Print Friendly and PDF

[FÜTÛHÂT-I MEKKİYYE'NİN] ELLİ BEŞİNCİ KISMI

 




Rahman ve Rahim Olan Allah Teâlâ’nın Adıyla

YETMİŞ BİRİNCİ BÖLÜM

Orucun Sırları

Ey gülerken ağlayan!

Sensin bizden şikayetçi ve şikayet edilen

Oruç, yükselmeksizin tutmaktır Ya da yükselmektir, tutmaksızın.

Bazen ikisi de birden.                                                        

Ortak koşarak birlemeyi ispatlayan nezdinde

Akıllar tasarruflarından engellendi İpler ve ağlar olmaksızın.

Akıllar eylemlerinden alıkondu Şeriatın keskin kılıcıyla.

Böylece kanıtlarının reddettiğini kabul ettiler İdrak olmaksızın iman ettiler

Hidayet yıldızı onu yüzerek geçirdi Feleklerle melekler arasmda

Ey Nefs! Sen olmasaydın, O olmazdın ‘Sanki o’, sen olmasaydın, sen olmasaydın

Oluştan kesilin, iftar etmeyin Halkın ilahı böyle seni dost edindi.

O olması bakımından bu oruca niyetlen Çünkü O seni oluşla gıdalandınr

Oruçta bir anlam var ki onu bir düşünsen Hiçbir yaratık senin sözünü taşıyamazdı

Orucun benzersizdir, böyle dedi bana Onu emreden; artık bunu düşünün!

Çünkü oruç terktir, nerededir o yaptığın Ya da nerededir senin (yaptım) iddian!

İş aslına dönmüştür Rabbim de seni böyle dost edindi

Orucun hikmetlerini bir düşünsen Onun asıl anlamı senin manandadır

Sonra O’nun nezdinden bir haberci geldi Senin emredilmiş orucundan seni soyutladı

Oruç Allah Teâlâ’ya aittir, cahil olma!

Sen onun tecelligâhısın, bunu bilmelisin!

Sen ise aç kalarak ölürsün, bunu bil.

Rahman seni (nefs) dişi yaptı ki .

Seni düzenlediğinde senden çıkandan ötürü (kadın, Havva).

Seni kendine ehil olarak düzenleyen münezzehtir Ona ehil senden başkası olamadı

Sen O’nun için tıpkı toprak gibi bir döşeksin Onun ağlamak özelliğindeki gözü gibisin


Allah Teâlâ’nın yaratması onun gözü görünür Sizin aranızda; senin yerin neresi?

Horluk içinde Allah Teâlâ’ya dua edersen Onunla Allah Teâlâ seni güldürür

En yüce Kalem Levhasında

O’ndan yazdı senin nezih özelliğini                                     .                      -

Sen hepsinin aynısın, O’nun aym değil Bir açıdan sana yakın, bir açıdan ise uzak

Razı olduğunda yetinmekten sakın O seni razı etsin diye

Dilediğin her işte kendi aslın gibi ol Unutma ki, unutulma!

İşte budur bana gelen ilim

İftiracı olmayan söyleyenden (peygamber)

Bildireninin emriyle onu indiririm Zahit ve abidlerin arasına

Hamd olsun o Allah Teâlâ’ya ki

Nurların ve halkaların bilgisine tahsis etti beni

Beni öyle bir surete sahip kıldı ki ' Kemali ancak kendisiyle ortaya çıkar..

Allah Teâlâ sana yardım etsin, bilmelisin ki oruç, (nefsi hazlardan) tut­mak ve yükselmek demektir. ‘Same en-nehar’ gündüz yükseldi denilir. Şair Imru’l-ICays bir mısraında şöyle der:

İza same en-neharü ve heccera Gün yükseldiğinde (demektir).

Oruç diğer bütün ibadetlerden daha yüksek olduğundan, oruç (savm) diye isimlendirildi. Allah Teâlâ, daha sonra belirteceğimiz gibi, orucu ibadetler arasında benzeri olmamakla yükseltmiştir. Kulları onu ibadet olarak yerine getirse bile, Allah Teâlâ orucu kullarından düşürmüş ve kendi­sine izafe etmiştir. Orucu tutanın ödülünü ise, kendi eliyle vermiş ve benzersizlikte onu kendisine katmıştır.           .

Oruç gerçekte bir şey yapmak değil, yapmamaktır. Benzersizlik de, olumsuz bir niteliktir. Böylelikle Allah Teâlâ ile oruç arasındaki ilişki güç­lenmiştir. Allah Teâlâ kendisi hakkında şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur.’20 Allah Teâlâ kendisinin bir benzerinin olmasını reddetmiştir. Şu hal­de Allah Teâlâ, dinî ve aklî kanıtlara göre, benzeri olmayandır (misilsiz). Nesai Ebu Ümame’den şöyle aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve selleme geldim ve ‘Ba­na yapacağım bir emir ver’ dedim. Peygamber de ‘Oruç tutmalısın, çünkü oruç misilsizdir1 buyurdu. Böylelikle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ’nın kullarına emrettiği ibadetler içinde orucun bir benzerinin olmadığını belirtti.                      '

Orucun selbî bir nitelik olduğunu bilen kimse -çünkü o, yenilecek şeyleri terk etmektirkesin olarak onun misli bulunmadığını da bilir. Çünkü onun dışta anlaşılacak şekilde varlıkla nitelenecek hakikati yok­tur. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘oruç bana aittir’ dedi. Öyleyse oruç, gerçekte bir ibadet ya da amel değildir. Oruca amel denilmesi, mecazi olabilir. Bu durum, mevcut sözünü bize akledilir olan Hakka vermemizin mecazi olmasına benzer. Çünkü varlığı zatının aynı olan ile varlığın ilişkisi, varlığın bizimle ilişkisine benzemez. Çünkü ‘Oriun benzeri bir şey yok­tur.’21

Müslim’in es-Sahih’te Ebu Hureyre’den aktardığı bir (kutsi)hadiste Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Orucun dışındaki bütün amelleri ku­luma aittir. Oruç işe bana aittir ve onun ödülünü ben vereceğim. Oruç bir kalkandır. Aranızdan birisi oruçlu olduğunda, kavga yapmasın ve kızmasın. Birisi kendisine sataşırsa veya kavgaya tutuşursa ‘ben oruçlu bir insanım’ desin. Muhammed’in canını elinde tutan Allah Teâlâ’ya yemin ol­sun ki, oruçlunun ağız kokusu kıyamet günü Allah Teâlâ nezdinde misk ko­kusundan daha güzeldir. Oruçlunun iki sevinci vardır: Orucunu açtı­ğında, sevinir. İkincisi ise, Rabbiyle karşılaştığında oruç tuttuğu için sevinmesidir.’

Bilmelisin ki, Nesai’den aktardığımız hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem oru­cun benzeri olmadığını belirttiği gibi Hakkın da bir benzeri yoktur. Bu nedenle oruçlu ‘benzeri olmamak’ özelliğiyle Rabbine kavuşur ve O’nu kendisi vasıtasıyla görür. Bu durumda Hakk, gören ve görülendir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘orucuyla sevinir’ deyip ‘Rabbine kavuştuğu için sevinir’ demedi. Çünkü sevinç, kendisiyle sevinmez, bilakis onunla sevinilir. Görmesi ve müşahedesi esnasında Hakk kimin gözü olmuşsa, O’nu gö­rürken kendinden başkasını görmez.

Öyleyse oruçlunun sevinci, benzerliğin ortadan kaldırılması dere­cesine katılmaktır. Dünya hayatında orucunu açarken ise, özü gereği beslenmek isteyen hayvani nefsin hakkını kendisine ulaştırmak bakı­mından sevinmişti. Arif, hayvanı ve nebatî nefsinin kendisine ihtiyacına tanık olup Allah Teâlâ’nın bir yükümlülük olarak üzerine yazdığı hakkını ulaş­tırmakla nefsine yaptığı cömerdiğini gördüğünde, burada Hakkın nite­liğiyle zuhur etmiş demektir. Böylelikle Hakkın eliyle verir. Nitekim kendisine kavuşulduğunda da Hakk, kendi gözüyle görülür. Bu nedenle oruçlu, Rabbine kavuştuğu esnada orucu nedeniyle sevineceği gibi, (dünyada, kendisine Hakkın cömerdik özelliğini kazandıran) iftarıyla sevinir.

Kul, oruç tutması nedeniyle (benzersizlik) özelliğiyle nitelenmiş ve bu nitelilde de oruçlu adını Hakk etmiştir. Onun oruçlu olduğunu kabul ettikten sonra, Hakk kendisinden bu ismi düşürmüş ve ‘Oruç bana ait­tir’ diyerek kendisine izafe etmiştir. Başka bir ifadeyle (hiçbir şeye muhtaç olmamak anlamındaki) samedanîlik özelliği, sadece bana ait olabilir. Bu özellik, beslenmekten münezzehliktir. Ben seni (kul) o özellikle nitelemiş olsam bile, şanıma yaraşan ‘mutlak tenzih’ bakımın­dan değil, sınırlı tenzih yönünden niteledim ve ardından ‘onun ödülü­nü ben vereceğim’ dedim. Böylelikle Hakk, kendisine döndüğünde oruçlunun orucunun karşılığı olur ve kul da ‘benzeri olmayan’ın özelli­ğiyle Hakka kavuşur. Kastedilen, oruçtur. Çünkü ‘benzeri olmayanı’ sadece ‘benzeri olmayan’ görebilir. Zevk sahiplerinin büyüklerinden Ebu Talib el-Meldci de buna böyle işaret etmiştir: ‘Kimin yükünde bu­lunursa, onun cezasıdır.’ Ayet bu duruma ne kadar uygun düşmüştür!

‘Oruç bir kalkandır.’ Kalkan, koruyucudur. Allah Teâlâ, ‘Allah Teâlâ’dan sakını­nız’22 buyurur. Başka bir ifadeyle O’nu (kendinizi koruyacağınız bir) ‘kalkan’ yapmız. Böylelikle, koruyuculukta oruç Allah Teâlâ’nın yerini almıştır. Allah Teâlâ ise ‘kendisi gibi bir şey olmayan’dır. Oruç da, ibadeder arasmda ‘benzeri olmayan’dır. Oruç için ‘kendisi gibi bir şey olmayan’ denile­mez. Çünkü şey, olumlu veya varlıkla ilgili bir durumdur. Oruç ise, terktir (olumsuz). Dolayısıyla oruç, (gerçekte) yok olan akledilir ve olumsuzlayıcı bir niteliktir. Bu nedenle onun benzeri yoktur. Yoksa onun benzeri bir şey yoktur denilemez. Benzersiz olmada, Hakk ile oru­cun özelliği arasındaki-fark budur.

Hakk oruçluya yasak getirmiştir. Yasak, terk demektir ve olumsuz bir eylemdir. Allah Teâlâ şöyle der: ‘Kavga etmesin, kızmasın (yasak).’ Ona bir şey yapmayı emretmemiş, bunun yerine herhangi bir nitelilde nite­lenmeyi yasaklamıştır. Oruç, terk demektir. Böylelikle, oruç ile oruçlu­ya yasaklanan şeyler arasında ilişki mümkün olmuştur. Sonra oruçluya, kendisiyle kavga etmek isteyen veya ona sövene şöyle demesi emredil­di: ‘Ben oruçluyum!’ Ey benimle kavga etmek isteyen ve baha söven kişi! Ben senin yaptığın bu davranışı yapmayan biriyim. Böylelikle oruçlu, Rabbinin emriyle, kendisini bu davranıştan alıkoymuştur. Do­layısıyla Hakk da, terk eden olduğunu bildirmiştir. Başka bir ifadeyle Hakkın nezdinde, kendisine sövenle veya kavga edenle dövüşme ve sövme özelliği yoktur.

Sonra şöyle der: ‘Muhammed’in canını elinde tutan Allah Teâlâ’ya yemin olsun ki’ -Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem yemin etmektedir‘Oruçlunun ağız kokusu.’ Bu, sadece teneffüs ile -ki kendisine emredilen bu güzel sözü söylemek­le de teneffüs etmiştirmeydana gelen oruçlunun ağız kokusunun de­ğişmesidir. Teneffüs etmesini sağlayan şey ‘ben oruçluyum’ demesidir ki, bu bir kelimedir. Oruçlunun her nefesi, ‘kıyamet günü’, başka bir ifadeyle insanların âlemlerin Rabbi için ayağa dikildiği gün ‘Allah Teâlâ nez­dinde misk kokusundan daha güzeldir.’ Burada, bütün isimlerin özel­liklerini kendinde toplayan Allah Teâlâ ismini getirmiştir. Başka bir ifadeyle, misli olmayan bir isim zikredilmiştir, çünkü Allah Teâlâ’dan başka kimse bu isim ile adlandırılamaz. Böylelikle (getirilen) isim, misli olmamak özel­liğinde oruca uymuştur. Misk kokusu ise, koklayanının kendisini algı­layıp sağlıklı ve dengeli bir mizacın haz alacağı var olan bir şeydir. (Oruçlunun ağzındaki) Koku, ondan daha güzel sayılmıştır. Kokuların Allah Teâlâ ile ilişkisi, koklayarak kokuları algılamaya benzemez. Söz konusu şey, bizce çirkin bir kokuyken Allah Teâlâ katında miskten daha güzeldir. Çünkü o, oruç tutulduğunda ‘misilsiz olmak’ özelliği kazanmış (bir ağızdan çıkmış) bir ruhtur. Dolayısıyla koku kokuya benzemez. Çünkü oruçlunun kokusu soluklanmaktan meydana gelirken misk kokusu miskin teneffüsünden meydana gelmez.

Buna benzer bir olay başımdan geçmişti: Mekke-Harem’de, Menare’de Hazevvere kapısında Musa b. Muhammed el-Kabbab’ın ya­nındaydım. Orada ezan okurdu. Bir yemeği vardı ki, kokusunu duyan herkes rahatsız olurdu. Bir hadiste Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Melekler Âdemoğlunun rahatsız olduğu kokulardan rahatsız olur’ dediğini duymuş­tum. Peygamber, soğan, sarımsak ve soğan kokusuyla camiye gelmeyi yasaklamıştı. Melekler gelebilsin diye, adama o yemeği mescitten uzak­laştırmasını söylemek niyetindeyken uyumuşum. Rüyamda Hakkı gör­düm. Bana şöyle dedi: ‘Ona yemelde ilgili bir şey söyleme! O yemeğin benim katımdaki kokusu, sizin katınızdaki kokusuyla bir değildir.’ Sa­bah olduğunda, her zamanki gibi yanımıza geldi. Başımdan geçen ha­diseyi kendisine anlatınca, ağladı ve Allah Teâlâ’ya şükrederek secdeye kapan­dı. Sonra bana şöyle dedi: ‘Efendim! Öyle olabilir ama, şeriat karşısın­da saygılı davranmak daha iyidir.’ Ardından o yemeği mescitten çıkar­dı. Allah Teâlâ kendisine merhamet etsin!

Çirkin ve nahoş kokulardan, insan, melek gibi sağlıklı doğal mizaç sahipleri uzaklaşır. Bunun nedeni, arada bir ilişki olmadığı için, duy­dukları sıkıntıdır. Hakkın çirkin kokulardaki yüzünü ise, Allah Teâlâ’dan ve onu kabul etme mizacına sahip olmayanlardan başkası idrak edemez. Kastedilenler, hayvan ve o hayvanın mizacındaki insanlardır melekler değil! Bu nedenle ‘bizim katımızdadedi. Çünkü oruçlu da insan olma­sı yönünden sağlıklı bir mizaç sahibidir. Hem kendisinin hem de baş­kasının çirkin ağız kokusundan nefret eder.

Acaba sağlıklı mizacı olan bir yaratılmış belirli bir vakitte veya müşahede halinde Rabbiyle özdeşleşerek, genel anlamda bütün çirkin kokuları güzel algılayabilir mi? Böyle bir şey duymadık. Burada ‘genel anlamda’ dememin nedeni, özellikle hararedi mizaç sahibi olanlar ol­mak üzere, bazı mizaçların misk ve gül kokusundan rahatsız olmaları­dır. Kendisinden rahatsız olunan bir şey, böyle bir mizaç sahibine göre temiz değildir. Bu nedenle ‘genel olarak’ dedik. Çünkü mizaçlar genel­likle misk, gül kokusu ve benzerlerini güzel bulur. Bu güzel kokular­dan rahatsız olan ise, yabancı, başka bir ifadeyle alışık olunmayan bir mizaçtır.

Allah Teâlâ, bir insana -ona göre çirkin koku kalmayacak şekildebütün kokuların denkliğini algılama imkânı vermiş midir, vermemiş midir, (verip vermediğini) bilemiyorum. Böyle bir şeyi kendimizden tecrübe etmediğimiz gibi birisinin böyle bir şeye ulaştığı da bize aktarılmamış­tır. Buna karşın, kâmil insanlardan ve meleklerden aktarılan, onların çirkin kokulardan rahatsız olduklarıdır. Bütün kokuları güzel algılaya­bilmek, sadece Hakka özgüdür. Bize nakledilen budur. İnsanın dışın­da, bu konuda hayvanın durumunun ne olduğunu da bilemiyorum. Çünkü Allah Teâlâ beni bazı vakitierde melek suretine yerleştirmişken bir hayvan suretine yerleştirmemiştir. En iyisini Allah Teâlâ bilir!

. Şeriat, orucu anlam balcımından üzerinde hiçbir kemalin bulun­madığı kemal özelliğiyle nitelemiştir. Çünkü Allah Teâlâ oruca (cennette) özel bir kapı ayırmış ve onu kemali isteyen bir isimle ‘reyyan kapısı’ di­ye isimlendirmiştir. Oruçlular bu kapıdan girecektir. (Kelimenin kökü olan ve kanmak anlamındaki) Riyy, içmede doygunluk derecesidir. Kandıktan sonra bir şey içilemez; içilebildiği sürece, arz veya canlıların arzından başka bir yer olsun, insan kanmış sayılmaz.

Müslim, Sehl b. Sa’d'ın rivayet ettiği bir hadisi eserine almıştır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Cennette ‘reyyan’ denilen bir kapı var­dır. Kıyamet günü oruçlular oradan girecektir ve onlarla birlikte başka kimse girmeyecektir. Şöyle duyurulur: ‘Oruçlular nerede?’ Bunun üze­rine oruçlular o kapıdan girerler. Sonuncu kişi girdiğinde, kapı kapanır ve bir daha kimse o kapıdan içeri girmez.’ Orucun dışında, yasaklanan veya emredilen ibadederin hiç birisiyle ilgili böyle bir şey söylenme­miştir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem (hadisinde) ‘reyyan (kanmak, doymak)’ kelime­sini kullanarak oruçluların, yaptıkları işle kemale erdiklerini açıklamıştı. Onlar, daha önce belirttiğimiz gibi, misli olmayan bir şeyi yapmıştır. Misilsiz ise, gerçekte kâmil olandır. Kâmil ârifler, dünyadayken o kapı­dan girerken orada (ahirette) bütün yaratıkların bileceği şekilde (açık­ça) gireceklerdir.

Allah Teâlâ izin verirse, bu bölümde farz kılınmış orucun hükümlerini, ona bağlı konuları, eklentilerini, türlerini, farzlarını, menduplarını zik­redeceğiz. Daha önce de, herkesin kendi sınıfına göre, zekât ve namaz­da aynı şeyleri genel ve özel için zikretmiştik. Bize göre orucun bir ta­kım dereceleri vardır: Bunların ilki, bilinen-genel oruçtur. Bu oruç ile

Allah Teâlâ’ya ibadet ederiz. Kastedilen, bütün şartlarıyla dışta görülen ve or­taya çıkan oruçtur.

Şimdi ortaya koymak istediğimiz meselenin hükümlerinden söz etmeyi bitirdiğimizde, seçkinlerin ve seçkinlerin seçkinlerinin diliyle organlara emredilmiş olan nefsin orucunu konu konu ele alacağız. Bu oruç, organları sınırlı oldukları işlerden alıkoymak, sonra da bu işler­den yükselmeleri demektir. Ardından, Hakkın kendisine inebileceği kadar ‘genişlik’ özelliğiyle nitelenmiş olan kalbin orucundan söz edece­ğiz. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Beni kulumun kalbi sığdırdı.’ Böylece kalbin orucundan söz edeceğiz. Kalbin orucu, bu genişliği Yaratanından baş­kasının doldurmasına izin vermemektir. Yaratanından başka birisi kalbi doldurursa, Rabbinin rızası uğruna oruçlu olması gereken bir vakitte orucunu açmış demektir. Bütün bunları, konu konu zikredeceğiz. Bü­tün oruç türlerinde, orucu bozan şeyleri özetle ve anlaşılır bir şekilde açıklayacağız. Çünkü bu uzun bir bahistir. Allah Teâlâ izin verirse, bu bö­lümde sınırında duracağın nebevi rivayetleri zikredeceğiz.

FASIL İÇİNDE VASIL

Orucun Kısımları

Bilmelisin ki, emredilmiş orucun bir kısmı farz, bir kısmı menduptur. Farz olanlar üçe ayrılır: Bir kısmı, Allah Teâlâ’nın kendiliğinden farz kılmasıyla kula farz olmuştur. Bu kısım ‘Kuran'ın indirildiği Ra­mazan ayı’ orucudur. Ya da, yolcunun tutamadığı günler karşılığında başka günler tutmasıdır. Bize göre, orucunu bozup bozmaması birdir. Bizim dışımızdaki kimselere göre ise, orucunu bozduğunda başka gün­de tutmak farz olur. Aynı şey, hasta için geçerlidir. Bir kısmı ise, zo­runlu bir sebepten dolayı farz olur. Bu kısım ise, kefaret orucudur. Bir kısmı ise, insanın bir zorlama olmaksızın kendisine farz kılmasının kar­şılığında Allah Teâlâ tarafından farz kılınır. Bu kısım, adak orucudur. Adak, cimriden çıkartılan şey demektir (adak cimrinin zekâtıdır). Zikrettikle­rimizin dışında farz bir oruç yoktur.

Mendup oruca gelirsek, bunun bir kısmı zamanla sınırlanmıştır. Buna örnek olarak, dolunay günleri, Pazartesi, Perşembe vb. gibi gün ve aylarda tutulan orucu verebiliriz. Bir kısmı ise, hal ile sınırlanmıştır. Buna örnek olarak ise, bir gün oruç tutup bir gün bozmayı verebiliriz. Bu, en dengeli oruçtur. Başka bir örnek ise, Allah Teâlâ yolunda oruç tut­maktır. Bir kısmı ise, zamanla sınırlı değildir. Bu ise, insanın dilediği zaman gönüllü olarak oruç tutmasıdır.

FASIL İÇİNDE VASIL

Hilali Görene Farz Olan Oruç

Önce Ramazan’dan söz edelim, ardından, orucunun hükümlerin­den söz ederiz. Müslim, Ebu Hureyre’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle de­diğini aktarır: ‘Ramazan geldiğinde, cennetin kapıları açılır ve cehen­nemin kapıları kapanır, şeytanlar zincirlenir.’ Nesai ise es-Sünen’inde bu hadise şunu elder: ‘Her gece birisi şöyle nida eder: 'Ey iyilik arayan­lar, geliniz! Ey kötülük arayan! Kendini tut!” Hadisi Nesai, Arfece’den, o da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in arkadaşlarından birinden aktarmıştır.

Ramazan’ın gelişi oruca başlamanın sebebi olunca, Allah Teâlâ cennetin kapılarını açmıştır. Cennet ise, örtmek demektir. Böylelikle oruç (tu­tan), Allah Teâlâ’dan başka kimsenin bilmediği örtülü bir davranışa girmiştir. Çünkü oruç terk etmek demektir, gözlere görünecek şekilde (bir şey yapmak anlamındaki) ya da oranlarla yapılacak şekilde olumlu bir dav­ranış değildir. Dolayısıyla oruç, Allah Teâlâ’dan başka herkesten gizlenmiştir. İnsanın oruç tuttuğunu Allah Teâlâ’dan başka kimse bilemez. Oruçlu ise, şe­riat tarafından ‘aç kalan’ diye değil, (kendini tutan anlamında) ‘oruçlu’ diye isimlendirilmiştir.       '

‘Allah Teâlâ cehennem kapılarını kapatır.’ Cehennem kapıları kapandı­ğında ise, nefesi kendine döner. Böylelikle sıcaklığı katmerleşir ve ken­di kendini yemeye başlar. Oruçlu da doğasının hükmü karşısında böy­ledir. Oruç tuttuğunda, doğasının ateşinin kapıları kapatılır ve serinle­tici şeyleri kullanamayacağı için oruç nedeniyle ilave bir sıcaklık hisse­der. Bunun acısını da, içinde bulur. Gerçekleşmesiyle rahata ereceğini zannettiği yemeğe karşı arzusu katmerleşir. Böylelikle, yiyecek ve içe­ceklere ulaşma kapısının kapanmasıyla arzusu güçlenir.

‘Şeytanlar zincirlenir.’ Şeytanlar, uzaklık özelliğidir. Oruçlu ise, samedanîlik (hiçbir şeye muhtaç olmamak) özelliğiyle Allah Teâlâ’ya yakındır. Çünkü o, misilsiz bir ibadeti yerine getirmektedir. Böylelikle onunla ‘Benzeri bir şeyin olmadığı’ zata yaklaşmaktadır. Bu özelliğe sahip olan kimse hakkında şeytanlar zincire vurulmuş demektir. Bir hadiste ‘Şey­tan Âdemoğlunun damarlarında kanın dolaştığı gibi dolaşır, onun do­laşma yerlerini açlık ve susuzlukla daraltınız’ denilir. Başka bir ifadeyle bu sebepler (yemek, içmek vb.), şeytanın insanda yapmak istediği onu gereksiz işlere yönlendirmek gibi amaçlara yardımcıdır. Gereksiz işler, izin verilmiş davranışlara ilave şeylerdir.

Sonra, bilmelisin ki, Allah Teâlâ sana kendi katından bilgi öğretsin ve her konuda senin için bir bilgi ve hikmet yaratsın! Ramazan Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir ki bu isim, es-Samed’dir (ismiyle aynı anlama ge­lir.) Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in bir hadisi bunu belirtmiştir. Ahmed b. Adî elCürcânî Nuceyh’ten, o da Ebu Ma'şer’den, o da Said el-Mukbirî’den, o da Ebu Hureyre’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu aktarır: ‘Ramazan demeyiniz! Çünkü Ramazan Allah Teâlâ’nın isimlerinden biridir.’ Bu rivayet zincirinde Ebu Ma'şer bulunsa bile, bu ilmin uzmanları (is­nat uzmanları), onun hakkında şöyle demişlerdir: ‘Ebu Ma'şer zayıf bir ravi olsa bile, hadisi yazılır.’ Bu nedenle de onu dikkate almışlardır. Bu nedenle Allah Teâlâ ‘Ramazan ayı’23 demiş, tek başına ‘Ramazan’ dememiştir. Ardından şöyle buyurmuştur: ‘Sizden ayı (hilal) gören kimse oruç tut­sun.’24 Halbuki, ‘Ramazan’ dememiştir. Bu gibi yorumlarla Ebu Ma'şer’in (aktardığı) hadisi güçlenir. Bununla birlikte bilginler onun hakkında ‘zayıf bir ravi olsa bile, hadisi yazılır’ demiştir. Öyleyse, Kur'an-ı Kerîm’in bu konudaki teyideriyle bu hadisin gücü artmıştır.

Binaenaleyh Allah Teâlâ, (ibadetier içinde) misli olmayan orucu ancak isimlerinden birisiyle isimlendirdiği bir ayda farz kılmıştır. Onun aylar içinde de benzeri yoktur, çünkü senenin ayları içinde Ramazan’ın dı­şında Allah Teâlâ’nın kendisini isimlendirdiği bir ay yoktur. Böylelikle Şeriat, belirli bir aya tahsis edilen özel bir isim getirmiştir. Receb ayının izafe­si buna benzemez. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Receb Allah Teâlâ’nın ya­sak ayıdır.’ Binaenaleyh bütün aylar Allah Teâlâ’nın ayıdır. Peygamber Receb ayını burada sadece ‘haram (yasak)’ diye nitelemiştir ki Receb, haram aylardan biridir.

Allah Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm’i bu ayın en üstün gecesi olan ve Kadir ge­cesi diye isimlendirilen gecede indirmiştir. Allah Teâlâ, ‘kendisinde insanlar için rehberlik, açıklama ve furkan bulunan’ Kur'an-ı Kerîm’i Ramazan olması bakımından indirmiştir, indirilen gecenin Kadir gecesi olması bakımından ise, ‘açıklayıcı bir kitap’ olarak indirmiştir. Başka bir ifa­deyle, onun kitap olduğunu açıklayarak indirmiştir. Bir şeyin ‘kitap’ olmasıyla ‘kuran’ ve ‘furkan’ olması arasmda ise, sadece Allah Teâlâ’yı bilenle­rin farkına varabileceği farklı mertebeler vardır. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ise, Ramazan denilmesini yasaklamıştır, çünkü ayette ‘O’nun benzeri bir şey yoktur25 buyrulur. Öyle denilseydi, hiç kuşkusuz, bu isimde bir benzer­lik olabilirdi. Böylelikle özellikle aylar arasmda benzerinin olmaması için kendisine ‘ay5 sözünü eklemiştir (Ramazan ayı). ‘Hiçbir şeyin ben­zeri olmadığı’ ise, her balamdan kendi mertebesinde kalır.

Allah Teâlâ, hiç kuşkusuz, orucunu farz lalmış ve onun tutulmasını teş­vik etmiştir. Ramazan, gece ve gündüzü içerdiği için, aynı zamanda oruç ve iftarı (oruç bozmayı) içerir. Ramazan ismi ise, oruç ve iftar durumunda da bu aya verilir ve bu sayede Allah Teâlâ’nın ismi olan Ramazan’dan ayrışır. Çünkü Allah Teâlâ’ya ait olan, (yemek ve içmek anlamındaki) iftarı olmayan oruçluluk halidir. Bize ait olan ise, iftarı olan oruçtur. Bizim orucumuz, bir sınırda sona erer. Bu sınır ise, günün dönmesiyle gecenin bitmesi ve güneşin batması arasındaki zamandır. Öyleyse oru­cun Hakk için kullanımı, insanlar için kullanımına benzemez.

Şeriat, ‘âlemlerin Rabbinin karşısmda insanların ayakta durma gü­nünde’ Hakkın tecellisine (mazhar olmak için) orucun gecesini de ibadede geçirmeyi teşvik etmiştir. Gerçi Hakk, senenin bütün gecelerinde tecelli eder. Fakat oruçluların iftarlarını yaptığı esnada Ramazan’daki tecellisi, oruç tutmaksızın yemek yiyen kimseye olan tecellisine benze­mez. Çünkü Ramazan’daki iftar, emredilmiş ve misli olmamak özelli­ğiyle nitelenmiş bir terkten (oruç) dolayı iftar etmek demektir. Diğeri ise, iftar eden diye değil, belki yiyen diye isimlendirilebilir. Çünkü if­tar, bölmek ve parçalamak demektir. Oruçlunun (iftar vaktindeki) bu yemesi, oruçla kendilerini engelledikten sonra bağırsaklarını yemek ve içmekle bölmesidir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştu: ‘Şeytanın ha­reket yerlerini açlık ve susuzlukla daraltınız.’ Ramazan’daki namaz geceleyindir, çünkü ayağa kalkmak ancak mahaldeki bir gücün neticesi­dir. Mahallin güçlerinin nedeni ise, gıdadır. Beslenme ise, görünmezlik ilişkisi nedeniyle geceleyin olmuştur. Çünkü gücün gıdadan ortaya çıkması hissedilen (duyumsanan) bir şey olmadığı için, beslenmeden meydana gelen güç görünmezdir.

Ramazan ayı orucu, iftarı, namaz kılmayı ve kılmamayı içerdiği için, bir rivayette şöyle denilir: ‘Hiç biriniz ‘Ramazan’ın tamamını iba­det ve oruçla geçirdim’ demesin.’ Hadisi aktaran ravi şöyle der: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem tezkiyeyi mi çirkin gördü, yoksa uyumak veya dinlenmeyi mi kast etti, bilmiyorum.’ Şari, istisnayı gecenin geçirilişine katmış, gündüzdeki oruca katmamıştır. Hadisi Ebu Davud, Ebu Bekir’den, o da Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’den aktarmıştır. Burada iftar, oruçlu yese de yemese de, dönmek, yönelmek ve batmak demektir.

Ramazan ayında oruç tutmak, müslüman, yetişkin, akıllı, sağlıklı ve yolcu olmayan herkese farzdır. Söz konusu ay, Şaban ve Şevval ayla­rı arasında on iki aydan bilinen, tanınan şu belirli aydır. Bu zamanda oruç için belirlenmiş zaman geceler değil, gündüzlerdir. Oruç günü­nün sınırı ise, fecrin doğumundan güneşin batımına kadarki zamandır. Bu süre, oruç için belirlenmiş günün sınırıdır, yoksa gündüz olarak bi­linen günün sınırı değildir. Çünkü gündüz, güneşin doğumundan batımına kadarki süredir.

‘Hiçbir şeyin misli olmadığı’ kimse, el-Evvel ve el-Ahir (İlkBaşlangıç ve Son) diye nitelendiği gibi (ibadetler arasında) misli olma­yan oruç da ilk-başlangıç ve sona sahip olmuştur. Başlangıcı fecrin do­ğumu, sonu ise güneşin batımıdır. Şari, başında sonunda dikkate al­madığı şeyi dikkate alarak -ki o da sonunda mevcuttuorucun başını sonuna benzetmemiştir. Oruçlu, sonunda iftar eder, başında ise oruç tutmaya başlar. Batış ve doğuş arasında şafakta bir fark yoktur. Güne­şin batışından şafağın batışına kadar veya fecrin doğuşundan güneşin doğumuna kadarki sürede (şafağın durumu) birdir. Bu nedenle şeriat, fecr sözünü kullanmayı tercih etmiştir. Gündüzün ortaya çıkması için fecrin sökmesi ile gecenin geri dönmesi için batışındaki etkisi'.birdir. Güneş doğmasa bile, sabahın sökmesiyle gündüzün dönmesi anlaşıldığı gibi aynı şekilde şafak batmasa bile güneşin batımıyla da gecenin gelişi anlaşılır. Balanız! Şeriatın âlemdeki hükümleri ne kadar hikmetlidir!

Oruçta başlangıç ile sonu birleştiren şey, oruç tutma zamanı ile if­tar zamanının geldiği hakkındaki belirtinin varlığıdır. Bu ise, gündü­zün dönmesidir. Aynı şekilde, fecir ile de gündüz geri döner. Öyleyse Ramazan, orucundan daha geneldir. Visal orucu tutan kişiden ilgili bölümde söz edeceğiz. Acaba böyle bir oruç tutan kişi, oruçlu sayılabi­lir mi, sayılamaz mı?

Ramazan ayında veya bir başka ayda oruç gününün sınırını belirt­tikten sonra, ayın sınırına bakalım! Ay diye isimlendirilen bir şeyin en az süresi, yirmi dokuz, en çoğu otuz gündür. Bu, Şari’nin kendisini bilmekle bizi yükümlü tuttuğu Arap-Ay takviminin ayıdır. Hesapçıla­rın ayları ise, alamede bilinir. Fakat alametten hareket edenler, bir ayı yirmi dokuz, diğerini otuz gün sayar. Şeriat bu konuda hilali görmeyi, buludu havalarda ise, iki sayının büyüğünü dikkate almayı emretmiştir. Hilal görünmediğinde, Şaban ve Ramazan ayında durum farklıdır. Çünkü bu konuda, Şaban’ı iki sayıdan çoğuna uzatmak ile -ki çoğun­luğun görüşü budurazına döndürmek gerektiği hususunda görüş ay.rılığı vardır. Sayının azı, yirmi dokuz gündür ve Hanbelîlerin ve onla­rın yolundan gidenlerin görüşü budur. Bu ikisinin dışında, farklı görüş ileri sürenleri Ehl-i Sünnet dikkate almamıştır. Çünkü onlar, böyle yapmakla Allah Teâlâ’nın hakkında izin vermediği bir konuda yasa koymuş­lardır. Bu konuda benim görüşüm şudur: Hava buluduysa, gökbilim­cilerine ayın konumu sorulmalıdır. Ay, görme derecesine girmiş ve ha­va buludu ise buna göre amel ederiz. Görme derecesine ulaşmamışsa, sayıyı otuza tamamlarız.

Ay ile hesaplanmayan diğer ayların (güneş takvimi) da kendilerine özgü ölçüleri vardır. Bu aylardaki en küçük süre, yirmi sekiz gündür ki, bu ay Rumca ‘Fibrer (Şubat)’ diye isimlendirilir. Süresi en uzun olan ise otuz altı gündür. Bu ise, Kıptîce ‘Mısra’ diye isimlendirilen ay­dır ve Kıptî yılının son ayıdır. Allah Teâlâ’ya oruç ibadetimizi yerine getirmek için müslüman olmayanların aylarım öğrenmemize gerek yoktur!

Bu noktada otuzun bitimine gelirsek, otuz, menzillerin ve (bun­larda konaklayan) iki konuğun sayısıdır. Bu iki konuk, ay ve güneştir. Güneş, bedenin canlılığının duyuya görünmesini sağlayan ruha benzer.

Ay ise, artış, eksilme ve bunlarla ilgili olgunlaşmanın gerçekleşmesini sağlayan nefse benzer. Menziller ise, zikrettiğimiz şeylerin hareketli olarak kat ettikleri mesafedir. Çünkü sayıların basitleri ve bileşikleri ay ile ortaya çıkar. Bu bileşik sayılar, yirmi birden yirmi dokuza kadar ‘ve’ bağlacıyla (tis’a ve işrîne), arada bağlaç olmaksızın on birden on doku­za kadardır.

Teklik (ferdiyet), basit sayılarda -Ki üçtürve bileşik sayılarda bu­lunur. Bileşiklerde ise, otuzdur. Sonra, sonucun kendisinden ortaya çıktığı üçlemenin tamamlanması için tek, üç yerde yinelenir. Bunlar, ise, basitlerde üç, bağlaçsız bileşik sayılarda on üç ve bağlaçlı bileşik sa­yılarda ise yirmi üçtür. Böylece kısımlar belirlenmiştir.

Ruh var olduğunda, canlılığın da var olduğunu görürüz. Burada bir eksiklik veya fazlalık da yoktur. Bu nedenle, nefsin bir edcisi olan mevcut bir varlığı yoktur. Söz gelişi, kendisine ruh üflendiği halde, an­ne karnında veya doğum esnasında bir cenîn ölebilir. Bu nedenle ay, yirmi dokuz günden meydana gelmiştir.

Bu durum bilindiğinde, Arap aylarının sayısının miktarı da öğreni­lir. Hilali görmeden, günleri saydığımızda, adale veya yemin orucu tutmak üzere bir aya niyetlendiğimizde, en çoğuyla değil, en azıyla amel ederiz. Çünkü en azıyla ayın sınırına ulaşırız ve bu yeterlidir. Ayın en çoğunu ise, kendisini dikkate almamız emredilmiş olan yerde dikkate alırız. Bu ise, bir mezhebe göre bulutlu havalarda olabileceği gibi hilalin görülmesi bunu gerektirebilir. Çünkü Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: ‘Hilali görünce oruç tutunuz, görünce orucunuzu bozu­nuz.’

FASIL İÇİNDE VASIL

Bulutlu Havada Hilalin Görünmeyişi

Havanın bulutlu olması durumunda (ne yapılacağıyla ilgili olarak) bilginler görüş ayrılığına düşmüştür. Çoğunluk, (önceki ayda) sayı otuza tamamlanır demiştir. Ayın ilk gününde hilal bulut nedeniyle gö­rünmezse, bir önceki ay otuza tamamlanır ve Ramazan’ın birinci günü, otuz birinci gün olur. Ayın, yani Ramazan’ın sonu bulutluysa, otuz gün oruç tutulur. Bazı bilginlere göre ise, aym ille gününün hilali bulut nedeniyle görünmezse, ikinci gün oruç tutulur ki, o gün, kuşkulu gün­dür. Bazı bilginlere göre ise, bu durumda ayın ve güneşin hareketleriy­le ilgili hesaba başvurulur. Bu, İbn eş-Şihhîr’in görüşüdür ki, ben de bu kanaatteyim.

VASIL

Bâtınî Yorum

Görüş ayrılığının nedeni olan hadis, daha önce zikredilmişti. Müs­lim, İbn Ömer’den Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in Ramazandan söz ederken elleri­ni vurarak şöyle dediğini aktarır: ‘Ay şu kadar, şu kadar, ve şu kadar­dır.’ Sonra, üçüncüsünde belirsizliği dile getirdi. (Ramazan’daki) Hilali görünce oruç tutunuz, (diğer ayın hilalini) görünce ise, iftar ediniz. Hilali göremezseniz, (bulunduğunuz ayı) otuza tamamlayınız.’ Başka bir rivayette ise İbn Ömer Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in şöyle söylediğini aktarır: ‘Biz okur-yazar olmayan bir topluluğuz. Hesap kitap bilmeyiz. Ay, şu kadar, şu kadar ve şu kadardır -kuşkusunu belirterekAy, şu kadar, şu kadar ve şu kadardır.’ Başka bir ifadeyle ay otuz gündür. Bu ikinci ha­dis, kuşkuyu ortadan kaldırır. ‘Hesaplayınız’ denilen hadisi zorda kal­ma anlamında yorumlayan ldşi, kuşku gününden itibaren Ramazan orucunu tutmaya başlar; hesaplamaya yorumlayan ise, gökbiliminin verisiyle hüküm verir ki ben de bu görüşteyim.

Bilmelisin ki, sesler ancak görmelde yükselir. Bu nedenle de, (hi­lal) ‘hilal’ diye isimlendirildi. Allah Teâlâ’nın Ramazan isminden âriflerin kalp­lerine marifet hilali doğduğunda, oruç tutmak farzdır. ‘Gölderin ve ye­rin yaratıcısı (fâtır; parçalayan)’ anlamındaki İlâhî isimden âriflerin kalplerinin ufkunda marifet hilali doğduğunda ‘gökler’ sözünden dola­yı ruhların, ‘yer’ sözünden dolayı da bedenlerin oruç açması (iftar, fâtır isminin karşılığı olarak) farzdır. Burada ‘doğdu’ ortaya çıktı demektir, çünkü (marifet hilali), güneşi takip eden bir yolcudur.

Bulut marifet hilalini ârife gölgeler ve berzah âleminden -çünkü bu­lut gök ile yer arasında ara bölgeye aittir (berzâhî)ortaya çıkan perde nedeniyle onu görmezse, kendi halinden hareket ederek kalbindeki mari­fet hilalini hesaplar. Bunu ise, bir halden diğerine, bir makamdan diğer makama geçtiği seyr ü sülûkunun menzillerinde (ayın menzillerinin kar­şılığı olarak) aklının hilaline bakmasıyla yapar. Makamı keşfi verir ve çağrı kendisine perdenin ardından gelirse-, bunun hesabına göre hareket edeceği gibi Allah Teâlâ’nın Ramazan ismine de, ona yaraşır şekilde muamele eder. (Perdeyle ilgili olarak) Bir ayette ‘Allah Teâlâ bir vahiy veya perde ardın­dan olmaksızın hiçbir insanla konuşmamıştıf26 denilir. Bu esnada ‘doğa (beşerilik)’ perdesi de, düşüncesinin malla veya -Allah Teâlâ uğrunda bile olsaailesiyle ilgilenmek gibi herhangi bir işinde onun karşısına dikilebilir. Hilali görmezse, bu durumda hal onu gerektirir. Hesap sağlam olduğu için hal bunu vermezse, bu İlâhî ismin hükmünü kendi vaktine erteler.

FASIL İÇİNDE VASIL

Görme Vaktinin Değerlendirilmesi

Bilginler, hilal yatsı vaktinde görünürse, orucun ikinci gün tutula­cağında görüş birliğine varmıştır. Gündüzün diğer vakitlerinde görül­mesi -yani ille kez görülmesihakkında ise, görüş ayrılığına düşülmüş­tür. Bilginlerin çoğu, gündüzün ille vaktinde hilal göründüğünde, tıpkı görüş birliğine varılmış konu gibi, bir sonraki gün oruç tutulacağı görüşühdedir. Bazı bilginlere göre, hilal zeval vaktinden önce görüldü­ğünde önceki geceye; zevalden sonra görülürse, gelecek güne aittir. Ben de bu görüşteyim.

VASIL

Bâtınî Yorum

İlâhî bir ismin hükmü hangi halde ortaya çıkarsa çıksın, tecelli iti­barıyla hüküm o isme aittir. Gelecekte ise, (tecellinin) eseri bakımın­dan aittir. Bu durum, birincinin hükmünü ortadan kaldıran ikinci isim gelinceye kadar sürer.

Görmeyi (güneşin tepe noktasından batmaya yöneldiği vakit an­lamındaki) zeval vaktinden önce ve sonra kabul edenlere gelirsek, bil­melisin ki: (Tepe noktası anlamındaki) istiva, (tasavvuf) yolunda ‘seva mevkıfı (eşitlik durağı)’ diye isimlendirilen şeydir. Bu, efendinin köle­sinden kölenin efendisinden farklılaşmadığı duraktır. Bu esnada (duraktakine) ‘efendi’ derken doğru söylemiş olabileceğin gibi ‘kul’ dersen de doğru söylemiş olursun. Çünkü vereceğin bütün yargılarında doğru söylediğine tanıklık edecek bir hal tanığın vardır. Artık onun hakkında ne söylersen, haklısın! Bu durum, Allah Teâlâ’nın peygamberine yönelik söy­lediği ‘Attığında sen atmadın, fakat Allah Teâlâ attı27 ayetine benzer. Peygam­ber’in ‘atan’ olması doğru olduğu gibi atmadığı da doğrudur. (Kutsi bir hadiste) Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Ben onun tutan eli oldum.’ Bu ne­denle ‘atan Allah Teâlâ'tır’ dersen doğru söylemiş olacağın gibi ‘atan Muhammed'dir’ dersen yine doğru söylemiş olursun. ‘Seva mevkıfı (eşitlik durağı)’ denilen şey budur.

Ebu Bekir es-Sıddîk’ın durağında (mevkıf) bulunuyorsan, ‘Gör­düğüm her şeyden önce Allah Teâlâ’yı gördüm’ diyerek zeval vaktinden önce onu görenlerden olursun. Bu durumda hüküm geçmişe aittir. Sen ise, halinle ayın başında bulunursun. Bugün ise, onun ille günüdür. Os­man’ın müşahedesine sahipsen veya fikir gücünün delilinden hareket ediyorsan, ‘Gördüğüm her şeyden sonra Allah Teâlâ’yı gördüm’ dersin. Bu ise (bâtını yorumda), zevalden sonra (hilali) görmek demektir. Bunun hükmü ise, gelecek zamanda ortaya çıkar. (Güneşin tam tepede oldu­ğu) İstiva vakti, delilin yönüne işaret eder. Delilin bir yönü delile yö­nelikken bir yönü delillendirilene yöneliktir. Sonra, zeval ortaya çıkar. Bu ise, gölgenin ‘istiva’ çizgisinden batmaya yönelmesidir. Çünkü göl­ge yatsıya doğru yönelmiştir, bu ise geceyi istemektir.

Göz Görmesiyle Bilginin Gerçekleşmesi Hususundaki Görüş Ayrılıkları

Bilginler bu konuda görüş ayrılığına düşmüştür. Fakat hepsi de ‘Oruç hilalini yalnız başına gören herkesin oruç tutması gerekir’ demiş­tir. Ebu Rebbah ise, farklı düşünmüştür. Ona göre, başkasıyla birlikte görmüşse tutması gerekir. Bilginler, bir insanın yalnız başına hilali görmekle orucu bozup bozamayacağında da görüş ayrılığına düşmüş­tür. Bir kısmına göre orucunu bozamaz. Bir kısmı ise, bozabileceği ka­naatindedir ki, ben de bu görüşteyim. Aynı şekilde, tek başına hilali gördüğünde de oruç tutması gerektiği görüşündeyim. Fakat her iki görmede de (kesin kanaat anlamındaki) bilgi, gerçekleşmiş olmalıdır.

Haber yoluyla bilgi gerçekleşmesi hakkmda bilginler görüş ayrılı­ğına düşmüştür. Bazılarına göre, böyle bir durumda iki güvenilir ta­nıksız oruç tutulamaz ve bozulamaz. Bazı bilginlere göre ise, tek bir tanığın bildirmesiyle tutulabilirken orucu bozmak için iki tanık gerekir. Bazı bilginlere göre ise, hava bulutluysa, başka bir ifadeyle hilalin bu­lunduğu yerde bulut varsa, tek bir tanığın tanıklığı kabul edilir. Hava açık olduğunda ise, iki veya daha çok bir topluluğun tanıklığı gerekir. Orucu bozan (Şevval ayı) hilalinin görünmesi de aynı şekilde değer­lendirilmiştir. Bazı bilginlere göre iki, bazı bilginlere göre tek tanık yeterlidir.

VASIL

. Bâtınî Yorum

Allah Teâlâ ehli İlâhî isimlerin tecellisinde gördükleri şeylerde gördükle­riyle yetinirler mi (onunla amel eder mi)? Yoksa, Kitap veya Sünnet’ten bir tanık bulana kadar beldemeleri mi gerekir? Cüneyd şöyle der: ‘Bu ilmimiz, Kitap ve Sünnet ile bağlanmıştır.’ Cüneyd bu ilmin


(tasavvuf), o ikisiyle amel etmenin bir neticesi olduğunu kastetmekte­dir ki, bizim ‘tanık’ derken kastettiğimiz de odur. Kitap ve Sünnet, iki güvenilir tanıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Râbbinden bir tanık üze­rinde olan kimse..:28 Bu kişi, gören kişidir. ‘O’ndan bir tanık.kendisini ta­kip eder:29 Bu ise, habere, yani ya Kitap veya Sünnete göre amel etmek hakkında belirttiğimiz durumdur ki, o da tek tanıktır.

İki tanık ise, Kitap ve Sünnettir. (Müşahede sahibi) Bu makam sahibine gösterilen tanıktan ibaret olan rivayete dayanmak yerine, ICur'an-ı Kerîm ve Sünnete göre davranmaya muhtaç kaldık. Çünkü il­ki ancak harikuladeyle mümkün olabilirdi. Bu ise, mucizeyle delilin ve­ya haberin belirtmesiyle ondan öğrenilmesidir. Arkadaşlarımızdan bu topluluğun ulaştıkları bilgilere, daha önce ezbere bilmedikleri Kuran’dan ve Sünnetten kanıt getirebildiklerini gördük. Ebu Yezid elBestami böyleydi. Sûfıye bu hal verilmediği sürece, onun görüşünü kabul veya ret şeklinde bir yargı verilemez. Onların durumu, Ehl-i Ki­tabın durumuna benzer. Ehl-i kitap, kendi kitaplarından bir haber ak­tardıklarında, onu ne yalanlar ne de doğrularız. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bize bunu emretmiş ve onu beklemede bırakırız.

Tasavvuf yolu hakkındaki bilgime göre, Cüneyd’in sözünden şunu anlıyorum: Cüneyd, şeriat yöntemine göre değil, aklın belirlediği yön­teme göre halvete çekilip nefslerini eğiten ve terbiye edenlere verilen bilgiler ile halvete çekilip nefslerini dince belirlenmiş yönteme göre terbiye edenlere verilen bilgileri ayırt etmek istedi. Dince belirlenmiş yönteme göre yapılan sülük, bu esnada ortaya çıkan bilginin insana bir ikram olarak Allah Teâlâ katından olduğuna tanıklık eder. İşte ‘bu ilmimiz Kitap ve Sünnetle kayıtlıdır’ sözünün anlamı budur. Başka bir rivayet­te, (kayıtlıdır yerine) ‘çevrilidir’ denilir. Yani bu ilmimiz, Hakk kaynaklı meşru bir davranışın sonucudur. Böylece Cüneyd, akılcılara, yani hilemet yasalarına göre hareket edenlerde (sülüklerinde) ortaya çıkan bilgi­ler ile sûfılerde ortaya çıkanları ayırt etmek istemiştir. Bilinen birdir, yol farklıdır. Zevk sahibi, her iki durumu ayırt eder.

İmsak Vakti

Şeriat bilginleri, imsak vaktinin güneşin batımıyla sona erdiğinde görüş birliğine varmışken başlangıcında görüş ayrılığına düşmüştür. Bir kısmına göre, ikinci fecirdir. Bir kısmına göre, beyazlıktan sonra meydana gelen kızıl fecirdir ki, gecenin başında meydana gelen kızıl şa­fağa benzer. Bu, Huzeyfe ve İbn Mesud’un görüşüdür. Benim görü­şüme göre imsak vakti, fecrin açıkça görüldüğü vakittir. Bu esnada yemek haramdır. ‘Sizin için beyaz ip siyah ipten ayrılıncaya kadar yiyinizm ayetinin anlamı budur. Burada sabahın aydınlığıyla gecenin ka­ranlığını kastetmektedir.

VASIL

Bâtınî Yorum

Güneşin batması, Allah Teâlâ’nın Ramazan isminin oruçtaki hükmünün sona ermesinin simgesidir. Orucu farz yapan, bu ilâhı isimdi. O ismin oruçtaki hükmünün süresi ise, güneşin batışıyla sona erer. Allah Teâlâ’nın Ramazan isminin otoritesinin sürekli, bir hükmü olsa bile, bizde başka bir hükmü vardır. Bu ise, ayağa kalkmaktır. Bu durumda, oruç tut­mayla nitelenmiş mahalde hükmü üstlenen isim, ‘gökleri ve yeri yara­tan’ ismi olur. Fakat bu da Ramazan isminin onu görevlendirmesiyle gerçekleşir. Öyleyse bu isim, Ramazan isminin vekilidir. Aynı şekilde Ramazan da, oruçta ‘dereceleri yükselten’ ve ‘gökleri ve yeri yok ol­maktan veya yerin üzerine düşmekten alıkoyan’ isminin vekilidir.

Böylelikle, oruçlu orucunu açar ve (Ramazan isminin) hükmü, Ramazan isminin kendisinde yemeyi ve içmeyi yasakladığı saate kadar kıyamda devam eder. Böylelikle hüküm ei-Mümsik (tutan) ismince üstlenilir ve el-Fatır ismi hasta, yolcu, emzikli ve hamile üzerinde hü­küm sahibi olarak kalır (bunlar oruç tutmaz). (Yemenin yasak olduğu)


Bu sınır, gizli olan beyaz fecirdir ve kızıl fecirden daha uygundur. ‘Ocak tutuştu31 ayetini fecir anlamında yorumlayan ise, böyle düşün­mez. Aynı şekilde, (yalan söylemeleri mümkün olmayan bir grubun ak­tardığı) tevatürü benimsemek tek kişinin rivayet ettiği doğru haberi benimsemekten daha üstündür. Kur'an-ı Kerîm, tevatür yoluyla akta­rılmıştır ve şöyle der: ‘Sizin için beyaz ip fecirdeki siyah çizgiden ayrılın­caya kadar.’32

Bütün renklerin aslı, siyah ve beyazdır. Diğer renlder, bu ikisinin arasındaki ve beyaz ile siyahın bileşiminden doğan ara renklerdir. Böy­lelikle kırmızı, kahverengi (toprak rengi), yeşil gibi renkler ortaya çı­kar. Beyaza yalcın olan renkte beyaz niceliksel olarak siyahlıktan daha çoktur. Aynı şey diğer tarafta geçerlidir. Huzeyfe hadisinde, beyazlık değil, kızıllık zikredildi. Şöyle demektedir: ‘Bu vakit gündüzdür, sade­ce güneş henüz doğmamıştır.’ Bu, yoruma açıktır. Kur'an’da geçen be­yazlık ise, yoruma açık değildir. Bu nedenle, iki güçlü yönden beyazlığı kızıllığa yeğledik. Bu iki yön, Kur'an-ı Kerîm’de beyazın geçmesi ve yoruma açık olmayışıdır.

Meselenin bâtınî yorumu şudur: Beyazlık anlamındaki iman, bir karışım olmaksızın, sadece Allah Teâlâ’ya tahsis edilmiştir. Kızıllık ise, içtihat­la ortaya çıkan araştırmadan kaynaklanır ve o aklın yargısıdır. Aklın araştırması ise, hayal yönünden duyuyla karışmıştır. Çünkü akıl fikir gücünden, fikir gücü hayalden, hayal ise ya duyunun veya musavvire (tasvir eden) gücünün verisine göre duyudan (verileri) alır. Duyu veri­si kesindir, fakat (kesinliğe) zarar veren kuşkuya maruz kalır. Bu ne­denle, kızıl şafağı içtihadın araştırmasına ait saydık. Çünkü kızıllık, be­yazlık ile siyahın karışımından meydana gelmiş bir renktir. Bu, özel bir karışımdır.

‘Sizin için ortaya çıkıncaya kadar yiyiniz, içiniz33 ayetinde geçen ‘or­taya çılcma’ya gelirsek, güneş doğana kadar bu ortaya çıkma gerçek­leşmez. (İşin fıkhî yönünde) ben bu hükmü benimsiyorum. Şeriat, ger­çekte güneşin doğmasıyla değil, bakan kişide bu açıldığın gerçekleşme­si esnasında yasaklamıştır. Aynı şey, Hakk ile ilgili de söylenebilir. Ger­çekte mümkün mazharlarda zuhur eden Hakk olsa bile, bu durum her­kese görünmemiştir. Şari, gerçekte fecir doğmuş fakat insan bunu açıkça görmemişse, yemek ve içmeyi mazur görmüş ve buna izin ver­miştir. Mümkün mazharlarda zuhur edenin fiil ve isimleriyle birlikte Hakk olduğunu bilmeyen kul da, bu konudaki gerçeği öğreninceye ka­dar, bu bilgisizliğinden dolayı cezalandırılmaz. Gerçeği öğrendiğinde ise, ‘Kulumu sevdiğimde, onun duyması ve görmesi olurum’ anlamın­daki ifade hakkında basiret sahibi olur. Bunun anlamı, kulun Hakkın mazharı olmasıdır.

Kutsi bir hadiste Allah Teâlâ, namaz kılan kulunun diliyle ‘Allah Teâlâ kendini öveni işitti’ der. Burada Allah Teâlâ sözü kulla Uişkilendirmiştir. Dil, sözün kendinde ortaya çıktığı loıla aittir ve dil, mümkün bir mazhardır. Fec­rin doğduğunu gördüğünde bir insanın yemek yemesi yasaklandığı gi­bi müşahede sahibine de varlıkta fail olarak, hatta görülen olarak Allah Teâlâ’dan başka bir şey bulunduğuna inanmak yasaklanmıştır. Çünkü kut­si hadiste bütün organlar ve güçler zikredilmiştir. (İnsanda), güç ve organdan başka bir şey de yoktur.

FASIL İÇİNDE VASIL

Oruçlu Kendini Neyden Alıkoyar ?

Bilginler, oruçlunun kendini yenilen, içilen şeylerden ve cinsel iliş­kiden uzak tutmak zorunda olduğunda görüş birliğindedir. ‘Şimdi onla­ra yaklaşınız, fecirde beyaz çizgi siyahtan ayırt edilinceye kadar yiyiniz, içi­niz34 ayetinin anlamından anlaşılan ortaya çıkan şey budur.

VASIL

Bâtınî Yorum

Yenilen şeyler, zevk ve şurb (tatma ve içme) bilgisidir. Oruçlu, misli olmayan bir eylemi yapmaktadır. Misli olmamak özelliğiyle nite­lenen (oruçlu) kimsenin hükmü ise, misilsiz olmaktır. Zevk, İlâhî tecel­linin kaynağıdır. Devam ettiğinde ise, ‘içme’ adım alır. Zevk (tatma), bir şeyi tadan insanda meydana gelen bir ilişkidir (nispet). Oruç, terk demektir ve terkin meydana gelebilecek olumlu bir özelliği yoktur. Çünkü terk, meydana gelebilecek olumlu bir şey değildir, çünkü o, olumsuz bir özelliktir. Tat ise bunun zıddıdır. Bu nedenle, oruçlunun bir şey yemesi yasaklanmıştır, çünkü bir şey yemek (ve tatmak), oruçluluğu ortadan kaldırır.

‘İçmek’ ise, orta tecellidir. Orta, ortada olan kimse için iki ucun arasında sınırlıdır. Sınırlılık ise, sınırlanılan şeyde tahdidi gerektirir. (Terk anlamındaki) Oruç İlâhî bir özelliktir. Allah Teâlâ sınırlanmayı kabul etmediği gibi onunla veya sınır ile nitelenmez. Bize göre, onunla da ayrışmaz. Bu nedenle ‘içmek’ oruçla çelişir. Bu nedenle oruçluya içmek yasaklanmıştır. ‘İçme’ bir tecelli olduğu için tecelligâh anlamındaki başkasının varlığına imkân verir. Oruçluda ‘başka’ ise kesinlikle mevcut değildir. Çünkü oruç bize değil, Allah Teâlâ’ya aittir. (Oruç tutarken) Ben onunla nitelendim ve Allah Teâlâ bu nitelikle beni kendi konumuna yerleş­tirmiştir. Bir şey, kendine tecelli edemez. Öyleyse oruçlu, ‘içilen’ şeyle­re yaklaşamaz ve bu kendisine yasaktır. '

Cinsel ilişki ise, çiftin varlığıyla haz almak demektir. Çifderden her biri, bu ilişkiden haz alır. Bu yönüyle cinsel ilişkide taraflardan her biri, diğeri gibidir ve iki eş bir araya geldiği için ‘birleşmek (cima1)’ diye isimlendirildi. Oruçlu ise, misilsizdir, çünkü o, misilsiz bir özellikle ni­telenmiştir. Bu nedenle oruçluya cinsel ilişki haramdır. Orucu bozan hususlarla ilgili görüş birliğine varılan konular bunlardır. Bunlardan birisini veya hepsini yapan ldşi, oruçlu olamaz.

FASIL İÇİNDE VASIL

Besin Olmayan Şeyin İçeriye (Mideye) Girmesi

Şeriat bilginleri, taş gibi besin olmayan şeylerin içeriye girmesi ya da içeri girip yeme ve içme işlevi görmeyen şeyler hakkında görüş ayrı­lığına düşmüştür. Böyle bir şeyin organların içine girip mideye gir­memesi hususunda da görüş ayrılığına düşülmüştür. Bu duruma örnek olarak, mideye değil de, söz konusu nesnenin dimağa ulaşmasını vere­biliriz. Bazı bilginlere göre, bu durum orucu bozarken bazılarına göre bozmaz.

VASIL

Bâtınî Yorıım

Teorik düşünceden hareket eden filozoflar, halvet ve riyazet yön­temleriyle elde ettikleri bilgilerde Allah Teâlâ ehline ortak olabilir. Allah Teâlâ ehli, o bilgileri iman sayesinde elde etmişken onlar teorik araştırmayla elde etmiştir. Her ikisi de sonuçta ortaktır. Arkadaşlarımızdan bazıları ‘zevk’i (tatma, tecrübe) dikkate alarak bu ikisini ayırt eder ve görünüşte ortak olsalar bile, ‘Allah Teâlâ ehlinin idrak ettiği şey filozofların idrak ettiği değildir’ der. Bunlar, ‘oruç bozulur’ diyenlerin (bâtını) karşılığıdır. ‘İd­rak edilen bir, yol ise farklıdır’ demek ise, ‘orucu bozmaz’ demenin bâtını yorumudur.

Midenin dışında, organların içinin bâtını yorumu, oruçlunun ilâhî bir mertebede bulunup bir misal mertebesine yerleştirilmiş olmasıdır. Örnek olarak, ‘Sanki görüyormuş gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et’ ifadesini vere­biliriz. Acaba, zevkinde teşbih ve tenzihin hükmünden çıkan Allah Teâlâ’nın kullarından birisine, ‘sanki görüyormuş gibi Allah Teâlâ’ya ibadet et’ ifadesi etki edip bilgisini ve zevkini terk eder mi? Böylece, şeriata saygmın ve keşfin hakikatinin gereği olarak, bu konuma iner mi? Böyle bir du­rumda orucunu bozmuş sayılır. Ya da, inmez ve ‘ben farklı hakikatlerin toplamıyım, bende beni bulunduğum hal üzere bırakacak hakikatler bulunduğu gibi bu inişi görmeyi isteyecek hakikatler de vardır, çünkü ben tahayyül Veya hayal sahibi bir varlığım’ diyebilir. Böylece, Hakkın bu mertebede kendisini bu hakikatten ve kendisindeki bütün hakikatler yönünden görmesini istediğini öğrenir. Ondan ortaya çıkan bu misal tecellisinden ise, onu isteyen bu hakikat belirlenir ve hakikatinde bu­lunduğu hal üzere kalır. O da, hayalin ve tahayyülün bulunmadığı bir hakikat üzerinde kalır. Bu ise, midenin dışındaki organların içine gelen şeylerin orucu bozmadığı düşüncesinin bâtını yorumudur.

FASIL İÇİNDE VASIL

Oruçlunun Birini Öpmesi

Bazı şeriat bilginleri, bunu caiz görmüşken bazıları genel anlamda mekruh saymış, bir kısmı ise, gençleri öpmeyi mekruh sayarak yaşlının öpülmesini caiz görmüştür.

VASIL

Bâtınî Yorum

Bu mesele, Hz Musa’nın isteğinin zıddıdır, çünkü o, kendisi adına gerçekleşen konuşmanın ardından görmeyi istemişti. Görme ve ko­nuşma ise, berzahı (ara bölgeye ait) tecellinin dışındaki bir yerde bir araya gelmez. Berzah makamı, Bağdat’ta vefat etmiş .Şihabüddin Ömer es-Sühreverdî’nin (r.a.) makamıydı. Arkadaşlarından rivayetine güven­diğim birisi onun görmek ile konuşmanın bir araya geldiğinden söz et­tiğini aktarmıştı. Buradan, onun müşahedesinin berzahı olduğunu an­ladım. Bu, kaçınılmazdır ve bundan başka bir şey olamaz.

(Öpmek anlamındaki) Kuble, ikbal’den (yönelmek) gelir. Konuş­maya yönelmek, dil mertebesindendir ve dil konuşmanın aracıdır. Allah Teâlâ’ya yönelmek de, dinlenen sözle gerçekleşir, çünkü bu esnada berzah müşahedesinde bulunulmaktadır. Bu mertebede olan kimseden ise, konuşmaya yönelmeyi istemesi beldenebilir. Hakk kendisiyle konuştu­ğunda ise, O’nu göremez (buna karşın kendisini gördüğünde ise O’nunla konuşamaz). Musa’ya (a.s.) ait bu makamı, ben Musa’nın tat­tığı yerde tattım. Fakat ben, kum içindeki bir ıslaklıkta avuç miktarınca tatmıştım. Musa ise, ihtiyacı esnasında onu tatmıştı. İhtiyaç, Musa’nın ailesi için ateş aramasıydı. Ben de, (çölde bulduğum şey) su olduğu için sevinmiştim.

‘Onunla konuşursa O’nu göremez’ dedik, çünkü (görmek) isteyen nefs, hitabı anlamak için kendini bütünüyle verir ve görmekten haber­siz kalır. Böyle bir insan, oruçlu için öpmeyi mekruh sayana benzer. Çünkü oruçlu ‘gören’ kişidir. Oruç benzersiz olduğu gibi müşahede de benzersizdir. Oruçlunun öpüşmesini caiz gören kimse ise, ‘tecelli bir suretle gerçekleşir (misali) ve ben buna değer vermem, Çünkü zat bu tecellinin ardındadır’ diye düşünür. Tecelli, kendisine tecelli edilenin makamından meydana gelebilir. Tecelli tecelligâhın makamından başka bir yerde gerçekleşseydi, onda bulunandan başka bir şeyi istemek mümkün olmazdı. Hakkı müşahede etmek, fena’dır. Fena söz konusu olduğunda ise, bir talep olamaz. Çünkü müşahede edenin nefsine haz, konuşma arzusundan daha yakındır. Bununla birlikte, bu müşahede halinde kişi haz almaz. Ebu’l-Abbas es-Seyyârî (r.a.) şöyle der: ‘Akıllı, hiçbir müşahededen haz almaz, çünkü Hakkı müşahede etmek fena demektir ve onda haz yoktur.’

Gençler için bunu mekruh saymanın bâtını yorumuna gelirsek genç, tasavvuf yoluna yeni giren kişidir. Yaşlı için öpüşmeyi caiz gören kişi, yaşlının tasavvufta sona ulaşan kişi olduğunu dikkate almıştır. Çünkü sona eren kişi, müşahede etmekten konuşmaya tekrar dönmek istemez. Bu nedenle müşahedeyi bırakır ve konuşmaya döner. Çünkü konuşma ancak perde varken olabilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur:

‘Allah Teâlâ bir vahiy veya perde ardından olmaksızın hiç kimseyle konuşmamıştırns Sona ulaşan ise, bunu bilir ve dolayısıyla onu yapmaz. Başlangıç­taki kişi ise -ki gençtirmakamlar hakkında herhangi bir tecrübeye sa­hip değildir, çünkü o başlama makamındadır. Dolayısıyla o, sadece tatmış olduğunu bilebilir. Son ise, müşahedede meydana gelir. Başlan­gıçtaki kişi, müşahedeyi büyüklerden duyar. Böylece, konuşmayla bir­likte müşahededen mahrum kalmayacağını zanneder. Başlangıçtaki ki­şi, misali (suretindeki) bir müşahedede bulunur. Ona ‘iş senin zannet­tiğin gibi değildir, Hakk seninle konuşursa O’nu göremezsin, sana gö­rünürse O’nunla konuşamazsın’ denilir. Bu nedenle genç oruçlu için öpmek (bâtını yorumda görmeyi bırakarak konuşmaya yönelmek) caiz görülmemiş ve yaşlı için caiz görülmüştür. Çünkü yaşlı (müşahede sa­hibi), Allah Teâlâ’nın (davetini) tebliğ etmede peygamberin varisiyse konuş­mayı ister. Bu durumda, hitabı anlamak için konuşmaya dönmesi caiz olur.

FASIL İÇİNDE VASIL

Oruçlunun Hacamat Yaptırması (Kan Aldırma)

Bazı bilginlere göre kan aldırmak orucu bozar ve ondan uzak dur­mak farzdır. Bazı bilginlere göre ise, orucu bozmaz, fakat oruçluyken kan aldırmak mekruhtur. Bazı bilginlere göre ise, oruçlunun kan al­dırması orucu bozmayacağı gibi mekruh da değildir.

VASIL

Bâtınî Yorum

el-Muhyi ismi, Ramazan ayında oruçluda hüküm sahibiyken Allah Teâlâ’nın Ramazan ismine veya ‘gökleri ve yeri yok olmaktan koruyan’ ve­ya ‘göğü yerin üstüne düşmekten koruyan’ el-Mümsik (tutan) İlâhî is­mine gelir. Çünkü cisimlerdeki doğal hayat, bedendeki kanın evi sayı­lan karaciğerden doğan kanın buharıdır. Sonra bu kan, bitkilerin ya­şaması için, bahçeyi sulamak üzere oluklardan akan su gibi damarlarda akar. Kan taştığında, onun etkisinin bedene aksetmesinden korkulur. Bu nedenle, canlılığı sağlayacak miktarda geri kalsın diye, fasat (damarı yararak kan alma) ya da hacamat yöntemiyle çıkartılır.

Bu nedenle, oruçluda hükmün el-Muhyi veya el-Mümsik isminde olduğunu söyledik. Çünkü ruhların gölderi ve bedenlerin yeri, hayat sayesinde bakidir. el-Muhyi isminin hükmü, oruçlunun bulunduğu du­rumdan daha güçlüdür. Bu iki İlâhî isim, Hakkın iki kardeş ismidir. Bunlar oruçluda hüküm sahibiyken Allah Teâlâ’nın Ramazan ismine veya Ramazan’ın dışında, sayesinde orucu kendisine izafe ettiği bir ismine gelip o yere en yalcın menzilde Allah Teâlâ’nın ed-Dar ve el-Mümit isimlerini etkin bulduklarında, en-Nafi isminden yardım isterler. Bu durumda, söz konusu varlığın hayatının sürmesini isteyen üç isim haline gelirler. Bunun üzerine, hacamat istemek üzere onu hareket ettirirler. Bunu yapmakla oruç bozulmadığı gibi bu mekruh da değildir. Çünkü Allah Teâlâ’nın Ramazan isminin o varlığı ayakta tutması, söz konusu şeyin fii­len var olmasına bağlıdır.

Bazı bilginler kan aldırmanın mekruh olduğunu, fakat oruç boz­madığını ileri sürmüştü. Mekruhluğun bâtını anlamı, oruçlunun gıda­dan uzaklaşma halinde bulunmasıdır, çünkü yemek ve içmek, ona ya­saklanmıştı. Gıda oruçlunun yaşama sebebidir ve oruçluyken onu al­maması emredilmiştir. Sözünü ettiğimiz bir durumda hacamat yoluyla kanın izalesi, yok olmaktan korkmaktan kaynaklanır. Öyleyse kan al­dırmak, yaşama arzusuyla beslenmenin yerini alır, halbuki oruçluya beslenme yasaklanmıştı. Bu nedenle de, kan aldırmak mekruh sayılır. ‘Kan aldırmak orucu bozar ve ondan uzak durmak zorunludur’ deme­nin bâtmî yorumu da, bu ve bundan önceki bâtını yorumla birdir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Kusmak ve Kasıtla Kusmak

Bazı bilginler, isteksizce gerçekleşen kusmanın orucu bozmadığı görüşündedir ki bunlar, çoğunluktur. Bazı bilginlere göre ise, orucu bozar. Bu görüş, Rebia ve takipçilerine aittir. Çoğunluk, kasıtla kus­manın orucu bozduğu görüşündedir. Tavus ise böyle düşünmez, çün­kü ona göre orucu bozmaz.                                         .

VASIL

Bâtınî Yorum

Mide, doğal hayatı meydana getiren ve nefs-i natıkanın (düşünen nefs) yönetim sahibi olmasını sürdüren besinlerin koruyucusudur. Bu yönetim sayesinde düşünen nefs, hükümdar diye isimlendirilir ve onun varlığıyla da insan çabasıyla veya Hakkın vergisiyle elde edilen ilimler meydana gelir. Düşünen nefs, doğayı gözetir. Doğa, bedenin hizmet­karı olsa bile, hükümdar olan düşünen nefsin kendisini gözetmesinin değerini bilir. Doğaya mide hâzinesinde bu bedenin bozulmasına yol açabilecek şeyler bulunduğu gösterildiğinde, atıcı güçlere şöyle der: ‘Bu hâzinede kalması yok edici olan şeyi dışarı atınız!’ Böylelikle atıcı güçler, tutucu güçten onu alır. Kapı açılır ve onu dışarı çıkartırlar. Kusmanın ortaya çıkardığı şey budur.

İçeri girdiği yoldan kaşıdı olarak çıkması durumunda, kusmuğu (yenilen) besinin dışarı çıkması diye gören bilginler ise, (besin girdiği yoldan dışarı) çıktığında orucun bozulduğunu kabul etmiştir, çünkü besin aynı yoldan içeri girerken orucu bozmuştu. Yola dikkat etmeksi­zin, birbirinin zıddı olan giriş ve çıkışın hükmünü ayırt edenler ise, orucun bozulmadığını ileri sürmüştür. Kusmanın ortaya çıkarttığı şey budur. Oruçlunun kusmada bir çabası varsa -ki buna kaşıdı kusma de­nirbeden için bir yarar ve bekası için bir sıkıntının giderilmesi göze­tilmiş olabilir. Böyle bir durumda kusma, (bedenin bekasını sağlayan) besinin yerini alır. Oruçlu ise, oruçluyken besin almaktan men edilmiş­ti ve kusmuk bedenden çıkarken besinin sağladığı yararı sağlamıştır. Bu durumu dikkate alan bilginler, kasıtiı kusmanın orucu bozacağını ileri sürmüştür. Girmenin ve çıkmanın hükümlerini ayırt eden ise, oru­cu bozmayacağı kanaatindedir.

Bütün bunların ilahiyat bahsindeki yorumu, her vakitte edci etsin­ler diye bedenin istidadının talep ettiği İlâhî isimlerin hükümleridir. Çünkü beden, herhangi bir İlâhî ismin kendisinde etkin olmasından yoksun kalamaz. Beden kendisinde o esnada hüküm sahibi olan isim­den başka İlâhî bir ismin kendisinde hüküm sahibi olmasına istidat ka­zançlıysa, o ismin hükmü kaybolur ve istidadın talep ettiği ismin hük­mü onun yerini alır. Bunun örneği, bir şehir halicinin hükümdarlarına karşı çıkarak önceki hükümdarın izni olmaksızın başka bir hükümdar getirmeleridir. Birinci isim (örnekte ise hükümdar), hükmünü yitirir ve hüküm istidadın talep ettiği (İlâhî isme) döner. Öyleyse hüküm sa­hibi, her zaman istidattır. İstidadı meydana getiren İlâhî ismin hükmü ise, ebedi olarak kalıcıdır ve (hüküm sahibi olmaktan) azledilemez. (Örneğe dönersek) Şehir halicinin onun arkasından hile ve tertip dü­zenlemesi uygun değildir. (İstidadın istediği) O hükümdar da, ölümde veya diriyken, birlik ve ayrım halindeyken asla onlardan ayrılmaz. Tanrı’nın el-Hafîz, el-Kavî ve bu isimlerin kardeşleri de kendisine yardım eder. Bunu bilmelisin!

Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in oruçluyken kan aldırdığı kesindir. Bu konuyla ilgili hadisi, Buhari İbn Abbas’tan aktarmıştır. Ebu Davud is£, Ebu Hureyre’nin şöyle dediğini aktarır: ‘Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Oruçluyken kusan kişinin orucu kaza etmesi gerekmez. Kasıtlı kusarsa, orucunu kaza etmelidir.’ Bu hadisin bütün ravileri güvenilirdir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Niyet                                                                        .

Bazı bilginlere göre niyet orucun geçerlilik şardarından biridir ki, böyle düşünenler çoğunluktadır. Bir kısmına göre ise, Ramazan niyete gerek duymaz. Ramazan orucunu tutacak kişi hasta veya yolcu olup oruç tutmak isteyen birisiyse, niyet etmelidir.    '

VASIL

Bâtınî Yorum

Niyet, kasıt demektir. Ramazan ayı ise, oruç tutacak insanın kas­tıyla gelmez. Orucun kula değil Allah Teâlâ’ya ait olduğunu dikkate alan bil­gin, oruçta niyetin gerekeceğini ileri sürer. Çünkü Ramazan ayı, Allah Teâlâ’nın Ramazan isminden kaynaklanarak, Hakkın iradesiyle gelmiştir. Kuşkusuz niyet irade demektir. Hükmü gelene (varid) ait sayan -ki ge­len Ramazan ayıdırbilginler için oruçlunun niyet edip etmemesi eşit­tir. Çünkü onun hükmü oruçtur ve dolayısıyla niyet, orucunun geçerli­lik şartı değildir.

Hasta ve yolcu gibi bazı kimseler ise, Ramazan ayı gelmiş olduğu halde, oruç tutmak zorunda değildir ve Şari onları serbest bırakmıştır. Bunlar, iki durumdan birini tercih edebilir ve dolayısıyla kendilerinden bir kasıt -ki niyet demektirolmaksizın bu iki durumdan birine (tut­mak veya tutmamak) dönmeleri mümkün değildir.

FASIL İÇİNDE VASIL

Bu Konuda Geçerli Niyetin Belirlenmesi

(Niyeti gerekli gören) Bazı bilginlere göre, Ramazan orucunun belirlenmesi zorunludur ve , genel anlamda oruca inanması ya da Ra­mazan orucu dışındaki belirli bir oruca inanması yeterli değildir. Bazı bilginlere göre ise, genel anlamda oruca niyetlenmek yeterlidir. Aynı şekilde, Ramazan orucundan başka bir oruca niyetlense de geçerlidir ve yolcu olmadığı sürece (niyetini) Ramazan orucuna çevirebilir. Çünkü yolcu, böyle düşünen bilginlere göre,' Ramazan içinde Ramazan’dan başka oruca niyet etmelidir. Bazı bilginlere göre ise, Ramazan’da niyet edilmiş bütün oruçlar Ramazan’a döner. Bu konuda yolcu ve yolcu olmayan birdir.

VASIL

Bâtınî Yorum

Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘De ki, ister Allah Teâlâ diye ister Rahman diye dua edin. Hangisiyle dua ederseniz edin, en güzel isimler O’na aittir6 Bu­na göre hüküm, ilâhî isimlerle dua edilene aittir, yoksa isimlere değil. Çünkü ilâhî isimler, anlamları farklılaşsa ve birbirinden ayrışsa bile, bü­tün olarak ve gerçekte tek bir zata işaret ve delalet ederler. İsimlerin gösterdiği bu zat bilinemez ve bir tanım kendisine erişemez olsa bile, bu durum bu isimlerin kendisine verildiği bir zatın bulunduğuna zarar vermez. Aynı şekilde, amaç oruçtur. Bunun mendup, farz ve farklı kı­sımlarından biri olması durumu değiştirmez.

Hakkın Ramazan ismini dikkate alan kimse, onunla diğer isimleri ayırt eder. Çünkü diğer isim, Ramazan isminden değil, el-Mümsik ismindendir. İlâhî isimler, tek bir zata işaret etseler bile, kendiliklerinde iki bakımdan farklılaşırlar. Birinci yol, sözlerinin farklılaşması, İkincisi ise anlamlarının farklılaşmasıdır. İsimler birbirine son derece yalcın ve son derece benzer olsalar bile, yine de onlarda bir ayırıcının bulunması gerekir. Söz gelişi er-Rahman ve er-Rahim isimleri son derece benzer­dir. Ed-Dar (zarar veren) ve en-Nafı’ (yarar veren), el-Muiz (aziz eden), el-Müzil (zelil eden), el-Muhyi (hayat veren), el-Mümit (öldü­ren), el-Hadi (hidayet eden), el-Mudill (saptıran) gibi mütekabil isim­ler ise, son derece üzalc isimlerdir. Dolayısıyla bir İlâhî ismin hangi an­lama işaret ettiğinin dikkate alınması kaçınılmazdır. Bu sayede bilen bilgisizden ayrışır.

Hakk da bu isimleri işaret ettikleri anlamlar nedeniyle çoğaltmıştır. Bu konuda Hakkın niyetinin gözetilmesi, başka bir şeyden daha yerindedir. Bu nedenle, diğer bileşik sözlerden -ki İlâhî isimleri kastediyo­ruzoluşan bir yararın değil de, bu belirli söz ile amaçlanan yararın meydana gelmesi için belirlemek gerekir.

Yükümlünün halini dildcate alan bilgin, yolcu olan ile olmayanı ayırt eder. Hüküm hallere uyacağı için, bu ayrımı yapmaya elverişli bir yöntemi de vardır. Bu kişi, zorda kalan ile kalmayanı, hasta olanla ol­mayanı dikkate alır. Aynı şekilde, isimler de göz önünde bulundurulur. Söz gelişi, (üzüm) elcşitildiğinde (kazandığı) şarap ismi dildcate alınır. Bu isim ortaya çıktığında, isimlerin değişmesi nedeniyle o belirli ci­simdeki İlâhî hüküm de değişir (üzüm helal iken şarap haline gelir). Tıpkı bunun gibi, haller değiştiği için de bazı şeylerde hükümler deği­şir. Bu konuda değişen şey, ismin başkalaşmasını sağlayan İlâhî ismin hükmüdür ve bu nedenle de hüküm de değişmiştir.

Hüküm sahibi, isimlerle dua edilene aittir Yoksa eşyada hakim olan, isimler değildir.

Fakat (zatın hükümlerini) yönlendiren isimlerdir Bu durum, tohumlara benzer

Bazen yağmurda, bazen de nemli havalarda Çiçekteki ve ağaçtaki tohumlara.

Yönlendirirken onları ruhlar kendileriyle oynar

Tıpkı fiillerin isimlerle oynadığı gibi                                                                       '

FASIL İÇİNDE VASIL

Oruca Ne Zaman Niyet Edilir

Bazı bilginlere göre, bütün oruç türlerinde sahur vakti çıkmadan (fecir) niyetlenmek şarttır. Bazı bilginlere göre ise, farzda değil, nafile oruçlarda sahur vaktinden sonra da niyetlenilebilir. Bazı bilginlere göre ise, farz olması vakte bağlanmış oruçlarda ve nafile oruçta sahur vak­tinden sonra niyet yapılabilirken yükümlü olunan farz oruçta ise bu vakitten sonra yapılamaz.

VASIL

Bâtınî Yorum

Fecir, güneşin doğumunun belirtisidir. Bu yönüyle fecir, -sayesin­de diğer isimlerden ayrıştığı kendine özgü anlamına değilkendisiyle isimlenene delalet etmesi bakımından İlâhî isme benzer. Oruca niyetlenen insan, bazen zorunlu olarak bazen de isteyerek niyetlenir. İnsan, Allah Teâlâ hakkındaki bilgisinde teorik araştırmaya dayanabileceği gibi mü­şahede sahibi de olabilir. Allah Teâlâ hakkındaki bilgisi bir kanıt hakkındaki araştırmasından meydana gelen kişi, kendisini bilmeye götürecek bir kanıt aramalıdır. Böyle bir insan, fecir vaktinden önce niyetlenene ben­zer. Kanıtı araştırma süresi ise, fecrin doğumundan güneşin doğumuna kadarki süredir.

Allah Teâlâ’yı bilmek iki kısma ayrılır: Bir kısmı, söz gelişi O’nun tek ilah olduğunu bilmek gibi, farzdır. Bir kısmı ise, farz değildir. Bu kısma örnek olarak, farklı anlamlara delalet eden isimlerin O’nunla ilişkisini bilmeyi verebiliriz. İnsanın bu anlamların Ö’na ilave şeyler olup olma­dığını araştırması farz değildir. Kişi (onu öğrenmeye) niyetlenmişse, böyle bir bilginin Hakk’ın birliğini gösteren kanıttan sonra mı önce mi gerçekleştiği de önemli değildir.

Yükümlü olunan kısım ise, Kitap ve Sünnette şeriatın kendisine nispet ettiği özellikleri yönünden Allah Teâlâ’yı bilmeye benzer. Çünkü teorik kanıda ‘şu O’nun yasası, bu O’nun sözüdür’ şeldinde bir hüküm verile­bilir ve bu durumda buna inanılır. Böylelikle yükümlülük ortaya çıkar. Dolayısıyla, teorik kanıta bakmaksızın niyetlenmek gerekir. Fecirden önce niyeti gereldi görmenin bâtını yorumu budur. Böyle düşünen ki­şi, araştırmayla elde edilen bilgiden önce gelen zorunlu bir bilgiye sa­hiptir. Çünkü araştırmayla elde edilen bilgi, ortada zorunlu olarak bir bilginin bulunduğu bilindikten sonra gerçekleşebilir. Ya da, yakın veya uzak zorunlu bir bilgiden türer. Böyle olmazsa, kesin bilgi sayılamaya­cağı gibi gerçek bir kanıt da değildir (burhan-i vücûdî).

FASIL İÇİNDE VASIL

Oruçlunun Cenabetlikten Temizlenmesi

Bilginlerin çoğunluğu, cenabetiikten temizlenmenin orucun geçer­lilik şartı olmadığı ve gündüz ihtilam olmanın orucu bozmadığı görü­şündedir. Bazı bilginler ise, bu görüşe karşı çıkmıştır. Onlara göre, kasıda yapıldığında oruç bozulur. en-Nahaî, Tavus ve Urve b. Zübeyr’den aktarılan görüş budur. Ebu Hureyre’den bu konuda kaşıdı hareket eden ve etmeyenle ilgili rivayet gelmiştir. Ebu Hureyre şöyle derdi: ‘Ramazan’da cenabet sabahlayan kimse, orucunu bozmuş de­mektir.’ Şöyle de derdi: ‘Bunu ben demedim, -Kabe’nin sahibine ye­min olsun kionu Muhammed demiştir.’ Bazı Malikiler ise şöyle de­miştir: ‘Hayızlı kadın fecirden önce temizlenip yıkanmayı ertelerse, o gün orucunu yemiş demektir.’

Bâtınî Yorum

Cenabettik gurbet, gurbet ise uzaklık demektir. Hayız, bir sıkıntı­dır ve sıkıntı uzaklığı gerektirir. Burada özel bir sıkıntıyı kastetmekte­yim. Bu sıkıntı türüne örnek olarak ‘Allah Teâlâ’ya ve peygamberine sıkıntı ve­renlere Allah Teâlâ lanet etsin37 ayetinde belirtilen sıkıntıyı verebiliriz. Başka bir ifadeyle, Allah Teâlâ onları uzaklaştırsın. Lanet, uzaklık demektir ve se­bebi de onlardan duyulan sıkıntıdır. Cenabet, el-Kuddûs isminden uzaktır. Oruç ise, ‘Misli bir şeyin olmadığı’ Allah Teâlâ’ya yaklaşmayı gerekti­rir. Orucun ibadetler içinde misli yoktur. Buna göre uzaklık ve yalcınlık bir araya gelemeyeceği gibi aynı şekilde, oruç ile sıkıntı ve cenabedilc de bir araya gelmez.

Cenabetliğin doğanın bir hükmü olduğunu -hayız da öyledirdik­kate alıp orucun Hakka ait bir şey olduğunu söyleyen bilginler, her şe­yi yerli yerinde ortaya koyar. Böyle düşünen bilgin, cenabetin orucu­nun geçerli olduğunu kabul ettiği gibi fecirden önce hayız halinden temizlenip yıkanmayı erteleyen ve fecirden sonra temizlenen kadının orucunu da geçerli sayar. Her Hakk sahibine hakkını vermenin bir hik­meti olarak, bu yaklaşım bâtıriî yorumda daha yerindedir. Çünkü hik­met sahibi Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘O her Hakk sahibine hakkını vermiş ve sonra hidayet etmiştir.’38 Yani, açıklamıştır. Ayette Firavun’a bu sözü söylediği aktarılan Musa’yı Allah Teâlâ övmüştür. Halbuki, ‘Allah Teâlâ yoksuldur’ veya ‘Allah Teâlâ üçün üçüncüsüdür’ diyenleri kınadığı gibi bu sözden dolayı onu lcınamamıştır.

FASIL İÇİNDE VASIL

Ramazan Ayında Yolcu ve Hastanın Orucu

Bazı bilginlere göre hasta ve yolcu oruç tuttuğunda, oruç yüküm­lülüğü kendilerinden düşer ve bu onlara yeterlidir (kaza etmeleri ge-


rekmez). Bazı bilginlere göre ise, yeterli değildir ve onların ‘başka gün­lerde belirli sayıda’ oruç tutmaları gereldr. Benim kanaatim şudur: Hasta ve yolcunun oruç tutması onlardan yükümlülüğü düşürmez. Onlara farz olan ‘diğer günler’dir. Şu var ki ben, Ramazan ayında bu haldeyken oruca girdiklerinde hasta ile yolcuyu ayırt ediyorum. Bu noktada hasta için oruç nafile sayılır. Bu bir iyilik davranışıdır, farz de­ğildir. Kendisine orucu farz saysa bile, gerçekte farz değildir. Yolcunun ne Ramazan ayında ne başka bir zaman tuttuğu oruç bir iyilik sayıl­maz. iyilik olmadığında ise, bir şey yapmamış gibidir ki bu da, amelin en düşük derecesidir. Ya da, iyiliğin zıddını ve aksini yapmış olabilir ki, o da günahtır. Ben, günah işlediği kanaatinde değilim. Fakat, en iyisini Allah Teâlâ bilir ya, bu esnada orucu tutmakla iyilik yaptığını kabul etmiyo­rum.

VASIL

Bâtınî Yorum

Sâlik, ilâhî isimler aracılığıyla makamlarda yolculuk yapan demek­tir. Yolcuyken Hakkın Ramazan isminin onun üzerinde farz ya da farz olmayan oruç tutmak şeklinde bir hükmü yoktur. Bu nedenle Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyurur: ‘Yolculukta oruç tutmak iyilikten sayılmaz.’ Ramazan ismini, otoritesinin sona ereceği aya kadar hükmünü kendi­sinde uygulamaya çağırır. Yolculuk ise, tek bir halde kalmamak anla­mına gelen yer değiştirme demektir. Bu nedenle Hakkın Ramazan is­minin hükmü, oruç tutacak yolcu hakkında ortadan kalkar. Yolculukta tutulan orucun yeterli olduğunu ileri süren bilginler ise, onun yolculu­ğunu ayın günlerini kat etmede saymış ve ondald hükmü de Ramazan ismine ait saymış ve böylelikle yolculuk ile orucu birleştirmiş olur. Yol­culuk diye isimlendirilen yer değiştirmenin hükmüne gelirsek, sâlik oruçtan orucu bozma haline, oruçsuzluktan oruç haline geçmiştir ve Ramazan (isminin) hükmü kendisinden ayrılmaz. Bu nedenle onun oruç tutması ve kalkması emredilmiştir. Sonra, iki günü birleştirerek oruç tutmak da, geceden gündüze, gündüzden geceye geçtiği için caiz görülmüştür. Ramazan hükmü de kendisine sirayet eder. Bu nedenle, yolcunun Ramazan orucunu tutması yeterlidir.

Bâtınî yorumda hastanın bu noktadaki hükmü, yolcununkinden farklıdır. Çünkü bilginler şu konuda görüş birliğindedir: Hasta Rama­zan ayında hastayken oruç tuttuğunda, bu ondan yükümlülüğü kaldı­rır. Yolcu ise, onlara göre böyle değildir. Onların ayetten kanıt getir­meleri zayıftır. Öyleyse bunun bâtınî yorumu şöyledir: Hastalık sağlı­ğın zıddıdır. Oruçtan istenilen şey ise sağlıktır. İki zıt bir araya gelmez. Dolayısıyla oruç ve hastalık bir araya gelemez. Bunu Ramazan ayında dikkate aldık, fakat diğer oruçlarda dikkate almadık. Ramazan orucu, Allah Teâlâ’nın farz yapmasıyla farz olmuştur. Onu farz kılan, onu hastadan kaldıran kimsedir. Dolayısıyla, Allah Teâlâ’nın farz yapmadığı bir şeyin farz olmadığı bir haldeyken tekrar Allah Teâlâ’nın farz kıldığı bir şeye dönmesi mümkün değildir.

FASIL İÇİNDE VASIL

‘Yolcu ve Hastanın Ramazan Ayında Tuttukları Oruç Yeterlidir’ ve ‘Hasta ve Yolcunun Tutması mı Yoksa Bozması mı Daha Üstündür’ Diyenler Hakkında Fasıl

Bazı bilginlere göre oruç tutmak, bazı bilginlere göre ise tutma­mak daha üstündür. Bazı bilginlere göre bu konuda kişi serbesttir, do­layısıyla biri diğerinden daha üstün değildir.

VASIL

Bâtınî Yorum

Orucun (ibadetler içinde) benzersiz olduğunu dikkate alıp onu Hakka ait bir nitelik sayanlar, tutmayı üstün sayar. Onu bir ibadet -Ki ibadet horluk ve yoksulluk göstergesi, dolayısıyla uzaklık sayılmaya daha layıktırsayanlara göre ise, özellikle hasta ve yolcu için tutmamak daha üstündür. Çünkü o ikisi kuvvete gerek duyar, kuvvetin kaynağı da doğal olarak yemektir. Öyleyse oruç tutmamak, (bu ikisi için) daha iyidir. Orucun Ramazan, bozmanın el-Fatır (iftar ile Fatır ismi arasın­daki anlam ilişkisi) isminden kaynaklandığını düşünerek ‘Allah Teâlâ’ya ait olmaları bakımından ilâhı isimler birbirlerinden üstün değillerdir’ di­yen bilginler ise, bir ismin diğerinden üstün olmadığını ileri sürer (has­ta ve yolcu için tutmak ve yemek birdir). Çünkü orucu bozan (yolcu veya hasta) kişi, el-Fatır isminin hükmü altındayken tutan kişi Derece­leri Yükselten (Rafîu’d-derecât), el-Mümsik ve Ramazan isimlerinin hükmü altındadır. Üstün-daha üstün ya da âlemde -ki âlem Allah Teâlâ’dan başka her şey demektirüstün ve onun karşısında daha değersizi yo­rumlarken muhakkikler böyle hareket eder.

FASIL İÇİNDE VASIL

Yolcunun Orucunu Bozduğu Yolculuğun Bir Sınırı ve Tanımı Var mıdır?

Bazı bilginlere göre, namazın kısaltılmasını gerektiren yolculukta oruç tutulmaz. Bilginler, (daha önce ele alınmış olduğu gibi) bu konu­da görüş ayrılığına düşmüşlerdi. Bazı bilginlere göre ise, kendisine ‘yolculuk’ denilen şeyde oruç tutulmaz ki, ben de bu görüşteyim.

VASIL

Bâtınî Yorum

Yolculuk, toplayıcı isim ve hedeflenen gaye olan Allah Teâlâ (ismine) yapılır. Allah Teâlâ’ya giden yolda İlâhî isimler, yolcu için konaklama yerleri veya ayın belirli ve hedefli bir yolda yürümesi için saptanmış menzillere benzer. Yolculuğun en azı, bir isimden başka bir isme geçmektir. Yol­culuğun cn az diliminde Allah Teâlâ’yı bulan kişinin durumu buna göre de­ğerlendirilir ve ona yolcu adı verilir. Bize göre, yolculuğun çoğunun sınırı ve haddi yoktur. Çünkü, Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bir duasında şöyle bu­yurur: ‘Allah Teâlâ’m! Kendini isimlendirdiğin veya yaratıklarından birine öğrettiğin veya gaybının bilgisinde kendine ayırdığın bütün isimlerin aracılığıyla (senden) istiyorum.’ ‘Yolculuk denilen şeyde orucunu bo­zar’ demenin bâtını yorumu budur.

Bu konuda bir sınırlamayı dikkate alan bilginlerin görüşü de, koy­dukları tanıma ve sınıra göre yorumlanır. Yolculukta üç günlük süreyi dikkate alan kimse, ‘mutlak birliğin veya birliğin sayıda bir hükmü yokaır, sayı iki ve daha fazlasıdır’ diyenlere benzer. Burada yolculuk, Allah Teâlâ isminedir ve O’na ancak kendisiyle yolculuk edilebilir. Allah Teâlâ’ya yolculuk eden insan ille olarak ferdiyette (teldik) kendisiyle karşılaşır. Teldik, tek sayıların ilki olan üçtür. Tanımlanmış yolculuk budur. Di­ğer görüşler, bu kitabın namaz bahsinde zikrettiğimiz gibi bilginlerin namazın kısaltılmasıyla ilgili görüşlerinde olduğu gibi değerlendirilir. Biz o meseleyi kitabın ilgili bölümünde zikretmiştik.

FASIL İÇİNDE VASIL

Orucu Bozmanın Caiz Olduğu Hastalık                       ,

Bazı bilginlere göre hastalık, oruç nedeniyle oruçlunun maruz kal­dığı meşakkat ve zarar, bazı bilginlere göre ağır hastalık, bazı bilginlere göre ise ‘hastalık’ denilen şeyin en azıdır ki, ben de bu görüşteyim. Bu, Rabia b. Abdurrahman’ın görüşüdür.

VASIL

Bâtınî Yorum

Gücünü ve gayretini harcayan bir mürit meşakkatle karşılaşır. Bu nedenle bize, ‘Ancak senden yardım dileriz’ demek emredildi. Allah Teâlâ

Teala şöyle buyurur: ‘Sabır ve namaz ile yardım dileyiniz™ Böylelikle, ilgili olduğu konuda el-Kavi ismi kendisine yardım eder. İşte bu, orucu bozmayı gerektiren hastalıktır.

Hastalığı meyil olarak yorumlayan kimse ise, meyle hastalık adını vermiş demektir. Bu, Allah Teâlâ adamlarından biri olduğuna inandığım elMevakıf yazarı Muhammed b. Abdulcebbar en-Nifferi’nin görüşüdür. İnsan zorunlu olarak meyil halindedir, çünkü o, İlâhî isimler bakımın­dan her zaman Hakk ile halk, halk ile Hakk arasındadır. Her yön onu kendisine çağırır ve bir yana sapması kaçınılmazdır. Ya, O’ndan veya O’nunla O’na veya kendi haline göre kendisiyle (O’na) meyleder. Allah Teâlâ yolunun yolcuları bilhassa böyledir. Onlar mubahları işlerken bile ya mendup veya farzı işleme halindedir. Mubah saf halde onların karşısına çıkmaz. Allah Teâlâ ehlinden birinin terazinin iki kefesinin dengede olduğu görülmez. İnsan ise, terazinin dilidir. Dolayısıyla, Hakka dava edenin yönüne yönelmek zorunludur.

‘Hastalık’ denilen durumda orucu bozmayı kabul etmenin bâtınî yorumu budur. Rivayet edilen kutsi bir hadiste Allah Teâlâ’nın hastanın ya­nında olduğu bildirilir. Dikkat ediniz! Hasta sürekli Allah Teâlâ’ya sığınır, bu­lunduğu din ve inanca göre O’nu çokça zikreder. Çünkü hasta zorunlu olarak Allah Teâlâ’ya yönelir. İçinde bulunduğu durumdan kurtulmak isteyişi, bu durumu açıkça gösterir. Bir sıkıntıyla karşılaşan insan doğal olarak kendisinden bu sıkıntıyı giderecek kimseye doğru yönelir ki o da Allah Teâlâ’dan başkası değildir. ‘Size denizde bir hastalık temas ettiğinde, O’ndan başka dua ettikleriniz kaybolur.’40 İnsan kurtuluşa giden yolu bilmiyorsa, zorda kalmayı görmemiş demektir. Çünkü zorda kalmayı öğrenmek, tatmayla gerçekledir. Biz, niyeti dildcate alırız ki, amaç da odur.

Orucu bozabilmek için ağır hastalığı dildcate almak, (bâtınî yo­rumda) kula izafe edilen fiillere işaret eder. Hastalık, fiiller konusunda Haktan bir sapmadır (meyil), çünkü fiiller Hakka aittir. Bu konuda (Allah Teâlâ ehlinin görüşlerine) uyan ve uymayanlar, fiilleri (Haktan soyut­layarak) kula izafeye yönelir. Bunu ise, ya güç yetirme veya fiillerm ya­ratılması ya da kesb (kulun kazanımı) bakımından hareketle yaparlar (Mutezile ve Eşarilerin insanın fiilleri görüşü). Bu sapmanın kaynağı ya duyudur veya dindir. ‘Rabbimiz! Senin indirdiklerine iman ettik41 aye­ti, birinci duruma işaret eder. Böylelikle meydana getirme yönünden iman fiilini kendilerine izafe etmişlerdir. Allah Teâlâ ise onlara ‘Allah Teâlâ’ya iman ediniz’ demiştir. Bu ise, bu tamlamayla insanların kendilerine izafe et­tikleri şeyin doğruluğunu onaylamak demektir. Bu da, din kaynaklı sapmadır. Öyleyse (fiilleri insana izafe etmekle gerçekleşen) bu sapma, hastalık gibidir ve onu Hakk ile halk arasında bulunduğu için ağır sap­madır (hastalık):

FASIL İÇİNDE VASIL

Oruçlu Ne Zaman Oruç Bozar, Ne zaman Tutar

Bazı bilginlere göre, yolculuğa çıktığı günden itibaren orucunu bozar. Bazı bilginlere göre ise, o gün orücunu bozmaz. Bilginler, şehre gireceği günü bilen insanın oruçlu olarak şehre girmesini müstehap saymıştır. Oruçsuz olarak girse de, kefaret ödemesi gerekmez.

VASIL

Bâtınî Yorum

Seyr ü sülûku esnasında bir sâlik, kendisine ait (etkisi altında bu­lunduğu) bir ilâhî ismin hükmünden çıkıp başka bir ilâhî isme gidebi­lir. Söz konusu isim, başka bir ismin -Ki bu isim ne sâlikin hükmünden çıktığı isim ve ne de ulaştığı isimdirhükmünü ona ulaştırmak üzere sâliki kendisine davet etmiştir. Bu durumda sâlik, bulunduğu her yerde kendisiyle sülük ettiği o isimle beraberdir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: ‘Her nerede olursanız, O sizinle beraberdir.’42 Bu isim onun oruç tutmasını gerektirirse, oruç niteliğinin hükmüne sahip olur. Orucu açmayı gerek­tirirse, oruç bozma hükmünde olur. İçinde bulunduğu gününde -ki gün nefes demektirkonaklamak istediği o isme davet eden ismin hükmü altında olduğunu anlarsa, o ismin özelliğine göre hareket eder. Bu hüküm, ya oruç tutmak veya bozmaktır. Onun adına herhangi bir hal belirlemiyorum. Çünkü haller değişir. Bu konuda onun üzerinde bir sorumluluk yoktur. Başarı Allah Teâlâ’ya bağlıdır!

FASIL İÇİNDE VASIL

Gündüzün Bir Kısmı Geçmişken Şehre Ulaşan Yolcunun Durumu

Bilginler, bu durumdaki bir insan hakkında görüş ayrılığına düş­müştür. Bazı bilginlere göre tutmama halini sürdürürken bazı bilginle­re göre yemekten (içmekten vs.) uzak durur. Aynı şekilde, temizlenen hayızlı kadın da yemekten uzak durur.

VASIL

Bâtınî Yorum

Sülûkunde bir hedefi belirleyip ona ulaşan insanın sevinmesi acaba kendisini bu hedefe ulaştırana şükretmekten perdeler mi? Perdelerse, onun üzerindeki hüküm değişir ve ondan geri durmak hükmü dikkate alınır. Perdelemezse, ulaştığı esnada kendisini ulaştıranla ilgilenir. Bu durumda onun hükmünün dışına çıkmaz ve sülûku esnasında bulun­duğu niteliğini o isme kulluk ederek sürdürür. Bu ibadet, yükümlülük ibadeti değil, şükür ibadetidir.

Aynı şey hayız gören için de geçerlidir. Hayız (bâtınî) yorumda yalan demektir. Bu hal, doğruluk ile rızıklanır (yer değiştirir) ve hayız halini temsil eden yalandan temizlenir. Hayız onun orucu bozmasının nedeniydi. Acaba, dince geçerli bir yalan nedeniyle orucunu bozma ha­lini sürdürür mü? Örnek olarak, insanların arasını düzeltmek için yalan söylemek, savaşta yalan söylemek, erkeğin eşine yalan söylemesini ve­rebiliriz. Yoksa, övülen farz veya mendup konularda doğru olan şey gerekli midir? Çünkü dedikodu ve söz taşımak gibi yasaklanmış doğru söz, yasaklanmış yalan gibidir. Her ikisi de eşit ölçüde perdelenmeye (yol açar) ve günah kazandırır. Örnek olarak, eşiyle yatağında yaşadık­larından söz eden bir insanın davranışını verebiliriz. Bu durumda insan doğru söylese bile büyüle günahlardan birini işlemiş sayılır. Aynı şey, dedikodu ve söz taşımakla ilgilidir.

Elli beşinci kısım sona erdi, onu elli altıncı kısım takip edecektir.


Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar