesnevi)

جمله عالم زین سبب گمراه شد

کم کسی ز ابدال حق آگاه شد

زین سبب

zinsipes: [z< ez + in + sipes] bundan sonra, bundan böyle.

Zin sipes men neşnevem an demdeme

Bang-i dîvânest u gûlân an heme

Ben bundan sonra o gürültüyü dinlemem. Onlar hep şaytanlarla gulyabanilerin sesleridir. (Mesnevi)

زین سپس من نشنوم آن دمدمه

بانگ دیوانست و غولان آن همه

زین سپس

zin ser: bu yandan, bu taraftan.

Âşıkî ger zin ser u ger zan ser est

Âkıbet mâ râ bedan sır rehber est

Âşıklık o yandan, bu yandan yüce olur

Sonunda bizi o tarafa götüren rehber olur (Mesnevi)

عاشقی گر زین سر و گر زان سر است

عاقبت ما را بدان سر رهبر است

زین سر

zin nesak: (F.-A.) [ < ez + in + nesak] şöyle, şu şekilde.

Merd kâni’ ez ser-i ihlâs u sûz

Zin nesak mîgoft bâ zen tâ be rûz

Kanaatkâr adam ihlas ile içi yana yana

Sabaha kadar şöyle diyordu karısına. (Mesnevi)

مرد قانع از سر اخلاص و سوز

زین نسق میگفت با زن تا به روز

زین نسق

zin namat: (F.-A.)  [ez + in + namat] bu denli, bu minval üzere.

Zin namat bisyâr burhân goft şîr

Kez cevâb-i an cebriyân geştend sîr

Aslan bu denli birçok şey söyledi

Cebrîler onun cevapları ile doydu (Mesnevî)

زین نمط بسیار برهان گفت شیر

کز جواب آن جبریان گشتند سیر

زین نمط

zin yekî: [ez + in + yek + î] birinden, bundan.

Her do gûn âhû giyâ hordend u âb

Zin yekî sergîn şud u zan muşk-i nâb

İki âhu aynı yerden beslendi, su içti

Birinden dışkı çıktı, diğeri misk verdi (Mesnevi)

هر دو گون آهو گیا خوردند و آب

زین یکی سرگین شد و زان مشک ناب

زین یکی

zînsân: [zi< ez + in + sân] 1. bu denli. 2. bunun gibi, böylesine.

زینسان

sâbi’: (A.) yedinci.

Ve ba’zî gofte’end ki in harb der sâbi’-i şevvâl vâki’ şud

Bazılarına göre bu harp yedi şevvalde gerçekleşti. (Mucmel-i Fasîhî, I/71)

و بعضی گفته اند که این حرب در سابع شوال وافع شد

سابع

sâbi’en: (A.) yedinci, yedinci kez.

سابعا ً

sâbik: (A.) 1. eski, geçen, önceki, sabık.

Ez pol-i sâbik cuz pâyehâ çîzî nemânde est

Eski köprüden ayaklar dışında hiçbir şey kalmamıştır.

از پل سابق جز پایه ها چیزی نمانده است

2. daha önce memurlukta bulunan. 3. rütbe ve zaman bakımından kıdemli.

سابق

sâbik ber an: (A.-F.) ondan önce.

سابق بر آن

sâbik ber in: (A.-F.) bundan önce, daha önce.

Sûret-i yek nefer âdemî râ dâşt ki sâbik ber in bâ û âşnâ bude’em

Bundan önce kendisiyle tanışık olduğum bir adamın yüzüne sahipti. (Bûf-i Kûr)

صورت یک نفر آدمی را داشت که سابق برین با او آشنا بوده ام

سابق بر این

sâbıkan: (A.) önceden, bundan önce, daha önce, eskiden.

سابقا ً

sâde: 1. sade. 2. basit.

Çitovr mumkin est ki û çonîn hakîkat-i sâde ve vâzihî râ nebîned?

Onun böyle basit ve açık bir hakikati görmemesi nasıl mümkün? (Azeristan)

چطور ممکن است که او چنین حقیقت ساده و واضحی را نبیند؟

Çîst in sakf-i bulend-i sâde-i bisyâr nakş

Zin muammâ hîç dânâ der cihân âgâh nîst

Şu yüksek, sade ama çok nakışlı gökyüzü tavanı da ne demek? Dünyada bu muammayı çözecek aklı başında biri yok.

چیست این سقف بلند سادهء بسیار نقش

زین معما هیچ دانا در جهان آگاه نیست

3. kolay. 4. saf.

Şomâ heme kes râ misl-i hoditan hûb u sâde mîdânîd

Siz herkesi kendiniz gibi iyi ve saf biliyorsunuz. (Homâ)

شما همه کس را مثل خودتان خوب و ساده می دانید

5. hâlis, arı. 6. sıradan, âdi. 7. sakalsız. 8. çıplak. 9. kel. 10. aptal. 11. hilesiz.

ساده

sâ’et: (A.) 1. saat. 2. zaman, vakit. 3. an. 4. kıyamet. 5. fersah.

ساعت

sâ’et be sâ’et: (A.-F.) 1. anbean. 2. saat başı.

Kârmend-i bâznişeste ki maraz-i kand dâred mecbûr est sâet be sâet be musterâh bereved

Şeker hastası olan emekli memur saat başı tuvalete çıkmak zorundadır. (Dârû-yi Bîhâbî)

کارمند بازنشسته که مرض قند دارد مجبور است ساعت به ساعت به مستراح برود

ساعت به ساعت

sâ’ate: (A.-F.) [sâat + e] saatlik.

Ba’d ez do mulâkât-i peyderpey ve yek gotugûy-i nîm sâ’ete-i ruh der ruh evvelîn bâr bûd ki nigâh-i an do ber mîhord

Peşpeşe iki mülakat ve yüz yüze yarım saatlik bir konuşmadan sonra ilk kez ikisi göz göze gelmişti. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 28)

بعد از دو ملاقات پی در پی و یک گفتگوی نیم ساعتهء رخ در رخ اولین بار بود که نگاه آن دو بهم بر می خورد

Şâh râ bih buved ez tâet-i sad sâle vu zuhd

Kadr-i yek sâate omrî ki derû dâd koned

Adaletle geçirilmiş bir saatlik ömür, şah için yüz yıllık ibadete, zahitliğe değer. (Hâfız)

شاه را به بود از طاعت صد ساله و زهد

قدر یک ساعته عمری که درو داد کند

ساعته

sâ’etî dîger: (A.-F.) [sâ’et + î + dîger] 1. bir saat sonra. 2. bir süre sonra.

Âfitâbî k’û ber âyed nârgûn

Sâ’atî dîger şeved û sernigûn

Bakarsın güneş nar gibi doğar

Bir süre sonra baş aşağı gelir batar (Mesnevî)

آفتابی کاو بر آید نارگون

ساعتی دیگر شود او سرنگون

ساعتی دیگر

sâ’aten: (A.) bir müddet.

ساعهً

sâ’aten fesâ’aten: (A.) anbean.

ساعهً فساعهً

sâl: (Peh.) 1. yıl, sene.

Eykâş ki cây-i âremîden bûdî!

Ya in reh-i dûr râ resîden bûdî!

Kâş ez pey-i sad hezâr sâl ez dil-i hâk

Çon sebze omîd-i ber demîden bûdî!

Keşke durup dinlenecek bir yer olsaydı!

Ya da şu uzun yola çıkmak mümkün olsaydı!

Keşke yüzbin yıl sonra toprağın bağrından

Otlar gibi yeşerme umudu olsaydı! (Hayyâm)

ایکاش که جای ارمیدن بودی

یا این ره دور را رسیدن بودی

کاش از پی صد هزار سال از دل خاک

چون سبزه امید بردمیدن بودی

سال

sâl-i cârî: (F.-A.) içinde bulunulan yıl.

سال ِ جاری

sâl-i hâzır: (F.-A.) içinde bulunulan yıl.

سال ِ حاضر

sâl-i hâl: (F.-A.) içinde bulunulan yıl.

سال ِ حال

sâl-i kabl: (F.-A.) önceki yıl, evvelki yıl.

سال ِ قبل

sâl-i mâkabl: (F.-A.) önceki yıl, evvelki yıl.

سال ِ ماقبل

sâlefzûn: [sâl + efzûden > efzûn] 1. artık yıl. 2. yıldan yıla artan.

سال افزون

sâlbesâl: [sâl + be + sâl] 1. yıldan yıla. 2. yıllarca.

سال بسال

sâl-i gozeşte: geçen yıl.

سال گذشته

sâlâsâl: [sâl + â + sâl] yıl boyunca, yıldan yıla.

سالاسال

sâlâne: [sâl + âne] yıllık, yılda.

سالانه

sâlif: (A.) geçmiş, önceki, eski.

سالف

sâlifulbeyân: (A.) yukarıda açıklanan.

سالف البیان

sâlifuzzikr: (A.) yukarıda anılan, zikredilen.

سالف الذکر

sâlifen: (A.) önceden.

سالفا ً

sâlife: (A.) 1. geçen, geçmiş, eski.

سالفه

sâlhâ: [sâl + hâ] yıllarca.

Sâlhâ dil taleb-i câm-i cem ez mâ mîkerd

Vançi hud dâşt zi bîgâne temennâ mîkerd

Gönül yıllarca Cem’in kadehini bizden istedi durdu; oysa kendinde olanı yabancıdan istedi durdu. (Hâfız)

سالها دل طلب جام جم از ما می کرد

وانچه خود داشت ز بیگانه تمنا می کرد

سالها

sâlhâst: [sâl + hâ + est] yıllardır.

La’lî ez kân-i muruvvet ber neyâmed sâlhâst

Tâbiş-i horşîd u sa’y-i bâd u bârân râ çi şud?

Mürüvvet madeninden lâl çıkmaz yıllardır. Güneşin parıltısına, rüzgârın, yağmurun çabasına ne oldu? (Hâfız)

لعلی از کان مروت برنیامد سالهاست

تابش خورشید و سعی باد و باران را چه شد؟

سالهاست

sâlhâ-yi sâl: [sâl + hâ + yi + sâl] yıllarca, yıllardır.

Mollâ sâetî dâşt ki sâlhâ-yi sâl hûb kâr kerde bûd

Hoca’nın yıllarca iyi çalışmış bir saati vardı. (Molla ve Hereş)

ملا ساعتی داشت که سالهای سال خوب کار کرده بود

سالهای سال

sâlî: [sâl + î] 1. bir yıl, yılın birinde. 2. yıllığı.

Mollâ hâne râ sâlî deh tûmân icâre dâd

Hoca evi yıllığı on tümene kiraya verdi. (Molla ve Hereş)

ملا خانه را سالی ده تومان اجاره داد

سالی

sâlîmâhî: [sâl + î + mâh + î] ayda yılda bir kere.

Sâlî mâhî yek kitâb mîharîdem

Ayda yılda bir kere bir kitap satın alıyordum. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

سالی ماهی یک کتاب می خریدم

سالی ماهی

sâliyân: [sâl + iy + ân] yıllar, seneler.

سالیان

sâliyân-i dirâz: yıllarca, senelerce.

سالیان ِ دراز

san: (gr.) gibi, benzeri, andırır.

سان

sâyir: (A.) 1. seyreden.

Sâyirân der âsumânhâ-yi diger

Gayr-i in heft âsumân-i mu’teber

Bu yedi meşhur gök katından öte

Seyir halindedirler başka göklerde (Mesnevi)

سایران در آسمانهای دیگر

غیر این هفت آسمان معتبر

2. akan. 3. hepsi. 4. diğer, sâir.

Men yakîn dârem zahmet u haterât-i zîbâî ez sâyir bahşişhâ-yi tabîat bîşter nîst

Ben güzelliğin zahmet ve tehlikelerinin tabiatın öteki bağışlarından daha çok olduğundan eminim. (Perîçihr)

من یقین دارم زحمت و خطرات زیبائی از سایر بخشش های طبیعت بیشتر است

5. artık, başka.

سایر

sâyirîn: (A.) diğerleri, başkaları.

سایرین

sebok: (Peh.) 1. hafif. 2. çevik, kıvrak. 3. hoppa, hafifmeşrep. 4. süratli.

Mey hor ki her ki âhir-i kâr-i cihân bedîd

Ez gam sebuk ber âmed u rıtl-i girân girift

Mey içmeye bak; çünkü dünyanın sonunu görebilenler gam yükünü atıp hafiflerken, büyük boy kadehleri ellerine aldılar. (Hâfız)

می خور که هر که آخر کار جهان بدید

از غم سبک بر آمد و رطل گران گرفت

5. ilgisiz. 6. derhal.

Sebuk sûy-i hân-i ferîdûn şitâft

Ferâvân pijûhîd u kes râ neyâft

Derhal Feridun’un sarayına koştu. Çok aradıysa da kimseyi bulamadı. (Şâhnâme, I/41, beyit 157)

سبک سوی خان فریدون شتافت

فراوان پژوهید و کس را نیافت

7. çabuk.

Gûsfendan râ zi sahrâ mîkeşend

Anki ferbihter sebukter mîkoşend

Koyunları ovada yayarlar

Semirmiş olanı daha çabuk keserler. (Mesnevi)

گوسفندان را ز صحرا می کشند

آنکه فربه تر سبک تر می کشند

سبک

seher: (A.) seher vakti, tan.

Seher bulbul hikâyet bâ sabâ kerd

Ki aşk-i rûy-i gul bâ mâ çihâ kerd

Seher vakti bülbül, sabah meltemine Gülün yüzüne olan aşkım bana neler etti neler! diye anlattı da anlattı. (Hâfız)

سحر بلبل حکایت با صبا کرد

که عشق روی گل با ما چها کرد

سحر

sehergâh: (A.-F.) [seher + gâh] seher vakti, tan vakti, şafakta.

سحرگاه

sehergâhân: (A.-F.) [seher + gâh + ân] seher vakti.

Goftem: Ey şâm-i garîbân turre-i şebreng-i tu

Der sehergâhân hazer kun çun benâled in garîb

Sevgiliye dedim: Gece gibi siyah kâkülün gariplerin akşamıdır. Aman şu garip âşığın seher vakti inlemesinden sakın! (Hâfız)

گفتم ای شام غریبان طرهء شبرنگ تو

در سحرگاهان حذر کن چون بنالد این غریب

سحرگاهان

sehergeh: (A.-F.) [seher + geh] seher vakti, tan vakti.

Mihrâb-i ebrûyet benumâ tâ sehergehî

Dest-i duâ ber ârem u der gerden âremet

Kaşlarının mihrabını bana göster de seher vakti ellerimi duaya kaldırdıktan sonra boynuna dolayım. (Hâfız)

محراب آبرویت بنما تا سحرگهی

دست دعا بر آرم و در گردن آرمت

سحرگه

seht: (Peh.) 1. çetin, zorlu. 2. güç, müşkül. 3. çok.

Pîrmerd an rûz saht gurisne bûd

Yaşlı adam o gün çok açtı. (Nesr-i Derî-i Efgânistân)

پیرمرد آن روز سخت گرسنه بود

Fehmîdem ki tâ kunûn saht iştibâh mî kerde’em

Şimdiye kadar çok yanıldığımı anladım. (Azeristan)

فهمیدم که تا کنون سخت اشتباه می کرده ام

Biyâ ki kasr-i emel saht sustbunyâdest

Biyâr bâde ki bunyâd-i omr ber bâd est

Gel haydi, emeller kasrının temeli çok zayıf. Şarap getir. Çünkü ömrün temeli rüzgâr üstüne kurulmuş. (Hâfız)

بیا که قصر امل سخت سست بنیاد است

بیار باده که بنیاد عمر بر باد است

4. sımsıkı. 5. şiddetli, şiddetle.

Adliyye her ki râ bekânûn nâsipâsî mîkerd, keyfer-i saht mîdâd

Adliye, yasaya aykırı davranan herkesi şiddetle cezalandırıyordu. (Settâr Han)

عدلیه هرکه را به قانون ناسپاسی میکرد ، کیفر سخت میداد

6. sağanak. 7. kaba, iri. 8. acımasız, taş yürekli.

Goftem meger be girye dileş mihribân kunem

Çun saht bûd, der dil-i sengeş eser nekerd

Bakarsın, ağlayarak kalbini kazanırım dedim, öyle taş yürekli ki tınmadı bile. (Hâfız)

گفتم مگر به گریه دلش مهربان کنم

چون سخت بود ، در دل سنگش اثر نکرد

9. sert.

Gul behandîd ki ez râst berencîm velî

Hîç âşık suhen-i saht be ma’şûk negoft

Gül gülerek Doğru sözden dolayı inciniyoruz, ama hiçbir âşık maşuğuna sert sözler etmemiştir dedi. (Hâfız)

گل بخندید که از راست برنجیم ولی

هیچ عاشق سخت سخت به معشوق نگفت

Ve gîrem men berâstî an elmâs-i saht u dirahşânî bûdem ki hîç filizzî netevâned hat ber an biyendâzed

Diyelim ki ben gerçekten de hiçbir metalin çizemeyeceği sert ve parlak elmastım. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 110)

و گیرم که من براستی آن الماس سخت و درخشانی بودم که هیچ فلزی نتواند خط بر آن بیاندازد

10. kötü.

Mollâ ez û porsîd: Doktur âyâ maraz-i men saht est?

Hoca Doktor bey, hastalığım kötü mü yoksa? diye sordu. (Molla ve Hereş)

ملا از او پرسید دکتر آیا مرض من سخت است؟

سخت

ser: (Peh.) 1. baş. 2. kişi, fert. 3. düşünce, fikir. 4. istek, arzu, heves.

Be mey imâret-i dil kun ki in cihân-i harâb

Ber an ser est ki ez hâk-i mâ besâzed hişt

Mey ile gönül yapmaya bak. Çünkü şu harap dünya toprağımızdan kerpiç dökme hevesinde. (Hâfız)

بمی عمارت دل کن که این جهان خراب

بر آن سر است که از خاک ما بسازد خشت

Ger zank dilet râ ser-i râh reften hest

Pâ ber ser-i nefs-i hod nih u bordî dest

Gönlünde bu yolda yürümek arzusu varsa, ayağını nefsinin üstüne bas. O zaman dileğine kavuşursun. (Evhad)

گر زانک دلت را سر ره رفتن هست

پا بر سر نفس خود نه و بردی دست

5. niyet, kasıt. 6. güç, kuvvet. 7. (ask.) komutan, ordu komutanı, kuvvet komutanı. 8. lider, önder, başkan. 9. ileri gelen. 10. öz, saf, arı, halis. 11. adet, tane (At, katır gibi hayvanlarla avcı kuşlar için).

Çun be kâhin rucû’ kerdend, beporsîd ki der miyân-i şomâ diyet-i merdî çend ser oştor mîbâşed

Kâhine müracaat ettiklerinde Sizde bir adamın diyeti kaç baş devedir? diye sordu. (Mucmel-i Fasîhî, I/44)

چون به کاهن رجوع کردند ، بپرسید که در میان شما دیت مردی چند سر اشتر می باشد

12. üst, üstünde, üzeri, üzerinde.

Dûr nîst yek ferseh bîşter nîst, ser-i râh-i şîrâz

Uzak değil. Bir fersahtan çok tutmaz. Şiraz yolu üzerinde. (Sefernâme)

دور نیست یک فرسخ بیشتر نیست ، سر راه شیراز

Çun hâst ki intikâm keşed hoşnevâz fermûd tâ der râh hendekî amîk kerdend ve ser-i an râ bepûşânîd

Hoşnevaz intikam almak istedi ve yola derin bir hendek kazdırıp üstünü kapattırdı. (Mucmel-i Fasîhî, I/35)

چون خواست که انتقام کشد خوشنواز فرمود تا در راه خندقی عمیق کردند و سر آن را بپوشانید

13. vakti, zamanı.

Velî pârsâl şellâle ser-i zâyiman mord

Fakat evvelki yıl Şelale doğum sırasında öldü. (Azeristan)

ولی پارسال شلاله سر زایمان مرد

14. hakkında, dair, ilişkin.

Ançi ki benazareş muşkil ya meşkûk mîâmed hâricnuvîsî mînumûd tâ ba’d bâ şeyh ebulfazl ser-i her kodâm mubâhese bekoned

Zor bulduğu ya da şüpheyle karşıladığı şeyleri, daha sonra her biri hakkında Şeyh Ebulfazl ile tartışmak üzere not alıyordu. (Se Katre Hûn, s. 196)

آنچه که بنظرش مشکل یا مشکوک می آمد خارج نویسی می نمود تا بعد با شیخ ابو الفضل سر هر کدام مباحثه بکند

15. neden, sebep. 16. temel, esas, asıl. 17. kapı sürgüsü. 18. koruyucu, hâmi. 19. başlangıç. 20.üstün. 21. taraf, yön, cihet.

Sârvân raht be dervâze meber k’an ser kû

Şâhrâhîst ki menzilgeh-i dildâr-i men est

Kervanbaşı, eşyamı şehir kapısına götürme. Çünkü orası sevgilimin konak yerinin bulunduğu anayoldur. (Hâfız)

ساروان رخت بدروازه مبر کآن سر کو

شاهراهیست که منزلگه دلدار من است

22. yüzünden, nedeniyle, sebebiyle. 23. uç.

Zerrînkulâh eşkhâyeş râ bâ ser-i âstîneş pâk kerd

Zerrinkülâh göz yaşlarını elbisesenin kol ucuyla sildi. (Sâyerûşen)

زرین کلاه اشک هایش را با سر آستینش پاک کرد

24. köşe, köşebaşı. 25. kapak. 26. ağız. 27.  -de, -da, içinde. 28. kenar. 29. orta. 30.başında.

Hettâ ser-i gûr-i mâder-i bozorgem îstâdem çonanki gûî mîtevânem bâ û harf bezenem

Hatta onunla konuşabilirmişim gibi, büyükannemin mezarı başında biraz durdum. (Azeristan)

حتی سر گور مادر بزرگم کمی ایستادم چنانکه گوئی می توانم با او حرف بزنم

31. üstü.

Ser-i şeb zenem porsîd

Akşam üstü karım sordu.(Nâbiga-i Hûş)

سر شب زنم پرسید

سر

ser-i zohr: (F.-A.) öğle üstü.

سر ِ ظهر

ser-i her sâ’et: (F.-A.) saat başı, saat başında.

سر ِ هر ساعت

serbâlâ: [ser + bâlâ] 1. yokuş. 2. yokuş yukarı. 3. artık, ziyade, aşkın. 4. dağ.

سر بالا

serbâlâyî: [serbâlâ + y + î] yokuş, yokuş yukarı, rampa.

سر بالایی

serbâlîn: [ser + bâlîn] başucu.

 سر بالین

sertâbepâ: [ser + tâ + be + pâ] baştan ayağa kadar, baştan başa, tümü.

سر تا به پا

sertâpâ: [ser + tâ + pâ] baştan ayağa, tepeden tırnağa, hepsi, tümü.

Mîşodend ez ka’be tâ eksâ-yi rûm

Tovf mîkerdend sertâpâ-yi rûm

Kâbe’den Rûm’un en uzak köşelerine kadar gidip Rûm ülkesini baştanbaşa dolaşıyorlardı. (Mantıku’t-Tayr, s. 78)

می شدند از کعبه تا اقصای روم

طوف می کردند سرتاپای روم

سر تا پا

sertâteh: [ser + tâ + teh] 1. baştan sona kadar. 2. hepi topu, topu topu.

Seferî ki bâr-i evvel ser tâ tih hifdeh rûz nekeşîd çerâ in bâr ez yek mâh tecâvuz kerd

İlk defasında hepi topu on yedi gün bile sürmeyen seyahat neden bu kez bir ayı aştı? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 78)

سفری که بار اول سر تا ته هفده روز نکشید چرا این بار از یک ماه تجاوز کرد

سر تا ته

sertâser: [ser + tâ + ser] baştanbaşa, bir başta bir başa, boyunca, tümü, hepsi.

Nakşe-i siyâsî-yi cihân sertâser-i dîvâr-i râhrov râ mî ârâst

Siyasî dünya haritası koridorun bütün duvarını süslüyordu. (Azeristan)

نقشهء سیاسی جهان سرتاسر دیوار راهرو را می آراست

Donyâ dîdî yu herçi dîdî, hîç est.

Van nîz ki goftî yu şenîdî, hîç est.

Sertâser-i âfâk devîdî, hîç est.

Van nîz ki der hâne hezîdî, hîç est.

Gördün dünyayı; ne gördünse bir hiçtir.

Dediklerin, duydukların da bir hiçtir.

Bütün ufukları dolaştın ya, bir hiçtir.

Evde oturup kalman da bir hiçtir. (Hayyâm)

دنیا دیدی و هرچه دیدی هیج است

وان نیز که گفتی و شنیدی هیج است

سرتاسر آفاق دویدی هیج است

وان نیز که در خانه خزیدی هیج است

سر تا سر

serteser: [ser + te< tâ + ser] baştan başa, bir baştan bir başa, bütün, hep.

سر تسر

sercomle: (F.-A.) [ser + cumle < ser-i cumle] 1. baş, esas. 2. öz, hülasa, en iyisi. 3. (gr.) cümle başı. 4. tümü, hepsi.

سر جمله

sercumle-i âlem: (F.-A.) herkes.

سر جملهء عالم

serzede: [ser + zeden > zed + e] 1. apansız, aniden, habersizce, paldır küldür.

Nigâh kun, yek aga vu hânum mî âyend, benişânişan tû-yi otâk-i intizâr, biyâ icâze begîr, mebâdâ serzede dâhil şevend

Bak, bir beyle hanım geliyor. Onları bekleme odasında oturt, gel izin al. Sakın paldır küldür girmesinler! (Mahmûd Aka râ Vekîl Konîd)

نگاه کن ، یک آقا و خانم می آیند ،  بنشانشان توی اتاق انتظار ، بیا اجازه بگیر ، مبادا سرزده داخل شوند

سر زده

ser-i mû: azıcık, çok az, kıl ucu kadar.

سر مو

ser-i mûy: 1. kıl ucu.

Her ser-i mûy-i merâ bâ tu hezârân kâr est

Mâ kucâîm u melâmetger-i bîkâr kucâst?

Saçımızın her telinin seninle binlerce işi var. Biz nerdeyiz? İşini gücünü bırakıp, önüne geleni kınayan nerede? (Hâfız)

هر سر موی مرا با تو هزاران کار است

ما کجائیم و ملامتگر بیکار کجاست

2. çok az, azıcık.

سر موی

sırren ve cehren: (A.) gizli veya açık olarak, gizlice veya açıkça.

سرّا ً و جهرا

serâpâ’în: [ser + â + pâ’în] aşağıya doğru.

سرا پائین

serâbâlâ: [ser + â + bâlâ] yukarı, yokuş yukarı.

سرابالا

serâpâ: [ser + â + pâ] 1. baştan ayağa, baştanbaşa, hepsi, tümü, tepeden tırnağa.

Gayr ez in nukte ki Hâfız zi tu nâhoşnûd est

Der serâpây-i vucûdet hunerî nîst ki nîst

Hâfız’ın senden hoşnut olmaması şöyle dursun, bu başka mesele, ama senin vücudunda da hünersiz bir yer yok! (Hâfız)

غیر از این نکته که حافظ ز تو ناخشنود است

در سراپای وجودت هنری نیست که نیست

2. boy bos, endam.

سراپا

serâser: [ser + â + ser] 1. baş tanbaşa, bir uçtan bir uca, tüm, bütün, hepsi.

Serâser bahşiş-i cânân tarîk-i lutf u ihsân bûd

Eger tesbîh mîfermûd, eger zunnâr mîâverd

Sevgili hep lûtuf ve ihsan yoluyla bağışta bulunurdu. Tespih veya zünnâr hangisini buyursa, dediğini yapardım. (Hâfız)

سراسر بخشش جانان طریق لطف و احسان بود

اگر تسبیح می فرمود ، اگر زنار می آورد

Serâser-i otâk râ geşt

Bütün odayı aradı. (Kûtî-i Kibrît)

سراسر اتاق را گشت

Mih-i galîz serâser-i okyânus râ pûşânîde bûd

Yoğun sis bütün okyanusu örtmüştü. (Deryâ-yi Govher)

مه غلیظ سراسر اقیانوس را پوشانیده بود

2. altın ve gümüş tel dokumalı kumaş.

سراسر

serâsîme: 1. şaşkın, afallamış, telâşlı, heyecanlı. 2. afallayarak.

Mâder serâsîme ez otâk hâric şud ve dobâre feryâd zed

Annesi afallamış bir vaziyette odadan çıktı ve tekrar bağırdı. (Deryâ-yi Govher)

مادر سراسیمه از اطاق خارج شد و دوباره فریاد زد

سراسیمه

serâşîb: [ser + â + şîb] 1. yokuş aşağı, iniş. 2. baş aşağı. 3. yamaç.

Dih rûy-i serâşîbî-yi teppeî ki şîb-i an ez şomâl be cenûb est karâr girifte

Köy, kuzeyden güneye meyleden bir tepenin yamacında yer alır. (Ûrâzân, s. 11)

ده روی سراشیبی تپه ای که شیب آن از شمال به جنوب است قرار گرفته

سراشیب

sorâg: 1. ayak izi. 2. alamet, işaret. 3. arama. 4. arka, peş. 5. yan. 6. haber, bilgi.

سراغ

serencâm: [ser + encâm] 1. son, nihayet, akıbet.

Be hest u nîst merencân zamîr u hoş mîbâş

Ki nîstîst serencâm-i her kemâl ki hest

Vara yoğa incitme kalbini; mutlu olmaya bak. Çünkü her olgunluğun sonunda nasıl olsa yokluk var. (Hâfız)

به هست و نیست مرنجان ضمیر و خوش می باش

که نیستی است سرانجام هر کمال که هست

2. sonunda.

Velî serencâm baht yârî kerd ve be destnuvîs-i kâmil-i an destresî yâftem

Fakat sonunda şans yardım etti ve bunun eksiksiz el yazması nüshasına ulaştım. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 40)

ولی سرانجام بخت یاری کرد و به دستنویس کامل آن دسترسی یافتم

سرانجام

serbeser: [ser + be + ser] 1. baştan başa, bir baştan bir başa, tümü.

Cumle-i morgân çu beşenîdend hâl

Serbeser kerdend ez hudhud suâl

Tüm kuşlar durumu öğrenince hep birden hüthüde sordular. (Mantıku’t-Tayr, s. 68)

جملهء مرغان چو بشنیدند حال

سربسر کردند از هدهد سؤال

2. başbaşa, eşit.

سربسر

serîu’z-zevâl: (A.) dayanıksız, çabuk geçen.

سریع الزوال

sezâ: (Peh.) 1. lâyık, seza, yaraşır.

2. karşılık, lâyık.

Anhâ bâyed sezâ-yi in amel-i hod râ bebînend

Onlar bu hareketlerinin karşılığını görmeliler. (Azeristan)

آنها باید سزای این عمل خود را ببینند

سزا

sehven: (A.) yanlışlıkla, sehven.

سهوا ً

: (Peh.) 1. yön, taraf. 2. yan.

سو

sevâ: (A.) 1. orta, ara. 2. denk. 3. ayrı, -den başka, dışında, haricinde. 4. aynı, bir. 5. ortak.

سوا

sevâ-yi inhâ: (A.-F.) bunlardan başka.

سوای اینها

sûbesû: [sû + be + sû] her taraf, her yan.

سوبسو

sevvom, sovvom, sevom, seom: üçüncü.

سوم

sevvomî, sovvomî, sevomî: [se + vom + î] üçüncü.

سومی

sevomîn, sevvomîn, sovvomîn: [se + vomîn] üçüncü, üçüncüsü.

سومین

sûy: 1. yön, taraf, semt.

Dûş ez mescid sûy-i meyhâne âmed pîr-i mâ

Çîst yârân-i tarîkat ba’d ez in tedbîr-i mâ?

Pîrimiz dün gece mesçitten meyhaneye geldi. Ey yoldaşlar, ey tarikat arkadaşları! Bundan sonra tedbirimiz ne olacak? (Hâfız)

دوش از مسجد سوی میخانه آمد پیر ما

چیست یاران طریقت بعد ازین تدبیر ما؟

2. -e, -a.

Herkû sûy-i şâhidî beşehvet nigered

Sıddîk nebâşed ber-i mâ, zindîk est

Ama kim güzele şehvetle bakarsa, o sıddık değil, zındıktır bizce. (Evhad)

هرکو سوی شاهدی بشهوت نگرد

صدیق نباشد بر ما ، زندیق است

سوی

: (Peh.) otuz.

سی

siyyânen: (A.) eşit olarak.

سیتانا ً

siyom, siyyom: üçüncü.

Bâr-i seyyom goft: Boro ve der ancâ nişîn

Üçüncü kez Git, otur oraya dedi. (Mucmel-i Fasîhî, I/302)

بار سیوم گفت برو و در آنجا نشین

سیوم

şâm: (Peh.) 1. akşam yemeği. 2. akşam.

Ber bûy-i anki cur’a-i câmet be mâ resed

Der mastaba duâ-yi tu ber subh u şâm reft

Kadehe benzeyen ağzından bir yudum öpücük alma umuduyla sabah akşam meyhanede dua ediliyor sana. (Hâfız)

بر بوی آنکه جرعهء جامت بما رسد

در مصطبه دعای تو بر صبح و شام رفت

3. gece.

Kârem bedan resîd ki hemrâz-i hod kunem

Her şâm berk-i lâmi’ u her bâmdâd bâd

Öyle bir hâle geldim ki geceleri parlak şimşekleri, sabahları rüzgârı sırdaş edinir oldum. (Hâfız)

کارم بدان رسید که همراز خود کنم

هر شام برق لامع و هر بانداد باد

شام

şâm u seher: (F.-A.) akşam sabah.

شام و سحر

şâm u subh: (F.-A.) akşam sabah.

شام و صبح

şe’n: (A.) 1. iş, önemli iş. 2. şan. 3. olay, mesele, hadise.

شأن

şâyed: belki, belki de, şayet, muhtemelen, ola ki.

Nemî dânem.

Çitovr nemîdânem? Şâyed nemî hâhîd begûyîd

-Bilmiyorum. -Nasıl bilmiyorum? Belki de söylemek istemiyorsunuz. (Hindû)

نمی دانم

چطور نمی دانم؟ شاید نمی خواهید بگویید

Şâyed hodeş râ be derbâr endâhte bâşed

Belki kendisini denize atmıştır. (Nesr-i Derî-i Efgânistan)

شاید خودش را به دربار انداخته باشد

شاید

şeb: (Peh.) 1. gece.

Şebhâ bîşter efsurde vu tenhâ mîşud

Geceleri daha üzgün ve yalnız oluyordu. (Emûyem Mîgoft)

شبها بیشتر افسرده و تنها میشد

Şem’ eger zan leb-i handân be zebân lâfî zed

Pîş-i uşşâk-i tu şebhâ be garâmet berhâst

O gülen dudaklar yüzünden mumun dilinden birkaç laf çıkacak oldu; âşıklarının önünde geceler boyu pişmanlığa durdu. (Hâfız)

شمع اگر زان لب خندان بزبان لافی زد

پیش عشاق تو شب ها بغرامت برخاست

2. akşam.

شب

şeb eb şeb: akşamdan akşama.

شب به شب

şeb tâ be seher: (F.-A.) geceden sabaha kadar, gece boyunca.

شب تا به سحر

şeb tâ be sabâh: (F.-A.) geceden sabaha kadar.

شب تا به صباح

şeb tâ rûz: sabaha kadar, akşamdan sabaha kadar.

Zi çeşm-i men bepors ovzâ’-i gerdûn

Ki şeb tâ rûz ahter mî şumârem

Feleğin durumunu bana sor. Çünkü sabaha kadar yıldızları sayıyorum. (Kemâleddin İsmail)

ز چشم من بپرس اوضاع گردون

که شب تا روز اختر می شمارم

شب تا روز

şeb u rûz: gece gündüz.

شب و روز

şeb u nehâr: gece gündüz.

شب و نهار

şebâne: [şeb + âne] 1. geceleyin, gece vakti. 2. akşam yemeği.

شبانه

şebânerûz: [şeb + âne + rûz] gece gündüz, gündüz gece, sürekli.

شبانه روز

şebe: [şeb + e] gecelik, gecede.

Nehufte’em zi hiyâlî ki mîpezed dil-i men.

Humâr-i sad şebe dârem; şerâbhâne kocâst?

Gönlümde oluşan hayaller yüzünden gözüme uyku girdiği yok. Yüz gecenin mahmurluğu var üstümde; şaraphane nerde? (Hâfız)

نخفته ام ز خیالی که می پزد دل من

خمار صد سبه دارم ، شرابخانه کجاست؟

شبه

şebî: (Peh.) [şeb + î] 1. gecelik. 2. geceleyin. 3. bir gece.

Bâ dil-i sengînet âyâ hîç dergîred şebî

Âh-i âteşnâk u sûz-i sîne-i şebgîr-i mâ

Bütün gece çektiğimiz ateşli âhlar ve gönül yangıları acaba bir gececik olsun senin katı yüreğine tesir edecek mi? (Hâfız)

با دل سنگینت آیا هیچ درگیرد شبی

آه آتشناک و شوز سینهء شبگیر ما

شبی

şedîd: (A.) 1. şiddetli, aşırı.

Ber aks, der berâber-i hergûne novcûyî hessâsiyyet-i şedîdî dâşt u bâ an be mubâreze ber mîhâst

Aksine, her türlü yenilik arayışı karşısında aşırı hassasiyet gösteriyor ve onunla mücadeleye başlıyordu. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

بر عکس ، در برابر هرگونه نوجویی حساسیت شدیدی داشت و با آن به مبارزه بر می خاست

2. sert. 3. katı. 4. sağlam. 5. güçlü.

شدید

şedîden: (A.) şiddetle.

شدیدا ً

şeş: (Peh.) 1. altı.

Resîd mevsim-i an kez tarab çu nergis-i mest

Nihed be pây-i kadeh her ki şeş direm dâred

Artık cebinde altı dirhemi olanın, neşelenince tıpkı mest olmuş nergisler gibi kadehin dibine para atmalarının zamanı geldi. (Hâfız)

رسید موسم ا« کز طرب چو نرگس مست

نهد به پای قدح هرکه شش درم دارد

2. altı yön.

شش

şeş cihet: (F.-A.) altı yön.

Feryâd ki ez şeş cihetem râh bebestend

An hâl u hat u zulf u ruh u ârız u kâmet

Ben, ayva tüyü, zülüf, yüz, yanak ve boy; işte sevgilinin bu altı özelliği altı yönden yolumu kesti; vay vay vay! (Hâfız)

فریاد که از شش جهتم راه ببستند

آن خال و خط و زلف و رخ و عارض و قامت

شش جهت

şeşdâng: [şeş + dâng] tamamı, altıda altısı.

شش دانگ

şeşom: [şeş + om] altıncı.

Eger ez rûy-i hesîsehâ-yi hod-i kitâb dâverî şeved, berzûnâme bâyed be karn-i pencum ya âgâz-i karn-i şeşum-i hicrî bestegî dâşte bâşed

Kitabın özelliklerine bakarak hüküm yürütmek gerekirse, Berzûnâme hicrî beşinci yüzyıl ile altıncı yüzyılın başlarına ait olmalıdır. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 49)

اگر از روی خصیصه های خود کتاب داوری شود ، برزونامه باید به قرن پنجم یا آغاز ششم هجری بستگی داشته باشد

ششم

şeşomî: [şeş + omî] altıncı.

ششمی

şeşomîn: [şeş + omin] altıncı.

ششمین

şukr-i îzed: (A.-F.) Allah’a şükürler olsun.

Şukr-i îzed ki zi târâc-i hazân rahne neyâft

Bûstân-i semen u serv u gul u şimşâdet

Tanrı’ya şükürler olsun; yasemin, servi, gül ve şimşir bahçen sonbaharın talanından zarar görmedi ya. (Hâfız)

شکر ایزد که ز تاراج خزان رخنه نیافت

بوستان سمن و سرو و گل و شمشادت

شکر ِ ایزد

şukr îzed râ: (A.-F.) Allah’a şükür.

Şukr-i îzed râ vu îsî râ ki mâ

Geşteîm an kîş-i Hak râ rehnumâ

Şükürler olsun Tanrı’ya, İsa’ya

Rehber olduk biz Hak dinine (Mesnevi)

شکر ایزد را و عیسی را که ما

گشته ایم آن کیش حق را رهنما

شکر ایزد را

şukr-i hodâ: (A.-F.) Allah’a şükür.

İfşâ-yi râz-i halvetiyân hâst kerd şem’

Şukr-i hodâ ki sırr-i dileş der zebân girift

Mum, seninle başbaşa kalanların sırrını ifşâ etmek istedi de, Allah’tan, sırrı diline dolandı kaldı. (Hâfız)

افشای راز خلوتیان خواست کرد شمع

شکر خدا که سر دلش در زبان گرفت

شکر خدا

şukr ki: (A.-F.) şükürler olsun.

Girye-i şâm u seher, şukr ki, zâyi’ negeşt

Katre-i bârân-i mâ govher-i yekdâne şud

Şükürler olsun! Sabah akşam ağlayışlarım boşa gitmedi. Göz yaşı yağmurumuzun damlaları eşi bulunmaz inci kesildi. (Hâfız)

گریهء شام و سحر ، شکر که ، ضایع نگشت

قطرهء باران ما گوهر یک دانه شد

شکر که

şomâ: (Peh.) 1. siz.

Tîmâr-i garîbân eser-i zikr-i cemîl est

Cânâ meger in kâide der şehr-i şumâ nîst?

Gariplere kol kanat germek iyi adla anılmayı kazandırır. Ey sevgili, bu kural senin şehrinde geçerli değil mi? (Hâfız)

تیمار غریبان اثر ذکر جمیل است

جانا مگر این قاعده در شهر شما نیست

2. sen.

Garaz zi mescid u meyhâne’em visâl-i şumâst

Cuz in hiyâl nedârem, hodâ guvâh-i men est

Mescidinden de, meyhanesinden de amacım, sana kavuşmaktır. Başka bir düşüncem yok; Allah şahit. (Hâfız)

غرض ز مسجد و میخانه ام وصال شماست

جز این خیال ندارم ، خدا گواه من است

شما

şomâ râ be hodâ: Allah aşkına.

شما را بخدا

şimâlen: (A.) 1. kuzeyden, kuzeyde. 2. soldan.

شمالا ً

şemme: (A.) 1. koklama. 2. güzel koku. 3. biraz.

شمه

şemmeî: (A.-F.) [şemme + î] biraz, birazcık, bir parça.

Bes negûyem şemme’î ez şerh-i hod ezank

Derd-i ser bâşed numûden bîş ezin ibrâm-i dûst

Sevgiliye duyduğum özlemi birazcık olsun anlatamam. Çünkü dostun üstüne bu kadar düşmek baş ağrıtır. (Hâfız)

بس نگویم شمه ای از شرح خود ازانک

درد سر باشد نمودن بیش ازین ابرام دوست

Şemmeî zin hâl-i ârif vânumûd

Halk râ hem hâb-i hissî der rubûd

Tanrı bir parça gösterdi ârifin halinden

Hissî uyku insanları aldı kendinden (Mesnevi)

شکه ای زین حال عارف وا نمود

خلق را هم خواب حسی در ربود

شمه ای

sâf u pûst kende: (A.-F.) açık açık, dobra dobra.

Gûş kun nâdir, biyâ sâf u pûstkende sohbet konîm

Dinle Nadir; gel, dobra dobra konuşalım. (Azeristan)

گوش کن نادر ، بیا صاف و پوست کنده صحبت کنیم

Bâ men sâf u pûst kende harf bezenîd

Benimle açık açık konuşun. (Don Karlos)

با من صاف و پوست کنده حرف بزنید

صاف و پوست کنده

sâf u sâde: (A.-F.) saf, safdil, safdilane.

Pîrmerdî sâf u sâde in mahlûk-i bîçâre râ pezîruft

Saf bir ihtiyar bu biçare varlığı kabul etti. (Deryâ-yi Govher)

پیرمردی صاف و ساده این مخلوق بیچاره را پذیرفت

صاف و ساده

subh: (A.) sabah.

Subhhâ dîr ez hâb bulend mîşodem

Sabahları geç uyanıyordum. (Maraz-i Kand)

صبح ها دیر از خواب بلند می شدم

Subh pâîn-i diraht se katre hûn çekîde bûd

Sabah ağacın altına üç damla kan damlamıştı. (Se Katre Hûn)

صبح پائین درخت سه قطره خون چکیده بود

صبح

subh be subh: (A.-F.) her sabah.

İn rûzhâ subh be subh ki mîhâst ez hâne bîrûn bereved pul-i bîşterî câ mîgozâşt ve tovsiye mîkerd ki gezâ-yi bihterî pohte şeved

O günlerde her sabah evden çıkarken daha çok para bırakıyor ve daha iyi yemek yapılmasını söylüyordu. (Şovher-i Âhu Hanum, s. 228)

این روزها صبح به صبح که می خواست از خانه بیرون برود پول بیشتری جا می گذاشت و توصیه می کرد که غذای بهتری پخته شود

صبح به صبح

subh u şâm: (A.-F.) sabah akşam.

İn kohne ribât râ ki âlem nâm est;

Ârâmgeh-i eblak-i sobh u şâm est.

Bezmîst ki vâmânde-yi sad Cemşîd est.

Gûrîst ki hâbgâh-i sad Behrâm est.

Şu köhne kervansaray ki âlemdir adı,

Sabahla akşam denen alaca atın konağı.

Yüz Cemşid’in meclisinin artığı,

Yüz Behram’ın uyku yeri, mezarı. (Hayyâm)

این کهنه رباط را که عالم نام است

آرامگه ابلق صبح و شام است

بزمیست که واماندهء صد جمشید است

گوریست که خوابگاه صد بهرام است

صبح و شام

subh u mesâ: (A.) sabah akşam.

صبح و مسا

sobhdem: (A.-F.) [sobh + dem] sabah vakti, sabahleyin.

Subhdem morg-i çemen bâ gul-i nevhâste goft

Nâz kem kun ki derin bâg besî çun tu şikuft

Sabahleyin bülbül yeni açmış güle Çok naz etme. Bu bahçede senin gibi çok gül açtı dedi. (Hâfız)

صبحدم مرغ چمن با گل نوخاسته گفت

ناز کم کن که درین باغ بسی چون تو سکفت

صبحدم

sobhgâh: (A.-F.) [sobh + gâh] sabahleyin, sabah vakti.

Û nâgehân der mukâbil-i hod dunyâ-yi porşukûhî râ dîd ki der hevâ-yi nemâlûd u sefîd-i subhgâhî nefes mîkeşîd

O ansızın karşısında, sabahın pırıl pırıl ve nemli havasında nefes aldığı görkemli bir dünya gördü. (Sahrârovgen)

او ناگهان در مقابل خود دنیای پر شکوهی را دید که در هوای نم آلود و سفید صبحگاهی نفس می کشید

Menem ki gûşe-i meyhâne hânkâh-i men est

Duâ-yi pîr-i mugân vird-i subhgâh-i men est

Benim tekkem meyhane köşesi, sabahları dilime doladığım dua ise, meyhaneciye ettiğim dualardır. (Hâfız)

منم که گوشهء میخانه خانقاه من است

دعای پیر مغان ورد صبحگاه من است

صبحگاه

sad der sad: yüzde yüz.

İn rekâbethâ ve men u tûîhâ ki zarareş sad der sad muteveccih-i hod-i mâst bâyed ez miyâne berhîzed

Zararı yüzde yüz kendimize dokunan bu rekabetler ve çekişmeler ortadan kalkmalı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 9)

این رقابت ها و من و توئی ها که ضررش صد در صد متوجه خود ماست باید از میانه بر خیزد

صد در صد

sirf: (A.) 1. sadece, yalnız, ancak. 2. tamamen, bütün.

صرف

sarf-i nazar: (A.-F.) bir yana, şöyle dursun.

صرف ِ نظر

sirfen: (A.) 1. sadece, sırf, salt. 2. halis.

صرفا ً

sûret be sûret: (A.-F.) oysa.

صورت به صورت

sûreten: (A.) görünüşte, görünüşe bakılırsa.

Sûreten be âdem-i tendorost mîmâned

Görünüşte sağlıklı insana benziyor. (Kitâb-i Ahmed)

صورتا ً به آدم تندرست می ماند

صورتا ً

zid: (A.) 1. zıt, aykırı, karşıt, muhalif. 2. düşman. 3. karşı.

Ceng-i sad sâle zidd-i feranse ber pâ kerd

Fransa’ya karşı yüz yıllık savaşı başlattı. (Ferheng-i Fârsî, c. 5)

جنگ صد ساله ضد فرانسه بر پا کرد

ضد

zimn: (A.) 1. iç, içinde, ara, orta. 2. iken, esnasında, zımnında.

Men zimn-i sarf-i subhâne nigâhî be rûznâme mî endâhtem

Sabah kahvaltımı yaparken gazeteye şöyle bir göz atıyordum. (Dârû-yi Bîhâbî)

من ضمن صرف صبحانه نگاهی به روزنامه می انداختم

Men hem zimn-i sohbet ism-i û râ yâd giriftem

Ben de sohbet sırasında onun adını öğrendim. (Merd-i Do Zene)

من هم ضمن صحبت اسم او را یاد گرفتم

3. gizli maksat.

ضمن

zimn-i inki: (A.-F.) iken, esnasında, sırasında.

Zimn-i inki şelvâreş râ mîpûşîd, fikr mîkerd

Pantolonunu giyerken düşünüyordu. (Azeristan)

ضمن اینکه شلوارش را می پوشید ، فکر میکرد

ضمن ِ اینکه

zimnen: (A.) 1. dolayısıyla. 2. bu arada, zımnen.

Zimnen ba’d ez do rûz mî bâyest ser-i kâr bereved

Bu arada Nadir’in iki gün sonra işine gitmesi gerekiyordu. (Azeristan)

ضمنا ً بعد از دو روز نادر می بایست سر کار برود

ضمنا ً

zimnî: (A.) dolaylı olarak, üstü örtülü olarak, üstü kapalı.

ضمنی

zamîmeten: (A.) ek olarak.

ضمیمهً

tab’en: (A.) tabiatıyla, zaten.

طبعا ً

tıbk-i: (A.-F.) uyarınca, gereğince, -e göre.

طبق ِ

tibk-i ma’mûl: (A.-F.) her zamanki gibi.

Mâdereş tibk-i ma’mûl sufre-i gezâ râ âmâde mîsâht

Annesi her zamanki gibi sofrayı hazırlıyordu. (An Rûzhâ)

مادرش طبق معمول سفرهء غذا را آماده می ساخت

طبق ِ معمول

tabî’eten: (A.) tabiatıyla, doğal olarak, haliyle.

طبیعهً

tabî’î: (A.) doğal, tabiî.

Ez cihet-i anki îşân be movt-i irâdî pîş ez movt-i tabî’î mî mîrend

Çünkü onlar tabiî ölümden önce iradî ölümle ölürler. (İnsânu’l-Kâmil)

از جهة آنکه ایشان بموت ارادی پیش از موت طبیعی می میرند

طبیعی

tarz: (A.) tarz, biçim, üslup.

طرز

taraf: (A.) 1. taraf, yer. 2. kıyı, kenar. 3. üzeri, -e doğru.

Men taraf-i subh reftem nezd-i hemsâye

Sabaha doğru komşuya gittim. (Bîçâregân)

من طرف صبح رفتم نزد همسایه

Ez her taraf ki reftem cuz vahşetem neyefzûd

Zinhâr ezin biyâbân, vin râh-i bînihâyet

Hangi yönden gittiysem, hep korkum arttı. Aman şu çöllerden; aman şu bitmez tükenmez yollardan! (Hâfız)

از هر طرف که رفتم جز وحشتم نیفزود

زنهار از این بیابان ، وین راه بی نهایت

4. yön. 5. muhatap.

Pîş-i hod meşgûl-i sengîn u sebuk kerden-i pîşnihâdânî şud ki kasd dâşt der karârdâd-i cedîd be taraf-i zûrmend bekabûlâned

Yeni sözleşmede zorlu muhatabına kabul ettirmek istediği teklifleri değerlendirmekle meşgul oldu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 11)

پیش خود مشغول سنگین و سبک کردن پیشنهادانی شد که قصد داشت در قرارداد جدید بطرف زورمند بقبولاند

طرف

taraf-i zohr: (A.-F.) öğle üstü, öğleye doğru.

طرف ِ ظهر

tarîk: (A.) 1. yol. 2. tarz, yöntem.

طریق

tarîk-i âhar: (A.-F.) bir başka yol.

طریق ِ آخر

tovr-i dîgerî: (A.-F.) başka şekilde.

Der temâm-i şehr fakat yek nefer tovr-i dîgerî fikr mîkerd

Bütün şehirde sadece bir kişi başka şekilde düşünüyordu. (Hidîvzâde-i Câdû Şode)

در تمام شهر فقط یک نفر طور دیگری فکر میکرد

طور ِ دیگری

tovrî: (A.-F.) öylesine, öyle.

طوری

tovrî ki: (A.-F.) –cek şekilde, öyle ki.

Âheste, tovrî ki nerdibân râ tekân nedehed, pâîn âmed

Yavaşça, merdiveni sarsmayacak şekilde aşağı indi. (Azeristan)

آهسته ، طوری که نردبان را تکان ندهد ، پائین آمد

Şogleş tovrî nebûd ki medâhil-i izâfî dâşte bâşed

İşi ek kazanç sağlayacak cinsten değildi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 53)

شغلش طوری نبود که مداخل اضافی داشته باشد

طوری که

tov’en: (A.) isteyerek, kendi rızasıyla, gönüllü olarak.

طوعا ً

tov’en em kerhen: (A.) ister istemez.

طوعا ً ام کرها ً

tav’an ve kerhen: (A.) ister istemez, mecburen.

طوعا ً و کرها ً

tov’en ve kerhen: (A.) ister istemez.

طوعا ً و کرها ً

tov’î: (A.) içinden gelerek, isteyerek, kendiliğinden.

طوعی

tûl: (A.) 1. uzunluk.

Tûl-i halîc sed u heştâd tâ hezâr u divist u pencâh kilumetr tagyîr mîkoned

Körfezin uzunluğu 180 km.den 1250 km.’ye kadar değişir. (Târîh-i Siyâsî)

طول خلیج از 180 تا 1250 کیلومتر تغییر میکند

2. boy. 3. fazlalık. 4. (coğ.) boylam. 5. güçlülük.

طول

tûl nekeşîd ki: (A.-F.) çok geçmeden.

طول نکشید که

tûlen: (A.) uzunluğu, uzunluk itibarıyla, boyca.

طولا ً

tûlî nekeşîd ki: (A.-F.) çok geçmeden.

Tûlî nekeşîd ki merdum ez her taraf berâyi temâşâ-yi mukassir gird âmedend

Çok geçmeden suçluyu seyretmek üzere her taraftan insanlar toplandı.

طولی نکشید که مردم از هر طرف برای تماشای مقصر گرد آمدند

Be donbâl-i in kaziyye tûlî nekeşîd ki kâr u bâr-i pederem zîr u rû şud

Bu meselenin ardından çok geçmeden babamın işi alt üst oldu. (Lâşe-i Mâr)

به دنبال این قضیه طولی نکشید که کار و بار پدرم زیر و رو شد

طولی نکشید که

tûlî nekeşîde: (A.-F.) çok geçmeden.

طولی نکشیده

teyy: (A.) 1. katetme, yol alma, geride bırakma. 2. yapma, icra etme, uygulama. 3. gizleme. 4. kat, kıvrım. 5. dürülme. 6. iç.

طی

zâhir: (A.) 1. açık, aşikâr, belli. 2. dış yüz, dış, görünüş.

ظاهر

zâhiren: (A.) görünüşte, görünüşe bakılırsa, belki, muhtemelen.

Derdmendî-i men-i sûhte-i zâr u nizâr

Zâhiren hâcet-i takrîr u beyân in heme nîst

Ben perişan, inim inim inleyen, yüreği yanık dertli âşığın görünüşüne bakıp aldanma. Onun açıklayacakları sadece bunlar değil. (Hâfız)

دردمندیء من سوختهء زار و نزار

ظاهرا حاجت تقریر و بیان این همه نیست

Emmâ zen u şovher-i kohnekâr bezûdî fehmîdend ki bâyed der in miyân nakş-i zâhiren bîtarafâne bâzî konend

“Ama deneyimli karıkoca bu arada tarafsızmış gibi görünmeleri gerektiğini anladılar. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 118)

اما زن و شوهر کهنه کار بزودی فهمیدند که باید در این میان نقش ظاهرا ً بی طرفانه بازی کنند

ظاهرا ً

zohr: (A.) 1. öğle, öğle vakti, öğleyin.

Zohrhâ hem çend sâetî mîhâbîdem

Öğleleri de birkaç saat uyuyordum.

ظهرها هم چند ساعتی می خوابیدم

2. öğle namazı.

An şeb pes ez iftâr nemâz-i seyyid mîrân bîş ez şebhâ-yi dîger tûl keşîd, zîrâ kazâ-yi zohr u asr nîz be an izâfe şode bûd

O akşam iftardan sonra Seyyid Mîrân’ın namazı diğer akşamlardakinden daha uzun sürdü. Çünkü öğle ve ikindi namazlarının kazası da eklenmişti. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 44)

آن شب پس از افطار نماز سید میران بیش از شبهای دیگر طول کشید زیرا قضای ظهر و عصر نیز به آن اضافه شده بود

ظهر

âcilen: (A.) acilen, acil olarak.

عاجلا ً

âkıbet: (A.) 1. son, akibet.

Merd râ ber âkıbet nâmî nihed

Ne ber an k’û âriyet nâmî nihed

İnsana sonuna bakıp bir ad takar

Sanma insana eğreti ad takar  (Mesnevî)

مرد را بر عاقبت نامی نهد

نه بر آن کاو عاریت نامی نهد

2. sonunda, nihayet.

Sabr kun Hâfız be sahtî-i rûz u şeb

Âkıbet rûzî beyâbî kâm râ

Hafız, katlanıver gece gündüz sıkıntıya. Bir gün -nasıl olsa- ereceksin muradına. (Hâfız)

صبر کن حافظ بسختیء روز و شب

عاقبت روزی بیابی کام را

3. sonuç, netice.

عاقبت

âkibet-i kâr: (A.-F.) işin sonunda, önünde sonunda, nasıl olsa.

Men eger nîkem u ger bed, boro, hod râ bâş

Herkesî an direved âkıbet-i kâr ki kişt

İyi de olsam, kötü de olsam, git, kendine bak sen. Herkes ektiğini biçer sonunda. (Hâfız)

من اگر نیکم و گر بد برو خود را باش

هرکسی آن درود عاقبت کار که کشت

عاقبت ِ کار

âkibetul’emr: (A.) işin sonunda, nihayet.

عاقبه الامر

asr: (A.) 1. asır, yüzyıl. 2. ikindi.

Asr be hemmâm refte, şost u şûî kerdîm

İkindi vakti hamama gidip yıkandık. (Sefernâme-i Emînuddovle)

عصر به حمام رفته ، شست و شوئی کردیم

3. ikindi namazı.

An şeb pes ez iftâr nemâz-i seyyid mîrân bîş ez şebhâ-yi dîger tûl keşîd, zîrâ kazâ-yi zohr u asr nîz be an izâfe şode bûd

O akşam iftardan sonra Seyyid Mîrân’ın namazı diğer akşamlardakinden daha uzun sürdü. Çünkü öğle ve ikindi namazlarının kazası da eklenmişti. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 44)

آن شب پس از افطار نماز سید میران بیش از شبهای دیگر طول کشید زیرا قضای ظهر و عصر نیز به آن اضافه شده بود

عصر

asr-i teng: (A.-F.) dar vakit.

عصر ِ تنگ

asrî: (A.-F.) [asr + î] 1. ikindi. 2. akşama. 3. modern, asrî.

عصری

akab: (A.) 1. geri, arka, peş, ard.

Hub, tu boro, men ez akab mî âyem

Pekâlâ, sen git, ben arkadan gelirim. (Dâş Âkul)

خوب ، تو برو ، من از عقب می آیم

Ger ez mukâbil tîr âyed ez akab şemşîr

Ne âşik est ki endîşe ez hatar dâred

Karşıdan ok, arkadan kılıç gelse de tehlike endişesini çeken kişi aşık değildir. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 222)

گر از مقابل تیر آید از عقب شمشیر

نه عاشق است که اندیشه از خطر دارد

عقب

ilâveten: (A.) ek olarak, yanı sıra.

علاوه ً

ilâve ber: (A.-F.)  yanısıra, ek olarak.

علاوه بر

ilâve ber an: (A.-F.) üstelik, bundan başka.

علاوه بر آن

ilâve ber anki: (A.-F.) ek olarak, yanısıra.

علاوه بر آنکه

ilâve ber in: (A.-F.) üstelik, bunun yanısıra.

علاوه بر این

ilâve ber inki: (A.-F.) yanısıra, ek olarak, ilaveten.

İlâve ber inki çîzhâ-yi ziyâdî râ nemî dânistend

Üstelik pek çok şeyi bilmiyorlardı. (Azeristan)

علاوه بر اینکه چیزهای زیادی را نمی دانستند

علاوه بر اینکه

illet: (A.) 1. hastalık, rahatsızlık.

İllet-i âşık zi illethâ codâst

Aşk usturlâb-i esrâr-i Hodâst

Âşığın hastalığı öbür hastalıklardan ayrıdır

Aşk, Tanrı sırlarının usturlabıdır (Mesnevi)

علت عاشق ز علت ها جداست

عشق اسطرلاب اسرار خداست

2. neden, sebep.

Bele, hod-i medîne hem illet-i in hâdise-i acîb râ nemî dânistend

Evet, Medine’nin kendisi de bu tuhaf hadisenin sebebini bilmiyordu. (Azeristan)

بله ، خود مدینه هم علت این حادثه عجیب را نمی دانستند

علت

alenen: (A.) açıkça, alenen.

Eger alenen kasd-i cân-i merâ kerde bûdîd şomâ râ ma’zûr mîdâştem

Eğer alenen canıma kasdetmiş olsaydınız, sizi mazur görürdüm. (Homâ)

اگر علنا ً قصد جان مرا کرده بودید شما را معذور میداشتم

علنا ً

alelittifâk: (A.) tesadüfen.

علی الاتفاق

alelicmâ’: (A.) 1. tamamen. 2. cemaate uyarak.

علی الاجماع

alelicmâl: (A.) derli toplu olarak, topluca, kısaca.

علی الاجمال

alelistimrâr: (A.) sürekli, aralıksız.

علی الاستمرار

aleliştirâk: (A.) birlikte, ortaklaşa.

علی الاشتراک

alelusûl: (A.) genelde, alelusul.

علی الاصول

alelitlâk: (A.) 1. genellikle. 2. rastgele. 3. kesinlikle, mutlaka.

علی الاطلاق

alelekser: (A.) çoğu zaman, çok kere.

علی الاکثر

alelinfirâd: (A.) birer birer, teker teker, ayrı ayrı.

علی الانفراد

alelbedel: (A.) bir heyette birinin yerini alan.

علی البدل

alettahkîk: (A.) kesin olarak, kuşkusuz, besbelli.

علی التحقیق

alettahsîs: (A.) hele hele, özellikle.

علی التخصیص

alettahmîn: (A.) tahminen, aşağı yukarı, hemen hemen.

علی التخمین

alettedrîc: (A.) yavaş yavaş.

علی التدریج

alettertîb: (A.) sırasıyla.

علی الترتیب

alettesâvî: (A.) eşit olarak.

علی التساوی

aletteâkub: (A.) peşpeşe.

علی التعاقب

aletta’cîl: (A.) alelacele.

علی التعجیل

aletta’yîn: (A.) açıkça.

علی التعیین

alettafsîl: (A.) ayrıntılı olarak.

علی التفصیل

alettemâm: (A.) tamamen.

علی التمام

alettenâvub: (A.) 1. dönüşümlü olarak. 2. peşpeşe.

علی التناوب

alettevâlî: (A.) sürekli, kesintisiz, peşpeşe.

علی التوالی

alelcumle: (A.) kısacası, uzun sözün kısası.

علی الجمله

alelhâl: (A.) derhal.

علی الحال

alelhisâb: (A.) hesaba katarak, dahil ederek.

علی الحساب

alelhusûs: (A.) hele hele, özellikle.

علی الخصوص

alelhusûs: (A.) özellikle, hele hele, bilhassa.

علی الخصوص

aledderecât: (A.) sırasına göre, derecesine göre.

علی الدرجات

aleddevâm: (A.) sürekli.

علی الدوام

alesseher: (A.) şafak sökmeden, tan vakti.

علی السحر

alesseviyye: (A.) 1. eşit olarak. 2. bir boy.

علی السویه

alessabâh: (A.) sabah erkenden.

Be âb-i rûşen-i mey ârifî tahâret kerd

Alessabâh ki meyhâne râ ziyâret kerd

Bir Tanrı eri meyin parlak suyuyla abdest aldı ve sabah erkenden meyhaneyi ziyaret etti. (Hâfız)

به آب روشن می عارفی طهارت کرد

علی الصباح که میخانه را زیارت کرد

علی الصباح

alezzâhir: (A.) görünüşe göre, sanılan.

Şâhnâme-i mensûr-i mezbûr ki alezzâhir mâye-i şâhname-i manzûm-i firdovsî karâr girifte ez miyân refte est

Görünüşe göre, Firdevsî’nin manzum Şahname’sinin esasını teşkil eden, adı geçen mensur şahname kaybolmuştur. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

شاهنامهء منثور مزبور که علی الظاهر مایهء شاهنامهء منظوم فردوسی قرار گرفته از میان رفته است

علی الظاهر

alelâde: (A.) 1. sıradan. 2. âdet olduğu üzere.

علی العاده

alelacâib: (A.) acayip şey, tuhaf şey.

علی العجائب

alelgafle: (A.) ansızın.

علی الغفله

alelfevr: (A.) derhal, hemen.

علی الفور

alâeyyihâl: (A.) her halde, her şekilde.

علی ای حال

alâhide: (A.) başlı başına, bir başına, ayrıca.

علی حده

âlâ hîni gafletin: (A.) habersizce.

علی حین غفلهٍ

alâ ragmi: (A.) rağmen, rağmına, zıttına, inadına.

علی رغم ِ

alâ ragmi inki: (A.-F.) –mesine rağmen.

علی رغم ِ اینکه

alâ ragm-i inki: (A.-F.) rağmen, -mesine rağmen.

علی رغم ِ اینکه

alâ ragmi’l-adû: (A.) düşmanın inadına.

علی رغم العدو

alâ ragm-i heme çîz: (A.-F.) her şeye rağmen.

Âyâ vâkıen alâragmi heme çîz derr rûzhâ-yi âyende vaz’ râ tagyîr nehâhîm dâd

Acaba biz gerçekten her şeye rağmen önümüzdeki günlerde durumu değiştirmeyecek miyiz? (Zindehâ ve Mordehâ)

آیا واقعا ً علی رغم همه چیز در روزهای آینده وضع را تغییر نخواهیم داد ؟

علی رغم همه چیز

alâ rivâyetin: (A.) bir söylentiye göre, bir rivayete göre, rivayete bakılırsa.

علی روایهٍ

alâ tarîkilicmâl: (A.) özetle, kısaca.

علی طریق الاجمال

alâ tarîkilistişhâd: (A.) şahit getirerek, kanıt göstererek.

علی طریق الاستشهاد

alâ tarîkişşahâde: (A.) tanıklık ederek, şahitlik yoluyla.

علی طریق الشهاده

alâ tarîkilkıyâs: (A.) kıyas yoluyla, karşılaştırma yaparak.

علی طریق القیاس

alâ tarîkilmünâvebe: (A.) dönüşümlü olarak, nöbetleşe.

علی طریق المناوبه

alâ kaderin: (A.) takdir edilmiş zamanda.

علی قدر

alâ kadrilistitâ’a: (A.) güç yettiğince, elden geldikçe.

علی قدر الاستطاعه

alâ kadrilimkân: (A.) mümkün olduğu kadar, elverdikçe, imkânlar ölçüsünde, olabildiğince.

علی قدر الامکان

alâ kadrittâka: (A.) güç yettiğince.

علی قدر الطاقه

alâ kavli: (A.) dediğine bakılırsa, dediğine göre, -e göre.

علی قول

alâ kulli hâl: (A.) her halükârda, her halde, her şeye rağmen.

علی کل حال

alâ merâtibihim: (A.) sırasıyla, derecesine göre.

علی مراتبهم

alâ meleinnâs: (A.) göz göre göre, herkesin gözü önünde.

علی ملأ الناس

alâ vechilicmâl: (A.) kısaca, özetle.

علی وجه الاجمال

alâ vechilihtisâr: (A.) kısaltılmış şekilde, kısa kısa.

علی وجه الاختصار

alâ vechittafsîl: (A.) ayrıntılı olarak, ayrıntısıyla.

علی وجه التفصیل

alâ vefki: (A.) uygun olarak.

علی وفق

alâ vefkilmurâd: (A.) istenilene uygun olarak.

علی وفق المراد

alâ vefkilmatlûb: (A.) istenildiği gibi.

علی وفق المطلوب

amden: (A.) kasten, kasıtlı olarak, taammüden.

عمدا ً

amelen: (A.) 1. bilfiil.

Bedin tertîbtecziye-i îrân amelen encâm yâft

Böylece İran’ın parçalanması bilfiil gerçekleşti. (Târîh-i Siyâsî)

بدین ترتیب تجزیهء ایران عملا ً انجام یافت

2. gerçekten de.

عملا ً

an: (A.) -den, -dan.

عن

an asl: (A.) aslından, aslında, aslen.

عن اصل

an ekall: (A.) en azından, hiç olmazsa.

عن اقل

anilgıyâb: (A.) gıyabında.

عن الغیاب

an cemâ’atin: (A.) toplu olarak.

عن جماعهٍ

an cehlin: (A.) bilmeden, bilmeyerek.

عن جهل

an samîmi’l-kalb: (A.) içtenlikle.

عن صمیم القلب

an gıyâbin: (A.) ardından, arkasından, gıyabında.

عن غیاب ٍ

an karîb: (A.) yakında, pek yakında.

عن قریب

an kasdin: (A.) kasıtlı olarak, bile bile.

عن قصد

unfen: (A.) şiddetle, sertlikle, zorbalıkla.

عنفا ً

unveten: (A.) zorla, kaba güç kullanarak.

عنوهً

ivez, evez: (A.) 1. bedel, karşılık. 2. ödül. 3. yerine.

Dilâsûde bâş duhter, lâbud hodeş ivez-i tu in kâr râ kerde est

İçin rahat olsun kızım; mutlaka senin yerine bu işi yapmıştır. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 77)

دل آسوده باش دختر ، لابد خودش عوض تو این کار را کرده است

عوض

ivez-i inki: (A.-F.) yerine, -ceği yerde, -cek yerde.

Bâ vucûd-i isrâr-i sâhib-i garaj çun çemedânhâyeş râ nibişte bûd ivez-i inki gurûb-i hemanrûz bereved, karâr gozâşt ferdâ subh be kirmânşâh hareket koned

Garaj sahibinin ısrarına rağmen bavullarını kapatmadığı için o gün akşam gideceği yerde, ertesi sabah Kirmanşah’a hareket etmeye karar verdi. (Girdâb)

با وجود اصرار صاحب گاراژ چون چمدانهایش را نبشته بود عوض اینکه غروب همانروز برود ، قرار گذاشت فردا صبح بکرمانشاه حرکت بکند

İvez-i inki mîhâhî berevî şovheret râ peydâ konî boro şehriyâr, hâlâ fasl-i engûr hem hest

Kocanı bulmaya gideceğine, Şehriyar’a git. Üstelik şimdi üzüm zamanı. (Sâyerûşen)

عوض اینکه میخواهی بروی شوهرت را پیدا کنی برو شهریار ، حالا فصل انگور هم هست

عوض اینکه

ivezen: (A.) karşılığında, karşılık olarak, bedel olarak.

عوضا ً

eyn: (A.) 1. göz. 2. pınar, kaynak, göze. 3. asıl. 4. altın. 5. sadece.

Mîhâhîd ayn-i hakîkat râ bedânîd

Sadece gerçeği bilmek ister misiniz? (Adâlet-i Âsumân)

می خواهید عین حقیقت را بدانید؟

6. ayın harfi. ebced sistemine göre sayısal değeri: yetmiş. 7. akan. 8. iri siyah gözlü. 9. casus.

عین

eyn-i: (A.) tıpkı, tıpkısı, aynı, tıpatıp, ta kendisi.

Ger hamr-i bihiştest, berîzîd ki bîdûst

Her şerbet-i azbem ki dehî, ayn-i azâbest

Cennet şarabıysa, dökün; çünkü verdiğin her tatlı şerbet, tam bir azap sayılır. (Hâfız)

گر خمر بهشتست بریزید که بی دوست

هر شربت عزبم که دهی عین عذابست

Anki ez Hak yâbed û vahy u cevâb

Herçi fermâyed, buved ayn-i sevâb

Kim Hak’tan alırsa vahiy ile emri

Tanrı’nın buyurduğu, doğrunun ta kendisi (Mesnevi)

آنکه از حق یابد او وحی و جواب

هرچه فرماید بود عین صواب

عین ِ

eynen: (A.) 1. aynen. 2. tıpkı, aynı.

Çeşmân-i lâle eynen mânend-i çeşmân-i mâdereş şelâle bûd

Lale’nin gözleri tıpkı annesi Şelale’nin gözleri gibiydi. (Azeristan)

چشمان لاله عینا ً مانند چشمان مادرش شلاله بود

عینا ً

gâlib: (A.) 1. galip, yenen. 2. çok, ziyade. 3. çoğu.

Gâlib-i nuvîsendegân aslen nemî dânistend çi mînevîsend u berâyi ki mînevîned

Yazarların çoğu aslında ne yazdıklarını ve kim için yazdıklarını bilmiyorlardı. (Ez Sabâ tâ Nîmâ)

غالب نویسندگان اصلا ً نمی دانستند چه می نویسند و برای که می نویسند

غالب

gâliben: (A.) çoğunlukla, daha çok, genellikle.

Men u inkâr-i şerâb, in çi hikâyet bâşed?

Gâliben in kadarem akl u kifâyet bâşed

Ben duracağım, şarabı inkâr edeceğim! Böyle laf mı olur? Olursa, her halde aklım da, kapasitem de bu kadar olur. (Hâfız)

من و انکار شراب ، این چه حکایت باشد

غالبا ً این قدرم عقل و کفایت باشد

غالبا ً

gânimen ve sâlimen: (A.) sağ salim.

غانما ً و سالما ً

gâyet: (A.) 1. son, gayet, son derece. 2. gaye, maksat, amaç. 3. sınır. 4. sonuç, netice. 5. çok.

غایت

garazen: (A.) garazlı olarak, düşmanca.

غرضا ً

gıyâben: (A.) 1. gıyabında, gıyaben, bulunmazken, yokken, gelmemişken. 2. dışardan.

Men hem zimn-i kâr der meâdin-i neft dânişkede râ giyâben temâm kerdem

Ben de madenlerde çalışırken fakülteyi dışardan bitirdim. (Azeristan)

من هم ضمن کار در معادن نفت دانشکده را غیابا ً تمام کردم

غیابا ً

gayr: (A.) 1. öbürü, diğeri, başkası.

Ger renc pîş âyed u ger râhet ey hekîm

Nisbet mekun be gayr ki inhâ hodâ koned

Ey bilge, ister acı gelsin ister huzur, başkasına yükleme hiç. Çünkü bunları Tanrı getirir. (Hâfız)

گر رنج پیش آید و گر راحت ای حکیم

نسبت مکن بغیر که اینها خدا کند

2. yabancı, ecnebi.

Râzî ki ber gayr negoftîm u negûîm

Bâ dûst begûîm ki û mahrem-i râz est

Bir başkasına açmadığımız ve açmayacağımız sırrı dosta açabiliriz. Çünkü o sırlarımızın mahremidir. (Hâfız)

رازی که بر غیر نگفتیم و نگوئیم

با دوست بگوئیم که او محرم راز است

3. gayri, -den başka.

Merdum-i dîde-i mâ cuz be ruhet nâzir nîst

Dil-i sergeşte-i mâ gayr-i turâ zâkir nîst

Gözbebeğimiz senin yüzünden başkasına bakma-yir. Âvâre gönlümüz benden başkasını anmıyor. (Hâfız)

مردم دیدهء ما جز برخت ناظر نیست

دل سرگشتهء ما غیر ترا ذاکر نیست

4.  -siz,   olmayan, bulunmayan, değil anlamını verecek şekilde kelimeler veya tamlamalar oluşturan olumsuzluk edatı.

غیر

gayr-i vâki’: (F.-A.) gerçek dışı.

غیر ِ واقع

gayr-i ihtiyârî: (A.-F.) elinde olmadan, gayri ihtiyari.

غیر اختیاری

gayr ez: (A.-F.) –den başka, dışında.

Emmâ çikonem, gayr ez in râhî pîş-i pâyem nebûd

Ama ne yapayım, bundan başka çarem yoktu. (Şovher-i Âhû Hanum)

اما چکنم ، غیر از این راهی پیش پایم نبود

غیر از

gayr-i kâbil: (A.-F.) olanaksız, mümkün değil.

غیر قابل

gayruh: (A.) diğerleri, vesaire, bir başka.

غیره

gayruhum: (A.) onlardan başkası.

غیرهم

fâsile: (A.) 1. mesafe, uzaklık, ara, fasıla.

Musellemen ez in fâsile merâ mî dîd

Bu mesafeden mutlaka beni görüyordu. (Mudîr-i Medrese)

مسلما ً از این فاصله مرا می دید

2. ayırıcı, ayıran. 3. bölme.

فاصله

fâsile be fâsile: (A.-F.) arada bir.

فاصله به فاصله

fucâ’eten: (A.) ansızın, birdenbire.

فجاء هً

ferâz: (Peh.) 1. yükseklik. 2. tepe, zirve, doruk. 3. üst, yukarı, yukarıya.

Ez an zemân ki ber in âsitân nihâdem rûy

Ferâz-i mesned-i horşîd tikyegâh-i men est

Şu eşiğe yüzümü koyduğumdan beri oturduğum yer güneş tahtının da üzerindedir. (Hâfız)

از آن زمان که بر این آستان نهادم روی

فراز مسند خورشید تکیه گاه ن است

4. açık. 5. geri. 6. fazla. 7. yokuş yukarı.

Men zâhir-i nîstî yu hestî dânem.

Men bâtin-i her ferâz u pestî dânem.

Bâ inheme ez dâniş-i hod şermem bâd,

Ger mertebe’î verây-i mestî dânem!

Varlığın, yokluğun zahirini  bilirim ben. Her inişin, çıkışın bâtınını bilirim ben. Sarhoşluktan öte bir mertebe biliyorsam, Utanayım ilmimden, irfanımdan ben! (Hayyâm)

من ظاهر نیستی و هستی دانم

من باطن هر فراز و پستی دانم

با این همه از دانش خود شرمم باد

گر مرتبه ای ورای مستی دانم

8. yükselten, kaldıran.

فراز

ferâz u şîb: iniş çıkış, engebe.

Ferâz u şîb-i beyâbân-i aşk dâm-i belâst

Kucâst şîrdilî kez belâ neperhîzed

Aşk çöllerinin iniş çıkışları birer belâ tuzağıdır. Belâdan kaçınmayacak arslan yürekli yiğit nerede? (Hâfız)

فراز و شیب بیابان عشق دام بلاست

کجاست شیردلی کز بلا نپرهیزد

فراز و شیب

ferâvân: bol, çok, pekçok, büyük.

Hiyâl-i zulf-i tu goftâ ki cân vesîle mesâz

Kezin şikâr ferâvân be dâm-i mâ ufted

Ben bunları düşünürken zülüflerinin hayali bana Canını araç olarak kullanıp durma. Böyle avlar bizim tuzağımıza çok düşer, çok dedi. (Hâfız)

خیال زلف تو گفتا که جان وسیله مساز

کزین شکار فراوان به دام ما افتد

Sebuk sûy-i hân-i ferîdûn şitâft

Ferâvân pijûhîd u kes râ neyâft

Derhal Feridun’un sarayına koştu. Çok aradıysa da kimseyi bulamadı. (Şâhnâme, I/41, beyit 157)

سبک سوی خان فریدون شتافت

فراوان پژوهید و کس را نیافت

فراوان

ferdâ: 1. yarın.

Rehzen-i dehr nehuftest, meşev îmen ezû

Eger imrûz neburdest ki ferdâ bebered

Felek eşkıyası uyumuyor; ondan yana güvencede olma. Bugün seni alıp götürmezse, yarın götürür. (Hâfız)

رهزن دهر نخفتست ، مشو ایمن ازو

اگر امروز نبردست که فردا ببرد

Çon ebr be novrûz roh-i lâle beşost,

Berhîz u be câm-i bâde kon azm-i dorost.

Kin sebze ki imrûz temâşâgeh-i tost,

Ferdâ heme ez hâk-i to ber hâhed rost.

Yıkayınca bulut nevruzda lalenin yüzünü, Kalk, içki kadehine çevir yüzünü. Bugün seyir yerindir bu çimenlik senin, Yarın bitecek hep toprağından senin. (Hayyâm)

چون ابر بنوروز رخ لاله بشست

برخیز و بجام باده کن عزن درست

کاین سبزه که امروز تماشاگه تست

فردا همه از خاک تو برخواهد رست

2. ertesi gün.

فردا

ferdâ şeb: yarın akşam.

Emmâ eger ferdâşeb hem kâr dâşte bâşî behâtir dâşte bâş ki pîrezen râ berâyi hemîşe ez men dilgîr kerdeî

Yarın akşam da işin olursa, yaşlı kadını ebediyen bana küstüreceğini aklından çıkarma. (Şovher-i Âhû Hânum, s. 53)

اما اگر فردا شب هم کار داشته باشی بخاطر داشته باش که پیره زن را برای همیشه از من دلگیر کرده ای

فردا شب

ferdâ-yi an rûz: 1. ertesi gün.

Ferdâ-yi anrûz hevâpeymâyeş şikest

Ertesi gün uçağını kırdı. (Kâb-i Çînî)

فردای آن روز هواپیمایش شکست

2. o günden sonra.

Ferdâ-yi an rûz dîger kesî nasrullâh râ der herât nedîd

O günden sonra Nasrullah’ı Herat’ta gören olmadı. (Hâne-i Pederî)

فردای آن روز دیگر کسی  نصرالله را در هرات ندید

فردای آن روز

farzen: (A.) farzedelim ki, tut ki, diyelim ki, faraza.

فرضا ً

farzen ki: (A.-F.) farzedelim ki, tut ki, diyelim ki.

فرضا ً که

furûd: (Peh.) 1. (gr.) aşağı, aşağıya, alt. 2. iniş. 3. iç.

فرود

furûd ez: -den başka.

فرود از

fuzûn: fazla, çok, ziyade.

Husn-i tu hemîşe der fuzûn bâd

Rûyet heme sâle lâlegûn bâd

Güzelliğin günden güne artsın.

Yüzün her yıl lâle rengi olsun. (Hâfız)

حسن تو همیشه در فزون باد

رویت همه ساله لاله گون باد

فزون

fuzûn ez had: (F.-A.) haddinden fazla.

فزون از حد

fuzûnter: [< fuzûn + ter] daha fazla, daha çok.

فزونتر

fuzûlen: (A.) 1. boş yere, gereksizce. 2. zorla, zorbalıkla.

فضولا ً

fitreten: (A.) yaratılıştan, fıtraten.

فطرهً

fi’len: (A.) 1. şimdi, şimdilik, şu anda, hele, hele bir, halen.

İn noshe kadîmterîn numûne-i hatt-i fârsîst ki fi’len der dest est

Bu nüsha Farsça hattın halen mevcut olanen eski örneğidir. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

این نسخه قدیمترین نمونهء خط فارسی است که فعلا ً در دست است

فعلا ً

figân: 1. inilti, figan, feryat.

Der enderûn-i men-i hastedil, nedânem, kîst ?

Ki men hamûşem u û der figân u der govgâst.

Benim gibi gönlü hasta birinin içinde kim var, bilmiyorum ki?! Ben suskunum; o feryat ediyor, çıngar çıkarıyor. (Hâfız)

در اندرون من خسته دل ، ندانم ، کیست؟

که من خموشم و او در فغان و در غوغاست

2. vah vah, eyvahlar olsun.

Figân ki an meh-i nâmihribân-i mihrgusil

Be terk-i sohbet-i yârân-i hod çi âsân goft

Vah vah! O sevgisiz, sözünde durmaz, ay yüzlü sevgili dostlarla konuşmayı bırakacağını ne de kolay söyleyiverdi! (Hâfız)

فغان که آن مه نامهربان مهرگسل

بترک صحبت یاران خود چه آسان گفت

3. elaman, aman.

Figân kin lûliyân-i şûh-i şîrînkâr-i şehrâşûb

Çenan bordend sabr ez dil ki turkân hân-i yağmâ râ

Elaman cilveli şehir âfetlerinden! Elaman! Bırakmadılar gönlümde sabır; hân-ı yağmâya döndüm! (Hâfız)

فغان کاین لولیان شوخ شیرین کار شهر آشوب

چنان بردند صبر از دل که ترکان خوان یغما را

فغان

figân ki: ah ah, eyvahlar olsun, vah vah, tüh tüh.

Figân ki der taleb-i gencnâme-i maksûd

Şudem harâb-i cihânî zi gam temâm u neşud

Ah ah, maksat hazinesini arama uğrunda dünyayı dolandım, harab oldum; üzüntüden tükendim. Yine de olmadı gitti. (Hâfız)

فغان که در طلب گنج نامهء مقصود

شدم خراب جهانی ز غم تمام و نشد

فغان که

fekat: (A.) 1. yalnız, sadece. 2. fakat.

فقط

fekat ve fekat: (A.) sadece.

Anhâ fekat ve fekat ez câî be cây-i dîger mîreftend, donbâl-i kesî yâ çîzî mîgeştend u peydânemî kerdend

Onlar sadece bir yerden başka bir yere gidiyorlar, birini ya da bir şeyi arıyorlar, ama bulamıyorlardı. (Zindehâ ve Mordehâ)

آنها فقط به فقط از جائی به جای دیگر میرفتند ، دنبال کسی یا چیزی میگشتند و پیدا نمی کردند

فقط و فقط

fikren: (A.) düşünce.

فکرا ً

fulân: (A.) falan, filan.

Be hâcib-i der-i halvetserây-i hâs begû

Fulân zi gûşenişînân-i hâk-i dergeh-i mâst

Bir başına kaldığın evin kapıcısına de ki: Filanca bizim dergâhımızın bir bucağında oturanlardandır. (Hâfız)

بحاجب در خلوت سرای خاص بگو

فلان ز گوشه نشینان خاک درگه ماست

فلان

fulân ibni fulân: (A.) filanca oğlu falanca.

فلان ابن فلان

fulân u behmân (A.-F.) falan filan, falan fişman, falan fişmekân.

Gâhî âsârî icrâ mîkonend ki gûş-i âdem râ mîzened. Anvakt ism-i in âsâr râ mîgozârend, âsâr-i novîn berâyi movzûât-i muâsird u fulân u behmân

Bazen insanın kulağını rahatsız eden eserler icra ediyorlar. Sonra bu eserlere çağdaş ve falan filan konular için yeni eserler adını veriyorlar. (Azeristan)

گاهی آثاری اجرا میکنند که گوش آدم را میزند آنوقت اسم این آثار را میگذارند ، آثار نوین برای موضوعات معاصر و فلان و بهمان

فلان و بهمان

fehmî nefehmî: (A.-F.) belli belirsiz.

فهمی نفهمی

fevr, fovr: (A.) hızlı, hemen, çabuk, âni, derhal.

فور

fevren, fovren: (A.) hemen, derhal, birden, o anda.

Ez bes haste şode bûd fovren hâbeş bord

Çok yorulduğundan hemen uyudu. (Azeristan)

از بس خسته شده بود فورا ً خوابش برد

Fovren be hoceste kâgez nuvişt ki dîger hâzir nîst û râ bebîned

Hemen Huceste’ye artık onu görmeye hazır olmadığına dair bir mektup yazdı. (Se Katre Hûn, s. 152)

فورا به خجسته کاغذ نوشت که دیگر حاضر نیست او را ببیند

فورا ً

filcumle: (A.) 1. kısacası, sözün kısası.

Hâfız şerâb u şâhid u rindî ne vaz’-i tust

Filcumle mîkunî yu furû mîguzâremet

Hâfız; şarap, güzel dilber, rintlik sana göre değil. Kısacası, sen bunları yapıyorsun; ben de seni kendi haline bırakıyorum. (Hâfız)

حافظ شراب و شاهد و رندی نه وضع تست

فی الجمله میکنی و فرو می گذارمت

2. sonunda, nihayet.

فی الجمله

filfovr: (A.) hemen, derhal, o anda.

فی الفور

fi’l-vâki’: (A.) 1. gerçekten. 2. gerçi, her ne kadar.

فی الواقع

kâbil: (A.) 1. yaraşır, lâyık, mümkün. 2. gelecek. 3. kabiliyetli.

Kârgerân fovkelâde ciddî ve kâbil bûdend

İşçiler fevkalade ciddî ve yetenekliydiler. (Târîh-i Siyâsî)

کارگران فوق العاده جدی و قابل بودند

4. kabul eden. mümkün olan, mümkün, olabilir, gerçekleşebilir.

Hâmil-i dîn bûd û, mahmûl şud

Kâbil-i fermân bud û, makbûl şud

Dini taşıyordu; taşınan oldu

Emri kabul ediyordu; kabul edilen oldu (Mesnevî)

حامل دین بود او ، محمول شد

قابل فرمان بود او ، مقبول شد

قابل

kâdir: (A.) 1. kudretli, güçlü, kadir.

Herkes kâdir be fehmîden-i ân est

Herkes onu anlayabilir. (Rodin)

هرکس قادر بفهمیدن آنست

Âşık-i muflis eger kalb-i dileş kerd nisâr

Mekuneş ayb ki ber nakd-i revân kâdir nîst

Her şeyini yitirmiş âşık, içindeki yüreğini fedâ etmezse, ayıplama onu. Çünkü elinde fedâ edilecek geçer akçesi yok. (Hâfız)

عاشق مفلس اگر قلب دلش کرد نثار

مکنش عیب که بر نقد روان قادر نیست

2. Tanrı. 3. ezici. 4. lâyık. 5. yapabilir.

قادر

kâtıbeten: (A.) 1. tümüyle. 2. asla, hiçbir zaman.

قاطبهً

kâ’ideten: (A.) genel olarak, aslında, esasen.

قاعدهً

kâlen: (A.) sözlü olarak, söyleyerek.

قالا ً

kâlen ve kalemen: (A.) sözlü ve yazılı olarak, sözle ve yazı ile.

قالا ً و قلما ً

kabl: (A.) 1. önce, evvel. 2. önceki, evvelki. 3. daha önce.

قبل

kıbel: (A.) yan, ön, taraf.

قبل

kabl ez: (A.-F.) –den önce.

Kabl ez heme radyofurûş ez apartumân-i mâ reft

Herkesten önce radyocu apartmanımızdan çıktı. (Dârû-yi Bîhâbî)

قبل از همه رادیوفروش از آپارتمان ما رفت

قبل از

kabl ez an: (A.-F.) ondan önce.

Kabl ez an hîçgâh be zemîn elâke nedâşt.

Bundan önce arsaya hiç ilgisi olmamıştı. (Azeristan)

قبل از آن هیچگاه به زمین علاقه ای نداشت

قبل از آن

kabl ez an ki: (A.-F.) –meden önce.

قبل از آنکه

kabl ez in: (A.-F.) bundan önce.

قبل از این

kabl ez in ki: (A.-F.) –meden önce.

Û kabl ez inki in tasmîm râ begîred be endâze-i kâfî girîste bûd

O, bu kararı vermeden önce yeteri kadar ağlamıştı. (Azeristan)

او قبل از اینکه این تصمیم را بگیرد باندازهء کافی گریسته بود

قبل از این که

kabl ez zevâl: (A.-F.) öğleden önce.

قبل از زوال

kabl ez zohr: (A.-F.) öğleden önce.

قبل از ظهر

kablezzevâl: (A.) öğleden önce.

قبل الزوال

kablen: (A.) önceleri, önceden.

قبلا ً

kablî: (A.) 1. önceki.

Heman rûz-i vâresî fehmîde bûdem ki mudîr-i kablî-yi medrese zindânîst

Daha o inceleme günü, okulun eski müdürünün mahkum olduğunu anlamıştım. (Mudîr-i Medrese)

همان روز وارسی فهمیده بودم که مدیر قبلی مدرسه زندانی است

2. önsel, akıl yordamıyla.

قبلی

kadrî: (A.-F.) [kadr + î] biraz, az.

Mare âdem-i dânişmendî bûd. Kadrî porharf bûd

Mare bilgili bir adamdı. Biraz gevezeydi. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

ماره آدم دانشمندی بود . قدری پرحرف بود

Do nefer ez musâfirân ancâ piyâde şudend ve kadrî câ bâz şud

Yolculardan ikisi orada indi ve biraz yer açıldı. (Sâyerûşen)

دو نفر از مسافران آنجا پیاده شدند و قدری جا باز شد

2. bir kısmı, bazısı.

قدری

kadrî hem: (A.-F.) [kadr + î + hem] biraz daha.

Murâd kadrî hem nişest, bâ pederzen u mâderzen-i hod sohbet kerd

Murat biraz daha oturdu. Kayınpeder ve kayınvalidesiyle konuştu. (Azeristan)

مراد قدری هم نشست ، با پدرزن و مادرزن خود صحبت کرد

قدری هم

kadîmen: (A.) 1. eskiden, eski zamanlarda. 2. eskiden beri.

قدیما ً

kadîmîhâ: (A.-F.) [kadîmî + hâ] eskiler.

قدیمی ها

karâr: (A.) 1. karar. 2. yatışma, istikrar. 3. sebat. 4. huzur.

Kîst an lu’bet-i hendân ki perîvâr bereft

Ki karâr ez dil-i dîvâne be yekbâr bereft

Peri gibi giden, güleç yüzlü o dilber de kim? O gitti, deli gönlün huzuru da hepten gitti. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 184)

کیست آن لعبت خندان که پریوار برفت

که قرار از دل دیوانه به کیبار برفت

5. sonuç, huzur. 6. antlaşma. 7. ölçülü olma. 8.  istenilen miktar. 9. doğu müziğinde ana makama dönüş. 10. sonuca bağlama. 11. devamlılık. 12. ayakta durma.

قرار

karâr est: (A.-F.) kararlaştırıldı, -cek, -cak.

Karâr est hâne-i peser-i emûcânem berevîm

Amcamın oğlunun evine gideceğiz. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

قرار است خانهء پسر عموجانم برویم

قرار است

karâr bûd: (A.-F.) –cekti, -caktı.

Karâr bûd ictimâî der incâ ber pâ konend

Burada bir toplantı yapılacaktı. (Maraz-i Kand)

قرار بود اجتماعی در اینجا بر پا کنند

قرار بود

kurb: (A.) 1. yakınlık.

Der râh-i aşk merhale-i kurb u bu’d nîst

Mîbînemet iyân u duâ mîfiristemet

Aşk yolunda uzak, yakın davası olmaz. Seni apaçık görüyor ve dua gönderiyorum. (Hâfız)

در راه عشق مرحلهء قرب و بعد نیست

می بینمت عیان و دعا می فرستمت

2. akrabalık. 3. mertebe. 4. (tas.) sülûk konaklarından biri. 5. yakın.

قرب

kurb u bu’d: (A.) yakınlık ve uzaklık.

قرب و بعد

karîb: (A.) 1. yakın. 2. akraba. 3. yaklaşık, civarında, dolayında. 4. kadar.

قریب

karîb-i hakîkat: (A.-F.) gerçeğe yakın.

قریب ِ حقیقت

kısm: (A.) 1. kısım, bölüm. 2. nasip, kısmet.

Kısm-i her rûzeş beyâyed bîciger

Hâceteş nebved tekâzâ-yi diger

Her günün kısmeti çalışmadan gelecekti

Ama başka bir isteği olmayacaktı (Mesnevî)

قسم هر روزش بیاید بی جگر

حاجتش نبود تقاضای دیگر

3. sınıf, tür. 4. pay.

İn begoft u geşt ber merkeb sevâr

Tifl goftâ kısm-i hod kun ber kenâr

Bunu söyleyip atına bindi. Çocuk ona Kendi payını ayır bir kenara dedi. (Mantıku’t-Tayr, s. 108)

این بگفت و گشت بر مرکب سوار

طفل گفتا قسم خود کن بر کنار

قسم

kısm-i a’zam: (A.-F.) büyük kısım.

قسم ِ اعظم

kısm-i tâm: (A.-F.) 1 tam kısım. 2. karakteristik.

قسم ِ تام

kısm-i ulyâ: (A.-F.) üst kısım, yukarı kısım.

قسم ِ علیا

kısm-i kullî: (A.-F.) tümü.

قسم ِ کلّی

kısm-i mutebâkî: (A.-F.) geri kalan kısım.

قسم متباقی

kısmen: (A.) bir kısmı, bir parçası, bir bölümü.

قسما ً

kazâ râ: (A.-F.) tesadüfen.

قضا را

kat’-i nazar ez: (A.-F.) dışında, dikkate alınmadan.

قطع ِ نظر از

kat’en: (A.) kesinlikle, kesin olarak mutlaka, muhakkak, katiyetle.

قطعا ً

kat’en ve kâtıbeten: (A.) asla, kesinlikle.

قطعا ً و قاطبهً

kalîl: (A.) az.

قلیل

kalîl u kesîr: (A.) az veya çok.

قلیل و کثیر

kalîlen: (A.) 1. az olarak, az miktarda. 2. daha az. 3. kısa bir süre.

قلیلا ً

kıyâsen: (A.) 1. kıyas yoluyla, mukayese yaparak, karşılaştırarak. 2. benzeterek. 3. kuralı uygulayarak.

قیاسا ً

kâş: keşke.

Kâş in âhirîn goleş bâşed

Keşke bu son golü olsa! (Azeristan)

کاش این آخرین گلش باشد!

Kâş be yekî ez âşinâyânem ber mîhordem ve û râ bagal mîkerdem

Keşke tanıdıklardan birine rastlayıp da onu kucaklasaydım! (Nâbiga-i Hûş)

کاش به یکی از آشنایانم بر می خوردم و او را بغل میکردم!

Kâş mumkin bûd anhâ râ ferâmûş kerd

Keşke onları unutmak mümkün olsaydı! (Do Şeb)

کاش ممکن بود آنها را فراموش کرد!

Eykâş ki cây-i âremîden bûdî!

Ya in reh-i dûr râ resîden bûdî!

Kâş ez pey-i sad hezâr sâl ez dil-i hâk

Çon sebze omîd-i ber demîden bûdî!

Keşke durup dinlenecek bir yer olsaydı!

Ya da şu uzun yola çıkmak mümkün olsaydı!

Keşke yüzbin yıl sonra toprağın bağrından

Otlar gibi yeşerme umudu olsaydı! (Hayyâm)

ایکاش که جای ارمیدن بودی

یا این ره دور را رسیدن بودی

کاش از پی صد هزار سال از دل خاک

چون سبزه امید بردمیدن بودی

کاش

kâşâ: keşke.

کاشا

kâffe: (A.) hepsi, tümü, kâffesi.

کافه

kâffeten: (A.) tümüyle, kâffesi, topyekün.

کافهً

kâfî: (A.) yeterli, kâfi, yeter.

Şeh firistâd an taraf yek do resûl

Hâzikân u kâfiyân bes adûl

Şah o tarafa bir iki elçi gönderdi

Her elçi hâzık, yeterli, adaletli idi (Mesnevi)

شه فرستاد آن طرف یک دو رسول

حلذقان و کافیان بس عدول

کافی

kâmil: (A.) 1. tam, mükemmel.

Hemintovr der ihtirâk-i kâmil mâdde bâkî nemîmâned, be masraf mîresed ve ez beyn mîreved

Aynı şekilde tam yanmada geriye madde kalmaz. Kullanılır ve yok olur. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

همینطور در احتراق کامل ، ماده باقی نمی ماند ، به مصرف می رسد و از بین می رود

2. olgun, kâmil.

Kûh-i tûr ez nûr-i mûsâ şud be raks

Sûfî-yi kâmil şud u rest zi naks

Tûr Dağı Musa’nın nûru ile raksa başladı. Kâmil bir sûfi oldu, noksandan kurtuldu. (Mesnevi)

کوه طور از نور موسی شد به رقص

صوفی کامل شد و رست ز نقص

3. kusursuz.

کامل

kâmilen: (A.) tamamen, tümüyle, iyice.

Hevâ kâmilen rûşen şode bûd

Hava iyiden iyiye aydınlanmıştı. (Maraz-i Kand)

هوا کاملا ً روشن شده بود

Muhteri’-i cevân esrâr-i an râ kâmilen mahfî nigehdâşte ve maşin râ benâm-i hod be sebt dâde bûd

Genç mucit onun sırlarını tamamen gizli tutmuş ve makineyi kendi adına tescil ettirmişti. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

مخترع جوان اسرار آن را کاملا مخفی نگهداشته و ماشین را بنام خود به ثبت داده بود

کاملا ً

kan: [ki + ân] ki o.

Ez men eknûn tama’-i sabr u dil u hûş medâr

Kan tehammul ki tu dîdî heme ber bâd reft

Sabır, gönül, akıl falan bekleme benden artık; bende gözlemlediğin o dayanma gücü yel oldu gitti. (Hâfız)

از من اکنون طمع صبر و دل و هوش مدار

کان تحمل که تو دیدی همه بر باد رفت

Her nakş ki ber tahte-i hestî peydâst

An sûret-i an kes est kan nakş ârâst

Varlık tahtasında görünen her nakış, o nakşı işleyenin sûretidir. (Evhad)

هر نقش که بر تختهء هستی پیداست

آن صورت آنکس است کان نقش آراست

کان

kancâ:[ki + an + câ] ki orada.

Biyâ be meykede vu çihre ergavânî kun

Merov be sovme’e kancâ siyâhkârânend

Meyhaneye gel; çek bâdeyi, yüzün al al olsun. Gitme mâbede; orası günahkâr dolu. (Hâfız)

بیا به میکده و چهره ارغوانی کن

مرو به صومعه کآنجا سیاهکارانند

کانجا

kançunan: [ki + an + çonân] ki öyle, ki o kadar.

Dirîg kâfile-i omr kançunan reftend

Ki gerdişan be hevâ-yi diyâr-i mâ neresed

Yazık, ömür kervanı öyle geçti gitti ki kervanın tozu bile bizim diyarımızın havasına gelemez. (Hâfız)

دریغ قافلهء عمر کانچنان رفتند

که گردشان به هوای دیار ما نرسد

کانچنان

kender: [ki + ender > kender]  ki.. içinde, ki.. içine.

Âteş-i aşkest kender ney futâd

Cûşiş-iaşkest kender mey futâd

Aşk ateşidir neye düşen; aşk kaynamasıdır meye düşen. (Mesnevi)

آتش عشقست کاندر نی فتاد

جوشش عشقست کاندر می فتاد

İn şerh-i bînihâyet kez zulf-i yâr goftend

Harfîst ez hezârân kender ibâret âmed

Sevgilinin zülüfleri hakkında bitmez tükenmez cümleler var ya, kelimelere dökülen binlerce cümleden bir harftir ancak. (Hâfız)

این شرح بی نهایت کز زلف یار گفتند

حرفی است از هزاران کاندر عبارت آمد

کاندر

kenderin: [ki + ender + in] ki bunda.

Zıll-i memdûd u ham-i zulf-i tuem ber ser bâd

K’enderin sâye karâr-i dil-i şeydâ bâşed

Zülüflerin büklümleri ve uzun gölgesi başımın üstünde olsun. Çünkü bu gölgenin altındayken deli gönlüm sâkinleşiyor. (Hâfız)

ظل ممدود و خم زلف توام بر سر باد

کاندرین سایه قرار دل شیدا باشد

کاندرین

kankes: [ki + ân + kes] ki o kimse.

Ber berg-i gul be hûn-i şakâyık nuvişte’end

K’ankes ki puhte şud mey-i çun ergavân girift

Gelincik kanıyla gül yaprağına şöyle yazmışlar: Pişip olgunlaşan kişi erguvan renkli meye sarıldı. (Hâfız)

بر برگ گل به خون شقایق نوشته اند

کانکس که پخته شد می چون ارغوان گرفت

کانکس

key: [ki + ey > key] ey, ki ey.

Key kemîne bahşişet mulk-i cihân

Men çigûyem, çun tu mîdânî nihân

(Ki) ey en az bağışı dünya mülkü olan Tanrım! Ben ne diyeyim? Çünkü sen gizli olan şeyleri bilirsin. (Mesnevi)

کای کمینه بخششت ملک جهان

من چگویم ، چون تو میدانی نهان

کای

kocâ: 1. nere, neresi. 2. nerede.

Gubâr-i râh-i guzâret kucâst tâ Hâfız

Be yâdigâr-i nesîm-i sabâ nigeh dâred

Geçtiğin yolların tozu nerede? Hâfız bu tozları, sabah melteminin yadigârı olarak saklasın. (Hâfız)

غبار راه گذارت کجاست تا حافظ

به یادگار نسیم صبا نگهدارد

3. nasıl. 4. çünkü. 5. nereye.

Ki âgehest ki kâvus u key kucâ reftend?

Ki vâkıfest ki çun reft taht-i cem ber bâd?

Kâvus, Key nereye gitti acaba? Kim bilir? Cem’in tahtı nasıl yok oldu gitti? Bilen var mıdır? (Hâfız)

که آگه است که کاوس و کی کجا رفتند؟

که واقف است که چون رفت تخت جم بر باد؟

کجا

kodâm: (Peh.) 1. hangi, hangisi.

Mâ vu mey u zâhidân u takvâ

Tâ yâr ser-i kudâm dâred

Bizler, mey, zâhitler, takva. Bakalım, sevgili bunların hangisinden yana! (Hâfız)

ما و می و زاهدان و تقوی

تا یار سر کدام دارد

Ey sâhib-i fetvî, zi to porkârterîm,

Bâ inheme mestî, ez to hoşyârterîm.

To hûn-i kesan horî yu mâ hûn-i rezan.

İnsâf bedih; kodâm hûhhârterîm?

Ey fetva sahibi, çalışkanız senden daha;

Bunca sarhoşluğa rağmen, ayığız senden daha.

Sen insanların kanını içersin, biz üzüm kanını.

İnsaf et n’olur; hangimiz hunharız daha? (Hayyâm)

ای صاحب فتوی ز تو پرکارتریم

با این همه مستی از تو هشیارتریم

تو خون کسان خوری و ما خون رزان

انصاف بده کدام خونخوارتریم؟

2. kim.

Mestem kun ançunan ki nedânem zi bîhodî

Der arsa-i hayâl ki âmed, kudâm reft

Beni öyle bir sarhoş et ki hayal dünyamda bile kimin gelip kimin gittiğini farkedemez durumda olayım. (Hâfız)

مستم کن آنچنان که ندانم ز بیخودی

در عرصهء خیال که آمد ، کدام رفت

کدام

kodâm ez mâ: hangimiz.

Biyâ hodet yek çonin mesâfetî râ der miyân-i tûfân şinâ kun, an vakt mî bînîm kodâm yek ez mâ tersûst

Gel, fırtınada böyle bir mesafeyi kendin yüz de hangimiz korkakmış, görelim. (Azeristan)

بیا خودت یک چنین مسافتی را در میان طوفان شنا کن ، آن وقت می بینیم کدام یک از ما ترسو است

کدام از ما

kodâm yek: hangisi.

Âyâ mîhâhed merâ şikence bedehed ya inki anhâ râ bâzhem bîşter ez ançi hestend der gam-i dûrî-yi mâder zerd u zâr bekoned, kodâmyek

Bana işkence etmek mi istiyor, yoksa onları zaten çektikleri ana hasreti içinde daha da inletmek mi? Hangisi? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 119)

آیا می خواهد مرا شکنجه بدهد یا اینکه آنها را بازهم بیشتر از آنچه هستند در غم دوری مادر زرد و زار بکند ، کدامیک؟

کدام یک

kodâm yek ez şomâ: hanginiz.

کدام یک از شما

kodâmîn: [kodâm + în] hangi.

An şeb-i kadrî ki gûyend ehl-i halvet imşebest/ Yârab in te’sîr-i dovlet der kudâmîn kevkebest?

Sevgiliyle baş başa kalınan bu geceye kadir gecesi derler. Tanrım, böyle bir devlet hangi yıldızdan gelebilirki!

آن شب قدری که گویند اهل خلوت امشب است

یارب این تأثیر دولت در کدامین کوکب است؟

کدامین

kirâ: [ki + râ] 1. kime, kimin.

Dârende ço terkîb-i tebâyi’ ârâst,

Ez behr-i çi û fikendeş ender kem u kâst?

Ger nîk âmed, şikesten ez behr-i çi bûd?

Ver nîk neyâmed in suver, eyb kirâst?

Her şeyin sahibi Tanrı mademki yarattı doğayı,

Ne sebeple verdi ona eksiği, kusuru?

İyi oldu madem, neydi yıkmaktaki zoru?

Çirkin olduysa bu mahluk, bu kimin kusuru? (Hayyâm)

دارنده چو ترکیب طبایع آراست

از بهر چه او فکندش اندر کم و کاست؟

گر نیک آمد، شکستن از بهر چه بود؟

ور نیک نیامد این صور، عیب کراست؟

2. kimi.

Tabîb-i aşk mesîhâdem est u muşfik lîk

Çu derd der tu nebîned, kirâ devâ bekoned?

Aşk doktorunda İsa nefesi var, hemde şefkatli. Sendeki derdi görmezse, nasıl tedavi edecek? (Hâfız)

طبیب عشق مسیحادم است و مشفق لیک

چو درد در تو نبیند ، کرا دوا بکند؟

کرا

kirâr: (A.) tekrar tekrar.

کرار

kirâren: (A.) tekrar tekrar.

کرارا ً

kirâren mirâr: (A.) birçok kez.

کرارا ً مرار

kerân tâ kerân: bir baştan bir başa, bir uçtan bir uca.

کران تا کران

kerân: (Peh.) 1. sınır, hudut, kenar. 2. son.

Ser menzil-i ferâgat netvân zi dest dâden

Ey sârvân furû keş k’in reh kirân nedâred

Ferâgat konağı elden çıkarılamaz. Kervancı, durdur kervanı; bu yolun sonu yok (Hâfız)

سر منزل فراغت نتوان ز دست دادن

ای ساروان فرو کش کاین ره کران ندارد

3. sahil. 4. köşe.

کرانه

kerâne: (Peh.) 1. kenar, yan.

Ez her kirâne tîr-i duâ kerde’em revân

Bâşed kez an miyâne yekî kârger şeved

Olur da bir tanesi hedefini bulur diye her yandan dua oklarını fırlattım. (Hâfız)

از هر کرانه تیر دعا کرده ام روان

باشد کز آن میانه یکی کارگر شود

2. sahil, kıyı. 3. sınır, hudut.

کرانه

kerhen: (A.) 1. iğrenerek, tiksinerek. 2. istemeyerek, istemeye istemeye, gönülsüz olarak. 3. zorla.

کرها ً

kez: [ki + ez > kez] ki. den, ki. denberi.

Kez neyistân tâ merâ bobrîde’end

Ez nefîrem merd u zen nâlîde’end

Sazlıktan beni kestiklerinden beri feryadımdan kadın erkek inlemede. (Mesnevi)

کز نیستان تا مرا ببریده اند

از نفیرم مرد و زن نالیده اند

کز

kezan: [ki + ez + ân] ki ondan.

Akl mîhâst kezan şu’le çerâg efrûzed

Berk-i gayret bedirahşîd u cihân berhem zed

Akıl bu şule ile çırasını yakmak isterken kıskançlık şimşeği çaktı ve dünyayı alt üst etti. (Hâfız)

عقل می خواست کزان شعله چراغ افروزد

برق غیرت بدرخشید و جهان برهم زد

کزان

kezû: [ki + ez + û] ki ondan.

Goft an yâr kezû geşt ser-i dâr bulend

Curmeş in bûd ki esrâr huveydâ mîkerd

Sâyesinde darağacının yücelik kazandığı o kişinin suçu, sırları ifşâ etmekti. (Hâfız)

گفت آن یار کزو گشت سر دار بلند

جرمش این بود که اسرار هویدا می کرد

کزو

kezin: [ki + ez + in] ki bundan.

Demî bâ gam be ser burden cihân yekser nemîerzed

Be mey befrûş delk-i mâ kezin bihter nemîerzed

Dünya hayatı için bir an bile üzgün yaşamaya değmez. Mey karşılığında sat hırkamızı; bundan daha iyisine değmez. (Hâfız)

دمی با غم بسر بردن جهان یکسر نمی ارزد

به می بفروش دلق ما کزین بهتر نمی ارزد

کزین

kes: 1. kişi, kimse, şahıs.

Harîm-i aşk râ dergeh besî bâlâter ez aklest

Kesî an âsitân bûsed ki cân der âstîn dâred

Aşk hareminin dergâhı akıldan daha yüksektedir. Canını vermeye hazır olan kişi bu dergâhın eşiğini öpebilir. (Hâfız)

حریم عشق را درگه بسی بالاتر از عقل است

کسی آن آستان بوسد که جان در آستین دارد

Efsûs ki sermâye zi kef bîrûn şod,

Der pây-i ecel besî cigerhâ hûn şod!

Kes nâmed ez an cihân ki porsem ez vey:

Kehvâl-i mosâfirân-i donyâ çon şod?

Yazık ki sermaye elden gider oldu! Ecelin ayağı altında nice ciğer kan doldu! Gelen olmadı öte dünyadan ki sorayım ona: Dünyadan gelen yolcuların hali nic’oldu? (Hayyâm)

افسوس که سرمایه ز کف بیرون شد

در پای اجل بسی جگرها خون شد

کس نامد از آن جهان که پرسم از وی

کاحوال مسافران دنیا چون شد؟

2. biri, herhangi bir. 3. akraba. 4. mert. 5. hiç kimse.

Zi sırr-i gayb kes âgâh nîst, kıssa mehân

Kudâm mahrem-i dil reh derin harem dâred?

Gayp âleminin sırlarını bilen kimse yok; boşuna hikâye anlatma bana. Kim gönül mahremi olmuş da bu hareme girmemiş? (Hâfız)

ز سر غیب کس آگاه نیست قصه مخوان

کدام محرم دل ره درین حرم دارد؟

Yârî ender kes nemîbînîm, yârân râ çi şud?

Dûstî key âhir âmed? Dûstdârân râ çi şud?

Kimsede dostluk eseri gördüğümüz yok; dostlara ne oldu? Dostluk ne zaman bitti? Sevenlere ne oldu? (Hâfız)

یاری اندر کس نمی بینیم ، یاران را چه شد؟

دوستی کی آخر آمد؟ دوستداران را چه شد؟

کس

kesân: [kes + ân] 1. kişiler, insanlar.

Ey sâhib-i fetvî, zi to porkârterîm,

Bâ inheme mestî, ez to hoşyârterîm.

To hûn-i kesan horî yu mâ hûn-i rezan.

İnsâf bedih; kodâm hûhhârterîm?

Ey fetva sahibi, çalışkanız senden daha;

Bunca sarhoşluğa rağmen, ayığız senden daha.

Sen insanların kanını içersin, biz üzüm kanını.

İnsaf et n’olur; hangimiz hunharız daha? (Hayyâm)

ای صاحب فتوی ز تو پرکارتریم

با این همه مستی از تو هشیارتریم

تو خون کسان خوری و ما خون رزان

انصاف بده کدام خونخوارتریم؟

2. yakınlar, akrabalar.

Âyâ mîhâhî bekesânet der her câ ki hestend haber bedehem tâ biyâyend ve turâ beberend

Gelip seni götürmeleri için her neredelerse akrabalarına haber vermemi ister misin? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 22)

آیا می خواهی بکسانت در هر جا که هستند خبر بدهم تا بیایند و ترا ببرند؟

کسان

kesânî: [kes + ân + î] birtakım kimseler, kimileri.

کسانی

kesânî ki: [kes + ân + î + ki] o kimseler ki, -enler.

Kesânî ki derd nekeşîde’end in kelimât râ nemî fehmend

Dert çekmemiş kimseler bu kelimeleri anlamazlar. (Bûf-i Kûr)

کسانی که درد نکشیده اند این کلمات را نمی فهمند

Heme-i inhâ berâyi şâirhâ ve beççehâ ve kesânî ki tâ âhir-i omrişan beççe mîmânend hûbest

Bütün bunlar şairler, çocuklar ve ömürlerinin sonuna kadar çocuk kalanlar için güzeldir. (Se Katre Hûn)

همهء اینها برای شاعرها و بچه ها و کسانی که تا آخر عمرشان بچه می مانند خوبست

کسانی که

kesî: [kes + î] 1. biri, birisi.

Zemâne efser-i rindî nedâd cuz be kesî

Ki serfirâzî-yi âlem derin kuleh dânist

Zamane rintlik tâcını, âlemin şerefini bu külahta bulan kişiye verdi. (Hâfız)

زمانه افسر رندی نداد جز به کسی

که سرفرازیء عالم درین کله دانست

2. hiç kimse, kimsecikler.

Kesî ancâ nebûd, cuz hodem, cuz vucûd-i gamnâk u tîre-i hodem

Orada kendimden, kendi gamlı ve karanlık vücudumdan başka kimse yoktu. (Do Şeb)

کسی آنجا نبود ، جز خودم ، جز وجود غمناک و تیرهء خودم

Dovrî ki der âmeden u reften-i mâst,

Ûrâ ne nihâyet, ne bidâyet peydâst.

Kesî mînezened demî derin ma’nî râst.

Kin âmeden ez kocâ vu reften be kocâst!

Geldiğimiz, gittiğimiz bu devrin

Ne başı bellidir, ne de sonu.

Kimse etmiyor bu konuda bir laf doğru;

Nereden bu gelişler? Bu gidişler nereye doğru? (Hayyâm)

دوری که در آمدن و رفتن ماست

اورا نه نهایت نه بدایت پیداست

کسی می نزند دمی درین معنی راست

کین آمدن از کجا و رفتن بکجاست؟

3. o kişi, o kimse.

Harîm-i aşk râ dergeh besî bâlâter ez aklest

Kesî an âsitân bûsed ki cân der âstîn dâred

Aşk hareminin dergâhı akıldan daha yüksektedir. Canını vermeye hazır olan kişi bu dergâhın eşiğini öpebilir. (Hâfız)

حریم عشق را درگه بسی بالاتر از عقل است

کسی آن آستان بوسد که جان در آستین دارد

4. kişilik, kişi olma.

Men kesî der nâkesî der yâftem

Pes kesî der nâkesî der bâftem

Ben varlığımı varlıksızlıkta buldum.

Kişi olmayı kişisizlikte dokudum. (Mesnevi)

من کسی در ناکسی در یافتم

پس کسی در ناکسی در بافتم

کسی

keş: [ki + eş > keş] ki o, ki ona, ki onu, ki onun.

Ne helâl est ki dîdâr-i tu bîned herkes

Ki herâm est ber an keş nazar tâhir nîst

Herkesin senin yüzünü görmesi doğru değil. Bakışı temiz olmayanın görmesi ise haramdır. (Gazelhâ-yi Sa’dî)

نه حلال است که دیدار تو بیند هرکس

که حرام است بر آن کش نظر طاهر نیست

کش

kollen: (A.) 1. tamamıyla, tümüyle, hepten, tamamen, külliyen. 2. her birini.

کلا ً

kulluhu: (A.) bütün, tümü.

کله

kelle-i seher: (F.-A.) erkenden, alaşafak.

کلهء سحر

kollî: (A.) 1. genel, küllî. 2. hepsi. 3. hayli, çok. 4. tamamen.

کلی

kolliyyen: (A.) tümüyle, tamamen.

کلیا ً

kolliyye: (A.) 1. bütün, genel. 2. çok. 3. tümel. 4. genellik. 5. çokluk. 6. üniversite.

کلیه

kem: (A.) 1. ne kadar. 2. nice.

کم

kem: (Peh.) 1. az.

Kemer-i kûh kem est ez kemer-i mûr incâ

Nâumîd ez der-i rahmet meşov ey bâdeperest

Burada, aşk ülkesinde, dağın beli karıncanın belinden daha incedir. Hey, bâde düşkünü! Tanrısal rahmet kapısından umudunu kesme. (Hâfız)

کمر کوه کم است از کمر مور اینجا

ناامید از در رحمت مشو ای باده پرست

2. eksik, noksan. 3. küçük.

Kemterîn eserî ez âteş der libâs u esb u ten-i siyâveş dîde nemî şud

Siyavuş’un giysi, at ve vücudunda ateştenen küçük bir iz görülmüyordu. (Dâstânhâ-yi Dilengîz)

کمترین اثری از آتش در لباس و اسب و تن سیاوش دیده نمی شد

4. kötü.

کم

kem ez an ki: en azından.

کم از آنکه

kembîş: [kem + bîş] az çok.

کم بیش

kem mânde bûd: nerdeyse, az daha, az kalsın.

Kem mânde bûd begûyed tu bemîrî kısthâ râ ki mîdehed?

Neredeyse ‘Sen ölürsen, taksitleri kim ödeyecek?’ diyecekti. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

کم مانده بود بگوید : تو بمیری قسط ها را کی میدهد؟

کم مانده بود

kem u bîş: az çok.

Çon rûzî yu omr bîş u kem netvan kerd.

Hod râ be kem u bîş dijem netvan kerd.

Kâr-i men u to çonanki re’y-i men o tost,

Ez mûm be dest-i hîş hem netvan kerd.

Bir gün gibi ömür; azı çoğu mümkün değil.

Kendini üzmen az veya çok mümkün değil.

Yapmayı düşündüğümüz var ya seninle benim,

Mum olsa da, bizce yapmak mümkün değil. (Hayyâm)

چون روزی و عمر بیش و کم نتوان کرد

خود را کم و بیش دژم نتوان کرد

کار من و تو چنانکه رأی من و تست

از موم بدست خویش هم نتوان کرد

Ez zindegî-yi dunyâ-yi tecemmul u şohret kemubîş çîzhâî mîdânist

Şöhret ve lüks dünyasının yaşantısı hakkında az çok bir şeyler biliyordu.

از زندگی دنیای تجمل و شهرت کم و بیش چیزهائی می دانست

کم و بیش

kem u kâst: eksiklik, kusur.

Dârende ço terkîb-i tebâyi’ ârâst,

Ez behr-i çi û fikendeş ender kem u kâst?

Ger nîk âmed, şikesten ez behr-i çi bûd?

Ver nîk neyâmed in suver, eyb kirâst?

Her şeyin sahibi Tanrı mademki yarattı doğayı,

Ne sebeple verdi ona eksiği, kusuru?

İyi oldu madem, neydi yıkmaktaki zoru?

Çirkin olduysa bu mahluk, bu kimin kusuru? (Hayyâm)

دارنده چو ترکیب طبایع آراست

از بهر چه او فکندش اندر کم و کاست؟

گر نیک آمد، شکستن از بهر چه بود؟

ور نیک نیامد این صور، عیب کراست؟

کم و کاست

kemâ: (A.) gibi, -dığı gibi.

کما

kemâ inki: (A.-F.) nitekim.

کما اینکه

kemâ filevvel: (A.) önceki gibi.

کما فی الاول

kemâ fissâbık: (A.) eskiden olduğu gibi.

کما فی السابق

kemâ kâne: (A.) eskiden olduğu gibi, oldum olası, her zaman olduğu gibi.

Cengel kemâkâne por ez merdum bûd

Orman, her zamanki gibi insanlarla doluydu. (Zindehâ ve Mordehâ)

جنگل کماکان پر از مردم بود

Şomâ der nazar-i men kemâkâne şahsî şerîf u necîbî hestîd

Siz benim gözümde her zaman olduğu gibi şerefli ve asıl bir kimsesiniz. (Rodin)

شما در نظر من کماکان شخصی شریف و نجیبی هستید

کما کان

kemâ huve: (A.) olduğu gibi.

کما هو

kemâ huverresm: (A.) âdet olduğu üzere.

کما هو الرسم

kemâ huvelmu’tâd: (A.) alışıldığı gibi.

کما هو المعتاد

kemâ  huvelvâki’: (A.) olduğu gibi, olageldiği şekilde.

کما هوا الواقع

kemâ hiye, kemâhî: (A.) olduğu gibi.

Dil sırr-i heyât eger kemâhî dânist,

Der merg hem esrâr-i ilâhî dânist,

İmrûz ki bâ hodî, nedânistî hîç,

Ferdâ ki zi hod revî, çi hâhî dânist?

Bilseydi gönül lâyıkıyla yaşam sırrını,

Anlardı ölümde de Tanrı’nın sırrını.

Kendindeyken bugün anlamadın hiçbir şey;

Yarın çekip gidince, nasıl anlarsın sırrını? (Hayyâm)

دل سر حیات اگر کماهی دانست

در مرگ هم اسرار الهی دانست

امروز که با خودی، ندانستی هیچ

فردا که ز خود روی، چه خواهی دانست؟

کما هی

kemâ hiye hakkihâ: (A.) hakkıyla, gerektiği gibi.

کما هی حقها

kemâ yenbagî: (A.) gerektiği gibi.

کما ینبغی

kemâl: (A.) 1. tam, mükemmel, büyük. 2. mükemmellik, olgunluk, gelişme. 3. değer. 4. tamlama ile kullanıldığında "büyük bir, son derece" anlamlarını verir.

Aşk-i tu nihâl-i hayret âmed

Vasl-i tu kemâl-i hayret âmed

Senin aşkın benim hayret fidanım oldu. Sana kavuşmak benim hayretimin doruk noktası oldu. (Hâfız)

عشق تو نهال حیرت آمد

وصل تو کمال حیرت آمد

کمال

kemâl-i: (A.-F.) büyük bir, olanca, bütün.

کمال ِ

kemter: [kem + ter] 1. daha az.

Hadîs ez mutrib u mey gû ve râz-i dehr kemter cû

Ki kes negşûd ve negşâyed be hikmet in muammâ râ

Çalgıcıdan, meyden dem vur, Arayıp durma feleğin sırrını. Hikmetle çözen çıkmadı; çıkmayacak zira bu muammayı. (Hâfız)

حدیث از مطرب و می گو و راز دهر کمتر جو

که کس نگشود و نگشاید بحکمت این معما را

2. değersiz, daha değersiz. 3. daha âciz. 4. eksik.

Bâg-i merâ çi hâcet-i serv u sanevber est

Şimşâd-i hâneperver-i mâ ez ki kemter est?

Bahçemizde serviye, çama ne gerek var? Evimizde yetişen şimşirin öbürlerinden geri kalır yanı mı var? (Hâfız)

باغ مرا چه حاجت سرو و صنوبر است

شمشاد خانه پرور ما از که کمتر است؟

کمتر

kemterîn: [kem + terîn] کمترین   1. en az. 2. en değersiz. 3. çok zavallı, en âciz.

کمترین

kemî dûrter: az ötede, biraz ötede.

Kemî dûrter zen-i çâkî piyano mîzed ve merd-i lâgerî pehlûyeş viyelon lîzed

Biraz ötede şişman bir kadın piyanı, zayıfbir adam da yanında keman çalıyordu. (Se Katre Hûn, s. 215)

کمی دورتر زن چاقی پیانو میزد و مرد لاغری پهلویش ویلن میزد

کمی دورتر

kenâr, kinâr: 1. kenar, yan.

Kenâr-i otâk yek târ gozâşte bûd

Odanın kenarına bir tar koymuştu. (Se Katre Hûn)

کنار اطاق یک تار گذاشته بود

2. kıyı, sahil.

Her sebze ki ber kenâr-i cû’î roste est;

Gû’î zi leb-i firiştehû’î roste est.

Pâ ber ser-i her sebze be hârî nenhî;

Kan sebze zi hâk-i lâlerû’î roste est.

Her yeşillik ki bir su kenarında bitmiştir.

Sanki melek huylu birinin dudağından bitmiştir.

Her yeşilliğe küçümseyerek basma ayağını.

O yeşillik lâle yüzlü birinin toprağından bitmiştir. (Hayyâm)

هر سبزه که بر کنار جوئی رسته است

گوئی ز لب فرشته خوئی رسته است

پا بر سر هر سبزه بخواری ننهی

کان سبزه ز خاک لاله روئی رسته است

Bedih sâkî mey-i bâkî ki der cennet nehâhî yâft

Kenâr-i âb-i ruknâbâd u gulgeşt-i musellâ râ

Saki; ver şu ölümsüzlük şarabını. Bulamazsın Cennette zira Ruknâbâd ile Gulgeşt-i Musellâ kenarını. (Hâfız)

بده ساقی می باقی که در جنت نخواهی یافت

کنار آب رکناباد و گلگشت مصلا را

3. kucak, kucaklama, koyun.

Der çemen bâd-i bahârî zi kenâr-i gul u serv

Be hevâdârî-i an ârız u kâmet berhâst

Bahar yeli çimenlikte gül ile selvinin kucağından sıyrılıp o yanağın, o boyun bosun havasıyla esmeye başladı. (Hâfız)

در چمن باد بهاری ز کنار گل و سرو

به هواداریء آن عارض و قامت برخاست

4. köşe. 5. ayrı. 6. baş.

Şebî berâyi şâm bâ ehl-i hâne der kenâr-i sufre nişeste bûd

Bir akşam ev halkıyla birlikte sofra başına oturmuştu. (An Rûzhâ)

شبی برای شام با اهل خانه در کنار سفره نشسته بود

7. kucaklama. 8. pervaz. 9. çember, kuşak. 10. elde edilme.

Devlet ân est ki bî hûn-i dil âyed be kenâr

Verne bâ sa’y u amel bâg-i cinân in heme nîst

Devlet dediğin gönül kanı dökülerek elde edilir. Yoksa, çalışıp iyi amel ile kavuşulan cennet bahçeleri sadece bunlar değil. (Hâfız)

دولت آن است که بی خون دل آید بکنار

ورنه با سعی و عمل باغ جنان این همه نیست

11. son.

کنار

kenâr-i hem: [kenâr + -i + hem] yanyana.

Şebhâ tâbistân men u emûyet rûy-i hemin mehtâbî kenâr-i hem dirâz mîkeşîdîm

Yaz geceleri böyle mehtaplı havalarda onunla birlikte yanyana uzanırdık. (Eger Haste Şodî)

شبها تابستان من و عمویت روی همین مهتابی کنار هم دراز می کشیدیم

Tesâdufen sandelîhâ-yi anhâ kenâr-i hem bûd

Tesadüfen onların koltukları yan yanaydı. (Azeristan)

تصادفا ً صندلی های آنها کنار هم بود

کنار هم

kender: [ki + ender] ki –de, ki –da.

Her ma’nî-yi hûb u sûret-i pâkîze

Kender nazar-i tu âyed, an sûret-i ûst

Gördüğün her temiz yüz, idrak ettiğin her güzel mânâ onun sûretidir. (Evhad)

هر معنیء خوب و صورت پاکیزه

کندر نظر تو آید ، آن صورت اوست

کندر

kunûn: şimdi.

Dilem ki lâf-i tecerrud zedî kunûn sad şugl

Be bûy-i zulf-i tu bâ bâd-i subhdem dâred

Gönlüm dünyadan el etek çekme konusunda konuşup dururdu. Ama şimdi zülüflerinin kokusunu getiriyor diye sabah meltemi ile yüz türlü sorun yaşıyor. (Hâfız)

دلم که لاف تجرد زدی کنون صد شغل

به بوی زلف تو با باد صبحدم دارد

کنون

kunûnî: [kunûn + î] şimdiki, bugünkü, günümüzdeki.

کنونی

ki, ke: 1. kim.

Nohostîn mukteşifî ki be kutb reft ki bûd

Kutba giden ilk kaşif kimdi? (Fârsî-i Pencom-i Debistan)

نخستین مکتشفی که به قطب رفت که بود؟

Ki âgehest ki kâvus u key kucâ reftend?

Ki vâkıfest ki çun reft taht-i cem ber bâd?

Kâvus, Key nereye gitti acaba? Kim bilir? Cem’in tahtı nasıl yok oldu gitti? Bilen var mıdır? (Hâfız)

که آگه است که کاوس و کی کجا رفتند؟

که واقف است که چون رفت تخت جم بر باد؟

Tâ çend zenem be rûy-i deryâhâ hişt?

Bîzâr şodem zi botperestân u kinişt.

Heyyâm ki goft dûzehî hâhed bûd?

Ki reft be dûzeh u ki âmed zi behişt?

Ne zamana kadar suda kerpiç sektireyim?

Usandım putperestinden, havrasından ben!

Hayyam cehennemlik olacak diyen kim?

Cehenneme giden kim, cennetten gelen kim? (Hayyâm)

تا چند زنم بروی دریاها خشت؟

بیزار شدم ز بت پرستان و کنشت

خیام که گفت که دوزخی خواهد بود؟

که رفت به دوزخ و که آمد ز بهشت؟

2. ki.

Kitâbî râ ki çend mâh-i pîş hânde bûd âverd ve ez rûy-i an be porsiş-i mehîn pâsuh dâd

Birkaç ay önce okuduğu kitabı getirdi ve ona bakarak Mehin’in sorusuna cevap verdi. (Fârsî-i Pencom-i Debistan)

کتابی را که چند ماه پیش خوانده بود آورد و از روی آن به پرسش مهین پاسخ گفت

3. -si için, diye.

Bele imrûz asr âmedem ki cozve-i medrese ez siyâveş begîrem

Evet, bugün ikindi vakti Siyavuş’tan okul defterini almaya geldim. (Se Katre Hûn)

بله امروز عصر آمدم که جزوهء مدرسه از سیاوش بگیرم

Enguşt be lebeş gozâşt u bâ sereş işâre kerd ki biyâ

Parmağını dudağına götürdü ve başıyla gel diye işaret etti. (Se Katre Hûn)

انگشت به لبش گذاشت و با سرش اشاره کرد که بیا

Jandarm goft Peb men turâ be curm-i musellem-i vilgerdî yu gedâî yu bîkârî tovkîf mîkonem ve emr mîdehem ki bâ men biyâî

Jandarma ‘ O halde seni aylaklık, dilencilik ve işsizlik suçundan tutukluyor ve benimle gelmeni emrediyorum’ dedi. (Vilgerd)

ژاندرام گفت : پس من ترا بجرم مسلم ولگردی و گدائی و بیکاری توقیف میکنم و امر میدهم که با من بیائی

4. -ince, -diğinde, -diği zaman.

Be şehr ki resîd, dîd merdumân saht be heyecân âmede, ez fart-i heşm u gazab mîlerzîd

Şehre varınca, ahalinin çok heyecanlandığını, öfkeden titrediklerini gördü. (Beyrakdâr)

بشهر که رسید ، دید مردمان سخت بهیجان آمده ، از فرط خشم و غضب می لرزد

5. -den, -dan.

Durûgî maslahatâmîz bih ki râstî-yi fitne’engîz

İyilik için söylenen yalan, fitne koparan doğrudan iyidir. (Gulistan)

دروغی مصلحت آمیز به که راستی ء فتنه انگیز

Ey peder, kûtâh-i hiredmend bih ki nâdân-i bulend

Babacığım, akıllı kısa boylu insan, uzun boylu cahilden iyidir. (Gulistan)

ای پدر ، کوتاه خردمند به که نادان بلند

Eger tu zahm zenî bih ki dîgerî merhem

Veger tu zehr dehî bih ki dîgerî tiryâk

Sen yaralarsan, başkasının merhem sürmesinden iyidir. Sen zehir içirtirsen, başkasının içirtmesinden iyidir. (Hafız)

اگر تو زخم زنی به که دیگری مرهم

وگر تو زهر دهی به که دیگری تریاک

6. yoksa, aksi takdirde. 7. . se. di.

Tu mîfehmî in kâr ya’nî çi? Âher mâ be merdum haber dâdeîm.

Haber dâdîm ki dâdîm, çi ehemmiyyet dâred

-Sen bu işin ne demek olduğunu biliyor musun? Herkese haber verdik ama!-Haber verdikse verdik. Ne önemi var? (Azeristan)

تو می فهمی این کار یعنی چه؟ آخر ما به مردم خبر داده ایم

خبر دادیم که دادیم ، چه اهمیت دارد؟

Bâşed, sevâr nemîkoned ki nekonend

Olsun, bindirmezse bindirmesinler! (Zindehâ ve Mordehâ)

باشد ، سوار نمی کنند که نکنند

8.  da.

Bâ inki anhâ ankadr yekdil u yekreng bûdend ve hîç çîz râ ez yekdîger pinhân nemî kerdend, çitovr şud ki behrâm ez in tasmîm-i hodkoşîbâ û meşveret nekerd

Onlar o kadar içli dışlı olmalarına ve birbirlerinden hiçbir şey saklamamalarına rağmen nasıl oldu da Behram bu intihar kararını ona danışmadı? (Girdâb)

با اینکه آنها آنقدر یکدل و یک رنگ بودند و هیچ چیز را از یکدیگر پنهان نمی کردند ، چطور شد که بهرام از این تصمیم خودکشی با او مشورت نکرد؟

Hûb, turâ fi’len âzâd mîkonem, emmâ murâkib bâş ki dobâre tovkîf neşevî

Pekâlâ, şimdilik seni serbest bırakıyorum ama dikkatli ol da yine tutuklanma! (Vilgerd)

خوب ، ترا فعلا ً آزاد می کنم ، اما مراقب باش که دوباره توقیف نشوی!

9. -e, -a.

Nemî tevânist bâver bekoned ki û morde

Onun öldüğüne inanamıyordu. (Girdâb)

نمی توانست باور بکند که او مرده

10. işte.

Nezd-i û bûd ki bâ rodin âşinâ şodem

İşte onun yanında Rodin’le tanıştım. (Rodin)

نزد او بود که با رودین آشنا شدم

11. çünkü.

Kârûn helâk şud ki çihil hâne genc dâşt

Nûşînrevân nemord ki nâm-i nikû gozâşt

Kırk ev dolusu hazinesi olan Karun yok oldu. Nuşirevan ise ölmedi. Çünkü geriyeiyi bir isim bıraktı. (Gulistan)

قارون هلاک شد که چهل خانه گنج داشت

نوشین روان نمرد که نام نکو گذاشت

Murâd-i dil zi ki porsem ki nîst dildârî

Ki cilve-i nazar u şîve-i kerem dâred

Gönlümün muradı gerçekleşir mi, gerçekleşmez mi; kime sorayım? Bakışları cilveli, kerem sahibi bir sevgili yok ki! (Hâfız)

مراد دل ز که پرسم که نیست دلداری

که جلوهء نظر و شیوهء کرم دارد

12.     yor ki, yordu ki ?

Emmâ vaktî bâlhâ-yi hodeş râ bâz mîkerd hodâ mîdâned çi mîşud. Kocâ ki nemî reft

Ama kanatlarını açtığı zaman ne olduğunu Allah bilir; nereye gitmiyordu ki! (Rodin)

اما وقتی بال های خودش را باز میکرد خدا می داند چه میشد . کجا که نمی رفت!

13. diye, -dığını.

Mey bedih tâ dehemet âgehî ez sırr-i kazâ

Ki be rûy-i ki şodem âşık u ez bûy-i ki mest

Mey ver de kaza kader sırlarından haber vereyim sana. Kimin yüzüne âşık olduğumu, kimin kokusuyla mest olduğumu söyleyim. (Hâfız)

می بده تا دهمت آگهی از سر قضا

که بروی که شدم عاشق و از بوی که مست

14.mademki.

İmrûz ki der dest-i tu’em, merhametî kun

Ferdâ ki şevem hâk, çi sûd eşk-i nedâmet

Madem ki bugün senin elindeyim; merhamet et bana; ver muradımı. Yarın toprak olduğumda pişmanlık gözyaşları dökmenin sana ne yararı olacak? (Hâfız)

امروز که در دست توام ، مرحمتی کن

فردا که شوم خاک ، چه سود اشک ندامت

15. belki, bakarsın.

Bâz ây ki bâz âyed omr-i şode-i hâfiz

Herçend ki nâyed bâz tîrî ki beşud ez şest

Geri dön; her ne kadar ok yaydan çıktı mı geri dönmezse de belki Hafız’ın geçip giden ömrü geri gelir. (Hâfız)

باز آی که باز آید عمر شدهء حافظ

هرچند که ناید باز تیری که بشد از شست

که

kih: 1. küçük.

Goftemeş: Mâ bende-i şâhenşehîm

Hâcetâşân-i kih-i an dergehîm

Ona dedim: Şahlar şahının kuluyuz biz

O dergâha mensup iki küçük kuluz biz (Mesnevî) 

گفتمش ما بنده شاهنشهیم

خواجه تاشان که آن درگهیم

2. genç.

که

ki intovr: (F.-A.) demek öyle!

که اینطور

kih u mih: büyük küçük.

که و مه

kohne: 1. eski.

Der bâzâr-i şehr-i kohne çây hordîm

Eski şehrin çarşısında çay içtik.

در بازار شهر کهنه چای خوردیم

İn kohne ribât râ ki âlem nâm est;

Ârâmgeh-i eblak-i sobh u şâm est.

Bezmîst ki vâmânde-yi sad Cemşîd est.

Gûrîst ki hâbgâh-i sad Behrâm est.

Şu köhne kervansaray ki âlemdir adı,

Sabahla akşam denen alaca atın konağı.

Yüz Cemşid’in meclisinin artığı,

Yüz Behram’ın uyku yeri, mezarı. (Hayyâm)

این کهنه رباط را که عالم نام است

آرامگه ابلق صبح و شام است

بزمیست که واماندهء صد جمشید است

گوریست که خوابگاه صد بهرام است

2. köhne. 3. yaşlı, ihtiyar. 4. müzmin. 5. kullanılmış. 6. yıkık dökük. 7. çamaşır. 8. eski bez, paçavra.

Bedûn-i inki men tekâzâî kerde bâşem, pîrmerd kohnehâî ez cîb bîrûn âverd ve zahm-i bâzûyem râ best

Ben bir şey istemeden ihtiyar, cebinden bazı paçavralar çıkarıp kolumdaki yarayı sardı. (Perîçihr)

بدون اینکه من تقاضائی کرده باشم ، پیرمرد کهنه هائی از جیب بیرون آورد و زخم بازویم را بست

کهنه

kihîn: [kih + în] en küçük.

Yûsuf u bunyâmîn ferzendân-i duhter-i kihîn Laban, Rahil’end ki be nifâs-i ibn-i yâmîn fermân yâft

Yusuf ileBünyamin, Laban’ın küçük kızı olan ve Bünyamin’i doğurduktan sonra loğusa iken ölen Rahil(Raşel)’in çocuklarıdır. (Derd-i Aşk-i Zuleyhâ)

یوسف و بنیامین فرزندان دختر کهین لابان ، راحیل اند که به نفاس این یامین فرمان یافت

کهین

: (Peh.) 1. nerede, neresi, nereye, hani.

Şomâ goftîd ki se nefer hâhîd bûd. Pes sevvomî kû?

Üç kişi olacağınızı söylediniz. Peki, üçüncü nerede? (Azeristan)

شما گفتید که سه نفر خواهید بود . پس سومی کو؟

Goftem: ey mesned-i cem, câm-i cihânbînet kû?

Goft: Efsûs ki an devlet-i bîdâr behuft

Ey Cem’in tahtı, dünyayı gösteren kadehin nerede? diye sordum. Ne yazık! Uyanık bahtım uykuya daldı! dedi. (Hâfız)

گفتم ای مسند جم ، جام جهان بینت کو؟

گفت افسوس که آن دولت بیدار بخفت

Ez âmeden u reften-i mâ sûdî kû?

Vez târ-i vucûd-i omr-i mâ pûdî kû?

Der çenber-i çerh cân-i çendîn pâkân

Mîsûzed u hâk mîşeved; dûdî kû?

Gelip gitmemizin faydası nerede?

Ömür dediğimiz varlık kumaşının atkısı nerede?

Bunca temiz kişinin canı felek çemberinde

Yanıp toprak oluyor; dumanı nerede? (Hayyâm)

از آمدن و رفتن ما سودی کو؟

وز تار وجود عمر ما پودی کو؟

در چنبر چرخ جان چندین پاکان

می سوزد و خاک میشود، دودی کو؟

2. kumru sesi: kû

Morgî dîdem nişeste ber bâre-yi Tûs,

Der çeng girifte kelle-yi Keykâvûs.

Bâ kelle hemîgoft ki: Efsûs, efsûs!

Kû bang-i cereshâ vu kocâ nâle-yi kûs?

Bir kuş gördüm, Tûs burcuna konmuş,

Keykâvus’un başını pençesine almış,

Diyordu kelleye: Yazık, çok yazık! Nerede çan sesi?

Kös iniltisi nerede kalmış? (Hayyâm)

مرغی دیدم نشسته بر بارهء طوس

در چنگ گرفته کلهء کیکاوس

با کله همی گفت که افسوس افسوس

کو بانگ جرس ها و کجا نالهء کوس؟

کو

: [ki +  > k] ki o.

Tohmhâ-yi fitne kû kişte bûd

Âfet-i serhâ-yi îşân geşte bûd

Fitne tohumlarını eken o kişi onların başına belâ olmuştu. (Mesnevi)

تخمهای فتنه کو کشته بود

آفت سرهای ایشان گشته بود

Herkesî kû dûr mâned ez asl-i hîş

Bâz cûyed rûzgâr-i vasl-i hîş

Kendi aslından uzak kalan kimse yine kendi vuslat zamanını arar. (Mesnevi)

هرکسی کو دور ماند از اصل خویش

باز جوید روزگار وصل خویش

Kesî kû beste-i zulfet nebâşed

Çu zulfet derhem u zîr u zeber bâd

Zülüflerine bağlanmayan kimse zülüflerin gibi karmakarışık, alt üst olsun. (Hâfız)

کسی کو بستهء زلفت نباشد

چو زلفت درهم و زیروزبر باد

کو

k’iy: (ki + ey) ey.

کی

key: 1. ne zaman, ne vakit.

Gofte bûdî: Key bemîrî pîş-i men? Ta’cîl çîst?

Hoş tekâzâ mîkunî, pîş tekâzâ mîremet

Ne zaman öleceksin yanımda? demiştin? Acelen ne? Amma takaza ediyorsun! Takazana ölürüm ben. (Hâfız)

گفته بودی کی بمیری پیش من؟ تعجیل چیست؟

خوش تقاضا می کنی ، پیش تقاضا میرمت

Efsûs ki nâme-yi cevânî tey şod!

Van tâze behâr-i zindegânî dey şod!

Hâlî ki verâ nâm cevânî goftend,

Ma’lûm neşod ki û key âmed, key şod?

Yazık; gençliğin defteri dürüldü gitti!

Hayatın o taze baharı dün oldu gitti!

Adına gençlik denilen şey var ya,

Anlamadım ki; ne zaman geldi, ne zaman gitti!? (Hayyâm)

افسوس که نامهء جوانی طی شد

وان تازه بهار زندگانی دی شد

حالی که ورا نام جوانی گفتند

معلوم نشد که او کی آمد ، کی شد؟

2. nasıl.

Be bârgâh-i tu çun bâd râ nebâşed bâr

Key ittifâk-i mecâl-i selâm-i mâ ufted?

Haberci rüzgârın senin huzuruna girme izni olmayınca, selâmımızı iletme fırsatı nasıl doğar? (Hâfız)

به بارگاه تو چون باد را نباشد بار

کی اتفاق مجال سلام ما افتد

کی

ki: kim.

İn merdumî râ ki mî bînem ki hestend

Bu gördüğüm insanlar kim? (Zinde be Gûr)

این مردمی را که می بینم کی هستند؟

Ki hestî ve kocâ zindegî mîkonî

Kimsin ve nerede oturuyorsun? (Kûtî-i Kibrît)

کی هستی و کجا زندگی می کنی؟

کی

kiyân: [ki + y + ân] kimler.

Tâ sohenhâ-yi kiyân red kerdeî

Tâ kiyân râ server-i hod kerdeî

Kimlerin sözlerini reddetmişsin?

Kimleri kendine büyük bilmişsin? (Mesnevî)

تا سخن های کیان رد کرده ای

تا کیان را سرور خود کرده ای

کیان

keyfen: (A.) nitelik bakımından.

کیفا ً

kin: [ki + in > kin] ki bu, çünkü bu.

Gûş-i her befurûş u dîger gûş har

Kin sohen râ der neyâbed gûş-i har

Eşeğin kulağını sat da başka bir kulak satın al. Çünkü bu sözü eşek kulağı anlamaz. (Mesnevi)

گوش خر بفروش و دیگر گوش خر

کین سخن را در نیابد گوش خر

کین

kinçonin: [ki + in + çonîn] ki böyle bir.

Nedîdîm kesî kinçonin zehre dâşt

Bedancâygeh ez honer behre dâşt

Biz burada böylesine yürekli ve hünerli birini görmedik. (Şâhnâme, I/50, beyit 374)

ندیدیم کسی کینچنین زهره داشت

بدانجایگه از هنر بهره داشت

کینچنین

gâh: 1. zaman, vakit.

Hâk-i vucûd-i mâ râ ez âb-i dîde gil kun

Vîrânserây-i dil râ gâh-i imâret âmed

Beden toprağımızdan göz yaşlarıyla çamur yoğur. Çünkü yıkık gönül evinin onarılması zamanı geldi. (Hâfız)

خاک وجود ما را از آب دیده گل کن

ویران سرای دل را گاه عمارت آمد

2. kâh.

Derhâlî ki çeşmâneş ez fart-i şâdî mîdirahşîd, gâh be yâver ve gâh be medîne mî nigerîst

Gözleri sevinçten parlarken kâh Yaver’e kâh Medine’ye bakıyordu. (Azeristan)

در حالی که چشمانش از فرط شادی می درخشید ، گاه به یاور و گاه به مدینه می نگریست

Gofteî: La’l-i lebem hem derd bahşed hem devâ

Gâh pîş-i derd u geh pîş-i mudâvâ mîremet

Lâl dudağım hem dert verir, hem derman demişsin. Kâh derdine, kâh dermanına ölürüm senin. (Hâfız)

گفته ای لعل لبم هم درد بخشد هم دوا

گاه پیش درد و گه پیش مداوا میرمت

3. devir, asır, çağ. 4. arada bir, kâh, zaman zaman, kimi zaman, zaman olur.

گاه

gâh ez gâh: kimi zaman, bazen, arasıra.

گاه از گاه

gâh be gâh: zaman zaman, kimi zaman, arasıra.

گاه به گاه

gâh gâh: zaman zaman, arasıra, bazen, kimi zaman.

gâh gâh: zaman zaman, arasıra, bazen, kimi zaman.

Men an nigîn-i suleymân behîç nestânem

Ki gâh gâh ber û dest-i ehrimen bâşed

Bazı bazı ifritin eline geçen Süleyman mührü yok mu? On paraya almam! (Hâfız)

من آن نگین سلیمان بهیچ نستانم

که گاه گاه بر او دست اهرمن باشد

Bende-i pîr-i harâbâtem ki lutfeş dâim est

Verne lutf-i şeyh u zâhid gâh mest u gâh nîst

Ben lutfu dâim olan harabat pîrinin kulu kölesiyim; bazen mest bazen ayık şeyhle, zâhitle işim yok. (Hâfız)

بندهء پیر خراباتم که لطفش دائم است

ورنه لطف شیخ و زاهد گاه مست و گاه نیست

گاه گاه

gâh u bîgâh: 1. zaman zaman, kimi zaman. 2. vakitli vakitsiz, olmadık vakit.

گاه و بی گاه

gâh u nâgâh: zamanlı zamansız, vakitli vakitsiz.

گاه و ناگاه

gâhgâhî: zaman zaman, bazen, kimi zaman, arasıra, ara ara.

گاهگاهی

gâhî: [gâh + î] 1. bazen, arasıra, kimi zaman, ara ara, zaman zaman.

Hodâ hâfiz, gâhî merâ be hâtir biyâvered

Allahaısmarladık. Arasıra beni hatırlayın. (Rodin)

خدا حافظ ، گاهی مرا بخاطر بیاورید

Gerdişhâî ki bâ dûstâneş ser-i kabr-i sa’dî ve bâbâ kûhî kerde bûd beyâd âverd. Gâhî lebhand mîzed, zemânî ehm mîkerd

Dostlarıyla birlikte Sadî’nin, Baba Kûhî’nin mezarlarını ziyaret ettiğini hatırladı. Bazen gülüyor, bazen somurtuyordu. (Se Katre Hûn, s. 82)

گردشهائی که با دوستانش سر قبر سعدی و بابا کوهی کرده بود بیاد آورد ، گاهی لبخند می زد ، زمانیاخم می کرد

2. bir keresinde, vaktiyle. 3. asla, hiçbir zaman.

گاهی

gâhî ovkât: (F.-A.) kimi zaman, zaman zaman.

گاهی اوقات

gâhî ki: -dığı zaman, -ince.

گاهی که

gâhî vakthâ: (F.-A.) kimi zaman.

Men gâhî vakthâ nisfehâ-yi şeb ez kahvehâne be menzilem ber mî geştem

Ben kimi zaman gece yarıları kahveden evime dönüyordum. (Telhûn)

من گاهی وقت ها نصفه های شب از قهوه خانه به منزلم بر می گشتم

گاهی وقت ها

gozeşte: [gozeşten > gozeşt + e] 1. geçmiş, gitmiş, geçen.

Der pâîz-i sâl-i gozeşte mihrî dânişkede-i neft u şîmî-yi âzerbâycân râ temâm kerd

Mihrî geçen yıl sonbaharda Azerbaycan Petrokimya Fakültesi’ni bitirdi. (Azeristan)

در پائیز سال گذشته مهری دانشکدهء نفت و شیمی آذربایجان را تمام کرد

2. mazi. 3. (ed.) geçmiş zaman. 4. eski, köhne. 5. tercihli. 6. önceki, sâbık. 7. işlemiş faiz. 8. ölmüş. 9. ata, ced.

گذشته

gozeşte ez: üstelik, ilaveten, yanısıra.

گذشته از

gozeşte ez an: üstelik, bunun yanısıra.

گذشته از آن

gozeşte ez in ki: olduğu kadar, yanısıra.

İn târîh gozeşte ez inki yekî ez numûnehâ-yi mu’teber-i nesr-i kadîm-i fârsîst, ez nazar-i târîhî nîz dârâ-yi ehemmiyyet mîbâşed

Bu tarih, eski Farsça nesrin muteber örneklerinden biri olduğu kadar, tarihî bakımdan da önemlidir. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

این تاریخ گذشته از اینکه یکی از نمونه های معتبر نثر قدیم فارسی است ، از نظر تاریخی نیز دارای اهمیت می باشد

گذشته از اینکه

ger: [ger< eger] 1. eğer.

An ne men bâşem ki rûz-i ceng bînî poşt-i men

An menem ger der miyân-i hâk u hûn bînî serî

Savaş günü benim sırtımı göremezsin. Eğer toprak ve kana bulanmış bir baş görürsen, işte o benim. (Gulistan)

آن نه من باشم که روز جنگ بینی پشت من

آن منم گر در میان خاک و خون بینی سری

Âşıkî râ ki çonin bâde-i şebgîr dehend

Kâfir-i aşk buved, ger neşeved bâdeperest.

Âşığa böyle gece şarabı verilir de bâde düşkünü olmazsa, aşk kâfiri olur çıkar! (Hâfız)

عاشقی را که چنین بادهء شبگیر دهند

کافر عشق بود گر نشود باده پرست

Dârende ço terkîb-i tebâyi’ ârâst,

Ez behr-i çi û fikendeş ender kem u kâst?

Ger nîk âmed, şikesten ez behr-i çi bûd?

Ver nîk neyâmed in suver, eyb kirâst?

Her şeyin sahibi Tanrı mademki yarattı doğa-yi,

Ne sebeple verdi ona eksiği, kusuru?

İyi oldu madem, neydi yıkmaktaki zoru?

Çirkin olduysa bu mahluk, bu kimin kusuru? (Hayyâm)

دارنده چو ترکیب طبایع آراست

از بهر چه او فکندش اندر کم و کاست؟

گر نیک آمد، شکستن از بهر چه بود؟

ور نیک نیامد این صور، عیب کراست؟

2. ya.

Ger in râz ber mâ bebâyed goşâd

Veger ser behârî bebâyed nihâd

Ya bu sırrı bana söylersiniz ya da zillet içinde ölürsünüz. (Şâhnâme, I/38, beyit 82)

گر این راز بر ما بباید گشاد

وگر سر بخواری بباید نهاد

گر

gerzank: [ger< eger + z< ez + an + k< ki] eğer, -mesi halinde, çünkü.

Ger zank dilet râ ser-i reh reften est

Pâ ber ser-i nefs-i hod nih u bordî dest

Gönlünde bu yolda yürümek arzusu varsa, ayağının nefsinin üstüne bas. O zaman dileğine kavuşursun. (Evhad)

گر زانک دلت را سر ره رفتن هست

پا بر سر نفس خود نه و بردی دست

گر زانک

ger zan ki: eğer, -mesi halinde, çünkü.

گر زانکه

ger…ver: eğer… ve eğer.

گر...ور

gerç: [gerç< ger + çi] her ne kadar, ise de.

گرچ

gerçi: [ger + çi] gerçi, her ne kadar, ise de.

Âkibet gorgzâde gorg şeved

Gerçi bâ âdemî bozorg şeved

İnsanla büyüse bile, sonunda kurt yavrusu kurt olur. (Gulistan)

عاقبت گرگ زاده گرگ شود

گرچه با آدمی بزرگ شود

İmrûz ki novbet-i cevânî-yi men est,

Mey nûşem ez anki kâmrânî-yi men est.

Eybem mekonîd, gerçi telhest, hoş est.

Telhest, çerâ ki zindegânî-yi men est.

Bugün gençlik sıramdır benim.

İçiyorum mey; çünkü mutluluğum benim.

Ayıplamayın beni; acı da olsa, hoştur yine.

Acıdır; niye mi? Çünkü hayatımdır benim. (Hayyâm)

امروز که نوبت جوانیء من است

می نوشم از آنکه کامرانیء من است

عیبم مکنید، گرچه تلخست، خوش است

تلخست ، چرا که زندگانیء من است

Gerçi bednâmîst nezd-i âkilân

Mâ nemîhâhîm neng u nâm râ

Akıllılar kötüye çıkarır sarhoşun adını. Kim dinler şânı, şöhreti, ârı! (Hâfız)

گرچه بدنامیست نزد عاقلان

ما نمی خواهیم ننگ و نام را

گرچه

gird: (Peh.) 1. yuvarlak, dairesel. 2. etraf, çevre, yöre.

Murîdân be gerdiş cem’ şodend ve be dildârîyeş zebân guşûdend

Müritler başına toplandılar ve onu teselli etmeye başladılar. (Dâstânhâ-yi Dilengîz)

مریدان به گردش جمع شدند و به دلداریش زبان گشودند

Butî dârem ki gird-i gul zi sunbul sâyebân dâred

Behâr-i ârızeş hattî be hûn-i ergavân dâred Put gibi güzel bir sevgilim var.

Sümbül saçları gül yüzünün etrafında gölgelik olmuş. Yanaklarının baharında erguvan kanıyla yazılmış ferman gibi ayva tüyleri var. (Hâfız)

بتی دارم که گرد گل ز سنبل سایبان دارد

بهار عارضش خطی به خون ارغوان دارد

Bisyâr begeştîm be gird-i der u deşt;

Ender heme âfâk begeştîm begeşt;

Kes râ neşenîdîm ki âmed zin râh

Râhî ki bereft, râhrov bâz negeşt!

Çok gezdik ovada kırda,

Çok dolandık, tozduk ufuklarda.

Duymadık bu yoldan gelen birini.

Giden yolcu dönmedi, kaldı orada (Hayyâm)

بسیار بگشتیم بگرد در و دشت

اندر همه آفاق بگشتیم بگشت

کس را نشنیدیم که آمد زین راه

راهی که برفت، راهرو باز نگشت

گرد

gird ber gird: her taraf, çepeçevre.

گرد بر گرد

geh: 1. bazen, kimi zaman, kâh.

Gofteî: La’l-i lebem hem derd bahşed hem devâ

Gâh pîş-i derd u geh pîş-i mudâvâ mîremet

Lâl dudağım hem dert verir, hem derman demişsin. Kâh derdine, kâh dermanına ölürüm senin. (Hâfız)

گفته ای لعل لبم هم درد بخشد هم دوا

گاه پیش درد و گه پیش مداوا میرمت

2. yer ve zaman bildiren yapım eki.

گه

geh u bîgeh: zamanlı zamansız, arasıra.

Be kovl-i mutrib u sâkî burûn reftem geh u bîgeh

Kezan râh-i girân kâsıd haber duşvâr mîâverd

Çalgıcı ile sâkînin sözlerine bakıp zamanlı zamansız dışarı çıktım. O zor yoldan haberci güçlükle haber getirebilirdi. (Hâfız)

بقول مطرب و ساقی برون رفتم گه و بیگه

کزان راه گران قاصد خبر دشوار می آورد

گه و بی گه

geh u bîgâh: zamanlı zamansız, arasıra.

گه و بیگاه

gehî… gâh: kâh… kâh.

گهی... گاه

gû in ki: 1. sanki, -miş gibi. 2. gerçi, her ne kadar.

گو اینکه

gûyâ: [goften > gûy + â ] 1. söyleyen, konuşan, dile getiren.

Der kârgeh-i kûzegerî bûdem dûş.

Dîdem do hezâr kûze gûyâ vu hamûş.

Her yek be zebân-i hâl bâ men goftend:

Kû kûzeger u kûzeher u kûzefurûş?

Bir testicinin dükkanındaydım dün.

Konuşan, susan ikibin testi gördüm.

Dediler bana her biri hal diliyle o an:

Nerede testici; hani testi alan, testi satan? (Hayyâm)

در کارگه کوزه گری بودم دوش

دیدم دو هزار کوزه گویا و خموش

هریک بزبان حال با من گفتند

کو کوزه گر و کوزه خر و کوزه فروش؟

2. konuşkan. 3. sanki, sözüm ona, sözde, sanırım.

Men netevânistem cumle râ temâm konem. Zimnen gûyâ reîs-i kârhâne hem harfhâ-yi merâ nemî şenîd

Ben cümlemi bitiremedim. Bu arada galiba fabrika müdürü de sözlerimi dinlemiyordu. (Azeristan)

من نتوانستم جمله را تمام کنم . ضمنا ً گویا رئیس کارخانه هم حرف های مرا نمی شنید

Gûyâberâyi hemin şi’r û râ be incâ âverde’end

Herhalde bu şiirden dolayı onu buraya getirmişler. (Se Katre Hûn)

گویا برای همین شعر او را به اینجا آورده اند

4. dile gelen.

گویا

gûyâ ki: [goften > gûy + â + ki] sanki, adeta.

گویا که

gûî ki: sanki.

Subhdem ez arş mîâmed hurûşî, akl goft

Kudsiyân gûî ki şi’r-i Hâfiz ez ber mîkonend

Sabah vakti gökyüzünden bir gürültüdür geliyordu. Akıl girdi lafa: Galiba melekler Hafız’ın şiirini ezber ediyor. (Hâfız)

صبحدم از عرش می آمد خروشی، عقل گفت

قدسیان گوئی که شعر حافظ  از بر می کنند

گوئی که

gû’iyâ: [goften > g + i + y + â] sanki, adeta.

Gûiyâ bâver nemîdârend rûz-i dâverî

K’in heme kalb u dagal der kâr-i dâver mîkonend

Yoksa sorgu sual gününe inanmazlar da mı Tanrı hakkında yalan yanlış işler çevirirler? (Hâfız)

گوئیا باور نمی دارند روز داوری

کاین همه قلب و دغل در کار داور می کنند

گوئیا

lâşey’: (A.) önemsiz, nâçiz.

Gerçi cumle-i in cihân mulk-i vey est

Mulk der çeşm-i dil-i û lâ şey’ est

Bütün dünya onun mülküdür

Gözünde o mülkün değeri yoktur (Mesnevî)

گرچه جملهء این جهان ملک وی است

ملک در چشم دل او لا شی است

لا شیء

lâtâ’il: (A.) boş, faydasız, zırva.

لا طائل

lâyuhsâ: (A.) sayısız.

لا یحصی

lâyenkati’: (A.) kesintisiz, aralıksız.

لا ینقطع

lâbelâ: [lâ + be + lâ] ara, orta, arası, içi.

Anhâ muddet-i ziyâdî der cutucû-yi katâr lâbelâ-yi hutût-i râh-i âhen perse zedend

Onlar tren aramak için uzun bir süre demiryolu hatları arasında dolaştılar. (Zindehâ ve Mordehâ)

آنها مدت زیادی در جستجوی قطار لابلای خطوط راه آهن پرسه زدند

Çend sitâre ez lâbelâ-yi ebrhâ be pâîn sukût mîkonend

Bulutların arasından birkaç yıldız kayıyor. (Şikârçiyân)

چند ستاره از لابلای ابرها به پائین سقوط می کنند

لابلا

lâcerem: (A.) kuşkusuz, çaresiz.

Âşikân zumre-i erbâb-i emânet bâşend

Lâcerem çeşm-i guherbâr hemân est ki bûd

Aşıklar emanet nedir bilenler zümresindendir. İnci yağdıran gözlerim yine eskisi gibi inci döküyor. Bunda kuşku yok. (Hâfız)

عاشقان زمرهءارباب امانت باشند

لاجرم چشم گهربار همان است که بود

لاجرم

lâzim: (A.) 1. lâzım, gerekli, zorunlu.

Berâyi in kâr yek omr tecribe lâzim est

Bu iş için bir ömür tecrübe ister. (Deryâ-yi Govher)

برای این کار یک عمر تجربه لازم است

Lâzim est muessesât-i keştîsâzî der sâhil-i deryâ-yi siyâh îcâd numûd

Karadeniz sahilinde tersaneler kurmak lâzım. (Târîh-i Siyâsî)

لازم است مؤسسات کشتی سازی در ساحل دریای سیاه ایجاد نمود

İmrûz hem ki com’e est evvel pîş-i şomâ âmede’em ve eger lâzim bâşed bedîden-i û hâhem reft

Bugün Cuma olduğuna göre önce size geldim; eğer gerekirse onu görmeye gideceğim. (Homâ)

امروز هم که جمعه است اول پیش شما آمده ام و اگر لازم باشد بدیدن او خواهم رفت

 

لازم

lây: 1. ara, orta, aralık.

Ez lâ-yi der be heyât nigâh kerdem

Kapının aralığından bahçeye baktım. (Nokte-i Sefîd)

از لای در به حیاط نگاه کردم

لای

leb: (Peh.) 1. dudak.

Dehân-i şehd tu dâde revâc-i âb-i hızr

Leb-i çu kand-i tu bord ez nebât-i mısr revâc

Bal ağzın âbıhayata revaç vermiş. Şeker gibi tatlı dudağın şeker kamışının değerini artırmış. (Hâfız)

دهان شهد تو داده رواج آب خضر

لب چو قند تو برد از نبات مصر رواج

2. sahil, kenar.

لب

lehtî: [leht + î] 1. azıcık, birazcık.

Fermânrevâ lahtî âb-i honek âverd ve be û dâd

Hükümdar biraz soğuk su getirip ona verdi. (Fârsî-i Pencom-i Debistan)

فرمانروا لختی آب خنک آورد و به او داد

2. bir kısmı, bazısı. 3. birkaç.

لختی

ledelihtiyâc: (A.) ihtiyaç zamanı.

لدی الاحتیاج

ledeliktizâ: (A.) münasip zamanda, gerektiğinde.

لدی الاقتضا

ledelimkân: (A.) imkân olursa.

لدی الامکان

ledelhâce: (A.) ihtiyaç zamanı.

لدی الحاجه

luzûmen: (A.) zorunlu olarak.

لزوما ً

ligâyeti: (A.) bitimine kadar, sonuna kadar.

لغایت ِ

ligarazin: (A.) maksatlı olarak, bile bile.

لغرض ٍ

lafzen: (A.) telaffuz ederek, sözle, konuşarak.

لفظا ً

lîk: (A.) ancak, lâkin.

Sırr-i men ez nâle-i men dûr nîst

Lîk çeşm u gûş râ an nûr nîst

Benim sırrım nâlemden değil uzakta

O nur yok ama göz ile kulakta (Mesnevi)

سر من از نالهء من دور نیست

لیک چشم و گوش را آن نور نیست

Tabîb-i aşk mesîhâdem est u muşfik lîk

Çu derd der tu nebîned, kirâ devâ bekoned?

Aşk doktorunda İsa nefesi var, hemde şefkatli. Sendeki derdi görmezse, nasıl tedavi edecek? (Hâfız)

طبیب عشق مسیحادم است و مشفق لیک

چو درد در تو نبیند ، کرا دوا بکند؟

لیک

lîken: (A.) ancak, lakin.

Hoş arûsîst cihân ez reh-i sûret lîken

Herki peyvest bedû, omr-i hodeş kâvîn dâd

Görünüşte dünya denilen şey alımlı, güzel bir gelindir ama ona bağlanan kişi, ömrünü mehir olarak vermiş sayılır. (Hâfız)

خوش عروسی است جهان از ره صورت لیکن

هرکه پیوست بدو ، عمر خودش کاوین داد

لیکن

leylen: (A.) geceleyin.

لیلا ً

mâmezâ: (A.) 1. geçen, geçip giden. 2. geçmiş zaman.

ما مضی

mânâ: [mânisten > mân + â] 1. benzer, benzeyen. 2. galiba, öyle görünüyor ki, görünüşe göre.

مانا

mânend: [mânisten > mân + end] 1. gibi, benzeri, misli.

Men dilem nemîhâhem mânend-i neron bâşem

Neron gibi olmak istemiyorum. (Don Karlos)

من دلم نمی خواهد مانند نرون باشم

2. benzer.

Anki mânend est, bâşed âriyet

Âriyet bâkî nemâned âkıbet

Benzer olan şey eğritidir

Eğreti olan şey kalıcı değildir (Mesnevî)

آنکه مانند است ، باشد عاریت

عاریت باقی نماند عاقبت

مانند

mânend-i: gibi.

مانند ِ

mânend-i ma’mûl: (F.-A.) her zamanki gibi, sıradan, alışılagelmiş.

Dîrûz asr hem mânnd-i ma’mûl ez râh-i miyânbor be hâne bergeştem

Dün ikindi üzeri, her zamanki gibi kestirme yoldan eve döndüm. (Azeristan)

دیروز عصر هم مانند معمول از راه میانبر به خانه برگشتم

مانند ِ معمول

mânend-i bedîhî-i ûlâ: (F.-A.) ilk bakışta açıkça görüldüğü gibi.

مانند بدیهیء اولی

mâyil: (A.) 1. eğimli, meyilli, eğik. 2. istekli.

Mîdehed herkeseş efsûnî yu ma’lûm neşud

Ki dil-i nâzuk-i û mâyil-i efsâne-i kîst?

Herkes kendince onu afsunlamaya, kendine çekmeye çalışıyor; ama anlaşılmadı bir türlü; acaba onun hassas gönlü kimin sözlerinden yana? (Hâfız)

میدهد هرکسش افسونی و معلوم نشد

که دل نازک او مایل افسانهء کیست؟

3. benzer, çalan.

مایل

mâyil be: (A.-F.) çalan, kaçan (renk) , tırak.

Deryâ-yi fîrûzefâm be reng-i hâkisterî mâyil be siyâh der mî âmed

Firuze renkli deniz siyaha çalan griye dönüşüyordu. (Azeristan)

دریای فیروزه فام به رنگ خاکستری مایل به سیاه در می آمد

مایل به

mebsûten: (A.) enikonu, uzun uzadıya.

مبسوطا ً

meblag: (A.) 1. tutar, meblağ.

Hoşbahtâne vâlideyn-i men meblagî pul berâyem gozâşte bûdend

Allahtan ebeveynim bana bir miktar para bırakmıştı. (Anna-yı Rengperîde)

خوشبختانه والدین من مبلغی پول برایم گذاشته بودند

2. bedel.

مبلغ

mebnî: (A.) 1. bina edilmiş. 2. dayanan. 3. (gr.) son harfi değişmeyen sabit harekeli kelime.

مبنی

mebnî ber: (A.-F.) dair, hakkında, ilişkin.

مبنی بر

mebnî ber inki: (A.-F.) dayanan, dayanarak, hakkında, ilişkin.

مبنی بر اینکه

mute’essifâne: (A. -F.) [mute’essif + âne] 1. maalesef, ne yazık ki!

Mute’essifâne nemîdânem hey’et-i tahrîriyye-i rûznâme-i şomâ kocast?

Maalesef gazeteniz Hey’et-i tahririyesinin nerede olduğunu bilmiyorum. (Zindehâ ve Mordehâ)

متأسفانه نمی دانم هیئت تحریریه روزنامهء شما کجاست

2. üzgün, esefli.

متأسفانه

mutetâbi’an: (A.) birbirini izleyerek.

متتابعا ً

mutecâviz: (A.) 1. aşkın, aşan, geçen.

Eş’âr-i seyyid mutecâviz ez bîst hezâr beyt est

Seyyid’in şiirleri yirmi bin beyitten fazladır. (Ez Sabâ tâ Nîmâ)

اشعار سید متجاوز از بیست هزار بیت است

2. tecavüzkâr, zalim.

متجاوز

mutederricen: (A.) azar azar, yavaş yavaş, tedricen, gitgide.

متدرجا ً

muttesil: (A.) 1. yapışık, bitişik. 2. sürekli, ardarda, durmaksızın.

İn âdem ki muttesil ez an sohbet mîkonî çicûr çîzîst?

Durmadan sözünü ettiğin bu insan nasıl bir şeydir? (Deryâ-yi Govher)

این آدم که متصل از آن صحبت می کنی چه جور چیزی است؟

Duâ-yi cân-i tu vird-i zebân-i muştâkân

Hemîşe tâ ki buved muttasıl mesâ vu sabâh

Can sağlığın için dua etmek seni arzulayanların virdi olmuş. Akşamlar ve sabahlar bir birini izledikçe bu hep böyle sürüp gidecek. (Hâfız)

دعای جان تو ورد زبان مشتاقان

همیشه تا که بود متصل مسا و صباح

متصل

muttesilen: (A.) 1. sürekli olarak, monoton bir şekilde, kesintisiz, aralıksız. 2. bitişik olarak.

متصلا ً

mute’âkib: (A.) izleyen, takip eden.

متعاقب

muteâkib-i an: (A.-F.) bunun ardından.

متعاقب ِ آن

muteâkiben: (A.) 1. izleyerek, takip ederek. 2. izinde, peşinde.

متعاقبا ً

muteaddid: (A.) sayısız, çok, birkaç, muhtelif.

متعدد

mute’addide: (A.) çok, birçok, türlü türlü.

متعدده

muteallik: (A.) 1. asılı, asma. 2. ilgili. 3. ait.

Tu ez dovreî ki sohen mîrânî ki be gozeşte muteallik est

Sen maziye ait bir devreden söz ediyorsun. (Don Karlos)

تو از دوره ای سخن می رانی که بگذشته متعلق است

4. bağlı. 5. bürünen.

متعلق

muteallik be: (A.-F.) ile ilgili, -e ait, ilişkin.

متعلق به

muteammiden: (A.) kasıtlı olarak.

متعمدا ً

mutefâvit: (A.) 1. ayrı, farklı.

Meselen der felsefe-i yûnân-i kadîm ve kurûn-i vustâ do lafz-i mutefâvit berâyi akl-i cuz’î ve akl-i kullî vucûd dâşte est

Mesela eski Yunan ve Ortaçağ felsefesinde akl-ı cüz’î ve akl-ı küllî için iki farklı lafız vardır. (Hikmet ve Huner-i Ma’nevî, s. 4)

مثلا در فلسفهء یونان قدیم و قرون وسطی دو لفظ متفاوت است برای عقل جزئی و عقل کلی وجودداشته است

2. muhtelif.

متفاوت

mutekâbil: (A.) 1. karşılıklı, yüz yüze. 2. karşılaşan.

متقابل

mutekâbilen: (A.) 1. karşılıklı olarak, karşı karşıya. 2. aynı şekilde.

متقابلا ً

mutenâvib: (A.) nöbetleşe değişen, nöbetleşe gelen, dönüşümlü.

متناوب

mutenâviben: (A.) dönüşümlü olarak, münavebeli, değişmeli.

متناوبا ً

mutevâziyen: (A.) paralel olarak.

متوازیا ً

muteveccihen: (A.) 1. dönerek, yönelerek. 2. niyetlenerek. 3.  -e doğru, bir yere gitmek üzere.

متوجها ً

mesâbe: (A.) 1. ölçü, derece, mesabe. 2. benzer. 3. toplanma yeri.

مثابه

misâl: (A.) 1. gibi, benzeri. 2. hüküm, ferman. 3. örnek, misal.

İn çerh-i felek ki mâ der û heyrânîm,

Fânûs-i hiyâl ez û misâlî dânîm.

Horşîd çerâg dân u âlem fânûs.

Mâ çon suverîm kender û gerdânîm.

İçinde şaşkın kaldığımız şu çarkıfelek,

Biliriz ki hayal fânusu ondan bir örnek.

Güneşi çerağ bil, âlemi de fânus.

İçinde dönmekteyiz şekil şekil, benek benek. (Hayyâm)

این چرخ فلک که ما درو حیرانیم

فانوس خیال از او مثالی دانیم

خورشید چراغ دان و عالم فانوس

ما چون صوریم کاندر او گردانیم

4. tasvir. 5. heykel. 6. rüya. 6. düş. 8. masal. 9. amblem. 10. Arapça’da ilk harfi "illetli" kelime.

مثال

misâl-i: (A.-F.) gibi, benzeri.

مثال ِ

misl: (A.) 1. gibi, benzeri, misli.

Men hemintovr misl-i eşhâs-i mest râh mîreftem

Aynı zamanda sarhoşlar gibi yürüyordum. (Do Şeb)

من همینطور مثل اشخاص مست راه می رفتم

2. misil. 3. misilleme.

مثل

misl-i anki: (A.-F.) sanki, galiba, -miş gibi.

Ve misil-i anki der hâne-i hod bâşed, bâ hiyâl-i âsûde âgâz-i horden kerd

Ve kendi evindeymiş gibi gönül rahatlığıyla yemeye başladı. (Vilgerd)

و مثل آنکه در خانهء خود باشد ، با خیال آسوده آغاز خوردن کرد

مثل ِ آنکه

misl-i inki: (A.-F.) sanki, galiba, -miş gibi, sanırım.

Ez kotek mîtersîd. Misl-i inki kâr-i bedî kerde bûd

Dayaktan korkuyordu. Sanki kötü bir iş yapmıştı. (Bîçâregân)

از کتک می ترسید مثل اینکه کار بدی کرده بود

Medîne hânum, misl-i inki şomâ râ hem bâyed intikâd kerd

Medine Hanım, sanırım sizi de tenkit etmem gerek. (Azeristan)

مدینه خانم ، مثل اینکه شما را هم باید انتقاد کرد

Misl-i inki râci’ be pul çîzî goftî

Galiba para hakkında bir şey dedin.(Azeristan)

مثل اینکه راجع به پول چیزی گفتی

مثل ِ اینکه

misl-i hemîşe: (A.-F.) her zamanki gibi.

Şeb-i anrûz ser-i mîz-i bâzî misl-i hemîşe nezd-i men nişeste bûd

O gece oyun masasında her zamanki gibi yanıma oturmuştu. (Ber Sâhil-i Mînâyî)

شب آنروز سر میز بازی مثل همیشه نزد من نشسته بود

مثل ِ همیشه

misl-i în est ki: (A.-F.) sanki, galiba, -miş gibi.

Misl-i în est ki kesî dest-i merâ mîgîred yâ bâzûhâyem bîhis mîşeved

Sanki biri elimi tutuyor ya da kolum hissizleşiyor. (Se Katre Hûn)

مثل این است که کسی دست مرا می گیرد یا بازوهایم بی حس می شود

مثل این است که

misl-i in bûd ki: (A.-F.) sanki, -miş gibi.

مثل این بود که

meselen: (A.) örneğin, mesela.

مثلا ً

mecbûren: (A.) zorunlu olarak, ister istemez, zoraki.

مجبورا ً

muctemi’an: (A.) toplu olarak, bir arada.

مجتمعا ً

muceddeden: (A.) tekrar, yeniden.

Men âdet kerde’em beççehâî râ ki bozorg kerde’em pes ez bozorg şoden anhâ râ muceddeden bebînem

Büyüttüğüm çocukları, büyüdüklerinden sonra tekrar görmeyi âdet edindim. (Adâlet-i Âsumân)

من عادت کرده ام بچه هائی را که بزرگ کرده ام پس از بزرگ شدن آنها را مجددا ً ببینم

مجددا ً

mucmel: (A.) 1. özlü, kısa, muhtasar. 2. kısaca. 3. özlü söz.

مجمل

mucmelen: (A.) kısaca, özetle.

مجملا ً

mecmû’: (A.) 1. toplam, tümü, hepsi, tamamı, topu topu. 2. toplanmış. 3. bir yazı stili.

مجموع

mecmû’en: (A.) toplam olarak, toplu olarak, tümü, hepsi.

مجموعا ً

muhâl: (A.) 1. yok olucu. 2. olanaksız, imkânsız.

Ya’nî muhâl bûd ki betevân û râ vâdâr be kâr der villa kerd

Yani onu villada çalıştırmaya zorlayabilmek imkânsızdı. (Azeristan)

یعنی محال بود که بتوان او را وادار به کار در ویلا کرد

محال

muhtemel: (A.) olası, muhtemel.

محتمل

muhtemelen: (A.) olasılıkla, muhtemelen, bir ihtimal.

محتملا ً

mehz: (A.) 1. saf, öz. 2. salt, sadece, düpedüz.

Şomâre-i telefun-i merâ ez kocâ be dest âverdîd?

Tesâduf-i mehz est

-Telefon numaramı nereden buldunuz? -Sadece tesadüf. (Azeristan)

شمارهء تلفن مرا از کجا بدست آوردید؟

تصادف محض است

3. için, aşkına.

Mehz-i rizâ-yi hodâ, be men rahm konîd

Allah rızası için bana acıyın. (Zinde be Gûr)

محض رضای خدا ، بمن رحم کنید

محض

mahzâ: (A.) 1. yalnız, tek, sade. 2. tam, halis.

محضا

mahzen: (A.) sırf, yalnız, tek.

محضا ً

muhakkaken: (A.) kesin olarak, kesinlikle.

محققا ً

mohkem: (A.) 1. sağlam, dayanıklı. 2. sımsıkı, iyice.

Megû dîger ki Hâfiz nuktedân est

Ki mâ dîdîm u muhkem câhilî bûd

Hafız ince mânâlı sözler eden biridir deme artık. Onu da gördük; zırcahilin biriydi. (Hâfız)

مگو دیگر که حافظ نکته دان است

که ما دیدیم و محکم جاهلی بود

3. sert.

محکم

muhtess: (A.) özgü, mahsus.

مختص

muhtess-i hod: (A.-F.) kendine özgü, kendine has.

Her kodâmişan be tarîkî muhtess-i hod mîmord

Her biri kendisine özgü bir şekilde ölüyordu. (Nohostîn Mozd-i Men)

هر کدامشان به طریقی مختص خود می مرد

مختص ِخود

muhtassan: (A.) özellikle.

مختصا ً

muhteser: (A.) 1. kısa, az, özlü. 2. özet, hülasa. 3. alçak. 4. küçük, önemsiz.

Be tâc-i hudhudem ez reh meber ki bâz-i sefîd

Çu bâşe der pey-i her sayd-i muhtasar nereved

Hüthüt tacını gösterip beni yoldan çıkarma. Akdoğan, bozdoğan gibi her ufak avın peşine düşmez. (Hâfız)

به تاج هدهدم از ره مبر که باز سفید

چو باشه در پی هر صید مختصر نرود

مختصر

muhteser anki: (A.-F.) sözün kısası, kısacası.

Muhteser anki herkadr sa’y kerdem merâ be musâhebet-i hod nepezîruf.

Kısacası, ne kadar çalıştıysam da benimle sohbeti kabul etmedi. (Perîçihr)

مختصر آنکه هرقدر سعی کردم ، مرا به مصاحبت خود نپذیرفت

مختصر آنکه

muhteseren: (A.) özetle, kısaca.

مختصرا ً

muhtelif: (A.) 1. türlü, çeşitli, muhtelif. 2. (kin.) muhtelif. 3. ihtilaf eden. 4. ishalli, ishal olmuş. 5. ayrı, farklı. 6. çelişkili.

مختلف

mahsûsen: (A.) özellikle, bilhassa, hele.

Mahsûsen ez dîden-i dûstân u âşnâyân ictinâb dâştem

Özellikle dostları ve tanıdıkları görmekten kaçınıyordum. (Endîşe)

مخصوصا از دیدن دوستان و آشنایان اجتناب داشتم

مخصوصا ً

mahfî: (A.) gizli, saklı, örtülü.

مخفی

mahfiyyen: (A.) gizlice, gizli olarak, gizliden gizliye.

مخفیا ً

mahfiyâne: (A. -F.) [mahfî + y + âne] gizlice, gizliden gizliye.

مخفیانه

mudâvim: (A.) 1. sürekli, devamlı. 2. devam eden. 3. sabit. 4. bir yere sürekli gidip gelen.

مداوم

muddet-i medîd: (A.-F.) uzun süre.

مدت مدید

muddet-i medîdîst: (A.-F.) uzun bir süredir, ne zamandır, epeydir.

مدت مدیدی است

medîd: (A.) 1. uzun. 2. çekilmiş, uzatılmış, sündürülmüş. 3. uzun süren.

مدید

mer: mutlaka, kesinlikle, kuşkusuz.

Herki dermân kerd mer cân-i merâ/ Bered genc u durr u mercân-i merâ

Kuşkusuz, kim canıma şifa verirse, benim hazinemi, inci ve mercanımı alır götürür. (Mesnevi)

هرکه درمان کرد مر جان مرا

برد گنج و در و مرجان مرا

مر

merrât: (A.) kereler, defalar.

مرات

merâtib: (A.) 1. dereceler, mertebeler, basamaklar.

Seher ki şemme-i çeşmet be hâb mîdîdem/ Zihî merâtib-i hâbî ki bih zi bîdârîst

Seher vakti gözünün ucunu düşte gördüydüm; uyanıklıktan daha iyi olan bu uykuya can kurban! (Hâfız)

سحر که شمهء چشمت بخواب میدیدم

زهی مراتب خوابی که به ز بیداری است

2. yöntemler.

مراتب

mirâr: (A.) defalar, kereler.

مرار

mirâren: (A.) defalarca.

مرارا ً

mirâren ve kirâren: (A.) birçok kez, defalarca.

مرارا ً و کرارا ً

merbût: (A.) 1. bağlı. 2. bitişik. 3. ekli, ilişik.

مربوط

merbût be: (A.-F.) ilişkin, ait.

مربوط به

merbûten: (A.) bağlı olarak, bağlanarak.

مربوطا ً

merreten ba’de uhrâ: (A.) birçok defa, defalarca, tekrar tekrar.

مرۃ بعد اخری

muretteb: (A.) 1. derli toplu, düzgün, düzenli.

Rûy-i mîz pâk u muretteb bûd

Masanın üstü temiz ve düzenliydi. (Mudîr-i Medrese)

روی میز پاک و مرتب بود

2. sürekli, durmadan.

مرتب

muretteben: (A.) 1. tertiplice, düzenli olarak. 2. peşpeşe, ardarda, sürekli, durmadan.

مرتبا ً

mertebe: (A.) 1. mertebe, makam, mevki, rütbe.

Ve ez mertebe-i ilmulyakîn be mertebe-i aynulyakîn mîresend

İlmülyakîn mertebesinden aynülyakîn mertebesine varırlar. (İnsânu’l-Kâmil)

و از مرتبهء علم الیقین به مرتبهء عین الیقین می رسند

2. derece, basamak.

Dîden-i rûy-i tu râ dîde-i cânbîn bâyed

Vin kucâ mertebe-i çeşm-i cihânbîn-i men est

Senin yüzünü görmek için canı görecek göz gerek. Benim dünyayı gören gözlerimin mertebesi nerede, o gözlerinki nerede! (Hâfız)

دیدن روی ترا دیدهء جان بین باید

وین کجا مرتبهء چشم جهان بین من است

Men zâhir-i nîstî yu hestî dânem.

Men bâtin-i her ferâz u pestî dânem.

Bâ inheme ez dâniş-i hod şermem bâd,

Ger mertebe’î verây-i mestî dânem!

Varlığın, yokluğun zahirini  bilirim ben.

Her inişin, çıkışın bâtınını bilirim ben.

Sarhoşluktan öte bir mertebe biliyorsam,

Utanayım ilmimden, irfanımdan ben! (Hayyâm)

من ظاهر نیستی و هستی دانم

من باطن هر فراز و پستی دانم

با این همه از دانش خود شرمم باد

گر مرتبه ای ورای مستی دانم

3. defa, kere.

Hergiz neşode ki men ser-i kumâr beberem. Ez deh mertebe noh def’e-i an râ mîbâzem

Kumarda kazandığım vâki değil. Onundan dokuzunu kaybediyorum. (Zinde be Gûr)

هرگز نشده که من سر قمار ببرم. از ده مرتبه نه دفعهء آن را می بازم

4. kat, bina katı. 5. miktar.

مرتبه

merkûm: (A.) 1. yazılı. 2. mektup. 3. adı geçen, anılan. 4. aşağılık insan. 5. üst üste yığılmış.

مرقوم

murûr: (A.) 1. geçme, geçip gitme, geçiş. 2. sona erme, bitme.

مرور

mezbûr: (A.) adı geçen, anılan.

Şâhnâme-i mensûr-i mezbûr ki alezzâhir mâye-i şâhnâme-i manzûm-i firdovsî karâr girifte ez miyân refte est

Görünüşe göre Firdevsî’nin manzum Şehnâmesi’nin esasını teşkil eden, adı geçen bu mensur şehname kaybolmuştur. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

شاهنامهء منثور مزبور که علی الظاهر مایهء شاهنامهء منظوم فردوسی قرار گرفته از میان رفته است

مزبور

mustakil: (A.) 1. bağımsız, müstakil. 2. kalıcı, payidar. 3. kendi başına.

مستقل

mustakillen: (A.) 1. bağımsızca, bağımsız olarak, özgürce. 2. doğrudan doğruya. 3. ancak, yalnız.

مستقلا ً

mustakîm: (A.) 1. doğru, düz. 2. yerinde. 3. kalıcı. 4. güvenilir, namuslu, dürüst. 5. mutedil, ılımlı.

مستقیم

mustakîmen: (A.) dosdoğru.

مستقیما ً

mustemir: (A.) 1. uzayan, uzayıp giden. 2. sürekli, süregelen.

An zi tîrî mustemir şekl âmedest

Çun şerer keş tîz conbânî be dest

Ok yüzünden devamlı gibi görünür

Kıvılcımı hızla hareket ettirirsen (Mesnevî)

آن ز تیری مستمر شکل آمده ست

چون شرر کش تیر جنبانی به دست

مستمر

mustemirren: (A.) sürekli olarak, aralıksız.

مستمرا ً

mustenid: (A.) 1. dayanan. 2. tanık gösteren.

مستند

musteniden: (A.) 1. dayanarak. 2. tanık göstererek.

مستندا ً

musellem: (A.) 1. sabit, kesin, tartışılmaz. 2. güvenilir. 3. uygun, reva. 4. teslim edilmiş. 5. doğruluğu kabul edilmiş. 6. Osmanlı ordusunda hizmet eden bir asker sınıfı. 7. mutlaka, kesinlikle.

مسلم

musellemen: (A.) kesinlikle, mutlaka, kuşkusuz.

Musellemen û hem merâ mîdîd

Mutlaka o da beni görüyordu. (Mudîr-i Medrese)

مسلما ً او هم مرا می دید

Musellemen hatt-i arabî be endâze-i hatt-i pehlevî pîçîde nebûd

Kuşkusuz Arap yazısı Pehlevî yazısı kadar karmaşık değildi. (Firdovsî ve Hemâse-i Millî)

مسلما ً خط عربی باندازهء خط پهلوی پیچیده نبود

مسلما ً

muşterek: (A.) 1. ortak. 2. ortaklaşa.

مشترک

muştereken: (A.) ortaklaşa, müşterek olarak.

مشترکا ً

muşrif: (A.) 1. yükselen, yüksek. 2. ölümü yaklaşan. 3. bir yere bakan, bir tarafa yönelik olan, tepeden bakan. 4. yüz tutan. 5. vakıf malını koruyan.

مشرف

muşrif be: (A.-F.) bakan, dönük, yönelik.

مشرف به

meşrûh: (A.) açıklanmış, şerhedilmiş, ayrıntılı, tafsilatlı.

مشروح

meşrûhen: (A.) açıklanan, ayrıntılı olarak.

مشروحا ً

meşrût: (A.) şartlı, koşullu.

مشروط

meşrût ber inki: (A.-F.) koşuluyla, şartıyla.

Ne, ne, çun kovl dâdem ki benevîsem, benâberin in heme dâstân râ betafsîl hâhem nuvişt, meşrût ber inki bedûn-i icâze-i men çâb neşeved

Hayır, hayır, çünkü yazacağıma söz verdim. Bununla birlikte bütün bu hikâyeyi iznim olmadan basılmaması şartıyla yazacağım. (Adâlet-i Âsumân)

نه ، نه ، چون قول دادم که بنویسم ، بنابرین این همه داستان را بتفصیل خواهم نوشت ، مشروط بر اینکه بدون اجازه ء من چاپ نشود

مشروط بر اینکه

meşrûten: (A.) koşullu olarak, şartlı olarak.

مشروطا ً

musârahatan: (A.) açıkça, açık seçik.

مصارحهً

musirren: (A.) ısrarla, ısrar ederek.

مصرّاً

muserrahan: (A.) açıkça, açık seçik olarak.

مصرحا ً

mutarriden: (A.) sürekli, biteviye.

مطردا ً

mutlakan: (A.) kesinlikle, ne olursa olsun, ille de.

مطلقاً

ma’an: (A.) birlikte, beraber.

معا ً

mukâbele: (A.) 1. karşılık, karşılık verme. 2. karşılama, karşılaşma. 3. karşılaştırma. 4. camide halka Kur’ân okuma. 5. mevlevî semâı. 6.  karşı. 7. yüzleştirme.

مقابله

mukâbeleten: (A.) karşılığında, karşılık olarak.

مقابلهً

mukâbele-i bilmisl: (A.-F.) misilleme.

مقابلهء بالمثل

mikdâr: (A.) 1. miktar. 2. parça. 3. değer, kıymet. 4. düze. 5. derece. 6. ölçü.

مقدار

mikdâr-i kâfî: (A.-F.) yeterince, yeteri kadar.

مقدار ِ کافی

mukaddem: (A.) 1. ilerleyen, öncü. 2. önder. 3. önce. 4. sunulan. 5. önde, önde giden. 6. üstün. 7. önerti. 8. redif askerinin ayrıldığı iki kısımdan ilki.

مقدم

mukaddem ber: (A.-F.) –den önce.

مقدم بر

mukaddemâ: (A.) eskiden, vaktiyle.

مقدما

makdûr: (A.) 1. takdir edilmiş. 2. elden gelen. 3. mümkün.

Eger mîhâhîd bâ melike pinhânî sohbetî bedârîd tenhâ der incâ makdûr est

Eğer kraliçe ile gizlice görüşmek istiyorsanız, sadece burada mümkündür. (Don Karlos)

اگر میخواهید با ملکه پنهانی صحبتی بدارید تنها در اینجا مقدور است

Velî der hâne mânden nîz makdûr nîst

Fakat evde kalmak da mümkün değil. (Azeristan)

ولی در خانه ماندن نیز مقدور نیست

مقدور

makrûn: (A.) 1. yakın. 2. bitişik. 3. ulaşmış, kavuşmuş. 4. bağlı.

مقرون

maksad: (A.) 1. hedef. 2. maksat, amaç. 3. gidilecek yer, varılacak yer.

مقصد

mikyâs: (A.) 1. ölçek, ölçüm aleti. 2. uzunluk ölçeği. 3. ölçü.

مقیاس

mukerrer: (A.) 1. tekrarlanmış, mükerrer. 2. defalarca.

مکرر

mukerrer der mukerrer: (A.-F.) tekrar tekrar.

İn matlab râ hem pizişkân u hem etrâfiyâneş mukerrer der mukerrer gofte ve mîgûyend

Bu konuyu hem doktorlar ve hem de bütün etrafındakiler tekrar tekrar söylemişlerdir ve söylüyorlar. (Azeristan)

این مطلب را هم پزشکان و هم اطرافیانش مکرر در مکرر گفته و می گویند

مکرر در مکرر

mukerreren: (A.) tekrar tekrar, defalarca.

مکررا ً

meger: (Peh.) 1. yoksa.

Gurûr-i husnet icâzet meger nedâd ey gul

Ki porsişî nekonî andelîb-i şeydâ râ

Ey gül; güzellik gururu mu izin vermeyen sana? Sormaz oldun hiç aşık bülbülü. (Hâfız)

غرور حسنت اجازت مگر نداد ای گل

که پرسشی نکنی عندلیب شیدا را

2. ancak.

Meger be tîg-i ecel hayme ber kenem ver nî

Remîden ez der-i dovlet ne resm u râh-i men est

Ancak ecel kılıcı ile bu hayat çadırını sökebilirim. Yoksa, devlet kapısından uzak durmak benim kitabımda yazmaz. (Hâfız)

مگر بتیغ اجل خیمه بر کنم ور نی

رمیدن از در دولت نه رسم و راه من است

3. meğer. 4. her nasılsa. 5. acaba. 6. belki.

Hâfız in hırka biyendâz meger cân beberî

K’âteş ez hırka-i sâlûs u kerâmet berhâst

İkiyüzlülük ve kerâmet hırkasından ateş çıkıyor Hafız. At şu hırkayı üstünden; belki canını kurtarırsın. (Hâfız)

حافظ این خرقه بیانداز مگر جان ببری

کآتش از خرقهء سالوس و کرامت برخاست

7. olur da. 8. yani. 9. -den başka.

Hadîs-i dûst negûyem meger ber hazret-i dûst

Ki âşinâ-i suhen âşinâ nigeh dâred

Dosttan söz edeceksem, ancak dosta söylerim. Çünkü sözden anlayan kişi âşinâsını korumayı bilir. (Hâfız)

حدیث دوست نگویم مگر بر حضرت دوست

که آشناء سخن آشنا نگه دارد

10. sadece, yalnız. 11. peki.

مگر

meger anki: -den başka, dışında.

Turâ hîç çâre nîst meger anki yekçendî û râ be zindân konî

Onu bir süre zindana atmaktan başka çaren yok. (Derd-i Aşk-i Zuleyhâ)

ترا هیچ چاره نیست مگر آنکه یک چندی او را به زندان کنی

مگر آنکه

meger inki: ancak, -den başka.

Râh-i dîgerî nedâşt meger inki der yekî ez şehrhâ-yi dûr yâ yekî ez benderhâ-yi cenûb be me’mûriyyet bereved ve bâkî-yi zindegiyeş râ der ancâ beser bebered

Uzak şehirlerden ya da güney limanlarından birinde memuriyete gidip kalan ömrünü orada geçirmekten başka bir yol yoktu. (Girdâb)

راه دیگری نداشت مگر اینکه در یکی از شهرهای دور یا یکی از بندرهای جنوب بمأموریت برود و باقی زندگیش را در آنجا بسر ببرد

Şûhî mîkonîd? Râsteş râ behâhîd, puleş râ nedârem. Meger inki kıstî befurûşîd. An hem mâhî neved tûmen

Şaka mı ediyorsunuz? Doğrusunu isterseniz o kadar param yok. Ancak taksitle satarsanız. O da ayda doksan tümen. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

شوخی می کنید؟ راستش را بخواهید پولش را ندارم مگر اینکه قسطی بفروشید . آن هم ماهی نود تومن

مگر اینکه

meger ne: böyle değil mi?

مگر نه

meger ne çonîn (est, bûd) ki: değil mi ki.

مگر نه چنین (است ، بود) که

melâ: (A.) 1. kalabalık, insan kalabalığı. 2. topluluk. 3. peri.

ملا

min: (A.) 1. -den, -dan. 2.  -den beri.

من

min ecli: (A.) için.

من اجل

min ecli zâlike: (A.) bundan dolayı.

من اجل ذلک

min ahadin: (A.) hiç kimse.

من احد

min… ilâ: (A.) –den… -a kadar.

من الی

min evvel ilâ âhir: (A.) başından sonuna kadar.

من اول الی آخر

min evveli yevmin: ilk günden.

من اول یوم

min eyyi şey’in: (A.) neden.

من أی شیء

min ba’d: (A.) bundan sonra, bundan böyle.

Minba’d hergiz pâ be hâne’eş nehâhed gozâşt

Bundan sonra onun evine asla adımını atmayacak. (Rodin)

منبعد هرگز پا به خانه اش نخواهد گذاشت

من بعد

min ba’di zâlik: (A.) sonra, bunun ardından, bundan sonra da.

من بعد ذلک

min ba’dihi: (A.) ardından, arkasından, ondan sonra, kendisinden sonra.

من بعده

min cihetin: (A.) bir bakıma, bir yandan.

من جههٍ

min haysilmecmû’: (A.) tümü, hepsi.

من حیث المجموع

min hafiyyin: (A.) gizli gizli.

من خفیٍ

min hilâfin: (A.) çaprazlama.

من خلاف ٍ

min duburin: (A.) arkadan.

من دبر ٍ

min dûni: -den başka, dışında, hariç.

من دون ِ

min dûnillâh: (A.) Allah’tan başka.

من دون الله

min dûni zâlike: (A.) bundan başka.

من دون ذلک

min zâlike: (A.) bundan.

من ذلک

min şey’: (A.) hiçbir şey.

من شیء

min tarfin: (A.) göz ucuyla.

من طرف

min tarafillah: (A.) Allah tarafından,

من طرف الله

min gayri: (A.) –meksizin, -maksızın.

من غیر

min fevr: (A.) ansızın.

من فور

min kablu: (A.) daha önce.

من قبل

min kıbeli: (A.) arkasından.

من قبل

min kubulin: (A.) önden.

من قبل

min kıbeli: (A.) tarafından.

من قبل ِ

min kabli hâzâ: (A.) bundan önceki.

من قبل هذا

min kablihi: (A.) daha önce.

من قبله

min karîb: (A.) çok geçmeden.

من قریب

min kullilcevânib: (A.) her bakımdan.

من کل الجوانب

min kulli mekânin: (A.) her yerden.

من کل مکان

min vechin: (A.) bir bakıma, bir bakımdan.

من وجه ٍ

min verâin: (A.)  arkasından,

من وراء

munâvebeten: (A.) dönüşümlü olarak.

مناوبهً

muntazaman: (A.) 1. düzenli olarak, sürekli. 2. tertipli olarak, derli toplu olarak.

منتظما ً

munhasiren: (A.) sadece, yalnız, sırf, başlıbaşına.

منحصرا ً

menzûr: (A.) 1. maksat, amaç.

Nebâdâ hodâ nekerde be hoditan begîrîd ha. Manzûr-i bende behîçvech şomâ nebûdîd

Sakın üstünüze alınmayın ha! Maksadım asla siz değildiniz. (Maraz-i Kand)

نبادا خدا نکرده به خودتان بگیرید ها. منظور بنده بهیچوجه شما نبودید

2. makbul, beğenilmiş. 3. görülen, bakılan. 4. amaç edilen.

منظور

munferiden: (A.) 1. tek başına, bir başına.. 2. ayrı ayrı, birer birer.

منفردا ً

munfasilen: (A.) ayrı olarak.

منفصلا ً

muvekkat: (A.) geçici, muvakkat, eğreti.

موقت

muvekkaten: (A.) geçici olarak, muvakkaten.

موقتا ً

mevki’, movki’: (A.) 1. mevki, yer, yöre, mahal. 2. vakit, zaman.

Jani fânûs râ berdâşt, fikrkerd movki’-i an resîde ki be istikbâl-i şovhereş bereved

Jani feneri aldı; kocasını karşılamaya çıkma zamanının geldiğini düşündü. (Deryâ-yi Govher)

ژانی فانوس را بر داشت ، فکر کرد موقع آن رسیده که به استقبال شوهرش برود

Hodâvend hîçvakt heme-i ârizûhâ râ yekcâ ber âverde nemîkoned

Allah hiçbir zaman her dileği bir arada yerine getirmez (Şovher-i Âhû Hanum, s. 71)

خداوند هیچوقت همهء آرزوها را یکجا بر آورده نمی کند

3. durum, konum. 4. makam.

موقعی

movki’î ki: (A.-F.) –dığı zaman, -ince.

Movki’î ki ez pillehâ bâlâ mîreftend, nemî dânem çerâ yek mertebe tasmîm giriftem pîrûzî-yi hod râ be roh-i anhâ bekeşem

Basamakları çıkarlarken bilmem neden, birden zaferimi yüzlerine vurmaya karar verdim. (Gorbe-i Siyâh)

موقعی که از پله ها بالا می رفتند ، نمی دانم چرا یک مرتبه تصمیم گرفتم پیروزیء خود را به رخ آنها بکشم

موقعی که

miyân: (Peh.) 1. orta.

Âsûde ber kenâr çu pergâr mîşudem

Devrân çu nokta âkıbetem der miyân girift

Pergel gibi kenarda kalarak huzur buluyordum. Sonunda felek beni nokta gibi getirdi, merkeze attı. (Hâfız)

آسوده بر کنار چو پرگار می شدم

دوران چه نقطه عاقبتم در میان گرفت

2. ara.

Sîgârî miyân-i lebhâyeş tekân mîhord

Sigara dudakları arasında sallanıyordu. (Kûtî-i Kibrît)

سیگاری میان لبهایش تکان می خورد

3. iç. 4. bel.

Leb-i tu hızr u dehân-i tu âb-i heyvân est

Kad-i tu serv u miyân mûy u ber behiyyât âc

Dudağın Hızır, ağzın âbıhayat. Boyun selvi, belin kıl, göğsün fildişi. (Hâfız)

لب تو خضر و دهان تو آب حیوان است

قد تو سرو و میان موی و بر بهیات عاج

5. kemer. 6. içinde, -de, -da. 7. aralık. 8. şarkıların üçüncü dizesi.

میان

der miyân-i râh: yolda.

میان ِ راه

nâbehengâm: [nâ + be + hengâm] zamansız, vakitsiz.

نا بهنگام

nâbevakt: (F.-A.) [nâ + be + vakt] 1. zamansız, vakitsiz. 2. yersiz.

نا بوقت

nâhengâm: [nâ + hengâm] yersiz, zamansız, vakitsiz.

نا هنگام

nâvakt: (F.-A.) [nâ + vakt] vakitsiz, zamansız.

نا وقت

nâbegâh: [nâ + be + gâh] 1. ansızın. 2. zamansız, olmadık zamanda.

نابگاه

nâdiren: (A.) az olarak, nadiren, nadir olarak, tek tük.

نادرا ً

nâgâh: [nâ + gâh] 1. ansızın, apansız, birdenbire, aniden.

Çi lutf bûd ki nâgâh reşha-i kalemet

Hukûk-i hidmet-i mâ arze kerd ber keremet

Kaleminden ansızın sızan yazılarda sana hizmetimizden söz edilmesi ne büyük incelikti! (Hâfız)

چه لطف بود که ناگاه رشحهء قلمت

حقوق خدمت ما عرضه کرد بر کرمت

Çon lâle be novrûz kadeh gîr be dest;

Bâ lâlerohî eger torâ forset hest.

Mey nûş be horremî, ki in çerh-i kebûd

Nâgâh torâ ço hâk gerdâned pest.

Lale gibi al eline nevruzda kadehi.

Buldunsa fırsatı, al yanına lale yanaklı dilberi.

İç keyifle badeni. Bu çarkıfelek zira

Alçaltacak apansız toprak gibi seni. (Hayyâm)

چون لاله بنوروز قدح گیر بدست

با لاله رخی اگر ترا فرصت هست

می نوش به خرمی که این چرخ کبود

ناگاه ترا خاک گرداند پست

2. zamansız, vakitsiz.

ناگاه

nâgâhî: [nâ + gâh + î] ansızın, apansız, birdenbire, aniden.

ناگاهی

nâgeh: [nâ + geh] 1. ansızın, apansız, birdenbire, aniden.

Tûtî’î râ be hiyâl-i şekerî dil hoş bûd

Nâgeheş seyl-i fenâ nakş-i emel bâtıl kerd

Şeker hayaliyle yaşayan bir papağanın gönlü hoştu ama ansızın gelen yokluk seli onun emelleriyle çizdiği nakışları bozdu. (Hâfız)

طوطی را بخیال شکری دل خوش بود

ناگهش سیل فنا نقش امل باطل کرد

2. zamansız, vakitsiz.

ناگه

nâgehân: [nâ + geh + ân] ansızın, apansız, birdenbire, aniden.

Çerâ nâgehân der in sâet, bîhengâm bîdâr şode’em

Neden bu saatte birdenbire zamanlı zamansız uyandım? (Kûtî-i Kibrît)

چرا ناگهان در این ساعت ، بی هنگام بیدار شده ام؟

ناگهان

nâgehâne: [nâ + geh + âne] ansızın, apansız, birdenbire.

ناگهانه

nâgehânî: [nâ + geh + ân + î] ani, ansızın, birdenbire.

Nemîhâst be merg-i nâgehânî-yi pervîn fikr koned

Pervin’in âni ölümünü düşünmek istemiyordu. (Cûybâr)

نمی خواست به مرگ ناگهانی پروین فکر کند

Misl-i inki tasmîm-i nâgehânî girift, reft poşt-imîz-i tahrîreş nişest

Ani karar vermiş gibi gidip çalışma masasının başına geçti. (Girdâb)

مثل اینکه تصمیم ناگهانی گرفت ، رفت پشت میز تحریرش نشست

ناگهانی

nâgehî: [nâ + geh + î] ansızın, apansız, birdenbire.

ناگهی

netîceten: (A.) sonuç olarak, neticede, netice itibarıyla.

نتیجهً

nezd: 1. yan, ön, huzur, kat.

Mansûr ez hâne hâric şud ve nezd-i û reft

Mansur evden çıkıp onun yanına gitti. (Azeristan)

منصور از خانه خارج شد  و نزد او رفت

2. yakın. 3. beraberinde, ütünde. 4. görüş, göre.

Nezd-i Mûsî nâm-i çûbeş bud asâ

Nezd-i hâlık bûd nâmeş ejdehâ

Musa’ya göre değneğin adı asâ idi

Tanrı katında bunun adı ejderha idi (Mesnevî)

نزد موسی نام چوبش بد عصا

نزد خالق بود نامش اژدها

نزد

nezdîk: (Peh.) 1. yakın.

Polis goft: İn râ nezdîk-i pol dîdîm aga

Polis: Bunu köprünün yakınında gördük efendim, dedi. (Kûtî-i Kibrit)

پلیس گفت : این را نزدیک پل دیدیم آقا

2. yan, huzur, kat. 3. görüş, inanış. 4. taraf. 5.  -e doğru.

Ma’mûlen nezdîk-i sâet-i nuh mîâmed

Genellikle saat dokuza doğru gelirdi. (Azeristan)

معمولا ً نزدیک ساعت نه می آمد

Nezdîk-i zohr kârhâ takrîben temâm şode bûd

İşler öğleye doğru hemen hemen tamamlanmıştı. (Tengel)

نزدیک ظهر کارها تقریبا ً تمام شده بود

6. samimi, yakın.

Der bâzgeşt be turkiyye rûhî ve agahan ez yârân-i nezdîk-i seyyid cemâleddîn-i esedâbâdî şodend

Rûhî ve Akahan Türkiye’ye dönüşte Seyyid Cemâleddin-i Esedâbâdî’nin yakın dostları arasına girdiler. (Berresî)

در بازگشت به ترکیه روحی و آقاخان از یاران نزدیک سید جمال الدین اسد آبادی شدند

7. civar.

Âhir ber an mukarrer kerdend ki bâ kâhinî ki der an nezdîk bûd fikr konend, ançi û gûyed, çonan konend

Sonunda, o civarda bulunan bir kâhine danışmaya, onun dediğini yapmaya karar verdiler. (Mucmel-i Fasîhî, I/44)

آخر بر آن مقرر کردند که با کاهنی که در آن نزدیک بود فکر کنند ، آنچه او گوید ، چنان کنند

نزدیک

nezdîk bûd:  -mek üzere olmak.

Nezdîk bûd ki ez gurisnegî cân besipârem

Açlıktan ölmek üzereydim. (Sefernâme-i Galiver)

نزدیک بود که از گرسنگی جان بسپارم

Nezdîk bûd ez ters bemîrem

Nerdeyse korkudan ölecektim.! (Bîçâregân)

نزدیک بود از ترس بمیرم

Berâyi yek merd-i kârger ki ez gurisnegî nezdîk be merg est kârî sorâg dârîd

Açlıktan ölmek üzere olan bir işçi için işiniz var mı? (Vilgerd)

برای یک مرد کارگر که از گرسنگی نزدیک بمرگ است کاری سراغ دارید؟

نزدیک بود

nezdîk-i zohr: (F.-A.) öğleye doğru, öğle üstü.

Tâ inki nezdîk-i zohr vârid-i zerrînâbâd şud

Nihayet öğleye doğru Zerrinâbâd’a girdi. (Sâyerûşen)

تا اینکه نزدیک ظهر وارد زرین آباد شد

نزدیک ظهر

nisbet: (A.) 1. yakınlık. 2. akrabalık. 3. bağlantı, bağlılık. 4. oran, nispet. 5. ilgili. 6. ölçü, kıyaslama. 7. inadına. 8. oranla.

نسبت

nisbet be: (A.-F.) -e göre, oranla, -e karşı, nispetle, göreceli.

Bilâhere in pîrmerd ez an feylesûfân-i bîkayd bûd ki nisbet be hîç çîz dûstî nedâşt

Kısacası, bu ihtiyar hiçbir şeye karşı sevgi duymayan kayıtsız filozoflardandı. (Hâne-i Pederî)

بالآخره این پیرمرد از آن فیلسوفان بی قید بود که نسبت به هیچ چیز دوستی نداشت

Ma’lûm mîşeved tu hem nisbet be û bîelâke nebûdî

Senin de ona karşı ilgisiz olmadığın anlaşılıyor. (Perîçihr)

معلوم می شود تو هم نسبت باو بی علاقه نبودی

Herki âşık dîdiyeş ma’şûk dân

Kû be nisbet hest hem în u hem an

Kimi âşık gördüysen, maşuk bil onu.

Görecelidir; hem bu odur, hem o bu. (Mesnevi) 

هرکه عاشق دیدی اش معشوق دان

کاو به نسبت هم این و هم آن

نسبت به

nisbeten: (A.) 1. nispetle, göre, oranla. 2. bir dereceye kadar, bir ölçüde.

نسبهً

nazaren: (A.) 1. nazaran, kıyasla, bakılırsa. 2. teorik olarak.

نظرا ً

nazargâh: (A.-F.) [nazar + gâh] 1. bakış yeri. 2. bakış açısı.

نظرگاه

nazîr: (A.) benzer, gibi, eş.

Nazîr-i dûst nedîdem egerçi ez meh u mihr

Nihâdem âyinehâ der mukâbil-i ruh-i dûst

Sevgilimin yanağının tam karşısına ayı ve güneşi yansıtan aynalar koydum, ama sevgilimin yanağı gibi parlak bir yanak görmedim. (Hâfız)

نظیر دوست ندیدم اگرچه از مه و مهر

نهادم آینه ها در مقابل رخ دوست

Şems-i cân k’û hâric âmed ez esîr

Nebvedeş der zihn u der hâric nazîr

Şu gökyüzündekinden ayrı olan can güneşi

Zihinde canlandırılmaz, yoktur eşi (Mesnevi)

شمس جان کاو خارج آمد از اثیر

نبودش در ذهن و در خارج نظیر

نظیر

nefes: (A.) 1. nefes, soluk. 2. esinti. 3. mühlet, süre. 4. yudum. 5. an, zaman. 6. bir solukluk zaman. 7. okuyup üfleme.

نفس

naklen: (A.) 1. nakil yolu ile. 2. anlatarak, hikaye ederek.

نقلا ً

nek: 1. şimdi.

Nek fulân şeh ez berâyi zergerî

İhtiyâret kerd zîrâ mihterî

Filan şah kuyumculuk için şimdi

En büyük sen olduğun için seni seçti (Mesnevi)

نک فلان شه از برای زرگری

اختیارت کرد زیرا مهتری

2. işte.

Nek zi dervîşî gurîzânend halk

Lokme-i hirs u emel zi ânend halk

İşte halk yoksulluktan kaçıyor; ondan dolayı hırs ve emele lokma oluyorlar. (Mesnevi)

نک ز درویشی گریزانند خلق

لقمهء حرص و امل ز آنند خلق

نک

nek: belki.

نک

nekoned: [kerden > kon > koned > nekoned] 1. aman!, sakın!

Nekoned sâhib’alî fikr bekoned ki der merg-i mâdereş men mukassirem (Telhûn)

نکند صاحبعلی فکر بکند که در مرگ مادرش من مقصرم؟

Sahibali annesinin ölümünde benim suçlu olduğumu düşünmesin sakın!

Der dil-i zen nigerânî-yi kûçekî râh peydâ kerde bûd ki nekoned şovhereş der kûşiş-i hod berâyi râm kerden-i şehrdâr-i tâzevârid muvaffak neşeved

Kocasının yeni gelen belediye başkanını yola getirme çabasında başarılı olamayacağına bir endişe belirmişti kadının gönlünde. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 48)

در دل زن نگرانی کوچکی راه پیدا کرده بود که نکند شوهرش در کوشش خود برای رام کردن شهردار تازه وارد موفق نشود

2. etmesin.

نکند

ne: 1. değil. 2. hayır. 3. yok.

نه

ne inki: -dığı gibi, -dığı için.

Ne inki û çişt bûd yâ ez û hoşem nemî âmed, emmâ yek kuvveî merâ bâz dâşt. Ne, nehâstem dîger û râ bebînem

Onun çirkin olduğundan ya da hoşlanmadığımdan değil. Ama bir kuvvet beni alıkoydu. Hayır; onu görmek istemedim artık. (Zinde be Gûr)

نه اینکه او زشت بود یا از او خوشم نمی آمد ، اما یک قوه ای مرا باز داشت نه ، نخواستم دیگر او را ببینم

Ne inki dâmâdî misl-i dâmâd-i men râ be hâb hem nemî dîdend, hey sûse mîdevândend, belki betevânend yek cûrî miyâne-i mâ râ behem bezenend ve û râ ez çeng-i men der biyârend

Benim damadım gibisini rüyada bile görmediklerinden, belki bir yolunu bulup aramızı açmak ve onu elimden alabilmek için durmadan dolap çeviriyorlardı. (Kûçeî Benâm-i Behiştrûyân)

نه اینکه دامادی مثل داماد من را به خواب هم نمی دیدند ، هی سوسه می دواندند ، بلکه بتوانند یک جوری میانهء ما را بهم بزنند و او را از چنگ من در بیارند

نه اینکه

ne tenhâ: yalnız    değil.

نه تنها

ne tenhâ…belki hettâ: (A.-F.) yalnız...değil... ..belki, yalnız...değil....hatta, yalnız.. .değil. ....da, yalnız...değil.. ...aynı zamanda.

نه تنها ...بلکه حتی

ne tenhâ, …nîz: yalnız    değil, belki, -diği gibi de.

Bîmâristân-i lambarene ne tenhâ insânhâ-yi bîmâr râ bâ âgûş-i bâz mîpezîruft ve şifâ mîdâd, belki penâhgâh-i cânverân-i bîmâr nîz be şomâr mî âmed

Lambarene hastanesi hasta insanlara kucak açıp onlara şifa vermekle kalmadığı gibi, hasta hayvanların sığınağı da sayılıyordu. (Fârsî-i Pencom-i Debistan)

بیمارستان لامبارنه نه تنها انسان های بیمار را با آغوش باز می پذیرفت و شفا میداد ، بلکه پناهگاه جانوران بیمار نیز بشمار می آمد

نه تنها ، ...نیز

ne tenhâ, hettâ: (F.-A.) yalnız… değil, hatta.

Ne tenhâ tû-yi hâne, hettâ tû-yi kûçe vu hiyâbân hem râhet nîstem

Yalnız evde değil, hatta sokak ve caddede de rahat değilim. (Maraz-i Kand)

نه تنها توی خانه ، حتی توی کوچه و خیابان هم راحت نیستم

نه تنها ، حتی

ne tenhâ, … belki: (F.-A.) yalnız   değil, belki, yalnız    değil, aynı zamanda; -mediği gibi    da.

Zîrâ ne tenhâ der in medresehâ nemîtevânistend be kûdek-i ker u lâl hânden u nuvişten biyâmûzend, belki ez nigehdârî-yi û nîz âciz bûdend

Çünkü bu okullarda sağır ve dilsiz çocuklara okuma, yazma öğretmedikleri gibi, onların bakımından da acizdiler. (Fârsî-i Pencom-i Debistan)

زیرا نه تنها در این مدرسه ها نمی توانستند به کودک کر و لال خواندن  نوشتن بیاموزند ، بلکه از نگهداری او نیز عاجز بودند

Derin muddet-i hijdeh sâl be endâzeî rûh u fikr-i anhâ behem nezdîk şode bûd ki ne tenhâ efkâr u ihsâsât-i heyli mahremâne-i hodişan râ be yekdîger mîgoftend, belki heyli ez efkâr-i nihânî-i yekdîger râ negofte derk mîkerdend

Bu on sekiz yıl içinde onların ruh ve düşünceleri öylesine birbirine yaklaşmıştı ki, yalnız çok gizli düşünce ve duygularını birbirlerine söylemiyorlar, aynı zamanda birbirlerinin gizli düşüncelerinin çoğunu daha söylemeden anlıyorlardı. (Girdâb)

درین مدت هژده سال باندازه ای روح و فکر آنها بهم نزدیک شده بود که نه تنها افکار و احساسات خیلی محرمانهء خودشان را بیکدیگر می گفتند ، بلکه خیلی از افکار نهانی یکدیگر را نگفته درک می کردند

نه تنها... بلکه

ne fakat: (F.-A.) yalnız… değil.

نه فقط

ne fakat, …belki: (F.-A.) yalnız… değıil, belki.

Mîdânîd mîrzâ ahmed hân ne fekat hûb târ mîzened ve hûb şi’r mîgûyed, belki şikârçî-yi kâbilî hem hest

Biliyor musunuz, Mirza Ahmed Han sadece güzel tar çalıp güzel şiir söylemez, aynı zamanda yetenekli bir avcıdır da. (Se Katre Hûn)

می دانید میرزا احمد خان نه فقط خوب تار می زند و خوب شعر می گوید ، بلکه شکارچی قابلی هم هست

نه فقط ، بلکه

ne fakat, hettâ: (F.-A.) yalnız…. değil, hatta.

نه فقط ، حتی

ne fakat, nîz: (F.-A.) yalnız…değil, … de/da.

نه فقط ، نیز

ne fekat…belki: (F.-A.) yalnız    değil, belki; yalnız    değil, hatta; yalnız    değil, aynı zamanda.

نه فقط...بلکه

ne ki: -den değil, değil mi ki.

نه که

ne .. ne inki: ne ... ne de.

Ne mîtevânist ez hoceste çeşm bepûşed ve ne inki dobâre û râ bebîned

Ne Huceste’den vazgeçebiliyor, ne de onu tekrar görmeye tahammül edebiliyordu. (Se Katre Hûn, s. 149)

نه می توانست از خجسته چشم بپوشد و نه اینکه دوباره او را ببیند

نه... نه اینکه

ne…ne: ne…ne.

Ne şomâ beporsîd, ne men begûyem

Ne siz sorun, ne ben söyleyim. (Seyâhatnâme-i İbrâhim Beyg)

نه شما بپرسید ، نه من بگویم

Tâ kunûn ne kesî be dîden-i men âmede ve ne berâyem gul âverde’end

Şimdiye kadarne beni görmeye gelen oldu, ne de çiçek getiren. (Se Katre Hûn)

تا کنون نه کسی بدیدن من آمده و نه برایم گل آورده اند

Bâyed begûyem ki men ne dîvâne’em ve ne duçâr-i kâbûs-i dehşetnâkî şode’em

Söylemeliyim ki benne deliyimne de korkunç bir kâbus gördüm. (Gorbe-i Siyâh)

باید بگویم که من نه دیوانه ام و نه دچار کابوس دهشتناکی شده ام

نه...نه

nehâren: (A.) 1. gündüz, gündüzün. 2. açıkça.

نهارا ً

nev, nov: (Peh.) 1. yeni. 2. taze. 3. son zamanlardaki.

نو

nevbet, novbet: (A.) 1. vakit, zaman. 2. kez, kere, defa.

Ca’fer hân do novbet bâ aga muhammed hân cengîd

Cafer Han, Aga Muhammed Han’la iki defa savaştı. (Târîh-i Siyâsî)

جعفر خان دو نوبت با آغا محمد خان جنگید

Hezâr novbet eger hâtirem beşûrânî, Ez in taraf ki menem hemçonan sefâyî hest

Bin kez gönlümü perişan etsen de benden yana hâlâ bir gönül safası var. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 147)

هزار نوبت اگر خاطرم بشورانی

از این طرف که منم همچنان صفایی هست

3. devlet, ikbal. 4. fırsat. 5. büyük çadır. 6. nöbet. 7. (müz.) nakkare. 8. sıra. 9. hastalık ateşi. 10. devir, çağ, zaman.

Dovr-i mecnûn guzeşt u novbet-i mâst

Herkesî penc rûz novbet-i ûst

Mecnun’un devri geçti; şimdi bizim devrimiz. Zaten herkesin dünyada beş günlük bir nöbeti yok mu? (Hâfız)

دور مجنون گذشت و نوبت ماست

هرکسی پنج روز نوبت اوست

İmrûz ki novbet-i cevânî-yi men est,

Mey nûşem ez anki kâmrânî-yi men est.

Eybem mekonîd, gerçi telhest, hoş est.

Telhest, çerâ ki zindegânî-yi men est.

Bugün gençlik sıramdır benim.

İçiyorum mey; çünkü mutluluğum benim.

Ayıplamayın beni; acı da olsa, hoştur yine.

Acıdır; niye mi? Çünkü hayatımdır benim. (Hayyâm)

امروز که نوبت جوانیء من است

می نوشم از آنکه کامرانیء من است

عیبم مکنید، گرچه تلخست، خوش است

تلخست ، چرا که زندگانیء من است

11. bando, mızıka. 12. sıra.

نوبت

nevbe, novbe: (A.) 1. vakit, zaman. 2. kere, kez, defa. 3. nöbet. 4. (sağ.) sıtma nöbeti. 5. sıra. 6. (müz.) nakkare.

نوبه

nev’an: (A.) 1. tür bakımından. 2. biraz.

نوعا ً

nev’anmâ: (A.) bir bakıma, bir şekilde, âdeta.

نوعا ً ما

nîz: (Peh.) 1. de, dahi, yine de.

Dûş âgehî zi yâr-i sefer kerde dâd bâd

Men nîz dil be bâd dehem, herçi bâd bâd

Rüzgâr dün gece seyahate çıkan yârdan haber getirdi. Artık ben de gönlümü elden çıkaracağım; ne olursa olsun. (Hâfız)

دوش آگهی ز یار سفر کرده داد باد

من نیز دل به باد دهم ، هرچه باد باد

Ber seng zedem dûş sebû-yi kâşî,

Sermest budem ço kerdem in ûbâşî.

Bâ men be zebân-i hâl mîgoft sebû

Men çon to budem; to nîz çon men bâşî!

Taşa çaldım dün çini testiyi.

Sarhoştum yaptığımda bu edepsizliği.

Diyordu bana hal diliyle testi:

Senin gibiydim ben; sen de olursun benim gibi. (Hayyâm)

بر سنگ زدم دوش سبوی کاشی

سرمست بدم چو کردم اوباشی

با من بزبان حال میگفت سبو

من چون تو بدم، تو نیز چون من باشی

2. aynı şekilde.

نیز

nîz hem: de, dahi, bile.

Hâfız beber tu gûy-i fesâhat ki muddeî

Hîçeş huner nebûd u haber nîz hem nedâşt

Hâfız, şiirdeki fesahat topunu al götür. Çünkü iddiacı bu hünerden nasibini almadığı gibi, hiçbir şeyden haberi de yok. (Hâfız)

حافط ببر تو گوی فصاحت که مدعی

هیچش هنر نبود و خبر نیز هم نداشت

نیز هم

hân: 1. sakın!, aman!. 2. hey!. ey.

Deryâst meclis-i û deryâb vakt u deryâb

Hân ey ziyânresîde vakt-i ticâret âmed

Onun meclisi denize benzer, vaktin kıymetini bil. Ey zarara uğramış zavallı, idrâk et olanı biteni; ticaret vakti geldi. (Hâfız)

دریاست مجلس او دریاب وقت و دریاب

هان ای زیان رسیده وقت تجارت آمد

3. çabuk, acele et.

Hâfız surûd-i meclis-i mâ zikr-i hayr-i tust

Beştâb hân ki esb u kabâ mîfiristemet

Hâfız mecliste okuduklarımız, seni hayırla yâd eden sözlerdir. Durma, koş; sana at ile kaftan gönderiyorum. (Hâfız)

حافظ سرود مجلس ما ذکر خیر تست

بشتاب هان که اسب و قبا می فرستمت

4. ha, tamam.

هان

hân tâ: sakın.

Derdmendân-i belâ zehr-i helâhil dârend

Kasd-i in kvom hetâ bâşed, hân tâ nekonî

Belâya düşen dertliler öldürücü aşk zehrine sahiptir. Bu kavme kasdetmek hatadır. Sakın bu hataya düşme! (Hafız)

دردمندان بلا زهر هلاهل دارند

قصد این قوم خطا باشد ، هان تا نکنی

هان تا

hân u hân: sakın, aman sakın!

Hân u hân in râz râ bâ kesî megû

Gerçi ez tu şeh koned bes costucû

Gerçi şah senin hakkında çok soru soruyorsa da, aman sakın ha bu sırrı kimseye söyleme! (Mesnevi)

هان و هان این راز را با کسی مگو

گرچه از تو شه کند بس جستجو

هان و هان

hân u hîn: sakın!, aman!

هان و هین

hây: 1. hey, ey.

Çun resîd û pîşter nezdîk-i saf

Bang ber zed şîr hây ey nâhalef

Tavşan ona iyice yaklaştı

Bağırdı aslan: Hey namert! dedi (Mesnevî)

چون رسید او پیشتر نزدیک صف

بانگ بر زد شیر های ای ناخلف

2. ah!, vah!

های

her: (Peh.) her.

Her nîkî şem’îst ki der serâçe-i dil mî efrûzîm

Her iyilik, gönül köşkünde yaktığımız bir mumdur. (Endîşe)

هر نیکی شمعی است که در سراچهء دل می افروزیم

هر

her… î ki: her.

Her şîrdilî ki hest, ez bîşe-i mâst

Her arslan yürekli, bizim ormanımızdan çıkmıştır. (Evhad)

هر شیردلی که هست ، از بیشهء ماست

هر ... ی که

her ez çendî: arada bir.

هر از چندی

her ân: (F.-A.) 1. her an.

Surfehâ-yi şedîd nâşî ez bironşit her an sohbet-i û râ kat’ mîkerd

Bronşitten ileri gelen şiddetli öksürükler her an konuşmasını kesiyordu. (Azeristan)

سرفه های شدید ناشی از برنشیت هر آن صحبت او را قطع میکرد

2. her biri.

هر آن

her an kocâ: her neresi, her yer.

هر آن کجا

her anki: her kim, her kimse.

هر آنکه

her angeh: her ne zaman, ne zaman.

هر آنگه

herâyine: (Peh.) [her + âyine] 1. mutlaka, kesinlikle, kuşkusuz. 2. zorunlu, vacip.

هر آینه

herâyîne: [her + âyîne] 1. mutlaka, kesinlikle, kuşkusuz. 2. zorunlu, vacip.

هر آیینه

her câ: 1. her yer. 2. neresi, her neresi.

Ber her câî ki ser nihem mescûd ûst

Ber şeş cihet u burûn zi şeş ma’bûd ûst

Bâg u gul u bulbul, semâ’u şâhid

İn cumle behâne vu heme maksûd ûst

Nereye baş koysam, secde edilen o.

Altı yönde, altı yönün dışında mabud o.

Bağ, gül, bülbül, semâ, dilber

Bunların hepsi bahane, maksûd o. (Mevlana)

بر هر جائی که سر نهم مسجود اوست

بر شش جهت و برون ز شش معبود اوست

باغ و گل و بلبل ، سماع و شاهد

این جمله بهانه و همه مقصود اوست

هر جا

hercûr: (F.-A.) [her + cûr< tovr] her türlü.

هر جور

her çîz: her şey.

هر چیز

her çîz be cây-i hod: her şey yerli yerinde.

Her çîz becây-i hod, ve ne yek zerre gerd

Her şey yerli yerindeydi ve bir zerre toz yoktu. (Mudîr-i Medrese)

هرچیز بجای خود ، و نه یک ذره گرد

هر چیز بجای خود

her der: her taraf.

هر در

her dest: her sınıf, her kısım.

هر دست

her dem: her an, her zaman, sürekli, aralıksız.

Der in otâk ki berâyi men tengter ve târîkter ez kabr mîşud, dâyim çeşm be râh-i zenem bûdem velî û hergiz nemî âmed

Benim için her an mezardan daha dar ve karanlık hale gelen bu odada sürekli karımın yolunu gözlüyordum. Ancak, o hiç gelmiyordu. (Bûf-i Kûr)

در این اطاق که برای من تنگ تر و تاریک تر از قبر میشد ، دایم چشم براه زنم بودم ولی او هرگز نمی آمد

هر دم

her dem: her an, sürelikli, aralıksız.

Merâ ez tust herdem tâze aşkî

Turâ her sâatî husnî diger bâd

Senin sâyende aşkım her an tazeleniyor. Her saatinde güzelliğin bir başka olsun. (Hâfız)

مرا از توست هردم تازه عشقی

ترا هر ساعتی حسنی دگر باد

هر دم

her dem u sâ’et: (F.-A.) ikide bir.

Her dem u sâet mî îstâd u şinhâî râ ki kefşhâ-yi sefîd şode ez gerd u hâkeş cem’ şode bûd mîtekând

İkide bir duruyor ve toz topraktan beyazlaşmış ayakkabılarında biriken kumları silkiyordu. (Azeristan)

هر دم و ساعت می ایستاد و شنهائی را که کفش های سفید شده از گرد و خاکش جمع شده بود می تکاند

هر دم و ساعت

her demî: her an.

Aşk zinde der revân u der basar

Her demî bâşed zi gonçe tâzeter

Aşk dediğin ruhta, gözde kalıcı olur

Bu aşk her an goncadan taze olur (Mesnevi)

عشق زنده در زوان و در بصر

هر دمی باشد ز غنچه تازه تر

هر دمی

her do: her ikisi.

هر دو

her do an: her ikisi.

هر دو آن

her rûz: her gün.

Her rûz be û telefunhâ mîşud

Her gün ona telefonlar ediliyordu. (Hindû)

هر روز به او تلفن ها می شد

هر روز

her zemân: (F.-A.) her zaman, her vakit.

هر زمان

her sâl: her yıl.

هر سال

hersâle: [her + sâl + e] 1. her yıl. 2. yıl boyunca.

هر ساله

her sû: her taraf.

Zi çeşmet cân neşâyed bord kez her sû ki mîbînem

Kemîn ez gûşeî kerdest u tîr ender kemân dâred

Senin gözlerinden can kurtarmak mümkün değil. Ne yandan baksam, bir köşede pusu kurduğunu, okunu yayına takmış olduğunu görüyorum. (Hâfız)

ز چشمت جان نشاید برد کز هر سو که می بینم

کمین از گوشه ای کردست و تیر اندر کمان دارد

هر سو

her taraf: (F.-A.) her taraf, her yan.

Der figân u custucû an hîreser

Her taraf porsân u cûyân derbeder

O şaşkın feryat eder, araştırır

Derbeder olur, her yana koşturur (Mesnevî)

در فغان و جستجو آن خیره سر

هر طرف پرسان و جویان دربدر

هر طرف

her tovr: (F.-A.) 1. her türlü. 2. nasıl.

Her tovr dilet mîhâhed be in ihtirâ’ ism begozâr

Canın nasıl isterse, bu icada öyle ad koy. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

هر طور دلت می خواهد به این اختراع اسم بگذار

هر طور

her tovr bûd: (F.-A.) her şeye rağmen.

Velî her tovr bûd be hod dildârî dâdem ve endîşehâ-yi gamengîz râ ez ser bîrûn kerdem

Fakat her şeye rağmen kendimi teselli ettim. Ve üzücü düşünceleri başımdan uzaklaştırdım. (Sâet-i Men)

ولی هرطور بود بخود دلداری دادم و اندیشه های غم انگیز را از سر بیرون کردم

هر طور بود

her tovrîst: (F.-A.)  ne yapıp edip, bir yolunu bulup, bir şekilde.

هر طوری است

her kadr ki: (F.-A.) -dikçe.

Her kadr ki merdum-i orupâ ve cem’iyyethâ-yi hayriyye be erziş-i kâr-i şuvaytzer pey mîbordend bîşter yârî mîkerdend

Avrupa halkı ve hayır dernekleri Schweitzer’in çalışmasının kıymetini anladıkça daha çok yardım yapıyorlardı. (Fârsî-i Pencom-i Debistan)

هر قدر که مردم اروپا و جمعیت های خیریه به ارزش کار شوایتزر پی می بردند بیشتر یاری می کردند

هر قدر که

her kadr… heman kadr: (F.-A.) ne kadar… o kadar.

هر قدر همان قدر

her kocâ: her nerede, nerede.

An râ ki cây nîst heme şehr cây-i ûst

Dervîş her kocâ ki şeb âmed serây-i ûst

Yersiz yurtsuza yurttur bütün şehir. Yoksul nerde akşam olsa, orda sabahlar. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 124)

آن را که جای نیست همه شهر جای اوست

درویش هرکجا که شب آمد جای اوست

Her kocâ an şâh-i nergis beşkufed

Gulruhâneş dîde nergisdân konend

Nerede o nergis dalı çiçeklenirse, gül yanaklılar gözlerini nergis saksısı yaparlar. (Hâfız)

هرکجا آن شاه نرگس بشکفد

گلرخانش دیده نرگسدان کنند

هر کجا

her kodâm: her biri.

her kodâm: 1. her biri.

Ançi ki benazareş muşkil ya meşkûk mîâmed hâricnuvîsî mînumûd tâ ba’d bâ şeyh ebulfazl ser-i her kodâm mubâhese bekoned

Zor bulduğu ya da şüpheyle karşıladığı şeyleri, daha sonra her biri hakkında Şeyh Ebulfazl ile tartışmak üzere not alıyordu. (Se Katre Hûn, s. 196)

آنچه که بنظرش مشکل یا مشکوک می آمد خارج نویسی می نمود تا بعد با شیخ ابو الفضل سر هر کدام مباحثه بکند

2. hangisi.

هر کدام

her kodâm ez şomâ: her biriniz.

هر کدام از شما

her kes: 1. herkes.

Herkes sergerm-i kâr-i hod bûd

Herkes kendi işiyle meşguldü. (Azeristan)

هرکس سرگرم کار خود بود

İmrûz cây-i herkes peydâ şeved zi hûbân

Kan mâh-i meclisefrûz ender sedâret âmed

Bugün her güzelin yeri belli olur. Çünkü meclisi aydınlatan ay yüzlü sevgili baş köşeye geldi. (Hâfız)

امروز جای هرکس پیدا شود ز خوبان

کان ماه مجلس افروز اندر صدارت آمد

2. her kim, kim.

هر کس

her kes her kes: kargaşa, hercümerç, kim kime dum duma.

هر کس هر کس

herkesî: [her + kes + î] herkes.

Herkesî ez zann-i hod şud yâr-i men

Ez derûn-i men necost esrâr-i men

Herkes aklısıra oldu benim yârim

Gönlümde aramadı, nedir benim sırlarım (Mesnevi)

هرکسی از ظن خود شد یار من

از درون من نجست اسرار من

Herkesî yek çîzî mîgoft

Herkes bir şey söylüyordu. (Maraz-i Kand)

هرکسی یک چیزی می گفت

هر کسی

her kesî k’û: her kimse, kim.

Herkesî k’û dûr mând ez asl-i hîş

Bâz cûyed rûzgâr-i vasl-i hîş

Aslından uzak kalırsa bir kişi

Arar durur tekrar kavuşacağı günü (Mesnevi)

هرکسی کاو دور ماند از اصل خویش

باز جوید روزگار وصل خویش

هر کسی کاو

her ki: her kim, kim.

Âteş est in bang-i nây u nîst bâd

Herki in âteş nedâred, nîst bâd!

Hava değil, ateştir bu neyin sesi

Kimde bu ateş yoksa, yok olsun, daha iyi! (Mesnevi)

آتش است این بانگ نای و نیست باد

هرکه این آتش ندارد نیست باد

هر که

herkû: [her + ki + û] her kim, kim ki.

Herkû nekâşt mihr u zi hûbî gulî neçîd

Der rehguzâr-i bâd nigehbân-i lâle bûd

Sevgi ekmeyip güzellik gülü dermeyene rüzgârın yolunda lâle bekçiliği çıktı. (Hâfız)

هرکو نکاشت مهر و ز خوبی گلی نچید

در رهگذار باد نگهبان لاله بود

هر کو

her gâh: 1. her ne zaman, ne zaman. 2. her vakit.

هر گاه

her gâhî: arada sırada.

هر گاهی

her geh: her vakit, ne zaman, her ne zaman.

هر گه

her geh ki: ne zaman, her ne zaman, -diği zaman.

Hûn şud dilem be yâd-i tu hergeh ki der çemen

Bend-i kabâ-yi gonçe-i gul mîguşâd bâd

Ne zaman rüzgâr çimenlikte gül goncasının üstündeki kaftanın düğmelerini çözecek olsa, seni anarak yüreğim kan ağladı. (Hâfız)

خون شد دلم به یاد تو هرگه که در چمن

بند قبای غنچهء گل می گشاد باد

هر گه که

hergûn: her türlü.

Âkıbet dîdend her gûn milletî

Lâcerem geştend esîr-i zelletî

Her türlü millet akibetini gördü

Bu yüzden oldu hatanın esiri (Mesnevi)

عاقبت دیدند هرگون ملتی

لاجرم گشتند اسیر زلتی

هر گون

hergûne: [her + gûne] 1. her türlü.

Ber aks, der berâber-i hergûne novcûyî hessâsiyyet-i şedîdî dâşt u bâ an be mubâreze ber mîhâst

Aksine, her türlü yenilik arayışı karşısında aşırı hassasiyet gösteriyor ve onunla mücadeleye başlıyordu. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

بر عکس ، در برابر هرگونه نوجویی حساسیت شدیدی داشت و با آن به مبارزه بر می خاست

2. nasıl olursa.

هر گونه

her lahze: (F.-A.) her an.

Her lahze ki ber mîgeşt ve aks-i behrâm râ nigâh mîkerd temâm-i yâdgârhâ-yi gozeşte-i û coloveş zinde mîşud

Dönüp Behram’ın resmine baktığı her an, onunla ilgili tüm eski anıları gözünde canlanıyordu. (Girdâb)

هرلحظه که بر می گشت و عکس بهرام را نگاه میکرد تمام یادگارهای گذشتهء او جلوش زنده میشد

Yârab in beççe-i turkân çi dilîrend be hûn!

Ki be tîr-i muje her lahze şikârî gîrend

Aman Allah! Şu Türk çocukları kan dökmekte ne cesurlar! Kirpik okuyla saniye geçmiyor, bir av vuruyorlar. (Hâfız)

یارب این بچهءترکان چه دلیرند به خون

که به تیر مژه هر لحظه شکاری گیرند

هر لحظه

her ne: her ne.

هر نه

her nov’: (F.-A.) her türlü, her nevi.

هر نوع

her vakt: (F.-A.) 1. her vakit, her zaman. 2. ne zaman, her zaman.

Hervakt dilem mîhâst mîtevânem bemîrem

Canım istediği zaman ölebilirim. (Yek Dâstân-i Vâki’î)

هروقت دلم می خواست می توانم بمیرم

Hervakt ez kâret haste ya zede şudî bâ bihterîn cihâz şovheret hâhem dâd

Ne zaman işten yorulur ya da bıkarsan, seni en iyi çeyizle evereceğim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 112)

هروقت از کارت خسته یا زده شدی با بهترین جهاز شوهرت خواهم داد

هر وقت

her yek: her biri.

هر یک

herç: [her + ç< çi] her ne kadar, ne kadar, her ne.

Herç kerdend ez ilâc u ez devâ

Geşt renc efzûn u hâcet nârevâ

Ne kadar tedavi edip ilaç verdilerse de, hastalık arttı ve murat hasıl olmadı. (Mesnevi)

هرچ کردند از علاج و از دوا

گشت رنج افزون و حاجت ناروا

Mîkeş sitemî yu herç bâdâ bâd

Sitem çekedur. Ne olursa olsun. (Evhad)

می کش ستمی و هرچ بادا باد

هرچ

herçikadr: (F.-A.) [her + çi + kadr] ise de, ne kadar… ise de.

Herçikadr goftem in gayr-i mumkin est be harcişan nereft

Ne kadar Bu mümkün değil dedimse de dinletemedim. (Dârû-yi Bîhâbî)

هر چقدر گفتم این غیر ممکن است به خرجشان نرفت

هرچقدر

herçend: [her + çend] her ne kadar, ise de, gerçi, ne kadar.

Şâh sovgend yâd numûd ki mukassir râ herçend pesereş bâşed, saht tenbîh koned

Kral, suçlunun, oğlu olsa da, ağır bir şekilde cezalandırılacağına yemin etti. (Don Karlos)

شاه سوگند یاد نمود که مقصر را هرچند پسرش باشد ، سخت تنبیه کند

Her çend burdî âbem rûy ez deret netâbem

Cevr ez habîb hoşter kez muddeî riâyet

Beni rezil etmiş olsan da kapından yüz çevirmem. Dostun cevri, rakîbin saygısından daha iyi. (Hâfız)

هرچند بردی آبم روی از درت نتابم

جور از حبیب خوشتر کز مدعی رعایت

هرچند

herçendki: [her + çend + ki] ise de, her ne kadar, gerçi.

Bâz ây ki bâz âyed omr-i şode-i hâfiz

Herçend ki nâyed bâz tîrî ki beşud ez şest

Geri dön; her ne kadar ok yaydan çıktı mı geri dönmezse de belki Hafız’ın geçip giden ömrü geri gelir. (Hâfız)

باز آی که باز آید عمر شدهء حافظ

هرچند که ناید باز تیری که بشد از شست

هرچند که

herçendhemki: [her + çend + hem + ki] ne kadar    ise de.

Betovrî ki derk-i hakîkat-i efkâreş ve istiârâtî ki der eş’âr-i hod be kâr mîbord, berâyi mutercim, herçend hem ki be rumûz-i zebân-i feranse vâkif bâşed, âsân nîst

Nitekim, şiirlerinde kullandığı kelimelerden ve istiarelerden düşüncelerinin aslını anlamak, Fransızcanın inceliklerine ne kadar vâkıfolsa da, mütercim için kolay değildir. (Eş’âr-i Muntehab)

بطوری که درک حقیقت افکارش و استعاراتی که در اشعار خود بکار می برد ، برای مترجم ، هرچند هم که برموز زبان فرانسه واقف باشد ، آسان نیست

هرچند هم که

herçi: [her + çi] 1. her şey, her ne varsa.

Der herçi turâ murâd bâşed dilbend

Nâçâr turâ ezan behâhend gusîht

Muradın olan her şeye bağla gönlünü. Sonunda ister istemezkoparılacaksın onlardan. (Evhad)

در هرچهترا مراد باشد دل بند

ناچار ترا از ان بخواهند گسیخت

2. her ne, ne kadar.

Libâshâ-yi iydiman râ mî pûşîdîm ve herçi pul dâştîm der cîbhâ-yi an mî gozâştîm

Bayram elbiselerimizi giyiyor ve ne kadar paramız varsa, ceplerine koyuyorduk. (Gulbang)

لباس های عید مان را می پوشیدیم و هرچه پول داشتیم در جیب های آن می گذاشتیم

Herçi kûşiş mîkerd nemî tevânist ferâmûş bekoned

Ne kadar gayret etse, unutamıyordu. (Girdâb)

هرچه کوشش می کرد نمی توانست فراموش بکند

Herçi târîkî-yi şeb fuzûnî mîgirift ve sitâregân rûşenter mîşodend, şekl-i diraht der târîkî-yişeb furû mîreft

Gecenin karanlığı artıp yıldızlar daha da parlaklaştıkça, ağacın şekli gecenin karanlığına gömülüyordu. (Lâşe-i Mâr)

هرچه تاریکی شب فزونی می گرفت و ستارگان روشن تر می شدند ، شکل درخت در تاریکی شب فرو می رفت

Âşıkân râ ber ser-i hod hukm nîst

Herçi fermân-i tu bâşed, an konend

Aşıklar bir başlarına hüküm veremez. Sen ne emredersen, onu yaparlar. (Hâfız)

عاشقان را بر سر خود حکم نیست

هرچه فرمان تو باشد ، آن کنند

هرچه

herçi bâdâ bâd: ne olursa olsun.

Goftem: Be bâd dehedem bâde nâm u neng

Goftâ: Kabûl kun suhan u herçi bâd bâd

Dedim: Bâde, ar, namus, her şeyimi yele verecek. Dedi: Lâf dinle sen; ne olursa olsun. (Hâfız)

گفتم به باد دهدم باده نام و ننگ

گفتا قبول کن سخن و هرچه باد باد

Nâdir berâyi reften be hâne-i mihrî behâne-i hûbî dâşt. Kitâb-i mihrî râ mîbord ba’d herçi bâdâ bâd

Nadir’in Mihri’nin evine gitmek için iyi bir bahanesi vardı: Mihri’nin kitabını götürmek. Sonra mı; ne olursa olsun! (Azeristan)

نادر برای رفتن به خانهء مهری بهانهء خوبی داشت کتاب مهری را می برد بعد هرچه بادا باد

Şerâb u eyş-i nihân çîst? Kâr-i bîbunyâd.

Zedîm ber saf-i rindân u herçi bâdâ bâd

Şarap ve gizli içki meclisleri de ne demek? Olsa olsa, temelsiz bir iş. Bu yüzden rintlerin safına katıldık. Artık ne olursa olsun! (Hâfız)

شراب و عیش نهان چیست؟ کار بی بنیاد

زدیم بر صف رندان و هرچه باداباد

هرچه بادا باد

herçi bâdâ bâdâ: ne olursa olsun.

هرچه بادا بادا

herçi bûd: her neyse.

Herçi bûd û eknûn nâm-i merdî ber sereş bûd ki bâkudret u kuvvet-i temâm ez uhde-i heme-i vezâyif-i şovherî ber mîâmed, şovherî mutemekkin u âbrûdâr ki sereş be teneş mîerzîd

Her neyse, şimdi gücüyle kudretiyle tüm kocalık görevlerini yerine getirecek, liyakatli, onurlu, varlıklı bir koca olacak adamın ismi aklındaydı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 273)

هرچه بود او اکنون نام مردی بر سرش بود که با قدرت و قوت تمام از عهدهء همهء وظایف شوهری بر می آمد ، شوهری متمکن و آبرودار که سرش به تنش میارزید

هرچه بود

herçi bîşter: -dikçe.

Sergord herçi bîşter gûş mîdâd, hâlet-i sûreteş haşnter mîşud

Binbaşı dinledikçe yüz ifadesi daha da sertleşiyordu. (Zindehâ ve Mordehâ)

سرگرد هرچه بیشتر گوش میداد ، حالت صورتش خشن تر میشد

هرچه بیشتر

herçi temâmter: mümkün olduğu kadar tam bir şekilde.

Sâl-i ba’d ki be pâris bergeştem, bâ şitâb-i herçi temâmter be kûçe-i senjak reftem, hemanca ki menzil-i kadîmiyem bûd

Ertesi yıl Paris’e dönünce, alelacele eski evimin bulunduğu Sen Jak sokağına gittim. (Âyine-i Şikeste)

سال بعد که به پاریس برگشتم ، با شتاب هر چه تمام تر به کوچهء سن ژاک رفتم ، همانجا که منزل قدیمیم بود

هرچه تمامتر

herçi zûdter: en kısa zamanda, bir an önce.

Berâder herçi zûdter merâ be karakûy beresân

Kardeş, beni bir an önce Karaköy’e yetiştir. (Maraz-i Kand)

برادر هرچه زودتر مرا به قره کوی برسان

هرچه زودتر

herçi nebâşed: hepsi bir yana.

Herçi nebâşed, û yek omr tû-yi nâz u ni’met zindegî kerde bûd ve tehemmul-i muşkilât u fakr râ nedâşt

Hepsi bir yana, o, bir ömür boyu naz ve bolluk içinde yaşamıştı; sıkıntı ve fakirliğe dayanacak gücü yoktu. (Nâbiga-i Hûş)

هرچه نباشد ، او یک عمر توی ناز و نعمت زندگی کرده بود و تحمل مشکلات و فقر را نداشت

هرچه نباشد

herçi…ter: mümkün oldukça.

هرچه...تر

herk: [her + k< ki] kim ki, her kimse ki.

Herk û ez hem zebânî şud codâ

Bîzebân şud gerçi dâred sad nevâ

Sohbet arkadaşından ayrılan her kimse, yüz sesi olmasına rağmen dilsiz olur. (Mesnevi)

هرک او از هم زبانی شد جدا

بی زبان شد گرچه دارد صد نوا

هرک

herk û: [her + k< ki + û] kim ki, her kim.

Tâ zan neberî ki herk û dervîş est

Sûretbîn ya hiyâlendîş est

Sanma ki her derviş görünüşe bakan, hayalci biridir. (Evhad)

تا ظن نبری که هرک او درویش است

صورت بین و خیال اندیش است

هرک او

hergiz: (Peh.) 1. asla, hiç, hiçbir zaman, katiyen, ömrübillah.

Hergiz berâyi hîç kâr-i dîgerî vakt nedâşt

Başka bir iş için hiç vakti yoktu. (Azeristan)

هرگز برای هیچ کار دیگری وقت نداشت

Men be harfhâ-yi âhû hânum i’timâd dârem, û hergiz durûg nemîgûyed

Ben Âhu Hanımın sözlerine güvenirim; asla yalan söylemez. (Şovher-i Âhû Hanum)

من به حرفهای آهو خانم اعتماد دارم ، او هرگز دروغ نمی گوید

2. zaman zaman, bazen. 3. daima. 4. ne zaman.

هرگز

hezâr bâr: 1. bin defa. 2.  bin beter.

Nîkî yu bedî ki der nihâd-i beşer est,

Şâdî yu gamî ki der kazâ vu kader est.

Bâ çerh mekon hevâle kender reh-i akl,

Çerh ez to hezâr bâr bîçâreter est.

İnsanın yaratılışındaki iyiliği, kötülüğü,

Kaza ve kaderdeki sevinci, hüznü,

Havale etme feleğe. Akıl yolunda

Felek bin beter biçare senden çünkü. (Hayyâm)

نیکی و بدی که در نهاد بشر است

شادی و غمی که در قضا و قدر است

با چرخ مکن حواله کندر ره عقل

چرخ از تو هزار بار بیچاره تر است

هزار بار

hest u nîst: varı yoğu.

هست و نیست

hefteî: [hefte + î] 1. haftalık. 2. haftada.

Hefteî yekî do bâr be dukkân mî âyed

Haftada bir iki defa dükkânıma gelir. (Perîçihr)

هفته ای یکی دو بار بدکان می آید

هفته ای

hem: (Peh.) 1. de, da, dahi, bile, üstelik, hem.

Tu hem ez pindârhâ-yi bîesâs berâyi hod mîhâhî ma’bûdî dorost konî

Sen de asılsız zanlarından dolayı kendine bir mabut yapmak istiyorsun. (Do Şeb)

تو هم از پندارهای بی اساس برای خود می خواهی معبودی درست کنی

Gofteî: La’l-i lebem hem derd bahşed hem devâ

Gâh pîş-i derd u geh pîş-i mudâvâ mîremet

Lâl dudağım hem dert verir, hem derman demişsin. Kâh derdine, kâh dermanına ölürüm senin. (Hâfız)

گفته ای لعل لبم هم درد بخشد هم دوا

گاه پیش درد و گه پیش مداوا میرمت

2. birbiri.

هم

hemdûş: [hem + dûş] 1. omuz omuza, birlikte. 2. eşit, denk. 3. dost. 4. yanı sıra.

Homâ ki gâhî colov ve gâhî hemdûş-i seyyid mîrân râh mî sipord

Homa Seyyid Mîrân’ın bazen önünde bazen de onun yanı sıra yürüyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 97)

هما که گاهی جلو و گاهی همدوش سید میران راه می سپرد

هم دوش

hemredîf: (F.-A.) [hem + redîf] aynı rütbede, aynı derecede.

هم ردیف

hemzemân: (F.-A.) [hem + zemân] 1. çağdaş, muasır. 2. aynı zamanda, eşzaman.

هم زمان

hemzemân bâ: (F.-A.) aynı zamanda, eşzamanlı olarak, birlikte, aynı zamanda.

Hemzemân bâ sudûr-i fermân-i meşrûtiyyet ber idde-i çâphânehâ efzûde şud

Meşrutiyet fermanının ilanıyla matbaaların sayısı arttı. (Berresî)

همزمان با صدور فرمان مشروطیت بر عدهء چاپخانه ها افزوده شد

هم زمان با

hemmânend: [hem + mânend-i] benzeri, gibi.

هم مانند

hem nîz: de, dahi, üstelik, aynı zamanda.

هم نیز

hemân: (Peh.) 1. o, aynı, tıpkı.

Kelânterî teh-i heman hiyâbân bûd

Karakol aynı caddenin sonundaydı. (Kûtî-i Kibrît)

کلانتری ته همان خیابان بود

2. aynı şekilde.

Halka-i pîr-i mugân ez ezelem der gûş est

Ber hemânîm ki bûdîm u heman hâhed bûd

Mugların pîrinin kulağıma taktığı kulluk halkası ezelden beri kulağımda duruyor. Eskiden olduğum gibiyiz, bundan sonra da aynen kalacağız. (Hâfız)

حلقهء پیر مغان از ازلم در گوش است

بر همانیم که بودیم و همان خواهد بود

3. eşit, denk. 4. hemen.

Dîrûz û râ bordîm şâh abdul’azîm, heman pehlû-yi kabr-i behrâm mîrzâ û râ be hâk sipordîm

Dün onu Şah Abdülâzım’e götürdük. Behram Mirza’nınhemen yanında onu toprağa verdik. (Girdâb)

دیروز او را بردیم شاه عبد العظیم ، همان پهلوی قبر بهرام میرزا او را بخاک سپردیم

5. daha.

Pinhân kerdenî nîst ki zen-i cevân u hûbrûy ez heman berhord-i evvel besahtî vey râ tekân dâde bûd

Saklamaya ne hacet! Genç ve güzel kadın daha ilk karşılaşmada onu iyiden iyiye sarsmıştı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 82)

پنهان کردنی نیست که زن جوان و خوبروی از همان برخورد اول بسختی وی را تکان داده بود

همان

hemân   hemân: bir olmak, -mesiyle -mesi bir olmak.

Telhûn nûk-i per râ girift u keşîd, keşîden hemân u sernigûn şoden-i cevân ez diraht heman

Telhun tüyün ucunu tutup çekti. Çekmesiyle delikanlının ağaçtan düşmesi bir oldu. (Telhûn)

تلخون نوک پر را گرفت و کشید ، کشیدن همان و سرنگون شدن جوان از درخت همان

همان ... همان

hemân dem: hemen, derhal, o anda.

Emmâ bâd çendân şedîd bûd ki mâ râ yeksere be sûy-i û efkend ve heman dem keştî şikest

Ama rüzgâr o kadar şiddetliydi ki bizi dosdoğru ona doğru attı ve o anda gemi parçalandı. (Sefernâme-i Galiver)

اما باد چندان شدید بود که ما را یکسره بسوی او افکند و همان دم کشتی شکست

همان دم

hemân rûz: o gün, aynı gün.

Ez kazâ hâris nîz berâyi ozrhâhî yu sipâsgozârî heman rûz be derbâr-i şâh vârid geşt

Tesadüfen hâris de aynı gün özür dilemek ve teşekkür etmek için şahın sarayına gitti. (Dâstânhâ-yi Dilengîz)

از قضا حارث نیز برای عذرخواهی و سپاسگزاری همان روز به دربار شاه وارد گشت

Men heman rûz zi ferhâd tama’ bubrîdem

Ki inân-i dil-i şeydâ be leb-i şîrîn dâd

Âşık gönlünin dizginlerini Şirin’in dudaklarına bıraktığı gün, Ferhad’dan umudumu kestim. (Hâfız)

من همان روز ز فرهاد طمع ببریدم

که عنان دل شیدا به لب شیرین داد

همان روز

hemân zemân: (F.-A.) o an, o anda.

همان زمان

hemân sâ’et: (F.-A.) o saat, o an, o anda.

همان ساعت

hemansanki: [hemân + sân + ki]  -diği gibi.

Hemansan ki melâike-i âsmân pâsbân-i dergâh-i celâl-i ilâhî hestend, duk alba nîz pâsbân-i tâc u taht-i pâdişâh-i hod mîbâşed

Gök melekleri Tanrı katının muhafızları oldukları gibi, Dük Alba da kralın taç ve tahtının muhafızıdır. (Don Karlos)

همان سان که ملائکهء آسمان پاسبان درگاه جلال الهی هستند ، دوک آلبا نیز پاسبان تاج و تخت پادشاه خود می باشد

همان سان که

heman şeb: o gece, aynı gece.

İsrâr mîkerd ki heman şeb firâr konîm

O gece kaçmamız için ısrar ediyordu. (Perîçihr)

اصرار می کرد که همان شب فرار کنیم

همان شب

hemangûneki: [hemân + gûne + ki]  -diği gibi.

An râ dunyâ-yi nov ya dunyâ-yi tâze mîhândend, hemangûne ki kûdekî râ ki be dunyâ âmede est ve henûz nâmî nedâred novzâd mîhânend

Yeni dünyaya gelen e adı olmayan çocuğa ‘novzâd/bebek’ dedikleri gibi, ona dunyâ-yi nov/yeni dünya’ veya donyâ-yi tâze’ diyorlardı. (Fârsî-i Pencom-i Debistan)

آن را دنیای نو یا دنیای تازه می خواندند ، همانگونه که کودکی را که بدنیا آمده است و هنوز نامی ندارد نوزاد می خوانند

همان گونه که

heman vakt: (F.-A.) o anda.

Heman vakt nezdîk bûd bâ yek cehiş hod râ bedû resânîd ve telefun râ ber sereş bekûbem

O anda nerdeyse bir sıçrayışta onun yanına gelip telefonu kafasına çalacaktım. (Do Şeb)

همان وقت نزدیک بود با یک جهش خود را بدو رسانیده و تلفن را بر سرش بکوبم

همان وقت

hemânâ: 1. sanki, gibi, adeta, sanırsın. 2. hayal, zan. 3. hemenhemen. 4. yalnız, sadece.

Ez in karâr heme mî dâniste’end ve âhirîn kesî ki haberdâr şode hemânâ menem

Bu durumda herkes biliyormuş ve haberdar olan son kimse de sadece benim. (Don Karlos)

از این قرار همه می دانسته اند و آخرین کسی که خبردار شده همانا منم

همانا

hemâncâ: [hemân + câ] oracıkta, orada, aynı yerde.

همانجا

hemancâki: [heman + câ + ki]  -diği yer.

Sâl-i ba’d ki be pârîs bergeştem bâ şitâb-i herçi temâmter be kûçe-i senjak reftem, hemancâ ki menzil-i kadîmiyem bûd

Ertesi yıl Paris’e dönünce, alelacele eski evimin bulunduğu Sen Jak sokağına gittim. (Âyine-i Şikeste)

سال بعد که به پاریس برگشتم با شتاب هرچه تمام تر به  کوچهء سن ژاک رفتم ، همانجا که منزل قدیمیم بود

همانجا که

hemâncûr: (F.-A.) [hemân + cûr< tovr] aynı.

همانجور

hemâncûrî ki: (F.-A.)  [hemân + cûr + î + ki] iken, -diği gibi.

همانجوری که

hemântovr: (F.-A.) [hemân + tovr] aynı şekilde, öylece.

همانطور

hemântovrki: (F.-A.) [hemân + tovr + ki] iken, -diği gibi.

Hemantovr ki mûhâyeş râ şâne mîzed hitâb be pîrmerd goft

Saçlarını tararken ihtiyara hitaben dedi ki. (Nesr-i Derî-i Efgânistan)

همانطور که موهایش را شانه میزد خطاب به پیرمرد گفت

همانطور که

hemântovrîki: (F.-A.) [hemân + tovr + î + ki] iken, -diği gibi.

Hemantovrî ki nâzim va’de dâd, men hâlâ bekullî muâlece şode’em ve hefte-i dîger âzâd hânem şud

Acaba müdür yardımcısının vaat ettiği gibi ben şimdi tamamen iyileştim mi ve haftaya serbest olacak mıyım? (Se Katre Hûn)

همانطوری که ناظم وعده داد ، من حالا بکلی معالجه شده ام و هفتهء دیگر آزاد خواهم شد؟

همانطوری که

hemankadrki: (F.-A.) [hemân + kadr + ki] -diği kadar, olduğu kadar.

Harfhâ-yi kemâl hemankadr ki berâyi ostâd nâguvâr ve nârâhet konende bûd, mûcib-i hoşhâlî-yikalbî-yi sâyirîn gerdîd

Kemal’in sözleri üstat için tatsız ve rahatsız edici olduğu kadar, başkalarının için için sevinmelerine neden oldu. (Maraz-i Kand)

حرف های کمال همانقدر که برای استاد ناگوار و ناراحت کننده بود ، موجب خوشحالی قلبی سایرین گردید

همانقدر که

hemângâh: [hemân + gâh] 1. aynı zamanda. 2. hemen, derhal.

همانگاه

hemânend: benzeri, gibi, tıpkısı, aynısı.

Haslet-i in eser serâpâ hemâsîst ve ez menâbi’î girifte şode ki betovr-i musellem hemânend-i kârmâyehâ-yi firdovsî bûde est

Bu eser baştanbaşa hamasî özelliktedir ve kuşkusuz Firdevsî’nin diğer kaynakları gibi kaynaklardan alınmıştır. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 37)

خصلت این اثر سراپا حماسی است و از منابعی گرفته شده که بطور مسلم همانند کارمایه های فردوسی بوده است

همانند

hemçonân, hemçenân: [hem + çonân/ çenân] 1. öyle, öylece, o şekilde, onun gibi. 2. aynı şekilde, olduğu gibi, yine.

Bâ inheme û hemçonan kâr-i hodeş râ donbâl mîkerd

Bütün bunlara rağmen o yine kendi işine devam ediyordu. (Kâb-i Çînî)

با اینهمه او همچنان کار خودش را دنبال میکرد

Tâlib-i la’l u guher nîst vegerne horşîd

Hemçunân der amel-i ma’den u kân est ki bûd

Lâl ve inci tâlibi yok. Yoksa güneş eskiden olduğu gibi madenlerde kıymetli taş yapmaya devam ediyor. (Hâfız)

طالب لعل و گهر نیست وگرنه خورشید

همچنان در عمل معدن و کان است که بود

همچنان

hemçonânki, hemçenânki: [hem + çonân/çenân + ki] 1. nitekim, -diği gibi. 2. iken.

Hemçonanki bîmaksûd bâl mîzed, der miyân-i biyâbân, dûr ez dâmine-i kûh-i bulend diraht-i çenârî dîd

Amaçsızca kanat çırparken, kırın ortasında, yüksek dağın eteğinden uzakta bir çınar ağacı gördü. (Fârsî-i Pencom-i Debistan)

همچنانکه بی مقصود بال میزد ، در میان بیابان ، دور از دامنهء کوه بلند درخت چناری دید

Hemçonanki pâhâyeş râ be colov mîkeşîd ez sermâ tekân mîhord

Ayaklarını öne doğru sürüklerken soğuktan titriyordu. (Kûtî-i Kibrît)

همچنانکه پاهایش را به جلو می کشید از سرما تکان می خورد

همچنانکه

hemçonânî: [hem + çonân + î] eşitlik.

همچنانی

hemçend-i: eşit, denk.

همچند ِ

hemçendân: [hem + çendân] aynı ölçüde.

همچندان

hemçonîn, hemçenîn: [hem + çonîn/çenîn] 1. böylece, bunun gibi, aynı şekilde, bu şekilde.

Ba’d ez anki in hukm be nefâz peyvest Seyyidfermûd ki hodây-i teâlâ ve resûl-i û hemçonin hukm kerde’end

Bu hüküm yerine getirildikten sonra Seyyid şöyle buyurdu: Yüce Tanrı ve Resûlü bu şekilde hükmetmişlerdir. (Mucmel-i Fasîhî, I/78)

بعد از آنکه این حکم بنفاذ پیوست سید (ع) فرمود که خدای تعالی و رسول او همچنین حکم کرده اند

2. de, dahi.

همچنین

hemçe: [< hem + çu] gibi.

Behodâ men donbâl-i yek hemçi şovher-i dilâver-i bâgayretî mîgeştem

Vallahi ben, böyle gayretli ve cesur bir koca arıyordum. (Mahmûd Aka râ Vekîl Konîd)

بخدا من دنبال یک همچه شوهر دلاور با غیرتی می گشتم

همچه

hemçu: [hem + çu] gibi, benzeri.

Hemçu neyzehrî yu tiryâkî ki dîd

Hemçu ney demsâz u muştâkî ki dîd

Ney gibi bir zehir ve panzehiri kim gördü? Ney gibi bir arkadaş ve sevgiliyi kim gördü? (Mesnevi)

همچو نی زهری و تریاقی که دید؟

همچو نی دمساز و مشتاقی که دید؟

Hemçu Hâfız rûz u şeb bîhîşten

Geşte’em sûzân u giryân, elgıyâs

Hâfız gibi kendimi bilmeden, gündüz gece, yana yakıla, ağlaya sızlaya dolandım durdum. Yardım edin, aman! (Hâfız)

همچو حافظ روز و شب بی خویشتن

گشته ام سوزان و گریان ، الغیاث

همچو

hemçon: [hem + çon] gibi, benzeri.

Elbette men nîz hemçun tu tenhâ hestem

Elbette ben de senin gibi yalnızım. (Fârsî-i Pencom-i Debistan)

البته من نیز همچون تو تنها هستم

Kef-i otâk râ hemçun yehî der zîr-i pâ ihsâs kerd

Odanının zeminini ayağının altında bir buz gibi hissetti. (Kûtî-i Kibrît)

کف اتاق را همچون یخی در زیر پا احساس کرد

Ez ser-i kuşte-i hod mîguzerî hemçun bâd

Çi tevân kerd ki omrest u şitâbî dâred

Öldürdüğün âşıkların üstünden rüzgâr gibi geçiyorsun. Elden ne gelir? Ömür bu; acelesi var. (Hâfız)

از سر کشتهء خود می گذری همچون باد

چه توان کرد که عمر است و شتابی دارد

همچون

hemçîn: [hem + çîn< çonîn] böyle, gibi, bunun gibi.

همچین

hemdiger: [hem + diger] birbiri.

Her yekî kavlîst zıdd-i hemdiger

Çun yekî bâşed, yekî zehr u şeker

Her biri birbirinin zıttı olan söz

Bir olur mu hiç? Biri zehir, biri şeker! (Mesnevi)

هر یکی قولی ست ضد همدگر

چون یکی باشد یکی زهر و شکر

همدگر

hemdîger: [hem + dîger] birbiri.

Muddet-i medîdî bûd ki hemdîger râ nedîde bûdîm (Nâbiga-i Hûş)

Uzun bir süredir görüşmemiştik.

مدت مدیدی بود که همدیگر را ندیده بودیم

Mâ sâlyân-i dirâz est ki hemdîger râ mîşinâsîm

Biz yıllardır birbirimizi tanıyoruz. (Lûlî’î Mâcerâ Mîkerd)

ما سالیان دراز است که همدیگر را می شناسیم

همدیگر

hemrâh: [hem + râh] 1. yoldaş, yol arkadaşı.

Velî der zimn-i musâferet yekî ez hemrâhâneş bekatl resîd

Fakat yolculuk esnasında yol arkadaşlarından biri öldürüldü. (Târîh-i Siyâsî)

ولی در ضمن مسافرت یکی از همراهانش بقتل رسید

2. dost. 3. müttefik. 4. beraberinde, yanında, refakatinde.

همراه

hemegân: [heme + g + ân] herkes, umum, kamu.

Ez hemegân bîniyâz u ber heme muşfik

Vez heme âlem nihân u ber heme peydâ

Herkese karşı müstağnî ve müşfik, tüm âlemden saklı, her yerde mevcut. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 2)

از همگان بی نیاز و بر همه مشفق

وز همه عالم نهان و بر همه پیدا

همگان

hemegânî: [hemegân + î] umumi, genel, toplu.

همگانی

hemgonân: herkes.

Der debîristân-i nizâm vey ez hemgunân pîşî cost

O askerî lisede herkesin önüne geçti. (Ataturk)

در دبیرستان نظام وی از همگنان پیشی جست

همگنان

hemegî: [heme + g + î] 1. herkes.

Vaktî bâ beççehâ-yi dîger bûd hemegî bâzîçehâşan râ pinhân mîkerdend

Diğer çocuklarla birlikte olduğu zaman hepsi oyuncaklarını saklardı. (Kâb-i Çînî)

وقتی با بچه های دیگر بود همگی بازیچه هاشان را پنهان می کردند

Çun nîmeşeb ferâ resîd ve hemegî be bister-i hod reftend, jan netevânist behâbed

Gece yarısı olup da herkes yatmaya gittiğinde Jan uyuyamadı. (Deryâ-yi Govher)

چون نیمه شب فرا رسید و همگی ببستر خود رفتند ، ژان نتوانست بخوابد

2. tümü, hepsi, hep birden.

همگی

hemgîn: hepsi, tümü.

همگین

heme: (Peh.) 1. herkes. 2. tüm, bütünü, tekmil, olanca, hepsi.

Men mîdânem heme-i inhâ zîr-i ser-i nâzim est

Biliyorum, bunların hepsi müdür yardımcısının başı altından çıkıyor. (Se Katre Hûn)

من میدانم همهء اینها زیر سر ناظم است

Tuî ki ber ser-i hûbân-i kişverî çun tâc

Sezed eger heme-i dilberân dehendet bâc

Ülkedeki güzellerin baş tacısın sen. Bütün dilberler sana haraç verse, yaraşır. (Hâfız)

توئی که بر سر خوبان کشوری چون تاج

سزد اگر همهء دلبران دهندت باج

3. her. 4. hep.

Heme cemâl-i tu bînem çu çeşm bâz konem

Heme şerâb-i tu nûşem çu leb ferâz konem

Gözümü açınca hep seni görür, dudağımı aralayınca hep senin şarabını içerim. (Guzîde-i Gazeliyyât-i Şems)

همه جمال تو بینم چو چشم باز کنم

همه شراب تو نوشم چو لب فراز کنم

Hod râ heme derd-i ser dihî, efsûs est

Hep başını ağrıtıyorsun, yazık! (Evhad)

خود را همه درد سر دهی ، افسوس است

همه

heme’eş: [heme + eş] hep, daima.

Der temâm-i râh heme’eş be fikr-i û bûdem

Yol boyunca hep onu düşünüyordum. (Bûf-i Kûr)

در تمام راه همه اش بفکر او بودم

همه اش

heme câ: her yer, her bir yan, ortalık.

Haber-i vurûd-i pizişk be heme câ resîd

Hekimin geliş haberi her yere yayıldı. (Fârsî-i Pencom-i Debistan)

خبر ورود پزشک به همه جا رسید

Gerçi cây-i Hâfız ender halvet-i vasl-i tu nîst

Ey heme cây-i tu hoş, pîş-i heme câ mîremet

Sana kavuşmak benim için pek kolay değil. Ey her yanı güzel sevgilim; her yanına ölürüm senin. (Hâfız)

گرچه جای حافظ اندر خلوت وصل تو نیست

ای همه جای تو خوش ، پیش همه جا میرمت

همه جا

heme cânib: (F.-A.) her yan, her taraf.

همه جانب

heme cânibe: [F.-A.) [heme + cânibe] çok yönlü.

همه جانبه

hemecûr: [heme + cûr< tovr] her türden, her türlü.

Kem kem dâştend be hiyâbânhâ-yi şulûg u bîkevâreî mî resîdend ki hemecûr âdem mîşud der anhâ dîd

Yavaş yavaş her türden adamın görülebileceği kalabalık ve şekilsiz caddelere yaklaşıyorlardı. (Sahrârovgen)

کم کم داشتند به خیابان های شلوغ و بی قواره ای می رسیدند که همه جور آدم می شد در آن ها دید

همه جور

heme çîz: her şey.

Zenem hemîşe mîgûyed ki âdem be hemeçîz âdet mîkoned

Karım daima ‘İnsan her şeye alışır’ der. (Otâk-i Rûberû)

زنم همیشه می گوید که آدم به همه چیز عادت می کند

همه چیز

heme rûz: her gün.

همه روز

heme rûze: [heme + rûz + e] her gün.

همه روزه

heme sâle: [heme + sâl + e] her yıl.

Husn-i tu hemîşe der fuzûn bâd

Rûyet heme sâle lâlegûn bâd

Güzelliğin günden güne artsın. Yüzün her yıl lâle rengi olsun. (Hâfız)

حسن تو همیشه در فزون باد

رویت همه ساله لاله گون باد

همه ساله

heme kes: herkes.

Figân ki bâ hemekes gâyibâne bâht felek

Ki kes nebûd ki destî ezin değâ bebered

Eyvah eyvah! Felek herkesle gizli gizli oynuyor. Bu hileden düzenden sıyrılan kimse de çıkmadı! (Hâfız)

فغان که با همه کس غایبانهباخت فلک

که کس نبود که دستی ازیت دغا ببرد

همه کس

hemvâr: (Peh.) 1. düz, güzgün. 2. yumuşak. 3. tekdüze. 4. daima. 5. tahammül.

هموار

hemvâre: sürekli, daima.

Dânişmendân u mutercimân-i berceste râ nîz hemvâre be nigâriş u tercume tergîb mîkerd

Seçkin bilgin ve çevirmenleri de daima telif ve tercümeye teşvik ediyordu. (Berresî)

دانشمندان و مترجمان برجسته را نیز همواره به نگارش و ترجمه ترغیب میکرد

همواره

hemî: tamamen.

همی

hemîdûn: 1. şimdi, hemen, şu anda. 2. de, dahi. 3. aynı şekilde.

Sitem râ miyâne u kirâne buved

Hemîdûn sitem râ behâne buved

Zulmün de bir sınırı vardır.

Aynı şekilde bir de sebebi olmalıdır. (Şâhnâme, I/44, beyit 222)

ستم را میان و کرانه بود

همیدون ستم را بهانه بود

همیدون

hemîş: daima.

همیش

hemîşegî: [hemîşe + g + î] 1. süreklilik, ebedîlik. 2. her zamanki.

Temâm-i râhrov ve salon bûy-i mermûz-i hemîşegiyeş râ dâşt

Bütün koridor ve salonda her zamanki gizemli koku vardı. (Nokte-i Sefîd)

تمام راهرو و سالن بوی مرموز همیشگی اش را داشت

همیشگی

hemîşe: (Peh.) 1. sürekli, daima, her zaman, hep.

Hemîşe sergerm-i âzmâyişhâ-yi ilmîst

Hep bilimsel deneyler yapar. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

همیشه سرگرم آزمایش های علمی است

Husn-i tu hemîşe der fuzûn bâd

Rûyet heme sâle lâlegûn bâd

Güzelliğin günden güne artsın.

Yüzün her yıl lâle rengi olsun. (Hâfız)

حسن تو همیشه در فزون باد

رویت همه ساله لاله گون باد

2. asla, hiçbir vakit.

همیشه

hemîşe hemintovr: (F.-A.) hep böyle.

Erbâb-i mâ ba’d ez bedbahtî ki berâyi pesereş pîş âmede hemîşe hemintovr sâkit u mahzûn est

Ağamız, oğlunun başına gelen talihsizlikten sonra hep böyle suskun ve mahzundur. (Deryâ-yi Govher)

ارباب ما بعد از بدبختی که برای پسرش پیش آمده همیشه همینطور ساکت و محزون است

همیشه همینطور

hemîşe-i Hodâ: hep.

همیشهء خدا

hemîn: 1. ta kendisi, aynısı, tıpkı. 2. bu, sadece bu, bir bu, işte bu.

Muddetîst muntezir-i hemin suâl hestem

Bir süredir bu soruyu bekliyorum. (Nâbiga-i Hûş)

مدتی است منتظر همین سؤال هستم

Merâsim-i tâcgozârî-yi kahremân u necât dehende-i îrân der mâh-i şevvâl-i hemin sâl encâm pezîruft

İran kahramanı ve kurtarıcısının taç giyme töreni aynı yılın Şevval ayında yapıldı. (Târîh-i Siyâsî)

مراسم تاج گذاری قهرمان و نجات دهندهء ایران در ماه شوال همین سال انجام پذیرفت

Misl-i înest ki hemîn dîrûz bûd

Sanki daha dün gibiydi. (Don Karlos)

مثل این است که همین دیروز بود

Yek rûz colov-i hemin pencere kâr mîkerdem

Bir gün şu pencerenin önünde çalışıyordum. (Se Katre Hûn)

یک روز جلو همین پنجره کار میکردم

3. işte o kadar, bu kadar.

Key şi’r-i ter engîzed hâtir ki hazîn bâşed

Yek nukte ezin ma’nî goftîm u hemin bâşed

Gönül mahzun olunca nasıl yepyeni şiir söyleyebilir ki? Mahzun gönül hakkında bir konuya temas ettik; yaptığımız bu kadar. (Hâfız)

کی شعر تر انگیزد خاطر که حزین باشد

یک نکته ازین معنی گفتیم و همین باشد

همین

hemin el’ân: (F.-A.) hemen şimdi, derhal.

همین الآن

hemincûrî: (F.-A.) [hemîn + cûr < tovr + î] böyle, bu şekilde.

همین جوری

hemin hâlâ: (F.-A.) şimdi.

Hemin hâlâ haber dâdend ki katâr-i hâmil-i muhimmât râ bombârân kerdend

Şimdi mühimmat katarının bombalandığını haber verdiler. (Zindehâ ve Mordehâ)

همین حالا خبر دادند که قطار حامل مهمات را بمباران کردند

همین حالا

hemin rûzhâ: bu günlerde.

همین روزها

hemîn sâ’et: (F.-A.) şu anda, şimdi, hemen şimdi, derhal.

همین ساعت

hemin ferdâ: hemen yarın, yarından tezi yok.

Kabl ez anki rîşterâş-i berkî râ be berk vasl koned, berâyi sadomîn bâr be hod kovl dâd ki hemîn ferdâ yek âyîne-i dîvârî behared

Elektrikli tıraş makinesini prize takmadan önce yüzüncü defa kendi kendine hemen yarın bir duvar aynası alacağına söz verdi.  (Azeristan)

قبل از آنکه ریش تراش برقی را به برق وصل کند ، برای صدمین بار به خود قول داد که همین فردا یک آیینهء دیواری بخرد

همین فردا

heminkadr: (F.-A.) [hemin + kadr] ancak, şu kadar var ki, şu kadar, bu kadar, sadece.

Heminkadr mîhâst ki ez hâne’eş, ez inheme pîşâmedhâ-yi tersnâk begurîzed ve dûr beşeved

Sadece evinden, bütün bu korkunç olaylardan kaçıp uzaklaşmak istiyordu. (Girdâb)

همین قدر می خواست که از خانه اش ، از اینهمه پیش آمدهای ترسناک بگریزد و دور بشود

Heminkadr mîdânem ki tu hem bâyed bedânî

Senin de bilmen gerektiği kadarını biliyorum. (Girdâb)

همینقدر می دانم که تو هم باید بدانی

همین قدر

heminkadrki: (F.-A.) [hemîn + kadr + ki]  -ir     -irmez.

Heminkadr ki turâ der âgûş keşîdem kalb-i bîmârem şifâ yâft

Seni kucaklar kucaklamaz kalbim şifa buldu. (Don Karlos)

همین قدر که ترا در آغوش کشیدم قلب بیمارم شفا یافت

همین قدر که

heminki: [hemîn + ki] 1.  -ince, -diğinde, vaktaki.

Heminki mukâbil-i neccâr resîdend, misl-i inki nâgehân û râ dîde bâşend îstâdend

Marangozun karşısına geldiklerinde, aniden onu görmüş gibi durdular. (Vilgerd)

همینکه مقابل نجار رسیدند ، مثل اینکه ناگهان او را دیده باشند ایستادند

2.     ir    mez.

Pes ez subhâne heminki zarfhâ râ mîşost fovren ez hâne bîrûn mîreft

Sabah kahvaltısından sonra, bulaşıkları yıkar yıkamaz evden çıkıyordu. (Azeristan)

پس از صبحانه همینکه ظرفها را می شست فورا ً از خانه بیرون می رفت

همین که

der hemin lehze: (F.-A.) bu sırada.

Der hemin lehze yek zen u yek tifl-i kûçek ki libâs-i siyâh ber ten dâştend ez kenâr-i mâ gozeştend ve vârid-i bâg şodend

Bu sırada üzerinde siyah giysi bulunan bir kadınla bir çocuk yanımızdan geçip bahçeye girdiler. (Deryâ-yi Govher)

در همین لحظه یک زن و یک طفل کوچک که لباس سیاه بر تن داشتند از کنار ما گذشتند و وارد باغ شدند

همین لحظه

hemînubes: [hemîn + u + bes] hepsi bu kadar.

Fekat her yekşenbe ba’d ez zohr nevehâyeş râ be kahve da’vet mîkerd, hemîn u bes

Sadece her pazar öğleden sonra torunlarını kahveye çağırıyordu, hepsi o kadar. (Pîrzenî ki Pîr Nemînumûd)

فقط هر یکشنبه بعد از ظهر نوه هایش را به قهوه دعوت میکرد ، همین و بس

همین و بس

hemîn u hemân: o bu, bu da o da.

Goftem sanemperest meşov, bâ samed nişîn

Goftâ be kûy-i aşk hemîn u hemân konend

Dedim: Puta tapma, Tanrı ile hemhâl ol. Dedi: Aşk mahallesinde bu da yapılır, o da. (Hâfız)

گفتم صنم پرست مشو ، با صمد نشین

گفتا بکوی عشق همین و همان کنند

همین و همان

heminyek: yalnız bu, bir bu.

همین یک

hemincâ: burada.

Ba’d goft suviç hemincâst, rûy-i hodeşe

Sonra ‘Kontak anahtarı burada, üstünde’ dedi. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

بعد گفت سویچ همین جاست ، روی خودشه

Emmâ bihter est sohen râ hemincâ kat’ konîm

Ama en iyisi sözü burada keselim. (Don Karlos)

اما بهتر است سخن را همینجا قطع کنیم

همینجا

hemintovr: (F.-A.) [hemin + tovr] öyle, böyle, aynı, aynı şekilde, böylece.

Se çihâr mâhî hemintovr gozeşt

Üç dört ay böyle geçti. (Nesr-i Derî-i Efgânistan)

سه چهار ماهی همینطور گذشت

Dilem mîhâst bâ men hem hemintovr sohbet konîd

Benimle de aynı şekilde konuşmanızı istiyordum. (Hindû)

دلم می خواست با من هم همینطور صحبت کنید

Fikr kerd eger hemintovr idâme dehed, yek mû hem tû-yi bedeneş bâkî nemîmâned

Böyle devam ederse, vücudunda tek kıl bile kalmayacağını düşündü. (Musîbet)

فکر کرد اگر همینطور ادامه دهد ، یک مو هم توی بدنش باقی نمی ماند

همینطور

hemintovrki: (F.-A.) [hemîn + tovr + ki]  -diği halde, iken, -diği gibi, - diği şekilde.

An vakt bâ ser-i derd hemintovr ki nişeste bûd hâbeş bord

O zaman baş ağrısıyla birlikte oturmuşken uyuyakaldı. (Dâş Âkul)

آنوقت با سر درد همینطور که نشسته بود خوابش برد

Derhâ râ hemintovr ki yâd giriftî bâz kun

Kapıları öğrendiğin gibi aç. (Perî Ez Dîv Mîtersed)

درها را همینطور که یاد گرفتی باز کن

همینطور که

hengâm: (Peh.) 1. vakit, zaman. 2. iken, zamanı, vakti, sırasında, esnasında.

Dîrûz hengâm-i zohr bûd ki men ez dihkede ber mîgeştem

Dün öğle vakti köyden dönüyordum. (Deryâ-yi Govher)

دیروز هنگام ظهر بود که من از دهکده بر می گشتم

هنگام

hengâm-i zohr: (F.-A.) öğle vakti.

Dîrûz hengâm-i zohr bûd ki men ez dihkede ber mî geştem

Dün öğle vakti köyden dönüyordum. (Deryâ-yi Govher)

دیروز هنگام ظهر بود که من از دهکده بر می گشتم

هنگام ِ ظهر

hengâm-i âfitâbnişîn: gün kavuşumu.

هنگام آفتاب نشین

hengâmî ki: [hengâm + î + ki] iken, -diği zaman, -ince.

Hengâmî ki çihârdeh sâle bûdem be dânişgâh-i kimbric firistâd tâ der emanuel kâlic ders behânem

On dört yaşımdayken, Emanuel College’de okumak için beni Cambridge Üniversitesine gönderdi. (Sefernâme-i Galiver)

هنگامی که چهارده ساله بودم مرا بدانشگاه کیمبریج فرستاد تا در امانوئل کالج درس بخوانم

هنگامی که

henûz: şimdiye dek, hâlâ, henüz, o âna kadar.

Şâyed berâyi in bûd ki henûz dûst nemîdâştem, hod râ dûst mîdâştem

Belki de henüz sevmediğim, kendimi sevdiğim içindi. (Do Şeb)

شاید برای این بود که هنوز دوست نمی داشتم ، خود را دوست می داشتم

Zi hasret-i leb-i şîrîn henûz mîbînem

Ki lâle mîdemed ez hûn-i dîde-i ferhâd

Şirin’in dudağına duyduğu özlem yüzünden hâlâ Ferhad’ın gözlerinden akan kanlı yaşların içinden lâle bittiğini görürüm. (Hâfız)

ز حسرت لب شیرین هنوز می بینم

که لاله می دمد از خون دیدهء فرهاد

هنوز

henûz ki henûz est: o gün bu gündür.

Hodem şeş hefte est ki pansed girem zugâl râ bâ fişâr-i sî kîlu mîsûzânem ve henûz ki henûz est mîsûzed

Ben altı haftadır beşyüz gram kömürü otuz kilo basınçla yakıyorum ve hâlâ yanıyor. (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

خودم شش هفته است که پانصد گرم زغال را با فشار سی کیلو می سوزانم و هنوز که هنوز است می سوزد

Velî henûz ki henûz est netevâniste’em be kâr-i hodem beresem

Fakat o gün bu gündür kendi işime bakamadım. (Sitârehâ-yi Şeb)

ولی هنوز که هنوز است نتوانسته ام به کار خودم برسم

هنوز که هنوز است

henûz hem: o gün bu gündür. o zamandan beri, hâlâ.

Henûz hem berâyi girdûhâyet gusse mîhorî

Hâlâ cevizlerin için üzülüyor musun? (Girdûhâ)

هنوز هم برای گردوهایت غصه می خوری؟

هنوز هم

hîç: 1. hiç, asla.

Hîç mîdânîd kârubâr-i mare çitovr est

Hiç biliyor musunuz, Mare’nin işi nasıl? (Kârhâne-i Mutlaksâzî)

هیچ می دانید کاروبار ماره چطور است؟

2. yok.

Bâdet bedest bâşed eger dil nihî be hîç

Der ma’razî ki taht-i suleymân reved be bâd

Süleyman tahtının bile yele gittiği bu sergide bir hiçe gönül verirsen, sonunda ellerin boş kalacak ancak. (Hâfız)

بادت بدست باشد اگر دل نهی به هیچ

در معرضی که تخت سلیمان رود به باد

3. boş, bomboş, anlamsız.

هیچ

hîç câ: hiçbir yer.

هیچ جا

hîç çîz: hiçbir şey.

Hutût-i çihre’eş hîç çîz nemîgoft

Yüz hatları hiçbir şey söylemiyordu. (Yek Dâstân-i Vâki’î)

خطوط چهره اش هیچ چیز نمی گفت

هیچ چیز

hîç kodâm: hiç biri.

هیچ کدام

hîç kodâm ez şomâ: hiç biriniz.

هیچ کدام از شما

hîç kes: 1. hiç kimse, kimse, hiçbiri.

Hîçkes be û nigâh nemîkoned

Hiç kimse ona bakmıyor. (Azeristan)

هیچکس به او نگاه نمی کند

Bâ hîçkes nişânî zan dilsitân nedîdîm

Yâ men haber nedârem yâ û nişân nedâred

O gönül alan sevgilinin nişanını kimsede göremedik. Ya bizim haberimiz yok, ya o nişan koymamış. (Hâfız)

با هیچکس نشانی زان دلستان ندیدیم

یا من خبر ندارم یا او نشان ندارد

2. değersiz kişi, önemsiz kişi, hiç.

هیچ کس

hîç gûne: hiçbir şekilde, hiç, asla.

Zîrâ ki ne tenhâ der an hîçgûne eserî ez fikr-i islâmî peydâ nemîşeved, bel beraks mîbînîm ki der an nakş-i bozorgî bâzî mîkoned ve be hey’et-i dîvî siyâhdil der mî âyed

Çünkü bunda hiçbir islâmî fikir görülmediği gibi, aksinebunda önemli bir rol aldığını ve kötü yürekli bir dev kılığına girdiğini görüyoruz. (Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 40)

زیرا که نه تنها در آن هیچ گونه اثری از فکر اسلامی پیدا نمی شود ، بل برعکس می بینیم که در آن نقش بزرگی بازی می کند و بههیئت دیوی سیاهدل در می آید

هیچ گونه

hîç vakt: (F.-A.) hiçbir vakit, asla.

Hîçvakt ez hodeş sohbet nemîkoned

Asla kendisinden söz etmez. (Azeristan)

هیچ وقت از خودش صحبت نمی کند

هیچ وقت

hîç yek: hiçbiri.

Hîçyek ez anhâ cuz mâderişan, vakt-i kâfî berâyi kâr der villa nedâşt

Anneleri dışında onlardan hiçbirinin villada çalışmak için yeterli vakti yoktu. (Azeristan)

هیچ یک از آنها جز مادرشان ، وقت کافی برای کار در ویلا نداشت

İnhâ hîçyek delîl nemîşeved. Eger û turâ dûst dâşte bâşed, nigerânî-yi tu bîhûde est

Bunların hiçbiri delil olmaz. Eğer o seni sevmişse, endişelenmen yersizdir. (Bâzgeşt-i Zindânî)

اینها هیچ یک دلیل نمی شود . اگر او ترا دوست داشته باشد ، نگرانی تو بیهوده است

هیچ یک

hîç gâh: hiçbir vakit, asla.

Melik ki omreş be şikâr gozeşte bûd ve tîreş hîçgâh be hetâ nerefte bûd bedan sû teveccuh numûd

Ömrü avda geçen ve mermisi asla hedefini şaşırmayan ağa o tarafa doğru yöneldi. (Nesr-i Derî-i Efgânistan)

ملک که عمرش بشکار گذشته بود و تیرش هیچگاه بخطا نرفته بود بدان سو توجه نمود

هیچگاه

hişki: [hiş + ki< hîç + ki] hiç kimse.

Yekî bûd yekî nebûd, gayr ez hodâ hişki nebûd

Bir varmış bir yokmuş; Allah’tan başka kimse yokmuş. (Zinde be Gûr)

یکی بود یکی نبود ، غیر از خدا هیشکی نبود

هیشکی

hîn: 1. peki.

Goft Hîn eknûn çi mîhâhî behâh

Goft fermâ bâd râ ey cânpenâh

Dedi: Peki şemdi ne istiyorsan iste.

Dedi: Ey can sığınağı! Rüzgâra emret. (Mesnevi)

گفت : هین اکنون چه میخواهی بخواه

گفت : فرما باد را ای جان پناه

2. haydi.

Hîn gezâ-yi dil bedih ez hemdilî

Rev becû ikbâl râ ez mukbilî

Haydi, gönülden anlayan birinden ver gönül gıdasını

Git, makbul bir ansandan ara ikbali. (Mesnevi)

هین غذای دل بده از همدلی

رو بجو اقبال را از مقبلی

3. dikkat et.

Hîn ki İsrâfîl-i vaktend evliyâ

Morde râ zîşan heyât est u hayâ

Dikkat et, veliler zamanın İsrafilidir

Onlar ile ölü hayat hayâ sahibi olur. (Mesnevi)

هین که اسرافیل وقت اند اولیا

مرده را ز ایشان حیان است و حیا

هین

hîn u hîn: 1. aman aman, sakın ha! 2. bak şimdi, dikkat et.

Mâr gûyed ey fusûnger hîn u hîn

Ân-i hod dîdî fusûn-i men bebîn

Yılan der: Hey afsuncu, bak şimdi

Kendininkini gördün; gör bir de benim afsunumu. (Mesnevi)

مار گوید ای فسونگر هین و هین

آن خود دیدی فسون من ببین

هین و هین

heyhât: 1. yazık!, çok yazık!, yazıklar olsun! 2. ne kadar uzak!

هیهات

heyhât ki: vah vah, eyvahlar olsun, yazıklar olsun.

Dî goft tabîb ez ser-i hasret çu merâ dîd

Heyhât ki renc-i tu zi kânûn-i şifâ reft

Dün doktor beni görünce iç geçirip Vah vah vah! Senin hastalığının tedavisi İbni Sînâ’nın Kânûn ve Şifâ kitaplarında da yok! dedi. (Hâfız)

دی گفت طبیب از سر حسرت چو مرا دید

هیهات که رنج تو ز قانون شفا رت

هیهات که

ve ilâ mâşâ’allâh: (A.) Allah’ın dilediği sürece.

و الی ماشاء الله

vebes: [ve + bes] sadece, o kadar, işte o kadar.

Âteşî bûdend mu’minsûz u bes

Sûht hod râ âteş-i îşân çu hes

Sadece mümin yakan bir ateştiler, ama onların ateşi çerçöp gibi kendilerini yaktı. (Mesnevi)

آتشی بودند مومن سوز و بس

سوخت خود را آتش ایشان چو خس

Tenhâ muşterî-yi aşk aşk est u bes

Aşkın tek müşterisi sadece aşktır. (Don Karlos)

تنها مشتری عشق عشق است و بس

Ne men ez perde-i takvâ beder uftâdem u bes

Pederem nîz behişt-i ebed ez dest behişt

Takvadan uzaklaşan bir ben değilim. Babam da ebedî cenneti elinden bırakmıştı. (Hâfız)

نه من از پردهء تقوا بدر افتادم و بس

پدرم نیز بهشت ابد از دست بهشت

و بس

veba’du: (A.) ondan sonra, şimdi.

و بعد

vehâl anki: (A.-F.) [ve + hâl + ân + ki] oysa, halbuki, -diği halde.

Çitovr cur’et dârîd umîdvâr bâşîd ve hâl anki dîger hîç cây-i umîdî bâkî nemânde est

Hiçbir umut kalmadığı halde nasıl ümitvar olmaya cüret edebiliyorsunuz? (Don Karlos)

چطور جرأت دارید امیدوار باشید و حال آنکه دیگر هیچ جای امیدی باقی نمانده است؟

 و حال آنکه

vehelummecerâ: (A.) var gerisini kıyas et, öbürlerini de bununla kıyasla.

و هلم جری

vâbeste: [vâ + besten > best + e] 1. bağlı. 2. ilgili. 3. katılmış. 4.  yakın, akraba. 5. ataşe.

وابسته

vâbeste be: -e bağlı.

وابسته به

vâpes: [vâ + pes] 1. geri, arka. 2. geride kalmış.

واپس

vâpes-i:  -den sonra, ardından, peşisıra.

واپس ِ

vâpesî: [vâ + pes + î] 1. son, sonuncu. 2. geride kalmışlık. 3. talihsizlik.

واپسی

vâpesîn: [vâ + pes + în] sonuncu, son.

Velî tâ vâpesîn lehezât-i zindegî çeşm ez tasvîr-i û bernedâşt

Fakat hayatın son anlarına kadar gözünü onun resminden ayırmadı. (Rodin)

ولی تا واپسین لحظات زندگی چشم از تصویر او برنداشت

واپسین

vâcib: (A.) 1. lâzım, zorunlu, vacip, önemli, lâyık, yaraşır.

Bebahşîd ki nârâhetitan kerdem, velî men kâr vâcibî dârem, bâyed şomâ râ bebînem

Sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama sizinle önemli bir işim var; sizinle görüşmem lâzım. (Azeristan)

ببخشید که ناراحتتان کردم ، ولی من کار واجبی دارم ، باید شما را ببینم

2. hizmetçi aylığı.

واجب

vâhid: (A.) 1. (mat.) bir. 2. tek, biricik. 3. fert, birey. 4. yalın, sade. 5. benzer, gibi. 6. birim. 7. kredi, ders kredisi. 8. (ask.) takım, askerî birlik.

واحد

vâhiden: (A.) tek olarak, bir başına.

واحدا ً

vâhiden ba’de vâhidin: (A.) birer birer.

واحدا ً بعد واحد

vâheyfâ: (A.) eyvahlar olsun, yazık, çok yazık.

واحیفا

vâreste: [vâresten > vârest + e] 1. kurtulmuş. 2. özgür, hür, serbest. 3. uzak.

وارسته

vâsite: (A.) 1. orta. 2. aracı. 3. görücü, kız isteyen. 4. bölge merkezi. 5. vasıta, vesile.

Pul der asl yek vâsite est

Para aslında bir vasıtadır. (Merd-i Do Zene)

پول در اصل یک واسطه است

Leb ber leb-i kûze bordem ez gâyet-i âz;

Tâ zû talebem vâsite-yi omr-i derâz.

Leb ber leb-i men nihâd u mîgoft berâz:

Mey hor, ki bedin cihân nemî âyî bâz.

Hırsla dayadım testinin dudağına dudağımı

Sormak için ona uzun ömrünü yolunu.

Dayadı dudağını dudağıma dedi: Bak

Gelmeyeceksin bu dünyaya bir daha; içmeye bak. (Hayyâm)

لب بر لب کوزه بردم از غایت آز

تا زو طلبم واسطهء عمر دراز

لب بر لب من نهاد و می گفت براز

می خور که بدین جهان نمی آیی باز

6. sebep. 7. için.

Behodâ dilem vâsite-i iffet ciz ciz mîsûzed

Valla, gönlüm İffet için cayır cayır yanıyor. (Mahmûd Aka râ Vekîl Konîd)

بخدا دلم واسطهء عفت جز جز می سوزد

8. terkîb-i bend ve tercî’-i bendlerde bendeleri birbirine bağlayan beyit 9. münasebet.

Tenem ez vâsıta-i dûrî-i dilber begudâht

Cânem ez âteş-i mihr-i ruh-i cânâne besûht

Sevgiliden uzağım diye bedenim eridi. Cânânın yanağındaki güneşin ateşinden canım yandı. (Hâfız)

تنم از واسطهء دوریء دلبر بگداخت

جانم از آتش مهر رخ جانانه بسوخت

واسطه

vâse-i: (A.-F.) [< vâsite-i] için, yüzünden, sebebiyle.

واسهء

vase-i çi: (A.-F.) [< vâsite-i çi] niçin, neden.

Tu vase çi girye mîkonî?

Niçin ağlıyorsun sen? (Nâbiga-i Hûş)

تو واسه چی گریه می کنی؟

واسهء چه

vâzihen: (A.) açıkça, açık olarak.

واضحا ً

vâfiren: (A.) 1. bolca, çokça. 2. genellikle. 3. çoğunlukla.

وافرا ً

vâki’: (A.) 1. olan, meydana gelen, gerçekleşen. 2. yer alan, bulunan.

Kâh-i madrid der kenâr-i in câdde vâki’ est

Madrid Köşkü bu caddenin kenarında yer alır. (Ber Sâhil-i Mînâyî)

کاخ مادرید در کنار این جاده واقع است

3. doğru, dürüst. 4. (tas.) levh-i mahfuz. 5. geçmiş, geçen. 6. gerçek. 7. düşen.

واقع

vâki’ der: (A.-F.) bulunan, yer alan.

Angâh der hâneî kûçek vâki’ der oldcuri menzil kerdem

O zaman Old Jry’de bulunan bir eve yerleştim.  (Sefernâme-i Galiver)

آنگاه در خانه ای کوچک واقع در الدجوری منزل کردم  

واقع در

vâki’en: (A.) gerçekten, hakikaten, gerçekten de.

Vaktî hem ki râh oftâd, vâkien nemî dânist kocâ mîreved

Yola çıktığı zaman da, gerçekten nereye gittiğini bilmiyordu. (Kûtî-i Kibrît)

وقتی هم که راه افتاد ، واقعا نمی دانست کجا میرود

Eger vâkien merâ dûst dârî, biyâ izdivâc konîm

Eğer gerçekten beni seviyorsan, gel evlenelim. (Nâbiga-i Hûş)

اگر واقعا ً مرا دوست داری ، بیا ازدواج کنیم

واقعا ً

van: [ve + ân] ve o, öbürü.

Pîrâneserem aşk-i cevânî be ser uftâd

Van râz ki der dil benihuftem, be der uftâd

Şu yaşlılık zamanında bir gencin aşkına tutuldum ve yüreğimde sakladığım sır açığa çıktı. (Hâfız)

پیرانه سرم عشق جوانی به سر افتاد

وان راز که در دل بنفتم ، بدر افتاد

وان

vançi: [ve + an + çi] ve o şey ki.

Sâlhâ dil taleb-i câm-i cem ez mâ mîkerd

Vançi hud dâşt zi bîgâne temennâ mîkerd

Gönül yıllarca Cem’in kadehini bizden istedi durdu; oysa kendinde olanı yabancıdan istedi durdu. (Hâfız)

سالها دل طلب جام جم از ما می کرد

وانچه خود داشت ز بیگانه تمنا می کرد

وانچه

vender: [ve + ender] ve içinde, ve hakkında.

Dûş vakt-i seher ez gusse necâtem dâdend

Vender an zulmet-i şeb âb-i heyâtem dâdend

Dün seher vakti beni üzüntüden kurtardılar. Gecenin karanlığında bana ölümsüzlük suyu içirdiler. (Hâfız)

دوش وقت سحر از غصه نجاتم دادند

واندر آن ظلمت شب آب حیاتم دادند

واندر

venderân: [ve + ender + ân] ve onda, ve içinde.

Dîdemeş hurrem u handân, kadeh-i bâde be dest

Venderân âyine sad gûne temâşâ mîkerd

Onu güleryüzlü, mutlu gördüm; elinde şarap kadehi vardı. O aynada yüz türlü görüntüyü izliyordu. (Hâfız)

دیدمش خرم و خندان ، قدح باده به دست

واندران آینه صد گونه تماشا می کرد

واندران

vankû: [ve + an + ki + û] ve o kimse ki.

Mutrib besâz perde ki kes bîecel nemord

Vankû ne in terâne serâyed hetâ koned

Çalgıcı, bir makam tuttur. Kimse eceli gelmeden ölmez. Bu şarkıyı söylemeyen, hata yapmış olur. (Hâfız)

مطرب بساز پرده که کس بی اجل نمرد

وانکو نه این ترانه سراید خطا کند

وانکو

vangâh: [v + ân + gâh] 1. o zaman. 2. sonra. 3. üstelik.

وانگاه

vangeh: [ve + ân + geh] 1. o zaman. 2. sonra.

Tongî mey-i la’l hâhem u dîvânî,

Sedd-i ramakî bâyed u nisf-i nânî,

Vangeh men u to nişeste der vîrânî,

Hoşter buved an zi molket-i sultânî.

Bir sürahi lâl rengi şarap isterim, bir de divan.

Az bir harçlık isterim, bir de yarım somun.

Sonra oturayım seninle bir harabeye

İnan daha hoş olur bu saltanattan. (Hayyâm)

تنگی می لعل خواهم و دیوانی

سد رمقی باید و نصف نانی

وانگه من و تو نشسته در ویرانی

خوشتر بود آن ز ملکت سلطانی

Aşk an bâşed ki ez hod âgeh gerdî

Vangeh tu fidâ-yi yâr sâzî hod râ

Aşk kendinden haberdar olmak, sonra yâre kendini feda etmektir. (Evhad)

عشق آن باشد که از خود آگه گردی

وانگه تو فدای یار سازی خود را

3. üstelik.

وانگه

vangehân: [ve + ân + geh + ân] üstelik, ilave olarak, bu yetmiyormuş gibi.

وانگهان

vangehânî: [ve + an + geh + ân + î] sonra, bunun üzerine.

Tu zi çeşm enguşt râ ber dâr hîn

Vangehânî herçi mîhâhî bebîn

Parmağını kaldır gözlerinin üstünden

Sonra ne görmek istiyorsan, gör sen (Mesnevi)

تو ز چشم انگشت را بر دار هین

وانگهانی هرچه می خواهی ببین

وانگهانی

vangehî: [ve + ân + geh + î] 1. o zaman. 2. sonra. 3. üstelik, ilave olarak. 4. peki.

وانگهی

vây: (Peh.) 1. vay!, vah!, yazık!.

Çun nebâşed aşk râ pervâ-yi û

Û çu morgî mând bîper, vây û!

Aşkın aşktan pervası olmayınca

Kanatsız kuşa benzer, vay ona! (Mesnevî)

چون نباشد عشق را پروای او

او چو مرغی ماند بی پر وای او

2. feryat.

وای

vây tu: yazıklar olsun sana!

Nâm-i Hakkem best, nî an rây-i tu

Nâm-i Hak râ dâm kerdî vây tu

Senin düşüncen değil, Tanrı’nın adı bağladı beni

Yazıklar olsun! Tuzak yaptın bana Tanrı’nın adını! (Mesnevi)

نام حقم بست ، نی آن رای تو

نام حق را دام کردی وای تو

وای تو

vech: (A.) 1. yüz, surat, çehre. 2. yol. 3. tarz. 4. taraf, yön. 5. şahıs, zat.

Kullu şey’in hâlikun cuz vech-i û

Çun ne’î der vech-i û hestî mecû

Onun zatından başka her şey yok olur

Onun zatında yol değilsin; varlık arama. (Mesnevi)

کل شیء هالک جز وجه او

چون نه ای در وجه او هستی مجو

6. niyet, kasıt. 7. sayfa. 8. para. 9. (gr.) kip, siga. 10. sebep, neden. 11. alın. 12. biçim, üslup. 13. uygun. 14. rıza. 15. şeref.

Goft vechem ger merâ vechî dehîd

Bîvucûhem çun pes-i poştem nihîd

Dedi: Benimle ilgilenirseniz, şereflenirim.

Göz ardı ederseniz, olmaz şerefim. (Mesnevi)

گفت وجهم گر مرا وجهی دهید

بی وجوهم چون پس پشتم نهید

وجه

vech-i ahsen: (A.-F.) en iyi şekil, en iyi yöntem.

وجه ِ احسن

vech-i âhar: (A.-F.) bir başka sebep.

وجه ِ آخر

vechen: (A.) 1. bir yönüyle, bir yüzüyle. 2. bir bakıma. 3. simaca.

وجها ً

vechen minelvucûh: (A.) ne şekilde olursa olsun.

وجها ً من الوجوه

ver: (Peh.) 1. göğüs. 2. bel. 3. ön. 4. kıyı, sahil. 5. taraf, yön. 6. rahle. 7. sıcaklık. 8. üzerine.

ور

ver: [ve + eger] 1. ve eğer, eğer.

Çun tu cebr-i û nemîbînî megû

Ver hemîbînî nişân-i dîd kû

Mademki sen onun cebrini görmüyorsun, söyleme. Eğer görüyorsan, görme alameti nerede? (Mesnevi)

چون تو جبر او نمی بینی مگو

ور همی بینی نشان دید کو؟

Dârende ço terkîb-i tebâyi’ ârâst,

Ez behr-i çi û fikendeş ender kem u kâst?

Ger nîk âmed, şikesten ez behr-i çi bûd?

Ver nîk neyâmed in suver, eyb kirâst?

Her şeyin sahibi Tanrı mademki yarattı doğayı,

Ne sebeple verdi ona eksiği, kusuru?

İyi oldu madem, neydi yıkmaktaki zoru?

Çirkin olduysa bu mahluk, bu kimin kusuru? (Hayyâm)

دارنده چو ترکیب طبایع آراست

از بهر چه او فکندش اندر کم و کاست؟

گر نیک آمد، شکستن از بهر چه بود؟

ور نیک نیامد این صور، عیب کراست؟

2. her ne kadar.

Ârifân dervîş-i sâhibmansib râ

Pâdşâ hânend ver nânîş nîst

Arifler det sahibi yoksula yiyecek ekmeği olmasa da padişah derler. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 161)

عارفان درویش صاحب منصب را

پادشا خوانند ور نانیش نیست

ور

verâ: [< vey + râ] ona, onu, onun.

Çun muallim bûd akleş merd râ

Ba’d ezin akl şâgirdî verâ

Akıl bir kimsenin öğretmeni oldu mu, bundan sonra ona çırak olur. (Mesnevi)

چون معلم بود عقلش مرد را

بعد ازین عقل شاگردی ورا

ورا

verâ’: (A.) 1. ard, arka, geri. 2. öte, öte yan, yaka.

Hâlâ û pey borde bûd ki dunyâ-yi dîgerî verâ-yi dunyâ-yi mahdûdî ki û tasvîr mînumûd vucûd dâred

Şimdi o, tasavvur ettiği sınırlı dünyanın ötesinde başka bir dünya bulunduğunu anlamıştı. (Sâyerûşen)

حالا او پی برده بود که دنیای دیگری ورای دنیای محدودی که او تصویر می نمود وجود دارد

3. istisna, hariç. 4. başka, gayri.

Men zâhir-i nîstî yu hestî dânem.

Men bâtin-i her ferâz u pestî dânem.

Bâ inheme ez dâniş-i hod şermem bâd,

Ger mertebe’î verây-i mestî dânem!

Varlığın, yokluğun zahirini  bilirim ben.

Her inişin, çıkışın bâtınını bilirim ben.

Sarhoşluktan öte bir mertebe biliyorsam,

Utanayım ilmimden, irfanımdan ben! (Hayyâm)

من ظاهر نیستی و هستی دانم

من باطن هر فراز و پستی دانم

با این همه از دانش خود شرمم باد

گر مرتبه ای ورای مستی دانم

Verây-i tâ’at-i dîvânegân zi mâ metâleb

Ki şeyh-i mezheb-i mâ âkılî guneh dânist

Bizden dîvanelerin ibadeti dışında bir ibadet bekleme. Çünkü meşrebimizin şeyhi akıllılığı günah saydı. (Hâfız)

ورای طاعت دیوانگان ز ما مطلب

که شیخ مذهب ما عاقلی گنه دانست

3. kıç.

وراء

verne: [ve + eger + ne] yoksa, aksi takdirde.

Sûfî er bâde be endâze hored, nûşeş bâd

Verne endîşe-i in kâr ferâmûşeş bâd

Sûfî bâdeyi ölçüsünde içerse, afiyet olsun, içsin. Ölçüyü kaçıracaksa, bu fikirden vazgeçsin. (Hâfız)

صوفی ار باده به اندازه خورد ، نوشش باد

ورنه اندیشهء این کار فراموشش باد

ورنه

vernî: [< ve + eger+ nî] yoksa.

Meger be tîg-i ecel hayme ber kenem ver nî

Remîden ez der-i dovlet ne resm u râh-i men est

Ancak ecel kılıcı ile bu hayat çadırını sökebilirim. Yoksa, devlet kapısından uzak durmak benim kitabımda yazmaz. (Hâfız)

مگر بتیغ اجل خیمه بر کنم ور نی

رمیدن از در دولت نه رسم و راه من است

ورنی

vez: [ve + ez] -den, -dan.

Der na’l-i semend-i û şekl-i meh-i nov peydâ

Vez kadd-i bulend-i û bâlâ-yi sanevber pest

Atının nalında yeni doğmuş hilâl görünmekte. Uzun boyunun yanında çam kısa kalmış. (Hâfız)

در نعل سمند او شکل مه نو پیدا

وز قد بلند او بالای صنوبر پست

Ez âmedenem nebûd gerdûn râ sûd,

Vez reften-i men câh u celâleş nefzûd;

Vez hîçkesî nîz do gûşem neşnûd

Kin âmeden u reftenem ez behr-i çi bûd? !

Yoktu feleğin çıkarı gelmemden benim.

Artmadı mevkii, celâli, gitmemden benim.

Duymadı iki kulağım kimseden benim

Sebep neydi gelmemden, gitmemden benim? (Hayyâm)

از آمدنم نبود گردون را سود

وز رفتن من جاه و جلالش نفزود

وز هیچکسی نیز دو گوشم نشنود

کین آمدن و رفتنم از بهر چه بود

وز

vezanpes: [ve + ez + ân + pes] ondan sonra.

وز آن پس

vezan: [ve + ez + ân] ve ondan.

Hoş âmed gul vezan hoşter nebâşed

Ki der destet becuz sâgar nebâşed

Ne iyi etti de gül geldi. Senin elinde de hep kadeh olsun; bundan daha hoş bir şey olamaz. (Hâfız)

خوش آمد گل وزان خوشتر نباشد

که در دستت بجز ساغر نباشد

وزان

veset: (A.) 1. orta, ara, vasat.

Beççehâ vasat-i salon cem’ bûdend

Çocuklar salonun ortasında toplanmışlardı. (Nokte-i Sefîd)

بچه ها وسط سالن جمع بودند

2. merkez. 3. orta dereceli, mutedil. 4. bel.

وسط

vesîle: 1. sebep. 2. vesile, araç.

Haber-i dergozeşt-i û vesîle-i yek beyk govren be nâsiruddîn mîrzâ velîahd be tebrîz resîd

Onun ölüm haberi özel ulak ile hemen Tebriz’e veliaht Nasirüddin Mirza’ya ulaştı. (Gulbang)

خبر درگذشت او وسیلهء یک بیک فورا ً به ناصر الدین میرزا ولیعهد به تبریز رسید

Hiyâl-i zulf-i tu goftâ ki cân vesîle mesâz

Kezin şikâr ferâvân be dâm-i mâ ufted

Ben bunları düşünürken zülüflerinin hayali bana Canını araç olarak kullanıp durma. Böyle avlar bizim tuzağımıza çok düşer, çok dedi. (Hâfız)

خیال زلف تو گفتا که جان وسیله مساز

کزین شکار فراوان به دام ما افتد

3. yöntem.

وسیله

vaz’en: (A.) 1. yaratılış itibarıyla. 2. şekil bakımından.

وضعا ً

vazîh: (A.) açık, apaçık, aşikâr.

وضیح

vazîha: (A.) açık, apaçık, aşikâr.

وضیحه

vegayre, vegayruhu: (A.) vesaire, ve başkaları, daha nicesi.

وغیره

vegayruhâ: (A.) ve diğeri, ve başkası, ondan başka.

وغیرها

vegayruhum: (A.) onlardan başkası, ve diğerleri.

وغیرهم

vegayruhumâ: (A.) ikisinden başkası.

وغیرهما

vakt: (A.) 1. vakit.

Sabâ ger çâre dârî vakt, vaktest

Ki derd-i iştiyâkem kasd-i cân kerd

Ey sabah yeli, tedavi için vaktin varsa, şimdi tam zamanı. Çünkü seni arzu etmem dert oldu da canıma kasdetti. (Hâfız)

صبا گر چاره داری وقت ، وقتست

که درد اشتیاقم قصد جان کرد

2. çağ, zaman.

Hîn ki İsrâfîl-i vaktend evliyâ

Morde râ zîşan heyât est u hayâ

Dikkat et, veliler zamanın İsrafilidir

Onlar ile ölü hayat hayâ sahibi olur. (Mesnevi)

هین که اسرافیل وقت اند اولیا

مرده را ز ایشان حیان است و حیا

3. mevsim. 4. tam zamanı, uygun zaman.

Mâh-i ken’ânî-i men! Mesned-i mısr ân-i tu şud

Vakt-i ânest ki bedrûd kunî zindân râ

Kenan ülkesinin ayı olan Yusuf’a benzeyen güzelim; işte, Mısır tahtı senin oldu. Şimdi zindana veda etmenin zamanı geldi artık. (Hâfız)

ماه کنعانیء من مسند مصر آن تو شد

وقت آن است که بدرود کنی زندان را

وقت

vakt-i dîger: (A.-F.) bir başka zaman.

Şerh-i in hicrân u in hûn-i ciger

İn zemân bugzâr tâ vakt-i diger

Bu hicranın, ciğer kanının şerhini

Bir başka zamana bırakalım şimdi. (Mesnevi)

شرح این هجران و این خون جگر

این زمان بگذار تا وقت دگر

وقت ِ دیگر

vakt-i seher: (A.-F.) seher vakti, sabahın ilk saatleri.

Vakt-i seher est; hîz ey mâye-yi nâz;

Nermek nermek bâde hor u çeng nevâz.

Kanhâ ki becâyend, nepâyend kesî.

Vanhâ ki şodend, kes nemî âyed bâz.

Seher vakti; kalk ey naz kaynağı.

Yavaş yavaş iç badeyi, çal çengi.

Hayatta olanlar, kalmayacak çok.

Gidenler ise gelmeyecek geri. (Hayyâm)

وقت سحر است خیز ای مایهء ناز

نرمک نرمک باده خور و چنگ نواز

کانها که بجایند، نپایند کسی

وانها که شدند کس نمی آید باز

Dûş vakt-i seher ez gusse necâtem dâdend

Vender an zulmet-i şeb âb-i heyâtem dâdend

Dün seher vakti beni üzüntüden kurtardılar. Gecenin karanlığında bana ölümsüzlük suyu içirdiler. (Hâfız)

دوش وقت سحر از غصه نجاتم دادند

واندر آن ظلمت شب آب حیاتم دادند

وقت ِ سحر

vakt-i sobh: (A.-F.) sabah vakti, sabahleyin.

Ber tarf-i gulşenem guzer uftâd vakt-i subh

Andem ki kâr-i morg-i seher âh u nâle bûd

Seher bülbülü âh edip inlerken sabah vakti yolum gülbahçesine çıktı. (Hâfız)

بر طرف گلشنم گذر افتاد وقت صبح

آندم که کار مرغ سحر آه و ناله بود

وقت ِ صبح

vakt-i zohr: (A.-F.) öğle vakti.

وقت ِ ظهر

vakt-i asr: (A.-F.) ikindi vakti.

وقت ِ عصر

vakt-i gurûb: (A.-F.) gurûb vakti, güneşin battığı vakit.

وقت ِ غروب

vakt be vakt: (A.-F.) zaman zaman, kimi zaman.

وقت به وقت

vakt-i zevâl: (A.-F.) öğle vakti.

وقت زوال

vakt u bîvakt: (A.-F.) vakitli vakitsiz.

وقت و بی وقت

vakten: (A.) vakit bakımından.

وقتا ً

vakten mine’l-evkât: (A.) vaktiyle, günün birinde, bir zamanlar, bir vakitler.

وقتا ً من الاوقات

vakthâ: (A.-F.) [vakt + hâ] uzun süre, çoktandır.

وقتها

vaktî: (A.-F.) [vakt + î] 1. bir zaman, vaktiyle. 2.  -diği zaman, -ince.

Vaktî kâr râ temâm kerd hevâ târîk şode bûd

İşi bitirdiğinde hava kararmıştı. (Âzeristân)

وقتی کار را تمام کرد هوا تاریک شده بود

وقتی

vaktîki: (A.-F.) [vakt + î + ki] -diği zaman, -ince, vaktâ ki.

Zi hâl-i mâ dilet âgeh şeved meger vaktî

Ki lâle ber demed ez hâk-i kuştegân-i gamet

Senden ayrı kalmanın verdiği gam yüzünden ölenlerin toprağında lâleler bittiği zaman belki gönlün bizim halimizden haberdar olur. (Hâfız)

ز حال ما دلت آگه شود مگر وقتی

که لاله بر دمد از خاک کشتگان غمت

وقتی که

veger: [ve + ger< eger] eğer, ve eğer.

Veger gûyed nemîhâhem çu Hâfız âşık-i muflis

Begûîdeş ki sultânî gedâî hemnişîn dâred

Hâfız gibi iflâs etmiş bir âşık istemiyorum derse, söyleyin ona; sultanlar yoksullarla düşer kalkarlar. (Hâfız)

وگر گوید نمی خواهم چو حافظ عاشق مفلس

بگوئیدش که سلطانی گدائی همنشین دارد

وگر

vegerne: [ve + ger< eger + ne] yoksa, aksi takdirde.

Bes est dîger. Boro hâne vegerne be zindân mî endâzemet, mî şinevî

Yeter artık! Evine git, yoksa hapse atarım seni, duyuyor musun? (Kûtî-i Kibrît)

بس است دیگر . برو خانه و گرنه بزندان میاندازمت ، می شنوی؟

Behâr-i omr hâh ey dil, vegerne in çemen her sâl

Çu nesrîn sad gul âred bâr u çun bulbul hezâr âred

Gönlüm; ömrün baharını, gençlik çağlarını iste. Çünkü bu çayırlık nesrin çiçeği gibi her yıl yüzlerce gül bitirir, bülbül gibi binlercesini getirir. (Hâfız)

بهار عمر خواه ای دل ، وگرنه این چمن هر سال

چو نسرین صد گل آرد بار و چون بلبل هزار آرد

وگرنه

vegernî: (ve + eger + nî < ne] yoksa.

وگرنی

velev: (A.) olsa da.

Dîger nemîhâstem velov berâyi yek lehze kıyâfe-i la’netî-yi an râ bebînem

Artık bir an için de olsa onun lanet olası vücudunu görmek istemiyordum. (Gorbe-i Siyâh)

دیگر نمی خواستم ولو برای یک لحظه قیافهء لعنتیء آن را ببینم

ولو

velev anki (A.-F.) [velev + ân + ki] olsa da, olsa bile.

Heminki der kârhâ-yi mâ dehâlet nekoned velov anki vatanperest hem bâşed bâ û kârî nedârîm

İşimize karışmadıkça, vatansever de olsa, onunla işimiz yok. (Homâ)

همینکه در کارهای ما دخالت نکند ولو آنکه وطن پرست هم باشد با او کاری نداریم

Mes’ûliyyet-i tâze îcâb mîkerd ki bâ eşhâs-i tâzeî velov anki bâ anhâ demhor nebâşed, germ begîred

Yeni sorumluluğu, kafa dengi olmasalar bile yeni kişilerle münasebette bulunmasını gerektiriyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 66)

مسئولیت تازه ایجاب می کرد که با اشخاص تازه ای ولو آنکه با آنها دمخور نباشد ، گرم بگیرد

ولو آنکه

velev inki: (A.-F.) [velev + in + ki] olsa da.

Be rûy-i merdân-i bîsilâh velov inki hevâhâh-i istibdâd bâşend eslihe nekeşîd

Silahsız insanlara, istibdat taraftarı olsalar bile silah çekmeyin. (Settâr Han)

بروی مردان بی سلاح ولو اینکه هواخواه استبداد باشند اسلحه نکشید

ولو اینکه

velevki: (A.-F.) [ve + lev + ki] olsa da, olsa bile.

ولو که

velî: ama, fakat, ancak, gel gör ki, hoş.

Hâfızâ, mey hor u rindî kun u hoş bâş velî

Dâm-i tezvîr mekun çun digerân Kur’ân râ

Ey Hafız; mey iç, rintçe yaşa, mutlu olmaya bak, ama, başkalarının yaptığı gibi Kur’ân’ı ikiyüzlülüğe ve tezvire âlet etmeye kalkma. (Hâfız)

حافظا می خور و رندی کن و خوش باش ولی

دام تزویر مکن چون دگران قرآن را

ولی

velîk: (A.) ancak, fakat, ama.

Gûyend seng la’l şeved der mekâm-i sabr

Ârî şeved velîk be hûn-i ciger şeved

Derler ki taş, sabır makamına geldi mi lâl kesilir. Evet kesilir ama ciğer kanıyla kesilir. (Hâfız)

گویند سنگ لعل شود در مقام صبر

آری شود ولیک بخون جگر شود

ولیک

velîken: (A.) fakat, ama, lakin.

Menişîn torş ez gerdiş-i eyyâm ki sabr

Telhest velîken ber-i şîrîn dâred

Günlerin geçişinden dolayı üzgün oturma. Çünkü sabır acıdır ama tatlı meyvası vardır. (Gulistân)

منشین ترش از گردش ایام که صبر

تلخست ولیکن بر ِ شیرین دارد

Ma’şûk iyân mîguzered ber tu velîken

Ağyâr hemîbîned, ez an bestenikâb est

Sevgili herkesin gözünün önünde geçip gidiyor ama rakipler gördüğü için yüzüne peçe takmış. (Hâfız)

معشوق عیان می گذرد بر تو ولیکن

اغیار همی بیند ، از آن بسته نقاب است

ولیکن

veh: 1. vah!, yazık!. 2. aferin! 3. vay, aman.

وه

veh ki: 1. vay vay, aman vaman, şaşılacak derecede.

Ey ki enguşt numâî be kerem der heme şehr

Veh ki der kâr-i garîbân aceb ihmâlîst!

Bütün şehirde, cömertlik denildi mi, parmakla gösterilirsin. Ama garip gurebaya gelince şaşılacak derecede ihmalcisin. (Hâfız)

ای که انگشت نمائی بکرم در همه شهر

وه که در کار غریبان عجب اهمالیست

2. vay haline!

Cumle heftâd u do millet der tuvest

Veh ki rûzî an ber âred ez tu dest

Yetmiş iki milletin tümü senin içinde

Canın senden el çektiği gün vay haline! (Mesnevi)

جمله هفتاد و دو ملت در توست

وه که روزی آن بر آرد از تو دست

وه که

vehle: (A.) 1. kere, defa, kez. 2. aşama. 3. irkilme.

وهله

vehle-i ûlâ: (A.-F.) 1. ilk anda, ilkin. 2. birdenbire.

وهلهء اولی

vehem: [ve + hem] hem de.

Âşik hem âteş est ve hem âb

Aşk hem ateştir hem de su. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

عاشق هم آتش است و هم آب

وهم

vey: [ve + ey] ey, hey.

وی

vey: o.

Efsûs ki sermâye zi kef bîrûn şod,

Der pây-i ecel besî cigerhâ hûn şod!

Kes nâmed ez an cihân ki porsem ez vey:

Kehvâl-i mosâfirân-i donyâ çon şod?

Yazık ki sermaye elden gider oldu!

Ecelin ayağı altında nice ciğer kan doldu!

Gelen olmadı öte dünyadan ki sorayım ona:

Dünyadan gelen yolcuların hali nic’oldu? (Hayyâm)

افسوس که سرمایه ز کف بیرون شد

در پای اجل بسی جگرها خون شد

کس نامد از آن جهان که پرسم از وی

کاحوال مسافران دنیا چون شد؟

Bûd mey bes kohne der vey kâr kerd

Şeyh râ sergeşte çun pergâr kerd

İçtiği mey yıllanmış şaraptı, şeyhe tesir etti, başını pergel gibi döndürdü. (Mantıku’t-Tayr, s. 88)

بود می بس کهنه ، در وی کار کرد

شیخ را سرگشته چون برگار کرد

وی

: 1. ey. 2. ya, ya da, yahut.

Û nemîdânist yâ nemîhâst bedâned

O bilmiyordu ya da bilmek istemiyordu. (Do Şeb)

او نمی دانست یا نمی خواست بداند

Ey dil to be idrâk-i muammâ neresî;

Der nokte-i zîrekân-i dânâ neresî.

İncâ zi mey u câm behiştî mîsâz.

Kancâ ki behiştest, resî ya neresî!

Ey gönül, bu muammayı çözmeye eremezsin.

Bilgeler ne diyor? O nükteye eremezsin.

Yap burada kendine bir cennet kadeh ile meyden.

Öte yandaki cennete ya erer, ya eremezsin! (Hayyâm)

ای دل تو به ادراک معما نرسی

در نکتهء زیرکان دانا نرسی

اینجا ز می و جام بهشتی میساز

کانجا که بهشتست رسی یا نرسی

یا

yâ esefâ: (A.) vah vah!

یا اسفا

ya ânki: ya da, yahut.

یا آنکه

yâ eyyuhâ: (A.) ey, hey.

یا ایها

yâ buşrâ: (A.) müjde müjde!

یا بشری

yâ hasreten: (A.) yazık!

یا حسرة

yâ hasretenâ: (A.) vay halimize!

یا حسرتنا

yâ Hayy: (A.) Ya Allah!, Tanrım!

یا حی

yâ sabr: (A.) Tanrım sabır ver.

یا صبر

yâ veyletâ: (A.) bay başımıza gelenler!

یا ویلتا

yâ veyletenâ: (A.) eyvah bize!, vay başımıza gelenlere!

یا ویلتنا

yâ veyletî: (A.) yazıklar olsun bana!, vay bana vaylar bana!

یا ویلتی

yâ veylenâ: (A.) eyvah bize!

یا ویلنا

yeden biyed(in): (A.) 1. elden ele, vasıtasız, doğrudan doğruya. 2. peşin.

یدا ً بید ٍ

yakînen: (A.) kesinlikle, kesin olarak.

Ve şomâ hem ki bâ edeb u sukût-i kâmil be heme-i in virrâcîhâ gûş dâdîd yakînen tû-yi dil be men mîhandîd

Bütün bu gevezelikleri büyük bir sessizlik içinde ve edebe riayet ederek dinlediğinize göre mutlaka bana içinizden gülüyorsunuzdur. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 108)

و شما هم که با ادب و سکوت کامل به همهء این وراجی ها گوش دادید یقینا توی دل به من می خندید

یقینا ً

yek: (Peh.) (Mat.) bir, tek.

Der bezm-i dovr yek du kadeh der keş u boro

Ya’nî tama’ medâr visâl-i devâm râ

Çek bir iki kadeh bade meclisinde. Çek git sonra; Beklerim deme daimî vuslatı. (Hâfız)

در بزم دور یک دو قدح در کش و برو

یعنی طمع مدار وصال دوام را

یک

yek bâr: 1. bir defa, bir kez, birinde, bir keresinde. 2. ansızın, birdenbire.

یک بار

yek bâr-i dîger: bir kez daha.

یک بار دیگر

yekbâregî: [yek + bâr + e + g + î] 1. ansızın. 2. tamamen. 3. bir kez.

یک بارگی

yekbend: [yek + besten > bend] durmadan, biteviye, habire.

Ez perîrûz tâ hâl yekbend berâyi şomâ mî devem

Evvelki günden beri durmadan sizin için koşturuyorum.(Homâ)

از پریروز تا حال یک بند برای شما می دوم

یک بند

yek be yek: bir bir, birer birer.

Angâh temâm-i goftehâyeş râ misl-i inki men gofte bâşem yek beyek ta’rîf kerd

Sonra, onun tüm sözlerini, ben demişim gibi bir bir anlattı. (Nâbiga-i Hûş)

آنگاه تمام گفته هایش را مثل اینکه من گفته باشم ، یک بیک تعریف کرد

Mehtâb be nûr dâmen-i şeb beşkâft.

Mey nûş, demî hoşter ezin netvan yâft.

Hoş bâş u beyendîş ki mehtâb besî

Ender ser-i gûr yekbeyek hâhed tâft!

Mehtap açtı nuruyla gecenin eteğini,

Şarap iç; bulamazsın bundan iyi bir demi.

Bak mutlu olmaya ve düşün ki mehtap

Kaç defa mezarlarımız üstünde bir bir doğacak? (Hayyâm)

مهتاب بنور دامن شب بشکافت

می نوش، دمی خوشتر ازین نتوان یافت

خوش باش و بیندیش که مهتاب بسی

اندر سر گور یکبیک خواهد تافت

یک به یک

yek pâ: 1. tamamen. 2. tek ayaklı, aksak, topal.

یک پا

yektene: [yek + ten + e] tek başına, bir başına.

یک تنه

yek cihet: (F.-A.) 1. uyumlu. 2. tek yön. 3. bir yönlü. 4. hemfikir.

یک جهت

yekcûr: [yek + cûr< tovr] 1. tekdüze. 2. bir çeşit, bir şekilde, aynı.

Peder u emûyem berâder-i dokolû bûde’end. Her do anhâ yek şekl, yek kıyâfe ve yek ehlâk dâşte’end ve hettâ sedâyişan yekcûr bûde

Babam ile amcam ikiz kardeşlermiş. Her ikisi de aynı şekil, aynı kılık ve ahlâka sahiplermiş ve hatta sesleri bile birmiş. (Bûf-i Kûr)

پدر و عمویم برادر دوقلو بوده اند . هر دو آنها یک شکل ، یک قیافه و یک اخلاق داشته اند و حتی صدایشان یکجور بوده

3. bir tür.

İn sukût yekcûr zebânîst ki mâ nemî fehmîm

Bu sessizlik, bizim anlamadığımız bir tür dildir. (Bûf-i Kûr)

این سکوت یکجور زبانی است که ما نمی فهمیم

یک جور

yekcûrî: [yek + cûr< tovr + î] bir şekilde, bir yol ile.

یک جوری

yek çend: bir süre.

یک چند

yekçendî: [yek + çend + î] bir süre.

Turâ hîç çâre nîst meger anki yekçendî û râ be zindân konî

Onu bir süre zindana atmaktan başka çaren yok. (Derd-i Aşk-i Zuleyhâ)

ترا هیچ چاره نیست مگر آنکه یک چندی او را به زندان کنی

یک چندی

yekhorde: [yek + horde] biraz.

Mîhâhî yekhorde şakîkehâyet râ mâliş bedehem

Şakaklarını biraz ovayım mı?

می خواهی یک خرده شقیقه هایت را مالش بدهم؟ (آذرستان)

Hâlâ benişîn yek horde sohbet-i siyâsî bekonîm

Otur hele şimdi; biraz da siyasetten konuşalım. (Mahmûd Aka râ Vekîl Konîd)

حالا بنشین یک خرده صحبت سیاسی بکنیم

یک خرده

yek dâne: 1. bir tane, bir tanecik, eşsiz.

Yârab an şâhveş-i mâhruh-i zuhrecebîn

Durr-i yektâ-yi ki vu gevher-i yekdâne-i kîst?

Tanrım, şahlara benzeyen, ay yüzlü, Venüs gibi parlak alınlı, eşi bulunmaz inci, acaba kimin biricik sevgilisi, kimin incisidir? (Hâfız)

یارب آن شاه وش ماه رخ زهره جبین

در یکتای که و گوهر یک دانهء کیست؟

یک دانه

yek def’e: (F.-A.) ansızın, birden, birdenbire.

یک دفعه

yek dem: bir an, bir ara.

Ey bîhaberân şekl-i mocessem hîç est.

Vin târem-i noh sipihr-i erkam hîç est.

Hoş bâş ki der neşîmen-i kovn u fesâd

Vâbeste-yi yek demîm u anhem hîç est.

Behey habersizler! Gördüğünüz şekil bir hiçtir.

Şu nakışlı, süslü dokuz kubbe de bir hiçtir.

Mutlu olmaya bak; şu fesâd aleminde zira

Bir âna bağlıyız biz. O an da bir hiçtir. (Hayyâm)

ای بی خبران شکل مجسم هیچ است

وین طارم نه سپهر ارقام هیج است

خوش باش که در نشیمن کون و فساد

وابستهء یک دمیم و آن هم هیج است

Veger be rehguzerî yek dem ez vefâdârî

Çu gerd der peyeş uftem, çu bâd bugrîzed

Bir yol üstünde vefa göstererek toz gibi peşine düşsem, benden rüzgâr gibi kaçar. (Hâfız)

وگر برهگذری یک دم از وفاداری

چو گرد در پیش افتم ، چو باد بگریزد

یک دم

yekdeme: [yek + dem + e] 1. bir anlık. 2. gelip geçici.

یک دمه

yek dunyâ: (F.-A.) çok, pek çok, bir dolu.

یک دنیا

yek râst: 1. sürekli, durmaksızın.

2. dosdoğru, dümdüz.

Yekrâst reft u poşt-i mîzeş nişest

Dosdoğru gitti, masasının başına oturdu. (Cûybâr)

یک راست رفت و پشت میزش نشست

یک راست

yek rûz der miyân: gün aşırı.

یک روز در میان

yekrûze: [yek + rûz + e] 1. bir günlük, kısa, gelip geçici. 2. bir günde.

Hemin yek rûze sedâ-yi pâyeş râ şinâhte bûdem

Bir günde onun ayak seslerini tanımıştım. (Mudîr-i Medrese)

همین یک روزه صدای پایش را شناخته بودم

یک روزه

yek sâ’et: (F.-A.) 1. bir saat. 2. bir müddet.

Ey âfitâb-i hûbân mîcûşed enderûnem

Yek sâatem begoncân der sâye-i inâyet

Ey güzellerin güneşi; içim kaynıyor içim. Biraz olsun beni inayet gölgene sığındır n’olur. (Hâfız)

ای آفتاب خوبان می جوشد اندرونم

یک ساعتم بگنجان در سایهء عنایت

یک ساعت

yek sâl: 1. bir yıl. 2. yılların birinde. 3. bir yıllık. 4. bir yaşında.

یک سال

yeksâle: [yek + sâl + e] 1. bir yıllık.

Tayy-i mekân bebîn u zemân der sulûk-i şi’r

Kin tıfl-i yekşebe reh-i yek sâle mîreved

Şiir yolunda, zaman ve mekân atlama nasıl olurmuş, iyi bak. Şu bir gecelik çocuk bir yıllık yolu geçer. (Hâfız)

طی مکان ببین و زمان در سلوک شعر

کاین طفل یک شبه ره یک ساله می رود

2. bir yaşında.

یک ساله

yekser: [yek + ser] 1. tümü, hepsi, baştan başa, bir baştan bir başa.

Tu ger hâhî ki câvîdân cihân yekser biyârâyî

Sabâ râ gû ki berdâred zemânî burka’ ez rûyet 

Dünyayı sonsuza dek süslemek istersen, sabah yeline söyle de bir an için yüzünden peçeyi kaldırıversin. (Hâfız)

تو گر خواهی که جاویدان جهان یکسر بیارایی

صبا را گو که بردارد زمانی برقع از رویت

2. dosdoğru, doğruca.

Hâfızâ rûz-i ecel ger be kef ârî câmî

Yekser ez kûy-i harâbât berendet be behişt

Ey Hafız, ecelinin geldiği gün eline bir kadeh geçirirsen, meyhaneden dosdoğru cennete götürülürsün. (Hâfız)

حافظا روز اجل گر به کف آری جامی

یکسر از کوب خرابات برندت به بهشت

3. hemen. 4. ansızın, birdenbire.

یک سر

yek sû: 1. düz. 2. eşit, bir. 3. tekdüze, biteviye.

یک سو

yekşebe: [yek + şeb + e] 1. bir gecelik.

Tayy-i mekân bebîn u zemân der sulûk-i şi’r

Kin tıfl-i yekşebe reh-i yek sâle mîreved

Şiir yolunda, zaman ve mekân atlama nasıl olurmuş, iyi bak. Şu bir gecelik çocuk bir yıllık yolu geçer. (Hâfız)

طی مکان ببین و زمان در سلوک شعر

کاین طفل یک شبه ره یک ساله می رود

2. bir gecede.

Çi marazîst ki yek şebe şomâ râ be in hâl endâhte?

Bir gecede sizi bu hale sokan hangi hastalıktır? (Homâ)

چه مرضی است که یک شبه شما را به این حال انداخته؟

یک شبه

yek şemme: (F.-A.) biraz, bir parça, bir tutam.

Tabla-i ıtr-i gul u zulf-i abîrefşâneş

Feyz yek şemme zi bûy-i hoş-i attâr-i men est

Bir yanda gül kokularının bulunduğu tabla, öbür yanda sevgilimin amber kokuları saçan zülüfleri. Gül tablası, benim güzel kokular satan sevgilimin kokusundan bir nebzedir ancak. (Hâfız)

طبلهء عطر گل و زلف عبیرافشانش

فیض یک شمه ز بوی خوش عطار من است

یک شمه

yek kar: biraz.

یک قر

yek kodâm: bir tek.

یک کدام

yekkodâmişan: [yek + kodâm + - i + şan] hiçbiri.

Hettâ yek kodâmişan nemî dânistend dest u pâhâyişan râ çicûr zabt u rabt konend

Hatta hiçbiri el ve ayaklarını nasıl tutacaklarını bilmiyorlardı. (Mudîr-i Medrese)

حتی یک کدامشان نمی دانستند دست و پاهایشان را چه جور ضبط و ربط کنند

یک کدامشان

yek kurûr: (F.-Hintçe) bir sürü.

یک کرور

yek lehze: (F.-A.) bir an.

یک لحظه

yek lehzeî: (F.-A.) bir süre, bir an.

İn cihân u râheş er peydâ budî

Kem kesî yek lahzaî ancâ budî

Bu dünya ile onun yolu belli olsaydı

Çok az kişi orada biraz kalabilirdi. (Mesnevi)

این جهان و راهش پیدا بدی

کم کسی یک لحظه ای آنجا بدی

یک لحظه ای

yek lehze pîş: (F.-A.) biraz önce, az önce.

Yek lahze pîş dâştî ez çîzî bâlâ mîreftî, çi bûd

Az önce bir şeye çıkıyordun. Neydi o? (Kûtî-i Kibrît)

یک لحظه پیش داشتی از چیزی بالا می رفتی ، چی بود؟

یک لحظه پیش

yek leht: 1. tamamen. 2. birdenbire.

یک لخت

yek mertebe: (F.-A.) 1. ansızın, birden.

Yek mertebe bî ihtiyâr be taraf-i âyine-i kadnumâ-yi mîz-i ârâyiş reft

Birden, elinde olmadan tuvalet masasının boy aynasına doğru gitti. (Hindû)

یک مرتبه بی اختیار بطرف آینهء قدنمای میز آرایش رفت

2. bir kere, bir defa.

Âdemhâ-yi necîb misl-i tu yek mertebe bîşter der omrişan âşik nemî şevend

Senin gibi asil adamlar ömürlerinde bir defadan çok aşık olmazlar. (Perîçihr)

آدم های نجیب مثل تو یکمرتبه بیشتر در عمرشان عاشق نمی شوند

یک مرتبه

yeknesak: (F.-A.) [yek + nesak]  tekdüze, monoton, biteviye.

یک نسق

yeknişest: [yek + nişesten > nişest] beraber, bir defada.

یک نشست

yek nefes: (F.-A.) bir nefeslik an, kısa bir an.

Çon hâsil-i âdemî derin cây-i do der,

Coz derd-i dil u dâden-i cân nîst diger.

Horremdil anki yek nefes zinde nebved.

V’âsûde kesîki hod nezâd ez mâder!

İnsanın eline geçen, şu iki kapılı yerde

Gönül derdi ve can vermekten değil öte.

Bir nefeslik olsun yaşamayandır mutlu;

Anasından hiç doğmayan kişidir âsûde. (Hayyâm)

چون حاصل آدمی درین جای دو در

جز درد دل و دادن جان نیست دگر

خرم دل آنکه یک نفس زنده نبود

واسوده کسی که خود نزاد از مادر

یک نفس

yeknevâht: [yek + nevâhten > nevâht] 1. tekdüze, monoton. 2. aynı.

یک نواخت

yekneverd: [yek + neverdîden > neverd] 1. bir koşuda, bir çırpıda. 2. biteviye.

یک نورد

yekhev, yekhov: ansızın, birdenbire.

Yek hû dîd kelâg-i siyâhî nişeste leb-i hovz, âb mîhored

Birden bir kara karganın havuz başına konmuş, su içmekte olduğunu gördü. (Kıssehâ-yi Behreng)

یک هو دید کلاغ سیاهی نشسته لب حوض ، آب  می خورد

یک هو

yek vucûd: (F.-A.) birlik halinde, bir bütün olarak.

یک وجود

yekver: [yek + ver] 1. bir taraf. 2. tekdüze, monoton. 3. eğri.

یک ور

yek vakt: (F.-A.) 1. bir vakit, vaktiyle. 2. hiçbir zaman. 3. asla, sakın. 4. bir ara.

Yekvakt âhû be şovhereş ki gûî anşeb nemâz-i ca’fer-i teyyâr mîhând nigâh kerd tâ bebîned mîtevâned dest ez beççe berdâred u be sorâg-i şâm bereved

Bir ara Ahu, o gece namazı uzattıkça uzatan kocasına baktı. Çocuğu bırakıp akşam yemeğini hazırlamaya kalkacaktı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 47)

یک وقت آهو بشوهرش که گوئی نماز جعفر طیار می خواند نگاه کرد تا ببیند می تواند دست از بچه بردارد و به سراغ شام برود

یک وقت

yek yek: bir bir, birer birer.

Yek yek anhâ râ imtihân kerd

Bir bir onları denedi. (Kûtî-i Kibrît)

یک یک آنها را امتحان کرد

Mâ lo’betegânîm u felek lo’betbâz,

Ez rûy-i hakîkat, ne ez rûy-i mecâz.

Yekçend derin bisât bâzî kerdîm.

Reftîm be sandûk-i adem yek yek bâz.

Biz kuklayız, kuklacı ise felek.

Değildir bu mecaz, gerçektir gerçek.

Oynadık oyunumuzu bu sahnede bir müddet,

Gittik yokluk sandığına yine tek tek. (Hayyâm)

ما لعبتگانیم و فلک لعبت باز

از روی حقیقت، نه از روی مجاز

یک چند درین بساط بازی کردیم

رفتیم بصندوق عدم یک یک باز

یک یک

yekbâre: [yek + bâr + e] 1. bir kez, bir defa. 2. birdenbire.

یکباره

yektâ: [yek + tâ] 1. bir tane, biricik, tek. 2. benzersiz, eşsiz. 3. tek kişi tarafından kullanılan yangın tulumbası. 4. bir kat.

Nîst sûzen râ ser-i rişte-i do tâ

Çun ki yektâyî der in sûzen der â

İki kat iplik geçemez iğne deliğinden

Madem tek katsın, gir bu iğne deliğinden. (Mesnevi)

نیست سوزن را سر رشتهء دو تا

چون که یکتایی در این سوزن در آ

یکتا

yek câ: 1. birlikte, beraber. 2. hepsi, tümü, tümüyle. 3. birden, ansızın, apansız. 4. bir arada.

Be in tertîb mecbûr bûdem mâh be mâh se kıst-i muhtelif râ yekcâ beperdâzem

Böylece her üç ayrı taksiti bir arada ödemek zorundaydım. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre)

به این ترتیب مجبور بودم ماه به ماه ، سه قسط مختلف را یکجا بپردازم

Hodâvend hîçvakt heme-i ârizûhâ râ yekcâ ber âverde nemîkoned

Allah hiçbir zaman her dileği bir arada yerine getirmez. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 71)

خداوند هیچوقت همهء آرزوها را یکجا بر آورده نمی کند

5. toptan.

Neft, birinc, filfil, zerdçûbe ve hettâ kibrît râ bâyed yekcâ harîd kerd

Gaz, pirinç, biber, zerdeçal hatta kibriti bile toptan almak lâzım. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 232)

برنج ، فلفل ، زردچوبه و حتیکبیرت را باید یکجا خرید کرد

یکجا

yekdiger: [yek + diger] birbiri.

Mujgân-i tu tâ tîg-i cihângîr ber âverd

Bes kuşte-i dilzinde ki ber yekdiger uftâd

Kirpiklerin dünyayı fetheden kılıçlarını çekince, gönlü uyanık nice âşığın ölüsü birbirinin üstüne yığıldı kaldı. (Hâfız)

مژگان تو تا تیغ جهانگیر بر آورد

بس کشتهء دل زنده که بر یکدگر افتاد

یکدگر

yekdîger: [yek + dîger] birbiri.

Der gam u şâdî-yi yekdîger şerîk bûdend

Birbirlerinin üzüntü ve sevincine ortaktılar. (Girdâb)

در غم و شادیء یکدیگر شریک بودند

Rûzî ki nihâl-i omr-i men kende şeved,

Veczâm zi yekdiger perâkende şeved,

Ger zanki sorâhi’î konend ez gil-i men,

Hâlî ki zi bâde por konî, zinde şeved.

Ömrümün fidanı bir gün sökülünce,

Parçalarım birbirinden dağılınca,

Yaparlarsa toprağımdan bir sürahi,

Dirilecektir bâde ile dolunca. (Hayyâm)

روزی که نهال عمر من کنده شود

واجزام ز یکدگر پراکنده شود

گر زانکه صراحی ای کنند از گل من

حالی که باده پرکنی زنده شود

یکدیگر

yekrîz: [yek + rîhten > rîz] 1. ardarda, boyuna, durmadan. 2. tek tip, aynı şekilde.

یکریز

yeksân: [yek + sân] 1. benzer. 2. aynı, farksız, eşit, aynı şekilde, bir.

Nerh-i nân der temâm-i şehr bâyed yeksân bâşed

Ekmek fiyatı bütün şehirde aynı olmalı. (Şovher-i Âhû Hanum)

نرخ نان در تمام شهر باید یکسان باشد

3. biteviye, tekdüze. 4. birlikte.

Der terâzû her do râ yeksân keşend

Zanki an her do çu cism u can hoşend

Terazide ikisini birden tartarlar

Çünkü ikisi cisim ile can gibi hoşturlar. (Mesnevi)

در ترازو هر دو را یکسان کشند

زانکه آن هر دو چو جسم و جان خوشند

یکسان

yeksûne: [yek + sûn + e] 1. düz. 2. eşit, bir. 3. tekdüze, biteviye.

یکسونه

yekî: [yek + î] 1. bir.

Zulfet hezâr dil be yekî târe mû bebest

Râh-i hezâr çâreger ez çâr sû bebest

Zülüflerin bir teliyle bir gönlü bağladı. Böyle olunca bin çare yolu dört bir yandan kapanmış oldu. (Hâfız)

زلفت هزار دل بیکی تاره مو ببست

راه هزار چاره گر از چار سو ببست

2. birlik, teklik. 3. bir zaman. 4. bir kez. 5. biri, birisi. 6. aynı, eşit.

Çun tehâret nebuved, Ka’be vu buthâne yekîst

Nebuved hayr der an hâne ki ismet nebuved

Temizlik olmayınca Kâbe de bir, puthane de bir. Namus temizliği olmayan evde hayır mı olur. (Hâfız)

چون طهارت نبود ، کعبه و بتخانه یکی است

نبود خیر در آن خانه که عصمت نبود

یکی

yekî ez: -den biri.

İn tercume yekî ez nohostîn senedhâ-yi nesr-i fârsîst

Bu tercüme Farsça nesrin ilk belgelerinden biridir. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî)

این ترجمه یکی از نخستین سندهای نثر فارسی است

یکی از

yekî pes ez dîgerî: birbirinin ardısıra.

Der in movki’ âmûzgârân yekî pes ez dîgerî vârid mîşodend

Bu sırada öğretmenler birbiri ardısıra içeri giriyorlardı. (Âmûzgârî-i Men)

در این موقع آموزگاران یکی پس از دیگری وارد می شدند

یکی پس از دیگری

yekî der miyân: bir aralıkla.

یکی در میان

yekî dîger: 1. bir diğeri, bir başkası. 2. birbiri.

یکی دیگر

yekî yekî: bir bir, birer birer.

یکی یکی

yegân: 1. bir bir. 2. birler.

یگان

yegân yegân: bir bir, birer birer.

Yârân-i muvâfık heme ez dest şodend;

Der pây-i ecel yegân yegân pest şodend;

Bûdîm be yek şerâb der meclis-i omr;

Yek dovr zi mâ pîşterek mest şodend.

Kafa dengi dostlar hep elden gittiler;

Ecelin ayağı altında bir bir çiğnendiler.

Elimizde şarap, ömür meclisindeydik;

Bir tur evvel bizden, mest oldu gittiler. (Hayyâm)

یاران موافق همه از دست  شدند

در پای اجل یگان یگان پست شدند

بودیم بیک شراب در مجاس عمر

یک دور ز ما پیشترک مست شدند

یگان یگان

yegâne: tek, biricik, benzersiz, eşsiz.

Râbie yegâne duhter-i ka’b emîr-i belh bûd

Rabia, Belh emiri Ka’b’ın tek kızıydı. (Dâstânhâ-yi Dilengîz)

رابعه یگانه دختر کعب امیر بلخ بود

یگانه

 

 

 


 

FARSÇA ALFABETİK LİSTE

 

 

âher

آخر

âhir çi?

آخر چه

âhir

آخر

âhireş

آخرش

âhir-i kâr

آخر ِ کار

âhirîn

آخرین

âhirînbâr

آخرین بار

ân

آن

uhrâ

اخری

ân be ân

آن به آن

an dem ki

آن دم که

an nefes

آن نفس

an tovr

آن طور

an vakt

آن وقت

an vech

آن وجه

ân

آن

ânân

آنان

ancâ ki

آنجا که

âncâ

آنجا

ancâyî ki

آنجایی که

anç

آنچ

ançet

آنچت

ançi

آنچه

ançiki

آنچه که

ançki

آنچ که

ânçonan, ançenan

آن چنان

ançonânî

آن چنانی

ançonanki, ançenanki

آن چنان که

andîger

آن دیگر

andiger

آن دگر

ânen

آنا ً

anhem

آن هم

anhemçiki

آن همچه که

anheme

آن همه

ân-i mustakbel

آن مستقبل

ân-i vâhid

آن ِ واحد

ân-i

آن ِ

ankes

آن کس

ankocâ

آن کجا

anmovki

آن موقع

anrûz

آن روز

anser

آن سر

ansû

آن سو

anyekî

آن یکی

anzemân

آن زمان

andûn

آندون

antovr

آنطور

antovrki

آنطور که

ânifen

آنفا ً

ankadr, an kadar

آنقدر

ankadrki, an kadar ki

آنقدر که

ank

آنک

ankes ki

آنکس که

anki

آنکه

ankû

آنکو

engâr ki

انگار که

engâr ne engâr

انگار نه انگار

engârî ki

انگاری که

angâh

آنگاه

angeh

آنگه

angehki

آنگه که

angehem

آنگهم

angehî

آنگهی

angûn

آنگون

angûne

آنگونه

anhâ

آنها

ânî

آنی

âyâ

آیا

elif

ا

ibtidâ’

ابتدا ، ابتداء

ibtidâen

ابتداءً

ibtinâen

ابتناءً

ebedulâbâd

ابد الآباد

ebedulebed

ابد الابد

ebedulâbidîn

ابد الآبدین

ebeduddehr

ابد الدهر

ebedu’d-duhûr

ابد الدهور

ebeden

ابدا ً

ebediyyen

ابدیا ً

eber

ابر

ibkâen

ابقاءً

ebî

ابی

ittisâlen

اتصالا ً

ittifâk

اتفاق

ittifâk râ

اتفاق را

ittifâken

اتفاقا ً

etemm

اتم

esnâ’

اثناء

esnâ-yi

اثنای

icbâren

اجبارا ً

icmâ’en

اجماعا ً

icmâlen

اجمالا ً

icmâlî

اجمالی

ecma’ûn

اجمعون

ecma’în

اجمعین

ihtirâzen

احترازا ً

ihtirâmen

احتراما ً

ihtimâl-i karîb be yakîn

احتمال ِ قریب به یقین

ihtimâlen

احتمالا ً

ihtimâlî

احتمالی

ahadî

احدی

ahsen

احسن

ehyân

احیان

ihtisâren

اختصارا ً

ihtisâsen

اختصاصا ً

ehass

اخص

ahîr

اخیر

ahîren

اخیرا ً

er

ار

erçi

ارچه

erne

ارنه

ez

از

ez be ba’d

از  به بعد

ez eser-i

از اثر ِ

ez ezel

از ازل

ez âgâz

از آغاز

ez an

از آن

ez ân-i

از آن ِ

ez an be ba’d

از آن به بعد

ezancomle

از آن جمله

ezancihet

از آن جهت

ezan cihet ki

از آن جهت که

ezan cihetî ki

از آن جهتی که

ez an rû

از آن رو

ezan rû ki

از آن رو که

ezan ki

از آن که

ez ancâ ki

از آنجا که

ez ancâî ki

از آنجائی که

ezançi

از آنچه

ez ank

از آنک

ez evvel

از اول

ez evvel tâ âhir

از اول تا آخر

ez îder

از ایدر

ezin

از این

ezin bâbet

از این بابت

ezin bâbet ki

از این بابت که

ezin beba’d

از این به بعد

ez in pes

از این پس

ez in pîş

از این پیش

ezincânib

از این جانب

ez in comle

از این جمله

ezin cihet

از این جهت

ezin hays ki

از این حیث که

ez in dest

از این دست

ezinrû

از این رو

ezinsan

از این سان

ezinsû(y)

از این سوی

ez in kıbel

از این قبل

ezin kabîl

از این قبیل

ezin karâr

از این قرار

ez inki

از این که

ezin gozeşte

از این گذشته

ez in gûne

از این گونه

ezin lehâz

از این لحاظ

ezin heme

از این همه

ez in vech

از این وجه

ez incâ

از اینجا

ezinhâ gozeşte

از اینها گذشته

ez bâb-i

از باب ِ

ez bâbet-i

از بابت ِ

ez bâb-i numûne

از باب ِ نمونه

ezber

از بر

ez ber sûy

از بر سوی

ez berâyi

از برای

ez bes

از بس

ez be ki

از بس که

ez bon

از بن

ez bon-i dendân

از بن ِ دندان

ez bon-i gûş

از بن ِ گوش

ez bone

از بنه

ez behr-i

از بهرِ

ez behr-i çerâ

از بهر ِ چرا

ez behr-i çi

از بهر ِ چه

ez behr-i Hodâ

از بهر ِ خدا

ez behr-i Hodâ râ

از بهر ِ خدا را

ez behr-i Hodây

از بهر ِ خدای

ez bîh

از بیخ

ez bîh u bon

از بیخ و بن

ez pâ tâ be farak

از پا تا به فرق

ez pây tâ be fark

از پای تا به فرق

ez pes

از پس

ez poşt

از پشت

ez pey-i

از پی ِ

ez pey-i çîst

از پی ِ چیست

ez pey-i hem

از پی ِ هم

ez pîş

از پیش

ez pîş-i

از پیش ِ

ez serâ tâ be sureyyâ

از ثری تا به ثریا

ez cânib-i

از جانب ِ

ez cânib-i dîger

از جانب ِ دیگر

ez comle

از جمله

ez comle-i

از جملهء

ez comle-i inki

از جملهء اینکه

ez çendî be in taraf

از چندی به این طرف

ez çendî pîş bir süredir

از چندی پیش

ez çi

از چه

ez çi kıbel

از چه قبل

ez çi karâr

از چه قرار

ez çi memer

از چه ممر

ez çi nov’

از چه نوع

ez hıfz

از حفظ

ez hays-i

از حیث ِ

ez hâric

از خارج

ez hod

از خود

ez dil

از دل

ez dil u cân

از دل و جان

ez dîrbâz

از دیرباز

ez dîger sû

از دیگر سو

ez râh-i

از راه ِ

ez reh-i sûret

از ره ِ صورت

ez rû

از رو

ez rûy-i

از روی ِ

ez rûy-i icbâr

از روی اجبار

ez rûy-i hem

از روی هم

ez zemîn tâ âsmân

از زمین تا آسمان

ez zûr-i

از زور ِ

ez ser

از سر

ez ser-i

از سر ِ

ez ser-i dest

از سر ِ دست

ez ser-i ragbet

از سر ِ رغبت

ez ser-i zarûret

از سر ِ ضرورت

ez ser-i gurûr

از سر ِ غرور

ez ser-i nev

از سر ِ نو

ez ser tâ pâ

از سر تا پا

ez sûy-i dîger

از سوی دیگر

ez taraf-i

از طرف ِ

ez taraf-i dîger

از طرف ِ دیگر

ez tarîk-i

از طریق ِ

ez tûl

از طول

ez idâd-i

از عداد ِ

ez amdâ

از عمدا

ez kâf tâ kâf

از قاف تا قاف

ez kıbel-i

از قبل ِ

ez kabîl-i

از قبیل ِ

ez kadîm

از قدیم

ez karâr-i malûm

از قرار ِ معلوم

ez karârî ki

از قراری که

ezkazâ

از قضا

ez kocâ

از کجا

ez kocâ tâ kocâ

از کجا تا کجا

ez kocâ ma’lûm

از کجا معلوم

ez kerân be kerân

از کران به کران

ez kesî gozeşte

از کسی گذشته

ez kelle-i seher tâ bûk-i seg

از کلهء سحر تا بوق سگ

ez kon fekân

از کن فکان

ez gezâf

از گزاف

ez lehâz-i

از لحاظ

ez lahzeî ki

از لحظه ای که

ez moddethâ pîş

از مدت ها پیش

ez moddetî be in taraf

از مدتی به این طرف

ez miyân-i cân

از میان ِ جان

ez nâgâh

از ناگاه

ez nâgeh

از ناگه

ez nâgehân

از ناگهان

ez nohost

از نخست

ez nişâf

از نشاف

ez nazar-i

از نظر ِ

ez nazargâh-i

از نظرگاه ِ

ez nokte-i nazar-i

از نقطهء نظر ِ

ez nev

از نو

ez her bâb

از هر باب

ez her cihet

از هر جهت

ez her hays

از هر حیث

ez her sû

از هر سو

ez her lehâz

از هر لحاظ

ez hem

از هم

ez hem eknun

از هم اکنون

ez heman pâ

از هما پا

ez heman evvel

از همان اول

ez heman rûz-i evvel

از همان روز اول

ez hemân hemîşegî

از همان همیشگی

ez heme rûy

از همه روی

ez hemin eknun

از همین اکنون

ez hemin hâlâ

از همین حالا

ez vâsite-i

از واسطهء

ez vaktî

از وقتی

ez vaktî ki

از وقتی که

ez yâ tâ elif

از یا تا الف

ez yek rû

از یک رو

ez yek rûy

از یک روی

eztâ

ازتا

izâ

ازاء

ezeş

ازش

ezel

ازل

ezel be ezel

ازل به ازل

ezû

ازو

ezîrâ

ازیرا

ezîrâ kocâ

ازیرا کجا

ezîrâ ki

ازیرا که

ezîrâk

ازیراک

ezîşan

ازیشان

ezin

ازین

ezin pes

ازین پس

ez incâ

ازین جا

ez in cihet

ازین جهت

ezin rû

ازین رو

ezinsan

ازین سان

ezin sipes

ازین سپس

ezin sûy

ازین سوی

ez in tirâz

ازین طراز

ezin kıbel

ازین قبل

ezin karâr

ازین قرار

ezin gûne

ازین گونه

esâsen

اساسا ً

istisnâen

استثناءً

istisnâ’ât be kenâr

استثنائات به کنار

istinâden

استنادا ً

esre’

اسرع

istimrâren

اسمرارا ً

eshel

اسهل

eshel-i tarîk

اسهل ِ طریق

اش

işâreten

اشارتا ً

aslen

اصلا ً

usûlen

اصولا ً

izâfeten

اضافتا ً

iztirâren

اضطرارا ً

iztirârî

اضطراری

e’amm

اعم

e’amm ez inki

اعم از اینکه

agleb

اغلب

agleb-i ovkât

اغلب ِ اوقات

agleb-i ihtimâl

اغلب احتمال

agleben

اغلبا ً

efzûn

افزون

efzûn ber in

افزون بر این

efzûn u kemî

افزون و کمی

akselgâye

اقصی الغایه

ekall

اقل

ekall u ekser

اقل و اکصر

ekallen

اقلا ً

ekser

اکثر

ekser-i ovkât

اکثر ِ اوقات

ekseru min en yuhsâ

اکثر من أن یحصی

ekseren

اکثرا ً

ekseruhum

اکثرهم

ekserî

اکثری

ekseriyyâ

اکثریا

ekmel

اکمل

eknûn

اکنون

eknûn ki

اکنون که

eknûn hem

اکنون هم

eger

اگر

eger çonançi

اگر چنانچه

egerçend

اگر چند

eger hîç

اگر هیچ

egeret

اگرت

egerçi

اگرچه

egerne

اگرنه

elâ

الا

illâ

الا

elâ ey

الا ای

elâ tâ

الا تا

illâ vebillâ

الا و بلا

elâ yâ

الا یا

elâ yâ eyyuhâ

الا یا ایها

el’ânestki

الآن است که

ilâ

الی

ilâ ecelin

الی أجل

ilâ ecelin karîb

الی أجل قریب

ilâ ecelin musemmen

الی أجل مسمی

ilâ ecelin ma’lûmin

الی أجل معلوم

ilâ âhir

الی آخر

ilâ âhirihi

الی آخریه

ilâ hâl

الی حال

ilâ hînin

الی حین

ilâ zemâninâ hâzâ

الی زماننا هذا

ilâ gayrinnihâye

الی غیر النهایه

ilâ gayri zâlik

الی غیر ذلک

ilâ mâşâ’allâh

الی ماششاء الله

ilâ yevm

الی یوم

ilâ yevmi’l-kıyâm

الی یوم القیام

ilâ yevminâ hâzâ

الی یومنا هذا

elyevm

الیوم

emmâ

اما

emmâ ne ankadr ki

اما نه آنقدر که

imrûz

امروز

imrûz ki

امروز که

imrûz u ferdâ

امروز و فردا

ems

امس

imşeb

امشب

imşebî

امشبی

imşebîn

امشبین

endâze

اندازه

ender

اندر

ender ezel

اندر ازل

ender pey-i

اندر پی ِ

ender hakk-i

اندر حقّ ِ

ender mâ mezâ

اندر ما مضی

endervakt

اندر وقت

enderû

اندرو

enderûn

اندرون

enderin

اندرین

endek

اندک

endek endek

اندک اندک

endekî

اندکی

endekî ba’d

اندکی بعد

enderûn u birûn

اندورن و بیرون

insâfen

انصافا ً

ehl-i kocâ

اهل ِ کجا

û

او

evâhir

اواخر

evâsit

اواسط

evân

اوان

evâyil

اوایل

evâil

اوائل

âverî

آوری

evvel

اول

evvelâhir

اول آخر

evvel ez heme

اول از همه

evvel ez heme çîz

اول از همه چیز

evvel ve âhir

اول و آخر

evvelen

اولا ً

evlâ’

اولاء

ey

ای

ey anki

ای آنکه

ey besâ

ای بسا

ey besî

ای بسی

eybesî

ای بسی

ey honok

ای خنک

ey hoş

ای خوش

ey hoşâ

ای خوشا

ey dirîg

ای دریغ

ey dirîgâ

ای دریغا

eykâş

ای کاش

eykâş ki

ای کاش که

ey ki

ای که

ilânihâye

ای نهابه

eyvâ

ای وا

ey vây

ای وای

ey vây

ای وای

eyâ

ایا

eyyâm

ایام

îç

ایچ

îder

ایدر

îdûn

ایدون

ezîrâ

ایزیرا

îşân

ایشان

în

این

eyne

أین

în est

این است

eyne’s-serâ ve’s-sureyyâ

این الثری و الثریا

in evâhir

این اواخر

inbâr

این بار

in bûd ki

این بود که

in cânib

این جانب

incâygeh

این جایگه

in cumle

این جمله

in cihân

این جهان

inçenin, inçonin

این چنین

in çi ki

این چه که

indef’e

این دفعه

in dem

این دم

in zemân

این زمان

in ser

این سر

in sefer

این سفر

in kabîl

این قبیل

in kadr, in kadar

این قدر

ingûne

این گونه

in nişân

این نشان

in nefes

این نفس

in namat

این نمط

in nev’

این نوع

in hem

این همه

in u ân

این و آن

inver

این ور

inver u ânver

این ور و آن ور

inyekî

این یکی

înân

اینان

inâhaş

ایناهاش

înet, înt

اینت

incâ

اینجا

incûr

اینجور

incûrî

اینجوری

inçî

اینچی

intovr

اینطور

înek

اینک

in ki

اینکه

eynemâ

أینما

inhâ

اینها

eyyuhâ

ایّها

eyvâh

ایواه

beder

بدر

با

bâ ihtisâb-i

با احتساب ِ

bâ ihtimâl-i ziyâd

با احتمال ِ زیاد

bâ istinâd be

با استناد به

bâ işâre be

با اشاره به

bâ ançi

با آنچه

bâ ançi ki

با آنچه که

bâ anki

با آنکه

bâ in tertîb

با این ترتیب

bâ in tefâvut ki

با این تفاوت که

bâ in hâl

با این حال

bâ ingûne

با این گونه

bâ in heme

با این همه

bâ in vasf

با این وصف

bâ in ki

با اینکه

bâ tekye ber

با تکیه بر

bâ tekye ber inki

با تکیه بر اینکه

bâ temâm-i in ehvâl

با تمام ِ این احوال

bâ temâm-i kuvâ

با تمام ِ قوا

bâ teveccuh be

با توجه به

bâ hiyâl-i âsûde

با خیال ِ آسوده

bâ hiyâl-i inki

با خیال ِ اینکه

bâ şiddet-i

با شدت

bâ kutr-i

با قطر ِ

bâ kemâl-i

با کمال ِ

bâ kemâl-i teaccub

با کمال ِ تعجب

bâ kemâl-i dikkat

با کمال ِ دقت

bâ kemâl-i meyl

با کمال ِ میل

bâ ki

با که

bâ maslahat

با مصلحت

bâ hemrâh-i

با همراه ِ

bâheme-i inki

با همهء اینکه

bâ vucûd-i

با وجود

bâ vucûd-i an

با وجود ِ آن

bâ vucûd-i ân ki

با وجود ِ آنکه

bâ vucûd-i inki

با وجود ِ اینکه

bâ vucûd-i in

با وجود این

bâ vucûdî ki

با وجودی که

bâ vasf-i anki

با وصف ِ آنکه

bâb

باب

bâbet-i

بابت ِ

bâr

بار

bâr-i evvel

بار ِ اوّل

bâr-i dîger

بار ِ دیگر

bâre

باره

bârhâ

بارها

bârhâ-yi evvel

بارهای اول

bârî

باری

bâz

باز

bâz anki

باز آنکه

bâz pes

باز پس

bâzpesîn

باز پسین

bâz dîger

باز دیگر

bâzgûne

باز گونه

bâz hem

بازهم

bâjgûne

باژگونه

bâşed ki

باشد که

bâşgûne

باشگونه

be istilâh

باصطلاح

bâtinen

باطنا ً

bâlâ

بالا

bâlâ vu pest

بالا و پست

bâlâ vu zîr

بالا و زیر

bâlâter ez an

بالاتر از آن

bâlâter ez heme

بالاتر از همه

bilâhere

بالاخره

bâlâ-yi ser

بالای سر

bittebe’

بالتبع

bittemâm

بالتمام

bilcumle

بالجمله

bilhâsse

بالخاصه

bilhusûs

بالخصوص

bizzât

بالذات

bi’s-seviyyeti

بالسویه

bisserâhe

بالصراحه

bizzarûre

بالضروره

bittab’

بالطبع

bittav’i verragbe

بالطوع و الرغبه

bil’araz

بالعرض

bil’aşiyy

بالعشی

bil’aşiyyi velebkâr

بالعشی و الابکار

bi’l-aşiyyi vel’işrâk

بالعشی و الاشراق

bil’aks

بالعکس

bâligen mâ belaga

بالغا ً ما بلغ

bilgadâveti vel’aşiyyi

بالغداوه والعشی

bilguduvvi vel’âsâl

بالغدو و و الآصال

bilfitre

بالفطره

bilfi’l

بالفعل

bilkat’

بالقطع

bilkuvve

بالقوه

bilkull

بالکل

bilkulliyye

بالکلیه

bilmeâl

بالمآل

bilmerre

بالمرّه

bilmusâvât

بالمساوات

bilmuşâfehe

بالمشافهه

bilmuzâ’af

بالمضاعف

bilmunâsefe

بالمناصفه

binnetîce

بالنتیجه

binnisbe

بالنسبه

bâmdâd

بامداد

bâmdâdân

بامدادن

bâmdâdî

بامدادی

bâmgâh

بامگاه

bâmgeh

بامگه

bâhaş

باهاش

bâhem

باهم

be to

بتو

bed

بد

bedan

بدان

bedan sebeb

بدان سبب

bedan sebeb ki

بدان سبب که

bedânsû

بدان سو

bedan vakt

بدان وقت

bedansân

بدانسان

bedbahtâne

بدبختانه

bedter

بدتر

bedter ez an

بدتر از آن

bedter ez heme

بدتر از همه

bed cûrî

بدجوری

bedû

بدو

bedûn-i

بدون

bedûn-i irâde

بدون ِ اراده

bedûn-i anki

بدون ِ آنکه

bedûn-i in ki

بدون ِ اینکه

bedûn-i tekelluf

بدون ِ تکلف

bedûn-i çûn u çerâ

بدون ِ چون و چرا

bedûn-i şobhe

بدون ِ شبهه

bedûn-i şek

بدون ِ شک

bedûn-i kem u ziyâd

بدون ِ کم و زیاد

bedûn-i hedef

بدون ِ هدف

bidûni vakfe

بدون ِ وقفه

bedûn-i esâs

بدون اساس

bidûni fâsile

بدون فاصله

bedûn-i kem u kâst

بدونِ کم و کاست

bedin tertîb

بدین ترتیب

bedin cihet

بدین جهت

bedin hisâb

بدین حساب

bedinhâtir

بدین خاطر

bedin sebeb

بدین سبب

bedin şîve

بدین شیوه

bedin tarîk

بدین طریق

bedin illet

بدین علت

bedin kadar

بدین قدر

bedin karâr ki

بدین قرار که

bedin lehâz

بدین لحاظ

bedin ma’nîki

بدین معنی که

bedin vech ki

بدین وجه که

bedin vesîle

بدین وسیله

bedincâ

بدینجا

bedinsan

بدینسان

bedingûne

بدینگونه

bedîhî

بدیهی

bedîhîst

بدیهی است

bizâtihi

بذاته

ber

بر

ber eser-i

بر اثر ِ

ber esâs-i

بر اساس ِ

ber in kıyâs

بر این قیاس

ber bîhude

بر بیهده

ber pâye-i

بر پایهء

berpey-i

بر پی ِ

ber tefâvut

بر تفاوت

ber cây

بر جای

ber cây-i

بر جای ِ

ber cihet-i

بر جهت ِ

ber haseb-i

بر حسب ِ

ber haseb-i ittifâk

بر حسب ِ اتفاق

ber hasb-i zâhir

بر حسب ِ ظاهر

ber haseb-i fikr

بر حسب ِ فکر

ber haseb-i maslahat

بر حسب ِ مصلحت

ber hilâf-i

بر خلاف ِ

ber dest-i

بر دست ِ

ber rûy-i

بر روی

ber rûy-i hem

بر روی هم

bersân-i

بر سان ِ

ber şuref-i

بر شرف ِ

ber zıdd-i

بر ضدّ ِ

ber tibk-i

بر طبق

ber tarz-i

بر طرز ِ

ber tavr-i

بر طور ِ

ber zâhir

بر ظاهر

ber aks

بر عکس

ber ilâve

بر علاوه

ber ferâz-i

بر فراز ِ

ber farz ki

بر فرض که

ber farz hem ki

بر فرض هم که

ber fovr

بر فور

ber kemâl

بر کمال

ber gird-i

بر گرد ِ

ber muktezâ-yi

بر مقتضای امر

ber melâ

بر ملا

ber mûcib-i

بر موجب ِ

ber nehc-i

بر نهج ِ

ber hem

بر هم

ber vech-i

بر وجه ِ

ber vech-i âtî

بر وجه ِ آتی

ber vech-i icmâl

بر وجه ِ اجمال

ber vech-i iştirâk

بر وجه ِ اشتراک

ber vech-i ekmel

بر وجه ِ اکمل

ber vech-i bâlâ

بر وجه ِ بالا

ber vech-i dilhâh

بر وجه ِ دلخواه

ber vech-i zeyl

بر وجه ِ ذیل

ber vech-i zîr

بر وجه ِ زیر

ber vech-i muharrer

بر وجه ِ محرر

ber vech-i meşrûh

بر وجه ِ مشروح

ber vech-i mukerrer

بر وجه ِ مکرّر

ber vech-i yesîr

بر وجه ِ یسیر

ber vefk-i

بر وفق ِ

ber vefk-i dilhâh

بر وفق ِ دلخواه

ber vefk-i murâd

بر وفق ِ مراد

ber vefk-i merâm

بر وفق ِ مرام

berâber

برابر

berâyi

برای

bire’yil’ayn

برأی العین

berâyi evvelîn bâr

برای اولین بار

berâyi in ki

برای اینکه

berây-i âherînbâr

برای آخرین بار

berâyi anki

برای آنکه

berâyi çi

برای چه

berâyi rizâ-yi Hodâ

برای رضای خدا

berâyi kesî

برای کسی

berâyi maslahat

برای مصلحت

berâyi ma’lûmât

برای معلومات

berây-i nohostîn bâr

برای نخستین بار

berâyi hemîşe

برای همیشه

berter

برتر

berhord

برخورد

berhord bâ

برخورد با

berhî

برخی

berem

برم

birûn, burûn

برون

bes

بس

bes ki

بس که

bes

بسا

besân-i

بسان ِ

besânî

بسانی

besteser

بسته سر

besır

بسرّ

besezâ

بسزا

besî

بسی

bisyâr

بسیار

bisyâr hûb

بسیار خوب

bisyârî

بسیاری

bitab

بطع

ba’d

بعد

ba’de bu’din

بعد َ بعد

ba’de ez

بعد از

ba’d ez an

بعد از آن

ba’d ez anki

بعد از آنکه

ba’d ez in

بعد از این

ba’d ez in ki

بعد از اینکه

ba’d ez çendî

بعد از چندی

ba’d ez çendîn sâl

بعد از چندین سال

ba’d ez zevâl

بعد از زوال

ba’d ez zohr

بعد از ظهر

ba’d ez kemî

بعد از کمی

ba’d ez lehzeî

بعد از لحظه ای

ba’d ez muddetî

بعد از مدتی

ba’d ez muddetî medîd

بعد از مدتی مدید

ba’d ez neved u bûkî

بعد از نود و بوقی

ba’d ez hergiz

بعد از هرگز

ba’delyevm

بعد الیوم

ba’de ummetin

بعد امه

ba’de harâbi’l-Basra

بعد خراب البصره

ba’dezâ

بعد ذا

ba’dezâlik

بعد ذلک

ba’de zemânin

بعد زمان

ba’demâ

بعد ما

ba’demâ ki

بعد ما که

ba’de vâhid

بعد واحد

ba’den

بعدا ً

ba’dehu

بعده

ba’dehâ

بعدها

ba’dhem

بعدهم

ba’dî

بعدی

ba’zi

بعض

ba’zî

بعضی

ba’zî ovkât

بعضی اوقات

ba’zî mevâki

بعضی مواقع

bi-emdâ

بعمدا

bi-unfi

بعنف

ba’îdulihtimâl

بعید الاحتمال

ba’îdulvukû’

بعید الوقوع

bi’aynihi

بعینه

bi’aynihâ

بعینها

bagal

بغل

bagal dest

بغلدست

bagalî

بغلی

bigayri

بغیر

bigayrilhakki

بغیر الحقّ

bigayri hisâb

بغیر حساب

bigayri hakkin

بغیر حق

bigayri ilm

بغیر علم

befehmî nefehmî

بفهمی نفهمی

bikaderin

بقدر

bikadri

بقدر

bikadrilimkân

بقدر الامکان

bakiyye

بقیه

bukreten

بکرۃ

bukreten ve asîlen

بکرۃ و اصیلا ً

bukreten ve aşiyyen

بکرۃ و عشیا ً

bel

بل

bilâ

بلا

bilâ istisnâ

بلا استثنا

bilâ intizâr

بلا انتظار

bilâ’inkıtâ’

بلا انقطاع

bilâte’hîr

بلا تأخیر

bilâte’emmul

بلا تأمل

bilâterdîd

بلا تردید

bilâtevekkuf

بلا توقف

bilâcihet

بلا جهت

bilâsebeb

بلا سبب

bilâşart

بلا شرط

bilâşek

بلا شک

bilâtâil

بلا طائل

bilâ’ivez

بلا عوض

bilâ fâsile

بلا فاصله

bilâfâyide

بلا فایده

bilâfasl

بلا فصل

bilâkayd

بلا قید

bilâmukaddeme

بلا مقدمه

bilâvâsite

بلا واسطه

bilâ vesîle

بلا وسیله

bilâşubhe

بلای شبهه

belki

بلکه

belkî

بلکی

bele

بله

belâ

بلی

belî

بلی

bimisli

بمثل

bon

بن

benâber

بنا بر

benâberan

بنا بر آن

benâberançi

بنا بر آنچه

benâberin

بنا برین

benâbe

بنا به

binâ be akîde-i

بنا به عقیده

binâen alâhâzâ

بناء علی هذا

be

به

beh

به

bih

به

be ittifâk-i

به اتفاق ِ

be ihtimâl-i akreb

به احتمال ِ اقرب

be ihtimâl-i karîb be yakîn

به احتمال ِ قریب به یقین

be ihtimâl-i kavî

به احتمال ِ قوی

be ihtimâl-i makrûn be hakîkat

به احتمال ِ مقرون به حقیقت

be ihtimâl-i nezdîk be yakîn

به احتمال ِ نزدیک به یقین

be ihtisâr

به اختصار

bih ez

به از

be izâ-yi

به ازای

be istisnâ-yi

به استثنای

be ism-i

به اسم ِ

be ıstılâh

به اصطلاح

be izâfe-i

به اضافهء

be akselgâye

به اقصی الغایه

be akvâ ihtimâl

به اقوی احتمال

be omîd-i inki

 به امید ِ اینکه

be endâze

به اندازه

be endâzeî ki

به اندازه ای که

be endâze-i

به اندازهء

be endâze-i kâfî

به اندازهء کافی

be ender

به اندر

be enderûn

به اندرون

be in tertîb

به این ترتیب

be in zûdî

به این زودی

bein sebeb

به این سبب

be in şart ki

به این شرط که

be in sûret ki

به این صورت

be in sûret ki

به این صورت که

be in gûne

به این گونه

be in vesîle

به این وسیله

be in ki

به اینکه

be besî

به بسی

be behâne-i inki

به بهانهء اینکه

be bîhûde

به بیهوده

be tâzegî

به تازگی

be tertîb

به ترتیب

be tertîb-i

به ترتیب ِ

be tacîl

به تعجیل

be tefârîk

به تفاریق

be tafsîl

به تفصیل

be takrîb

به تقریب

be temâm-i ma’nî

به تمام ِ معنی

be tenâsub

به تناسب

be tondî

به تندی

be tenhâyî

به تنهایی

be tevessut-i

به توسط ِ

be câ

به جا

becây-i

به جای

be cây-i anki

به جای آنکه

be câyi in ki

به جای اینکه

be cây-i hod

به جای خود

be coz

به جز

be coz ez

به جز از

be coz ez anki

به جز از آنکه

be comlegî

به جملگی

be cenb-i

به جنب ِ

be cihet-i

به جهت ِ

be çi âyîn

به چه آیین

be çi derece

به چه درجه

be çi delîl

به چه دلیل

be çi sebeb

به چه سبب

be çi illet

به چه علت

be çi munâsebet

به چه مناسبت

be hadd-i kâfî

به حد کافی

be hads-i karîb be yakîn

به حدس قریب به یقین

be haddî ki

به حدّی که

be hakk-i

به حق ِ

be hokm-i

به حکم ِ

be hokm-i anki

به حکم ِ آنکه

be hays-i

به حیث ِ

be hâtir-i

به خاطر ِ

be hâtir-i inki

به خاطر ِ اینکه

be husûs

به خصوص

be hulûs

به خلوص

be hâst-i

به خواست ِ

be hûbî

به خوبی

be hûbî-yi

به خوبیء

behodi-yi hod

به خودی خود

be hiyâl-i hod

به خیال ِ خود

be hiyâl-i hodeş

به خیال ِ خودش

be hiyâl-i vâhî

به خیال ِ واهی

be hiyâl-i inki

به خیال اینکه

be hiyâlet

به خیالت

be derâzâ-yi

به درازای

be dorostî

به درستی

be defe’ât

به دفعات

be delîl-i

به دلیل ِ

be delîl-i anki

به دلیل ِ آنکه

be delîl-i in ki

به دلیل ِ اینکه

be donbâl-i

به دنبال ِ

be dîger sohen

به دیگر سخن

be râbite

به رابطه

be râhetî

به راحتی

berâstâ

به راستا

be râstâ-yi

به راستای

be râstî

به راستی

be resm-i

به رسم ِ

be resm-i şûhî

به رسم ِ شوخی

be ragbet

به رغبت

be ragm-i

به رغم ِ

be rûy-i

به روی

bih zi

به ز

be zûdî

به زودی

be sâ’et

به ساعت

be sâl-i

به سال ِ

be sebeb-i

به سبب ِ

be sohen-i dîger

به سخن دیگر

be sur’et

به سرعت

be zur’et-i herçi temâmter

به سرعت هرچه تمام تر

be sezâ

به سزا

be sa’y

به سعی

be sa’y-i

به سعی ِ

be sa’y u ihtimâm-i

به سعی و اهتمام ِ

be sûy-i

به سوی

be şiddet

به شدت

be şerh

به شرح

be şart-i

به شرط

be şart-i anki

به شرط ِ آنکه

be şart-i inki

به شرط ِ اینکه

be şartî ki

به شرطی که

be şeklî ki

به شکلی که

be serâhet

به صراحت

be sirf-i anki

به صرف آنکه

be sirf-i inki

به صرف اینکه

be sûret

به صورت

be sûret-i

به صورت ِ

be zarûret

به ضرورت

be zamîme

به ضمیمه

be zamîme-i

به ضمیمهء

be tarz-i

به طرز ِ

be taraf-i

به طرف ِ

be taraf-i dîger

به طرف ِ دیگر

be tarîk-i

به طریق ِ

be tovr-i

به طور ِ

be tovr-i ittifâk

به طور ِ اتفاق

be tovr-i icmâl

به طور ِ اجمال

be tovr-i ehass

به طور ِ اخص

be tovr-i iztirârî

به طور ِ اضطراری

be tovr-i tesâduf

به طور ِ تصادف

be tovr-i takrîb

به طور ِ تقریب

be tovr-i hatm

به طور ِ حتم

be tovr-i tabî’î

به طور ِ طبیعی

be tovr-i kat’

به طور ِ قطع

be tovr-i kâmil

به طور ِ کامل

be tovr-i kullî

به طور ِ کلّی

be tovr-i misâl

به طور ِ مثال

be tovr-i mucmel

به طور ِ مجمل

be tovr-i muhtemel

به طور ِ محتمل

be tovr-i mahfî

به طور ِ مخفی

be tovr-i mustakil

به طور ِ مستقل

be tovr-i mustakîm

به طور ِ مستقیم

be tovr-i musellem

به طور ِ مسلم

be tovr-i muvekkat

به طور ِ موقت

be tovr-i nâgehânî

به طور ِ ناگهانی

be tovr-i yekcâ

به طور ِ یکجا

be tovrî ki

به طوری که

be tov’

به طوع

be tov’ u ragbet

به طوع و رغبت

be tûl

به طول

be zâhir

به ظاهر

be âkibet

به عاقبت

be ibâret-i uhrâ

به عبارت ِ اخری

be ibâret-i dîger

به عبارت ِ دیگر

be ibâretî

به عبارتی

bi’ibâretin uhrâ

به عباره اخری

be ozr-i inki

به عذر ِ اینکه

be azm-i

به عزم ِ

be ilâve

به علاوه

be ilâve -i

به علاوهء

be illet-i

به علّت ِ

be illet-i inki

به علت ِ اینکه

be ilel-i gûnâgûn

به علل ِ گوناگون

be amd

به عمد

be unvân-i âhirîn

به عنوان ِ آخرین

be unvân-i misâl

به عنوان ِ مثال

be ivez-i

به عوض ِ

be ivez-i anki

به عوض ِ آنکه

be ivez-i inki

به عوض ِ اینکه

be gâyet

به غایت

be gayr-i

به غیر

be gayr ez

به غیر از

be fâsile

به فاصله

be ferâgbâl

به فراغبال

be ferâvânî

به فراوانی

be kadr-i

به قدر ِ

be kadrî ki

به قدری که

be karâr-i

به قرار

be karâr-i zeyl est

به قرار ِ ذیل است

be karâr-i her rûz

به قرار ِ هر روز

be karârî ki

به قراری که

be karîb

به قریب

be karîne

به قرینه

be kısmî

به قسمی

be kısmî ki

به قسمی که

be kasd-i

به قصدِ

be kasd-i an ki

به قصد ِ آنکه

be kasd-i koşten

به قصد ِ کشتن

be kutr-i

به قطر ِ

be kat’

به قطع

be kovl-i

به قول ِ

be kirdâr-i

به کردار ِ

be kollî

به کلّی

be kemâl-i

به کمال ِ

be kenâr-i

به کنار ِ

be lehâz-i

به لحاظ ِ

be mânend-i

به مانند ِ

be meblag-i

به مبلغ ِ

be mesâbe-i

به مثابهء

be misl-i

به مثل ِ

be mesel

به مثل

be mucerred-i

به مجرد ِ

be mucerred-i

به مجرد ِ

be mucerred-i in ki

به مجرد اینکه

be mucerredî ki

به مجردی که

be mahz

به محض

be mahz-i

به محض ِ

be mahz-i an ki

به محض ِ آنکه

be mahz-i in ki

به محض ِ اینکه

be merrât

به مرات

be merâtib

به مراتب

be mirâr

به مرار

be murûr

به مرور

be murûr-i eyyâm

به مرور ِ ایام

be mikdâr-i

به مقدار ِ

be maksad-i

به مقصد

be mukerrer

به مکرر

be munâsebet

به مناسبت

be munâvebet

به مناوبت

be menzûr-i

به منظور ِ

be menzûr-i inki

به منظور ِ اینکه

be muvâcehe

به مواجهه

be mûcib-i

به موجب ِ

be movki’

به موقع

be nâhak

به نا حق

be nâhâst

به نا خواست

be nâgâh

به نا گاه

be nahv-i

به نحو ِ

be nahv-i etemm

به نحو ِ اتم

be nahv-i ahsen

به نحو ِ احسن

be nahv-i ekmel

به نحو ِ اکمب

be nahvî

به نحوی

be nahvî ki

به نحوی که

be nermî

به نرمی

be nezdîk-i

به نزدیک ِ

be nisbet-i

به نسبت ِ

be nizâm

به نظام

be nazar-i

به نظر ِ

be nef’-i

به نفع ِ

be nakl ez

به نقل از

be novbet

به نوبت

be novbe-i hod

به نوبهء خود

be nov’î

به نوعی

be her tertîbî şode

به هر ترتیبی شده

be her takdîr

به هر تقدیر

be her hâl

به هر حال

be her rûy

به هر روی

be her sûret

به هر صورت

be her illetî

به هر علتی

be her kıymet

به هر قیمت

be her nahvî ki

به هر نحوی که

be hest u nîst

به هست و نیست

be heman endâze ki

به همان اندازه که

be heman tertîb

به همان ترتیب

be hemân tertîb ki

به همان ترتیب که

be heman nisbet

به همان نسبت

be hemrâh-i

به همراه ِ

be hemrâhî-yi

به همراهیء

be hemsâyegî-i

به همسایگیء

be heme-i ebvâb

به همهء ابواب

be hemin tertîb

به همین ترتیب

be hemin cihet

به همین جهت

be hemîn zûdîhâ

به همین زودیها

be hemin sebeb

به همین سبب

be hemin sûret

به همین صورت

be hemin minvâl

به همین منوال

be hengâm-i

به هنگام ِ

be hîçrûy

به هیچ روی

be hîç sûret

به هیچ صورت

be hîçgûne

به هیچ گونه

be hîç vech

به هیچ وجه

be vâcib

به واجب

be vâsite-i

به واسطهء

be vâsite-i anki

به واسطهء آنکه

be vâsite-i inki

به واسطهء اینکه

be vâki’

به واقع

be vech

به وجه

be vech-i

به وجه ِ

be vech-i etemm

به وجه ِ اتم

be vech-i gâlib

به وجه ِ غالب

be vesîle-i

به وسیلهء

be vufûr

به وفور

be vakt

به وقت

be vîje

به ویژه

beyekbâr

به یکبار

be yekbâregî

به یکبارگی

bihter

بهتر

bihter est

بهتر است

bihterîn

بهترین

behr-i

بهر ِ

behr-i…râ

بهر ِ  را

behr-i ân est

بهر ِ آن است

behr-i çi

بهر ِ چه

behem

بهم

behem

بهم

bû ki

بو که

bûk

بوک

bevey

بوی

بی

bî irâde

بی اراده

bî intihâ

بی انتها

bî endâze

بی اندازه

bî ank

بی آنک

bî ânki

بی آنکه

bî inki

بی اینکه

bî bedel

بی بدل

bî bedîl

بی بدیل

bî ber u bergerd

بی بر و برگرد

bî cihet

بی جهت

bî çon u çerâ

بی چون و چرا

bî had

بی حد

bî hadd u hasr

بی حد و حصر

bî hadd u kerân

بی حد و کران

bî hisâb

بی حساب

bî hilâf

بی خلاف

bî hod

بی خود

bî hod u bî cihet

بی خود و بی جهت

bî hodî

بی خودی

bî hiyâl

بی خیال

bî direng

بی درنگ

bî zevâl

بی زوال

bî şubhe

بی شبهه

bî şek

بی شک

bî şekk u reyb

بی شک و ریب

bî şekk u şubhe

بی شک و شبهه

bî şomâr

بی شمار

bî taraf

بی طرف

bî tarafâne

بی طرفانه

bî aded

بی عدد

bî kerân

بی کران

bî gâh

بی گاه

bî geh

بی گه

bî geh u geh

بی گه و گه

bî mubâlât

بی مبالات

bî muhâbâ

بی محابا

mahal

بی محل

bî mer

بی مر

bî muntehâ

بی منتها

bî movrid

بی مورد

bî movki

بی موقع

bî nazîr

بی نظیر

bî nihâyet

بی نهایت

bî hem

بی هم

bî hemâ

بی همال

bî hemtâ

بی همتا

bî vesîle

بی وسیله

bî vakfe

بی وقفه

bîrûn

بیرون

bîrûn ez

بیرون از

bîrûn ez had

بیرون از حد

bîrûnsû

بیرون سو

bîrûnî

بیرونی

bîş

بیش

bîş ez

بیش از

bîş ez an

بیش از آن

bîş ez endâze

بیش از اندازه

bîş ez anki

بیش از آنکه

bîş ez hemîşe

بیش از همیشه

bîş u kem

بیش و کم

bîş u noksân

بیش و نقصان

bîşter

بیشتر

bîşterî

بیشتری

bîşterîn

بیشترین

beyn

بین

bihude

بیهده

bîhûde

بیهوده

pâ ber câ

پا برجا

pâk

پاک

pâk u pûst kende

پاک و پوست کنده

pây-i

پای ِ

pâyân

پایان

pâyân-i kâr

پایان ِ کار

pâyânnâpezîr

پایان ناپذیر

pâye

پایه

pâyîn

پایین

pâîn

پائین

pedîdâr

پدیدار

por

پر

por ez

پر از

pes

پس

pes ez

پس از

pes ez ân

پس از آن

pes ez endekî

پس از اندکی

pes ez anki

پس از آنکه

pes ez in

پس از این

pes ez inki

پس از اینکه

pes ez çendî

پس از چندی

pes ez çend lahza

پس از چندی لحظه

pes ez zohr

پس از ظهر

pes ez lehzeî

پس از لحظه ای

pes ez lahtî

پس از لختی

pes angâh

پس آنگاه

pes angeh

پس آنگه

pes intovr

پس اینطور

pes-i perde

پس پرده

pes-i poşt

پس پشت

pes çi ki

پس چه که

pes sû

پس سو

pes u pîş

پس و پیش

pesâpîş

پسا پیش

pesâpes

پساپس

pest

پست

pestperde

پست پرده

pest pest

پست پست

pester

پستر

pesterek

پسترک

pesîn

پسین

pesîn ferdâ

پسین فردا

pesîngâh

پسینگاه

poşt

پشت

poşt-i ser-i hem

پشت ِ سر ِ هم

poşt-i hem

پشت ِ هم

poşt rû

پشت رو

poştrîz

پشت ریز

poşt-i ser

پشت سر

poştâpoşt

پشتاپشت

pinhân, penhân

پنهان

pinhân ez kesî

پنهان از کسی

pinhân u peydâ

پنهان و پیدا

pehlû

پهلو

pehlû be pehlû

پهلو به پهلو

pehlûgâh

پهلوگاه

pehlûgeh

پهلوگه

pehlû-yi hem

پهلوی هم

pehlûyî

پهلویی

pehn

پهن

pehnâ

پهنا

pehnâver

پهناور

pey, piy

پی

pey-i

پی ِ

pey der pey

پی در پی

peyrîz

پی ریز

pey-i hem

پی هم

peyâpey

پیاپی

pîç ender pîç

پیچ اندر پیچ

pîç ber pîç

پیچ بر پیچ

pîç pîç

پیچ پیچ

peydâ, piydâ

پیدا

pîş

پیش

pîş-i pâ

پیش ِ پا

pîş-i pây-i kesî

پیش ِ پای کسی

pîş-i hod

پیش ِ خود

pîş-i rûy

پیش ِ روی

pîş ez

پیش از

pîş ez an

پیش از آن

pîş ez anki

پیش از آنکه

pîş ez in

پیش از این

pîş ez inki

پیش از اینکه

pîş ez pîş

پیش از پیش

pîş ez zohr

پیش از ظهر

pîş-i pâ

پیش پا

pîş-i pây-i kesî

پیش پای کسی

pîş pîş

پیش پیش

pîş u pes

پیش و پس

pîş u pes u bâlâ

پیش و پس و بالا

pîşâpîş

پیشاپیش

pîşet

پیشت

pîşter

پیشتر

pîşterek

پیشترک

pîşterhâ

پیشترها

pîşîn

پیشین

pîşîngâh

پیشینگاه

pîşîne

پیشینه

peyveste

پیوسته

تا

tâ ebed

تا ابد

tâ âhir

تا آخر

tâ âhir-i

تا آخر

tâ âhir-i ser

تا آخر ِ سر

tâ ezel

تا ازل

tâ eknûn

تا اکنون

tâ an lahze

تا آن لحظه

tâ intihâ

تا انتها

tâ ancâ ki

تا آنجا که

tâ âncâ … ki

تا آنجاکه

tâ ancâî ki

تا آنجائی که

tâ endâzeî

تا اندازه ای

tâ an ki

تا آنکه

tâ in endâze

تا این اندازه

tâ in had

تا این حد

tâ in derece

تا این درجه

tâ in lahze

تا این لحظه

tâ in movki’

تا این موقع

tâ inki

تا اینکه

tâ behâhî

تا بخواهی

tâ bedin had

تا بدین حد

tâ ber tâ

تا بر تا

tâ ba’d çi şeved

تا بعد چه شود

tâ be

تا به

tâ be ebed

تا به ابد

tâ be tâ

تا به تا

tâ be çend

تا به چند

tâ be çi gâyet

تا به چه غایت

tâ be hâl

تا به حال

tâ be haşr

تا به حشر

tâ be dîr

تا به دیر

tâ be seher

تا به سحر

tâ be sabâh

تا به صباح

tâ be gâyet-i

تا به غایت ِ

tâ be ferdâ

تا به فردا

tâ be kıyâmet

تا به قیامت

tâ be key

تا به کی

tâ be mahşer

تا به محشر

tâ be merhale

تا به مرحله

tâ bû ki

تا بو که

tâ bûk

تا بوک

tâ câyî ki

تا جایی که

tâ câyî ki imkân bûd

تا جایی که امکان بود

tâ câyî ki mîhord

تا جایی که می خورد

tâ çeşm kâr mîkoned / mîkerd

تا چشم کار می کند / می کرد

tâ çonanki

تا چنانکه

tâ çend

تا چند

tâ çi

تا چه

tâ çi beresed (be)

تا چه برسد (به)

tâ çi pâye

تا چه پایه

tâ çi had

تا چه حد

tâ çi resed (be)

تا چه رسد (به)

tâ çi mîzân

تا چه میزان

tâ çi vakt

تا چه وقت

tâ çu

تا چو

tâ hâl

تا حال

tâ hâlâ

تا حالا

tâ hadd-i imkân

تا حدِّ امکان

tâ hadd-i gâyî

تا حدّ غایی

tâ hadd-i makdûr

تا حدّ مقدور

tâ haddî

تا حدی

tâ haddî ki

تا حدی که

tâ dânî

تا دانی

tâ derece-i âhir

تا درجهء آخر

tâ dem-i haşr

تا دم ِ حشر

tâ dem-i kıyâmet

تا دم ِ قیامت

tâ dunyâ dunyâst

تا دنیا دنیاست

tâ dîden-i ferdâ

تا دیدار ِ فردا

tâ seher

تا سحر

tâ şâyed

تا شاید

tâ şeb

تا شب

tâ kıyâmet

تا قیامت

tâ kocâ

تا کجا

tâ kunûn

تا کنون

tâ ki

تا که

tâ key

تا کی

tâ key u çend

تا کی و چند

tâ muddetî

تا مدتی

tâ muddetî ki

تا مدتی که

tâ meger

تا مگر

tâ mumkin est

تا ممکن است

tâ movki’î ki

تا موقعی که

tâ hengâmî ki

تا هنگامی که

tâ vaktî ki

تا وقتی که

tâ yek endâze

تا یک اندازه

târeten uhrâ

تارۃ اخری

târeten ba’de uhrâ

تارۃ بعد اخری

tâzegî

تازگی

tâzegîhâ

تازگی ها

tâze

تازه

tâze be tâze

تازه به تازه

tâş

تاش

taht

تحت

tahtânî

تحتانی

tesâdufen

تصادفا ً

tesâdufî

تصادفی

tasdîkan

تصدیقا ً

tasrîhen

تصریحا ً

tasrîhen ve telvîhen

تصریحا ً و تلویحا ً

tasvîben

تصویبا ً

tatbîkan

تطبیقا ً

te’abbuden

تعبدا ً

ta’dîlen

تعدیلا ً

ta’rîzen

تعریضا ً

ta’rîzen ve tasrîhan

تعریضا ً و تصریحا ً

ta’zîmen

تعظیما ً

te’ammuden

تعمدا ً

ta’mîmen

تعمیما ً

ta’vîzen

تعویضا ً

tafsîlen

تفصیلا ً

takrîben

تقریبا ً

takrîren

تقریرا ً

taklîden

تقلیدا ً

tek u tenhâ

تک و تنها

temâmî

تمامی

teng-i hem

تنگ ِ هم

tenhâ

تنها

tenhâ…ne   belki

تنها نه بلکه

tenhâ-yi tenhâ

تنهای تنها

teh

ته

tâ be haddî ki

ته به حدی که

تو

tugûyî

تو گویی

tevessut-i

توسط ِ

tuveş

توش

tovzîh-i anki

توضیح ِ آنکه

sâlisen

ثالثا ً

sâminen

ثامنا ً

sâniyen

ثانیا ً

câ câ

جا جا

câbecâ

جابجا

cânib

جانب

cây

جای

codâgâne

جداگانه

coz

جز

coz anki

جز آنکه

coz inki

جز اینکه

coz ki

جز که

coz meger

جز مگر

coz’ be coz’

جزء به جزء

cozv

جزو

coz’î

جزئی

colov, colev

جلو

cem’î

جمعی

comlegî

جملگی

comle

جمله

comleten

جملهً

cemî’

جمیع

cemî’en

جمیعا ً

cenb

جنب

cihâren

جهارا ً

cihet

جهت

cihet-i anki

جهت ِ آنکه

cehren

جهرا ً

cevfen

جوفا ً

çâbok u çost

چابک و چست

çirâ, çerâ

چرا

çerâ ki

چرا که

çerâki ne

چرا که نه

çerâ ne

چرا نه

çeşm berhem zeden

چشم بر هم زدن

çigûne

چگونه

çonân

چنان

çonânçi, çenânçi

چنانچه

çonank

چنانک

çonânki, çenânki

چنانکه

çonanki gûyî (gû’î)

چنانکه گویی

çend

چند

çend bâr

چند بار

çend tâ

چند تا

çendtâyî

چند تایی

çend der sed

چند در صد

çend rûz kabl

چند روز قبل

çend lehze

چند لحظه

çend u çend

چند و چند

çend vechî

چند وجهی

çend vaktî

چند وقتی

çendân

چندان

çendan ki

چندان که

çendank

چندانک

çendî

 

چندی

çendî be çendî

چندی به چندی

çendî pîş

چندی پیش

çendî negozeşt ki

چندی نگذشت که

çendîn

چندین

çendîn bâr

چندین بار

çendîngâh

چندین گاه

çendîn u çend

چندین و چند

çend novbet

چنئ نوبت

çonîn, çenîn

چنین

çi, çe

چه

çiçi

چه  چه

çiyeş est?

چه اش است

çi endâze

چه اندازه

çi anki

چه آنکه

çi beresed

چه برسد

çi besâ

چه بسا

çi besâ ki

چه بسا که

çi cây-i

چه جای

çicûr

چه جور

çi çîz

چه چیز

çi hâssâ

چه خاصا

çi hûb est ki

چه خوب  است که

çi resed

چه رسد

çi resed be

چه رسد به

çi sebeb

چه سبب

çi aceb

چه عجب

çi gam

چه غم

çi kumâş

چه قماش

çi kesânî

چه کسانی

çi kesrî

چه کسری

çikesî

 

چه کسی

çi mâye

چه مایه

çi mahal

چه محل

çi mevki, çi movgi

چه موقع

çinov’

چه نوع

çihâ

چها

ço

چو

çon

چون

çon u çerâ

چون و چرا

çonânk

چونانک

çonk

چونک

çonki

چونکه

çi

چی

çi

چی

çi’î

چی ای

çicûr

چی جور

çîz

چیز

çîzîdiger

چیزی دگر

çîzî ki

چیزی که

çîzî nemânde bûd

چیزی نمانده بود

çîzî nemânde bûd ki

چیزی نمانده بود که

çîst

چیست

hâl

حال

hâlâ

حالا

hâlâ dîger

حالا دیگر

hâlâ ki

حالا که

hâlî

حالی

hâlî ki

حالی که

hâliyâ

حالیا

hâliye

حالیه

habbezâ

حبذا

hetm

حتم

hetmen

حتما ً

hetmenî

حتمنی

hetmî

حتمی

hetmiyyulvukû’

حتمی الوقوع

hettâ

حتی

hattelimkân

حتی الامکان

hattelkuvve

حتی القوه

hattelmakdûr

حتی المقدور

hedd

حد

hadd-i ekser

حدّ ِ اکثر

hadd-i kihîn

حد ِ کهین

hadd-i ekal

حد اقل

hadd-i ekser

حد اکثر

hadd-i mutevassit

حد متوسط

hadd-i mucâz

حد مجاز

hadd-i matlûb

حد مطلوب

hudûd-i

حدود ِ

be haddî ki

حدی که

hisâbî

حسابی

hasb-i

حسب ِ

hasebulimkân

حسب الامکان

hasebulhâl

حسب الحال

hasebuttâke

حسب الطاقه

hasebulkudre

حسب القدره

hasebulma’mûl

حسب المعمول

hasbelmakdûr

حسب المقدر

hasebulmakdûr

حسب المقدور

huzûren

حضورا ً

huzûrî

حضوری

hak be cânib

حق به جانب

hakken

حقا ً

hakken summe hakken

حقا ً ثم حقا ً

hakkâ ki

حقا که

hakîkaten

حقیقتا ً

hokmen

حکما ً

hays

حیث

hîn

حین

hîn-i

حین ِ

hînî ki

حینی که

hâric

خارج

hâric ez

خارج از

hâsse

خاصه

hâsseten

خاصهً

hâmisen

خامسا ً

hodâ râ

خدا را

hodâ râ şukr

خدا را شکر

husûsen

خصوصا ً

holâse

خلاصه

holâse inki

خلاصه اینکه

holâse-i kelâm

خلاصیهء کلام

hilâf

خلاف

hilâl

خلال

hâhed hâhed

خواهد خواهد

hâhnâhâh

خواه و ناخواه

hâhîhâhî

خواهی  خواهی

hâhînehâhî

خواهی نخواهی

hod

خود

hod-i û

خود ِ او

hodbehod

خود بخود

hodeş

خودش

hoşâ

خوشا

hîş

خویش

hîşten

خویشتن

heyli

خیلی

heyli bâşed

خیلی باشد

heyli mevârid

خیلی موارد

heyli vakt est 

خیلی وقت است

heyli vakthâ

خیلی وقت ها

dâhil

داخل

dâyir

دایر

dâ’ir

دائر

dâyir ber

دایر بر

dâir ber

دائر بر

dâyir ber inki 

دایر بر اینکه

dâir ber inki

دائر بر اینکه

dâyim

دایم

dâ’im

دائم

dâyimulevkât, dâyimulovkât

دایم الاوقات

dâimuttezâyud

دائم التزاید

dâ’imî

دائمی

der

در

der

در

der ibtidâ

در ابتدا

der eser-i

در اثر ِ

der esnâ-i

در اثناءِ

der esnâî ki

در اثنائی که

der ehyân-i

در احیان ِ

der ihtifâ

در اختفا

der âhir

در آخر

der âhirîn lahze

در آخرین لحظه

der izâ’-i

در ازاءِ

der ezel 

در ازل

der esre’-i ovkât

در اسرع ِ اوقات

der iştibâh

در اشتباه

der âgâz

در آغاز

der âgâz-i emr

در آغاز ِ امر

der ekser-i mevârid

در اکثر ِ موارد

der an esnâ

در آن اثنا

der ân âhirhâ

در آن آخرها

der an eyyâm

در آن ایام

der an sâ’et

در آن ساعت

der ân sûret

در آن صورت

der ân lehze

در آن لحظه

der an movki’

در آن موقع

der ân miyân

در آن میان

der an hengâm

در آن هنگام

der ancâ

در آنجا

der encâm

در انجام

der evâhir-i

در اواخر ِ

der evâsit-i

در اواسط ِ

der evân-i

در اوان ِ

der evâyil-i

در اوایل ِ

der evvel

در اول

der eyyâm-i pîş

در ایام ِ پیش

der in lehze

در این  لحظه

der in esnâ

در این اثنا

der in evâhir

در این اواخر

der in evân

در این اوان

der in eyyâm

در این ایام

der in bâb

در این باب

der in bâre

در این باره

der ân beyn

در آین بین

der in hîn

در این حین

der in husûs

در این خصوص

der in sûret

در این صورت

der in zimn

در این ضمن

der in movzû’

در این موضوع

der in movki’

در این موقع

der in miyân

در این میان

der in miyâne

در این میانه

der in nezdîk

در این نزدیک

der in hengâm bu sırada

در این هنگام

der in vakt

در این وقت

derbâder

در با در

der bâb-i

در بابِ

der bâtın

در باطن

der bidâyet

در بدایت

der berâber-i

در برابر ِ

der bend-i

در بندِ

der bîrûn

در بیرون

derbeyn-i

در بین ِ

der pâyân

در پایان

der pey-i

در پی ِ

der pîş

در پیش

der teh-i dil

در ته دل

der tû-yi

در توی

der cereyân-i

در جریان ِ

der cihet-i

در جهت ِ

der çârçûb-i

در چارچوب

derçeşmgerdânî

در چشم گردانی

der hâl-i

در حال ِ

der hâl-i luzûm

در حال ِ لزوم

der hâlet-i âdî

در حالت ِ عادی

der hâlîki

در حالی که

der hicâb

در حجاب

der hadd-i hod

در حد ِ خود

der hudûd-i

در حدود ِ

der hakk-i

در حق

der hakîkat

در حقیقت

der hakîkat-i emr

در حقیقت ِ امر

der hukm-i

در حکم ِ

der hîte-i

در حیطهء

der hîn-i

در حین ِ

der husûs-i

در خصوص ِ

der hefâ

در خفا

der hufye

در خفیه

der halâl-i

در خلال

der halvet

در خلوت

der dem

در دم

der re’s-i

در رأس ِ

der rede-i

در ردهء

der rûzhâ-yi ahîr

در روزهای اخیر

der rûşenâyî-i rûz

در روشناییء روز

der sâ’et

در ساعت

der sâl-i

در سال ِ

der sebak

در سبق

der sertâser-i

در سر تا سر ِ

der şe’n-i

در شأن ِ

der şuref-i

در شرف ِ

der şomâr-i

در شمار ِ

der sad

در صد

der sûret-i

در صورت ِ

der sûret-i imkân

در صورت امکان

der sûretî

در صورتی

der sûretî ki

در صورتی که

der zımn-i

در ضمن

der zımn-i inki

در ضمن ِ اینکه

der zımn-i hâl

در ضمن ِ حال

der tirâz-i

در طراز ِ

der tûl-i

در طول ِ

der teyy-i

در طیّ ِ

der zarf-i

در ظرف ِ

der ‘idâd-i

در عداد ِ

der arz-i

در عرض ِ

der arz-i in moddet

در عرض ِ این مدت

der ahd-i

در عهد ِ

der ivez

در عوض

der ‘iyân

در عیان

der eyn-i inki

در عین ِ اینکه

der eyn-i hâl

در عین ِ حال

der gayr-i in sûret

در غیر این صورت

der fâsile-i

در فاصلهء

der kâlib-i

در قالب ِ

der kibâl-i

در قبال ِ

der kafâ

در قفا

der kâr-i

در کار ِ

der kocâ

در کجا

der kenâr-i hem

در کنار ِ هم

dergozeşte

در گذشته

der lehze

در لحظه

der lehzeî ki

در لحظه ای که

der mâ mezâ

در ما مضی

der misâl-i

در مثال ِ

der mesel

در مثل

der mecmû’

در مجموع

der mahfî

در مخفی

der ma’nî

در معنی

der mukâbil-i

در مقابل ِ

der mukâbele

در مقابله

der mukâyese bâ

در مقایسه با

der mikyâs-i

در مقیاس ِ

der mikyâs-i vesî’ter

در مقیاس ِ وسیع تر

der melâ

در ملا

der movrid-i

در مورد ِ

der movki’-i

در موقع ِ

der movki’-i luzûm

در موقع ِ لزوم

der movki’î ki

در موقعی که

der miyân

در میان

der miyân-i

در میان ِ

der netîce

در نتیجه

der netîce-i

در نتیجهء

der nezd-i

در نزد ِ

der nezdîk-i

در نزدیک ِ

der nezdîkî-yi

در نزدیکیء

der nazar-i

در نظر ِ

der nazar-i evvel

در نظر ِ اول

der nihân

در نهان

der nihâyet-i

در نهایت

der her câ ki

در هر جا که

der her hâl

در هر حال

der her sûret

در هر صورت

der hemân esnâ

در همان أثنا

der heman ân

در همان آن

der hemân hâl

در همان حال

der hemân hâl ki

در همان حال که

der hemân hîn

در همان حین

der hemân dem

در همان دم

der heman

در همان سال

der hemân lehze

در همان لحظه

der hemân vakt

در همان وقت

der heme ahvâl

در همه احوال

der heme câ

در همه جا

der heme hâl

در همه حال

der hemin esnâ

در همین اثنا

der hemin evân

در همین اوان

der hemin râbite

در همین رابطه

der hemin sâl

در همین سال

der hemin zimn

در همین ضمن

der hemin movki

در همین موقع

der hemin nezdîkî

در همین نزدیکی

der vâki’

در واقع

der vaz’-i hâzir 

در وضع ِ حاضر

der vakt

در وقت

der vehle-i nohost

در وهلهء نخست

der yek ân

در یک آن

der yek çeşm ber hem zeden

در یک چشم بر هم زدن

der yek çeşm behem zeden

در یک چشم بهم زدن

der yek dem

در یک دم

der yek şeleng

در یک شلنگ

der yek tarfetu’l-‘ayn

در یک طرفه العین

der yek kelâm

در یک کلام

der yek kelime

در یک کلمه

der yek lehze

در یک لحظه

der yek nazar

در یک نظر

der in beyn

دراین بین

der bâre-i

دربارهء

dorost

درست

dorost behemângûne ki

درست بهمان گونه که

dorost der hemin lehze

درست در همین لحظه

dorost der hemin movki

درست در همین موقع

dorost misl-i

درست مثل ِ

dorost misl-i inki

درست مثل ِ اینکه

dorost u hisâbî

درست و حسابی

derhem

درهم

derhem berhem

درهم برهم

derhem u berhem

درهم بو برهم

derûn

درون

derûnsû

درون سو

derûnsûy

درون سوی

derûnî

درونی

derîgâ, dirîgâ

دریغا

derin bâre

درین باره

derin moddet

درین مدت

dest

دست

dest-i âhir

دست ِ آخر

dest-i bâlâ

دست ِ بالا

destikem

دست ِ کم

dest ber kazâ

دست بر قضا

dest ber kazâ zed

دست بر قضا زد

destî destî

دستی دستی

def’aten

دفعتا ً

def’a

دفعه

def’aten

دفعهً

def’aten vâhide

دفعهً واحده

def’a-i gozeşte

دفعهء گذشته

diger

دگر

digerbâr

دگر بار

digerbâre

دگر باره

digeryek

دگر یک

digerân

دگران

dîgerî

دگری

delîl

دلیل

dem

دم

dem-i subh

دم ِ صبح

dem-i gurûb

دم ِ غروب

dem dem

دم دم

dembedem

دمبدم

demî

دمی

donbâl

دنبال

donbâle

دنباله

dobedo

 دو بدو

do berâber

دو برابر

do tâ

دو تا

dotâî

دو تائی

do tû

دو تو

docânibe

دو جانبه

dodîger

دو دیگر

do rûz der miyân

دو روز در میان

devr, dovr

دور

dûr

دور

dûr oftâde

دور افتاده

dovrtâdovr

دور تا دور

dovruber

دور و بر

dovr u pîş

دور و پیش

dûr u dirâz

دور و دراز

dovruver

دور و ور

dovrâdovr

دورادور

dûrâdûr

دورادور

dûş

دوش

dûşîn

دوشین

dovom, dovvom

دوم

dovomî, dovvomî

دومی

dovomîn, dovvomîn

دومین

dûn

دون

dûn-i

دون

doyom

دویم

doyomî

دویمی

doyomîn

دویمین

dîr

دیر

dîrpâ

دیر پا

dîrgozer

دیر گذر

dîr u zûd

دیر و زود

dîrvakt

دیر وقت

dîr yâ zûd

دیر یا زود

dîrbâz

دیرباز

dîrest

دیرست

dîrgâh

دیرگاه

dîrûz

دیروز

dîrûzî

دیروزی

dîrîst ki

دیری است که

dîrîn

دیرین

dîrîne

دیرینه

dîşeb

دیشب

dîşebî

دیشبی

dîger

دیگر

dîgerbâr

دیگر بار

dîgerbâre

دیگر باره

dîger çi

دیگر چه

dîgerrûz

دیگر روز

dîgerân

دیگران

dîgergûn

دیگرگون

dîgerom

دیگرم

dîgerî

دیگری

dîne

دینه

zâten

ذاتاً

را

râbi’

رابع

râbi’en

رابعا ً

râci’

راجع

râci’ be

راجع به

râci’ be inki

راجع به اینکه

re’s

رأس

râst

راست

râst be râst

راست به راست

râst râst

راست راست

râst u pûst kende

راست و پوست کنده

râstâ

راستا

râstî

راستی

rub’

ربع

rede

رده

redîf

ردیف

redîf be redîf

ردیف به ردیف

resm

رسم

resmen

رسما ً

ragbeten

رغبهً

ragm

رغم

ragm-i unf-i kesî

رغم ِ انف ِ کسی

ragm-i enf-i kesî

رغم انف ِ کسی

ragmen

رغما ً

ragmen alâ enfihi

رغماً علی انفه

yek do rûzek

رک دو روزک

رو

rû be

رو به

rû be in taraf

رو به این طرف

rûberû

روبرو

rûberû-yi yekdîger

روبروی یکدیگر

rûz

روز

rûz-i rûşen

روز ِ  روشن

rûz-i evvel

روز ِ اوّل

rûz-i ba’d

روز ِ بعد

rûz-i pesîn

روز ِ پسین

rûz-i pîş

روز ِ پیش

rûz-i pîşîn

روز ِ پیشین

rûz-i kabl

روز ِ قبل

rûz-i nohost

روز ِ نخست

rûzberûz

روز به روز

rûz tâ rûz

روز تا روز

rûz u şeb

روز و شب

rûzekî çend

روزکی چند

rûzgârî

روزگاری

rûzî

روزی

rûy

روی

rûy-i hem

روی هم

rûyhemrefte

روی هم رفته

rûyârûy

رویاروی

zi

ز

zi ber

ز بر

zi berâyi

ز برای

zi rûy-i

ز روی

zi ser tâ pâ

ز سر تا پا

zi ki

ز که

zinâgeh

ز ناگه

zan

زان

zân-i

زان

zan pes

زان پس

zan ser

زان سر

zangehki

زان گه که

zansân

زانسان

zank

زانک

zanki

زانکه

zâ’id

زائد

zeber

زبر

zemân

زمان

zemân-i

زمان ِ

zemânen

زمانا ً

zemânî

زمانی

zemânî ki

زمانی که

zinhâr

زنهار

zinhâr tâ

زنهار تا

zihî

زهی

زو

zevâl

زوال

zûd

زود

zûdâzûd

زودازود

zûdter

زودتر

zûdî

زودی

ziyâd

زیاد

ziyâde

زیاده

ziyâde ez had

زیاده از حد

zîr

زیر

zîr u bâlâ

زیر و بالا

zîr  u zeber

زیر و زبر

zîrâ

زیرا

zîrâ ki

زیرا که

zîrâk

زیراک

zin

زین

zinpes

زین پس

zin dîger

زین دیگر

zin sebeb

زین سبب

zinsipes

زین سپس

zin ser

زین سر

zin nesak

زین نسق

zin namat

زین نمط

zin yekî

زین یکی

zînsân

زینسان

sâbi’

سابع

sâbi’en

سابعا ً

sâbik

سابق

sâbik ber an

سابق بر آن

sâbik ber in

سابق بر این

sâbıkan

سابقا ً

sâde

ساده

sâ’et

ساعت

sâ’et be sâ’et

ساعت به ساعت

sâ’ate

ساعته

sâ’etî dîger

ساعتی دیگر

sâ’aten

ساعهً

sâ’aten fesâ’aten

ساعهً فساعهً

sâl

سال

sâl-i cârî

سال ِ جاری

sâl-i hâzır

سال ِ حاضر

sâl-i hâl

سال ِ حال

sâl-i kabl

سال ِ قبل

sâl-i mâkabl

سال ِ ماقبل

sâlefzûn

سال افزون

sâlbesâl

سال بسال

sâl-i gozeşte

سال گذشته

sâlâsâl

سالاسال

sâlâne

سالانه

sâlif

سالف

sâlifulbeyân

سالف البیان

sâlifuzzikr

سالف الذکر

sâlifen

سالفا ً

sâlife

سالفه

sâlhâ

سالها

sâlhâst

سالهاست

sâlhâ-yi sâl

سالهای سال

sâlî

سالی

sâlîmâhî

سالی ماهی

sâliyân

سالیان

sâliyân-i dirâz

سالیان ِ دراز

san

سان

sâyir

سایر

sâyirîn

سایرین

sebok

سبک

seher

سحر

sehergâh

سحرگاه

sehergâhân

سحرگاهان

sehergeh

سحرگه

seht

سخت

ser

سر

ser-i zohr

سر ِ ظهر

ser-i her sâ’et

سر ِ هر ساعت

serbâlâ

سر بالا

serbâlâyî

سر بالایی

serbâlîn

 سر بالین

sertâbepâ

سر تا به پا

sertâpâ

سر تا پا

sertâteh

سر تا ته

sertâser

سر تا سر

serteser

سر تسر

sercomle

سر جمله

sercumle-i âlem

سر جملهء عالم

serzede

سر زده

ser-i mû

سر مو

ser-i mûy

سر موی

sırren ve cehren

سرّا ً و جهرا

serâpâ’în

سرا پائین

serâbâlâ

سرابالا

serâpâ

سراپا

serâser

سراسر

serâsîme

سراسیمه

serâşîb

سراشیب

sorâg

سراغ

serencâm

سرانجام

serbeser

سربسر

serîu’z-zevâl

سریع الزوال

sezâ

سزا

sehven

سهوا ً

سو

sevâ

سوا

sevâ-yi inhâ

سوای اینها

sûbesû

سوبسو

sevvom, sovvom, sevom, seom

سوم

sevvomî, sovvomî, sevomî

سومی

sevomîn, sevvomîn, sovvomîn

سومین

sûy 

سوی

سی

siyyânen

سیتانا ً

siyom, siyyom

سیوم

şâm

شام

şâm u seher

شام و سحر

şâm u subh

شام و صبح

şe’n

شأن

şâyed

شاید

şeb

شب

şeb eb şeb

شب به شب

şeb tâ be seher

شب تا به سحر

şeb tâ be sabâh

شب تا به صباح

şeb tâ rûz

شب تا روز

şeb u rûz

شب و روز

şeb u nehâr

شب و نهار

şebâne

شبانه

şebânerûz

شبانه روز

şebe

شبه

şebî

شبی

şedîd

شدید

şedîden

شدیدا ً

şeş

شش

şeş cihet

شش جهت

şeşdâng

شش دانگ

şeşom

ششم

şeşomî

ششمی

şeşomîn

ششمین

şukr-i îzed

شکر ِ ایزد

şukr îzed râ

شکر ایزد را

şukr-i hodâ

شکر خدا

şukr ki

شکر که

şomâ

شما

şomâ râ be hodâ

شما را بخدا

şimâlen

شمالا ً

şemme

شمه

şemmeî

شمه ای

sâf u pûst kende

صاف و پوست کنده

sâf u sâde

صاف و ساده

subh

صبح

subh be subh

صبح به صبح

subh u şâm

صبح و شام

subh u mesâ

صبح و مسا

sobhdem

صبحدم

sobhgâh

صبحگاه

sad der sad

صد در صد

sirf

صرف

sarf-i nazar

صرف ِ نظر

sirfen

صرفا ً

sûret be sûret

صورت به صورت

sûreten

صورتا ً

zid

ضد

zimn

ضمن

zimn-i inki

ضمن ِ اینکه

zimnen

ضمنا ً

zimnî

ضمنی

zamîmeten

ضمیمهً

tab’en

طبعا ً

tıbk-i

طبق ِ

tibk-i ma’mûl

طبق ِ معمول

tabî’eten

طبیعهً

tabî’î

طبیعی

tarz

طرز

taraf

طرف

taraf-i zohr

طرف ِ ظهر

tarîk

طریق

tarîk-i âhar

طریق ِ آخر

tovr-i dîgerî

طور ِ دیگری

tovrî

طوری

tovrî ki

طوری که

tov’en

طوعا ً

tov’en em kerhen

طوعا ً ام کرها ً

tav’an ve kerhen

طوعا ً و کرها ً

tov’en ve kerhen

طوعا ً و کرها ً

tov’î

طوعی

tûl

طول

tûl nekeşîd ki

طول نکشید که

tûlen

طولا ً

tûlî nekeşîd ki

طولی نکشید که

tûlî nekeşîde

طولی نکشیده

teyy

طی

zâhir

ظاهر

zâhiren

ظاهرا ً

zohr

ظهر

âcilen

عاجلا ً

âkıbet

عاقبت

âkibet-i kâr

عاقبت ِ کار

âkibetul’emr

عاقبه الامر

asr

عصر

asr-i teng

عصر ِ تنگ

asrî

عصری

akab

عقب

ilâveten

علاوه ً

ilâve ber

علاوه بر

ilâve ber an

علاوه بر آن

ilâve ber anki

علاوه بر آنکه

ilâve ber in

علاوه بر این

ilâve ber inki

علاوه بر اینکه

illet

علت

alenen

علنا ً

alelittifâk

علی الاتفاق

alelicmâ’

علی الاجماع

alelicmâl

علی الاجمال

alelistimrâr

علی الاستمرار

aleliştirâk

علی الاشتراک

alelusûl

علی الاصول

alelitlâk

علی الاطلاق

alelekser

علی الاکثر

alelinfirâd

علی الانفراد

alelbedel

علی البدل

alettahkîk

علی التحقیق

alettahsîs

علی التخصیص

alettahmîn

علی التخمین

alettedrîc

علی التدریج

alettertîb

علی الترتیب

alettesâvî

علی التساوی

aletteâkub

علی التعاقب

aletta’cîl

علی التعجیل

aletta’yîn

علی التعیین

alettafsîl

علی التفصیل

alettemâm

علی التمام

alettenâvub

علی التناوب

alettevâlî

علی التوالی

alelcumle

علی الجمله

alelhâl

علی الحال

alelhisâb

علی الحساب

alelhusûs

علی الخصوص

alelhusûs

علی الخصوص

aledderecât

علی الدرجات

aleddevâm

علی الدوام

alesseher

علی السحر

alesseviyye

علی السویه

alessabâh

علی الصباح

alezzâhir

علی الظاهر

alelâde

علی العاده

alelacâib

علی العجائب

alelgafle

علی الغفله

alelfevr

علی الفور

alâeyyihâl

علی ای حال

alâhide

علی حده

âlâ hîni gafletin

علی حین غفلهٍ

alâ ragmi

علی رغم ِ

alâ ragmi inki

علی رغم ِ اینکه

alâ ragm-i inki

علی رغم ِ اینکه

alâ ragmi’l-adû

علی رغم العدو

alâ ragm-i heme çîz

علی رغم همه چیز

alâ rivâyetin

علی روایهٍ

alâ tarîkilicmâl

علی طریق الاجمال

alâ tarîkilistişhâd

علی طریق الاستشهاد

alâ tarîkişşahâde

علی طریق الشهاده

alâ tarîkilkıyâs

علی طریق القیاس

alâ tarîkilmünâvebe

علی طریق المناوبه

alâ kaderin

علی قدر

alâ kadrilistitâ’a

علی قدر الاستطاعه

alâ kadrilimkân

علی قدر الامکان

alâ kadrittâka

علی قدر الطاقه

alâ kavli

علی قول

alâ kulli hâl

علی کل حال

alâ merâtibihim

علی مراتبهم

alâ meleinnâs

علی ملأ الناس

alâ vechilicmâl

علی وجه الاجمال

alâ vechilihtisâr

علی وجه الاختصار

alâ vechittafsîl

علی وجه التفصیل

alâ vefki

علی وفق

alâ vefkilmurâd

علی وفق المراد

alâ vefkilmatlûb

علی وفق المطلوب

amden

عمدا ً

amelen

عملا ً

an

عن

an asl

عن اصل

an ekall

عن اقل

anilgıyâb

عن الغیاب

an cemâ’atin

عن جماعهٍ

an cehlin

عن جهل

an samîmi’l-kalb

عن صمیم القلب

an gıyâbin

عن غیاب ٍ

an karîb

عن قریب

an kasdin

عن قصد

unfen

عنفا ً

unveten

عنوهً

ivez, evez

عوض

ivez-i inki

عوض اینکه

ivezen

عوضا ً

eyn

عین

eyn-i

عین ِ

eynen

عینا ً

gâlib

غالب

gâliben

غالبا ً

gânimen ve sâlimen

غانما ً و سالما ً

gâyet

غایت

garazen

غرضا ً

gıyâben

غیابا ً

gayr

غیر

gayr-i vâki’

غیر ِ واقع

gayr-i ihtiyârî

غیر اختیاری

gayr ez

غیر از

gayr-i kâbil

غیر قابل

gayruh

غیره

gayruhum

غیرهم

fâsile

فاصله

fâsile be fâsile

فاصله به فاصله

fucâ’eten

فجاء هً

ferâz

فراز

ferâz u şîb

فراز و شیب

ferâvân

فراوان

ferdâ

فردا

ferdâ şeb

فردا شب

ferdâ-yi an rûz

فردای آن روز

farzen

فرضا ً

farzen ki

فرضا ً که

furûd

فرود

furûd ez

فرود از

fuzûn

فزون

fuzûn ez had

فزون از حد

fuzûnter

فزونتر

fuzûlen

فضولا ً

fitreten

فطرهً

fi’len

فعلا ً

figân

فغان

figân ki

فغان که

fekat

فقط

fekat ve fekat

فقط و فقط

fikren

فکرا ً

fulân

فلان

fulân ibni fulân

فلان ابن فلان

fulân u behmân

فلان و بهمان

fehmî nefehmî

فهمی نفهمی

fevr, fovr

فور

fevren, fovren

فورا ً

filcumle

فی الجمله

filfovr

فی الفور

fi’l-vâki’

فی الواقع

kâbil

قابل

kâdir

قادر

kâtıbeten

قاطبهً

kâ’ideten

قاعدهً

kâlen

قالا ً

kâlen ve kalemen

قالا ً و قلما ً

kabl

قبل

kıbel

قبل

kabl ez

قبل از

kabl ez an

قبل از آن

kabl ez an ki

قبل از آنکه

kabl ez in

قبل از این

kabl ez in ki

قبل از این که

kabl ez zevâl

قبل از زوال

kabl ez zohr

قبل از ظهر

kablezzevâl

قبل الزوال

kablen

قبلا ً

kablî

قبلی

kadrî

قدری

kadrî hem

قدری هم

kadîmen

قدیما ً

kadîmîhâ

قدیمی ها

karâr

قرار

karâr est

قرار است

karâr bûd

قرار بود

kurb

قرب

kurb u bu’d

قرب و بعد

karîb

قریب

karîb-i hakîkat

قریب ِ حقیقت

kısm

قسم

kısm-i a’zam

قسم ِ اعظم

kısm-i tâm

قسم ِ تام

kısm-i ulyâ

قسم ِ علیا

kısm-i kullî

قسم ِ کلّی

kısm-i mutebâkî

قسم متباقی

kısmen

قسما ً

kazâ râ

قضا را

kat’-i nazar ez

قطع ِ نظر از

kat’en

قطعا ً

kat’en ve kâtıbeten

قطعا ً و قاطبهً

kalîl

قلیل

kalîl u kesîr

قلیل و کثیر

kalîlen

قلیلا ً

kıyâsen

قیاسا ً

kâş

کاش

kâşâ

کاشا

kâffe

کافه

kâffeten

کافهً

kâfî

کافی

kâmil

کامل

kâmilen

کاملا ً

kan

کان

kancâ

کانجا

kançunan

کانچنان

kender

کاندر

kenderin

کاندرین

kankes

کانکس

key

کای

kocâ

کجا

kodâm

کدام

kodâm ez mâ

 

کدام از ما

kodâm yek

کدام یک

kodâm yek ez şomâ

کدام یک از شما

kodâmîn

کدامین

kirâ

کرا

kirâr

کرار

kirâren

کرارا ً

kirâren mirâr

کرارا ً مرار

kerân tâ kerân

کران تا کران

kerân

کرانه

kerâne

کرانه

kerhen

کرها ً

kez

کز

kezan

کزان

kezû

کزو

kezin

کزین

kes

کس

kesân

کسان

kesânî

کسانی

kesânî ki

کسانی که

kesî

کسی

keş

کش

kollen 

کلا ً

kulluhu

کله

kelle-i seher

کلهء سحر

kollî

کلی

kolliyyen

کلیا ً

kolliyye

کلیه

kem

کم

kem

کم

kem ez an ki

کم از آنکه

kembîş

کم بیش

kem mânde bûd

کم مانده بود

kem u bîş

کم و بیش

kem u kâst

کم و کاست

kemâ

کما

kemâ inki

کما اینکه

kemâ filevvel

کما فی الاول

kemâ fissâbık

کما فی السابق

kemâ kâne

کما کان

kemâ huve

کما هو

kemâ huverresm

کما هو الرسم

kemâ huvelmu’tâd

کما هو المعتاد

kemâ  huvelvâki’

کما هوا الواقع

kemâ hiye, kemâhî

کما هی

kemâ hiye hakkihâ

کما هی حقها

kemâ yenbagî

کما ینبغی

kemâl

کمال

kemâl-i

کمال ِ

kemter

کمتر

kemterîn

کمترین

kemî dûrter

کمی دورتر

kenâr, kinâr

کنار

kenâr-i hem

کنار هم

kender

کندر

kunûn

کنون

kunûnî

کنونی

ki, ke

که

kih

که

ki intovr

که اینطور

kih u mih

که و مه

kohne

کهنه

kihîn

کهین

کو

کو

k’iy

کی

key

کی

ki

کی

kiyân

کیان

keyfen

کیفا ً

kin

کین

kinçonin

کینچنین

gâh

گاه

gâh ez gâh

گاه از گاه

gâh be gâh

گاه به گاه

gâh gâh

گاه گاه

gâh u bîgâh

گاه و بی گاه

gâh u nâgâh

گاه و ناگاه

gâhgâhî

گاهگاهی

gâhî

گاهی

gâhî ovkât

گاهی اوقات

gâhî ki

گاهی که

gâhî vakthâ

گاهی وقت ها

gozeşte

گذشته

gozeşte ez

گذشته از

gozeşte ez an

گذشته از آن

gozeşte ez in ki

گذشته از اینکه

ger

گر

gerzank

گر زانک

ger zan ki

گر زانکه

ger…ver

گرور

gerç

گرچ

gerçi

گرچه

gird

گرد

gird ber gird

گرد بر گرد

geh

گه

geh u bîgeh

گه و بی گه

geh u bîgâh

گه و بیگاه

gehî… gâh

گهی گاه

gû in ki

گو اینکه

gûyâ

گویا

gûyâ ki

گویا که

gûî ki

گوئی که

gû’iyâ

گوئیا

lâşey’

لا شیء

lâtâ’il

لا طائل

lâyuhsâ

لا یحصی

lâyenkati’

لا ینقطع

lâbelâ

لابلا

lâcerem

لاجرم

lâzim

لازم

lây

لای

leb

لب

lehtî

لختی

ledelihtiyâc

لدی الاحتیاج

ledeliktizâ

لدی الاقتضا

ledelimkân

لدی الامکان

ledelhâce

لدی الحاجه

luzûmen

لزوما ً

ligâyeti

لغایت ِ

ligarazin

لغرض ٍ

lafzen

لفظا ً

lîk

لیک

lîken

لیکن

leylen

لیلا ً

mâmezâ

ما مضی

mânâ

مانا

mânend

مانند

mânend-i

مانند ِ

mânend-i ma’mûl

مانند ِ معمول

mânend-i bedîhî-i ûlâ

مانند بدیهیء اولی

mâyil

مایل

mâyil be

مایل به

mebsûten

مبسوطا ً

meblag 

مبلغ

mebnî

مبنی

mebnî ber

مبنی بر

mebnî ber inki

مبنی بر اینکه

mute’essifâne

متأسفانه

mutetâbi’an

متتابعا ً

mutecâviz

متجاوز

mutederricen

متدرجا ً

muttesil

متصل

muttesilen

متصلا ً

mute’âkib

متعاقب

muteâkib-i an

متعاقب ِ آن

muteâkiben

متعاقبا ً

muteaddid

متعدد

mute’addide

متعدده

muteallik

متعلق

muteallik be

متعلق به

muteammiden

متعمدا ً

mutefâvit

متفاوت

mutekâbil

متقابل

mutekâbilen

متقابلا ً

mutenâvib

متناوب

mutenâviben

متناوبا ً

mutevâziyen

متوازیا ً

muteveccihen

متوجها ً

mesâbe

مثابه

misâl

مثال

misâl-i

مثال ِ

misl

مثل

misl-i anki

مثل ِ آنکه

misl-i inki

مثل ِ اینکه

misl-i hemîşe

مثل ِ همیشه

misl-i în est ki

مثل این است که

misl-i in bûd ki

مثل این بود که

meselen

مثلا ً

mecbûren

مجبورا ً

muctemi’an

مجتمعا ً

muceddeden

مجددا ً

mucmel

مجمل

mucmelen

مجملا ً

mecmû’

مجموع

mecmû’en

مجموعا ً

muhâl

محال

muhtemel

محتمل

muhtemelen

محتملا ً

mahz

محض

mahzâ 

محضا

mahzen

محضا ً

muhakkaken

محققا ً

mohkem

محکم

muhtess

مختص

muhtess-i hod

مختص ِخود

muhtassan

مختصا ً

muhteser

مختصر

muhteser anki

مختصر آنکه

muhteseren

مختصرا ً

muhtelif

مختلف

mahsûsen

مخصوصا ً

mahfî

مخفی

mahfiyyen

مخفیا ً

mahfiyâne

مخفیانه

mudâvim

مداوم

muddet-i medîd

مدت مدید

muddet-i medîdîst

مدت مدیدی است

medîd

مدید

mer

مر

merrât

مرات

merâtib 

مراتب

mirâr

مرار

mirâren

مرارا ً

mirâren ve kirâren

مرارا ً و کرارا ً

merbût

مربوط

merbût be

مربوط به

merbûten

مربوطا ً

merreten ba’de uhrâ

مرۃ بعد اخری

muretteb

مرتب

muretteben

مرتبا ً

mertebe

مرتبه

merkûm

مرقوم

murûr

مرور

mezbûr

مزبور

mustakil

مستقل

mustakillen

مستقلا ً

mustakîm

مستقیم

mustakîmen

مستقیما ً

mustemir

مستمر

mustemirren

مستمرا ً

mustenid 

مستند

musteniden 

مستندا ً

musellem

مسلم

musellemen

مسلما ً

muşterek

مشترک

muştereken

مشترکا ً

muşrif

مشرف

muşrif be

مشرف به

meşrûh

مشروح

meşrûhen

مشروحا ً

meşrût

مشروط

meşrût ber inki

مشروط بر اینکه

meşrûten

مشروطا ً

musârahatan

مصارحهً

musirren

مصرّاً

muserrahan

مصرحا ً

mutarriden

مطردا ً

mutlakan

مطلقاً

ma’an

معا ً

mukâbele

مقابله

mukâbeleten

مقابلهً

mukâbele-i bilmisl

مقابلهء بالمثل

mikdâr

مقدار

mikdâr-i kâfî

مقدار ِ کافی

mukaddem

مقدم

mukaddem ber

مقدم بر

mukaddemâ

مقدما

makdûr

مقدور

makrûn

مقرون

maksad

مقصد

mikyâs

مقیاس

mukerrer

مکرر

mukerrer der mukerrer

مکرر در مکرر

mukerreren

مکررا ً

meger

مگر

meger anki

مگر آنکه

meger inki

مگر اینکه

meger ne

مگر نه

meger ne çonîn (est, bûd) ki

مگر نه چنین (است ، بود) که

melâ

ملا

min

من

min ecli

من اجل

min ecli zâlike

من اجل ذلک

min ahadin

من احد

min… ilâ

من الی

min evvel ilâ âhir

من اول الی آخر

min evveli yevmin

من اول یوم

min eyyi şey’in

من أی شیء

min ba’d

من بعد

min ba’di zâlik

من بعد ذلک

min ba’dihi

من بعده

min cihetin

من جههٍ

min haysilmecmû’

من حیث المجموع

min hafiyyin

من خفیٍ

min hilâfin

من خلاف ٍ

min duburin

من دبر ٍ

min dûni

من دون ِ

min dûnillâh

من دون الله

min dûni zâlike

من دون ذلک

min zâlike

من ذلک

min şey’

من شیء

min tarfin

من طرف

min tarafillah

من طرف الله

min gayri

من غیر

min fevr

من فور

min kablu

من قبل

min kıbeli

من قبل

min kubulin

من قبل

min kıbeli

من قبل ِ

min kabli hâzâ

من قبل هذا

min kablihi

من قبله

min karîb

من قریب

min kullilcevânib

من کل الجوانب

min kulli mekânin

من کل مکان

min vechin

من وجه ٍ

min verâin

من وراء

munâvebeten

مناوبهً

muntazaman

منتظما ً

munhasiren

منحصرا ً

menzûr

منظور

munferiden

منفردا ً

munfasilen

منفصلا ً

muvekkat

موقت

muvekkaten

موقتا ً

mevki’, movki’

موقعی

movki’î ki

موقعی که

miyân

میان

der miyân-i râh

میان ِ راه

nâbehengâm

نا بهنگام

nâbevakt

نا بوقت

nâhengâm

نا هنگام

nâvakt

نا وقت

nâbegâh

نابگاه

nâdiren

نادرا ً

nâgâh

ناگاه

nâgâhî

ناگاهی

nâgeh

ناگه

nâgehân

ناگهان

nâgehâne

ناگهانه

nâgehânî

ناگهانی

nâgehî

ناگهی

netîceten

نتیجهً

nezd

نزد

nezdîk

نزدیک

nezdîk bûd

نزدیک بود

nezdîk-i zohr

نزدیک ظهر

nisbet

نسبت

nisbet be

نسبت به

nisbeten

نسبهً

nazaren

نظرا ً

nazargâh

نظرگاه

nazîr

نظیر

nefes

نفس

naklen

نقلا ً

nek

نک

nekoned

نکند

ne

نه

ne inki

نه اینکه

ne tenhâ

نه تنها

ne tenhâ…belki hettâ

نه تنها بلکه حتی

ne tenhâ, …nîz

نه تنها ، نیز

ne tenhâ, hettâ

نه تنها ، حتی

ne tenhâ, … belki

نه تنها بلکه

ne fakat

نه فقط

ne fakat, …belki

نه فقط ، بلکه

ne fakat, hettâ

نه فقط ، حتی

ne fakat, nîz

نه فقط ، نیز

ne fekat…belki 

نه فقطبلکه

ne ki

نه که

ne  ne inki

نه نه اینکه

ne…ne

نهنه

nehâren

نهارا ً

nev, nov

نو

nevbet, novbet   

نوبت

nevbe, novbe 

نوبه

nev’an 

نوعا ً

nev’anmâ

نوعا ً ما

nîz

نیز

nîz hem

نیز هم

hân

هان

hân tâ

هان تا

hân u hân

هان و هان

hân u hîn

هان و هین

hây

های

her

هر

her… î ki

هر  ی که

her ez çendî

هر از چندی

her ân

هر آن

her an kocâ

هر آن کجا

her anki

هر آنکه

her angeh

هر آنگه

herâyine

هر آینه

herâyîne

هر آیینه

her câ

هر جا

hercûr

هر جور

her çîz

هر چیز

her çîz be cây-i hod

هر چیز بجای خود

her der

هر در

her dest

هر دست

her dem

هر دم

her dem

هر دم

her dem u sâ’et

هر دم و ساعت

her demî

هر دمی

her do

هر دو

her do an

هر دو آن

her rûz

هر روز

her zemân

هر زمان

her sâl

هر سال

hersâle

هر ساله

her sû

هر سو

her taraf

هر طرف

her tovr

هر طور

her tovr bûd

هر طور بود

her tovrîst

هر طوری است

her kadr ki

هر قدر که

her kadr… heman kadr

هر قدر همان قدر

her kocâ

هر کجا

her kodâm

هر کدام

her kodâm ez şomâ

هر کدام از شما

her kes

هر کس

her kes her kes

هر کس هر کس

herkesî

هر کسی

her kesî k’û

هر کسی کاو

her ki

هر که

herkû

هر کو

her gâh

هر گاه

her gâhî

هر گاهی

her geh

هر گه

her geh ki

هر گه که

hergûn

هر گون

hergûne 

هر گونه

her lahze

هر لحظه

her ne

هر نه

her nov’

هر نوع

her vakt

هر وقت

her yek

هر یک

herç

هرچ

herçikadr

هرچقدر

herçend

هرچند

herçend ki

هرچند که

herçend hem ki

هرچند هم که

herçi

هرچه

herçi bâdâ bâd

هرچه بادا باد

herçi bâdâ bâdâ

هرچه بادا بادا

herçi bûd

هرچه بود

herçi bîşter

هرچه بیشتر

herçi temâmter

هرچه تمامتر

herçi zûdter

هرچه زودتر

herçi nebâşed

هرچه نباشد

herçi…ter

هرچهتر

herk

هرک

herk û

هرک او

hergiz

هرگز

hezâr bâr

هزار بار

hest u nîst

هست و نیست

hefteî

هفته ای

hem

هم

hemdûş

هم دوش

hemredîf

هم ردیف

hemzemân

هم زمان

hemzemân bâ

هم زمان با

hemmânend

هم مانند

hem nîz

هم نیز

hemân

همان

hemân   hemân

همان  همان

hemân dem

همان دم

hemân rûz

همان روز

hemân zemân

همان زمان

hemân sâ’et

همان ساعت

hemansanki

همان سان که

heman şeb

همان شب

hemangûneki

همان گونه که

heman vakt

همان وقت

hemânâ

همانا

hemâncâ

همانجا

hemancâki

همانجا که

hemâncûr

همانجور

hemâncûrî ki

همانجوری که

hemântovr

همانطور

hemântovr ki

همانطور که

hemântovrî ki

همانطوری که

hemankadr ki

همانقدر که

hemângâh 

همانگاه

hemânend

همانند

hemçonân, hemçenân 

همچنان

hemçonânki, hemçenânki 

همچنانکه

hemçonânî

همچنانی

hemçend-i

همچند ِ

hemçendân

همچندان

hemçonîn, hemçenîn 

همچنین

hemçe

همچه

hemçu

همچو

hemçon

همچون

hemçîn

همچین

hemdiger

همدگر

hemdîger

همدیگر

hemrâh

همراه

hemegân

همگان

hemegânî

همگانی

hemgonân

همگنان

hemegî 

همگی

hemgîn

همگین

heme

همه

heme’eş

همه اش

heme câ

همه جا

heme cânib

همه جانب

heme cânibe

همه جانبه

hemecûr

همه جور

heme çîz

همه چیز

heme rûz

همه روز

heme rûze

همه روزه

heme sâle

همه ساله

heme kes

همه کس

hemvâr

هموار

hemvâre

همواره

hemî

همی

hemîdûn

همیدون

hemîş

همیش

hemîşegî

همیشگی

hemîşe

همیشه

hemîşe hemintovr

همیشه همینطور

hemîşe-i Hodâ

همیشهء خدا

hemîn

همین

hemin el’ân

همین الآن

hemincûrî

همین جوری

hemin hâlâ

همین حالا

hemin rûzhâ

همین روزها

hemîn sâ’et

همین ساعت

hemin ferdâ

همین فردا

heminkadr

همین قدر

heminkadrki

همین قدر که

heminki

همین که

der hemin lehze

همین لحظه

hemîn ubes

همین و بس

hemîn u hemân

همین و همان

heminyek

همین یک

hemincâ

همینجا

hemintovr

همینطور

hemintovr ki

همینطور که

hengâm

هنگام

hengâm-i zohr

هنگام ِ ظهر

hengâm-i âfitâbnişîn

هنگام آفتاب نشین

hengâmî ki

هنگامی که

henûz

هنوز

henûz ki henûz est

هنوز که هنوز است

henûz hem

هنوز هم

hîç

هیچ

hîç câ

هیچ جا

hîç çîz

هیچ چیز

hîç kodâm

هیچ کدام

hîç kodâm ez şomâ

هیچ کدام از شما

hîç kes

هیچ کس

hîç gûne

هیچ گونه

hîç vakt

هیچ وقت

hîç yek

هیچ یک

hîç gâh

هیچگاه

hişki

هیشکی

hîn

هین

hîn u hîn

هین و هین

heyhât

هیهات

heyhât ki

هیهات که

ve ilâ mâşâ’allâh

و الی ماشاء الله

vebes

و بس

veba’du

و بعد

vehâl an ki

 و حال آنکه

vehelummecerâ

و هلم جری

vâbeste

وابسته

vâbeste be

وابسته به

vâpes

واپس

vâpes-i

واپس ِ

vâpesî

واپسی

vâpesîn

واپسین

vâcib

واجب

vâhid

واحد

vâhiden

واحدا ً

vâhiden ba’de vâhidin

واحدا ً بعد واحد

vâheyfâ

واحیفا

vâreste

وارسته

vâsite

واسطه

vâse-i 

واسهء

vase-i çi

واسهء چه

vâzihen

واضحا ً

vâfiren

وافرا ً

vâki’

واقع

vâki’ der

واقع در

vâki’en

واقعا ً

van

وان

vançi

وانچه

vender

واندر

venderân

واندران

vankû

وانکو

vangâh

وانگاه

vangeh

وانگه

vangehân

وانگهان

vangehânî

وانگهانی

vangehî

وانگهی

vây

وای

vây tu

وای تو

vech

وجه

vech-i ahsen

وجه ِ احسن

vech-i âhar

وجه ِ آخر

vechen

وجها ً

vechen minelvucûh

وجها ً من الوجوه

ver

ور

ver

ور

verâ

ورا

verâ’

وراء

verne

ورنه

vernî

ورنی

vez

وز

vezanpes

وز آن پس

vezan

وزان

veset

وسط

vesîle

وسیله

vaz’en

وضعا ً

vazîh

وضیح

vazîha

وضیحه

vegayre, vegayruhu

وغیره

vegayruhâ

وغیرها

vegayruhum

وغیرهم

vegayruhumâ

وغیرهما

vakt

وقت

vakt-i dîger

وقت ِ دیگر

vakt-i seher

وقت ِ سحر

vakt-i sobh

وقت ِ صبح

vakt-i zohr

وقت ِ ظهر

vakt-i asr

وقت ِ عصر

vakt-i gurûb

وقت ِ غروب

vakt be vakt

وقت به وقت

vakt-i zevâl

وقت زوال

vakt u bîvakt

وقت و بی وقت

vakten

وقتا ً

vakten mine’l-evkât

وقتا ً من الاوقات

vakthâ

وقتها

vaktî

وقتی

vaktîki

وقتی که

veger

وگر

vegerne

وگرنه

vegernî

وگرنی

velev

ولو

velev anki

ولو آنکه

velev inki

ولو اینکه

velevki

ولو که

velî

ولی

velîk

ولیک

velîken

ولیکن

veh

وه

veh ki

وه که

vehle

وهله

vehle-i ûlâ

وهلهء اولی

vehem

وهم

vey

وی

vey

وی

یا

yâ esefâ

یا اسفا

ya ânki

یا آنکه

yâ eyyuhâ

یا ایها

yâ buşrâ

یا بشری

yâ hasreten

یا حسرة

yâ hasretenâ

یا حسرتنا

yâ Hayy

یا حی

yâ sabr

یا صبر

yâ veyletâ

یا ویلتا

yâ veyletenâ

یا ویلتنا

yâ veyletî

یا ویلتی

yâ veylenâ

یا ویلنا

yeden biyed(in)

یدا ً بید ٍ

yakînen

یقینا ً

yek

یک

yek bâr

یک بار

yek bâr-i dîger

یک بار دیگر

yekbâregî

یک بارگی

yek bend

یک بند

yek be yek

یک به یک

yek pâ

یک پا

yek tene

یک تنه

yek cihet

یک جهت

yek cûr

یک جور

yekcûrî

یک جوری

yek çend

یک چند

yek çendî

یک چندی

yek horde

یک خرده

yek dâne

یک دانه

yek def’e

یک دفعه

yek dem

یک دم

yekdeme 

یک دمه

yek dunyâ

یک دنیا

yek râst

یک راست

yek rûz der miyân

یک روز در میان

yekrûze

یک روزه

yek sâ’et

یک ساعت

yek sâl

یک سال

yeksâle

یک ساله

yekser

یک سر

yek sû

یک سو

yekşebe

یک شبه

yek şemme

یک شمه

yek kar

یک قر

yek kodâm

یک کدام

yek kodâmişan

یک کدامشان

yek kurûr

یک کرور

yek lehze

یک لحظه

yek lehzeî

یک لحظه ای

yek lehze pîş

یک لحظه پیش

yek leht

یک لخت

yek mertebe 

یک مرتبه

yeknesak

یک نسق

yek nişest

یک نشست

yek nefes

یک نفس

yeknevâht

یک نواخت

yekneverd

یک نورد

yekhev

یک هو

yek vucûd

یک وجود

yekver

یک ور

yek vakt

یک وقت

yek yek

یک یک

yekbâre

یکباره

yektâ

یکتا

yek câ

یکجا

yekdiger

یکدگر

yekdîger

یکدیگر

yekrîz 

یکریز

yeksân

یکسان

yeksûne

یکسونه

yekî

یکی

yekî e

یکی از

yekî pes ez dîgerî

یکی پس از دیگری

yekî der miyâ

یکی در میان

yekî dîge

یکی دیگر

yekî yekî

یکی یکی

yegân

یگان

yegân yegân

یگان یگان

yegâne

یگانه

 

 

 

 

LATİN HARFLİ ALFABETİK LİSTE

 

 

âcilen

عاجلا ً

agleb

اغلب

agleben

اغلبا ً

agleb-i ihtimâl

اغلب احتمال

agleb-i ovkât

اغلب ِ اوقات

ahadî

احدی

âher

آخر

ahîr

اخیر

âhir

آخر

âhir çi?

آخر چه

ahîren

اخیرا ً

âhireş

آخرش

âhir-i kâr

آخر ِ کار

âhirîn

آخرین

âhirînbâr

آخرین بار

ahsen

احسن

akab

عقب

âkıbet

عاقبت

âkibet-i kâr

عاقبت ِ کار

âkibetul’emr

عاقبه الامر

akselgâye

اقصی الغایه

âlâ hîni gafletin

علی حین غفلهٍ

alâ kaderin

علی قدر

alâ kadrilimkân

علی قدر الامکان

alâ kadrilistitâ’a

علی قدر الاستطاعه

alâ kadrittâka

علی قدر الطاقه

alâ kavli

علی قول

alâ kulli hâl

علی کل حال

alâ meleinnâs

علی ملأ الناس

alâ merâtibihim

علی مراتبهم

alâ ragmi

علی رغم ِ

alâ ragm-i heme çîz

علی رغم همه چیز

alâ ragmi inki

علی رغم ِ اینکه

alâ ragm-i inki

علی رغم ِ اینکه

alâ ragmi’l-adû

علی رغم العدو

alâ rivâyetin

علی روایهٍ

alâ tarîkilicmâl

علی طریق الاجمال

alâ tarîkilistişhâd

علی طریق الاستشهاد

alâ tarîkilkıyâs

علی طریق القیاس

alâ tarîkilmünâvebe

علی طریق المناوبه

alâ tarîkişşahâde

علی طریق الشهاده

alâ vechilicmâl

علی وجه الاجمال

alâ vechilihtisâr

علی وجه الاختصار

alâ vechittafsîl

علی وجه التفصیل

alâ vefki

علی وفق

alâ vefkilmatlûb

علی وفق المطلوب

alâ vefkilmurâd

علی وفق المراد

alâeyyihâl

علی ای حال

alâhide

علی حده

aledderecât

علی الدرجات

aleddevâm

علی الدوام

alelacâib

علی العجائب

alelâde

علی العاده

alelbedel

علی البدل

alelcumle

علی الجمله

alelekser

علی الاکثر

alelfevr

علی الفور

alelgafle

علی الغفله

alelhâl

علی الحال

alelhisâb

علی الحساب

alelhusûs

علی الخصوص

alelhusûs

علی الخصوص

alelicmâ’

علی الاجماع

alelicmâl

علی الاجمال

alelinfirâd

علی الانفراد

alelistimrâr

علی الاستمرار

aleliştirâk

علی الاشتراک

alelitlâk

علی الاطلاق

alelittifâk

علی الاتفاق

alelusûl

علی الاصول

alenen

علنا ً

alessabâh

علی الصباح

alesseher

علی السحر

alesseviyye

علی السویه

aletta’cîl

علی التعجیل

aletta’yîn

علی التعیین

alettafsîl

علی التفصیل

alettahkîk

علی التحقیق

alettahmîn

علی التخمین

alettahsîs

علی التخصیص

aletteâkub

علی التعاقب

alettedrîc

علی التدریج

alettemâm

علی التمام

alettenâvub

علی التناوب

alettertîb

علی الترتیب

alettesâvî

علی التساوی

alettevâlî

علی التوالی

alezzâhir

علی الظاهر

amden

عمدا ً

amelen

عملا ً

an

عن

ân

آن

an asl

عن اصل

ân be ân

آن به آن

an cehlin

عن جهل

an cemâ’atin

عن جماعهٍ

an dem ki

آن دم که

an ekall

عن اقل

an gıyâbin

عن غیاب ٍ

an karîb

عن قریب

an kasdin

عن قصد

an nefes

آن نفس

an samîmi’l-kalb

عن صمیم القلب

an tovr

آن طور

an vakt

آن وقت

an vech

آن وجه

ânân

آنان

âncâ

آنجا

ancâ ki

آنجا که

ancâyî ki

آنجایی که

anç

آنچ

ançet

آنچت

ançi

آنچه

ançiki

آنچه که

ançki

آنچ که

ânçonan, ançenan

آن چنان

ançonânî

آن چنانی

ançonanki, ançenanki

آن چنان که

andiger

آن دگر

andîger

آن دیگر

andûn

آندون

ânen

آنا ً

angâh

آنگاه

angeh

آنگه

angehem

آنگهم

angehî

آنگهی

angehki

آنگه که

angûn

آنگون

angûne

آنگونه

anhâ

آنها

anhem

آن هم

anhemçiki

آن همچه که

anheme

آن همه

ân-i

آن ِ

ânî

آنی

ân-i mustakbel

آن مستقبل

ân-i vâhid

آن ِ واحد

ânifen

آنفا ً

anilgıyâb

عن الغیاب

ank

آنک

ankadr, an kadar

آنقدر

ankadrki, an kadar ki

آنقدر که

ankes

آن کس

ankes ki

آنکس که

anki

آنکه

ankocâ

آن کجا

ankû

آنکو

anmovki

آن موقع

anrûz

آن روز

anser

آن سر

ansû

آن سو

antovr

آنطور

antovrki

آنطور که

anyekî

آن یکی

anzemân

آن زمان

aslen

اصلا ً

asr

عصر

asrî

عصری

asr-i teng

عصر ِ تنگ

âverî

آوری

âyâ

آیا

با

bâ ançi

با آنچه

bâ ançi ki

با آنچه که

bâ anki

با آنکه

bâ hemrâh-i

با همراه ِ

bâ hiyâl-i âsûde

با خیال ِ آسوده

bâ hiyâl-i inki

با خیال ِ اینکه

bâ ihtimâl-i ziyâd

با احتمال ِ زیاد

bâ ihtisâb-i

با احتساب ِ

bâ in hâl

با این حال

bâ in heme

با این همه

bâ in ki

با اینکه

bâ in tefâvut ki

با این تفاوت که

bâ in tertîb

با این ترتیب

bâ in vasf

با این وصف

bâ ingûne

با این گونه

bâ istinâd be

با استناد به

bâ işâre be

با اشاره به

bâ kemâl-i

با کمال ِ

bâ kemâl-i dikkat

با کمال ِ دقت

bâ kemâl-i meyl

با کمال ِ میل

bâ kemâl-i teaccub

با کمال ِ تعجب

bâ ki

با که

bâ kutr-i

با قطر ِ

bâ maslahat

با مصلحت

bâ şiddet-i

با شدت

bâ tekye ber

با تکیه بر

bâ tekye ber inki

با تکیه بر اینکه

bâ temâm-i in ehvâl

با تمام ِ این احوال

bâ temâm-i kuvâ

با تمام ِ قوا

bâ teveccuh be

با توجه به

bâ vasf-i anki

با وصف ِ آنکه

bâ vucûd-i

با وجود

bâ vucûd-i an

با وجود ِ آن

bâ vucûd-i ân ki

با وجود ِ آنکه

bâ vucûd-i in

با وجود این

bâ vucûd-i inki

با وجود ِ اینکه

bâ vucûdî ki

با وجودی که

ba’d

بعد

ba’d ez an

بعد از آن

ba’d ez anki

بعد از آنکه

ba’d ez çendî

بعد از چندی

ba’d ez çendîn sâl

بعد از چندین سال

ba’d ez hergiz

بعد از هرگز

ba’d ez in

بعد از این

ba’d ez in ki

بعد از اینکه

ba’d ez kemî

بعد از کمی

ba’d ez lehzeî

بعد از لحظه ای

ba’d ez muddetî

بعد از مدتی

ba’d ez muddetî medîd

بعد از مدتی مدید

ba’d ez neved u bûkî

بعد از نود و بوقی

ba’d ez zevâl

بعد از زوال

ba’d ez zohr

بعد از ظهر

ba’de bu’din

بعد َ بعد

ba’de ez

بعد از

ba’de harâbi’l-Basra

بعد خراب البصره

ba’de ummetin

بعد امه

ba’de vâhid

بعد واحد

ba’de zemânin

بعد زمان

ba’dehâ

بعدها

ba’dehu

بعده

ba’delyevm

بعد الیوم

ba’demâ

بعد ما

ba’demâ ki

بعد ما که

ba’den

بعدا ً

ba’dezâ

بعد ذا

ba’dezâlik

بعد ذلک

ba’dhem

بعدهم

ba’dî

بعدی

ba’îdulihtimâl

بعید الاحتمال

ba’îdulvukû’

بعید الوقوع

ba’zi

بعض

ba’zî

بعضی

ba’zî mevâki

بعضی مواقع

ba’zî ovkât

بعضی اوقات

bâb

باب

bâbet-i

بابت ِ

bagal

بغل

bagal dest

بغلدست

bagalî

بغلی

bâhaş

باهاش

bâhem

باهم

bâheme-i inki

با همهء اینکه

bâjgûne

باژگونه

bakiyye

بقیه

bâlâ

بالا

bâlâ vu pest

بالا و پست

bâlâ vu zîr

بالا و زیر

bâlâter ez an

بالاتر از آن

bâlâter ez heme

بالاتر از همه

bâlâ-yi ser

بالای سر

bâligen mâ belaga

بالغا ً ما بلغ

bâmdâd

بامداد

bâmdâdân

بامدادن

bâmdâdî

بامدادی

bâmgâh

بامگاه

bâmgeh

بامگه

bâr

بار

bâre

باره

bârhâ

بارها

bârhâ-yi evvel

بارهای اول

bârî

باری

bâr-i dîger

بار ِ دیگر

bâr-i evvel

بار ِ اوّل

bâşed ki

باشد که

bâşgûne

باشگونه

bâtinen

باطنا ً

bâz

باز

bâz anki

باز آنکه

bâz dîger

باز دیگر

bâz hem

بازهم

bâz pes

باز پس

bâzgûne

باز گونه

bâzpesîn

باز پسین

be

به

be âkibet

به عاقبت

be akselgâye

به اقصی الغایه

be akvâ ihtimâl

به اقوی احتمال

be amd

به عمد

be azm-i

به عزم ِ

be behâne-i inki

به بهانهء اینکه

be besî

به بسی

be bîhûde

به بیهوده

be câ

به جا

be cây-i anki

به جای آنکه

be cây-i hod

به جای خود

be câyi in ki

به جای اینکه

be cenb-i

به جنب ِ

be cihet-i

به جهت ِ

be comlegî

به جملگی

be coz

به جز

be coz ez

به جز از

be coz ez anki

به جز از آنکه

be çi âyîn

به چه آیین

be çi delîl

به چه دلیل

be çi derece

به چه درجه

be çi illet

به چه علت

be çi munâsebet

به چه مناسبت

be çi sebeb

به چه سبب

be defe’ât

به دفعات

be delîl-i

به دلیل ِ

be delîl-i anki

به دلیل ِ آنکه

be delîl-i in ki

به دلیل ِ اینکه

be derâzâ-yi

به درازای

be dîger sohen

به دیگر سخن

be donbâl-i

به دنبال ِ

be dorostî

به درستی

be endâze

به اندازه

be endâze-i

به اندازهء

be endâze-i kâfî

به اندازهء کافی

be endâzeî ki

به اندازه ای که

be ender

به اندر

be enderûn

به اندرون

be fâsile

به فاصله

be ferâgbâl

به فراغبال

be ferâvânî

به فراوانی

be gâyet

به غایت

be gayr ez

به غیر از

be gayr-i

به غیر

be hadd-i kâfî

به حد کافی

be haddî ki

به حدّی که

be haddî ki

حدی که

be hads-i karîb be yakîn

به حدس قریب به یقین

be hakk-i

به حق ِ

be hâst-i

به خواست ِ

be hâtir-i

به خاطر ِ

be hâtir-i inki

به خاطر ِ اینکه

be hays-i

به حیث ِ

be heman endâze ki

به همان اندازه که

be heman nisbet

به همان نسبت

be heman tertîb

به همان ترتیب

be hemân tertîb ki

به همان ترتیب که

be heme-i ebvâb

به همهء ابواب

be hemin cihet

به همین جهت

be hemin minvâl

به همین منوال

be hemin sebeb

به همین سبب

be hemin sûret

به همین صورت

be hemin tertîb

به همین ترتیب

be hemîn zûdîhâ

به همین زودیها

be hemrâh-i

به همراه ِ

be hemrâhî-yi

به همراهیء

be hemsâyegî-i

به همسایگیء

be hengâm-i

به هنگام ِ

be her hâl

به هر حال

be her illetî

به هر علتی

be her kıymet

به هر قیمت

be her nahvî ki

به هر نحوی که

be her rûy

به هر روی

be her sûret

به هر صورت

be her takdîr

به هر تقدیر

be her tertîbî şode

به هر ترتیبی شده

be hest u nîst

به هست و نیست

be hîç sûret

به هیچ صورت

be hîç vech

به هیچ وجه

be hîçgûne

به هیچ گونه

be hîçrûy

به هیچ روی

be hiyâlet

به خیالت

be hiyâl-i hod

به خیال ِ خود

be hiyâl-i hodeş

به خیال ِ خودش

be hiyâl-i inki

به خیال اینکه

be hiyâl-i vâhî

به خیال ِ واهی

be hokm-i

به حکم ِ

be hokm-i anki

به حکم ِ آنکه

be hûbî

به خوبی

be hûbî-yi

به خوبیء

be hulûs

به خلوص

be husûs

به خصوص

be ıstılâh

به اصطلاح

be ibâretî

به عبارتی

be ibâret-i dîger

به عبارت ِ دیگر

be ibâret-i uhrâ

به عبارت ِ اخری

be ihtimâl-i akreb

به احتمال ِ اقرب

be ihtimâl-i karîb be yakîn

به احتمال ِ قریب به یقین

be ihtimâl-i kavî

به احتمال ِ قوی

be ihtimâl-i makrûn be hakîkat

به احتمال ِ مقرون به حقیقت

be ihtimâl-i nezdîk be yakîn

به احتمال ِ نزدیک به یقین

be ihtisâr

به اختصار

be ilâve

به علاوه

be ilâve -i

به علاوهء

be ilel-i gûnâgûn

به علل ِ گوناگون

be illet-i

به علّت ِ

be illet-i inki

به علت ِ اینکه

be in gûne

به این گونه

be in ki

به اینکه

be in sûret ki

به این صورت

be in sûret ki

به این صورت که

be in şart ki

به این شرط که

be in tertîb

به این ترتیب

be in vesîle

به این وسیله

be in zûdî

به این زودی

be ism-i

به اسم ِ

be istilâh

باصطلاح

be istisnâ-yi

به استثنای

be ittifâk-i

به اتفاق ِ

be ivez-i

به عوض ِ

be ivez-i anki

به عوض ِ آنکه

be ivez-i inki

به عوض ِ اینکه

be izâfe-i

به اضافهء

be izâ-yi

به ازای

be kadr-i

به قدر ِ

be kadrî ki

به قدری که

be karâr-i

به قرار

be karâr-i her rûz

به قرار ِ هر روز

be karârî ki

به قراری که

be karâr-i zeyl est

به قرار ِ ذیل است

be karîb

به قریب

be karîne

به قرینه

be kasd-i

به قصدِ

be kasd-i an ki

به قصد ِ آنکه

be kasd-i koşten

به قصد ِ کشتن

be kat’

به قطع

be kemâl-i

به کمال ِ

be kenâr-i

به کنار ِ

be kısmî

به قسمی

be kısmî ki

به قسمی که

be kirdâr-i

به کردار ِ

be kollî

به کلّی

be kovl-i

به قول ِ

be kutr-i

به قطر ِ

be lehâz-i

به لحاظ ِ

be mahz

به محض

be mahz-i

به محض ِ

be mahz-i an ki

به محض ِ آنکه

be mahz-i in ki

به محض ِ اینکه

be maksad-i

به مقصد

be mânend-i

به مانند ِ

be meblag-i

به مبلغ ِ

be menzûr-i

به منظور ِ

be menzûr-i inki

به منظور ِ اینکه

be merâtib

به مراتب

be merrât

به مرات

be mesâbe-i

به مثابهء

be mesel

به مثل

be mikdâr-i

به مقدار ِ

be mirâr

به مرار

be misl-i

به مثل ِ

be movki’

به موقع

be mucerred-i

به مجرد ِ

be mucerred-i

به مجرد ِ

be mucerred-i in ki

به مجرد اینکه

be mucerredî ki

به مجردی که

be mûcib-i

به موجب ِ

be mukerrer

به مکرر

be munâsebet

به مناسبت

be munâvebet

به مناوبت

be murûr

به مرور

be murûr-i eyyâm

به مرور ِ ایام

be muvâcehe

به مواجهه

be nâgâh

به نا گاه

be nâhak

به نا حق

be nâhâst

به نا خواست

be nahv-i

به نحو ِ

be nahvî

به نحوی

be nahv-i ahsen

به نحو ِ احسن

be nahv-i ekmel

به نحو ِ اکمب

be nahv-i etemm

به نحو ِ اتم

be nahvî ki

به نحوی که

be nakl ez

به نقل از

be nazar-i

به نظر ِ

be nef’-i

به نفع ِ

be nermî

به نرمی

be nezdîk-i

به نزدیک ِ

be nisbet-i

به نسبت ِ

be nizâm

به نظام

be nov’î

به نوعی

be novbe-i hod

به نوبهء خود

be novbet

به نوبت

be omîd-i inki

 به امید ِ اینکه

be ozr-i inki

به عذر ِ اینکه

be râbite

به رابطه

be ragbet

به رغبت

be ragm-i

به رغم ِ

be râhetî

به راحتی

be râstâ-yi

به راستای

be râstî

به راستی

be resm-i

به رسم ِ

be resm-i şûhî

به رسم ِ شوخی

be rûy-i

به روی

be sâ’et

به ساعت

be sa’y

به سعی

be sa’y u ihtimâm-i

به سعی و اهتمام ِ

be sa’y-i

به سعی ِ

be sâl-i

به سال ِ

be sebeb-i

به سبب ِ

be serâhet

به صراحت

be sezâ

به سزا

be sirf-i anki

به صرف آنکه

be sirf-i inki

به صرف اینکه

be sohen-i dîger

به سخن دیگر

be sur’et

به سرعت

be sûret

به صورت

be sûret-i

به صورت ِ

be sûy-i

به سوی

be şart-i

به شرط

be şart-i anki

به شرط ِ آنکه

be şart-i inki

به شرط ِ اینکه

be şartî ki

به شرطی که

be şeklî ki

به شکلی که

be şerh

به شرح

be şiddet

به شدت

be tacîl

به تعجیل

be tafsîl

به تفصیل

be takrîb

به تقریب

be taraf-i

به طرف ِ

be taraf-i dîger

به طرف ِ دیگر

be tarîk-i

به طریق ِ

be tarz-i

به طرز ِ

be tâzegî

به تازگی

be tefârîk

به تفاریق

be temâm-i ma’nî

به تمام ِ معنی

be tenâsub

به تناسب

be tenhâyî

به تنهایی

be tertîb

به ترتیب

be tertîb-i

به ترتیب ِ

be tevessut-i

به توسط ِ

be to

بتو

be tondî

به تندی

be tov’

به طوع

be tov’ u ragbet

به طوع و رغبت

be tovr-i

به طور ِ

be tovr-i ehass

به طور ِ اخص

be tovr-i hatm

به طور ِ حتم

be tovr-i icmâl

به طور ِ اجمال

be tovr-i ittifâk

به طور ِ اتفاق

be tovr-i iztirârî

به طور ِ اضطراری

be tovr-i kâmil

به طور ِ کامل

be tovr-i kat’

به طور ِ قطع

be tovrî ki

به طوری که

be tovr-i kullî

به طور ِ کلّی

be tovr-i mahfî

به طور ِ مخفی

be tovr-i misâl

به طور ِ مثال

be tovr-i mucmel

به طور ِ مجمل

be tovr-i muhtemel

به طور ِ محتمل

be tovr-i musellem

به طور ِ مسلم

be tovr-i mustakil

به طور ِ مستقل

be tovr-i mustakîm

به طور ِ مستقیم

be tovr-i muvekkat

به طور ِ موقت

be tovr-i nâgehânî

به طور ِ ناگهانی

be tovr-i tabî’î

به طور ِ طبیعی

be tovr-i takrîb

به طور ِ تقریب

be tovr-i tesâduf

به طور ِ تصادف

be tovr-i yekcâ

به طور ِ یکجا

be tûl

به طول

be unvân-i âhirîn

به عنوان ِ آخرین

be unvân-i misâl

به عنوان ِ مثال

be vâcib

به واجب

be vâki’

به واقع

be vakt

به وقت

be vâsite-i

به واسطهء

be vâsite-i anki

به واسطهء آنکه

be vâsite-i inki

به واسطهء اینکه

be vech

به وجه

be vech-i

به وجه ِ

be vech-i etemm

به وجه ِ اتم

be vech-i gâlib

به وجه ِ غالب

be vesîle-i

به وسیلهء

be vîje

به ویژه

be vufûr

به وفور

be yekbâregî

به یکبارگی

be zâhir

به ظاهر

be zamîme

به ضمیمه

be zamîme-i

به ضمیمهء

be zarûret

به ضرورت

be zûdî

به زودی

be zur’et-i herçi temâmter

به سرعت هرچه تمام تر

becây-i

به جای

bed

بد

bed cûrî

بدجوری

bedan

بدان

bedan sebeb

بدان سبب

bedan sebeb ki

بدان سبب که

bedan vakt

بدان وقت

bedansân

بدانسان

bedânsû

بدان سو

bedbahtâne

بدبختانه

beder

بدر

bedîhî

بدیهی

bedîhîst

بدیهی است

bedin cihet

بدین جهت

bedin hisâb

بدین حساب

bedin illet

بدین علت

bedin kadar

بدین قدر

bedin karâr ki

بدین قرار که

bedin lehâz

بدین لحاظ

bedin ma’nîki

بدین معنی که

bedin sebeb

بدین سبب

bedin şîve

بدین شیوه

bedin tarîk

بدین طریق

bedin tertîb

بدین ترتیب

bedin vech ki

بدین وجه که

bedin vesîle

بدین وسیله

bedincâ

بدینجا

bedingûne

بدینگونه

bedinhâtir

بدین خاطر

bedinsan

بدینسان

bedter

بدتر

bedter ez an

بدتر از آن

bedter ez heme

بدتر از همه

bedû

بدو

bedûn-i

بدون

bedûn-i anki

بدون ِ آنکه

bedûn-i çûn u çerâ

بدون ِ چون و چرا

bedûn-i esâs

بدون اساس

bedûn-i hedef

بدون ِ هدف

bedûn-i in ki

بدون ِ اینکه

bedûn-i irâde

بدون ِ اراده

bedûn-i kem u kâst

بدونِ کم و کاست

bedûn-i kem u ziyâd

بدون ِ کم و زیاد

bedûn-i şek

بدون ِ شک

bedûn-i şobhe

بدون ِ شبهه

bedûn-i tekelluf

بدون ِ تکلف

befehmî nefehmî

بفهمی نفهمی

beh

به

behem

بهم

behem

بهم

behodi-yi hod

به خودی خود

behr-i

بهر ِ

behr-i ân est

بهر ِ آن است

behr-i çi

بهر ِ چه

behr-i…râ

بهر ِ  را

bein sebeb

به این سبب

bel

بل

belâ

بلی

bele

بله

belî

بلی

belki

بلکه

belkî

بلکی

benâbe

بنا به

benâber

بنا بر

benâberan

بنا بر آن

benâberançi

بنا بر آنچه

benâberin

بنا برین

ber

بر

ber aks

بر عکس

ber bîhude

بر بیهده

ber cây

بر جای

ber cây-i

بر جای ِ

ber cihet-i

بر جهت ِ

ber dest-i

بر دست ِ

ber esâs-i

بر اساس ِ

ber eser-i

بر اثر ِ

ber farz hem ki

بر فرض هم که

ber farz ki

بر فرض که

ber ferâz-i

بر فراز ِ

ber fovr

بر فور

ber gird-i

بر گرد ِ

ber hasb-i zâhir

بر حسب ِ ظاهر

ber haseb-i

بر حسب ِ

ber haseb-i fikr

بر حسب ِ فکر

ber haseb-i ittifâk

بر حسب ِ اتفاق

ber haseb-i maslahat

بر حسب ِ مصلحت

ber hem

بر هم

ber hilâf-i

بر خلاف ِ

ber ilâve

بر علاوه

ber in kıyâs

بر این قیاس

ber kemâl

بر کمال

ber melâ

بر ملا

ber mûcib-i

بر موجب ِ

ber muktezâ-yi

بر مقتضای امر

ber nehc-i

بر نهج ِ

ber pâye-i

بر پایهء

ber rûy-i

بر روی

ber rûy-i hem

بر روی هم

ber şuref-i

بر شرف ِ

ber tarz-i

بر طرز ِ

ber tavr-i

بر طور ِ

ber tefâvut

بر تفاوت

ber tibk-i

بر طبق

ber vech-i

بر وجه ِ

ber vech-i âtî

بر وجه ِ آتی

ber vech-i bâlâ

بر وجه ِ بالا

ber vech-i dilhâh

بر وجه ِ دلخواه

ber vech-i ekmel

بر وجه ِ اکمل

ber vech-i icmâl

بر وجه ِ اجمال

ber vech-i iştirâk

بر وجه ِ اشتراک

ber vech-i meşrûh

بر وجه ِ مشروح

ber vech-i muharrer

بر وجه ِ محرر

ber vech-i mukerrer

بر وجه ِ مکرّر

ber vech-i yesîr

بر وجه ِ یسیر

ber vech-i zeyl

بر وجه ِ ذیل

ber vech-i zîr

بر وجه ِ زیر

ber vefk-i

بر وفق ِ

ber vefk-i dilhâh

بر وفق ِ دلخواه

ber vefk-i merâm

بر وفق ِ مرام

ber vefk-i murâd

بر وفق ِ مراد

ber zâhir

بر ظاهر

ber zıdd-i

بر ضدّ ِ

berâber

برابر

berâstâ

به راستا

berâyi

برای

berây-i âherînbâr

برای آخرین بار

berâyi anki

برای آنکه

berâyi çi

برای چه

berâyi evvelîn bâr

برای اولین بار

berâyi hemîşe

برای همیشه

berâyi in ki

برای اینکه

berâyi kesî

برای کسی

berâyi ma’lûmât

برای معلومات

berâyi maslahat

برای مصلحت

berây-i nohostîn bâr

برای نخستین بار

berâyi rizâ-yi Hodâ

برای رضای خدا

berem

برم

berhî

برخی

berhord

برخورد

berhord bâ

برخورد با

berpey-i

بر پی ِ

bersân-i

بر سان ِ

berter

برتر

bes

بس

bes

بسا

bes ki

بس که

besân-i

بسان ِ

besânî

بسانی

besezâ

بسزا

besır

بسرّ

besî

بسی

besteser

بسته سر

bevey

بوی

beyekbâr

به یکبار

beyn

بین

بی

bî aded

بی عدد

bî ank

بی آنک

bî ânki

بی آنکه

bî bedel

بی بدل

bî bedîl

بی بدیل

bî ber u bergerd

بی بر و برگرد

bî cihet

بی جهت

bî çon u çerâ

بی چون و چرا

bî direng

بی درنگ

bî endâze

بی اندازه

bî gâh

بی گاه

bî geh

بی گه

bî geh u geh

بی گه و گه

bî had

بی حد

bî hadd u hasr

بی حد و حصر

bî hadd u kerân

بی حد و کران

bî hem

بی هم

bî hemâ

بی همال

bî hemtâ

بی همتا

bî hilâf

بی خلاف

bî hisâb

بی حساب

bî hiyâl

بی خیال

bî hod

بی خود

bî hod u bî cihet

بی خود و بی جهت

bî hodî

بی خودی

bî inki

بی اینکه

bî intihâ

بی انتها

bî irâde

بی اراده

bî kerân

بی کران

mahal

بی محل

bî mer

بی مر

bî movki

بی موقع

bî movrid

بی مورد

bî mubâlât

بی مبالات

bî muhâbâ

بی محابا

bî muntehâ

بی منتها

bî nazîr

بی نظیر

bî nihâyet

بی نهایت

bî şek

بی شک

bî şekk u reyb

بی شک و ریب

bî şekk u şubhe

بی شک و شبهه

bî şomâr

بی شمار

bî şubhe

بی شبهه

bî taraf

بی طرف

bî tarafâne

بی طرفانه

bî vakfe

بی وقفه

bî vesîle

بی وسیله

bî zevâl

بی زوال

bi’aynihâ

بعینها

bi’aynihi

بعینه

bi’ibâretin uhrâ

به عباره اخری

bi’l-aşiyyi vel’işrâk

بالعشی و الاشراق

bi’s-seviyyeti

بالسویه

bidûni fâsile

بدون فاصله

bidûni vakfe

بدون ِ وقفه

bi-emdâ

بعمدا

bigayri

بغیر

bigayri hakkin

بغیر حق

bigayri hisâb

بغیر حساب

bigayri ilm

بغیر علم

bigayrilhakki

بغیر الحقّ

bih

به

bih ez

به از

bih zi

به ز

bihter

بهتر

bihter est

بهتر است

bihterîn

بهترین

bihude

بیهده

bîhûde

بیهوده

bikaderin

بقدر

bikadri

بقدر

bikadrilimkân

بقدر الامکان

bil’aks

بالعکس

bil’araz

بالعرض

bil’aşiyy

بالعشی

bil’aşiyyi velebkâr

بالعشی و الابکار

bilâ

بلا

bilâ fâsile

بلا فاصله

bilâ intizâr

بلا انتظار

bilâ istisnâ

بلا استثنا

bilâ vesîle

بلا وسیله

bilâ’inkıtâ’

بلا انقطاع

bilâ’ivez

بلا عوض

bilâcihet

بلا جهت

bilâfasl

بلا فصل

bilâfâyide

بلا فایده

bilâhere

بالاخره

bilâkayd

بلا قید

bilâmukaddeme

بلا مقدمه

bilâsebeb

بلا سبب

bilâşart

بلا شرط

bilâşek

بلا شک

bilâşubhe

بلای شبهه

bilâtâil

بلا طائل

bilâte’emmul

بلا تأمل

bilâte’hîr

بلا تأخیر

bilâterdîd

بلا تردید

bilâtevekkuf

بلا توقف

bilâvâsite

بلا واسطه

bilcumle

بالجمله

bilfi’l

بالفعل

bilfitre

بالفطره

bilgadâveti vel’aşiyyi

بالغداوه والعشی

bilguduvvi vel’âsâl

بالغدو و و الآصال

bilhâsse

بالخاصه

bilhusûs

بالخصوص

bilkat’

بالقطع

bilkull

بالکل

bilkulliyye

بالکلیه

bilkuvve

بالقوه

bilmeâl

بالمآل

bilmerre

بالمرّه

bilmunâsefe

بالمناصفه

bilmusâvât

بالمساوات

bilmuşâfehe

بالمشافهه

bilmuzâ’af

بالمضاعف

bimisli

بمثل

binâ be akîde-i

بنا به عقیده

binâen alâhâzâ

بناء علی هذا

binnetîce

بالنتیجه

binnisbe

بالنسبه

bire’yil’ayn

برأی العین

bîrûn

بیرون

bîrûn ez

بیرون از

bîrûn ez had

بیرون از حد

birûn, burûn

برون

bîrûnî

بیرونی

bîrûnsû

بیرون سو

bisserâhe

بالصراحه

bisyâr

بسیار

bisyâr hûb

بسیار خوب

bisyârî

بسیاری

bîş

بیش

bîş ez

بیش از

bîş ez an

بیش از آن

bîş ez anki

بیش از آنکه

bîş ez endâze

بیش از اندازه

bîş ez hemîşe

بیش از همیشه

bîş u kem

بیش و کم

bîş u noksân

بیش و نقصان

bîşter

بیشتر

bîşterî

بیشتری

bîşterîn

بیشترین

bitab

بطع

bittab’

بالطبع

bittav’i verragbe

بالطوع و الرغبه

bittebe’

بالتبع

bittemâm

بالتمام

bi-unfi

بعنف

bizâtihi

بذاته

bizzarûre

بالضروره

bizzât

بالذات

bon

بن

bû ki

بو که

bûk

بوک

bukreten

بکرۃ

bukreten ve asîlen

بکرۃ و اصیلا ً

bukreten ve aşiyyen

بکرۃ و عشیا ً

câ câ

جا جا

câbecâ

جابجا

cânib

جانب

cây

جای

cehren

جهرا ً

cem’î

جمعی

cemî’

جمیع

cemî’en

جمیعا ً

cenb

جنب

cevfen

جوفا ً

cihâren

جهارا ً

cihet

جهت

cihet-i anki

جهت ِ آنکه

codâgâne

جداگانه

colov, colev

جلو

comle

جمله

comlegî

جملگی

comleten

جملهً

coz

جز

coz anki

جز آنکه

coz inki

جز اینکه

coz ki

جز که

coz meger

جز مگر

coz’ be coz’

جزء به جزء

coz’î

جزئی

cozv

جزو

çâbok u çost

چابک و چست

çend

چند

çend bâr

چند بار

çend der sed

چند در صد

çend lehze

چند لحظه

çend novbet

چنئ نوبت

çend rûz kabl

چند روز قبل

çend tâ

چند تا

çend u çend

چند و چند

çend vaktî

چند وقتی

çend vechî

چند وجهی

çendân

چندان

çendan ki

چندان که

çendank

چندانک

çendî

 

چندی

çendî be çendî

چندی به چندی

çendî negozeşt ki

چندی نگذشت که

çendî pîş

چندی پیش

çendîn

چندین

çendîn bâr

چندین بار

çendîn u çend

چندین و چند

çendîngâh

چندین گاه

çendtâyî

چند تایی

çerâ ki

چرا که

çerâ ne

چرا نه

çerâki ne

چرا که نه

çeşm berhem zeden

چشم بر هم زدن

çi

چی

çi

چی

çi aceb

چه عجب

çi anki

چه آنکه

çi beresed

چه برسد

çi besâ

چه بسا

çi besâ ki

چه بسا که

çi cây-i

چه جای

çi çîz

چه چیز

çi endâze

چه اندازه

çi gam

چه غم

çi hâssâ

چه خاصا

çi hûb est ki

چه خوب  است که

çi kesânî

چه کسانی

çi kesrî

چه کسری

çi kumâş

چه قماش

çi mahal

چه محل

çi mâye

چه مایه

çi mevki, çi movgi

چه موقع

çi resed

چه رسد

çi resed be

چه رسد به

çi sebeb

چه سبب

çi, çe

چه

çi’î

چی ای

çicûr

چه جور

çicûr

چی جور

çiçi

چه  چه

çigûne

چگونه

çihâ

چها

çikesî

 

چه کسی

çinov’

چه نوع

çirâ, çerâ

چرا

çîst

چیست

çiyeş est?

چه اش است

çîz

چیز

çîzî ki

چیزی که

çîzî nemânde bûd

چیزی نمانده بود

çîzî nemânde bûd ki

چیزی نمانده بود که

çîzîdiger

چیزی دگر

ço

چو

çon

چون

çon u çerâ

چون و چرا

çonân

چنان

çonânçi, çenânçi

چنانچه

çonank

چنانک

çonânk

چونانک

çonanki gûyî (gû’î)

چنانکه گویی

çonânki, çenânki

چنانکه

çonîn, çenîn

چنین

çonk

چونک

çonki

چونکه

dâ’im

دائم

dâ’imî

دائمی

dâ’ir

دائر

dâhil

داخل

dâimuttezâyud

دائم التزاید

dâir ber

دائر بر

dâir ber inki

دائر بر اینکه

dâyim

دایم

dâyimulevkât, dâyimulovkât

دایم الاوقات

dâyir

دایر

dâyir ber

دایر بر

dâyir ber inki 

دایر بر اینکه

def’a

دفعه

def’a-i gozeşte

دفعهء گذشته

def’aten

دفعتا ً

def’aten

دفعهً

def’aten vâhide

دفعهً واحده

delîl

دلیل

dem

دم

dem dem

دم دم

dembedem

دمبدم

demî

دمی

dem-i gurûb

دم ِ غروب

dem-i subh

دم ِ صبح

der

در

der

در

der ‘idâd-i

در عداد ِ

der ‘iyân

در عیان

der âgâz

در آغاز

der âgâz-i emr

در آغاز ِ امر

der ahd-i

در عهد ِ

der âhir

در آخر

der âhirîn lahze

در آخرین لحظه

der ân âhirhâ

در آن آخرها

der ân beyn

در آین بین

der an esnâ

در آن اثنا

der an eyyâm

در آن ایام

der an hengâm

در آن هنگام

der ân lehze

در آن لحظه

der ân miyân

در آن میان

der an movki’

در آن موقع

der an sâ’et

در آن ساعت

der ân sûret

در آن صورت

der ancâ

در آنجا

der arz-i

در عرض ِ

der arz-i in moddet

در عرض ِ این مدت

der bâb-i

در بابِ

der bâre-i

دربارهء

der bâtın

در باطن

der bend-i

در بندِ

der berâber-i

در برابر ِ

der bidâyet

در بدایت

der bîrûn

در بیرون

der cereyân-i

در جریان ِ

der cihet-i

در جهت ِ

der çârçûb-i

در چارچوب

der dem

در دم

der ehyân-i

در احیان ِ

der ekser-i mevârid

در اکثر ِ موارد

der encâm

در انجام

der eser-i

در اثر ِ

der esnâ-i

در اثناءِ

der esnâî ki

در اثنائی که

der esre’-i ovkât

در اسرع ِ اوقات

der evâhir-i

در اواخر ِ

der evân-i

در اوان ِ

der evâsit-i

در اواسط ِ

der evâyil-i

در اوایل ِ

der evvel

در اول

der eyn-i hâl

در عین ِ حال

der eyn-i inki

در عین ِ اینکه

der eyyâm-i pîş

در ایام ِ پیش

der ezel 

در ازل

der fâsile-i

در فاصلهء

der gayr-i in sûret

در غیر این صورت

der hadd-i hod

در حد ِ خود

der hakîkat

در حقیقت

der hakîkat-i emr

در حقیقت ِ امر

der hakk-i

در حق

der halâl-i

در خلال

der hâlet-i âdî

در حالت ِ عادی

der hâl-i

در حال ِ

der hâl-i luzûm

در حال ِ لزوم

der hâlîki

در حالی که

der halvet

در خلوت

der hefâ

در خفا

der heman

در همان سال

der heman ân

در همان آن

der hemân dem

در همان دم

der hemân esnâ

در همان أثنا

der hemân hâl

در همان حال

der hemân hâl ki

در همان حال که

der hemân hîn

در همان حین

der hemân lehze

در همان لحظه

der hemân vakt

در همان وقت

der heme ahvâl

در همه احوال

der heme câ

در همه جا

der heme hâl

در همه حال

der hemin esnâ

در همین اثنا

der hemin evân

در همین اوان

der hemin lehze

همین لحظه

der hemin movki

در همین موقع

der hemin nezdîkî

در همین نزدیکی

der hemin râbite

در همین رابطه

der hemin sâl

در همین سال

der hemin zimn

در همین ضمن

der her câ ki

در هر جا که

der her hâl

در هر حال

der her sûret

در هر صورت

der hicâb

در حجاب

der hîn-i

در حین ِ

der hîte-i

در حیطهء

der hudûd-i

در حدود ِ

der hufye

در خفیه

der hukm-i

در حکم ِ

der husûs-i

در خصوص ِ

der ibtidâ

در ابتدا

der ihtifâ

در اختفا

der in bâb

در این باب

der in bâre

در این باره

der in beyn

دراین بین

der in esnâ

در این اثنا

der in evâhir

در این اواخر

der in evân

در این اوان

der in eyyâm

در این ایام

der in hengâm bu sırada

در این هنگام

der in hîn

در این حین

der in husûs

در این خصوص

der in lehze

در این  لحظه

der in miyân

در این میان

der in miyâne

در این میانه

der in movki’

در این موقع

der in movzû’

در این موضوع

der in nezdîk

در این نزدیک

der in sûret

در این صورت

der in vakt

در این وقت

der in zimn

در این ضمن

der iştibâh

در اشتباه

der ivez

در عوض

der izâ’-i

در ازاءِ

der kafâ

در قفا

der kâlib-i

در قالب ِ

der kâr-i

در کار ِ

der kenâr-i hem

در کنار ِ هم

der kibâl-i

در قبال ِ

der kocâ

در کجا

der lehze

در لحظه

der lehzeî ki

در لحظه ای که

der mâ mezâ

در ما مضی

der ma’nî

در معنی

der mahfî

در مخفی

der mecmû’

در مجموع

der melâ

در ملا

der mesel

در مثل

der mikyâs-i

در مقیاس ِ

der mikyâs-i vesî’ter

در مقیاس ِ وسیع تر

der misâl-i

در مثال ِ

der miyân

در میان

der miyân-i

در میان ِ

der miyân-i râh

میان ِ راه

der movki’-i

در موقع ِ

der movki’î ki

در موقعی که

der movki’-i luzûm

در موقع ِ لزوم

der movrid-i

در مورد ِ

der mukâbele

در مقابله

der mukâbil-i

در مقابل ِ

der mukâyese bâ

در مقایسه با

der nazar-i

در نظر ِ

der nazar-i evvel

در نظر ِ اول

der netîce

در نتیجه

der netîce-i

در نتیجهء

der nezd-i

در نزد ِ

der nezdîk-i

در نزدیک ِ

der nezdîkî-yi

در نزدیکیء

der nihân

در نهان

der nihâyet-i

در نهایت

der pâyân

در پایان

der pey-i

در پی ِ

der pîş

در پیش

der re’s-i

در رأس ِ

der rede-i

در ردهء

der rûşenâyî-i rûz

در روشناییء روز

der rûzhâ-yi ahîr

در روزهای اخیر

der sâ’et

در ساعت

der sad

در صد

der sâl-i

در سال ِ

der sebak

در سبق

der sertâser-i

در سر تا سر ِ

der sûret-i

در صورت ِ

der sûretî

در صورتی

der sûret-i imkân

در صورت امکان

der sûretî ki

در صورتی که

der şe’n-i

در شأن ِ

der şomâr-i

در شمار ِ

der şuref-i

در شرف ِ

der teh-i dil

در ته دل

der teyy-i

در طیّ ِ

der tirâz-i

در طراز ِ

der tûl-i

در طول ِ

der tû-yi

در توی

der vâki’

در واقع

der vakt

در وقت

der vaz’-i hâzir 

در وضع ِ حاضر

der vehle-i nohost

در وهلهء نخست

der yek ân

در یک آن

der yek çeşm behem zeden

در یک چشم بهم زدن

der yek çeşm ber hem zeden

در یک چشم بر هم زدن

der yek dem

در یک دم

der yek kelâm

در یک کلام

der yek kelime

در یک کلمه

der yek lehze

در یک لحظه

der yek nazar

در یک نظر

der yek şeleng

در یک شلنگ

der yek tarfetu’l-‘ayn

در یک طرفه العین

der zarf-i

در ظرف ِ

der zımn-i

در ضمن

der zımn-i hâl

در ضمن ِ حال

der zımn-i inki

در ضمن ِ اینکه

derbâder

در با در

derbeyn-i

در بین ِ

derçeşmgerdânî

در چشم گردانی

dergozeşte

در گذشته

derhem

درهم

derhem berhem

درهم برهم

derhem u berhem

درهم بو برهم

derîgâ, dirîgâ

دریغا

derin bâre

درین باره

derin moddet

درین مدت

derûn

درون

derûnî

درونی

derûnsû

درون سو

derûnsûy

درون سوی

dest

دست

dest ber kazâ

دست بر قضا

dest ber kazâ zed

دست بر قضا زد

dest-i âhir

دست ِ آخر

dest-i bâlâ

دست ِ بالا

destî destî

دستی دستی

destikem

دست ِ کم

devr, dovr

دور

diger

دگر

dîger

دیگر

dîger çi

دیگر چه

digerân

دگران

dîgerân

دیگران

digerbâr

دگر بار

dîgerbâr

دیگر بار

digerbâre

دگر باره

dîgerbâre

دیگر باره

dîgergûn

دیگرگون

dîgerî

دگری

dîgerî

دیگری

dîgerom

دیگرم

dîgerrûz

دیگر روز

digeryek

دگر یک

dîne

دینه

dîr

دیر

dîr u zûd

دیر و زود

dîr yâ zûd

دیر یا زود

dîrbâz

دیرباز

dîrest

دیرست

dîrgâh

دیرگاه

dîrgozer

دیر گذر

dîrîn

دیرین

dîrîne

دیرینه

dîrîst ki

دیری است که

dîrpâ

دیر پا

dîrûz

دیروز

dîrûzî

دیروزی

dîrvakt

دیر وقت

dîşeb

دیشب

dîşebî

دیشبی

do berâber

دو برابر

do rûz der miyân

دو روز در میان

do tâ

دو تا

do tû

دو تو

dobedo

 دو بدو

docânibe

دو جانبه

dodîger

دو دیگر

donbâl

دنبال

donbâle

دنباله

dorost

درست

dorost behemângûne ki

درست بهمان گونه که

dorost der hemin lehze

درست در همین لحظه

dorost der hemin movki

درست در همین موقع

dorost misl-i

درست مثل ِ

dorost misl-i inki

درست مثل ِ اینکه

dorost u hisâbî

درست و حسابی

dotâî

دو تائی

dovom, dovvom

دوم

dovomî, dovvomî

دومی

dovomîn, dovvomîn

دومین

dovr u pîş

دور و پیش

dovrâdovr

دورادور

dovrtâdovr

دور تا دور

dovruber

دور و بر

dovruver

دور و ور

doyom

دویم

doyomî

دویمی

doyomîn

دویمین

dûn

دون

dûn-i

دون

dûr

دور

dûr oftâde

دور افتاده

dûr u dirâz

دور و دراز

dûrâdûr

دورادور

dûş

دوش

dûşîn

دوشین

e’amm

اعم

e’amm ez inki

اعم از اینکه

ebeden

ابدا ً

ebediyyen

ابدیا ً

ebedu’d-duhûr

ابد الدهور

ebeduddehr

ابد الدهر

ebedulâbâd

ابد الآباد

ebedulâbidîn

ابد الآبدین

ebedulebed

ابد الابد

eber

ابر

ebî

ابی

ecma’în

اجمعین

ecma’ûn

اجمعون

efzûn

افزون

efzûn ber in

افزون بر این

efzûn u kemî

افزون و کمی

eger

اگر

eger çonançi

اگر چنانچه

eger hîç

اگر هیچ

egerçend

اگر چند

egerçi

اگرچه

egeret

اگرت

egerne

اگرنه

ehass

اخص

ehl-i kocâ

اهل ِ کجا

ehyân

احیان

ekall

اقل

ekall u ekser

اقل و اکصر

ekallen

اقلا ً

ekmel

اکمل

eknûn

اکنون

eknûn hem

اکنون هم

eknûn ki

اکنون که

ekser

اکثر

ekseren

اکثرا ً

ekserî

اکثری

ekser-i ovkât

اکثر ِ اوقات

ekseriyyâ

اکثریا

ekseru min en yuhsâ

اکثر من أن یحصی

ekseruhum

اکثرهم

el’ânestki

الآن است که

elâ

الا

elâ ey

الا ای

elâ tâ

الا تا

elâ yâ

الا یا

elâ yâ eyyuhâ

الا یا ایها

elif

ا

elyevm

الیوم

emmâ

اما

emmâ ne ankadr ki

اما نه آنقدر که

ems

امس

endâze

اندازه

endek

اندک

endek endek

اندک اندک

endekî

اندکی

endekî ba’d

اندکی بعد

ender

اندر

ender ezel

اندر ازل

ender hakk-i

اندر حقّ ِ

ender mâ mezâ

اندر ما مضی

ender pey-i

اندر پی ِ

enderin

اندرین

enderû

اندرو

enderûn

اندرون

enderûn u birûn

اندورن و بیرون

endervakt

اندر وقت

engâr ki

انگار که

engâr ne engâr

انگار نه انگار

engârî ki

انگاری که

er

ار

erçi

ارچه

erne

ارنه

esâsen

اساسا ً

eshel

اسهل

eshel-i tarîk

اسهل ِ طریق

esnâ’

اثناء

esnâ-yi

اثنای

esre’

اسرع

اش

etemm

اتم

evâhir

اواخر

evâil

اوائل

evân

اوان

evâsit

اواسط

evâyil

اوایل

evlâ’

اولاء

evvel

اول

evvel ez heme

اول از همه

evvel ez heme çîz

اول از همه چیز

evvel ve âhir

اول و آخر

evvelâhir

اول آخر

evvelen

اولا ً

ey

ای

ey anki

ای آنکه

ey besâ

ای بسا

ey besî

ای بسی

ey dirîg

ای دریغ

ey dirîgâ

ای دریغا

ey honok

ای خنک

ey hoş

ای خوش

ey hoşâ

ای خوشا

ey ki

ای که

ey vây

ای وای

ey vây

ای وای

eyâ

ایا

eybesî

ای بسی

eykâş

ای کاش

eykâş ki

ای کاش که

eyn

عین

eyne

أین

eyne’s-serâ ve’s-sureyyâ

این الثری و الثریا

eynemâ

أینما

eynen

عینا ً

eyn-i

عین ِ

eyvâ

ای وا

eyvâh

ایواه

eyyâm

ایام

eyyuhâ

ایّها

ez

از

ez âgâz

از آغاز

ez amdâ

از عمدا

ez an

از آن

ez an be ba’d

از آن به بعد

ez an rû

از آن رو

ez ancâ ki

از آنجا که

ez ancâî ki

از آنجائی که

ez ân-i

از آن ِ

ez ank

از آنک

ez bâbet-i

از بابت ِ

ez bâb-i

از باب ِ

ez bâb-i numûne

از باب ِ نمونه

ez be ba’d

از  به بعد

ez be ki

از بس که

ez behr-i

از بهرِ

ez behr-i çerâ

از بهر ِ چرا

ez behr-i çi

از بهر ِ چه

ez behr-i Hodâ

از بهر ِ خدا

ez behr-i Hodâ râ

از بهر ِ خدا را

ez behr-i Hodây

از بهر ِ خدای

ez ber sûy

از بر سوی

ez berâyi

از برای

ez bes

از بس

ez bîh

از بیخ

ez bîh u bon

از بیخ و بن

ez bon

از بن

ez bone

از بنه

ez bon-i dendân

از بن ِ دندان

ez bon-i gûş

از بن ِ گوش

ez cânib-i

از جانب ِ

ez cânib-i dîger

از جانب ِ دیگر

ez comle

از جمله

ez comle-i

از جملهء

ez comle-i inki

از جملهء اینکه

ez çendî be in taraf

از چندی به این طرف

ez çendî pîş bir süredir

از چندی پیش

ez çi

از چه

ez çi karâr

از چه قرار

ez çi kıbel

از چه قبل

ez çi memer

از چه ممر

ez çi nov’

از چه نوع

ez dîger sû

از دیگر سو

ez dil

از دل

ez dil u cân

از دل و جان

ez dîrbâz

از دیرباز

ez eser-i

از اثر ِ

ez evvel

از اول

ez evvel tâ âhir

از اول تا آخر

ez ezel

از ازل

ez gezâf

از گزاف

ez hâric

از خارج

ez hays-i

از حیث ِ

ez hem

از هم

ez hem eknun

از هم اکنون

ez heman evvel

از همان اول

ez hemân hemîşegî

از همان همیشگی

ez heman pâ

از هما پا

ez heman rûz-i evvel

از همان روز اول

ez heme rûy

از همه روی

ez hemin eknun

از همین اکنون

ez hemin hâlâ

از همین حالا

ez her bâb

از هر باب

ez her cihet

از هر جهت

ez her hays

از هر حیث

ez her lehâz

از هر لحاظ

ez her sû

از هر سو

ez hıfz

از حفظ

ez hod

از خود

ez idâd-i

از عداد ِ

ez îder

از ایدر

ez in cihet

ازین جهت

ez in comle

از این جمله

ez in dest

از این دست

ez in gûne

از این گونه

ez in kıbel

از این قبل

ez in pes

از این پس

ez in pîş

از این پیش

ez in tirâz

ازین طراز

ez in vech

از این وجه

ez incâ

از اینجا

ez incâ

ازین جا

ez inki

از این که

ez kabîl-i

از قبیل ِ

ez kadîm

از قدیم

ez kâf tâ kâf

از قاف تا قاف

ez karârî ki

از قراری که

ez karâr-i malûm

از قرار ِ معلوم

ez kelle-i seher tâ bûk-i seg

از کلهء سحر تا بوق سگ

ez kerân be kerân

از کران به کران

ez kesî gozeşte

از کسی گذشته

ez kıbel-i

از قبل ِ

ez kocâ

از کجا

ez kocâ ma’lûm

از کجا معلوم

ez kocâ tâ kocâ

از کجا تا کجا

ez kon fekân

از کن فکان

ez lahzeî ki

از لحظه ای که

ez lehâz-i

از لحاظ

ez miyân-i cân

از میان ِ جان

ez moddethâ pîş

از مدت ها پیش

ez moddetî be in taraf

از مدتی به این طرف

ez nâgâh

از ناگاه

ez nâgeh

از ناگه

ez nâgehân

از ناگهان

ez nazargâh-i

از نظرگاه ِ

ez nazar-i

از نظر ِ

ez nev

از نو

ez nişâf

از نشاف

ez nohost

از نخست

ez nokte-i nazar-i

از نقطهء نظر ِ

ez pâ tâ be farak

از پا تا به فرق

ez pây tâ be fark

از پای تا به فرق

ez pes

از پس

ez pey-i

از پی ِ

ez pey-i çîst

از پی ِ چیست

ez pey-i hem

از پی ِ هم

ez pîş

از پیش

ez pîş-i

از پیش ِ

ez poşt

از پشت

ez râh-i

از راه ِ

ez reh-i sûret

از ره ِ صورت

ez rû

از رو

ez rûy-i

از روی ِ

ez rûy-i hem

از روی هم

ez rûy-i icbâr

از روی اجبار

ez ser

از سر

ez ser tâ pâ

از سر تا پا

ez serâ tâ be sureyyâ

از ثری تا به ثریا

ez ser-i

از سر ِ

ez ser-i dest

از سر ِ دست

ez ser-i gurûr

از سر ِ غرور

ez ser-i nev

از سر ِ نو

ez ser-i ragbet

از سر ِ رغبت

ez ser-i zarûret

از سر ِ ضرورت

ez sûy-i dîger

از سوی دیگر

ez taraf-i

از طرف ِ

ez taraf-i dîger

از طرف ِ دیگر

ez tarîk-i

از طریق ِ

ez tûl

از طول

ez vaktî

از وقتی

ez vaktî ki

از وقتی که

ez vâsite-i

از واسطهء

ez yâ tâ elif

از یا تا الف

ez yek rû

از یک رو

ez yek rûy

از یک روی

ez zemîn tâ âsmân

از زمین تا آسمان

ez zûr-i

از زور ِ

ezan cihet ki

از آن جهت که

ezan cihetî ki

از آن جهتی که

ezan ki

از آن که

ezan rû ki

از آن رو که

ezancihet

از آن جهت

ezancomle

از آن جمله

ezançi

از آنچه

ezber

از بر

ezel

ازل

ezel be ezel

ازل به ازل

ezeş

ازش

ezin

از این

ezin

ازین

ezin bâbet

از این بابت

ezin bâbet ki

از این بابت که

ezin beba’d

از این به بعد

ezin cihet

از این جهت

ezin gozeşte

از این گذشته

ezin gûne

ازین گونه

ezin hays ki

از این حیث که

ezin heme

از این همه

ezin kabîl

از این قبیل

ezin karâr

از این قرار

ezin karâr

ازین قرار

ezin kıbel

ازین قبل

ezin lehâz

از این لحاظ

ezin pes

ازین پس

ezin rû

ازین رو

ezin sipes

ازین سپس

ezin sûy

ازین سوی

ezincânib

از این جانب

ezinhâ gozeşte

از اینها گذشته

ezinrû

از این رو

ezinsan

از این سان

ezinsan

ازین سان

ezinsû(y)

از این سوی

ezîrâ

ازیرا

ezîrâ

ایزیرا

ezîrâ ki

ازیرا که

ezîrâ kocâ

ازیرا کجا

ezîrâk

ازیراک

ezîşan

ازیشان

ezkazâ

از قضا

eztâ

ازتا

ezû

ازو

farzen

فرضا ً

farzen ki

فرضا ً که

fâsile

فاصله

fâsile be fâsile

فاصله به فاصله

fehmî nefehmî

فهمی نفهمی

fekat

فقط

fekat ve fekat

فقط و فقط

ferâvân

فراوان

ferâz

فراز

ferâz u şîb

فراز و شیب

ferdâ

فردا

ferdâ şeb

فردا شب

ferdâ-yi an rûz

فردای آن روز

fevr, fovr

فور

fevren, fovren

فورا ً

fi’len

فعلا ً

fi’l-vâki’

فی الواقع

figân

فغان

figân ki

فغان که

fikren

فکرا ً

filcumle

فی الجمله

filfovr

فی الفور

fitreten

فطرهً

fucâ’eten

فجاء هً

fulân

فلان

fulân ibni fulân

فلان ابن فلان

fulân u behmân

فلان و بهمان

furûd

فرود

furûd ez

فرود از

fuzûlen

فضولا ً

fuzûn

فزون

fuzûn ez had

فزون از حد

fuzûnter

فزونتر

gâh

گاه

gâh be gâh

گاه به گاه

gâh ez gâh

گاه از گاه

gâh gâh

گاه گاه

gâh u bîgâh

گاه و بی گاه

gâh u nâgâh

گاه و ناگاه

gâhgâhî

گاهگاهی

gâhî

گاهی

gâhî ki

گاهی که

gâhî ovkât

گاهی اوقات

gâhî vakthâ

گاهی وقت ها

gâlib

غالب

gâliben

غالبا ً

gânimen ve sâlimen

غانما ً و سالما ً

garazen

غرضا ً

gâyet

غایت

gayr

غیر

gayr ez

غیر از

gayr-i ihtiyârî

غیر اختیاری

gayr-i kâbil

غیر قابل

gayr-i vâki’

غیر ِ واقع

gayruh

غیره

gayruhum

غیرهم

geh

گه

geh u bîgâh

گه و بیگاه

geh u bîgeh

گه و بی گه

gehî… gâh

گهی گاه

ger

گر

ger zan ki

گر زانکه

ger…ver

گرور

gerç

گرچ

gerçi

گرچه

gerzank

گر زانک

gıyâben

غیابا ً

gird

گرد

gird ber gird

گرد بر گرد

gozeşte

گذشته

gozeşte ez

گذشته از

gozeşte ez an

گذشته از آن

gozeşte ez in ki

گذشته از اینکه

gû in ki

گو اینکه

gû’iyâ

گوئیا

gûî ki

گوئی که

gûyâ

گویا

gûyâ ki

گویا که

habbezâ

حبذا

hadd-i ekal

حد اقل

hadd-i ekser

حدّ ِ اکثر

hadd-i ekser

حد اکثر

hadd-i kihîn

حد ِ کهین

hadd-i matlûb

حد مطلوب

hadd-i mucâz

حد مجاز

hadd-i mutevassit

حد متوسط

hâhed hâhed

خواهد خواهد

hâhîhâhî

خواهی  خواهی

hâhînehâhî

خواهی نخواهی

hâhnâhâh

خواه و ناخواه

hak be cânib

حق به جانب

hakîkaten

حقیقتا ً

hakkâ ki

حقا که

hakken

حقا ً

hakken summe hakken

حقا ً ثم حقا ً

hâl

حال

hâlâ

حالا

hâlâ dîger

حالا دیگر

hâlâ ki

حالا که

hâlî

حالی

hâlî ki

حالی که

hâliyâ

حالیا

hâliye

حالیه

hâmisen

خامسا ً

hân

هان

hân tâ

هان تا

hân u hân

هان و هان

hân u hîn

هان و هین

hâric

خارج

hâric ez

خارج از

hasbelmakdûr

حسب المقدر

hasb-i

حسب ِ

hasebulhâl

حسب الحال

hasebulimkân

حسب الامکان

hasebulkudre

حسب القدره

hasebulma’mûl

حسب المعمول

hasebulmakdûr

حسب المقدور

hasebuttâke

حسب الطاقه

hâsse

خاصه

hâsseten

خاصهً

hattelimkân

حتی الامکان

hattelkuvve

حتی القوه

hattelmakdûr

حتی المقدور

hây

های

hays

حیث

hedd

حد

hefteî

هفته ای

hem

هم

hem nîz

هم نیز

hemân

همان

hemân   hemân

همان  همان

hemân dem

همان دم

hemân rûz

همان روز

hemân sâ’et

همان ساعت

heman şeb

همان شب

heman vakt

همان وقت

hemân zemân

همان زمان

hemânâ

همانا

hemâncâ

همانجا

hemancâki

همانجا که

hemâncûr

همانجور

hemâncûrî ki

همانجوری که

hemânend

همانند

hemângâh 

همانگاه

hemangûneki

همان گونه که

hemankadr ki

همانقدر که

hemansanki

همان سان که

hemântovr

همانطور

hemântovr ki

همانطور که

hemântovrî ki

همانطوری که

hemçe

همچه

hemçendân

همچندان

hemçend-i

همچند ِ

hemçîn

همچین

hemçon

همچون

hemçonân, hemçenân 

همچنان

hemçonânî

همچنانی

hemçonânki, hemçenânki 

همچنانکه

hemçonîn, hemçenîn 

همچنین

hemçu

همچو

hemdiger

همدگر

hemdîger

همدیگر

hemdûş

هم دوش

heme

همه

heme câ

همه جا

heme cânib

همه جانب

heme cânibe

همه جانبه

heme çîz

همه چیز

heme kes

همه کس

heme rûz

همه روز

heme rûze

همه روزه

heme sâle

همه ساله

heme’eş

همه اش

hemecûr

همه جور

hemegân

همگان

hemegânî

همگانی

hemegî 

همگی

hemgîn

همگین

hemgonân

همگنان

hemî

همی

hemîdûn

همیدون

hemîn

همین

hemin el’ân

همین الآن

hemin ferdâ

همین فردا

hemin hâlâ

همین حالا

hemin rûzhâ

همین روزها

hemîn sâ’et

همین ساعت

hemîn u hemân

همین و همان

hemîn ubes

همین و بس

hemincâ

همینجا

hemincûrî

همین جوری

heminkadr

همین قدر

heminkadrki

همین قدر که

heminki

همین که

hemintovr

همینطور

hemintovr ki

همینطور که

heminyek

همین یک

hemîş

همیش

hemîşe

همیشه

hemîşe hemintovr

همیشه همینطور

hemîşegî

همیشگی

hemîşe-i Hodâ

همیشهء خدا

hemmânend

هم مانند

hemrâh

همراه

hemredîf

هم ردیف

hemvâr

هموار

hemvâre

همواره

hemzemân

هم زمان

hemzemân bâ

هم زمان با

hengâm

هنگام

hengâm-i âfitâbnişîn

هنگام آفتاب نشین

hengâmî ki

هنگامی که

hengâm-i zohr

هنگام ِ ظهر

henûz

هنوز

henûz hem

هنوز هم

henûz ki henûz est

هنوز که هنوز است

her

هر

her ân

هر آن

her an kocâ

هر آن کجا

her angeh

هر آنگه

her anki

هر آنکه

her câ

هر جا

her çîz

هر چیز

her çîz be cây-i hod

هر چیز بجای خود

her dem

هر دم

her dem

هر دم

her dem u sâ’et

هر دم و ساعت

her demî

هر دمی

her der

هر در

her dest

هر دست

her do

هر دو

her do an

هر دو آن

her ez çendî

هر از چندی

her gâh

هر گاه

her gâhî

هر گاهی

her geh

هر گه

her geh ki

هر گه که

her kadr ki

هر قدر که

her kadr… heman kadr

هر قدر همان قدر

her kes

هر کس

her kes her kes

هر کس هر کس

her kesî k’û

هر کسی کاو

her ki

هر که

her kocâ

هر کجا

her kodâm

هر کدام

her kodâm ez şomâ

هر کدام از شما

her lahze

هر لحظه

her ne

هر نه

her nov’

هر نوع

her rûz

هر روز

her sâl

هر سال

her sû

هر سو

her taraf

هر طرف

her tovr

هر طور

her tovr bûd

هر طور بود

her tovrîst

هر طوری است

her vakt

هر وقت

her yek

هر یک

her zemân

هر زمان

her… î ki

هر  ی که

herâyine

هر آینه

herâyîne

هر آیینه

hercûr

هر جور

herç

هرچ

herçend

هرچند

herçend hem ki

هرچند هم که

herçend ki

هرچند که

herçi

هرچه

herçi bâdâ bâd

هرچه بادا باد

herçi bâdâ bâdâ

هرچه بادا بادا

herçi bîşter

هرچه بیشتر

herçi bûd

هرچه بود

herçi nebâşed

هرچه نباشد

herçi temâmter

هرچه تمامتر

herçi zûdter

هرچه زودتر

herçi…ter

هرچهتر

herçikadr

هرچقدر

hergiz

هرگز

hergûn

هر گون

hergûne 

هر گونه

herk

هرک

herk û

هرک او

herkesî

هر کسی

herkû

هر کو

hersâle

هر ساله

hest u nîst

هست و نیست

hetm

حتم

hetmen

حتما ً

hetmenî

حتمنی

hetmî

حتمی

hetmiyyulvukû’

حتمی الوقوع

hettâ

حتی

heyhât

هیهات

heyhât ki

هیهات که

heyli

خیلی

heyli bâşed

خیلی باشد

heyli mevârid

خیلی موارد

heyli vakt est 

خیلی وقت است

heyli vakthâ

خیلی وقت ها

hezâr bâr

هزار بار

hîç

هیچ

hîç câ

هیچ جا

hîç çîz

هیچ چیز

hîç gâh

هیچگاه

hîç gûne

هیچ گونه

hîç kes

هیچ کس

hîç kodâm

هیچ کدام

hîç kodâm ez şomâ

هیچ کدام از شما

hîç vakt

هیچ وقت

hîç yek

هیچ یک

hilâf

خلاف

hilâl

خلال

hîn

حین

hîn

هین

hîn u hîn

هین و هین

hîn-i

حین ِ

hînî ki

حینی که

hisâbî

حسابی

hîş

خویش

hişki

هیشکی

hîşten

خویشتن

hod

خود

hodâ râ

خدا را

hodâ râ şukr

خدا را شکر

hodbehod

خود بخود

hodeş

خودش

hod-i û

خود ِ او

hokmen

حکما ً

holâse

خلاصه

holâse inki

خلاصه اینکه

holâse-i kelâm

خلاصیهء کلام

hoşâ

خوشا

hudûd-i

حدود ِ

husûsen

خصوصا ً

huzûren

حضورا ً

huzûrî

حضوری

ibkâen

ابقاءً

ibtidâ’

ابتدا ، ابتداء

ibtidâen

ابتداءً

ibtinâen

ابتناءً

icbâren

اجبارا ً

icmâ’en

اجماعا ً

icmâlen

اجمالا ً

icmâlî

اجمالی

îç

ایچ

îder

ایدر

îdûn

ایدون

ihtimâlen

احتمالا ً

ihtimâlî

احتمالی

ihtimâl-i karîb be yakîn

احتمال ِ قریب به یقین

ihtirâmen

احتراما ً

ihtirâzen

احترازا ً

ihtisâren

اختصارا ً

ihtisâsen

اختصاصا ً

ilâ

الی

ilâ âhir

الی آخر

ilâ âhirihi

الی آخریه

ilâ ecelin

الی أجل

ilâ ecelin karîb

الی أجل قریب

ilâ ecelin ma’lûmin

الی أجل معلوم

ilâ ecelin musemmen

الی أجل مسمی

ilâ gayri zâlik

الی غیر ذلک

ilâ gayrinnihâye

الی غیر النهایه

ilâ hâl

الی حال

ilâ hînin

الی حین

ilâ mâşâ’allâh

الی ماششاء الله

ilâ yevm

الی یوم

ilâ yevmi’l-kıyâm

الی یوم القیام

ilâ yevminâ hâzâ

الی یومنا هذا

ilâ zemâninâ hâzâ

الی زماننا هذا

ilânihâye

ای نهابه

ilâve ber

علاوه بر

ilâve ber an

علاوه بر آن

ilâve ber anki

علاوه بر آنکه

ilâve ber in

علاوه بر این

ilâve ber inki

علاوه بر اینکه

ilâveten

علاوه ً

illâ

الا

illâ vebillâ

الا و بلا

illet

علت

imrûz

امروز

imrûz ki

امروز که

imrûz u ferdâ

امروز و فردا

imşeb

امشب

imşebî

امشبی

imşebîn

امشبین

în

این

in bûd ki

این بود که

in cânib

این جانب

in cihân

این جهان

in cumle

این جمله

in çi ki

این چه که

in dem

این دم

în est

این است

in evâhir

این اواخر

in hem

این همه

in kabîl

این قبیل

in kadr, in kadar

این قدر

in ki

اینکه

in namat

این نمط

in nefes

این نفس

in nev’

این نوع

in nişân

این نشان

in sefer

این سفر

in ser

این سر

in u ân

این و آن

in zemân

این زمان

inâhaş

ایناهاش

înân

اینان

inbâr

این بار

incâ

اینجا

incâygeh

این جایگه

incûr

اینجور

incûrî

اینجوری

inçenin, inçonin

این چنین

inçî

اینچی

indef’e

این دفعه

înek

اینک

înet, înt

اینت

ingûne

این گونه

inhâ

اینها

insâfen

انصافا ً

intovr

اینطور

inver

این ور

inver u ânver

این ور و آن ور

inyekî

این یکی

istimrâren

اسمرارا ً

istinâden

استنادا ً

istisnâ’ât be kenâr

استثنائات به کنار

istisnâen

استثناءً

îşân

ایشان

işâreten

اشارتا ً

ittifâk

اتفاق

ittifâk râ

اتفاق را

ittifâken

اتفاقا ً

ittisâlen

اتصالا ً

ivez, evez

عوض

ivezen

عوضا ً

ivez-i inki

عوض اینکه

izâ

ازاء

izâfeten

اضافتا ً

iztirâren

اضطرارا ً

iztirârî

اضطراری

k’iy

کی

kâ’ideten

قاعدهً

kâbil

قابل

kabl

قبل

kabl ez

قبل از

kabl ez an

قبل از آن

kabl ez an ki

قبل از آنکه

kabl ez in

قبل از این

kabl ez in ki

قبل از این که

kabl ez zevâl

قبل از زوال

kabl ez zohr

قبل از ظهر

kablen

قبلا ً

kablezzevâl

قبل الزوال

kablî

قبلی

kadîmen

قدیما ً

kadîmîhâ

قدیمی ها

kâdir

قادر

kadrî

قدری

kadrî hem

قدری هم

kâffe

کافه

kâffeten

کافهً

kâfî

کافی

kâlen

قالا ً

kâlen ve kalemen

قالا ً و قلما ً

kalîl

قلیل

kalîl u kesîr

قلیل و کثیر

kalîlen

قلیلا ً

kâmil

کامل

kâmilen

کاملا ً

kan

کان

kancâ

کانجا

kançunan

کانچنان

kankes

کانکس

karâr

قرار

karâr bûd

قرار بود

karâr est

قرار است

karîb

قریب

karîb-i hakîkat

قریب ِ حقیقت

kâş

کاش

kâşâ

کاشا

kat’en

قطعا ً

kat’en ve kâtıbeten

قطعا ً و قاطبهً

kat’-i nazar ez

قطع ِ نظر از

kâtıbeten

قاطبهً

kazâ râ

قضا را

kelle-i seher

کلهء سحر

kem

کم

kem

کم

kem ez an ki

کم از آنکه

kem mânde bûd

کم مانده بود

kem u bîş

کم و بیش

kem u kâst

کم و کاست

kemâ

کما

kemâ  huvelvâki’

کما هوا الواقع

kemâ filevvel

کما فی الاول

kemâ fissâbık

کما فی السابق

kemâ hiye hakkihâ

کما هی حقها

kemâ hiye, kemâhî

کما هی

kemâ huve

کما هو

kemâ huvelmu’tâd

کما هو المعتاد

kemâ huverresm

کما هو الرسم

kemâ inki

کما اینکه

kemâ kâne

کما کان

kemâ yenbagî

کما ینبغی

kemâl

کمال

kemâl-i

کمال ِ

kembîş

کم بیش

kemî dûrter

کمی دورتر

kemter

کمتر

kemterîn

کمترین

kenâr, kinâr

کنار

kenâr-i hem

کنار هم

kender

کاندر

kender

کندر

kenderin

کاندرین

kerân

کرانه

kerân tâ kerân

کران تا کران

kerâne

کرانه

kerhen

کرها ً

kes

کس

kesân

کسان

kesânî

کسانی

kesânî ki

کسانی که

kesî

کسی

keş

کش

key

کای

key

کی

keyfen

کیفا ً

kez

کز

kezan

کزان

kezin

کزین

kezû

کزو

kıbel

قبل

kısm

قسم

kısmen

قسما ً

kısm-i a’zam

قسم ِ اعظم

kısm-i kullî

قسم ِ کلّی

kısm-i mutebâkî

قسم متباقی

kısm-i tâm

قسم ِ تام

kısm-i ulyâ

قسم ِ علیا

kıyâsen

قیاسا ً

ki

کی

ki intovr

که اینطور

ki, ke

که

kih

که

kih u mih

که و مه

kihîn

کهین

kin

کین

kinçonin

کینچنین

kirâ

کرا

kirâr

کرار

kirâren

کرارا ً

kirâren mirâr

کرارا ً مرار

kiyân

کیان

kocâ

کجا

kodâm

کدام

kodâm ez mâ

 

کدام از ما

kodâm yek

کدام یک

kodâm yek ez şomâ

کدام یک از شما

kodâmîn

کدامین

kohne

کهنه

kollen 

کلا ً

kollî

کلی

kolliyye

کلیه

kolliyyen

کلیا ً

کو

کو

kulluhu

کله

kunûn

کنون

kunûnî

کنونی

kurb

قرب

kurb u bu’d

قرب و بعد

lâbelâ

لابلا

lâcerem

لاجرم

lafzen

لفظا ً

lâşey’

لا شیء

lâtâ’il

لا طائل

lây

لای

lâyenkati’

لا ینقطع

lâyuhsâ

لا یحصی

lâzim

لازم

leb

لب

ledelhâce

لدی الحاجه

ledelihtiyâc

لدی الاحتیاج

ledeliktizâ

لدی الاقتضا

ledelimkân

لدی الامکان

lehtî

لختی

leylen

لیلا ً

ligarazin

لغرض ٍ

ligâyeti

لغایت ِ

lîk

لیک

lîken

لیکن

luzûmen

لزوما ً

ma’an

معا ً

mahfî

مخفی

mahfiyâne

مخفیانه

mahfiyyen

مخفیا ً

mahsûsen

مخصوصا ً

mahz

محض

mahzâ 

محضا

mahzen

محضا ً

makdûr

مقدور

makrûn

مقرون

maksad

مقصد

mâmezâ

ما مضی

mânâ

مانا

mânend

مانند

mânend-i

مانند ِ

mânend-i bedîhî-i ûlâ

مانند بدیهیء اولی

mânend-i ma’mûl

مانند ِ معمول

mâyil

مایل

mâyil be

مایل به

meblag 

مبلغ

mebnî

مبنی

mebnî ber

مبنی بر

mebnî ber inki

مبنی بر اینکه

mebsûten

مبسوطا ً

mecbûren

مجبورا ً

mecmû’

مجموع

mecmû’en

مجموعا ً

medîd

مدید

meger

مگر

meger anki

مگر آنکه

meger inki

مگر اینکه

meger ne

مگر نه

meger ne çonîn (est, bûd) ki

مگر نه چنین (است ، بود) که

melâ

ملا

menzûr

منظور

mer

مر

merâtib 

مراتب

merbût

مربوط

merbût be

مربوط به

merbûten

مربوطا ً

merkûm

مرقوم

merrât

مرات

merreten ba’de uhrâ

مرۃ بعد اخری

mertebe

مرتبه

mesâbe

مثابه

meselen

مثلا ً

meşrûh

مشروح

meşrûhen

مشروحا ً

meşrût

مشروط

meşrût ber inki

مشروط بر اینکه

meşrûten

مشروطا ً

mevki’, movki’

موقعی

mezbûr

مزبور

mikdâr

مقدار

mikdâr-i kâfî

مقدار ِ کافی

mikyâs

مقیاس

min

من

min ahadin

من احد

min ba’d

من بعد

min ba’di zâlik

من بعد ذلک

min ba’dihi

من بعده

min cihetin

من جههٍ

min duburin

من دبر ٍ

min dûni

من دون ِ

min dûni zâlike

من دون ذلک

min dûnillâh

من دون الله

min ecli

من اجل

min ecli zâlike

من اجل ذلک

min evvel ilâ âhir

من اول الی آخر

min evveli yevmin

من اول یوم

min eyyi şey’in

من أی شیء

min fevr

من فور

min gayri

من غیر

min hafiyyin

من خفیٍ

min haysilmecmû’

من حیث المجموع

min hilâfin

من خلاف ٍ

min kabli hâzâ

من قبل هذا

min kablihi

من قبله

min kablu

من قبل

min karîb

من قریب

min kıbeli

من قبل

min kıbeli

من قبل ِ

min kubulin

من قبل

min kulli mekânin

من کل مکان

min kullilcevânib

من کل الجوانب

min şey’

من شیء

min tarafillah

من طرف الله

min tarfin

من طرف

min vechin

من وجه ٍ

min verâin

من وراء

min zâlike

من ذلک

min… ilâ

من الی

mirâr

مرار

mirâren

مرارا ً

mirâren ve kirâren

مرارا ً و کرارا ً

misâl

مثال

misâl-i

مثال ِ

misl

مثل

misl-i anki

مثل ِ آنکه

misl-i hemîşe

مثل ِ همیشه

misl-i in bûd ki

مثل این بود که

misl-i în est ki

مثل این است که

misl-i inki

مثل ِ اینکه

miyân

میان

mohkem

محکم

movki’î ki

موقعی که

muceddeden

مجددا ً

mucmel

مجمل

mucmelen

مجملا ً

muctemi’an

مجتمعا ً

mudâvim

مداوم

muddet-i medîd

مدت مدید

muddet-i medîdîst

مدت مدیدی است

muhakkaken

محققا ً

muhâl

محال

muhtassan

مختصا ً

muhtelif

مختلف

muhtemel

محتمل

muhtemelen

محتملا ً

muhteser

مختصر

muhteser anki

مختصر آنکه

muhteseren

مختصرا ً

muhtess

مختص

muhtess-i hod

مختص ِخود

mukâbele

مقابله

mukâbele-i bilmisl

مقابلهء بالمثل

mukâbeleten

مقابلهً

mukaddem

مقدم

mukaddem ber

مقدم بر

mukaddemâ

مقدما

mukerrer

مکرر

mukerrer der mukerrer

مکرر در مکرر

mukerreren

مکررا ً

munâvebeten

مناوبهً

munfasilen

منفصلا ً

munferiden

منفردا ً

munhasiren

منحصرا ً

muntazaman

منتظما ً

muretteb

مرتب

muretteben

مرتبا ً

murûr

مرور

musârahatan

مصارحهً

musellem

مسلم

musellemen

مسلما ً

muserrahan

مصرحا ً

musirren

مصرّاً

mustakil

مستقل

mustakillen

مستقلا ً

mustakîm

مستقیم

mustakîmen

مستقیما ً

mustemir

مستمر

mustemirren

مستمرا ً

mustenid 

مستند

musteniden 

مستندا ً

muşrif

مشرف

muşrif be

مشرف به

muşterek

مشترک

muştereken

مشترکا ً

mutarriden

مطردا ً

mute’addide

متعدده

mute’âkib

متعاقب

mute’essifâne

متأسفانه

muteaddid

متعدد

muteâkiben

متعاقبا ً

muteâkib-i an

متعاقب ِ آن

muteallik

متعلق

muteallik be

متعلق به

muteammiden

متعمدا ً

mutecâviz

متجاوز

mutederricen

متدرجا ً

mutefâvit

متفاوت

mutekâbil

متقابل

mutekâbilen

متقابلا ً

mutenâvib

متناوب

mutenâviben

متناوبا ً

mutetâbi’an

متتابعا ً

mutevâziyen

متوازیا ً

muteveccihen

متوجها ً

mutlakan

مطلقاً

muttesil

متصل

muttesilen

متصلا ً

muvekkat

موقت

muvekkaten

موقتا ً

nâbegâh

نابگاه

nâbehengâm

نا بهنگام

nâbevakt

نا بوقت

nâdiren

نادرا ً

nâgâh

ناگاه

nâgâhî

ناگاهی

nâgeh

ناگه

nâgehân

ناگهان

nâgehâne

ناگهانه

nâgehânî

ناگهانی

nâgehî

ناگهی

nâhengâm

نا هنگام

naklen

نقلا ً

nâvakt

نا وقت

nazaren

نظرا ً

nazargâh

نظرگاه

nazîr

نظیر

ne

نه

ne  ne inki

نه نه اینکه

ne fakat

نه فقط

ne fakat, …belki

نه فقط ، بلکه

ne fakat, hettâ

نه فقط ، حتی

ne fakat, nîz

نه فقط ، نیز

ne fekat…belki 

نه فقطبلکه

ne inki

نه اینکه

ne ki

نه که

ne tenhâ

نه تنها

ne tenhâ, … belki

نه تنها بلکه

ne tenhâ, …nîz

نه تنها ، نیز

ne tenhâ, hettâ

نه تنها ، حتی

ne tenhâ…belki hettâ

نه تنها بلکه حتی

ne…ne

نهنه

nefes

نفس

nehâren

نهارا ً

nek

نک

nekoned

نکند

netîceten

نتیجهً

nev, nov

نو

nev’an 

نوعا ً

nev’anmâ

نوعا ً ما

nevbe, novbe 

نوبه

nevbet, novbet   

نوبت

nezd

نزد

nezdîk

نزدیک

nezdîk bûd

نزدیک بود

nezdîk-i zohr

نزدیک ظهر

nisbet

نسبت

nisbet be

نسبت به

nisbeten

نسبهً

nîz

نیز

nîz hem

نیز هم

pâ ber câ

پا برجا

pâîn

پائین

pâk

پاک

pâk u pûst kende

پاک و پوست کنده

pâyân

پایان

pâyân-i kâr

پایان ِ کار

pâyânnâpezîr

پایان ناپذیر

pâye

پایه

pây-i

پای ِ

pâyîn

پایین

pedîdâr

پدیدار

pehlû

پهلو

pehlû be pehlû

پهلو به پهلو

pehlûgâh

پهلوگاه

pehlûgeh

پهلوگه

pehlûyî

پهلویی

pehlû-yi hem

پهلوی هم

pehn

پهن

pehnâ

پهنا

pehnâver

پهناور

pes

پس

pes angâh

پس آنگاه

pes angeh

پس آنگه

pes çi ki

پس چه که

pes ez

پس از

pes ez ân

پس از آن

pes ez anki

پس از آنکه

pes ez çend lahza

پس از چندی لحظه

pes ez çendî

پس از چندی

pes ez endekî

پس از اندکی

pes ez in

پس از این

pes ez inki

پس از اینکه

pes ez lahtî

پس از لختی

pes ez lehzeî

پس از لحظه ای

pes ez zohr

پس از ظهر

pes intovr

پس اینطور

pes sû

پس سو

pes u pîş

پس و پیش

pesâpes

پساپس

pesâpîş

پسا پیش

pes-i perde

پس پرده

pes-i poşt

پس پشت

pesîn

پسین

pesîn ferdâ

پسین فردا

pesîngâh

پسینگاه

pest

پست

pest pest

پست پست

pester

پستر

pesterek

پسترک

pestperde

پست پرده

pey der pey

پی در پی

pey, piy

پی

peyâpey

پیاپی

peydâ, piydâ

پیدا

pey-i

پی ِ

pey-i hem

پی هم

peyrîz

پی ریز

peyveste

پیوسته

pîç ber pîç

پیچ بر پیچ

pîç ender pîç

پیچ اندر پیچ

pîç pîç

پیچ پیچ

pinhân ez kesî

پنهان از کسی

pinhân u peydâ

پنهان و پیدا

pinhân, penhân

پنهان

pîş

پیش

pîş ez

پیش از

pîş ez an

پیش از آن

pîş ez anki

پیش از آنکه

pîş ez in

پیش از این

pîş ez inki

پیش از اینکه

pîş ez pîş

پیش از پیش

pîş ez zohr

پیش از ظهر

pîş pîş

پیش پیش

pîş u pes

پیش و پس

pîş u pes u bâlâ

پیش و پس و بالا

pîşâpîş

پیشاپیش

pîşet

پیشت

pîş-i hod

پیش ِ خود

pîş-i pâ

پیش ِ پا

pîş-i pâ

پیش پا

pîş-i pây-i kesî

پیش ِ پای کسی

pîş-i pây-i kesî

پیش پای کسی

pîş-i rûy

پیش ِ روی

pîşîn

پیشین

pîşîne

پیشینه

pîşîngâh

پیشینگاه

pîşter

پیشتر

pîşterek

پیشترک

pîşterhâ

پیشترها

por

پر

por ez

پر از

poşt

پشت

poşt rû

پشت رو

poştâpoşt

پشتاپشت

poşt-i hem

پشت ِ هم

poşt-i ser

پشت سر

poşt-i ser-i hem

پشت ِ سر ِ هم

poştrîz

پشت ریز

را

râbi’

رابع

râbi’en

رابعا ً

râci’

راجع

râci’ be

راجع به

râci’ be inki

راجع به اینکه

ragbeten

رغبهً

ragm

رغم

ragmen

رغما ً

ragmen alâ enfihi

رغماً علی انفه

ragm-i enf-i kesî

رغم انف ِ کسی

ragm-i unf-i kesî

رغم ِ انف ِ کسی

râst

راست

râst be râst

راست به راست

râst râst

راست راست

râst u pûst kende

راست و پوست کنده

râstâ

راستا

râstî

راستی

re’s

رأس

rede

رده

redîf

ردیف

redîf be redîf

ردیف به ردیف

resm

رسم

resmen

رسما ً

رو

rû be

رو به

rû be in taraf

رو به این طرف

rub’

ربع

rûberû

روبرو

rûberû-yi yekdîger

روبروی یکدیگر

rûy

روی

rûyârûy

رویاروی

rûyhemrefte

روی هم رفته

rûy-i hem

روی هم

rûz

روز

rûz tâ rûz

روز تا روز

rûz u şeb

روز و شب

rûzberûz

روز به روز

rûzekî çend

روزکی چند

rûzgârî

روزگاری

rûzî

روزی

rûz-i ba’d

روز ِ بعد

rûz-i evvel

روز ِ اوّل

rûz-i kabl

روز ِ قبل

rûz-i nohost

روز ِ نخست

rûz-i pesîn

روز ِ پسین

rûz-i pîş

روز ِ پیش

rûz-i pîşîn

روز ِ پیشین

rûz-i rûşen

روز ِ  روشن

sâ’ate

ساعته

sâ’aten

ساعهً

sâ’aten fesâ’aten

ساعهً فساعهً

sâ’et

ساعت

sâ’et be sâ’et

ساعت به ساعت

sâ’etî dîger

ساعتی دیگر

sâbıkan

سابقا ً

sâbi’

سابع

sâbi’en

سابعا ً

sâbik

سابق

sâbik ber an

سابق بر آن

sâbik ber in

سابق بر این

sad der sad

صد در صد

sâde

ساده

sâf u pûst kende

صاف و پوست کنده

sâf u sâde

صاف و ساده

sâl

سال

sâlâne

سالانه

sâlâsâl

سالاسال

sâlbesâl

سال بسال

sâlefzûn

سال افزون

sâlhâ

سالها

sâlhâst

سالهاست

sâlhâ-yi sâl

سالهای سال

sâlî

سالی

sâl-i cârî

سال ِ جاری

sâl-i gozeşte

سال گذشته

sâl-i hâl

سال ِ حال

sâl-i hâzır

سال ِ حاضر

sâl-i kabl

سال ِ قبل

sâl-i mâkabl

سال ِ ماقبل

sâlif

سالف

sâlife

سالفه

sâlifen

سالفا ً

sâlifulbeyân

سالف البیان

sâlifuzzikr

سالف الذکر

sâlîmâhî

سالی ماهی

sâlisen

ثالثا ً

sâliyân

سالیان

sâliyân-i dirâz

سالیان ِ دراز

sâminen

ثامنا ً

san

سان

sâniyen

ثانیا ً

sarf-i nazar

صرف ِ نظر

sâyir

سایر

sâyirîn

سایرین

sebok

سبک

seher

سحر

sehergâh

سحرگاه

sehergâhân

سحرگاهان

sehergeh

سحرگه

seht

سخت

sehven

سهوا ً

ser

سر

serâbâlâ

سرابالا

serâpâ

سراپا

serâpâ’în

سرا پائین

serâser

سراسر

serâsîme

سراسیمه

serâşîb

سراشیب

serbâlâ

سر بالا

serbâlâyî

سر بالایی

serbâlîn

 سر بالین

serbeser

سربسر

sercomle

سر جمله

sercumle-i âlem

سر جملهء عالم

serencâm

سرانجام

ser-i her sâ’et

سر ِ هر ساعت

ser-i mû

سر مو

ser-i mûy

سر موی

ser-i zohr

سر ِ ظهر

serîu’z-zevâl

سریع الزوال

sertâbepâ

سر تا به پا

sertâpâ

سر تا پا

sertâser

سر تا سر

sertâteh

سر تا ته

serteser

سر تسر

serzede

سر زده

sevâ

سوا

sevâ-yi inhâ

سوای اینها

sevomîn, sevvomîn, sovvomîn

سومین

sevvom, sovvom, sevom, seom

سوم

sevvomî, sovvomî, sevomî

سومی

sezâ

سزا

sırren ve cehren

سرّا ً و جهرا

سی

sirf

صرف

sirfen

صرفا ً

siyom, siyyom

سیوم

siyyânen

سیتانا ً

sobhdem

صبحدم

sobhgâh

صبحگاه

sorâg

سراغ

سو

sûbesû

سوبسو

subh

صبح

subh be subh

صبح به صبح

subh u mesâ

صبح و مسا

subh u şâm

صبح و شام

sûret be sûret

صورت به صورت

sûreten

صورتا ً

sûy 

سوی

şâm

شام

şâm u seher

شام و سحر

şâm u subh

شام و صبح

şâyed

شاید

şe’n

شأن

şeb

شب

şeb eb şeb

شب به شب

şeb tâ be sabâh

شب تا به صباح

şeb tâ be seher

شب تا به سحر

şeb tâ rûz

شب تا روز

şeb u nehâr

شب و نهار

şeb u rûz

شب و روز

şebâne

شبانه

şebânerûz

شبانه روز

şebe

شبه

şebî

شبی

şedîd

شدید

şedîden

شدیدا ً

şemme

شمه

şemmeî

شمه ای

şeş

شش

şeş cihet

شش جهت

şeşdâng

شش دانگ

şeşom

ششم

şeşomî

ششمی

şeşomîn

ششمین

şimâlen

شمالا ً

şomâ

شما

şomâ râ be hodâ

شما را بخدا

şukr îzed râ

شکر ایزد را

şukr ki

شکر که

şukr-i hodâ

شکر خدا

şukr-i îzed

شکر ِ ایزد

تا

tâ âhir

تا آخر

tâ âhir-i

تا آخر

tâ âhir-i ser

تا آخر ِ سر

tâ an ki

تا آنکه

tâ an lahze

تا آن لحظه

tâ âncâ … ki

تا آنجاکه

tâ ancâ ki

تا آنجا که

tâ ancâî ki

تا آنجائی که

tâ ba’d çi şeved

تا بعد چه شود

tâ be

تا به

tâ be çend

تا به چند

tâ be çi gâyet

تا به چه غایت

tâ be dîr

تا به دیر

tâ be ebed

تا به ابد

tâ be ferdâ

تا به فردا

tâ be gâyet-i

تا به غایت ِ

tâ be haddî ki

ته به حدی که

tâ be hâl

تا به حال

tâ be haşr

تا به حشر

tâ be key

تا به کی

tâ be kıyâmet

تا به قیامت

tâ be mahşer

تا به محشر

tâ be merhale

تا به مرحله

tâ be sabâh

تا به صباح

tâ be seher

تا به سحر

tâ be tâ

تا به تا

tâ bedin had

تا بدین حد

tâ behâhî

تا بخواهی

tâ ber tâ

تا بر تا

tâ bû ki

تا بو که

tâ bûk

تا بوک

tâ câyî ki

تا جایی که

tâ câyî ki imkân bûd

تا جایی که امکان بود

tâ câyî ki mîhord

تا جایی که می خورد

tâ çend

تا چند

tâ çeşm kâr mîkoned / mîkerd

تا چشم کار می کند / می کرد

tâ çi

تا چه

tâ çi beresed (be)

تا چه برسد (به)

tâ çi had

تا چه حد

tâ çi mîzân

تا چه میزان

tâ çi pâye

تا چه پایه

tâ çi resed (be)

تا چه رسد (به)

tâ çi vakt

تا چه وقت

tâ çonanki

تا چنانکه

tâ çu

تا چو

tâ dânî

تا دانی

tâ dem-i haşr

تا دم ِ حشر

tâ dem-i kıyâmet

تا دم ِ قیامت

tâ derece-i âhir

تا درجهء آخر

tâ dîden-i ferdâ

تا دیدار ِ فردا

tâ dunyâ dunyâst

تا دنیا دنیاست

tâ ebed

تا ابد

tâ eknûn

تا اکنون

tâ endâzeî

تا اندازه ای

tâ ezel

تا ازل

tâ haddî

تا حدی

tâ hadd-i gâyî

تا حدّ غایی

tâ hadd-i imkân

تا حدِّ امکان

tâ haddî ki

تا حدی که

tâ hadd-i makdûr

تا حدّ مقدور

tâ hâl

تا حال

tâ hâlâ

تا حالا

tâ hengâmî ki

تا هنگامی که

tâ in derece

تا این درجه

tâ in endâze

تا این اندازه

tâ in had

تا این حد

tâ in lahze

تا این لحظه

tâ in movki’

تا این موقع

tâ inki

تا اینکه

tâ intihâ

تا انتها

tâ key

تا کی

tâ key u çend

تا کی و چند

tâ kıyâmet

تا قیامت

tâ ki

تا که

tâ kocâ

تا کجا

tâ kunûn

تا کنون

tâ meger

تا مگر

tâ movki’î ki

تا موقعی که

tâ muddetî

تا مدتی

tâ muddetî ki

تا مدتی که

tâ mumkin est

تا ممکن است

tâ seher

تا سحر

tâ şâyed

تا شاید

tâ şeb

تا شب

tâ vaktî ki

تا وقتی که

tâ yek endâze

تا یک اندازه

ta’dîlen

تعدیلا ً

ta’mîmen

تعمیما ً

ta’rîzen

تعریضا ً

ta’rîzen ve tasrîhan

تعریضا ً و تصریحا ً

ta’vîzen

تعویضا ً

ta’zîmen

تعظیما ً

tab’en

طبعا ً

tabî’eten

طبیعهً

tabî’î

طبیعی

tafsîlen

تفصیلا ً

taht

تحت

tahtânî

تحتانی

taklîden

تقلیدا ً

takrîben

تقریبا ً

takrîren

تقریرا ً

taraf

طرف

taraf-i zohr

طرف ِ ظهر

târeten ba’de uhrâ

تارۃ بعد اخری

târeten uhrâ

تارۃ اخری

tarîk

طریق

tarîk-i âhar

طریق ِ آخر

tarz

طرز

tasdîkan

تصدیقا ً

tasrîhen

تصریحا ً

tasrîhen ve telvîhen

تصریحا ً و تلویحا ً

tasvîben

تصویبا ً

tâş

تاش

tatbîkan

تطبیقا ً

tav’an ve kerhen

طوعا ً و کرها ً

tâze

تازه

tâze be tâze

تازه به تازه

tâzegî

تازگی

tâzegîhâ

تازگی ها

te’abbuden

تعبدا ً

te’ammuden

تعمدا ً

teh

ته

tek u tenhâ

تک و تنها

temâmî

تمامی

teng-i hem

تنگ ِ هم

tenhâ

تنها

tenhâ…ne   belki

تنها نه بلکه

tenhâ-yi tenhâ

تنهای تنها

tesâdufen

تصادفا ً

tesâdufî

تصادفی

tevessut-i

توسط ِ

teyy

طی

tıbk-i

طبق ِ

tibk-i ma’mûl

طبق ِ معمول

tov’en

طوعا ً

tov’en em kerhen

طوعا ً ام کرها ً

tov’en ve kerhen

طوعا ً و کرها ً

tov’î

طوعی

tovrî

طوری

tovr-i dîgerî

طور ِ دیگری

tovrî ki

طوری که

tovzîh-i anki

توضیح ِ آنکه

تو

tugûyî

تو گویی

tûl

طول

tûl nekeşîd ki

طول نکشید که

tûlen

طولا ً

tûlî nekeşîd ki

طولی نکشید که

tûlî nekeşîde

طولی نکشیده

tuveş

توش

û

او

uhrâ

اخری

unfen

عنفا ً

unveten

عنوهً

usûlen

اصولا ً

vâbeste

وابسته

vâbeste be

وابسته به

vâcib

واجب

vâfiren

وافرا ً

vâheyfâ

واحیفا

vâhid

واحد

vâhiden

واحدا ً

vâhiden ba’de vâhidin

واحدا ً بعد واحد

vâki’

واقع

vâki’ der

واقع در

vâki’en

واقعا ً

vakt

وقت

vakt be vakt

وقت به وقت

vakt u bîvakt

وقت و بی وقت

vakten

وقتا ً

vakten mine’l-evkât

وقتا ً من الاوقات

vakthâ

وقتها

vaktî

وقتی

vakt-i asr

وقت ِ عصر

vakt-i dîger

وقت ِ دیگر

vakt-i gurûb

وقت ِ غروب

vakt-i seher

وقت ِ سحر

vakt-i sobh

وقت ِ صبح

vakt-i zevâl

وقت زوال

vakt-i zohr

وقت ِ ظهر

vaktîki

وقتی که

van

وان

vançi

وانچه

vangâh

وانگاه

vangeh

وانگه

vangehân

وانگهان

vangehânî

وانگهانی

vangehî

وانگهی

vankû

وانکو

vâpes

واپس

vâpes-i

واپس ِ

vâpesî

واپسی

vâpesîn

واپسین

vâreste

وارسته

vâse-i 

واسهء

vase-i çi

واسهء چه

vâsite

واسطه

vây

وای

vây tu

وای تو

vaz’en

وضعا ً

vazîh

وضیح

vazîha

وضیحه

vâzihen

واضحا ً

ve ilâ mâşâ’allâh

و الی ماشاء الله

veba’du

و بعد

vebes

و بس

vech

وجه

vechen

وجها ً

vechen minelvucûh

وجها ً من الوجوه

vech-i âhar

وجه ِ آخر

vech-i ahsen

وجه ِ احسن

vegayre, vegayruhu

وغیره

vegayruhâ

وغیرها

vegayruhum

وغیرهم

vegayruhumâ

وغیرهما

veger

وگر

vegerne

وگرنه

vegernî

وگرنی

veh

وه

veh ki

وه که

vehâl an ki

 و حال آنکه

vehelummecerâ

و هلم جری

vehem

وهم

vehle

وهله

vehle-i ûlâ

وهلهء اولی

velev

ولو

velev anki

ولو آنکه

velev inki

ولو اینکه

velevki

ولو که

velî

ولی

velîk

ولیک

velîken

ولیکن

vender

واندر

venderân

واندران

ver

ور

ver

ور

verâ

ورا

verâ’

وراء

verne

ورنه

vernî

ورنی

veset

وسط

vesîle

وسیله

vey

وی

vey

وی

vez

وز

vezan

وزان

vezanpes

وز آن پس

یا

ya ânki

یا آنکه

yâ buşrâ

یا بشری

yâ esefâ

یا اسفا

yâ eyyuhâ

یا ایها

yâ hasreten

یا حسرة

yâ hasretenâ

یا حسرتنا

yâ Hayy

یا حی

yâ sabr

یا صبر

yâ veylenâ

یا ویلنا

yâ veyletâ

یا ویلتا

yâ veyletenâ

یا ویلتنا

yâ veyletî

یا ویلتی

yakînen

یقینا ً

yeden biyed(in)

یدا ً بید ٍ

yegân

یگان

yegân yegân

یگان یگان

yegâne

یگانه

yek

یک

yek bâr

یک بار

yek bâr-i dîger

یک بار دیگر

yek be yek

یک به یک

yek bend

یک بند

yek câ

یکجا

yek cihet

یک جهت

yek cûr

یک جور

yek çend

یک چند

yek çendî

یک چندی

yek dâne

یک دانه

yek def’e

یک دفعه

yek dem

یک دم

yek do rûzek

رک دو روزک

yek dunyâ

یک دنیا

yek horde

یک خرده

yek kar

یک قر

yek kodâm

یک کدام

yek kodâmişan

یک کدامشان

yek kurûr

یک کرور

yek leht

یک لخت

yek lehze

یک لحظه

yek lehze pîş

یک لحظه پیش

yek lehzeî

یک لحظه ای

yek mertebe 

یک مرتبه

yek nefes

یک نفس

yek nişest

یک نشست

yek pâ

یک پا

yek râst

یک راست

yek rûz der miyân

یک روز در میان

yek sâ’et

یک ساعت

yek sâl

یک سال

yek sû

یک سو

yek şemme

یک شمه

yek tene

یک تنه

yek vakt

یک وقت

yek vucûd

یک وجود

yek yek

یک یک

yekbâre

یکباره

yekbâregî

یک بارگی

yekcûrî

یک جوری

yekdeme 

یک دمه

yekdiger

یکدگر

yekdîger

یکدیگر

yekhev

یک هو

yekî

یکی

yekî der miyâ

یکی در میان

yekî dîge

یکی دیگر

yekî e

یکی از

yekî pes ez dîgerî

یکی پس از دیگری

yekî yekî

یکی یکی

yeknesak

یک نسق

yeknevâht

یک نواخت

yekneverd

یک نورد

yekrîz 

یکریز

yekrûze

یک روزه

yeksâle

یک ساله

yeksân

یکسان

yekser

یک سر

yeksûne

یکسونه

yekşebe

یک شبه

yektâ

یکتا

yekver

یک ور

zâ’id

زائد

zâhir

ظاهر

zâhiren

ظاهرا ً

zamîmeten

ضمیمهً

zan

زان

zan pes

زان پس

zan ser

زان سر

zangehki

زان گه که

zân-i

زان

zank

زانک

zanki

زانکه

zansân

زانسان

zâten

ذاتاً

zeber

زبر

zemân

زمان

zemânen

زمانا ً

zemân-i

زمان ِ

zemânî

زمانی

zemânî ki

زمانی که

zevâl

زوال

zi

ز

zi ber

ز بر

zi berâyi

ز برای

zi ki

ز که

zi rûy-i

ز روی

zi ser tâ pâ

ز سر تا پا

zid

ضد

zihî

زهی

zimn

ضمن

zimnen

ضمنا ً

zimnî

ضمنی

zimn-i inki

ضمن ِ اینکه

zin

زین

zin dîger

زین دیگر

zin namat

زین نمط

zin nesak

زین نسق

zin sebeb

زین سبب

zin ser

زین سر

zin yekî

زین یکی

zinâgeh

ز ناگه

zinhâr

زنهار

zinhâr tâ

زنهار تا

zinpes

زین پس

zînsân

زینسان

zinsipes

زین سپس

zîr

زیر

zîr  u zeber

زیر و زبر

zîr u bâlâ

زیر و بالا

zîrâ

زیرا

zîrâ ki

زیرا که

zîrâk

زیراک

ziyâd

زیاد

ziyâde

زیاده

ziyâde ez had

زیاده از حد

zohr

ظهر

زو

zûd

زود

zûdâzûd

زودازود

zûdî

زودی

zûdter

زودتر

 

 

 

 

 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar