HÂKİ´NİN GÜLNÂMESİ
Ehamdülillahi Rabbil âlemîn.
vessalâtü vesselâmü âlâ seyyidinâ Muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihi ecmaîn.
İnsanı uyuşmuş kandan yaratan
sonsuz kerem sahibi Allah (cc)´a şükürler olsun. Dualarımız Fahri âlem Muhammed
Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi) Efendimizin üzerinedir. Onun
arkadaşları ve Ehli Beyti bizim canımızdan üstündür. Bizde
göreceğin güzellikler, sevgili İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak (ks) Efendim
sebebi iledir. Onunla Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi)
Efendimizi ve hakîkâti bulmuşuzdur.
Efendi
Hazretlerine birçok mânevî sorularımız oldu. Tespit edebildiğim bir bölüm
sizlere sunulmuştur.
"Gel,
bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Hakikatin bahçesinde hiç bir
bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki, böyle bir bülbülün
öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”
SÂDİ
ŞÎRÂZÎ
Efendim sayenizde
hakîkât sırlarından haber almaktayız. Bunun şükrünü edemeyeceğimizi çok iyi
bilmekte ve bu lutfunuzu artırmanızı istemekteyiz.
Toprak sırrın saklandığı yerdir.
Muhammedî sırlar bile toprağın sinesinde saklanabildi. Onun için en üstün
varlık Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi)
Efendimiz beşer olarak geldi. Yani meleklerden olmadı.
Sen topraktan ayrı düşme ki,
sırlar sana da açılsın. Başkaları da sırrından haberdar olsun. Bunun benzeri
bitkilerdir. Nasıl ki bir meyve sırrını tohumunda saklar. Fakat sırrını devam
ettirebilmesi için tohumunu toprağa vermelidir. Sen bizden ayrılmadıktan sonra
bu sır devam edecektir.
Öyle bir düşünceye girmen gerekir
ki, bizim kıyafet ve heyetimize aynen bürünmek, kendini benmişsin gibi
görmek ve hayâl etmek...
Bu
durumda sanki ben olursun, kendin değil... Böylece ibadetlerini benimle
yaparsın. Mesela Kur´an-ı Kerim dinlerken gözlerini yumar ve kendini benim
vücut ve kıyafetinde görürsün. Yine vaaz ve ders dinlerken, namaz kılarken kendini
benim kıyafet ve heyetinde hayâl edersin. Namazda ayakta duruşun, oturuşun, Kur´an-ı
Kerim okuyuşunun fiillerini yapan ve her zaman sana faydalı olan bir arkadaşın
olurum. Böylece benimle çok şeylere kavuşursun.
Fahri âlem Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz´e; “Meclis arkadaşlarımızın
en hayırlısı hangisidir? diye sorulduğunda, Peygamber (aleyhisselâtü vesselam
ve ala âlihi) Efendimiz;
“Kimi görmek size Allah
(cc)´ı hatırlatıyor, kimin konuşması sizin ilminizi artırıyor, kimin de ameli
size ahireti hatırlatıyorsa işte onlar en hayırlı arkadaşlarınızdır.” buyurdu.
(El- metalibul Aliye, Askalani)
Ben sana çok şeylerin haberini
söylemeyecektim. Fakat Ebû Hureyre radıyallahu anh´ın rivayet ettiği şu Hadisi
şerif bizi, bazı hakîkât nurlarını açıklamaya yöneltti.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam
ve ala âlihî) buyurdu ki;
“Kıyamet gününde tanıdık olmayan
bir adam, kulun yakasına yapışacak. Kul, “Benden ne istiyorsun?” diyecek. O
şöyle diyecek: “Dünyada beni hatalı ve çirkin işler yaparken görürdün, ama
alıkoymazdın.”
Hakîkât ilmini layık olmayana
vermek hata olduğu gibi, layık olanı da
mahrum etmek aynen ihanettir. Bu her şey içinde kıyas edilecek hükümdür.
Sırlardan bahsetmek avret yerini
açmak gibidir. Namustur. Ehline açarsan vebâli yoktur.
Bize bağlı olan ihvanımızı biz
unutmayacağız. Bugün biz dünyada iken terbiye ettiğimiz gibi öbür dünyadan da
onları terbiye ederiz. Eğer nasibi varda manevî gücü zayıf olursa ihvanımızı,
ahiret gününde hesap vermeden önceki hallerin dehşetli anlarında dahi terbiye
eder, sırrımızı onlara veririz. Onu noksan olarak Allah (cc)´ın huzuruna
çıkartmayız.
Bu söz acayibine gidebilir. Zaman izâfidir.
Zamanın izafi oluşu, saatlerin yavaşlaması veya hızlanmasından değil;
beşeriyetin ruhâni seviyesindeki hallerinden ileri gelir. Zamanın kalktığı yani
misâl âlemi ortamında insan vücudundaki durumlar hayret verir. Rüya halinde
tadılan lezzetler uyanınca kalmadığı gibi. Fakat öyle rüyalar vardır ki,
hakîkâtin habercisidir.
Ölüm
bir uyanışın ta kendisidir. Acaba bu uyanış misal âleminden mi, yoksa hakîkât
aleminden mi, bunu çokları bilmediler. Fahri âlem Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz ise ölümün bir uyanış olduğunu
söylemiştir. Şunu bilmelisin ki, senin yaşadığını zan ettiğin hayat, hakîkâtte
değildir.
Hayalin
sorumluluğu olmadığı bir gerçektir. Fakat sen bu hayalin neresinde olduğunu
bilemiyorsun. Bunu fark etse idin, bugün
bize soru soran değil, sorulan olurdun.
Çok kişiler sırları anlamak için Allah (cc)´ın kitabına müracaat
ederler. Fakat Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizi
görmemelikten gelerek hareket ettikleri için doğruyu bulamazlar. Hata ederler.
Hatalarını da kabul etmezler. Sapıtır giderler. Biz her sözümüzde Kur´an-ı
Kerimi ve Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizi kendimize
örnek alırız.
Zira Ömer Bin el-Hattab radıyallahu anh buyuruyordu ki; “Bir takım
insanlar gelecek, Kur´an-ı Kerim’in (değişik şekillerde anlaşılabilecek olan)
müteşabihleri hususunda sizinle mücadele edecekler. O halde onların yakasına
sünnetlerle sarılın. Çünkü sünnetleri bilenler, Allah (cc)’ın kitabını en iyi
bilenlerdir.”(İtkân)
Kur´an-ı Kerim hakîkâtin kendisidir. Fakat
tefsirleri ise bir hayalden ibarettir. Eğer ki bir isabetli tefsir edecek biri
varsa, o da Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) dir. O dahi Allah
(cc)´ın müsaade ettiği kadarını açıklamıştır.
Çünkü
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) “Kur´an-ı Kerim hakkında kendi
görüş ve düşüncesi ile söz söyleyen kimse isâbet etse bile hata etmiş sayılır” “Kim din hakkında kendi görüşü ile konuşursa Beni
itham etmiş olur” (Deylemi) buyurmuştur. Bunu iyi anlamalısın.
Anlayamadığımız
bir şeyden sorumlu olur muyuz gibi bir soruda aklına gelmesin. Bu din bir
kocakarının imanını da kabul eder. Sen münafıkların fitnesinden emin olarak
iman et. Bunu da kayıtsız ve şartsız Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü
vesselam ve ala âlihi) Efendimize uymakla bulabilirsin. “Onlar, hem insanları
peygambere yaklaşmaktan vazgeçirmeye çalışırlar, hem de kendileri O´ndan
uzaklaşırlar. Eğer onlar bir şeyler helak ediyorlarsa, o da ancak kendileridir.
Bunu anlamıyorlar.”(En´am 26) Öyle ilim ehli göreceksin ki, ilim adına kendini
saptırdığı gibi başkalarını da dalâlete
düşürecektir. Bunu da dine hizmet ediyorum diye yapacaktır. Onların bu halleri
kendilerine güvenmelerindendir. Sen bize, bizde Peygamber (aleyhisselâtü
vesselam ve ala âlihi) Efendimize güveniriz.
Efendim yaratılışınız hakkındaki rivayete
deliliniz nedir?
Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala
âlihi) Efendimiz bize ve validemize sunduğu “Biz İsmail´i kendi toprağımızdan
yoğurduk ve ekşitmedik” müjdesi nâdir lutuflardandır. Bizim yaratılışımız Allah
(cc)´ın ve Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi)
Efendimizin nazarları altında olmuştur.
Buna delilimiz Medine-i Münevvere´de Ravzâ-i Pâk-i Rasûle
teveccüh ettiğinizde görürsünüz. Orayı bura, burayı ora yapmışızdır. Bu bir
hakîkâttir. Suyunu suyumuz, havası havamız kılınmıştır. Eğer bir kişi Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî)´e bir müracaatı olurda Medine´ye
varamazsa bizi ziyarete gelmiş olsa, derdine derman bulur.
Efendim ben buna inandım. Fakat bunu yeni
duyanlar nasıl kabul ederler.
Biz bunu sana yazdırdık. Onlara kabul ettirmek bize düşer.
İnkar edecek olanın bu kelama karşı kalbi doğrulmaz. Fakat biz bu kişilerden
birini istersek, ona bunu kabul etme yolunu açarız. Oda öylece kabul eder.
Efendim,1955
senesinde Gavsiyetlik Kadirîlerden Nakşîlere verildi, sözünüzün manası nedir?
Şah Hâşim Risâlesinde yazıyor ki; Allah (cc)
kullarından birini veli yapmak dilerse, onun Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem ve ala âlihinin huzuruna götürülmesini emreder. Efendimiz sallallahu
aleyhi ve sellem ve ala âlih emreder ve “Oğlum Seyyid Abdülkadir Geylani (ks)
Hazretlerine götürün, velâyete layık olup olmadığını araştırsın” buyurur.
Seyyid Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerine götürülür. Eğer o zât-ı velâyete
layık görürse, ismini Muhammedî defterine yazar. Mübârek mührü ile mühürler ve
bunu Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm ve ala âlihin emri ve tasdiki konur. O
zât-a velâyet, berât ve hilâfet tertip edilip zamanın gavs-ı vasıtasıyla
sahibine ulaştırılır. O veli makbul ve korunmuşlardan olur. Bu vazife kıyamete
kadar Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerine verilmiştir. Başka görevlisi de
yoktur. Bu işe yalnız bakmaktadır. Her asırda kutuplar, gavs ve bütün veliler
O´ndan feyz almaktadırlar.”
Önce şunu bilmek lazımdır. Hazreti
Abdülkadir Geylani (ks), 1077 (hicri470) yılında, Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem ve ala âlihinin vefatından 445 yıl sonra, Hazar denizinin güneyinde
Geylan kasabasında doğmuş, 1165 (hicri 562) yılında 91 yıllık muhteşem bir
ömürden sonra, yani 833 yıl önce bu âleme veda etmiştir. Soy itibariyle hem
Seyyid, hem de Şerif idi. Yani soyu, babası Seyyid Musa tarafından İmam-ı Hasan
radiyallahü anh Efendimiz´e, annesi Fatma Hatun tarafından da İmam-ı Hüseyin
radiyallahü anh Efendimiz´e dayanmaktadır.
Onun için şu ibare meşhur
olmuştur:
“Veliler
Sultanı Abdülkadir Geylani, aşk ile doğdu,
Kemal ile ömür sürdü ve kemal-i aşk ile
Rabb´ine vasıl oldu.
(Aşkın sayısal değeri 470, kemalin
sayısal değeri 91 dir. Aşk yılından sonra 91 yıl yaşamıştır)
Bize 1955 senesinde Seyyid
Abdülkadir Geylani (ks) Hazretleri yukarıda bahsettiğin vazifesini bi-zâtihî
kendisi bize verdi. Yukarıdaki söz bizim zamanımızdan önce yazıldığını da
unutma. Biz bu makamı bir üstünlük saymayız. Ne mutlu bizlere ki, Onlar bizi
sever, bizde Onları severiz. Sende bizi sevdiğin için bu sevgide beraberiz.
Efendim, Seyyid
Abdülkadir Geylani (ks) Hazretlerinin, Şah Nakşibend (ks) Hazretlerinin ve
sizin İbrahim bin Ethem (ks) hakkında “Yazık, ona çok üzülüyorsunuz değil mi?
Eğer zamanımızda olsaydı onu sarayında, tahtından ayırmadan irşat ederdik,” söz
söylediği rivayeti vardır.
Şunu unutma büyüklerin kelâmında yalan söz çıkmadığı gibi, halini
kazanmadığı sözde ağızlarından çıkmamıştır. Bizden ne duyarsan bu bir
hakîkâttir. Hikmet birdir, rivayetleri ise nefisler sayısıncadır.
Efendim bu okul yüce,
hocası yüce, fakat talebesini niçin zayıflardan seçer?
Allah (cc)´ın öyle kullarını
göreceksin ki, onu karşısına alıp konuşmak şöyle dursun yanlarına dahi yanaşmak
mümkün olmayacaktır. Görürsün ki, bizim okul talebesini genellikle
çaresizlerden seçer. Hocalarına da ne sabırlı insanlardır, dersin. Çünkü onlar
çaresizlerden çare üretir ve olmazları olur ederler. Çünkü bu yolun hocaları
Allah (cc)´a söz vermiştir. Ya Rabb´i bize teslim olan bir kulunu terk etmeden
kabul edeceğim. Taşları cevher yapacağım sözü vardır. Bizde doğru yolda
gidenler için, onları yollarından alıkoymak yoktur. Menâkıpları hiç okumadın
mı, hepsi ümitsizlikten çıkan devalardır. Bu kadar yüce makamı olan Seyyid
Abdülkadir Geylani (ks) Hazretleri niye 25 sene gibi bir ömrü inzivada geçirdi.
Kötü olduğu için mi? Hayır, kendine bağlanacakların dertlerinin ızdırabını
nefsine verip onlardan bu ağır yükü kaldırdı. Sonra kıyamete kadar adını
silinmeden kalmasının hikmetini anlamış oldun. Bizim de çektiklerimizi yakînen
çok iyi bilirsin. Peygamberlere bir bak, en çok hangisi çile çekmiş. Cevabın
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve ala âlihi olacaktır. Bu Âlem O´nun
hürmetine yaratılmış. Fakat çektiklerini çok iyi biliyorsun. Sen böyle yüce
makamda olsan, böyle sıkıntılar sana gelse hemen isyan bayrağını çekersin.
Nasıl doğru yolda olana böyle sıkıntı reva olsun dersin. Demek ki, kâmil
olmanın da bir ağır yönü varmış.
Efendim insanın
dayanacağı bir dostu olması ne güzel bir nimettir. Bu müjdenizle sevinmeyi çok
istiyoruz.
Hayır, ağlayan siz olun. Gülmenin
güzelliği ağlamadan açığa çıkmaz. Bil ki her ağlamanın bir gülmesi, her
gülmenin bir ağlaması takip eder. Öyle ise sen ağlamayı tercih et. Çünkü
gülmenin sonunu kestiremezsin.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve
sellem ve ala âlih buyurdu ki:
“Ben, sizin görmediklerinizi
görür, duyamadıklarınızı da duyarım. (O an) gök gürledi. Onun gürlemesi
hakkıdır. içinde dört parmaklık boş bir yer bile yoktur ki, orada melekler,
Allah (cc) için alnını yere koyup secde etmesinler. Vallahi, siz benim
bildiklerimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız. Yatakta kadından lezzet
duymazdınız. Çöllere çıkıp, haykıra haykıra Allah (cc)´a yalvarırdınız. Kesilen
bir ağaç olmayı ne kadar da isterdim!” (Tirmizî)
Efendim insanlara yol
gösterici olabilir miyiz?
Yol siz olun. Herkes yanındakini
verir, sen yol olmayınca nasıl konuşabilirsin. Çünkü yaşanmayan halin yalandan
başka bir sözü olmaz.
Eğer bir şey olmak istersen de;
biz ol. Çok zaman kemâl yolunu bulup, büyükler gibi olmak istesen de, bu takdir
edilen kadar olacağını da, unutma!
Takdir deyince, üzülme. Çünkü bu
bir Rabbânî sırdır. “Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm, elinde iki kitap olduğu
halde yanımıza geldi ve:
“Bu iki kitap nedir biliyor
musunuz?” buyurdular. Cevaben: “Hayır, ey Allah´ın Resûlü! Bilmiyoruz. Ancak
bildirmenizi istiyoruz!” dedik.
Bunun üzerine sağ elindekini
göstererek: “Bu Rabbülâlemin´den gelmiş bir kitaptır. İçerisinde cennet ehlinin
isimleri mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimler de
mevcuttur ve sonunda da toplamını yapmıştır. Bunlara asla ne ilave yapılır, ne
de onlardan eksiltmeye yer verilir. Hiç değişmeden ebedi olarak sabit kalır”
buyurdular.
Sonra sol elindekini göstererek:
“Bu da Rabbülâlemin´den bir kitaptır. Bunun içinde de ateş ehlinin isimleri,
onların atalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri vardır. En sonda da
toplamlarını yapmıştır. Bunlara asla ne ziyade yapılır, ne de eksiltmeye yer
verilir!” buyurdular.
Ashabı sordu: “Öyleyse Ey Allah´ın
Resûlü, niye amel ediliyor? Madem ki her şey önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve
artık yazma işi bitmiş ise bir daha yapma gayreti de niye?”
Rasûlullah şu cevabı verdi: “Siz
amelinizle doğruyu ve istikameti arayın! İtidali koruyun, Zira, cennetlik olan
kimsenin ameli, cennet ehlinin ameliyle sonlanır; daha önce ne çeşit amel yapmış
olursa olsun. Yine cehennemlik olanın ameli de cehennem ehlinin ameliyle
sonlanır, hangi çeşit amel ile amel etmiş olursa olsun!”
Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm
ve ala âlih, sonra elindeki kitapları atıp, elleriyle işaret ederek dedi ki:
“Rabbiniz kullardan artık bu konuda sonuca erdi, bir kısmı cennetlik, bir kısmı
da cehennemliktir.” (Tirmizi)
Efendim akıl niçin
verildi?
Akıl şey´leri anlama fırsatı
verdiğinden sana faydası olan bir melekedir. Bu sebeple akıl tarih boyunca
insanları meşgul etmiştir. Bazılarda çok ileri giderek onu ilâh olarak kabul
etmişler ve vahiyden üstün tutmuşlardır.
Akıl öyle bir şeydir ki, insan
akıl ile ya dalâlete veya hidâyete kavuşur. Bazıları aklın her zaman isabetli
kararlar verdiğini kabul etmişler ve “aklın yolu birdir” “aklın süzgecinden
geçmeyen nakil kabul olunmaz” hükmünü kabul etmişlerdir..Bu ise felaketten
başka bir şey zuhur ettirmemiştir.
Kur´an-ı Kerim´de “akletmek” çok
kere kullanılmıştır. Burada akılın istenmesinden çok, sınırını bilmek gerekir.
Aklın sınırı ise hadisi şerifte şu şekildedir.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz
buyurdular ki: “Akıllı kimse, nefsini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır.
Aciz de, nefsini hevâsını peşine takan
ve Allah (cc)´tan temennide bulunan kimsedir."
(Tirmizî)
Yeri geldikçe biz sana Fahri âlem Muhammed
Mustafa (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizden hadisler nakledince
aklın kabul etmeyeceği çok konular olacaktır. Onun için aklı vahye mahkûm
etmekten başka çaren yoktur.
Aklın mükemmel olmadığını
Nasreddin Hoca (ks) Hazretleri bir gün eşeğine ters binerek göstermiştir.
Görenlerin yargısı hemen “Hoca eşeğe ters binmiş” olmuştur. Fakat Nasreddin
Hoca (ks) onlara şöyle cevap vermiştir.
“Gerçektende hepiniz aklın yolu
bir diyorsunuz ya; buna eşeğimde dâhil. Aklınız size benim eşekle olan
ilişkimde bir terslik olduğunu söylüyor. Bir terslik var, ancak neyin ters
neyin doğru olduğuna, meselenin hangi tarafında yer alırsanız öyle cevap
verirsiniz. Sizler eşeğin tarafını tutup, bana “ters duruyor” dediniz. Oysa
meseleyi benim açımdan gören insaf ehli benim değil, eşeğin altta ters
durduğunu görecektir.”
Akıl hüküm verir. Lakin hükümde
eşek tarafını tutarsan eşekçe, insanın tarafını tutarsan hakîkât tarafından
hüküm verirsin. Bu sebeple aklın yolu bir olmayıp, hakîkâtin bir olduğudur.
Hakîkâti görmek ise sadece akıl ile olmayıp vahiy yolu ile olur. Akıl ise bu
vahyi anlamada bir vasıtadır. Tahrif edilmiş vahiyde ise akılın hükmünü
aramakta abesle iştigaldir. Fakat biz müslümanlar bu yönden şanslı bir durumda
olduğumuz kesindir. Diğer din sahipleri eğer kendilerinde ki hakîki bilgiyi
açığa çıkarsalardı, vahyin akıldan üstün olduğunu muhakkak görürlerdi. Şunu da
unutma ki, inkar ehline ne delil getirsen, yinede kabul etmez.
Akıl, Allah (cc)´ın bize, bizimde
O´na sorumlu olmamız için verilmiştir. Çünkü akılda hüküm verme melekesi ve irade
üzerinde büyük etkisi vardır. Yoksa her şeyde üstünlüğü olduğunu düşünmek
yanlıştır. Akıl denen nesneyi eğer ilâhi ilimle beslemezsen akıl sapık görüşleri
de hakikatten daha çabuk kabul eder. Fakat dersen ki hakîkî ilimle
birleşmesinin derecesini nasıl bileceğiz. Allah (cc) bu konuda kendine düşen
Rabbâni vazifesini yapar. Kulunu mânevî desteğinden mahrum etmez. Peygamberleri
ile ona destek verir. Peygambere inanmayan için nasıl olur dersen de, Allah
(cc) bütün insanların hidâyetini takdir etmemiştir deriz. Allah (cc) adaletli
davranmamıştır, diye bir söz söylersen;
Allah (cc)´a yemin ederim ki,
“Allah (cc) bir kulu hakkında
hiçbir zaman kalleşçe davranmadı. Onu cehenneme atmak için fırsat aramadı.
Kullarına ne gücünden fazla yük yükledi ve nede zulmetti. Fakat kulları O´nun
bütün sözlerinin doğruluğunu anlamak için ölümü beklemektedirler. Bilmiş ol ki,
Allah (cc) doğru söyler.” Burada sözü bitirmek lazımdır.
“İnsanların en cahili, bildiği
halde yapmayan ve en faziletlisi ise Allah (cc)´tan en çok korkandır.” (Süfyan
b. Uyeyne)
İnsan genellikle bildiği şeylerin
hepsini yapamaz. Fakat korkma fiilini tam olarak işleyebilir. Kalpten vücuda
doğru yayılan en kuvvetli histir. Allah (cc)´ın istediği korku ise sevgiliden
korkanın hali gibi olmasıdır. Yoksa zalim karşısında duyulan korku gibi
değildir.
İmam Gazali´ye korku ile birlikte yapılan ibadet mi, ümitle
birlikte yapılan ibadet mi daha faziletlidir? diye bir
soru soruldu.
İmam,
buna şöyle cevap vermiştir: “Ümitle
yapılan ibadetler daha faziletlidir, çünkü ümit sevgiyi doğurur. Korku ise
ümitsizliğe sebep olur.”
Bu sebeple sevgiliyi incitmemek
için her şeyini emrine veren aşık gibi olmak gerekir. Sevgilinin cevrine
katlanan vuslat şarabını muhakkak içecektir.
O sevginin bir ateşi vardır ki,
tarifini Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz şöyle
yapmıştır. Cabir (r.a)’den peygamber
(s.a.v)’in şöyle buyurduğu rivayet edildi: “Takva sahibi ve fasıktan hiç biri
kalmaz, hepsi cehenneme girer. Ateş
İbrahim (aleyhisselâm) ’a olduğu gibi müminlere soğuk ve selametli olur,
hatta soğukluklarından dolayı cehennemde bir titreme olur” (İmam Ahmed, Müsned)
Bu
müminlerin İbrahim (aleyhisselâm)’dan aldıkları mirastır, müminlerin
kalplerindeki sevgi ateşinden aslında cehennem ateşi korkuyor.
Cüneyd
Bağdâdî (ks) dedi ki: Cehennem dedi ki: Ya Rabb´i, şayet sana itaat etmesem,
benden daha şiddetli bir şeyle beni azaplandırır mısın? Allah (cc) buyurdu ki: Senin
üzerine daha büyük ateş musallat ederdim?
Cehennem
dedi ki: Benden daha büyük ve şiddetli ateş var mı?
Allah
(cc) buyurdu ki: Evet, mümin evliyalarımın kalplerine yerleştirdiğim sevgi
ateşi. Sen kendini
sevgilinin aşkı ile yak ve yok et. Yoksa
bir kazancın olmayacağını bilmelisin.
Efendim ben korkuyu
kaybedince düzenin bozulup, korkunca düzgün olması bundan mı?
Evet. Bu hal gidince şımarma olur.
Sevgiliyi kaybetmek korkusu, hem sevmek, hem de korkmak fiilini kapsar. Sonuçta
sevgilinin her şeyine razı olmaya başlarsın. Bu ise istenen şeydir. Bu konuda “Rasûlullah
aleyhissalâtu vesselâm ve ala âlih buyurdular ki:
“Ademoğlunun saadet (doğruluk) sebeplerinden
biri de Allah (cc)´nın hükmettiğine rıza göstermesidir. Şekâvet (günah)
sebeplerinden biri de Allah (cc)a istihareyi (yönelmeyi) terk etmesidir. Yine
şekâvet sebeplerinden bir diğeri de Allah´ın hükmettiğine razı olmamasıdır.”
(Tirmizî)
İnsanın
itirazı bırakması demek terbiye olması demektir.Terbiyeden geçmeyen insan
hayvan gibidir. İnsanlık halini kazanmak zor işlerdendir. Yoksa her gördüğün
kişi adem sıfatlı değildir.
Efendim ben yanlış
içerisinde miyim?
Kendini ölçmek istersen düşüp
kalktığın şeylere bak. Onlar sen, sende onlarsın.
Fakat işin bir garip tarafı da
vardır. Çok insanlarla arkadaşlık edeceksin. Sen, onlarla konuşacaksın. Onlarda
seni dinleyecekler. Aslında sen konuşmayacaksın, dinlediğini sandıklarında
sözünü dinlemeyecekler. Aslında dinleyen sen, konuşanında biz olduğumuzu
göreceksin. Bunun benzeri odunun yanarken çıkarttığı çıtırtı sesidir. Bu
sendeki bizden var olan şeyi tasdiktir. Yoksa ayrıca bir söz değildir. Çünkü
sen çıtırtıyı isteyerek çıkaramazsın. Odunun sebepsiz yandığı görülmüş mü?
Yakan ve yakılan bir yerde birleşince sözler çıkmaya başlar. Yanmak sonunda kül
olup ölmeyi getirir. Fakat kül artık bir daha yanmaz. Bağlardan kurtulmuş,
kimin kaşına sürme, kimin başına süs olmuştur.
Fakat, sen konuş, biz bizeyiz.
Senin sohbetin, bizim yaptığımız sohbet olur. Çünkü biz sana nazar kılarız da,
senden hikmetli sözler dökülür. Sonra sen kendine dönüp bakınca, kelâmın
kendinden olmadığını anlarsın. Bu rahmetin tecellisidir.
“Allah (cc) kullarına kelamı ile
tecelli eder, fakat onlar bunu idrak edemezler.”(Cafer-i Sadık Ks)
Duydukları ve dinledikleri Allah (cc) katından
olunca, duyduğu gördüğü, gördüğü duyduğu olur. Sonu evvelki haline döner.
Evveli sonu olur. Yani fıtrat açığa çıkar.
Bazen birisini yanına çağırırsın.
Ona konuşmak istersin. Aslında biz senin ağzından ona söylenmesi gerekeni
söyleriz. Öyle kullar vardır ki artık açıktan açığa uyarmaktan başka çare
kalmamıştır. Fakat unutma ki, uyaran yine Allah (cc)´tır.
Efendim bu şeyleri
duyunca üzülüyorum, çaresizliğin acısıyla
ölümü istiyorum.
Sen ölmeyeceksin. İnsan
yaratıldıktan sonra ölüm onun için artık kalmadı. Sadece haller arasında gidip
gelen bir varlık oldu.
Efendim göreceğimiz
ölüm nedir?
Bir kapıdan bir yapıya giriştir.
Ölüm gerçekle yüzleşmedir. Her şeyin bittiği, dönüşü olmayan gerçektir. Ağlasan mı, sevinsen mi, karar
veremezsin.
Ölüm perde açıp,
gerçek açığa çıkınca üzülmek ve sevinmek bir mana vermeyecekse biz neyiz?
Bizden
çıkan sözler sende kader olarak tecelli edecektir. Öyle ise beni bul ve düşünme,
gözünü sağa sola çevirme, karar bana ait.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam
ve ala âlihi) Efendimiz “Saçları dağınık kapılardan kovulan öyle kimseler vardır ki, bir
şey için yemin etseler Allah (cc) onları doğrulamak için o şeyi yaratır.”
buyurdular.
Efendim kararınız
nedir?
Kararsız olmandır. Bir şeye karar
vermen donuklaşmandır. Bizde sonsuzluk vardır.
Efendim Sen kimsin?
Sen yoksun. Yani sen beni bulduğun
yerde yoksun. Kendini de kaybettiğinde Ben kalırım. Ben, seni severimde o zaman
sevmeye yönelirsin. Önceden anlamadığını anlarsın. Ben senim, sende Ben.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz;
“Ruhlar toplu ordulardır.
Onlardan ezelde Allah (cc) yolunda birbiriyle tanışanlar anlaşır, Allah (cc)
uğrunda tanışmayanlar ise dünyada zıtlaşırlar” (Buhari) buyurdu.
Fakat beni sevdirmezsem de, benim
sırrıma aşina olamayacağını da unutma.
Böylece bizim olduğumuz yerde Allah (cc)´ı
hatırlarsın. Çünkü biz Allah (cc)´tan ayrı hiç olmadık.
“Benim dostlarım evliyalar
şunlardır ki, Benim zikrolunuşumla zikrolunur. Onların zikrolunuşu ile Ben
zikrolunurum.” (Râmuz)
Allah (cc)´ı bulduğun yerde biz
yoğuz. Allah (cc)´ ın olduğu yerde hiçbir şey yoktur. Sen ve ben yokmuşuz
demektir.
Efendim ama ben var
olduğumu sanıyorum.
Varlık olarak gördüğün şeyler
vehimden ibârettir. Senin var olmanı sanman seni ayrılığa götürür. Ayrılıktan
korkmuyor musun?
Efendim aradan
perdeyi çektiler, ben yok oldum. Ben çıkınca Sen yok gibi oldun. Ben ile Senin
farkı yoksa bu ayrılık neden oldu? Sonsuz bir hasret duyuyorum. Seni bulmak
için geldim. Ben yok olmayınca hasret de bitmedi.
Bitir.
Efendim kuvvetim yoktur.
Kuvvetin aslında vardır. Lakin
bulacağın yeri henüz bilemedin.
Efendim nereden
bulacağım?
Bir zaman içini dinle, içindeki
benliği çıkar. İsteklerini kaybet ve arzularından ayrıl.
Efendim hangi
arzular, yaşamak arzularını mı?
Hayır. Varlık arzularını yok et.
İşte o vakit ben ve sen kalmaz oluruz. Biz kalmayınca O var olmuş demektir.
Yokluk ve varlık Allah (cc)´tan başka bir şey değildir. Vehimden sıyrılmak
gerekmektedir.
Efendim bu sır her
kişide olur mu?
Olmuş olsa idi, düzen bozulurdu.
Zevkler sonsuzdur. Fakat sonsuza ulaşan bir tanedir.
Efendim ben şimdi
kaçınılmaz bir gerçek miyim?
Sen ve ben hayatın ilk ve son
gayesiyiz. Yani bizim varlığımız O´nun varlığına delildir. Aslında O, var idi.
Fakat bizimle bilinir oldu. Mutlak Varlık bir yoluğa muhtaç mı oldu gibi bir
soru aklına gelirse, böyle de değildir. O, kendine yeterdi. Fakat yaratmak
sıfatının tecellisi ile diğer sıfatlarının aşikâre çıkmasını istedi. Eğer
yaratma sıfatı olmasa idi, ilâhlık sıfatlarından hangisi bilirdi. Rabbânilik nerde
tecelli ederdi. Kul olamayınca Rabb olur muydu.
Kula bakınca Rabb´i, Rabb´e bakınca kulu görmek hakîkâtine erince
de hiçbir meselenin kalmadığını da görürsün.
Nasıl?
Bu halkaların birbirine bağlandığı
zincir gibidir. Bu zincir nihayetinde Allah (cc)´a ulaşır. Bu zincirde halka
eksik olmaz. Sen ve ben bu halkanın bir yerindeyiz. Yolcu, yolunda gerektir.
Misafirlik ise üç vakittir. Doğum, yaşam ve ölüm. Sonra yokluk katında var
olmaktır. Varlık ise sende yoktur. Yok olan bir şeyin hedefi, uçan yaprağın
serüvenindeki akış olmaktır. Görülen hakîkat ise senin sen olmadığın, senin O
olduğudur.
“Ben kendi görüşümle yapmadım”
(Kehf 82) Ayetinde anlatılan hal bürüdüğü zaman bütün işlerimizde Allah (cc)
varlığı açığa çıkar. Sende bize tâbi olursan bu hakîkâti bulursun. Bu böyle
devam eder durur. Sonunda Allah (cc)´a varırsın.
Meselede buruda biter.
Efendim biz ne
yapmalıyız?
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam
ve ala âlihî)den sonraki dönemdeki safiyet gitmiştir. Bu dönem insanları Hakk
ile yatar, Hakk ile kalkarlardı. Sonra gelen dönemlerde bu hal kaybolup gitti.
O zamanlarda terbiye için ağır riyâzatlar ve çileler gerekmiyordu. İnsanlar
kolayca ulaşılması gereken hale ve makama ulaşıyorlardı. Terbiye nefsin hakîkât
ile çarpışmasından başka bir şey değildir. Hangisi kazanırsa o tarafa insan
meyleder.
Bundan dolayı duadan uzak
kalmamalısın. Çünkü Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) buyurdu ki: “Dua, bela ile karşılaşır,
kıyamete kadar birbiriyle çarpışırlar.” Dua acizlerin kuvvetliye karşı bir silahıdır.
Yani zayıfın acziyetini ortaya çıkararak, kuvvetli tarafından merhametin ortaya
çıkmasına sebep olur. Duadan uzak kalınca zayıfın zayıflığı ortadan kalkar.
Bunun sonucu gazabı üzerine çeker. Hiç gördün mü? yalvaran karşısında merhamete
gelmeyeni. Çünkü dua edende benlik kalmaz. Benlik gidince de mesele ortadan
kalkmış olur.
Öyle bir zamana geldik ki, tek
silahımız dua etmek olmuştur. Çünkü bu zaman insanında doğru dürüst bir hal
kalmadığı gibi, kullukta kalmadı. Tek çare olarak bir dua kaldı. Onu da doğru
dürüst yapanda yok gibidir. Bunun delilini gösterir misin dersen, deriz ki; en
büyük dua namazdır. Kılanların durumuna göre meseleyi kıyasla.
Efendim nasıl dua edeyim,
Duymadın mı? Allah (cc)
sevdiklerinden ayrı değildir. Onlara karşı rıza yolunu gözet. Onlara hor bakma.
Onların huzurunda Allah (cc)´ı kolay bulursun.
“Dualarınıza
öyle bir delil koyarak edin ki günah işlememiş olsun. O delil Allah dostudur.
Onlara tevazu ve sevgi gösterin ki sizin için dua etsinler.”
Allah (cc) düşmanlarına karşı
onları koruyacaktır. Fakat bazen Allah (cc) sana dua kapısını kaparsa anan ve
baban ölmüş gibi ağla.
Çünkü o zaman bende senden kaldım
demektir. Nice işler vardır ki, ancak dua ile hal olur. Nice ayrılıklar vardır
ki, duaya yol olur. Onun için her acının sana dua için bir kapı olduğunu düşün.
Acı ve dua kardeştir. Unutkan olduğun için sen bu konuda hep uyarılırsın. Bazen
dua etmesini bile beceremezsinde ben sana aydınlık olurum. Sana sözüm, istemeden
istemeyi öğrenmendir. Bu dua şekli en zor olan şeydir. Bu dua sırrına kavuşmak
ile bütün duaların yapmadan da kabul olacaktır.
Büyükler dediler ki; “Bir sultanla veya bir büyükle bir araya
geldiğimiz zaman, kendileri salih bir kişi olmasalar bile onlardan kendimiz
için dua etmelerini istemek üzerimize bir borçtur. Çünkü Allah (cc), halkları
arasında büyük olan bu insanların dualarını ret edip onları utandırmaktan utanç
duyar. İnsanlardan bu sırrın farkına varanlar pek azdır. Bunu bil ve onunla
amel et.” Karşındakine ettiğin itibar
sana menfaat olarak geri döner. İsteğinde samimi olmanı tavsiye ederim.
Allah (cc)´ım sen
duaları kabul edeceğini taahhüt altına aldın. Yeter ki kulların sana
yönelsinler. Duanın kabul olacağına inanmak duaya icabeti kazandırır. ”Kullarım
sana Ben´den sual ettikleri zaman şüphe yok ki, Ben pek yakınım. Bana dua ettiği vakit dua edenin
dâvetine icabet ederim. Artık onlar da Benim için icabet etsinler. Bana imân eylesinler ki,
Hakka isabet etmiş olsunlar.”(Bakara 186) buyruldu.
Efendim seni tanımak
istiyorum. Çünkü Sensiz bir şeye varamayacağıma göre yakınlığımın artmasını
istiyorum.
Sen kendini tanıdığında beni
tanımış olursun. Biz sizin için mum olmuşuz. Sizler için eriyip dururuz.
Nefsimiz için hiçbir temennimiz yoktur. Bu ışık ile kendini görürsün. Bir şeyin
görülmesinde muhakkak ışığa ihtiyaç vardır. Bu ışığı sen bulmak ile iyilik
üzerinde olduğunu bilmelisin.
Fakat ben kendimin
kötü olduğumu biliyorum. Şimdi Sen, bende olan kötülüklerle örtüşür müsün?
Hayır, Ben seninle bir bağ kurdum
ise, bu sende oluşacak güzelliği fark etmendir. Yoksa sen, ben değilsin. Bize
îtibar et. Kötülükler bizim sayemizde senden uzaklaşacaktır. Bizimle olmaktan
mutluluk duyacaksın. Bizden ayrı kalmak sana ağır gelecektir. Bizi bulan nasıl
ayrı kalmak ister ki, dertler bizimle şifa bulur. Sevinçler bizimle kat kat
olur. Bize tabi olanlar
bize benzemezlerse, “onları kendimize benzeteceğimize dair” Allah (cc)´a
sözümüz vardır.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam
ve ala âlihi) Efendimiz “İnsanlar
krallarının dini üzeredirler” buyurmuştur. Biz Fahri âlem Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimize tabiyiz. Biz ilmimizi
O´nun tasdikinden geçirmeden size
aktarmadık.
Şöyle ki,
İmam Rabbânî (ks) der ki: “Ben, İbn Mes´ûd (radiyallahü anh)´dan,
Muavvizeteyn´in Kur´an´dan olmadığına dair rivâyetini görünce bu sûreleri farz
namazlarımda da okumamaya başladım. Ne zaman ki, Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselam ve ala âlihî)´den onların Kur´an´dan olduğuna dair ihtâr aldım, ancak
o zaman bu sûreleri farz namazlarımda da okumaya başladım”. “Bazılarının bizim
kunut duâsı olarak okuduklarımızı, Kur´an´dan kabul etmesi de, yukarıda işaret
etmek istediğimiz husûsa ayrı bir delil kabul edilebilir. Yine İmam Rabbânî
(ks)´den bir misâl diyor ki: “Ben bazı hususlarda İmam Şâfiî´yi taklîd
ediyordum. Ancak bana İmam Ebû Hanîfe (ks)´nin peygamberlik mesleğini temsil
ettiği ihsâs edildi. Ben de Ebû Hanîfe´ye iktida ettim.” Bizdeki ilim tasdik
edilmiş ilimdir. Büyük İmam Rabbânî (ks) bile ilmini ancak Peygamber
(aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz ile ikmâl ettiğini bize
göstermiştir. Onun içindir kıymet bilmek lazımdır.
Binâenaleyh, maddiyatın kralları
olduğu gibi mâneviyâtın sultanları da vardır. Fakat bu sultanlara kavuşmak en
zor işlerdendir. Bu sultanlar aramak ile bulunmaz. Onlar kendilerine layık
olanları bulurlar. Onlar layık olanlara rızkın rağbeti gibi yağmur olurlar.
Bunu meseleyi anlamak ise biraz zordur.
Ben senim,
nedir?
Bizler yaratılış itibarı ile
varlık temalarının hakîkatleriyiz. Hakîkat her zaman öz olduğu için, sen bizim
özümüz ile oldun. Ayrılıkların olduğu yerde hiçbir şey zahir olmaz. Ölüm ise
ayrılıkların başlayıp, bittiği yerdir.
Ölümün hakîkâti ise sana açılınca
varlığını bulamazsın. Gerçekte hakîkâtin Allah (cc)´ın olduğunu bilirsin. Bu
hakîkât içinde evliyalar Allah (cc)´ta fâni oldukları için bu sırda sana
yardımcı olurlar. Ölümü bizsiz görürsen cehenneme gidersin. Bizim ile göreceğin
ölüm sana hem cenneti ve hemde Allah (cc)´ı buldurur.
Efendim ölüm bize
geldiğinde Seni yanımda bulabilir miyim?
Hangi ölümden bahsediyorsun?
Hayvânî ölüm yaşayanlar içindir.
Mânevî ölüm ise buna kavuşanlar çok azdır. Sen bu tercih et. Bundan dolayı biz
yaşadığımız hayatı tefekkür bile edemiyoruz. Sende bizde fenâ yolunu bul. Fena
yolunu bulup ta bekâ yurdunda yer tutanlara müjdeler olsun.
Çünkü gerçek hayat Allah
(cc)´ındır. Bizdeki ise görüntüdür. Sendeki ise görüntünün görüntüsüdür.
Şehitler için ölümün nasıl
olduğunu çok iyi bilirsin. Aslında onlar yaşamaktadırlar. (Bakara 154)
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala
âlihi) Efendimiz için ölümün sırrı ise yaptığın salavât-ı şerîfede gizlidir.
Salât; ölüye yapılan Selâm; diriye
yapılan duadır.
Bu duayı Allah (cc) tarif ettiğine
göre (Ahzâb 56) hangi ölümden bahsediliyor. Öyle ise yaşam ve ölüm birbirine
karışmış. Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi)
Efendimize ölmüş desen yanlış olur; yaşıyor desende bu mânadan anlamayanlar
itirâz ederler.
Olan ve olmayan içinde olduğun
yeri iyi bilmezsen hiçbir şeyi anlayamazsın. Sana düşen bildiğin bilgiye kanaat
et ve kulluktan ayrı kalma.
Efendim aklım
karışıyor, ne demek istiyorsun?
Sen ne düşünürsen, biz ona göre
hareket ederiz. Fakat Allah (cc) nasıl dilerse biz öyle hareket eder ve
düşünürüz.
“Rasûlüllâh (aleyhisselâtü
vesselâm ve ala âlihi) buyurdular ki:
“Allah (cc) diyor ki:
“Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim.
O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden
anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira´ yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira´ yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim
bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir yerin dolusu
günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.” (Buharî)
Düşüncelerde safiyete ve berraklığa ulaşmak
çok zordur. Bizim hakkımızda hüsn-ü zanna ulaşman Allah (cc) hakkında da bu
zanna ulaşmanı sağlar. Bir zaman gelir ki bu terbiye sende iyi düşünceleri
meydana getirir. Çünkü mümin bu düşünce güzelliğine kavuşmadan Rabb´ine
kavuşmaz. Çünkü Rasûlüllâh (aleyhisselâtü vesselâm ve ala âlihi)
“Sizden kimse Allah
(cc) hakkında hüsn-ü zannda bulunmadan ölmeyecektir” buyurmuştur.(Müslim)
Bu hadis-i şerif ölüme
yakın zamanda Allah (cc)´ın rahmetinden ümidin galebe
çalacağı ve gönlün gizli perdeleri altında bazı sırların inkişâf edeceğini
ifade eder. Bu hal ile ölen kulda cennete gider. Görmez misin çok velinin sırrı
ölmeden ortaya çıkar. Öyle ki velayette olan mertebesini ölmeden önce görenler
çoktur. Senelerce bigâne yaşayıp son nefesinde sırlara kavuşmak Allah (cc)´ın
rahmetinin açığa çıkmasından başka ne olabilir. Böylece kişi yaşadığı hal üzere
ölmüş olur. Allah (cc) kullarının üzülmesini hiçbir zaman istemez.
Çünkü Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselam ve ala âlihî) “Her kul ne üzerine ölürse o şey üzerine diriltilir.” (Müslim)
buyurdular.
Öyleyse yaşlılıkta
ümidin galebe çalması, Allah (cc) hakkında hüsn-ü zan, Allah (cc)´ın rahmetine
dayanmak ve ibadet ve taâta yönelmek Rabbânî edebe aykırı olmamaktadır.
Efendim öyle ise ben
bir şey yapmadan dursam daha iyi olmaz mı?
Hayır biz seni fıtratına göre
hareket edeceğini biliriz. Çünkü yaratılış insanı çeker durur. İstekli olman ve
olmaman yani kararsız olman kaos olmasına sebep olur. Fakat isteksiz olmak,
sende olan tasarrufumuzu artırır. Bu ise sende, senin başarın olarak tecelli
eder. Bir talebenin hocasına itaat etmesi başarı getirir iken, söz dinlememesi
ancak mahrumiyetten başka bir şey getirmez. Bizi her şeyde araman en güzel şeydir.
Bize itaat etmek ile Allah (cc)´a itaat etmeyi öğrenirsin. Bize ikram etmekle
Allah (cc)´a ikram etmenin zevkini yaşarsın.
Efendim sizin
hakîkâtinize ulaşamayacağımıza göre yalnızlık hisseder misiniz?
Yalnızlık bizler için olmaz.
Yalnızlık sizler içindir. Fakat biz sizi yalnız bırakmayız. Bizi de Allah (cc)
yalnız bırakmaz. Çünkü bizler kendimiz için yaşamaktan korunduğumuz gibi, Allah
(cc)´tan bir an gaflet etmedik.
Efendim siz bu
dünyadan öbür dünyaya göçünce sizi çokları terk etmeye ne sebep oldu?
İhvanımızdan çoğu bizim yanımızda
canını verecek gibidir. Fakat bizden ayrılınca muhabbetinde bir düşme olur.
Eğer bize olan sevgisi Allah (cc) sevgisinden olursa bu halde hiçbir zaman
ayrılma olmaz. Eğer sevgisi nefsâni hevesler, yani mânevî makamlar elde etmek,
şeyh olmak, dünyalık bir kazanç sağlamak vb; menfaatler olursa biz ayrılınca bu sevgide kesilir. Biz mâna
âleminden ancak bize kişi yönelirse veya bizim sevgimizi kazanmışlarsa yöneliriz. Fakat dünyada
bulunurken hiçbir şeyi mahrum etmemek için verilmiş sözümüz vardı. Bu bağın
kopması ile bazı şeylerin aslına dönmesi ise, Allah (cc)´ın takdiri olan
şeydir. Bunda ise bizim sorumluluğumuz yoktur. Yine de biz afv yolunu her zaman
tercih etmişizdir.
Efendim biz Allah
(cc) ile beraber olamaz mıyız?
Farkına varamazsınız. Çünkü siz
beşerin karanlıkları ile dolmuş durumdasınız. Melekler bile bu beraberliğin
sırrına kavuşamazlar. Onlarda bile nûrânî perdeler altında kalmışlar, Allah
(cc)´a hakîkî bir yakınlık bulamamışlardır. İnsan ise bu sırrı Allah (cc)´ın
yardımı ile aşmıştır. İnsanın kalbi yere göğe sığmayan Allah (cc)´a misafirhâne
olmuştur. Bizimde bu âleme gelmemiz ise, sizi Allah (cc)´a kavuşturup yalnızlıktan
kurtarmaktır.
Efendim aracı gibi
bir şey mi?
Hayır. Çünkü Allah (cc)´ın aracıya
ihtiyacı yoktur. Fakat beşerin de Allah (cc)´a kavuşma gücü yoktur. Bu aradaki
olan bağ ise Peygamberlerin durumu gibi, yaratılmışın yaratana ünsiyet
sağlayabilmesi için Allah (cc)´ın bir lütfudur. Bu lütuf olmasa idi, deli ile
akıllının farkı kalmazdı. Bu sebeple hayvan bile terbiye görünce padişah
tahtında kendine yer bulur. Av terbiyesi tutan köpeğin yakaladığı av mısmıl ve
temiz olur. Onun için terbiye görmeyene iltifat yoktur. Bizler sizi terbiye
ederiz. Bu şekilde huzûru ilâhide durma kabiliyetine kavuşursunuz. Sende güzellikler meydana gelir. Hayranlığın
gitgide artar.
Efendim her zaman
değilde bazen güzel haller hissetmem neden oluyor?
Bu bizim sana nazar kıldığımızın
işaretidir. Bazen hissetmen senin yüzündendir. Aslında nazarımız ise
devamlıdır. Sende bulunan velâyet damarları bizimle dirilmeye başlar. Her şey
ne için yaratılmışsa ona yatkın olur, yolları kolaylaşır.
Bunun misali; güzel koku, çiçeğin
hava ile teması olursa ulaşır. Güzelliğin aslı Allah (cc) olduğundan hissedilen
koku da O´ndandır. Biz ise aradaki havayı oluştururuz. Eğer biz arada olmasa
idik bu güzelliğe kavuşamazdın. Öyle ki, bize bakman da ibadettir. Bizimle
oturmakla da sorgu ve sual edilmezsin. Bu yüzler Allah (cc)´ın temaşasından bir
an ayrı düşmemiştir.
Efendim her zaman her
şeyde ben muhtaç mıyım?
Varlıklar kemâlâtını kaderde
takdir edilen şeye ulaştırabilmek için, bir şekilde kendini ihtiyaç içerisinde hisseder. Onun
için muhtaçlık ne kelime, mecbursun. Mecbur olman bizi her şeyde gözetmende
değildir. Bizide yanında bulmadığın takdirde gerçeklere kavuşamazsın.
Bizler ise bu ara makamda fazla
kalmadan Allah (cc) tarafından geçirilmişizdir. Yani kemâlat insana birden bire
verilmez. Verilmiş olanlar, mesela peygamberler bile kırk yaşını görmeden
tebliğ vazifesine başlayamazlar. Fakat Peygamberler ise bu makamları zahmetsiz
geçerler.
Efendim bu şeyleri bilince istediklerime kavuşabilir
miyim?
Ancak Allah (cc)´ın sana takdir
ettiği kadarına kavuşursun.
Ubâde radıyallahu anh, ölürken
oğluna dedi ki: Yavrum! Eğer sen, başına gelmesi takdir olunanın mutlaka
geleceğini, gelmemesi takdir olunanın da mutlaka başına gelmeyeceğini
bilmedikçe imanın hakîkâtini tadamazsın. Ben, Peygamber (aleyhisselâtü vesselam
ve ala âlihi) Efendimizin şöyle buyurduğunu duydum:
“Allah (cc)´ın ilk yarattığı şey, “kalem”dir.
Ona, “Yaz!” dedi. “Ya Rabbi ne yazayım?” dedi. “Kıyamete kadar olacak her şeyin
kaderlerini yaz!”
Yavrum, Ben yine Peygamber
(aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizden şöyle duydum: “Kim bu
inancın dışında ölürse, o benden değildir.” (Ebû Dâvud)
Biz o kadar iştiyak içindeyizdir
ki, her evladımız isteklerine kavuşsun. Fakat ne acayip bir iştir ki, Allah
(cc)´ın cilvelerini bize seyretmek düşmektedir. Biz buna razı olmuşuzdur.
Sizler ise hiç olana razı olmak istemezsiniz. Bu sebepten dolayı çok kere naz
makamında sizler için Rabb´ime müracaat etmek zorunda kalmışızdır.
Efendim bunu duyunca
çalışmak içimden gelmiyor.
Çalışmalısın. Fakat sen,
sana bırakılmışta değilsin.
“Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm ve ala âlih
buyurdular ki:
“Hz. Âdem ve Hz. Musa
(aleyhimâsselam) münakaşa ettiler. Musa (as), Adem (as)´e: “İşlediğin günahla
insanları cennetten çıkaran ve onları şekâvete (bedbahtlığa) atan sensin değil
mi!” dedi.
Âdem (as)de Musa (as)´ya: “Sen,
Allah (cc)´ın risâlet vermek suretiyle seçtiği ve hususi kelamına mazhar
kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan kırk yıl önce Allah (cc)´ın bana
yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk bu olacak şey değil!” diye cevap
verdi.” Rasûlullah devamla dedi ki: “Hz. Âdem (as) Musa (as)´yı susturdu
etti!”(Buhari)
Yani
sana tam bir irade verilmiş gibide sanma. Fakat
fıtratın seni takdir edilene doğru çeker. Takdir edileni de çokta kolay
başarırsın. Bunun anlaşılacak bir mesele olmadığını bilmelisin.
Senin bu soruyu Sahabeler de
sordu: “Madem her şey yazılmış, niye çalışalım?”
Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem ve ala âlih şöyle buyurdu: “Siz uygulamalarınızda doğruyu ve uygun olanı
arayın!”(Tirmizî)
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve
sellem ve ala âlih buyurdu:
“Biriniz yaratıldığı zaman,
annesinin rahminde kırk gün nutfe, sonra kırk gün kan pıhtısı olarak, sonra da
kırk gün bir çiğnem et olarak toparlanır. Sonra Allah (cc), ona dört kelime ile
bir melek gönderir:
Eline geçecek rızkı,
Ölüm zamanı,
Dünyada yapacakları,
Kötü bir kişi veya iyi bir kul
olduğu yazılır.
Sonra ona ruh üfürülür. Kendinden
başka hiçbir ilah olmayana yemin ederim ki, biriniz, kendisiyle onun arasında
bir adım kalana kadar cennetlikler gibi amel eder, derken, yazılanlar onu geçer
de, cehennemlikler gibi amel eder ve cehenneme girer. Şüphesiz biriniz,
kendisiyle onun arasında bir adım kalıncaya kadar cehennemlikler gibi amel
eder, yazılanlar onu geçer de, cennetlikler gibi amel eder ve cennete girer.”
(Buhârî)
Efendim bazı şeylerde
benim sorumluluğum olmasa gerektir.
Tabi ki öyle, “Çekemeyeceği yükü
yüklemeyiz” ayeti budur. Senin kemâlâtın, sende ki mükemmellik kadar açığa
çıkar. Bundan dolayı sen azarlanmazsın. Çünkü azarlayacak olan ancak Allah (cc)
dır.
Allah (cc)´ın öyle kulları var ki,
onların halini hayal etmem bile mümkün değildir.
Onlar örnek olarak
bulundurulmuştur. İnsan kavuşacağı şeylere sevgi beslemez ve hoşlanmaz. Çünkü
yaratılışı hırslıdır. Hırs aslında kötü bir şey değildir. Fakat yanlış bir şeye
yönelirse kötü olur.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam
ve ala âlihî) şöyle buyurdu:
“Güçlü mümin, Allah (cc) katında güçsüz
müminden daha sevimli ve hayırlıdır. Aslında her ikisinde de hayır vardır. Sana
faydalı olacak şeye karşı hırslı ol! Allah (cc) tan yardım dile ve acze düşme!
Başına bir şey gelirse, sakın şöyle deme: “Eğer şunu yapsaydım şöyle olurdu.”
Fakat şöyle de: “Allah takdir etti ve dilediğini yaptı.” Çünkü, “Keşke”
türünden sözler şeytan işidir.”(Müslim)
Efendim bazı zamanlar içimizde büyük bir
iştiyak doğar. Bu iştiyak ile kendimize bir gayret gelir. Fakat halimizi bir
türlü çeviremiyoruz.
Şunu unutma ki fazilet takdirin elindedir. Bu hal ise gökte
görünen güneş gibi sana ulaşır. Fakat sen ona kavuşamazsın. Bilirsin ki o
gerçekten ulaşılması gerekli bir şeydir. Gücünün olmaması seni bezdirir. Arada
bir bu halini unutur heveslenirsin. Bu heves fıtratından sana akseder. Bu akis
seni canlandırır. Lakin biz biliriz ki, bu fazilet istemekle kavuşulacak bir
şey değildir. Bunu bilmekle biz sükûnette kalırız. Fakat
sizler dere gibi çağlar durursunuz. Biz bunu hoşça karşılarız. Zaman sizde bu
hali giderir. Bakarsınız ki neticeniz gayretinize göre olmayıp takdire göre
olmuştur. Fakat bizim Allah (cc)´a vermiş olduğumuz bir söz vardır. “Bize
teslim olanı temizlemeden Allah (cc)´a teslim etmeyeceğimize söz vermişizdir.”
Efendim yanlış olan
şeyleri tespit etmek bize mi aittir?
Yanlışın takdiri sana göredir.
Kimine doğru olan kimine eğri olur.
Bir Hadisi Kutsi´de Allah (cc) , “Kullarımdan bazılarını fakir yaptım.
Eğer zengin yapsa idim, kendileri için fena olurdu. Bazılarını da hasta yaptım,
eğer devamlı afiyette yapsa idim onlar için fena olurdu. Ben kullarımın
ihtiyaçlarını bilirim. Ona göre tedbir alırım” buyurdu.
Efendim nasıl?
Durum ve haller yanlışların
boyutunu hazırlar. Fakat hakîkât yine kaçınılmaz sonuçtan ayrı kalmaz. Yukarıda
benzeri olan hadisi şerif gibi Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Kişi vardır, uzun müddet cennet ehlinin
amelini işler, sonra da ameli cehennem ehlinin ameliyle son bulur. Yine kişi
vardır, uzun müddet cehennem ehlinin ameliyle amel eder de sonunda cennet
ehlinin ameliyle son bulur.” (Müslim)
İbnu Mes´ud radıyallahu anh
anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm bir gün aramızda doğrulup: “Hastalık
çeşidinden hiçbir şey hiçbir şeye sirayet etmez!” buyurmuşlardı ki bir bedevi:
“Ey Allah´ın Resûlü! Nasıl olur? Bir deve sürüsüne, kuyruğu ile haşefesini
uyuzlaşmış bir deve gelince hepsini uyuzlu yapar!” dedi.
Aleyhissalatu vesselâm: “Pekalâ,
birincisini kim uyuzladı? Ne sirayet, nede inancınızda hakikat vardır. Şurası
muhakkak ki, Allah (cc) her nefsi yaratmış, onun hayatını, ölümünü, rızkını ve
uğrayacağı musibetlerini yazmıştır.”(Tirmizi)
Sen duracağın yeri bilirsen, olaylar seni
incitmez. Bilmediğin takdirde üzülürsün. Ayrıca bocalayarak daha çok yanlışlara
düşersin. Sonra insanları ve olayları takdir ederken sonuçlara göre kararını
ver.
Sen şanslı bir kulsun ki hakîkâtlere kolayca
kavuşturuldun. Çünkü bir şekilde uyarılıyorsun.
Efendim ya kavuşamayanlar!
Onlar kavuşsalar da yine fayda
göremezler. Çünkü Allah (cc) şeytana cehennem sonucunu önceden açıklamıştır.
Onların kurtuluşu da takdir edilmemiştir. Allah (cc)´a sığınmak lazımdır.
Değişmeyen sonucu bilmek kadar büyük bir azap olmaz.
Efendim bu haksızlık
gibi bir şey değil mi?
Haddini aşanlar, yani
karışmayacağına karışan, varlığa düşenler bu sonuçtan pay alacaklardır.
Buradaki olan şeyde Allah (cc) haksızlık yapmamış, yaratılmışların hakkını müdafaa
etmiştir. “Her şeyin bir karşılığı vardır” Çünkü “ Rabb´in doğru yoldadır”
boşuna söylenmedi. Belki sen yukarıda anlatılanlardan irâdesiz bir kul iması
hissettin ise bu senin yanlış anlamandan olur. Allah (cc) kullarına irâde
vermiştir ama bu irâdeden zatını da, kulu yalnız bırakmak gibi soyutlamamıştır.
Kulu kendine bıraktığı zaman ancak cehenneme gitmekten başka şeyi de başaramaz.
Onun için Allah (cc) kibirlenene gazap eder. Yoksa güçsüz bir varlığın kibri,
mutlak varlık yanında ne manası olabilir. Kibirliye kızması diğer kulların
hakkını ondan almak içindir. Çünkü Allah (cc) dostlarının velisidir. Haklarını
onlar aramadan zât-ı arayacağına söz vermiştir.
Çünkü Allah
(cc)´ın değirmeni iyice öğütür.
Efendim yanlış
düşünceye düşmekten Allah (cc) kulunu korumaz mı?
Allah (cc) kullarına karşı adaletten
ayrılmaz. “Allah (cc) insanları yaratır ve kendilerine kudret ve irade verir.
İlerisine karışmaz” diyemeyiz.
“Allah (cc) sizi ve yaptığınız amelleri
yarattı.” (Saffat 95) ayeti gereği yaratılışı ve fiillerimizi Allah (cc)
yaratmıştır.
İnsan istediğini yapabilir. Fakat
istediğini isteyemez.
İnsan fiillerinde ihtiyar
sahibidir. Fakat seçme hakkında mecburdur. Yani Allah (cc) onu dileklerinde
etkiler. Kur´an-ı Kerim´de
“Allah (cc) istemedikçe siz
isteyemezsiniz.” (Dehr 30)
“Rabb´in
dilediğini yaratır
ve seçer, onlar için ise seçim hakkı yoktur.” (Kasas 68)
buyruldu.
İki taraftan birini yani hayır ve
şerri yapıp yapmamakta hür olan insan mutlaka bunlar hakkında bir sebep
düşünür. Fakat sebepleri fikrinde meydana getiren Allah (cc)´tır. “Biliniz ki,
Allah (cc) insan ile kalbi arasına girer.” (Enfal 24) İnsan bir fiili, bir
sebebe tabi olmak mecburiyetini içinde hissedince yapar. Fakat insan fiilini
yapınca da bunun neresinde olduğunu kestiremez. Yani bunu yapan ben miyim,
yoksa aciz biri gibi mecbur mu edildim. Buna da cevap veremez.
Sana düşen kendini
bir zanna teslim edip, yani bütün işlerini Allah (cc)´ın emrine uygun ve
düşüncelerini ona havale etmendir. Bu şekilde kaderin cilvelerinden kurtulursun.
Kendinde olan bir hataya bakınca nefsinden olduğunu bil,
başkalarındaki hataya bakınca da bir hikmeti vardır, Allah (cc)´tandır; de.
Kendinde olan bir iyiliği bakınca; Allah (cc)´tandır, de; başkalarında olan
iyiliğe ise, onların nefislerinden olduğunu bil. Kendini iradesiz, başkalarını
irâdeli bilirsen huzuru bulursun. İrâdeyi var ve yok arasında bilirsende kaderi
bilmiş olursun.
Biliyorsun ki, her şeyin iradesini Allah (cc) elinde bulundurur.
Böyle bir hükmün karşısında kendini Allah (cc)´a teslim edersen, Allah (cc)´ta
emanetine sahip çıkar. Yok, ben kendi yaşamım içinde irâdem ile bir şeyler
yapacağım dersen, bunun sana hüsran getirebileceğini de unutmamalısın. Allah
(cc) Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimize bile, “Sen
istediğine hidâyet edemezsin” (Kasas 55) buyurarak isteklerin tarafından
kontrolde olduğunu göstermiştir. Allah
(cc)´ın irâdesini bizim sorgulamamız mümkün değildir.
Şu unutma ki,
sen peygamber olamadığına göre, ümmet; padişah olamadığına göre, halk olman
senin hayrınadır. Aklın çözemediği şeylere dalıp kendini helak edeceğine
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) tâbi olman gereklidir.
Çıkar yol ise Allah (cc)´ı sevmektir. Bu sevgiyi de
araştırmaya kalkma. Yani
bir seven sevdiğini güzel olduğu için mi sevdi. Yoksa içten gelen bir duygu
seli mi, onu bu hale getirdi?. Kısa ömründe bir an Allah (cc) ile beraberliği
dünya nimetleri ölçmende mümkün olmaz. Fânilikten bâkiliğe giden yolu her zaman
tercih etmelisin.
Efendim dünyaya
gelmemizden maksat nedir?
Dünya ´yaklaşmak´ mastarından
türetilmiştir. Eğer ki bu dünya ortamına gelmese idin, tarlada ekini olmayanın
harmanda yüzü olmayacağı gibi, yarın Allah (cc)´ı tanımak fırsatı olmayacaktı.
Yani ahiret hayatı ile karşılaşmayacak ve Allah (cc)´ın cemâlini müşahede
edemeyecektin. Burada esas olan fırsatlarını iyi değerlendirmendir. Çünkü bugün
bulunduğun ortama çokları sahip olmadığı gibi, görmediler veya duymadılar.
Şunu hiç unutma ki teraziler sana,
bana ve bizim gibilere kurulacaktır. Onlar yaşamın farkına bile belki
varamayacaklardır. Belki de bazıları hayvanlık mertebesine bile ulaşamayacaklardır.
Bunun üzerine bu hikmetten sana düşen dünyaya meyil etmemendir. Dünya bir
araçtır. Gaye değildir.
Dediler ki; “Dünya ve ahiret kalpteki terazinin iki kefesi gibidir ikisinden
hangisi ağır basarsa diğeri hafif kalır. Dünya ve ahiret iki karısı olan adam
gibidir birini razı etse diğerini kızdırır. Her halükârda dünyada zühd Allah’ın
peygamberleri, velileri ve sevdiklerinin özellikleridir.”
Amr
bin As (radiyallahü anh) dedi ki: “Sizin gidişiniz peygamberinizin gidişinden
ne kadar uzaktır, O dünyada insanların en zahidi idi, siz ise dünyaya daha
fazla rağbet ediyorsunuz.
Kutsi hadisi şerifte, “Ey Ademoğlu
ne yapacaksın dünya ile; helalinden hesap, haramından azap göreceksin” (Râmuz)
buyruldu.
Allah (cc)´ın kulu sevmemesi kadar
cehennemî azap yoktur. Allah (cc)´ın sevmedikleri ise dünyayı sevenlerdir. Ah
ne acayip bir sevgi ki sonucu günahtır. Fakat kimsede bu sevginin zararını
bilmekten acizdir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) buyurdular
ki;
“Öyle günahlar vardır ki, insanlar
ondan dolayı Allah (cc)´tan mağfiret dahi istemezler. Bu da “dünya sevgisi”
dir.” (Râmuz)
“Kim
dünyayı sever ve onunla sevinirse, kalbinden ahiret korkusu çıkarılır.” (Hilye)
Dünya
bir leştir. Üzerine köpekler üşüşmüştür. Gayretleri onu koparıp yemektir. Sen
sakınırsan onlardan emniyette kalırsın. Eğer koparmak istersen, köpekleri sana
saldırırlar.
Efendim dünyaya gelmek
bir şans mı, yoksa şansızlık mı?
Eğer bir şeylerden sorumlu isen bu
şanslı olmanın işaretidir. Şansı sorumsuzlukta bulamazsın. Eğer cennette güzel
yerler Allah (cc) dostlarına veriliyorsa, sorumluluğun büyüklüğündendir. Nimet
külfete tâbidir.
Sen şöyle ol, Ashab-ı Kehf
uyurlardı, kendileri zahmetsizce sağa sola dönerlerdi. Yapan kendileri, fakat
yaptıran ise Allah (cc) idi. Uykuda irade yok iken, bu işten bunlar sorumlu
tutuldular mı? Hayır. Böylece sende onlar gibi ol, tâbi olmaktan geri kalma.
Düşman olarak şeytanı görme. Sen kendine düşman olarak yetersin.
Efendim bu düşmanı
nasıl yeneyim?
Sen düşmanın yenilmesini düşünme.
Onu, yani nefsini terbiye ederek kendi safına çekmen gerekir. Böylece başarılı
olursun. Biliyorsun ki, düşman yenilse de bir gün yine sana saldırır. Emniyette
olamazsın. Ama kendine tâbi kılarsan ayrıca menfaat bulursun. Nefs aslında bir
düşmandır. Fakat bu düşman ile Allah (cc)´ı bulmaktayız. Onu terbiye ettiğimiz
zaman o bizi takip ve hizmet etmeye
başlar.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve
sellem ve ala âlih buyurdu:
“Tüm düşüncesi âhiret olan
kimsenin, kalbini Allah (cc) zengin kılar. Onu derler, toparlar ve dünya ona
gelip boyun eğer. Kimin de bütün kaygısı dünya olursa, Allah (cc) onun
gözlerinin arasına fakirlik yerleştirir, işlerini darmadağın eder. Dünyadan da
ona, sadece kendisi için takdir edilen şey gelir.”(Tirmizî.)
“Dünyayı seven, ahiretine zarar
verir. Ahireti seven, dünyasına zarar verir. Bâki olanı ahirete tercih edin.”
(Râmuz) Sana gereken bu sevgide ki tercihi tayin etmektir.
İmam
Gazali (ks) diyor ki: “Mezardakilerin pişman oldukları şeyler yüzünden
dünyadakiler birbirlerini kırıp geçiriyor.”
Efendim dünya için
çalışmayalım mı?
Hayır, çalışmak lazımdır. Fakat
bir misafirin bir ağaç gölgesinde oturunca neye ne kadar ihtiyacı olacaksa o
kadar ile iktifa edecek kadardır. İtibar mal ve şöhretle olsa idi, Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem ve ala âlih şunu buyurmazdı.
Bir adam, Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellemin yanından geçti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem,
yanındaki adama dedi ki: “Bu adam hakkında görüşün nedir?” “O, insanların
önemsediklerindendir. Vallahi, kız isterse, verirler. Birine aracılık ederse,
kabul olunur.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sustu.
Sonra oradan bir başka adam geçti
ve onun hakkında: “Ya bu adam için ne dersin?” diye sordu. “Ey Allah´ın Resûlü!
Bu, Müslümanların fakirlerindendir. Kimse ona kız vermez, aracılık yapsa kabul
edilmez, sözü de dinlenmez.” Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem şöyle
buyurdu:
“Bu adam, öteki adamın tipinde
olan yeryüzü dolusu insandan daha hayırlıdır.” (Buhârî)
Efendim bazıları
zengin olunca daha iyi kul olurum, dediler.
Hayır kulluk zenginlik ile olsa
idi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve ala âlih bu konuda bize aşırı
tavsiyede bulunurdu.
Hazreti Ali radıyallahu anh
anlattı ki;
Biz Peygamber (aleyhisselâtü
vesselam ve ala âlihi) Efendimiz ile beraber oturuyorduk. Üzerinde, deri yamalı
bir hırkadan başka bir şey bulunmayan Musâb bin Umeyr geldi. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem, onun Mekke´deki debdebeli hâlini hatırlayarak
ağladı. Sonra şöyle buyurdu:
“Biriniz sabahleyin ayrı, öğlenden
sonra ayrı elbise giydiği, önüne bir tabak konup diğerinin kaldırıldığı ,
evlerinizi Kâbe´nin örtüldüğü gibi örtülere büründürdüğünüz zaman hâliniz nice
olur?”
“Ey Allah´ın Resûlü! Elbette o gün
bugünkünden daha iyi olur. Çünkü, o zaman geçim sıkıntımız olmaz, kendimizi tamamen
ibadete veririz.” Şöyle buyurdu:
“Tersine, bugün siz o günkünden
daha iyi durumdasınız.” (Tirmizî)
İyilik nefsin rahat etmesi değil,
Allah (cc)´a kullukta aramalıdır. Başka bir Hadisi şerifte ise;
“Dünyayı ehline bırakın, kim ki dünyadan
ihtiyacından fazlasını alırsa o, bilmeyerek helâkini almış olur.” (Râmuz)
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) buyurdu ki “Allah
(cc) Hazretleri şöyle ferman etti:
“İzzetim ve celalim hakkı
için, mağfiret etmek istediğim hiçbir kimseyi, bedenine bir hastalık, rızkına
bir darlık vererek boynundaki günahlarından temizlemeden dünyadan çıkarmayacağım.”
Hayatı boyunca olan şeye razı olmak en iyi sonucu verir. Takdirin
rızasına kavuşmayan dağlarca büyük servete ve izzete kavuşsa yine yaşamın
korkularından kendini kurtaramaz. Hayatı Allah (cc) adamak lazımdır.
Efendim çabalarımız
ne için olmalıdır?
Şunu hiç bir zaman unutma ki
kuluna Allah (cc) kefildir. Yaşam ihtiyaçlar ile şekillendiğine göre ve en
önemlisi de rızıksa, bunda kaygı duymadıktan sonra diğer şeylerinde o kadar
zorluk çekmezsin. Rızık endişesi insanı hata ve gaflete düşürür.
Unutma ki, sen rızık
yiyenlerdensin, rızık verici ancak Allah (cc) dır. Ölüm gelene kadar rızık
konusuna Allah (cc) kefildir. Bazıları rızık konusunda çok korkak olur. Bu
korku ile insan yanlış işleri yapmaya başlar.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz
“Başlarınız kımıldadığı müddetçe rızık hususunda korkuya düşmeyin. Zira insan annesi kıpkızıl, üzerinde hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra Allah (cc) onu her çeşit rızıkla
rızıklandırır”
“Bir kimse Allah (cc)´ın ihsan buyurduğu az bir rızka razı olursa,
Allah (cc) ta o kimseden az bir amel ve ibadetle ondan razı olur” (Kenz-ül
İrfan)
“Kıyamet
günü, afiyet ehli kimseler, bela ehline sevapları verilince, dünyada iken
derilerinin makaslarla kazınmış olmasını temenni edecekler.” (Tirmizi) buyurdular.
Efendim bu
anlattıklarınız bizde tembellik meydana getirmez mi?
Hayır. Bizim verdiğimiz yön ile
sen kendini kaybetmezsin.
Kendini bizden uzak tutarsan
yanlış yapmaya başlarsın. Çünkü yanlış yaparken sen kendinde olmayarak
yaparsın. Kişi kötülüğü işlerken insan sıfatında olmayarak yapar. Eğer o halin
hakikatini görmüş olsaydın, sözümüzü daha iyi anlamış olurdun.
Çünkü insan ne ile beraber olursa
halleri ile de beraberdir. Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi)
Efendimizin yolundan giden, O´nun yüce ahlakı ile beraberdir. Fakat hatalar,
isyan mertebelerini aşarken insanın yaptığı şeylerdir. Böylece sende bulunan
eksik sıfatlar açığa çıkar. Fakat tövbe
yolu ile onu tamir eder. Yoluna devam edersin.
Efendim rızık daralır
ve çoğalır mı?
Evet.
“Allah (cc), kimi dilerse, onun
rızkını genişletir, daraltır.” (Ra'd, 26)
“Allah, rızıkta kiminizi diğer bir kısmınıza üstün
kıldı.”(Nahl, 71) Allah (cc), kulunun haline göre, mükâfat olarak
rızkını çoğaltır veya
ceza olarak daraltır.
“Hatırlayın
ki, Rabb´iniz size: Eğer şükrederseniz,
elbette size nimetimi artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz
azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.” (İbrahim 7) “Allah (cc), faizi
tüketir, sadakaları ise artırır.” (Bakara 276)
Kulun rızkının genişliğinin sebeplerinden birisi
de, günahlardan kaçınmak ve namazı dosdoğru ve devamlı kılmaktır. “Kim
Allah'tan sakınıp korkar ve günahlardan kaçınırsa, Allah (cc) ona bir çıkış
yolu yaratır ve onu ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah'a güvenirse, O,
ona yeter.” (Talak 2-3)
“Ailene namaz kılmakla emret ve kendin de ona sebat
ile devam et. Biz senden rızık istemiyoruz. Seni biz rızıklandırırız. Güzel
âkıbet takva ehlinindir.” (Tâhâ 132)
“Eğer Allah rızkı kulları için bolca yaysaydı,
yeryüzünde taşkınlık yapar ve azarlardı. Fakat dilediği kadar bir ölçüyle
indirir.” (Şûrâ, 27)
“Allah, kullarından dilediği kimsenin rızkını genişletir
ve dilediğine de kısar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilir.” (Ankebut, 82).
Rızıklanmadaki üstünlükte çalışma ve gayretin rolü
olmasıda muhakkaktır. Rızkımız, bize göre değişir. Tutacağımız yolun Allah
(cc)´ın ezelî ilmiyle bilinip kaydı ona göre yapılmış olmasıyla, levh-i mahfuz
kaydında değişme olmaz. Buna göre herkesin rızkı da önceden belirlenmiş
olmasının hikmeti açığa çıkar.
Efendim olan
şeylerdeki hikmeti nasıl anlayacağım.
Olaylar oluşurken seni merkez
alır. Arılar çiçeklere nasıl rağbet ederler. Eğer sende balözü olmazsa arılar
niçin seni bulsunlar. Oluşlara etkin olduğuna göre sonuçlara da katlanman
gerekmektedir. Kendini tanıman hikmeti bulmana sebep olur.
Sana düşen büyük
hadis imamı Ebu Davud es-Sicistani´nin,
(275/888) “İnsana dini hususunda dört hadis yeterlidir” sözünü
unutmamandır.
a) Ameller niyetlere göredir.
b)
Kişinin, kendisini ilgilendirmeyen söz
ve işi terk etmesi iyi müslüman oluşundandır.
c)
Mümin olan, kendi şahsı için arzu
ettiğini kardeşi için de arzu etmedikçe kemaliyle iman etmiş olmaz.
d)
Helal olan açıkça bellidir. Haram olan
da bellidir. Bu ikisi arasında, her ikisine de benzer tarafları bulunan meseleler
vardır ki, insanların çoğu bunu bilmez. Kim bu haram veya helal olduğu şüpheli
olanlardan kaçınırsa dinini ve namusunu korumuş olur.
Kim de bu şüpheli olanlara düşerse, koruluğun
etrafında hayvanlarını otlatan çoban gibidir. Hayvanların koruluğa dalması
yaklaşmıştır. Dikkat edin, her melikin bir koruluğu vardır. Allah (cc)´ın
yeryüzünde, yaklaşılmasına razı olmadığı koruluğu ise haram kıldıklarıdır.
Dikkat edin vücutta bir et parçası vardır o iyi ve
salih olursa vücudun tamamı da iyi ve salih olur. Bozuk olursa vücudun tamamı
da bozuk ve fasit olur. Dikkat edin o et parçası kalptir.” “Kalbi dost doğru oluncaya kadar,
kulun imanı istikametini bulamaz. Dili doğru oluncaya kadar da kalbi doğru
olmaz” buyruldu.
Şüphelerden sakın ve takva sahibi ol, seni
ilgilendirmeyeni terk et, çünkü amellerde niyetler çok önemlidir. Peygamber
(aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizin: “Kim şüpheli şeylerden
kaçınırsa dinini ve ırzını korumuştur, kim şüpheli şeylere girerse harama
girmiştir” sözündeki ırzın korunmasını da çok iyi düşünmelisin.
Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselam
ve ala âlihi) Efendimiz bir adama buyurdu ki:
“Sana şüphe vereni bırak şüphe vermeyeni yap” Adam: Ben bunu nasıl
bileceğim? dedi:
“Bir iş yapacağın zaman elini göğsünün üzerine koy;
kalp muhakkak haram için çarpar, helal için sükunet bulur, takvalı müslüman
büyük günahın korkusundan küçüğünü terk eder.”
Şüpheli bir kazancı terk edişin senin sınırsız sadaka
vermenden daha güzeldir. Böylece kazancın temizlenmesi amelin temizlenmesine,
amelin temizlenmesi kalbin düzelmesine sebep olur. Kalp düzelince niyetler
Allah (cc)´ın isteklerine uygun olur. Yani seni ihlas sahibi yapar. İhlas ise
cennetin kapısıdır.
Adamın biri, Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihi)´ınhuzuruna gelerek:
-Ya Rasûlallah! Soracak sorum var size.
-Sorunu sormadan cevabını almak istemez misin?
-Buyurun ya Rasulallah!
-Sen, iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sormak istemiyor muydun?
-Evet yâ Rasûlallah, aynısını soracaktım size.
Peygamber (aleyhisselâtü
vesselam ve ala âlihi) Efendimiz, üç parmağını birleştirip, adamın göğsüne
hafifçe vurarak:
-Bunu sen, kendi kalbine sorsana. İnsanoğlundaki bu kalp,
yaratılışı gereği iyiliklerle âşinâdır; Onlarla huzur bulur, mutmain olur. Kötü
işlerle bozulup çeşitli rahatsızlıklara mâruz kalır. Bu konuda gerçek fetvâyı
kalbine danış, ondan al.”
Efendim her insan
hatalı bir iş yapar mı?
Hayır yapamaz. Çünkü öyle insanlar
vardır ki yaratılışında güzellik, bi-zatihî Allah (cc) tarafından terbiye
edilerek gelmiştir.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam
ve ala âlihi) Efendimiz biri hakkında kötü bir şey duyduğunda “falan neden böyle yapıyor”
demezdi. “İnsanlar neden böyle şeyler yapar” derdi. Hatayı şahsa değil
yaratılış mayasının tecellisine yüklerdi.
Güzellik özden gelendir. Mesela
Hz. Ebubekir radıyallahu anh cahiliye döneminde de iyi bir insandı. Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellemin arkadaşı idi. İslam geldikten sonrada yine
değişmedi. Böylece “Kişi arkadaşının dini üzeredir” hikmetini görmüş olursun.
Olan şeylerde ki izâfiyeti görmen iyi olacaktır.
Efendim Hakîkât ilmini en güzel bilenlerden biri
Hazreti Ali radıyallahu anh´tır. Fakat zamanında büyük fitneler zuhur etmiştir.
Hazret-i Ali radıyallahu anh
adâleti içtihat etmiş. Karşısındakiler ise adâleti uygulanması zor olduğu için
en az günah olacak şer ile bir kısmını feda etmişlerdir. İçtihat da siyasete
karışınca harpler zuhur etmiştir. Onlar bu işi yaparken Allah (cc) rızasını
düşündükleri için hatalı olmamış oldular. Her ne kadar Hazret-i Ali´nin
içtihadı isabetli diğerleri hatalı ise de, yine azaba müstahak değillerdir.
Çünkü içtihat eden isabet ederse iki sevap, edemez ise bir sevap vardır.
Hazret-i Ali radıyallahu anh´ın
hilâfetinde başarısız gibi olması nedendir? sorusuna gelince; O´nun hilâfetten
daha çok başka görevleri vardı. Eğer düşüncesi yalnızca hilâfet olsaydı,
velayetin yüksek mertebelerine ulaşamayacaktı. O, zahirî makamlardan üstün
manevî saltanatı kazandı. Velâyet yolunun da hocası oldu. Kıyamete kadar da
hocalığı devam edecektir. Fakat dünyevî makamlar ise kaybolup gitmiştir.
Çok hevesliler görürsün, sonuçlara
katlanmadıkları için hep yolda kalmışlardır.
Şeyh Galib (ks) Hazretlerinin bir
nazmını okuyalım da için biraz ferahlarsın.
Tedbîrini
terk eyle, takdir Hudâ´nındır.
Sen
yoksun o benlikler hep vehm-ü gümânındır.
Birden
bire bul aşkı bu tühfe bulanındır
Devrân
olalı devrân Erbâb-ı safânındır.
Aşıkta
keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma
kadehi elden söz Pir-i Mugân´ındır.
Meyhâneyi
seyrettim uşşâka mutâf olmuş
Teklîfü
tekellüften sükkân-ı muâf olmuş
Bir
neş-e gelip meclis bî-havf-ı hilâf olmuş
Gam
sohbeti yâd olmaz, meşrepleri sâf olmuş
Aşıkta
keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma
kadehi elden söz Pir-i Mugân´ındır.
Ey
dil sen o dildâre layık mı değilsin ya
Dâvâyı
muhabbette sadık mı değilsin ya
Özr-ü
Azrâ´nın Vamık mı değilsin ya
Bu
gâm ne gezer sende aşık mı değilsin ya
Aşıkta
keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma
kadehi elden söz Pir-i Mugân´ındır.
Mahzun
idi bir gün dil meyhâne-i mânâ´da
İnkâra
döşenmiştim efkâr düşüp yâda
Bir
pir gelip nâgâh pend etti alel-âde
Al
destine bir bâde derdi gamı ver yâde
Aşıkta
keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma
kadehi elden söz Pir-i Mugân´ındır.
Bir
bâde çek, efzûn kalıp mecliste zeber-dest ol
Atma
ayağın taşra meyhânede pâ-best ol
Alçağa
akar sular, pay-i hümâ düş mest ol
Pür
çûş olayım dersen GÂLİB gibi ser-mest ol
Aşıkta
keder neyler gam halk-ı cihânındır
Koyma
kadehi elden söz Pir-i Mugân´ındır.
Hazret-i Ali radıyallahu anh´ın
üstünlüğü olmasına rağmen, olan şeylerde Allah (cc)´ın takdirde ki hükümleri
câri olmuştur.
Onlar için olacak hadiseleri
bilmek hali olsa da, yinede işlerini Allah (cc)´a bırakmak şeklindedir. Bu ise
ariflerin üstünlüğüdür. Alim sıfatı ile hareket etmiş olsaydılar, bugün her
şeyi bize haber verirdiler. Lakin vakti ve kemâli zuhur etmeyen şeyde söz
söylemekten men edilmiştirler.
Mesela, sen yaşamının her evresinden
mükemmel manada haberin olsa yaşamdan zevk almadığın gibi, sıkıntıdan canın
çıkardı. Bazı şeyleri rumuzlu olarak bilmekte bile insanlar bile rahatsız
olurlar. Ölümün olduğu bir yaşamda hayatı emirlere tabî kılmak en çıkar yoldur.
Hikmete tâbi olmakta seni üzüntüden kurtarır. Hikmetin zaman ile değişmesi
olmaz. Her zaman aynıdır. Yalnızca söyleyen veya sözü değişik şekilde olur.
Hepsinde mana birdir. Ancak hikmete ulaşmak istersen layık ol, o seni bulur.
Zenginler ve mülk sahipleri
hikmeti bıraktıkları için, siz de dünyayı onlara bırakıp hikmete
koşmalısınız. Hikmetli geçen ömrün kıymetine paha biçilemez.
Efendim layık olmak
benim elimde midir?
Bir şekilde değildir. Ruhlar
meclisinde seçkinlerin etrafına ruhlar dökülmüştür. O gün birbirlerine yakınlık
bulanlar sanki bilerek bulmuşlardır. Bunun beşer âlemine de etkisi olmuştur.
Lakin bu etkide kimseye söz düşmez. Onun için orada yakın olduğuna dünyada
yakın olmuşsundur.
Mesela Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem ve ala âlihi gören insanlar, bir konuşması ile İslam´a girmesi, bu
önceden olan beraberliğin işaretidir. Yoksa çok kere İslam´a davet ettiği halde
gelmeyenler o zamanda O´ndan uzakta idiler. Bugün sen ve ben beraber olmuşsak o
günde de beraberdik. Sonra yine beraber olacağız.
Efendim bazen
gönlümüzdeki isteklerin olması nedir?
İsteklerin olması Allah (cc)´a
olan gönül bağının kuvvetlenmesine sebep olur. Aslında sen Allah (cc)´ın
istekleri çerçevesinde düşünmeye başlamışsındır. Böylece bir şey olacaktır da
sen onu düşünmüşsündür. O şeyde olmuştur. Yoksa hiç bir kimse, ben böyle
düşünmüştüm de oldu diyemez. Kalplerin sahibi ancak Allah (cc) dır.
Efendim o zaman
düşünceyi de mi terk edeceğiz.?
Düşünce senin bir parçandır. Terk
edemezsin. Ancak düşünceler terbiye dairesinde olduğu için artık isabetli
görüşlere ulaşırsın. Kader ilmi de sana açılmış olur. Kader ilmine kavuşmak
huzurun kendisidir.
Efendim Hızır (as) Musa (as)´a nasıl
meselelerde üstün oldu?
Kader muamması içerisinde çok boğulan vardır.
Sen ise bu sırrı çözünce çok şeyin boş olduğu hakikatine varırsın. Bir şey
hakkında hemen hükme varma, çünkü senin yanılmana sebep olur. Bu makamda Hızır
(as)´ın bilgisine ulaşırsan görürüsün ki, genellikle şerler, iyiliklerin
koruyucusu olmuştur.
Musa (as)´ı sabır kapısında yoran bu ilim, Allah
(cc)´ ın ona, o an için saklı tutması idi. O da bunu bildiği halde yine de
itiraz köşesinde kalmıştı. Bildiği bilgiden bir an uzak kılınması, bize
gösteriyor ki, Allah (cc) kulu Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü
vesselam ve ala âlihi) Efendimize bağışladığını kimseye bağışlamadığı gibi, her
sırrın bir sırrı daha olduğu aşikar oldu. Bu halde ise sabır ortaya çıkar. Sabır
bilgisiz olana tavsiye edilir. Bir kişi sabırlıdır dersen bil ki, o işin
nihayetini bilmiş demektir. Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi)
Efendimiz´de hiç bir zaman sabırsız bir hal zuhur etmedi. Onda her şeyin
bilgisi vardı. Sabra gerek yoktu. Bilginin
olması sabrı gerektirmez. Onun için bizlere sabır tavsiye edilir. Sabrı
olmayan insan demek cahil demekle eş değerdedir. Ya Rabb´i bilenlerden eyle
bizi..
Efendim bizim Hızır
ile bir ilişkimiz olacak mı?
Hızır (as) insanlar
ile olan ilgisi ancak sendeki insan ilişkisine bağlıdır. Yani eğer sen
insanların menfaati için bir hal kazanmışsan, Hızır (as) seninle muhakkak bir ilişkiye
girecektir. Hızır (as) beşeri olaylarda insanların yardımcısıdır. Maneviyât
konularında ise zamanın tasarruf sahibi emrindedir. Onun için O´nu Mürşidi
Kâmillerin yanında aramalısın. Yahut Hızır olarak zamanın sahibini bulursun.
Çünkü dünyada ebedî ömür verilmiş insan yoktur. Çünkü her nefis ölümü
tadacaktır.
Efendim bu sırların
neticesine varabilecek miyiz?
Sır demek ulaşılması mümkün ve
kolay olmayan demektir. Ulaştıkların sır olmaktan çıkan şeydir. Sırların devamı
olan sırlar vardır. Buna ulaşınca muhakkak bileceksin ki, sır dediğin şeyde bir
sır değilmiş. Açıkta görünen fakat görmediğin bir şey olduğunu anlayacaksın.
Ancak bir sırrın cevabını bulamazsın. O da Allah (cc) hakkında olan yargıdır.
Efendim neden?
Allah (cc) hakkında yargıya varmak
demek, Allah (cc)´ı inkar etmek olur. Eğer böyle bir şeye ulaşırsan Allah
(cc)´ın ilâhlık sıfatı düşer. Çünkü bu Âlem ile onu anlatmak mümkün değildir.
Çünkü benzeri yoktur.
Fakat Allah (cc)
görüyor, işitiyor vb. sıfatları kullanıyoruz.
Bu sözler aslında O´nu tanıtmak
için değildir. O´nun aklımız tarafından bizde oluşturulması gereken bir ilâh
nasıl temsil edilmesi gerektiğinin timsâlidir. Yoksa görmesi bizim görmemize,
işitmesi bizim işitmemize benzemez. Allah (cc)´ı bana anlat diye sana
sorarlarsa, aklın ve sözün aciz kaldığı yerde Allah (cc) var olmuştur,
dersin. Bu konuda yani Allah (cc)´ı inkâr edene karşı sukut etmen, ona cevap
olur.
Efendim inkarcının
inkarını düzeltmek gerekmez mi?
Gerekmez. Ancak ona hakîkâti
anlatırsın. İnanacak olursa sana meyledecektir. Yoksa günlerce anlatsan da
inkar edene kabul ettiremezsin.
Efendim pes etmek
doğru mudur?
Pes et, demiyorum. Kabullenmeyen
bir şekilde senden zaten ayrı düşecektir. Yolunu birleştirmeye çalışsan da, aynen
haram ile helal gibi bir yerde birleşemezsin. Kalp iki sevgiyi taşımaz. Biri
gelince diğeri mutlaka gider. Buna göre ahiret ve dünya sevgisini aynı anda bir
kalbe sığdıramazsın.
Efendim bazen
ahireti, bazen de dünyayı seviyorum. İkisini de kalben hissediyorum.
Şunu unutma ki, kalp “dönen”
kelimesinden türetilmiştir. Dönen gezegen gibi menzillere geldikçe durumu
değişir. Bir hali gelince, diğer hali gider. Mesela dünyanın dört mevsimi
yaşadığı gibi, aynı anda hepsini bulundurmaz.
Efendim kuzeyde ve
güneyde farklı olarak aynı anda kış ve yaz oluyor.
Dünyayı misal getirmemizdeki sebep
insanın kalbi ortam ve durumla aynı anda iki duyguyu yaşayabilir. Birinin gelip
diğerinin gitmesi demek, yok olması değil, durumun devran ederek değişmesidir.
Eğer haller hep kalıcı olsa idi, şeytan veya melek olurdun. Çünkü onlarda kalp
yoktur. Onlar gibi makamı sınırlı olan mahluk olurdun. Allah (cc) insanı “ Rahmanın
suretinde yarattı” demesi bu sebeptendir. Rahim suretinde yarattı demedi. Çünkü
Rahman yeri gelince kıtlık, yeri gelince bolluk verir. Fakat Rahim ise yalnız
bir hal ile tecelli eder. Bu sıfat ise ahirette tecelli edecek sıfattır. İnsan,
hallerinde kararsız ve devamlı hareketlilik gösterir. İsyan mertebesinde
gördüğün birini sonra velâyet mertebesinde görmek budur.
Efendim
anlattıklarınıza göre ben Allah (cc) tan ne istemeliyim?
Bir şey istemene gerek yoktur. O
senin ihtiyacın olacak bilgiyi ve haberi önceden göndermiştir. Çünkü ilk
insanda bir peygamberdir. Ona göre hareket edersin.
Fakat Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem ve ala âlihi buyurdu ki; “Biriniz Rabb´inden bütün ihtiyaçlarını
istesin, hatta ayakkabısının kopan kayışını bile istesin.” (Tirmizî)
Bu isteme, beşeri olarak yaşaman
için gerekli olan ihtiyaçlarını kalbine ağırlık getirmeyip meşgul olmamak
içindir. Allah (cc) bir kulun yapması için gerekli bütün ihtiyaçlarını mutlaka
gidereceğinden dolayı sorumlu olduğudur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
ve ala âlihi bize sizler istikâmet yönüne yönelip ahiret amelleri ile meşgul
olunuz. Çünkü kalp biri ile meşgul olunca diğerini mutlaka unutur.
İmam Gazâlî (ks) Hazretleri
buyurdular ki, “rızık ve geçim endişesi büyük musibetlerdendir. Bunun yüzünden
gönüller perişan olur ve kederler çoğalır. Ömürler geçer, günahlar artar. İnsan
Allah (cc)´ın kapısından ayrılıp, mahluk kapısına yönünü döner. Ona hizmet
ederek ömrünü tüketir. Bu hali ile gaflet, zulmet, bela, meşakkat, zillet,
ihanet içinde yaşar. Ahirete müflis olarak gelir, Allah (cc)´ın huzurunda hesap
verir. Eğer ki, Allah (cc)´ın rahmeti ile muamelesi ve afvı olmazsa ne yapacağını
şaşırır kalır.”
Yaşamak zor, hesap vermek zorun zorudur. Allah
(cc)´ım rahmetine sığındık.
Efendim bilgilerin
hakîkâtini nasıl anlayacağım?
Mesela bir kardeşin senden bir şey
hakkında soru sorar. Sen bu soru hakkında şaşırır kalırsın. Öyle ki senden
alacağı cevapla hayatına yön verecektir. İşte bu durumda sen kalben bize danış.
Korkma isabetli bir karar vereceğini de unutma. Bu hal bizi unutmadığın
müddetçe devam eder. Çünkü Allah (cc)´ın bir kulunun kalbi, senden uzakta iken
yine senden bir şey istiyorsa bu hakîkâtten gelen bir istektir. Çünkü senin
bize bağlı olduğunu bilmekteyiz. Çünkü sende bizden ayrı olmadığını biliyorsun.
Bir şeye önce insanın kendisi iman edecektir.
Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem ve ala âlihi Efendimize dahi kendisinin doğru yol üzere olduğunu
(Ya-sin4) kabul etmesi telkin edilmiştir. Bizden ayrı olmayan, Peygamber
sallallahu aleyhi ve sellem ve ala âlihi Efendimizden de ayrı kalamaz. O
Sultanımız ise mutlak Allah (cc) ile beraberdir. Bu beraberlikten ise mümine
feraset çıkar.
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
ve ala âlihi buyurdu ki:
“Mü´minin ferasetinden kaçının, çünkü o Allah
(cc) (cc)´ın nuruyla bakar” buyurup sonra Bu âyeti okudular: “Elbette bunda
fikri ve ferâseti olanlar için ibretler vardır” (Hicr, 75).(Tirmizî)
Yine hadisi şerifte; “Kim
çizgisini o peygamberin çizgisine muvafık düşürürse, bu takdirde isabet eder”
yani tıpkı o peygamber gibi o da ferasetiyle hâli bilir denmek istenmiştir.
Yani yaşayışını Peygamber ve velâyet çizgisine sokan, Onlar gibi düşünmeye ve
cevap vermeye başlar. Bizim ve senin durumunu böylece düşün.
“Müminin
dünyaya bakışı öyledir ki dünyada ki zevk ve sefaya bakar arkasındaki cehennemi
görür. Meşakkate bakar arkasındaki cenneti görür. Yani müminin nazarı dünyaya
takılmaz.” “Onlar,
kendilerine hatırlatılan şeyleri unutunca; Biz de kendilerine her şeyin
kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilen o şeyler yüzünden sevinince;
onları, ansızın yakaladık ve bütün ümitlerinden mahrum kaldılar.” (En´am 44)
Rahatlığın arkasındaki hikmetin azap mı, rahmet mi olduğunu bilmek ne zordur.
. “Arif o kimsedir ki, ilmin
nurları ile kendisini aydınlatır, o da bu aydınlık altında gizli acayip
hakîkatlere bakar” Ebû Osman el-Mağribî (ks) sözünü de hatırında tutarak hikmetten
ayrı kalma.
Fahri âlem Muhammed Mustafa
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz “Ademoğlunun, emr-i bi´lma´ruf
veya nehy-i ani´lmünker veya Allah (cc)´ı zikir hariç bütün sözleri lehine
değil, aleyhinedir” (Tirmizî) buyurarak kendini zikirden uzak tutma.
Efendim sonuçların en güzelini
bildirir misiniz?
Peki, demesini
öğrenmek lazımdır. Birisi gelir bize bir soru sorar. Fakat kalbindeki cevabı
bulmayınca sözümüzü terk eder. Aslında kararını vermiştir. Bu işte verilen karar bizim tarafımızdadır.
Eğer uyanık olup sözümüzü tasdik ederse kurtulur. Fakat soranlar helak
olmuştur. Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz “çok
soru sormayı men etmesi bundandır” Sorup
helak olmaktansa sormadan helak olanlar bir derece kendilerini kurtarmışlardır.
Sen hakikati bize bakarak görmeye çalış. Sahabe de böyle yapmıştır.
Efendim namaz hususunda titiz
durmanız nedendir?
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi)
Efendimiz buyurdular;
“Bana ulaştığına göre, kıyamet günü kulun ilk
bakılacak ameli namazdır. Eğer namazı kabul edilirse, geri kalan amellerine
bakılır. Eğer kabul edilmezse diğer amellerin hiçbirine bakılmaz.” (Muvatta)
“İstikamet üzere olun. Bunun sevabını siz
sayamazsınız. Şunu bilin ki, en hayırlı ameliniz namazdır. Abdestli olmaya
ancak mü´min riayet eder.”(Muvatta)
“İlim dindir. Namazda dindir. Bakınız, ilmi
kimden alıyorsunuz ve namazı nasıl kılıyorsunuz.
Şu namaz var ya, siz kıyamet gününde bundan
sorulacaksınız.” (Râmuz)
“Hz.
Aişe radiyallahu anhâ Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi)
Efendimizin vefat anını şöyle anlattı.
Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm ağırlaştı
ve:
“Halk
namazını kıldı mı?” diye sordu. Biz: “Hayır! Ey Allah´ın Resûlü, onlar sizi
bekliyorlar!” dedik.
“Leğene
benim için su koyun!” emrettiler. “Hemen dediğini yaptık, o da yıkandı. Sonra
kalkmaya çalıştı, fakat üzerine baygınlık çöktü.
Sonra
kendine geldi ve tekrar: “Cemaat namaz kıldı mı?” diye sordu. “Hayır!” dedik,
onlar sizi bekliyorlar Ey Allah´ın Resulü!” Tekrar:
“Benim
için leğene su koyun!” emretti. “Dediğini yaptık, yıkandı. Sonra tekrar kalkmak
istedi. Yine üzerine baygınlık çöktü. Sonra ayılınca:
“İnsanlar
namaz kıldı mı?” diye sordu. “Hayır! dedik, onlar sizi bekliyorlar, Ey Allah´ın
Resulü!
“Peygamber
(aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz: “Benim için leğene su koyun!”
dedi ve yıkandı. Sonra kalkmaya yeltendi, yine üzerine baygınlık çöktü, sonra
ayıldı.
“Halk
namazı kıldı mı?” diye sordu. “Hayır, onlar sizi bekliyorlar Ey Allah´ın
Resulü!” dedik. Halk mescide çekilmiş, Peygamber (aleyhisselâtü vesselam)
Efendimizi yatsı namazı için bekliyorlardı.
“Fahri
âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz Hz. Ebu
Bekir´e adam göndererek halka namaz kıldırmasını söyledi.
Elçi
gelerek ona: “Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) halka namaz
kıldırmanı emrediyor!” dedi. İnce duygulu bir kimse olan Ebu Bekir radıyallahu
anh: “Ey Ömer halka namazı sen kıldır!” dedi.
Hz.
Ömer: “Buna sen daha ziyade hak sahibisin!” cevabında bulundu.
O
günlerde namazı Ebu Bekir radıyallahu anh kıldırdı.
Bilahare
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz, kendinde bir
hafiflik hissetti. Biri Abbâs olmak üzere iki kişinin arasında, öğle namazı
için çıktı. O sırada namazı halka Ebu Bekir kıldırıyordu. Ebu Bekir, Rasûlullah´ın
geldiğini görünce, geri çekilmek istedi. Aleyhissalâtu vesselâm geri çekilme
diye işaret buyurdu.
Kendisini
getirenlere: “Beni yanına oturtun” dedi. Onlar da Hz. Ebu Bekir´in yanına
oturttular. Hz. Ebu Bekir, Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâmın namazına uyarak
namaz kılıyordu. Halk da Hz. Ebu Bekir´in namazına uyarak namazını kılıyordu.
Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm oturmuş vaziyette idi.”
Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü
vesselam ve ala âlihi) Efendimizin namaz konusunda titiz davranması, bizim de
titiz durmamızı gerektirir. Eğer böyle olmasa idi, son isteği namaz olmazdı.
Onun varislerinin de son istekleri de namaz olmuştur. (Efendi Hazretleri de
vefatlarında son sözleri namazlarınızı kıldınız mı olmuştur)
“Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala
âlihi) Efendimiz´i herhangi bir şey üzecek olursa namaz kılardı.”Öyle ki,
“Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm ve ala âlihi)´nin arkadaşları ameller
içerisinde sadece namazın terkinde küfür görürlerdi.” (Tirmizî)
Bunun ötesini senin düşünmen lazımdır.
Niceleri karşılaşacaksın. Ona değer vereceğin tek şey namazı ve dünya
isteklerine olan meylinin durumu olmalıdır. Dünyada secdeye varmayan yüzler kıyamet
günü yüzleri üzere cehenneme sürüleceklerdir. Onların namazlarını orada edâ
etmeleri de onlara fayda vermeyecektir. Yani onlar karışılacakları ezâ ve
cefaya karşı ancak vücutlarının yüz azaları ile korunabileceklerdir. Yani
ayakları ve elleri onları koruyamayacaktır.
Allah (cc)´ın hedeflerine gidişini ayakları yerine yüzlerine yaptırması,
dünyada iken yüzlerini secdeye koymadıklarından dolayıdır. “Biz onları kıyamet
günü körler, sağırlar olarak yüzükoyun haşrederiz. Onların varacağı yer
cehennemdir. Ateşi yavaşladıkça biz onun alevini artırırız. (İsrâ 97) “Ve hüve
alâ külli şeyin kadîr.”
Efendim kul bütün sorgulardan
geçse de kul hakkından helalleşmeden geçemeyecek nedir?
Kullar arasındaki haklar illaki hukukî olan
haklar değildir. Bunlar elbette sorulacaktır. Fakat bunlar yanında Allah (cc)
kulların birbirlerinde olan şu önemli hakkı arayacaktır. O nedir bilir
misin?
O hak cennet ve cehennem hakkıdır. Çünkü
yaratan yarattığını cehenneme atarken diğer kulununun asi olan kuldaki
hakkı almasıdır. Eğer bu hak olmasa idi yinede kulunu cehenneme atmaktan
vazgeçerdi. Çünkü O en merhametli
olandır. Şu hadisi duymadın mı, Peygamber (aleyhisselâtü vesselam
ve ala âlihi) Efendimiz buyurdular ki:
“Kıyamet
günü hak sahiplerine haklarını mutlaka eda edeceksiniz. Öyle ki boynuzsuz koyun
için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa niye bir başka taş üzerine
yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından sorulacak.”
Senin
yaratılış icabı ve tabiat gereği dediğin
şeylerde hakların aranması, insanlarda da bu aramayı gerektirir. Kullar,
başka kulların cehennemde yanmasından bir ferahlık duymazlar. Fakat Allah (cc)
kullarında çalışanların çalışma
haklarının karşılığını asgari düzeyde arayacaktır. Fazilet düzeyinde aramaz ve
çok fazla ihsanda bulunur. Yani farzları arar, nafilelerde ise ihsanını kat kat
artırır. Düşün bir kere bir kulu sıcağın altında oruç tutarken, tutmayan
hakkında ceza uygulaması; bu şey oruç tutan kulun çektiği sıkıntının, tutmayan
kuldaki hakkını almak için cezayı uygulamasıdır. Yoksa zâtı asi kulundan
rahatsız değildir.
Efendimizin Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) “Fukaralar,
cennete zenginlerden beş yüz yıl önce girerler. Bu Allah (cc)´ın indinde yarım
gündür”(Tirmizi) buyurması bu hak meselesine büyük
bir açıklık getirmektedir.
Hesap gününde cennetlik ve cehennemlikler yerlerine
varmıştır. Fakat bir huzursuzluk vardır. Cennetlikler dostlarını, cehennemdeki
müslümanlar yaptıkları bazı günahların pişmanlılığı ve kafirlerin alayları
karşısında üzüntü içinde kalırlar. Kafirlerin müslümanlarla alayları da Allah
(cc)´ı gazaplandırmıştır. Geçen zaman kullara seneler gibi gelse de az bir
zaman sonra, Allah (cc) insanlara Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü
vesselam ve ala âlihi) Efendimizi şefaat için araya koymak fikrini kalplerine
ilham edecektir. Çünkü azaptan kurtuluşun zorluğu insanlara dehşet ve korku
verecektir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) uzun secdelere
varacaktır. Ümmetim ümmetim diyerek Allah (cc)´a yalvaracaktır. Hadisi şerifte
bu konu şöyle gelmiştir.
“Allah (cc) kıyamet gününde insanları bir araya toplar. Onlar:
“Ey Rabb´imiz! Senin katında birisini şefaatçi edilelim de, Rabb´imiz bizleri
bu yerimizde rahata kavuştursun” derler. Âdem (a.s.)´a gelirler: “Sen, Allah
(cc)´nın kendi eliyle yaratmış olduğusun, Allah (cc) kendi ruhundan sana üfledi
ve sana secde etmeleri içinde meleklere emir buyurdu. Rabb´imiz katında bize
şefaatçi ol” derler. Âdem (aleyhisselâm) “Ben sizin istediğiniz konumda
değilim” der ve işlemiş olduğu hatayı hatırladır. Onlara: “Siz Nuh´a gidin”
der.
Nuh (aleyhisselâm)´da: “Ben sizin istediğiniz mevkide değilim” der
ve işlediği hatayı hatırlatır ve: “Siz Allah (cc)´ın kendisini Halil (yakın
dost) edindiği İbrahim (aleyhisselâm)´a gidin” der. Ona giderler, o da: “Ben
sizin istediğiniz konumda değilim” der, işlediği hatayı hatırlatır ve: “Siz İsa
(aleyhisselâm)´a gidin” der. Ona giderler.
O da: “Ben sizin istediğiniz mevkide değilim” der ve devamla: “Siz
Yüce Allah (cc)´ın önceki ve sonraki tüm günahlarını bağışlamış olduğu Fahri
âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) ´ye gidin” der.
Bana gelirler.
Ben de, Rabb´ime nida edip yalvarmak için izin isterim. O´nu
gördüğümde secde yaparım. Allah (cc) beni dilediği kadar belli bir vakte dek o
hâl üzere bırakır. Sonra: “Başını kaldır, istediğin verilecektir, söyle söylediğin
dinlenecektir, şefaatte bulun şefaatin makbul olacaktır.” denilir.
Bende bunun üzerine başımı kaldırırım, Rabb´imin bana öğrettiği
gibi hamd ederim sonra da şefaatte bulunurum. Rabb´im Bana kimler için şefaatçi
olacağımı bildirir. Sonra haklarında şefaatte bulunduklarımı cehennemden
çıkarırım Allah (cc)´ın izniyle ve Cennete koyarım. Sonra yine Rabb´imin
huzuruna varırım ve yine aynı şekilde secdede bulunurum. Üçüncü, dördüncü kez böyle
tekrar tekrar bu devam eder. Öyle ki Kur´ân´ın tuttukları haricinde cehennemde
hiç kimse kalmaz.” (Buhari)
(Yani
“Kur´an-ı Kerim´in tutukları”, bunlar, kendi haklarında ebedi cehennemde
kalmaları kesinkes belli olanlardır.) Tâki cehennemde hiçbir iman ehli
kalmayacaktır.
Ahirette kullarına öyle ihsanda bulunacak ki, asi olan
kulların halinden itaatkâr kullar meşgul olmayacaklar ve onları unutacaklardır.
Kalan
kafir kullar ise; Adem (as)´ın cennetten çıkıp dünya hayatına nasıl uyum
sağladıysa, onlarda oraya uyum sağlayacaklardır.
Çok
merhametli Allah (cc) kullar hakkında Rabb´lığın ve yaratıcılığın şanını
gösterecektir.
Efendim cennette bildiğimiz nimetlerle mi
karşılaşacağız?
Cennet nimetlerini dünya nimetleri ile kıyaslama.
Çünkü İbn Abbas (radiyallahü anh)´tan rivayet edilen “Cennette isimlerden başka dünyayı andıran
hiçbir şey yoktur.” (Makdisi) bunu çok iyi açıklar. Cennet ve cehennem
kavramlarını dünya şartlarına göre düşünmemelisin. Ahiret bu dünya alemine
benzemez. Cennette müminler için en büyük
nimet Allah (cc)'ı görmeleridir.
Fakat insanları en çok cinsi
zevklerin ve kadının durumunun nasıl olacağı biraz sıkıntı veren durumdur. O da
erkeğin huriler ile taltif edilince acaba kadınlar erkek zevceler ile
mükafatlanacak mı, sorusunun cevabı hala tatmin edici olamamıştır. Bize göre bu
durumun cevabı için dünya şartlarını düşünerek değil de, ahiret âlemine göre
düşünmek gerekir. Allah (cc) insan fıtratının ruhi temel ilkelerini ahirette
bozmayacaktır. Fakat bunun yanı sıra cismâni zevklerde (yeme , içme, uyuma,
hastalık vb) değişime gidecektir.
Cennetin şehvet ile perdelenmesi olmayacak bir
şeydir. Çünkü şehvetin genellikle sonucu cehenneme götüren bir duygu olması
önemli bir husustur. Cennette bekar kimsenin kalmayacağı Buharî ve Müslim´de
geçmektedir. Kadında temel ilke sahip olunma, erkekte ise sahip olma duygusunun
gerçeği olarak, kadın ahirette bir erkeğe râm olması anlamsız olmaz. Ayetlere bakılınca hurilere sahip
olunmadan bahsedilir.
“Gerçekten cennetlik olanlar, o gün eğlenceyle
meşguldürler.” (Yasin, 55)
“O cennetlerde gözlerini kocalarından başkasına
çevirmeyen hanımlar vardır ki, bu kocalarından önce kendilerine ne bir insan
dokunmuştur, ne de bir cin.” (Rahman, 56)
“Onlar yakut ve mercan gibidirler.” (Rahman, 58)
“Doğrusu Allah'a karşı gelmekten sakınanlara
kurtuluş, bahçeler, bağlar, göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar ve dolu
kadehler vardır. Orada boş ve yalan söz işitmezler. Bunlar Rabb´inin katından
hesapları karşılığı verilenlerdir.” (Nebe31-36)
“Cennette onlar için işlediklerine karşılık olarak
sedefteki inciler gibi hûriler ceylan gözlüler vardır.” (Vâkıa, 22-23)
“Biz hûrileri ceylan gözlüleri cennetlikler için
yeniden yaratmışızdır. Onları, bâkire, şuh, eşlerine düşkün ve yaşıtları
kılmışızdır.” (Vâkıa, 35-37)
“Ebedî gençliğe erdirilmiş genç hizmetçiler, baş
ağrısı ve dönmesi vermeyen bembeyaz bir kaynaktan doldurulmuş kâseler, ibrikler
ve kadehlerle cennetliklerin etrafında dolaşırlar.” (Vâkıa, 17-19)
İlişkilerin ve kadınların durumlarına açık bir
ifadeye yer verilmez, yoruma ihtiyaç vardır. Aslında cennete cinsi birleşmenin
değilde, kadın ve erkek arasında olan bir aşkın varlığı üzerinde durmak daha
doğru olur. Aşkın verdiği zevk sevmedeki doruk noktadır. Dünya hayatında bile
aşıkların birleşmedeki zevki basit görmeleri bundandır. Basit ve âdî şeyler ise
cennet sıfatları arasında yer almaz.
Cennet cinsi birleşmelerin hedef alındığı
nimet değildir. Cennet Allah (cc)´ın kullarına olan sevgisinin ihsan edildiği
ebedî bir yurttur.
Allah (cc)´ın cennette vereceği nimetlerin
dünyada yasak ettiği şeylerden olması muhaldir. Yani kötü ahlakı, fuhşiyatı,
şarabı, livatayı, kadının birçok kocanın haremi olması vb. Bunların orada
olağan olması gibi bir şeyi Allah (cc)´tan beklemek yanlıştır. Cennet güzellik
yurdudur.
“Gönüllerindeki kini söküp
atacağız” (A’râf 43) şeklindeki ifadeler, cennete gireceklerin manevî bir arındırmaya tâbi tutulacağının
delilidir. Yine ayet ve hadislerin beyanına göre cennette kusursuz bir ahlakî
hayat yaşanacak, cennetlikler arasında anlamsız ve gereksiz konuşmalar,
suçlamalar olmayacak, tam bir dostluk ve kardeşlik hayatı hüküm sürecektir.
(Hicr 47; Vâkıa, 25)
Cennetin hiçbir şekil ve zamanda tenkidi ve
ayıplaması olmayacak yer olması da Allah (cc)´ın büyüklüğünün işareti olması
gerekir. Zamanlar ve boyutlar ona bir leke getiremez.
Mesela;şehvetin orada bizim anladığımız bir
şekilde olması düşünülemez. Şehvet dinimize göre kötülenen unsurlardan olup,
terbiye edilmesi ve meşru bir dâirede tecelli etmesi aranılan husustur. Dünyada
şehvet melekesi ürümeye sebep olmasından dolayı bir şekilde zarûrî görünse de,
ahiret yurdunda bunun hedef bir şey olması düşünülemez. Allah (cc)´ın şehvet
örtüsünü kulları üzerine bırakması cennet ortamına uygun düşmez. Üremeninde
olmadığını düşünürsek cennette kişiler arasındaki cinsi yakınlıkta aşkı ve
sevgiyi düşünmek uygun olacaktır. Böyle olunca da orada olan cinsi
birleşmelerin mahiyeti çok değişik olması gerekir.
Diğer bir hususta, ahirette verilecek şarabın
özelliklerinden Kur´an-ı Kerim´de bahsedilirken dünyadakiler gibi olmadığını da
hatırlatılmaktadır. Cennet şarabı kadehler dolusu içileceği halde sarhoşluk ve
rahatsızlık vermeyecektir (Saffat 45-47; Muhammed 15)
Ahirette bedenlerin ruhlarla varlığı beraber olacağı muhakkaktır.
Fakat cennet zevklerinin ise (İmam Gazali (ks)´ye göre de öyledir), hissî,
hayalî ve aklî olmak üzere üçe ayrılacağı, herkesinde kendi kabiliyetine göre
bunların tamamından veya bir kısmından faydalanacağını kabul ederiz. Çünkü
dünya hayatında bu zevklerde bir noksanlık zuhur eder.
Sahih hadislerde
belirtildiği gibi bütün müminler cennetteki yerlerini aldıktan sonra Allah (cc)
kendilerine hitap ederek hallerinden memnun olup olmadıklarını soracak, onlar
da son derece memnun olduklarını ifade edeceklerdir. Bunun üzerine Allah, “Size bundan daha değerli bir şey veriyorum:
Size rızamı saçıyorum, artık size gazabım bir daha dokunmayacak”
diyecektir. (Müslim)
Korkunun olmadığı yerde huzur olur. Kulun kendini emniyette
olduğunu hissetmesi ise en güzel nimettir.
Zebûr´da olan şu ilâhî fermanı gönülden hissetmek gerekir.
“Cennet ümidi ve cehennem korkusu ile ibadet edene yazıklar olsun.
Yoksa Allah (cc) ibadet edilmeye layık değil mi?”
Ahirette bizim isteklerimiz Yunus´un
isteklerinden başka bir şeyin olmadığı da muhakkaktır.
Cennet cennet dedikleri üç beş ırmak birkaç
huri
İsteyene ver onları, bana Seni gerek seni
Başka bir beyitte;
Sofilere sohbet gerek, ahilere ahret gerek
Mecnunlara leylî gerek, bana Seni gerek
seni
(Allah (cc) daha iyi bilir)
Efendim Şeyh´ül Ekber Muhyiddin Ârâbî (ks) Hazretleri Fusus-ul Hikem
kitabında Firavun´un imanlı göçtüğünü ve bir zaman sonra cehennemin
içindekilere azap yerine nimet olacağından bahsediyor.
Şeyh´ül Ekber´in sözleri Firavunun sıhhatli bir
imanına delâlet etmez. Fakat Allah (cc)´ın ruhunu temizleyip ve iman etmiş
olmasının caiz olabileceğini söylemektedir.
Hallac-ı Mansur (ks)´un “ben Hakk´ım” demesiyle, Firavun´un
“ben Allah (cc)´ım” demesi arasındaki fark çok büyüktür. Fakat ikisi de
erdikleri sırrı vakitsiz ifşa ettiklerinden ukûbetle
cezalandırıldılar. Belki ikisi de mazurdur. Onlar sırrı, âyan (açık) ile
birbirine karıştırdılar.
Firavun Musa aleyhisselama “Alemlerin Rabb´i kimdir”(Şuarâ23) diye
Allah (cc)´ı sorunca; Musa aleyhisselam “Gök ve yerlerle bunların arasında
olanların Rabb´idir”(Şuarâ24) dedi. Firavun “bakın bu adam mecnundur, ben ona
zattan soruyorum o ise sıfattan haber veriyor” dedi. Musa aleyhisselam “Ya
Firavun sen bana Allah (cc)´ı soruyorsun. O yer ve göklerde ne varsa hepsinde
tecelli eden mukaddes zattır. O her şeyde zâhirdir.”
Firavun Allah (cc)´ı biliyordu. Fakat seyr-i suluku (manevi
terbiyede yükseliş yolu) eksik olduğundan bazı eriştiği şeylerde noksanlığını
gösterdi. Onun için ölüm anında gördüğü mertebede uyandı. Lakin bu uyanma
neticesi ile Allah (cc)´ın dilediği bir iman mertebesine kavuştu. Çünkü yeis
“ölüm korkusu” halinde imanın kabul edilmeyeceği Kur´an-ı Kerim´de “Yoksa
fenalıklar yapıp
yapıp
ta nihayet her birine ölüm gelip çattığı zaman, ben şimdi
tövbe ettim diyenlere ve bir de kafir
olarak ölenlere tövbe yoktur.(Nisa 18) buyrulmuştur.
İmandan sonra hayırlı ameli yapabilecek bir zaman bulunmalıdır. Lâkin fasık müminin son
nefesindeki tövbesi de makbul olabilir. Çünkü yaptığı tövbe hayırlı amele
delâlet eder.
Bunun
için Firavunun imanı hakkında kesin bir sözün olmadığı “Allah (cc) bilir”
mertebesindeki bir imana sahip olduğudur. Eğer burada tutarlı düşünmezsek, ölüm
anındaki kötülüğünde imana zarar vermemesi gerekir.
Fakat
Allah Resûlü
sallallahu aleyhi ve sellem ve ala âlih buyurdu:
“Biriniz yaratıldığı zaman,
annesinin rahminde kırk gün nutfe, sonra kırk gün kan pıhtısı olarak, sonra da
kırk gün bir çiğnem et olarak toparlanır. Sonra Allah (cc), ona dört kelime ile
bir melek gönderir: Eline geçecek rızkı, ölüm zamanı, dünyada yapacakları, kötü
bir kişi veya iyi bir kul olduğu yazılır. Sonra ona ruh üfürülür. Kendinden
başka hiçbir ilah olmayana yemin ederim ki, biriniz, kendisiyle onun arasında
bir adım kalana kadar cennetlikler gibi amel eder, derken, yazılanlar onu geçer
de, cehennemlikler gibi amel eder ve cehenneme girer. Şüphesiz biriniz,
kendisiyle onun arasında bir adım kalıncaya kadar cehennemlikler gibi amel
eder, yazılanlar onu geçer de, cennetlikler gibi amel eder ve cennete girer.”
(Buhârî) Bu hadîsi şerîf anlık hadiselerin imanı etkilediğini göstermektedir.
Bize kulların kâr edeceği tarafı düşünmek gerekir.
Beşer, hata işler üçer beşer;
diyerek Allah (cc)´a sığınmak gerekir.
Cehennemdekiler için sorduğun suale gelince;
Fusus-ul Hikem´den anlaşıldığına göre cehennemde kalışın sonsuz,
azabın sonsuz denilebilecek kadar uzun olacağıdır. “Bir zaman gelecek ki
cehennemin dibinde su teresi bitecektir.” Hadisi şerifi ile orada bir yaşamın
başlayacağıdır. Öyle ki cehennem ehli oraya alışacaklardır.
Alıştıkları şeyden ayrılanların yaşayamadıkları ve azap çektikleri
bilinen gerçektir. Allah (cc) onları cehenneme ülfet edecekleri şekilde
yaratmıştır. Cehennem ehli ateşle ve cehennemle ülfet edip mutlu olacaklardır.
Cehennemde olmak ile, ateşe sunulmak ve azapta olmak ayrı ayrı
şeylerdir.
Devamlı azap ne adâlet nede Allah (cc)´ın merhamet sıfatlarına
uygun düşmektedir.
Efendim öyle ise şeytan hakkında ne buyurursunuz?
Şeyh´ül Ekber Muhyiddin Ârâbî (ks)
Hazretleri Fusus-ul Hikem kitabında şeytan hakkında şu bilgileri sunar.
“Ma´lûm olsun ki, İblîs (Şeytan)
mudill (Allah (cc)´ın isimlerinden, dalâlete düşüren) isminin göründüğü yer
eksiksiz en mükemmel olan bir rûhtur.
Rûhlar mertebesi ayrılık ve
başkalıktan bir tür üzerine Zât´ın dışında ortaya çıkmasından ibârettir.
Vahidin (Tekin) ikilik dâiresinde hissetmesi, görmesi bu mertebeden başlar.
Binâenaleyh nitekim mudill isminin hükümlerinin, görülmeye başlaması bu
mertebedir. “Idlâl” şaşırtmak demektir. Bir vücûdun yekdiğerine
uymaz, aykırı olarak iki görülmesi şirk ve şirk ise yoldan sapmadır . Bu çeşit
hissedilişler vehim kuvvetinin marifetidir . Mudill isminin görüldüğü yer bu
kuvvet olup, hakîkât-i İblîs´tir. Zîrâ şânı
“telbîs”tir; yani hile, oyun yapmak, aldatmaktır ve “iblîs”
ismi de bundan türemiştir. İblîs bu husûsiyeti, kuvveti ile alemleri
ihâta etmiş kuşatmıştır. Onun emri altında sayısız ve hesapsız rûhlar, melekler
(kuvvetler) mevcûttur ki, hepsi şaşırtmaya ve baştan çıkartmaya memûrdurlar.
Bunlar tabiat aleminde bütün eşyaya bulaşmıştır.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala
âlihi) Efendimiz, “Her kimse ile berâber
bir şeytan doğar ve ben benimle doğan şeytanı İslâm´a getirdim” buyurmaları, insan nefsindeki “vehm”e işârettir. Zîrâ, vehim kuvveti aslâ yalandan
sakınmaz . Özelliği bütün meleklerden kendini üstün görmektir. Vehim,
varlığından eser olmayan bir şeyi var ve mevcût olan şeyi yok gösterir. Düşünme
gücü, tefekkür melekesi aklın hükmüne tâbi´ olursa, ona “düşünce gücüne sahip” ve eğer vehmin hükmüne tâbi´ olursa ona
“hayalî görüşe sahip” derler. İblis´in
hakikâti insanın hakikâti olan akl-ı külle diğer ilâhi melekler gibi boyun
eğmesi, itaat etmesi teklîfine karşı
“Ben ondan daha hayırlıyım”
(A´râf 12) dedi. Bu cevap, kendisini ayrı görmek demektir. Biri, iki
görmek ise vehimdendir.
İşte İblîs, ilâhi isimler ve
sıfâtların hepsini kendinde toplamış olan akl-ı külle tâbi´ olmayıp, eşsiz
emsâlsiz olma davasında ve üstün çıkma işine kalkıştığı ve biri iki ve varı yok
ve yoku var gördüğü için, Allah (cc) onu diğer melekler (kuvvet sahipleri)
arasından “haydi çık, çünkü sen alçaklardansın”(A´râf 13) hitâbı ile kovdu .
Vehim gücü, bütün meleklere
hükmünü geçirmekle berâber, onlara nazaran kıymetsiz ve küçük bir şeydir. Zîrâ
şânı, hakîkate ulaşmaktan men etmektir. İblîs kendilerine yerin esrârını ve
göğü keşfetmiş olan sâlikleri şaşırtmak
için hayâl olunmuş olarak yer ve gök sûretlerinde görülür . Zati oluşumlara da
karışıp, sâliki (bu yolun çalışanı) şaşırtır. Ancak, Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselam ve ala âlihî)´in sûretine ve onun vârisleri olan kâmilîn sûretlerinde
temessül edemez, yani karışamaz .
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) ile onların mirasçıları
olan kâmiller Hâdî İsmi´nin ve İblîs ve tayfası ise Mudill isminin eksiksiz tam
olarak çıktığı yerdir. Allah (cc)´ın tecellilerine de karışması Allah (cc)´ın
Hâdî ve Mudill isimlerinin her ikisini de câmi´ bünyesinde toplamış
olmasındandır.
İblîs´in hakîkâti ism-i Mudill
olduğundan ve kalbi hakikatler mümkün olmadığından, gerek kendi ve gerek
tayfası, Hâdî isminin açığa çıktığı, göründüğü beden sûretine giremez.
Şeytan hakkında söz çoktur; fakat ehl-i
irfân ve zekâya esas olan bu kaideler yeterlidir.”
Şeytanın varlığındaki sırrı çözersen, onun varlığının o kadar
dehşet veren bir husus olmadığı insan nefsinin hususiyeti üzerinde durmanın
daha önemli olduğu açığa çıkar. Nefis terbiyesinde, Peygamber
(aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizin:
“Nefsim kudret elinde olan Zat´a yemin ederim ki, eğer
siz hiç günah işlemeseniz, Allah (cc) sizi toptan helak eder; günah işleyen, arkadan da
istiğfar eden bir kavim yaratır ve onlar mağfiret
ederdi.”
“Nefsim elinde
bulunan Zat-ı Zülcelâl´e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan
daha büyük olan ucb´e (kendini beğenme günahına) düşeceğinizden korkarım.” (Müslim) buyurdu. Bu ise hataların çıkış noktası olarak şeytanın
varlığından çok nefsin büyük etki ettiği, Allah (cc)´ın ise kulluk vasfının
gereği olan hatayı, rabb´lik gereği olan afv ve rahmet ile karşılayacağını
göstermektedir.
Günahlarımız kulluğumuzun işaretidir. Sevaplarımızdan
bize bir övünme gelecekse öyle sevaptan, şeytan gibi kovulmaktan Allah (cc)´a
sığınırız.
Efendim Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala
âlihi) Efendimiz “Ümmetim” diye dua ederken ne demek istemektedir?
Bazıları bunu yalnız Efendimiz (aleyhisselâtü vesselam
ve ala âlihî)´den sonra gelen insanlar için düşünürler. Aslında bütün insanlık
için şefaat isteminde bulunduğu gibi diğer peygamberleri de kapsamaktadır.
Çünkü yaratılışın öncesi Rûh-i Muhammedî, sonu ise
insâniyetin yaratılışıdır. Yani bütün kâinâtın yaratılışının başlangıcı ve kökü
Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimizdir.
Hz. Peygamber
(aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimiz yaratılışta da rûhanî yönü ile her şeyden öncedir. Rûhâni ve
cismânî cihetlerin özü ve geldiği yerdir. Nitekim hadîs-i şerifte gelir,”Allah
(cc) önce benim ruhumu yarattı.”
Peygamberlerin ve evliyâların ve diğer insanların ruhları
da, O´ndan ayrılan tâli unsurlardır. Onun için buyurdu ki,
“Ben peygamber iken,
Adem (as) çamur ve su içinde idi.”
Yani yaratılış itibârı ile sonra gelmiş olsa bile Hz. Peygamber
(aleyhisselâtü vesselâm ve ala âlihî)
Efendimiz mahlûkattan önce yaratılmıştır.
Hz. Peygamber (aleyhisselâtü vesselâm ve ala âlihî) Efendimiz;
“Biz sonradan
gelmiş, geçmişleriz” buyurdular.
Bunun üzerine Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm ve ala
âlihî) Efendimiz kendine mahsus
unsurları ile öncelik sahibi oldu. Kainâtın yaratılışı bu hakîkat üzere tamam oldu.
Zirâ mübârek ruhları
ruh-u câmî olduğu gibi, cisimleri de cism-i kâmil idi. Yaratılmışlardan ve
diğer peygamberlerden O´nun şemâil-i ve hilye-i şeriflerini derleyecek,
toplayacak, kemâline ulaşacak ve tamamlayacak biri gelmedi ve gelmeyecektir.
Efendim ahirette üzüntü veren şeylerden her kulun nasibi olacak
mı?
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz
buyurdular ki:
“Ölüp de pişman olmayan yoktur, mutlaka herkes nedamet duyar: İyi yolda olan
hayrını daha çok artırmadığı için pişman olur, nedamet
duyar. Kötü yolda olan da nefsini kötülükten çekip almadığına pişman olur, nedamet duyar.”
(Tirmizî)
Cennet ehli ve cehennem ehli Allah (cc)´ın karşısında mahcup
olurlar. Cennetin amelle kazanılmayacağı, cehenneminde uzak olmadığını yakından
görürler.
İnsanlar Allah (cc)´ın rahmetinden başka bir kurtarıcı şeyin
bulunmayacağını anlayacaklardır.
Efendim imtihanlarda
bir sınır var mıdır?
İmtihanlar küçükten
büyüğe doğru gider. Sonsuzdur. Ölene kadar devam eder. Ölünce varacağın son
makamı bulana kadar devam eder. Bu imtihanlardan kurtulan kimsede yoktur.
Hz. Süleyman (aleyhisselâm) “Bu Rabb´imin fazlındandır. Beni
imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü yapacağım?” (Neml 40)
Fakat onlar ve bizler sizlerden
farklı olarak imtihanın geliş yönünü çok iyi biliriz. Çünkü bizler sizler için
var olduğumuzdan Allah (cc) tarafından bize yardım gelir.
Şunu unutma ki, imtihanlar “Bir
imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz” (Enbiya 35) ayetinin sırrından
ayrı kalmaz.
Mesela sana birisi gelip bir hakikati
anlattığında, onun sana bir iyilik olduğunu sanma, aslında sana gelecek olan
imtihan veya belanın habercisidir. Aslında senin hakkında bir hüküm verilmiştir
de, onun tecellisinin zahir olmasının ön hazırlığıdır. Bu senin hakkında
tecelli edecek hakikatin ne yönden geleceği ve tehlikeyi gösterir.
Eğer Allah (cc) bir kulu hakkında kaybetmesini murat
ederse, onun helak olacağını da unutmamak gerekir.
Efendimiz (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihî) “Ahirette kimin hesabı münakaşa
edilirse, azaba maruz kalacak demektir!” buyurmuşlardır.
Hz. Aişe (r.anha) “Nasıl olur?
Allah (cc);”O vakit kimin kitabı sağ eline
verilirse; kolay bir hesapla muhasebe edilecek ve ehline sevinçli olarak
dönecektir” (İnşikak 7-9) buyurmadı mı?
Bu hesap
münakaşası değil mi?”
dedim. “Hayır!”, “bu münakaşa
değil arz etmektir” buyurdular.
“Kıyamet günü hesaba çekilen herkes mutlaka helak olmuş demektir!” (Buharî)
Bunları anlamak sana çok feyzler verecektir.
Efendim ne kadar zor bir hayatın içindeyiz ki,
yaptığımız doğrular bile yanlış çıkıyor.
“Sadece ve sadece benden korkun.” (Bakara 40) Allah (cc)´tan korkmak lazımdır. Fakat “Korku
içinde, aynı zamanda tazarru ve niyazları kabul edilecek ümidiyle Rabb´lerine
dua ederler.” (Secde 16) Eğer sen bu korkuyu kalbinde taşırsan hatadan seni
korumak için bir özel yardım her zaman gelir. Nasıl geldiğini de bilmende
gerekmez.
Onun için “mürşidi olmayanların şeytanlara oyuncak olması”
bundandır. Biz bize teslim olanların kapısındaki kediye bile nazar kılarız. Onu
hiçbir işinde yalnız bırakmayız. Öyle ki kabirde sorguyu, hesap gününde
hesabınızı beraber vereceğiz.
Efendim buna deliliniz nedir?
Bu konuda Bahaeddin Nakşbend (ks) Efendimizin “dervişler
öldükten sonra kabirlerinde seyr u sülûklerini tamamlatırız” kelâmı vardır. Ayrıca “Kişi sevdiği ile beraberdir.” Bu beraberlikte çok
manalar vardır.
Evliya Allah (cc) ile olan dostluğunda öyle imtiyazlar
kazanmıştır ki, naz makamında tasarruf eder. “Nerede olursanız olun O sizinle
beraberdir.”(Hadid 4) Allah (cc)´ın olmadığı yer yoktur. Evliya ise Allah
(cc)´tan ayrı değildir.
Evliya yanına gelen, yapmadığını yapmış gibi göstermemelidir.
Haya etmek lazımdır. Çünkü onlar gerçekten kul hakkında haber sahibidir.
Onlardan utanmazsan, bil ki; bir dostun gönlüne giremezsin. Onların gönlüne
giremeyen Allah (cc)´ın yanına da varamaz.
“Kim Allah (cc)´ın yeryüzündeki sultanını alçaltırsa,
ihanet ederse Allah (cc) onu alçaltır” (Tirmizi)
Bu sultanları maddî alemin sultanları sanma, maneviyat
sultanları bu sultanların amirleridir. Onlar alemi yönetenlerdir. Onları
tanımazsan görünen sultanların sarhoşluğuna kapılırsın.
Bir devlete padişah olmak bir kuru kavga imiş,
Bir mürşide bent olmak cümleden a´lâ imiş.
Yavuz Sultan Selim
Efendim zamanla bizde yanlış olan şeyleri doğru gibi
hissetmeye başlıyoruz.
Eğer kendini bizim etkimizden çıkarırsan bir gün bu
hal seni kaplar. Sen kendini kaybettiğini dahi bilemezsin. Öyle zamanlar
göreceksin ki yapmadığın işlere müsaade etmeye başlayacaksın. Bunlar öyle zor
şeylerdir ki, yapmayacağın şeyler sana arkadaş olur. Sana manevî bir bakışımız
olmasa idi, kendini bu fırtınadan sende kurtaramazdın.
Korkular arkadaşın olur, huzurun kaçardı. İşin en acı tarafı
günahın insanlar arasında ortak olmasıdır. Bugün öyle günahlar vardır ki,
işlemeyeni ayıplıyorlar. Uyarıcıların kalmadığı bir günde, uyarıcı olarak Allah
(cc) bulunursa artık korkuların kara bulutlar gibi gelmesini beklemelisin.
Çünkü Allah (cc) musibetleri gönderince fasık ile itaatkârı birbirinden
ayırmaz. Mesela rüşvet alınan toplum için Fahri âlem Muhammed
Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz;
“Rüşvetin
yaygınlaştığı bir cemiyeti korku sarar.”
Başka bir hadisi şerifte ise “Hükümde rüşvet alan ve
rüşvet veren ve aracılık eden kimseyi Allah (cc) lanetlemiştir.” (Tirmizî)
buyurdular.
Adaleti kullar ortadan kaldırınca, Allah (cc) adaleti yeniden
tesis eder. Bu ise azabın tecelli etmesi ile olur ki, bu ise tehlikeli
hallerdendir. Çünkü bu din ve dünya O´nun tarafından her an kontrol
edilmektedir. Yeri gelir, bir zalimi kullarını islah için kullanır, daha sonra
o zalimden intikamını da acı bir şekilde alır. Fakat bu arada ise binlerce
sevdiği kul, elemden uzak kalmaz. Bu meydanda nice başlar kesilir, hesabı da
sorulmaz.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) “günah yapana
zarar verdiği gibi karşısına da zarar verir. Korkutsan başına dert olur, razı
olsan ortak olursun, söylesen gıybet olur, ayıplasan başına gelir” buyurdular.
Senin iyi olmanın fayda vermediği bir günde yaşamak her şekli ile
ziyan getirmektedir. Yani günah işleyeni uyarsan dünyada zarar, uyarmasan
ahiret gününde bir zarardasın. Bu ziyandan kurtulmanın çaresi bize tam manası
ile bağlanmandır.
Efendim biz insanlar için iyi olan bir şeyi
ister iken, niçin onlar bizim gördüklerimize değil de kendi isteklerine meylediyorlar?
Âh oğlum! eğer onlar Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve
ala âlihî)´in dediği gibi “benim bildiklerimi bilse idiniz, çok ağlar az
gülerdiniz” sınıfına girenlerdir. Ne yapalım ki elden bir şey gelmemektedir.
Onlar ki, ancak sıkıntı zamanlarında Hakkı hatırlarlar. Bu
ise fayda vermeyen şey olacaktır. Bu hal devamlı surette artacaktır.
Bizlerin bu aleme gelmemizden gaye eksik tamamlamak
içindir. Bu işteki delilimiz Peygamber Efendimizdir. Bu işin evvelinde
Efendimiz (sav) vardır. O´nun zamanında Ashab-ı Kiram, Peygamber
(aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizin sohbeti bereketi ile derin
bir vecd ve cezbe içinde bulunuyordu. Sonradan o hal dağıldı. Bu yolun manevî
varislerine intikal etti. Bu da birçok kollara bölündü.. O kadar bölündü ki, zayıfladı
ve dağıldı. Birçoğu suret halinde kaldı. Manası olmayan bir şeyhlik unvanı
halini aldı. Bunlar da birçok şubelere ayrıldı; o kadar ayrıldı ki, başı belli
olmaz bir hal aldı.
Biz bu işi topladık, lakin sonra yine bize “Bu senin bir imtihanın”
ayeti tecelli etti.
Bizi bilenlere yine ışık olup onları kurtarmak için Rabb´im müsaade
ederse öbür alemden bu aleme doğru bir tevhit rüzgarı yine esecektir.
Toprak, her zaman doğurgandır.
Heykel olduğu gibi, bir bitki, bir can, sığınılacak yurt ve cennete varılacak
yolda olur.
Efendim bazı insanları yetiştirmek için çok emek sarf ediyoruz.
Lakin sonuçta neden istenilen olmuyor?
Allah (cc)´ın koyduğu bir kanun vardır. Nimet bir külfet ile
takdir edilmiştir. Verilen bir mânevi halin tecrübesinden geçirilmeden diğer
yola geçirilmezsin. Yani elekten geçirme vardır. Bu elekten geçme bazen ağır
tecelli eder. Fakat mükafatı çok büyüktür. Bağlandığın mektep yüce olunca, imtihanlarında
unutma ki ağır olur.
Bizim yolumuzda çok tane olur. Çünkü cazibesi vardır. Elekte kalan
tane ise bir mi diyelim, iki mi diyelim. Bizim derdimiz tevhidin sırlarını
“bilmek”, “bulmak” ve “olmak”´tır.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî)´e sordular.
“İnsanlardan kimler en çok belaya uğrar?”
“Peygamberler, sonra büyüklükte onlara ve bunlara yakın olanlar. Kişi dindârlığı
nispetinde belası da şiddetli olur. Şayet
dininde zayıflık varsa, Allah (cc) onu da dindârlığı nispetinde imtihan eder.
Bela kulun peşini bırakmaz. Tâ ki o kul, hatasız olarak yeryüzünde
yürüyünceye kadar.” (Tirmizî)
Unutma ki; Allah (cc)´ın kullarında
tecelli ettirdiği nimetlerde ve imtihanlarında incelikler vardır. İnsanların
hepsine aynı şekilde ihsan ve musibet yoktur. Buna göre kullar da aynı şekilde
olmazlar.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve
ala âlihi) Efendimizin kulların dünya hayatı karşısındaki tutumunu şu hadisinde
açıklamıştır:
“İnsanlar dünyalık nimetler karşısında dört kısımdır:
Bir kul vardır, Allah (cc) ona mal ve ilim vermiştir, o bu mal hususunda Allah
(cc)´tan korkar da onu sıla-ı rahimde harcar, malda mevcut olan Allah (cc)´ın
hakkını
bilir ve yerine getirir. İşte bu en yüce mertebeyi elde eder.
Bir diğer kul vardır, Allah (cc) ona ilim vermiştir fakat mal vermemiştir, ancak iyi niyet sâhibidir, şöyle der: Eğer malım olsaydı falanca gibi hayır yollarında harcayacaktım. Allah (cc) onu niyetiyle kabûl eder ve ecir yönüyle
önceki ile eşit olur.
Bir üçüncü kul vardır, mal sahibidir, ancak Allah (cc) ilim vermemiştir, malını
şehvet yolunda câhilâne harcar. Ne Rabb´inden
korkar ne de onunla sıla-i rahimde bulunur. Malda mevcut Allah (cc)´ın
hakkını da
bilmez. Bu en fena bir mertebedir.
Dördüncü bir kimse daha vardır. Allah (cc) ona ne mal ne de ilim nasip etmiştir.
Ancak, sefihlere gıpta ile: “Eğer param olsaydı der, falanca gibi harcar
onun gibi yaşardım.”
Bu da niyeti ile o sefih gibi olur ve günahta eşit olurlar.”
Bu dördüncü kısım dünya ve ahiret
yönünden zararı ve kaybı çok olan kimsedir. Önce kendini hangi sınıfa girdiğini
bilmen gerekir. Eğer ki bu sınıflardan hangisinde olduğunu bilirsen takdirin
rızasına kavuşmuş olursun. İşte bu sırra erişmez isen yanlış sözler ağzından
döküldüğü gibi hata senden ayrıda kalmaz.
Efendim kullar niçin imtihan edilir?
Kur´an-ı Kerim´den anladığımıza
göre, imtihan herkes için vardır. İnsanın imtihana tâbi tutulması Allah (cc)´ın
bir sünnetidir. Kötüler kadar iyiler de imtihan edilir. Peygamberler bile
imtihandan nasiplenmiştir.
Meselâ; Hz. İbrahim
(aleyhisselâm), oğlunu kurban etmesi için emredildiği rüyayla imtihan edildi
(Saffât 106) ve Hz. Yusuf (aleyhisselâm), Züleyha´nın arzularıyla imtihan
edildi (Yûsuf, 23-24).
İmtihan sebebiyle, başaranların
imanı daha güçlenir, başaramayanlar ise sapkınlıklarında daha da ileri giderler
(Müddessir 31).
Kur´an-ı Kerim´de imtihan ile
ilgili bazı ayetler şunlardır.
“O (öyle yüce Allah) ki,
hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır.”
(Mülk 2)
“O, hanginizin amel bakımından
daha güzel olduğu hususunda sizi imtihan etmek için Arş’ı su üzerinde iken
gökleri ve yeri altı günde yaratandır.” (Hûd, 7)
“Her canlı ölümü tadacaktır. Bir
deneme olarak sizi hayırla da şerle de imtihan ederiz. Ve siz, ancak Bize
döndürüleceksiniz.” (21/Enbiyâ 35)
“İnsanlar, imtihandan
geçirilmeden, sadece 'iman ettik' demeleriyle bırakılıvereceklerini mi
sandılar? Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir.
Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya
koyacaktır.” (Ankebut 2-3)
“Ey müminler! Yoksa siz, sizden
önce gelip geçmiş kavimlerin başlarına gelenler size de gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokundu ve öyle
sarsıldılar ki Peygamber ve onunla beraber iman edenler nihayet ‘Allah (cc)´ın
yardımı ne zaman gelecek?’ dediler. İşte o zaman onlara, ‘Şüphesiz Allah
(cc)´ın yardımı yakın’ denildi.” (Bakara, 214)
“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size
verdiği nimetler hususunda sizi denemek için, kiminizi kiminizden derecelerle
üstün kılan O’dur.” (Enâm 165)
“Andolsun ki sizi biraz korku,
açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz azalma fakirlik ile imtihan
eder, deneriz. Ey Peygamber! Sen sabırlı davrananları müjdele. İşte o sabredenler,
kendilerine bir belâ geldiği zaman ‘Biz Allah için varız ve biz sonunda O’na
döneceğiz’ derler.” (Bakara 155-156)
“İnsan, Rabbi onu imtihan edip
de ikramda bulunur ve bol nimet ve zenginlik verirse, ‘Rabb´im bana ikram etti’
der kendisinin bu ikrama ve nimete lâyık olduğunu düşünür. Ama onu imtihan edip
rızkını daraltırsa, ‘Rabb´im bana ihanet etti’ der, kendisinin buna lâyık
olmadığını sanır.” (89/Fecr, 15-16)
Peygamber
(aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz “Sevabın çokluğu, belânın büyüklüğüyle beraberdir. Allah, bir toplumu
sevdiği zaman şüphesiz onları sıkıntı, musibet ve belâlarla imtihan eder. Artık
kim bir imtihan edildiği belâ ve musibetlere rızâ gösterirse, Allah (cc)´ın
rızâsı ve sevabı o kimseyedir. Kim de imtihan edildiği belâ ve musibetlere
öfkelenir ilâhî hükme rızâ göstermez ise, Allah (cc)’ın gazabı ve azâbı o
kimseyedir.” (İbn Mâce) buyurdular.
Ben iyi bir insanım demen senin imtihandan kurtuluşun olmaz. Belki
de imtihanının artışına sebep olur. Çünkü dünya hayatında çekilen sıkıntıların
ahirette yüksek karşılıkları vardır. Fakat imtihanın da talep edilmesinden
sakınmak lazımdır. Allah (cc) bir kulunu imtihana çekmek isterse onun
kaybedeceğinin işaretidir. Bir imtihanla karşılaşınca Allah (cc)´a sığınmanın
zırhına girip, rahmeti ilâhiyi istemek gereklidir. Eğer dua zırhını giymez ve
büyüklerden yardım talep etmezsen helak olma korkusundan emin olma. Bunun yoluda
bize yönelmen bizde Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî)´e, O´da
Allah (cc)´a sığınarak bu imtihan geçitinden geçeriz.
Şunuda unutma ki, bir mümin bir şeyden iki defa imtihan edilmez.
Eğer edilirse buda onun bir öncekinden ders almadığını gösterir ki, bu halden
sığınmak gereklidir. Eğer ki seni üzen bazı hadiseler üstüne gelmiyorsa; onun
için Allah (cc)´a yalvarıp sığınmalısın. Bu belayı istemekte değildir. Allah
(cc) bazı kullarını kendine seçer. Bu kulu diğer kullarına örnek yapar. Ahiret
gününde itiraz edecek kullarına onu göstererek, mazeret kapısını kapar.
Musibetlere düşürdüğü kulunu da hiçbir
zaman yardımsız bırakmadığı gibi, onun bilmediğin ve senin bilemeyeceğin
yönlerden huzur nimetlerini yağmur gibi üstüne yağdırır.
Bazı kulların yüksek ahlak zirvelerine çıkmak arzusu vardır. Bu
arzunun ona layık olup olmadığını Allah (cc) o kuluna bildirmek ister.
Gerçekten o kul layıksa ona yardım ederek destekler, değilse yalnız bırakır ve
zirvenin doruklarına çıkmak şöyle dursun, daha aşağılara düşer. Bunun hikmeti
ise yüksek kulların tarafından korunması taahhüdüdür. Allah (cc)´ım layık
olmadığımız şeyleri senden istemekten, Yüce Zâtına sığınırız. İnsanın haddini
bilmekten yüce bir irfanda olmaz.
“Altın, ateş ile; iyi kul da belâ ve musibet ile imtihan edilir.”
Hz. Ali (radiyallahü anh)
Efendim bazı konuları gelip danışmanın sonuçları ağır
olmakta mıdır?
Evet. Birisi bize bir konuyu danıştığı zaman artık
sorana hüküm kalmaz. Çünkü iş sorana intikal etmiştir.
Allah (cc)´ın bazı kulları hakim sınıfa girer. Eğer
bir kul gelip bu kullara şikayetini arz ederse Allah (cc) hükmünü icra eder.
Biz bu sınıftanız. Fakat bize sorulan sorunun cevabı, kadere uygun gelir.
Eğer ki aranızda bir mesele zuhur ederse önce aranızda
çözün veya af ve iyilik yolunu tercih edin. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam
ve ala âlihî) buyurdular ki;
“Suç işleyenlere şefaatinizi, suçlu hâkimin önüne
çıkmazdan önce yapın. Dâva hâkime vardıktan sonra şefaatte bulunsanız, o da
affetse Allah (cc) hakimi affetmez”
Onun için büyüklere yakın olmak ateşe yakın olmak gibidir.
Ateş insana sıcaklık ve rahatlık verir. Fakat yakınlıkta yanmakta vardır. Bazı
meselelerde yalnız kalmakta bir hayır olsa gerektir.
Bazı sevenlerimiz bizleri devamlı kendilerine halleri
hakkında yakınlık göstermemizi beklerler. Yani rüyalarında müşahedelerinde ve
konuları hakkında bizim kararımızı beklerler. Fakat bizler onların isteklerini,
kendi isteklerine uygun tecelli ettirmiş olsa idik helak olmaktan başka bir şey
tecelli etmezdi. Talebenin isteğine göre öğretmenin öğretim planı uyguladığını,
hiç gördün mü?
Eğer cahilin istekleri hemen tecelli etse idi, yeryüzü
helak olurdu. Büyüklerin gölgeleri olmasa idi, küçükler yeryüzüne fesadı
yayarlardı.
Efendim biz insanları uyarmak için bir gayrette
olmamız doğru bir şey midir?
Bizim yolumuzda biri olarak onları uyarman gereklidir.
Lakin onları uyarman onlara daha çok vebal yüklemektedir. Bunun sebebi de Allah
(cc)´tır. Belki de Allah (cc) onların günahlarının artmasını istemektedir.
Görmedin mi bizim evlatlarımızda öyle ağır günah işleyenler
vardı ki, biz onları eğer karşımıza alıp kendilerini terbiye için bir şeyler
söylemiş olsaydık, onların hiçbiri iflah olmazdı. Fakat biz Allah (cc)´a
sığındık, Allah (cc) onların hallerini yavaş yavaşta olsa düzelmesini sağladı.
Uyarmak güzeldir. Uyardığın kişi senin sözünü dinleyeceğini bilirsen, uyar.
Dinlemeyeceğini anladığın zaman rumuzla uyar, yada zamanını bekle. Ona rahmet
olacak zaman, uyarını yap. Öyle uyarılar vardır ki, insanı ateşe atmaya sebep
olur.
Şeyh´ül Ekber Muhyiddin Ârâbî (ks) Hazretleri Fusus-ul
Hikem kitabında Nuh aleyhisselam ile ilgili olarak bu sırra şöyle işaret etti.
“Kavmi Nuh aleyhisselama hile yaptığı gibi, kendiside
kavmini Allah (cc)´a davetle mekr (hile) yaptı. Şöyle ki bir kavim ve ferdi
Allah (cc)´a davet etmek ona yapılan mekirdir.”
Fakat sen merhametli ve yumuşak ol ki; “Mümin yumuşaktır, O kadar
ki, yumuşaklığından dolayı kendisini ahmak zannedersin” (Râmuz)
“Ümmetimin alimleri Benî
İsrâil´in peygamberleri gibidir” sırrını bu arada fark etmiş oldun.
Efendim bir peygamber kavmini Allah (cc)´a davet için
gelmez mi?
Peygamberlik görevi iyiliği
emir kötülüğü yasaklamak içindir. Fakat tevhidin sırları Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî)´de doruk noktasına çıkmıştır. Onun için
şeriâtı kıyamete kadar bakidir. Eğer bu sırlara Nuh
aleyhisselam vakıf olmuş olsa idi, bir başka nebinin gelmesine gerek
kalmazdı. Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz “geçmiş
ümmetler gibi bana çok soru sormayın” buyurması, Kur´an-ı Kerim´de “Onun sesi,
yanında seslerinizi yükseltemeyin” (Hucurat 2) buyrulması diğer ümmetlerde
uyarısı olmayan hallerdendir.
Nasihatin fayda vermeyeceğini bilmen, karşındakine faydalı
olmandır. Öyle insanlar vardır ki, insanlara acımaz hallerinde ki gerçeği
söyler de sonra onları cehenneme doğru bir adım daha attırır.
Efendim ne yapmalıyız?
Bir kişiye nasihat yolunu direk din yolundan değil, ahlak yolundan
açmalısın. Yapmadığın bir şeyi söylememelisin. Eğer sendeki halleri fark edip
sana yönelirse, o zamanda Allah (cc)´ın dininden onun yapabileceği miktarı
anlatmalısın. Eğer gücünü iyi tartmayıp fazla bir şey istersen bu sefer onu
kaybettiğin gibi, sende bir kâr etmemiş olursun.
Fakat sen nasihat yolundan ayrılma. Nasihat edeni Allah (cc) çok
sever. İnsanlar her zaman uyarılma ihtiyacı içindedir. Allah (cc) bu ihtiyacı
seninle giderirse çok şükretmelisin. Bilmediğin şeylerden sorumlu tutulmazsın.
Efendim bu gibi hakîkâtlerin ışığında hep kendinizi
gizli tutmaktan gayeniz nedir?
Evliyaullah gözlerden gizlidir. Ancak kutb-ul irşat olan zatla
manevî vazifeleri olan meşâyih (şeyhler) halkı irşat ile vazifeli olduklarından
kendilerini açığa vurmak mecburiyetinde kalırlar. Eğer ki, şu yazdıklarınızı
hayatımızda yazmaya kalksa idin yine râzı olmazdık. Fakat ölümden sonra olan
şöhretin kişiye zararı yoktur. Onun için bazı şeyleri açığa vuruyoruz. Eğer
ki sırları anlatan bir kitap yazmaya kalksa idik, önceden yazılmamış olanlardan
olurdu. Sonra biz kendimizi şöhret afetinden koruduk. Eğer bir şöhret olacaksa
yine Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi)
Efendimize aittir. O´nun olduğu bir yerde şöhret insana mahcupluktan başka bir
şey getirmez.
Öyle kendimizi sakladık ki, bize aşırı sevgi besleyenlerin mutedil
bir sevgiye kavuşmalarını istedik. Çocuklarımızda bile kötü haller zuhur etti.
“Bu dedikleriniz olan şeyh daha çocuklarını yetiştirmekten acizdir” dediler. Bu
sözleri diyenlere karşı Allah (cc)´tan bir talepte bulunmadık. Allah (cc)´tan kabul edilmeyen hiçbir
duamızda olmadı. Bilmiyorlar ki her işi
eden eyleyen Allah (cc)´tır. Biz belki çok yüksek makamların sahibi olmuşsak
ta, bir peygamber olmadığımız muhakkaktır. Kemâlatımızda nübüvvet nurları olsa
da, aciz bir kul olduğumuzu hiçbir zaman unutmadık. Bu bir farktır. Farkı fark
etmek lazımdır.
Şunu da unutma bütün veliler hakîkât bahçesinin çiçekleridir.
Hiçbiri birbirine benzemez. Fakat ayrı bir güzellik ve kokuları vardır. Onun
için geniş olan güzelliği daraltmak olmak olmaz. Benim şeyhim üstündür sözünü
kullanmak, razı olmadığımız şeylerdendir.
Efendim evliyalar kabirleri niçin daha çok ziyaret edilir?
Evliyalar dini yaşarken
nefisleri için yaşamazlar. Fakat nice ilim ve şöhret ehli nefisleri için dini
yaşadıklarından vefatlarından sonra unutulup gitmişlerdir. Nice meczup kabri
bile hala hayatta gibi ziyaret edilir. Sende dini yaşarken kendin için yaşama.
Her zaman Allah (cc)´ın kulları için bir menfaat sahibi olmayı düşün. Evliyalar
ibadet çokluğu ile değil gönül halleri ile insanların hallerine şifa
olmuşlardır.
Mesela mezhep imamları sırf
ilim ehli olmayıp velâyet mertebelerinde en yüksek mertebelere erdiklerinden
yollarını takip edenler bulunmaktadır. Mezhep imamı olup ta müntesipleri
kalmayanların velâyette mertebelerinin durumu ile orantılıdır. Ebû Hanîfe (ks)
Hazretleri “Eğer Allah (cc)´ın velileri âlimler değilse, Allah (cc)´ın velileri
yoktur” buyurdular.
Onun için içi olmayan dış,
makbul olmayan şeylerdendir. Velâyet, ilim ile doğru orantılıdır. Nice ümmî
veliler vardır. Sözleri ciltlerce kitapla açıklanır. Demek ki onlar ilim sahibidirler.
Efendim
velâyette mertebesi yüksek sandığımız çok kişinin unutulması acaba nedir?
Efendimiz (sallallâhü aleyhi ve
sellem) buyurdu ki;
“Benim ümmetimin âlimleri Beni İsrail´in peygamberleri gibidir.”
Zaman içerisinde terakki eden bazı
kutlu kişiler, Ümmet-i Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem) arasında cemaatlere önder olurlar. Yolları Peygamberimiz Efendimiz
(sallallâhü aleyhi ve sellem ve ala âlihi)´nin şeriatı üzeredir.
Fakat müntesiplerinin kudretleri ancak o kutlu zatın dairesini
aşamayınca, onunla dini hayatı yaşamamışlardır. Bundan dolayı da tabileri
ayıplanmazlar. Fakat istenilen mertebe Resûlüllâh (sallallâhü aleyhi ve
sellem)´de fena olmaktır.
Tasavvufta Fena-fi´r-resul makamı
ara makamlardan sayılsa da Allah (celle celâlühû)´ta fena olma makamı bu makamdan ayrı
değildir. Fena-fi´llah makamı ile Fena-fi´r-resul aynîlik ve gayrilikle
(başkalık) ile vasıflanmıştır. Eğer ki; müridi O´nun makamına komşu olmazsa manevî yolu noksan olup, kesik kalır.
Mesela; vefatlarından sonra
bazı evliya tasarruftan men edilir. Bu onların mertebelerine bağlıdır. Eğer bir
veli Muhammedî meşrepte değilse onun tasarrufu devam etmez. Çünkü İslâm dışında
bütün dinlerin şeriatı kaldırılmıştır. Yani İsevî, Musevî, İbrahimî vb.
meşrepli veliler vefatlarından sonra tasarrufları kesilince ister istemez
onların bağlıları da zamanla azalmıştır.
Efendim velileri incitici şekilde tenkitler
çok olmaktadır. Ulema kesimi ise bunu aşırıya götürüp tasavvuf erbabını
aşağılamaktan kendilerini alamıyorlar.
Ulema kendilerini ahkâmın koruyucusu kabul ederler. Fakat
ilmin uygulamasına gelince, edebine riâyet etmedikleri gibi ibadet yönünden de
çok zayıf kalırlar. Öyle aşırı giderler ki tasavvufu hurafeler yığını gibi
görmeleri yanında, dinin dışında görüp küfür ehline karşı takındıkları tavrı
takınırlar.
Ulema bu ilmin koruyucusudur. Fakat ilmin yaşamasını azamî
şekilde, irfan ehli olan tarikat ehli yapar. Eğer tarikat ehli olmasa idi, bu
dinin doruk noktasındaki ibadetleri belki de hayal olurdu. İbadetteki aşırılık
ulema tarafından basite indirgense de, ibadetin olmadığı hayatta muamelatın
(uygulamalar) olmayacağı kesindir. Velâyet mertebelerinde öyleleri vardır ki,
uykusunda ayağını uzatmaktan haya eder. Bu gibi durumlar Allah (cc) katında
makbul olan hakîkâtlerdendir.
Bizim yolun istismarı çoktur. Çünkü gönül işidir. Ulemayı
taklit etmek ise zordur. Çünkü sahtesi açığa çabuk çıkar.
Bize göre dinin gülleri evliyalarsa onları koruyanlar da
alimlerdir. Fakat bu ayrılık rüzgarı yıllarca esti ve yine esecektir. Çünkü
meşrepler farklı olunca, aynı şeylerden tat almakta mümkün olmaz.
Efendim velayet sahiplerinin kendilerini
bilmeleri nasıl olur?
Onlar kendilerinde olan şeyi de bilmeleri mümkün değildir.
Fakat Allah (cc) ve dostları onu yavaş yavaş alıştırarak hazırlarlar. Bu
hazırlama ile varlığa düşürmeden istenilen boyuta getirilirler.
Sonra o hale gelirler ki, Abdulkadir Geylani (ks) den ulaşan
sözde bu hakîkât açıkça anlatılmıştır.
“Allah´ın velî
kulları, diğer insanlara nispetle sağır ve kördürler; kalpleri Allah (cc)´a
yakınlık peydâ edince başkasının sözünü duymaz olurlar, başkasını görmez
olurlar. Yakınlık onları mest-u hayran eder, ilâhî heybet onları kendilerinden
geçirir. Muhabbet onları mahbublarının yani Allah (cc)´ın huzuruna bağlar. Artık onlar Celâl sıfatiyle Cemâl sıfatının
tecellileri arasında bir mevkidedirler, ne sağa, ne de sola meyletmezler.
Onların, ötesi olmayan bir yönü var; insanlar, cinler, melekler ve diğer
yaratıklar onlara hizmet eder. İlim ve hikmet onların susuzluğunu giderir.
Allah (cc)´ın fazl-ü kereminden yerler, dostluk şerbetinden içerler. Halkın
sözü onları meşgul etmez. Onlar bir vadide, halk da ayrı bir vâdidedir. Halka,
Allah (cc)´ın emrettiğini emrederler Peygamberlere vekâleten, halkı Allah
(cc)´ın men ettiği şeylerden men ederler. Hakikat de Peygamberlerin vârisleri
bunlardır.
“Allah (cc)´ın velîleri, O´nun huzurunda edep makamındadırlar.
Hakk´tan açık bir izin olmadıkça hareket etmezler, bir adım bile atmazlar.
Kalplerine açık bir müsaade ilhâmı vâki olmadıkça mubâh şeylerden yemezler,
giymezler, nikâh yapmazlar ve hiçbir sebepte tasarrufta bulunmazlar. Onlar Hakk
ile beraberdirler; kalpleri ve gözleri evirip çeviren yegâne mutasarrıf ile
kaimdirler. Rablerine şu dünyada kalpleriyle, ahirette cisimleriyle
kavuşmadıkça hiçbir kararları olmaz. Yani Allah (cc)´a kavuşmadıkları müddetçe
gönül rahatlığına erişemezler.”
Efendim isteklerimize kavuşabilecek miyiz?
Bizim yolumuzda istek
sahibi olmak diye bir şey yoktur. Peygamber
(aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz elindeki iki çakıl(dan birini yakına, diğerini uzağa) atarak: “şu ve şu neye delalet ediyor
biliyor musunuz?” dedi.
Sahabe-i güzîn
Efendilerimiz: “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler.
Buyurdu ki: “şu uzağa düşen emeldir, bu yakına düşen
de eceldir. Kişi emeline ulaşmak için gayret ederken ulaşamadan ölüverir”. (Tirmizî)
Bize göstermiştir hiçbir kimse isteklerine kavuşamayacaktır.
Velâyet mertebesindekilerde dahi, istekler bitmez. Çünkü onlar bile Allah (cc)
aşkının izdırâbından sükûnet bulamazlar. Hep kavuşma arzuları vardır. Buna ise
dünya aleminde bir şekilde kavuşulamaz.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz
en büyük isteğini ahirete bırakması bundandır. Yani şefâat hakkını ahirete
bırakarak ikinci bir halin karşısında isteğini zâyi etmemiştir. Biliyordu ki
bir isteğin arkasını bir başka istek takip eder. Ahirette ise istekler
karşılanmak ile hüküm altına alınmıştır. Basiret sahipleri istek sahibi
olmaktan Allah (cc)´a sığınmışlardır. Çünkü istemek, karşısındaki varlığın
dilenen için halinden anlamadığı ihtimalini de ortaya çıkarır ki, bu Allah (cc)
için olmayacak bir şeydir. Çünkü Allah (cc) istemeden istekleri vermeye mutlak
kâdirdir. Veliler onun için Allah (cc)´tan bir şey istemekten haya ederler.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz ise istek olarak
gösterdiği dualar yolun başındakiler içindir. Çünkü şeriat avam ile havasa
birden inmiştir. Avam daraldığı yerde Allah (cc)´a direkt müracaat ederken,
havas beklemeyi tercih ederek Allah (cc)´ın büyüklüğünün zahir olmasını bekler.
Çünkü bu bekleyiş, tasdik makamının zirvesidir. Allah (cc) her şeye kâdirdir.
Fakat yine sen istek sahibi ol. Çünkü bu emirle
sabittir. Allah (cc)´ım bizi affet.
Efendim istemek konusu gelince bize İsm-i âzam hakkında bilgi verir misiniz?
İsm-i âzam “En
büyük” isim demektir. İsm-i âzam vücudun
zikridir. Lisan ile yapılamaz. Bütün vücuttan gelen bir sestir. Bunun zikri
yapana ağır gelir. Yani zikir zerrelerden çıkarak yapılır. Aşağıda bazı isimler
gelecektir. Hangisinin İsm-i âzam
olduğunu tayin etmekte çok zordur.
Allah (cc)´ın isimleri hakkında en büyük ifadesi ile
isimlerde derecelendirmek yanlış olabilir. Gerçekte Allah (cc)´ın bütün
isimleri büyüktür. Öyle ise bu ifâde niçin kullanıldı sorusu aklına gelebilir.
Bu ifâde aslında rivayetler incelendiğinde aynı isimde birleşmez. Değişik
ifadeler olması ismin, bir isim olmadığı ve zamanla ve insanlarda farklılıklar
göstermektedir.
Allah (cc) ´tan başka şeylerden yüz çevirerek, tam bir ihlâsla zikredilen her isim, İsm-i
Âzam´dır, zira harflerin birbirine karşı farklı bir şerefi yoktur.
Fakat bütün isimler İsm-i Âzâm´ın çerçevesi içinde saklıdır. Şöyle ki,
Ulvî ve süflî (dünya) alemde Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihî)´e
muhtaç olmayan bir nesne olmadığına göre, Hakîkât-ı Muhammediye ve İsm-i Âzâm birdir.
Hakîkât-ı Muhammediye de İnsan-ı kamil´de tecelli eder. İnsan-ı kamil ise, bulunduğu zamanda İsm-i Âzam´ı görmede
kullanacağın aynadır. Eğer bu aynayı bulamazsan bu isme ulaşamazsın. İnsânı Kâmili idrak etmek, İsm-i Âzam-ın göründüğü yer olarak bilmek
demektir.
Hz. Aişe radiyallahu anhâ ile Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselam ve ala âlihî) arasındaki olan konuşma sana çok şeylerin haberini
verecektir.
“Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam
ve ala âlihi) Efendimiz bir gün şöyle yalvardılar:
“Allah (cc)´ım! Ben, senin pak, güzel, mübarek ve yüce katında en sevimli olan,
onunla dua edildiği taktirde hemen icabet ettiğin, onunla senden istenince
hemen verdiğin, onunla rahmetin talep edilince rahmetini esirgemediğin, onunla
kurtuluş talep edilince kurtuluş verdiğin isminle senden istiyorum.”
Başka bir gün Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala
âlihî) Hz. Aişe radiyallahu anhâ´ya “Ey Aişe! Kendisiyle dua edildiği taktirde icabet ettiği ismi, Allah
(cc)´ın bana gösterdiğini sen biliyor musun?” diye sordu.
Hz. Aişe radiyallahu anhâ der ki: “Ben: “Ey Allah
(cc)´ ın Resûlü! Annem babam sana feda olsun, onu bana da öğret!” dedim.
“Ey Aişe onu
sana öğretmem uygun düşmez!” buyurdu. Bu cevap üzerine ben de oradan uzaklaşıp
bir müddet tek başıma oturdum. Sonra kalkıp, başını öptüm ve:
“Ey Allah (cc)´ın Resulü! Onu bana öğret” diye ricada bulundum.
O yine: “Onu sana öğretmem uygun olmaz, Ey Aişe!
Onunla senin dünyevî bir şey talep etmen uygunsuz olur” buyurdu.
“Hz. Aişe radiyallahu anhâ devamla der ki: “Ben de
kalkıp abdest aldım, sonra iki rekat namaz kıldım, sonra: “Allah
(cc)´ım! Sana Allah (cc) isminle dua ediyorum. Sana Rahmân isminle dua
ediyorum. Sana Bir´rur-rahîm isminle dua ediyorum. Sana bildiğim ve bilmediğim
güzel isimlerinin hepsiyle dua ediyorum. Beni mağfiret et, rahmet eyle” diye
dua ettim.”
Hz. Aişe radiyallahu anhâ devamla der ki: “Bu duam üzerine
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz güldü ve: “İsm-i
Âzam, senin yaptığın şu duanın içinde geçti” buyurdu.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) hangi
ismin İsm-i Âzam olduğunu kesinlikle belirtmemiştir. Fakat işaretler buyurarak
ismin dolandığı çerçeveyi biz acizlere beyan etmiştir.
“Allah (cc)”, el-Hayyu´l-Kayyûm, “La
ilahe illallah”, “er-Rahmanu´r-Rahim”, “Allahu´r-Rahmanu´r Rahîm”,
“Allahu la ilahe illa huve´l-Hayyu´l-Kayyum”, “Lâ ilahe illa hüve´l-Hayyu´l-Kayyum”,
“Rabb”, “Allahu lâ ilahe illâ hüve´l-Ahadü´s-Samedü´llezî lem yelid
ve lem yüled ve lem yekün lehü küfüven ahad”, “el-Hannânu´l-Mennânu
Bedî´u´s-Semâvat ve´l-ard zü´l-Celâli ve´l-ikram el-Hayyu´l-Kayyum”...
İsm-i âzam
burada bulunmayan isimlerden de olabilir. Lakin
hepsinde “Allah” kelimesi mevcuttur. Bu durumdan hareketle İsm-i âzam´ın “Allah” lafzı
olduğuna görüşlerin yönelmesi vardır.
Çünkü bu isim sıfat olmayıp, zat isimidir. Bütün isimleri ve sıfatları
kendinde toplamıştır.
Bize göre her şahsın İsm-i Âzamı farklıdır. Çünkü böyle olması daha uygundur. İnsan yaratılış
yönünden mükemmel yaratılmıştır. Fakat bu mükemmelliğin harekete geçmesi her
insanda aynı merkezden olmaz. Çünkü terbiye edilebilecek vasıfta olan
insanoğlu, aynı terbiye yolu ile terbiye olmadığı gibi, hepsi aynı manevî
makamda olmadığı kesindir. Senin için uygun olanı biz söyleyebiliriz. Fakat sen
kendin bulursan bu isimle tasarruf edebilirsin. Çünkü Allah (cc) sevdiklerine
bu ismi bağışlar. Bağışladığı zamanda Allah (cc)´ın işlerine karışmamaya ve
dünya nimetlerine rağbet etmediğin zaman olur ki, o zamanda istek diye bir
şeyde sende kalmamış olur. O zamanda bilmek ve bilmemek sende aynı şeyler
olmuştur.
Efendim himmet almak nasıl olur?
Himmet,
müridin sadâkati ve söz dinlemesi ile kazanacağı lütuf ve tasarruftur. Şeyhin
müritte tasarruf etmesi için bir bağın varlığı şarttır. Eğer bir bağ olmaz ise
bu tasarrufta gerçekleşmez ve müritte bir olgunlaşma da olmaz. Bu bağın
benzeri, La ilâhe illallah Muhammed´ür-rasûlullah demedikçe yapılan amellerin
kabul olmamasıdır.
Himmet
beklersen, hizmet etmen lazımdır. Hizmet denilince yardım türü amel etmen
değildir. Hizmet gönlün kendini unutup, efendisine kurban edecek hale konulup
söz tutmandır. Eğer bu hizmeti yapmazsan senelerce bir kapıda hizmetçi olsan
bir menfaat zuhur etmez.
İhvanımız
sıkıntı anında bizi unutmazsa biz onu unutmayız. Onun ihtiyacı olan duayı Allah
(cc)´a yaparız. Allah (cc) da duamızı kabul eder. Biz sizleri kartalın
gökyüzünden bakışı gibi bir an gaflete düşmeden yaparız.
Sizin
türlü ihtiyaç ve dualarınız vardır. Öyle ki istekleriniz olmaz. Dualarınız kabul olunmaz. Fakat bizim
dualarımız ve isteklerimiz Allah (cc) tarafından muhakkak kabul edilir. Aslında
Allah (cc) duaların hiçbirini ret etmez. Lakin isteyen kulun menfaatini devamlı
olarak da gözetir. Ama kul bunun farkında değildir.
Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) buyurdular ki: “Rabb´iniz ziyade haya
sahibidir, kerimdir. Kulu dua ederek kendisine elini kaldırdığı zaman, O,
ellerini boş çevirmekten haya eder.” (Tirmizî)
Allah
(cc) duaları muhakkak kabul eder. Birde dua eden temiz ağız olursa bu duanın
ret edilmeyeceğine kuşkun olmasın.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) “Allah
(cc)´a temiz ağızlarla dua ediniz” buyurmuştur. “Temiz ağızlar” nedir diye sorulunca;
“birinizin ağzı, diğerine temizdir” demiştir. Bizim ağzımız sizin ağzınız
olmuştur. Önemli olan bu ağza sahip çıkmaktır. Fakat çokları buna sahip olmak
şöyle dursun kalpleri buna inanmak istememiştir. İnanırsan böyledir.
Efendim duanın başka kabul olma şartı da var mıdır?
Salih
amel duayı yerine ulaştırır. Onun için salih amel işlemen dua etmendir.
Ömer
bin Hattab (radiyallahü anh), “Allah (cc)´ın haram kıldığından sakınmakla dua
ve tesbih kabul edilir,” Ebu Zer
(radiyallahü anh) ise “yemeğe tuzun yettiği gibi duaya da iyilik yeter”
dedikleri rivayet edildi.
İsrail
oğullarına bir bela geldi, buna bir kurtuluş aradılar. Allah (cc) onların
peygamberine şunu haber vermesini vahyetti:
“Siz
yüksek yerere pis bedenlerle çıkıyorsunuz, siz kan akıttığınız ve evlerinizi
haramlarla doldurduğunuz avuçları bana açıyorsunuz, şimdi benim gazabım sizin
üzerinize şiddetli oldu ve benden ancak uzaklaşmanız artacaktır.”
Bizler
ise icabetin yolunu günahlarla kapattık. Her sıkıntıda Allah (cc)´a dua
ediyoruz sonra sıkıntılar gidince O´nu unutuyoruz. Sonra duaya nasıl icabet
ümit ediyoruz, anlayabildin mi?
Efendim ben bu sözlerinize ve diğer sözlerinize her zaman iman
ettim.
Allah (cc)´ın derhal kabul buyuracağı dualardan
biri de, mümin kimsenin mümin kardeşi için gıyâbında yapacağı duadır. Sana düşen bir şeye
muhtaç olduğunda Allah (cc)´tan değil bizden istemendir. Bizden isteyince senin
ihtiyacın için biz duada bulunuruz. Bizimle Allah (cc) arasında perde yoktur.
Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhisselâtü vesselam ve
ala âlihi) Efendimiz “İcâbete mazhar olmada gâip kimsenin, gâip kimse hakkında yaptığı duadan daha süratli
olan yoktur.”(Tirmizî)
“Müslüman kimsenin, kardeşi için gıyâbında yaptığı dua müstecâptır. Dua edenin başucunda ona müvekkel bir melek vardır. Kardeşi için hayr dua yaptıkça bu melek: “Amin, istediğin şeyin bir misli de sana
olsun” der.”(Müslim) buyurdular.
Biz bize teslim olan için kendimize istemediğimizi onun için
isteriz.
Efendim sizi çok seviyorum.
Kur´an-ı
Kerim´de “De ki; herkes kendi kâbiliyetine göre amelde bulunur.” (İsra 84)
buyruldu.
Bizi
Allah (cc) için sev. Bizdeki kemâlatımıza bakarak seversen bir fayda
bulamazsın. Çünkü bunda illaki bir şahsî menfaatin vardır.
Fahri
âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz,
“Allah
(cc) herkesi sevdiği taife ile haşreder.”
“Bir
insan bir taifeyi yaptıkları işten dolayı severse, kıyamet günü onlarla beraber
haşreder.” (Kenz-ül İrfan) buyurdular.
Bizi
sevmenin karşılığını elbette göreceksin. Bizi seven, işimizi de sever. Bu sevgi
ise seni mahrum etmeyecektir. Kişi kendinde olmayanı sevemez. Sen bizim halimiz
ile hallendiğin için bu sevgi sana kolay gelecektir. Bu sevgide seni Allah
(cc)´a götürür. Allah (cc)´ta bir kulu severse, hiçbir şey ona artık zarar
veremez. Günah da zarar veremez. Yani onu günahtan muhafaza eder. Razı olunan
makama ulaştırır.
Fahri
âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz “İnsan
bir şeyi severse daima onu yâd eder” buyurdu. Bizi unutma. Biz seni unutmayız.
Bizim unutmadığımızı da Allah (cc) unutmaz.
Allah
(cc) bir kulu sevmişse isterse o kul O´ndan yüz çevirmiş olsun. İlâhî sevgiden
muhakkak faydalanır. Allah (cc)´ım bizi Sen sev. Çünkü biz Seni nasıl
sevebiliriz.
Efendim bazı kişiler ders alınca aklını oynatmaları
veya sapıtmaları nedendir?
Zikir dersi veren kişi veli ve arif olmalıdır. Dersi
verirken nuru ile birlikte verir. Eğer bu nur olmazsa zikir esnasında şeytan
hazır olur. Zikredene zarar vermeye çalışır. Fakat nuru ile alınmışsa; nur ona
perde olur. Bu şekilde şeytanın zararından korunur.
Efendim Kur´an-ı Kerim hafızları bu isimleri devamlı zikrederler.
Onların
şeyhleri Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi)
Efendimizdir. Onları devamlı şeytana karşı O muhafaza eder. Akılarını kaybeden
hafız-ı kelam yoktur. Bazı aklını yitirenler olması ise, yaşadığı hayatın
gafletine keffâret olsun diye olur ki buda rahmettir. Bazılarının da ağır bir zikir olan Kur´an-ı Kerim-i
unutmaları ise, manevî hallerinin zayıflığındandır.
Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî)´in “Kur´an-ı Kerim´i unutmaktan büyük
günah görmedim” demesi bu durumu açıklar.
Zikir
bir emanettir. “Emaneti ehline veriniz” sırrından zikri tarif eden kadar ve
verilecek yerde önemlidir.
Unutma
ki her ders alan, ders almamıştır. Her ders almayanda dersi yok, değildir. Bu
bir hakîkâttir. Allah (cc) cümlemizi zikir ehlinden kılsın.
Efendim bazı evliyadan olduğu gibi sizden
manasını kavrayamadığımız bazı sözler zuhur
ediyor.
Bunun sebebi bizim kendi zatımız değildir.
Peygamber (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz bazı zamanlar
ümmetinden kemâle kavuşmuşlara kendi mânevi giysisini giydirir. Bu giymelerin
uzun süreli olanları da vardır. Bu hal üzerimizde iken bu haller zuhur eder.
Onun için söylenen sözleri bize değil, Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü
vesselam ve ala âlihi) Efendimize nispet etmelisin. Bu haller yinede kemal
ehlinde zuhur eder. Hakîkât ilmi emanettir zâhiren anlaşılmaz gibi bir rumuzla
beyan edilirse, ehil olmayandan korumak içindir.
Bizdeki
tasarruflar ve haller ancak Allah (cc)´ın emir ve iradesi ile olur.
Bütün
yaptığımız ameller ret edilse de Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala
âlihî) ile ilgili olanlar makbul olacaktır. Bu hallerimizden de sorumlu
tutulmayacağız. Bizler O´nsuz geçen ömrü yaşanmış saymayız.
Efendim aşktan bahseder misiniz?
Aklın kaybolduğu yerdeki
sevgidir. Aşkta günahlar sevap, sevaplar günah olur. Zaman ve mekan mefhumu
kalmaz. Sorgu ve sual kalktığı haldir. Eğer bu hal beşerîlikten ilâhî aşka
yönelmezse insanı helak eder. Bizim mektepte aşk ilk derstir. Bu dersi bütün
ihvanımıza okuturuz. Bu dersi verenler sonunda irfan mektebine talebe olurlar.
Aşk´ın geçilmesi zor ve tehlikeli olduğundan çok kaybı olan bir derstir. Bu
dersi okuyan ihvanda kurtuluş çaresi teslimiyet bağını bağlanmalıdır.
Teslimiyet elbette seni hedefine vardıracaktır.
Aşkın bahisleri muğlak yani
kapalıdır. Onun için sözden çok yaşamakla tadılan bir şey olduğunu unutmamak
lazımdır.
Efendim güvenmek nasıl olmalıdır?
“Rasûlüllâh (aleyhisselâtü vesselâm ve ala âlihi)
vesselâm Beni İsrail´den bin dinar borç para isteyen bir kimseden bahsetmiştir.
Beni
İsrail´den borç talep ettiği kimse: “Bana şahitlerini getir, onların huzurunda
vereyim, şahit olsunlar!” dedi. İsteyen ise: “Şahit olarak Allah (cc) yeter!”
dedi. Öbürü: “Öyleyse buna kefil getir” dedi. Berikisi “Kefil olarak Allah (cc)
yeter” dedi. Öbürü: “Doğru söyledin!” dedi ve belli bir vade ile parayı ona
verdi.
Adam
deniz yolculuğuna çıktı ve ihtiyacını gördü. Sonra borcunu vadesi içinde ödemek
maksadıyla geri dönmek üzere bir gemi aradı, ama bulamadı. Bunun üzerine bir
odun parçası alıp içini oydu. Bin dinarı sahibine hitabeden bir mektupla
birlikte oyuğa yerleştirdi. Sonra oyuğun ağzını kapayıp düzledi. Sonra da
denize getirip:
“Ey
Allah´ım, biliyorsun ki, ben falandan bin dinar borç almıştım. Benden şahit
istediğinde ben: “Şahit olarak Allah (cc) yeter!” demiştim. O da şahit olarak
sana razı oldu. Benden kefil isteyince de: “Kefil olarak Allah (cc) yeter!”
demiştim. O da kefil olarak sana razı olmuştu. Ben ise şimdi, bir gemi bulmak
için gayret ettim, ama bulamadım. Şimdi onu sana emânet ediyorum!” dedi ve odun
parçasını denize attı ve odun denize gömüldü.
Sonra
oradan ayrılıp, kendini memleketine götürecek bir gemi aramaya başladı. Borç veren
kimse de, parasını getirecek gemiyi beklemeye başladı. Gemi yoktu ama, içinde parası
bulanan odun parçasını buldu. Onu ailesine odun yapmak üzere aldı. Testere ile
parçalayınca parayı ve mektubu buldu.
Bir
müddet sonra borç alan kimse geldi. Bin dinarla adama uğradı ve:
“Malını
getirmek için aralıksız gemi aradım. Ancak beni getirenden daha önce gelen bir
gemi bulamadım” dedi. Alacaklı:
“Sen
bana bir şeyler göndermiş miydin?” diye sordu. Öbürü:
“Ben
sana, daha önce bir gemi bulamadığımı söyledim” dedi. Alacaklı:
“Allah
(cc), senin odun parçası içerisinde gönderdiğin parayı sana bedel ödedi. Bin
dinarına kavuşmuş olarak dön” dedi.” (Buhari)
Aklın
bu hikayede dona kalacağı muhakkaktır. Şu unutulmamalıdır; “Allah (cc) ne güzel
vekil ve ne güzel yardımcıdır”
Güvenmekte asıl olan şey aczin verdiği teminât kuvvetli
tarafından kabul edilmesidir. Bunda niyet halis olursa, iki taraf art niyetli
olmazsa Allah (cc) kendini aralarında tecelli ettirir. Allah (cc) kullar
arasında işleri gizli niyetlerine kadar bilir. Fakat art niyetlerin varlığı
işlerin aksine gitmesine sebep olur.
Fahri
âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz
buyurdular ki: “Borç, Allah (cc)´ın hoşlanmadığı bir şeye ait olmadığı
müddetçe, Allah (cc), borcunu ödeyinceye kadar borçlu ile birliktedir.”
Samimi
olmak Allah (cc)´ın yardımına kavuşmaktır. Ne zaman ki insanlar birbirlerine
art niyetler taşıyınca samimiyet ortadan kalktı. Bu sebeple iyi niyetli
insanlar bile iyi hallerini kaybetmeye başladılar. Fakat şu bir gerçek ki sen
her zaman yapabileceğin ve zararı dokunmayacak bir iyiliği, yani yaptığın da
pişman olmayacağın iyiliği terk etme.
Rasûlüllâh (aleyhisselâtü vesselâm ve
ala âlihi), bir adamın “Allah´a yemin olsun ki, Allah (cc) filancayı
bağışlamaz” dediğini, Allah (cc)´nın da buna şöyle buyurduğunu bildirdi:
“Her kim Benim birisini mağfiret
etmeyeceğim üzere yemin edecek olursa, kast ettiği o kimseyi bağışlar ve kendisinin
amelini de boşa çıkarırım.” (Müslim)
Çünkü
insan cennete kendi amellerinden çok başkalarına yaptığı iyilikler ile
gidecektir. Çünkü bir mümin kardeşine yapacağın ve düşüneceğin iyilik Rabbânî
ahlak ile ilgilidir. Yani ilâhlık sıfatından gelir. Allah (cc) ise bu sınıf
iyilikler karşısında, kullarını daha çok rahmet ve iltifatla mükafatlandırır.
“Efendimiz
(aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihî) buyurdular ki: “Sizden önce yaşayanlardan
bir tüccar vardı. Halka borç verirdi. Borçluları arasında fakir görürse hizmetçilerine:
“Onun borcundan vazgeçiverin, böylece Allah (cc)´ın da bizim günahlarımızdan
vazgeçeceğini umarız” derdi. Allah (cc) da onun günahlarından vazgeçti.”
(Buhâri)
Efendim sevgideki temel nedir?
Fedakarlık
bu temelin esasıdır. Eğer ki ısrarcı olursan bil ki sevgi kaybolup gider. Eğer
kullar kendilerini Allah (cc)´a feda etmezlerse sevgi yolu açılmaz. Burada
Allah (cc)´ın fedâkarlığı nedir? dersen; cevabımız şudur.
Allah (cc) kullarına layık olmadıkları
nimetleri fazlaca ihsan buyurmasıdır.
Kur´an-ı Kerim´de “Eğer Allah (cc) insanları
yaptıkları şey
yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı mahlûk bırakmazdı. Fakat onlar belli bir müddete kadar
tehir buyuruyor. Nihayet ecelleri gelince haklarında amellerine göre muamele
yapılacaktır.
Çünkü Allah (cc) kullarını hakkıyla görücü bulunmaktadır.” (Fatır45)
buyurması; “Ben sizlere fedakarlık etmekteyim, yoksa kul olarak sizler bana,
bir şekilde itiraz etmektesiniz” manasına gelmektedir.
Bizlerde ihvanın eğer hatalarını hemen görüp ona göre muamele
yapsaydık, etrafımızda hiçbirisi kalmazdı.
Peygamber (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz için şu
ayetin inmesi fedâkarlığın karşılıklı olduğu, seven ve sevilen arasında
müşterek olduğudur.
“Allah (cc)´tan bir rahmet sebebiyledir ki, onlara yumuşak davrandın, eğer sen çirkin huylu, katı yürekli olsaydın, elbette etrafından dağılırlardı. Artık
onları affet, onlar için af talebinde
bulun, ve onlar ile emir hususunda müşavere yap. Sonra azmettiğin zaman da
Allah (cc)´a tevekkül et. Şüphe yok ki, Allah (cc) tevekkül edenleri sever.”
(Al-i İmran 159)
Allah (cc) kullarına sayılmayacak nimetler vermiştir. Fakat
onlardan da fedâkarlık istemektedir.
“Şüphe yok ki; Allah (cc) müminlerden nefislerini ve mallarını, cennet muhakkak onların olması karşılığında satın almıştır. Allah (cc) yolunda savaşacaklar da
öldürecekler ve öldürüleceklerdir. Onların öyle cennete
konulmaları, Tevrat´ta,
İncil´de ve Kuran´da zikredilmiş, hak olan bir ilâhî va´didir. Sözünü Allah (cc)´tan daha fazla yerine getirebilen kim vardır?
Artık yapmış olduğunuz o alışverişten dolayı size müjdeler olsun ve işte bu, en büyük bir kurtuluştur. (Tevbe 111)
Çokları vardır yanımıza gelirler ´Efendi
Hazretleri bu can sana fedâdır´ derler. Fakat biz ona iğne ucu kadar bir dokunsak
görürsün ki, canından vazgeçmemiştir. Aşkın ilk sözü ´Fedâkarlık´ tır. Bunun
tarifini Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) şöyle yapmıştır.
Hz. Ömer (radıyallahu anh):”Ey Allah (cc)´ın Rasûlü! Sen bana,
nefsim hâriç her şeyden daha sevgilisin!” dedi. Efendimiz (aleyhissalâtü
vesselam ve ala âlihî) şu cevabı verdi: “Hayır! Nefsimi elinde tutan Zât-ı Zül-celâl´e yemin ederim, ben sana nefsinden de sevgili
olmadıkça imanın eksiktir!”
Hz. Ömer (radıyallahu anh): “Şimdi, sen bana nefsimden de sevgilisin!” dedi.
Bunun üzerine Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala
âlihi) Efendimiz: “İşte şimdi kâmil imâna erdin Ey Ömer!” buyurdular.” (Buhârî)
Şunu da unutma ki; yine en çok fedâkarlık Allah (cc)´ındır. Çünkü
aczin ve zayıfın fedâkarlığı kuvvetliye olmadığıdır. Buna göre kuvvetliye
düşen, zayıfı af etmesidir. Bizler her zaman Allah (cc)´tan affımızı
istemeliyiz. Bizler zayıf ve aciz kullarız. Allah (cc)´tan daha merhametli
hiçbir şey yoktur.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz´in
huzurlarına bir takım esirler gelmiştir. Bunların
içinde emzikli bir kadın vardı.
Çocuğunu kaybetmişti. O, göğsüne biriken sütü sağıyor
çocuklara veriyor, emziriyordu. Bu kadın esirler arasında çocuğunu bulunca
hemen alıp sînesine bastı ve derin bir şefkatle çocuğunu emzirmeğe başladı. Bu yüksek şefkat
levhasını görünce, Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve
ala âlihi) Efendimiz bize:
Şu kadının çocuğunu ateşe atacağını sanır mısınız? dedi. Biz de: Hayır, atmamağa muktedir oldukça atmaz, dedik.
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz:
“İşte Allah (cc) kullarına,
bu kadının çocuğuna şefkatinden daha
merhametlidir”, buyurdu.
Efendim sevgideki işareti bize bildirir misiniz?
Bunu sormasaydın iyi olurdu. Buna dayanan fazla olmadı. Çünkü
sevgi güzel ve mükâfatı çok olmasına rağmen birazda elemden de uzak değildir.
Her güzelliğin bir zahmeti olsa gerektir. Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve
ala âlihi) Efendimiz bize bunu şöyle bildirdi.
“Bir adam gelerek “Ey Allah (cc)´ın Rasûlü! Ben seni seviyorum” dedi. Rasûlüllah:
“Ne söylediğine dikkat et!” diye cevap verdi.
Adam: “Vallâhi ben seni seviyorum!” deyip, bunu üç kere
tekrar etti. Rasûlüllâh (aleyhisselâtü vesselâm ve ala âlihi) bunun üzerine
adama:
“Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla.
Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha süratli gelir.”
(Tirmizî)
“Kişi
diyaneti nispetinde belaya maruz kalır. Peygamberler, sonra büyüklükte onlara
ve bunlara yakın olanlar. Kim dininde şiddetli ve sağlam olursa onun belası da
şiddetli olur. Şayet dininde zayıflık varsa, Allah (cc) onu da diyaneti
nispetinde imtihan eder. Bela kulun peşini bırakmaz.
Tâ
o kul, hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye kadar.” (Tirmizi)
Şah-ı Nakşibent (ks) Efendimiz
bu sırra binâen “Allah (cc)´ım ihvanıma zekat verecek kadar çok mal, zekat
alacak kadar fakirlik verme” diye dua ederlerdi. Bunun hikmeti ile ihvan-ı
kiramda fazla bir zenginlik zuhur etmedi.
Zenginliğin artmasını malda
değil kanaatte arayınız. Eğer ki mal artıyor ve gafletinde bir artış varsa o
zaman kendine dikkat etmeni isteriz. Her kolaylığın arkası bir zorluk, her
zorluğun arkası da bir kolaylıktır. Fakat “fakirlik neredeyse küfür olacaktı”
sırrını da unutmamak lazımdır. Fakat fakirlik yine zenginlikten daha emniyetlidir.
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) “Fakirlik benim iftihârımdır”
buyurmasına buna delildir.
Allah (cc), sevginin neticesi
verdiği bu nimetin sırrını ahirette açacağı malumdur. Çünkü verilen bu nimet
takdir edilemeyecek kadar büyüktür.
Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve
ala âlihi) Efendimiz “Mirâç sırasında cennetin kapısında
durup içeri baktım. Oraya girenlerin büyük çoğunluğunun miskinler olduğunu
gördüm. Dünyadaki imkân sâhiplerinin cehennemlikleri ateşe gitmeye
emrolunmuşlardı, geri kalanlar da mahpus idiler. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya
girenlerin büyük çoğunluğu da kadınlardı.” (Buhârî)
“Rasûlüllâh (aleyhisselâtü vesselâm ve ala
âlihi) şöyle dua etmiştir: “Allah (cc)´ım, beni miskin olarak, yaşat, miskin
olarak ruhumu kabzet, kıyamet günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret.”
(Tirmizi)
“Bana
zayıflarınızı arayın. Zira sizler, zayıflarınız sebebiyle yardıma ve rızka
mazhar kılınıyorsunuz.” (Ebü Dâvud)
“Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü
vesselam ve ala âlihi) Efendimiz ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç
geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi.”
(Tirmizi)
Bize
örnek olması açısından bu hal gözümüzün önünden hiç kaybolmamalıdır.
“Hz. Ömer (radıyallâhu anh) insanların nail
oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki:
“Gerçekten
ben Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizin bütün gün
açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya adi hurma bile bulamadığını
gördüm.” (Müslim)
Yine, Hz. Ömer (radiyallâhu anh) Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizin
evininin, başını dayandığı içerisi lifle doldurulmuş bir yastık, vücudunun
ancak bir kısmına kifâyet eden hurma yaprağından örülmüş bir hasır, tepesinin üzerinde asılı duran
işlenmemiş bir kaç deri ve bir miktarda deri işlemede kullanılan ağaç
yaprağından olduğundan bahseder.
Hasırın örgülerinin, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî)
vücûdunun açık yerlerinde izler yapmış olduğunu
gören Hz. Ömer (radiyallahu anh) manzaradan müteessir olarak ağlamaya başlar.
Hz. Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) niçin ağladığını sorunca:
“Nasıl ağlamayayım, şu hasır vücudunda izler bırakmış, odada ise görülenlerden başka
bir şey yok. Şu Kisrâ ve Kayser
nehirler, meyveler içerisinde altın tahtlar, ipek ve atlas yataklar üzerinde olsunlar,
Sen ise Allah (cc)´ın Rasûlü ol da böyle yokluk çek, sana da yatak yapsak
olmaz mı? der.
Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi)
Efendimiz “Onların nimeti dünyada peşin verilmiştir.” “Benim dünya ile ne
alâkam var, ben dünyada kendimi bir ağacın altında gölgelenip, sonra bırakıp giden yolcu gibi görüyorum” cevabını vermiştir.
Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü
vesselam ve ala âlihi) Efendimiz bir gün namazını oturarak kılıyordu. Kıldığı
nâfile bir namazdı. Ebû Hüreyre (r.a.), namazdan sonra sordu:
Yâ Rasûlallah! Bir hastalığınız mı var? Namazı
oturarak kılıyorsunuz? Verilen cevap cihanı ürpertecek şekildeydi:
“Yâ Ebâ
Hüreyre, günlerdir ağzıma götürecek bir şey bulamadım. Açlık tâkatimi kesti,
ayakta duracak dermanım kalmadı, onun için namazımı oturarak kılıyorum.”
Ebû Hüreyre diyor ki, bunu duyunca ağlamaya
başladım. Allah Rasûlü kendi durumunu unutmuş, bana teselli veriyordu:
“Ağlama Ya Ebâ Hüreyre! Burada çekilen açlık,
insanı ahiret azâbından kurtarır.” (Kenzu´l-Ummâl)
Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizin şu
halini gözünde bir canlandır.
Gecenin yarısıydı. Açlık Allah Resûlü´nün bütün dermanını tüketmiş
ve artık gözüne uyku da girmez olmuştu. Belki biraz uyuyabilseydi, açlığın o
şiddetli ıstırabından geçici de olsa kurtulacaktı. Ne var ki açlık, O´nu terk
edeceğe benzemiyordu. Evinden çıktı, bir tarafa doğru yürümeye başladı. Biraz
sonra da bir karartı hissetti. Gelen biri vardı. Dikkatini oraya çevirdi;
tanımıştı... Bu, hayatının hiçbir ânında O´ndan ayrılmayan insandı. Hayatı boyunca
hep Onunla beraber olmuştu. Şimdi de gecenin yarısında, Medine´nin bu tenha
köşesinde randevulaşmış gibiydiler. Gelen, Hz. Ebû Bekir (r.a.)´di ve Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) ona selâm verdi. Ardından da sordu:
“Yâ Ebâ Bekir! Gecenin bu vaktinde
seni dışarıya çıkaran nedir?”
Ebû Bekir (r.a.), Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü
vesselam ve ala âlihi) Efendimizi görünce derdini unutuvermişti. Zâten o, hep
öyle idi. Hani Mekke´de Rasûlüllâh (aleyhissalâtü vesselâm ve ala âlihi)´ı
kurtarmak için girdiği kavgada komalık olmuş, bir gün baygın kalmış ve
gözlerini ilk açtığında “Allah Resûlü´ne ne oldu?” diye sormuştu. Anası Ümmi
Ümâre kızmış: “Ölüyorsun; fakat hâlâ O´nu düşünüyorsun” demişti.
O, bilmiyordu ki, Ebû Bekir (r.a.), O´nu düşünmediği zaman ölürdü.
Çünkü Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz, onun hayat
kaynağıydı. İşte şimdi de O´ndan ayrı kalamamış ve bilemediği bir his, onu
buraya kadar sürüklemişti. Sürüklemişti ve Rasûlullah´ın sorusuna “Açlık” diye
cevap veriyordu. “Evde yiyecek bir şey bulamadım, gözüme uyku girmedi ve
dışarıya çıktım.”
Hemen ardından ekledi: “Anam babam Sana feda olsun Yâ Rasûlüllâh,
Sen niye çıktın?”
Cevap aynıydı. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) de
açlıktan dolayı çıkmıştı. Tam bu esnâda bir karartı daha belirdi. Belli ki bu
uzun boylu, görkemli insan Ömer´di. Zâten, tablonun tamamlanması gerekiyordu. Fahri
âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz sağ
tarafına Hz. Ebû Bekir (r.a.)´i almıştı. Gelen Hz. Ömer (r.a.)´di. Karşısında
bu iki dostu görünce O da şaşırıp kalmıştı. Selâm verdi, selâmı alındı.
Kâinâtın Sultanı (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi), Ömer (r.a.)´e de niçin
çıktığını sordu. O da, aynı cevabı verdi:
“Açlık, Ey Allah´ın Resûlü, açlık beni dışarıya çıkardı” dedi.
Efendimizin hatırına Ebu´l-Heysem (r.a.) geldi. Evi o taraflardaydı. İhtimal
gündüz de onu bağında görmüştü. Hiç olmazsa onlara hurma ikram eder ve
açlıklarını yatıştırırlardı. “Gelin Ebu´l-Heysem´e gidelim” dedi.
Ebu´l-Heysem
(r.a.)´in evine vardılar. Ebu´l-Heysem ve hanımı, uyuyordu. Evde, bir de küçük
bir çocukları vardı. Yaşı, beş veya altıydı. Önce kapıyı Hz. Ömer (r.a.) çaldı.
O gür sesiyle “Ya Ebe´l-Heysem!” diye seslendi. Ebu´l-Heysem de hanımı da sesi
duymadı. Fakat, yatağında mışıl, mışıl uyuyan o yavru, birden yatağından
fırladı, “Baba! kalk Ömer geldi” dedi. Ebu´l-Heysem (r.a.), çocuğunu rüya
görüyor sandı. “Yat oğlum, gecenin yarısı, bu vakitte burada Ömer´in işi ne?!”
Çocuk yattı. Kapı açılmayınca, bu defa da o nârin sesli Ebû Bekir (r.a.), gelip
seslendi: “Yâ Ebe´l-Heysem!” Çocuk yine fırladı, kalktı ve “Baba! Ebû Bekir
geldi” diye bağırdı. Babası onu tekrar yatırdı. Fakat son gelen, sesi soluğu
cenâzeleri dahi canlandıran Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtü vesselam
ve ala âlihi) Efendimizdi. O, “Ya Ebe´l-Heysem!” diye seslenince, çocuk, artık
yayından fırlayan bir ok olmuştu. Hem kapıya doğru koşuyor, hem de “Baba kalk,
Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) geldi!” diyordu.
Ebu´l-Heysem
(r.a.), neye uğradığını şaşırmıştı. Hemen kapıya koştu. Gözlerine inanamıyordu.
Gecenin bu saatinde, hânesine, Sultanlar Sultanı nüzûl etmişti. Hemen onları
içeri aldı. Gidip bir oğlak boğazladı. Bu şeref, insana hayatta belki bir kere
nasip olurdu. Hayatının en mutlu ânını yaşıyordu. Canını bile sofraya koysa
azdı. Hurma getirdi, süt getirdi, et getirdi ve bu aziz misafirlerine ikram
etti. Açlıklarını bastıracak kadar yediler. Ardından da yine Peygamber (aleyhisselâtü
vesselam ve ala âlihi) Efendimizin gözleri dolu dolu oldu. Dudaklarından şu
sözler döküldü:
“Allah´a kasem ederim, işte şu
nimetlerden yarın hesaba çekileceksiniz.” (Müslim)
Ardından
da şu âyeti okudu: “O gün, muhakkak bütün
nimetlerden hesaba çekileceksiniz” (102/Tekâsür, 8).
Ya
Rabb´i sevgilinin halini kazanamayız. Lakin bu sevgi uğruna bizi onun tattığı
elemlerden de mahrum etme. Sevgilinin halini kazanmayan aşk ve sevgi yalandan
başka bir şey değildir. Yalan müminde olmayacağına göre bizde bu halden ayrı
değilizdir. İnşâallah...
Efendim gençlerin evlenmede ağır davranmaları için ne
buyurursunuz?
Yukarıdaki
konunun devamı olarak aşağıdaki hadisi hatırlamak uygun olacaktır. Bu işte bir
güven meselesinden başka bir şey değildir. Evlilik Allah (cc) rızası için
olursa sorunlar kökünden çözülmüş olacaktır. Çok gençler maddiyatın elde
edilmesinin arkasından izdivaç düşünmeleri imanın noksanlığına işarettir.
“Peygamber
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz buyurdular ki: “Şüphesiz, borç
sahibi ödemeden ölünce, borcu Kıyamet günü ondan alınır. Fakat şu üç sebeple
borçlanan kimse bu hükmün dışındadır:
1.
Adamın gücü Allah (cc) yolunda savaşta zayıflar, o da Allah (cc) düşmanına ve
kendi düşmanına karşı kuvvetlenmek için borçlanır.
2.
Bir adamın yanında bir Müslüman ölür, onu kefenleyip gömecek parası olmaz, bu
maksatla borçlanır.
3.
Bir adam, bekarlık sebebiyle nefsinden Allah (cc)´a karşı korku hisseder.
Dinine zarar gelir endişesiyle borçlanarak evlenir. Allah (cc), kıyamet günü,
bunların borçlarını kendisi öder.”
Allah
(cc)´ım doğru olarak bildiğimiz hatalardan sana sığınırız. İnsanlar hayatı
kendi kontrollerinden çıkarıp Allah (cc)´a bıraksalardı, çok şeyler
kendiliğinden düzelirdi. Fakat her şeyin sahibine karşı bu güvensizlik hepimize
üzüntüden başka bir şey getirmemiştir. Allah (cc)´güvenmeyen bir insanın kime
güveneceği meçhuldür.
Efendim son zamanlarda yangınların artması nedendir?
Son zamanlarda cemaatın terk edilmesi bu türlü felaketlerin
artmasına sebep olur. Çünkü Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî) “Şu erkekler ya cemaatleri terk etmeye son verirler ya da
evlerini tepelerine yıkacağım.” (İbn-i Mace)
“Eğer evlerde kadınlar, çocuklar olmasaydı, yatsı namazına başlar ve gençlere,
namaza gelmeyenlerin evlerini yakmalarını
söylerdim” rivayetleri
bu hakîkâtin remzen ifadesi ve olan yangınların asıl sebebini bize
bildirmektedir. Biz bu sünneti ömrümüzün sonuna kadar terk etmedik.
Efendim kafirlerin dünyada rahat etmesi
nedendir?
Allah (cc) mümin kullarını geçici nimetler ile taltif etmek istemez.
Ahiret yurdunda onun üzülmesini istemediği gibi onu dünya nimetlerinden de
mahrum etmez. Fakat dünya nimetlerine
aldanıp boğulmasına razı da olmaz. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam ve ala
âlihî) şöyle buyurdu:
“Allah (cc), mümin kulunun dünyada iken işlediği iyiliğine karşı
zulmetmez. Ahirette de onun karşılığını verecektir. Kafire gelince, dünyada
yaptığı iyi işlerinden dolayı Allah (cc) dünyada iken ona verir, ta ki âhirete
intikal edince de bu iyiliklerinin karşılığı ona orada verilmez.” (Müslim)
Efendim kıyamet alâmetlerinde olaylar
rivayetlerdekinin aynı şeklinde mi
olacak?
Fahri âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala
âlihi) Efendimiz olayları rumuzlu anlattığı gibi hakîkâtine uygunda
buyurmuştur. Fakat sana düşen alemin kıyameti ile meşgul olmayıp, kendi kıyametine bakmandır. Olayları
kendin açından incelersin. Bu konulardan hissene düşeni alırsın. İstikametini
doğrultup kardeşlerine örnek olabiliyorsan bu senin için bir lütuf olur.
Efendim “Diri diri gömülen kızın hangi suçlarından dolayı
öldürüldüğü sorulduğu zaman”(Tekvir 8-9) ayeti hakkında bilgi veriri misiniz?
Bu
ayet hakkında cahiliyye dönemi için gelmiş olduğu rivayetler arasındadır. Fakat
bu ayetle ilgili Peygamber (aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimizin
bir hadisinde “Çocukları diri olarak toprağa gömen ve gömülende ateştedir” (Ebû
Dâvut) buyurmuştur. Bu hadis hakkında
çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bize göre bu hal cahiliyye dönemi için olduğu gibi,
ahir zaman insanları içinde geçerlidir. Yani çocuklarını öyle yetiştirenler
gelecek ki hem çocukları ve hem de kendileri Allah (cc) isyan içinde cehenneme
düşeceklerdir. Ahir zamanda kız evlatlarını yetiştirmek zor olacağı açıklanmıştır.
Öyle
bir halle hallenir ki, insanlar diri, diri kendilerini toprağa gömerler. Bu
gömmenin sırrını çözmek zor olmasa gerektir.
Efendim işlediğimiz günahı anlatmanın zararı nedir?
Bazıları “Allah (cc)´ın bildiğini
kuldan niye saklayayım” diyerek günahlarını anlatmayı dürüstlük zannederler.
Aslında bu yanlış işlerdendir. Onun için günahın ifşasından sakınmak lazımdır.
Allah (cc)´ın gazap ettiği günah haya perdesinden sıyrılmış olandır. Utanmadan
yapılan ve cemiyeti alakadar eden günahlar sebebiyle azap tecelli eder. İnsanların
günahı temel alan cemiyetler kurması deprem ve benzeri felâketlerin gelmesine
sebep olmuştur. Onun içindir ki, fuhşun cemiyette açıktan işlenmesi, azabın
gelmesi ve huzursuzlukların sebebidir.
İnsanın hata işleyeceği bilinen
bir gerçektir. Fakat her hatanın sonunda Allah (cc)´tan affını istemesi ve
tövbe etmesi onun bir şekilde kurtuluşunu sağlar. Allah (cc) günahın saklanmasından
hoşlanır. Çünkü saklamakta utanç vardır. Allah (cc) utananları ise çok
sever.
“Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam
ve ala âlihî) buyurdular ki: “Ümmetimin hepsi affa mazhar olacaktır, günah açıktan işleyenler hariç. Kişinin geceleyin
işlediği kötü bir ameli Allah (cc) örtmüştür. Ama, sabah olunca o: “Ey falan,
bu gece ben şu şu işleri yaptım!” der. Böylece o, geceleyin Allah
(cc) kendini örtmüş olduğu halde,
sabahleyin, üzerindeki Allah (cc)´ın örtüsünü açar. İşte bu, günah açıktan işlemenin bir çeşididir.” (Buharî)
Efendim Allah (cc)´ın bizler için nasihati nedir?
“Peygamber
(aleyhisselâtü vesselam ve ala âlihi) Efendimiz, Azîz ve celil alan Rabb´inden
naklen anlattığına göre, Allah (cc) şöyle buyurmuştur:
“Ey
kullarım! Ben nefsime zulmü haram ettim, onu sizin aranızda da haram kıldım:
Öyleyse birbirinize zulmetmeyin.
Ey
kullarım! Hidayet verdiklerim dışında hepiniz doğru yoldan sapmışlarsınız.
Öyleyse benden hidayet isteyin de sizi hidayet edeyim!
Ey
kullarım! Benim yedirdiklerim hâriç, hepiniz açlarsınız. Öyleyse benden yiyecek
isteyin de size yiyecek vereyim!
Ey
kullarım! Benim giydirdiklerim hariç hepiniz çıplaklarsınız! Öyleyse benden
giyinme talep edin de sizleri giydireyim!
Ey
kullarım! Sizler gece ve gündüz hata işliyorsunuz. Ben ise bütün günahları
affederim. Öyleyse benden mağfiret talep edin de sizleri bağışlayayım.
Ey
kullarım! Bana zarar verme mevkiine ulaşamazsınız ki bana zarar veresiniz! Bana
fayda sağlama mertebesine de ulaşamazsınız ki bana menfaat sağlayasınız.
Ey
kullarım! Şayet sizlerin öncekileri sonrakileri; insan olanları, cinnî olanları
hepsi de sizden en müttakî bir insanın kalbi üzere olsaydınız, bu benim
mülkümde hiç bir şeyi zerre miktar artırmazdı.
Ey
kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insan olanlarınız, cinnî
olanlarınız sizden en fâcir (kötü) bir kimsenin kalbi üzere olsaydınız, bu
benim mülkümden zerre kadar bir eksiklik hâsıl etmezdi.
Ey
kullarım! Eğer sizlerin öncekileri ve sonrakileri, insan olanları, cinnî
olanları bir düzlükte toplanıp bana talepte bulunsaydınız, ben de her insana
istediğini verseydim, bu, benim yanımda olandan, iğnenin denize batırıldığı
zaman hasıl ettiği eksilme kadar bir noksanlık ancak meydana getirirdi.
Ey
kullarım! Bunlar sizin amelleriniz, onları sizin için sayıyorum. Sonra bunların
karşılığını size ödeyeceğim. Öyleyse sizden kim bir hayırla karşılaşırsa Bana
şükür etsin. Kim de hayır değil de başka bir şey bulursa, kendinden başka bir
şeyi kınamasın, başına geleni kendinden bilsin.” (Müslim)
“Ey
Ademoğlu! Sen bana dua edip, affımı ümit ettikçe ben senden her ne sâdır olsa,
aldırmam, ben seni affederim.
Ey
Ademoğlu! Senin günahın semanın bulutları kadar bile olsa, sonra bana dönüp
istiğfar etsen, çok oluşuna bakmam, seni affederim.
Ey
ademoğlu! Bana arz dolusu hata ile gelsen, sonunda hiç bir şirk koşmaksızın
bana kavuşursan, seni arz dolusu mağfiretimle karşılarım.”(Tirmizi)
“İzzetim
ve celalim hakkı için, mağfiret etmek istediğim hiç kimseyi, bedenine bir
hastalık, rızkına bir darlık vererek boynundaki günahlarından temizlemeden
dünyadan çıkarmayacağım.”
“Sen infak et, ben de sana infak edeyim.” (Buhârî)
“Her kim ki benim kazâma rıza göstermez ve belâma sabır etmezse,
Benden başka Rabb arasın.” (Râmuz)
“Hiçbir kul yoktur ki, onun razı olduğu veya olmadığı bir hüküm
vereyim de onun için hayırlı olmasın.” (Râmuz)
“Allah (cc) için kızıp, Allah (cc)
için razı olmadıkça, kul hakîkât-ı imanı hak etmez.”
“Ey Ademoğlu! Beni zikrettikçe şükürdesin. Unuttukça küfürdesin.”
(Râmuz)
“Günah yapıp ta onu affımın yanında büyük görene, gazaplandığım
gibi hiç kimseye gazaplanmam. Eğer
cezayı acele verici olaydım veya acele etmek şanımdan olaydı, rahmetimden ümit
kesenlere cezayı acele verirdim. Eğer kullarıma merhamet etmeseydim bile, benim
huzurumda durmak kendilerini korkutanlara bundan dolayı rahmet ederdim.
Sevaplarını verirdim, korktuklarından emin ederdim.” (Râmuz)
Oğulcağızım Allah (cc)´ın bu rahmeti ve ihsanı karşısında kullara
ve sana düşen insanlığının şükrünü edâ etmendir. Öyle ki Efendimiz
(aleyhissalâtü vesselam ve ala âlihî)´in buyurduğu gibi “Allah (cc)´ı öyle
zikredin ki size deli desinler” “Her taş ve ağacın altında zikret sana mürâi
desinler” (Râmuz) durumuna düşmen lazımdır.
Bizim söylediğimiz meselelerin çoğu keşfe dayanır. Fakat Efendi
Hazretlerinin ulaşmadıkları makamları aslâ anlatmadığını çok iyi bilmekteyiz. Kelamlarını da
hadisi şerifler ile desteklemeye çalıştık. Konular üzerine çok sözler söylenebilir.
Çünkü insanların dilini üzerinden uzak tutamazsın.
Hz. Musa (aleyhisselâm) “Ya Rabb´i insanların dilini benden uzak
tut” diye dua etti. Allah (cc) “ben onların dilini katımdan bile uzak tutmadım”
buyurdu.
Bu dinlediklerin neticesinde Allah (cc)´tan ayrı düşersen ve
unutursan artık sana hiçbir şey fayda vermez. Fakat biliyoruz ki bu kadar
müjdenin ve haberlerin sonunda sen, biz ve diğer kardeşlerin Allah (cc)´ı ve Fahri
âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalatü vesselam ve ala âlihi) Efendimizi çok
seveceksiniz.
Sorulacak çok sorular ve konuşulacak çok şeyler vardı. Fakat
nasip ve takdir edilen sizler için bu kadar oldu.
Allahümme
salli âlâ seyyidinâ Muhammedin ve âlâ âli seyyidinâ Muhammed.
Rabbenâ
âtina fiddünya haseneten ve filâhireti haseneten ve kınâ azâbennâr. Âmin.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar