FARSÇANIN ANAHTARLARI
Hazırlayan:: Prof. Dr. Mehmet
KANAR
MEHMET KANAR
01.
01. 1954 tarihinde Konya'da doğdu. İlkokulu Konya Gazi Mustafa Kemal
İlkokulu'nda, ortaokulu İstanbul Kartal Maltepe Ortaokulu, liseyi Vefa
Lisesi'nde tamamladıktan sonra 1970 - 1971 öğrenim
yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap
ve Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü'ne girdi. Eski
Türk Edebiyatı ile Yeni Türk Edebiyatı
sertifikalarını aldı. 1974 - 1975 akademik yılında bu bölümü
bitirdikten sonra 1975 Kasım'ında aynı bölümün
Fars Dili ve Edebiyatı Kürsüsü'nde doktora tahsiline
başladı. 1976 Nisan'ında da adı geçen
kürsüye asistan olarak atandı. Kasım 1979'da "Çağdaş İran
Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi" adlı
teziyle Doktor ünvanını aldı. Nisan 1980-Ağustos 1981
tarihleri arasında yerine getirdiği vatanî görevini
müteakiben tekrar Üniversite'deki görevine "Dr.
Araştırma Görevlisi" olarak döndü. 24.01.l986
tarihinde Yardımcı Doçent oldu. 11. 10. 1990 tarihinde Fars
Dili ve Edebiyatı Bilim Dalı'nda doçentliğe, 10. 10. 1996
tarihinde de Profesörlüğe yükseltildi. 01. 08. 1998 –
20. 09. 2007 tarihleri arasında Fars Dili ve Edebiyatı Anabilim
Dalı başkanlığı, 24. 02. 1999 - 20. 09. 2007 tarihleri
arasında İ.Ü. Türkiyat Araştırmaları
Enstitüsü yönetim kurulu üyeliği görevini
sürdürdü. 18. 10. 2000 tarihinden itibaren iki dönem
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yönetim Kurulu
üyeliği görevinde bulundu. Öte yandan, 30. 09. 2002 - 9.
05. 2003 tarihleri arasında İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Dekan
Yardımcılığı yaptı. 27. 02. 2007 tarihinde
Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü
Başkanlığına tayin edildi. 20. 09. 2007 tarihi
itibarıyla emekliliğe ayrıldı. Hâlen Yeditepe
Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı
ile Tarih Bölümlerinde ders vermektedir. Evli ve bir çocuk
babasıdır.
Yayımlanmış
eserlerinden bazıları:
Alacakaranlık,
Sadık Hidayet (YKY); Anadolu’da İslâmiyet,
Franz Babinger, Fuad Köprülü (İNSAN); Aylak
Köpek, Sadık Hidayet (YKY); Azeri Masalları,
Samed Behrengî (SAY); Bektaşilik İncelemeleri,
F.W. Hasluck (SAY); Bir Şeftali Bin Şeftali,
Samed Behrengi (SAY); Bugünkü İran Edebiyatı
Hakkında Bir İnceleme, Muhammed-i
İsti’lâmî (Kültür Bakanlığı); Cemşid
ile Hurşid, Cem Sultan (SAY); Çağdaş
İran Edebiyatının Doğuşu ve Gelişmesi (SAY);
Çağdaş İran Öyküleri
(Seçki); Çözümlü Farsça Metinler
(SAY), Çözümlü Osmanlı Türkçesi
Metinleri (SAY); Deli Dumrul, Samed
Behrengi; Diri Gömülen, Sadık Hidayet (YKY); Doğu
Mitolojisinin Edebiyata Etkisi, Helmut Ritter, (AYRINTI);
Doğubilimciler, AKMED, (CD Kitap); Ermeni Komitelerinin
Emelleri ve İhtilal Hareketleri Meşrutiyetin İlanından
Önce ve Sonra (DER); Eski Anadolu Türkçesi
Sözlüğü (SAY); Eski İran Nesrinden
Seçmeler (İÜ); Esrârnâme,
Ferideddin Attar (AYRINTI); Evhadu’d-dîn-i Kirmânî’nin
Rubaileri (Metin-İnceleme-Tercüme) (İNSAN);
Fehmî ve Şebisterî’den Şem ve Pervane
(Fehmî ve Şeyh Abdullah-i Şebisterî-i
Niyâzî’nin Şem’u Pervâne Mesnevileri)
(İNSAN); Gülistan, Sâdi-i Şirâzî
(ŞULE); Hacı Aga, Sadık Hidâyet (YKY); Hafız
Divanı, Hafız-ı Şirazi (AYRINTI); Hanü’l-İhvân,
Dostlar Sofrası, Nâsır-ı Hüsrev (İNSAN);
Hayyâm’ın Rubaileri ve Manzum Tercümeleri,
Hüseyin Rifat (ŞULE); Hayyam’ın Terâneleri,
Sâdık Hidâyet (YKY); Hidâyetnâme,
Sadık Hidayet (YKY); Hikmet ve Sanat, Golamrizâ
E’vânî (İNSAN); Hüsrev ile Şirin,
Şeyhî (SAY); İçtimaiyat Dersleri
(İÜ); İçtimâiyât
Mecmuası (İÜ); İran Edebiyatında
Şiir- Kaçarlar Devri (İNSAN); İran
Masalları (Periler Şahının Kızı) (YKY);
KANAR Arap Harfli Alfabetik Osmanlı Türkçesi
Sözlüğü (SAY); KANAR Arapça-Türkçe
Sözlük (SAY); KANAR
Farsça-Türkçe Sözlük (SAY); KANAR
Osmanlı Türkçesi Sözlüğü (SAY);
KANAR Türkçe-Farsça Sözlük (SAY);
Küçük Kara Balık, Samed Behrengi (SAY); Külahlı
Bey-Külahsız Bey Gevher Murad (BOYUT); Leyla ile Mecnun,
Fuzuli (SAY); Mevlânâ, Mesnevî, İki cilt,
(AYRINTI); Mevlânâ (Mesnevî, Dîvân,
Fîhimâfîh, Mecâlis-i Seb’a) (SAY);
Mevleviler Yolu, Şeyh Rüsûhüddin İsmail bin
Ahmed el-Ankaravî (ŞULE); Modern İran ve Afgan
Öyküleri Antolojisi (YKY); Modern İran Şiiri
Antolojisi (ŞULE); Osmanlı Topraklarında Fars Dili
ve Edebiyatı Dr. Muhammed Emîn-i Riyâhî
(İNSAN); Osmanlı Türkçesi Yazım Kılavuzu
(SAY); Ömer Hayyam, Rubailer, Hüseyin Daniş,
(ŞULE); Püsküllü Deve, Samed behrengi (SAY), Sekiz
Kitap, Sohrâb-i Sipihrî (ŞULE); Sevgi
Masalı, Samed Behrengi (SAY); Tasavvufta İnsan
Meselesi, İnsân-ı Kâmil, Azîzüddin
Nesefî (DERGÂH); Türkçe-Osmanlı
Türkçesi Sözlüğü (SAY); Ulduz ile
Kargalar, Samed Behrengi; Ulduz ile Konuşan Bebek,
Samed Behrengi; Üç Damla Kan Sâdık
Hidâyet (YKY); Vejetaryenliğin Yararları
Sadık Hidayet (YKY); Züleyha’nın Aşk Derdi, Hz.
Yusuf Kıssası Celâl Settârî (İNSAN).
(Künye Sayfası)
SUNUŞ
SAY
Yayınlarının sözlük ve dil seti projesi
kapsamında hazırlanan bu çalışmanın amacı,
Farsçadan Türkçeye, Türkçeden Farsçaya
çeviri yaparken Farsçanın anahtarları konumunda olan
bağlaçlar, edatlar, zarflar, zamirler ile bunların
birleşik şekillerinin derli toplu olarak, alfabetik sırada el
altında bulunmasını sağlamaktır.
Kapsamlı bir
sözlükte yukarıda sayılan cümle
yapıtaşları bulunur. Ancak bunların klasik ve modern Fars
edebiyatından seçilmiş örnek cümlelerle bir arada
bulunduğu çalışma ülkemizde pek az sayıda
yapılmıştır.
Bazı
maddelerde birden çok örnek verilmesinden
kaçınılmamış, her örneğin Farsça
metni, Türkçe harflerle okunuşu ve ardından çevirisi
verilmiştir. Örnek cümlelerin çoğunun
kaynağı da gösterilmiştir. Tarama yapılan bu
kaynakların geniş dökümü yıllardır
hazırlamakta olduğum, iki veya üç cilt halinde
yayımlanması planlanan Farsça Türkçe
Sözlüğün bibliyografya kısmında verilecektir.
Bazı
maddelerde bir kelimenin hem isim hem sıfat olarak
kullanıldığı, bazı sıfatların da hem
sıfat hem zarf kullanıldığı görülecektir. Bu
sebeple çok anlamlı bir maddenin bütün anlamları
verilmeye çalışılmıştır.
Bilgisayar
Farsça maddeleri sıralarken, tek harfli de olsa kelimeyi bir
bütün olarak algılamakta, esre (kesre) işareti varsa, buna
öncelik tanımaktadır. Öte yandan güzel he harfini vav
harfinden önceye yerleştirmektedir. Madde ararken bu hususlara dikkat
edilmelidir.
Kitabın son
bölümüne bütün maddelerin hem Farsça hem Latin
harfli alfabetik listesi verilerek, okuyucunun ileride buradan Farsça
kelime bilgisi seviyesini kendi kendine kontrol etme imkânı
sağlanmıştır.
Gereken ilgiyi
görürse, sunulan bu çalışmada örneklerin
zenginleştirilmesi yoluna gidelecektir.
Sunulan
kitabın basılmasını sağlayan SAY Yayınları
Genel Müdürü Mehmet Ali Uçar ile Editör Levent
Çeviker Beylere ve emeği geçen herkese teşekkür
ederim.
Prof. Dr. Mehmet
KANAR
âher: (A.) 1.
başka, diğeri, öbür, öteki. 2. fakat, ama,
peki ama. Der ketm-i adem çu berguzîdî mâ râ Der ribka-i bendegî keşîdî mâ râ Âher bekodâm eyb red hâhî kerd Evvel ne tu bâ eyb harîdî mâ râ? Mademki yokluğa gizlenmek için seçtin kulluk ipine
dizdin bizi, peki ama hangi kusurumuzla reddedeceksin?
Kusurlarımızı bilerek baştan kabul etmedin mi bizi?
(Evhad) در
کتم عدم چو
برگزیدی ما
را در
ربقهء بندگی
کشیدی ما را آخر
بکدام عیب رد
خواهی کرد اول
نه تو با عیب
خریدی ما را 3.
peki. 4. ertesi. |
آخر |
âhir: (A.) 1. son,
sonuncu, sonuncusu. Fakat
hemin zemistân-i âhir tevâniste bûd der sefer-i
pâyitaht bâ peser-i hod hemrâh bâşed Fakat
şu son kış başkent yolculuğunda oğlu ile birlikte
olabilmişti. فقط
همین زمستان
آخر توانسته
بود در سفر
پایتخت با
پسر خود
همراه باشد. Rûz-i
evvel ki ser-i zulf-i tu dîdem, goftem Ki
perîşânî-yi in silsile râ âhir nîst Zülüflerinin
ucunu ilk gördüğüm gün “Zincir gibi uzun bu
saçların dağınıklığı bitmez” dedim.
(Hâfız) روز
اول که سر زلف
تو دیدم گفتم که
پریشانیء
این سلسله را
آخر نیست 2.
ertesi. 3. sonra. An
bîhaberân ki dur-i ma’nî suftend Der
çerh be envâ’ sohenhâ goftend Âgeh
çu negeştend ber esrâr-i cihân Evvel
zenehî zedend u âhir hoftend O
gafiller ki mana incisini deldiler; Felekte
türlü türlü laflar ettiler. Anlayamadıkları
için cihan sırlarını Önce
çeneyi, sonra kuyruğu titrettiler! (Hayyâm) آن
بیخبران که
در معنی
سفتند در
چرخ به انواع
سخن ها گفتند آگه
چو نگشتند بر
اسرار جهان اول
زنخی زدند و
آخر خفتند 4. nasıl
olsa, eninde sonunda. Gûyend:
Behişt u hûr u kovser bâşed. Cûy-i
mey u şîr u şehd u şekker bâşed. Por
kon kadeh-i bâde vu ber destem nih. Nakdî
zi hezâr nisye bihter bâşed. Derler
ki: Cennet var, huri ve kevser var. Mey
ırmağı var, süt, bal ve şeker var. Doldur
bade kadehini, ver elime; Bin
veresiyeden iyi bir peşin var. (Hayyâm) گویند
بهشت و حور و
کوثر باش جوی
می و شیر و شهد
و شکر باشد پرکن
قدح باده و بر
دستم نه نقدی
ز هزار نسیه
بهتر باشد 5. peki,
daha. Âhir
be çi gûyem “hest”? Ez hod haberem çun
nîst. Vez
behr-i çi gûyem “nîst”? Bâ vey nazarem
çun hest Peki,
ne diye “var” diyeyim? Çünkü kendimden haberim
yok. Niçin “yok” diyeyim? Gözüm ona
çevrili çünkü. (Hâfız) آخر
بچه گویم
هست؟ از خود
خبرم چون
نیست وزبهر
چه گویم
نیست؟ با وی
نظرم چون هست |
آخر |
âhir-i kâr:
sonunda, nihayet, işin sonunda. Bâ
yâr çu âremîde bâşî heme omr Lezzât-i
cihân çeşîde bâşî heme omr Hem
âhir-i kâr rihletet hâhed bûd Hâbî
bâşed ki dîde bâşî heme omr Geçirmişsen
yâr ile bir ömür, Tatmışsan
dünya zevklerini bir ömür, Göçüp
gideceksin nasıl olsa sonunda, Gördüklerin
rüya olur bir ömür. (Hayyâm) با
یار چو
آرمیده باشی
همه عمر لذات
جهان چشیده
باشی همه عمر هم
آخر کار
رحلتت خواهد
بود خوابی
باشد که دیده
باشی همه عمر Mey
hor ki her ki âhir-i kâr-i cihân bedîd Ez
gam sebuk ber âmed u rıtl-i girân girift Mey
içmeye bak; çünkü dünyanın sonunu
görebilenler gam yükünü atıp hafiflerken,
büyük boy kadehleri ellerine aldılar. (Hâfız) می
خور که هر که
آخر کار جهان
بدید از
غم سبک بر آمد
و رطل گران
گرفت |
آخر ِ کار |
âhir çi?: ne olacak yani? Dunyâ
be murâd rânde gîr, âhir çi Vin
nâme-i omr hânde gîr, âhir çi Gîrem
ki be kâm-i dil bemândî sad sâl Sad
sâl-i diger bemânde gîr, âhir çi Muradınca
yaşadın say; nolacak yani? Ömür
mektubunu okudun say; nolacak yani? Say
ki yüz yıl yaşadın gönlünün muradınca,
Yüz
yıl daha yaşadın say; nolacak yani? (Hayyâm) دنیا
بمراد رانده
گیر آخر چه واین
نامهء عمر
خوانده گیر
آخر چه گیرم
که بکام دل
بماندی صد
سال صد
سال دگر
بمانده گیر
آخر چه |
آخر چه |
âhireş: (A.-F.) [âhir
+ eş] sonunda, nihayet. Çonan
mîhandîd u dovruber-i emû mîgeşt ki
âhireş heme-i mâ râ hem be hande endâht Öyle
gülüyor ve amcanın etrafında dönüyordu ki
sonunda hepimizi de güldürdü. (Kûçeî
benâm-i Behiştrûyân) چنان
می خندید و
دور و بر عمو
می گشت که
آخرش همه ما
را هم به خنده
انداخت. |
آخرش |
uhrâ: (A.) 1. diğer,
başka. 2. ikinci. 3. ahiret. |
اخری |
âhirîn: (A.-F.)[âhir
+ în] son, sonuncu. İcâze
befermâîd berâyi âhirîn bâr dest-i
şomâ râ befeşârem İzin
verin, son kez elinizi sıkayım. (Azeristân) اجازه
بفرمائید
برای آخرین
بار دست شما
را بفشارم Âhirîn
deste ez bâlâ-yi sereş gozeşte Son
grup da başının üzerinden geçti. (Lekende) آخرین
دسته از
بالای سرش
گذشته |
آخرین |
âhirînbâr:
(A.-F.) [âhir + în + bâr] son kez, son olarak. Âhirîn
bâr siyâvuş bûd ki bedîdenem âmed Son
olarak beni görmeye gelen Siyavuş’tu. (Se Katre Hûn) آخرین
بار سیاوش
بود که
بدیدنم آمد |
آخرین
بار |
ân:
(A.) an, zaman, lahza. |
آن |
ân: (Peh.)
(gr.) ‘o’ anlamına gelen işaret zamiri ve işaret
sıfatı. Behrâm der û
câm girift, Âhû
beççe kerd u rûbeh ârâm girift. Behrâm ki
gûr mîgiriftî heme omr, Dîdî ki çigûne
gûr Behrâm girift! O kasır ki Behram
onda kadeh tuttu, Ceylan yavruladı,
tilki mesken tuttu, O Behram ki
ömür boyu yaban eşeği tuttu. Gördün mü
mezar onu nasıl tuttu! (Hayyâm) آن قصر که
بهرام در او
جام گرفت آهو
بچه کرد و
روبه آرام
گرفت بهرام که گور
می گرفتی همه
عمر دیدی
که چگونه گور
بهرام گرفت؟ Genc-i zerger nebuved,
konc-i kanâ’at bâkîst Anki an dâd be
şâhân, be gedâyân in dâd Kuyumcu hazinesi olmazsa
olmasın; kanaat köşesi var nasıl olsa. Şahlara onu
veren Tanrı, yoksullara da bunu vermiştir. (Hâfız) گنج زرگر
نبود ، کنج
قناعت
باقیست آنکه
آن داد به
شاهان ، به
گدایان این
داد |
آن |
ân-i:
mülkiyet zamiri. Înek
in tûmâr burhân-i men est Kin
niyâbet ezû ân-i me est İşte
bu tomar benim delilimdir. Ki
bu nayiplik ondan sonra benimdir. (Mesnevi) اینک
این طومار
برهان منست کین
نیابت ازو آن
منست Nîst kesb
imrûz, mihmân-i tuem Çeng behr-i tu
zenem, ân-i tuem Kazancım yok;
bugün senin misafirinim. Senin için
çalacağım; bugün seninim. (Mesnevi) نیست
کسب امروز ،
مهمان توام چنگ
بهر تو زنم ،
آن تو ام |
آن ِ |
ân-i vâhid: (A.-F.) bir
an. |
آن ِ واحد |
ân be ân: (A.-F.) gitgide,
anbean. |
آن به آن |
ânçonan,
ançenan: [ân + çonân] öyle. |
آن چنان |
ançonanki, ançenanki;
[ân + onân + ki] -diği gibi, -cek şekilde, öyle
... ki. Mestem kun
ançunan ki nedânem zi bîhodî Der arsa-i hayâl
ki âmed, kudâm reft Beni öyle bir
sarhoş et ki hayal dünyamda bile kimin gelip kimin gittiğini
farkedemez durumda olayım. (Hâfız) مستم کن
آنچنان که
ندانم ز
بیخودی در
عرصهء خیال
که آمد ، کدام
رفت |
آن چنان
که |
ançonânî:
[ân + çonân + î] öylesine, öyle bir. |
آن چنانی |
andiger:
[ân + diger< dîger] öteki, diğeri,
öbürü. |
آن
دگر |
an dem ki: o zaman ki,
-dığı zaman. Ber tarf-i gulşenem guzer
uftâd vakt-i subh Andem ki kâr-i morg-i seher
âh u nâle bûd Seher bülbülü âh
edip inlerken sabah vakti yolum gülbahçesine
çıktı. (Hâfız) بر طرف
گلشنم گذر
افتاد وقت
صبح آندم که
کار مرغ سحر
آه و ناله بود |
آن
دم که |
andîger: [ân + dîger]
öteki, diğeri, öbür, öbürü. Her do ney hordend ez
yek âbhor İn yekî
hâlî yu an dîger şeker İki kamış
aynı kaynakta yetişti Birinin içi
boş kaldı, diğeri şeker verdi (Mesnevi) هر دو نی
خوردند از یک
آبخور این
یکی خالی و آن
دیگر شکر |
آن
دیگر |
anrûz:
[ân + rûz] 1. o gün. 2. o vakit, o zaman. |
آن
روز |
anzemân: (F.-A.) [ân +
zemân] 1. o zaman. Şehân
an zemân pâdşâyî konend Ki
ber âstâneş gedâyî konend Şahlar
onun eşiğinde dilendikleri zaman padişahlık ederler.
(Mucmel-i Fasîhî, I/2) شهان
آن زمان
پادشایی
کنند که
بر آستانش
گدایی کنند 2. o
zamanki. |
آن
زمان |
anser: [an + ser]
öbür taraf, öte yaka. Munbasit
bûdîm u yek cevher heme Bîser u
bîpâ budîm an ser heme Yayılmıştık,
bir cevherdik hepimiz O yanda zavallı,
çaresizdik biz (Mesnevi) منبسط
بودیم و یک
جوهر همه بی
سر و بی پا
بدیم آن سر
همه |
آن سر |
ansû: [ân + sû] o
taraf, o yan, öte, öte geçe. İn cihân hod habs-i cânhâ-yi
şomâst Hîn revîd an sû ki sahrâ-yi
şomâst Bu dünya canlarınızın hapishanesi Gidin o tarafa; sizin sahranızdır
orası (Mesnevi) این
جهان خود حبس
جانهای شما
است حین
روید آن سو که
صحرای شما
است |
آن
سو |
an tovr: (F.-A.)
öyle. |
آن
طور |
ankocâ:
[ân + kocâ] 1. o yer. 2. o şey. 3. o
kimse. |
آن
کجا |
ankes: [ân + kes] o
kimse, o kişi, o şahıs. Ankes ki zemîn u çerh-i
eflâk nihâd, Bes dâğ ki û ber dil-i
gamnâk nihâd. Bisyâr leb ço la'l u zulfeyn
ço mişk Der tabl-i zemîn u hokka-yi
hâk nihâd! O ki yer ile felekleri yarattı, Gamlı gönlümü ne de
çok dağladı. Nice lâl dudaklıyı, mis
zülüflüyü Yer tahtasına, toprak hokkasına
bıraktı. (Hayyâm) آنکس که
زمین و چرخ
افلاک نهاد بس ذاغ
که او بر دل
غمناک نهاد بسیار لب
چو لعل و
زلفین چو مشک در طبل
زمین و حقهء
خاک نهاد |
آن
کس |
ân-i mustakbel: (A.-F.) gelecek
an. |
آن مستقبل |
anmovki:
(F.-A.) [ân + mevki’] o zaman, o zamanlar, o vakit. |
آن
موقع |
an nefes: (F.-A.) [ân + nefes]
o zaman. Zi ıtr-i hûr-i behişt an
nefes ber âyed bûy Ki hâk-i meykede-i mâ
abîr-i cîb koned Meyhanemizin toprağını
koku diye cebine dolduran kişiden cennet hurilerinin kokuları
gelir. (Hâfız) ز عطر حور
بهشت آن نفس
بر آید بوی که خاک
میکدهء ما
عبیر جیب کند |
آن
نفس |
anhem:
[ân + hem] o da. |
آن
هم |
anhemçiki: [ân + hem + çi
+ ki] ama ne! Berâyi
mercân şovher peydâ şud, ân hem çi
şovherî ki hem pîrter u hem bidgilter ez dâş
âkul bûd Mercan’a
koca bulundu ama ne koca! Dâş Âkul’den hem
yaşlı hem çirkindi. (Se Katre Hûn, s. 78) برای
مرجان شوهر
پیدا شد ، آن
هم چه شوهری
که هم پیرتر و
هم بدگل تر از
داش آکل بود |
آن
همچه که |
anheme: [ân + heme] hepsi,
onca, okadar. Anheme râz u
tena’um ki hazân mîfermûd Âkıbet der
kadem-i bâd-i behâr âhir şud Hazânın onca
nazı, onca caka satması, bahar rüzgârının
gelişiyle birlikte son buldu. (Hâfız) آه همه
راز و تنعم که
خزان می
فرمود عاقبت
در قدم باد
بهار آخر شد Mursel tâ an vakt
hergiz nezd-i peder-i hod anheme pul nedîde bûd Mürsel
o zamana kadar babasının yanında hiç o kadar para
görmemişti. (Âzeristân) مرسل
تا آن وقت
هرگز نزد پدر
خود آنهمه
پول ندیده
بود |
آن
همه |
an vech: (F.-A.) o
yüzden, o sebeple. |
آن
وجه |
an vakt: (F.-A.) o
vakit, o zaman. |
آن
وقت |
anyekî: [an + yek + î] biri. An yekî her
dâşt u pâlâneş nebûd Yâft
pâlân, gorg her râ der rubûd Birinin eşeği
vardı, yoktu palanı Palanı buldu; kurt
kaptı karakaçanı (Mesnevi) آن یکی خر
داشت و
پالانش نبود یافت
پالان گرگ خر
را در ربود |
آن
یکی |
ânen: (A.)
bir anda, o anda. |
آنا ً |
ânân:
[ân + ân] (gr.) ‘onlar’
anlamına gelen işaret zamiri. Ânân ki
muhît-i fazl u âdâb şodend, Der cem'-i kemâl
şem'-i eshâb şodend, Reh zin şeb-i
târîk nebordend be rûz; Goftend
fesâne'î yu der hâb şodend. Onlar ki fazilet,
âdâb sahibi oldular. Olgunlukta
dostların ışığı oldular. Çıkamadılar
şu karanlık geceden gündüze. Bir masal söyleyip
uykuya dalar oldular. (Hayyâm) آنان که
محیط فضل و
آداب شدند در
جمع کمال شمع
اصحاب شدند ره زین شب
تاریک
نبردند بروز گفتند
فسانه ای و در
خواب شدند Ânân ki
hâk râ be nazar kîmyâ konend Âyâ buved ki
gûşe- i çeşmî be mâ konend? Bakışlarıyla
toprağı altına dönüştürenler, bir göz
ucuyla bize de bakarlar mı acaba? (Hâfız) آنان که
خاک را به نظر
کیمیا کنند آیا
بود که گوشهء
چشمی بما
کنند؟ |
آنان |
âncâ: [ân
+ câ] 1. orası, orada. 2. oraya. |
آنجا |
ancâ
ki: [ân + câ + ki] –diği yer,
-diği yerde. Ancâ ki tarîk u şîve-i tahkîk est Şâhidbâzî tarîk-i her sadîk est Hakikat yolunun bulunduğu yerde şahidbazlık her
sıddıkın yoludur. (Evhad) آنجا
که طریق و شیوهء
تحقیق است شاهدبازی
طریق هر صدیق
است |
آنجا که |
ancâyî ki: [ân
+ cây + î + ki] –diği yer, -diği yerde. |
آنجایی
که |
anç: [ân
+ ç < çi] o şey ki. |
آنچ |
ançki : [< an +
ç< çi + ki] o şey ki. Ez sûd u ziyân anç ki nâmeş omrest Mâîm u demî yu herç bâdâ bâd Ömür denilen şeyin zararını ziyanını
bırak bir yana; ne olursa olsun. İşte biz varız, bir de
anlık ömür. Ne olursa olsun. (Evhad) از
سود و زیان
آنچ که نامش
عمرست مائیم
و دمی و هرچ
بادا باد |
آنچ که |
ançet: [an + çi + tu râ] o şeyi sana. Der yekî
gofte ki ançet dâd Hak Ber tu
şîrîn kerd der îcâd-i Hak Birinde dedi:
Hak sana ne verdiyse Yaratırken
şirin gösterdi sana (Mesnevi) در یکی
گفته که آنچت
داد حق بر
تو شیرین کرد
در ایجاد حق |
آنچت |
ançi: [ân + çi] o
şey ki, ... şey. Ânân ki zi
pîş refte'end ey sâkî, Der hâk-i
gurûr hofte'end ey sâkî; Rov, bâde hor u
hakîkat ez men şinov. Bâd est her
ançi gofte'end ey sâkî. Evvelce gelip
geçenler yok mu saki, Gurur
toprağında yatmaktalar be saki. Hele iç badeyi;
dinle benden gerçeği: Her dedikleri
havadır hava be saki ! (Hayyâm) آنان که ز
پیش رفاه اند
ای ساقی در
خاک غرور
خفته اند ای
ساقی رو، باده
خور و حقیقت
از من شنو باد
است هرآنچه
گفته اند ای
ساقی Feyz-i rûhulkuds
er bâz meded fermâyed Dîgerân hem
bekunend ançi mesîhâ mîkerd Rûhülkudüs
yine yardım edecek olursa, İsa’nın yaptığını
başkaları da yapabilir. (Hâfız) فیض
روح القدس ار
باز مدد
فرماید دیگران
هم بکنند
آنچه مسیحا
می کرد |
آنچه |
ançiki: [ân + çi +
ki] o şey ki, ... şey. Velî
ançi ki nebâyed beşeved şud u
pîşâmed-i muhim rûy dâd Ama
olmaması gereken oldu ve önemli bir hadise meydana geldi. (Se Katre
Hûn, s. 78) ولی
آنچه که
نباید بشود
شد و پیش آمد
مهم روی داد. |
آنچه
که |
andûn: 1.
orası, öte yan. 2. öyle. 3. o zaman. |
آندون |
antovr: (F.-A.) [ân +
tavr] öyle. Şâyed
hem mîkûşîd hod râ antovr nişân
bedehed Belki
de öyle görünmeye çalışıyordu.
(Âzeristân) شاید
هم می کوشید
خود را آنطور
نشان بدهد |
آنطور |
antovrki:
(F.-A.) [an + tavr + ki] 1. -diği gibi. 2. -miş gibi.
3. -cek şekilde. |
آنطور
که |
ânifen:
(A.) biraz önce. |
آنفا
ً |
ankadr, an kadar: (F.-A.) [ân +
kadr] o kadar, o denli, bu denli. İn
zindegî ki der an ankadr gozeşt kerde bûd behodeş saht
gozerânîde bûd Onca
özveride bulunduğu bu yaşam onun için çok zor
geçmişti. (Se Katre Hûn, s. 204) این
زندگی که در
آن آنقدر
گذشت کرده
بود بخودش
سخت
گذرانیده
بود |
آنقدر |
ankadrki, an kadar ki:
(F.-A.) [an + kadr + ki] o kadar ... ki, -cek kadar, -diği
ölçüde, -diği kadar. Ankadr
ez zindegî sîr şode bûdem ki bârhâ kasd-i
cânem râ kerdem O
kadar hayattan bezmiştim ki defalarca canıma kasdettim.
(Şovher-i Âhû Hanum) آنقدر
از زندگی سیر
شده بودم که
بارها قصد
جانم را کردم. |
آنقدر که |
ank:
[an + k<ki] o ki. |
آنک |
ankes: [ân
+ kes + ki] o kimse ki, … kimse. Ki goft Hâfız ez
endîşe-i tu âmed bâz? Men in negofte’em; ankes ki goft,
buhtân goft Kim dedi sana Hâfız seni
düşünmekten vazgeçti diye? Ben öyle bir şey
demedim; kim dediyse, iftira etmiş. (Hâfız) که گفت
حافظ از
اندیشهء تو
آمد باز؟ من
این نگفته ام
، آنکس که گفت
، بهتان گفت |
آنکس که |
anki:
[ân + ki] 1. o kimse ki. 2. o şey ki. |
آنکه |
ankû:
[ân + kû< ki + û] o kimse. |
آنکو |
engâr ki: sanki. |
انگار که |
engâr
ne engâr:
sanki
hiç, hiç mi hiç, sözüm ona. Engâr
ne engâr merâ nemîşinâht Sanki beni hiç
tanımıyordu. (Nâbiga-i Hûş) انگار
نه انگار مرا
نمی شناخت |
انگار
نه انگار |
engârî ki: sanki. Engârî
ki ker şode bûdem Sağır
olmuş gibiydim. (Şikârçiyân) انگاری
که کر شده
بودم |
انگاری
که |
angâh:
[ân + gâh] 1. o zaman. 2. sonra, ondan sonra. 3.
bunun üzerine. 4. bununla beraber. 5. üstelik,
bundan başka. |
آنگاه |
angeh: [ân + geh] 1. o
zaman, o vakit. Serv-i
bâlâ-yi men angeh ki der âyed be semâ’ Çi mahal
câme-i cân râ ki kabâ netvân kerd Selvi boylum
semâya başlayınca, aba yırtılamaz da ne demek? Can
giysisi bile yırtılır. (Hâfız) سرو
بالای من
آنگه که در
آید به سماع چه
محل جامهء
جان را که قبا
نتوان کرد 2. sonra,
ondan sonra. Kerd hidmet mer Omer
râ vu selâm Goft Peygamber
selâm angeh kelâm Ömer’e
saygıyla eğildi, selam verdi Peygamber Önce
selam, sonra kelam dedi (Mesnevi)
کرد
خدمت مر عمر
را و سلام گفت
پیغمبر سلام
آنگه کلام 3. bunun
üzerine. 4. bununla beraber. 5. üstelik, bundan
başka. |
آنگه |
angehki: [ân + geh + ki]
–diği zaman. Angeh
ki ez hâb ender âmed merdum-i nâdân ki mord Çun
şebân angeh ki gorg efgende bâşed mîş
râ Kurdun
koyunu boğazladıktan sonra çobanın uyanması gibi,
cahil insan da öldükten sonra uyanır ancak. (Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 20) آنگه
که از خواب اندر
آمد مردم
نادان که مرد-
چون شبان
آنگه که گرگ
افگنده باشد
میش را Serv-i bâlâ-yi men angeh ki
der âyed be semâ’ Çi mahal câme-i cân
râ ki kabâ netvân kerd Selvi boylum semâya
başlayınca, aba yırtılamaz da ne demek? Can giysisi bile
yırtılır. (Hâfız) سرو بالای
من آنگه که در
آید بسماع چه محل
جامهء جان را
که قبا نتوان
کرد |
آنگه که |
angehem:
[an + geh + merâ] o zaman beni, o zaman
bana. Angehem ez hod berân tâ
şehr-i dûr Tâ der endâzem der
îşân şerr u şûr Sonra sür beni uzak bir diyara Şer ile kargaşa atayım
oraya (Mesnevi) آنگهم از
خود بران تا
شهر دور تا در
اندازم در
ایشان شر و
شور |
آنگهم |
angehî:
[ân + geh + î] 1. o zaman. 2. sonra, ondan sonra. 3.
bunun üzerine. 4. bununla beraber. 5. üstelik,
bundan başka. |
آنگهی |
angûn: [an + gûn]
öyle. Ançi Hak
âmûht kirm-i pîle râ Hîç
pîlî dâned an gûn hîlehâ Tanrı’nın
ipek böceğine öğrettiğini Hangi fil bilir
öyle bir hileyi? (Mesnevî) آنچه حق
آموخت کرم
پیله را هیچ
پیلی داند آن
گون حیله ها |
آنگون |
angûne:
[ân + gûn + e] öyle. |
آنگونه |
anhâ: [ân + hâ]
onlar. Ez
anhâ herâsân porsîd: Şomâhâ
lâle râ nedîdîd? Korkarak
onlara ‘Lale’yi gördünüz mü?’ diye
sordu. (Se Katre Hûn, s. 140) از
آنها هراسان
پرسید : شماها
لاله را
ندیدید؟ |
آنها |
ânî:
(A.-F.) [ân + î] 1. ani. 2. geçici,
muvakkat. 3. günü kurtaran. |
آنی |
âyâ: acaba. Ez
şomâ suâlî dâştem, âyâ
cevâb hâhîd dâd? Size
bir sorum vardı; acaba cevap verecek misiniz? (Hindû) از
شما سؤالی
داشتم ، آیا
جواب خواهید
داد؟ Âyâ
rûşenâî-i çeşm-i û ve âheng-i
sedâyeş bekullî hâmûş şod? Acaba
gözünün feri ve sesinin ahengi tamamen söndü
mü? (Girdâb) آیا
روشنائی ء
چشم او و آهنگ
صدایش بکلی
خاموش شد؟ Şeyhî be
zenî fâhişe goftâ: Mestî, Her lahza be dâm-i
digerî pâ bestî. Goftâ:
Şeyhâ, herançi gû'î, hestem. Âyâ to
çonanki mînomâ'î, hestî? Bir şeyh dedi bir
fahişeye: Sarhoşsun sen. Her lahza birinin tuzağına
düşersin sen. Dedi: Ey şeyh, ne
dersen, oyum ben. Acaba
göründüğün gibi misin sen? (Hayyâm) شیخی به
زنی فاحشه
گفتا مستی هر
لحظه بدام
دیگری پا
بستی گفتا
شیخا هرآنچه
گوئی هستم آیا
تو چنانکه می
نمائی هستی؟ An turk-i
perîçihre ki dûş ez ber-i mâ reft Âyâ
çi hatâ dîd ki ez râh-i hatâ reft? Dün o peri
yüzlü Türk güzeli yanımızdan ayrılıp
gitti. Acaba ne hatamızı gördü de Hıtay yolunu
tuttu? (Hâfız) آن ترک
پری چهره که
دوش از بر ما
رفت آیا
چه خطا دید که
از راه خطا
عفت؟ |
آیا |
elif: 1. Farsça alfabenin ilk harfi. 2.
Ebced alfabesine göre sayısal değeri “bir”. 3.
nidâ elifi. ey, hey. Âlînesebâ
çerâ benişînî pest? “Ey
soylu! Niçin alçakta oturursun?” (Evhad) عالی
نسبا چرا
بنشینی پست؟ 4. cevap
elifi. “goft” fiilinin sonuna gelir. Goftâ
ki kadem zi âzerm bîrûn nih “Haya
ile ayak bas” dedi. (Evhad) گفتا
که قدم ز آزرم
بیرون نه |
ا |
ibtidâ’: (A.) 1. başlama. 2. başlangıç.
3. ilkin, öncelikle. 4. başlangıçta,
önceleri. Asl-i
îşân bûd âteş ibtidâ Sûy-i asl-i
hîş reftend intihâ Ateştendi
asılları yolun başında Asıllarına
döndüler yolun sonun sonunda (Mesnevî) اصل
ایشان بود
آتش ابتدا سوی
اصل خویش
رفتند انتها |
ابتدا
، ابتداء |
ibtidâen: (A.)
başlangıçta, başlarken, ilkin. |
ابتداءً |
ibtinâen: (A.) dayanarak. |
ابتناءً |
ebedulâbâd:
(A.) 1. daimî, ebedî, ebediyyen. 2. asla. |
ابد
الآباد |
ebedulebed:
(A.) daima. |
ابد
الابد |
ebedulâbidîn:
(A.) daima. |
ابد
الآبدین |
ebeduddehr: (A.) daimî,
ebedî, ebediyyen. Ve
hemçunîn mulûk-i gassân u âl-i
sâmân u sâsân der hayyiz-i fenâ mekâm
kerde’end ve esâmî-i îşân ebeduddehr
bâkî mânde est Aynı
şekilde Gassan, Sâmânî ve Sâsânî
melikleri fenâyı makam tutmuşlardı ve isimleri ebediyyen
bâkî kalacaktır. (Sindbâdnâme, s. 29) و
همچنین ملوک
غسان و آل
سامان و
ساسان در حیز فنا
مقام کرده
اند و اسامی ء
ایشان ابد
الدهر باقی
مانده است |
ابد
الدهر |
ebedu’d-duhûr: (A.)
ebediyen, sonsuza kadar. |
ابد
الدهور |
ebeden: (A.) 1. hiç,
asla, hiç de. Men
ki be âsâr-i şomâ âşinâ hestem,
ebeden şomâ râ intovr tesevvur nemîkerdem Eserlerinize
aşina olduğumdan, sizi hiç de böyle tasavvur
etmiyordum. (Hindû) من که
به آثار شما آشنا
هستم ، ابدا ً
شما را
اینطور تصور
نمی کردم 2. ebediyete kadar. |
ابدا
ً |
ebediyyen: (A.) sonsuza dek, asla, hiçbir
zaman. |
ابدیا
ً |
eber: üzerinde, -de, -da. Eber
ketf-i zehhâk-i câdû do mâr Berust
u ber âvurd be îrân demâr Sihirbaz
Zahhak’in omuzlarından iki yılan çıktı da
İran’a etmediği kalmadı. (Şâhnâme,
I/42, beyit 171) ابر
کتف ِ ضحاک
جادو دو مار برست
و بر آورد به
ایران دمار |
ابر |
ibkâen: (A.) sürekli olarak. |
ابقاءً |
ebî: (gr.) –sız,
-sızın. Ebî
gevher mebâdâ hergiz in durc Ebî
ahter mebâdâ hergiz in burc Bu
kutu hiçbir zaman incisiz kalmasın Bu
burç hiçbir zaman yıldızsız kalmasın
(Vîs u Râmîn) ابی
گوهر مبادا
هرگز این درج ابی
اختر مبادا
هرگز این برج |
ابی |
ittisâlen:
(A.) sürekli, devamlı. |
اتصالا
ً |
ittifâk:
(A.) 1. birleşme. 2. anlaşma. 3. refah. 4. olay.
5. takdir. 6. tesadüfen. |
اتفاق |
ittifâk râ: (A.-F.)
[ittifâk + râ] tesadüfen, rastlantı eseri. |
اتفاق
را |
ittifâken: (A.) tesadüfen,
rastgele. |
اتفاقا ً |
etemm:
(A.) mükemmel, en iyi. |
اتم |
esnâ’: (A.) esna,
sıra, ara, |
اثناء |
esnâ-yi: (A.-F.) iken,
sırasında, esnasında, zamanı. |
اثنای |
icbâren: (A.) zorunlu
olarak, mecburen, ister istemez. |
اجبارا ً |
icmâ’en: (A.) toplu
olarak. |
اجماعا
ً |
icmâlen: (A.) kısaca, özetle,
özetleyerek. |
اجمالا ً |
icmâlî:
(A.) 1. ayrıntısız,
kısa, özet halinde, derli toplu. 2. kısaca. |
اجمالی |
ecma’ûn: (A.)
tümü, hepsi. |
اجمعون |
ecma’în: (A.) tümü,
hepsi. |
اجمعین |
ihtirâzen: (A.) 1. kaçınarak,
çekinerek, uzak durarak. 2. korkarak. |
احترازا
ً |
ihtirâmen:
(A.) saygı ile, saygı göstererek, hürmet ederek. |
احتراما
ً |
ihtimâl-i karîb be
yakîn:
(A.-F.) büyük bir olasılıkla. |
احتمال ِ
قریب به یقین |
ihtimâlen: (A.) bir ihtimalle,
muhtemelen, olasılıkla. |
احتمالا
ً |
ihtimâlî: (A.) muhtemel,
olası. |
احتمالی |
ahadî: (A.-F.) [ahad +
î] 1. kimse, hiçkimse. Ahadî
nemîtevâned munkir şeved Kimse inkâr edemez.
(Don Karlos) احدی نمی
تواند منکر
شود 2. bire ait. |
احدی |
ahsen: (A.) 1. aferin. 2. daha iyi;
daha güzel. 3. en iyi. |
احسن |
ehyân: (A.)
zamanlar. |
احیان |
ihtisâren: (A.) 1. kısaltarak.
2. özetleyerek. 3. sadeleştirerek. |
اختصارا
ً |
ihtisâsen:
(A.) özellikle. |
اختصاصا
ً |
ehass: (A.) 1. en has, en özel. 2. başlıca. |
اخص |
ahîr: (A.) 1. son. 2. sonuncu. 3.
dip. 4. geri |
اخیر |
ahîren: (A.) 1. son zamanlarda,
geçenlerde, bu yakınlarda. 2. son olarak. 3. sonunda.
4. hepsinden sonra. 5. ondan sonra. |
اخیرا
ً |
er: [< eger] 1. eğer.
Der
tu an merdî nemî bînem ki kâfir beşikenî Beşiken
er merdî hevâ-yi nefs-i kâfirkîş râ Kâfirleri yenecek
cesareti görmüyorum sende. Yiğitsen, nankör nefsinin
isteklerine engel ol. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 20) در تو
آن مردی نمی
بینم که کافر
بشکنی بشکن
ار مردی هوای
نفس کافرکیش
را Be fitrâk er
hemî bendî, hodâ râ, zûd saydem kun Ki âfethâst
der te’hîr u tâlib râ ziyân dâred Beni terkine
bağlayacaksan, Allah aşkına, çabuk avla.
Çünkü geç kalmak âfet getirir; bu yolun
tâlibine ise zarar verir. (Hâfız) به فتراک
از همی بندی ،
خدا را ، زود
صیدم کن
که
آفتهاست در
تأخیر و طالب
را زیان دارد 2. -dığı
zaman. |
ار |
|
|
erçi: [er< eger +
çi] her ne kadar, ise de. Doşmen
erçi dûstâne gûyedet Dâm
dân gerçi dâne gûyedet Her ne kadar
düşman sana dostça söyler, tane ve yemden bahsederse
de, tuzak bil. (Mesnevi) دشمن
ارچه
دوستانه
گویدت دام
دان گرچه
دانه گویدت Derd-i aşk
erçi dil ez halk nihân mîdâred Hâfız in
dîde-i giryân-i tu bîçîzî nîst Hâfız,
gönlün halktan aşk derdini gizlese de, gözlerinin
ağlaması boşuna değil. (Hâfız) درد
عشق ارچه دل
از خلق نهان
می دارد حافظ
ای دیدهء
گریان تو بی
چیزی نیست |
ارچه |
erne: [er + ne < egerne] yoksa,
aksi halde. Hâfiz çu nâfe-i ser-i
zulfeş be dest-i tust Dem der keş erne bâd-i
sabâ râ haber şeved Hafız, sevgilinin
zülüflerinin ucunun mis kokusu elinde olduğuna göre sus,
yoksa seher yelinin haberi olur. (Hâfız) حافظ چو
نافهء سر
زلفش بدست
توست دم در کش
ارنه باد صبا
را خبر شود |
ارنه |
ez: -den, -dan. Der
in sermâ beççe râ çerâ ez hâne
bîrûn mîâverîd Hanımefendi, bu
soğukta niçin çocuğu evden
çıkarıyorsunuz? (Şovher-i
Âhû Hanum) در
این سرما بچه
را چرا از
خانه بیرون
می آورید
خانم؟ Dûş ez mescid
sûy-i meyhâne âmed pîr-i mâ Çîst
yârân-i tarîkat ba’d ez in tedbîr-i mâ? Pîrimiz dün
gece mesçitten meyhaneye geldi. Ey yoldaşlar, ey tarikat
arkadaşları! Bundan sonra tedbirimiz ne olacak? (Hâfız) دوش
از مسجد سوی
میخانه آمد
پیر ما چیست
یاران طریقت
بعد ازین
تدبیر ما؟ 2. itibaren, -den beri. Ez an rûz horden-i
çend nov gez ârâ ber hod herâm kerd O günden itibaren
birkaç çeşit yemeği kendisine yasakladı. (An
rûzhâ) از آن
روز خوردن
چند نوع غذا
را بر خود
حرام کرد Dâş
Âkul ez rûz-i ba’d meşgûl-i resîdegî
be kârhâ-yi Haci şud Daş Âkul
ertesi günden itibaren Hacının işleriyle ilgilendi. (Se
Katre Hûn, s. 70) داش
آکل از روز
بعد مشغول
رسیدگی
بکارهای حاجی
شد 3. hakkında,
ilişkin. Beççehâ
heyli çîzhâ ez Tarıverdi berâyem goftend Çocuklar
Tarıverdi hakkında bana çok şey söylediler.
(Edebiyyât-i Dovre-i Bîdârî ve Muâsir) بچه
ها خیلی
چیزها از
تاری وردی
برایم گفتند Ez
zindegânî-yi vey ittilâ’ât-i ziyâdî
nedârîm Onun hayatı
hakkında fazla bilgimiz yok. (Ez Sabâ tâ Nîmâ) از
زندگانیء وی
اطلاعات
زیادی
نداریم 4. -den dolayı. 5. ile. Rûzî do se-i
diger mubâhî bâşîm Tâ hod çi
goşâyed ez ibâhet mâ râ İki üç
gün de mübahi olalım. Bakalım ibahatla
başımıza ne gelecek? (Evhad) روزی
دو سهء دگر
مباحی باشیم تا
خود چه گشاید
از اباحت ما
را 6. ile, sayesinde. Âbâd-i
herâbât zi mey horden-i mâst Harabat bade
içmemiz sayesinde mamur.
(Evhad) آباد
خرابات ز می
خوردن ماست Kerde’em
baht-ı cevân râ nâm pîr K’û zi Hak
pîr est ne ez eyyâm pîr Genç bahta
pîr adını verdim Günlerin
geçişiyle değil, Tanrı sayesinde pîrdir.
(Mesnevi) کرده
ام بخت جوان
را نام پیر کاو
ز حق پیر است
نه از ایام
پیر 7. indinde, katında,
bakımından, açısından, -ce, -e göre. Der butkede çun
hiyâl-i ma’şûka-i mâst Reften be tevâf-i
ka’be ez akl hetâst Puthanede sevgilinin
hayali olduğuna göre Kabe’yi tavafa gitmek akılca
yanlış, akıl dışı. (Evhad) در
بتکده چون
خیال
معشوقهء
ماست رفتن
به طواف کعبه
از عقل خطاست 8. ait. Men u zenem
hoşhâl bûdîm ki hâneî ez hodiman
dârîm Karım da bende
kendimize ait bir evimiz olduğu için mutluyduk.
(Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) من و
زنم خوشحال
بودیم که
خانه ای از
خودمان داریم
9. içinde,
arasında. Ez an
nâmdârân-i bisyâr hûş Yekî bûd
bînâdil u râstgûş O ünlülerin
arasında çok akıllı, gönül gözü
açık, dinlemesini bilen biri vardı.
(Şâhnâme, I/38, beyit 90) از آن
نامداران
بسیار هوش یکی
بود بینادل و
راست گوش 10. -ir...-mez. Ez dîden-i in aks
dûd ez ser-i Menûçihr bolend şud Bu resmi görür
görmez, kan Menûçehr’in tepesine
sıçradı. (Se Katre Hûn, s. 149) از
دیدن این عکس
دود از سر
منوچهر بلند
شد |
از |
ez be
ba’d:
(F.-A.) [ez + be + ba’d] -den sonra, -den bu yana, -den beri. Ez
imrûz be ba’d û râ donbâl-i tûp
nehâhîd dîd Bugünden itibaren
onu top peşinde görmeyeceksiniz. (Âzeristân) از
امروز ببعد
او را دنبال
توپ نخواهید
دید |
از
... به بعد |
ez eser-i: (F.-A.)
arkasından, izinden, peşinden. Zâhireş
mîgoft: Der reh çost şev Vez eser mîgoft:
Cân râ sost şev Görünüşte
“Bu yolda çevik ol” diyordu Arkasından
“Canın için gevşek ol” diyordu (Mesnevi) ظاهرش می
گفت در ره چست
شو واز
اثر میگفت
جان را سست شو |
از
اثر ِ |
ez ezel: (F.-A.) ezelden beri. Halka-i pîr-i
mugân ez ezelem der gûş est Ber hemânîm
ki bûdîm u heman hâhed bûd Mugların
pîrinin kulağıma taktığı kulluk halkası
ezelden beri kulağımda duruyor. Eskiden olduğum gibiyiz,
bundan sonra da aynen kalacağız. (Hâfız) حلقهء
پیر مغان از
ازلم در گوش
است بر
همانیم که
بودیم و همان
خواهد بود |
از
ازل |
ez âgâz: baştan,
başından, baştan beri. İn nedâred
âhir ez âgâz gûy Rev, temâm in
hikâyet bâz gûy Bunun sonu yoktur;
baştan al Haydi, bu hikâyeyi
anlatmaya başla (Mesnevi) این
ندارد آخر ،
از آغاز گوی رو
تمام این
حکایت باز
گوی |
از آغاز |
ez an: ondan. |
از
آن |
ez ân-i: ait, -in,
-nin. Muhtâc-i
kıssa nîst geret kasd-i hûn-i mâst Çun raht
ezân-i tust, be yağmâ çi hâcetest? Canımıza
kasdın varsa, bunu söylemeye bile gerek yok. Mal senin mülk
senin; yağmaya talana ne hâcet? (Hâfız) محتاج
قصه نیست گرت
قصد خون ماست چون
رخت از آن تست
، بیغما چه
حاجت است؟ Hâkimiyet
bedûn-i kayd u şart ez ân-i millet est Hakimiyet
kayıtsız şartsız milletindir. (Ataturk) حاکمیت
بدون قید و
شرط از آن ِ
ملت است Bedânîd
ki ez ân-i şomâ mîşevem Bilin ki sizin oluyorum.
(Rodin) بدانید
که از آن ِ شما
می شوم |
از
آن ِ |
ez
an be ba’d:
(F.-A.) ondan
sonra. Ez
an be ba’d kûşiş kerdem nigâhem mulâyim ve
Mihribân baş ed Ondan sonra
bakışımın yumuşak ve şefkatli olmasına
çalıştım. (Sitârehâ-yi Şeb-i
Tîre) از آن
به بعد کوشش
کردم نگاهم
ملایم و
مهربان باشد |
از آن به
بعد |
ezancomle: (F.-A.) [ez +
an + comle]: bu cümleden olarak, bunların arasında. |
از
آن جمله |
ezancihet: (F.-A.) [ez + ân +
cihet] o yüzden, o nedenle. |
از آن جهت |
ezan cihet ki: (F.-A.) [ez + ân +
cihet + ki] -mek için, -diği için. |
از
آن جهت که |
ezan
cihetî ki:
(F.-A.) [ez
+ ân + cihet + î + ki] -dığı gibi,
-dığı şekilde. Çerâ
ki ez an cihetî ki mîhâst men kâmilen muvaffak
şode bûdem Çünkü
istediği gibi tamamen başarılı olmuştum.
(Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) چرا
که از آن جهتی
که می خواست
من کاملا
موفق شده
بودم |
از
آن جهتی که |
ez an rû: o
yüzden, -diği için. Ez an rû hest
yârân râ safâhâ bâ mey-i
la’leş Ki gayr ez
râstî nakşî der ân cevher nemîgîred Dostlar onun lâl
renkli dudağından dolayı safâlar sürüyor.
Bunun sebebi o cevherin doğruluk dışında bir şeyi
kabul etmemesidir. (Hâfız) از آن رو
هست یاران را
صفاها با می
لعلش که
غیر از راستی
نقشی در آن
جوهر نمی گیرد |
از آن رو |
ezan rû ki: [ez + ân +
rû + ki] -den dolayı, -dığı için. |
از
آن رو که |
ezan ki: [ez + ân + ki] -den dolayı. |
از آن که |
ez
ancâ ki: [ez + âncâ + ki] -dığı için,
-diğinden, -den dolayı. Şâyed
hem ez ancâki mîdânist ez sâbıke’eş
itilâ dârem ez suâlem nârâhet şud Belki de
geçmişi hakkında bilgi sahibi olduğumu bildiği
için sorumdan rahatsız oldu. (Nâbiga-i Hûş) شاید
هم از آنجا که
می دانست از
سابقه اش
اطلاع دارم ،
از سؤالم
ناراحت شد Emmâ
ez ancâ ki mâder-i bozorg aslen harf gûş
nemîdâd anhâ hem dest keşîdend ve fakat
mâhâne pûl-i endekî berâyeş
mîfiristâdend Ama büyükanne
hiç söz dinlemediğinden, onlar da ellerini çektiler
ve sadece her ay ona az bir para gönderiyorlardı.
(Pîrzenî ki Pîr Nemînumûd) اما
از آنجا که
مادربزرگ
اصلا حرف گوش
نمی داد آن ها
هم دست
کشیدند و فقط
ماهانه پول
اندکی برایش
می فرستادند Ez
ancâ ki hâfizeî kavî dâştem in kâr
berâyi men bisyâr âsân bûd Kuvvetli bir
hafızam olduğundan bu iş benim için çok
kolaydı. (Sefernâme-i Galiver) از
آنجا که
حافظه ای قوی
داشتم این
کار برای من
بسیار آسان
بود |
از
آنجا که |
ez
ancâî ki: [ez + âncâ + î + ki] -den dolayı,
-diğinden. Şâyed
ez ancâî ki heme-i revâbit-i men bâ dunyâ-yi
zindehâ borîde şeved yâdgârhâ-yi
gozeşte colovem nakş mîbended Belki de
yaşayanların dünyası ile bütün ilişkilerim
kesildiğinden eski anılar gözümde canlanıyor.
(Bûfi-i Kûr) شاید
از آنجائی که
همهء روابط
من با دنیای
زنده ها
بریده شود
یادگارهای
گذشته جلوم
نقش می بندد |
از
آنجائی که |
ezançi: [ez + ân +
çi] 1. o sebeple. 2. o şeyden. |
از
آنچه |
ez ank:
çünkü, -den dolayı. Bes negûyem
şemme’î ez şerh-i hod ezank Derd-i ser
bâşed numûden bîş ezin ibrâm-i dûst Sevgiliye
duyduğum özlemi birazcık olsun anlatamam.
Çünkü dostun üstüne bu kadar düşmek
baş ağrıtır. (Hâfız) بس نگویم
شمه ای از شرح
خود ازانک درد
سر باشد
نمودن بیش
ازین ابرام
دوست |
از
آنک |
ez evvel: (F.-A.) 1. eskiden beri. 2. başından
beri. |
از اول |
ez evvel tâ âhir: (F.-A.)
baştan sona kadar. |
از
اول تا آخر |
ez
îder:
buradan. Biyâ
tâ her do begorîzîm ez îder Besûzânîm
û râ hem be âzer Gel
ikimiz buradan kaçalım Onu
da ateş içinde yakalım (Vîs u Râmîn) بیا
تا هر دو
بگریزیم از
ایدر بسوزانیم
او را هم به
آذر |
از
ایدر |
ezin: [ez + in] bundan, şundan. Cân fedâ-yi
deheneş bâd ki der bâg-i nazar Çemenârâ-yi
cihân hoşter ezin gonçe nebest Onun
ağzına kurban olayım. Dünyanın çimenlik
bahçesinde, o bakış bağında bundan daha hoş
bir gonca yetişmedi. (Hâfız) جان فدای
دهنش باد که
در باغ نظر چمن
آرای جهان
خوشتر ازین
غنچه نبست |
از
این |
ezin
bâbet:
(F.-A.) [ez
+ in + bâbet] bundan dolayı, bu konuda, bu hususta. Ez
in bâbet hiyâlem râhet bûd Bundan dolayı içim
rahattı. (Yek Dâstân-i Vâki’î) از
این بابت
خیالم راحت
بود Mâderem
ez in bâbet heyli râzî bûd Annem bu hususta
çok memnundu. (Lâşe-i Mâr) مادرم
از این بابت
خیلی راضی
بود |
از
این بابت |
ezin bâbet ki: (F.-A.) [ez + in +
bâbet] -dığı için, -den dolayı. |
از این
بابت که |
ezin
beba’d: (F.-A.) [ez + in + be + ba’d] bundan sonra, bundan
böyle. Ez
in be ba’d be mikdâr-i meşrûb u tiryâk-i hodem
efzûdem Bundan sonra içki
ve esrarımın miktarını arttırdım. (Bûf-i
Kûr) از
این به بعد
بمقدار
مشروب و
تریاک خودم
افزودم Velî
çîzî ki âşkâr bûd ez in be
ba’d in hâne vu zindegî berâyeş
tehemmulnâpezîr bûd Fakat açık
olan şey, bundan böyle bu ev ve hayatın onun için
dayanılmaz oluşuydu. (Girdâb) ولی
چیزی که
آشکار بود از
این به بعد
این خانه و
زندگی برایش
تحمل ناپذیر
بود |
از
این به بعد |
ez in
pes:
bundan sonra. Ne
imsâl belki ez in pes hîç sâlî bâgem
râ icâre nehâhem dâd Bu yıl değil,
belki bundan böyle hiçbir yıl bağımı kiraya
vermeyeceğim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 50) نه
امسال بلکه
از این پس هیچ
سالی باغم را
اجاره
نخواهم داد |
از
این پس |
ez in pîş: bundan
önce, önceden. |
از
این پیش |
ezincânib: (F.-A.) [ez + in +
cânib] ben, bendeniz, bendenizden. |
از
این جانب |
ez in comle: (F.-A.) bu
cümleden olarak. |
از این
جمله |
ezin cihet: (F.-A.) [ez + in + cihet] bu sebeple. |
از
این جهت |
ezin hays ki: (F.-A.) [ez + in + hays + ki]
-dığı için, -den dolayı. |
از
این حیث که |
ez in dest: bu
türden, bunun gibi. |
از
این دست |
ezinrû: [ez + in + rû] bu
yüzden, bu sebeple, bu nedenle. Ez
in rû Kristof Kolomb endîşîd ki şâyed
portugâlîhâ der in râh û râ
yârî dehend Bu yüzden Kristof
Kolomb, belki Portekizlilerin bu yolda ona yardım edeceklerini
düşündü. (Fârsî-i Pencom-i Debistân) از
این رو
کریستف کلمب
اندیشید که
شاید پرتغالی
ها در این راه
او را یاری
دهند |
از
این رو |
ezinsan: [ez + in + sân] böylesine, bu kabilden. |
از
این سان |
ezinsû(y): [ez + in + sûy]
bu taraftan. |
از
این سوی |
ez in kıbel: (F.-A.) bu
nedenle, bu yüzden |
از
این قبل |
ezin
kabîl:
(F.-A.) [ez + in + kabîl] bu denli, bu kabilden. Û
yeknevâht ez in kabîl cumelât mîgoft O biteviye bu denli
cümleler söylüyordu. (Do Şeb) او یک
نواخت از این
قبیل جملات
می گفت |
از
این قبیل |
ezin karâr: (F.-A.) [ez + in
karâr] 1. bu
kabilden, böylesine. 2. bu şekilde, şöyle, buna
göre. |
از
این قرار |
ez
inki:
[ez + in + ki] için, -diği için, -diğinden, -den
dolayı, -mekten. Vaktî
ez bulvar be hâne bermîgeştîm ez şovhereş ve
ezinki temâm-i zindegî-yi anhâ der âsmân
gozeşte bûd berâyi men sohbet koned Bulvardan eve
dönerken bana kocasından ve bütün hayatlarının
göklerde geçmesinden söz etti. (Âzeristân) وقتی
از بولوار به
خانه بر می
گشتیم از
شوهرش و از
اینکه تمام
زندگی آنها
در آسمان
گذشته بود
برای من صحبت
کند Emmâ
ez inki hemdîger râ nebînîm rizâyet-i
pinhânî ve mubhemî ihsâs mîkonîm Ama birbirimizi
görmediğimiz için gizli ve mübhem bir mutluluk
duyuyoruz. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) اما
از اینکه
همدیگر را
نبینیم
رضایت
پنهانی و
مبهمی احساس
می کنیم Ez
inki hânevâde vu famil-i û râ şinâhtem
teaccub kerd Ailesini
tanımadığım için şaşırdı. Bir
şeyi yok etmekten zevk duyardı. (Nâbiga-i Hûş) از
اینکه
خانواده و
فامیل او را
نمی شناختم
تعجب کرد Haste
şode’em ez inki nemîtevânim fikr konem Düşünemediğim
için yorgunum. (Şikârçiyân) خسته
شده ام از
اینکه نمی
توانم فکر
کنم Fermânrevâ
ez inki be in âsânî doşmenî râ dûst
kerde bûd şâd şud Hükümdar bu
kadar kolay bir şekilde birdüşmanı kendisine dost
yaptığı için mutlu oldu. (Fârsî-i Pencom-i
Debistân) فرمانروا
از اینکه به
این آسانی
دشمنی را دوست
کرده بود شاد
شد Ez
inki bâg râ be anhâ icâre nedâdî ez tu
dilgîr şode’end Bağı onlara
vermedin diye gönül koymuşlar sana. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 50) از اینکه
باغ را به
آنها اجاره
ندادی از تو
دلگیر شده
اند |
از این که |
ezin gozeşte: [ez + in +
gozeşten > gozeşt + e] üstelik, bunun yanısıra,
bundan başka, bu yetmiyormuş gibi. |
از این
گذشته |
ez in gûne: böyle,
böylesi, bunun gibi, bu denli bu kabilden. Baht-i Hâfiz ger
ezin gûne meded hâhed kerd Zulf-i
ma’şûka be dest-i digerân hâhed bûd Baht Hafız’a
böyle yardıma devam ederse, sevgilinin zülüfleri hep
başkalarının elinde olacak. (Hâfız) بخت حافظ
گر ازین گونه
مدد خواهد
کرد زلف
معشوقه به
دست دگران
خواهد بود Hatt-i sâkî
ezin gûne zened nakş ber âb Ey besâ ruh ki be
hûnâbe munakkaş bâşed Sâkinin ayva
tüyleri yanağındaki ter damlacıkları üzerinde
böyle nakışlar işlerse, nice
âşığın yüzünde kanlı
gözyaşlarından desenler yaratır. (Hâfız) خط ساقی
ازین گونه
زند نقش بر آب ای
بسا رخ که
بخونابه
منقش باشد |
از
این گونه |
ezin lehâz: (F.-A.) [ez + in +
lehâz] bu bakımdan, bu açıdan. Şitâb-i
û bîşter ez in lehâz est ki mâh-i rûze ve
fasl-i zemistân her do rû be pâyân est Onun acelesi
daha çok Ramazan ayının ve kış mevsiminin bitmek
üzere oluşundan. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 113) شتاب
او بیشتر از
این لحاظ است
که ماه روزه و
فصل زمستان
هر دو رو
بپایان است |
از
این لحاظ |
ezin heme: [ez + in + heme] bunca, bu kadar. |
از این
همه |
ez in vech: (F.-A.) bu
yüzden, bu sebeple. |
از
این وجه |
ez incâ: [ez + in + câ] 1.
buradan. 2. bu sebeple. |
از
اینجا |
ezinhâ
gozeşte: [ez + in + hâ + gozeşten > gozeşt + e] bunlar
bir yana. Ez
inhâ gozeşte mâ çikadr bâhem refîk
bûdîm Bunlar bir yana biz
birbirimizle ne kadar iyi arkadaştık! (Kârhâne-i
Mutlaksâzî) از
اینها گذشته
ما چقدر باهم
رفیق بودیم |
از
اینها گذشته |
ez bâb-i: olarak. |
از
باب ِ |
ez
bâbet-i: (F.-A.) [ez + bâbet + -i] bakımından, -den yana. Terdîd-i
mâh emîşe ez bâbet-i imlâ ya
ma’nâ-yi kelimât nîst Kuşkumuz hep
sözcüklerin imlası ya da anlamı bakımından
değil. (Galat Nenuvîsîm, s. 3) تردید
ما همیشه از
بابت املا یا
معنای کلمات
نیست |
از بابت ِ |
ez bâb-i numûne: örnek
olarak. |
از
باب ِ نمونه |
ezber: [ez + ber] ezber, akılda tutma, ezbere. |
از
بر |
ez ber sûy:
yukarıdan. |
از
بر سوی |
ez berâyi: için,
uğruna. Ez berâyi
şeref be nûk-i muje Hâk-i râh-i
tu ruftenem heves est Şerefine,
geçtiğin yolun tozunu toprağınhı kirpiklerimle
süpürmek istiyorum. (Hâfız) از
برای شرف
بنوک مژه خاک
راه تو رفتنم
هوس است Çu
nâz râ begozârî, heme niyâz şevî Men
ez berâyi tu hod râ heme niyâz konem Nazı
bırakıp da hep niyaz oldun mu, ben senin için kendimi hep
niyaz ederim. (Guzîde-i Gazeliyyât-i Şems) چو
ناز را
بگذاری ، همه
نیاز شوی من
از برای تو
خود را همه
نیاز کنم |
از برای |
ez bes: o kadar çok, o
denli, o kadar. Zîrâ
ki ez bes merdum hâne furûhte vu refte’end ki dîger
muşterî nîst Çünkü
halk o kadar çok ev satıp gitti ki müşteri yoktur.
(Hâne-i Pederî) زیرا
که از بس مردم
خانه فروخته
و رفته اند که دیگر
مشتری نیست |
از
بس |
ez
be ki:
o kadar. Morghâ-yi
hâlâ ez bes ki bîkuvve’end, nîm
sâ’ate mîpezend Şimdiki tavuklar o
kadar kuvvetsiz ki yarım saatte pişiyor. (Dîrûz u
İmrûz) مرغ
های حالا از
بس که بی قوه
اند ، نیم
ساعته می
پزند |
از بس که |
ez bon: 1. temelden, aslında, esastan. 2. asla, hiç. |
از بن |
ez bon-i dendân: 1. başüstüne,
emrin(iz) olur. 2. can ü gönülden, hay hay, seve seve,
isteyerek, içtenlikle. |
از بن ِ
دندان |
ez bon-i gûş: hay
hay, seve seve, isteyerek, itaat ederek. |
از
بن ِ گوش |
ez bone: [ez + bon + e] aslen,
aslında. |
از
بنه |
ez
behr-i:
1. için. İttifâken
şâh rûzî şud sevâr Bâ
hevâss-i hîş ez behr-i şikâr Tesadüfen bir
gün şah av için maiyetiyle birlikte at bindi. (Mesnevi) اتفاقا
شاه روزی شد
سوار با
خواص خویش از
بهر شکار Ey dil ço
hakîkat-i cihan hest mecâz, Çendin çi
berî hârî ez in renc-i derâz? Ten râ be
kazâ sipâr u bâ derd besâz, Kin refte zi behr-i to
nâyed bâz. Ey
gönül, mecazdır madem dünyanın gerçeği; Neden
çekersin bu uzun çileyi, bunca zilleti? Teslim
ol kadere; alıştır derde kendini; Çünkü
dönmez yazılanlar senin için geri. (Hayyâm) ای دل چو
حقیقت جهان
هست مجاز چندین
چه بری خواری
از این رنج
دراز؟ تن را
بقضا سپار و
با درد بساز تیک
رفته ز بهر تو
ناید باز 2. uğruna. Sûd u ziyân
u mâye çu hâhed şuden zi dest Ez behr-i in
muâmele gamgîn mebâş u şâd Değil mi ki
kâr zarar hesabı, sermaye elden gidecek, bu
alışveriş uğruna üzme kendini; hoş tut
gönlünü. (Hâfız) سود و
زیان و مایه
چو خواهد شدن
ز دست از
بهر این
معامله
غمگین مباش و
شاد Sûd u ziyân
u mâye çu hâhed şuden zi dest Ez behr-i in
muâmele gamgîn mebâş u şâd Değil mi ki
kâr zarar hesabı, sermaye elden gidecek, bu alışveriş
uğruna üzme kendini; hoş tut gönlünü.
(Hâfız) سود و
زیان و مایه
چو خواهد شدن
ز دست از
بهر این
معامله
غمگین مباش و
شاد |
از
بهرِ |
ez
behr-i çerâ: neden, niye, niçin. Ger
nîk neyâmede binâ, eyb kirâst Ver
nîk âmed, herâbî ez behr-i çerâst? Bina iyi olmadıysa,
kusur kimde? Yok eğer iyi
olduysa, bu haraplık da neden? (Hayyam) گر
نیک نیامده
بنا ، عیب
کراست؟ ور
نیک آمد ،
خرابی از بهر
چراست |
از بهر ِ
چرا |
ez behr-i çi: niçin? Dârende ço
terkîb-i tebâyi’ ârâst, Ez behr-i çi
û fikendeş ender kem u kâst? Ger nîk âmed,
şikesten ez behr-i çi bûd? Ver nîk
neyâmed in suver, eyb kirâst? Her şeyin sahibi
Tanrı mademki yarattı doğayı, Ne sebeple verdi ona
eksiği, kusuru? İyi oldu madem,
neydi yıkmaktaki zoru? Çirkin olduysa bu
mahluk, bu kimin kusuru? (Hayyâm) دارنده
چو ترکیب
طبایع آراست از
بهر چه او
فکندش اندر
کم و کاست؟ گر نیک
آمد، شکستن
از بهر چه
بود؟ ور
نیک نیامد
این صور، عیب
کراست؟ |
از
بهر ِ چه |
ez behr-i Hodâ: Allah
aşkına, Allah için. Ez behr-i hudâ
zulf mepîrây ki mâ râ Şeb nîst ki
sad arbede bâ bâd-i sabâ nîst Allah aşkına
saçlarını süsleme. Çünkü senden haber
getiren seher yeliyle kavgasız gecemiz geçmiyor. (Hâfız) از
بهر خدا زلف
مپیرای که ما
را شب
نیست که صد
عربده با باد
صبا نیست Ez ser-i ikrâm u
ez behr-i Hodâ Bîş ez in
mâ râ medâr ez hod codâ Kerem et Allah aşkına Bizden ayrı kalma
daha fazla (Mesnevi) از سر
اکرام و از
بهر خدا بیش
از این ما را
مدار از خود
جدا |
از بهر ِ
خدا |
ez behr-i Hodâ râ: Allah aşkına,
Allah rızası için. |
از
بهر ِ خدا را |
ez
behr-i Hodây:
Allah
aşkına. Goft
ez behr-i hodây in çi duâst? Allah aşkına,
bu nasıl duadır?dedi. (Gulistân) گفت
از بهر خدای
این چه
دعاست؟ |
از
بهر ِ خدای |
ez bîh:
temelden, esastan. |
از بیخ |
ez bîh u bon:
kökünden, temelden. Der şomâ
çun zehr geşte an sohun Zanki zehristan
budîd ez bîh u bun Bu sözler sizde
zehir oldu Çünkü
siz zehir deposuydunuz kökünüzde. (Mesnevi) در
شما چون زهر
گشته آن سخن زانکه
زهرستان
بدید از بیخ و
بن |
از
بیخ و بن |
ez pâ tâ be farak: (F.-A.)
baştan ayağa kadar, tümüyle. Ki bedû
Eyyûb ez pâ tâ be farak Pâk şud ez
renchâ çun nûr-i şark Eyüb
yıkanmıştı bu suyla baştan aşağı. Doğu
ışığı gibi zahmetlerden
arınmıştı. (Mesnevi) که
بدو ایوب از
پا تا به فرق پاک
شد از رنجها
چون نور شرق |
از
پا تا به فرق |
ez pây tâ be fark: (F.-A.)
tepeden tırnağa kadar, baştan ayağa kadar. |
از پای تا
به فرق |
ez pes: 1. sonradan. 2. ondan
sonra. 3. arkadan. |
از
پس |
ez poşt: 1. arkadan. 2.
kapalı, sırtı yukarı gelecek şekilde. Evvel bor mîzedem ba’d rûy-i mîz yek varak ez
rû ve penc varak-i dîger ez poşt mîçîdem Önce
kart kesiyordum. Sonra bir kartı açık, diğer beş
kartı kapalı olarak diziyordum. (Zinde be Gûr) اول
بر می زدم بعد
روی میز یک
ورق از رو و
پنج ورق دیگر
از پشت می
چیدم |
از
پشت |
ez
pey-i:
1. ardından, izinden, peşinden. Eykâş ki
cây-i âremîden bûdî! Ya in reh-i dûr
râ resîden bûdî! Kâş ez pey-i
sad hezâr sâl ez dil-i hâk Çon sebze
omîd-i ber demîden bûdî! Keşke
durup dinlenecek bir yer olsaydı! Ya
da şu uzun yola çıkmak mümkün olsaydı! Keşke
yüzbin yıl sonra toprağın bağrından Otlar
gibi yeşerme umudu olsaydı! (Hayyâm) ایکاش که
جای ارمیدن
بودی یا
این ره دور را
رسیدن بودی کاش از پی
صد هزار سال
از دل خاک چون
سبزه امید
بردمیدن
بودی 2. için. An munâfık
bâ muvâfık der nemâz Ez pey-i istîze
âyed, nî niyâz O münafık
müminle birlikte durmuş namazı Biri didişmeye
gelmiş, diğeri niyaza (Mesnevi) آن منافق
با موافق در
نماز از
پی استیزه آید
نی نیاز Pes
musammim şud ki ez vilâyet hod Vilavari bîrûn reved ve
ez pey-i kâr râh-i vilâyât-i merkezî
pîş gîred Bunun üzerine kendi
vilayeti Vil Avari’den ayrılıp iş için
merkezî vilayetlerin yolunu tutmaya karar verdi. (Vilgerd) پس
مصمم شد که از
ولایت خود
ویل آواری
بیرون رود و
از پی کار راه
ولایات
مرکزی پیش
گیرد Her
ez pey-i ânest ki bâr-i tu keşed Eşek senin
yükünü çektiği için eşektir. (Evhad) خر از پی آنست
که بار تو کشد |
از
پی ِ |
ez pey-i çîst: niçin
vardır?, neden dolayıdır? Goftemeş silsile-i
zulf-i butân ez pey-i çîst? Goft Hâfız
gilleî ez dil-i şeydâ mîkerd Dedim ki:
Güzellerin zülüflerinin kıvrım kıvrım
zincirleri niçin vardır? “Hâfız, divane
gönlünden sızlandığı için” dedi.
(Hâfız) گفتمش
سلسلهء زلف
بتان از پی
چیست؟ گفت
حافظ گله ای
از دل شیدا می
کرد |
از
پی ِ چیست |
ez pey-i hem: art arda,
peşpeş. |
از پی ِ هم |
ez pîş: eskiden. |
از
پیش |
ez pîş-i:
tarafından. |
از
پیش ِ |
ez serâ tâ be
sureyyâ:
(F.-A.) yerden göğe kadar. |
از
ثری تا به
ثریا |
ez
cânib-i:
(F.-A.) 1.
hakkında.
2. tarafından. 3. -den yana. Menî
ki ez cânib-i şovher siyâhbaht bûde’em
lâekal begozâr ez cânib-i ferzend nebâşem Kocadan yana
şansım olmadı, bari evlattan yana olsun. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 93) منی
که از جانب
شوهر سیاه
بخت بوده ام
لا اقل بگذار
از جانب
فرزند نباشم |
از جانب ِ |
ez cânib-i dîger: (F.-A.) 1. bir
başka taraftan. 2. bir başka deyişle. |
از
جانب ِ دیگر |
ez comle: (F.-A.) 1. bütün. 2.
bu cümleden olarak. |
از
جمله |
ez comle-i: (F.-A.)
–den biri. Ez comle-yi
reftegân-i in râh-i dirâz, Bâz
âmede’î kû ki be mâ gûyed râz? Hân ber ser-i in
do râhe ez rûy-i niyâz Çîzî
negozârî ki nemîâyî bâz! Şu
uzun yolda gidenlerden biri Söylemek için bize sırrı
dönmüş mü geri? İki yol ağzında, aman, her
dileğini Etme ihmal; çünkü gelmeyeceksin geri!
(Hayyâm) از جملهء
رفتگان این
راه دراز باز
آمده ای کو که
بما گوید
راز؟ هان بر سر
این دو راهه
از روی نیاز چیزی
نگذاری که
نمی آیی باز |
از
جملهء |
ez comle-i inki: (F.-A.) bu
cümleden olarak. |
از
جملهء اینکه |
ez
çendî be in taraf: (F.-A.) [ez + çend + î + be + in
+ taraf] 1. bir süreden beri. Ez
çendî bein taraf yek kısmet ez emrâz-i
rûhî mânend-i gam, endûh, hiyâlât-i
târîk, bedbînî, ters u ez in kabîl
bîmârîhâ bevesîle-i edviye ve
muâlecât-i cismânî ilâc mîşeved Bir süreden beri
gam, üzüntü, karanlık hayaller, bedbîinlik, korku
ve bu denli ruhî hastalıkların bir kısmı
ilaçlar ve maddî tedaviler vasıtasıyla
iyileştiriliyor. (Endîşe) از
چندی باین
طرف یک قسمت
از امراض
روحی مانند
غم ، اندوه ،
خیالات
تاریک ،
بدبینی ، ترس
و از این قبیل
بیماری ها
بوسیلهء
ادویه و
معالجات جسمانی
علاج می شود |
از
چندی به این
طرف |
ez çendî pîş: bir
süredir. |
از
چندی پیش |
ez
çi:
niçin, neden. Dârende
çu terkîb-i enâsir ârâst Bâz
ez çi fikend çeşmeş ender kem u kâst O sahip olan,
unsurları terkip edince, neden yine ondaki eksikliklere göz
attı? (Evhad) دارنده
چو ترکیب
عناصر آراست باز
از چه فکند
چشمش اندر کم
و کاست |
از چه |
ez çi kıbel: (F.-A.) niçin,
neden. |
از
چه قبل |
ez
çi karâr: [F.-A.) nasıl, ne. Asl-i
matlab ez çi karâr est? Meselenin aslı
nedir? اصل
مطلب از چه
قرار است؟ |
از
چه قرار |
ez
çi memer: (F.-A.) hangi yolla, ne yolla. Eger
û mehr u nafakaeş râ be şovher helâl kerde ve der
hâl-i hâzir dûr ez kes u kâr-i hod beser
mîbered pes gozerâneş çigûne ve ez çi
memer sûret mîgîred? Mehir ve
nafakasını kocasına helal ettiyse ve halihazırda
eşinden dostundan uzakta yaşıyorsa, nasıl ve hangi yolla
yolu buraya düşüyor? (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 35) اگر
او مهر و نفقه
اش را بشوهر
حلال کرده و
در حال حاضر
دور از کس و
کار خود بسر
می برد پس
گذرانش
چگونه و از چه
ممر صورت می
گیرد؟ |
از
چه ممر |
ez çi nov’: (F.-A.)
nasıl, ne şekilde. Tâ
kunûn nefehmîde’em ihsâs u temâyul-i
şahsî-yi û nisbet be men ez çi nov’ bûde
est? Şimdiye
kadar bana karşı nasıl duygular beslediğini, kişisel
eğiliminin ne olduğunu anlamış değilim.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 112) تا
کنون
نفهمیده ام
احساس و
تمایل شخصیء
او نسبت بمن
از چه نوع
بوده است؟ |
از
چه نوع |
ez hıfz: (F.-A.)
ezbere. |
از
حفظ |
ez hays-i: (F.-A.)
bakımından, cihetiyle, yönüyle. |
از
حیث ِ |
ez hâric: (F.-A.)
dıştan, dışarıdan. |
از
خارج |
ez hod: yanından. Emû
rûznâme râ ez hod cudâ nemîkerd Amca gazeteyi
yanından ayırmıyordu. (Kûçeî benâm-i
Behiştrûyân) عمو
روزنامه را
از خود جدا
نمی کرد |
از
خود |
ez dil: yürekten, gönülden, candan. |
از
دل |
ez dil u cân: yürekten,
içten gelen duygularla, can ü gönülden. |
از
دل و جان |
ez dîrbâz: eskiden beri,
oldum olası. |
از
دیرباز |
ez dîger sû: öte yandan, diğer
taraftan. |
از
دیگر سو |
ez
râh-i:
üzerinden, yoluyla. Marko
Polo der sefernâme-i hod nevişte bûd ki ez râh-i
deryâ-yi mediterâne be Akkâ ve ezancâ ez râh-i
îrân ve şomâl-i Hindûstân be
Çîn sefer kerde est Marko Polo
seyahatnamesinde, Akdeniz yoluyla Akkaya ve oradan İran ve kuzey
Hindistan üzerinden Çine seyahat ettiğini
yazmıştı. (Fârsî-i Pencom-i Debistân) مارکو
پولو در
سفرنامهء
خود نوشته
بود که از راه
دریای
مدیترانه به
عکا و از آنجا
از راه ایران
و شمال
هندوستان به
چین سفر کرده
است |
از
راه ِ |
ez reh-i sûret: (F.-A.)
görünüşte. Hoş
arûsîst cihân ez reh-i sûret lîken Herki
peyvest bedû, omr-i hodeş kâvîn dâd Görünüşte
dünya denilen şey alımlı, güzel bir gelindir ama ona
bağlanan kişi, ömrünü mehir olarak vermiş
sayılır. (Hâfız) خوش
عروسی است
جهان از ره صورت
لیکن هرکه
پیوست بدو ،
عمر خودش
کاوین داد |
از
ره ِ صورت |
ez rû: açık. Evvel bor mîzedem ba’d rûy-i mîz yek varak ez
rû ve penc varak-i dîger ez poşt mîçîdem Önce
kart kesiyordum. Sonra bir kartı açık, diğer beş
kartı kapalı olarak diziyordum. (Zinde be Gûr) اول
بر می زدم بعد
روی میز یک
ورق از رو و
پنج ورق دیگر
از پشت می
چیدم |
از
رو |
ez
rûy-i:
1. bakarak. An
râ ez rûy-i yek tasvîr-i rengî-yi kadîmî
mîkeşem Onu eski bir
yağlıboya tabloya bakarak çiziyorum. (Berf ki
Mîâyed) آن را
از روی یک
تصویر رنگی
قدیمی می کشم 2. ile. Ne berâder, intovr
nîst, to mîtevânî harf-i merâ bâver
nekonî emmâ û in kâr râ ez rûy-i niyyet-i
hûb incâm dâd Hayır
kardeşim, öyle değil. Sen benim sözüme
inanmayabilirsin. Ama o bu işi iyi niyetle yaptı. (Rodin) نه
برادر ،
اینطور نیست
، تو می توانی
حرف مرا باور
نکنی ، اما او
این کار را از
روی نیت خوب
انجام داد 3. -den,
üstünden. Ez rûy-i
çendîn pul red şodîm Birkaç
köprüden geçtik. (Pervîn Dohter-i Sâsân) از
روی چندین
پول رد شدیم |
از
روی ِ |
ez
rûy-i icbâr: (F.-A.) zoraki. Gâhgâh
ez rûy-i icbâr bâ vey harf mîzed Ara sıra zoraki
onunla konuşuyordu. (Rodin) گاهگاه
از روی اجبار
با وی حرف می
زد |
از
روی اجبار |
ez
rûy-i hem: birbirine bakarak, birbirinden. Hemegî
ez rûy-i hem nevişte bûdend Hepsi birbirine bakarak
yazmıştı. (Eger mîtevânistem Benevîsem) همگی
از روی هم
نوشته بودند |
از
روی هم |
ez
zemîn tâ âsmân: yerden göğe kadar. Men
ez zemîn tâ âsmân bâ anhâ fark
dârem Ben yerden
göğe kadar onlardan farklıyım. (Se Katre Hûn) من از
زمین تا
آسمان با
آنها فرق
دارم |
از
زمین تا
آسمان |
ez
zûr-i:
-den dolayı, -den. Âhireş
ez zûr-i nâtevânî bisterî şodem velî
nâhoş nebûdem Sonunda
güçsüzlükten yatağa düştüm, ama
hasta değildim. (Zinde be Gûr) آخرش
از زور
ناتوانی
بستری شدم
ولی ناخوش
نبودم |
از
زور ِ |
ez ser: baştan, yeniden. |
از
سر |
ez ser-i: 1. başından. 2.
ile, -den dolayı. İn bahr-i
vucûd âmede bîrun zi nihoft, Kes nîst ki in
govher-i tahkîk besoft. Herkes sohenî ez
ser-i sovdâ gofte est, Zanrûy ki hest,
kes nemîdaned goft. Bu
varlık denizinin çıktığı yer: Bir yok. Bu
hakikat incisini delen kimse yok. Her
sevdalı söyledi kendince bir söz. Var
ama, bunu söyleyebilecek kimse yok. (Hayyâm) این بحر
وجود آمده
بیرون ز نهفت کس
نیست که این
گوهر تحقیق
بسفت هرکس
سخنی از سر
سودا گفته
است زان
روی که هست ،
کس نمیداند
گفت |
از سر ِ |
ez ser-i dest: durup
dururken, ha deyince. Ma’lûm
nemîşeved çonin ez ser-i dest Kin
sûret u ma’nî zi çiderhem peyvest Bu
sûretin ve mânânın meydana geliş şekli
böyle durup dururken anlaşılmaz. (Evhad) معلوم
نمی شود چنین
از سر دست کین
صورت و معنی ز
چه درهم
پیوست |
از
سر ِ دست |
ez ser-i ragbet: (F.-A.) seve
seve, isteyerek. Merhabâ ey peyk-i
muştâkân, bedih peygâm-i dûst Tâ kunem cân
ez ser-i rağbet fedâ-yi nâm-i dûst Ey sevgiliye
kavuşmayı arzulayanların ulağı, merhaba. Dosttan
bana bir haber verde, ben de onun adına seve seve canımı feda
edeyim. (Hâfız) مرحبا ای
پیک مشتاقان
، بده پیغام
دوست تا
کنم جان از سر
رغبت فدای
نام دوست |
از سر ِ
رغبت |
ez ser-i zarûret: (F.-A.)
zorunlu olarak. |
از
سر ِ ضرورت |
ez ser-i gurûr: (F.-A.)
böbürlenerek. |
از
سر ِ غرور |
ez ser-i nev: sil
baştan, yeni baştan, yeniden, tekrar. |
از
سر ِ نو |
ez ser tâ pâ: baştanbaşa,
başından sonuna kadar, tepeden tırnağa, baştan
ayağa. |
از
سر تا پا |
ez
sûy-i dîger: öte yandan. Ez
sûy-i dîger muhâlifân ve tengnazarân
nisbethâ-yi nârevâ der hakk-i û revâ
dâşte’end Öte
yandan karşıtları ve kıt görüşlüler
onun hakkında yakışıksız
yakıştırmalarda bulunmuşlardır. از
سوی دیگر
مخالفان و
تنگ نظران
نسبت های ناروا
در حق او روا
داشته اند |
از
سوی دیگر |
ez taraf-i: (F.-A.)
tarafından. |
از طرف ِ |
ez taraf-i dîger: (F.-A.)
öte yandan, diğer taraftan. Ez
teref-i dîger Dâş Âkul râ heme-i ehl-i
şîrâz dûst dâştend Öte
yandan tüm Şirazlılar Daş Âkul’u severdi. (Se
Katre Hûn, s. 64) از
طرف دیگر داش
آکل را همهء
اهل شیراز
دوست داشتند |
از
طرف ِ دیگر |
ez tarîk-i: (F.-A.)
yoluyla. |
از
طریق ِ |
ez tûl: (F.-A.)
uzunlamasına, boylamasına. |
از
طول |
ez idâd-i: (F.-A.)
arasında. Tâ ivez
yâbî tu genc-i bîkerân Tâ
nebâşî ez idâd-i kâfirân Sonsuz hazine sahibi
olursun karşılığında Böylece
sayılmazsın kâfirler arasında. (Mesnevi) تا
عوض یابی تو
گنج بی کران تا
نباشی از
عداد کافران |
از
عداد ِ |
ez amdâ:
(F.-A.) kasıtlı olarak. |
از
عمدا |
ez kâf tâ kâf: dört bir
yan, her taraf. Bahr-i gevher
bahşiş-i sâf âmede Dâd-i û ez
Kâf tâ Kâf âmede İnci denizi
sıradan bir bağış olmuş Onun
cömertliği tüm dünyayı kaplamış. (Mesnevi) بحر
گوهر بخشش
صاف آمده داد
او از قاف تا
قاف آمده |
از
قاف تا قاف |
ez
kıbel-i: (F.-A.) 1. tarafından. 2. yüzünden. Cân
ez kıbel-i zebân be nîm hatar est Can dil
yüzünden yarı yarıya tehlikede. (Evhad) جان
از قبل زبان
بنیم خطر است |
از
قبل ِ |
ez kabîl-i: (F.-A.) gibi,
kabilinden. |
از
قبیل ِ |
ez kadîm: (F.-A.)
eskiden beri, öteden beri. |
از قدیم |
ez karâr-i malûm: (F.-A.) bilindiği
gibi. |
از
قرار ِ معلوم |
ez
karârî ki: (F.-A.) -dığı kadarıyla, -dığına
göre, -e göre. Ez
karârî ki şenîdem, gûyâ binâ
bûd û râ be medrese-i şebânerûzî
befiristend Duyduğum
kadarıyla galiba onu yatılı okula göndereceklerdi.
(Adâlet-i Âsumân) از
قراری که
شنیدم گویا
بنا بود او را
بمدرسهء
شبانه روزی
بفرستند Ez
karârî ki mîgûyend heyli âdem-i
hûbîst Denildiğine
göre çok iyi bir adammış. (Homâ) از
قراری که می
گویند خیلی
آدم خوبی است |
از قراری
که |
ezkazâ: (F.-A.) [ez +
kazâ] rastlantı eseri, tesadüfen, tesadüf bu ya. Çun harîd
û râ vu berhordâr şud An kenîzek
ezkazâ bîmâr şud Aldı onu, erdi
muradına ama Halayık
hastalandı tesadüf bu ya (Mesnevi) چون خرید
او را و برخوردار
شد آن
کنیزک از قضا
بیمار شد |
از
قضا |
ez
kocâ:
1. nereden. Dovrî ki der
âmeden u reften-i mâst, Ûrâ ne
nihâyet, ne bidâyet peydâst. Kesî
mînezened demî derin ma’nî râst. Kin âmeden ez
kocâ vu reften be kocâst! Geldiğimiz,
gittiğimiz bu devrin Ne
başı bellidir, ne de sonu. Kimse
etmiyor bu konuda bir laf doğru; Nereden
bu gelişler? Bu gidişler nereye doğru? (Hayyâm) دوری که
در آمدن و
رفتن ماست اورا
نه نهایت نه
بدایت
پیداست کسی می
نزند دمی
درین معنی
راست کین
آمدن از کجا و
رفتن
بکجاست؟ Der
in sâet âteş ez kocâ biyâverem? Bu saatte nereden
ateş getireyim? (Kûtî-i Kibrît) در
این ساعت آتش
از کجا
بیاورم؟ Men ez
kocâ be kocâ âmede’em Ben nereden
nereye gelmişim? (Do Şeb) من
از کجا بکجا
آمده ام؟ Ey hudhud-i
sabâ be sebâ mîfiristemet Binger ki ez
kucâ be kucâ mîfiristemet Ey sabah
yelinin çavuş kuşu; seni Sebâ ülkesine
gönderiyorum. Bir bak hele; seni nereden nereye gönderiyorum.
(Hâfız) ای
هدهد صبا به
صبا می
فرستمت بنگر که از
کجا به کجا می
فرستمت 2. ne malum? Ez
kocâ in zen zen-i ideal nebâşed? Bu kadının ideal
kadın olmadığı ne malum? (Hindû) از
کجا این زن زن
ایدآل
نباشد؟ 3. nasıl, nereden? Hûb tu ez
kocâ fehmîdî ki an bâzres est? Peki, onun
müfettiş olduğunu nereden anladın? (Nâbiga-i
Hûş) خوب
تو از کجا
فهمیدی که آن
بازرس است؟ |
از
کجا |
ez kocâ tâ kocâ: nereden
nereye. |
از
کجا تا کجا |
ez kocâ ma’lûm: (F.-A.) ne
malum, nereden biliyorsun? |
از
کجا معلوم |
ez kerân be kerân: ufuklardan
ufuklara. Ez kirân tâ
be kirân leşker-i zulmet velî Ez ezel tâ be ebed
furset-i dervîşân est Bir
ufuktan öbür ufka kadar her yerde zulüm orduları var ama,
ezelden ebede kadar da dervişlerin zulme engel olma fırsatları
vardır. (Hâfız) از کران
تا به کران
لشکر ظلمت
ولی از
ازل تا به ابد
فرصت
درویشان است |
از کران
به کران |
ez
kesî gozeşte: [ez + kes + î + gozeşten > gozeşt > e] -den
başka, yanı sıra. Nâzi
ez men gozeşte bâ âşpez miyâne’eş ez
heme bihter bûd Nazi’nin benden
başka aşçıyla da arası herkesten daha iyiydi. (Se
Katre Hûn) نازی
از من گذشته
با آشپز
میانه اش از
همه بهتر بود |
از
کسی گذشته |
ez kelle-i seher tâ bûk-i
seg:
(F.-A.) sabahtan akşama kadar. |
از
کلهء سحر تا
بوق سگ |
ez kon
fekân:
(F.-A.) [ez + kon + fekân]
derhal. Hak
kadem ber veynihed ez lâmekân Angeh
û sâkin şeved ez kunfekân Hak
lâmekândan onun üzerine ayağını koyar. O
zaman o derhal sakinleşir. (Mesnevi) حق
قدم بر وی نهد
از لامکان آنگه
او ساکن شود
از کن فکان |
از
کن فکان |
ez gezâf: boş yere,
boşuna. Men çerâ
peygâm-i hâmî ez gezâf Bordem ez
bîdânişî yu ez nişâf Bilgisizliğimden,
akılsızlığımdan ben Neden boş yere
haber götürdüm bilmem?! (Mesnevi) من چرا
پیغام خامی
از گزاف بردم
از بی دانشی و
از نشاف |
از
گزاف |
ez
lehâz-i: (F.-A.) yönünden, bakımından, sebebiyle,
açısından, -çe, -ça. Men
ez lehâz-i sinn u sâl ez şomâ bozorgter hestem Yaşça ben
sizden daha büyüğüm. (Rodin) من از
لحاظ سن و سال
از شما بزرگ
تر هستم Lugatnâme
kitâbîst ki der an ma’nî-yi kelimehâ vu
nov’-i anhâ râ ez lehâz-i destûr-i zebân
mîyâbîm Sözlük,
içinde dilbilgisi bakımından kelimelerin anlam ve
çeşitlerini bulacağımız bir kitaptır.
(Fârsî-i Pencom-i Debistân) لغت
نامه کتابی
است که در آن
معنی کلمه ها
و نوع آنها را
از لحاظ
دستور زبان
می یابیم |
از
لحاظ |
ez lahzeî ki:
(F.-A.) -den beri, den bu yana. |
از
لحظه ای که |
ez
moddethâ pîş: (F.-A.) [ez + moddet + hâ +
pîş] uzun zamandır, epeydir, hanidir. Lâbud
ez muddethâ pîş intizâr-i merâ
mîkeşîd Mutlaka epeydir beni bekliyordu.
(Âzeristân) لابد
از مدت ها پیش
انتظار مرا
می کشید |
از
مدت ها پیش |
ez
moddetî be in taraf: (F.-A.) [ez + moddet + î + be + in + taraf] bir süredir,
bir süreden beri. Ez
muddetî bein taraf yek nov’ şekkî der û
bîdâr şode bûd Bir süredir onda
bir tür kuşku uyanmıştı. (Hindû) از
مدتی باین
طرف یک نوع
شکی در او
بیدار شده بود
|
از
مدتی به این
طرف |
ez miyân-i cân:
yürekten, samimi olarak. Çun ber
âverd ez miyân-i cân hurûş Ender âmed bahr-i
bahşâyiş be cûş Yürekten gelen
sesle nasıl da haykırdı! Bağış denizi
o anda coştu köpürdü(Mesnevi) چون بر
آورد از میان
جان خروش اندر
آمد بحر
بخشایش به
جوش |
از
میان ِ جان |
ez nâgâh: ansızın,
birdenbire. |
از
ناگاه |
ez nâgeh:
ansızın, birdenbire. |
از
ناگه |
ez nâgehân:
ansızın, birdenbire. |
از
ناگهان |
ez nohost: başından beri. |
از
نخست |
ez nişâf: boş yere. Men çerâ
peygâm-i hâmî ez gezâf Bordem ez
bîdânişî yu ez nişâf Bilgisizliğimden,
akılsızlığımdan ben Neden boş yere
haber götürdüm bilmem?! (Mesnevi) من
چرا پیغام
خامی از گزاف بردم
از بی دانشی و
از نشاف |
از
نشاف |
ez nazar-i: (F.-A.)
açısından, bakımından, -e göre. |
از
نظر ِ |
ez nazargâh-i: (F.-A.)
bakımından, açısından. |
از
نظرگاه ِ |
ez nokte-i nazar-i:
(F.-A.) bakımından, açısından. |
از
نقطهء نظر ِ |
ez nev: yeniden, sil
baştan, tekrar, yine. Mîrân-i Sorâbî ez nov selâm kerd. Tebessum
ber leb âverd u beresm-i şûhî goft. Mîrân-i Sorâbî tekrar selâm verdi,
gülümsedi ve şaka yollu dedi ki. (Şovher-i
Âhû Hânum, s. 4) میران
سرابی از نو
سلام کرد ،
تبسم بر لب
آورد و برسم
شوخی گفت Ger ber felekem dest
budî çon Yezdân, Ber
dâştemî men in felek râ zi miyân. Ez nov felek-i diger
çonan sâhtemî K’âzâde
be kâm-i dil resîdî âsân. Tanrı
gibi olsaydı imkânım feleğe hükmetmek, Düşerdi
bana bu feleği yok etmek. Yapardım
yeniden öyle bir felek, Ki
kolay olurdu özgür için murada ermek. (Hayyâm) گر بر
فلکم دست بدی
چون یزدان برداشتمی
من این فلک را
ز میان از نو
فلکی دگر
چنان ساختمی کآزاده
بکام دل
رسیدی آسان Ba’d
ez yek mâh ez nov be râh oftâdend Bir ay sonra yeniden
yola düştüler. (Hidîvzâde-i Câdû
Şode) بعد
از یک ماه از
نو براه
افتادند Heminki
zîr-i dirahtân-i cengel resîd ez nov butrî-i arak
râ bîrûn keşîd ve şurû be
nûşîden kerd Orman
ağaçlarının altına varınca yine içki
şişesini çıkardı ve içmeye
başladı. (Vilgerd) همینکه زیر
درختان جنگل
رسید از نو
بطری عرق را
بیرون کشید و
شروع به
نوشیدن کرد |
از نو |
ez her bâb: (F.-A.)
dereden tepeden, her konudan. |
از
هر باب |
ez her
cihet:
(F.-A.) her yönden, her yönüyle, her bakımdan. Mikdâr-i
hâku zubâle-i izâfî râ be hâric haml
kerde ve kâr râ ez her cihet pâyân dâdem Fazla toprak ve
süprüntüyü dışarı taşıyıp
her yönüyle işi bitirdim. (Gorbe-i Siyâh) مقدار
خاک و زبالهء
اضافی را
بخارج حمل
کرده و کار را
از هر جهت
پایان دادم |
از
هر جهت |
ez her
hays:
(F.-A.) her yönüyle, her bakımdan. Zîr-i
zemîn der-i âhenî-i bisyâr muhkem dâşt ki
ez her hays şebîh-i der-i hizâne-i bankhâ bûd Bodrumun her
bakımdan bankalardaki kasa kapılarına benzeyen çok
sağlam demirden bir kapısı vardı. (Kârhâne-i
Mutlaksâzî) زیر
زمین در آهنی
بسیار محکم
داشت که از هر
حیث شبیه در
خزانهء بانک
ها بود Dîvâr
ez her hays be sûret-i evvel bâz geşte ve âsâr u
elâim-i cinâyet-i merâ der pes-i hod mahfî
dâşte bûd Duvar her bakımdan
ilk şekline dönmüş, cinayetimin iz ve alâmetlerini
arkasında gizlemişti. (Gorbe-i Siyâh) دیوار
از هر حیث
بصورت اول
بازگشته و
آثار و علائم
جنایت مرا در
پس خود مخفی
داشته بود |
از
هر حیث |
ez her sû:
her yandan. |
از
هر سو |
ez her
lehâz:
(F.-A.) her bakımdan, her yönüyle. Zemîne-i
kâr râ ez her lehâz takrîben âmâde kerde
bûd İşin
altyapısını hemen hemen her bakımdan
hazırlamıştı. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 11) زمینهء
کار را از هر
لحاظ تقریبا ً
آماده کرده
بود |
از
هر لحاظ |
ez hem: birbirinden. Eknun
ez hem dûr oftâdeîm çonanki hergiz bedin
dûrî nebûdîm Şimdi birbirimizden
uzak düştük. Öyle ki hiç bu kadar uzak
kalmamıştık. (Don Karlos) اکنون
از هم دور
افتاده ایم
چنانکه هرگز
بدین دوری
نبودیم |
از
هم |
ez hem eknun: daha şimdiden. |
از
هم اکنون |
ez
heman pâ: bir koşuda. Tal’at hânum
dânist ki mukâvemet ve isrâr fâyide nedâred, ez
otâk bîrûn reft, ez heman evvel pâ be hucre-i
Menûçihr hân âmed u tafsîl râ
ittilâ’ dâd Talat Hanım direnme
ve ısrarın faydasız olacağını anladı.
Odadan çıktı ve bir koşuda Menuçihr Hanın
odasına geldi ve olayı anlattı. (Homâ) طلعت
خانم دانست
که مقاومت و
اصرار فایده
ندارد ، از
اتاق بیرون
رفت از همان
پا به حجرهء
منوچهر خان
آمد و تفصیل
را اطلاع داد |
از
هما پا |
ez
heman evvel: (F.-A.) başından beri, ta baştan. Şâyed
râst begûyed, men ki ez heman evvel der sedâ-yi tîr
şek kerdem Belki doğru
söylüyor. Ben başından beri kurşun sesi
hakkında kuşkuya düştüm.
(Şikârçiyân) شاید
راست بگوید ،
من که از همان
اول در صدای تیر
شک کردم |
از
همان اول |
ez heman rûz-i evvel: (F.-A.) daha
ilk günden. Ez heman
rûz-i evvel fehmîdem ki tu tîke-i men nîstî Daha ilk
günden benim dengim olmadığını anladım. (Se
Katre Hûn, s. 234) از
همان روز اول
فهمیدم که تو
تیکهء من
نیستی |
از
همان روز اول |
ez hemân
hemîşegî: her zamankinden. |
از
همان همیشگی |
ez heme
rûy:
her bakımdan. Şek
nîst ki aşk ez heme rûy nikûst Lîken
beşinâs kin sohen tûbertûst Şüphesiz
aşk her bakımdan iyidir. Ancak, bu sözün
karmaşık olduğunu bil. (Evhad) شک
نیست که عشق
از همه روی
نکوست لیکن
بشناس کین
سخن
توبرتوست |
از
همه روی |
ez
hemin eknun: daha şimdiden. Ez
hemin eknûn meşgûl-i âmâde sâhten-i
meydân-i manovr berâyi gâvbâzî hestend Daha şimdiden
boğa güreşi için Manor meydanını
hazırlamakla meşguller. (Don Karlos) از
همین اکنون
مشغول آماده
ساختن میدان
مانور برای
گاوبازی
هستند |
از
همین اکنون |
ez hemin hâlâ: (F.-A.) şimdiden
tezi yok. |
از
همین حالا |
ez vâsite-i: (F.-A.)
dolayısıyla, -den yüzünden, sebebiyle. |
از
واسطهء |
ez
vaktî:
(F.-A.) [ez + vakt + î + ki] -den beri. Ez
vaktî bâ şovherem behem zede’em tenhâ be ser
mîberem Kocamla
bozuştuğumdan beri yalnız yaşıyorum. (Şovher-i
Âhû Hanum) از
وقتی با
شوهرم بهم
زده ام تنها
بسر می برم Ez
vaktî bedin hâl oftâd vaz’-i zeneş nîz
tagyîr yâft Bu
hale düştüğünden beri karısının
durumu da değişti. (Nesr-i Derî-i Efgânistân) از
وقتی بدین
حال افتاد
وضع زنش نیز
تغییر یافت |
از
وقتی |
ez
vaktî ki: (F.-A.) [ez + vakt + î + ki] -den beri, -den bu yana,
-di...-leli. Ez
vaktî ki doktur be incâ âmede se mâh mîgozered Doktorun buraya
gelmesinden beri üç ay geçti. (Dârû-yi
Bîhâbî) از
وقتی که دکتر
به اینجا
آمده سه ماه
می گذرد Ez
vaktî ki doktur be incâ âmede se mâh mîgozered Değirmencinin onu
satın almasından beri ilk kez konuşuyordu. (Telhûn) از
وقتی که
آسیابان او
را خریده بود
، این نخستین
باری بود که
حرف می زد Ez
vaktî ki âsyâbân û râ harîde
bûd in nohostîn bârî bûd ki harf mîzed Kendimi bildim bileli
halamı annem yerine koydum ve onu sevdim. (Bûf-i Kûr) از
وقتی که خودم
را شناختم
عمه ام را
بجای مادر
خودم گرفتم و
او را دوست
داشتم Çun
ez vaktî ki bisterî şode’em bekârhâyem
kemter resîdegî mîkonend Çünkü
yataklık hasta olduğumdan beri işlerime daha az
bakıyorlar. (Bûf-i Kûr) چون
از وقتی که
بستری شده ام
بکارهایم
کمتر رسیدگی
می کنند |
از
وقتی که |
ez yâ
tâ elif:
(F.-A.) A’dan Z’ye kadar, her türlü, her
çeşit. Evvelâ bişnev
ki halk-ı muhtelif Muhtelif cânend ez
yâ tâ elif Dinle önce,
A’dan Z’ye kadar Canlardır
türlü türlü insanlar. (Mesnevi) اولا
بشنو که خلق
مختلف مختلف
جانند از یا
تا الف |
از
یا تا الف |
ez yek
rû:
bir bakıma: Ez yekî rû zıdd u yek rû muttehid Ez yekî rû
hezl u ez yek rûy cid Bir bakıma
zıttır, bir bakıma birleşik Bir bakıma
şakadır, bir bakıma ciddi. (Mesnevi) از
یکی رو ضد و یک
رو متحد از
یکی رو هزل و
از یک روی جد |
از یک رو |
ez yek rûy: bir
bakıma. Ez yekî rû
zıdd u yek rû muttehid Ez yekî rû
hezl u ez yek rûy cid Bir bakıma
zıttır, bir bakıma birleşik Bir bakıma
şakadır, bir bakıma ciddi. (Mesnevi) از
یکی رو ضد و یک
رو متحد از
یکی رو هزل و
از یک روی جد |
از
یک روی |
ez...tâ: 1.
–den… -e kadar. 2. ile...arasında. Farkest
ez âb-i hizr ki zulmât cây-i ûst Tâ
âb-i mâ ki menbaeş Ellâhuekber est Yeri karanlıklar
olan hayat suyuyla menbaı Allahüekber olan bizim suyumuz
arasında fark vardır. (Hafız) فرقست
از آب خضر که
ظلمات جای
اوست تا
آب ما که
منبعش الله
اکبرست |
از...تا |
izâ: (A.) 1. karşılık. 2.
karşı karşıya. 3. sıra. |
ازاء |
ezeş: [ez + eş] ondan. |
ازش |
ezel: (A.) ezel, başlangıcı olmayan. |
ازل |
ezel be ezel: (A.) ezelden beri. |
ازل
به ازل |
ezû: [ez + û] ondan. Şukûh-i
âsafî yu esb-i bâd u mantık-i tayr Be bâd reft u
ezû hâce hîç tarf nebest Âsaf’ın
görkemi, rüzgâr gibi koşan at, kuş dili; her
şeyi yel aldı götürdü. Efendinin bunlardan
hiçbir kazancı olmadı. (Hâfız) شکوه
آصفی و اسب
باد و منطق
طیر بباد
رفت . ازو
خواجه هیچ
طرف نبست |
ازو |
ezîrâ: (Peh.) zira,
çünkü, bunun için, bu sebeple. |
ازیرا |
ezîrâ
kocâ: çünkü, sebebiyle. |
ازیرا
کجا |
ezîrâ ki:
çünkü, zira. |
ازیرا
که |
ezîrâk: (Peh.)
çünkü, zira. |
ازیراک |
ezîşan: [ez +
îşân] onlardan. |
ازیشان |
ezin:
[ez + in] bundan. |
ازین |
ezin pes:
bundan sonra. |
ازین
پس |
ez incâ:
buradan. |
ازین
جا |
ez in cihet:
(F.-A.) bu yüzden, bu sebeple. |
ازین
جهت |
ezin rû:
bu yüzden. |
ازین
رو |
ezinsan: [ez
+ in + sân] böylesi, bunun gibi. |
ازین
سان |
ezin sipes:
bundan sonra, bundan böyle. |
ازین
سپس |
ezin sûy: bu
yönden, bu bakımdan. |
ازین
سوی |
ez in tirâz: (F.-A.) bu
yolla, böylelikle, böylece. |
ازین
طراز |
ezin kıbel:
(F.-A.) bu yandan, bu taraftan. |
ازین
قبل |
ezin karâr:
(F.-A.) böylelikle, bu şekilde. |
ازین
قرار |
ezin gûne:
böyle, bu denli, bunun gibi. |
ازین
گونه |
esâsen: (A.) aslında, esasen, zaten. |
اساسا
ً |
istisnâen: (A.) istisna olarak. |
استثناءً |
istisnâ’ât be
kenâr:
(A.-F.) istisnalar
dışında. |
استثنائات
به کنار |
istinâden: (A.) 1. dayanarak.
2. güvenerek. |
استنادا
ً |
esre’: (A.) 1. en hızlı, en
süratlı. 2. daha hızlı, daha süratli. |
اسرع |
istimrâren: (A.)
sürekli, art arda. |
اسمرارا
ً |
eshel: (A.) en kolay. |
اسهل |
eshel-i tarîk: (A.-F.) en
kolay yol. |
اسهل
ِ طریق |
eş: (Peh.) (gr.) üçüncü tekil
şahıs bitişik zamir. |
اش |
işâreten: (A.)
işaret ederek, değinerek. |
اشارتا
ً |
aslen: (A.) 1. hiç.
Aslen
nemîdânem, essâe mîrevem bâlâ
mîbînem Hiç bilmiyorum;
şimdi yukarı çıkar, bakarım. (Âzeristân) اصلا
ً نمی دانم ،
الساعه می
روم بالا می
بینم 2. aslında, işin doğrusu. 3. asla. |
اصلا ً |
usûlen: (A.) 1. aslen, esasen,
aslında. 2. usül gereğince, kurallar gereğince. |
اصولا
ً |
izâfeten: (A.) ilişik
olarak, ilişkin olarak. |
اضافتا
ً |
iztirâren: (A.) zorunlu olarak,
mecburen. |
اضطرارا
ً |
iztirârî: (A.) zorunlu olarak,
zarurî. |
اضطراری |
e’amm: (A.) 1. daha genel. 2. umumiyetle. |
اعم |
e’amm ez inki: (A.-F.) -sa da, dahi. |
اعم
از اینکه |
agleb: (A.) genellikle,
çoğunlukla, daha çok, çok defa, çoğu
kez. Ruhsâre
duhter-i emû-yi Siyâveş ki nâmzed-i men bûd
agleb der meclis-i mâ mîâmed Nişanlım ve
Siyavuş’un amcasının kızı olan Ruhsare de
genellikle meclisimize geliyordu. (Se Katre Hûn) رخساره
دختر عموی
سیاوش هم که
نامزد من بود
اغلب در مجلس
ما می آمد |
اغلب |
agleb-i ovkât: (A.-F.)
genellikle, çoğunlukla, çoğu kez. |
اغلب
ِ اوقات |
agleb-i ihtimâl: (A.-F.)
büyük bir olasalık. |
اغلب
احتمال |
agleben: (A.) genellikle, çoğunlukla,
çoğu kez. |
اغلبا
ً |
efzûn: çok, fazla, bol. |
افزون |
efzûn ber in: üstelik, bunun
yanı sıra, bu yetmiyormuş gibi, ayrıca. |
افزون
بر این |
efzûn u kemî: ez veya
çok. Dîr bâyed
tâ ki sırr-i âdemî Âşikârâ
gerded efzûn u kemî Uzun zaman gerekli,
insan sırrının Az veya çok
ortaya çıkması için. (Mesnevi) دیر
باید تا که سر
آدمی آشکارا
گردد افزون و
کمی |
افزون
و کمی |
akselgâye: (A.)
sonsuz, son derece. |
اقصی
الغایه |
ekall: (A.) en az. |
اقل |
ekall u ekser: (A.) az
çok. |
اقل
و اکصر |
ekallen: (A.) en azından,
hiç olmazsa, bari. Remezân,
û râ âdem kun. Men herçi kûşîdem
âdem neşodem. Beguzâr ekallen û âdem şeved Ramazan,
adam et onu. Ben ne kadar çalıştımsa da adam
olmadım. Hiç olmazsa o adam olsun. (Âzeristân) رمضان
، او را آدم کن.
من هرچه
کوشیدم آدم
نشدم . بگذار
اقلا او آدم
شود |
اقلا ً |
ekser: (A.) 1. en
çok. 2. çok defa. 3. çoğu,
büyük bir kısmı. Emmâ
İncîl ekser-i an beyân-i sîret u tarîka vu
şerh-i ehvâl-i Mesîh est İncil’e
gelince, onun büyük bir kısmı İsa’nın
sîreti, yolu ve yaşam öyküsünden ibarettir.
(Mucmel-i Fasîhî, I/4) اما
انجیل اکثر
آن بیان سیرت
و طریقه و شرح
احوال مسیح
است 4. genellikle. |
اکثر |
ekser-i ovkât: (A.-F.)
çoğu zaman, sık sık. |
اکثر
ِ اوقات |
ekseru min en yuhsâ: (A.) sayılamayacak
kadar. |
اکثر من
أن یحصی |
ekseren: (A.) çoğunlukla, genellikle. |
اکثرا
ً |
ekseruhum:
(A.) çoğu, onların çoğu. |
اکثرهم |
ekserî: (A.) 1. çoğu. 2. çoğu
kez. |
اکثری |
ekseriyyâ: (A.) çok defa,
çoğu zaman, sık sık. |
اکثریا |
ekmel: (A.) en olgun, en mükemmel, en kusursuz. |
اکمل |
eknûn: (Peh.) 1. şimdi.
An şud eknun ki zi
ebnâ-yi avâm endîşem Muhtesib nîz
dür-i in eyş-i nihânî dânist Ben
insanların nereye gittiğini düşünürken bir de baktım
ki muhtesip bile gizli işret âleminin incilerine
ulaşmış. (Hâfız) آن شد
اکنون که ز
ابنای عوام
اندیشم محتسب
نیز در این
عیش نهانی
دانست 2. bununla birlikte. 3. o
zaman. |
اکنون |
eknûn ki: şimdi,
şimdi madem. Eknûn ki zi
hoşdilî becoz nâm nemând, Yek hemdem-i pohte coz
mey-i hâm nemând. Dest-i tarab ez
sâgar-i mey bâz megîr, İmrûz ki der
dest becoz câm nemând! Mutluluktan
yana şimdi namdan başkası kalmadı. Olgun
bir dost olarak ham meyden başkası kalmadı. Çekme
neşe elini mey kadehinden. Bugün
elde kadehten başkası kalmadı. (Hayyâm) اکنون که
ز خوشدلی بجز
نام نماند یک
همدم پخته جز
می خام نماند دست طرب
از ساغر می
باز مگیر امروز
که در دست بجز
جام نماند |
اکنون
که |
eknûn hem: şimdiyse,
şimdi de. |
اکنون هم |
eger: (Peh.) eğer. Eger an turk-i
şîrâzî bedest âred dil-i mâ râ Behâl-i
hindûyeş bahşem semerkand u buhârâ râ Şirazlı
o dilber verse hani gönlümün muradını,
Yanağındaki hint benine bağışlarım
Semerkant’ı, hem Buhara’yı. (Hâfız) اگر آن
ترک شیرازی
بدست آرد دل
ما را بخال
هندویش بخشم
سمرقند و
بخارا را Dil sırr-i
heyât eger kemâhî dânist, Der merg hem
esrâr-i ilâhî dânist, İmrûz ki
bâ hodî, nedânistî hîç, Ferdâ ki zi hod
revî, çi hâhî dânist? Bilseydi
gönül lâyıkıyla yaşam sırrını, Anlardı
ölümde de Tanrı’nın sırrını. Kendindeyken
bugün anlamadın hiçbir şey; Yarın
çekip gidince, nasıl anlarsın sırrını?
(Hayyâm) دل سر
حیات اگر
کماهی دانست در
مرگ هم اسرار
الهی دانست امروز که
با خودی،
ندانستی هیچ فردا
که ز خود روی،
چه خواهی
دانست؟ |
اگر |
eger çonançi: [eger + çon +
ân + çi] 1. eğer, eğer mesela. 2. velev
ki. |
اگر
چنانچه |
egerçend: [eger + çend]
her ne kadar. |
اگر
چند |
eger hîç: eğer
tesadüfen. |
اگر
هیچ |
egeret: [eger + et] eğer
sen, eğer sana, eğer seni, eğer senin. Ey
dil egeret basîret-i hakbîn Peyveste
burâk-i himmetet der zîn est Ey gönül!
Doğruyu görecek basiretin varsa, himmet Burakın her zaman
eyerli olur. (Evhad) ای دل
اگرت بصیرت
حق بین پیوسته
براق همتت در
زین است |
اگرت |
egerçi: [eger + çi] her
ne kadar, gerçi, ise de. Be sûret ez
nazar-i mâ egerçi mahcûb est Hemîşe der
nazar-i hâtir-i mureffeh-i mâst Görünüşte
bize uzak olsa da daima bizim müreffeh gönlümüzde onun
yeri vardır. (Hâfız) بصورت
از نظر ما
اگرچه محجوب
است همیشه
در نظر خاطر
مرفه ماست |
اگرچه |
egerne: [eger + ne] yoksa. |
اگرنه |
elâ: (A.) 1. ey. 2. şunu
bilin ki, iyi bilin ki, ha!. |
الا |
illâ: (A.) 1. ancak,
-den başka, -dışında, müstesna. 2. -meksizin,
-maksızın. 3. yoksa, ancak, aksi halde. 4. ille de,
mutlaka. 5. sadece. Ey Hodâyâ
mumsikân râ der cihân Tu medih illâ
ziyân ender ziyân Tanrım,
elisıkıları dünyada Uğrat sadece
zarardan zarara (Mesnevi) ای
خدایا
ممسکان را در
جهان تو
مده الا زیان
اندر زیان |
الا |
elâ ey: 1. ey. 2. şimdi. |
الا
ای |
elâ tâ: (A.-F.)
sakın. Elâ
tâ nehâhî belâ ber hasûd Ki an
bahtbergeşte hod der belâst Sakın
kıskancın belada olmasını isteme! Çünkü
o talihsiz zaten belâya uğramıştır. (Gulistân) الا
تا نخواهی
بلا بر حسود که
آن بخت
برگشته خود
در بلاست |
الا تا |
illâ vebillâ: (A.) ille de,
kesinlikle, mutlaka. |
الا و بلا |
elâ yâ: (A.) ey, hey. |
الا یا |
elâ yâ eyyuhâ: (A.) ey, hey. Elâ yâ
eyyuhessâkî! Edir ke’sen ve nâvilhâ Ki aşk
âsân numûd evvel, velî uftâd
muşkilhâ Saki,
dolaştır kadehi, sun bize. Aşk kolay göründü
ilkin ama, ne güçlükler çıkmadı ki sonra.
(Hâfız) الا
یا ایها
الساقی ادر
کأسا و
ناولها که
عشق آسان
نمود اول ولی
افتاد
مشکلها |
الا
یا ایها |
el’ânestki:
(A.-F.) [el’ân + est + ki] neredeyse, az daha. El’ân
est ki tâziyânehâ-yi bârân merâ der hem
bekûbed Neredeyse
yağmurun kamçıları beni mahvedecek!
(Şikârçiyân) الآن
است که
تازیانه های
باران مرا
درهم بکوبد |
الآن است
که |
ilâ: (A.) –e,
-a, -e kadar |
الی |
ilâ ecelin:
(A.) bir müddete kadar. |
الی
أجل |
ilâ ecelin
karîb: (A.) yakın bir zamana kadar. |
الی
أجل قریب |
ilâ ecelin musemmen:
(A.) belli bir süreye kadar. |
الی
أجل مسمی |
ilâ ecelin
ma’lûmin: (A.) belirlenmiş süre için. |
الی
أجل معلوم |
ilâ âhir: (A.) sona kadar, sonuna
kadar. |
الی آخر |
ilâ âhirihi: (A.) 1. ve
devamı. 2. sonuna kadar. |
الی
آخریه |
ilâ hâl:
(A.) şimdiye kadar. |
الی
حال |
ilâ hînin:
(A.) belirli bir zamana kadar. |
الی
حین |
ilâ
zemâninâ hâzâ: (A.)
günümüze kadar. |
الی
زماننا هذا |
ilâ
gayrinnihâye: (A.) sonsuz, son derece. |
الی غیر
النهایه |
ilâ gayri
zâlik: (A.) bundan başka, bunun yanı
sıra. |
الی
غیر ذلک |
ilâ
mâşâ’allâh: (A.) Allah’ın
dilediği sürece. |
الی
ماششاء الله |
ilâ yevm:
(A.) güne kadar. |
الی یوم |
ilâ
yevmi’l-kıyâm: (A.) kıyamet gününe
kadar. |
الی
یوم القیام |
ilâ yevminâ
hâzâ: (A.) günümüze kadar. |
الی
یومنا هذا |
elyevm: (A.) 1. gün. 2. bugün,
şimdi, günümüzde. |
الیوم |
emmâ: (A.) 1. ama,
fakat. Şukûh-i
tâc-i sultânî ki bîm-i cân derû derc est Kulâhî
dilkeş est emmâ be terk-i ser nemîerzed Sultanlık
tacının görkeminde can korkusu gizlenmiştir. Cazip bir
başlık ama baştan olmaya değmez. (Hâfız) شکوه تاج
سلطانی که
بیم جان درو
درج است کلاهی
دلکش است اما
به ترک سر نمی
ارزد Emmâ men û
râ nemîşinâsem Ama ben onu
tanımıyorum. (Se Katre
Hûn) اما
من او را نمی
شناسم 2. -tense. Be men goft ki
tercîh mîdehem bemîrem emmâ zen-i şomâ
nemîşevem Bana ‘Sizin
karınız olmaktansa, ölmeyi tercih ederim’ dedi. (Rodin) بمن
گفت که ترجیح
می دهم بمیرم
اما زن شما
نمی شوم |
اما |
emmâ
ne ankadr ki: (F.-A.) [emmâ + ne + an + kadr + ki] -masa bile. Heme
kes kabûl dâşt ki homâ hoşgil bûd
emmâ ne ankadr ki bîayb bâşed Kusursuz olmasa bile,
Homanın güzel olduğunu kabul ederdi herkes. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 233) همه
کس قبول داشت
که هما خوشگل
بود اما نه
آنقدر که بی
عیب باشد |
اما
نه آنقدر که |
imrûz: 1. bugün. Fikr
mîkerd ki imrûz bâ dîrûz çikadr
tefâvut dâred Bugün dünden
ne kadar farklı, diye düşünüyordu.
(Âzeristân) فکر
میکرد که
امروز با
دیروز چقدر
تفاوت دارد Rehzen-i dehr nehuftest,
meşev îmen ezû Eger imrûz
neburdest ki ferdâ bebered Felek
eşkıyası uyumuyor; ondan yana güvencede olma. Bugün
seni alıp götürmezse, yarın götürür.
(Hâfız) رهزن دهر
نخفتست ، مشو
ایمن ازو اگر
امروز
نبردست که
فردا ببرد 2. günümüzde,
şimdiki. |
امروز |
imrûz
ki: bugüne
bugün. |
امروز که |
imrûz u ferdâ: bugün
yarın, kısa zamanda, pek yakında |
امروز
و فردا |
ems: (A.) dün. Hod garîbî
der cihân çun şems nîst Şems-i cân
bâkî keş ems nîst Dünyada
güneş gibi batan şey yoktur Can güneşi
bâkidir, onda dün yoktur (Mesnevi) خود
غریبی در
جهان چون شمس
نیست شمس
جان باقی کش
امس نیست |
امس |
imşeb: [in > im + şeb]
1. bu gece. Şeyh
goftâ imşeb ez hûn-i ciger Kerde’em
sad bâr gusl ey bîhaber Şeyh
“Be hey bîhaber! Bu gece ciğer kanıyla yüz kez
guslettim” dedi. (Mantıku’t-Tayr, s. 82) شیخ
گفتا امشب از
خون جگر کرده
ام صد بار غسل
ای بی خبر 2. bu akşam. |
امشب |
imşebî: [imşeb + î] 1.
bu geceki. 2. bu gecelik. |
امشبی |
imşebîn: [imşeb + în]
bu geceki. |
امشبین |
endâze: (Peh.) 1. ölçü. 2.
60 cm. lik uzunluk ölçüsü. 3. ölçek.
4. tahmin. 5. liyakat, mertebe. |
اندازه |
ender: (Peh.) 1. içinde,
-de, -da. Zi çeşmet
cân neşâyed bord kez her sû ki mîbînem Kemîn ez
gûşeî kerdest u tîr ender kemân dâred Senin gözlerinden
can kurtarmak mümkün değil. Ne yandan baksam, bir
köşede pusu kurduğunu, okunu yayına takmış
olduğunu görüyorum. (Hâfız) ز
چشمت جان
نشاید برد کز
هر سو که می
بینم کمین
از گوشه ای کردست
و تیر اندر
کمان دارد Tâ key zi
çerâg-i mescid u dûd-i kinişt? Tâ key zi
ziyân-i dûzeh u sûd-i behişt? Rov, ber ser-i lovh
bîn ki ostâd-i kazâ Ender ezel ançi
bûdenî buved nivişt. Niceye dek mescidin
çerağı, manastırın dumanı? Niceye dek cennetin kazancı,
cehennemin ziyanı? "Olacaklar
olur" yazmış kader üstadı ezelde, Git de gör bir
kendi kader levhanı. (Hayyâm) تا کی ز
چراغ مسجد و
دود کنشت؟ تاکی
ز زیان دوزخ و
سود بهشت؟ رو ، بر سر
لوح بین که
استاد قضا اندر
ازل آنچه
بودنی بود
نوشت 2. -e, -a. Çun gozeşt
anmeclis u hân-i kerem Dest-i û begrift u
bord ender harem O meclis ve kerem
sofrası sona erince, onun elini tuttu ve hareme götürdü.
(Mesnevi) چون
گذشت آن مجلس
و خوان کرم دست
او بگرفت و
برد اندر حرم 3. hakkında. 4. içeri. |
اندر |
ender ezel: (F.-A.) ezelde, ezel vaktinde. Tâ key zi
çerâg-i mescid u dûd-i kinişt? Tâ key zi
ziyân-i dûzeh u sûd-i behişt? Rov, ber ser-i lovh
bîn ki ostâd-i kazâ Ender ezel ançi
bûdenî buved nivişt. Niceye
dek mescidin çerağı, manastırın dumanı? Niceye
dek cennetin kazancı, cehennemin ziyanı? Olacaklar
olur yazmış kader üstadı ezelde, Git
de gör bir kendi kader levhanı. (Hayyâm) تا کی ز
چراغ مسجد و
دود کنشت؟ تاکی
ز زیان دوزخ و
سود بهشت؟ رو ، بر سر
لوح بین که
استاد قضا اندر
ازل آنچه
بودنی بود
نوشت |
اندر
ازل |
ender pey-i: peşinden. |
اندر
پی ِ |
ender hakk-i: (F.-A.)
hakkında. Pîr-i gulreng-i
men ender hak-i ezrakpûşân Ruhsat-i hubs
nedâd erne hikâyethâ bûd Gülreng
Pîrim, mavi cübbeliler hakkında kötü konuşmama
izin vermedi. Yoksa onlar hakkında anlatılacak ne çok
şey var. (Hâfız) پیر
گلرنگ من
اندر حق ازرق
پوشان رخصت
خبث نداد
ارنه
حکایتها بود |
اندر حقّ
ِ |
ender mâ mezâ: (F.-A.)
eskiden, geçmişte. |
اندر
ما مضی |
endervakt: (F.-A.) [ender + vakt] hemen, derhal. |
اندر
وقت |
enderû: [ender + û] 1.
onda. 2. ona. Senghâ
vu kâfirân-i sengdil Ender
âyend enderû zâr u hacil Taşlar ve taş
yürekli kâfirler ağlaya inleye ve utanç içinde
ona (cehenneme) girerler. (Mesnevi) سنگ
ها و کافران
سنگدل اندر
آیند اندرو
زار و خجل |
اندرو |
enderûn: 1. iç, içeri,
içerisinde. Ey
şehân, koştîm mâ hasm-i burûn Mând
hasmî zû beter der enderûn Ey padişahlar; biz
dışardaki düşmanı öldürdük. İçerde ondan
daha kötü bir düşman kaldı. (Mesnevi) ای
شهان ، کشتیم
ما خصم برون ماند
خصمی زو بتر
در اندرون Der enderûn-i
men-i hastedil, nedânem, kîst ? Ki men
hamûşem u û der figân u der govgâst. Benim gibi
gönlü hasta birinin içinde kim var, bilmiyorum ki?! Ben suskunum; o feryat
ediyor, çıngar çıkarıyor. (Hâfız) در
اندرون من
خسته دل ،
ندانم ،
کیست؟ که
من خموشم و او
در فغان و در
غوغاست 2. gönül, kalp. Ey âfitâb-i
hûbân mîcûşed enderûnem Yek sâatem
begoncân der sâye-i inâyet Ey güzellerin
güneşi; içim kaynıyor içim. Biraz olsun beni
inayet gölgene sığındır n’olur.
(Hâfız) ای
آفتاب خوبان
می جوشد
اندرونم یک
ساعتم
بگنجان در
سایهء عنایت Enderûnî
k’enderûnhâ mest ez ûst Nîstî
k’in hesthâman hest ez ûst Gönüller
onların gönlünden mest olmuştur Bizim
varlığımız onların yokluğundan var
olmuştur. (Mesnevi) اندرونی
کاندرونها
مست از اوست نیستی
که این هست
هامان هست
ازوست 3. haremlik, harem dairesi.
4. saray. |
اندرون |
enderin: [ender + în] 1.
bunda. Enderin
fitne ki goftîm an gurûh Îmen
ez fitne budend u ez şukûh O topluluk
söylediğimiz bu fitnede, fitne ve şikâyetten emindiler.
(Mesnevi) اندرین
فتنه که
گفتیم آن
گروه ایمن
از فتنه بدند
و از شکوه Ger âmedenem bemen
budî, nâmedemî. Ver nîz şoden
bemen budî, key şodemî? Bih zan nebudî ki
enderin deyr-i herâb, Ne âmedemî,
ne şodemî, ne budemî. Gelmezdim dünyaya,
elimde olsaydı. Gider miydim
dünyadan, elimde olsaydı? Ne gelirdim, ne
giderdim, ne kalırdım. Şu harabe
dünyada; daha iyisi olmazdı. (Hayyâm) گر آمدنم
بمن بدی،
نامدمی ور
نیز شدن بمن
بدی، کی
شدمی؟ به زان
نبدی که
اندرین دیر
خراب نه
آمدمی نه
شدمی نه بدمی 2. hakkında. |
اندرین |
endek: 1. az. Bisyâr
mî endîşîd ve endek sohen mîgoft Çok
düşünüyor ve az konuşuyordu. (Berresî) بسیار
می اندیشید و
اندک سخن می
گفت 2. biraz. Zan cihân endek
tereşşuh mîresed Tâ negurred der
cihân hırs u hased O dünyadan biraz
sızıntı gelir Bu dünyada
hırs ile haset kabarmasın der. (Mesnevi) زان
جهان اندک
ترشح می رسد تا
نغرد در جهان
حرص و حسد 3. kısa. |
اندک |
endek
endek:
az az, yavaş yavaş, tedricen. Endek
endek û râ bedin unvân mişinâhtend Yavaş yavaş
onu bu ünvanla tanıyorlardı. (Settâr Hân) اندک
اندک او را
بدین عنوان
می شناختند |
اندک
اندک |
endekî: [endek + î] 1.
biraz. Dil ez kirişme-i
sâkî be şukr bûd velî Zi nâmusâidî-i
bahteş endekî gile bûd Sâkinin göz
kırpmaları dolayısıyla gönül şükran
duyuyor, ama bahtı yâr olmadığı için biraz
sitem ediyordu. (Hâfız) دل از
کرشمهء ساقی
بشکر بود ولی ز
نامساعدیء
بختش اندکی
گله بود Sengferş-i
piyâderov endekî hîs bûd Kaldırımın
taş döşemesi biraz ıslaktı. (Şovher-i
Âhû Hanum) سنگفرش
پیاده رو
اندکی خیس
بود 2. azıcık,
birazcık. 3. azlık. 4. kısa bir süre. |
اندکی |
endekî ba’d: (F.-A.) [endek +
î + bad] 1. yakında. 2. kısa bir süre
sonra. |
اندکی
بعد |
enderûn u birûn: iç ve
dış, içerisi ve dışarısı. |
اندورن و
بیرون |
insâfen: (A.) doğrusu,
gerçekten. İnsâfen
eger inhâ perverde-i dest-i û bûdend ez hunermendî yu
zovk-i hod herçi begûyed kem gofte est Bunlar onun
tarafından yetiştirilmişlerse, kendi sanatını ve
zevkini ne kadar anlatsa, azdır doğrusu. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 105) انصافا
ً اگر اینها
پروردهء دست
او بودند از هنرمندی
و ذوق خود
هرچه بگوید
کم گفته است |
انصافا ً |
ehl-i kocâ: nereli,
nereden? |
اهل ِ کجا |
û: (Peh.) o. Ançi
û rîht be peymâne-i mâ,
nûşîdîm Eger ez hamr-i
bihiştest veger bâde-i mest Kadehimize
ne koyduysa, onu içtik; ha cennet şarabı, ha üzüm
şarabı. (Hâfız) آنچه او
ریخت به
پیمانهء ما ،
نوشیدیم اگر
از خمر بهشت
است وگر
بادهء مست |
او |
evâhir: (A.) 1. sonlar.
2. sonlarında. Der
evâhir-i karn-i pencom şîve vu sebk-i tâzeî ki
te’sîr-i nesr-i arabî der an şedîdter dîde
mîşeved be vucûd mî âyed Beşinci
yüzyıl sonlarında Arap nesrinin daha dakuvvetli
göründüğü yeni bir tarz ve üslup meydana geldi.
(Sebkşinâsî) در
اواخر قرن
پنجم شیوه و
سبک تازه ای
که تأثیر نثر
عربی در آن
شدیدتر دیده می
شود بوجود می
آید |
اواخر |
evâsit: (A.) 1. ortalar. 2. ortaları,
ortalarında. Evâsit-i
mâh-i out ya’nî germterîn rûzhâ-yi
tâbistân-i bakû bûd Ağustos
ayının ortaları, yani Bakü’de yazın en
sıcak günleriydi. (Âzeristân) اواسط
ماه اوت یعنی
گرم ترین
روزهای تابستان
باکو بود |
اواسط |
evân: (A.) 1. zaman. 2. çağ. |
اوان |
evâyil: (A.) 1. önceleri,
ilkin, başlangıçta. Evâyil
çikadr ezâb mîkeşîdem Önceleri ne kadar
azap çekiyordum. (Otâk-i Rûberû) اوایل
چقدر عذاب می
کشیدم 2. başlangıçlar.
|
اوایل |
evâil: (A.) 1. önceleri, ilkin. 2.
başında, başlarında. |
اوائل |
âverî:
hiç şüphesiz, mutlaka. |
آوری |
evvel: (A.) 1. başlangıç.
2. baş, evvel. 3. ilk. 4. ilkin. Men evvel
nemîhâstem bezenemeş çun
zebândirâzî kerd u nâsezâ goft hâstem
dersî be û dâde bâşem Önce
dövmek istemedim onu. Ama dil uzatıp küfredince bir ders
vermek istedim. (Kıssehâ-yi hûb, s. 31) من
اول نمی
خواستم
بزنمش ولی
چون زبان
درازی کرد و
ناسزا گفت
خواستم درسی
به او داده
باشم 5. birinci. 6. önce.
Elâ yâ
eyyuhessâkî! Edir ke’sen ve nâvilhâ Ki aşk
âsân numûd evvel, velî uftâd
muşkilhâ Saki,
dolaştır kadehi, sun bize. Aşk kolay göründü
ilkin ama, ne güçlükler çıkmadı ki sonra.
(Hâfız) الا یا
ایها الساقی
ادر کأسا و
ناولها که
عشق آسان
نمود اول ولی
افتاد
مشکلها İmşeb mey-i
câm-i yek menî hâhem kerd. Hod râ be do
câm-i mey ganî hâhem kerd. Evvel se telâk-i
akl u dîn hâhem kerd. Pes dohter-i rez
râ be zenî hâhem kerd. Bu
gece bir batmanlık kadehle şarap içeceğim. İki
şarap kadehiyle kendimi zengin edeceğim. Akıl
ve dini boşayacağım talâk-i selâse ile önce. Sonra
üzümün kızını kendime eş edeceğim.
(Hayyâm) امشب می
جام یک منی
خواهم کرد خود
را به دو جام
می غنی خواهم
کرد اول سه
طلاق عقل و
دین خواهم
کرد پس
دختر رز را
بزنی خواهم
کرد 7. baştan. Der ketm-i adem
çu berguzîdî mâ râ Der ribka-i
bendegî keşîdî mâ râ Âhir be
kodâm eyb red hâhî kerd Evvel ne tu bâ eyb
harîdî mâ râ Mademki yokluğa
gizlenmek için seçtin ve kulluk ipine dizdin bizi, peki ama
hangi kusurumuzla reddedeceksin? Kusurlarımızı bilerek
baştan kabul etmedin mi? (Evhad) در
کتم عدم چو
برگزیدی ما
را در
ربقهء بندگی
کشیدی ما را آخر
بکدام عیب رد
خواهی کرد اول
نه تو با عیب
خریدی ما را؟ 8. önceki. Muddetî
gozeşt emmâ sâhib’alî be hâl-i
evveleş bernegeşt Bir süre
geçti ama, Sahibali önceki haline dönmedi. (Telhûn) مدتی
گذشت اما
صاحبعلی به
حال اولش
برنگشت 9. Tanrı. |
اول |
evvelâhir: (A.) [evvel + âhir] alt
tarafı, önü sonu. |
اول
آخر |
evvel ez heme: (A.-F.) her
şeyden önce. |
اول از
همه |
evvel ez heme çîz: (A.-F.) her
şeyden önce. |
اول
از همه چیز |
evvel ve âhir:
önünde sonunda, ergeç. |
اول
و آخر |
evvelen: (A.) 1. öncelikle, evvela. 2. birinci,
birincisi. |
اولا
ً |
evlâ’: (A.) en iyi, en uygun. |
اولاء |
ey: 1. ey, hey. 2. yahu. 3. peki,
sonra. |
ای |
ey anki: ey,
hey. Rûzhâ ger
reft, gû, rov, bâk nîst Tu bemân ey anki
çun tu pâk nîst Günler
geçiyorsa, geçsin; korkumuz yok Sen kal.
Çünkü senin gibi temiz yok (Mesnevi) روزها گر
رفت گو باک
نیست تو
بمان ای آنکه
چون تو پاک
نیست |
ای
آنکه |
ey besâ: nice, ne kadar
çok. Hande-i câm-i mey
u zulf-i girihgîr-i nigâr Ey besâ tovbe ki
çun tovbe-i Hâfız beşikest Mey
kadehinin gülümseyişi ve sevgilinin düğüm
düğüm saçları Hafız’ın
tövbesi gibi nice tövbeyi bozdu. (Hâfız) خندهء
جام می و زلف
گرهگیر نگار ای
بسا توبه که
چون توبهء
حافظ بشکست |
ای
بسا |
ey besî: nice. Kerde Hak nâmûs râ sad
men hadîd Ey besî beste be bend-i
nâpedîd Tanrı utancı yüz
batmanlık demir yapmıştır. Niceleri görünmez bağlarla
bağlanmıştır. (Mesnevi) کرده
حق ناموس را
صد من حدید ای
بسی بسته به
بند ناپدید |
ای بسی |
eybesî: [ey + bes + î]
nice. Doşmen-i
tâvus âmed pey-i û Ey
besî şeh râ bekoşte ferr-i û Tavus kuşunun
düşmanı da ayaklarıdır. Nice şahı ise
gücü kuvveti öldürmüştür. (Mesnevi) دشمن
طاوس آمد پی
او ای
بسی شه را
بکشته فر او |
ای
بسی |
ey honok: ne mutlu! Akbe’î zin
sa’bter der râh nîst Ey honok ankeş
hased hemrâh nîst! Bundan daha
güç geçit yok bu yolda Ne mutlu o kimseye ki
kıskançlık yok onda! (Mesnevi) عقبه ای
زین صعب تر در
راه نیست ای
خنک آنکش حسد
همراه نیست |
ای خنک |
ey hoş: ne mutlu. Cân-i bîmâr-i
merâ nîst zi tu rûy-i suâl Ey hoş an haste ki ez dûst
cevâbî dâred Bakıyorum da, hasta canımı
soracak niyetin yok. Dostun ilgilendiği hastaya ne mutlu!
(Hâfız) جان
بیمار مرا
نیست ز تو روی
سؤال ای خوش
آن خسته که از
دوست جوابی
دارد |
ای
خوش |
ey hoşâ: şu
hoşluğa bakın, ne mutlu! Zîr-i bârend dirahtân
ki tealluk dârend Ey hoşâ serv ki ez bâr-i
gam âzâd âmed Meyvalanmaya hamile kalmış
ağaçların birer bağlantısı var. Şu
hoşluğa bakın ki selvi, gam yükünden
âzât olmuş. (Hâfız) زیر
بارند
درختان که
تعلق دارند ای خوشا
سرو که از بار
غم آزاد آمد |
ای
خوشا |
ey dirîg: yazık!, eyvahlar
olsun! Rîş ber
mîkend u mîgoft: Ey dirîg! K’âfitâb-i
ni’metem şud zîr-i mîg Yoluyordu
sakalını, diyordu: Eyvahlar bana! Nimet güneşim
girdi bulut arkasına! (Mesnevi) ریش بر می
کند و میگفت کآفتاب
نعمتم شد زیر
میغ |
ای
دریغ |
ey dirîgâ: yazık!, çok
yazık!, eyvahlar olsun!, vah! Ey dirîgâ
morg-i hoşâvâz-i men Ey dirîgâ
hemdem u hemrâz-i men Vah benim güzel
sesli kuşuma! Vah benim
arkadaşım, sırdaşıma! (Mesnevi) ای
دریغا مرغ
خوش آواز من ای
دریغا همدم و
همراز من Râz-i Hâfız ba’d
ezin nâgofte mând Ey dirîgâ
râzdârân yâd bâd Bundan böyle
Hâfız’ın sırrı açıklanmadan
kaldı; çok yazık! Hey gidi sırdaşlar hey!
(Hâfız) راز
حافظ بعد
ازین ناکفته
ماند ای
دریغا
رازداران
یاد باد |
ای دریغا |
eykâş: keşke. Eykâş
û râ der an kal’a-yi şûm neberend Keşke onu o
uğursuz kaleye götürmeseler! (Nesr-i Derî-i
Efgânistân) ای
کاش او را در
آن قلعهء شوم
نبرند Eykâş
kesî m ârâ nebîned Keşke bizi kimse
görmese! (Rodin) ای
کاش کسی ما را
نبیند Eykâş
Karolin râ mahkûm be i’dâm mîkerdend Keşke
Karolin’i idama mahkum etselerdi!
(Adâlet-i âsumân) ای
کاش کارولین
را محکوم
باعدام
میکردند |
ای
کاش |
eykâş
ki:
keşke. Eykâş ki
cây-i âremîden bûdî! Ya in reh-i dûr
râ resîden bûdî! Kâş ez pey-i
sad hezâr sâl ez dil-i hâk Çon sebze
omîd-i ber demîden bûdî! Keşke durup
dinlenecek bir yer olsaydı! Ya da şu uzun yola
çıkmak mümkün olsaydı! Keşke yüzbin
yıl sonra toprağın bağrından Otlar gibi yeşerme
umudu olsaydı! (Hayyâm) ایکاش که
جای ارمیدن
بودی یا
این ره دور را
رسیدن بودی کاش از پی
صد هزار سال
از دل خاک چون
سبزه امید
بردمیدن
بودی |
ای کاش که |
ey ki: ey. Ey
ki ez defter-i akl âyet-i aşk âmûzî Tersem
in nukte betahkîk nedânî dânist Ey akıl defterinden
aşk âyetini öğrenen! Korkarım, bu hususu
gerçekten anlayamayacaksın. (Hafız) ای که
از دفتر عقل
آیت عشق
آموزی ترسم
این نکته
بتحقیق
ندانی دانست |
ای
که |
ilânihâye: (A.) [ilâ +
nihâye] sonuna kadar. |
ای
نهابه |
eyvâ: [ey + vâ< ey + vây]
eyvah, vah vah, eyvahlar olsun, yazık. |
ای
وا |
ey
vây:
1. eyvah! Der gil bemânde
pây-i dil cân mîdehem çi cây-i dil Vez âteş-i
sovdâ-yi dil eyvây dil eyvây-i mâ (Mevlana) Gönül
kaldı çaresiz. Gönül dursun şöyle, can veririz. Gönül
yanıyor sevda ateşinde. Vay
gönlümüze! Vay bize, vaylar bize! در گل
بمانده پای
دل جان می دهم
چه جای دل واز
آتش سودای دل
ای وای دل
ایوای ما 2. vah vah! 3. yahu.
Eyvây
çerâ hâlâ ser-i pâ
vâîstâdîd? Yahu neden
hâlâ ayaktasınız? (Maraz-i Kand) ای
وای چرا حالا
سر پا وا
ایستادید؟ |
ای
وای |
ey vây: eyvah!,
yazıklar olsun! |
ای وای |
eyâ:
(A.) 1. ey.
Eyâ pur la’l
kerde câm-i zerrîn Bebahşâ ber
kesî keş zer nebâşed Ey altın kadehini
lâl renkli şarapla doldurmuş olan! Bu şarap dolu kadehi
altın sikkesi olmayana bağışla. (Hâfız) آیا پر
لعل کرده جام
زرین ببخشا
بر کسی کش زر
نباشد 2. hey. |
ایا |
eyyâm: (A.) 1. günler. 2. zaman.
3. devir. 4. zamane. |
ایام |
îç: hiç. Ki
men reftenîem kârzâr Torâ
cuz niyâyiş mebâd îç kâr Ben savaşa
gidiyorum. Tanrıya dua etmekten başka bir işin olmasın.
(Şâhnâme, I/46, beyit 273) که من
رفتنی ام سوی
کارزار ترا
جز نیایش
مباد ایچ کار |
ایچ |
îder: (Peh.) 1. burası.
Be
cân-i men ki tâ îder resîdem Meger
û râ se bâr efzûn nedîdem Yemin
ediyorum sana, buraya kadar geldim Onu
üç kereden fazla görmedim (Vîs u Râmîn) بجان
من که تا ایدر
رسیدم مگر
او را سه بار
افزون ندیدم 2. şimdi. |
ایدر |
îdûn: (Peh.) 1. böyle.
2. böylesine. 3. şimdi. Ger
îdûn ki dânîd men kerdem in Merâ
hând bâyed cihânâferîn Şimdi bunu benim
yaptığımı biliyorsanız, Tanrının beni
çağırması gerekiyor. (Şâhnâme, I/28,
beyit 75) گر
ایدون که
دانید من
کردم این مرا
خواند باید
جهان آفرین Zi
in’âmet hem îdûn çeşm dârîm Ki
dîger bâz nestânî etâ râ Bir daha
bağışlarını geri alma. Çünkü
şimdi de bağışlarını umuyoruz.
(Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 3) ز
انعامت هم
ایدون چشم
داریم که
دیگر باز نستانی
عطا را |
ایدون |
ezîrâ:
çünkü, zira. |
ایزیرا |
îşân: (Peh.) 1. onlar.
2. kendileri. |
ایشان |
în: (Peh.) 1. bu. Genc-i zerger nebuved,
konc-i kanâ’at bâkîst Anki an dâd be
şâhân, be gedâyân in dâd Kuyumcu hazinesi olmazsa
olmasın; kanaat köşesi var nasıl olsa. Şahlara onu
veren Tanrı, yoksullara da bunu vermiştir. (Hâfız) گنج زرگر
نبود ، کنج
قناعت
باقیست آنکه
آن داد به
شاهان ، به
گدایان این
داد 2. şu. |
این |
eyne: (A.) 1. neresi. 2. nerede. |
أین |
în
est: 1.
işte. În
est âmedem İşte geldim.
(Edebiyyât-i dovre-i bîdârî ve muâsir) این
است آمدم |
این
است |
eyne’s-serâ
ve’s-sureyyâ: (A.) yerden göğe kadar. |
این
الثری و
الثریا |
in evâhir: (F.-A.) son
günlerde, geçenlerde. |
این
اواخر |
inbâr: [in + bâr] bu
sefer, bu kez, bu defa. İnbâr
bâz der cây-i dîger bûdem Bu kez yine başka
bir yerdeydim. (Dîrûz u imrûz) این
بار باز در
جای دیگر
بودم Bîm-i
cân in bâr hûnem mîhored Verne in dil
çend bâr ez dest reft Can korkusu
tüketecek bu kez beni. Yoksa bu
gönül birkaç defa elden gitti. (Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 186) بیم
جان این بار خونم
می خورد ورنه
این دل چند
بار از دست
رفت |
این
بار |
in
bûd ki: 1. böylece. İn
bûd ki hişmem râf urû hordem ve ârâm ez
pillehâ reftem bâlâ Böylece öfkemi
içime attım ve basamakları çıktım.
(Mudîr-i medrese) این
بود که خشمم
را فرو خوردم
و آرام از پله
ها رفتم بالا |
این بود
که |
in cânib: (F.-A.) 1. ben.
2. bendeniz. 3. bu taraf. |
این جانب |
incâygeh: [in + cây + geh] 1.
burası, burada. Çun
torâ in câygeh kadr-i endekîst Hâh
mîr u hâh nî, her do yekîst Burada kadrin
kıymetin az olduğuna göre ha ölmüşsün, ha
yaşıyorsun, ikisi de bir. (Mantıku’t-Tayr, s. 113) چون
ترا این
جایگه قدر
اندکی است خواه
میر و خواه نی
، هر دو یکی
است |
این
جایگه |
in cumle: (F.-A.) bunların
hepsi, bütün bu. Ber her câî
ki ser nihem mescûd ûst Ber şeş cihet
u burûn zi şeş ma’bûd ûst Bâg u gul u
bulbul, semâ’u şâhid İn cumle
behâne vu heme maksûd ûst Nereye baş koysam,
secde edilen o. Altı yönde,
altı yönün dışında mabud o. Bağ, gül,
bülbül, semâ, dilber Bunların hepsi
bahane, maksûd o. (Mevlana) بهر
جائی که سر
نهم مسجود
اوست بر
شش جهت و برون
ز شش معبود
اوست باغ و
گل و بلبل ،
سماع و شاهد این
جمله بهانه و
همه مقصود
اوسا |
این
جمله |
in cihân: dünya. |
این
جهان |
inçenin, inçonin: [in + çon + in] 1.
böyle. 2. böylesi, böylesine. |
این
چنین |
in çi ki: bu şey ki. |
این
چه که |
indef’e: (F.-A.) [in +
def’e] bu kez, bu defa. |
این
دفعه |
in dem:
şimdi. Bulbul
bâ diraht-i gul gûyed: Çîst der dilet? İndem
der miyân benih, nîst kesî yu tuyî vu mâ Bülbül
gül ağacına der: Gönlünde ne var? Şimdi
söyle, kimse yok. Senle ben varız. (Guzîde-i
Gazeliyyât-i Şems) بلبل
با درخت گل
گوید : چیست در
دلت؟ این
دم در میان
بنه ، نیست
کسی و تویی و
ما Dîgerân
râ iyd eger ferdâst mâ râ in dem est Rûzedârân
mâh-i nov bînend ve mâ ebrû-yi dûst Başkaları
için ramazan bayramı yarınsa, bizim için şu
andır. Oruç tutanlar yeni doğan ayı görürler,
bizse sevgilinin kaşını. (Gazelhâ-yi Sa’dî,
s. 144) دیگران
را عید اگر
فرداست ما را
این دم است روزه
داران ماه نو
بینند و ما
ابروی دوست |
این
دم |
in zemân: (F.-A.) şimdi. Men ki şebhâ reh-i takvâ
zede’em bâ def u çeng İn zemân ser be reh
ârem, çi hikâyet bâşed? Geceleri defle, çengle takva
yolunu kesen benim gibi biri, şimdi yola gelecek, öyle mi?
Hikâye bunlar, hikâye! (Hâfız) من که
شبها ره تقوا
زده ام با دف و
چنگ این زمان
سر به ره آرم ،
چه حکایت
باشد |
این زمان |
in ser: 1. bu dünya. 2. bu yan, bu
taraf. |
این سر |
in sefer: (F.-A.) bu kez, bu defa. |
این
سفر |
in kabîl: (F.-A.) bu gibi, bu
denli. |
این
قبیل |
in
kadr, in kadar: (F.-A.) 1. bu kadar. Men u inkâr-i
şerâb, in çi hikâyet bâşed? Gâliben in kadarem
akl u kifâyet bâşed Ben duracağım,
şarabı inkâr edeceğim! Böyle laf mı olur?
Olursa, her halde aklım da, kapasitem de bu kadar olur.
(Hâfız) من و
انکار شراب ،
این چه حکایت
باشد غالبا
ً این قدرم
عقل و کفایت
باشد Âyâ
zemân benazar-i tu hem inkadr tûlânîst? Acaba zaman sence de bu
kadar uzun mu? (Âyîne-i Şikeste) آیا
زمان بنظر تو
هم این قدر
طولانی است؟ 2. bu
miktar. Pîş-i û
ber k’ey tu mâ râ ihtiyâr İn kadar
bistân kunûn ma’zûr dâr Parayı
götür ona, söyle: Sen seçkinimizsin bizim. Bu kadarını al
şimdilik; mazur gör bizi. (Mesnevi) پیش
او بر کای تو
ما را اختیار این
قدر بستان
کنون معذور
دار |
این
قدر |
ingûne: [in + gûne] bu denli, bu gibi. |
این
گونه |
in nişân: böyle,
şöyle. |
این نشان |
in nefes: (F.-A.) [in + nefes]
şimdi. İn nefes cân
dâmenem ber tâfte est Bûy-i
pîrâhân-i Yûsuf yâfte est Şimdi canım
topladı eteğini Aldı
çünkü Yusuf gömleğinin kokusunu (Mesnevi) این
نفس جان
دامنم بر
تافته است بوی
پیراهان
یوسف یافته
است |
این نفس |
in namat: (F.-A.) bu şekilde. İn namat vin
nev’ deh defter u du Ber nevişt an
dîn-i Îsî râ adû Bu şekilde tam on
iki defteri Yazdı o İsa
dininin düşmanı. (Mesnevi) این نمط
واین نوع ده
دفتر و دو بر
نوشت آن دین
عیسی را عدو |
این
نمط |
in nev’: (F.-A.) bu şekilde,
böylece. İn namat vin
nev’ deh defter u du Ber nevişt an
dîn-i Îsî râ adû Bu şekilde tam on
iki defteri Yazdı o İsa
dininin düşmanı. (Mesnevi) این نمط
واین نوع ده
دفتر و دو بر
نوشت آن دین
عیسی را عدو |
این
نوع |
in
heme: 1.
bu kadar. Hâsıl-i
kârgeh-i kevn u mekân in heme nîst Bâde
pîş âr ki esbâb-i cihân in heme nîst Varlık
işliğinde üretilenler sadece bunlar değil. Getir
bâdeyi, getir; dünyada var olmanın sebepleri sadece bunlar
değil. (Hâfız) حاصل
کارگه کون و
مکان این همه
نیست باده
پیش آر که
اسباب جهان
این همه نیست 2. bunca. Der hiyâl in heme
lu’bet be heves mîbâzem Bû ki
sâhibnazarî nâm-i temâşâ bebered Hayal dünyamda
bunca kuklayı hevesle oynatıyorum; bakarsın, zevk sahibi biri
bu oyunun adını anar. (Hâfız) در خیال
این همه لعبت
به هوس می
بازم بو که
صاحب نظری
نام تماشا
ببرد Husn-i
rûy-i tu be yek cilve ki der âyine kerd İn heme
nakş der âyîne-i evhâm uftâd Yüzünün
güzelliği aynada bir an belirince, kuruntular aynasında bunca
nakışlar beliriverdi. (Hâfız) حسن
روی تو بیک
جلوه که در
آینه کرد این
همه نقش در
آیینهء
اوهام افتاد |
این
همه |
in u ân: 1. şu bu, o
bu, çeşitli kişiler. 2. (tas.) ten ve can;
zâhir ve bâtın. 3. ıvır zıvır. |
این و آن |
inver: [in + ver] bu taraf, bu yan. |
این
ور |
inver u
ânver: [in + ver + u + ân + ver] 1. orası burası,
şurası burası. 2. oraya buraya. Kitâbhâyem
inver u anver rîhte bûd Kitaplarım oraya
buraya saçılmıştı. (Sitârehâ-yi
Şeb-i Tîre) کتابهایم
این ور و آن ور
ریخته بود Muddetî bâ
hemdîger bâ otomobîl-i men inver u anver reftîm Bir süre birlikte
arabamla dolaştık. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) مدتی
باهمدیگر با
اتومبیل من
این ور و آن ور
رفتیم |
این
ور و آن ور |
inyekî: [in + yek + î] 1.
bu, bu kişi. Fâtiha-i
inyekî hem ki hânde şud âdem-i çâki
çile kes-i dîgerî râ muarrifî kerd Bunun da işi
bitirilince, şişman adam başka birini takdim etti. (Maraz-i
Kand) فاتحهء
این یکی هم که
خوانده شده
آدم چاق و چله
کس دیگری را
معرفی کرد Her do ney hordend ez
yek âbhor İn yekî
hâlî yu an dîger şeker İki kamış
aynı kaynakta yetişti Birinin içi
boş kaldı, diğeri şeker verdi (Mesnevi) هر دو نی
خوردند از یک
آبخور این
یکی خالی و آن
دیگر شکر 2. öteki, diğeri.
|
این یکی |
înân: [în + ân] 1.
bunlar. 2. şunlar. |
اینان |
inâhaş: işte. |
ایناهاش |
înet,
înt:
[în + et] işte sana. Sîr
geştî, sîr gûyed nî henûz Înet
âteş, înet tâbiş, înet sûz Doydun; tok henüz
hayır dedi. İşte sana ateş; işte sana hararet;
işte sana yakış. (Mesnevi) سیر
گشتی ، سیر
گوید نی هنوز اینت
آتش ، اینت
تابش ، اینت
سوز |
اینت |
incâ: 1. burası. İncâ heman
meydângâhî bûd ki pîşter vaktî dil u
demâg dâşt ancâ râ korok mîkerd ve
hîçkes cur’et nemîkerd colov biyâyed Burası, eskiden, neşesi yerinde
olduğu zaman kasıp kavurduğu ve hiç kimsenin
karşısına çıkmaya cesaret edemediği
meydandı. (Se Katre Hûn, s. 83) اینجا
همان
میدانگاهی
بود که پیشتر
وقتی دل و دماغ
داشت آنجا را
قرق می کرد و
هیچکس جرأت
نمی کرد جلو
بیاید 2. burada. İncâ
kahkaha-i yekî ez rufekâ sohbet-i sohrâb râ
kat’ kerd Burada
arkadaşlardan birinin kahkahası Sohrab’ın
sözünü kesti. (Ber Sâhil-i Mînâî) اینجا
قهقههء یکی
از رفقا صحبت
سهراب را قطع
کرد İhrâm
çi bendîm? Çu an kıble ne incâst Der sa’y çi
kûşîm? Çu ez merve safâ reft Neden ihrâma
bürünelim? Kıble burada değil ki! Neden saiy için
çalışalım? Merve’den Safâ gitti
çünkü. (Hâfız) احرام
چه بندیم؟ چو
آن قبله نه
اینجاست در
سعی چه
کوشیم؟ چه از
مروه صفا رفت 3. bu esnada. |
اینجا |
incûr: [in + cûr<
tovr] 1. bu gibi, böyle, bu şekilde. Refâket
bâ incûr âdemhâ şomâ râ ez
çeşm-i merdum mîendâzed Böyle adamlarla
dostluk etmek sizi gözden düşürür.
(Kıssehâ-yi hûb, s. 42) رفاقت
با این جور
آدم ها شما را
از چشم مردم
می اندازد Tâ
kunûn kesî bâ men incûr harf nezede, heme-i merdum be
men hol u dîvâne mîgûyend Şimdiye
kadar kimse benimle böyle konuşmadı; herkes benim aptal ve
deli olduğumu söylüyor. (Se Katre Hûn, s. 251) تا
کنون کسی با
من اینجور
حرف نزده ،
همه ء مردم به
من خل و
دیوانه می
گویند 2. şöyle. |
اینجور |
incûrî: [in + cûr<
tovr + î] böyle. Eger
tu dozd nîstî, nebâyed incûrî râh
berevî Eğer
hırsız değilsen, böyle yürümemelisin.
(Telhûn) اگر
تو دزد نیستی
، نباید
اینجوری راه
بروی |
اینجوری |
inçî: (İng.-F.)
[inç + î] inçlik. |
اینچی |
intovr:
(F.-A.) [in + tovr] 1. böyle. Medîne
nemîtevânist befehmed ki çerâ yâver intovr
reftâr kerd Medine,
Yâver’in neden böyle davrandığını
anlayamıyordu. (Âzeristân) مدینه
نمی توانست
بفهمد که چرا
یاور اینطور
رفتار کرد Men
nemîhâstem intovr baş ed Böyle
olmasını istemiyordum. (Do Şeb) من
نمی خواستم
اینطور باشد Telefun
hâhem kerd ve ehlâk-i şomâ râ hem evez. Men
dilem nemîhâhed şomâ intovr bâşîd Telefon edeceğim ve
ahlâkınızı da değiştireceğim. Sizin
böyle olmanızı istemiyorum. (Hindû) تلفن
خواهم کرد و
اخلاق شما را
هم عوض. من دلم
نمی خواهد
شما اینطور
باشید 2. öyle. |
اینطور |
înek: şimdi. Înek in
hil’at begîr u zer u sîm Çun
beyâyî hâs bâşî yu nedîm İşte
hil’atin; al. Bu da altın ile gümüşün Gelirsen,
padişahın has adamı, nedimi olacaksın (Mesnevi) اینک این
خلعت بگیر و
زر و سیم چون
بیایی خاص
باشی و ندیم Be
beççe ki înek bagaleş girifte bûd
mâderâne nigâhî efkend Şimdi
kucağına aldığı çocuğa annece
şöyle bir baktı. (Şovher-i
Âhû Hanum) به
بچه که اینک
بغلش گرفته
بود مادرانه
نگاهی افکند |
اینک |
in ki: şu ki, -mesi,
-ması, -si. Ez
in eblehâneter inki ez mahlûk-i fikrî-yi hiyâl-i hod
mî tersed Bundan daha
aptalcası, kendi düşünce ve hayallerinde
yarattığından korkmasıdır.(Do Şeb) از
این ابلهانه
تر اینکه از
مخلوق فکریء خیال
خود می ترسد |
اینکه |
eynemâ:
(A.) her yer, her neresi. |
أینما |
inhâ: [in + hâ] 1. bunlar. 2. sakın!,
zinhar! |
اینها |
eyyuhâ: (A.) ey, hey. |
ایّها |
eyvâh: [ey + vâh] eyvah, vah vah,
çok yazık. |
ایواه |
be...der: -de, -da. Bederyâ der menâfi’ bîşumâr est Veger hâhî selâmet der kenâr est Denizde
sayısız yararlar vardır. Ama esenlik istersen,
kıyıdadır. (Gulistân) بدریا
در منافع بی
شمار است وگر
خواهی سلامت
، در کنار است |
ب...در |
bâ: 1. ile. Murâd bâ kıyâfe-i ebûsî cevâb
mîdehed Murat
asık bir yüzle cevap verir. (Âzeristân) مراد
با قیافهء
عبوسی جواب
میدهد Gerçi
şîrîndehenân pâdişehânend velî Û
suleymân-i zemân est ki hâtem bâ ûst Tatlı
dudaklı dilberler padişahtır ama benim sevgilim devrin
Süleymanıdır; çünkü yüzük onun
parmağında. (Hâfız) گرچه
شیرین دهنان
پادشهانند
ولی او
سلیمان زمان
است که خاتم
با اوست 2. -ince. Puvaro
bâ dîden-i în tebessum-i esrâr âmîz
duçâr-i ra’şe şud Puvaro bu
esrarlı tebessümü görünce titremeye
başladı. (Adâlet-i Âsumân) پوارو
با دیدن این
تبسم اسرار
آمیز دچار
رعشه شد 3. -erek. Û
şinâger-i hûbîst. Bâ şinâ be
sâhil reft O iyi bir
yüzücüdür. Yüzerek sahile
çıktı.
(Âzeristân) او
شناگر خوبی
است با شنا به
ساحل رفت Misl-i inki kesî bâ şitâb be sûy-i mâ
mîâyed Sanki biri
koşarak bize doğru geliyor. (Âzeristân) مثل
اینکه کسی با
شتاب به سوی
ما می آید 4. -e, -a. Azm-i
şâm kerd ve ez ancâ bâ âmid âmed Şam’a
gitti. Oradan da Âmid (Diyarbakır)’e geldi.
(Musâmeretu’l-ahbâr) عزم
شام کرد و از
آنجا با آمد
آمد Veh ki ger men bâz bînem rûy-i yâr-i
hîş râ Mordeî bînî ki bâ dunyâ digerbâr
âmede est Vay vay vay!
Sevgilinin yüzünü yine görecek olsam, yeniden
dünyaya gelmişbir ölü görürsün.
(Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 110) وه
که گر من باز
بینم روی یار
خویش را مرده
ای بینی که با
دنیا دگر بار
آمده است 5. birlikte. Hâc
Seyyid Celîl hem bâ îşân bûd Hac Seyyid
Celil de onlarla birlikteydi. (Sefernâme-i Emînuddovle) حاج
سید جلیل هم
با ایشان بود 6. rağmen,
karşın. 7.yanında. 8. hakkında. 9. olsun! (dua). 10. aş,
çorba. 11. (zool.) doğan. 12. olarak. Ez taht be
zîrem keşîdend ve bâ desthâ-yi beste
pîş-i kâvus bordend Beni tahttan
al aşağı ettiler ve ellerim bağlı olarak
Kavus’a götürdüler. (Dâstânhâ-yi
dilengîz) از
تخت بزیرم
کشیدند و با
دستهای بسته
پیش کاوس
بردند |
با |
bâ ihtisâb-i: (F.-A.)
[bâ + ihtisâb + -i] dahil, hesaba katarak. |
با
احتساب ِ |
bâ ihtimâl-i ziyâd: (F.-A.)
büyük bir ihtimalle, kuvvetle muhtemel. Şomâ
dûst-i merâ bâ ihtimâl-i ziyâd nemî
şinâsîd Büyük bir
ihtimalle benim dostumu tanımazsınız.
(Lûli’î Mâcerâ Mîkerd) شما دوست
مرا با
احتمال زیاد
نمی شناسید |
با
احتمال ِ
زیاد |
bâ istinâd be: (F.-A.)
dayanarak. |
با
استناد به |
bâ işâre be: (F.-A.) temas
ederek, değinerek, işaretle. |
با
اشاره به |
bâ ançi: -dığı
şeyle, o şeyle. |
با
آنچه |
bâ ançi ki: -dığı
şeyle. |
با
آنچه که |
bâ anki: rağmen, karşın, -mekle birlikte, -mekle beraber. Bâ anki do hâher temâm-i rûz râ kâr
mîkerdend derâmedişan kefâf-i mehâric-i
hâne râ nemîdâd İki
kız kardeş bütün gün
çalışmalarına karşın, gelirleri ev
masraflarına yetmiyordu. (Vilgerd) با
آنکه دو
خواهر تمام
روز را کار
میکردند درآمدشان
کفاف مخارج
خانه را نمی
داد Bâ anki nâbînâ bûd mîtevânist
enâr râ çonan pâre koned ve behored ki hettâ
yek dâne’eş be zemîn neyufted Gözleri
görmese de narı, bir tanesini bile düşürmeden
ayırıp yiyebiliyordu. (Şovher-i
Âhû Hanum, s.80) با
آنکه نابینا
بود می
توانست انار
را چنان پاره
کند و بخورد
که حتی یک
دانه اش بزمین
نیفتد |
با
آنکه |
bâ in tertîb: (F.-A.) böylece, böylelikle. Zîrâ bâ in tertîb yek rakîb-i
ustuhandâr ez meydân hâric mîşud Çünkü
böylelikle zorlu bir rakip saf dışı kalıyordu.
(Maraz-i Kand) زیرا
با این ترتیب یک
رقیب
استخواندار
از میدان
خارج می شد |
با
این ترتیب |
bâ in tefâvut ki: (F.-A.)
şu farkla ki. |
با این
تفاوت که |
bâ in hâl: (F.-A.) bununla birlikte, yine de, hal
böyleyken. Bâ in hâl yek coft kâliçe-i kıstî
harîde bûd Bununla
birlikte taksitle bir çift halı almıştı.
(Mudîr-i Medrese) با
این حال یک
جفت قالیچهء
قسطی خریده
بود |
با
این حال |
bâ ingûne: bu denli, bu kabil, bu şekilde. Velî ma’mûlen der behâr yâ pâîz
bâ ingûne manzerehâ berhord mîkerd Fakat
genellikle ilkbahar ve sonbaharda bu denli manzaralarla karşılaşıyordu.
(Âzeristân) ولی
معولا ً در
بهار یا
پائیز با
اینگونه
منظره ها
برخورد می
کرد |
با این
گونه |
bâ in heme: bütün bunlara
karşın. |
با
این همه |
bâ in vasf: (F.-A.) hal böyleyken. Ve bâ in vasf intizâr dârîm hâl u
rûzî bih ez in dâşte bâşîm ki
dârîm Hal
böyleyken durumumuzun bundan daha iyi olmasını bekleriz;
öyleyiz de. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 98) و
با این وصف
انتظار
داریم حال و
روزی به از این
داشته باشیم
که داریم |
با
این وصف |
bâ in ki: rağmen, karşın, -la birlikte, -diği halde, ise
de, her ne kadar, gerçi. Bâ inki netîce menfî bûd emmâ vurrâs
vilkun nebûdend, muretteb ez dest-i hem şikâyet
mîkerdend Sonucun
olumsuz olmasına karşın, işin peşini bırakacak
gibi değillerdi. Sürekli birbirlerini şikâyet
ediyorlardı. (Vaktî merdî do tâ zen begîre) با
اینکه نتیجه
منفی بود اما
وراث ولکن
نبودند، مرتب
از دست هم
شکایت می
کردند Bâ inki zenem râ heyli dûst mîdâştem,
behâneyî dorost kerdem u tenhâyî be Pârîs
reftem Karımı
çok sevdiğim halde bir bahane uydurup tek başına
Paris’e gittim. (Nâbiga-i hûş) با
اینکه زنم را
خیلی دوست
میداشتم ،
بهانه یی
درست کردم و
تنهایی به
پاریس رفتم |
با
اینکه |
bâ tekye ber: dayanarak,
istinaden. |
با
تکیه بر |
bâ tekye ber inki: dayanarak,
istinaden. |
با
تکیه بر
اینکه |
bâ temâm-i in ehvâl: (F.-A.)
bütün bunlara rağmen. Bâ
temâm-i in ehvâl men şeref u nâmûs-i hod
râ ez her çîz bîşter dûst dârem Bütün
bunlara rağmen ben şerefimi ve namusumu her şeyden çok
severim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 109) با
تمام این
احوال من شرف
و ناموس خود
را از هر چیز
بیشتر دوست
دارم |
با
تمام ِ این
احوال |
bâ temâm-i kuvâ: (F.-A.) var
gücüyle, tüm gücüyle. |
با
تمام ِ قوا |
bâ teveccuh be: (F.-A.)
göz önünde bulundurulduğunda, dikkat edilirse. |
با توجه
به |
bâ hiyâl-i
âsûde:
(F.-A.) rahatlıkla, gönül rahatlığıyla. |
با خیال ِ
آسوده |
bâ hiyâl-i inki: (F.-A.)
düşüncesiyle, zannıyla. |
با
خیال ِ اینکه |
bâ şiddet-i: (F.-A.) [bâ +
şiddet + -i] şiddetinde. |
با
شدت |
bâ kutr-i: (F.-A.)
çapında. |
با
قطر ِ |
bâ kemâl-i: (F.-A.)
büyük bir … ile. |
با کمال ِ |
bâ kemâl-i teaccub: (F.-A.)
hayretler içinde, büyük bir şaşkınlıkla. |
با
کمال ِ تعجب |
bâ kemâl-i dikkat: (F.-A.)
tüm dikkatiyle. |
با
کمال ِ دقت |
bâ kemâl-i meyl: (F.-A.) seve
seve, hay hay. |
با
کمال ِ میل |
bâ ki: 1. kimle. 2. kime. Cân u dil râ tâkat-i an
cûş nîst Bâ ki gûyem? Der cihân
yek gûş nîst Canda, gönülde o coşku yok Kime diyeyim? Dünyada dinleyecek
kulak yok! (Mesnevi) جان
و دل را طاقت
آن جوش نیست با
که گویم؟ در
جهان یک گوش
نیست |
با
که |
bâ maslahat:
(F.-A.) yolunda. Coft-i
mâyî coft bâyed hemsıfat Tâ ber
âyed kârhâ bâ maslahat Sen
eşimizsen, eşlerin sıfatı aynı olur Böyle
olunca işler yolunda olur. (Mesnevi) جفت
مایی جفت
باید هم صفت تا
بر آید کارها
با مصلحت |
با
مصلحت |
bâ hemrâh-i: birlikte,
beraberinde. |
با
همراه ِ |
bâheme-i inki:
[bâ + heme + -i + in + ki] bütün bunlara rağmen. Bâ
heme-i inki kovl-i tu merâ dilgerm kerde est, mîtersem efsûn-i
in merd re’yet râ bezened ve ez borden-i men
peşîmânet sâzed Bütün
bunlara rağmen sözlerin beni cesaretlendirdi. Bu adam
aklını çeler de seni götürmeme pişman eder
diye korkuyorum. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 97) با
همهء اینکه
قول تو مرا
دلگرم کرده
است ، می ترسم
افسون این
مرد رأیت را
بزند و از
بردن من
پشیمانت
سازد |
با
همهء اینکه |
bâ vucûd-i: (F.-A.) rağmen. Bâ vucûd-i-i hestegîhâlet-i hâbîden
nedâştem ve ber’aks muteheyyic bûdem Yorgun
olmama rağmen uykum yoktu ve aksine heyecanlıydım. (Ber
Sâhil-i Mînâî) با
وجود خستگی
حالت
خوابیدن
نداشتم و بر
عکس متهیج
بودم |
با
وجود |
bâ vucûd-i an: (F.-A.) onunla
birlikte. |
با
وجود ِ آن |
bâ vucûd-i ân ki: (F.-A.) -mesine
rağmen, -mekle birlikte. |
با
وجود ِ آنکه |
bâ vucûd-i inki: (F.-A.) -mesine
rağmen, -mekle birlikte. |
با
وجود ِ اینکه |
bâ vucûd-i in: (F.-A.) bununla birlikte, bununla beraber,
buna rağmen. Emmâ bâ vucûd-i in hod râ bedbaht mîdanist Ama bununla
birlikte kendisini talihsiz kabul ediyordu. (Hindû) اما
با وجود این
خود را بدبخت
می دانست |
با
وجود این |
bâ vucûdî ki: (F.-A.) -mesine
rağmen, -mekle birlikte. |
با
وجودی که |
bâ vasf-i anki: (F.-A.) -dığı
için. |
با وصف ِ
آنکه |
bâb: 1. lâyık,
yakışır, uygun. 2. tabaka. |
باب |
bâbet-i: (A.)
bakımından. |
بابت
ِ |
bâr: (Peh.) 1. kere, kez, defa. Men do se bâr be ehvâlporsîyeş reftem İki
üç kere halini hatırını sormaya gittim. (Se Katre
Hûn) من
دو سه بار به
احوال پرسیش
رفتم Her do ser ûz yek bâr mîâmed, mî
nişest u dûstâne sohbet mîkerd İki
üç günde bir geliyor, oturup dostça konuşuyordu.
(Âzeristân) هر
دو سه روز یک
بار می آمد ،
می نشست و
دوستانه
صحبت می کرد 2. kat, misli. Halbânân
be doşmenî ki se bâr ber anhâ berterî
dâşt, cesûrâne hamle mîbordend Pilotlar,
kendilerinden üç kat üstün olan düşmana
karşı cesurca saldırıyorlardı. (Dâstân-i
yek insân-i vâki’î) خلبانان
به دشمنی که
سه بار بر
آنها برتری
داشت ،
جسورانه
حمله می
بردند 3. el (ateş etmek) Çend
bâr bâ tepançe be taraf-i û şillîk kerd
velî tîreş be hetâ reft Tabancasıyla
ona doğru birkaç el ateş etti ama kurşun
ıskaladı. (Zindehâ vu Mordehâ) چند
بار با
تپانچه بطرف
او شلیک کرد
ولی تیرش به
خطا رفت |
بار |
bâr-i
evvel:
(F.-A.) ilk
olarak, ilk defa, ilk kez. Seferî
ki bâr-i evvel ser tâ tih hifdeh rûz nekeşîd
çerâ in bâr ez yek mâh tecâvuz kerd İlk
defasında hepi topu on yedi gün bile sürmeyen seyahat neden bu
kez bir ayı aştı? (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 78) سفری
که بار اول سر
تا ته هفده
روز نکشید
چرا این بار
از یک ماه
تجاوز کرد |
بار ِ
اوّل |
bâr-i dîger: tekrar,
yeniden, bir kez daha. Ey
hemîşe hâcet-i mâ râ penâh! Bâr-i
dîger mâ galat kerdîm râh Daima
hacetimizin sığınağı Tanrı Bir kez daha
karıştırdık biz yolu (Mesnevi) ای
همیشه حاجت
ما را پناه بار
دیگر ما غلط
کردیم راه Hengâmî
ki ez otâk hâric mîşud bâr-i dîger
bergeşt u be tablo hîre şud Odadan
çıkarken tekrar geri dönüp tabloya
gözünü dikti. (Adâlet-i Âsumân) هنگامی
که از اطاق
خارج میشد
بار دیگر بر
گشت و بتابلو
خیره شد |
بار
ِ دیگر |
bâre: 1. sur, kale duvarı, kale burcu. Morgî dîdem
nişeste ber bâre-yi Tûs, Der çeng girifte
kelle-yi Keykâvûs. Bâ kelle
hemîgoft ki: Efsûs, efsûs! Kû bang-i
cereshâ vu kocâ nâle-yi kûs? Bir
kuş gördüm, Tûs burcuna konmuş, Keykâvus’un
başını pençesine almış, Diyordu
kelleye: Yazık, çok yazık! Nerede
çan sesi? Kös iniltisi nerede kalmış? (Hayyâm) مرغی
دیدم نشسته
بر بارهء طوس در
چنگ گرفته
کلهء کیکاوس با کله
همی گفت که
افسوس افسوس کو
بانگ جرس ها و
کجا نالهء
کوس؟ 2. (zool.) beygir. 3. defa,
kere, kez. 4. karşılığında,
karşılık. Eger
bâre hâhî revânem torâst Karşılık
istiyorsan, ruhum senindir. (Şâhnâme, I/40, beyit 136) اگر
باره خواهی
روانم تراست 5. konu. 6. tarz. 7.
seven, isteyen anlamında kelimeler türetir. zenbâre =
kadın isteyen, kadın düşkünü, zampara. |
باره |
bârhâ: defalarca. |
بارها |
bârhâ-yi evvel: (F.-A.)
önceleri. Perîçihr
bârhâ-yi evvel bâ dâye’eş be megâze
mîâmed Periçihr
önceleri dadısıyla birlikte mağazaya geliyordu.
(Perîçihr) پریچهر
بارهای اول با
دایه اش به
مغازه می آمد |
بارهای
اول |
bârî: [bâr + î] 1. bir defasında. Bârî, musîbet-i bozorgî berâyi in
hânevâde rûy dâd Bir
defasında bu ailenin başına büyük bir felaket
geldi. (Âzeristân) باری
، مصیبت
بزرگی برای
این خانواده
روی داد 2. hiç olmazsa, en
azından, bari. 3. vaktiyle. 4. kısaca, özetle. 5.
ağır. 6. defa. 7. bir tanesi. Pîrî
dîdem be hâne-yi hemmârî. Goftem:
Nekonî zi reftegân ehbârî? Goftâ:
Mîhor ki hemço mâ bisyârî Reftend u
kesî bâz neyâmed bârî! Bir pîr
gördüm, yeri aşk meyhanesi. Dedim: Haber ver;
gidenlerin çıkmaz sesi. Dedi: Bak
içmeye; bizim gibi nicesi Gitti de gelmedi
geri bir tanesi. (Hayyâm) پیری
دیدم بخانهء
خماری گفتم
نکنی ز
رفتگان
اخباری؟ گفتا
میخور که
همچو ما
بسیاری رفتند
و کسی باز
نیامد باری |
باری |
bâz: (Peh.) 1. yine, tekrar. Bergeşt
u bâz be râh oftâd Geri
döndü ve tekrar yola koyuldu. (Kûtî-i Kibrît) برگشت
و باز به راه
افتاد Bâz ez men pencâh hezâr firank karz girift Yine benden
ellibin frank borç aldı. (Ber Sâhil-i
Mînâî) باز
از من پنجاه
هزار فرانک
قرض گرفت Keştîşikestegânîm
ey bâd-i şurte berhîz Bâşed ki
bâz bînem dîdâr-i âşinâ râ Parçalandı
gemimiz; Ey uygun rüzgâr; es haydi; Olur ya,
görürüm yine sevgilimin yüzünü.
(Hâfız) کشتی
شکستگانیم
ای باد شرطه
برخیز باشد
که باز بینم
دیدار آشنا
را 2. geri, geriye, gerisin
geri. Ey dil ço
hakîkat-i cihan hest mecâz, Çendin çi
berî hârî ez in renc-i derâz? Ten râ be
kazâ sipâr u bâ derd besâz, Kin refte zi behr-i to
nâyed bâz. Ey
gönül, mecazdır madem dünyanın gerçeği; Neden
çekersin bu uzun çileyi, bunca zilleti? Teslim
ol kadere; alıştır derde kendini; Çünkü
dönmez yazılanlar senin için geri. (Hayyâm) ای دل چو
حقیقت جهان
هست مجاز چندین
چه بری خواری
از این رنج
دراز؟ تن را
بقضا سپار و
با درد بساز تیک
رفته ز بهر تو
ناید باز |
باز |
bâz anki: rağmen,
karşın, -mekle beraber, -mekle birlikte. |
باز آنکه |
bâz pes: 1. geri. 2. geride
kalan. |
باز
پس |
bâzpesîn: [bâz + pes +
în] 1. sonuncu, son. 2. gerideki. |
باز
پسین |
bâz dîger: yine. Bâz dîger çi şode bâ hodet zemzeme
mîkonî? Yine ne oldu
da kendi kendine söylenip duruyorsun? (Pervîn Dohter-i
Sâsân) باز
دیگر چه شده
با خودت
زمزمه می
کنی؟ |
باز
دیگر |
bâzgûne:
baş aşağı, tepetakla. |
باز
گونه |
bâz hem: yine, yine de, gene. Kârmend-i bâznişeste bâz hem muhâlif
bûd Emekli memur
yine muhalifti. (Dârû-yi Bîhâbî) کارمند
بازنشسته
بازهم مخالف
بود Bâz hem zîrçeşmî be ustâd nigâh
kerdem Yine
göz ucuyla üstada baktım. (Maraz-i Kand) بازهم
زیر چشمی به
استاد نگاه
کردم |
بازهم |
bâjgûne: ters
çevrilmiş, baş aşağı. Na’lhâ-yi
bâjgûnest ey selîm Serkeşî-i
Fir’avn mîdân ez Kelîm Akıllım, bu
hal ters çevrilmiş nallara benzer. Firavun’un
serkeşliğini Musa’dan bil sen. (Mesnevi) نعل
های باژگونه
ست ای سلیم سرکشی
ء فرعون می
دان از کلیم |
باژگونه |
bâşed
ki:
(F.)
[bûden > bâş + ed + ki] ola ki, belki, olur da. Hâfız zi
dîde dâne-i eşkî hemîfeşân Bâşed ki
morg-i vasl kuned kasd-i dâm râ Hafız! Dökmeye
bak gözünden yaş tanesini. Bakarsın vuslat kuşu
oluverir öksenin misafiri. (Hâfız) حافظ
ز دیده دانهء
اشکی همی
فشان باشد
که مرغ وصل
کند قصد دام
را |
باشد
که |
bâşgûne: [bâş +
gûne] 1. baş aşağı. 2. zıt. |
باشگونه |
be istilâh: (F.-A.)
tam tabiriyle, tabiri caizse. |
باصطلاح |
bâtinen: (A.) 1. içten.
2. aslında, gerçekte. |
باطنا
ً |
bâlâ: 1. yukarı, üst. Çeşme-i porâbî ki ez bâlâ-yi
kûh bîrûn mîâmed âsyâ-yi û
râ be kâr mî endâht Dağın tepesinden çıkan suyubol bir kaynak onun
değirmenini çalıştırıyordu. (Telhûn) چشمهء
پر آبی که از
بالای کوه
بیرون می آمد
آسیای او را
به کار می
انداخت 2. üzeri, üzerinde. 3. yüksek.
Harîm-i
aşk râ dergeh besî bâlâter ez aklest Kesî
an âsitân bûsed ki cân der âstîn
dâred Aşk
hareminin dergâhı akıldan daha yüksektedir.
Canını vermeye hazır olan kişi bu dergâhın
eşiğini öpebilir. (Hâfız) حریم
عشق را درگه
بسی بالاتر
از عقل است کسی
آن آستان
بوسد که جان
در آستین
دارد 4. boypos. Herçend ki reng u
rûy zîbâst merâ, Çon lâle
roh u ço serv bâlâst merâ, Ma’lûm
neşod ki der tarabhâne-yi hâk Nakkâş-i ezel
behr-i çi ârâst merâ? Rengim güzel,
yüzüm güzel ise her ne kadar, Yüzüm lale,
boyum serviye benzerse her ne kadar, Anlaşılmadı
şu toprağın neşe yurdunda Niye bezedi ezel
ressamı beni o kadar? (Hayyâm) هرچند که
رنگ و روی
زیباست مرا چون
لاله رخ و چو
سرو بالاست
مرا معلوم
نشد که در
طربخانهء
خاک نقاش
ازل بهر چه
آراست مرا 5. uzunluk. 6. kalkık.
|
بالا |
bâlâ vu pest: 1. üst alt. 2. gök
ve yer. |
بالا
و پست |
bâlâ vu zîr: üst ve alt,
yukarı ve aşağı. |
بالا
و زیر |
bâlâter ez an: dahası. Merd-i
râstgû ve bâlâter ez an râstkirdârî
bûd ki hisâb-i dahleş hergiz îrâd
nedâşt Doğru
sözlü ve dahası dürüst bir adamdı. Kasası
asla açık vermezdi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 42) مرد
راستگو و
بالاتر از آن
راست کرداری
بود که حساب
دخلش هرگز
ایراد نداشت |
بالاتر
از آن |
bâlâter ez heme: dahası,
dahası var. |
بالاتر
از همه |
bilâhere: (A.) 1. sonunda, nihayet. Bilâhere nişânî-yi hâne-i Mare râ ez
pâsbânî porsîd Sonunda
Mare’nin evinin adresini bir polise sordu. (Kârhâne-i
Mutlaksâzî) بالاخره
نشانی خانهء
ماره را از پاسبانی
پرسید 2. nasıl olsa. 3. kısaca.
|
بالاخره |
bâlâ-yi ser: başucu, baş, başında,
başucunda. Telhûn goft: Merâ bâlâ-yi sereş beber Telhun
‘Beni onun başucuna götür’ dedi. (Telhûn) تلخون
گفت : مرا
بالای سرش
ببر Men heyli zûd vâlideynem râ ez dest dâdem ve der
sinn-i hifdeh sâlegî dîger bozorgterî
bâlâ-yi serem nebûd Ben annemi
ve babamı çok erken kaybettim ve on yedi yaşındayken
artık başımda bir büyük yoktu. (Rodin) من
خیلی زود
والدینم را
از دست دادم و
در سن هفده
سالگی دیگر
بزرگتری
بالای سرم
نبود |
بالای
سر |
bittebe’: (A.)
sonuçta, netice itibarıyla. |
بالتبع |
bittemâm:
(A.) tümüyle, hepsi. |
بالتمام |
bilcumle:
(A.) sonuç olarak, kısacası. |
بالجمله |
bilhâsse: (A.) bilhassa,
özellikle. |
بالخاصه |
bilhusûs:
(A.) özellikle. |
بالخصوص |
bizzât:
(A.) bizzat, kendisi, bilfiil. |
بالذات |
bi’s-seviyyeti:
(A.) eşit olarak. |
بالسویه |
bisserâhe:
(A.) açıkça, sarahaten. |
بالصراحه |
bizzarûre:
(A.) zorunlu olarak, ister istemez. |
بالضروره |
bittab’:
(A.) tabiatıyla, doğal olarak, haliyle. |
بالطبع |
bittav’i verragbe:
(A.) itaat ederek ve istekle. |
بالطوع
و الرغبه |
bil’araz:
(A.) dolaylı, vasıtalı, yardım alarak. |
بالعرض |
bil’aşiyy:
(A.) akşam üstü. |
بالعشی |
bil’aşiyyi
velebkâr: (A.) akşam sabah. |
بالعشی
و الابکار |
bi’l-aşiyyi
vel’işrâk: (A.) sabah akşam. |
بالعشی
و الاشراق |
bil’aks:
(A.) aksine, tersine. |
بالعکس |
bâligen mâ belaga: (A.) fazlasıyla,
bolca, bol bol. |
بالغا
ً ما بلغ |
bilgadâveti
vel’aşiyyi: (A.) sabah akşam. |
بالغداوه
والعشی |
bilguduvvi
vel’âsâl: (A.) sabah akşam,
sabahları ve akşamları. |
بالغدو
و و الآصال |
bilfitre:
(A.) fıtrî, yaratılıştan gelen. |
بالفطره |
bilfi’l:
(A.) 1. bilfiil. 2. şimdi, halihazırda. |
بالفعل |
bilkat’:
(A.) kesinlikle. |
بالقطع |
bilkuvve:
(A.) bilfiil. |
بالقوه |
bilkull:
(A.) tamamen, tümüyle. |
بالکل |
bilkulliyye:
(A.) tamamen, tümüyle, tümü, hepsi. |
بالکلیه |
bilmeâl:
(A.) sonuç olarak, neticede. |
بالمآل |
bilmerre:
(A.) bir kez. |
بالمرّه |
bilmusâvât:
(A.) eşit olarak. |
بالمساوات |
bilmuşâfehe:
(A.) sözlü olarak, şifahen. |
بالمشافهه |
bilmuzâ’af:
(A.) iki misli. |
بالمضاعف |
bilmunâsefe:
(A.) yarı yarıya. |
بالمناصفه |
binnetîce:
(A.) sonuçta, sonuç olarak, netice itibarıyla. |
بالنتیجه |
binnisbe:
(A.) nispeten. |
بالنسبه |
bâmdâd: (Peh.) sabah, sabahleyin. Kârem
bedan resîd ki hemrâz-i hod kunem Her
şâm berk-i lâmi’ u her bâmdâd bâd Öyle
bir hâle geldim ki geceleri parlak şimşekleri, sabahları
rüzgârı sırdaş edinir oldum. (Hâfız) کارم
بدان رسید که
همراز خود
کنم هر
شام برق لامع
و هر بانداد
باد |
بامداد |
bâmdâdân: sabahleyin. |
بامدادن |
bâmdâdî: [bâmdâd +
î] 1. sabah erkenden. 2. seher vaktiyle ilgili. |
بامدادی |
bâmgâh: [bâm + gâh]
sabahleyin, seher vakti. |
بامگاه |
bâmgeh: [bâm + geh] sabahleyin, seher
vakti. |
بامگه |
bâhaş: onunla. |
باهاش |
bâhem: 1. birlikte. Bâhem vârid-i yekî ez otâkhâ şodend Birlikte
odalardan birine girdiler. (Kûtî-i Kibrît) باهم
وارد یکی از
اتاق ها شدند Her rûz bâhem be dârulfunûn mîreftîm
ve bâhem ber mîgeştîm Her gün
birlikte üniversiteye gidiyorve birlikte dönüyorduk. (Se Katre
Hûn) هر
روز باهم
بدارالفنون
می رفتیم و
باهم برمی گشتیم
2. birbiriyle. Mâ
bâhem hemsâye bûdîm Biz
birbirimizle komşuyduk. (Se Katre Hûn) ما
باهم همسایه
بودیم 3. toplu olarak, bir arada. |
باهم |
be to: sana. |
بتو |
bed: (Peh.) kötü, fena. |
بد |
bedan: [be + an > bedan] ona,
onunla. Âşıkî
ger zin ser u ger zan ser est Âkıbet
mâ râ bedan sır rehber est Âşıklık
o yandan, bu yandan yüce olur Sonunda bizi
o tarafa götüren rehber olur (Mesnevi) عاشقی
گر زین سر و گر
زان سر است عاقبت
ما را بدان سر
رهبر است |
بدان |
bedan sebeb: (F.-A.) o
sebeple, o nedenle. |
بدان
سبب |
bedan sebeb ki: (F.-A.)
–dığı için, -den dolayı. Gûyend
Hurmuz râ katî’ goftendî bedan sebeb ki yek dest-i
hod râ borîde Bir elini
kestiği için Hürmüz’e çolak derlerdi.
(Mucmel-i Fasîhî, I/30) گویند
هرمز را قطیع
گفتندی بدان
سبب که یک دست
خود را بریده |
بدان
سبب که |
bedânsû: [be + d + ân + sû] o tarafa
doğru, o yana doğru. Melik ki omreş be şikâr gozeşte bûd ve
tîreş hîçgâh be hetâ nerefte bûd
bedân sû teveccuh numûd Ömrü
ile geçen ve mermisi asla hedefini şaşmayan ağa o
tarafa doğru yöneldi. (Nesr-i Derî-i Efgânistân) ملک
که عمرش به
شکار گذشته
بود و تیرش
هیچگاه به
خطا نرفته
بود بدان سو
توجه نمود |
بدان
سو |
bedan vakt: (F.-A.) o
zaman. |
بدان
وقت |
bedansân: [be + d + ân +
sân] öyle ki. Bedansân sûht çun
şem’em ki ber men Surâhî girye vu barbet
figân kerd Beni tıpkı bir mum gibi
öyle yaktı ki hâlime sürahi ağladı,
çeng ise feryat figan etti. (Hâfız) بدانسان
سوخت چون شمعم
که بر من صراحی
گریه و بربط
فغان کرد |
بدانسان |
bedbahtâne: [bed + baht + âne] ne yazık ki, maalesef. Bedbahtâne saltanat-i kûtâh-i Nâdir der
târîh-i tûlânî-yi îrân bemenzile-i
sur’et-i sâikaî bûd Ne
yazık ki Nadir’in uzun İran tarihindeki kısa saltanatı
bir yıldırım sürati derecesindeydi. (Târîh-i
Siyâsî) بدبختانه
سلطنت کوتاه
نادر در
تاریخ
طولانی ایران
بمنزلهء
سرعت صاعقه
ای بود |
بدبختانه |
bedter: [bed + ter] daha kötü, beter. Herki
zâlimter çeheş bâhevlter Adl
fermûdest bedter râ beter Daha zalimin
kuyusu daha korkunç olur Adalet
buyurdu: Daha kötünün cezası daha kötü olur
(Mesnevi) هرکه
ظالم تر چهش
با هول تر عدل
فرموده ست
بدتر را بتر |
بدتر |
bedter
ez an:
daha da
kötüsü. Hodre’y
u kellehoşk u bedter ez an kîneî ve necûş
bûd Başına
buyruk, sabit fikirli ve daha da kötüsü kinci ve yabaniydi.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 42) خودرأی
و کله خشک و بد
تر از آن کینه
ای و نجوش بود |
بدتر
از آن |
bedter ez heme: hepsinden
kötüsü. |
بدتر
از همه |
bed cûrî: [bed + cûr<
tovr + î] amma da, fena, adamakıllı, çok fena. |
بدجوری |
bedû: [be + d + û] ona. Çun haber-i katl-i Şerefuddovle bedû resîd,
berâşuft Ona
Şerefuddovle’nin öldürülüş haberi gelince
çok kızdı. (Musâmeretu’l-ahbâr) چون
خبر قتل شرف
الدوله بدو
رسید ، بر
آشفت Hoş
arûsîst cihân ez reh-i sûret lîken Herki
peyvest bedû, omr-i hodeş kâvîn dâd Görünüşte
dünya denilen şey alımlı, güzel bir gelindir ama ona
bağlanan kişi, ömrünü mehir olarak vermiş
sayılır. (Hâfız) خوش
عروسی است
جهان از ره
صورت لیکن هرکه
پیوست بدو ،
عمر خودش
کاوین داد |
بدو |
bedûn-i: (A.) [bi +dûn + i] -siz, -meksizin, -meden. Û bedûn-i irâde mânend-i yek nefer-i
hâbgerd âmede bûd O
bilinçsizce, uyurgezer biri gibi gelmişti. (Bûf-i Kûr) او
بدون اراده
مانند یک نفر
خواب گرد
آمده بود Bedûn-i irâde der râhtihâb oftâde’em Elimde
olmadan yatağa düşmüşüm. (Zinde be Gûr) بدون
اراده در
رختخواب
افتاده ام Bedûn-i vakfe ve bedûn-i bû kâr mîkoned Durmadan ve
koku vermeden çalışır. (Kârhâne-i
Mutlaksâzî) بدون
وقفه و بدون
بو کار می کند |
بدون |
bedûn-i irâde: (A.) [bidûn + i + irhade] gayri
ihtiyarî, elinde olmadan, bilinçsizce. Merd misl-i metersekhâî ki rûy-i bustânhâ
mîgozârend bedûn-i irâde sûreteş râ
bermîgerdând Adam,
bahçelere yerleştirilen korkuluklar gibi gayri ihtiyarî
yüzünü çevirir. (Maraz-i Kand) مرد
مثل مترسک
هائی که روی
بستان ها می
گذارند بدون
اراده صورتش
را بر می
گرداند |
بدون ِ
اراده |
bedûn-i anki: (A.-F.) [bidûn + i + ân + ki]
-meden, -meksizin. Merd bedûn-i anki muntezir-i şenîden bemâned be
semtî ki û ez an mîâmed be râh oftâd Adam
dinlemeden onun geldiği tarafa doğru yola koyuldu.
(Kûtî-i Kibrît) مرد
بدون آنکه
منتظر شنیدن
بماند به
سمتی که او از
آن می آمد به
راه افتاد Bedin şîve bîşter-i bâzîhâ
râ bedûn-i anki lezzetî bebered yâ der anhâ
Nakşî dâşte baş ed âmuhte bûd Böylece
oyunların çoğunu zevk almadan ya da onlarda bir rolü
olmadan öğrenmişti. (An rûzhâ) بدین
شیوه بیشتر
بازیها را
بدون آنکه
لذتی ببرد یا
در آنها نقشی
داشته باشد
آموخته بود |
بدون ِ
آنکه |
bedûn-i in ki: (A.-F.) [bidûn + i
+ in + ki] -meden, -meksizin. Bedûn-i inki bemen nigâhî konend sevâr
şodend Bana
bakmadan bindiler. (Şikârçiyân) بدون
اینکه بمن
نگاهی کنند
سوار شدند Velî dîrûz bedûn-i inki hâste
bâşem kâgez u kalem râ berâyem âverdend Fakat
dün istemeden kâğıt kalem getirdiler bana. (Se Katre Hûn) ولی
دیروز بدون
اینکه
خواسته باشم
کاغذ و قلم را
برایم
آوردند Âyâ mîtevânist bereved bedûn-i inki Homâ
râ bebîned? Acaba
Homa’yı görmeden gidebilir miydi? (Girdâb) آیا
می توانست
برود بدون
اینکه هما را
ببیند؟ |
بدون ِ
اینکه |
bedûn-i tekelluf: (A.) [bidûn + i +
tekelluf] teklifsizce. |
بدون ِ
تکلف |
bedûn-i çûn u
çerâ: (A.-F.) [bidûn + i + çûn + u +
çerâ] sorgusuz sualsiz. |
بدون
ِ چون و چرا |
bedûn-i şobhe: (A.-F.) [bidûn + i + şobhe]
kuşkusuz, şüphesiz. Bedûn-i şubhe Sa’dî yekî ez
rûşenterîn ve bercesterîn-i
kıyâfehâ-yi târîh-i îrân est Kuşkusuz
Sadî İran’ın en aydın ve seçkin
simalarından biridir. (Gulbang) بدون
شبهه سعدی
یکی از روشن
ترین و
برجسته ترین
قیافه های
تاریخ ایران
است |
بدون
ِ شبهه |
bedûn-i şek: (A.) [bidûn + i + şek]
kuşkusuz, şüphesiz. Bedûn-i şek in mâcerâ mâcerâ-yi
bisyâr derdnâkî bûd Kuşkusuz
bu macera çok üzücü bir maceraydı. (Adâlet-i
Âsumân) بدون
شک این ماجرا
ماجرای
بسیار
دردناکی بود |
بدون
ِ شک |
bedûn-i kem u ziyâd: (A.-F.) [bidûn + i + kem + u +
ziyâd] tıpatıp, tıpkı, hiç eksiksiz,
tamı tamına. Duhtereş Homâ bedûn-i kem u ziyâd
şebîh-i Behrâm bûd Kıza
Homa tıpatıp Behram’a benziyordu. (Girdâb) دخترش
هما بدون کم و
زیاد شبیه
بهرام بود |
بدون
ِ کم و زیاد |
bedûn-i hedef: (A.-F.) [bidûn + i
+ hedef] rastgele. |
بدون
ِ هدف |
bidûni vakfe: (A.)
durmaksızın, aralıksız, kesintisiz, sürekli. |
بدون
ِ وقفه |
bedûn-i esâs: (A.-F.) asılsız,
dayanaksız. |
بدون
اساس |
bidûni fâsile: (A.) derhal,
hemen. |
بدون
فاصله |
bedûn-i kem u kâst: (A.-F.) [bidûn + i
+ kem + u + kâsth > kâst] eksiksiz, tam. |
بدونِ کم
و کاست |
bedin tertîb: (F.-A.) bu şekilde, böylece,
böylelikle, bu minval üzere, bu durumda. Çend rûz bedin tertîb gozeşt Birkaç
gün bu şekilde geçti. (Âzeristân) چند
روز بدین
ترتیب گذشت Bedin tertîb Homâ zen-i resmî-yi şovhereş
yâ begofte-i dîger hevû-yi û bûd Bu durumda
Homa, kocasının resmî eşi, bir başka deyişle
onun kumasıydı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 278) بدین
ترتیب هما زن
رسمی شوهرش
یا بگفتهء
دیگر هووی او
بود Çend
rûz bedin tertîb guzeşt Birkaç
gün bu şekilde geçti. (Âzeristân) چند
روز بدین
ترتیب گذشت |
بدین
ترتیب |
bedin cihet: (F.-A.) bu
nedenle, bu sebeple, bundan dolayı. |
بدین
جهت |
bedin hisâb: (F.-A.) [be + d + in +
hisâb] buna göre. |
بدین
حساب |
bedinhâtir:
(F.-A.) [be + d + in + hâtir] bu sebeple, bundan dolayı. bedinsan: [be + d + in
+ san] böylece, bu şekilde, bu minval üzere. |
بدین
خاطر |
bedin sebeb: (F.-A.) [be + d + in + sebeb] bu sebeple, bu nedenle. Bedin sebeb âsâr-i û merbût be yek millet u kovm
nîst Bu sebeple
onun eserleri bir millet veya kavime ait değildir.
(Eş’âr-i Muntehab) بدین سبب
آثار او
مربوط بیک
ملت و قوم
نیست |
بدین
سبب |
bedin şîve: böylece,
böylelikle, bu şekilde. Bedin
şîve bîşter-i bâzîhâ râ
bedûn-i anki lezzetî bebered ya der anhâ nakşî
dâşte bâşed âmûhte bûd Böylelikle
oyunların çoğunu zevk almadan ya da onlarda bir rolü
olmadan öğrenmişti. (An Rûzhâ) بدین
شیوه بیشتر
بازی ها را
بدون آنکه
لذتی ببرد یا
در آنها نقشی
داشته باشد
آموخته بود |
بدین
شیوه |
bedin tarîk: (F.-A.)
böylece, bu şekilde, bu yolla. |
بدین
طریق |
bedin illet: (F.-A.) [be + d + in + illet] bu
nedenle, bu sebeple. |
بدین
علت |
bedin kadar: (F.-A.) bu kadar, bu
kadarcıkla, bu miktarda. Mekun be çeşm-i hakâret
nigâh der men-i mest Ki âb-i rûy-i şerîat
bedin kader nereved Ben sarhoşa böyle
aşağılayıcı gözle bakma. Dinin, imanın
onuru bu kadarcıkla elden gitmez. (Hâfız) مکن بچشم
حقارت نگاه
در من مست که آب
روی شریعت
بدین قدر
نرود |
بدین قدر |
bedin karâr ki: (F.-A.) [be + d + in +
karâr + ki] şöyle ki. |
بدین
قرار که |
bedin lehâz: (F.-A.) [be + d + in + lehâz]
böylece, böylelikle. Bedin lehâz ez râh-i Hemedân u
Âzerbâycân âzim-i derbend-i Çûl
şodem Böylelikle
Hemedan ve Azerbaycan üzerinden Çul kalesine gittim. (Gulbang) بدین
لحاظ از راه
همدان و
آذربایجان عازم
دربند چول
شدم |
بدین
لحاظ |
bedin ma’nîki: (F.-A.) [be + d + in +
manî + ki] şöyle ki. |
بدین
معنی که |
bedin vech ki:
(F.-A.) [be + d + in + vec + ki] şöyle ki, şu şekilde,
aşağıda olduğu gibi. Râviyân-i
ehbâr der incâ şigirdî be kâr borde’end
bedin vech ki râviler
burada şöyle bir yönteme başvurdular. (Derd-i Aşk-i
Zuleyhâ) راویان
اخبار در
اینجا شگردی
به کار برده
اند بدین وجه
که |
بدین
وجه که |
bedin vesîle: (F.-A.) bu
nedenle, bu vesile ile, böylece, böylelikle. |
بدین
وسیله |
bedincâ: [be + d + in + câ] buraya. Berevîd ve be şâh ki şomâ râ
bedincâ firistâde est in ehbâr râ begûîd Gidiniz ve
sizi buraya gönderen krala bu haberleri iletiniz. (Don Karlos) بروید
و بشاه که شما
را بدینجا
فرستاده است
این اخبار را
بگوئید |
بدینجا |
bedinsan: [be + d + in + san]
böylece, bu şekilde, bu minval üzere. |
بدینسان |
bedingûne: [be + d + in + gûne] 1. böylece, böylelikle.
Bedin gûne est dâstânhâyî ki bâ
gozeşt-i karnhâ vu sâliyân-i dirâz sîne be
sîne nakl oşde ve herkes çîzî ber anhâ
efzûde tâ be sûret-i imrûz be dest-i mâ
resîde est Böylece
asırlar ve uzun yılların geçmesiyle ağızdan
ağıza nakledilip herkesin bir şeyler ilave ettiği
masallar bugünkü şekliyle bize kadar gelmiştir.
(Fârsî-i Pencom-i Debistân) بدین
گونه است
داستانهایی
که با گذشت
قرن ها و
سالیان دراز
سینه به سینه
نقل شده و
هرکس چیزی بر
آنها افزوده
تا به صورت امروز
به دست ما
رسیده است Bedingûne bûd ki in sefer-i bozorf-i târîhî
âgâz şud Böylece
bu büyük tarihî yolculuk başladı.
(Fârsî-i Pencom-i Debistân) بدینگونه
بود که این
سفر بزرگ
تاریخی آغاز
شد 2. böylesine. |
بدینگونه |
bedîhî: (A.) 1. irticalen.
2. açık, apaçık. |
بدیهی |
bedîhîst: (A.-F.)
[bedîhî + est] kuşkusuz, elbette, tabiî ki. Bedîhîst
bein gofte mutlakan nemîtevân i’timâd kerd Kuşkusuz
bu söze kesin olarak güvenilemez. (Firdovsî ve Hemâse-i
Millî) بدیهی
است باین گفته
مطلقا ً نمی
توان اعتماد
کرد |
بدیهی
است |
bizâtihi:
(A.) bizzat, kendisi. |
بذاته |
ber: (Peh.) 1. -de, -da. Yek kenîzek dîd şeh ber şâhrâh Şud gulâm-i an kenîzek cân-i şâh Şah
anayolda bir cariye gördü. Şahın canı o cariyenin
kölesi oldu. (Mesnevi) یک
کنیزک دید شه
بر شاه راه شد
غلام آن
کنیزک جان
شاه Sâgar-i mey
ber kefem nih tâ zi ber Ber keşem in
dalk-i ezrakfâm râ Şarap
kadehini ver elime; Atayım sırtımdan şu mavi
cübbeyi. (Hâfız) ساغر
بر کفم نه تا ز
بر بر
کشم این دلق
ازرق فام را 2. -e, -a, üzerine. Sîgârî
ez an bîrûn âverd u ber lebeş gozâşt Ondan bir
sigara çıkarıp dudağına koydu. (Kûtî-i
Kibrît) سیگاری
از آن بیرون
آورد و بر لبش
گذاشت 3. üzerinde. 4. yanına,
huzuruna; yanında, huzurunda. Ber-i an
nânvâ şud tâ haber dâşet Vezan
dukân-i û yek girde berdâşt
(İlâhînâme) بر
آن نانوا شد
تا خبر داشت وزان
دکان او یک
گرده برداشت Bildiği
o fırıncının yanına gitti. Onun
dükkânından bir somun ekmek aldı. Be cân-i û
ki be şukrâne cân ber efşânem Eger be sûy-i men
ârî peyâmî ez ber-i dûst Sevgilimin
canına yemin ederim; ondan bana bir haber getirirsen, teşekkür
etmek için canımı saçarım. (Hâfız) بجان
او که
بشکرانه جان
بر افشانم اگر
بسوی من آری
پیامی از بر
دوست 5. yukarı, üst. 6.
fayda. Ki mâ
râ tâ yekî nov huner Biyâmûzî
ez mâ ket âyed beber Bizi
öldürme de yeni bir hüner öğren bizden.
Çünkü faydası dokunur sana. (Şâhnâme,
I/23, beyit 41) که
ما را مکش تا
یکی نو هنر بیاموزی
از ما کت آید
ببر 7.kâr. 8. göğüs.
Ez dest-i
kemân-i muhre-i ebrûy-i tu der şehr Dil
nîst ki der ber çu kebûter netepîde est Senin keman
kaşların yüzünden, yüreği
göğsünde güvercin kalbi gibi küt küt atmayan
kimse yok. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 112) از
دست کمان
مهرهء ابروی
تو در شهر دل
نیست که در بر
چو کبوتر
نتپیده است Gul der ber u mey der
kef u ma’şûk be kâm est Sultân-i
cihânem be çunin rûz gulâm est Gül
göğsümde, mey kadehi elimde, sevgilim muradımı
veriyor. Böyle bir günde dünya sultanı bile bana kul
köle olur. (Hâfız) گل در
بر و می در کف و
معشوق بکام
است سلطان
جهانم بچنین
روز غلام است 9. kucak. 10. meme. 11. meyva. 12.
taraf. 13. yan. Ey nefes hurrem-i
bâd-i sabâ Ez ber-i
yâr âmedeî, merhabâ Ey nefesi
kutlu seher yeli! Yarin yanından geliyorsun; hoş geldin.
(Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 5) ای
نفس خرم باد
صبا از
بر یار آمده
ای ، مرحبا Becân-i û ki beşukrâne cân ber
efşânem Eger besûy-i men ârî Peyâmî ez ber-i
dûst Onun
canına andolsun; bana dosttan bir haber getirirsen, teşekkür
borcu olarak canımı feda ederim. (Hafız) بجان
او که
بشکرانه جان
بر افشانم اگر
بسوی من آری
پیامی از بر ِ
دوست Sitemdîde râ pîş-i û hândend Ber-i nâmdârâneş benişândend Mazlumu
padişahın huzuruna getirdiler. Onu büyük adamların
yanına oturttular. (Şâhnâme, I/44, beyit 209) ستم
دیده را پیش
او خواندند بر
ِ نامدارانش
بنشاندند 14. indinde, katında,
-ce, -e göre. Herkû
sûy-i şâhidî be şehvet nigered Sıddîk
nebâşed ber-i mâ, zindîk est Ama kim
güzele şehvetle bakarsa, o sıddık değil,
zındıktır bizce. (Evhad) هر
کو سوی شاهدی
بشهوت نگرد صدیق
نبشد بر ِ ما ،
زندیق است Âyetî
bûd ezâb-i enduh-i Hâfiz bîtu Ki ber-i
hîçkeseş hâcet-i tefsîr nebûd Hafız’ın
sensiz kalmanın verdiği kederle çektiği yalnızlık
azabı adeta kimsenin yorumlamaya gerek görmediği âyet
gibiydi. (Hâfız) آیتی بود
عذاب انده
حافظ بی تو که بر
هیچکسش حاجت
تفسیر نبود 15. sırt. Goft: Men
sûzîde’em zan âteşî Tu meger ender ber-i
hîşem keşî Dedi: Bu ateşten
yanmışım ben Sırtına
alırsan, belki bakabilirim (Mesnevî) گفت من
سوزیده ام
زان آتشی تو
مگر اندر بر
خویشم کشی |
بر |
ber eser-i: (F.-A.) [ber +
eser + -i] sonucunda, neticesinde, dolayısıyla, izinden. Yek
çeşm-i vey be çihâr sâlegî ber eser-i
ağabeyle kûr şod Dört
yaşındayken çiçek hastalığından
dolayı bir gözü kör oldu. (Ferheng-i Fârsî,
s. 5) یک
چشم وی بچهار
سالگی بر اثر
آبله کور شد Ber
eser-i yek inficâr ez miyân-i pencere-i megâzeî be
bîrûn pert şode Bir
patlama neticesinde bir dükkânın vitrininden
dışarı fırlamış. (Anna-yi Rengperîde) بر
اثر یک
انفجار از
میان پنجرهء
مغازه ای به بیرون
پرت شده. |
بر
اثر ِ |
ber esâs-i: (F.-A.) dayanarak, istinaden, bakıp. Velî ber esâs-i yek şâhid hergiz
nemîtevân derbâre-i ma’nî yâ
imlâ-yi kelimeî hukm-i kat’î kerd Fakat bir
örneğe bakıp, bir sözcüğün anlamı ya
da imlası hakkında asla kesin hüküm verilemez. (Galat
Nenevîsîm, s. 23) ولی
بر اساس یک
شاهد هرگز
نمی توان
دربارهء معنی
یا املای
کلمه ای حکم
قطعی کرد |
بر
اساس ِ |
ber in kıyâs: (F.-A.) bu
durumda, buna kıyasla. |
بر
این قیاس |
ber bîhude: boşuna. |
بر بیهده |
ber pâye-i: dayanan,
dayalı, -e göre. |
بر
پایهء |
berpey-i: [ber + pey + -i] peşinden. Rûzî der şikâr ber pey-i gûrî
mîdevânîd ki sayd-i gûr koned hod sayd-i gûr
şode Bir gün
avda bir yaban eşeğinin peşinde koşturuyordu. Yaban
eşeği avlayacakken kendisi mezara girdi, mezar (gûr) ın
avı oldu. (Mucmel-i Fasîhî, I/34) روزی
در شکار بر پی
گوری می
دوانید که
صید گور کند
خود صید گور
شده |
بر
پی ِ |
ber tefâvut:
(F.-A.) farklı. Hemçonin
sermâ vu bâd u âfitâb Ber
tefâvut dân u serrişte beyâb Aynı
şekilde soğuğu, rüzgârı, güneşi Birbirinden
farklı bil, anla işin aslını. (Mesnevi) همچنین
سرما و باد و
آفتا بر
تفاوت دان و
سر رشته بیاب |
بر
تفاوت |
ber cây: yerinde, sabit,
kalıcı. |
بر جای |
ber cây-i: 1. hakkında. 2. yerine. Tifl râ ger nân dehî ber cây-işîr Tifl-i miskîn râ ez an nânmorde gîr Çocuğa
süt yerine ekmek verirsen, zavallı çocuğu o ekmekten
ölmüş bil. (Mesnevi) طفل
را گر نان دهی
بر جای شیر طفل
مسکین را از
آن نان مرده
گیر |
بر
جای ِ |
ber cihet-i: (F.-A.) |
بر
جهت ِ |
ber haseb-i: (F.-A.) -e göre,
-diği gibi. Seyr-i sipihr u devr-i
kamer râ çi ihtiyâr Der gerdişend ber
haseb-i ihtiyâr-i dûst Feleğin seyri,
ayın dönmesi kendi elinde değil. Hepsi dostun sâyesinde
dönebilmekte. (Hâfız) سیر
سپهر و دور
قمر را چه
اختیار در
گردشند بر
حسب اختیار
دوست Şukr-i hudâ
ki ez meded-i baht-i kârsâz Ber hasb-i
ârizûst heme kâr u bâr-i dûst Allah’a
şükürler olsun; yâver giden bahtım sâyesinde
dostun her işi istediği gibi oluyor. (Hâfız) شکر
خدا از مدد
بخت کارساز بر
حسب آرزوست
همه کار و بار
دوست |
بر
حسب ِ |
ber haseb-i ittifâk: (F.-A.) [ber +
haseb+ -i + ittifâk] tesadüfen, rastlantı eseri. |
بر
حسب ِ اتفاق |
ber hasb-i zâhir: (F.-A.)
görünüşe göre. |
بر
حسب ِ ظاهر |
ber
haseb-i fikr:
(F.-A.) kendince, fikrince, kendine göre. Der reh-i
aşk neşud kes beyakîn mahrem-i râz Herkesî
ber haseb-i fikr gumânî dâred Aşk
yolunda gerçekten de kimse sırların mahremi olmadı.
Herkesin kendine göre fikri zikri var. (Hâfız) در
ره عشق نشد کس
بیقین محرم
راز هرکسی
بر حسب فکر
گمانی دارد |
بر
حسب ِ فکر |
ber haseb-i maslahat: (F.-A.) duruma
göre, iş icabı. |
بر
حسب ِ مصلحت |
ber hilâf-i: (F.-A.) 1. dışı. 2. tersine,
aksine. Be nazar-i vey ber
hilâf-i kovm-i yehûd, yunâniyân muhâteb-i
vahy-i ilâhî ve îmân nebûde’end Ona göre, Yahudi
kavminin hilâfına Yunanlılar ilahî vahye ve imana
muhatap olmamışlardır. (Hikmet ve huner-i ma’nevî,
s. 10) به
نظر وی بر
خلاف قوم
یهود ،
یونانیان
مخاطب وحی
الهی و ایمان
نبوده اند 3. aykırı,
yanlış. Zin sebeb
men tîg kerdem der gılâf Tâ ki
kec hânî nehâned ber hilâf Bu
yüzden kılıcı kınına soktum Eğri
okuyan biri yanlış yapmasın dedim (Mesnevi) زین سبب
من تیغ کردم
در غلاف تا
که کج خوانی
نخواند بر
خلاف |
بر
خلاف ِ |
ber dest-i: tarafından, eliyle. Rustem bin Ferruhzâd ber dest-i Sa’d-i vakkâs
veleşker-i islâm koşte şud Rüstem
b. Ferruhzâd, Sad-i Vakkas ve İslâm askerleri
tarafından öldürüldü. (Mucmel-i Fasîhî,
I/40) رستم
بن فرخ زاد بر
دست سعد وقاص
و لشکر اسلام کشته
شد |
بر
دست ِ |
ber rûy-i: üzerinde,
üzerine, -de. |
بر روی |
ber rûy-i hem: 1. bir arada, birlikte. 2. toplam,
üstüste. Ebû Reyhân be zebân-i Sanskrit nîz
âşinâ bûde est ve ber rûy-i hem yeksadu sîzdeh
te’lîf dâşte est ki bahşî ez an der dest
est Ebû
Reyhan Sanskritçeye de vakıf olup, bir kısmı mevcut,
toplam yüz on üç telife sahiptir. (Hezâr Sâl-i
Nesr-i Pârsî) ابو
ریحان بزبان
سنسکریت نیز
آشنا بوده
است و بر روی
هم یکصد و
سیزده تألیف
داشته است که
بخشی از آن در
دست است |
بر
روی هم |
bersân-i: [ber + sân + -i] gibi, benzeri. Be bâlîden bersân-i serv-i sehî Hemî tâftzû ferr-i şâhenşehî Düzgün
bir servi gibi büyüdü. Padişahlık nuru
yüzünde parlıyordu. (Şâhnâme, I/40, beyit
116) ببالیدن
بر سان سرو
سهی همی
تافت زو فر
شاهنشهی |
بر
سان ِ |
ber şuref-i: (F.-A.) hemen
hemen, yakında, olmak üzere. |
بر شرف ِ |
ber zıdd-i: (F.-A.) 1. -e karşı, aleyhine. Benâberîn bâyestî cenghâ-yi mudâvim
ber zıdd-i îrânîhâ îcâd kerd Bununla
birlikte arasıra İranlılara karşı sürekli savaşlar
çıkarmak lâzım. (Târîh-i
Siyâsî) بنابرین
بایستی
جنگهای
مداوم گاهی
بر ضد ایرانیها
ایجاد کرد 2. tersine. |
بر
ضدّ ِ |
ber tibk-i: (F.-A.)
uyarınca, gereğince, -e göre. |
بر
طبق |
ber tarz-i: (F.-A.)
tarzında. |
بر
طرز ِ |
ber tavr-i: (F.-A.)
uyarınca, gereğince. |
بر
طور ِ |
ber zâhir: (F.-A.) [ber + zâhir] 1.açıkça. 2.
açık, ortada, aşikâr. Muddeî
râ kaht-i cân ender ser est Lîk
mâ râ kaht-i nân ber zâhir est İddiacının
kafasında can kıtlığı vardır Oysa bizim
ekmek kıtlığımız aşikârdır.
(Mesnevi) مدعی
را قحط جان
اندر سر است لیک
ما را قحط نان
بر ظاهر است |
بر
ظاهر |
ber aks: (F.-A.)aksine, tersine. Ez in vâkıe ham be ebrû-yi Dâş Âkul
neyâmed, belki ber aks bâ nihâyet-i horsendî
meşgûl-i tehiyye-i cihâz şud Daş
Âkul bu olay karşısında surat yapmadı, belki aksine
büyük bir hoşnutluk içinde çeyiz düzmekle
meşgul oldu. (Se Katre Hûn, s. 78) از
این واقعه خم
به ابروی داش
آکل نیامد ،
بلکه برعکس
با نهایت
خرسندی
مشغول تهیهء
جهاز شد |
بر
عکس |
ber ilâve: (F.-A.) üstelik,
bunun yanısıra, ilaveten, ek olarak. |
بر علاوه |
ber ferâz-i:
üstünde, üzerinde. İn
kazâ sad bâr eger râhet zened Ber
ferâz-i çarh hergâhet zened Bu kaza
yüz kere yolunu kesse de Senin
otağını kurar gökyüzünün üstünde
(Mesnevî) این
قضا صد بار
اگر راهت زند بر
فراز چرخ
خرگاهت زند |
بر
فراز ِ |
ber farz ki: (F.-A.)] diyelim ki, farzedelim, tut ki. |
بر فرض که |
ber farz hem ki: (F.-A.) diyelim ki, farzedelim, tut ki. Berfraz hem ki telâ râ peydâ kerdem, be çi
derdem hâhed hord? Diyelim ki
altını buldum; ne işime yarayacak? (Se Katre Hûn, s. 52) بر
فرض هم که طلا
را پیدا کردم
، به چه دردم
خواهد خورد؟ |
بر
فرض هم که |
ber fovr: (F.-A.) hemen,
derhal. |
بر
فور |
ber kemâl: (F.-A.) tam. |
بر
کمال |
ber gird-i: etrafında, çevresinde. |
بر
گرد ِ |
ber muktezâ-yi: (F.-A.)
gereğince |
بر
مقتضای امر |
ber
melâ:
(F.-A.) 1. ortaya
çıkarma. 2. açıkta, herkesin arasında. Mâdihet
ger hicv gûyed ber melâ Rûzhâ
sûzed dilet zan sûzhâ Seni
öven hicvederse halk arasında, O
ateşle günlerce için yanar sonra. (Mesnevi) مادحت
گر هجو گوید
برملا روزها
سوزد دلت زان
سوزها |
بر
ملا |
ber mûcib-i: (F.-A.)
gereğince, uyarınca. |
بر
موجب ِ |
ber nehc-i: (F.-A.))
doğrultusunda, uyarınca. |
بر
نهج ِ |
ber hem: birbiriyle, birbirine. |
بر
هم |
ber vech-i: (F.-A.) gibi,
üzere, olduğu şekilde. |
بر
وجه ِ |
ber vech-i âtî: (F.-A.)
aşağıda olduğu gibi, aşağıda
görüleceği gibi. |
بر
وجه ِ آتی |
ber vech-i icmâl: (F.-A.) [ber +
vech + -i + icmâl] kısaca, özetle. |
بر
وجه ِ اجمال |
ber vech-i iştirâk: (F.-A.)
ortaklaşa. |
بر
وجه ِ اشتراک |
ber vech-i ekmel: (F.-A.) tam
olarak, mükemmel olarak. |
بر
وجه ِ اکمل |
ber vech-i bâlâ: (F.-A.)
yukarıda olduğu gibi, yukarıda geçtiği üzere,
yukarıdaki gibi. |
بر
وجه ِ بالا |
ber vech-i dilhâh: (F.-A.)
gönlünün istediği gibi, canının istediği
gibi. |
بر
وجه ِ دلخواه |
ber vech-i zeyl: (F.-A.)
aşağıda olduğu gibi, aşağıdaki gibi,
aşağıda görüleceği gibi. |
بر وجه ِ
ذیل |
ber vech-i zîr: (F.-A.)
aşağıda olduğu gibi, aşağıdaki gibi,
aşağıda görüleceği gibi. |
بر
وجه ِ زیر |
ber vech-i muharrer: (F.-A.)
yazıldığı gibi, yazılı olduğu gibi. |
بر
وجه ِ محرر |
ber vech-i meşrûh: (F.-A.)
açıklandığı gibi, ayrıntılı olarak
anlatıldığı gibi. |
بر
وجه ِ مشروح |
ber vech-i mukerrer: (F.-A.)
tekrar tekrar. |
بر
وجه ِ مکرّر |
ber vech-i yesîr: (F.-A.)
kolayca. |
بر
وجه ِ یسیر |
ber
vefk-i:
(F.-A.)
uygun olarak, uyarınca, üzere. Her yekî
sûy-i mukâm-i hod reved Her yekî ber
vefk-i nâm-i hod reved Her biri kendi
makamına gider Her biri
adının gerektiği yere gider (Mesnevi) هر یکی
سوی مقام خود
رود هر
یکی بر وفق
نام خود رود |
بر
وفق ِ |
ber vefk-i dilhâh: (F.-A.)
gönlün istediği gibi. |
بر
وفق ِ دلخواه |
ber vefk-i murâd: (F.-A.) murat
üzere, istenildiği gibi, istediği gibi. |
بر
وفق ِ مراد |
ber vefk-i merâm: (F.-A.)
istediği gibi. |
بر وفق ِ
مرام |
berâber: [ber + â + ber] 1. yanında. Bîş ez divist hezâr firank berâber-i hod
dâşt Yanında
iki yüz bin franktan fazla para vardı. (Ber Sâhil-i
Mînâyî) بیش
از دویست
هزار فرانک برابر
خود داشت 2. katı, misli. Tenhâ
yek dâne-i an çend berâber-i bedehî-yi tûst Sadece bunun
bir tanesi senin borcunun birkaç katıdır.
(Fârsî-i Pencom-i Debistân) تنها
یک دانهء آن
چند برابر
بدهی توست 3. denk, muadil. 4. eşit.
5. müttefik. 6. ön. 7.karşı,
karşısı, karşısında. |
برابر |
berâyi: 1. için. Erzişî berâyi û nedârem Onun
için bir değerim yok. (Do Şeb) ارزشی
برای او
ندارم Ve ger çunanki
der an hazretet nebâşed bâr Berâyi dîde
biyâver gubârî ez der-i dûst Sevgilinin
huzuruna girme iznini alamazsan, bari gözlerim için
kapısından bir tutam toz getir. (Hâfız) وگر
چنانکه در آن
حضرتت نباشد
بار برای
دیده بیاور
غباری از در
دوست 2. -e, -a. Ez sefer-i
meymûnî berâyeş âverd Seyahatten
dönüşte ona bir maymun getirdi. (Kâb-i
Çînî) از
سفر میمونی
برایش آورد Nemîdânem velî el’ân ez kitâbî
berâyet mîhânem Bilmiyorum,
fakat şimdi sana bir kitaptan okuyayım. Bâbek bu sorusuna
cevap bulmak istiyordu. (Fârsî-i Pencom-i Debistân) نمی
دانم ولی
الآن از
کتابی برایت
می خوانم 3. yolunda. Bâbek
mîhâst berâyi in suâl hod cevâb peydâ
koned Ama onun iki
devletin anlaşması için yaptığı
çalışmalar sonuçsuz kaldı. (Hindû) بابک
می خواست
برای این
سؤال خود
جواب پیدا کند
|
برای |
bire’yil’ayn:
(A.) kendi gözleriyle görerek. |
برأی
العین |
berâyi evvelîn bâr: ilk olarak,
ilk defa, ilk kez. |
برای
اولین بار |
berâyi in ki: [berây + -i + in + ki] 1. çünkü,
zira. 2. -mesi için, -sin diye. Porsîd berâyi çi ez ancâ sefer kerdî?
Goft: Berâyi inki kârî peydâ konem Neden oradan
ayrıldın? diye sordu. Bir iş bulmak için dedi.
(Vilgerd) پرسید
: برای چه از
آنجا سفر
کردی؟ گفت :
برای اینکه
کاری پیدا کنم
An vakt berâyi inki ez des-i mâder-i
asabânîyeş firâr koned be sur’et ez
pillehâ pâîn reft O zaman
sinirli annesinden kaçmak için süratle merdivenden indi.
(Nesr-i Derî-i Efgânistân) آن
وقت برای
اینکه از دست
مادر
عصبانیش
فرار کند به
سرعت از پله
ها پائین رفت |
برای
اینکه |
berây-i âherîn bâr: (F.-A.) [berây-i +
âhir + în + bâr] son defa, son olarak, son kez. Berâyi âhirîn bâr nigâhî be tablo
efkend Son kez
tabloya bir göz attı. (Adâlet-i Âsumân) برای
آخرین بار نگاهی
به تابلو
افکند |
برای
آخرین بار |
berâyi anki: 1. çünkü,
zira. 2. -mek için, -den dolayı. |
برای
آنکه |
berâyi çi:
niçin, neden. Zeneş
porsîd: Çi mîkonî ve berâyi çi
hengâm-i hâb şemşîr mî bendî Karısı
N’apıyorsun? Neden yatarken kılıç
kuşanıyorsun? diye sordu. (Mollâ ve Hereş) زنش
پرسید چه می
کنی و برای چه
هنگام خواب
شمشیر می
بندی؟ |
برای چه |
berâyi rizâ-yi Hodâ: (F.-A.) Allah
rızası için. Pinhân zi
kâsidân be hodem hân ki mun’imân Hayr-i nihân
berâyi rizâ-yi hodâ konend Kıskançlar
yokken çağır beni yanına. Çünkü
zenginler Allah rızası için gizlice hayır yaparlar.
(Hâfız) پنهان ز
قاصدان به
خودم خوان که
منعمان خیر نهان
برای رضای
خدا کنند |
برای
رضای خدا |
berâyi kesî:
gözünde. Her
hareket-i û berâyi Menûçihr por ezma’nî,
por ez dilrubâî bûd Menûçehr’in
gözünde onun her hareketi anlamlı ve cazipti. (Se Katre
Hûn, s. 148) هر
حرکت او برای
منوچهر پر از
معنی ، پر از
دلربائی بود |
برای کسی |
berâyi maslahat: (F.-A.)
iş için. |
برای
مصلحت |
berâyi
ma’lûmât: (F.-A.) bilgi için, bilgi
olsun diye, bilgi vermek için. |
برای
معلومات |
berây-i nohostîn bâr: [berây + -i +
nohost + in + bâr] ilk kez, ilk defa. Berâyi nohostîn bâr der omrem
kûçekterîn
tersî der hod ihsâs nemî kerdem Ömrümde
ilk defa en küçük bir korku dahi hissetmiyordum.
(Âzeristân) برای
نخستین بار
در عمرم
کوچکترین ترسی
در خود احساس
نمی کردم Berâyi nohostîn bâr his kerd ki miyân-i û
ve heme-i kesânî ki dovr-i û bûdend girdâb-i
tersnâkî vucûd dâşte ki tâ kunûn
peyneborde est İlk kez
olarak onunla etrafında bulunan herkes arasında şimdiye kadar
fark etmediği korkunç bir girdap bulunduğunu hissetti.
(Girdâb) برای
نخستین بار
حس کرد که
میان او و
همهء کسانی
که دور او
بودند گرداب
ترسناکی
وجود داشته که
تا کنون پی
نبرده است |
برای
نخستین بار |
berâyi hemîşe: ebediyyen, sonsuza dek. Mîhâstem in çeşmhâî ki berâyi
hemîşe behem beste şode bûd rûy-i kâgez
bekeşem ve berâyi hodem nigehdârem Ebediyyen
kapanmış olan bu gözleri kâğıda dökmek ve
kendim için saklamak istiyordum. (Bûf-i Kûr) می
خواستم این
چشم هائی که
برای همیشه
به هم بسته
شده بود روی
کاغذ بکشم و
برای خودم
نگهدارم Hodâ hâfiz, berâyi hemîşe hâne-i
torâ terk mîkonem Hoşçakal;
senin evini ebediyyen terkediyorum. (Âzeristân) خدا
حافظ ، برای
همیشه خانهء
ترا ترک می
کنم |
برای
همیشه |
berter: [ber + ter] daha üstün. |
برتر |
berhord: [ber + horden > hord] 1. karşılaşma,
rastlama. Hâlâ dîger ez berhord bâ
âşnâyân nemî tersîd Şimdi
artık tanıdıklarla karşılaşmaktan korkmuyordu.
(Âzeristân) حالا
دیگر از
برخورد با
آشنایان نمی
ترسید 2. çarpışma.
|
برخورد |
berhord bâ: ilgili. |
برخورد
با |
berhî: [berh + î] 1. bir kısmı. 2. kimisi,
kimileri. 3. bazı, bazısı. 4. kurban,
fedâ. Bisyâr
nebâşed velî ez dest bedâden Ez cân
ramakî dârem ve an berhî-yi cânet Gönlümü
vermek çok bir şey sayılmaz. Azıcık canım
var; o da senin canına feda. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s.
195) بسیار
نباشد ولی از
دست بدادن از
جان رمقی
دارم و آن
برخی جانت |
برخی |
berem: [ber + em] 1. bana. 2. yanıma.
3. bence. |
برم |
birûn, burûn: dış, dışarı,
dışarısı, dışında, dışardaki. Ey şehân, koştîm mâ hasm-i burûn Mând hasmî zû beter der enderûn Ey
padişahlar! Biz dışardaki düşmanı
öldürdük. İçerde ondan daha kötü bir
düşman kaldı. (Mesnevi) ای
شهان ، کشتیم
ما خصم برون ماند
خصمی زو بتر
در اندرون Her dil ki
zi aşk-i tust hâlî Ez halka-i
vasl-i tu burûn bâd Senin
aşkından uzak olan gönül, sana kavuşanların
halkasından uzak kalsın. (Hâfız) هر دل
که ز عشق تست
خالی از
حلقهء وصل تو
برون باد |
برون |
bes: 1. yeter, yeterli, kâfi. 2. çok. Ne herkes ki çeşm u gûş u dehân dâred
âdemîst Bes dîv râ ki sûret-i ferzend-i âdem est Her
gözü, kulağı, ağzı olan adam olmaz. İnsan
kılığında çok şeytan vardır.
(Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 92) نه
هرکس که چشم و
گوش و دهان
دارد آدمی
است بس
دیو را که
صورت فرزند
آدم است Ankes ki zemîn u
çerh-i eflâk nihâd, Bes dâg ki û
ber dil-i gamnâk nihâd. Bisyâr leb
ço la’l u zulfeyn ço mişk Der tabl-i zemîn u
hokka-yi hâk nihâd! O
ki yer ile felekleri yarattı, Gamlı
gönlümü ne de çok dağladı. Nice
lâl dudaklıyı, mis zülüflüyü Yer
tahtasına, toprak hokkasına bıraktı. (Hayyâm) آنکس که
زمین و چرخ
افلاک نهاد بس
ذاغ که او بر
دل غمناک
نهاد بسیار لب
چو لعل و
زلفین چو مشک در
طبل زمین و
حقهء خاک
نهاد 3. çok kişi. |
|
bes ki: 1. o kadar...ki, 1. o kadar ...ki. |
بس
که |
bes: [bes
+ â] nice,
birçok, pek çok. Ne men
sebûkeş-i in deyr-i rindsûzem u bes Besâ serâ ki
derin kârhâne seng u sebûst Rintleri yakan bu
ibadethaneye su dolu testi taşıyan bir ben değilim. Nice
başlar bu atölyede taş ve testi olmadı ki!
(Hâfız) نه من
سبوکش این
دیر رندسوزم
و بس بسا
سرا که درین
کارخانه سنگ
و سبوست |
بسا |
besân-i: 1. gibi, benzeri. Meselen Erdeşîr besân-i Zigfirid me’mûr-i
koşten-i ejdehâ-yi mahûfî mîşeved Mesela
Erdeşir, Siegfried gibi, korkunçbir ejderhayı
öldürmekle görevlendirilir. (Firdovsî ve hemâse-i
millî) مثلا
اردشیر بسان
زیگفرید
مأمور کشتن
اژدهای
مخوفی میشود Besân-i
şebçerâg nîmeşeb/ Şu’lever bûd
ber âstân-i hakîkat Gece
yarısı uçan ateşböceği gibi hakikatın
eşiğinde parlardı. (Mesnevi) بسان
شب چراغ نیمه
شب شعله
ور بود بر
آستان حقیقت Aşket
resed be feryâd er hod besân-i Hâfız Kur’ân
zi ber behânî der çârdeh rivâyet Hâfız
gibi Kur’ân’ı on dört rivayet üzerinden
ezbere okusan dahi, imdadına ancak aşkın koşar.
(Hâfız) عشقت
رسد بفریاد
ار خود بسان
حافظ قرآن
ز بر بخوانی
در چارده
روایت 2. misli. |
بسان
ِ |
besânî: çok, bol. |
بسانی |
besteser: [beste + ser]
üstü kapalı. Meşveret
kerdî peyember beste ser Gofte
îşâneş cevâb u bîhaber Peygamber
üstü kapalı danışırdı Cevap
verenlerin konudan haberi olmazdı (Mesnevî) مشورت
کردی پیمبر
بسته سر گفته
ایشانش جواب
و بی خبر |
بسته سر |
besır: (F.-A.) [be +
sırr] aslında. Û be
sır Deccâl-i yek çeşm-i laîn Ey
Hodâ, feryâd res, ni’melmuîn! O
mel’un tek gözlü Deccal’di aslında Yardımcıların
en iyisi Tanrım, yetiş imdada! (Mesnevi) او به
سر دجال یک
چشم لعین ای
خدا فریاد رس
نعم المعین |
بسرّ |
besezâ: [be + sezâ] lâyık,
yaraşır. |
بسزا |
besî: [bes + î] 1. çok, birçok, pek. An kes est ehl-i
beşâret ki işâret dâned Nuktehâ hest
besî; mahrem-i esrâr kucâst? Müjdelenecek
kişi bir işaretten anlar. Ne çok gizli konular var amma,
sır tutacak adam nerede? (Hâfız) ان کس
است اهل
بشارت که
اشارت داند نکته
ها هست بسی،
محرم اسرار
کجاست؟ 2. yeterli. 3. uzun
süre. Mîhor ki be
zîr-i gil besî hâhî hoft. Bîmûnis u
bîrefîk u bîhemdem u coft. Zinhâr bekes
megû to in râz-i nihoft! Her lâle ki
pejmord, nehâhed beşkoft. İçmeye
bak. Çünkü toprak altında uyuyacaksın çok. Arkadaş
yok, eş yok, dost yok, hemdem yok. Söyleme
sakın bu gizli sırrı kimseye ! Solduktan
sonra açacak gül yok! (Hayyâm) میخور که
بزیر گل بسی
خواهی خفت بی
مونس و بی
رفیق و بی
همدم و جفت زنهار
بکس مگو تو
این راز نهفت هر
لاله که
پژمرد،
نخواهد
بشکفت |
بسی |
bisyâr: (Peh.) 1. çok, pek çok, bir çok. - Ankes ki zemîn u
çerh-i eflâk nihâd, Bes dâg ki û
ber dil-i gamnâk nihâd. Bisyâr leb
ço la’l u zulfeyn ço mişk Der tabl-i zemîn u
hokka-yi hâk nihâd! O
ki yer ile felekleri yarattı, Gamlı
gönlümü ne de çok dağladı. Nice
lâl dudaklıyı, mis zülüflüyü Yer
tahtasına, toprak hokkasına bıraktı. (Hayyâm) آنکس که
زمین و چرخ
افلاک نهاد بس
ذاغ که او بر
دل غمناک
نهاد بسیار لب
چو لعل و
زلفین چو مشک در
طبل زمین و
حقهء خاک
نهاد 2. bol. 3. bir çok kişi, niceleri. Âlem eger ez
behr-i to ârâyend, Megrây bedan ki
âkilân negrâyend. Bisyâr ço
to revend u bisyâr âyend. Borbây
nasîb-i hîş ket borbâyend. Senin
için donatsalar âlemi, İnanma
ona; inanmaz zira akıl sahibi. Gider
senin gibi çoğu, gelir bir nicesi; Almaya
bak nasibini; alacaklar zira seni. (Hayyâm) عالم اگر
از بهر تو
آرایند مگرای
بدان که
عاقلان
نگرایند بسیار چو
تو روند و
بسیار آیند بربای
نصیب خویش کت
بربایند |
بسیار |
bisyâr hûb: 1. peki, pekâlâ. Bisyâr hûb, hâlâ mumkin est biyâîd
yek gîlâs şerâb bâ mâ
benûşîd Pekâlâ,
şimdi gelip bizimle bir kadeh şarap içmeniz mümkün
mü? (Deryâ-yi Goöher) بسیار
خوب ، حالا
ممکن است
بیائید یک
گیلاس شراب
با ما
بنوشید؟ 2. çok güzel. 3.
ne âlâ |
بسیار
خوب |
bisyârî: [bisyâr +
î] 1.
çokluk.
2. birçok. 3. bir çok kişi, niceleri. Pîrî
dîdem be hâne-yi hemmârî. Goftem: Nekonî zi
reftegân ehbârî? Goftâ: Mîhor
ki hemço mâ bisyârî Reftend u kesî
bâz neyâmed bârî! Bir pîr
gördüm, yeri aşk meyhanesi. Dedim: Haber ver;
gidenlerin çıkmaz sesi. Dedi: Bak içmeye;
bizim gibi nicesi Gitti de gelmedi geri
bir tanesi. (Hayyâm) پیری
دیدم بخانهء
خماری گفتم
نکنی ز
رفتگان
اخباری؟ گفتا
میخور که
همچو ما
بسیاری رفتند
و کسی باز
نیامد باری |
بسیاری |
bitab’: (A.) tabiatıyla, haliyle. |
بطع |
ba’d: (A.) 1. sonra. Beşer bâdest-i hod bot mîsâzed ve ba’d
û râ mîperested İnsanoğlu
kendi eliyle put yapar, sonra ona tapar. (Do Şeb) بشر
با دست خود بت
می سازد و بعد
او را می
پرستد Ba’d merâ bord der otâk-i hodeş Sonra beni
kendi odasına götürdü. (Se Katre Hûn) بعد
مرا برد در
اطاق خودش 2. muahhar. |
بعد |
ba’de bu’din: (A.) neden
sonra. |
بعد
َ بعد |
ba’de ez: (A.-F.)
–den sonra. Çon omr
beser resed, çi Bağdâd çi Belh, Peymâne
ço por şeved, çi şîrîn u çi telh. Hoş
bâş ki ba’d ez men u to mâh besî, Ez selh be gorre
âyed, ez gorre be selh. Bağdat veya
Belh, ne değişir, ömür sona erince? Acı veya
tatlı, ne değişir, ömür kadehi dolunca? Bak mutlu olmaya.
Senden benden sonra ay Selh ile gurraya gelecek çok; hilal olacak
dolunay. (Hayyâm) چون عمر
بسر رسد چه
بغداد چه بلخ پیمانه
چو پر شود چه
شیرین و چه
تلخ خوش باش
که بعد از من و
تو ماه بسی از
سلخ به غره
آید از غره به
سلخ Ba’d ez çend rûz be şehr-i
nîşâbûr resîdîm Birkaç
gün sonra Nişabur şehrine vardık. (Seyâhatnâme-i
İbrahim Beyg) بعد
از چند روز
بشهر
نیشابور
رسیدیم |
بعد از |
ba’d ez an: (A..-F.) ondan sonra. |
بعد از آن |
ba’d ez anki: (A.-F.) [ba’d + ez + ân + ki]
-dıktan sonra. Ba’d
ez anki in hukm be nefâz peyvest Seyyid: fermûd ki hodây-i
teâlâ ve resûl-i û hemçonin hukm
kerde’end Bu
hüküm yerine getirildikten sonra Seyyid: (A.) şöyle
buyurdu: Yüce Tanrı ve Resûlü bu şekilde
hükmetmişlerdir. (Mucmel-i Fasîhî, I/78) بعد
از آنکه این
حکم بنفاذ
پیوست سید (ع)
فرمود که
خدای تعالی و
رسول او
همچنین حکم
کرده اند |
بعد
از آنکه |
ba’d ez in: (A.-F.) [ba’d + ez + in] bundan sonra, bundan böyle. Dûş ez mescid
sûy-i meyhâne âmed pîr-i mâ Çîst
yârân-i tarîkat ba’d ez in tedbîr-i mâ? Pîrimiz dün
gece mesçitten meyhaneye geldi. Ey
yoldaşlar, ey tarikat arkadaşları! Bundan sonra tedbirimiz ne
olacak? (Hâfız) دوش
از مسجد سوی
میخانه آمد
پیر ما چیست
یاران طریقت
بعد از این
تدبیر ما؟ |
بعد
از این |
ba’d ez in ki: (A.-F.)-dıktan sonra. Ba’d
ez inki çend dakîka dem-i hovz muattal şud, û
râ vârid-i otâk-i bozorgî kerdend Havuz
başında birkaç dakika bekledikten sonra onu büyük
bir odaya aldılar. (Se Katre Hûn, s. 68) بعد
از اینکه چند
دقیقه دم حوض
معطل شد ، او
را وارد اطاق
بزرگی کردند |
بعد
از اینکه |
ba’d ez çendî: (A.-F.) [ba’d +
ez + çend + î] bir süre sonra. |
بعد از
چندی |
ba’d ez çendîn sâl: (A.-F.) [ba’d +
ez + çend + în +
sâl] 1. bunca yıldan sonra. Ba’d ez çendîn sâl evez nehâhem şud Bunca
yıldan sonra değişmeyeceğim. (Hindû) بعد
از چندین سال
عوض نخواهم
شد |
بعد
از چندین سال |
ba’d ez zevâl: (A.-F.)
öğleden sonra. |
بعد
از زوال |
ba’d ez zohr: (A.-F.) öğleden sonra. Ba’d ez zohr-i yekî ez rûzhâ-yi zemistân-i
sâl-i 1313 bûd 1313
yılı kış günlerinden bir öğleden
sonrasıydı. (Şovher-i Âhû Hanum) بعد
از ظهر یکی از
روزهای
زمستان سال 1313
بود (شوهر آهو
خانم) |
بعد
از ظهر |
ba’d ez kemî: (A.-F.) [ba’d +
ez + kem + î] bir süre sonra, az sonra. |
بعد
از کمی |
ba’d ez lehzeî: (A.-F.) [ba’d + ez + lehze + î]
bir süre sonra, biraz sonra, az sonra. Û hem ba’d ez lahzeî piyâde şud ‘O da
bir süre sonra indi.’ (Sitârehâ-yi Şeb-i
Tîre) او
هم بعد از
لحظه ای
پیاده شد |
بعد
از لحظه ای |
ba’d ez muddetî: (A.-F.) [ba’d +
ez + moddet + î] bir süre sonra. |
بعد
از مدتی |
ba’d ez muddetî medîd: (A.-F.) [ba’d +
ez + moddet + î + medîd] uzun bir süre sonra. |
بعد
از مدتی مدید |
ba’d ez neved u bûkî: (A.-F.) [ba’d +
ez-neved + u + bûk + î] 1. neden sonra. 2. uzun bir
süre sonra. |
بعد
از نود و بوقی |
ba’d ez hergiz: (A.-F.) uzun
bir süre sonra. |
بعد
از هرگز |
ba’delyevm: (A.) bugünden
sonra. |
بعد
الیوم |
ba’de ummetin:
(A.) nice zamandan sonra, neden sonra. |
بعد
امه |
ba’de
harâbi’l-Basra: (A.) iş işten
geçtikten sonra. |
بعد خراب
البصره |
ba’dezâ: (A.) bundan sonra. |
بعد
ذا |
ba’dezâlik:
(A.) bundan sonra, bundan böyle, bütün bunların
ötesinde. |
بعد
ذلک |
ba’de zemânin: (A.) bir
süre sonra. |
بعد
زمان |
ba’demâ: (A.) bundan sonra,
bundan böyle, ondan sonra. |
بعد ما |
ba’demâ ki:
(A.-F.) [ba’de mâ + ki] –dıktan sonra, -mesinden
sonra. |
بعد
ما که |
ba’de vâhid: (A.) birer
birer. |
بعد
واحد |
ba’den: (A.) sonradan,
sonraları, ondan sonra. |
بعدا
ً |
ba’dehu:
(A.) ondan sonra, bundan sonra. |
بعده |
ba’dehâ: (A.-F.) [ba’de + hâ]
1. sonraları. 2. ilerde. |
بعدها |
ba’dhem: (A.-F.) [ba’d + hem] sonra da, daha sonra. Evvel tasmîm girift bereved Ebulfeth ba’d Hoceste ve
ba’d hem hodeş râ bekoşed Önce
gidip Ebulfeth’i, sonra Huceste’yi ve daha sonra kendisini
öldürmeye karar verdi. (Se Katre Hûn, s. 152) اول
تصمیم گرفت
برود
ابولفتح بعد
خجسته و بعد هم
خودش را بکشد |
بعدهم |
ba’dî: (A.-F.) [ba’d + î] sonraki, bir
sonraki. Nemâyendegân celseî teşkîl dâdend ve
derbâre-i nohostvezîr-i ba’dî-yi îrân be
tevâfuk resîdend Milletvekilleri
bir toplantı yapıp İran’ın sonraki
başbakanı hakkında uzlaşmaya vardılar. (Galat
nenevîsîm, s. 6) نمایندگان
جلسه ای
تشکیل دادند
و دربارهء نخست
وزیر بعدی
ایران به
توافق
رسیدند |
بعدی |
ba’zi: (A.) 1. kimi, kimisi, kimileri,
bazısı. 2. bazı. |
بعض |
ba’zî: (A.-F.) bir kısım,
bazı, bazısı, kimi., kimisi, kimileri. |
بعضی |
ba’zî ovkât: (A.-F.) bazen, zaman
zaman, kimi zaman, arasıra, bazı bazı. |
بعضی
اوقات |
ba’zî mevâki: (A.-F.)
[ba’zî + mevâki] bazen, zaman zaman. |
بعضی
مواقع |
bi-emdâ: (A.) kasten,
kasıtlı olarak, taammüden. |
بعمدا |
bi-unfi: (A.) zorla, cebren. |
بعنف |
ba’îdulihtimâl: (A.) uzak
olasılık. |
بعید
الاحتمال |
ba’îdulvukû’: (A.)
gerçekleşmesi zayıf bir olasılık. |
بعید
الوقوع |
bi’aynihi:
(A.) tıpkı, aynıyla. |
بعینه |
bi’aynihâ:
(A.) tıpkı. |
بعینها |
bagal: 1. kucak. 2. taraf. 3. koltuk. 4. koltuk
altı. 5. bitişik, yan. Enbâr-i
bagal-i musterâh râ be û dâde bûdend Tuvaletin
bitişiğindeki depoyu ona vermişlerdi. (Mudîr-i Medrese) انبار
بغل مستراح
را به او داده
بودند Be sâetî ki rûy-i mîz-i kûçek-i
bagal rahtihâb gozâşte şode nigâh mîkonem Yatağın
yanına konulmuş komodun üzerindeki saate bakıyorum.
(Zinde be Gûr) به
ساعتی که روی
میز کوچک بغل
رختخواب
گذاشته شده
نگاه می کنم |
بغل |
bagal dest: yan, bitişik. Pîrzenî ki bagaldest-i mazlûme nişeste bûd
hitâb be mazlûme goft Mazlûme’nin
yanında oturan yaşlı kadın ona hitaben dedi ki:
(Musîbet) پیرزنی
که بغل دست
مظلومه
نشسته بود
خطاب به مظلومه
گفت |
بغلدست |
bagalî: [bagal + î] bitişik,
bitişikteki, yan, yandaki. |
بغلی |
bigayri:
(A.) -meksizin. |
بغیر |
bigayrilhakki:
(A.) haksız olarak, haksız yere. |
بغیر
الحقّ |
bigayri hisâb:
(A.) hesapsızca. |
بغیر
حساب |
bigayri hakkin:
(A.) haksız yere. |
بغیر
حق |
bigayri ilm:
(A.) bilgisizce. |
بغیر
علم |
befehmî nefehmî: [fehmîden >
fehm > befehmî + nefehmî] azıcık, birazcık,
belli olmayacak kadar. |
بفهمی
نفهمی |
bikaderin:
(A.) belli bir ölçüde. |
بقدر |
bikadri:
(A.) kadar. |
بقدر |
bikadrilimkân:
(A.) mümkün olduğu kadar, imkânlar
ölçüsünde. |
بقدر
الامکان |
bakiyye: (A.) 1. kalan, geriye kalan, bakiye. 2.
devamı. 3. kalıntı. |
بقیه |
bukreten: (A.) sabahleyin. |
بکرۃ |
bukreten ve asîlen:
(A.) sabah akşam. |
بکرۃ و
اصیلا ً |
bukreten ve aşiyyen:
(A.) sabah akşam. |
بکرۃ و
عشیا ً |
bel: (A.) 1. belki, hatta. 2. bilakis,
aksine. 3.
daha
doğrusu. 4. hayır. 5. yok. 6. zaten. |
بل |
bilâ: (A.) -siz, -sizin. |
بلا |
bilâ istisnâ:
(A.) istisnasız olarak. |
بلا
استثنا |
bilâ intizâr:
(A.) beklenmedik. |
بلا
انتظار |
bilâ’inkıtâ’:(A.)
kesintisiz. |
بلا
انقطاع |
bilâte’hîr:
(A.) gecikme olmaksızın, tehirsiz. |
بلا
تأخیر |
bilâte’emmul:
(A.) beklemeden. |
بلا
تأمل |
bilâterdîd:
(A.) kuşkuya kapılmadan |
بلا
تردید |
bilâtevekkuf:
(A.) beklemeden. |
بلا
توقف |
bilâcihet:
(A.) sebepsizce. |
بلا
جهت |
bilâsebeb:
(A.) sebepsiz. |
بلا
سبب |
bilâşart:
(A.) koşulsuz, şartsız. |
بلا
شرط |
bilâşek: (A.)
kuşkusuz, şüphesiz. |
بلا
شک |
bilâtâil:
(A.) boşuna, yararsız. |
بلا
طائل |
bilâ’ivez:
(A.) bedelsiz. |
بلا
عوض |
bilâ fâsile: (A.) 1. sürekli,
aralıksız. 2. derhal, hemen. |
بلا
فاصله |
bilâfâyide:
(A.) yararsız. |
بلا
فایده |
bilâfasl:
(A.) aralıksız. |
بلا
فصل |
bilâkayd:
(A.) kayıtsız şartsız. |
بلا
قید |
bilâmukaddeme:
(A.) giriş yapmadan, derhal, patadak. |
بلا
مقدمه |
bilâvâsite:
(A.) doğrudan doğruya, dolaysız olarak, aracısız. |
بلا
واسطه |
bilâ vesîle: (A.) sebepsiz
yere. |
بلا
وسیله |
bilâşubhe:
(A.) kuşkusuz, şüphesiz. |
بلای
شبهه |
belki: (A.-F.) belki, şayet. Ezin vâkıe ham be ebrû-yi Dâş Âkul
neyâmed, belki ber aks bâ nihâyet-i horsendî
meşgûl tehiyye-i cihâz şud Daş
Âkul bu olay karşısında surat yapmadı. Belki aksine
büyük bir hoşnutluk içinde çeyiz düzmekle
meşgul oldu. (Se Katre Hûn, s. 78) ازین
واقعه خم به
ابروی داش
آکل نیامد ،
بلکه بر عکس
با نهایت
خرسندی
مشغول تهیهء
جهاز شد 2. hatta. |
بلکه |
belkî: (A.-F.) 1. belki. 2. hatta. |
بلکی |
bele: (A.-F.) evet. |
بله |
belâ: (A.) evet. Ger
nemîâyed belâ zîşan velî Âmedenşan
ez adem bâşed belî Onlardan
evet sesi gelmese de Yokluktan
gelmeleri evet demektir. (Mesnevi) گر
نمی آید بلی
زیشان ولی آمدنشان
از عدم باشد
بلی |
بلی |
belî: (A.-F.) 1. evet, elbette evet. Mekâm-i
îyş muyesser nemîşeved bîrenc Belî be hukm-i
belâ beste’end ahd-i elest Yaşam
denilen makam çalışıp çabalamadan elde edilemez.
Evet, evet, elest (Ben sizin Tanrınız değil miyim?) ahdi
belâ (evet) sözü uyarınca verilmiştir.
(Hâfız) مقام
عیش میسر نمی
شود بی رنج بلی
بحکم بلی
بسته اند عهد
الست 2. evet, işte
böyle. |
بلی |
bimisli:
(A.) misliyle. |
بمثل |
bon: (Peh.) 1. kök. 2. temel. 3.
son. 4. dip. |
بن |
benâber: (A.-F.) [binâ + ber] -e göre. Benâ ber hisâbî ki kerdem bîş ez noh
sâet hote bûdem Yaptığım
hesaba göre dokuz saatten fazla uyumuştum. (sefernâme-i
Galiver) بنا
بر حسابی که
کردم بیش از
نه ساعت خفته
بودم |
بنا
بر |
benâberan: (A.-F.) [binâ +
ber + ân] 1. bununla birlikte. 2. bu münasebetle. |
بنا
بر آن |
benâberançi:
(A.-F.) [binâ + ber + an + çi] –diğine göre. Zîrâ ki dakîkî benâber ançi der
yekî ez çihârpârehâ-yi hod gofte ve
câmî an râ zabt kerde est zertuştîmezheb
bûde est Çünkü Dakîkî kendi dörtlüklerinden
birinde dediğine göre ve Câmî’nin de bunu
kaydettiği gibi, zerdüştîdir.
(Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 19) زیرا
که دقیقی
بنابر آنچه
در یکی از
چهارپاره های
خود گفته و
جامی آن را
ضبط کرده است
زرتشتی مذهب
بوده است |
بنا
بر آنچه |
benâberin: (A.-F.) [binâ +
ber + in] 1. bununla birlikte. 2. bu münasebetle, bu
yüzden. 3. demekki. |
بنا برین |
benâbe: (A.-F.) [binâ + be] -e göre. Binâ be efsâneî rûzî esb-i mahbûb
şâh morde bûd Bir efsaneye
göre, bir gün Mahbub Şahın atı
ölmüştü. (Firdovsî ve Hemâse-i Millî) بنا
به افسانه ای
روزی اسب
محبوب شاه
مرده بود |
بنا
به |
binâ be akîde-i: -e
göre. Benâ be akîde-i kılement-i iskenderânî
vahy-i ilâhî nov’î istimrâr u tedâvum u
tekâmul dâred İskenderiyeli Klemens’e göre ilahî vahyin bir
tür süreklilik, devam ediş ve tekamülü vardır.
(Hikmet ve Huner-i Ma’nevî, s. 9) بنا
به عقیدهء
کلمنت
اسکندرانی ،
وحی الهی نوعی
استمرار و
تداوم و
تکامل دارد |
بنا
به عقیده |
binâen
alâhâzâ: (A.) buna dayanarak, buna göre. |
بناء علی
هذا |
be:
1. ismin -e hali. 2. ile. Herki
biyuftâd be tîret, nehâst Van ki der
âmed be kemendet, necest Attığın
okla düşen, bir daha kalkamadı. Kemendine takılan ise,
kurtulamadı. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 114) هرکه
بیفتاد به
تیرت ، نخاست وان
که در آمد به
کمندت ، نجست 3. - de, -da. Be
deryâ der menâfi’ bîşumâr set Denizdeki
yararlar sonsuzdur.(Gulistân) به
دریا در
منافع بی
شمار است |
به |
beh: ne güzel!, ne iyi! |
به |
bih: iyi. Kâbûsnâme
yekî ez bihterîn-i âsâr-i nesr-i kadîm-i
fârsîist Kâbûsnâme
eski Farsça nesrin en iyi örneklerinden biridir. (Hezâr
Sâl-i Nesr-i Pârsî) قابوس
نامه یکی از
بهترین آثار
نثر قدیم فارسی
است Biyâ
biyâ ki ne tu bih ez men kesî peydâ mîkonî ve
ne men bih ez tu Gel, gel; ne
sen benden iyisini bulursun, ne de ben senden. (Şovher-i Âhû Hanum,
s. 41) بیا
بیا که نه تو
به از من کسی
پیدا میکنی و
نه من به از تو Turâ
an bih ki rûy-i hod zi muştâkân
bepûşânî Ki
şâdiyy-i cihângîrî gam-i leşker
nemîerzed Seni
arzulayanlardan yüzünü gizlemen daha iyi.
Çünkü fâtihlik sevinci için bir ordunun
kahrını çekmeye değmez. (Hâfız) ترا
آن به که روی
خود ز
مشتاقان
بپوشانی که
شادیء
جهانگیری غم
لشکر نمی
ارزد |
به |
be ittifâk-i: (F.-A.) [be +
ittifâk+ -i] birlikte. Husnet be
ittifâk-i melâhat cihân girift/ Ârî be
ittifâk cihân mîtevân girift Alımlılığınla
birleşince güzelliğinin ünü dünyaya
yayıldı. Birlik olunca bütün dünya alınmaz
mı? (Hâfız) حسنت
باتفاق
ملاحت جهان
گرفت آری
به اتفاق
جهان می توان
گرفت |
به
اتفاق ِ |
be ihtimâl-i akreb: (F.-A.)
büyük olasılıkla. |
به
احتمال ِ
اقرب |
be ihtimâl-i karîb be
yakîn:
(F.-A.) büyük bir olasılıkla. |
به
احتمال ِ
قریب به یقین |
be ihtimâl-i kavî: (F.-A.)
büyük bir olasılıkla. İn
surûdhâ-yi avestâyî be ihtimâl-i kavî
bâ mûsikî hemrâh bûde est Bu Avesta şiirleri
büyük bir ihtimalle musikî ile birlikte okunmuştur.
(Firdevsî ve Hamâse-i Millî) این
سرودهای
اوستایی
باحتمال قوی
با موسیقی همراه
بوده است |
به
احتمال ِ قوی |
be ihtimâl-i makrûn be
hakîkat:
(F.-A.) büyük bir olasılıkla. |
به
احتمال ِ
مقرون به
حقیقت |
be ihtimâl-i nezdîk be
yakîn:
(F.-A.) büyük bir olasılıkla. |
به
احتمال ِ
نزدیک به
یقین |
be ihtisâr: (F.-A.)
kısaca, özetle; özetleyerek. |
به
اختصار |
bih ez: -den iyi, daha
iyi. Fakîh-i medrese
dey mest bûd u fetvî dâd Ki mey harâm
velî bih zi mâl-i evkâf est Dün
medresenin fıkıhçısı sarhoşken fetva verdi:
Şarap haram olsa da, vakıf malından iyidir. (Hâfız) فقیه
مدرسه دی مست
بود و فتوی
داد که
می حرام ولی
به ز مال
اوقاف است Çunin ki ez heme
sû dâm-i râh mîbînem Bih ez himâyet-i
zulfeş merâ penâhî nîst Yolumun
üstünde her yandan gelebilecek tuzaklar görüyorum. Bu
durumda onun saçlarının himayesine girmekten başka
sığınma çarem yok. (Hâfız) چنین
که از همه سو
دام راه می
بینم به
از حمایت
زلفش مرا
پناهی نیست Ger âmedenem bemen
budî, nâmedemî. Ver nîz şoden
bemen budî, key şodemî? Bih zan nebudî ki
enderin deyr-i herâb, Ne âmedemî,
ne şodemî, ne budemî. Gelmezdim
dünyaya, elimde olsaydı. Gider
miydim dünyadan, elimde olsaydı? Ne
gelirdim, ne giderdim, ne kalırdım. Şu
harabe dünyada; daha iyisi olmazdı. (Hayyâm) گر آمدنم
بمن بدی،
نامدمی ور
نیز شدن بمن
بدی، کی
شدمی؟ به زان
نبدی که
اندرین دیر
خراب نه
آمدمی نه
شدمی نه بدمی |
به
از |
be izâ-yi: (F.-A.)
karşılığında. |
به
ازای |
be
istisnâ-yi:
(F.-A.) dışında,
istisna olarak, -den başka. Misl-i inki in peserem
ez heme âkilter hâhed şud, elbette be istisnâ-yi
peser-i konsûlem Galiba bu oğlum
hepsinden akıllı olacak, tabiî konsolos olan oğlum
dışında. (Âzeristân) مثل
اینکه این
پسرم از همه
عاقل تر
خواهد شد ، البته
باستثنای
پسر کنسولم |
به
استثنای |
be ism-i: (F.-A.) sıfatıyla,
olarak, diye. Hâher
ifrite’eş der lehzeî ki men ez bîmârî yu
za’f der bister-i merg oftâde bûdem, gerd-i
sefîdî râ be ism-i dârû-yi musekkin der
âb hal kerd u be hordem dâd Şeytan
kızkardeşi, ben hastalık ve zayıflıktan
ölüm döşeğine düşmüşken,
müsekkin diye beyaz bir tozu suda eritip içirtti bana. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 24) خواهر
افرته اش در
لحظه ای که من
از بیماری و ضعف
در بستر مرگ
افتاده بودم
، گرد سفیدی
را باسم
داروی مسکن
در آب حل کرد و
بخوردم داد |
به اسم ِ |
be ıstılâh: (F.-A.) deyim
yerindeyse, tabiri cayizse. Û evvelîn
kesî bûd ki ez men perhîz nekerd ve merâ be
istilâh saykal u cilâ dâd O benden sakınmayan
ve tabiri caizse beni cilâlayıp parlatan ilk kişiydi. (Rodin) او
اولین کسی
بود که از من
پرهیز نکرد و
مرا باصطلاح
صیقل و جلا داد |
به
اصطلاح |
be izâfe-i: (F.-A.) ek
olarak, ilaveten. |
به
اضافهء |
be akselgâye: (F.-A.) son
derece, azamî. |
به
اقصی الغایه |
be akvâ ihtimâl: (F.-A.)
büyük ihtimalle. |
به
اقوی احتمال |
be omîd-i inki: (F.-A.) [be + omîd + -i + in + ki]
ümidiyle, umuduyla. Be omîd-i inki tesâdufen bâ mihrî râst
biyâyed, der etrâf-i hâne-i anhâ perse mîzed Tesadüfen
Mihri ile karşılaşır umuduyla onların evinin
etrafında dolaşıyordu. (Âzeristân) بامید
اینکه
تصادفا ً با
مهری راست
بیاید ، در
اطراف خانهء
آنها پرسه می
زد |
به
امید ِ اینکه |
be
endâze:ölçüsüyle,
ölçüyü kaçırmadan. Sûfî er
bâde be endâze hored, nûşeş bâd Verne
endîşe-i in kâr ferâmûşeş bâd Sûfî
bâdeyi ölçüsünde içerse, afiyet olsun,
içsin. Ölçüyü kaçıracaksa, bu
fikirden vazgeçsin. (Hâfız) صوفی
ار باده به
اندازه خورد
، نوشش باد ورنه
اندیشهء این
کار فراموشش
باد |
به
اندازه |
be
endâzeî ki: -cek kadar, -dığı ölçüde. Hettâ
be endâzeî ki betevâned çend kademî hem
berdâred nîrû nedâşt Hatta birkaç
adım atacak kadar bile gücü yoktu. (Nesr-i Derî-i
Efgânistân) حتی
به اندازه ای
که بتواند
چند قدمی هم
بردارد نیرو
نداشت |
به
اندازه ای که |
be
endâze-i:
-diği
kadar, -diği ölçüde, kadar, -lik. Goftem intovr
nîst. Men mîdânem ki torâ eger bîşter ez
û dûst nedâşte bâşed, be endâze-i
û mîhâhed Böyle değil.
Seni ondan çok sevmese bile, onun kadar istediğini biliyorum
dedim. (Şîrîn Kelâ) گفتم
اینطور نیست
من میدانم که
ترا اگر
بیشتر از او
دوست نداشته
باشد ،
باندازهء او
میخواهد Be
endâze-i çehâr nefer gezâ mîhorem Dört kişinin
yiyeceği kadar yemek yiyorum. (Maraz-i Kand) به
اندازهء
چهار نفر غذا
میخورم |
به
اندازهء |
be endâze-i kâfî: (F.-A.) yeterince, yeteri kadar. Û kabl ez inki in
tasmîm râ begîred be endâze-i kâfî
girîste bûd O, bu kararı
vermeden önce yeteri kadar ağlamıştı.
(Âzeristân) او
قبل از اینکه
این تصمیم را
بگیرد به
اندازهء
کافی گریسته
بود Vera
bâ hemyâzeî goft: Be endâze-i kâfî pul
nedârem Vera esneyerek Yeteri
kadar param yok dedi. (Nohostîn Mozd-i Men) ورا
با خمیازه ای
گفت به
اندازهء
کافی پول ندارم |
به
اندازهء
کافی |
be ender: ,-de, -da Be hîç sûretî ender nebâşed an heme
ma’nî Be hîç sûretî ender nebâşed an heme
âyet Hiçbir yüzde bunca mânâ, hiçbir
sûrede bunca âyet yoktur. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s.
204) بهیچ
صورتی اندر
نباشد آن همه
معنی بهیچ
سورتی اندر
نباشد آن همه
آیت |
به
اندر |
be enderûn: -de, -da. Yekî bang ber zed
behâb enderûn Ki lerzân şud
an hâne-i sad sutûn Uyurken öyle bir
bağırdı ki o yüz sütunlu saray zangır
zangır titredi. (Şâhnâme, I/37, beyit 54) یکی
بانگ بر زد
بخواب
اندرون که
لرزان شد آن
خانهء صد
ستون |
به
اندرون |
be
in tertîb:
(F.-A.) 1.
böylece,
bu şekilde, şöyle, şu şekilde, bu minval üzere. Do sâl u nîm bein tertîb gozeşt İki
buçuk yıl bu minval üzere geçti. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 59) دو
سال و نیم
باین ترتیب
گذشت Seyyid
Mîrân gofte’eş râ be in tertîb idâme
dâd Seyyid
Mîran sözlerine şöyle devam etti. (Şovher-i
Âhû Hanum) سید
میران گفته
اش را به این
ترتیب ادامه
داد 2. bu durumda. Pes be in
tertîb hiyâl-i reften be îrân râ
nedârî Peki bu
durumda İran’a gitmeyi düşünmüyor musun?
(Lûlîyî Mâcerâ Mîkerd) پس به
این ترتیب
خیال رفتن به ایران
را نداری؟ |
به
این ترتیب |
be in zûdî: yakında,
pek yakında. |
به
این زودی |
bein sebeb: (F.-A.) bu
sebeple, bu nedenle. |
به
این سبب |
be in şart ki: (F.-A.)
şu şartla ki. |
به
این شرط که |
be in sûret ki: (F.-A.)
şöyle ki. |
به
این صورت |
be in sûret ki: (F.-A.) şöyle
ki. |
به
این صورت که |
be in gûne: böyle,
bu denli,bunun gibi, böylece, böylelikle. Be in gûne ez sîstân nosheî şâmil-i
bahşî ez seyrulmulûk-i ibn-i mukaffa’ be dest
âverd Böylece Sistan’dan İbn-i Mukaffa’nın
Seyrülmulûk’undan birbölümü içeren bir
nüsha ile geçirdi. (Dîbâce-i
Şâhnâme, s. 21) باین
گونه از
سیستان نسخه
ای شامل بخشی
از سیر
الملوک ابن
مقفع به دست
آورد |
به
این گونه |
be in vesîle: (F.-A.) bu vesile ile, bu nedenle. Âyâ nemîhâst be in vesîle ez dest-i û
begurîzed? Bu vesile
ile onun elinden kaçmak istemiyor muydu acaba? (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 84) آیا
نمی خواست
باین وسیله
از دست او
بگریزد؟ |
به
این وسیله |
be in ki: -ğine, -e göre,
-mesine, mesiyle. Ahâyi Refîk, der cây-i hod beist u be inki
mîbînî muteveccih bâş Hey
arkadaş! Yerinde kal ve gördüğüne dikkat et.
(Deryâ-yi Govher) آهای
رفیق! در جای
خود بایست و
باینکه می
بینی متوجه
باش Dest râ
bekûşiş-i inki endîşe-i
nâhoşâyendî râ ez hod berâned be
pîşânî mâlîd Nahoş bir
düşünceyi başından uzaklaştırma
çabasıyla elini alnına sürdü. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 35) دست
را بکوشش
اینکه
اندیشهء
ناخوش آیندی
را از خود
براند به
پیشانی
مالید |
به
اینکه |
be besî: [be + bes + î]
birçok. |
به
بسی |
be behâne-i inki:
bahanesiyle. Be behâne-i inki cây-i dîgerî da’vet
dârem ez ancâ hâric şudem Başka
bir yere davetli olduğum bahanesiyle oradan ayrıldım. (Maraz-i
Kand) به
بهانهء
اینکه جای
دیگری دعوت
دارم از آنجا خارج
شدم |
به
بهانهء
اینکه |
be bîhûde: boş
yere, boşu boşuna. Mahmûd
çendî râ be bîhûde der tekâpû-yi
çonin kesî gozerând Mahmut bir
süre boşu boşuna böyle birini aradı durdu.
(Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 22) محمود
چندی را به
بیهوده در
تکاپوی چنین
کسی گذراند |
به
بیهوده |
be
tâzegî:
yeni,
yeniden. Yek
rûz mollâ gûsâle-i hîş râ ki be
tâzegî mutevellid şode bûd berdâşt u be
sahrâ bord tâ beçerâned Bir gün
Hoca yeni doğan buzağısını alıp otlatmak
üzere kıra götürdü. (Molla ve Hereş, s. 3) یک
روز ملا
گوسالهء
خویش را که به
تازگی متولد
شده بود
برداشت و
بصحرا برد تا
بچراند |
به
تازگی |
be tertîb: (F.-A.) yerli
yerince. |
به
ترتیب |
be tertîb-i: (F.-A.)
olarak, şeklinde. |
به
ترتیب ِ |
be tacîl: (F.-A.) [be +
tacîl] aceleyle, alelacele. Beta’cîl
der-i çemedân râ bestem Aceleyle
valizi kapattım. (Bûf-i Kûr) بتعجیل
در چمدان را
بستم |
به
تعجیل |
be tefârîk: (A.) ayrı
ayrı. |
به
تفاریق |
be tafsîl: (F.-A.) uzun
uzadıya, ayrıntılı olarak. |
به
تفصیل |
be takrîb: (F.-A.)
yaklaşık olarak. |
به
تقریب |
be temâm-i ma’nî: (F.-A.) tam, dört
dörtlük, tam manasıyla. Codâ
ustâd nûrî ustâd-i betemâm-i ma’nî
bûd Gerçekten
Nuri Usta tam bir ustaydı. (Nâbiga-i Hûş) جدا
استاد نوری
استاد بتمام
معنی بود |
به
تمام ِ معنی |
be tenâsub: (F.-A.)
nispetle, oranla. |
به
تناسب |
be tondî:
hızlı hızlı, süratle. Veli Jan ki
be tondî ezpellehâ bâlâ mîreft
cevâbî nedâd Fakat
hızlı hızlı basamakları çıkan Jan bir
cevap vermedi. (Deryâ-yi Govher) ولی
ژان که به
تندی از پله
ها بالا
میرفت جوابی
نداد |
به
تندی |
be tenhâyî: tek
başına. |
به
تنهایی |
be tevessut-i: (F.-A.)
eliyle, aracılığıyla, tarafından. Der
mektûb-i şomâ ez kirmân be tevessut-i şeyh
ehevî ez islâmbul in hefte resîd Kirman’dan
gönderdiğiniz iki mektup İstanbul’dan Şeyh
Ehevî aracılığıyla bu hafta geldi. (Berresî) در
مکتوب شما از
کرمان به
توسط شیخ
اخوی از اسلامبول
این هفته
رسید |
به
توسط ِ |
becâ: [be + câ] 1. yerinde. Men
eger be cây-i û bûdem yek şeb tûy-i
şâm-i heme zehr mîrîhtem Onun
yerinde olsam, bir gece herkesin akşam yemeğine zehir koyardım.
(Se Katre Hûn) من
اگر بجای او
بودم یک شب
توی شام همه
زهر می ریختم 2. hayatta. Vakt-i seher est;
hîz ey mâye-yi nâz; Nermek nermek bâde
hor u çeng nevâz. Kanhâ ki
becâyend, nepâyend kesî. Vanhâ ki
şodend, kes nemî âyed bâz. Seher
vakti; kalk ey naz kaynağı. Yavaş
yavaş iç badeyi, çal çengi. Hayatta
olanlar, kalmayacak çok. Gidenler
ise gelmeyecek geri. (Hayyâm) وقت سحر
است خیز ای
مایهء ناز نرمک
نرمک باده
خور و چنگ
نواز کانها که
بجایند،
نپایند کسی وانها
که شدند کس
نمی آید باز |
به
جا |
becây-i: 1. yerine, yerinde,
hakkında, -cek yerde.. Merâ
vekâr u cefâ-yi tu pîş yeksân est Ki
herçi dûst pesended be cây-i dûst Benim
nazarımda senin vefan da bir, cefan da. Çünkü dost,
dostu için ne beğenirse, iyidir. (Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 128) مرا
وقار و جفای
تو پیش یکسان
است که
هرچه دوست
پسندد به جای
دوست Men eger be
cây-i û bûdem, yek şeb tûy-i şâm-i
heme zehr mîrîhtem Onun yerinde
olsam, bir gece herkesin akşam yemeğine zehir koyardım. (Se
Katre Hûn) من
اگر به جای او
بودم ، یک شب
توی شام همه
زهر می ریختم 2. olarak. Her
kitâbî râ bâlâ nigehdâşt u
tekân dâd, be umîd-i inki ez kibrîthâyî
ki becây-i nişâne lâ-yi safhehâ
mîgozâred, yekî pâyîn ofted Sayfaların
arasına işaret olarak koyduğu kibritlerden biri
düşer ümidiyle her kitabı kaldırıp
salladı. (Kûtî-i Kibrît) هر
کتابی را
بالا
نگهداشت و
تکان داد ، به
امید اینکه
از کبریت
هایی که به
جای نشانه
لای صفحه ها
می گذارد ،
یکی پایین
افتد İn taht
râ be cây-i taht-i cerrâhî ihtiyâr kerde
bûd Bu
yatağı ameliyat masası olarak seçmişti.
(Fârsî-i Pencom-i Debistân) این
تخت را به جای
تخت جراحی
اختیار کرده
بود |
به
جای |
be cây-i anki: yerine, -cek yerde. Emmâ becây-i anki râh-i râst der pîş
gîred, besûy-i cengelî ki ez dûr dîde
mîşud gurîht Ama
doğru yolu tutacağı yerde uzaktan görülen ormana
doğru kaçtı. (Vilgerd) اما
بجای آنکه راه
راست در پیش
گیرد ، بسوی
جنگلی که از
دور دیده می
شد گریخت Men becây-i anki zen-i tu bâşem, refîka-yi tu
hestem Senin
karın olacak yerde arkadaşınım. (Do Zen) من
بجای آنکه زن
تو باشم ،
رفیقهء تو
هستم |
به
جای آنکه |
be câyi in ki: yerine, -cek yerde. Vaktî insân binâ-yi tâc mahal râ
becây-i inki der îrân bebîned, der
hindûstân mîbîned, duçâr-i
şigiftî yu hayret mîşeved İnsan
Tac Mahal’i İran’da görecek yerde Hindistan’da
görünce hayrete düşüyor. (Gulbang) وقتی
انسان بنای
تاج محل را
بجای اینکه
در ایران
ببیند ، در
هندوستان می
بیند ، دچار
شگفتی و حیرت
می شود |
به
جای اینکه |
becây-i hod: [be + cây +
-i + hod] 1. (ask.)
yerinize! 2. kendi çapında, başlı
başına. 3. şöyle dursun, bu yana. Vaktî
şumâ râ dîdem hoşvakt
şodem,pîyâderovî yu hestegî be cây-i hod,
velî ez tenhâyî bîşter hovsele’em ser
refte bûd Sizi
görünce memnun oldum. Yürümek ve yorgunluk bir yana, ama
daha çok yalnızlıktan
sıkılmıştım.
(Kıssehâ-yi Hûb, s. 46) وقتی
شما را دیدم
خوشوقت شدم ،
پیاده روی و
خستگی به جای
خود ، ولی از
تنهایی
بیشتر حوصله
ام سر رفته
بود |
به
جای خود |
becoz: (F.-A.) [be + coz] -den başka, dışında,
hariç. Eknûn ki zi
hoşdilî becoz nâm nemând, Yek hemdem-i pohte coz
mey-i hâm nemând. Dest-i tarab ez
sâgar-i mey bâz megîr, İmrûz ki der
dest becoz câm nemând! Mutluluktan yana
şimdi namdan başkası kalmadı. Olgun bir dost olarak
ham meyden başkası kalmadı. Çekme neşe
elini mey kadehinden. Bugün elde kadehten
başkası kalmadı. (Hayyâm) اکنون که
ز خوشدلی بجز
نام نماند یک
همدم پخته جز
می خام نماند دست طرب
از ساغر می
باز مگیر امروز
که در دست بجز
جام نماند Becuz ebrû-yi tu
mihrâb-i dil-i Hâfız nîst Tâ’at-i
gayr-i tu der mezheb-i mâ netvân kerd Hâfız’ın
gönlündeki mihrap, senin kaşlarından başka bir
şey değil. Bizim meşrebimizde senden başkasına
ibadet edilemez. (Hâfız) بجز
ابروی تو
محراب دل حافظ
نیست طاعت
غیر تو
درمذهب ما
نتوان کرد |
به
جز |
be coz ez: (F.-A.) -den başka, dışında, hariç. Adû çun
tîg keşed, men siper biyendâzem Ki tîg-i mâ
becuz ez nâleî yu âhî nîst Düşman
kılıç çekerse, biz kalkan atarız.
İniltiden, âhtan başka kılıcımız yok.
(Hâfız) عدو
چون تیغ کشد
من سپر
بیاندازم که
تیغ ما بجز از
ناله ای و آهی
نیست |
به جز از |
be coz ez anki: -den
başka, dışında. |
به
جز از آنکه |
becomlegî: (F.-A.) [be + comle + g + î] bütün. Esrâr becumlegî benezd-i herkesî Angâh şeved iyân ki sandûk şikest Bütün
sırlar ancak sandık kırıldığı zaman
açığa çıkar. (Evhad) اسرار
بجملگی بنزد
هرکسی آنگاه
شود عیان که
صندوق شکست |
به
جملگی |
be cenb-i: (F.-A.)
yanında. Pes
yûsuf râ be zindan bordend ki becenb-i serây-i
zuleyhâ bûd Bunun
üzerine Yusuf’u Züleyha’nın sarayının yanındaki
zindana götürdüler. (Derd-i Aşk-i Zuleyhâ) پس
یوسف را به
زندان بردند
که بجنب سرای
زلیخا بود |
به
جنب ِ |
be cihet-i: (F.-A.)
nedeniyle, için. |
به
جهت ِ |
be çi âyîn: nasıl?,
ne şekilde? Kadehî
derkeş u serhoş be temâşâ behurâm Tâ
bebînî ki nigâret be çi âyîn âmed Çek bir kadeh, çakır
keyif ol, onu seyre çık. Gör bakalım, sevgilin
nasıl bir geliş geliyor. (Hâfız) قدحی
درکش و سرخوش
به تماشا
بخرام تا
ببینی که
نگارت بچه
آین آمد |
به
چه آیین |
be
çi derece:
(F.-A.) ne derece, ne derecede, ne kadar, ne denli, ne
ölçüde. Şâyed
û hîçFernando beçi derece der renc u ezâb est Belki de o,
Fernando’nun ne derece gazap ve acı içinde olduğunu
bilmiyordu. (Don Karlos) شاید
او هیچ نمی
دانسته است
که فرناندو
بچه درجه در
رنج و عذاب
است |
به چه
درجه |
be çi delîl: (F.-A.) niçin, neden,
hangi delille. |
به
چه دلیل |
be çi sebeb: (F.-A.) hangi
sebeple, ne sebeple. |
به
چه سبب |
be çi illet: (F.-A.) hangi nedenle. |
به
چه علت |
be çi munâsebet: (F.-A.) neden,
ne münasebetle. |
به چه
مناسبت |
be hadd-i kâfî: (F.-A.)
yeterince, kâfi miktarda. Der eyâlât-i
cenûb-işarkî mânend-i kirmân u
belûçistân henûz âsâr-i
gulâmî yu berdegî be hadd-i kâfî movcûd
est Kirman ve
Belûçistan gibi güneydoğu bölgelerinde
hâlâ yeterince kölelik izleri mevcuttur. (Ez Sabâ
tâ Nîmâ) در
ایالات جنوب
شرقی مانند
کرمان و
بلوچستان
هنوز آثار
غلامی و
بردگی به حد
کافی موجود است
|
به
حد کافی |
be hads-i karîb be yakîn: (F.-A.)
büyük bir olasılıkla. |
به
حدس قریب به
یقین |
be haddî ..ki: (F.-A.) [be + hadd + î + ki] -cek kadar,
-cek derecede, -cek ölçüde. Nîrû-yi rûh-i şâirâne-i û
behaddîst ki bemovcûdât-i bîcân nîz
cân mîdehed Onun
şairane ruhunun gücü cansız varlıklara da can
verecek derecededir. (Eş’âr-i Muntehab) نیروی
روح
شاعرانهء او
بحدیست که
بموجودات بی
جان نیز جان
می دهد |
به
حدّی ...که |
be hakk-i: 1.
hakkı için. Hâfız
be hakk-i Kur’ân kez şeyd u zerk bâz ây Bâşed
ki gûy-i iyşî der in cihân tevan zed Hâfız,
Kur’ân hakkı için,
ikiyüzlülüğü, düzeni bir tarafa bırak.
Bakarsın, bu dünyada da hoşça yaşama topuna vurmak
mümkün olur. (Hâfız) حافظ
بحق قرآن کز
شید و زرق باز
آی باشد
که گوی عیشی
در اینجهان
توان زد 2. Allah’a yemin ederim ki. |
به
حق ِ |
be hokm-i: (F.-A.)
yoluyla, -e göre. |
به
حکم ِ |
be hokm-i anki: (F.-A.)
çünkü. Zi fikr-i
tefrika bâz ây tâ şevî mecmû’ Be hukm-i
anki çu şud ehrimen, surûş âmed Kurtul
dağınık cümlelerden, topla kendini.
Çünkü şeytan gitti, melek geldi. (Hâfız) ز فکر
تفرقه باز آی
تا شوی مجموع بحکم
آنکه چو شد
اهرمن ، سروش
آمد |
به
حکم ِ آنکه |
be hays-i: (F.-A.)
bakımından, cihetiyle, yönüyle, olarak. |
به
حیث ِ |
be hâtir-i: (F.-A.) 1. yüzünden, için, sebebiyle,
dolayısıyla, uğruna. Nâsir-i Hosrov behâtir-i efkâr-i mezhebî yu
felsefîyeş mûvrid-i ta’kîb-i muteassibân-i
sunî karâr girift Nâsır-ı
Hüsrev dinî ve felsefî düşünceleri
yüzünden sünnî mutaassıpların takibine
uğradı. (Hezâr sâl-i nesr-i pârsî) ناصر
خسرو بخاطر
افکار مذهبی
و فلسفی اش
مورد تعقیب
متعصبان سنی
قرار گرفت 2. hatırı
için. |
به خاطر ِ |
be hâtir-i inki: (F.-A.) diye, -diği için. Karolin zenî bûd ki hâher-i kûçek-i hod
râ behâtir-i inki ez mâder-i dîgerîst bâ
pâre-i âhen bekasd-i koşten zed Karolin,
başka bir annedendir diye bir demir parçasıyla kız
kardeşini öldüresiye döven bir kadındı.
(Adâlet-i Âsumân) کارولین
زنی بود که
خواهر کوچک
خود را بخاطر
اینکه از
مادر دیگری
است با پاره
آهن بقصد
کشتن زد |
به
خاطر ِ اینکه |
be husûs: (F.-A.) özellikle, hele hele. Ve eger gorbe-i garîbe gozâreş be ancâ
mîoftâd, behusûs eger mâde bûd, muddethâ
sedâ-yi fîf, tegayyur ve nâlehâ-yi
donbâledâr şenîde mîşud Eğer
yabancı bir kedinin yolu oraya düşse, hele hele dişi
olsa, uzun süretislâma, kızgınlık sesleri ve
ardı arkası kesilmez iniltiler duyuluyordu. (Se Katre Hûn) و
اگر گربهء
غریبه گذارش
به آنجا می
افتاد ، بخصوص
اگر ماده بود
، مدتها صدای
فیف ، تغیر و ناله
های دنباله
دار شنیده می
شد |
به
خصوص |
be hulûs: (F.-A.)
halisane, içtenlikle. |
به
خلوص |
be hâst-i:
isteğiyle, iradesiyle, dileğiyle. |
به
خواست ِ |
be hûbî: adamakıllı, iyice, bir iyice, bir
güzel, pekâla. Behûbî mîdâned ki der pes-i
pîşânî-yi men çi mîgozered Aklımdan geçenleri pekâlâ biliyor. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 102) بخوبی
می داند که در
پس پیشانی من
چه می گذرد |
به خوبی |
be hûbî-yi: [be + hûb + î + -yi] kadar. Emmâ bakiye-i sergozeşt-i û râ
behûbî-yi men nemîdânîd Ama
kuşkusuz onun macerasını benim kadar bilmezsiniz.
(Peşîmân) اما
بقیهء
سرگذشت او را
بخوبی ء من
نمی دانید |
به خوبیء |
behodi-yi hod: [be + hod + î + y
+ i + hod] kendi çapında, kendi ölçüsünde. |
به
خودی خود |
be hiyâl-i hod: (F.-A.)
aklınca, aklısıra. |
به
خیال ِ خود |
be hiyâl-i hodeş: (F.-A.)
aklınca, aklısıra, kafasına göre. |
به
خیال ِ خودش |
be hiyâl-i vâhî: (F.-A.) yok
pahasına, öldüm pahasına. |
به خیال ِ
واهی |
be hiyâl-i inki: (F.-A.) 1. düşüncesiyle.
2. zannıyla. |
به
خیال اینکه |
be hiyâlet: (F.-A.) [be + hiyâl + et] sence. Behiyâl-i tu men nemîdânem? Pes çerâ ez men mîporsî? Sence ben
bilmiyor muyum? -Peki neden bana soruyorsun? (Girdâb) بخیال
تو من نمی
دانم؟ پس
چرا از من می
پرسی؟ |
به
خیالت |
be derâzâ-yi:
uzunluğunda. |
به
درازای |
be dorostî: doğru
dürüst, doğru düzgün, tam. |
به
درستی |
be defe’ât: (F.-A.)
defalarca. |
به
دفعات |
be delîl-i: (F.-A.)
nedeniyle, sebebiyle. |
به
دلیل ِ |
be delîl-i anki: (F.-A.)
sebebiyle, -dığı için, çünkü. Be
delîl-i anki der in sûret mî bâyestî der tarz-i
idâre-i anhâ ve mâ şebâhetî
bâşed Çünkü
bu takdirde onlarla bizim idare tarzımızda bir benzerlik
olması gerekirdi. (Homâ) بدلیل
آنکه در این
صورت می
بایستی در
طرز ادارهء
آنها و ما
شباهتی باشد |
به
دلیل ِ آنکه |
be delîl-i in ki: (F.-A.) 1. çünkü.
2. nedeniyle, -dığı için. |
به
دلیل ِ اینکه |
be donbâl-i: ardından,
peşinden. Be donbâl-i in kaziyye tûlî nekeşîd ki
kâr u bâr-i pederem zîr u rû şud Bu meselenin ardından çok geçmeden babamın
işi alt üst oldu. (Lâşe-i Mâr) به
دنبال این
قضیه طولی
نکشید که کار
و بار پدرم
زیر و رو شد |
به دنبال
ِ |
be dîger sohen: bir başka
deyişle. |
به
دیگر سخن |
be râbite: (F.-A.) [be + râbite] hakkında, için. Ez bes râci’ be mâcerâ-yi hod sohbet kerdeî
ba’zî eşhâs sû-i zannî berâbite-i mâ
borde’end O kadar
kendi macerandan söz ettin ki bazı kişiler
hakkımızda suizanda bulundular. (Hindû) از
بس راجع
بماجرای خود
صحبت کرده ای
بعضی اشخاص
سوء ظنی
برابطهء ما
برده اند |
به رابطه |
be râhetî: (F.-A.)
rahatlıkla, rahatça, kolayca. |
به
راحتی |
berâstâ: [be + râst +
â] hakkında. |
به راستا |
be râstâ-yi: 1. doğrultusunda. 2.
hakkında. |
به
راستای |
berâstî: [be + râst + î] gerçekten. Âyâ berâstî çonin tesevvur
mîkonîd Acaba
gerçekten böyle mi tasavvur ediyorsunuz? (Don Karlos) آیا
براستی چنین
تصور می
کنید؟ Ve
gîrem men berâstî an elmâs-i saht u
dirahşânî bûdem ki hîç filizzî
netevâned hat ber an biyendâzed Diyelim ki
ben gerçekten de hiçbir metalin çizemeyeceği sert
ve parlak elmastım. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 110) و
گیرم که من
براستی آن
الماس سخت و
درخشانی بودم
که هیچ فلزی
نتواند خط بر
آن بیاندازد |
به
راستی |
beresm-i: (F.-A.) [ber +
resm-i] olarak, niyetine, ile, şeklinde. Mîrân-i
sorâbî ez nov selâm kerd, tebessum ber leb âverd ve
be resm-i şûhî goft Mîrân-i
Sorâbî tekrar selâm verdi. Gülümsedi ve şaka
yollu dedi ki: (Şovher-i Âhû Hanum, s. 4) میران
سرابی از نو
سلام کرد ،
تبسم بر لب
آورد و برسم
شوخی گفت |
به رسم ِ |
be resm-i şûhî: (F.-A.)
şaka yollu. Mîrân-i Sorâbî ez nov selâm kerd. Tebessum
ber leb âverd u beresm-i şûhî goft. Mîrân-i Sorâbî tekrar selâm verdi, gülümsedi
ve şaka yollu dedi ki. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 4) میران
سرابی از نو
سلام کرد ،
تبسم بر لب
آورد و برسم
شوخی گفت |
به
رسم ِ شوخی |
be ragbet: (F.-A.)
istekle. Be lâbe goft şebî
mîr-i meclis-i tu şevem Şudem be rağbet-i
hîşeş kemîn gulâm u neşud Bir gece senin meclisinin efendisi
olayım bari diyecek oldu şakacıktan, en hakir köle
kesildim istekle ama, gelmedi, olmadı gitti. (Hâfız) به لابه
گفت شبی میر
مجلس تو شوم شدم
برغبت خویشش
کمین غلام و
نشد |
به
رغبت |
be ragm-i: (F.-A.)
–e karşı, rağmen, rağmına. Be ragm-i
muddeiyânî ki men’-i aşk kunend Cemâl-i
çihre-i tu huccet-i muvecceh-i mâst Aşkı
inkâr eden iddiacılara rağmen senin yüz
güzelliğin bizim inkâr edilemez
kanıtımızdır. (Hâfız) برغم
مدعیانی که
منع عشق کنند جمال
چهرهء تو حجت
موجه ماست Hemçu Hâfiz
be rağm-i muddeiyân Şi’r-i
rindâne goftenem heves est Şu
iddiacılara rağmen, Hafız gibi rintçe şiirler
söylemek istiyorum. (Hâfız) همچو
حافظ برغم
مدعیان شعر
رندانه
گفتنم هوس
است |
به
رغم ِ |
be rûy-i: üzerine,
üstüne, ilişkin. |
به روی |
bih zi: -den iyi, daha
iyi. Derdem nihufte bih zi
tabîbân-i muddeî Bâşed ki ez
hizâne-i gaybem devâ konend Derdimi doktor
müsveddeleri bilmesin, daha iyi. Belki gayp hazinelerinde derdimin
devası bulunur. (Hâfız) دردم
نهفته به ز
طبیبان مدعی باشد
که از خزانهء
غیبم دوا
کنند |
به
ز |
be zûdî: yakında,
pek yakında, kısa zamanda. |
به
زودی |
be sâ’et: (F.-A.) hemen,
derhal. |
به
ساعت |
be sâl-i:
yılında. |
به
سال ِ |
be sebeb-i: (F.-A.)] sebebiyle,
yüzünden. Tu besebeb-i vey bednâm şodî Onun yüzünden adın kötüye
çıktı. (Derd-i Aşk-i Zuleyhâ) تو
بسبب وی
بدنام شدی |
به
سبب ِ |
be sohen-i dîger: bir başka
deyişle. |
به سخن
دیگر |
be
sur’et:
(F.-A.) hemencecik,
hızla, derhal. Yeke’eş râ bergerdânde bûd ve bâ
nân-i zîr-i bagaleş besur’et dûr
mîşud Yakasını kaldırmış, koltuğunun altında
ekmek, hızla uzaklaşıyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s.
31) یقه
اش را
برگردانده
بود و با نان
زیر بغلش بسرعت
دور می شد |
به سرعت |
be
zur’et-i herçi temâmter: (F.-A.) olanca
hızıyla, son sürat. Bu
ser’et-i herçi temâmter otomobil râ
mîrând Otomobili
son sürat sürüyordu. (Se Katre Hûn, s. 164) بسرعت
هرچه تمام تر
اتومبیل را
می راند |
به
سرعت هرچه
تمام تر |
be sezâ:
lâyıkıyla. Ankes ki botem râ
be sezâ sutûdest Û hem be
hikâyet ez kesî beşnûdest Sevgilimi
lâyıkı ile öven kişi de o övgüyü
başkasından duymuştur. (Evhad) آن کس
که بتم را
بسزا ستودست او
هم بحکایت از
کسی بشنودست |
به سزا |
be sa’y: (F.-A.) aceleyle, çabucak. |
به
سعی |
be sa’y-i: (F.-A.)
tarafından, çalışmasıyla. |
به
سعی ِ |
be sa’y u ihtimâm-i: (F.-A.)
tarafından, çalışmasıyla. |
به
سعی و اهتمام
ِ |
be sûy-i: 1. -e, -a, -e
doğru, tarafına. 2. nedeniyle, için. |
به
سوی |
be şiddet: (F.-A.) 1. son derece, haddinden fazla. Be
firâset deryâft ki zen-i cevân gayr ez in
nemîtevânist reftârî kerde bâşed. Bâ
in vasf beşiddet tû-yi zovkeş horde bûd Genç
kadının bundan başka bir şekilde
davranamayacağını sezinlemişti. Doğrusu bu da
çok hoşuna gitmişti hani. (Şovher-i Âhû
Hanum, s. 120) بفراست
دریافت که زن
جوان غیر از
این نمی توانست
رفتاری کرده
باشد ، با این
وصف بشدت توی
ذوقش خورده
بود 2. şiddetle. 3. zorla,
cebren. 4. kuvvetle. |
به شدت |
be şerh: (F.-A.) ayrıntılı
olarak, eni konu. Husn-i endâmet
nemîgûyem beşerh Hod hikâyet mîkoned
pîrâhenet Boyunun bosunun güzelliğini
ayrıntılı olarak söylemem. Zaten üstündeki
giysi güzelliğini dile getiriyor. (Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 202) حسن
اندامت نمی
گویم به شرح خود
حکایت میکند
پیراهنت |
به
شرح |
be şart-i: (F.-A.)
şartıyla, koşuluyla. Kadeh be
şart-i edeb gîr zanki terkîbeş Zi
kâse-i ser-i cemşîd u behmenest u kubâd Eline kadehi
edeple al. Çünkü terkibinde Cemşid’in,
Behmen’in, Kubâd’ın başı var.
(Hâfız) قدح
بشرط ادب گیر رانکه
ترکیبش ز
کاسهء سر
جمشید و
بهمناست و
قباد Tâ
bendegî çu gedâyân be şart-i muzd mekun Ki
dûst hod reviş-i bendeperverî dâned Kulluk
edeceksen, dilenciler gibi para karşılığı kulluk
etme. Çünkü dost dediğin kulunu kollamayı,
gözetmeyi bilir zaten. (Hâfız) تا
بندگی چو
گدایان بشرط
مزد مکن که
دوست خود روش
بنده پروری
داند |
به
شرط |
be şart-i anki: (F.-A.)
koşuluyla, şartıyla. Biyâr
bâde vu evvel be dest-i Hâfiz dih Be
şart-i anki zi meclis sohen be der nereved Getir
bâdeyi, önce ver Hâfız’ın eline. Ama bir
şartla; söz meclisten dışarı gitmesin.
(Hâfız) بیار
باده و اول به
دست حافظ ده بشرط
آنکه ز مجلس
سخن به در
نرود |
به شرط ِ
آنکه |
be şart-i inki: (F.-A.)
koşuluyla, yartıyla. Herçi mîhâhî bekun beşart-i inki
begozârî men âşık-i tu bâşem;
tekâzâ-yi dîgerî nedârem Aşığın olmama izin vermek şartıyla ne
istersen yap; başka bir dileğim yok. (Perîçihr) هرچه
می خواهی بکن
بشرط اینکه
بگذاری من
عاشق تو باشم
، تقاضای
دیگری ندارم |
به
شرط ِ اینکه |
be şartî ki: (F.-A.)
koşuluyla, şartıyla. |
به
شرطی که |
be şeklî ki:
(F.-A.)–cek şekilde. Zîrâ destmâyehâyî ki şâir be
kâr girifte takrîben yeksere ez miyân refte est be
şeklî ki dîger berâyi mâ vesîle-i
mukâyese-i mustakîmî bâkî nemânde est Çünkü şairin kullandığı kaynaklar
mukayese imkânı bırakmayacak şekilde hemen hemen
tümüyle kaybolmuştur. (Dîbâçe-i
Şâhnâme, s. 24) زیرا
دستمایه
هایی که شاعر
به کار گرفته
تقریبا
یکسره از
میان رفته
است ، به شکلی
که دیگر برای
ما وسیلهء
مقایسهء
مستقیمی
باقی نمانده است
|
به شکلی
که |
be serâhet:
(F.-A.) açıkça. Velî
û bîgunâhî-yi hod râ beserâhet zikr nekerde Fakat o
kendi suçsuzluğunu açıkça zikretmemiş.
(Adâlet-i Âsumân) ولی
او بیگناهی
خود را
بصراحت ذکر
نکرده |
به
صراحت |
be sirf-i anki: (F.-A.) diye,
-diği halde. Delîlî
nedâred ki kelime-i râyicî râ tagyîr
dehîm be sirf-i anki zemânî ma’nâ-yi
nâhoşâyend dâşte est Bir zamanlar
uygunsuz bir mânâsı vardı diye rayiç olan bir
kelimeyi değiştirmemizin mânâsı yoktur. (Galat
Nenevîsîm, . 249) دلیلی
ندارد که
کلمهء رایجی
را تغییر
دهیم به صرف
آنکه زمانی
معنای
ناخوشایند
داشته است |
به صرف
آنکه |
be sirf-i inki: (F.-A.) diye,
-diği halde. |
به
صرف اینکه |
be sûret: (F.-A.)
görünüşte, görünüşe
bakılırsa. Be sûret ez
nazar-i mâ egerçi mahcûb est Hemîşe der
nazar-i hâtir-i mureffeh-i mâst Görünüşte
bize uzak olsa da daima bizim müreffeh gönlümüzde onun
yeri vardır. (Hâfız) بصورت از
نظر ما اگرچه
محجوب است همیشه
در نظر خاطر
مرفه ماست |
به
صورت |
be sûret-i: (F.-A.)
şeklinde, halinde, durumunda, olarak. |
به
صورت ِ |
be zarûret:
(F.-A.) ister istemez, zorunlu olarak. Bende
râ kıllet-i mâlî rûy numûd ve der vatan-i
hod netevânistem bûden. Bezarûret bâ ehl u
iyâl-i hod kurbet-i gurbet ihtiyâr kerdem Malî
sıkıntıya düştüm ve yurdumda kalamaz oldum.
İster istemez çoluk çocuğumla birlikte gurbet
sıkıntısını seçtim. (Mucmel-i
Fasîhî, I/252) بنده
را قلت مالی
روی نمود و در
وطن خود
نتوانستم
بودن. بضرورت
با اهل و عیال
خود کربت
غربت اختیار
کردم |
به ضرورت |
be zamîme: (F.-A.)
ilişikte. |
به
ضمیمه |
be zamîme-i: (F.-A.)
ilavesiyle. |
به
ضمیمهء |
be tarz-i: (F.-A.) şekilde,
şeklinde. Ez rûzî ki bâ hoceste âşinâ şode
bûd û râ be tarz-i vahşiyâneî dûst
dâşt Tanıştığı günden beri Huceste’yi
vahşice seviyordu. (Se Katre Hûn, s. 148) از
روزی که با
خجسته آشنا
شده بود او را
بطرز وحشیانه
ای دوست داشت |
به
طرز ِ |
be taraf-i: (F.-A.) [be + taraf + -i] -e doğru,
-e, -a. |
به
طرف ِ |
be taraf-i dîger: (F.-A.)
başka tarafa, öbür yana. Zen ser
betaraf-i dîger gerdâned Kadın
başını diğer tarafa çevirdi. (Şovher-i
Âhû Hanum) زن
سر بطرف دیگر
گرداند |
به
طرف ِ دیگر |
be tarîk-i: (F.-A.) [be + tarîk + -i] yoluyla. Yârab bepezîr ez kerem âverde-i mâ Binger betarîk-i lutf der kerde-i mâ Yarabbi,
getirdiklerimizi kabul et kereminle. Yaptıklarımıza
lütufla bak. (Evhad) یارب
بپذیر از کرم
آوردهءما بنگر
بطریق لطف در
کردهء ما |
به
طریق ِ |
be
tovr-i:
(F.-A.) 1.
olarak. Betovr-i
ilmî sâbit şode est Bilimsel
olarak ispatlanmıştır. (Kârhâne-i Mutlaksâzî) بطور
علمی ثابت
شده است 2. olacak
şekilde. Betovr-i handeâverî cest u hîz mîkerd Gülünç bir şekilde sekiyordu. (Azeristan) بطور
خنده
آوریجست و
خیز می کرد |
به
طور ِ |
be tovr-i ittifâk: (F.-A.) [be +
tovr+ -i + ittifâk] tesadüfen. Tiryâk
ki muddethâ bûd der custicû bûdem betovr-i
ittifâk be çeng âverdem Uzun
zamandır aradığım esrarı tesadüfen elde ettim.
(Zinde be Gûr) تریاک
که مدت ها بود
در جستجو
بودم بطور
اتفاق بچنگ
آوردم |
به
طور ِ اتفاق |
be tovr-i icmâl: (F.-A.) [be +
tovr + -i + icmâl] kısaca, özetle. Ez
in rû ez sû-i reftâr-i gayr-i ihtiyârî-yi hod
ozr hâst ve illet-i an râ betovr-i icmâl goft Bu
yüzden elinde olmayan kötü davranışından
dolayı özür diledi ve nedenini kısaca söyledi.
(Hindû) از
این رو از سوء
رفتار غیر
اختیاری خود
عذر خواست و
علت آن را بطور
اجمال گفت |
به
طور ِ اجمال |
be tovr-i ehass: (F.-A.)
özellikle, bilhassa. |
به
طور ِ اخص |
be tovr-i iztirârî: (F.-A.)
zorunlu olarak. |
به
طور ِ
اضطراری |
be tovr-i tesâduf: (F.-A.)
tesadüfen. Hodâdâd
betovr-i tesâduf in âvâz râ şenîde
bûd Hodâdâd
tesadüfen işitmişti bu sesi. (Se Katre Hûn, s. 136) خداداد
بطور تصادف
این آواز را
شنیده بود |
به طور ِ
تصادف |
be tovr-i takrîb: (F.-A.)
yaklaşık olarak. |
به
طور ِ تقریب |
betovr-i hatm: (F.-A.) [be + tovr + -i + hatm] kesin olarak, kesinlikle, mutlaka. Oh, râstî, nemîdânîd Rodin kocâst? Hâlâ betovr-i hatm nemîdânem Oh, sahi,
Rodinin nerede olduğunu biliyor musunuz? Şimdi
kesin olarak bilmiyorum. (Rodin) اوه
، راستی ، نمی
دانید رودین
کجاست؟ حالا
بطور حتم
نمیدانم Betovr-i
hatm eşyâ-i kıymetî râ der dâhil-i gnece
pinhân kerde’end Değerli
eşyayı mutlaka mutlaka dolaba saklamışlardır. (Molla
ve Hereş) بطور
حتم اشیاء
قیمتی را در
داخل گنجه
پنهان کرده
اند |
به طور ِ
حتم |
be tovr-i tabî’î: (F.-A.)
doğal olarak, tabiî olarak. |
به
طور ِ طبیعی |
betovr-i kat’: (F.-A.) [be + tovr + -i
+ kat’] kesin olarak, katî olarak, kesinlikle. |
به
طور ِ قطع |
betovr-i kâmil:
(F.-A.) [be + tovr + i + kâmil] tamamen, tümüyle. Eger gendum betovr-i kâmil ârd şeved, dîger
dâneî bâkî nemîmâned Buğday tamamen öğütül, geriye hiçbir tane
kalmaz. (Kârhâne-i Mutlaksâzî) اگر
گندم بطور
کامل آرد شود
، دیگر دانه
ای باقی نمی
ماند |
به
طور ِ کامل |
betovr-i kullî: (F.-A.) [be + tovr + -i
+ kull + î] genel olarak, genellikle. |
به
طور ِ کلّی |
be tovr-i misâl: (F.-A.)
örneğin, örnek olarak. |
به
طور ِ مثال |
be tovr-i mucmel: (F.-A.)
kısaca, özetle. |
به
طور ِ مجمل |
be tovr-i muhtemel: (F.-A.)
olasılıkla, muhtemelen. |
به
طور ِ محتمل |
be tovr-i mahfî: (F.-A.)
gizlice, gizli olarak. |
به
طور ِ مخفی |
be tovr-i mustakil: (F.-A.) 1. doğrudan
doğruya. 2. bağımsız olarak, özgürce,
bağımsızca. |
به
طور ِ مستقل |
be tovr-i mustakîm: (F.-A.)
dosdoru, doğrudan doğruya. |
به
طور ِ مستقیم |
betovr-i musellem: (F.-A.)
kesin olarak, hiç kuşkusuz. Haslet-i in eser serâpâ hemâsîst ve ez
menâbi’î girifte şode ki betovr-i musellem
hemânend-i kârmâyehâ-yi firdovsî bûde est Bu eser
baştanbaşa hamasî özelliktedir ve kuşkusuz
Firdevsî’nin diğer kaynakları gibi kaynaklardan
alınmıştır. (Dîbâçe-i
Şâhnâme, s. 37) خصلت
این اثر
سراپا حماسی
است و از
منابعی گرفته
شده که بطور
مسلم همانند
کارمایه های
فردوسی بوده
است |
به
طور ِ مسلم |
be tovr-i muvekkat: (F.-A.)
geçici olarak. |
به
طور ِ موقت |
be tovr-i nâgehânî: (F.-A.) aniden,
ansızın., apansız. |
به طور ِ
ناگهانی |
be tovr-i yekcâ: (F.-A.) kabala
pazarlık, götürü, toptan. |
به
طور ِ یکجا |
be tovrî ki: (F.-A.) [be + tovr + î + ki] -cek kadar,
-cek şekilde, öyle ki. Sebuk u çâlâk şode bûdem betovrî ki
nemîşeved beyân kerd Anlatılmayacak
kadar hafifleşip kıvraklaşmıştım. (Zinde be
Gûr) سبک
و چالاک شده
بودم بطوری
که نمی شود
بیان کرد |
به طوری
که |
be tov’: (F.-A.) canla
başla, kendi isteğiyle. Felek
gulâmî-i Hâfız kunûn be tav’ kuned Ki
ilticâ be der-i dovlet-i şumâ âverd Şimdi
felek canla başla Hâfız’ın kulu kölesi oldu.
Çünkü Hâfız sizin devlet kapınıza
sığınmıştır. (Hâfız) فلک
غلامیء حافظ
کنون بطوع
کند که
التجا به در
دولت شما
آورد |
به طوع |
be tov’ u ragbet: (F.-A.) kendi
isteğiyle. |
به
طوع و رغبت |
be tûl: (F.-A.)
uzunlamasına, boylamasına. |
به
طول |
be zâhir: (F.-A.) 1. açıkça. 2. görünüşte,
görünüşe göre, görünüşe
bakılırsa. Anhâ hem bezâhir in destûr râ pezîrufte
bûdend Onlar da
görünüşte bu talimatı kabul etmişlerdi.
(Settâr Han) آنها
هم بظاهر این
دستور را
پذیرفته
بودند Vehm kerd ki eger be zâhir
muselmân şeved mulk ez dest-i û bîrûn reved, der
hufye îmân âverd Görünüşte
Müslüman olursa, mülkün elinden
çıkacağı vehmine kapıldı ve gizlice iman
etti. (Mucmel-i Fasîhî, I/93) وهم
کرد که اگر
بظاهر
مسلمان شود
ملک از دست او
بیرون رود ،
در خفیه
ایمان آورد |
به
ظاهر |
be âkibet: (F.-A.) sonunda,
nihayet. |
به
عاقبت |
be ibâret-i uhrâ: (F.-A.)
diğer bir deyişle. |
به
عبارت ِ اخری |
be ibâret-i dîger: (F.-A.) bir başka deyişle. An zemân zenân be ibâretî henûz ez
zindân-i çâdur ve be ibâret-i dîger ez
kal’a-yi hicâb bîrûn neyâmede bûdened O zaman
kadınlar bir deyişle henüz çador zindanından ve
bir başka deyişle örtü kalesinden
kurtulmamışlardı. (Şovher-i Âhû Hanum) آن
زمان زنان
بعبارتی
هنوز از
زندان چادر و
بعبارت دیگر
از قلعهء
حجاب بیرون
نیامده
بودند |
به
عبارت ِ دیگر |
be ibâretî: (F.-A.) [be +
ibâret + î] bir deyişle. An zemân zenân be ibâretî henûz ez
zindân-i çâdur ve be ibâret-i dîger ez
kal’a-i hicâb bîrûn neyâmede bûdend O zaman kadınlar bir deyişle henüz çâdur
zindanından ve bir başka deyişle örtü kalesinden
kurtulmamışlardı. (Şovher-i Âhû Hanum) آن زمان
زنان
بعبارتی
هنوز از
زندان چادر و
بعبارت دیگر
از قلعهء
حجاب بیرون
نیامده
بودند |
به
عبارتی |
bi’ibâretin uhrâ: (A.)
bir başka deyişle. |
به
عباره اخری |
be ozr-i inki: (F.-A.)
nedeniyle, sebebiyle. |
به
عذر ِ اینکه |
be azm-i: (F.-A.)
nedeniyle. Kesî
ki ez reh-i takvâ kadem burûn nenihâd Be azm-i
meykede eknûn reh-i sefer dâred Takva
yolundan bir adım sapmayana ban sen; şimdiden meyhanenin yolunu
tutmuş. (Hâfız) کسی
که از ره تقوا
قدم برون
ننهاد بعزم
میکده اکنون
ره سفر دارد |
به
عزم ِ |
be ilâve: (F.-A.)
birlikte, ek olarak, yanısıra. Be
ilâve in metleb der mukaddime-i şâhnâme-i mensûr
nîz ki kadîmîter est vucûd dâred Üstelik
bu konu, daha eski olan mensur Şahnâme mukaddimesinde de
mevcuttur. (Firdovsî ve Hemâse-i Millî) بعلاوه
این مطلب در
مقدمهء
شاهنامهء
منثور نیز که
قدیمی تر است
وجود دارد |
به
علاوه |
be ilâve -i : (F.-A.) ilaveten, ek olarak, üstelik,
dahası, bunun yanı sıra. Beilâve in matlab der mukaddime-i şâhnâme-i
mensûr nîz ki kadîmîter est vucûd dâred Üstelik
bu konu, daha eski olan mensur Şahname mukaddimesinde de mevcuttur.
(Firdovsî ve hemâse-i millî) بعلاوه
این مطلب در
مقدمهء
شاهنامهء
منثور نیز که
قدیمی تر است
وجود دارد |
به
علاوهء |
be illet-i: (F.-A.)
nedeniyle, sebebiyle. |
به علّت ِ |
be illet-i inki: (F.-A.)
nedeniyle, sebebiyle. |
به
علت ِ اینکه |
be ilel-i gûnâgûn: (F.-A.)
çeşitli nedenlerle. |
به
علل ِ
گوناگون |
be amd: (F.-A.)
kasıtlı olarak, kasten, taammüden. |
به
عمد |
be unvân-i âhirîn: son olarak,
son kez. |
به عنوان
ِ آخرین |
be unvân-i misâl: (F.-A.)
örneğin, örnek olarak, |
به
عنوان ِ مثال |
be ivez-i: (F.-A.)
yerine, -cek yerde. |
به عوض ِ |
be ivez-i anki: (F.-A.)
yerine, -cek yerde. |
به
عوض ِ آنکه |
be ivez-i inki: (F.-A.)
yerine, -cek yerde. |
به
عوض ِ اینکه |
be gâyet: (F.-A.) 1. sonuna kadar. 2. çok, hayli, son
derece. Berâyi çeşm dîden-i eşyâ-i
bisyâr dûr ya bisyâr nezdîk begâyet
doşvâr est Göz için çok uzakta veya çok yakında olan
şeyleri görmek son derece güçtür. (Hikmet ve
Huner-i Ma’nevî, s. 15) برای
چشم دیدن
اشیاء بسیار
دور یا نزدیک
بغایت دشوار
است 3. hiç mi hiç. Tâ be
gâyet reh-i meyhâne nemîdânistem Verne
mestûrî-i mâ tâ be çi gâyet
bâşed Meyhanenin
yolunu hiç mi hiç bilmezdim ben. Yoksa böyle
gözlerden ırak olmanın da bir sınırı
vardır, daha ne olsun ki? (Hâfız) تا به
غایت ره
میخانه نمی
دانستم ورنه
مستوریء ما
تا به چه غایت
باشد |
به
غایت |
begayr-i: (F.-A.) [be + gayr + -i] -den
başka, dışında, haricinde, hariç. |
به
غیر |
begayrez: (F.-A.) [be + gayr + ez] den başka, dışında,
haricinde, hariç. Der kitâbfurûşî-iyi feranse begayr ez do merd se
zen vucûd dâşt Fransız
kitabevinde iki adamdan başka üç kadın daha vardı.
(Hindû) در
کتابفروشی
فرانسه بغیر
از دو مرد سه
زن وجود داشت |
به
غیر از |
be gayr ez: (F.-A.)
–den başka, yanısıra, dışında. Der
kitâbfurûşî-yi feranse begayr ez do merd, se zen
vucûd dâşt Fransız
kitabevinde iki adamdan başka üç kadın daha vardı.
(Hindû) در
کتابفروشی
فرانسه بغیر
از دو مرد ، سه
زن وجود داشت |
به
غیر از |
be fâsile: (F.-A.) aralıklı,
aralıklı olarak. |
به
فاصله |
be ferâgbâl: (F.-A.) rahat
rahat, gönül huzuruyla. Pes men nîz deh sâl be şumâ murahhesî
mîdehem tâ dûr ez madrid betevânîd
beferâgbâl der in bâre beyindîşîd Öyleyse, Madrid’den uzakta, bu konuda rahat rahat
düşünebilmeniz için ben de size on yıl izin
veriyorum. (Don Karlos) پس
من نیز ده سال
بشما مرخصی
می دهم تا دور
از مادرید
بتوانید
بفراغبال در
این باره
بیندیشید |
به
فراغبال |
be ferâvânî:
çokça, bolca. |
به
فراوانی |
be kadr-i: (F.-A.) [be + kadr + -i] 1. ölçüsünde,
ölçüsüyle. Tu vu tûbâ
vu mâ vu kâmet-i yâr Fikr-i herkes be kadr-i
himmet-i ûst Bir yanda sen ve
tûba, öbür yanda biz ve sevgilinin boyu. Herkes kendi himmeti
kadar düşünür. (Hâfız) تو و
طوبی و ما و
قامت یار فکر
هرکس بقدر
همت اوست 2. uygun olarak. 3. -e
göre. |
به
قدر ِ |
be kadrî ki: (F.-A.) [be + kadr + î + ki]
öylesine, o kadar, o denli, -cek kadar. Gâhî vakthâ bekadrî hırsem mîgirft ki
mîhâstem yake-i pîrâhenem râ pâre konem Bazen o
kadar hırslanıyordum ki gömleğimin yakasını
yırtmak geliyordu içimden. (Maraz-i Kand) گاهی
وقت ها بقدری
حرصم می گرفت
که می خواستم
یقهء پیراهنم
را پاره کنم Sedâ-yi an bekadrî nezdîk bûd ki merâ
mutevahhiş kerd Sesi o kadar
yakındı ki beni korkuttu.
(Se Katre Hûn) صدای
آن بقدری
نزدیک بود که
مرا متوحش
کرد |
به
قدری که |
be karâr-i: (F.-A.) [be +
karâr + î] uyarınca, gereğince, mucibince. |
به
قرار |
be karâr-i zeyl est: (F.-A.)
aşağıda olduğu gibidir, şunlardır,
aşağıdaki gibidir Kelimât-i
kohne ki derin fasl dîde mîşeved bekarâr-i zeyl est Bu
bölümde görülen eski kelimeler şunlardır.
(Sebkşinâsî) کلمات
کهنه که درین
فصل دیده
میشود بقرار
ذیل است |
به
قرار ِ ذیل
است |
be karâr-i her rûz: (F.-A.) her
günkü gibi. Ahmed
imrûz be karâr-i her rûz ez hâb ber hâste dest
u rûy-i hod râ şost Ahmed her
günkü gibi bugün de uyandı, elini yüzünü
yıkadı (Kitâb-i Ahmed) احمد
امروز بقرار
هر روز از
خواب
برخاسته دست
و روی خود را
شست |
به
قرار ِ هر روز |
be karârî ki: (F.-A.) uyarınca,
gereğince, uyarınca, mucibince. |
به
قراری که |
be karîb: (F.-A.)
yaklaşık. Ceng beyn-i
muddeiyân nîz karîb be heşt sâl tûl
keşîd Bu
iddiacılar arasındaki savaş da sekiz yıla yakın
sürdü. (Târîh-i Siyâsî) جنگ بین
مدعیان نیز
قریب به 8 سال
طول کشید |
به
قریب |
be karîne: (F.-A.) karine
yolu ile, belirtilere dayanarak. |
به
قرینه |
be kısmî: (F.-A.) [be + kısm
+ î] öyle, öylesine. |
به
قسمی |
be kısmî ki: (F.-A.) öyle ki, nitekim. Ez baht-i bed, deryâ tûfânî bûd ve
cevân-i mâ duçâr-i maraz-i deryâ şud
bekısmî ki nezdîk bûd telef beşeved Şanssızlığa
bakın ki deniz fırtınalıydı ve bizim
delikanlıyı deniz tuttu. Öyle ki neredeyse ölecekti.
(Perîçihr) از
بخت بد ، دریا
طوفانی بود و
جوان ما دچار
مرض دریا شد
بقسمی که نزدیک
بود تلف بشود |
به
قسمی که |
be kasd-i: (F.-A.)
kasıtlı olarak, kasten, maksadıyla, niyetiyle. Karolin zenî bûd ki hâher-i kûçek-i hod
râ behâtir-i inki ez mâder-i dîgerîst bâ
pâre-i âhen bekasd-i koşten zed Karolin,
başka bir annedendir diye bir demir parçasıyla kız
kardeşini öldüresiye döven bir kadındı.
(Adâlet-i Âsumân) کارولین
زنی بود که
خواهر کوچک
خود را بخاطر
اینکه از
مادر دیگری
است با پاره
آهن بقصد
کشتن زد |
به
قصدِ |
be kasd-i an ki: (F.-A.)
maksadıyla, amacıyla. |
به قصد ِ
آنکه |
be kasd-i koşten: (F.-A.)
öldüresiye. |
به
قصد ِ کشتن |
be kutr-i: (F.-A.)
çapında. |
به
قطر ِ |
be kat’: (F.-A.) [be + kat’] kesinlikle. |
به
قطع |
bekovl-i: (F.-A.) [be + kovl + -i] -e göre,
dediğine göre. |
به
قول ِ |
be kirdâr-i: [be + kirdâr +
-i] 1. gibi, benzeri. 2. yoluyla. |
به
کردار ِ |
bekollî: (F.-A.) [be + koll + î] tamamen, tümüyle, hepten,
külliyen. Âkıbet vakt gozeşt ve ez reften bekullî munserif
şodem Sonunda
vakit geçti ve gitmekten tamamen vazgeçtim. (Endîşe) عاقبت
وقت گذشت و از رفتن
بکلی منصرف
شدم Aşket
binâ-yi akl bekullî herâb kerd Covret der-i
umîd be yekbâr bergirift Aşkın
akıl binasını tamamen yıktı. Cevrin umut
kapısını sımsıkı kapadı. (Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 187) عشقت
بنای عقل
بکلی خراب
کرد جورت
در امید به
یکبار بر
گرفت |
به
کلّی |
bekemâl-i: (F.-A.) [be +
kemâl + -i] tamamen. |
به
کمال ِ |
be kenâr-i:
dışında, hariç. |
به کنار ِ |
belehâz-i: (F.-A.) [be +
lehâz + -i] 1. açısından, bakımından,
yönünden. 2. gereğince. |
به
لحاظ ِ |
bemânend-i: [be + mânend +
-i] gibi. |
به
مانند ِ |
be meblag-i: (F.-A.)
tutarında. |
به
مبلغ ِ |
be mesâbe-i: (F.-A.) mesabesinde, derecesinde, gibi,
yerinde. İn çehâr mekâm râ hâsil kerden
bemesâbe-i nemâz gozârden est Bu dört
makama gelmek namaz kılmak mesabesindedir.
(İnsanu’l-kâmil) این
چهار مقام را
حاصل کردن بمثابهء
نماز گزاردن
است Çun
yûsuf râ ez çâh berkeşîdend, nûr
rûy-i û be mesâbeî betâft ki nûr-i
horşîd râ maglûb gerdânîd Yusuf’u kuyudan çektiklerinde yüzünün nuru o
kadar parladı ki güneşin nurunu gölgede
bıraktı. (Derd-i Aşk-i Zuleyhâ) چون
یوسف را از
چاه
برکشیدند ،
نور روی او به
مثابه ای بتافت
که نور
خورشید را
مغلوب
گردانید Der vâki’ şerîat-i yehûd ve felsefe-i
yûnân bemesâbe-i do rûdhâne hestend ki ez behem
peyvesten-i ânân mesîhiyyet be vucûd âmede est Gerçekte Yahudi şeriatı ve Yunan felsefesi iki nehir
gibidir ve bunların birleşmelerinden Hıristiyanlık
doğmuştur. (Hikmet ve Huner-i Ma’nevî) درواقع
شریعت یهود و
فلسفهء
یونان
بمثابهء دو
رودخانه
هستند که از
بهم پیوستن
آنان مسیحیت
بوجود آمده
است |
به
مثابهء |
be misl-i: (F.-A.) gibi, benzeri. |
به
مثل ِ |
be mesel: (F.-A.)
mesela, örneğin. Ârizeş
râ be mesel mâh-i felek netvân goft Nisbet-i
dûst be her bîserupâ netvân kerd Onun
yanağı gökyüzündeki aya benzetilemez. Dost ile ayak
takımı arasında herhangi bir ilişki kurulamaz.
(Hâfız) عارضش
را بمن مثل
ماهی فلک نتوان
گفت نسبت
دوست بهر بی
سروپا نتوان
کرد Girih be
bâd mezen gerçi ber murâd reved Ki in suhen
be mesel bâd bâ suleymân goft Muradınca
esse de, rüzgâra fazla kapılma. Rüzgâr bu
sözü örnek olarak Süleyman’a söyledi.
(Hâfız) گره
به باد مزن
گرچه بر مراد
رود که
این سخن به
مثل باد با
سلیمان گفت |
به
مثل |
bemucerred-i: (F.-A.) [be + mucerred + -i] 1. -ir..-mez,
derhal, o anda. |
به
مجرد ِ |
be mucerred-i: (F.-A.)
–ir…-mez |
به
مجرد ِ |
be mucerred-i in ki: (F.-A.) -ir...- mez. Velî bemucerred-i inki te’sîr-i an temâm şud
yek gam u endûh-i bîpâyânî merâ
ferâ girift Fakat onun
tesiri geçer geçmez, sonsuz bir üzüntü ve keder
içinde kaldım. (Zinde be Gûr) ولی
بمجرد اینکه
تأثیر آن
تمام شد یک غم
و اندوه بی
پایانی مرا
فرا گرفت |
به
مجرد اینکه |
be mucerred-i inki: (F.-A.)
–ir…-mez |
به
مجردی که |
be mahz: (F.-A.)
sırf, için, diye |
به
محض |
be mahz-i: (F.-A.) -ir...-mez. Bemahz-i vurûd reft kenâr-i otâk çonbâtme
zed Girer
girmez, gitti odanın kenarında bağdaş kurdu. (Bûf-i
Kûr) بمحض
ورود رفت
کنار اطاق
چنباتمه زد |
به
محض ِ |
be mahz-i an ki: (F.-A.) -ir...-mez. Emmâ bemahz-i anki
nâpedîd geşt sipâh-i doşmen çun
deryâ be movc âmed ve çun seyl revân geşt Ama o
gözden kaybolur kaybolmaz düşman ordusu deniz gibi
dalgalandı ve sel gibi aktı. (Dâstânhâ-yi
Dilengîz) اما
بمحض آنکه
ناپدید گشت سپاه
دشمن چون
دریا بموج
آمد و چون سیل
روان گشت |
به
محض ِ آنکه |
be mahz-i in ki: (F.-A.) -ir...-mez. Dîşeb bemahz-i inki codâ şodîm be tu telefun
kerdem Dün
gece ayrılır ayrılmaz sana telefon ettim.
(Âzeristân) دیشب
بمحض اینکه
جدا شدیم به
تو تلفن کردم Bemahz-i inki berg-i murahhasiyem râ giriftem, bedûn-i
muattalî berâyi dîden-i emûcân hareket kerdem İzin
kâğıdımı alır almaz, gecikmeden amcamı
görmek için hareket ettim. (Vaktî merdî do tâ
zen begîre) بمحض
اینکه برگ
مرخصی ام را
گرفتم ، بدون
معطلی برای
دیدن عموجان
حرکت کردم Emmâ bemahz-i inki dânistend men maraz-i kand
girifte’em, ihtirâm, nazm, tertîb ez miyân reft Ama onlar
şeker hastası olduğumu öğrenir öğrenmez
saygı, tertip düzen yok oldu. (Maraz-i Kand) اما
بمحض اینکه
دانستند من
مرض قند
گرفته ام ،
احترام ، نظم
، ترتیب از
میان رفت |
به
محض ِ اینکه |
be merrât: (F.-A.)
defalarca. |
به
مرات |
be merâtib: (F.-A.) gittikçe, zamanla, tedricen, yavaş yavaş. Âyâ Maşa nemîfehmed ki berâyi û in
vaz’ bemerâtib duşvârter ve sahtter hâhed
bûd? Acaba
Maşa bu durumun onun için gittikçe daha güç ve
çetin olacağını anlamıyor mu? (Zindehâ vu Mordehâ) آیا
ماشا نمی
فهمد که برای
او این وضع
بمراتب دشوارتر
و سخت تر
خواهد بود؟ |
به
مراتب |
be mirâr: (F.-A.)
defalarca. |
به
مرار |
be murûr: (F.-A.)
zamanla. |
به
مرور |
be murûr-i eyyâm: (F.-A.)
zamanla, günlerin akıp geçmesiyle. |
به
مرور ِ ایام |
be mikdâr-i: (F.-A.) kadar,
tutarında. |
به
مقدار ِ |
be maksad-i: (F.-A.)
–e doğru. |
به
مقصد |
be mukerrer: (F.-A.)
birçok defa, tekrar tekrar. |
به
مکرر |
be munâsebet:
(F.-A.) yeri geldikçe. |
به
مناسبت |
be munâvebet: (F.-A.)
dönüşümlü olarak. |
به
مناوبت |
be menzûr-i: (F.-A.)
amacıyla. |
به
منظور ِ |
be menzûr-i inki: (F.-A.)
amacıyla, maksadıyla, için, yolunda. |
به
منظور ِ
اینکه |
be muvâcehe: (F.-A.) karşılıklı.
2. karşı karşıya. |
به
مواجهه |
be mûcib-i: (F.-A.) uyarınca,
mucibince, gerekçesiyle. |
به
موجب ِ |
be movki’:
zamanında, vaktinde. Bemovki’ be bahtiyâr sefâriş hâhem kerd Zamanında Bahtiyar’a tembih edeceğim. (Berf ki
Mîâyed) بموقع
به بختیار
سفارش خواهم
کرد |
به
موقع |
benâhak: (F.-A.) [be + nâ + hak]
haksız yere. |
به
نا حق |
benâhâst: [be + nâ +
hâsten > hâst] istemeden, istemeyerek. |
به
نا خواست |
benâgâh: [be + nâ + gâh]
ansızın, birdenbire. Benâgâh velvele-i bâmdâdî cengel râ
ferâ girift Ansızın
sabah velvelesi ormanı kapladı. (Dâstân-i Yek
İnsân-i Vâki’î) بناگاه
ولولهء
بامدادی
جنگل را فرا
گرفت |
به
نا گاه |
be nahv-i: (F.-A.) şeklinde, şekilde,
olarak. |
به نحو ِ |
be nahv-i etemm: (F.-A.) [be +
nahv + -i + etemm] mükemmel olarak, tam olarak. |
به
نحو ِ اتم |
be nahv-i ahsen: (F.-A.) en iyi
şekilde. |
به نحو ِ
احسن |
be nahv-i ekmel: (F.-A.) en
doğru ve mükemmel şekilde. |
به نحو ِ
اکمب |
benahvî: (F.-A.) [be + nahv + î] bir
şekilde, herhangi bir şekilde. |
به
نحوی |
be nahvî ki: (F.-A.) -cek
şekilde. |
به
نحوی که |
be nahvî:
(F.-A.) [be + nahv + î] bir şekilde. |
به
نخوی |
be nermî: [be + nerm + î] yumuşaklıkla. |
به
نرمی |
be nezdîk-i: 1. yakınında.
2. yanında. 3. katında, indinde, -e göre. Ma’şûk-i
men est an ki be nezdîk-i tu zişt est Sana
göre çirkin olan o kişi, benim sevgilimdir. (Gulistan) معشوق من
است آن که
بهنزدیک تو
زشت است |
به
نزدیک ِ |
be nisbet-i: (F.-A.) 1. dolayısıyla.
2. münasebetiyle. 3. mukabil olarak, karşın. |
به
نسبت ِ |
be nizâm: (F.-A.) düzenle,
tertiple. |
به
نظام |
be nazar-i: (F.-A.)
–e göre, gözünde. Velî
be nazar-i Bâbek Hindû dîger heman zenî nebûd
ki bâ şûr u rûh-i mutelâtim hod râ
şîfte-i hîş sâhte bûd Fakat
Bâbek’e göre Hindû artık heyecanlı ve
çalkantılı ruhuyla onu kendisine aşık eden
aynı kadın değildi. (Hindû) ولی
بنظر بابک
هندو دیگر
همان زنی
نبود که با شور
و روح متلاطم
خود را
شیفتهء خویش
ساخته بود |
به نظر ِ |
be nef’-i: (F.-A.)
lehine, lehinde, yararına. |
به
نفع ِ |
be nakl ez: (F.-A.)
–den naklen. |
به
نقل از |
be novbet: (F.-A.)
nöbetleşe, sırayla. |
به نوبت |
be
novbe-i hod:
(F.-A.) kendince, kendine göre, kendi arasında, kendi
çapında. Elbette
efsânehâî ki mâderem mîgoft benovbe-i hod heme
şîrîn u dilpesend bûdend Elbette
annemin anlattığı masalların hepsi de kendince güzel
ve hoştu. (Deryâ-yi Govher) البته
افشانه هائی
که مادرم می
گفت بنوبهء
خود همه
شیرین و
دلپسند
بودند Her gurûh nîz benovbe-i hod be deh cûhe-i deh
neferî taksîm mîşud Her bölük de kendi arasında on kişilik on mangaya
bölünüyordu. (Târîh-i Siyâsî) هر
گروه نیز
بنوبهء خود
بده جوخهء ده
نفری تقسیم
می شد |
به
نوبهء خود |
be nov’î:
(F.-A.) [be + nov’ + î] bir şekilde. Bî ank şeved zi mâ gunâhî peydâ Her rûz konediman benov’î rusvâ Biz bir günah etmeden, her gün bir şekilde bizi rüsva
ediyor. (Evhad) بی
آنک شود ز ما
گناهی پیدا هر
روز کندمان
بنوعی رسوا |
به نوعی |
be her tertîbî şode: (F.-A.) ne
yapıp edip. |
به هر
ترتیبی شده |
be her takdîr: (F.-A.) her
halukârda. |
به هر تقدیر |
be
her hâl:
(F.-A.) 1.
nasıl
olsa, nasılsa, ne de olsa. 2. kısacası, her neyse. Be her
hâl be hemmâm pâk refte ve nâpâk
bîrûn âmedîm Kısacası,
hamama temiz girip kirli çıktık. (Seyâhatnâme-i
İbrâhim Beyg) به هر
حال بحمام
پاک رفته و
ناپاک بیرون
آمدیم |
به
هر حال |
be her rûy: her
halükârda. |
به
هر روی |
be
her sûret:
(F.-A.) 1.
her
halükârda. 2. her neyse. Be her sûret palto râ mîhâhem
befurûşem, âyâ hâhîd harîd? Her neyse, paltoyu satmak istiyorum; acaba alacak mısınız?
(Homâ) بهر
صورت پالتو
را می خواهم
بفروشم ، آیا
خواهید خرید |
به
هر صورت |
be her illetî: (F.-A.) ne
hikmetse. |
به
هر علتی |
beher kıymet: (F.-A.) [be + her +
kıymet] mutlaka, ne olursa olsun, her ne pahasına olursa olsun. |
به
هر قیمت |
beher nahvî ki: (F.-A.) [be + her + nahv + î + ki]
-dığı şekilde, -dığı
ölçüde, -dığı kadar. Mansûr
beher nahvî ki mîtevânist û râ ârâm
kerd Mansur
elinden geldiği kadar onu yatıştırdı.
(Âzerbaycan) منصور
بهر نحوی که
می توانست او
را آرام کرد |
به
هر نحوی که |
be hest u nîst: vara
yoğa. |
به
هست و نیست |
be heman endâze ki: ... olduğu kadar. Zîrâ
kudret-i sâsâniyân beheman endâze ki
siyâsî bûd, dînî nîz bûd Çünkü
Sâsânîlerin kudreti siyasî olduğu kadar,
dinî idi. (Firdovsî ve Hemâse-i Millî) زیرا
قدرت
ساسانیان
بهمان
اندازه که
سیاسی بود ،
دینی نیز بود Fikr-i inki
miyân-i û ve şovhereş ser u sirrî bûde
bâşed berâyeş beheman endâze ki tehammul
nekerdenî ve duşvâr bûd ki gayr-i kâbil-i
tesevvur Onunla
kocası arasında gizli kapaklı bir şeylerin olduğunu
düşünmek onun için tasavvur edilemeyecek kadar
dayanılmaz ve güçtü. (Şovher-i Âhû
Hanum, s. 225) فکر
اینکه میان
او و شوهرش سر
و سری بوده
باشد برایش
بهمان
اندازه که
تحمل نکردنی
و دشوار بود
که غیر قابل
تصور Berâyi
kâsib magbûn şoden beheman endâze ki
gunâhbâr bûd ki magbûn kerden Esnaf
için aldanmak, aldatmak kadar günahtır. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 31) برای
کاسب مغبون
شدن بهمان
اندازه که
گناه بار بود
که مغبون
کردن |
به
همان اندازه
که |
be heman tertîb: (F.-A.)
aynı şekilde. |
به
همان ترتیب |
behemântertîbki: (F.-A.) [be + heman + tertîb + ki]
-dığı kadar. Beheman tertîb ki âheste harf mîzed, âheste
nîz kazâvet mîkerd Yavaş
konuştuğu kadar, yavaş da hüküm
yürütüyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 79) بهمان
ترتیب که
آهسته حرف
میزد ، آهسته
نیز قضاوت
میکرد |
به همان
ترتیب که |
behemannisbet: (F.-A.) [be + heman + nisbet] aynı derecede, bir o kadar dar. Û
cevân est u zîbâ ve beheman nisbet nâdân u
âsîbpezîr O
genç ve güzel. Bir o kadar da cahil ve felaketlere
açık biri.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 36) او
جوان است و
زیبا و بهمان
نسبت نادان و
آسیب پذیر |
به
همان نسبت |
be hemrâh-i: birlikte,
beraberinde. |
به
همراه ِ |
be hemrâhî-i: birlikte,
beraberinde. |
به همراهی |
behemrâhî-yi: [be + hem + râh + î + y + i]]
birlikte. An şeb
Jan behemrâhî-yi pedereş ez hâne hâric
şodend ve be sahrâ reftend O gece Jan
babası ile birlikte evden çıktı ve kıra gitti.
(Deryâ-yi Govher) آن شب
ژان بهمراهی
پدرش از خانه
خارج شدند و بصحرا
رفتند |
به
همراهیء |
be hemsâyegî-i:
bitişiğinde. |
به
همسایگیء |
be heme-i ebvâb: (F.-A.) her
bakımdan. |
به
همهء ابواب |
be hemin tertîb: (F.-A.) bu
şekilde, böylece. Do hefte
zindegî-yi û behemîn tertîb gozeşt Yaşamı
iki hafta böyle geçti. (Girdâb) دو
هفته زندگی
او بهمین
ترتیب گذشت |
به
همین ترتیب |
be hemin cihet: (F.-A.) bu
nedenle, bundan dolayı. |
به
همین جهت |
behemîn zûdîhâ: [be + hemîn +
zûd + î + hâ] bu yakınlarda, pek yakında. Kuvâ-yi
aynuddovle hem behemin zûdîhâ be tebrîz mîresed Aynüddevle
kuvvetleri de bu yakınlarda Tebriz’e gelir. (Settâr Han) قوای
عین الدوله
هم بهمین
زودیها به
تبریز می رسد |
به
همین زودیها |
behemin sebeb: (F.-A.) [be + hemîn + sebeb] bu sebeple, bu yüzden, bu
nedenle. Behemin
sebeb der eş’âr-i û diraht u çeşme vu
bâd u deryâ nîz sohen mîgûyend Bu sebeple
onun şiirlerinde ağaç, pınar, rüzgâr ve
deniz de konuşur. (Eş’âr-i Muntehab) بهمین
سبب در اشعار
او درخت و
چشمه و باد و
دریا نیز سخن
می گویند |
به
همین سبب |
be hemin sûret: (F.-A.) bu
şekilde, aynı şekilde. |
به
همین صورت |
behemin minvâl: (F.-A.) [be + hemîn + minvâl] bu
minval üzere, bu şekilde. Heft
sâl behemin minvâl gozeşt Yedi
yıl bu minval üzere geçti. (Daş Âkul) هفت
سال بهمین
منوال گذشت Hudûd-i
do sâet behemin minvâl tûy-i kâyik gerdiş kerdend İki
saat kadar bu şekilde kayıkta dolaştılar. (Rodin) حدود
دو ساعت
بهمین منوال
توی قایق
گردش کردند |
به همین
منوال |
be hengâm-i: -iken, esnasında, zamanı. Hevâpeymâ
behengâm-i sukût bu kulle-i dirahtân-i kâc
temâs yâft Uçak
düşerken çam ağaçlarının tepelerine
temas etti. (Dâstân-i
Yek İnsân-i Vâki’î) هواپیما
بهنگام سقوط
با قلهء
درختان کاج
تماس یافت |
به
هنگام ِ |
behîçrûy: [be + hîç
+ rûy] asla, hiçbir şekilde. |
به
هیچ روی |
be hîç sûret: (F.-A.) asla,
hiçbir şekilde. |
به
هیچ صورت |
behîçgûne:
[be + hîç + gûne] asla, hiçbir şekilde. Ez halk behîçgûne yârî metaleb Ver şâh-i birehne sâyedârî metaleb Halktan asla yardım bekleme. Kuru daldan gölge bekleme. (Evhad) از
خلق بهیچ
گونه یاری
مطلب ور
شاخ برهنه
سایه داری
مطلب |
به
هیچ گونه |
be hîç vech: (F.-A.)
hiçbir şekilde, asla. Nebâdâ hodâ nekerde be hoditan begîrîd ha.
Manzûr-i bende behîçvech şomâ
nebûdîd Sakın üstünüze alınmayın ha! Maksadım
asla siz değildiniz. (Maraz-i Kand) نبادا
خدا نکرده به
خودتان
بگیرید ها.
منظور بنده
بهیچوجه شما
نبودید |
به
هیچ وجه |
be vâcib: (F.-A.)
gerektiği gibi. |
به واجب |
be vâsite-i: (F.-A.) dolayısıyla, nedeniyle. Bevâsite-i mâh-i remezân-i mubârek beste est Mübarek
Ramazan ayı dolayısıyla kapalıdır.
(Dârû-yi Bîhâbî) بواسطهء
ماه رمضان
مبارک بسته
است |
به
واسطهء |
be vâsite-i anki: (F.-A.) -dığı için, -den
dolayı, yüzünden, nedeniyle. Ve û râ el-Muselles binni’me hândendî
bevâsite-i anki siyum peygember ve siyum hekîm ve siyum
pâdşâh bûd Üçüncü peygamber, üçüncü
hakîm ve üçüncü padişah olduğu
için ona el_Muselles binni’me derlerdi. (Mucmel-i
Fasîhî, I/10) و
او را المثلث
بالنعمه
خواندندی
بواسطهء آنکه
سیم پیغمبر و
سیم حکیم و
سیم پادشاه
بود |
به
واسطهء آنکه |
be vâsite-i inki: (F.-A.) -dığı için, -den
dolayı, yüzünden, nedeniyle. Deryâ-yi hazer bevâsıte-i inki beyn-i do
kıt’e-i âsyâ ve orûpâ vâki’
şode dârâ-yi ehemmiyyet-i bisyâr est Hazar
Denizi, Asya ve Avrupa kıtaları arasında yer
aldığı için büyük önem taşır.
(Târîh-i Siyâsî) دریای
خزر بواسطهء
اینکه بین دو
قطعهء آسیا و اروپا
واقع شده
دارای اهمیت
بسیار است |
به
واسطهء
اینکه |
be vâki’: (F.-A.) aslında. |
به
واقع |
be vech: (F.-A.) gerektiği gibi. |
به
وجه |
be vech-i: (F.-A.) tarzında, şeklinde. |
به
وجه ِ |
be vech-i etemm: (F.-A.) [be +
vech + -i + etemm] mükemmel olarak, tam olarak. |
به
وجه ِ اتم |
be
vech-i gâlib:
(F.-A.) genel
olarak, çoğunlukla, daha ziyade. |
به
وجه ِ غالب |
be vesîle-i: (F.-A.) vesilesiyle, -mek suretiyle, -erek,
-arak, ile. Agleb-i
şehrhâ bevesîle-i hafr-i handekhâ himâyet
mîşud Şehirlerin
çoğu hendekler kazılmak suretiyle korunuyordu.
(Târîh-i Siyâsî) اغلب
شهرها
بوسیلهء حفر
خندق ها حمایت
میشد |
به
وسیلهء |
be vufûr: (F.-A.) bolca. |
به
وفور |
be vakt: (F.-A.)
zamanında, yerinde. |
به
وقت |
be vîje:
özellikle: Dâstân-i
şûrengîz-i zindegî-i Mevlânâ
Celâleddîn Muhammed-i Rûmî ve bevîje
mâcerâ-yi aşk-i efsânevârî ki û
râ be Şems-i Tebrîzî peyvend dâd, ez
şigiftîhâ-yi edeb-i fârsîst Mevlana Celaleddin
Muhammed-i Rûmî’nin coşkulu hayat hikâyesi,
özellikle onu Şems-i Tebrîzî’ye bağlayan
masalımsı aşk macerası Fars edebiyatının
ilginç hususlarındandır. داستان
شوزانگیز
زندگیء
مولانا جلال
الدین محمد
رومی و به
ویژه ماجرای
عشق افسانه
واری که او را
به شمس
تبریزی
پیوند داد از
شگفتی های
ادب فارسی
است |
به ویژه |
beyekbâr:
[be + yek + bâr] tamamen, tümüyle, hepten, bir defada. Kîst
an lu’bet-i hendân ki perîvâr bereft Ki
karâr ez dil-i dîvâne be yekbâr bereft Peri gibi
giden, güleç yüzlü o dilber de kim? O gitti, deli
gönlün huzuru da hepten gitti. (Gazelhâ-yi Sa’dî,
s. 184) کیست
آن لعبت
خندان که
پریوار برفت که
قرار از دل
دیوانه به
کیبار برفت |
به
یکبار |
be yekbâregî: 1. birden,
ansızın. 2. hep birden. |
به
یکبارگی |
bihter: 1. daha iyi, daha güzel, daha lâyık. Gûyend:
Behişt u hûr u kovser bâşed. Cûy-i mey u
şîr u şehd u şekker bâşed. Por kon kadeh-i
bâde vu ber destem nih. Nakdî zi
hezâr nisye bihter bâşed. Derler
ki: Cennet var, huri ve kevser var. Mey ırmağı var, süt,
bal ve şeker var. Doldur bade kadehini, ver elime; Bin veresiyeden iyi
bir peşin var. (Hayyâm) گویند
بهشت و حور و
کوثر باشد جوی
می و شیر و شهد
و شکر باشد پرکن قدح
باده و بر
دستم نه نقدی
ز هزار نسیه
بهتر باشد Bâdenûşî
ki derû rûy u riyâî nebved Bihter ez
zuhdfurûşî ki derû rûy u riyâst İkiyüzlülük
etmeyen bir bâde düşkünü, riyakâr zâhit
taslağından daha iyi. (Hâfız) باده
نوشی که درو
روی و ریائی
نبود بهتر
از زهدفروشی
که درو روی و
ریاست 2. üstün. |
بهتر |
bihter est: en iyisi,
iyisi mi. |
بهتر است |
bihterîn: [bih + ter + în] en iyi. Hervakt ez
kâret haste ya zede şudî bâ bihterîn cihâz
şovheret hâhem dâd Ne zaman
işten yorulur ya da bıkarsan, seni en iyi çeyizle
evereceğim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 112) هروقت
از کارت خسته
یا زده شدی با
بهترین جهاز
شوهرت خواهم
داد |
بهترین |
behr-i: 1. için. Eger heft
kişver be şâhî-yi turâst Çerâ
renc u sahtî heme behr-i mâst? Yedi
ülkenin padişahıysan, bütün
güçlükler, sıkıntılar neden bizim
için? (Şâhnâme, I/44, beyit 226) اگر
هفت کشور
بشاهی تراست چرا
رنج و سختی
همه بهر ماست Aybem
bepûş zinhâr ey hırka-i meyâlûd Kân
pâk pâkdâmen behr-i ziyâret âmed Meye
bulanmış hırkam, aman ayıplarımı ört.
Çünkü eteği temiz o soylu kişi ziyarete geldi.
(Hâfız) عیبم
بپوش زنهار
ای خرقهء می
آلود کان
پاک پاک دامن
بهر زیارت
آمد |
بهر
ِ |
behr-i…râ: için. Ey
Suleymân behr-i leşkergâh râ Der sefer
mîdâr in âgâh râ Ey
Süleyman; ordugâhın için Seferde bu
haberdar kulunu yanında bulundur (Mesnevî) ای
سلیمان بهر
لشکرگاه را در
سفر میدار
این آگاه را |
بهر
ِ .. را |
behr-i ân est: bunun
için, bundan dolayı. Behr-i
ân est in riyâzet vin cefâ Tâ ber
âred kûre ez nukre cufâ Bu riyazet,
bu cefa şunun için: Potada
gümüşü cüruftan ayırmak için (Mesnevi) بهر
آن است این
ریاشت واین
جفا تا
بر آرد کوره
از نقره جفا |
بهر
ِ آن است |
behr-i çi: niçin,
neden. Herçend ki reng u
rûy zîbâst merâ, Çon lâle
roh u ço serv bâlâst merâ, Ma’lûm
neşod ki der tarabhâne-yi hâk Nakkâş-i ezel
behr-i çi ârâst merâ? Rengim güzel,
yüzüm güzel ise her ne kadar, Yüzüm lale,
boyum serviye benzerse her ne kadar, Anlaşılmadı
şu toprağın neşe yurdunda Niye bezedi ezel
ressamı beni o kadar? (Hayyâm) هرچند که
رنگ و روی
زیباست مرا چون
لاله رخ و چو
سرو بالاست
مرا معلوم
نشد که در
طربخانهء
خاک نقاش
ازل بهر چه
آراست مرا |
بهر ِ چه |
behem: [< be + men] bana. Ez
dîden-i û bekadrî hoşhâl şodem ki
ingâr dunyâ râ behem dâdend Onu
görünce öyle sevindim ki sanki dünyaları verdiler
bana. (Maraz-i Kand) از
دیدن او
بقدری
خوشحال شدم
که انگار
دنیا را بهم
دادند |
بهم |
behem: 1. birbirine. Zindegî-yi
anhâ takrîben behem âmîhte bûd Yaşantıları
aşağı yukarı birbirine
karışmıştı. (Girdâb) زندگیء
آنها تقریبا
ً بهم آمیخته
بود Sitârehâ-yi
rîz u kûçek râ peydâ mîkerdîm ve
be hem nişân mîdâdîm Minik minik
yıldızları bulur, birbirimize gösterirdik. (Eger Haste
Şodî) ستاره
های ریز و
کوچک را پیدا
می کردیم و به
هم نشان می
دادیم 2. birlikte. |
بهم |
bû ki: [buden > buved > bu + ki] ola ki. Bâ
sabâ hemrâh befrist ez ruhet guldesteî Bû ki
bûî beşnevîm ez hâk-i bustân-i
şumâ Yanağından
bir destegül yapıp sabâ ile gönderiver. Belki bu
sâyede gezindiğin bahçelerin toprak kokusunu
alırım. (Hâfız) با صبا
همراه بفرست
از رخت
گلدسته ای بو که
بوئی بشنویم
از خاک بستان
شما |
بو
که |
bûk: [bûden > bû > buved > bu + k< ki] ola ki,
belki. Tâ merâ zincâ be hindustân bered Bûk bende kan taraf şud cân bered Beni buradan
Hindistan’a götürsün. Ola ki bendeniz oraya gidince
canımı kurtarırım. (Mesnevi) تا
مرا زینجا
بهندستان
برد بوک
بنده کان طرف
شد جان برد |
بوک |
bevey: [be + vey] ona. |
بوی |
bî: (Peh.) 1. (gr.) olumsuzluk eki:-siz. 2. olur
(Farsçanın bir lehçesinde). 3. olmadan,
olmaksızın, bulunmadan, bulunmaksızın. Gul bî
ruh-i yâr hoş nebâşed Bî
bâde behâr hoş nebâşed Sevgilinin
yüzü olmayınca gül hoş olmaz. Bâde
olmayınca bahar hoş olmaz. (Hâfız) گل بی
رخ یار خوش
نباشد بی
باده بهار
خوش نباشد |
بی |
bî irâde: (F.-A.) elinde olmadan, gayri ihtiyarî. Mursel
bî irâde zindegî-yi hod râ bâ zindegî-yi
pedereş mukâyese mîkerd Mürsel
elinde olmadan kendi hayatını babasının hayatıyla
mukayese ediyordu. (Âzeristan) مرسل
بی اراده
زندگی خود را
با زندگی
پدرش مقایسه
میکرد |
بی
اراده |
bî intihâ: (F.-A.) sonsuz, engin. Temâm-i
etrâf-i an râ sukût-i bî intihâyî
ihâte kerde bûd Onun
tüm çevresini sonsuz bir sessizlik sarmıştı.
(Deryâ-yi Govher) تمام
اطراف آن را
سکوت بی
انتهایی
احاطه کرده بود
|
بی
انتها |
bî endâze: son derece. Hodeş
râ bîendâze tenhâ vu bîgâne his kerd Kendisini
son derece yalnız ve yabancı hissetti. (Girdâb) خودش
را بی اندازه
تنها و
بیگانه حس
کرد |
بی
اندازه |
bîank: [bî + an + k< ki] -meden, -meksizin. Bîank
şeved zi mâ gunâhî peydâ Her
rûz kunediman benov’î rusvâ Biz bir
günah etmeden, her gün bir şekilde bizi rüsva ediyor. (Evhad) بی
آنک شود ز ما
گناهی پیدا هر
روز کندمان
بنوعی رسوا |
بی
آنک |
bî ânki: -meden, -meksizin. Heme-i
merdumân be zebân-i mâderî-yi hod sohen
mîgûyend bîanki ez kâidehâ-yi an
âgâh bâşend Bütün
insanlar kurallarından haberi olmaksızın ana dilleri ile konuşurlar.
(Fârsî-i Pencom-i Debistân) همهء
مردمان به
زبان مادری
خود سخن می
گویند بی
آنکه از
قاعده های آن
آگاه باشند Pîrmerd
bîanki soheneş temâş şode bâşed
hâmûş mând İhtiyar
adam sözünü bitiremeden sustu kaldı. (Şovher-i
Âhû Hanum) پیرمرد
بی آنکه سخنش
تمام شده
باشد خاموش
ماند Şebhâ
vu rûzhâ bîanki der mahallî tevakkuf koned reft Gece
gündüz bir yerde durmaksızın yol aldı. (Vilgerd) شبها
و روزها بی
آنکه در محلی
توقف کند راه
رفت |
بی آنکه |
bî inki: -meksizin, -meden. Sâet-i
nov-i kaşeng-i men hîcdeh mâh-i temâm bî inki
dakîkaî ez kâr beyufted ya ihtilâl-i
kûçekî der maşinhâyeş peydâ
şeved kâr kerd Yeni
güzel saatim tam on sekiz ay bir dakika durmaksızın ya da
makine aksamında en küçük bir arıza
çıkmaksızın çalıştı.
(Sâ’at-i men) ساعت
نو قشنگ من
هجده ماه
تمام بی
اینکه دقیقه
ای از کار
بیفتد یا
اختلال کوچکی
در ماشین
هایش پیدا
شود کار کرد |
بی
اینکه |
bî bedel:
(F.-A.) bedelsiz, eşsiz. Cerîde rov ki
guzergâh-i âfiyet teng est Piyâle gîr
ki omr-i azîz bîbedel est Bir başına
yürü, çünkü âfiyet geçidi dar. Al eline kadehi; çünkü aziz ömür bedelsizdir.
(Hâfız) جریده
رو که گذرگاه
عافیت تنگ
است پیاله
گیر که عمر
عزیز بی بدل
است |
بی
بدل |
bî bedîl: (F.-A.) tek, benzersiz, eşsiz. Bedîl-i
dûstân gîrend yârân Velîken
şâhid-i mâ bîbedîl est Dostlar
dostun yerini alır ama bizim dostumuz benzersiz. (Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 91) بدیل
دوستان
گیرند یاران ولیکن
شاهد ما بی
بدیل است |
بی
بدیل |
bî ber u bergerd: [bî + ber + u +
bergeşten > bergerd] mutlaka. |
بی
بر و برگرد |
bî cihet: (F.-A.) 1. yönsüz. Zîr u
bâlâ, pîş u pes vasf-i ten est Bîcihet an
zât-i cân-i rûşen est Aşağı,
yukarı, ön, arka bedenin vasfıdır Aydınlık
canının zatında yönsüzlük vardır (Mesnevi) زیر و
بالا، پیش و
پس وصف تن است بی
جهت آن ذات
جان روشن است 2.sebepsiz yere. Çerâ
bîcihet muzâhim-i efrâd-i muhterem mîşevîd Niçin
sebepsiz yere saygıdeğer kişileri rahatsız ediyorsunuz?
(Maraz-i Kand) چرا
بی جهت مزاحم
افراد محترم
می شوید؟ Emmâ
tabîat bîcihet çîzî râ bemâ
nemîdehed Ama tabiat
sebepsiz yere bize bir şey vermez. (Perîçihr) اما
طبیعت بی جهت
چیزی را بما
نمی دهد |
بی
جهت |
bî çon u çerâ: sorgusuz sualsiz, tam. Kâreş
temîz u muvrid-i kabûl-i bîçûn u
çerâ-yi bâzâr bûd Yaptığı
iş temizdi ve piyasa tarafından tam kabul görüyordu.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 68) کارش
تمیز و مورد
قبول بی چون و
چرای بازار
بود |
بی
چون و چرا |
bî had: (F.-A.) sınırsız, ölçüsüz,
hesapsız, sayısız. İn cihân mahdûd u an hod
bîhad est Nakş u sûret pîş-i
an ma’nî sed est Bu dünya sınırlı,
öbürü sınırsız O mânâ önünde
nakış, sûret bir settir (Mesnevi) این
جهان محدود و
آن خود بی حد
است نقش
و صورت پیش آن
معنی سد است |
بی
حد |
bî hadd u hasr: (F.-A.) sonsuz, bitmez tükenmez. An tablo ez
cevânî yu şâdâbî bîhadd u hasr-i
sâhib-i hod hikâyet mîkerd O tablo
sahibinin sonsuz gençlik ve tazeliğini anlatıyordu.
(Adâlet-i Âsumân) آن
تابلو از
جوانی و
شادابی بی حد
و حصر صاحب خود
حکایت می کرد) |
بی
حد و حصر |
bî hadd u
kerân: (F.-A.) sonsiz, engni. |
بی
حد و کران |
bî hisâb: (F.-A.) sayısız, hesapsız. Revâ
buved ki çonin bîhisâb dil beberî? Mekun ki
mazleme-i halk râ cezâyî hest Böyle
hesapsız kitapsız gönül çalmak da olur mu
hiç? Etme, eyleme. Halka yapılmış zulmün bir de
karşılığı var. (Gazelhâ-yi Sa’dî,
s. 146) روا
بود که چنین
بی حساب دل
ببری؟ مکن
که مظلمهء
خلق را جزایی
هست |
بی
حساب |
bî hilâf:
(F.-A.) hilafsız, aykırı bir şey olmadan. Cân-i
bîma’nî der in ten bîhilâf Hest
hemçun tîg-i çûbîn der gılâf Mânâsız
can, hilafsız söylüyorum sana Benzer
kılıfta duran tahta kılıca (Mesnevi) جان
بی معنی در
این تن بی
خلاف هست
همچون تیغ
چوبین در
غلاف |
بی
خلاف |
bî hod: 1. baygın. 2. iradesiz. 3. beyhude,
boşuna, boş yere. Emmâ
bîhod gam mehor, çi an duhter der nezdîkî-yi
tûst Ama boş
yere üzülme. Çünkü o kız senin
yakınında. (Se Katre Hûn, s. 142) اما
بی خود غم
مخور ، چه آن
دختر در
نزدیکی ء تو است 4. gereksiz, lüzumsuz. |
بی
خود |
bî hod u bî cihet: (F.-A.) boşu boşuna,
pisipisine. Her
çihâr nefer gark şodend, bîhod u bîcihet ez
beyn reftend Dördü
de boğulup pisipisine öldüler. (Âzeristan) هر
چهار نفر غرق
شدند ، بی خود
و بی جهت از
بین رفتند |
بی
خود و بی جهت |
bîhodî: [bî + hod +
î] 1. baygınlık. 2. vecd. 3. durup
dururken. 4. karışıklık. 5. boşu boşuna, aklı
sıra. Zi
bîhodî taleb-i yâr mîkuned Hâfız Çu
muflisî ki talebkâr-i genc-i Kârûn est Hâfız,
Kârûn hazinelerini isteyen müflisler gibi, aklı
sıra yâre kavuşmayı talep ediyor. (Hâfız) ز بی
خودی طلب یار
می کند حافظ چو
مفلسی که
طلبکار گنج
قارون است 6. kendini bilmeme. Mestem kun
ançunan ki nedânem zi bîhodî Der arsa-i
hayâl ki âmed, kudâm reft Beni öyle
bir sarhoş et ki hayal dünyamda bile kimin gelip kimin
gittiğini farkedemez durumda olayım. (Hâfız) مستم کن
آنچنان که
ندانم ز
بیخودی در
عرصهء خیال
که آمد ، کدام رفت |
بی
خودی |
bî hiyâl: (F.-A.) 1. rastgele, öylesine. Û
mîkûşîd çîzî bebîned
velî hodeş nemîdânist çi çîz.
Û bîhiyâl nigâh mîkerd O bir
şey görmeye çalışıyordu ama kendisi de ne
olduğunu bilmiyordu. Öylesine bakıyordu işte.
(Âzeristan) او می
کوشید چیزی
ببیند ولی
خودش نمی
دانست چه چیز.
او بی خیال
نگاه می کرد 2. düşüncesiz.
3. gafil. 4. kayıtsız. 5. kasıtsız. 6.
ansızın. |
بی
خیال |
bî direng: beklemeden, derhal, hemen, vakit kaybetmeden. Yâdeş âmed ki bâyed berâyi nemâz-i
zohr u asr bîdireng hod râbe mescid beresâned Öğle ve ikindi namazlarını kılmak için
derhal camiye gitmesi gerektiğini hatırladı. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 15) یادش
آمد که باید
برای نماز
ظهر و عصر بی
درنگ خود را
بمسجد
برساند |
بی
درنگ |
bîzevâl: (F.-A.)
geçici olmayan, yok olmayan, ölümsüz. |
بی
زوال |
bî şubhe: (F.-A.) kuşkusuz,
şüphesiz. |
بی
شبهه |
bî şek: (F.-A.) kuşkusuz, şüphesiz. İn zen bîşek yekî ez an gulhâ-yi
sefîdî bûd ki ez derûn-i berf mîrûyend Kuşkusuz
bu kadın karda biten beyaz çiçeklerden biriydi.
(Şovher-i Âhû Hanum) این
زن بی شک یکی
از آن گل های
سفیدی بود که
از درون برف
می رویند Men fitne-i
zemânem ve an dûstân ki dârî Bîşek
nigâh dârend ez fitne-i zemânest Ben
zamanın fitnesiyim ve dostların kuşkusuz seni zamanın
fitnesinden uzak tutarlar. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 200) من
فتنهء زمانم
و آن دوستان
که داری بی
شک نگاه
دارند از
فتنهء زمانت |
بی
شک |
bî şekk u reyb: (F.-A.)
hiç kuşkusuz, hiç şüphesiz. |
بی
شک و ریب |
bî şekk u şubhe: (F.-A.) hiç
şüphesiz, hiç kuşkusuz, hiçbir şüpheye
mahal olmadan. |
بی
شک و شبهه |
bî şomâr: sayısız, çok fazla, sonsuz. Rûh-i insânî râ nisbet be âmeden u reften u
nisbet be nâdânî ve dânâî ehvâl-i
bisyâr u esâmî-yi bîşumâr est İnsan
ruhunun gelme ve gitmeye, cahillik ve bilgisine göre pek çok
halleri ve sayısız isimleri vardır.
(İnsânu’l-kâmil) روح
انسانی را
نسبت بآمدن و
رفتن و نسبت
بنادانی و
دانائی
احوال بسیار
و اسامی بی
شمار است Diraht-i
dûstî benşân ki kâm-i dil be bâr
âred Nihâl-i
duşmenî ber ken ki renc-i bîşumâr âred Dostluk
ağacını dikmeye bak; gönlünün
muradını sağlar çünkü. Sök, at
düşmanlık fidanını; çünkü bitmez
tükenmez azap getirir. (Hâfız) درخت
دوستی بنشان
که کام دل به
بار آرد نهال
دشمنی بر کن
که رنج بی
شمار آرد |
بی
شمار |
bîtaraf: (F.-A.)
tarafsız. |
بی
طرف |
bîtarafâne: (F.-A.)
tarafsızca. |
بی
طرفانه |
bî aded: (F.-A.)]
sayısız. Şud leşker-i gam bîaded,
ez baht mîhâhem meded Tâ fahr-i dîn abdussamed
bâşed ki gamhârî koned Sayısı belirsiz yüzlerce
gam ordusu karşımda; ben bahtımdan yardım isterim. Dinin
kıvancı Abdüssamed olacak ki beni teselli edecek.
(Hâfız) شد لشکر
غم بی عدد ، از
بخت می خواهم
مدد تا فخر
دین عبد الصمد
باشد که
غمخواری کند |
بی
عدد |
bî kerân: engin,
uçsuz, bucaksız. |
بی
کران |
bîgâh: [bî + gâh] zamansız, yersiz. Der gam-i
mâ rûzhâ bîgâh şud Rûzhâ
bâ sûzhâ hemrâh şud Günler
anlamını yitirdi gamımızla Günler
yoldaş oldu yangılarımızla (Mesnevi) در غم
ما روزها بی
گاه شد روزها
با سوزها
همراه شد |
بی
گاه |
bîgeh: [bî + geh] zamansız. |
بی
گه |
bîgeh u geh: [bî + geh + u +
geh] zaman zaman, arasıra. |
بی
گه و گه |
bî mubâlât: (F.-A.)
düşünmeden, dikkatsizce. |
بی
مبالات |
bî muhâbâ: (F.-A.) 1. edepsiz.
2. korkusuz. 3. gözünü kırpmadan, |
بی
محابا |
bî mahal: (F.-A.) yersiz. Be çeşm-i
akl derin rehguzâr-i purâşûb Cihân u
kâr-i cihân bîsebât u bîmahal est Akıl
gözüyle gördüğüm o ki, bu hengâmeli
geçitte, dünya sebatsız, dünya meşgalesi ise
yersizdir. (Hâfız) بچشم
عقل درین رهگذار
پر آشوب جهان و
کار جهان بی
ثبات و بی محل
است |
بی
محل |
bî mer: sayısız, hesapsız. |
بی
مر |
bî muntehâ:
(F.-A.) sonsuz. İn
nedânistend îşân ez amâ Hest
farkî der miyân bîmuntehâ Körlüklerinden
bilemediler bunu Oysa
ortadaki farkın yoktu sonu (Mesnevi) این ندانستند
ایشان از عما هست
فرقی در میان
بی منتها |
بی
منتها |
bî movrid: (F.-A.) yersiz. Sipes ser râ bâ vekâr-i hâssî tekân
dâd ve bâ lahnî ki ters-i bîmuvrid-i û râ
be temeshur girift goft Daha sonra
kendine has bir vakarla başını salladı ve onun yersiz
korkusunu alaya alır bir ifade ile dedi ki: (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 113) سپس
سر را با وقار
خاصی تکان
داد و با لحنی
که ترس بی
مورد او را
بتمسخر می
گرفت گفت |
بی
مورد |
bî movki: (F.-A.) zamansız. |
بی
موقع |
bî nazîr: (F
+ A.) eşsiz, benzersiz. |
بی
نظیر |
bî nihâyet: (F.-A.) 1. son derece. Tanz bînihâyet mes’eleî ciddîst Mizah son
derece ciddî bir meseledir. طنز
بی نهایت
مسأله ای جدی
است (نابغهء
هوش) 2. sonsuz, bitmez
tükenmez. Dilâ, tama’
meber ez lutf-i bînihâyet-i dûst Çu lâf-i
aşk zedî, ser bebâz çâbuk u çust Gönlüm;
gerçek dostun sonsuz lûtfundan umut keserim deme. Madem ki
aşktan, sevgiden söz ediyorsun, bir an önce başından
vazgeç. (Hâfız) دلا
طمع مبر از
لطف بی نهایت
دوست چو
لاف عشق زدی ،
سر بباز چابک
و چست |
بی
نهایت |
bî hem: birbiri olmadan. Horşîd u deryâ bîhem nemîtevâned
zîst konend Güneş
ve deniz birbiri olmadan yaşayamazlar. (Âzeristân) خورشید
و دریا بی هم
نمی توانند
زیست کنند |
بی
هم |
bî hemâl: eşsiz,
ortaksız. |
بی
همال |
bî hemtâ: eşsiz, benzersiz. |
بی
همتا |
bîvesîle: (F.-A.)
sebepsiz yeri |
بی
وسیله |
bîvakfe: (F.-A.)
[bî + vakfe] durmaksızın, aralıksız, kesintisiz,
sürekli. |
بی
وقفه |
bîrûn: 1. dış, dışarı,
dışında, dışarda. Bîrûn-i şehr sermâ sahtter ve sûzendeter
şud Şehrin
dışında soğuk daha şiddetlive
ısırıcı oldu. (Sefernâme-i Emînuddovle) بیرون
شهر سرما سخت
تر و سوزنده
تر شد Men hem mîhâhem ez herât berevem ve an
bâgçeî ki der bîrûn-i şehr dârem
bîsâhib mîufted Ben de
Herat’tan gitmek istiyorum ve şehrin dışındaki
bahçem sahipsiz kalıyor. (Hâne-i Pederî) من
هم می خواهم
از هرات بروم
و آن باغچه ای
که در بیرون
شهر دارم بی
صاحب می افتد Govherî
kez sadef-i kovn u mekân bîrûnest Taleb ez
gumşudegân-i leb-i deryâ mîkerd Varlık
âlemi denilen sedefin dışında bulunan inciyi deniz
kıyısında kaybolanlarda arayıp durdu. (Hâfız) گوهری
کز صدف کون و
مکان بیرون
است طلب
از گمشدگان
لب دریا می
کرد 2. dış yüz. 3.
meydanda. Temâm-i
moç-i dest u elengû-yi meftûliyeş bîrûn
bûd Bütün
bileği ve burma bilezikleri meydandaydı. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 14) تمام
مچ دست و
النگوی
مفتولیش
بیرون بود 4. öte. Hiyâl-i
rûy-i kesî der ser est herkes râ Merâ
hiyâl-i kesî kez hiyâl bîrûn est Herkeste
senin yüzünün hayali var. Bende de hayalden öte birinin
hayali. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 103) خیال
روی کسی در سر
است هرکس را مرا
خیال کسی کز
خیال بیرون
است 5. çok, fazla. Sâki gam-i men
bolend âvâz şode est. Sermestî-yi men
burûn zi endâze şode est. Bâ mûy-i
sepîd serhoşem kez mey-i to Pîrâneserem
behâr-i dil tâze şode est. Ey sâkî,
dillere destan oldu gamım. Haddini aştı
benim sarhoşluğum. Sarhoşum şu
aksaçımla çünkü şarabından Tazelendi
gönlümün baharı ihtiyarlıkta. (Hayyâm) ساقی غم
من بلند آواز
شده است سرمستیء
من برون ز
اندازه شده
است با موی
سپید سرخوشم
کز می تو پیرانه
سرم بهار دل
تازه شده است |
بیرون |
bîrûn ez: -den
başka, dışında, hariç. Bîrûn
zi leb-i tu sâkiyâ nîst Der devr
kesî ki kâm dâred Ey
sâkî; bu devirde dudaklarından başka muradına eren
yok. (Hâfız) بیرون
ز لب تو ساقیا
نیست در
دور کسی که
کام دارد |
بیرون
از |
bîrûn ez had: (F.-A.)
sayısız, haddinden fazla. |
بیرون از
حد |
bîrûnsû:
dış yüz, dışarısı, dış taraf. Vez
cihân-i çun rahim bîrûnsuvî Ez
zemîn der arsa-i vâsi şevî Rahme benzer
dünyanın dışında olursan Yeryüzünden
geniş bir düzlüğe çıkarsın. (Mesnevi) وز
جهان چون رحم
بیرون سوی از
زمین در
عرصهء
واسعشوی |
بیرون سو |
bîrûnî: [bîrûn + î] 1. dışardaki.
2. dıştaki. Çeşm fekat mîtevâned sath-i
bîrûnî-yi eşyâ râ muşâhede
koned Göz eşyanın sadece dış yüzeyini
görebilir. (Hikmet ve Huner-i Ma’nevî, s. 15) چشم
فقط می تواند
سطح بیرونی
اشیاء را
مشاهده کند 3. dışarlıklı. 4. yabancı,
garip. 5. avlu, hayat, taşlık. Hengâmî ki Dâş Âkul vârid-i
bîrûnî-yi Haci Samed şud, hatm râ
verçîde bûdend Dâş
Âkul, Hacının avlusuna girdiğinde hatim
indirilmişti. (Se Katre Hûn, s. 68) هنگامی
که داش آکل
وارد بیرونی
حاجی صمد شد ، ختم
را ورچیده
بودند |
بیرونی |
bîş: (Peh.) 1. çok, fazla, -den fazla. Çonin me’mûriyyetî mustelzim-i tecribe vu
kârdânîst ve tu cevân-i bîtecribeî
bîş nîstî Böyle
bir görev tecrübe ve işbilirlik gerektirir. Oysa sen
tecrübesiz bir gençten fazla bir şey değilsin. (Don
Karlos) چنین
مأموریتی
مستلزم
تجربه و
کاردانی است
و تو جوان بی
تجربه ای بیش
نیستی Âyâ erziş-i beççe-i û der
dunyâ bîş ez refîkeş est Acaba
çocuğunun değeri dünyada arkadaşından fazla
mıdır? (Girdâb) آیا
ارزش بچهء او
در دنیا بیش
از رفیقش
است؟ Ez men ramakî be
sa’y-i sâkî mânde est. Vez sohbet-i halk,
bîvefâ’î mânde est. Ez bâde-yi
dûşîn kadehî bîş nemând. Ez omr nedânem ki
çi bâkî mânde est? Sakinin
gayretiyle birazcık canım kaldı. Halkla
sohbetten geriye vefasızlık kaldı. Dünkü
bâdeden ancak bir kadeh kaldı. Bilmem
ki ömrümden geri daha ne kaldı? (Hayyâm) از من
رمقی بسعی
ساقی مانده
است وز
صحبت خلق بی
وفائی مانده
است از بادهء
دوشین بیش
نماند از
عمر ندانم که
چه باقی
مانده است 2. diğer, artık. 3.
misli. Aşk-i
û an şeb yekî sad bîş şud Lâcerem
yekbâregî ez hîş şud Aşkı
o gece birken yüz oldu ve birden kendini kaybetti.
(Mantıku’t-Tayr, s. 80) عشق
او آن شب یکی
صد بیش شد لاجرم
یکبارگی از
خویش شد |
بیش |
bîş: ona. |
بیش |
bîş
ez:
-den
çok, -den fazla, -den ziyade. Eş’ârî
ki in gûyende-i bozorg ez âgâz-i cevânî
tâ pâyân-i omr surûde, bîş ez sî yu
penc defter est Bu
büyük şairin gençlik yıllarından
ömrünün sonuna kadar söylediği şiirler otuz
beş defterden fazladır. (Eş’âr-i Muntehab) اشعاری
که این
گویندهء
بزرگ از آغاز
جوانی تا پایان
عمر سروده ،
بیش از سی و
پنج دفتر است |
بیش
از |
bîş ez an: daha fazla,
ondan fazla. Âhû
çun dîd şovhereş kâr dâred bîş
ez an isrâr nekerd Ahu,
kocasının işi olduğunu görünce daha fazla
üstelemedi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 48) آهو
چون دید
شوهرش کار
دارد بیش از
آن اصرار نکرد |
بیش
از آن |
bîş ez endâze: haddinden
fazla. İn merd-i
çihil u çend sâle bâ kârgerân
bîş ez endâze gûşttelhî mîkerd Bu kırk küsur
yaşındaki adam işçilere haddinden fazla kapris
yapardı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 42) این
مرد چهل و چند
ساله با
کارگران بیش
از اندازه
گوشت تلخی می
کرد |
بیش
از اندازه |
bîş ez anki: -den
çok, -den ziyade. |
بیش
از آنکه |
bîş ez hemîşe: her
zamankinden çok. Velî
henûz û râ dûst dâşt ve şâyed
heyli hem bîş ez hemîşe dûsteş
dâşt Fakat
hâlâ onu seviyordu ve belki deher zamankinden çok
seviyordu onu. (Deryâ-yi Govher) ولی
هنوز او را
دوست داشت و
شاید خیلی هم
بیش از همیشه
دوستش داشت |
بیش
از همیشه |
bîş u kem: az çok,
azı çoğu. Çon
rûzî yu omr bîş u kem netvan kerd. Hod râ be kem u
bîş dijem netvan kerd. Kâr-i men u to
çonanki re’y-i men o tost, Ez mûm be dest-i
hîş hem netvan kerd. Bir
gün gibi ömür; azı çoğu mümkün
değil. Kendini
üzmen az veya çok mümkün değil. Yapmayı
düşündüğümüz var ya seninle benim, Mum
olsa da, bizce yapmak mümkün değil. (Hayyâm) چون روزی
و عمر بیش و کم
نتوان کرد خود
را کم و بیش
دژم نتوان
کرد کار من و
تو چنانکه
رأی من و تست از
موم بدست
خویش هم
نتوان کرد |
بیش
و کم |
bîş u noksân: (F.-A.) az
çok. Âkil ender
bîş u noksân nengered Zanki her do
hemçu seylî bogzered Aklı
başında olan, aza çoğa bakmaz Çünkü
ikisi de sel gibi geçer gider. (Mesnevi) عاقل
اندر بیش و
نقصان ننگرد زانکه
هر دو همچو
سیلی بگذرد |
بیش
و نقصان |
bîşter: [bîş + ter]
daha çok, daha fazla, daha ziyade. |
بیشتر |
bîşterî: [bîş + ter
+ î] 1. çokluk, fazlalık. 2. çoğunlukla,
daha çok. |
بیشتری |
bîşterîn: [bîş +
terîn] en fazla, ençok. |
بیشترین |
beyn: (A.) 1. ara, orta. 2. arasında. Resîden-i çend muşterî-yi dîger
goftugûy-i beyn-i do hemkâr râ kûtâh kerd Birkaç
müşterinin daha gelmesi iki meslektaş arasındaki
konuşmayı kesti. (Şovher-i Âhû Hanum) رسیدن
چند مشتری
دیگر گفتگوی
بین دو همکار
را کوتاه کرد |
بین |
bihude: beyhude, boşuna. |
بیهده |
bîhûde: 1. beyhude, boşuna, boş
yere. Çun hestî-yi tu benîstî âlûdest Gam horden-i nîk u bed-i û bîhûdest Varlığın
yokluğa bulandığına göre, onun iyisine
kötüsüne hayıflanmak boşuna. چون
هستیء تو
بنیستی
آلودست غم
خوردن نیک و
بد او
بیهوداست Benazareş âmed ki zindegî-yi û bîhûde
beser refte Hayatının
boşa geçtiğini düşündü. (Se Katre
Hûn, s. 211) بنظرش
آمد که زندگی
او بیهوده
بسر رفته Ber lovh
nişân-i bûdenîhâ bûde est, Peyveste kalem zi
nîk u bed fersûde est; Der rûz-i ezel
herançi bâyest bedâd; Gam horden u
kûşîden-i mâ bîhûde est. Kader levhasına
yazılacaklar yazılmış, İyi, kötü
peşinde koşmaktan kalem yorulmuş. Ezelden yazılanlar
mutlak bir borçmuş. Gam çekmemiz,
çalışmamız hep boşmuş! (Hayyâm) بر لوح
نشان بودنی
ها بوده است پیوسته
قلم ز نیک و بد
فرسوده است در روز
ازل هرآنچه
بایست بداد غم
خوردن و
کوشیدن مت
بیهوده است 2. saçma,
bâtıl. |
بیهوده |
pâbecâ:
doğru dürüst. |
پا
بجا |
pâbercâ: [pâ + ber + câ] 1. sağlam,
dayanıklı. Dil
çu pergâr be hersû deverânî mîkerd V’enderan
dâyire sergeşte-i pâbercâ bûd Gönlüm
pergel gibi her yana dönüp duruyordu. Ama yine de
bu daire içinde, ayağını sağlam basan avare
konumundaydı. (Hâfız) دل چو
پرگار به
هرسو دورانی
می کرد واندر
آن دایره
سرگشتهء
پابرجا بود 2. devamlı,
kalıcı. 3. kararlı. 4. yerinde. |
پا
برجا |
pâk: (Peh.) 1. temiz. Rûy-i mîz pâk u muretteb bûd Masanın
üstü temiz ve düzenliydi. (Mudîr-i Medrese) روی
میز پاک و
مرتب بود Beher hâl be hemmâm pâk refte ve nâpâk
bîrûn âmedîm Kısacası,
hamama temiz girip kirli çıktık.
(Seyâhâtnâme-i İbrâhim Beyg) به
هر حال بحمام
پاک رفته و
ناپاک بیرون
آمدیم 2. tamamen,
tümüyle, hepten, iyice, iyiden iyiye. Haci
pâk dîvâne şode Hacı
iyiden iyiye delirmiş.(Edebiyyât-i Dovre-i
Bîdârî ve Mûasir) حاجی
پاک دیوانه
شده Aşk-i an dilber bemândeş sa’bnâk Herçi dîger bûd yek ser reft pâk Onda kala
kala o dilberin zorlu aşkı kaldı. Başka ne varsa, tamamen
gitti. (Mantıku’t-Tayr, s. 88) عشق
آن دلبر
بماندش
صعبناک هرچه
دیگر بود یک
سر رفت پاک Eger merâ bâ tu bebîned nakşehâyiman
pâk bâtil hâhed şud Beni seninle
görürse, planlarımız hepten suya düşer.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 114) اگر
مرا با تو
ببیند نقشه
هایمان پاک
باطل خواهد
شد 3. sade. 4. arı
duru, münezzeh. 5. parlak. 6. suçsuz. 7. namuslu.
8. kinsiz. 9. silahsız. 10. rakik. 11. tüm,
tümü, hepsi . 12. (tıb.) steril, mikropsuz. |
پاک |
pâk u pûst kende:
apaçık, dobra dora. |
پاک و
پوست کنده |
pây-i:
1. başında. Do şeb
u do rûz pây-i morde-i û keşîk dâd İki
gün iki gece ölüsü başında nöbet tuttu.
(Se Katre Hûn) دو شب
و دو روز پای
مردهء او
کشیک داد 2. yanına, -e, -a. Der
esnâ-i şâm û râ pây-i telefun
hâstend Akşam
yemeği sırasında onutelefona çağırdılar.
(Do Şeb) در اثناء
شام او را پای
تلفن
خواستند |
پای ِ |
pâyân: 1. son. Derd-i
mâ râ nîst dermân, elgıyâs Hicr-i
mâ râ nîst pâyân, elgıyâs Derdimizin
dermanı yok, yardım edin, aman.
Ayrılığımızın biteceği yok, yardım
edin, aman. (Hâfız) درد
ما را نیست
درمان ،
الغیاث هجر
ما را نیست
پایان ،
الغیاث 2. sınır. 3. aşağısı. |
پایان |
pâyân-i kâr: işin
sonunda. Âteşeş
pinhân u zevkeş âşikâr Dûd-i
û zâhir şeved pâyân-i kâr Ateşi
gizlidir, zevki ortada. Dumanı
çıkar ama işin sonunda. (Mesnevi) آتشش
پنهان و ذوقش
آشکار دود
او ظاهر شود
پایان کار |
پایان
ِ کار |
pâyânnâpezîr: [pâyân +
pezîroften > pezîr > nâpezîr] bitmek bilmeyen,
bitmez tükenmez. Katarât-i
doroşt-i eşk misl-i çeşmeî nazar kerde ve
pâyânnâpezîr ez her gûşe-i
çeşmâneş gol mîzed ve bîrûn
mîrîht İri
taneli göz yaşları evliya kerametine mazhar olmuş bir
pınar gibi sanki hiç tükenmezcesine gözlerinden
fışkırıp dökülüyordu. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 19) قطرات
درشت اشک مثل
چشمه ای نظر
کرده و پایان ناپذیر
از هر گوشهء
جشمانش غل می
زد و بیرون می
ریخت |
پایان
ناپذیر |
pâye: (Peh.) [pây + e] 1. rütbe.
2. basamak. 3. sütun, direk. 4. ayak (sandalye,
masa). 5. kök, asıl. 6. etek. 7. aşağısı.
8. gövde. 9. yörünge. 10. düşkün.
11. değer, kıymet. 12. sap. 13. ipucu,
belirti, gösterge. 14. ipucu. |
پایه |
pâyîn: 1. aşağı,
aşağısı. 2. alt, altı. 3. düşük.
4. etek. 5. merdivenin ilk basamağı. |
پایین |
pâîn: 1. aşağı.
2. aşağıda. 3. aşağıya. |
پائین |
pedîdâr: apaçık,
aşikâr. |
پدیدار |
por: (Peh.) 1. dolu. Çi sâz
bûd ki der perde mîzed an mutrib Ki reft omr u
henûzem demâg por zi hevâst. Çalgıcının
tutturduğu makamda çaldığı melodi nasıl bir
şeydi ki, ömür geçti gitti ama hâlâ onu
mırıldanıp duruyorum. (Hâfız) چه ساز
بود که در
پرده میزد آن
مطرب که
رفت عمر و
هنوزم دماغ
پر ز هواست 2. yığılmış.
3. çok. 4. tam. |
پر |
por ez: dolu, ile
dolu. Yek
sâl-i por ez hiyâl, por ez vesvâs, por ez intizâr,
por ez bedbînî yu kîne Hayal,
kuruntular, bekleyiş, karamsarlık ve kinle dolu bir yıl. (Do
Şeb) یک
سال پر از
خیال ، پر از
وسواس ، پر از
انتظار ، پر
از بدبینی و
کینه |
پر
از |
pes: 1. arka. 2. sonra. 3. geri. 4. o
zaman, bunun üzerine. 5. peki, öyleyse. Pes
çerâ zûdter telefun nekerdîd Peki neden
daha önce telefon etmediniz? (Hindû) پس
چرا زودتر
تلفن
نکردید؟ 6. o halde, şu halde,
bu durumda. Der
neyâbed hâl-i pohte hîç hâm Pes suhen
kûtâh bâyed vesselâm Ham
kişi pişmiş kişinin halini hiç anlamaz. O halde
sözü kısa kesmek gerek vesselâm. (Mesnevi) در
نیابد حال
پخته هیچ خام پس
سخن کوتاه
باید
والسلام 7. bu yüzden. |
پس |
pes ez: -den sonra. Pes ez
tagyîr-i libâs pâîn âmede ve be salon-i
mucellel-i gezâhorî reftem Üstümü
değiştikten sonra aşağı inip görkemli yemek
salonuna gittim. (Ber Sâhil-i Mînâî) پس از
تغییر لباس
پائین آمده و
به سالن مجلل
غذاخوری
رفتم |
پس
از |
pes ez ân: ondan sonra. |
پس از آن |
pes ez endekî: kısa bir süre sonra. Merd-i
mecrûh pes ez endekî be hûş âmed u
âşâmîdenî hâst Yaralı
adam kısa bir süre sonra ayıldı ve içecek bir
şeyler istedi. (Fârsî-i Pencom-i Debistân) مرد
مجروح پس از
اندکی به هوش
آمد و
آشامیدنی خواست
|
پس
از اندکی |
pes ez anki: -dıktan sonra. Fermânrevâ
pes ez anki bekadr-i çend bîl hâk bergerdând,
îstâd u porsişhâ-yi hod râ tekrâr kerd Hükümdar
birkaç kürek toprağı alt üst ettikten sonra durdu
ve sorularını yineledi. (Fârsî-i Pencom-i
Debistân) فرمانروا
پس از آنکه
بقدر چند بیل
خاک برگرداند
، ایستاد و
پرسش های خود
را تکرار کرد |
پس
از آنکه |
pes ez in: bundan sonra. |
پس
از این |
pes ez inki: -dikten sonra. |
پس
از اینکه |
pes ez çendî: bir süre sonra. Pes ez çendî reften, hâleteş digergûn
geşt Biraz
yürüdükten sonra hali değişti. (Endîşe) پس از
چندی رفتن ،
حالتش
دگرگون گشت |
پس
از چندی |
pes ez çend lahza: (F.-A.) bir süre sonra. Pes ez
çend lahze sertîp gor u gor kunân bergeşt General bir
süre sonra homurdana homurdana geri döndü. (Maraz-i Kand) پس از
چند لحظه
سرتیپ غر و غر
کنان برگشت |
پس
از چندی لحظه |
pes ez zohr: (F.-A.)
öğleden sonra. |
پس
از ظهر |
pes ez lehzeî:
(F.-A.) bir süre sonra, az sonra. Pes ez
lehzeî pizişk be ârâmî pîş âmed
ve hâst çîzî begûyed emmâ in bâr
heşm-i bîmâr be muntehâ derece resîd u
feryâd kerd Bir
süre sonra doktor yavaşça geldi, bir şey söylemek
istedi ama bu kez hastanın öfkesi son haddine vararak bağırdı.
(Nâbiga-i Hûş) پس
از لحظه ای
پزشک به
آرامی آمد و
خواست چیزی بگوید
، اما این بار
خشم بیمار به
منتها درجه رسید
و فریاد کرد |
پس
از لحظه ای |
pes ezlahtî: [pes + ez + laht + î] bir süre
sonra, kısa bir süre sonra. Pes ez
lahtî katâr be hareket der âmed Bir
süre sonra tren hareket etti. (Fârsî-i Pencom-i
Debistân) پس از
لختی قطار
بحرکت در آمد |
پس از
لختی |
pes angâh: [pes + ân +
gâh] ondan sonra. |
پس
آنگاه |
pesangeh: [pes + ân + geh] sonra, daha sonra,
ondan sonra. |
پس
آنگه |
pes intovr: (F.-A.) demek öyle, ya! Ha
dârîd gerdiş mîkonîd? Natalya
cevâb dâd: Bele, dâştîm ber
mîgeştîm Velintsof
goft: Pes intovr, heyli hub, bergerdîm Dolaşıyor
musunuz? Natalya ‘Evet, dönüyorduk’ diye cevap verdi.
Velintsof ‘Demek öyle, pekâlâ, dönelim’
dedi. (Rodin) ها
دارید گردش
می کنید؟ ناتالیا
جواب داد بله
، داشتیم بر
می گشتیم ولینتسف
گفت پس
اینطور ،
خیلی خوب ، بر
گردیم |
پس
اینطور |
pes-i perde: 1. ev. 2. haremlik. 3. gayb âlemi. 4.
gizli, gizlice. 5. arka, perde arkası. Mâh-i
hurşîdnumâyeş zi pes-i perde-i zulf Âfitâbîst
ki der pîş sehâbî dâred Zülüflerinin
arkasındaki güneş görünümlü ay
yüzü, bulut arkasında kalmış güneşi
andırıyor. (Hâfız) ماه
خورشید
نمایش ز پس
پردهءزلف آفتابی
است که در پیش
سحابی دارد |
پس پرده |
pes-i poşt: peşi sıra,
ardı sıra, peşi, ardı. |
پس
پشت |
pesçiki: [pes + çi + ki]
tabiî ki. |
پس
چه که |
pessû:
[pes + sû] arka, arka taraf. |
پس
سو |
pes u pîş: önü
arkası. |
پس
و پیش |
pesâpîş: [pes + â +
pîş] önü ardı, etraf, çevre. |
پسا
پیش |
pesâpes: [pes
+ â + pes] arka arka. |
پساپس |
pest: 1. aşağı. 2. alçak. Âlînesebâ,
çerâ benişînî pest? Ey soylu,
niçin alçakta oturursun? (Evhad) عالی
نسبا ، چرا
بنشینی پست؟ 3. alt. 4. alçaklık.
5. düşük. 6. kısa. 7. hemzemin. 8.
harap. 9. yok olmuş. 10. değersiz. 11. kökünden.
12. çabuk. 13. sade. 14. muzdarip. 15. acı.
16. lezzetsiz. 17. zayıf, gevşek. 18. habersiz.
19. nefret etmiş. 20.uygunsuz. Ber hod bâ
bîzârî la’net mî firistâd ki
teslîm-i sovdâhâ-yi pest u nâpesend şode est Rezilce ve hiç de
hoşa gitmeyen heveslere teslim olduğu için kendisinden
nefret edip lanet okuyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 83) بر
خود با
بیزاری لعنت
می فرستاد که
تسلیم سوداهای
پست و ناپسند
شده است |
پست |
pestperde: [pest + perde < perde-i pest] hafif, yavaşça. |
پست
پرده |
pest pest: az
az, yavaş yavaş. |
پست
پست |
pester: 1.
daha geride. 2. en aşağı, en alçak. |
پستر |
pesterek:
az geride. |
پسترک |
pesîn: (Peh.) [pes + în] 1. sonuncu,
en son, son. 2. sonraki. |
پسین |
pesîn ferdâ: üç gün
sonra, daha öbür gün. |
پسین
فردا |
pesîngâh: [pesîn +
gâh] akşam üstü. |
پسینگاه |
poşt: (Peh.) 1. arka, arkasında, arkada. 2. dış,
dışarı. 3. sırt, geri. Ender an sâat ki
ber poşt-i sabâ bendend zîn Bâ suleymân
çun berânem men ki mûrem merkebest Sabâ
rüzgârına eyer vurduklarında, ona binen Süleyman
ile nasıl koşturabilirim ki!? Benim
binitim bir karınca! (Hâfız) اندر آن
ساعت که بر
پشت صبا
بندند زین با سلیمان
چون برانم من
که مورم مرکب
است 4. hami. Goftehâ-yi
evliyâ nerm u doroşt Ten
mepûşân zanki dînet râst poşt Velîlerin
sözleri yumuşak, sert olsa da Örtme
kendini; dinin sağlamlaşır onlarla. (Mesnevi) گفته
های اولیا
نرم و درشت تن
مپوشان
زانکه دینت
راست پشت 5. yardımcı. 6.
üst, üstünde. Pîrmerd
poşt-i bâm îstâde bûd, satl râ
bâlâ mîkeşîd İhtiyar
damda durmuş, kovayı yukarı çekiyordu.
(Âzeristan) پیرمرد
پشت بام
ایستاده بود
، سطل را بالا
می کشید 7. başında. Zen
poşt-i telefun herkadr bîrîht u pâ be sin gozâşte
bâşed, ma’lûm nîst ve mîtevâned
heves-i dilrubâi-yi hod râ teskîn dehed Kadın
ne kadar çirkin ve yaşlanmış olsa da, telefonda
anlaşılmaz ve böylece gönül çalma arzusunu
tatmin edebilir. (Homâ) زن
پشت تلفن
هرقدر بی
ریخت و پا به
سن گذاشته باشد
، معلوم نیست
و می تواند
هوس دلربائی
خود را تسکین
دهد 8. homoseksüel erkek,
oğlan. 9. devam. 10. iç. |
پشت |
poşt-i ser-i hem: art arda, peş peşe, biteviye,
durmadan. Cevân
poşt-i ser-i hem satl râ por mîkerd Delikanlı
biteviye kovayı dolduruyordu. (Âzeristân) جوان
پشت سر هم سطل
را پر میکرد |
پشت ِ سر ِ
هم |
poşt-i hem: art arda, peş
peşe. |
پشت
ِ هم |
poşt rû: 1. tersyüz.
2. baş aşağı. |
پشت
رو |
poştrîz:
[poşt + rîhten > rîz] sürekli, peşpeşe. |
پشت
ریز |
poşt-i ser: ard, arka, arkasında, arkasından, ardından,
peşinden. Sedâ-yizeneş
poşt-i ser-i û bolend şud Arkasından
karısının sesi yükseldi. (Cûybâr) صدای
زنش پشت سر او
بلند شد Poşt-i
ser-i aka nemâzeş râ mîhând Ağanın
arkasında namazını kılıyordu. (Şovher-i
Âhû Hanum) پشت
سر آقا نمازش
را می خواند 2. ense. |
پشت
سر |
poştâpoşt: [poşt + â +
poşt] 1. sırt sırta. 2. omuz omuza. |
پشتاپشت |
pinhân, penhân: (Peh.) 1. gizli, saklı. Hadîs-i
Hâfız u sâgar ki mîzened pinhân Çi
cây-i muhtesib u şihne, pâdişeh dânist Hafız’ın
kadehle olan gizli söyleşilerini muhtesibi, şihnesi
şöyle dursun, padişah bile farketti. (Hâfız) حدیث
حافظ و ساغر
که می زند
پنهان چه
جای محتسب و
شحنه ، پادشه
دانست 2. gizlice, gizli gizli. Dânî
ki çeng u ûd çi takrîr mîkonend? Pinhan
horîd bâde ki te’zîr mîkonend Çeng
ile ut neler anlatıyor, biliyor musun? İçecekseniz, gizli
saklı için, yoksa kâfirlikle
suçlanırsınız diyor. (Hâfız) دانی
که چنگ و عود
چه تقریر می
کنند؟ پنهان
خورید باده
که تعذیر می
کنند 3. örtülü. 4.
sır. |
پنهان |
pinhân ez kesî: kimsenin
haberi olmadan. |
پنهان
از کسی |
pinhân u peydâ: gizli ve
açık. |
پنهان
و پیدا |
pehlû: (Peh.) 1. yan. 2. bitişik. Hoceste
bâzû-yi û râ girift ve bâhem be taraf-i
otâkî ki pehlâ-yi tâlâr bûd reftend Huceste onun
koluna girdi ve birlikte salonun yanındaki odaya girdiler. (Se Katre
Hûn, s. 157) خجسته
بازوی او را
گرفت و باهم
بطرف اطاقی
که پهلوی
طالار بود
رفتند 3. böğür. Beguşâ
bend-i kabâ tâ beguşâyed dil-i men Ki
guşâdî ki merâ bûd, zi pehlû-yi tu
bûd Üstündeki
kaftanın kuşağını çöz ki gözüm
gönlün açılsın yanını belini
görünce. (Hâfız) بگشا
بند قبا تا
بگشاید دل من که
گشادی که مرا
بود ، ز پهلوی
تو توبود 4. sağrı. 5. karın.
6. kenar.7. ön. Otomobîlî
ez pehlû-yi û gozeşt Önünden
bir otomobil geçti. (Girdâb) اتومبیلی
از پهلوی او
گذشت 8. fayda. |
پهلو |
pehlû be pehlû: borda bordaya. |
پهلو به
پهلو |
pehlûgâh: [pehlû
+ gâh] yan taraf. |
پهلوگاه |
pehlûgeh:
[pehlû + geh] 1. böğür. 2. kenar. |
پهلوگه |
pehlû-yi hem: yanyana. Ez
miyân-i kelimehâ-yi zîr kelimehâ-yi
hemma’nî râ codâ konîd ve pehlû-yi hem
benevîsîd Aşağıdaki
kelimeler arasında anlamdaş kelimeleri ayırınız ve
yan yana yazınız. (Fârsî-i Pencom-i Debistân) از
میان کلمه
های زیر کلمه
های هم معنی
را جدا کنید و
پهلوی هم
بنویسید |
پهلوی
هم |
pehlûyî:
yandaki. |
پهلویی |
pehn: (Peh.) 1. geniş. 2. açık.
3. ferah. 4. yayılmış, yayık. 5. düz. |
پهن |
pehnâ: (Peh.) [pehn + â] 1. genişlik,
en. 2. açıklık, engin. 3. kutur. |
پهنا |
pehnâver: [pehn + â + ver] 1. geniş. Efrâsyâb
kişver-i pehnâverî râ tâ çîn be
siyâveş sipurd Efrasyâb,
Çin’e kadar uzanan geniş bir ülkeyi
Siyavuş’a verdi. (Dâstânhâ-yi Dilengîz) افراسیاب
کشور
پهناوری را
تا چین به
سیاوش سپرد 2. engin. 3. ferah. 4.
yayılmış. 5. uzak. |
پهناور |
pey, piy: 1. ayak. 2. ayak izi. 3.
direnme gücü, takat. 4. temel. 5. kaide (heykel
vs.) 6. defa. 7. pey akçesi. |
پی |
pey-i: 1. için, -den
dolayı. Koşten-i
in merd ber dest-i hekîm Nî
pey-i ûmîd bûd u nî zi bîm Bu adamın
doktor eliyle öldürülmesi Ne
ümit, ne korkudan geliyordu (Mesnevi) کشتن
این مرد بر
دست حکیم نی
پی اومید بود
و نی ز بیم 2. ardından,
peşinden. 3. yerine. |
پی
ِ |
peyderpey: [pey + der + pey] 1. art arda, arka arkaya, peş
peşe, peyderpey. Şikesthâ-yi
peyderpey-i şâh tahmâsb ve muâhede-i nengîni
bagdâd be muhâlefet u i’tirâzât-i nâdir
komek mîkerd Şah
Tahmasb’ın art arda yenilgileri ve utanç verici Bağdat
Antlaşması Nadir’in muhalefet ve itirazlarına
yardım ediyordu. (Târîh-i Siyâsî) شکست
های پی در پی
شاه طهماسب و
معاهدهء
ننگین بغداد
بمخالفت و
اعتراضات
نادر کمک می
کرد 2. azar azar, yavaş
yavaş. |
پی
در پی |
peyrîz:
[pey + rîhten > rîz] 1. temel atan, kuran. 2. sürekli,
devamlı. |
پی ریز |
pey-i hem: peş
peşe, art arda, ardı sıra, ardından. |
پی هم |
peyâpey: [pey + â + pey] 1.
art arda, peş peşe, arka arkaya, durmadan, ardı sıra,
boyuna, biteviye. Murâce’e-yi
peyâpey-i çend muşterî rişte-i
kelâmeş râ borîd Art arda birkaç müşterinin gelmesi sözünü
kesti. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 22) مراجعهء
پیاپی چند
مشتری رشتهء
کلامش را
برید 2. yavaş yavaş,
azar azar. |
پیاپی |
pîç ender pîç:
dolambaçlı. İkrâr
konîd ki bâ in sohenân-i pîç ender
pîç mîhâhîd ez dest-i men
begurîzîd Bu
dolambaçlı laflarla elimden kurtulup kaçmak
istediğinizi itiraf edin. (Don Karlos) اقرار
کنید که با
این سخنان
پیچ اندر پیچ
می خواهید از
دست من
بگریزید |
پیچ اندر
پیچ |
pîç ber pîç: 1. kıvrım
kıvrım. 2. büklüm büklüm. 3. çetrefil,
çok zahmetli. |
پیچ بر
پیچ |
pîç pîç: 1. kıvrımlı. 2.
dolambaçlı, dolaşık. Mâ
ki’îm ender cihân-i pîçpîç Çun
elif û hod çi dâred hîç hîç Şu
dolaşık dünyada biz kimiz? Elifiz.
Elifin nesi var? Bir hiç. (Mesnevi) ما
که ایم اندر
جهان پیچ
پپیچ چون
الف او خود چه
دار هیچ هیچ 3. büklümlü.
4. sapmış. 5. muzdarip. |
پیچ
پیچ |
peydâ, piydâ: (Peh.) 1. açık,
aşikâr, belli, besbelli, ortada. Nâle
ez eczâ-yi îşân mîşenîd Nevha
peydâ nevhagûyân nâpedîd Vücutlarının
zerresinden inilti işitiyordu. İnilti
ortada ama inleyenler görünmüyordu. (Mesnevi) ناله
از اجزای
ایشان می
شنید نوحه
پیدا نوحه
گویان
ناپدید 2. görünen. 3.
tanınmış. |
پیدا |
pîş: (Peh.) 1. ön. Butâ
çun gamze’et nâvek feşâned Dil-i
mecrûh-i men pîşeş siper bâd Ey put
yüzlü sevgilim; gamzelerin kirpik oklarını atınca
yaralı gönlüm bu okların önünde kalkan olsun.
(Hâfız) بتا
چون غمزه ات
ناوک فشاند دل
مجروح من
پیشش سپر باد 2. önce, evvel. Ânân
ki zi pîş refte’end ey sâkî, Der
hâk-i gurûr hofte’end ey sâkî; Rov, bâde
hor u hakîkat ez men şinov. Bâd est
her ançi gofte’end ey sâkî. Evvelce gelip
geçenler yok mu saki, Gurur
toprağında yatmaktalar be saki. Hele iç
badeyi; dinle benden gerçeği: Her dedikleri
havadır hava be saki ! (Hayyâm) آنان که ز
پیش رفاه اند
ای ساقی در
خاک غرور
خفته اند ای
ساقی رو، باده
خور و حقیقت
از من شنو باد
است هرآنچه
گفته اند ای
ساقی 3. önceki, evvelki. Der
goftâr-i pîş do numûne ez kârhâ-yi Mirza
Akahan râ âverdem Önceki
bölümde Mirza Akahan’ın
çalışmalarından iki örnek verdim. (Berresî) در
گفتار پیش دو
نمونه از
کارهای
میرزا آقاخان
را آوردم 4. yan, yanına,
yanında. Ferdâ
mîberemet pîş-i anhâ Yarın
seni onların yanına götürürüm. (Telhûn) فردا
می برمت پیش
آنها 5. -de, -da. Hemintovr ki
bâ duhtere harf mîzedem temâm-i hûş u
hevâssem pîş-i pulhâyem bûd Kızla
konuşurken aklım fikrim paramdaydı. (Maraz-i Kand) همینطور
که با دختره
حرف می زدم
تمام هوش و حواسم
پیش پولهایم
بود 6. -e, -a. Bilâhere
reftem pîş-i doktur Nihayet
doktora gittim. (Maraz-i Kand) بالاخره
رفتم پیش
دکتر 7. göre, katında,
nezdinde. Bisyâr
sohen bâşed ki an sohen pîş-i murîd nîk
bâşed ve pîş-i şeyh bed bâşed Müride
göre iyi ama şeyhe göre kötü olan pek çok
söz vardır. (İnsânu’l-kâmil) بسیار
سخن باشد که
آن سخن پیش
مرید نیک
باشد و پیش
شیخ بد باشد 8. huzur, kat. Hâhem
ki pîş mîremet ey bîvefâ tabîb Bîmâr
bâz pors ki der intizâremet Ey
vefasız doktor; senin yolunda ölmek istiyorum. Kendi hastanın
halini hatırını sor bir kere; seni bekliyorum.
(Hâfız) خواهم
که پیش میرمت
ای بی وفا
طبیب بیمار
باز پرس که در
انتظارمت 9. yön, taraf. 10. kenar. 11. karşı,
karşısı. 12. sahil, kıyı. 13. (gr.)
ötre. 14. daha üstün, daha yüce, daha iyi. 15. öncelikli.
16. için. Pederet an
girânmâye merd-i cevân Fidâ
kerdpîş-i tu rûşen revân O yiğit
ve değerli baban senin için tatlı canını feda
etti. (Şâhnâme, I/42, beyit 170) پدرت
آن گرانمایه
مرد جوان فدا
کرد پیش تو
روشن روان 17. görüş, Nâm-i
Hâfız rakam-i nîk pezîruft velî Pîş-i
rindân rakam-i sûd u ziyân in heme nîst Hâfız
iyi adla anılanlar arasına girdi girmesine ama rintlerin
katında kazanç ve ziyan hesabı sadece bunlar değil.
(Hâfız) نام
حافظ رقم نیک
پذیرفت ولی پیش
رندان رقم
سود و زیان
این همه نیست |
پیش |
pîş-i pâ: ön. Homâ sohbet-i hod râ çonan temâm kerd ki
gûî der mukâbil-i amelî encâm şode karâr
girifte est ve cuz teslîm çâreî pîş-i
pâyeş nîst Homa bir emrivaki karşısında kalmış da teslim
olmaktan başka çıkar yol
bulamamışçasına sözünü bitirdi. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 113) هما
صحبت خود را
چنان تمام
کرد که گوئی
در مقابل
عملی انجام
شده قرار
گرفته است و
جز تسلیم
چاره ای پیش
پایش نیست |
پیش ِ پا |
pîş-i pây-i
kesî: birinden
önce. El’ân
pîş-i pây-i şomâ yek hânumî
âmede bûd, ez men yek çîzî mîhâst Şimdi
sizden önce bir hanım gelmişti. Benden bir şey istiyordu.
(Mahmûd Aka râ Vekîl Konîd) الان
پیش پای شما
یک خانمی
آمده بود ، از
من یک چیزی
میخواست |
پیش ِ پای
کسی |
pîş-i hod: kendi kendine. Pîş-i
hod mîgoft imrûz dîger nemî tevânem
behâbem Kendi
kendine ‘Bugün artık uyuyamam’ diyordu.
(Kıssehâ-yi Behreng) پیش
خود می گفت :
امروز دیگر
نمی توانم
بخوابم |
پیش ِ خود |
pîş-i rûy: göz
önü, karşısı. |
پیش
ِ روی |
pîş ez: -den
önce. |
پیش از |
pîş
ez an:
ondan
önce, daha önce. Pîş
ez an, yekî do bâr der in husûs bâ yâver ki
merdî nermhû ve ehlâkî bûd goftugû be
amel âverde bûd Daha
önce bir iki kez yumuşak huylu ve ahlaklı biri olan
Yâver’le bu konuda görüşme
yapmıştı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 11) پیش
از آن یکی دو
بار در این
خصوص با یاور
که مردی
نرمخو و
اخلاقی بود
گفتگو بعمل
آورده بود |
پیش
از آن |
pîş ez anki: -meden
önce. Pîş
ez anki be cihet-i muşahhasî râh ufted, vasat-i hiyâbân
meks kerd Belirli bir
yöne doğru yürümeden önce caddenin ortasında
durdu. (Kûtî-i Kibrît) پیش
از آنکه به
جهت مشخصی
راه افتد ،
وسط خیابان
مکث کرد |
پیش
از آنکه |
pîş ez in: bundan
önce. |
پیش
از این |
pîş ez inki: -meden
önce. |
پیش
از اینکه |
pîş ez pîş: öncelikle,
her şeyden önce, ilkin, evvelemirde. |
پیش
از پیش |
pîş ez zohr: (F.-A.)
öğleden önce. |
پیش
از ظهر |
pîş-i pâ: 1. karşı.
2. ayağın ön kısmı. |
پیش
پا |
pîş-i pây-i
kesî:
birin gelmesinden az önce, birinin önüsıra. |
پیش
پای کسی |
pîş pîş: 1.
önden, önü sıra. Zanki her
morgî be sûy-i cins-i hîş Mîpered
û der pes u cân pîş pîş Her kuş
kendi cinsine yönelir Uçar
cinsinin ardından, canı önden gider (Mesnevi) زانکه
هر ورغی بسوی
جنس خویش می
پرد او در پس و
جان پیش پیش 2. parça parça. |
پیش پیش |
pîş u pes: 1. önü ardı. Men
çigûne hûş dârem pîş u pes Çun
nebâşed nûr-i yârem pîş u pes Nasıl
bakarım ben önüme arkama Olmayınca
yârimin nûru önümde arkamda? (Mesnevi) من
چگونه هوش
دارم پیش و پس چون
نباشد نور
یارم پیش و پس 2. önce ve sonra. |
پیش
و پس |
pîş u pes: ön ve
arka; önü ardı. |
پیش و پس |
pîş u pes u
bâlâ:
ön, arka ve yukarı. |
پیش
و پس و بالا |
pîşâpîş: [pîş +
â + pîş] 1. her şeyden önce. 2. önü
sıra. 3. ön, ileri. Der deh
kademî-yi pîşâpîş-i hod homâ râ
dîd ki mîreft On adım
önünde giden Homa’yı gördü. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 82) در ده
قدمی
پیشاپیش خود
هما را دید که
می رفت |
پیشاپیش |
pîşet: [pîş +
et< tu] yanına, yanında, önünde, önüne,
huzuruna, huzurunda, katında, nezdinde. |
پیشت |
pîşter: [pîş + ter] daha önce,
önceden, eskiden. İncâ heman
meydângâhî bûd ki pîşter vaktî dil u
demâg dâşt ancâ râ korok mîkerd ve
hîçkes cur’et nemîkerd colov biyâyed Burası, eskiden, neşesi yerinde
olduğu zaman kasıp kavurduğu ve hiç kimsenin
karşısına çıkmaya cesaret edemediği
meydandı. (Se Katre Hûn, s. 83) اینجا
همان
میدانگاهی
بود که پیشتر
وقتی دل و
دماغ داشت
آنجا را قرق
می کرد و
هیچکس جرأت
نمی کرد جلو
بیاید Zan kûze-yi mey ki
nîst der vey zararî, Por kon kadehî;
bohor, be men dih digerî; Zan pîşter ey
peser ki der rehgozerî, Hâk-i men u to
kûze koned kûzegerî. Şu şarap
testisinden doldur bir kadeh, iç. Bir de bana ver; yok onda zarar
hiç. Yapmadan çömlekçi toprağımızdan
testi Yolcuyuz bu yolda evlat, iç hadi iç. (Hayyâm) زان
کوزهء می که
نیست در وی
ضرری پر کن
قدحی، بخور،
بمن ده دگری زان
پیشتر ای پسر
که در رهگذری خاک
من و تو کوزه
کند کوزه گری |
پیشتر |
pîşterek: 1.
az önce. 2. az ileride. |
پیشترک |
pîşterhâ: önceleri. Pîşterhâ
merd-i cevânî bûd ki heme çîz dâşt
emmâ tenhâ bûd Önceleri
her şeyi olan ama yalnız bir adamdı. (Emûyem
Mîgoft) پیشترها
مرد جوانی
بود که همه
چیز داشت اما
تنها بود |
پیشترها |
pîşîn: [pîş + în] 1. önceki,
evvelki, eski. Yâdgârhâ-yi
pîşîn ez colov-i û yekbeyek red mîşodend Eski
anılar bir bir gözünün önünden
geçiyordu. (Se Katre
Hûn, s. 82) یادگارهای
پیشین از جلو
او یک بیک رد
می شدند Der
sâl-i hezâr u sised nohostîn medrese-i nizâmî
der isfehân be dest-i şâgirdân-i
pîşîn-i dârulfunûn ber pâ şud İlk askerî okul 1300 yılında
Darülfünun’un askerî öğrencileri
tarafından Isfahan’da kuruldu. (Berresî) در
سال 1300 نخستین
مدرسهء
نظامی در
اصفهان به دست
شاگردان
پیشین دار
الفنون بر پا
شد 2. peşin. 3. öndeki.
|
پیشین |
pîşîngâh:
[pîşîn + gâh] öğle namazı vakti. |
پیشینگاه |
pîşîne: [pîş +
îne] 1. eski, selef, önceki, selef. 2. ilk. 3. daha
önde. |
پیشینه |
peyveste: [peyvesten > peyvest + e] aralıksız,
sürekli, daima, hep, mütemadiyen. Bâ muhtesibem eyb
megûîd ki û nîz Peyveste çu
mâ der taleb-i eyş-i mudâm est Ayıbımı
muhtesibe söylemeyin aman. Aslında o da bizim gibi sürekli
işretin peşinde. (Hâfız) با
محتسبم عیب
مگوئید که او
نیز پیوسته
چو ما در طلب
عیش مدام است Ber lovh
nişân-i bûdenîhâ bûde est, Peyveste
kalem zi nîk u bed fersûde est; Der rûz-i ezel
herançi bâyest bedâd; Gam
horden u kûşîden-i mâ bîhûde est. Kader levhasına
yazılacaklar yazılmış, İyi,
kötü peşinde koşmaktan kalem yorulmuş. Ezelden yazılanlar
mutlak bir borçmuş. Gam
çekmemiz, çalışmamız hep boşmuş!
(Hayyâm) بر لوح
نشان بودنی
ها بوده است پیوسته
قلم ز نیک و بد
فرسوده است در روز
ازل هرآنچه
بایست بداد غم
خوردن و
کوشیدن مت
بیهوده است |
پیوسته |
tâ: 1. denk, benzer, eş, gibi. Men
tâ-yi şumâ nîstem Ben sizin
gibi değilim. من
تای شما
نیستم Çun
hâce nizâm nîst bezmârâyî Bîsovt-i hoşeş mebâd hâlî
câyî Her
sâz ki hest tây-i û betvân yâft Tenbûr-i veyest anki nedâred tâyî Mademki
Hâce Nizam gibi meclis süsleyen biri yoktur, onun güzel sesi
olmaksızın bir yer boş kalmasın. Ama benzeri olmayan bir saz
varsa, o da, onun tanburudur. (Kâtibî) چون
خواجه نظام
نیست بزم
آرایی بی
صوت خوشش
مباد خالی
جایی هر
ساز که هست
تای او بتوان
یافت طنبور
ویست آنکه
ندارد تایی 2. sayı olarak adet bildirir ve bazen
kişi anlamında kullanılır. Se tâ
hânum u do nefer sâzzen bâhod âverdem Yanımda
üç hanım ve iki çalgıcı getirdim. سه تا
خانم و دو نفر
ساز زن با خود
آوردم 3. tane, adet. Çendîn
kitâbbe ingilîsî nevişte şode est ki men heft
heşt tâî ez anhâ râ dîde ve
hânde’em İngilizce
birkaç kitap yazılmış olup, bunlardan yedi sekiz
tanesini gördüm ve okudum. چندین
کتاب
بانگلیسی
نوشته شده
است که من هفت هشت
تائی از آنها
را دیده و
خوانده ام 4. defa, kere, kez, misli, katı. Kihkihî
yu hâyuhûyî mîzedend Tây-i
çendî mest u bîhod mîşodend Kah kah
gülüp hay huy ediyorlar, birkaç defa körkütük
sarhoş oluyorlardı. (Mesnevi) کخ
کخی و های و
هویی می زدند تای
چندی مست و
بیخود
میشدند Nefy-i an yek çîz u isbâteş revâst Çun cihet şud muhtelif, nisbet do tâst Bir
şeyin hem nefyi hem isbâtı caizdir. Cihetler muhtelif olunca,
nisbet de iki türlü olur. (Mesnevi) نفی
آن یک چیز و
اثباتش
رواست چون جهت
شد مختلف ،
نسبت دو تاست Hırs-i
bet yektâst, im pencâh tâst Hırs-i
şehvet mâr u mensib ejdehâst Kazın
hırsı bir taneyse, bunun hırsı elli katıdır.
Şehvet hırsı yılansa, makam hırsı
ejderhadır. (Mesnevi) حرص
بط یکتاست ،
این پنجاه
تاست حرص
شهوت مار و
منصب
اژدهاست 5. deste. Ger
begûyem şerh-i in bîhad şeved Mesnevî
heştâd tâ kâgez şeved Bunun
şerhini yapsam, sonu gelmez. Mesnevî’ye bunun gibi seksen
deste kâğıt gerekir. (Mesnevi) گر
بگویم شرح
این بی حد شود مثنوی
هشتاد تا
کاغذ شود 6. tahta, varak, kat, iplik
katı. Şeh ez
mestî şitâb âverd ber şîr Beyektâ
pîrehen bîdir’ u şemşîr Şah
sarhoş bir halde iken, üstünde zırhsız bir
gömlek ve kılıçla arslanın üzerine
atıldı. (Nizâmî) شه از
مستی شتاب
آورد بر شیر بیکتا
پیرهن بیدرع
و شمشیر Rişte
tâ yektâst anrâ zûr-i zâlî bugseled Çun
do tâ gerdîd, netvan gusesten zâl-i zer İplik
bir kat oldukça, yaşlı birinin gücüyle kopabilir.
İki kat oldu mu, Zal pehlivan bile koparamaz. (Senâî) رشته
تا یکتاست
آنرا زور
زالی بگسلد چون
دو تا گردید ،
نتوان گستتن
زال زر 7. saç teli,
kıl. Hest an
mûy-i siyeh hestî-yi û Tâ zi
hestiyyeş nemâned tây-i mûy O kara
saç, o kara kıl onun varlığıdır. Onun
varlığından tek bir kıl bile kalmamalı (Mesnevi) هست
آن موی سیه
هستیء او تا ز
هستیش نماند تای
موی Yekî
tâ mûy-i endâm-i tu ber men Gerâmîter
zi her do çeşm-i rûşen Vücudundaki
bir tek kılın bile benim iki gözümden daha
değerlidir. (Vîs u Râmîn) یکی
تا موی اندام
تو بر من گرامیتر
ز هر دو چشم
روشن 8. kıvrım,
kırışık, büklüm. Ger
nebûdî teng in efgân zi çîst? Çun
do tâ şud herki der vey pîş zîst Dünya
dar olmasaydı, bu feryat neden? Daha önce bu dünyada
yaşayanlar nasıl da iki büklüm oldular? (Mesnevi) گر
نبودی تنگ
این افغان ز
چیست؟ چون
دو تا شد هرکه
در وی پیش
زیست
Resmîst
kadd-i şâh zi hâsil şeved dotâ Gerdîd
kâmet-i tu zi bîhâsilî dotâ Dalın
üründen dolayı iki büklüm olup yatması
doğaldır. Oysa senin boyun bir şey verememekten iki
büklüm oldu. (Sâib) رسمیست
قد شاخ ز حاصل
شود دو تا گردید
قامت تو ز
بیحاصلی دو
تا 9. (bot.) Tahran ve
Hurremâbâd civarında dağdağan denilen
ağaç. 10. saz teli. Mugannî
melûlem, dotâ bezem Beyektâî-yi
û setâî bezen Ey
çalgıcı! Üzgünüm. Tek Allah hakkı
için iki telliyi, üç telliyi, neyi bulursan, onu
çal. (Hafız) مغنی
ملولم
دوتائی بزن بیکتائیء
او سه تائی
بزن 11. güç, kudret,
itibar. 12. sakın! Hidmet-i
tâet u hamd-i hodâst Tâ
nepindârî ki hak ez men codâst Bana hizmet
etmek, Allah’a ibadet ve hamdetmektir. Sakın beni Hak’tan
ayrı sanma! (Mesnevi) خدمت
طاعت و حمد
خداست تا
نپنداری که
حق از من
جداست Ger
ganî zer be dâmen efşâned Tâ
nazar der sevâb-i û nekonî Zengin etek
dolusu para saçsa da, sakın ondan cömertlik ve ihsan
bekleme! (Gulistan) گر
غنی زر به
دامن افشاند تا
نظر در ثواب
او نکنی ! Cigeret ger
zi âteş est kebâb Tâ zi
delv-i felek necûyî âb Susuzluk
ateşiyle ciğerin kebap olsa dahi, sakın ondan cömertlik
ve ihsan bekleme! (Kelîle ve Dimne) جگرت
گر ز آتش است
کباب تا ز
دلو فلک
نجویی آب 13. dikkat et, dikkatli ol,
uyanık ol, aman dikkat et. Tâ
zerendûdiyek ez reh nefkened Tâ
hiyâl-i kej turâ çeh nefkened Dikkat et!
Altın suyu ile boyaman seni yoldan çıkarmasın! Dikkat
et! Bâtıl hayal seni kuyuya düşürmesin! (Mesnevi) تا زر
اندودیت از
ره نفکند تا
خیال کژ ترا
چه نفکند Hîn
megû ferdâ ki ferdâhâ gozeşt Tâ
bekullî negzered eyyâm-i kişt Sakın
‘yarına bırakayım’ deme! Çünkü nice
yarınlar geçti. Ekim zamanının tamamıyla
geçmemesine dikkat et! (Mesnevi) هین
مگو فردا که
فرداها گذشت تا
بکلی نگذرد
ایام کشت Elâ
tâ negiryed ki arş-i azîm Belerzed
hemî çun begiryed yetîm Ama dikkat
et! Yetim ağlamasın! Yetim ağlarsa, koskoca arş titrer.
(Sadî) الا
تا نگرید که
عرش عظیم بلرزد
همی چون
بگرید یتیم Belâsı
balına degmez ko lezzet-i dehri Evin
yıkılmaya tâ misl-i hâne-i zenbûr
(Hayâlî) 14. asla. Kirâ
şer’ fetvî dehed ber helâk Elâ
tâ nedârî zi koşteneş bâk Şeriat
kimin ölümüne fetva verirse, onu öldürmekten asla
çekinme! (Sadî) کرا
شرع فتوی دهد
بر هلاک الا
تا نداری ز
کشتنش باک 15. elbette, gerekir,
lâzımdır. Herki
hâhed hemnişînî-yi hodâ Tâ
nişîned der huzûr-i ovliyâ Tanrı
ile oturup kalkmak, hemhal olmak isteyen kişinin velîlerin
huzurunda oturması gerekir. (Mesnevi) هرکه
خواهد
همنشینی خدا تا
نشیند در
حضور اولیا 16. fiile emir anlamı
kazandırır. Ber der-i
hâne begû kaymaz râ Tâ
biyâred an rukâk u kâz râ Evin
kapısında Kaymaz’a söyle; o yufka ekmeği ile
kazı getirsin. (Mesnevi) بر در
خانه بگو قیماز
را تا
بیارد آن
رقاق و قاز را 17. görmek gerek,
bakalım, Allah bilir, kim bilir, belli değil, bilmem . Tu
giyâh u ustuhân pîeş berîz Tâ
kodâmîn sû koned û gâm tîz Sen onun
önüne ot ile kemik koy. Bakalım, hangi tarafa doğru
hızla gidecek? (Mesnevi) تو
گیاه و
استخوان
پیشش بریز تا
کدامین سو
کند او گام
تیز Ebr
âmed u zâr ber ser-i sebze girîst; Bîbâde-yi
gulreng nemîşâyed zîst. İn
sebze ki imrûz temâşâgeh-i mâst, Tâ
sebze-yi hâk-i mâ temâşâgeh-i kîst? Geldi bulut,
ağladı hüngür hüngür
çayırlıklara; Yaşanamaz bu durumda olmadan gül
renkli şarap. Bugün bizim seyir yerimiz şu
çayırlık. Yarın kimin yeri acep
toprağımızda bitecek çayırlık? (Hayyâm) ابر
آمد و زار بر
سر سبزه
گریست بی
بادهء گلرنگ
نمی شاید
زیست این
سبزه که
امروز
تماشاگه
ماست تا
سبزهء خاک ما
تماشاگه
کیست؟ Aşk
mâ râ zi dil u dîn u hired dûr endâht Tâ be
an kâfile dîger ki resâned mâ râ? Aşk
bizi gönülden, dinden ve akıldan uzaklaştırdı.
Bakalım, diğer kervana bizi kim kavuşturacak? (Sâib) عشق
ما را ز دل و
دین و خرد دور
انداخت تا
به آن قافله
دیگر که
رساند ما را؟ Tâ çi
bâzî ruh numâyed, beydakî hâhîm
rând Arsa-i şatranc-i
rindân râ mecâl-i şâh nîst Bakalım
ne oyunlar sergileyecek; bir piyade sürelim bakalım. Rintlerin
satranç tahtasında şahın mecali olmaz.
(Hâfız) تا چه
بازی رخ
نماید ،
بیدقی خواهیم
راند عرصهء
شطرنج رندان
را مجال شاه
نیست 18. ola ki, olabilir ki,
umulur ki. Enderin reh
mîterâş u mîherâş Tâ
dem-i âhir demî fârig mebâş Tâ
dem-i âhir âher buved Ki
inâyet bâ tu sâhibsir buved Bu yolda
yolun, tırmalan ve son nefese kadar boş durma. Ola ki, son nefeste
bir an olur, sen de inayete erişerek sırdaş olursun. اندرین
ره می تراش و
می خراش تا
دم آخر دمی
فارغ مباش تا دم
آخر دمی آخر
بود که
عنایت با تو
صاحب سر بود 19. -e, -e kadar, tâ,
tâ … -e kadar. Sâlim
ez dozdân u ez âsîb-iseng Bord
tâ dârulhilâfe bîdireng Testiyi
hırsızlara çaldırmadan, taşla
kırdırmadan tâ hilafet şehrine kadar,
konaklamaksızın götürdü. (Mesnevi) سالم
از دزدان و از
آسیب سنگ برد
تا دار
الخلافه بی
درنگ Bâz
her mâ râ ezin nefs-i pelîd Kardeş
tâ ustuhân-i mâ resîd Bizi bu
murdar nefisten kurtar. Çünkü bıçak
kemiğimize kadar dayandı. (Mesnevi) باز
خر ما را ازین
نفس پلید کاردش
تا استخوان
ما رسید İn cism
tâ nuhsed derece zûb nemîşeved Bu cisim 900
dereceye kadar erimez. این
جسم تا نهصد
درجه ذوب
نمیشود Tâ yek
sâet-i dîger bermîgerdîm Bir saate
kadar döneriz. تا یک
ساعت دیگر بر
می گردیم 20.arasında, nispetle. Farkhâ
bîhad buved ez şahs-i şîr Tâ
beşahs âdemîzâd-i dilîr Arslan ile
yiğit bir insanoğlu arasında sonsuz fark vardır.
(Mesnevi) فرق
ها بی حد بود
از شخص شیر تا
بشخص
آدمیزاد
دلیر Mîdânî
ki men be in leşker heyli nezdîkterem tâ tu. Bildiğin
gibi, ben bu orduya senden daha yakınım. میدانی
که من به این
لشکر خیلی
نزدیکترم تا
تو. 21. boyunca. Tâ
çihil sâl an vazîfe vu an etâ Kem
neşud yek rûz ez an ehl-i recâ O
bağış, o ihsan kırk yıl boyunca o niyaz ehlinden bir
gün dahi eksilmedi. (Mesnevi) تا
چهل سال آن
وظیفه و آن
عطا کم
نشد یک روز از
آن اهل رجا 22. hele, hele bir. Goft
uştur tâ bebînem hadd-i âb Pâ
derû binhâd an uştur şitâb Deve
‘Hele suyun miktarını bir göreyim’ dedi ve
aceleyle ayağını suya daldırdı. (Mesnevi) گفت
اشتر تا
ببینم حد آب پا
درو بنهاد آن
اشتر شتاب 23. tam. Goft
tâ sâlî nehâhem hord âb Ançonan
kerd u hodâyeş dâd tâb Tam bir
yıl su içmeyeceğim, dedi. Öyle de yaptı ve Allah
ona dayanma gücü verdi. (Mesnevi) گفت
تا سالی
نخواهم خورد
آب آنچنان
کرد و خدایش
داد تاب
24. -den çok, -den
ziyade. Cîg
mîkeşîdend u muhtevâ-yi cîg u dâdişan
bîşter fuhş u itâb bûd tâ hande vu
şâdî Çığlık
atıyorlardı ve bağırıp
çağırışmalarının muhtevası
gülmek ve sevinçten çok, küfür ve
çıkışmaydı. جیغ
میکشیدند و
محتوای جیغ و
دادشان
بیشتر فحش و
عتاب بود تا
خنده و شادی. Menzûritan
înest ki anhâ bîşter âşik u
ma’şûk bûdend tâ zen u şovher? Maksadınız,
onların karı kocadan ziyade aşıkla maşuk
olmaları mı? منظورتان
اینست که
آنها بیشتر
عاشق و معشوق
بودند تا زن و
شوهر؟ 25. eğer. Tâ
nerûyed rîş-i tu ey hûb-i men Ber diger
sâdezeneh ta’ne mezen Ey
güzelim! Eğer sakalın çıkmıyorsa, başka
sakalsızları kınama. (Mesnevi) تا
نروید ریش تو
ای خوب من بر
دگر ساده زنخ
طعنه مزن Tâ
nebâşed râst, key bâşed durûg An
durûg ez râst mîgerded furûg Doğru
olmazsa, yalan nasıl olur? O yalan, doğru ile nurlanır,
açığa çıkar. (Mesnevi) تا
نباشد راست ،
کی باشد
دروغ؟ آن
دروغ از راست
میگیرد فروغ 26. -dığı
vakit, -ince, -diğinde, iken, -diği sırada, -ceği
sırada. Tâ
resîd an şeb ki mevlid bûd an Re’y
in dîdend an firovniyân O doğum
gecesi gelip çatınca, Firavun’un adamları şu
fikri münasip gördüler. (Mesnevi) تا
رسید آن شب که
مولد بود آن رأی
این دیدند آن
فرعونیان Tâ
zened tîrî, sevâreş bangzed Men
zaîfem gerçi reftestem cesed Okçu
okunu atacağı sırada atlı ona ‘İri
cüsseli olmakla birlikte, ben zayıfım’ diye
bağırdı. (Mesnevi) تا
زند تیری ،
سوارش بانگ
زد من
ضعیفم گرچه
رفتستم جسد Tâ
doktur resîd, merîz morde bûd Doktor
geldiğinde, hasta ölmüştü. تا
دکتر رسید ،
مریض مرده
بود 27. -den beri. Tâ
merâ aşk-i tu ta’lîm-i suhen goften kerd Halk
râ vird-i zebân, midhat u tahsîn-i men est Senin
aşkın bana söz söylemeyi öğrettiğinden
beri halkın dilinde bana yapılan övgü var.
(Hâfız) تا مرا
عشق تو تعلیم
سخن گفتن کرد خلق
را ورد زبان ،
مدحت و تحسین
من است Ez cehûd u ez
cehûdî reste’em Tâ be
zunnârî miyân râ beste’em Zünnarla
belimi bağladığımdan beri yahudiden ve yahudilikten
kurtuldum. (Mesnevi) از
جهود و از
جهودی رسته
ام تا
بزناری میان
را بسته ام Goft
mâder tâ cân bûdest ezin Kârefzâyân
budend ender zemîn Annesi
‘Dünya kurulduğundan beri yeryüzünde böyle
abes işlerle uğraşanlar olmuştur’dedi. (Mesnevi) گفت
مادر : تا جان
بودست ازین کارافزایان
بدند اندر
زمین Cihânâferîn
tâ cihân âferîd Çunû
şehriyârî neyâmed pedîd Tanrı
dünyayı yarattığından beri yeryüzüne onun
gibi bir şehriyar gelmemiştir. (Şâhnâme) جهان
آفرین تا
جهان آفرید چنو
شهریاری
نیامد پدید Tâ be
ingilistân refte’est ezû haberî nedârem İngiltere’ye
gittiğinden beri ondan haber alamıyorum. تا به
انگلستان
رفته است ازو
خبری ندارم 28. -inceye kadar,
-dığı zamana kadar Çun
neî kâmil, dukkân tenhâ megîr Desthoş
mîbâş tâ gerdî hamîr Mademki
olgunlaşıp hazır hale gelmemişsin, tek başına
dükkân açma. Yoğurulup pişinceye kadar birinin
yanında çalış. (Mesnevi) چون
نهء کامل ،
دکان تنها
مگیر دست
خوش میباش تا
گردی خمیر Tâ tu
ez bâlâ furû âyî bezûr Âb-i
cûyeş borde bâşed tâ bedûr Sen yukardan
zorla inene kadar su onu uzaklara götürmüş olur.
(Mesnevi) تا تو
از بالا فرو
آیی بزور آب
جویش برده
باشد تا بدور Tâ
gûsâle gâv şeved, dil-i mâdereş âb
şeved Zenginin gönlü
oluncaya kadar fukaranın canı çıkar. (Emsâl u
Hikem, I/536) تا
گوساله گاو
شود دل مادرش
آب شود Tâ
tiryâk ez ırâk ârend, mârgezîde morde
şeved Elden gelen
öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz. (Emsâl u Hikem,
I/529) تا
تریاق از
عراق آرند ،
مارگزیده
مرده شود İncâ
teşrîf dâşte bâşîd tâ
biyâyem. Ben gelene
kadar burada bekleyiniz. اینجا
تشریف داشته
باشید تا
بیایم Tâ
şumâ biyâyîd, refte’em Siz gelene
kadar ben gitmiş olurum. تا
شما بیایید
رفته ام Kovl
mîdehem ki tâ çend mâh-i dîger der incâ
dihkedei zîbâî besâzem Birkaç
aya kadar burada güzel bir köy kuracağıma söz
veriyorum. (Fârsî-i Pencom-i Debistân) قول
میدهم که تا
چند ماه دیگر
در اینجا
دهکدهء
زیبائی
بسازم 29. -dikçe,
-diği sürece. Tâ
zinde bâşed merdumâzâr hâhed bûd Yaşadığı
sürece insanları inciten biri olacak. تا
زنده باشد
مردم آزار
خواهد بود Tâ
sulh tevan kerd, der-i ceng mekûb Barış
yapılabildiği sürece savaş borusu çalma.
(Emsâl u Hikem, I/536) تا
صلح توان کرد
، در جنگ مکوب Sohen
tâ negûî, tevânîş goften Velî
gofte râ bâz netvan nihuft Bir
şeyi söylemediğin sürece, onu her zaman söyleme
hakkın vardır. Ama bir kere söyledin mi, bir daha geri
alamazsın. (Kelîle ve Dimne, s. 97) سخن
تا نگوئی
توانیش گفت ولی
گفته را باز
نتوان نهفت Tâ
çeşm kâr mîkoned, gayr ez deryâ
çîzî dîde nemîşeved Göz
alabildiğince denizden başka bir şey
görülmüyor. تا
چشم کار می
کند غیر از
دریا چیزی
دیده نمی شود Mezen
tâ tevânî ber ebrû girih Ki
duşmen egerçi zebûn, dûst bih Elinden
geldikçe kaşını çatma. Çünkü
zayıf da olsa, düşmanın dost kalması daha iyidir.
(Sadî) مزن
تا توانی بر
ابرو گره که
دشمن اگرچه
زبون ، دوست
به 30.-mekten, -mektense. Bih ki zinde
şevem zi taht bezîr Tâ
şevem koşte der miyân-i do şîr İki
arslan arasında öldürülmektense, canlı olarak
tahttan inmem daha iyidir. (Nizâmî) به که
زنده شوم ز
تخت بزیر تا
شوم کشته در
میان دو شیر Men
beheş cevâb dâdem ki tercîh mîdehem
bemîrem tâ bekes-i dîgerî izdivâc kunem Ben ona
‘Başka biriyle evlenmektense, ölmeyi tercih ederim’
diye cevap verdim. من
بهش جواب
دادم که
ترجیح میدهم
بمیرم تا بکس
دیگری
ازدواج کنم İn
heyli sâdeter est tâ begûîd Bu sizin
dediğinden daha basittir. این
خیلی ساده تر
است تا
بگوئید 31. -meden, -meden
önce, -meksizin. Yek
zemân bîkâr netvânî nişest Tâ
bedî yâ nîkiî ez tu necest Senden bir
iyilik ya da kötülük çıkmaksızın bir an
bile boş oturamazsın. (Mesnevi) یک
زمان بیکار
نتوانی نشست تا
بدی یا نیکئی
از تو نجست Gûyemeş
zi an pîş-i ki gerdî girov Tâ
neyâyed âfet-i mestî boro Ona
‘Rehin olmadan önce, sarhoşluk afeti gelmeden git’
derim. (Mesnevi) گویمش
ز آن پیش که
گردی گرو تا
نیاید آفت
مستی برو Men u
berâderem tâ zen negirifte bûdîm hemîşe
zîr-i yek sakaf hâbîde vu tâ pânzdeh bîst
sâl kabl bâ yekdîger der zindegî şerîk
bûdîm Ben ve erkek
kardeşim evlenmeden önce hep aynı çatı
altında uyurduk ve on beş yirmi yıl öncesine kadar
hayatta birbirimizin ortağı idik. من و
برادرم تا زن
نگرفته
بودیم همیشه
زیر یک سقف
خوابیده و تا
پانزده بیست
سال قبل با
یکدیگر در
زندگی شریک
بودیم Tâ
seyl ez in ziyâdter neşode est bâyed berevem Sel bundan
daha fazla olmadan gitmeliyim. (Şikârçiyân) تا
سیل از این
زیادتر نشده
است باید
بروم 32. ...ir ...mez. Tâ
turâ ez dûr dîdem reft hûş u akl-i men Mîşeved
nezdîk-i menzîl kârvân ezhem cudâ Kervanın
konak yerine yaklaşınca dağılması gibi, seni uzaktan
görür görmez aklım başımdan
çıktı. (Kulliyyât-i Sâib, s. 21) تا
ترا از دور
دیدم رفت هوش
و عقل من می
شود نزدیک
منزل کاروان
از هم جدا
33. öyle ki, hatta,
bile, dahi. Hemçu
mûrî enderin harmen hoşem Tâ
fuzûn ez hîş bârî mîkeşem Ben bu
harmanda bir karınca gibi mutluyum. Hatta kendi kapasitemden fazla
yük taşıyorum. (Mesnevi) همچو
موری اندرین
خرمن خوشم تا
فزون از خویش
باری می کشم Heme
cihân zi tu âciz şodend tâ deryâ Nedâşt
hîçkes in kadr u menziletzi beşer Dünyadaki
bütün insanlar, hatta deniz bile, senin makam ve
yüceliğin karşısında aciz kaldılar.
(Ferruhî) همه
جهان ز تو
عاجز شدند تا
دریا نداشت
هیچکس این
قدر و منزلت ز
بشر 34. -mek için, -mesi
için, -mek üzere, -cek. Der
râh âmed ba’d te’hîr-i dirâz Tâ
begûş-i şîr gûyed yek du râz Uzun bir
gecikmeden sonra arslanın kulağına bir iki sır
söylemek için yola düştü. (Mesnevi) در
راه آمد بعد
تأخیر دراز تا
بگوش شیر
گوید یک دو
راز Her cehende
geşt ez tîzî-yi hîş Kû
zebân tâ her begûyed hâl-i hîş Eşek
dayağın şiddetinden yerinden sıçradı.
Eşeğin halini anlatacak dili yok ki. (Mesnevi) خر
جهنده گشت از
تیزی خویش کو
زبان تا خر
بگوید حال
خویش Sîne
hâhem şerhe şerhe ez firâk Tâ
begûyem şerh-i derd-i iştiyâk İştiyak
derdini anlatabilmek için ayrılıktan şerha şerha
olmuş bir göğüs isterim. (Mesnevi) سینه
خواهم شرحه
شرحه از فراق تا
بگویم شرح
درد اشتیاق Men be
şehr mîrevem tâ çend ten ez dûstân
râ bâhod biyâverem Dostlarımdan
birkaçını getirmek üzere şehre gidiyorum. (Fârsî-i Pencom-i
Debistân) من به
شهر می روم تا
چند تن از
دوستان را با
خود بیاورم Ba’d
medîne hem mihmândâr-i hevâpeymâ şud
tâ bâ û bâşed Sonra Medine
de onunla birlikte olmak için uçak hostesi oldu. (Âzeristan) بعد
مدینه هم
مهماندار
هواپیما شد
تا با او باشد 35. bu sebeple, bu
yüzden. Çunki
mûyî kej şud û râ reh zed Tâ
beda’vî lâf-i dîd-i mâh zed Bir kıl
eğrilip onun yolunu kesince, bu yüzden ‘Ay
gördüm!’ diye davaya kalkıştı. (Mesnevi) چونک
مویی کژ شد او
را ره زد تا
بدعوی لاف
دید ماه زد 36. sonunda, nihayet. Çend yezdân midhat-i hûy-i tu kerd Tâ omer râ âşik-i rûy-i tu kerd Allah senin
huyunu o kadar övdü ki, sonunda Ömer’i senin cemaline
aşık etti. (Mesnevi) چند
یزدان مدحت
خوی تو کرد تا
عمر را عاشق روی
تو کرد
Ez an pes
şebhâ vu rûzhâ-yi bisyârî râder
kâr-i ibdâ’-i elifbâ-yi kerr u lâlhâ
gozerândem tâ be maksûd resîdem Ondan sonra
pek çok gece gündüzümü sağır ve
dilsizler için alfabe geliştirmekle geçirdim. Nihayet
amaca ulaştım. (Fârsî-i Pencom-i Debistân) از آن
پس شبها و
روزهای
بسیاری را در
کار ابداع
الفبای کر و
لالها
گذراندم تا
به مقصود
رسیدم 37. sonra. Gorg
beryûsuf kocâ aşk âvered Cuz meger ez
mikr, tâ ûrâ hored Kurt,
Yûsuf’a nasıl aşık olabilir? Ancak, ona hile
yapar; sever görünür, sonra da onu yer. (Mesnevi) گرگ
بر یوسف کجا
عشق آورد جز
مگر از مکر ،
تا او را خورد 38. hiç olmazsa,
bari. Tâ
duâ-yi û buved hemrâh-i men Çunki
novmîdem men ez dilhâh-i men Mademki
gönlümün muradını bulamayıp
ümitsizliğe düştüm, bari onun duası benim
yoldaşım olsun. (Mesnevi) تا
دعای او بود
همراه من چونک
نومیدم من از
دلخواه من 39. ancak. Bâz
tere der do mâh ender resed Bâz
tâ sâlî gul-i amer resed Tere gibi
sıradan otlar iki ayda yetişir. Kırmızı gül
ise, ancak bir yılda yetişir. (Mesnevi) باز
تره در دو ماه
اندر رسد باز
تا سالی گل
احمر رسد 40.böylece, bu
suretle, ta ki. Ger
begîrem mâr, dendâneş kenem Tâş
ez ser kûften îmen konem Yılan
yakalayacak olsam, dişini söker, böylece başı
ezilmekten kurtarırım onu. (Mesnevi) گر
بگیرم مار ،
دندانش کنم تاش
از سر کوفتن
ایمن کنم Sad
hezârân merd-i tersâ koşte şud Tâ zi
serhâ-yi borîde poşte şud Yüz
binlerce Hıristiyan öldürüldü. Bu suretle kesik
başlardan bir tepe oluştu. (Mesnevi) صد
هزاران مرد
ترسا کشته شد تا ز
سرهای بریده
پشته شد Mey bedih tâ
dehemet âgehî ez sırr-i kazâ Ki be rûy-i ki
şodem âşık u ez bûy-i ki mest Mey
ver de kaza kader sırlarından haber vereyim sana. Kimin
yüzüne âşık olduğumu, kimin kokusuyla mest
olduğumu söyleyim. (Hâfız) می بده تا
دهمت آگهی از
سر قضا که
بروی که شدم
عاشق و از بوی
که مست 41. ki. Bîhis
u bîgûş bîfikret şevîd Tâ
hitâb-i irci’î râ bişnevîd Dilsiz,
kulaksız, fikirsiz olun ki irci’î=Rabbine dön.(Fecr, 28.âyet)
hitabını işitesiniz. (Mesnevi) بی حس
و بی گوش ، بی
فکرت شوید تا
خطاب ارجعی
را بشنوید 42. acaba. Hîç
dânî tâ hired bih yâ revân? Mne
begûyem ger bedârî ustuvâr Biliyor
musun acaba, akıl mı üstündür yoksa ruh mu?
Eğer bu sırrı saklayabileceksen, sana söyleyim.
(Kulliyyât-i Sa’dî, s. 461) هیچ
دانی تا خرد
به یا روان؟ من
بگویم گر
بداری
استوار 43. ütü yeri, kat
yeri. |
تا |
tâ ebed: (F.-A.)
ebediyen, sonsuza dek. Ez
diremhâ nâm-i şâhân ber kenend Nâm-i
ahmed tâ ebed ber mîzenend Paralardan
padişahların adını kazırlar; Ahmet’in
adını sonsuza dek hâkkederler. (Mesnevi) از
درم ها نام
شاهان
برکنند نام
احمد تا ابد
بر می زنند Tâ
ebed bûy-i muhabbet be meşâmeş neresed Herki
hâk-i der-i meyhâne be ruhsâre neruft Meyhanenin
kapısındaki toprağı yanağıyla
süpürmeyen kişi, sonsuza kadar muhabbet kokusu alamaz.
(Hâfız) تا
ابد بوی محبت
به مشامش
نرسد هرکه
خاک در
میخانه به
رخساره نرفت |
تا
ابد |
tâ âhir: sonuna kadar |
تا آخر |
tâ âhir-i: bitimine
kadar. |
تا
آخر |
tâ âhir-i ser: en sonunda. |
تا
آخر ِ سر |
tâ ezel: (F.-A.)
ezelden beri. |
تا
ازل |
tâ eknûn: şimdiye
dek, şimdiye kadar. Goft
tâ eknûn fusûsî bûde’em Vez
tama’ der çâplûsî bûde’em Şimdiye
kadar abesle iştigal ediyordum ve tamahtan dolayı dalkavukluk
etmekteydim dedi. (Mesnevi) گفت
تا اکنون
فسوسی بوده
ام وز
طمع در
چاپلوسی
بوده ام |
تا اکنون |
tâ an lahze: (F.-A.) o
âna kadar. Men tâ
an lehze aslen muteveccih neşode bûdem mâh-i remezân
est Ben o
âna kadar Ramazan ayı olduğunu farketmemiştim.
(Dârû-yi Bîhâbî) من تا
آن لحظه اصلا
متوجه نشده
بودم ماه
رمضان است |
تا
آن لحظه |
tâ intihâ: (F.-A.) sonuna
kadar. Akl-i aklend
evliyâ ve aklhâ Ber
misâl-i uşturân tâ intihâ Erenler
aklın aklıdır; akıllar ise Sonuna kadar
benzer develere. (Mesnevi) عقل
عقلند اولیا
و عقل ها بر
مثال اشتران
تا انتها |
تا
انتها |
tâ ancâ ki:
-dığı kadar, -dığı kadarıyla. Tâ
ancâki mumkin bûd bepâîn nazar kerdem Mümkün
olduğu kadar aşağıya baktım. (Sefernâme-i
Galiver) تا
آنجا که ممکن
بود بپائین
نظر کردم Tâ
ancâ ki û ittilâ’ dâşt, seyyid
mîrân henûz derin zemîne ikdâm-i musbitî
nekerde bûd Bildiği
kadarıyla Seyyid Mîrân bu konuda henüz olumlu bir
girişimde bulunmamıştı. (Şovher-i Âhû
Hanum, s. 48) تا
آنجا که او
اطلاع داشت
سید میران
هنوز درین
زمینه اقدام
مثبتی نکرده
بود |
تا
آنجا که |
tâ âncâ … ki: -cek kadar. Henûz
mi’mârî yu kâşîkârî yu
heccârî tâ ancâ teşvîk mîşode
est ki sarf-i sâhten-i mescid u menâre vu gonbed u
imâmzâde şeved Mimarlık,
çinicilik ve taşçılık sanatları, cami,
minare, kümbet ve imamzade türbesi yapılacak kadar teşvik
edilmiştir. (Gulbang) هنوز
معماری و
کاشی کاری و
حجاری تا
آنجا تشویق
میشده است که
صرف ساختن
مسجد و مناره
و گنبد و
امامزاده
شود |
تا
آنجا...که |
tâ ancâî ki:
-dığı kadarıyla. Velî
tâ ancâî ki mîdânem û âdemîst
mahdûdulfikr u kûtâhnezer Fakat
bildiğim kadarıyla o, düşünceleri
sınırlı ve kıt görüşlü bir
adamdır. (Adâlet-i Âsumân) ولی
تا آنجائی که
می دانم او
آدمی است
محدود الفکر
و کوتاه نظر |
تا
آنجائی که |
tâ endâzeî: bir dereceye
kadar, bir ölçüde. |
تا
اندازه ای |
tâ
an ki:
1. nihayet, -mesi
için. 2. -inceye kadar. Sâetî
çend ber ser-i in kâr telef mîkerd tâ anki haste
mîşud Yorulana
kadar bu iş başında birkaç saat
öldürüyordu. (An Rûzhâ) ساعتی
چند بر سر این
کار تلف
میکرد تا
آنکه خسته
میشد |
تا آنکه |
tâ in endâze: bu kadar, bu
denli, bu derecede, bu ölçüde. Men hodem
râ tâ in endâze bedbaht u nefrînzede gomân
nemîkerdem Ben kendimi
bu kadar talihsiz ve lanetlenmiş sanmıyordum. (Bûf-i
Kûr) من
خودم را تا
این اندازه
بدبخت و
نفرین زده گمان
نمی کردم Şâyed
heman aşk-i mercân bûd ki û râ tâ in
endâze ârâm u destâmûz kerde bûd Belki de
Mercan’ın aşkıydı onu bu denli sâkin ve uysal
biri yapan. (Se Katre Hûn) شاید
همان هشق
مرجان بود که
او را تا این
اندازه آرام
و دست آموز
کرده بود |
تا این
اندازه |
Goft
çun nedihî beran seg nân u zâd Goft
tâ in had nedârem mihr u dâd Neden o
köpeğe ekmek ve yemek vermiyorsun? dedi. O da ‘O kadar
şefkat ve merhametim yok’ cevabını verdi. (Mesnevi) گفت
چون ندهی
بران سگ نان و
زاد گفت
تا این حد
ندارم مهر و
داد |
تا
این حد |
tâ in derece: (F.-A.) bu
derece, bu denli. Anrûz
men nemîdânistem pîç-i dehân-i merdum tâ
in derece herz est ki dâniste vu nedâniste bâ
âbrû-yi eşhâs bâzî konend Bilerek veya
bilmeyerek insanların onuruyla oynayan halkın
ağzının bu denli yalama olduğunu bilmiyordum.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 261) آنروز
من نمی
دانستم پیچ
دهان مردم تا
این درجه هرز
است که
دانسته و ندانسته
با آبروی
اشخاص بازی
کنند |
تا این
درجه |
tâ in lahze: (F.-A.) bu
âna kadar. Tâ in
lehze men hodem râ bedbahtterîn-i movcûdât
mîdânistem Bu âna
kadar ben kendimi yaratıkların en talihsizi biliyordum.
(Bûf-i Kûr) تا
این لحظه من
خودم را
بدبخت ترین
موجودات می
دانستم |
تا این
لحظه |
tâ in movki’: (F.-A.) bu
zamana kadar. Benazarem
mîâmed ki tâ in movki hodem râ neşinâhte
bûdem Bu zamana
kadar kendimi tanımamış olduğumu sanıyordum.
(Bûf-i Kûr) بنظرم
می آمد که تا
این موقع
خودم را
نشناخته
بودم Çerâ
tâ in movki mîhâbîd? Niçin
bu zamana kadar yatıyorsunuz? (Maraz-i Kand) چرا
تا این موقع
می خوابید؟ |
تا
این موقع |
tâ
inki:
1. -mektense. Heme
teneş bihter bûd ki zîr-i gil bereved, zîr-i hâk
bepûsed tâinki der hâne-i mâdereş bâ
fuhş u bedbahtî çîn behored Bütün
vücudunun, annesinin evinde küfür ve talihsizlik içinde
kırışmaktansa, toprak altında kalıp
çürümesi daha iyiydi. همه
تنش بهتر بود
که زیر گل
برود ، زیر
خاک بپوسد تا
اینکه در
خانهء مادرش
با فحش و
بدبختی چین
بخورد Tercîh
mîdehem ki turâ bekuşem tâ inki in duhtere turâ
tesâhub koned Bu
kızın sana sahip olmasındansa, seni öldürmeyi
yeğlerim. (Adâlet-i Âsumân) ترجیح
میدهم که ترا
بکشم تا
اینکه این
دختره ترا
تصاحب کند 2. nihayet. Unu ez
dûr dûsteş dâştem velî cur’et
nemîkerdem eşk-i hodemrû izhâr bokonem tâ inki hemin evâhir ye
tovrî pîşâmed kerd ki behem resîdîm Onu uzaktan
seviyordum ama aşkımı ilan etmeye cüret edemiyordum.
Nihayet, geçenlerde bir olay oldu ve onunla
karşılaştım. اونو
از دور دوستش
داشتم ولی
جرئت
نمیکردم عشق
خودم رو
اظهار بکنم
تا اینکه
همین اواخر
یه طوری پیش
آمد کرد که
بهم رسیدیم Tâ
inki derhâst-i me’mûriyyet-i û kabûl şud u
beû pîşnihâd kerdend ki bereved der gumruk-i
kirmânşâh Nihayet
tayin isteği kabul edildi ve ona, Kirmanşah
gümrüğüne gitmesini önerdiler. (Girdâb) تا
اینکه
درخواست
مأموریت او
قبول شد و باو
پیشنهاد
کردند که
برود در گمرک
کرمانشاه 3. -inceye kadar. Yek
gulûle-i berf râ rûy-i zemîn
mîgaltânîdend tâ inki tûde-i bozorgî
mîşud Bir
kartopunu büyük bir yığın oluncaya kadar yerde
yuvarlıyorlardı. (Girdâb) یک
گلوله برف را
روی زمین
میغلتانیدند
تا اینکه
تودهء بزرگی
میشد |
تا
اینکه |
tâ behâhî:
istemediğin kadar. |
تا
بخواهی |
tâ bedin had: (F.-A.) bu
derece, bu kadar, bu denli. Goft men
pindâştem bercâst zûr Tâ
bedin had mînedânistem futûr Arslan
‘Gücümün yerinde olduğunu sanıyordum. Bu
derecede güçsüz ve halsiz kaldığımı
bilmiyordum’ dedi. (Mesnevi) گفت
من پنداشتم
برجاست زور تا
بدین حد می
ندانستم
فتور |
تا
بدین حد |
tâ ber tâ: kat kat. |
تا
بر تا |
tâ ba’d çi
şeved:
(F.-A.) sonra Allah kerim. |
تا
بعد چه شود |
tâ be: -e kadar. |
تا
به |
tâ be ebed: (F.-A.)
sonsuza kadar, ebediyen. Cuz dil-i men kez ezel tâ be ebed
âşık reft Câvidân kes
neşenîdîm ki der kâr bemând Ezelden ebede kadar sadece benim
gönlüm aşık geldi, aşık gitti. Bu yolda
ebedî kalabilen tek kişinin adını duymadım.
(Hâfız) جز دل من
کز ازل تا به
ابد عاشق رفت جاودان
کس نشنیدیم
که در کار
بماند |
تا به ابد |
tâ be tâ: farklı,
ayrı. Çeşmhâyeş
tâ betâst Gözleri
ayrı renktedir. چشمهایش
تا بتاست |
تا
به تا |
tâ be çend: ne zamana
kadar? |
تا
به چند |
tâ be çi gâyet: (F.-A.) ne
kadar, ne derecede? Tâ be
gâyet reh-i meyhâne nemîdânistem Verne
mestûrî-i mâ tâ be çi gâyet
bâşed Meyhanenin
yolunu hiç mi hiç bilmezdim ben. Yoksa böyle
gözlerden ırak olmanın da bir sınırı
vardır, daha ne olsun ki? (Hâfız) تا به
غایت ره
میخانه نمی
دانستم ورنه
مستوریء ما
تا به چه غایت
باشد |
تا
به چه غایت |
tâ be hâl: (F.-A.)
şimdiye kadar, şimdiye dek. Âhû
hânum âyâ tu râst mîgûî ki tâ
behâl fakat sî tûmân pesendâz kerdeî Ahu
Hanım sahi mi diyorsun? Şimdiye kadar sadece yüz tümen mi
biriktirdin? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 72) آهو
خانم ، آیا تو
راست می گوئی
که تا به حال
فقط سی تومان
پس انداز
کرده ای؟ Lâbud
tâbehâl çend bâr mâderem semâver
râ âteş kerde est Mutlaka
annem şimdiye kadar semaveri birkaç kez yakmıştır.
(Âzeristan) لابد
تابحال چند
بار مادرم
سماور را آتش
کرده است |
تا به حال |
tâ be haşr: (F.-A.)
haşre kadar, kıyamete kadar. |
تا
به حشر |
tâ be dîr: bir zaman, bir
süre. Hîre
şud dellâk u bes heyrân bemând Tâ be
dîr enguşt der dendan bemând Tellak
afalladı, şaştı kaldı Bir zaman
parmağı dişleri arasında kaldı. (Mesnevi) خیره
شد دلاک و بس
حیران بماند تا
به دیر انگشت
در دندان
بماند |
تا
به دیر |
tâ be seher: (F.-A.) seher
vaktine kadar, sabaha kadar. |
تا
به سحر |
tâ be sabâh: (F.-A.) sabaha
kadar. |
تا به
صباح |
tâ be gâyet-i (F.-A.)
–diği kadar, dereceye kadar. |
تا
به غایت ِ |
tâ be ferdâ: 1. yarına kadar. 2.
kıyamete kadar. |
تا
به فردا |
tâ be kıyâmet: (F.-A.)
kıyamete kadar. |
تا
به قیامت |
tâ be key: ne zamana
kadar. Tâ
bekey in ibtilâ yâreb mekun Mezhebîyem
bahş u dehmezheb mekun Bu derde
düşürüş ne zamana kadar? Yapma ya Rabbi! Bana bir
yol göster; on yol değil. (Mesnevi) تا
بکی این
ابتلا یارب
مکن مذهبی
ام بخش و ده
مذهب مکن |
تا
به کی |
tâ be mahşer: (F.-A.)
mahşere kadar. |
تا
به محشر |
tâ be merhale: (F.-A.)
sonraki konağa kadar. |
تا
به مرحله |
tâ bû ki: şayet,
belki. |
تا
بو که |
tâ
bûk:
[tâ +
bû< buved + k< ki] belki, ola ki, olur da. Tâ
bûk be visâl-i câvdânî beresî Ebedî
vuslata erersin belki. (Evhad) تا
بوک بوصال
جاودانی
برسی Kerdîm
her an hîle ki akl an dânist/ Tâ bûk rehî be
cânân dânist Canana giden
bir yol bulunur umuduyla aklın bildiği her yola başvurduk.
(Evhad) کردیم
هر آن حیله که
عقل آن دانست تا
بوک رهی به
جانان دانست |
تا بوک |
tâ câyî ki:
-dığı kadar, -dığı kadarıyla. |
تا
جایی که |
tâ câyî ki
imkân bûd: (F.-A.) elverdikçe, mümkün
oldukça, olanaklar ölçüsünde. Sûrâhhâ-yi
sakf-i an râ tâ câyî ki imkân bûd best Tavanındaki
delikleri mümkün olduğu kadar kapattı.
(Fârsî-i Pencom-i Deibstân) سوراخ
های سقف آن را
تا جایی که
امکان بود
بست |
تا
جایی که
امکان بود |
tâ câyî ki
mîhord:
yer misin yemez misin. Tûlî
nekeşîd ki beççehâ û râ
dîdend ve çun beîşân durûg gofte
bûd ber sereş rîhtend ve tâ câyî ki
lîhord û râ kotek
zedend Çok
sürmedi. Çocuklar onu gördüler ve kendilerine yalan
söylediği için üstüne çullanıp yer
misin yemez misin dövdüler. (Molla ve Hereş, s. 6) طولی
نکشید که بچه
ها او را
دیدند و چون
بایشان دروغ
گفته بود بر
سرش ریختند و
تا جایی که
میخورد او را
کتک زدند |
تا
جایی که می
خورد |
tâ çeşm kâr
mîkoned / mîkerd: göz alabildiğince. Miditerâne
tâ çeşm kâr mîkerd âbî,
ârâm ve nâmahdûd bûd Akdeniz
göz alabildiğince mavi, sâkin ve engindi. (Ber Sâhil-i
Mînâyî) مدیترانه
تا چشم کار
میکرد آبی ،
آرام و نامحدود
بود |
تا
چشم کار می
کند / می کرد |
tâ çonanki:
-dığı gibi. Kelimât
der kalemrov-i men nîstend tâ çonanki bâyed tu
râ sitâyiş konend Seni
gerektiği gibi övecek kelimeler benim ülkemde yok. (Eger
Mîtevânistem Benevîsem) کلمات
در قلمرو من
نیستند تا
چنانکه باید
تو را ستایش
کنند |
تا
چنانکه |
tâ çend: ne zamana
kadar? Zin
herân tâ çend bâşî na’ldozd, Ger
hemî dozdî biyâ vu la’l dozd Ne zamana
kadar bu eşeklerden nal çalacaksın? Çalacaksan, gel
de, lâl çal. زین
خران تا چند
باشی نعل دزد گر
همی دزدی بیا
و لعل دزد Tâ çend
zenem be rûy-i deryâhâ hişt? Bîzâr
şodem zi botperestân u kinişt. Heyyâm ki goft
dûzehî hâhed bûd? Ki reft be dûzeh u
ki âmed zi behişt? Ne zamana kadar
suda kerpiç sektireyim?/ Usandım putperestinden, havrasından
ben!/ Hayyam cehennemlik olacak diyen kim?/ Cehenneme giden kim, cennetten
gelen kim? (Hayyâm) تا چند
زنم بروی
دریاها خشت؟ بیزار
شدم ز بت
پرستان و
کنشت خیام که
گفت که دوزخی
خواهد بود؟ که
رفت به دوزخ و
که آمد ز بهشت؟ |
تا
چند |
tâ çi: ne kadar,
nice. Tâ
çi âlemhâst der sovdâ-yi akl Tâ
çi bâpehnâst in deryâ-yi akl Akıl
diyarında nice bilginler vardır! Bu akıl denizi ne kadar
engindir! (Mesnevi) تا چه
عالمهاست در
سودای عقل تا
چه باپهناست
این دریای
عقل |
تا چه |
tâ çi beresed (be): kaldı ki,
şöyle dursun, bir yana. |
تا
چه برسد (به) |
tâ çi pâye: ne dereceye
kadar, ne denli, ne ölçüde. İn
iddiâhâ men nemîdânem tâ çi pâye
drost bâşed Bu
iddialarım ne dereceye kadar doğru olur, bilmiyorum. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 97) این
ادعاها من
نمیدانم تا
چه پایه درست
باشد |
تا
چه پایه |
tâ çi had: (F.-A.) ne
derecede, ne ölçüde, ne denli, ne kadar. Goft
benumâ tâ bebîned in cesed Tâ
çihad husn-i nâzukest u bîmeded Peygamber
‘Göründe, bu cesedin ne derecede zayıf ve narin
olduğunu anlasın’ dedi. (Mesnevi) گفت
بنما تا
ببیند این
جسد تا
چه حد حسن
نازکست و بی
مدد |
تا
چه حد |
tâ çi had: (F.-A.) ne
kadar, ne ölçüde. |
تا
چه حد |
tâ çi resed (be): kaldı ki,
nerde kaldı, bir yana, şöyle dursun. Âb
nemîtevân pâîn koned tâ çi resed be
gezâ Yemek
şöyle dursun, su içemiyor. آب
نمیتوان
پائین کند تا
چه رسد به غذا. Hub,
lâger şode, ters u nârâhetî kûh râ
âb mîkoned tâ çi beresed be âdem İyi ya,
zayıflamış. Korku ve hastalık, insan şöyle
dursun, dağı bile eritir. خوب ،
لاغر شده ،
ترس و
ناراحتی کوه
را آب میکند
تا چه برسد به
آدم |
تا چه رسد
(به) |
tâ çi mîzân: (F.-A.) ne
ölçüde. |
تا
چه میزان |
tâ çi vakt: (F.-A.) ne
zamana kadar, ne vakte kadar. |
تا
چه وقت |
tâ çu: -ince,
-diği zaman. Mînihân
gerded ser-i an hârpoşt Dembedem ez bîm-i seyyâd-i doroşt Tâ
çu furset yâft ser âred burûn Zin çenin mekrî şeved mâreş zebûn Kirpi her an
kötü avcıdan korktuğu için başını
içine çeker, büzülür. Fırsatını
bulunca başını çıkarır. Bu hileyle yılan
bile ona zebun olur. (Mesnevi) می
نهان گردد سر
آن خارپشت دم
بدم از بیم
صیاد درشت تا چو
فرصت یافت سر
آرد برون زین
چنین مکری
شود مارش
زبون
|
تا
چو |
tâ hâl: (F.-A.)
şimdiye kadar; hiç. Tâ
hâl âşik şodî Hiç
aşık oldun mu? (Nâbiga-i Hûş) تا
حال عاشق شدی
؟ |
تا
حال |
tâ hâlâ: (F.-A.)
şimdiye kadar. Tesevvur
mîkonem tâ hâlâ resîde bâşed Şimdiye
kadar gelmiş olacağı kanısındayım. تصور
میکنم تا
حالا رسیده
باشد Tâ
hâlâ kocâ bûdî Şimdiye
kadar neredeydin? (Âzeristan) تا
حالا کجا
بودی؟ |
تا
حالا |
tâ hadd-i imkân: (F.-A.)
mümkün olduğu kadar, elverdikçe. |
تا حدِّ
امکان |
tâ hadd-i gâyî: (F.-A.) son
derece. |
تا
حدّ غایی |
tâ hadd-i makdûr: (F.-A.)
mümkün mertebe, mümkün olduğu kadar. Hâste’end
tâ hadd-i makdûr nâm-i an kes râ der in nuvişte
neyâverde bâşend O kimsenin
ismini mümkün mertebe bu mektupta yazmamak istemişler. (Don
Karlos) خواسته
اند تا حد
مقدور نام آن
کس را در این
نوشته
نیاورده
باشند |
تا
حدّ مقدور |
tâ haddî: (F.-A.) bir
dereceye kadar. |
تا
حدی |
tâ haddî ki: (F.-A.)
–cek kadar, öyle ki. |
تا
حدی که |
tâ dânî: aman dikkat
et! Bilmiş ol. |
تا
دانی |
tâ derece-i âhir: (F.-A.) sonuna
kadar. |
تا
درجهء آخر |
tâ dem-i haşr: (F.-A.)
mahşer gününe kadar. |
تا
دم ِ حشر |
tâ dem-i kıyâmet: (F.-A.)
kıyamete kadar. |
تا
دم ِ قیامت |
tâ dunyâ dunyâst: (F.-A.)
dünya durdukça. |
تا
دنیا دنیاست |
tâ dîden-i ferdâ: yarın
görüşmek üzere. İcâleten
tâ dîdâr-i ferdâ hodâ hâfiz Yarın
görüşmek üzere şimdilik hoşçakal.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 114) عجالة
ً تا دیدار
فردا خدا
حافظ |
تا
دیدار ِ فردا |
tâ seher: (F.-A.) seher
vaktine kadar, sabaha kadar. Pes be pehlû
geşt an şeb tâ seher An her-i
bîçâre ez cû’ulbakar O
zavallı eşek açlıktan o gece sabaha kadar yan
üstü yattı. (Mesnevi) پس
بپهلو گشت آن
شب تا سحر آن
خر بیچاره از
جوع البقر |
تا
سحر |
tâ şâyed: olur da,
belki. |
تا
شاید |
tâ şeb: akşama
kadar, geceye kadr. |
تا
شب |
tâ kıyâmet: (F.-A.)
kıyamete kadar. |
تا قیامت |
tâ kocâ: nereye kadar. Goft azm-i
tu kocâ ey bâyezîd Raht-i
gurbet tâ kocâ hâhî keşîd Ey
Bâyezid! Nereye gidiyorsun? Gurbet eşyasını nereye kadar
taşıyacaksın? (Mesnevi) گفت
عزم تو کجا ای
بایزید رخت
غربت تا کجا
خواهی کشید |
تا
کجا |
tâ kunûn: şimdiye
kadar, şimdiye dek. Tâ
kunûn ahter eser kerdî der û Ba’d
ezin bâşed emîr ahter-i û Şimdiye
kadar yıldız ona tesir ediyordu. Bundan böyle o,
yıldızın emîri oldu. (Mesnevi) تا
کنون اختر
اثر کردی در
او بعد
ازین باشد
امیر اختر او Ez
şurû’-i ceng-i beynulmilel tâ kunûn bîst
sâl est ki der in şehr nânvâ hestem Dünya Savaşının
başlamasından beri yirmi yıldır bu şehirde
fırıncıyım. (Şovher-i Âhû Hanum) از
شروع جنگ بین
الملل تا
کنون بیست
سال است که در
این شهر
نانوا هستم Tâ
kunûn nefehmîde’em ihsâs u temâyul-i
şahsî-yi û nisbet be men ez çi nov’ bûde
est? Şimdiye
kadar bana karşı nasıl duygular beslediğini, kişisel
eğiliminin ne olduğunu anlamış değilim. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 112) تا
کنون
نفهمیده ام
احساس و
تمایل شخصیء
او نسبت بمن
از چه نوع
بوده است؟ |
تا
کنون |
tâ
ki:
-mek
üzere, -mek için, -mesi için, diye, nihayet, -ince,
-diği zaman, öyle ki, o kadarki, böylece, bile, dahi,
-dikçe, -diği sürece. Âftâbâ
terk-i in gulşen konî Tâki
tahtularz râ rûşen konî Ey
güneş! Yer altını aydınlatmak üzere bu gül
bahçesini terkediyorsun. (Mesnevi) آفتابا
ترک این گلشن
کنی تا
که تحت الارض
را روشن کنی Dâye
vu mâder behânecû bûd Tâ ki
key an tıfl-i û giryân şeved Dadı ve
anne, çocuk ne zaman ağlayacak diye bahane ararlar. (Mesnevi) دایه
و مادر بهانه
جو بود تا
که کی آن طفل
او گریان شود Çun
utârid defter-i dil vâkonend Tâ ki
ber tu serhâ peydâ konend Sana
sırları açıklamak için Utarit gibi
gönül defterini açarlar. (Mesnevi) چون
عطارد دفتر
دل واکنند تا
که بر تو سرها
پیدا کنند Lîk
der zulmet yekî dozdî nihân Mî
nehed enguşt ber istâregân Mîkeşed
istâregân râ yek beyek Tâ ki
nefurûzed çerâgî ez felek Ama bir
hırsız, karanlıkta gizlice ateş
kıvılcımlarına parmak basıyor; felekte bir
çırağ parlamasın diye onları birer birer
söndürüyor. (Mesnevi) لیک
در ظلمت یکی
دزدی نهان می
نهد انگشت بر
استارگان می
کشد
استارگان را
یک بیک تا
که نفروزد
چراغی از فلک Dîr
bâyed tâ ki sırr-i âdemî Âşkârâ
gerded efzûn u kemî İnsanoğlunun
sırrının az çok aşikâr olması
için uzun zaman gerekir. (Mesnevi) دیر
باید تا که سر
آدمی آشکارا
گردد افزون و
کمی Û zi
bahr-i azb-i an şûr hord Tâ ki
âb-i şûr û râ kûr kerd O,
tatlı denizden acı su içti. Nihayet acı su onu kör
etti. (Mesnevi) او ز
بحر عذب آن
شور خورد تا
که آب شور او
را کور کرد Tâ ki
nabz ez nâm-i key gerded cehân Û
buved maksûd-i câneş der cihân Kimin
adı anılınca nabzı atarsa, dünyada
gönlünün istediği odur. (Mesnevi) تا که
نبض از نام کی
گردد جهان او
بود مقصود
جانش در جهان An
zemân hak ber omer hâbî gumâşt Tâ ki
hîş ez hâb netvânist dâşt O zaman
Allah, Ömer’e öyle bir uyku verdi ki, kendisini uykudan
alamadı. (Mesnevi) آن
زمان حق بر
عمر خوابی
گماشت تا
که خویش از
خواب نتوانست
داشت
Muddetî
ma’kûs bâşed kârhâ Şihne
râ doz âvered ber dârhâ Tâ ki
besî sultân u âlî himmetî Bende-i
bende-i hod âyed muddetî Bir
süre işler tersine döner. Hırsız, polisi
darağacına götürür. Böylece nice sultan ve
yüce himmetli kişi kendi kuluna kul olur. (Mesnevi) مدتی
معکوس باشد
کارها شحنه
را دزد آورد
بر دارها تا که
بسی سلطان و
عالی همتی بندهء
بندهء خود
آید مدتی
Kû ki
medh-i şâh gûyed pîş-i û Tâ ki
der gıybet-i û şermrû Huzurda
padişahı övecek, onun yokluğunda dahi ondan utanacak
kişi nerede? (Mesnevi) کو که
مدح شاه گوید
پیش او؟ تا
که در غیبت
بود او شرم رو Tâ ki
hîzum mînehî ber âştî Key
bemîred âteş ez hîzumkeşî Bir
ateşe odun attığın sürece o ateş nasıl
söner? (Mesnevi) تا که
هیزم می نهی
بر آشتی کی
بمیرد آتش از
هیزم کشی؟ Harf u sovt
u goft râ berhem zenem Tâ ki
bî in her se bâ tu dem zenem Harfi, sesi,
sözü birbirine vurup parçalayayım da, bu
üçü olmaksızın seninle konuşayım.
(Mesnevi) حرف و
صوت و گفت را
برهم زنم تا
که بی این هر
سه با تو دم
زنم |
تا که |
tâ key: ne zamana
kadar, ne vakte dek. Bes kun ey
dûnhimmet-i kûtâhbenân Tâ
keyet bâşed hayâti cân be nân Ey kısa
parmaklı, düşük himmetli kişi! Canının
hayatı ne zamana kadar ekmek sayesinde olacak? (Mesnevi) بس کن
ای دون همت
کوتاه بنان تا
کیت باشد
حیوة جان
بنان؟ Omret tâ key be
hodperestî gozered? Ya der pey-i
nîstî yu hestî gozered? Mîhor ki
çonîn omr ki gam der pey-i ûst. An bih ki be hâb
ya be mestî gozered. Ne zamana dek
geçsin ömrün kendini beğenmişlikle? Ne zamana dek
varlık, yokluk davasıyla? İçmeye bak. Peşinde gam
olan şu ömür İyisi mi, geçsin uykuyla ya da
sarhoşlukla. (Hayyâm) عمرت تا
کی به
خودپرستی
گذرد؟ یا در
پس نیستی و
هستی گذرد میخور که
چنین عمر که
غم در پی اوست آن به
که بخواب یا
مستی گذرد |
تا کی |
tâ key u çend: daha ne zamana
kadar? Goftem esrâr-i
gamet herçi buved, gû mîbâş Sabr ezin bîş
nedârem, çi konem, tâ key u çend? Senin elinden
çektiğim gam sırlarını söyledim işte;
n’olursa olsun, sabrım kalmadı artık. Ne yapayım;
daha ne kadar dayanacağım? (Hâfız) گفتم
اسرار غمت
هرچه بود ، گو
میباش صبر
ازین بیش
ندارم ، چه
کنم ، تا کی و چند؟ |
تا کی و
چند |
tâ muddetî: (F.-A.) bir
süre, bir süreye kadar. |
تا
مدتی |
tâ muddetî ki: (F.-A.)
–inceye kadar, -dikçe, -diği sürece. |
تا
مدتی که |
tâ meger: 1. ola
ki. Tâ
meger hemçu sabâ bâz be kûy-i tu resem Hâsilem
dûş becuz nâle-i şebgîrnebûd Ola ki, seher
yeli gibi yine senin civarına erişirim diye dün gece feryat
ettim. Ama sabaha kadar süren feryatlarımdan başka elime bir
şey geçmedi. (Hafız) تا
مگر همچو صبا
باز بکوی تو
رسم حاصلم
دوش بجز
نالهء شبگیر
نبود 2. diye, için. |
تا
مگر |
tâ mumkin est: (F.-A.)
mümkün oldukça, el verdikçe. Fehmîdem
ki tâ mumkin est bâyed hâmûş şud Mümkün
oldukça susmak gerektiğini anladım. (Bûf-i Kûr) فهمیدم
که تا ممکن
است باید
خاموش شد |
تا
ممکن است |
tâ movki’î ki: (F.-A.)
–inceye kadar, -dikçe, -diği sürece. |
تا
موقعی که |
tâ hengâmî ki: -e kadar. Holâse
tâ hengâmî ki bozorg şud u tevânist
bedûn-i yârî yu komek-i dîgerân be hod
beperdâzed, in şîve râ ez dest nedâd Kısacası,
büyüyüp de başkalarının yardımı
olmaksızın kendi kendine yetebildiği güne kadar bu
yöntemi terketmedi. (An Rûzhâ) خلاصه
تا هنگامی که
بزرگ شد و
توانست بدون
یاری و کمک
دیگران به
خود بپردازد
، این شیوه را
از دست نداد |
تا
هنگامی که |
tâ vaktî ki: (F.-A.)
–inceye kadar, -dikçe, -diği sürece. Der defter-i
men bemânîd tâ vaktî ki şumâ râ
behânem Sizi
çağırana kadar büromda bekleyiniz. (Don Karlos) در
دفتر من
بمانید تا
وقتی که شما
را بخوانم |
تا
وقتی که |
tâ yek endâze: bir dereceye
kadar, bir ölçüde. |
تا یک
اندازه |
târeten uhrâ: (A.) bir kez
daha. |
تارۃ
اخری |
târeten ba’de uhrâ: (A.)
defalarca, kaç defa. |
تارۃ بعد اخری |
tâzegî: [tâze + g + î] 1. tazelik.
Tâzegî
yu conbiş-i tûbîst in Hemçu
conbişhâ-yi heyvân nîst in Tubanın
tazeliği, kıpırtısıdır bu Canlıların
kıpırtısı gibi değil bu. (Mesnevi) تازگی
و جنبش طوبی
است این همچو
جنبش های
حیوان نیست
این 2. yenilik. 3. yeni.
4. yeniden. 5. son zamanlarda, son yıllarda. |
تازگی |
tâzegîhâ: son
zamanlarda, geçenlerde. |
تازگی
ها |
tâze: 1. yeni, henüz. Û
tâze meşhûr şode bûd O yeni
meşhur olmuştu. (Hindû) او
تازه مشهور
شده بود Murâd
tâze ez ser-i kâr bergeşte bûd Murat
işten yeni dönmüştü. (Azeristan) مراد
تازه از سر
کار برگشته
بود Merâ
ez tust herdem tâze aşkî Turâ
her sâatî husnî diger bâd Senin
sâyende aşkım her an tazeleniyor. Her saatinde
güzelliğin bir başka olsun. (Hâfız) مرا
از توست هردم
تازه عشقی ترا
هر ساعتی
حسنی دگر باد 2. taze. Aşk
zinde der revân u der basar Her
demî bâşed zi gonçe tâzeter Aşk
dediğin ruhta, gözde kalıcı olur Bu aşk
her an goncadan taze olur (Mesnevi) عشق
زنده در زوان
و در بصر هر
دمی باشد ز
غنچه تازه تر 3. son zamanlarda. 4. bu
yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük, üstelik. 5.
yenice. 6. körpe. |
تازه |
tâze be tâze: 1.
yeni yeni. 2. yeniden, tekrar. |
تازه به
تازه |
tâş:
[tâ + ş] ta ki onu. Cost û
râ tâş çun bende buved Lâcerem
cûyende yâbende buved Kul olmak
için onu aradı durdu Arayan
bulur; yok bunda kuşku (Mesnevi) جست
او را تاش چون
بنده بود لاجرم
جوینده
یابنده بود |
تاش |
taht: (A.) 1. alt, altı, altında,
altına. 2. arkasında.3. eş,
hanım. |
تحت |
tahtânî: (A.) alttaki. |
تحتانی |
tesâdufen: (A.) tesadüfen. |
تصادفا ً |
tesâdufî: (A.-F.) [tesâduf + î]
tesadüfî, tesadüfen, rastlantı eseri. Eger hem tesâdufî
hemdîger râ bebînîm ihsâs-i garîbî
yu bîgânegî mîkonîm Tesadüfen
birbirimizi görsek, gariplik ve yabancılık hissediyoruz.
(Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) اگرهم
تصادفی
همدیگر را
ببینیم
احساس غریبی و
بیگانگی می
کنیم Reftenem ez
bâkû hem der an vakt tesâdufî nebûd O
sırada Bakü’den gitmem de tesadüfî değildi.
(Âzeristan) رفتنم
از باکو هم در
آن وقت
تصادفی نبود |
تصادفی |
tasdîkan: (A.) 1. onaylayarak.
2. doğrulayarak. |
تصدیقا
ً |
tasrîhen: (A.) 1. açıkça
dile getirerek, belirterek. 2. açıkça dile
getirilerek, belirtilerek. |
تصریحا
ً |
tasrîhen ve telvîhen: (A.)
açık veya gizli olarak. |
تصریحا
ً و تلویحا ً |
tasvîben: (A.) 1. doğru
bularak. 2. onaylayarak, uygun görerek. 3. doğru
bulunarak. 4. onaylanarak, uygun görülerek. |
تصویبا
ً |
tatbîkan: (A.) uygulayarak. |
تطبیقا ً |
te’abbuden: (A.) körü
körüne. |
تعبدا
ً |
ta’dîlen: (A.) 1. değiştirilerek.
2. değiştirerek, değişiklik yaparak. |
تعدیلا ً |
ta’rîzen: (A.) üstü
kapalı, kinayeli. |
تعریضا
ً |
ta’rîzen ve
tasrîhan:
(A.) açık veya kapalı olarak. |
تعریضا
ً و تصریحا ً |
ta’zîmen: (A.) 1. saygı
ile eğilerek, saygı göstererek. 2. yücelterek,
ululayarak. |
تعظیما
ً |
te’ammuden: (A.) bilerek,
kasten. |
تعمدا
ً |
ta’mîmen: (A.) 1. genelleştirerek.
2. genelge ile. |
تعمیما
ً |
ta’vîzen: (A.) 1. karşılığında,
bedel olmak üzere. 2. ödün olarak. |
تعویضا
ً |
tafsîlen: (A.) uzun
uzadıya, ayrıntılı olarak. |
تفصیلا
ً |
takrîben: (A.) takriben,
yaklaşık olarak, aşağı yukarı, hemen hemen. Miyân-i
an şeb u in şeb takrîben yek sâl fâsile
oftâde bûd O gece ile
bu gece arasında yaklaşık bir yıl
geçmişti. (Do
Şeb) میان
آن شب و این شب
تقریبا ً یک
سال فاصله
افتاده بود |
تقریبا
ً |
takrîren: (A.) anlatarak. |
تقریرا
ً |
taklîden: (A.) 1. taklit
ederek, öykünerek. 2. asarak, takarak. |
تقلیدا
ً |
tek u tenhâ: yapayalnız, tek başına. Ulduz
nişeste bûd tu otâk, tek u tenhâ bûd Ulduz odada
oturmuştu; yapayalnızdı. (Kıssehâ-yi Behreng) اولدوز
نشسته بود تو
اتاق ، تک و
تنها بود An kulbe-i
muhakkar der kenâr-i deryâ tek u tenhâ mânde
bûd O
küçük kulübe deniz kenarında tek başına
kalmıştı. (Bîçâregân) آن
کلبهء محقر در
کنار دریا تک
و تنها مانده
بود |
تک
و تنها |
temâmî: (A.-F.) 1. olgunluk, tamlık. 2.
tüm, bütün, hepsi. Temâmî-yi
esbâbhâyeş râ der çemedân-i
kûçekeşrîht u hâne râ terk kerd Bütün
eşyalarını küçük valizine koyup evi terketti.
(Sahrârovgen) تمامی
اسباب هایش
را در چمدان
کوچکش ریخت و
خانه را ترک
کرد |
تمامی |
teng-i hem: bir arada, toplu olarak, toplu halde. Duhterân
u peserân ki teng-i hem râh mîreftend, ez kenâr-i
pîrmerd mîgozeştend Toplu halde
yürüyen kız ve oğlanlar ihtiyarın yanından
geçiyorlardı. (Âzeristân) دختران
و پسران که
تنگ هم راه
میرفتند ، از
کنار پیرمرد
می گذشتند |
تنگ
ِ هم |
tenhâ: 1. tek, yalnız, yalnız başına, tek
başına. Velî
ez gofte-i şumâ intovr bermî âyed ki tenhâ beser
mî berîd Fakat
sözünüzden tek başına
yaşadığınız çıkıyor. (Şovher-i
Âhû Hanum) ولی
از گفتهء شما
اینطور بر می
آید که تنها
بسر می برید Ve
nebâyed ki tenhâ sefer konend Ve
yalnız başına seyahat etmemelidirler.
(İnsânu’l-kâmil) و
نباید که
تنها سفر
کنند Merâ
ve yâd-i tu beguzâr u konc-i tenhâyî Ki herki
bâ tu be halvet buved ne tenhâyîst Beni senin
hatıranla yalnızlık köşesinde baş başa
bırak. Çünkü seninle halvette olan, yalnız
sayılmaz. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 152) مرا و
یاد تو بگذار
و کنج تنهایی که
هرکه با تو به
خلوت بود نه
تنهاییست
2. bir, sadece. Tenhâ
yek dâne-i an çend berâber-i bedehî-yi tûst Sadece bunun
bir tanesi senin borcunun birkaç katı eder. (Fârsî-i
Pencom-i Debistân) تنها
یک دانهء آن
چند برابر
بدهیء توست 3. salt. |
تنها |
tenhâ…ne
belki: (F.-A.) yalnız değil, aynı zamanda. Mîbînî,
tu tenhâ bâ in keşf-i yek nukte be dunyâ-yi ilm
neyefzûdî, belki be yek tîr do nişân zedî Görüyor
musun? Bu keşifte ilim dünyasına katkıda bulunmakla
kalmadın, aynı zamanda bir taşla iki kuş vurdun.
(Hâtırât-i Nene Hevvâ) می
بینی ، تو
تنها با این
کشف یک نکته
به دنیای علم
نیفزودی ،
بلکه به یک
تیر دو نشان
زدی |
تنها
نه... بلکه |
tenhâ-yi tenhâ: tek başına, yapayalnız, bir
başına Sâlyân-i
dirâzîst ki der in beyâbân tenhâ-yi tenhâ
zindegî mîkonem Uzun
yıllardır bu ovada tek başına yaşıyorum.
(Fârsî-i Pencom-i Debistân) سالیان
درازی است که
در این
بیابان
تنهای تنها
زندگی میکنم |
تنهای
تنها |
teh: 1. arka. Teh-i
kelâs îstâde bûdem Sınıfın
arkasında durmuştum. (Eger mîtevânistem
Benevîsem) ته
کلاس
ایستاده
بودم 2. aşağı. 3.
alt. 4. dip. 5. son. 6. kök. 7. tek. 8.
kat. |
ته |
tâ be haddî ki: (F.-A.) o kadar…
ki, -cek kadar. Men çi gûyem ki turâ
nâzukî-i tab’-i latîf Tâ be haddîst ki âheste
duâ netvân kerd Daha ne diyeyim? Latif tabiatın o
kadar hassas ki usul usul dua ile bile edilemez; hemen etkilenir.
(Hâfız) من چه
گویم که ترا
نازکی طبع
لطیف تا بحدی
است که آهسته
دعا نتوان
کرد |
ته
به حدی که |
tû: 1. kat. Çerh-i
felekî hırka-i noh tûy-i menest Çarkıfelek
dokuz katlı hırkadır bana. (Evhad) چرخ
فلکی خرقهء
نه توی منست 2. misli. Reng-i
zerr-i kalb deh tû mîşeved Pîş-i
âteş çun siyehrû mîşeved Sahte
altın on kat parlak olsa da Nasıl
da yüzü kararır ateş karşısında! (Mesnevi) رنگ
زر قلب ده تو
می شود پیش
آتش چون سیه
رو می شود |
تو |
tu: iç, içeri, içeriye, -de, -da Ki
mîbîned? Der râ ez tu mîbendîm, kesî
netevâned biyâyed tu Kim
görür? Kapıyı içerden kapatırız; kimse
içeri giremez. (Dârû-yi Bîhâbî) که می
بیند؟ در را
از تو می
بندیم ، کسی
نتواند بیاید
تو Tu
şehr-i numûne zindegî mîkonem Numune
şehrinde yaşıyorum. (Kûtî-i Kibrît) تو
شهر نمونه
زندگی می کنم Û
merâ şinâht u goft Biyâ tu, kesî hâneman
nîst O beni
tanıdı ve ‘İçeri gel, evde kimse yok’ dedi.
(Se Katre Hûn) او
مرا شناخت و
گفت : بیا تو ،
کسی خانه مان
نیست Anvakt subh
tû-yi bâg mî îstâdem, destem râ be kemer
mîzedem, mordehâ râ ki mî bordend
temâşâ mîkerdem O zaman
sabahleyin bahçede durur, elimi belime dayar, götürülen
ölüleri seyrederdim. (Se Katre Hûn) آنوقت
صبح توی باغ
می ایستادم ،
دستم را بکمر میزدم
، مرده ها را
که می بردند
تماشا می
کردم |
تو |
tugûyî: [tu + goften > gûy + î] sanki,
sanırsın, dersin, adeta. Kenâr-i
sa’dî ez an rûz kez tu dûr oftâd Ez
âb-i dîde tu gûyî kenâr-i ceyhûn est Senden uzak
düştüğü günden beri göz
yaşlarından Sadi’nin yanı başı adeta ceyhun
kenarı oldu. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 104) کنار
سعدی از آن
روز کز تو دور
افتاد از
آب دیده تو
گویی کنار
جیحون است |
تو
گویی |
tevessut-i: (A.-F.)
eliyle, vasıtasıyla, aracılığıyla, ile. Ferdâ
subh kâgez râ be şehr bordend ki tevessut-i post befiristend Ertesi sabah
posta ile göndermek üzere mektubu şehre
götürdüler. (Perîçihr) فردا
صبح کاغذ را
بشهر بردند
که توسط پست
بفرستند |
توسط
ِ |
tuveş: [tu + veş< eş=û] sen onu, son ona. İn
sûret-i zîbâ ki tûşmîbînî An
şâhid nîst lîken ân sâye-i ûst Gördüğün
bu güzel yüz, o güzel değil, gölgesi onu. (Evhad) این
صورت زیبا که
توش می بینی آن
شاهد نیست
لیکن آن
سایهء اوست |
توش |
tovzîh-i anki: (A.-F.)
şöyle ki. |
توضیح
ِ آنکه |
sâlisen: (A.) 1. üçüncü
kez. 2. üçüncü olarak. |
ثالثا
ً |
sâminen: (A.) sekizincisi,
sekizinci olarak. |
ثامنا
ً |
sâniyen: (A.) 1. ikinci
olarak, ikinci kez. 2. tekrar, daha sonra, sonra. |
ثانیا ً |
câ câ: yer yer. |
جا
جا |
câbecâ: [câ + be + câ] 1. derhal,
hemen. Peşşe-i
malaryâ dâred ki be fîl bezened câbecâ teb
mîkoned Öyle
bir sivrisineği var ki fili soksa, o anda ateşlenir. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 222) پشهء
مالاریا
دارد که بفیل
بزند جابجا
تب میکند 2. yer yer. Reng-i ten-i
âdemîzâd reng-i acîbîist, câbecâ
fark mîkoned İnsanın
ten rengi acayip bir renktir. Yer yer farkeder. (Berf ki mîâyed) رنگ
تن آدمیزاد
رنگ عجیبی
است ، جابجا
فرق می کند 3. oradan oraya. Ger zi Dicle
bâhaber bûdî çu mâ Û
nebordî an sebû râ câbecâ Bizim gibi
Dicle’den haberi olsaydı O testiyi oradan
oraya götürmezdi (Mesnevi) گر
ز دجله باخبر
بودی چو ما او
نبردی آن سبو
را جابجا |
جابجا |
cânib: (A.) 1. taraf, yön, cihet, -e, -a, -e doğru. Şeh çu acz-i an hekîmân râ bedîd Pâbirehne cânib-i mescid devîd Padişah
o doktorların aczini görünce çıplak ayakla mescide
koştu. (Mesnevi) شه چو
عجز آن
حکیمان را
بدید پا
برهنه جانب
مسجد دوید Çitovr
bâver konem ki şomâ ez cânib-i şâh nezd-i
men me’mûr şodeîd Sizin kral
tarafından yanımda görevlendirildiğinize nasıl
inanayım? (Don Karlos) چطور
باور کنم که
شما از جانب
شاه نزد من
مأمور شده
اید؟ Âyâ
pîşnihâd-i telâk ez cânib-i şomâ
bûde est ya ez cânib-i û Boşanma
teklifi sizin tarafınızdan mı geldi yoksa onun mu? (Şovher-i Âhû Hanum,
s. 22) آیا
پیشنهاد
طلاق از جانب
شما بوده است
یا از جانب
او؟ Çun
çeşm-i tu dil mîbered ez
gûşenişînân Hemrâh-i tu
bûden guneh ez cânib-i mâ nîst Gözlerin,
bir köşeye çekilenlerin bile gönlünü
çalıyor. Seninle birlikte olmak suç ise, bizim
günahımız ne?! (Hâfız) چون
چشم تو دل می
برد از گوشه
نشینان همراه
تو بودن گنه
از جانب ما
نیست 2. yöre, nahiye, yer. Kin sevom
cânib çi endâm est nîz? Goft:
În est işkem-i şîr ey azîz Dedi: Bu
üçüncü yer de aslanın neresi? Dedi:
Azizim, aslanın karnıdır burası. (Mesnevi) کاین
سوم جانب چخ
اندام است
نیز ؟ گفت
این است اشکم
شیر ای عزیز |
جانب |
cây: 1. yer, mevki. Eykâş ki
cây-i âremîden bûdî! Ya in reh-i dûr
râ resîden bûdî! Kâş ez pey-i
sad hezâr sâl ez dil-i hâk Çon sebze
omîd-i ber demîden bûdî! Keşke
durup dinlenecek bir yer olsaydı! Ya
da şu uzun yola çıkmak mümkün olsaydı! Keşke
yüzbin yıl sonra toprağın bağrından Otlar
gibi yeşerme umudu olsaydı! (Hayyâm) ایکاش که
جای ارمیدن
بودی یا
این ره دور را
رسیدن بودی کاش از پی
صد هزار سال
از دل خاک چون
سبزه امید
بردمیدن
بودی 2. yerinde, yerine. Nemîdânem
eger duhter-i dîgerî cây-i men bûd, çi
mîgoft Başka
bir kız benim yerimde olsaydı, ne derdi bilmiyorum.
(Âzeristan) نمی
دانم اگر
دختر دیگری
جای من بود ،
چه میگفت 3. yeri, zamanı,
vakti. Nişân-i ahd u
vefâ nîst der tebessum-i gul Benâl bulbul-i
bîdil ki cây-i feryâd est Gülün
tebessümünde ahit ve vefa işareti yok. Aşık bülbül, inlemeye bak sen.
Çünkü feryadın tam zamanı şimdi.
(Hâfız) نشان عهد
و وفا نیست در
تبسم گل بنال
بلبل بی دل که
جای فریاد
است 4. mevki. İmrûz
cây-i herkes peydâ şeved zi hûbân Kan mâh-i
meclisefrûz ender sedâret âmed Bugün her
güzelin yeri belli olur. Çünkü meclisi aydınlatan
ay yüzlü sevgili baş köşeye geldi.
(Hâfız) امروز
جای هرکس
پیدا شود ز
خوبان کان
ماه مجلس
افروز اندر
صدارت آمد |
جای |
codâgâne: [codâ + g + âne] 1. ayrıca. Mâ ez
an codâgâne sohbet hâhîm kerd Biz ondan
ayrıca bahsedeceğiz. (Ez Sabâ tâ Nîmâ) ما از
آن جداگانه
صحبت خواهیم
کرد 2. ayrı ayrı, tek
tek, parça parça. 3. tek, yalnız. |
جداگانه |
coz: (Peh.) 1. hariç, dışında, -den
başka. Coz râh-i
kalenderân-i meyhâne mepûy. Coz bâde vu coz
semâ vu coz yâr mecûy. Ber kef kadeh-i
bâde vu ber dûş sebûy. Mey nûş kon
ey nigâr u bîhûde megûy. Meyhane
kalenderlerinin yolundan dışarı çıkma. Bade,
semâ ve yârdan öte bir şey arama. Elinde bade kadehi,
omuzunda şarap testisi, Ey sevgili mey iç; hiç boşuna
konuşma. (Hayyâm) جز راه
قلندران
میخانه مپوی جز
باده و جز سما
و جز یار مجوی بر کف قدح
باده و بر دوش
سبوی می
نوش کن ای
نگار و
بیهوده مگوی Garaz zi mescid u
meyhâne’em visâl-i şumâst Cuz in hiyâl
nedârem, hodâ guvâh-i men est Mescidinden
de, meyhanesinden de amacım, sana kavuşmaktır. Başka bir
düşüncem yok; Allah şahit. (Hâfız) غرض ز
مسجد و
میخانه ام
وصال شماست چز
این خیال
ندارم ، خدا
گواه من است Âvord be
iztirârem evvel be vucûd, Coz heyretem ez
heyât çîzî nefzûd. Reftîm be
ikrâh u nedânîm çi bûd Zin âmeden u
bûden u reften maksûd. İstemedim
ben; zorla beni var etti. Hayret
dışında hayatıma ne ilave etti? Gidiyoruz
ikrahla şimdi; bilmiyoruz neydi Bundan
amaç: Geldi, kaldı, gitti ? (Hayyâm) آورد به
اضطرارم اول
بوجود جز
حیرتم از
حیات چیزی
نفزود رفتیم
باکراه و
ندانیم چه
بود زین
آمدن و بودن و
رفتن مقصود 2. parça,
kısım. 3. eskiden mekteplerde Kur’ân’dan
bazı parçaların okutulduğu kitapçıklar. |
جز |
coz anki: -den
başka, dışında. Mutâle’e-i
kutub cuz anki hiyâlât-i mâ râ muşevveş
koned netîceî nedâred Kitap
okumanın hayallerini karıştırmaktan başka bir neticesi
yoktur. (Homâ) مطالعهء
کتب جز آنکه
خیالات ما را
مشوش کند نتیجه
ای ندارد |
جز آنکه |
coz inki: -den
başka, dışında. |
جز
اینکه |
coz ki: ancak, -den
başka, dışında. |
جز
که |
coz meger: ancak, -den
başka, dışında. |
جز
مگر |
coz’ be coz’: (A.-F.) enine
boyuna, en ince ayrıntısına kadar. |
جزء
به جزء |
cozv: (A.) 1. parça, kasım, cüz. Û her
rûz begûristân reftî ve der reften u bâz
âmeden cuzvî ez kur’ân behândî O her
gün mezarlığa gider, giderken ve gelirken
Kur’ân’dan bir cüz okurdu. (Mucmel-i
Fasîhî, I/223) او هر روز
بگورستان
رفتی و در
رفتن و باز
آمدن جزوی از
قرآن
بخواندی 2. (tas.) sâlik. 3.
-den, -dan, arasında. Cuzv-i
med’ûvîn hestem, lutfen der râ bâz konîd Davetlilerdenim.
Lütfen kapıyı açın. (Maraz-i Kand) جزو
مدعوین هستم
، لطفا ً در را
باز کنید Sîgâr
keşîden cuzv-i âdât-i men nîst Sigara
içmek alışkanlıklarımdan değildir.
(Kûtî-i Kibrît) سیگار
کشیدن جزو
عادات من
نیست Musâfirîn
ki çend tâî zuvvâr-i arab nîz cuzv-i
ânân bûd, heme sevâr şode bûdend Aralarında
birkaç arap ziyaretçinin de bulunduğu yolcular arabaya
binmişlerdi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 74) مسافرین
که چند تائی
زوار عرب نیز
جزو آنان بود
، همه سوار
شده بودند |
جزو |
coz’î: (A.) bir parça,
cüz’î, az, azıcık. Be
cuz’îterîn behâne der sandûkhâne-i
otâk habsem mîkerdend En
küçük bir bahane ile odanın yüklüğüne
hapsediyorlardı beni. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 25) بجزئی
ترین بهانه
در
صندوقخانهء
اطاق حبسم می
کردند Cuz’î
pesendâzî dârem ki tâ be hâl
çîzî ez an be tu negofte bûdem Biraz
birikmiş param var. Şimdiye kadar sana bahsetmemiştim.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 71) جزئی
پس اندازی
دارم که تا
بحال چیزی از
آن بتو نگفته
بودم |
جزئی |
colov, colev: 1. ön. Reft u
colov-i û îstâd. Kibrît dârîd? Gitti ve
önünde durdu. ‘Kibritiniz var mı? (Kûtî-i
Kibrît) رفت و
جلو او
ایستاد
کبریت
دارید؟ Der
vâki’ resûl colov bûd ve men poşt-i û Aslında
Resul önde, ben onun arkasındaydım. (Yek Dâstân-i
Vâki’î) در
واقع رسول
جلو بود و من
پشت او 2. karşı,
karşısında. Libâseş
râ der âverd u reft coulû-yi âyine. Elbisesini
çıkarttı ve aynanın karşısına
geçti. (Musîbet) لباسش
را در آورد و
رفت جلوی
آینه 3. ileri. 4. dizgin. |
جلو |
cem’î: (A.-F.) [cem’ + î] 1. bir
kısmı. 2. bir grup. Cem’î
sevârân dîdem ki bâ tecemmul-i temâm
mîreftend Olanca
görkemiyle giden bir grup atlı gördüm. (Mucmel-i
Fasîhî, I/252) جمعی
سواران دیدم
که با تجمل
تمام می
رفتند |
جمعی |
comlegî: (A.-F.) [comle + g + î] 1. hepsi, tümü. Cumlegî
tûmârhâ bud muhtelif Çun
hurûf-i an cumle ez yâ tâ elif Bütün
tomarlar birbirinden başkaydı A’dan
Z’ye harfleri başka başkaydı (Mesnevi) جملگی
طومارها بد
مختلف چون
حروف آن جمله
از یا تا الف 2. hep beraber. 3. tamamen,
baştanbaşa, tümüyle. |
جملگی |
comle: (A.) 1. hepsi, tümü, herkes, bütün, her
şey. Ez in pes
cumle râ bîrûn firistâd Be
şovher goft tâ ancâ beistâd Ondan sonra
hepsini dışarı gönderdi. Kocasına orada
durmasını söyledi. (İlâhînâme) ازان
پس جمله را
بیرون
فرستاد بشوهر
گفت تا آنجا
بایستاد Bâ
cumle berâmîzî yu ez men begurîzî Curm ez tu
nebâşed, guneh ez baht-i remîde est Herkesle
haşır neşir oluyor, oysa benden kaçıyorsun.
Kabahat senin değil, benim ürkek bahtımın.
(Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 113) با
جمله بر
آمیزی و از من
بگریزی جرم
از تو نباشد ،
گنه از بخت
رمیده است Sâkî yu
mutrib u mey, cumle muheyyâst; velî Îyş
bîyâr muheyyâ neşeved; yâr kucâst? Saki,
çalgıcı, mey, her şey hazır; gelgelelim, yâr
olmadı mı işret meclisi kurulmuyor; yâr nerede?
(Hâfız) ساقی
و مطرب و می ،
جمله مهیاست
، ولی عیش
بی یار مهیا
نشود ، یار
کجاست؟ Cumle
ma’şûk est u âşık perdeî Zinde
ma’şûk est u âşık mordeî Her şey
maşuktur; perdedir âşık Yaşayan
maşuktur; ölüdür âşık (Mesnevi) جمله
معشوق است و
عاشق پرده ای زنده
معشوق است و
عاشق مرده ای 2. hep, tamamen. Ez ders-i ulûm
comle bogrîzî bih. Vender ser-i zolf-i
dilber âvîzî bih. Zan pîş ki
rûzgâr hûnet rîzed; To hûn-i
kınîne der kadeh rîzî bih. Kaçsan
tümüyle ilim dersinden, iyi olur. Asılsan
bir dilberin zülüflerine, iyi olur. Dökmeden
önce zamane senin kanını Döksen
kadehe sürahinin kanını, iyi olur. (Hayyâm) از درس
علوم جمله
بگریزی به واندر
سر زلف دلبر
آویزی به زان پیش
که روزگار
خونت ریزد تو
خون قنینه در
قدح ریزی به Sebzest der u deşt,
biyâ tâ neguzârîm Dest ez ser-i
âbî ki cihân cumle serâbest Kırlar, ovalar
yemyeşil olmuş; gel, haydi, su başını
bırakıp gitmeyelim. Çünkü
dünya dediğin bir serap değil mi? (Hâfız) سبز
است در و دشت ،
بیا تا
نگذاریم دست
از سر آبی که
جهان جمله
سرابست |
جمله |
comleten: (A.)
tümü, tümüyle, hep birlikte. |
جملهً |
cemî’: (A.) bütün,
tümü, hepsi. |
جمیع |
cemî’en: (A.) bütün,
hepsi, toplu olarak. |
جمیعا
ً |
cenb: (A.) yan, kenar, taraf, böğür. |
جنب |
cihâren: (A.)
açıkça, apaçık. |
جهارا
ً |
cihet: (A.) 1. yön, taraf. Feryâd
ki ez şeş cihetem râh bebestend An hâl
u hat u zulf u ruh u ârız u kâmet Ben, ayva
tüyü, zülüf, yüz, yanak ve boy; işte sevgilinin
bu altı özelliği altı yönden yolumu kesti; vay vay
vay! (Hâfız) فریاد
که از شش جهتم
راه ببستند آن
خال و خط و زلف
و رخ و عارض و
قامت 2. sebep, neden. Cihet-i
aslî-yi rovnek-i kâr vicâhet-i men bûd İşimin
iyi gitmesinin asıl sebebi yüzümün güzel
olmasıydı. (Perîçihr) جهت
اصلی رونق
کار ؛ وجاهت
من بود 3. için. Çun
bedin şeh resîdem, ehl u iyâl-i hod râ der
mescidî gozâştem u hod cihet-i taleb-i kût-i
îşân mutereddid şodem Bu
şehre gelince, çoluk çocuğu bir mescide
bırakıp onlara rızık bulmak için dolaşmaya
çıktım. (Mucmel-i Fasîhî, I/252) چون
بدین شهر
رسیدم ، اهل و
عیال خود را
در مسجدی
گذاشتم و خود
جهت طلب قوت
ایشان متردد
شدم 4. yüz. 5. nahiye.
6. yer. 6. bakım, açı, bakış
açısı. 8. evkaf maaşı. 9. görev,
hizmet. 10. vakıf hizmeti. |
جهت |
cihet-i anki: (A.-F.)
–mek için, şunun için ki. İn esb
cihet-i an beste’em ki be harb-i tu âyem ve turâ
bekoşem Seninle
savaşmaya gelmek ve seni öldürmek için bu atı
bağladım. (Mucmel-i Fasîhî, I/72) این
اسب جهت آن
بسته ام که
بحرب تو آیم و
ترا بکشم |
جهت ِ
آنکه |
cehren: (A.) 1. açık,
apaçık. 2. yüksek sesle. |
جهرا ً |
cevfen: (A.) ilişikte, ekte. |
جوفا
ً |
çâbok u çost: hemen derhal. Dilâ
tama’ meber ez lutf-i bînihâyet-i dûst Çu
lâf-i aşk zedî, ser bebâz çâbuk u
çost Ey gönül, dostun
sonsuz lutfundan kesme umudunu. Mademki aşktan söz ettin, hemen
vazgeç şu başından. (Hafız) دلا
طمع مبر از
لطف بی نهایت
دوست چو
لاف عشق زدی ،
سر بباز چابک
و چشت |
چابک
و چست |
çirâ, çerâ: 1. niçin,
niye, neden. Çerâ
nemî gozârîd be hâl-i hodem bâşem Niçin beni kendi halime
bırakmıyorsunuz? (Edebiyyât-i Dovre-i
Bîdârî ve Muâsir) چرا
نمی گذارید
به حال خودم
باشم؟ 2. neden olmasın,
elbette, tabiî ki. |
چرا |
çerâ ki: çünkü. Kânûn-i
medenî-yi feranse râ nepezîruftend çerâ ki
kohne bûd Fransız medenî kanununu kabul
etmediler. Çünkü eskiydi. (Dârû-yi
Bâhâbî) قانون
مدنی فرانسه
را
نپذیرفتند
چرا که کهنه بود
Murîd-i
pîr-i mugânem, zi men merenc ey şeyh Çerâ
ki va’de tu kerdiyyu û be câ âverd Ey şeyh, ben meyhanecinin müridiyim;
bana gücenme. Çünkü sen vaatte bulundun; o vaatleri
yerine getirdi. (Hâfız) مرید
پیر مغانم ، ز
من مرنج ای
شیخ چرا
که وعده تو
کردی و بجا
آورد |
چرا که |
çerâki ne: [çerâ + ki + ne] elbette, neden
olmasın. Mîtevânem berevem tu? Pîrmerd cevâb dâd. Çerâ ki ne,
befermâîd ‘İçeri girebilir miyim?
İhtiyar cevap verdi: Elbette, buyrun. (Rodin) می
توانم بروم
تو؟ پیرمرد
جواب داد چرا
که نه ،
بفرمائید |
چرا
که نه |
çerâ ne: neden
olmasın? |
چرا نه |
çeşm berhem zeden: 1. gözünü
kapatmak, gözünü yummak. 2. göz açıp
kapayana dek, bir anda. |
چشم
بر هم زدن |
çigûne: (Peh.) [çi + gûn + e] nasıl,
ne biçim, ne şekilde. Nâdir
tu çigûne âdemî hestî Nadir, sen ne biçim adamsın?
(Azeristan) نادر
تو چگونه
آدمی هستی؟ Âhir
çigûne kesî mîtevâned çonin zen-i
pormâye ve fidâkârî râ ferâmûş
koned Bir kimse böylesine soylu ve
fedakâr bir kadını nasıl unutabilir? آخر
چگونه کسی می
تواند چنین
زن پرمایه و
فداکاری را
فراموش کند؟ |
چگونه |
çonân: [çon + ân]
gibi. |
چنان |
çonânçi, çenânçi: [çon + ân
+ çi] 1. o şekilde, öyle. 2. eğer, -mesi
halinde. Çonançi
ez âsâr-i û bîş ez muktesebât u
kıta’ât-i muhteser der dest dâştîm,
mîtevânistîm ez in hays istifâde-i
bîşterî bekonîm Onun eserlerinden yapılan
iktibaslara ve küçük parçalara daha çok
miktarda sahip olsaydık, bu konuda daha çok istifade edebilirdik.
(Hemâse-i Millî-i İran) چنانچه
از آثار او
بیش از
مقتسبات و
قطعات مختصر
در دست
داشتیم ، می
توانستیم از
این حیث استفادهء
بیشتری
بکنیم 3. takdirde, ise. Hâlâ
men hem in şemşîr râ be kemerem beste’em tâ
çonançi bâz hem û râ der hâb
dîdem, intikâm-i hod râ ez û begîrem Onu rüyamda yeniden
görürsem, intikamımı alayım diye bu
kılıcı kuşandım. (Molla ve Hereş) حالا
من هم این
شمشیر را به
کمرم بسته ام
تا چنانچه
باز هم او را
در خواب دیدم
، انتقام خود
را از او
بگیرم |
چنانچه |
çonank: [çon + ân + k< ki] -dığı gibi,
nasıl ki. Ve
çonank gozeştegân bebelâ mubtelâ şodend,
şomâ neşevîd Eskilerin belâya maruz
kalmaları gibi siz de kalmayın. (Mucmel-i Fasîhî,
I/316) و
چنانک
گذشتگان
ببلا مبتلا
شدند ، شما
نشوید |
چنانک |
çonânki, çenânki: [çon + ân
+ ki] -dığı gibi, -dığı takdirde, öyle ki,
şöyle ki, nitekim, gerektiği gibi, onun gibi. Emmâ
çonanki zikr şud gûyendegân u
nuvîsendegân-i îrân berâyi beyân-i
endîşe vu ihsâsât-i hod râhî nemî
şinâhtend Ama zikredildiği gibi İran
şair ve yazarları düşünce ve duygularını
beyan edecek bir yol bilmiyorlardı. (Ez Sabâ tâ
Nîmâ) اما
چنانکه ذکر
شد گویندگان
و نویسندگان
ایران برای
بیان اندیشه
و احساسات
خود راهی نمی
شناختند Men
hâzirem çonanki in edille vu berâhîn râ
zâyid beşomârîd anhâ râ pes begîrem Bu delilleri fazla
gördüğünüz takdirde onları geri almaya
hazırım. (Don Karlos) من
حاضرم
چنانکه شما
این ادله و
براهین را
زاید
بشمارید
آنها را پس
بگیرم Çonan
nigâh-i zehrâlûdî be hodâdâd endâht
ki cur’et nekerd ez û çîzî beporsed Öyle sert baktı ki
Hodâdâd ona, bir şey sormaya cesaret edemedi. (Se Katre
Hûn, s. 139) چنان
نگاه زهر
آلودی به
خداداد
انداخت که
جرأت نکرد از
او چیزی
بپرسد |
چنانکه |
çonanki
gûyî
(gû’î): -miş gibi, -mişçesine, âdeta -miş gibi. Îstâdem,
zonanki gûî tâze ez hâb bîdâr
şode’em, çeşmânem râ mâlîdem Durdum; yeni uykudan
kalkmışım gibi gözlerimi ovuşturdum. (Azeristan) ایستادم
، چنانکه
گوئی تازه از
خواب بیدار
شده ام ،
چشمانم را
مالیدم Hettâ
ser-i gûr-i mâder-i bozorgem kemî îstâdem,
çonanki gûî mîtevânem bâ û harf
bezenem Hatta onunla konuşabilirmişim
gibi büyükannemin mezarı başında biraz durdum.
(Azeristan) حتی
سر گور
مادربزرگم
کمی ایستادم
، چنانکه گوئی
می توانم با
او حرف بزنم |
چنانکه
گویی |
çend: (Peh.) 1. kaç. 2. kaça. 3. birkaç. Pîr-i
meyhâne çi hoş goft be dordîkeş-i hîş Ki
megû hâl-i dil-i sûhte bâ hâmî
çend Meyhanenin pîri tortulu şarap
içen birkaç müdavime ne güzel dedi: Gönül
hallerini üç beş ham ahlata açma. (Hâfız) پیرمیخانه
چه خوش گفت به
دردی کش خویش که
مگو حال دل
سوخته با
خامی چند Henûz
çend kademî dûr neşode bûd ki bergeşt Daha birkaç adım
uzaklaşmamıştı ki geri döndü. Şovher-i
Âhû Hanum) هنوز
چند قدمی دور
نشده بود که
بر گشت 4. ne kadar. 5. ne
zamana kadar, ne zamana dek. Çend
nâlem ber deret, der bâz kun Yek demem
bâ hîşten demsâz kun Ne zamana kadar kapında
yalvaracağım? Aç kapıyı. N’olur
bir an için al beni yanına. (Mantıku’t-Tayr, s. 86) چند
نالم بر درت ،
در باز کن یک
دمم با
خویشتن
دمساز کن 6. küsur. 7. gibi. Muhammed-i
heysem rahmetullâh goftî: Der muna’imân-i dunyâ
çend suleymân nebûd u der mumtehinân-i dunyâ
çend-i eyyûb nebûd Muhammed-i Heysem ‘Tanrı ona
rahmet eylesin’ ‘Dünya nimetine kavuşanlar
arasında Süleyman gibisi, dünya mümtehinleri
arasında da Eyüp gibisi yoktur’ derdi. (Kısas-i
Kur’ân-i Mecîd, s. 370) محمد
حیثم رحمة
الله گفتی : در
منعمان دنیا
چند سلیمان
نبود و در
ممتحنان
دنیا چند
ایوب نبود |
چند |
çend bâr: birkaç kez. Lâbud
tâ be hâl çend bâr mâderem semâver
râ âteş kerde est Mutlaka annem şimdiye kadar
birkaç kez semaveri yakmıştır. (Azeristan) لابد
تا بحال چند
بار مادرم
سماور را آتش
کرده است Bîm-i
cân in bâr hûnem mîhored Verne in dil
çend bâr ez dest reft Can korkusu tüketecek bu kez beni.
Yoksa bu gönül birkaç defa elden gitti.(Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 186) بیم
جان این بار
خونم می خورد ورنه
این دل چند
بار از دست
رفت |
چند بار |
çend tâ: birkaç, birkaç tane. Men hem tu
şehrdârî çend tâ refîk dârem Benim de belediyede birkaç
arkadaşım var. (Kûçeî Benâm-i
Behiştrûyân) من هم
تو شهرداری
چند تا رفیق
دارم Çend
tâ kûtî-yi kibrît dovr-i mîz oftâde
bûd Masanın etrafına birkaç
kibrit kutusu düşmüştü. (Kûtî-i
Kibrît) چند
تا قوطی
کبریت دور
میز افتاده
بود |
چند
تا |
çendtâyî: [çend + tâ + y + î]
birkaç kişi. Bîşterişan
pâbirehne bûdend ve çend tâyî gîve
dâştend Çoğu yalınayaktı;
birkaçında çarık vardı. (Nefrîn-i
Zemîn, s. 11) بیشترشان
پابرهنه
بودند و چند
تایی گیوه
داشتند |
چند تایی |
çend der sed: yüzde kaç, yüzde
kaçı. Âyâ
mîtevânîd ki çend der sad-i an
hâkisterîst? Acaba onun yüzde
kaçının gri renkte olduğunu söyleyebilir misiniz?
(Hisâb u Hendese) آیا
می توانید
بگویید که
چند در صد ِ آن
خاکستری
است؟ |
چند
در صد |
çend rûz kabl: (F.-A.) birkaç gün önce. Ahmed
çend rûz kabl ez in kolîçe-i kandî
harîde bûd Ahmet birkaç gün önce
şu şekerli kurabiyeden almıştı. (Kitâb-i
Ahmed) احمد
چند روز قبل
از این
کلیچهء قندی
خریده بود |
چند
روز قبل |
çend lehze: (F.-A.) [çend + lehze] bir süre. Çend
lehze sukût kerdîm Bir süre sustuk. (Nâbiga-i Hûş) چند
لحظه سکوت
کردیم Çend
lehze bein hâl gozeşt Bir süre böyle geçti.
(Homâ) چند
لحظه باین
حال گذشت |
چند
لحظه |
çend u çend: küsur. İn
merd-i çihil u çend sâle bâ kârgerân
bîşez endâze gûşttelhî mîkerd Bu kırk küsur
yaşındaki adam işçilere haddinden fazla kapris
yapardı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 42) این
مرد چهل و چند
ساله با
کارگران بیش
از اندازه
گوشت تلخی
میکرد |
چند و چند |
çend vechî: (F.-A.) [çend +
vech + î] çok yönlü. |
چند
وجهی |
çend vaktî: (F.-A.) [çend + vakt + î] bir
süredir. Hemsâyehâ
çend vaktî bûd ez sedâ-yi dûkeş
râhet şode bûdend Komşular bir süredir onun
iğ sesinden rahat etmişlerdi. (Şovher-i Âhû Hanum,
s. 61) همسایه
ها چند وقتی
بود از صدای
دوکش راحت
شده بودند |
چند
وقتی |
çendân: 1. o kadar, o denli, pek de. Cevâb
dâden be in suâl çendan âsân nîst Bu soruya cevap vermek o kadar kolay
değildir. (Azeristan) جواب
دادن به این
سؤال چندان
آسان نیست 2. misli, katı. Ez
şenîden-i in hikâyet hod râ ferâmûş
kerde bûdem emmâ heminki be âhir resîd, derdem sad
çendân şud Bu hikâyeyi dinlerken kendimi
unutmuştum ama biter bitmez derdim yüz misli oldu.
(Perîçihr) از
شنیدن این
حکایت خود را
فراموش کرده
بودم اما
همینکه به
آخر رسید ،
دردم صد
چندان شد Pes ez
vâkıe-i kerem mihr u mahabbet-i yâver nisbet be
hemsereş deh çendan şud Kerem olayından sonra Yaver’in
eşine karşı sevgisi on misli arttı. (Azeristan) پس از
واقعهء کرم
مهر و محبت
یاور نسبت به
همسرش ده چندان
شد |
چندان |
çendan ki: [çendân + ki] o kadar ki, -cek kadar,
-dığı kadar. Sa’diyâçendan
ki hâhî vasf-i rûy-i yâr kun Husn-i gul
bîş ez kıyâs-i bulbul-i bisyârgûst Ey Sadi! Dostun yüzünü ne
kadar anlatırsan anlat, gülün güzelliği geveze
bülbülün anlattığından daha fazladır.
(Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 133) سعدیا
چندان که
خواهی وصف
روی یار کن حسن
گل بیش از
قیاس بلبل
بسیار گوست Ger
âstîn-i dûst beyufted be dest-i men Çendan
ki zinde’em ser-i men u âstân-i dûst Dostun eteği elime geçecek
olursa, ben yaşadıkça ve dostun eteği durdukça
asla bırakmam. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 138) گر
آستین دوست
بیفتد به دست
من چندان
که زنده ام سر
من و آستان
دوست Emmâ
nigerân mebâş, çendan dâg nebûde est ki
be beççe sadmeî beresâned Ama merak etme; çakıllar
çocuğa zarar verecek kadar sıcak değil. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 19) اما
نگران مباش ،
ریگ چندان
داغ نبوده
است که ببچه
صدمه ای
برساند |
چندان
که |
çendank: [çend + ân + k< ki] -dığı kadar. Goft: Ez
hodâ-yi teâlâ betersîd çendanki
tevânîd u tâet dârîd çendank
tevânîd Dedi ki: Yüce Tanrı’dan
korkabildiğiniz kadar korkun ve ibadet edebildiğiniz kadar ibadet
edin. (Mucmel-i Fasîhî, I/316) گفت :
از خدای
تعالی
بترسید
چندانکه
توانید و طاعت
دارید
چندانک
توانید |
چندانک |
çendî: (Peh.) 1. bir süre. Berâyi
inki hâlet bihter şeved bâyed çendî
mutâbik-i meyl-i dilet reftâr konî İyileşmen için bir
süre daha canının istediği gibi yaşa.
(Kıssehâ-yi Hûb, s. 62) برای
اینکه حالت
بهتر شود
باید چندی
مطابق میل
دلت رفتار
کنی 2. bir kaç, bir
miktar. 3. nicelik, kemmiyet. |
چندی |
çendî be
çendî:
zaman zaman, arada sırada. Behâtir-i
in eşhâs ki gâliben ez idârenişînân
bûdend, çendî beçendî
mîhmânîhâ mîdâd Çoğu devlet memuru olan bu
kişilerin hatırına zaman zaman davet verirdi. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 66) بخاطر
این اشخاص که
غالبا ً از
اداره
نشینان بودند
، چندی بچندی ...
میهمانیها
میداد |
چندی
به چندی |
çendî pîş: bir süre önce, bir
süredir. Mâ
çendî pîş der şehr be hâne-i
tâzeî nakl-i mekân kerdîm Bir süre önce şehirde yeni
bir eve taşındık. (Azeristan) ما
چندی پیش در
شهر به خانهء
تازه ای نقل
مکان کردیم |
چندی
پیش |
çendî negozeşt ki: çok
geçmeden. |
چندی
نگذشت که |
çendîn: 1. birkaç. Çendîn
mâh-i kabl telefun kerdem Birkaç ay önce telefon ettim.
(Hindû) چندین
ماه قبل تلفن
کردم 2. bunca, bütün
bu. 3. bu ölçüde, bu denli. 4. bir hayli. |
چندین |
çendîn bâr: birkaç kez. |
چندین
بار |
çendîngâh:
bunca zamandır. Kavm
goftendeş ki çendîn gâh mâ Cân
fidâ kerdîm der ahd u vefâ Hayvanlar
topluluğu dedi: Bunca zamandır biz Ahdimizde
durduk, canımızı feda ettik (Mesnevî) قوم
گفتندش که
چندین گاه ما جان
فدا کردیم در
عهد و وفا |
چندین
گاه |
çendîn u çend: bunca. Eger tu
hoceste râ begîrî âbrû-yi çendîn u
çend sâle-i mâ be bâd mîreved Huceste’yi alırsan, bunca
yıllık itibarımız heba olur. (Se Katre Hûn, s. 149) اگر
تو خجسته را
بگیری آبروی
چندین و چند
ساله ما بباد
میرود |
چندین
و چند |
çend novbet: (F.-A.) birkaç kez. Opera-yi
labohem der ordibehişt u hordâdmâh çend novbet der
tâlâr-i rûdekî ber sahne âmed La Boheme operası Ordibehişt ve
Hordad aylarında Tâlâr-i Rûdekî’de
birkaç kez sahnelendi. (Der Cihân-i Huner u Edebiyyât) اپرای
لابوهم در
اردی بهشت و
خرداد ماه
چند نوبت در
تالار رودکی
بر صحنه آمد |
چنئ
نوبت |
çonîn, çenîn: [çon + în]
1. şöyle. Jul mol
îrânşinâs-i ma’rûf sebeb-i in
ihtilâf râ çonin beyân mîkoned Ünlü iranolog Jules Mohl bu
ihtilafın sebebini şöyle açıklıyor:
(Firdovsî ve Hemâse-i Millî) ژول
مول ایران
شناس معروف
سبب این
اختلاف را چنین
بیان می کند Omer yek cuv
ez tevrât begirift Peyember
çun çonan dîdeş çonin goft Ömer Tevrat’tan bir cüz
aldı. Peygamber onu öyle görünce şöyle dedi:
(İlâhînâme) عمر
یک جزو از
توریت بگرفت پیمبر
چون چنان
دیدش چنین
گفت 2. böyle. Çonin
çîzî râ tâ an vakt der ancâ nedîde
bûdem O zamana kadar orada böyle bir
şey görmemiştim. (Lâşe-i Mâr) چنین
چیزی را تا آن
وقت در آنجا
ندیده بودم Miyân-i
mihribânân key tevân goft Ki
yâr-i mâ çunîn goft u çenân kerd Sevgi dolu dilberler arasında iken
Yârim bana şöyle dedi, şöyle etti denilir mi
hiç? (Hâfız) میان
مهربانان کی
توان گفت که
یار ما چنین
گفت و چنان
کرد 3. bunun gibi. |
چنین |
çi, çe: (Peh.) 1. ne. Çi
mîhâstem u çi dârem Ne istiyordum ve neyim var? (Do Şeb) چه می
خواستم و چه
دارم؟ Men ez
teaccub nemîdânistem çi gûyem Şaşkınlıktan ne
diyeceğimi bilmiyordum. (Ber Sâhil-i Mînâî) من از
تعجب نمی
دانستم چه
گویم 2. ne! (ünlem
cümlesinde). Çi
muşkil est ki insân betevâned bâ tûfân u
deryâ-yi hurûşân mubâreze koned İnsanın fırtına ve
kudurmuş denizle mücadele edebilmesi ne güçtür!
(Deryâ-yi Govher) چه
مشکل است که
انسان
بتواند با
طوفان و
دریای
خروشان
مبارزه کند! 3. niçin, ne diye? Çun
derin reh pây-i neşikesteî Ber ki
mîhandî, çi pâ râ besteî Mademki bu yolda ayağını
kırmamışsın, kime gülüyorsun? Niçin
ayağını bağlamışsın? (Mesnevi) چون
درین ره پای
خود نشکستهء بر
که می خندی ،
چه پا را
بستهء؟ Ank
hovfeş nîst, çun gûî meters Ders
çi dehî? Nîst û muhtâc-i ders Korkusu olmayana nasıl Korkma
dersin? Ne diye ders verirsin?O derse muhtaç değil. (Mesnevi) آنک
خوفش نیست ،
چون گوئی
مترس؟ درس
چه دهی؟ نیست
او محتاج درس 4. nasıl. 5. nasıl
da. Hevâ
çi yekdef’e tagyîr kerd Hava nasıl da birden
değişti! (Azeristan) هوا
چه یک دفعه
تغییر کرد! Zi
benefşe tâb dârem ki zi zulf-i û zened dem Tu
siyâh-i kembehâ bîn ki çi der dimâg
dâred Sevgilinin zülüflerinden
söz eden menekşeye çok kızgınım. Şu
baldırıçıplağa bak hele; ne hevesler ediyor!
(Hâfız) ز
بنفشه تاب
دارم که ز زلف
او زند دم تو
سیاه کم بها
بین که چه در
دماغ دارد 6. çünkü. Emmâ
bîhod gam mehor, çi an duhter der nezdîkî-yi
tûst Ama boş yere üzülme.
Çünkü o kız senin yakınında. (Se Katre
Hûn, s. 147) اما
بیخود غم
مخور ، چه آن
دختر در
نزدیکی تو است 7. hangi,
ne gibi. Çi
marazîst ki yek şebe şomâ râ be in hâl
endâhte Bir gecede sizi bu hale sokan hangi
hastalıktır? (Homâ) چه
مرضی است که
یک شبه شما را
به این حال
انداخته؟ An turk-i
perîçihre ki dûş ez ber-i mâ reft Âyâ
çi hatâ dîd ki ez râh-i hatâ reft? Dün o peri yüzlü Türk
güzeli yanımızdan ayrılıp gitti. Acaba ne
hatamızı gördü de Hıtay yolunu tuttu?
(Hâfız) آن
ترک پری چهره
که دوش از بر
ما رفت آیا
چه خطا دید که
از راه خطا
عفت؟ 8. ne kadar. 9. ya
ne? |
چه |
çiçi: isterister, nene. Çi
penc dakîka vu çi yek sâet, der temâm-i
muddetî ki û der otâk est heme mecbûrend ser-i
pâ beîstend İster beş dakika olsun, ister
bir saat olsun, o odada iken herkes ayakta durmak zorundadır.
(Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) چه
پنج دقیقه و
چه یک ساعت ،
در تمام مدتی
که او در اطاق
است همه
مجبورند سر
پا بایستند |
چه
... چه |
çiyeş est?: nesi var? Nemîdânem
in beççe çieş est? Heme’eş
mîhanded Bilmiyorum bu çocuğun nesi
var. Hep gülüyor. (Kıssehâ-yi Behreng) نمی
دانم این بچه
چه اش است؟
همه اش می
خندد |
چه اش است |
çi endâze: ne kadar, ne ölçüde, ne
derecede, ne denli. Hâlâ
şerh-i vâkıe râ begû tâ bedânem
çi endâze taksîrkârem Şimdi olayı anlat da ne kadar
kabahatli olduğumu bileyim. (Evhad) حالا
شرح واقعه را
بگو تا بدانم
چه اندازه
تقصیرکارم |
چه
اندازه |
çi anki: [çi + ân +
ki] nitekim. |
چه
آنکه |
çi beresed: [çi +
resîden > res > resed > beresed] kaldı ki, bir yana,
şöyle dursun. |
چه برسد |
çi besâ: [çi + bes +
â] nice, pek çok. |
چه
بسا |
çi besâ ki: [çi + bes +
â + ki] ancak, meğer. |
چه
بسا که |
çi cây-i: yeri mi?,
mânâsı mı var? Çi cây-i sohbet-i
nâmahrem est meclis-i uns? Ser-i piyâle
bepûşân ki hırkapûş âmed Dostlar meclisinde yabancıyla sohbet etmenin
mânâsı mı var? Ört şu kadehin
üstünü, hırkalı softa geldi. (Hâfız) چه جای
صحبت نامحرم
است مجلس
انس؟ سر پیاله
بپوشان که
خرقه پوش آمد |
چه
جای |
çicûr: [çi + cûr< tovr] nasıl,
ne şekilde. Çicûr
mîşeved rûz râ bîkâr gozerâned Bütün gün nasıl
çalışmadan geçirilebilir? (Kârhâne-i
Mutlaksâzî) چه جور
می شود روز را
بیکار
گذراند؟ |
چه
جور |
çi çîz: ne. Emmâ
çi çîz-i û tagyîr kerde est Ama onun nesi değişmiş?
(Hindû) اما
چه چیز او تغییر
کرده است؟ Çi
çîz râ mîhâhîd bedânîd Neyi bilmek istiyorsunuz? (Adâlet-i
Âsumân) چه
چیز را می
خواهید
بدانید؟ |
چه
چیز |
çi hâssâ: (F.-A.) özellikle,
bilhassa, hele hele. |
چه خاصا |
çi hûb est ki: bereket ki, bereket
versin. |
چه
خوب
است که |
çi resed: [çi + resîden > res + ed] kaldı ki, bir yana,
şöyle dursun, geç bir kalem. Der râ
ki mîbestî sedâ-yi kur’ân hem
nemîâmed çi resed be cencâl-i
beççehâ tû-yi heyât Kapıyı kapadın mı
çocukların sesi şöyle dursun, Kur’ân sesi
bile gelmiyordu. (Mudîr-i Medrese) در را
که می بستی
صدای قرآن هم
نمی آمد چه
رسد به جنجال
بچه ها توی
حیاط |
چه
رسد |
çi
resed be:
bir yana,
şöyle dursun, kaldı ki. Nagmehâ-yi
sihrengîzî ki ez zîr-i zahmehâ-yi hod-i û
bîrûn mîâyed seng râ cân mîdehed ve
be hareket der mîâvered çi resed be insân Onun sıhırlı
mızrabından dökülen sihirli nağmeler, insan
şöyle dursun, taşa can veri; oynatır. (Şovher-i Âhû Hanum,
s. 109) نغمه
های سحر
انگیزی که از
زیر زخمه های
خود او بیرون
می آید سنگ را
جان می دهد و
به حرکت در می
آورد چه رسد
به انسان |
چه
رسد به |
çi sebeb: (F.-A.) neden. |
چه
سبب |
çi aceb: (F.-A.)
şaşılacak ne var? Men eger
kâmrevâ geştem u hoşdil, çi aceb? Mustahik
bûdem u inhâ be zekâtem dâdend Muradıma erip mutlu oldumsa, ne var
bunda şaşılacak? Hak ettim bunu; zekât olarak verildi
bana. (Hâfız) من
اگر کامروا
گشتم و خوشدل
، چه عجب مستحق
بودم و اینها
به زکاتم
دادند |
چه
عجب |
çi gam: (F.-A.)
umurunda mı?, üzülecek ne var?, ne gam?, dert mi? Hufte ber sincâb-i
şâhî; nâzenînî râ çi gam Ger zi hâr u
hâre sâzed bister u bâlîn garîb Garip
yatağını, yastığını dikenden, taştan
yapmış. Şâhâne sincap kürkü yatakta
uyuyan nâzeninin umurunda mı sanki! (Hâfız) خفته بر
سنجاب شاهی ،
نازنینی را
چه غم گر ز
خار و خاره
سازد بستر و
بالین غریب Zan turre-i
porpîç u ham sehl est eger bînem sitem Ez bend u
zencîreş çi gam herkes ki eyyârî koned? O kıvrım kıvrım
zülüfler bana zulmederse, bunu anlamak kolay. Kafasına
göre takılan adam zinciri, bağı
düşünür mü, dert eder mi kendine? (Hâfız) زان
طرهء پرپیچ و
خمسهل است
اگر بینم ستم از
بند و زنجیرش
چه غم هرکس که
عیاری کند؟ |
چه
غم |
çi kumâş: ne mene, ne gibi, nasıl. Bâyed
dakîken bedânem bâ çi kumâş
kesânî taraf hestem Ne mene insanlarla muhatap olduğumu
bir iyi bilmeliyim. (Şovher-i Âhû Hânum, s. 92) باید
دقیقا ً
بدانم با چه
قماش کسانی
طرف هستم؟ |
چه قماش |
çi kesânî: [çi + kes + ân + î] kimler. Çi kesânî mîtevânend sevâr-i
doçerhe şevend Kimler bisiklete binebilir?
(Fârsî-i Pencom-i Debistân) چه
کسانی می
توانند سوار
دوچرخه
شوند؟ |
چه
کسانی |
çi kesrî: (F.-A.) [çi + kesr + î]
kaçta kaçı. Ez
şeş nefer bâzîkonân-i yek deste-i valeybal penc
nefer hâzirend, çi kesrî ez bâzîkonân
hâzirend? Bir voleeybol takımının
altı oyuncusundan beşi hazırdır. Oyuncuların
kaçta kaçı hazırdır? (Hisâb u Hendese) از 6
نفر
بازیکنان یک
دستهء
والبیبال 5
نفر حاضرند
چه کسری از
بازیکنان
حاضرند؟ |
چه
کسری |
çikesî: [çi + kes + î] kim. Cuz men
çi kesîmîtevâned movzû’ râ
bedâned Benden başka kim bu konuyu
bilebilir? (Rodin) جز من
چه کسی می
تواند موضوع
را بداند؟ |
چه
کسی |
çi mâye: ne kadar. Ezû
men nihânet hemîdâştem Çi
mâye bebed rûz begozâştem Seni ondan saklıyordum. Beni ne
kötü günlere düşürdü!
(Şâhnâme, I/42, beyit 169) ازو
من نهانت همی
داشتم چه
مایه ببد روز
بگذاشتم |
چه
مایه |
çi mahal: (F.-A.) ne
demek, şöyle dursun. Serv-i
bâlâ-yi men angeh ki der âyed be semâ’ Çi
mahal câme-i cân râ ki kabâ netvân kerd Selvi boylum semâya başlayınca,
aba yırtılamaz da ne demek? Can giysisi bile
yırtılır. (Hâfız) سرو
بالای من
آنگه که در
آید بسماع چه
محل جامهء
جان را که قبا
نتوان کرد |
چه محل |
çi mevki, çi movgi: (F.-A.) ne zaman. Çi
movki’ telefun konem? Ba’d ez zohr ‘Ne zaman telefon edeyim?’
‘Öğleden sonra.’ (Hindû) چه
موقع تلفن
کنم؟ بعد از
ظهر |
چه
موقع |
çinov’: (F.-A.) [çi + nov’] ne tür,
ne biçim. İn
kârî ki tu mîgûî manzûret çi
nov’ kârîst Dediğin bu iş, ne biçim
bir iş? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 94) این
کاری که تو می
گوئی منظورت
چه نوع کاری
است؟ |
چه نوع |
çihâ: neler. Ez dîde hûn-i dil heme be
rûy-i mâ reved Ber rûy-i mâ zi dîde,
çi gûyem, çihâ reved Gönül kanımız gözlerimizden
yüzümüze akar durur. Daha ne diyeyim, gözlerimizden
yüzümüze neler gider durur. (Hâfız) از دیده
خون دل همه
بروی ما رود بروی ما
ز دیده ، چه
گویم ، چها
رود |
چها |
ço: 1. -ince, -diği zaman. Vakt-i
zarûret çu nemâned gurîz Dest
begîred ser-i şemşîr-i tîz Zaruret vaktinde kaçma
imkânı kalmayınca, el kılıcın keskin
yanını tutar. (Gulistan) وقت
ضرورت چو
نماند گریز دست
بگیرد سر شمشیر
تیز 2. mademki, -e göre,
-diğine göre. Çu
rûzî çend râ bâkînemânî Diraht
incâ çerâ der mînişânî Birkaç günden fazla
yaşamayacağına göre neden burada ağaç
dikiyorsun? (İlâhînâme) چو
روزی چند را
باقی نمانی درخت
اینجا چرا در
می نشانی؟ 3. gibi, benzeri. Mâ
çu nâyîm u nevâ zi tust Mâ
çu kûhîm u sedâ der mâ zi tust Biz ney gibiyiz ve ses senden gelir. Biz
dağ gibiyiz; bizdeki ses senden gelir. (Mesnevi) ما چو
ناییم و نوا ز
تست ما
چو کوهیم و
صدا در ما ز
تست 4. çünkü,
zira. |
چو |
çon: (Peh.) 1. çünkü, zira. Gûş-i
mâ hûş est çun gûyâ tuvî Şek-i
mâ bahrest çun deryâ tuvî Kulağımız
akıldır, çünkü söyleyen sensin. Karamız
denizdir, çünkü deniz sensin. (Mesnevi) گوش
ما هوش است
چون گویا توی شک
ما بحر ست چون
دریا توی 2. gibi. Tâ
sezâ-yi û vu sad çûn-i û dehem Ver
durûgest in, sezâ-yi tu dehem Onun ve onun gibi yüz tanesinin
cezasını vereyim. Ama eğer bu yalansa, seni
cezalandırırım. (Mesnevi) تا
سزای او و صد
چون او دهم ور
دروغست این ،
سزای تو دهم İn
şebîke hâtire-i an çun âhen-i godâhte ber
cânem oftâde est şeb-i zîbâî bûd Hatırası erimiş demir gibi
canıma düşen bu gece güzel bir geceydi. (Do Şeb) این
شبیکه
خاطرهء آن
چون آهن
گداخته بر
جانم افتاده
است شب
زیبائی بود Tu hem
çun mâ tenhâ vu bîkesî Sen de bizim gibi yalnız ve
kimsesizsin. (Fârsî-i Pencom-i Debistân) تو
هم چون ما
تنها و بیکسی 3. -diği için, -den dolayı. Çun
ez hordsâlî yetîm mânde ve hergiz hem zen
negiriftebûd, ihsâsât-i hânevâdegî
râ lagv mîdânist Küçük yaştan beri
yetim kaldığı ve hiç evlenmediği için aile
duygularını saçma buluyordu. (Hâne-i Pederî) چون از
خردسالی
یتیم مانده و
هرگز هم زن
نگرفته بود ،
احساسات
خانوادگی را
لغو می دانست 4. mademki, -e göre,
-diğine göre. 5. -diği zaman, -ince. 6. nasıl. Zi men
mepors ki der dest-i û dilem çûn est Ez û
bepors ki enguşthâş der hûn est Onun elinde gönlümün
nasıl olduğunu sorma bana. Ona sor. Parmakları kan
içinde çünkü. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s.
103) ز من
مپرس که در
دست او دلم
چون است از
او بپرس که
انگشتهاش در
خون است 7. ne zaman. 8. misli.
|
چون |
çon u çerâ: sorgu sual. Kâr-i
kader ez çûn u çerâ bîrûnest Kader işi sorgu suale gelmez.
(Evhad) کار
قدر از چون و
چرا بیرونست |
چون
و چرا |
çonânk: [çon + an + k< ki] gibi. Dilhâ
heme der bûte-i aşk-i tu godâht Çûnânk
tuvî cuz tu turâ kes neşinâht Gönüller hep
aşkının potasında eridi de senden başka kimse seni
olduğun gibi tanımadı. (Evhad) دلها
همه در بوتهء
عشق تو گداخت چونانک
توی جز تو ترا
کس نشناخت |
چونانک |
çonk: [çon + k< ki] 1. -ince, -diği zaman. Çunk
gul reft u gulistân der gozeşt Neşnevî
zi an pes zi bulbul sergozeşt Gül gidip gülistan zamanı
geçti mi, artık ondan sonra bülbülün
macerasını dinleyemezsin. (Mesnevi) چونک
گل رفت و
گلستان در
گذشت نشنوی
ز آن پس ز بلبل
سرگذشت 2. çünkü,
zira. 3. -diği çin. 4. mademki. |
چونک |
çonki: [çon + ki] 1. çünkü,
zira. 2. -diği için, -den dolayı. 3. -ince,
-diği zaman. 4. mademki. |
چونکه |
çi: (T.) 1. (gr.) son ek: -ci,
-çi. |
چی |
çi: ne. |
چی |
çi: şey. |
چی |
çi’î:
neden…sin? Ez
çi’î kel? Bâ kelân âmîhtî? Tu meger ez
şîşe rovgen rîhtî? Neden
kelsin? Kellere karıştın Sen de mi
yağ şişelerini devirdin? (Mesnevi) از
چی ای کل ؟ با
کلان
آمیختی؟ تو
مگر از شیشه
روفن ریختی؟ |
چی
ای |
çicûr: [çi + cûr< tovr] nasıl,
ne şekilde. Çicûr
bâyestî benevîsem tâ şomâ bepesndîd Beğenmeniz için nasıl
yazmalıydım? (Eger Mîtevânistem Benevîsem) چی
جور بایستی
بنویسم تا
شما
بپسندید؟ |
چی جور |
çîz: 1. şey. Dest-i
merâ girift u bord pây-i diraht-i kâc u
çîzî râ nişân dâd Elimi tutup çam
ağacının altına götürdü ve bir şey
gösterdi. (Se Katre Hûn) دست
مرا گرفت و
برد پای درخت
کاج و چیزی را
نشان داد 2. nesne, eşya. |
چیز |
çîzîdiger: [çîz + î + diger]
başka bir şey. Bercesten u
pâ kûften u destzeden Bâzî
bâşed, semâ’ çîzî digerest Zıplamak, tepinmek ve el vurmak
oyundur oyun. Sema başka bir şey. (Evhad) بر
جستن و پا
کوفتن و دست
زدن بازی
باشد ، سماع
چیزی دگرست |
چیزی
دگر |
çîzî ki: [çîz + i + ki] 1en şey,
-dığı şey, o şey ki. Velî çîzî ki bîşter ez heme û
râ şikence mînumûd, in bûd Fakat her şeyden çok ona
işkence eden şey şuydu: (Girdâb) ولی
چیزی که
بیشتر از همه
او را شکنجه
می نمود ، این
بود Çîzî
ki bîşter û râ der hall-i in muammâ komek
mîkerd, şomâre-i kadillakî bûd ki hindû
pes ez bîrûn âmeden ez kitâbhâne sevâr-i
an şode bûd Bu bilmecenin
çözümünde daha çok ona yardım eden
şey, Hindu’nun kitabevinden çıktıktan sonra
bindiği Kadillak’ın plaka numarasıydı.
(Hindû) چیزیکه
بیشتر او را
در حل این
معما کمک کرد
، شمارهء
کادیلاکی
بود که هندو پس
از بیرون
آمدن از
کتابخانه
سوار آن شده
بود |
چیزی
که |
çîzî nemânde bûd: nerdeyse, az daha, az
kalsın. Çîzî
nemânde bûd sekte konem Nerdeyse kalbim duracaktı! (Maraz-i
Kand) چیزی
نمانده بود
سکته کنم) Çîzî
nemânde bûd ez rûy-i pillehâ bâ magz ber sath-i
zîr-i zemîn sernigûn şevem Neredeyse beyin üstü
basamaklardan yere düşecektim. (Gorbe-i Siyâh) چیزی
نمانده بود
از روی پله ها
با مغز بر سطح
زیر زمین
سرنگون شوم |
چیزی
نمانده بود |
çîzî nemânde bûd ki: neredeyse, az daha, az
kalsın. Çîzî
nemânde bûd ki kâtil-i cânem beşevend Neredeyse beni
öldüreceklerdi!
(Şovher-i Âhû Hanum) چیزی
نمانده بود
که قاتل جانم
بشوند |
چیزی
نمانده بود
که |
çîst: [çi + est >
st] nedir. |
چیست |
hâl: (A.) 1. hal, durum. 2. şimdi.
3. (gr.) şimdiki zaman. 4. hoşluk. 5. sarhoşluk. |
حال |
hâlâ: (A.) [hâlâ< hâlen] 1. şimdi,
şu anda. Emmâ
hâlâ fikr-i dîgerî becuz lâle nedâşt Ama
şimdi Lale’den başka bir şey
düşürmüyordu. (Se Katre Hûn, s. 138) اما
حالا فکر
دیگری بجز
لاله نداشت 2. şimdilik, hele. Kısse’eş
dirâz est, hâlâ tu evvel harfet râ temâm kun Uzun
hikâye; hele sen önce sözünü bitir de. (Se Katre
Hûn, s. 225) قصه
اش دراز است ،
حالا تو اول
حرفت را تمام
کن |
حالا |
hâlâ dîger: (A.-F.)
şimdi artık. Hâlâ
dîger ez sakf-i çâdur nîz âb
mîçeked Şimdi
çadırın tavanından da su damlıyor. (Şikârçiyân) حالا
دیگر از سقف
چادر نیز آب
می چکد |
حالا
دیگر |
hâlâ
ki:
(A.-F.)
[hâlâ + ki] mademki. Hâlâ
ki intovr est çerâ heme’eş tû-yi hâne
mînişînî? Boro bîrûn, begerd Mademki
öyle, neden hep evde oturuyorsun? Çık, dolaş. (Maraz-i
Kand) حالا
که اینطور
است چرا همه
اش توی خانه می
نشینی؟ برو
بیرون ، بگرد |
حالا
که |
hâlî: (A.-F.) [hâl + î] 1. şimdilik. Resûl
firistâd ki mâ râ hâlî be leşker
ihtiyâcî nîst ‘Şimdilik
bizim askere ihtiyacımız yok’ diye elçi gönderdi.
(Musâmeretu’l-ahbâr) رسول
فرستاد که ما
را حالی
بلشکر
احتیاجی نیست
Hâlî
derûn-i perde besî fitne mîreved Tâ an
zemân ki perde ber ufted çihâ konend Şimdi
perde arkasında ne dolaplar dönüyor, neler neler oluyor. Perde
kalktığı zaman, dolap çevirenler ne yapacak acep?
(Hâfız) حالی
درون پرده
بسی فتنه می
رود تا
آن زمان که
پرده بر افتد
چها کنند 2. şimdiki,
fiilî, şu andaki. 3. ..-ir -mez. 4. -ince,
-diğinde, -diği zaman. 5. o vakit, o zaman. 6. derhal,
hemen. 7. süslü, süslenmiş. |
حالی |
hâlî ki: (A.-F.) [hâl +
î + ki] ir-mez. |
حالی که |
hâliyâ: (A.) şimdi. Hâliyâ işve-i
nâz-i tu zi bunyâdem bord Tâ digerbâre
hekîmâne çi bunyâd koned Bugün nazlı işvelerin beni
temelimden aldı götürdü. Bakalım, ne zaman tekrar
temelimi atacak? (Hâfız) حالیا
عشوهء ناز تو
ز بنیادم برد تا
دگرباره
حکیمانه چه
بنیاد کند |
حالیا |
hâliye: (A.-F.) şimdi. Çun
heyli meyl dâşt bedâned hâliye û çi fikr
mîkoned ve ihsâsâteş çîst Çünkü
şimdi onun ne düşündüğünü ve
duygularının ne olduğunu çok merak ediyordu.
(Homâ) چون
خیلی میل
داشت بداند
حالیه او چه
فکر میکند و
احساساتش
چیست |
حالیه |
habbezâ: (A.) 1. ne mutlu!, ne güzel! ne hoş! Pîr-i
çengî key buved hâss-i Hodâ Habbezâ
ey sırr-i pinhân habbezâ İhtiyar
çalgıcı olur mu hiç Tanrı’nın has
kulu! Şu
gizli sır ne hoş ne hoştur! (Mesnevi) پیر
چنگی کی بود
خاص خدا حبذا
ای سر پنهان
حبذا 2. aferin. |
حبذا |
hetm: (A.) 1. lâzım, muhakkak. 2.
sade, halis. 3. kesinlikle, mutlaka. |
حتم |
hetmen: (A.) kesinlikle, mutlaka. |
حتما
ً |
hetmenî: (A.-F.) mutlaka,
kesinlikle. |
حتمنی |
hetmî: (A.) kesinlikle, mutlaka, kesin olarak. |
حتمی |
hetmiyyulvukû’:
(A.) kesinlikle gerçekleşecek olan. |
حتمی
الوقوع |
hettâ: (A.) 1. hatta, bile. Men ez
teaccub nemîdânistem çi gûyem ve hettâ
yâdem reft behandem Şaşkınlıktan
ne diyeceğimi bilmiyordum ve hatta gülmeyi unuttum. (Ber
Sâhil-i Mînâî) من از
تعجب نمی
دانستم چه
گویم و حتی
یادم رفت بخندم
2. -e kadar. 3. sonunda. |
حتی |
hattelimkân: (A.) mümkün oldukça,
elverdikçe, imkânlar ölçüsünde. Hattelimkân
bekûşîd tâ râziyeş konîd Mümkün
olduğu kadar onu razı etmeye çalışın.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 111) حتی
الامکان
بکوشید تا
راضی اش کنید |
حتی
الامکان |
hattelkuvve:
(A.) gücü yettiğince. |
حتی
القوه |
hattelmakdûr: (A.) mümkün
oldukça, elverdikçe, imkânlar
ölçüsünde. |
حتی
المقدور |
hedd: (A.) 1. sınır, hudut, had. 2. keskinlik. 3.
ölçü. Sultân
ki haşm gîred ber bendegân-i hazret/ Hukmeş resed
velîken haddî buved cefâ râ Sultan,
Tanrı’nın kullarına kızdı mı
hükmü gelir ardından. Ama cefanın da bir
ölçüsü vardır. (Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 11) سلطان
که خشم گیرد
بر بندگان
حضرت حکمش
رسد ، ولیکن
حدی بود جفا
را 4. miktar, derece. |
حد |
hadd-i ekser: (A.-F.) en
fazla, maksimum. |
حدّ
ِ اکثر |
hadd-i kihîn: (A.-F.) en
azından, minimum. |
حد
ِ کهین |
hadd-i ekal: (A.-F.) en
azından, hiç olmazsa. |
حد
اقل |
hadd-i ekser: (A.-F.) 1. en fazla, azamî. 2. en geç. |
حد اکثر |
hadd-i mutevassit: (A.-F.)
ortalama. |
حد
متوسط |
hadd-i mucâz: (A.-F.) limit. |
حد
مجاز |
hadd-i matlûb: (A.-F.) en iyi
durum, optimum. |
حد
مطلوب |
hudûd-i: (A.-F.) yaklaşık,
civarında, hududunda. Hudûd-i
do sâl gozeşt Yaklaşık
iki yıl geçti. (Rodin) حدود
ِ دو سال گذشت |
حدود ِ |
be haddî ki: (F.-A.=
öyle ki, -cek kadar. Nîrû-yi
rûh-i şâirâne-i û behaddîst ki be
movcûdât-i bîcân nîz cân mîdehed Onun
şairane ruhunun gücü cansız varlıklara da can
verecek derecededir. (Eş’âr-i Muntehab) نیروی
روح
شاعرانهء او
بحدیست که
بموجودات بیجان
نیز جان می
دهد |
حدی که |
hisâbî: (A.-F.) [hisâb +
î] 1. matematiğe ait, matematiksel. 2. doğru,
dürüst, güvenilir. 3. adamakıllı, iyice, bir
iyice. 4. gerçekten, esaslı, tam. |
حسابی |
hasb-i: (A.-F.) göre, binaen. |
حسب
ِ |
hasebulimkân:
(A.) mümkün olduğu kadar. |
حسب
الامکان |
hasebulhâl:
(A.) 1. durum gereğince. 2. meydana gelen olaylar. |
حسب
الحال |
hasebuttâke:
(A.) güç yettiğince. |
حسب
الطاقه |
hasebulkudre:
(A.) mümkün olduğu kadar. |
حسب
القدره |
hasebulma’mûl:
(A.) yaygın olduğu şekliyle. |
حسب
المعمول |
hasbelmakdûr: (A.)
olabilecek en fazlası, en çok. |
حسب
المقدر |
hasebulmakdûr:
(A.) mümkün olduğu kadar. |
حسب
المقدور |
huzûren: (A.) şahsen,
bizzat, katılarak. |
حضورا
ً |
huzûrî: (A.-F.) [huzûr +
î] şahsen görüşmek üzere, bizzat
katılarak. |
حضوری |
hak be cânib: (A.-F.)
haklı. |
حق
به جانب |
hakken: (A.) 1. gerçekten, hakikaten. 2.
adalete uygun olarak. |
حقا
ً |
hakken summe hakken: (A.)
gerçekten de. |
حقا ً ثم
حقا ً |
hakkâ ki: (A.-F.)
gerçekten de, hakikaten. Hakkâ
ki şomâ bisyâr dûrbîn hestîd Gerçekten
de siz çok ileri görüşlüsünüz. (Don
Karlos) حقا
که شما بسیار
دوربین
هستید Cân
bîcemâl-i cânân meyl-i cihân nedâred Herkes ki in
nedâred, hakkâ ki an nedâred Cânânın
güzel yüzü olmayınca canım dünyaya heves etmez.
kimin cânânı yoksa, dünyası da yoktur.
(Hâfız) جان
بی جمال
جانان میل
جهان ندارد هرکس
که این ندارد
، حقا که آن
ندارد |
حقا
که |
hakîkaten: (A.) gerçekten,
hakikaten. |
حقیقتا
ً |
hokmen: (A.) mutlaka, muhakkak. |
حکما
ً |
hays: (A.) 1. nerede, her nerede. 2. yön,
cihet, bakım. |
حیث |
hîn: (A.) 1. zaman, vakit, süre. 2. haydi. Ger
vazîfe bâyedet reh pâk kun Hîn
biyâr u def’-i an bîbâk kun Eğer
sana tahsisat lâzımsa, yolu temizle. Haydi gel, o
pervasızı defet. (Mesnevi) گر
وظیفه بایدت
ره پاک کن حین
بیار و دفع آن
بی باک کن |
حین |
hîn-i: (A.-F.) iken,
esnasında, sırasında. |
حین ِ |
hînî ki: (A.-F.)
–diği zaman, -ince. |
حینی
که |
hâric: (A.) 1. dış,
dışarı, hariç, dışarıda. 2. âsi.
3. çıkan. |
خارج |
hâric ez: (A.-F.)
dışında, hariç, istisna olarak. |
خارج
از |
hâsse: (A.) 1. özel, mahsus. 2. seçkin,
mümtaz. 3. özellikle, bilhassa, hele hele. Ba’d
ez in dest-i men u dâmen-i serv u leb-i cûy Hâse
eknûn ki sabâ mujde-i ferverdîn dâd Bundan sonra
işte elim, işte selvi altı, işte çay kenarı.
Sabah meltemi bahar müjdesi verdi; o da cabası. (Hâfız) بعد
از این دست من
و دامن سرو و
لب جوی اکنون
که صبا مژدهء
فروردیبن
داد |
خاصه |
hâsseten: (A.) 1. özellikle,
bilhassa, hele hele. 2. sadece, özel olarak. |
خاصهً |
hâmisen: (A.) beşinci
olarak, beşinci, beşincisi. |
خامسا
ً |
hodâ râ: Allah
için, Allah aşkına. Dilberem azm-i sefer
kerd u hodâ râ yârân Çi kunem bâ
dil-i mecrûh ki her dem bâ ûst Sevgilim
yolculuğa çıkmaya karar verdi. Dostlar, söyleyin Allah
aşkına; ne yapacağım ben şimdi? Şu yaralı
gönlüm de onun elinde! (Hâfız) دلبرم
عزم سفر کرد و
خدا را یاران چه
کنم با دل
مجروح که هر
دم با اوست |
خدا را |
hodâ râ şukr: (F.-A.)
Allah’a şükür. |
خدا
را شکر |
husûsen: (A.) özellikle,
bilhassa, hususiyetle, hele hele. |
خصوصا
ً |
holâse: (A.) 1. öz, özet, hülasa. 2. kısacası,
hasılı. Holâse
tâ hengâmî ki bozorg şud u tevânist
bedûn-i yârî yu komek-i dîgerân be hod
beperdâzed, in şîve râ ez dest nedâd Kısacası,
büyüyüp de başkalarının yardımı
olmaksızın kendi kendine yetebildiği güne kadar bu
yöntemi terketmedi. (An Rûzhâ) خلاصه
تا هنگامی که
بزرگ شد و
توانست بدون
یاری و کمک
دیگران به
خود بپردازد
، این شیوه را
از دست نداد 3. halis. 4. işte
o kadar. |
خلاصه |
holâse inki: (A.-F.)
kısacası, sözün kısası. Holâse
inki heyli kârhâ mîtevânistem bekonem tâ ez
merg-i dûstem colovgîrî konem Kısacası,
dostumun ölümüne engel olmak için pekçok
şey yapabilirdim. (Adâlet-i Âsumân) خلاصه
اینکه خیلی
کارها می
توانستم
بکنم تا از
مرگ دوستم
جلوگیری کنم |
خلاصه
اینکه |
holâse-i kelâm: (A.-F.)
sözün kısası, kısaca. Holâse-i
kelâm pedereş bârber bûd Sözün
kısası babası hammaldı. (Azeristan) خلاصهء
کلام پدرش
باربر بود |
خلاصیهء
کلام |
hilâf: (A.) aykırı, hilaf, uygunsuz,
zıt, muhalif. |
خلاف |
hilâl: (A.) ara, arası, arasında,
esnasında, sırasında. |
خلال |
hâhed hâhed: [hâsten > hâh] ister ister,
gerek gerek. Rây
rây-i ûst. Hâhed ceng u hâhed âştî Mâ
kalem ber ser keşîdîm ihtiyâr-i hîş
râ Karar onun
kararı. İster savaşır ister barışır. Biz
seçme hakkımızdan vazgeçtik. (Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 18) رای
رای اوست ،
خواهد جنگ و
خواهد آشتی ما
قلم بر سر
کشیدیم
اختیار خویش
را |
خواهد
خواهد |
hâhnâhâh: [hâsten > hâh
+ nâ + hâh] ister istemez, çaresiz, mecburen. |
خواه
و ناخواه |
hâhîhâhî: [hâsten > hâh + î]
ister ister, gerek gerek. Menem
zîr-i curm goftâ mânde der cây Kunûn
hâhî bekuş hâhî bebahşây ‘Bu cürümden
dolayı kötürüm kalan benim. Şimdi ister
öldür, ister bağışla’ dedi.
(İlâhînâme) منم
زیر جرم گفتا
مانده بر جای کنون
خواهی بکش
خواهی
ببخشای |
خواهی
... خواهی |
hâhînehâhî: [hâsten > hâh
+ î. ne + hâh + î] ister istemez. Nasrullâh
mecbûr şud hâhî nehâhî ez an
bâgçe bîrûn reved Nasrullah da
ister istemez o bahçeden ayrılmak zorunda kaldı.
(Hâne-i Pederî) نصرالله
مجبور شد
خواهی
نخواهی از آن
باغچه بیرون
رود |
خواهی...
نخواهی |
hod: (Peh.) 1. kendi, kendisi, bizzat. Rîş-i
hod râ der in kesb sefîd kerde’em Sakalımı
bu meslekte ağarttım. (Şovher-i Âhû Hanum) ریش خود
را در این کسب
سفید کرده ام Hod bâ
destpâçegî berâyi âverden-i konyak reft Kendisi
telâşla konyak getirmeye gitti. (Kârhâne-i
Mutlaksâzî) خود با
دستپاچگی برای
آوردن کنیاک
رفت Men zi
mescid be harâbât ne hod uftâdem Înem
ez ahd-i ezel hâsıl-i fercâm uftâd Ben
mesçitten meyhaneye kendi irademle düşmedim. Benim ne
olacağım tâ ezelde yazılmış.
(Hâfız) من ز
مسجد به
خرابات نه
خود افتادم اینم
از عهد ازل
حاصل فرجام
افتاد 2. zaten. Hod
kodâmîn hoş ki nâhoş neşud? Yâ
kodâmîn sakf k’an mifreş neşud Zaten hangi
hoş nâhoş olmadı ki? Hangi tavan
yıkılıp yere serilmedi ki? (Mesnevi) خود
کدامین خوش
که ناخوش نشد یا
کدامین سقف
کان مفرش نشد |
خود |
hod-i û: kendisi. Hod-i
û hem dorost nemîdânist Kendisi de
tam bilmiyordu. (Hindû) خود
او هم درست
نمی دانست |
خود ِ او |
hodbehod: [hod + be + hod] 1. kendiliğinden, kendi kendine, gayri
ihtiyarî. Nâgehân
ez şiddet-i fişâr-i zarabât-i û der-i kulbe
hodbehod bâz şud Vuruşlarının
şiddetinden kulübenin kapısı kendiliğinden
açılıverdi. (Bîçâregân) ناگهان
از شدت فشار ضربات
او در کلبه
خودبخود باز
شد Âhû
pul râ be hamîr teşbîh mîkerd ki hodbehod ver
mîâmed ve ziyâd mîşud Ahu
parayı kendi kendine kabarıp çoğalan hamura
benzetiyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 59) آهو
پول را به
خمیر تشبیه
میکرد که
خودبخود ور
می آمد و زیاد
می شد 2. sebepsiz. 3. düpedüz. Vucûd-i
yek pîrzen der an muhît hodbehod be çeşm
mîâmed O muhitte
böyle bir kadının varlığı düpedüz
göze batıyordu. (Pîrzenî ki Pîr
Nemînumûd) وجود
یک پیرزن در
آن محیط
خودبخود به
چشم می آمد |
خود
بخود |
hodeş: [hod +
eş] kendisi, bizzat. Hodeş
râ peygember u şâir mîdâned Kendisini
peygamber ve şair sanıyor. (Se Katre Hûn) خودش
را پیغمبر و
شاعر می داند Hodeş
râ der rûdhâne endâhte, û râ ez âb
bîrûn keşîde’end Kendini
nehre atmış, onu sudan çıkarmışlar.(Zinde be
Gûr) خودش
را در
رودخانه
انداخته. او
را از آب بیرون
کشیده اند |
خودش |
hoşâ: [hoş + â] ne güzel!, ne iyi!, ne mutlu! Hicâb-i
râh tuî Hâfiz, ez miyân berhîz Hoşâ
kesî ki derin râh bîhicâb reved Hafız
kendi yolunun engeli yine sensin. Kalk orta yerden. Bu yolda engele
rastlamadan giden kişiye ne mutlu! (Hâfız) حجاب
راه توئی
حافظ ، از
میان برخیز خوشا
کسی که درین
راه بی حجاب
رود |
خوشا |
hîş: (Peh.) 1. kendi, kendisi. Siyâveş
û râ bâ mahabbet u nevâziş pezîruft u
nezd-i hîş nişândeş Siyavuş
onu sevgi ve iltifatla kabul etti ve kendi yanına oturttu.
(Dâstânhâ-yi Dilengîz) سیاوش
او را با محبت
و نوازش
پذیرفت و نزد
خویش نشاندش 2. yakın, akraba. Ez
hîşân-i nezdîk sad nefer girovgân firistâd Yakın
akrabalarından dörtyüz kişiyi rehin gönderdi.
(Dâstânhâ-yi Dilengîz) از
خویشان
نزدیک صد نفر
گروگان
فرستاد |
خویش |
hîşten: 1. kendi, kendisi. Dobâre
keşîdem ki hîşten râ ez bend rehâ konem Tekrar
kendimi bağdan kurtarmaya çalıştım.
(Sefernâme-i Galiver) دوباره
کشیدم که
خویشتن را از
بند رها کنم Yekî
pol û zi mâl-i hîşten kerd Musâfir
râ muhib ez cân u ten kerd Biri kendi
malı, parası ile bir köprü yaptırdı; yolcuyu
yürekten sevindirdi. (İlâhînâme) یکی
پل او ز مال
خویشتن کرد مسافر
را محب از جان
و تن کرد 2. zat, şahsiyet. |
خویشتن |
heyli: (A.-F.) [heyl + i] çok, pek çok, hayli,
oldukça. Sohbet-i
anhâ heyli tûl keşîd Konuşmaları
çok uzadı. (Do Şeb) صحبت
آنها خیلی
طول کشید Û
heyli pul râ dûst mîdâşt O,
parayı çok severdi. (Ber Sâhil-i Mînâî) او
خیلی پول را
دوست میداشت Heyli ez
anhâ eger muâlece beşevend ve murehhes beşevend bedbaht
hâhed şud Onların
çoğu tedavi edilip taburcu olsalar, bedbaht olacaklardır.
(Se Katre Hûn) خیلی
از آنها اگر
معالجه
بشوند و مرخص
بشوند بدبخت
خواهد شد |
خیلی |
heyli bâşed: en fazla, olsa olsa,
olsun olsun da. |
خیلی
باشد |
heyli mevârid: (F.-A.)
çoğu zaman. |
خیلی
موارد |
heyli
vakt est:
(F.-A.) hanidir,
çoktandır, uzun zamandan beri, epeydir. Anhâ
heyli vakt est incâ hestend Onlar
çoktandır burada. (Bîçâregân) آنها
خیلی وقت است
اینجا هستند |
خیلی
وقت است |
heyli vakthâ: (F.-A.)
çoğu zaman. Heyli
vakthâ ez men mîporsend ki tenz çigûne
îcâd mîşeved Çoğu
zaman hicvin nasıl olduğunu bana sorarlar. (Nâbiga-i
Hûş) خیلی
وقت ها از من
می پرسند که
طنز چگونه
ایجاد می
شود؟ |
خیلی وقت
ها |
dâhil: (A.) iç, içinde, içerisi, dahil. Dâhil-i
hâne hîç sedâyî be gûş nemî
resîd Evin
içinde hiç bir ses duyulmuyordu. (Deryâ-yi Govher) داخل
خانه هیچ
صدایی بگوش
نمی رسید |
داخل |
dâyir: (A.) 1. dönen,
devreden. 2. ilgili, bağlı. 3. bayındır,
mamur, kurulu. 4. rayiç, yaygın. |
دایر |
dâ’ir: (A.) 1. dolaşan.
2. hakkında, dâir. |
دائر |
dâyir ber: (A.-F.)
hakkında, ilişkin, -e dair. |
دایر
بر |
dâir ber: (A.-F.)
hakkında. |
دائر
بر |
dâyir
ber inki:
(A.-F.) hakkında,
ilişkin, -e dair. İn hem
delîl-i dîgerî bûd dâyir ber inki
vahîduddîn be rehberân-i cevân i’timâd
nedâred Bu da,
Vahdettin’in genç liderlere güven duymamasına
ilişkin başka bir delildi. (Ataturk) این
هم دلیل
دیگری بود
دایر بر
اینکه وحید
الدین به
رهبران جوان
اعتماد
ندارد |
دایر
بر اینکه |
dâir ber inki: (A.-F.)
hakkında ilişkin. |
دائر
بر اینکه |
dâyim: (A.) devamlı, sürekli. Zemân-i
hoşdilî deryâb u deryâb Ki
dâyim der sadef govher nebâşed Gönül
hoşluğu zamanını idrâk et, dolu dolu yaşamaya
bak. Çünkü sedefte her zaman inci bulunmaz.
(Hâfız) زمان
خوشدلی
دریاب و
دریاب که
دایم در صدف
گوهر نباشد |
دایم |
dâ’im: (A.) sürekli,
devamlı, dâimî. |
دائم |
dâyimulevkât,
dâyimulovkât: (A.) devamlı, sürekli, her zaman. |
دایم
الاوقات |
dâ’imultezâyud: (A.) sürekli artan, gitgide
artan. Medîne
der hod i’timâdî dâimuttezâyud his mîkerd Medine
kendinde gitgide artan bir güven hissediyordu. (Âzeristan) مدینه
در خود
اعتمادی
دائم
التزاید حس
میکرد |
دائم
التزاید |
dâ’imî: (A.) daimî,
devamlı, sürekli. |
دائمی |
der: (gr.) -de, -da, içinde. |
در |
der: (Peh.) 1. kapı. Heme-i
derhâ râ best Bütün
kapıları kapadı. (Se Katre Hûn) همهء
درها را بست Dûst
râ ez der bîrûn konend emmâ ez dil bîrûn
nekonend Dostu
kapıdan çıkarırlar ama gönülden
çıkarmazlar. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî) دوست
را از در
بیرون کنند
اما از دل
بیرون نکنند Dilem
hizâne-i esrâr bûd u dest-i kazâ Dereş
bebest u kilîdeş be dilsitânî dâd Gönlüm
bir sırlar hazinesi idi. Gel gör ki kazâ eli, bunun
kapısını kapatıp anahtarını gönül
alan bir dilbere verdi. (Hâfız) دلم
خزانهء
اسرار بود و
دست قضا درش
ببست و کلیدش
به دلستانی
داد 2. kapak. 3. hakkında,
ilişkin, dair. Kitâb-i
hudûdul’âlem minelmaşrik ilelmagrib der
cogrâfyâ-yi âlem der sâl-i sîsed u heftâd
u do kamerî nevişte şode est Dünya
coğrafyası hakkındaki Hudûdülâlem
minelmaşrık ilelmağrib kitabı 372 kamerî
yılında yazılmıştır. (Hezâr Sâl-i
Nesr-i Pârsî) کتاب
حدود العالم
من المشرق
الی المغرب
در جغرافیای
عالم در سال 372
قمری نوشته
شده است 4. saray. 5. fasıl,
bölüm, konu. 6. dergâh. |
در |
der ibtidâ: (F.-A.) ilkin, önceleri, başlangıçta. Der
ibtidâ râsim hefteî dobâr mî âmed Önceleri
Rasim haftada iki defa geliyordu. (Azeristan) در
ابتدا راسم هفته
ای دوبار می
آمد |
در
ابتدا |
der eser-i: (F.-A.) sonucunda, neticesinde, yüzünden, -den
dolayı. Gâvhâ
ki der eser-i sîhek poştişan zahm şode bûd
bâ şâhhâ-yi bulend u pîşânî-yi
goşâde tâ gurûb dovr-i hodişan mî
geştend Modul
yüzünden sırtları yara bere olan inekler uzun boynuz ve
geniş alınlarıyla gurub vaktine kadar kendi
çevrelerinde dönüyorlardı. (Girdâb) گاوها
که در اثر
سیخک پشتشان
زخم شده بود
با شاخ های
بلند و
پیشانی
گشاده تا
غروب دور ِ
خودشان می
گشتند |
در
اثر ِ |
der esnâ-i: (F.-A.) esnasında, sırasında, iken. Men
hettâ der esnâ-i muhâkeme ber e’sâb u
ihsâsât-i hod tesellut dâştem Ben mahkeme
sırasında bile sinirlerime ve duygularıma hakimdim.
(Adâlet-i Âsumân) من
حتی در اثناء
محاکمه بر
اعصاب و
احساسات خود
تسلط داشتم |
در
اثناءِ |
der esnâî ki: (F.-A.) [der
+ esnâ + î (yî) + ki] esnasında, sırasında,
zamanı. |
در
اثنائی که |
der ehyân-i: (F.-A.)
zamanında; zaman zaman |
در
احیان ِ |
der ihtifâ: (F.-A.) 1. gizli, illegal. 2. gizlice. |
در
اختفا |
der âhir: sonunda,
nihayet |
در آخر |
der âhirîn lahze: son anda. |
در آخرین
لحظه |
der izâ’-i: (F.-A.) yerine,
karşılığında. Hûb
mîdânem ki sedhâ çeşm nigerân-i men est
ve der izâ-i çonin hidmet u me’mûriyyetî mozd
mîgîrend Yüzlerce
gözün beni izlediğini ve bu hizmet ve görev
karşılığında ücret aldıklarını
pekâlâ biliyorum. (Don Karlos) خوب
میدانم که
صدها چشم
نگران من است
و در ازاء
چنین خدمت و
مأموریتی
مزد می گیرند |
در
ازاءِ |
der ezel: (F.-A.) ezelde,
ezel vaktinde.
Der ezel pertev-i husnet
zi tecellî dem zed Aşk peydâ
şud u âteş be heme âlem zed Güzelliğinin
ışığı ezelde tecellîden dem vurunca, aşk
ortaya çıkıp bütün âlemi yaktı.
(Hâfız) در ازل
پرتو حسنت ز
تجلی دم زد عشق
پیدا شد و آتش
به همه عالم
زد |
در
ازل |
der esre’-i ovkât: (F.-A.) en
kısa zamanda. |
در
اسرع ِ اوقات |
der iştibâh:
(F.-A.) [der + iştibâh] yanılarak, yanılgı
içinde. İnt
deryâ-yi nihân der zîr-i kâh Pâ ber
in keh hîn menih der iştibâh İşte
sana saman altında gizli deniz. Yanılıp
da bu samana ayak basma. (Mesnevi) اینت
دریای نهان
در زیر کاه پا
بر این که منه
در اشتباه |
در
اشتباه |
der âgâz:
başlangıçta, başında, ilkin, önce. |
در
آغاز |
der âgâz-i emr: (F.-A.) işin
başında, önceleri. |
در
آغاز ِ امر |
der ekser-i mevârid: (F.-A.)
çok defa. |
در
اکثر ِ موارد |
der an esnâ: (F.-A.) [der
+ an + esnâ] o sırada. |
در
آن اثنا |
der ân âhirhâ: (F.-A.) son zamanlarda. |
در
آن آخرها |
der an eyyâm: (F.-A.) o
zamanlar, o günlerde. |
در
آن ایام |
der an sâ’et: (F.-A.) o
sırada, o esnada. |
در
آن ساعت |
der ân sûret: (F.-A.) o halde, öyleyse. Der an
sûret bâyed mihmân-i men bâşîd O halde
benim misafirim olun. (Seyâhatnâme-i İbrâhim Beyg) در آن
صورت باید مهمان
من باشید |
در
آن صورت |
der ân lehze: (F.-A.) o anda. Der an lehze
hâl-i şermendegî der hod his kerd O anda
kendisinde utangaçlık hissetti. (Hindû) در آن
لحظه حال
شرمندگی در
خود حس کرد |
در
آن لحظه |
der an movki’: (F.-A.) o sırada, o zaman, o zamanlar. Vaz’-i
tehrân der an movki’ fovkal’âde âşufte
bûd O
sırada Tahran’ın durumu fevkalade
karışıktı. (Gulbang) وضع
تهران در آن
موقع فوق
العاده
آشفته بود Der an
movki’ û şânzdeh sâl dâşt ve men
yâzdeh sâl O zaman o on
altı yaşındaydı, ben de on bir. (Perîçihr) در آن
موقع او
شانزده سال
داشت و من
یازده سال |
در
آن موقع |
der ân miyân: o arada, o aralık,
o esnada. |
در آن
میان |
der an hengâm: o sırada. |
در
آن هنگام |
der ancâ:
orada. Dîd libâshâ-yi novî ki imsâl berâyi
û girifte bûd der ancâ nebûd Bu yıl ona aldığı yeni kıyafetlerin orada
olmadığını gördü. (Se Katre Hûn, s. 139) دید
لباس های نوی
که امسال
برای او
گرفته بود در
آنجا نبود |
در
آنجا |
der encâm: sonunda. |
در
انجام |
der evâhir-i: (F.-A.)
sonlarında. |
در
اواخر ِ |
der evâsit-i: (F.-A.)
ortalarında. |
در اواسط
ِ |
der evân-i: (F.-A.) 1. zamanında. 2. çağında. |
در
اوان ِ |
der evâyil-i: (F.-A.)
başlarında. |
در
اوایل ِ |
der evvel: (F.-A.) başlangıçta,
ilkin, önceleri. |
در اول |
der eyyâm-i pîş: (F.-A.)
geçmiş zamanda, geçmiş günlerde. Yek
halîfe bûd der eyyâm-i pîş Kerde
Hâtem râ gulâm-i cûd-i hîş Bir halife
vardı geçmiş zamanda Hâtem’i
köle edinmişti cömertlikte. (Mesnevi) یک
خلیفه بود در
ایام پیش کرده
حاتم را غلام
جود خویش |
در
ایام ِ پیش |
der in lehze: (F.-A.) bu anda. Der in lehze
hîç movcûdî hâlâtî râ ki tey
kerdem nemîtevâned tesevvur bekoned Bu anda
hiçbir varlık geçirdiğim halleri tasavvur edemez.
(Bûf-i Kûr) در
این لحظه هیچ
موجودی
حالاتی را که
طی کردم نمی
تواند تصور
بکند |
در این لحظه |
der in esnâ: (F.-A.) [der
+ in + esnâ] |
در
این اثنا |
der in evâhir: (F.-A.)
geçenlerde, son zamanlarda. |
در
این اواخر |
der in evân: (F.-A.) bu
sırada, bu sıralarda. |
در
این اوان |
der in eyyâm: bu
sıralarda, bu günlerde, o günler. |
در
این ایام |
der in bâb: (F.-A.) bu konuda, bu hususta. Der in
bâb sohen goften câiz nîst Bu konuda
konuşmak doğru değil. (Don Karlos) در
این باب سخن
گفتن جائز
نیست |
در
این باب |
der in bâre: bu konuda. Ançi
û der in bâre mîgûyed bekullî
bîesâs est Onun bu
konuda söyledikleri tamamen asılsızdır.
(Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 38) آنچه
او در این
باره می گوید
بکلی بی اساس
است |
در
این باره |
der ân beyn: (F.-A.) o sırada,
o esnada. |
در
آین بین |
der in hîn: (F.-A.) bu sırada. Der in
hîn nemâyendegân râ be celse-i resmî
hândend Bu
sırada milletvekillerini resmî oturuma
çağırdılar. (Ataturk) در
این حین
نمایندگان
را به جلسهء
رسمی خواندند |
در این
حین |
der in husûs: (F.-A.) bu konuda. Pîş
ez an, yekî do bâr der in husûs bâ yâver ki
merdî nermhû ve ehlâkî bûd goftugû be
amel âverde bûd Daha
önce bir iki kez yumuşak huylu ve ahlaklı biri olan
Yâver’le bu konuda görüşme
yapmıştı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 11) پیش
از آن یکی دو
بار در این
خصوص با یاور
که مردی
نرمخو و
اخلاقی بود
گفتگو بعمل
آورده بود |
در
این خصوص |
der in sûret: (F.-A.)
o halde, bu durumda, bu takdirde, böylece, böylelikle. Der in sûret eger berâstî ihtiyâc be komekî
dâred ya girihî der kâreş hest âşkâr
hâhed şud Bu durumda gerçekten bir yardıma ihtiyaç varsa ya da
herhangi bir sorunu varsa, ortaya çıkacaktır. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 84) در
این صورت اگر
براستی
احتیاج به
کمکی دارد یا
گرهی در کارش
هست آشکار
خواهد شد |
در
این صورت |
der in zimn: (F.-A.) bu arada, bu sırada, bu esnada. Der in zimn
ustâd remezân sikkehâ-yi telâ râ bâ
kemâl-i meyl tahvîl girift Bu arada
Ramazan Usta altın paraları memnuniyetle teslim aldı.
(Âzeristan) در
این ضمن
استاد رمضان
سکه های طلا
را با کمال
میل تحویل
گرفت |
در
این ضمن |
der in movzû’: (F.-A.) bu konuda. Û mîdânist ki şovhereş be homâ
elâke peydâ kerde est. Der in movzû’ dîger
cây-i hîçgûne şekkî nebûd Kocasının Homâ’ya ilgi duyduğunu biliyordu. Bu
konuda hiçbir şüpheye yer yoktu. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 263) او
می دانست که
شوهرش به هما
علاقه پیدا
کرده است. در
این موضوع
دیگر جای
هیچگونه شکی
نبود |
در
این موضوع |
der in movki’: (F.-A.) bu sırada, bu esnada, bu anda. Der in
movki’ der-i hâne râ zedend Bu
sırada evin kapısı çalındı. (Telhûn) در
این موقع در
خانه را زدند |
در
این موقع |
der in miyân: bu arada, bu
sırada. |
در
این میان |
der in miyâne: bu arada, bu sırada. Eger
vucûdî der in miyâne bâyed fidâ şeved,
menem Bu arada
birisi feda olacaksa, o benim. (Homâ) اگر
وجودی در این
میانه باید
فدا شود ، منم |
در
این میانه |
der in nezdîk:
pek yakında, yakınlarda. Goft derin nezdîk peygamberî der tihâme peydâ
hâhed şud. Boro ve dîn-i û kabûl kun Dedi ki: Pek yakında çölden bir peygamber
çıkacak. Git ve onun dinini kabul et. (Mucmel-i
Fasîhî, I/45) گفت
درین نزدیک
پیغمبری در
تهامه پیدا
خواهد شد،
برو و دین او
قبول کن |
در
این نزدیک |
der in hengâm: bu
sırada. |
در
این هنگام |
der in vakt: (F.-A.) bu sırada. Der in vakt
der-i otâk bâz şud, ruhsâre ve mâdereş
vârid şodend Bu arada
odanın kapısı açıldı; Ruhsare ile annesi
içeri girdi. (Se Katre Hûn) در
این وقت در
اطاق باز شد ،
رخساره و
مادرش وارد
شدند |
در این
وقت |
derbâder: [der + bâ + der]
yüzyüze. |
در
با در |
der bâb-i: hakkında,
konusunda, ilişkin. |
در
بابِ |
der bâtın:
(F.-A.) içinden. Goft der
bâtin Hodâyâ ez tu dâd Muhtesib ber
pîrekî çengî futâd Dedi
içinden: Tanrım yardım et bana. Muhtesip,
çalgıcı ihtiyarın geldi üstüne. (Mesnevi) گفت
در باطن
خدایا از تو
داد محسب
بر پیرکی
چنگی افتاد |
در باطن |
der bidâyet: (F.-A.)
başlangıçta, ilkin. İn
râh râ nihâyet sûret kucâ tevan best Keş sad
hezâr menzil bîşest der bidâyet Bu yolun
sonu gelir mi hiç! Daha baştayken yüz bin konak
göründü! (Hâfız) این
راه را نهایت
صورت کجا
توان بست کش
صد هزار منزل
بیش است در
بدایت |
در بدایت |
der berâber-i: karşısında,
karşılığında, mesabesinde. Âdem
der berâber-i yâdgârhâ tekâlîfî hem
dâred İnsanın
anılar karşısında birtakım görevleri de
vardır. (Kârhâne-i Mutlaksâzî) آدم
در برابر
یادگارها
تکالیفی هم
دارد Şeyh
çendîn şeb der hâb dîd ki ez ka’be
gozâreş be rûm oftâde ve der berâber-i
butî secde mîkoned Şeyh
birkaç gece rüyasında yolunun Kâbe’den
Rûm’a düştüğünü ve bir putun
karşısında secde ettiğini gördü.
(Dâstânhâ-yi Dilengîz) شیخ
چندین شب در
خواب دید که
از کعبه
گذارش به روم
افتاده و در
برابر بتی
سجده میکند Ber aks der
berâber-i hergûne nevcûyî hessâsiyyet-i
şedîdî dâşt ve bâ an be mubâreze
bermîhâst Aksine, her
türlü yenilik arayışı karşısında
aşırı hassasiyet gösteriyor ve onunla mücadeleye
başlıyordu. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) بر
عکس در برابر
هرگونه
نوجویی
حساسیت
شدیدی داشت و
با آن به
مبارزه بر می
خاست |
در
برابر ِ |
der bend-i: 1. kaydında. 2. amacıyla,
kastıyla. |
در
بندِ |
der bîrûn:
dışarı, dışarıda. Gezâ
râ zûdter bekeş ba’d ez şâm der
bîrûn kâr dârem Sofrayı
çabuk kur; yemekten sonra dışarda işim var.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 47) غذا
را زودتر بکش
بعد از شام در
بیرون کار
دارم |
در
بیرون |
derbeyn-i: (F.-A.) [der + beyn + -i] arasında,
sırasında, iken. |
در بین ِ |
der pâyân: sonunda, nihayet. |
در
پایان |
der pey-i: peşinde, ardında,
ardından. |
در
پی ِ |
der pîş: 1.
önünde, ileride. 2. arkasında. Mâh-i
hurşîdnumâyeş zi pes-i perde-i zulf Âfitâbîst
ki der pîş sehâbî dâred Zülüflerinin
arkasındaki güneş görünümlü ay
yüzü, bulut arkasında kalmış güneşi
andırıyor. (Hâfız) ماه
خورشیدنمایش
ز پس پردهء
زلف آفتابی
است که در پیش
سحابی دارد |
در
پیش |
der teh-i dil: içinden, kendi kendine. Vaktî
ki ba’d ez zohr zerrînkulâh bâ mihrbânû
be engûrçînî bergeşt der teh-i dil
hoşhâl bûd Zerrinkülâh
öğleden sonra Mihribanu ile bağ bozumuna
döndüğünde için için seviniyordu.
(Sâyerûşen) وقتی
که بعد از ظهر
زرین کلاه با
مهربانو به انگور
چینی برگشت
در ته دل
خوشحال بود |
در
ته دل |
der tû-yi: -de, -da, içinde. Dûstî-yi
anhâ der tû-yi medrese şurû’ şode bûd Onların
dostluğu okulda başlamıştı. (Girdâb) دوستی
آنها در توی
مدرسه شروع
شده بود |
در
توی |
der cereyân-i: (F.-A.)
sırasında, esnasında. |
در
جریان ِ |
der cihet-i: (F.-A.) 1. istikametinde,
yönünde. 2. yolunda. |
در
جهت ِ |
der
çârçûb-i: çerçevesinde,
kapsamında. |
در
چارچوب |
derçeşmgerdânî: [der + çeşm
+ gerdânden > gerdân + î] bir anda, kaşla göz
arasında. |
در
چشم گردانی |
der
hâl-i:
(F.-A.) iken. Seyyid
mîrân der hâl-i keşîden-i nân bâr-i
dîger abdul şâgird-i dukkân râ sedâ zed Seyyid
Mîran ekmek çekerken tekrar dükkânın
çırağı Abdül’e seslendi. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 29) سید
میران در حال
کشیدن نان
بار دیگر
عبدل شاگرد
دکان را صدا
زد |
در
حال ِ |
der hâl-i luzûm: (F.-A.)
gerektiğinde. |
در
حال ِ لزوم |
der hâlet-i âdî:
(F.-A.) [der + hâlet + -i + âdî] normal şartlarda,
genelde. Der
hâlet-i âdî âdem-i kemharf u
bîâzârî bûd ki dileş nemîhâst
der kâr-i kesî dehâlet numâyed Genelde az
konuşan ve zararsız bir adamdı ve kimsenin işine
karışmak istemezdi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 42) در
حالت عادی
آدم کم حرف و
بی آزاری بود
که دلش نمی
خواست در کار
کسی دخالت
نماید |
در
حالت ِ عادی |
der hâlîki: (F.-A.) [der + hâl + î + ki] 1.
iken, -diği halde. Der
hâlî ki çeşmâneş ez fart-i
şâdî mîdirahşîd gâh be yâver u
gâh be medîne nigerîst Gözleri
sevinçten parlarken kâh Yâver’e, kâh
Medine’ye bakıyordu. (Azeristan) در
حالی که
چشمانش از
فرط شادی می
درخشید گاه به
یاور و گاه به
مدینه می
نگریست 2. oysa, halbuki. Çeşm
nemîtevâned hod râ bebînedderhâlî ki akl
mîtevâned zât u sifât-i hod râ muvrid-i teakkul
karâr dehed Göz
kendisini göremez. Oysa akıl kendi zatını ve
sıfatlarını akledebilir. (Hikmet ve Huner-i
Ma’nevî, s. 15) چشم
نمی تواند
خود را ببیند
در حالی که
عقل می تواند
ذات و صفات
خود را مورد
تعقل قرار
دهد |
در
حالی که |
der hicâb: (F.-A.)
gizlice, gözden uzak olarak. Mey hor ki
sad gunâh zi agyâr der hicâb Bihter zi
tâetî ki be rûy u riyâ konend Şarap
içmeye bak sen. Yabancıların
gözünden uzakta girilen yüz günah,
ikiyüzlülükle yapılan bir ibadetten iyidir.
(Hâfız) می خور
که صد گناه ز
اغیار در
حجاب بهتر
ز طاعتی که
بروی و ریا
کنند |
در
حجاب |
der hadd-i hod: kendi
çapında. |
در
حد ِ خود |
der hudûd-i: (F.-A.) yaklaşık, civarında,
dolayında, sularında. Behemin
tertîb der hudûd-i sî tûmân berâyi
zerrînkulâh cem’ kerdend Böylelikle
Zerrinkülâh için yaklaşık otuz Tümen
topladılar. (Sâyerûşen) بهمین
ترتیب در
حدود سی
تومان برای
زرین کلاه جمع
کردند Çâh
bisyâr kem ya’nî rûzî der hudûd-i
pânzdeh bîst satl âb mîdâd Kuyu
çok az, yani günde on beş yirmi kova su veriyordu.
(Azeristan) چاه
بسیار کم
یعنی روزی در
حدود پانزده
، بیست سطل آب
میداد |
در حدود ِ |
der hakk-i: (F.-A.)
hakkında, konusunda. |
در
حق |
der hakîkat: (F.-A.)
aslında. Eger
tecribe-i gozeşte-i âhû be hisâb nemî
âmed, der hakîkat anhâ ez hîç
şurû’ kerde bûdend Ahu’nun
eski tecrübesi sayılmasa, aslında onlar sıfırdan
başlamışlardı. (Şovher-i Âhû Hanum, s.
58) اگر
تجربهء
گذشتهء آهو
به حساب نمی
آمد ، در حقیقت
آنها از هیچ
شروع کرده
بودند |
در
حقیقت |
der hakîkat-i emr: (F.-A.) aslında. Velî
der hakîkat-i emr der mukâyese bâ û fakîrter ve
bîçâreter bûd Fakat
aslında onunla
karşılaştırıldığında daha fakir ve
zavallı idi. (Rodin) ولی
در حقیقت امر
در مقایسه با
او فقیرتر و
بیچاره تر
بود |
در حقیقت
ِ امر |
der
hukm-i:
(F.-A.) mesabesinde,
yerinde, hükmünde. Berâyi
men telâk der hukm-i zahm-i an sâtûrî bûd ki
câyeş hergiz hûb nemîşeved Benim
için boşanmak, açtığı yara asla
iyileşmeyen satır yarası gibiydi. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 23) برای
من طلاق در
حکم زخم آن
ساطوری بود
که جایش هرگز
خوب نمی شود |
در
حکم ِ |
der hîte-i: (F.-A.)
çevresinde, arasında. |
در
حیطهء |
der hîn-i: (F.-A.) esnasında, sırasında, iken. Tekiş
tâbistân-i an sâl der hudûd-i rey mekâm kerd ve
derhîn-i bâzgeşt be hârizm Emîr Temgâc ez
umerâ-yi turk râ bâ leşkerî der rey
nişând Tekiş o
yaz Rey civarını makam edindi ve Hârezm’e
döneceği zaman Türk emirlerinden Emir Tamgac’ı bir
ordu ile Rey’de bıraktı. (Mirsâdu’l-ibâd,
Mukaddime, s. 14) تکش
تابستان آن
سال در حدود
ری مقام کرد و
در حین
بازگشت به
خوارزم امی
طمغاج از
امرای ترک را
با لشکری در
ری نشاند |
در
حین ِ |
der husûs-i: (F.-A.) hakkında, hususunda, konusunda,
ilişkin, üzerine. Homâ ve hasen’alî hân nişeste bûdend
ve der husûs-i in vâkie sohbet mîkerdend Homa ile
Hasanali Han oturmuş, bu olay hakkında konuşuyorlardı.
(Homâ) هما و
حسنعلی خان
نشسته بودند
و در خصوص این
واقعه صحبت
میکردند |
در
خصوص ِ |
der hefâ: (F.-A.) gizlice. |
در
خفا |
der hufye: (F.-A.) gizlice. Vehm kerd ki eger be zâhir
muselmân şeved mulk ez dest-i û bîrûn reved, der
hufye îmân âverd Görünüşte
Müslüman olursa, mülkün elinden
çıkacağı vehmine kapıldı ve gizlice iman
etti. (Mucmel-i Fasîhî, I/93) وهم
کرد که اگر
بظاهر
مسلمان شود
ملک از دست او
بیرون رود ،
در خفیه
ایمان آورد |
در خفیه |
der halâl-i: (F.-A.) içinde, zarfında, -de,
-da, sürecinde. Der
halâl-i sâlhâ-yi gozeşte hîç bâhem
mukâtebe nedâştîd? Geçen
yıllarda birbirinizle hiç yazışmıyor muydunuz? در
خلال سالهای
گذشته هیچ
باهم مکاتبه
نداشتید؟ |
در
خلال |
der halvet:
(F.-A.) başbaşa. |
در خلوت |
der dem: ânında, o an, derhal, hemen, o
anda. |
در
دم |
der re’s-i: (F.-A.)
başında. |
در
رأس ِ |
der rede-i:
sınıfında, kategorisinde, safında. |
در
ردهء |
der rûzhâ-yi ahîr: (F.-A.)
geçenlerde, eçtiğimiz günlerde. |
در
روزهای اخیر |
der rûşenâyî-i
rûz:
güpegündüz, gündüz. |
در
روشناییء
روز |
der sâ’et: (F.-A.) hemen, anında, o anda, derhal. Û der
sâet muselmân şud u be harb âmed u şehâdet
yâft Derhal
müslüman oldu. Harbe girip şehit düştü.
(Mucmel-i Fasîhî, I/72) او
در ساعت
مسلمان شد و
به حرب آمد و
شهادت یافت |
در
ساعت |
der sâl-i:
yılında. |
در
سال ِ |
der sebak: (F.-A.) önce. Vahy
peygamber çu hândî der sebak Û
heman râ vâ nibiştî ber varak Peygamber
vahyi okurdu önce O da
okunanı geçirirdi kâğıda. (Mesnevi) وحی
پیغمبر چو
خواندی در
سبق او
همان را وا
نبشتی بر ورق |
در
سبق |
der sertâser-i: boyunca. |
در سر تا
سر ِ |
der şe’n-i: (F.-A.)
hakkında, ilişkin. |
در
شأن ِ |
der şuref-i: (F.-A.) hemen
hemen, yakında, olmak üzere. |
در
شرف ِ |
der şomâr-i:
zümresinde, arasında. |
در
شمار ِ |
der sad: yüzde. Betovr-i
kullî % elâmet-i der sad est Genel olarak
%, yüzde işaretidir. (Hisâb u Hendese) بطور
کلی % علامت در
صد است |
در
صد |
der sûret-i: (F.-A.) halinde, durumunda,
takdirde. |
در صورت ِ |
der sûret-i imkân: (F.-A.) mümkün olduğu
kadar, imkânlar ölçüsünde. Der
esnâ-yi teferruc herçi mîdîd
çigûnegî-yi an râ refîk-i hod
mîporsîd ve mîhâst der sûret-i imkân
gorgî dânâ vu huşyâr bâşed Gezinti
esnasında gördüğü her şeyin niteliğini
arkadaşına soruyor ve mümkün olduğu kadar bilgili ve
akıllı bir kurt olmak istiyordu. (Deryâ-yi Govher) در
اثنای تفرج
هرچه می دید
چگونگی آن را
رفیق خود می
پرسید و
میخواست در
صورت امکان
گرگی دانا و
هشیار باشد |
در
صورت امکان |
der sûretî: (F.-A.) [der +
sûret + î] -diği halde. |
در
صورتی |
der sûretî ki: (F.-A.) oysa, halbuki, -diği halde,
-mesine rağmen. Men muretteb harf mîzenem. Der sûretî ki
şomâ sukût kerdeîd, şomâ hem yek
çîzî begûîd Devamlı
ben konuşuyorum. Oysa siz susuyorsunuz. Siz de bir şey
söyleyin. (Azeristan) من
مرتب حرف می
زنم . در صورتی
که شما سکوت کرده
اید ، شما هم
یک چیزی
بگوئید Û
bîdireng râh oftâd, der sûretî ki nemî
dânist kocâ mîreved Nereye
gideceğini bilmediği halde beklemeden yola koyuldu. (Girdâb) او بی
درنگ راه
افتاد ، در
صورتی که نمی
دانست کجا می
رود |
در
صورتی که |
der zımn-i: (F.-A.) 1. esnasında, iken, -de, -da. Der zimn-i
râh pîrmerd muttesil ez gulbehâr mîgoft İhtiyar
yolda hep Gülbahar’dan söz ediyordu. (Perîçihr) در
ضمن راه
پیرمرد متصل
از گلبهار می
گفت Velî
der zimn-i musâferet yekî ez hemrâhân be katl resîd Fakat
seyahat esnasında yol arkadaşlarından biri
öldürüldü. (Târîh-i Siyâsî) ولی
در ضمن
مسافرت یکی
از همراهان
بقتل رسید 2. bu arada, aynı
zamanda. |
در
ضمن |
der zımn-i inki: (F.-A.) iken. |
در ضمن ِ
اینکه |
der zımn-i hâl: (F.-A.) bu halde iken. Der zimn-i
hâl, ez inki hâzir şode’em bâ heterât u
sahtîhâ muvâcih beşevem, yek hiss-i nahvet u
rizâyetî berâyem dest dâde bûd Bu halde
iken, tehlike ve güçlüklerle karşılaşmaya
hazır olduğum için bir tür kibir ve memnunluk duygusuna
kapılmıştım. (Perîçihr) در
ضمن حال ، از
اینکه حاضر
شده ام با
خطرات و سختی
ها مواجه
بشوم ، یک حس
نخوت و
رضایتی
برایم دست داده
بود |
در
ضمن ِ حال |
der tirâz-i: (A.-F.)
durumunda, ölçüsünde. Ez in
gozeşte, zenî der terâz-i û ki ne penâhî
dâred ve ne vesîle-i difâî, heyli zûd ez zahm-i
iftirâhâ be zânû der mîâyed Bunlar bir
yana, sığınacak yeri ve kendini savunacak bir şeyi
olmayan onun durumunda bir kadın, iftiralar karşısında
çok daha önce pes eder. (Şovher-i Âhû Hnum, s.
272) از
این گذشته
زنی در طراز
او که نه
پناهی دارد و
نه وسیلهء
دفاعی ، خیلی
زود از زخم
افتراها
بزانو در می
آید |
در
طراز ِ |
der tûl-i: (F.-A.) boyunca. |
در طول ِ |
der teyy-i: (F.-A.) içinde, süresinde, zarfında, boyunca. Der tayy-i
şeş sâl çendîn sefer be hind-i şarkî
ve mecma’ulcezâyir-i hind-i garbî vâki’ der
amrikâ-yi merkezî sefer kerdem Altı
yıl içinde Doğu Hindistan ve Orta Amerika’da bulunan
Batı Hint Adalarına birkaç seyahat yaptım.
(Sefernâme-i Galiver) در طی
ِ شش سال
چندین سفر
بهند شرقی و
مجمع الجزایر
هند غربی
واقع در
امریکای
مرکزی سفر
کردم |
در
طیّ ِ |
der zarf-i: (F.-A.) içinde, zarfında, sürecinde. Der zarf-i
çend sâniye bezen bezenî râh oftâd ki
negû Birkaç
saniye içinde bir vurdu kırdıdır başladı ki
deme gitsin. (Maraz-i Kand) در
ظرف چند
ثانیه بزن
بزنی راه
افتاد که نگو |
در
ظرف ِ |
der ‘idâd-i: (F.-A.)
sırasında, zümresinde, kategorisinde. |
در عداد ِ |
der arz-i: (F.-A.) içinde, zarfında,
arzında. |
در
عرض ِ |
der arz-i in moddet: (F.-A.) bu süre içinde. Der arz-i in
muddet bîmâristân-i lambarene şohret-i
cihânî yâfte bûd Bu süre
içinde Lambarene Hastanesi dünyaca meşhur olmuştu.
(Fârsî-i Pencom-i Debistân) در
عرض این مدت
بیمارستان
لامبارنه
شهرت جهانی
یافته بود |
در
عرض ِ این مدت |
der ahd-i: (F.-A.) [der +
ahd-i] zamanında, devrinde. An
şenîdestî ki der ahd-i Omer Bûd
çengî mutribî bâ kerr u fer Duydun mu
hiç? Ömer devriydi Çeng
çalan kelli felli bir çalgıcı vardı. (Mesnevi) آن
شنیدستی که
در عهد عمر بود
چنگی مطربی
با کر و فر |
در عهد ِ |
der ivez: (F.-A.) 1. buna mukabil, buna karşın,
karşılığında. Dîger
lokme ez gelûyem nemîreft ve der ivez bî irâde
peyderpey gîlâs-i bâde be dehân borde ve
cur’eî mînûşîdem Artık
boğazımdan lokma geçmiyordu ama buna karşın
iradesizce ardarda şarap kadehini ağzıma
götürüp bir yudum içiyordum. (Do Şeb) دیگر
لقمه از
گلویم پائین
نمی رفت و در
عوض بی اراده
پی در پی
گیلاس باده
بدهان برده و
جرعه ای می
نوشیدم 2. üstelik. |
در
عوض |
der ‘iyân:
(F.-A.) [der + iyân] ortada, açıkta,
açıkça. Goftem: Er
uryân şeved û der iyân Nî tu
mânî, nî kenâret, nî miyân Dedim:
Cânan çıplak kalırsa ortada/ Ne sen
kalırsın, ne kucağın kalır ortada (Mesnevi) گفتم
از عریان شود
او در عیان نی
تو مانی نی
کنارت نی
میان |
در
عیان |
der eyn-i inki: (F.-A.)
iken. Kısmet-i pîş ez târîhî-yi kısse-i
şâhenşâhî-yi îrân der kitâb-i
ketziyas der eyn-i inki hemegûne esâtîr ve
dâstânhâ-yi sâmî râ nakl mîkond,
usûlen yek rivâyet-i mâddî be şomâr
mîreved Ktesias’ın kitabı bütün Sâmî
mitolojisini ve destanlarını naklederken İran
şehinşahlığı kıssasının tarih
öncesi bölümünü genel olarak med rivayeti olarak
kabul eder. (Hemâse-i Millî-i İran, s. 4) قسمت
پیش از
تاریخی قصه
شاهنشاهی
ایران در کتاب
کتزیاس در
عین اینکه
همه گونه
اساطیر و
داستانهای
سامی را نقل
می کند ،
اصولا یک
روایت مادی
بشمار می رود |
در
عین ِ اینکه |
der eyn-i hâl: (A.-F.) aynı zamanda. Emmâ
der eyn-i hâl kâmilen muvâzib bûdem ki şahsiyyet
u mekâm-i hîş râ hattelmakdûr mahfûz
dârem Ama
aynı zamanda, kişilik ve makamımı mümkün
olduğu kadar korumaya dikkat ediyordum.
(Âmûzgârî-i Men) اما
در عین حال
کاملا ً
مواظب بودم
که شخصیت و مقام
خویش را حتی
المقدور
محفوظ دارم An
hiyâl hiyâl-i kûdekâne bûd emmâ der eyn-i
hâl rebbânî ve zîbâ bûd O hayal
çocukça bir hayaldi ama aynı zamanda ilahî ve
güzeldi. (Don Karlos) آن
خیال خیال
کودکانه بود
اما در عین
حال ربانی و
زیبا بود Mîhâstend
beziyâretgâh-i Hâce Rebî’ berevend ki der eyn-i
hâl tefrîhgâh-i hûb u bâsefâîst Aynı
zamanda güzel bir mesire yeri de olan Hâce Rebî türbesine
gitmek istiyorlardı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 77) می
خواستند
بزیارتگاه
خواجه ربیع
بروند که در
عین حال
تفریحگاه
خوب و
باصفائی است |
در عین ِ
حال |
der gayr-i in sûret: (F.-A.) aksi halde,
aksi takdirde. |
در
غیر این صورت |
der fâsile-i: (F.-A.) (yılları)
arasında. |
در
فاصلهء |
der kâlib-i: (F.-A.) 1.
bünyesinde. 2. kalıbında, biçiminde. |
در
قالب ِ |
der kibâl-i: (F.-A.) karşısında. Der
kibâl-i an heme nekbet u bedbahtî, ez dest-i yek ten çi
kârî sâhte bûd Bunca
sıkıntı ve talihsizlik karşısında bir
kişinin elinden ne gelirdi?
(Fârsî-i Pencom-i Debistân) در
قبال آن همه نکبت
و بدبختی ، از
دست یک تن چه
کاری ساخته
بود؟ |
در
قبال ِ |
der kafâ: (F.-A.) [der + kafâ] arkada, ardında. La’netullâh
in amel râ der kafâ Rahmetullâh
an amel râ der vefâ Bu amilen
ardında var Allah’ın laneti/ O amelde var vefa eseri olarak
Allah’ın rahmeti (Mesnevi) لعنت
الله این عمل
را در قفا رحمت
الله آن عمل
را در وفا |
در قفا |
der kâr-i: hakkında. |
در
کار ِ |
der kocâ:
nerede. Merdum-i
çeşmem be hûn âgişte şud Der
kocâ in zulm ber insân konend Ağlamaktan
göz bebeğim kan revan içinde kaldı. Nerede insana
böyle zulmedilir? (Hâfız) مردم
چشمم به خون
آغشته شد در
کجا این ظلم
بر انسان
کنند؟ |
در
کجا |
der kenâr-i hem: yanyana. Dersişan
râ ki mîhândend, bulend mîşodend ve der
kenâr-i hem râh mî oftâdend Derslerini
çalıştıktan sonra kalkıp çıkıp
yanyana yürüyorlardı. (Cûybâr) درسشان
را که می
خواندند ،
بلند می شدند
و در کنار هم
راه می
افتادند |
در
کنار ِ هم |
dergozeşte: [der + gozeşten
> gozeşt + e] eskiden, geçmişte. |
در
گذشته |
der lehze: (F.-A.) derhal, hemen. |
در
لحظه |
der lehzeî ki:
(F.-A.) [der + lehze + î + ki] iken, -diği sırada. Der lehzeî ki nân-i û râ be terâzû
mî gozâşt hûş u hevâsseş bekullî
pert bûd Onun ekmeğini teraziye koyarken aklı tamamen başka
yerdeydi. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 31) در
لحظه ای که نان
او را به
ترازو می
گذاشت هوش و
حواسش بکلی
پرت بود |
در
لحظه ای که |
der mâ mezâ: (F.-A.)
eskiden, geçmişte. |
در
ما مضی |
der misâl-i: (F.-A.) 1. benzeri. 2. mesela. |
در
مثال ِ |
der mesel: (F.-A.) [der +
mesel] 1. atasözünde,
darbımeselde. 2. mesela. Kîst
mâhî, çîst deryâ der mesel? Tâ
bedan mâned melik azzevecell Balık
da kim? Deniz nedir meselâ? Yüce
Tanrı ile benzerlik var onda. (Mesnevi) کیست
ماهی چیست
دریا در مثل تا
بدان ماند
ملک عز و جل |
در مثل |
der mecmû’: (F.-A.) genelde. |
در مجموع |
der mahfî: (F.-A.) gizlice,
gizliden gizliye. |
در
مخفی |
der ma’nî:
(F.-A.) [der + ma’nî] aslında. |
در
معنی |
der mukâbil-i: (F.-A.) -e karşı,
karşısında, karşılığında,
mukabilinde. Pes
i’tirâf mîkonî ki der mukâbil-i men mukassir
bûdî O halde bana
karşı kabahatli olduğunu itiraf ediyor musun? (Rodin) پس
اعتراف می
کنی که در
مقابل من
مقصر بودی؟ |
در
مقابل ِ |
der mukâbele: (F.-A.)
karşılığında, mukabilinde. |
در
مقابله |
der mukâyese bâ: (F.-A.) nazaran. |
در
مقایسه با |
der mikyâs-i: (F.-A.)
ölçüde, ölçüsünde. |
در
مقیاس ِ |
der mikyâs-i vesî’ter: (F.-A.)
geniş ölçüde. |
در
مقیاس ِ وسیع
تر |
der melâ: (F.-A.)
insanlar arasında. |
در
ملا |
der movrid-i: (F.-A.) hakkında, konusunda,
ilişkin, üzerine. |
در
مورد ِ |
der movki’-i: (F.-A.) zamanı, iken, esnasında. Der
movki’-i tefrîh men be siyâveş târ meşk mîdâdem İstirahat
esnasında Siyavuş’a tar meşk ettiriyordum. (Se Katre Hûn) در
موقع تفریح
من به سیاوش
تار مشق می
دادم |
در
موقع ِ |
der movki’-i luzûm: (F.-A.)
gerektiğinde, ihtiyaç zamanında. Efrâd-i
îl ma’mûlen der sevârî ve
tîrendâzî mehâret dâştend ve der
movki’-i luzûm yek kudret-i nizâmî be vucûd
mî âverdend Aşiret
fertleri genellikle binicilik ve ok atmada maharet sahibiydiler ve
ihtiyaç zamanında askerî bir güç
oluşturuyorlardı. (Târîh-i Siyâsî) افراد
ایل معمولا ً
در سواری و
تیراندازی
مهارت
داشتند و در
موقع لزوم یک
قدرت نظامی
بوجود می
آوردند |
در
موقع ِ لزوم |
der movki’î ki: (A.-F.)
–dığı zaman, -ince. |
در
موقعی که |
der miyân: ortada. |
در
میان |
der
miyân-i:
1. arasında,
ortasında. 2. iken, sırasında. Der
miyân-i girye hâbeş der rubûd Dîd
der hâb û ki pîrî rû numûd Ağlarken
uyuyakaldı. Rüyasında bir pîr göründü.
(Mesnevi) در
میان گریه
خوابش در
ربود دید
در خواب او که
پیری رو نمود |
در
میان ِ |
der netîce: (F.-A.) sonuç
olarak, netice itibarıyla. |
در نتیجه |
der netîce-i: (F.-A.)
sonunda, neticesinde, üzerine, nedeniyle, sebebiyle. |
در
نتیجهء |
der nezd-i: yanında,
katında, huzurunda, nezdinde. |
در
نزد ِ |
der nezdîk-i: 1.
katında, huzurunda. 2. yakınında. |
در
نزدیک ِ |
der nezdîkî-yi:
civarında, dolayında, yakınlarında. |
در
نزدیکیء |
der nazar-i: (F.-A.)
nazarında, gözünde. Men
erçi der nazar-i yâr hâkisâr şodem Rakîb
nîz çonin muhterem nehâhed mând Yârin
gözünde küçüldüm küçülmesine
ama, rakip de hep böyle itibarlı kalmayacak. (Hâfız) من
ارچه در نظر
یار خاکسار
شدم رقیب
نیز چنین
محترم
نخواهد ماند |
در
نظر ِ |
der nazar-i evvel: (F.-A.)
ilkbakışta. |
در
نظر ِ اول |
der nihân: gizli,
gizlice. Mer
turâ aklîst cuzvî der nihân Kâmilu’l-aklî
becû ender cihân Cüz’î
bir akıl gizlidir sende Aklı
tam olan birini ara dünya yüzünde. (Mesnevi) مر
ترا عقلی است
جزوی در نهان کامل
العقلی بجو
اندر جهان |
در
نهان |
der nihâyet-i: (F.-A.) son
derece, aşırı, aşırı ölçüde. |
در نهایت |
der her câ ki:
her nerede, nerede. Âyâ mîhâhî bekesânet der her câ
ki hestend haber bedehem tâ biyâyend ve turâ beberend Gelip seni götürmeleri için her neredelerse
akrabalarına haber vermemi ister misin? (Şovher-i Âhû
Hanum, s. 22) آیا
می خواهی
بکسانت در هر
جا که هستند
خبر بدهم تا
بیایند و ترا
ببرند؟ |
در هر جا
که |
der her hâl: (F.-A.) 1. her halükârda, ne
olursa olsun. Der her hâl hîç çîz nebâyed
dûstî-yi mâ râ behem bezened Ne olursa olsun hiçbir şeyin dostluğumuzu bozmaması
gerekir. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) در
هر حال هیچ
چیز نباید
دوستی ما را
بهم بزند 2. her neyse. |
در
هر حال |
der her sûret: (F.-A.) 1. her halükârda. Mîhâst
der her sûret vesîleî becûyed ve şerreş
râ ez ser-i hod bâz koned Ne
yapıp edip onun şerrini başından defetmek istiyordu.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 236) می
خواست در هر
صورت وسیله
ای بجوید و
سرش را از سر
خود باز کند 2. her neyse. Der her sûret hâle bigum ilâve ber
bîmârî ki zemîngîr u âcizeş kerde
bûd, be maraz-i ters u nigerânî nîz mubtelâ
şode bûd Her ne ise, Hâle Bigüm kendisini elden ayaktan
düşürüp aciz bırakan hastalık yetmiyormuş
gibi, bir de evham hastalığına müptela olmuştu.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 61) در
هر صورت خاله
بیگم علاوه
بر بیماری که
زمینگیر و
عاجرش کرده
بود ، بمرض
ترس و نگرانی
دائمی نیر
مبتلا شده
بود |
در
هر صورت |
der hemân esnâ: (F.-A.) o sırada, o esnada, o anda. Der
hemân esnâ çeşmem betu oftâd O
sırada gözüm sana ilişti. (Don Karlos) در
همان اثنا
چشمم بتو
افتاد |
در
همان أثنا |
der heman ân: hemen, o
anda. Nefeszenân
tûy-i otobus perîd u der heman ân otobus berâh
uftâd Nefes
nefese otobüse atladı ve otobüs hemen kalktı.
(Âzeristân) نفس
زنان توی
اتوبوس پرید
و در همان آن
اتوبوس براه
افتاد. |
در همان
آن |
der hemân hâl: (F.-A.) aynı
zamanda, o anda. |
در
همان حال |
der hemân hâl ki: (F.-A.) -diği halde, iken. Der hemân hâl ki mîdânistem ki
mîhâhem hod râ bekoşem, yâdem oftâd ki in
haber berâyi desteî nâguvâr est İntihar
etmek istediğimi bildiğim halde bu haberin bir grup için
tatsız olacağını hatırladım. (Zinde be
Gûr) در
همان حال که
می دانستم که
می خواهم خود
را بکشم ،
یادم افتاد
که این خبر
برای دسته ای
ناگوار است |
در
همان حال که |
der hemân hîn: (F.-A.) aynı zamanda, o anda, o
sırada. Efsûs
ki der heman hîn duk vârid-i otâk şud Ne
yazık ki dük o sırada odaya girdi! (Don Karlos) افسوس
که در همان
حین دوک وارد
اطاق شد |
در
همان حین |
der hemân dem: o anda, o esnada, aynı anda. Felsefî
mer dîv râ munkir şeved Der heman
dem sahre-i dîvî buved Felsefeci
şeytanı inkâr eder O anda
şeytanın maskarası olur. (Mesnevi) فلسفی
مر دیو را
منکر شود در
همان دم
سخرهء دیوی
بود |
در همان
دم |
der heman sâl: o
yıl. |
در
همان سال |
der hemân lehze: (A.-F.) o anda. |
در
همان لحظه |
der hemân vakt: (F.-A.) o anda, o
sırada, aynı anda. |
در
همان وقت |
der heme ahvâl: (F.-A.) [der + heme +
ahvâl] her türlü durumda. Bîdilî der heme ahvâl
hodâ bâ û bûd Û nemîdîdeş u ez
dûr hodârâ mîkerd Tanrı, gönlünü
yitirmiş âşığın her türlü durumda
yanındaydı. O, yanındaki Tanrı’yı
görmüyor, Allahım, Allahım! diyordu. (Hâfız) بیدلی
در همه احوال
خدا با او بود او
نمی دیدش و از
دور خدارا می
کرد |
در
همه احوال |
der heme câ: her yerde. Ançi
ki û imrûz dîde, mumkin nîst der heme câ
rûy bedehed Bugün
gördüğün şeyin her yerde olması
mümkün değil. (Zindehâ ve Mordehâ) آنچه
که او امروز
دیده ، ممکن
نیست در همه
جا روی بدهد |
در
همه جا |
der heme hâl:
(F.-A.) her halükârda, her türlü halde. Her
ânki cânib-i ehl-i hodâ nigeh dâred Hodâş
der heme hâl ez belâ nigeh dâred Tanrı
erlerini kollayan, onlara saygıda kusur etmeyen kişiyi Tanrı
her türlü halde belâlardan korur. (Hâfız) هر
آنکه جانب
اهل خدا نگه
دارد خداش
در همه حال از
بلا نگه دارد |
در
همه حال |
der hemin esnâ: (F.-A.) bu esnada, bu
sırada. |
در همین
اثنا |
der hemin evân: (F.-A.)
bu sırada,o sırada. Dest ber kazâ der hemin evân bûd ki vekîl-i
bîve mîveî şodem ki bîpul nebûd Tesadüfen o sırada hiç de parasız olmayan bir dulun
vekili oldum. (Se Katre Hûn, s. 233) دست
بر قضا در
همین اوان
بود که وکیل
بیوه میوه ای
شدم که بی پول
نبود |
در
همین اوان |
der hemin râbite: (F.-A.) bu
bağlamda, bu konuyla ilgili olarak. |
در
همین رابطه |
der hemin sâl: bu yıl,
aynı yıl. |
در
همین سال |
der hemin zimn: (F.-A.) bu arada, bu esnada. Der hemin
zimn aga-yi sâetsâz temâm-i çerhâ-yi
sâet râ imtihân kerd Bu arada
saatçi bey saatin bütün çarklarını denedi.
(Sâet-i Men) در
همین ضمن
آقای ساعت
ساز تمام چرخ
های ساعت را
امتحان کرد |
در
همین ضمن |
der hemin movki: (F.-A.) tam bu sırada, bu sırada. Der hemin
movki’ merdî ki ez dûstân-i idârî-yiman
bûd porsîd: Saîd aga hevâ çitovre? Tam bu
sırada daire arkadaşlarımızdan biri ‘Sait Bey, hava
nasıl?’ diye sordu. (Nâbiga-i Hûş) در
همین موقع
مردی که از
دوستان
اداری مان
بود پرسید :
سعید آقا هوا
چطوره؟ |
در
همین موقع |
der hemin nezdîkî: şu günlerde, bu
yakınlarda, pek yakında. Gomân
mîreved der heminnezdîkî ceng-i sahtî der
begîred Şu
günlerde şiddetli bir savaş çıkacağı
sanılıyor. (Pervîn Dohter-i Sâsân) گمان
می رود در
همین نزدیکی
جنگ سختی در
بگیرد |
در
همین نزدیکی |
der vâki’: (F.-A.)
aslında. |
در
واقع |
der
vaz’-i hâzir: (F.-A.) halihazırda,
şimdiki durumda. İddeî dîger ber in akîde’end ki sinif-i
nânevâ der vaz’-i hâzir ez ingûne nişest u
berhâsthâ cuz itlâf-i vakt netîceî
nehâhed girift Bir kısmı da fırıncı esnafının
halihazırda bu tür toplantılarından, vakit
öldürmekten başka bir sonuc çıkmayacağı
görüşünde. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 5) عده
ای دیگر بر
این عقیده
اند که صنف
نانوا در وضع
حاضر از
اینگونه
نشست و
برخاست ها جز
اتلاف وقت
نتیجه ای
نخواهد گرفت |
در
وضع ِ حاضر |
der vakt: (F.-A.)
derhal, hemen, o anda. |
در
وقت |
der vehle-i nohost: (F.-A.) ilk
aşamada, ilk etapta, ilkin. |
در
وهلهء نخست |
der yek ân: bir anda. |
در یک آن |
der yek çeşm ber hem zeden: bir anda, göz
açıp kapayana kadar, kaşla göz arasında. |
در یک چشم
بر هم زدن |
der yek çeşm behem zeden: bir anda, kaşla
göz arasında, bir göz açıp kapayana kadar. |
در
یک چشم بهم
زدن |
der yek dem: bir anda. Herçi
akl be pencâh sâl endûhte bâşed, aşk der
yek dem an cumle râ besûzâned Aklın
elli yılda biriktirdiğini aşk bir anda yakar.
(İnsânu’l-kâmil) هرچه
عقل به پنجاه
سال اندوخته
باشد ، عشق در یک
دم آن جمله را
بسوزاند |
در یک دم |
der yek şeleng: bir
koşuda. Der yek
şeleng mîrevem ve der şeleng-i dovvom incâ hestem Bir
koşu gider, bir koşu gelirim. (Şovher-i Âhû Hanum,
s. 52) در
یک شلنگ می
روم و در شلنگ
دوم اینجا
هستم |
در
یک شلنگ |
der yek tarfetu’l-‘ayn: (F.-A.)
göz açıp kapayana kadar. Sâlik
be sad çile an mikdâr seyr netevân kerd ki âşik
der yek terfetul’ayn koned Aşığın
bir andaki seyrini sâlik yüz çilede
gerçekleştiremez. (İnsânu’l-Kâmil) سالک
بصد چله آن
مقدار سیر
نتوان کرد که
عاشق در یک
طرفة العین
کند |
در یک
طرفه العین |
der yek kelâm: (F.-A.) tek kelimeyle. |
در
یک کلام |
der yek kelime: (F.-A.) tek kelime ile. Der yek kelime û der silsile-i tekâmul şebâhet be
mâhiyân-i bâldarî dâşt ki be kasd-i
perîden der sath-i deryâ kovs mîzenend ve to’me-i
morgân-i mâhîhâr mîşevend Evrim zincirinde, uçma amacıyla deniz sathında kavis
çizeyim derken balıkçıllara yem olan uçan
balıklara benziyordu. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 97) در
یک کلمه او در
سلسلهء
تکامل شباهت
به ماهیان
بالداری
داشت که بقصد
پریدن در سطح
دریا قوس می
زنند و طعمهء
مرغان
ماهیخوار می
شوند |
در
یک کلمه |
der yek lehze: (F.-A.) bir anda. Temâm-i
inhâ der yek lehze encâm şud Bunların
tümü bir anda olup bitti.
(Do Şeb) تمام
اینها در یک
لحظه انجام
شد |
در یک
لحظه |
der yek nazar: (F.-A.) bir
bakışta, ilk bakışta. Ehl-i nazar
du âlem der yek nazar bebâzend Aşkest
u dâd evvel ber nakd-i cân tevan zed Görüş
sahibi olanlar iki dünyayı da bir bakışta feda
edebilirler. İşte ilk önce gözden
çıkarılabilecek şey aşk ve adalettir.
(Hâfız) اهل
نظر دو عالم
در یک نظر
ببازند عشقست
و داد اوول بر
نقد جان توان
زد |
در
یک نظر |
der in beyn: (F.-A.) bu arada, bu sırada. Der in beyn
kesî der zed Bu arada
kapı çalındı. (Zinde be Gûr) در
این بین کسی
در زد |
دراین
بین |
der bâre-i: hakkında, konusunda, hususunda, ilişkin, üzerine,
dair, üstüne. Mesele
sârâ çend mâh-i pîş kitâbî
derbâre-i kutb-i şimâl ve kutb-i cenûb hânde
bûd Mesela
Sârâ birkaç ay önce Kuzey ve Güney
kutupları hakkında bir kitap okumuştu. (Fârsî-i
Pencom-i Debistân) مثلا
سارا چند ماه
پیش کتابی
دربارهء قطب
شمال و قطب
جنوب خوانده
بود Derbâre-i
hukûk-i derbân tâ âhir-i mâh hîç
ser u sedâ vu i’tirâzî nebûd Kapıcının
maaşı hakkında son aya kadar hiçbir ses ve itiraz
yoktu. (Dârû-yi Bîhâbî) دربارهء
حقوق دربان
تا آخر ماه
هیچ سر و صدا و
اعتراضی
نبود |
دربارهء |
dorost: (Peh.) 1. doğru. Nemî
dânistîm ki kelimeî ki be kâr mîberîm
dorost est ya ne Kullandığımız
kelimelerin doğru olup olmadığını bilmiyorduk.
(Hâtırât-ı Nene Hevvâ) نمی
دانستیم که
کلمه ای که به
کار می بریم
درست است یا
نه Medîne
nemîtevânist bâver koned ki dorost şenîde est Medine
doğru duyduğuna inanamıyordu. (Azeristan) مدینه
نمی توانست
باور کند که
درست شنیده
است 2. dürüst. 3. tam. Ya’nî
dorost nemîdânem çi şud Yani ne
olduğunu tam bilmiyorum. (Homâ) یعنی
درست نمی
دانم چه شد Yek
sâet u nîm-i dorost nişest Tam bir
buçuk saat oturdu. (Mudîr-i Medrese) یک
ساعت و نیم
درست نشست 4. tam ayarlı sikke. 5.
emin. 6. sağlıklı. Teneş durust
u dileş şâd bâd u hâtir hoş Ki dest
dâdeş u yârî-yi nâtevânî dâd Vücudu
sağlıklı, gönlü şâd, hatırı
hoş olsun. Elini uzattı da, tâkatten
düşmüş birine yardım etti. (Hâfız) تنش
درست و دلش
شاد باد و
خاطر خوش که
دست دادش و
یاری
ناتوانی داد 7. iyi. hûbest
çeşmhâyeş der şeb dorost nemîbîned Allah’tan
gözleri gece iyi görmüyor! (Şovher-i Âhû
Hanum, s. 114) خوبست
چشمهایش در
شب درست نمی
بیند |
درست |
dorost behemângûne ki:
tıpkı …-diği gibi. Tenhâ çîzî ki mîhâstem der
incâ sâbit konem, an bûd ki firdovsî bahşî
ez kıssehâ-yi îrânî râ dorost beheman
gûne ki der dovrân-i sâsâniyân bûde,
bâz gofte est Burada vurgulamak istediğim tek şey, Firdevsî’nin
kimi İran öykülerini tıpkı
Sâsânîler döneminde olduğu gibi
aktarmasıdır. (Dîbâçe-i Şâhnâme,
s. 32) تنها
چیزی که می خواستم
در اینجا
ثابت کنم آن
بود که
فردوسی بخشی
از قصه های
ایرانی را
درست به
همانگونه که در
دوران
ساسانیان
بوده ، باز
گفته است |
درست
بهمان گونه
که |
dorost der hemin lehze: (F.-A.) tam bu sırada. Dorost der
hemin lehze sedâ-yi kademhâ-yi kesî râ ez tû-yi
râhrov şenîdem Tam bu
sırada koridordan birinin ayak seslerini işittim. (Kâlib) درست
در همین لحظه
صدای قدمهای
کسی را از توی
راهرو شنیدم |
درست
در همین لحظه |
dorost der hemin movki: (F.-A.) tam bu sırada. Dorost der
hemîn movki sedâ-yi sût-i mumteddî şenîde
şud Tam bu
sırada uzun bir düdük sesi işitildi. (Maraz-i Kand) درست
در همین موقع
صدای سوت
ممتدی شنیده
شد |
درست
در همین موقع |
dorost misl-i: (F.-A.) tıpkı. |
درست
مثل ِ |
dorost misl-i inki: (F.-A.) tıpkı. |
درست
مثل ِ اینکه |
dorost u hisâbî: (F.-A.) bir
güzel, adamakıllı. |
درست و
حسابی |
derhem: 1. karışık, içiçe. Kesî
kû beste-i zulfet nebâşed Çu
zulfet derhem u zîr u zeber bâd Zülüflerine
bağlanmayan kimse zülüflerin gibi karmakarışık,
alt üst olsun. (Hâfız) کسی
کو بستهء
زلفت نباشد چو
زلفت درهم و
زیروزبر باد 2. karmaşık. 3.
boğuk. 4. coşkulu. |
درهم |
derhem berhem: karışık,
karmakarışık, darmadığınık, girift, her
yer her yerde. |
درهم
برهم |
derhem u berhem: girift,
karmakarışık, buruşuk. |
درهم
بو برهم |
derûn: iç,
içinde, içerisi, ortası. Hânehâ-yi
dihkede heme derûn-i kal’a est Köy
evlerinin tümü kale içindedir. (Sefernâme) خانه
های دهکده
همه درون
قلعه است |
درون |
derûnsû:
[derûn + sû] iç taraf. Vanki
bâ câme derûnsû râh nîst Ten zi
cân, câme zi ten âgâh nîst Giysi ile
içeriye giriş yoktur. Bedenin
candan, canın bedenden haberi yoktur. (Mesnevi) زانکه
با جامه درون
سو راه نیست تن
ز جان جامه ز
تن آگاه نیست |
درون
سو |
derûnsûy: [derûn +
sûy] iç taraf. |
درون
سوی |
derûnî: [derûn + î] iç,
içteki, içe yönelik, manevî. (Adâlet-i
Âsumân) Dorost est
ki hunermendem emmâ zîbâî-yi derûnî-yi
hod râ fakat der tablohâyem nişân mîdehem Sanatkâr
olduğum doğru; ama kendi iç güzelliğimi sadece
tablolarımda gösteriyorum. درست
است که
هنرمندم اما
زیبائی
درونی خود را فقط
در
تابلوهایم
نشان می دهم |
درونی |
derîgâ, dirîgâ: [derîg +
â] 1. yazık!,
vah vah!, eyvah!, eyvahlar olsun!, ne yazık!, ne yazık ki!,
yazıklar olsun! 2. hayıflanma. İn
dirîgâhâ hiyâl-i dîden est Vez
vucûd-i nakd-i hod bobrîden est Bu
hayıflanmalar görüşün hayalidir. Kendi
varlığından ayrılmak demektir. (Mesnevi) این
دریغاها
خیال دیدن است وز
وجود نقد خود
ببریدن است |
دریغا |
derin bâre: bu konuda, bu hususta. |
درین
باره |
derin moddet: (F.-A.) bu süre içinde, bu süre zarfında. Derin muddet
çîzhâ-yi tâze mîdîd Bu süre
içinde yeni şeyler görüyordu. (Hâne-i
Pederî) درین
مدت چیزهای
تازه می دید |
درین
مدت |
dest: (Peh.) 1. el. 2. hayvanların ön
ayakları. 3. imkân. 4. kudret, saltanat. 5. dayanak.
6. kural, kanun. 7. takım, kat (giysi). Yek dest
libâs-i siyâh berâyi men biyâver Bana bir
takım siyah elbise getir. (Telhûn) یک
دست لباس
سیاه برای من
بیاور 8. sayı (kuşlar
için) .9. tür, cins, biçim. 10. el (tavla
gibi oyunlarda). 11. taraf. Zi yek dest
serv-i sehî şehrnâz Zi dest-i
diger mâhrûy ernuvâz Bir tarafta
selvi boylu Şehrinaz, öte tarafta ay yüzlü Ernuvaz
(Şâhnâme, I/53, beyit 408) ز
یک دست
سروسهی
شهرناز ز
دست دگر ماه
روی ارنواز 12. karış. 13. fayda. 14. yüzünden. İn
bedbahtî dest-i hodem est, eger tehrân bûdî
lâbud ism-i ebevî râ şenîdeî Bu
şanssızlık benim yüzümden. Tahran’da olsan,
Ebevî’nin ismini duyardın. (Se Katre Hûn, s. 229) این
بدبخای دست
خودم است. اگر
تهران بودی
لابد اسم
ابوی را شنیده
ای |
دست |
dest-i
âhir:
(F.-A.) 1.
son
defa, son kez, son olarak. 2. nihayet, sonunda. Gûlânî
râ ki ber ser-i râh mîyâbed derhem
mîşikened ve dest-i âhir hod nûşâd râ
ez miyân ber dâred Yoluna
çıkan devleri yener ve sonunda
Nûşâd’ı yok eder. (Dîbâçe-i
Şâhnâme, s. 44) غولانی
را که بر سر
راه می یابد
درهم می شکند
و دست آخر خود
نوشاد را از
میان بردارد |
دست ِ آخر |
dest-i bâlâ: en çok, en geç, azamî,
olsun olsun da. Der
mâh-i juiye yâ dest-i bâlâ der ibtidâ-yi
mâh-i ôt be buruksel mîresîd Temmuz
ayında ya da en geç Ağustos başında
Brüksel’e varırsınız. (Don Karlos) در
ماه ژوئیه یا
دست بالا در
ابتدای ماه
اوت ببروکسل
میرسید |
دست
ِ بالا |
destikem: [dest-i kem] asgarî, en
azından, hiç olmazsa. |
دست
ِ کم |
dest ber kazâ: (F.-A.)
tesadüfen, kazâra. |
دست
بر قضا |
dest ber kazâ zed: (F.-A.)
tesadüfen, kazâra. Dest ber
kazâ zed u tû-yi şehrişan kahtî oftâd Tesadüfen
şehirlerinde kıtlık baş gösterdi. (Zinde be
Gûr) دست
بر قضا زد و
توی شهرشان
قحطی افتاد |
دست
بر قضا زد |
destî destî: [dest + î + dest
+ î] 1. boş yere, boşu boşuna. 2. bile
bile, kasıtlı olarak, kasten. |
دستی
دستی |
def’aten: (A.) birden,
ansızın, apansız, birdenbire. |
دفعتا
ً |
def’a: (A.) defa,
kere, kez. Hergiz neşode ki
men ser-i kumâr beberem. Ez deh mertebe noh def’e-i an râ
mîbâzem Kumarda
kazandığım vâki değil. Onundan dokuzunu
kaybediyorum. (Zinde be Gûr) هرگز
نشده که من سر
قمار ببرم. از
ده مرتبه نه دفعهء
آن را می بازم |
دفعه |
def’aten: (A.)
ansızın, birdenbire. |
دفعهً |
def’aten vâhide: (A.)
birdenbire, ansızın. |
دفعهً واحده |
def’a-i gozeşte: (A.-F.)
geçen sefer. |
دفعهء
گذشته |
diger: 1.
diğer, başka, öteki. Şerh-i
in hicrân u in hûn-i ciger İn
zemân begozâr tâ vakt-i diger Şimdi
bu ayrılık ve ciğer kanının
açıklamasını başka bir zamana bırak.
(Mesnevi) شرح
این هجران و
این خون جگر این
زمان بگذار
تا وقت دگر Merâ
ez tust herdem tâze aşkî Turâ
her sâatî husnî diger bâd Senin
sâyende aşkım her an tazeleniyor. Her saatinde
güzelliğin bir başka olsun. (Hâfız) مرا
از توست هردم
تازه عشقی ترا
هر ساعتی
حسنی دگر باد 2. yine. Mujde ey dil
ki diger bâd-i sabâ bâz âmed Hudhud-i
hoşhaber ez tarf-i Sebâ bâz âmed Ey
gönül; müjdeler olsun! Seher yeli yine geldi. İyi
haberler getiren hüthüt kuşu Sebâ taraflarından
geldi. (Hâfız) مژده
ای دل که دگر
باد صبا باز
آمد هدهد
خوش خبر از
طرف سبا باز آمد 3. artık. Mujdegânî
bedih ey dil ki diger mutrib-i aşk Râh-i
mestâne zed u çâre-i mahmûrî kerd Gönül,
müjdemi ver; artık aşk çalgıcısı
sarhoşça ezgi yollarına girip mahmurluğa çare
buldu. (Hâfız) مژدگانی
بده ای دل که
دگر مطرب عشق راه
مستانه زد و
چارهء
مخموری کرد |
دگر |
digerbâr: [diger + bâr < bâr-i dîger] tekrar, yine. Dîdî
ey dil ki gam-i aşk digerbâr çi kerd Çun
beşud dilber u bâ yâr-i vefâdâr çi kerd Aşk
gamı neler etti, gördün mü gönül? Dilber
gidince vefâlı yârine neler etti, gördün mü?
(Hâfız) دیدی
ای دل که غم
عشق دگربار
چه کرد چون
بشد دلبر و با
یار وفادار
چه کرد |
دگر
بار |
digerbâre: [diger + bâre
< bâre-i dîger] bir kez daha, yine. Çun gul u mey demî ez perde
burûn ây u der â Ki diger bâre mulâkât
ne peydâ bâşed Gül ile mey gibi bir an için
perde arkasından çık gel. Bakarsın bir kez daha
görüşmek mümkün olur. (Hâfız) چون گل و
می دمی از
پرده برون آی
و در آ که
دگر باره
ملاقات نه
پیدا باشد |
دگر
باره |
digeryek:
[diger < dîger + yek] diğeri. Do ni’met
râ mekun der şukr sostî Yekî emn u
digeryek tendorostî İki nimete
şükretmekte gevşeklik gösterme. Biri emniyet, diğeri
sağlık. (Husrevnâme, s. 47) دو
نعمت را مکن
در شکر سستی یکی
امن و دگریک
تندرستی |
دگر
یک |
digerân: [diger
+ ân] diğerleri, başkaları. |
دگران |
dîgerî: [diger + î] bir
başkası. Hodâ râ dâd-i men
bestân ezû ey şihne-i meclis Ki mey bâ dîgerî
hordest u bâ men ser girân dâred Ey meclis kolcusu; Allah
aşkına, hakkımı al ondan. Çünkü
başkasıyla oturup mey içiyor; bana gelince somurtuyor.
(Hâfız) خدا
را داد من
بستان ازو ای
شحنهء مجلس که می
با دیگری
خورده ست و با
من سر گران
دارد |
دگری |
delîl: (A.) 1. sebep, neden. |
دلیل |
dem: (Peh.) 1. soluk, nefes. 2. boğucu hava. 3. (tas.)
evliya nefesi. 4. âh, inilti. 5. ses. 6. bitişik,
yan, yanıbaşı, baş. Kelâs-i
dovvom dem-i pillehâ bûd Üçüncü
sınıf basamakların bitişiğindeydi. (Mudîr-i
Medrese) کلاس
دوم دم ِ پله
ها بود Hevâ
târîk şode bûd ku Dâş Âkul dem-i
mahalle-i serdozek resîd Hava
karardığında Daş Âkul Serdozek mahallesinin
başına vardı. (Se Katre Hûn, s. 83) هوا
تاریک شده
بود که داش
آکل دم محلهء
سردزک رسید Pâverçîn
pâverçîn reftem dem-i hovz Ayak
uçlarına basa basa havuz başına gitti. (Sâye
Rûşen) پاورچین
پاورچین
رفتم دم ِ حوض 7. üstü,
üzeri, zamanı, -e doğru, vakti. Dem-i
gurûb bûd u hevâ dâşt târîk
mîşud Akşam
üstüydü ve hava kararıyordu. (Kûçeî
Benâm-i Behiştrûyân) دم
غروب بود و
هوا داشت
تاریک میشد Fakat dem-i
subh hâbeş bord u fovren hâbî vahşetnâk
dîd Fakat sabaha
doğru uyudu ve hemen bir kâbus gördü. (Azeristan) فقط
دم ِ صبح
خوابش برد و
فورا ً خوابی
وحشتناک دید |
دم |
dem-i subh: (F.-A.) sabah
vakti. |
دم
ِ صبح |
dem-i gurûb: (F.-A.) gurup
vakti, akşam üstü. Dem-i
gurûb bûd ve hevâ dâşt târîk
mîşud Akşam
üstüydü ve hava kararıyordu. (Kûçeî
Benâm-i Behiştrûyân) دم
غروب بود و
هوا داشت
تاریک میشد |
دم
ِ غروب |
dem dem: anbean. K’in
menî ez vey resed dem dem merâ Pes
verâ bînem çu in şud kem merâ Bu benlik
anbean ondan gelir bana Bendeki
benlik azalınca onu görürüm sonra. (Mesnevi) کاین
منی از وی رسد
دم دم مرا پس
ورا بینم چو
این شد کم مرا |
دم
دم |
dembedem: [dem + be + dem] her an, anbean, gitgide, gittikçe. Der bîrûn
hevâ dembedem târîkter mîşud Dışarda
hava gitgide kararıyordu. (Azeristan) در
بیرون هوا
دمبدم
تاریکتر
میشد Bârem
dih ez kerem sûy-i hod tâ be sûz-i dil Der
pây dembedem guher ez dîde bâremet Kerem edip
yanına yaklaşmama izin ver de gönlümdeki aşk yangısıyla
ayaklarına gözyaşlarımdan inciler
yağdırayım. (Hâfız) بارم
ده از کرم سوی
خود تا به سوز
دل در
پای دمبدم
گهر از دیده
بارمت |
دمبدم |
demî: [dem + î] bir an.
Çun gul u mey demî ez perde
burûn ây u der â Ki diger bâre mulâkât
ne peydâ bâşed Gül ile mey gibi bir an için
perde arkasından çık gel. Bakarsın bir kez daha
görüşmek mümkün olur. (Hâfız) چون گل و
می دمی از
پرده برون آی
و در آ که
دگر باره
ملاقات نه
پیدا باشد |
دمی |
donbâl: 1. arka, art, peş. Mîdânem
ki donbâl-i mâ hem çîzhâî be
sâyirîn hâhed goft Bizim
arkamızdan da başkalarına birşeyler
söyleyeceğini biliyorum. (Dârû-yi
Bîhâbî) میدانم
که دنبال ما
هم چیزهائی
به سایرین
خواهد گفت Mîhâstem
ez donbâleş berevem emmâ tersîdem Peşinden
gitmek istedim ama korktum. (Girdûhâ) میخواستم
از دنبالش
بروم اما
ترسیدم Ez
imrûz be ba’d û râ donbâl-i tûp
nehâhîd dîd Bugünden
itibaren onu top peşinde görmeyeceksiniz. (Azeristan) از
امروز ببعد
او را دنبال
توپ نخواهید
دید Pîrmerd
donbâl-i anhâ devîd İhtiyar
onların peşinden koştu. (Zûze-i Bâd) پیرمرد
دنبال آنها
دوید 2. için. Mîgûyed
ez şehr-i numûne donbâl-i kûtî-yi kibrît
âmede est Numûne
şehrinden buraya kibrit kutusu için geldiğini
söylüyor. (Kûtî-i Kibrît) میگوید
از شهر نمونه
دنبال قوطی
کبریت آمده است
Donbâl-i
yek kûtî-yi kibrît âmedî hâ? Bir kutu
kibrit için geldin ha? (Kûtî-i Kibrît) دنبال
یک قوطی
کبریت آمدی
ها؟ 3. kuyruk. 4. terki. Bûrânduht, Fîrûz-i Husrev râ begirift ve
ber donbâl-i esb beste bezârî bekoşt Bûrânduht, Fîrûz-i Husrev’i yakaladı;
bir atın terkine bağlayarak feci şekilde
öldürdü. (Mucmel-i Fasîhî, I/39) بوران
دخت فیروز
خسرو را
بگرفت و بر
دنبال اسب
بسته بزاری
بکشت |
دنبال |
donbâle: [donbâl + e] 1. kuyruk. 2. uzantı. Kûhhâ-yi
âzerbâycân donbâle-i kûhhâ-yi
kafkâz est Azerbaycan
Dağları Kafkas Dağlarının
uzantısıdır.
(Târîh-i Siyâsî) کوه
های
آذربایجان دنبالهء
کوه های
قفقاز است 3. kalan, geri kalan. 4.
art, peş. An
çeşm-i câduvâne-i âbidfirîb bîn Keş
kârvân-i sihr zi dunbâle mîreved İbadet
edenleri bile aldatan büyüleyici gözlere bak. Sihir
kervanı bile ancak peşinden gelebilir. (Hâfız) آن
چشم جادوانهء
عابدفریب
بین کش
کاروان سحر ز
دنباله می
رود |
دنباله |
dobedo: [do + be + do]
başbaşa. Şovheret ki be hâne âmede bûd ba’d ez
sâetî goftugû-yi dobedo der otâk-i kûçek
û râ berdâşt u bîrûn bord Eve gelen kocan küçük odada başbaşa bir saat
konuştuktan sonra onu alıp götürdü. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 279) شوهرت
که به خانه
آمده بود بعد
از ساعتی
کفتگوی
دوبدو در
اطاق کوچک او
را برداشت و
بیرون برد |
دو بدو |
do berâber: iki misli, iki
katı. |
دو
برابر |
do tâ: 1. iki adet, iki tane. 2. (müz.) iki telli bir
tür saz. 3. iki büklüm. Dest der
halka-i an zulf-i du tâ netvân kerd Tikye ber
ahd-i tu vu bâd-i sabâ netvân kerd Büklüm
büklüm olmuş zülüflerin halkasına el
atılamaz. Senin sözüne ve sabah meltemine güvenilemez.
(Hâfız) دست
در حلقهء آن
زلف دو تا
نتوان کرد تکیه
بر عهد تو و
باد صبا
نتوان کرد 4. iki kat. Nîst
sûzen râ ser-i rişte-i do tâ Çun
ki yektâyî der in sûzen der â İki kat
iplik geçemez iğne deliğinden Madem tek
katsın, gir bu iğne deliğinden. (Mesnevi) نیست
سوزن را سر
رشتهء دو تا چون
که یکتایی در
این سوزن در آ 5. iki
ağızlı. Ger do
pâ ger çârpâ yek râ bered Hemçu
mikrâz-i do tâ yek tâ bored İki
veya dört ayaklı olsa da, birini götürür. İki
ağızlı makas gibi birini keser. (Mesnevi) گر
دو پا گر چار
پا یک را برد همچو
مقراض دو تا
یک تا برد |
دو تا |
dotâî:
[do + tâ + î] iki kişi, ikisi, başbaşa. Ez
rûzî ki hevâ âftâbî şode est
bâ şovherhâhereş dotâî be tâk
bustân refte’end Havanın
açtığı gün eniştesiyle bahçe
çardağına gitti. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 5) از
روزی که هوا
آفتابی شده
است با
شوهرخواهرش دوتائی
به طاق بستان
رفته اند |
دو تائی |
do tû: 1. iki
büklüm. Lâbe
vu zârî hemî kerdend u û Ez
riyâzet geşte der halvet do tû Yalvarıp
yakarıyorlardı ona Riyazetten
iki büklüm olmuştu halvet odasında (Mesnevi) لابه
و زاری همی
کردند و او از
ریاضت گشته
در خلوت دو تو 2. iki kat. İmtihân
kun fakr râ rûzî do tu Tâ be
fakr ender gınâ bînî do tu Birkaç
gün dene şu fakirliği Fakirlikte
gör sen iki kat zenginliği. (Mesnevi) امتحان
کن فقر را
روزی دو تو تا
به فقر اندر
غنا بینی دو
تو |
دو
تو |
docânibe: (F.-A.) [do +
cânib + e] 1. iki yanlı, iki taraflı. 2. iki
yönlü. |
دو
جانبه |
dodîger: [do + dîger] ikinci. |
دو
دیگر |
do rûz der miyân: iki günde
bir. |
دو روز در
میان |
devr, dovr: (A.) 1. dönme, deveran. 2. devir. Bîrûn
zi leb-i tu sâkiyâ nîst Der devr
kesî ki kâm dâred Ey
sâkî; bu devirde dudaklarından başka muradına eren
yok. (Hâfız) بیرون
ز لب تو ساقیا
نیست در
دور کسی که
کام دارد 3. çevre, etraf. Çend
merd dovr-i mîz-i bozorgî nişeste bûdend Birkaç
adam büyük bir masanın etrafına oturmuşlardı.
(Kûtî-i Kibrît) چند
مرد دور میز
بزرگی نشسته
بودند 4. (sp.) tur. 5. (sp.)
raund. 6. vakit. Hak begofte
sabr kun ber cevrişan Pendişan
dih, bes nemând ez devrişan Tanrı
dedi bana: Sabret zulümlerine. Kalmadı
vakitleri; öğüt ver onlara. (Mesnevi) حق
بگفته صبر کن
بر جورشان پندشان
ده بس نماند
از دورشان |
دور |
dûr: (Peh.) uzak, ırak. Ez
adâlet nebuved dûr gereş porsed hâl Pâdişâhî
ki be hemsâye gedâî dâred Yoksul
biriyle komşu olan padişah onun hâlini
hatırını soracak olsa, bu adaletten uzak düşmez.
(Hâfız) از
عدالت نبود
دور گرش پرسد
حال پادشاهی
که به همسایه
گدائی دارد |
دور |
dûr oftâde: [dûr +
oftâden > oftâd + e] ırak, uzak
düşmüş, ücrâ. |
دور
افتاده |
dovrtâdovr: (A.-F.) [dovr +
tâ + dovr] çepeçevre. |
دور
تا دور |
dovruber: (A.-F.) [dovr + u + ber] çevre, yöre, etraf,
etrafında. Çonan
mîhandîd ve dovruber-i emû mîgeşt ki âhireş
heme-i mâ râ hem be hande endâht Öyle
gülüyor ve amcanın etrafında dönüyordu ki
sonunda hepimizi de güldürdü. (Kûçeî
Benâm-i Behiştrûyân) چنان
می خندید و
دور و بر عمو
می گشت که
آخرش همه ما
را هم به خنده
انداخت Heme dovr u
ber-i û cem’ şode bûdend Herkes onun
etrafına toplanmıştı. (Rodin) همه
دور و بر او
جمع شده
بودند Û
bâ ihtiyât be dovr u ber nigâhî kerd İhtiyatla
çevresine bakındı. (Rodin) او با
احتیاط به
دور و بر
نگاهی کرد |
دور
و بر |
dovr u pîş: (A.-F.)
çevre, çevresinde. |
دور
و پیش |
dûr u dirâz: uzun
uzadıya, etraflıca, enikonu. |
دور و دراز |
dovruver: (A.-F.) [dovr + u + ver] çevre,
yöre, etraf. |
دور و ور |
dovrâdovr: (A.-F.) [dovr +
â + dovr] çepeçevre, fırdolayı. |
دورادور |
dûrâdûr: [dûr + â +
dûr] uzaktan uzağa. |
دورادور |
dûş: (Peh.) dün gece. Benefşe
dûş be gul goft u hoş nişânî dâd Ki
tab’-i men be cihân turra-i fulânî dâd Menekşe
dün gece güle Dünyada filancanın kâkülü
benim kâkülümdeki kıvrımlara benziyor diye
güzel işaretler verdi. (Hâfız) بنفشه
دوش به گل گفت
و خوش نشانی
داد که
طبع من به
جهان طرهء
فلانی داد |
دوش |
dûşîn: [dûş +
în] dün gece, dün geceki. |
دوشین |
dovom, dovvom: [do + v + om] ikinci. Goft
Bûcehl in dovom nâdirter est Goft
ârî Hakk ez an kâdirter est Ebucehil
İkincisi daha nadir olur dedi. Peygamber
Evet, Hak ondan da kudretlidir dedi. (Mesnevi) گفت
بو جهل این
دوم نادرتر
است گفت
آری حق از آن
قادر تر است |
دوم |
dovomî, dovvomî: [do + v + om + î] ikinci, ikincisi. Dovvomî
şeş sâle ki henûz medrese nemîreft,
pâîn-i kursî derâz keşîde bûd Henüz
okula gitmeyen altı yaşındaki ikincisi kürsünün
dibine uzanmıştı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 45) دومی
شش ساله که
هنوز مدرسه
نمی رفت ،
پائین کرسی
دراز کشیده
بود |
دومی |
dovomîn, dovvomîn: [do + v + omîn]
ikinci. |
دومین |
dûn: (A.) 1. aşağı, alçak. 2. başka,
gayri. 3. aşağılık, pespaye. La’l-i
tu ki hest cân-i Hâfız Dûr ez
leb-i merdumân-i dûn bâd Hâfız’ın
canı olan lâl dudakların aşağılık
heriflerin dudaklarından uzak kalsın. (Hâfız) لعل
تو که هست جان
حافظ دور
از لب مردمان
دون باد |
دون |
dûn-i: (A.) –den
başka. Secde
nâverdend kes râ dûn-i û Sıhhat-i
rencûr bûd efsûn-i û Kimse ondan
başkasına secde etmezdi. Hastaya
şifa verirdi onun nefesi. (Mesnevi) سجده
ناوردند کس
را دون او صحت
رنجور بود
افسون او |
دون |
doyom: [do + y + om] ikinci. |
دویم |
doyomî: [do + y + omî] ikinci. |
دویمی |
doyomîn: [do + y + omîn] ikinci. |
دویمین |
dîr: 1. geç. Subhhâ
dîr ez hâb bulend mîşodem Sabahları
geç kalkıyordum. (Maraz-i Kand) صبح
ها دیر از
خواب بلند می
شدم 2. uzun zaman. Dîr
bâyed tâ ki sırr-i âdemî Âşikârâ
gerded efzûn u kemî Uzun zaman
gerekli, insan sırrının Az veya
çok ortaya çıkması için. (Mesnevi) دیر
باید تا که سر
آدمی آشکارا
گردد افزون و
کمی 3. uzun, mütemadi. |
دیر |
dîrpâ: [dîr + pâyîden > pâ] 1. geçmek
bilmeyen. Hîçkes
nemîdânist ki derin dekâyik-i kond u dîrpâ
melike der otâk-i amel bîhûş rûy-i taht-i amel
hâbîde est u derd mîkeşîd Hiç
kimse, bu ağır ilerleyen ve geçmek bilmeyen dakikalarda,
imparatoriçenin ameliyathanede ameliyat masasında baygın
yattığını ve sancı çektiğini bilmiyordu.
(Gulbang) هیچکس
نمی دانست که
درین دقایق
کند و دیرپا ، ملکه
در اطاق عمل
بیهوش روی
تخت عمل
خوابیده است
و درد می کشد 2. devamlı,
kalıcı. 3. dayanıklı. |
دیر
پا |
dîrgozer: [dîr +
gozeşten > gozer] geçmek bilmeyen. |
دیر
گذر |
dîr u zûd: er geç. Ger tu
râ kâmî ber âyed dîr u zûd ez vasl-i
yâr Ba’d
ez an nâmet be rusvâyî ber âyed neng nîst Yâre
vuslat arzun ergeç gerçekleşirse, artık ondan sonra
rüsva olsan da, gam değil. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s.
162) گر
تو را کامی بر
آید دیر و زود
از وصل یار بعد
از آن نامت به
رسوایی بر
آید ننگ نیست |
دیر
و زود |
dîrvakt: (F.-A.) [dîr + vakt] geç,
geç vakit. |
دیر
وقت |
dîr
yâ zûd:
ergeç,
eninde sonunda, nasıl olsa. Berâyi
âzâdî-yi îrân kıyâm
kerde’îm u dîr ya zûd pîrûz
hâhîm şud İran’ın
özgürlüğü için ayaklandık ve
ergeç muzaffer olacağız. (Settâr Han) برای
آزادی ایران
قیام کرده
ایم و دیر یا
زود پیروز
خواهیم شد |
دیر یا
زود |
dîrbâz: [dîr +
bâz] 1. uzun süre. 2. geç vakit. |
دیرباز |
dîrest: [dîr + est] uzun zamandır,
epeydir. |
دیرست |
dîrgâh: [dîr +
gâh] 1. çok eskiden. 2. geç vakit. |
دیرگاه |
dîrûz: [dî + rûz] dün, geçen gün. Fikr
mîkerd ki imrûz bâ dîrûz çikadr
tefâvut dâred Bugün
dünden ne kadar farklı! diye düşünüyordu.
(Azeristan) فکر
میکرد که
امروز با
دیروز چقدر
تفاوت دارد Dîrûz
hengâm-i zohr bûd ki men ez dihkede ber mîgeştem Dün
öğle vakti köyden dönüyordum. (Deryâ-yi
Govher) دیروز
هنگام ظهر
بود که من از
دهکده بر می
گشتم |
دیروز |
dîrûzî: [dîrûz +
î] 1. dünkü. 2. yeni doğmuş
çocuk. |
دیروزی |
dîrîst ki: uzun
zamandır, ne zamandır, epeydir. Dîrîst
ki dildâr peyâmî nefiristâd Nenvişt
selâmî yu kelâmî nefiristâd Sevgili ne
zamandır bir haber bile göndermedi. Ne selâm gönderdi,
ne bir kelâm yazdı. (Hâfız) دیری
است که دلدار
پیامی
نفرستاد ننوشت
سلامی و
کلامی
نفرستاد |
دیری
است که |
dîrîn: [dîr + în] eski, kadim. Heman doşmen ki dîrîn doşemeneş bûd Çû rûy-i û bedîd, û râ
bebahşûd Düşmün onun kadim düşmanıydı Görünce yüzünün halini, ona acıdı
(Vîs u Râmîn) همان
دشمن که
دیرین دشمنش
بود چو
روی او بدید
او را ببخشود |
دیرین |
dîrîne: [dîr + îne] eski, kadim. Fikr-i
aşk âteş-i gam der dil-i Hâfız zed u sûht Yâr-i
dîrîne bebînîd ki bâ yâr çi kerd Aşk
fikri Hâfız’ın gönlüne aşk ateşi
düşürüp yaktı. Eski dosta
bakar mısınız, yârine neler etti! (Hâfız) فکر
عشق آتش غم در
دل حافظ زد و
سوخت یار
دیرینه
ببینید که با
یار چه کرد Sovdâ-yi
tu âşnâ-yi dîrîne-i mâst Dîr
est ki av’av-i tu der sîne-i mâst Senin sevdan
eski aşinamız. Haykırışın
uzun zamandır sinemizde. (Evhad) سودای
تو آشنای
دیرینهء
ماست دیر
است که عوعو
تو در سینهء
ماست |
دیرینه |
dîşeb: [dî + şeb] dün gece, dün akşam. Men taraf-i
subh reftem nezd-i hemsâye. Bedbaht dîşeb morde Sabaha
doğru komşuya gittim. Zavallı dün gece
ölmüş. (Deryâ-yi Govher) من
طرف صبح رفتم
نزد همسایه
بدبخت دیشب
مرده Aceb
mîdâştem dîşeb zi Hâfız câm u
peymâne Velî
men’eş nemîkerdem ki sûfîvâr
mîâverd Dün
gece Hâfız’a şaşıyordum.
Çünkü elinde kadeh bâde içiyordu. Ona engel
olamadım, sûfîler gibi içiyordu. (Hâfız) عجب
می
داشتمدیشب ز
حافظ جام و
پیمانه ولی
منعش نمی
کردم که صوفی
وار می آورد |
دیشب |
dîşebî: [dî + şeb +
î] dün geceki, dün akşamki. |
دیشبی |
dîger: (Peh.) 1. diğer, öteki, öbürü,
öte. Der taraf-i
dîger yek tahtihâb dîde mîşud Öte
tarafta bir karyola görülüyordu. (Deryâ-yi Govher) در طرف
دیگر یک
تختخواب
دیده میشد 2. hiç, asla, bir
türlü. Pâdişâhî
bâ gulâmî acemî der keştî nişest ve
gulâm dîger deryâ nedîde bûd ve mihnet-i
keştî neyâzmûde Bir
padişah yabancı bir köle ile gemiye bindi. Köle
hiç deniz görmemiş ve gemi sıkıntısı
çekmemişti. (Gulistan) پادشاهی
با غلامی
عجمی در کشتی
نشست و غلام
دیگر دریا
ندیده بود و
محنت کشتی نیازموده
Emmâ
ser-i gâv be dâhil-i homre refte ve dîger der nemî
âmed Ama
ineğin başı küpün içine girmiş, bir
türlü çıkmıyordu. (Molla ve Hereş) اما
سر گاو به
داخل خمره رفته
و دیگر در نمی
آمد 3. artık, bir daha, bundan böyle, sonra. Bîdâr
hem ki şodî, dîger nemî tevânî hoft Bir kere
uyandın mı bir daha uyuyamazsın. (Kûtî-i
Kibrît) بیدار
هم که شدی ،
دیگر نمی
توانی خفت Men
dîger ez çîzî nemî tevânem keyf bekonem Ben
artık hiçbir şeyden zevk alamıyorum. (Se Katre
Hûn) من
دیگر از چیزی
نمی توانم
کیف بکنم 4. daha. Yek
sâet-i dîger gozeşt u nohostîn
hevâpeymâhâ-yi şikârî-yi
almânî der âsmân-i cengel-i kûçek
pedîdâr şodend Bir saat
daha geçti ve ilk Alman avcı uçakları koruluğun
semalarında görüldü. (Zindehâ ve Mordehâ) یک
ساعت دیگر
گذشت و
نخستین
هواپیماهای
شکاری
آلمانی در
آسمان جنگل
کوچک پدیدار
شدند 5. henüz, daha. Henûz
yek sâet-i dîger mânde tâ şâmiman râ
behorîm Akşam
yemeğine daha bir saat var. (Se Katre Hûn) هنوز
یک ساعت دیگرمانده
تا شاممان را
بخوریم 6. başka. Û ez
yek çîz-i dîger bîşter mîtersîd O başka
bir şeyden daha çok korkuyordu. (Hindû) او از
یک چیز دیگر
بیشتر می
ترسید 7. başkası,
diğeri. 8. sonra. 9. bir daha. Reft der
âlûnekeş ve der râ be rûy-i hodeşbest ve
dîger kesî û râ nedîd Kulübesine
gidip kapıyı üstüne kapadı. Bir daha onu gören
olmadı. (Se Katre Hûn, s. 144) رفت
در آلونکش و
در را بروی
خودش بست و
دیگر کسی او
را ندید |
دیگر |
dîgerbâr: [dîger +
bâr] tekrar, yeniden, bir kez daha. |
دیگر
بار |
dîgerbâre: [dîger + bâr + e] tekrar,
yeniden, bir kez daha. |
دیگر
باره |
dîger çi: daha neler! |
دیگر
چه |
dîgerrûz: [dîger +
rûz < rûz-i dîger] ertesi gün. |
دیگر
روز |
dîgerân: [dîger + ân] diğerleri,
başkaları. Ançi
dîgerân ba’d ez movt-i tabî’î
hâhend dîd, îşân pîş ez movt-i tabî’î
mîbînend Başkalarının
tabiî ölümden sonra göreceklerini, onlar tabiî
ölümden önce görürler.
(İnsânu’l-kâmil) آنچه
دیگران بعد
از موت طبیعی
خواهند دید ،
ایشان پیش از
موت طبیعی می
بینند Feyz-i
rûhulkuds er bâz meded fermâyed Dîgerân
hem bekunend ançi mesîhâ mîkerd Rûhülkudüs
yine yardım edecek olursa, İsa’nın
yaptığını başkaları da yapabilir.
(Hâfız) فیض
روح القدس ار
باز مدد
فرماید دیگران
هم بکنند
آنچه مسیحا
می کرد |
دیگران |
dîgergûn: [dîger + gûn] 1. başka
renk. 2. değişik, başka. Ey
dûst, hadîs-i aşk dîgergûnest Dostum,
aşk sözü bambaşka bir söz. (Evhad) ای
دوست ، حدیث
عشق
دیگرگونست 3. baş aşağı. 4. ızdıraplı. |
دیگرگون |
dîgerom: [dîger + om] 1. diğeri,
bir diğeri, bir başkası. 2. benzeri, gibi. |
دیگرم |
dîgerî: [dîger +
î] diğeri, bir diğeri, bir başkası. |
دیگری |
dîne: [dî + n-e] dünkü. Yakîneş şud ki şâh âîne-i
ûst Hemin şâh âşnâ-yi dîrîne-i
ûst Onun
şahın ta kendisi olduğundan, bu şahın onun dün
tanıştığı kimse olduğundan emin oldu.
(İlâhînâme) یقینش
شد که شاه
آئینهء اوست همین
شاه آشنای
دینهء اوست |
دینه |
zâten: (A.) zaten, aslında. Seyyid
Mîrân zâten merdî hoşmuâşeret ve
mihmândûst bûd Seyyid
Mîrân hoşmeşrep ve konuksever biriydi. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 229) سید
میران ذاتا
مردی خوش
معاشرت و
مهمان دوست بود |
ذاتاً |
râ: (Peh.) 1. (gr.) -i, -ı. Pes tu
nişesteî ve ragbet râ ez do taraf tîz
mîkonî ve mîpindârî ki islâh-i
kârî mîkonî O halde sen
oturmuş, rağbeti iki taraftan bilemekte ve bir işi
düzelttiğini sanmaktasın. (Fîhimâfîh) پس تو
نشستهء و
رغبت را از دو
طرف تیز
میکنی و می
پنداری که
اصلاح کاری
میکنی Esrâr-i
ezel râ ne to dânî yu ne men; Vin harf-i
muammâ ne to hânî yu ne men. Hest ez pes-i
perde goftigûy-i men u to, Çon perde
ber ofted, ne to mânî yu ne men. Ezel
sırlarını ne sen bilirsin, ne ben. Bu muammayı
ne sen okursun, ne ben. Perde
arkasında var seninle benim dedikodum. Perde
düştü mü ne sen kalırsın, ne ben.
(Hayyâm) اسرار
ازل را نه تو
دانی و نه من وین
حرف معما نه
تو خوانی و نه
من هست از پس
پرده گفتگوی
من و تو چون
پرده
برافتد، نه
تو مانی و نه
من 2. (gr.) -e, -a. Rovnek-i
ahd-i şebâb est diger bustân râ Mîresed
mujde-i gul bulbul-i hoşelhân râ Bir kez daha
gül bahçesine gençlik çağının
parlaklığı gelmiştir. Güzel nağmeli
bülbüle gül müjdesi erişmede. (Hafız) رونق
عهد شبابست
دگر بستان را میرسد
مژدهء گل
بلبل خوش
الحان را Duşmen be kasd-i
Hâfız eger dem zened, çi bâk! Minnet hudây
râ ki niyem şermsâr-i dûst Düşman
Hâfız’ı kötülemek için konuşursa,
bundan niçin korkayım? Tanrı’ya şükür;
dosta karşı utanacak bir şey yapmadım. (Hâfız) دشمن
بقصد حافظ
اگر دم زند ،
چه باک منت
خدای را که
نیم شرمسار
دوست 3. (gr.) iyelik eki gibi
tercüme edilir. Kûh
râ mîh-i zemîn kerd ez nohost Pes
zemîn râ rûyez deryâ beşost Önce
dağı yere çiviledi. Sonra
dünyanın yüzünü denizle yıkadı.
(Mantıku’t-Tayr, s. 50, satır 5) کوه
را میخ زمین
کرد از نخست پس
زمین را روی
از دریا بشست 4. esten, hesten,
şoden, âmeden bûden, dâşten ve geşten gibi
fiillerden biri geldiğinde iyelik eki gibi değerlendirilir. Bisyâr
vakt buved, kuvvet u şecâ’et râ sûd nebuved Çok
zaman olur, kuvvet ve cesaretin yararı olmaz. بسیار
وقت بود ، قوت
و شجاعت را
سود نبود Merd-i
kâhil râ ez dunyâ nasîb nebâşed Tembel
adamın dünyadan nasibi olmaz. مرد
کاهل را از
دنیا نصیب
نباشد Gurûhî
ez ulemâ gofte’end ki hodâ azze ve cel râ sîsed
u şast hezâr âlem est Bilginlerden
bir grup ‘Yüce Tanrı’nın üç yüz
altmış bin âlemi vardır’ demiştir. (Tercume-i
Tefsîr-i Taberî, s. 15, str. 11-12) گروهی
از علما گفته
اند که خدا عز
و جل را سیصد و
شصت هزار
عالم است Bes ki
nâlîdem zi derd-i dûrî-yi an sengdil Dil be derd
âmed zi âhu nâle-i men seng râ O taş
yüreklinin ayrılık derdiyle o kadar inledim ki benim
âhlarım ve iniltilerimden taşın gönlü
dertlendi. (Dîvân-ı Câmî, s. 154) بس که
نالیدم ز درد
دوریء آن
سنگدل دل
به درد آمد ز
آه و نالهء من
سنگ را 5. için. Kâzî
fetvî dâd ki hûn-i yekî ez raiyyet rîhten
selâmet-i pâdişeh râ revâ bâşed Kadı,
padişahın sağlığı için halktan birinin
kanını dökmek caizdir, diye fetva verdi. قاضی
فتوی داد که
خون یکی از
رعیت ریختن
سلامت پادشه
را روا باشد Çu hâhed zi her kişverî sad hezâr Kemer beste û râ koned kârzâr O dileyecek olsa, her ülkeden yüz bin asker onun için
savaşır. (Şâhnâme, I/43, beyit 189) چو
خواهد ز هر
کشوری صد
هزار کمر
بسته او را
کند کارزار 6. Kimi cümlelerde
veya beyitlerde râ edatı düşebilir. Eger zi
bâg-i raiyyet melik hored sîbî Ber
âverend gulâmân-i û diraht ez bîh Padişah
halkın bahçesinden bir elma yiyecek olsa, kulları
ağacı kökünden söker. (Gulistan) اگر ز
باغ رعیت ملک
خورد سیبی بر
آورند
غلامان او
درخت از بیخ Eger
rûzî mulk be men resed, men rûy-i zemîn ez
eşkâniyân pâk konem Bir gün
saltanat benim elime geçerse, yeryüzünü
Eşkânîlerden temizleyeceğim. اگر
روزی ملک بمن
رسد ، من روی
زمین از
اشکانیان
پاک کنم 7. aşkına
(yemin). Turâ
be hodâ Allah
aşkına. ترا
به خدا |
را |
râbi’: (A.)
dördüncü. |
رابع |
râbi’en: (A.) 1. dördüncü,
dördüncüsü, dördüncü olarak. 2. dördüncü
derece. |
رابعا
ً |
râci’: (A.) 1. dönen,
geri dönen, ric’at eden. 2. hakkında, konusunda. |
راجع |
râci’ be: (A.-F.)
hakkında, konusunda, ilişkin. Mîhâhem
tahkîkât-i râci’ be katl-i pederem râ ez ser
begîrîd Babamın
öldürülmesi hakkındaki soruşturmayı baştan
almanızı istiyorum. (Adâlet-i Âsumân) می
خواهم که
تحقیقات
راجع بقتل
پدرم را از سر بگیرید
|
راجع
به |
râci’ be inki: (A.-F.)
hakkında, konusunda, ilişkin. |
راجع به
اینکه |
re’s: (A.) baş. |
رأس |
râst: (Peh.) 1. sağ. 2. doğru, düz. 3. dik. Lâle
râst u bîhareket nişeste bûd Lale dik ve
hareketsiz oturmuştu. (Azeristan) لاله
راست و بی
حرکت نشسته
بود 4. dürüst,
doğru. Sohen cuz be
râstî nebâyed goft u râst râ nebâyed
nihuft Doğruluk
dışında söz söylememeli ve doğruyu
gizlememelidir. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî) سخن
جز براستی
نباید گفت و
راست را نباید
نهفت Râsteş
râ behâhîd mâ be muhendis ihtiyâc
nedârîm Doğrusunu
isterseniz, bizim mühendise ihtiyacımız yok. (Azeristan) راستش
را بخواهید
ما بمهندس
احتیاج
نداریم Dovrî ki
der âmeden u reften-i mâst, Ûrâ
ne nihâyet, ne bidâyet peydâst. Kesî
mînezened demî derin ma’nî râst. Kin âmeden
ez kocâ vu reften be kocâst! Geldiğimiz,
gittiğimiz bu devrin Ne başı
bellidir, ne de sonu. Kimse etmiyor bu
konuda bir laf doğru; Nereden bu
gelişler? Bu gidişler nereye doğru? (Hayyâm) دوری که
در آمدن و
رفتن ماست اورا نه نهایت
نه بدایت
پیداست کسی می
نزند دمی
درین معنی
راست کین آمدن
از کجا و رفتن
بکجاست؟ 5. sağlam. 6. düz
çizgi. 7. sadık. 8. eşit. 9. doz. 10.
mutedil. 11. aynen. |
راست |
râst be râst: yüz
yüze. |
راست
به راست |
râst râst: dosdoğru, |
راست
راست |
râst u pûst kende: açıkça,
dobra dobra, açık açık. Şomâ
bâ râst u pûst kende harf nemî zenîd Siz benimle
dobra dobra konuşmuyorsunuz. (Don Karlos) شما
با من راست و
پوست کنده
حرف نمی زنید |
راست
و پوست کنده |
râstâ: [râst + â]
1. doğruluk. 2. doğrultu. 3. sağ taraf. |
راستا |
râstî: [râst + î] 1. doğruluk. 2. dürüstlük.
Ez an
rû hest yârân râ safâhâ bâ mey-i
la’leş Ki gayr ez
râstî nakşî der ân cevher nemîgîred Dostlar onun
lâl renkli dudağından dolayı safâlar
sürüyor. Bunun sebebi o cevherin doğruluk
dışında bir şeyi kabul etmemesidir. (Hâfız) از آن
رو هست یاران
را صفاها با
می لعلش که
غیر از راستی
نقشی در آن
جوهر نمی
گیرد 3. sahi, doğrusu,
gerçekten. Heme
bâver kerde bûdend ki râstî nâhoşem Herkes
gerçekten benim hasta olduğuma inanmıştı. (Zinde
be Gûr) همه
باور کرده
بودند که راستی
ناخوشم 4. sahi mi? 5. adalet.
6. çeviklik. |
راستی |
rub’: (A.) çeyrek, dörtte bir. Be
sâet-i heft yek rub’ mânde bûd Saat yediye
çeyrek vardı. (Azeristan) به
ساعت هفت یک
ربع مانده
بود |
ربع |
rede: (Peh.) 1. saf, sıra, dizi. 2. sınıf.
3. satır. 4. duvardaki taş veya tuğla
sırası. |
رده |
redîf: (A.) saf, sıra, dizi. |
ردیف |
redîf be redîf: (F.-A.)
sıra sıra. Divist sised
nefer redîf be redîf der an nişeste bûdend İki
yüz üç yüz kişi orada sıra sıra
oturmuştu. (Yek Dâstân-i Vâkı’î) دویست
سیصد نفر
ردیف به ردیف
در آن نشسته
بودند |
ردیف
به ردیف |
resm: (A.) 1. yasa. 2. töre,
âdet. 3. tertip. 4. yöntem. |
رسم |
resmen: (A.) 1. resmî olarak. 2. bile
bile, göz göre göre. 3. kesinlikle. |
رسما
ً |
ragbeten: (A.) 1. istekle, rağbet ederek. 2.
umarak. |
رغبهً |
ragm: (A.) 1. burnu sürtülme. 2.
zıttına, tersine. 3. körlük. |
رغم |
ragm-i unf-i kesî: (A.-F.) birine
inat, zıttına. Bûy-i
îşân ragm-i unf-i munkirân Gird-i
âlem mîreved perdederân Allahsızların
rağmına onların kokuları Yırtar
perdeyi, dolaşır âlemin etrafını. (Mesnevi) بوی
ایشان رغم
انف منکران گرد
عالم میرود
پرده دران |
رغم ِ انف
ِ کسی |
ragm-i enf-i kesî: (A.-F.) zıttına,
aleyhine, rağmen. |
رغم
انف ِ کسی |
ragmen: (A.) 1. zıttına,
inadına. 2. dığı halde, ise de. |
رغما
ً |
ragmen alâ enfihi: (A.) burnunu
sürtmek için, inadını kırmak için. |
رغماً
علی انفه |
yek do rûzek:
bir iki gün, birkaç gün. Serşikeste
nîst, in ser râ mebend Yek do
rûzek cehd kun, bâkî behand Başın
yarılmamış; bağlama şu başını Bir iki
gün çalış; sonrasında gül e mi!
(Mesnevî) سرشکسته
نیست ، این سر
را مبند یک
دو روزک جهد
کن ، باقی
بخند |
رک
دو روزک |
rû: (Peh.) 1. yüz. 2. yüzey.
3. üzeri. 4. üstü. 5. esas. |
رو |
rû
be:
-e
doğru, -e, -a. Anhâ
rû be şehr u mâ be semt-i şâhâbâd
revâne şodîm Onlar
şehire ve biz Şahâbad tarafına doğru hareket ettik.
(Sefernâme-i Emînuddovle) آنها
رو به شهر و ما
به سمت شاه
آباد روانه
شدیم |
رو
به |
rû be in taraf: (F.-A.) 1. bu tarafa doğru. 2.
-den beri. |
رو به این
طرف |
rûberû: [rû + be + rû] 1. yüzyüze,
karşı karşıya. 2. karşısında,
karşı. Nâgehân
îstâd, ez rûberûyeş kesî mî
âmed Ansızın
durdu. Karşısından biri geliyordu. (Kûtî-i
Kibrît) ناگهان
ایستاد ، از
روبرویش کسی
می آمد Bergeştem
u der-i rûberû râ zedem Geri
dönüp karşı kapıyı çaldım.
(Azeristan) برگشتم
و در روبرو را
زدم |
روبرو |
rûberû-yi yekdîger:
karşı karşıya. |
روبروی
یکدیگر |
rûz: (Peh.) 1. gün. 2. gündüz. Bîmihr-i ruhet
rûz-i merâ nûr nemândest Vez omr merâ cuz
şeb-i deycûr nemândest Güneş gibi
parlak yüzün ortada olmayınca gündüzüm
karardı. Ömrümden kala kala uzun karanlık
geceler kaldı. (Hâfız) بی
مهر رخت روز
مرا نور
نماندست وز
عمر مرا جز شب
دیجور
نماندست 3. gündüzleri. Rûz
der kesb-i huner kûş ki mey horden rûz Dil
çun âyine der zeng-i zilâm endâzed Gündüzleri
hüner kazanmaya bak. Çünkü gündüzün mey
içmek gönlü ayna gibi koyu pas içinde
bırakır. (Hâfız) روز
در کسب هنر
کوش که می
خوردن روز دل
چون آینه در
زنگ ظلام
اندازد 4. devir, devre. 5. açık,
aşikâr. |
روز |
rûz-i rûşen:
güpegündüz, gün ortası. Der in
rûz-i rûşen hîç hatarî mâ râ
tehdîd nemîkoned Böyle
güpegündüz hiçbir tehlike bizi tehdit etmiyor.
(Deryâ-yi Govher) در
این روز روشن
هیچ خطری ما
را تهدید نمی
کند |
روز
ِ
روشن |
rûz-i evvel: (F.-A.) ilk
gün. Meymûn,
ân meymûn-i rûz-i evvel nebûd Maymun o ilk
günkü maymun değildi. (Kâb-i Çînî) میمون
، آن میمون
روز اول نبود |
روز ِ
اوّل |
rûz-i ba’d: (F.-A.) ertesi
gün, sonraki gün. Rûz-i
ba’d mâdereş pîrmerd-i bennâî ez
ehâlî-yi mahal râ ecîr kerd Ertesi
gün annesi, mahalleli ihtiyar bir inşaat ustasını tuttu.
(Azeristan) روز
بعد مادرش
پیرمرد
بنائی از
اهالی محل را
اجیر کرد |
روز
ِ بعد |
rûz-i pesîn: kıyamet
günü. An
nîst kû Hâfız râ rindî beşud ez
hâtir Kin
sâbıka-i pîşîn tâ rûz-i pesîn
bâşed Hafız
rintliği unutmuş değil. Çok önceden takdir edilen
bu yazgısı kıyamete dek sürüp gidecek.
(Hâfız) آن
نیست کو حافظ
را رندی بشد
از خاطر کاین
سابقهء
پیشین تا روز
پسین باشد |
روز
ِ پسین |
rûz-i pîş: önceki
gün. |
روز
ِ پیش |
rûz-i pîşîn: geçen
gün, evvelki gün. |
روز ِ
پیشین |
rûz-i kabl: (F.-A.)
önceki gün. |
روز
ِ قبل |
rûz-i nohost: ezel. Bâ kîst husûmet? Ki
hevâdis râ nîz Poştest ki ez rûz-i nohost
oftâdest Hadiselerin aslı ezelden tespit
edilmişken kime düşmanlık güdüyorsun sen? (Evhad) با
کیست خصومت؟
که حوادث را
نیز پشتست
که از روز
نخست
افتادست |
روز
ِ نخست |
rûzberûz: [rûz + be +
rûz] günden güne, günbegün. |
روز
به روز |
rûz tâ rûz: günden
güne. Rûz
tâ rûz kadreş efzûdem Âhenî
râ be zer ber endûdem Günden
güne onun değerini artırdım. Demiri altın
kapladım. (Nizâmî) روزتا
روز قدرش
افزودم آهنی
را به زر بر
اندودم |
روز تا
روز |
rûz u şeb: gece
gündüz. Hemçu
Hâfız rûz u şeb bîhîşten Geşte’em
sûzân u giryân, elgıyâs Hâfız
gibi kendimi bilmeden, gündüz gece, yana yakıla, ağlaya sızlaya
dolandım durdum. Yardım edin, aman! (Hâfız) همچو
حافظ روز و شب
بی خویشتن گشته
ام سوزان و
گریان ،
الغیاث |
روز و شب |
rûzekî çend:
birkaç gün, bir süre. Rûzekî
çendî sohen kûtâh kerd Merd-i
bakkâl ez nedâmet âh kerd Papağan
bir süre hiç konuşmadı Bakkal
pişmanlıktan ahlar çekti (Mesnevi) روزکی
چندی سخن
کوتاه کرد مرد
بقال از
ندامت آه کرد |
روزکی
چند |
rûzgârî: [rûzgâr +
î] bir zamanlar, vaktiyle. Rûzgârî
û râ mî costem, hod râ mî yâftem Bir zamanlar
onu arıyordum, kendimi buluyordum. (Hezâr Sâl-i Nesr-i
Pârsî) روزگاری
او را می جستم
، خود را می
یافتم |
روزگاری |
rûzî: (Peh.) 1. azık. 2. rızık. 4. günde,
günlük. Doktur ezem
porsîd: Rûzî çend sâet kâr
mîkonî Doktor bana
Günde kaç saat çalışıyorsun? diye sordu.
(Dârû-yi Bîhâbî) دکتر
ازم پرسید
روزی چند
ساعت کار میکنی؟
5. günün birinde, bir gün. Sabr kun
Hâfız be sahtî-i rûz u şeb Âkıbet
rûzî beyâbî kâm râ Hafız,
katlanıver gece gündüz sıkıntıya. Bir gün
-nasıl olsa- ereceksin muradına. (Hâfız) صبر
کن حافظ
بسختیء روز و
شب عاقبت
روزی بیابی
کام را |
روزی |
rûy: 1. yüz. Husn-i tu
hemîşe der fuzûn bâd Rûyet
heme sâle lâlegûn bâd Güzelliğin
günden güne artsın. Yüzün her yıl lâle
rengi olsun. (Hâfız) حسن
تو همیشه در
فزون باد رویت
همه ساله
لاله گون باد 2. üzeri, üzerine, üzerinde. Melâfe
râ ez rûy-i rahthâb berdâşt, rûy-i
şânehâyeş endâht u ez otâk
bîrûn reft Çarşafı
yatağın üstünden aldı, omuzlarına attı ve
odadan çıktı. (Kûtî-i Kibrît) ملافه
را از روی
رختخواب بر
داشت ، روی
شانه هایش
انداخت و از
اتاق بیرون
رفت Se
çikke hûn-i tâze rûy-i zemîn
çekîde bûd Yere
üç damla taze kan damlamıştı. (Se Katre Hûn) سه
چکه خون تازه
روی زمین
چکیده بود Rûy-i
yek tahte sîm keşîde, be hiyâl-i hodeş târ
dorost kerde Bir tahta
üzerine tel gerip, aklınca tar yapmış. (Se Katre
Hûn) روی
یک تخته سیم
کشیده ،
بخیال خودش
تار درست کرده
Tâ çend
zenem be rûy-i deryâhâ hişt? Bîzâr
şodem zi botperestân u kinişt. Heyyâm ki goft
dûzehî hâhed bûd? Ki reft be dûzeh u
ki âmed zi behişt? Ne
zamana kadar suda kerpiç sektireyim? Usandım
putperestinden, havrasından ben! Hayyam
cehennemlik olacak diyen kim? Cehenneme
giden kim, cennetten gelen kim? (Hayyâm) تا چند
زنم بروی
دریاها خشت؟ بیزار
شدم ز بت
پرستان و
کنشت خیام که
گفت که دوزخی
خواهد بود؟ که
رفت به دوزخ و
که آمد ز
بهشت؟ 3. hakkında. Mîbâyed
bîşter rûy-i in movzû’ endîşîd Bu konu
hakkında daha çok düşünmek gerekiyor.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 43) می
باید بیشتر
روی این
موضوع
اندیشید |
روی |
rûy-i hem: birlikte, toplu olarak,
üstüste. |
روی
هم |
rûyhemrefte: [rûy + hem + reften > reft + e] 1. toplam
olarak, genel olarak, üstüste. Rûyhemrefte
fikr mîkonem be sad tûmân çîzî kemter ya
bîşter ser hâhed zed Toplam
olarak, sanırım, üç aşağı
beşyukarı yüz tümen bir şey tutar. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 98) رویهمرفته
فکر می کنم
بصد تومان
چیزی کمتر یا بیشتر
سر خواهد زد 2. bunun yanısıra, üstelik. |
روی
هم رفته |
rûyârûy: [rûy + â +
rûy] yüzyüze, karşı karşıya. |
رویاروی |
zi: 1. -den, -dan. 2. ile. 3.
ait. Goft ey şeh
mujde, hâcâtet revâst Ger
garîbî âyedet ferdâ, zi mâst Dedi: Ey
şah, lüjde! Hacetlerin kabul oldu. Yarın sana bir garip
gelirse, bizdendir. (Mesnevi) گفت ای
شه مژده ، حاجاتت
رواست گر
غریبی آیدت
فردا ، ز ماست Ey dil to be
idrâk-i muammâ neresî; Der nokte-i
zîrekân-i dânâ neresî. İncâ zi mey u
câm behiştî mîsâz. Kancâ ki
behiştest, resî ya neresî! Ey gönül, bu
muammayı çözmeye eremezsin. Bilgeler ne diyor? O
nükteye eremezsin. Yap burada kendine bir
cennet kadeh ile meyden. Öte yandaki cennete
ya erer, ya eremezsin! (Hayyâm) ای دل تو
به ادراک
معما نرسی در
نکتهء
زیرکان دانا
نرسی اینجا ز
می و جام
بهشتی میساز کانجا
که بهشتست
رسی یا نرسی Hufte ber sincâb-i
şâhî; nâzenînî râ çi gam Ger zi hâr u
hâre sâzed bister u bâlîn garîb Garip
yatağını, yastığını dikenden, taştan
yapmış. Şâhâne sincap kürkü yatakta
uyuyan nâzeninin umurunda mı sanki! (Hâfız) خفته بر
سنجاب شاهی ،
نازنینی را
چه غم گر ز
خار و خاره
سازد بستر و
بالین غریب |
ز |
zi ber: ezbere. Aşket resed be feryâd er hod
besân-i Hâfız Kur’ân zi ber
behânî der çârdeh rivâyet Hâfız gibi
Kur’ân’ı on dört rivayet üzerinden ezbere
okusan dahi, imdadına ancak aşkın koşar.
(Hâfız) عشقت رسد
بفریاد ار
خود بسان
حافظ قرآن
ز بر بخوانی
در چارده
روایت |
ز
بر |
zi berâyi: için. Biyâ biyâ ki tu hûr-i
behişt râ rizvân Derin cihân zi berâyi dil-i
rehî âverd Gel hele gel; sen Cennet hûrileri
için Cennetteki Rızvan bahçesisin. Tanrı seni bir
kulun gönlü için bu dünyaya getirdi. (Hâfız) بیا بیا
که تو حور
بهشت را
رضوان درین
جهان ز برای
دل رهی آورد |
ز
برای |
zi rûy-i: 1. yüzünden.
2. ile. Sabâ ber an
ser-i zulf er dil-i merâ bînî Zi rûy-i
lutf begûyeş ki câ nigeh dâred Ey sabah meltemi,
sevgilinin zülüflerinin ucunda benim gönlümü
asılı görürsen, ona yumuşaklıkla yerini
korumasını söyle. (Hâfız) صبا بر
آن سر زلف ار
دل مرا بینی ز روی
لطف بگویش که
جا نگه دارد |
ز
روی |
zi ser tâ pâ: baştan ayağa, baştanbaşa. Der hurûf-i
muhtelif şûr u şekîst Gerçi ez
yek rû zi ser tâ pâ yekîst Türlü
türlü harflerde farklılık vardır Bir bakıma
bütün harfler aynıdır. (Mesnevi) در حروف
مختلف شور و
شکی است گرچه از
یک رو ز سر تا
پا یکی است |
ز
سر تا پا |
zi ki: kimden, kime. Murâd-i dil
zi ki porsem ki nîst dildârî Kil cilve-i nazar
u şîve-i kerem dâred Gönlümün
muradı gerçekleşir mi, gerçekleşmez mi; kime
sorayım? Bakışları cilveli, kerem sahibi bir sevgili yok
ki! (Hâfız) مراد دل
ز که پرسم که
نیست دلداری که
جلوهء نظر و
شیوهء کرم
دارد |
ز که |
zinâgeh: [zi< ez + nâgeh<
nâgâh] ansızın, apansız. |
ز
ناگه |
zan: [z< ez + ân] 1. ondan. 2. o yüzden. Men
bîrûtab’em, in zelâlet zânest Ben
yüzsüz tabiatlıyım, bu dalâlet ondan. (Evhad) من
بی رو طبعم ،
این ضلالت
زانست |
زان |
zân-i: [z < ez +
ân + i] mülkiyet eki, benim, senin, onun vs. Anber ki ne zân-i tust lâdin bih ezûst Lavanta senin olmayan amberden iyidir. (Evhad) عنبر
که نه زان تست
، لادن به
ازوست |
زان |
zan pes: ondan sonra. Çunki gul reft u
gulistân der gozeşt Neşnevî zan
pes zi bulbul sergozeşt Gül gitti, gül
bahçesinin devri geçti/ Dinlemezsin bundan sonra
bülbülden sergüzeşti (Mesnevi) که گل
رفت و گلستان
در گذشت نشنوی
زان پس ز بلبل
سرگذشت |
زان
پس |
zan ser: o yandan, o baştan. Âşıkî
ger zin ser u ger zan ser est Âkıbet
mâ râ bedan sır rehber est Âşıklık
o yandan, bu yandan yüce olur/ Sonunda bizi o tarafa götüren
rehber olur (Mesnevi) عاشقی
گر زین سر و گر
زان سر است عاقبت
ما را بدان سر
رهبر است |
زان
سر |
zangehki: [zi + ân + geh + ki] –den beri, -diğinden beri. Dîger
netevânistem ez fitne hazer kerden Zangeh ki
der oftâdem bâ kâmet-i fettânet Fettan
boyunla karşı karşıya geleli artık fitneden
sakınamaz oldum. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 194) دیگر
نتوانستم از
فتنه حذر
کردن زان
گه که در
افتادم با
قامت فتانت |
زان
گه که |
zansân: [zi + an +
sân] öyle, böyle. Çi bûdet kezansan becestî zi cây Bemâ bâzgû ey cihân kedhodây Ey cihan
padişahı! Ne oldu da böyle yerinden sıçradın?
Söyle bana dedi. (Şâhnâme, I/37, beyit 60) چه
بودت
کزانسان
بجستی ز جای بما
باز گو ای
جهان کدخدای |
زانسان |
zank: [z< ez + an + k< ki] çünkü,
-dığı için, -den dolayı. Umîd-i
beste ber âmed velî çi fâyide, zank Umîd
nîst ki omr-i gozeşte bâz âyed Ümit
bağladığımız şey gerçekleşti. Fakat
ne fayda? Çünkü geçen ömrün geri gelme
ihtimali yok. (Gulistan) امید
بسته بر آمد
ولی چه فایده
، زانک امید
نیست که عمر
گذشته باز آید
|
زانک |
zanki: [z< ez + an + ki] için, diye, çünkü. Rûz
râ çi guneh zanki şebpere kûr est Yarasa
kör diye gündüzün günahı ne? (Hezâr
Sâl-i Nesr-i Pârsî) روز
را چه گنه
زانکه شب پره
کور است؟ Kadeh be
şart-i edeb gîr zanki terkîbeş Zi
kâse-i ser-i cemşîd u behmenest u kubâd Eline kadehi
edeple al. Çünkü terkibinde Cemşid’in,
Behmen’in, Kubâd’ın başı var.
(Hâfız) قدح
بشرط ادب گیر
رانکه
ترکیبش ز
کاسهء سر
جمشید و
بهمناست و
قباد |
زانکه |
zâ’id: (A.) 1. fazla. 2.
artı. 3. gereksiz. 4. artan, çoğalan. |
زائد |
zeber: (Peh.) 1. üst, üstünde.
2. (gr.) fetha, üstün. |
زبر |
zemân: (Peh.) 1. zaman, vakit. Penc
rûzî ki der in merhale muhlet dârî Hoş
beyâsây zemânî ki zemân in heme nîst Dünya
denilen şu konakta sana beş günlük süre
tanınmış. Tadını çıkarmaya bak; yoksa
zaman denilen şey bu kadarla sınırlı değil.
(Hâfız) پنج روزی
که در این
مرحله مهلت
داری خوش بیاسای
زمانی که
زمان این همه
نیست 2. devir, çağ. 3.
mühlet. 3. mevsim, sezon. |
زمان |
zemân-i:
zamanında. |
زمان
ِ |
zemânen: (A.) 1. zaman
bakımından, zamanca. 2. vaktinde, zamanında. |
زمانا
ً |
zemânî: [zemân + î] 1. zamanla
ilgili. 2. -dığı zaman, -ınca. 3. bir an,
bir süre. Tu ger
hâhî ki câvîdân cihân yekser
biyârâyî Sabâ
râ gû ki berdâred zemânî burka’ ez
rûyet Dünyayı
sonsuza dek süslemek istersen, sabah yeline söyle de bir an
için yüzünden peçeyi kaldırıversin.
(Hâfız) تو
گر خواهی که
جاویدان
جهان یکسر بیارایی صبا
را گو که
بردارد
زمانی برقع
از رویت 4. bazen, kimi zaman. Gerdişhâî ki bâ dûstâneş ser-i
kabr-i sa’dî ve bâbâ kûhî kerde bûd
beyâd âverd. Gâhî lebhand mîzed,
zemânî ehm mîkerd Dostlarıyla birlikte Sadî’nin, Baba
Kûhî’nin mezarlarını ziyaret ettiğini
hatırladı. Bazen gülüyor, bazen somurtuyordu. (Se Katre
Hûn, s. 82) گردشهائی
که با
دوستانش سر
قبر سعدی و
بابا کوهی
کرده بود
بیاد آورد ،
گاهی لبخند
می زد ، زمانیاخم
می کرد |
زمانی |
zemânî ki: [zemân + î + ki]
-dığı zaman, -ınca. Pîşterhâ
zemânî ki tu henûz be dunyâ neyâmede
bûdî Önceleri,
senin henüz dünyaya gelmediğin zaman. (Eger Haste
Şodî) پیشترها
، زمانی که تو
هنوز به دنیا
نیامده بودی Zemânî
ki hugo derin cihân çeşm guşûd napoleon-i evvel
ber feranse hukmrevâ-yi mutlak bûd Hugo
dünyaya geldiği zaman Birinci Napolyon Fransa’nın mutlak
hakimiydi. (Eş’âr-i Muntehab) زمانی
که هوگو درین
جهان چشم
گشود
ناپلئون اول
بر فرانسه
حکمروای
مطلق بود |
زمانی که |
zinhâr: 1. aman, sakın. Mîhor ki be
zîr-i gil besî hâhî hoft. Bîmûnis
u bîrefîk u bîhemdem u coft. Zinhâr
bekes megû to in râz-i nihoft! Her lâle ki
pejmord, nehâhed beşkoft. İçmeye
bak. Çünkü toprak altında uyuyacaksın çok.
Arkadaş yok, eş yok, dost yok, hemdem yok. Söyleme sakın
bu gizli sırrı kimseye ! Solduktan sonra açacak gül
yok! (Hayyâm) میخور که
بزیر گل بسی
خواهی خفت بی
مونس و بی
رفیق و بی
همدم و جفت زنهار
بکس مگو تو
این راز نهفت هر
لاله که
پژمرد،
نخواهد
بشکفت Aybem
bepûş zinhâr ey hırka-i meyâlûd Kân
pâk pâkdâmen behr-i ziyâret âmed Meye
bulanmış hırkam, aman ayıplarımı ört.
Çünkü eteği temiz o soylu kişi ziyarete geldi.
(Hâfız) عیبم
بپوش زنهار
ای خرقهء می
آلود کان
پاک پاک دامن
بهر زیارت
آمد 2. sığınma,
iltica. Ez her taraf
ki reftem cuz vahşetem neyefzûd Zinhâr
ezin biyâbân, vin râh-i bînihâyet Hangi
yönden gittiysem, hep korkum arttı. Aman şu çöllerden;
aman şu bitmez tükenmez yollardan! (Hâfız) از
هر طرف که
رفتم جز
وحشتم
نیفزود زنهار
ازین بیابان
وین راه بی
نهایت 3. unutma aman. Ey bâd,
eger be gulşen-i ahbâb bogzerî Zinhâr arze
dih ber-i cânân peyâm-i mâ Ey
rüzgâr, düşerse yolun dostların gül bağına,
unutma aman, ilet haberimizi cânana. (Hâfız) ای باد
اگر بگلشن
احباب بگذری زنهار
عرضه ده بر
جانان پیام
ما |
زنهار |
zinhâr
tâ:
Zinhâr
tâ der sâhten-i tûşe-i âhiret te’hîr
câyiz neşomorî Sakın
ahiret azığını hazırlamakta gecikmeyi caiz
görme! (Kelîle ve Dimne) زینهار
تا در ساختن
توشهء آخرت
تأخیر جایز
نشمری! |
زنهار
تا |
zihî: 1. aferin, bravo, yaşa, çok yaşa. Zihî
himmet ki Hâfız râst ez dunyî vu ez ukbî Neyâyed
hîç der çeşmeş be cuz hâk-i ser-i
kûyet Hâfız’daki
bu himmet nasıl bir şeydir ki ha dünya olmuş ha
âhiret âlemi, gözleri sokağının
toprağı dışında hiçbir şeyi
görmüyor. (Hâfız) زهی
همت که حلفظ
راست از دنیی
و از عقبی نیاید
هیچ در چشمش
بجز خاک سر
کویت 2. ne güzel, ne
hoş. Nergis talebed
şîve-i çeşm-i tu zihî çeşm Miskîn
habereş ez ser u der dîde hayâ nîst Nergis bile senin
gözlerinin işvesine özeniyor; bu nasıl gözdür
böyle! Zavallının ne kendinden haberi var, ne gözlerinde
hayâ var. (Hâfız) نرگس
طلبد شیوهء
چشم تو زهی
چشم مسکین
خبرش از سر و
دی دیده حیا
نیست |
زهی |
zû: [zi< ez + û] 1. ondan. 2. ondan
dolayı, o yüzden. İn
kazâ emrî bûd horşîdpûş Şîr
u ejdehâ şeved zû hemçun mûş Bu kaza,
güneşi örten bir buluttur. Arslan ile
ejderha ondan dolayı fareye dönerler. (Mesnevi) این
قضا امری بود
خورشید پوش شیر
و اژدها شود
زو همچون موش |
زو |
zevâl: (A.) 1. yok olma, yokluk. 2. haraplık.
3. öğle üstü. 4. âfet. 5. batma.
6. ölüm. |
زوال |
zûd: (Peh.) 1. çabuk, hemen, acele. 2. erken. Û
zûdter ez heme pâ şud O herkesten
önce kalktı. Be
fitrâk er hemî bendî, hodâ râ, zûd saydem
kun Ki
âfethâst der te’hîr u tâlib râ ziyân
dâred Beni terkine
bağlayacaksan, Allah aşkına, çabuk avla.
Çünkü geç kalmak âfet getirir; bu yolun
tâlibine ise zarar verir. (Hâfız) به
فتراک از همی
بندی ، خدا را
، زود صیدم کن که
آفتهاست در
تأخیر و طالب
را زیان دارد 3. hemen, derhal. Ez her
câ berdâştî, zûd beber ser-i câyeş
begozâr Nereden
aldıysa, çabuk götür ve yerine koy.
(Girdûhâ) از
هرجا
برداشتی ،
زود ببر سر
جایش بگذار 4. süratli. |
زود |
zûdâzûd: [zûd + â +
zûd] 1. aceleyle. 2. uzun uzadıya. |
زودازود |
zûdter: [zûd + ter] 1. daha erken. Gezâ
râ zûdter bekeş, ba’d ez şâm der
bîrûn kâr dârem Sofrayı
çabuk kur, yemekten sonra dışarda işim var.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 47) غذا
را زودتر بکش
، بعد از شام
در بیرون کار
دارم 2. daha çabuk. |
زودتر |
zûdî: [zûd + î] 1.
erken. 2. çabukluk. 3. sürat. 4. birazdan. |
زودی |
ziyâd: (A.) 1. çok, fazla, aşırı. Harf-i
ziyâdî nezen Fazla
konuşma! (Maraz-i Kand) حرف
زیادی نزن Cân-i
doşmendârişan cism est sırf Çun
ziyâd ez nerd u ism est sırf Onlara
düşmanlık güdenlerin canı bedendir sadece Tavladan
fazla olsa da bir isimdir sadece. (Mesnevi) جان
دشمدارشان
جسم است صرف چون
زیاد از نرد و
اسم است صرف 2. çokluk,
fazlalık. |
زیاد |
ziyâde: (A.) 1. fazla, artık,
çok. 2. artan. 3. artış, çoğalma. |
زیاده |
ziyâde ez had: (F.-A.)
haddinden fazla. |
زیاده
از حد |
zîr: (Peh.) 1. alt, aşağı, aşağısı.
Hâfiz
in hırka ki dârî tu, bebînî ferdâ Ki çi
zunnâr zi zîreş be degâ bugşâyend Hafız,
üstündeki şu hırkanın altından yarın hile
ile zünnar çıkardıklarını
görürsün. (Hâfız) حافظ
این خرقه که
داری تو ،
ببینی فردا که
چه زنار ز
زیرش به دغا
بگشایند 2. hafif. 3. sazın
en alttaki ince teli. 4. ince. 5. (müz.) hüzün
verici sesi olan saz. |
زیر |
zîr u bâlâ:
aşağı ve yukarı. |
زیر
و بالا |
zîr u zeber: alt üst. Kesî
kû beste-i zulfet nebâşed Çu
zulfet derhem u zîr u zeber bâd Zülüflerine
bağlanmayan kimse zülüflerin gibi karmakarışık,
alt üst olsun. (Hâfız) کسی
کو بستهء
زلفت نباشد چو
زلفت درهم و
زیروزبر باد Gâvîst ber
âsmân, karîn-i pervîn; Gâvîst
diger; nihofte der zîr-i zemîn; Ger
bînâ’î, çeşm-i hakîkat
bogşâ. Zîr u zeber-i do
gâv moştî her bîn. Gökte
var bir öküz, Ülker’in benzeri. Var
bir öküz daha, dünyanın altıdır yeri. Değilsen
kör, aç hakikat gözünü. Gör
iki öküzün arasında bir avuç eşeği!
(Hayyâm) گاویست
بر آسمان،
قرین پروین گاویست
دگر، نهفته
در زیر زمین گر
بینائی، چشم
حقیقت بگشا زیر و
زبر دو گاو
مشتی خر بین |
زیر
و زبر |
zîrâ: (Peh.)
çünkü, zira. |
زیرا |
zîrâ ki: çünkü. Bâ
merdum-i dervîş tekebbur mekun Zîrâ
ki hemîşe genc der vîrânest Yoksullara
karşı kibirlenme sakın! Çünkü hazine daima
viranede bulunur. (Evhad) با
مردم درویش
تکبر مکن زیرا
که همیشه گنج
در ویرانست |
زیرا
که |
zîrâk: [zîrâ + k]
çünkü. |
زیراک |
zin: [zi< ez + in] 1. bundan. Ânân
ki muhît-i fazl u âdâb şodend, Der cem’-i
kemâl şem’-i eshâb şodend, Reh zin
şeb-i târîk nebordend be rûz; Goftend
fesâne’î yu der hâb şodend. Onlar ki fazilet,
âdâb sahibi oldular. Olgunlukta
dostların ışığı oldular. Çıkamadılar
şu karanlık geceden gündüze. Bir masal
söyleyip uykuya dalar oldular. (Hayyâm) آنان که
محیط فضل و
آداب شدند در
جمع کمال شمع
اصحاب شدند ره زین شب
تاریک
نبردند بروز گفتند
فسانه ای و در
خواب شدند 2. bundan dolayı. |
زین |
zinpes: [z< ez + in + pes] bundan sonra, bundan böyle. Tu
merâ begozâr zin pes, pîş rân Hadd-i men
în bûd ey sultân-i cân Bundan sonra
sen beni bırak, ileri git. Ey can
sultanı! Benim sınırım buraya kadardı. (Mesnevi) تو
مرا بگذار
زین پس ، پیش
ران حد
من این بود ای
سلطان جان Tâ
merâ zincâ be hindustân bered Bûd
zinde kan taraf cân bered Beni buradan
Hindistan’a götürsün. Ola ki bendeniz oraya gidince
canımı kurtarırım. (Mesnevi) تا
مرا زینجا
بهندستان
برد بود
زنده کآن طرف
شد جان برد |
زین
پس |
zin dîger:
diğerinden, öbüründen. Her do
gûn zenbûr hordend ez mahal Lîk
şud zan nîş u zin dîger asel İki
çeşit arı aynı yerden beslendi Oysa biri
zehir, diğeri bal verdi (Mesnevi) هر
دو گون زنبور
خوردند از
محل لیک
شد زان نیش و
زین دیگر عسل |
زین دیگر |
zin sebeb: (F.-A.) bu
sebeple. Cumle
âlem zin sebeb gumrâh şud Kem
kesî zi ebdâl-i Hak âgâh şud Cümle
âlem bu sebeple yoldan çıktı Az kişi
Tanrı erlerinden haberdar oldu (Mesnevi) جمله
عالم زین سبب
گمراه شد کم
کسی ز ابدال
حق آگاه شد |
زین
سبب |
zinsipes: [z< ez + in + sipes] bundan sonra, bundan böyle. Zin sipes
men neşnevem an demdeme Bang-i
dîvânest u gûlân an heme Ben bundan
sonra o gürültüyü dinlemem. Onlar hep şaytanlarla
gulyabanilerin sesleridir. (Mesnevi) زین
سپس من نشنوم
آن دمدمه بانگ
دیوانست و
غولان آن همه |
زین
سپس |
zin ser: bu yandan, bu taraftan. Âşıkî
ger zin ser u ger zan ser est Âkıbet
mâ râ bedan sır rehber est Âşıklık
o yandan, bu yandan yüce olur Sonunda bizi
o tarafa götüren rehber olur (Mesnevi) عاشقی
گر زین سر و گر
زان سر است عاقبت
ما را بدان سر
رهبر است |
زین
سر |
zin nesak: (F.-A.) [ < ez +
in + nesak] şöyle, şu şekilde. Merd
kâni’ ez ser-i ihlâs u sûz Zin nesak
mîgoft bâ zen tâ be rûz Kanaatkâr
adam ihlas ile içi yana yana Sabaha kadar
şöyle diyordu karısına. (Mesnevi) مرد
قانع از سر
اخلاص و سوز زین
نسق میگفت با
زن تا به روز |
زین نسق |
zin namat: (F.-A.) [ez + in + namat] bu denli, bu minval
üzere. Zin namat
bisyâr burhân goft şîr Kez
cevâb-i an cebriyân geştend sîr Aslan bu
denli birçok şey söyledi Cebrîler
onun cevapları ile doydu (Mesnevî) زین
نمط بسیار
برهان گفت
شیر کز
جواب آن
جبریان
گشتند سیر |
زین
نمط |
zin yekî: [ez
+ in + yek + î] birinden, bundan. Her do
gûn âhû giyâ hordend u âb Zin
yekî sergîn şud u zan muşk-i nâb İki
âhu aynı yerden beslendi, su içti Birinden
dışkı çıktı, diğeri misk verdi (Mesnevi) هر
دو گون آهو
گیا خوردند و
آب زین
یکی سرگین شد
و زان مشک ناب |
زین
یکی |
zînsân: [zi< ez + in +
sân] 1. bu denli. 2. bunun gibi, böylesine. |
زینسان |
sâbi’: (A.) yedinci. Ve
ba’zî gofte’end ki in harb der sâbi’-i
şevvâl vâki’ şud Bazılarına
göre bu harp yedi şevvalde gerçekleşti. (Mucmel-i
Fasîhî, I/71) و
بعضی گفته
اند که این
حرب در سابع
شوال وافع شد |
سابع |
sâbi’en:
(A.) yedinci, yedinci kez. |
سابعا
ً |
sâbik: (A.) 1. eski, geçen,
önceki, sabık. Ez pol-i
sâbik cuz pâyehâ çîzî nemânde est Eski köprüden
ayaklar dışında hiçbir şey
kalmamıştır. از پل
سابق جز پایه
ها چیزی
نمانده است 2. daha önce
memurlukta bulunan. 3. rütbe ve zaman bakımından
kıdemli. |
سابق |
sâbik ber an: (A.-F.) ondan
önce. |
سابق
بر آن |
sâbik ber in: (A.-F.) bundan
önce, daha önce. Sûret-i
yek nefer âdemî râ dâşt ki sâbik ber in
bâ û âşnâ bude’em Bundan
önce kendisiyle tanışık olduğum bir adamın
yüzüne sahipti. (Bûf-i Kûr) صورت
یک نفر آدمی
را داشت که
سابق برین با
او آشنا بوده
ام |
سابق
بر این |
sâbıkan: (A.) önceden,
bundan önce, daha önce, eskiden. |
سابقا
ً |
sâde: 1. sade. 2. basit. Çitovr
mumkin est ki û çonîn hakîkat-i sâde ve
vâzihî râ nebîned? Onun
böyle basit ve açık bir hakikati görmemesi nasıl
mümkün? (Azeristan) چطور
ممکن است که
او چنین
حقیقت ساده و
واضحی را
نبیند؟ Çîst in
sakf-i bulend-i sâde-i bisyâr nakş Zin muammâ
hîç dânâ der cihân âgâh nîst
Şu
yüksek, sade ama çok nakışlı
gökyüzü tavanı da ne demek? Dünyada bu muammayı
çözecek aklı başında biri yok. چیست این
سقف بلند
سادهء بسیار
نقش زین
معما هیچ
دانا در جهان
آگاه نیست 3. kolay. 4. saf. Şomâ
heme kes râ misl-i hoditan hûb u sâde
mîdânîd Siz herkesi
kendiniz gibi iyi ve saf biliyorsunuz. (Homâ) شما
همه کس را مثل
خودتان خوب و
ساده می
دانید 5. hâlis, arı. 6.
sıradan, âdi. 7. sakalsız. 8. çıplak.
9. kel. 10. aptal. 11. hilesiz. |
ساده |
sâ’et: (A.) 1. saat. 2.
zaman, vakit. 3. an. 4. kıyamet. 5. fersah. |
ساعت |
sâ’et
be sâ’et:
(A.-F.) 1.
anbean.
2. saat başı. Kârmend-i bâznişeste ki maraz-i kand dâred
mecbûr est sâet be sâet be musterâh bereved Şeker hastası olan emekli memur saat başı tuvalete
çıkmak zorundadır. (Dârû-yi
Bîhâbî) کارمند
بازنشسته که
مرض قند دارد
مجبور است ساعت
به ساعت به
مستراح برود |
ساعت
به ساعت |
sâ’ate: (A.-F.) [sâat +
e] saatlik. Ba’d ez do mulâkât-i peyderpey ve yek gotugûy-i
nîm sâ’ete-i ruh der ruh evvelîn bâr bûd
ki nigâh-i an do ber mîhord Peşpeşe iki mülakat ve yüz yüze yarım
saatlik bir konuşmadan sonra ilk kez ikisi göz göze
gelmişti. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 28) بعد
از دو ملاقات
پی در پی و یک
گفتگوی نیم
ساعتهء رخ در
رخ اولین بار
بود که نگاه
آن دو بهم بر
می خورد Şâh râ bih buved ez
tâet-i sad sâle vu zuhd Kadr-i yek sâate omrî ki
derû dâd koned Adaletle geçirilmiş bir
saatlik ömür, şah için yüz yıllık
ibadete, zahitliğe değer. (Hâfız) شاه را به
بود از طاعت
صد ساله و زهد قدر یک
ساعته عمری
که درو داد
کند |
ساعته |
sâ’etî dîger:
(A.-F.) [sâ’et + î + dîger] 1. bir saat sonra.
2. bir süre sonra. Âfitâbî
k’û ber âyed nârgûn Sâ’atî
dîger şeved û sernigûn Bakarsın
güneş nar gibi doğar Bir
süre sonra baş aşağı gelir batar (Mesnevî) آفتابی
کاو بر آید
نارگون ساعتی
دیگر شود او
سرنگون |
ساعتی
دیگر |
sâ’aten:
(A.) bir müddet. |
ساعهً |
sâ’aten
fesâ’aten: (A.) anbean. |
ساعهً
فساعهً |
sâl: (Peh.) 1. yıl, sene. Eykâş ki
cây-i âremîden bûdî! Ya in reh-i dûr
râ resîden bûdî! Kâş ez pey-i
sad hezâr sâl ez dil-i hâk Çon sebze
omîd-i ber demîden bûdî! Keşke durup
dinlenecek bir yer olsaydı! Ya da şu uzun yola
çıkmak mümkün olsaydı! Keşke yüzbin
yıl sonra toprağın bağrından Otlar gibi yeşerme
umudu olsaydı! (Hayyâm) ایکاش که
جای ارمیدن
بودی یا
این ره دور را
رسیدن بودی کاش از پی
صد هزار سال
از دل خاک چون
سبزه امید
بردمیدن
بودی |
سال |
sâl-i cârî: (F.-A.)
içinde bulunulan yıl. |
سال ِ
جاری |
sâl-i hâzır: (F.-A.)
içinde bulunulan yıl. |
سال
ِ حاضر |
sâl-i hâl: (F.-A.)
içinde bulunulan yıl. |
سال
ِ حال |
sâl-i kabl: (F.-A.)
önceki yıl, evvelki yıl. |
سال
ِ قبل |
sâl-i mâkabl: (F.-A.)
önceki yıl, evvelki yıl. |
سال
ِ ماقبل |
sâlefzûn: [sâl +
efzûden > efzûn] 1. artık yıl. 2. yıldan
yıla artan. |
سال
افزون |
sâlbesâl: [sâl + be +
sâl] 1. yıldan yıla. 2. yıllarca. |
سال
بسال |
sâl-i gozeşte: geçen
yıl. |
سال
گذشته |
sâlâsâl: [sâl + â +
sâl] yıl boyunca, yıldan yıla. |
سالاسال |
sâlâne: [sâl + âne]
yıllık, yılda. |
سالانه |
sâlif: (A.) geçmiş, önceki,
eski. |
سالف |
sâlifulbeyân: (A.) yukarıda
açıklanan. |
سالف
البیان |
sâlifuzzikr: (A.) yukarıda
anılan, zikredilen. |
سالف
الذکر |
sâlifen: (A.) önceden. |
سالفا
ً |
sâlife: (A.) 1. geçen,
geçmiş, eski. |
سالفه |
sâlhâ: [sâl + hâ]
yıllarca. Sâlhâ dil taleb-i câm-i
cem ez mâ mîkerd Vançi hud dâşt zi
bîgâne temennâ mîkerd Gönül yıllarca
Cem’in kadehini bizden istedi durdu; oysa kendinde olanı
yabancıdan istedi durdu. (Hâfız) سالها
دل طلب جام جم
از ما می کرد وانچه
خود داشت ز
بیگانه تمنا
می کرد |
سالها |
sâlhâst: [sâl + hâ
+ est] yıllardır. La’lî ez kân-i muruvvet
ber neyâmed sâlhâst Tâbiş-i horşîd u
sa’y-i bâd u bârân râ çi şud? Mürüvvet madeninden lâl
çıkmaz yıllardır. Güneşin
parıltısına, rüzgârın, yağmurun
çabasına ne oldu? (Hâfız) لعلی از
کان مروت
برنیامد
سالهاست تابش
خورشید و سعی
باد و باران
را چه شد؟ |
سالهاست |
sâlhâ-yi sâl: [sâl + hâ + yi + sâl]
yıllarca, yıllardır. Mollâ
sâetî dâşt ki sâlhâ-yi sâl hûb
kâr kerde bûd Hoca’nın
yıllarca iyi çalışmış bir saati vardı.
(Molla ve Hereş) ملا
ساعتی داشت
که سالهای
سال خوب کار
کرده بود |
سالهای
سال |
sâlî:
[sâl + î] 1. bir yıl, yılın birinde. 2.
yıllığı. Mollâ hâne râ sâlî deh tûmân
icâre dâd Hoca evi yıllığı on tümene kiraya verdi. (Molla
ve Hereş) ملا
خانه را سالی
ده تومان
اجاره داد |
سالی |
sâlîmâhî: [sâl + î + mâh +
î] ayda yılda bir kere. Sâlî
mâhî yek kitâb mîharîdem Ayda
yılda bir kere bir kitap satın alıyordum.
(Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) سالی
ماهی یک کتاب
می خریدم |
سالی
ماهی |
sâliyân: [sâl + iy +
ân] yıllar, seneler. |
سالیان |
sâliyân-i dirâz: yıllarca,
senelerce. |
سالیان
ِ دراز |
san: (gr.) gibi, benzeri, andırır. |
سان |
sâyir: (A.) 1. seyreden. Sâyirân
der âsumânhâ-yi diger Gayr-i in
heft âsumân-i mu’teber Bu yedi meşhur
gök katından öte Seyir
halindedirler başka göklerde (Mesnevi) سایران
در آسمانهای
دیگر غیر
این هفت
آسمان معتبر 2. akan. 3. hepsi. 4.
diğer, sâir. Men
yakîn dârem zahmet u haterât-i zîbâî ez
sâyir bahşişhâ-yi tabîat bîşter
nîst Ben
güzelliğin zahmet ve tehlikelerinin tabiatın öteki
bağışlarından daha çok olduğundan eminim.
(Perîçihr) من
یقین دارم
زحمت و خطرات
زیبائی از
سایر بخشش
های طبیعت
بیشتر است 5. artık, başka. |
سایر |
sâyirîn: (A.) diğerleri,
başkaları. |
سایرین |
sebok: (Peh.) 1. hafif. 2. çevik, kıvrak. 3.
hoppa, hafifmeşrep. 4. süratli. Mey hor ki
her ki âhir-i kâr-i cihân bedîd Ez gam sebuk
ber âmed u rıtl-i girân girift Mey
içmeye bak; çünkü dünyanın sonunu
görebilenler gam yükünü atıp hafiflerken,
büyük boy kadehleri ellerine aldılar. (Hâfız) می
خور که هر که
آخر کار جهان
بدید از
غم سبک بر آمد
و رطل گران
گرفت 5. ilgisiz. 6. derhal. Sebuk sûy-i hân-i ferîdûn şitâft Ferâvân pijûhîd u kes râ neyâft Derhal Feridun’un sarayına koştu. Çok
aradıysa da kimseyi bulamadı. (Şâhnâme, I/41,
beyit 157) سبک
سوی خان
فریدون
شتافت فراوان
پژوهید و کس
را نیافت 7.
çabuk. Gûsfendan râ
zi sahrâ mîkeşend Anki ferbihter sebukter
mîkoşend Koyunları ovada
yayarlar Semirmiş olanı
daha çabuk keserler. (Mesnevi) گوسفندان
را ز صحرا می
کشند آنکه
فربه تر سبک
تر می کشند |
سبک |
seher: (A.) seher vakti, tan. Seher bulbul
hikâyet bâ sabâ kerd Ki
aşk-i rûy-i gul bâ mâ çihâ kerd Seher vakti
bülbül, sabah meltemine Gülün yüzüne olan
aşkım bana neler etti neler! diye anlattı da anlattı.
(Hâfız) سحر
بلبل حکایت
با صبا کرد که
عشق روی گل با
ما چها کرد |
سحر |
sehergâh: (A.-F.) [seher +
gâh] seher vakti, tan vakti, şafakta. |
سحرگاه |
sehergâhân: (A.-F.) [seher +
gâh + ân] seher vakti. Goftem: Ey
şâm-i garîbân turre-i şebreng-i tu Der
sehergâhân hazer kun çun benâled in garîb Sevgiliye dedim: Gece gibi
siyah kâkülün gariplerin akşamıdır. Aman
şu garip âşığın seher vakti inlemesinden
sakın! (Hâfız) گفتم ای
شام غریبان
طرهء شبرنگ
تو در
سحرگاهان
حذر کن چون
بنالد این
غریب |
سحرگاهان |
sehergeh: (A.-F.) [seher + geh]
seher vakti, tan vakti. Mihrâb-i
ebrûyet benumâ tâ sehergehî Dest-i
duâ ber ârem u der gerden âremet Kaşlarının
mihrabını bana göster de seher vakti ellerimi duaya
kaldırdıktan sonra boynuna dolayım. (Hâfız) محراب
آبرویت بنما
تا سحرگهی دست
دعا بر آرم و
در گردن آرمت |
سحرگه |
seht: (Peh.) 1. çetin, zorlu. 2. güç,
müşkül. 3. çok. Pîrmerd
an rûz saht gurisne bûd Yaşlı
adam o gün çok açtı. (Nesr-i Derî-i
Efgânistân) پیرمرد
آن روز سخت
گرسنه بود Fehmîdem
ki tâ kunûn saht iştibâh mî kerde’em Şimdiye
kadar çok yanıldığımı anladım.
(Azeristan) فهمیدم
که تا کنون
سخت اشتباه
می کرده ام Biyâ ki kasr-i
emel saht sustbunyâdest Biyâr bâde
ki bunyâd-i omr ber bâd est Gel
haydi, emeller kasrının temeli çok zayıf. Şarap
getir. Çünkü ömrün temeli rüzgâr
üstüne kurulmuş. (Hâfız) بیا که
قصر امل سخت
سست بنیاد
است بیار باده
که بنیاد عمر
بر باد است 4. sımsıkı. 5. şiddetli,
şiddetle. Adliyye her ki râ bekânûn nâsipâsî
mîkerd, keyfer-i saht mîdâd Adliye,
yasaya aykırı davranan herkesi şiddetle
cezalandırıyordu. (Settâr Han) عدلیه
هرکه را به
قانون
ناسپاسی
میکرد ، کیفر سخت
میداد 6. sağanak. 7. kaba,
iri. 8. acımasız, taş yürekli. Goftem meger
be girye dileş mihribân kunem Çun
saht bûd, der dil-i sengeş eser nekerd Bakarsın,
ağlayarak kalbini kazanırım dedim, öyle taş
yürekli ki tınmadı bile. (Hâfız) گفتم
مگر به گریه
دلش مهربان
کنم چون
سخت بود ، در
دل سنگش اثر
نکرد 9. sert. Gul
behandîd ki ez râst berencîm velî Hîç
âşık suhen-i saht be ma’şûk negoft Gül
gülerek Doğru sözden dolayı inciniyoruz, ama
hiçbir âşık maşuğuna sert sözler
etmemiştir dedi. (Hâfız) گل
بخندید که از
راست برنجیم
ولی هیچ
عاشق سخت سخت
به معشوق
نگفت Ve
gîrem men berâstî an elmâs-i saht u
dirahşânî bûdem ki hîç filizzî
netevâned hat ber an biyendâzed Diyelim ki
ben gerçekten de hiçbir metalin çizemeyeceği sert
ve parlak elmastım. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 110) و
گیرم که من
براستی آن
الماس سخت و
درخشانی بودم
که هیچ فلزی
نتواند خط بر
آن بیاندازد 10. kötü. Mollâ
ez û porsîd: Doktur âyâ maraz-i men saht est? Hoca Doktor
bey, hastalığım kötü mü yoksa? diye sordu.
(Molla ve Hereş) ملا
از او پرسید
دکتر آیا مرض
من سخت است؟ |
سخت |
ser: (Peh.) 1. baş. 2. kişi, fert. 3. düşünce,
fikir. 4. istek, arzu, heves. Be mey imâret-i
dil kun ki in cihân-i harâb Ber an ser est ki ez
hâk-i mâ besâzed hişt Mey ile
gönül yapmaya bak. Çünkü şu harap dünya
toprağımızdan kerpiç dökme hevesinde.
(Hâfız) بمی
عمارت دل کن
که این جهان
خراب بر آن
سر است که از
خاک ما بسازد
خشت Ger zank dilet râ
ser-i râh reften hest Pâ ber ser-i
nefs-i hod nih u bordî dest Gönlünde bu
yolda yürümek arzusu varsa, ayağını nefsinin
üstüne bas. O zaman dileğine kavuşursun. (Evhad) گر
زانک دلت را
سر ره رفتن
هست پا
بر سر نفس خود
نه و بردی دست 5. niyet, kasıt. 6.
güç, kuvvet. 7. (ask.) komutan, ordu komutanı,
kuvvet komutanı. 8. lider, önder, başkan. 9. ileri
gelen. 10. öz, saf, arı, halis. 11. adet, tane (At,
katır gibi hayvanlarla avcı kuşlar için). Çun
be kâhin rucû’ kerdend, beporsîd ki der miyân-i
şomâ diyet-i merdî çend ser oştor
mîbâşed Kâhine
müracaat ettiklerinde Sizde bir adamın diyeti kaç baş
devedir? diye sordu. (Mucmel-i Fasîhî, I/44) چون
به کاهن رجوع
کردند ،
بپرسید که در
میان شما دیت
مردی چند سر
اشتر می باشد 12. üst,
üstünde, üzeri, üzerinde. Dûr
nîst yek ferseh bîşter nîst, ser-i râh-i
şîrâz Uzak
değil. Bir fersahtan çok tutmaz. Şiraz yolu üzerinde.
(Sefernâme) دور
نیست یک فرسخ
بیشتر نیست ،
سر راه شیراز Çun
hâst ki intikâm keşed hoşnevâz fermûd
tâ der râh hendekî amîk kerdend ve ser-i an râ
bepûşânîd Hoşnevaz
intikam almak istedi ve yola derin bir hendek kazdırıp
üstünü kapattırdı. (Mucmel-i Fasîhî,
I/35) چون
خواست که
انتقام کشد
خوشنواز
فرمود تا در راه
خندقی عمیق
کردند و سر آن
را بپوشانید 13. vakti, zamanı. Velî
pârsâl şellâle ser-i zâyiman mord Fakat
evvelki yıl Şelale doğum sırasında öldü.
(Azeristan) ولی
پارسال
شلاله سر
زایمان مرد 14. hakkında, dair,
ilişkin. Ançi
ki benazareş muşkil ya meşkûk mîâmed
hâricnuvîsî mînumûd tâ ba’d
bâ şeyh ebulfazl ser-i her kodâm mubâhese bekoned Zor
bulduğu ya da şüpheyle karşıladığı
şeyleri, daha sonra her biri hakkında Şeyh Ebulfazl ile
tartışmak üzere not alıyordu. (Se Katre Hûn, s.
196) آنچه
که بنظرش
مشکل یا
مشکوک می آمد
خارج نویسی
می نمود تا
بعد با شیخ
ابو الفضل سر
هر کدام
مباحثه بکند 15. neden, sebep. 16. temel,
esas, asıl. 17. kapı sürgüsü. 18. koruyucu,
hâmi. 19. başlangıç. 20.üstün.
21. taraf, yön, cihet. Sârvân raht
be dervâze meber k’an ser kû Şâhrâhîst
ki menzilgeh-i dildâr-i men est Kervanbaşı,
eşyamı şehir kapısına götürme.
Çünkü orası sevgilimin konak yerinin bulunduğu
anayoldur. (Hâfız) ساروان
رخت بدروازه
مبر کآن سر کو شاهراهیست
که منزلگه
دلدار من است 22. yüzünden,
nedeniyle, sebebiyle. 23. uç. Zerrînkulâh
eşkhâyeş râ bâ ser-i âstîneş
pâk kerd Zerrinkülâh
göz yaşlarını elbisesenin kol ucuyla sildi.
(Sâyerûşen) زرین
کلاه اشک
هایش را با سر
آستینش پاک
کرد 24. köşe,
köşebaşı. 25. kapak. 26. ağız. 27.
-de, -da, içinde. 28.
kenar. 29. orta. 30.başında. Hettâ
ser-i gûr-i mâder-i bozorgem îstâdem çonanki
gûî mîtevânem bâ û harf bezenem Hatta onunla
konuşabilirmişim gibi, büyükannemin mezarı
başında biraz durdum. (Azeristan) حتی
سر گور مادر
بزرگم کمی
ایستادم
چنانکه گوئی
می توانم با
او حرف بزنم 31. üstü. Ser-i şeb
zenem porsîd Akşam
üstü karım sordu.(Nâbiga-i Hûş) سر شب
زنم پرسید |
سر |
ser-i zohr: (F.-A.)
öğle üstü. |
سر
ِ ظهر |
ser-i her sâ’et: (F.-A.) saat
başı, saat başında. |
سر
ِ هر ساعت |
serbâlâ: [ser +
bâlâ] 1. yokuş. 2. yokuş yukarı. 3.
artık, ziyade, aşkın. 4. dağ. |
سر
بالا |
serbâlâyî: [serbâlâ +
y + î] yokuş, yokuş yukarı, rampa. |
سر
بالایی |
serbâlîn: [ser +
bâlîn] başucu. |
سر
بالین |
sertâbepâ: [ser + tâ + be +
pâ] baştan ayağa kadar, baştan başa,
tümü. |
سر
تا به پا |
sertâpâ: [ser + tâ + pâ] baştan
ayağa, tepeden tırnağa, hepsi, tümü. Mîşodend
ez ka’be tâ eksâ-yi rûm Tovf
mîkerdend sertâpâ-yi rûm Kâbe’den
Rûm’un en uzak köşelerine kadar gidip Rûm
ülkesini baştanbaşa dolaşıyorlardı.
(Mantıku’t-Tayr, s. 78) می
شدند از کعبه
تا اقصای روم طوف
می کردند
سرتاپای روم |
سر
تا پا |
sertâteh: [ser + tâ + teh] 1. baştan sona kadar. 2. hepi
topu, topu topu. Seferî
ki bâr-i evvel ser tâ tih hifdeh rûz nekeşîd
çerâ in bâr ez yek mâh tecâvuz kerd İlk
defasında hepi topu on yedi gün bile sürmeyen seyahat neden bu
kez bir ayı aştı? (Şovher-i Âhû Hanum, s. 78) سفری
که بار اول سر
تا ته هفده
روز نکشید
چرا این بار
از یک ماه
تجاوز کرد |
سر تا ته |
sertâser: [ser + tâ + ser] baştanbaşa, bir başta bir
başa, boyunca, tümü, hepsi. Nakşe-i
siyâsî-yi cihân sertâser-i dîvâr-i
râhrov râ mî ârâst Siyasî
dünya haritası koridorun bütün duvarını
süslüyordu. (Azeristan) نقشهء
سیاسی جهان
سرتاسر
دیوار راهرو
را می آراست Donyâ
dîdî yu herçi dîdî, hîç est. Van nîz ki
goftî yu şenîdî, hîç est. Sertâser-i
âfâk devîdî, hîç est. Van nîz ki der
hâne hezîdî, hîç est. Gördün
dünyayı; ne gördünse bir hiçtir. Dediklerin,
duydukların da bir hiçtir. Bütün
ufukları dolaştın ya, bir hiçtir. Evde oturup kalman da
bir hiçtir. (Hayyâm) دنیا
دیدی و هرچه
دیدی هیج است وان
نیز که گفتی و
شنیدی هیج
است سرتاسر
آفاق دویدی
هیج است وان
نیز که در
خانه خزیدی
هیج است |
سر
تا سر |
serteser: [ser + te< tâ +
ser] baştan başa, bir baştan bir başa, bütün,
hep. |
سر
تسر |
sercomle: (F.-A.) [ser + cumle < ser-i cumle] 1. baş,
esas. 2. öz, hülasa, en iyisi. 3. (gr.) cümle
başı. 4. tümü, hepsi. |
سر
جمله |
sercumle-i âlem: (F.-A.)
herkes. |
سر
جملهء عالم |
serzede: [ser + zeden > zed + e] 1. apansız, aniden,
habersizce, paldır küldür. Nigâh
kun, yek aga vu hânum mî âyend, benişânişan
tû-yi otâk-i intizâr, biyâ icâze begîr,
mebâdâ serzede dâhil şevend Bak, bir
beyle hanım geliyor. Onları bekleme odasında oturt, gel izin
al. Sakın paldır küldür girmesinler! (Mahmûd Aka
râ Vekîl Konîd) نگاه
کن ، یک آقا و
خانم می آیند
،
بنشانشان
توی اتاق
انتظار ، بیا
اجازه بگیر ،
مبادا سرزده
داخل شوند |
سر
زده |
ser-i mû:
azıcık, çok az, kıl ucu kadar. |
سر مو |
ser-i
mûy:
1. kıl ucu. Her ser-i mûy-i
merâ bâ tu hezârân kâr est Mâ
kucâîm u melâmetger-i bîkâr kucâst? Saçımızın
her telinin seninle binlerce işi var. Biz nerdeyiz? İşini
gücünü bırakıp, önüne geleni kınayan
nerede? (Hâfız) هر سر موی
مرا با تو
هزاران کار
است ما
کجائیم و
ملامتگر
بیکار کجاست 2. çok az,
azıcık. |
سر
موی |
sırren ve cehren: (A.) gizli
veya açık olarak, gizlice veya açıkça. |
سرّا
ً و جهرا |
serâpâ’în: [ser + â +
pâ’în] aşağıya doğru. |
سرا
پائین |
serâbâlâ: [ser + â + bâlâ]
yukarı, yokuş yukarı. |
سرابالا |
serâpâ: [ser + â + pâ] 1. baştan
ayağa, baştanbaşa, hepsi, tümü, tepeden
tırnağa. Gayr ez in nukte ki
Hâfız zi tu nâhoşnûd est Der
serâpây-i vucûdet hunerî nîst ki nîst Hâfız’ın
senden hoşnut olmaması şöyle dursun, bu başka
mesele, ama senin vücudunda da hünersiz bir yer yok!
(Hâfız) غیر از
این نکته که
حافظ ز تو
ناخشنود است در
سراپای
وجودت هنری
نیست که نیست 2. boy bos, endam. |
سراپا |
serâser: [ser + â + ser] 1. baş tanbaşa, bir
uçtan bir uca, tüm, bütün, hepsi. Serâser
bahşiş-i cânân tarîk-i lutf u ihsân
bûd Eger
tesbîh mîfermûd, eger zunnâr mîâverd Sevgili hep
lûtuf ve ihsan yoluyla bağışta bulunurdu. Tespih veya
zünnâr hangisini buyursa, dediğini yapardım.
(Hâfız) سراسر
بخشش جانان
طریق لطف و
احسان بود اگر
تسبیح می فرمود
، اگر زنار می
آورد Serâser-i
otâk râ geşt Bütün
odayı aradı. (Kûtî-i Kibrît) سراسر
اتاق را گشت Mih-i
galîz serâser-i okyânus râ
pûşânîde bûd Yoğun
sis bütün okyanusu örtmüştü. (Deryâ-yi
Govher) مه
غلیظ سراسر
اقیانوس را
پوشانیده
بود 2. altın ve
gümüş tel dokumalı kumaş. |
سراسر |
serâsîme: 1. şaşkın,
afallamış, telâşlı, heyecanlı. 2. afallayarak. Mâder
serâsîme ez otâk hâric şud ve dobâre
feryâd zed Annesi
afallamış bir vaziyette odadan çıktı ve tekrar
bağırdı. (Deryâ-yi Govher) مادر
سراسیمه از
اطاق خارج شد
و دوباره
فریاد زد |
سراسیمه |
serâşîb: [ser + â + şîb] 1. yokuş
aşağı, iniş. 2. baş aşağı. 3.
yamaç. Dih
rûy-i serâşîbî-yi teppeî ki
şîb-i an ez şomâl be cenûb est karâr
girifte Köy,
kuzeyden güneye meyleden bir tepenin yamacında yer alır.
(Ûrâzân, s. 11) ده
روی سراشیبی
تپه ای که شیب
آن از شمال به
جنوب است
قرار گرفته |
سراشیب |
sorâg: 1. ayak izi. 2. alamet,
işaret. 3. arama. 4. arka, peş. 5. yan. 6. haber,
bilgi. |
سراغ |
serencâm: [ser + encâm] 1. son, nihayet, akıbet. Be hest u nîst
merencân zamîr u hoş mîbâş Ki nîstîst
serencâm-i her kemâl ki hest Vara yoğa
incitme kalbini; mutlu olmaya bak. Çünkü her olgunluğun
sonunda nasıl olsa yokluk var. (Hâfız) به هست و
نیست مرنجان
ضمیر و خوش می
باش که نیستی
است سرانجام
هر کمال که
هست 2. sonunda. Velî serencâm baht yârî kerd ve be
destnuvîs-i kâmil-i an destresî yâftem Fakat sonunda şans yardım etti ve bunun eksiksiz el
yazması nüshasına ulaştım.
(Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 40) ولی
سرانجام بخت
یاری کرد و به
دستنویس
کامل آن
دسترسی
یافتم |
سرانجام |
serbeser: [ser + be + ser] 1. baştan başa, bir baştan
bir başa, tümü. Cumle-i
morgân çu beşenîdend hâl Serbeser
kerdend ez hudhud suâl Tüm
kuşlar durumu öğrenince hep birden hüthüde sordular.
(Mantıku’t-Tayr, s. 68) جملهء
مرغان چو
بشنیدند حال سربسر
کردند از
هدهد سؤال 2. başbaşa,
eşit. |
سربسر |
serîu’z-zevâl: (A.)
dayanıksız, çabuk geçen. |
سریع
الزوال |
sezâ: (Peh.) 1. lâyık, seza, yaraşır. 2. karşılık,
lâyık. Anhâ
bâyed sezâ-yi in amel-i hod râ bebînend Onlar bu
hareketlerinin karşılığını görmeliler.
(Azeristan) آنها
باید سزای
این عمل خود
را ببینند |
سزا |
sehven: (A.) yanlışlıkla, sehven. |
سهوا ً |
sû: (Peh.) 1. yön, taraf. 2. yan. |
سو |
sevâ: (A.) 1. orta, ara. 2. denk.
3. ayrı, -den başka, dışında, haricinde. 4.
aynı, bir. 5. ortak. |
سوا |
sevâ-yi inhâ: (A.-F.)
bunlardan başka. |
سوای
اینها |
sûbesû: [sû + be +
sû] her taraf, her yan. |
سوبسو |
sevvom, sovvom, sevom, seom:
üçüncü. |
سوم |
sevvomî, sovvomî, sevomî: [se + vom + î]
üçüncü. |
سومی |
sevomîn, sevvomîn, sovvomîn: [se + vomîn]
üçüncü, üçüncüsü. |
سومین |
sûy: 1. yön, taraf, semt. Dûş ez mescid
sûy-i meyhâne âmed pîr-i mâ Çîst
yârân-i tarîkat ba’d ez in tedbîr-i mâ? Pîrimiz dün
gece mesçitten meyhaneye geldi. Ey yoldaşlar, ey tarikat
arkadaşları! Bundan sonra tedbirimiz ne olacak? (Hâfız) دوش از
مسجد سوی
میخانه آمد
پیر ما چیست
یاران طریقت
بعد ازین
تدبیر ما؟ 2. -e, -a. Herkû sûy-i şâhidî beşehvet nigered Sıddîk nebâşed ber-i mâ, zindîk est Ama kim güzele şehvetle bakarsa, o sıddık değil,
zındıktır bizce. (Evhad) هرکو
سوی شاهدی
بشهوت نگرد صدیق
نباشد بر ما ،
زندیق است |
سوی |
sî: (Peh.) otuz. |
سی |
siyyânen: (A.) eşit olarak. |
سیتانا
ً |
siyom, siyyom: üçüncü. Bâr-i
seyyom goft: Boro ve der ancâ nişîn Üçüncü
kez Git, otur oraya dedi. (Mucmel-i Fasîhî, I/302) بار
سیوم گفت برو
و در آنجا
نشین |
سیوم |
şâm: (Peh.) 1. akşam yemeği. 2. akşam. Ber
bûy-i anki cur’a-i câmet be mâ resed Der mastaba
duâ-yi tu ber subh u şâm reft Kadehe
benzeyen ağzından bir yudum öpücük alma umuduyla
sabah akşam meyhanede dua ediliyor sana. (Hâfız) بر
بوی آنکه
جرعهء جامت
بما رسد در
مصطبه دعای
تو بر صبح و
شام رفت 3. gece. Kârem
bedan resîd ki hemrâz-i hod kunem Her
şâm berk-i lâmi’ u her bâmdâd bâd Öyle
bir hâle geldim ki geceleri parlak şimşekleri, sabahları
rüzgârı sırdaş edinir oldum. (Hâfız) کارم
بدان رسید که
همراز خود
کنم هر
شام برق لامع
و هر بانداد
باد |
شام |
şâm u seher: (F.-A.) akşam
sabah. |
شام
و سحر |
şâm u subh: (F.-A.)
akşam sabah. |
شام
و صبح |
şe’n: (A.) 1. iş,
önemli iş. 2. şan. 3. olay, mesele, hadise. |
شأن |
şâyed: belki, belki de, şayet, muhtemelen, ola ki. Nemî
dânem. Çitovr
nemîdânem? Şâyed nemî hâhîd
begûyîd -Bilmiyorum.
-Nasıl bilmiyorum? Belki de söylemek istemiyorsunuz. (Hindû) نمی
دانم چطور
نمی دانم؟
شاید نمی
خواهید
بگویید Şâyed
hodeş râ be derbâr endâhte bâşed Belki
kendisini denize atmıştır. (Nesr-i Derî-i
Efgânistan) شاید
خودش را به
دربار
انداخته
باشد |
شاید |
şeb: (Peh.) 1. gece. Şebhâ
bîşter efsurde vu tenhâ mîşud Geceleri
daha üzgün ve yalnız oluyordu. (Emûyem Mîgoft) شبها
بیشتر
افسرده و
تنها میشد Şem’ eger zan
leb-i handân be zebân lâfî zed Pîş-i
uşşâk-i tu şebhâ be garâmet berhâst O
gülen dudaklar yüzünden mumun dilinden birkaç laf
çıkacak oldu; âşıklarının
önünde geceler boyu pişmanlığa durdu.
(Hâfız) شمع اگر
زان لب خندان
بزبان لافی
زد پیش
عشاق تو شب ها
بغرامت
برخاست 2. akşam. |
شب |
şeb eb şeb: akşamdan
akşama. |
شب
به شب |
şeb tâ be seher: (F.-A.)
geceden sabaha kadar, gece boyunca. |
شب
تا به سحر |
şeb tâ be sabâh: (F.-A.)
geceden sabaha kadar. |
شب
تا به صباح |
şeb tâ rûz: sabaha kadar,
akşamdan sabaha kadar. Zi
çeşm-i men bepors ovzâ’-i gerdûn Ki şeb
tâ rûz ahter mî şumârem Feleğin
durumunu bana sor. Çünkü sabaha kadar yıldızları
sayıyorum. (Kemâleddin İsmail) ز چشم
من بپرس
اوضاع گردون که
شب تا روز
اختر می
شمارم |
شب
تا روز |
şeb u rûz: gece
gündüz. |
شب
و روز |
şeb u nehâr: gece
gündüz. |
شب
و نهار |
şebâne: [şeb + âne]
1. geceleyin, gece vakti. 2. akşam yemeği. |
شبانه |
şebânerûz: [şeb + âne
+ rûz] gece gündüz, gündüz gece, sürekli. |
شبانه
روز |
şebe: [şeb + e] gecelik, gecede. Nehufte’em zi
hiyâlî ki mîpezed dil-i men. Humâr-i sad
şebe dârem; şerâbhâne kocâst? Gönlümde
oluşan hayaller yüzünden gözüme uyku girdiği
yok. Yüz gecenin mahmurluğu var üstümde; şaraphane
nerde? (Hâfız) نخفته ام
ز خیالی که می
پزد دل من خمار
صد سبه دارم ،
شرابخانه
کجاست؟ |
شبه |
şebî: (Peh.) [şeb + î] 1. gecelik. 2. geceleyin.
3. bir gece. Bâ dil-i
sengînet âyâ hîç dergîred
şebî Âh-i
âteşnâk u sûz-i sîne-i şebgîr-i
mâ Bütün
gece çektiğimiz ateşli âhlar ve gönül
yangıları acaba bir gececik olsun senin katı
yüreğine tesir edecek mi? (Hâfız) با دل
سنگینت آیا
هیچ درگیرد
شبی آه
آتشناک و شوز
سینهء شبگیر
ما |
شبی |
şedîd: (A.) 1. şiddetli, aşırı. Ber aks, der
berâber-i hergûne novcûyî hessâsiyyet-i
şedîdî dâşt u bâ an be mubâreze ber
mîhâst Aksine, her
türlü yenilik arayışı karşısında
aşırı hassasiyet gösteriyor ve onunla mücadeleye
başlıyordu. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) بر
عکس ، در
برابر
هرگونه
نوجویی
حساسیت شدیدی
داشت و با آن
به مبارزه بر
می خاست 2. sert. 3. katı.
4. sağlam. 5. güçlü. |
شدید |
şedîden: (A.)
şiddetle. |
شدیدا
ً |
şeş: (Peh.) 1. altı. Resîd
mevsim-i an kez tarab çu nergis-i mest Nihed be
pây-i kadeh her ki şeş direm dâred Artık
cebinde altı dirhemi olanın, neşelenince tıpkı mest
olmuş nergisler gibi kadehin dibine para atmalarının
zamanı geldi. (Hâfız) رسید
موسم ا« کز
طرب چو نرگس
مست نهد
به پای قدح
هرکه شش درم
دارد 2. altı yön. |
شش |
şeş cihet: (F.-A.)
altı yön. Feryâd
ki ez şeş cihetem râh bebestend An hâl
u hat u zulf u ruh u ârız u kâmet Ben, ayva
tüyü, zülüf, yüz, yanak ve boy; işte sevgilinin
bu altı özelliği altı yönden yolumu kesti; vay vay
vay! (Hâfız) فریاد
که از شش جهتم
راه ببستند آن
خال و خط و زلف
و رخ و عارض و
قامت |
شش جهت |
şeşdâng: [şeş +
dâng] tamamı, altıda altısı. |
شش
دانگ |
şeşom: [şeş + om] altıncı. Eger ez
rûy-i hesîsehâ-yi hod-i kitâb dâverî
şeved, berzûnâme bâyed be karn-i pencum ya
âgâz-i karn-i şeşum-i hicrî bestegî
dâşte bâşed Kitabın
özelliklerine bakarak hüküm yürütmek gerekirse,
Berzûnâme hicrî beşinci yüzyıl ile
altıncı yüzyılın başlarına ait
olmalıdır. (Dîbâçe-i Şâhnâme,
s. 49) اگر
از روی خصیصه
های خود کتاب
داوری شود ،
برزونامه
باید به قرن
پنجم یا آغاز
ششم هجری بستگی
داشته باشد |
ششم |
şeşomî: [şeş +
omî] altıncı. |
ششمی |
şeşomîn: [şeş + omin]
altıncı. |
ششمین |
şukr-i îzed: (A.-F.)
Allah’a şükürler olsun. Şukr-i îzed
ki zi târâc-i hazân rahne neyâft Bûstân-i
semen u serv u gul u şimşâdet Tanrı’ya
şükürler olsun; yasemin, servi, gül ve şimşir
bahçen sonbaharın talanından zarar görmedi ya.
(Hâfız) شکر ایزد
که ز تاراج
خزان رخنه
نیافت بوستان
سمن و سرو و گل
و شمشادت |
شکر ِ
ایزد |
şukr îzed râ: (A.-F.)
Allah’a şükür. Şukr-i îzed
râ vu îsî râ ki mâ Geşteîm an
kîş-i Hak râ rehnumâ Şükürler
olsun Tanrı’ya, İsa’ya Rehber olduk biz Hak
dinine (Mesnevi) شکر
ایزد را و
عیسی را که ما گشته
ایم آن کیش حق
را رهنما |
شکر
ایزد را |
şukr-i hodâ: (A.-F.) Allah’a şükür. İfşâ-yi
râz-i halvetiyân hâst kerd şem’ Şukr-i
hodâ ki sırr-i dileş der zebân girift Mum, seninle
başbaşa kalanların sırrını ifşâ
etmek istedi de, Allah’tan, sırrı diline dolandı
kaldı. (Hâfız) افشای
راز خلوتیان
خواست کرد
شمع شکر
خدا که سر دلش
در زبان گرفت |
شکر
خدا |
şukr ki: (A.-F.)
şükürler olsun. Girye-i şâm u
seher, şukr ki, zâyi’ negeşt Katre-i
bârân-i mâ govher-i yekdâne şud Şükürler
olsun! Sabah akşam ağlayışlarım boşa gitmedi.
Göz yaşı yağmurumuzun damlaları eşi bulunmaz
inci kesildi. (Hâfız) گریهء
شام و سحر ،
شکر که ، ضایع
نگشت قطرهء
باران ما
گوهر یک دانه
شد |
شکر
که |
şomâ: (Peh.) 1. siz. Tîmâr-i
garîbân eser-i zikr-i cemîl est Cânâ meger
in kâide der şehr-i şumâ nîst? Gariplere
kol kanat germek iyi adla anılmayı kazandırır. Ey
sevgili, bu kural senin şehrinde geçerli değil mi?
(Hâfız) تیمار
غریبان اثر
ذکر جمیل است جانا
مگر این
قاعده در شهر
شما نیست 2. sen. Garaz zi mescid u
meyhâne’em visâl-i şumâst Cuz in hiyâl
nedârem, hodâ guvâh-i men est Mescidinden
de, meyhanesinden de amacım, sana kavuşmaktır. Başka bir
düşüncem yok; Allah şahit. (Hâfız) غرض ز
مسجد و
میخانه ام
وصال شماست جز
این خیال
ندارم ، خدا
گواه من است |
شما |
şomâ râ be
hodâ:
Allah aşkına. |
شما
را بخدا |
şimâlen: (A.) 1. kuzeyden,
kuzeyde. 2. soldan. |
شمالا
ً |
şemme: (A.) 1. koklama. 2. güzel
koku. 3. biraz. |
شمه |
şemmeî: (A.-F.) [şemme +
î] biraz, birazcık, bir parça. Bes negûyem
şemme’î ez şerh-i hod ezank Derd-i ser
bâşed numûden bîş ezin ibrâm-i dûst Sevgiliye
duyduğum özlemi birazcık olsun anlatamam.
Çünkü dostun üstüne bu kadar düşmek
baş ağrıtır. (Hâfız) بس نگویم
شمه ای از شرح
خود ازانک درد
سر باشد
نمودن بیش
ازین ابرام
دوست Şemmeî zin
hâl-i ârif vânumûd Halk râ hem
hâb-i hissî der rubûd Tanrı bir
parça gösterdi ârifin halinden Hissî uyku
insanları aldı kendinden (Mesnevi) شکه
ای زین حال
عارف وا نمود خلق
را هم خواب
حسی در ربود |
شمه ای |
sâf u pûst kende: (A.-F.)
açık açık, dobra dobra. Gûş
kun nâdir, biyâ sâf u pûstkende sohbet konîm Dinle Nadir;
gel, dobra dobra konuşalım. (Azeristan) گوش
کن نادر ، بیا
صاف و پوست
کنده صحبت
کنیم Bâ men
sâf u pûst kende harf bezenîd Benimle
açık açık konuşun. (Don Karlos) با من
صاف و پوست
کنده حرف
بزنید |
صاف
و پوست کنده |
sâf u sâde: (A.-F.) saf,
safdil, safdilane. Pîrmerdî
sâf u sâde in mahlûk-i bîçâre râ
pezîruft Saf bir
ihtiyar bu biçare varlığı kabul etti. (Deryâ-yi
Govher) پیرمردی
صاف و ساده
این مخلوق
بیچاره را پذیرفت |
صاف
و ساده |
subh: (A.) sabah. Subhhâ
dîr ez hâb bulend mîşodem Sabahları
geç uyanıyordum. (Maraz-i Kand) صبح
ها دیر از
خواب بلند می
شدم Subh
pâîn-i diraht se katre hûn çekîde bûd Sabah
ağacın altına üç damla kan
damlamıştı. (Se Katre Hûn) صبح
پائین درخت
سه قطره خون
چکیده بود |
صبح |
subh be subh: (A.-F.) her
sabah. İn rûzhâ
subh be subh ki mîhâst ez hâne bîrûn bereved
pul-i bîşterî câ mîgozâşt ve tovsiye
mîkerd ki gezâ-yi bihterî pohte şeved O
günlerde her sabah evden çıkarken daha çok para
bırakıyor ve daha iyi yemek yapılmasını
söylüyordu. (Şovher-i Âhu Hanum, s. 228) این
روزها صبح به
صبح که می خواست
از خانه
بیرون برود
پول بیشتری
جا می گذاشت و
توصیه می کرد
که غذای
بهتری پخته
شود |
صبح
به صبح |
subh u şâm: (A.-F.) sabah
akşam. İn kohne
ribât râ ki âlem nâm est; Ârâmgeh-i
eblak-i sobh u şâm est. Bezmîst ki
vâmânde-yi sad Cemşîd est. Gûrîst ki
hâbgâh-i sad Behrâm est. Şu
köhne kervansaray ki âlemdir adı, Sabahla
akşam denen alaca atın konağı. Yüz
Cemşid’in meclisinin artığı, Yüz
Behram’ın uyku yeri, mezarı. (Hayyâm) این کهنه
رباط را که
عالم نام است آرامگه
ابلق صبح و
شام است بزمیست
که واماندهء
صد جمشید است گوریست
که خوابگاه
صد بهرام است |
صبح و شام |
subh u mesâ: (A.) sabah
akşam. |
صبح و مسا |
sobhdem: (A.-F.) [sobh + dem] sabah vakti, sabahleyin. Subhdem
morg-i çemen bâ gul-i nevhâste goft Nâz
kem kun ki derin bâg besî çun tu şikuft Sabahleyin
bülbül yeni açmış güle Çok naz etme.
Bu bahçede senin gibi çok gül açtı dedi.
(Hâfız) صبحدم
مرغ چمن با گل
نوخاسته گفت ناز
کم کن که درین
باغ بسی چون
تو سکفت |
صبحدم |
sobhgâh: (A.-F.) [sobh + gâh] sabahleyin, sabah vakti. Û
nâgehân der mukâbil-i hod dunyâ-yi
porşukûhî râ dîd ki der hevâ-yi
nemâlûd u sefîd-i subhgâhî nefes
mîkeşîd O
ansızın karşısında, sabahın pırıl
pırıl ve nemli havasında nefes aldığı
görkemli bir dünya gördü. (Sahrârovgen) او
ناگهان در
مقابل خود
دنیای پر
شکوهی را دید
که در هوای نم
آلود و سفید
صبحگاهی نفس
می کشید Menem ki
gûşe-i meyhâne hânkâh-i men est Duâ-yi pîr-i
mugân vird-i subhgâh-i men est Benim
tekkem meyhane köşesi, sabahları dilime
doladığım dua ise, meyhaneciye ettiğim dualardır.
(Hâfız) منم که
گوشهء
میخانه
خانقاه من
است دعای
پیر مغان ورد
صبحگاه من
است |
صبحگاه |
sad der sad: yüzde
yüz. İn
rekâbethâ ve men u tûîhâ ki zarareş sad
der sad muteveccih-i hod-i mâst bâyed ez miyâne
berhîzed Zararı
yüzde yüz kendimize dokunan bu rekabetler ve çekişmeler
ortadan kalkmalı. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 9) این
رقابت ها و من
و توئی ها که
ضررش صد در صد
متوجه خود
ماست باید از
میانه بر
خیزد |
صد در صد |
sirf: (A.) 1. sadece, yalnız, ancak. 2.
tamamen, bütün. |
صرف |
sarf-i nazar: (A.-F.) bir
yana, şöyle dursun. |
صرف ِ نظر |
sirfen: (A.) 1. sadece, sırf, salt. 2.
halis. |
صرفا ً |
sûret be sûret: (A.-F.) oysa. |
صورت
به صورت |
sûreten: (A.) görünüşte, görünüşe
bakılırsa. Sûreten
be âdem-i tendorost mîmâned Görünüşte
sağlıklı insana benziyor. (Kitâb-i Ahmed) صورتا
ً به آدم
تندرست می
ماند |
صورتا ً |
zid: (A.) 1. zıt, aykırı, karşıt, muhalif.
2. düşman. 3. karşı. Ceng-i sad
sâle zidd-i feranse ber pâ kerd Fransa’ya
karşı yüz yıllık savaşı
başlattı. (Ferheng-i Fârsî, c. 5) جنگ
صد ساله ضد
فرانسه بر پا
کرد |
ضد |
zimn: (A.) 1. iç, içinde, ara, orta. 2. iken,
esnasında, zımnında. Men zimn-i
sarf-i subhâne nigâhî be rûznâme mî
endâhtem Sabah
kahvaltımı yaparken gazeteye şöyle bir göz
atıyordum. (Dârû-yi Bîhâbî) من
ضمن صرف
صبحانه
نگاهی به
روزنامه می
انداختم Men hem
zimn-i sohbet ism-i û râ yâd giriftem Ben de
sohbet sırasında onun adını öğrendim. (Merd-i
Do Zene) من هم
ضمن صحبت اسم
او را یاد
گرفتم 3. gizli maksat. |
ضمن |
zimn-i inki: (A.-F.) iken,
esnasında, sırasında. Zimn-i inki
şelvâreş râ mîpûşîd, fikr
mîkerd Pantolonunu
giyerken düşünüyordu. (Azeristan) ضمن
اینکه
شلوارش را می
پوشید ، فکر
میکرد |
ضمن ِ
اینکه |
zimnen: (A.) 1. dolayısıyla. 2. bu arada,
zımnen. Zimnen
ba’d ez do rûz mî bâyest ser-i kâr bereved Bu arada
Nadir’in iki gün sonra işine gitmesi gerekiyordu. (Azeristan) ضمنا
ً بعد از دو
روز نادر می
بایست سر کار
برود |
ضمنا
ً |
zimnî: (A.) dolaylı olarak,
üstü örtülü olarak, üstü kapalı. |
ضمنی |
zamîmeten: (A.) ek olarak. |
ضمیمهً |
tab’en: (A.) tabiatıyla, zaten. |
طبعا
ً |
tıbk-i: (A.-F.)
uyarınca, gereğince, -e göre. |
طبق
ِ |
tibk-i ma’mûl: (A.-F.) her
zamanki gibi. Mâdereş
tibk-i ma’mûl sufre-i gezâ râ âmâde
mîsâht Annesi her
zamanki gibi sofrayı hazırlıyordu. (An Rûzhâ) مادرش
طبق معمول
سفرهء غذا را
آماده می
ساخت |
طبق
ِ معمول |
tabî’eten: (A.) tabiatıyla,
doğal olarak, haliyle. |
طبیعهً |
tabî’î: (A.) doğal, tabiî. Ez cihet-i
anki îşân be movt-i irâdî pîş ez
movt-i tabî’î mî mîrend Çünkü
onlar tabiî ölümden önce iradî ölümle
ölürler. (İnsânu’l-Kâmil) از
جهة آنکه
ایشان بموت
ارادی پیش از
موت طبیعی می
میرند |
طبیعی |
tarz: (A.) tarz, biçim, üslup. |
طرز |
taraf: (A.) 1. taraf, yer. 2. kıyı, kenar. 3. üzeri,
-e doğru. Men taraf-i
subh reftem nezd-i hemsâye Sabaha
doğru komşuya gittim. (Bîçâregân) من
طرف صبح رفتم
نزد همسایه Ez her taraf
ki reftem cuz vahşetem neyefzûd Zinhâr
ezin biyâbân, vin râh-i bînihâyet Hangi
yönden gittiysem, hep korkum arttı. Aman şu çöllerden;
aman şu bitmez tükenmez yollardan! (Hâfız) از
هر طرف که
رفتم جز
وحشتم
نیفزود زنهار
از این
بیابان ، وین
راه بی نهایت 4. yön. 5. muhatap. Pîş-i hod
meşgûl-i sengîn u sebuk kerden-i
pîşnihâdânî şud ki kasd dâşt der
karârdâd-i cedîd be taraf-i zûrmend bekabûlâned Yeni
sözleşmede zorlu muhatabına kabul ettirmek istediği
teklifleri değerlendirmekle meşgul oldu. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 11) پیش
خود مشغول
سنگین و سبک
کردن
پیشنهادانی
شد که قصد
داشت در
قرارداد
جدید بطرف
زورمند بقبولاند
|
طرف |
taraf-i zohr: (A.-F.)
öğle üstü, öğleye doğru. |
طرف
ِ ظهر |
tarîk: (A.) 1. yol. 2. tarz,
yöntem. |
طریق |
tarîk-i âhar: (A.-F.) bir
başka yol. |
طریق
ِ آخر |
tovr-i dîgerî: (A.-F.)
başka şekilde. Der
temâm-i şehr fakat yek nefer tovr-i dîgerî fikr
mîkerd Bütün
şehirde sadece bir kişi başka şekilde
düşünüyordu. (Hidîvzâde-i Câdû
Şode) در
تمام شهر فقط
یک نفر طور
دیگری فکر
میکرد |
طور ِ
دیگری |
tovrî: (A.-F.)
öylesine, öyle. |
طوری |
tovrî ki: (A.-F.)
–cek şekilde, öyle ki. Âheste,
tovrî ki nerdibân râ tekân nedehed, pâîn
âmed Yavaşça,
merdiveni sarsmayacak şekilde aşağı indi. (Azeristan) آهسته
، طوری که
نردبان را
تکان ندهد ،
پائین آمد Şogleş
tovrî nebûd ki medâhil-i izâfî dâşte
bâşed İşi
ek kazanç sağlayacak cinsten değildi. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 53) شغلش
طوری نبود که
مداخل اضافی
داشته باشد |
طوری
که |
tov’en: (A.)
isteyerek, kendi rızasıyla, gönüllü olarak. |
طوعا
ً |
tov’en em kerhen: (A.) ister
istemez. |
طوعا
ً ام کرها ً |
tav’an ve kerhen: (A.) ister
istemez, mecburen. |
طوعا
ً و کرها ً |
tov’en ve kerhen: (A.) ister
istemez. |
طوعا
ً و کرها ً |
tov’î: (A.) içinden
gelerek, isteyerek, kendiliğinden. |
طوعی |
tûl: (A.) 1. uzunluk. Tûl-i
halîc sed u heştâd tâ hezâr u divist u
pencâh kilumetr tagyîr mîkoned Körfezin
uzunluğu طول
خلیج از 180 تا 1250
کیلومتر
تغییر میکند 2. boy. 3. fazlalık.
4. (coğ.) boylam. 5. güçlülük. |
طول |
tûl nekeşîd ki: (A.-F.)
çok geçmeden. |
طول
نکشید که |
tûlen: (A.) uzunluğu, uzunluk
itibarıyla, boyca. |
طولا
ً |
tûlî nekeşîd
ki:
(A.-F.) çok geçmeden. Tûlî
nekeşîd ki merdum ez her taraf berâyi
temâşâ-yi mukassir gird âmedend Çok
geçmeden suçluyu seyretmek üzere her taraftan insanlar
toplandı. طولی
نکشید که
مردم از هر
طرف برای
تماشای مقصر
گرد آمدند Be donbâl-i in kaziyye tûlî nekeşîd ki
kâr u bâr-i pederem zîr u rû şud Bu meselenin ardından çok geçmeden babamın
işi alt üst oldu. (Lâşe-i Mâr) به
دنبال این
قضیه طولی
نکشید که کار
و بار پدرم
زیر و رو شد |
طولی
نکشید که |
tûlî nekeşîde: (A.-F.)
çok geçmeden. |
طولی
نکشیده |
teyy: (A.) 1. katetme, yol alma, geride
bırakma. 2. yapma, icra etme, uygulama. 3. gizleme. 4. kat,
kıvrım. 5. dürülme. 6. iç. |
طی |
zâhir: (A.) 1. açık,
aşikâr, belli. 2. dış yüz, dış,
görünüş. |
ظاهر |
zâhiren: (A.) görünüşte, görünüşe
bakılırsa, belki, muhtemelen. Derdmendî-i
men-i sûhte-i zâr u nizâr Zâhiren
hâcet-i takrîr u beyân in heme nîst Ben perişan,
inim inim inleyen, yüreği yanık dertli
âşığın görünüşüne
bakıp aldanma. Onun açıklayacakları sadece bunlar
değil. (Hâfız) دردمندیء
من سوختهء
زار و نزار ظاهرا
حاجت تقریر و
بیان این همه
نیست Emmâ zen u şovher-i kohnekâr bezûdî fehmîdend
ki bâyed der in miyân nakş-i zâhiren
bîtarafâne bâzî konend “Ama
deneyimli karıkoca bu arada tarafsızmış gibi
görünmeleri gerektiğini anladılar. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 118) اما
زن و شوهر
کهنه کار
بزودی
فهمیدند که
باید در این
میان نقش
ظاهرا ً بی طرفانه
بازی کنند |
ظاهرا
ً |
zohr: (A.) 1. öğle, öğle vakti,
öğleyin. Zohrhâ
hem çend sâetî mîhâbîdem Öğleleri
de birkaç saat uyuyordum. ظهرها
هم چند ساعتی
می خوابیدم 2. öğle
namazı. An
şeb pes ez iftâr nemâz-i seyyid mîrân
bîş ez şebhâ-yi dîger tûl keşîd,
zîrâ kazâ-yi zohr u asr nîz be an izâfe
şode bûd O akşam iftardan
sonra Seyyid Mîrân’ın namazı diğer
akşamlardakinden daha uzun sürdü. Çünkü
öğle ve ikindi namazlarının kazası da
eklenmişti. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 44) آن شب
پس از افطار
نماز سید
میران بیش از
شبهای دیگر
طول کشید
زیرا قضای
ظهر و عصر نیز به
آن اضافه شده
بود |
ظهر |
âcilen: (A.) acilen,
acil olarak. |
عاجلا
ً |
âkıbet: (A.) 1. son, akibet. Merd
râ ber âkıbet nâmî nihed Ne ber an
k’û âriyet nâmî nihed İnsana
sonuna bakıp bir ad takar Sanma insana
eğreti ad takar
(Mesnevî) مرد
را بر عاقبت
نامی نهد نه
بر آن کاو
عاریت نامی
نهد 2. sonunda, nihayet. Sabr
kun Hâfız be sahtî-i rûz u şeb Âkıbet
rûzî beyâbî kâm râ Hafız,
katlanıver gece gündüz sıkıntıya. Bir gün
-nasıl olsa- ereceksin muradına. (Hâfız) صبر کن
حافظ بسختیء
روز و شب عاقبت
روزی بیابی
کام را 3. sonuç, netice. |
عاقبت |
âkibet-i
kâr: (A.-F.) işin sonunda,
önünde sonunda, nasıl olsa. Men
eger nîkem u ger bed, boro, hod râ bâş Herkesî
an direved âkıbet-i kâr ki kişt İyi
de olsam, kötü de olsam, git, kendine bak sen. Herkes ektiğini
biçer sonunda. (Hâfız) من
اگر نیکم و گر
بد برو خود را
باش هرکسی
آن درود
عاقبت کار که
کشت |
عاقبت ِ
کار |
âkibetul’emr: (A.) işin sonunda,
nihayet. |
عاقبه
الامر |
asr: (A.) 1. asır, yüzyıl. 2. ikindi. Asr be
hemmâm refte, şost u şûî kerdîm İkindi
vakti hamama gidip yıkandık. (Sefernâme-i Emînuddovle) عصر
به حمام رفته
، شست و شوئی
کردیم 3. ikindi namazı. An
şeb pes ez iftâr nemâz-i seyyid mîrân
bîş ez şebhâ-yi dîger tûl keşîd,
zîrâ kazâ-yi zohr u asr nîz be an izâfe
şode bûd O akşam iftardan
sonra Seyyid Mîrân’ın namazı diğer
akşamlardakinden daha uzun sürdü. Çünkü
öğle ve ikindi namazlarının kazası da
eklenmişti. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 44) آن شب
پس از افطار
نماز سید
میران بیش از
شبهای دیگر
طول کشید
زیرا قضای
ظهر و عصر نیز
به آن اضافه
شده بود |
عصر |
asr-i teng: (A.-F.) dar
vakit. |
عصر ِ تنگ |
asrî: (A.-F.) [asr + î] 1. ikindi.
2. akşama. 3. modern, asrî. |
عصری |
akab: (A.) 1. geri, arka, peş, ard. Hub, tu
boro, men ez akab mî âyem Pekâlâ,
sen git, ben arkadan gelirim. (Dâş Âkul) خوب ،
تو برو ، من از
عقب می آیم Ger ez
mukâbil tîr âyed ez akab şemşîr Ne
âşik est ki endîşe ez hatar dâred Karşıdan
ok, arkadan kılıç gelse de tehlike endişesini
çeken kişi aşık değildir. (Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 222) گر
از مقابل تیر
آید از عقب
شمشیر نه
عاشق است که
اندیشه از
خطر دارد |
عقب |
ilâveten: (A.) ek olarak,
yanı sıra. |
علاوه
ً |
ilâve ber: (A.-F.) yanısıra, ek olarak. |
علاوه
بر |
ilâve ber an: (A.-F.)
üstelik, bundan başka. |
علاوه
بر آن |
ilâve ber anki: (A.-F.) ek
olarak, yanısıra. |
علاوه بر
آنکه |
ilâve ber in: (A.-F.)
üstelik, bunun yanısıra. |
علاوه
بر این |
ilâve ber inki: (A.-F.)
yanısıra, ek olarak, ilaveten. İlâve
ber inki çîzhâ-yi ziyâdî râ nemî
dânistend Üstelik
pek çok şeyi bilmiyorlardı. (Azeristan) علاوه
بر اینکه
چیزهای
زیادی را نمی
دانستند |
علاوه
بر اینکه |
illet: (A.) 1. hastalık, rahatsızlık. İllet-i
âşık zi illethâ codâst Aşk
usturlâb-i esrâr-i Hodâst Âşığın
hastalığı öbür hastalıklardan ayrıdır Aşk,
Tanrı sırlarının usturlabıdır (Mesnevi) علت
عاشق ز علت ها
جداست عشق
اسطرلاب
اسرار خداست 2. neden, sebep. Bele, hod-i
medîne hem illet-i in hâdise-i acîb râ nemî
dânistend Evet,
Medine’nin kendisi de bu tuhaf hadisenin sebebini bilmiyordu.
(Azeristan) بله ،
خود مدینه هم
علت این
حادثه عجیب
را نمی دانستند
|
علت |
alenen: (A.) açıkça, alenen. Eger alenen
kasd-i cân-i merâ kerde bûdîd şomâ
râ ma’zûr mîdâştem Eğer
alenen canıma kasdetmiş olsaydınız, sizi mazur
görürdüm. (Homâ) اگر
علنا ً قصد
جان مرا کرده
بودید شما را
معذور
میداشتم |
علنا
ً |
alelittifâk:
(A.) tesadüfen. |
علی
الاتفاق |
alelicmâ’: (A.) 1. tamamen. 2. cemaate
uyarak. |
علی
الاجماع |
alelicmâl: (A.) derli toplu
olarak, topluca, kısaca. |
علی
الاجمال |
alelistimrâr: (A.) sürekli,
aralıksız. |
علی
الاستمرار |
aleliştirâk: (A.) birlikte,
ortaklaşa. |
علی
الاشتراک |
alelusûl: (A.) genelde, alelusul. |
علی
الاصول |
alelitlâk: (A.) 1. genellikle.
2. rastgele. 3. kesinlikle, mutlaka. |
علی
الاطلاق |
alelekser: (A.) çoğu zaman, çok
kere. |
علی
الاکثر |
alelinfirâd: (A.) birer birer, teker
teker, ayrı ayrı. |
علی
الانفراد |
alelbedel:
(A.) bir heyette birinin yerini alan. |
علی
البدل |
alettahkîk: (A.) kesin olarak,
kuşkusuz, besbelli. |
علی
التحقیق |
alettahsîs: (A.) hele hele,
özellikle. |
علی
التخصیص |
alettahmîn: (A.) tahminen,
aşağı yukarı, hemen hemen. |
علی
التخمین |
alettedrîc:
(A.) yavaş yavaş. |
علی
التدریج |
alettertîb: (A.)
sırasıyla. |
علی
الترتیب |
alettesâvî:
(A.) eşit olarak. |
علی
التساوی |
aletteâkub:
(A.) peşpeşe. |
علی
التعاقب |
aletta’cîl:
(A.) alelacele. |
علی
التعجیل |
aletta’yîn:
(A.) açıkça. |
علی
التعیین |
alettafsîl: (A.)
ayrıntılı olarak. |
علی
التفصیل |
alettemâm:
(A.) tamamen. |
علی
التمام |
alettenâvub:
(A.) 1. dönüşümlü olarak. 2. peşpeşe. |
علی
التناوب |
alettevâlî: (A.) sürekli,
kesintisiz, peşpeşe. |
علی
التوالی |
alelcumle:
(A.) kısacası, uzun sözün kısası. |
علی
الجمله |
alelhâl:
(A.) derhal. |
علی
الحال |
alelhisâb: (A.) hesaba katarak,
dahil ederek. |
علی
الحساب |
alelhusûs: (A.) hele hele,
özellikle. |
علی
الخصوص |
alelhusûs: (A.)
özellikle, hele hele, bilhassa. |
علی
الخصوص |
aledderecât: (A.) sırasına
göre, derecesine göre. |
علی
الدرجات |
aleddevâm: (A.) sürekli. |
علی
الدوام |
alesseher: (A.) şafak sökmeden, tan vakti. |
علی
السحر |
alesseviyye: (A.) 1. eşit olarak. 2. bir
boy. |
علی
السویه |
alessabâh: (A.) sabah erkenden. Be âb-i rûşen-i mey
ârifî tahâret kerd Alessabâh ki meyhâne râ
ziyâret kerd Bir Tanrı eri meyin parlak suyuyla
abdest aldı ve sabah erkenden meyhaneyi ziyaret etti. (Hâfız) به آب
روشن می
عارفی طهارت
کرد علی
الصباح که
میخانه را
زیارت کرد |
علی
الصباح |
alezzâhir: (A.) görünüşe göre, sanılan. Şâhnâme-i
mensûr-i mezbûr ki alezzâhir mâye-i
şâhname-i manzûm-i firdovsî karâr girifte ez
miyân refte est Görünüşe
göre, Firdevsî’nin manzum Şahname’sinin
esasını teşkil eden, adı geçen mensur şahname
kaybolmuştur. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî) شاهنامهء
منثور مزبور
که علی
الظاهر
مایهء شاهنامهء
منظوم
فردوسی قرار
گرفته از
میان رفته
است |
علی
الظاهر |
alelâde: (A.) 1. sıradan. 2. âdet
olduğu üzere. |
علی
العاده |
alelacâib: (A.) acayip şey,
tuhaf şey. |
علی
العجائب |
alelgafle: (A.) ansızın. |
علی
الغفله |
alelfevr: (A.) derhal, hemen. |
علی
الفور |
alâeyyihâl: (A.) her halde, her
şekilde. |
علی
ای حال |
alâhide: (A.) başlı başına,
bir başına, ayrıca. |
علی
حده |
âlâ hîni
gafletin: (A.) habersizce. |
علی
حین غفلهٍ |
alâ ragmi: (A.)
rağmen, rağmına, zıttına, inadına. |
علی
رغم ِ |
alâ ragmi inki: (A.-F.)
–mesine rağmen. |
علی
رغم ِ اینکه |
alâ ragm-i inki: (A.-F.)
rağmen, -mesine rağmen. |
علی رغم ِ
اینکه |
alâ ragmi’l-adû: (A.)
düşmanın inadına. |
علی
رغم العدو |
alâ ragm-i heme
çîz:
(A.-F.) her şeye rağmen. Âyâ
vâkıen alâragmi heme çîz derr
rûzhâ-yi âyende vaz’ râ tagyîr
nehâhîm dâd Acaba biz
gerçekten her şeye rağmen önümüzdeki
günlerde durumu değiştirmeyecek miyiz? (Zindehâ ve
Mordehâ) آیا
واقعا ً علی
رغم همه چیز
در روزهای
آینده وضع را
تغییر
نخواهیم داد
؟ |
علی
رغم همه
چیز |
alâ rivâyetin: (A.) bir
söylentiye göre, bir rivayete göre, rivayete
bakılırsa. |
علی
روایهٍ |
alâ tarîkilicmâl: (A.) özetle,
kısaca. |
علی
طریق الاجمال |
alâ tarîkilistişhâd: (A.) şahit
getirerek, kanıt göstererek. |
علی طریق
الاستشهاد |
alâ tarîkişşahâde: (A.) tanıklık
ederek, şahitlik yoluyla. |
علی
طریق
الشهاده |
alâ tarîkilkıyâs: (A.) kıyas
yoluyla, karşılaştırma yaparak. |
علی
طریق القیاس |
alâ tarîkilmünâvebe: (A.)
dönüşümlü olarak, nöbetleşe. |
علی
طریق
المناوبه |
alâ kaderin:
(A.) takdir edilmiş zamanda. |
علی
قدر |
alâ kadrilistitâ’a: (A.) güç
yettiğince, elden geldikçe. |
علی
قدر
الاستطاعه |
alâ kadrilimkân: (A.) mümkün
olduğu kadar, elverdikçe, imkânlar ölçüsünde,
olabildiğince. |
علی
قدر الامکان |
alâ kadrittâka: (A.) güç
yettiğince. |
علی
قدر الطاقه |
alâ kavli: (A.) dediğine
bakılırsa, dediğine göre, -e göre. |
علی
قول |
alâ kulli hâl: (A.) her
halükârda, her halde, her şeye rağmen. |
علی
کل حال |
alâ merâtibihim: (A.)
sırasıyla, derecesine göre. |
علی
مراتبهم |
alâ meleinnâs: (A.) göz göre
göre, herkesin gözü önünde. |
علی ملأ
الناس |
alâ vechilicmâl: (A.) kısaca,
özetle. |
علی وجه
الاجمال |
alâ vechilihtisâr: (A.)
kısaltılmış şekilde, kısa kısa. |
علی
وجه
الاختصار |
alâ vechittafsîl: (A.)
ayrıntılı olarak, ayrıntısıyla. |
علی
وجه التفصیل |
alâ vefki: (A.) uygun olarak. |
علی
وفق |
alâ vefkilmurâd: (A.) istenilene uygun
olarak. |
علی
وفق المراد |
alâ vefkilmatlûb: (A.) istenildiği
gibi. |
علی
وفق المطلوب |
amden: (A.) kasten, kasıtlı olarak,
taammüden. |
عمدا
ً |
amelen: (A.) 1. bilfiil. Bedin
tertîbtecziye-i îrân amelen encâm yâft Böylece
İran’ın parçalanması bilfiil
gerçekleşti. (Târîh-i Siyâsî) بدین
ترتیب
تجزیهء
ایران عملا ً
انجام یافت 2. gerçekten de. |
عملا
ً |
an: (A.) -den, -dan. |
عن |
an asl: (A.)
aslından, aslında, aslen. |
عن
اصل |
an ekall: (A.) en
azından, hiç olmazsa. |
عن
اقل |
anilgıyâb: (A.)
gıyabında. |
عن
الغیاب |
an cemâ’atin: (A.) toplu
olarak. |
عن
جماعهٍ |
an cehlin: (A.) bilmeden,
bilmeyerek. |
عن
جهل |
an samîmi’l-kalb: (A.)
içtenlikle. |
عن
صمیم القلب |
an gıyâbin: (A.)
ardından, arkasından, gıyabında. |
عن غیاب ٍ |
an karîb: (A.)
yakında, pek yakında. |
عن
قریب |
an kasdin: (A.)
kasıtlı olarak, bile bile. |
عن
قصد |
unfen: (A.) şiddetle, sertlikle,
zorbalıkla. |
عنفا ً |
unveten: (A.) zorla, kaba güç kullanarak. |
عنوهً |
ivez, evez: (A.) 1. bedel, karşılık. 2. ödül.
3. yerine. Dilâsûde
bâş duhter, lâbud hodeş ivez-i tu in kâr râ
kerde est İçin
rahat olsun kızım; mutlaka senin yerine bu işi
yapmıştır. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 77) دل
آسوده باش
دختر ، لابد
خودش عوض تو
این کار را
کرده است |
عوض |
ivez-i inki: (A.-F.)
yerine, -ceği yerde, -cek yerde. Bâ
vucûd-i isrâr-i sâhib-i garaj çun
çemedânhâyeş râ nibişte bûd ivez-i
inki gurûb-i hemanrûz bereved, karâr gozâşt
ferdâ subh be kirmânşâh hareket koned Garaj
sahibinin ısrarına rağmen bavullarını
kapatmadığı için o gün akşam gideceği
yerde, ertesi sabah Kirmanşah’a hareket etmeye karar verdi.
(Girdâb) با
وجود اصرار
صاحب گاراژ
چون
چمدانهایش
را نبشته بود
عوض اینکه
غروب
همانروز
برود ، قرار گذاشت
فردا صبح
بکرمانشاه
حرکت بکند İvez-i
inki mîhâhî berevî şovheret râ peydâ
konî boro şehriyâr, hâlâ fasl-i engûr hem
hest Kocanı
bulmaya gideceğine, Şehriyar’a git. Üstelik şimdi
üzüm zamanı. (Sâyerûşen) عوض
اینکه
میخواهی
بروی شوهرت
را پیدا کنی
برو شهریار ،
حالا فصل
انگور هم هست |
عوض
اینکه |
ivezen: (A.) karşılığında,
karşılık olarak, bedel olarak. |
عوضا
ً |
eyn: (A.) 1. göz. 2. pınar, kaynak, göze. 3.
asıl. 4. altın. 5. sadece. Mîhâhîd
ayn-i hakîkat râ bedânîd Sadece
gerçeği bilmek ister misiniz? (Adâlet-i Âsumân) می
خواهید عین
حقیقت را بدانید؟
6. ayın harfi. ebced
sistemine göre sayısal değeri: yetmiş. 7. akan. 8.
iri siyah gözlü. 9. casus. |
عین |
eyn-i: (A.) tıpkı, tıpkısı, aynı,
tıpatıp, ta kendisi. Ger
hamr-i bihiştest, berîzîd ki bîdûst Her
şerbet-i azbem ki dehî, ayn-i azâbest Cennet
şarabıysa, dökün; çünkü verdiğin
her tatlı şerbet, tam bir azap sayılır.
(Hâfız) گر خمر
بهشتست
بریزید که بی
دوست هر
شربت عزبم که
دهی عین
عذابست Anki ez Hak
yâbed û vahy u cevâb Herçi
fermâyed, buved ayn-i sevâb Kim
Hak’tan alırsa vahiy ile emri Tanrı’nın
buyurduğu, doğrunun ta kendisi (Mesnevi) آنکه
از حق یابد او
وحی و جواب هرچه
فرماید بود
عین صواب |
عین
ِ |
eynen: (A.) 1. aynen. 2. tıpkı, aynı. Çeşmân-i
lâle eynen mânend-i çeşmân-i mâdereş
şelâle bûd Lale’nin
gözleri tıpkı annesi Şelale’nin gözleri
gibiydi. (Azeristan) چشمان
لاله عینا ً
مانند چشمان
مادرش شلاله
بود |
عینا ً |
gâlib: (A.) 1. galip, yenen. 2. çok, ziyade. 3. çoğu. Gâlib-i
nuvîsendegân aslen nemî dânistend çi
mînevîsend u berâyi ki mînevîned Yazarların
çoğu aslında ne yazdıklarını ve kim
için yazdıklarını bilmiyorlardı. (Ez Sabâ
tâ Nîmâ) غالب
نویسندگان
اصلا ً نمی
دانستند چه
می نویسند و
برای که می
نویسند |
غالب |
gâliben: (A.) çoğunlukla, daha çok, genellikle. Men u
inkâr-i şerâb, in çi hikâyet bâşed? Gâliben
in kadarem akl u kifâyet bâşed Ben duracağım,
şarabı inkâr edeceğim! Böyle laf mı olur?
Olursa, her halde aklım da, kapasitem de bu kadar olur.
(Hâfız) من و
انکار شراب ،
این چه حکایت
باشد غالبا
ً این قدرم
عقل و کفایت
باشد |
غالبا
ً |
gânimen ve sâlimen: (A.) sağ
salim. |
غانما
ً و سالما ً |
gâyet: (A.) 1. son, gayet, son derece. 2.
gaye, maksat, amaç. 3. sınır. 4. sonuç,
netice. 5. çok. |
غایت |
garazen: (A.) garazlı olarak, düşmanca. |
غرضا
ً |
gıyâben: (A.) 1. gıyabında,
gıyaben, bulunmazken, yokken, gelmemişken. 2. dışardan.
Men hem
zimn-i kâr der meâdin-i neft dânişkede râ
giyâben temâm kerdem Ben de
madenlerde çalışırken fakülteyi dışardan
bitirdim. (Azeristan) من هم
ضمن کار در
معادن نفت
دانشکده را
غیابا ً تمام
کردم |
غیابا
ً |
gayr: (A.) 1. öbürü, diğeri,
başkası. Ger renc
pîş âyed u ger râhet ey hekîm Nisbet mekun
be gayr ki inhâ hodâ koned Ey bilge,
ister acı gelsin ister huzur, başkasına yükleme
hiç. Çünkü bunları Tanrı getirir.
(Hâfız) گر
رنج پیش آید و
گر راحت ای
حکیم نسبت
مکن بغیر که
اینها خدا
کند 2. yabancı, ecnebi. Râzî ki ber
gayr negoftîm u negûîm Bâ dûst
begûîm ki û mahrem-i râz est Bir başkasına
açmadığımız ve açmayacağımız
sırrı dosta açabiliriz. Çünkü o
sırlarımızın mahremidir. (Hâfız) رازی
که بر غیر
نگفتیم و
نگوئیم با
دوست بگوئیم
که او محرم
راز است 3. gayri, -den başka. Merdum-i dîde-i
mâ cuz be ruhet nâzir nîst Dil-i sergeşte-i
mâ gayr-i turâ zâkir nîst Gözbebeğimiz
senin yüzünden başkasına bakma-yir. Âvâre
gönlümüz benden başkasını anmıyor.
(Hâfız) مردم
دیدهء ما جز
برخت ناظر
نیست دل
سرگشتهء ما
غیر ترا ذاکر
نیست 4. -siz, olmayan, bulunmayan, değil
anlamını verecek şekilde kelimeler veya tamlamalar
oluşturan olumsuzluk edatı. |
غیر |
gayr-i vâki’: (F.-A.)
gerçek dışı. |
غیر ِ
واقع |
gayr-i ihtiyârî: (A.-F.) elinde
olmadan, gayri ihtiyari. |
غیر
اختیاری |
gayr ez: (A.-F.)
–den başka, dışında. Emmâ
çikonem, gayr ez in râhî pîş-i pâyem
nebûd Ama ne
yapayım, bundan başka çarem yoktu. (Şovher-i
Âhû Hanum) اما
چکنم ، غیر از
این راهی پیش
پایم نبود |
غیر از |
gayr-i kâbil: (A.-F.)
olanaksız, mümkün değil. |
غیر
قابل |
gayruh: (A.) diğerleri, vesaire, bir başka. |
غیره |
gayruhum:
(A.) onlardan başkası. |
غیرهم |
fâsile: (A.) 1. mesafe, uzaklık, ara, fasıla. Musellemen
ez in fâsile merâ mî dîd Bu mesafeden
mutlaka beni görüyordu. (Mudîr-i Medrese) مسلما
ً از این
فاصله مرا می
دید 2. ayırıcı,
ayıran. 3. bölme. |
فاصله |
fâsile be fâsile: (A.-F.) arada
bir. |
فاصله به
فاصله |
fucâ’eten: (A.) ansızın,
birdenbire. |
فجاء
هً |
ferâz: (Peh.) 1. yükseklik.
2. tepe, zirve, doruk. 3. üst, yukarı, yukarıya.
Ez an zemân ki ber
in âsitân nihâdem rûy Ferâz-i mesned-i
horşîd tikyegâh-i men est Şu
eşiğe yüzümü koyduğumdan beri oturduğum
yer güneş tahtının da üzerindedir.
(Hâfız) از آن
زمان که بر
این آستان
نهادم روی فراز
مسند خورشید
تکیه گاه ن
است 4. açık. 5. geri. 6. fazla. 7. yokuş
yukarı. Men zâhir-i
nîstî yu hestî dânem. Men bâtin-i
her ferâz u pestî dânem. Bâ inheme
ez dâniş-i hod şermem bâd, Ger
mertebe’î verây-i mestî dânem! Varlığın,
yokluğun zahirini bilirim
ben. Her inişin, çıkışın
bâtınını bilirim ben. Sarhoşluktan öte bir
mertebe biliyorsam, Utanayım ilmimden, irfanımdan ben! (Hayyâm) من
ظاهر نیستی و
هستی دانم من
باطن هر فراز
و پستی دانم با
این همه از
دانش خود
شرمم باد گر
مرتبه ای
ورای مستی
دانم 8. yükselten,
kaldıran. |
فراز |
ferâz u şîb: iniş
çıkış, engebe. Ferâz
u şîb-i beyâbân-i aşk dâm-i belâst Kucâst
şîrdilî kez belâ neperhîzed Aşk
çöllerinin iniş çıkışları birer
belâ tuzağıdır. Belâdan kaçınmayacak
arslan yürekli yiğit nerede? (Hâfız) فراز
و شیب بیابان
عشق دام
بلاست کجاست
شیردلی کز
بلا نپرهیزد |
فراز
و شیب |
ferâvân: bol, çok, pekçok,
büyük. Hiyâl-i
zulf-i tu goftâ ki cân vesîle mesâz Kezin
şikâr ferâvân be dâm-i mâ ufted Ben
bunları düşünürken zülüflerinin hayali
bana Canını araç olarak kullanıp durma. Böyle
avlar bizim tuzağımıza çok düşer, çok
dedi. (Hâfız) خیال
زلف تو گفتا
که جان وسیله
مساز کزین
شکار فراوان
به دام ما
افتد Sebuk sûy-i hân-i ferîdûn şitâft Ferâvân pijûhîd u kes râ neyâft Derhal Feridun’un sarayına koştu. Çok
aradıysa da kimseyi bulamadı. (Şâhnâme, I/41,
beyit 157) سبک
سوی خان
فریدون
شتافت فراوان
پژوهید و کس
را نیافت |
فراوان |
ferdâ: 1. yarın. Rehzen-i
dehr nehuftest, meşev îmen ezû Eger
imrûz neburdest ki ferdâ bebered Felek
eşkıyası uyumuyor; ondan yana güvencede olma. Bugün
seni alıp götürmezse, yarın götürür.
(Hâfız) رهزن
دهر نخفتست ،
مشو ایمن ازو اگر
امروز
نبردست که
فردا ببرد Çon ebr be
novrûz roh-i lâle beşost, Berhîz u be
câm-i bâde kon azm-i dorost. Kin sebze ki imrûz
temâşâgeh-i tost, Ferdâ heme ez
hâk-i to ber hâhed rost. Yıkayınca
bulut nevruzda lalenin yüzünü, Kalk, içki kadehine
çevir yüzünü. Bugün seyir yerindir bu
çimenlik senin, Yarın bitecek hep toprağından senin.
(Hayyâm) چون ابر
بنوروز رخ
لاله بشست برخیز
و بجام باده
کن عزن درست کاین
سبزه که
امروز
تماشاگه تست فردا
همه از خاک تو
برخواهد رست 2. ertesi gün. |
فردا |
ferdâ şeb: yarın
akşam. Emmâ
eger ferdâşeb hem kâr dâşte bâşî
behâtir dâşte bâş ki pîrezen râ
berâyi hemîşe ez men dilgîr kerdeî Yarın
akşam da işin olursa, yaşlı kadını ebediyen
bana küstüreceğini aklından çıkarma.
(Şovher-i Âhû Hânum, s. 53) اما
اگر فردا شب
هم کار داشته
باشی بخاطر
داشته باش که
پیره زن را
برای همیشه
از من دلگیر
کرده ای |
فردا
شب |
ferdâ-yi
an rûz:
1. ertesi gün. Ferdâ-yi
anrûz hevâpeymâyeş şikest Ertesi
gün uçağını kırdı. (Kâb-i
Çînî) فردای
آن روز
هواپیمایش
شکست 2. o günden sonra. Ferdâ-yi
an rûz dîger kesî nasrullâh râ der herât
nedîd O
günden sonra Nasrullah’ı Herat’ta gören
olmadı. (Hâne-i Pederî) فردای
آن روز دیگر
کسی
نصرالله را
در هرات ندید |
فردای آن
روز |
farzen: (A.) farzedelim ki, tut ki, diyelim ki,
faraza. |
فرضا
ً |
farzen ki: (A.-F.)
farzedelim ki, tut ki, diyelim ki. |
فرضا
ً که |
furûd: (Peh.) 1. (gr.)
aşağı, aşağıya, alt. 2. iniş. 3.
iç. |
فرود |
furûd ez: -den
başka. |
فرود
از |
fuzûn: fazla, çok, ziyade. Husn-i tu
hemîşe der fuzûn bâd Rûyet
heme sâle lâlegûn bâd Güzelliğin
günden güne artsın. Yüzün
her yıl lâle rengi olsun. (Hâfız) حسن
تو همیشه در
فزون باد رویت
همه ساله
لاله گون باد |
فزون |
fuzûn ez had: (F.-A.)
haddinden fazla. |
فزون
از حد |
fuzûnter: [< fuzûn +
ter] daha fazla, daha çok. |
فزونتر |
fuzûlen: (A.) 1. boş
yere, gereksizce. 2. zorla, zorbalıkla. |
فضولا
ً |
fitreten: (A.) yaratılıştan,
fıtraten. |
فطرهً |
fi’len: (A.) 1. şimdi, şimdilik, şu anda, hele, hele
bir, halen. İn
noshe kadîmterîn numûne-i hatt-i fârsîst ki
fi’len der dest est Bu
nüsha Farsça hattın halen mevcut olanen eski
örneğidir. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî) این
نسخه
قدیمترین
نمونهء خط
فارسی است که
فعلا ً در دست
است |
فعلا
ً |
figân: 1. inilti, figan, feryat. Der enderûn-i
men-i hastedil, nedânem, kîst ? Ki men
hamûşem u û der figân u der govgâst. Benim gibi
gönlü hasta birinin içinde kim var, bilmiyorum ki?! Ben
suskunum; o feryat ediyor, çıngar çıkarıyor. (Hâfız) در
اندرون من
خسته دل ،
ندانم ،
کیست؟ که من
خموشم و او در
فغان و در
غوغاست 2. vah vah, eyvahlar olsun. Figân
ki an meh-i nâmihribân-i mihrgusil Be terk-i
sohbet-i yârân-i hod çi âsân goft Vah vah! O
sevgisiz, sözünde durmaz, ay yüzlü sevgili dostlarla
konuşmayı bırakacağını ne de kolay
söyleyiverdi! (Hâfız) فغان
که آن مه
نامهربان
مهرگسل بترک
صحبت یاران
خود چه آسان
گفت 3. elaman, aman. Figân kin
lûliyân-i şûh-i şîrînkâr-i
şehrâşûb Çenan bordend
sabr ez dil ki turkân hân-i yağmâ râ Elaman cilveli
şehir âfetlerinden! Elaman! Bırakmadılar
gönlümde sabır; hân-ı yağmâya
döndüm! (Hâfız) فغان
کاین لولیان
شوخ شیرین
کار شهر آشوب چنان
بردند صبر از
دل که ترکان
خوان یغما را |
فغان |
figân ki: ah ah, eyvahlar olsun,
vah vah, tüh tüh. Figân ki der taleb-i gencnâme-i
maksûd Şudem harâb-i
cihânî zi gam temâm u neşud Ah ah, maksat hazinesini arama
uğrunda dünyayı dolandım, harab oldum;
üzüntüden tükendim. Yine de olmadı gitti.
(Hâfız) فغان که
در طلب گنج
نامهء مقصود شدم خراب
جهانی ز غم
تمام و نشد |
فغان که |
fekat: (A.) 1. yalnız, sadece. 2. fakat. |
فقط |
fekat ve fekat: (A.) sadece. Anhâ
fekat ve fekat ez câî be cây-i dîger mîreftend,
donbâl-i kesî yâ çîzî
mîgeştend u peydânemî kerdend Onlar sadece
bir yerden başka bir yere gidiyorlar, birini ya da bir şeyi
arıyorlar, ama bulamıyorlardı. (Zindehâ ve
Mordehâ) آنها
فقط به فقط از
جائی به جای
دیگر
میرفتند ،
دنبال کسی یا
چیزی
میگشتند و
پیدا نمی
کردند |
فقط
و فقط |
fikren: (A.) düşünce. |
فکرا
ً |
fulân: (A.) falan, filan. Be hâcib-i der-i
halvetserây-i hâs begû Fulân zi
gûşenişînân-i hâk-i dergeh-i mâst Bir
başına kaldığın evin kapıcısına de
ki: Filanca bizim dergâhımızın bir bucağında
oturanlardandır. (Hâfız) بحاجب
در خلوت سرای
خاص بگو فلان
ز گوشه
نشینان خاک
درگه ماست |
فلان |
fulân ibni fulân: (A.) filanca
oğlu falanca. |
فلان ابن
فلان |
fulân u behmân (A.-F.) falan
filan, falan fişman, falan fişmekân. Gâhî
âsârî icrâ mîkonend ki gûş-i
âdem râ mîzened. Anvakt ism-i in âsâr râ
mîgozârend, âsâr-i novîn berâyi
movzûât-i muâsird u fulân u behmân Bazen
insanın kulağını rahatsız eden eserler icra
ediyorlar. Sonra bu eserlere çağdaş ve falan filan konular
için yeni eserler adını veriyorlar. (Azeristan) گاهی
آثاری اجرا
میکنند که
گوش آدم را
میزند آنوقت
اسم این آثار
را میگذارند
، آثار نوین
برای
موضوعات
معاصر و فلان
و بهمان |
فلان
و بهمان |
fehmî nefehmî: (A.-F.) belli
belirsiz. |
فهمی
نفهمی |
fevr, fovr: (A.) hızlı, hemen,
çabuk, âni, derhal. |
فور |
fevren, fovren: (A.) hemen, derhal, birden, o anda. Ez bes haste
şode bûd fovren hâbeş bord Çok
yorulduğundan hemen uyudu. (Azeristan) از بس
خسته شده بود
فورا ً خوابش
برد Fovren be
hoceste kâgez nuvişt ki dîger hâzir nîst û
râ bebîned Hemen
Huceste’ye artık onu görmeye hazır
olmadığına dair bir mektup yazdı. (Se Katre Hûn, s.
152) فورا
به خجسته
کاغذ نوشت که
دیگر حاضر
نیست او را
ببیند |
فورا
ً |
filcumle: (A.) 1. kısacası,
sözün kısası. Hâfız şerâb u
şâhid u rindî ne vaz’-i tust Filcumle mîkunî yu furû
mîguzâremet Hâfız; şarap, güzel
dilber, rintlik sana göre değil. Kısacası, sen
bunları yapıyorsun; ben de seni kendi haline bırakıyorum.
(Hâfız) حافظ
شراب و شاهد و
رندی نه وضع
تست فی
الجمله
میکنی و فرو
می گذارمت 2. sonunda, nihayet. |
فی
الجمله |
filfovr: (A.) hemen,
derhal, o anda. |
فی
الفور |
fi’l-vâki’: (A.) 1. gerçekten. 2. gerçi,
her ne kadar. |
فی
الواقع |
kâbil: (A.) 1. yaraşır, lâyık,
mümkün. 2. gelecek. 3. kabiliyetli. Kârgerân
fovkelâde ciddî ve kâbil bûdend İşçiler
fevkalade ciddî ve yetenekliydiler. (Târîh-i
Siyâsî) کارگران
فوق العاده
جدی و قابل
بودند 4. kabul eden.
mümkün olan, mümkün, olabilir,
gerçekleşebilir. Hâmil-i
dîn bûd û, mahmûl şud Kâbil-i
fermân bud û, makbûl şud Dini
taşıyordu; taşınan oldu Emri kabul
ediyordu; kabul edilen oldu (Mesnevî) حامل
دین بود او ،
محمول شد قابل
فرمان بود او
، مقبول شد |
قابل |
kâdir: (A.) 1. kudretli, güçlü, kadir. Herkes
kâdir be fehmîden-i ân est Herkes onu
anlayabilir. (Rodin) هرکس
قادر
بفهمیدن
آنست Âşık-i
muflis eger kalb-i dileş kerd nisâr Mekuneş ayb
ki ber nakd-i revân kâdir nîst Her şeyini
yitirmiş âşık, içindeki yüreğini
fedâ etmezse, ayıplama onu. Çünkü elinde
fedâ edilecek geçer akçesi yok. (Hâfız) عاشق
مفلس اگر قلب
دلش کرد نثار مکنش
عیب که بر نقد
روان قادر
نیست 2. Tanrı. 3. ezici.
4. lâyık. 5. yapabilir. |
قادر |
kâtıbeten: (A.) 1. tümüyle.
2. asla, hiçbir zaman. |
قاطبهً |
kâ’ideten: (A.) genel olarak,
aslında, esasen. |
قاعدهً |
kâlen: (A.) sözlü olarak,
söyleyerek. |
قالا
ً |
kâlen ve kalemen: (A.)
sözlü ve yazılı olarak, sözle ve yazı ile. |
قالا
ً و قلما ً |
kabl: (A.) 1. önce, evvel. 2. önceki,
evvelki. 3. daha önce. |
قبل |
kıbel: (A.) yan, ön, taraf. |
قبل |
kabl ez: (A.-F.)
–den önce. Kabl ez heme
radyofurûş ez apartumân-i mâ reft Herkesten
önce radyocu apartmanımızdan çıktı.
(Dârû-yi Bîhâbî) قبل
از همه
رادیوفروش
از آپارتمان
ما رفت |
قبل
از |
kabl ez an: (A.-F.) ondan
önce. Kabl ez an
hîçgâh be zemîn elâke nedâşt. Bundan
önce arsaya hiç ilgisi olmamıştı. (Azeristan) قبل
از آن هیچگاه
به زمین
علاقه ای
نداشت |
قبل
از آن |
kabl ez an ki: (A.-F.)
–meden önce. |
قبل
از آنکه |
kabl ez in: (A.-F.) bundan
önce. |
قبل
از این |
kabl ez in ki: (A.-F.)
–meden önce. Û kabl
ez inki in tasmîm râ begîred be endâze-i
kâfî girîste bûd O, bu
kararı vermeden önce yeteri kadar ağlamıştı.
(Azeristan) او
قبل از اینکه
این تصمیم را
بگیرد
باندازهء کافی
گریسته بود |
قبل
از این که |
kabl ez zevâl: (A.-F.)
öğleden önce. |
قبل
از زوال |
kabl ez zohr: (A.-F.)
öğleden önce. |
قبل
از ظهر |
kablezzevâl: (A.) öğleden
önce. |
قبل
الزوال |
kablen: (A.) önceleri, önceden. |
قبلا
ً |
kablî: (A.) 1. önceki. Heman
rûz-i vâresî fehmîde bûdem ki mudîr-i
kablî-yi medrese zindânîst Daha o
inceleme günü, okulun eski müdürünün mahkum
olduğunu anlamıştım. (Mudîr-i Medrese) همان
روز وارسی
فهمیده بودم
که مدیر قبلی
مدرسه
زندانی است 2. önsel, akıl
yordamıyla. |
قبلی |
kadrî: (A.-F.) [kadr + î] biraz, az. Mare
âdem-i dânişmendî bûd. Kadrî porharf
bûd Mare bilgili
bir adamdı. Biraz gevezeydi. (Kârhâne-i
Mutlaksâzî) ماره
آدم
دانشمندی
بود . قدری
پرحرف بود Do nefer ez
musâfirân ancâ piyâde şudend ve kadrî
câ bâz şud Yolculardan
ikisi orada indi ve biraz yer açıldı.
(Sâyerûşen) دو
نفر از
مسافران
آنجا پیاده
شدند و قدری
جا باز شد 2. bir kısmı,
bazısı. |
قدری |
kadrî hem: (A.-F.) [kadr + î + hem] biraz daha. Murâd
kadrî hem nişest, bâ pederzen u mâderzen-i hod sohbet
kerd Murat biraz
daha oturdu. Kayınpeder ve kayınvalidesiyle konuştu.
(Azeristan) مراد
قدری هم نشست
، با پدرزن و
مادرزن خود
صحبت کرد |
قدری
هم |
kadîmen: (A.) 1. eskiden, eski
zamanlarda. 2. eskiden beri. |
قدیما
ً |
kadîmîhâ: (A.-F.)
[kadîmî + hâ] eskiler. |
قدیمی
ها |
karâr: (A.) 1. karar. 2. yatışma, istikrar. 3.
sebat. 4. huzur. Kîst
an lu’bet-i hendân ki perîvâr bereft Ki
karâr ez dil-i dîvâne be yekbâr bereft Peri gibi
giden, güleç yüzlü o dilber de kim? O gitti, deli
gönlün huzuru da hepten gitti. (Gazelhâ-yi Sa’dî,
s. 184) کیست
آن لعبت
خندان که
پریوار برفت که
قرار از دل
دیوانه به
کیبار برفت 5. sonuç, huzur. 6.
antlaşma. 7. ölçülü olma. 8. istenilen miktar. 9. doğu
müziğinde ana makama dönüş. 10. sonuca
bağlama. 11. devamlılık. 12. ayakta durma. |
قرار |
karâr
est:
(A.-F.) kararlaştırıldı,
-cek, -cak. Karâr
est hâne-i peser-i emûcânem berevîm Amcamın
oğlunun evine gideceğiz. (Sitârehâ-yi Şeb-i
Tîre) قرار
است خانهء
پسر عموجانم
برویم |
قرار
است |
karâr bûd: (A.-F.)
–cekti, -caktı. Karâr
bûd ictimâî der incâ ber pâ konend Burada bir
toplantı yapılacaktı. (Maraz-i Kand) قرار
بود اجتماعی
در اینجا بر
پا کنند |
قرار بود |
kurb: (A.) 1. yakınlık. Der
râh-i aşk merhale-i kurb u bu’d nîst Mîbînemet
iyân u duâ mîfiristemet Aşk
yolunda uzak, yakın davası olmaz. Seni apaçık
görüyor ve dua gönderiyorum. (Hâfız) در
راه عشق
مرحلهء قرب و
بعد نیست می
بینمت عیان و
دعا می
فرستمت 2. akrabalık. 3. mertebe.
4. (tas.) sülûk konaklarından biri. 5. yakın.
|
قرب |
kurb u bu’d: (A.)
yakınlık ve uzaklık. |
قرب و بعد |
karîb: (A.) 1. yakın. 2. akraba.
3. yaklaşık, civarında, dolayında. 4. kadar. |
قریب |
karîb-i hakîkat: (A.-F.)
gerçeğe yakın. |
قریب
ِ حقیقت |
kısm: (A.) 1. kısım, bölüm. 2. nasip,
kısmet. Kısm-i
her rûzeş beyâyed bîciger Hâceteş
nebved tekâzâ-yi diger Her
günün kısmeti çalışmadan gelecekti Ama
başka bir isteği olmayacaktı (Mesnevî) قسم
هر روزش
بیاید بی جگر حاجتش
نبود تقاضای
دیگر 3. sınıf,
tür. 4. pay. İn
begoft u geşt ber merkeb sevâr Tifl
goftâ kısm-i hod kun ber kenâr Bunu
söyleyip atına bindi. Çocuk ona Kendi payını
ayır bir kenara dedi. (Mantıku’t-Tayr, s. 108) این
بگفت و گشت بر
مرکب سوار طفل
گفتا قسم خود
کن بر کنار |
قسم |
kısm-i a’zam: (A.-F.)
büyük kısım. |
قسم ِ
اعظم |
kısm-i tâm: (A.-F.) 1
tam kısım. 2. karakteristik. |
قسم
ِ تام |
kısm-i ulyâ: (A.-F.)
üst kısım, yukarı kısım. |
قسم
ِ علیا |
kısm-i kullî: (A.-F.)
tümü. |
قسم
ِ کلّی |
kısm-i mutebâkî: (A.-F.) geri
kalan kısım. |
قسم
متباقی |
kısmen: (A.) bir kısmı, bir
parçası, bir bölümü. |
قسما
ً |
kazâ râ: (A.-F.)
tesadüfen. |
قضا
را |
kat’-i nazar ez: (A.-F.)
dışında, dikkate alınmadan. |
قطع
ِ نظر از |
kat’en: (A.)
kesinlikle, kesin olarak mutlaka, muhakkak, katiyetle. |
قطعا
ً |
kat’en ve kâtıbeten: (A.) asla,
kesinlikle. |
قطعا
ً و قاطبهً |
kalîl: (A.) az. |
قلیل |
kalîl u kesîr: (A.) az veya
çok. |
قلیل
و کثیر |
kalîlen: (A.) 1. az
olarak, az miktarda. 2. daha az. 3. kısa bir süre. |
قلیلا
ً |
kıyâsen: (A.) 1. kıyas
yoluyla, mukayese yaparak, karşılaştırarak. 2. benzeterek.
3. kuralı uygulayarak. |
قیاسا
ً |
kâş: keşke. Kâş
in âhirîn goleş bâşed Keşke
bu son golü olsa! (Azeristan) کاش
این آخرین
گلش باشد! Kâş
be yekî ez âşinâyânem ber mîhordem ve
û râ bagal mîkerdem Keşke
tanıdıklardan birine rastlayıp da onu kucaklasaydım!
(Nâbiga-i Hûş) کاش
به یکی از
آشنایانم بر
می خوردم و او
را بغل
میکردم! Kâş
mumkin bûd anhâ râ ferâmûş kerd Keşke
onları unutmak mümkün olsaydı! (Do Şeb) کاش
ممکن بود
آنها را
فراموش کرد! Eykâş ki
cây-i âremîden bûdî! Ya in reh-i dûr
râ resîden bûdî! Kâş ez pey-i
sad hezâr sâl ez dil-i hâk Çon sebze
omîd-i ber demîden bûdî! Keşke
durup dinlenecek bir yer olsaydı! Ya
da şu uzun yola çıkmak mümkün olsaydı! Keşke
yüzbin yıl sonra toprağın bağrından Otlar
gibi yeşerme umudu olsaydı! (Hayyâm) ایکاش که
جای ارمیدن
بودی یا
این ره دور را
رسیدن بودی کاش از پی
صد هزار سال
از دل خاک چون
سبزه امید
بردمیدن
بودی |
کاش |
kâşâ: keşke. |
کاشا |
kâffe: (A.) hepsi, tümü,
kâffesi. |
کافه |
kâffeten: (A.)
tümüyle, kâffesi, topyekün. |
کافهً |
kâfî: (A.) yeterli, kâfi, yeter. Şeh
firistâd an taraf yek do resûl Hâzikân
u kâfiyân bes adûl Şah o
tarafa bir iki elçi gönderdi Her
elçi hâzık, yeterli, adaletli idi (Mesnevi) شه
فرستاد آن
طرف یک دو
رسول حلذقان
و کافیان بس
عدول |
کافی |
kâmil: (A.) 1. tam, mükemmel. Hemintovr
der ihtirâk-i kâmil mâdde bâkî
nemîmâned, be masraf mîresed ve ez beyn mîreved Aynı
şekilde tam yanmada geriye madde kalmaz. Kullanılır ve yok
olur. (Kârhâne-i Mutlaksâzî) همینطور
در احتراق
کامل ، ماده
باقی نمی
ماند ، به
مصرف می رسد و
از بین می رود 2. olgun, kâmil. Kûh-i tûr ez
nûr-i mûsâ şud be raks Sûfî-yi
kâmil şud u rest zi naks Tûr Dağı
Musa’nın nûru ile raksa başladı. Kâmil bir
sûfi oldu, noksandan kurtuldu. (Mesnevi) کوه
طور از نور
موسی شد به
رقص صوفی
کامل شد و رست
ز نقص 3. kusursuz. |
کامل |
kâmilen: (A.) tamamen, tümüyle, iyice. Hevâ
kâmilen rûşen şode bûd Hava iyiden
iyiye aydınlanmıştı. (Maraz-i Kand) هوا
کاملا ً روشن
شده بود Muhteri’-i
cevân esrâr-i an râ kâmilen mahfî
nigehdâşte ve maşin râ benâm-i hod be sebt
dâde bûd Genç
mucit onun sırlarını tamamen gizli tutmuş ve makineyi
kendi adına tescil ettirmişti. (Sitârehâ-yi Şeb-i
Tîre) مخترع
جوان اسرار
آن را کاملا مخفی
نگهداشته و
ماشین را
بنام خود به
ثبت داده بود |
کاملا
ً |
kan: [ki + ân] ki o. Ez men
eknûn tama’-i sabr u dil u hûş medâr Kan tehammul
ki tu dîdî heme ber bâd reft Sabır,
gönül, akıl falan bekleme benden artık; bende
gözlemlediğin o dayanma gücü yel oldu gitti.
(Hâfız) از من
اکنون طمع
صبر و دل و هوش
مدار کان
تحمل که تو
دیدی همه بر
باد رفت Her nakş ki ber
tahte-i hestî peydâst An sûret-i an kes
est kan nakş ârâst Varlık
tahtasında görünen her nakış, o nakşı
işleyenin sûretidir. (Evhad) هر
نقش که بر
تختهء هستی
پیداست آن
صورت آنکس
است کان نقش
آراست |
کان |
kancâ:[ki + an + câ] ki
orada. Biyâ be meykede vu çihre
ergavânî kun Merov be sovme’e kancâ
siyâhkârânend Meyhaneye gel; çek bâdeyi,
yüzün al al olsun. Gitme mâbede; orası
günahkâr dolu. (Hâfız) بیا به
میکده و چهره
ارغوانی کن مرو به
صومعه کآنجا
سیاهکارانند |
کانجا |
kançunan: [ki + an +
çonân] ki öyle, ki o kadar. Dirîg kâfile-i omr
kançunan reftend Ki gerdişan be hevâ-yi
diyâr-i mâ neresed Yazık, ömür kervanı
öyle geçti gitti ki kervanın tozu bile bizim diyarımızın
havasına gelemez. (Hâfız) دریغ
قافلهء عمر
کانچنان
رفتند که
گردشان به
هوای دیار ما
نرسد |
کانچنان |
kender: [ki + ender > kender]
ki.. içinde, ki.. içine. Âteş-i
aşkest kender ney futâd Cûşiş-iaşkest
kender mey futâd Aşk
ateşidir neye düşen; aşk kaynamasıdır meye
düşen. (Mesnevi) آتش
عشقست کاندر
نی فتاد جوشش
عشقست کاندر
می فتاد İn
şerh-i bînihâyet kez zulf-i yâr goftend Harfîst
ez hezârân kender ibâret âmed Sevgilinin
zülüfleri hakkında bitmez tükenmez cümleler var ya,
kelimelere dökülen binlerce cümleden bir harftir ancak.
(Hâfız) این
شرح بی نهایت
کز زلف یار
گفتند حرفی
است از
هزاران
کاندر عبارت
آمد |
کاندر |
kenderin: [ki + ender + in] ki
bunda. Zıll-i memdûd u ham-i zulf-i
tuem ber ser bâd K’enderin sâye karâr-i
dil-i şeydâ bâşed Zülüflerin büklümleri
ve uzun gölgesi başımın üstünde olsun.
Çünkü bu gölgenin altındayken deli
gönlüm sâkinleşiyor. (Hâfız) ظل ممدود
و خم زلف توام
بر سر باد کاندرین
سایه قرار دل
شیدا باشد |
کاندرین |
kankes: [ki + ân + kes] ki o kimse. Ber berg-i
gul be hûn-i şakâyık nuvişte’end K’ankes
ki puhte şud mey-i çun ergavân girift Gelincik
kanıyla gül yaprağına şöyle
yazmışlar: Pişip olgunlaşan kişi erguvan renkli meye
sarıldı. (Hâfız) بر
برگ گل به خون
شقایق نوشته
اند کانکس
که پخته شد می
چون ارغوان
گرفت |
کانکس |
key: [ki + ey > key] ey, ki ey. Key
kemîne bahşişet mulk-i cihân Men
çigûyem, çun tu mîdânî nihân (Ki) ey en
az bağışı dünya mülkü olan Tanrım!
Ben ne diyeyim? Çünkü sen gizli olan şeyleri bilirsin.
(Mesnevi) کای
کمینه بخششت
ملک جهان من
چگویم ، چون
تو میدانی
نهان |
کای |
kocâ: 1. nere, neresi. 2. nerede. Gubâr-i
râh-i guzâret kucâst tâ Hâfız Be
yâdigâr-i nesîm-i sabâ nigeh dâred Geçtiğin
yolların tozu nerede? Hâfız bu tozları, sabah melteminin
yadigârı olarak saklasın. (Hâfız) غبار
راه گذارت
کجاست تا
حافظ به
یادگار نسیم
صبا نگهدارد 3. nasıl. 4. çünkü.
5. nereye. Ki
âgehest ki kâvus u key kucâ reftend? Ki
vâkıfest ki çun reft taht-i cem ber bâd? Kâvus,
Key nereye gitti acaba? Kim bilir? Cem’in tahtı nasıl yok
oldu gitti? Bilen var mıdır? (Hâfız) که
آگه است که
کاوس و کی کجا
رفتند؟ که
واقف است که
چون رفت تخت
جم بر باد؟ |
کجا |
kodâm: (Peh.) 1. hangi, hangisi. Mâ vu
mey u zâhidân u takvâ Tâ
yâr ser-i kudâm dâred Bizler, mey,
zâhitler, takva. Bakalım, sevgili bunların hangisinden yana!
(Hâfız) ما
و می و زاهدان
و تقوی تا
یار سر کدام
دارد Ey sâhib-i
fetvî, zi to porkârterîm, Bâ inheme
mestî, ez to hoşyârterîm. To hûn-i kesan
horî yu mâ hûn-i rezan. İnsâf bedih;
kodâm hûhhârterîm? Ey
fetva sahibi, çalışkanız senden daha; Bunca
sarhoşluğa rağmen, ayığız senden daha. Sen
insanların kanını içersin, biz üzüm
kanını. İnsaf
et n’olur; hangimiz hunharız daha? (Hayyâm) ای صاحب
فتوی ز تو
پرکارتریم با
این همه مستی
از تو
هشیارتریم تو خون
کسان خوری و
ما خون رزان انصاف
بده کدام
خونخوارتریم؟ 2. kim. Mestem kun
ançunan ki nedânem zi bîhodî Der arsa-i
hayâl ki âmed, kudâm reft Beni
öyle bir sarhoş et ki hayal dünyamda bile kimin gelip kimin
gittiğini farkedemez durumda olayım. (Hâfız) مستم
کن آنچنان که
ندانم ز
بیخودی در
عرصهء خیال
که آمد ، کدام
رفت |
کدام |
kodâm ez mâ: hangimiz. Biyâ
hodet yek çonin mesâfetî râ der miyân-i
tûfân şinâ kun, an vakt mî bînîm
kodâm yek ez mâ tersûst Gel,
fırtınada böyle bir mesafeyi kendin yüz de hangimiz
korkakmış, görelim. (Azeristan) بیا
خودت یک چنین
مسافتی را در
میان طوفان
شنا کن ، آن
وقت می بینیم
کدام یک از ما
ترسو است |
کدام
از ما |
kodâm yek: hangisi. Âyâ
mîhâhed merâ şikence bedehed ya inki anhâ
râ bâzhem bîşter ez ançi hestend der gam-i
dûrî-yi mâder zerd u zâr bekoned, kodâmyek Bana
işkence etmek mi istiyor, yoksa onları zaten çektikleri ana
hasreti içinde daha da inletmek mi? Hangisi? (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 119) آیا
می خواهد مرا
شکنجه بدهد
یا اینکه
آنها را
بازهم بیشتر
از آنچه
هستند در غم
دوری مادر زرد
و زار بکند ،
کدامیک؟ |
کدام یک |
kodâm yek ez şomâ: hanginiz. |
کدام
یک از شما |
kodâmîn: [kodâm +
în] hangi. An şeb-i
kadrî ki gûyend ehl-i halvet imşebest/ Yârab in
te’sîr-i dovlet der kudâmîn kevkebest? Sevgiliyle
baş başa kalınan bu geceye kadir gecesi derler. Tanrım,
böyle bir devlet hangi yıldızdan gelebilirki! آن شب
قدری که
گویند اهل
خلوت امشب
است یارب
این تأثیر دولت
در کدامین
کوکب است؟ |
کدامین |
kirâ: [ki + râ] 1. kime,
kimin. Dârende ço
terkîb-i tebâyi’ ârâst, Ez behr-i çi
û fikendeş ender kem u kâst? Ger nîk
âmed, şikesten ez behr-i çi bûd? Ver nîk
neyâmed in suver, eyb kirâst? Her
şeyin sahibi Tanrı mademki yarattı doğayı, Ne
sebeple verdi ona eksiği, kusuru? İyi
oldu madem, neydi yıkmaktaki zoru? Çirkin
olduysa bu mahluk, bu kimin kusuru? (Hayyâm) دارنده
چو ترکیب
طبایع آراست از
بهر چه او
فکندش اندر
کم و کاست؟ گر نیک
آمد، شکستن
از بهر چه
بود؟ ور
نیک نیامد
این صور، عیب
کراست؟ 2. kimi. Tabîb-i aşk
mesîhâdem est u muşfik lîk Çu derd der tu
nebîned, kirâ devâ bekoned? Aşk doktorunda
İsa nefesi var, hemde şefkatli. Sendeki derdi görmezse,
nasıl tedavi edecek? (Hâfız) طبیب عشق
مسیحادم است
و مشفق لیک چو
درد در تو
نبیند ، کرا
دوا بکند؟ |
کرا |
kirâr: (A.) tekrar tekrar. |
کرار |
kirâren: (A.) tekrar tekrar. |
کرارا
ً |
kirâren mirâr: (A.)
birçok kez. |
کرارا
ً مرار |
kerân tâ kerân: bir
baştan bir başa, bir uçtan bir uca. |
کران
تا کران |
kerân: (Peh.) 1. sınır, hudut, kenar. 2. son. Ser menzil-i
ferâgat netvân zi dest dâden Ey
sârvân furû keş k’in reh kirân
nedâred Ferâgat
konağı elden çıkarılamaz. Kervancı, durdur
kervanı; bu yolun sonu yok (Hâfız) سر
منزل فراغت
نتوان ز دست
دادن ای
ساروان فرو
کش کاین ره
کران ندارد 3. sahil. 4. köşe.
|
کرانه |
kerâne: (Peh.) 1. kenar, yan. Ez her
kirâne tîr-i duâ kerde’em revân Bâşed
kez an miyâne yekî kârger şeved Olur da bir
tanesi hedefini bulur diye her yandan dua oklarını
fırlattım. (Hâfız) از هر
کرانه تیر
دعا کرده ام
روان باشد
کز آن میانه
یکی کارگر
شود 2. sahil, kıyı. 3.
sınır, hudut. |
کرانه |
kerhen: (A.) 1. iğrenerek, tiksinerek. 2.
istemeyerek, istemeye istemeye, gönülsüz olarak. 3. zorla. |
کرها ً |
kez: [ki + ez > kez] ki. den, ki. denberi. Kez
neyistân tâ merâ bobrîde’end Ez
nefîrem merd u zen nâlîde’end Sazlıktan
beni kestiklerinden beri feryadımdan kadın erkek inlemede.
(Mesnevi) کز
نیستان تا
مرا ببریده
اند از
نفیرم مرد و
زن نالیده
اند |
کز |
kezan: [ki + ez + ân]
ki ondan. Akl mîhâst kezan
şu’le çerâg efrûzed Berk-i gayret bedirahşîd u
cihân berhem zed Akıl bu şule ile
çırasını yakmak isterken kıskançlık
şimşeği çaktı ve dünyayı alt üst
etti. (Hâfız) عقل می
خواست کزان
شعله چراغ
افروزد برق غیرت
بدرخشید و
جهان برهم زد |
کزان |
kezû: [ki + ez + û] ki
ondan. Goft an yâr kezû geşt
ser-i dâr bulend Curmeş in bûd ki esrâr
huveydâ mîkerd Sâyesinde
darağacının yücelik kazandığı o
kişinin suçu, sırları ifşâ etmekti.
(Hâfız) گفت
آن یار کزو
گشت سر دار
بلند جرمش
این بود که
اسرار هویدا
می کرد |
کزو |
kezin: [ki + ez + in] ki
bundan. Demî bâ gam be ser burden cihân
yekser nemîerzed Be mey befrûş delk-i mâ
kezin bihter nemîerzed Dünya hayatı için bir an
bile üzgün yaşamaya değmez. Mey
karşılığında sat hırkamızı; bundan
daha iyisine değmez. (Hâfız) دمی با غم
بسر بردن
جهان یکسر
نمی ارزد به می
بفروش دلق ما
کزین بهتر
نمی ارزد |
کزین |
kes: 1. kişi, kimse, şahıs. Harîm-i
aşk râ dergeh besî bâlâter ez aklest Kesî
an âsitân bûsed ki cân der âstîn
dâred Aşk
hareminin dergâhı akıldan daha yüksektedir.
Canını vermeye hazır olan kişi bu dergâhın
eşiğini öpebilir. (Hâfız) حریم
عشق را درگه
بسی بالاتر
از عقل است کسی
آن آستان
بوسد که جان
در آستین
دارد Efsûs ki
sermâye zi kef bîrûn şod, Der pây-i ecel
besî cigerhâ hûn şod! Kes nâmed ez an
cihân ki porsem ez vey: Kehvâl-i
mosâfirân-i donyâ çon şod? Yazık ki sermaye
elden gider oldu! Ecelin ayağı altında nice ciğer kan
doldu! Gelen olmadı öte dünyadan ki sorayım ona:
Dünyadan gelen yolcuların hali nic’oldu? (Hayyâm) افسوس که
سرمایه ز کف
بیرون شد در
پای اجل بسی
جگرها خون شد کس نامد
از آن جهان که
پرسم از وی کاحوال
مسافران
دنیا چون شد؟ 2. biri, herhangi bir. 3.
akraba. 4. mert. 5. hiç kimse. Zi
sırr-i gayb kes âgâh nîst, kıssa mehân Kudâm
mahrem-i dil reh derin harem dâred? Gayp
âleminin sırlarını bilen kimse yok; boşuna
hikâye anlatma bana. Kim gönül mahremi olmuş da bu
hareme girmemiş? (Hâfız) ز سر
غیب کس آگاه
نیست قصه
مخوان کدام
محرم دل ره
درین حرم
دارد؟ Yârî ender kes
nemîbînîm, yârân râ çi şud? Dûstî key âhir
âmed? Dûstdârân râ çi şud? Kimsede dostluk eseri
gördüğümüz yok; dostlara ne oldu? Dostluk ne zaman
bitti? Sevenlere ne oldu? (Hâfız) یاری
اندر کس نمی
بینیم ،
یاران را چه
شد؟ دوستی کی
آخر آمد؟
دوستداران
را چه شد؟ |
کس |
kesân: [kes + ân] 1. kişiler, insanlar. Ey sâhib-i
fetvî, zi to porkârterîm, Bâ inheme
mestî, ez to hoşyârterîm. To hûn-i kesan
horî yu mâ hûn-i rezan. İnsâf bedih;
kodâm hûhhârterîm? Ey
fetva sahibi, çalışkanız senden daha; Bunca
sarhoşluğa rağmen, ayığız senden daha. Sen
insanların kanını içersin, biz üzüm
kanını. İnsaf
et n’olur; hangimiz hunharız daha? (Hayyâm) ای صاحب
فتوی ز تو
پرکارتریم با
این همه مستی
از تو
هشیارتریم تو خون
کسان خوری و
ما خون رزان انصاف
بده کدام
خونخوارتریم؟ 2. yakınlar,
akrabalar. Âyâ mîhâhî bekesânet der her câ
ki hestend haber bedehem tâ biyâyend ve turâ beberend Gelip seni götürmeleri için her neredelerse
akrabalarına haber vermemi ister misin? (Şovher-i Âhû
Hanum, s. 22) آیا
می خواهی
بکسانت در هر
جا که هستند
خبر بدهم تا
بیایند و ترا
ببرند؟ |
کسان |
kesânî: [kes + ân +
î] birtakım kimseler, kimileri. |
کسانی |
kesânî ki: [kes + ân + î + ki] o kimseler ki,
-enler. Kesânî
ki derd nekeşîde’end in kelimât râ nemî
fehmend Dert
çekmemiş kimseler bu kelimeleri anlamazlar. (Bûf-i
Kûr) کسانی
که درد
نکشیده اند
این کلمات را
نمی فهمند Heme-i
inhâ berâyi şâirhâ ve
beççehâ ve kesânî ki tâ âhir-i
omrişan beççe mîmânend hûbest Bütün
bunlar şairler, çocuklar ve ömürlerinin sonuna kadar
çocuk kalanlar için güzeldir. (Se Katre Hûn) همهء
اینها برای
شاعرها و بچه
ها و کسانی که
تا آخر
عمرشان بچه
می مانند
خوبست |
کسانی
که |
kesî: [kes + î] 1. biri, birisi. Zemâne efser-i
rindî nedâd cuz be kesî Ki
serfirâzî-yi âlem derin kuleh dânist Zamane
rintlik tâcını, âlemin şerefini bu külahta
bulan kişiye verdi. (Hâfız) زمانه
افسر رندی
نداد جز به
کسی که
سرفرازیء
عالم درین
کله دانست 2. hiç kimse,
kimsecikler. Kesî
ancâ nebûd, cuz hodem, cuz vucûd-i gamnâk u
tîre-i hodem Orada
kendimden, kendi gamlı ve karanlık vücudumdan başka kimse
yoktu. (Do Şeb) کسی
آنجا نبود ،
جز خودم ، جز
وجود غمناک و
تیرهء خودم Dovrî ki der
âmeden u reften-i mâst, Ûrâ ne
nihâyet, ne bidâyet peydâst. Kesî
mînezened demî derin ma’nî râst. Kin âmeden ez kocâ
vu reften be kocâst! Geldiğimiz,
gittiğimiz bu devrin Ne başı
bellidir, ne de sonu. Kimse etmiyor bu konuda
bir laf doğru; Nereden bu
gelişler? Bu gidişler nereye doğru? (Hayyâm) دوری که
در آمدن و
رفتن ماست اورا
نه نهایت نه
بدایت
پیداست کسی می
نزند دمی
درین معنی
راست کین
آمدن از کجا و
رفتن
بکجاست؟ 3. o kişi, o kimse. Harîm-i
aşk râ dergeh besî bâlâter ez aklest Kesî
an âsitân bûsed ki cân der âstîn
dâred Aşk
hareminin dergâhı akıldan daha yüksektedir.
Canını vermeye hazır olan kişi bu dergâhın
eşiğini öpebilir. (Hâfız) حریم
عشق را درگه
بسی بالاتر
از عقل است کسی
آن آستان
بوسد که جان
در آستین
دارد 4. kişilik, kişi
olma. Men
kesî der nâkesî der yâftem Pes
kesî der nâkesî der bâftem Ben
varlığımı varlıksızlıkta buldum. Kişi
olmayı kişisizlikte dokudum. (Mesnevi) من
کسی در ناکسی
در یافتم پس
کسی در ناکسی
در بافتم |
کسی |
keş: [ki + eş > keş] ki o, ki ona, ki onu, ki onun. Ne
helâl est ki dîdâr-i tu bîned herkes Ki
herâm est ber an keş nazar tâhir nîst Herkesin
senin yüzünü görmesi doğru değil.
Bakışı temiz olmayanın görmesi ise haramdır.
(Gazelhâ-yi Sa’dî) نه
حلال است که
دیدار تو
بیند هرکس که
حرام است بر
آن کش نظر
طاهر نیست |
کش |
kollen: (A.) 1. tamamıyla,
tümüyle, hepten, tamamen, külliyen. 2. her
birini. |
کلا
ً |
kulluhu:
(A.) bütün, tümü. |
کله |
kelle-i seher: (F.-A.)
erkenden, alaşafak. |
کلهء
سحر |
kollî: (A.) 1. genel, küllî.
2. hepsi. 3. hayli, çok. 4. tamamen. |
کلی |
kolliyyen: (A.) tümüyle, tamamen. |
کلیا
ً |
kolliyye: (A.) 1. bütün, genel. 2. çok.
3. tümel. 4. genellik. 5. çokluk. 6. üniversite. |
کلیه |
kem:
(A.) 1. ne kadar. 2. nice. |
کم |
kem: (Peh.) 1. az. Kemer-i kûh kem
est ez kemer-i mûr incâ Nâumîd ez
der-i rahmet meşov ey bâdeperest Burada, aşk
ülkesinde, dağın beli karıncanın belinden daha
incedir. Hey, bâde düşkünü! Tanrısal rahmet
kapısından umudunu kesme. (Hâfız) کمر کوه
کم است از کمر
مور اینجا ناامید
از در رحمت
مشو ای باده
پرست 2. eksik, noksan. 3. küçük. Kemterîn
eserî ez âteş der libâs u esb u ten-i
siyâveş dîde nemî şud Siyavuş’un
giysi, at ve vücudunda ateştenen küçük bir iz
görülmüyordu. (Dâstânhâ-yi Dilengîz) کمترین
اثری از آتش
در لباس و اسب
و تن سیاوش دیده
نمی شد 4. kötü. |
کم |
kem ez an ki: en
azından. |
کم
از آنکه |
kembîş: [kem + bîş]
az çok. |
کم بیش |
kem mânde bûd: nerdeyse, az
daha, az kalsın. Kem
mânde bûd begûyed tu bemîrî kısthâ
râ ki mîdehed? Neredeyse
‘Sen ölürsen, taksitleri kim ödeyecek?’ diyecekti.
(Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) کم
مانده بود
بگوید : تو
بمیری قسط ها
را کی میدهد؟ |
کم
مانده بود |
kem u bîş: az çok. Çon
rûzî yu omr bîş u kem netvan kerd. Hod râ be kem u
bîş dijem netvan kerd. Kâr-i men u to
çonanki re’y-i men o tost, Ez mûm be dest-i
hîş hem netvan kerd. Bir gün gibi
ömür; azı çoğu mümkün değil. Kendini üzmen az
veya çok mümkün değil. Yapmayı
düşündüğümüz var ya seninle benim, Mum olsa da, bizce
yapmak mümkün değil. (Hayyâm) چون روزی
و عمر بیش و کم
نتوان کرد خود
را کم و بیش
دژم نتوان
کرد کار من و
تو چنانکه
رأی من و تست از
موم بدست
خویش هم
نتوان کرد Ez zindegî-yi
dunyâ-yi tecemmul u şohret kemubîş
çîzhâî mîdânist Şöhret ve
lüks dünyasının yaşantısı hakkında az
çok bir şeyler biliyordu. از
زندگی دنیای
تجمل و شهرت
کم و بیش
چیزهائی می
دانست |
کم
و بیش |
kem u kâst: eksiklik,
kusur. Dârende ço
terkîb-i tebâyi’ ârâst, Ez behr-i çi
û fikendeş ender kem u kâst? Ger nîk
âmed, şikesten ez behr-i çi bûd? Ver nîk
neyâmed in suver, eyb kirâst? Her şeyin sahibi
Tanrı mademki yarattı doğayı, Ne sebeple verdi ona
eksiği, kusuru? İyi oldu madem,
neydi yıkmaktaki zoru? Çirkin olduysa bu
mahluk, bu kimin kusuru? (Hayyâm) دارنده
چو ترکیب
طبایع آراست از
بهر چه او
فکندش اندر
کم و کاست؟ گر نیک
آمد، شکستن
از بهر چه
بود؟ ور
نیک نیامد
این صور، عیب
کراست؟ |
کم و کاست |
kemâ: (A.) gibi, -dığı gibi. |
کما |
kemâ inki: (A.-F.)
nitekim. |
کما
اینکه |
kemâ filevvel: (A.)
önceki gibi. |
کما
فی الاول |
kemâ fissâbık: (A.) eskiden
olduğu gibi. |
کما
فی السابق |
kemâ kâne: (A.) eskiden
olduğu gibi, oldum olası, her zaman olduğu gibi. Cengel
kemâkâne por ez merdum bûd Orman, her
zamanki gibi insanlarla doluydu. (Zindehâ ve Mordehâ) جنگل
کماکان پر از
مردم بود Şomâ
der nazar-i men kemâkâne şahsî şerîf u
necîbî hestîd Siz benim
gözümde her zaman olduğu gibi şerefli ve asıl bir
kimsesiniz. (Rodin) شما
در نظر من
کماکان شخصی
شریف و نجیبی
هستید |
کما
کان |
kemâ huve: (A.)
olduğu gibi. |
کما
هو |
kemâ huverresm: (A.)
âdet olduğu üzere. |
کما
هو الرسم |
kemâ huvelmu’tâd: (A.)
alışıldığı gibi. |
کما
هو المعتاد |
kemâ huvelvâki’: (A.)
olduğu gibi, olageldiği şekilde. |
کما
هوا الواقع |
kemâ hiye, kemâhî: (A.)
olduğu gibi. Dil sırr-i
heyât eger kemâhî dânist, Der merg hem
esrâr-i ilâhî dânist, İmrûz ki
bâ hodî, nedânistî hîç, Ferdâ ki zi hod
revî, çi hâhî dânist? Bilseydi gönül
lâyıkıyla yaşam sırrını, Anlardı
ölümde de Tanrı’nın sırrını. Kendindeyken bugün
anlamadın hiçbir şey; Yarın çekip
gidince, nasıl anlarsın sırrını? (Hayyâm) دل سر
حیات اگر
کماهی دانست در
مرگ هم اسرار
الهی دانست امروز که
با خودی،
ندانستی هیچ فردا
که ز خود روی،
چه خواهی
دانست؟ |
کما
هی |
kemâ hiye hakkihâ: (A.)
hakkıyla, gerektiği gibi. |
کما
هی حقها |
kemâ yenbagî: (A.)
gerektiği gibi. |
کما
ینبغی |
kemâl: (A.) 1. tam,
mükemmel, büyük. 2. mükemmellik, olgunluk,
gelişme. 3. değer. 4. tamlama ile
kullanıldığında "büyük bir, son
derece" anlamlarını verir. Aşk-i tu
nihâl-i hayret âmed Vasl-i tu kemâl-i
hayret âmed Senin aşkın
benim hayret fidanım oldu. Sana kavuşmak benim hayretimin doruk
noktası oldu. (Hâfız) عشق تو
نهال حیرت
آمد وصل
تو کمال حیرت
آمد |
کمال |
kemâl-i: (A.-F.)
büyük bir, olanca, bütün. |
کمال
ِ |
kemter: [kem + ter] 1. daha
az. Hadîs ez mutrib u
mey gû ve râz-i dehr kemter cû Ki kes negşûd
ve negşâyed be hikmet in muammâ râ Çalgıcıdan,
meyden dem vur, Arayıp durma feleğin sırrını.
Hikmetle çözen çıkmadı; çıkmayacak
zira bu muammayı. (Hâfız) حدیث از
مطرب و می گو و
راز دهر کمتر
جو که کس
نگشود و
نگشاید
بحکمت این
معما را 2. değersiz, daha
değersiz. 3. daha âciz. 4. eksik. Bâg-i merâ
çi hâcet-i serv u sanevber est Şimşâd-i
hâneperver-i mâ ez ki kemter est? Bahçemizde serviye, çama ne gerek var? Evimizde
yetişen şimşirin öbürlerinden geri kalır
yanı mı var? (Hâfız) باغ مرا
چه حاجت سرو و
صنوبر است شمشاد
خانه پرور ما
از که کمتر
است؟ |
کمتر |
kemterîn: [kem + terîn] کمترین 1. en
az. 2. en değersiz. 3. çok zavallı, en
âciz. |
کمترین |
kemî dûrter: az ötede,
biraz ötede. Kemî
dûrter zen-i çâkî piyano mîzed ve merd-i
lâgerî pehlûyeş viyelon lîzed Biraz
ötede şişman bir kadın piyanı, zayıfbir adam da
yanında keman çalıyordu. (Se Katre Hûn, s. 215) کمی
دورتر زن
چاقی پیانو
میزد و مرد
لاغری
پهلویش ویلن
میزد |
کمی
دورتر |
kenâr, kinâr: 1. kenar, yan. Kenâr-i
otâk yek târ gozâşte bûd Odanın
kenarına bir tar koymuştu. (Se Katre Hûn) کنار
اطاق یک تار
گذاشته بود 2. kıyı, sahil. Her sebze ki ber
kenâr-i cû’î roste est; Gû’î zi
leb-i firiştehû’î roste est. Pâ ber ser-i her
sebze be hârî nenhî; Kan sebze zi hâk-i
lâlerû’î roste est. Her
yeşillik ki bir su kenarında bitmiştir. Sanki
melek huylu birinin dudağından bitmiştir. Her
yeşilliğe küçümseyerek basma
ayağını. O
yeşillik lâle yüzlü birinin toprağından
bitmiştir. (Hayyâm) هر سبزه
که بر کنار
جوئی رسته
است گوئی
ز لب فرشته
خوئی رسته
است پا بر سر
هر سبزه
بخواری ننهی کان
سبزه ز خاک
لاله روئی
رسته است Bedih
sâkî mey-i bâkî ki der cennet nehâhî
yâft Kenâr-i
âb-i ruknâbâd u gulgeşt-i musellâ râ Saki; ver şu
ölümsüzlük şarabını. Bulamazsın
Cennette zira Ruknâbâd ile Gulgeşt-i Musellâ
kenarını. (Hâfız) بده ساقی
می باقی که در
جنت نخواهی
یافت کنار
آب رکناباد و
گلگشت مصلا
را 3. kucak, kucaklama, koyun.
Der çemen
bâd-i bahârî zi kenâr-i gul u serv Be
hevâdârî-i an ârız u kâmet berhâst Bahar yeli
çimenlikte gül ile selvinin kucağından
sıyrılıp o yanağın, o boyun bosun havasıyla
esmeye başladı. (Hâfız) در چمن
باد بهاری ز
کنار گل و سرو به
هواداریء آن
عارض و قامت
برخاست 4. köşe. 5. ayrı.
6. baş. Şebî
berâyi şâm bâ ehl-i hâne der kenâr-i sufre
nişeste bûd Bir
akşam ev halkıyla birlikte sofra başına oturmuştu.
(An Rûzhâ) شبی
برای شام با
اهل خانه در
کنار سفره
نشسته بود 7. kucaklama. 8. pervaz.
9. çember, kuşak. 10. elde edilme. Devlet ân est ki
bî hûn-i dil âyed be kenâr Verne bâ
sa’y u amel bâg-i cinân in heme nîst Devlet
dediğin gönül kanı dökülerek elde edilir.
Yoksa, çalışıp iyi amel ile kavuşulan cennet
bahçeleri sadece bunlar değil. (Hâfız) دولت آن
است که بی خون
دل آید بکنار ورنه
با سعی و عمل
باغ جنان این
همه نیست 11. son. |
کنار |
kenâr-i hem: [kenâr + -i + hem] yanyana. Şebhâ
tâbistân men u emûyet rûy-i hemin mehtâbî
kenâr-i hem dirâz mîkeşîdîm Yaz geceleri
böyle mehtaplı havalarda onunla birlikte yanyana
uzanırdık. (Eger Haste Şodî) شبها
تابستان من و
عمویت روی
همین مهتابی
کنار هم دراز
می کشیدیم Tesâdufen
sandelîhâ-yi anhâ kenâr-i hem bûd Tesadüfen
onların koltukları yan yanaydı. (Azeristan) تصادفا
ً صندلی های
آنها کنار هم
بود |
کنار
هم |
kender: [ki + ender] ki –de, ki –da. Her
ma’nî-yi hûb u sûret-i pâkîze Kender
nazar-i tu âyed, an sûret-i ûst Gördüğün
her temiz yüz, idrak ettiğin her güzel mânâ onun
sûretidir. (Evhad) هر
معنیء خوب و
صورت پاکیزه کندر
نظر تو آید ،
آن صورت اوست |
کندر |
kunûn: şimdi. Dilem ki
lâf-i tecerrud zedî kunûn sad şugl Be
bûy-i zulf-i tu bâ bâd-i subhdem dâred Gönlüm
dünyadan el etek çekme konusunda konuşup dururdu. Ama
şimdi zülüflerinin kokusunu getiriyor diye sabah meltemi ile
yüz türlü sorun yaşıyor. (Hâfız) دلم
که لاف تجرد
زدی کنون صد
شغل به
بوی زلف تو با
باد صبحدم
دارد |
کنون |
kunûnî: [kunûn +
î] şimdiki, bugünkü, günümüzdeki. |
کنونی |
ki, ke: 1. kim. Nohostîn
mukteşifî ki be kutb reft ki bûd Kutba giden
ilk kaşif kimdi? (Fârsî-i Pencom-i Debistan) نخستین
مکتشفی که به
قطب رفت که
بود؟ Ki
âgehest ki kâvus u key kucâ reftend? Ki
vâkıfest ki çun reft taht-i cem ber bâd? Kâvus,
Key nereye gitti acaba? Kim bilir? Cem’in tahtı nasıl yok
oldu gitti? Bilen var mıdır? (Hâfız) که
آگه است که
کاوس و کی کجا
رفتند؟ که
واقف است که
چون رفت تخت
جم بر باد؟ Tâ çend
zenem be rûy-i deryâhâ hişt? Bîzâr
şodem zi botperestân u kinişt. Heyyâm ki goft
dûzehî hâhed bûd? Ki reft be dûzeh u
ki âmed zi behişt? Ne
zamana kadar suda kerpiç sektireyim? Usandım
putperestinden, havrasından ben! Hayyam
cehennemlik olacak diyen kim? Cehenneme
giden kim, cennetten gelen kim? (Hayyâm) تا چند
زنم بروی
دریاها خشت؟ بیزار
شدم ز بت
پرستان و
کنشت خیام که
گفت که دوزخی
خواهد بود؟ که
رفت به دوزخ و
که آمد ز
بهشت؟ 2. ki. Kitâbî
râ ki çend mâh-i pîş hânde bûd
âverd ve ez rûy-i an be porsiş-i mehîn pâsuh
dâd Birkaç
ay önce okuduğu kitabı getirdi ve ona bakarak Mehin’in
sorusuna cevap verdi. (Fârsî-i Pencom-i Debistan) کتابی
را که چند ماه
پیش خوانده
بود آورد و از روی
آن به پرسش
مهین پاسخ
گفت 3. -si için, diye. Bele
imrûz asr âmedem ki cozve-i medrese ez siyâveş
begîrem Evet,
bugün ikindi vakti Siyavuş’tan okul defterini almaya geldim.
(Se Katre Hûn) بله
امروز عصر
آمدم که
جزوهء مدرسه
از سیاوش بگیرم Enguşt
be lebeş gozâşt u bâ sereş işâre kerd
ki biyâ Parmağını
dudağına götürdü ve başıyla gel diye
işaret etti. (Se Katre Hûn) انگشت
به لبش گذاشت
و با سرش
اشاره کرد که
بیا Jandarm goft
Peb men turâ be curm-i musellem-i vilgerdî yu gedâî
yu bîkârî tovkîf mîkonem ve emr mîdehem
ki bâ men biyâî Jandarma
‘ O halde seni aylaklık, dilencilik ve işsizlik
suçundan tutukluyor ve benimle gelmeni emrediyorum’ dedi.
(Vilgerd) ژاندرام
گفت : پس من ترا
بجرم مسلم
ولگردی و گدائی
و بیکاری
توقیف میکنم
و امر میدهم
که با من
بیائی 4. -ince, -diğinde,
-diği zaman. Be şehr
ki resîd, dîd merdumân saht be heyecân âmede,
ez fart-i heşm u gazab mîlerzîd Şehre
varınca, ahalinin çok heyecanlandığını,
öfkeden titrediklerini gördü. (Beyrakdâr) بشهر
که رسید ، دید
مردمان سخت
بهیجان آمده
، از فرط خشم و
غضب می لرزد 5. -den, -dan. Durûgî
maslahatâmîz bih ki râstî-yi fitne’engîz İyilik
için söylenen yalan, fitne koparan doğrudan iyidir.
(Gulistan) دروغی
مصلحت آمیز
به که راستی ء
فتنه انگیز Ey peder,
kûtâh-i hiredmend bih ki nâdân-i bulend Babacığım,
akıllı kısa boylu insan, uzun boylu cahilden iyidir.
(Gulistan) ای
پدر ، کوتاه
خردمند به که
نادان بلند Eger tu zahm
zenî bih ki dîgerî merhem Veger tu
zehr dehî bih ki dîgerî tiryâk Sen
yaralarsan, başkasının merhem sürmesinden iyidir. Sen
zehir içirtirsen, başkasının içirtmesinden
iyidir. (Hafız) اگر
تو زخم زنی به
که دیگری
مرهم وگر
تو زهر دهی به
که دیگری
تریاک 6. yoksa, aksi takdirde. 7.
. se. di. Tu
mîfehmî in kâr ya’nî çi? Âher
mâ be merdum haber dâdeîm. Haber
dâdîm ki dâdîm, çi ehemmiyyet dâred -Sen bu
işin ne demek olduğunu biliyor musun? Herkese haber verdik
ama!-Haber verdikse verdik. Ne önemi var? (Azeristan) تو می
فهمی این کار
یعنی چه؟ آخر
ما به مردم
خبر داده ایم خبر
دادیم که
دادیم ، چه
اهمیت دارد؟ Bâşed,
sevâr nemîkoned ki nekonend Olsun,
bindirmezse bindirmesinler! (Zindehâ ve Mordehâ) باشد
، سوار نمی
کنند که
نکنند 8. da. Bâ
inki anhâ ankadr yekdil u yekreng bûdend ve hîç
çîz râ ez yekdîger pinhân nemî kerdend,
çitovr şud ki behrâm ez in tasmîm-i
hodkoşîbâ û meşveret nekerd Onlar o
kadar içli dışlı olmalarına ve birbirlerinden
hiçbir şey saklamamalarına rağmen nasıl oldu da
Behram bu intihar kararını ona danışmadı?
(Girdâb) با
اینکه آنها
آنقدر یکدل و
یک رنگ بودند
و هیچ چیز را
از یکدیگر
پنهان نمی
کردند ، چطور
شد که بهرام
از این تصمیم
خودکشی با او
مشورت نکرد؟ Hûb,
turâ fi’len âzâd mîkonem, emmâ
murâkib bâş ki dobâre tovkîf neşevî Pekâlâ,
şimdilik seni serbest bırakıyorum ama dikkatli ol da yine
tutuklanma! (Vilgerd) خوب ،
ترا فعلا ً
آزاد می کنم ،
اما مراقب
باش که
دوباره
توقیف نشوی! 9. -e, -a. Nemî
tevânist bâver bekoned ki û morde Onun
öldüğüne inanamıyordu. (Girdâb) نمی
توانست باور
بکند که او
مرده 10. işte. Nezd-i
û bûd ki bâ rodin âşinâ şodem İşte
onun yanında Rodin’le tanıştım. (Rodin) نزد
او بود که با
رودین آشنا
شدم 11. çünkü. Kârûn
helâk şud ki çihil hâne genc dâşt Nûşînrevân
nemord ki nâm-i nikû gozâşt Kırk ev
dolusu hazinesi olan Karun yok oldu. Nuşirevan ise ölmedi.
Çünkü geriyeiyi bir isim bıraktı. (Gulistan) قارون
هلاک شد که
چهل خانه گنج
داشت نوشین
روان نمرد که
نام نکو
گذاشت Murâd-i
dil zi ki porsem ki nîst dildârî Ki cilve-i
nazar u şîve-i kerem dâred Gönlümün
muradı gerçekleşir mi, gerçekleşmez mi; kime
sorayım? Bakışları cilveli, kerem sahibi bir sevgili yok
ki! (Hâfız) مراد
دل ز که پرسم
که نیست
دلداری که
جلوهء نظر و
شیوهء کرم
دارد 12. yor ki, yordu ki ? Emmâ
vaktî bâlhâ-yi hodeş râ bâz mîkerd
hodâ mîdâned çi mîşud. Kocâ ki
nemî reft Ama kanatlarını
açtığı zaman ne olduğunu Allah bilir; nereye
gitmiyordu ki! (Rodin) اما
وقتی بال های
خودش را باز
میکرد خدا می
داند چه میشد .
کجا که نمی
رفت! 13. diye, -dığını. Mey bedih tâ
dehemet âgehî ez sırr-i kazâ Ki be rûy-i ki
şodem âşık u ez bûy-i ki mest Mey
ver de kaza kader sırlarından haber vereyim sana. Kimin
yüzüne âşık olduğumu, kimin kokusuyla mest
olduğumu söyleyim. (Hâfız) می بده تا
دهمت آگهی از
سر قضا که
بروی که شدم
عاشق و از بوی
که مست 14.mademki. İmrûz
ki der dest-i tu’em, merhametî kun Ferdâ ki
şevem hâk, çi sûd eşk-i nedâmet Madem ki
bugün senin elindeyim; merhamet et bana; ver muradımı.
Yarın toprak olduğumda pişmanlık
gözyaşları dökmenin sana ne yararı olacak?
(Hâfız) امروز
که در دست
توام ،
مرحمتی کن فردا
که شوم خاک ،
چه سود اشک
ندامت 15. belki, bakarsın. Bâz ây ki bâz âyed omr-i şode-i hâfiz Herçend ki nâyed bâz tîrî ki beşud ez
şest Geri dön; her ne kadar ok yaydan çıktı mı geri
dönmezse de belki Hafız’ın geçip giden
ömrü geri gelir. (Hâfız) باز
آی که باز آید
عمر شدهء
حافظ هرچند
که ناید باز
تیری که بشد
از شست |
که |
kih: 1. küçük. Goftemeş:
Mâ bende-i şâhenşehîm Hâcetâşân-i
kih-i an dergehîm Ona dedim:
Şahlar şahının kuluyuz biz O
dergâha mensup iki küçük kuluz biz
(Mesnevî) گفتمش
ما
بنده
شاهنشهیم خواجه
تاشان که آن
درگهیم 2. genç. |
که |
ki intovr: (F.-A.) demek
öyle! |
که
اینطور |
kih u mih:
büyük küçük. |
که
و مه |
kohne: 1. eski. Der
bâzâr-i şehr-i kohne çây hordîm Eski
şehrin çarşısında çay içtik. در
بازار شهر
کهنه چای
خوردیم İn kohne
ribât râ ki âlem nâm est; Ârâmgeh-i
eblak-i sobh u şâm est. Bezmîst ki
vâmânde-yi sad Cemşîd est. Gûrîst
ki hâbgâh-i sad Behrâm est. Şu
köhne kervansaray ki âlemdir adı, Sabahla
akşam denen alaca atın konağı. Yüz
Cemşid’in meclisinin artığı, Yüz
Behram’ın uyku yeri, mezarı. (Hayyâm) این کهنه
رباط را که
عالم نام است آرامگه
ابلق صبح و
شام است بزمیست
که واماندهء
صد جمشید است گوریست
که خوابگاه
صد بهرام است 2. köhne. 3. yaşlı,
ihtiyar. 4. müzmin. 5. kullanılmış. 6. yıkık
dökük. 7. çamaşır. 8. eski bez,
paçavra. Bedûn-i
inki men tekâzâî kerde bâşem, pîrmerd
kohnehâî ez cîb bîrûn âverd ve zahm-i
bâzûyem râ best Ben bir
şey istemeden ihtiyar, cebinden bazı paçavralar
çıkarıp kolumdaki yarayı sardı.
(Perîçihr) بدون
اینکه من
تقاضائی
کرده باشم ،
پیرمرد کهنه
هائی از جیب
بیرون آورد و
زخم بازویم
را بست |
کهنه |
kihîn: [kih + în] en küçük. Yûsuf
u bunyâmîn ferzendân-i duhter-i kihîn Laban,
Rahil’end ki be nifâs-i ibn-i yâmîn fermân
yâft Yusuf
ileBünyamin, Laban’ın küçük kızı
olan ve Bünyamin’i doğurduktan sonra loğusa iken
ölen Rahil(Raşel)’in çocuklarıdır. (Derd-i
Aşk-i Zuleyhâ) یوسف
و بنیامین
فرزندان
دختر کهین
لابان ، راحیل
اند که به
نفاس این
یامین فرمان
یافت |
کهین |
kû: (Peh.) 1. nerede, neresi, nereye, hani. Şomâ
goftîd ki se nefer hâhîd bûd. Pes sevvomî
kû? Üç
kişi olacağınızı söylediniz. Peki,
üçüncü nerede? (Azeristan) شما
گفتید که سه
نفر خواهید
بود . پس سومی
کو؟ Goftem: ey mesned-i cem,
câm-i cihânbînet kû? Goft: Efsûs ki an
devlet-i bîdâr behuft Ey Cem’in
tahtı, dünyayı gösteren kadehin nerede? diye sordum. Ne
yazık! Uyanık bahtım uykuya daldı! dedi.
(Hâfız) گفتم
ای مسند جم ،
جام جهان
بینت کو؟ گفت
افسوس که آن
دولت بیدار
بخفت Ez âmeden u
reften-i mâ sûdî kû? Vez târ-i
vucûd-i omr-i mâ pûdî kû? Der çenber-i
çerh cân-i çendîn pâkân Mîsûzed u
hâk mîşeved; dûdî kû? Gelip
gitmemizin faydası nerede? Ömür
dediğimiz varlık kumaşının atkısı nerede? Bunca
temiz kişinin canı felek çemberinde Yanıp
toprak oluyor; dumanı nerede? (Hayyâm) از آمدن و
رفتن ما سودی
کو؟ وز
تار وجود عمر
ما پودی کو؟ در چنبر
چرخ جان
چندین پاکان می
سوزد و خاک
میشود، دودی
کو؟ 2. kumru sesi: kû Morgî dîdem
nişeste ber bâre-yi Tûs, Der çeng girifte
kelle-yi Keykâvûs. Bâ kelle
hemîgoft ki: Efsûs, efsûs! Kû bang-i
cereshâ vu kocâ nâle-yi kûs? Bir
kuş gördüm, Tûs burcuna konmuş, Keykâvus’un
başını pençesine almış, Diyordu
kelleye: Yazık, çok yazık! Nerede çan sesi? Kös
iniltisi nerede kalmış? (Hayyâm) مرغی
دیدم نشسته
بر بارهء طوس در
چنگ گرفته
کلهء کیکاوس با کله
همی گفت که
افسوس افسوس کو
بانگ جرس ها و
کجا نالهء
کوس؟ |
کو |
kû: [ki + > k] ki o. Tohmhâ-yi
fitne kû kişte bûd Âfet-i
serhâ-yi îşân geşte bûd Fitne
tohumlarını eken o kişi onların başına
belâ olmuştu. (Mesnevi) تخمهای
فتنه کو کشته
بود آفت
سرهای ایشان
گشته بود Herkesî
kû dûr mâned ez asl-i hîş Bâz
cûyed rûzgâr-i vasl-i hîş Kendi
aslından uzak kalan kimse yine kendi vuslat zamanını arar.
(Mesnevi) هرکسی
کو دور ماند
از اصل خویش باز
جوید روزگار
وصل خویش Kesî
kû beste-i zulfet nebâşed Çu
zulfet derhem u zîr u zeber bâd Zülüflerine
bağlanmayan kimse zülüflerin gibi karmakarışık,
alt üst olsun. (Hâfız) کسی
کو بستهء
زلفت نباشد چو
زلفت درهم و
زیروزبر باد |
کو |
k’iy: (ki + ey) ey. |
کی |
key: 1. ne zaman, ne vakit. Gofte
bûdî: Key bemîrî pîş-i men?
Ta’cîl çîst? Hoş
tekâzâ mîkunî, pîş tekâzâ
mîremet Ne zaman
öleceksin yanımda? demiştin? Acelen ne? Amma takaza ediyorsun!
Takazana ölürüm ben. (Hâfız) گفته
بودی کی
بمیری پیش من؟
تعجیل چیست؟ خوش
تقاضا می کنی
، پیش تقاضا
میرمت Efsûs ki
nâme-yi cevânî tey şod! Van tâze
behâr-i zindegânî dey şod! Hâlî
ki verâ nâm cevânî goftend, Ma’lûm
neşod ki û key âmed, key şod? Yazık;
gençliğin defteri dürüldü gitti! Hayatın o
taze baharı dün oldu gitti! Adına
gençlik denilen şey var ya, Anlamadım
ki; ne zaman geldi, ne zaman gitti!? (Hayyâm) افسوس که
نامهء جوانی
طی شد وان
تازه بهار
زندگانی دی
شد حالی که
ورا نام
جوانی گفتند معلوم
نشد که او کی
آمد ، کی شد؟ 2. nasıl. Be
bârgâh-i tu çun bâd râ nebâşed
bâr Key
ittifâk-i mecâl-i selâm-i mâ ufted? Haberci
rüzgârın senin huzuruna girme izni olmayınca,
selâmımızı iletme fırsatı nasıl
doğar? (Hâfız) به
بارگاه تو
چون باد را
نباشد بار کی
اتفاق مجال
سلام ما افتد |
کی |
ki: kim. İn
merdumî râ ki mî bînem ki hestend Bu
gördüğüm insanlar kim? (Zinde be Gûr) این
مردمی را که
می بینم کی
هستند؟ Ki
hestî ve kocâ zindegî mîkonî Kimsin ve
nerede oturuyorsun? (Kûtî-i Kibrît) کی
هستی و کجا
زندگی می
کنی؟ |
کی |
kiyân: [ki + y + ân] kimler. Tâ
sohenhâ-yi kiyân red kerdeî Tâ
kiyân râ server-i hod kerdeî Kimlerin
sözlerini reddetmişsin? Kimleri
kendine büyük bilmişsin? (Mesnevî) تا
سخن های کیان
رد کرده ای تا
کیان را سرور
خود کرده ای |
کیان |
keyfen: (A.) nitelik bakımından. |
کیفا
ً |
kin: [ki + in > kin] ki bu, çünkü bu. Gûş-i her befurûş u dîger gûş har Kin sohen râ der neyâbed gûş-i har Eşeğin
kulağını sat da başka bir kulak satın al.
Çünkü bu sözü eşek kulağı anlamaz.
(Mesnevi) گوش
خر بفروش و
دیگر گوش خر کین
سخن را در
نیابد گوش خر |
کین |
kinçonin: [ki + in + çonîn] ki böyle bir. Nedîdîm
kesî kinçonin zehre dâşt Bedancâygeh
ez honer behre dâşt Biz burada
böylesine yürekli ve hünerli birini görmedik.
(Şâhnâme, I/50, beyit 374) ندیدیم
کسی کینچنین
زهره داشت بدانجایگه
از هنر بهره
داشت |
کینچنین |
gâh: 1. zaman, vakit. Hâk-i
vucûd-i mâ râ ez âb-i dîde gil kun Vîrânserây-i
dil râ gâh-i imâret âmed Beden
toprağımızdan göz yaşlarıyla çamur
yoğur. Çünkü yıkık gönül evinin
onarılması zamanı geldi. (Hâfız) خاک
وجود ما را از
آب دیده گل کن ویران
سرای دل را
گاه عمارت
آمد 2. kâh. Derhâlî
ki çeşmâneş ez fart-i şâdî
mîdirahşîd, gâh be yâver ve gâh be
medîne mî nigerîst Gözleri
sevinçten parlarken kâh Yaver’e kâh Medine’ye
bakıyordu. (Azeristan) در
حالی که
چشمانش از
فرط شادی می
درخشید ، گاه
به یاور و گاه
به مدینه می
نگریست Gofteî:
La’l-i lebem hem derd bahşed hem devâ Gâh
pîş-i derd u geh pîş-i mudâvâ mîremet Lâl
dudağım hem dert verir, hem derman demişsin. Kâh
derdine, kâh dermanına ölürüm senin.
(Hâfız) گفته
ای لعل لبم هم
درد بخشد هم
دوا گاه
پیش درد و گه
پیش مداوا
میرمت 3. devir, asır,
çağ. 4. arada bir, kâh, zaman zaman, kimi zaman,
zaman olur. |
گاه |
gâh ez gâh: kimi zaman,
bazen, arasıra. |
گاه از
گاه |
gâh be gâh: zaman zaman,
kimi zaman, arasıra. |
گاه
به گاه |
gâh gâh: zaman zaman,
arasıra, bazen, kimi zaman. gâh gâh: zaman zaman, arasıra, bazen, kimi zaman. Men an
nigîn-i suleymân behîç nestânem Ki gâh
gâh ber û dest-i ehrimen bâşed Bazı
bazı ifritin eline geçen Süleyman mührü yok mu? On
paraya almam! (Hâfız) من آن
نگین سلیمان
بهیچ نستانم که
گاه گاه بر او
دست اهرمن
باشد Bende-i pîr-i
harâbâtem ki lutfeş dâim est Verne lutf-i şeyh u
zâhid gâh mest u gâh nîst Ben
lutfu dâim olan harabat pîrinin kulu kölesiyim; bazen mest
bazen ayık şeyhle, zâhitle işim yok. (Hâfız) بندهء
پیر خراباتم
که لطفش دائم
است ورنه
لطف شیخ و
زاهد گاه مست
و گاه نیست |
گاه
گاه |
gâh u bîgâh: 1. zaman zaman, kimi zaman.
2. vakitli vakitsiz, olmadık vakit. |
گاه
و بی گاه |
gâh u nâgâh: zamanlı
zamansız, vakitli vakitsiz. |
گاه و
ناگاه |
gâhgâhî: zaman zaman, bazen,
kimi zaman, arasıra, ara ara. |
گاهگاهی |
gâhî: [gâh + î] 1. bazen, arasıra, kimi zaman,
ara ara, zaman zaman. Hodâ
hâfiz, gâhî merâ be hâtir biyâvered Allahaısmarladık.
Arasıra beni hatırlayın. (Rodin) خدا
حافظ ، گاهی
مرا بخاطر
بیاورید Gerdişhâî ki bâ dûstâneş ser-i
kabr-i sa’dî ve bâbâ kûhî kerde bûd
beyâd âverd. Gâhî lebhand mîzed,
zemânî ehm mîkerd Dostlarıyla birlikte Sadî’nin, Baba
Kûhî’nin mezarlarını ziyaret ettiğini
hatırladı. Bazen gülüyor, bazen somurtuyordu. (Se Katre
Hûn, s. 82) گردشهائی
که با
دوستانش سر
قبر سعدی و
بابا کوهی
کرده بود
بیاد آورد ،
گاهی لبخند
می زد ، زمانیاخم
می کرد 2. bir keresinde, vaktiyle.
3. asla, hiçbir zaman. |
گاهی |
gâhî ovkât: (F.-A.) kimi
zaman, zaman zaman. |
گاهی
اوقات |
gâhî ki:
-dığı zaman, -ince. |
گاهی
که |
gâhî vakthâ: (F.-A.) kimi
zaman. Men
gâhî vakthâ nisfehâ-yi şeb ez kahvehâne be
menzilem ber mî geştem Ben kimi
zaman gece yarıları kahveden evime dönüyordum.
(Telhûn) من
گاهی وقت ها
نصفه های شب
از قهوه خانه
به منزلم بر
می گشتم |
گاهی
وقت ها |
gozeşte: [gozeşten > gozeşt + e] 1. geçmiş,
gitmiş, geçen. Der
pâîz-i sâl-i gozeşte mihrî
dânişkede-i neft u şîmî-yi
âzerbâycân râ temâm kerd Mihrî
geçen yıl sonbaharda Azerbaycan Petrokimya
Fakültesi’ni bitirdi. (Azeristan) در
پائیز سال
گذشته مهری
دانشکدهء
نفت و شیمی آذربایجان
را تمام کرد 2. mazi. 3. (ed.)
geçmiş zaman. 4. eski, köhne. 5. tercihli. 6.
önceki, sâbık. 7. işlemiş faiz. 8. ölmüş.
9. ata, ced. |
گذشته |
gozeşte ez: üstelik,
ilaveten, yanısıra. |
گذشته از |
gozeşte ez an: üstelik,
bunun yanısıra. |
گذشته
از آن |
gozeşte ez in ki: olduğu
kadar, yanısıra. İn
târîh gozeşte ez inki yekî ez numûnehâ-yi
mu’teber-i nesr-i kadîm-i fârsîst, ez nazar-i
târîhî nîz dârâ-yi ehemmiyyet
mîbâşed Bu tarih,
eski Farsça nesrin muteber örneklerinden biri olduğu kadar,
tarihî bakımdan da önemlidir. (Hezâr Sâl-i Nesr-i
Pârsî) این
تاریخ گذشته
از اینکه یکی
از نمونه های
معتبر نثر قدیم
فارسی است ،
از نظر
تاریخی نیز
دارای اهمیت
می باشد |
گذشته
از اینکه |
ger: [ger< eger] 1. eğer. An ne men
bâşem ki rûz-i ceng bînî poşt-i men An menem ger
der miyân-i hâk u hûn bînî serî Savaş
günü benim sırtımı göremezsin. Eğer toprak
ve kana bulanmış bir baş görürsen, işte o
benim. (Gulistan) آن نه
من باشم که
روز جنگ بینی
پشت من آن
منم گر در
میان خاک و
خون بینی سری Âşıkî
râ ki çonin bâde-i şebgîr dehend Kâfir-i aşk
buved, ger neşeved bâdeperest. Âşığa
böyle gece şarabı verilir de bâde
düşkünü olmazsa, aşk kâfiri olur
çıkar! (Hâfız) عاشقی را
که چنین
بادهء شبگیر
دهند کافر
عشق بود گر
نشود باده
پرست Dârende ço
terkîb-i tebâyi’ ârâst, Ez behr-i çi
û fikendeş ender kem u kâst? Ger nîk
âmed, şikesten ez behr-i çi bûd? Ver nîk
neyâmed in suver, eyb kirâst? Her şeyin sahibi
Tanrı mademki yarattı doğa-yi, Ne sebeple verdi ona
eksiği, kusuru? İyi oldu madem,
neydi yıkmaktaki zoru? Çirkin olduysa bu
mahluk, bu kimin kusuru? (Hayyâm) دارنده
چو ترکیب
طبایع آراست از
بهر چه او
فکندش اندر
کم و کاست؟ گر نیک
آمد، شکستن
از بهر چه
بود؟ ور
نیک نیامد
این صور، عیب
کراست؟ 2. ya. Ger in
râz ber mâ bebâyed goşâd Veger ser
behârî bebâyed nihâd Ya bu
sırrı bana söylersiniz ya da zillet içinde
ölürsünüz. (Şâhnâme, I/38, beyit 82) گر
این راز بر ما
بباید گشاد وگر
سر بخواری
بباید نهاد |
گر |
gerzank: [ger< eger + z<
ez + an + k< ki] eğer, -mesi halinde, çünkü. Ger zank dilet râ
ser-i reh reften est Pâ ber ser-i
nefs-i hod nih u bordî dest Gönlünde bu
yolda yürümek arzusu varsa, ayağının nefsinin
üstüne bas. O zaman dileğine kavuşursun. (Evhad) گر
زانک دلت را
سر ره رفتن
هست پا
بر سر نفس خود
نه و بردی دست |
گر
زانک |
ger zan ki: eğer, -mesi
halinde, çünkü. |
گر
زانکه |
ger…ver:
eğer… ve eğer. |
گر...ور |
gerç: [gerç< ger + çi] her
ne kadar, ise de. |
گرچ |
gerçi: [ger + çi] gerçi, her ne kadar, ise de. Âkibet
gorgzâde gorg şeved Gerçi
bâ âdemî bozorg şeved İnsanla
büyüse bile, sonunda kurt yavrusu kurt olur. (Gulistan) عاقبت
گرگ زاده گرگ
شود گرچه
با آدمی بزرگ
شود İmrûz ki
novbet-i cevânî-yi men est, Mey nûşem ez
anki kâmrânî-yi men est. Eybem mekonîd,
gerçi telhest, hoş est. Telhest,
çerâ ki zindegânî-yi men est. Bugün
gençlik sıramdır benim. İçiyorum
mey; çünkü mutluluğum benim. Ayıplamayın
beni; acı da olsa, hoştur yine. Acıdır;
niye mi? Çünkü hayatımdır benim. (Hayyâm) امروز که
نوبت جوانیء
من است می
نوشم از آنکه
کامرانیء من
است عیبم
مکنید، گرچه
تلخست، خوش
است تلخست
، چرا که
زندگانیء من
است Gerçi
bednâmîst nezd-i âkilân Mâ
nemîhâhîm neng u nâm râ Akıllılar
kötüye çıkarır sarhoşun adını. Kim
dinler şânı, şöhreti, ârı!
(Hâfız) گرچه
بدنامیست
نزد عاقلان ما
نمی خواهیم
ننگ و نام را |
گرچه |
gird: (Peh.) 1. yuvarlak, dairesel. 2. etraf,
çevre, yöre. Murîdân
be gerdiş cem’ şodend ve be dildârîyeş
zebân guşûdend Müritler
başına toplandılar ve onu teselli etmeye başladılar.
(Dâstânhâ-yi Dilengîz) مریدان
به گردش جمع
شدند و به
دلداریش
زبان گشودند Butî
dârem ki gird-i gul zi sunbul sâyebân dâred Behâr-i
ârızeş hattî be hûn-i ergavân dâred
Put gibi güzel bir sevgilim var. Sümbül
saçları gül yüzünün etrafında
gölgelik olmuş. Yanaklarının baharında erguvan
kanıyla yazılmış ferman gibi ayva tüyleri var.
(Hâfız) بتی
دارم که گرد
گل ز سنبل
سایبان دارد بهار
عارضش خطی به
خون ارغوان
دارد Bisyâr
begeştîm be gird-i der u deşt; Ender heme
âfâk begeştîm begeşt; Kes râ
neşenîdîm ki âmed zin râh Râhî ki
bereft, râhrov bâz negeşt! Çok
gezdik ovada kırda, Çok
dolandık, tozduk ufuklarda. Duymadık
bu yoldan gelen birini. Giden
yolcu dönmedi, kaldı orada (Hayyâm) بسیار
بگشتیم بگرد
در و دشت اندر
همه آفاق
بگشتیم بگشت کس را
نشنیدیم که
آمد زین راه راهی
که برفت،
راهرو باز
نگشت |
گرد |
gird ber gird: her taraf,
çepeçevre. |
گرد بر
گرد |
geh: 1. bazen, kimi zaman, kâh. Gofteî:
La’l-i lebem hem derd bahşed hem devâ Gâh
pîş-i derd u geh pîş-i mudâvâ mîremet Lâl
dudağım hem dert verir, hem derman demişsin. Kâh
derdine, kâh dermanına ölürüm senin.
(Hâfız) گفته
ای لعل لبم هم
درد بخشد هم
دوا گاه
پیش درد و گه
پیش مداوا
میرمت 2. yer ve zaman bildiren yapım eki. |
گه |
geh u bîgeh: zamanlı
zamansız, arasıra. Be kovl-i mutrib u
sâkî burûn reftem geh u bîgeh Kezan râh-i
girân kâsıd haber duşvâr mîâverd Çalgıcı
ile sâkînin sözlerine bakıp zamanlı zamansız
dışarı çıktım. O zor yoldan haberci
güçlükle haber getirebilirdi. (Hâfız) بقول
مطرب و ساقی
برون رفتم گه
و بیگه کزان
راه گران
قاصد خبر
دشوار می
آورد |
گه
و بی گه |
geh u bîgâh: zamanlı
zamansız, arasıra. |
گه و
بیگاه |
gehî… gâh:
kâh… kâh. |
گهی...
گاه |
gû in ki: 1. sanki, -miş gibi. 2.
gerçi, her ne kadar. |
گو
اینکه |
gûyâ: [goften > gûy + â ] 1. söyleyen,
konuşan, dile getiren. Der kârgeh-i
kûzegerî bûdem dûş. Dîdem do
hezâr kûze gûyâ vu hamûş. Her yek be zebân-i
hâl bâ men goftend: Kû kûzeger u
kûzeher u kûzefurûş? Bir
testicinin dükkanındaydım dün. Konuşan,
susan ikibin testi gördüm. Dediler
bana her biri hal diliyle o an: Nerede
testici; hani testi alan, testi satan? (Hayyâm) در کارگه
کوزه گری
بودم دوش دیدم
دو هزار کوزه
گویا و خموش هریک
بزبان حال با
من گفتند کو
کوزه گر و
کوزه خر و
کوزه فروش؟ 2. konuşkan. 3. sanki,
sözüm ona, sözde, sanırım. Men
netevânistem cumle râ temâm konem. Zimnen gûyâ
reîs-i kârhâne hem harfhâ-yi merâ nemî
şenîd Ben
cümlemi bitiremedim. Bu arada galiba fabrika müdürü de
sözlerimi dinlemiyordu. (Azeristan) من
نتوانستم
جمله را تمام
کنم . ضمنا ً
گویا رئیس
کارخانه هم
حرف های مرا
نمی شنید Gûyâberâyi
hemin şi’r û râ be incâ âverde’end Herhalde bu
şiirden dolayı onu buraya getirmişler. (Se Katre Hûn) گویا
برای همین
شعر او را به
اینجا آورده
اند 4. dile gelen. |
گویا |
gûyâ ki: [goften > gûy
+ â + ki] sanki, adeta. |
گویا
که |
gûî ki: sanki. Subhdem ez arş mîâmed
hurûşî, akl goft Kudsiyân gûî ki
şi’r-i Hâfiz ez ber mîkonend Sabah vakti gökyüzünden
bir gürültüdür geliyordu. Akıl girdi lafa: Galiba
melekler Hafız’ın şiirini ezber ediyor.
(Hâfız) صبحدم از
عرش می آمد
خروشی، عقل
گفت قدسیان
گوئی که شعر
حافظ
از بر می کنند |
گوئی
که |
gû’iyâ: [goften > g + i + y + â] sanki,
adeta. Gûiyâ
bâver nemîdârend rûz-i dâverî K’in
heme kalb u dagal der kâr-i dâver mîkonend Yoksa sorgu
sual gününe inanmazlar da mı Tanrı hakkında yalan
yanlış işler çevirirler? (Hâfız) گوئیا
باور نمی
دارند روز
داوری کاین
همه قلب و دغل
در کار داور
می کنند |
گوئیا |
lâşey’:
(A.) önemsiz, nâçiz. Gerçi
cumle-i in cihân mulk-i vey est Mulk der
çeşm-i dil-i û lâ şey’ est Bütün
dünya onun mülküdür Gözünde
o mülkün değeri yoktur (Mesnevî) گرچه
جملهء این
جهان ملک وی
است ملک
در چشم دل او
لا شی است |
لا
شیء |
lâtâ’il: (A.) boş,
faydasız, zırva. |
لا
طائل |
lâyuhsâ: (A.)
sayısız. |
لا یحصی |
lâyenkati’: (A.) kesintisiz,
aralıksız. |
لا
ینقطع |
lâbelâ: [lâ + be + lâ] ara, orta,
arası, içi. Anhâ
muddet-i ziyâdî der cutucû-yi katâr
lâbelâ-yi hutût-i râh-i âhen perse zedend Onlar tren
aramak için uzun bir süre demiryolu hatları arasında
dolaştılar. (Zindehâ ve Mordehâ) آنها
مدت زیادی در
جستجوی قطار
لابلای خطوط
راه آهن پرسه
زدند Çend
sitâre ez lâbelâ-yi ebrhâ be pâîn
sukût mîkonend Bulutların
arasından birkaç yıldız kayıyor.
(Şikârçiyân) چند
ستاره از
لابلای
ابرها به
پائین سقوط
می کنند |
لابلا |
lâcerem: (A.) kuşkusuz, çaresiz. Âşikân
zumre-i erbâb-i emânet bâşend Lâcerem
çeşm-i guherbâr hemân est ki bûd Aşıklar
emanet nedir bilenler zümresindendir. İnci yağdıran
gözlerim yine eskisi gibi inci döküyor. Bunda kuşku yok.
(Hâfız) عاشقان
زمرهءارباب
امانت باشند لاجرم
چشم گهربار
همان است که
بود |
لاجرم |
lâzim: (A.) 1. lâzım, gerekli, zorunlu. Berâyi
in kâr yek omr tecribe lâzim est Bu iş
için bir ömür tecrübe ister. (Deryâ-yi Govher) برای
این کار یک
عمر تجربه
لازم است Lâzim
est muessesât-i keştîsâzî der sâhil-i
deryâ-yi siyâh îcâd numûd Karadeniz
sahilinde tersaneler kurmak lâzım. (Târîh-i
Siyâsî) لازم
است مؤسسات
کشتی سازی در
ساحل دریای
سیاه ایجاد
نمود İmrûz
hem ki com’e est evvel pîş-i şomâ
âmede’em ve eger lâzim bâşed bedîden-i
û hâhem reft Bugün
Cuma olduğuna göre önce size geldim; eğer gerekirse onu
görmeye gideceğim. (Homâ) امروز
هم که جمعه
است اول پیش
شما آمده ام و
اگر لازم
باشد بدیدن
او خواهم رفت |
لازم |
lây: 1. ara, orta, aralık. Ez
lâ-yi der be heyât nigâh kerdem Kapının
aralığından bahçeye baktım. (Nokte-i Sefîd) از
لای در به
حیاط نگاه
کردم |
لای |
leb: (Peh.) 1. dudak. Dehân-i
şehd tu dâde revâc-i âb-i hızr Leb-i
çu kand-i tu bord ez nebât-i mısr revâc Bal
ağzın âbıhayata revaç vermiş. Şeker
gibi tatlı dudağın şeker kamışının
değerini artırmış. (Hâfız) دهان
شهد تو داده
رواج آب خضر لب
چو قند تو برد
از نبات مصر
رواج 2. sahil, kenar. |
لب |
lehtî: [leht + î] 1. azıcık, birazcık. Fermânrevâ
lahtî âb-i honek âverd ve be û dâd Hükümdar
biraz soğuk su getirip ona verdi. (Fârsî-i Pencom-i Debistan) فرمانروا
لختی آب خنک
آورد و به او
داد 2. bir kısmı,
bazısı. 3. birkaç. |
لختی |
ledelihtiyâc:
(A.) ihtiyaç zamanı. |
لدی
الاحتیاج |
ledeliktizâ: (A.) münasip
zamanda, gerektiğinde. |
لدی
الاقتضا |
ledelimkân:
(A.) imkân olursa. |
لدی
الامکان |
ledelhâce: (A.)
ihtiyaç zamanı. |
لدی
الحاجه |
luzûmen: (A.) zorunlu olarak. |
لزوما ً |
ligâyeti: (A.) bitimine kadar,
sonuna kadar. |
لغایت
ِ |
ligarazin: (A.)
maksatlı olarak, bile bile. |
لغرض
ٍ |
lafzen: (A.) telaffuz ederek, sözle,
konuşarak. |
لفظا
ً |
lîk: (A.) ancak, lâkin. Sırr-i
men ez nâle-i men dûr nîst Lîk
çeşm u gûş râ an nûr nîst Benim
sırrım nâlemden değil uzakta O nur yok
ama göz ile kulakta (Mesnevi) سر
من از نالهء
من دور نیست لیک
چشم و گوش را
آن نور نیست Tabîb-i
aşk mesîhâdem est u muşfik lîk Çu
derd der tu nebîned, kirâ devâ bekoned? Aşk
doktorunda İsa nefesi var, hemde şefkatli. Sendeki derdi
görmezse, nasıl tedavi edecek? (Hâfız) طبیب
عشق مسیحادم
است و مشفق
لیک چو
درد در تو
نبیند ، کرا
دوا بکند؟ |
لیک |
lîken: (A.) ancak, lakin. Hoş
arûsîst cihân ez reh-i sûret lîken Herki
peyvest bedû, omr-i hodeş kâvîn dâd Görünüşte
dünya denilen şey alımlı, güzel bir gelindir ama ona
bağlanan kişi, ömrünü mehir olarak vermiş
sayılır. (Hâfız) خوش
عروسی است
جهان از ره
صورت لیکن هرکه
پیوست بدو ،
عمر خودش
کاوین داد |
لیکن |
leylen: (A.) geceleyin. |
لیلا
ً |
mâmezâ: (A.) 1. geçen,
geçip giden. 2. geçmiş zaman. |
ما
مضی |
mânâ: [mânisten >
mân + â] 1. benzer, benzeyen. 2. galiba, öyle
görünüyor ki, görünüşe göre. |
مانا |
mânend: [mânisten > mân + end] 1. gibi, benzeri,
misli. Men dilem
nemîhâhem mânend-i neron bâşem Neron gibi
olmak istemiyorum. (Don Karlos) من
دلم نمی
خواهد مانند
نرون باشم 2. benzer. Anki
mânend est, bâşed âriyet Âriyet
bâkî nemâned âkıbet Benzer olan
şey eğritidir Eğreti
olan şey kalıcı değildir (Mesnevî) آنکه
مانند است ، باشد
عاریت عاریت
باقی نماند
عاقبت |
مانند |
mânend-i: gibi. |
مانند ِ |
mânend-i ma’mûl: (F.-A.) her
zamanki gibi, sıradan, alışılagelmiş. Dîrûz
asr hem mânnd-i ma’mûl ez râh-i miyânbor be
hâne bergeştem Dün
ikindi üzeri, her zamanki gibi kestirme yoldan eve döndüm.
(Azeristan) دیروز
عصر هم مانند
معمول از راه
میانبر به خانه
برگشتم |
مانند
ِ معمول |
mânend-i bedîhî-i
ûlâ:
(F.-A.) ilk bakışta açıkça
görüldüğü gibi. |
مانند
بدیهیء اولی |
mâyil: (A.) 1. eğimli, meyilli, eğik. 2. istekli. Mîdehed
herkeseş efsûnî yu ma’lûm neşud Ki dil-i nâzuk-i
û mâyil-i efsâne-i kîst? Herkes kendince
onu afsunlamaya, kendine çekmeye çalışıyor; ama
anlaşılmadı bir türlü; acaba onun hassas
gönlü kimin sözlerinden yana? (Hâfız) میدهد
هرکسش
افسونی و
معلوم نشد که دل
نازک او مایل
افسانهء
کیست؟ 3. benzer, çalan. |
مایل |
mâyil
be:
(A.-F.) çalan,
kaçan (renk) , tırak. Deryâ-yi
fîrûzefâm be reng-i hâkisterî mâyil be
siyâh der mî âmed Firuze
renkli deniz siyaha çalan griye dönüşüyordu.
(Azeristan) دریای
فیروزه فام
به رنگ
خاکستری
مایل به سیاه
در می آمد |
مایل به |
mebsûten: (A.) enikonu, uzun
uzadıya. |
مبسوطا
ً |
meblag: (A.) 1. tutar, meblağ. Hoşbahtâne
vâlideyn-i men meblagî pul berâyem gozâşte
bûdend Allahtan
ebeveynim bana bir miktar para bırakmıştı. (Anna-yı
Rengperîde) خوشبختانه
والدین من
مبلغی پول برایم
گذاشته
بودند 2. bedel. |
مبلغ |
mebnî: (A.) 1. bina edilmiş. 2.
dayanan. 3. (gr.) son harfi değişmeyen sabit harekeli
kelime. |
مبنی |
mebnî ber: (A.-F.) dair,
hakkında, ilişkin. |
مبنی
بر |
mebnî ber inki: (A.-F.)
dayanan, dayanarak, hakkında, ilişkin. |
مبنی
بر اینکه |
mute’essifâne: (A. -F.) [mute’essif + âne] 1. maalesef,
ne yazık ki! Mute’essifâne
nemîdânem hey’et-i tahrîriyye-i rûznâme-i
şomâ kocast? Maalesef
gazeteniz Hey’et-i tahririyesinin nerede olduğunu bilmiyorum.
(Zindehâ ve Mordehâ) متأسفانه
نمی دانم
هیئت
تحریریه
روزنامهء
شما کجاست 2. üzgün, esefli.
|
متأسفانه |
mutetâbi’an: (A.) birbirini
izleyerek. |
متتابعا
ً |
mutecâviz: (A.) 1. aşkın, aşan, geçen. Eş’âr-i
seyyid mutecâviz ez bîst hezâr beyt est Seyyid’in
şiirleri yirmi bin beyitten fazladır. (Ez Sabâ tâ
Nîmâ) اشعار
سید متجاوز
از بیست هزار
بیت است 2. tecavüzkâr,
zalim. |
متجاوز |
mutederricen: (A.) azar azar, yavaş yavaş,
tedricen, gitgide. |
متدرجا
ً |
muttesil: (A.) 1. yapışık, bitişik. 2. sürekli,
ardarda, durmaksızın. İn
âdem ki muttesil ez an sohbet mîkonî çicûr
çîzîst? Durmadan
sözünü ettiğin bu insan nasıl bir şeydir?
(Deryâ-yi Govher) این
آدم که متصل
از آن صحبت می
کنی چه جور
چیزی است؟ Duâ-yi
cân-i tu vird-i zebân-i muştâkân Hemîşe
tâ ki buved muttasıl mesâ vu sabâh Can
sağlığın için dua etmek seni arzulayanların
virdi olmuş. Akşamlar ve sabahlar bir birini izledikçe bu
hep böyle sürüp gidecek. (Hâfız) دعای
جان تو ورد
زبان
مشتاقان همیشه
تا که بود
متصل مسا و
صباح |
متصل |
muttesilen: (A.) 1. sürekli olarak,
monoton bir şekilde, kesintisiz, aralıksız. 2. bitişik
olarak. |
متصلا ً |
mute’âkib: (A.) izleyen, takip
eden. |
متعاقب |
muteâkib-i an: (A.-F.) bunun
ardından. |
متعاقب
ِ آن |
muteâkiben: (A.) 1. izleyerek,
takip ederek. 2. izinde, peşinde. |
متعاقبا
ً |
muteaddid: (A.) sayısız, çok,
birkaç, muhtelif. |
متعدد |
mute’addide: (A.) çok,
birçok, türlü türlü. |
متعدده |
muteallik: (A.) 1. asılı, asma. 2. ilgili. 3. ait.
Tu ez
dovreî ki sohen mîrânî ki be gozeşte muteallik
est Sen maziye
ait bir devreden söz ediyorsun. (Don Karlos) تو از
دوره ای سخن
می رانی که
بگذشته متعلق
است 4. bağlı. 5. bürünen. |
متعلق |
muteallik be: (A.-F.) ile
ilgili, -e ait, ilişkin. |
متعلق
به |
muteammiden: (A.) kasıtlı olarak. |
متعمدا
ً |
mutefâvit: (A.) 1. ayrı, farklı. Meselen der felsefe-i yûnân-i kadîm ve kurûn-i
vustâ do lafz-i mutefâvit berâyi akl-i cuz’î ve
akl-i kullî vucûd dâşte est Mesela eski Yunan ve Ortaçağ felsefesinde akl-ı
cüz’î ve akl-ı küllî için iki
farklı lafız vardır. (Hikmet ve Huner-i Ma’nevî,
s. 4) مثلا
در فلسفهء
یونان قدیم و
قرون وسطی دو
لفظ متفاوت
است برای عقل
جزئی و عقل
کلی
وجودداشته
است 2. muhtelif. |
متفاوت |
mutekâbil: (A.) 1. karşılıklı,
yüz yüze. 2. karşılaşan. |
متقابل |
mutekâbilen: (A.) 1. karşılıklı
olarak, karşı karşıya. 2. aynı şekilde. |
متقابلا
ً |
mutenâvib: (A.) nöbetleşe değişen, nöbetleşe
gelen, dönüşümlü. |
متناوب |
mutenâviben: (A.)
dönüşümlü olarak, münavebeli,
değişmeli. |
متناوبا
ً |
mutevâziyen: (A.) paralel olarak. |
متوازیا
ً |
muteveccihen: (A.) 1. dönerek,
yönelerek. 2. niyetlenerek. 3. -e doğru, bir yere gitmek
üzere. |
متوجها
ً |
mesâbe: (A.) 1. ölçü,
derece, mesabe. 2. benzer. 3. toplanma yeri. |
مثابه |
misâl: (A.) 1. gibi, benzeri. 2. hüküm, ferman. 3.
örnek, misal. İn
çerh-i felek ki mâ der û heyrânîm, Fânûs-i
hiyâl ez û misâlî dânîm. Horşîd
çerâg dân u âlem fânûs. Mâ
çon suverîm kender û gerdânîm. İçinde
şaşkın kaldığımız şu
çarkıfelek, Biliriz ki hayal
fânusu ondan bir örnek. Güneşi
çerağ bil, âlemi de fânus. İçinde
dönmekteyiz şekil şekil, benek benek. (Hayyâm) این چرخ
فلک که ما درو
حیرانیم فانوس
خیال از او
مثالی دانیم خورشید
چراغ دان و
عالم فانوس ما
چون صوریم
کاندر او
گردانیم 4. tasvir. 5. heykel.
6. rüya. 6. düş. 8. masal. 9. amblem.
10. Arapça’da ilk harfi "illetli" kelime. |
مثال |
misâl-i: (A.-F.) gibi,
benzeri. |
مثال ِ |
misl: (A.) 1. gibi, benzeri, misli. Men
hemintovr misl-i eşhâs-i mest râh mîreftem Aynı
zamanda sarhoşlar gibi yürüyordum. (Do Şeb) من
همینطور مثل
اشخاص مست
راه می رفتم 2. misil. 3. misilleme. |
مثل |
misl-i
anki:
(A.-F.) sanki,
galiba, -miş gibi. Ve misil-i
anki der hâne-i hod bâşed, bâ hiyâl-i
âsûde âgâz-i horden kerd Ve kendi
evindeymiş gibi gönül rahatlığıyla yemeye
başladı. (Vilgerd) و مثل
آنکه در
خانهء خود
باشد ، با
خیال آسوده آغاز
خوردن کرد |
مثل
ِ آنکه |
misl-i inki: (A.-F.) sanki,
galiba, -miş gibi, sanırım. Ez kotek
mîtersîd. Misl-i inki kâr-i bedî kerde bûd Dayaktan
korkuyordu. Sanki kötü bir iş yapmıştı.
(Bîçâregân) از
کتک می ترسید
مثل اینکه
کار بدی کرده
بود Medîne
hânum, misl-i inki şomâ râ hem bâyed
intikâd kerd Medine
Hanım, sanırım sizi de tenkit etmem gerek. (Azeristan) مدینه
خانم ، مثل
اینکه شما را
هم باید
انتقاد کرد Misl-i inki
râci’ be pul çîzî goftî Galiba para
hakkında bir şey dedin.(Azeristan) مثل
اینکه راجع
به پول چیزی
گفتی |
مثل ِ
اینکه |
misl-i hemîşe: (A.-F.) her
zamanki gibi. Şeb-i
anrûz ser-i mîz-i bâzî misl-i hemîşe
nezd-i men nişeste bûd O gece oyun
masasında her zamanki gibi yanıma oturmuştu. (Ber
Sâhil-i Mînâyî) شب
آنروز سر میز
بازی مثل
همیشه نزد من
نشسته بود |
مثل
ِ همیشه |
misl-i în est ki: (A.-F.) sanki,
galiba, -miş gibi. Misl-i
în est ki kesî dest-i merâ mîgîred yâ
bâzûhâyem bîhis mîşeved Sanki biri
elimi tutuyor ya da kolum hissizleşiyor. (Se Katre Hûn) مثل
این است که
کسی دست مرا
می گیرد یا
بازوهایم بی
حس می شود |
مثل
این است که |
misl-i in bûd ki: (A.-F.) sanki,
-miş gibi. |
مثل
این بود که |
meselen: (A.) örneğin, mesela. |
مثلا
ً |
mecbûren: (A.) zorunlu olarak,
ister istemez, zoraki. |
مجبورا
ً |
muctemi’an: (A.) toplu olarak, bir
arada. |
مجتمعا
ً |
muceddeden: (A.) tekrar, yeniden. Men
âdet kerde’em beççehâî râ ki
bozorg kerde’em pes ez bozorg şoden anhâ râ muceddeden
bebînem Büyüttüğüm
çocukları, büyüdüklerinden sonra tekrar
görmeyi âdet edindim. (Adâlet-i Âsumân) من
عادت کرده ام
بچه هائی را
که بزرگ کرده
ام پس از بزرگ
شدن آنها را
مجددا ً
ببینم |
مجددا
ً |
mucmel: (A.) 1. özlü, kısa,
muhtasar. 2. kısaca. 3. özlü söz. |
مجمل |
mucmelen: (A.) kısaca, özetle. |
مجملا
ً |
mecmû’: (A.) 1. toplam,
tümü, hepsi, tamamı, topu topu. 2. toplanmış.
3. bir yazı stili. |
مجموع |
mecmû’en: (A.) toplam olarak, toplu olarak,
tümü, hepsi. |
مجموعا ً |
muhâl: (A.) 1. yok olucu. 2. olanaksız,
imkânsız. Ya’nî
muhâl bûd ki betevân û râ vâdâr be
kâr der villa kerd Yani onu
villada çalıştırmaya zorlayabilmek
imkânsızdı. (Azeristan) یعنی
محال بود که
بتوان او را
وادار به کار
در ویلا کرد |
محال |
muhtemel: (A.) olası, muhtemel. |
محتمل |
muhtemelen: (A.) olasılıkla, muhtemelen,
bir ihtimal. |
محتملا ً |
mehz: (A.) 1. saf, öz. 2. salt, sadece,
düpedüz. Şomâre-i
telefun-i merâ ez kocâ be dest âverdîd? Tesâduf-i
mehz est -Telefon
numaramı nereden buldunuz? -Sadece tesadüf. (Azeristan) شمارهء
تلفن مرا از
کجا بدست
آوردید؟ تصادف
محض است 3. için,
aşkına. Mehz-i
rizâ-yi hodâ, be men rahm konîd Allah
rızası için bana acıyın. (Zinde be Gûr) محض
رضای خدا ،
بمن رحم کنید |
محض |
mahzâ: (A.) 1. yalnız, tek, sade. 2.
tam, halis. |
محضا |
mahzen: (A.) sırf, yalnız, tek. |
محضا
ً |
muhakkaken: (A.) kesin olarak, kesinlikle. |
محققا
ً |
mohkem: (A.) 1. sağlam, dayanıklı. 2. sımsıkı,
iyice. Megû
dîger ki Hâfiz nuktedân est Ki mâ
dîdîm u muhkem câhilî bûd Hafız
ince mânâlı sözler eden biridir deme artık. Onu da
gördük; zırcahilin biriydi. (Hâfız) مگو
دیگر که حافظ
نکته دان است که
ما دیدیم و
محکم جاهلی
بود 3. sert. |
محکم |
muhtess: (A.) özgü, mahsus. |
مختص |
muhtess-i hod: (A.-F.)
kendine özgü, kendine has. Her
kodâmişan be tarîkî muhtess-i hod mîmord Her biri
kendisine özgü bir şekilde ölüyordu. (Nohostîn
Mozd-i Men) هر
کدامشان به
طریقی مختص
خود می مرد |
مختص
ِخود |
muhtassan: (A.) özellikle. |
مختصا ً |
muhteser: (A.) 1. kısa, az, özlü. 2. özet,
hülasa. 3. alçak. 4. küçük,
önemsiz. Be
tâc-i hudhudem ez reh meber ki bâz-i sefîd Çu
bâşe der pey-i her sayd-i muhtasar nereved Hüthüt
tacını gösterip beni yoldan çıkarma. Akdoğan,
bozdoğan gibi her ufak avın peşine düşmez.
(Hâfız) به
تاج هدهدم از
ره مبر که باز
سفید چو
باشه در پی هر
صید مختصر
نرود |
مختصر |
muhteser anki: (A.-F.)
sözün kısası, kısacası. Muhteser
anki herkadr sa’y kerdem merâ be musâhebet-i hod
nepezîruf. Kısacası,
ne kadar çalıştıysam da benimle sohbeti kabul etmedi.
(Perîçihr) مختصر
آنکه هرقدر
سعی کردم ،
مرا به
مصاحبت خود
نپذیرفت |
مختصر
آنکه |
muhteseren: (A.) özetle, kısaca. |
مختصرا ً |
muhtelif: (A.) 1. türlü,
çeşitli, muhtelif. 2. (kin.) muhtelif. 3. ihtilaf
eden. 4. ishalli, ishal olmuş. 5. ayrı, farklı. 6.
çelişkili. |
مختلف |
mahsûsen: (A.) özellikle, bilhassa, hele. Mahsûsen
ez dîden-i dûstân u âşnâyân
ictinâb dâştem Özellikle
dostları ve tanıdıkları görmekten
kaçınıyordum. (Endîşe) مخصوصا
از دیدن
دوستان و
آشنایان
اجتناب
داشتم |
مخصوصا
ً |
mahfî: (A.) gizli, saklı,
örtülü. |
مخفی |
mahfiyyen: (A.) gizlice, gizli olarak, gizliden
gizliye. |
مخفیا
ً |
mahfiyâne: (A. -F.) [mahfî +
y + âne] gizlice, gizliden gizliye. |
مخفیانه |
mudâvim: (A.) 1. sürekli,
devamlı. 2. devam eden. 3. sabit. 4. bir yere
sürekli gidip gelen. |
مداوم |
muddet-i medîd: (A.-F.) uzun
süre. |
مدت
مدید |
muddet-i medîdîst: (A.-F.) uzun
bir süredir, ne zamandır, epeydir. |
مدت
مدیدی است |
medîd: (A.) 1. uzun. 2. çekilmiş,
uzatılmış, sündürülmüş. 3. uzun
süren. |
مدید |
mer: mutlaka, kesinlikle, kuşkusuz. Herki
dermân kerd mer cân-i merâ/ Bered genc u durr u
mercân-i merâ Kuşkusuz,
kim canıma şifa verirse, benim hazinemi, inci ve
mercanımı alır götürür. (Mesnevi) هرکه
درمان کرد مر
جان مرا برد
گنج و در و
مرجان مرا |
مر |
merrât: (A.) kereler, defalar. |
مرات |
merâtib: (A.) 1. dereceler, mertebeler, basamaklar. Seher ki
şemme-i çeşmet be hâb mîdîdem/ Zihî
merâtib-i hâbî ki bih zi bîdârîst Seher vakti
gözünün ucunu düşte gördüydüm;
uyanıklıktan daha iyi olan bu uykuya can kurban! (Hâfız) سحر که
شمهء چشمت
بخواب
میدیدم زهی
مراتب خوابی
که به ز
بیداری است 2. yöntemler. |
مراتب |
mirâr: (A.) defalar, kereler. |
مرار |
mirâren: (A.) defalarca. |
مرارا
ً |
mirâren ve kirâren: (A.)
birçok kez, defalarca. |
مرارا
ً و کرارا ً |
merbût: (A.) 1. bağlı. 2. bitişik.
3. ekli, ilişik. |
مربوط |
merbût be: (A.-F.)
ilişkin, ait. |
مربوط
به |
merbûten: (A.) bağlı
olarak, bağlanarak. |
مربوطا
ً |
merreten ba’de uhrâ: (A.)
birçok defa, defalarca, tekrar tekrar. |
مرۃ
بعد اخری |
muretteb: (A.) 1. derli toplu, düzgün, düzenli. Rûy-i
mîz pâk u muretteb bûd Masanın
üstü temiz ve düzenliydi. (Mudîr-i Medrese) روی
میز پاک و
مرتب بود 2. sürekli, durmadan. |
مرتب |
muretteben: (A.) 1. tertiplice, düzenli
olarak. 2. peşpeşe, ardarda, sürekli, durmadan. |
مرتبا
ً |
mertebe: (A.) 1. mertebe, makam, mevki, rütbe. Ve ez
mertebe-i ilmulyakîn be mertebe-i aynulyakîn mîresend İlmülyakîn
mertebesinden aynülyakîn mertebesine varırlar.
(İnsânu’l-Kâmil) و از
مرتبهء علم
الیقین به
مرتبهء عین
الیقین می
رسند 2. derece, basamak. Dîden-i rûy-i
tu râ dîde-i cânbîn bâyed Vin kucâ mertebe-i
çeşm-i cihânbîn-i men est Senin
yüzünü görmek için canı görecek göz
gerek. Benim dünyayı gören gözlerimin mertebesi nerede, o
gözlerinki nerede! (Hâfız) دیدن روی
ترا دیدهء
جان بین باید وین
کجا مرتبهء
چشم جهان بین
من است Men zâhir-i
nîstî yu hestî dânem. Men bâtin-i her
ferâz u pestî dânem. Bâ inheme ez
dâniş-i hod şermem bâd, Ger
mertebe’î verây-i mestî dânem! Varlığın,
yokluğun zahirini bilirim
ben. Her inişin,
çıkışın bâtınını bilirim ben.
Sarhoşluktan
öte bir mertebe biliyorsam, Utanayım
ilmimden, irfanımdan ben! (Hayyâm) من ظاهر
نیستی و هستی
دانم من
باطن هر فراز
و پستی دانم با این
همه از دانش
خود شرمم باد گر
مرتبه ای
ورای مستی
دانم 3. defa, kere. Hergiz neşode ki
men ser-i kumâr beberem. Ez deh mertebe noh def’e-i an râ
mîbâzem Kumarda
kazandığım vâki değil. Onundan dokuzunu
kaybediyorum. (Zinde be Gûr) هرگز
نشده که من سر
قمار ببرم. از
ده مرتبه نه دفعهء
آن را می بازم 4. kat, bina katı. 5.
miktar. |
مرتبه |
merkûm: (A.) 1. yazılı. 2. mektup.
3. adı geçen, anılan. 4. aşağılık
insan. 5. üst üste
yığılmış. |
مرقوم |
murûr: (A.) 1. geçme,
geçip gitme, geçiş. 2. sona erme, bitme. |
مرور |
mezbûr: (A.) adı geçen, anılan. Şâhnâme-i
mensûr-i mezbûr ki alezzâhir mâye-i
şâhnâme-i manzûm-i firdovsî karâr girifte
ez miyân refte est Görünüşe
göre Firdevsî’nin manzum Şehnâmesi’nin
esasını teşkil eden, adı geçen bu mensur
şehname kaybolmuştur. (Hezâr Sâl-i Nesr-i
Pârsî) شاهنامهء
منثور مزبور
که علی
الظاهر
مایهء شاهنامهء
منظوم
فردوسی قرار
گرفته از
میان رفته
است |
مزبور |
mustakil: (A.) 1. bağımsız,
müstakil. 2. kalıcı, payidar. 3. kendi
başına. |
مستقل |
mustakillen: (A.) 1. bağımsızca,
bağımsız olarak, özgürce. 2. doğrudan
doğruya. 3. ancak, yalnız. |
مستقلا
ً |
mustakîm: (A.) 1. doğru,
düz. 2. yerinde. 3. kalıcı. 4. güvenilir,
namuslu, dürüst. 5. mutedil, ılımlı. |
مستقیم |
mustakîmen: (A.) dosdoğru. |
مستقیما
ً |
mustemir: (A.) 1. uzayan, uzayıp giden. 2. sürekli,
süregelen. An zi
tîrî mustemir şekl âmedest Çun
şerer keş tîz conbânî be dest Ok
yüzünden devamlı gibi görünür Kıvılcımı
hızla hareket ettirirsen (Mesnevî) آن ز
تیری مستمر
شکل آمده ست چون
شرر کش تیر
جنبانی به
دست |
مستمر |
mustemirren: (A.) sürekli olarak,
aralıksız. |
مستمرا ً |
mustenid: (A.) 1. dayanan. 2. tanık
gösteren. |
مستند |
musteniden: (A.) 1. dayanarak. 2. tanık
göstererek. |
مستندا
ً |
musellem: (A.) 1. sabit, kesin,
tartışılmaz. 2. güvenilir. 3. uygun, reva. 4.
teslim edilmiş. 5. doğruluğu kabul edilmiş. 6.
Osmanlı ordusunda hizmet eden bir asker sınıfı. 7.
mutlaka, kesinlikle. |
مسلم |
musellemen: (A.) kesinlikle, mutlaka, kuşkusuz. Musellemen û hem merâ mîdîd Mutlaka o da
beni görüyordu. (Mudîr-i Medrese) مسلما
ً او هم مرا می
دید Musellemen hatt-i arabî be endâze-i hatt-i pehlevî
pîçîde nebûd Kuşkusuz
Arap yazısı Pehlevî yazısı kadar karmaşık
değildi. (Firdovsî ve Hemâse-i Millî) مسلما
ً خط عربی
باندازهء خط
پهلوی
پیچیده نبود |
مسلما
ً |
muşterek: (A.) 1. ortak. 2. ortaklaşa. |
مشترک |
muştereken: (A.) ortaklaşa,
müşterek olarak. |
مشترکا
ً |
muşrif: (A.) 1. yükselen,
yüksek. 2. ölümü yaklaşan. 3. bir yere
bakan, bir tarafa yönelik olan, tepeden bakan. 4. yüz tutan.
5. vakıf malını koruyan. |
مشرف |
muşrif be: (A.-F.) bakan,
dönük, yönelik. |
مشرف
به |
meşrûh: (A.)
açıklanmış, şerhedilmiş,
ayrıntılı, tafsilatlı. |
مشروح |
meşrûhen: (A.) açıklanan,
ayrıntılı olarak. |
مشروحا
ً |
meşrût: (A.) şartlı,
koşullu. |
مشروط |
meşrût ber inki: (A.-F.)
koşuluyla, şartıyla. Ne, ne,
çun kovl dâdem ki benevîsem, benâberin in heme
dâstân râ betafsîl hâhem nuvişt,
meşrût ber inki bedûn-i icâze-i men çâb
neşeved Hayır,
hayır, çünkü yazacağıma söz verdim.
Bununla birlikte bütün bu hikâyeyi iznim olmadan
basılmaması şartıyla yazacağım. (Adâlet-i
Âsumân) نه
، نه ، چون قول
دادم که
بنویسم ،
بنابرین این
همه داستان
را بتفصیل
خواهم نوشت ،
مشروط بر
اینکه بدون
اجازه ء من
چاپ نشود |
مشروط
بر اینکه |
meşrûten: (A.) koşullu
olarak, şartlı olarak. |
مشروطا ً |
musârahatan: (A.)
açıkça, açık seçik. |
مصارحهً |
musirren: (A.) ısrarla, ısrar ederek. |
مصرّاً |
muserrahan: (A.) açıkça,
açık seçik olarak. |
مصرحا
ً |
mutarriden: (A.) sürekli, biteviye. |
مطردا
ً |
mutlakan: (A.) kesinlikle, ne olursa olsun, ille
de. |
مطلقاً |
ma’an: (A.) birlikte, beraber. |
معا
ً |
mukâbele: (A.) 1. karşılık,
karşılık verme. 2. karşılama,
karşılaşma. 3. karşılaştırma. 4.
camide halka Kur’ân okuma. 5. mevlevî
semâı. 6. karşı. 7. yüzleştirme. |
مقابله |
mukâbeleten: (A.)
karşılığında, karşılık olarak. |
مقابلهً |
mukâbele-i bilmisl: (A.-F.)
misilleme. |
مقابلهء
بالمثل |
mikdâr: (A.) 1. miktar. 2. parça.
3. değer, kıymet. 4. düze. 5. derece. 6.
ölçü. |
مقدار |
mikdâr-i kâfî: (A.-F.)
yeterince, yeteri kadar. |
مقدار
ِ کافی |
mukaddem: (A.) 1. ilerleyen,
öncü. 2. önder. 3. önce. 4. sunulan.
5. önde, önde giden. 6. üstün. 7. önerti.
8. redif askerinin ayrıldığı iki
kısımdan ilki. |
مقدم |
mukaddem ber: (A.-F.)
–den önce. |
مقدم
بر |
mukaddemâ: (A.) eskiden, vaktiyle. |
مقدما |
makdûr: (A.) 1. takdir edilmiş. 2. elden gelen. 3. mümkün.
Eger mîhâhîd bâ melike pinhânî
sohbetî bedârîd tenhâ der incâ makdûr est Eğer
kraliçe ile gizlice görüşmek istiyorsanız, sadece
burada mümkündür. (Don Karlos) اگر
میخواهید با
ملکه پنهانی
صحبتی
بدارید تنها
در اینجا
مقدور است Velî der hâne mânden nîz makdûr nîst Fakat evde
kalmak da mümkün değil. (Azeristan) ولی
در خانه
ماندن نیز
مقدور نیست |
مقدور |
makrûn: (A.) 1. yakın. 2. bitişik.
3. ulaşmış, kavuşmuş. 4. bağlı. |
مقرون |
maksad: (A.) 1. hedef. 2. maksat,
amaç. 3. gidilecek yer, varılacak yer. |
مقصد |
mikyâs: (A.) 1. ölçek,
ölçüm aleti. 2. uzunluk ölçeği. 3.
ölçü. |
مقیاس |
mukerrer: (A.) 1. tekrarlanmış,
mükerrer. 2. defalarca. |
مکرر |
mukerrer der mukerrer: (A.-F.) tekrar
tekrar. İn
matlab râ hem pizişkân u hem etrâfiyâneş
mukerrer der mukerrer gofte ve mîgûyend Bu konuyu
hem doktorlar ve hem de bütün etrafındakiler tekrar tekrar
söylemişlerdir ve söylüyorlar. (Azeristan) این
مطلب را هم
پزشکان و هم
اطرافیانش
مکرر در مکرر
گفته و می
گویند |
مکرر
در مکرر |
mukerreren: (A.) tekrar tekrar, defalarca. |
مکررا
ً |
meger: (Peh.) 1. yoksa. Gurûr-i husnet
icâzet meger nedâd ey gul Ki porsişî
nekonî andelîb-i şeydâ râ Ey
gül; güzellik gururu mu izin vermeyen sana? Sormaz oldun hiç
aşık bülbülü. (Hâfız) غرور
حسنت اجازت
مگر نداد ای
گل که
پرسشی نکنی
عندلیب شیدا را 2. ancak. Meger be tîg-i
ecel hayme ber kenem ver nî Remîden ez der-i
dovlet ne resm u râh-i men est Ancak ecel
kılıcı ile bu hayat çadırını
sökebilirim. Yoksa, devlet kapısından uzak durmak benim
kitabımda yazmaz. (Hâfız) مگر بتیغ
اجل خیمه بر
کنم ور نی رمیدن
از در دولت نه
رسم و راه من
است 3. meğer. 4. her
nasılsa. 5. acaba. 6. belki. Hâfız
in hırka biyendâz meger cân beberî K’âteş
ez hırka-i sâlûs u kerâmet berhâst İkiyüzlülük
ve kerâmet hırkasından ateş çıkıyor
Hafız. At şu hırkayı üstünden; belki canını
kurtarırsın. (Hâfız) حافظ این
خرقه
بیانداز مگر
جان ببری کآتش از
خرقهء سالوس
و کرامت
برخاست 7. olur da. 8. yani.
9. -den başka. Hadîs-i
dûst negûyem meger ber hazret-i dûst Ki
âşinâ-i suhen âşinâ nigeh dâred Dosttan
söz edeceksem, ancak dosta söylerim. Çünkü
sözden anlayan kişi âşinâsını
korumayı bilir. (Hâfız) حدیث
دوست نگویم
مگر بر حضرت
دوست که
آشناء سخن
آشنا نگه
دارد 10. sadece, yalnız. 11. peki. |
مگر |
meger anki: -den başka,
dışında. Turâ
hîç çâre nîst meger anki
yekçendî û râ be zindân konî Onu bir süre
zindana atmaktan başka çaren yok. (Derd-i Aşk-i
Zuleyhâ) ترا
هیچ چاره
نیست مگر
آنکه یک چندی
او را به زندان
کنی |
مگر آنکه |
meger inki: ancak, -den
başka. Râh-i
dîgerî nedâşt meger inki der yekî ez
şehrhâ-yi dûr yâ yekî ez benderhâ-yi
cenûb be me’mûriyyet bereved ve bâkî-yi
zindegiyeş râ der ancâ beser bebered Uzak
şehirlerden ya da güney limanlarından birinde memuriyete gidip
kalan ömrünü orada geçirmekten başka bir yol
yoktu. (Girdâb) راه
دیگری نداشت
مگر اینکه در
یکی از
شهرهای دور
یا یکی از
بندرهای
جنوب
بمأموریت
برود و باقی
زندگیش را در
آنجا بسر
ببرد Şûhî mîkonîd? Râsteş râ
behâhîd, puleş râ nedârem. Meger inki
kıstî befurûşîd. An hem mâhî neved
tûmen Şaka
mı ediyorsunuz? Doğrusunu isterseniz o kadar param yok. Ancak
taksitle satarsanız. O da ayda doksan tümen.
(Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) شوخی
می کنید؟
راستش را
بخواهید
پولش را ندارم
مگر اینکه
قسطی
بفروشید . آن
هم ماهی نود
تومن |
مگر
اینکه |
meger ne: böyle
değil mi? |
مگر
نه |
meger ne çonîn (est,
bûd) ki:
değil mi ki. |
مگر
نه چنین (است ،
بود) که |
melâ: (A.) 1. kalabalık, insan
kalabalığı. 2. topluluk. 3. peri. |
ملا |
min: (A.) 1. -den, -dan. 2. -den beri. |
من |
min ecli: (A.)
için. |
من
اجل |
min ecli zâlike: (A.) bundan
dolayı. |
من
اجل ذلک |
min ahadin: (A.)
hiç kimse. |
من
احد |
min… ilâ: (A.)
–den… -a kadar. |
من
الی |
min evvel ilâ âhir: (A.)
başından sonuna kadar. |
من
اول الی آخر |
min evveli yevmin: ilk
günden. |
من اول
یوم |
min eyyi şey’in: (A.) neden. |
من أی شیء |
min ba’d: (A.) bundan
sonra, bundan böyle. Minba’d hergiz pâ be hâne’eş nehâhed
gozâşt Bundan sonra
onun evine asla adımını atmayacak. (Rodin) منبعد
هرگز پا به
خانه اش
نخواهد
گذاشت |
من
بعد |
min ba’di zâlik: (A.) sonra,
bunun ardından, bundan sonra da. |
من
بعد ذلک |
min ba’dihi: (A.)
ardından, arkasından, ondan sonra, kendisinden sonra. |
من
بعده |
min cihetin: (A.) bir
bakıma, bir yandan. |
من
جههٍ |
min haysilmecmû’: (A.)
tümü, hepsi. |
من
حیث المجموع |
min hafiyyin: (A.) gizli
gizli. |
من
خفیٍ |
min hilâfin: (A.)
çaprazlama. |
من
خلاف ٍ |
min duburin: (A.) arkadan. |
من
دبر ٍ |
min dûni: -den
başka, dışında, hariç. |
من
دون ِ |
min dûnillâh: (A.)
Allah’tan başka. |
من
دون الله |
min dûni zâlike: (A.) bundan
başka. |
من
دون ذلک |
min zâlike: (A.) bundan. |
من
ذلک |
min şey’: (A.)
hiçbir şey. |
من
شیء |
min tarfin: (A.) göz
ucuyla. |
من
طرف |
min tarafillah: (A.) Allah
tarafından, |
من
طرف الله |
min gayri: (A.)
–meksizin, -maksızın. |
من
غیر |
min fevr: (A.)
ansızın. |
من
فور |
min kablu: (A.) daha
önce. |
من
قبل |
min kıbeli: (A.)
arkasından. |
من
قبل |
min kubulin: (A.)
önden. |
من
قبل |
min kıbeli: (A.)
tarafından. |
من قبل ِ |
min kabli hâzâ: (A.) bundan
önceki. |
من
قبل هذا |
min kablihi: (A.) daha
önce. |
من
قبله |
min karîb: (A.)
çok geçmeden. |
من
قریب |
min kullilcevânib: (A.) her
bakımdan. |
من کل
الجوانب |
min kulli mekânin: (A.) her
yerden. |
من
کل مکان |
min vechin: (A.) bir
bakıma, bir bakımdan. |
من
وجه ٍ |
min verâin: (A.) arkasından, |
من
وراء |
munâvebeten: (A.)
dönüşümlü olarak. |
مناوبهً |
muntazaman: (A.) 1. düzenli olarak,
sürekli. 2. tertipli olarak, derli toplu olarak. |
منتظما ً |
munhasiren: (A.) sadece, yalnız, sırf,
başlıbaşına. |
منحصرا
ً |
menzûr: (A.) 1. maksat, amaç. Nebâdâ hodâ nekerde be hoditan begîrîd ha.
Manzûr-i bende behîçvech şomâ
nebûdîd Sakın üstünüze alınmayın ha! Maksadım
asla siz değildiniz. (Maraz-i Kand) نبادا
خدا نکرده به
خودتان
بگیرید ها.
منظور بنده
بهیچوجه شما
نبودید 2. makbul,
beğenilmiş. 3. görülen, bakılan. 4. amaç
edilen. |
منظور |
munferiden: (A.) 1. tek başına, bir
başına.. 2. ayrı ayrı, birer birer. |
منفردا
ً |
munfasilen: (A.) ayrı olarak. |
منفصلا
ً |
muvekkat: (A.) geçici, muvakkat,
eğreti. |
موقت |
muvekkaten: (A.) geçici olarak, muvakkaten. |
موقتا
ً |
mevki’, movki’: (A.) 1. mevki, yer, yöre, mahal. 2.
vakit, zaman. Jani
fânûs râ berdâşt, fikrkerd movki’-i an
resîde ki be istikbâl-i şovhereş bereved Jani feneri
aldı; kocasını karşılamaya çıkma
zamanının geldiğini düşündü.
(Deryâ-yi Govher) ژانی
فانوس را بر
داشت ، فکر
کرد موقع آن
رسیده که به
استقبال
شوهرش برود Hodâvend hîçvakt heme-i ârizûhâ
râ yekcâ ber âverde nemîkoned Allah hiçbir zaman her dileği bir arada yerine getirmez
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 71) خداوند
هیچوقت همهء
آرزوها را
یکجا بر
آورده نمی
کند 3. durum, konum. 4. makam.
|
موقعی |
movki’î ki: (A.-F.)
–dığı zaman, -ince. Movki’î
ki ez pillehâ bâlâ mîreftend, nemî dânem
çerâ yek mertebe tasmîm giriftem
pîrûzî-yi hod râ be roh-i anhâ bekeşem Basamakları
çıkarlarken bilmem neden, birden zaferimi yüzlerine vurmaya
karar verdim. (Gorbe-i Siyâh) موقعی
که از پله ها
بالا می
رفتند ، نمی
دانم چرا یک
مرتبه تصمیم
گرفتم
پیروزیء خود
را به رخ آنها
بکشم |
موقعی که |
miyân: (Peh.) 1. orta. Âsûde
ber kenâr çu pergâr mîşudem Devrân
çu nokta âkıbetem der miyân girift Pergel gibi
kenarda kalarak huzur buluyordum. Sonunda felek beni nokta gibi getirdi,
merkeze attı. (Hâfız) آسوده
بر کنار چو
پرگار می شدم دوران
چه نقطه
عاقبتم در
میان گرفت 2. ara. Sîgârî
miyân-i lebhâyeş tekân mîhord Sigara
dudakları arasında sallanıyordu. (Kûtî-i
Kibrît) سیگاری
میان لبهایش
تکان می خورد 3. iç. 4. bel.
Leb-i tu
hızr u dehân-i tu âb-i heyvân est Kad-i tu
serv u miyân mûy u ber behiyyât âc Dudağın
Hızır, ağzın âbıhayat. Boyun selvi, belin
kıl, göğsün fildişi. (Hâfız) لب تو
خضر و دهان تو
آب حیوان است قد
تو سرو و میان
موی و بر
بهیات عاج 5. kemer. 6. içinde, -de, -da. 7. aralık. 8.
şarkıların üçüncü dizesi. |
میان |
der miyân-i râh: yolda. |
میان
ِ راه |
nâbehengâm: [nâ + be +
hengâm] zamansız, vakitsiz. |
نا
بهنگام |
nâbevakt: (F.-A.) [nâ + be
+ vakt] 1. zamansız, vakitsiz. 2. yersiz. |
نا
بوقت |
nâhengâm: [nâ +
hengâm] yersiz, zamansız, vakitsiz. |
نا
هنگام |
nâvakt: (F.-A.) [nâ + vakt] vakitsiz,
zamansız. |
نا
وقت |
nâbegâh: [nâ + be +
gâh] 1. ansızın. 2. zamansız, olmadık
zamanda. |
نابگاه |
nâdiren: (A.) az olarak,
nadiren, nadir olarak, tek tük. |
نادرا
ً |
nâgâh: [nâ + gâh] 1. ansızın,
apansız, birdenbire, aniden. Çi
lutf bûd ki nâgâh reşha-i kalemet Hukûk-i
hidmet-i mâ arze kerd ber keremet Kaleminden
ansızın sızan yazılarda sana hizmetimizden söz
edilmesi ne büyük incelikti! (Hâfız) چه
لطف بود که
ناگاه رشحهء
قلمت حقوق
خدمت ما عرضه
کرد بر کرمت Çon lâle be
novrûz kadeh gîr be dest; Bâ
lâlerohî eger torâ forset hest. Mey nûş be
horremî, ki in çerh-i kebûd Nâgâh
torâ ço hâk gerdâned pest. Lale gibi al eline
nevruzda kadehi. Buldunsa
fırsatı, al yanına lale yanaklı dilberi. İç keyifle
badeni. Bu çarkıfelek zira Alçaltacak
apansız toprak gibi seni. (Hayyâm) چون لاله
بنوروز قدح
گیر بدست با
لاله رخی اگر
ترا فرصت هست می نوش به
خرمی که این
چرخ کبود ناگاه
ترا خاک
گرداند پست 2. zamansız, vakitsiz. |
ناگاه |
nâgâhî: [nâ + gâh +
î] ansızın, apansız, birdenbire, aniden. |
ناگاهی |
nâgeh: [nâ + geh] 1. ansızın, apansız,
birdenbire, aniden. Tûtî’î
râ be hiyâl-i şekerî dil hoş bûd Nâgeheş
seyl-i fenâ nakş-i emel bâtıl kerd Şeker
hayaliyle yaşayan bir papağanın gönlü hoştu ama
ansızın gelen yokluk seli onun emelleriyle çizdiği
nakışları bozdu. (Hâfız) طوطی
را بخیال
شکری دل خوش
بود ناگهش
سیل فنا نقش
امل باطل کرد 2. zamansız, vakitsiz. |
ناگه |
nâgehân: [nâ + geh + ân] ansızın,
apansız, birdenbire, aniden. Çerâ nâgehân der in sâet,
bîhengâm bîdâr şode’em Neden bu
saatte birdenbire zamanlı zamansız uyandım?
(Kûtî-i Kibrît) چرا
ناگهان در
این ساعت ، بی
هنگام بیدار
شده ام؟ |
ناگهان |
nâgehâne: [nâ + geh +
âne] ansızın, apansız, birdenbire. |
ناگهانه |
nâgehânî: [nâ + geh + ân + î] ani,
ansızın, birdenbire. Nemîhâst be merg-i nâgehânî-yi pervîn
fikr koned Pervin’in
âni ölümünü düşünmek istemiyordu.
(Cûybâr) نمی
خواست به مرگ
ناگهانی
پروین فکر
کند Misl-i inki tasmîm-i nâgehânî girift, reft
poşt-imîz-i tahrîreş nişest Ani karar
vermiş gibi gidip çalışma masasının
başına geçti. (Girdâb) مثل
اینکه تصمیم
ناگهانی
گرفت ، رفت
پشت میز تحریرش
نشست |
ناگهانی |
nâgehî: [nâ + geh +
î] ansızın, apansız, birdenbire. |
ناگهی |
netîceten: (A.) sonuç
olarak, neticede, netice itibarıyla. |
نتیجهً |
nezd: 1. yan, ön, huzur, kat. Mansûr ez hâne hâric şud ve nezd-i û reft Mansur evden
çıkıp onun yanına gitti. (Azeristan) منصور
از خانه خارج
شد و
نزد او رفت 2. yakın. 3. beraberinde,
ütünde. 4. görüş, göre. Nezd-i
Mûsî nâm-i çûbeş bud asâ Nezd-i
hâlık bûd nâmeş ejdehâ Musa’ya
göre değneğin adı asâ idi Tanrı
katında bunun adı ejderha idi (Mesnevî) نزد
موسی نام
چوبش بد عصا نزد
خالق بود
نامش اژدها |
نزد |
nezdîk: (Peh.) 1. yakın. Polis goft: İn râ nezdîk-i pol dîdîm aga Polis: Bunu
köprünün yakınında gördük efendim, dedi.
(Kûtî-i Kibrit) پلیس
گفت : این را
نزدیک پل
دیدیم آقا 2. yan, huzur, kat. 3. görüş,
inanış. 4. taraf. 5. -e doğru. Ma’mûlen
nezdîk-i sâet-i nuh mîâmed Genellikle
saat dokuza doğru gelirdi. (Azeristan) معمولا
ً نزدیک ساعت
نه می آمد Nezdîk-i zohr kârhâ takrîben temâm
şode bûd İşler
öğleye doğru hemen hemen tamamlanmıştı.
(Tengel) نزدیک
ظهر کارها
تقریبا ً
تمام شده بود 6. samimi, yakın. Der
bâzgeşt be turkiyye rûhî ve agahan ez
yârân-i nezdîk-i seyyid cemâleddîn-i
esedâbâdî şodend Rûhî
ve Akahan Türkiye’ye dönüşte Seyyid
Cemâleddin-i Esedâbâdî’nin yakın
dostları arasına girdiler. (Berresî) در
بازگشت به
ترکیه روحی و
آقاخان از
یاران نزدیک
سید جمال
الدین اسد
آبادی شدند 7. civar. Âhir
ber an mukarrer kerdend ki bâ kâhinî ki der an nezdîk
bûd fikr konend, ançi û gûyed, çonan konend Sonunda, o
civarda bulunan bir kâhine danışmaya, onun dediğini
yapmaya karar verdiler. (Mucmel-i Fasîhî, I/44) آخر
بر آن مقرر
کردند که با
کاهنی که در
آن نزدیک بود
فکر کنند ،
آنچه او گوید
، چنان کنند |
نزدیک |
nezdîk bûd:
-mek üzere olmak. Nezdîk bûd ki ez gurisnegî cân besipârem Açlıktan
ölmek üzereydim. (Sefernâme-i Galiver) نزدیک
بود که از
گرسنگی جان
بسپارم Nezdîk bûd ez ters bemîrem Nerdeyse
korkudan ölecektim.! (Bîçâregân) نزدیک
بود از ترس
بمیرم Berâyi yek merd-i kârger ki ez gurisnegî nezdîk
be merg est kârî sorâg dârîd Açlıktan
ölmek üzere olan bir işçi için işiniz var
mı? (Vilgerd) برای
یک مرد کارگر
که از گرسنگی
نزدیک بمرگ
است کاری
سراغ دارید؟ |
نزدیک
بود |
nezdîk-i zohr: (F.-A.)
öğleye doğru, öğle üstü. Tâ
inki nezdîk-i zohr vârid-i zerrînâbâd şud Nihayet
öğleye doğru Zerrinâbâd’a girdi.
(Sâyerûşen) تا
اینکه نزدیک
ظهر وارد
زرین آباد شد |
نزدیک
ظهر |
nisbet: (A.) 1. yakınlık. 2. akrabalık.
3. bağlantı, bağlılık. 4. oran,
nispet. 5. ilgili. 6. ölçü, kıyaslama. 7.
inadına. 8. oranla. |
نسبت |
nisbet
be:
(A.-F.) -e
göre, oranla, -e karşı, nispetle, göreceli. Bilâhere
in pîrmerd ez an feylesûfân-i bîkayd bûd ki
nisbet be hîç çîz dûstî
nedâşt Kısacası,
bu ihtiyar hiçbir şeye karşı sevgi duymayan
kayıtsız filozoflardandı. (Hâne-i Pederî) بالآخره
این پیرمرد
از آن
فیلسوفان بی
قید بود که
نسبت به هیچ
چیز دوستی
نداشت Ma’lûm mîşeved tu hem nisbet be û
bîelâke nebûdî Senin de ona
karşı ilgisiz olmadığın anlaşılıyor.
(Perîçihr) معلوم
می شود تو هم
نسبت باو بی
علاقه نبودی Herki
âşık dîdiyeş ma’şûk dân Kû be nisbet hest
hem în u hem an Kimi
âşık gördüysen, maşuk bil onu. Görecelidir; hem bu
odur, hem o bu. (Mesnevi) هرکه
عاشق دیدی اش
معشوق دان کاو
به نسبت هم
این و هم آن |
نسبت
به |
nisbeten: (A.) 1. nispetle, göre,
oranla. 2. bir dereceye kadar, bir ölçüde. |
نسبهً |
nazaren: (A.) 1. nazaran, kıyasla,
bakılırsa. 2. teorik olarak. |
نظرا
ً |
nazargâh: (A.-F.) [nazar +
gâh] 1. bakış yeri. 2. bakış
açısı. |
نظرگاه |
nazîr: (A.) benzer, gibi, eş. Nazîr-i dûst
nedîdem egerçi ez meh u mihr Nihâdem
âyinehâ der mukâbil-i ruh-i dûst Sevgilimin
yanağının tam karşısına ayı ve
güneşi yansıtan aynalar koydum, ama sevgilimin
yanağı gibi parlak bir yanak görmedim. (Hâfız) نظیر
دوست ندیدم
اگرچه از مه و
مهر نهادم
آینه ها در
مقابل رخ
دوست Şems-i
cân k’û hâric âmed ez esîr Nebvedeş
der zihn u der hâric nazîr Şu
gökyüzündekinden ayrı olan can güneşi Zihinde
canlandırılmaz, yoktur eşi (Mesnevi) شمس
جان کاو خارج
آمد از اثیر نبودش
در ذهن و در
خارج نظیر |
نظیر |
nefes: (A.) 1. nefes, soluk. 2. esinti.
3. mühlet, süre. 4. yudum. 5. an, zaman. 6.
bir solukluk zaman. 7. okuyup üfleme. |
نفس |
naklen: (A.) 1. nakil yolu ile. 2. anlatarak,
hikaye ederek. |
نقلا ً |
nek: 1. şimdi. Nek
fulân şeh ez berâyi zergerî İhtiyâret
kerd zîrâ mihterî Filan
şah kuyumculuk için şimdi En büyük
sen olduğun için seni seçti (Mesnevi) نک
فلان شه از
برای زرگری اختیارت
کرد زیرا
مهتری 2. işte. Nek zi
dervîşî gurîzânend halk Lokme-i hirs
u emel zi ânend halk İşte
halk yoksulluktan kaçıyor; ondan dolayı hırs ve emele
lokma oluyorlar. (Mesnevi) نک ز
درویشی
گریزانند
خلق لقمهء
حرص و امل ز
آنند خلق |
نک |
nek: belki. |
نک |
nekoned: [kerden > kon > koned > nekoned] 1. aman!,
sakın! Nekoned
sâhib’alî fikr bekoned ki der merg-i mâdereş men
mukassirem (Telhûn) نکند
صاحبعلی فکر
بکند که در
مرگ مادرش من
مقصرم؟ Sahibali
annesinin ölümünde benim suçlu olduğumu
düşünmesin sakın! Der dil-i
zen nigerânî-yi kûçekî râh peydâ
kerde bûd ki nekoned şovhereş der kûşiş-i hod
berâyi râm kerden-i şehrdâr-i tâzevârid
muvaffak neşeved Kocasının
yeni gelen belediye başkanını yola getirme
çabasında başarılı olamayacağına bir
endişe belirmişti kadının gönlünde. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 48) در
دل زن نگرانی
کوچکی راه
پیدا کرده
بود که نکند
شوهرش در
کوشش خود
برای رام
کردن شهردار
تازه وارد
موفق نشود 2. etmesin. |
نکند |
ne: 1. değil. 2. hayır. 3.
yok. |
نه |
ne inki:
-dığı gibi, -dığı için. Ne inki
û çişt bûd yâ ez û hoşem nemî
âmed, emmâ yek kuvveî merâ bâz dâşt.
Ne, nehâstem dîger û râ bebînem Onun
çirkin olduğundan ya da hoşlanmadığımdan
değil. Ama bir kuvvet beni alıkoydu. Hayır; onu görmek istemedim
artık. (Zinde be Gûr) نه
اینکه او زشت
بود یا از او
خوشم نمی آمد
، اما یک قوه
ای مرا باز
داشت نه ،
نخواستم
دیگر او را
ببینم Ne inki
dâmâdî misl-i dâmâd-i men râ be hâb
hem nemî dîdend, hey sûse mîdevândend, belki
betevânend yek cûrî miyâne-i mâ râ behem
bezenend ve û râ ez çeng-i men der biyârend Benim
damadım gibisini rüyada bile görmediklerinden, belki bir
yolunu bulup aramızı açmak ve onu elimden alabilmek
için durmadan dolap çeviriyorlardı.
(Kûçeî Benâm-i Behiştrûyân) نه
اینکه
دامادی مثل
داماد من را
به خواب هم
نمی دیدند ،
هی سوسه می
دواندند ،
بلکه
بتوانند یک
جوری میانهء
ما را بهم بزنند
و او را از چنگ
من در بیارند |
نه
اینکه |
ne tenhâ: yalnız değil. |
نه
تنها |
ne tenhâ…belki
hettâ:
(A.-F.) yalnız...değil...
..belki, yalnız...değil....hatta, yalnız.. .değil.
....da, yalnız...değil.. ...aynı zamanda. |
نه
تنها ...بلکه
حتی |
ne
tenhâ, …nîz: yalnız değil, belki,
-diği gibi de. Bîmâristân-i
lambarene ne tenhâ insânhâ-yi bîmâr râ
bâ âgûş-i bâz mîpezîruft ve
şifâ mîdâd, belki penâhgâh-i cânverân-i
bîmâr nîz be şomâr mî âmed Lambarene
hastanesi hasta insanlara kucak açıp onlara şifa vermekle
kalmadığı gibi, hasta hayvanların
sığınağı da sayılıyordu.
(Fârsî-i Pencom-i Debistan) بیمارستان
لامبارنه نه
تنها انسان
های بیمار را
با آغوش باز
می پذیرفت و
شفا میداد ،
بلکه
پناهگاه
جانوران
بیمار نیز
بشمار می آمد |
نه تنها ،
...نیز |
ne tenhâ, hettâ: (F.-A.)
yalnız… değil, hatta. Ne
tenhâ tû-yi hâne, hettâ tû-yi kûçe
vu hiyâbân hem râhet nîstem Yalnız
evde değil, hatta sokak ve caddede de rahat değilim. (Maraz-i Kand) نه
تنها توی
خانه ، حتی
توی کوچه و
خیابان هم
راحت نیستم |
نه
تنها ، حتی |
ne
tenhâ, … belki: (F.-A.) yalnız değil, belki,
yalnız
değil, aynı zamanda; -mediği gibi da. Zîrâ ne tenhâ der in medresehâ
nemîtevânistend be kûdek-i ker u lâl hânden u
nuvişten biyâmûzend, belki ez nigehdârî-yi
û nîz âciz bûdend Çünkü
bu okullarda sağır ve dilsiz çocuklara okuma, yazma
öğretmedikleri gibi, onların bakımından da
acizdiler. (Fârsî-i Pencom-i Debistan) زیرا
نه تنها در
این مدرسه ها
نمی
توانستند به
کودک کر و لال
خواندن نوشتن
بیاموزند ،
بلکه از نگهداری
او نیز عاجز
بودند Derin
muddet-i hijdeh sâl be endâzeî rûh u fikr-i
anhâ behem nezdîk şode bûd ki ne tenhâ
efkâr u ihsâsât-i heyli mahremâne-i hodişan
râ be yekdîger mîgoftend, belki heyli ez efkâr-i
nihânî-i yekdîger râ negofte derk mîkerdend Bu on sekiz
yıl içinde onların ruh ve düşünceleri
öylesine birbirine yaklaşmıştı ki, yalnız
çok gizli düşünce ve duygularını birbirlerine
söylemiyorlar, aynı zamanda birbirlerinin gizli
düşüncelerinin çoğunu daha söylemeden
anlıyorlardı. (Girdâb) درین
مدت هژده سال
باندازه ای
روح و فکر
آنها بهم
نزدیک شده
بود که نه
تنها افکار و
احساسات
خیلی
محرمانهء
خودشان را
بیکدیگر می
گفتند ، بلکه
خیلی از
افکار نهانی
یکدیگر را
نگفته درک می
کردند |
نه
تنها... بلکه |
ne fakat: (F.-A.)
yalnız… değil. |
نه فقط |
ne fakat, …belki: (F.-A.)
yalnız… değıil, belki. Mîdânîd
mîrzâ ahmed hân ne fekat hûb târ mîzened
ve hûb şi’r mîgûyed, belki
şikârçî-yi kâbilî hem hest Biliyor
musunuz, Mirza Ahmed Han sadece güzel tar çalıp güzel
şiir söylemez, aynı zamanda yetenekli bir avcıdır
da. (Se Katre Hûn) می
دانید میرزا
احمد خان نه
فقط خوب تار
می زند و خوب
شعر می گوید ،
بلکه شکارچی
قابلی هم هست |
نه
فقط ، بلکه |
ne fakat, hettâ: (F.-A.)
yalnız…. değil, hatta. |
نه
فقط ، حتی |
ne fakat, nîz: (F.-A.)
yalnız…değil, … de/da. |
نه
فقط ، نیز |
ne fekat…belki: (F.-A.) yalnız değil, belki;
yalnız
değil, hatta; yalnız değil, aynı
zamanda. |
نه
فقط...بلکه |
ne ki: -den
değil, değil mi ki. |
نه
که |
ne .. ne inki: ne ... ne de. Ne
mîtevânist ez hoceste çeşm bepûşed ve ne
inki dobâre û râ bebîned Ne
Huceste’den vazgeçebiliyor, ne de onu tekrar görmeye
tahammül edebiliyordu. (Se Katre Hûn, s. 149) نه می
توانست از
خجسته چشم
بپوشد و نه
اینکه دوباره
او را ببیند |
نه... نه
اینکه |
ne…ne: ne…ne. Ne
şomâ beporsîd, ne men begûyem Ne siz
sorun, ne ben söyleyim. (Seyâhatnâme-i İbrâhim
Beyg) نه
شما بپرسید ،
نه من بگویم Tâ
kunûn ne kesî be dîden-i men âmede ve ne
berâyem gul âverde’end Şimdiye
kadarne beni görmeye gelen oldu, ne de çiçek getiren. (Se
Katre Hûn) تا
کنون نه کسی
بدیدن من
آمده و نه
برایم گل آورده
اند Bâyed
begûyem ki men ne dîvâne’em ve ne
duçâr-i kâbûs-i dehşetnâkî
şode’em Söylemeliyim
ki benne deliyimne de korkunç bir kâbus gördüm.
(Gorbe-i Siyâh) باید
بگویم که من
نه دیوانه ام
و نه دچار
کابوس
دهشتناکی
شده ام |
نه...نه |
nehâren: (A.) 1. gündüz,
gündüzün. 2. açıkça. |
نهارا
ً |
nev, nov: (Peh.) 1. yeni. 2. taze. 3.
son zamanlardaki. |
نو |
nevbet, novbet: (A.) 1. vakit, zaman. 2. kez, kere, defa. Ca’fer
hân do novbet bâ aga muhammed hân cengîd Cafer Han,
Aga Muhammed Han’la iki defa savaştı. (Târîh-i
Siyâsî) جعفر
خان دو نوبت
با آغا محمد
خان جنگید Hezâr novbet
eger hâtirem beşûrânî, Ez in taraf ki menem
hemçonan sefâyî hest Bin kez
gönlümü perişan etsen de benden yana hâlâ bir
gönül safası var. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 147) هزار
نوبت اگر
خاطرم
بشورانی از
این طرف که
منم همچنان
صفایی هست 3. devlet, ikbal. 4. fırsat.
5. büyük çadır. 6. nöbet. 7. (müz.)
nakkare. 8. sıra. 9. hastalık ateşi. 10. devir,
çağ, zaman. Dovr-i mecnûn
guzeşt u novbet-i mâst Herkesî penc
rûz novbet-i ûst Mecnun’un devri
geçti; şimdi bizim devrimiz. Zaten herkesin dünyada beş
günlük bir nöbeti yok mu?
(Hâfız) دور
مجنون گذشت و
نوبت ماست هرکسی
پنج روز نوبت
اوست İmrûz ki
novbet-i cevânî-yi men est, Mey nûşem ez
anki kâmrânî-yi men est. Eybem mekonîd,
gerçi telhest, hoş est. Telhest,
çerâ ki zindegânî-yi men est. Bugün
gençlik sıramdır benim. İçiyorum
mey; çünkü mutluluğum benim. Ayıplamayın
beni; acı da olsa, hoştur yine. Acıdır; niye
mi? Çünkü hayatımdır benim. (Hayyâm) امروز
که نوبت
جوانیء من
است می
نوشم از آنکه
کامرانیء من
است عیبم
مکنید، گرچه
تلخست، خوش
است تلخست
، چرا که
زندگانیء من
است 11. bando, mızıka.
12. sıra. |
نوبت |
nevbe, novbe: (A.) 1. vakit, zaman. 2. kere,
kez, defa. 3. nöbet. 4. (sağ.) sıtma
nöbeti. 5. sıra. 6. (müz.) nakkare. |
نوبه |
nev’an: (A.) 1. tür
bakımından. 2. biraz. |
نوعا
ً |
nev’anmâ: (A.) bir bakıma,
bir şekilde, âdeta. |
نوعا
ً ما |
nîz: (Peh.) 1. de, dahi, yine de. Dûş
âgehî zi yâr-i sefer kerde dâd bâd Men
nîz dil be bâd dehem, herçi bâd bâd Rüzgâr
dün gece seyahate çıkan yârdan haber getirdi.
Artık ben de gönlümü elden
çıkaracağım; ne olursa olsun. (Hâfız) دوش
آگهی ز یار
سفر کرده داد
باد من
نیز دل به باد
دهم ، هرچه
باد باد Ber seng zedem
dûş sebû-yi kâşî, Sermest budem ço
kerdem in ûbâşî. Bâ men be
zebân-i hâl mîgoft sebû Men çon to budem;
to nîz çon men bâşî! Taşa çaldım
dün çini testiyi. Sarhoştum
yaptığımda bu edepsizliği. Diyordu bana hal diliyle
testi: Senin gibiydim ben; sen
de olursun benim gibi. (Hayyâm) بر سنگ
زدم دوش سبوی
کاشی سرمست
بدم چو کردم
اوباشی با من
بزبان حال
میگفت سبو من
چون تو بدم،
تو نیز چون من
باشی 2. aynı şekilde. |
نیز |
nîz hem: de, dahi,
bile. Hâfız beber
tu gûy-i fesâhat ki muddeî Hîçeş
huner nebûd u haber nîz hem nedâşt Hâfız,
şiirdeki fesahat topunu al götür. Çünkü
iddiacı bu hünerden nasibini almadığı gibi,
hiçbir şeyden haberi de yok. (Hâfız) حافط ببر
تو گوی فصاحت
که مدعی هیچش
هنر نبود و
خبر نیز هم
نداشت |
نیز
هم |
hân: 1. sakın!, aman!. 2. hey!. ey. Deryâst
meclis-i û deryâb vakt u deryâb Hân ey
ziyânresîde vakt-i ticâret âmed Onun meclisi
denize benzer, vaktin kıymetini bil. Ey zarara uğramış
zavallı, idrâk et olanı biteni; ticaret vakti geldi.
(Hâfız) دریاست
مجلس او
دریاب وقت و
دریاب هان
ای زیان
رسیده وقت
تجارت آمد 3. çabuk, acele et. Hâfız
surûd-i meclis-i mâ zikr-i hayr-i tust Beştâb
hân ki esb u kabâ mîfiristemet Hâfız
mecliste okuduklarımız, seni hayırla yâd eden
sözlerdir. Durma, koş; sana at ile kaftan gönderiyorum.
(Hâfız) حافظ
سرود مجلس ما
ذکر خیر تست بشتاب
هان که اسب و
قبا می
فرستمت 4. ha, tamam. |
هان |
hân tâ: sakın. Derdmendân-i
belâ zehr-i helâhil dârend Kasd-i in
kvom hetâ bâşed, hân tâ nekonî Belâya
düşen dertliler öldürücü aşk zehrine
sahiptir. Bu kavme kasdetmek hatadır. Sakın bu hataya
düşme! (Hafız) دردمندان
بلا زهر
هلاهل دارند قصد
این قوم خطا
باشد ، هان تا
نکنی
|
هان تا |
hân u hân: sakın, aman sakın! Hân u hân in râz râ bâ kesî
megû Gerçi ez tu şeh koned bes costucû Gerçi
şah senin hakkında çok soru soruyorsa da, aman sakın ha
bu sırrı kimseye söyleme! (Mesnevi) هان
و هان این راز
را با کسی مگو گرچه
از تو شه کند
بس جستجو |
هان و هان |
hân u hîn: sakın!, aman! |
هان
و هین |
hây: 1. hey, ey. Çun
resîd û pîşter nezdîk-i saf Bang ber zed
şîr hây ey nâhalef Tavşan
ona iyice yaklaştı Bağırdı
aslan: Hey namert! dedi (Mesnevî) چون
رسید او
پیشتر نزدیک
صف بانگ
بر زد شیر های
ای ناخلف 2. ah!, vah! |
های |
her: (Peh.) her. Her nîkî şem’îst ki der
serâçe-i dil mî efrûzîm Her iyilik,
gönül köşkünde yaktığımız bir
mumdur. (Endîşe) هر
نیکی شمعی
است که در
سراچهء دل می
افروزیم |
هر |
her… î ki:
her. Her şîrdilî ki hest, ez bîşe-i mâst Her arslan yürekli, bizim ormanımızdan
çıkmıştır. (Evhad) هر
شیردلی که
هست ، از
بیشهء ماست |
هر
... ی که |
her ez çendî: arada bir. |
هر از
چندی |
her
ân:
(F.-A.) 1.
her an.
Surfehâ-yi
şedîd nâşî ez bironşit her an sohbet-i
û râ kat’ mîkerd Bronşitten
ileri gelen şiddetli öksürükler her an
konuşmasını kesiyordu. (Azeristan) سرفه
های شدید
ناشی از
برنشیت هر آن
صحبت او را قطع
میکرد 2. her biri. |
هر
آن |
her an kocâ: her neresi,
her yer. |
هر
آن کجا |
her anki: her kim, her
kimse. |
هر آنکه |
her angeh: her ne zaman,
ne zaman. |
هر
آنگه |
herâyine: (Peh.) [her +
âyine] 1. mutlaka, kesinlikle, kuşkusuz. 2. zorunlu,
vacip. |
هر
آینه |
herâyîne: [her +
âyîne] 1. mutlaka, kesinlikle, kuşkusuz. 2. zorunlu,
vacip. |
هر
آیینه |
her
câ: 1.
her
yer. 2. neresi, her neresi. Ber her
câî ki ser nihem mescûd ûst Ber
şeş cihet u burûn zi şeş ma’bûd
ûst Bâg u
gul u bulbul, semâ’u şâhid İn
cumle behâne vu heme maksûd ûst Nereye
baş koysam, secde edilen o. Altı
yönde, altı yönün dışında mabud o. Bağ,
gül, bülbül, semâ, dilber Bunların
hepsi bahane, maksûd o. (Mevlana) بر
هر جائی که سر
نهم مسجود
اوست بر
شش جهت و برون ز
شش معبود
اوست باغ
و گل و بلبل ،
سماع و شاهد این
جمله بهانه و
همه مقصود
اوست |
هر
جا |
hercûr: (F.-A.) [her +
cûr< tovr] her türlü. |
هر
جور |
her çîz: her şey. |
هر
چیز |
her çîz be cây-i
hod:
her şey yerli yerinde. Her
çîz becây-i hod, ve ne yek zerre gerd Her şey
yerli yerindeydi ve bir zerre toz yoktu. (Mudîr-i Medrese) هرچیز
بجای خود ، و
نه یک ذره گرد |
هر
چیز بجای خود |
her der: her taraf. |
هر
در |
her dest: her sınıf, her
kısım. |
هر دست |
her dem: her an, her zaman, sürekli, aralıksız. Der in otâk ki berâyi men tengter ve târîkter ez
kabr mîşud, dâyim çeşm be râh-i zenem
bûdem velî û hergiz nemî âmed Benim
için her an mezardan daha dar ve karanlık hale gelen bu odada
sürekli karımın yolunu gözlüyordum. Ancak, o
hiç gelmiyordu. (Bûf-i Kûr) در
این اطاق که
برای من تنگ تر
و تاریک تر از
قبر میشد ،
دایم چشم
براه زنم بودم
ولی او هرگز
نمی آمد |
هر
دم |
her dem: her an,
sürelikli, aralıksız. Merâ
ez tust herdem tâze aşkî Turâ
her sâatî husnî diger bâd Senin
sâyende aşkım her an tazeleniyor. Her saatinde
güzelliğin bir başka olsun. (Hâfız) مرا
از توست هردم
تازه عشقی ترا
هر ساعتی
حسنی دگر باد |
هر
دم |
her dem u sâ’et: (F.-A.) ikide
bir. Her dem u
sâet mî îstâd u şinhâî râ ki
kefşhâ-yi sefîd şode ez gerd u hâkeş
cem’ şode bûd mîtekând İkide
bir duruyor ve toz topraktan beyazlaşmış ayakkabılarında
biriken kumları silkiyordu. (Azeristan) هر
دم و ساعت می
ایستاد و
شنهائی را که
کفش های سفید
شده از گرد و
خاکش جمع شده
بود می تکاند |
هر
دم و ساعت |
her demî: her an. Aşk
zinde der revân u der basar Her
demî bâşed zi gonçe tâzeter Aşk
dediğin ruhta, gözde kalıcı olur Bu aşk
her an goncadan taze olur (Mesnevi) عشق
زنده در زوان
و در بصر هر
دمی باشد ز
غنچه تازه تر |
هر
دمی |
her do: her ikisi. |
هر
دو |
her do an: her ikisi. |
هر
دو آن |
her rûz: her gün. Her
rûz be û telefunhâ mîşud Her gün
ona telefonlar ediliyordu. (Hindû) هر
روز به او
تلفن ها می شد |
هر
روز |
her zemân: (F.-A.) her zaman, her
vakit. |
هر زمان |
her sâl: her yıl. |
هر
سال |
hersâle: [her + sâl + e] 1.
her yıl. 2. yıl boyunca. |
هر
ساله |
her sû: her taraf. Zi
çeşmet cân neşâyed bord kez her sû ki
mîbînem Kemîn
ez gûşeî kerdest u tîr ender kemân dâred Senin
gözlerinden can kurtarmak mümkün değil. Ne yandan baksam,
bir köşede pusu kurduğunu, okunu yayına takmış
olduğunu görüyorum. (Hâfız) ز
چشمت جان
نشاید برد کز
هر سو که می
بینم کمین
از گوشه ای
کردست و تیر
اندر کمان
دارد |
هر
سو |
her taraf: (F.-A.) her
taraf, her yan. Der
figân u custucû an hîreser Her taraf
porsân u cûyân derbeder O
şaşkın feryat eder, araştırır Derbeder
olur, her yana koşturur (Mesnevî) در
فغان و جستجو
آن خیره سر هر
طرف پرسان و
جویان دربدر |
هر طرف |
her tovr: (F.-A.) 1. her türlü. 2. nasıl. Her tovr dilet mîhâhed be in ihtirâ’ ism
begozâr Canın
nasıl isterse, bu icada öyle ad koy. (Kârhâne-i
Mutlaksâzî) هر
طور دلت می
خواهد به این
اختراع اسم
بگذار |
هر
طور |
her tovr bûd: (F.-A.) her
şeye rağmen. Velî
her tovr bûd be hod dildârî dâdem ve
endîşehâ-yi gamengîz râ ez ser bîrûn
kerdem Fakat her
şeye rağmen kendimi teselli ettim. Ve üzücü
düşünceleri başımdan uzaklaştırdım.
(Sâet-i Men) ولی
هرطور بود
بخود دلداری
دادم و
اندیشه های غم
انگیز را از
سر بیرون
کردم |
هر
طور بود |
her tovrîst: (F.-A.) ne yapıp edip, bir yolunu bulup,
bir şekilde. |
هر
طوری است |
her kadr ki: (F.-A.) -dikçe. Her kadr ki merdum-i orupâ ve cem’iyyethâ-yi hayriyye
be erziş-i kâr-i şuvaytzer pey mîbordend
bîşter yârî mîkerdend Avrupa
halkı ve hayır dernekleri Schweitzer’in
çalışmasının kıymetini anladıkça
daha çok yardım yapıyorlardı. (Fârsî-i
Pencom-i Debistan) هر
قدر که مردم
اروپا و
جمعیت های
خیریه به ارزش
کار شوایتزر
پی می بردند
بیشتر یاری
می کردند |
هر
قدر که |
her kadr… heman kadr: (F.-A.) ne
kadar… o kadar. |
هر قدر
همان قدر |
her kocâ: her nerede,
nerede. An
râ ki cây nîst heme şehr cây-i ûst Dervîş
her kocâ ki şeb âmed serây-i ûst Yersiz
yurtsuza yurttur bütün şehir. Yoksul nerde akşam olsa,
orda sabahlar. (Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 124) آن را
که جای نیست
همه شهر جای
اوست درویش
هرکجا که شب
آمد جای اوست Her kocâ an şâh-i nergis
beşkufed Gulruhâneş dîde
nergisdân konend Nerede o nergis dalı
çiçeklenirse, gül yanaklılar gözlerini nergis
saksısı yaparlar. (Hâfız) هرکجا آن
شاه نرگس
بشکفد گلرخانش
دیده
نرگسدان
کنند |
هر
کجا |
her kodâm: her biri. her kodâm: 1. her biri. Ançi
ki benazareş muşkil ya meşkûk mîâmed
hâricnuvîsî mînumûd tâ ba’d
bâ şeyh ebulfazl ser-i her kodâm mubâhese bekoned Zor
bulduğu ya da şüpheyle karşıladığı
şeyleri, daha sonra her biri hakkında Şeyh Ebulfazl ile
tartışmak üzere not alıyordu. (Se Katre Hûn, s.
196) آنچه
که بنظرش
مشکل یا
مشکوک می آمد
خارج نویسی
می نمود تا
بعد با شیخ
ابو الفضل سر
هر کدام مباحثه
بکند 2. hangisi. |
هر
کدام |
her kodâm ez şomâ: her biriniz. |
هر
کدام از شما |
her kes: 1. herkes. Herkes sergerm-i kâr-i hod bûd Herkes kendi
işiyle meşguldü. (Azeristan) هرکس
سرگرم کار
خود بود İmrûz
cây-i herkes peydâ şeved zi hûbân Kan
mâh-i meclisefrûz ender sedâret âmed Bugün
her güzelin yeri belli olur. Çünkü meclisi aydınlatan
ay yüzlü sevgili baş köşeye geldi.
(Hâfız) امروز
جای هرکس
پیدا شود ز
خوبان کان
ماه مجلس
افروز اندر
صدارت آمد 2. her kim, kim. |
هر
کس |
her kes her kes: kargaşa,
hercümerç, kim kime dum duma. |
هر
کس هر کس |
herkesî: [her + kes + î] herkes. Herkesî
ez zann-i hod şud yâr-i men Ez
derûn-i men necost esrâr-i men Herkes
aklısıra oldu benim yârim Gönlümde
aramadı, nedir benim sırlarım (Mesnevi) هرکسی
از ظن خود شد
یار من از
درون من نجست
اسرار من Herkesî yek çîzî mîgoft Herkes bir
şey söylüyordu. (Maraz-i Kand) هرکسی
یک چیزی می
گفت |
هر کسی |
her kesî k’û:
her kimse, kim. Herkesî
k’û dûr mând ez asl-i hîş Bâz
cûyed rûzgâr-i vasl-i hîş Aslından
uzak kalırsa bir kişi Arar durur
tekrar kavuşacağı günü (Mesnevi) هرکسی
کاو دور ماند
از اصل خویش باز
جوید روزگار
وصل خویش |
هر
کسی کاو |
her ki: her kim, kim. Âteş
est in bang-i nây u nîst bâd Herki in
âteş nedâred, nîst bâd! Hava
değil, ateştir bu neyin sesi Kimde bu
ateş yoksa, yok olsun, daha iyi! (Mesnevi) آتش
است این بانگ
نای و نیست
باد هرکه
این آتش
ندارد نیست
باد |
هر
که |
herkû: [her + ki + û] her kim, kim ki. Herkû
nekâşt mihr u zi hûbî gulî neçîd Der
rehguzâr-i bâd nigehbân-i lâle bûd Sevgi
ekmeyip güzellik gülü dermeyene rüzgârın
yolunda lâle bekçiliği çıktı.
(Hâfız) هرکو
نکاشت مهر و ز
خوبی گلی
نچید در
رهگذار باد
نگهبان لاله
بود |
هر
کو |
her gâh: 1. her ne zaman, ne zaman. 2.
her vakit. |
هر
گاه |
her gâhî: arada
sırada. |
هر
گاهی |
her geh: her vakit, ne
zaman, her ne zaman. |
هر
گه |
her geh ki: ne zaman, her ne
zaman, -diği zaman. Hûn
şud dilem be yâd-i tu hergeh ki der çemen Bend-i
kabâ-yi gonçe-i gul mîguşâd bâd Ne zaman
rüzgâr çimenlikte gül goncasının
üstündeki kaftanın düğmelerini çözecek
olsa, seni anarak yüreğim kan ağladı. (Hâfız) خون
شد دلم به یاد
تو هرگه که در
چمن بند
قبای غنچهء
گل می گشاد
باد |
هر گه که |
hergûn: her türlü. Âkıbet
dîdend her gûn milletî Lâcerem
geştend esîr-i zelletî Her
türlü millet akibetini gördü Bu
yüzden oldu hatanın esiri (Mesnevi) عاقبت
دیدند هرگون
ملتی لاجرم
گشتند اسیر
زلتی |
هر
گون |
hergûne: [her + gûne] 1. her türlü. Ber aks, der
berâber-i hergûne novcûyî hessâsiyyet-i
şedîdî dâşt u bâ an be mubâreze ber
mîhâst Aksine, her
türlü yenilik arayışı karşısında
aşırı hassasiyet gösteriyor ve onunla mücadeleye
başlıyordu. (Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) بر
عکس ، در
برابر
هرگونه
نوجویی
حساسیت شدیدی
داشت و با آن
به مبارزه بر
می خاست 2. nasıl olursa. |
هر
گونه |
her lahze: (F.-A.) her an. Her lahze ki ber mîgeşt ve aks-i behrâm râ
nigâh mîkerd temâm-i yâdgârhâ-yi
gozeşte-i û coloveş zinde mîşud Dönüp
Behram’ın resmine baktığı her an, onunla ilgili
tüm eski anıları gözünde canlanıyordu.
(Girdâb) هرلحظه
که بر می گشت و
عکس بهرام را
نگاه میکرد
تمام
یادگارهای
گذشتهء او
جلوش زنده
میشد Yârab
in beççe-i turkân çi dilîrend be hûn! Ki be
tîr-i muje her lahze şikârî gîrend Aman Allah!
Şu Türk çocukları kan dökmekte ne cesurlar! Kirpik
okuyla saniye geçmiyor, bir av vuruyorlar. (Hâfız) یارب
این
بچهءترکان
چه دلیرند به
خون که
به تیر مژه هر
لحظه شکاری
گیرند |
هر
لحظه |
her ne: her ne. |
هر
نه |
her nov’: (F.-A.) her
türlü, her nevi. |
هر
نوع |
her vakt: (F.-A.) 1. her vakit, her zaman. 2. ne zaman, her
zaman. Hervakt dilem mîhâst mîtevânem bemîrem Canım
istediği zaman ölebilirim. (Yek Dâstân-i
Vâki’î) هروقت
دلم می خواست
می توانم
بمیرم Hervakt ez
kâret haste ya zede şudî bâ bihterîn cihâz
şovheret hâhem dâd Ne zaman
işten yorulur ya da bıkarsan, seni en iyi çeyizle
evereceğim. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 112) هروقت
از کارت خسته
یا زده شدی با
بهترین جهاز
شوهرت خواهم
داد |
هر وقت |
her yek: her biri. |
هر
یک |
herç: [her + ç< çi] her ne kadar, ne kadar, her ne. Herç kerdend ez ilâc u ez devâ Geşt renc efzûn u hâcet nârevâ Ne kadar
tedavi edip ilaç verdilerse de, hastalık arttı ve murat
hasıl olmadı. (Mesnevi) هرچ
کردند از
علاج و از دوا گشت
رنج افزون و
حاجت ناروا Mîkeş sitemî yu herç bâdâ bâd Sitem çekedur. Ne olursa olsun. (Evhad) می
کش ستمی و هرچ
بادا باد |
هرچ |
herçikadr:
(F.-A.) [her + çi + kadr] ise de, ne kadar… ise de. Herçikadr goftem in gayr-i mumkin est be harcişan nereft Ne kadar Bu mümkün değil dedimse de dinletemedim.
(Dârû-yi Bîhâbî) هر
چقدر گفتم
این غیر ممکن
است به
خرجشان نرفت |
هرچقدر |
herçend: [her + çend] her ne kadar, ise de, gerçi, ne kadar. Şâh sovgend yâd numûd ki mukassir râ
herçend pesereş bâşed, saht tenbîh koned Kral,
suçlunun, oğlu olsa da, ağır bir şekilde
cezalandırılacağına yemin etti. (Don Karlos) شاه
سوگند یاد
نمود که مقصر
را هرچند
پسرش باشد ،
سخت تنبیه
کند Her
çend burdî âbem rûy ez deret netâbem Cevr ez
habîb hoşter kez muddeî riâyet Beni rezil
etmiş olsan da kapından yüz çevirmem. Dostun cevri,
rakîbin saygısından daha iyi. (Hâfız) هرچند
بردی آبم روی
از درت نتابم جور
از حبیب
خوشتر کز
مدعی رعایت |
هرچند |
herçendki: [her + çend + ki] ise de, her ne kadar, gerçi. Bâz ây ki bâz âyed omr-i şode-i hâfiz Herçend ki nâyed bâz tîrî ki beşud ez
şest Geri dön; her ne kadar ok yaydan çıktı mı geri
dönmezse de belki Hafız’ın geçip giden ömrü
geri gelir. (Hâfız) باز
آی که باز آید
عمر شدهء
حافظ هرچند
که ناید باز
تیری که بشد
از شست |
هرچند
که |
herçendhemki: [her + çend + hem + ki] ne kadar ise de. Betovrî ki derk-i hakîkat-i efkâreş ve
istiârâtî ki der eş’âr-i hod be kâr
mîbord, berâyi mutercim, herçend hem ki be rumûz-i
zebân-i feranse vâkif bâşed, âsân
nîst Nitekim,
şiirlerinde kullandığı kelimelerden ve istiarelerden
düşüncelerinin aslını anlamak,
Fransızcanın inceliklerine ne kadar vâkıfolsa da,
mütercim için kolay değildir. (Eş’âr-i
Muntehab) بطوری
که درک حقیقت
افکارش و
استعاراتی
که در اشعار
خود بکار می
برد ، برای
مترجم ،
هرچند هم که
برموز زبان
فرانسه واقف
باشد ، آسان
نیست |
هرچند
هم که |
herçi: [her + çi] 1. her şey, her ne varsa. Der
herçi turâ murâd bâşed dilbend Nâçâr
turâ ezan behâhend gusîht Muradın
olan her şeye bağla gönlünü. Sonunda ister
istemezkoparılacaksın onlardan. (Evhad) در
هرچهترا
مراد باشد دل
بند ناچار
ترا از ان
بخواهند
گسیخت 2. her ne, ne kadar. Libâshâ-yi iydiman râ mî
pûşîdîm ve herçi pul dâştîm
der cîbhâ-yi an mî gozâştîm Bayram
elbiselerimizi giyiyor ve ne kadar paramız varsa, ceplerine koyuyorduk.
(Gulbang) لباس
های عید مان
را می
پوشیدیم و
هرچه پول داشتیم
در جیب های آن
می گذاشتیم Herçi kûşiş mîkerd nemî tevânist
ferâmûş bekoned Ne kadar
gayret etse, unutamıyordu. (Girdâb) هرچه
کوشش می کرد
نمی توانست
فراموش بکند Herçi târîkî-yi şeb fuzûnî
mîgirift ve sitâregân rûşenter
mîşodend, şekl-i diraht der
târîkî-yişeb furû mîreft Gecenin
karanlığı artıp yıldızlar daha da
parlaklaştıkça, ağacın şekli gecenin
karanlığına gömülüyordu. (Lâşe-i
Mâr) هرچه
تاریکی شب
فزونی می
گرفت و
ستارگان
روشن تر می
شدند ، شکل
درخت در
تاریکی شب
فرو می رفت Âşıkân
râ ber ser-i hod hukm nîst Herçi
fermân-i tu bâşed, an konend Aşıklar
bir başlarına hüküm veremez. Sen ne emredersen, onu
yaparlar. (Hâfız) عاشقان
را بر سر خود
حکم نیست هرچه
فرمان تو
باشد ، آن
کنند |
هرچه |
herçi bâdâ
bâd:
ne olursa olsun. Goftem: Be
bâd dehedem bâde nâm u neng Goftâ:
Kabûl kun suhan u herçi bâd bâd Dedim:
Bâde, ar, namus, her şeyimi yele verecek. Dedi: Lâf dinle
sen; ne olursa olsun. (Hâfız) گفتم
به باد دهدم
باده نام و
ننگ گفتا
قبول کن سخن و
هرچه باد باد Nâdir
berâyi reften be hâne-i mihrî behâne-i
hûbî dâşt. Kitâb-i mihrî râ
mîbord ba’d herçi bâdâ bâd Nadir’in
Mihri’nin evine gitmek için iyi bir bahanesi vardı:
Mihri’nin kitabını götürmek. Sonra mı; ne
olursa olsun! (Azeristan) نادر
برای رفتن به
خانهء مهری
بهانهء خوبی
داشت کتاب
مهری را می
برد بعد هرچه
بادا باد Şerâb
u eyş-i nihân çîst? Kâr-i bîbunyâd. Zedîm
ber saf-i rindân u herçi bâdâ bâd Şarap
ve gizli içki meclisleri de ne demek? Olsa olsa, temelsiz bir iş.
Bu yüzden rintlerin safına katıldık. Artık ne olursa
olsun! (Hâfız) شراب
و عیش نهان
چیست؟ کار بی
بنیاد زدیم
بر صف رندان و
هرچه
باداباد |
هرچه
بادا باد |
herçi bâdâ
bâdâ:
ne olursa olsun. |
هرچه
بادا بادا |
herçi bûd: her neyse. Herçi
bûd û eknûn nâm-i merdî ber sereş
bûd ki bâkudret u kuvvet-i temâm ez uhde-i heme-i
vezâyif-i şovherî ber mîâmed, şovherî
mutemekkin u âbrûdâr ki sereş be teneş
mîerzîd Her neyse,
şimdi gücüyle kudretiyle tüm kocalık
görevlerini yerine getirecek, liyakatli, onurlu, varlıklı bir
koca olacak adamın ismi aklındaydı. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 273) هرچه
بود او اکنون
نام مردی بر
سرش بود که با
قدرت و قوت
تمام از
عهدهء همهء
وظایف شوهری
بر می آمد ،
شوهری متمکن
و آبرودار که
سرش به تنش میارزید
|
هرچه
بود |
herçi bîşter: -dikçe. Sergord
herçi bîşter gûş mîdâd,
hâlet-i sûreteş haşnter mîşud Binbaşı
dinledikçe yüz ifadesi daha da sertleşiyordu. (Zindehâ
ve Mordehâ) سرگرد
هرچه بیشتر
گوش میداد ،
حالت صورتش
خشن تر میشد |
هرچه
بیشتر |
herçi temâmter:
mümkün olduğu kadar tam bir şekilde. Sâl-i
ba’d ki be pâris bergeştem, bâ şitâb-i
herçi temâmter be kûçe-i senjak reftem, hemanca ki
menzil-i kadîmiyem bûd Ertesi
yıl Paris’e dönünce, alelacele eski evimin
bulunduğu Sen Jak sokağına gittim. (Âyine-i
Şikeste) سال
بعد که به
پاریس
برگشتم ، با
شتاب هر چه
تمام تر به
کوچهء سن ژاک
رفتم ،
همانجا که
منزل قدیمیم
بود |
هرچه
تمامتر |
herçi zûdter: en kısa
zamanda, bir an önce. Berâder
herçi zûdter merâ be karakûy beresân Kardeş,
beni bir an önce Karaköy’e yetiştir. (Maraz-i Kand) برادر
هرچه زودتر
مرا به قره
کوی برسان |
هرچه
زودتر |
herçi nebâşed: hepsi bir
yana. Herçi
nebâşed, û yek omr tû-yi nâz u ni’met
zindegî kerde bûd ve tehemmul-i muşkilât u fakr
râ nedâşt Hepsi bir
yana, o, bir ömür boyu naz ve bolluk içinde
yaşamıştı; sıkıntı ve fakirliğe
dayanacak gücü yoktu. (Nâbiga-i Hûş) هرچه
نباشد ، او یک
عمر توی ناز و
نعمت زندگی کرده
بود و تحمل
مشکلات و فقر
را نداشت |
هرچه
نباشد |
herçi…ter:
mümkün oldukça. |
هرچه...تر |
herk: [her + k< ki] kim ki, her kimse ki. Herk û ez hem zebânî şud codâ Bîzebân şud gerçi dâred sad nevâ Sohbet
arkadaşından ayrılan her kimse, yüz sesi olmasına
rağmen dilsiz olur. (Mesnevi) هرک
او از هم
زبانی شد جدا بی
زبان شد گرچه
دارد صد نوا |
هرک |
herk û: [her + k< ki +
û] kim ki, her kim. Tâ zan neberî ki herk û dervîş est Sûretbîn ya hiyâlendîş est Sanma ki her derviş görünüşe bakan, hayalci
biridir. (Evhad) تا
ظن نبری که
هرک او درویش
است صورت
بین و خیال
اندیش است |
هرک
او |
hergiz: (Peh.) 1. asla, hiç, hiçbir zaman, katiyen,
ömrübillah. Hergiz berâyi hîç kâr-i dîgerî vakt
nedâşt Başka
bir iş için hiç vakti yoktu. (Azeristan) هرگز
برای هیچ کار
دیگری وقت
نداشت Men be harfhâ-yi âhû hânum i’timâd
dârem, û hergiz durûg nemîgûyed Ben Âhu Hanımın sözlerine güvenirim; asla yalan
söylemez. (Şovher-i Âhû Hanum) من
به حرفهای
آهو خانم
اعتماد دارم ،
او هرگز دروغ
نمی گوید 2. zaman zaman, bazen. 3.
daima. 4. ne zaman. |
هرگز |
hezâr
bâr:
1. bin defa. 2. bin beter. Nîkî yu
bedî ki der nihâd-i beşer est, Şâdî yu
gamî ki der kazâ vu kader est. Bâ çerh
mekon hevâle kender reh-i akl, Çerh ez to
hezâr bâr bîçâreter est. İnsanın
yaratılışındaki iyiliği,
kötülüğü, Kaza
ve kaderdeki sevinci, hüznü, Havale
etme feleğe. Akıl yolunda Felek
bin beter biçare senden çünkü. (Hayyâm) نیکی و
بدی که در
نهاد بشر است شادی
و غمی که در
قضا و قدر است با چرخ
مکن حواله
کندر ره عقل چرخ
از تو هزار
بار بیچاره
تر است |
هزار
بار |
hest u nîst: varı
yoğu. |
هست
و نیست |
hefteî: [hefte + î] 1. haftalık. 2. haftada. Hefteî yekî do bâr be dukkân mî âyed Haftada bir
iki defa dükkânıma gelir. (Perîçihr) هفته
ای یکی دو بار
بدکان می آید |
هفته
ای |
hem: (Peh.) 1. de, da, dahi, bile, üstelik, hem. Tu hem ez pindârhâ-yi bîesâs berâyi hod
mîhâhî ma’bûdî dorost konî Sen de
asılsız zanlarından dolayı kendine bir mabut yapmak
istiyorsun. (Do Şeb) تو
هم از
پندارهای بی
اساس برای
خود می خواهی معبودی
درست کنی Gofteî:
La’l-i lebem hem derd bahşed hem devâ Gâh
pîş-i derd u geh pîş-i mudâvâ mîremet Lâl
dudağım hem dert verir, hem derman demişsin. Kâh
derdine, kâh dermanına ölürüm senin.
(Hâfız) گفته
ای لعل لبم هم
درد بخشد هم
دوا گاه
پیش درد و گه
پیش مداوا
میرمت 2. birbiri. |
هم |
hemdûş: [hem + dûş] 1. omuz omuza,
birlikte. 2. eşit, denk. 3. dost. 4. yanı
sıra. Homâ
ki gâhî colov ve gâhî hemdûş-i seyyid
mîrân râh mî sipord Homa Seyyid
Mîrân’ın bazen önünde bazen de onun
yanı sıra yürüyordu. (Şovher-i Âhû
Hanum, s. 97) هما
که گاهی جلو و
گاهی همدوش
سید میران
راه می سپرد |
هم دوش |
hemredîf: (F.-A.) [hem +
redîf] aynı rütbede, aynı derecede. |
هم ردیف |
hemzemân: (F.-A.) [hem +
zemân] 1. çağdaş, muasır. 2. aynı
zamanda, eşzaman. |
هم
زمان |
hemzemân
bâ:
(F.-A.) aynı
zamanda, eşzamanlı olarak, birlikte, aynı zamanda. Hemzemân
bâ sudûr-i fermân-i meşrûtiyyet ber idde-i
çâphânehâ efzûde şud Meşrutiyet
fermanının ilanıyla matbaaların sayısı
arttı. (Berresî) همزمان
با صدور
فرمان
مشروطیت بر
عدهء چاپخانه
ها افزوده شد |
هم
زمان با |
hemmânend: [hem + mânend-i]
benzeri, gibi. |
هم
مانند |
hem nîz: de, dahi, üstelik,
aynı zamanda. |
هم
نیز |
hemân: (Peh.) 1. o, aynı, tıpkı. Kelânterî teh-i heman hiyâbân bûd Karakol
aynı caddenin sonundaydı. (Kûtî-i Kibrît) کلانتری
ته همان
خیابان بود 2. aynı şekilde. Halka-i
pîr-i mugân ez ezelem der gûş est Ber
hemânîm ki bûdîm u heman hâhed bûd Mugların
pîrinin kulağıma taktığı kulluk halkası
ezelden beri kulağımda duruyor. Eskiden olduğum gibiyiz,
bundan sonra da aynen kalacağız. (Hâfız) حلقهء
پیر مغان از ازلم
در گوش است بر
همانیم که
بودیم و همان
خواهد بود 3. eşit, denk. 4. hemen. Dîrûz
û râ bordîm şâh abdul’azîm, heman
pehlû-yi kabr-i behrâm mîrzâ û râ be
hâk sipordîm Dün onu
Şah Abdülâzım’e götürdük. Behram
Mirza’nınhemen yanında onu toprağa verdik. (Girdâb) دیروز
او را بردیم
شاه عبد
العظیم ،
همان پهلوی
قبر بهرام
میرزا او را
بخاک سپردیم 5. daha. Pinhân kerdenî nîst ki zen-i cevân u
hûbrûy ez heman berhord-i evvel besahtî vey râ
tekân dâde bûd Saklamaya ne hacet! Genç ve güzel kadın daha ilk
karşılaşmada onu iyiden iyiye sarsmıştı.
(Şovher-i Âhû Hanum, s. 82) پنهان
کردنی نیست
که زن جوان و
خوبروی از
همان برخورد
اول بسختی وی
را تکان داده
بود |
همان |
hemân
hemân: bir olmak, -mesiyle -mesi bir olmak. Telhûn nûk-i per râ girift u keşîd,
keşîden hemân u sernigûn şoden-i cevân ez
diraht heman Telhun
tüyün ucunu tutup çekti. Çekmesiyle
delikanlının ağaçtan düşmesi bir oldu.
(Telhûn) تلخون
نوک پر را
گرفت و کشید ،
کشیدن همان و
سرنگون شدن
جوان از درخت
همان |
همان ...
همان |
hemân dem: hemen, derhal, o anda. Emmâ bâd çendân şedîd bûd ki
mâ râ yeksere be sûy-i û efkend ve heman dem
keştî şikest Ama
rüzgâr o kadar şiddetliydi ki bizi dosdoğru ona
doğru attı ve o anda gemi parçalandı.
(Sefernâme-i Galiver) اما
باد چندان
شدید بود که
ما را یکسره
بسوی او
افکند و همان
دم کشتی شکست |
همان
دم |
hemân rûz: o gün, aynı gün. Ez kazâ hâris nîz berâyi ozrhâhî yu
sipâsgozârî heman rûz be derbâr-i
şâh vârid geşt Tesadüfen
hâris de aynı gün özür dilemek ve
teşekkür etmek için şahın sarayına gitti.
(Dâstânhâ-yi Dilengîz) از
قضا حارث نیز
برای عذرخواهی
و سپاسگزاری
همان روز به
دربار شاه
وارد گشت Men heman
rûz zi ferhâd tama’ bubrîdem Ki
inân-i dil-i şeydâ be leb-i şîrîn dâd
Âşık
gönlünin dizginlerini Şirin’in dudaklarına
bıraktığı gün, Ferhad’dan umudumu kestim.
(Hâfız) من
همان روز ز
فرهاد طمع
ببریدم که
عنان دل شیدا
به لب شیرین
داد |
همان روز |
hemân zemân: (F.-A.) o an, o anda. |
همان
زمان |
hemân sâ’et: (F.-A.) o saat, o an, o anda. |
همان
ساعت |
hemansanki: [hemân + sân + ki]
-diği gibi. Hemansan ki melâike-i âsmân pâsbân-i
dergâh-i celâl-i ilâhî hestend, duk alba nîz
pâsbân-i tâc u taht-i pâdişâh-i hod
mîbâşed Gök
melekleri Tanrı katının muhafızları oldukları
gibi, Dük Alba da kralın taç ve tahtının
muhafızıdır. (Don Karlos) همان
سان که
ملائکهء
آسمان
پاسبان
درگاه جلال
الهی هستند ،
دوک آلبا نیز
پاسبان تاج و
تخت پادشاه
خود می باشد |
همان
سان که |
heman şeb: o gece, aynı gece. İsrâr mîkerd ki heman şeb firâr konîm O gece
kaçmamız için ısrar ediyordu. (Perîçihr) اصرار
می کرد که
همان شب فرار
کنیم |
همان
شب |
hemangûneki: [hemân + gûne + ki] -diği gibi. An râ dunyâ-yi nov ya dunyâ-yi tâze
mîhândend, hemangûne ki kûdekî râ ki be
dunyâ âmede est ve henûz nâmî nedâred
novzâd mîhânend Yeni
dünyaya gelen e adı olmayan çocuğa
‘novzâd/bebek’ dedikleri gibi, ona dunyâ-yi nov/yeni
dünya’ veya donyâ-yi tâze’ diyorlardı.
(Fârsî-i Pencom-i Debistan) آن
را دنیای نو
یا دنیای
تازه می
خواندند ، همانگونه
که کودکی را
که بدنیا
آمده است و
هنوز نامی
ندارد نوزاد
می خوانند |
همان
گونه که |
heman vakt: (F.-A.) o anda. Heman vakt nezdîk bûd bâ yek cehiş hod râ
bedû resânîd ve telefun râ ber sereş
bekûbem O anda
nerdeyse bir sıçrayışta onun yanına gelip telefonu
kafasına çalacaktım. (Do Şeb) همان
وقت نزدیک
بود با یک جهش
خود را بدو
رسانیده و
تلفن را بر
سرش بکوبم |
همان
وقت |
hemânâ: 1. sanki, gibi, adeta,
sanırsın. 2. hayal, zan. 3. hemenhemen. 4. yalnız,
sadece. Ez in karâr heme mî dâniste’end ve
âhirîn kesî ki haberdâr şode hemânâ
menem Bu durumda
herkes biliyormuş ve haberdar olan son kimse de sadece benim. (Don
Karlos) از
این قرار همه
می دانسته
اند و آخرین
کسی که خبردار
شده همانا
منم |
همانا |
hemâncâ: [hemân +
câ] oracıkta, orada, aynı yerde. |
همانجا |
hemancâki: [heman + câ + ki]
-diği yer. Sâl-i ba’d ki be pârîs bergeştem bâ
şitâb-i herçi temâmter be kûçe-i senjak
reftem, hemancâ ki menzil-i kadîmiyem bûd Ertesi
yıl Paris’e dönünce, alelacele eski evimin
bulunduğu Sen Jak sokağına gittim. (Âyine-i
Şikeste) سال
بعد که به
پاریس
برگشتم با
شتاب هرچه
تمام تر به کوچهء
سن ژاک رفتم ،
همانجا که منزل
قدیمیم بود |
همانجا
که |
hemâncûr: (F.-A.) [hemân +
cûr< tovr] aynı. |
همانجور |
hemâncûrî ki: (F.-A.) [hemân + cûr + î +
ki] iken, -diği gibi. |
همانجوری
که |
hemântovr: (F.-A.) [hemân +
tovr] aynı şekilde, öylece. |
همانطور |
hemântovrki: (F.-A.) [hemân + tovr + ki] iken,
-diği gibi. Hemantovr ki mûhâyeş râ şâne
mîzed hitâb be pîrmerd goft Saçlarını
tararken ihtiyara hitaben dedi ki. (Nesr-i Derî-i Efgânistan) همانطور
که موهایش را
شانه میزد
خطاب به پیرمرد
گفت |
همانطور
که |
hemântovrîki: (F.-A.) [hemân + tovr + î + ki]
iken, -diği gibi. Hemantovrî ki nâzim va’de dâd, men
hâlâ bekullî muâlece şode’em ve hefte-i
dîger âzâd hânem şud Acaba
müdür yardımcısının vaat ettiği gibi ben
şimdi tamamen iyileştim mi ve haftaya serbest olacak
mıyım? (Se Katre Hûn) همانطوری
که ناظم وعده
داد ، من حالا
بکلی معالجه
شده ام و
هفتهء دیگر
آزاد خواهم
شد؟ |
همانطوری
که |
hemankadrki: (F.-A.) [hemân + kadr + ki] -diği kadar, olduğu
kadar. Harfhâ-yi kemâl hemankadr ki berâyi ostâd
nâguvâr ve nârâhet konende bûd, mûcib-i
hoşhâlî-yikalbî-yi sâyirîn gerdîd Kemal’in
sözleri üstat için tatsız ve rahatsız edici
olduğu kadar, başkalarının için için
sevinmelerine neden oldu. (Maraz-i Kand) حرف
های کمال
همانقدر که
برای استاد
ناگوار و ناراحت
کننده بود ،
موجب
خوشحالی
قلبی سایرین
گردید |
همانقدر
که |
hemângâh: [hemân + gâh] 1. aynı
zamanda. 2. hemen, derhal. |
همانگاه |
hemânend: benzeri, gibi, tıpkısı, aynısı. Haslet-i in eser serâpâ hemâsîst ve ez
menâbi’î girifte şode ki betovr-i musellem
hemânend-i kârmâyehâ-yi firdovsî bûde est Bu eser
baştanbaşa hamasî özelliktedir ve kuşkusuz
Firdevsî’nin diğer kaynakları gibi kaynaklardan
alınmıştır. (Dîbâçe-i
Şâhnâme, s. 37) خصلت
این اثر
سراپا حماسی
است و از
منابعی
گرفته شده که
بطور مسلم
همانند
کارمایه های
فردوسی بوده
است |
همانند |
hemçonân, hemçenân: [hem +
çonân/ çenân] 1. öyle, öylece, o
şekilde, onun gibi. 2. aynı şekilde, olduğu gibi,
yine. Bâ inheme û hemçonan kâr-i hodeş râ
donbâl mîkerd Bütün
bunlara rağmen o yine kendi işine devam ediyordu. (Kâb-i
Çînî) با
اینهمه او
همچنان کار
خودش را
دنبال میکرد Tâlib-i
la’l u guher nîst vegerne horşîd Hemçunân
der amel-i ma’den u kân est ki bûd Lâl ve
inci tâlibi yok. Yoksa güneş eskiden olduğu gibi
madenlerde kıymetli taş yapmaya devam ediyor. (Hâfız) طالب
لعل و گهر
نیست وگرنه
خورشید همچنان
در عمل معدن و
کان است که
بود |
همچنان |
hemçonânki, hemçenânki: [hem +
çonân/çenân + ki] 1. nitekim, -diği
gibi. 2. iken. Hemçonanki bîmaksûd bâl mîzed, der
miyân-i biyâbân, dûr ez dâmine-i kûh-i
bulend diraht-i çenârî dîd Amaçsızca
kanat çırparken, kırın ortasında, yüksek
dağın eteğinden uzakta bir çınar ağacı
gördü. (Fârsî-i Pencom-i Debistan) همچنانکه
بی مقصود بال
میزد ، در
میان بیابان ،
دور از دامنهء
کوه بلند
درخت چناری
دید Hemçonanki pâhâyeş râ be colov
mîkeşîd ez sermâ tekân mîhord Ayaklarını
öne doğru sürüklerken soğuktan titriyordu.
(Kûtî-i Kibrît) همچنانکه
پاهایش را به
جلو می کشید
از سرما تکان
می خورد |
همچنانکه |
hemçonânî: [hem +
çonân + î] eşitlik. |
همچنانی |
hemçend-i: eşit, denk. |
همچند
ِ |
hemçendân: [hem +
çendân] aynı ölçüde. |
همچندان |
hemçonîn, hemçenîn: [hem +
çonîn/çenîn] 1. böylece, bunun gibi,
aynı şekilde, bu şekilde. Ba’d
ez anki in hukm be nefâz peyvest Seyyidfermûd ki hodây-i
teâlâ ve resûl-i û hemçonin hukm
kerde’end Bu
hüküm yerine getirildikten sonra Seyyid şöyle buyurdu:
Yüce Tanrı ve Resûlü bu şekilde
hükmetmişlerdir. (Mucmel-i Fasîhî, I/78) بعد
از آنکه این
حکم بنفاذ
پیوست سید (ع)
فرمود که
خدای تعالی و
رسول او
همچنین حکم
کرده اند 2. de, dahi. |
همچنین |
hemçe: [< hem + çu] gibi. Behodâ men donbâl-i yek hemçi şovher-i
dilâver-i bâgayretî mîgeştem Vallahi ben,
böyle gayretli ve cesur bir koca arıyordum. (Mahmûd Aka
râ Vekîl Konîd) بخدا
من دنبال یک
همچه شوهر
دلاور با
غیرتی می
گشتم |
همچه |
hemçu: [hem + çu] gibi, benzeri. Hemçu neyzehrî yu tiryâkî ki dîd Hemçu ney demsâz u muştâkî ki dîd Ney gibi bir
zehir ve panzehiri kim gördü? Ney gibi bir arkadaş ve
sevgiliyi kim gördü? (Mesnevi) همچو
نی زهری و
تریاقی که
دید؟ همچو
نی دمساز و
مشتاقی که
دید؟ Hemçu
Hâfız rûz u şeb bîhîşten Geşte’em
sûzân u giryân, elgıyâs Hâfız
gibi kendimi bilmeden, gündüz gece, yana yakıla, ağlaya
sızlaya dolandım durdum. Yardım edin, aman! (Hâfız)
همچو
حافظ روز و شب
بی خویشتن گشته
ام سوزان و
گریان ،
الغیاث |
همچو |
hemçon: [hem + çon] gibi, benzeri. Elbette men
nîz hemçun tu tenhâ hestem Elbette ben
de senin gibi yalnızım. (Fârsî-i Pencom-i Debistan) البته
من نیز همچون
تو تنها هستم Kef-i otâk râ hemçun yehî der zîr-i
pâ ihsâs kerd Odanının
zeminini ayağının altında bir buz gibi hissetti.
(Kûtî-i Kibrît) کف
اتاق را
همچون یخی در
زیر پا احساس
کرد Ez ser-i
kuşte-i hod mîguzerî hemçun bâd Çi
tevân kerd ki omrest u şitâbî dâred Öldürdüğün
âşıkların üstünden rüzgâr gibi
geçiyorsun. Elden ne gelir? Ömür bu; acelesi var.
(Hâfız) از سر
کشتهء خود می
گذری همچون
باد چه
توان کرد که
عمر است و
شتابی دارد |
همچون |
hemçîn: [hem +
çîn< çonîn] böyle, gibi, bunun gibi. |
همچین |
hemdiger: [hem + diger] birbiri. Her
yekî kavlîst zıdd-i hemdiger Çun
yekî bâşed, yekî zehr u şeker Her biri
birbirinin zıttı olan söz Bir olur mu
hiç? Biri zehir, biri şeker! (Mesnevi) هر
یکی قولی ست
ضد همدگر چون
یکی باشد یکی
زهر و شکر |
همدگر |
hemdîger: [hem + dîger] birbiri. Muddet-i medîdî bûd ki hemdîger râ
nedîde bûdîm (Nâbiga-i Hûş) Uzun bir
süredir görüşmemiştik. مدت
مدیدی بود که
همدیگر را
ندیده بودیم Mâ sâlyân-i dirâz est ki hemdîger râ
mîşinâsîm Biz
yıllardır birbirimizi tanıyoruz.
(Lûlî’î Mâcerâ Mîkerd) ما
سالیان دراز
است که
همدیگر را می
شناسیم |
همدیگر |
hemrâh: [hem + râh] 1. yoldaş, yol arkadaşı. Velî der zimn-i musâferet yekî ez
hemrâhâneş bekatl resîd Fakat
yolculuk esnasında yol arkadaşlarından biri
öldürüldü. (Târîh-i Siyâsî) ولی
در ضمن
مسافرت یکی
از همراهانش
بقتل رسید 2. dost. 3. müttefik.
4. beraberinde, yanında, refakatinde. |
همراه |
hemegân: [heme + g + ân] herkes, umum, kamu. Ez hemegân bîniyâz u ber heme muşfik Vez heme âlem nihân u ber heme peydâ Herkese karşı müstağnî ve müşfik,
tüm âlemden saklı, her yerde mevcut. (Gazelhâ-yi
Sa’dî, s. 2) از
همگان بی
نیاز و بر همه
مشفق وز
همه عالم
نهان و بر همه
پیدا |
همگان |
hemegânî: [hemegân +
î] umumi, genel, toplu. |
همگانی |
hemgonân: herkes. Der
debîristân-i nizâm vey ez hemgunân
pîşî cost O
askerî lisede herkesin önüne geçti. (Ataturk) در
دبیرستان
نظام وی از
همگنان پیشی
جست |
همگنان |
hemegî: [heme + g + î] 1. herkes. Vaktî bâ beççehâ-yi dîger bûd
hemegî bâzîçehâşan râ pinhân
mîkerdend Diğer
çocuklarla birlikte olduğu zaman hepsi oyuncaklarını
saklardı. (Kâb-i Çînî) وقتی
با بچه های
دیگر بود
همگی بازیچه
هاشان را
پنهان می
کردند Çun nîmeşeb ferâ resîd ve hemegî be
bister-i hod reftend, jan netevânist behâbed Gece
yarısı olup da herkes yatmaya gittiğinde Jan uyuyamadı.
(Deryâ-yi Govher) چون
نیمه شب فرا
رسید و همگی
ببستر خود
رفتند ، ژان
نتوانست
بخوابد 2. tümü, hepsi,
hep birden. |
همگی |
hemgîn: hepsi, tümü. |
همگین |
heme: (Peh.) 1. herkes. 2. tüm,
bütünü, tekmil, olanca, hepsi. Men mîdânem heme-i inhâ zîr-i ser-i nâzim
est Biliyorum,
bunların hepsi müdür yardımcısının
başı altından çıkıyor. (Se Katre Hûn) من
میدانم همهء
اینها زیر سر
ناظم است Tuî ki
ber ser-i hûbân-i kişverî çun tâc Sezed eger
heme-i dilberân dehendet bâc Ülkedeki
güzellerin baş tacısın sen. Bütün dilberler
sana haraç verse, yaraşır. (Hâfız) توئی
که بر سر
خوبان کشوری
چون تاج سزد
اگر همهء
دلبران
دهندت باج 3. her. 4. hep. Heme
cemâl-i tu bînem çu çeşm bâz konem Heme
şerâb-i tu nûşem çu leb ferâz konem Gözümü
açınca hep seni görür, dudağımı
aralayınca hep senin şarabını içerim.
(Guzîde-i Gazeliyyât-i Şems) همه
جمال تو بینم
چو چشم باز
کنم همه
شراب تو نوشم
چو لب فراز
کنم Hod râ heme derd-i ser dihî, efsûs est Hep başını ağrıtıyorsun, yazık!
(Evhad) خود
را همه درد سر
دهی ، افسوس
است |
همه |
heme’eş: [heme + eş] hep, daima. Der temâm-i râh heme’eş be fikr-i û
bûdem Yol boyunca
hep onu düşünüyordum. (Bûf-i Kûr) در
تمام راه همه
اش بفکر او
بودم |
همه
اش |
heme câ: her yer, her bir yan, ortalık. Haber-i vurûd-i pizişk be heme câ resîd Hekimin
geliş haberi her yere yayıldı. (Fârsî-i Pencom-i
Debistan) خبر
ورود پزشک به
همه جا رسید Gerçi
cây-i Hâfız ender halvet-i vasl-i tu nîst Ey heme
cây-i tu hoş, pîş-i heme câ mîremet Sana
kavuşmak benim için pek kolay değil. Ey her yanı
güzel sevgilim; her yanına ölürüm senin.
(Hâfız) گرچه
جای حافظ
اندر خلوت
وصل تو نیست ای
همه جای تو
خوش ، پیش همه
جا میرمت |
همه
جا |
heme cânib: (F.-A.) her yan, her
taraf. |
همه
جانب |
heme cânibe: [F.-A.) [heme +
cânibe] çok yönlü. |
همه
جانبه |
hemecûr: [heme + cûr< tovr] her türden, her türlü. Kem kem dâştend be hiyâbânhâ-yi
şulûg u bîkevâreî mî resîdend ki
hemecûr âdem mîşud der anhâ dîd Yavaş
yavaş her türden adamın görülebileceği
kalabalık ve şekilsiz caddelere yaklaşıyorlardı.
(Sahrârovgen) کم
کم داشتند به
خیابان های
شلوغ و بی
قواره ای می
رسیدند که
همه جور آدم
می شد در آن ها
دید |
همه
جور |
heme çîz: her şey. Zenem hemîşe mîgûyed ki âdem be
hemeçîz âdet mîkoned Karım
daima ‘İnsan her şeye alışır’ der.
(Otâk-i Rûberû) زنم
همیشه می
گوید که آدم
به همه چیز
عادت می کند |
همه
چیز |
heme rûz: her gün. |
همه
روز |
heme rûze: [heme + rûz + e]
her gün. |
همه
روزه |
heme sâle:
[heme + sâl + e] her yıl. Husn-i tu
hemîşe der fuzûn bâd Rûyet
heme sâle lâlegûn bâd Güzelliğin
günden güne artsın. Yüzün her yıl lâle
rengi olsun. (Hâfız) حسن
تو همیشه در
فزون باد رویت
همه ساله
لاله گون باد |
همه
ساله |
heme kes: herkes. Figân
ki bâ hemekes gâyibâne bâht felek Ki kes
nebûd ki destî ezin değâ bebered Eyvah eyvah!
Felek herkesle gizli gizli oynuyor. Bu hileden düzenden
sıyrılan kimse de çıkmadı! (Hâfız) فغان
که با همه کس
غایبانهباخت
فلک که
کس نبود که
دستی ازیت
دغا ببرد |
همه
کس |
hemvâr: (Peh.) 1. düz,
güzgün. 2. yumuşak. 3. tekdüze. 4. daima.
5. tahammül. |
هموار |
hemvâre: sürekli, daima. Dânişmendân
u mutercimân-i berceste râ nîz hemvâre be
nigâriş u tercume tergîb mîkerd Seçkin
bilgin ve çevirmenleri de daima telif ve tercümeye teşvik
ediyordu. (Berresî) دانشمندان
و مترجمان
برجسته را
نیز همواره به
نگارش و
ترجمه ترغیب
میکرد |
همواره |
hemî: tamamen. |
همی |
hemîdûn: 1. şimdi, hemen, şu anda. 2.
de, dahi. 3. aynı şekilde. Sitem râ miyâne u kirâne buved Hemîdûn sitem râ behâne buved Zulmün de bir sınırı vardır. Aynı şekilde bir de sebebi olmalıdır.
(Şâhnâme, I/44, beyit 222) ستم
را میان و
کرانه بود همیدون
ستم را بهانه
بود |
همیدون |
hemîş: daima. |
همیش |
hemîşegî: [hemîşe + g + î] 1. süreklilik,
ebedîlik. 2. her zamanki. Temâm-i râhrov ve salon bûy-i mermûz-i
hemîşegiyeş râ dâşt Bütün
koridor ve salonda her zamanki gizemli koku vardı. (Nokte-i Sefîd) تمام
راهرو و سالن
بوی مرموز
همیشگی اش را
داشت |
همیشگی |
hemîşe: (Peh.) 1. sürekli, daima, her zaman, hep. Hemîşe sergerm-i âzmâyişhâ-yi
ilmîst Hep bilimsel
deneyler yapar. (Kârhâne-i Mutlaksâzî) همیشه
سرگرم
آزمایش های
علمی است Husn-i tu
hemîşe der fuzûn bâd Rûyet
heme sâle lâlegûn bâd Güzelliğin
günden güne artsın. Yüzün
her yıl lâle rengi olsun. (Hâfız) حسن
تو همیشه در
فزون باد رویت
همه ساله
لاله گون باد 2. asla, hiçbir vakit. |
همیشه |
hemîşe hemintovr: (F.-A.) hep böyle. Erbâb-i mâ ba’d ez bedbahtî ki berâyi pesereş
pîş âmede hemîşe hemintovr sâkit u
mahzûn est Ağamız,
oğlunun başına gelen talihsizlikten sonra hep böyle
suskun ve mahzundur. (Deryâ-yi Govher) ارباب
ما بعد از
بدبختی که
برای پسرش
پیش آمده
همیشه
همینطور
ساکت و محزون
است |
همیشه
همینطور |
hemîşe-i Hodâ: hep. |
همیشهء
خدا |
hemîn: 1. ta kendisi, aynısı, tıpkı. 2. bu,
sadece bu, bir bu, işte bu. Muddetîst muntezir-i hemin suâl hestem Bir
süredir bu soruyu bekliyorum. (Nâbiga-i Hûş) مدتی
است منتظر
همین سؤال
هستم Merâsim-i tâcgozârî-yi kahremân u
necât dehende-i îrân der mâh-i şevvâl-i
hemin sâl encâm pezîruft İran
kahramanı ve kurtarıcısının taç giyme
töreni aynı yılın Şevval ayında
yapıldı. (Târîh-i Siyâsî) مراسم
تاج گذاری
قهرمان و
نجات دهندهء
ایران در ماه
شوال همین
سال انجام
پذیرفت Misl-i înest ki hemîn dîrûz bûd Sanki daha
dün gibiydi. (Don Karlos) مثل
این است که
همین دیروز
بود Yek rûz colov-i hemin pencere kâr mîkerdem Bir gün
şu pencerenin önünde çalışıyordum. (Se
Katre Hûn) یک
روز جلو همین
پنجره کار
میکردم 3. işte o kadar, bu
kadar. Key
şi’r-i ter engîzed hâtir ki hazîn
bâşed Yek nukte
ezin ma’nî goftîm u hemin bâşed Gönül
mahzun olunca nasıl yepyeni şiir söyleyebilir ki? Mahzun
gönül hakkında bir konuya temas ettik;
yaptığımız bu kadar. (Hâfız) کی
شعر تر
انگیزد خاطر
که حزین باشد یک
نکته ازین
معنی گفتیم و
همین باشد |
همین |
hemin el’ân: (F.-A.) hemen
şimdi, derhal. |
همین
الآن |
hemincûrî: (F.-A.) [hemîn +
cûr < tovr + î] böyle, bu şekilde. |
همین
جوری |
hemin hâlâ: (F.-A.) şimdi. Hemin hâlâ haber dâdend ki katâr-i hâmil-i
muhimmât râ bombârân kerdend Şimdi
mühimmat katarının bombalandığını haber
verdiler. (Zindehâ ve Mordehâ) همین
حالا خبر
دادند که
قطار حامل
مهمات را بمباران
کردند |
همین
حالا |
hemin rûzhâ: bu günlerde. |
همین
روزها |
hemîn sâ’et: (F.-A.) şu anda,
şimdi, hemen şimdi, derhal. |
همین
ساعت |
hemin ferdâ: hemen
yarın, yarından tezi yok. Kabl ez anki
rîşterâş-i berkî râ be berk vasl koned,
berâyi sadomîn bâr be hod kovl dâd ki hemîn
ferdâ yek âyîne-i dîvârî behared Elektrikli
tıraş makinesini prize takmadan önce yüzüncü
defa kendi kendine hemen yarın bir duvar aynası alacağına
söz verdi. (Azeristan) قبل
از آنکه ریش
تراش برقی را
به برق وصل
کند ، برای
صدمین بار به
خود قول داد
که همین فردا
یک آیینهء
دیواری بخرد |
همین
فردا |
heminkadr: (F.-A.) [hemin + kadr] ancak, şu kadar var ki, şu kadar,
bu kadar, sadece. Heminkadr mîhâst ki ez hâne’eş, ez inheme
pîşâmedhâ-yi tersnâk begurîzed ve
dûr beşeved Sadece
evinden, bütün bu korkunç olaylardan kaçıp
uzaklaşmak istiyordu. (Girdâb) همین
قدر می خواست
که از خانه اش
، از اینهمه پیش
آمدهای
ترسناک
بگریزد و دور
بشود Heminkadr mîdânem ki tu hem bâyed bedânî Senin de
bilmen gerektiği kadarını biliyorum. (Girdâb) همینقدر
می دانم که تو
هم باید
بدانی |
همین
قدر |
heminkadrki: (F.-A.) [hemîn + kadr + ki] -ir -irmez. Heminkadr ki turâ der âgûş keşîdem
kalb-i bîmârem şifâ yâft Seni kucaklar
kucaklamaz kalbim şifa buldu. (Don Karlos) همین
قدر که ترا در
آغوش کشیدم
قلب بیمارم
شفا یافت |
همین
قدر که |
heminki: [hemîn + ki] 1. -ince, -diğinde, vaktaki. Heminki mukâbil-i neccâr resîdend, misl-i inki
nâgehân û râ dîde bâşend
îstâdend Marangozun
karşısına geldiklerinde, aniden onu görmüş gibi
durdular. (Vilgerd) همینکه
مقابل نجار
رسیدند ، مثل
اینکه ناگهان
او را دیده
باشند
ایستادند 2. ir mez. Pes ez
subhâne heminki zarfhâ râ mîşost fovren ez
hâne bîrûn mîreft Sabah
kahvaltısından sonra, bulaşıkları yıkar
yıkamaz evden çıkıyordu. (Azeristan) پس
از صبحانه
همینکه
ظرفها را می
شست فورا ً از
خانه بیرون
می رفت |
همین
که |
der hemin lehze: (F.-A.) bu sırada. Der hemin
lehze yek zen u yek tifl-i kûçek ki libâs-i siyâh
ber ten dâştend ez kenâr-i mâ gozeştend ve
vârid-i bâg şodend Bu
sırada üzerinde siyah giysi bulunan bir kadınla bir
çocuk yanımızdan geçip bahçeye girdiler.
(Deryâ-yi Govher) در
همین لحظه یک
زن و یک طفل
کوچک که لباس
سیاه بر تن
داشتند از
کنار ما
گذشتند و
وارد باغ شدند
|
همین
لحظه |
hemînubes: [hemîn + u + bes] hepsi bu kadar. Fekat her
yekşenbe ba’d ez zohr nevehâyeş râ be kahve
da’vet mîkerd, hemîn u bes Sadece her
pazar öğleden sonra torunlarını kahveye
çağırıyordu, hepsi o kadar. (Pîrzenî ki
Pîr Nemînumûd) فقط
هر یکشنبه
بعد از ظهر
نوه هایش را
به قهوه دعوت
میکرد ، همین
و بس |
همین
و بس |
hemîn u hemân: o bu, bu da o
da. Goftem
sanemperest meşov, bâ samed nişîn Goftâ
be kûy-i aşk hemîn u hemân konend Dedim: Puta
tapma, Tanrı ile hemhâl ol. Dedi: Aşk mahallesinde bu da
yapılır, o da. (Hâfız) گفتم
صنم پرست مشو
، با صمد نشین گفتا
بکوی عشق
همین و همان
کنند |
همین
و همان |
heminyek: yalnız bu, bir bu. |
همین
یک |
hemincâ: burada. Ba’d goft suviç hemincâst, rûy-i hodeşe Sonra
‘Kontak anahtarı burada, üstünde’ dedi.
(Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) بعد
گفت سویچ همین
جاست ، روی
خودشه Emmâ bihter est sohen râ hemincâ kat’ konîm Ama en iyisi
sözü burada keselim. (Don Karlos) اما
بهتر است سخن
را همینجا
قطع کنیم |
همینجا |
hemintovr: (F.-A.) [hemin + tovr] öyle, böyle, aynı, aynı
şekilde, böylece. Se çihâr mâhî hemintovr gozeşt Üç
dört ay böyle geçti. (Nesr-i Derî-i Efgânistan) سه
چهار ماهی
همینطور
گذشت Dilem mîhâst bâ men hem hemintovr sohbet konîd Benimle de
aynı şekilde konuşmanızı istiyordum. (Hindû) دلم
می خواست با
من هم
همینطور
صحبت کنید Fikr kerd eger hemintovr idâme dehed, yek mû hem tû-yi
bedeneş bâkî nemîmâned Böyle
devam ederse, vücudunda tek kıl bile kalmayacağını
düşündü. (Musîbet) فکر
کرد اگر
همینطور
ادامه دهد ،
یک مو هم توی بدنش
باقی نمی
ماند |
همینطور |
hemintovrki: (F.-A.) [hemîn + tovr + ki] -diği halde, iken, -diği
gibi, - diği şekilde. An vakt bâ ser-i derd hemintovr ki nişeste bûd
hâbeş bord O zaman
baş ağrısıyla birlikte oturmuşken uyuyakaldı.
(Dâş Âkul) آنوقت
با سر درد
همینطور که
نشسته بود
خوابش برد Derhâ râ hemintovr ki yâd giriftî bâz kun Kapıları
öğrendiğin gibi aç. (Perî Ez Dîv
Mîtersed) درها
را همینطور
که یاد گرفتی
باز کن |
همینطور
که |
hengâm: (Peh.) 1. vakit, zaman. 2. iken, zamanı, vakti,
sırasında, esnasında. Dîrûz hengâm-i zohr bûd ki men ez dihkede ber
mîgeştem Dün
öğle vakti köyden dönüyordum. (Deryâ-yi
Govher) دیروز
هنگام ظهر
بود که من از
دهکده بر می
گشتم |
هنگام |
hengâm-i zohr: (F.-A.)
öğle vakti. Dîrûz
hengâm-i zohr bûd ki men ez dihkede ber mî geştem Dün
öğle vakti köyden dönüyordum. (Deryâ-yi
Govher) دیروز
هنگام ظهر
بود که من از
دهکده بر می
گشتم |
هنگام
ِ ظهر |
hengâm-i
âfitâbnişîn: gün kavuşumu. |
هنگام
آفتاب نشین |
hengâmî
ki:
[hengâm
+ î + ki] iken, -diği zaman, -ince. Hengâmî ki çihârdeh sâle bûdem be
dânişgâh-i kimbric firistâd tâ der emanuel
kâlic ders behânem On dört
yaşımdayken, Emanuel College’de okumak için beni
Cambridge Üniversitesine gönderdi. (Sefernâme-i Galiver) هنگامی
که چهارده
ساله بودم
مرا
بدانشگاه کیمبریج
فرستاد تا در
امانوئل
کالج درس
بخوانم |
هنگامی
که |
henûz: şimdiye dek, hâlâ, henüz, o âna kadar. Şâyed berâyi in bûd ki henûz dûst
nemîdâştem, hod râ dûst
mîdâştem Belki de
henüz sevmediğim, kendimi sevdiğim içindi. (Do
Şeb) شاید
برای این بود
که هنوز دوست
نمی داشتم ، خود
را دوست می
داشتم Zi hasret-i
leb-i şîrîn henûz mîbînem Ki
lâle mîdemed ez hûn-i dîde-i ferhâd Şirin’in
dudağına duyduğu özlem yüzünden
hâlâ Ferhad’ın gözlerinden akan kanlı
yaşların içinden lâle bittiğini
görürüm. (Hâfız) ز
حسرت لب
شیرین هنوز
می بینم که
لاله می دمد
از خون دیدهء
فرهاد |
هنوز |
henûz ki henûz est: o gün bu
gündür. Hodem
şeş hefte est ki pansed girem zugâl râ bâ
fişâr-i sî kîlu mîsûzânem ve
henûz ki henûz est mîsûzed Ben
altı haftadır beşyüz gram kömürü otuz kilo
basınçla yakıyorum ve hâlâ yanıyor.
(Kârhâne-i Mutlaksâzî) خودم
شش هفته است
که پانصد گرم
زغال را با
فشار سی کیلو
می سوزانم و
هنوز که هنوز
است می سوزد Velî henûz ki henûz est netevâniste’em be
kâr-i hodem beresem Fakat o
gün bu gündür kendi işime bakamadım.
(Sitârehâ-yi Şeb) ولی
هنوز که هنوز
است
نتوانسته ام
به کار خودم
برسم |
هنوز
که هنوز است |
henûz
hem:
o gün
bu gündür. o zamandan beri, hâlâ. Henûz
hem berâyi girdûhâyet gusse mîhorî Hâlâ
cevizlerin için üzülüyor musun? (Girdûhâ) هنوز
هم برای
گردوهایت
غصه می خوری؟ |
هنوز
هم |
hîç: 1. hiç, asla. Hîç mîdânîd kârubâr-i mare
çitovr est Hiç
biliyor musunuz, Mare’nin işi nasıl? (Kârhâne-i
Mutlaksâzî) هیچ
می دانید
کاروبار
ماره چطور
است؟ 2. yok. Bâdet
bedest bâşed eger dil nihî be hîç Der
ma’razî ki taht-i suleymân reved be bâd Süleyman
tahtının bile yele gittiği bu sergide bir hiçe
gönül verirsen, sonunda ellerin boş kalacak ancak.
(Hâfız) بادت
بدست باشد
اگر دل نهی به
هیچ در
معرضی که تخت
سلیمان رود
به باد 3. boş, bomboş, anlamsız. |
هیچ |
hîç câ: hiçbir
yer. |
هیچ جا |
hîç çîz: hiçbir şey. Hutût-i çihre’eş hîç
çîz nemîgoft Yüz
hatları hiçbir şey söylemiyordu. (Yek
Dâstân-i Vâki’î) خطوط
چهره اش هیچ
چیز نمی گفت |
هیچ
چیز |
hîç kodâm: hiç biri. |
هیچ
کدام |
hîç kodâm ez
şomâ:
hiç biriniz. |
هیچ
کدام از شما |
hîç kes: 1. hiç kimse, kimse,
hiçbiri. Hîçkes be û nigâh nemîkoned Hiç
kimse ona bakmıyor. (Azeristan) هیچکس
به او نگاه
نمی کند Bâ
hîçkes nişânî zan dilsitân nedîdîm Yâ men
haber nedârem yâ û nişân nedâred O
gönül alan sevgilinin nişanını kimsede
göremedik. Ya bizim haberimiz yok, ya o nişan koymamış.
(Hâfız) با
هیچکس نشانی
زان دلستان
ندیدیم یا
من خبر ندارم
یا او نشان
ندارد 2. değersiz kişi,
önemsiz kişi, hiç. |
هیچ
کس |
hîç gûne: hiçbir şekilde, hiç, asla. Zîrâ ki ne tenhâ der an hîçgûne
eserî ez fikr-i islâmî peydâ nemîşeved,
bel beraks mîbînîm ki der an nakş-i bozorgî
bâzî mîkoned ve be hey’et-i dîvî
siyâhdil der mî âyed Çünkü bunda hiçbir islâmî fikir
görülmediği gibi, aksinebunda önemli bir rol
aldığını ve kötü yürekli bir dev
kılığına girdiğini görüyoruz.
(Dîbâçe-i Şâhnâme, s. 40) زیرا
که نه تنها در
آن هیچ گونه
اثری از فکر
اسلامی پیدا
نمی شود ، بل
برعکس می
بینیم که در آن
نقش بزرگی
بازی می کند و
بههیئت دیوی
سیاهدل در می
آید |
هیچ
گونه |
hîç vakt: (F.-A.) hiçbir vakit, asla. Hîçvakt ez hodeş sohbet nemîkoned Asla
kendisinden söz etmez. (Azeristan) هیچ
وقت از خودش
صحبت نمی کند |
هیچ
وقت |
hîç yek: hiçbiri. Hîçyek ez anhâ cuz mâderişan, vakt-i
kâfî berâyi kâr der villa nedâşt Anneleri
dışında onlardan hiçbirinin villada
çalışmak için yeterli vakti yoktu. (Azeristan) هیچ
یک از آنها جز
مادرشان ،
وقت کافی
برای کار در
ویلا نداشت İnhâ hîçyek delîl nemîşeved.
Eger û turâ dûst dâşte bâşed,
nigerânî-yi tu bîhûde est Bunların
hiçbiri delil olmaz. Eğer o seni sevmişse, endişelenmen
yersizdir. (Bâzgeşt-i Zindânî) اینها
هیچ یک دلیل
نمی شود . اگر
او ترا دوست
داشته باشد ،
نگرانی تو
بیهوده است |
هیچ
یک |
hîç gâh: hiçbir vakit, asla. Melik ki omreş be şikâr gozeşte bûd ve
tîreş hîçgâh be hetâ nerefte bûd
bedan sû teveccuh numûd Ömrü avda geçen ve mermisi asla hedefini
şaşırmayan ağa o tarafa doğru yöneldi. (Nesr-i
Derî-i Efgânistan) ملک
که عمرش
بشکار گذشته
بود و تیرش
هیچگاه بخطا
نرفته بود
بدان سو توجه
نمود |
هیچگاه |
hişki: [hiş + ki< hîç + ki] hiç kimse. Yekî bûd yekî nebûd, gayr ez hodâ
hişki nebûd Bir
varmış bir yokmuş; Allah’tan başka kimse
yokmuş. (Zinde be Gûr) یکی
بود یکی نبود
، غیر از خدا
هیشکی نبود |
هیشکی |
hîn: 1. peki. Goft Hîn eknûn çi mîhâhî behâh Goft fermâ bâd râ ey cânpenâh Dedi: Peki
şemdi ne istiyorsan iste. Dedi: Ey can
sığınağı! Rüzgâra emret. (Mesnevi) گفت
: هین اکنون چه
میخواهی
بخواه گفت
: فرما باد را
ای جان پناه 2. haydi. Hîn
gezâ-yi dil bedih ez hemdilî Rev
becû ikbâl râ ez mukbilî Haydi,
gönülden anlayan birinden ver gönül
gıdasını Git, makbul
bir ansandan ara ikbali. (Mesnevi) هین
غذای دل بده
از همدلی رو
بجو اقبال را
از مقبلی 3. dikkat et. Hîn ki
İsrâfîl-i vaktend evliyâ Morde
râ zîşan heyât est u hayâ Dikkat et,
veliler zamanın İsrafilidir Onlar ile
ölü hayat hayâ sahibi olur. (Mesnevi) هین
که اسرافیل
وقت اند
اولیا مرده
را ز ایشان
حیان است و
حیا |
هین |
hîn u hîn: 1.
aman aman, sakın ha! 2. bak şimdi, dikkat et. Mâr gûyed ey fusûnger hîn u hîn Ân-i hod dîdî fusûn-i men bebîn Yılan der: Hey afsuncu, bak şimdi Kendininkini gördün; gör bir de benim afsunumu.
(Mesnevi) مار
گوید ای
فسونگر هین و
هین آن خود
دیدی فسون من
ببین |
هین
و هین |
heyhât: 1. yazık!, çok
yazık!, yazıklar olsun! 2. ne kadar uzak! |
هیهات |
heyhât ki: vah vah, eyvahlar olsun, yazıklar olsun. Dî
goft tabîb ez ser-i hasret çu merâ dîd Heyhât
ki renc-i tu zi kânûn-i şifâ reft Dün
doktor beni görünce iç geçirip Vah vah vah! Senin
hastalığının tedavisi İbni
Sînâ’nın Kânûn ve Şifâ
kitaplarında da yok! dedi. (Hâfız) دی
گفت طبیب از
سر حسرت چو
مرا دید هیهات
که رنج تو ز
قانون شفا رت |
هیهات
که |
ve ilâ
mâşâ’allâh: (A.) Allah’ın
dilediği sürece. |
و
الی ماشاء
الله |
vebes: [ve + bes] sadece, o kadar, işte o kadar. Âteşî
bûdend mu’minsûz u bes Sûht
hod râ âteş-i îşân çu hes Sadece
mümin yakan bir ateştiler, ama onların ateşi
çerçöp gibi kendilerini yaktı. (Mesnevi) آتشی
بودند مومن
سوز و بس سوخت
خود را آتش
ایشان چو خس Tenhâ
muşterî-yi aşk aşk est u bes Aşkın
tek müşterisi sadece aşktır. (Don Karlos) تنها
مشتری عشق
عشق است و بس Ne men ez perde-i
takvâ beder uftâdem u bes Pederem nîz behişt-i
ebed ez dest behişt Takvadan
uzaklaşan bir ben değilim. Babam da ebedî cenneti elinden
bırakmıştı. (Hâfız) نه من از
پردهء تقوا
بدر افتادم و
بس پدرم
نیز بهشت ابد
از دست بهشت |
و
بس |
veba’du: (A.) ondan sonra,
şimdi. |
و
بعد |
vehâl anki: (A.-F.) [ve + hâl + ân + ki] oysa,
halbuki, -diği halde. Çitovr
cur’et dârîd umîdvâr bâşîd ve
hâl anki dîger hîç cây-i umîdî
bâkî nemânde est Hiçbir
umut kalmadığı halde nasıl ümitvar olmaya cüret
edebiliyorsunuz? (Don Karlos) چطور
جرأت دارید
امیدوار
باشید و حال
آنکه دیگر هیچ
جای امیدی
باقی نمانده
است؟ |
و حال
آنکه |
vehelummecerâ: (A.) var gerisini
kıyas et, öbürlerini de bununla kıyasla. |
و هلم جری |
vâbeste: [vâ + besten >
best + e] 1. bağlı. 2. ilgili. 3. katılmış.
4. yakın, akraba. 5.
ataşe. |
وابسته |
vâbeste be: -e
bağlı. |
وابسته
به |
vâpes: [vâ + pes] 1. geri, arka. 2.
geride kalmış. |
واپس |
vâpes-i: -den sonra, ardından,
peşisıra. |
واپس
ِ |
vâpesî: [vâ + pes +
î] 1. son, sonuncu. 2. geride kalmışlık. 3.
talihsizlik. |
واپسی |
vâpesîn: [vâ + pes + în] sonuncu, son. Velî
tâ vâpesîn lehezât-i zindegî çeşm
ez tasvîr-i û bernedâşt Fakat
hayatın son anlarına kadar gözünü onun resminden
ayırmadı. (Rodin) ولی
تا واپسین
لحظات زندگی
چشم از تصویر
او برنداشت |
واپسین |
vâcib: (A.) 1. lâzım, zorunlu, vacip, önemli,
lâyık, yaraşır. Bebahşîd
ki nârâhetitan kerdem, velî men kâr
vâcibî dârem, bâyed şomâ râ
bebînem Sizi
rahatsız ettiğim için özür dilerim, ama sizinle
önemli bir işim var; sizinle görüşmem
lâzım. (Azeristan) ببخشید
که
ناراحتتان
کردم ، ولی من
کار واجبی دارم
، باید شما را
ببینم 2. hizmetçi
aylığı. |
واجب |
vâhid: (A.) 1. (mat.) bir. 2. tek,
biricik. 3. fert, birey. 4. yalın, sade. 5. benzer,
gibi. 6. birim. 7. kredi, ders kredisi. 8. (ask.)
takım, askerî birlik. |
واحد |
vâhiden: (A.) tek olarak, bir
başına. |
واحدا
ً |
vâhiden ba’de
vâhidin:
(A.) birer birer. |
واحدا
ً بعد واحد |
vâheyfâ: (A.) eyvahlar olsun,
yazık, çok yazık. |
واحیفا |
vâreste: [vâresten >
vârest + e] 1. kurtulmuş. 2. özgür,
hür, serbest. 3. uzak. |
وارسته |
vâsite: (A.) 1. orta. 2. aracı. 3. görücü,
kız isteyen. 4. bölge merkezi. 5. vasıta,
vesile. Pul der asl
yek vâsite est Para
aslında bir vasıtadır. (Merd-i Do Zene) پول
در اصل یک
واسطه است Leb ber leb-i kûze
bordem ez gâyet-i âz; Tâ zû
talebem vâsite-yi omr-i derâz. Leb ber leb-i men
nihâd u mîgoft berâz: Mey hor, ki bedin
cihân nemî âyî bâz. Hırsla dayadım
testinin dudağına dudağımı Sormak için ona
uzun ömrünü yolunu. Dayadı
dudağını dudağıma dedi: Bak Gelmeyeceksin bu
dünyaya bir daha; içmeye bak. (Hayyâm) لب بر لب
کوزه بردم از
غایت آز تا زو
طلبم واسطهء
عمر دراز لب بر لب
من نهاد و می
گفت براز می
خور که بدین
جهان نمی آیی
باز 6. sebep. 7. için. Behodâ
dilem vâsite-i iffet ciz ciz mîsûzed Valla,
gönlüm İffet için cayır cayır yanıyor.
(Mahmûd Aka râ Vekîl Konîd) بخدا
دلم واسطهء
عفت جز جز می
سوزد 8. terkîb-i bend ve
tercî’-i bendlerde bendeleri birbirine bağlayan beyit 9. münasebet. Tenem ez
vâsıta-i dûrî-i dilber begudâht Cânem ez
âteş-i mihr-i ruh-i cânâne besûht Sevgiliden
uzağım diye bedenim eridi. Cânânın
yanağındaki güneşin ateşinden canım yandı.
(Hâfız) تنم از
واسطهء
دوریء دلبر
بگداخت جانم
از آتش مهر رخ
جانانه
بسوخت |
واسطه |
vâse-i: (A.-F.) [< vâsite-i]
için, yüzünden, sebebiyle. |
واسهء |
vase-i
çi:
(A.-F.)
[< vâsite-i çi] niçin, neden. Tu vase
çi girye mîkonî? Niçin
ağlıyorsun sen? (Nâbiga-i Hûş) تو
واسه چی گریه
می کنی؟ |
واسهء
چه |
vâzihen: (A.)
açıkça, açık olarak. |
واضحا
ً |
vâfiren: (A.) 1. bolca,
çokça. 2. genellikle. 3. çoğunlukla. |
وافرا
ً |
vâki’: (A.) 1. olan, meydana gelen,
gerçekleşen. 2. yer alan, bulunan. Kâh-i
madrid der kenâr-i in câdde vâki’ est Madrid
Köşkü bu caddenin kenarında yer alır. (Ber
Sâhil-i Mînâyî) کاخ
مادرید در
کنار این
جاده واقع
است 3. doğru,
dürüst. 4. (tas.) levh-i mahfuz. 5. geçmiş,
geçen. 6. gerçek. 7. düşen.
|
واقع |
vâki’ der: (A.-F.)
bulunan, yer alan. Angâh
der hâneî kûçek vâki’ der oldcuri menzil
kerdem O zaman Old
Jry’de bulunan bir eve yerleştim. (Sefernâme-i Galiver) آنگاه
در خانه ای
کوچک واقع در
الدجوری
منزل کردم |
واقع
در |
vâki’en: (A.) gerçekten, hakikaten,
gerçekten de. Vaktî
hem ki râh oftâd, vâkien nemî dânist kocâ
mîreved Yola
çıktığı zaman da, gerçekten nereye
gittiğini bilmiyordu. (Kûtî-i Kibrît) وقتی
هم که راه
افتاد ،
واقعا نمی
دانست کجا میرود
Eger
vâkien merâ dûst dârî, biyâ izdivâc
konîm Eğer
gerçekten beni seviyorsan, gel evlenelim. (Nâbiga-i
Hûş) اگر
واقعا ً مرا
دوست داری ،
بیا ازدواج
کنیم |
واقعا
ً |
van: [ve + ân] ve o,
öbürü. Pîrâneserem
aşk-i cevânî be ser uftâd Van
râz ki der dil benihuftem, be der uftâd Şu
yaşlılık zamanında bir gencin aşkına tutuldum
ve yüreğimde sakladığım sır
açığa çıktı. (Hâfız) پیرانه
سرم عشق
جوانی به سر
افتاد وان
راز که در دل
بنفتم ، بدر
افتاد |
وان |
vançi: [ve + an + çi]
ve o şey ki. Sâlhâ dil taleb-i câm-i
cem ez mâ mîkerd Vançi hud dâşt zi
bîgâne temennâ mîkerd Gönül yıllarca
Cem’in kadehini bizden istedi durdu; oysa kendinde olanı
yabancıdan istedi durdu. (Hâfız) سالها
دل طلب جام جم
از ما می کرد وانچه
خود داشت ز
بیگانه تمنا
می کرد |
وانچه |
vender: [ve + ender] ve
içinde, ve hakkında. Dûş vakt-i seher ez gusse
necâtem dâdend Vender an zulmet-i şeb âb-i
heyâtem dâdend Dün seher vakti beni
üzüntüden kurtardılar. Gecenin
karanlığında bana ölümsüzlük suyu
içirdiler. (Hâfız) دوش وقت
سحر از غصه
نجاتم دادند واندر آن
ظلمت شب آب
حیاتم دادند |
واندر |
venderân: [ve + ender +
ân] ve onda, ve içinde. Dîdemeş hurrem u handân,
kadeh-i bâde be dest Venderân âyine sad gûne
temâşâ mîkerd Onu güleryüzlü, mutlu
gördüm; elinde şarap kadehi vardı. O aynada yüz
türlü görüntüyü izliyordu. (Hâfız) دیدمش
خرم و خندان ،
قدح باده به
دست واندران
آینه صد گونه
تماشا می کرد |
واندران |
vankû: [ve + an + ki +
û] ve o kimse ki. Mutrib besâz perde ki kes
bîecel nemord Vankû ne in terâne
serâyed hetâ koned Çalgıcı, bir makam
tuttur. Kimse eceli gelmeden ölmez. Bu şarkıyı
söylemeyen, hata yapmış olur. (Hâfız) مطرب
بساز پرده که
کس بی اجل
نمرد وانکو نه
این ترانه
سراید خطا
کند |
وانکو |
vangâh: [v + ân + gâh] 1. o
zaman. 2. sonra. 3. üstelik. |
وانگاه |
vangeh: [ve + ân + geh] 1. o zaman. 2. sonra. Tongî mey-i
la’l hâhem u dîvânî, Sedd-i ramakî
bâyed u nisf-i nânî, Vangeh men u to
nişeste der vîrânî, Hoşter buved an zi
molket-i sultânî. Bir sürahi
lâl rengi şarap isterim, bir de divan. Az bir
harçlık isterim, bir de yarım somun. Sonra
oturayım seninle bir harabeye İnan daha
hoş olur bu saltanattan. (Hayyâm) تنگی می
لعل خواهم و
دیوانی سد
رمقی باید و
نصف نانی وانگه من
و تو نشسته در
ویرانی خوشتر
بود آن ز ملکت
سلطانی Aşk an
bâşed ki ez hod âgeh gerdî Vangeh tu
fidâ-yi yâr sâzî hod râ Aşk
kendinden haberdar olmak, sonra yâre kendini feda etmektir. (Evhad) عشق
آن باشد که از
خود آگه گردی وانگه
تو فدای یار
سازی خود را 3. üstelik. |
وانگه |
vangehân: [ve + ân + geh +
ân] üstelik, ilave olarak, bu yetmiyormuş gibi. |
وانگهان |
vangehânî:
[ve + an + geh + ân + î] sonra, bunun üzerine. Tu zi
çeşm enguşt râ ber dâr hîn Vangehânî
herçi mîhâhî bebîn Parmağını
kaldır gözlerinin üstünden Sonra ne
görmek istiyorsan, gör sen (Mesnevi) تو ز
چشم انگشت را
بر دار هین وانگهانی
هرچه می
خواهی ببین |
وانگهانی |
vangehî: [ve + ân + geh + î] 1. o
zaman. 2. sonra. 3. üstelik, ilave olarak. 4. peki. |
وانگهی |
vây: (Peh.) 1. vay!, vah!, yazık!. Çun
nebâşed aşk râ pervâ-yi û Û
çu morgî mând bîper, vây û! Aşkın
aşktan pervası olmayınca Kanatsız
kuşa benzer, vay ona! (Mesnevî) چون
نباشد عشق را
پروای او او
چو مرغی ماند
بی پر وای او 2. feryat. |
وای |
vây tu: yazıklar olsun
sana! Nâm-i
Hakkem best, nî an rây-i tu Nâm-i
Hak râ dâm kerdî vây tu Senin
düşüncen değil, Tanrı’nın adı
bağladı beni Yazıklar
olsun! Tuzak yaptın bana Tanrı’nın adını!
(Mesnevi) نام
حقم بست ، نی
آن رای تو نام
حق را دام
کردی وای تو |
وای
تو |
vech: (A.) 1. yüz, surat, çehre. 2. yol. 3. tarz.
4. taraf, yön. 5. şahıs, zat. Kullu
şey’in hâlikun cuz vech-i û Çun
ne’î der vech-i û hestî mecû Onun
zatından başka her şey yok olur Onun
zatında yol değilsin; varlık arama. (Mesnevi) کل
شیء هالک جز
وجه او چون
نه ای در وجه
او هستی مجو 6. niyet, kasıt. 7.
sayfa. 8. para. 9. (gr.) kip, siga. 10. sebep,
neden. 11. alın. 12. biçim, üslup. 13. uygun.
14. rıza. 15. şeref. Goft vechem ger
merâ vechî dehîd Bîvucûhem
çun pes-i poştem nihîd Dedi: Benimle
ilgilenirseniz, şereflenirim. Göz ardı
ederseniz, olmaz şerefim. (Mesnevi) گفت
وجهم گر مرا
وجهی دهید بی
وجوهم چون پس
پشتم نهید |
وجه |
vech-i ahsen: (A.-F.) en iyi
şekil, en iyi yöntem. |
وجه
ِ احسن |
vech-i âhar: (A.-F.) bir
başka sebep. |
وجه ِ آخر |
vechen: (A.) 1. bir yönüyle, bir
yüzüyle. 2. bir bakıma. 3. simaca. |
وجها
ً |
vechen minelvucûh: (A.) ne
şekilde olursa olsun. |
وجها
ً من الوجوه |
ver: (Peh.) 1. göğüs. 2. bel.
3. ön. 4. kıyı, sahil. 5. taraf,
yön. 6. rahle. 7. sıcaklık. 8. üzerine. |
ور |
ver: [ve + eger] 1. ve eğer, eğer. Çun
tu cebr-i û nemîbînî megû Ver
hemîbînî nişân-i dîd kû Mademki sen
onun cebrini görmüyorsun, söyleme. Eğer
görüyorsan, görme alameti nerede? (Mesnevi) چون
تو جبر او نمی
بینی مگو ور
همی بینی
نشان دید کو؟ Dârende ço
terkîb-i tebâyi’ ârâst, Ez behr-i çi
û fikendeş ender kem u kâst? Ger nîk
âmed, şikesten ez behr-i çi bûd? Ver nîk
neyâmed in suver, eyb kirâst? Her şeyin
sahibi Tanrı mademki yarattı doğayı, Ne sebeple verdi
ona eksiği, kusuru? İyi oldu
madem, neydi yıkmaktaki zoru? Çirkin
olduysa bu mahluk, bu kimin kusuru? (Hayyâm) دارنده
چو ترکیب
طبایع آراست از
بهر چه او
فکندش اندر
کم و کاست؟ گر نیک
آمد، شکستن
از بهر چه
بود؟ ور
نیک نیامد
این صور، عیب
کراست؟ 2. her ne kadar. Ârifân
dervîş-i sâhibmansib râ Pâdşâ
hânend ver nânîş nîst Arifler det
sahibi yoksula yiyecek ekmeği olmasa da padişah derler.
(Gazelhâ-yi Sa’dî, s. 161) عارفان
درویش صاحب منصب
را پادشا
خوانند ور
نانیش نیست |
ور |
verâ: [< vey + râ] ona, onu, onun. Çun
muallim bûd akleş merd râ Ba’d
ezin akl şâgirdî verâ Akıl
bir kimsenin öğretmeni oldu mu, bundan sonra ona çırak
olur. (Mesnevi) چون
معلم بود
عقلش مرد را بعد
ازین عقل
شاگردی ورا |
ورا |
verâ’: (A.) 1. ard, arka, geri. 2. öte, öte yan,
yaka. Hâlâ
û pey borde bûd ki dunyâ-yi dîgerî
verâ-yi dunyâ-yi mahdûdî ki û tasvîr
mînumûd vucûd dâred Şimdi
o, tasavvur ettiği sınırlı dünyanın
ötesinde başka bir dünya bulunduğunu
anlamıştı. (Sâyerûşen) حالا
او پی برده
بود که دنیای
دیگری ورای
دنیای
محدودی که او
تصویر می
نمود وجود
دارد 3. istisna, hariç. 4.
başka, gayri. Men zâhir-i
nîstî yu hestî dânem. Men bâtin-i her
ferâz u pestî dânem. Bâ inheme ez
dâniş-i hod şermem bâd, Ger
mertebe’î verây-i mestî dânem! Varlığın,
yokluğun zahirini bilirim
ben. Her inişin,
çıkışın bâtınını bilirim ben.
Sarhoşluktan
öte bir mertebe biliyorsam, Utanayım ilmimden,
irfanımdan ben! (Hayyâm) من ظاهر
نیستی و هستی
دانم من
باطن هر فراز
و پستی دانم با این
همه از دانش
خود شرمم باد گر
مرتبه ای
ورای مستی
دانم Verây-i
tâ’at-i dîvânegân zi mâ metâleb Ki şeyh-i mezheb-i
mâ âkılî guneh dânist Bizden
dîvanelerin ibadeti dışında bir ibadet bekleme.
Çünkü meşrebimizin şeyhi
akıllılığı günah saydı. (Hâfız) ورای
طاعت
دیوانگان ز
ما مطلب که
شیخ مذهب ما
عاقلی گنه
دانست 3. kıç. |
وراء |
verne: [ve + eger + ne] yoksa, aksi takdirde. Sûfî
er bâde be endâze hored, nûşeş bâd Verne
endîşe-i in kâr ferâmûşeş bâd Sûfî
bâdeyi ölçüsünde içerse, afiyet olsun,
içsin. Ölçüyü kaçıracaksa, bu fikirden
vazgeçsin. (Hâfız) صوفی
ار باده به
اندازه خورد
، نوشش باد ورنه
اندیشهء این
کار فراموشش
باد |
ورنه |
vernî: [< ve + eger+
nî] yoksa. Meger be tîg-i
ecel hayme ber kenem ver nî Remîden ez der-i
dovlet ne resm u râh-i men est Ancak ecel
kılıcı ile bu hayat çadırını
sökebilirim. Yoksa, devlet kapısından uzak durmak benim
kitabımda yazmaz. (Hâfız) مگر بتیغ
اجل خیمه بر
کنم ور نی رمیدن
از در دولت نه
رسم و راه من
است |
ورنی |
vez: [ve + ez] -den, -dan. Der na’l-i
semend-i û şekl-i meh-i nov peydâ Vez kadd-i bulend-i
û bâlâ-yi sanevber pest Atının
nalında yeni doğmuş hilâl görünmekte. Uzun
boyunun yanında çam kısa kalmış.
(Hâfız) در نعل
سمند او شکل
مه نو پیدا وز قد
بلند او
بالای صنوبر
پست Ez âmedenem
nebûd gerdûn râ sûd, Vez reften-i men
câh u celâleş nefzûd; Vez hîçkesî
nîz do gûşem neşnûd Kin âmeden u
reftenem ez behr-i çi bûd? ! Yoktu
feleğin çıkarı gelmemden benim. Artmadı
mevkii, celâli, gitmemden benim. Duymadı iki
kulağım kimseden benim Sebep neydi
gelmemden, gitmemden benim? (Hayyâm) از آمدنم
نبود گردون
را سود وز
رفتن من جاه و
جلالش نفزود وز
هیچکسی نیز
دو گوشم
نشنود کین
آمدن و رفتنم
از بهر چه بود |
وز |
vezanpes: [ve + ez + ân + pes] ondan sonra. |
وز آن پس |
vezan: [ve + ez + ân] ve ondan. Hoş
âmed gul vezan hoşter nebâşed Ki der
destet becuz sâgar nebâşed Ne iyi etti
de gül geldi. Senin elinde de hep kadeh olsun; bundan daha hoş bir
şey olamaz. (Hâfız) خوش
آمد گل وزان
خوشتر نباشد که
در دستت بجز
ساغر نباشد |
وزان |
veset: (A.) 1. orta, ara, vasat. Beççehâ
vasat-i salon cem’ bûdend Çocuklar
salonun ortasında toplanmışlardı. (Nokte-i Sefîd) بچه
ها وسط سالن
جمع بودند 2. merkez. 3. orta
dereceli, mutedil. 4. bel. |
وسط |
vesîle: 1. sebep. 2. vesile, araç. Haber-i
dergozeşt-i û vesîle-i yek beyk govren be
nâsiruddîn mîrzâ velîahd be tebrîz
resîd Onun
ölüm haberi özel ulak ile hemen Tebriz’e veliaht
Nasirüddin Mirza’ya ulaştı. (Gulbang) خبر
درگذشت او
وسیلهء یک
بیک فورا ً به
ناصر الدین
میرزا
ولیعهد به
تبریز رسید Hiyâl-i
zulf-i tu goftâ ki cân vesîle mesâz Kezin
şikâr ferâvân be dâm-i mâ ufted Ben
bunları düşünürken zülüflerinin hayali
bana Canını araç olarak kullanıp durma. Böyle
avlar bizim tuzağımıza çok düşer, çok
dedi. (Hâfız) خیال
زلف تو گفتا
که جان وسیله
مساز کزین
شکار فراوان
به دام ما
افتد 3. yöntem. |
وسیله |
vaz’en: (A.) 1. yaratılış
itibarıyla. 2. şekil bakımından. |
وضعا
ً |
vazîh: (A.) açık,
apaçık, aşikâr. |
وضیح |
vazîha: (A.) açık,
apaçık, aşikâr. |
وضیحه |
vegayre, vegayruhu: (A.) vesaire, ve
başkaları, daha nicesi. |
وغیره |
vegayruhâ: (A.) ve diğeri, ve
başkası, ondan başka. |
وغیرها |
vegayruhum: (A.) onlardan başkası, ve diğerleri. |
وغیرهم |
vegayruhumâ: (A.) ikisinden
başkası. |
وغیرهما |
vakt: (A.) 1. vakit. Sabâ
ger çâre dârî vakt, vaktest Ki derd-i
iştiyâkem kasd-i cân kerd Ey sabah
yeli, tedavi için vaktin varsa, şimdi tam zamanı.
Çünkü seni arzu etmem dert oldu da canıma kasdetti.
(Hâfız) صبا
گر چاره داری
وقت ، وقتست که
درد اشتیاقم
قصد جان کرد 2. çağ, zaman. Hîn ki
İsrâfîl-i vaktend evliyâ Morde
râ zîşan heyât est u hayâ Dikkat et,
veliler zamanın İsrafilidir Onlar ile
ölü hayat hayâ sahibi olur. (Mesnevi) هین
که اسرافیل
وقت اند
اولیا مرده
را ز ایشان
حیان است و
حیا 3. mevsim. 4. tam
zamanı, uygun zaman. Mâh-i
ken’ânî-i men! Mesned-i mısr ân-i tu şud Vakt-i ânest ki
bedrûd kunî zindân râ Kenan ülkesinin
ayı olan Yusuf’a benzeyen güzelim; işte, Mısır
tahtı senin oldu. Şimdi zindana veda etmenin zamanı geldi
artık. (Hâfız) ماه
کنعانیء من
مسند مصر آن
تو شد وقت
آن است که
بدرود کنی
زندان را |
وقت |
vakt-i dîger: (A.-F.) bir
başka zaman. Şerh-i in
hicrân u in hûn-i ciger İn zemân
bugzâr tâ vakt-i diger Bu hicranın,
ciğer kanının şerhini Bir başka zamana
bırakalım şimdi. (Mesnevi) شرح
این هجران و
این خون جگر این
زمان بگذار
تا وقت دگر |
وقت
ِ دیگر |
vakt-i seher: (A.-F.) seher
vakti, sabahın ilk saatleri. Vakt-i seher est;
hîz ey mâye-yi nâz; Nermek nermek bâde
hor u çeng nevâz. Kanhâ ki
becâyend, nepâyend kesî. Vanhâ ki
şodend, kes nemî âyed bâz. Seher vakti; kalk
ey naz kaynağı. Yavaş
yavaş iç badeyi, çal çengi. Hayatta olanlar,
kalmayacak çok. Gidenler ise
gelmeyecek geri. (Hayyâm) وقت سحر
است خیز ای
مایهء ناز نرمک
نرمک باده
خور و چنگ
نواز کانها که
بجایند،
نپایند کسی وانها
که شدند کس
نمی آید باز Dûş vakt-i
seher ez gusse necâtem dâdend Vender an zulmet-i
şeb âb-i heyâtem dâdend Dün seher vakti
beni üzüntüden kurtardılar. Gecenin
karanlığında bana ölümsüzlük suyu
içirdiler. (Hâfız) دوش وقت
سحر از غصه
نجاتم دادند واندر
آن ظلمت شب آب
حیاتم دادند |
وقت
ِ سحر |
vakt-i sobh: (A.-F.) sabah
vakti, sabahleyin. Ber tarf-i gulşenem
guzer uftâd vakt-i subh Andem ki kâr-i
morg-i seher âh u nâle bûd Seher
bülbülü âh edip inlerken sabah vakti yolum
gülbahçesine çıktı. (Hâfız) بر طرف
گلشنم گذر
افتاد وقت
صبح آندم
که کار مرغ
سحر آه و ناله
بود |
وقت ِ صبح |
vakt-i zohr: (A.-F.)
öğle vakti. |
وقت
ِ ظهر |
vakt-i asr: (A.-F.) ikindi
vakti. |
وقت
ِ عصر |
vakt-i gurûb: (A.-F.)
gurûb vakti, güneşin battığı vakit. |
وقت
ِ غروب |
vakt be vakt: (A.-F.) zaman
zaman, kimi zaman. |
وقت به
وقت |
vakt-i zevâl: (A.-F.)
öğle vakti. |
وقت
زوال |
vakt u bîvakt: (A.-F.)
vakitli vakitsiz. |
وقت
و بی وقت |
vakten: (A.) vakit bakımından. |
وقتا
ً |
vakten mine’l-evkât: (A.) vaktiyle,
günün birinde, bir zamanlar, bir vakitler. |
وقتا ً من
الاوقات |
vakthâ: (A.-F.) [vakt + hâ] uzun süre, çoktandır. |
وقتها |
vaktî: (A.-F.) [vakt + î] 1. bir zaman, vaktiyle. 2. -diği zaman, -ince. Vaktî
kâr râ temâm kerd hevâ târîk şode
bûd İşi
bitirdiğinde hava kararmıştı. (Âzeristân) وقتی
کار را تمام
کرد هوا
تاریک شده
بود |
وقتی |
vaktîki: (A.-F.) [vakt + î + ki] -diği zaman, -ince, vaktâ
ki. Zi hâl-i mâ dilet âgeh
şeved meger vaktî Ki lâle ber demed ez hâk-i
kuştegân-i gamet Senden ayrı kalmanın
verdiği gam yüzünden ölenlerin toprağında
lâleler bittiği zaman belki gönlün bizim halimizden
haberdar olur. (Hâfız) ز حال ما
دلت آگه شود
مگر وقتی که لاله
بر دمد از خاک
کشتگان غمت |
وقتی که |
veger: [ve + ger< eger] eğer, ve eğer. Veger
gûyed nemîhâhem çu Hâfız
âşık-i muflis Begûîdeş
ki sultânî gedâî hemnişîn dâred Hâfız
gibi iflâs etmiş bir âşık istemiyorum derse,
söyleyin ona; sultanlar yoksullarla düşer kalkarlar.
(Hâfız) وگر
گوید نمی
خواهم چو
حافظ عاشق
مفلس بگوئیدش
که سلطانی
گدائی
همنشین دارد |
وگر |
vegerne: [ve + ger< eger + ne] yoksa, aksi takdirde. Bes est
dîger. Boro hâne vegerne be zindân mî
endâzemet, mî şinevî Yeter
artık! Evine git, yoksa hapse atarım seni, duyuyor musun?
(Kûtî-i Kibrît) بس
است دیگر . برو
خانه و گرنه
بزندان
میاندازمت ،
می شنوی؟ Behâr-i
omr hâh ey dil, vegerne in çemen her sâl Çu
nesrîn sad gul âred bâr u çun bulbul hezâr
âred Gönlüm;
ömrün baharını, gençlik
çağlarını iste. Çünkü bu
çayırlık nesrin çiçeği gibi her yıl
yüzlerce gül bitirir, bülbül gibi binlercesini getirir.
(Hâfız) بهار
عمر خواه ای
دل ، وگرنه این
چمن هر سال چو
نسرین صد گل
آرد بار و چون
بلبل هزار
آرد |
وگرنه |
vegernî: (ve + eger + nî < ne] yoksa. |
وگرنی |
velev: (A.) olsa da. Dîger
nemîhâstem velov berâyi yek lehze kıyâfe-i
la’netî-yi an râ bebînem Artık
bir an için de olsa onun lanet olası vücudunu görmek
istemiyordum. (Gorbe-i Siyâh) دیگر
نمی خواستم
ولو برای یک
لحظه قیافهء
لعنتیء آن را
ببینم |
ولو |
velev anki (A.-F.) [velev + ân + ki] olsa da, olsa bile. Heminki der
kârhâ-yi mâ dehâlet nekoned velov anki vatanperest
hem bâşed bâ û kârî nedârîm İşimize
karışmadıkça, vatansever de olsa, onunla işimiz
yok. (Homâ) همینکه
در کارهای ما
دخالت نکند
ولو آنکه وطن پرست
هم باشد با او
کاری نداریم Mes’ûliyyet-i
tâze îcâb mîkerd ki bâ eşhâs-i
tâzeî velov anki bâ anhâ demhor nebâşed,
germ begîred Yeni sorumluluğu,
kafa dengi olmasalar bile yeni kişilerle münasebette
bulunmasını gerektiriyordu. (Şovher-i Âhû Hanum,
s. 66) مسئولیت
تازه ایجاب
می کرد که با
اشخاص تازه ای
ولو آنکه با
آنها دمخور
نباشد ، گرم
بگیرد |
ولو
آنکه |
velev inki: (A.-F.) [velev + in + ki] olsa da. Be rûy-i
merdân-i bîsilâh velov inki hevâhâh-i
istibdâd bâşend eslihe nekeşîd Silahsız
insanlara, istibdat taraftarı olsalar bile silah çekmeyin.
(Settâr Han) بروی
مردان بی
سلاح ولو
اینکه
هواخواه
استبداد
باشند اسلحه
نکشید |
ولو
اینکه |
velevki: (A.-F.) [ve + lev + ki] olsa da, olsa bile. |
ولو
که |
velî: ama, fakat, ancak, gel gör ki, hoş. Hâfızâ,
mey hor u rindî kun u hoş bâş velî Dâm-i
tezvîr mekun çun digerân Kur’ân râ Ey Hafız;
mey iç, rintçe yaşa, mutlu olmaya bak, ama,
başkalarının yaptığı gibi
Kur’ân’ı ikiyüzlülüğe ve tezvire
âlet etmeye kalkma. (Hâfız) حافظا می
خور و رندی کن
و خوش باش ولی دام
تزویر مکن
چون دگران
قرآن را |
ولی |
velîk: (A.) ancak, fakat, ama. Gûyend
seng la’l şeved der mekâm-i sabr Ârî
şeved velîk be hûn-i ciger şeved Derler ki
taş, sabır makamına geldi mi lâl kesilir. Evet kesilir
ama ciğer kanıyla kesilir. (Hâfız) گویند
سنگ لعل شود
در مقام صبر آری
شود ولیک
بخون جگر شود |
ولیک |
velîken: (A.) fakat, ama, lakin. Menişîn
torş ez gerdiş-i eyyâm ki sabr Telhest
velîken ber-i şîrîn dâred Günlerin
geçişinden dolayı üzgün oturma.
Çünkü sabır acıdır ama tatlı
meyvası vardır. (Gulistân) منشین
ترش از گردش
ایام که صبر تلخست
ولیکن بر ِ
شیرین دارد Ma’şûk
iyân mîguzered ber tu velîken Ağyâr
hemîbîned, ez an bestenikâb est Sevgili
herkesin gözünün önünde geçip gidiyor ama
rakipler gördüğü için yüzüne peçe
takmış. (Hâfız) معشوق
عیان می گذرد
بر تو ولیکن اغیار
همی بیند ، از
آن بسته نقاب
است |
ولیکن |
veh: 1. vah!, yazık!. 2. aferin!
3. vay, aman. |
وه |
veh
ki:
1. vay
vay, aman vaman, şaşılacak derecede. Ey ki enguşt
numâî be kerem der heme şehr Veh ki der kâr-i
garîbân aceb ihmâlîst! Bütün
şehirde, cömertlik denildi mi, parmakla gösterilirsin. Ama
garip gurebaya gelince şaşılacak derecede ihmalcisin.
(Hâfız) ای که
انگشت نمائی
بکرم در همه
شهر وه که
در کار
غریبان عجب
اهمالیست 2. vay
haline! Cumle heftâd u do
millet der tuvest Veh ki rûzî
an ber âred ez tu dest Yetmiş iki milletin
tümü senin içinde Canın senden el
çektiği gün vay haline! (Mesnevi) جمله
هفتاد و دو
ملت در توست وه
که روزی آن بر
آرد از تو دست |
وه
که |
vehle: (A.) 1. kere, defa, kez. 2. aşama.
3. irkilme. |
وهله |
vehle-i ûlâ: (A.-F.) 1. ilk anda, ilkin. 2. birdenbire. |
وهلهء
اولی |
vehem: [ve + hem] hem de. Âşik
hem âteş est ve hem âb Aşk hem
ateştir hem de su. (Hezâr Sâl-i Nesr-i Pârsî) عاشق
هم آتش است و
هم آب |
وهم |
vey: [ve + ey] ey, hey. |
وی |
vey: o. Efsûs ki
sermâye zi kef bîrûn şod, Der pây-i ecel
besî cigerhâ hûn şod! Kes nâmed ez an
cihân ki porsem ez vey: Kehvâl-i
mosâfirân-i donyâ çon şod? Yazık ki
sermaye elden gider oldu! Ecelin
ayağı altında nice ciğer kan doldu! Gelen olmadı
öte dünyadan ki sorayım ona: Dünyadan
gelen yolcuların hali nic’oldu? (Hayyâm) افسوس که
سرمایه ز کف
بیرون شد در
پای اجل بسی
جگرها خون شد کس نامد
از آن جهان که
پرسم از وی کاحوال
مسافران
دنیا چون شد؟ Bûd mey bes kohne der vey kâr kerd Şeyh râ sergeşte çun pergâr kerd İçtiği mey yıllanmış şaraptı,
şeyhe tesir etti, başını pergel gibi
döndürdü. (Mantıku’t-Tayr, s. 88) بود
می بس کهنه ،
در وی کار کرد شیخ
را سرگشته
چون برگار
کرد |
وی |
yâ: 1. ey. 2. ya, ya da, yahut. Û
nemîdânist yâ nemîhâst bedâned O bilmiyordu
ya da bilmek istemiyordu. (Do Şeb) او
نمی دانست یا
نمی خواست
بداند Ey dil to be
idrâk-i muammâ neresî; Der nokte-i
zîrekân-i dânâ neresî. İncâ
zi mey u câm behiştî mîsâz. Kancâ ki
behiştest, resî ya neresî! Ey gönül, bu
muammayı çözmeye eremezsin. Bilgeler ne diyor? O
nükteye eremezsin. Yap burada kendine bir
cennet kadeh ile meyden. Öte yandaki cennete
ya erer, ya eremezsin! (Hayyâm) ای دل تو
به ادراک
معما نرسی در
نکتهء
زیرکان دانا
نرسی اینجا ز
می و جام
بهشتی میساز کانجا
که بهشتست
رسی یا نرسی |
یا |
yâ esefâ: (A.) vah vah! |
یا اسفا |
ya ânki: ya da, yahut. |
یا
آنکه |
yâ eyyuhâ: (A.) ey, hey. |
یا ایها |
yâ buşrâ: (A.)
müjde müjde! |
یا
بشری |
yâ hasreten: (A.)
yazık! |
یا
حسرة |
yâ hasretenâ: (A.) vay
halimize! |
یا
حسرتنا |
yâ Hayy: (A.) Ya
Allah!, Tanrım! |
یا
حی |
yâ sabr: (A.)
Tanrım sabır ver. |
یا
صبر |
yâ veyletâ: (A.) bay
başımıza gelenler! |
یا
ویلتا |
yâ veyletenâ: (A.) eyvah
bize!, vay başımıza gelenlere! |
یا
ویلتنا |
yâ veyletî: (A.)
yazıklar olsun bana!, vay bana vaylar bana! |
یا
ویلتی |
yâ veylenâ: (A.) eyvah
bize! |
یا
ویلنا |
yeden biyed(in): (A.) 1. elden
ele, vasıtasız, doğrudan doğruya. 2. peşin. |
یدا
ً بید ٍ |
yakînen: (A.) kesinlikle, kesin olarak. Ve şomâ hem ki bâ edeb u sukût-i kâmil be
heme-i in virrâcîhâ gûş dâdîd
yakînen tû-yi dil be men mîhandîd Bütün bu gevezelikleri büyük bir sessizlik
içinde ve edebe riayet ederek dinlediğinize göre mutlaka
bana içinizden gülüyorsunuzdur. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 108) و
شما هم که با
ادب و سکوت
کامل به همهء
این وراجی ها
گوش دادید
یقینا توی دل
به من می
خندید |
یقینا
ً |
yek: (Peh.) (Mat.) bir, tek. Der bezm-i dovr yek du
kadeh der keş u boro Ya’nî
tama’ medâr visâl-i devâm râ Çek bir iki kadeh
bade meclisinde. Çek git sonra; Beklerim deme daimî
vuslatı. (Hâfız) در
بزم دور یک دو
قدح در کش و
برو یعنی
طمع مدار
وصال دوام را |
یک |
yek bâr: 1. bir defa, bir
kez, birinde, bir keresinde. 2. ansızın, birdenbire. |
یک
بار |
yek bâr-i dîger: bir kez daha. |
یک
بار دیگر |
yekbâregî: [yek + bâr + e +
g + î] 1. ansızın. 2. tamamen. 3. bir
kez. |
یک
بارگی |
yekbend: [yek + besten > bend] durmadan, biteviye, habire. Ez perîrûz tâ hâl yekbend berâyi
şomâ mî devem Evvelki
günden beri durmadan sizin için koşturuyorum.(Homâ) از
پریروز تا
حال یک بند
برای شما می
دوم |
یک
بند |
yek be yek: bir bir, birer
birer. Angâh temâm-i goftehâyeş râ misl-i inki men
gofte bâşem yek beyek ta’rîf kerd Sonra, onun
tüm sözlerini, ben demişim gibi bir bir anlattı.
(Nâbiga-i Hûş) آنگاه
تمام گفته
هایش را مثل
اینکه من
گفته باشم ،
یک بیک تعریف
کرد Mehtâb be
nûr dâmen-i şeb beşkâft. Mey nûş,
demî hoşter ezin netvan yâft. Hoş bâş
u beyendîş ki mehtâb besî Ender ser-i gûr
yekbeyek hâhed tâft! Mehtap açtı
nuruyla gecenin eteğini, Şarap iç;
bulamazsın bundan iyi bir demi. Bak mutlu olmaya ve
düşün ki mehtap Kaç defa
mezarlarımız üstünde bir bir doğacak? (Hayyâm) مهتاب
بنور دامن شب
بشکافت می
نوش، دمی
خوشتر ازین
نتوان یافت خوش باش و
بیندیش که
مهتاب بسی اندر
سر گور یکبیک
خواهد تافت |
یک
به یک |
yek pâ: 1. tamamen. 2. tek
ayaklı, aksak, topal. |
یک
پا |
yektene: [yek + ten + e] tek başına, bir
başına. |
یک
تنه |
yek cihet: (F.-A.) 1. uyumlu. 2. tek
yön. 3. bir yönlü. 4. hemfikir. |
یک
جهت |
yekcûr: [yek + cûr< tovr] 1. tekdüze. 2. bir
çeşit, bir şekilde, aynı. Peder u emûyem berâder-i dokolû bûde’end.
Her do anhâ yek şekl, yek kıyâfe ve yek ehlâk
dâşte’end ve hettâ sedâyişan yekcûr
bûde Babam ile
amcam ikiz kardeşlermiş. Her ikisi de aynı şekil,
aynı kılık ve ahlâka sahiplermiş ve hatta sesleri
bile birmiş. (Bûf-i Kûr) پدر
و عمویم
برادر دوقلو
بوده اند . هر
دو آنها یک
شکل ، یک
قیافه و یک
اخلاق داشته
اند و حتی صدایشان
یکجور بوده 3. bir tür. İn
sukût yekcûr zebânîst ki mâ nemî
fehmîm Bu
sessizlik, bizim anlamadığımız bir tür dildir.
(Bûf-i Kûr) این
سکوت یکجور
زبانی است که
ما نمی فهمیم |
یک
جور |
yekcûrî: [yek + cûr<
tovr + î] bir şekilde, bir yol ile. |
یک
جوری |
yek çend: bir
süre. |
یک
چند |
yekçendî: [yek + çend +
î] bir süre. Turâ
hîç çâre nîst meger anki
yekçendî û râ be zindân konî Onu bir süre
zindana atmaktan başka çaren yok. (Derd-i Aşk-i
Zuleyhâ) ترا
هیچ چاره
نیست مگر
آنکه یک چندی
او را به زندان
کنی |
یک
چندی |
yekhorde: [yek + horde] biraz. Mîhâhî yekhorde şakîkehâyet râ
mâliş bedehem Şakaklarını
biraz ovayım mı? می
خواهی یک
خرده شقیقه
هایت را مالش
بدهم؟ (آذرستان) Hâlâ benişîn yek horde sohbet-i siyâsî
bekonîm Otur hele
şimdi; biraz da siyasetten konuşalım. (Mahmûd Aka
râ Vekîl Konîd) حالا
بنشین یک خرده
صحبت سیاسی
بکنیم |
یک
خرده |
yek dâne: 1. bir tane,
bir tanecik, eşsiz. Yârab an
şâhveş-i mâhruh-i zuhrecebîn Durr-i yektâ-yi ki
vu gevher-i yekdâne-i kîst? Tanrım,
şahlara benzeyen, ay yüzlü, Venüs gibi parlak
alınlı, eşi bulunmaz inci, acaba kimin biricik sevgilisi,
kimin incisidir? (Hâfız) یارب آن
شاه وش ماه رخ
زهره جبین در
یکتای که و
گوهر یک
دانهء کیست؟ |
یک
دانه |
yek def’e: (F.-A.) ansızın, birden, birdenbire. |
یک
دفعه |
yek dem: bir an, bir ara. Ey bîhaberân
şekl-i mocessem hîç est. Vin târem-i noh
sipihr-i erkam hîç est. Hoş bâş
ki der neşîmen-i kovn u fesâd Vâbeste-yi yek
demîm u anhem hîç est. Behey
habersizler! Gördüğünüz şekil bir
hiçtir. Şu
nakışlı, süslü dokuz kubbe de bir hiçtir. Mutlu
olmaya bak; şu fesâd aleminde zira Bir
âna bağlıyız biz. O an da bir hiçtir.
(Hayyâm) ای بی
خبران شکل
مجسم هیچ است وین
طارم نه سپهر
ارقام هیج
است خوش باش
که در نشیمن
کون و فساد وابستهء
یک دمیم و آن
هم هیج است Veger be rehguzerî
yek dem ez vefâdârî Çu gerd der
peyeş uftem, çu bâd bugrîzed Bir yol
üstünde vefa göstererek toz gibi peşine düşsem,
benden rüzgâr gibi kaçar. (Hâfız) وگر
برهگذری یک
دم از
وفاداری چو
گرد در پیش
افتم ، چو باد
بگریزد |
یک
دم |
yekdeme: [yek + dem + e] 1. bir anlık. 2.
gelip geçici. |
یک
دمه |
yek dunyâ: (F.-A.)
çok, pek çok, bir dolu. |
یک
دنیا |
yek râst: 1. sürekli, durmaksızın. 2. dosdoğru,
dümdüz. Yekrâst
reft u poşt-i mîzeş nişest Dosdoğru
gitti, masasının başına oturdu. (Cûybâr) یک
راست رفت و
پشت میزش
نشست |
یک
راست |
yek rûz der miyân: gün
aşırı. |
یک
روز در میان |
yekrûze: [yek + rûz + e] 1. bir günlük, kısa,
gelip geçici. 2. bir günde. Hemin yek rûze sedâ-yi pâyeş râ
şinâhte bûdem Bir
günde onun ayak seslerini tanımıştım. (Mudîr-i
Medrese) همین
یک روزه صدای
پایش را
شناخته بودم |
یک
روزه |
yek
sâ’et:
(F.-A.) 1. bir saat. 2. bir müddet. Ey
âfitâb-i hûbân mîcûşed
enderûnem Yek
sâatem begoncân der sâye-i inâyet Ey
güzellerin güneşi; içim kaynıyor içim.
Biraz olsun beni inayet gölgene sığındır
n’olur. (Hâfız) ای
آفتاب خوبان
می جوشد
اندرونم یک
ساعتم
بگنجان در
سایهء عنایت |
یک
ساعت |
yek sâl: 1. bir yıl. 2. yılların
birinde. 3. bir yıllık. 4. bir yaşında. |
یک
سال |
yeksâle: [yek + sâl + e] 1.
bir yıllık. Tayy-i mekân
bebîn u zemân der sulûk-i şi’r Kin tıfl-i
yekşebe reh-i yek sâle mîreved Şiir yolunda, zaman
ve mekân atlama nasıl olurmuş, iyi bak. Şu bir gecelik
çocuk bir yıllık yolu geçer. (Hâfız) طی مکان
ببین و زمان
در سلوک شعر کاین
طفل یک شبه ره
یک ساله می
رود 2. bir yaşında. |
یک
ساله |
yekser: [yek + ser] 1. tümü, hepsi, baştan
başa, bir baştan bir başa. Tu ger
hâhî ki câvîdân cihân yekser
biyârâyî Sabâ râ
gû ki berdâred zemânî burka’ ez
rûyet Dünyayı
sonsuza dek süslemek istersen, sabah yeline söyle de bir an
için yüzünden peçeyi kaldırıversin.
(Hâfız) تو گر
خواهی که
جاویدان
جهان یکسر
بیارایی صبا
را گو که
بردارد
زمانی برقع
از رویت 2. dosdoğru, doğruca. Hâfızâ
rûz-i ecel ger be kef ârî câmî Yekser ez kûy-i
harâbât berendet be behişt Ey
Hafız, ecelinin geldiği gün eline bir kadeh geçirirsen,
meyhaneden dosdoğru cennete götürülürsün.
(Hâfız) حافظا
روز اجل گر به
کف آری جامی یکسر
از کوب
خرابات
برندت به بهشت 3. hemen. 4. ansızın,
birdenbire. |
یک
سر |
yek sû: 1. düz. 2. eşit,
bir. 3. tekdüze, biteviye. |
یک
سو |
yekşebe: [yek + şeb + e] 1.
bir gecelik. Tayy-i mekân
bebîn u zemân der sulûk-i şi’r Kin tıfl-i
yekşebe reh-i yek sâle mîreved Şiir yolunda, zaman
ve mekân atlama nasıl olurmuş, iyi bak. Şu bir gecelik
çocuk bir yıllık yolu geçer. (Hâfız) طی مکان
ببین و زمان
در سلوک شعر کاین
طفل یک شبه ره
یک ساله می
رود 2. bir gecede. Çi
marazîst ki yek şebe şomâ râ be in hâl
endâhte? Bir
gecede sizi bu hale sokan hangi hastalıktır? (Homâ) چه
مرضی است که
یک شبه شما را
به این حال
انداخته؟ |
یک
شبه |
yek
şemme:
(F.-A.) biraz, bir parça, bir tutam. Tabla-i ıtr-i gul u
zulf-i abîrefşâneş Feyz yek şemme zi
bûy-i hoş-i attâr-i men est Bir
yanda gül kokularının bulunduğu tabla, öbür
yanda sevgilimin amber kokuları saçan zülüfleri.
Gül tablası, benim güzel kokular satan sevgilimin kokusundan
bir nebzedir ancak. (Hâfız) طبلهء
عطر گل و زلف
عبیرافشانش فیض
یک شمه ز بوی
خوش عطار من
است |
یک
شمه |
yek kar: biraz. |
یک
قر |
yek kodâm: bir tek. |
یک
کدام |
yekkodâmişan: [yek + kodâm + - i + şan]
hiçbiri. Hettâ yek kodâmişan nemî dânistend dest u
pâhâyişan râ çicûr zabt u rabt konend Hatta
hiçbiri el ve ayaklarını nasıl tutacaklarını
bilmiyorlardı. (Mudîr-i Medrese) حتی
یک کدامشان
نمی دانستند
دست و پاهایشان
را چه جور ضبط
و ربط کنند |
یک
کدامشان |
yek kurûr: (F.-Hintçe) bir
sürü. |
یک
کرور |
yek lehze: (F.-A.) bir an. |
یک
لحظه |
yek lehzeî:
(F.-A.) bir süre, bir an. İn
cihân u râheş er peydâ budî Kem
kesî yek lahzaî ancâ budî Bu
dünya ile onun yolu belli olsaydı Çok
az kişi orada biraz kalabilirdi. (Mesnevi) این
جهان و راهش
پیدا بدی کم
کسی یک لحظه
ای آنجا بدی |
یک
لحظه ای |
yek lehze pîş: (F.-A.) biraz önce, az önce. Yek lahze pîş dâştî ez
çîzî bâlâ mîreftî, çi
bûd Az önce
bir şeye çıkıyordun. Neydi o? (Kûtî-i Kibrît) یک
لحظه پیش
داشتی از
چیزی بالا می
رفتی ، چی بود؟ |
یک
لحظه پیش |
yek leht: 1. tamamen. 2. birdenbire. |
یک
لخت |
yek mertebe: (F.-A.) 1. ansızın, birden. Yek mertebe bî ihtiyâr be taraf-i âyine-i
kadnumâ-yi mîz-i ârâyiş reft Birden,
elinde olmadan tuvalet masasının boy aynasına doğru
gitti. (Hindû) یک
مرتبه بی
اختیار بطرف
آینهء
قدنمای میز
آرایش رفت 2. bir kere, bir defa. Âdemhâ-yi
necîb misl-i tu yek mertebe bîşter der omrişan
âşik nemî şevend Senin gibi
asil adamlar ömürlerinde bir defadan çok aşık
olmazlar. (Perîçihr) آدم
های نجیب مثل
تو یکمرتبه
بیشتر در
عمرشان عاشق
نمی شوند |
یک
مرتبه |
yeknesak: (F.-A.) [yek + nesak] tekdüze, monoton, biteviye. |
یک
نسق |
yeknişest: [yek + nişesten
> nişest] beraber, bir defada. |
یک
نشست |
yek nefes: (F.-A.) bir nefeslik
an, kısa bir an. Çon hâsil-i
âdemî derin cây-i do der, Coz derd-i dil u
dâden-i cân nîst diger. Horremdil anki yek nefes
zinde nebved. V’âsûde
kesîki hod nezâd ez mâder! İnsanın
eline geçen, şu iki kapılı yerde Gönül
derdi ve can vermekten değil öte. Bir
nefeslik olsun yaşamayandır mutlu; Anasından
hiç doğmayan kişidir âsûde. (Hayyâm) چون حاصل
آدمی درین
جای دو در جز
درد دل و دادن
جان نیست دگر خرم دل
آنکه یک نفس
زنده نبود واسوده
کسی که خود
نزاد از مادر |
یک
نفس |
yeknevâht: [yek + nevâhten
> nevâht] 1. tekdüze, monoton. 2. aynı. |
یک
نواخت |
yekneverd: [yek + neverdîden > neverd] 1.
bir koşuda, bir çırpıda. 2. biteviye. |
یک
نورد |
yekhev, yekhov: ansızın, birdenbire. Yek hû dîd kelâg-i siyâhî nişeste
leb-i hovz, âb mîhored Birden bir
kara karganın havuz başına konmuş, su içmekte
olduğunu gördü. (Kıssehâ-yi Behreng) یک
هو دید کلاغ
سیاهی نشسته
لب حوض ، آب می
خورد |
یک
هو |
yek vucûd: (F.-A.) birlik
halinde, bir bütün olarak. |
یک
وجود |
yekver: [yek + ver] 1. bir taraf. 2. tekdüze,
monoton. 3. eğri. |
یک
ور |
yek vakt: (F.-A.) 1. bir vakit, vaktiyle. 2. hiçbir
zaman. 3. asla, sakın. 4. bir ara. Yekvakt
âhû be şovhereş ki gûî anşeb
nemâz-i ca’fer-i teyyâr mîhând nigâh kerd
tâ bebîned mîtevâned dest ez beççe
berdâred u be sorâg-i şâm bereved Bir ara Ahu,
o gece namazı uzattıkça uzatan kocasına baktı.
Çocuğu bırakıp akşam yemeğini
hazırlamaya kalkacaktı. (Şovher-i Âhû Hanum, s.
47) یک
وقت آهو
بشوهرش که
گوئی نماز
جعفر طیار می خواند
نگاه کرد تا
ببیند می
تواند دست از
بچه بردارد و
به سراغ شام
برود |
یک
وقت |
yek yek: bir bir, birer birer. Yek yek anhâ râ imtihân kerd Bir bir
onları denedi. (Kûtî-i Kibrît) یک
یک آنها را
امتحان کرد Mâ
lo’betegânîm u felek lo’betbâz, Ez rûy-i
hakîkat, ne ez rûy-i mecâz. Yekçend derin
bisât bâzî kerdîm. Reftîm be
sandûk-i adem yek yek bâz. Biz
kuklayız, kuklacı ise felek. Değildir
bu mecaz, gerçektir gerçek. Oynadık
oyunumuzu bu sahnede bir müddet, Gittik
yokluk sandığına yine tek tek. (Hayyâm) ما
لعبتگانیم و
فلک لعبت باز از
روی حقیقت،
نه از روی
مجاز یک چند
درین بساط
بازی کردیم رفتیم
بصندوق عدم
یک یک باز |
یک
یک |
yekbâre: [yek + bâr + e] 1. bir
kez, bir defa. 2. birdenbire. |
یکباره |
yektâ: [yek + tâ] 1. bir tane, biricik, tek. 2. benzersiz,
eşsiz. 3. tek kişi tarafından kullanılan
yangın tulumbası. 4. bir kat. Nîst sûzen
râ ser-i rişte-i do tâ Çun ki
yektâyî der in sûzen der â İki kat iplik
geçemez iğne deliğinden Madem tek katsın,
gir bu iğne deliğinden. (Mesnevi) نیست
سوزن را سر
رشتهء دو تا چون
که یکتایی در
این سوزن در آ |
یکتا |
yek câ: 1. birlikte, beraber. 2. hepsi, tümü,
tümüyle. 3. birden, ansızın, apansız. 4. bir
arada. Be in tertîb mecbûr bûdem mâh be mâh se
kıst-i muhtelif râ yekcâ beperdâzem Böylece
her üç ayrı taksiti bir arada ödemek zorundaydım.
(Sitârehâ-yi Şeb-i Tîre) به
این ترتیب
مجبور بودم
ماه به ماه ،
سه قسط مختلف
را یکجا
بپردازم Hodâvend hîçvakt heme-i ârizûhâ
râ yekcâ ber âverde nemîkoned Allah hiçbir zaman her dileği bir arada yerine getirmez. (Şovher-i
Âhû Hanum, s. 71) خداوند
هیچوقت همهء
آرزوها را
یکجا بر
آورده نمی
کند 5. toptan. Neft,
birinc, filfil, zerdçûbe ve hettâ kibrît râ
bâyed yekcâ harîd kerd Gaz,
pirinç, biber, zerdeçal hatta kibriti bile toptan almak
lâzım. (Şovher-i Âhû Hanum, s. 232) برنج
، فلفل ،
زردچوبه و
حتیکبیرت را
باید یکجا
خرید کرد |
یکجا |
yekdiger: [yek + diger] birbiri. Mujgân-i
tu tâ tîg-i cihângîr ber âverd Bes
kuşte-i dilzinde ki ber yekdiger uftâd Kirpiklerin
dünyayı fetheden kılıçlarını
çekince, gönlü uyanık nice
âşığın ölüsü birbirinin
üstüne yığıldı kaldı. (Hâfız) مژگان
تو تا تیغ
جهانگیر بر
آورد بس
کشتهء دل
زنده که بر
یکدگر افتاد |
یکدگر |
yekdîger: [yek + dîger] birbiri. Der gam u şâdî-yi yekdîger şerîk
bûdend Birbirlerinin
üzüntü ve sevincine ortaktılar. (Girdâb) در
غم و شادیء
یکدیگر شریک
بودند Rûzî ki
nihâl-i omr-i men kende şeved, Veczâm zi yekdiger
perâkende şeved, Ger zanki
sorâhi’î konend ez gil-i men, Hâlî ki zi
bâde por konî, zinde şeved. Ömrümün
fidanı bir gün sökülünce, Parçalarım
birbirinden dağılınca, Yaparlarsa
toprağımdan bir sürahi, Dirilecektir bâde
ile dolunca. (Hayyâm) روزی که
نهال عمر من
کنده شود واجزام
ز یکدگر
پراکنده شود گر زانکه
صراحی ای کنند
از گل من حالی که
باده پرکنی
زنده شود |
یکدیگر |
yekrîz: [yek + rîhten
> rîz] 1. ardarda, boyuna, durmadan. 2. tek tip,
aynı şekilde. |
یکریز |
yeksân: [yek + sân] 1. benzer. 2. aynı,
farksız, eşit, aynı şekilde, bir. Nerh-i nân der temâm-i şehr bâyed yeksân bâşed Ekmek
fiyatı bütün şehirde aynı olmalı.
(Şovher-i Âhû Hanum) نرخ
نان در تمام
شهر باید
یکسان باشد 3. biteviye, tekdüze. 4.
birlikte. Der
terâzû her do râ yeksân keşend Zanki an her
do çu cism u can hoşend Terazide
ikisini birden tartarlar Çünkü
ikisi cisim ile can gibi hoşturlar. (Mesnevi) در
ترازو هر دو
را یکسان
کشند زانکه
آن هر دو چو
جسم و جان
خوشند |
یکسان |
yeksûne: [yek + sûn + e] 1. düz.
2. eşit, bir. 3. tekdüze, biteviye. |
یکسونه |
yekî: [yek + î] 1. bir. Zulfet hezâr dil
be yekî târe mû bebest Râh-i hezâr
çâreger ez çâr sû bebest Zülüflerin
bir teliyle bir gönlü bağladı. Böyle olunca bin
çare yolu dört bir yandan kapanmış oldu.
(Hâfız) زلفت
هزار دل بیکی
تاره مو ببست راه
هزار چاره گر
از چار سو
ببست 2. birlik, teklik. 3. bir
zaman. 4. bir kez. 5. biri, birisi. 6. aynı,
eşit. Çun
tehâret nebuved, Ka’be vu buthâne yekîst Nebuved hayr
der an hâne ki ismet nebuved Temizlik
olmayınca Kâbe de bir, puthane de bir. Namus temizliği
olmayan evde hayır mı olur. (Hâfız) چون
طهارت نبود ،
کعبه و
بتخانه یکی
است نبود
خیر در آن
خانه که عصمت
نبود |
یکی |
yekî ez: -den biri. İn
tercume yekî ez nohostîn senedhâ-yi nesr-i
fârsîst Bu
tercüme Farsça nesrin ilk belgelerinden biridir. (Hezâr
Sâl-i Nesr-i Pârsî) این
ترجمه یکی از
نخستین
سندهای نثر
فارسی است |
یکی
از |
yekî pes ez dîgerî: birbirinin
ardısıra. Der in
movki’ âmûzgârân yekî pes ez
dîgerî vârid mîşodend Bu
sırada öğretmenler birbiri ardısıra içeri
giriyorlardı. (Âmûzgârî-i Men) در
این موقع
آموزگاران
یکی پس از
دیگری وارد می
شدند |
یکی
پس از دیگری |
yekî der miyân: bir
aralıkla. |
یکی
در میان |
yekî dîger: 1. bir diğeri, bir
başkası. 2. birbiri. |
یکی
دیگر |
yekî yekî: bir bir, birer birer. |
یکی
یکی |
yegân: 1. bir bir. 2. birler. |
یگان |
yegân yegân: bir bir, birer birer. Yârân-i
muvâfık heme ez dest şodend; Der pây-i ecel
yegân yegân pest şodend; Bûdîm be yek
şerâb der meclis-i omr; Yek dovr zi mâ
pîşterek mest şodend. Kafa
dengi dostlar hep elden gittiler; Ecelin
ayağı altında bir bir çiğnendiler. Elimizde
şarap, ömür meclisindeydik; Bir
tur evvel bizden, mest oldu gittiler. (Hayyâm) یاران
موافق همه از
دست
شدند در
پای اجل یگان
یگان پست
شدند بودیم
بیک شراب در
مجاس عمر یک
دور ز ما
پیشترک مست
شدند |
یگان
یگان |
yegâne: tek, biricik, benzersiz, eşsiz. Râbie yegâne duhter-i ka’b emîr-i belh bûd Rabia, Belh
emiri Ka’b’ın tek kızıydı. (Dâstânhâ-yi
Dilengîz) رابعه
یگانه دختر
کعب امیر بلخ
بود |
یگانه |
|
|
FARSÇA ALFABETİK LİSTE |
|
âher |
آخر |
âhir çi? |
آخر چه |
âhir |
آخر |
âhireş |
آخرش |
âhir-i kâr |
آخر ِ کار |
âhirîn |
آخرین |
âhirînbâr |
آخرین
بار |
ân |
آن |
uhrâ |
اخری |
ân be ân |
آن به آن |
an dem ki |
آن
دم که |
an nefes |
آن
نفس |
an tovr |
آن
طور |
an vakt |
آن
وقت |
an vech |
آن
وجه |
ân |
آن |
ânân |
آنان |
ancâ
ki |
آنجا که |
âncâ |
آنجا |
ancâyî ki |
آنجایی
که |
anç |
آنچ |
ançet |
آنچت |
ançi |
آنچه |
ançiki |
آنچه
که |
ançki |
آنچ که |
ânçonan,
ançenan |
آن چنان |
ançonânî |
آن چنانی |
ançonanki, ançenanki |
آن چنان
که |
andîger |
آن
دیگر |
andiger |
آن
دگر |
ânen |
آنا ً |
anhem |
آن
هم |
anhemçiki |
آن
همچه که |
anheme |
آن
همه |
ân-i mustakbel |
آن
مستقبل |
ân-i vâhid |
آن ِ واحد |
ân-i |
آن ِ |
ankes |
آن
کس |
ankocâ |
آن
کجا |
anmovki |
آن
موقع |
anrûz |
آن
روز |
anser |
آن سر |
ansû |
آن
سو |
anyekî |
آن
یکی |
anzemân |
آن
زمان |
andûn |
آندون |
antovr |
آنطور |
antovrki |
آنطور
که |
ânifen |
آنفا
ً |
ankadr, an kadar |
آنقدر |
ankadrki, an kadar ki |
آنقدر که |
ank |
آنک |
ankes
ki |
آنکس که |
anki |
آنکه |
ankû |
آنکو |
engâr ki |
انگار که |
engâr
ne engâr |
انگار
نه انگار |
engârî ki |
انگاری
که |
angâh |
آنگاه |
angeh |
آنگه |
angehki |
آنگه که |
angehem |
آنگهم |
angehî |
آنگهی |
angûn |
آنگون |
angûne |
آنگونه |
anhâ |
آنها |
ânî |
آنی |
âyâ |
آیا |
elif |
ا |
ibtidâ’ |
ابتدا
، ابتداء |
ibtidâen |
ابتداءً |
ibtinâen |
ابتناءً |
ebedulâbâd |
ابد
الآباد |
ebedulebed |
ابد
الابد |
ebedulâbidîn |
ابد
الآبدین |
ebeduddehr |
ابد
الدهر |
ebedu’d-duhûr |
ابد
الدهور |
ebeden |
ابدا
ً |
ebediyyen |
ابدیا
ً |
eber |
ابر |
ibkâen |
ابقاءً |
ebî |
ابی |
ittisâlen |
اتصالا
ً |
ittifâk |
اتفاق |
ittifâk râ |
اتفاق
را |
ittifâken |
اتفاقا ً |
etemm |
اتم |
esnâ’ |
اثناء |
esnâ-yi |
اثنای |
icbâren |
اجبارا ً |
icmâ’en |
اجماعا
ً |
icmâlen |
اجمالا ً |
icmâlî |
اجمالی |
ecma’ûn |
اجمعون |
ecma’în |
اجمعین |
ihtirâzen |
احترازا
ً |
ihtirâmen |
احتراما
ً |
ihtimâl-i karîb be
yakîn |
احتمال ِ
قریب به یقین |
ihtimâlen |
احتمالا
ً |
ihtimâlî |
احتمالی |
ahadî |
احدی |
ahsen |
احسن |
ehyân |
احیان |
ihtisâren |
اختصارا
ً |
ihtisâsen |
اختصاصا
ً |
ehass |
اخص |
ahîr |
اخیر |
ahîren |
اخیرا
ً |
er |
ار |
erçi |
ارچه |
erne |
ارنه |
ez |
از |
ez be
ba’d |
از به بعد |
ez eser-i |
از
اثر ِ |
ez ezel |
از
ازل |
ez âgâz |
از آغاز |
ez an |
از
آن |
ez ân-i |
از
آن ِ |
ez
an be ba’d |
از آن به بعد |
ezancomle |
از
آن جمله |
ezancihet |
از آن جهت |
ezan cihet ki |
از
آن جهت که |
ezan
cihetî ki |
از
آن جهتی که |
ez an rû |
از آن رو |
ezan rû ki |
از
آن رو که |
ezan ki |
از آن که |
ez
ancâ ki |
از
آنجا که |
ez
ancâî ki |
از
آنجائی که |
ezançi |
از
آنچه |
ez ank |
از
آنک |
ez evvel |
از اول |
ez evvel tâ âhir |
از
اول تا آخر |
ez
îder |
از
ایدر |
ezin |
از
این |
ezin
bâbet |
از
این بابت |
ezin bâbet ki |
از این
بابت که |
ezin
beba’d |
از
این به بعد |
ez in
pes |
از
این پس |
ez in pîş |
از
این پیش |
ezincânib |
از
این جانب |
ez in comle |
از این
جمله |
ezin cihet |
از
این جهت |
ezin hays ki |
از
این حیث که |
ez in dest |
از
این دست |
ezinrû |
از
این رو |
ezinsan |
از
این سان |
ezinsû(y) |
از
این سوی |
ez in kıbel |
از
این قبل |
ezin
kabîl |
از
این قبیل |
ezin karâr |
از
این قرار |
ez inki |
از این که |
ezin gozeşte |
از این
گذشته |
ez in gûne |
از
این گونه |
ezin lehâz |
از
این لحاظ |
ezin heme |
از این
همه |
ez in vech |
از
این وجه |
ez incâ |
از
اینجا |
ezinhâ
gozeşte |
از
اینها گذشته |
ez bâb-i |
از
باب ِ |
ez
bâbet-i |
از بابت ِ |
ez bâb-i numûne |
از
باب ِ نمونه |
ezber |
از
بر |
ez ber sûy |
از
بر سوی |
ez berâyi |
از برای |
ez bes |
از
بس |
ez
be ki |
از بس که |
ez bon |
از بن |
ez bon-i dendân |
از بن ِ
دندان |
ez bon-i gûş |
از
بن ِ گوش |
ez bone |
از
بنه |
ez
behr-i |
از
بهرِ |
ez
behr-i çerâ |
از بهر ِ
چرا |
ez behr-i çi |
از
بهر ِ چه |
ez behr-i Hodâ |
از بهر ِ
خدا |
ez behr-i Hodâ râ |
از
بهر ِ خدا را |
ez
behr-i Hodây |
از
بهر ِ خدای |
ez bîh |
از بیخ |
ez bîh u bon |
از
بیخ و بن |
ez pâ tâ be farak |
از
پا تا به فرق |
ez pây tâ be fark |
از پای تا
به فرق |
ez pes |
از
پس |
ez poşt |
از
پشت |
ez
pey-i |
از
پی ِ |
ez pey-i çîst |
از
پی ِ چیست |
ez pey-i hem |
از پی ِ هم |
ez pîş |
از
پیش |
ez pîş-i |
از
پیش ِ |
ez serâ tâ be
sureyyâ |
از
ثری تا به
ثریا |
ez
cânib-i |
از جانب ِ |
ez cânib-i dîger |
از
جانب ِ دیگر |
ez comle |
از
جمله |
ez comle-i |
از
جملهء |
ez comle-i inki |
از
جملهء اینکه |
ez
çendî be in taraf |
از
چندی به این
طرف |
ez çendî pîş bir
süredir |
از
چندی پیش |
ez
çi |
از چه |
ez çi kıbel |
از
چه قبل |
ez
çi karâr |
از
چه قرار |
ez
çi memer |
از
چه ممر |
ez çi nov’ |
از
چه نوع |
ez hıfz |
از
حفظ |
ez hays-i |
از
حیث ِ |
ez hâric |
از
خارج |
ez hod |
از
خود |
ez dil |
از
دل |
ez dil u cân |
از
دل و جان |
ez dîrbâz |
از
دیرباز |
ez dîger sû |
از
دیگر سو |
ez
râh-i |
از
راه ِ |
ez reh-i sûret |
از
ره ِ صورت |
ez rû |
از
رو |
ez
rûy-i |
از
روی ِ |
ez
rûy-i icbâr |
از
روی اجبار |
ez
rûy-i hem |
از
روی هم |
ez
zemîn tâ âsmân |
از
زمین تا
آسمان |
ez
zûr-i |
از
زور ِ |
ez ser |
از
سر |
ez ser-i |
از سر ِ |
ez ser-i dest |
از
سر ِ دست |
ez ser-i ragbet |
از سر ِ
رغبت |
ez ser-i zarûret |
از
سر ِ ضرورت |
ez ser-i gurûr |
از
سر ِ غرور |
ez ser-i nev |
از
سر ِ نو |
ez ser tâ pâ |
از
سر تا پا |
ez
sûy-i dîger |
از
سوی دیگر |
ez taraf-i |
از طرف ِ |
ez taraf-i dîger |
از
طرف ِ دیگر |
ez tarîk-i |
از
طریق ِ |
ez tûl |
از
طول |
ez idâd-i |
از
عداد ِ |
ez amdâ |
از
عمدا |
ez kâf tâ kâf |
از
قاف تا قاف |
ez
kıbel-i |
از
قبل ِ |
ez kabîl-i |
از
قبیل ِ |
ez kadîm |
از قدیم |
ez karâr-i malûm |
از
قرار ِ معلوم |
ez
karârî ki |
از قراری
که |
ezkazâ |
از
قضا |
ez
kocâ |
از
کجا |
ez kocâ tâ kocâ |
از
کجا تا کجا |
ez kocâ ma’lûm |
از
کجا معلوم |
ez kerân be kerân |
از کران
به کران |
ez
kesî gozeşte |
از
کسی گذشته |
ez kelle-i seher tâ bûk-i
seg |
از
کلهء سحر تا
بوق سگ |
ez kon
fekân |
از
کن فکان |
ez gezâf |
از
گزاف |
ez
lehâz-i |
از
لحاظ |
ez lahzeî ki |
از
لحظه ای که |
ez
moddethâ pîş |
از
مدت ها پیش |
ez
moddetî be in taraf |
از
مدتی به این
طرف |
ez miyân-i cân |
از
میان ِ جان |
ez nâgâh |
از
ناگاه |
ez nâgeh |
از
ناگه |
ez nâgehân |
از
ناگهان |
ez nohost |
از
نخست |
ez nişâf |
از
نشاف |
ez nazar-i |
از
نظر ِ |
ez nazargâh-i |
از
نظرگاه ِ |
ez nokte-i nazar-i |
از
نقطهء نظر ِ |
ez nev |
از نو |
ez her bâb |
از
هر باب |
ez her
cihet |
از
هر جهت |
ez her
hays |
از
هر حیث |
ez her sû |
از
هر سو |
ez her
lehâz |
از
هر لحاظ |
ez hem |
از
هم |
ez hem eknun |
از
هم اکنون |
ez
heman pâ |
از
هما پا |
ez
heman evvel |
از
همان اول |
ez heman rûz-i evvel |
از
همان روز اول |
ez hemân
hemîşegî |
از
همان همیشگی |
ez heme
rûy |
از
همه روی |
ez
hemin eknun |
از
همین اکنون |
ez hemin hâlâ |
از
همین حالا |
ez vâsite-i |
از
واسطهء |
ez
vaktî |
از
وقتی |
ez
vaktî ki |
از
وقتی که |
ez yâ
tâ elif |
از
یا تا الف |
ez yek rû |
از یک رو |
ez yek rûy |
از
یک روی |
eztâ |
ازتا |
izâ |
ازاء |
ezeş |
ازش |
ezel |
ازل |
ezel be ezel |
ازل
به ازل |
ezû |
ازو |
ezîrâ |
ازیرا |
ezîrâ
kocâ |
ازیرا
کجا |
ezîrâ ki |
ازیرا
که |
ezîrâk |
ازیراک |
ezîşan |
ازیشان |
ezin |
ازین |
ezin pes |
ازین
پس |
ez incâ |
ازین
جا |
ez in cihet |
ازین
جهت |
ezin rû |
ازین
رو |
ezinsan |
ازین
سان |
ezin sipes |
ازین
سپس |
ezin sûy |
ازین
سوی |
ez in tirâz |
ازین
طراز |
ezin kıbel |
ازین
قبل |
ezin karâr |
ازین
قرار |
ezin gûne |
ازین
گونه |
esâsen |
اساسا
ً |
istisnâen |
استثناءً |
istisnâ’ât be
kenâr |
استثنائات
به کنار |
istinâden |
استنادا
ً |
esre’ |
اسرع |
istimrâren |
اسمرارا
ً |
eshel |
اسهل |
eshel-i tarîk |
اسهل
ِ طریق |
eş |
اش |
işâreten |
اشارتا
ً |
aslen |
اصلا ً |
usûlen |
اصولا
ً |
izâfeten |
اضافتا
ً |
iztirâren |
اضطرارا
ً |
iztirârî |
اضطراری |
e’amm |
اعم |
e’amm ez inki |
اعم
از اینکه |
agleb |
اغلب |
agleb-i ovkât |
اغلب
ِ اوقات |
agleb-i ihtimâl |
اغلب
احتمال |
agleben |
اغلبا
ً |
efzûn |
افزون |
efzûn ber in |
افزون
بر این |
efzûn u kemî |
افزون
و کمی |
akselgâye |
اقصی
الغایه |
ekall |
اقل |
ekall u ekser |
اقل
و اکصر |
ekallen |
اقلا ً |
ekser |
اکثر |
ekser-i ovkât |
اکثر
ِ اوقات |
ekseru min en yuhsâ |
اکثر من
أن یحصی |
ekseren |
اکثرا
ً |
ekseruhum |
اکثرهم |
ekserî |
اکثری |
ekseriyyâ |
اکثریا |
ekmel |
اکمل |
eknûn |
اکنون |
eknûn ki |
اکنون
که |
eknûn hem |
اکنون هم |
eger |
اگر |
eger çonançi |
اگر
چنانچه |
egerçend |
اگر
چند |
eger hîç |
اگر
هیچ |
egeret |
اگرت |
egerçi |
اگرچه |
egerne |
اگرنه |
elâ |
الا |
illâ |
الا |
elâ ey |
الا
ای |
elâ tâ |
الا تا |
illâ vebillâ |
الا و بلا |
elâ yâ |
الا یا |
elâ yâ eyyuhâ |
الا
یا ایها |
el’ânestki |
الآن است
که |
ilâ |
الی |
ilâ ecelin |
الی
أجل |
ilâ ecelin
karîb |
الی
أجل قریب |
ilâ ecelin musemmen |
الی
أجل مسمی |
ilâ ecelin
ma’lûmin |
الی
أجل معلوم |
ilâ âhir |
الی آخر |
ilâ âhirihi |
الی
آخریه |
ilâ hâl |
الی
حال |
ilâ hînin |
الی
حین |
ilâ
zemâninâ hâzâ |
الی
زماننا هذا |
ilâ
gayrinnihâye |
الی غیر
النهایه |
ilâ gayri
zâlik |
الی
غیر ذلک |
ilâ
mâşâ’allâh |
الی
ماششاء الله |
ilâ yevm |
الی یوم |
ilâ
yevmi’l-kıyâm |
الی
یوم القیام |
ilâ yevminâ
hâzâ |
الی
یومنا هذا |
elyevm |
الیوم |
emmâ |
اما |
emmâ
ne ankadr ki |
اما
نه آنقدر که |
imrûz |
امروز |
imrûz
ki |
امروز که |
imrûz u ferdâ |
امروز
و فردا |
ems |
امس |
imşeb |
امشب |
imşebî |
امشبی |
imşebîn |
امشبین |
endâze |
اندازه |
ender |
اندر |
ender ezel |
اندر
ازل |
ender pey-i |
اندر
پی ِ |
ender hakk-i |
اندر حقّ
ِ |
ender mâ mezâ |
اندر
ما مضی |
endervakt |
اندر
وقت |
enderû |
اندرو |
enderûn |
اندرون |
enderin |
اندرین |
endek |
اندک |
endek
endek |
اندک
اندک |
endekî |
اندکی |
endekî ba’d |
اندکی
بعد |
enderûn u birûn |
اندورن و
بیرون |
insâfen |
انصافا ً |
ehl-i kocâ |
اهل ِ کجا |
û |
او |
evâhir |
اواخر |
evâsit |
اواسط |
evân |
اوان |
evâyil |
اوایل |
evâil |
اوائل |
âverî |
آوری |
evvel |
اول |
evvelâhir |
اول
آخر |
evvel ez heme |
اول از
همه |
evvel ez heme çîz |
اول
از همه چیز |
evvel ve âhir |
اول
و آخر |
evvelen |
اولا
ً |
evlâ’ |
اولاء |
ey |
ای |
ey
anki |
ای
آنکه |
ey besâ |
ای
بسا |
ey besî |
ای بسی |
eybesî |
ای
بسی |
ey honok |
ای خنک |
ey hoş |
ای
خوش |
ey hoşâ |
ای
خوشا |
ey dirîg |
ای
دریغ |
ey dirîgâ |
ای دریغا |
eykâş |
ای
کاش |
eykâş
ki |
ای کاش که |
ey ki |
ای
که |
ilânihâye |
ای
نهابه |
eyvâ |
ای
وا |
ey
vây |
ای
وای |
ey vây |
ای وای |
eyâ |
ایا |
eyyâm |
ایام |
îç |
ایچ |
îder |
ایدر |
îdûn |
ایدون |
ezîrâ |
ایزیرا |
îşân |
ایشان |
în |
این |
eyne |
أین |
în
est |
این
است |
eyne’s-serâ
ve’s-sureyyâ |
این
الثری و
الثریا |
in evâhir |
این
اواخر |
inbâr |
این
بار |
in
bûd ki |
این بود
که |
in cânib |
این جانب |
incâygeh |
این
جایگه |
in cumle |
این
جمله |
in cihân |
این
جهان |
inçenin, inçonin |
این
چنین |
in çi ki |
این
چه که |
indef’e |
این
دفعه |
in dem |
این
دم |
in zemân |
این زمان |
in ser |
این سر |
in sefer |
این
سفر |
in kabîl |
این
قبیل |
in
kadr, in kadar |
این
قدر |
ingûne |
این
گونه |
in nişân |
این نشان |
in nefes |
این نفس |
in namat |
این
نمط |
in nev’ |
این
نوع |
in hem |
این
همه |
in u ân |
این و آن |
inver |
این
ور |
inver u
ânver |
این
ور و آن ور |
inyekî |
این یکی |
înân |
اینان |
inâhaş |
ایناهاش |
înet,
înt |
اینت |
incâ |
اینجا |
incûr |
اینجور |
incûrî |
اینجوری |
inçî |
اینچی |
intovr |
اینطور |
înek |
اینک |
in ki |
اینکه |
eynemâ |
أینما |
inhâ |
اینها |
eyyuhâ |
ایّها |
eyvâh |
ایواه |
beder |
بدر |
bâ |
با |
bâ ihtisâb-i |
با
احتساب ِ |
bâ ihtimâl-i ziyâd |
با
احتمال ِ
زیاد |
bâ istinâd be |
با
استناد به |
bâ işâre be |
با
اشاره به |
bâ ançi |
با
آنچه |
bâ ançi ki |
با
آنچه که |
bâ anki |
با
آنکه |
bâ in tertîb |
با
این ترتیب |
bâ in tefâvut ki |
با این
تفاوت که |
bâ in hâl |
با
این حال |
bâ ingûne |
با این
گونه |
bâ in heme |
با
این همه |
bâ in vasf |
با
این وصف |
bâ in ki |
با
اینکه |
bâ tekye ber |
با
تکیه بر |
bâ tekye ber inki |
با
تکیه بر
اینکه |
bâ temâm-i in ehvâl |
با
تمام ِ این
احوال |
bâ temâm-i kuvâ |
با
تمام ِ قوا |
bâ teveccuh be |
با توجه
به |
bâ hiyâl-i
âsûde |
با خیال ِ
آسوده |
bâ hiyâl-i inki |
با
خیال ِ اینکه |
bâ şiddet-i |
با
شدت |
bâ kutr-i |
با
قطر ِ |
bâ kemâl-i |
با کمال ِ |
bâ kemâl-i teaccub |
با
کمال ِ تعجب |
bâ kemâl-i dikkat |
با
کمال ِ دقت |
bâ kemâl-i meyl |
با
کمال ِ میل |
bâ ki |
با
که |
bâ maslahat |
با
مصلحت |
bâ hemrâh-i |
با
همراه ِ |
bâheme-i inki |
با
همهء اینکه |
bâ vucûd-i |
با
وجود |
bâ vucûd-i an |
با
وجود ِ آن |
bâ vucûd-i ân ki |
با
وجود ِ آنکه |
bâ vucûd-i inki |
با
وجود ِ اینکه |
bâ vucûd-i in |
با
وجود این |
bâ vucûdî ki |
با
وجودی که |
bâ vasf-i anki |
با وصف ِ
آنکه |
bâb |
باب |
bâbet-i |
بابت
ِ |
bâr |
بار |
bâr-i
evvel |
بار ِ
اوّل |
bâr-i dîger |
بار
ِ دیگر |
bâre |
باره |
bârhâ |
بارها |
bârhâ-yi evvel |
بارهای
اول |
bârî |
باری |
bâz |
باز |
bâz anki |
باز آنکه |
bâz pes |
باز
پس |
bâzpesîn |
باز
پسین |
bâz dîger |
باز
دیگر |
bâzgûne |
باز
گونه |
bâz hem |
بازهم |
bâjgûne |
باژگونه |
bâşed
ki |
باشد
که |
bâşgûne |
باشگونه |
be istilâh |
باصطلاح |
bâtinen |
باطنا
ً |
bâlâ |
بالا |
bâlâ vu pest |
بالا
و پست |
bâlâ vu zîr |
بالا
و زیر |
bâlâter ez an |
بالاتر
از آن |
bâlâter ez heme |
بالاتر
از همه |
bilâhere |
بالاخره |
bâlâ-yi ser |
بالای
سر |
bittebe’ |
بالتبع |
bittemâm |
بالتمام |
bilcumle |
بالجمله |
bilhâsse |
بالخاصه |
bilhusûs |
بالخصوص |
bizzât |
بالذات |
bi’s-seviyyeti |
بالسویه |
bisserâhe |
بالصراحه |
bizzarûre |
بالضروره |
bittab’ |
بالطبع |
bittav’i verragbe |
بالطوع
و الرغبه |
bil’araz |
بالعرض |
bil’aşiyy |
بالعشی |
bil’aşiyyi
velebkâr |
بالعشی
و الابکار |
bi’l-aşiyyi
vel’işrâk |
بالعشی
و الاشراق |
bil’aks |
بالعکس |
bâligen mâ belaga |
بالغا
ً ما بلغ |
bilgadâveti
vel’aşiyyi |
بالغداوه
والعشی |
bilguduvvi
vel’âsâl |
بالغدو
و و الآصال |
bilfitre |
بالفطره |
bilfi’l |
بالفعل |
bilkat’ |
بالقطع |
bilkuvve |
بالقوه |
bilkull |
بالکل |
bilkulliyye |
بالکلیه |
bilmeâl |
بالمآل |
bilmerre |
بالمرّه |
bilmusâvât |
بالمساوات |
bilmuşâfehe |
بالمشافهه |
bilmuzâ’af |
بالمضاعف |
bilmunâsefe |
بالمناصفه |
binnetîce |
بالنتیجه |
binnisbe |
بالنسبه |
bâmdâd |
بامداد |
bâmdâdân |
بامدادن |
bâmdâdî |
بامدادی |
bâmgâh |
بامگاه |
bâmgeh |
بامگه |
bâhaş |
باهاش |
bâhem |
باهم |
be to |
بتو |
bed |
بد |
bedan |
بدان |
bedan sebeb |
بدان
سبب |
bedan sebeb ki |
بدان
سبب که |
bedânsû |
بدان
سو |
bedan vakt |
بدان
وقت |
bedansân |
بدانسان |
bedbahtâne |
بدبختانه |
bedter |
بدتر |
bedter
ez an |
بدتر
از آن |
bedter ez heme |
بدتر
از همه |
bed cûrî |
بدجوری |
bedû |
بدو |
bedûn-i |
بدون |
bedûn-i irâde |
بدون ِ
اراده |
bedûn-i anki |
بدون ِ
آنکه |
bedûn-i in ki |
بدون ِ
اینکه |
bedûn-i tekelluf |
بدون ِ
تکلف |
bedûn-i çûn u
çerâ |
بدون
ِ چون و چرا |
bedûn-i şobhe |
بدون
ِ شبهه |
bedûn-i şek |
بدون
ِ شک |
bedûn-i kem u ziyâd |
بدون
ِ کم و زیاد |
bedûn-i hedef |
بدون
ِ هدف |
bidûni vakfe |
بدون
ِ وقفه |
bedûn-i esâs |
بدون
اساس |
bidûni fâsile |
بدون
فاصله |
bedûn-i kem u kâst |
بدونِ کم
و کاست |
bedin tertîb |
بدین
ترتیب |
bedin cihet |
بدین
جهت |
bedin hisâb |
بدین
حساب |
bedinhâtir |
بدین
خاطر |
bedin sebeb |
بدین
سبب |
bedin şîve |
بدین
شیوه |
bedin tarîk |
بدین
طریق |
bedin illet |
بدین
علت |
bedin kadar |
بدین قدر |
bedin karâr ki |
بدین
قرار که |
bedin lehâz |
بدین
لحاظ |
bedin ma’nîki |
بدین
معنی که |
bedin vech ki |
بدین
وجه که |
bedin vesîle |
بدین
وسیله |
bedincâ |
بدینجا |
bedinsan |
بدینسان |
bedingûne |
بدینگونه |
bedîhî |
بدیهی |
bedîhîst |
بدیهی
است |
bizâtihi |
بذاته |
ber |
بر |
ber eser-i |
بر
اثر ِ |
ber esâs-i |
بر
اساس ِ |
ber in kıyâs |
بر
این قیاس |
ber bîhude |
بر بیهده |
ber pâye-i |
بر
پایهء |
berpey-i |
بر
پی ِ |
ber tefâvut |
بر
تفاوت |
ber cây |
بر جای |
ber cây-i |
بر
جای ِ |
ber cihet-i |
بر
جهت ِ |
ber haseb-i |
بر
حسب ِ |
ber haseb-i ittifâk |
بر
حسب ِ اتفاق |
ber hasb-i zâhir |
بر
حسب ِ ظاهر |
ber
haseb-i fikr |
بر
حسب ِ فکر |
ber haseb-i maslahat |
بر
حسب ِ مصلحت |
ber hilâf-i |
بر
خلاف ِ |
ber dest-i |
بر
دست ِ |
ber rûy-i |
بر روی |
ber rûy-i hem |
بر
روی هم |
bersân-i |
بر
سان ِ |
ber şuref-i |
بر شرف ِ |
ber zıdd-i |
بر
ضدّ ِ |
ber tibk-i |
بر
طبق |
ber tarz-i |
بر
طرز ِ |
ber tavr-i |
بر
طور ِ |
ber zâhir |
بر
ظاهر |
ber aks |
بر
عکس |
ber ilâve |
بر علاوه |
ber ferâz-i |
بر
فراز ِ |
ber farz ki |
بر فرض که |
ber farz hem ki |
بر
فرض هم که |
ber fovr |
بر
فور |
ber kemâl |
بر
کمال |
ber gird-i |
بر
گرد ِ |
ber muktezâ-yi |
بر
مقتضای امر |
ber
melâ |
بر
ملا |
ber mûcib-i |
بر
موجب ِ |
ber nehc-i |
بر
نهج ِ |
ber hem |
بر
هم |
ber vech-i |
بر
وجه ِ |
ber vech-i âtî |
بر
وجه ِ آتی |
ber vech-i icmâl |
بر
وجه ِ اجمال |
ber vech-i iştirâk |
بر
وجه ِ اشتراک |
ber vech-i ekmel |
بر
وجه ِ اکمل |
ber vech-i bâlâ |
بر
وجه ِ بالا |
ber vech-i dilhâh |
بر
وجه ِ دلخواه |
ber vech-i zeyl |
بر وجه ِ
ذیل |
ber vech-i zîr |
بر
وجه ِ زیر |
ber vech-i muharrer |
بر
وجه ِ محرر |
ber vech-i meşrûh |
بر
وجه ِ مشروح |
ber vech-i mukerrer |
بر
وجه ِ مکرّر |
ber vech-i yesîr |
بر
وجه ِ یسیر |
ber
vefk-i |
بر
وفق ِ |
ber vefk-i dilhâh |
بر
وفق ِ دلخواه |
ber vefk-i murâd |
بر
وفق ِ مراد |
ber vefk-i merâm |
بر وفق ِ
مرام |
berâber |
برابر |
berâyi |
برای |
bire’yil’ayn |
برأی
العین |
berâyi evvelîn bâr |
برای
اولین بار |
berâyi in ki |
برای
اینکه |
berây-i âherînbâr |
برای
آخرین بار |
berâyi anki |
برای
آنکه |
berâyi çi |
برای چه |
berâyi rizâ-yi Hodâ |
برای
رضای خدا |
berâyi kesî |
برای کسی |
berâyi maslahat |
برای
مصلحت |
berâyi
ma’lûmât |
برای
معلومات |
berây-i nohostîn bâr |
برای
نخستین بار |
berâyi hemîşe |
برای
همیشه |
berter |
برتر |
berhord |
برخورد |
berhord bâ |
برخورد
با |
berhî |
برخی |
berem |
برم |
birûn, burûn |
برون |
bes |
بس |
bes ki |
بس
که |
bes |
بسا |
besân-i |
بسان
ِ |
besânî |
بسانی |
besteser |
بسته سر |
besır |
بسرّ |
besezâ |
بسزا |
besî |
بسی |
bisyâr |
بسیار |
bisyâr hûb |
بسیار
خوب |
bisyârî |
بسیاری |
bitab |
بطع |
ba’d |
بعد |
ba’de bu’din |
بعد
َ بعد |
ba’de ez |
بعد از |
ba’d ez an |
بعد از آن |
ba’d ez anki |
بعد
از آنکه |
ba’d ez in |
بعد
از این |
ba’d ez in ki |
بعد
از اینکه |
ba’d ez çendî |
بعد از
چندی |
ba’d ez çendîn sâl |
بعد
از چندین سال |
ba’d ez zevâl |
بعد
از زوال |
ba’d ez zohr |
بعد
از ظهر |
ba’d ez kemî |
بعد
از کمی |
ba’d ez lehzeî |
بعد
از لحظه ای |
ba’d ez muddetî |
بعد
از مدتی |
ba’d ez muddetî medîd |
بعد
از مدتی مدید |
ba’d ez neved u bûkî |
بعد
از نود و بوقی |
ba’d ez hergiz |
بعد
از هرگز |
ba’delyevm |
بعد
الیوم |
ba’de ummetin |
بعد
امه |
ba’de harâbi’l-Basra |
بعد خراب
البصره |
ba’dezâ |
بعد
ذا |
ba’dezâlik |
بعد
ذلک |
ba’de zemânin |
بعد
زمان |
ba’demâ |
بعد ما |
ba’demâ ki |
بعد
ما که |
ba’de vâhid |
بعد
واحد |
ba’den |
بعدا
ً |
ba’dehu |
بعده |
ba’dehâ |
بعدها |
ba’dhem |
بعدهم |
ba’dî |
بعدی |
ba’zi |
بعض |
ba’zî |
بعضی |
ba’zî ovkât |
بعضی
اوقات |
ba’zî mevâki |
بعضی
مواقع |
bi-emdâ |
بعمدا |
bi-unfi |
بعنف |
ba’îdulihtimâl |
بعید
الاحتمال |
ba’îdulvukû’ |
بعید
الوقوع |
bi’aynihi |
بعینه |
bi’aynihâ |
بعینها |
bagal |
بغل |
bagal dest |
بغلدست |
bagalî |
بغلی |
bigayri |
بغیر |
bigayrilhakki |
بغیر
الحقّ |
bigayri hisâb |
بغیر
حساب |
bigayri hakkin |
بغیر
حق |
bigayri ilm |
بغیر
علم |
befehmî nefehmî |
بفهمی
نفهمی |
bikaderin |
بقدر |
bikadri |
بقدر |
bikadrilimkân |
بقدر
الامکان |
bakiyye |
بقیه |
bukreten |
بکرۃ |
bukreten ve asîlen |
بکرۃ و
اصیلا ً |
bukreten ve aşiyyen |
بکرۃ و
عشیا ً |
bel |
بل |
bilâ |
بلا |
bilâ istisnâ |
بلا
استثنا |
bilâ intizâr |
بلا
انتظار |
bilâ’inkıtâ’ |
بلا
انقطاع |
bilâte’hîr |
بلا
تأخیر |
bilâte’emmul |
بلا
تأمل |
bilâterdîd |
بلا
تردید |
bilâtevekkuf |
بلا
توقف |
bilâcihet |
بلا
جهت |
bilâsebeb |
بلا
سبب |
bilâşart |
بلا
شرط |
bilâşek |
بلا
شک |
bilâtâil |
بلا
طائل |
bilâ’ivez |
بلا
عوض |
bilâ fâsile |
بلا
فاصله |
bilâfâyide |
بلا
فایده |
bilâfasl |
بلا
فصل |
bilâkayd |
بلا
قید |
bilâmukaddeme |
بلا
مقدمه |
bilâvâsite |
بلا
واسطه |
bilâ vesîle |
بلا
وسیله |
bilâşubhe |
بلای
شبهه |
belki |
بلکه |
belkî |
بلکی |
bele |
بله |
belâ |
بلی |
belî |
بلی |
bimisli |
بمثل |
bon |
بن |
benâber |
بنا
بر |
benâberan |
بنا
بر آن |
benâberançi |
بنا
بر آنچه |
benâberin |
بنا برین |
benâbe |
بنا
به |
binâ be akîde-i |
بنا
به عقیده |
binâen
alâhâzâ |
بناء علی
هذا |
be |
به |
beh |
به |
bih |
به |
be ittifâk-i |
به
اتفاق ِ |
be ihtimâl-i akreb |
به
احتمال ِ
اقرب |
be ihtimâl-i karîb be
yakîn |
به
احتمال ِ
قریب به یقین |
be ihtimâl-i kavî |
به
احتمال ِ قوی |
be ihtimâl-i makrûn be
hakîkat |
به
احتمال ِ
مقرون به
حقیقت |
be ihtimâl-i nezdîk be
yakîn |
به
احتمال ِ
نزدیک به
یقین |
be ihtisâr |
به
اختصار |
bih ez |
به
از |
be izâ-yi |
به
ازای |
be
istisnâ-yi |
به
استثنای |
be ism-i |
به اسم ِ |
be ıstılâh |
به
اصطلاح |
be izâfe-i |
به
اضافهء |
be akselgâye |
به
اقصی الغایه |
be akvâ ihtimâl |
به
اقوی احتمال |
be omîd-i inki |
به
امید ِ اینکه |
be
endâze |
به
اندازه |
be
endâzeî ki |
به
اندازه ای که |
be
endâze-i |
به
اندازهء |
be endâze-i kâfî |
به
اندازهء
کافی |
be ender |
به
اندر |
be enderûn |
به
اندرون |
be
in tertîb |
به
این ترتیب |
be in zûdî |
به
این زودی |
bein sebeb |
به
این سبب |
be in şart ki |
به
این شرط که |
be in sûret ki |
به
این صورت |
be in sûret ki |
به
این صورت که |
be in gûne |
به
این گونه |
be in vesîle |
به
این وسیله |
be in ki |
به
اینکه |
be besî |
به
بسی |
be behâne-i inki |
به
بهانهء
اینکه |
be bîhûde |
به
بیهوده |
be
tâzegî |
به
تازگی |
be tertîb |
به
ترتیب |
be tertîb-i |
به
ترتیب ِ |
be tacîl |
به
تعجیل |
be tefârîk |
به
تفاریق |
be tafsîl |
به
تفصیل |
be takrîb |
به
تقریب |
be temâm-i ma’nî |
به
تمام ِ معنی |
be tenâsub |
به
تناسب |
be tondî |
به
تندی |
be tenhâyî |
به
تنهایی |
be tevessut-i |
به
توسط ِ |
be câ |
به
جا |
becây-i |
به
جای |
be cây-i anki |
به
جای آنکه |
be câyi in ki |
به
جای اینکه |
be cây-i hod |
به
جای خود |
be coz |
به
جز |
be coz ez |
به جز از |
be coz ez anki |
به
جز از آنکه |
be comlegî |
به
جملگی |
be cenb-i |
به
جنب ِ |
be cihet-i |
به
جهت ِ |
be çi âyîn |
به
چه آیین |
be
çi derece |
به چه
درجه |
be çi delîl |
به
چه دلیل |
be çi sebeb |
به
چه سبب |
be çi illet |
به
چه علت |
be çi munâsebet |
به چه
مناسبت |
be hadd-i kâfî |
به
حد کافی |
be hads-i karîb be yakîn |
به
حدس قریب به
یقین |
be haddî ki |
به
حدّی که |
be hakk-i |
به
حق ِ |
be hokm-i |
به
حکم ِ |
be hokm-i anki |
به
حکم ِ آنکه |
be hays-i |
به
حیث ِ |
be hâtir-i |
به خاطر ِ |
be hâtir-i inki |
به
خاطر ِ اینکه |
be husûs |
به
خصوص |
be hulûs |
به
خلوص |
be hâst-i |
به
خواست ِ |
be hûbî |
به خوبی |
be hûbî-yi |
به خوبیء |
behodi-yi hod |
به
خودی خود |
be hiyâl-i hod |
به
خیال ِ خود |
be hiyâl-i hodeş |
به
خیال ِ خودش |
be hiyâl-i vâhî |
به خیال ِ
واهی |
be hiyâl-i inki |
به
خیال اینکه |
be hiyâlet |
به
خیالت |
be derâzâ-yi |
به
درازای |
be dorostî |
به
درستی |
be defe’ât |
به
دفعات |
be delîl-i |
به
دلیل ِ |
be delîl-i anki |
به
دلیل ِ آنکه |
be delîl-i in ki |
به
دلیل ِ اینکه |
be donbâl-i |
به دنبال
ِ |
be dîger sohen |
به
دیگر سخن |
be râbite |
به رابطه |
be râhetî |
به
راحتی |
berâstâ |
به راستا |
be râstâ-yi |
به
راستای |
be râstî |
به
راستی |
be resm-i |
به رسم ِ |
be resm-i şûhî |
به
رسم ِ شوخی |
be ragbet |
به
رغبت |
be ragm-i |
به
رغم ِ |
be rûy-i |
به روی |
bih zi |
به
ز |
be zûdî |
به
زودی |
be sâ’et |
به
ساعت |
be sâl-i |
به
سال ِ |
be sebeb-i |
به
سبب ِ |
be sohen-i dîger |
به سخن
دیگر |
be
sur’et |
به سرعت |
be
zur’et-i herçi temâmter |
به
سرعت هرچه
تمام تر |
be sezâ |
به سزا |
be sa’y |
به
سعی |
be sa’y-i |
به
سعی ِ |
be sa’y u ihtimâm-i |
به
سعی و اهتمام
ِ |
be sûy-i |
به
سوی |
be
şiddet |
به شدت |
be şerh |
به
شرح |
be şart-i |
به
شرط |
be şart-i anki |
به شرط ِ
آنکه |
be şart-i inki |
به
شرط ِ اینکه |
be şartî ki |
به
شرطی که |
be şeklî ki |
به شکلی
که |
be serâhet |
به
صراحت |
be sirf-i anki |
به صرف
آنکه |
be sirf-i inki |
به
صرف اینکه |
be sûret |
به
صورت |
be sûret-i |
به
صورت ِ |
be zarûret |
به ضرورت |
be zamîme |
به
ضمیمه |
be zamîme-i |
به
ضمیمهء |
be tarz-i |
به
طرز ِ |
be taraf-i |
به
طرف ِ |
be taraf-i dîger |
به
طرف ِ دیگر |
be
tarîk-i |
به
طریق ِ |
be
tovr-i |
به
طور ِ |
be tovr-i ittifâk |
به
طور ِ اتفاق |
be tovr-i icmâl |
به
طور ِ اجمال |
be tovr-i ehass |
به
طور ِ اخص |
be tovr-i iztirârî |
به
طور ِ
اضطراری |
be tovr-i tesâduf |
به طور ِ
تصادف |
be tovr-i takrîb |
به
طور ِ تقریب |
be tovr-i
hatm |
به طور ِ
حتم |
be tovr-i tabî’î |
به
طور ِ طبیعی |
be tovr-i kat’ |
به
طور ِ قطع |
be tovr-i kâmil |
به
طور ِ کامل |
be tovr-i kullî |
به
طور ِ کلّی |
be tovr-i misâl |
به
طور ِ مثال |
be tovr-i mucmel |
به
طور ِ مجمل |
be tovr-i muhtemel |
به
طور ِ محتمل |
be tovr-i mahfî |
به
طور ِ مخفی |
be tovr-i mustakil |
به
طور ِ مستقل |
be tovr-i mustakîm |
به
طور ِ مستقیم |
be tovr-i musellem |
به
طور ِ مسلم |
be tovr-i muvekkat |
به
طور ِ موقت |
be tovr-i nâgehânî |
به طور ِ
ناگهانی |
be tovr-i yekcâ |
به
طور ِ یکجا |
be tovrî
ki |
به طوری
که |
be tov’ |
به طوع |
be tov’ u ragbet |
به
طوع و رغبت |
be tûl |
به
طول |
be
zâhir |
به
ظاهر |
be âkibet |
به
عاقبت |
be ibâret-i uhrâ |
به
عبارت ِ اخری |
be
ibâret-i dîger |
به
عبارت ِ دیگر |
be ibâretî |
به
عبارتی |
bi’ibâretin
uhrâ |
به
عباره اخری |
be ozr-i inki |
به
عذر ِ اینکه |
be azm-i |
به
عزم ِ |
be ilâve |
به
علاوه |
be
ilâve -i |
به
علاوهء |
be illet-i |
به علّت ِ |
be illet-i inki |
به
علت ِ اینکه |
be ilel-i gûnâgûn |
به
علل ِ
گوناگون |
be amd |
به
عمد |
be unvân-i âhirîn |
به عنوان
ِ آخرین |
be unvân-i misâl |
به
عنوان ِ مثال |
be ivez-i |
به عوض ِ |
be ivez-i anki |
به
عوض ِ آنکه |
be ivez-i inki |
به
عوض ِ اینکه |
be
gâyet |
به
غایت |
be gayr-i |
به
غیر |
be gayr ez |
به
غیر از |
be fâsile |
به
فاصله |
be ferâgbâl |
به
فراغبال |
be ferâvânî |
به
فراوانی |
be kadr-i
|
به
قدر ِ |
be kadrî
ki |
به
قدری که |
be karâr-i |
به
قرار |
be karâr-i zeyl est |
به
قرار ِ ذیل
است |
be karâr-i her rûz |
به
قرار ِ هر روز |
be karârî ki |
به
قراری که |
be karîb |
به
قریب |
be karîne |
به
قرینه |
be kısmî |
به
قسمی |
be
kısmî ki |
به
قسمی که |
be kasd-i |
به
قصدِ |
be kasd-i an ki |
به قصد ِ
آنکه |
be kasd-i koşten |
به
قصد ِ کشتن |
be kutr-i |
به
قطر ِ |
be kat’ |
به
قطع |
be kovl-i |
به
قول ِ |
be kirdâr-i |
به
کردار ِ |
be kollî |
به
کلّی |
be kemâl-i |
به
کمال ِ |
be kenâr-i |
به کنار ِ |
be lehâz-i |
به
لحاظ ِ |
be mânend-i |
به
مانند ِ |
be meblag-i |
به
مبلغ ِ |
be
mesâbe-i |
به
مثابهء |
be misl-i |
به
مثل ِ |
be mesel |
به
مثل |
be mucerred-i |
به
مجرد ِ |
be mucerred-i |
به
مجرد ِ |
be
mucerred-i in ki |
به
مجرد اینکه |
be mucerredî ki |
به
مجردی که |
be mahz |
به
محض |
be mahz-i |
به
محض ِ |
be mahz-i
an ki |
به
محض ِ آنکه |
be mahz-i
in ki |
به
محض ِ اینکه |
be merrât |
به
مرات |
be
merâtib |
به
مراتب |
be mirâr |
به
مرار |
be murûr |
به
مرور |
be murûr-i eyyâm |
به
مرور ِ ایام |
be mikdâr-i |
به
مقدار ِ |
be maksad-i |
به
مقصد |
be mukerrer |
به
مکرر |
be munâsebet |
به
مناسبت |
be munâvebet |
به
مناوبت |
be menzûr-i |
به
منظور ِ |
be menzûr-i inki |
به
منظور ِ
اینکه |
be muvâcehe |
به
مواجهه |
be mûcib-i |
به
موجب ِ |
be movki’ |
به
موقع |
be nâhak |
به
نا حق |
be nâhâst |
به
نا خواست |
be nâgâh |
به
نا گاه |
be nahv-i |
به نحو ِ |
be nahv-i etemm |
به
نحو ِ اتم |
be nahv-i ahsen |
به نحو ِ
احسن |
be nahv-i ekmel |
به نحو ِ
اکمب |
be nahvî |
به
نحوی |
be nahvî ki |
به
نحوی که |
be nermî |
به
نرمی |
be nezdîk-i |
به
نزدیک ِ |
be nisbet-i |
به
نسبت ِ |
be nizâm |
به
نظام |
be nazar-i |
به نظر ِ |
be nef’-i |
به
نفع ِ |
be nakl ez |
به
نقل از |
be novbet |
به نوبت |
be
novbe-i hod |
به
نوبهء خود |
be nov’î |
به نوعی |
be her tertîbî şode |
به هر
ترتیبی شده |
be her takdîr |
به هر
تقدیر |
be
her hâl |
به
هر حال |
be her rûy |
به
هر روی |
be
her sûret |
به
هر صورت |
be her illetî |
به
هر علتی |
be her kıymet |
به
هر قیمت |
be her
nahvî ki |
به
هر نحوی که |
be hest u nîst |
به
هست و نیست |
be heman
endâze ki |
به
همان اندازه
که |
be heman tertîb |
به
همان ترتیب |
be hemân
tertîb ki |
به همان
ترتیب که |
be heman nisbet |
به
همان نسبت |
be hemrâh-i |
به
همراه ِ |
be hemrâhî-yi |
به
همراهیء |
be hemsâyegî-i |
به
همسایگیء |
be heme-i ebvâb |
به
همهء ابواب |
be hemin tertîb |
به
همین ترتیب |
be hemin cihet |
به
همین جهت |
be hemîn
zûdîhâ |
به
همین زودیها |
be hemin
sebeb |
به
همین سبب |
be hemin sûret |
به
همین صورت |
be hemin
minvâl |
به همین
منوال |
be
hengâm-i |
به
هنگام ِ |
be hîçrûy |
به
هیچ روی |
be hîç sûret |
به
هیچ صورت |
be hîçgûne |
به
هیچ گونه |
be hîç vech |
به
هیچ وجه |
be vâcib |
به واجب |
be
vâsite-i |
به
واسطهء |
be
vâsite-i anki |
به
واسطهء آنکه |
be
vâsite-i inki |
به
واسطهء
اینکه |
be vâki’ |
به
واقع |
be vech |
به
وجه |
be vech-i |
به
وجه ِ |
be vech-i etemm |
به
وجه ِ اتم |
be
vech-i gâlib
|
به
وجه ِ غالب |
be
vesîle-i |
به
وسیلهء |
be vufûr |
به
وفور |
be vakt |
به
وقت |
be vîje |
به ویژه |
beyekbâr |
به
یکبار |
be yekbâregî |
به
یکبارگی |
bihter |
بهتر |
bihter est |
بهتر است |
bihterîn |
بهترین |
behr-i |
بهر
ِ |
behr-i…râ |
بهر
ِ را |
behr-i ân est |
بهر
ِ آن است |
behr-i çi |
بهر ِ چه |
behem |
بهم |
behem |
بهم |
bû ki |
بو
که |
bûk |
بوک |
bevey |
بوی |
bî |
بی |
bî
irâde |
بی
اراده |
bî
intihâ |
بی
انتها |
bî
endâze |
بی
اندازه |
bî ank |
بی
آنک |
bî
ânki |
بی آنکه |
bî
inki |
بی
اینکه |
bî
bedel |
بی
بدل |
bî
bedîl |
بی
بدیل |
bî ber u bergerd |
بی
بر و برگرد |
bî
cihet |
بی
جهت |
bî çon
u çerâ |
بی
چون و چرا |
bî
had |
بی
حد |
bî
hadd u hasr |
بی
حد و حصر |
bî hadd u
kerân |
بی
حد و کران |
bî
hisâb |
بی
حساب |
bî hilâf |
بی
خلاف |
bî
hod |
بی
خود |
bî
hod u bî cihet |
بی
خود و بی جهت |
bî hodî |
بی
خودی |
bî
hiyâl |
بی
خیال |
bî
direng |
بی
درنگ |
bî zevâl |
بی
زوال |
bî şubhe |
بی
شبهه |
bî
şek |
بی
شک |
bî şekk u reyb |
بی
شک و ریب |
bî şekk u şubhe |
بی
شک و شبهه |
bî
şomâr |
بی
شمار |
bî taraf |
بی
طرف |
bî tarafâne |
بی
طرفانه |
bî aded |
بی
عدد |
bî kerân |
بی
کران |
bî gâh |
بی
گاه |
bî geh |
بی
گه |
bî geh u geh |
بی
گه و گه |
bî mubâlât |
بی
مبالات |
bî muhâbâ |
بی
محابا |
bî mahal |
بی
محل |
bî mer |
بی
مر |
bî muntehâ |
بی
منتها |
bî
movrid |
بی
مورد |
bî movki |
بی
موقع |
bî nazîr |
بی
نظیر |
bî nihâyet |
بی
نهایت |
bî
hem |
بی
هم |
bî hemâ |
بی
همال |
bî hemtâ |
بی
همتا |
bî vesîle |
بی
وسیله |
bî vakfe |
بی
وقفه |
bîrûn |
بیرون |
bîrûn ez |
بیرون
از |
bîrûn ez had |
بیرون از
حد |
bîrûnsû |
بیرون سو |
bîrûnî |
بیرونی |
bîş |
بیش |
bîş
ez |
بیش
از |
bîş ez an |
بیش
از آن |
bîş ez endâze |
بیش
از اندازه |
bîş ez anki |
بیش
از آنکه |
bîş ez hemîşe |
بیش
از همیشه |
bîş u kem |
بیش
و کم |
bîş u noksân |
بیش
و نقصان |
bîşter |
بیشتر |
bîşterî |
بیشتری |
bîşterîn |
بیشترین |
beyn |
بین |
bihude |
بیهده |
bîhûde |
بیهوده |
pâ ber
câ |
پا
برجا |
pâk |
پاک |
pâk u pûst kende |
پاک و
پوست کنده |
pây-i |
پای ِ |
pâyân |
پایان |
pâyân-i kâr |
پایان
ِ کار |
pâyânnâpezîr |
پایان
ناپذیر |
pâye |
پایه |
pâyîn |
پایین |
pâîn |
پائین |
pedîdâr |
پدیدار |
por |
پر |
por ez |
پر
از |
pes |
پس |
pes ez |
پس
از |
pes ez ân |
پس از آن |
pes ez
endekî |
پس
از اندکی |
pes ez
anki |
پس
از آنکه |
pes ez in |
پس
از این |
pes ez inki |
پس
از اینکه |
pes ez
çendî |
پس
از چندی |
pes ez
çend lahza |
پس
از چندی لحظه |
pes ez zohr |
پس
از ظهر |
pes ez lehzeî |
پس
از لحظه ای |
pes ez lahtî |
پس از
لختی |
pes angâh |
پس
آنگاه |
pes angeh |
پس
آنگه |
pes
intovr |
پس
اینطور |
pes-i
perde |
پس پرده |
pes-i poşt |
پس
پشت |
pes çi ki |
پس
چه که |
pes sû |
پس
سو |
pes u pîş |
پس
و پیش |
pesâpîş |
پسا
پیش |
pesâpes |
پساپس |
pest |
پست |
pestperde |
پست
پرده |
pest pest |
پست
پست |
pester |
پستر |
pesterek |
پسترک |
pesîn |
پسین |
pesîn ferdâ |
پسین
فردا |
pesîngâh |
پسینگاه |
poşt |
پشت |
poşt-i
ser-i hem |
پشت ِ سر ِ
هم |
poşt-i hem |
پشت
ِ هم |
poşt rû |
پشت
رو |
poştrîz |
پشت
ریز |
poşt-i
ser |
پشت
سر |
poştâpoşt |
پشتاپشت |
pinhân,
penhân |
پنهان |
pinhân ez kesî |
پنهان
از کسی |
pinhân u peydâ |
پنهان
و پیدا |
pehlû |
پهلو |
pehlû be pehlû |
پهلو به
پهلو |
pehlûgâh |
پهلوگاه |
pehlûgeh |
پهلوگه |
pehlû-yi
hem |
پهلوی
هم |
pehlûyî |
پهلویی |
pehn |
پهن |
pehnâ |
پهنا |
pehnâver |
پهناور |
pey, piy |
پی |
pey-i |
پی
ِ |
pey der pey |
پی
در پی |
peyrîz |
پی ریز |
pey-i hem |
پی هم |
peyâpey |
پیاپی |
pîç ender pîç |
پیچ اندر
پیچ |
pîç ber pîç |
پیچ بر
پیچ |
pîç
pîç |
پیچ
پیچ |
peydâ,
piydâ |
پیدا |
pîş |
پیش |
pîş-i pâ |
پیش ِ پا |
pîş-i pây-i
kesî |
پیش ِ پای
کسی |
pîş-i hod |
پیش ِ خود |
pîş-i rûy |
پیش
ِ روی |
pîş ez |
پیش از |
pîş
ez an
|
پیش
از آن |
pîş ez anki |
پیش
از آنکه |
pîş ez in |
پیش
از این |
pîş ez inki |
پیش
از اینکه |
pîş ez pîş |
پیش
از پیش |
pîş ez zohr |
پیش
از ظهر |
pîş-i pâ |
پیش
پا |
pîş-i pây-i
kesî |
پیش
پای کسی |
pîş pîş |
پیش پیش |
pîş
u pes |
پیش
و پس |
pîş u pes u
bâlâ |
پیش
و پس و بالا |
pîşâpîş |
پیشاپیش |
pîşet |
پیشت |
pîşter |
پیشتر |
pîşterek |
پیشترک |
pîşterhâ |
پیشترها |
pîşîn |
پیشین |
pîşîngâh |
پیشینگاه |
pîşîne |
پیشینه |
peyveste |
پیوسته |
tâ |
تا |
tâ ebed |
تا
ابد |
tâ âhir |
تا آخر |
tâ âhir-i |
تا
آخر |
tâ âhir-i ser |
تا
آخر ِ سر |
tâ ezel |
تا
ازل |
tâ eknûn |
تا اکنون |
tâ an lahze |
تا
آن لحظه |
tâ intihâ |
تا
انتها |
tâ ancâ ki |
تا
آنجا که |
tâ âncâ … ki |
تا
آنجاکه |
tâ ancâî ki |
تا
آنجائی که |
tâ endâzeî |
تا
اندازه ای |
tâ
an ki |
تا آنکه |
tâ in endâze |
تا این
اندازه |
tâ
in had |
تا
این حد |
tâ in derece |
تا این
درجه |
tâ in lahze |
تا این
لحظه |
tâ in movki’ |
تا
این موقع |
tâ
inki |
تا
اینکه |
tâ behâhî |
تا
بخواهی |
tâ bedin had |
تا
بدین حد |
tâ ber tâ |
تا
بر تا |
tâ ba’d çi
şeved |
تا
بعد چه شود |
tâ be |
تا
به |
tâ be ebed |
تا به ابد |
tâ be tâ |
تا
به تا |
tâ be çend |
تا
به چند |
tâ be çi gâyet |
تا
به چه غایت |
tâ be hâl |
تا به حال |
tâ be haşr |
تا
به حشر |
tâ be dîr |
تا
به دیر |
tâ be seher |
تا
به سحر |
tâ be sabâh |
تا به
صباح |
tâ be gâyet-i |
تا
به غایت ِ |
tâ be ferdâ |
تا
به فردا |
tâ be kıyâmet |
تا
به قیامت |
tâ be key |
تا
به کی |
tâ be mahşer |
تا
به محشر |
tâ be merhale |
تا
به مرحله |
tâ bû ki |
تا
بو که |
tâ
bûk |
تا بوک |
tâ câyî ki |
تا
جایی که |
tâ câyî ki
imkân bûd |
تا
جایی که
امکان بود |
tâ câyî ki
mîhord |
تا
جایی که می
خورد |
tâ çeşm kâr
mîkoned / mîkerd |
تا
چشم کار می
کند / می کرد |
tâ çonanki |
تا چنانکه |
tâ çend |
تا
چند |
tâ çi |
تا چه |
tâ çi beresed (be) |
تا
چه برسد (به) |
tâ çi pâye |
تا
چه پایه |
tâ çi had |
تا
چه حد |
tâ çi resed (be) |
تا چه رسد
(به) |
tâ çi mîzân |
تا
چه میزان |
tâ çi vakt |
تا
چه وقت |
tâ çu |
تا
چو |
tâ hâl |
تا
حال |
tâ hâlâ |
تا
حالا |
tâ hadd-i imkân |
تا حدِّ
امکان |
tâ hadd-i gâyî |
تا
حدّ غایی |
tâ hadd-i makdûr |
تا
حدّ مقدور |
tâ haddî |
تا
حدی |
tâ haddî ki |
تا
حدی که |
tâ dânî |
تا
دانی |
tâ derece-i âhir |
تا
درجهء آخر |
tâ dem-i haşr |
تا
دم ِ حشر |
tâ dem-i kıyâmet |
تا
دم ِ قیامت |
tâ dunyâ dunyâst |
تا
دنیا دنیاست |
tâ dîden-i ferdâ |
تا
دیدار ِ فردا |
tâ seher |
تا
سحر |
tâ şâyed |
تا
شاید |
tâ şeb |
تا
شب |
tâ kıyâmet |
تا قیامت |
tâ kocâ |
تا
کجا |
tâ kunûn |
تا
کنون |
tâ
ki
|
تا که |
tâ key |
تا کی |
tâ key u çend |
تا کی و
چند |
tâ muddetî |
تا
مدتی |
tâ muddetî ki |
تا
مدتی که |
tâ meger |
تا
مگر |
tâ mumkin est |
تا
ممکن است |
tâ movki’î ki |
تا
موقعی که |
tâ hengâmî ki |
تا
هنگامی که |
tâ vaktî ki |
تا
وقتی که |
tâ yek endâze |
تا یک
اندازه |
târeten uhrâ |
تارۃ
اخری |
târeten ba’de uhrâ |
تارۃ بعد اخری |
tâzegî |
تازگی |
tâzegîhâ |
تازگی
ها |
tâze |
تازه |
tâze be tâze |
تازه به
تازه |
tâş |
تاش |
taht |
تحت |
tahtânî |
تحتانی |
tesâdufen |
تصادفا ً |
tesâdufî |
تصادفی |
tasdîkan |
تصدیقا
ً |
tasrîhen |
تصریحا
ً |
tasrîhen ve telvîhen |
تصریحا
ً و تلویحا ً |
tasvîben |
تصویبا
ً |
tatbîkan |
تطبیقا ً |
te’abbuden |
تعبدا
ً |
ta’dîlen |
تعدیلا ً |
ta’rîzen |
تعریضا
ً |
ta’rîzen ve tasrîhan |
تعریضا
ً و تصریحا ً |
ta’zîmen |
تعظیما
ً |
te’ammuden |
تعمدا
ً |
ta’mîmen |
تعمیما
ً |
ta’vîzen |
تعویضا
ً |
tafsîlen |
تفصیلا
ً |
takrîben |
تقریبا
ً |
takrîren |
تقریرا
ً |
taklîden |
تقلیدا
ً |
tek u
tenhâ |
تک
و تنها |
temâmî |
تمامی |
teng-i
hem |
تنگ
ِ هم |
tenhâ |
تنها |
tenhâ…ne belki |
تنها
نه بلکه |
tenhâ-yi
tenhâ |
تنهای
تنها |
teh |
ته |
tâ be haddî ki |
ته
به حدی که |
tû |
تو |
tugûyî |
تو
گویی |
tevessut-i |
توسط
ِ |
tuveş |
توش |
tovzîh-i anki |
توضیح
ِ آنکه |
sâlisen |
ثالثا
ً |
sâminen |
ثامنا
ً |
sâniyen |
ثانیا ً |
câ câ |
جا
جا |
câbecâ |
جابجا |
cânib |
جانب |
cây |
جای |
codâgâne |
جداگانه |
coz |
جز |
coz anki |
جز آنکه |
coz inki |
جز
اینکه |
coz ki |
جز
که |
coz meger |
جز
مگر |
coz’ be coz’ |
جزء
به جزء |
cozv |
جزو |
coz’î |
جزئی |
colov,
colev |
جلو |
cem’î |
جمعی |
comlegî |
جملگی |
comle |
جمله |
comleten |
جملهً |
cemî’ |
جمیع |
cemî’en |
جمیعا
ً |
cenb |
جنب |
cihâren |
جهارا
ً |
cihet |
جهت |
cihet-i anki |
جهت ِ
آنکه |
cehren |
جهرا ً |
cevfen |
جوفا
ً |
çâbok u çost |
چابک
و چست |
çirâ,
çerâ |
چرا |
çerâ
ki |
چرا که |
çerâki
ne |
چرا
که نه |
çerâ ne |
چرا نه |
çeşm berhem zeden |
چشم
بر هم زدن |
çigûne |
چگونه |
çonân |
چنان |
çonânçi,
çenânçi |
چنانچه |
çonank |
چنانک |
çonânki,
çenânki |
چنانکه |
çonanki
gûyî
(gû’î) |
چنانکه
گویی |
çend |
چند |
çend
bâr |
چند بار |
çend
tâ |
چند
تا |
çendtâyî |
چند تایی |
çend
der sed |
چند
در صد |
çend
rûz kabl |
چند
روز قبل |
çend
lehze |
چند
لحظه |
çend u çend |
چند و چند |
çend vechî |
چند
وجهی |
çend
vaktî |
چند
وقتی |
çendân |
چندان |
çendan
ki |
چندان
که |
çendank |
چندانک |
çendî |
چندی |
çendî be
çendî |
چندی
به چندی |
çendî
pîş |
چندی
پیش |
çendî negozeşt ki |
چندی
نگذشت که |
çendîn |
چندین |
çendîn bâr |
چندین
بار |
çendîngâh |
چندین
گاه |
çendîn u çend |
چندین
و چند |
çend
novbet |
چنئ
نوبت |
çonîn,
çenîn |
چنین |
çi,
çe |
چه |
çiçi |
چه چه |
çiyeş est? |
چه اش است |
çi
endâze |
چه
اندازه |
çi anki |
چه
آنکه |
çi beresed |
چه برسد |
çi besâ |
چه
بسا |
çi besâ ki |
چه
بسا که |
çi cây-i |
چه
جای |
çicûr |
چه
جور |
çi
çîz |
چه
چیز |
çi hâssâ |
چه خاصا |
çi hûb est ki |
چه
خوب
است که |
çi
resed |
چه
رسد |
çi
resed be |
چه
رسد به |
çi sebeb |
چه
سبب |
çi aceb |
چه
عجب |
çi gam |
چه
غم |
çi
kumâş |
چه قماش |
çi
kesânî |
چه
کسانی |
çi
kesrî |
چه
کسری |
çikesî |
چه
کسی |
çi
mâye |
چه
مایه |
çi mahal |
چه محل |
çi
mevki, çi movgi |
چه
موقع |
çinov’ |
چه نوع |
çihâ |
چها |
ço |
چو |
çon |
چون |
çon
u çerâ |
چون
و چرا |
çonânk |
چونانک |
çonk |
چونک |
çonki |
چونکه |
çi |
چی |
çi |
چی |
çi’î |
چی
ای |
çicûr |
چی جور |
çîz |
چیز |
çîzîdiger |
چیزی
دگر |
çîzî
ki |
چیزی
که |
çîzî
nemânde bûd |
چیزی
نمانده بود |
çîzî
nemânde bûd ki |
چیزی نمانده
بود که |
çîst |
چیست |
hâl |
حال |
hâlâ |
حالا |
hâlâ dîger |
حالا
دیگر |
hâlâ
ki
|
حالا
که |
hâlî |
حالی |
hâlî ki |
حالی که |
hâliyâ |
حالیا |
hâliye |
حالیه |
habbezâ |
حبذا |
hetm |
حتم |
hetmen |
حتما
ً |
hetmenî |
حتمنی |
hetmî |
حتمی |
hetmiyyulvukû’ |
حتمی
الوقوع |
hettâ |
حتی |
hattelimkân |
حتی
الامکان |
hattelkuvve |
حتی
القوه |
hattelmakdûr |
حتی
المقدور |
hedd |
حد |
hadd-i ekser |
حدّ
ِ اکثر |
hadd-i kihîn |
حد
ِ کهین |
hadd-i ekal |
حد
اقل |
hadd-i ekser |
حد اکثر |
hadd-i mutevassit |
حد
متوسط |
hadd-i mucâz |
حد
مجاز |
hadd-i matlûb |
حد
مطلوب |
hudûd-i |
حدود ِ |
be haddî ki |
حدی که |
hisâbî |
حسابی |
hasb-i |
حسب
ِ |
hasebulimkân |
حسب
الامکان |
hasebulhâl |
حسب
الحال |
hasebuttâke |
حسب
الطاقه |
hasebulkudre |
حسب
القدره |
hasebulma’mûl |
حسب
المعمول |
hasbelmakdûr |
حسب
المقدر |
hasebulmakdûr |
حسب
المقدور |
huzûren |
حضورا
ً |
huzûrî |
حضوری |
hak be cânib |
حق
به جانب |
hakken |
حقا
ً |
hakken summe hakken |
حقا ً ثم
حقا ً |
hakkâ ki |
حقا
که |
hakîkaten |
حقیقتا
ً |
hokmen |
حکما
ً |
hays |
حیث |
hîn |
حین |
hîn-i |
حین ِ |
hînî ki |
حینی
که |
hâric |
خارج |
hâric ez |
خارج
از |
hâsse
|
خاصه |
hâsseten |
خاصهً |
hâmisen |
خامسا
ً |
hodâ râ |
خدا را |
hodâ râ şukr |
خدا
را شکر |
husûsen |
خصوصا
ً |
holâse
|
خلاصه |
holâse inki |
خلاصه
اینکه |
holâse-i kelâm |
خلاصیهء
کلام |
hilâf |
خلاف |
hilâl |
خلال |
hâhed
hâhed |
خواهد
خواهد |
hâhnâhâh |
خواه
و ناخواه |
hâhîhâhî |
خواهی خواهی |
hâhînehâhî |
خواهی
نخواهی |
hod |
خود |
hod-i û |
خود ِ او |
hodbehod |
خود
بخود |
hodeş |
خودش |
hoşâ |
خوشا |
hîş |
خویش |
hîşten |
خویشتن |
heyli |
خیلی |
heyli bâşed |
خیلی
باشد |
heyli mevârid |
خیلی
موارد |
heyli
vakt est |
خیلی
وقت است |
heyli vakthâ |
خیلی وقت
ها |
dâhil |
داخل |
dâyir |
دایر |
dâ’ir |
دائر |
dâyir ber |
دایر
بر |
dâir ber |
دائر
بر |
dâyir
ber inki |
دایر
بر اینکه |
dâir ber inki |
دائر
بر اینکه |
dâyim |
دایم |
dâ’im |
دائم |
dâyimulevkât,
dâyimulovkât |
دایم
الاوقات |
dâimuttezâyud |
دائم
التزاید |
dâ’imî |
دائمی |
der |
در |
der |
در |
der
ibtidâ |
در
ابتدا |
der
eser-i |
در
اثر ِ |
der
esnâ-i |
در
اثناءِ |
der esnâî ki |
در
اثنائی که |
der ehyân-i |
در
احیان ِ |
der ihtifâ |
در
اختفا |
der âhir |
در آخر |
der âhirîn lahze |
در آخرین
لحظه |
der
izâ’-i |
در
ازاءِ |
der ezel |
در
ازل |
der esre’-i ovkât |
در
اسرع ِ اوقات |
der iştibâh |
در
اشتباه |
der âgâz |
در
آغاز |
der âgâz-i emr |
در
آغاز ِ امر |
der ekser-i mevârid |
در
اکثر ِ موارد |
der an esnâ |
در
آن اثنا |
der ân âhirhâ |
در
آن آخرها |
der an eyyâm |
در
آن ایام |
der an sâ’et |
در
آن ساعت |
der
ân sûret |
در
آن صورت |
der
ân lehze |
در
آن لحظه |
der an
movki’ |
در
آن موقع |
der ân miyân |
در آن میان |
der an hengâm |
در
آن هنگام |
der ancâ |
در
آنجا |
der encâm |
در
انجام |
der evâhir-i |
در
اواخر ِ |
der evâsit-i |
در اواسط
ِ |
der evân-i |
در
اوان ِ |
der evâyil-i |
در
اوایل ِ |
der evvel |
در اول |
der eyyâm-i pîş |
در
ایام ِ پیش |
der in
lehze |
در این لحظه |
der in esnâ |
در
این اثنا |
der in evâhir |
در
این اواخر |
der in evân |
در
این اوان |
der in eyyâm |
در
این ایام |
der in
bâb |
در
این باب |
der in
bâre |
در
این باره |
der ân beyn |
در
آین بین |
der in
hîn |
در این
حین |
der in
husûs |
در
این خصوص |
der in sûret |
در
این صورت |
der in
zimn |
در
این ضمن |
der in
movzû’ |
در
این موضوع |
der in
movki’ |
در
این موقع |
der in miyân |
در
این میان |
der in
miyâne |
در
این میانه |
der in nezdîk |
در
این نزدیک |
der in hengâm bu sırada |
در
این هنگام |
der in
vakt |
در این
وقت |
derbâder |
در
با در |
der bâb-i |
در
بابِ |
der bâtın |
در باطن |
der bidâyet |
در بدایت |
der
berâber-i |
در
برابر ِ |
der bend-i |
در
بندِ |
der bîrûn |
در
بیرون |
derbeyn-i |
در بین ِ |
der pâyân |
در
پایان |
der pey-i |
در
پی ِ |
der pîş |
در
پیش |
der teh-i
dil |
در
ته دل |
der
tû-yi |
در
توی |
der cereyân-i |
در
جریان ِ |
der cihet-i |
در
جهت ِ |
der çârçûb-i |
در
چارچوب |
derçeşmgerdânî |
در
چشم گردانی |
der
hâl-i |
در
حال ِ |
der hâl-i luzûm |
در
حال ِ لزوم |
der hâlet-i âdî |
در
حالت ِ عادی |
der
hâlîki |
در
حالی که |
der hicâb |
در
حجاب |
der hadd-i hod |
در
حد ِ خود |
der
hudûd-i |
در حدود ِ |
der hakk-i |
در
حق |
der hakîkat |
در
حقیقت |
der
hakîkat-i emr |
در حقیقت
ِ امر |
der
hukm-i |
در
حکم ِ |
der hîte-i |
در
حیطهء |
der
hîn-i |
در
حین ِ |
der
husûs-i |
در
خصوص ِ |
der hefâ |
در
خفا |
der
hufye |
در خفیه |
der
halâl-i |
در
خلال |
der halvet |
در خلوت |
der dem |
در
دم |
der re’s-i |
در
رأس ِ |
der rede-i |
در
ردهء |
der rûzhâ-yi ahîr |
در
روزهای اخیر |
der rûşenâyî-i
rûz |
در
روشناییء
روز |
der
sâ’et |
در
ساعت |
der sâl-i |
در
سال ِ |
der sebak |
در
سبق |
der sertâser-i |
در سر تا
سر ِ |
der şe’n-i |
در
شأن ِ |
der şuref-i |
در
شرف ِ |
der şomâr-i |
در
شمار ِ |
der sad |
در
صد |
der sûret-i |
در صورت ِ |
der
sûret-i imkân |
در
صورت امکان |
der sûretî |
در
صورتی |
der
sûretî ki |
در
صورتی که |
der
zımn-i |
در
ضمن |
der zımn-i inki |
در ضمن ِ
اینکه |
der
zımn-i hâl |
در
ضمن ِ حال |
der tirâz-i |
در
طراز ِ |
der tûl-i |
در طول ِ |
der
teyy-i |
در
طیّ ِ |
der
zarf-i |
در
ظرف ِ |
der ‘idâd-i |
در عداد ِ |
der arz-i |
در
عرض ِ |
der arz-i
in moddet |
در
عرض ِ این مدت |
der ahd-i |
در عهد ِ |
der ivez |
در
عوض |
der ‘iyân |
در
عیان |
der eyn-i inki |
در
عین ِ اینکه |
der eyn-i
hâl |
در عین ِ
حال |
der gayr-i in sûret |
در
غیر این صورت |
der fâsile-i |
در
فاصلهء |
der kâlib-i |
در
قالب ِ |
der
kibâl-i |
در
قبال ِ |
der
kafâ |
در قفا |
der kâr-i |
در
کار ِ |
der kocâ |
در
کجا |
der
kenâr-i hem |
در
کنار ِ هم |
dergozeşte |
در
گذشته |
der lehze |
در
لحظه |
der lehzeî ki |
در
لحظه ای که |
der mâ mezâ |
در
ما مضی |
der misâl-i |
در
مثال ِ |
der mesel |
در مثل |
der mecmû’ |
در مجموع |
der mahfî |
در
مخفی |
der ma’nî |
در
معنی |
der
mukâbil-i |
در
مقابل ِ |
der mukâbele |
در
مقابله |
der mukâyese bâ |
در
مقایسه با |
der mikyâs-i |
در
مقیاس ِ |
der mikyâs-i
vesî’ter |
در
مقیاس ِ وسیع
تر |
der melâ |
در
ملا |
der movrid-i |
در
مورد ِ |
der
movki’-i |
در
موقع ِ |
der movki’-i luzûm |
در
موقع ِ لزوم |
der movki’î ki |
در
موقعی که |
der miyân |
در
میان |
der
miyân-i |
در
میان ِ |
der netîce |
در نتیجه |
der netîce-i |
در
نتیجهء |
der nezd-i |
در
نزد ِ |
der nezdîk-i |
در
نزدیک ِ |
der nezdîkî-yi |
در
نزدیکیء |
der nazar-i |
در
نظر ِ |
der nazar-i evvel |
در
نظر ِ اول |
der nihân |
در
نهان |
der nihâyet-i |
در نهایت |
der her câ ki |
در هر جا
که |
der her
hâl |
در
هر حال |
der her
sûret |
در
هر صورت |
der
hemân esnâ |
در
همان أثنا |
der heman ân |
در همان
آن |
der hemân hâl |
در
همان حال |
der
hemân hâl ki |
در
همان حال که |
der
hemân hîn |
در
همان حین |
der
hemân dem |
در همان
دم |
der heman |
در
همان سال |
der hemân lehze |
در
همان لحظه |
der hemân vakt |
در
همان وقت |
der heme ahvâl |
در
همه احوال |
der heme
câ |
در
همه جا |
der heme hâl |
در
همه حال |
der hemin esnâ |
در همین
اثنا |
der hemin evân |
در
همین اوان |
der hemin râbite |
در
همین رابطه |
der hemin sâl |
در
همین سال |
der hemin
zimn |
در
همین ضمن |
der hemin
movki |
در
همین موقع |
der hemin
nezdîkî |
در
همین نزدیکی |
der vâki’ |
در
واقع |
der
vaz’-i hâzir |
در
وضع ِ حاضر |
der vakt |
در
وقت |
der vehle-i nohost |
در
وهلهء نخست |
der yek ân |
در یک آن |
der yek çeşm ber hem zeden |
در یک چشم
بر هم زدن |
der yek çeşm behem zeden |
در
یک چشم بهم
زدن |
der yek
dem |
در یک دم |
der yek şeleng |
در
یک شلنگ |
der yek tarfetu’l-‘ayn |
در یک
طرفه العین |
der yek kelâm |
در
یک کلام |
der yek
kelime |
در
یک کلمه |
der yek
lehze |
در یک
لحظه |
der yek nazar |
در
یک نظر |
der in
beyn |
دراین
بین |
der
bâre-i |
دربارهء |
dorost |
درست |
dorost behemângûne ki |
درست
بهمان گونه
که |
dorost
der hemin lehze |
درست
در همین لحظه |
dorost
der hemin movki |
درست
در همین موقع |
dorost misl-i |
درست
مثل ِ |
dorost misl-i inki |
درست
مثل ِ اینکه |
dorost u hisâbî |
درست و
حسابی |
derhem |
درهم |
derhem berhem |
درهم
برهم |
derhem u berhem |
درهم
بو برهم |
derûn |
درون |
derûnsû |
درون
سو |
derûnsûy |
درون
سوی |
derûnî |
درونی |
derîgâ,
dirîgâ |
دریغا |
derin bâre |
درین
باره |
derin
moddet |
درین
مدت |
dest |
دست |
dest-i
âhir |
دست ِ آخر |
dest-i
bâlâ |
دست
ِ بالا |
destikem |
دست
ِ کم |
dest ber kazâ |
دست
بر قضا |
dest ber kazâ zed |
دست
بر قضا زد |
destî destî |
دستی
دستی |
def’aten |
دفعتا
ً |
def’a |
دفعه |
def’aten |
دفعهً |
def’aten vâhide |
دفعهً
واحده |
def’a-i gozeşte |
دفعهء
گذشته |
diger |
دگر |
digerbâr |
دگر
بار |
digerbâre |
دگر
باره |
digeryek |
دگر
یک |
digerân |
دگران |
dîgerî |
دگری |
delîl |
دلیل |
dem |
دم |
dem-i subh |
دم
ِ صبح |
dem-i gurûb |
دم
ِ غروب |
dem dem |
دم
دم |
dembedem |
دمبدم |
demî |
دمی |
donbâl |
دنبال |
donbâle
|
دنباله |
dobedo |
دو بدو |
do berâber |
دو
برابر |
do
tâ |
دو تا |
dotâî |
دو تائی |
do tû |
دو
تو |
docânibe |
دو
جانبه |
dodîger |
دو
دیگر |
do rûz der miyân |
دو روز در
میان |
devr,
dovr |
دور |
dûr |
دور |
dûr oftâde |
دور
افتاده |
dovrtâdovr |
دور
تا دور |
dovruber |
دور
و بر |
dovr u pîş |
دور
و پیش |
dûr u dirâz |
دور و دراز |
dovruver |
دور و ور |
dovrâdovr |
دورادور |
dûrâdûr |
دورادور |
dûş |
دوش |
dûşîn |
دوشین |
dovom,
dovvom |
دوم |
dovomî,
dovvomî |
دومی |
dovomîn, dovvomîn |
دومین |
dûn |
دون |
dûn-i |
دون |
doyom |
دویم |
doyomî |
دویمی |
doyomîn |
دویمین |
dîr |
دیر |
dîrpâ |
دیر
پا |
dîrgozer |
دیر
گذر |
dîr u zûd |
دیر
و زود |
dîrvakt |
دیر
وقت |
dîr
yâ zûd
|
دیر یا
زود |
dîrbâz |
دیرباز |
dîrest |
دیرست |
dîrgâh |
دیرگاه |
dîrûz |
دیروز |
dîrûzî |
دیروزی |
dîrîst ki |
دیری
است که |
dîrîn |
دیرین |
dîrîne |
دیرینه |
dîşeb |
دیشب |
dîşebî |
دیشبی |
dîger
|
دیگر |
dîgerbâr |
دیگر
بار |
dîgerbâre |
دیگر
باره |
dîger çi |
دیگر
چه |
dîgerrûz |
دیگر
روز |
dîgerân |
دیگران |
dîgergûn
|
دیگرگون |
dîgerom |
دیگرم |
dîgerî |
دیگری |
dîne |
دینه |
zâten |
ذاتاً |
râ |
را |
râbi’ |
رابع |
râbi’en |
رابعا
ً |
râci’ |
راجع |
râci’ be |
راجع
به |
râci’ be inki |
راجع به
اینکه |
re’s |
رأس |
râst |
راست |
râst be râst |
راست
به راست |
râst râst |
راست
راست |
râst u pûst kende |
راست
و پوست کنده |
râstâ |
راستا |
râstî |
راستی |
rub’ |
ربع |
rede |
رده |
redîf |
ردیف |
redîf be redîf |
ردیف
به ردیف |
resm |
رسم |
resmen |
رسما
ً |
ragbeten |
رغبهً |
ragm |
رغم |
ragm-i unf-i kesî |
رغم ِ انف
ِ کسی |
ragm-i enf-i kesî |
رغم
انف ِ کسی |
ragmen |
رغما
ً |
ragmen alâ enfihi |
رغماً
علی انفه |
yek do rûzek |
رک
دو روزک |
rû |
رو |
rû
be
|
رو
به |
rû be in taraf |
رو به این
طرف |
rûberû |
روبرو |
rûberû-yi yekdîger |
روبروی
یکدیگر |
rûz |
روز |
rûz-i rûşen |
روز
ِ
روشن |
rûz-i evvel |
روز ِ
اوّل |
rûz-i ba’d |
روز
ِ بعد |
rûz-i pesîn |
روز
ِ پسین |
rûz-i pîş |
روز
ِ پیش |
rûz-i pîşîn |
روز ِ
پیشین |
rûz-i kabl |
روز
ِ قبل |
rûz-i nohost |
روز
ِ نخست |
rûzberûz |
روز
به روز |
rûz tâ rûz |
روز تا
روز |
rûz u şeb |
روز و شب |
rûzekî çend |
روزکی
چند |
rûzgârî |
روزگاری |
rûzî |
روزی |
rûy |
روی |
rûy-i hem |
روی
هم |
rûyhemrefte |
روی
هم رفته |
rûyârûy |
رویاروی |
zi |
ز |
zi ber |
ز
بر |
zi berâyi |
ز
برای |
zi
rûy-i |
ز
روی |
zi
ser tâ pâ |
ز
سر تا پا |
zi ki |
ز که |
zinâgeh |
ز
ناگه |
zan |
زان |
zân-i |
زان |
zan
pes |
زان
پس |
zan ser |
زان
سر |
zangehki |
زان
گه که |
zansân |
زانسان |
zank |
زانک |
zanki |
زانکه |
zâ’id |
زائد |
zeber |
زبر |
zemân
|
زمان |
zemân-i |
زمان
ِ |
zemânen |
زمانا
ً |
zemânî |
زمانی |
zemânî
ki |
زمانی که |
zinhâr |
زنهار |
zinhâr
tâ |
زنهار
تا |
zihî |
زهی |
zû |
زو |
zevâl |
زوال |
zûd
|
زود |
zûdâzûd |
زودازود |
zûdter
|
زودتر |
zûdî |
زودی |
ziyâd |
زیاد |
ziyâde |
زیاده |
ziyâde ez had |
زیاده
از حد |
zîr |
زیر |
zîr u bâlâ |
زیر
و بالا |
zîr u zeber |
زیر
و زبر |
zîrâ |
زیرا |
zîrâ
ki |
زیرا
که |
zîrâk |
زیراک |
zin |
زین |
zinpes |
زین
پس |
zin dîger |
زین دیگر |
zin sebeb |
زین
سبب |
zinsipes |
زین
سپس |
zin ser |
زین
سر |
zin nesak |
زین نسق |
zin namat |
زین
نمط |
zin yekî |
زین
یکی |
zînsân |
زینسان |
sâbi’ |
سابع |
sâbi’en |
سابعا
ً |
sâbik |
سابق |
sâbik ber an |
سابق
بر آن |
sâbik ber in |
سابق
بر این |
sâbıkan |
سابقا
ً |
sâde |
ساده |
sâ’et |
ساعت |
sâ’et
be sâ’et |
ساعت
به ساعت |
sâ’ate |
ساعته |
sâ’etî dîger |
ساعتی
دیگر |
sâ’aten |
ساعهً |
sâ’aten
fesâ’aten |
ساعهً
فساعهً |
sâl |
سال |
sâl-i cârî |
سال ِ
جاری |
sâl-i hâzır |
سال
ِ حاضر |
sâl-i hâl |
سال
ِ حال |
sâl-i kabl |
سال
ِ قبل |
sâl-i mâkabl |
سال
ِ ماقبل |
sâlefzûn |
سال
افزون |
sâlbesâl |
سال
بسال |
sâl-i gozeşte |
سال
گذشته |
sâlâsâl |
سالاسال |
sâlâne |
سالانه |
sâlif |
سالف |
sâlifulbeyân |
سالف
البیان |
sâlifuzzikr |
سالف
الذکر |
sâlifen |
سالفا
ً |
sâlife |
سالفه |
sâlhâ |
سالها |
sâlhâst |
سالهاست |
sâlhâ-yi
sâl |
سالهای
سال |
sâlî |
سالی |
sâlîmâhî |
سالی
ماهی |
sâliyân |
سالیان |
sâliyân-i dirâz |
سالیان
ِ دراز |
san |
سان |
sâyir |
سایر |
sâyirîn |
سایرین |
sebok |
سبک |
seher |
سحر |
sehergâh |
سحرگاه |
sehergâhân |
سحرگاهان |
sehergeh |
سحرگه |
seht |
سخت |
ser |
سر |
ser-i zohr |
سر
ِ ظهر |
ser-i her sâ’et |
سر
ِ هر ساعت |
serbâlâ |
سر
بالا |
serbâlâyî |
سر
بالایی |
serbâlîn |
سر
بالین |
sertâbepâ |
سر
تا به پا |
sertâpâ |
سر
تا پا |
sertâteh |
سر تا ته |
sertâser |
سر
تا سر |
serteser |
سر
تسر |
sercomle |
سر
جمله |
sercumle-i âlem |
سر
جملهء عالم |
serzede |
سر
زده |
ser-i mû |
سر مو |
ser-i mûy |
سر
موی |
sırren ve cehren |
سرّا
ً و جهرا |
serâpâ’în |
سرا
پائین |
serâbâlâ |
سرابالا |
serâpâ |
سراپا |
serâser |
سراسر |
serâsîme |
سراسیمه |
serâşîb |
سراشیب |
sorâg |
سراغ |
serencâm |
سرانجام |
serbeser |
سربسر |
serîu’z-zevâl |
سریع
الزوال |
sezâ |
سزا |
sehven |
سهوا ً |
sû |
سو |
sevâ |
سوا |
sevâ-yi inhâ |
سوای
اینها |
sûbesû |
سوبسو |
sevvom, sovvom, sevom, seom |
سوم |
sevvomî, sovvomî, sevomî |
سومی |
sevomîn, sevvomîn, sovvomîn |
سومین |
sûy |
سوی |
sî |
سی |
siyyânen |
سیتانا
ً |
siyom,
siyyom |
سیوم |
şâm |
شام |
şâm u seher |
شام
و سحر |
şâm u subh |
شام
و صبح |
şe’n |
شأن |
şâyed |
شاید |
şeb |
شب |
şeb eb şeb |
شب
به شب |
şeb tâ be seher |
شب
تا به سحر |
şeb tâ be sabâh |
شب
تا به صباح |
şeb tâ rûz |
شب
تا روز |
şeb u rûz |
شب
و روز |
şeb u nehâr |
شب
و نهار |
şebâne |
شبانه |
şebânerûz |
شبانه
روز |
şebe |
شبه |
şebî |
شبی |
şedîd
|
شدید |
şedîden |
شدیدا
ً |
şeş |
شش |
şeş cihet |
شش جهت |
şeşdâng |
شش
دانگ |
şeşom |
ششم |
şeşomî |
ششمی |
şeşomîn |
ششمین |
şukr-i îzed |
شکر ِ
ایزد |
şukr îzed râ |
شکر
ایزد را |
şukr-i
hodâ |
شکر
خدا |
şukr ki |
شکر
که |
şomâ |
شما |
şomâ râ be hodâ |
شما
را بخدا |
şimâlen |
شمالا
ً |
şemme |
شمه |
şemmeî |
شمه ای |
sâf u pûst kende |
صاف
و پوست کنده |
sâf u sâde |
صاف
و ساده |
subh |
صبح |
subh be subh |
صبح
به صبح |
subh u şâm |
صبح و شام |
subh u mesâ |
صبح و مسا |
sobhdem |
صبحدم |
sobhgâh |
صبحگاه |
sad der sad |
صد در صد |
sirf |
صرف |
sarf-i nazar |
صرف ِ نظر |
sirfen |
صرفا ً |
sûret be sûret |
صورت
به صورت |
sûreten |
صورتا ً |
zid |
ضد |
zimn |
ضمن |
zimn-i inki |
ضمن ِ
اینکه |
zimnen |
ضمنا
ً |
zimnî |
ضمنی |
zamîmeten |
ضمیمهً |
tab’en |
طبعا
ً |
tıbk-i |
طبق
ِ |
tibk-i ma’mûl |
طبق
ِ معمول |
tabî’eten |
طبیعهً |
tabî’î |
طبیعی |
tarz |
طرز |
taraf |
طرف |
taraf-i zohr |
طرف
ِ ظهر |
tarîk |
طریق |
tarîk-i âhar |
طریق
ِ آخر |
tovr-i dîgerî |
طور ِ
دیگری |
tovrî |
طوری |
tovrî ki |
طوری
که |
tov’en |
طوعا
ً |
tov’en em kerhen |
طوعا
ً ام کرها ً |
tav’an ve kerhen |
طوعا
ً و کرها ً |
tov’en ve kerhen |
طوعا
ً و کرها ً |
tov’î |
طوعی |
tûl
|
طول |
tûl nekeşîd ki |
طول
نکشید که |
tûlen |
طولا
ً |
tûlî nekeşîd ki |
طولی
نکشید که |
tûlî nekeşîde |
طولی
نکشیده |
teyy |
طی |
zâhir |
ظاهر |
zâhiren |
ظاهرا
ً |
zohr |
ظهر |
âcilen |
عاجلا
ً |
âkıbet |
عاقبت |
âkibet-i kâr |
عاقبت ِ
کار |
âkibetul’emr |
عاقبه
الامر |
asr |
عصر |
asr-i teng |
عصر ِ تنگ |
asrî |
عصری |
akab |
عقب |
ilâveten |
علاوه
ً |
ilâve ber |
علاوه
بر |
ilâve ber an |
علاوه
بر آن |
ilâve ber anki |
علاوه بر
آنکه |
ilâve ber in |
علاوه
بر این |
ilâve ber inki |
علاوه
بر اینکه |
illet |
علت |
alenen |
علنا
ً |
alelittifâk |
علی
الاتفاق |
alelicmâ’ |
علی
الاجماع |
alelicmâl |
علی
الاجمال |
alelistimrâr |
علی
الاستمرار |
aleliştirâk |
علی
الاشتراک |
alelusûl |
علی
الاصول |
alelitlâk |
علی
الاطلاق |
alelekser |
علی
الاکثر |
alelinfirâd |
علی
الانفراد |
alelbedel |
علی
البدل |
alettahkîk |
علی
التحقیق |
alettahsîs |
علی
التخصیص |
alettahmîn |
علی
التخمین |
alettedrîc |
علی
التدریج |
alettertîb |
علی
الترتیب |
alettesâvî |
علی
التساوی |
aletteâkub |
علی
التعاقب |
aletta’cîl |
علی
التعجیل |
aletta’yîn |
علی
التعیین |
alettafsîl |
علی
التفصیل |
alettemâm |
علی
التمام |
alettenâvub |
علی
التناوب |
alettevâlî |
علی
التوالی |
alelcumle |
علی
الجمله |
alelhâl |
علی
الحال |
alelhisâb |
علی
الحساب |
alelhusûs |
علی
الخصوص |
alelhusûs |
علی
الخصوص |
aledderecât |
علی
الدرجات |
aleddevâm |
علی
الدوام |
alesseher |
علی
السحر |
alesseviyye |
علی
السویه |
alessabâh |
علی
الصباح |
alezzâhir |
علی
الظاهر |
alelâde |
علی
العاده |
alelacâib |
علی
العجائب |
alelgafle |
علی
الغفله |
alelfevr |
علی
الفور |
alâeyyihâl |
علی
ای حال |
alâhide |
علی
حده |
âlâ hîni
gafletin |
علی
حین غفلهٍ |
alâ ragmi |
علی
رغم ِ |
alâ ragmi inki |
علی
رغم ِ اینکه |
alâ ragm-i inki |
علی رغم ِ
اینکه |
alâ ragmi’l-adû |
علی
رغم العدو |
alâ ragm-i heme çîz |
علی
رغم همه
چیز |
alâ rivâyetin |
علی
روایهٍ |
alâ tarîkilicmâl |
علی
طریق
الاجمال |
alâ tarîkilistişhâd |
علی طریق
الاستشهاد |
alâ tarîkişşahâde |
علی
طریق
الشهاده |
alâ tarîkilkıyâs |
علی
طریق القیاس |
alâ tarîkilmünâvebe |
علی
طریق
المناوبه |
alâ kaderin |
علی
قدر |
alâ kadrilistitâ’a |
علی
قدر
الاستطاعه |
alâ kadrilimkân |
علی
قدر الامکان |
alâ kadrittâka |
علی
قدر الطاقه |
alâ kavli |
علی
قول |
alâ kulli hâl |
علی
کل حال |
alâ merâtibihim |
علی
مراتبهم |
alâ meleinnâs |
علی ملأ
الناس |
alâ vechilicmâl |
علی وجه
الاجمال |
alâ vechilihtisâr |
علی
وجه
الاختصار |
alâ vechittafsîl |
علی
وجه التفصیل |
alâ vefki |
علی
وفق |
alâ vefkilmurâd |
علی
وفق المراد |
alâ vefkilmatlûb |
علی
وفق المطلوب |
amden |
عمدا
ً |
amelen |
عملا
ً |
an |
عن |
an asl |
عن
اصل |
an ekall |
عن
اقل |
anilgıyâb |
عن
الغیاب |
an cemâ’atin |
عن
جماعهٍ |
an cehlin |
عن
جهل |
an samîmi’l-kalb |
عن
صمیم القلب |
an gıyâbin |
عن غیاب ٍ |
an karîb |
عن
قریب |
an kasdin |
عن
قصد |
unfen |
عنفا ً |
unveten |
عنوهً |
ivez,
evez |
عوض |
ivez-i inki |
عوض
اینکه |
ivezen |
عوضا
ً |
eyn |
عین |
eyn-i |
عین
ِ |
eynen |
عینا ً |
gâlib |
غالب |
gâliben |
غالبا
ً |
gânimen ve sâlimen |
غانما
ً و سالما ً |
gâyet |
غایت |
garazen |
غرضا
ً |
gıyâben |
غیابا
ً |
gayr |
غیر |
gayr-i vâki’ |
غیر ِ
واقع |
gayr-i ihtiyârî |
غیر
اختیاری |
gayr ez |
غیر از |
gayr-i kâbil |
غیر
قابل |
gayruh |
غیره |
gayruhum |
غیرهم |
fâsile |
فاصله |
fâsile be fâsile |
فاصله به
فاصله |
fucâ’eten |
فجاء
هً |
ferâz |
فراز |
ferâz u şîb |
فراز
و شیب |
ferâvân |
فراوان |
ferdâ |
فردا |
ferdâ
şeb |
فردا
شب |
ferdâ-yi
an rûz |
فردای آن
روز |
farzen |
فرضا
ً |
farzen ki |
فرضا
ً که |
furûd |
فرود |
furûd ez |
فرود
از |
fuzûn |
فزون |
fuzûn ez had |
فزون
از حد |
fuzûnter |
فزونتر |
fuzûlen |
فضولا
ً |
fitreten |
فطرهً |
fi’len
|
فعلا
ً |
figân |
فغان |
figân ki |
فغان که |
fekat |
فقط |
fekat ve fekat |
فقط
و فقط |
fikren |
فکرا
ً |
fulân |
فلان |
fulân ibni fulân |
فلان ابن
فلان |
fulân u behmân |
فلان
و بهمان |
fehmî nefehmî |
فهمی
نفهمی |
fevr, fovr |
فور |
fevren,
fovren |
فورا
ً |
filcumle |
فی
الجمله |
filfovr |
فی
الفور |
fi’l-vâki’ |
فی
الواقع |
kâbil |
قابل |
kâdir |
قادر |
kâtıbeten |
قاطبهً |
kâ’ideten |
قاعدهً |
kâlen |
قالا
ً |
kâlen ve kalemen |
قالا
ً و قلما ً |
kabl |
قبل |
kıbel |
قبل |
kabl ez |
قبل
از |
kabl ez an |
قبل
از آن |
kabl ez an ki |
قبل
از آنکه |
kabl ez in |
قبل
از این |
kabl ez in ki |
قبل
از این که |
kabl ez zevâl |
قبل
از زوال |
kabl ez zohr |
قبل
از ظهر |
kablezzevâl |
قبل
الزوال |
kablen |
قبلا
ً |
kablî |
قبلی |
kadrî |
قدری |
kadrî
hem |
قدری
هم |
kadîmen |
قدیما
ً |
kadîmîhâ |
قدیمی
ها |
karâr |
قرار |
karâr
est |
قرار
است |
karâr bûd |
قرار بود |
kurb |
قرب |
kurb u bu’d |
قرب و بعد |
karîb |
قریب |
karîb-i hakîkat |
قریب
ِ حقیقت |
kısm |
قسم |
kısm-i a’zam |
قسم ِ
اعظم |
kısm-i tâm |
قسم
ِ تام |
kısm-i ulyâ |
قسم
ِ علیا |
kısm-i kullî |
قسم
ِ کلّی |
kısm-i mutebâkî |
قسم
متباقی |
kısmen |
قسما
ً |
kazâ râ |
قضا
را |
kat’-i nazar ez |
قطع
ِ نظر از |
kat’en |
قطعا
ً |
kat’en ve kâtıbeten |
قطعا
ً و قاطبهً |
kalîl |
قلیل |
kalîl u kesîr |
قلیل
و کثیر |
kalîlen |
قلیلا
ً |
kıyâsen |
قیاسا
ً |
kâş |
کاش |
kâşâ |
کاشا |
kâffe |
کافه |
kâffeten |
کافهً |
kâfî |
کافی |
kâmil |
کامل |
kâmilen |
کاملا
ً |
kan |
کان |
kancâ |
کانجا |
kançunan |
کانچنان |
kender |
کاندر |
kenderin |
کاندرین |
kankes |
کانکس |
key |
کای |
kocâ |
کجا |
kodâm |
کدام |
kodâm ez mâ |
کدام
از ما |
kodâm yek |
کدام یک |
kodâm yek ez şomâ |
کدام
یک از شما |
kodâmîn |
کدامین |
kirâ |
کرا |
kirâr |
کرار |
kirâren |
کرارا
ً |
kirâren mirâr |
کرارا
ً مرار |
kerân tâ kerân |
کران
تا کران |
kerân |
کرانه |
kerâne |
کرانه |
kerhen |
کرها ً |
kez |
کز |
kezan |
کزان |
kezû |
کزو |
kezin |
کزین |
kes |
کس |
kesân |
کسان |
kesânî |
کسانی |
kesânî
ki |
کسانی
که |
kesî |
کسی |
keş |
کش |
kollen
|
کلا
ً |
kulluhu |
کله |
kelle-i seher |
کلهء
سحر |
kollî |
کلی |
kolliyyen |
کلیا
ً |
kolliyye |
کلیه |
kem |
کم |
kem |
کم |
kem ez an ki |
کم
از آنکه |
kembîş |
کم بیش |
kem mânde bûd |
کم
مانده بود |
kem u bîş |
کم
و بیش |
kem u kâst |
کم و کاست |
kemâ |
کما |
kemâ inki |
کما
اینکه |
kemâ filevvel |
کما
فی الاول |
kemâ fissâbık |
کما
فی السابق |
kemâ kâne |
کما
کان |
kemâ huve |
کما
هو |
kemâ huverresm |
کما
هو الرسم |
kemâ huvelmu’tâd |
کما
هو المعتاد |
kemâ huvelvâki’ |
کما
هوا الواقع |
kemâ hiye, kemâhî |
کما
هی |
kemâ hiye hakkihâ |
کما
هی حقها |
kemâ yenbagî |
کما
ینبغی |
kemâl |
کمال |
kemâl-i |
کمال
ِ |
kemter |
کمتر |
kemterîn |
کمترین |
kemî dûrter |
کمی
دورتر |
kenâr,
kinâr |
کنار |
kenâr-i
hem |
کنار
هم |
kender |
کندر |
kunûn |
کنون |
kunûnî |
کنونی |
ki, ke |
که |
kih |
که |
ki intovr |
که
اینطور |
kih u mih |
که
و مه |
kohne |
کهنه |
kihîn |
کهین |
kû |
کو |
kû |
کو |
k’iy |
کی |
key |
کی |
ki |
کی |
kiyân |
کیان |
keyfen |
کیفا
ً |
kin |
کین |
kinçonin |
کینچنین |
gâh |
گاه |
gâh ez gâh |
گاه از
گاه |
gâh be gâh |
گاه
به گاه |
gâh gâh |
گاه
گاه |
gâh u bîgâh |
گاه
و بی گاه |
gâh u nâgâh |
گاه و
ناگاه |
gâhgâhî |
گاهگاهی |
gâhî |
گاهی |
gâhî ovkât |
گاهی
اوقات |
gâhî ki |
گاهی
که |
gâhî vakthâ |
گاهی
وقت ها |
gozeşte
|
گذشته |
gozeşte ez |
گذشته از |
gozeşte ez an |
گذشته
از آن |
gozeşte ez in ki |
گذشته
از اینکه |
ger |
گر |
gerzank |
گر
زانک |
ger zan ki |
گر
زانکه |
ger…ver |
گرور |
gerç |
گرچ |
gerçi |
گرچه |
gird |
گرد |
gird ber gird |
گرد بر
گرد |
geh |
گه |
geh u bîgeh |
گه
و بی گه |
geh u bîgâh |
گه و
بیگاه |
gehî… gâh |
گهی
گاه |
gû in ki |
گو
اینکه |
gûyâ |
گویا |
gûyâ ki |
گویا
که |
gûî ki |
گوئی
که |
gû’iyâ |
گوئیا |
lâşey’ |
لا
شیء |
lâtâ’il |
لا
طائل |
lâyuhsâ |
لا یحصی |
lâyenkati’ |
لا
ینقطع |
lâbelâ |
لابلا |
lâcerem |
لاجرم |
lâzim |
لازم |
lây |
لای |
leb |
لب |
lehtî |
لختی |
ledelihtiyâc |
لدی
الاحتیاج |
ledeliktizâ |
لدی
الاقتضا |
ledelimkân |
لدی
الامکان |
ledelhâce |
لدی
الحاجه |
luzûmen |
لزوما ً |
ligâyeti |
لغایت
ِ |
ligarazin |
لغرض
ٍ |
lafzen |
لفظا
ً |
lîk |
لیک |
lîken |
لیکن |
leylen |
لیلا
ً |
mâmezâ |
ما
مضی |
mânâ |
مانا |
mânend |
مانند |
mânend-i |
مانند ِ |
mânend-i ma’mûl |
مانند
ِ معمول |
mânend-i bedîhî-i
ûlâ |
مانند
بدیهیء اولی |
mâyil |
مایل |
mâyil
be |
مایل به |
mebsûten |
مبسوطا
ً |
meblag |
مبلغ |
mebnî |
مبنی |
mebnî ber |
مبنی
بر |
mebnî ber inki |
مبنی
بر اینکه |
mute’essifâne |
متأسفانه |
mutetâbi’an |
متتابعا
ً |
mutecâviz |
متجاوز |
mutederricen |
متدرجا
ً |
muttesil |
متصل |
muttesilen |
متصلا ً |
mute’âkib |
متعاقب |
muteâkib-i an |
متعاقب
ِ آن |
muteâkiben |
متعاقبا
ً |
muteaddid |
متعدد |
mute’addide |
متعدده |
muteallik
|
متعلق |
muteallik be |
متعلق
به |
muteammiden |
متعمدا
ً |
mutefâvit |
متفاوت |
mutekâbil |
متقابل |
mutekâbilen |
متقابلا
ً |
mutenâvib |
متناوب |
mutenâviben |
متناوبا
ً |
mutevâziyen |
متوازیا
ً |
muteveccihen |
متوجها
ً |
mesâbe |
مثابه |
misâl |
مثال |
misâl-i |
مثال ِ |
misl |
مثل |
misl-i
anki |
مثل
ِ آنکه |
misl-i inki |
مثل ِ
اینکه |
misl-i hemîşe |
مثل
ِ همیشه |
misl-i în est ki |
مثل
این است که |
misl-i in bûd ki |
مثل
این بود که |
meselen |
مثلا
ً |
mecbûren |
مجبورا
ً |
muctemi’an |
مجتمعا
ً |
muceddeden |
مجددا
ً |
mucmel |
مجمل |
mucmelen |
مجملا
ً |
mecmû’ |
مجموع |
mecmû’en |
مجموعا ً |
muhâl |
محال |
muhtemel |
محتمل |
muhtemelen |
محتملا ً |
mahz |
محض |
mahzâ |
محضا |
mahzen |
محضا
ً |
muhakkaken |
محققا
ً |
mohkem |
محکم |
muhtess |
مختص |
muhtess-i hod |
مختص
ِخود |
muhtassan |
مختصا ً |
muhteser |
مختصر |
muhteser anki |
مختصر
آنکه |
muhteseren |
مختصرا ً |
muhtelif |
مختلف |
mahsûsen |
مخصوصا
ً |
mahfî |
مخفی |
mahfiyyen |
مخفیا
ً |
mahfiyâne |
مخفیانه |
mudâvim |
مداوم |
muddet-i medîd |
مدت
مدید |
muddet-i medîdîst |
مدت
مدیدی است |
medîd |
مدید |
mer |
مر |
merrât |
مرات |
merâtib |
مراتب |
mirâr |
مرار |
mirâren |
مرارا
ً |
mirâren ve kirâren |
مرارا
ً و کرارا ً |
merbût |
مربوط |
merbût be |
مربوط
به |
merbûten |
مربوطا
ً |
merreten ba’de uhrâ |
مرۃ
بعد اخری |
muretteb |
مرتب |
muretteben |
مرتبا
ً |
mertebe |
مرتبه |
merkûm |
مرقوم |
murûr |
مرور |
mezbûr |
مزبور |
mustakil |
مستقل |
mustakillen |
مستقلا
ً |
mustakîm |
مستقیم |
mustakîmen |
مستقیما
ً |
mustemir |
مستمر |
mustemirren |
مستمرا ً |
mustenid
|
مستند |
musteniden
|
مستندا
ً |
musellem |
مسلم |
musellemen |
مسلما
ً |
muşterek |
مشترک |
muştereken |
مشترکا
ً |
muşrif |
مشرف |
muşrif be |
مشرف
به |
meşrûh |
مشروح |
meşrûhen |
مشروحا
ً |
meşrût |
مشروط |
meşrût ber inki |
مشروط
بر اینکه |
meşrûten |
مشروطا ً |
musârahatan |
مصارحهً |
musirren |
مصرّاً |
muserrahan |
مصرحا
ً |
mutarriden |
مطردا
ً |
mutlakan |
مطلقاً |
ma’an |
معا
ً |
mukâbele |
مقابله |
mukâbeleten |
مقابلهً |
mukâbele-i bilmisl |
مقابلهء
بالمثل |
mikdâr |
مقدار |
mikdâr-i kâfî |
مقدار
ِ کافی |
mukaddem |
مقدم |
mukaddem ber |
مقدم
بر |
mukaddemâ |
مقدما |
makdûr |
مقدور |
makrûn |
مقرون |
maksad |
مقصد |
mikyâs |
مقیاس |
mukerrer |
مکرر |
mukerrer der mukerrer |
مکرر
در مکرر |
mukerreren |
مکررا
ً |
meger |
مگر |
meger
anki |
مگر آنکه |
meger inki |
مگر
اینکه |
meger ne |
مگر
نه |
meger ne çonîn (est,
bûd) ki
|
مگر
نه چنین (است ،
بود) که |
melâ |
ملا |
min |
من |
min ecli |
من
اجل |
min ecli zâlike |
من
اجل ذلک |
min ahadin |
من
احد |
min… ilâ |
من
الی |
min evvel ilâ âhir |
من
اول الی آخر |
min evveli yevmin |
من اول
یوم |
min eyyi şey’in |
من أی شیء |
min ba’d |
من
بعد |
min ba’di zâlik |
من
بعد ذلک |
min ba’dihi |
من
بعده |
min cihetin |
من
جههٍ |
min haysilmecmû’ |
من
حیث المجموع |
min hafiyyin |
من
خفیٍ |
min hilâfin |
من
خلاف ٍ |
min duburin |
من
دبر ٍ |
min dûni |
من
دون ِ |
min dûnillâh |
من
دون الله |
min dûni zâlike |
من
دون ذلک |
min zâlike |
من
ذلک |
min şey’ |
من
شیء |
min tarfin |
من
طرف |
min tarafillah |
من
طرف الله |
min gayri |
من
غیر |
min fevr |
من
فور |
min kablu |
من
قبل |
min kıbeli |
من
قبل |
min kubulin |
من
قبل |
min kıbeli |
من قبل ِ |
min kabli hâzâ |
من
قبل هذا |
min kablihi |
من
قبله |
min karîb |
من
قریب |
min kullilcevânib |
من کل
الجوانب |
min kulli mekânin |
من
کل مکان |
min vechin |
من
وجه ٍ |
min verâin |
من
وراء |
munâvebeten |
مناوبهً |
muntazaman |
منتظما ً |
munhasiren |
منحصرا
ً |
menzûr |
منظور |
munferiden |
منفردا
ً |
munfasilen |
منفصلا
ً |
muvekkat |
موقت |
muvekkaten |
موقتا
ً |
mevki’,
movki’ |
موقعی |
movki’î ki |
موقعی که |
miyân |
میان |
der miyân-i râh |
میان
ِ راه |
nâbehengâm |
نا
بهنگام |
nâbevakt |
نا
بوقت |
nâhengâm |
نا
هنگام |
nâvakt |
نا
وقت |
nâbegâh |
نابگاه |
nâdiren |
نادرا
ً |
nâgâh |
ناگاه |
nâgâhî |
ناگاهی |
nâgeh |
ناگه |
nâgehân |
ناگهان |
nâgehâne |
ناگهانه |
nâgehânî |
ناگهانی |
nâgehî |
ناگهی |
netîceten |
نتیجهً |
nezd |
نزد |
nezdîk |
نزدیک |
nezdîk
bûd |
نزدیک
بود |
nezdîk-i zohr |
نزدیک
ظهر |
nisbet |
نسبت |
nisbet be |
نسبت
به |
nisbeten |
نسبهً |
nazaren |
نظرا
ً |
nazargâh |
نظرگاه |
nazîr |
نظیر |
nefes |
نفس |
naklen |
نقلا ً |
nek |
نک |
nekoned |
نکند |
ne |
نه |
ne inki |
نه
اینکه |
ne tenhâ |
نه
تنها |
ne tenhâ…belki hettâ |
نه
تنها بلکه
حتی |
ne
tenhâ, …nîz |
نه تنها ،
نیز |
ne tenhâ, hettâ |
نه
تنها ، حتی |
ne
tenhâ, … belki |
نه
تنها بلکه |
ne fakat |
نه فقط |
ne fakat, …belki |
نه
فقط ، بلکه |
ne fakat, hettâ |
نه
فقط ، حتی |
ne fakat, nîz |
نه
فقط ، نیز |
ne fekat…belki |
نه
فقطبلکه |
ne ki |
نه
که |
ne ne inki |
نه نه
اینکه |
ne…ne |
نهنه |
nehâren |
نهارا
ً |
nev, nov |
نو |
nevbet,
novbet |
نوبت |
nevbe, novbe |
نوبه |
nev’an |
نوعا
ً |
nev’anmâ |
نوعا
ً ما |
nîz |
نیز |
nîz hem |
نیز
هم |
hân |
هان |
hân tâ |
هان تا |
hân
u hân |
هان و هان |
hân u hîn |
هان
و هین |
hây |
های |
her |
هر |
her… î ki |
هر ی که |
her ez çendî |
هر از
چندی |
her
ân |
هر
آن |
her an kocâ |
هر
آن کجا |
her anki |
هر آنکه |
her angeh |
هر
آنگه |
herâyine |
هر
آینه |
herâyîne |
هر
آیینه |
her
câ |
هر
جا |
hercûr |
هر
جور |
her çîz |
هر
چیز |
her çîz be cây-i
hod |
هر
چیز بجای خود |
her der |
هر
در |
her dest |
هر دست |
her dem |
هر
دم |
her dem |
هر
دم |
her dem u sâ’et |
هر
دم و ساعت |
her demî |
هر
دمی |
her do |
هر
دو |
her do an |
هر
دو آن |
her rûz |
هر
روز |
her zemân |
هر زمان |
her sâl |
هر
سال |
hersâle |
هر
ساله |
her
sû |
هر
سو |
her taraf |
هر طرف |
her tovr |
هر
طور |
her tovr bûd |
هر
طور بود |
her tovrîst |
هر
طوری است |
her kadr ki |
هر
قدر که |
her kadr… heman kadr |
هر قدر
همان قدر |
her kocâ |
هر
کجا |
her kodâm |
هر
کدام |
her kodâm ez şomâ |
هر
کدام از شما |
her kes |
هر
کس |
her kes her kes |
هر
کس هر کس |
herkesî |
هر کسی |
her kesî k’û |
هر
کسی کاو |
her ki |
هر
که |
herkû |
هر
کو |
her gâh |
هر
گاه |
her gâhî |
هر
گاهی |
her geh |
هر
گه |
her geh ki |
هر گه که |
hergûn |
هر
گون |
hergûne |
هر
گونه |
her lahze |
هر
لحظه |
her ne |
هر
نه |
her nov’ |
هر
نوع |
her vakt |
هر وقت |
her yek |
هر
یک |
herç |
هرچ |
herçikadr |
هرچقدر |
herçend |
هرچند |
herçend
ki |
هرچند
که |
herçend
hem ki |
هرچند
هم که |
herçi
|
هرچه |
herçi bâdâ
bâd |
هرچه
بادا باد |
herçi bâdâ
bâdâ |
هرچه
بادا بادا |
herçi bûd |
هرچه
بود |
herçi bîşter |
هرچه
بیشتر |
herçi temâmter |
هرچه
تمامتر |
herçi zûdter |
هرچه
زودتر |
herçi nebâşed |
هرچه
نباشد |
herçi…ter |
هرچهتر |
herk |
هرک |
herk û |
هرک
او |
hergiz |
هرگز |
hezâr
bâr |
هزار
بار |
hest u nîst |
هست
و نیست |
hefteî |
هفته
ای |
hem |
هم |
hemdûş |
هم دوش |
hemredîf |
هم ردیف |
hemzemân |
هم
زمان |
hemzemân
bâ |
هم
زمان با |
hemmânend |
هم
مانند |
hem nîz |
هم
نیز |
hemân |
همان |
hemân hemân |
همان همان |
hemân
dem |
همان
دم |
hemân
rûz |
همان روز |
hemân zemân |
همان
زمان |
hemân sâ’et |
همان
ساعت |
hemansanki |
همان
سان که |
heman
şeb |
همان
شب |
hemangûneki |
همان
گونه که |
heman
vakt |
همان
وقت |
hemânâ |
همانا |
hemâncâ |
همانجا |
hemancâki |
همانجا
که |
hemâncûr |
همانجور |
hemâncûrî ki |
همانجوری
که |
hemântovr |
همانطور |
hemântovr
ki |
همانطور
که |
hemântovrî
ki |
همانطوری
که |
hemankadr
ki |
همانقدر
که |
hemângâh |
همانگاه |
hemânend |
همانند |
hemçonân,
hemçenân |
همچنان |
hemçonânki,
hemçenânki |
همچنانکه |
hemçonânî |
همچنانی |
hemçend-i |
همچند
ِ |
hemçendân |
همچندان |
hemçonîn,
hemçenîn |
همچنین |
hemçe |
همچه |
hemçu |
همچو |
hemçon |
همچون |
hemçîn |
همچین |
hemdiger |
همدگر |
hemdîger |
همدیگر |
hemrâh |
همراه |
hemegân |
همگان |
hemegânî |
همگانی |
hemgonân |
همگنان |
hemegî |
همگی |
hemgîn |
همگین |
heme |
همه |
heme’eş |
همه
اش |
heme câ |
همه
جا |
heme cânib |
همه
جانب |
heme cânibe |
همه
جانبه |
hemecûr |
همه
جور |
heme
çîz |
همه
چیز |
heme rûz |
همه
روز |
heme rûze |
همه
روزه |
heme sâle |
همه
ساله |
heme kes |
همه
کس |
hemvâr |
هموار |
hemvâre |
همواره |
hemî |
همی |
hemîdûn |
همیدون |
hemîş |
همیش |
hemîşegî |
همیشگی |
hemîşe |
همیشه |
hemîşe
hemintovr |
همیشه
همینطور |
hemîşe-i Hodâ |
همیشهء
خدا |
hemîn |
همین |
hemin el’ân |
همین
الآن |
hemincûrî |
همین
جوری |
hemin
hâlâ |
همین
حالا |
hemin rûzhâ |
همین
روزها |
hemîn sâ’et |
همین
ساعت |
hemin ferdâ |
همین
فردا |
heminkadr |
همین
قدر |
heminkadrki |
همین
قدر که |
heminki |
همین
که |
der hemin
lehze |
همین
لحظه |
hemîn
ubes |
همین
و بس |
hemîn u hemân |
همین
و همان |
heminyek |
همین
یک |
hemincâ |
همینجا |
hemintovr |
همینطور |
hemintovr
ki |
همینطور
که |
hengâm |
هنگام |
hengâm-i zohr |
هنگام
ِ ظهر |
hengâm-i
âfitâbnişîn |
هنگام
آفتاب نشین |
hengâmî
ki |
هنگامی
که |
henûz |
هنوز |
henûz ki henûz est |
هنوز
که هنوز است |
henûz
hem
|
هنوز
هم |
hîç |
هیچ |
hîç câ |
هیچ جا |
hîç
çîz |
هیچ
چیز |
hîç kodâm |
هیچ
کدام |
hîç kodâm ez
şomâ |
هیچ
کدام از شما |
hîç kes |
هیچ
کس |
hîç
gûne |
هیچ
گونه |
hîç
vakt |
هیچ
وقت |
hîç
yek |
هیچ
یک |
hîç
gâh |
هیچگاه |
hişki |
هیشکی |
hîn |
هین |
hîn u hîn |
هین
و هین |
heyhât |
هیهات |
heyhât
ki |
هیهات
که |
ve ilâ
mâşâ’allâh |
و
الی ماشاء
الله |
vebes |
و
بس |
veba’du |
و
بعد |
vehâl
an ki |
و حال
آنکه |
vehelummecerâ |
و هلم جری |
vâbeste |
وابسته |
vâbeste be |
وابسته
به |
vâpes |
واپس |
vâpes-i |
واپس
ِ |
vâpesî |
واپسی |
vâpesîn |
واپسین |
vâcib |
واجب |
vâhid |
واحد |
vâhiden |
واحدا
ً |
vâhiden ba’de
vâhidin |
واحدا
ً بعد واحد |
vâheyfâ |
واحیفا |
vâreste |
وارسته |
vâsite |
واسطه |
vâse-i |
واسهء |
vase-i
çi
|
واسهء
چه |
vâzihen |
واضحا
ً |
vâfiren |
وافرا
ً |
vâki’ |
واقع |
vâki’ der |
واقع
در |
vâki’en |
واقعا
ً |
van |
وان |
vançi |
وانچه |
vender |
واندر |
venderân |
واندران |
vankû |
وانکو |
vangâh |
وانگاه |
vangeh |
وانگه |
vangehân |
وانگهان |
vangehânî |
وانگهانی |
vangehî |
وانگهی |
vây |
وای |
vây tu |
وای
تو |
vech |
وجه |
vech-i ahsen |
وجه
ِ احسن |
vech-i âhar |
وجه ِ آخر |
vechen |
وجها
ً |
vechen minelvucûh |
وجها
ً من الوجوه |
ver |
ور |
ver |
ور |
verâ |
ورا |
verâ’ |
وراء |
verne |
ورنه |
vernî |
ورنی |
vez |
وز |
vezanpes |
وز آن پس |
vezan |
وزان |
veset |
وسط |
vesîle |
وسیله |
vaz’en |
وضعا
ً |
vazîh |
وضیح |
vazîha |
وضیحه |
vegayre, vegayruhu |
وغیره |
vegayruhâ |
وغیرها |
vegayruhum |
وغیرهم |
vegayruhumâ |
وغیرهما |
vakt |
وقت |
vakt-i dîger |
وقت
ِ دیگر |
vakt-i seher |
وقت
ِ سحر |
vakt-i sobh |
وقت ِ صبح |
vakt-i zohr |
وقت
ِ ظهر |
vakt-i asr |
وقت
ِ عصر |
vakt-i gurûb |
وقت
ِ غروب |
vakt be vakt |
وقت به
وقت |
vakt-i zevâl |
وقت
زوال |
vakt u bîvakt |
وقت
و بی وقت |
vakten |
وقتا
ً |
vakten mine’l-evkât |
وقتا ً من
الاوقات |
vakthâ |
وقتها |
vaktî |
وقتی |
vaktîki |
وقتی که |
veger |
وگر |
vegerne |
وگرنه |
vegernî |
وگرنی |
velev |
ولو |
velev anki |
ولو
آنکه |
velev
inki |
ولو
اینکه |
velevki |
ولو
که |
velî |
ولی |
velîk |
ولیک |
velîken |
ولیکن |
veh |
وه |
veh ki |
وه
که |
vehle |
وهله |
vehle-i ûlâ |
وهلهء
اولی |
vehem |
وهم |
vey |
وی |
vey |
وی |
yâ |
یا |
yâ esefâ |
یا اسفا |
ya ânki |
یا
آنکه |
yâ eyyuhâ |
یا ایها |
yâ buşrâ |
یا
بشری |
yâ hasreten |
یا
حسرة |
yâ hasretenâ |
یا
حسرتنا |
yâ Hayy |
یا
حی |
yâ sabr |
یا
صبر |
yâ veyletâ |
یا
ویلتا |
yâ veyletenâ |
یا
ویلتنا |
yâ veyletî |
یا
ویلتی |
yâ veylenâ |
یا
ویلنا |
yeden biyed(in) |
یدا
ً بید ٍ |
yakînen |
یقینا
ً |
yek |
یک |
yek bâr |
یک
بار |
yek bâr-i dîger |
یک
بار دیگر |
yekbâregî |
یک
بارگی |
yek bend |
یک
بند |
yek be yek |
یک
به یک |
yek pâ |
یک
پا |
yek tene |
یک
تنه |
yek cihet |
یک
جهت |
yek cûr |
یک
جور |
yekcûrî |
یک
جوری |
yek çend |
یک
چند |
yek çendî |
یک
چندی |
yek horde |
یک
خرده |
yek dâne |
یک
دانه |
yek def’e |
یک
دفعه |
yek dem |
یک
دم |
yekdeme
|
یک
دمه |
yek dunyâ |
یک
دنیا |
yek râst |
یک
راست |
yek rûz der miyân |
یک
روز در میان |
yekrûze |
یک
روزه |
yek
sâ’et |
یک
ساعت |
yek sâl |
یک
سال |
yeksâle |
یک
ساله |
yekser |
یک
سر |
yek sû |
یک
سو |
yekşebe |
یک
شبه |
yek şemme |
یک
شمه |
yek kar |
یک
قر |
yek kodâm |
یک
کدام |
yek kodâmişan |
یک
کدامشان |
yek kurûr |
یک
کرور |
yek lehze |
یک
لحظه |
yek lehzeî |
یک
لحظه ای |
yek lehze
pîş |
یک
لحظه پیش |
yek leht |
یک
لخت |
yek mertebe |
یک
مرتبه |
yeknesak |
یک
نسق |
yek nişest |
یک
نشست |
yek nefes |
یک
نفس |
yeknevâht |
یک
نواخت |
yekneverd |
یک
نورد |
yekhev |
یک
هو |
yek vucûd |
یک
وجود |
yekver |
یک
ور |
yek vakt |
یک
وقت |
yek yek |
یک
یک |
yekbâre |
یکباره |
yektâ |
یکتا |
yek câ |
یکجا |
yekdiger |
یکدگر |
yekdîger |
یکدیگر |
yekrîz |
یکریز |
yeksân |
یکسان |
yeksûne |
یکسونه |
yekî |
یکی |
yekî e |
یکی
از |
yekî pes ez dîgerî |
یکی
پس از دیگری |
yekî der miyâ |
یکی
در میان |
yekî dîge |
یکی
دیگر |
yekî yekî |
یکی
یکی |
yegân |
یگان |
yegân yegân |
یگان
یگان |
yegâne |
یگانه |
|
|
LATİN HARFLİ ALFABETİK LİSTE |
|
âcilen |
عاجلا
ً |
agleb |
اغلب |
agleben |
اغلبا
ً |
agleb-i ihtimâl |
اغلب
احتمال |
agleb-i ovkât |
اغلب
ِ اوقات |
ahadî |
احدی |
âher |
آخر |
ahîr |
اخیر |
âhir |
آخر |
âhir çi? |
آخر چه |
ahîren |
اخیرا
ً |
âhireş |
آخرش |
âhir-i kâr |
آخر ِ کار |
âhirîn |
آخرین |
âhirînbâr |
آخرین
بار |
ahsen |
احسن |
akab |
عقب |
âkıbet |
عاقبت |
âkibet-i kâr |
عاقبت ِ
کار |
âkibetul’emr |
عاقبه
الامر |
akselgâye |
اقصی
الغایه |
âlâ hîni
gafletin |
علی
حین غفلهٍ |
alâ kaderin |
علی
قدر |
alâ kadrilimkân |
علی
قدر الامکان |
alâ kadrilistitâ’a |
علی
قدر
الاستطاعه |
alâ kadrittâka |
علی
قدر الطاقه |
alâ kavli |
علی
قول |
alâ kulli hâl |
علی
کل حال |
alâ meleinnâs |
علی ملأ
الناس |
alâ merâtibihim |
علی
مراتبهم |
alâ ragmi |
علی
رغم ِ |
alâ ragm-i heme çîz |
علی
رغم همه
چیز |
alâ ragmi inki |
علی
رغم ِ اینکه |
alâ ragm-i inki |
علی رغم ِ
اینکه |
alâ ragmi’l-adû |
علی
رغم العدو |
alâ rivâyetin |
علی
روایهٍ |
alâ tarîkilicmâl |
علی
طریق
الاجمال |
alâ tarîkilistişhâd |
علی طریق
الاستشهاد |
alâ tarîkilkıyâs |
علی
طریق القیاس |
alâ tarîkilmünâvebe |
علی
طریق
المناوبه |
alâ tarîkişşahâde |
علی
طریق
الشهاده |
alâ vechilicmâl |
علی وجه
الاجمال |
alâ vechilihtisâr |
علی
وجه
الاختصار |
alâ vechittafsîl |
علی
وجه التفصیل |
alâ vefki |
علی
وفق |
alâ vefkilmatlûb |
علی
وفق المطلوب |
alâ vefkilmurâd |
علی
وفق المراد |
alâeyyihâl |
علی
ای حال |
alâhide |
علی
حده |
aledderecât |
علی
الدرجات |
aleddevâm |
علی
الدوام |
alelacâib |
علی
العجائب |
alelâde |
علی
العاده |
alelbedel |
علی
البدل |
alelcumle |
علی
الجمله |
alelekser |
علی
الاکثر |
alelfevr |
علی
الفور |
alelgafle |
علی
الغفله |
alelhâl |
علی
الحال |
alelhisâb |
علی
الحساب |
alelhusûs |
علی
الخصوص |
alelhusûs |
علی
الخصوص |
alelicmâ’ |
علی
الاجماع |
alelicmâl |
علی
الاجمال |
alelinfirâd |
علی
الانفراد |
alelistimrâr |
علی
الاستمرار |
aleliştirâk |
علی
الاشتراک |
alelitlâk |
علی
الاطلاق |
alelittifâk |
علی
الاتفاق |
alelusûl |
علی
الاصول |
alenen |
علنا
ً |
alessabâh |
علی
الصباح |
alesseher |
علی
السحر |
alesseviyye |
علی
السویه |
aletta’cîl |
علی
التعجیل |
aletta’yîn |
علی
التعیین |
alettafsîl |
علی
التفصیل |
alettahkîk |
علی
التحقیق |
alettahmîn |
علی
التخمین |
alettahsîs |
علی
التخصیص |
aletteâkub |
علی
التعاقب |
alettedrîc |
علی
التدریج |
alettemâm |
علی
التمام |
alettenâvub |
علی
التناوب |
alettertîb |
علی
الترتیب |
alettesâvî |
علی
التساوی |
alettevâlî |
علی
التوالی |
alezzâhir |
علی
الظاهر |
amden |
عمدا
ً |
amelen |
عملا
ً |
an |
عن |
ân |
آن |
an asl |
عن
اصل |
ân be ân |
آن به آن |
an cehlin |
عن
جهل |
an cemâ’atin |
عن
جماعهٍ |
an dem ki |
آن
دم که |
an ekall |
عن
اقل |
an gıyâbin |
عن غیاب ٍ |
an karîb |
عن
قریب |
an kasdin |
عن
قصد |
an nefes |
آن
نفس |
an samîmi’l-kalb |
عن
صمیم القلب |
an tovr |
آن
طور |
an vakt |
آن
وقت |
an vech |
آن
وجه |
ânân |
آنان |
âncâ |
آنجا |
ancâ
ki |
آنجا که |
ancâyî ki |
آنجایی
که |
anç |
آنچ |
ançet |
آنچت |
ançi |
آنچه |
ançiki |
آنچه
که |
ançki |
آنچ که |
ânçonan,
ançenan |
آن چنان |
ançonânî |
آن چنانی |
ançonanki, ançenanki |
آن چنان
که |
andiger |
آن
دگر |
andîger |
آن
دیگر |
andûn |
آندون |
ânen |
آنا ً |
angâh |
آنگاه |
angeh |
آنگه |
angehem |
آنگهم |
angehî |
آنگهی |
angehki |
آنگه که |
angûn |
آنگون |
angûne |
آنگونه |
anhâ |
آنها |
anhem |
آن
هم |
anhemçiki |
آن
همچه که |
anheme |
آن
همه |
ân-i |
آن ِ |
ânî |
آنی |
ân-i mustakbel |
آن
مستقبل |
ân-i vâhid |
آن ِ واحد |
ânifen |
آنفا
ً |
anilgıyâb |
عن
الغیاب |
ank |
آنک |
ankadr, an kadar |
آنقدر |
ankadrki, an kadar ki |
آنقدر که |
ankes |
آن
کس |
ankes
ki |
آنکس که |
anki |
آنکه |
ankocâ |
آن
کجا |
ankû |
آنکو |
anmovki |
آن
موقع |
anrûz |
آن
روز |
anser |
آن سر |
ansû |
آن
سو |
antovr |
آنطور |
antovrki |
آنطور
که |
anyekî |
آن
یکی |
anzemân |
آن
زمان |
aslen |
اصلا ً |
asr |
عصر |
asrî |
عصری |
asr-i teng |
عصر ِ تنگ |
âverî |
آوری |
âyâ |
آیا |
bâ |
با |
bâ ançi |
با
آنچه |
bâ ançi ki |
با
آنچه که |
bâ anki |
با
آنکه |
bâ hemrâh-i |
با
همراه ِ |
bâ hiyâl-i
âsûde |
با خیال ِ
آسوده |
bâ hiyâl-i inki |
با
خیال ِ اینکه |
bâ ihtimâl-i ziyâd |
با
احتمال ِ
زیاد |
bâ ihtisâb-i |
با
احتساب ِ |
bâ in hâl |
با
این حال |
bâ in heme |
با
این همه |
bâ in ki |
با
اینکه |
bâ in tefâvut ki |
با این
تفاوت که |
bâ in tertîb |
با
این ترتیب |
bâ in vasf |
با
این وصف |
bâ ingûne |
با این
گونه |
bâ istinâd be |
با
استناد به |
bâ işâre be |
با
اشاره به |
bâ kemâl-i |
با کمال ِ |
bâ kemâl-i dikkat |
با
کمال ِ دقت |
bâ kemâl-i meyl |
با
کمال ِ میل |
bâ kemâl-i teaccub |
با
کمال ِ تعجب |
bâ ki |
با
که |
bâ kutr-i |
با
قطر ِ |
bâ maslahat |
با
مصلحت |
bâ şiddet-i |
با
شدت |
bâ tekye ber |
با
تکیه بر |
bâ tekye ber inki |
با
تکیه بر
اینکه |
bâ temâm-i in ehvâl |
با
تمام ِ این
احوال |
bâ temâm-i kuvâ |
با
تمام ِ قوا |
bâ teveccuh be |
با توجه
به |
bâ vasf-i anki |
با وصف ِ
آنکه |
bâ vucûd-i |
با
وجود |
bâ vucûd-i an |
با
وجود ِ آن |
bâ vucûd-i ân ki |
با
وجود ِ آنکه |
bâ vucûd-i in |
با
وجود این |
bâ vucûd-i inki |
با
وجود ِ اینکه |
bâ vucûdî ki |
با
وجودی که |
ba’d |
بعد |
ba’d ez an |
بعد از آن |
ba’d ez anki |
بعد
از آنکه |
ba’d ez çendî |
بعد از
چندی |
ba’d ez çendîn sâl |
بعد
از چندین سال |
ba’d ez hergiz |
بعد
از هرگز |
ba’d ez in |
بعد
از این |
ba’d ez in ki |
بعد
از اینکه |
ba’d ez kemî |
بعد
از کمی |
ba’d ez lehzeî |
بعد
از لحظه ای |
ba’d ez muddetî |
بعد
از مدتی |
ba’d ez muddetî medîd |
بعد
از مدتی مدید |
ba’d ez neved u bûkî |
بعد
از نود و بوقی |
ba’d ez zevâl |
بعد
از زوال |
ba’d ez zohr |
بعد
از ظهر |
ba’de bu’din |
بعد
َ بعد |
ba’de ez |
بعد از |
ba’de harâbi’l-Basra |
بعد خراب
البصره |
ba’de ummetin |
بعد
امه |
ba’de vâhid |
بعد
واحد |
ba’de zemânin |
بعد
زمان |
ba’dehâ |
بعدها |
ba’dehu |
بعده |
ba’delyevm |
بعد
الیوم |
ba’demâ |
بعد ما |
ba’demâ ki |
بعد
ما که |
ba’den |
بعدا
ً |
ba’dezâ |
بعد
ذا |
ba’dezâlik |
بعد
ذلک |
ba’dhem |
بعدهم |
ba’dî |
بعدی |
ba’îdulihtimâl |
بعید
الاحتمال |
ba’îdulvukû’ |
بعید
الوقوع |
ba’zi |
بعض |
ba’zî |
بعضی |
ba’zî mevâki |
بعضی
مواقع |
ba’zî ovkât |
بعضی
اوقات |
bâb |
باب |
bâbet-i |
بابت
ِ |
bagal |
بغل |
bagal dest |
بغلدست |
bagalî |
بغلی |
bâhaş |
باهاش |
bâhem |
باهم |
bâheme-i inki |
با
همهء اینکه |
bâjgûne |
باژگونه |
bakiyye |
بقیه |
bâlâ |
بالا |
bâlâ vu pest |
بالا
و پست |
bâlâ vu zîr |
بالا
و زیر |
bâlâter ez an |
بالاتر
از آن |
bâlâter ez heme |
بالاتر
از همه |
bâlâ-yi ser |
بالای
سر |
bâligen mâ belaga |
بالغا
ً ما بلغ |
bâmdâd |
بامداد |
bâmdâdân |
بامدادن |
bâmdâdî |
بامدادی |
bâmgâh |
بامگاه |
bâmgeh |
بامگه |
bâr |
بار |
bâre |
باره |
bârhâ |
بارها |
bârhâ-yi evvel |
بارهای
اول |
bârî |
باری |
bâr-i dîger |
بار
ِ دیگر |
bâr-i
evvel |
بار ِ
اوّل |
bâşed
ki |
باشد
که |
bâşgûne |
باشگونه |
bâtinen |
باطنا
ً |
bâz |
باز |
bâz anki |
باز آنکه |
bâz dîger |
باز
دیگر |
bâz hem |
بازهم |
bâz pes |
باز
پس |
bâzgûne |
باز
گونه |
bâzpesîn |
باز
پسین |
be |
به |
be âkibet |
به
عاقبت |
be akselgâye |
به
اقصی الغایه |
be akvâ ihtimâl |
به
اقوی احتمال |
be amd |
به
عمد |
be azm-i |
به
عزم ِ |
be behâne-i inki |
به
بهانهء
اینکه |
be besî |
به
بسی |
be bîhûde |
به
بیهوده |
be câ |
به
جا |
be cây-i anki |
به
جای آنکه |
be cây-i hod |
به
جای خود |
be câyi in ki |
به
جای اینکه |
be cenb-i |
به
جنب ِ |
be cihet-i |
به
جهت ِ |
be comlegî |
به
جملگی |
be coz |
به
جز |
be coz ez |
به جز از |
be coz ez anki |
به
جز از آنکه |
be çi âyîn |
به
چه آیین |
be çi delîl |
به
چه دلیل |
be
çi derece |
به چه
درجه |
be çi illet |
به
چه علت |
be çi munâsebet |
به چه مناسبت |
be çi sebeb |
به
چه سبب |
be defe’ât |
به
دفعات |
be delîl-i |
به
دلیل ِ |
be delîl-i anki |
به
دلیل ِ آنکه |
be delîl-i in ki |
به
دلیل ِ اینکه |
be derâzâ-yi |
به
درازای |
be dîger sohen |
به
دیگر سخن |
be donbâl-i |
به دنبال
ِ |
be dorostî |
به
درستی |
be
endâze |
به
اندازه |
be
endâze-i |
به
اندازهء |
be endâze-i kâfî |
به
اندازهء
کافی |
be
endâzeî ki |
به
اندازه ای که |
be ender |
به
اندر |
be enderûn |
به
اندرون |
be fâsile |
به
فاصله |
be ferâgbâl |
به
فراغبال |
be ferâvânî |
به
فراوانی |
be
gâyet |
به
غایت |
be gayr ez |
به
غیر از |
be gayr-i |
به
غیر |
be hadd-i kâfî |
به
حد کافی |
be haddî ki |
به
حدّی که |
be haddî ki |
حدی که |
be hads-i karîb be yakîn |
به
حدس قریب به
یقین |
be hakk-i |
به
حق ِ |
be hâst-i |
به
خواست ِ |
be hâtir-i |
به خاطر ِ |
be hâtir-i inki |
به
خاطر ِ اینکه |
be hays-i |
به
حیث ِ |
be heman
endâze ki |
به
همان اندازه
که |
be heman nisbet |
به
همان نسبت |
be heman tertîb |
به
همان ترتیب |
be hemân
tertîb ki |
به همان
ترتیب که |
be heme-i ebvâb |
به
همهء ابواب |
be hemin cihet |
به
همین جهت |
be hemin
minvâl |
به همین
منوال |
be hemin
sebeb |
به
همین سبب |
be hemin sûret |
به
همین صورت |
be hemin tertîb |
به
همین ترتیب |
be hemîn
zûdîhâ |
به
همین زودیها |
be hemrâh-i |
به
همراه ِ |
be hemrâhî-yi |
به
همراهیء |
be hemsâyegî-i |
به
همسایگیء |
be
hengâm-i |
به
هنگام ِ |
be
her hâl |
به
هر حال |
be her illetî |
به
هر علتی |
be her kıymet |
به
هر قیمت |
be her
nahvî ki |
به
هر نحوی که |
be her rûy |
به
هر روی |
be
her sûret |
به
هر صورت |
be her takdîr |
به هر
تقدیر |
be her tertîbî şode |
به هر
ترتیبی شده |
be hest u nîst |
به
هست و نیست |
be hîç sûret |
به
هیچ صورت |
be hîç vech |
به
هیچ وجه |
be hîçgûne |
به
هیچ گونه |
be hîçrûy |
به
هیچ روی |
be hiyâlet |
به
خیالت |
be hiyâl-i hod |
به
خیال ِ خود |
be hiyâl-i hodeş |
به
خیال ِ خودش |
be hiyâl-i inki |
به
خیال اینکه |
be hiyâl-i vâhî |
به خیال ِ
واهی |
be hokm-i |
به
حکم ِ |
be hokm-i anki |
به
حکم ِ آنکه |
be hûbî |
به خوبی |
be hûbî-yi |
به خوبیء |
be hulûs |
به
خلوص |
be husûs |
به
خصوص |
be ıstılâh |
به
اصطلاح |
be ibâretî |
به
عبارتی |
be
ibâret-i dîger |
به
عبارت ِ دیگر |
be ibâret-i uhrâ |
به
عبارت ِ اخری |
be ihtimâl-i akreb |
به
احتمال ِ
اقرب |
be ihtimâl-i karîb be
yakîn |
به
احتمال ِ
قریب به یقین |
be ihtimâl-i kavî |
به
احتمال ِ قوی |
be ihtimâl-i makrûn be
hakîkat |
به
احتمال ِ
مقرون به
حقیقت |
be ihtimâl-i nezdîk be
yakîn |
به
احتمال ِ
نزدیک به
یقین |
be ihtisâr |
به
اختصار |
be ilâve |
به
علاوه |
be
ilâve -i |
به
علاوهء |
be ilel-i gûnâgûn |
به
علل ِ
گوناگون |
be illet-i |
به علّت ِ |
be illet-i inki |
به
علت ِ اینکه |
be in gûne |
به
این گونه |
be in ki |
به
اینکه |
be in sûret ki |
به
این صورت |
be in sûret ki |
به
این صورت که |
be in şart ki |
به
این شرط که |
be
in tertîb |
به
این ترتیب |
be in vesîle |
به
این وسیله |
be in zûdî |
به
این زودی |
be ism-i |
به اسم ِ |
be istilâh |
باصطلاح |
be
istisnâ-yi |
به
استثنای |
be ittifâk-i |
به
اتفاق ِ |
be ivez-i |
به عوض ِ |
be ivez-i anki |
به
عوض ِ آنکه |
be ivez-i inki |
به
عوض ِ اینکه |
be izâfe-i |
به
اضافهء |
be izâ-yi |
به
ازای |
be kadr-i
|
به
قدر ِ |
be
kadrî ki |
به
قدری که |
be karâr-i |
به
قرار |
be karâr-i her rûz |
به
قرار ِ هر روز |
be karârî ki |
به
قراری که |
be karâr-i zeyl est |
به
قرار ِ ذیل
است |
be karîb |
به
قریب |
be karîne |
به
قرینه |
be kasd-i |
به
قصدِ |
be kasd-i an ki |
به قصد ِ
آنکه |
be kasd-i koşten |
به
قصد ِ کشتن |
be kat’ |
به
قطع |
be kemâl-i |
به
کمال ِ |
be kenâr-i |
به کنار ِ |
be kısmî |
به
قسمی |
be
kısmî ki |
به
قسمی که |
be kirdâr-i |
به
کردار ِ |
be kollî |
به
کلّی |
be kovl-i |
به
قول ِ |
be kutr-i |
به
قطر ِ |
be lehâz-i |
به
لحاظ ِ |
be mahz |
به
محض |
be mahz-i |
به
محض ِ |
be mahz-i
an ki |
به
محض ِ آنکه |
be mahz-i
in ki |
به
محض ِ اینکه |
be maksad-i |
به
مقصد |
be mânend-i |
به
مانند ِ |
be meblag-i |
به
مبلغ ِ |
be menzûr-i |
به
منظور ِ |
be menzûr-i inki |
به
منظور ِ
اینکه |
be
merâtib |
به
مراتب |
be merrât |
به
مرات |
be
mesâbe-i |
به
مثابهء |
be mesel |
به
مثل |
be mikdâr-i |
به
مقدار ِ |
be mirâr |
به
مرار |
be misl-i |
به
مثل ِ |
be movki’ |
به
موقع |
be mucerred-i |
به
مجرد ِ |
be mucerred-i |
به
مجرد ِ |
be
mucerred-i in ki |
به
مجرد اینکه |
be mucerredî ki |
به
مجردی که |
be mûcib-i |
به
موجب ِ |
be mukerrer |
به
مکرر |
be munâsebet |
به
مناسبت |
be munâvebet |
به
مناوبت |
be murûr |
به
مرور |
be murûr-i eyyâm |
به
مرور ِ ایام |
be muvâcehe |
به
مواجهه |
be nâgâh |
به
نا گاه |
be nâhak |
به
نا حق |
be nâhâst |
به
نا خواست |
be nahv-i |
به نحو ِ |
be nahvî |
به
نحوی |
be nahv-i ahsen |
به نحو ِ
احسن |
be nahv-i ekmel |
به نحو ِ
اکمب |
be nahv-i etemm |
به
نحو ِ اتم |
be nahvî ki |
به
نحوی که |
be nakl ez |
به
نقل از |
be nazar-i |
به نظر ِ |
be nef’-i |
به
نفع ِ |
be nermî |
به
نرمی |
be nezdîk-i |
به
نزدیک ِ |
be nisbet-i |
به
نسبت ِ |
be nizâm |
به
نظام |
be nov’î |
به نوعی |
be
novbe-i hod |
به
نوبهء خود |
be novbet |
به نوبت |
be omîd-i inki |
به
امید ِ اینکه |
be ozr-i inki |
به
عذر ِ اینکه |
be râbite |
به رابطه |
be ragbet |
به
رغبت |
be ragm-i |
به
رغم ِ |
be râhetî |
به
راحتی |
be râstâ-yi |
به
راستای |
be râstî |
به
راستی |
be resm-i |
به رسم ِ |
be resm-i şûhî |
به
رسم ِ شوخی |
be rûy-i |
به روی |
be sâ’et |
به
ساعت |
be sa’y |
به
سعی |
be sa’y u ihtimâm-i |
به
سعی و اهتمام
ِ |
be sa’y-i |
به
سعی ِ |
be sâl-i |
به
سال ِ |
be sebeb-i |
به
سبب ِ |
be serâhet |
به
صراحت |
be sezâ |
به سزا |
be sirf-i anki |
به صرف
آنکه |
be sirf-i inki |
به
صرف اینکه |
be sohen-i dîger |
به سخن
دیگر |
be
sur’et |
به سرعت |
be sûret |
به
صورت |
be sûret-i |
به
صورت ِ |
be sûy-i |
به
سوی |
be şart-i |
به
شرط |
be şart-i anki |
به شرط ِ
آنکه |
be şart-i inki |
به
شرط ِ اینکه |
be şartî ki |
به
شرطی که |
be şeklî ki |
به شکلی
که |
be şerh |
به
شرح |
be
şiddet |
به شدت |
be tacîl |
به
تعجیل |
be tafsîl |
به
تفصیل |
be takrîb |
به
تقریب |
be taraf-i |
به
طرف ِ |
be taraf-i dîger |
به
طرف ِ دیگر |
be
tarîk-i |
به
طریق ِ |
be tarz-i |
به
طرز ِ |
be
tâzegî |
به
تازگی |
be tefârîk |
به
تفاریق |
be temâm-i ma’nî |
به
تمام ِ معنی |
be tenâsub |
به
تناسب |
be tenhâyî |
به
تنهایی |
be tertîb |
به
ترتیب |
be tertîb-i |
به
ترتیب ِ |
be tevessut-i |
به
توسط ِ |
be to |
بتو |
be tondî |
به
تندی |
be tov’ |
به طوع |
be tov’ u ragbet |
به
طوع و رغبت |
be
tovr-i |
به
طور ِ |
be tovr-i ehass |
به
طور ِ اخص |
be tovr-i
hatm |
به طور ِ
حتم |
be tovr-i icmâl |
به
طور ِ اجمال |
be tovr-i ittifâk |
به
طور ِ اتفاق |
be tovr-i iztirârî |
به
طور ِ
اضطراری |
be tovr-i kâmil |
به
طور ِ کامل |
be tovr-i kat’ |
به
طور ِ قطع |
be tovrî
ki |
به طوری
که |
be tovr-i kullî |
به
طور ِ کلّی |
be tovr-i mahfî |
به
طور ِ مخفی |
be tovr-i misâl |
به
طور ِ مثال |
be tovr-i mucmel |
به
طور ِ مجمل |
be tovr-i muhtemel |
به
طور ِ محتمل |
be tovr-i musellem |
به
طور ِ مسلم |
be tovr-i mustakil |
به
طور ِ مستقل |
be tovr-i mustakîm |
به
طور ِ مستقیم |
be tovr-i muvekkat |
به
طور ِ موقت |
be tovr-i nâgehânî |
به طور ِ
ناگهانی |
be tovr-i tabî’î |
به
طور ِ طبیعی |
be tovr-i takrîb |
به
طور ِ تقریب |
be tovr-i tesâduf |
به طور ِ
تصادف |
be tovr-i yekcâ |
به
طور ِ یکجا |
be tûl |
به
طول |
be unvân-i âhirîn |
به عنوان
ِ آخرین |
be unvân-i misâl |
به
عنوان ِ مثال |
be vâcib |
به واجب |
be vâki’ |
به
واقع |
be vakt |
به
وقت |
be
vâsite-i |
به
واسطهء |
be
vâsite-i anki |
به
واسطهء آنکه |
be
vâsite-i inki |
به
واسطهء
اینکه |
be vech |
به
وجه |
be vech-i |
به
وجه ِ |
be vech-i etemm |
به
وجه ِ اتم |
be
vech-i gâlib
|
به
وجه ِ غالب |
be
vesîle-i |
به
وسیلهء |
be vîje |
به ویژه |
be vufûr |
به
وفور |
be yekbâregî |
به
یکبارگی |
be
zâhir |
به
ظاهر |
be zamîme |
به
ضمیمه |
be zamîme-i |
به
ضمیمهء |
be zarûret |
به ضرورت |
be zûdî |
به
زودی |
be
zur’et-i herçi temâmter |
به
سرعت هرچه
تمام تر |
becây-i |
به
جای |
bed |
بد |
bed cûrî |
بدجوری |
bedan |
بدان |
bedan sebeb |
بدان
سبب |
bedan sebeb ki |
بدان
سبب که |
bedan vakt |
بدان
وقت |
bedansân |
بدانسان |
bedânsû |
بدان
سو |
bedbahtâne |
بدبختانه |
beder |
بدر |
bedîhî |
بدیهی |
bedîhîst |
بدیهی
است |
bedin cihet |
بدین
جهت |
bedin hisâb |
بدین
حساب |
bedin illet |
بدین
علت |
bedin kadar |
بدین قدر |
bedin karâr ki |
بدین
قرار که |
bedin lehâz |
بدین
لحاظ |
bedin ma’nîki |
بدین معنی
که |
bedin sebeb |
بدین
سبب |
bedin şîve |
بدین
شیوه |
bedin tarîk |
بدین
طریق |
bedin tertîb |
بدین
ترتیب |
bedin vech ki |
بدین
وجه که |
bedin vesîle |
بدین
وسیله |
bedincâ |
بدینجا |
bedingûne |
بدینگونه |
bedinhâtir |
بدین
خاطر |
bedinsan |
بدینسان |
bedter |
بدتر |
bedter
ez an |
بدتر
از آن |
bedter ez heme |
بدتر
از همه |
bedû |
بدو |
bedûn-i |
بدون |
bedûn-i anki |
بدون ِ
آنکه |
bedûn-i çûn u
çerâ |
بدون
ِ چون و چرا |
bedûn-i esâs |
بدون
اساس |
bedûn-i hedef |
بدون
ِ هدف |
bedûn-i in ki |
بدون ِ
اینکه |
bedûn-i irâde |
بدون ِ
اراده |
bedûn-i kem u kâst |
بدونِ کم
و کاست |
bedûn-i kem u ziyâd |
بدون
ِ کم و زیاد |
bedûn-i şek |
بدون
ِ شک |
bedûn-i şobhe |
بدون
ِ شبهه |
bedûn-i tekelluf |
بدون ِ
تکلف |
befehmî nefehmî |
بفهمی
نفهمی |
beh |
به |
behem |
بهم |
behem |
بهم |
behodi-yi hod |
به
خودی خود |
behr-i |
بهر
ِ |
behr-i ân est |
بهر
ِ آن است |
behr-i çi |
بهر ِ چه |
behr-i…râ |
بهر
ِ را |
bein sebeb |
به
این سبب |
bel |
بل |
belâ |
بلی |
bele |
بله |
belî |
بلی |
belki |
بلکه |
belkî |
بلکی |
benâbe |
بنا
به |
benâber |
بنا
بر |
benâberan |
بنا
بر آن |
benâberançi |
بنا
بر آنچه |
benâberin |
بنا برین |
ber |
بر |
ber aks |
بر
عکس |
ber bîhude |
بر بیهده |
ber cây |
بر جای |
ber cây-i |
بر
جای ِ |
ber cihet-i |
بر
جهت ِ |
ber dest-i |
بر
دست ِ |
ber esâs-i |
بر
اساس ِ |
ber eser-i |
بر
اثر ِ |
ber farz hem ki |
بر
فرض هم که |
ber farz ki |
بر فرض که |
ber ferâz-i |
بر
فراز ِ |
ber fovr |
بر
فور |
ber gird-i |
بر
گرد ِ |
ber hasb-i zâhir |
بر
حسب ِ ظاهر |
ber haseb-i |
بر
حسب ِ |
ber
haseb-i fikr |
بر
حسب ِ فکر |
ber haseb-i ittifâk |
بر
حسب ِ اتفاق |
ber haseb-i maslahat |
بر
حسب ِ مصلحت |
ber hem |
بر
هم |
ber hilâf-i |
بر
خلاف ِ |
ber ilâve |
بر علاوه |
ber in kıyâs |
بر
این قیاس |
ber kemâl |
بر
کمال |
ber
melâ |
بر
ملا |
ber mûcib-i |
بر
موجب ِ |
ber muktezâ-yi |
بر
مقتضای امر |
ber nehc-i |
بر
نهج ِ |
ber pâye-i |
بر
پایهء |
ber rûy-i |
بر روی |
ber rûy-i hem |
بر
روی هم |
ber şuref-i |
بر شرف ِ |
ber tarz-i |
بر
طرز ِ |
ber tavr-i |
بر
طور ِ |
ber tefâvut |
بر
تفاوت |
ber tibk-i |
بر
طبق |
ber vech-i |
بر
وجه ِ |
ber vech-i âtî |
بر
وجه ِ آتی |
ber vech-i bâlâ |
بر
وجه ِ بالا |
ber vech-i dilhâh |
بر
وجه ِ دلخواه |
ber vech-i ekmel |
بر
وجه ِ اکمل |
ber vech-i icmâl |
بر
وجه ِ اجمال |
ber vech-i iştirâk |
بر
وجه ِ اشتراک |
ber vech-i meşrûh |
بر
وجه ِ مشروح |
ber vech-i muharrer |
بر
وجه ِ محرر |
ber vech-i mukerrer |
بر
وجه ِ مکرّر |
ber vech-i yesîr |
بر
وجه ِ یسیر |
ber vech-i zeyl |
بر وجه ِ
ذیل |
ber vech-i zîr |
بر
وجه ِ زیر |
ber
vefk-i |
بر
وفق ِ |
ber vefk-i dilhâh |
بر
وفق ِ دلخواه |
ber vefk-i merâm |
بر وفق ِ
مرام |
ber vefk-i murâd |
بر
وفق ِ مراد |
ber zâhir |
بر
ظاهر |
ber zıdd-i |
بر
ضدّ ِ |
berâber |
برابر |
berâstâ |
به راستا |
berâyi |
برای |
berây-i âherînbâr |
برای
آخرین بار |
berâyi anki |
برای
آنکه |
berâyi çi |
برای چه |
berâyi evvelîn bâr |
برای
اولین بار |
berâyi hemîşe |
برای
همیشه |
berâyi in ki |
برای
اینکه |
berâyi kesî |
برای کسی |
berâyi
ma’lûmât |
برای
معلومات |
berâyi maslahat |
برای
مصلحت |
berây-i nohostîn bâr |
برای
نخستین بار |
berâyi rizâ-yi Hodâ |
برای
رضای خدا |
berem |
برم |
berhî |
برخی |
berhord |
برخورد |
berhord bâ |
برخورد
با |
berpey-i |
بر
پی ِ |
bersân-i |
بر
سان ِ |
berter |
برتر |
bes |
بس |
bes |
بسا |
bes ki |
بس
که |
besân-i |
بسان
ِ |
besânî |
بسانی |
besezâ |
بسزا |
besır |
بسرّ |
besî |
بسی |
besteser |
بسته سر |
bevey |
بوی |
beyekbâr |
به
یکبار |
beyn |
بین |
bî |
بی |
bî aded |
بی
عدد |
bî ank |
بی
آنک |
bî
ânki |
بی آنکه |
bî
bedel |
بی
بدل |
bî
bedîl |
بی
بدیل |
bî ber u bergerd |
بی
بر و برگرد |
bî
cihet |
بی
جهت |
bî çon
u çerâ |
بی
چون و چرا |
bî
direng |
بی
درنگ |
bî
endâze |
بی
اندازه |
bî gâh |
بی
گاه |
bî geh |
بی
گه |
bî geh u geh |
بی
گه و گه |
bî
had |
بی
حد |
bî
hadd u hasr |
بی
حد و حصر |
bî hadd u
kerân |
بی
حد و کران |
bî
hem |
بی
هم |
bî hemâ |
بی
همال |
bî hemtâ |
بی
همتا |
bî hilâf |
بی
خلاف |
bî
hisâb |
بی
حساب |
bî
hiyâl |
بی
خیال |
bî
hod |
بی
خود |
bî
hod u bî cihet |
بی
خود و بی جهت |
bî hodî |
بی
خودی |
bî
inki |
بی
اینکه |
bî
intihâ |
بی
انتها |
bî
irâde |
بی
اراده |
bî kerân |
بی
کران |
bî mahal |
بی
محل |
bî mer |
بی
مر |
bî movki |
بی
موقع |
bî
movrid |
بی
مورد |
bî mubâlât |
بی
مبالات |
bî muhâbâ |
بی
محابا |
bî muntehâ |
بی
منتها |
bî nazîr |
بی
نظیر |
bî nihâyet |
بی
نهایت |
bî
şek |
بی
شک |
bî şekk u reyb |
بی
شک و ریب |
bî şekk u şubhe |
بی
شک و شبهه |
bî
şomâr |
بی
شمار |
bî şubhe |
بی
شبهه |
bî taraf |
بی
طرف |
bî tarafâne |
بی
طرفانه |
bî vakfe |
بی
وقفه |
bî vesîle |
بی
وسیله |
bî zevâl |
بی
زوال |
bi’aynihâ |
بعینها |
bi’aynihi |
بعینه |
bi’ibâretin
uhrâ |
به
عباره اخری |
bi’l-aşiyyi
vel’işrâk |
بالعشی
و الاشراق |
bi’s-seviyyeti |
بالسویه |
bidûni fâsile |
بدون
فاصله |
bidûni vakfe |
بدون
ِ وقفه |
bi-emdâ |
بعمدا |
bigayri |
بغیر |
bigayri hakkin |
بغیر
حق |
bigayri hisâb |
بغیر
حساب |
bigayri ilm |
بغیر
علم |
bigayrilhakki |
بغیر
الحقّ |
bih |
به |
bih ez |
به
از |
bih zi |
به
ز |
bihter |
بهتر |
bihter est |
بهتر است |
bihterîn |
بهترین |
bihude |
بیهده |
bîhûde |
بیهوده |
bikaderin |
بقدر |
bikadri |
بقدر |
bikadrilimkân |
بقدر
الامکان |
bil’aks |
بالعکس |
bil’araz |
بالعرض |
bil’aşiyy |
بالعشی |
bil’aşiyyi
velebkâr |
بالعشی
و الابکار |
bilâ |
بلا |
bilâ fâsile |
بلا
فاصله |
bilâ intizâr |
بلا
انتظار |
bilâ istisnâ |
بلا
استثنا |
bilâ vesîle |
بلا
وسیله |
bilâ’inkıtâ’ |
بلا
انقطاع |
bilâ’ivez |
بلا
عوض |
bilâcihet |
بلا
جهت |
bilâfasl |
بلا
فصل |
bilâfâyide |
بلا
فایده |
bilâhere |
بالاخره |
bilâkayd |
بلا
قید |
bilâmukaddeme |
بلا
مقدمه |
bilâsebeb |
بلا
سبب |
bilâşart |
بلا
شرط |
bilâşek |
بلا
شک |
bilâşubhe |
بلای
شبهه |
bilâtâil |
بلا
طائل |
bilâte’emmul |
بلا
تأمل |
bilâte’hîr |
بلا
تأخیر |
bilâterdîd |
بلا
تردید |
bilâtevekkuf |
بلا
توقف |
bilâvâsite |
بلا
واسطه |
bilcumle |
بالجمله |
bilfi’l |
بالفعل |
bilfitre |
بالفطره |
bilgadâveti
vel’aşiyyi |
بالغداوه
والعشی |
bilguduvvi
vel’âsâl |
بالغدو
و و الآصال |
bilhâsse |
بالخاصه |
bilhusûs |
بالخصوص |
bilkat’ |
بالقطع |
bilkull |
بالکل |
bilkulliyye |
بالکلیه |
bilkuvve |
بالقوه |
bilmeâl |
بالمآل |
bilmerre |
بالمرّه |
bilmunâsefe |
بالمناصفه |
bilmusâvât |
بالمساوات |
bilmuşâfehe |
بالمشافهه |
bilmuzâ’af |
بالمضاعف |
bimisli |
بمثل |
binâ be akîde-i |
بنا
به عقیده |
binâen
alâhâzâ |
بناء علی
هذا |
binnetîce |
بالنتیجه |
binnisbe |
بالنسبه |
bire’yil’ayn |
برأی
العین |
bîrûn |
بیرون |
bîrûn ez |
بیرون
از |
bîrûn ez had |
بیرون از
حد |
birûn, burûn |
برون |
bîrûnî |
بیرونی |
bîrûnsû |
بیرون سو |
bisserâhe |
بالصراحه |
bisyâr |
بسیار |
bisyâr hûb |
بسیار
خوب |
bisyârî |
بسیاری |
bîş |
بیش |
bîş
ez |
بیش
از |
bîş ez an |
بیش
از آن |
bîş ez anki |
بیش
از آنکه |
bîş ez endâze |
بیش
از اندازه |
bîş ez hemîşe |
بیش
از همیشه |
bîş u kem |
بیش
و کم |
bîş u noksân |
بیش
و نقصان |
bîşter |
بیشتر |
bîşterî |
بیشتری |
bîşterîn |
بیشترین |
bitab |
بطع |
bittab’ |
بالطبع |
bittav’i verragbe |
بالطوع
و الرغبه |
bittebe’ |
بالتبع |
bittemâm |
بالتمام |
bi-unfi |
بعنف |
bizâtihi |
بذاته |
bizzarûre |
بالضروره |
bizzât |
بالذات |
bon |
بن |
bû ki |
بو
که |
bûk |
بوک |
bukreten |
بکرۃ |
bukreten ve asîlen |
بکرۃ و
اصیلا ً |
bukreten ve aşiyyen |
بکرۃ و
عشیا ً |
câ câ |
جا
جا |
câbecâ |
جابجا |
cânib |
جانب |
cây |
جای |
cehren |
جهرا ً |
cem’î |
جمعی |
cemî’ |
جمیع |
cemî’en |
جمیعا
ً |
cenb |
جنب |
cevfen |
جوفا
ً |
cihâren |
جهارا
ً |
cihet |
جهت |
cihet-i anki |
جهت ِ
آنکه |
codâgâne |
جداگانه |
colov,
colev |
جلو |
comle |
جمله |
comlegî |
جملگی |
comleten |
جملهً |
coz |
جز |
coz anki |
جز آنکه |
coz inki |
جز
اینکه |
coz ki |
جز
که |
coz meger |
جز
مگر |
coz’ be coz’ |
جزء
به جزء |
coz’î |
جزئی |
cozv |
جزو |
çâbok u çost |
چابک
و چست |
çend |
چند |
çend
bâr |
چند بار |
çend
der sed |
چند
در صد |
çend
lehze |
چند
لحظه |
çend
novbet |
چنئ
نوبت |
çend
rûz kabl |
چند
روز قبل |
çend
tâ |
چند
تا |
çend u çend |
چند و چند |
çend
vaktî |
چند
وقتی |
çend vechî |
چند
وجهی |
çendân |
چندان |
çendan
ki |
چندان
که |
çendank |
چندانک |
çendî |
چندی |
çendî be
çendî |
چندی
به چندی |
çendî negozeşt ki |
چندی
نگذشت که |
çendî
pîş |
چندی
پیش |
çendîn |
چندین |
çendîn bâr |
چندین
بار |
çendîn u çend |
چندین
و چند |
çendîngâh |
چندین
گاه |
çendtâyî |
چند تایی |
çerâ
ki |
چرا که |
çerâ ne |
چرا نه |
çerâki
ne |
چرا
که نه |
çeşm berhem zeden |
چشم
بر هم زدن |
çi |
چی |
çi |
چی |
çi aceb |
چه
عجب |
çi anki |
چه
آنکه |
çi beresed |
چه برسد |
çi besâ |
چه
بسا |
çi besâ ki |
چه
بسا که |
çi cây-i |
چه
جای |
çi
çîz |
چه
چیز |
çi
endâze |
چه
اندازه |
çi gam |
چه
غم |
çi hâssâ |
چه خاصا |
çi hûb est ki |
چه
خوب
است که |
çi
kesânî |
چه
کسانی |
çi
kesrî |
چه
کسری |
çi
kumâş |
چه قماش |
çi mahal |
چه محل |
çi
mâye |
چه
مایه |
çi
mevki, çi movgi |
چه
موقع |
çi
resed |
چه
رسد |
çi
resed be |
چه
رسد به |
çi sebeb |
چه
سبب |
çi,
çe |
چه |
çi’î |
چی
ای |
çicûr |
چه
جور |
çicûr |
چی جور |
çiçi |
چه چه |
çigûne |
چگونه |
çihâ |
چها |
çikesî |
چه
کسی |
çinov’ |
چه نوع |
çirâ,
çerâ |
چرا |
çîst |
چیست |
çiyeş est? |
چه اش است |
çîz |
چیز |
çîzî
ki |
چیزی
که |
çîzî
nemânde bûd |
چیزی
نمانده بود |
çîzî
nemânde bûd ki |
چیزی
نمانده بود
که |
çîzîdiger |
چیزی
دگر |
ço |
چو |
çon |
چون |
çon
u çerâ |
چون
و چرا |
çonân |
چنان |
çonânçi,
çenânçi |
چنانچه |
çonank |
چنانک |
çonânk |
چونانک |
çonanki
gûyî
(gû’î) |
چنانکه
گویی |
çonânki,
çenânki |
چنانکه |
çonîn,
çenîn |
چنین |
çonk |
چونک |
çonki |
چونکه |
dâ’im |
دائم |
dâ’imî |
دائمی |
dâ’ir |
دائر |
dâhil |
داخل |
dâimuttezâyud |
دائم
التزاید |
dâir ber |
دائر
بر |
dâir ber inki |
دائر
بر اینکه |
dâyim |
دایم |
dâyimulevkât,
dâyimulovkât |
دایم
الاوقات |
dâyir |
دایر |
dâyir ber |
دایر
بر |
dâyir
ber inki |
دایر
بر اینکه |
def’a |
دفعه |
def’a-i gozeşte |
دفعهء
گذشته |
def’aten |
دفعتا
ً |
def’aten |
دفعهً |
def’aten vâhide |
دفعهً
واحده |
delîl |
دلیل |
dem |
دم |
dem dem |
دم
دم |
dembedem |
دمبدم |
demî |
دمی |
dem-i gurûb |
دم
ِ غروب |
dem-i subh |
دم
ِ صبح |
der |
در |
der |
در |
der ‘idâd-i |
در عداد ِ |
der ‘iyân |
در
عیان |
der âgâz |
در
آغاز |
der âgâz-i emr |
در
آغاز ِ امر |
der ahd-i |
در عهد ِ |
der âhir |
در آخر |
der âhirîn lahze |
در آخرین
لحظه |
der ân âhirhâ |
در
آن آخرها |
der ân beyn |
در
آین بین |
der an esnâ |
در
آن اثنا |
der an eyyâm |
در
آن ایام |
der an hengâm |
در
آن هنگام |
der
ân lehze |
در
آن لحظه |
der ân miyân |
در آن
میان |
der an
movki’ |
در
آن موقع |
der an sâ’et |
در
آن ساعت |
der
ân sûret |
در
آن صورت |
der ancâ |
در
آنجا |
der arz-i |
در
عرض ِ |
der arz-i
in moddet |
در
عرض ِ این مدت |
der bâb-i |
در
بابِ |
der
bâre-i |
دربارهء |
der bâtın |
در باطن |
der bend-i |
در
بندِ |
der
berâber-i |
در
برابر ِ |
der bidâyet |
در بدایت |
der bîrûn |
در
بیرون |
der cereyân-i |
در
جریان ِ |
der cihet-i |
در
جهت ِ |
der çârçûb-i |
در
چارچوب |
der dem |
در
دم |
der ehyân-i |
در
احیان ِ |
der ekser-i mevârid |
در
اکثر ِ موارد |
der encâm |
در
انجام |
der
eser-i |
در
اثر ِ |
der
esnâ-i |
در
اثناءِ |
der esnâî ki |
در
اثنائی که |
der esre’-i ovkât |
در
اسرع ِ اوقات |
der evâhir-i |
در
اواخر ِ |
der evân-i |
در
اوان ِ |
der evâsit-i |
در اواسط
ِ |
der evâyil-i |
در
اوایل ِ |
der evvel |
در اول |
der eyn-i
hâl |
در عین ِ
حال |
der eyn-i inki |
در
عین ِ اینکه |
der eyyâm-i pîş |
در
ایام ِ پیش |
der ezel |
در
ازل |
der fâsile-i |
در
فاصلهء |
der gayr-i in sûret |
در
غیر این صورت |
der hadd-i hod |
در
حد ِ خود |
der hakîkat |
در
حقیقت |
der
hakîkat-i emr |
در حقیقت
ِ امر |
der hakk-i |
در
حق |
der
halâl-i |
در
خلال |
der hâlet-i âdî |
در
حالت ِ عادی |
der
hâl-i |
در
حال ِ |
der hâl-i luzûm |
در
حال ِ لزوم |
der
hâlîki |
در
حالی که |
der halvet |
در خلوت |
der hefâ |
در
خفا |
der heman |
در
همان سال |
der heman ân |
در همان
آن |
der
hemân dem |
در همان
دم |
der
hemân esnâ |
در
همان أثنا |
der hemân hâl |
در
همان حال |
der
hemân hâl ki |
در
همان حال که |
der
hemân hîn |
در
همان حین |
der hemân lehze |
در
همان لحظه |
der hemân vakt |
در
همان وقت |
der heme ahvâl |
در
همه احوال |
der heme
câ |
در
همه جا |
der heme hâl |
در
همه حال |
der hemin esnâ |
در همین
اثنا |
der hemin evân |
در
همین اوان |
der hemin
lehze |
همین
لحظه |
der hemin
movki |
در
همین موقع |
der hemin
nezdîkî |
در
همین نزدیکی |
der hemin râbite |
در
همین رابطه |
der hemin sâl |
در
همین سال |
der hemin
zimn |
در
همین ضمن |
der her câ ki |
در هر جا
که |
der her
hâl |
در
هر حال |
der her
sûret |
در
هر صورت |
der hicâb |
در
حجاب |
der
hîn-i |
در
حین ِ |
der hîte-i |
در
حیطهء |
der
hudûd-i |
در حدود ِ |
der
hufye |
در خفیه |
der
hukm-i |
در
حکم ِ |
der
husûs-i |
در
خصوص ِ |
der
ibtidâ |
در
ابتدا |
der ihtifâ |
در
اختفا |
der in
bâb |
در
این باب |
der in
bâre |
در
این باره |
der in
beyn |
دراین
بین |
der in esnâ |
در
این اثنا |
der in evâhir |
در
این اواخر |
der in evân |
در
این اوان |
der in eyyâm |
در
این ایام |
der in hengâm bu sırada |
در
این هنگام |
der in
hîn |
در این
حین |
der in
husûs |
در
این خصوص |
der in
lehze |
در این لحظه |
der in miyân |
در
این میان |
der in
miyâne |
در
این میانه |
der in
movki’ |
در
این موقع |
der in
movzû’ |
در
این موضوع |
der in nezdîk |
در
این نزدیک |
der in sûret |
در
این صورت |
der in
vakt |
در این
وقت |
der in
zimn |
در
این ضمن |
der iştibâh |
در
اشتباه |
der ivez |
در
عوض |
der
izâ’-i |
در
ازاءِ |
der
kafâ |
در قفا |
der kâlib-i |
در
قالب ِ |
der kâr-i |
در
کار ِ |
der
kenâr-i hem |
در
کنار ِ هم |
der
kibâl-i |
در
قبال ِ |
der kocâ |
در
کجا |
der lehze |
در
لحظه |
der lehzeî ki |
در
لحظه ای که |
der mâ mezâ |
در
ما مضی |
der ma’nî |
در
معنی |
der mahfî |
در
مخفی |
der mecmû’ |
در مجموع |
der melâ |
در
ملا |
der mesel |
در مثل |
der mikyâs-i |
در
مقیاس ِ |
der mikyâs-i
vesî’ter |
در
مقیاس ِ وسیع
تر |
der misâl-i |
در
مثال ِ |
der miyân |
در
میان |
der
miyân-i |
در
میان ِ |
der miyân-i râh |
میان
ِ راه |
der
movki’-i |
در
موقع ِ |
der movki’î ki |
در
موقعی که |
der movki’-i luzûm |
در
موقع ِ لزوم |
der movrid-i |
در
مورد ِ |
der mukâbele |
در
مقابله |
der
mukâbil-i |
در
مقابل ِ |
der mukâyese bâ |
در
مقایسه با |
der nazar-i |
در
نظر ِ |
der nazar-i evvel |
در
نظر ِ اول |
der netîce |
در نتیجه |
der netîce-i |
در
نتیجهء |
der nezd-i |
در
نزد ِ |
der nezdîk-i |
در
نزدیک ِ |
der nezdîkî-yi |
در
نزدیکیء |
der nihân |
در
نهان |
der nihâyet-i |
در نهایت |
der pâyân |
در
پایان |
der pey-i |
در
پی ِ |
der pîş |
در
پیش |
der re’s-i |
در
رأس ِ |
der rede-i |
در
ردهء |
der rûşenâyî-i
rûz |
در
روشناییء
روز |
der rûzhâ-yi ahîr |
در
روزهای اخیر |
der
sâ’et |
در
ساعت |
der sad |
در
صد |
der sâl-i |
در
سال ِ |
der sebak |
در
سبق |
der sertâser-i |
در سر تا
سر ِ |
der sûret-i |
در صورت ِ |
der sûretî |
در
صورتی |
der
sûret-i imkân |
در
صورت امکان |
der
sûretî ki |
در
صورتی که |
der şe’n-i |
در
شأن ِ |
der şomâr-i |
در
شمار ِ |
der şuref-i |
در
شرف ِ |
der teh-i
dil |
در
ته دل |
der
teyy-i |
در
طیّ ِ |
der tirâz-i |
در
طراز ِ |
der tûl-i |
در طول ِ |
der
tû-yi |
در
توی |
der vâki’ |
در
واقع |
der vakt |
در
وقت |
der
vaz’-i hâzir |
در
وضع ِ حاضر |
der vehle-i nohost |
در
وهلهء نخست |
der yek ân |
در یک آن |
der yek çeşm behem zeden |
در
یک چشم بهم
زدن |
der yek çeşm ber hem zeden |
در یک چشم
بر هم زدن |
der yek
dem |
در یک دم |
der yek kelâm |
در
یک کلام |
der yek
kelime |
در
یک کلمه |
der yek
lehze |
در یک
لحظه |
der yek nazar |
در
یک نظر |
der yek şeleng |
در
یک شلنگ |
der yek tarfetu’l-‘ayn |
در یک
طرفه العین |
der
zarf-i |
در
ظرف ِ |
der
zımn-i |
در
ضمن |
der
zımn-i hâl |
در
ضمن ِ حال |
der zımn-i inki |
در ضمن ِ
اینکه |
derbâder |
در
با در |
derbeyn-i |
در بین ِ |
derçeşmgerdânî |
در
چشم گردانی |
dergozeşte |
در
گذشته |
derhem |
درهم |
derhem berhem |
درهم
برهم |
derhem u berhem |
درهم
بو برهم |
derîgâ,
dirîgâ |
دریغا |
derin bâre |
درین
باره |
derin
moddet |
درین
مدت |
derûn |
درون |
derûnî |
درونی |
derûnsû |
درون
سو |
derûnsûy |
درون
سوی |
dest |
دست |
dest ber kazâ |
دست
بر قضا |
dest ber kazâ zed |
دست
بر قضا زد |
dest-i
âhir |
دست ِ آخر |
dest-i
bâlâ |
دست
ِ بالا |
destî destî |
دستی
دستی |
destikem |
دست
ِ کم |
devr,
dovr |
دور |
diger |
دگر |
dîger
|
دیگر |
dîger çi |
دیگر
چه |
digerân |
دگران |
dîgerân |
دیگران |
digerbâr |
دگر
بار |
dîgerbâr |
دیگر
بار |
digerbâre |
دگر
باره |
dîgerbâre |
دیگر
باره |
dîgergûn
|
دیگرگون |
dîgerî |
دگری |
dîgerî |
دیگری |
dîgerom |
دیگرم |
dîgerrûz |
دیگر
روز |
digeryek |
دگر
یک |
dîne |
دینه |
dîr |
دیر |
dîr u zûd |
دیر
و زود |
dîr
yâ zûd
|
دیر یا
زود |
dîrbâz |
دیرباز |
dîrest |
دیرست |
dîrgâh |
دیرگاه |
dîrgozer |
دیر
گذر |
dîrîn |
دیرین |
dîrîne |
دیرینه |
dîrîst ki |
دیری
است که |
dîrpâ |
دیر
پا |
dîrûz |
دیروز |
dîrûzî |
دیروزی |
dîrvakt |
دیر
وقت |
dîşeb |
دیشب |
dîşebî |
دیشبی |
do berâber |
دو
برابر |
do rûz der miyân |
دو روز در
میان |
do
tâ |
دو تا |
do tû |
دو
تو |
dobedo |
دو بدو |
docânibe |
دو
جانبه |
dodîger |
دو
دیگر |
donbâl |
دنبال |
donbâle
|
دنباله |
dorost |
درست |
dorost behemângûne ki |
درست
بهمان گونه
که |
dorost
der hemin lehze |
درست
در همین لحظه |
dorost
der hemin movki |
درست
در همین موقع |
dorost misl-i |
درست
مثل ِ |
dorost misl-i inki |
درست
مثل ِ اینکه |
dorost u hisâbî |
درست و
حسابی |
dotâî |
دو تائی |
dovom,
dovvom |
دوم |
dovomî,
dovvomî |
دومی |
dovomîn, dovvomîn |
دومین |
dovr u pîş |
دور
و پیش |
dovrâdovr |
دورادور |
dovrtâdovr |
دور
تا دور |
dovruber |
دور
و بر |
dovruver |
دور و ور |
doyom |
دویم |
doyomî |
دویمی |
doyomîn |
دویمین |
dûn |
دون |
dûn-i |
دون |
dûr |
دور |
dûr oftâde |
دور
افتاده |
dûr u dirâz |
دور و دراز |
dûrâdûr |
دورادور |
dûş |
دوش |
dûşîn |
دوشین |
e’amm |
اعم |
e’amm ez inki |
اعم
از اینکه |
ebeden |
ابدا
ً |
ebediyyen |
ابدیا
ً |
ebedu’d-duhûr |
ابد
الدهور |
ebeduddehr |
ابد
الدهر |
ebedulâbâd |
ابد
الآباد |
ebedulâbidîn |
ابد
الآبدین |
ebedulebed |
ابد
الابد |
eber |
ابر |
ebî |
ابی |
ecma’în |
اجمعین |
ecma’ûn |
اجمعون |
efzûn |
افزون |
efzûn ber in |
افزون
بر این |
efzûn u kemî |
افزون
و کمی |
eger |
اگر |
eger çonançi |
اگر
چنانچه |
eger hîç |
اگر
هیچ |
egerçend |
اگر
چند |
egerçi |
اگرچه |
egeret |
اگرت |
egerne |
اگرنه |
ehass |
اخص |
ehl-i kocâ |
اهل ِ کجا |
ehyân |
احیان |
ekall |
اقل |
ekall u ekser |
اقل
و اکصر |
ekallen |
اقلا ً |
ekmel |
اکمل |
eknûn |
اکنون |
eknûn hem |
اکنون هم |
eknûn ki |
اکنون
که |
ekser |
اکثر |
ekseren |
اکثرا
ً |
ekserî |
اکثری |
ekser-i ovkât |
اکثر
ِ اوقات |
ekseriyyâ |
اکثریا |
ekseru min en yuhsâ |
اکثر من
أن یحصی |
ekseruhum |
اکثرهم |
el’ânestki |
الآن است
که |
elâ |
الا |
elâ ey |
الا
ای |
elâ tâ |
الا تا |
elâ yâ |
الا یا |
elâ yâ eyyuhâ |
الا
یا ایها |
elif |
ا |
elyevm |
الیوم |
emmâ |
اما |
emmâ
ne ankadr ki |
اما
نه آنقدر که |
ems |
امس |
endâze |
اندازه |
endek |
اندک |
endek
endek |
اندک
اندک |
endekî |
اندکی |
endekî ba’d |
اندکی
بعد |
ender |
اندر |
ender ezel |
اندر
ازل |
ender hakk-i |
اندر حقّ
ِ |
ender mâ mezâ |
اندر
ما مضی |
ender pey-i |
اندر
پی ِ |
enderin |
اندرین |
enderû |
اندرو |
enderûn |
اندرون |
enderûn u birûn |
اندورن و
بیرون |
endervakt |
اندر
وقت |
engâr ki |
انگار که |
engâr
ne engâr |
انگار
نه انگار |
engârî ki |
انگاری
که |
er |
ار |
erçi |
ارچه |
erne |
ارنه |
esâsen |
اساسا
ً |
eshel |
اسهل |
eshel-i tarîk |
اسهل
ِ طریق |
esnâ’ |
اثناء |
esnâ-yi |
اثنای |
esre’ |
اسرع |
eş |
اش |
etemm |
اتم |
evâhir |
اواخر |
evâil |
اوائل |
evân |
اوان |
evâsit |
اواسط |
evâyil |
اوایل |
evlâ’ |
اولاء |
evvel |
اول |
evvel ez heme |
اول از
همه |
evvel ez heme çîz |
اول
از همه چیز |
evvel ve âhir |
اول
و آخر |
evvelâhir |
اول
آخر |
evvelen |
اولا
ً |
ey |
ای |
ey
anki |
ای
آنکه |
ey besâ |
ای
بسا |
ey besî |
ای بسی |
ey dirîg |
ای
دریغ |
ey dirîgâ |
ای دریغا |
ey honok |
ای خنک |
ey hoş |
ای
خوش |
ey hoşâ |
ای
خوشا |
ey ki |
ای
که |
ey
vây |
ای
وای |
ey vây |
ای وای |
eyâ |
ایا |
eybesî |
ای
بسی |
eykâş |
ای
کاش |
eykâş
ki |
ای کاش که |
eyn |
عین |
eyne |
أین |
eyne’s-serâ
ve’s-sureyyâ |
این
الثری و
الثریا |
eynemâ |
أینما |
eynen |
عینا ً |
eyn-i |
عین
ِ |
eyvâ |
ای
وا |
eyvâh |
ایواه |
eyyâm |
ایام |
eyyuhâ |
ایّها |
ez |
از |
ez âgâz |
از آغاز |
ez amdâ |
از
عمدا |
ez an |
از
آن |
ez
an be ba’d |
از آن به
بعد |
ez an rû |
از آن رو |
ez
ancâ ki |
از
آنجا که |
ez
ancâî ki |
از
آنجائی که |
ez ân-i |
از
آن ِ |
ez ank |
از
آنک |
ez
bâbet-i |
از بابت ِ |
ez bâb-i |
از
باب ِ |
ez bâb-i numûne |
از
باب ِ نمونه |
ez be
ba’d |
از به بعد |
ez
be ki |
از بس که |
ez
behr-i |
از
بهرِ |
ez
behr-i çerâ |
از بهر ِ
چرا |
ez behr-i çi |
از
بهر ِ چه |
ez behr-i Hodâ |
از بهر ِ
خدا |
ez behr-i Hodâ râ |
از
بهر ِ خدا را |
ez
behr-i Hodây |
از
بهر ِ خدای |
ez ber sûy |
از
بر سوی |
ez berâyi |
از برای |
ez bes |
از
بس |
ez bîh |
از بیخ |
ez bîh u bon |
از
بیخ و بن |
ez bon |
از بن |
ez bone |
از
بنه |
ez bon-i dendân |
از بن ِ
دندان |
ez bon-i gûş |
از
بن ِ گوش |
ez
cânib-i |
از جانب ِ |
ez cânib-i dîger |
از
جانب ِ دیگر |
ez comle |
از
جمله |
ez comle-i |
از
جملهء |
ez comle-i inki |
از
جملهء اینکه |
ez
çendî be in taraf |
از
چندی به این
طرف |
ez çendî pîş bir
süredir |
از
چندی پیش |
ez
çi |
از چه |
ez
çi karâr |
از
چه قرار |
ez çi kıbel |
از
چه قبل |
ez
çi memer |
از
چه ممر |
ez çi nov’ |
از
چه نوع |
ez dîger sû |
از
دیگر سو |
ez dil |
از
دل |
ez dil u cân |
از
دل و جان |
ez dîrbâz |
از
دیرباز |
ez eser-i |
از
اثر ِ |
ez evvel |
از اول |
ez evvel tâ âhir |
از
اول تا آخر |
ez ezel |
از
ازل |
ez gezâf |
از
گزاف |
ez hâric |
از
خارج |
ez hays-i |
از
حیث ِ |
ez hem |
از
هم |
ez hem eknun |
از
هم اکنون |
ez
heman evvel |
از
همان اول |
ez hemân
hemîşegî |
از
همان همیشگی |
ez
heman pâ |
از
هما پا |
ez heman rûz-i evvel |
از
همان روز اول |
ez heme
rûy |
از
همه روی |
ez
hemin eknun |
از
همین اکنون |
ez hemin hâlâ |
از
همین حالا |
ez her bâb |
از
هر باب |
ez her
cihet |
از
هر جهت |
ez her
hays |
از
هر حیث |
ez her
lehâz |
از
هر لحاظ |
ez her sû |
از
هر سو |
ez hıfz |
از
حفظ |
ez hod |
از
خود |
ez idâd-i |
از
عداد ِ |
ez
îder |
از
ایدر |
ez in cihet |
ازین
جهت |
ez in comle |
از این
جمله |
ez in dest |
از
این دست |
ez in gûne |
از
این گونه |
ez in kıbel |
از
این قبل |
ez in
pes |
از
این پس |
ez in pîş |
از
این پیش |
ez in tirâz |
ازین
طراز |
ez in vech |
از
این وجه |
ez incâ |
از
اینجا |
ez incâ |
ازین
جا |
ez inki |
از این که |
ez kabîl-i |
از
قبیل ِ |
ez kadîm |
از قدیم |
ez kâf tâ kâf |
از
قاف تا قاف |
ez
karârî ki |
از قراری
که |
ez karâr-i malûm |
از
قرار ِ معلوم |
ez kelle-i seher tâ bûk-i
seg |
از
کلهء سحر تا
بوق سگ |
ez kerân be kerân |
از کران
به کران |
ez
kesî gozeşte |
از
کسی گذشته |
ez
kıbel-i |
از
قبل ِ |
ez
kocâ |
از
کجا |
ez kocâ ma’lûm |
از
کجا معلوم |
ez kocâ tâ kocâ |
از
کجا تا کجا |
ez kon
fekân |
از
کن فکان |
ez lahzeî ki |
از
لحظه ای که |
ez
lehâz-i |
از
لحاظ |
ez miyân-i cân |
از
میان ِ جان |
ez
moddethâ pîş |
از
مدت ها پیش |
ez
moddetî be in taraf |
از
مدتی به این
طرف |
ez nâgâh |
از
ناگاه |
ez nâgeh |
از
ناگه |
ez nâgehân |
از
ناگهان |
ez nazargâh-i |
از
نظرگاه ِ |
ez nazar-i |
از
نظر ِ |
ez nev |
از نو |
ez nişâf |
از
نشاف |
ez nohost |
از
نخست |
ez nokte-i nazar-i |
از
نقطهء نظر ِ |
ez pâ tâ be farak |
از
پا تا به فرق |
ez pây tâ be fark |
از پای تا
به فرق |
ez pes |
از
پس |
ez
pey-i |
از
پی ِ |
ez pey-i çîst |
از
پی ِ چیست |
ez pey-i hem |
از پی ِ هم |
ez pîş |
از
پیش |
ez pîş-i |
از
پیش ِ |
ez poşt |
از
پشت |
ez
râh-i |
از
راه ِ |
ez reh-i sûret |
از
ره ِ صورت |
ez rû |
از
رو |
ez
rûy-i |
از
روی ِ |
ez
rûy-i hem |
از
روی هم |
ez
rûy-i icbâr |
از
روی اجبار |
ez ser |
از
سر |
ez ser tâ pâ |
از
سر تا پا |
ez serâ tâ be sureyyâ |
از
ثری تا به
ثریا |
ez ser-i |
از سر ِ |
ez ser-i dest |
از
سر ِ دست |
ez ser-i gurûr |
از
سر ِ غرور |
ez ser-i nev |
از
سر ِ نو |
ez ser-i ragbet |
از سر ِ
رغبت |
ez ser-i zarûret |
از
سر ِ ضرورت |
ez
sûy-i dîger |
از
سوی دیگر |
ez taraf-i |
از طرف ِ |
ez taraf-i dîger |
از
طرف ِ دیگر |
ez tarîk-i |
از
طریق ِ |
ez tûl |
از
طول |
ez
vaktî |
از
وقتی |
ez
vaktî ki |
از
وقتی که |
ez vâsite-i |
از
واسطهء |
ez yâ
tâ elif |
از
یا تا الف |
ez yek rû |
از یک رو |
ez yek rûy |
از
یک روی |
ez
zemîn tâ âsmân |
از
زمین تا
آسمان |
ez
zûr-i |
از
زور ِ |
ezan cihet ki |
از
آن جهت که |
ezan
cihetî ki |
از
آن جهتی که |
ezan ki |
از آن که |
ezan rû ki |
از
آن رو که |
ezancihet |
از آن جهت |
ezancomle |
از
آن جمله |
ezançi |
از
آنچه |
ezber |
از
بر |
ezel |
ازل |
ezel be ezel |
ازل
به ازل |
ezeş |
ازش |
ezin |
از
این |
ezin |
ازین |
ezin
bâbet |
از
این بابت |
ezin bâbet ki |
از این
بابت که |
ezin
beba’d |
از
این به بعد |
ezin cihet |
از
این جهت |
ezin gozeşte |
از این
گذشته |
ezin gûne |
ازین
گونه |
ezin hays ki |
از
این حیث که |
ezin heme |
از این
همه |
ezin
kabîl |
از
این قبیل |
ezin karâr |
از
این قرار |
ezin karâr |
ازین
قرار |
ezin kıbel |
ازین
قبل |
ezin lehâz |
از
این لحاظ |
ezin pes |
ازین
پس |
ezin rû |
ازین
رو |
ezin sipes |
ازین
سپس |
ezin sûy |
ازین
سوی |
ezincânib |
از
این جانب |
ezinhâ
gozeşte |
از
اینها گذشته |
ezinrû |
از
این رو |
ezinsan |
از
این سان |
ezinsan |
ازین
سان |
ezinsû(y) |
از
این سوی |
ezîrâ |
ازیرا |
ezîrâ |
ایزیرا |
ezîrâ ki |
ازیرا
که |
ezîrâ
kocâ |
ازیرا
کجا |
ezîrâk |
ازیراک |
ezîşan |
ازیشان |
ezkazâ |
از
قضا |
eztâ |
ازتا |
ezû |
ازو |
farzen |
فرضا
ً |
farzen ki |
فرضا
ً که |
fâsile |
فاصله |
fâsile be fâsile |
فاصله به
فاصله |
fehmî nefehmî |
فهمی
نفهمی |
fekat |
فقط |
fekat ve fekat |
فقط
و فقط |
ferâvân |
فراوان |
ferâz |
فراز |
ferâz u şîb |
فراز
و شیب |
ferdâ |
فردا |
ferdâ
şeb |
فردا
شب |
ferdâ-yi
an rûz |
فردای آن
روز |
fevr, fovr |
فور |
fevren,
fovren |
فورا
ً |
fi’len
|
فعلا
ً |
fi’l-vâki’ |
فی
الواقع |
figân |
فغان |
figân ki |
فغان که |
fikren |
فکرا
ً |
filcumle |
فی
الجمله |
filfovr |
فی
الفور |
fitreten |
فطرهً |
fucâ’eten |
فجاء
هً |
fulân |
فلان |
fulân ibni fulân |
فلان ابن
فلان |
fulân u behmân |
فلان
و بهمان |
furûd |
فرود |
furûd ez |
فرود
از |
fuzûlen |
فضولا
ً |
fuzûn |
فزون |
fuzûn ez had |
فزون
از حد |
fuzûnter |
فزونتر |
gâh |
گاه |
gâh be gâh |
گاه
به گاه |
gâh ez gâh |
گاه از
گاه |
gâh gâh |
گاه
گاه |
gâh u bîgâh |
گاه
و بی گاه |
gâh u nâgâh |
گاه و
ناگاه |
gâhgâhî |
گاهگاهی |
gâhî |
گاهی |
gâhî ki |
گاهی
که |
gâhî ovkât |
گاهی
اوقات |
gâhî vakthâ |
گاهی
وقت ها |
gâlib |
غالب |
gâliben |
غالبا
ً |
gânimen ve sâlimen |
غانما
ً و سالما ً |
garazen |
غرضا
ً |
gâyet |
غایت |
gayr |
غیر |
gayr ez |
غیر از |
gayr-i ihtiyârî |
غیر
اختیاری |
gayr-i kâbil |
غیر
قابل |
gayr-i vâki’ |
غیر ِ
واقع |
gayruh |
غیره |
gayruhum |
غیرهم |
geh |
گه |
geh u bîgâh |
گه و
بیگاه |
geh u bîgeh |
گه
و بی گه |
gehî… gâh |
گهی
گاه |
ger |
گر |
ger zan ki |
گر
زانکه |
ger…ver |
گرور |
gerç |
گرچ |
gerçi |
گرچه |
gerzank |
گر
زانک |
gıyâben |
غیابا
ً |
gird |
گرد |
gird ber gird |
گرد بر
گرد |
gozeşte
|
گذشته |
gozeşte ez |
گذشته از |
gozeşte ez an |
گذشته
از آن |
gozeşte ez in ki |
گذشته
از اینکه |
gû in ki |
گو
اینکه |
gû’iyâ |
گوئیا |
gûî ki |
گوئی
که |
gûyâ |
گویا |
gûyâ ki |
گویا
که |
habbezâ |
حبذا |
hadd-i ekal |
حد
اقل |
hadd-i ekser |
حدّ
ِ اکثر |
hadd-i ekser |
حد اکثر |
hadd-i kihîn |
حد
ِ کهین |
hadd-i matlûb |
حد
مطلوب |
hadd-i mucâz |
حد
مجاز |
hadd-i mutevassit |
حد
متوسط |
hâhed
hâhed |
خواهد
خواهد |
hâhîhâhî |
خواهی خواهی |
hâhînehâhî |
خواهی
نخواهی |
hâhnâhâh |
خواه
و ناخواه |
hak be cânib |
حق
به جانب |
hakîkaten |
حقیقتا
ً |
hakkâ ki |
حقا
که |
hakken |
حقا
ً |
hakken summe hakken |
حقا ً ثم
حقا ً |
hâl |
حال |
hâlâ |
حالا |
hâlâ dîger |
حالا
دیگر |
hâlâ
ki
|
حالا
که |
hâlî |
حالی |
hâlî ki |
حالی که |
hâliyâ |
حالیا |
hâliye |
حالیه |
hâmisen |
خامسا
ً |
hân |
هان |
hân tâ |
هان تا |
hân
u hân |
هان و هان |
hân u hîn |
هان
و هین |
hâric |
خارج |
hâric ez |
خارج
از |
hasbelmakdûr |
حسب
المقدر |
hasb-i |
حسب
ِ |
hasebulhâl |
حسب
الحال |
hasebulimkân |
حسب
الامکان |
hasebulkudre |
حسب
القدره |
hasebulma’mûl |
حسب
المعمول |
hasebulmakdûr |
حسب
المقدور |
hasebuttâke |
حسب
الطاقه |
hâsse
|
خاصه |
hâsseten |
خاصهً |
hattelimkân |
حتی
الامکان |
hattelkuvve |
حتی
القوه |
hattelmakdûr |
حتی
المقدور |
hây |
های |
hays |
حیث |
hedd |
حد |
hefteî |
هفته
ای |
hem |
هم |
hem nîz |
هم
نیز |
hemân |
همان |
hemân hemân |
همان همان |
hemân
dem |
همان
دم |
hemân
rûz |
همان روز |
hemân sâ’et |
همان
ساعت |
heman
şeb |
همان
شب |
heman
vakt |
همان
وقت |
hemân zemân |
همان
زمان |
hemânâ |
همانا |
hemâncâ |
همانجا |
hemancâki |
همانجا
که |
hemâncûr |
همانجور |
hemâncûrî ki |
همانجوری
که |
hemânend |
همانند |
hemângâh |
همانگاه |
hemangûneki |
همان
گونه که |
hemankadr
ki |
همانقدر
که |
hemansanki |
همان
سان که |
hemântovr |
همانطور |
hemântovr
ki |
همانطور
که |
hemântovrî
ki |
همانطوری
که |
hemçe |
همچه |
hemçendân |
همچندان |
hemçend-i |
همچند
ِ |
hemçîn |
همچین |
hemçon |
همچون |
hemçonân,
hemçenân |
همچنان |
hemçonânî |
همچنانی |
hemçonânki,
hemçenânki |
همچنانکه |
hemçonîn,
hemçenîn |
همچنین |
hemçu |
همچو |
hemdiger |
همدگر |
hemdîger |
همدیگر |
hemdûş |
هم دوش |
heme |
همه |
heme câ |
همه
جا |
heme cânib |
همه
جانب |
heme cânibe |
همه
جانبه |
heme
çîz |
همه
چیز |
heme kes |
همه
کس |
heme rûz |
همه
روز |
heme rûze |
همه
روزه |
heme sâle |
همه
ساله |
heme’eş |
همه
اش |
hemecûr |
همه
جور |
hemegân |
همگان |
hemegânî |
همگانی |
hemegî |
همگی |
hemgîn |
همگین |
hemgonân |
همگنان |
hemî |
همی |
hemîdûn |
همیدون |
hemîn |
همین |
hemin el’ân |
همین
الآن |
hemin ferdâ |
همین
فردا |
hemin
hâlâ |
همین
حالا |
hemin rûzhâ |
همین
روزها |
hemîn sâ’et |
همین
ساعت |
hemîn u hemân |
همین
و همان |
hemîn
ubes |
همین
و بس |
hemincâ |
همینجا |
hemincûrî |
همین
جوری |
heminkadr |
همین
قدر |
heminkadrki |
همین
قدر که |
heminki |
همین
که |
hemintovr |
همینطور |
hemintovr
ki |
همینطور
که |
heminyek |
همین
یک |
hemîş |
همیش |
hemîşe |
همیشه |
hemîşe
hemintovr |
همیشه
همینطور |
hemîşegî |
همیشگی |
hemîşe-i Hodâ |
همیشهء
خدا |
hemmânend |
هم
مانند |
hemrâh |
همراه |
hemredîf |
هم ردیف |
hemvâr |
هموار |
hemvâre |
همواره |
hemzemân |
هم
زمان |
hemzemân
bâ |
هم
زمان با |
hengâm |
هنگام |
hengâm-i
âfitâbnişîn |
هنگام
آفتاب نشین |
hengâmî
ki |
هنگامی
که |
hengâm-i zohr |
هنگام
ِ ظهر |
henûz |
هنوز |
henûz
hem
|
هنوز
هم |
henûz ki henûz est |
هنوز
که هنوز است |
her |
هر |
her
ân |
هر
آن |
her an kocâ |
هر
آن کجا |
her angeh |
هر
آنگه |
her anki |
هر آنکه |
her
câ |
هر
جا |
her çîz |
هر
چیز |
her çîz be cây-i
hod |
هر
چیز بجای خود |
her dem |
هر
دم |
her dem |
هر
دم |
her dem u sâ’et |
هر
دم و ساعت |
her demî |
هر
دمی |
her der |
هر
در |
her dest |
هر دست |
her do |
هر
دو |
her do an |
هر
دو آن |
her ez çendî |
هر از
چندی |
her gâh |
هر
گاه |
her gâhî |
هر
گاهی |
her geh |
هر
گه |
her geh ki |
هر گه که |
her kadr ki |
هر
قدر که |
her kadr… heman kadr |
هر قدر
همان قدر |
her kes |
هر
کس |
her kes her kes |
هر
کس هر کس |
her kesî k’û |
هر
کسی کاو |
her ki |
هر
که |
her kocâ |
هر
کجا |
her kodâm |
هر
کدام |
her kodâm ez şomâ |
هر
کدام از شما |
her lahze |
هر
لحظه |
her ne |
هر
نه |
her nov’ |
هر
نوع |
her rûz |
هر
روز |
her sâl |
هر
سال |
her
sû |
هر
سو |
her taraf |
هر طرف |
her tovr |
هر
طور |
her tovr bûd |
هر
طور بود |
her tovrîst |
هر
طوری است |
her vakt |
هر وقت |
her yek |
هر
یک |
her zemân |
هر زمان |
her… î ki |
هر ی که |
herâyine |
هر
آینه |
herâyîne |
هر
آیینه |
hercûr |
هر
جور |
herç |
هرچ |
herçend |
هرچند |
herçend
hem ki |
هرچند
هم که |
herçend
ki |
هرچند
که |
herçi
|
هرچه |
herçi bâdâ
bâd |
هرچه
بادا باد |
herçi bâdâ
bâdâ |
هرچه
بادا بادا |
herçi bîşter |
هرچه
بیشتر |
herçi bûd |
هرچه
بود |
herçi nebâşed |
هرچه
نباشد |
herçi temâmter |
هرچه
تمامتر |
herçi zûdter |
هرچه
زودتر |
herçi…ter |
هرچهتر |
herçikadr |
هرچقدر |
hergiz |
هرگز |
hergûn |
هر
گون |
hergûne |
هر
گونه |
herk |
هرک |
herk û |
هرک
او |
herkesî |
هر کسی |
herkû |
هر
کو |
hersâle |
هر
ساله |
hest u nîst |
هست
و نیست |
hetm |
حتم |
hetmen |
حتما
ً |
hetmenî |
حتمنی |
hetmî |
حتمی |
hetmiyyulvukû’ |
حتمی
الوقوع |
hettâ |
حتی |
heyhât |
هیهات |
heyhât
ki |
هیهات
که |
heyli |
خیلی |
heyli bâşed |
خیلی
باشد |
heyli mevârid |
خیلی
موارد |
heyli
vakt est |
خیلی
وقت است |
heyli vakthâ |
خیلی وقت
ها |
hezâr
bâr |
هزار
بار |
hîç |
هیچ |
hîç câ |
هیچ جا |
hîç
çîz |
هیچ
چیز |
hîç
gâh |
هیچگاه |
hîç
gûne |
هیچ
گونه |
hîç kes |
هیچ
کس |
hîç kodâm |
هیچ
کدام |
hîç kodâm ez
şomâ |
هیچ
کدام از شما |
hîç
vakt |
هیچ
وقت |
hîç
yek |
هیچ
یک |
hilâf |
خلاف |
hilâl |
خلال |
hîn |
حین |
hîn |
هین |
hîn u hîn |
هین
و هین |
hîn-i |
حین ِ |
hînî ki |
حینی
که |
hisâbî |
حسابی |
hîş |
خویش |
hişki |
هیشکی |
hîşten |
خویشتن |
hod |
خود |
hodâ râ |
خدا را |
hodâ râ şukr |
خدا
را شکر |
hodbehod |
خود
بخود |
hodeş |
خودش |
hod-i û |
خود ِ او |
hokmen |
حکما
ً |
holâse
|
خلاصه |
holâse inki |
خلاصه
اینکه |
holâse-i kelâm |
خلاصیهء
کلام |
hoşâ |
خوشا |
hudûd-i |
حدود ِ |
husûsen |
خصوصا
ً |
huzûren |
حضورا
ً |
huzûrî |
حضوری |
ibkâen |
ابقاءً |
ibtidâ’ |
ابتدا
، ابتداء |
ibtidâen |
ابتداءً |
ibtinâen |
ابتناءً |
icbâren |
اجبارا ً |
icmâ’en |
اجماعا
ً |
icmâlen |
اجمالا ً |
icmâlî |
اجمالی |
îç |
ایچ |
îder |
ایدر |
îdûn |
ایدون |
ihtimâlen |
احتمالا
ً |
ihtimâlî |
احتمالی |
ihtimâl-i karîb be
yakîn |
احتمال ِ
قریب به یقین |
ihtirâmen |
احتراما
ً |
ihtirâzen |
احترازا
ً |
ihtisâren |
اختصارا
ً |
ihtisâsen |
اختصاصا
ً |
ilâ |
الی |
ilâ âhir |
الی آخر |
ilâ âhirihi |
الی
آخریه |
ilâ ecelin |
الی
أجل |
ilâ ecelin
karîb |
الی
أجل قریب |
ilâ ecelin
ma’lûmin |
الی
أجل معلوم |
ilâ ecelin musemmen |
الی
أجل مسمی |
ilâ gayri
zâlik |
الی
غیر ذلک |
ilâ
gayrinnihâye |
الی غیر
النهایه |
ilâ hâl |
الی
حال |
ilâ hînin |
الی
حین |
ilâ
mâşâ’allâh |
الی
ماششاء الله |
ilâ yevm |
الی یوم |
ilâ
yevmi’l-kıyâm |
الی
یوم القیام |
ilâ yevminâ
hâzâ |
الی
یومنا هذا |
ilâ
zemâninâ hâzâ |
الی
زماننا هذا |
ilânihâye |
ای
نهابه |
ilâve ber |
علاوه
بر |
ilâve ber an |
علاوه
بر آن |
ilâve ber anki |
علاوه بر
آنکه |
ilâve ber in |
علاوه
بر این |
ilâve ber inki |
علاوه
بر اینکه |
ilâveten |
علاوه
ً |
illâ |
الا |
illâ vebillâ |
الا و بلا |
illet |
علت |
imrûz |
امروز |
imrûz
ki |
امروز که |
imrûz u ferdâ |
امروز
و فردا |
imşeb |
امشب |
imşebî |
امشبی |
imşebîn |
امشبین |
în |
این |
in
bûd ki |
این بود
که |
in cânib |
این جانب |
in cihân |
این
جهان |
in cumle |
این
جمله |
in çi ki |
این
چه که |
in dem |
این
دم |
în
est |
این
است |
in evâhir |
این
اواخر |
in hem |
این
همه |
in kabîl |
این
قبیل |
in
kadr, in kadar |
این
قدر |
in ki |
اینکه |
in namat |
این
نمط |
in nefes |
این نفس |
in nev’ |
این
نوع |
in nişân |
این نشان |
in sefer |
این
سفر |
in ser |
این سر |
in u ân |
این و آن |
in zemân |
این زمان |
inâhaş |
ایناهاش |
înân |
اینان |
inbâr |
این
بار |
incâ |
اینجا |
incâygeh |
این
جایگه |
incûr |
اینجور |
incûrî |
اینجوری |
inçenin, inçonin |
این
چنین |
inçî |
اینچی |
indef’e |
این
دفعه |
înek |
اینک |
înet,
înt |
اینت |
ingûne |
این
گونه |
inhâ |
اینها |
insâfen |
انصافا ً |
intovr |
اینطور |
inver |
این
ور |
inver u
ânver |
این
ور و آن ور |
inyekî |
این یکی |
istimrâren |
اسمرارا
ً |
istinâden |
استنادا
ً |
istisnâ’ât be
kenâr |
استثنائات
به کنار |
istisnâen |
استثناءً |
îşân |
ایشان |
işâreten |
اشارتا
ً |
ittifâk |
اتفاق |
ittifâk râ |
اتفاق
را |
ittifâken |
اتفاقا ً |
ittisâlen |
اتصالا
ً |
ivez,
evez |
عوض |
ivezen |
عوضا
ً |
ivez-i inki |
عوض
اینکه |
izâ |
ازاء |
izâfeten |
اضافتا
ً |
iztirâren |
اضطرارا
ً |
iztirârî |
اضطراری |
k’iy |
کی |
kâ’ideten |
قاعدهً |
kâbil |
قابل |
kabl |
قبل |
kabl ez |
قبل
از |
kabl ez an |
قبل
از آن |
kabl ez an ki |
قبل
از آنکه |
kabl ez in |
قبل
از این |
kabl ez in ki |
قبل
از این که |
kabl ez zevâl |
قبل
از زوال |
kabl ez zohr |
قبل
از ظهر |
kablen |
قبلا
ً |
kablezzevâl |
قبل
الزوال |
kablî |
قبلی |
kadîmen |
قدیما
ً |
kadîmîhâ |
قدیمی
ها |
kâdir |
قادر |
kadrî |
قدری |
kadrî
hem |
قدری
هم |
kâffe |
کافه |
kâffeten |
کافهً |
kâfî |
کافی |
kâlen |
قالا
ً |
kâlen ve kalemen |
قالا
ً و قلما ً |
kalîl |
قلیل |
kalîl u kesîr |
قلیل
و کثیر |
kalîlen |
قلیلا
ً |
kâmil |
کامل |
kâmilen |
کاملا
ً |
kan |
کان |
kancâ |
کانجا |
kançunan |
کانچنان |
kankes |
کانکس |
karâr |
قرار |
karâr bûd |
قرار بود |
karâr
est |
قرار
است |
karîb |
قریب |
karîb-i hakîkat |
قریب
ِ حقیقت |
kâş |
کاش |
kâşâ |
کاشا |
kat’en |
قطعا
ً |
kat’en ve kâtıbeten |
قطعا
ً و قاطبهً |
kat’-i nazar ez |
قطع
ِ نظر از |
kâtıbeten |
قاطبهً |
kazâ râ |
قضا
را |
kelle-i seher |
کلهء
سحر |
kem |
کم |
kem |
کم |
kem ez an ki |
کم
از آنکه |
kem mânde bûd |
کم
مانده بود |
kem u bîş |
کم
و بیش |
kem u kâst |
کم و کاست |
kemâ |
کما |
kemâ huvelvâki’ |
کما
هوا الواقع |
kemâ filevvel |
کما
فی الاول |
kemâ fissâbık |
کما
فی السابق |
kemâ hiye hakkihâ |
کما
هی حقها |
kemâ hiye, kemâhî |
کما
هی |
kemâ huve |
کما
هو |
kemâ huvelmu’tâd |
کما
هو المعتاد |
kemâ huverresm |
کما
هو الرسم |
kemâ inki |
کما
اینکه |
kemâ kâne |
کما
کان |
kemâ yenbagî |
کما
ینبغی |
kemâl |
کمال |
kemâl-i |
کمال
ِ |
kembîş |
کم بیش |
kemî dûrter |
کمی
دورتر |
kemter |
کمتر |
kemterîn |
کمترین |
kenâr,
kinâr |
کنار |
kenâr-i
hem |
کنار
هم |
kender |
کاندر |
kender |
کندر |
kenderin |
کاندرین |
kerân |
کرانه |
kerân tâ kerân |
کران
تا کران |
kerâne |
کرانه |
kerhen |
کرها ً |
kes |
کس |
kesân |
کسان |
kesânî |
کسانی |
kesânî
ki |
کسانی
که |
kesî |
کسی |
keş |
کش |
key |
کای |
key |
کی |
keyfen |
کیفا
ً |
kez |
کز |
kezan |
کزان |
kezin |
کزین |
kezû |
کزو |
kıbel |
قبل |
kısm |
قسم |
kısmen |
قسما
ً |
kısm-i a’zam |
قسم ِ
اعظم |
kısm-i kullî |
قسم
ِ کلّی |
kısm-i mutebâkî |
قسم
متباقی |
kısm-i tâm |
قسم
ِ تام |
kısm-i ulyâ |
قسم
ِ علیا |
kıyâsen |
قیاسا
ً |
ki |
کی |
ki intovr |
که
اینطور |
ki, ke |
که |
kih |
که |
kih u mih |
که
و مه |
kihîn |
کهین |
kin |
کین |
kinçonin |
کینچنین |
kirâ |
کرا |
kirâr |
کرار |
kirâren |
کرارا
ً |
kirâren mirâr |
کرارا
ً مرار |
kiyân |
کیان |
kocâ |
کجا |
kodâm |
کدام |
kodâm ez mâ |
کدام
از ما |
kodâm yek |
کدام یک |
kodâm yek ez şomâ |
کدام
یک از شما |
kodâmîn |
کدامین |
kohne |
کهنه |
kollen
|
کلا
ً |
kollî |
کلی |
kolliyye |
کلیه |
kolliyyen |
کلیا
ً |
kû |
کو |
kû |
کو |
kulluhu |
کله |
kunûn |
کنون |
kunûnî |
کنونی |
kurb |
قرب |
kurb u bu’d |
قرب و بعد |
lâbelâ |
لابلا |
lâcerem |
لاجرم |
lafzen |
لفظا
ً |
lâşey’ |
لا
شیء |
lâtâ’il |
لا
طائل |
lây |
لای |
lâyenkati’ |
لا
ینقطع |
lâyuhsâ |
لا یحصی |
lâzim |
لازم |
leb |
لب |
ledelhâce |
لدی
الحاجه |
ledelihtiyâc |
لدی
الاحتیاج |
ledeliktizâ |
لدی
الاقتضا |
ledelimkân |
لدی
الامکان |
lehtî |
لختی |
leylen |
لیلا
ً |
ligarazin |
لغرض
ٍ |
ligâyeti |
لغایت
ِ |
lîk |
لیک |
lîken |
لیکن |
luzûmen |
لزوما ً |
ma’an |
معا
ً |
mahfî |
مخفی |
mahfiyâne |
مخفیانه |
mahfiyyen |
مخفیا
ً |
mahsûsen |
مخصوصا
ً |
mahz |
محض |
mahzâ |
محضا |
mahzen |
محضا
ً |
makdûr |
مقدور |
makrûn |
مقرون |
maksad |
مقصد |
mâmezâ |
ما
مضی |
mânâ |
مانا |
mânend |
مانند |
mânend-i |
مانند ِ |
mânend-i bedîhî-i
ûlâ |
مانند
بدیهیء اولی |
mânend-i ma’mûl |
مانند
ِ معمول |
mâyil |
مایل |
mâyil
be |
مایل به |
meblag |
مبلغ |
mebnî |
مبنی |
mebnî ber |
مبنی
بر |
mebnî ber inki |
مبنی
بر اینکه |
mebsûten |
مبسوطا
ً |
mecbûren |
مجبورا
ً |
mecmû’ |
مجموع |
mecmû’en |
مجموعا ً |
medîd |
مدید |
meger |
مگر |
meger
anki |
مگر آنکه |
meger inki |
مگر
اینکه |
meger ne |
مگر
نه |
meger ne çonîn (est,
bûd) ki
|
مگر
نه چنین (است ،
بود) که |
melâ |
ملا |
menzûr |
منظور |
mer |
مر |
merâtib |
مراتب |
merbût |
مربوط |
merbût be |
مربوط
به |
merbûten |
مربوطا
ً |
merkûm |
مرقوم |
merrât |
مرات |
merreten ba’de uhrâ |
مرۃ
بعد اخری |
mertebe |
مرتبه |
mesâbe |
مثابه |
meselen |
مثلا
ً |
meşrûh |
مشروح |
meşrûhen |
مشروحا
ً |
meşrût |
مشروط |
meşrût ber inki |
مشروط
بر اینکه |
meşrûten |
مشروطا ً |
mevki’,
movki’ |
موقعی |
mezbûr |
مزبور |
mikdâr |
مقدار |
mikdâr-i kâfî |
مقدار
ِ کافی |
mikyâs |
مقیاس |
min |
من |
min ahadin |
من
احد |
min ba’d |
من
بعد |
min ba’di zâlik |
من
بعد ذلک |
min ba’dihi |
من
بعده |
min cihetin |
من
جههٍ |
min duburin |
من
دبر ٍ |
min dûni |
من
دون ِ |
min dûni zâlike |
من
دون ذلک |
min dûnillâh |
من
دون الله |
min ecli |
من
اجل |
min ecli zâlike |
من
اجل ذلک |
min evvel ilâ âhir |
من
اول الی آخر |
min evveli yevmin |
من اول
یوم |
min eyyi şey’in |
من أی شیء |
min fevr |
من
فور |
min gayri |
من
غیر |
min hafiyyin |
من
خفیٍ |
min haysilmecmû’ |
من
حیث المجموع |
min hilâfin |
من
خلاف ٍ |
min kabli hâzâ |
من
قبل هذا |
min kablihi |
من
قبله |
min kablu |
من
قبل |
min karîb |
من
قریب |
min kıbeli |
من
قبل |
min kıbeli |
من قبل ِ |
min kubulin |
من
قبل |
min kulli mekânin |
من
کل مکان |
min kullilcevânib |
من کل
الجوانب |
min şey’ |
من
شیء |
min tarafillah |
من
طرف الله |
min tarfin |
من
طرف |
min vechin |
من
وجه ٍ |
min verâin |
من
وراء |
min zâlike |
من
ذلک |
min… ilâ |
من
الی |
mirâr |
مرار |
mirâren |
مرارا
ً |
mirâren ve kirâren |
مرارا
ً و کرارا ً |
misâl |
مثال |
misâl-i |
مثال ِ |
misl |
مثل |
misl-i
anki |
مثل
ِ آنکه |
misl-i hemîşe |
مثل
ِ همیشه |
misl-i in bûd ki |
مثل
این بود که |
misl-i în est ki |
مثل
این است که |
misl-i inki |
مثل ِ
اینکه |
miyân |
میان |
mohkem |
محکم |
movki’î ki |
موقعی که |
muceddeden |
مجددا
ً |
mucmel |
مجمل |
mucmelen |
مجملا
ً |
muctemi’an |
مجتمعا
ً |
mudâvim |
مداوم |
muddet-i medîd |
مدت
مدید |
muddet-i medîdîst |
مدت
مدیدی است |
muhakkaken |
محققا
ً |
muhâl |
محال |
muhtassan |
مختصا ً |
muhtelif |
مختلف |
muhtemel |
محتمل |
muhtemelen |
محتملا ً |
muhteser |
مختصر |
muhteser anki |
مختصر
آنکه |
muhteseren |
مختصرا ً |
muhtess |
مختص |
muhtess-i hod |
مختص
ِخود |
mukâbele |
مقابله |
mukâbele-i bilmisl |
مقابلهء
بالمثل |
mukâbeleten |
مقابلهً |
mukaddem |
مقدم |
mukaddem ber |
مقدم
بر |
mukaddemâ |
مقدما |
mukerrer |
مکرر |
mukerrer der mukerrer |
مکرر
در مکرر |
mukerreren |
مکررا
ً |
munâvebeten |
مناوبهً |
munfasilen |
منفصلا
ً |
munferiden |
منفردا
ً |
munhasiren |
منحصرا
ً |
muntazaman |
منتظما ً |
muretteb |
مرتب |
muretteben |
مرتبا
ً |
murûr |
مرور |
musârahatan |
مصارحهً |
musellem |
مسلم |
musellemen |
مسلما
ً |
muserrahan |
مصرحا
ً |
musirren |
مصرّاً |
mustakil |
مستقل |
mustakillen |
مستقلا
ً |
mustakîm |
مستقیم |
mustakîmen |
مستقیما
ً |
mustemir |
مستمر |
mustemirren |
مستمرا ً |
mustenid
|
مستند |
musteniden
|
مستندا
ً |
muşrif |
مشرف |
muşrif be |
مشرف
به |
muşterek |
مشترک |
muştereken |
مشترکا
ً |
mutarriden |
مطردا
ً |
mute’addide |
متعدده |
mute’âkib |
متعاقب |
mute’essifâne |
متأسفانه |
muteaddid |
متعدد |
muteâkiben |
متعاقبا
ً |
muteâkib-i an |
متعاقب
ِ آن |
muteallik
|
متعلق |
muteallik be |
متعلق
به |
muteammiden |
متعمدا
ً |
mutecâviz |
متجاوز |
mutederricen |
متدرجا
ً |
mutefâvit |
متفاوت |
mutekâbil |
متقابل |
mutekâbilen |
متقابلا
ً |
mutenâvib |
متناوب |
mutenâviben |
متناوبا
ً |
mutetâbi’an |
متتابعا
ً |
mutevâziyen |
متوازیا
ً |
muteveccihen |
متوجها
ً |
mutlakan |
مطلقاً |
muttesil |
متصل |
muttesilen |
متصلا ً |
muvekkat |
موقت |
muvekkaten |
موقتا
ً |
nâbegâh |
نابگاه |
nâbehengâm |
نا
بهنگام |
nâbevakt |
نا
بوقت |
nâdiren |
نادرا
ً |
nâgâh |
ناگاه |
nâgâhî |
ناگاهی |
nâgeh |
ناگه |
nâgehân |
ناگهان |
nâgehâne |
ناگهانه |
nâgehânî |
ناگهانی |
nâgehî |
ناگهی |
nâhengâm |
نا
هنگام |
naklen |
نقلا ً |
nâvakt |
نا
وقت |
nazaren |
نظرا
ً |
nazargâh |
نظرگاه |
nazîr |
نظیر |
ne |
نه |
ne ne inki |
نه نه
اینکه |
ne fakat |
نه فقط |
ne fakat, …belki |
نه
فقط ، بلکه |
ne fakat, hettâ |
نه
فقط ، حتی |
ne fakat, nîz |
نه
فقط ، نیز |
ne fekat…belki |
نه
فقطبلکه |
ne inki |
نه
اینکه |
ne ki |
نه
که |
ne tenhâ |
نه
تنها |
ne
tenhâ, … belki |
نه
تنها بلکه |
ne
tenhâ, …nîz |
نه تنها ،
نیز |
ne tenhâ, hettâ |
نه
تنها ، حتی |
ne tenhâ…belki hettâ |
نه
تنها بلکه
حتی |
ne…ne |
نهنه |
nefes |
نفس |
nehâren |
نهارا
ً |
nek |
نک |
nekoned |
نکند |
netîceten |
نتیجهً |
nev, nov |
نو |
nev’an |
نوعا
ً |
nev’anmâ |
نوعا
ً ما |
nevbe, novbe |
نوبه |
nevbet,
novbet |
نوبت |
nezd |
نزد |
nezdîk |
نزدیک |
nezdîk
bûd |
نزدیک
بود |
nezdîk-i zohr |
نزدیک
ظهر |
nisbet |
نسبت |
nisbet be |
نسبت
به |
nisbeten |
نسبهً |
nîz |
نیز |
nîz hem |
نیز
هم |
pâ ber
câ |
پا
برجا |
pâîn |
پائین |
pâk |
پاک |
pâk u pûst kende |
پاک و
پوست کنده |
pâyân |
پایان |
pâyân-i kâr |
پایان
ِ کار |
pâyânnâpezîr |
پایان
ناپذیر |
pâye |
پایه |
pây-i |
پای ِ |
pâyîn |
پایین |
pedîdâr |
پدیدار |
pehlû |
پهلو |
pehlû be pehlû |
پهلو به
پهلو |
pehlûgâh |
پهلوگاه |
pehlûgeh |
پهلوگه |
pehlûyî |
پهلویی |
pehlû-yi
hem |
پهلوی
هم |
pehn |
پهن |
pehnâ |
پهنا |
pehnâver |
پهناور |
pes |
پس |
pes angâh |
پس
آنگاه |
pes angeh |
پس
آنگه |
pes çi ki |
پس
چه که |
pes ez |
پس
از |
pes ez ân |
پس از آن |
pes ez
anki |
پس
از آنکه |
pes ez
çend lahza |
پس
از چندی لحظه |
pes ez
çendî |
پس
از چندی |
pes ez
endekî |
پس
از اندکی |
pes ez in |
پس
از این |
pes ez inki |
پس
از اینکه |
pes ez lahtî |
پس از
لختی |
pes ez lehzeî |
پس
از لحظه ای |
pes ez zohr |
پس
از ظهر |
pes
intovr |
پس
اینطور |
pes sû |
پس
سو |
pes u pîş |
پس
و پیش |
pesâpes |
پساپس |
pesâpîş |
پسا
پیش |
pes-i
perde |
پس پرده |
pes-i poşt |
پس
پشت |
pesîn |
پسین |
pesîn ferdâ |
پسین
فردا |
pesîngâh |
پسینگاه |
pest |
پست |
pest pest |
پست
پست |
pester |
پستر |
pesterek |
پسترک |
pestperde |
پست
پرده |
pey der pey |
پی
در پی |
pey, piy |
پی |
peyâpey |
پیاپی |
peydâ,
piydâ |
پیدا |
pey-i |
پی
ِ |
pey-i hem |
پی هم |
peyrîz |
پی ریز |
peyveste |
پیوسته |
pîç ber pîç |
پیچ بر
پیچ |
pîç ender pîç |
پیچ اندر
پیچ |
pîç
pîç |
پیچ
پیچ |
pinhân ez kesî |
پنهان
از کسی |
pinhân u peydâ |
پنهان
و پیدا |
pinhân,
penhân |
پنهان |
pîş |
پیش |
pîş ez |
پیش از |
pîş
ez an
|
پیش
از آن |
pîş ez anki |
پیش
از آنکه |
pîş ez in |
پیش
از این |
pîş ez inki |
پیش
از اینکه |
pîş ez pîş |
پیش
از پیش |
pîş ez zohr |
پیش
از ظهر |
pîş pîş |
پیش پیش |
pîş
u pes |
پیش
و پس |
pîş u pes u
bâlâ |
پیش
و پس و بالا |
pîşâpîş |
پیشاپیش |
pîşet |
پیشت |
pîş-i hod |
پیش ِ خود |
pîş-i pâ |
پیش ِ پا |
pîş-i pâ |
پیش
پا |
pîş-i pây-i
kesî |
پیش ِ پای
کسی |
pîş-i pây-i
kesî |
پیش
پای کسی |
pîş-i rûy |
پیش
ِ روی |
pîşîn |
پیشین |
pîşîne |
پیشینه |
pîşîngâh |
پیشینگاه |
pîşter |
پیشتر |
pîşterek |
پیشترک |
pîşterhâ |
پیشترها |
por |
پر |
por ez |
پر
از |
poşt |
پشت |
poşt rû |
پشت
رو |
poştâpoşt |
پشتاپشت |
poşt-i hem |
پشت
ِ هم |
poşt-i
ser |
پشت
سر |
poşt-i
ser-i hem |
پشت ِ سر ِ
هم |
poştrîz |
پشت
ریز |
râ |
را |
râbi’ |
رابع |
râbi’en |
رابعا
ً |
râci’ |
راجع |
râci’ be |
راجع
به |
râci’ be inki |
راجع به
اینکه |
ragbeten |
رغبهً |
ragm |
رغم |
ragmen |
رغما
ً |
ragmen alâ enfihi |
رغماً
علی انفه |
ragm-i enf-i kesî |
رغم
انف ِ کسی |
ragm-i unf-i kesî |
رغم ِ انف
ِ کسی |
râst |
راست |
râst be râst |
راست
به راست |
râst râst |
راست
راست |
râst u pûst kende |
راست
و پوست کنده |
râstâ |
راستا |
râstî |
راستی |
re’s |
رأس |
rede |
رده |
redîf |
ردیف |
redîf be redîf |
ردیف
به ردیف |
resm |
رسم |
resmen |
رسما
ً |
rû |
رو |
rû
be
|
رو
به |
rû be in taraf |
رو به این
طرف |
rub’ |
ربع |
rûberû |
روبرو |
rûberû-yi yekdîger |
روبروی
یکدیگر |
rûy |
روی |
rûyârûy |
رویاروی |
rûyhemrefte |
روی
هم رفته |
rûy-i hem |
روی
هم |
rûz |
روز |
rûz tâ rûz |
روز تا
روز |
rûz u şeb |
روز و شب |
rûzberûz |
روز
به روز |
rûzekî çend |
روزکی
چند |
rûzgârî |
روزگاری |
rûzî |
روزی |
rûz-i ba’d |
روز
ِ بعد |
rûz-i evvel |
روز ِ
اوّل |
rûz-i kabl |
روز
ِ قبل |
rûz-i nohost |
روز
ِ نخست |
rûz-i pesîn |
روز
ِ پسین |
rûz-i pîş |
روز
ِ پیش |
rûz-i pîşîn |
روز ِ
پیشین |
rûz-i rûşen |
روز
ِ
روشن |
sâ’ate |
ساعته |
sâ’aten |
ساعهً |
sâ’aten
fesâ’aten |
ساعهً
فساعهً |
sâ’et |
ساعت |
sâ’et
be sâ’et |
ساعت
به ساعت |
sâ’etî dîger |
ساعتی
دیگر |
sâbıkan |
سابقا
ً |
sâbi’ |
سابع |
sâbi’en |
سابعا
ً |
sâbik |
سابق |
sâbik ber an |
سابق
بر آن |
sâbik ber in |
سابق
بر این |
sad der sad |
صد در صد |
sâde |
ساده |
sâf u pûst kende |
صاف
و پوست کنده |
sâf u sâde |
صاف
و ساده |
sâl |
سال |
sâlâne |
سالانه |
sâlâsâl |
سالاسال |
sâlbesâl |
سال
بسال |
sâlefzûn |
سال
افزون |
sâlhâ |
سالها |
sâlhâst |
سالهاست |
sâlhâ-yi
sâl |
سالهای
سال |
sâlî |
سالی |
sâl-i cârî |
سال ِ
جاری |
sâl-i gozeşte |
سال
گذشته |
sâl-i hâl |
سال
ِ حال |
sâl-i hâzır |
سال
ِ حاضر |
sâl-i kabl |
سال
ِ قبل |
sâl-i mâkabl |
سال
ِ ماقبل |
sâlif |
سالف |
sâlife |
سالفه |
sâlifen |
سالفا
ً |
sâlifulbeyân |
سالف
البیان |
sâlifuzzikr |
سالف
الذکر |
sâlîmâhî |
سالی
ماهی |
sâlisen |
ثالثا
ً |
sâliyân |
سالیان |
sâliyân-i dirâz |
سالیان
ِ دراز |
sâminen |
ثامنا
ً |
san |
سان |
sâniyen |
ثانیا ً |
sarf-i nazar |
صرف ِ نظر |
sâyir |
سایر |
sâyirîn |
سایرین |
sebok |
سبک |
seher |
سحر |
sehergâh |
سحرگاه |
sehergâhân |
سحرگاهان |
sehergeh |
سحرگه |
seht |
سخت |
sehven |
سهوا ً |
ser |
سر |
serâbâlâ |
سرابالا |
serâpâ |
سراپا |
serâpâ’în |
سرا
پائین |
serâser |
سراسر |
serâsîme |
سراسیمه |
serâşîb |
سراشیب |
serbâlâ |
سر
بالا |
serbâlâyî |
سر
بالایی |
serbâlîn |
سر
بالین |
serbeser |
سربسر |
sercomle |
سر
جمله |
sercumle-i âlem |
سر
جملهء عالم |
serencâm |
سرانجام |
ser-i her sâ’et |
سر
ِ هر ساعت |
ser-i mû |
سر مو |
ser-i mûy |
سر
موی |
ser-i zohr |
سر
ِ ظهر |
serîu’z-zevâl |
سریع
الزوال |
sertâbepâ |
سر
تا به پا |
sertâpâ |
سر
تا پا |
sertâser |
سر
تا سر |
sertâteh |
سر تا ته |
serteser |
سر
تسر |
serzede |
سر
زده |
sevâ |
سوا |
sevâ-yi inhâ |
سوای
اینها |
sevomîn, sevvomîn, sovvomîn |
سومین |
sevvom, sovvom, sevom, seom |
سوم |
sevvomî, sovvomî, sevomî |
سومی |
sezâ |
سزا |
sırren ve cehren |
سرّا
ً و جهرا |
sî |
سی |
sirf |
صرف |
sirfen |
صرفا ً |
siyom,
siyyom |
سیوم |
siyyânen |
سیتانا
ً |
sobhdem |
صبحدم |
sobhgâh |
صبحگاه |
sorâg |
سراغ |
sû |
سو |
sûbesû |
سوبسو |
subh |
صبح |
subh be subh |
صبح
به صبح |
subh u mesâ |
صبح و مسا |
subh u şâm |
صبح و شام |
sûret be sûret |
صورت
به صورت |
sûreten |
صورتا ً |
sûy |
سوی |
şâm |
شام |
şâm u seher |
شام
و سحر |
şâm u subh |
شام
و صبح |
şâyed |
شاید |
şe’n |
شأن |
şeb |
شب |
şeb eb şeb |
شب
به شب |
şeb tâ be sabâh |
شب
تا به صباح |
şeb tâ be seher |
شب
تا به سحر |
şeb tâ rûz |
شب
تا روز |
şeb u nehâr |
شب
و نهار |
şeb u rûz |
شب
و روز |
şebâne |
شبانه |
şebânerûz |
شبانه
روز |
şebe |
شبه |
şebî |
شبی |
şedîd
|
شدید |
şedîden |
شدیدا
ً |
şemme |
شمه |
şemmeî |
شمه ای |
şeş |
شش |
şeş cihet |
شش جهت |
şeşdâng |
شش
دانگ |
şeşom |
ششم |
şeşomî |
ششمی |
şeşomîn |
ششمین |
şimâlen |
شمالا
ً |
şomâ |
شما |
şomâ râ be hodâ |
شما
را بخدا |
şukr îzed râ |
شکر
ایزد را |
şukr ki |
شکر
که |
şukr-i
hodâ |
شکر
خدا |
şukr-i îzed |
شکر ِ
ایزد |
tâ |
تا |
tâ âhir |
تا آخر |
tâ âhir-i |
تا
آخر |
tâ âhir-i ser |
تا
آخر ِ سر |
tâ
an ki |
تا آنکه |
tâ an lahze |
تا
آن لحظه |
tâ âncâ … ki |
تا
آنجاکه |
tâ ancâ ki |
تا
آنجا که |
tâ ancâî ki |
تا
آنجائی که |
tâ ba’d çi
şeved |
تا
بعد چه شود |
tâ be |
تا
به |
tâ be çend |
تا
به چند |
tâ be çi gâyet |
تا
به چه غایت |
tâ be dîr |
تا
به دیر |
tâ be ebed |
تا به ابد |
tâ be ferdâ |
تا
به فردا |
tâ be gâyet-i |
تا
به غایت ِ |
tâ be haddî ki |
ته
به حدی که |
tâ be hâl |
تا به حال |
tâ be haşr |
تا
به حشر |
tâ be key |
تا
به کی |
tâ be kıyâmet |
تا
به قیامت |
tâ be mahşer |
تا
به محشر |
tâ be merhale |
تا
به مرحله |
tâ be sabâh |
تا به
صباح |
tâ be seher |
تا
به سحر |
tâ be tâ |
تا
به تا |
tâ bedin had |
تا
بدین حد |
tâ behâhî |
تا
بخواهی |
tâ ber tâ |
تا
بر تا |
tâ bû ki |
تا
بو که |
tâ
bûk |
تا بوک |
tâ câyî ki |
تا
جایی که |
tâ câyî ki
imkân bûd |
تا
جایی که
امکان بود |
tâ câyî ki
mîhord |
تا
جایی که می
خورد |
tâ çend |
تا
چند |
tâ çeşm kâr
mîkoned / mîkerd |
تا
چشم کار می
کند / می کرد |
tâ çi |
تا چه |
tâ çi beresed (be) |
تا
چه برسد (به) |
tâ çi had |
تا
چه حد |
tâ çi mîzân |
تا
چه میزان |
tâ çi pâye |
تا
چه پایه |
tâ çi resed (be) |
تا چه رسد
(به) |
tâ çi vakt |
تا
چه وقت |
tâ çonanki |
تا
چنانکه |
tâ çu |
تا
چو |
tâ dânî |
تا
دانی |
tâ dem-i haşr |
تا
دم ِ حشر |
tâ dem-i kıyâmet |
تا
دم ِ قیامت |
tâ derece-i âhir |
تا
درجهء آخر |
tâ dîden-i ferdâ |
تا
دیدار ِ فردا |
tâ dunyâ dunyâst |
تا
دنیا دنیاست |
tâ ebed |
تا
ابد |
tâ eknûn |
تا اکنون |
tâ endâzeî |
تا
اندازه ای |
tâ ezel |
تا
ازل |
tâ haddî |
تا
حدی |
tâ hadd-i gâyî |
تا
حدّ غایی |
tâ hadd-i imkân |
تا حدِّ
امکان |
tâ haddî ki |
تا
حدی که |
tâ hadd-i makdûr |
تا
حدّ مقدور |
tâ hâl |
تا
حال |
tâ hâlâ |
تا
حالا |
tâ hengâmî ki |
تا
هنگامی که |
tâ in derece |
تا این
درجه |
tâ in endâze |
تا این
اندازه |
tâ
in had |
تا
این حد |
tâ in lahze |
تا این
لحظه |
tâ in movki’ |
تا
این موقع |
tâ
inki |
تا
اینکه |
tâ intihâ |
تا
انتها |
tâ key |
تا کی |
tâ key u çend |
تا کی و
چند |
tâ kıyâmet |
تا قیامت |
tâ
ki
|
تا که |
tâ kocâ |
تا
کجا |
tâ kunûn |
تا
کنون |
tâ meger |
تا
مگر |
tâ movki’î ki |
تا
موقعی که |
tâ muddetî |
تا
مدتی |
tâ muddetî ki |
تا
مدتی که |
tâ mumkin est |
تا
ممکن است |
tâ seher |
تا
سحر |
tâ şâyed |
تا
شاید |
tâ şeb |
تا
شب |
tâ vaktî ki |
تا
وقتی که |
tâ yek endâze |
تا یک
اندازه |
ta’dîlen |
تعدیلا ً |
ta’mîmen |
تعمیما
ً |
ta’rîzen |
تعریضا
ً |
ta’rîzen ve tasrîhan |
تعریضا
ً و تصریحا ً |
ta’vîzen |
تعویضا
ً |
ta’zîmen |
تعظیما
ً |
tab’en |
طبعا
ً |
tabî’eten |
طبیعهً |
tabî’î |
طبیعی |
tafsîlen |
تفصیلا
ً |
taht |
تحت |
tahtânî |
تحتانی |
taklîden |
تقلیدا
ً |
takrîben |
تقریبا
ً |
takrîren |
تقریرا
ً |
taraf |
طرف |
taraf-i zohr |
طرف
ِ ظهر |
târeten ba’de uhrâ |
تارۃ بعد اخری |
târeten uhrâ |
تارۃ
اخری |
tarîk |
طریق |
tarîk-i âhar |
طریق
ِ آخر |
tarz |
طرز |
tasdîkan |
تصدیقا
ً |
tasrîhen |
تصریحا
ً |
tasrîhen ve telvîhen |
تصریحا
ً و تلویحا ً |
tasvîben |
تصویبا
ً |
tâş |
تاش |
tatbîkan |
تطبیقا ً |
tav’an ve kerhen |
طوعا
ً و کرها ً |
tâze |
تازه |
tâze be tâze |
تازه به
تازه |
tâzegî |
تازگی |
tâzegîhâ |
تازگی
ها |
te’abbuden |
تعبدا
ً |
te’ammuden |
تعمدا
ً |
teh |
ته |
tek u
tenhâ |
تک
و تنها |
temâmî |
تمامی |
teng-i
hem |
تنگ
ِ هم |
tenhâ |
تنها |
tenhâ…ne belki |
تنها
نه بلکه |
tenhâ-yi
tenhâ |
تنهای
تنها |
tesâdufen |
تصادفا ً |
tesâdufî |
تصادفی |
tevessut-i |
توسط
ِ |
teyy |
طی |
tıbk-i |
طبق
ِ |
tibk-i ma’mûl |
طبق
ِ معمول |
tov’en |
طوعا
ً |
tov’en em kerhen |
طوعا
ً ام کرها ً |
tov’en ve kerhen |
طوعا
ً و کرها ً |
tov’î |
طوعی |
tovrî |
طوری |
tovr-i dîgerî |
طور ِ
دیگری |
tovrî ki |
طوری
که |
tovzîh-i anki |
توضیح
ِ آنکه |
tû |
تو |
tugûyî |
تو
گویی |
tûl
|
طول |
tûl nekeşîd ki |
طول
نکشید که |
tûlen |
طولا
ً |
tûlî nekeşîd ki |
طولی
نکشید که |
tûlî nekeşîde |
طولی
نکشیده |
tuveş |
توش |
û |
او |
uhrâ |
اخری |
unfen |
عنفا ً |
unveten |
عنوهً |
usûlen |
اصولا
ً |
vâbeste |
وابسته |
vâbeste be |
وابسته
به |
vâcib |
واجب |
vâfiren |
وافرا
ً |
vâheyfâ |
واحیفا |
vâhid |
واحد |
vâhiden |
واحدا
ً |
vâhiden ba’de vâhidin |
واحدا
ً بعد واحد |
vâki’ |
واقع |
vâki’ der |
واقع
در |
vâki’en |
واقعا
ً |
vakt |
وقت |
vakt be vakt |
وقت به
وقت |
vakt u bîvakt |
وقت
و بی وقت |
vakten |
وقتا
ً |
vakten mine’l-evkât |
وقتا ً من
الاوقات |
vakthâ |
وقتها |
vaktî |
وقتی |
vakt-i asr |
وقت
ِ عصر |
vakt-i dîger |
وقت
ِ دیگر |
vakt-i gurûb |
وقت
ِ غروب |
vakt-i seher |
وقت
ِ سحر |
vakt-i sobh |
وقت ِ صبح |
vakt-i zevâl |
وقت
زوال |
vakt-i zohr |
وقت
ِ ظهر |
vaktîki |
وقتی که |
van |
وان |
vançi |
وانچه |
vangâh |
وانگاه |
vangeh |
وانگه |
vangehân |
وانگهان |
vangehânî |
وانگهانی |
vangehî |
وانگهی |
vankû |
وانکو |
vâpes |
واپس |
vâpes-i |
واپس
ِ |
vâpesî |
واپسی |
vâpesîn |
واپسین |
vâreste |
وارسته |
vâse-i |
واسهء |
vase-i
çi
|
واسهء
چه |
vâsite |
واسطه |
vây |
وای |
vây tu |
وای
تو |
vaz’en |
وضعا
ً |
vazîh |
وضیح |
vazîha |
وضیحه |
vâzihen |
واضحا
ً |
ve ilâ
mâşâ’allâh |
و
الی ماشاء
الله |
veba’du |
و
بعد |
vebes |
و
بس |
vech |
وجه |
vechen |
وجها
ً |
vechen minelvucûh |
وجها
ً من الوجوه |
vech-i âhar |
وجه ِ آخر |
vech-i ahsen |
وجه
ِ احسن |
vegayre, vegayruhu |
وغیره |
vegayruhâ |
وغیرها |
vegayruhum |
وغیرهم |
vegayruhumâ |
وغیرهما |
veger |
وگر |
vegerne |
وگرنه |
vegernî |
وگرنی |
veh |
وه |
veh ki |
وه
که |
vehâl
an ki |
و حال
آنکه |
vehelummecerâ |
و هلم جری |
vehem |
وهم |
vehle |
وهله |
vehle-i ûlâ |
وهلهء
اولی |
velev |
ولو |
velev anki |
ولو
آنکه |
velev
inki |
ولو
اینکه |
velevki |
ولو
که |
velî |
ولی |
velîk |
ولیک |
velîken |
ولیکن |
vender |
واندر |
venderân |
واندران |
ver |
ور |
ver |
ور |
verâ |
ورا |
verâ’ |
وراء |
verne |
ورنه |
vernî |
ورنی |
veset |
وسط |
vesîle |
وسیله |
vey |
وی |
vey |
وی |
vez |
وز |
vezan |
وزان |
vezanpes |
وز آن پس |
yâ |
یا |
ya ânki |
یا
آنکه |
yâ buşrâ |
یا
بشری |
yâ esefâ |
یا اسفا |
yâ eyyuhâ |
یا ایها |
yâ hasreten |
یا
حسرة |
yâ hasretenâ |
یا
حسرتنا |
yâ Hayy |
یا
حی |
yâ sabr |
یا
صبر |
yâ veylenâ |
یا
ویلنا |
yâ veyletâ |
یا
ویلتا |
yâ veyletenâ |
یا
ویلتنا |
yâ veyletî |
یا
ویلتی |
yakînen |
یقینا
ً |
yeden biyed(in) |
یدا
ً بید ٍ |
yegân |
یگان |
yegân yegân |
یگان
یگان |
yegâne |
یگانه |
yek |
یک |
yek bâr |
یک
بار |
yek bâr-i dîger |
یک
بار دیگر |
yek be yek |
یک
به یک |
yek bend |
یک
بند |
yek câ |
یکجا |
yek cihet |
یک
جهت |
yek cûr |
یک
جور |
yek çend |
یک
چند |
yek çendî |
یک
چندی |
yek dâne |
یک
دانه |
yek def’e |
یک
دفعه |
yek dem |
یک
دم |
yek do rûzek |
رک
دو روزک |
yek dunyâ |
یک
دنیا |
yek horde |
یک
خرده |
yek kar |
یک
قر |
yek kodâm |
یک
کدام |
yek kodâmişan |
یک
کدامشان |
yek kurûr |
یک
کرور |
yek leht |
یک
لخت |
yek lehze |
یک
لحظه |
yek lehze
pîş |
یک
لحظه پیش |
yek lehzeî |
یک
لحظه ای |
yek mertebe |
یک
مرتبه |
yek nefes |
یک
نفس |
yek nişest |
یک
نشست |
yek pâ |
یک
پا |
yek râst |
یک
راست |
yek rûz der miyân |
یک
روز در میان |
yek
sâ’et |
یک
ساعت |
yek sâl |
یک
سال |
yek sû |
یک
سو |
yek şemme |
یک
شمه |
yek tene |
یک
تنه |
yek vakt |
یک
وقت |
yek vucûd |
یک
وجود |
yek yek |
یک
یک |
yekbâre |
یکباره |
yekbâregî |
یک
بارگی |
yekcûrî |
یک
جوری |
yekdeme
|
یک
دمه |
yekdiger |
یکدگر |
yekdîger |
یکدیگر |
yekhev |
یک
هو |
yekî |
یکی |
yekî der miyâ |
یکی
در میان |
yekî dîge |
یکی
دیگر |
yekî e |
یکی
از |
yekî pes ez dîgerî |
یکی
پس از دیگری |
yekî yekî |
یکی
یکی |
yeknesak |
یک
نسق |
yeknevâht |
یک
نواخت |
yekneverd |
یک
نورد |
yekrîz |
یکریز |
yekrûze |
یک
روزه |
yeksâle |
یک
ساله |
yeksân |
یکسان |
yekser |
یک
سر |
yeksûne |
یکسونه |
yekşebe |
یک
شبه |
yektâ |
یکتا |
yekver |
یک
ور |
zâ’id |
زائد |
zâhir |
ظاهر |
zâhiren |
ظاهرا
ً |
zamîmeten |
ضمیمهً |
zan |
زان |
zan
pes |
زان
پس |
zan ser |
زان
سر |
zangehki |
زان
گه که |
zân-i |
زان |
zank |
زانک |
zanki |
زانکه |
zansân |
زانسان |
zâten |
ذاتاً |
zeber |
زبر |
zemân
|
زمان |
zemânen |
زمانا
ً |
zemân-i |
زمان
ِ |
zemânî |
زمانی |
zemânî
ki |
زمانی که |
zevâl |
زوال |
zi |
ز |
zi ber |
ز
بر |
zi berâyi |
ز
برای |
zi ki |
ز که |
zi
rûy-i |
ز
روی |
zi
ser tâ pâ |
ز
سر تا پا |
zid |
ضد |
zihî |
زهی |
zimn |
ضمن |
zimnen |
ضمنا
ً |
zimnî |
ضمنی |
zimn-i inki |
ضمن ِ
اینکه |
zin |
زین |
zin dîger |
زین دیگر |
zin namat |
زین
نمط |
zin nesak |
زین نسق |
zin sebeb |
زین
سبب |
zin ser |
زین
سر |
zin yekî |
زین
یکی |
zinâgeh |
ز
ناگه |
zinhâr |
زنهار |
zinhâr
tâ |
زنهار
تا |
zinpes |
زین
پس |
zînsân |
زینسان |
zinsipes |
زین
سپس |
zîr |
زیر |
zîr u zeber |
زیر
و زبر |
zîr u bâlâ |
زیر
و بالا |
zîrâ |
زیرا |
zîrâ
ki |
زیرا
که |
zîrâk |
زیراک |
ziyâd |
زیاد |
ziyâde |
زیاده |
ziyâde ez had |
زیاده
از حد |
zohr |
ظهر |
zû |
زو |
zûd
|
زود |
zûdâzûd |
زودازود |
zûdî |
زودی |
zûdter
|
زودتر |
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar