HAVVA’NIN KIZLARI
Ey İnsanlar!
Sizi bir tek
nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın
meydana getiren Rabb’inize hürmetsizlikten sakının.[1]
“Allah’ım! Hamd ederek Seni tenzih ederim, Senden başka ilah
yoktur. Günahım için affını dilerim, rahmetini niyaz ederim. Allah’ım, ilmimi
artır, bana hidayet verdikten sonra kalbimi saptırma. Katından bana rahmet lütfet.
Sen lütfedenlerin en cömerdisin” [2]
Allah Teâlâ âlemleri
ve Âdem aleyhisselâmı yarattı. Havva annemizi de onun kaburgasından yani nefesi/nefsinden
meydana çıkararak ona arkadaş kıldı.
Onların neslinden
gelmiş olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi de beşeriyete ihsan ederek
insanı seçilmişlerden yaptı. Allah
Teâlâ halife makamında kabul ettiği insanda, yokluğun ve varlığın arasındaki
geçiş noktasında, kadının kaçınılmaz bir hakikât olmasını diledi.
Kadın, sadece dünya hayatında değil, mekân
ve zaman kavramı ile anlatılamayan Cennet yaşantısında da erkeğin düşlerinde
yatandır. Kadın sevginin timsalidir. Erkek genelde sevgiyi bir kadında yaşadı. Ancak
kadının tarihi serüveni acı ve çileyle doludur.
Kadın erkeğe erkekliğini gösteren, yaşamını açıklayan kişidir.
Ondandır ve onunladır. Kadına verdiğimiz değer onu erkekten ayrı da
kılmamalıdır. Ayrılık uzaklığı getirir. Oysa erkek kadına yakın olduğu ölçüde
hayatını güzel geçirmesi için gereken yetkinliğe ulaşabilir, bu şekilde kendini
tanıma ve açıklama gücünü kazanabilir. Kadını aşmış, kadının üstüne çıkmış bir
erkek hiçtir.
Kadın bir kutsaldır, erkekten ayrı düşmeye başladığı yerde kendini
tüketmeye başlayacaktır. Ayrı kalması da elbette kendini ayrıcalıklı bir varlık
olarak algılama noktasına götürür. Kadının kutsallığı da onu ayrıcalıklı
kılmadığı gibi aşağılanmasına da sebep olur. Böylece kadın hayatın o kaygan ve
tehlikeli yolunda zarar gören kişi olur. Erkek, kadını kaybettiğinde mutsuzdur
ve yine arayışının bir simgesi durumundaki kadın olmadan mutluluğa erişmekte
zorlanır. Kadına ulaştığında mutluluğun tek kaynağının bu olmadığını anlaması
erkeğin arayışına son vermez.
Baskı, zulüm ve sömürünün hâkim olduğu dünyamızda en yıkıcı
etki kadınların üzerinde görülmektedir. Kadınlar horlanmanın ve fiziksel
şiddetin ilk ve en kolay hedefi olabildikleri gibi bununla birlikte onlardan
tüm bu baskıları göğüsleyip sabrın, fedakârlığın ve şefkatin timsali olmaları
beklenmekte, her hangi bir başkaldırılarında ise arsızlıkla suçlanmaktadırlar.
İyi bir anne, sadık bir eş, edepli bir genç kız olmaları, böyle olmadıklarında
meziyetlerini kaybedecekleri öğütleniyor.
Kadınlar, âşık
olunduklarında “öldüresiye” sevilirlerken, en değer gördükleri
durumda bile bir “mülk” olmaktan öteye geçemezler.
Modern feminizmin temellerini kuran Simone de
Beauvoir’ın
“Evlilik geleneksel olarak kadınlara sunulmuş tek gelecektir. Birçok
kadın ya evlidir, ya bir zamanlar evlilik geçirmiştir, ya da evli olmadığı için
acı çekiyordur”
şeklindeki sözlerinden de anlaşıldığı gibi kadınların
bir ideal peşinde bir ömür geçirmeleri toplum tarafından yasaklanmıştır. Kadın;
modanın belirlediği güzellik kalıplarına uymadığında çirkin sayılıp
aşağılanırken uyduğunda da aptal bir cinsel obje olarak algılanmakta, bunun
sonucunda da tüketim toplumunun mevcudiyetinin körüklenmesinde bir reklam
aracına dönüştürülmektedir.
Kadına yüzyıllardır yapıla
gelen baskı, zulüm ve sömürünün günümüz toplumundaki bu gibi örneklerinin
ortadan kaldırılması ve böylelikle kadının gerçek kimliğine kavuşması insanlığın
kurtuluşu için bir gerekliliktir.
[Sosyal
geleneklerin, kadın bakış açısı genellikle olumsuzdur. Evden dışarı çıkacak
olan kadını, dışarıda bin bir türlü sıkıntılar ve tehlikeler beklemektedir. Her
an "ayağının kayması", "batağa düşmesi"
söz konusudur. O halde, onu, evleninceye kadar "baba"
evlendikten sonra "koca" şemsiyesi altında tutmak gerekir.
Okuması zarar getirecektir.
Sosyal çevrenin de
kadın eğitimi üzerinde olumsuz etkileri vardır. Yetişme şartları, mevcut
toplumsal yapı nedeniyle kadınlar aciz, kişiliksiz, kompleksli olmaya
itilmişlerdir.
“Bunun en açık
örneği kadınların birbirleriyle dost olamamalarıdır.” Çünkü o, nasıl dost
olunacağını bilmez, bunun eğitimini yapmamıştır. “Ezikliğinin acısını
diğer bir kadını ezerek çıkarır.” Neyi sorgulaması gerektiğini
öğrenememiştir. Yaşadığı sıkıntıların sebebini anlayamamaktadır.
Kadın, tarih boyunca
hep kadın cinsine ait olmanın sıkıntısını çekmiştir. Toplumda üretici güç
olamaması, onu ikincilliğe itmiştir. Evliyse koca, bekârsa baba eline bakar olmuştur.
Kadının ekonomik anlamda üretken ve özgür olmaması, fikrî anlamda da edilgen,
pasif olmasını gerektirmiştir. Bu da onu eve bağlamıştır. Çünkü
"sokak" kadının kendisi üzerinde oynanan pek çok oyunu fark etmesine
yarayacak etmenlerle doludur. Çünkü orası, dış dünyadır ve dış dünya kadının
dört duvarından çok daha zengin bir yaşam içerir.
Kadın ezilmişliğinin
ve horlanmışlığının farkına vardığı anda, sınırlarını zorlamaya, eğitimle
yüzgöz olmaya başlamıştır. Kendi kişiliğini kazanmaya yönelik adımlar atmaya
başlamış, içtimai tabuları, yasakları yıkmaya başlamıştır. Bunun için, sadece
okullarda verilen normal eğitimle yetinmemiş, bazen de nefes alabileceği
ortamlardan eğitim almaya başlamıştır.
Kadının geri
kalmasında birçok nedenler vardır. Bunun başlıca sebebi eğitimsiz kalmasıdır.
Sınıflı toplumların tabii kaderi olan eğilimde fırsat eşitsizliğinden en fazla
etkilenen kesimlerden biri kadınlardır.
O halde, öncelikle
kadını kabuğundan çıkartan, sorgulayıcı, düşünen, aktif bir insan olmasını
sağlayan içtimâi kurumlara ihtiyaç vardır. Bunların başında eğitilmesi gelir.
Ona kendi içine
dönük yapısını, susmayı ve düşünmemeyi öğreten bir eğitimin yerine, onun
kişiliğini geliştirici çağdaş, dinamik ve ilerici bir eğitim sistemine ihtiyaç
vardır.
Alacağı bu tür
eğitimle kadının kendi kişiliğini bulacağı ona aktarılmalıdır. Bu da ancak
kadının bu anki içtimâi konumunu algılaması ve sentez yapabilmesiyle mümkün
olacaktır. Çünkü eğitilerek, kadın olsun erkek olsun bireye düşünmeyi,
insanlaşmayı öğretmelidir.][3]
[Bugün kadın konusunda
yazanlar, mücadele edenler veya mücadeleye çağıranlar, kadınların ayrı bir
biçimde yapılanmasını savunuyorlar. Kadınlar ayrı bir biçimde teşekkül
ediyorlar. Bunların yararı görülüyor.
Kadınların hangi özgün hak ve sorunları nasıl çözülecek?
İkinci önemli soru "kadının istekleri ve amaçları nasıl
belirlenecek?"
Bu bağlamda, kadınların toplumla cinsiyetleri nedeniyle çatışmasının,
nerelerde ve nasıl olduğunun özellikle açıklanması gerekiyor. Mesela; Avrupa
ülkelerinde feminist hareketin gerilemesinde, feministlerin "erkek
düşmanı" görüşlerinin artık "hiç rağbet" görmemesinde;
bazı istek, hedef ve sorunların tespitinde, yürütülmesinde yapılan hataların
rolü unutulmamalıdır.][4]
Tarih boyunca, aklını ve Allah
Teâlâ’nın bağışladığı üstünlükleri kullanmayı başardığı zaman devletlerin
yıkılması ve kurulmasını sağlamış olması bize kadının ve kadın konusunun ne
kadar önemli olduğunu göstermektedir. Çünkü kadın için kullanılan fetânet [5] işareti olarak
“Şüphesiz bu, siz kadınların
tuzağıdır. Şüphesiz sizin tuzağınız çok büyüktür.” [6] Buyrulması onun ileri seviyedeki
aklı kullanma melekesine işarettir. Erkek için aklın ziyadeliğinden bahsedilirken
bu ayet bize kadının aklı kullanmadaki maharetinin daha fazla olduğunu
göstermekte ve bu şekilde eşitlik meydana gelmektedir.
[Nazariyelerinin temelini
cinsel dürtüler üzerine bina eden Sigmund Freud
"Otuz yıldır insan ruhunu araştırıyorum, yine de
kadınların ne istediğini anlamadım." derken bir şuuraltı uzmanı bile kadın ruhunun
anlaşılma zorluğunu açıklıyor.][7]
Yapılması
gerekenin ne olacağı konusunda sürekli yeni çözümler üretirken üstünde durmaya
çalıştığımız asıl konu, kadının yüceltilmesi ya da aşağılanması değil, bu
hususta orta yolun nasıl bulunabileceğidir. Bu nedenle de istikamet üzere bir sonuca
ulaşmada henüz sorunlar yaşadığımız açıktır. Fakat kadın ve erkek olmak üzere
kardeşlerimizin, ancak dini kaynakların yol gösterici ışığında bulabileceğimiz
bir orta yolla, istikamet kazanmalarına vesile olmak ümidindeyiz.
Birkaç senedir bir şeyler yazarken
fazla bir şey yaptığımızı zannetmemekle beraber kendimizi sizinle paylaşmak
ihtiyacından doğan yazma serüveninden de vazgeçemiyoruz. Çehov’un Vanya Dayı’sı
Serebriyakov’la ilgili olarak;
"Bak şimdi, tam yirmi
beş yıldır sanattan hiçbir şey anlamaksızın sanat üzerine dersler veriyor ve
yazılar yazıyor. Yirmi beş yıldır başkalarının gerçekçilik üzerine, doğalcılık
üzerine, başka benzer saçmalar üzerine fikirleriyle geviş getiriyor. Yirmi beş
yıldır, akıllı insanların zaten bildiği, ahmaklarınsa hiç mi hiç ilgilenmediği
şeyler üzerine dersler veriyor, yazılar yazıyor. Kısacası yirmi beş yıldır
boşuna vakit harcıyor. " [8] şeklindeki söylediği sözler bir gerçektir. Ancak Allah
Teâlâ’nın
“Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü hatırlatmak müminlere fayda
verir.” [9] Emri gereği bir
şeyleri paylaşmak boynumuzun borcudur.
Irmakların birleşmesiyle oluşan nehirlerin bazen içlerine
pis kokulu sular karışsa da akışta bir temizlenme vardır ve yine bazen aynı
nehre güzel kokuları muhteva eden sular da karışacaktır. Akanlar vuslat
denizine kavuşurken elemde çekse yine kavuşmak kaderidir.
Bizde, sizde beraber kavuşacağımız ummana bir şeyleri paylaşarak
kavuşalım. Bu mutlulukların en güzeli olacaktır.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kim bir
iyiliğe davet ederse, ona uyanların ecirlerinin aynısı ona da yazılır. Onların
ecrinden de bir şey eksilmez.” [10]
İhramcızâde
Hacı İsmail Hakkı
ALTUNTAŞ
Haziran-2009
Esenler/İstanbul
“Dünya dört kulplu tekne,
ikisinden kadın tutar,
ikisinden erkek.”[11]
GİRİŞ
İnsanoğlunun bedenî gelişimiyle başlayan ruhi değişimi,
onun kendisini ve çevresini tanımlamasını tetikleyerek yeni bir süreci
başlatır. Bazı kadın-erkek bu süreçte birey olarak kendini tanımlamaktan ve
tekrar kurmaktansa hazır bulduğu mevcut varlığını koruma yoluna gider. Ancak
hakikatini tekrar tanımlamayı tercih eden kişi ise olmak yani “kendini
bilmek” yolculuğuna çıkar.
“Kendini bilmek”
davranışı, insanın ölçüsünü bilmesi ya da “haddini bilmesi” yani ledünnî
boyuta çıkmasıdır.
“Kendini bilmek”
daima “kendine dikkat etmek” ile kadının kadın olarak, erkeğin erkek
olarak ne olup, olamadığını sorgulamasıdır. Bu sorgulamada ise özgürlüğün
verileri ile geniş bir alanda düşünerek dinî ve içtimaî hayatın önermeleri arasında
kendi payına düşeni bulmak, özgürlüğü yalnız içgüdülerinde değil, hayatla olan
ilişkilerinde aramak esastır. Aslında insanın; gelenek içinde kaybettiklerini
bulmasına yardımcı olacak, içinde yetiştiği ve yaşadığı toplumda kendi yolunu
ve karşı cinsi ile ilgili meselelerle birlikte gerçeği olduğu gibi görüp
kavramasını sağlayacak kendine ait bir değer bilgisi bulması gerekmektedir.
İnsanın, “cinsiyeti” kavramıyla kendisini
saran gerçeği konumlandırıp, bu gerçeğin içinde beşerî bütünlüğünü tamamlayarak,
bu anlamda gerek varlığı gerekse karşı cinsi ile olan ilişkisiyle içtimai ve
kültürel olarak hayatı içindeki “Âdem
ve Havva olmak” kimliğini tanımlaması ve yaşadığı durum karmaşasında
kendisini bulmasıdır.
[…..Bir, (Leonardo
da Vinci), (Mikelanj) gibilerinin resimlerinde, bir de (Picasso), (Goya) ve
takipçilerinin tablolarındaki mücerret kadın yüzü çizgilerine bakınız!
Eskilerin kadın portrelerine nakşetmeye çalıştıkları ahenk ve ulvîlik çizgilerine karşılık, yeniler, bu
kıymetleri delik deşik eden birer (Morg) araştırıcısı...
Yenilerde çehre
bütünü darmadağın edilmiş, parçalanmış ve ondan sonra her uzvu hakikattekinden başka türlü bir terkibe
sokulmak istenmiştir. Göz, o muazzam mana yatağı, yerinden oynatılıp bir leke gibi sakağa sürülmüş, ağız çarptırılmış, burun istikametsiz bir hedefe döndürülmüş, kafa önü, arkası
ve yanları olmayan bir küreye çevrilmiş... Bu, kaybedilen kadını kadında aramanın ve teselliyi ebedî bir
kaybedişte bulmanın sanatıdır
ve Viyanalı Yahudi Doktor (Freud) vâri bir kıyasla erkekte (seks) cinneti
gözüne en çarpıcı misaldir. Hayatta her hamleyi insan ruhunda gizli şehvet ihtibaslarına [12] bağlayan ve ilk olarak
memedeki çocuğun annesine duyduğu şehvet hissinden ise başlayan, ulvî insan
itikatlarını zedelediği için de nice intiharlara yol açan bu hain Yahudi, şimdi sağ olsaydı, mukaddesata
vurduğu darbenin tam
semere verdiği bir hengâmeye şahit olur ve bu defa
dehşetinden kendisi
intihar ederdi.][13]
Bu nedenle arkadaş çevremiz ve toplum üzerinde diyaloglarımızda
genellikle aile geçimsizliğinin artması nedeniyle çok önceleri düşündüğüm ve
yazmayı bıraktığım bu konuyu ele almak mecburiyetinde kaldım. Sebep olarak o
kadar çok şeyler önümüze geliyordu ki bilinçlenmenin zayıfladığı veya
milletlerin yıkımını sağlamak için aile kurumunu zayıflatmanın birinci şart
olduğunu bilen art niyetli devletler, milletler ve cemiyetlerin birinci hedefi
kadın olmuştur.
Konu
üzerinde eski ilahiyatçıların açıklama yaparken eski anlayış ile literatürü kullanması,
yenilerin ise işi daha çok sulandırması ile içinden çıkılmaz bir hal alan kadın
ve erkek meselesinde mağduriyetler artmıştır. Kadının bilinçlenmesini sağlamak
istenirken fıtratına uygun olmayacak şeylerin teklifi, erkeklerin ise daha çok
vurdumduymaz sorumluluklardan kaçan bir kimliğe bürünmesi aile kurumu yıkıma
uğrayarak, “bekâr
bir hayat”, “ayrı olsak ta
beraberiz”, “sevgili kalalım” vb. Yine
sorumluluk gerektirmeyen yalancı ve sonu gelmeyen hayat tarzlarının benimsendiği
görülmüştür. Bu değişimler, Allah Teâlâ’nın isteği olan “evlilik” için gayretlerin son derece azalmaya başlamasını beraberinde
getirmesi nedeniyle, böyle bir çalışma yapmak uygun görüldü.
Kadın konusunda gizli bir tehlikenin var olduğu hatırlatmak
isteriz. Avrupa ve batı dünyayı sömürmek için kadın üzerinden büyük oyunlara
girişmiş ve başarılı olma düzeyini artırmıştır. Çünkü Avrupa kadına değer
vermemektedir. Atasözleri
bir kültürün aynası olup toplumların hayat felsefelerinin en kestirmeden
anlatılmış biçimi atasözleridir. Atasözü belli bir şahsın düşünce yapısını
değil, o toplumun ortak düşünce yapısını gösterir. Avrupa’nın kadınlar
hakkındaki atasözlerine bakalım.
(Aşağıdaki atasözleri, Fransız yazar Quitard’ın
“Proverbes sur les femmes” kitabından alınmıştır):
“Şeytanın yapamadığını kadın yapar.”
“Kadın, erkeği tuzağa düşüren bir
örümcektir.”
“Kadının vücudunun üstündeki baş, şeytan
kafasıdır.”
“Karısı olanın arısı var demektir; onu
devamlı sokar.”
“Kadın zarurî bir baş belâsıdır.”
“Kadın takvim gibidir, sadece bir yıl işe
yarar.”
“Erkek kadın için değil, kadın erkek için
yaratılmıştır.”
“Kadın dili kesilse bile susmaz.”
“İyi kadın kafası olmayan kadındır.”
“Kadın dövülür, fakat öldürülmez.”
“Horozun karşısında tavuk ötmemelidir.”
Gizli niyetleri yukarıda belirtilen
şekillerde olan bir toplumda kadınların kişilik kazanmaları hususunda ne kadar
iyi niyetli olunabileceği düşünülmesi gereken bir konudur.
Türk intelijansiyasının [14] önemli
simalarından Aytunç
Altındal feminist harekete kimlerin
destek verdiğini şöyle ifade eder:
["Feminist
hareketler Masonluğun etkisi altındadır. Son 50 yıldaki feminist hareketlere
baktığımızda bunların arasında ilaç ve kozmetik üreticileri olduğunu görüyoruz.
‘Kadına bir şey satabilmemiz için onu sokağa ve inançsız bir alana çekmemiz
lazım, diyorlar’. Onun için birçok paneller düzenliyorlar. Önde kadın var,
arkada ise görünmeyen bir sponsor. Ya da çok agresif [15]
bir kadını köşe yazarı yapıyorlar. Bu yeni değerleri savunması için."
Feminizm manipülasyonuyla kadın, istismar edilip
samimi ve mukaddes aile ortamından sokağa çekilerek ucuz işgücü temin edildi.
Kapitalistler hep kazandı. Muhtelif sanayi kolları geliştirildi. Moda ve
kozmetikler dünyası teşkil edildi. Oscar Wilde, “moda öyle çirkin bir şeydir ki onu her 6 ayda bir
değiştirirler” diyordu. Bunlar vasıtasıyla kadın tüm işvesiyle süslenerek
erkeğin bulunduğu her yere girebiliyor, ayrıca defilelere ve yarışmalara
çıkarılıyor, bunlar diğer kadınların bu istikametteki tutkularını kamçılıyordu.
Bu vesileyle erkekler, hem para kazandılar, hem de erkekler gibi her sahada
görev alma hakkını (!) kazanan kadını her ihtiyaç hissettiğinde elinin altında
bulundurup zevklerini tatmin ettiler ve çark böyle işlemeye devam ediyor.][16]
[Bilindiği üzere 18. yüzyılda sesini duyurmaya başlayan kadın hareketi,
özellikle 1960’lı yıllardan beri kadın cinselliğini de konu edinmiş, bu alanda
önemli araştırmalara imza atılarak, çarpıcı sonuçlara ulaşılmıştır. Kadının kişiliğini
bulma mücadelesinin çok önemli bir adım olduğu gerçeği
ortaya çıkarılmıştır. Ancak kadının, hem erkek cinsi hem de kendi cinsi
tarafından aşağı ya da ikincil görülmesi sorunu devam ettikçe kadın konusu
sorunlu bir alan olmaya devam edecektir.][17]
Sosyete kadınlarının acınacak halini (Madame
le Lara Mardirous) adında, Fransa’nın büyük bir şaire kadını şu şekilde
açıklıyor.
[Kadınlarınıza söyleyiniz! Saadetlerinin
kıymetini bilsinler! Kapalı yaşamağa alışsınlar! Kapalı yaşamak, onları öyle
sıkıntılardan korur ki... Ah, şu omzumda hıçkırarak ağlamış kızların adedini
bilseler. Kulaklarım, sevilmiş kızların çok feci ve kalpleri yakan şikâyetleri
ile dolu. Evet, ışıklar ve çiçeklerle dolu bir baloya girebilmek, çok tatlı
gibi görünür. Fakat sevdiği kocası ile oraya gelen kadının kalbini kemiren
kıskançlığı, ne çok elem verici bir yılandır? Bunu düşünebilir misiniz? Balo,
tiyatro, bütün buluşma yerleri, hanımına bağlı olan bir erkek, yahut kocasını
seven bir kadın için (Seint office)’in bir azab hücresi, bir Cehennemdir.
Bunları hanımlarınıza, hemşirelerinize iyice anlatınız! ][18]
Batılı kadınların acınacak hâllerini anlatan yine aynı şair, Müslüman
kadınlara bakınız nasıl sesleniyor:
“İçinde bulunduğunuz nimetin kıymetini
biliniz! Burada kadına hürriyet adı altında yapılan işkenceleri bilemezsiniz
siz. Ah, şu omzumda hıçkırarak ağlamış kızların adedini bir bilseniz...
Kulaklarım, kızların çok feci, kalpleri yakan bağırışları ile dolu... Evet,
ışıklar ve çiçeklerle dolu bir baloya girebilmek, çok tatlı gibi görünür.
Kadınlara verilen bir hak gibi sunulur. Aslında buralar, kadınların
sömürüldüğü, erkeklere sunulduğu, şehvetlerin tatmin edildiği yerler... Türk
erkeklerine sesleniyorum: Kadınlarınıza, kızlarınıza bunları anlatın! Sakın bu
yapılanların kadınlara iyilik olarak yapıldığını zannetmesinler! Bunların
sadece ve sadece kadını istismar için yapıldığını bilsinler, sakın bunlara
özenmesinler!”
Ancak; [….bütün Türk şiirinde adı dudaktan dudağa dolaşan
tek kadın yok. Neden? Cemiyette olmadığı için. Türk kadını kafes arkasından
sokak ortasına fırlatıldı. Avrupa kadını gibi salondan geçmedi. Eskiden
yalnız dişiydi. Olgunlaşmasına vakit bırakmadan hayat arabasına koştuk. Ondan
nefes nefesedir. Batı’da kadın Rönesans’tan beri erkeğin yanı başında duyan,
düşünen, düşündüren bir arkadaş. Eski Yunan ve Roma’da da öyleydi. Yalnız o
çağlarda birkaç cilde bölünmüştü kadın.
Perikles asrı Aspasya’nın [19] asrıdır. On yedinci
yüzyıl, on sekizinci yüzyıl, hatta on dokuzuncu yüzyıl kadınların eseri.
Batı’da sanayi inkılâbı kadını fabrikanın çarklarından biri yaptı. Hangi
kadını? Büyük şehirlerin kenar mahalle kadınını. Ötekiler şiir yazdılar, roman
yazdılar, okudular ve düşündüler. Yalnız o kadar mı? Sevdiler ve sevildiler. Aşkı
yarattılar. Batı’da kadının iş hayatına atılması dün denecek kadar yeni. Gina
Lombroso İtalya’nın ilk kadın doktoru.
Yunan ve Roma’da kadın birkaç ciltti. Birinci cilt hayli
sıkıcıydı. Kölelere emir veren, doğuran bir robot. Sadece vazifeleri vardı bu kadının.
Ve hep aynı fotoğrafın çoğaltılmış nüshalarıydı. Tarihi yoktu, macerası yoktu.
İkinci cilt kadın öldürdü. Avrupa tek cilde sığdırmak istedi kadını. Ve
sığdırdı. Kadın hem anne olabildi, hem sevgili: Havva ile Messallina’yı[20] birleştirmek. Sonra tekrar
ciltlere bölündü kadın. On cilt, yirmi cilt ve yine noksan.
Bizde kadın hâlâ esir pazarlarında satılan dişinin bütün
ruh komplekslerini yaşamaktadır. Hiçbir zaman kendisi değildir. Erkeği eşya sanır, erkeği de, kendini de. “La Dame Aux Camelias”[21] , “Manon Lescaut”... Yok,
böyle kadın. Dün, erkekten iltifat dilenen bir cariyeydi kadın. Teninde hâlâ
esir bezirgânlarının kamçı izleri. Artık ustalaştı, bedbaht etmesini biliyor. Kadınlarımız
Avrupalılaşırken Avrupa kadını kadınlıktan kopmaktadır. Yani örnek olarak
aldığı kadın o sanat ve medeniyeti yaratan büyük ve ilahi kadın değildir artık.
İnsanları olduğu gibi kabul etmek. O zaman mağaradan çıkmazdık.
Ne peygamberler gelirdi, ne kahramanlar. İnsan yalnız tabiatı değil, insanı da
değiştirdiği içindir ki bir tarihi var. Olduğu gibi, yani nasıl? Her insanda en
az bir düzine insan var. Uyuyan ve uyandırılmak istenen bir düzine insan.
Bunların hangisi biziz? Şartlar o bir düzine insandan birkaçını davet ediyor
sahneye. Onları görüyoruz. Asıl insan rampın ışıkları altında boy göstermeyendir.
İnsanları olduğu gibi kabul etmek. Yani tiyatrodaki aktörü benimsemek. Garip
bir davranış.][22]
[….Kilisede 800 piskopos bir araya gelerek: “Bizim faizi kaldırmamız mümkün
değil. Ama borç silmeye gidelim.” Dikkat edin! Zengin Protestan ülkeler, “Afrika’daki
yoksul ülkelerin borçlarını silerse İslamiyet’e yönelişi durdururuz. Borcundan
kurtulan ülkeler yeniden bize katılırlar,” şeklinde karar aldılar.
Önümüzdeki dönemde Protestan kiliselerinin girişimiyle birtakım ülkeler, “Biz
borç silelim. İsa’nın 2000. yılını kutluyoruz. Bakın biz ne kadar uygarız. Biz
ne kadar insanlıktan yanayız” deyip Müslümanların gözünü boyamak için,
“borç siliyoruz” diye bir kampanya başlatacaklar. Bugünden söylüyorum. Bunu
yemeyin. Bu karar Lambert’de alındı. Borç silme diye bir şey zaten olmaz da,
erteleme olur, başka kılıfa sokarlar, o şekilde devam eder. Ama adı “borç
sildim” olacak.
Son hususa gelince, son husus şu: Bu on yıllık
eylem planı içinde en büyük bütçeyi misyonerlik faaliyetlerine ayırdılar. Yani,
bundan sonraki önümüzdeki on yıl içerisinde Protestan kiliseleri topluca en
büyük parayı misyonerlik faaliyetleri için harcayacaklar. Birinci dereceden “kapsama
alanı” na giren ülke Türkiye ve Türki Cumhuriyetler. Bir husus daha
var.
Dediler ki: “Homoseksüel kadın ve erkekler bizim
için kullanılacak.” Tekrar ediyorum, Lambert Konferansı kararlarının sonuncusu
şu:
Cinsel sapıklık içinde olan kadın ve erkekleri biz
dışlamayalım. Tam tersine bunları içimize alalım. Anglikanlaştırma kampanyamızda
kullanalım. Nasıl kullanalım? İnsan hakları, diyelim. Cinsel sapıklık da insan
hakkıdır, diyelim. Bunları lanse edelim. Basında, yayında, televizyonda öne
çıkartalım. Sürekli imaj olarak bu tipler bir memleketin en üst değerleri neyse
onları temsil eder hale gelsin.”
Dikkat ederseniz Türkiye’de, özellikle son beş-altı
yıldır, bu tip insanlara tanınan müthiş bir prim vardır. Şarkıcı mı? Maalesef
öyle olacak. Dergiler, gazeteler, görüyorsunuz ne halde.
Bu da Lambert Konferansı kararlarının içinde yer
aldı. Yani özgürlük adı altında cinsel sapıklıklarla Anglikanizm’i yaygınlaştırmak
bu kararlar içinde yer aldı. ….
……Hıristiyan âleminde iki tane önemli kilise
kavramı var. Bir tanesi bildiğimiz kiliseler, ikincisi “Invisible Church”
dediğimiz “göze gözükmeyen kilise”dir. Yani somut ve mevcut bir dünya olarak
görmediğiniz bir kilise var. Nedir bu? Protestanlar tarafından kurulmuş olan bu
kilise der ki:
“….şahısların
Müslümanlık’tan Hıristiyanlığa geçmesi gerekmez. Oldukları yerde, oldukları
gibi kalsınlar. Ama bizim istediğimiz gibi düşünsünler. Yani Müslüman, Müslüman
gibi düşünemesin. Hıristiyan gibi düşünsün. Müslüman gibi yaşadığına inansın.”][23]
Kadın
konusunda yukarıda yapılan yorumları ve diğer yazılanları göz önüne aldığımızda
durumun varlığı aşikâr görülmekte olup tekrar dikkatin bu konu üzerine
çekilmesinin gerekliliği söz konusudur.
KADIN VE ERKEK
Kadın
niçin sevdirildi?
Hayatının
bir cephesini aydınlatması, hem de kadın anlayışı ve cemiyet bünyesi içinde Ken’an
Rifâî kaddese’llâhü sırrahu’l-azizin kadına verdiği değeri göstermesi açısından
aşağıdaki örnek çok önemlidir.
[En genç
yaşlarından beri kadınlar ve kadınlık hakkında; onları küçülten, onlarda
noksanlık görmeye mütemayil herhangi bir fikre verdiği cevabı hemen hemen hiç
değişmiyordu: “Dokunmayın benim kadınlarıma, beni bir kadın dünyaya
getirdi, ben onlara söz söyletmem.”
Ken’an
Rifâî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz, Semîha Cemal [24] ile 1942 senesinde önünden geçerken uğradıkları Andifonia
Kilisesi’nde kendisine, mukaddes hücreyle ilgili; “Kadınlar
günahkâr oldukları için bu hücreye giremezler” şeklinde izahta bulunulması üzerine bu hâdiseyi bir
platform yaparak kendisinin ve İslamiyet’in kadın meselesini ele alış tarzını
şöyle dikte etmişti:
“Asırlar
boyunca kadın için neler söylendi, neler yazıldı, ne kanlı maceralara
girişildi. Onun adı kâh hudutsuz ihtiraslara vasıta edildi, kâh faziletin eline
bir bayrak olarak verildi. Fakat İslâmiyet kadar hiçbir zihniyet, hiçbir
felsefe ona bahâ biçemedi, hakiki mevkiini veremedi.
Zaman ve
menfaatler İslâmiyet’in kadın telâkkisini ne kadar tahrif ederse etsin, onun
bu husustaki görüşü inkâr kabul etmez. Zira en büyük delili Kur’ân-ı
Kerim’dedir. Orada hitaplar “müminin ve müminat,
sâlihîn ve sâlihat” diye
tefriksiz yapılmış ve mümine ve sâliha kadınlar mümin ve sâlih erkeklerden
ayrılmamıştır. İslâmiyet’in ilk zamanlarında kadın içtimaî
hayatın her safhasında erkekle beraber yer
almakta, hatta gazalara bile fiilen iştirak etmekte idi. “Dünyanızdan bana üç şey sevdirildi. Kadın, güzel koku ve namaz
gözümün nuru kılındı” [25]
diyerek
sevdiği şeylerin başında kadını sayan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,
onun içtimaî hayattaki
yerini “kadın erkeğin yarısıdır” diye sarahaten ve katî olarak, tayin etmiştir.
Acaba
İslâmiyet’in kadına verdiği bu değer nereden geliyor? İslâmiyet Hakk’ın
yaratıcı kuvvetini taşıması ve hayâtı idâmede oynadığı rol bakımından kadına,
has bir değer vermiştir. Bu değeri Hazret-i Mevlânâ kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz şöyle ifâde etmiştir:
Pertev-i Hakkest an
mâşûk nî
Hâlıkest an gûyyâ
mahlûk nî
Onun,
kadını “mahlûk değildir, sanki Halik’tır” diye kabul edişi, hayâtın ve âlemlerin manası olan yaratıcı
kudreti bizzat şahsında temsil etmesinden dolayıdır.
Görülüyor
ki İslâmiyet, kadını, içtimaî hayatta bir süs, bir lüks metâı olarak değil de
iş ve hayat arkadaşı diye nazarı itibara aldığı gibi, cinsiyeti bakımından da
sadece bir zevk âleti olarak görmüyor, onda Hakk’ın yaratıcı kudretinin bir
numunesini müşahede
ediyor. Yine Hazret-i Mevlânâ kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz
Gûyyâ Hakk tâft ez perdeî rakik[26] diyor.
Esasen
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, “Bana
dünyanızdan kadınlar sevdirildi” sözü de böyle bir felsefenin mahsulüdür. Bu sözü Muhiddîn
ibn’ül Arabî şöyle izah ediyor: “Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem kadına muhabbet ederek onların vücûd aynasında
Hakk’ı kemâli ile müşahede etmiştir.” Zira
İbn’ül-Fâriz’ın de dediği gibi:
“Her güzelin hüsnü,
Allah’ın cemâlinden müsteardır.” Şu
halde erkeğin kadına muhabbeti bir bakıma Allah Teâlâ’nın cemâline vuslatı
talepten ibarettir. Fakat şüphesiz ki böyle bir düşünce muayyen bir seviyenin
ve manevî terbiyenin mahsulüdür.
Kadını
sadece cinsî zevk ve şehvetlerin bir tatmin âleti saymak bu yüzden de günahlı
görmek basit ve iptidaî bir zihniyetin eseri olduğu gibi, mahbûb-ı hakîkînin
aslına, hakikatine varmak için bir vasıta, bir köprü bilmek ve ona göre hürmet
etmek olgun bir görüşün ifadesidir ki bu da İslâmiyet’te kemâlini bulmuştur.”] [27]
[İbnü’l-Arabî kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz yukarıda geçen “sevdirilme” hadisi için şu şekilde
açıklama yapar:
“Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem önce kadını zikretti, namazı ise sona bıraktı.
Bunun sebebi, kadının aynının[28] zuhûrunun aslı
itibariyle erkeğin bir cüz’ü olmasındandır. İnsanın kendini bilmesi, Rabbini
bilmesinden öncedir. Rabbini bilmesi ise kendini bilmesinin neticesidir…
Âlemdeki her bir parça, kendi aslı olan Rabbine delildir. Bunu iyi anla!”.[29]
İbnü’l-Arabî’ye
göre erkek ile kadın arasındaki ilişki, asıl ile fer’[30]
arasındaki bir ilişkidir. Kâşânî’nin belirtmiş olduğu gibi nefs ruhun bir cüz’ü
olduğuna göre nefsin sureti olan kadın da ruhun sureti olan erkeğin bir
cüz’üdür.[31]
“Her cüz,
aslının bir delîlidir” prensibi çerçevesinde düşündüğümüzde kadın erkeğin delîli
olmaktadır. Öyleyse kadından ibaret olan cüz’ü bilmek, kül (bütün) olan erkeği
bilmekten daha öncedir, ya da erkeğin bilinmesi kadının bilinmesinin
neticesidir. İşte tam bu noktada İbnü’l-Arabî, Allah-âlem ilişkisini,
erkek-kadın ilişkisine benzetir. Buna göre Allah Teâlâ asıl, âlem ise cüzdür.
Şu halde Allah Teâlâ’nın bilinmesi, âlemin bilinmesinden sonra gelir ve âlemin
bilinmesinin neticesidir. Nitekim İbnü’l-Arabî, “Kendini bilen Rabbini bilir” hadisiyle bu hususa işaret
edildiği görüşündedir.
Câmî’nin de
belirttiği gibi [32] hadiste kadının namazdan
önce zikredilmesinin nedeni de budur. Zira kadın, âlemi ya da insanın kendisini
bilmesini; namaz da Allah Teâlâ’nın bilinmesini sembolize eder. Öyleyse Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kadını namazdan önce zikretmekle cüzün
(âlemin) bilgisinin, aslın (Allah Teâlâ’nın) bilgisinden önceliğine işaret
etmiş olmaktadır. Öte yandan İbnü’l-Arabî, hadiste zikredilen “bana
sevdirildi” ifadesinden hareketle kadınla Allah Teâlâ’nın bilinmesi
arasında epistemolojik [33]
bir ilişki kurar:
“Erkek Allah
Teâlâ’yı kadında müşâhede ettiğinde, onun bu müşâhedesi münfailde[34] olur. Fakat kadının
kendisinden zuhûr etmesi açısından Allah Teâlâ’yı kendi nefsinde müşâhede
ederse, onun bu müşâhedesi, fâilde[35] olur. Eğer erkek,
kendisinden zuhûra gelmiş olan şeyin sûretini hatırına getirmeksizin Allah
Teâlâ’yı kendi nefsinde müşâhede ederse, onun bu müşâhedesi, vasıtasız Allah
Teâlâ’dan münfailde gerçekleşir. Erkeğin Allah Teâlâ’yı kadında müşâhedesi,
tam ve mükemmeldir. Zira Allah Teâlâ’yı hem fâil, hem de münfail olması
cihetinden müşâhede etmiştir. Hâlbuki Allah Teâlâ’yı kendi nefsinde müşâhedesi,
yalnızca münfail olması bakımındandır. Bu sebeple Allah Teâlâ’nın kadınlarda
müşâhedesi tam olduğu için Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kadınları
sevdi”.[36]
İbnü’l-Arabî’nin
burada anlatmak istediği şudur: her konuda olduğu gibi Allah Teâlâ’nın fâillik
ve münfaillik olmak üzere iki boyutundan bahsetmek gerekir. Onun, birinci yönü erkekte, ikinci yönü ise
kadında tecellî etmiştir. Allah Teâlâ, kesinlikle sûretten bağımsız bir şekilde
müşâhede edilemeyeceğine ve erkek ve kadın olmak üzere iki sureti olduğuna göre
O, ancak bu iki sûretten birisinde müşâhede [37]
edilebilir. İbnü’l-Arabî, Allah Teâlâ’nın bu iki sûretteki müşâhedisini üç kısma ayırır:
Birincisi, Allah Teâlâ’nın kadında müşâhede edilmesi. Kadın, erkekten
meydana geldiği için erkeğe oranda münfaildir ve bu nedenle de bu, Allah Teâlâ’nın
münfail boyutunun müşâhedesidir.
İkincisi, kadının kendisinden zuhûr etmesi bakımından kendi nefsinde Allah
Teâlâ’yı müşâhedesi ki, bu Allah Teâlâ’nın fâil boyutunun müşâhedesidir.
Üçüncüsü ise, erkeğin kadının sûretini hatırına getirmeksizin Allah Teâlâ’yı
kendi nefsinde müşâhedesidir. Burada erkek Hakk’a oranla münfail durumda olduğu
için Allah Teâlâ’yı münfail boyutuyla müşâhede etmektedir.
İbnü’l- Arabî’ye göre Allah Teâlâ’yı kadında müşâhede
etmek tam ve mükemmel bir müşâhededir. Zira burada Allah Teâlâ, hem fâil
boyutuyla, hem de münfail boyutuyla müşâhede edilmektedir. Nitekim yukarıda
sıralanan birinci tür müşâhedede, Allah Teâlâ kadında müşâhede edildiği için
münfail boyutunun; ikinci tür müşâhedede ise, kadının sûreti hazır olmakla
birlikte erkek kendi nefsinde Allah Teâlâ’yı müşâhede ettiği için fâil boyutunu
müşâhede etmektedir.
Bu müşâhede
çeşitleri ile incelememize konu olan hadis arasında ne tür bir bağlantı
olabilir? İşte tam bu noktada
İbnü’l-Arabî, “Bu sebeple Allah Teâlâ’nın kadınlarda müşâhedesi tam
olduğu için Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kadınları sevdi” diyerek
hadisle bağlantı kurmaktadır. Şu halde Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme kadınların sevdirilmesi, gerek ontolojik[38]
açıdan, gerekse epistemolojik açıdan büyük önem taşıyan bir durumdur.][39]
Kadın erkeğin dünyada göreceği Allah Teâlâ’nın en
büyük nimetidir. Hz. Ömer radiyallâhü anhın “Sâliha kadın dünyalık sayılmaz;
çünkü sâliha kadın kişiyi ahirete yönlendirir.” Sözü bu konuda çok
önemlidir.[40]
Kadının
yaratılışı
[Allah Teâlâ, Kur’ân-ı
Kerim’de mahlukâtı çift yarattığını belirtmekte olup bu bağlamda ayetlerde Hz.
Âdem aleyhisselâm’ın sonrasında ona eş olmak üzere yaratılan birisinden de
bahsetmektedir:
“Kaynaşmanız için size
kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peydâ etmesi de O’nun
(varlığının) delillerindendir” [41]
Kaynaklarda, bu kişinin
Hz. Havva olduğu ve onun Hz. Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı rivâyet
edilir. Buradan Hz. Havvâ’nın farklı bir şekilde-canlının bedeninden
yaratıldığı anlaşılmaktadır.
Başka bir ifadeyle Âdem
aleyhisselâmı topraktan yaratmaya kâdir olan Allah Teâlâ, Havvâ’yı topraktan
yaratmayarak her türlü yaratılış gücüne sahip olduğunu göstermiştir.
Râzî (hyt. 606/1209),
Hz. Âdem aleyhisselâm ve Hz. Havvâ’nın yaratılışıyla ilgili “Sizi bir tek
nefisten yaratan, ondan da yanında hazır bulunsun diye eşini yaratan O’dur.”
[42] Anlamına
gelen âyetin yorumunu yaparken şu hususa dikkat çekmiştir:
İnsanı bir tek kemikten
yaratabilen Allah Teâlâ’nın, onu ilkin yaratmayla da yaratabileceğini
vurgulamıştır. Bu âyetteki (min)–edatıyla ise Hz. Âdem aleyhisselâmın kendi türünden ona eş olarak
birisinin yaratıldığı kastedilmiştir. Söz konusu âyetin tefsiriyle ilgili
Mâtürîdî (hyt. 333/944), tüm erkeklerin Hz. Âdem aleyhisselâmdan ve tüm
kadınların da Hz. Havvâ’dan yaratıldığına dikkat çekerek kendi dönemine kadar
iddia edilenlerden farklı bir yorum yapmıştır. [43]
Mâtürîdî’ye göre
kadınların yaratılışı eşlerine izafe edildiğinde ise kadınların erkeklerden
yaratılmış olması söz konusudur. [44] Yine
aynı mealde olan Rûm sûresinin 21. âyetinin tefsirin yaparken Mâtürîdî (hyt.
333/944), Hz. Havvâ’nın yaratılışıyla ilgili rivâyetlerden öte buradaki “enfüsiküm” kelimesi üzerinde durarak
insan için başka bir canlıdan değil de aynı cins veya türden bir eş ve varlık
yaratılmasına işaret edildiğini belirtmiştir. [45] Bu
âyetin öncesinde insanın topraktan yaratılışı, sonrasında ise göklerin ve yerin
yaratılışının Allah Teâlâ’nın varlığının delillerinden oluşu ifade edilmiştir.
Bu anlamda Hz. Âdem’in yaratılışının yanı sıra Hz. Havvâ’nın yaratılışının da Allah
Teâlâ’nın delillerinden oluduğunu ifade eden Kur’ân-ı Kerim, insanın insandan yaratılması
hadisesini âhiretin imkânı bağlamında ele almıştır.][46]
Havva’nın, Âdem aleyhisselâmdan yaratıldığını kabul
edersek, yani Kur’ân-ı Kerim’de [47] “ondan da eşini
yarattı” ifadesiyle ilk doğurganın erkek olduğu manası çıkar ki, bu
beşeriyette erkeğe verilmemiş bir özelliktir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme atfedilen hadisi şeriflerde de eğe kemiğinden yaratıldı ibaresi İsrâili
haberdir. Çünkü bu konu Allah Teâlâ tarafından gizli tutulmuştur. Kadın
bahsedilen ayetin işareti ve “sizi bir tek nefisten yarattı, eşini de
ondan yaptı…” [48] ile Âdem aleyhisselâmın nefsinin karşı kopyasını yarattı
demek daha uygun olacaktır. Çünkü ayetin devamında
“..gönlü buna ısınsın. Onun için eşine yaklaşınca o hafif
bir yükle hamile kaldı, bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit
ikisi birden kendilerini yetiştiren Allah’a şöyle dua ettiler: ‘Bize sâlih
yaraşıklı [49] bir çocuk ihsan edersen, yemin ederiz ki, kesinlikle
şükreden kullarından oluruz!’ ..” [50]
denmesi, bize Adem aleyhisselâmın yalnızlık psikozuna[51] düştüğünü, üreme
bilgisine haiz olup bunun da kendi içinden (nefsinden) olacağının bilgisine
sahip olduğunu anlatıyor
Bu nedenle kadın topraktan değilde nefs, nefes ve hava cinsinden
yaratıldığı için Havva (canlı şey; yaşayan; hayat) adı
verilmesi de yine buna işaret etmektedir.
Hadislerde (Eğe kemiğinden yaratılması)
olarak bahsedilmesi belki akciğerlerin nefes ile olan irtibatı nedeniyledir. Bu bağlamda kadın aslî olarak topraktan
yaratılmayıp tebdil olmuş toprak olan Âdem aleyhisselâmın nefsinden-nefesinden
yaratılmıştır.
[Zira
insanın nefesi, metafizik ilâhî düzeyde nefesü’r-Rahmân şeklinde
isimlendirilen mananın bir suretinden ibarettir.] [52]
Âdem aleyhisselâmın yaratılışında meleklerin tesviyesi[53] bulunurken
Havva validemizi Allah Teâlâ Âdem aleyhisselâmın nefesinden (kaburga kemiği
denilmesi) yarattığından, kadın yaratılış yönünden erkekten daha üstün ve
latiftir.
Onun için beşer neslinin devamında yeni bir canlı için uygunluk
gösterme özelliğine sahip olmuştur. Eğer bu hal olmamış olsaydı erkek kadına
karşı meyl etmekte zorlabilirdi. Hz. Mevlâna Celâleddin Rûmî
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
“Sen bizim eşimizsin; işlerin başarılması için eşlerin aynı huyda
olmaları lâzımdır. Eşlerin birbirine
benzemesi lâzım. Ayakkabı ve mestin çiftlerine bir bak! Ayakkabının bir teki ayağa biraz dar gelirse
ikisi de işine yaramaz. Kapı kanadının biri küçük, diğeri büyük olur mu?
Ormandaki aslana kurdun çift olduğunu hiç gördün mü? [54]
Sûfî dedi; ‘Biz fakir,
zavallı ve düşkünüz; hatunun ailesi mal sahibi ve haşmetli. Evlenmelerinde bu
denklik nasıl olur? Bir kapı kanadı tahtadan, bir kapı kanadı fildişinden.
Nikâhta her iki çiftin denk olması gerekir. Yoksa darlık olur, rahatlık kalmaz.”
[55]
Aliyyü’l-Havvas kuddise sırruhu’l-azîz de bu konu hakkında buyurdular
ki;
“Karı ve kocanın ahlakını inceleyince kadınının ahlak ve
davranışı erkeğinki gibidir. Çünkü kadın ondan yaratılmıştır. Bir kimse kendi
huyundan habersiz ise, kendi eşinin huy ve ahlakına bakmalıdır. O zaman kendi
huy ve ahlakını aynada görmüş gibi, kendisine göz kırpıp baktığını görür.”
Kur’ân-ı
Kerim’de kadın için öğretilmesi tavsiye edilen sure Nur olarak geçer. “Nur”
un meleklerin yaratılış mayası olması kadına verilen değerin işaretidir. Bu
nedenle kadın ve erkeğin etkileşimi ve muhabbetleri arttı. [Kadına bağlanan ve
acı çekenlerin, sevgi ve izdivacın kelepçeleri bileklerinin etlerine gömülenlerin,
kadına sarılarak ellerindeki avuçlarındakini yitirenlerin, o güzelim
isimlerini, şan ve şöhretlerini, sağlıklarını, yaşanmaya değer canım hayatlarını,
Allah Teâlâ'da, öz-ben’de varolmayı elden çıkaranların da kendilerine göre
olacaktır cevapları. Bu kişiler şöyle haykıracaklardır:
Kadın,
yücelerden çekip aldı bizi!][56]
İlâhi
makamdan inmesine neden olan kadına karşı, genellikle cahil kesimdeki
erkeklerde bilinçaltı duygularında sertleşme meydana gelir. Bunun sebebi
erkeğin tekrar o ulvî makama çıkamama korkusudur. Hz. Mevlânâ kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz buyurdu ki;
[Görünüşte su nasıl ateşten üstünse, sen de
kadından üstünsün; fakat hakikatte ona mağlûpsun, sen onu istemektesin.
Böyle
bir hassa ancak âdemoğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın
muhabbeti azdır ve bu da onun nâkıs olmasından ileri gelmiştir.
Kadınlar, akıllı kişiye
galebe ederler, fakat cahil kişi onlara galip olur.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem dedi ki:
“Kadınlar; akıllı kişilere
ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar. Fakat cahiller, kadına
galebe ederler. Çünkü onlar sert ve kaba
muameleli olurlar.”][57]
Fakat
ilim ehlinin kadına karşı saygısı o kadar fazla dır ki, onda bulduğu her şeyi
ilâhî makamdan payına düşebilecek bütün sermaye-i hayatı olarak görür. Dünya
yerilirken Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Bana kadın sevdirildi” demesi
bu nedenle olsa gerektir. Böylelikle diğer ehl-i kitap dâhil olmak üzere bütün
dinlerdeki kadına düşmanlık anlayışı giderilmiştir. Günümüzde kadına
davranışında düşmanlık olan, dindar bir kimse bile olsa cahil bir kesimi temsil
ettiği anlaşılmalıdır.
Yine Büyüklerden
duyduğumuz bir sözde “Bir kadının
gönlüne girmek, gökten melek indirmektir” denilmektedir. Bu sözü
açıklamak gerekirse Havva melek ile Âdem aleyhisselâm arasındaki geçiş
noktasıdır. Daha sonra gelen insanlar tarafından meleklerin kadın olarak tasvir
edilmesi kadının meleklere müşabih olmasından kaynaklanıyor olabilir. Kur’ân-ı
Kerim’de
“Ahirete
inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar.”[58]
“Rabbiniz
oğulları size ayırdı da, kendisi için kız olarak melekleri mi edindi?” [59]
“Putperestlere
de ki: Kızlar Rabbinin de erkekler onların mı? Yoksa biz melekleri onların gözü
önünde kız olarak mı yarattık?” [60]
Bu ayetler ile anlatılmak istenen, kişilerde
oluşan bu imanın yanlış olduğudur. Ama tefsirlerde bu inancın çıkış noktası hakkında
böyle bir yoruma rastlamak mümkün değildir. Bunun sebebi tefsir ulemasının
erkek kesimden gelmiş olmasıdır. Bir diğeri de Havva’nın yaratılışının
kapalılığını hala devam ettirmesidir. Havva’nın insan olduğu hususunda bütün
âlimlerin hemfikir olmalarına rağmen yaratılışı konusunda tam bir açıklama yapılamamaktadır.
Hadisi şeriflerde geçen “eğe” kemiğinden kastedilenin ne olduğu
hususunun Tevrat ve İncil’deki ele alınış biçimleri düşünülmeden tekrar ele
alınması gerekmektedir.
Ayrıca kadınların ruhânî âlemle
ilişkilerindeki berraklıkta unutulmamalıdır. Onların hislerinin kuvvetli oluşu
melek tabiatına yakınlıklarının erkekten daha fazla olmasındandır. Ancak bu anlatılanlar ile kadının olduğundan
fazla gösterilmek istendiği anlaşılmamalıdır.
[Japonlar ne güzel söylemişler:
“Biz kadınları idealize etmeyiz, böylelikle daha sonra onları
aşağılamak için bir gerekçemiz de kalmaz...”
Kadınların kutsallaştırılıp tanrıça haline getirildiği
toplumlarda ilginçtir kadınlar aynı zamanda fevkalade aşağılık mahlûklar veya
utanç kaynağı varlıklar olarak görülmüştür. Cahiliye Araplarının putlarının
hepsi feminindir.[61] “Lat,
Uzza, Menat...”[62] Bu
kelimelerin hepsi feminin yani kadınsıdır ve Araplar bu putlara kudsiyet
atfederken bir yandan da kadınları aşağılarlar, hatta kız çocuğu olan bir Arap
bunu bir utanç vesilesi sayardı. Tüm Araplar yapmasa da bazı Cahili Araplar
doğan kız çocuklarını savaşlarda esir olup ırzına geçilmesin böylelikle utanç
duymayayım kaygısıyla öldürüyorlardı. Ancak onlar aynı zamanda kadın
tanrılarına tapmayı da ihmal etmezlerdi.][63]
Ayna
[ IV. Murat genç, yakışıklı
bir prens (şehzade) iken bilmediği bir sebepten dolayı ruhî bir bunalıma girer.
Hekimlere başvurmaya başlar... Hepsinin ortak noktası: “ Kendi
cevher-i ruhuna münasip bir ayna bul; onda kendini görürsün. Ve bütün sıkıntıların
gider “ tavsiyesi olur.
Şehzade çok zeki ve edip
bir şahsiyet olduğundan tavsiyedeki mecazî ifadeyi anlar, Saraydan hiçbir
evlenme teklifinin gelmemesini diler. Onun niyeti: Halkın içine karışıp kendi
gönlünce beğendiği mütevazı ama güzel bir yüz bulmaktır. Aradan günler geçer,
bir gün gözü Saray servislerinde bulunan güzel bir Çerkez kızına takılır. Bu
bakış şimşek gibi ruhunda bir aşk kıvılcımı tutuşturur. O günden sonra
şehzademiz bütün sıkıntılardan kurtulur...
Sıra gelir evlenmeye...
Uzun bir macera... Ve padişahlık dönemi başlar. Fakat padişahımız gençlik
dönemindeki hekimlerin tavsiyesinin hikmetini sorgulanmayı hiç bırakmamıştır.
Bir gün Divan-ı Enderun’u
toplar, böyle bir meselenin felsefe ve hikmet yönü nedir, diye sorar. Ulemâdan
birinin cevabı onun dikkatini çeker:
“Efendi
Padişahım! Bu meselenin hikmet yönü şudur: İnsan sonsuz denebilecek kadar aşk
enerjisini taşır. Bu enerji bir menfez, bir ma’kes (ayna) bulamayınca cehenneme
dönüşür, sahibini yakar...” der ve şunu da ilave
eder:
“Bu enerji potansiyeli,
yedi başlı bir cana benzer ve herkesteki bu canın cami aynası sadece ve sadece
bir tanedir... Kader onları buluşturur. Yani o can kuvvetinin ma’kesi de yedi
duyulu bir aynadır. Dışı maddedir, içi nurdur. “
Bu cevap padişahı bir
derece tatmin etse de araştırma duygusunu tam doyurmaz... Bir gün padişah
vezirler (bakanlar) divanında aynı soruyu Sadr-ı Azam’a (Başbakana) sorar. Bu
vezir çabuk intikal sahibi olduğundan hemen şu siyasî tavsiyede bulunur:
“Efendim, Padişah halka
ayna olmadıkça yani halk gibi yaşamadıkça, halk da padişah gibi olmadıkça
siyasî sıkıntılar bitmez.” der; ama padişah bütün
enerjisini Çerkez güzeli, ruhunun aynasına harcadığından bu siyasî cevabı pek
hoş karşılamaz. Ve padişah yeniden yeni sıkıntıları ruhunda hissetmeye başlar;
can sıkıntısını gidermek için bir gün ava gider, ormanda bir derviş ile
tanışır. Derviş, Padişahın kalbindeki sıkıntıyı anlayınca:
“Padişahım,
Padişah-ı Ezelî bir kabz halinde iken, ayna olsun diye yedi kat göğü, yedi arzı
ve her birisinde 70 bin nevi melek, cann[64]
ve hayvanı yarattı. Senin, Allah Teâlâ’nın yedi duyulu aynalarını öldürmen caiz
değildir” der... Padişah:
“Onu
görebilir miyim?” deyince, Derviş:
“Ancak
Onun gölgesini görebilirsin” der. Padişah:
“Peki,
nasıl?” diye sorduğunda, Derviş:
“Gözünü yum, başını
hırkamın içine koy” der. Padişah söyleneni
yapınca, nurlar içinde gark olduğunu görür ve bütün sorunlarının nasıl bitebileceğini
anlar.][65]
Kadının Yaratılış Gayesi
Dünya hayatında kadın ve erkek, birbirine huzur ve sükûn
vermek için yaratılmıştır. Allah Teâlâ’nın onlara sevgi ve merhamet ihsanında
bulunması ile birbirine sımsıkı bağlanmışlardır.
Evlilik ile eşler; beşerî arzu ve isteklerini uygun bir
şekilde giderdikleri gibi, huzur, sükûn, dayanışma ve paylaşım ihtiyaçlarını da
karşılamış olurlar. Allah Teâlâ, bu şekilde nesil devam etsin diye mecâzî aşkı
ve şehvet duygusunu vermiştir.
Bu bağlamda günümüzdeki kadın-erkek ilişkilerinin yaratılış gayesinin
dışına çıkmış olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Allah Teâlâ’nın kadın ve erkek cinsini yaratışında çıkar, art niyet
olguları hiç yokken şimdi bu olguları içeren, paylaşımı/huzuru olmayan, aşkın
barınmadığı evlilikler hem varoluşa, hem yaradılışa aykırı olmuştur.
İbnu Abbas radiyallâhu anh
buyurdu ki;
“Ne iyilik, ne de
kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman
görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dostun
olmuştur. Bu en güzel haslete, sabredenlerden başkası kavuşturulmaz. Buna büyük
bir hisseye mâlik olandan gayrisi eriştirilmez”[66]
âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı yaptı:
“Âyette kastedilen en iyi yol, öfke anındaki sabır, kötülüğe maruz
kalındığı andaki aftır. İnsanlar bunları yaptıkları takdirde, Allah onları
korur, düşmanları da kendilerine eğilir. Düşman iken, samîmî dost olurlar.” [67]
Erkeklik
ve kadınlık nedir?
Allah Teâlâ kâinatta, her şeyi çift yaratmıştır.[68] Allah Teâlâ ilk
insanı yaratırken, cinsiyete ikilik bıraktı. Bu ikilik, asıl ifadesini evlilik-birleşmede
bulur. Bir birey diğerinin tamamlayıcısıdır. Ne dişi erkekten ne de erkek dişiden
bağımsızdır. Onların ikiliği Allah Teâlâ’nın dileğidir. Tamamlayıcı ilişkiler
ve fonksiyonlar biri olmadan diğeri ile eksiktir.
İkilik
nedeniyle [erkek ve kadınlar arasında var olan biyolojik farklılıkların
dışındaki farklılıkların çoğunun nedeni sosyal, kültürel ve ekonomik
olgulardır.
Genel olarak cinsiyet farklılıkları bir takım
nedenlerden dolayı bilinçli bir şekilde abartılmakta, benzerlikler de göz ardı
edilmektedir. Sözlü ve bedenî yetenekler, matematik zekâsı ve saldırganlık
açısından küçük ama yerleşmiş farklılıkların açıklamasının yapılması
gerektiğinde, her zaman için biyolojik açıklamalar kültürel açıklamalara yeğ
tutulmaktadır.
Cinsiyet
kavramı biyolojik farklılığın dışında, kadın ve erkeğin içtimâi olarak tanımını
da içerir ve bu tanım cemiyet içindeki konumlarını ve davranışlarını belirler.
Buradan da cinsiyet kavramının içtimâi olarak oluşturulduğuna ve bir cemiyetten
diğerine ve zaman içerisinde değişiklik gösterebileceğini anlamaktayız. Bu nedenle içtimâi cinsiyet, erkek ya da
kadınların birbirlerinden farklı olmalarına yol açan fiziksel niteliklere
değil, erkeklik ve kadınlık hakkındaki cemiyet tarafından oluşturulmuş
özelliklere göndermede bulunmaktadır.
Erkek ve kadınların çocukluk evresi ile beraber
kazanmaya başladıkları cinsiyet rolleri, iki cinsiyetinde yapabileceklerini sınırlayan
içtimâi beklentileri içermektedir. İçtimâi sistem içinde belirli konumdaki
kişinin nasıl davranması gerektiğini belirten normlara rol denir ve içtimâi ve
kültürel beklentiler, insanlara bu beklentilere uymaları konusunda baskı yapar.
Zaten cinsiyet rollerini de erkek ya da kadının nasıl davranması gerektiğini belirleyen
kültürel beklentiler olarak tanımlayabiliriz. Antropolojik bulgulara bakarsak,
cinsiyet rollerinin önemli ölçüde insanlar arasındaki en eski iş bölümünü
yansıttığını görebiliriz. Erkeklerin kadınlara oranla iktidara daha fazla hâkim
olmalarının nedeninde ise biyolojik farklılıklar yatmaktadır. Birçok cemiyette
hem özel hem kamu alanında erkekler kadınlardan daha fazla iktidara sahiptir.
Tarihî süreçte fizikî kuvvetlerinden dolayı erkekler ev sınırları dışında avcı
ve yiyecek temin edici görevini, kadın ise evde kalarak çocuk sahibi olma ve ev
işleriyle ilgilenme görevini üstlenmiştir. Bu görev dağılımında erkeklerin
üstlendiği görevlere daha fazla değer biçilerek daha prestijli hale getirilmiş
ve böylelikle erkekler kadınlar üzerinde güç sahibi olmuşlardır. Kamu alanında
çalışma güç, para ve prestij ile ödüllendirilmekte iken, özel alanda harcanan
emek tecrit edilmiş ve değersizleştirilmiş bir çalışma olarak kabul edilmiş,
kadın erkeğin para desteği karşılığında onun cinsel ve ev içindeki
ihtiyaçlarını karşılayan biri olarak görülmüştür.
Cinsiyet rolleri, cemiyet üyelerinin cinsiyet
beklentileri ve eşitsizliklerinin baştan sorgusuz sualsiz kabulü anlamına gelmekte,
böylelikle cinsiyet rollerinin cemiyetin yapısı ve kültürel özelliklerini
biçimlendirdikleri ve yansıttıkları söylenebilir. Kadınlar ve erkekler
arasındaki farklar sorusunun cevabı basit gibi görünse de dünyamızda pek çok
bilimsel ve politik tartışmaya neden olmuştur. Kayıt altına alınan tarih
boyunca kadın ve erkek hep farklı görülmüş, nadiren eşit sayılmışlardır. Kültürel
klişelere göre erkekler daha akıllı, mantıklı, cesur, olgun ve kadınlara göre
daha ahlaklı tanımlanmışlardır. Kadınlar ise bu klişe imajlara göre her
zaman erkeklerden bir adım geri gelen, yeterli cesareti olmayan çocuksu ve naif
karakterler olarak değerlendirilmişlerdir. Belirgin farklılıklar olsa bile bu
bir cinsin diğer bir cinsten daha iyi olduğunu göstermeyecektir. Feminist
kuramcılar sıklıkla cinsiyet ayrımı yapan cemiyetlerde erkek ya da maskulen[69] kavramları
değerli olmaya eğilimli, kadın ya da feminen[70]
kavramları değersiz olmaya eğilimli olduklarını belirtmişlerdir. Kadın ve erkek
arasındaki farklılıklardan, kadına özgü olarak değerlendirilen özellikler çoğu
cemiyette daha değersiz bulunurken, erkeğe özgü nitelikler yüceltilir. Fakat
cemiyetteki bu davranış tutumunun akademik ve bilimsel olarak hiçbir kanıtı ve
geçerliliği yoktur. Sadece önyargılar ve klişelerden ibaret olmakla beraber
yapılan araştırmalar sonucunda bilim adamları da benzer şekilde cinsiyet
farklılıklarının, biyolojik olarak doğal ve sabit olan erkek ve kadın
farklılıklarını yansıttığını varsaymaktadır.
Birçok insan kendisini yaptığı işle tanımlamaktadır.
Bu açıdan değerlendirecek olursak eğer, erkekler erkekliklerini kadınlara
yasaklanmış bir işi yaparak gösterebilmektedirler. Tarihî sürece bakıldığında
genellikle erkeklere ayrılmış faaliyetin savaşmak olduğunu görürüz. Yani
kadınların yaşamın yaratılmasından, erkeklerin ise yaşamı sona erdirilmesinden
sorumlu oldukları söylenebilir. Aynı zamanda erkeklerin kişisel ihtiyaçlarının
erkeğin hayatındaki kadınlar tarafından karşılanması ile iş hayatının kesintiye
uğramaması, böylelikle teknik bilgi ve uzmanlık becerilerinin geliştirilmesi iş
kökenli bir erkeklik tarzı oluşturur. İş yerindeki kadınları dışlamaya hizmet
eden mekanizmalar dışında, eşitsiz eğitim, (evdeki rutin işlerin getirdiği
kısıtlamalara bağlı olarak) kadınların işyerlerindeki pozisyonları açısından
kendinden daha az emin, daha güvensiz bir hale gelmesine neden olmaktadır.
Kadınlar kitle kültürünün temsil ettiği kavramlardan
biri olarak yer almaktadır. Bahsedilen kitle kültürünün büyük bölümü boş zaman,
aile hayatı ya da özel hayat, aşk, cinsellik ve ev gibi kadınsı alanlarda
gerçekleşir ya da tüketilir. Bu demektir ki kadın cinsiyeti ev, aşk ve
cinsellik gibi kitle kültürünü temsil eden imgeleri sunuyorsa, tarihi
değiştirecek kadar önemli olan para, iş, sınıf ve siyaset gibi kavramları
temsil etmemektedir. ][71]
Kadın
ve erkek eşitliği
İslam’da kadın ve
erkek teklif bakımından birdir. Uygulama açısından farklılıklar ise fizyolojik
açıdan farklılık gösterse de yükümlülüğün nihayetinde ayırım yoktur.
İslam hukukunda cezai
hükümlerin ayırım gözetilmeksizin herkese eşit olarak uygulanması esastır ve kadın-erkek ayrımı da yapılmamıştır. Ancak bazı durumlarda,
mezhepler arasında görüş farklılıkları
bulunmaktadır.[72]
“Allah’ı çok zikreden
erkeklerle kadınlar (işte) onlar için Yüce Allah mağfiret ve büyük ecirler
hazırlamıştır”[73]
“Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakları
gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır. Ancak erkekler,
kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler.” [74]
[Erkekler tarih
boyunca kadının insan haklarını reddetmişlerdir. Bunu haklı kılmak için,
mitoslar yaratmışlar, cinsel tabularla sosyal tabuların arkasına
gizlenmişlerdir. Bunlara rağmen kadının insan hakları ilerlemiştir. Kadının
insan hakları yönünde, dünyanın değişik ülkelerinde son yüzyıllarda ilerlemeler
ve değişimler olmuştur. Yüzyıllar boyunca kadınlardan 'saf' ve 'bakire' kalması istenmiştir. (Erkekte bunlar
pek aranılmamıştır) Buna uymayanlar ağır şekilde cezalandırılmıştır.
Dolayısıyla kadının toplumdaki yeri doğduğunda belirlenmiş, özgürlüğü
kısıtlanmıştır. Bu, yüzyıllar boyunca mitoslarla, dinlerle, gelenek ve göreneklerle
desteklenmiştir.
Sahip olduğumuz 'insan' ve 'sorun'
anlayışımıza göre; sorunları görür, farkına varır ve çözüm yolu üretiriz. Bu
insanın tarihî sürecinde, kimi zaman, insanın kendisinden yola çıkarak, kimi
zaman dinle açıklanmaya çalışılmıştır.
İnsanların bir kısmı "Din adına, tarihin ilk
çağlarından beri insanların haklarını kullanmasında büyük bir engel
oluşturmuştur. Hepsi insan sevgisine dayanması gereken ve dayanan yüksek
dinlerde bile, başka dinlerden olan insanların insan olarak haklarını
kullanmaları hep önlenmiştir. Gene dinler, insan hakları bakımından yalnız
başka dinlerden olanlara değil, kendi dinlerinden olanlara da başlıca şu
bakımlardan ayrımlı kurallar uygulamışlardır ki, bu ayrıma neden olan
hususların başında öncelikle cins başkalığı, varlıklı olma veya olmama, köle
olma, özgür olma, vb. gelmektedir. Bütün bu nedenler bakımından İslamiyet'i gözden
geçirecek olursak, İslamiyet'in insan hakları bakımından tarihte eşi görülmemiş
bir aşama oluşturduğu, ancak İslam hukukunun dondurulmuş olması nedeniyle insan
haklarının gelişmesine ayak uyduramayıp... çok geçmeyip, geride kaldığını görürüz.”
" . . . Ekonomik bakımdan Avrupa kadınının son
zamanlara kadar elde edemediği yetkilere ve kanun önünde tam bir ekonomik
eşitliğe sahip olduğu halde; boşanmada, tanıklıkta, cezada, mirasta ve buna
benzer kimi durumlarda Müslüman kadın gene de erkekle eşit olamamıştır...
Ayrıca efendisinden çocuk doğuran kadın kölelerin, bu çocukların köle
olmayacakları ve bu kadınların artık satılmayacakları; erkek olsun, kadın olsun
kölelere efendilerinin tıpkı velayetleri altındaki kimseler gibi muamele
edebilecekleri kabul edilmiştir. Özetleyecek olursak, böylece İslamın
uygulayıcıları tam amaca varamamakla birlikte insan hakları bakımından tarihte
en büyük aşamalardan birini gerçekleştirmiştir." [75]][76]
[Hz. Mevlana Celâleddin Rûmî kaddese’llâhü
sırrahu’l-aziz Fîhi Mâ Fîh’ te buyurdu ki;
“Allah Teâlâ bir şeyi ihtiyaca göre
verir. İhtiyacı olmayana bir şey verecek olursa o şey, ona yük olur. Allah
Teâlâ’nın hikmeti, lütfü, keremi yükü almaktır; iş böyleyken nasıl olur da
birisine yük yükler?
Meselâ keser, testere, törpü gibi
dülger araçlarını bir terziye versen, bunları al desen, ona yük olur bunlar;
terzi bu araçlarla iş göremez ki. Şu halde Allah Teâlâ, bir şeyi ihtiyaca göre
verir. Bu, şuna benzer hani; yeraltında yaşayan o kurtlar, o karanlıkta yaşar-giderler.
Bir bölük halk da vardır; şu dünyayı yeter bulurlar, bu dünyaya ihtiyaçları
yoktur; Allah Teâlâ ile buluşmayı özlemezler. Can gözü, akıl kulağı, ne
işlerine yarar onların. Şu baş gözüyle bu dünya işi olur-gider; o yana gitmeyi
kurmazlar bile; onlara nasıl olur da can gözü verir? İşlerine yaramaz ki. ” [77]
Nitekim âyet-i kerîmede “Rabbimiz, her şeyi yaratan, sonra da onu yaratılış gayesine uygun
yola koyan, Yüce Yaradandır” [78] Yani
"Her
bir şeyin yaratılış hakkını verdi" buyrulur.] [79]
Allah Teâlâ bu ayette, bir husus dışında kadın
ve erkeğin duygu, düşünce, akıl, şuur, kişilik olarak birbirleriyle
benzerliklerini bununla birlikte hak ve görevlerde de eşit olduklarını ve mutlulukları
için her birinin diğerinin haklarına saygı göstermesi gerektiğini bildirmiştir.
Bahsedilen “bir derece”, tıpkı
ordu komutanı veya ülke liderlerinin bulunuşu gibi erkeğin de liderlik konusunda
daha çok hak sahibi olduğudur.
[“Âlimler kadın ve erkek
arasındaki kimyasal, genetik, hormonal ve işlevsel beyin farklılıklarını
belgeleyebildiler.”] [80] Fakat bu durum aradaki farkın azlığını göstermektedir.
[Erkek kadın genetik kodunun %99'dan fazlası
aynıdır. İnsan genomundaki otuz bin genin yüzde birinden daha azı cinsiyetler
arasında değişiklik gösterir. Ama bu farklı olan yüzde, acıyı ve zevki kaydeden
sinirlerden algıyı, düşünceleri ve duyguları belirleyen nöronlara kadar
vücudumuzdaki bütün hücreleri etkiler.
İnceleyici bir gözle
bakıldığında kadın ve erkek beyinleri aynı değildir. Erkek beyni, hesaplamalar
vücut ölçüleri gibi kriterler göz önünde bulundurularak düzenlendiğinde bile %9
daha büyüktür. 19. yüzyılda âlimler bu bilgiyi, “kadının erkekten daha az zihin
kapasitesi olduğu” yönünde yorumlamışlardı. Oysa bu alan farkına
karşın kadın ve erkek eşit miktarda beyin hücresine sahiptirler. Sadece bu
hücreler kadın beyninde daha yoğun biçimde paketlenmiş -daha küçük bir
kafatasına korseyle sıkıştırılmış gibidirler.
Yirminci yüzyılın büyük
kısmında çoğu bilim adamı kadınların nörolojik ve üreme işlevleri dışındaki
bütün alanlarda daha küçük ebatta erkekler olduklarını varsaydılar. Bu
varsayım kadın psikolojisini ve fizyolojisini çözmekle ilgili bütün yanlış
anlamaların kalbini oluşturuyordu. Beyinlerdeki farklılıklara derinlemesine
baktığınızda neyin kadını kadın, erkeğiyse erkek yaptığını anlayabilirsiniz.][81]
[“ Erkeğin gücünü kabul ederek onun egemenliği altına giren zayıf
kadın, sonunda elinde olan kaynağın farkına varır. Erkekleri etkileme ve baştan çıkarma gücüne sahip
olduğunu anladığında erkeğin de böylelikle zevk uğruna kadının egemenliği altına girdiğini görmüştür.”] [82] Bu durum ise
kadının gerçekteki gücünün açık ifadesidir.
Tahrif
Kadın ve erkeğin eşitliği ve mükellefiyetindeki sorun için dini
literatürü suçlu tutan bir kısım insanlar bulunur. Aslında bunun sebebi
araştırılınca suçlanması gerekenin yine insanlar olduğu görülecektir. Çünkü
Allah Teâlâ kâinatın düzenini kurarken adaleti ile tecelli kılmıştır.
“Allah Teâlâ
kişiye ancak gücünün yeteceği kadar yükler” [83]
“Allah hiç
kimseyi kendisine verdiğinden başkasıyla mükellef (sorumlu) tutmaz.”[84] Bu nedenle yanlış olan ve aklın almakta güçlük çektiği konularda
sorunların çıkış yerlerini görmek gerekir. Kur’ân-ı Kerim bu konu ile ilgili
bize bilgiler vermektedir.
[“Tahrif” için ilk dönem kaynaklarının kelimeye yükledikleri anlam, hem de
Kur’ân-ı Kerim ifadeleri göz önünde bulundurulduğunda, Kur’ân-ı Kerim’de geçen “tahrîf”
kelimesinin, “anlamı çarpıtmak, söze yanlış anlam vermek, sözü gerçek
amacından saptırmak ve kelimeleri bağlamından koparmak” gibi anlamlara
geldiği anlaşılmaktadır. Kelimenin “tahrîf ediyorlar” şeklinde
tercüme edilmesinin yanlış olduğunu düşünüyoruz; zira günümüzde “tahrîf”
kelimesi ıstılâhî bir boyuta sahiptir ve okuyucunun zihninde “metnin
bozulması” yönünde bir çağrışım yapmaktadır. Kur’ân-ı Kerim
çevirilerinin “tahrîf” kelimesine anlam verirken, kelimenin Kur’ân’daki
kavramsal anlamı ile günümüzdeki ıstılâhî boyutu arasındaki farkı gözden
kaçırdıkları anlaşılmaktadır. “Anlamı çarpıtmak” manasına gelen “tahrîf”
kelimesinin daha iyi anlaşılması için âyetlerde bu kelime ile birlikte kullanılan
“mevâdıc” sözcüğünün üzerinde de durmak gerekir. Bu kelimenin,
tercümelerin çoğunda olduğu gibi “yer” şeklinde değil de, “kelimelerin
vaz’ edildikleri şey”, başka bir deyişle “kelimelerin asıl
anlamı”, “kelimelerin bağlamı” şeklinde çevrilmesinin daha
doğru olabilir. Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerim’de “tahrîf” kelimesinin yanı
sıra, “tebdil, leyy (dili eğip bükmek), kitmân (gizlemek), nisyân
(unutmak), Allah’ın âyetlerini satmak, elleriyle kitap yazmak” gibi
bazı kelime ve ifade kalıplarının da tahrîfle doğrudan ilgili olduğu
düşünülmektedir.
Kur’ân’da “tahrîf” kelimesinin kullanılması, konuyla ilgili
araştırmalarda bu kelimenin ön plana çıkmasına neden olmaktadır. “Uç,
sınır, kenar” anlamlarına gelen “harf” kökünden türetilen
tahrîf, “iki şekilde yorumlanması mümkün olan bir sözü bir tarafa çekmek”[85], “kelimenin veya sözün anlamını benzer anlamlarla
değiştirmek”[86], “manasını bozmadan lafzı değiştirmek”[87] gibi manalara gelmektedir. Buna göre tahrîf, Kutsal Kitapların
metninin veya yorumunun tahrîf edilmesidir.
Fahreddin er-Râzî, tahrîfin metin ve yorum tahrîfi şeklinde ikiye
ayrılabileceğini söyler. Ona göre, Kur’ân-ı Kerim’de bahsedilen tahrîf,
yalan-yanlış yorumlar yaparak ya da kelime oyunlarıyla sözün anlamını başka
yönlere çekmektir [88]. ][89]
Kısacası olanı olduğundan başka göstererek anlayışın yanlış
mecraya çekilmesi ile tahrif meydana gelir. Bunu kasıtlı yapanlar olduğu gibi
maksadı aşan iyi niyetlerde olabilir. Onun için bilgilerin ve düşüncelerin
sürekli irdelenmesi ile durgun suyun bulanıklığını gidermek gerekir. Kadın
konusu da “tahrif” sınıfından en çok pay alanlardandır.
Kadının Yapısı ve Ruhu
Muhabbet bütün eşyada
vardır. Hiç bir mevcut vahdetin (birliğin) varlığından hali olmadığı gibi, muhabbet
meylinden (sevgi alâkasından) de ayrı değildir.
[Filozoflar: “Bütün mevcudatın ayakta durması ve bekası muhabbetledir” demişlerdir.
Bitkilerle, cansız varlıklar bile aşk ve muhabbetle muttasıf olup, bütün öz ve
kabuklar bu çeşmeden su içmiştir. Unsurların kendi doğdukları yerlere meyli üstündür
ve bu yerden çıksalar da yine oraya dönmeyi isterler- Onun zorla kaldığı bu
yerden aslına dönmek istemesi aşk ve muhabbettir.
Erkek, kadına karşı koymaya kalkışmaz ve kadına mağlup
olur. Her ne kadar erkek kadından üstün gibi görünse de gerçekte kadın, erkeklere
galip gelmektedir. Kadın güzel yüzü, edası, zekâsı ve ağlayışı ile erkeği
kendine esir eder. Sevgi ve acıma duygusu insanlık vasfı olduğu için akıllı ve
ince ruhlu erkekler, kadınlara karşı daima anlayışlı ve şefkatli davranır,
onlara sertlikle muameleden çekinir, onları kırmak ve incitmek istemezler.
İrfan sahibi kişilerin kadına gösterdiği sevgi, aslında Hakk’ın nuruna ve
Hakk’ın güzelliğine gösterilen sevgidir.
Her cisim unsurunun, “sıcaklık-soğukluk,
yaşlık ve kuruluk” tan biri ile muttasıf olması aşktan dolayıdır.
Meselâ ateş sıcaklık ve kuruluk, hava sıcaklık ve rutubet, su soğukluk ve
rutubet, toprak soğukluk ve kurulukla muttasıftır. Bu itibarla aralarında aşk
vardır ve bütün eylemler aşkla gelişen bir arzunun sonucudur. Meselâ suyu zorla
ısıtsalar, zor kalktığında yine sevgilisi olan soğukluğa geçer ve ona ulaşır.
Her basit ve birleşik unsurun, cinsine meyli ve muhabbeti vardır. Cinsi
olmayandan da nefret ederek ve ondan kaçmak ister. Gökteki âlemlerin devir ve hareketleri aşkı
dile getirir. Bu akıl cevherinin, yüceliklerin ve mümkün olan diğer şekillerin
başlangıcı ve kaynağı olmuştur.
Nitekim felsefede tespit
edilmiştir ki, mevcutlarda noksan ya da kemal noktasında ne varsa, hepsi
muhabbete terettüp eder ve ondan
dolayıdır. Muhabbet, birliğe ve Allah Teâlâ’ya yaklaşmaya başlangıçtır.
Üstünlük, çokluğun bir bölümüdür ve ondandır. Noksanlığı gerekli kılar.”] (Kınalızade,
1979), s. 143
Kadının
cinselliği
Erkeğin olgunlaşma yaşının kırk olması; şehvani ve sadist
duygularını kontrol edebilmesi için uzun bir zaman geçmesi gerektiğini gösterir.
Yani gençliğin verdiği heyecanların temelinde önceleri cinsel dürtüler fazla
yer tutarken zamanla bu duyguların yerini akıl, mantık ve gerçekliğin aldığı
görülür. Kadın olgunluk yönünden erkeğin çok ilerisinde olduğundan bu
olumsuzlukları yaşamadığı için sakindir.
[Din büyükleri, kadında, Allah
Teâlâ’nın, Hazreti Âişe ve Hafsa radiyallâhü anhaya karşı, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme yardımcı olarak, kendini, Cebrâili, sâlih
müminleri ve melekleri tutan bir batın, yani öze ait kemal yüzü, hâli
görmüşlerdir. Kadının o kemalinden biri de, dünyanın en büyük hükümdarının,
vika zamanında, ona secde hâline gelmesidir. Biri de Meleklerin hayâ
yönünden en güçlüsü, kadınların nefeslerinden yaratılmış olanlardır. Yine
kadının kudretindendir ki, şehveti erkeklerin şehvetinden yetmiş kat daha fazla
olduğu halde, içinde bulunan vika, cima’ arzusunu erkekten daha çok gizler.
Kadında bunun gibi, daha nice sırlar vardır.] [90]
Bu nedenledir ki
cinsellik konusunda erkeğin varlığı fazla bir değer taşımadığı gibi namus
kavramı kadında daha değerli olurken erkeğin bu konuda değeri kıyas kabul
edilemeyecek kadar küçük görülmüştür. Çünkü zina ayetinde[91] kadının önce zikredilmesi
bize erkeğin ikinci planda kaldığını gösterir. Hırsızlıkla ilgili ayette ise[92] erkek önce
zikredilmiştir.
Bu iki ayet kadınının kendini koruması ile hayatına karışan
erkeğe karşı da korunması tavsiye edildiği anlaşılmaktadır.
Kadındaki
incelik
[Hz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, bazı sembollerle kadın ruhuna ve psikolojisine dikkat çeker.
Bir yolculuk esnasında, develeri sürmekle görevli olan Enceşe’ye, develeri
âheste sürmesini hatırlatırken, hanımlarını “kristal
kâselere” [93]
benzeterek, kadınların nâzenin oluşlarına ve onlara ölçülü davranılması
gereğine işaret eder. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Kadın
eğe kemiğinden yaratılmıştır. Her zaman memnun olacağınız tarzda hareket
edemez. İsterseniz, bu vaziyetlerinden dahi istifade edebilirsiniz. Tam
arzunuza göre doğrultmak isterseniz, onu kırarsınız. Onun kırılması da
boşanmasıdır” [94] buyurur.
Bu hadiste belirtilen kadının eğe kemiğinden yaratılmış olması, elbette
anatomik bir bilgi değildir. Belki daha doğru bir ihtimalle, ifade mecazî olup,
ölçüsüz bir düzeltmeye gidildiğinde boşanmaya neden olunabileceği hususu
anlatılmaktadır. Zaten hadisin, “Kadınlara hayır tavsiye
edin” ifadesiyle başlaması ve “onun kırılması,
boşanmasıdır” ifadesiyle de sona ermesi, hükmün merciinin “terbiye
ve ev siyaseti” olduğunu gösterir.
[“ Yaşaması için erkeğin sığınağı olmadan kadın ne
yapabilir? Bu sebepten dolayı kadın hayal kırıklıklarını sineye çekmek zorundadır.”][95]
Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem,”Allah’ım, ben iki zayıfın
hakkını günah sayarım; yetim ve kadın.” [96]
buyurdu.
Yine
“Kadın haklarına riayet konusunda Allah Teâlâ’dan sakının. Onları
Allah Teâlâ’nın emaneti olarak aldınız. Onlarla birlikte yaşama hakkını, Allah
Teâlâ’nın emri ve müsaadesiyle elde ettiniz” [97]
ifadesiyle, evliliğin kudsiyetine işaret eder.
“Hayırlı
olanınız hanımlarına iyi davrananızdır” [98]
sözleriyle, genel tavsiyede bulunur. İyi geçinmede önemli esaslardan olan;
hoşgörülü olma, kusur aramama ve güzel huyların görmezlikten gelinmemesi
hususlarında ikaz mahiyetinde ise,
“Bir
kimse hanımına kin tutmasın. Onda hoşlanmadığı huylar bulsa bile,
memnun olacağı huyları da vardır” [99]
buyurur.][100]
“Bir kadının toplumda varoluş biçimi,
onun kendine karşı olan tutumunu gösterir. Kadının varlığı hareketlerinde,
sesinde, fikirlerinde, yüz ifadelerinde, giysilerinde, seçtiği çevrelerde ve
zevklerinde ortaya çıkar. Gerçekten de kadın kendi varlığına katkıda bulunmayan
hiçbir şey yapmaz. Varlığı, kadının kişiliğiyle öyle iç içedir ki erkekler bunu
bedenden çıkan bir tütsü, bir koku, bir sıcaklık olarak algılarlar.
Kadın olarak doğmak, erkeklerin
mülkiyetinde olan özel, çevrelenmiş bir yerde doğmak demektir. Kadınların
toplumsal kişilikleri, böylesine sınırlı, böylesine koşullandırılmış bir yerde
yaşayabilme ustalıklarından dolayı gelişmiştir. Ne var ki bu, kadının öz
varlığının ikiye bölünmesi pahasına olmuştur. Kadın hiç durmadan kendisini
seyretmek zorundadır. Hemen hemen her zaman kendi imgesiyle birlikte dolaşır. Bir
odada yürürken ya da babasının ölüsünün başucunda ağlarken bile ister istemez
kendisini yürürken ya da ağlarken görür. Çocukluğunun ilk yıllarından
başlayarak hep kendi kendisini gözlemlemesi, bunun gerekli olduğu öğretilmiştir
ona.
Böylece kadın, içindeki gözleyen ve
gözlenen kişilikleri, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden
ayrı iki öğe olarak görmeye başlar. Kadın, olduğu ve yaptığı her şeyi gözlemek
zorundadır. Erkeklere nasıl göründüğü, onun yaşamında başarı olarak sayılan şey
açısından son derece önemlidir. Kadının kendi varlığını algılayışı, kendisi
olarak bir başkası tarafından beğenilme duygusuyla tamamlanır.
Erkekler kadınlara karşı belli bir tutum
edinmeden önce onları gözlerler. Bu yüzden bir kadının bir erkeğe görünüşü,
kendisine nasıl davranılacağını da belirler. Bu süreci bir ölçüde denetleyebilmek
için kadın bunu kabul etmeli ve benimsemelidir. Kadın benliğinin gözleyici
yanı, gözlenen yanını öylesine etkiler ki sonunda tüm benliğiyle başkalarından
nasıl bir tutum beklediğini gösterir. Böylece kadının, bir eşi daha bulunmayan
bu kendi kendini etkileme süreci onun kişiliğini oluşturur. Eylemlerinin her
biri –amacı ya da dürtüsü ne olursa olsun- o kadının kendisine nasıl
davranılmasını istediğini gösteren birer simgedir. Bir kadın tutup bardağı yere
atarsa bu o kadının kendi kızgınlığını nasıl ele aldığını, bu yüzden
başkalarından nasıl bir davranış beklediğini gösterir. Erkek aynı şeyi yaparsa
bu, yalnızca onun öfkesini dışa vurmasıdır.
Anlatılanları şöyle özetleyebiliriz:
erkekler davrandıkları gibi, kadınlarsa göründükleri gibidirler. Erkekler
kadınları seyrederler. Kadınlarsa seyredilişlerini seyrederler. Bu durum,
yalnız erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri değil, kadınların kendileriyle
ilişkilerini de belirler. Kadının içindeki gözlemci erkek, gözlenense kadındır.
Böylece kadın kendisini görsel bir metaya dönüştürmüş olur. [101]
Kadın
kimliğini Etkileyen Faktörler
Genel olarak, ataerkil
sistem, kültür, ekonomi, politika, bilim, din, medya, özelde de yetişme
farkları, aile, yasaklar, tabular, bilgisizlik ve korku da, kadın cinselliğini
farklı derecelerde etkilemektedir. [102]
[Erkeklerin “erkek” olmaları yeterli iken;
kadınlar için çizilen sınırlar daha farklıdır. Kadınlar hem “kadınsı”
olmak, hem de “fazla kadınsı” olmamak durumunda
bırakılırlar. Bu çelişkinin kaynağı, “ideal” kadın formunun bir erkek
hayali olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla tam olarak ne olması beklendiğini
anlayamadan; etiketlenmekle ezilmek arasında yaşayanlar genellikle kadınlar
olmaktadır. Kadınlar farklı farklı taraflara koşuştururken, erkeklerin hedefi
bellidir... Erkeklik..][103]
Burada şöyle bir
durumdan söz edilebilir. Yukarıda
bahsedildiği gibi kadınlar erkekleri; duygusal olarak sevgilerini verecek, duygularını ve hatta yaşamını paylaşacak biri
olarak görürler ve tamamen bu sebeple erkekler onların hayatında vazgeçilmez
bir olgudur. Onlarsız bazı zamanlarda kendilerini bir hiç olarak kabul edip,
bireysel olmada/davranmada zorlanırlar. Kadınların beklentisi beyinlerine bir
önceki jenerasyondan kodlanmıştır. Önlerinde ya annesinin kocası, ya
anneannesinin kocası ya da diğer kocalar vardır ve kadın bunları örnek alarak
genel profile uygun bir erkek hayal eder. Oysa erkeklerin hayatında olan veya
beraber olduğu karşı cins daha çok olduğundan beklentilerinin ise belirli bir
profile oturması gerekmediğinden hatta beklentilerinin duygusal beklentilerden
çok daha beşeri veya fonksiyonel olmasından dolayı “ideal erkek” tanımı daha
kolay yapılırken, “ideal kadın” her bireye göre değişmektedir.
[ XIX. Yüzyıl bilimselliğin getirdiği sarhoşlukla maddeyi nasıl algılıyorsa
ruhu da öyle anlayabileceğini düşünmüş. Psikolojinin babası Freud, insan ruhuna çok mekanik
yaklaşır ve insan aklının kaos olduğunu düşünür. Kendisine peygamberlik atfeder. Yahudi Freud’a tepki Hıristiyan
dünyadan Jung’tan gelmiş. Freud’un göremediği benlikten bahsetmiş. Ama
kendisinin tanrı üstü konumlandırdığı söylemlerine de rastlıyoruz.
Mesnevi’de körlerin filleri tanımlaması istenir. Bacağına dokunan kör,
sütun gibi, kulağına dokunan yelken gibi tanımlamalarda bulunur. Batı psikanalizi bütüne
bakamadığı için kendini sorgulamaya çoktan başlamıştır.“Transpersonal Psychoteraphy”
(Benötesi
psikoloji) bunun
bir sonucu. Her
birey için onu anlayarak ona özel bir yöntem geliştirilir. Ateiste bir ateist gibi işkolik bir insana onun
anlayacağı tarzda, Budist bir insana ise o felsefeyle yaklaşır.
Avrupa ve Türkiye toplumlarında son 50 yılda patolojik[104] bir
kayma yaşandı. Gelecek kaygısı yaşanıyor.
Ama bunun herkesin iddia ettiği gibi ekonomik
sıkıntılarla bir alakası yok.
İnsan beyni uyarı bombardımanına tutuluyor.
İstek ve arzular tamamen maddeye yönelik bir hale
getirildi.
İstekler dizginlenmeli. An bilincinin farkına varmamız
gerekiyor.
Şu anda vahşi kapitalizm dönemini yaşıyoruz. Gençlik anne babaların ideallerini paylaşıyor. Reaktif
tepkileri henüz başlamadı ama başlamak üzere.
Genç ya o nefret ettiği dünyayı paylaşacak ya da kendini yok etmeye
yönelecek.
Batıda bu süreç uyuşturucuya bağlanma olarak gözlendi.
Anne babalar tutumlarını değiştirmeli.
Çocuklarına kendi dünyalarını yaratma fırsatı vermeli.]
[105]
Kadının Zaafları
Yaratıcı, üstün ve erdemli vasıflarına rağmen kadın bir
fitne unsuru olmaktan kendini kurtaramaz. Fitne olması demek kadının üstün
vasıf taşıması demektir. Basit ve değersiz olan bir şey kimi ilgilendirir. Basit
ve değersiz bir şeyle kimsenin ilgilenmeyeceği düşünüldüğünde fitne olması
aslında kadının üstün vasıflar taşıyor olmasının doğal bir sonucudur Değer
görme kaygısı ile insanlar birbirleriyle mücadele ederler.
Erkeklerin akıllarını başlarından alan, kadının cazibesi
ve güzelliğidir. Kadın, estetik olarak
güzel ve cazip, fıtraten de daha çekici yaratıldığı için şeytan erkeğin kadına
karşı zaafını bilip bunu kullanmaktadır.
Ayrıca kadın, hem nefs-i emmârenin hem de dünyanın sembolüdür.
Kadının insanlık hasleti kadar nefsânî zaafları da vardır.
Dişiliğinden ziyade kişiliği ile temayüz etmesi gereken kadının, cinselliği ile
yer edinmeye çalışması onun değerini düşürür. Yüksek özelliklerini terk
etmesiyle baş gösteren böyle bir durumun sonucunda kendini fitne unsuru haline
getiren kadın tehlike arz eder.
Kadının erkek için gösterdiği
yakınlığı cinsleri için gösterememesi de ayrı bir sorundur. Erkeğin zaafları
karşısında aldığı tavırlar sıkıcı hale geldiğinde kadın, küçük şeyleri
büyütmeye, büyüttüğü şeyler de onu boğmaya başlar. Kadın yücelik vasfı
taşıdığından düşme korkusunu sürekli içinde taşır. Aslında kötülük erkeklerden
değil genellikle hemcinslerinden gelecektir.
[Tanınmış ruh hekimlerinden Prof.
Dr. Ayhan Songar, fakültelerinin bir mezuniyet gününde öğrencilerine
yaptığı bir sohbette şunları söylüyor:
“Birbirine gerçek dost iki kadın
gördünüz mü? Ben görmedim. Her kadın bütün diğer kadınları kendine rakip görür
ve (bilerek veya bilmeyerek) hepsinden nefret eder. Bu, kadınlığın tabiatında
vardır. Erkeklerde ise, bu rekabet hissi, daha çok meslektaşlar çevresine
inhisar etmektedir. Daima kendi yapamadığımızı yapana hasetle bakar, ondan
nefret eder, onu küçültmek isteriz.”] [106]
" Bir kadın
kadınlardan çektiğini erkeklerden hiçbir zaman çekmemiştir"
[Pakize Suda [107] kadınlar yani hemcinsleri
üzerine yaptığı tespitlerde şunları söyler:
“Bütün kadınlar birbirlerini rakip olarak görürler.
Birbirlerini kıskanmaları
için aynı meslekten olmalarıyla da menfaatlerinin çatışması falan şart
değildir.
Ortalıkta kendilerinden
başka kadınların da dolaşıyor olması, kıskanmaları için yeterli bir sebeptir.
Yolu kadınların görev yaptığı bir yere, örneğin bir banka şubesine düşen bir
kadın, gördüğü muameleden bunu şıp diye anlayabilir.”
“Bütün kadınların mutlaka
koşulacak şartları vardır. "Seninle evlenirim ama...", "dediğini
yaparım ama..." [108]
“ Kendisinden 30 yaş
büyük bir kadınla, sırf parası için evlenen pek az erkek vardır. Buna karşılık
etraf, babası, hatta dedesi yaşında, ama mutlaka zengin erkeklere âşık olan(!)
kadınlarla doludur.”
“Hiçbir kadın çalıştığı
yerde üstünün kadın olmasını istemez. Vallahi bunu ben söylemiyorum, anketler
öyle diyor.”] [109]
Yine [İntikamda ve aşkta kadın, erkekten daha barbardır.] [110] sözü
de bize, kadının karakterindeki kararlılık hakkında fikir vermektedir. Fiziksel bazı güçsüzlükleri erkek tarafından aşağılanmasına
sebep olunca yetersizlik hissine kapılan kadın, bunun bütün alanlarda da böyle
görüldüğünü vehmederek kendisine ikinci sınıf imajını yakıştırır. Aslında “hiç kimseyi verdiği imkândan fazlasıyla yükümlü kılmaz” [111] ayetinin sırrını bilse devamlı surette kendine rahatsızlık
veren bu vehimlerden kurtulacaktır.
[Kadınların bütün kişisel kurumlarının ardında daima
kişisel olmayan hor görme vardır.] [112]
[Bütünüyle kadın ve erkeği karşılaştırırsak, şu
denebilir: Kadının süslenmesi için bunca yeteneği olmazdı, eğer ikincil rolü
için güdüsü olmasaydı. ] [113]
[Prof. Carol Black, kadın doktorların sayısının artmasının bu mesleğin etkinliğini
yitirmesine sebep olduğunu söylüyor.. Royal College of Physicians (Kraliyet
Doktorlar Koleji) başkanı Black,
"Bir meslekte erkek
egemenliği bittiğinde o meslek gücünü kaybediyor" diyor. Tabii ki Bayan Black'in açıklamaları tepki almış.
Black, tepki alan açıklamalarını,
kadınların vakitlerinin çoğunu, aileleriyle geçirme isteğine ve özel
yaşamlarını iş yaşamlarının üzerinde tutmalarına bağlamış.
"Kadınlar,
gecelerini toplantılarda geçirmek istemez" diyen Black, kadınların
Rusya'da tıpta, İngiltere'de de öğretmenlikte egemen olduğunu belirterek, bu
ülkelerde bu iki mesleğin etkisini kaybettiğini savunuyor. İngiltere'de yeni
mezun olan doktorların yüzde 60'ından fazlasını kadınların oluşturduğunu
söyleyen Black, kadın tıp öğrencilerinin artışı sürerse 8 yıl içinde ülkedeki
kadın doktorların sayısının erkek doktorlardan fazla olacağından İngiltere'de
de tıbbın etkinliğinin azalacağı endişesini belirtiyor.][114]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
“Dünya şirin ve yeşildir. Muhakkak Yüce Allah sizi
orada halife kıldı, nasıl amel ettiğinize bakıyor! Dünyadan korkun (çekinin),
kadınlardan korkun (çekinin)” [115] buyurdu.
[Kur’ân-ı
Kerim’de “Ey iman edenler,
eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır.” [116] buyrularak,
eş ve çocukların beklenmedik yer ve durumlarda kişiyi âhiret hazırlığından
alıkoyabileceğine işaret edilir. Kur’ân-ı Kerim’de, Nûh aleyhisselâm ve Lût
aleyhisselâmın hanımları, inanmayanlar için misal olarak verilir. Bu nebilerin
hanımlarının, kocalarına hainlik etmelerinden söz edilir.[117]
Bilindiği gibi, Nûh ve Lût aleyhisselâmın hanımları, nebi hanımı olmak
şerefinin gerektirdiği iman, itaat ve kocalarına iyi davranma gibi hasletlere
sahip olma yerine, bu şerefin kadrini bilemeyerek küfre meylettiler. Hatta
toplumun ıslahı için çalışan kocalarının başarılarını kolaylaştırmak yerine,
onlara eziyet ettiler. Daha da ötesi, hak düşmanlarının fesatlarına yardım
amaçlı ispiyonculuk yaptılar. Böyle oldukları için de, Allah Teâlâ’nın gazabına
uğradılar ve kıyamete kadar kötü bir misal olarak hatırlanmaya müstahak
oldular.[118]
Müteakip ayette bu kötü
örnekliğe alternatif olarak, Hz Musa aleyhisselâma iman eden ve bu nedenle de
şehit edilen Firavun’un karısı Âsiye ile Cebrail tarafından bir erkek çocuğu müjdesi
verildiğinde, “Ben senden Rahman’a sığınırım” [119] ve “Bana
erkek eli değmiş değildir. Benim nasıl çocuğum olabilir?!” [120] diyerek
irkilen İmrân kızı Meryem, inananlara örnek gösterilir.[121]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde, Meryem ile Âsiye’nin üstünlüğünü
teyit eder; Hz. Hatice ve Hz. Fâtıma ile Hz. Âişe radiyallâhü anhümalarıda, bu
hayırlı kadınlar zümresine ilâve eder. Dikkat çekicidir ki, Kur’ân-ı Kerim,
Yusuf aleyhisselâmın iffetini [122]
Şuayb aleyhisselâmın kızının yürüyüşünde bile hayâlı ve utangaç oluşunu, güzel
jestler olarak ön plâna çıkarır.[123] Ayrıca
Kur’ân-ı Kerim’de, şeytanın hile ve tuzağı zayıf olarak tanımlanırken[124],
Yusuf aleyhisselâmın dilinden, “Sizin
tuzağınız gerçekten büyüktür.” [125] İfadesiyle
de, bazı kadınların entrikalarına dikkat çekilir. Bu ayetlerde öncelikli
anlatılan husus elbette inanç esasıdır. Fakat Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem tarafından örnek olarak zikredilen bu kadınlardaki
vasıfların, mümin kadınlar için önemli mesajlar içerdiği de söylenebilir.
Anlaşılan odur ki; kocasına evini dar edip kabir azabı yaşatan kadınlar da
karısına olmadık işkenceleri çektiren erkekler de hep var olagelmiştir.][126]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem, cehenneme girmeye sebep olan kadınlardaki bazı huylara işaret eder.
Bu huylar arasında; kadının kocasına nankörlük etmesini, dilinden bedduanın
eksik olmamasını ve ihsan bilmezliğini de zikreder. Hatta bu iyilikbilmezliğe, “Eğer, kadınlardan birine bir ömür boyu iyilik yapsan, sonra da senden hoşlarına gitmeyen az bir şey görseler, senden hiç bir şey görmedim, derler” [127] ifadeleriyle, açıklık
getirir.
Böylesi
huylardan dolayı Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, kadınlara kefaret
olarak sadaka vermelerini ve çokça istiğfarda bulunmalarını öğütler.[128]
Kadının
dünyaya meyli
[Kur’ân-ı Kerim’de,
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin ev hayatı ile ilgili bazı olaylar
anlatılır. Bunlardan birisi de îlâ[129] hadisesidir.
Rivayete göre, bir defasında, ihtimal Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
bazı hanımları, belki biraz daha müreffeh[130] bir
hayat isterler. Bu isteğe muhatap olan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem ise, bütün hanımlarına gönül koyar ve bir ay uzlete çekilir.
Bu konuda Hz. Ebû Bekir ve
Hz. Ömer radiyallâhü anhüma tek cümle söyler:
“Bunlar benden, elimde
olmayan şeyler istiyorlar.” [131] Çok
geçmeden, bu hususta ayet nazil olur.
“Ey Peygamber! Eşlerine
söyle: Eğer dünya dirliğini
ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma
bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim. Eğer
Allah’ı, rasülünü ve ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki, Allah, içinizden
güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” [132] buyurularak,
bizzat Cenab-ı Hak tarafından Resulüne; hanımlarının serbest olduklarını
bildirmesi ifade edilmiştir. [133]
Hitap kipiyle, daha hayırlı hanımlar ihsan edilebileceği de belirtilir.[134]
İlgili
ayetlerin nazil olması üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, önce Hz.
Âişe’den başlayarak ilâhî emrin gereğini yapar. Dünya hayatını ya da âhiret
yurdunu tercih hususunda serbest olduğunu bildirir. Anne babasına danışıp
konuşmadan acele karar vermemesini de tavsiye eder. Böyle bir teklife Hz.
Âişe’nin tereddütsüz cevabı ise,
“Bunun hakkında mı anne-babama
danışacağım?
Vallahi
ben, Allah’ı, Rasûlüllah’ı ve ahireti tercih ediyorum” olur.
Diğer hanımları da farklı davranmazlar, aynı teklife aynı ifadelerle karşılık
verirler ve irade imtihanlarını başarıyla kazanırlar. Çünkü onlar, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemden ayrı kalmayı ölümden beter bir musibet kabul
ederler.
Sonuç
olarak, meşhur îlâ[135]
hadisesinde hanımlarının bu tercihlerine, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin de çok sevindiği görülür.[136]
Başka bir ayette,
hanımlarından ayrılmayı veya onlarla birlikte kalmayı tercih hakkı Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme de verilir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
de hanımlarından ayrılmamayı yeğler. Bu karşılıklı olarak birbirlerinden ayrılmamayı
tercih etmeleri üzerine Allah Teâlâ da,
“Böyle yapman onların mutlu
olmalarına, üzülmemelerine ve hepsinin senin verdiklerine razı olmalarına daha
uygundur. Allah kalplerinizde olanı bilir. Allah hakkıyla bilendir, halimdir.
Bundan sonra artık başka
kadınlarla evlenmen, -elinin altında bulunan cariyeler hariç- güzellikleri hoşuna
gitse bile, bunların yerine başka
hanımlar alman sana helâl değildir.
Allah her şeyi gözetler” [137] buyurarak,
hem ilgili olayın bu şekilde sonuçlanması övülür, hem de müminlerin anneleri
olan bu hanımlar, Allah Teâlâ tarafından iltifat görür. Zaten, “Ey
Nebi! Eşlerinin rızasını gözeterek
Allah’ın sana helal kıldığı şeyi
niçin kendine haram ediyorsun?” [138] uyarısından,
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hanımlarının rızasını gözetme ve
gönüllerini hoşnut etme hususundaki hassasiyetini de anlayabiliriz.][139]
[Bir
gün dervişlerinden bir grup ziyaret maksadıyla Ebu’l Hasan Harakani
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz dergâhına gelirler. Bir de ne görsünler, Şeyh
Hazretleri omzunda omuzlukla evine su taşıyor.
"Üstad
bu ne hal?" diye sorduklarında, Hazret
"Bu
gün validenizi biraz kızdırmışız, o da bize su taşıttırıyor."
cevabını verir. Derken tekrar suya gider ve getirir. Bir iki arası kesilmeden
yarım gün mütemadiyen eve su taşır. Ziyaretçiler
"Acaba
Valide Sultan bu kadar suyu ne yapar?"
diye merak ederler. Bir de ne görsünler, Valide getirilen suları, su kaplarına
değil de su akıntısına döküyor ve böylece üstada zahmet çektiriyor. Ziyaretçiler
kendi aralarında
"Bu
ne manasız iştir." diye söylenmelerine
rağmen Hazret hiç oralı bile olmaz ve su taşımaya devam eder. Valide Sultanın
hırsı geçene kadar su taşıdıktan sonra da "Seni kızdırdım hakkını
helâl et. Artık daha bana kızmazsın değil mi?" diyerek Valide
Sultanın gönlünü almaya çalışır.
Ebû
Ali İbn Sînâ ise şöyle anlatır:
"Şeyh'i
ziyaret maksadıyla dergâhına gittim. Ebu'l-Hasan Harakânî Hazretleri ormana
gittiğinde hanımından onun halini sordum. Hanımı Şeyh'in büyüklüğüne inanmadığı
için uygunsuz sözler söyledi. Ben orman yolunu tutup giderken Şeyh Hazretlerinin
bir aslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördüm.
"Üstad
bu ne haldir?" diye sorunca: "Evimdeki
belâ yükünü taşıdığım için bu aslan da bizim yükümüzü çekiyor." buyurdu.
Şeyh'in
bu hanımı hırçın huyluydu, giden
dervişlerine pek yüz vermezdi; kim kapıdan şeyhi sorarsa ona ve Şeyh
Hazretlerine uygunsuz sözler sarf ederdi.
Yine
bir gün bir grup derviş Şeyhin devlethanesine gelir ve korka korka kapıdan
seslenirler
"Efendimiz
burada mıdır?" diye. Onlar validenin
azarından korktukları için "Şimdi Efendimize de hakaret eder."
düşüncesiyle cevap bekledikleri sırada içerden tatlı ve gayet nezaketli bir ses
işitirler:
"Buyurun
misafirhaneye, size de kurban, Efendinize de kurban, geldiğiniz yollara da
kurban olayım. Efendiniz başka bir yerde davetlidir, haber salayım şimdi
gelir." der, misafir odasına alır ve dervişleri
ağırlar. Hepsi hayret içerisindedir. Efendimiz herhalde valideyi irşâd etmiş sevinci
içinde iken Şeyh Hazretleri içeri girer. Ziyaretlerini yaptıktan sonra
sorarlar.
"Efendimiz
yoksa validemiz irşâd mı oldu? Bize hiç bir zaman göstermediği alakayı gösterdi
ve size karşı hürmet-âmiz tazimde bulundu."
Şeyh Hazretleri tebessüm ederek buyurdu:
"Allah ona rahmet etsin vefat etti bu ikinci eşim. O, benim
yumağımı büyütüyordu. Bu da kendi yumağını büyütüyor." ][140]
Kadına
bakış
Bakış açısını erkek ve kadın
üzerinden düşünmek gerekir. Erkeğin kadınlarla, kadının da erkeklerle ilgili
hükümler verirken kendi cinslerine meyletmeleri mümkündür. Bu nedenle objektif
olmak çok zordur. Bakış açılarına misal verecek olursak;
[Bir grup kadın Paris Kent Konseyine kırmızı şapkalar giyip
geldiler. Bunun üzerine Chaumette Konsey üyelerine şöyle seslenmiştir:
“Bir kadının kendini erkekleştirmeye çalışması tüm tabiat
kanunlarına aykırıdır. Bu sapık kadınların, bu erkekleşmiş kadınların
özgürlüğün simgesini kirletmek amacıyla pazarlarda kırmızı şapkayla dolaştığını
Konseye hatırlatırım. Cinsiyet değiştirmek ne zamandan beri serbest?
Ne zamandan beri kadınların ev işlerini, çocukların beşiklerini
terk edip kamu alanlarına, galerilerde nutuk atmaya, Senatoya gelmeleri kabul
edilmekte?”
Kadınlara ise Chaumette şöyle haykırmıştır:
“Erkek olmak isteyen siz küstah kadınlar! Neyiniz eksik?
Başka neye gereksiniminiz var? Bizim gücümüzün yok edemediği tek despotizm sizinki,
çünkü sizin despotizminiz aşk ve tabiatın eserinin bir sonucu. Tabiat adına ne
olduğunuzu hatırlayın ve fırtınalı yaşantımıza imreneceğinize bize bu
fırtınaları unutturmakla yetininiz. Yaşadığımız tehlikeleri aile kucağında
unutalım; sizin bakımınızla güzelleşen yavrularımıza bakarak sıkıntılarımızı
unutalım.” [141]][142]
[Benim metrese
ihtiyacım yok. Daha doğrusu bu bir teferruat. Benim, seven bir kadına, anlayan
bir kadına ihtiyacım var. Belki bu kadın çok my darling [143]. Bir veya bin. Sen
hıçkırıkları kahkaha sanıyorsun my darling.][144]
[Kadın ya şehvettir, ya şefkattir. Yahut ikisidir. Sen bana
ciltlerde ara onu diyorsun.][145]
[Kadın Sfenksten farklı. Sfenksin sorduklarını bilirsen
Sfenks ölür. Bilmezsen seni öldürür. Kadın gözleriyle sorar ve beklediği cevabı
alamayınca ölür ve öldürür. Peki, beklediği cevabı alırsa? Yeniden sorar kadın.
Cevap cümle değil, harekettir. Kelimeler birer oyuncak onun için. Göğsüne
takacağı iğneden daha değersiz bir oyuncak. Ama saadet de bir Sfenks, my
darling!] [146]
[Hayır. Kadına, yani şefkate, yani arkadaşa ihtiyacım
vardı. Hayır. Bilhassa dişiye ihtiyacım vardı.] [147]
[Gülümseyen her kadını seviyordum, ağlayan her kadını seviyordum.
.Kadını seviyordum.][148]
Yukarıda kadına bakışını kendi cümleleriyle sergilediğimiz,
yine başka bir eserinde de “Bugün hepimiz ruhça çok fakirleşmiş bir
insanlıkla cebelleşmekteyiz” diyen ve günümüz toplumunun hastalıklı
bünyesiyle ilgili bunun gibi daha birçok önemli teşhisleri bulunan Cemil
Meriç’in zengin bir iç dünyanın aydınlığıyla algılayışının aksine kadını,
cinsel bir obje olarak görenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar çoktur.
Kadına Feminist bakış
[Kadına feminist bakış; konunun
toplumsal olarak inşa
edildiğini, dolayısıyla tarihsel,
toplumsal, kültürel bağlamı içinde ele alınmasının gerekliliğini savunur.
Kadına feminist bakışı,
erkek merkezli bir bakıştan ayıran en önemli özellik ise, kadını özerk bir
varlık olarak görmesi, kadının tanımlama ve hayatını kontrol hakkını talep
etmesidir. Bu bağlamda
feminist bakış, kadını, erkekten yola çıkarak anlamaya çalışmaz, erkeğin hizmetinde görmez,
kavramları erkeğe
göre tanımlamaz, kadının çok boyutluluğunu görür, magazin tarzını reddeder ve eşitlikçi bir bakışla bakar.][149]
[Feministlerin gittikçe "ghettolaşması” [150] bir
tür yeni sahte din haline bürünmesi, "erkek düşmanlığı" ve "lezbiyenlik"
ile karıştırılmasında aranabilir mi? Feminizmin yansıması, dünü ve bugünü hakkında
neler biliyoruz? Kadın sorunun birçok sorun gibi karmaşık ve çok bilinmeyenli
olduğudur.] [151]
[Nitekim Rousseau, bu konudaki düşüncelerini “Mösyö d’ Alembert’e Tiyatro Üzerine Mektup” (1758) isimli eserinde şöyle açıklamıştır: “Aslında
onu koruyacağımız yerde kadına hizmet etmekteyiz. Onun emrine girerek onu
aşağılıyoruz. Paris’teki her kadın etrafına kendinden daha kadınsı erkeklerden
oluşmuş harem toplamıştır. Hepsi kadının etrafında ona kul köle oluyorlar. Oysa
kadının ancak kalbine hizmet edilir.”
Rousseau şöyle devam eder: “Ayrılığa dayanamayıp kendileri de erkek
olamayacaklarına göre kadınlar bizleri kadınsılaştırmaktadırlar”[152]][153]
Sonuçta
“Feminizm” adalet kavramından uzaklaşarak eşitlikten bahsederken aslında kadını
ve erkeği olmayacağı yere doğru çekmektedir. Mesela son yıllarda dillerden
düşürülmeyen sosyal adalet deyiminin anlattığı mesele, çok eskiden beri
düşünülen, bütün dinler, rejimler, içtimaî mezheplerce ileri sürülen ve gerçekleştirilmesi
vaat edilen bir husustur. Bir topluluğun düzenli ve ahenkli olması, fertler ve
zümreler arasında nefret ve düşmanlıklar bulunmaması, ancak sosyal adaletin
varlığı ile mümkündür.
Sosyal
adalet, herkesin kimliği, cinsiyeti, bilgi ve kabiliyeti, çalışması, gördüğü iş
nispeti ve derecesinde hakkını alması; hiç kimsenin ezilip sömürülmemesi
demektir. Sosyal adalet, en basit bir insana da, hayat hakkı tanımaktadır.
Herkesin hayatının huzur ve geçim şartlarına erişmesi, sosyal adaletin ilk
şartıdır.
Sosyal adalet, sosyal eşitlik demek değildir. Yani
kadın ve erkeği nereye kadar eşitleyebiliriz. Bir yerden sonra eşiktik kavramı
kendini yok etmek zorunda kalır. Herkesin aynı imkânlara, sahip olması adalet
değil adaletsizlik olur. Bu nedenle mutlak eşitlik, ne tabiatta, ne toplulukta
hiçbir yerde yoktur.
Hukuktaki eşitlik de, aynı durum ve şartlar karşısında, herkesin
aynı muameleye tâbi' tutulması manasındadır. Sosyal
bakımdan, tam bir eşitlik aramak ve istemek; hem gereksiz, hem imkânsızdır.
Çünkü adalet kavramı ile bağdaştırılamaz. Mesela, kadın ve erkeğe aynı imkânı
vermek, eşit şekilde görmek demek değil, herkesin cinsiyetinin karşılığını
görmesi, hakkını elde edebilmesi davasıdır.
Sosyal
adalet şartı, hayat şartlarını en uygun şekilde taksimini sağlar. İstismarı
ortadan kaldırır. Herkese kendi ölçüsünde hayat hakkı verir. Cinsiyetler
arasında düşmanlık bulunmayan bir cemiyeti meydana getirir. Böyle bir
toplulukta kadın ve erkek, şimdi ve gelecek bakımından kendilerini emniyette
hissederler.
Feminizm
hareketi ile kadın kendini bulma açısından fayda sağlarken bir yandan
sınırlarını zorlayarak olmayacak bir konumu icra etmek durumuna düşünce en
büyük zararı aile kurumları ödemek zorunda kalmaktadır. Yoksa bir kadının
haklar açısından kendini savunması en tabii hakkıdır. Zulüm için sınır yoktur.
Küçüğü büyüğü olmaz. Zulüm karşısında eyleme geçmekte insanlığın gereğidir. Bu
eylem ise karşısında bulunana zulmetmekte değildir. Kaybedeceği bir şeyleri
kalmayan insanların taşkınlıkları fazladır. Bu nedenle kaybedeceği şeyleri
bulunanların bir gün ezilenler tarafından rahatsız edileceğini unutmamalıdır.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem konu hakkında zihinden çıkması zor olan bir de teşbîhte bulunur:
“Allah Teâlâ´nın emir ve yasaklarına
giren meseleleri tatbik eden ve müsamaha ve gevşeklik göstermeyen iyi kimse ile
yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur´a çekerek, geminin
alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer.
Öyle
ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaçlarını giderirken üsttekilerin yanından
geçip onları rahatsız ediyorlardı. Alttakiler bu duruma son vermek için bir
balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip:
‘Ne
yapıyorsunuz?’ diye sorunca
alttakiler:
‘Biz
su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk, hâlbuki suya muhtacız, şimdi
sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz’ deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem
kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte
serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk
ederler.”
Kadın
ve erkeğin cemiyet içindeki durumlarını tekrar gözden geçirmeleri, zaafları
kuvvetle yer değiştirmek yerine müspet olanı tespit ederek huzurun çağrısıyla
sosyal adaleti gerçekleştirmeleri gerekmektedir.
Feminizm konusunda yine
günümüzde raydan çıkan bazı noktalar var. Kadınların ayrı bir birey olması
kabul edilmesi gereken bir kavramdır. Fakat kadınları anlatırken/anlamaya
çalışırken erkekten, erkeği anlatırken/anlamaya çalışırken kadından yola çıkmak
gerekir.
Erkeğin
kadın hakkındaki düşünceleri
Düşünceler için genelleme
yapılırsa şunları söyleyebiliriz.
[Kadın, kutsal kitaplardan
başlayarak cennetten kovulma
nedeni sayıldığından günahkâr
olarak nitelendirilmiştir.
Kadın erkeği baştan çıkartarak kendisiyle
birlikte onu da felakete sürüklemiştir. O günden itibaren, suçu kadının kabullenmesi ve pişmanlık duygusuyla erkeğin egemenliği altına girmesi istenmektedir.][154]
[Erkekler akıl gerektiren
işlerin kendilerine,
duygusallığın da kadına ait olduğunu varsaymaktadırlar.][155]
[Bakımlı
olmak ancak fazla göze batan, dişiliğini sergileyen şekilde katiyen
giyinmemesi, öyle fazlaca dişi görünmemesidir. Alçakgönüllü olmak ve
alçakgönüllü görünmesidir. Sürekli diğerlerini düşünmek, başkaları için
uğraşmak, onları mutlu etmeye çalışmasıdır. Kendini düşünmek, kendi isteğini
yerine getirmek, kendine zaman ayırmamasıdır.][156]
[“Kadının ebediyeti zekâsında değil, rahmindedir.”][157]
[Erkekler eşlerine bağlı
kalmalarının karşılığında onlardan ev işlerini iyi bir şekilde yürütmelerini ve
kutsal bir görev olarak ailenin ve neslin devamı için çocuk doğurmalarını
isterler]
Kadın çocuk doğurmakla kalmayıp, onun eğitimi ile ilgilenmeli, onu
toplumsal kurallara ve dini yükümlülüklere göre yetiştirmelidir.
Kadına yalnızca doğurganlığı için önem veren
erkeklerin bu düşüncelerini
Virginia Woolf söyle
dile getirmiştir:
“Artık çocuk istenmeyecek duruma gelinince, kadınlar tümüyle
gerekli olmaktan çıkar.”[158] ] [159]
[Erkek, kadının içsel yapısından çok, fiziksel
görünümünün ön plana çıkmasıyla, kadını bir biblo gibi algılamaktadır.
Erkek, kadın karşısında bir manzara veya
bir tablodan etkilendiği
gibi büyülenir, sadece kadını seyretmek bile ona büyük bir haz verir. Burada
kadının görevi, sessiz duruşu
ve kusursuz güzelliğiyle
bir köle gibi efendisini mutlu etmektir.][160]
[Pek çok sorunun, sanıldığı gibi kişiye özgü
bozukluk veya eksiklerden değil de, içinde bulunduğu sistemin kaçınılmaz
beklenti ve koşullanmalarından kaynaklandığı görülmektedir. Temelde sistemler
iktidarda olanlar tarafından kurgulanır. Tanımlar ve davranış kalıpları,
iktidarda olanlar tarafından belirlenir ve sadece iktidarda olanların lehine
uygun olarak yaşama geçer. Kişilik rolleri de, ataerkil sistem içinde erkek egemen bakış
açısıyla kurgulanmış, hem erkeğin hem de kadının toplum içindeki rolleri
yapılandırılmıştır.] [161]
[“Kadınlar erkekler
tarafından olmak istedikleri gibi sevilselerdi bundan başka hiç bir şey istemezlerdi. Ancak
bazı erkekler kötü davranıp; onları aptal gibi görür, onlarla alay eder, daha
aşırı giderek onlara fahişe muamelesi yapıp, evlilikte hizmetçi gibi kullanırlar.
Bazen erkek o kadar aşırı gider ki kadını sevmeyip, onlardan yararlanma,
sömürme, bağlılık yasasıyla onları egemenlik altında tutmayı ister.”][162]
Erkeğin
kadına meyli
Erkek kadına
meyillidir. Bu konuda sınırlarını aşıp taciz etmekten kendini de alamaz. Günah
olduğunu bildiği halde kendini bundan koruyamaması, erkeğin yetiştiği ortam ve
kültürün etkisiyledir. Onun içindir ki, Allah Teâlâ hırsına egemen olamayacağını
bildiğinden erkeğin çok evlilik yapma ruhsatının önünü açmıştır. Ancak bir
kadın dört kadına bedel olursa erkek niçin çok evlenmek isteğini duysun ki; konuyu
değerlendirirken bunu düşünmek gerekir. Açıklayıcı olarak şu hadiseyi
örnekleyebiliriz:
[“….padişah yolu üzerinde
kimseyi selamlamazdı. Mamafih Sultan Abdülmecid sık sık bu âdetten ayrılır,
bilhassa Avrupalı kadınların hatırlarına bir istisna yapardı: Onları
selamlamakla kalmaz; eğer onların bir sultana sunacak bir dilekçeleri varsa,
onlara sorular sorar, memnuniyetle konuşurdu.
Grand-dük
Konstantin Mikolayeviç ve karısı grand-düşes İstanbul’a geldiklerinde,
onların mevcudiyetinden memnundu; grand-düke karşı canlı bir yakınlık ve
grand-düşese karşı da derin bir hayranlık duydu. Onları sevindirmek için
geçmişin âdetlerini ve eski önyargıları bir yana bırakarak onlarla aynı masada
yemek yedi ve onlarla araba gezintisi yaptı. Prenses hassaten üzerinde öyle
canlı bir izlenim bıraktı ki durmadan şöyle diyordu:
“Böyle gönül alıcı olduktan
sonra Hıristiyanların tek kadınla yetindiklerine şaşmamalı. Haremimdeki güzel kuşları
memnuniyetle salıverirdim. Hiç bir şey bizi haremlerimizin etkisi kadar ruhça
ve yürekçe yaşamamızı engellemiyor. Buna ne halife, ne sultan çare bulamaz,
zira taassup üzerimize gözünü dikmiş, eski adetler bizi bağlamış. İrademizin
karşısına, bundan kurtulmamızı önlemek için gerekirse cinayetle çıkarlar.”] [163]
İslam erkeğin
bu taşkınlığını bildiği için çok evliliğin önünü açık tutmuştur. Eğer bu kapı
kapalı tutulsa idi nevrozlu insanların sayısı arttığı gibi, sosyal hayatta
sorunlar halkası genişlerdi. Kanunlarla kadınlara, erkeklerin bu zafiyetlerini
bilip engelleme ruhsatı geniş bir biçimde verilmiştir.[164]
Toplumun
açmazlarını çözmek için kanunlar karşılıklı rıza ile gayri meşru ilişkiye izin
vermektedirler fakat bu da sağlıksız sonuçlar doğurmaktadır.
Şahsiyetin cinsellik üzerine kurulması da ayrı
bir sorundur. Cinselliğin bu derece de ön plana çıkmasının sebeplerini araştırdığımızda
çok değişik sonuçlarla karşılaşmaktayız. Bunların başında ekonomik
yetersizlikler nedeniyle yükselen evlenme yaşlarının kişilerin olgunlaşmalarını
geciktirerek kimlik bunalımlarına sebep olmasını gösterebiliriz. Bu durum ise
en çok erkek üzerinde etkilidir. Kadın erkeğin saldırgan duygularını kontrol edebildiğinde, huzurlu
bir hayata vesile olarak, eşinin sürekli desteğini kazanır.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin genellikle evlenemeyen erkeklere nasihat etmesi,
oruç tavsiyeleri bu nedenledir.
Çünkü zina
kriterlerini kanunlardan çok din, kültür, toplumun yapısı ve bireysel olarak
ele aldığımızda büyük çıkmazlarının olduğunu görürüz. Daha geniş alanı
kapsadığı için gayrı meşru ilişkiler zinadan daha tehlikeli bir durum arz
etmektedirler
Zengin ve
refah seviyesi ileri topluluklarda son zamanlarda gayrı meşru ilişkiler kadın
ve erkeklerde eşit oranda olmak üzere artış göstermiştir.
Erkeğin en büyük desteği ancak kadındır
Hayatın vazgeçilmezi
kadındır. Kadın olmadığı zaman erkek kendini yalnız hisseder ve güçlü fiziği
dahi ona yeterli olmaz. Onun için erkek hayatında güç bulmak istiyorsa bir
kadına ihtiyacı vardır. Ancak kadın bu yüceliğini kıskançlık ve hased ile
yıpratır ve o yüceliği elinden kaybeder. Güzel örnek olan Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem başarısı ve kuvvetini Hz. Hadice radiyallâhü anhadan aldığını
sürekli tefekkür ve tezekkür ederdi. O kadar zikrederdi ki diğer hanımları
Efendimizin bu haline tahammül edemezlerdi. Bu sebeple erkeğini seven kadın,
onu yüceltirse tarihte onları anmaktan geri kalmaz.
[Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Kırk yaşına gelince ara sıra inzivaya çekildiği Hira dağına
sık sık gitmeye başlamış ve gittikçe hoşuna giden bu ruhî inziva sırasında
büyük hakikate yaklaştığını, kâinatın o muazzam sırını keşfeder gibi olduğunu
hissetmişti.
Hazreti
Hadice radiyallâhü anha, onu ara sıra kendisinden uzaklaştıran bu inzivalara
canı sıkılmıyordu. Diğer mütecessis ve ukalâ kadınlar gibi başına dikilip
konuşmalarıyla ve hareketleriyle düşüncelerinden ayırıp, huzurunu kaçırmıyordu.
Bilâkis evde bulunduğu sırada elinden geldiği kadar muhtaç olduğu sükûnet ve
riayeti sağlıyordu.
Hirâ’ya
gidince de onu uzaktan takip ediyor, onu hiçbir surette rahatsız etmeden her
ihtimale karşı kendisini korumak maksadıyla adamlarından birini gönderiyordu.
Böylece
zemin, beklenen risâleti telâkki etmek için hazırlanmış gibi idi. Lâkin — bu
hazırlığa rağmen — hâdise çoktan beri “Nebiyyi muntazar” yani
beklenilen rasül bahsiyle çalkalanan o âlemi sarstı. Kâbe’deki putların mevcudiyetine
razı olmayan kendi kavminin bu dalâlet içinde kalmayacağına bir lâhza şüphe etmemiş
olan beklenen rasül, Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem dahi
sarsıldı.
“Hira” mağarasında ilâhi vahiy
gelir gelmez Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, fecrin alaca karanlığında
evine koştu. Rengi değişmiş, bütün vücudu korkudan titremekte idi. Zevcesinin
hücresine girince kendini emniyette hissetti. Şahit olduğu hâdiseyi titrek bir
sesle Hz. Hadice'ye anlattı. Acaba rüyada mı sayıklıyor? Yahut çıldırdı mı?
Hz.
Muhammed’in manzarası, Hz. Hadice'nin kalbindeki en derin annelik duygularını
uyandırdı. Kocasını bağrına basarak itimad ve iman dolu bir sesle dedi ki:
“Ey, Ebulkasım, Allah
Teâlâ bizi gözetir. Bu müjdeye sevin ve sebat et. Amcaoğlu, Hadice’nin canını
elinde tutanın hakkı için ben senin ümmetin nebisi olduğunu ümit ediyorum.
Allah seni asla utandırmayacaktır. Sen ailene bağlısın, doğru sözlüsün,
misafiri tutar ve ağırlarsın, felâketlere karşı yardımcısın”.
Hazret-i Muhammed'in
korkusu yok olmuş, yüzü parlamıştı.
O,
ne bir kâhindir, ne de kendisine cinler çarpmıştır. İşte Hz. Hadice'nin
şefkatli tatlı sesi, sabahın ışıklarıyla beraber kalbine akıyor, onu itimat,
emniyet ve sükûnla dolduruyordu.
Hz.
Hadice radiyallâhü anha, bir annenin yegâne evlâdına yaptığı gibi ninni söyler
gibi tatlı sesiyle yatağının etrafına güzel pembe rüyalar serpiyor, sakin ve
rahat bir uykuya dalınca gözlerini bir an üzerinde tutuyor, sevgi ve tazim
dolu kalbi çarparak, yavaşça hücreden çıkıyor, kapıya varınca tenha sokağa
fırlayarak amcasının oğlu Varaka Bin Nevfel'in yanına koşuyor.
Mekke,
henüz sabah mahmurluğundadır. Ortalık aydınlığa ve hayata açılmağa
hazırlanıyor.
İhtiyar Varaka,
Hadice'nin sözlerini duyunca titredi. Bitkin, dermansız vücudunu bir canlılık
kapladı. Sille inerek coşkunlukla konuşmağa başladı:
“Varakanın canını elinde tutanın hakkı için, eğer bana hakikati
söyledinse, ey Hadice, Muhammed'e gelen daha evvel Musa ve İsa'ya gelmiş olan
vahyi ilâhidir. Muhakkak ki, o bu ümmetin rasülüdür, ona söyle, sebat etsin.”
Hz.
Hadice, ihtiyarın daha fazla konuşmasını beklemeden ve sözlerinin bir
kelimesini tekrar ettirmeden müjdeyi hemen kocasına ulaştırmak için evine
koştu. Fakat Hz. Muhammed'i bıraktığı gibi uykuda buldu. Uyandırıp uykusunu bozmaktansa,
başının ucunda oturup beklemeyi tercih etti.
Aradan
çok zaman geçmeden Hazret-i Muhammed yatağında çırpınmağa, nefesi ağırlaşmağa,
alnından su gibi ter akmağa başladı. Bu hali epeyce sürdü. Görünmeyen bir
muhatabı dinliyor gibi hali vardı.
Sonra
kendisine verilmiş bir dersi tekrar eder gibi: “Ya - Eyyühel Muddesir...”
süresini sonuna kadar okudu.
Hz.
Hadice, onu kolları arasına alarak Varaka Bin Nevfel'den işittiklerini
nakletti. Hz. Muhammed, minnet ve şükran ifade eden nazarlarla Hadice'ye uzunca
baktıktan sonra dönüp yatağına bir göz attı ve teessür içinde:
“Ey Hadice dedi. Uyku ve istirahat devri artık geçti. Cebrail
Aleyhisselâm bana insanları hak dinine, Allah'a ibadete davet emrini getirdi,
ama kimi davet edeceğim? Kim icabet edecek?”
Hz.
Hadice, heyecan ve imanla haykırdı:
“Ben icabet edeceğim, ey Muhammed, herkesten, her insandan evvel
beni davet et. İşte ben, sana inanarak Müslüman oldum. Allah Teâlâ'nın rasülü
olduğunu tasdik ediyor, inandığın Allah Teâlâ'ya inanıyorum.”
Büyük
bir huzur ve rahatlık içinde onu tebrik etti. Sonra isteği üzerine Varaka'nın
yanına gitti. Varaka, Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi görür görmez
haykırdı:
“Bana can veren Allah Teâlâ'ya yemin ederim ki sen bu
milletin nebisisin. Kavmin tarafından yalanlanacak, eziyet görecek,
memleketinden çıkarılacaksın, onlara karşı savaşacaksın. O güne yetişsem Allah
Teâlâ bilir onun uğrunda nasıl savaşacağım!”
Sonra
başını ona yaklaştırdı. Hazret-i Muhammed de onu boynundan öptü.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem sordu:
“Beni yurdumdan çıkaracaklar mı?”
Varaka
cevap verdi:
“Evet, senin gibi, bütün risâlet sahipleri düşmanlık görmüştür.
Keşke o günde genç olsam... Keşke o gün sağ olsam...”
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, duyduklarından çok memnun olmuştu. Eşinin yanına
endişesiz bir halde dâvası için mücadeleye kararlı olarak döndü.
Mücadele
başlamıştı. Resulü Ekrem bu uğurda şimdiye kadar hiçbir kahramanın tarihinde
eşi görülmemiş eziyet, baskı ve işkencelere mâruz kalmıştı.
Kureyş,
dinlerinin aleyhinde bulunmasına, ecdatlarının zamanından beri taptıkları
putlara hakaret edilmesine tahammül edemiyorlar, en sert ve insafsız bir
şekilde karşı koyuyorlardı.
Kocasına
bağlı ve getirdiği hak dinine ilk inanan Hz. Hadice radiyallâhü anha bu çetin
mücadelede onun yanında yer almış, elinden geldiği kadar yardımına koşmuştu.
Resulü
Ekrem'in Kureyş'ten gördüğü eza ve cefadan mustarip olarak eve dönüşünde
vefakâr eşi onu teselli ediyor, maneviyatını yükseltiyordu.
Bu
hal senelerce devam etmişti.
Kureyş
müşrikleri, aldıkları bir kararla Haşim ve Abdülmuttalib oğullarını Mekke
haricinde bulunan Ebu talip semtine sürülmüş, orada âdeta sürgün hayatı geçirmek
zorunda bırakılmıştı.
Bu
kararı ihtiva eden sahife Kâbe’ye müşrikleri Hazret-i Muhammed'in
taraftarlarına ve yakınlarına karşı iktisadî abluka tatbik etmişler, onlarla
her türlü münasebeti kesmişlerdi.
Resulü
Ekrem, Mekke'den ayrılıp Ebu Talib semtine gidince Hz. Hadice radiyallâhü anha
hiç tereddüt etmeden onunla beraber gitmiş, gençliğinin birçok tatlı hatıralarını
sinesinde toplayan çok sevdiği aile evini terk etmişti.
Yaşı
bir hayli ilerleyen Hazret-i Hadice, kaybettiği evlâtlarının acısı üzerine
başlarına gelen bu yeni felâket onu bir hayli yıpratmıştı.
Ebutalib'in
semtinde Mekke'den uzakta üç sene kalmıştı. Bu ızdırap yılları içinde kocası
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve arkadaşlarıyla beraber birçok
sıkıntı ve alışamadığı mahrumiyetlere katlanmıştı.
Yaşı
altmışı geçtiği halde, silâh, para ve sayı itibarı ile kendisinden üstün bir
düşmanla mücadele eden: kocasının yanında bulunmak için sağlığından fedakârlık
yaparak üstün bir gayret sarf ediyordu.
Kuvvetli
bir imanın ve sarsılmayan bir azmin karşısında Kureyş'in muhasara, abluka ve
boykotları bir başarısızlıkla neticelenmiş, Hz. Muhammed'in Mekke'deki evine
dönme zamanı gelmişti.
Hazret-i
Hadice güçlükle ve üstün bir kuvvet sarfederek rahat döşeğine avdet eder etmez
hastalanmıştı.
Yorgunluk,
sürüldükleri yerde mâruz kaldıklara baskı, zulüm ve mahrumiyet altmış beş
yaşındayken en son gücünü tüketmişti.
Yatağa
düşen Hz. Hadice radiyallâhü anha son günlerini yaşıyordu artık. Nihayet gece
gündüz başucundan ayrılmayan sevgili eşi Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin kolları arasında ruhunu teslim etti...
Resulü
Ekrem etrafına bakınca ona ilk inanan, dâvasında destek olan mübarek
zevcesinin vefatından sonra evin bomboş ve kasvetli olduğunu, Mekke'nin onun
göçmesinden sonra oturulacak bir yer olmaktan çıktığını gördü:
Hz.
Hadice'nin vefat ettiği ve “Hüzün Yılı” adı verilen o senede Hz.
Muhammed'in karşılaştığı müşküller ve üzüntüler son haddini bulmuştu.
Öyle
ki müşrik düşmanları, etrafını saran bu Hz.
Hadice'nin vefatından sonra o zamana kadar İslâmiyet’i kabul edenler, Hz.
Muhammed'in etrafında toplanmış, onu mal ve canları ile korumaya kararlı olduklarını
belirtmişlerdi.
Hz.
Hadice radiyallâhü anha vefat etiğinde, İslâmiyet davası bir hayli yayılmış
Mekke'nin sınırlarını aşmış, Hicaz'ın etrafına hattâ deniz aşırı ülkelere
kadar uzanmıştı.
Ve
Muhammed'in evi de bir gün şu hâdiseye şahit olacaktır. ,
Hz.
Aişe radiyallâhü anha gençlik ve güzelliğine, kocası Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin sevgisine güveniyor. Fakat kendinden önce Hz. Muhammed'in
kalbine girerek hayatının son anına kadar o kalbi kendine hasreden ve orada
işgal ettiği yeri ölümünden sonra da muhafaza eyleyen Hadice'yi kıskanıyordu.
Günün birinde Hâle — Hz. Hadice’nin kızkardeşi— ziyaret kastiyle Medine'ye
geliyor. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin evinin içinde Hâle'nin —göçen
sevgilisinin sesine benzeyen— sesini işiterek kalbi çarpıyor ve:
“Ey Allahım, bu Hâle'dir.”
Diye haykırıyor.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin halinden sinirlenen Hz. Aişe kendine
hâkim olamayarak:
“Uzun
yılların yıprattığı Kureyşli bir kocakarıyı anıyorsun, hâlbuki Allah Teâlâ onun
yerine daha iyisini vermiştir.”
Diye,
sitem edince mübarek çehresi değişen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemden
şu cevabı alıyor:
“Vallahi, Cenabı Hak, bana onun yerine daha iyisini vermedi.
İnsanlar kâfirken o bana inandı, insanlar beni yalanlarken o tasdik etti.
İnsanlar beni her şeyden mahrum ederken, o servetiyle yardım etti. Ve Cenabı
Hak, kadınlar arasında yalnız ondan bana evlâd ihsan etti.”
Ve
bu sözler karşısında Hz. Aişe radiyallâhü anha iradesini zapt ederken kendi
kendine hitap ediyor:
“Vallahi bir daha ondan bahsetmeyeceğim!”
Hâlbuki
daha önce ondan sık sık bahsetmekten kendini alamıyordu. Bir gün de hep onun
lâfını ettiğini görünce:
“Sanki dünyada Hadice'den başka kadın yokmuş!”
Dedi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde buna karşılık:
“Evet, o vardı, vardı ve ondan evlâdım da olmuştu”.
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem her koyun kesişinden sonra yanındakilere:
“Hadice'nin arkadaşlarına da verin”.
Buyurduğunu
duyan Hazret-i Aişe, bunun için darılır gibi olmuş. Bunun
üzerine Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de:
“Onun sevdiklerini ben de seviyorum”
karşılığını vermişti.
Mekke'nin
fethedildiği gün oradan yol geçmesine rağmen Hazreti Hadice'yi unutmamış, bu
ilk zevcesinin defnedildiği yakın bir yerde çadır kurup, oradan Mekke'nin
fethini idare etmişti.
Hz.
Hadice'den sonra İslâm dinine milyonlarca kadın girecektir. Fakat o, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatında Allah Teâlâ tarafından en mühim role
seçilen ve ilk Müslüman kadın olarak kalacak ve —Müslüman olsun olmasın—
tarihçiler Hz. Hadice'nin o rolünü anacaktır. Nitekim Batılı tarihçi Badey
şöyle diyor:
“Hadice'nin
sevdiği için evlendiği erkeğe olan itimadı, bugün yeryüzünde yaşayan
insanlardan her yedi kişiden bir kişinin din olarak inandığı akidenin ilk merhalelerine
bir itimad havası katıyordu”.
Margol
Youth ise, Hz. Muhammed'in nübüvvet hayatını, Hz. Hadice radiyallâhü anha ile
karşılaştığı ve Hadice'nin kendisine elini takdir ederek uzattığı günle
tarihini başlatıyor.
Nasıl
ki aynı batılı tarihçi, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Medine'ye
hicretinin tarihini Hazret-i Hadice'nin toprağa verildiğini ve Mekke'nin
Hadice'siz kaldığı günle tesbit ediyor.
Dermenghein
ise, Hz. Hadice'nin saçı sakalı karışık, garip bakışlı ürkek bir halde Hirâ
mağrasından gelen kocasının karşısındaki vaziyeti üzerinde duruyor, ondan
anlıyoruz ki Hadice'nin, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi tekrar
sükûnet ve emniyete kavuşturmuş, bir sevgilinin hayırhahlığı[165],
sadık bir zevcenin vefakârlığı, bir an annenin şefkatiyle göğsüne bastırmış ve
Hazret-i Muhammed’i orada, kendini koruyucu bir annenin kucağında bulmuştu.
Aynı
tarihçi, Hadice'nin vefatı hakkında şöyle diyor:
“Hz. Hadice'nin vefatıyla Hazret-i Muhammed kendisine ilk inanan,
kalbini huzur ve sükûnetle doldurmaktan biran geri kalmayan, yaşadığı müddetçe
onu zevcelerin sevgisiyle, annelerin şefkatiyle çevreleyen kadını kaybetmiş
oldu.
Hz. Hadice, rasüllüğe vaat edilen kişinin hayatını doldurmak, o
yetime bir anne, o kahramana bir ilham verici, o mücadeleciye bir sığınak, o
Resülallaha itimat, emniyet ve huzur kaynağı olmak için mukadderatını
hazırladığı yegâne kadındır”.][166]
Erkek olabilmenin verdiği
sıkıntı
[Erkekler iç dünyasını
keşfettikçe, erkekliğin dayandığı temel çelişkinin çeşitli görünümleriyle
karşılaşılır; erkeğin cinsel kimliğinin temel taşı erkekçe değil kadınca
arzulardır. (Yani kadınlaşmak ona korku verir.) Erkekler için her şey zordur.
Dışarıdan bakıldığında çoğunlukla uzak anlaşılmaz görünürler. Ya da gürültücü
ve sevimsiz olurlar.
Erkekleri kendini tanımaya
başladığında ise her şey daha kötüye gider, savunmacı ve ulaşılması imkânsız
olabilirler. Aslında, duyguları konusunda genelde açık olan kadınların aksine,
başkalarına açılmak çoğu erkeğe son derece zor gelir. Ama bunu başardıklarında,
dramatik, cesur ve şaşırtıcı ölçüde incinebilir bir iç benliği açığa vururlar.
Erkeklere sıkıntı veren
nedenlerden birisi çoğu erkek hiç konuşmaz, yani önemli veya ilginç şeylerden
konuşmaz. Bilinçaltı felsefeleri "konuşmak ucuz bir şeydir, davranışlar
daha fazla şey anlatır" olduğundan, çoğunlukla, nasıl araba
kullanıyorlarsa öyle başlarlar:
“Yolu sormak yerine, bir
çıkmaz sokağa rastlayana, kaybolana ya da kaza yapana kadar yollarına devam
ederler. O zaman bile, yardım istemekten kaçındıkları olur: arka koltuktaki
sürücü bunu onların yerine yapabilir.”
Bazı erkekler depresyon,
endişe, ilişki güçlükleri gibi kadınlarınkine benzer sorun ya da konulardan
dolayı tedavi görmek isterken, çok daha fazlası psikoterapiye yanaşmaz.
Erkekler işleriyle ilgili
bir kriz yaşamaktadır. İşten atılma, hatta işteki bir "yeniden
düzenleme" erkekler için sarsıcı bir deneyimdir. İşle ilgili kararlar
almada zorluk çekme, pahalıya mal olan politika çatışmalarına girme, şirketin
baskı uygulaması, işinden sıkılma veya işine olan tutkusunu kaybetme gibi.
Birçok erkeğin cinsel ya da
cinsel olduğunu düşündüğü belirtiler yüzünden cinsel dürtü veya zorlanım en sık
ortaya konan sorunlarıdır.][167]
"Erkeğin
Unutulması" gerçeği
Aşağıdaki sorular erkek gerçeğinde sorunların ne kadar çok
olduğunu da göstermektedir.
[Bugün kimi yazı ve eserde
kadın hareketinden, kadın sorunundan her söz edilişinde, "erkeğin unutulması" olgusuyla karşılaşıyoruz.
Kadın sorunu aynı zamanda erkek sorunudur.
Örneğin kimi yazı ve eserde değinilen "ataerkil[168]
kültürün" acısını sadece kadınlar mı çekiyor?
Erkekler de aynı ızdırabı duyumsamıyorlar mı?
Erkekler de aynı derdin kurbanı değiller mi?
"Ataerkil kültür"ün acısını erkekler de çekmiyor mu?
Gelenek gereği dövmek, hatta "vurmak" zorunda kalan erkekler
neyin kurbanı? "Ataerkil kültür"ün esiri sadece kadın mı?
Sevmediği erkekle evlenmek zorunda kalan kadınlarımızın sayısıyla,
"Allanın emri, peygamberin kavliyle" eş seçen erkeklerimizin
sayılarını karşılaştırdık mı?
Genelde dayak atan erkektir. Ama erkeğini döven kadın sayısından
haberimiz var mı?
Kim kime "cehennem hayatı" yaşatıyor?[169]
Bu soruları cevaplamamız gerekiyor. Erkeklerin bunalımı, iç
sıkıntıları, "posterlere âşık
olmaları" ve "kaderlerine
küsmelerini" araştırmayacak mıyız?
Günümüzde bazı işler sadece kadınlara ayrılmıştır. Erkek çalıştırmazlar.
Fransa'da süpermarketlerde erkek tezgâhtar gördünüz mü?
Ya da neden bazı, işler erkeklere ayrılmıştır?
Şu an kim, nerede, niçin sadece kadın çalıştırıyor? Bu konulardaki
tavırları nedir? Aile baskısı, ana-baba, ağabey, abla baskısı, sadece kadınlar
üzerinde midir?
Erkek çocuklar ne zaman delikanlılık çağına ulaşıyor?
Daha nice soru cevaplanmayı bekliyor. ] [170]
Erkeklerin
Zaafları
Erkeklerin zaaflarını şu
başlıklarda toplayabiliriz.
1—Utanç (erkekler ağlamaz): Erkeklerin duygusal diyaloglara girmemelerinin en sık karşılaşılan
nedenidir. Utanç, rahatsız edecek derecede insana acı veren bir duygudur. Her
zaman farkında olmadığımız şey ise, bunun ne kadar yıkıcı olabileceğidir.
2—Duygu yokluğu (ne hissettiğimi bilmiyorum): Burası, alışılmış
psikolojik araçların her zaman işe yarayamayabileceği daha karmaşık bir
alandır. "Bu durumda ne hissediyorsunuz ?" sorusunun cevabı
verilememektedir.
3—Erkeğe özgü güvensizlik (üstte olmaktan yoruldum): Erkeklerin sarıp sarmalanmış, korunaklı görünümlerinin altında
kişiliklerinin aslında bu erkek olmak kalıp ve görevinin ağırlığıyla ezildiğini
görürüz
4—Kendine dönüklük (beni
gör, beni duy, beni hisset, bana dokun): Erkeğe özgü güvensizlik çatışmasının doğrudan
bir türevi ya da muhtemel bir sonucudur. Yalnızca erkek olduğunu bilmek,
insanı kendi kadınca arzularından korumaya yetmez, kişi bunu kendisine tekrar
tekrar ispatlamak zorundadır. Ama bu bile yeterli olmaz.
5—Saldırganlık (sana patronun kim olduğunu
göstereceğim): Erkeğe
özgü güvensizlik çatışmasının doğal bir sonucudur. Kadınla birlik olma arzusu
ile erkek kimliğini kaybetme korkusu arasındaki bağdaşmazlık ya da çatışma,
erkeğe özgü güvensizlik çatışmasının can alıcı noktasıdır. Bu durumda erkek:
1-"Düşman"ı
yıldırmaya ve onu savunmasız yakalamaya,
2-Fiziksel değilse bile ruhsal
alanını ele geçirmek üzere ihlal etmeye,
3- Kendini kadından
psikolojik olarak ayıracak bir acı duvarı oluşturmaya çalışır.
Her üç taktikte de erkeğin
güçlü bir arzu duyduğu kadının içinde kaybolma korkusunun izleri açık bir
şekilde görülmektedir.
6—Kendine dönük yıkıcılık (kendimi öylesine yenik hissediyorum ki): Kadınla kalıcı ve yakın bir ilişki kuramamaktan perişan olduğunu
hissetmek.
7—Cinsel eylemleme [171] (şimdi birleşmek istiyorum): Önceki bütün özellikleri
özetler ve çarpıcı bir biçimde içinde toplar.
Erkeklerin cinsel dili tamamen yabancı bir dil değildir. Daha çok, hem
kadınlar hem de erkekler tarafından deşifre edilebilecek ve edilmesi gereken
bir lehçeye benzer.
Bu konuda kadından
beklentisinin olması erkeği zafiyete düşürür.][172]
AŞK
EVLİLİK
AİLE
AŞK
Aşk ve cinsel
yakınlık; düşünsel, duygu ve davranış boyutlarıyla iki insan arasında bir
etkileşimdir. Kendini bir başkasına açma kararını veren kişinin; değer
yargıları, ümitleri, korkuları, hesaplaşmaları vb. hususlarda geçmiş, gelecek
yada bugününe dair paylaşımları bu etkileşimin düşünce planını oluşturur.
Benzerlik ve
farklılıkları keşfetme isteği, sevgi, koruma, merak etme, düşünme, güvenme gibi
duygular da aynı şekilde yakınlık duymaya etkendir.
Davranış boyutunda
ise; beden dili dediğimiz sevgiyi dolaylı olarak ifade eden mimikler, bakma,
gülme, yakın fiziksel temas, dokunma, sarılma, okşama, öpme, cinsel ilişki vb.
eylemleri sayabiliriz.
Görüldüğü gibi aşk;
insanın kendisini duygu, düşünce ve hatta bedeniyle başkasına açarak yakınlık
kurmasıdır. [173]
İlişkiler ile insan
sevilmeye değer olduğu duygusunu hisseder. Bu kadınlığın ve erkekliğin bir
açıdan diğeri tarafından onaylanmasıdır.
[Bu yüce aşk, iki
değişik insanın birbiriyle sağladığı uyumdur. Ne var ki kadınla erkek
arasındaki ayırımı vurgulayarak bir ikilik yaratan ve bu ikilikten yararlanıp,
günlük hayatın en ufak teferruatına kadar insanlar üzerindeki baskıcı tutumunu
sürdüren batı toplumlarında, bu ideal uyum pek mümkün olamamaktadır. Ve bu
ideal uyumu yani yüce aşkı yakalayanlar da toplum dışı kalırlar bu yüzden,
hatta topluma karşı çıkıyor kabul edilirler çoğu kez. Çünkü toplum yüce aşkın
gerçekleşmesine karşıdır, yüce aşkı keşfeden, toplumun ve toplum değerlerinin
dışında bir mutluluğun mümkün olduğunu keşfeder. Onun için de insanlar, bu
mutluluğu şairlerin ve sanatçıların sesiyle çağırırlar daha çok...][174]
Çoğu kez bedensel
hazlar ve sevgi ile gönlün sevgisi ve aşkı birbirine karıştırılır. Her şekilde sevgi iyidir, sevgiyi kötü hale getiren
kötü huylardır. İnsanlar, biraz da bilgisizce, kendi şehvet ve arzularına "aşk” adını verirler.
Bu da bir yoldur, ama Mevlâna nın dediği gibi; "şehvetten aşka giden yol çok
uzundur" [175].
Kadınla erkeğin birbirine karsı duyduğu sevgi, Allah Teâlâ'nın sevgi denizinin ancak
bir damlasıdır. Allah Teâlâ'nın sevgi denizi öylesine uçsuz bucaksızdır ki,
aslanlar oradan kaptıkları sevgilerle yavrularına süt verirler, zenginler o
denizden kapabildikleri bir parça sevgi ile yoksullara acır ve bir sadaka
verirler[176]. Ancak, değerli olan aşk, gönlün maddeye değil de daha yüksek şeylere duyduğu aşktır. İnsan bedeni gönlü
sürekli maddî isteklere ve arzulara çeker, gönül ise yüce şeylere duyduğu aşkla yükselmek ister.
Allah Teâlâ katında en eski şey aşktır, onun "evveline
evvel yoktur.” Canlar bile aşktan gelir, aşka giderler. Aşkın bütün canların kaynağı olması, bütün canların aşka dönmesi aşkın gücüne ve başlangıcına bir delildir, "fakat
kimsecikler sonuna ermemiştir aşkın." [177]
Aşk kadın ve erkekte
doğuştan gelen en yüce eğilim olarak mevcuttur. Onlar bu eğilime yöneldiklerinde,
aslında sevgilide Allah Teâlâ’yı aramaktadırlar. Durum ve şartların kişiyi insanî sevgiden
yoksun bıraktığı, büyük beklentilerin büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı
durumlarda bunalım kaçınılmazdır.
Hakikatte aşk Allah
Teâlâ’yı bulmaktır. Allah Teâlâ, çoğunlukla; kocası tarafından kadına, kadın
tarafından kocasına görünür. Kim Allah Teâlâ’yı seviyorsa,
karısını seviyor ve kul olmuş demektir. Çünkü kul sıfatı Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selemin sıfatıdır.
Kadının erkeğe sevgisi ise Allah Teâlâ’nın kuluna olan
sevgisi gibidir ki ona yaratıcılık sıfatı ile çocuk hediye eder. Bu ise erkeğin
dünyada en büyük hazlarından biridir.
Aşkın oluşmasında şehvetin payı olduğu düşünülürse de, şehvetin
ufku aşkın hedeflerine ulaşamayacak kadar dardır ve aşkın bahsedildiği yerde
anılması dahi mümkün değildir.
[Batı'da aile, aşk ve yeni yaşam biçimlerindeki son gelişmeler, "özgür
aşkın" bugünkü toplumlardaki tanımlanması da irdelenmektedir. Âşık
olmak için iki kişi gerektir. Ama bu iki kişi arasındaki ilişkilerin nasıl
düzenleneceğine kim karar verecek?
Aşkta ve kadın-erkek ilişkilerinde töreler, gelenek ve görenekler,
din, yazılı hukûki metinler düzenleyicilik rolünü sırayla ve/veya birlikte
üstlendiler. Ama hiçbiri başarılı olamadı / olamıyor. O halde iki kişinin
bizzat bu işleri düzenlemesi daha yararlı olmayacak mı? Diye de düşünülebilir.
Aşkta mikro-iktidar arayışları hem kaçınılmaz hem de ilişkileri "bozan"
nitelikte. O halde ne yapmalı? Aile kurumu / alanı / coğrafyası içinde İktidar
kavgası kaçınılmaz mı? Sebebi verilmesi gerekiyor mu? Bu alandaki emredici
kuralların nefesi kesildi / kesiliyor: Yerine ne koymalı?
Hayat kanunlara sığdırılamıyor/sığdırılamaz. O halde, iş, kadın ve
erkeklere düşmüyor mu? Uyum, denge ve dinginlik içinde erkek ve kadın kendi
"cumhuriyetlerini" kuramazlar mı?
Aile sözcüğü yerine "sevgi ortaklığı / birliği" türünde
bir terim tavsiye edilebilir mi? Çocuğu unutmadan, sevgiyle, karşılıklı anlayışla,
saygılı uyuşma/uzlaşma isteği içinde bağımsız ve özgür, tam eşitlikçi bir alan,
bir cumhuriyet kurulamaz mı?...][178]
Aşkın
çeşitleri
[Fransa'nın büyük realistlerinden, 'Julien Sorel' karakterini ölümsüz bir
şekilde dünya edebiyatına kazandıran Stendhal "Aşk Üzerine" adlı kitabında, aşkın dört
ana çeşidi olduğunu söyler ve önemlidir;
İlki, onun "tutkulu aşk" ismini verdiği ve "sevda"
diye adlandırılan yakıcı ve umutsuz sevgi modelidir. Mecnun'un Leyla'ya, Kerem'in
Aslı'ya, Romeo'nun Juliet'e olan aşkı bu gruptadır. Bilinçaltında yatan
fevkalade güçlü erotik yönüne rağmen, bu aşkın tesir gücünün kaynağı, vuslatın
hayalde kalması, sevgililerin birbirine kavuşamamasıdır. Cinsel motivasyon ve
yönlendirmenin bu şekilde hedefini bulamaması, bir yandan erotizmi daha da
artırırken, bir yandan da cinsel hissiyatın yüceltilmesine ve ruhsal bir
mahiyet kazanmasına sebep olur.
Stendhal'in ifade ettiği ikinci aşk grubu, "fiziksel aşk"tır. Yazar, bunu bir
örnekle şöyle ifade eder:
"Avlanmaktasınızdır.
Birdenbire, genç ve güzel bir kıza rastlarsınız. Kız, ormanın içlerine doğru
soluk soluğa kaçar... On altı yaşınızda aşk hayatınız buradan başlar".
Üçüncü tür aşk ise, "salon aşkı"dır. Stendhal'e göre bu, "1760'a
doğru Paris'te kendini göstermeye başlayan" fevkalade görgülü,
samimiyetsiz ve yapay tavırlı bir ilişki modelidir. Böyle aşklarda "hiç
bir tatsız şeye yer yoktur, zira bu görgü kurallarının, ince zevkin, nezaketin
çiğnenmesi olur. İyi yetişmiş bir erkek, bu tip aşkın bütün çizgi ve
safhalarında uyması gereken kuralları önceden bilecektir, çünkü burada gerçek
aşkta olduğu gibi hiç bir sürpriz, hiç bir beklenmedik durum yoktur... Gerçek
sevda bizi kendi menfaatlerimize karşı olan bir yere sürükleyip götürürken,
"salon aşkı" her zaman bu menfaatlere saygılı davranır".
Stendhal, bu üç aşkın dışında bir de "gösteriş aşkı" veya "gurur aşkı" şeklinde
isimlendirilebilecek bir aşk modeli olduğunu ifade eder. Bu ise, erkek ve
kadınların, yaşadıkları toplumda önemli bir statüsü ve itibarı olan kişilere
olan bağlılığı şeklinde görülür.
Bir iş adamının bir düşesi kendine metres tutması veya
bir bayan memurun, amirine veya mesleki büyüklerine duyduğu hayranlık bunun
örnekleridir. Böyle aşklarda cinsel zevk çoğu zaman çok arka planda kalır.
Mühim olan, daha alt statüde olan eşin gururunun okşanmasıdır.
Çağımızda bazı psikologlar, insan şahsiyetlerine göre
aşkı gruplandırma yoluna gitmektedirler. Kanada Toronto Üniversitesinde, fazla
sayıda insanın duygu ve ilişkileriyle alakalı bir anket çalışmasının
neticesinde şöyle bir aşk türleri tablosu elde edilmiş: bu tabloya göre üç
temel aşk türü var. Bunlara eros, ludus ve storge adı verilmiştir.
Eros yani erotik aşklar, cinsel arzuları güçlü,
duygulu ve kendine güvenen kişilerdir. Fiziki güzelliğe ve eşleriyle bedensel
temasa önem vermektedirler.
Ludus tipi aşkta, kişi
yalnızca oynaşmaya ve hazza önem verir, ama mesuliyetten ve güçlü duygusal
bağlantılardan kaçar. Buna nasıl aşk denirse...
Storge tipi aşkın insanları iyi
arkadaş olurlar, şefkatlidirler ama eşlerine karşı tutkulu ve heyecanlı
tavırları yoktur. Bu üç temel aşk tipinin birbiriyle karışmasıyla üç aşk türü
daha ortaya çıkar ki: bunlar mânia, pragma ve agape'dir.
Mânia, çok süratli kıskançlığa
dönüşebilen, saplantılı aşktır.
Pragma, eşler arasında uyuma ve
uzlaşmayı önemseyen, pratik ve gerçekçi aşktır.
Agape ise, kişinin kendini
sildiği, fedakârlık ve görev duygusuyla dolu aşk türüdür. Yani tüm aşk türleri
altı köşeli bir yıldız oluşturuyor. Bu sınıflandırmayı doğru kabul ettiğimizde
şu hususu da elbette ki doğru kabul etmemiz kaçınılmazdır: Bu tabloyu
sistematize eden Kanadalı psikologlara göre, eğer iki insan bu altı köşeli
yıldızın zıt uçlarındaysa, mesela biri storge noktasına öbürü de ludus veya mânia
noktasına yakınsa, aralarındaki ilişkinin tatmin edici, istikrarlı ve uzun
süreli olması elbette ki beklenemez.][179]
EVLİLİK
[Yeryüzünün en eski sosyal
kurumlarından biri olan aile, içtimaî hayatın âdeta bir minyatürüdür. Nesli
devam ettirme, aile bireylerine psikolojik ve sosyal güven sağlama
işlevinin yanında, kültürel değerleri
gelecek nesle aktarma işini
de önemli ölçüde aile üstlenir. Ailenin sosyal yapının oluşumundaki
inkâr olunamaz fonksiyonları, sonuç olarak toplum ve her kademede devletin şekillenmesinde
de hissedilir.
Bu yüzden İslâm
hukukunda kadın ile erkeğin
birlikte yaşamasının sosyal ve hukukî çerçevesini belirleyen
evlilik sözleşmesi, ayrıntılı anlatılır. Bu konuda birçok
emredici ve düzenleyici kurallar konulur. İslâm
hukukunda evlilik sözleşmesi,
bir yönüyle hukukî bir işlem
ve akit; bir yönüyle de ibadet olarak değerlendirilir.[180] Bu
anlayışın tabii bir yansıması olarak evlilik ve boşanma
konusu, bazı fıkıh kitaplarının ve bazı hadis mecmualarının tertibinde ibadet
bölümünün akabinde yer alır. Ayrıca evlilik ve boşanmanın
“hukûkullâh”[181] arasında
sayılması da, evlilik müessesesinin dinî ve sosyal boyutunu gösterir. Bu özgün
durum, sosyal kontrol açısından büyük önem arz eder.
Ailenin
toplumla yakın ilgisinden dolayı tarihte evlenme kurumunu düzenlememiş bir devlet
yoktur. Günümüz dünyasında ise, sosyal devlet ilkesini benimseyen pek çok
ülkede, aile birliğinin korunmasına yönelik tedbirler, anayasal güvenceler
altında pozitif hukuk kurallarıyla belirlenmiştir. Hatta aile konusunda giderek
güçlenen devlet himayesi, iç hukukun yanı sıra artık uluslararası bir nitelik
arz etmektedir.[182]][183]
[Evlilik, insanın en
geniş anlamda özgürlüğe ve bağımsızlığa ulaşmasının güvencesidir. Bir aileye
kavuşacak, dolayısıyla senin de kavuştuğun en yüce şeyi elde edecektir. Kimliği
yenilen kadın ve erkek eskiden o yinelenip duran küçük düşürülmelerin ve
barbarca davranışlara konu edilmelerin hepsi geçmişe karışacaktır. Gerçi
evlenmek bu bakımdan en yüce bir davranış, insana en şerefli bağımsızlığı
sağlayacak bir eylem; ne var ki eşiyle alabildiğine sıkı bir ilişkisi de
vardır. [184]] [185]
Erkek ve kadın evlilikle tek vücut olunca Allah Teâlâ’nın
başka bir boyutta yaratıcılığının tecellisi oluşarak nesiller meydana gelir. Böylelikle O’nu yansıtan “yeni bir hayat
yaratılır” Sadece erkek ve kadının birlikteliğiyle yeni bir
ten dünyaya gelir.
“Hiçbir şey bir erkeğin kişiliğini iyi aile terbiyesi almış
bir kadınla kuracağı yakınlık kadar geliştiremez.” [186] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin Hz. Hatice’den
gördüğü desteğin büyüklüğünü bu konuda hatırlamak uygundur. “Her başarılı erkeğin
arkasında kadın vardır”, sözü de sorgulanamaz bir gerçeği yansıtmaktadır
Evlilikle; artık birlikte düşünen, hisseden ve hareket eden iki
kişinin yarattığı yeni bir dünyaya adım atılır.
Kadın ve erkek aile kurumunun birer üyesi olup
birlikte yaşamak zorundadırlar. Evlilikten önceki “ben” ve “sen”
anlayışı yerini “biz” anlayışına bırakır. Evlilikte en önemli şey, iki tarafın oluşturduğu “biz”
kavramının mutluluğu, huzuru ve güveni içermesidir. Kadının erkeğe gösterdiği
saygı ve itaat bir gerekliliktir, bunun karşılığında erkeğinse kadının
terbiye/olgunlaşma aşamasında gösterdiği sabır, yol göstericilik kadına yaptığı
en büyük yardımdır. Sadece bu sebeple bile evlilik hukukunda erkek bir derece üsttedir
ve saygıyı hak edendir. Ancak bu kavramlarla “biz” olunur. Çıkar, ego,
üstünlük sağlama çabaları, yalan, kötü niyet evlilik hukukunda bireylerin “biz”
olup, ortak duygu ve ortak paylaşımı sağlayamamalarının ve yine ortak bir hayat
kuramamalarının en büyük sebebidir.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Şu üç şey Âdemoğlunun saadetindendir; sâliha
bir hanım, geniş ev, rahat binek” [187]
“Şüphesiz ben, boşamaktan zevk alan, mevcut
olanı yiyen, olmayanı isteyen, hanımının
yanında aslan gibi, dışarıda tilki gibi
olan kişiye buğz ederim. Ali kerremallâhü veche ise, Fâtıma radiyallâhü anhaya
karşı, bulduğunu yer, bulamadığını istemez, onun yanında tilki gibi, dışarıda
ise aslan gibidir. Biriniz deveye vurduğu gibi (kadınlara) peş peşe vurmaktan
utansın! Nitekim sonra onunla kucaklaşacaktır.”[188]
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme esirler
geldiği zaman, Ali Bin Ebi Talib kerremallâhü veche dedi ki;
“Ey Fâtıma! Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve selleme
git ve ondan hizmetçi iste” O da gitti ve O’na konuşurken ağladı. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Fâtıma ihtiyacı için mi geldi, yoksa ziyaret için mi?”
Fâtıma radıyallahu anha gözünün yaşını sildi ve dedi ki;
“Ey Allah’ın Rasulü! Suyu evimin içindeki kuyudan
kullanıyorum ve beni yabancı kimse görmüyor, hamuru evde yoğuruyor, ekmeği evde
yapıyorum ve beni yabancı kimse görmüyor, guslümü evde yapıyorum ve kimse beni
görmüyor. Lakin odun toplamak için uzak yerlere gitmek zorunda kalıyorum ve bu
bana kadın avret olduğu için sıkıntı veriyor. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem buyurdu ki;
“Şu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır. Evine
döndüğün zaman kocanın yatağını düzelt, kocan geldiği zaman onu kapıda karşıla
ve elbisesini al. Sonra yatağına oturduğu zaman ayakkabısını çıkar. Eğer oruç
değilse evindekilerle (güzellik malzemeleri ile) ona yakınlaş. İşinizi
bitirdiğinizde onun yanına otur. Seni yatağa çağırdığında icabet et. Eğer seni
çağırmazsa yatağına yaklaştır. Yatağınıza oturduğunuzda otuz üç defa Allahu
ekber, otuz üç defa Sübhanallah, otuz üç defa Elhamdu lillah
deyin ve La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh… diyerek yüze
tamamlayın. İşte bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır!” (son cümleyi altı
defa tekrar etti.)
Fâtıma radiyallâhü anha evine döndüğü zaman, Ali
kerremallâhü veche;
“Baban (sallallâhü aleyhi ve sellem) ne söyledi?” diye
sordu. O da haber verdi. Bunun üzerine Ali kerremallâhü veche dedi ki;
“Beni yaratana yemin olsun ki, bu senin için
hizmetçiden daha hayırlıdır.” [189]
“Sâliha bir
kadının diğer kadınlara göre misali, siyah kargalar içindeki beyaz karga
gibidir. Kötü kadının misali ise, dışı süslü, içi harap olan ev gibidir.” [190]
“Dikkat edin! Size kadınlarınızdan cennetlik
olanlarını haber vereyim mi?” “Evet ya Rasûlüllah!” dediler. Buyurdu ki;
“Sevecen ve doğurgan
kadındır ki, hata ettiği zaman elini, senin elinin üzerine koyar ve der ki; “Ya
affet, ya da neyi uygun görüyorsan öyle yap!” [191]
Eş seçimi
Kadınlar, genellikle yakışıklı, geçerli mesleği olan bir erkeği,
erkekler de, güzel, eğitim görmüş, iyi aileden gelen bir kadını eş olarak
seçmek isterler. Bunların yanında iyi huyluluk ve görgü aranır.
Bilinçli olarak aranan niteliklerin tümünü bir eş adayında bulmak
imkân dışıdır. Buna rağmen kadın ve erkekler, tanışıp seviyor, anlaşıyor ve
evliliğe karar veriyorlar.
Eş seçiminde, bilinçli bir tercihte bulunmanın yanında, kaderin
büyük payı vardır. Örneğin, eş olarak seçtiği kadın, düşlediği kadına hiç
uymayan bir erkek, bu seçimi neden yaptığını tam olarak açıklayamaz. Sevdiğini,
beğendiğini söyler ama bu yeterli değildir.
Hz. Mevlana kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
[Tek elin sesi çıkmaz. Öbür
elin olmadıkça, iki elin birbirine vurulmadıkça ne ses çıkar, ne
seda!
Susuz, ey tatlı su diye ağlar, inler ama su da nerede o susamış,
diye ağlar, inler!
Bizdeki bu susuzluk suyun bizi çekmesinden ileri gelir… Biz
suyunuz, su bizim.
Allah Teâlâ hikmeti ezelde bizi birbirimize âşık
etti. O ezeli hükme göre kâinatın büyük zerreleri çift çifttir ve
her cüz’ü de kendi çiftine âşıktır. Âlemde her cüz’ü de muhakkak
kendi çiftini ister. Kehribar nasıl saman çöpünü çekerse her cüz’ü de muhakkak
kendi çiftini çeker.
Gökyüzü yere merhaba der, demirle mıknatıs nasılsa ben de
seninle öyleyim. Gökyüzü aklen erkektir, yer kadın. Onun verdiğini bu,
besler, yetiştirir. Yerin harareti kalmadı mı gök hararet yollar… Rutubeti
bitti mi rutubet verir. Gökyüzünde bulunan ve toprağa mensup olan burç, yere
yardım eder… Suya mensup burç, yere rutubet verir, yeri terü taze bir hale
sokar. Yele mensup burç yele bulutları sevk eder, yerdeki buharları ufunetleri
çeker alır.
Ateş burcu da güneşe hararet verir… Güneşin önü de, ardı da
o burçtan kızmış, tava gibi kızarmıştır. Kadına nail olmak için
kazancının etrafında dönüp dolaşan erkek gibi felek de zamane de dönüp
dolaşmaktadır. Bu yeryüzü, hanımlıklar etmekte, doğurduğu çocukları emzirip
yetiştirmektedir. Şu halde yerle göğün
de aklı var; böylece bil. Çünkü akıllıların işlerini işliyorlar. Bu
iki güzel, birbirlerinden süt emmeseler, birbirlerini sevip koşmasalar nasıl
olur da birbirlerinin muradına dolanırlardı? Yer olmasa güller,
erguvanlar nasıl biter, gökyüzünün suyu, harareti olmasa yerden ne hâsıl olur?
Dişinin erkeğe meyli, ikisinin de işi tamamlansın diyedir. Bu birlikte
âlem baka bulsun diye Allah Teâlâ erkekle kadına da birbirlerine karşı bir
meyil verdi.
Her cüz’e de, diğer bir cüz’e meyil verdi… İkisinin
birleşmesinden bir şey doğar, bir şey vücut bulur. Gece de böylece
gündüzle sarmaş dolaş olmuştur. Geceyle gündüz, sureta birbirlerine aykırıdır
ama hakikatte birdir. Geceyle gündüz
görünüşte birbirine zıttır, düşmandır; fakat her ikisi de bir hakikatin
etrafında dönmekte, ağ kurmaktadır. İşini gücünü başarıp tamamlamak için her
biri, canciğer gibi öbürünü ister. Çünkü gece olmayınca insanın geliri, kuvveti
olmaz… bu gelir olmayınca da gündüzler neyi harç eder? ][192]
Evlilikte genellikle tercih noktasında erkeğin etkin
olmasından dolayı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kadın şu dört haslet için nikâhlanır; ya
malı, ya güzelliği, ya soyunun asaleti ya da dindarlığı için. Sana dindar olanı tavsiye ederim ki bereket bulasın.” [193]
“Kadını sırf zenginliği
sebebiyle nikâhlamayın! Umulur ki bir hayrını göremezsiniz. Dindar ve güvenilir
bir hanım arayınız. Kadını sırf güzelliği için nikâhlamayın! Güzelliği yok
olabilir. Siyah ve dindar bir cariye ondan daha faziletlidir. Size dindar
olanına talip olmanızı tavsiye ederim. Şüphesiz onlar içinizde, kargalar içinde
ayağı sekili olan karga gibi nadir bulunur.” [194]
“Kadın dört çeşittir.
Birisi; teselli edici,
nazik seven, tesettürlü, kocasının teslim ettiği malın bir kısmını infak eden,
bir kısmını tutan kadın. İşte böyle amel edenler Allah Azze ve Celle için amel
edenlerdir.
Bir diğeri; Teselli edici,
nazik, seven, tesettürlü, kocasının kendisine teslim ettiği malı, ne koruyan ve
ne de infak eden kadın. İşte bu telef edicidir!
Bir diğeri; Kocasından
sadece Allah Azze ve Celle’yi ve İslam’ı dileyen, Allah’ın mübarek kıldığı bir
kadın ki, kocasının yokluğunda iffetini muhafaza eder, yanında bulunduğunda
nefsinden onun hakkını eda eder. İşte o, kadınların en şereflilerinden ve Allah
katında derecesi en yüksek olanlardandır.
Bir de, görünüşü güzel,
hamaratlığı hoşa giden, malından sadaka veren, yemeği güzel yapan, kocasını
seven ve nazik davranan kadın. İşte bu kadınların efendisidir.” [195]
Bir evlilik zamanı gelince yapılmalıdır. Evlilik; kişinin duygusal istikrarını ve
toplum karşısında güvenilirliğini sağlar. Hz. Mevlana kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz buyurdu ki;
“...Kavun, karpuz
olgunlaşıp sulandı mı yarmazsan telef olur gider.” [196]
Seven koca
[Birçok hukuk sistemlerinde
olduğu gibi İslâm
hukukunda da, aile reisinin erkek olduğu
genel kabul görür. Böyle olmasının sosyolojik ve psikolojik nedenleri ayrıca
tartışılabilir. Ama kadın, genelde kocasının evinde şekillenir.
Farkında olmadan, onun söz ve davranışlarından
etkilenir. Bu özelliğiyle
aile reisi olarak erkek, evde daha ağır bir sorumluluk yüklenir. Kur’ân-ı Kerim’de Allah Teâlâ,
“Onlarla (kadınlarla) iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmıyorsanız,
olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir
etmiş bulunur” [197] buyurur.
Bu ayete göre koca, zarurî
bir sebep olmaksızın boşanmaya yeltenmemeli, bilakis söz ve sohbetlerinde tatlı
olmalıdır. Kırgınlığa sebep olabilecek olaylarda sabır göstermeli ve mükâfatını
Allah’tan ummalıdır. Allah Teâlâ istikbalde, eşler arasında yeniden tazelenecek
muhabbet ve bu birliğin semeresi olarak da hayırlı bir evlat gibi daha birçok
hayırlar ihsan edebilir.
Kur’ân-ı Kerim’de eşler,
-birbirlerinde ahlâkî veya fizikî birtakım kusurlar bulsalar bile- iyi
geçinmeye ve boşanmamaya hep teşvik edilir. Kur’ân-ı Kerim’de aile
birliği alanında bir realiteye işaret eder ve ikinci bir merhaleden söz eder. Allah
Teâlâ, sâliha kadınları; kocalarına itaatkâr, evinde bulunamadığı zamanlarda
iffetlerini koruyan özellikleriyle zikreder. Peşinden, böylesi kadınların
aksine; kocalarına karşı isyankâr davranan kadınlardan bahseder ve geçimsizlik
ileri bir boyuta ulaştığında erkeklere,
“Fenalık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlarınıza gelince,
önce kendilerine yumuşaklıkla öğüt verin. Eğer söz dinlemezlerse kendilerini
yataklarda yalnız bırakın. Yine dinlemezlerse, (hafifçe) dövün. Size itaat
ettikleri takdirde kendilerini incitmeye de bahane aramayın” [198] tavsiyesinde
bulunur.
Elbette bu, kocaya tanınan
keyfî bir yetki değildir. Belirli şartların oluşumu zorunludur. Zaten, ayette
geçen “nüşûz” kelimesi bize bu konuda bir
fikir vermektedir. Arapçada bu kelime daha çok isyankâr bir tavır takınma anlamına gelir.
Bu aşamada ev siyaseti olarak koca, eşine
öncelikle tatlı dille nasihat eder. İyilik
tavsiyesinde bulunur, sorumluluklarını hatırlatır. Problemin nereden
kaynaklandığını belirtir ve hal çareleri üretir. Yatağı
terk etme ikinci safhadır. Üçüncü merhaleye gelince, İbnü’l-Arabî,
“Dövme şahısların hallerine göre değişir. Bazılarına az bir gönül
koymuşluk kâfi gelir, bazıları da ancak tediple düzelir.” [199] Açıklamasını yapar.
Hz. Ali kerreme’llâhü veche,
bu tertibin esas alınması, bunların da sonuçsuz kaldığı
durumlarda iki hakem gönderilmesi kanaatindedir. Burada dikkat çeken şey,
yetkinin kocalara verilerek, üçüncü şahısların
ve mahkemelerin aile birliğine
müdahalesine ilk etapta izin verilmeyişidir.
Bu şekilde, ufak tefek aile içi kırgınlıkların bir sır olarak kalması, aile
mahremiyetinin zedelenmemesi amaçlanır. Ayetteki,
“Size itaat ettikleri
takdirde kendilerini incitmeye bahane aramayın.” İfadesi de, adalet ve hakkaniyet
ilkelerine göre davranmayan koca için uhrevî bir “tehdit” mahiyetindedir.
Sevinç ve kederin birlikte paylaşıldığı aile birliğinde öncelikli olan
karşılıklı sevgi ve anlayıştır. Dolayısıyla bu son merhale, ev siyasetiyle
ilgilidir ve istisnaî bir durumdur. Aksi takdirde, kul hakkına tecavüz
nedeniyle erkek, haksızlığının
uhrevî vebaline de katlanır.][200]
Lokman Hekim’in
şöyle dediği rivayet edildi;
“Ey oğlum! Dünya’dan elde
edeceğin şeylerin ilki; sâliha bir kadın ve sâlih bir arkadaş olsun.
Sâliha hanımın yanına
girdiğinde rahat olursun ve onun yanından çıktığında sâlih arkadaş ile rahat
bulursun.
Şunu bil ki, şüphesiz sen
bir gün bunlardan birini kazanırsan, bir güzellik elde etmiş olursun.
Kötü kadından ve kötü
arkadaştan sakın!
Kötü kadının yanına
girdiğinde rahat bulamazsın ve onun yanından ayrılıp kötü arkadaşın yanına
vardığın zaman da rahat göremezsin.
Şunu bil ki, şüphesiz sen bir gün bunlardan
birini kazanırsan, bir kötülük kazanmışsın demektir.” [201]
“Kadınlar takma adlarıyla dahi
kalabalıkların özgürlüğünün tadını çıkaramadılar. Onlar hiçbir zaman toplumun
normal sakinleri gibi konumlandırılmadılar. Onların bakmaya, gözlerini dikmeye,
dikkatli bakmaya ya da izlemeye hakları yoktu. Baudelaire’ci metin ilerledikçe
göstermektedir ki, kadınlar bakmıyorlardı. Onlar, flâneurün objesi olmak için
konumlandırılmışlardı.
‘Kadınlar bir erkeğin kadınlığından daha çok,
genelde sanatçılar içindir… O bir tanrıça, yıldız oluşundan daha çok, doğanın
tüm zarafetini üstünde toplayan bir yığın gibidir. Belki aptaldır, ama gözleri
kamaştıran, büyüleyen bir idol (put) dür. Kadını süsleye her şey, onun
güzelliğini göstermek içindir ve bu onun bir parçasıdır. Kadının bazen bir
ışık, bir bakış ve mutluluğa bir davet oluşuna şüphe yoktur ki, o bazen sadece
bir sözcüktür.’
Feminist sanat tarihçisi G.Pollock,
Baudelaire’den yaptığı bu alıntıyı şöyle değerlendirir, “Gerçekten de
kadın bir işaret/im, bir kurgu, anlamların ve fantezilerin
imalatı(şekerlemesi). Kadınsallık, kadın bireylerin doğal bir durumu değil.
Tarihsel, ideolojik değişkenlerin bir araya gelip, fantastik ötekini oluşturan K*A*D*I*N işaretini meydana getiren bir süreçten
oluşur. KADIN bir idol (put) olduğu kadar, bir sözcükten başka bir şey
değildir.” [202]
Fedakâr
kadın
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Müslümanın, sâliha hanımına baktığında sürur(sevinç) duyması, ona
bir şey emrettiğinde itaat etmesi, kendisinin yokluğunda iffetini muhafaza
etmesi, kişinin faydalandığı şeylerin en hayırlılarındandır.” [203]
Davud aleyhisselâmın şöyle
dediği rivayet edilmiştir; “Allah’ım!
Hanımımı kötü bir eş eyleme ki, ben de kötü bir adam olmayayım!”
[Kadın her şeyden
önce annedir ve öncelikli sosyal rolü, anneliktir. İslam’ın
değerler sisteminde kadınla ilgili tüm esaslarda bu
rol belirleyicidir.
Kur’ân-ı Kerim’de,
kocalarından olası bir anlayışsızlık görmeleri durumunda, kadınlardan aile
birliğinin sürdürülmesi konusunda özverili olmaları istenir.
“Eğer
kadın, kocasının geçimsizliğinden
yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe
ediyorsa, bir anlaşma
ile aralarını düzeltmede karı koca üzerine bir günah yoktur. Sulh en hayırlı iştir.
Zaten nefislerinde kıskançlık hazırlanmıştır.
Eğer iyi geçinip arayı
düzeltir, zulüm ve geçimsizlikten sakınırsanız, elbette Allah yapacağınız
her şeyden haberdardır” [204] buyurarak,
kadınlara anlaşmayı tercih etmeleri tavsiye edilir. Fakat aynı ayetin son
kısmında hitap, “iltifât” sanatıyla kocalara da
tevcih edilir ve uzlaşmaz bir tavır takınmamaları hususunda, gerekli “îkaz”
yapılır. Ayrıca belirtelim ki, kadınların kocalarına isyankâr bir
tavır takınmaları büyük günahlara denk tutulur.][205]
Aişe radıyallahu anha dedi ki;
“Kadın için kocası, Allah’ın halifesidir. Kocası ondan razı
olursa, Allah Teâlâ da ondan razı olur. Kocasını kızdırırsa, Allah ve melekleri
de ona gazab ederler.” [206]
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kadın (kıyamet gününde)
ilk olarak namazdan, ikinci olarak ta kocasını razı edip etmediğinden
sorulacaktır.” [207]
“Şu üç kişinin amellerini Allah kabul etmez;
kocası kendisine kızgın olduğu halde akşamı eden kadın, cemaat istemediği halde
onlara imam olan kimse ve efendisine dönünceye kadar, firar etmiş köle.” [208]
“Kocasının yatağından
uzaklaşan hiçbir kadın yoktur ki, dönünceye kadar meleklerin lanetinde olmasın.
Eğer kocası ona sinirlenirse, Allah onun namazını, elini kocasının eline koyup
onu razı edinceye kadar kabul etmez. Eğer kocasına haksız yere kızarsa, yedi
kat yer ehli ve yedi kat gök ehli ona gazab ederler ve bu gazab ta arşa ulaşır.” [209]
“Kadın
kocasına; “senden hiç hayır görmedim” derse, Allah Teâlâ onun
amelini boşa çıkarır.” [210]
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, ashabından bir cemaat
ile otururken, Ensar’dan Esma (binti Yezid) isimli bir kadın gelerek selam
verdi ve dedi ki;
“Ey Allah’ın Râsulü!
Ben, benim gibi düşünen Müslüman kadınlar cemaatinin sözcüsüyüm. Şüphesiz Allah
Teâlâ seni kadın ve erkek bütün insanlara gönderdi. Sana iman edip sana uyduk
ve sana indirilmiş olan (Kur’ân-ı Kerim’i) tasdik ettik. Sonra, şüphesiz, Allah
Teâlâ, erkekleri farklı meziyetler ile kadınlar üzerine daha üstün
kılmıştır. Sizler cum’a ve cemaate
katılıyor, hasta ziyaretinde bulunuyor, cenazeye katılıyor, hac ve umre
yapıyor, Allah yolunda nöbet tutup cihad ediyorsunuz. Ya biz kadınlar?
Çocuklarınızı büyütüyoruz,
şehvetlerinizi gideriyoruz, evlerinizi bekliyoruz, çocuklarınızı terbiye
ediyoruz, elbiselerinizi dikiyoruz,
namahrem erkekler ile konuşmuyoruz. Bizim ulaşacağımız ecir nedir ey Allah’ın
Rasulü?” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
ashabına döndü ve buyurdu ki;
“Siz hiç bu kadın gibi
güzel konuşma yapabileni işittiniz mi? Kim bu?” Dediler ki;
“Seni nebi olarak
gönderene yemin ederiz ki, hayır ey Allah’ın Rasulü! Biz, kadınların buna akıl
erdirebileceğini tahmin etmezdik. Onu tanımıyoruz. (tepeden tırnağa örtülü olduğu için tanıyamadılar.)” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem sonra
kadına dönüp buyurdu ki;
“Ey kadın! Kavmine dön ve
o kadınlara bildir ki, Müslüman bir kadın, kocasını güzel bir muamele ile
karşılarsa ve kocasını günün bir saatinde hoşnut ve razı ederse, bu,
cihada, nöbete, hacca, umreye, cenazeye
katılmaya, hasta ziyaretine, Cuma’ya ve cemaate katılmaya bedel sevap
kazandırır. İşte kadınların ulaşacağı ecir de budur.”
O Esma isimli kadın
sevincinden tehlil ve tekbirler getirerek oradan ayrıldı. Sonra Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kadın ile kocası, baş ile vücut gibidir. Koca, baş mesabesindedir.
Nasıl ki, başsız vücutta hayır yoksa kocası olmayan kadında da hayır yoktur.” [211]
Evlenemeyen kadın
ve erkekler
Kadın
ve erkek için unutulmaması ve vazgeçilmemesi gereken tek şey aile olup
birleşmektir. Bu nedenledir ki bekâr olmak zaafların en büyüğüdür. Evet, bekârlık
erkek ve kadında yok edilmesi gereken zaaflardandır. Evlenmeyen bir erkek ve
kadına hayatın içinde bir mana ve sorumluluk verilmediği görülmektedir. Bu
nedenle evlilik birleşmek ile birliğe kavuşmaktır. Birlik ise Allah Teâlâ’nın
sıfatıdır.
Erkek
ve kadının birleşmesine mani olan üç etken vardır.
—Kendini
üstün görme: Bencillik ve kimseyi beğenmeme gibi menfi
özelliklere sahip bu tür kimseler işi hakaret boyutuna dahi götürebilirler.
Yüksek mevkileri arzu etseler de sonuç alamazlar.
—Kendini
aşağı görme: Kişinin kendisini maddi ve manevi yeterlilikte görememesi
olup ileri boyuta ulaştığında psikiyatrik tedaviyi gerektirir.
—Kendini
görme: Kişi kendini düzelteceği yerde bunu başaramayıp,
noksanlıklarını başkalarında görür ve böylece reddettiği kimseler yoluyla ego
tatminine gider. (Ne tehlikeli bir durum)
Bu
durumun çözüm yolları için; [İnsanlar arası anlaşma yolunun bulunması,
bulunduğu zaman elde tutulması hususunda karşılaştığımız en büyük zorluğun
kişiliğimizin ortaya çıkardığı zaaflar olduğunu bilmekle bu büyük zorluğu
aşmada hatırı sayılır bir adım atabiliriz…. La Rochefoucauld’nun bir sözü, bu
konuya bir başka yönden açıklama getiriyor: “Eğer hiç gurur sahibi
olmasaydık, başkalarının gururundan da şikâyetçi olmazdık.” [212] "Gurur bütün insanlarda
eşittir, yalnız onu ortaya koyma amaçları ve biçimleri değişiktir." [213]
Çoğu
zaman başkalarının beğenmediğimiz tavırları, bizim beğenilmeyecek tavırlarımıza
denk düştüğü için rahatsızlık duyarız. İnsanlar, hayatı kendi umdukları
şeylerin çerçevesi içinde tenkid ederler. Başkalarında gördüğümüz eksikler,
çoğu zaman kendi eksiklerimizdir.] [214]
AİLE
[Aile, “En küçük toplumsal kurum” diye
tanımlanır.] [215]
[Aile, bütün dönemlerde ve bütün toplumlarda temel ve tabii sosyal
bir kurum olarak varlığını sürdürmüştür. Hangi toplum olursa olsun, o toplumda
"aile kurma" sosyal hayatın temel bir ihtiyacı ve başlangıcı
olmuştur. Bu yönüyle aile, tarihi ve sosyolojik bir olgu olmanın dışında,
toplumlar için "hayati" bir önem ifade eder. Çünkü
sosyal hayatın başlangıcı ailedir. Sosyal kuvvetin temeli aile hayatındadır.
Bu sebeple aile hayatındaki sağlamlık, toplumun sosyal, siyasi ve ekonomik
hayatının sağlamlığına, bozukluk ise bu kuvvetlerin bozukluğuna işarettir.][216]
Ana, baba ve çocuklardan oluşan bu kurumun, kanunlarla olduğu gibi
din ve geleneklerle de belirlenen birçok işlevi vardır. Aile, içinde bulunduğu
toplumun bir birimi olarak, onun özelliklerini taşır. Toplumun değer
yargılarını, beğenilerini, inançlarını, önyargılarını, gelenek ve
göreneklerini, kısacası kültürünü yansıtır. Bunun yanında özel bir içyapısı ve
kendine özgü bir işleyişi vardır. Bu bakımdan toplumla sürekli alış veriş
içindeki bir kuruluş gibi çalışır.
[Ailenin insana vurduğu damgayı kültürün (ve bu
bağlamda kalıtımın) etkisinden ayırmak mümkün değildir. İbranice'de "aile"
anlamına gelen “mispaşa” yerine "savaş" anlamına
gelen “milşama” sözcüğünü kullanılmıştır. Birçok ailede çatışma
yaşandığı, ülkenin kültürü gibi ailenin kültürünün de savaşan bir kültür
olduğu duygusu anlaşılmaktadır.][217]
[Sosyal yapının temelini teşkil eden bu kurum insanın bizzat
kendisi tarafından meydana getirilmiş ve değişmeler geçirerek günümüze
ulaşmıştır. Böylece, biyolojik, psikolojik ve sosyokültürel yönleriyle hem
bireyin hem de toplumun yararına fonksiyonlarda bulunmuştur.
İnsan ve hayvan üzerinde yapılan araştırmalarda aile konusunda
bir takım benzerlikler kurulmaya çalışılmışsa da, bu görüşler
doğrulanmamıştır. Çünkü hayvanlar üzerinde yapılan ilmi çalışmalarda, insanın
aile yapısına uzak veya yakın ilişkisi olmayan sonuçlar ortaya çıkmıştır. Yani
insanı ve hayvanı yaratan Allah, her ikisine de ayrı özellikler vermiştir.
Organik benzerliklerin yanında, sosyal konularda insanların farklı oldukları
ve hayvanlarla mukayese kabul etmez bir durum gösterdikleri anlaşılmıştır.
Demek ki "aile kurmak" insana özgü bir
özelliktir ve bu da sosyal yapının temelidir. İşte bu temel özellik toplumda,
birey ile toplum arasında bir köprüdür; çocuk ailede gelişerek topluma karışır
ve ancak aile aracılığı ile sosyal bir varlık olduğunun bilincine varır. Aile
çocuğun sosyalleşmesinde, onun topluma uyum sağlamasında ve toplumun bir üyesi
olma özelliğini taşımasında hem koruyucu hem de intibak ettirici bir rol
oynar. Bireyin toplumdaki yerini tayin etmede de etkilidir. Bunun nesiller
boyu devam etmesini sağlayan da ailedir. Bir aile ortamı içerisinde büyüme
imkânı bulamamış çocuk, toplumdan tecrit olma ve hatta zorla uzaklaştırılma
mecburiyetinde kalabilir. Bu durum özellikle büyüme çağındaki çocukların
şahsiyeti üzerinde olumsuz etkiler bırakır.
Psikolojik yönden aile, bireyde güvenlilik ve devamlılık duygusu
sağlayarak hayatı anlamlı yapar ve yaşama güdüsüne güç verir. Sevgi kavramı
aile içinde gelişir ve bu duygu sosyal hayatta insanlar arasında sağlıklı
ilişkilerin kurulabilmesi için gerekli olan güven kapasitesinin kaynağıdır.
Aile, milli sosyal verasetin genç nesillere nakline yardımda bulunarak,
bu veraset sayesinde çocuğun şahsiyet kazanmasının temelini atar. Çocuk küçük
yaştan itibaren anadilini, töresini, dini ve ahlaki değerlerini ailesinden
alır. İşte bu ilk ve temel niteliğindeki eğitimin etkileri, çocuğun bütün
hayatı boyunca önemli rol oynayacaktır. Bu sebeple, ailenin önemini kavramış
bulunan her toplum, aile konusuna gereken önemi vermektedir.][218]
Aile
Yapısında Değişme
[Aile milletinin temelidir. Toplumun en küçük birimi olan aile,
millet bütünü içinde nesillerin akışını sağlar. Sağlam ve dengeli bir aile
geleceğin en büyük garantisidir. Bu sebeple, milli kültüre dayanmalıdır. Manevi
kültürdeki aile, her türlü maddi unsurdan uzak, karşılıklı sevgi, fedakârlık,
saygı ve davranış isteyen çok yönlü bir müessese olmalıdır. Diğer taraftan aile,
kendi mensupları için kurulmuş kapalı bir topluluk değildir. Aile kendi toplumu
için maddi ve manevi yönden üretici olarak katkıda bulunmalıdır. Tembel ve
tüketici aile tipi, milli menfaatlere aykırıdır.
Kabul etmeliyiz ki, sanayileşme ile birlikte toplumların gündemine
giren haberleşme hareketi ve kitle haberleşme araçlarının kazandığı ivme;
sosyal değişimi, yeni ihtiyaçları, yeni davranış kalıplarını da beraberinde
getirmiştir. Bu hızlı gelişmelerin, maddi alandaki faydaları kadar zararlarının
da gün ışığına çıkarıldığı bu teknolojik gelişmelerin, aile kavramı üzerinde
de tereddütlere ve çözülmelere yol açtığı bilinmektedir.][219]
Çağımızda, toplumlardaki hızlı değişimlere neden olarak aile
yapısındaki önemli değişimleri gösterebiliriz. Her şeyden önce, şehirleşme ve
sanayileşme aileleri küçülttü. Üç kuşağın bir arada yaşadığı, geniş aile
biçimi yerini ana, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aileye bıraktı.
[İşte modern şartların ve hızlı değişmelerin meydana getirdiği ve
modern toplumların önünde duran bu temel problem, insanlığı, aile
müessesesinin vazgeçilmezliği üzerinde bir ortak bilince doğru ilerletmeye
yönelmiştir. Bu sebepledir ki, Birleşmiş Milletlerin 8 Aralık 1989 tarihinde
almış olduğu bir kararla 1991 yılının Uluslararası Aile Yılı olarak ilân
edilmesi, yukarda ifade ettiğimiz ortak bilincin açık bir işareti ve teyidi
olmuştur.
Birleşmiş Milletlerin söz konusu kararında, 1990 yılından itibaren
hükümetlerin, politika ve sosyal sorumluluk taşıyan kurum ve kuruluşların,
toplumun temel birimi olarak aileye önem vermeleri, milli ve milletlerarası
seviyede ailenin yaşaması için düşünülen tedbirler ve önemi üzerinde çalışmalar
yaptırılarak, ailenin gerekliliği konusunda yeni bir bilinç ve ortak irade yaratılması
ve çeşitli faaliyetlerin geliştirilmesi teklif edilmiştir.
Nitekim bu anlayış doğrultusunda 1990 yılından bu yana Birleşmiş
Milletlerin aile konusuna geniş önem verdiği ve her yıl aile ile ilgili yeni
kararlar aldığı görülmektedir. Bu kararlardan birisinde 1994 yılı tekrar
uluslararası aile yılı olarak ilan edilmiştir. Bu alanda yapılan çalışmalarda,
toplumda ortaya çıkan olumsuzlukların büyük bir bölümü ailenin omuzlarına
yüklenmiştir. Özellikle son yıllardaki sosyal hastalıklar konusunda ilim adamları
ve politikacılar "Aile hayatının çökmesi" nin, suç
oranının artışından, ahlak değerlerinin çöküşüne, hatta hükümet bütçesindeki
açığa kadar her şeyden sorumlu olduğu sonucuna varmışlardır.
Araştırmalarda ayrıca ABD'de ve İngiltere'de "yalnız
annelerin" sayısının giderek arttığı ve bu durumun günümüzün en
büyük problemlerinden birisi olduğu belirtilmiştir. Suç oranındaki artışların
sebebi de bu tip ailelerin artışına bağlanmaktadır. Bu tip ailelere “parçalanmış aile” adı
verilmektedir. Yani parçalanmış aile, ailenin olmadığı anlamına gelmiyor,
sadece evde baba veya anneden birisi (tek ebeveyn) vardır ve çocuk (lar)
hayatını bu kişi ile devam ettirmektedir. Tek ebeveynliğin sebeplerinden birisi
de kadın veya erkeğin giderek daha hür bir hayat yaşamak istemelerinden
kaynaklandığı şeklinde ifade edilmektedir ki bu durum da aile değerlerinin
gittikçe yok olmasına yol açmaktadır. Görülüyor ki, aile insanlığın ortak
bilinci haline dönüşmüş evrensel değerleri ile bir bütün arz etmiştir.][220]
Günümüz ailesinde, başlıca şu değişmeler göze çarpıyor:
a) Çekirdek aile sayısındaki artış, kişileri daha bağımsız kılarken,
akrabalar arasındaki dayanışmayı azalttı.
b) Kadınların eğitim düzeylerinin yükselmesi, çalışan anne sayısında hızlı artışa yol
açtı. Bunun sonucu olarak, aile içinde, annenin söz hakkı ve etkinliği artarken
dolayısıyla baba otoritesi zayıfladı. Bu
da bireyler arasında eşitliğin hâkim olduğu daha şeffaf bir yapıyı geliştirdi.
Kadın hakları akımının güçlenmesiyle, eşler kendi rollerini bilinçli olarak
gözden geçirmeye başladılar.
c) Ailede çocuk
sayısı azaldı, çocuğa verilen değer arttı. Öyle ki ortaya “çocuk-erkil”
diyebileceğimiz, çocuğun isteklerine göre işleyen aile türü çıktı. Çocuk
eğitimine, ruh sağlığına ve başarıya verilen önem arttı. Kız ve erkek çocuk
ayırımı azaldı.
d) Bu olumlu gelişmeler
yanında, çeşitli etkenler nedeniyle, boşanma oranı yükseldi. Yeni evlenmeler
sonucu, üvey ana babalı çocuklar çoğaldı.
Sorumluluk
Nedir?
[Sorumluluk insan olmak
adına en genel ve en kesin yükümlenmedir. Böylece sorumluluk bizi doğrudan
kulluk ahlakına bağlar. O bir amacı gerçekleştirme yükümlülüğü olduğu kadar bir
olumsuzu giderme yükümlülüğüdür. O bir yükümlülüktür, güdümlülük değildir.
Güdümlülükte sorumluluk gerçekleşmez, sorumluluk her zaman bir benimsemeyi,
bir üstlenmeyi gerektirir. Sorumlu davranış istemli davranıştır, güdümlenme bir
dış gücün belirleyiciliğini gerektirir. Yükümlenme istemi, tam tamına özgür
seçişe dayanan bir istemdir. Sorumlulukta yükümlenme tam anlamında gönülden
yükümlenmedir. Sorumlu kişi yükümlülüğünü yük olarak taşımaz, onu bir gereklilik
olarak görür. Sorumlu kişi ödevleri olan kişidir. Sorumluluğu yerine getirebilmenin
baş şartı özgür bir bilince ve bağımsız bir yaşam ortamına kavuşmuş olmaktır.
Özgürlük sorumluluğun temel şartıdır. Özgürlük ve bağımsızlık bir gerçeğin iki
ayrı görünümüdür. Özgürlükte içselleşen bağımsız insan etkinliği bağımsızlıkta
dışsal ya da içtimâi dayanağını bulur. Sorumluluğu belirleyen ve sürdüren özgür
bilinçtir, ancak sorumluluk her zaman bağımsız bir ortamda yerine
getirilebilir.
Buna göre sorumluluk her
şeyden önce bir bilinç sorunu ortaya koyar. Ancak yetkin bir bilince ulaşmış
insanlar gerçek anlamda sorumlu olabilirler. Başkasının kölesi kendi kendisinin
de kölesidir, kendi kendisinin kölesi başkasının da kölesidir. Oysa kimse
kimsenin yerine sorumlu olamaz. Hukuk toplumsal bir kargaşayı önleyebilmek
adına her normal kişiyi sorumlu sayar, bu yönelim elbette her şeyden önce
cezayı olası kılmak adınadır. Sorumlu olmayan kişiyi cezalandırmak gerçekte
sorumsuzluktur. Sorumsuzluk, gerçek anlamda bilinçli kişi için sorumluluk yapabilecekken
yapmamak anlamına gelir. Bu da zorunlu olarak bir ahlak sorunu ortaya
koyar. Sorumsuzluk ahlaksızlıktır. İnsan olmanın anlamı sorumlulukla başlar.
Saint-Exupery "İnsan olmak her şeyden önce sorumlu olmaktır"
der. Bu bize hemen şu soruyu sorduracaktır:
“insan ne'den sorumludur ya
da neyin sorumlusudur? Bu noktada sorumluluğun evrenselliği çıkar karşımıza. Sorumluluk
evrenseldir, parçalı değildir. Buna göre insan yalnızca şundan ya da bundan,
şu kişiden ya da bu kişiden değil, bütün bir insanlıktan sorumludur. Demek ki
sorumluluk alanını aileyle, toplumla, milletle sınırlayamayız. İnsana karşı
olan, insan olma şartına ters düşen her durum her sorumlu kişiyi
ilgilendirecektir. Yalnızca çocuklarının esenliğini düşünen insanlar zorda
kaldıklarında çocuklarını da gözden çıkarabilecek kimselerdir. Çünkü bunlar
öncelikle kendilerini düşünen kimselerdir. İnsanın evrensel sorumluluğu bize şu
soruyu sordurabilir: herkesten ya da bütün insanlıktan sorumlu kişinin
mutlak bir güç taşıyor olması gerekmez mi? Sorumluluk mutlak bir gücün
varlığını gerektirmez. Sorumluluğumuzu yerine getirmemiz için çok güçlü olmamız
ya da insanüstü bir güçle donanmış olmamız gerekmez. Güçsüzlük sorumsuzluğun en
etkili bahanesidir. Sorumluluk için gereken etkinlik bir insan boyunda
olacaktır.
Sorumluluk trajik olanın ya
da kader fikrinin aşıldığı yerde başlar. Dünyanın akışında insanı değil de
başka bir gücü, örneğin aşkın varlığı yani Allah Teâlâ’yı belirleyici
sayıyorsak sorumlu olamayız, en azından tam anlamında sorumlu olamayız. Tam
anlamında sorumlu olmamak sorumsuz olmaktır. Dinî anlamda ya da tabii anlamda
her mutlak belirleyicilik ahlaki seçimi ortadan kaldırırken sorumluluk
duygusunu da hiçe indirir. Kişinin bütün bir insanlıktan sorumlu olması her
şeyden önce kendinden sorumlu olmasını gerektirir. Kendine karşı sorumluluklarını
yerine getiremeyen bir kişi başkalarına karşı sorumlu olamayacaktır. Sorumluluk
tek kişilik bir zeminde gerçekleşir, ancak bütün insana açılır. Her kişi önce
kendi olarak sorumludur: sorumluluk tek kişilik bir bağlanma biçimidir, bir
kendini yükümleme biçimidir. Kimse kimsenin yerine sorumlu olamaz, kimse
kimsenin adına sorumluluk taşıyamaz. Kimse sorumluluğunu bir başkasına
yükleyemez. Başkası için üzülebiliriz, başkası adına sevinebiliriz, başkasına
yardım edebiliriz ama başkasının yerine sorumlu olamayız. Ortak sorumluluklar
elbette vardır, ama ortak sorumluluklarda da herkes her şeyden önce kendinden
sorumludur. Eksikli insan ya da yetkin bilince ulaşamamış insan hep
sorumsuzluklarını birilerine yansıtmaya ya da başkalarının üstüne yıkmaya
eğilimlidir. Eksikli insanın bu tutumu sorumluluğun anlamını elbette
değiştirmez.
Sorumluluk bir bilinç işi
olduğu kadar bir gönül işidir. Her sorumlu, her gerçek sorumlu sorumluluğunu
sevinç içinde gerçekleştirir. Sokrates yaratmayı “sevinç içinde doğurmak”
diye tanımlıyordu. Biz de sorumluluk sevinç içinde yaşamaktır diyebiliriz.
Sorumluluk aklın kılı kırk yaran araştırıcı tutarlılığında gönlün itici ve
yapıcı etkinliğini de gereksinir. Hiçbir sorumluluk kaba bir akılla sonuna
kadar götürülemez. Her sorumluluk, geleceğe açılan bir yönelim olmakla bir
umudun ışığında heyecanlarla kendini gerçekleştirir. Sorumlu olmak umutlu olmaktır.
Hep başkalarından beklemek kolaylığı içinde değilsek, umutlu olmak da sorumlu
olmaktır. Umut özgürlüğün zorunlu varoluş şartıdır. Böylece tam bir kafa ve
gönül birliğinde gerçekleşen sorumluluk tam anlamında bir süreklilik gösterir.
Her sorumluluk bir sonuca yöneliktir, her sorumluluk sonuç almayı ya da kötü
sonucu engellemeyi amaçlar. Sorumlu olmak sonuna kadar sorumlu olmaktır. Bir
başka deyişle, sorumluluk gündelik bir tutum değildir. O insanın bir yaşam boyu
süren birbiriyle örgütlenmiş amaçlarında gerçekleşir. Amaçlar değişir,
sorumluluk sürer. Sorumluluğun sınırı, sorumlunun emekliliği yoktur.][221]
Karı koca
geçimsizliğinin bir nedeni iktidar
İktidar, güç, takat, kudret, güç yetmek
demektir. Sınırlarını tespit etmek de mümkün değildir. Güç ile doğru
orantılıdır. İktidar sahibinin gücü kullanmasındaki esas, sınır tanımamasıdır.
Ancak onun gidişi başka bir kudret tarafından yıkımı ile gerçekleşebilir. İktidarın olduğu
yerde demokrasiden söz edilemez. İslam iktidarı değil adaleti tavsiye eder. İslam
dini hiçbir kimseye, düşünceye, ideolojiye hükmetme yetkisi vermeden bütün
hayat alanlarını kapsamıştır.
Erkek ve kadın için
olan iktidarsa;
[öncelikle fiziksel alanlarda
ve gitgide birçok alanda kendini gösteren erkek egemenliği sürekli olarak
artmıştır. Çünkü egemenlik ve iktidar sınırları sevmez. Giderek etki alanını
genişletmeye yöneliktir. Sosyal hayatta iktidar erkeklik ve erkeklerle
özdeşleştirilmeye başlanmıştır. ][222] şeklinde
belirtilebilir.
Evlilikte iktidarın
varlığından söz etmek “Evlilikte
başarı, sadece aranan kişiyi bulmak değil, aynı zamanda aranan kişi
olmaktır.” [223] demektir.
[Yeni hayat biçimleri içinde aşk da yerini ihtirasa bırakmaktadır.
Yani, aşk artık öldü, birçokları için. O yerini ihtirasa bırakıldığı
görülmektedir.
Klasik ailede devamlılık ve (sözde ya da gerçekte) aşk vardı (var
olduğu varsayılıyordu). Bu denge içinde ailenin sürekliliği sağlanıyor veya
elden geldiğince sağlanmaya çalışılıyordu. Büyük veya küçük burjuva aileleri
mutsuz da olsalar boşanmaya gitmeden, ailede devamlılık ve aşk unsurları hâlâ
varmış gibi görünerek yaşamlarını sürdürüyorlardı. "Aile
kutsaldı." Boşanma "çok ayıptı." [224]
Aşkın da âşıkların da önlerinde daha uzun (yüz)yıllar var. Ayrıca
ihtiras hallerinde sevginin yok olması söz konusu değildir. Aşk ilişkilerinin
tek taraflılığına karşın ihtiras hali ilişkilerinde sevgi daha eşitlikçidir.
Kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkarmış olduğu meta ilişkisi biçimindeki
aşkın yerini almaya başlayan ihtiras ilişkilerinde birinin diğeri üzerindeki
"sahip olma" hakkı ortadan kalkmaktadır. "Erkeğin kadın
üzerindeki hakları" (?!) ve "üstünlüğü" (!?) kutsal aile
biçimindeki evlilik ve aşk ilişkisidir.
İhtiras halleri adını verdiğimiz ilişkilerde sevgi geçişlidir. Erkekten
kadına doğru bir akım olduğu gibi kadından erkeğe doğru da bir akım olabilir.
"Sahip olma" ilişkisinin yerine "var olma" ilişkileri
ortaya çıkar.
Her birey kendi varlığını ispatlamaya çalışır. Artık insanın kollektif
bireyselliği toplumsal nesnelliğinden daha ön plana çıkmıştır. Bunu en iyi
görenlerden biri de "Annem ve kız kardeşimden kaçmaktayım" diyen
Nietzsche olmuştur. Tek taraflı sevgiyi içeren ilişkilerin tutuculuğuna
karşı; karşılıklı, eşitlikçi ve geçişli (kadından erkeğe ve tersi yönde)
ilişkilerin dönüştüğü unutulmamalıdır.
Özünde eşitliğe inananlar kadın-erkek eşitliği açısından olumsuzluklarla
dolu, iç demokrasiden yoksun ve kayıtsız-şartsız itaatçiliğin, kadın ve
çocuklar üzerindeki diktatörlüğünün kurtulup, bir yandan da artık ailelerini ve
aile içi ilişkilerini demokratikleştirmeleri gerekmektedir.] [225]
Hz. Fâtıma radiyallâhü anha, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Kocasını
öfkelendiren kadına yazıklar olsun; kocası kendisinden razı olan kadına da ne
mutlu.” [226] Burada bahsedilen iktidar değil adalettir.
Aşağıda bahsedilen durumda
ise evlilikte iktidarın yerine konulmuş üçüncü faktörün din olduğunda bunun ne
şekilde sonuçlandığı görülmektedir.
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
gönderdiği bir orduda bulunan birisi hanımına; “Evinden çıkma!” diye tembihledi.
Ordu yola çıkınca, kadının babası hastalandı. Kadın babasından ötürü çıkmak
üzere izin istemek için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme haber gönderdi.
Buyurdu ki;
“Allah’tan kork ve kocana
itaat et!”
daha sonra kadın;
“Babam ölmek üzere” diye haber gönderdi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah Teâlâ’dan kork ve
kocana itaat et.” Daha sonra kadın;
“Babam öldü” diye haber gönderdi. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah’tan kork ve kocana
itaat et. Evinden çıkma.” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem kadının babasının
cenazesinde bulundu. O’na vahiy geldiğinde yakasında sanki ateş vardı. Adam kabrine
konulunca Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ashabından birine buyurdu ki;
“O kadına git ve de ki; “Allah
Teâlâ, kocana itaat etmen sebebiyle babanı bağışladı.” [227]
Eğer burada iktidar erkek ve kadında olsaydı sonuçları vahim
olurdu. Böylelikle hiçbir sorun çıkmadan meseleler hallolmuştur.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Cihad erkeklere, kıskançlık ta kadınlara yazılmıştır. Kim
kadınlara sabrederse, ona mücahidin sevabı vardır.” [228]
[Hadislerde, kadının
kocasına bağlılığı ve itaat etmesi üzerinde titizlikle durulur. Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem,
“İnsanın insana secde etmesi caiz olsaydı, kadının kocasına secde
etmesini emrederdim” [229]
buyurur. Başka bir varyantta,
“Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin ederim ki,
Kadın kocasının hakkını
yerine getirmedikçe, Rabbisinin hakkını yerine getirmiş sayılmaz”[230] ilâvesi
yer alır. Kocası kendisinden memnun olarak ölen kadının da cennete gireceği müjdelenir.[231]
“Kadın kocasını daha az
sevmeli, fakat daha çok anlamalı, erkek, karısını daha çok sevmeli, fakat
anlamaya çalışmamalıdır" [232]
Bütün bu hatırlatmalarla
aslında iktidarın yerine paylaşmanın ve anlayış üzere olmanın tavsiye edildiği
görülmektedir.
İbretlik Hikâye
Evvel zaman içinde Memleketin birinde 90 yaşlarında fakat çok dinç ve genç
görünümlü bir adam yaşarmış. Çevresinde bulunan herkes ona çok özenir ve
sorarlarmış; "bu gençliğin sırrı nedir?" diye.
İhtiyar delikanlı bu soruya her soruluşunda güler geçermiş. Ama sorular sıklaşıp
soranlar çoğalınca cevap vermek zorunda kalmış.
Düşünmüş nasıl anlatırım bu sırrımı kolayca herkese. Sonra karar vermiş.
Evine tüm meraklıları yemeğe davet etmiş.
"Bu davette size sırrımı açıklayacağım" demiş.
Herkes merakla davete gelmiş. Yemekler yenilmiş, içilmiş, sohbetler edilmiş
vakit iyice geçmiş. Ama gençlik sırrı ile ilgili tek söz edilmemiş. Herkes konu
ne zaman açılacak diye merak ederken adamcağız huri gibi sevimli hanımına
seslenmiş.
"Hanım, şu kilerden bir karpuz getirir misin ". Hanım hemen doğrulmuş kilere giderek kaş ile göz arasında gidip bir karpuz
getirmiş. Adamcağız şöyle eliyle bir vurmuş tık tık diye sonra da:
"Bu olmamış hanım, güzel çıkmayacak, başka getirir misin " demiş. Hanım onu götürmüş bir tane daha getirmiş. Adam onu da bir yoklamış
yine beğenmemiş.
"Hanım sana yine zahmet olacak ama bu da olmamış başka bir tane
getirir misin" demiş. Başka istemiş. Bu böylece dört
sefer daha tekrarlanmış. Dedemiz beşincide karpuzu beğenmiş ve karpuz kesilmiş,
misafirlere ikram edilmiş. Herkes karpuzunu afiyetle yerken bizim dedecik
sormuş.
"Arkadaşlar işte benim gençliğimin sırrı burada anladınız mı?" Herkes birbirinin yüzüne bakmış. Kimse bir şey anlayamamış...
"Aman dede demişler nerde? Anlamadık biz bu sırrı!"
Dedecik gülmüş.
"Gardaşlarım!”
"O gördüğünüz karpuz kilerde bir tanecikti, tekti. Ben hanıma git de başka getir dedikçe o
kilere gidip geliyor aynı karpuzu getiriyordu.
Bir kere bile (aman be adam, deli misin nesin şu tek
karpuzu ne taşıttırıyorsun bana defalarca…) demedi. Beni sizin önünüzde
mahcup duruma düşürmedi. İşte bütün bu gençliğimi hanımıma
borçluyum."
"Biz birbirimizi hiç başkalarının önünde zor duruma düşürmeyiz. Aile içindeki
hiçbir şeyi dışarıya yansıtmayız. Hep birbirimize destek olur, dert ortağı
olur, yardım ederiz. Birbirimizle ilgili olan problemleri yine birbirimize
anlatırız. İyi kötü her olayı da
birlikte paylaşırız." demiş.
Erkek
ve kadın iktidarında uzlaşma
Konu hakkında yorumlara bakarak fikir yürüttüğümüzde iktidar konusunda
çıkmazların mevcut olduğu görülmektedir.
[1—Kadın-erkek
ilişkilerinin bireysel yönü, kirpilerin kış uykusunu hatırlatır. Kimi açıdan:
Soğukta üşüyen kirpiler, birazcık ısınabilmek için birbirlerine sokulurlar.
Birbirlerine fazla yaklaşınca/ sokulunca iğnelerler birbirlerini. Bu, eşyanın
tabiatında yazılıdır. Uzaklaşırlar o zaman. Ama uzaklaşınca yeniden üşürler.
Üşüyoruz diyerek ve ısınmak için, yeniden birbirlerine yaklaşırlar. Ve
birbirlerine dokunduklarına canlan yeniden yanar. Yeniden uzaklaşırlar. Ve
git-geller böylesine sürer. Birbirlerine yakın ve birbirlerinin canını
acıtmadan birbirlerini ısıtarak belli bir uzaklığı bulana dek. Sorun büyük bir
oranda bu "belli noktayı" bulmakta. Bir insandan
diğerine, bir kadından bir erkekten diğerine değişen bir noktadır bu.
Ne kadın erkeksiz yapabilir. Ne erkek kadınsız. İş bir
arada can yakmadan yaşayabilmeyi öğrenmek.
2—Kadın-erkek
ilişkilerinin zorluğu öteden beri bütün insanları ilgilendirmektedir. Bütün
dinler bunun için konuya el attılar. Önce, dinler bu ilişkileri düzenlemeye
/düzene koymaya çalıştılar. Konu hakkında kitaplarda yazıldı, neyin nasıl
yapılması gerektiği belirlendi. Ama uygulamada kitapları yazanlar bile çuvallayabildi.
Çünkü zordur kadın-erkek ilişkilerini kendi yaşamınızda düzenlemek.
3—Bugün
birçok Batı ülkesinde kadınların mücadelesinin hedefi tam eşitliktir: Çalışma
yaşamında, siyasette, evde, toplumda ve her yerde. Ancak kadın-erkek
ilişkilerindeki şiddetten erkekler de paylarını alıyorlar. Bu her zaman görünen
izler de bırakmıyor olabilir. Kimi zaman görünmeyen ve genel olarak psikolojik
denen izlerdir.
Mesela İskandinavya ülkelerinde ev içi şiddet ve
geçimsizlik sonucu intiharlara kadar giden olaylar yaşanıyor. Bu ülkelerdeki
intiharlar çok yüksek. Ve intihar edenlerin üçte ikisi erkek, üçte biri kadın.
Bu ülkelerde insanların dertlerini konuşarak "dışarılamak"
yerine "içersedikleri" ve bunun sonunda intihara
kadar gittikleri biliniyor. Daha az bilinen ise, bu ülkelerdeki aile içi şiddetin
adları çıkmış Akdeniz ülkelerinden, örneğin Yunanistan'dan, daha yüksek
olmasıdır. Akdeniz ülkelerinde bağırıp çağırarak bile olsa kadın ve erkekler
dertlerini dışarılaşabiliyorlar. Oysa İskandinavya ülkelerinde tersi yapılıyor...
4—Kadınlar
uzun mücadeleler sonucunda birçok şeyi elde ettiler: Seçme ve seçilme hakkını,
çocuk düşürmeyi, çalışma ve ekonomik yaşama girmeyi...
5—Değişik
tip feminizmler oluştu:
Erkekimsi-feministler bulunuyor: Yani
erkeklerin bir bölümü, belki kimi ülkede çoğunluğu, kadınları nasıl
küçümsüyorsa, küçük görüyorsa, onları ikinci sınıf vatandaş/insan yerine
koyuyorsa, bunun aynısını yapan kadın feministleri bu kategoriye sokabiliriz.
Burada bir tür cins ayırımcılığı, giderek cins dışlaması söz konusudur.
Eşitlikçi feministler: Kadın ve erkekler
arasında ayırım koymayan, kadın sorunlarını çözerken birincil düşman olarak
erkekleri görmeyenlerin grubu. Feminizmi erkek-karşıtlığı gibi görmemek
gerekiyor.
Aslında Feminizm karşı-erkek nitelikte olmamalıdır.
Mücadele, kadın mücadelesi, erkeklere karşı mücadele biçiminde yürütülmemelidir.
6—Kadın için bir şeyler yapmak zorunludur. Bu
"birşeyler"in neler olduğunu, geçmiş ve hızını yitirmiş kadın
hareketlerine bakarak, onların deneyimlerinden ders çıkararak saptayabiliriz.
Bu manada erkeklerin de bu alanda uğraş vermelerine kapılar kapatılmamalıdır.
Kadın sorununun çözülmesinde tarihsel gelişim süreci içinde önemli katkıları
olan erkeklerin bulunduğu hatırlanmalıdır. Bu konularda ve diğerlerinde
araştırma yapan, uğraşan erkekleri de gözden çıkarmamak gerekiyor. ][233]
Ailede “Düzen-Huzur”
Meselesi
İnsan, doğuştan gelen haklarının siyasal ve sosyal düzen tarafından
güven altına alınarak özgürlüğünün korunacağı bir biçimde yaşama arzusuna
sahiptir. Bu bakımdan insanlar birçok
yönden bütün zaman ve mekânlarda aynı oldukları gibi ilişkilerde de değişen bir
şeylerin varlığından söz edilemez.
“Yaşama güdüsü”
ile “ölüm korkusu” arasındaki gerilim insanı toplumsal bir varlık
haline getirirken karşı cinsle ilişkilerinde “kendi kendisini
güçlendiren” bazen de “kendi
kendisini aşağı çeken” çelişkili bir durum yaşar ki bu da hayatında
düzensizlik ve huzursuzluğa neden olacaktır. İnsanın aile ilişkilerinde de
kendi hakkını “hayali unsurlar” da araması ve “kendi menfaatini
gözetmesi” yine hayatı çekilmez bir duruma getirecektir
[Hobbes, 1651’de yayınlanan ünlü eseri Leviathan’da belki de sosyal teorinin
hala çözmeye çalıştığı sorunu ilk kez formüle etmişti: eğer insanlar kendi
çıkarlarını gözeterek davranıyorlarsa, toplumdaki düzeni sağlayan ne olacaktır?
Başka deyişle, bireysel çıkar ile toplumsal çıkar arasında varolduğu
düşünülen çatışma nasıl ortadan kaldırılabilir?
Hobbes’a göre, insanların davranışlarının temel belirleyicisi “menfaat”
tir. Bütün insanlar, tabiatları gereği eşittirler ve aynı davranışı
göstermektedirler. Hobbes’un tanımladığı “tabii durum”, herhangi
bir devletin, kurumun ya da otoritenin bulunmadığı, her insanın varlığını
sürdürebilmek için bir yanda kendi özgürlüğünü korumaya, öte yanda da ötekiler
üzerinde egemenlik kurmaya çalıştığı, yani kısaca herkesin herkesle savaş
içinde olduğu, adalet ya da adaletsizliğin değil, yalnızca savaşın hüküm
sürdüğü bir durumu nitelemektedir][234]
“İnsan insanın kurdudur” önermesini kadın
ve erkeğe göre tasvir edersek böyle bir durumda tabii olarak, ailenin ve toplumsal
düzenin sağlanmasının çok zor olduğunu göstermektedir. Bu yüzden, sosyal düzeni
sağlamak amacıyla bireyler bir araya gelerek yaptıkları bir “nikâh
sözleşme”si ile aileyi oluşturarak toplumsal düzenin egemenliği altına
girerler. Nikâh ile insanlar tabii haklarını aileye devretmiş durumdadırlar.
Aile kurumu “gizli güç” olarak düzeni sağlayacaktadır. Artık
birey kendi özgürlüğünü ve haklarını kollarlarken ailenin ve daha ileri gidecek
olursak toplum refahını da artıracak öngören “gizli güç”
kontrolünde altındadır.
“Gizli güç” insandaki,
özgürlük ve menfaat dürtüsünden kaynaklanan doğal eğilimden kuvvet
almaktadır. [Adam Smith’in ünlü
deyişiyle, “yemeğimizi kasabın, biracının ya da fırıncının merhametine
değil, onların kendi çıkarlarını gözetmelerine borçluyuz. Onların insanlığından
değil, kendilerini sevmelerine bağlarız; onların gereksinimlerinden değil, elde
edecekleri avantajdan söz ederiz][235]
Böyle bir bakış açısı, toplumsal düzenin sadece insanlar arasındaki “duygudaşlığın”
ötesinde, tümüyle “karşılık” a dayanan ilişkilerin ve bunların
sonucunda ortaya çıkan toplumsal düzenin bir sonucu olduğu anlamına
gelmektedir. Aslında “sempati” [236]
ilkesi ile bireysel çıkar ilkesi arasında, kimi zaman “Adam Smith sorunu”
olarak da adlandırılan bu gerilimin çözümü, bireysel çıkar güdüsünün “ahlakdışı”
bir ilke olmasının gerekmediği dikkate alındığında ortadan kalkacaktır, çünkü “sempati”
kavramı da aslında fikrî bir sürece göndermede bulunmaktadır (bu bakımdan daha
çok “empati” [237] kavramına yakındır).
İnsanların birbirlerini anlama kapasiteleri, karşılıklı bir
ilişkiye girmeleri için de bir ön şarttır; aile düzenin oluşabilmesi için, iki
tarafın da birbirini anlaması, karşısındakine “güven” mesi gerekmektedir. Bununla birlikte, böyle bir anlayış, sonuçları itibarıyla, aslında
bireyin kendi özgürlüğünü, ya da fiili gücünü kendi üzerinden “gizli güç”e
aktarması anlamına gelmektedir.
Ailede var olan “kendiliğinden düzen” anlayışı,
çıkar güdüsüne dayanan bireysel davranışlar, düzenin sağlanmasında “istenmedik
sonuçlara” yol açmaktadır. Bu nedenle düzeni sağlayan “gizli güç”
olan aile kurumunda kuralları belirleyen “Görünmez El=Kuvvet” in ne
olacağını tayin etmekte ise dininin ve alt konumu olan ahlak ile kültür olduğu
unutulmamalıdır. Burada devreye giren kuralların varlığı bireyin ahlak ilkesini
oluştururken “gizli güç” ün değerlerini tayin
eder. Yani kişilerin mutluluk, huzur vb. duygu fiilleri belirlenir. Mesela
karşılıklı saygı ve sevgi ilkesinde değer yargıları aileden aileye, toplumdan
topluma farklılık gösterir. İslamî literatürde “millet” ile “din”
kavramının bir manada kullanılması ile “millet”i oluşturan
ailelerin din üzerinden elde edilen güçle kazanım elde etmesi istenmiştir. Bu
konu diğer dinler içinde aynıdır.
“ İnsan” = “ Gizli Güç” = “Görünmez El=Kuvvet” => Huzur
“ Kişisel Menfaat”= “ Aile” =
“Din=Ahlak” => Huzur
Aile hayatında huzur ve
saadetin oluşması için birbirine bağlı birçok unsurun bulunması işin zorluğunu
bize göstermektedir.
Günümüz
ailelerinde büyük bir paradoks[238]
yaşanıyor. Sosyal hayat maddi açıdan en güçlü döneminden geçmesine karşılık,
hayatı güzelleştirecek manevi değerlere artık sahip değildir. İnsanların büyük
çoğunluğu çağdaş kültürün geçirmekte olduğu bunalımın pek farkında
görünmüyorlar.
‘Bıkkınlık’,
‘hayatın donuklaşması’, ‘huzursuzluk’, ‘insanın
otomatikleşmesi’, ‘insanın kendinden, çevresinden ve tabiattan
yabancılaşması’ çağımızda mevcut bir bunalımın işaretçileridir. İnsanlar
duygulardan uzaklaştılar akılcılığı öyle bir noktaya getirdiler ki, akılcılığın
o derecesi aslında akılsızlığın en aşırı biçimidir. Durumun bu şekilde
devam ettiği robotlaşmış bir düzende, hayatı paylaşanların huzursuzlukları;
nevrotik hastalıklar, uyuşturucu, boşanma, intihar gibi kötü sonuçlar
doğuracaktır. Hayata, insana, aileye değer vermeyen topluluklarının bir nevi
isteyerek köleleşmeleri kaçınılmaz olmakla birlikte bunun bir yıkımı da
beraberinde getireceği unutulmamalıdır.
Toffler, Gelecek Korkusu adlı eserinde şu ifadelere yer vermiştir:
“Sanatta, bilimde gösterdiği bunca başarıya
karşın ABD, binlerce gencin gerçeklerden kaçabilmek için ilaç kullandıkları bir
ülkedir. Aynı ülkede milyonlarca ana baba da beyin yıkayan televizyonun ya da
alkolik sersemliğin güvencesine sığınmıştır. Birçok yaşlı kişi bitki benzeri
yaşayıp yalnızlık içinde ölmektedir. Aileden ve mesleki sorumluluklardan kaçış,
bir çıkış yolu olmuştur. Kitleler kaygılarını Miltown, Librium, Equanil ya da
diğer uyuşturucu ilaçlarla bastırmaktadırlar. Bilse de bilmese de böylesine bir
ülke, gelecek şokuna uğramış demektir. Vatandaşlıktan ayrılıp Türkiye’de
yaşamını sürdüren Ronald Bier adındaki bir genç ‘Amerika’ya dönmeyeceğim’
diyor.” [239]
Beklenti
açmazlarından çıkamayan, sevemeyen, menfaatperest hayat tarzlarından
kurtulamayan aile ve bireyler için bu bağlamda geleceğin fazla bir getirisi de olmayacaktır.
KADIN VE ERKEK
İLİŞKİLERİ
GEÇİMSİZLİĞİN OLUŞMASINDA AHLAKÎ VE RUHSAL SEBEPLERİ
Konu hakkında çeşitli etkenler sayılabilir. Bazılarını şu
şekilde sıralayabiliriz.
1—Varolma arzuları
[Her maddenin ve nesnenin tabiatındaki güce genellikle “varolma
arzusu” denilir. Bu güç maddenin şeklini meydana getirir ve onun
özelliklerini ve uygunluğunu tanımlar.
Dünyadaki tüm maddelerin temelinde olan varolma arzusunun
sonsuz form ve bileşimleri vardır. Maddenin daha yüksek derecesi daha büyük bir
varolma arzusunu yansıtır ve maddenin her derecesindeki farklı arzular – cansız
(durağan), bitkisel, canlı (hayvansal), ve konuşan (insan) – onun içinde ortaya
çıkan değişik süreçleri şekillendirir.
Varolma arzusu iki prensibi izler:
1) Mevcut şeklini sürdürür, yani varolmaya devam eder;
2) Varolması için gerekli hissettiği her şeyi kendisine
ekler.
Kendisine bir şey ekleme arzusu maddenin farklı
derecelerini ayırır. Cansız seviye en küçük varolma arzusudur. Çünkü cansızın
ihtiyaçları küçüktür ve varolmak için kendisine dışarıdan bir şey ekleme gereği
yoktur. Tek isteği mevcut şeklini, yapısını ve özelliklerini korumaktır. Buna
ek olarak, yabancı her şeyi reddeder, çünkü tek isteği değişmemektir, bu yüzden “cansız (durağan)”
denilir.
Varolma arzusunun en yüksek derecesi insan derecesidir. İnsanoğlu,
tamamen başkalarına bağımlı tek varlıktır ve sadece insan geçmişi, şimdiyi ve
geleceği hisseder. İnsanlar çevreyi etkilerler ve çevre de onları etkiler.
Sonuç olarak, biz insanlar (kadın ve erkek) hiç durmadan değişiriz,
ve mevcut halimizden mutlu ya da mutsuz olduğumuzdan değil ama başkalarının
farkında olduğumuzdan dolayı onların sahip olduğu her şeye sahip olmak isteriz. ][240] Bu şekilde strese girer,
sıkıntı duyarız. Varolma arzusunun dizginlenmesi veya itidalli bir şekilde
algılanması gerekmektedir.
2—Sonsuz haz duyup mutlu
olmak
Bilgi sahibi olmak, saygınlık, varlık, ya da yiyecek ve
cinsellikten alınan zevklere baktığımızda, tüm bu durumlarda, en büyük hazzın
arzu ve onun doyumunun kısa zamanda karşılaşmasında yaşandığı görülür.
Arzularımızı tatmin etmeye başladığımız anda haz yok olur. Bir arzuyu
doyurmaktan alınan haz dakikalar, saatler ve günler sürebilir, ama mutlaka
söner. Bir şeyi elde etmek için, mesela saygınlık gibi, uzun yıllar harcasak
bile bir kez elde ettik mi haz hissini kaybederiz. Görünüşe bakılırsa, arzuyu
tatmin eden haz aynı zamanda onu sonlandırandır da. Dahası, haz arzuya nüfuz
edip sonradan da ayrıldığı zaman, bu içimizde ilkinden iki kat daha güçlü bir
haz alma arzusu doğurur. Bugün bizi tatmin eden şey yarın tatmin etmeyecektir.
Fazlasını, çok daha fazlasını isteriz. Dolayısıyla, arzularımızı tatmin etmek
sonunda onları artırır ve onları tatmin etmek için bizi daha büyük çaba
harcamaya zorlar. Bir şeyler elde etme arzusu yok olduğunda, kişinin yaşam
hissi ve yaşama gücü yok olur.
Bu dünyada sadece iki felaket vardır. Bir tanesi,
kişinin istediğini alamaması, diğeri ise almasıdır. İkincisi çok daha kötüdür;
bu gerçek bir felakettir! [241]
İşte aile her üyesine bu şekilde yeni arzular sağlar ki,
bizi bir başka geçici an için ayakta tutsun. Bununla birlikte, zaman zaman bir
an için doyuruluruz ve sonra bir kez daha tüketiliriz, sadece daha da hüsrana
uğramak için.
Bugünün toplumu bizi hep daha da fazla elde etmeye, bunu
yapacak gelirimiz olmasa dahi, neredeyse her şeyi satın almaya sevk eder. Yeni
bir şeyi satın alır almaz, bu yeni şeyi edinme heyecanı sanki hiç olmamış gibi
solar gider – ama ödemeleri bizimle yıllarca kalır. Bu durumda, hayal kırıklığı
zaman içinde unutulmaz, daha ziyade çoğalır.
Yeni araştırmalar insanın ruhsal durumu üzerinde zenginlik
ve fiziksel durum gibi parametrelerin etkisinin, “sıradan kişi”
nin değerlendirmesi ile araştırmalarda yapılan ölçümlere göre gerçek etkisi
arasında muazzam bir uçurum olduğunu gösteriyor. Araştırmalar insanların gün be
gün ruhsal durumlarını ölçtü ve zengin ile fakir arasında belirgin bir fark
bulamadı. Dahası, kızgınlık ve düşmanlıklar gibi negatif ruhsal durumlar
zenginler arasında daha sık tekrarlanıyordu. Zenginlik ve günlük mutluluk
arasında daha güçlü bir bağın eksikliğinin sebebi, rahatlığa ve yeni yaşam
standardına çabucak alışmamız ve derhal daha fazlasını istememizdir. Haz
arzusunun sınırlarını şöyle özetleyebiliriz:
“Bu dünya istek ve bolluğun boşluğu ile yaratılmıştır. Ve
servet elde etmek için hareket gerekmektedir. Ancak, fazla hareket insana acı verir...
Bununla birlikte, mal mülkten mahrum kalmak da mümkün değildir... Sonuç olarak,
mal mülk edinmek uğruna hareket işkencesini seçeriz. Fakat tüm sahip olunanlar
sadece kişinin kendisi için olduğundan ve “bire sahip olan iki istediğinden”,
kişi sonunda sadece “elinde, arzuladıklarının yarısıyla” ölür. Sonunda,
insanlar iki taraftan da acı çekerler – hareketin çoğalmasından kaynaklanan acı
artışı ve boş olan yarılarını doldurmak için gerek duydukları şeylere sahip
olmamanın pişmanlığı.”
Açıkçası anlaşılıyor ki haz alma arzusu bizi imkânsız bir
duruma sokuyor. Bir taraftan, arzularımız sürekli büyüyor. Diğer taraftan, bize
çaba ve hareket olarak çok ağır maliyeti olan bu arzuları sağlamak kalıyor. Ancak
bize iki kat daha boş bırakan, kısa süreli bir doyum veriyor. Sonuç ise bir
hiç, ayrılık ve ölüm.
3—Egoist-bencil olmak
[Egoizim bir nevi kanserdir. Vücutta sağlıklı hücreler çok
kapsamlı farklı kurallar ve limitler ile sınırlandırılmışlardır. Ancak,
kanserli hücreler bu sınırlamaları hiç dikkate almazlar. Kanser, bedenin kendi
sınırsız çoğalmalarına yönelmiş, hücreleri tarafından tüketildiği bir durumdur.
Bir kanser hücresi çoğalırken, çevresinin ihtiyaçlarına ve bedenin emirlerine
bakmaksızın acımasızca bölünür. Kanser hücreleri çevrelerini mahvederler,
böylece kendilerinin büyümesi için yer açarlar. Meydana çıkan tümörü beslesin
diye komşu kan damarlarını onun içine doğru büyümeye zorlarlar ve böylece tüm
bedeni kendilerine boyun eğdirirler. Kısaca söylemek gerekirse, kanserli
hücreler egoist hareketler vasıtasıyla bedenin ölümüne sebep olurlar. Onlara
bir fayda getirmese de bu tarzda hareket ederler. Aslında gerçek tam olarak da
tersinedir çünkü bedenin ölümü demek suikastçıların da ölümü demektir. Kanserli
hücrelerin ev sahibi bedeni ele geçirme tarzı kendi ölümlerine sebep olur.
Dolayısıyla, egoizm kendini beslediğinde, kendi dâhil her şeyi ölüme götürür.
Egoist davranış ve tüm bedenin ihtiyaçlarına genel bir ilgisizlik onları
doğrudan korkunç sona yöneltir. ][242]
Bencillikten kurtulan sevmeyi öğrenmiştir. Bu nedenle
eşlerin sevgisi aslında karşılık bulan bir bütünün ayrılmış parçalarının
kavuşması demektir. Kendinizi kabul ettirmek
ve edebilmek isterseniz, yapılacak şey karşınızdakine hep kendisinden bahsetmek
olmalıdır. Bunun açıklaması ilgi göstermektir. İlgi kabullenmektir.
İlgisizliğin sonuçları genellikle şüpheyi çağrıştırdığından, şüpheyi kaldırmak
yakınlığı ve dostluğu açığa çıkarır. Ancak bazı zaman ilginin değişik
tezahürleri olmaktadır.
[Bazı kadınlar
dövülerek cezalandırılmalarına ve kendilerinin dünyaya karşı katı şekilde
kapalı tutulmalarına kocalarının sevgilerinin bir göstergesi olarak bakarlar ve
bu göstergeler olmazsa şikâyetçi olurlar.][243]
Kadınların egosu son dönemlerde artmış durumda. Büyük bir
kesim kendilerine karşı erkekleri rakip görerek, sürekli bir savaş halindeler.
Bu iş hayatında işveren-işçi, evliliklerde karı-koca, ailelerde ise anne-baba
olarak kendini gösteriyor. Aslında tarihte her zaman Allah Teâlâ tarafından
kadına ve erkeğe ayrı ayrı özellik ve sorumluluklar verilmiş olup kadınların
erkekleri kendilerine rakip görmeleri aslında elma ile armudun birbirine
karıştırılmasıdır. Her bir cinsin kendine göre dinamikleri olduğu gibi kadının
bu yarışta sürekli olarak kendini görmesi; yine başta kendisi olmak üzere yakın
çevre/ailesi ve nihayetinde de yaşadığı toplumun dinamikleri, huzuru ve
düzenini bozmanın dışında başka bir durum sağlamayacaktır.
Kadının özgürlüğü
İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisine göre,
“Özgürlük, başkasına zarar vermeden her şeyi yapabilme
gücüdür; bundan ötürü her insanın doğal haklarının kullanılmasının sınırı;
toplumun diğer üyelerine aynı haktan yararlanmayı sağlayan sınırdır: bu
sınırlar ancak kanun ile belirtilebilir.”[244]
Özgürlük, herhangi bir kısıtlamaya bağlı olmama, herhangi
bir kısıtlanmaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, her türlü
dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi isteğine, kendi düşüncesine dayanarak
karar verme durumudur.
[Âlemde
mevcut olan her şeyin nihayeti vardır ve her şeyin bulûğu vardır ve her şeyin
gayesi hürriyettir. Bu söz ile anlaşılan şudur ki, meyve ağaçta tamam olduğu ve
kendi nihayetine eriştiği vakit, Araplar: "Meyve hür oldu"
derler. Nihayetin belirtisi odur ki, bir şey kendi evvelki haline kavuşa. Kendi
aslına kavuşan her şey nihayete erişir.][245] Yani kadının özgürlük olarak istediği şey
aslı olan erkeğin özelliklerine kavuşmaktır.
Kadın ve erkeğin
özgürlüğünü, pasif ve aktif olmak üzere iki şekilde incelemek gerekir.
Tabiat hallerinin
emniyetsizliğinden ve kötülüklerinden kurtulmak isteyen kadın ve erkek anlaşmak
zorundadırlar. Fakat bu anlaşma onların içtimailik temayüllerinin bir sonucu
değil, sulhu temin etmelerinin menfaatlerine daha uygun olmasındandır.
[Kendi kişiliğini bulan bireyin, ne
isterse yapması hürriyetinin öznel bir ahlaksızlık olarak görünmemesi için
sınırlayıcı, engelleyici bir yargıya ihtiyacı vardı. Sartre bu yargıyı şu cümle
ile belirtiyor:
"Eğer başkasının hürriyetini
kendiminkine eşit saymıyorsam hürriyeti kendime amaç alamam!"][246]
Karı koca anlaşarak
her şey üzerinde sahip bulundukları haklardan karşılıklı olarak fedakârlıkta
bulunmalıdırlar. Bu fedakârlık ancak;
“kendi kendimi idare
etmek için malik bulunduğum hak ve iktidarı karım-(kocamla) paylaşmak istiyorum”
şeklindeki bir
düşüncenin sonucunda gerçekleşebilir.
Hâlbuki insan karakter itibariyle egoisttir. Başkalarına tanıdığı
hürriyetten daha fazlasına sahip olmakla memnun olan bir egoisttir. Yalnızca
kendi menfaatini fedakârlığa tercih edebilir. Onun için tarafların fedakâr
olabilmeleri için kuvvete ihtiyaç vardır. Bu egemen kuvvet ailenin oluşmasında
temel alınacak tabii fıtrattır. Tabii fıtratın özelliklerini belirleyici de
dindir. Yani dinin koyduğu esaslardır. Fıtrat taraf değildir. Zaten taraf
olmasına imkân da yoktur.
Özgürlüğün
getireceği sıkıntılar
[Çağımızda olduğu gibi, başka hiçbir çağda, kadına
erkekler tarafından bu denli saygıyla davranılmadı. Şimdiki saygının da hemen
kötüye kullanılacağından kuşku yok. Daha fazla istenecek, talep etme
öğrenilecek, sonunda şu saygı borcu alçaltıcı bulunup, hakları için yarışma,
evet, aslında kavga yeğlenecek. Anlaşılıyor, alçakgönüllülüğünü yitirecek
kadın. Hemen ekleyelim, beğenisini yitirecek, unutacak erkek korkusunu: “Oysa
korkuyu unutan kadın” en kadınca içgüdülerini feda edecek. Erkekte
korku meydana getiren şeyin, daha belirgin söylersek, insandaki erkeğin artık
istenmeyip, geliştirilmediğinde, kadın yüreklilikle kendini ortaya koyuşunda
yeterince haklıdır, yeterince anlaşılabilir; burada kavranması zor olan kadının
soysuzlaşmasıdır. Bugün olup biten bu.
Sakın ha aldatmayalım kendimizi burada! Nerede
endüstri ruhu askeri ve aristokrat ruha galip gelirse, kadın bir memurun
ekonomik ve hukukî bağımsızlığına özenmeye kalkar.
Şimdi şimdi ortaya çıkmaya başlayan modern toplumun
kapısına yazılır: “Kadın memur”. Yeni haklar elde ederken, efendi
olmaya bakar; kadının “ilerlemesi” ni kendi bayrak ve sancağının
üstüne yazdırır, korkunç bir açıklıkla tersine bir gelişme olup biter. Kadın
geriler.
Fransız devriminden bu yana, kadının hak ve
yetkilerinin artışıyla orantılı olarak Avrupa’daki etkisi azalır ve “kadının
kurtuluşu” kadınların kendilerince (sığ kafalı erkeklerce değil de)
talep edilip, istendiği sürece, en kadınca içgüdülerin, gittikçe körleştirilip,
zayıflatılmasının bir belirtisi olarak görülebilir. Bu “kadınların
kurtuluşu” hareketinde budalaca bir şey var; başarılı bir kadının oldukça
erkeksi budalalığı; başarılı kadın - daima kurnaz bir kadındır o - ta derinden
utanç duymalıdır.
Zaferin geldiği en güvenilir tabanın sezgisinin
yitirilmesi; kendisine en uygun silahlarla talimin ihmal edilmesi, kendilerini
erkeklerin önünde yürümeye bırakmaları, belki de önceleri erkeklerin sıkı bir
eğitim ve alçakgönüllülükle üstlendikleri “kitap yazma” işinde bile;
erkeğin inançlarına kadında gizi temelden farklı bir ideal için, herhangi bir
ebedi ve zorunlu kadınlık adına. Erdemli bir ataklıkla karşı çıkmak; erkeklere
önemle, boşboğazlılıkla, kadınların sanki daha ince, tuhaf vahşi, pek çok
benimsenen bir ev hayvanı gibi elde tutulup bakılarak, korunması, esirgenmesi
gerektiğini söylemek; kadınların, şimdiye dek, hala da, toplum içindeki
yerlerini gösteren kölelikle ve kullukla ilgili her şeyin araştırılması (sanki
kölelik daha yüksek bir kültürün, kültürün yüceltilmesinin bir koşulu değil de,
buna zıt bir delilmiş gibi); - bütün bunların anlamı, bir kadınca içgüdünün
ufalanması, kadınsızlaştırma değil de nedir?
Kesinlikle, erkek cinsinden akademisyen eşekler
arasında yeterince geri zekâlı kadın dostu ve kadın sömürücüsü vardır; kadınlara
kadınlıklarını yok etmeleri, Avrupa’daki erkeğin tüm budalalıklarını taklit etmeleri
için bu şekilde tavsiyelerde bulunan, evet, Avrupa “erkekliği”
hastasıdır, - kadını “sıradan kültürün” içine atmak istiyorlar, belki de
bir gazete okuyucusu, politika okuyucusu kılmak. Orada burada, kadını
Özgür ruhlu biri, bir kalem sahibi yapmak istiyorlar:
Sanki dindar olmayan bir kadın, derin ve Fransız
erkeğe zıt ve gülünç görünmeyecekmiş gibi-; hemen her yerde, en hasta edici ve
en tehlikeli müzik türleriyle (yeni Alman müziği) sinirler harap oluyor ve
kadını günden güne daha bir histerik, ilk ve son mesleği olan güçlü çocuk
doğurmada daha bir yetersiz kılıyor. O tümüyle daha iyi “yetiştirilmek”,
ona yakıştırılan deyimle “zayıf cins” kültürle güçlü kılınmak
isteniyor: Sanki imkânlar çerçevesinde, en etkili biçimde tarih şunları
öğretiyormuş gibi: İnsanın “yetiştirilmesi” ve zayıflatılmasının -
yani isteme gücünün güçten düşürülmesi, parçalanması, hastalandırılması - el
ele gider ve dünyanın en etkili ve en güçlü kadınları (son örneği, Napolyon’un
annesi) güçlerini, isteme güçlerine - okuldaki hocalarına değil - erkekler
üstündeki güçlerine borçludurlar.
Kadında saygı ve yeterince korku uyandıran şey, onun
doğasıdır, erkekten daha “doğal” olan, sahiciliği, yırtıcılığı, aldatıcı
oynaklığı, eldiven içindeki kaplan pençeleri, bencilliğindeki çocuksuluk,
eğitilemezliği ve içindeki vahşiliği; kavranamazlığı. Genişliği ve kaypaklığı
arzularının ve erdemlerinin... Bütün bu korkusunun yanında, bu tehlikeli ve
güzel kedi “kadın”a acımamıza yol açan şey, herhangi bir hayvandan daha çok acı
çekiyor, daha incinir, daha sevgiye muhtaç, daha bir hayal kırıklığına mahkûm
oluşudur.
Korku ve acıma: Bu duygularla karşıladı erkek
şimdiye dek kadını, bir ayağı hem parçalayıp hem de hoşnut bırakan trajedide
kalarak.- Nasıl mı? Bu son mu olmalı?
Artık kadın, büyüsünden arındırılmalı mıdır? Kadın, yavaş yavaş
sıkıcı bir hale mi getiriliyor? Hey Avrupa! Avrupa! Biliyoruz, seni en çok
çeken şu boynuzlu hayvan, tekrar tekrar tehdit ediyor hala! Senin eski
“fabl”ın yeniden “tarih oldu” - yeniden muazzam bir budalalık efendin oluyor;
seni çekip götürüyor! Ve arkasında hiçbir ilâh yok, hayır! Yalnızca bir
“düşünce” bir “modern düşünce”!] [247]
Tarihin
en eski ve en uzun süreli baskı ve sömürüsü, toplumun en derinlerine kök
salmış, bu yüzden de insanlığın kurtuluş mücadelesinde kökü en zor
kazınabilecek olanıdır. Bu nedenle kadınlar özgürleşmedi, sadece yaşadıkları
onca baskı ve sıkıntıya ek olarak bir de ücretli kölelik yapma özgürlüğüne ve
şanslılarsa da kendilerini kimin ezip sömüreceğini seçme özgürlüğüne kavuştular.
Bugün çalışan kadınlar bir yandan çifte sömürünün altında ezilirken, bir
taraftan da erkek egemen sistemi içselleştirmiş sömürü düzeninin önlerine
sürdüğü bin bir baskı ve engel ile karşılaşıyorlar. Kadın oldukları için bir
yandan tacize bir yandan da sürekli bir toplumsal denetime maruz kalıyorlar. Bu
yüzden kadınlar nihai olarak kimliklerini bulmadan insanlığın kurtuluşu
gerçekleşemeyecektir.
Kadınların
Bağımsızlık Korkusu = Fahişelik Çağrışımı
[Kadın cinselliğini
yüzyıllar boyunca denetim altında tutmaya çalışmış olan ataerkil sistem
anlayışı, kadınların özgürlüğünü doğrudan cinsel özgürlükle bağdaştırır.
Günümüzde de, “özgür ve bağımsız kadın” tanımında, akla gelen ilkel
çağrışım, kadının birey olarak özgürlüğü değil, öncelikle cinselliğini özgürce
kullanabilen kadın tanımıdır.
Buna karşılık, “özgür ve bağımsız erkek”
tanımı, mutlaka ve öncelikle cinselliği değil, özerk yaşamayı, özgür ve
bağımsız düşünceyi, bunu dile ve yaşamına getirebilme yürekliliğini gösterebilen
erkeği anlatır. “Özgür ve bağımsız erkek” tanımında asil, yüce, özenilir ve
idealist çağrışımlar mevcutken, kadın özgürlüğü cinsellikle bağdaşık tanımlarla
yine küçük düşürülmektedir. Bu tür ilkel çağrışımlar, pek çok kadında özgürlük
ve bağımsızlık konusunda içsel kaygılar oluşur. Temelde bağımsız ve özgür yaşamayı
hiçbir zaman öğrenememiş ve denememiş olmak haliyle beceri ve özgüven eksikliği
kaynağıdır. Bu kaçınılmaz eksikliğe, çevre baskı ve küçültücü tanımlar da
ekleyince, kadınların bağımsızlıktan korku ve kaygıları kaçınılmaz olur.
Toplumsal cinsel rol anlayışımız, bağımsız yaşayan veya bir erkeğe tabi olmadan
dolaşan, kendini özgürce ifade eden kadınlara kolaylıkla milletvekili
seviyesinde bile- "o……." veya "fahişe" tanımını giydirebilmektedir.
Yanında erkek olmadan gezebilen, yaşamını tek başına sürdürmeye çalışan
kadınların bu doğal ihtiyaç ve isteklerini salt cinsel özgürlüğe indirgemek,
kadını cinsel nesne olarak görmek kadar, ahlak anlayışımızın bağnaz bir
göstergesidir. Bağımsız yaşamayı yeğleyen kadınlara toplumca kolaylıkla
atfedilen "fahişe" nitelemesi, temelde kadın özerkliğini baskı
altında tutabilmenin önemli bir kontrol aracıdır. Oysa o….. veya fahişe, cinselliği
ve bedenini para karşılığı kullanan kişidir. Bu kadın kadar, erkek de olabilir.] [248]
[Para karşılığı cinsellik
elde etmek temelde oldukça aşağılayıcı bir duygudur. Aşağılayıcı, rahatsız
edici, duygulardan arınmanın önemli bir savunma mekanizması ise yansıtmadır
(yaşanan duygudan kendini tamamen arındırıp, olduğu gibi karşı tarafa yansıtmak).
Böyle bir durumda, cinsellik ve yakınlığı para karşılığı elde etmekten dolayı
kendini aşağılanmış hissedenin, yani erkeğin değil de, parayı alanın,
"buna neden olanın", yani kadının kötü ve aşağılık olduğu anlayışı;
aşağılanma duygusundan arınabilmenin önemli bir savunma mekanizmasıdır.
Böylelikle, gerçekte iki kişinin rızası ve katkısıyla gerçekleştirilen para
karşılığı cinsellik, yine de sadece kadının suçlanması ve aşağılanmasıyla
sonuçlanır. Bir erkeğe tabi olmayan, evli olmayan, yaşamını kendi başına
götüren, ekonomik bağımsızlığı olan veya dilediği yere dilediği saatte giden
bir kadına "o….." veya "fahişe" demek, bu terimlerin
gerçek anlamını bilmemek veya görmek istememek demektir. Toplumumuzun bu
konudaki çifte standardı cinselliğini dilediğince kullanan, hatta bunu elde
etmek için para bile ödeyen erkeğe "Erkek!" gözüyle bakarken, eş
konumdaki kadını aşağılamayı yeğlemektedir. Böylelikle kadın cinselliğini
kontrol ve baskı altında tuttuğu gibi, ataerkil sistem erkeklere bu konuda
çifte standartlı, ayrıcalıklı ve barınaklı bir konum sağlar.] [249]
İbretlik yaşanmış hikâye
“Kadının biri hayatında
fahişeliği meslek olarak seçmiş ve hayatını bu şekilde geçirmiş. Öldüğü zaman
cenazesinin kılınması için camiye getirilip musalla taşına konulmuş. Cami
imamı, kadının bu özelliğinden dolayı cenaze namazını kıldırmak istememiş.
Bunun üzerine mesele büyümüş ve Trabzon Müftülüğü'ne intikal etmiş. Bu durumdan
müftü telaşlanır. Cansız Hoca'ya[250] haber
verilir. Durum kendilerine anlatıldıktan sonra,
"Öyle şey olur mu?
Musalla taşına getirilen her ölünün cenazesi kılınır" diye cevap verir. Olay
mahalline vardığında cenaze namazını kıldırmayan hocaya sorar:
“Bu kadının cenaze
namazını niçin kıldırmıyorsun?”
“Hocam, bu kadın hayatında
hep fuhuş yapmış. Böyle birinin cenaze namazı kılınmaz.” Bunun üzerine Cansız Hoca
şu cevabı verir:
“Üstte yatanların cenaze
namazlarını kılıyorsunuz da altta yatanlarınkini niçin kılmıyorsunuz?”[251] Bu söz
üzerine hoca cenaze namazını kıldırmak zorunda kalır.”
Bu anlatılanlar nedeniyle kadının mağdur olması nevrozlu
bir kesimin teşekkülüne neden olur ki bu en büyük günahtır.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu
ki:
"Dul ve kimsesizler için çalışan, Allah
yolunda cihad eden veya gündüzleri oruç tutup geceleri de ibadet eden kimse
gibidir" [252]
4- “Ağızdan İshal olma”
Aile huzursuzluklarının
sebeplerinden biri ağızdan ishal olmaktır. Sonu gelmeyen ikna olunmaz
tartışmalar ile yuva yıkılır gider. Bunu anlatmak için aşağıdaki alıntıyı
dikkatli okuyalım.
[ Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesine asistan
olarak atandığımın ertesi günü, başhekim ve hocam Prof. Dr. Mazhar Osman beni odasına çağırdı;
“Faruk
Bey oğlum, Bismillah de ve karantina servisinde göreve başla. Servis şefine
söyle sana çok tipik ‘İshali Femmi’li bir hasta versin, müşahedesini al,
gördüğünü bana anlat,” dedi.
Bakırköy
Akıl Hastanesi’nde karantinanın ne işi vardı? Tıp öğrenciliğim döneminde ve
salgın hastalıkların tedavi edildiği bir serviste “İshali
Femmi” denilen bir hastalığın tedavi
edildiğini hiç duymamıştım.
Demir
kapılı ve hapishaneyi andıran, karantina denilen servisin odasına girdim.
Başhekimimin, İshali femmi denilen bir hastayı muayene etmek üzere
gönderdiğini söyledim. Yeni asistan olduğumu ve bir süre burada çalışacağımı
bildirdim. Servis şefim evvela güldü, buyur diye yer gösterdi, ne ikram edebilirim
diye sordu. “Sağlınız efendim. Yalnız bir şeyi merak ediyorum. Burası
hakikaten salgın hastalıkların tedavi edildiği karantina servisi midir? Hangi
bulaşıcı hastalıklar burada tedavi ediliyorlar? Hem akıl hastanesinde bulaşıcı
hastalıkların ne işi var?”
“Dur
delikanlı, dün bir bugün iki, ne de meraklı birisin? Evvela otur da biraz
birbirimizi tanıyalım sonra işe başlarsın.”
“Olur
efendim. Hocam ishali femmi hastasını muayene et de gel bana anlat diye
emrettiler. Lütfen bu hastayı muayene edebilirmiyim?”
….
“İshali
femmi ne gibi bir hastalık?”
“Türkçesini
mi istiyorsun? Tam tercümesi “Ağızdan İshal” demek.”
Siz
olun da şaşırmayın! Her türlü ishal hastalığını duydum, gördüm hatta tedavi
bile ettim. Ama bugüne kadar bu isimde ishal duymadım. İshal denince bir
bağırsak hastalığı akla gelir. Bu hastalığa tutulanlar, durmadan tuvalete gider
ve su gibi abdest eden biri akla gelir.
Şaşkınlığımı
fark eden servis şefim:
“Bitişikteki
odaya git, sana ishali femmili hasta getirecekler. O zaman nasıl bir hastalık
olduğunu görür ve anlarsın,” dedi.
Bitişik
odaya gittim. İki hasta bakıcı eşliğinde iri yarı birini odaya getirdiler.
Konuşmaktan sesi kısılmış, çok hareketli, bir yerde durmuyor, her şeyi
karıştırmak istiyor. Şarkı söylüyor, şiir okuyor, kahkahalar atıyor, çok açık
seçik hikâyeler anlatıyor, susmak bilmiyor. Bu durumdaki hastanın müşahedesini
nasıl alacaktım, zaten doğru dürüst müşahede almasını da bilmiyordum ki...
“Lütfen
oturur musunuz? Size bazı sorular soracağım, mümkünse cevaplandırmanızı rica
ediyorum. Peki mi?”
“Ben
oturmam. Bir defa dokuz ay on gün annemin karnında oturdum. O günden beri hep
ayaktayım. Hem ne soracakmışsın bakalım. Sen değil benim sana soru sormam
gerekir. Evvela benim kim olduğumu biliyor musun? Ben hukuk fakültesini
bitirdim. Tıp doktoru oldum. Mimarım, başmühendisim, banka genel müdürüyüm,
genelevler şairiyim, tarihçiyim, öğrenciyim, öğretmenim, ressamım, bar
işletiyorum daha neler neler yorulmazsan anlatayım. Ben hiç uyumam, yorgunluk
bilmem, istersen milyona kadar durmadan sayayım, evliyim, karılarım,.
metreslerim var, yeter mi? Daha sormak istediğin bir şey var mı? Uzun Ömer’im
şekeri severim, sarımsak, salıncak, sarılmak, deniz meniz, ekmek mekmek yeter
mi? Sor bakalım.
“Bana
sormak için fırsat bırakmıyorsun ki? Biraz susarsanız sormaya başlayayım.”
“Ebeyim,
gebeyim, kuşum, muşum, güneş yakar, karga bakar, annem fasulye satar.”
“Hani
susacak ve soru sormama müsaade edecektiniz?”
Hastabakıcılar bir türlü susmak bilmeyen
hastanın ağzını elleri ile kapamaya çalıştılarsa da o yine konuşmaya devam ediyordu.
Olacak gibi değil susmaya hiç niyeti yok, alıp götürmelerini istedim.
Ayrılırken elleri ile ayıp işaretler yaparak bana selam vermeye çalışıyordu.
Durumu
evvela şefime anlattım.
“Git
hocaya anlat” dedi.
Mazhar
hocamın odasına çekinerek girdim. Yanında misafirleri vardı. Aralarından biri
de hanım. Durumu aynen anlattım. Hoca bir kahkaha attı.
“Sana
galiba iltimas etmişler ve ishali femmili hastanın en iyisini getirmişler.
Türkçesini herhalde öğrendin! İşte ağızdan ishal olmak budur. Bağırsakları
hastalananlar gibi, bu da ağzından kelime ishaline tutulmuş. Ağzından kelime
çıkıyor. Size “mani nöbeti”ni anlatmıştım. İşte manyakların ishali ağızlarından olur.
Gördün, sana soru sorma ve konuşma fırsatı vermemiş, sabaha kadar yanında
kalsan bir türlü susturamazsın. İşte sana asistanlığının ilk dersi; ağızdan
ishal, ishali femmi’yi artık unutamazsın, dedi.
Şayet
sizler de günün birinde durmadan anlamsız, saçma konuşan birine rastlarsanız,
ağzından ishal olmuş diyerek, bir ruh hekimine götürülmesini önerin. Sakın
kendisine bir şey söylemeyin. İshali Femmi’lerden alacağınız karşılığı bir
türlü unutamazsınız. Allah Teâlâ kimseyi ağzından ishal etmesin! ][253]
Anlaşamayan karı koca
arasındaki tartışmalar için İshali femmi olmuş demek yanlış değildir. Bu
nedenle dinlemek bazı zamanlarda hayat kurtarır. Daha karşıdakinin ne demek
istediğini, ne düşündüğünü anlamadan hemen konuşmak isteriz. Bu böyle sürüp
gider sonunda saatlerce konuşup, beş dakikada anlaşılacak bir konu için
kendimizi hiçbir yere götürmeyen bir noktada buluruz. Zaman ilerlediğinde,
yıllar geçtiğinde ise bir de bakarız ki ne anlatmaya çabalayan biri var, ne de anlamaya
mecali kalan diğeri.
5—Aşağılık
kompleksi
[İnsanlar
vardır. Çeşitli nedenlerle kendilerini oldukları gibi kabul edemezler.
Kendilerini beğenemezler. Yetersiz bulurlar. Her şeye alınırlar. Kırılırlar.
Çabuk küserler. Hemen parlarlar. Yersiz davranışlarda bulunurlar. Pişmanlık
duyarlar. Yerilmekten, iyi tanınamamaktan fazla korkarlar. Herkesten yakınlık,
ilgi beklerler. Başkalarının kendileriyle ilgili düşüncelerine, duygularına,
davranışlarına büyük bir önem verirler. Başkaları tarafından beğenildikleri
zamanlarda alabildiğine sevinirler. En küçük bir şekilde bile olsa,
yerildikleri veya ilgisizlikle karşılaştıkları zamanlarda ise aşırı derecede
üzülürler.
Buna
karşılık, başkalarını oldukları gibi değerlendirmekte, beğenmekte zorluk
çekerler. Başkalarının üstünlükleri karşısında bir huzursuzluk duyarlar. Biraz
daha önemsizleşirler. Bunun için değerlenmek isterler. Kendilerini
önemsizleştirenleri değerden düşürmeğe çalışırlar. Bu yüzden başkalarıyla
anlaşamazlar. Geçinemezler. Özellikle, kendilerinden üstün gördükleri
kimseleri sevemezler. Öfkelendirecek, sinirlendirecek şekilde hareket ederler.
Kendilerinden daha yetersiz, zayıf, önemsiz buldukları kimselere egemen olmak
isterler. Bu isteklerini güçlülük gösterişine başvurmak, bir koruyucu rolünü
oynamak suretiyle gerçekleştirmeğe uğraşırlar.
Uğraşırlar
ama bu davranışlarından bekledikleri sonuçları her zaman ve kolay kolay elde
edemezler. Egemen olmak, korumak istedikleri kimselerin kendileriyle ilgili
olumsuz düşünceleri, duyguları, davranışları ile karşılaşırlar. Onlar
tarafından beğenilmediklerini, sevilmediklerini çeşitli şekillerde görmekten
uzak kalamazlar.
Öte
yandan, bu insanlar yaptıkları işlerde de başarılı olamazlar. Olamazlar; çünkü
kendilerine güvenemezler. İnanamazlar. Kendilerini olduklarından daha az, daha
yetersiz bir kendileri gibi görürler. Daha yerinde bir deyişle, daha az bir
kendileri olurlar. Daha az bir kendileri oldukları için işlerinde olabileceklerinden
daha az başarılı olurlar. Kendilerine karşı duydukları güvensizlik,
yetersizleri ile ilgili düşünceleri ölçüsünde kendilerinden bir şeyler kaybederler.
Görüldüğü
gibi, anlatmağa çalıştığımız bu insanlar sürekli bir şekilde rahat, huzur
içinde yaşamak imkânını bulamazlar. Mutlu olamazlar. Zaman zaman gerçek
bunalımlar mahiyetini alan sıkıntılar, acılar arasında yaşamağa devam ederler.][254]
Evli kadınlardaki
aşağılık kompleksi
[ Kadınlarda bekâr iken
fazla sıkıntı vermeyen bu durum evlilik hayatında sorunların oluşmasında en
büyük etkenlerden biridir. Kocası tarafından artık eskisi gibi beğenilmediğini
düşünen, anlayan bir kadın, önemsizlik, değersizlik duygusunun etkilerini
duyar. Aşağılık kompleksinin belirtilerini gösterebilir. Eski zamanına kavuşmak,
kocasının eski ilgisini, yakınlığını tekrar kazanmak için çeşitli çarelere
başvurabilir. Sinir hastalığına tutulabilir. Kendisini beğenmeyen kocasının
yanıldığını, beğenilmeyecek bir kimse olmadığını göstermek için bazı üzücü,
acı deneylere girişebilir. Sırf beğenilebilecek durumda bir kadın olduğunu
anlamak ve anlatmak için başka erkeklerle ilişkiler kurabilir. Başka erkeklerin
ilgilerini arayabilir. Sırf önem kazanmak arzusu ile düşebilir. Böylelikle de
daha da ciddi bir aşağılık kompleksinin etkileri altına girebilir.
Kadınlar vardır.
Kocaları tarafından eskisi gibi sevilmediklerini, aranmadıklarını istenmediklerini
gördükleri zaman büyük bir ıstırap duyarlar. Çünkü bir yandan beğenilmemelerinin nedenini
değer eksikliklerinde bulurlar. Kendilerini artık başkaları tarafından
istenmeyen, aranmayan varlıklar gibi görürler. Kendilerini, en büyük silâhları
olan beğenilmek imkânlarından yoksun bulurlar. Dış dünyanın karşısında
kendilerini yapyalnız görürler. En önemli savunma ve varlığı devam ettirme
vasıtalarından olduklarını düşünürler. Öte yandan da en önemli destekleri
olan kimseleri kaybetmenin acılarını duyarlar. Bu acı, özellikle kocalarını
seven kadınlar için çok büyük olur.
Aynı şekilde, eşlerinin
başka erkeklerle ilişkiler kurduklarını gören, eşlerinin başka erkekleri kendilerine
tercih ettiklerini anlayan erkekler, kendilerinin ikinci plana atılmalarının
nedenini önemsizliklerinde bulurlar. Büyük bir sinir bunalımı ile karşılaşırlar.
Kendilerinin de beğenmemeleri yüzünden varlıkları için duydukları nefreti, kini
eşlerine ve eşlerinin yakınlığını kazananlara yöneltirler. Bazı kimselerin bu
gibi hallerde eşlerini ve rakiplerini ortadan kaldırmak istemelerinin nedeni
budur. Başkalarının aracılıklarıyla nefret ettikleri varlıklarını yok
etmeleridir.
Terk edilme duygusu
yaşlılık çağında da büyük bir önem kazanır. İnsan, hayatı boyunca yalnız kendisini
aramakla kalmaz. Kendisini aradığı kadar başkaları tarafından da aranmasını
arzu eder. Başkaları tarafından arandığı ölçüde kendisini istediği şekilde
bulabilir.
İnsanın en çok
aranmasını istediği çağlardan biri de yaşlılık çağıdır. İnsan yalnızlığın, terk
edilmenin en büyük acılarını bu çağda duyar. Duyar; çünkü yalnız başına
yaşayamayacağını bilir. Başkalarının yakınlıkları ölçüsünde duymağa başladığı
yokluğun acılarını azaltabilir. Varlığının devamı ümidini taşıyabilir. İnsan
denen varlığın gerçek ve en büyük amacı hayatını devam ettirmektir. Onun için
her şey, hayat içindir.] [255]
Aile dramına
dönüşen aşağılık kompleksi
[Eşleriyle düşünce,
duygu ve davranışa ulaşamayan ailelerde huzursuzluk baş gösterir. Öyle ki
hiçbir hususta eşlerine göre bir varlık olmak istemezler. Eşlerinin
düşüncelerini, duygularını, davranışlarını paylaşmakla üstünlüklerini,
egemenliklerini kabul etmeyi bir sayarlar. Buna karşılık, eşlerinin kendi
düşüncelerine, duygularına, davranışlarına ortak olmalarını arzu ederler. Eşlerinin
yaptıklarını yapmak istemezler. Onların daima kendilerine uymalarını beklerler.
Onların istemedikleri, sevmedikleri işleri yaparlar. Böylelikle, onlara tabi
olmadıklarını anlatmaya çalışırlar. İstemedikleri işleri yapmak suretiyle
onlara meydan okuyabilecek güçte kimseler olduklarını belirtmeğe uğraşırlar.
Eşlerden ikisi de
aşağılık kompleksini duydukları hallerde, aile yuvası gerçekten dayanılmaz bir
hayat şeklinin yaşandığı bir yer olur.
Eşler sürekli olarak
birbirleriyle çekişirler.
Çatışırlar.
En küçük bir neden
yüzünden veya ortaya bir şey yokken, birbirlerine girerler.
Birbirlerini yererler.
Kötülerler.
Birbirlerine en ağır
sözler söylerler.
Geçmişteki kusurlarını
sayıp dökerler.
Yaptıkları fena işleri
ortaya atarlar.
Birbirlerinin ailelerini
önemsizleştirirler.
Kavga ederler.
Buna rağmen,
birbirlerini kıskanırlar.
Eşlerinin bu
davranışları karşısında daha da önemsizleşirler.
Küçülürler.
Eşlerinin karşı cinsten
birine karşı ilgi göstermelerinin nedenini onun üstünlüğünde ararlar.
Eşlerinin, kendilerini
beğenmedikleri, bir başkasını kendilerinden daha çok beğendikleri için bu
şekilde hareket ettiklerini düşünürler.
Büyük bir ıstırap
duyarlar.
Bu ıstırabı kendilerine
duyurtanlara düşman olurlar.
Eşlerinden ve eşlerinin
yakınlığını kazananlardan öç almak isterler.
Istıraplarının ancak
onların yoklukları ile sona ereceğine inanırlar.
Bazı kimselerin,
kıskançlık yüzünden eşlerini ve eşlerinin sevgililerini
öldürmelerinin nedenlerinden biri de budur.
Aşağılık kompleksi, aile
hayatında daha başka dramlara da yol açabilir. Bazı kimseler, özellikle kadınlar,
sırf aşağılık kompleksinin etkisiyle, zina ve fuhuş yapacak kadar ileri
gidebilirler.
Gerek erkeklerin,
gerekse kadınların zina yapmalarında rol oynayan en önemli psikolojik nedenlerden
biri de aşağılık kompleksidir.
Kendisini önemsiz bulan
erkek ve kadın her şeyden önce değerlenmek
arzusunu duyar.
Gösterişe fazla
meraklı olur.
Başkalarına egemen olmaya
çalışır.
Kendisini her bakımdan
başarılı görmek, göstermek ister.
Başkalarının
yapamadıklarını yapmaya uğraşır.
Övülmekten fazla zevk
alır.
Herkes tarafından
beğenilmek arzusunu duyar.
Başkaları tarafından
beğenildiği ölçüde kendisini beğenir.
Sürekli olarak başkalarının
yakınlığını arar.
Sevilmekten, özellikle
kendisinden olmayan, yabancı önemli kimseler tarafından sevilmekten aşırı
derecede hoşlanır.
Sevilmek için
sever.
Daha doğrusu, sevmeyi
başkalarına egemen olmağa elverişli bir
vasıta sayar.
Bununla beraber,
sevdiği kimseyi uzun zaman sevemez.
Kendisine ait olan şeyi
beğenmez.
Kendisine ait olan her
şeyi olumsuz varlığı değerliliği bilincine göre değerlendirir.
Kendisine ait olan her
şeyi, beğenemediği varlığının bir parçası gibi düşünür.
Kendisinden olduğu kadar,
kendisine ait olan şeylerden, varlıklardan da soğur.
Onun için kendisine ait
olan her şeyden çabuk bıkar.
Varlığı değerliliği
bilincine ulaşabilmek için yeni
şeyler, kimseler elde etmek ister.
Bunlar evlilik
hayatlarında başarılı ve mutlu olamazlar. Eşlerinden kısa bir zamanda soğurlar.
Durmadan kendilerine başka sevgiler ararlar. (Dernekçilik, alışveriş, eğlence,
vb..) Buluncaya kadar aradıkları sevgilerin arkasından koşarlar. Aradıklarını bulunca,
hayal kırıklığına uğrarlar. Buldukları şeylerin aradıkları olmadıklarını anlarlar.
Öte yandan, aşağılık
kompleksini duyan insanlar, özellikle kadınlar, vücutlarından bir yeniden değerlenme
vasıtası gibi yararlanmağa çalışırlar. Bu insanlar, kendileri gibi başkalarının
da kendilerini beğenmediklerine inanırlar. Bunun için, kedilerinin
beğenilmeyecek kimseler olmadıklarını anlamak ve başkalarına da anlatmak
isterler. Bunu kendilerine yakınlık gösteren kimselerin varlığı ile ispat etmeye
uğraşırlar. Karşı cinsten olan kimselerle ilişkiler kurmanın çarelerini
ararlar.
Aynı
şekilde, bazı kadınların fuhuş yolunu seçerken veya fuhuş yoluna sürüklenirken
aşağılık kompleksi etkiler yapmaktadır.
Aşağılık duygusunun
gelişmesinden, patolojik (hastalık) bir mahiyet kazanmasından meydana gelen
aşağılık kompleksinin insan hayatı üzerindeki etkileri bugün artık herkes
tarafından kabul edilmektedir.
Aşağılık kompleksinin
bunaltıcı, sarsıcı etkilerinden kurtulmak, uzak kalabilmek için bazı kadınlar
her çareye başvururlar. Kendilerini beğendirebilmek, başkaları tarafından
beğenilen varlıklar halinde tanımak ve tanıtmak için vücutlarını satılığa
çıkarmaktan bile çekinmezler. Bu gibi hallerde birbirleriyle çelişen duygular
duyarlar. Bir yandan başkaları tarafından istenen bir vücuda sahip oldukları
için sevinirler. Güzelliklerine, çekiciliklerine inanırlar. Erkekler
tarafından istenildiklerine inanırlar. Bu istenmenin nedenini taşıdıkları
değerde, güzellikte bulurlar. Öte yandan ise, içinde yaşadıkları topluluğun isteklerine
aykırı hareket ettiklerini, topluluğun düzenini bozduklarını, yasalarını çiğnediklerini
ve sert tepkilerle karşılaşacaklarını düşünürler. Başkaları tarafından hor
görülmekten korkarlar. Kısacası, yaptıkları işin fena olduğunu bilirler.
İnsan, sosyal hayatta ne
olursa olsun, yaşadığı sürece başkaları tarafından sayılmak, beğenilmek,
övülmek, iyi tanınmak arzusunu duyar. Başkaları tarafından yerilmekten, fena
tanınmaktan, hor görülmekten korkar. Şu veya bu neden yüzünden suç işleyen,
hırsızlık yapan, fuhuş yoluna sürüklenen kadın da böyledir.
Zinada
olduğu gibi, fuhuşta da aşağılık kompleksinin bir eseri olan egemenlik,
beğenilmek arzusu önemli bir yer tutmaktadır.
Bu gibi hallerde kadın,
çevresine egemen olmak ister. Özellikle, sosyal durumları elverişli olmayanlardan
bazıları, iç dünyalarında yer alan aşağılık kompleksinden kurtulabilmek için
bilinçsiz olarak çeşitli faaliyetlere girişirler.
Kimi kadınlar da,
kendilerini beğenmeyen kocalarının yanıldıklarını anlatmak, kendilerini
beğenen kimselerin bulunduğunu göstermek için bu yolu seçerler.
Kimi kadınlar da
kocalarını sevmezler. Kocalarından nefret ederler. Bu yüzden onlarla normal cinsel
ilişkiler kuramazlar. Cinsel soğukluk gösterirler. Yalnız, onların bu durumları
yakınlık duydukları erkeklerin yanında değişir. Bu kadınlar bu gibi hallerde
normalleşirler..] [256]
6— Psikolojik sorunlar ve
yalnızlık duygusu;
Bu durum insanların genelinde çeşitlilik gösterir.
[ Varlık-bilimsel
güvenlik alanı, her insanın kavrayış seviyesine bağlı olarak dar veya geniştir.
İnsanların çoğunluğu, geçim şartları, toplumsal dayanışma şartları kendilerine
elverişli olduğu kadar varlık-bilimsel güvenlik içindedir. Yani onların varlık
alanındaki kaygıları algılarıyla ve algılarına karşılık olan tatmin vasıtalarıyla
sınırlıdır. Bu durum, kolayca elde edilen güvenliğin, kolayca kaybedilmesini
de açıklar. Varlıkbilimsel güvenliğini dar alanda temin edenler, bu güvenliği,
o dar alanın dışına çıkar çıkmaz kaybederler.
Akıl
hastalarının varlıklı zümrelerden diğer zümrelere oranla daha fazla çıkması
bundandır. Daha varlıklı olanlar daha ince düşündükleri için değil, yaşama
şartlarını “hazır” buldukları,
değişen şartlara karşı hazırlıksız kaldıkları için darbelere karşı tutunacak
dal bulmakta zorluk çekerler. Bu yüzden diyebiliriz ki bazı mahrumiyetler,
varlıkbilimsel güvenlik alanını genişletir. Çünkü her zorluk, insan
ilişkilerinin derinine inmeyi, varlık tarafından teminat altına alınmış
güvenliğin görünürde bulunanın daha ötesinde yer aldığını gösterir.] [257]
Mesela Virginia Woolf kadınlara kendinize ait bir oda
edinin deyip de cebini taşlarla doldurarak bir nehirde boğulmayı seçmişti? Acaba
intiharı seçen kendisi miydi yoksa onu böyle bir sona iten nedenler mi vardı?
Gerçek hayatın sorgulanması zordur. Kadın her
yerde, her zaman aynıdır. Korkak ve yalnızlığa mahkûm... Kafanı yiyen dertlerden
kurtuluş yok. Şimdi bir korkak gibi ölümü mü bekleyeceksin, yoksa hayata
sarılıp, kendine yaşama sebepleri mi bulmaya çalışacaksın? Ama unutma, hayata
sarılmak bir kadın için başkaları uğruna yaşamaktan başka bir şey değildir.
7—Sapıklık yönünde
eğilimlerin oluşması:
Sapık eğilimlerin çıkış nedenleri için çok şeyler
söylenilse de temelinde cinsellik ve şehvetin olduğu unutulmamalıdır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Benden sonra kalpleri değişen, akılları küçülen ve
amellerden yüz çeviren bir kavim olacak. Sahtekârlığın her çeşidini öğrenip
öğretecekler.
Erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla yetinecek.
Böyle yaptıkları zaman Allah Teâlâ’dan kendilerini cezalandırmasını
beklesinler.” [258]
“Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem erkek elbisesi giyen kadınlara, kadın elbisesi giyen
erkeklere, kadınlara benzeyen erkeklere ve erkeklere benzeyen kadınlara lanet
etti.” [259]
" Şehvet, topuklarımızı kemiren bir fahişedir! Ve bu
fahişeden bir parça et
esirgendiğinde bir parça ruh için yalvarmayı çok iyi becerir. "
"Gördüğünüz gibi sorun, cinselliğin olup olmamasında
değil, başka bir şeyi, ondan çok daha değerli, sonsuzluk kadar kıymetli bir
şeyi yok etmesinde!
Şehvet, tahrik olma, tensel zevkler; bunların hepsi köle edicidir!
Yığınlar, şehvet yalağından beslenen domuzlar gibi bir yaşam sürerler." [260]
Theophastros, gerçek
bir filozofa yaraşır biçimde, genellikle yapıldığı gibi, hataları
sınıflandırırken, aşırı cinsel istekten ötürü işlenen hataların, öfkeyle
işlenenlerden daha ciddî olduğunu söylüyor. Çünkü öfkeye yenik düşen bir
insanın, bir çeşit acıyla ve bilinçsiz bir yürek burkulmasıyla mantıktan
uzaklaşacağı açıktır, oysa aşırı cinsel istekten ötürü kusur işler, hazza yenik
düşerse, daha aşırı, suç işlerken de daha onursuz görünür. Theophastros haklıydı; hazdan ötürü işlenen suçun, acıyla işlenen
suçtan daha çok kınanmayı gerektirdiğini söylerken bir filozofa yaraşır biçimde
konuşuyordu. Sonuç olarak, birinci durumda, suç işleyen önce bir başkası
tarafından haksızlığa uğratılmış ve duyduğu acıdan ötürü öfkeye kapılmıştır;
ikinci durumda ise, kendi eğiliminden ötürü bir haksızlık yapmaya itilmiş,
arzusu kamçılandığı için öyle davranmıştır.[261]
Şehvet yüz binlerce iyi adı kötüye çıkarmıştır.
Yüz binlerce akıllı, fikirli adamı şaşkın bir hale getirmiştir.
Şehvet yemeden olur, az ye. Yahut bir kadın
nikâhla da kötülükten kaç. Yedin içtin mi şehvet, seni harama çeker. Ele gireni
elbet harc etmek gerektir.
Şu halde nikâh Lâhavle okumaya benzer. Oku,
yani bir kadın nikâhla da şehvet, seni belaya düşürmesin. Mademki, yemeye
içmeye hırsın var, çabuk bir kadın al evlen. Yoksa bil ki kedi gelir yağlı
kuyruğu kapar. Sıçrayan eşeğin sırtına taş yükü vur, o kaçmadan, sıçramadan
önce sırtına yükü yükle. Ateşin ne yaptığını bilmezsin, savul oradan. Bu çeşit
bilginle ateşin çevresinde dönüp dolaşma. Ateşe çömleği koyup çorba pişirmeyi
bilmiyorsan bil ki ne çömlek kalır, ne çorba. [262]
Sapık eğilimlerin oluşmasına, insanların duydukları
ve gördüklerinden etkilenmeleri, sebep olduğundan ilişki içerisinde olunan kişilere
dikkat edilmelidir. Yine sapıklığın çıkış nedenlerinden en önemlisi
çılgınlıktır.
"Bulaşıcı
hastalıklar gibi başkalarından kapılan çılgınlıklar vardır" [263]
GEÇİMSİZLİKTEN KURTULUŞ
TEDBİRLERİ
1—Özverili olmak
Tabiatı incelediğimizde, özgecilik[264] gerçeğini görürüz. “Özgecilik”[265] kelimesi, Latince alter yani “diğeri” anlamına gelen
kelimeden gelir. 19. yüzyıl Fransız filozofu Auguste Comte, özgeciliği “egoizmin
zıttı” olarak tanımladı.
Özgeciliğin diğer bilinen tanımları, “başkalarını sevmek”, “kendini
başkalarını sevmeye adamak”, “aşırı cömertlik”, “başkalarına yardım için
çalışmayı yeğlemek”, ve “başkalarıyla bencillik olmadan
ilgilenmek” dir. Tıpkı egoizm gibi özgecilik de insan dışında başka
hiçbir yaratılana uymayan bir terimdir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kalplerin, kendisine iyilik
yapanı sevme, kötülük yapanı sevmeme özelliği vardır.” [266]
Bu, “niyet” ve “özgür irade” gibi olguların sadece insan
türüyle ilgili olmasından kaynaklanır. Diğer yaratılanların bu seçim özgürlüğü
yoktur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem;
“Sizden biri, kendi için
sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez." [267]
buyurarak özverili olmamızı istemiştir.
2—Haz alma arzularını
dizginlemek
Yaşanan ilişkilere, biten evliliklere yada sorunlu kadın-erkek hallerine
bakıldığında iki kavramın tüm tersliklerin sebebi olduğu görülecektir. “Doyumsuzluk”
ve “ne istediğini bilememek”.
İnsanoğlu belki de ne istediğini bilmediğinden doyumsuz oluyor.
Bu iki kavramın kendi arasında böyle bir sebep sonuç ilişkisi var. Çiftler
ilişkiye başladıkları dönemden, evlilik hayatını yaşamaya başladıkları ana
kadar birçok iniş-çıkış yaşıyorlar. Bu iniş çıkışlar hep yeni bir istek, yeni
bir arzunun doğmasına neden olurken fertleri de hiçbir zaman mutlu olmayan ve o
an ki durumuna şükretmeyen bireyler haline getiriyor. Aldatmaların altında da
doyumsuzluk ve tatmin olamama duyguları yatmaktadır.
Haz alma duygularını dizginlemek iki şekilde olabilir.
1) Doyurucu alışkanlıklar edinildiğinde haz almak zevk
olmaktan çıkar.
2) Haz alma arzusunu azaltma yoluna giderek olandan fazlasını
istememek.
3—Bireysellikten kurtulup
kolektif olmak
Sağlıklı bir bedende, hücreler gerektiğinde bedenin uğruna
kendi hayatlarından “feragat ederler”. Hücrelerde, onları kanserli
hücrelere çeviren genetik hatalar oluştuğunda, hücre kendi yaşamına son veren
bir mekanizmayı çalıştırır. Kanserli hale gelip tüm bedeni tehlikeye atma
korkusu hücrenin, bedenin hayatı için kendi hayatından vazgeçmesine sebep olur.
Mesela;
İdeal şartlarda küf, kendi gıdalarını sağlayan ve bağımsız
çoğalan ayrı hücreler şeklinde yaşar. Fakat gıda eksikliği olduğunda hücreler
birleşir ve çoklu hücresel bir beden oluştururlar. Bu bedeni inşa ederken, bazı
hücreler diğer hücrelerin hayatta kalmalarını desteklemek için kendi
yaşamlarından vazgeçerler. [268]
İçtimai hayat içinde
hem düzeni hem de güveni bozucu bir eylem olarak şiddet özel olarak üstünde durulması gereken bir kavramdır. Aile
toplumun temeli olarak alındığında, aile içi şiddet hem toplum açışından hem de kadına yönelik olarak ele
alınmalıdır. Kadına yönelik şiddet; duygusal, sözel,
ekonomik, cinsel ve fiziksel şiddet olarak ayrıştırılabilir. Kısa ve uzun vadeli olmak üzere şiddetin kadın üzerinde derin etkileri vardır. Şiddete karşı korunmanın uzun
vadeli temel aracı olarak eğitim görülmektedir.
Yapılan araştırmalar şiddetin her toplumsal
yapıda az veya çok gerçekleşmekte olduğunu göstermektedir. Bunun ana nedenini şiddetin öğrenme yoluyla
aktarılması ve eşitlik bilincinin
kurulamamış olmasıdır. Toplumların eğitim düzeylerinin yükselmesi özellikle kadın eğitimine daha fazla önem verilmesi hukukî korunma yollarından çok
daha fazla önem taşımaktadır.
Aile içi şiddetin kadına
etkileri
[Aile içi şiddet, çok yönlü etkisi olan
toplumsal bir sorundur. Maruz kalan kadınların beden ve ruh sağlığına olumsuz etkileri
bulunmakta, yaşam
kalitelerini düşürmekte,
verimlilik kaybına neden olmakta, şiddetin nesilden nesile aktarılmasına ve sosyokültürel dokuya
sinmesine yol açmaktadır. S.
Gökçen ÇETİNER’in yaptığı araştırmada şu
sonuçlara ulaşmıştır.
—“Aile içi şiddete maruz kalan kadınlar,
kalmayanlara göre daha yüksek oranda intihar ihtimali taşımaktadır.”
—“Aile içi şiddet yaşayan kadınlarda, yaşanan şiddetin boyutu arttıkça İntihar ihtimali
artmaktadır.”
—“Aile içi şiddete maruz kalan kadınlar,
kalmayanlara göre daha fazla cinsel sorun yasamaktadır.”
—“Aile içi şiddet yasayan kadınlarda,
Golombok-Rust Cinsel Doyum Ölçegi’nin
alt ölçeklerinden alınan puanlar, aile içi şiddet görmeyenlere göre daha yüksektir.” Yani şiddetin cinsellikte sıklıgı, iletişimi, doyumu, kaçınmayı ve
dokunmayı olumsuz yönde etkilediği
ve şiddet yaşayan kadınların cinsel
sorunları şiddet yaşamayanlara oranla daha
fazla yaşadığı bulunmuştur.
—“Aile içi şiddet yasayan kadınlarda, yaşanan şiddetin boyutu arttıkça
Golombok-Rust Cinsel Doyum Ölçegi’nden
alınan puan artacaktır.” Yani, şiddet yaşama
puanı arttıkça cinsel sorun yasama
puanı da arttığı doğrulanmıştır.
—“Aile içi şiddet yasayan kadınlar, eşleri dışında başka kişilerden de şiddet görmektedirler.” Eşinden şiddet gören kadınlar, başkalarından
da şiddet görme durumunu şiddet yaşamayan kadınlara göre daha
fazla yaşamaktadır. ][269]
5—Sağlıklı tartışma
kurallarına kavuşmak
Tartışmalarda
kadın özelliğinin baskın olduğu görülür. Bu özelliğin cinsiyet gerektirmediği
bilinmelidir. Bu erkek cephesinden de gelebilir. Şeytanın genellikle kadın özelliklerini kullandığı ve bundan sakınılması
gerekmektedir. Tartışmalar karşılıklı nefis mücadelesinden başka bir şey
değildir. Aslında, erkekle kadın akıl ile nefsin mücadelesidir. Bu nedenle
Mevlâna, "kadınlara danışın da ne derlerse
aksini yapın" seklinde bir hadise dayanarak nefsin isteklerine
karşı çıkılmasını, nefis ile dost olmanın akla çok şey kaybettirdiğini anlatmıştır. Bu nedenle
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin "Kadınlara danışmayın" demesindeki hikmeti Mevlâna
da bir gazelinde "Şu nefsimiz zahit bile olsa kadındır" açıklamaktadır.[270]
Tartışmaların genellikle sorunları çözmediği de görülmektedir. Ancak anlaşmazlıkları
çözmek, geçimsizliği azaltmak için, karı kocanın gözetmesi yararlı olacak
kuralları şöyle sıralayabiliriz:
a) Eşler, ayrı görüş, düşünüş ve beğenileri olduğunu baştan
bilmelidirler.
b) Sorunları örtbas edip biriktirmedense, ortaya döküp tartışmak daha iyidir.
c) Tartışma ve
konuşma için uygun yer ve zaman seçilmelidir.
d) Tartışmaya suçlayarak girmektense, soru sorarak, eşi belli bir konuda
açıklama yapmaya çağırarak başlamak daha iyi olur.
e) Tartışma,
yolundan ve konusundan saptırılmamalıdır.
f) Tartışmayı
kazanmak değil, bir çözüme varmak amaç olmalıdır.
g) Tartışma ve çekişme evin dışına taşırılmamalı, analar, babalar yan
tutmaya ya da hakemlik etmeye zorlanmamalıdırlar.
h) Sırasında özür dileyebilmek, gönül almak tartışmayı kısa yoldan iyi
sonuca götürebilir.
6—Aşağılık kompleksinden kurtulma çareleri
[ Aşağılık
kompleksi, nedeni veya nedenleri ne olursa olsun gerçek, tehlikeli bir ruh
hastalığıdır. İnsana rahat, huzur içinde yaşamak imkânı
vermez. İnsanın tüm varlığını kaplar. Tüm varlığına egemen olur. İnsanın
çalışmasını, başarılı olmasını, başkalarıyla düzenli ilişkiler kurmasını
önler. İnsanın utangaç, kıskanç, alıngan, saldırgan, sinirli, vb, olmasına yol
açar. İnsanın başkalarıyla kolaylıkla çatışmasında rol oynar. Kısacası, gerçek
bir hayat dramını meydana getirir.
Bununla
beraber insan, istediği takdirde ve istediği ölçüde kendisini değiştirebilir.
Daha iyi bir kendisini yaratabilir. İnsan, kendisini olduğu gibi kabul
etmediği, sürekli olarak daha tam ve yeterli bir kendisine ulaşmak istediği
için insandır. Bu istek insanla beraber var olur. İnsan kadar yaşar ve ancak
insanla beraber yok olur. Kimilerinin böyle olumlu bir istekle
değerlenmemelerinin, daha doğrusu, yaradılışlarında yer alan bu isteği olumlu
bir yöne yöneltmemelerinin, yaratıcı bir güç haline getirememelerinin nedeni
çevrelerinin zararlı etkileriyle taşıdıkları doğal değerler bilincine
ulaşamamaları, bunun da sonucu olarak, hayatı sevememeleridir.
Kendilerini
önemsiz, küçük görenler gerçekten önemsiz, küçük kimseler değildirler. Önemli,
büyük olmak imkânı bulamayan, daha doğrusu, önemli, büyük olmak için gereken
çabaları gösteremeyen, böyle çabaları göstermeğe elverişli şartlar içinde
yaşayamayan insanlardır. Yeterli beşerî yeteneklerle dünyaya gelen her insan
için önemlilik, büyüklük yolu açıktır. Burada yapılması gereken şey büyük bir
istekle, sarsılmayan bir kararla ve cesaretle bu yola girmektir. Bu yolda
sonuna kadar yürümeği göze almaktır. Bu yolda yürümekten korkmamaktır. Tam bir
istek, sarsılmayan bir kararla bu yolla yüründüğü takdirde tam bir başarıya
ulaşılacağına inanmaktır. Bu yolda karşılaşılacak güçlükler karşısında
gerilememektir. Yılmamaktır.
İnsan
her işte olduğu gibi burada da duyacağı arzu, kararının güçlülüğü ve
devamlılığı, cesaretinin büyüklüğü ölçüsünde başarılı olur. Hayat kendisinden
kaçanları kovalar. Kendisine karşı duranların önünde gerilemeye başlar.
Kendisini kovalamasını bilenlerin önünden kaçar. Mutluluk, mutlu olmak isteğini
duyanlar, bu isteklerini ısrarla gerçekleştirmeğe çalışanlar için vardır.
Yeryüzünde, mutlulardan çok mutsuzların bulunmasının nedeni herkesin nasıl mutlu
olunabileceğini bilmeden mutlu olmaya çalışmasıdır.
Mutlu
insan sürekli olarak daha iyi bir kendisini arayabilen, aradığı için
bulabileceğine inanabilen insandır. Mutsuz insan, kovalamak isteği kendisini
her zamanki kendisi yapmak için kovalayan insandır. İstemedikleri kendilerini
kendilerine boyun eğdirmeğe zorlamasını bilenler istedikleri kendilerine er geç
kavuşurlar. İstemedikleri kendilerine boyun eğenler ise yaşadıkları sürece
istemedikleri kendileriyle baş başa kalmaktan, daha doğrusu, mutsuz olmaktan
kurtulamazlar.
Aşağılık
kompleksinin bunaltıcı etkilerinden kurtulmanın, huzura kavuşmanın en iyi
çarelerinden biri de sürekli olarak bu kompleksin acı sonuçlarını düşünmektir.
Bu kompleks yüzünden çekilen ıstırapları, kaybedilen şeyleri, aşağılık
kompleksinden kurtulunduğu takdirde ulaşılacağı mutlu hayatı düşünmektir. Bu
kompleksin etkilerinden en kısa bir zamanda kurtulmağa çalışmaktır. Aşağılık
kompleksi ile ilgili daha önceki davranış şekillerine karşı koymaktır. ‘Utangaçlık,
alınganlık, saldırgandık, sinirlilik gibi aşağılık kompleksinden meydana gelen
özelliklerle şaşmaktır. Aşağılık kompleksinin yıldırıcı, yıpratıcı sonuçlarının
üzerlerine gitmektir. Utangaçlık, alınganlık vb, yaratan olayların içine
girmektir. Kalabalıktan kaçmamaktır. Tersine olarak, kalabalığın içine
girmektir. Kalabalıkta konuşmaktan çekinmemektir. Başkalarına gereğinden fazla
önem vermemektir. Başkalarını büyütmemektir. Başkalarının etkisi altında
kalmamaktır. Başkalarını yerinde düşünceler, duygular, davranışlar yolu ile
etkilemektir. Önceleri zor gelecek bu çeşit denemeler karşısında gerilememektir.
Her türlü gerilemek, kaçmak eğilimi ile mücadele etmektir. Daima ileriye bir
adım daha atmağa uğraşmaktır. Bir defa kaçan insanın daima kaçmak arzusunu
duyabileceğini unutmamaktır. Kaçmak arzusunu önleyen, ileriye yürümeyi göze
alan ve bu kararı uygulayan insanın, her zaman aynı şeyi yapmak isteyeceği düşünülmektedir.
Önemsizliğine
inanan insan gerçekten önemsiz, küçük bir kimse olabilir. Önemsiz, küçük işler
yapabilir. Önemsiz, küçük işler yaptığı ölçüde önemsizleşir. Küçülür. Tersine
olarak, önemliliğine inanan insan önemli, büyük işler yapmak imkânı bulabilir.
Başka bir deyişle insan, kendisini tanıdığı gibi bir kendisi olabilir.
Başkaları bizi, kendimizi tanıdığımız gibi tanırlar. Tanırlar; çünkü onların
yanında kendimizi tanıdığımız gibi tanıtacak şekilde hareket ederiz. Öte
yandan, zayıf, yetersiz kimseler başkalarında, güçlü, yeterli görünmek
arzusunu yaratırlar.
Gerçekten
insan, kendisinden daha az önemli bulduğu kimselerin yanında önemliliğini
düşünür. Üstülüğüne inanır. Başkasının
önemsizliği karşısında egemen olmak ister. Bu da zayıf, yetersiz kimselerin
daha da zayıf, yetersiz olmalarına yol açar.
Bütün
bunlardan da anlaşılacağı gibi, başkalarının bizimle ilgili düşüncelerinde,
duygularında, davranışlarında kendimiz başlıca rolü oynarız. Başkalarının
bizimle ilgili düşüncelerini, duygularını, davranışlarını bir dereceye kadar
kendimiz yaratırız. Daha doğrusu, başkalarını bizim için şu veya bu şekilde
düşünmelerine, duymalarına, davranmalarına zorlarız. Kendimize inandığımız,
güvendiğimiz zamanlarda başkalarının bize inandıklarını, güvendiklerini, utangaç
olduğumuz zamanlarda yanımızdakilerin daha rahat, serbest düşündüklerini,
hareket ettiklerini, övdüğümüz insanların, yanlarında küçülmemiz dolayısıyla karşımızda
daha dik durduklarını, korkakların yanında korkak kimselerin bile cesur
davrandıklarını görürüz.
Aşağılık
kompleksi, önemsizliklerine, değersizliklerine inanan, önemsizliklerinden,
değersizliklerinden kurtulamayacaklarını düşünen kimselerin hastalığıdır.
Aşağılık kompleksinden kurtulmanın çaresi bu kompleksi nedenleriyle yok etme
mücadelesidir. İnsan istediği takdirde her şeyi yapabilecek güçte bir
varlıktır.
Aşağılık kompleksini
duyan insan kendisini olduğundan daha az bir kendisi gibi görür. Başkaları
tarafından da aynı şekilde tanındığına inanır. Daha çok bir kendisi olabileceğini
düşünemez. Aşağılık kompleksinin yıkıcı, öldürücü etkilerinden kurtulabilmek
için onun yapacağı en önemli iş daha az kendisinin, varlığının gerçeksizliğine
inanmasıdır. Olduğundan daha çok bir kendisi olduğunu düşünmesidir. Kaybettiği
gerçek kendisini bulmağa çalışmasıdır. Istırapla yaşadığı ve tamamıyla
kendisinin olduğu kendisini inkâr etmesi yok
etmesidir. Onu yok ettiği takdirde hakkı olan hayata kavuşacağını,
başlayacağını bilmesidir. Daha mutlu
bir kendisini bulmak için yola çıkan insan her adımında aradığı kendisiyle
karşılaşabilir.] [271]
Aşağılık kompleksi olan insan kendini hep başkalarının üzerinden
tanıyor. Belki de kendini çok değersiz ve önemsiz hissettiğinden kendini keşfe
bile gerek görmüyor. Bu sebeple kendini diğerleri nasıl anlatırsa öyle biliyor.
Kendini tanımadığı, nelere sinirlenip, nelere üzüldüğünü bilmediği için kendisi
mutlu olamadığı gibi karşı tarafı da mutlu edemediğini düşünüyor ve yine mutlu
edemeyeceğine dememeden/çabalamadan inanıyor.
“Derdini
düzgün bir şekilde ifade
etmeyi
hiç denedin mi?”
GEÇİMSİZLİĞİN OLUŞTUĞU
ALANLAR
1— İş ve Ekonomik
Konular:
Paranın nasıl kazanılacağı ve nasıl harcanacağı ile
ilgili netlikler olmaması, eşlerden birinin onaylamadığı biçimde başkalarına
mali destek sağlaması geçimsizlik nedenlerinden biri olabilir.
Misal verecek olursak; Amerikalı antropolog Jenny B.
White, 1990’larda Ümraniye’de yaptığı bir araştırmada kadınların karşılaştıkları
kısıtlamalara tepkilerinin çelişkili bir şekilde bir taraftan kızgınlık, diğer
taraftan ise baş eğmişlik olarak tezahür ettiğini gözlemledi. Kadınların
hareket özgürlüğü konusunda sohbetlerinden biri hakkında şunları aktarıyor:
“ ‘Evde sürekli yalnız oturmak zor.’ Bir başkası ise şöyle
ekledi, ‘Keşke bir yere yolculuk yapabilsem.’ Ama kadınlar hemen şikâyetlerini
sona erdirdiler ve iradeli bir şekilde kadınların evde kalmasının doğru
olduğunu bildiklerini eklediler. Korunmasız bir kadının hareketlerinin
kısıtlanması gerektiği konusunda aralarında hemfikir oldular. ‘Ne zaman
ne olacağı belli olmaz’.
Kur’ân-ı Kerim’in bu konuya nasıl yaklaştığını
tartıştılar. Kadınlardan biri, kadınlara uygulanan kısıtlamaların Kur’ân-ı
Kerim tarafından değil, erkeklerin gücü yüzünden belirlendiğini ifade etti.”
“‘Erkekler hayatımızı
zorlaştırıyor.’
‘Keşke daha çok eğitimim
olsa.’
‘Keşke çalışıp biraz
para kazanabilsem. Size para vermesi için sürekli kocanıza bağımlı olmak zor.
Ve bazen unutuyor, sonra ne yaparsın?”
Bu anlatılanlar kadının
kendine güvenebilmesi için yapabileceği atılımların bir
ifadesidir. Ancak ortaklaşa yaşamanın, şuurdan uzak bir durum arz ettiğini de
hatırlamak gerekiyor. Çalışma sorun olmamakla birlikte sonuçları hayatı etkilemektedir. Bu
bakımdan kadının çalışmasının getiri ve götürüleri
kıyaslanarak bir sonuca varılması önemlidir. Kadının çalışırken, çocuğu ve eşi ile yeteri kadar ilgilenememesinin
söz konusu olduğu, aile içerisinde “kendiliğinden oluşan olumlu düzen”
in menfi yönde etkilendiği durumlarda konunun dikkatle ele alınması gerekmektedir. Yine huzursuzluk, aldatma,
şiddet vb. durumlar kadının çalışmasının ve beraberinde “iktidar”
sorununun olumsuz sonuçları olabilmektedir. Kuvvet ve kudret, kişiyi özgür
kıldığı gibi içtimâi ve duygusal alanda bireyin “ben” ine verdiği
yetkiyi genişletir. Hayat mücadelesinin sevkiyle uzaklaşıp yakınlaşan çiftler
dengeyi sağlayamadıklarında “Kirpi” örneğinde olduğu gibi
birbirlerine yaklaşmalarında zarar verirler..
Çalışmanın önü açık
olmakla birlikte yukarıda da belirttiğimiz gibi sonuçları konusunda getiri ve
götürülerine bakmak gerekmektedir.
Çalışmak insan için nedir?
Çalışmak kadın ve erkek için sosyal hayat seviyesinde ruh
tatmini sağlamıyorsa onun nefsin tatmini için gerçekleştirildiğini düşünmek
gerekir. Fiziksel ihtiyaçlar bir şekilde yerine getirilebilir. Sonu olmayan nefsâni
isteklerin giderilmesini sağlayacak hiçbir beşeri kuvvet mevcut değildir. Sonu
yoktur. İnsanın tüm acziyetine rağmen bunu gerçekleştirmeye çalışmasına hırs denilmiştir.
Ruhsal isteklerin doyumu ancak maneviyat ile gerçekleştirilebileceğinden bir
dine inancı olan bunu çözebilir. İsterse bu dini inanç saçma sapan bir şey
olsun. Çünkü inanmak insana özgü bir durumdur. İnanılan şeyin doğru ve yanlış
olma kriteri ayrı husustur.
Allah Teâlâ kulların huzurlu olmasını talep eder. Allah Teâlâ’nın kabul ettiği inanç olan İslam
Hz. Âdem aleyhisselâmdan beri devamlı gelmiştir. İnsanlar sürekli onu bozduğu
ve değiştirdiği için son ve değişmez şeklini Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleme bildirmiş ve koruma altına almıştır. İnanma konusunda hiçbir zorluğu
talep etmemiştir. İslam’ın hükümranlığındaki uygulama kişilerin ve milletlerin
eline verildiği için bazen bu zorba bir hale dönüşebilmiştir. Aynı şekilde
bazen karı koca arasında aile kurumu da “zorba”lık haline
dönüşür. Bu gibi durumlarda kadınının kendine güvenini yitirme durumu oluşur.
Bunun engellemesi için çalışarak ihtiyacını giderebilme gücüne kavuşması çözüm
olarak düşünülebilir. Evli çiftlerin çalışma hayatı ile bekârlar, anne olanlar
ve olmayanların şartları incelendiğinde ortaya çok farklı durumların çıktığı
görülmekte olup, bu hususların çözümünde erkek ve kadın arasında karşılıklı
fedakârlığın esas alınması gerekmektedir. Genellikle kadının çalışma konusunda
pasif olmasının erkeğin sorumluluk duygusunu artırarak karakterini daha da
sağlamlaştırdığı görülmektedir. Çalışmak, bir işverenden yapılan iş karşılığında maaş almak
olarak düşünülmemelidir. Kadının; evdeki saadeti, kocasının mutluluk ve
huzurunu, çocuklarının en iyi şekilde yetişmesini sağlamak için çabalaması da
bir nevi çalışmaktır ve aslında bu çalışmanın
en güzelidir. Tüm enerjisini ailesine harcayan kadın hem birey olarak mutlu
olur, hem de ailesini mutlu eder.
Evinin Kadını
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Kadının evinin odasında kıldığı iki rekât namaz,
evinin salonunda kıldığı dört rekât namazdan hayırlıdır. Yine kadının, evinin
salonunda kıldığı namaz, onun mescide kıldığı sekiz rekât namazdan kendisi için
daha hayırlıdır.” [272]
Bu hadisi şerif ibadet konusundan çok kadının evi
konusundaki hassasiyetini açıklamak içindir. Bu hadisle kadına ev sevgisi
aşılanmak istenmiştir. Ev kadın için Kâbe Makamındadır. Mescid Allah Teâlâ’nın
evi ise kadının evinde bulunduğu her an için itikâf [273] sevabı verilir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki;
“Allah’ın kadın kullarını mescidlerden alıkoymayınız.” Sonra Aişe radiyallâhü
anha dedi ki;
“Şayet Rasûlüllah bugünkü kadınların halini görseydi
onların çıkmalarına mani olurdu.” [274]
Hz. Fâtıma radiyallâhü anha buyurdu ki;
“Kadınlar için daha hayırlı olan; erkekleri görmemeleri, erkeklerin
de onları görmemeleridir.” [275]
“Kadının Rabbine en yakın olduğu an, evinin içinde olduğu
andır.” [276]
Sonuç olarak evini sevmeyen Allah Teâlâ’nın mescidini
de sevmiyor demektir.
Çalışan Kadın
Kadınların çalıştığı
alanları üç gurupta inceleyebiliriz:
—Pazarda çoğunluğu kendi
el emeğini, ürününü satan kadınlar (“pazarcı”)
—Bir işte çalışmayan ev
hanımları (ev hanımı)
—Maaşlı bir işte çalışan
kadınlar (çalışan)
[İnsanlığın kendi
ihtiyaçlarını karşılamak için yaptığı ilk işbölümünde cinse dayalı bir sömürü
olmamasına rağmen üretim yoğunlaştıkça, etkinlikler cinsiyete bağlı toplumsal
farklılıklara yol açmıştır. Bu dönemde, kadının içinde bulunduğu durumu
cinsiyeti yönünden olduğu gibi, ait olduğu sınıf açısından da irdelemek
gerekir. Örneğin akrabalığa dayalı krallıklar veya imparatorluklarda kadın,
toplumsal bir sınıf olarak daha aşağı görünmesine rağmen, soylu kadınların
ayrıcalıklarında bir artış söz konusudur.
Saray odalarında,
perde arkasında kalarak, erkek hükümdarların kararlarını etkileyen ya da genç
bir şehzadeye vekâlet edenlerden başka, en eski Sümer ve Japon devletlerinden,
Ortaçağ'daki Avrupa krallıklarına kadar çok sayıda kadın devlet-yönetmiştir. Saraylı
kadınların iktidarda yer alış biçimleri her ne kadar, rastlantısal olsa da,
daha alt tabakalardaki kadınların böyle bir şansları yoktu.
Alt sınıftan
kadınlar genellikle, kendi iş yüklerinin arttığını gördüler ve çoğu zaman ev
içi alanla sınırlandılar. Dünya tarihinde kitlesel olarak seslerini
yükselttiklerini ilk defa Fransız Devrimi sırasında görürüz. Batı'da kadınlar,
siyasal ve sosyal yaşamda yer almaya başladıklarında Osmanlı Devleti'nin
monarşik yapısı altındaki kadınlar ise, henüz sokağa çıkma hakkından bile mahrumdurlar.
Osmanlı'da kadının durumu Tanzimat Fermanı'yla tartışılmaya başlanır.
Çünkü kadını
kısıtlayan birçok etken vardır toplumsal yaşantıda onun, kadın cinsine ait
olması, bu yönüyle çok kolay yıpratılabilmesi, ailesinin sosyo-ekonomik ve
sosyo-kültürel şartları, ekonomik ve dini yapı ve sosyal çevre kadının
eğitimden yararlanamaması sonucunu doğurmuştur.
Emeğinin olmaması,
onu-toplumda tüketici olmaya, dolayısıyla toplumdan kopuk, sınırlı yaşamaya
itmiş; bunun sonucu olarak da toplumda insan olarak değer bulamamış ve cins
olarak algılanmaya başlanmıştır. Mevcut toplumsal yapı içinde birey olarak
kendine yabancılaşmış, işgücünü evle sınırlamış veya bunun aksi olarak cinsel
sömürü aracı olmuştur. Kadının bu kadar ters ortamlara sürüklenmesi ebetteki
kader değildir. Bu siyasal ve sosyal yapıların, kadını dumura uğratma, onu
pasifize etme yollarıdır.
Çünkü kadın,
toplumun en önde gelen dinamiklerindendir. Onun varlığı veya yokluğu çok
şeyi değiştirir. Cinsiyetçi anlayışlar nedeniyle sürekli baskı altında
kalan kadın kişiliği sonunda cesaretsiz, silik pasif olarak gelişir. Algılama
yeteneğine eriştiği andan itibaren öğrendiği şeylerin başında susmak gelir.
Toplum ona susma eğitimini epeyce vermiş olur. ][277]
Sonuç olarak kadının
çalışmasını yasaklamak yerine beşerî durumuna uygun işlerde eşine, ailesine ve
çevresine destek veren durumlarda faaliyet göstererek varlığının lüzumsuz
olduğu hissini duymamasına yardımcı olmak gerekmektedir. Ancak ekonomik
şartlara göre erkeklerin yoksullaşma sürecinin yaşandığı bir dönemde
kadınların; erkeğin rızık kazanma yollarını tıkamayacak daha pasif görevlere
talip olmaları, sosyal yapıdaki dengenin sağlanmasına yardımcı olacaktır. İşsizliğin
ya da kişilerin vasıflarından daha düşük şartlarda çalışmalarının psikolojik
sonuçları ele alındığında erkeklerde eylemsel kötülüklere, kadınlarda ise
depresif durumlara neden olduğu görülmektedir. Eylemsel kötülükler ile depresif
durumlar birbirine nispet edildiğinde, kişilerin ve toplumun telafisi güç
zararlara uğramaması açısından böyle bir durumda kadının fedakârlık göstererek
erkeğe yardımcı olması daha uygundur.
Kadının çalışmasının olumsuz
yönleri
[Ekonomik durumları ve kişisel
kariyer seçimlerinden dolayı çalışan kadınların sayısı artmaktadır. Bir kadında
çalışmak; güven, bağımsızlık gibi olumlu duygular geliştirebildiği gibi. aynı
zamanda eşini ve çocuklarını ihmal etme düşüncesinden dolayı suçluluk ve
anksiyete [278]
de yapabilir. Çalışan kadının ailede olumsuz giden her şey için sorumlu
tutulması oldukça yaygındır. Çalışan kadınlarda rol yüklenmesi, belirsizliği,
yetersizliği ve çelişkileri oldukça sık görülen sorunlardır.
Çalışan kadınlarla ilgili patolojik ruhsal belirtiler:
1. Uzun süre evde olan kadının
işine tekrar döndüğünde anksiyete yaşaması.
2. Kariyer başarısının sosyal
başarısızlığa dönüşmesi ile ilgili korku ve anksiyete.
3. Toplumun ve ailesinin sosyal
beklentileriyle, kendi ihtiyaçları ve hakları arasında çatışma.
4. Kadınlığı ve profesyonel
kimliği arasında çatışma ve evliliğinin, ailesinin kendi bağımsızlığını tehdit
ettiği duygusu.][279]
[Sayılan bu nedenler ile
çalışma şartları kadınların üzerinde ruh sağlığı yönünden olumsuz etkiler
oluşturması yıpranmalarına sebep olmuştur. Çünkü kadının fizik yapısının erkek
kadar yeterli olmaması ve sorumluluk yönleri erkekten fazla olması açısından
daha çok yıpranmakta sıkıntı içine düşmektedir.
Ruh sağlığını çeşitli
yönleriyle inceleyen araştırmalar, kadınlarla erkekler arasında ruh sağlığı
bakımından farklılıklar olduğunu belirlemişlerdir. Genellikle, kadınların
ruhsal açıdan erkeklere göre daha sağlıksız oldukları ifade edilmektedir.
Nitekim kadınlar psikolojik yardım almak için kriz merkezlerine ya da
hastanelere daha çok başvurmaktadırlar.
Depresyon kadınlarda
daha çok gözlenmekle birlikte farklı sonuç veren araştırmalar da vardır. Belki
ruh sağlığı üzerinde cinsiyetin yanı sıra başka değişkenlerin de rolü
bulunmaktadır. Kadınlarla erkeklerin depresyon düzeyleri arasındaki farkın yaş,
medeni durum, ev işleri, çocuk bakımı ve ekonomik sıkıntılara bağlı olurken,
ruh sağlığının aile içi ilişkilerle ve algılanan etkileşimle ilişkili olduğu
görülmektedir. Ancak çalışma durumu ile ruh sağlığı arasında ilişki olduğundan
çalışmayanların çalışanlara kıyasla daha depresif olduklarını görülmektedir.
Koca desteğini kaybeden çalışan kadınların ruh sağlığı çalışan erkeklere
kıyasla daha fazla bozulma riski taşımaktadır.
Depresyon oranının işsiz
ve dul kadınlarda en yüksek, evli ve çalışan erkeklerde en düşük olduğu da
bulunmuştur.
Çalışan kadınlar
eşitlikçi cinsiyet rolü tutumuna sahip olduklarında daha yüksek iyilik haline
sahip olurlarken, çalışmayan kadınlar ise geleneksel cinsiyet rollerine sahip
olduklarında daha yüksek iyilik hali yaşamaktadırlar. Genel olarak, cinsiyet
rolü ile ruh sağlığı arasında ve çalışma durumu ile benimsenen cinsiyet rolü
arasında ilişki olduğundan söz etmek mümkündür.] [280]
[Kadının fabrikada çalışması aileyi zorunlu
olarak çözdü ve aileye dayanan toplumun bugünkü durumunda bu çözülmenin gerek
yetişkinlerde gerek çocuklarda en ahlak bozucu sonuçları oldu. Çocuğuyla
ilgilenmeye ona ilk yaşında o alışılmış sevgi hizmetlerini görmeye zamanı
olmayan bir anne, çocuğunu görmeyi başaramayan bir anne, o çocuğa annelik
edemez, ona yabancı bir çocuğa olduğu gibi sevgisiz, kayıtsız davranmaya aldırmazlık
etmek zorunda kalır ve böyle ilişkiler içinde yetişen çocuklar, daha sonra aile
için tümüyle yitmiş olur, kendi kurdukları ailelerde kendilerini yuvalarında
duyamazlar; çünkü yalnız yalıtılmış yaşamı tanımışlardır ve bu yüzden işçi
çevrelerinde ailenin genel yıkımına da hizmet ederler. Ailenin buna benzer bir
çözülmesi çocukların çalışmasından ileri gelir. Ana-babalarına ödedikleri
barınmalıktan daha çok kazanmaya başlarlarsa, onlara belirli bir beslenme ve
barınma karşılığı ödemeye ve artanı kendileri için harcamaya başlarlar. Bu,
çoğunlukla, ondört ve onbeş yaşlarında olur. Tek sözcükle, çocuklar
ailelerinden koparlar ve baba ocaklarını hoşlarına gitmezse bir başkasıyla
değiştirebilecekleri bir pansiyon olarak görürler.
Birçok halde kadının
çalışmasıyla aile tümüyle çözülmez, ama düzeni tersine döner. Aileyi kadın
besler, erkek evde oturur, çocukları gözetir, ev işleri görür ve yemek pişirir.
Bu durum, çok çok sık görülür; yalnız ev işleri görmek zorunda kalan böyle yüzlerce
erkek vardır. Bu gerçek kadınlaşmış kişiler de hangi haklı öfkelere yol açtığı ve bütün öbür toplumsal
ilişkiler aynı kalırken bütün aile ilişkilerinin nasıl altüst olduğu
düşünülebilir.
Erkeği erkekliğinden ve
kadını kadınlığından eden, onları erkeğe gerçek kadınlık ve kadına gerçek
erkeklik sunamaz durumda bırakan bir durumdur ki, her iki cinsi ve onların
kişiliğinde insanlığı en bayağıca aşağılayan bu durum, pek övülen uygarlığımızın
son ürünüdür, yüzlerce kuşağın kendi durumlarını ve kendilerini
izleyenlerinkini iyileştirmek için gösterdikleri bütün çabaların yeni
sonucudur! Sonuçların kendilerinde bütün yorgunluğumuzun ve emeğimizin böyle
çocukça şaka ettiğini görürsek, ya insanlıktan ve onun niyetinden ve gidişinden
hiç çekinmeksizin kuşkulanmalıyız, ya da insani toplumun mutluluğunu şimdiye
kadar yanlış bir yolda aradığını kabul etmeliyiz; cinslerin durumundaki böyle
toptan bir altüst olmanın, ancak cinslerin daha başlangıçtan beri birbirinin
karşısına yanlış konmasından ileri gelebileceğini kabul etmeliyiz.
Fabrika sistemiyle zorunlu olarak doğduğu gibi kadının
erkek üzerindeki egemenliği gayri insani ise, erkeğin de kadın üzerindeki o
eski egemenliği gayri insani olması gerekir. Kadın şimdi, eskiden erkeğin
yaptığı gibi, egemenliğini pek çok şeyi, hatta her şeyi ailenin mal ortaklığına
yatırmasına dayandırırsa, bu mal ortaklığının hiç de gerçek, gerekçeli olmadığı
sonucu zorunlu olarak çıkar; çünkü bir aile üyesi hâlâ daha büyük katılma
payına dayanarak kurumlanmaktadır. Şimdiki toplumun ailesi çözülüyorsa, bu
çözülmede özellikle kendini gösteren odur ki, aileyi tutan bağ aile sevgisi
değildi, tersine, yanlış mal ortaklığında zorunlu olarak saklanmış özel
çıkardı. (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara
1990, s.371.)] [281]
Ailede “Özel çıkar” ve “maddi
ortaklık” üzerine duygular yoğunlaştığında çözülmelerin olacağı
gerçeğinden hareketle; kadının çalışmasının fazla bir kazanım getirmeyip bu
konuda sorumluluğun erkeğe ait olmasının ve kadının da ancak erkeğe destek
mahiyetinde çalışmasının faydalı olacağı düşünülmektedir.
Ancak kadının toparlayıcı rolü çalışması ile biraz ihmal edilebilir. Aile için aynı sofrada
yemek yemenin birleştirici bir özelliği vardır fakat çalışan kadınların çok da
pratik yemek yapamamaları, işyerinde yemeleri, dışarıdan yemek söylemeleri vb.
söz konusu olabileceğinden bu tarz durumlar aile düzenini menfi yönde
etkileyecektir.
Bu örnekler çoğaltılabilirken son zamanlarda iyice yaygınlaşan
yardımcı alımı da yine belli yönlerden sorun teşkil etmektedir. Özellikle çocukların
bakımı için tutulan hizmetli ya da yardımcılar anneliğe yeteri özenin
gösterilmemesine neden olmaktalar. Bu bakımdan kadınlar çalışma hayatında boy
göstererek çağdaşlaşırken diğer taraftan onlara verilen en büyük lütfu biraz
ihmal etmekteler.
2—Zaman ayırma ve
iletişim:
Eşlerin birbirlerine,
çocuklarına, arkadaşlarına, akrabalarına ayırdıkları zamanın miktar ve kalitesi
önemlidir. Birbirlerine yeterli zaman ayıramayan eşlerin en sık yakındıkları
şeylerden biri “biz konuşamıyoruz” veya “artık konuşacak bir şey
bulamıyoruz” olmaktadır.
Hekimoğlu İsmail’in aşağıdaki tespitleri bu konuyu çok güzel anlatmaktadır.
[Genç, kapalı bir hanım, dört beş
yaşlarındaki kızının elinden tutmuş bana geldi, diyor ki;
"İbni
Teymiye'yi okudum. Tarikata, şeyhe, rabıtaya karşı çıkıyor. Buna ne dersiniz?"
Hanım, imam hatip lisesi mezunuymuş. Kitap
okumayı ve dinî hizmette bulunmayı çok severmiş. Fakat... Evet, fakat kocası da başka bir kadınla
yaşamaya başlamış. Ne yapmalıymış? Dedim
ki:
"Bak
kızım, o kadın senden daha bilgili, daha çok ibadet eden, daha çok evine bağlı
biri değil. Peki, hiç düşündün mü, kocan neden seni terk etti de, o kadınla
yaşamaya başladı?”
Genç hanım gözyaşlarını silerken,
"Ben
de bunu anlayamıyorum ya!" dedi.
“Anlamayacak ne var? O kadın kocana daha
iyi yâr oldu da ondan... Sen kendi hayatını yaşıyorsun. Kendini bekâr veya dul
mu sanıyorsun?
En
önemlisi, sen evinle, çocuğunla evlendin; o kadın ise kocanla evlendi. İbni Teymiye'yi, hacıyı, hocayı yine
anlarsın. Evvela kocanı anlamaya çalış!..
Salon, misafir odası, günlük oda, yatak
odası, mutfak... Bunların her biri bakıma muhtaç? Peki ya kocan? Odadan odaya geç, koltukların tozunu al,
kapıyı bacayı sil, halıları süpür...
Buzdolabına koş. Dünden kalanlar, akşama
pişecekler derken enine boyuna bir keşif başlar. Ya kocanı ne kadar keşfettin?
Mutfağa gidince orada kaybol. Bir de çocuğu ilave ederseniz, artık koca devrede
yok!.. Hele hele kırk yaşını aşmışsa, o kadın yalnız evini ve çocuklarını
bilir. Kocası umurunda değil. Dikişten
yemeğe kadar her şeyi anlayan hanımlar, evliliğin sırrını anlayamıyor... Elinden iş gelmeyen hanımlarsa, kocasının
gönlünü almasını bildiği için, kocası da onun noksanlarına göz yumuyor.
Becerikli hanımlar da yakınıyor, "Elinden
iş gelmeyenler şen şakrak, bizim talih suya düşmüş!.. Böyle hayat mı
olur!" Elli yaşına gelmiş pek
çok dindar kimsenin karısından ayrılmaya veya ikinci bir evlilik yapmaya
kalkıştığına şahit oldum,
"Benim
kadın eviyle, çocuğuyla evli kardeşim, benimle evli değil. Ben de kendime eş
bulayım"
diyor adam. Çünkü erkek yemeği, yatacak yeri bulabilir fakat eş, yâr bulamaz;
hele dindar ise... Dünyanın çeşitli
yörelerinde ak saçlı eşlerin kol kola yürüdüklerini gördüm. Bizde de adam bir
âlemde, kadın başka âlemde... Evliliğin esasında yardımlaşma ve nezaket
vardır.
"Bende
hangi yanlışı buluyorsun? Seninle daha iyi anlaşmak için ne yapabilirim?" soruları yuvayı kurtarabilir. Fakat gurur
mani oluyor. Son olarak şunu söyleyeyim
ki; kocasını memnun eden kadın, onu kendine bağlar.][282]
3—Aile olamama, bu duruma
hazır olmama:
Dışarıdan bakıldığında pek
çok zaman bir aile tablosunun görüntüsüyle karşılaşılsa da önemli olan bu
tablonun gerçekliğidir. “iyi günde, kötü günde, hastalıkta, sağlıkta”
bir olmayı gerektiren aile kurumunun teşekkülü için evlilik gerekir fakat her
evlilikle de aile oluşmaz. Evlilikte “ortak
olmak” sağlanamadığında mutlu bir aileden söz edemeyiz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selem “aile olma” konusunda erkeklere önemli
sorumluluklar yükleyen tavsiyelerde bulunmuştur:
“Kadınlar hakkında
Allah’tan korkun! Zira onlar sizin yanınızda yardımcılardır. Allah Azze ve
Celle’nin kitabı ile onları kendinize helal kıldınız ve onları emanet olarak
aldınız. Onları dövmeyiniz. Eğer döverseniz, incitici şekilde dövmeyin! Hayırlılarınız, kadınlarınıza hayırlı
olanlarınızdır. Şerlileriniz de kadınlarınıza
karşı şerli olanlardır. Ben kadınlarıma
karşı en hayırlı olanınızım.” [283]
“Kim kötü huylu hanımına sabrederse her gün ve
gecesi için şehit sevabı alır.” “Hayırlınız, ehline hayırlı olanlarınızdır.” [284]
Kimin neyi üstleneceği,
çocukların eğitimlerinin nasıl olacağı, disiplinlerinin nasıl sağlanacağı vb.
konularda ortak bir paydada buluşamama da aile kurumu için sorun teşkil
etmektedir.
Bu paylaşım
sağlanamadığında aile yıkılır. Sonuçları ağır olan birbirlerinden zorunlu olarak uzak yaşayan
fakat ilişkilerini kesemeyen “parçalı aile” ler meydana gelir. Boşanma aile kurumunu sonlandırsa
da duygusal olarak hiçbir zaman gerçekleşmez. Bu durum kişinin sonraki hayatında karşısına sürekli rahatsız edici,
çözümü zor bir sorun olarak çıkmaya devam edecektir. Bu nedenle “aile
olamama” hastalığından kurtulmak gerekir.
Gelin-Kaynana-Damat Üçgeni
Ailevi sorunların başında gelen bu durum hakkında birçok yorum
yapılırken tam bir çözüm üretilememiştir. Sıkıntının psikiyatrik sebeplerin göz
ardı edilmesinden kaynaklandığı düşünülmekle birlikte konuya çeşitli yönlerden
yaklaşılarak huzursuzluğun çıkış noktasının tespitine çalışılmalıdır.
İslâm, büyüklerin küçükleri sevmesini, küçüklerin de büyüklere
saygı duymasını emreder. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Küçüklerimize
şefkat, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir” buyurmuştur. [285]
Ancak, meşru olan bir şeye
ulaştıran yolların da meşru olması esastır. Bir haram işlenerek, bir emir
yerine getirilmez. İslâm’da bu, kurallaştırılmış ve; “Bir emirle bir
yasak çatışırsa, yasaktan kaçınmak tercih edilir” denilmiştir.
Bu nedenle aşağıda da
belirtildiği gibi sarılmanın-el öpmenin haram, mekruh, mubah ve müstehap olduğu
durumlar söz konusudur.
Kadının, mahremi olmayan
erkeğin elini öpmesi, sarılması erkeğin de mahremi olmayan kadının elini öpmesi,
sarılması haramdır. Kişiye makamı, dünyalık şöhreti, ya da parası ve malı için saygı
gösterip, elini öpmek mekruhtur.
Takvâ ehli, âlim ve sâlih
kimselerin, ana-babanın elini öpmek ise müstehaptır. Çünkü bunda, gerçekte ilme
ve takvâya saygı vardır.
Bunların dışında
kalanlardan küçüklerin, büyüklerin ellerini öpmeleri de mubahtır. Yapıp
yapmamakta bir sakınca yoktur.
Konumuzla ilgili olarak gelinin
kayınpederinin elini, damadın da kayınvalidesinin elini öpmesine gelince; bunlar
birbirlerinin ebedilik mahremleridirler[286],
dolayısı ile birbirlerinin ellerine, kollarına, başlarına ve ayaklarına
bakabilirler ve genel kural olarak, bakılması helâl olan yerin tutulması da
helâldir. Ancak Hanefî bilginleri, bazı ayet ve hadisleri diğerlerinden farklı
anlamışlar ve dokunma ile doğacak şehvetin de hısımlık oluşturacağına karar
vermişlerdir. Yani milyonda bir ihtimal de olsa, birbirlerinin elini tutan
kaynana - damat, ya da kaynata - gelinden birinin bu sırada şehvet duyması,
derhal aralarında yeni bir hısımlık oluşturur ve sanki karıkoca imişler gibi
hüküm alırlar. Meselâ bu olayın gelinle kayınpederi arasında olduğunu
düşünürsek, onların karı-koca oldukları varsayıldığında, damat babasının eşiyle
evlenemeyeceği için hanımı kendisinden derhal boşanmış olur. Damatla
kayınvalide için de aynı şeyler geçerlidir.
Hatta bu durumun
geçerliliği sadece uyanık ve ayık hale ait değildir. Meselâ karanlıkta hanımı
sanarak, şehvet duyulacak yaşa gelmiş kızını, şehvetle tutan babaya artık kendi
hanımı haram olur.
Ancak bu tür sonuç
doğuracak tutmanın, teni tenine değerek olması, ya da altının sıcaklığını
iletecek kadar ince bir örtüden olması gerekir. Kalın elbisesinden tutarak, ya
da vücuduna bakıp düşünerek şehvet duymak, bu tür bir haramlık oluşturmaz.
Bu tür hısımlık haramlığı
oluşturan olaylar, sadece tutmaktan ibaret değildir. Erkeğin kadının iç
fercine, kadının da erkeğin organına bakmasıyla şehvet duyması da aynı sonucu
doğurur.
Yalnız, şehvet duymak, sırf
kalbinden kötü bir ilişki geçirmek demek değildir. İkisinde birden bulunması
şart değildir. Bunun, sadece birinde bulunması bile söz konusu haramlığın
doğmasına yeter.
İşte, çok az da olsa böyle
bir ihmalden ötürü, damadın kayınvalidesinin elini, gelinin de kaynatasının
elini öpmemesi daha iyidir, denilmiştir.
Bu anlatılanın psikolojik
yönünü inceleyecek olursak Freud un aşağıdaki açıklamaları bizi
aydınlatacaktır:
[Kadınların psiko-cinsel gereksinimlerinin aile
yaşamında ve evlenmede doyurulmamış olduğu yerlerde, karı koca ilişkisinin
eksik bir biçimde son bulması ve kadının cinsel heyecanlarını yaşayışının
tekdüzeleşmesi sonucunda, sürekli bir doyumsuzluk durumunun ortaya çıkma
tehlikesi vardır.
Yaşlanmakta olan anne,
çocuklarının yaşamını yaşama yoluyla kendini onlarla bir sayma, onların
heyecanlarını kendi heyecanı yapma yoluyla kendini bu tehlikeye karşı korur. Ana
baba çocuklarıyla genç kalır, derler. Gerçekte ana babanın en değerli
ruhsal kazancı da budur. Kısır kadın, evlilik yaşamında katlandığı
yoksunluklara karşılık avuntuların ve ödünlerin en iyisinden yoksun
kalmaktadır. Kızıyla bu duygu katılımını anne o kadar ileri götürebilir ki,
kızının sevdiği adama bile âşık oluverir. Bu aşk bazı durumlarda, bu tür
duygusal eğilimlere çevrilmiş olan şiddetli ruhsal direnç yüzünden şiddetli
nevroz biçimlerine yol açar.
Bütün olaylarda böyle bir
çılgınca sevdaya karşı, kaynananın ruhunda yaşayan karşıt güçlerin çatışması da
katılır. Çoğu kez damada gösterilmesi yasak olan sevgi duygularının örtbas edilmesine
neden olan etken, kaynananın damadına duyduğu aşkın bu haşin ve sadistçe
içeriğidir.
Kocanın kaynanayla ilişkisi
de, başka kaynaklardan gelmekle birlikte buna benzer duygularla karışıktır.
Kendisine nesne seçerken hep annesinin ya da belki de kız kardeşinin imgesi egemen
olur; fakat “ensest’’ [287] yasağı yüzünden çocukluk
yaşamının bu iki sevgili kişiliğine karşı olan bu yeğlemesi yön değiştirir, o
zaman onların imgesini yabancı nesnelerde bulmayı başarır. O zaman
kaynanasının, kendi annesinin ve kız kardeşinin annesinin yerini tutmakta
olduğunu görür ve içinde direnmekte olduğu eski seçişine doğru bir eğilim
uyanmaya başlar. Oysa “ensest’’ korkusu bu aşk nesnesinin “geçmişi”nin
anımsanmamasını buyurur. Annesinin imgesi bilinç dışında değişmemiş olarak
kaldığı halde, bilinç dışında öteden beri değişmeden süren bir kaynana
imgesinin bulunmaması bu inkâr etmeyi kolaylaştırmaktadır. Bu dirence katılan
ve kaynanaya karşı gösterilen rahatsızlık ve kıskançlık karşılığı bir duygu,
gerçekte kaynananın da damatta bir “ensest’’ hevesi uyandırdığından bizi
şüphelendiriyor. Nitekim eğilimlerini daha kızına yansıtmadan gelecekteki
kaynanasına âşık olan kimseler vardır. İlkeller arasında kaynanayla damat
arasındaki kaçmayı gerektiren faktörün, bu “ensest’’ faktörü olduğunu kabul
etmemek için bir neden göremiyorum.
Öyleyse, insanların bu kadar
dikkatle uydukları bu kaçma âdetlerinin açıklamaları arasında ilk olarak Fison
tarafından ileri sürülen bakış açısını yeğlememiz gerekir; çünkü Fison bütün bu
kurallarda, olası bir “ensest’’ girişimine karşı bir korunma çaresi olmaktan
başka bir şey göremiyor. Aynı şey, gerek kan, gerekse evlenme yoluyla akraba
olanlar arasında geçerli olan kaçmalar için de doğrudur. Yalnızca bir fark
vardır ki, o da birincisinde “ensest’’ doğrudan doğruyadır, böylelikle de
kaçmadaki amaç bilinçlidir; kaynanayla damat ilişkisine ilişkin kaçmadaysa “ensest’’
bilinçli olmayan ara evrelerin getirdiği düşsel bir hevesten başka bir şey
değildir. Buraya kadar psikanaliz yönteminin uygulanmasıyla toplumsal
psikolojinin yeni bir ışık altında görülebileceğini kanıtlamamıza pek fazla
fırsat düşmedi; çünkü insanların “ensest’’ ilişki yapmaktan korktukları çoktan
beri bilinen bir şeydir ve daha fazla yoruma gereksinimi yoktur. “Ensest’’ korkusunun
daha iyi anlaşılabilmesi için bizim ekleyebileceğimiz şey, onun esas itibarıyla
bir çocukluk niteliği olduğunu ve nevrozluların ruhsal yaşamına kesin olarak
benzediğini göstermektir. Psikanaliz bize çocuğun ilk nesne seçişinin “ensest’’
eğilimini gösterdiğini, bu eğilimin anne ve kız kardeş gibi yasak olan nesnelere
çevrildiğini öğretmiştir. Yine psikanaliz, bize ergin bireylerin kendilerini bu
türden eğilimlerden nasıl kurtardıklarını da göstermektedir. Bununla birlikte
çocukluğa özgü psiko-cinsel eğilimlerden kurtulamamıştır ya da bu eğilimlere
dönmektedir (ki buna gerileme ya da “regression’’ diyoruz). Bu yolla libidonun[288] “ensest’’ isteğine
saplanması onun bilinçli olmayan ruhsal yaşamında aynı rolü oynamayı
sürdürmekte ya da yeniden oynamaya başlamaktadır. “Ensest’’ isteklerinin anne
ya da babaya karşı kışkırttığı bu duygular nevrozun merkez düğümüdür diyecek
kadar ileri gidiyoruz. “Ensest’’in nevrozlarda oynadığı rol hakkındaki bu
düşünce elbette ergin ve normal kimselerin genel güvensizliğiyle
karşılaşacaktır. Bu “ensest’’ konusunun ne dereceye kadar şairlerin ilgi
merkezini oluşturduğunu ve sayısız tür ve biçim değiştirme altında nasıl şiir
gereci olduğunu gösteren Otto Rank’ın araştırmaları da aynı biçimde karşı
çıkışlarla karşılanacaktır. Bu direncin, her şeyden önce, bugünün tümüyle
bastırılmış eski “ensest’’ isteklerine karşı insanların duyduğu derin
nefretin ürünü olduğuna inanmak zorundayız.
Buna dayanarak, sonraları
bilinçli olmamaya mahkûm olan “ensest’’ isteklerinin tehlikesini sezen
ilkellerin [289]
bu isteklere karşı en şiddetli savunma yollarıyla kendilerini koruduklarını
göstermek önemlidir.][290]
4— İnanç farklılıkları:
Farklı dini inançlarda olan evlilikler çok az veya
kısa süreli olduğu için fazla bir önem arz etmemektedir. Çünkü sosyal hayatta
bu tür evliliklere baskıcı bir tutum sergilendiği için az gerçekleşmektedir.
Bizim burada anlatmak istediğimiz “İnanç farklılığı” kadın ve
erkek arasındaki aynı dini yaşayıştaki sınırları hedef almaktır. Yoksa ehl-i
kitap ve veya mezhebi değişik biri olan evlilik ilişkisi değildir. Mesela
aşağıda gelecek hadisi şerifler muvacehesinde karı veya koca kabul edip
etmemekte ki duyarlılığı geçim durumunda birçok sorunların oluşmasını
sağlayabilir.
Ali Bin Ziyad’dan; Rasulullah sallallahu aleyhi ve
sellem buyurdu ki; “Şu dört şeyde hanımının sözünü dinleyeni Allah Teâlâ
yüzüstü cehenneme atsın; ince elbise giymeleri, hamamlara gitmeleri,
görülebilecekleri yerler ve düğünlere gitmeleri.” [291]
Ebu Hureyre radiyallâhü anhden; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Giyindikleri
halde çıplak olan, nazik konuşan kadınlar, meyleden ve meylettiren kadınlar
cennete giremeyecek, beş yüz yıllık mesafeden hissedilen cennet kokusunu dahi
bulamayacaklardır.” [292]
Aişe radıyallahu anha dedi ki; “Kadınların şerlisi erkekler için süslenen, erkeklerin
şerlisi de kadınlar için süslenen, böylece insanları fitneye düşürenlerdir.” [293]
Bu hadisi şerifleri algılamada kadın ve erkek kendince
koyduğu sınırı belirlerken uyuşma olmazsa geçimsizlik faktörü tetiklenmiş olur.
İşte sorun burada çıkmaktadır. Kim bu sınırı belirleyecek kadın mı, erkek ya da başka bir fert mi?
Burada inanç devreye gireceğinden inançta küfüvvetin [294]
aranması gerekir. İnanç konusunda duyarlılık ve algılama farklılıklarının mevcut
olduğu kişilerin birlikteliklerinin ömürleri kısa ve sonuçları ağırdır. Bu nedenle denk olmayanların
evlilik yapmamaları gerekir. Denklik konusu; maddiyat, eğitim, soy, güzellik
vb. şekillerde derinleştikçe arada farklılıkların bulunması sıkıntıyı daha da
arttıracaktır.
Haram ve helalin sınırları belli olmakla birlikte
şüpheli şeylerden de kaçınmak gerekmektedir. Detaya inildikçe inançlardaki
farklılıklar açığa çıkmaya başlar. İnanç farklılıkları sorunlara neden olurken,
yine inanç noktasında birlik sağlandığında sorunun varlığı söz konusu değildir.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bize
tavsiyesi de şüpheli şeylerden kaçınmaktır. Buyurdu ki;
"Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir,
helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu
bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını
da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı
koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek
durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah'ın koruluğu
da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o
sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur,
eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası
kalptir." [295]"Helal, Allah Teala hazretlerinin kitabında helal
kıldığı şeydir. Haram da Allah Teala hazretlerinin kitabında haram kıldığı
şeydir. Hakkında sükut ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında sual
külfetine girmeyiniz."[296]
Allah
Teâlâ konu hakkında en güzelini şu şekilde buyurdu.
"Allah'ın Resulü
size her ne getirdi ise onu alın, her neden de yasakladı ise onu terk edin"[297]
Niçin kadın korunmak isteniyor?
Kadının korunmasını isteyen Allah Teâlâ dır. Ancak
kadının özgürlük adına kavuşmak isteği şeylere “dönüşüm dengesi”
denilen eğride çemberi helozonik [298]
şekilde bir türlü kavuşamadığı ve neticede mağdur olduğu görülmektedir. Ancak
erkek ile kurulan aile hayatında kadının ebedileştiği ve ebedileştirdiği görülmektedir.
Çünkü aile olmak kadını koruduğu gibi hayatı boyunca kavuşacağı en güzel duygu
olan annelik vasfı yani yaratıcılık sıfatı gibi ilâhi bir duyguyu ancak
böylelikle yaşar.
Kadının özgürleşmesi ile koruma kalkanı gibi görülen
erkek hâkimiyeti kırılmak istenildiğinde genellikle erkeğin fıtratında bulunan
iktidar hırsı dumura uğrar. Acizlik psikolojisinin neticesinde; hakaret,
şiddet, tecavüz vs. gibi kadını alt edebileceğini düşündüğü uygulama yollarına
gider.
Son dönemlerde artarak çoğalan boşanmaların altında
yatan sebeplerden biri olarak özgürleşme hareketleri görülmektedir. Özgürleşmenin
ise çok kişide; nefsani olarak türlü zevklerin tadıldığı ve dini, beşeri
kaygılardan yoksun bir anlayış olarak tezahür ettiği görülmektedir.
Kuralları olmayan insan gurubuna topluluk diyemeyeceğimiz
gibi ortak paydaları olmayan kişilerinde aile olmaları düşünülemez. Konu incelenirken erkeğin lehine olduğumuz zannedilebilir.
Ancak Allah Teâlâ’nın erkeğe verdiği bir derece üstünlük, kadına meylederek ona
sahip olmak istemesindendir
“Erkeklerin kadınlar
üzerindeki hakları gibi, kadınların da erkekler üzerinde belli hakları vardır.
Ancak erkekler, kadınlara göre bir derece üstünlüğe sahiptirler.” [299]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kadına tanıdığı
özgürlük sınırlarının mihenk taşlarından biri olarak şu misali verebiliriz:
“Kadın evinden çıkacağı zaman sürünmüş olduğu kokudan
dolayı, cünüplükten guslettiği gibi yıkansın da öyle çıksın.”[300]
“Bir kadın evinden koku sürünmüş olarak çıktı. Ömer
radiyallâhü anh kokusunu hissetti ve ona dedi ki;
“Koku sürünüpte mi çıkıyorsun? Şüphesiz erkeklerin
kalpleri, kadınların burunlarının olduğu yerdedir. Koku sürünmeden çıkınız.” [301]
“Ebu Hureyre’nin yanına uğradım. Bize doğru gelmekte
olan bir kadından güzel koku geldi. Ebu Hureyre radiyallâhü anh dedi ki; “Ey
Allah’ın kadın kulu! Nereye gidiyorsun?” dedi ki; “Mescide” Ebu Hureyre dedi ki;
“Ben Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin şöyle
buyurduğunu işittim; “Allah Teâlâ, koku sürünüpte mescide giden kadının
namazını, cünüplükten yıkandığı gibi yıkanana dek kabul etmez.” [302]
İbn-i Mesud radıyallahu anh dedi ki, “Kadın
tamamen avrettir. Onun Allah Teâlâ’ya en yakın olduğu yer evinin ortasıdır.
Dışarı çıktığı zaman şeytan onun peşine takılır.” [303]
Misal olarak seçtiğimiz
koku hadisesiyle etken ve edilgen konumlardaki kadın ve erkeğin uyarıcı
olmaktan kaçınmaları gerektiği anlatılmaktadır. Kim nefsi uyarıcı bir hareket
içerisindeyse bunun neticesindeki günahta o kişiye aittir. Aslında burada kadın
mahrum edilmiyor sadece erkeğin korunması için sınırlama getiriliyor. Ancak
erkeğin kadın karşısındaki zayıflığı göz ardı edilerek kadınların
sınırlandırıldığı zannedilmektedir.
Erkeğe yardım etmesinin istenmesi kadına verilen
yüksek değerin bir göstergesidir.
Örtünme
[Örtünme, dünya çapında yaygınlığa sahip ve sadece insana özgü bir uygulamadır. Örtünme duygusu,
sosyal bir varlık olan insan için fıtrîdir. Varlıklar arasında çıplak olarak
dünyaya gelip sonra örtünen tek canlı insandır. Çünkü çıplaklıktan kurtulma
hissi sadece insana özgüdür. Kadınların başlarını örtme uygulamasının
ilk defa ne zaman başladığı tam olarak
bilinmese de, arkeolojik kazılar ve bilimsel veriler bu uygulamanın insanlık
tarihi kadar eski bir gelenek olduğuna işaret etmektedir.
Kadınların başörtüsü, özellikle
günümüzde en çok tartışılan konulardan birisidir. Bu tartışmaların çözüme kavuşturulabilmesinde şüphesiz her dinin kendi kutsal kitap ve geleneği önemli bir rol oynamaktadır.][304]
Ancak ne var ki örtünme sadece İslam dininin
içinde varmış gibi gösterilerek kadınlarımızın manevî hallerini etkilemek isteyen
art niyetli kişiler ve gruplar bulunmaktadır.
[İnsanın örtünmesi ile
ilgili olarak kutsal kitaplarda verilen ilk bilgi, Hz. Âdem aleyhisselâm ve
Havva’nın örtünmesidir. Tevrat’a göre Allah Teâlâ, önce Hz. Âdem aleyhisselâmı
yaratmış, sonra onun yalnız kalmaması için Hz. Havva’yı yaratmıştır. Tevrat’ta geçen
“Âdem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç
nedir bilmiyorlardı” [305] ifadeleri, onların
çıplak olduklarını ancak bunun bilincinde olmadıklarını, yani henüz giyinme
ihtiyacı duygusuna sahip bulunmadıklarını göstermektedir. Onlardaki bu iffet
eksikliği, henüz “iyilik ve kötülük ağacından” tatmadıklarını ifade etmektedir. Bundan sonra yasak ağacın meyvesinden yeme olayı gerçekleşir. Tevrat’a göre
Hz. Havva, yılanın aldatması sonucu Allah Teâlâ’nın yemelerini yasakladığı ağacın meyvesinden yer ve kocasına da yedirir.
Olayın devamı Tevrat’ta şu ifadelerle anlatılmaktadır:
“İkisinin de gözleri
açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip
kendilerine önlük yaptılar. Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen Rab Tanrı’nın sesini duydular. O’ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler. Rab Tanrı Âdem’e:
‘Neredesin?’ diye seslendi. Âdem:
‘Bahçede sesini duyunca korktum; çünkü
çıplaktım, bu yüzden gizlendim’ dedi. Rab Tanrı:
‘Çıplak olduğunu sana kim söyledi? Sana meyvesini yeme dediğim ağaçtan mı yedin?”
diye sordu. Âdem:
‘Yanıma koyduğun kadın, ağacın meyvesini bana
verdi, ben de yedim” [306] diye cevap verdi.
Bu ifadelerden sonra, Rab Allah Teâlâ’nın yılanı, Hz. Havva’yı ve Hz. Âdem
aleyhisselâmı cezalandırması anlatılmaktadır. Daha sonra ise, “Rab Tanrı,
Âdem ve karısı için deriden giysiler yaptı ve onlara giydirdi” [307] ifadesi yer
almaktadır.
Bu ifade, insanoğlunun ilk giysisinin bizzat Allah Teâlâ tarafından hazırlandığını bildirmektedir. Buna göre, cennette iken çıplak olan insanoğlu, yeryüzüne gönderilmeden Allah Teâlâ tarafından giydirilmiştir. Bu durum da giyinmenin/örtünmenin insanın sosyal yönü ile
ilgisine dikkat çekmektedir. Aynı olay benzer şekilde Kur’ân-ı
Kerim’de de anlatılmaktadır. Allah Teâlâ, Hz. Âdem’i ve eşini cennete yerleştirir. Oradaki nimetlerden diledikleri gibi
istifade etmelerini söyleyerek bir ağaca dikkat çekip “şu ağaca yaklaşmayın” der. Şeytan ise vesvese vererek onları aldatır. Olayın
devamı Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde anlatılmaktadır:
“Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıkları anda, ayıp yerleri kendilerine göründü
ve cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara:
‘Ben size bu ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır demedim mi?’ diye nida etti. (Hz. Âdem ve eşi) dediler ki:
‘Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz”[308]
Başka bir ayette ise bu olay su şekilde anlatılmaktadır: “Nihayet Hz. Âdem ve eşi yasak ağacın meyvelerinden
yediler. Bunun üzerine ayıp yerleri açılıp kendilerine görünüverdi ve
üzerlerini cennet yaprağıyla örtüp yamamaya
başladılar. (Bu suretle) Hz.
Âdem Rabbine asi olup yolunu şaşırdı”. [309] Kur’ân-ı Kerim’de
insanoğlunun örtünmesi ile ilgili ayrıca şu ifade de yer
almaktadır: “Ey Âdemoğulları! Biz sizin
için ayıp yerlerinizi örtecek giysi, süslenecek elbise yarattık …[310]“. ][311] Bu şekilde âdemoğlunda
örtünme başlamıştır.
[Nuh Peygamber
kızlarına, gelinlere ve yaşlı kadınlara vücutlarını uzun ve geniş elbiselerle
örtmelerini buyurdu. Fakat yüzlerini açık bıraktı. “Türkmenlerin yüzünde
Yüce Tanrı’nın nuru tecelli eder. Onun için onların yüzüne Yüce Tanrı’nın nur
meşalesi olan güneşin şulesi düşmeli, buna engel olunmamalıdır. Çocuğunuzun
yüzüne vurmayın.” diye vasiyet ederdi.] [312]
[Kadınların
başlarını örtme uygulamasının çok eskilere dayanan bir tarihi vardır.
Mezopotamya uygarlıklarından olan Sümerli kadınların M. Ö. üçüncü asrın
ortalarında başlarını örttükleri bilinmektedir. Bunun yanında eski
uygarlıkların çoğunda başörtü uygulamasına rastlanmaktadır. Fakat
kadınların başlarını örtmelerine dair en eski yazılı belge, Orta Asur yasasında
yer alan 40. maddedir. Bu maddede ilk defa hangi kadınların başörtü takabilecekleri,
hangi kadınların ise takamayacakları belirtilmiştir. Dahası bu
maddede, başörtüyü takmaması gerekenlere başörtüyü taktıkları takdirde
uygulanacak cezalar da belirtilmiştir.
Yahudi dininin temel
kutsal kitabı olan Eski Ahit’te ise, kadınların başlarını kapatması veya nasıl
kapatacakları konusunda açık bir emir bulunmamaktadır. Bununla beraber, Eski
Ahit döneminde Yahudi kadınlarının baş ve yüzlerini bir
örtüyle gizlediklerine işaret eden metinler yer almaktadır. Bu
metinlerdeki ifadelerden hareketle baş/yüz örtme uygulamasının o dönemde ve
daha öncesinde uygulanan bir âdet ve gelenek olduğunu söyleyebiliriz.
Yahudilerin diaspora (sürgün) hayatı yasadıklarını da düşünecek olursak, Yahudi kadınlarının bulunduğu coğrafyadaki komşu ülkelerin
kadınlarının kıyafetlerine benzer kıyafetler kullandıklarını söyleyebiliriz.
Çünkü Eski Ahit’in ortaya çıktığı dönemdeki Yahudi
kadın kıyafeti, daha önceki gelenekleri ve komsu kültürlerdeki
kadın kıyafetlerini yansıtmaktadır.
Yahudilikte
kadınların başlarını örtmelerini emreden hükümler Eski Ahit’in yorumu ve
tamamlayıcısı olan Talmud’da yer almaktadır. Eski Ahit’te baş/yüz örtüsüne işaret eden metinler Talmud’da yorumlanmış ve hem bekâr kızların hem de evli kadınların başlarını örtmeleri
bir kural ve onların takip etmesi gereken dinî bir yükümlülük düzeni olarak
yasallaştırılmıştır. Fakat burada da iki farklı yaklaşım ortaya çıkmıştır. Mişna, kadınların baş
örtme uygulamasını geleneğin bir ürünü addederken Gemera, baş örtmeyle
ilgili olarak Tevrat’a ait kaynak verir ve Mişna’ya karşılık olarak, kadınların başlarını örtme uygulamasının Tevrat’tan
kaynaklanan bir hukuk olduğunu iddia eder. Gemera bu iddiasını Tevrat’ın
Sayılar bölümündeki zina zanlısı kadının (sotah) başının açılması
olayına dayandırır. Bunun yanında Yahudi dünyasında hem kadınların hem de
erkeklerin başlarını örtmelerinin temelinde, Hz. Musa aleyhisselâmın Allah
Teâlâ’nın yüzüne bakmaktan çekindiği için yüzünü bir
örtüyle gizlemesi düşüncesi yatmaktadır. Aynı zamanda Talmud
âlimlerinden bazıları ve Aggadaik gelenek, kadınların başlarını örtmelerinin
sebebi olarak Hz. Havva’nın islemiş olduğu günahı zikretmişlerdir. Halakhah’ta bir kızın ergenlik çağından sonra başını örtmesi gerektiği belirtilmiştir.
Kadınların başlarını
örtmeleri o kadar katı bir hale gelmiştir ki, başı
örtmenin ihlali hem Eski Ahit’te hem de Talmud’da cezaî müeyyideye tabi tutulmuştur. Eski Ahit’te ceza olarak kadınların mahrem yerlerinin açılacağı belirtilirken bunlar arasında kadının başının da açılacağı zikredilmiştir. Talmud’da ise, bir kadının başını açması
sebebiyle kocasının hanımını mehrini geri ödemeksizin boşayabileceği belirtilmiştir. Daha sonraları
ise Ortaçağın Rabbanî kaynakları, buna ilaveten kadınların başlarını örtmelerini
Yahudi dininin uygulamasının bir parçası olarak görmüşler ve bu uygulamayı pekiştirmişlerdir.
Modern dönemde ise
bu uygulama, gelenek içindeki değerini hızlı bir
biçimde kaybettiği için uygulamaya karsı çıkılmış ve terk edilmeye yüz
tutmuştur. Başörtüsü yerine peruk kullanılmaya başlanmış ve başörtüsü itibarını kaybetmiştir. Rabbilerin
bazıları başörtüsü yerine peruk kullanılabileceğini savunurken,
bazıları da peruğun başörtüsü yerine geçemeyeceğini iddia etmişlerdir.
Hıristiyanlıkta
kadınların başlarını örtmeleri konusunda Yeni Ahit’in özellikle dört İncil bölümünde bir emir bulunmazken, mektuplar bölümünde
kadınların başlarını örtmeleri emredilmektedir. Pavlus, I. Korintoslulara yazmış olduğu mektupta kadınların başlarını örtmelerini,
erkeklerin de başlarını açık bulundurmalarını emreder. Hıristiyanlıkta
kadınların başlarını örtmeleri bir taraftan boyun eğmenin işareti olarak görülürken, diğer taraftan meleklerden dolayı kadınların başlarını örtmeleri emredilmiştir. Tanrı’nın yansıması olduğu için erkeğin başını örtmemesi emredilirken, erkeğin yansıması olduğu belirtilerek kadının da başını örtmesi gerektiği bildirilir. Kadın; erkeği, Hz. İsa aleyhisselâmı ve Allah Teâlâ’yı küçük düşürmemek için başını temsili olarak örter. Kadının başını
örtmesiyle de Allah Teâlâ’nın egemenlik sistemi ortaya konmuş olur.
Hıristiyan
dünyasında rahibelerin başlarını örtmesi de, onların Hz. İsa aleyhisselâm ile nişanlanması ve
dünyadan feragat etmesi olarak yorumlanmıştır. Öte yandan, kadının
uzun saçının başörtü yerine geçip geçmediği konusunda farklı
yaklaşımlar bulunmaktadır. Ağırlıklı görüş ise, uzun saçın başörtü yerine geçmediği yönündedir. Ayrıca, Pavlus’un Korintoslulara yazmış olduğu bu mektupta tartışılan diğer bir konu da, kadının başını tras ettirmesidir. Burada Pavlus, kadınların başlarını traş ettirmelerini Hz. İsa aleyhisselâmı baş olarak kabul etmediklerinin bir işareti olarak görür
ve traş olmalarını uygun görmez. Ayrıca, Hıristiyanların sonradan kutsal
kitaplarına dâhil ettikleri Deuterakanonik kitaplarda, kadınların başlarını
örttüklerine işaret eden metinler yer almaktadır. Fakat bu
metinlerde yer alan ifadeler emir değildir, sadece
uygulamadır.
Hıristiyanlığın ilk dönemlerindeki kilise babalarının kadınların baş örtme
uygulaması konusundaki yaklaşımları ise; onların başlarını örtmeleri
konusunda olmuştur. Kilise babaları, bekâr ve evli kadınların
başlarını örtmelerini talep ederken Pavlus’un Korintoslulara yazmış olduğu mektubu delil göstermişlerdir. Ayrıca, yabancı erkeklerin bulunduğu bir ortamda kadınların yüzlerini de örtmelerini talep etmişlerdir. Tarihi araştırmalar kilisenin
ilk dönemlerinde kadınların başlarının örtülü, bunun yanında erkeklerin
başlarının ise açık olduğunu doğrulamaktadır.] [313]
Sonuç olarak ilahî olan ve olmayan dinler açısından
başörtüsü kadın ve erkek için kaçınılmaz bir giyim biçimidir.
Hz. Nuh aleyhisselâm
buyurdu ki;
[“Gençlere
namus, kızlara hayâ, yaşlı kadın ve erkeklere akıl, feraset ve vakar, gelinlere
ise asalet.”][314]
Örtünme kimin için?
Örtünme kadın ya da erkeğin karşısındaki kimsenin şehvani
yönden uyarılmasının engellenmesi ve korunmak içindir. Örtünmesi, kadına bir
üstünlük sağlarken aslında kadının kendisinden çok erkeğin durumunu
etkilemektedir. Kapalı bir odada saçının açık olmasının ancak kendini aynada gördüğünde
bir değer ifade edeceği gibi “lunapark aynası” misali değer
kaybına neden olabilecek kimseler karşısında korunma kalkanı olarak emniyeti
için Allah Teâlâ kadının örtünmesini istemiştir.
Kadının örtünmesine karşılık erkeğin de kadına bakmaması
emredilmiş olup bu durum birbirine nispet edildiğinde erkeğin daha güç bir
sınavla karşı karşıya olduğu anlaşılmaktadır.
“Mümin erkeklere söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan
çevirsinler, mahrem yerlerini, korusunlar. Bu, onların arınmasını daha iyi
sağlar. Allah yaptıklarından şüphesiz haberdardır.”
Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini bakılması yasak olandan
çevirsinler, iffetlerini korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı
müstesna, açmasınlar. Başörtülerini yakalarının üzerine salsınlar. Süslerini
kocaları veya babaları ve kayınpederleri veya oğulları veya kocalarının
oğulları veya kardeşleri veya erkek kardeşlerinin oğulları veya kız
kardeşlerinin oğulları veya müslüman kadınları veya cariyeleri veya erkekliği
kalmamış hizmetçiler, ya da kadınların mahrem yerlerini henüz anlamayan
çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri süslerin bilinmesi için
ayaklarını yere vurmasınlar. Ey inananlar! Saadete ermeniz için hepiniz tevbe
ederek Allah'ın hükmüne dönün.” [315]
Kadın bakıştan daha az etkileneceği için “bakmama”
emri ilk olarak erkekten istenmiştir.
İkinci ayette ise kadının örtünme konusunda dikkatli olması ile erkeğe
karşı muhafazada olacağı ifade edilmektedir.
Örtünme konusunda son zamanlarda kadının yalnız saçının
örtülmesi anlaşılmakla birlikte aslında kadından istenen hem bedenen hem de
ruhen kendini korumasıdır.
Yani örtünme, yalnız vücudun değil ruhun da örtülmesiyle
gerçekleşir.
“Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini
korusunlar. Süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesna, açmasınlar.” [316]
İnsanın örtünmesi hususunda kadında ısrar edilmesi kadın
karşısında erkeğin aciz oluşundan kaynaklanmaktadır. Aciz kalan erkekte kadının safiyetini bozup kadına zarar
vermekten kendini kurtaramamıştır. Bu nedenle erkeğin bir saldırısı
olabilmektedir. Cinsel
saldırı, fiziksel, psikolojik ve sosyal etkileri nedeniyle en ağır travmalardan
biridir. Son yıllarda yapılan önemli sayıda araştırmalar cinsel travmanın
yaygınlığını ortaya koymakta ve cinsel saldırıyı toplumun ve bireyin önemli bir
ruh sağlığı sorunu haline getirmektedir.
[Meselâ
cevizin içini kabuğu örter. Cevizin içi ya çürük veya sağlam olur. Eğer çürük
olursa kabukta ayıp örtücülük manası olur ve eğer sağlam olursa, başkalarının
tecavüzünden korunması için yine o kabuk örtücü olur. Yani gizlilik
mertebesinde olan ve nazarlardan görünmeyen o sağlam içi örtmüş olur.] [317]
Genel popülasyon[318]
çalışmaları cinsel saldırıların ciddi boyutlarda olduğuna işaret ederken
saptanan bu olgular buzdağının sadece görünen kısmıdır. Halen cinsel saldırı
adli makamlara en az yansıyan gizli kalmış bir şiddet suçudur. Son yıllarda
travma sonrası oluşan ruhsal bozukluklar da en çok ilgi duyulan konulardan biri
olmuştur.
Onun için erkeğin bilinçaltındaki saldırı etkenini kadının
açığa çıkartmaması gerekir. Bu nedenle çok zaman huzur bozulmuştur. Huzurun
olmadığı ortamda iyilik ve kötülük vasfı kaybolur. İyiliğin ve kötülüğün
değersizleştiği toplum ilâhî gazabı celp eder.
Örtünmedeki sınır
Yukarıda anlatılanlar
ile kadının örtünmesi konusundaki sınır nasıl belirlenecektir. Bu sınırları ele
alacak olursak;
—Allah Teâlâ’nın
koyduğu sınır
—Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin koyduğu sınır
—Dinde ilim
sahiplerinin koyduğu sınır
—Kadınların ve
erkeklerin cinsleri açısından koyduğu sınır
—Toplumun ve örfün
koyduğu sınır
—Devletin koyduğu sınır
Bu saydıklarımıza başka
ilaveler de olabilir.
Erkek ve kadın kutsîliğin bireyleridir. Allah Teâlâ kadına
cazibe vermiş ve kapatmasını da yanında emretmiştir. Örtüdeki sınırıysa tek
parça [319]
elbise ile emretmiştir. Tek parça vahdetin (birliğin) temsili olduğundan ruhâni
yükselişin emâresidir. Örtü aslında bir olan Allah Teâlâ’nın kadında görülen
zuhurâtının ifnâsını sağlayan önemli bir eşyadır.
Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “her
nebi vefat ettiği mekânda defnedilmiştir” buyurduğu için kendisi de
Hakk’a yürüdüğünde kabir olarak Hazreti Aişe radiyallâhü anhanın hücresinde
yattığı döşeğin serili olduğu yerde sırlanmıştır. Hazreti Ebu Bekir radiyallâhü
anh Hakk’a yürüdüğünde Hazreti Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin yanında
sırlanmıştır. Hazreti Aişe radiyallâhü anha buyurdu ki;
“Hazreti
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ve babamın sırlandıkları [320] evime girerdim. Efendim ve babam der, dış elbisemi
çıkarırdım.”
Hazreti
Ömer radiyallâhü anh Hakk’a yürüyüp babasının yanına sırlanınca Aişe
radiyallâhü anha cilbabını giyinmeye başladı ona:
“Annemiz
“Şu
efendim, şu da babamdı Hazreti Ömer radiyallâhü anhdan hayâ ederek giyindim.”
İmamı Malik radiyallâhü anh şöyle söylemiştir:
Hazreti Aişe radiyallâhü anhanın
evi iki kısma ayrılıp bir duvarla bölünmüştü. Bu iki bölümden birinde kabir
vardır. Bir kısmın da Hazreti Aişe radiyallâhü anha bulunuyordu. Arada sırada
kabir tarafına geçerdi. Hazreti Ömer radiyallâhü anhden sonra da geçerdi. Fakat
bu defa üzerine bir örtü alıp ona bürünerek girerdi.
Yine Hazreti Fâtıma radiyallâhü
anha tesettüre son derece ehemmiyet verirdi. Vefat ettiği zaman yıkanmasında
iki kişinin bulunmasını (Esma binti Umeys ve Hazreti Ali Kerremallâhü veche) ve
küçük bir çadır içinde yıkanmasını, cenazesinin kimse tarafından görülmemesi
için geceleyin sırlanmasını vasiyet etmiş ve öyle yapılmıştır. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem onun bu hassasiyetine uygun olarak kıyamet günü
olunca perde gerisinden bir münadi şöyle seslenecek:
“Ey mahşer halkı gözlerinizi
kapayın Fâtıma bint-i Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem geçecek.”
[Züyyine
linnâs,[321]
hükmünce Allah Teâlâ’nın insanlar için bezediği şeylerden halk, nasıl
kurtulabilir?
Allah
Teâlâ; kadını erkeklere munis olmak üzere yarattı. Âdem nasıl olurda Havva’dan
ayrılabilir?
Kişi
yiğitlikte Zâloğlu Rüstem bile olsa Hamza’dan bile ileri geçse yine hükmetme
hususunda karısının esiridir.
Âdemî
sözlerinden âlemin sarhoş olduğu Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem bile “Kelliminî yâ Humeyrâ”
(Benimle konuş) derdi.
Gerçi
zâhiren su, ateşten üstündür; fakat bir kaba konunca ateş, onu fıkır fıkır
kaynatır.
İkisinin
arasında bir tencere, bir çömlek oldu mu ateş, o suyu yok eder, hava haline
getirir.
Görünüşte
su nasıl ateşten üstünse, sen de kadından üstünsün; fakat hakikâtte ona
mağlûpsun, sen onu istemektesin.
Böyle
bir hassa ancak âdemoğlundadır. Çünkü insanda muhabbet vardır. Hayvanın
muhabbeti azdır ve bu da onun nâkıs olmasından ileri gelmiştir.
Kadınlar, akıllı kişiye
galebe ederler, fakat cahil kişi onlara galip olur
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem dedi ki; “Kadınlar; akıllı kişilere
ehli dil olanlara fazlasıyla galip olurlar. Fakat cahiller, kadına galebe
ederler.” Çünkü
onlar sert ve kaba muameleli olurlar. Onlarda acıma, lütfetme, sevme azdır.
Çünkü tabiatlarında, yaradılışlarında hayvanlık üstündür.
Sevgi ve
acıma, insanlık vasfıdır; hiddet ve şehvetse hayvanlık vasfıdır.
Kadın, Hakk nurudur, sevgili değil... Sanki yaratıcıdır,
yaratılmış değildir! ][322]
İmam Şarânî Üstadı
Aliyyülhavas kaddese’llâhü sırrahu’l-azizden rivayet etti. [Hür kadının namazda
yüzünün ve elinin içinin açık olmasında, ariflere göre, Allah Teâlâ için büyük
bir ta’zîm vardır. Ariflerden biri buyurur ki, o Allah Teâlâ’nın huzurunda ve
korumasındadır. Hiç bir kimsenin, hiç bir şekilde başını kaldırıp, ona bakması
caiz değildir. Aslan yuvasındaki aslan yavrusu gibidir. İhramda yüzünü
açmasındaki sır da aynıdır. Çünkü o anda kadın, Allah Teâlâ’nın hususi
huzurundadır. Kadın namazda ve hacda yüzünün açık olması, kuş avladıkları
tuzaktaki yem gibidir. O halde, Allah Teâlâ’nın muhafaza ettiği, koruduğu
kimse, o huzuru yüce tutar ve namahrem [yabancı] kadının ve namaz kılan kadının
yüzüne, huzurunda bulunduğu Rabbine karşı edebi gözeterek, hiç bir zaman
bakmaz. Allah Teâlâ’nın şakî kıldıkları, bundan gafil olurlar. Bakarlar ve
Allah Teâlâ’nın cezasına müstahak olurlar. Buradan giderek, âlimler, kadınlar
ihram giyince, avam o, Allah Teâlâ’nın huzurunda iken, Ondan izinsiz, ona bakıp
cezaya çarpmasın diye, menâsik-i hac esnasında yüzlerine örtü koymalarını
emretmişlerdir.][323]
[Kadınların yüzlerinin fitne
ve kötülük için, en göze batan yeri olmasıdır. Yüzün ve namazda açılabilmesi
caiz olan diğer yerlerin açılmasının vâcib olması ve şerîatin sahibinin bunları
öngörmemesindeki sır, kadınların bu güzel örtü içinde, yüzlerinin açık
olmasının, ariflere Allah Teâlâ’yı hatırlatmasıdır. Onun, bunu kadınlara
emretmesi, kendisinden hayâ ettiğini ve Ona karşı edebli olduğunu iddia
edenlere, hüccetin ikamesi, iddialarının doğruluğunu ispatlamak ve huzurundaki
haremine bakana kızmak içindir. O halde kimi ona bakarken, kalbi ile Allah
Teâlâ’nın celâl ve cemâlini müşahede eder, kimi de fâsık gibi, namazda huzûr-i
ilâhide durmuş o temiz kadının yüzünden nefsine hırsızlıkla meşgul olur ve
Allah Teâlâ’nın, kendisini gördüğüne aldırmaz. Çünkü edeb sahibi, kadına
bakandan önce gelir. Bu da, âdetinin hilâfına yüzü açık olup böylece yanında
olanın murakabesi ile kendine gelir. Çünkü Allah Teâlâ’nın huzurundaki hür
kadın, aslan yuvasındaki, dişi aslanın yavrusu gibidir. Ve elbette Allah Teâlâ,
her misalden yüksektir.] [324]
Kadın örtünerek, günah
ve fuhuşa karşı kendisinin, erkeğin ve dolayısıyla cemiyetin ahlaki olarak
muhafazasını ve huzur ortamını sağlayacak şekilde hareket etmelidir. Duruma
göre kadın, örtüsüyle fitne unsuru olabilirken açılıp saçılmasıyla da büyük bir
günah bataklığına düşebilir. Onun için kadın, kendi örtünme sınırını
belirlerken dinin en güzel uygulayıcısı Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemin yaşadığı dönem ve sonraki raşid halifeler dönemindeki uygulama
sonuçlarını temel almalıdır. Yoksa kadının örtünüp açılması hususunda verilen
bireysel kararların sonuçlarının kadın ve erkek için genellikle yanlış olduğu
görülmüştür. Çünkü din koyucudur, bu bağlamda Allah Teâlâ örtünme üzerinde razı
olmadığı veya aşırı giden uygulamaların o zaman zarfında düzeltilmesi için
vahiy göndermiştir.
Kadının, örtünüp
açılmasındaki sınırı ancak kendi vicdanındaki Allah Teâlâ korkusu ile tayin
edebileceği unutulmamalıdır.
[Güzelliğini arz eden kadınınki de bir seçim, arz
edilen güzellik ve estetiğe bakan erkeğinki de. Eşyanın kaçınılmaz tabiatı. Shakespeare'in dediği gibi, "kadın bir gül gibi,
bir kez açıldı mı, yaprakları dökülmeye başlar."] [325]
[1970'lerde gerçekte seküler olan birçok kadın, Şah'a
karşı olduğunu göstermek için, saldırgan bir muhalefet bayrağı olarak,
tesettüre bürünmüştü. Franz Fanon, aynı mahiyette bir gelişmeyi 1950'lerde Fransız idaresini protesto
eden Cezayirli kadınlar arasında gözlemlemiştir.
Hakikat şu ki, halk içinde cazibesini teşhir eden bir
kadın, 'görsel bir cazibe hırsızlığı' olarak tabir
edilebilecek tacizden incinebilir bir konumdadır. Yani normal bir kadının böyle
bir ruha sahip olduğunu düşünüyoruz. Böyle bir hengâmede, onun tanımadığı
erkekler, rızası olmadığı halde kendisinden görsel ve erotik olarak zevk
alabilirler. Yani kadın istemese de karşılaştığı erkeklerin tatmin unsuru
durumunda kalır. İşte kadın, muhafazakâr giyinişiyle kendisini fiziksel bir
obje olarak sadece ailesine ve kadınlar meclisine gösterme iktidarını kazanır.
Bilhassa Modernizm kaosunun fırtınalı ikliminde, kullanışlı bir tür 'manevî
şemsiye' olarak hicap ve edebe yönelik bu yaklaşım, gelenek ve amaçtan
değil, erkeklerin görsel tecavüzünden ve lüzumsuz gösterişten özgürleşmiş bir
iffetli kadın vizyonuna işaret eder. Kadının, ataerkil sistemle erkek açısından
pasif bir obje konumuna düşürülmesine matuf feminist itirazın, objektif
yaklaşımla, hicap karşısında mağlup olduğu görülür.][326]
5— Temas-İlişki
Kadın erkek ilişkilerinde birbirleri ile görüşmelerinde ki sınır nedir?.
Kadın erkeğe ne kadar yakınlık göstermelidir?. Aile
ve toplum içindeki durumlar incelenir ve birçok sorunun nasıl oluştuğu araştırılırken
genellikle tensel ve ruhsal temasın ayrı ayrı incelenmesi gerektiği kanaatine
varılmıştır.
İnsanın anne karnına düşüşü, annesi ve babası ile ilk ilişkileri, daha
sonra varsa kardeşleri ile olan ilişkileri ile başlayan ten ve ruh temasları
onun şahsiyet gelişiminde büyük etkiler oluşturmaktadır. Karşı cins ile ilk etkileşimin başladığı buluğ döneminde ise
birey artık temastaki birleşme ve ayrılma gerçekliğiyle karşı karşıyadır.
Erkek ve kadın yakınlığı hususunda dinimizin koyduğu sınırlar esas alındığında
hayat yoluna emniyet şeridi dâhilinde devam edilecektir. Yoksa aklın; yaş, düşünce, bilgi gibi unsurlarıyla bazı
sınırları aşarak hareket edildiğinde birçok sıkıntıyla ve yine hayat boyunca
telâfisi mümkün olmayan sorunlarla karşılaşmak kaçınılmazdır.
Kadın-erkek ilişkilerinde ve yakınlaşmada bizim için en güzel örnek
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin koyduğu esaslardır. İnsanların zamanla O’nun
koyduğu sınırları zorlayarak bir yerlere gelme çabalarının sonucunda Müslüman
milletlerin aşağılık kompleksine düştükleri görülmektedir.
İlişkilerin
meşru ve gayri meşru olanlarının tayininde esas olan geçmişteki uygulamalardır.
Kuşaklar
arası çatışma
Hayat serüvenine doğumla başlayan insan, hayatı boyunca bir takım
gelişim dönemlerinden geçerek bu serüvenini ölümle noktalamaktadır. İnsanoğlu doğduğu
andan itibaren kendini bir topluluk içinde bulur. Toplum, insanı insan yapan,
inandığı değerleri belirleyen, davranış ve düşüncesini etkileyen bir gerçekliktir.
Doğumdan ölene kadar çeşitli şekillerde ve hallerde toplum içinde kendimizi
buluruz.
Çeşitli dönemlerde insan kendine bir sorumluluk
yüklerken başka bir döneme geçildiğinde bu sorumluluk fazlalaşır ya da eksilir. İşte bu farklar
ile de anlaşmazlıklar ve uyumsuzluklar oluşur. Bunun adına bir şekilde
çatışmada diyebiliriz.
[“Babam beni
anlamıyor”, “bizimkilerle geçinemiyorum”, “anne o senin zamanındaymış”...
Bu ve benzeri sözleri hepimizin ya zamanında sarf ettik, ya da –yaşları kemale
erenler için söylendi. Aynı mekânı paylaşan iki farklı kuşak arasında “anlaşılamama”
sorunu bu cümlelerde somutlaşır. Çok sık gerçekleşmedikçe “her evde olur
böyle şeyler” denilir ve nihayetinde büyüklerden birinin sarf ettiği “benim
yaşıma gelince anlarsın” cümlesiyle de tartışma bir sonraki krize kadar
sona erer.
Pekiyi, gerçekten onların yaşına gelince bir
şeyleri anlar mıyız?
Yaşanılan “anlaşılamama” sorunu,
yaşlanınca geçen bir şey mi?
Büyüdüğümüzde, nüfus kâğıdımız eskidiğinde “ebeveynlerimiz”
gibi mi oluruz?
“Kuşak çatışması” adını verdiğimiz bu
olguyu gençlerin ileride ebeveynlerine benzemeleriyle düzelecek bir anomali[327] olarak
görmenin yanlış olduğu aşikar.][328]
Bahsettiğimiz kuşak çatışması ile başlayan
anlaşılamama kadın ve erkek arasında atılacak temel dinamikleri sürekli
hırpalar. Durum sevgi yoksulluğuyla sonuçlanırken gerekçesiz bir şekilde yıkım
noktasına gelerek yeniden toparlanmada zorlanan ailelerde “suçlu kim”
sorusunun cevabı aranır. Bunun da cevabı yoktur. Çünkü toplumun gerçeğinde herkes suçlu
olduğu kadar haklıdır.
"Yaşlılar
artık kötü örnekler ortaya koyamayacak durumda oldukları için iyi öğütler vermeyi
severler." [329]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
karı-koca arasındaki hukukla ilgili sözlerini yeri geldikçe zikrettiğimiz için
burada çocukların büyüklere karşı alacağı tavırlar hakkındaki tavsiyeleri
hatırlatalım:
“Baba, cennetin orta
kapısıdır, dilersen bu kapıyı zâyi et, dilersen muhafaza et.” [330]
“Cennet, annelerin
ayakları altındadır.” [331]
“Küçüklerimize
acımayan, büyüklerimizin şerefini tanımayan bizden değildir.” [332]
Meşru İlişkiler
Toplumda kadın ve erkeğin
iletişimi kaçınılmazdır. Bu durum bütün devirlerde kısıtlanmaksızın
süregelmiştir.
[…..bir erkekle bir yabancı kadının tabii şartlarda konuşmasına, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ve Raşid Halifeler Döneminde bir sınırlama getirilmediği
anlaşılmaktadır. Hz. Âişe radiyallâhü anhanın toplumu ilgilendiren konularda
erkeklerle diyalogu vardı. Erkeklerden bazıları izin alarak onun huzuruna
girebilirlerdi. Her devirde olduğu gibi bu dönemde de evlere erkek veya kadın
misafirler gelmektedir. Bununla ilgili bazı uygulamalar hakkındaki rivayetler,
dönemin kadın-erkek ilişkilerine ışık tutacak özelliktedir.
Hz. Ömer, hilafeti
döneminde bazı kimselerin evlerine gidiyordu. Bir defasında Abdurrahman b. Avf
radiyallâhü anhın evine gelen Hz. Ömer'i, kocası namaz kıldığı için, evin
hanımı (örtünmüş olarak) içeri alır ve ona yemek ikram eder. Namazını
tamamlayan Abdurrahman da halifeye "hoşgeldin" der.
İslâm toplumunda kadın ve erkeğin bir araya
geldiği yerlerin başında ibadet mahalleri gelmektedir. Müslüman toplumların
bulunduğu hemen her yerde mescit ve camiler toplu ibadetlerin yapıldığı
yerlerdir. Kaynaklar Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem devrinde kadın
ve erkeklerin bu gibi yerlerde bir araya geldiklerini nakletmektedir. Ancak bir
rivayete göre Hz. Ömer radiyallâhü anh bir havuza uğrar, orada kadın ve
erkeklerin beraberce abdest aldıklarını görünce onlara vurmaya başlar. Sonra da
havuzun sahibine dönen Hz. Ömer radiyallâhü anh "bir pınar erkeklere, bir
pınar da kadınlara yap" der. Bu yasağı koyduktan sonra Hz. Ali
kerremallâhü vechenin de bu konudaki fikrini sorar. Hz. Ali, kendisinin idareci
olarak böyle bir yasağı koymaya hakkı olduğunu söyler. Hz. Ömer'in yaptığı
yeniliklerden biri de mescidde kadınlara ayrı bir kapı tahsis etmesidir. Hz.
Ömer bu kapıdan erkeklerin girmesini yasaklar. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellem devrinden itibaren mescide gidip erkeklerin arka saflarında ibadet
eden kadınların, daha sonraki dönemlerde (insanların hareketlerine dikkat
etmedikleri mülahazasıyla) bazı sınırlamalarla karşılaştıkları anlaşılmaktadır.
Gelen rivayetlerde, mescidde bir araya gelen kadın ve erkeklerin, namazdan önce
veya sonra birbirleriyle konuştukları belirtilmektedir. Bir defasında
erkeklerle konuşmaya dalıp sohbeti koyulaştırınca Hz. Ömer'in kadınları
mescidden çıkardığı rivayet edilmektedir.
Kaynaklar, Hz. Fâtıma
radiyallâhü anhanın ölüm döşeğinde kendisinin cenazesini kocası Hz. Ali
kerremallâhü veche ve Esma bint Umeys'in yıkamasını vasiyet ettiğini ve bu
vasiyetin yerine getirildiğini kaydeder. Esma bint Umeys, bu sırada halife olan
Hz. Ebu Bekir radiyallâhü anhın eşidir. Raşid Halifeler Devrinde, Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem devrinde olduğu gibi erkeklerin kadınlara selam
verdiklerini aktaran rivayetler bulunmaktadır.]
[333]
Toplumun dini konuda en hassas döneminde bu şekilde davranılması
bize bazı kısıtlama ve engellemelerin siyasî ve kültürel olgulardan
kaynaklandığını göstermektedir. Kadın ve
erkeğin ilişkisindeki sınırı, kişilerin ihlalleri ya engeller ya da geliştirir.
Bu durumlar ile bağlayıcı unsurlar olarak gösterilen şeyler ise gün itibarı ile
görecelidir zamana göre değişebilmektedir. Bugün için kültür, yarın için din ve başka bir zaman için de siyasî
engellemeler kadın ve erkek arasındaki
iletişimin sınırının belirleyicisidir.
Meşru Olmayan İlişkiler
Ailenin parçalanması,
kişilerin sosyal ve kültürel hayatlarının menfi yönde etkilenmesi ve meşru
ilişkilerin bozulması gibi sonuçlar doğurabilecek yakınlaşmalardan kaçınmak
insanın toplum düzeni için üzerine düşen mecburi bir görevidir. Bir ilişkinin toplum
tarafından razı olunmayacak bir hâle dönüşmemesi ve yine bu yönde alınacak
kararların toplumun ortak paydalarıyla örtüşmesi gerekmektedir. Birçok çiftin
akraba ya da büyükleri ile ilgili yaşanan sorunlar nedeniyle ilişkilerinin “zorlanması”,
meşru olmayan durumlar meydana getirmektedir. İlişkilerin bu duruma düşmesi “anlayışsızlık”
faktörünün etkisiyledir.
“Anlayış” kişinin karşısındakine değer
vermesi ve onu içinde hissetmesi olup bu ise sevginin en yüce zirvesidir. Bu hale en güzel örnek
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem efendimizdir.
Ebû Hureyre radiyallâhü
anhın anlattığına göre bir defasında kendisi açlıktan bitkin bir vaziyette
herkesin gelip geçtiği bir uğrak noktasına oturur. Oradan geçen Ebû Bekir
radiyallâhü anha Kur’ân-ı Kerim’den bir ayet sorar. Amacı Ebû Bekir'in,
açlığını fark ederek kendisini doyurmasıdır. Ancak Ebû Bekir radiyallâhü anh
durumu anlayamaz. Ömer radiyallâhü anh geçer. Ona da aynı amaçla Kur’ân-ı
Kerim’den bir âyet sorar. Ancak o da asıl maksadı çözemez. Derken Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem geçer. Kendisini gördüğünde gülümser. Kalbinden
geçeni ve yüz ifadelerini fark ederek,
"Ey Ebû Hureyre
beni takip et.", der.[334]
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin Ebû Hureyre'nin yüzüne bakıp tebessüm etmesi, onun yüz
ifadeleri ve tavrını okuyarak, maksadını anlamış olmasının bir göstergesidir.
Nitekim gülümsemesinin ardından, "Beni takip et."
demesi de, tebessümünün hangi bağlamda olduğunu belirlemektedir.
Karşımızdakini anlamak
hakikatin sırrına varmak demektir. Kadın ve erkeğin birbirlerini anlamaları
“gerçek insan” olma yolunda merhale kat ettiklerinin göstergesidir.
“Anlayışsızlık” kopukluk oluşturunca
ilişkinin meşruluğunu tartışılır hale getirir. Dinî ve kültürel bir gereklilik bile olsa iki kişi arasındaki
ilişkinin meşruiyet kazanması için karşılıklı onay gerekmektedir. İnsanlar belli bir noktadan
sonra aldıkları kararlarda genellikle fıtratlarının esiri olmaktan
kurtulamazlar.
Bu nedenle bir erkeğin veya kadının saygı göstermesi ile sevip saygı göstermesi
arasındaki farkı ayırt etmek gerekmektedir.
İlişkilerin meşruiyetini
oluştururken vicdanî kararların büyük hissesinin olduğu
unutulmamalıdır.
Meşru bazı
ilişkiler zaman ve şartlara göre gayri meşru kabul edilebilmekte olup bu tarz durumlardan
sakınmak gerekmektedir.
[Hz, Ömer radiyallâhü anh,
yabancı bir kadınla bir erkeğin başbaşa yalnız kalmalarını el-Cabiye'de yaptığı
bir konuşmada yasaklar. Hz. Ömer devrinde müslüman erkekler İslâm fetih hareketleri
devam ettiği için eşlerini bırakıp cihada katılmışlardır. Hz. Ömer; kocaları
askerde olan bu kadınların evlerine yabancı erkeklerin girmemelerini ister.
Abdurrezzak'ın bu konuyla ilgili kaydettiği
bir rivayete göre bu yasağı duyan bir erkek kalkar ve "benim kardeşim
(veya amcamın oğlu) cihada çıktı, ailesini bana tavsiye etti ve ben onların
yanına giriyorum" der. Bunu dinledikten sonra Hz. Ömer radiyallâhü anh
bu adama, bu ailenin ihtiyaçlarını evlerine girmeden de giderebileceğini "kapıda
durup ihtiyacınız var mı? Bir şey istiyor musunuz? diye sor" diyerek
açıklar.
Kadınlarla laubali şekilde
konuşmaya dalmanın Hz. Ömer radiyallâhü anh tarafından hoş karşılanmadığını
bilen bir adam, kendi hanımlarıyla sohbet etmekte olan bir erkeğin kafasını yarar.
Durum Hz. Ömer'e aksettirilince vuran adam, olayı yanlış anladığını ve
kadınların, o adamın eşleri olduğunu bilmediği için vurduğunu söyler. Bunun
üzerine Hz. Ömer radiyallâhü anh;
"Ey vuran adam sana
Allah acısın. Ve ey dövülen kişi sana da Allah için bakan bir göz isabet
etmiş" der. Hz. Âişe'nin, kendi ailesi içinde namahrem olan erkeklerin,
ailenin kadınlarının yanına rahat girmelerini sağlamak için erkeklere,
kadınların sütlerinden verdirdiği ve böylece (sütkardeşi olup evlenmeleri haram
olduğu için) rahat ilişkilerin kurulduğu nakledilmektedir. ] [335]
Burada kadın ve erkeğin birbirlerinden kopacak bir hayat tarzı içinde
olmamaları gerektiği üzerinde durulurken aynı zamanda suiistimallere karşı da
uyarı söz konusudur.
6—Cinsellik:
Cinsellik,
birliğin bedenen ve ruhen eylem haline geldiği haldir. Zahiren ve batınen
vuslatın tecelli ettiği dünya nimetlerindeki manevi hazların oluşmasıdır.
[İbn’ül-Arabî
cinsellik ve aşk yaşantılarını değerlendirirken, özdeki sevgi yönelimi ile
açıklar. O, cinselliği bir erkeğin kadına karşı sevgisini, insanın hem kendi
parçası, yani özdeki bütünlüğün bir uzanımı olan insana, hem de bu özü insana yükleyen
Allah Teâlâ'ya karşı sevgisi olarak açıklar.[336]
Buna
göre, insan-insan(erkek-kadın) ve
Allah Teâlâ-insan arasındaki sevgi ve bütünleşmenin yolu, cinsler arası
ilişkilerdir. O halde insanın var olan ayrımın yerine, bütünleşmeyi gerçekleştirmesinin en
önemli yolu, kadın ile erkeğin cinsel birliktelik oluşturmalarıdır. Bu durum
Fusûs'ta şöyle ifade edilir:
"... Vuslatın en büyüğü ise kadın ile erkeğin çiftleşmesidir." [337] Ancak
burada kastedilen sınırsız, sorumsuz ve nikâhsız bir cinsellik olmayıp, Allah
Teâlâ'nın koyduğu sınırlar çerçevesindeki bir birlikteliktir.[338]
Ayrıca, bu cinsellik, salt hayvanî arzuları tatmin edip aşkınlığa yol açmayan
bir süreç de değildir. Yaşanılan cinsellik ve aşkın ruhunu kavramak gerekir.
Bu da, bu mutluluğu gerçekte aşkın kılabilecek bir düzlemde yaşanılan cinsellik
olarak anlamamız gerektiğini açıklamaktadır.][339]
İmmanuel Kant,
“Kadınsız bir erkeğin yaşamdan haz alması, erkeksiz bir kadının da
ihtiyaçlarını tatmin etmesi imkânsızdır.” Dedi. Ama hepsinden de
önemlisi, cinsel çekim hakkında söyledikleridir: “büyük bir duyusal haz,”
“özel bir haz türü” ama “gerçekte ahlâkî aşkla ortak hiç bir
yanı yok.” [340]
Hayatta önemli bir yeri
olan cinsel ilişkinin istenilen sıcaklıkta,
sıklıkta, kalitede olmayışı karı koca ilişkilerini etkilemektedir.
“….size
halâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâh edin ve eğer bu surette
adalet yapamayacağınızdan korkarsanız o zaman bir tane veya cariye alın,
ağmamanız için bu daha uygundur.” [341]
Kudame Bin Muhammed, Muğire Bin Abdurrahman Bin Haris
el Mahzumi’den; Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdu ki; “İman
etmiş kadına ayda bir sefer cinsi münasebet yeterli gelir.” Zeyd
Bin Eslem, Ömer radiyallâhü anh’den rivayet ediyor;
“Müslüman kadına, her temizlik döneminde bir defa cinsi münasebet
kâfi gelir.” [342]
[Hz. Ömer radiyallâhü
anh, Medine’de bir gece teftiş için dolaşırken bir kadının şöyle bir şiir
okuduğunu duyar:
“Karanlıktı
bu gece ve çok uzadı.
Oynayacağım
dostum yok, bu beni duygulandırdı.
Yerini
tutacak başka şey yok.
Allah
korkusu olmasaydı,
Bu
yatak şimdi her tarafından sallanırdı”
Bunun üzerine ertesi gün kadını çağıran Hz.
Ömer radiyallâhü anh halini hatırını sorar ve onun kocasının cihada katıldığını
öğrenir. Hz. Ömer radiyallâhü anh, kadının kocasının dört aydan beri Medine’de
olmadığını öğrendikten sonra, kadına gece söylediği şiirin ne anlam ifade
ettiğini sorar. Kadının niyetinin kötü olmadığını öğrenince, kadına nafaka
tahsis eden Hz. Ömer, bir de ona arkadaşlık edecek bir kadın gönderir.[343]
Bu olaydan sonra Hz. Ömer radiyallâhü anh,
evli bir kadının kocasının yokluğuna ne kadar süre tahammül edebileceğini kızı
Hafsa radiyallâhü anhaya sorar. Hafsa üç veya azami dört ay diye fikrini
açıklar. Hz. Ömer radiyallâhü anh bunun üzerine askerlerin dört aydan fazla
cephede tutulmamasını komutanlarına ve valilere bildirir.[344]
Hz. Ömer radiyallâhü anhın komutanlara evli
erkeklerin eşlerini fazla ihmal etmemeleri için onlara, dönmelerini istediğine
dair mektubunda, kadınların mağdur olmaması için dönmeyen erkeklerden nafaka
almayı veya eşlerini boşamalarını istediği kaydedilmektedir. Esasen Hz. Ömer
radiyallâhü anhın eşiyle cinsel ilişkiye girmeyen erkeklerin eşlerinden
ayrılmalarını istediği de bilinmektedir. [345]
Hz. Ömer radiyallâhü
anhe gelen bir kadın kocasının çok ibadet ettiğinden bahseder. Bunu
memnuniyetle karşılayan Hz. Ömer, kadını asıl şikâyetinin ne olduğunu anlamaz
veya anlamak istemez. Yanında bulunan Ka’b b. Sivar radiyallâhü anh, kadının,
kocasının kendisiyle meşgul olmadığından şikâyet ettiğini söyleyince Hz. Ömer “Bu
meseleyi sen çöz” der.
Ka’b, kocanın, eşine
dört günde bir gün ayırması gerektiğine karar verir. Bunu, erkeğin dört
kadınla evlenebileceği düşüncesiyle bağlantılı olarak çözdüğünü açıklar.[346]
Bir kadın, kocasının
kendisiyle az beraber olduğundan şikâyet edince erkek Hz. Ömer radiyallâhü
anhın bu konuda verdiği hükme uymayı teklif eder. Kadın bunun ne olduğunu
sorunca erkek, bunun her temizlik döneminde kocasının eşiyle bir defa cinsel
beraberlikte bulunması durumunda hakkını ödemiş olacağını açıklar. Bunun
üzerine kadın, “İnsanların hepsi Ömer’in hükmünü terk etsinler. Sen ve
ben ise onu uygulayalım, öyle mi?” der.[347]
Hz. Ömer’in cinsel
organı yerine hanımının arkasına yaklaşan bir erkeği dövdüğü rivayet edilmektedir.[348]
Cahız, Hz. Osman
radiyallâhü anh döneminde yaşamış Hubba isimli bir kadının, cinsel ilişki
konusunda bazı bilgiler aktardığını ve genç kızlara bu konuda öğretmenlik
yaptığını açıkça kaydetmektedir. Raşid Halifeler devrinde toplumda cariyelerin
çokça bulunması beraberinde bazı problemler de getirmişti. Erkekler onlardan
çocuk sahibi olmamak için genelde azil-korunma yapmakta idiler. Bunun Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem döneminden de örnekleri bulunmaktadır.[349]
Hz. Ali kerremallâhü
vecheye bir adam gelerek “Eşimle her cinsel beraberliğimde bana “Beni
öldürdün” diyor” der. Bunun üzerine Hz. Ali kerremallâhü veche
“Sen onu öldür, günahı
bana gelsin” diye cevap verir.[350]
Raşid Halifeler
döneminde kadınların erkeklere göre daha çok olduğu bu sebeple yaşlı
erkeklerin genç kızlarla evlendikleri, bunun sonucunda da genç kadınların
cinsel tatminsizlik yaşadıkları anlaşılmaktadır.[351] ][352]
Aziz Mahmud Hüdâyî’nin
şeyhi Üftâde kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz haftada bir kere buluşmasını uygun
görmüştür.
Bu rivayetlerden
anlaşıldığı üzere kadının bir aylık periyotlar içinde adet ördüğü günler
dışında (en az 3, en fazla 10) kalan zaman diliminde kocası ile buluşması ve bu
konuda anlaşarak ve birbirleri hakkında sınırları tecavüz etmemeleri
gerekmektedir.
Yapılan araştırmalarda
erkeğin düzensiz cinsel hayatı ile ruhsal durumunun daha vahim hale geldiği
görülmüştür.
Cinselliğin sorun
haline geldiği durumların çözümleri için ailelerin doktora zamanında başvurmaları,
eğer sağlık sorunu yoksa psikiyatrlara başvurarak destek almaları konusunda
hassas davranmaları gerekmektedir. Bu konuda yetersiz ya da huzursuz ailelerde başka
sorunların da baş göstermesinin kaçınılmaz olduğu düşünülerek gerekli
tedbirlere mutlaka başvurulmalıdır.
7—Beklenti
sorunu
Cahil insanların, hayata
dair hemen her konuda kendilerine belirledikleri cahilâne ölçüleri vardır. Bu ölçülerin ortak özelliği ise, her birinin sadece dünyevi
menfaatleri en fazlasıyla elde edebilme üzerine kurulmuş olmasıdır.
Birbirlerini, manevi güzelliklerini, ruhlarındaki derinliği, ahlak zenginliğini
görüp sevecekleri birer nimet olarak değil; yüksek derecede çıkar sağlayabilecekleri
bir menfaat aracı gibi görürler. Bu nedenle de dostlarını, arkadaşlarını ve hatta hayatlarının sonuna
kadar birlikte olacakları eşlerini seçecekleri zaman
dahi, öncelikle bu ölçülerin olup olmadığına bakarlar. Bu kimselerin manevi
özellikleri çıkara dayalı niyetler taşır.
Mesela karşılarındaki
insanın; iyilikseverlik, fedakârlık, olgunluk, hoşgörü, affedicilik, mülayimlik,
yumuşak başlılık, anlayış, uzlaşı ya da çalışkanlık gibi özelliklere sahip
olmasını isterler.
Çünkü bu özelliklerin her
biri, kendilerine fayda sağlayabilecek tavırlardır. Kendileri sinirlenecek, ama
karşılarındaki insan her ne olursa olsun, sorun çıkarmayacaktır. Alttan alacak,
anlayış gösterecek, hatta bu kişinin tüm olumsuz yönlerini görmezden gelip
idare edecektir. İşte rahat yaşamak ve karşı taraftan menfaat elde etmek adına
kimi insanlar dostluklarında bu gibi manevi özellikler de ararlar. Ancak
bunların hiçbirini, gerçekte bu özellikleri değerli gördüklerinden dolayı
istemezler. Beklentilerine
karşılık bulmaktan başka hedefi ve yine kendisi için menfaatlerinden başka
hiçbir şeyin değeri olmayan bu gibi kimselerin nasıl bir ahlaka sahip
olduklarını ve durumun vahametini düşünmek gerekir.
Kişilerarası ilişkide beklentinin olmaması esastır. Hangi konu olursa olsun insanı yıkan beklentidir. Aile huzurunun sağlaması için insanın beklentilerinden, çeşitli
özgürlüklerinden ve güçlü içgüdülerinin tatmininden büyük ölçüde vazgeçmesi gerekmektedir. İsteklerini yeterince karşılayamadığı gibi yaşantısını meşru
kılacak kaçış alanlarını da sağlayamayan “beklenti insanı” içgüdülerini
yadsımak zorunda kaldığından mutsuzdur ve bu mutsuzluğundan kurtulabilmek için
kendisini çıkmaza sokacak meşru olmayan yollara müracaat eder.
Mesela, aile konusunda beklenti karı ve kocanın kendi paylarına
düşen sorumlulukları ve beşeri yönleri ile olması gerekenlerin sınırı tayin
edemeyerek yüklenme denilen iticilikten kurtulmayınca kavgalar ve gürültüler
aile hayatını sarsmaya başlar. Bu durum vahimleştiğinde boşanmanın oluşması
kolaylaşır.
Aile konusunda; karı ve kocanın kendi paylarına düşen sorumlulukları
ve beşeri yönleri ile olması gerekenlerin sınırını tayin edemeyerek,
birbirlerine yüklenmeleri ve bununla birlikte başlayan kavga ve gürültüler yine
birbirlerinden beklenti içerisinde bulunmalarının aile hayatını sarsan bir sonucudur.
Neticeyi başkalarından bekleyen insan huzursuz olacaktır Fakat zorunlu sebepler
denilen fıtratın gereği, insan sonuçta kavuşması gereken şeyi istemese dahi
bulur. Çünkü kader kanunları gereği iyilik iyiliği, kötülük kötülüğü çeker.
Her şeyin bir karşılığının olduğu ve yine en son karşılığın ahrette olacağı düşünülerek beklentiden
kurtulmalı ve böylece yapılması gereken bireysel vazifeler yerine
getirilmelidir. Bu hali kazanmanın insanın mutluluğundan başka bir sonucu olmayacaktır.
Mazlum ve mağdur olmak istenilen bir şey olmamakla birlikte aile kurumunda en
son sınıra kadar dayanmak gerektiği düşüncesiyle hareket edilmelidir. Bunu
başarmak ise “beklenti” belirtilerinden uzaklaşmak ile olur.
Çok sevdiğinde karşısındakinden de aynı derecede sevgi görmek
gibi ve daha birçok duygusal beklentiler içerisinde olan kimi insanlar çoğu
zaman hayal kırıklığına uğrarlar. Kişi karşısındakinin kendisiyle aynı anda aynı duyguları
hissedip paylaşmasını beklese de gerçek hayatta bu istek hayalin ötesine
geçemez.
Allah Teâlâ kullarını gerek ruhsal, gerekse fiziksel yönden
apayrı yaratmışken kişinin bu konudaki hayalperestliği üzüntüden başka bir şey
getirmeyecektir.
[Sevgililerinin kendileri için değeri olmadığını
düşündükleri zaman sararan kadınlardır; sevgilileri için bir değeri olmadığını
düşününce sararan erkeklerdir. Burada bütün kadın ve erkeklerden söz ediliyor.
Güvenin ve güç duygusunun insanları olarak bilinen böyle erkekler
hırslandıkları zaman utanıp kendilerinden şüphelenirler; bununla birlikte böyle
kadınlar kendilerini hep zayıf, erkeğe vermeye hazır olarak hissederler, ama
tutkunun istisnai durumunda gururlarını ve güç duygularını gösterirler... “bana kim layıktır?” diye
soran.][353]
[Durum bir dağa benzer ve bizim fiillerimiz
de, o dağa karşı bağırmak gibidir. Meselâ bir kimse dağa karşı "Efendim!"
diye bağırsa, dağdan "Efendim!" diye o sesin aksi gelir ve
eğer "Eşek!" diye bağırsa, dağdan da "Eşek!"
aks-i sadâsı gelir.] [354]
[Şimdi 43 yaşında olan reklam yazarı Laura Doyle,
kendisinden on yaş büyük Internet tasarımcısı eşi John Doyle ile yıllar sonra
yeniden mutlu olabilmelerini "kocasına teslim olmanın"
sağladığını söylüyor. Hem de onun bahsettiği teslimiyet, cinsellikten
duygusallığa uzanan çok geniş yelpaze:
"Bütün gayeniz
kocanızı memnun etmek olsun, kendiniz için bir beklentiniz olmasın!" diyor esasen kadınlara.
Laura'nın hikâyesi, ondan on üç yıl önce, Laura ve John Doyle'un evliliklerinin
dördüncü senesinde başlıyor. Bir şeylerin yolunda gitmediğini fark eden ve son
çare olarak grup terapileri ile Amerikalıların buluşu, tipik "evliliği
kurtarma" seansları arasında koşturan Laura, buradan da bir sonuç
alamayınca, en nihayetinde esas yöntemin büyükannesininki olduğuna karar verir.
Mutlu bir evliliğe giden yolun, kocasının söylediği her şeye "evet"
demekte saklı olduğunu keşfeder. Bu büyük keşiften itibaren, ilişkilerindeki
her şey tam tersine dönüyor. Terapistlerin sürekli yinelediği "sorunları
konuşup tartışarak çözümleme"nin büyük bir yalan, ilişkide sözü
geçer bir birey olarak ayakta kalmaya çalışmasının baştan kaybedilmiş bir savaş
olduğunu görüyor çünkü. İhtiraslarını bir tarafa bırakıp yaşayarak bulduğu bu
yeni metot, önce Laura'nın evliliğini kurtarıyor. Sonra da Laura, başka mutsuz
kadınlara tutku ve aşk dolu evliliğin ipuçlarını vermeye yöneliyor. Hem de
feminist yaratıkların "kölelik" olarak gördüğü bu yöntemi,
ülkenin dört bir yanında yoğun bir ilgiyle karşılanan seminerleri ve
Internet'teki sitesiyle de süsleyerek. Laura'nın kendi imkanları ile bastırıp
elden ele dağıttığı (The
Surrendered Wife: A Practical Guide to Finding Intimacy, Passion and Peace with
Your Man) “Kocasına Teslim Olan, Kadın:
Erkeğinizle Yakınlık, Tutku ve Barış Sağlamaya Giden Pratik Yol" adlı kitabı, binlerce
ABD'li kadının ardından giderek dünya kadınlarının da elkitapçığı olma
yolundadır.
ABD'de birçok çiftin evliliğine sihirli bir değnek
gibi dokunan kitabın elde ettiği başarı kabul etmez bir durumdadır. Laura,
konuyla ilgili seminerlere de başlamıştır. Bu seminerlerin falda ve etkisi
hususunda ise, cevap Laura Doyle'un izinden gidip evliliğinde mutluluğu
yakalayan "kocasına teslim olmuş" kadınlardan geliyor:
Carole Fitzgerald "Bu seminerler sonrasında
farkına vardım ki aslında evliliğimdeki en büyük sorun, benmişim" diye
anlatıyor. Evliliğinin bir batağa saplandığını görünce, bir arkadaşının
tavsiyesi üzerine Laura Doyle'un seminerine katılmış ve hayatı değişmiş.
Bayan Fitzgerald "Olaylara başka bir açıdan
bakmayı öğrendim. Kocamı olduğu gibi kabullenip ona her anlamda güvenmem
gerektiğini kavradım" diyor ve ekliyor: "Bir zamanlar
aşık olduğum bir adamı değiştirmeye çalışmam çok saçmaydı aslında."
Laura Doyle'un "Huzurlu" bir
evlilik ile ilgili "Deneme yanılma" metoduyla elde
ettiği tespitleri:
"Eğer kendinizi kocanızdan daha üstün görüyor;
kocanız söylediğiniz her şeyi yaptığı takdirde sorunların biteceğine inanıyor,
ya da o küçük bir erkek çocuğuymuşçasına anne tavrı takmıyorsanız Laura Doyle'a
göre sizin de eğitilmeniz gerekiyor. Çünkü bu seminerler sizin yeniden beraber
gülebilmenizi; para konusunda tartışmaların son bulmasını; dahası yeniden
kocanızla büyük bir aşk yaşamanızı sağlayacak! Laura Doyle öyle diyor. Yine de
Laura, kendini hâlâ bir feminist olarak tanımladığını söylüyor üstelik, ve
açıklıyor:
"Çünkü teslim olmak
demek; erkeğin kölesi olmak anlamına gelmiyor. Feministlikte gaye kadının,
menfaati, huzuru ise bunlar fazlasıyla sağlanıyor "
"Hayatım boyunca
John'a ne yapması gerektiğini söyledim. Ama ben üsteledikçe, o kendisini geri
çekti ve isteklerimin tam tersini yapmaya başladı."
“Kocanızın hayatına
müdahale etmeyin; fiziksel, finansal ve duygusal denetimi tamamen ona bırakın;
düşüncelerine saygı gösterin; kendinizi ifade ederken ona baskı uygulamayın; ve
size gösterdiği ilgiyi takdir edin, aldığı hediyeleri coşkuyla karşılayın...”
Ancak Laura'nın sözünü
ettiği "teslim olunası erkekler"in tacizkâr, sapık ya da
dengesiz olmaması gerekiyor. Size ya da çocuğunuza fiziksel şiddet uygulayan,
uyuşturucu bağımlısı, güvenliğinizi tehdit eden ya da sadece güven hissi
uyandırmayan erkeklerden uzak durmanızı tavsiye ediyor Laura. "BU
TARZ ERKEKLERE 'TESLİM OLMAK' BİR YANA, ONDAN DERHAL AYRILIN" diye
uyarıyor. Karar bu noktada size kalmış.
"Boşanma oranlarının
böylesine arttığı bir dönemde Laura sayesinde evliliğimi kurtardım" diyenlerin sayısı hiç de
az değil. Tek yapmaları gereken ise, kocalarına sonsuz bir güvenle kendilerini
bırakmak.][355]
Allah Teâlâ buyurdu ki; “Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence
türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve
konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma tutkusu' dur. Bir yağmur örneği gibi;
onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir,
bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir.
Ahirette ise şiddetli bir azap; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza)
vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir.” [356]
8—Kıskançlık
Kıskançlık, insanoğlunun en tabii duygularından biridir. Kıskançlık,
sevilen birinin başkası ile paylaşılmasına katlanamamaktır. Ayrıca kıskançlık,
beklenen ilgi, sevgi ve şefkat eksikliğine karsı verilen doğal bir yanıttır.
Bireyin sakladığı kızma duygusu, gücenme olarak da tanımlanabilir.
[Kıskançlık davranışı da bir yönüyle cimrilik ve bencillik davranışlarıyla
örtüşür. Çünkü bir anlamıyla kıskançlık, elden kaçırmak ve yoksun kalmak
korkusuyla işlevsel bir davranıştır.[357] Kıskanan insan
başkasında olanı onun kaybetmesi yahut zarar görmesi pahasına da olsa
isteyebilmektedir. Kur’ân-ı Kerim’deki Yusuf aleyhisselâmın kardeşleri tarafından
kıskanılması olayı buna örnek olarak verilebilir.[358]
Adler,
kıskançlığın temelinde derinliğine ve güçlü bir aşağılık duygusu yattığını
söyler.[359]
Buna göre kıskanan kimse, eksiklik duygusu ve kıskanılan özelliğe sahip olma
yönelimi ile hareket ettiğinden, kendi çıkarını önceleyen, benliğini öne
çıkarma eğiliminde olandır. Bundan ötürü kıskançlık ben-merkezcil ve hastalıklı
bir yönelimdir.
Kur’ân-ı Kerim bu düzlemdeki bir kıskançlığı, şu ayette de görülebileceği
üzere, olumsuz bir yönelim olarak değerlendirir ve yapılmamasını ister:
“O halde Allah’ın kimilerinize diğerlerinden daha fazla bağışladığı nimetlere göz dikmeyin. Erkekler kendi
kazançlarından bir fayda sağlarlar, kadınlar da kendi kazançlarından...Bu nedenle lutfu(ndan
size bahşetmesini) Allah’tan dileyin; şüphesiz Allah, her şeyin tam bilgisine maliktir.” [360]
Kur’ân-ı Kerim başkalarını kıskanmak ve ellerinde olana sahip olmak
yerine, o nesnenin veya özelliğin var edicisi olduğuna inanılan Allah’a
yönelmeyi ve ondan istemeyi ve paylaşımı öngörmektedir. Nitekim inanan bireyin
ruh sağlığı açısından bu davranış hem daha olumlu, hem de bu yüzden stres
yaşamasının engellenmesi bağlamında önemlidir.][361]
Duygusal kıskançlık/cinsel
kıskançlık
Kıskançlığın en
önemli belirleyicilerinden birisinin “durumsal değişkenler” olduğu
gerçeğinden yola çıkılarak yapılan bir sınıflandırmaya göre kıskançlık ikiye
ayrılır; duygusal ve cinsel kıskançlık.
Cinsel
kıskançlık, bireyin eşinin bir başkasıyla cinsel beraberlik yaşadığını
bilmesi ya da bundan şüphelenmesi sonucunda yaşanan kıskançlıktır.
Duygusal
kıskançlıksa, bireyin eşinin bir başkasına duygusal olarak bağlandığını
bilmesi ya da bundan şüphelenmesi durumunda ortaya çıkan kıskançlık türüdür.
Duygusal ve cinsel kıskançlığın
tetikleyicileri
Cinsel kıskançlığı
tetikleyen, yani, eşin bir başkasıyla cinsel beraberlik yaşadığını açığa
çıkaran ya da bu yönde bir kuşku doğmasına yol açan davranışlar şu şekilde
sıralanabilir;
1—Çiftin cinsel
yaşamının “özel”liğine aykırı olan bazı fiziksel işaretler (eşin bir başkasıyla
fiziksel yakınlığa girdiğine işaret eden bir koku).
2—Cinsel
aldatmayı açığa vurma (eşin bir başkasıyla cinsel beraberlik yaşadığını itiraf
etmesi).
3—Cinsel yaşamın
alışılmış sıklığının ve biçiminin değişmesi (eşin farklı cinsel deneyimler
teklif etmesi).
4—Artan cinsel
ilgi ve duyguların abartılı bir şekilde açığa vurulması (eşin daha sık
cinsellikten konuşması, her zamankinden daha sık sevgisini dile getirmesi).
5—Cinsel
isteksizlik ve sıkılma (eşin her zamankinden daha az cinsel yakınlaşma başlatması)
Duygusal
kıskançlığı tetikleyen yedi davranış vardır. Bunlardan aşağıda sıralanan ilk
üçü “ilişkisel yakınlığın azaldığı” na ve geriye kalan dördü de “eşin
iletişimsel özelliklerinin değiştiği” ne işaret etmektedir:
1—İlişkisel
doyumsuzluk ve aşkın yitimi (eşin başkalarıyla da görüşmek istediğini
belirtmesi).
"Duygusal olarak bağlı olduğumuz kişinin yerimize
başka birini koyduğunu gördüğümüzde ait olma duygusunu ve olumlu benlik
anlayışımızı kaybetme tehlikesi yaşarız. Bu da kıskançlığın ortaya çıkmasına
yol açar. Yine bazı insanlar diğerlerine göre daha fazla kıskançlık yaşarlar.”
2—Duygusal
ihmal (eşin özel günleri unutması ve sevgisini dile getirmemeye başlaması).
3—Beraber
zaman geçirmede isteksizlik (arkadaş toplantılarına eşini davet etmemeye
başlama).
4—Pasif
reddetme ve düşüncesizce davranışlar sergilemeye başlama (kaba davranışlar
sergileme, daha az sevgi-saygı gösterme).
5—Öfkeli,
eleştiriye dayalı ve sorgulayıcı iletişime girme (eşin sık sık yıkıcı
eleştirilerde bulunması ve tartışma çıkarmaya çabalaması).
6—Belirli bir
birey hakkında konuşmaktan kaçınma (eş ile o kişi arasında bir ilişki
olduğu kuşkusuna yol açtığı belirtiliyor).
7—Suçlu ve
kaygılı bir iletişim tarzı benimseme (aşırı gergin davranma ya da çok
hoşgörülü ve affedici davranma).
Her iki
kıskançlık türünü de tetikleyen iki davranış türü ise; “kayıtsız
(apathetic)[362] iletişim”
ve “üçüncü bir kişiyle kurulan iletişime işaret eden davranışlar”.
Kayıtsız
iletişimde, eş ilişkiye kayıtsız kalmakta, duygusal ve cinsel anlamda eşinden
uzaklaşmaktadır. Bunun yanında, eşin üçüncü bir kişiyle anılması ya da bireye
bir başkasının adıyla hitap etmesi gibi durumlar da her iki tür aldatmayı
tetiklemektedir.][363]
Kıskançlıkta kadın-erkek farkı
[Kadın ve erkek kıskançlığı farklı
algılar ve farklı tutumlar sergiler:
"Kadınlar kıskançlık
duygularını kabul ederken, erkekler genellikle inkâr ederler.
Kadınlar eşlerinin bir başka kişiyle
duygusal yakınlaşma olmadan sadece cinselliği yaşamalarını, ilişkilerini
sürdürme uğruna katlanabilirken, erkeklerse eşlerinin cinsellik olsun ya da olmasın
karşı cinsi beğenmelerini bile kıskanırlar.
Ayrıca kıskançlık ortaya çıktığında
kadınlar genelde kendilerini suçlarken, erkekler kıskançlıklarından dolayı
tipik olarak eşlerini veya üçüncü kişiyi suçlarlar."] [364]
“Öz”lük “Üvey”lik “ortaklık” Sorunu
Kadın hayatını etkileyen en
büyük sorunlar; “öz”lük “üvey”lik ve paylaşım
içerisinde olduğu başka kadınların bulunmasıdır. Bu kadının yaratılışında
Allah Teâlâ tarafından konulmuş bir özellik olduğunu kabul etmek zorundayız. Tarihi
açıdan incelendiğinde kadının bu konuda hatalara düştüğünü ve çözüm üretmede zorlanıldığını
görmekteyiz. Öyle ki dini faktörlerin dahi yetersiz kaldığı sorunların çözümü
için şahsiyet geliştirici etkenlerin devreye sokulduğu durumlarda bile erkeğin
aciz kaldığı söylenebilir.
Örnek insan Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selemin aile hayatında dahi “öz”lük
“üvey”lik “ortaklık” la
ilgili sıkıntıların olması fakat O’nun bu konuyu idare, sukut ve sabır ile
geçiştirmesi ve konuyla direk ilgili ayetlerin son döneme kadar gelmeyişinden
yola çıkarak “öz”lük,
“üvey”lik, “ortaklık” kadın için noksanlık olmayıp fıtratının
bir gereğidir diyebiliriz. Bu halden kadınların kurtuluşu da
yoktur. Kadın aklının bu konularda hislerine kurban olduğu bir hakikattir. Hz.
Mevlana kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz buyurdu ki;
[Hz. İsa’nın benimsediği yol, yalnızlığı tercih etmek ve arzuları körleştirmek için çalışmaktı. Hz. Muhammed’inki ise, insanlarla
birlikte yaşamak, kadın olsun erkek olsun, onlardan gelecek sıkıntı ve zahmetleri göze almaktır. Bunlar arasında evliliğin yükü, kadının giyim kuşam masrafları gibi, hatıra gelen gelmeyen birçok
zorluklara katlanmak da söz konusudur. Muhammed’in yoluna gidemiyorsan İsa’nın yoluna git de bir uğurdan mahrum kalma.][365]
“Öz”lük,
“üvey”lik “ortaklık”
sorunu ve kıskançlık noktasında büyük çileler çeken Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selemin bu konuda yaşadığı son olayın anlatıldığı aşağıdaki kıssa bu
durumun çözümüne açıklık getirecektir. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selem beşerilikten ayrılmadığı gibi çocuklarının,
hanımlarının ve diğer arkadaşlarının da beşerilikten sıyrılmalarını beklememiştir.
O, kadın ve erkek cinsinin fıtratını çok iyi biliyordu. Öyle ki kıskançlıkta
ileri giden ne Hz. Aişe radiyallâhü anha ve ne de öteki zevcelerine baskı yaptı.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selem kendisini sıkmadan,
kahretmeden Hz. Aişe radiyallâhü anhanın fıtratına icabet ederken yine
kendisine bir külfet olan kıskançlıklarını zevcelerinin kadınlığa mahsus
meşgaleleri, hissî halleri olarak kabul etti.
Onlar kendilerine tanınan müsamahaya rağmen ileri gittiklerinde
Allah Teâlâ kulu ve rasülünün çilesine dur emrini gönderdi:
“Ey
Nebi! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya hayatını ve süslerini istiyorsanız gelin
size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı, rasülünü,
ahiret yurdunu istiyorsanız bilin ki, Allah içinizden iyi davrananlara büyük
ecir hazırlamıştır.” [366]
Yine İslâm, fıtratın bu konuda
yanlışlığa meyilli oluşundan dolayı “evlatlık”
müessesesini kaldırmıştır.
Hz.
İbrahim'in Annesi Mısırlı MARİYE
radiyallâhü
anhanın çektiği sıkıntılar [367]
Mısırlı Mâriye
Resülullah’ın Hayatına Nasıl Girmişti?
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin evinden uzak “El'âliye”
de kadınlarından birisi oturmakta idi ki, bu hâtûn, mü'minlerin anası sıfatını
almamış ise de onlardan fazla olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
oğlu İbrahim'in annesi olmak şerefine mazhar olmuştu.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin
mescidi şerifinin çevresindeki evinde oturmuyorsa da o ev ile sakinleri
üzerindeki tesiri büyüktü. Bu tesiri kavramak için aleyhinde Resûlullah zevcelerinin
toptan ayaklandıkları yegâne kadın olduğunu hatırlamak kâfidir. Hatta eğer “Ey Peygamber, Allanın sana helâl ettiğini, neden zevcelerini memnun
etmek kastiyle haram ediyorsun?” [368] mealindeki ayetler nazil olmasaydı, Mâriye'yi Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme haram
etmeğe muvaffak olacak gibiydiler.
Bu kadın kimdir? Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin hayatına
nasıl girmiştir ve o hayattaki mevkii nedir?
Yukarı Mısır'da Nil nehrinin doğu kıyısındaki Hafen köyünde “Şemun'un kızı Mâriye”, Mısırlı bir baba ile Rum -Hıristiyan- bir
ananın kızı olarak dünyaya geldi.
Gençliğinin ilk çağında kız kardeşi Şirin ile beraber Mısır Hükümdarı
Mukavkis'in sarayına gelmeden evvel hayatını o köyde geçirdi.
Mukavkis'in sarayında iken Arap yarımadasında yeni semavî bir
dine davet eden bir rasülün çıktığını duymuştu ve “Hatip Bin Beltea” Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem
tarafından; Mukavkis'e yazılmış bir mektupla Mısır'a geldiği zaman Mâriye o sarayda bulunuyordu.
Saraya alınan Hatib, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin mektubunu Mısır hükümdarına verdi. Mektubun meali şudur: -
“Esirgeyen bağışlayan ulu Allah adına,
Abdullah oğlu Muhammed’den Mısırlıların büyüğü Mukavkis'e,
Doğru yolu tutanlara selâm. Ben seni İslâm dinine davet ediyorum.
Müslüman ol. Selâmete erişirsin. Allah Teâlâ sana sevabını muzaaf olarak verir. Eğer yüz çevirirsen bütün Mısırlıların günahı senin boynunadır.
Ey Ehl-i Kitap, yalnız Allah Teâlâ’ya itaat edeceğinize, başkasını ona ortak tanımayacağınıza ve insanlardan bir tapılacak ittihaz etmeyeceğinize
dair aranızda âdil bir söze geliniz.
Eğer onlar yüz çevirirlerse deyiniz ki: Şahid olunuz, biz Müslümanız.”
Mukavkis mektubu okudu. İtina ve ihtiram ile katladı, fildişinden
bir kutuya koyarak cariyelerine uzattı.
Hatib'e, Hz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemden bahsetmesini
söyledi. Hatib'in anlattıklarını iyice dinledi. Sonra kâtibini çağırdı, ona cevabını
yazdırdı:
“Mektubunu okuyup mealini ve beni nelere davet
ettiğini anladım. Bir rasül daha zuhur edeceğini biliyor ve onun “Şam” diyarından çıkacağını sanıyordum.
Elçini büyüklüğünü kabul ettim. Sana
hediye olarak Mısırlılar nezdinde itibarlı olan iki cariye, elbiseler ve bir at gönderiyorum. Sana selâm...”
Mukavkis mektubu Hatib'e verdi. Mısırlıların kendi dinlerine çok
bağlı olduklarını söyleyerek ikram etti. Ayrıca olup bitenleri
Mısırlılardan gizlemesini tavsiye etti.
Hatib, refakatinde Mâriye ile kardeşi Şirin ve bir köle, bin miskal altın, Mısır
dokumasından yumuşak bir elbise, eğeriyle beraber bir at, cins bir merkep, meşhur “Benhe” balından ve öd, anber, misk gibi güzel
kokulardan bir miktar bulunduğu halde yola çıktı.
İki Genç Kadının Gönülleri İslâm Peygamberine Açıldı
İki kız kardeş yurtlarından ayrılırken büyük bir teessür
içinde idiler. Sevdikleri “Nil” nehrinin manzarasını içlerine sindire sindire gidiyorlardı. Vadi
gözden kaybolurken, gözlerinin hayata açıldığı, çocukluk ve gençliklerinin
geliştiği toprağa yaşlı birer veda nazarı attılar.
“Hatib”, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemden
bahsetti onlara. Bu sözler Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme
inanan, O’nun
izinden giden samimî bir sahabenin sözleri idi.
İki genç kadın işittikleri şeylere tutuldular ve gönülleri
İslâm’a ve İslâm rasülüne açıldı.
Kureyşlilerle anlaşma imzalayan Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, “Hudeybiye”den döndüğü sırada “Hatib”in kafilesi de Medine'ye ulaştı.
Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, Mukavkis'in mektubunu ve Mısır'ın hediyesini kabul etti. Mâriye'yi beğenerek onunla iktifa etti. Kardeşi “Şirin” i hususî şâiri “Hasan Bin Sabit”e hibe etti.
Güzel ve genç bir kadının Nil toprağından hediye olarak Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme geldiği ve camie yakın olan “Harise Bin El-Numan”ın evine misafir edildiği haberi Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin ev halkına derhal yetişti.
Hz. Aişe radiyallâhü anha, önceleri Mâriye'ye kıymet vermedi. Lâkin sonraları, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin Mısırlı genç kadına çok uğradığını, yanında fazla kaldığını
görünce, kocasının o beğenmedikleri kadına gösterdiği ihtimamı dikkatle
tetkike başladı.
Bir Hayal Ve Bir Ümit
Bir seneye yakın bir zaman geçti. Mâriye
radiyallâhü anha, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem yanındaki talihinden memnundu. Bütün ümit ve düşüncelerini, hatta bütün varlığını, mukadderatının kendisini
sözleşmeden bağlamış olduğu Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme
hasretmişti. Bütün gayesi O’nun nazarında kazandığı mevkii ebede kadar
muhafaza etmek ve onun teveccüh ve rızasını devam ettirmekti.
Mâriye, şahsiyetinde Mısır'ın büyüsünü, etrafında
Nil'in ıtırlı kokusunu, aklında fâniliğe karşı gelen ve ebediliğe göz diken
büyük dedelerinin zekâsını taşıyordu. Üstelik ona hoş sohbet ve güzel sözler
yetiştiren coşkun bir kaynağı bulunuyordu. Bazen kendini Hz. İsmail
aleyhisselâmın
annesi “Hacer”e benzetiyordu. Zira “Hacer” de kendisi gibi Mısırlı idi, o da Hz.
İbrahim
aleyhisselâma oğlu
İsmail'i getirdiği gibi kendisi de Hz. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve selleme bir
evlât getirecek mi?
Lâkin heyhat!.. Bu ümit, hakikat olmaktan ne kadar uzak, daha
doğrusu imkânsızlığa ne kadar yakın!..
Hadice radiyallâhü anha vefat edeli beri Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem on
kadınla evlenmişti. Onlar arasında genç ve zinde kadınlar ve çocuk sahibi olan
da vardı. Lâkin hepsinin rahimleri tutuklaşmıştı. Resûlullah altmış yaşına yaklaşmıştı. Müteaddit zevcelerle kurak
geçen senelerden sonra, evlât temennisini bırakmış gibi görünüyordu. Acaba, “Hacer” in, İsmail'e anne olduğu gibi kendisi de anne
olacak mı? Bu
vehimden daha hafif bir emel, seraptan daha boş bir ümitti.
Bir Müjde
Mâriye Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin
hayatında ikinci senesine girerken hâlâ “Hacer” ile İsmail'i hatırlamaktan geri kalmıyordu. Nihayet Mâriye birdenbire kendinde gebelik alâmetleri
hissetti. Fakat hislerini tekzib etti. İnanamıyordu. Acaba bir hakikat mi, yoksa uyanık bir rüya mıdır? Mâriye radiyallâhü anha bunu bir türlü kestiremiyordu.
İçindekileri bir, iki ay gizledi. İlk alâmetler daha açık bir şekil alınca kardeşi “Şirin” e ifşa etti. “Şirin” ona meselede evham yahut ona benzer bir şey bulunmadığını,
hissettiği şeyin canlı bir cenin olduğunu söyledi.
Mâriye
sevincinin şiddetinden bayılacak gibi oldu. Neşeli bir rüya içinde kendinden geçti. Resûlullah yanına geldiği zaman bu mühim sırrı ona açıkladı.
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem o güne kadar “Mâriye”de gördüğü rahatsızlık, can sıkıntısı ve
iştahsızlığı hatırladı. Bunlar her gebeliğinin ilk devresinde Hatice'de de
görmüş olduğu durumların aynısı idi.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem
sevinçten aydınlanan yüzünü kaldırdı. Sevgili kızı Zeyneb'i kaybedişinin
akabinde kendisine bu güzel teselliyi ihsan eden Allah
Teâlâ'ya şükretti.
Mâriye, ilk günlerde gebe olmasından şüphelendiğini söyleyince Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, ona Zekeriya Aleyhisselâm'a dair olan şu mealdeki âyet-i
kerimeyi okudu::
“Zekeriya, Allahım dedi,
ben nasıl evlât sahibi olabilirim? Karımın çocuğu olmuyor. Ben ise çok
yaşlandım. Cenab-ı Hak buna cevaben: Bu benim için kolaydır. Daha
önce seni yoktan var ettim”.[369]
Bunun arkasından şu mealdeki ayetleri de okudu:
“Konuksever Hz.
İbrahim'in kendisi ile misafirleri arasında geçenleri duydun mu? Bu
misafirlerden şüphelenen ve korkan Hz. İbrahim onlara semiz bir dana
kesip-takdim etti ve yemelerini söyledi. Yanına girerken onu selâmlayan
misafirler, İbrahim'in kendilerinden kuşkulandığını sezince ona:
“Korkma, biz, sana bir evlâdın olacağını müjdelemek için geldik.”
Demişler. Bunu duyan eşi
yüzünü çevirerek: ,
“Ben, çocuğu olmayan bir ihtiyar kadınım. Benim nereden evlâdım
olacak?...”
Onlar: “Cenab-ı Hak öyle
buyuruyor,” dediler. “O hâkimdir ve her şeyi bilir.”[370]
Mâriye radiyallâhü anha
gülümseyerek,
sıhhat ve zindelik fışkıran-gençliğiyle övünür gibi bir tavırla:
“Fakat ben ihtiyar bir kadın değilim Ya Resûlallah. Dedi. İkisinin de yüzü sevinç
ve gıpta ile parladı. Bu haber Medine'de hemen yayıldı. Bu haberin Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin zevceleri üzerinde yarattığı elemli tesiri anlatmağa hacet yok.
Aralarında Hz. Ebubekir ile Ömer
radiyallâhü anhümanın kızları da bulunan bu sayın hatunlar, evlâd getirmekten mahrum
iken, Mısırlı cariye bu nimete erişsin!..
Bunu bir türlü hazmedemeyen zevcelerin kıskançlıkları son haddini
buldu. Ne söyleyeceklerini, ne yapacaklarını bilemediler ve “Mâriye”yi kendisinden evvel Hz.
Ayşe
radiyallâhü anhanın itham edildiği şeyle itham eden iğrenç bir
dedikodu yaydılar.
Masumluğuna şahadet eden bir ayetin gökten gelmesine “Mâriye”nin ihtiyacı yoktu. Çünkü kendisiyle itham
-edildiği uşağı, erkeklikle ilgisi olmayan birisi
idi.
Mâriye'nin selâmet ve rahatını, kendisiyle bebeğinin sıhhatini emniyet altında bulundurmak
için Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem onu Medine civarındaki El'âliye'ye onları nakletti.
Hz.
Ayşe radiyallâhü
anha diyor
ki:
“….Mâriye'yi kıskandığım kadar
hiçbir kadını kıskanmadım. Çünkü çok güzeldi, kıvırcık saçlı ve cazibeli idi.
Rasûlullah ona hayran
olmuştu. İlk geldiği zaman onu Harise İbn’ül Numan'ın evine misafir etmişti. Komşumuzdu. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gece ve gündüz vakit
buldukça onun yanına gidiyordu. Korkunca da
onu El’aliye semtine nakletti ve orada sık sık ziyaretine gidiyordu. Bu
durum bizi üzüyordu.”
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem onu
himaye ve siyaneti altında tuttu. Kardeşi Şirin de bebeğin hayata gözlerini açıncaya kadar aynı şeyi
yaptı. Hicretin sekizinci senesinin zilhicce ayında bir gece doğum saati geldi.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem “Mâriye”nin ebesi Selma Ümmü Râfi'i getirdi. Sonra evin bir köşesine
çekilerek namaz ve niyaza daldı.
“Ümmü Râfi” yanına gelip bir erkek evlâdının doğduğunu
müjdeleyince ona cömertçe ihsanda bulundu. “Mâriye”nin yanına gidip onu tebrik etti. Sonra pak
evladını
sevinç ve sevgi ile kolları arasına alıp teyemmünnen[371] nebilerin dedesi Hz. İbrahim
aleyhisselâmın
ismiyle adlandırdı. Medine'nin halkına sadakalar dağıttı. Bebeği sütannesine emanet ederek kendi sütü çekilirse çocuğunu
sütleriyle beslesin diye ona yedi keçi verdi.
Hoş görünme, yapmacık tavırlardan müteşekkil bir kül tabakası
altında için için yanmağa devam eden ateş, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin “Mâriye” ile Hafsa'nın evinde buluştuğu gün parlayarak alev alev yükselmiş, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin “Mâriye”den el çekip kendine haram etmesi hikâyesinde olanlar olmuştu.
İşin
tahmin ettiklerinden daha ileriye gittiğini, Mâriye’ye kazdıkları kuyuya
kendilerinin düşmekte olduklarını
gören zevceler Allah'ın merhametine Resulünün affı yetişmezse kendilerini bu
akıbetten hiçbir şeyin kurtaramayacağını anlayarak mahzun ve nadim kendi kabuklarına
çekildiler.
Mâriye İbrahim'i doğurduktan sonra, emeline kavuştuğunu
hayal ediyordu.
Ve işte kıskançlık mihneti kendisi için hayırlı bir netice ile sona
erdi. “Mâriye”yi kendine haram etmişken, Resûlullah, tahrim (haram kılma) âyetlerinin nazil olması üzerine tekrar
yanına gelmişti. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi sevindirecek, Hadice'nin evlâtlarından
kaybettiklerinin acısını dindirecek bir evlât
getirmesi kadar hiçbir şey Mâriye'yi mesut etmemişti.
Batan Ay
Lâkin Mâriye'nin saadeti bir seneden fazla sürmedi. Büyük mihnet ve acı matem
devri geldi. İbrahim
iki yaşını doldurmadan hastalandı. Bu durumdan endişe eden annesi hemşiresi Şirin’i çağırdı. İkisi çocuğun başucunda gece
gündüz durmadan ona baktılar. Lâkin, hasta yavrusunda hayat yavaş yavaş
sönmeğe başladı. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gelip, çaresiz ve kalben mahzun bir halde,
can çekişmekte olan evlâdını annesinin kucağından kendi kucağına aldı. Ölümün
ıstırabını
çeken -biricik oğluna- bakarken gözyaşları döktü. En nihayet küçük yavru son
nefesini verdi.
İbrahim aleyhisselâmın naşını annesinin evinden küçük bir yatak üzerinde
kaldırıldı. Arkasından Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem ile sahabeler bulunduğu halde “Cennet’ül Bâki’” mezarlığına götürüldü. Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem namazını kıldı, kendi eliyle kabrine yatırdı, üzerini
toprakla örterek suladı.
Cenazeyi teşyi edenler sessizlik içinde şehre dönerlerken, tesadüfen
güneş tutulup ortalık karardı. Bazıları “Güneş, İbrahim öldüğü
için tutuldu” dediler. Bu söz Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin kulağına gidince ashabına dönerek dedi ki:
“Güneş ile Ay, Allah'ın
âyetlerindendir, ne bir kimsenin ölümüne tutulurlar, ne de yaşamasına...” [372]
Biricik oğlunun naşını toprağa verdikten sonra Hz. Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem, Allah Teâlâ'nın mukadderatına boyun eğerek, yarasını büyük
kalbinde sakladı. Mâriye radiyallâhü anha ise evinde inzivaya çekilerek, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin kalbindeki yarayı kanatmamak için büyük bir sabır gösterdi.
Fakat hicretin onuncu senesinde İbrahim'in vefatından sonra, Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin günleri uzamadı, ertesi sene Rebiülevvel'in ilk günlerinde
hastalandı ve Ulu Allah Teâlâ’ya kavuştu.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem Hakk’a
kavuştuktan sonra
Mâriye beş
sene yaşadı. Bu senelerini insanlardan uzak, inziva içinde geçirdi. Kardeşi Şirin’den başka kimse ile karşılaşmaz, Mescidi
Nebevide Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kabrine yahut oğlunun “Baki’” deki kabrini ziyaret ettiği günler haricinde
evden çıkmazdı.
Mâriye radiyallâhü anha, Hakk’a kavuştuğu gün Emir-ül müminin Ömer Faruk
radiyallâhü anh,
Medine halkını toplayarak cenazesini kaldırdı, namazını kıldıktan sonra “Baki’” mezarlığında yatan oğlunun yanına defnettiler.
Her can ölümü tadacaktır. Elbette Mâriye de her canlı gibi ölecekti. Fakat Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin hayatına girmesi, O’nun zevceleri aleyhine ayaklanınca, göklerin
kendisini himaye için müdahale etmesi ve nihayet Allah
Teâlâ'nın kendisine İbrahim'in annesi olmak nasibini
vermesi Mâriye için
kâfidir.]
9-İtaatsizlik ahlaksızlık mı?
[Yüzyıllar
boyu krallar, derebeyleri, endüstri patronları ve ana babalar itaat etmenin bir
erdem, itaatsizliğin ise ahlâksızlık olduğu tanımında direndiler. Başka bir
görüş açısı sunmak için bunun yerine şu tanımı da koyabiliriz: İnsanoğlunun
tarihi itaatsizlikle başladı ve ne yazık ki itaatle sona erecektir.
İbrânî
ve Yunan tarihlerine göre, insanoğlunun tarihinin tetikleyicisi ve etkeni itaatsizlik
eylemi olmuştur. Âdem aleyhisselâm ve Havva, cennetin bir parçası
olarak uyum içinde yaşamalarına rağmen imtihanın üstesinden gelmemişlerdi. Ana
rahminde ceninin varoloşu gibi cennetin içindeydiler. İnsandılar ama henüz
insan değildiler. Derken bütün bu düzen
bir kurala karşı itaatsizlik etmeleriyle değişti. Dünya ile anne arasındaki
bağlarını kopararak, göbek bağını keserek insan öncesi uyumdan insan doğdu.
Böylece de bağımsızlık ve özgürlük yolunda ilk adım atılmış oldu.
İtaatsizlik
Âdem ile Havva'yı özgür kıldı. Gözlerini açtıklarında birbirlerine yabancı
oldukları gibi dış dünya da onlara yabancı ve düşmancaydı. İtaatsizlik doğa ile
aralarındaki ilk bağı kopardı ve onları kişileştirdi. "İlk
günah" Âdem aleyhisselâmı, yozlaştırmak şöyle dursun, onu özgür
kıldı. Bu tarihin başlangıcıydı. Artık insanoğlu cennetten çıkınca kendi
gücüne güvenmeyi ve bütünüyle insan olmayı öğrenmeliydi. (Özgürlüğün bedeli
olan imtihan sırrıda bu şekilde açığa çıktı.)
Bu
nedenle nebiler kurtarıcı öğretilerinde, insanın itaatsizliğini onayladılar.
İnsan, "günahı" tarafından baştan çıkarılmamış, insan
öncesi uyumdan kurtulmuştu. Nebilere göre, tarih insanın insana dönüştüğü
yerdir. İnsan olma sürecinde insan; kendiyle, doğayla ve birlikte
olduklarıyla yeni bir uyum oluşturana dek kendi sevgi ve akıl yetilerini
geliştirir. Bu yeni uyum, "günlerin sonu" olarak tanımlanır
ve insanların hem birbirleriyle hem de tabiatıyla barış içinde oldukları bir
dönemdir. Bu, insanın kendi
sebep olduğu "yeni" cenneti” dir.
Ve ancak insanın tek başına hükmedeceği bir cennettir. Çünkü "eski
cenneti"ni itaatsizliği nedeniyle terk etmeye zorlanmıştır.
Tüm
uygarlık İbrani mitindeki Âdem aleyhisselâm ile Havva örneğinde olduğu gibi
itaatsizlik üzerine kuruludur. Eğer onların "suçu"
olmasaydı insanlık tarihi de olmazdı. Âdem ve Havva gibi, itaatsizliği
nedeniyle cezalandırıldı. Ama pişman olup af dilediler.
İnsan,
itaatsizlik eylemleriyle tamamlamayı sürdürdü. Bu, yalnızca insanın dinsel
gelişimi ile değil, kendi inançları ve vicdanları adına var olan güçlere hayır
deme cesaretini gösterenlerle de oldu. Aynı zamanda zihinsel gelişimi de
itaatsizlik melekesine bağlıydı; yeni düşünceleri susturmaya çalışan otoriteye
karşı olduğu gibi, değişimi saçma olarak değerlendiren bu melekesi, geleneksel
düşünceye sahip otoriteye karşı da itaatsizlik içermekteydi.
Eğer itaatsizlik melekesi insanlık tarihinin başlangıcını oluşturuyorsa
itaat, daha önce değindiğim gibi insanlık tarihinin son bulmasına neden
olabilir, denilebilir.[373]
İnsanoğlunun
uygarlığı, hatta yeryüzündeki tüm yaşamı gelecek beş-on yıl içinde yok etme
ihtimali, üstelik imkânı olabilir. Bu durumun akla yatkın bir yanı yoktur. Ama
gerçek şudur ki, atom çağında bizler teknolojik bir yaşam sürerken insanoğlunun
çoğu-gücü ellerinde tutanlar da dâhil olmak üzere- hâlâ duygusal olarak taş
devrinde yaşamaktadır. Öyle ki, matematik, astronomi, doğa bilimleri
yirminci yüzyıla ayak uydururken politik, devlete ilişkin ve toplumsal
düşüncelerimiz bilim çağının çok gerisindedir. Eğer insanoğlu kendini
öldürürse, bunun nedeni ölüm düğmelerine basmayı emredenlere itaat etmek
olacaktır.
Her itaatsizlik bir erdemdir, her itaatkârlık da bir kusurdur
demek değildir. Böyle bir görüş açısı
itaat ve itaatsizlik arasındaki diyalektik[374]
ilişkiyi göz ardı etmiş olurdu. İtaat edilenlerle edilmeyenler uzlaşmıyorsa,
bir ilkeye itaat, zorunlu olarak karşıtına itaatsizlik demektir.
Mesela;
birisi devletin insanlık dışı kanunlarına itaat ederek, kaçınılmaz olarak
insanlığın kanununa itaatsizlik etmiş olacaktı. Buna karşılık insanlığın
kanununa itaat ederse, devletin kanununa karışı gelmiş olacaktır. Hakk’a,
özgürlüğe ve bilime kendini adayanların tümü, kendi insanlık ve akıl
kanunlarına, vicdanlarına uymaları için onları susturmaya çalışanlara karşı
itaatsiz davranmak zorundaydılar.
İnsan,
yalnızca, itaat ediyor ya da başkaldırmıyorsa köledir, ama
yalnızca başkaldırıyor ve itaat etmiyorsa da isyankârdır. İsyan eden
kişi de bir ilke ya da inanç adına değil, öfkesi, incinmiş gururu ve düş
kırıklığı nedeniyle davranır.
Bununla
beraber, terimlerde bir karışıklığa yol açmamak için önemli olan bir
sınıflandırma yapılmalıdır. Bir insana, kuruma ya da güce yönelik (dışadönük
itaat) boyun eğmedir. Bunun anlamı da, insanın kendi özerkliğinden
vazgeçmesi, kendi iradesi ve yargısı yerine yabancı bir güç tarafından
yargılanmayı ve onun iradesini kabullenmesidir. Kişinin kendi aklına ya da
inancına itaat etmesi ise (içedönük itaat) bir boyun eğme değil,
onaylamadır. Kendi inancı ve yargısı gerçekten kişiye aitse onun bir
parçasıdır. Başkalarının yargıları, kararları yerine onları izliyorsa, kişi
kendine ait oluyordur. O zaman da itaat sözcüğü mecâzi anlamda ve "dışadönük
itaat" durumundan tümüyle farklı bir anlamda kullanılabilir.
Ama
bu ayrımın da hâlâ iki başka tanıma gereksinimi vardır. Bunlardan biri vicdan
kavramı, diğeri ise otorite kavramı üzerinedir.
Vicdan
kavramı birbirinden hayli farklı iki fenomeni [375]
açıklayabilmek için kullanılır. Birincisi, yetkinin iç sesi olan "otoriter
vicdan"dır. Bu, bizim hoşnut etmeye gönüllü olduğumuz, hoşnut
edememekten korktuğumuz bir olgudur. Otoriter vicdan, kendi vicdanlarına uyan
çoğu insanın yaşamında yer alır. Bu, aynı zamanda Freud'un "Üst benlik"
(Süper-Ego) olarak adlandırdığı vicdandır, üst benlik; korku nedeniyle çocuk
tarafından kabul edilen içsel emirleri ve babanın yasaklamalarını içerir.
Otoriter vicdandan farklı olan diğer kavram ise "insani
vicdandır". İnsani vicdan her insanın içinde var olan bir sestir.
Dışsal ödüllendirmelerden ve onaylamalardan bağımsızdır. İnsani vicdan, insan
olarak bizde var olan sezgisel bilgi üzerine kurulu bir kavramdır. Sezgisel
bilgi ise bizim insanlık için ya da insanlık dışı olanın, yaşama neden olanın
ya da onu yok edenin ne olduğunu bulmamızı sağlar. Bu vicdan, bizim insan olarak
yaşamı sürdürmemizi imkân verir. Bizi kendimize, insanlığımıza döndüren,
dönmeye çağıran sestir.
Otoriter
vicdan (üst benlik), içselleştirilmiş olsa bile, kişinin
dışındaki bir güce itaat eder. Bilinçli olarak kişi kendi vicdanını izlediğine
inanır. Oysa gerçekte, gücün ilkelerini kabullenmiştir. Bunun tek nedeni, üst
benlik ve insani vicdanın yansımasını özdeş olduğu yanılgısı, ayrıca içsel
otoritenin, kişiye ait olmadığı açıkça ortada olan otoriteden çok daha etkin
olmasıdır. "Otoriter vicdan"a itaat, dış güçlere ve
düşüncelere yönelik tüm itaatler gibi, var olma ve kendini yargılama yetisi
olan "insani vicdan"ı zayıflatma eğilimindedir.
Diğer
taraftan, başka birine yönelik itaatin fiilen bir boyun eğiş olduğu
anlatımının, akıl dışı otoritenin akılcı otoriteden ayrı tutularak
değerlendirilmesine gereksinimi vardır. Akılcı otorite, öğrenci ile öğretmen
arasındaki ilişkide, akıl dışı otorite de köle ile sahibi arasındaki ilişkide
gözlemlenebilir. Her iki ilişkinin temeli de emir veren kişinin kabullenilmiş
olması gerçeğine dayalıdır. Ama işleyişte, birbirlerinden farklı yapıları
vardır. İdeal bir durumda, öğretmenin ve öğrencinin çıkarları aynı yöndedir.
Öğretmen, öğrencisinin gelişiminde başarılı olursa kendini yeterli bulur. Ama
eğer başarısız olursa bu hem kendinin hem de öğrencisinin başarısızlığıdır. Öte
yandan köle sahibi kölesinden olabildiğince çok faydalanmak ister. Ne kadar
çok faydalanabilirse o kadar doygun olur. Aynı zamanda, köle de, kendi minimum
mutluluğunu hak edebilmek için en iyi biçimde haklarını korur. Burada, kölenin
ve sahibinin çıkarları tamamen karşıttır, çünkü çıkarları birbirlerine göre
zararlıdır. Her iki durumda, birbirlerine göre üstünlüklerinin farklı işlevleri
vardır. İlk örnekteki durumda, kişinin gelişimi otoritenin etkinliğine
dayandırılır. İkincisinde ise söz konusu olan, kişinin sömürülmesidir. Buna
parelel diğer bir ayrım da şudur:
Akılcı
otorite akılcıdır, çünkü burada otorite ister öğretmenin ister bir tehlike
anında buyrukları veren gemi kaptanının elinde olsun, davranışlarını mantık
yönetir, mantık evrensel olduğu için de boyun eğmeden kabullenilebilir. Akıl
dışı otorite ise, zorlama ya da etkileme yoluna başvurmak durumundadır, çünkü
önleyebilme özgürlüğü olan hiç kimse sömürülmeye izin vermeyecektir.
Niçin insan itaat etmeye bu denli eğilimli ve itaatsiz olmak
niçin kendisi için bu denli güç?
Devletin,
dinin ve kamuoyunun gücüne itaat ettiği sürece kişi kendini korunaklı ve
güvenli hisseder. Gerçekte, itaat ettiği gücün
niteliği pek fark oluşturmaz. Her şeyi bildiklerini, her şeye güçlerinin
yettiğini sahtekârlıkla iddia edip güçlerini şu ya da bu biçimde kullananlar,
her zaman bir kurum ya da insanlardır. İtaatkârlığı, kişiyi taptığı gücün bir
parçası haline getirir ve kendini güçlü hissetmesine neden olur. Onun adına
karar verdiği sürece kişi hata yapamaz. İnsanı kanatları altına aldığı için
yalnız da kalamaz. Suç da işleyemez, çünkü buna engel olur. Ama eğer bir suç
işleyecek olursa da bunun cezası mutlak güce geri dönmektir.
İtaatsizlik
için, bir insanın yalnızlığa, yanılgıya ve suça yönelik cesaretinin olması
gerekir. Ama cesaret de yeterli değildir. Cesaretin kapasitesi de bir insanın
gelişim düzeyine bağlıdır. Bir güce karşı direnip, ona "hayır"
diyebilme cesareti, ancak insan anne kucağından ve baba hükmünden kurtulmuş,
gelişimini tümüyle tamamlamış bir kişi olarak ortaya çıkmış, kendisi adına
düşünebilme ve duyumsayabilme melekesine sahip olabilmişse imkânı vardır.
Bir
insan güce karşı hayır demeyi öğrenip itaatsiz davranarak özgür olabilir,
ancak. Ama özgürlük için yalnızca itaatsizlik kapasitesi değil, itaatsizlik
kapasitesi için de özgürlük ön şarttır. Eğer kişi özgürlükten korkuyorsa, ne
hayır demeye cüret edebilir ne de itaatsiz davranmaya cesaret edebilir. İşin
doğrusu özgürlük ve itaatsizlik kapasitesi ayrıştırılamazlar; bu nedenle,
özgürlüğü savunan ama itaatsizliğe karşı olan herhangi bir sosyal, politik ya
da dini sistem, gerçeği söyleyemez.
Güce
karşı "hayır" diyebilmenin, itaatsiz davranmaya cesaret etmenin bu
denli zor oluşunun bir başka nedeni daha vardır. İnsanlık tarihi boyunca
itaat bir erdem, itaatsizlik ise bir günah olarak tanımlanmıştır. Bunun nedeni
çok açıktır: Tarih boyunca azınlık çoğunluk tarafından yönlendirilmiştir. Bu
işleyiş, yaşamın sahip olduğu iyi şeylerin yalnızca küçük bir kesim için
yeterli olmasından ve kırıntıların çoğunluğa kalmasından kaynaklanmaktadır.
Eğer azınlık bu iyi şeylerle hoşça vakit geçirmek istiyorsa ve
bunun da ötesinde kendileri adına çalışacak, kendilerine hizmet edecek
çoğunluğa sahip olmak istiyorsa bunun tek bir şartı vardır: Çoğunluk itaat
etmeyi öğrenmelidir. Kuşkusuz, itaatkârlık ancak katışıksız baskı ile
oluşturulabilir.
Ama
bu yöntemin de birçok elverişsiz yanları vardır. Bir gün çoğunluğun azınlığın
zorla üstesinden gelebileceği düşüncesi kalıcı bir tehdit oluşturur. Kaldı ki
korkusunun itaatin ardına gizlendiği durumlarda iyi ve kusursuz yapılamayacak
birçok iş kolu vardır. Yalnızca kuvvetten korkmaktan kaynaklanan itaat,
insan yüreğinden kaynaklanan bir itaate dönüştürülmelidir. İtaatsizlik
etmeye yönelik korku taşımak yerine insan, itaat etmeye gönüllü olmalı, hatta
ona gereksinim duymalıdır. Eğer bu başarılmak isteniyorsa gücün kendisi Mutlak
İyilik, Mutlak Bilgelik ve Mutlak Bilgi Sahibi niteliklerini benliğinde
toplamalıdır. Eğer bu gerçekleşirse, o zaman gücü ellerinde tutanlar;
itaatsizliğin bir suç, itaatkârlığınsa bir erdem olduğunu herkese
yayabilirler. Bu durumda da çoğunluk doğru olandan, yani itaatten yana olacaktır.
Buna karşılık itaatsizlik kötülenecektir. Korkaklıkları nedeniyle kendilerini
kınayamayanlar, itaatsizliği aşağılayacaklardır.
Bir cemaatin adamı olan itaatsizlik melekesini kaybetmiştir ve
itaat ettiğinin bile farkında değildir. Bu noktada, kuşku, eleştiri ve
itaatsizlik kapasitesi insanoğlunun geleceği ile uygarlığın sonu arasında
durmaktadır.][376]
[İnsanın,
ne olursa olsun yaşama hakkı vardır. Bu yaşama hakkı; yiyecek bulma, barınma,
tıbbî bakım, eğitim gibi insanın doğuştan hakkı olan şeyleri içerir ve hiçbir
şartla, hatta insanın topluma faydalı olması şartıyla bile sınırlanamaz.
Kıtlık psikolojisi (kaybetme korkusu)ndan
bolluğa geçiş, insanlığın gelişimindeki en önemli basamaktır. Kıtlık
psikolojisi, endişe, kıskançlık, bencillik meydana getirir. Bolluk psikolojisi
ise, öncelik, yaşama, inanç ve dayanışma duygusunu oluşturur. Şu bir gerçek
ki, yenidünya ekonomik bolluk çağına girme aşamasındayken bile insanların çoğu
psikolojik olarak kıtlığın ekonomik gerçekleriyle çevrelenmiştir. Ama bu
psikolojik "geri kalma" nedeniyle insanlar garantilenmiş gelir
düşüncesiyle ilgili var olan yeni düşünceleri bile anlayamamaktalar. Çünkü
geleneksel düşünceler, genellikle sosyal varoluşun eskimiş biçiminden kaynaklanan
duygularla belirlenir.][377]
Yukarıda
anlatılanlardan ve aile içerisindeki itaat-itaatsizliğin sonuçlarından yola
çıkarak, kadın ve erkek için istenilenin ne olduğu düşünülmelidir.
İtaat-itaatsizlik
eyleminin kadın ve erkeğin hayatında yeni bir olayın başlamasına sebep olduğu
görülmektedir. Haksızlığın olduğu yerde ezilenin
mağduriyetinin giderilmesi muhakkak gerekir. Fakat
kişinin özgürlüğünün diğerinin yaşama alanını da istila ettiği, onu kimliksiz
bir kişiliğe dönüştürerek kaosa sebep olduğu bir durumda itaatsizlik-itaatin
faydası değil zararı söz konusudur.
İtaatsizliğin,
bazen özgürlüğü sağlarken bazen de sorun oluşturması akıllara bu konudaki
sınırın ne olması gerektiği sorusunu getirmektedir. Buna göre
itaat ve itaatsizliğin sınırı yoktur. Kişinin
kendisi için istediğini eşi için de istemesi, birinin gerdiği yerde diğerinin
gevşetmesi ve yine kadın ve erkeğin özgürlüklerinin bir noktada birleşmesi
gerekmektedir. İtaatsizlikle kendi özgürlüğünü
sağlamayı hedefleyen birey bu konuda da dini esaslara göre hareket etmelidir. Âdem
aleyhisselâm ve Hz. Havva özgürlüğe kavuşmalarını sağlayan itaatsizliklerinin
temelindeki yanılgıyla; isteklerinin karşılığı olan “ebediyet dileği”
nin bedelini ödemişlerdir. Bu da
zor bir yaşamı tercih ederek cenneti terk etmektir. Bütün
nebilerin davası düzene karşı itaatsizlikle başlamış olup itaat ve
itaatsizliğin zamanlamasının iyi yapılması gerekmektedir. Bu bağlamda erkekler
ve kadınlar hayatları boyunca bu iki kavramın gelgitlerini yaşarlar.
İnsanın Allah Teâlâ’ya itaat etmesiyle topluma
itaatsizliğinin söz konusu olabilmesi gibi aynı ikilem karı koca arasında da
mevcuttur. Burada yine önemli olan neyin ne zaman yapılacağının iyi tayin
edilmesidir.
10- Tükenme
Günümüzde insanın sahip olduğu
rollerin artması, kişiye önemli sorumlulukların yüklenmesi ve ilişkilerin
karmaşıklaşması ruh sağlığını zorlayıcı bir hal alırken, iletişim bireyin yaşamında daha da önemli bir yer tutmaktadır.
Kişinin ailesine karşı
ilgisinin ve hevesinin yitimi her evlilikte sık sık görülür. Giderek işine daha
çok enerji harcayan ve işinden daha az doyum alan kişi “tükenme”
olarak tanımlanan noktaya ulaşabilir.
Tükenmenin aile içi ilişki
sorunlarına, psikomatik hastalıklardan alkol, madde, sigara kullanımına ve
hatta uykusuzluk, depresyon gibi ruhsal hastalıklara kadar uzanan çok çeşitli
ciddi sonuçlarının olduğu
görülmektedir.
Son yıllarda insanların
zamanlarının çoğunu işte geçirmeleriyle birlikte iyi eğitim görmüş, yetenekli
ve başarılı kişilerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Fakat başarılı olabilmek için
daha çok çalışmak zorunda kalınırken işe ayrılan zamanın artışının aksine özel
hayata ayrılan zamanın azaldığı görülmektedir. Bu kısıtlı zaman iyi değerlendirilemediğinde kişinin kendisini
sinirli, yorgun, yabancılaşmış, yetersiz ve ümitsiz hissetmesine neden
olmaktadır. Tükenmişlik sendromu yaşayan
kişi ve çevresindekiler çoğu zaman sorunu fark edemedikleri gibi bunu durumun
nedenlerinden biri olan stresle karıştırırlar.
Tükenmişlik sendromu daha uzun
bir döneme yayılması ve etkilerinin çok daha derin olması açısından stresten ayrılırken aileler için önemli
bir sorundur.
Özellikle aile bireyleri
arasında iletişim gerektiren durumlarda, kişinin doğası gereği stresle başa
çıkamamasının sonucunda fizyolojik ve duygusal alanlarda tükenme hissiyle
birlikte kendini göstermektedir.
Günümüzde özellikle hizmet
sektöründe çalışan ailelerde stres yoğun olarak yaşanmaktadır. Çalışma stresi, vardiya
usulü çalışma, zaman baskısı ve yapılan işin niteliği gibi nedenlerle hizmet sektörü çalışanları
tükenmişlik sendromu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Kişinin moral durumu, iş yükü ya
da aile sorunları nedeniyle iş hayatındaki sıkıntı aileye de sıçramaktadır. Bu durum kişinin moral
durumu, iş yükü yanında aile sorunlarından da kaynaklanabilir. Özellikle çalışmanın yoğun,
monoton ve aşırı denetime tabi olduğu işlerde çalışanlarda mutsuzluk, tükenme
gibi duygusal durumlar; devamsızlık, işten ayrılma, maddi durumun bozulması,
boşanma gibi sonuçlar doğurabilmektedir.
Tükenmişlik Sendromunun Tanımı
Tükenmişlik stres
literatüründe ortaya çıkan ve 1970'ler den bu yana araştırmacıların ilgisini
çeken bir kavramdır. 1970'li yılların sonu ve 1980'li yılların başında ortaya
çıkan tükenmişlik (burnout)kavramı, ilk olarak 1974 yılında Herbert
Freudenberger tarafından "enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki
aşırı istekler, taleplerden dolayı tükenmeye başlamak" olarak
tanımlamıştır. Daha sonra Maslach ve Jackson, 1981 yılında konuyu yeniden ele
almış, tükenmişliğin en çok kabul gören modelini geliştirmiş ve tükenmişliği,
duygusal tükenme, duyarsızlaşmada artış ve kişisel başarı duygusunda azalma
olarak tanımlamıştır.
Tükenme, bireyin uzun süre yoğun
stres altında kalması sonucunda hissettiği bir duygusal boşluk hali yada yaşam
enerjisinin azaldığını hissettiği ruh halidir. Tükenmişlik bireyin karşı karşıya kaldıkları insanlarla
ilişkilerinden kaynaklanabileceği gibi, içinde bulunduğu aile ortamına bağlı olarak da ortaya çıkabilmektedir. Önceleri
tükenmişlik, stresle ilişkili bir sendrom olarak tanımlanmıştır. Stres
nedeniyle oluştuğu söylenmiş, hatta stresle eşanlamlı olarak kullanılmıştır.
Gerçekten de tükenmişlik, genellikle stresli olmanın ve bazı destek
sistemlerinin bulunmayışının
bir sonucudur.
Stres, çevrenin istekleri ile bireyin yapabilecekleri arasında dengesizlik
olduğu zaman ortaya çıkar. Birçok uzman tarafından tükenmişlik, çeşitli olumsuz
stres durumları ile başa çıkmada yetersiz girişimlerin sonucu olarak kabul
edilir.
Tükenmişlik insanların
kendilerini çaresiz, kapana kısılmış, bitmiş hissetmelerine neden olmaktadır.
Bu nedenle tükenmişlik stresten çok daha olumsuz bir durumu ifade etmektedir. Yoğun stres ve doyumsuzluğa
tepki olarak birey psikolojik açıdan ailesinden soğumaktadır.
Stresle ilgili pek çok
tanımlama yapılmış, öncelikle fizik ve mühendislik bilimlerinde yer verilen
daha sonra tıp, biyoloji, psikoloji ve yönetim bilimlerine giren bu kavramla
araştırıcılar insanı zorlayan bir fiziksel veya psikolojik uyarıcı karşısında
kişinin geliştirdiği uyum sağlamaya dönük tepkileri vurgularlar. Burada üç
basamaktan oluşan tepki üretme süreci söz konusudur:
1- Alarm (Alarm stage),
2- Direniş (Resistance stage),
3- Tükenme (Exhaustion stage)
Stres karşısında insan ya
onunla yaşamayı öğrenecek, ya da baş edemeyerek stresin hazırladığı başka bir
olumsuz durumla karşı
karşıya gelecektir.
İnsanı fiziksel yönden tüketen çaresizlik ve ümitsizlik duyguları ile birlikte
olumsuz bir benlik kavramının gelişimine ve çevresindeki insanlara karşı da
olumsuz tutumlar geliştirmesine yol açan bu durum kişiyi tükenmişlik sendromuna
götürmektedir. Tükenmişlik sendromu, depresyon, anksiyete bozuklukları,
doyumsuzluk gibi durumlarda ortaya çıkabilen bulgularla karışabilecek bir
özellik taşımaktadır. Bir görüşe göre tükenmişlik, bir stres denklemidir.
İlerleyici bir stres sürecidir.
Tükenmişlik bireyin ters giden
bir şeyin olduğunu düşündüğü ve bu durumun düzeleceğine inanmayı reddettiğinde
gelişir. Bu
durum sürekli ümitsizlik ve olumsuzluğun olduğu bir enerji tükenişidir. Bu
görüşe göre tükenmişlik, değişimi imkânsız görünen şeylerin insan ruhunda biriktirdikleri ile oluşan bir durumdur. Kişide bu duruma engel olma
çabası görülmediği gibi bazen uyum söz konusudur. Umutlar yok olmakta, daha iyisi için uğraş
verilmemektedir.
Tükenmişliği yaşayan kişi,
genelde kişisel doyumsuzluk ve yorgunluğun karmaşık bir duygulanımını
yaşadığının farkına varmaktadır. Ancak bu duyguların dile getirilmesinin zorluğu ve belirgin beklentilerin
olmayışı durumun sıklıkla göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Bunun sonucunda kişinin gittikçe
artan bir şekilde evliliğinden soğuması söz konusudur.
Duygusal Tükenme (Emotional
Exhaustion):
Duygusal tükenme, ailesine
yardım ederken, istenen psikolojik ve duygusal taleplerin aşırılığı yüzünden
ortaya çıkan, enerji eksikliği ve bireyin duygusal kaynaklarının bittiği
duygusuna kapılması durumudur. Bu duygusal yoğunluğu yaşayan kişi, ailesine
daha önceki kadar verici ve sorumlu davranamadığını ve yetersiz olduğunu
düşünmektedir. Gergindir ve engellenmişlik duyguları yaşamakta ve bu kişide
büyük bir sıkıntı oluşturmaktadır. Duygusal tükenmişlik yaşayan çalışanlar
duygusal anlamda kendilerini işlerine de verememektedirler. Bu durum ailelerine karşı duygudan yoksun ve
umursamaz bir şekilde davranmalarına yol açar. Duygusal tükenme, tükenmişlik
sendromunun başlangıcı ve merkezidir. Bu duruma yakalananlar kendilerini yeni
bir enerjiden yoksun hissederler. Duygusal kaynakları tamamen tükenmiştir, fakat tekrar doldurmak için kaynak
bulamazlar.
Duyarsızlaşma (Depersonalization):
Duyarsızlaşma, kişinin ailesine karşı katı, soğuk,
ilgisiz ve olumsuz bir tavır sergilemesidir. Bu genellikle, idealizmin kaybolmasıyla
hızla artan uzaklaşma duygusundan kaynaklanmaktadır.
Ailesini, çevresini, işini
kontrol edemediğini düşünen bireyin, olumsuz bir olayla karşılaştığında kendini
çaresiz hissetmesi ve bu durumla başa çıkmak için makine gibi davranmaya
başlaması, duyarsızlaşması şeklinde gözlenmektedir.
Duyarsızlaşma yaşayan birey hayatta fazladan gereksiz bir yer tuttuğunu düşünmektedir.
Kişisel Başarı Noksanlığı
(Personal Accomplishment):
Kişinin işindeki yeterlilik ve
başarı duygularını tanımlar. Başkaları hakkında geliştirdiği olumsuz düşünce tarzının sonucunda
kendisi hakkında da negatif düşünmeye başlayan birey bu düşünce ve yanlış
davranışları nedeniyle kendini suçlu hisseder ve kendisinin “başarısız”
olduğu hükmüne varır. Tükenmişliğin
üçüncü aşaması olan düşük başarı hissini yaşayan birey; bir şeyde ilerleme
kaydedemeyip gerilediğini düşünerek kendini suçlu hissederken harcadığı çabanın
da bir işe yaramayacağına inanır. Bunun sonucunda ise kişinin kendine olan saygısını kaybedip
depresyona girmesi
muhtemeldir. Bu durum; kişinin işe karşı
motivasyonunda azalma, kontrol eksikliği, çaresizlik-kişisel başarısızlık
hissi, moral bozukluğu, aile içinde anlaşmazlık, sorunlarla başa çıkmada
yetersizlik, benlik saygısında azalma gibi belirtilerle kendini gösterir.
Stres ve Tükenmişlik
Stresi, basit bir şekliyle bazı olaylara verdiğimiz
tepki olarak tanımlarız. Aslında bu konudaki araştırmalara ve kavramsal literatüre
bakıldığında stresin tanımını yapmak zor görünmektedir. Genelde olumsuz bir
durum olarak algılanan stres, araştırmacı ve bilim adamlarına göre kısaca;
bireyin, tehdit edici çevre özelliklerine karşı gösterdiği bir tepki olarak
tanımlanmaktadır. Stres,
bireyle çevresi arasında zayıf bir uyumun varlığını gösterse de çevresinin
bireyden aşırı isteklerinin olması ya da bireyin kapasitesinin üstünde
isteklerinin olması strese yol açmaktadır.
Aile, strese her zaman elverişli
bir ortam olmakla beraber stresin etkilerinin kişiden kişiye değiştiği
görülmektedir. İnsanların stresli bir durum
karşısında verdikleri tepkilerin farklı farklı olduğu düşünüldüğünde yaşamın
bir parçası olan stres olgusunu bireylerin kişisel özelliklerin belirlediği
anlaşılmaktadır.
Ancak kontrol edilemeyen stres sonucu, kişi kendini tükenmişlik içinde
bulabilir. Bu konu ile ilgili yapılan araştırmaların çoğunda, tükenmişlik sendromunun
gelişiminde stresin bir biçimde anahtar rol oynadığı sonucuna varılmıştır. İnsanın iç dünyasında yaşadığı çelişki ve bu çelişkinin doğurduğu stres bireyleri
tükenmişliğe eğilimli hale getirmektedir.
Stres, uzun süre baş
edilemediğinde tükenmişliğe dönüşecektir. Kişinin, kendisini doğru bir şekilde
ortaya koyabilmesine engel olan tükenmişlik duygusunun önlenmesi için
otokontrolünü sağlayacak gerekli tedbirleri alması gerekmektedir.
Tükenmişliğin
Fiziksel Belirtileri
Tükenmişliğin fiziksel
belirtileri; uykusuzluk-uyuşukluk, düşük enerji, yorgunluk-bitkinlik duygusu,
sık sık geçirilen soğuk algınlığı, nedeni bilinmeyen baş ağrıları ve genel
vücut ağrıları, kilo kaybı, gastro intestinal sistem rahatsızlıkları, deri
yakınmaları, solunum güçlüğü, kalp hastalıkları, zayıflık hissi, kaza yapmaya
eğilim, hastalıklara kolay yakalanma, ürpermeler, sık sık grip veya nezleye
yakalanmak, sık sık baş ağrısı, bulantı nöbetleri, kas tutulmaları, sırt
ağrıları çekmek, psikosomatik şikâyetler, yemek yeme alışkanlıklarının
değişmesi ve uyku güçlüğü çekmek şeklinde sıralanabilir.
Tükenmişliğin Psikolojik
Belirtileri
Tükenmişliğin psikolojik
belirtileri çok çeşitlilik göstermektedir. En çok karşılaşılan belirtiler;
duygusal bitkinlik, kronik bir sinirlilik hali, çabuk öfkelenme, zaman zaman
bilişsel becerilerde güçlükler yaşama, hayal kırıklığı, anksiyete, huzursuzluk,
sabırsızlık, benlik saygısında düşme, değersizlik, eleştiriye aşırı duyarlılık,
karar vermekte yetersizlik, apati, boşluk ve anlamsızlık hissi, ümitsizlik,
çaresizlik, köşeye kısılmış hissine kapılmak, gözlerin çok çabuk dolması, bazen
kontrolsüz ağlama krizlerine girmek, depresyon, günlük hayatın faaliyetlerini
gerçekleştiremeyecek kadar düşük duygusal enerjiye sahip olmak, “kaybedilecek bir şeyin
kalmadığı” hissine
kapılmak, aile, iş
ve arkadaş çevresinde iletişim sorunları yaşanması-sinirlilik, işten ve insanlardan daha az
zevk almak, yalnızlık ve cesaretsizlik duygularına kapılmak şeklinde sıralanabilir.
Tükenmişlik; ani öfkeyi,
sıklıkla ağlamayı, haykırıp çığlık atmayı, ilaç ve alkol kullanımında artışı,
depresyon ve ahlak kurallarını çiğnemeyi, fiziksel tükenmeyi, evlilik ve aile
problemlerini içeren çeşitli kişisel fonksiyon bozukluklarını içerebilmektedir.
Tükenmişliğin
Davranışsal Belirtileri
Tükenmişlik durumunda kişinin
kendisine, ailesine, işine ve hayata karşı negatif bir tutum takındığı
görülmektedir. Ayrıca aşağılık kompleksine kapılması, kişinin yetersiz,
iktidarsız, kararsız ve karamsar hissedecek kadar kendisine karşı eleştirel
olması, daha önce hiç davranmadığı kadar soğuk ve ukala davranması,
çevresindeki bütün insanları birey yerine problemin bir parçası olarak
algılayabilecek kadar olumsuz yargılarda bulunması, alaycı ve negatif bir tutum
sergilemesi gibi belirtileri sayabiliriz. Doyumsuzluk, kendine-işine ve genel olarak yaşama karşı negatif
tutumları da zihinsel belirtiler olarak sıralayabiliriz.
Yine uyumda güçlük, duygulanım
bozuklukları, çabuk öfkelenme, kaba davranışlarda bulunma, takdir edilmediğini
düşünme ve alınganlık, doyumsuzluk, sık sık boşanmayı düşünme, hatalar yapma,
bazı şeyleri erteleme ya da sürüncemede bırakma, izinsiz olarak ya da hastalık
nedeni ile istekleri reddetme, aile ve aile dışındaki ilişkilerde bozulma,
karar vermekte ve insiyatif kullanmakta zorluk çekmek gibi davranışsal
belirtiler de olabilmektedir.
Belirtilerin erken dönemde
tespit edilmesi ve durumun anlaşılması kişiye daha fazla yardım edilebilmesi için oldukça önemlidir.
Tükenmişlik Sendromunun Nedenleri ve Etki Eden
Faktörler
Bu tarz sorunlar yaşayan
kimseler zayıf yönlerini iyi gizleyebildikleri için çoğu zaman durumun ilk döneminde
içlerinde olup bitenlerin farkına varılamayabilmektedir. Tükenmişlik sendromunun
oluşumunda etkili olan faktörleri, kişisel ve çevresel olmak üzere iki grupta sınıflandırabiliriz.
1-Kişisel
Faktörler:
Kişisel
Faktörler, kişinin tükenmişliğe neden olan çevresel faktörlerden etkilenmesini
hem azaltan hem de güçlendiren bir özelliğe sahiptir.
Tükenmişliğin kişisel nedenlerinden bazıları:
• Kişilik özellikleri,
• Kişisel duyguların analizi,
paylaşımı,
• Eğitim düzeyi,
• Benlik gücü,
•Kişisel beklenti düzeyi ve
tolerans düzeyi tükenmişliğin kişisel nedenlerinden bazılarıdır.
Tükenmişlik genellikle, evlilikte çok daha heyecanlı
ve istekli olanlarda görülmekte olup bu durum kişilerin ilk heyecanlarının kısa zamanda tükenmesinin sonucunda gelişmektedir. Kendilerini aşan beklentilere
giren kimseler kısa zamanda erişeceklerini zannettikleri amaçlarına artık
ulaşamayacaklarını anlayınca heyecanlarını kaybederler. Gerçeği kabullenmek ve
beklentilerini düşürmek yerine hayal kırıklığı yaşarlar. “Gerçeklik şoku”
yaşayan kişinin yüksek beklentisi aşırı duygusal enerji harcamasına ve
dolayısıyla kendini bitkin hissetmesine neden olmuştur. Özellikle genç ve tecrübesiz
kişilerde yaşlılara oranla daha çok tükenmişlik görülmektedir. Bu da gençlerin
beklenti düzeylerinin yüksek olmasından dolayı yaşadıkları hayal kırıklığı ile
açıklanmaktadır. Buradan hareketle yaşla tükenmişlik arasında negatif bir
ilişki olduğu söylenebilir.
Evlilerde ise çocuksuz ailelerin
çocuk sahibi olanlara göre daha yüksek oranda tükenmişlik yaşadıkları
görülmektedir. Çocuk
sahibi olmanın tükenmişlik açısından olumlu etkisi, bireyin ihtiyacı olan
sosyal desteği ailesinden alabilmesi ile açıklanmaktadır.
2-Çevresel
Faktörler:
Tükenmişlik yorumlanırken
kişiden kaynaklanan faktörlere nazaran çevresel şartların sorunu arttırması
açısından daha fazla etkisinin olduğu görülmektedir.
Tükenmişliğin Dönemleri
Tükenmişlik dört dönem ile
tanımlanmıştır. Bu sınıflandırma tükenmeyi anlamayı kolaylaştıran bir bakış
açısı sağlamaktadır. Ancak aslında tükenme kişinin bir dönemden diğerine
geçtiği kesintili bir süreç değil, sürekli bir olgudur.
1-Dönem : Şevk ve Coşku Dönemi (Enthusiasm): Bu dönemde yüksek bir umut,
enerjide artma ve gerçekçi olmayan boyutlara varan beklentiler
sergilenmektedir.
2-Dönem : Durağanlaşma Dönemi
(Stagnation):
Bu dönemde artık istek ve umutta
bir azalma olur. Birey karşılaştığı güçlüklerden, daha önce umursamadığı bazı
noktalardan giderek rahatsız olmaya başlamıştır.
3-Dönem : Engellenme Dönemi
(Frustration):
Aile olmak için gayret
göstermiş kişi, insanları, sistemi, olumsuzlukları değiştirmenin ne kadar zor
olduğunu anlar. Yoğun bir engellenmişlik duygusu yaşar. Bu noktada 3 yoldan
biri seçilmektedir. Bunlar; uyarlanabilir savunma[378] ve başa çıkma stratejilerini
harekete geçirme, maladaptif[379] savunmalar ve başa çıkma
stratejileri ile tükenmişliği ilerletme, durumdan kendini çekme veya
kaçınmadır.
4-Dönem : Umursamazlık Dönemi
(Apathy):
Bu dönem de, çok derin
duygusal kopma ya da kısırlaşma, derin bir inançsızlık ve umutsuzluk
gözlenmektedir.
Tükenmişliğin Sonuçları
Tükenmişliğin sonuçlarının
kişiler için çok ciddi olabileceği görülmektedir. Bu nedenle bu sendromun
mümkün olan en kısa ve kolay yoldan anlaşılması ve tanınması gerekmektedir.
Eğer tükenmişlik semptomları yeterince erken keşfedilmezse daha da artar, tıpkı
tedavi edilemeyen soğuk algınlığına benzer biçimde peptik ülser ve kalp krizi
gibi fiziksel semptomları içeren bir hale gelir.
Tükenmişliğin sonuçları
incelendiğinde son derece önemli değişikliklere neden olduğu görülmektedir. Bu
değişiklikler; savsaklama, fiziksel ve duygusal semptomların artması, sağlık harcamalarının
artması, aile hayatının çökmesi, iş ve iş dışında insan ilişkilerinde bozulma
ve uyumsuzluk eğilimi, eş ve aile bireylerinde uzaklaşma eğilimi, düşük performans,
doyumsuzluk, sebepsiz hastalanma eğilimleri, evde yaralanma ve ev kazalarında
artma gibi olumsuz sonuçlar görülmektedir.
Tükenmişlik yaşayan insanların
çok karmaşık duygular yaşadığı, bunun sonucu olarak birçok davranış bozukluğu
gösterdiği gözlenmiştir. Tükenmişliğe maruz kalan bireylerde yorgunluk,
uykusuzluk, iştahsızlık, baş ağrıları, sindirim güçlükleri gibi fiziksel ve
alınganlık gibi duygusal sorunlar sıklıkla görülmektedir.
Tükenmişlik düzeyi arttıkça
içe kapanma, sabırsızlık, huysuzluk, hoşgörüsüzlük eğilimleri artmakta ve aile
ortamından uzaklaşmak için bahaneler aranmaktadır.
Tükenmişlik sendromu yaşayan
kişiler sıkıntıları azaltabilmek için sigara, uyuşturucu ve sakinleştirici
tüketimini artırmakta ve zamanla bu maddelere bağımlı hale gelmektedirler.
Bunların yanı sıra tükenmişlik, psikosomatik semptomlar, ilaç kullanımı gibi
çeşitli olumsuz kişisel sonuçlara yol açmaktadır.
Tükenmişliğin önemli
sonuçlarından bazıları şu şekilde sıralanmıştır.
Stres Belirtileri
Uzun zamanlı stres içerisinde
bulunmanın tükenmişliğin oluşmasında büyük bir etken olmasının yanı sıra,
tükenmişliğin sonucunda da kişinin stres durumunun oldukça arttığı görülmektedir. Dolayısıyla tükenmişlik ve
stres birbirlerini tetikleyen durumlardır.
Stres yaşamın kaçınılmaz
olgusudur. İnsanoğlu için de yeni bir şey değildir. Ölüm tehlikesi ve yaşamın
varlığını tehdit eden her olay strese yol açmaktadır. Stres psikolojik, sosyal,
kültürel ya da fizik ajanlarının organizmada oluşturduğu değişiklik durumudur.
Organizmanın stres verici etkenlere gösterdiği, fizyolojik ya da psikolojik
tepkilerdir. Stresin uzun sürmesi ya da ağır olması halinde kişinin fizik ve
ruh sağlığına zararlı etkileri olacağı kabul edilir.
Stres, çalışanlar, özellikle
yöneticiler üzerinde fizyolojik ve psikolojik yıkım yapabileceğinden onların
sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Yöneticiler üzerinde şiddet,
isteksizlik, alkol sigara gibi davranışsal; uyku düzensizliği, depresyon,
psikolojik hastalık vb. psikolojik sorunlar; kalp hastalıkları, baş ve sırt ağrıları,
kanser, diyabet, siroz, akciğer ve deri hastalıkları gibi fizyolojik
rahatsızlıklara neden olmaktadır.
Çalışanlar iş yaşamının erken
dönemlerinde oluşan tükenmişlik sendromundan uzun dönemde zarar görmeden
kurtulabilmektedirler. Ancak iş yaşamının sonraki dönemlerinde oluşursa uzun süren
sorunlara yol açabilir. Tükenmişlik sendromundan kurtulmayı sağlayan etmenlerin aynı zamanda
bu bozukluğa neden olabilmesi ilginçtir. Bu etmenler; yeni bir iş ortamı, daha fazla özerklik,
yönetim desteği ve işin ilginç olması şeklinde sayılabilir.
Kararsızlık:
Karasızlık, her şeyi kendine
dert etme ve bir iç mücadelesi şeklinde kendini gösterirken bu mücadele endişe ve
üzüntünün artmasına neden olur. Karasızlık, sorunların bir günden öbür güne
atılmasına, insanların kendilerini yetersiz hissetmesine neden olmaktadır.
Nitekim verilmesi gereken bir kararı sürekli olarak erteleyen kimseler, çoğu
zaman kendilerini yetersiz hissederek kararsızlık içinde bulunmaya devam edeceklerdir. Karasızlık tükenmişliği
artıran faktörlerin başında gelmekte olup bu bakımdan en kötü karar bile kararsızlıktan daha iyidir.
Yorgunluk Belirtileri:
Temel olarak yorgunluk soyut
bir kavramdır. Ölçülmesi belli bir işi yapan kimseye yorulma derecesi sorularak
elde edilir. Bununla beraber yorgunluk ve bıkkınlık gibi duyguların birçok şeyi
yansıtması önemlidir. Zihin, yorgunluğu sıkıntıya dönüştürür, sıkıntı da konuya
karşı ilgi eksikliğine neden olur. Aşırı yorgunluk sinir bitkinliği ya da zihin
durması denen duruma yol açar. Bu durumdaki kişi yoğun bir kaygı yaşar,
sağlıklı düşünemez ve işinden zevk alamaz hale gelir.
Davranış Bozuklukları:
Genellikle yüksek düzeyde
duygusal tükenme kişinin amacına ulaşmasını engellemektedir. Erişilmek istenen
arzuların gerçekleşmemesi sonucu ortaya çıkan ruhsal durumlar kişiler arası
anlaşmazlıklara yol açar ve bunun sonucu olarak da aile ahengini bozar ve
çatışmalara neden olur. Psikolojik tatminsizlik yaşadığı gibi hangi nedenle olursa olsun psikolojik tatminsizlik yaşayan kişi davranış bozukluğu içine
girer. Bu durum ailesi ve insanlarla olan
ilişkilerinde kendini gösterir. Başkalarının arkasından olumsuz sözler sarf etmek, dedikodu yapmak,
başkalarıyla alay etmek ve onları beğenmemek, hep geçmişe dönmek, saldırganlık
gibi davranışları psikolojik tatminsizlik yaşayan kimsenin hallerine örnek
olarak sayabiliriz.
Tükenmişliği Önleme
Genellikle bireysel, ailevî ve
hatta çevreden kaynaklanan etmenlerin bir arada rol oynaması ile ortaya çıkan
tükenmişlik, bir sendrom ve sorun olarak ele alınmalıdır. Etkili müdahale, hem
bireysel hem de ailevî zeminde olmalıdır. En önemlisi böyle bir duruma neden olması muhtemel
etmenlerin ortadan kaldırılmasıdır fakat bu bu sağlanamamışsa erken dönemdeki
belirtiler dikkate alınarak hızla müdahale edilmeli ve gerekli tedbirlere
başvurulmalıdır.
Tükenmişlik sendromu ile baş edebilmek için strateji belirleme, planlama ve
uygulama daha çok ailenin ya da bireyin şartlarını belirleyenlerin kararlarına
bağlıdır.][380]
SORUNLAR
ÖLÜM
KORKUSU
Ölüm korkusu, her insan için mutlak, tabii
bir korkudur. Bu durumda, söz
konusu korkunun insan psikolojisindeki yapılanması dolayısıyla kişinin ruh
sağlığı ve sosyal ilişkileri açısından da oldukça önemlidir.
[Varlıktaki zayıflık ve
ölüm konusundaki yaklaşımlarıyla İbnü'l-Arabî, insan psikolojisine ilişkin "varlık
hakikati" yaklaşımını sağlamlaştırmaya çalışır. O'na göre ölüm,
varlık hakikatindeki özün aslına dönmesidir: "... Ölüm
ancak bir çözülmedir. Ölüm insanın manevi benliğini Hakk'ın kendisine çekmesidir.
Çünkü her şey Hakk'a döner. "[381]][382]
Bu anlamda sağlıklı bir kimlik oluşturmak
için, öncelikle kadın veya erkeğin ölümlü bir canlı olduklarını kabullenmeleri gerekir. Böylelikle ölüm korkusu insanın kendi
hayatını anlamlandırmasında güçlü bir motivasyon sağlar.
Kadın ve erkeğin ilişkilerini dengede
tutabilmeleri için ölümü sürekli olarak değil de unutulmayacak bir biçimde
zaman zaman bilinç üstüne çıkarmaları faydalı olacaktır.
Ancak insanın ölümü sürekli bilincinde tutması da, psikolojik dengeyi bozacağı
gibi hiç hatırlamaması da yaşam denetimi duygusunun oluşmaması
veya oluşan bu duygunun yok olması gibi
sonuçlar doğurur. Bu hassas
dengeyi sağlamaya yardımcı olacak en önemli gerçeğin din duygusu
olduğu söylenebilir. Bir gün öleceğini bilen
kadın ve erkekler dinî inanç ve ritüellere bilinçli olarak yönelerek
birbirlerine olan davranışlarını kontrol altında tuttukları gibi anlayışlı olmanın
zorunluluğunu sürekli hissederler.
DİSOSİYASYON
Disosiyasyon; benliğin bütünlüğünü yitirip, kendisini
bir başka kimlik durumuna götürecek denli ağır bir patolojik süreçtir.
Üzerinde yaşadığımız dünya, bireyi
yalnızlaştırıp kendi karanlık koridorlarına hapsediyor. Hayatın bu denli içinin
boşaltıldığı, insana, insanlığa dair her türlü olgunun “kâr-zarar”
ekseninde değerlendirildiği bu yenidünya düzeninde hepimiz gün be gün belki de
hiç farkında olmadan bütünlüğümüzü yitiriyoruz. Derdimizi düzgün bir şekilde
ifade etmeyi başarabildiğimiz sürece hangi dilde, hangi renkte, hangi eğitim
seviyesinde olursa olsun bizlerle aynı ya da benzer acıları, çıkışsızlıkları
yaşayanların gerçekten varolduğu yani yalnız olmadığımızı bilmek bir nebze de
olsa içimizi rahatlatıyor. Ancak kendini ifade edemeyen birey çevresiyle hatta
kendiyle ne kadar sağlıklı bir iletişim kurabilir?
Şurası bir gerçektir ki çevresiyle (içinde
yaşadığı toplumla) iletişimi zayıf olan birey dışlanmaya, bu sebeple
parçalanmaya ve kendi bütünlüğünü yaratmaya mahkûmdur. Bu nedenle birey
kendi bütünlüğünü kurarken, yeniden yorumlarken, geçmiş acılarının, travmalarının
etkisiyle yeni savunma mekanizmaları geliştirir. Günümüz toplumunun
içinde bulunduğu, adına gönül rahatlığıyla –cinnet-
diyebileceğimiz ruh durumunun özünü de bu çıkışsız, içedönük,
korkak ama bir türlü kendini düzgün bir şekilde ifade edemeyen savunma
mekanizmaları oluşturmaktadır. Artık aidiyet içtimâi bir örnek olmaktan çıkıp
kişisel sapmalarla paralel ilerleyen kendine özgü, kimi yerde sapkın bir fanatizme
dönüşüp “ya bizdensin ya da onlardan” cümlesine indirgenince,
kendini hiçbir yere ait hissetmeyen birey parçalanıp kendi bütünlüğünü
yaratma yoluna gider hatta kimi zaman destek bile bulduğu görülmektedir.
Bu bağlamda mutlak gerçekliğin soyut bir biçimde şekil değiştirip yepyeni -ama
aslında varolmayan- bir kimlik kazanmaya çalışarak Disosiyasyon durumu oluşur ve
kendini ifade edemeyen kadın ve erkeğin kimliği kaybolunca sorunlar çıkar.
Cinnete varan sorunlarla aileler yıkılmaya başlar. Bireyde bütünlüğün
kaybolmasına sebep olan yabancılaşma ve diğer nedenlerini kaldırmak ile
ilişkilerin düzelmesine yardımcı olunmazsa
“Derdini düzgün bir
şekilde ifade etmeyi hiç denedin mi?” sorusuna muhatap olan kişilerin varlıkları ile sorun oluşturur ve
açmazlar içinde boğulan nesiller artık bereketsizlik ve kaosun elemanları
olurlar. (ORAY, 2005 )
İNTİHAR
[İntihar kelimesi Türkçeye
Tanzimatla beraber girmiştir.
Batı dillerindeki romanlarda görülen “suicide” sözcüğüne karşılık, Tanzimatta Türkçeye
çevrilen eserlerde “kendini katletme”nin yerine “intihar”
kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Bu sözcük Arapçada
“kurban” demek olan “nahr”dan türemiştir.
İntiharı anlamak oldukça
güçtür. Bunun kuşkusuz
tek nedeni insanların içinde yaşadığı uçsuz bucaksız ruhâni
denizdir. Her insan olaylar karsısında
farklı tepkiler verir, farklı duygulara kapılırlar. Ve tüm bunların tek bir
açıklaması ne yazık ki olamaz. Kendini katletme, kendini öldürme anlamına gelen
intiharın tanımı, hayli tartışmalara
yol açmıştır.
İntihar gerçeği ile doğrudan veya dolaylı olarak
ilgilenen herkes, kendi bakış açısından
hareket ederek bir tanım yapmaya çalışmıştır.
Yani konuyla ilgilenen kişi
sayısı kadar çeşitli
intihar tanımları vardır. Fakat bu tanımların çoğu, dikkatlice bakıldığında, ya dar kapsamlı ya da tanım olamayacak kadar geniştir.][383]
[Malapert; “intihar
hemen daima egoizmin ürünüdür” demektedir. Bu görüş oldukça fazla taraftar
toplamasına rağmen,
tanım olmaktan uzak ve eleştiriye
açıktır.
“Bir kimsenin yakın ve
kaçınılmaz olan veya öyle zannedilen bir acıyı (şerefsiz bir durum,
mahkûmiyet, sefalet, çok sevilen bir kişiyi kaybetme vb.) bertaraf etmek niyetiyle hayatına
son vermesi intihardır” tanımı ise Ferri’ye aittir.
Psikoloji alanında söz
sahibi olan Sigmund Freud saldırganlık kavramı ile beraber daha detaylı olarak
incelemiştir. Teorilerini bu kavram
üzerinde yoğunlaştıran Freud,
“intiharı önceleri özdeştirilmiş bir sevgi nesnesine
yöneltilmiş saldırganlık neticesi meydana gelen bir depresyonun sonucu olarak
yorumlamış; daha sonraları ise ölüm içgüdüsünün etkinlik kazanarak kişinin kendi üzerine
çevrilmesi” olarak tanımlamıştır.
Schilder söyle bir tanım yapar:
“İntihar, bir diğer insana yöneltilmek
istenen kızgınlığın kişinin kendi üzerine çevrilmesinin yanı sıra, sevgisini esirgeyen
bir insanı cezalandırma veya onunla bir tür barış yapma isteğinin ve de aynı zamanda,
bahsedilemeyen güçlüklerden kaçısın anlatımıdır,” der.][384]
[İnişli-çıkışlı dönemler geçirerek yetişkinlik dönemine giren
kadın ve erkekte bir durağanlık
gözlenir. Kişi artık belli ölçüde kim
olduğunu öğrenmiş ve belirli bir yöne
yönelmiştir. Her iki cinsiyette de
bu dönemde intihar girişimi
ve gerçek intiharlarda bir azalma olması bunu göstermektir. Fakat oranlardaki
azalmalar bu dönemde sorunların bittiği ya da azaldığı
anlamına gelmez. Toplumsal ve teknolojik değişmeler
yetişkin insanların yaşamını da önemli ölçüde
etkilemektedir. Geleneksel geniş ailenin
yıkılarak çekirdek ailenin kurulması, çalışma şartlarının değişmesi, ekonomik güçlükler
yetişkin insanın karşılaştığı güçlükler arasında ön
sıralarda gelmektedir.] [385]
[İntihar davranışı
tehdit, düşünce, girişim ve ölümle sonuçlanan eylemler olarak geniş bir yelpaze
içinde yer almaktadır. İntihar davranışının etyolojisinde[386] aile yapısı, etkileşimi
ve kişilerarası ilişkilerdeki sorunlar önemli bir yere sahiptir.
İntihar davranışı ister bir düşünce, ister girişim ya da
tamamlanmış bir eylem olsun aileyi derinden etkiler.
İntihar olgusunda sosyal faktörlerin rolü ve önemine değinmek
gerekir. Bu nedenle Durkheim hipotezine göre evli kişilerde çocukların
varlığı intihar davranışında koruyucu bir etkiye sahiptir. Aile
bütünlüğünün değişkenleri intihar potansiyelinin en etkili etkileyicidir. Rol
kargaşası ile birlikte evlilik sorunları, aile bütünlüğünde bozulma ya da
tehditleri özellikle kadınlarda intihar riskini arttırmaktadır. Erkeklere
göre kadınların intihar girişimi riskinin yüksek olması kadının toplumdaki yeri
ve konumu ile ilişkilidir. Kadınların erkeklere göre yaşamlarında daha doyumsuz
olması, depresyona eğilimleri, rollerinin toplumda engelleyici ve
sınırlayıcı tavırlarla belirlenmesinden gelmektedir. Evli
kadınların intihar davranışının evlilik çatışmasına ve eşleri ile yakın
ilişkide çıkan sorunlara bir tepki olduğu düşünülmektedir.
İntihar davranışı gösteren kadınların karşı cinsle
ilişkilerinde de 3 tema tespit edilmiştir.
Bunlar, karşı cinsin eşini dikkate almaması, ilgisiz
tavrı, sadakatsizliği ve şiddet içeren
davranışı ya da fiziksel
saldırganlığıdır.
Kadının kendine zarar verici davranışı, kadın rolüne
hazırlayıcı uzun süreli bir sosyal hayat sonucudur. Kadınlar kendilik değerinin
kazanılması ve kendini güvende hissetmesi açısından iç kaynaklarını
kullanabilmede güçlükler yaşamaktadır. Kadınlarda görülen intihar davranışının özgürlük
açısından ele alınması gereği inkâr edilemez. Kişilerarası ilişkilerde bağımlı
kişilik özelliği sergileyen kadın eşinden ayrıldığında ya da yaşadığı ayrılık
tehdidi sonucunda intihar davranışını bir iletişim aracı olarak kullanmaktadır.
Ayrıca intihar girişiminde bulunan kadınların eşi ile
ilişkisinin özünde, eşe duyulan öfkenin kendine çevrilmesi ve kendine yönelik
saldırganlığın sevdiği kişi ya da eşi tarafından önlenmesi fantezileri
yatmaktadır. Bu bir anlamda yardım çağrısı niteliğindedir.
Ailedeki kayıplarda ailenin dengesinde uzun süreli bir bozulmaya
yol açıyorsa intihar potansiyeli artırır.
Ancak kayıp öncesi ve sonrası aile içi iletişim ve ailede süregelen
sorunlar kriz durumunun geleceğini belirler. Ailede varolan bir dengesizlik kaybın
oluşturduğu kriz ile baş etmede güçlük yaratır.
Ruhani sıkıntıların kişilere,
ailelere ve toplumlara etkisi oldukça fazladır. Kişiler bu sıkıntıların neden
olduğu zorlukları yaşar, aile ve sosyal yaşama katılma konusunda güçlük çeker
ve çoğu kez de toplumdan dışlanırlar. Ailelerine karşı sorumluluklarını yerine
getiremediklerini ve yük olduklarını düşünerek endişe ve değersizlik duygusu
yaşarlar. ][387]
İntiharın
oluşma sebepleri
I-
Hızlı Değişim ve Özenti: Çevremizde olup bitenlere baktığımızda köyden şehre göçün arttığını, televizyon, internet, telefon gibi iletişim araçlarının hızla çoğaldığını görürüz. Tüm bu gelişmeler insanlar ve hatta
kitleler arasında kültür şokuna
neden olmakla beraber insanları farklı kültür arayışlarına
sevk ederek ve uyumsuzluklar doğurmaktadır. Tabii ki hızlı
değişimin, teknolojinin ve
iletişimin neden olduğu maddi külfet tüm bireyler
tarafından karşılanamamaktadır.
Bu da insanlar
üzerinde; imrenme, zenginliğe kavuşma arzusu, kuşak çatışmaları, iletişimsizlik
gibi sonuçlar doğurmaktadır. İnsanların birbirlerine yabancılaşmasıyla
bunalımlar oluşmakta ve böylece intiharlar gerçekleşmektedir.
II-
Eğitimsizlik: Ülkemizin eğitim
seviyesi dünya sıralamasında gerilerdedir. Bunun yanında da ülkemizin bazı
bölgelerindeki eğitim
seviyesi de oldukça düşüktür.
Özellikle kız çocuklarının ilkokuldan bile mahrum bırakıldığı aşikârdır. İnsanların, özellikle
kızların intiharlarında önemli bir neden olarak eğitimsizliği
gösterebiliriz. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi kitle iletişim araçlarının artması ve
bu vasıtayla kendi eğitim düzeyi ve yaşantısı ile başka fertlerin eğitim ve
yaşam düzeyleri arasındaki uçurumu farkeden bireylerde hayal kırıklığı ve buna
bağlı bunalımlar baş göstermektedir. Böylece insanlar buhranlar içerisinde
kaybolurken hedeflerinden sapıp kurtuluş olarak intihara yönelmektedirler.
III-
Aşırı Baskılar: Eğitim
yetersizliğinin de etkisiyle bilinçsizlik
ailelerin gençlere yönelik baskı yapmasına neden olmaktadır. Özellikle yaşının gerektirdiği davranışı sergileme imkânı verilmeyen
gençler problemli olarak topluma girmektedirler. Kişiye taşıyabileceğinden fazla yük verilmesi
çöküntüye yol açmaktadır. Bazı yörelerde yeni yetişkin olmuş kızların yaşça kendilerinden çok büyük
erkeklerle istemedikleri halde evlendirilmeleri, ve yine erkeklerin erken
evlenmeleri için zorlanmaları gibi baskıları insanları intihara sürükleyen
sosyal nedenler olarak sayabiliriz.
IV- Düzensiz ve Bozuk Aile
Yaşantısı ve Aile İçi şiddet:
Alt yapısız, ruhen ve
bedenen hazır olunmadan gerçekleştirilen evliliklerin sonucunda eşler
birbirlerine değer vermemekte ve aile içi iletişimsizlikler yaşanmaktadır. Bu tür aile yapıları içinde
özellikle kadınlar istismar edilmekte, dövülmekte, temel hak ve
hürriyetlerinden mahrum bırakılmaktadırlar. Ayrıca eğitimsizlikleri ve
acizlikleri istismar edilerek kız çocukları çok eşli evlilikleri kabule zorlanmaktadırlar. Kadınların aile içinde şiddete maruz kalmaları da
oldukça yaygın görülen hadiseler arasında zikredilmektedir.
V-
Hurafe ve Batıl İnançların Yaygınlığı: Eğitim
ve öğretimin zayıf, dini
bilgilerin yetersiz olduğu,
batıl inanış
ve hurafelerin
kol gezdiği toplumlarda elbette ki
doğru neticelere varmak mümkün olmamaktadır. Bu tür toplumlarda
problemlerin daha da arttığı ve ağırlaştığı görülmektedir. Hâkim geleneklerin etkisiyle
insanların psikiyatrist
ve psikologlara gitmeleri yadırganmakta ve hatta ayıp karşılanmaktadır. Hurafe ve batıl inançların
ağırlığını taşıyamayan bazı kimseler kaçış olarak göçü yada intiharı
seçmektedirler.
VI-
Sosyal Kurumların Yetersizliği: Kültür, eğitim, sağlık vb. gerekliliği kesin olan insanların kişisel
gelişimini tamamlayacak ve yine gençlere özellikle de ergenlik çağında olanlara
sosyal rehberlik hizmeti verecek sosyal kurumların yetersizliği intiharların
artmasının önemli nedenleri arasında gösterilebilir. Yine yukarda saydığımız
nedenlerden dolayı gelişimini tamamlayamayan insanlar problemli birer birey
olarak toplumda yer alırken; tiner, uyuşturucu, alkol vb. zararlı davranışlar
içerisinde köprü altı yaşantısı dediğimiz bir yaşantı sergileyen hem kendisine
hemde çevresine zarar veren bireyler türemiştir.
VII-
Ekonomik Krizler: Şüphesiz
ki insan hayatını yönlendirmede ekonominin büyük bir yeri vardır. Maddi olarak
istenilen şeyleri elde etmede
talepler farklıdır. Ekonomik olarak güçsüz olan kişilerin elde etmek
istedikleri şeylere ulaşamayınca sıkıntıya düşmeleri gibi bunun tam tersi olarak, ekonomisi çok iyi durumdayken
birden iflas eden kişilerin
intihar oranı da küçümsenmeyecek kadar fazladır.
Tabi ki bu durumun tam
tersi olan ekonomik özgürlük de intihar nedenlerinden sayılabilir. Maddi
anlamda istediğini
elde eden, her dilediğine
kavuşan birey, zamanla ne
istediğini bilemeyen kişi konumuna gelir. Bu da
huzursuzluk ve aşırı tatminin doğurduğu bunalımı beraberinde
getirir.
İntihar
türleri
Durkheim’e göre üç ayrı intihar türü vardır.
a)
Bencil (Egoistic) İntiharlar: Bireyin bağlı
olduğu din, politik zümre, aile
vb. tarafından korunmamış olmasından
kaynaklanır. Yani, toplumsal bağların
gevşek olduğu, bireyin kendini yalnız
hissettiği durumlarda belirir. Birey içinde bulunduğu gurupla
bağları zayıfladıkça ve guruba bağımlılığı azaldıkça kendi özel ilgileriyle baş
başa kalır ve yalnızlık hisseder. Topluma
bağlı olarak yaşamak ihtiyacında olan kişi için hayat anlamını yitirir. Bireyi topluma bağlayan
sadece din zümresi olmayıp ailenin ve politik zümrenin de aynı işlevi gördüğünü
belirten Durkheim; bütün toplumlarda bekârların intihar oranının evlilere göre,
evlilerde de çocuksuz olanların çocuklu ailelere göre daha fazla olduğunu
istatistiklerle açıklamaktadır.
b)
Elcil (Altruistic[388])
İntiharlar: Birey sadece toplumdan koptuğu, kendini yalnız hissettiği zaman değil,
topluma çok bağlı
olduğu zaman da intihar eder.
Bu intihar türünde kendini öldüren kişi, toplumsal bir ödevi yerine getirmek amacıyla bu eylemi gerçekleştirir. Bu yükümlülüğü yerine getirmeyen kimse
onursuzlukla suçlanır, çoğu
zaman da dinsel cezalara çarptırılır. Kısaca, bu gibi kişilerin üzerine toplum
bütün ağırlığı ile çökmekte, baskı
yapmakta, onu intihara sürüklemeye çalışmaktadır. Elcil intiharlarda kişi için, hayatı anlamını yitirmemiş, hayatından daha üstün gördüğü bir amaç için hayatını feda etmiştir; bu eyleminin mükâfatını göreceğini umar. Günümüz toplumlarında bireysel kişilik, kollektif kişilikten iyice sıyrıldığı için bu türden intiharlar
yaygın olmamakla
birlikte seyrek
de olsa, verilen herhangi bir buyruğu yerine getirmediği
için, onurunu korumak ve utançtan kurtulmak amacıyla kendini öldürenlere rastlanır.
c)
Anomik (Anomic[389])
İntiharlar: Bir takım toplumsal
bunalımlar ve toplumun yapısında meydana gelen değişiklerle
bireyin hayat biçiminin, değerlerinin
alt-üst olması sonucu bu tür intiharlar gerçekleşmektedir. Bazı görüşlerin tersine Durkheim istatistiki oranları baz alarak sefaletin tek başına intiharlara neden
olmadığını belirtir.
Ekonomik krizlerin
intihara neden olduğunu
belirten Durkheim, bunun nedeninin zenginlik ya da fakirlik değil; toplumsal yapıdaki değişiklik olduğunu belirtir. Meydana
gelen bu değişiklik toplum için yararlı
ya da zararlı olsun, bunun hiçbir önemi yoktur. Önemli olan toplumda meydana
gelen değişikliğin bireyin hayat şartlarını
alt-üst etmiş
olmasıdır. İşte, intiharın nedeni bu
anomi (ümitsizlik) halidir.
Sadece ekonomik bunalım
düzensizlik değil, aynı zamanda aile yaşamında meydana gelen kargaşalar da
anomi ve beraberinde intiharı arttırmaktadır. Çeşitli aile bunalımları arasında önemli olarak eşin ölümü ya da
boşanma sonucunda gerçekleşen dulluk gösterilmektedir. Gerçekten karı-kocadan
biri ölünce aile düzeni altüst olur, geriye kalan karı ya da koca bu yeni
duruma kendini uyduramaz, bu yüzden de kendini öldürme eğilimi artar. Dul erkek ya da kadınlarda
intihar oranı, evlilerdeki intihar oranından çok yüksektir. Hemen hemen her
toplumda boşanmışlarda intihar oranı; evlilerden,
eşleri ölen kimselerden ve bekârlardan daha çoktur.
Boşanmaların yasak olmadığı, çok olduğu toplumlarda kadınların
intihar oranı erkeklerden azdır. Boşanmanın yasak ya da az olduğu toplumlarda aksine kadınların oranı daha fazladır. Durkheim’e
göre bunun nedenini evlilik hayatında, boşanma yasağının
erkeğin lehine, kadının da
aleyhine işlemesinde aramak gerekir.
Çünkü boşanma yasağı erkeği pek etkilemez. Oysa
kadını toplumsal kurallar evlilik bağına sıkı sıkıya bağlar.
Evlilik dayanılmaz hale gelince evli kadınlar bu gibi toplumlarda intihara
erkek evlilerden daha yatkındırlar.
İntihara yönelen kişilerin psikolojik yapıları
kadar içinde yaşadıkları
sosyal ve kültürel ortamın etkileri de bu olayın açıklanmasında ayrı bir öneme
sahiptir. Bazı
insanlar aşamadıkları sorunları intiharla çözmeyi uygun görürken gerek İslamiyet ve gerekse diğer ilahi kaynaklı dinler
böyle bir çözüm şekline
müsamaha ile bakmamaktadır. İslam
tarihinde toplu intihar olayları hiç yaşanmadığı
gibi münferit bazı olaylar dışında
da intiharın toplumsal bir sorun haline geldiği de hiç görülmemiştir.
İntihara
Karşı Alınacak Önlemler
İntihar olayı hem kişiyi hem de toplumu
ilgilendiren son derece önemli aynı zamanda çarpıcı bir gerçektir. Bir olayın
gerçekleşmesinde bir yol varsa,
engellenmesi için de muhakkak caydırıcı bir sebep vardır. İntihardan, hayatın
anlamsızlığından bahsederek içine kapanan ve eşyalarını dağıtmaya başladığı
gözlemlenen kimselere dikkat edilmesi gerekmektedir. Özellikle daha önceden
intihar girişimleri olanlarda bu türden
sözler önemsenmelidir. Özellikle yaşlılarda intihar daha yaygın olduğundan yaşlılar yalnız
bırakılmamalı, daha yakından ilgilenilerek, gerekli tedavileri yapılmalıdır. Yakınlarını kaybedenler,
eşlerinden ve işlerinden ayrılanlar risk
grubu içinde olduğundan
bu kişilerle irtibat
arttırılmalı, farklı bir süreç hissedilirse, kişinin yakınları ile iletişime geçilmelidir. Çevre kişiyi destekleyici olmalı, suçlayıp, yargılamamalı, yine kişiye kaldıramayacağı sorumluluklar ve yüklenmemelidir. Bu durumlar aşılamıyorsa mutlaka bir psikiyatriste başvurulmalıdır.][390]
Sonuçta
kurtuluş olarak gördüğü intiharı seçen kişinin ölümü, yaşayanlar üzerinde derin izler bırakmakta ve ailenin dengesi
ciddi biçimde sarsılmaktadır. İntiharla ölen kişinin yakınları kendilerinde büyük bir şok
meydana getiren ölümün travmatik yaşantısını paylaşmak
zorundadırlar. İntiharla ölüm, doğal ya da
hastalık sonucu gerçekleşen ölümden farklı bir niteliğe sahiptir. İntiharla ölümün
ardından hayatta kalan aile üyelerinde suçluluk, utanç ve bu eylemden kendilerinin sorumlusu tutulacağı kuşkusu gibi
duygu ve düşünceler hâkimdir. Aile üyesinin ölümünün
ardından ailede depresyon, inkâr ve düşmanlık duyguları yaşanmaktadır. Ölümü
engelleyememenin getirdiği kendilik değerinde azalma sonucu aile üyeleri
kendilerini başarısızlığa uğramış kurtarıcılar olarak algılamakta ve ölümün
önlenebileceği düşüncesine ısrarla sarılmaktadırlar. ] [391]
KADERCİLİK [392]
[Kader fikri bilincimizi
hayatımızı saran inanç ve Allah Teâlâ’nın bir emridir. Kader, belki de zayıflığımızın,
bilmezliklerimizin, kalakalmışlıklarımızın çıkış noktasıdır. Bu fikir bizim
belli ama bilmediğimiz, fakat karşılaşacağımız bir sona doğru sürükleniyor
oluşumuzun çıkış noktasıdır. Kaçamayacağımız sürekli sürüklenmedir. Tüm
varlık, bu arada bizim varlığımız Allah Teâlâ’nın iradesindeki varlığa ve
yokluğa göre düzenlenmiştir diye düşünürüz. Hatta her birimizin varlığı ayrı bir
kadere göre düzenlenmiş olmalıdır.
Kader fikri tayin edici yaratıcının bir sonucu olarak kendini
gösterir. Her şeyin sıkı sıkıya düzenlenmiş olduğu bir dünyada bizim yaşamımız
için de bir rastlantısallıktan bir özgürlükten, bir bağımsızlıktan söz edebilmek
mümkün değildir.
Buna göre, insan özgür ve bağımsız olabilen bir varlık gibi görünse
de böyle değildir. Özgürlük ve bağımsızlık varsa bile sınırlıdır, bu özgürlük
ve bağımsızlık tam anlamıyla bir yaratıcı düzeniyle çerçevelenmiştir. Hiçbir
güç hiçbir değişim, hatta hiçbir mucize -kaderi fikri mucizenin varlığını
gidermez- bizi bu çerçevelenmişliğin dışına çıkaramaz.
Kader duygusu insanın kaçıp kurtulamadığı, belki de çok zaman
kaçıp kurtulmak istemediği bir duygudur. Kadercilik gariptir, bir yandan insanı
boğar, ona yeterince istemli olamamanın kötü duygularını yükler, öte yandan
yüce bir gücün elinde olmanın esenliğini aşılar. Hakikatte kadercilik
insanın sorumluluklarını giderir ya da en azından azaltır. Öyle ya;
“Ne yapabiliriz, sürekli ya da kalıcı bir aşkın güç bizim özgürlüğümüzü
ve bağımsızlığımızı iyiden iyiye daraltmaktadır, özgür ve bağımsız olmayan
varlığın sorumlulukları hatta yükümlülükleri olmayacaktır”, sorusu içimizde dolaşır durur.
Genel görünüm şudur: Allah
Teâlâ, koyduğu kader kanunları[393] ile çok zaman birbiri içinde ya da birbiriyle bağlantılı olarak,
biri öbürünün belirleyiciliğinde işler ve kaderi oluşturur, kaderciliği kurar.
Bir görüşe göre kader önce Allah Teâlâ'nın istemiyle tabiatta
ortaya çıkmıştır. Bir başka görüş de kaderciliği Allah Teâlâ’sız bir tabiatta
maddenin şartları meydana getirir. Ancak en genel görüş, Allah Teâlâ'nın,
kâinatın her yerinde mevcut ve aşkın olması ile tüm varlığı belli bir sona göre
bağlayan bir güç olduğunu benimser. Tabii ki İlahlık tabiattan daha
bağlayıcıdır. Tabiata söz geçirmeye kalksak da, şöyle ya da böyle söz
geçirebilsek de, Allah Teâlâ karşısında tam bir edilginlik içindeyizdir. Öyle
ya, kader bizim içindir, Allah Teâlâ için değildir. Her şeyden önce her istediğini
yapabilen bir ilahî güç söz konusudur, o güç üstelik özgür bir güçtür, o
durumda kaderden kaçmamız mümkün değildir. Buna göre, ne olursa olsun,
kişinin kaderi Allah Teâlâ'nın elindedir. O zaman bir baş eğme duygusu
tüm insan etkinliğinin ortasına yerleşir. Katlanmak, ister istemez baş eğmek
gerekecektir. Belki çok şeyi tartışmak gereği duymadan -çünkü kadercilikte bir
şeyleri tartışmak saçmayla uğraşmaktan başka bir anlam taşımaz- olan biteni
gözlemlemek, bu arada kaderciliğin gereklerine ilâhî istem adına uymak
gerekecektir. Düzen öyle kurulmuşsa ona uymaktan başka yapılacak bir şey yoktur.
Kadercilik böylece insanı en uç noktada tam bir edilginliğe itebilir,
itmektedir.
İnsanlar kendilerini yöneten bir üst güce bağlanmayı, hayatlarının
bu güç ile yönetildiğini ya da yönlendirildiğini varsaymayı çok zaman büyük bir
tutkuyla benimsemişlerdir. İnsan genelde kendinden sorumlu olmak istemez.
İster ki ondan bir başkası, bir aşkın güç sorumlu olsun. Düpedüz
sorumluluktan kaçış diyebiliriz buna. Durmadan yanlışlar yapan biri kötü
sonuçlara ulaştığında “alınyazım, böyleyim” formülünü ortaya
atar. Kader duygusu insanı sorumsuzluğa kadar götürebilir: yaşamımız belli bir
kadere göre gelişmekteyse ya da akıp geçmekteyse bizim kendimiz için
yapabileceğimiz pek bir şey yok demektir. Ancak bu durum insan ruhunu
cılızlaştırdığı gibi ahlakı da tehlikeye atar. “Bir dış güce bağımlıysam
ahlakı sorumluluğum olmamak gerekir”, diye düşünebilir.
İnsan belli bir ortama belli bir tabii varlık olarak doğar ve
kendi istemi dışında doğar: o kendi şartlarını da içtimai şartlarını da
seçmeden almıştır. Kimse kalbi delik ya da gözü kör doğmak istemezdi, kimse
verimsiz topraklar üzerinde kurulmuş küçücük bir köyde doğmak istemezdi. En iyi
imkânlar içinde dünyaya gelmeyi de istemeyebilirdik. İnsan dünyaya gelir
gelmez kendini bir kaderciliğin içinde bulur ve tabii ve içtimai kaderiyle hesaplaşmaya
başlar. Kendi için sürekli olarak yollar belirler, seçmeler yapar, bir şeyleri
inkâr eder ya da benimser, böylece kadere karşı bir kaderi, bir
karşı-kaderi oluşturur. Buna göre kader belki de bizim kendimize ya da
kendimiz için doğru ya da yanlış çizdiğimiz bir gidiş yoludur. Belki doğru ya
da yanlış diye bir şey de söz konusu değildir; her kaderi ya da her
karşı-kaderi kendi özellikleriyle vardır. Bu yolda doğruyu ve yanlışı doğrulama
imkânı pek yoktur. Çünkü her şey bir defa yaşanır. Yanlışlar ve
doğrular sonuçlarından anlaşılacaklardır ama elde belirgin sonuçlar da yoktur.
Kader, “ben" le “ben-olmayan” ın
diyalektiğinde kurulan bir ihtimaller ve olmuş bitmişlikler çizgisidir, bizim
kendimiz için ve başkaları için imkânlar arasından seçerek belirlediğimiz bir
gidiş yoludur. Sayısız yollar vardır ve insanlar kendileri için ya da birbirleri
için rahatça bunlardan birkaçını uygun görürler ve önerirler. Oysa seçim yapmak
kolay değildir, hangi yolun daha doğru olduğunu görmek ve göstermek kolay
değildir. Yolları seçmemizi sağlayan kıstaslar ya da değerler mutlak
değillerdir. (Herkes için farklıdır. Kimine dinî yön etkin iken başkasına maddî
ilkeler etkindir.) En zoru da kendi yolunu seçmektir. Kendi yollarını bulmakta
güçlük çeken insanlar bile bir başkaları için şaşmaz yollar önerirler.
Oysa her kişi öncelikle kendi kaderini kuracaktır ya da kurmalıdır. Her zaman
doğrular ve yanlışlar arasından pişmanlıklarla ilerleriz. Gitmek zorunludur,
ama en iyiyi seçemediğimiz çoktur.
Kişinin yanlış yapma hakkının her zaman saklı tutulması gerekir. Bir kişiliğin kaderi, içtimai hayatı ve tabiatıyla sarılmış olarak,
doğumla ölüm arasında uzayan çizgi üstünde kurulur ya da bu çizginin ta
kendisidir. Kaderi gelecekte, ölüm noktasında düğümlenecektir. Ölüm
kaderin tam olarak gerçekleştiği noktadır. Bu noktaya kadar kişiyle
ilgili olarak ortaya koyacağımız her yargı havada kalacaktır. Bitmemiş
sınırları kesinleşmemiş bir şeyi, oluşmakta olan bir şeyi yargılayamayız.
Ancak bitmiş hayatlar tümüyle yaşanmış bir hayatı tam olarak yargılayabiliriz.
Her hayat, son noktası kesin çizilene kadar bir sürekliliktir, olmuş bitmiş bir
şey değildir, oluşmakta olan, kurulmakta olan bir şeydir. İhtimallerin söz
konusu olduğu yerde kesin yargı geçersizdir.
İnsan, hayatı boyunca tabii ve içtimai kaderine karşı kişisel
kaderini oluşturmaya çalışır. Bu aynı zamanda başkalarının kaderinden pay
almak ve başkalarının kaderi üzerinde etkin olmak anlamına gelir. İnsan bir
bütündür, tabii olduğu kadar da içtimai, birbirinden bağımsız kaderleri de
yoktur, yani tam olarak bağımsız kaderler yoktur. “Her eylemim beni
bağlarken başkalarını da ilgilendirir hatta başkalarının yaşamını etkiler”.
Şu ya da bu biçimde, şu ya da bu ölçüde başkaları üzerinde belirleyiciyimdir.
İnsan kendini bir şeylere göre kurarak o bir şeylerin içinde, karşısında ya da
yanında yer alır. Bu yüzden kaderlerimiz birbiri içine geçer çok zaman. Yalın
ya da mücerred kaderi yoktur. Kendimizi yalnız kendimize göre değil,
kendi dışımızdaki ya da bizi aşan bir şeylere göre kurarız. Bir kaderin
hem kurulması hem dönüştürülmesidir bu, bir kaderin bir kader ile kaderlerin
kaderlerle aşılmasıdır.
Önemli olan kaderciliğin olup olmaması değil önemli olan insanın
kaderi karşısında, kader duygusu karşısında aldığı tutumdur. Bu çerçevede
kader kaçılası bir şey değil aşılası bir şeydir. Kaderciler hep yakınırlar,
her şeyden, en başta kaderinin kendisinden yakınırlar. Oysa kader çok zaman
onların tek dayanağı, tek besinidir.
“Karşı-kaderi”
oluşturmaya yönelen kişi yakınmamayı bilen, daha doğrusu yakınmanın anlamsızlığını
gören kişidir. O hiçbir şeyden yakınmayacaktır, ne kendinden ne başkalarından
ne kaderinden yakınacaktır.
İnsan hem kaderine boyun eğer hem kaderine ağlar. Kaderine karşı
gelmeye başladığı anda ağlaması kesilir. Ağlamak
yenikliğin bir belirtisidir. Yenik kişi yitirmiş kişidir. Yitirilen ne kadar
büyük olursa olsun insan ağlamamalı savaşmalıdır. Ağlayan insan yenik olmasa
bile yenilmeye yatkın insandır. İnsan yenilmeden, bir yenilme korkusuyla da
ağlayabilir. Ağlamak kaderi karşısında çaresizliğini bildirmektir. Bu yüzden
insan her ağladığında kendine ağlar. Her yalan söyleyişimizde kendimizi
kandırırız, her ağladığımızda kendimize ağlarız. Kaderine ağlamak
kendine ağlamaktır, kendine ağlamak kaderine ağlamaktır. Sevinç, gerçek sevinç
kaderin aşıldığı yerde bir sonsuza kavuşmuşluk, bir ölümsüze ulaşmışlık duygusu
olarak yaşanır. "Benim kaderim buymuş" diyen
kişi şunu demek ister: "Ben bundan daha çok bir şey değilim ve
olamam. Bunun böyle olmasını isteyen aşkın belirleyici bir güç var. "
İnsan, insan olma serüvenini böylece kendine yenilerek bitiriverir bazen.
Bazen de kendini aşarak gerçekleştirir. İnsan kendi dışında bir güce boyun eğer
gibi ya da eğdiğini sanarak kendine yeniliverir. Kendi durumundan kendini aşan
bir şeyleri sorumlu tutma kolaylığıdır bu. Öyle ya, kendine kalsa öyle
olmayacaktır, ama kendine kalmamaktadır. O zaman enine boyuna kaderini suçlamak
gerekir. Kader vardır ve ondan ne yazık ki kaçılamamaktadır. Kaderi elbette
vardır ama bir suçlu olarak değil aşılması gereken bir belirlenmişlik olarak
vardır. Her kişi kendi, kaderini verilmiş olan kaderinden giderek kendi
elleriyle biçimler. Onu var eder, giydirir kuşatır, ona kendi renginden renk
katar, onunla bir olur. Artık hem onunladır hem o'dur. Yaşam sürekli bir baş
eğiş olduğu zaman kaderi korkunç bir efendidir. Önemli olan “ben”le
başkası arasındaki çizginin nerede olduğunu iyi görebilmektir. Marcus Aurelius
dedi ki:
"Dış bir nesne sana acı verdiğinde gerçekte acı veren o dış
nesne değildir, senin onunla ilgili yargındır. "
Bize hayata sıkı sıkı sarılmak ve onunla kavga etmek düşer. Hayatı
kavgasız gürültüsüz benimsemek bizi kırılmaz bir kaderin kollarına atar.
Kavgayı göze almak gerekir, bir başka deyişle yaşama sıkı sıkı sarılmak
gerekir. Hayat dönüştürülebildiği sürece yaşamdır, olduğu gibi benimsendiği
sürece insana mutluluk düşleri gördüren bir acılar ortamıdır. Hayatı göze
almak bazı şeyleri gözden çıkarmakla mümkündür. Tehlike var diye yakınmak olmaz.
Tehlike her zaman olacaktır. Korku yaşamı hiçleştirir. Bu yüzden, Epiktetos' un
dediği gibi "Bilge kişi yaşamını yitirerek kazanır".[394] İnsanlar
genellikle kendilerine bir kere verilmiş olan ve bir daha asla verilmeyecek
olan bu hayatı yitirmek korkusuyla elden kaçırırlar. Çok zaman yok edişin adı
kadercilik olur. Hayatını geldi geçti bir şeyler kazanarak yitirmiş nice insan
vardır, onlar geçmişe her zaman acıyla, gözyaşlarıyla, bazen de kaba bir
öfkeyle bakarlar. Kimse kendini suçlamaz, herkes kaderini ya da hayatını
suçlar.
Allah Teâlâ ve dış güçler ona göre onun için özel bir hayat taslağı
oluşturmuştur ve bu taslağın gerçekleşmesi zorunludur, bunun dışına çıkmak
olası değildir. Birileri ona belli bir yaşam verip al bunu yaşa demişlerdir. Bu güzel bir avunmadır. Kendine yenilen kişi kaderini oluşturan
Allah Teâlâ’yı dış güçleri suçlarken kendini temize çıkardığını sanır. Gerçek
yaşama ulaşmanın tek yolu bir “karşı-kaderi” oluşturmaktır. Bir “karşı-kaderi”
yaratmanın tek yolu insanın kendini aşmasıdır ya da daha doğrusu kendini aşmayı
göze almasıdır.][395]
Yukarıda kadın ve erkeğe kaderciliğin kısmî bir çıkış noktasını
bularak kendilerini yeniden sorgulamalarının gerekliliği anlatılmaktadır. Her bireyin hakkı olan
mutluluğu; ancak karşımızdaki kimselerin mutluluklarına yardımcı olarak
bulabiliriz. Özgürlük sınırlarını
kaderin bağlayıcılığı ile çelişmeyecek şekilde belirleyerek Allah Teâlâ’nın rızası çerçevesinde gayret göstermeliyiz.
BOŞANMA
Erkek ile kadın
arasındaki hayat birliği olarak tanımlanan evliliğin; hiçbir uzlaşma
götürmediği, eşler için tüm anlamını yitirdiği durumlarda sona ermesi bir çözüm
olarak gündeme gelir.
Boşanma; insanı maddi
ve manevi boyutuyla birçok yönden etkileyen travmatik bir olaydır. İki insanın
yabancılaşmasıyla başlayan psikolojik süreç karar aşamasından sonra; hukuki,
mali, çocuk var ise velayet gibi sorunlarla devam eder, bağımsızlığını kazanan
kişinin, sosyal konumunu yorumlayarak kendini yeniden bulmasıyla nihayetlenir.
İslam dini, belirli
şartlarla aile birliğinin bozulmasına izin vermiştir. Boşanma konusunda
kabul edilen sistem; boşanmayı yozlaştıran Yahudi ve onu asla kabul etmeyen
Hıristiyan uygulamaları arasında bir orta yol şeklindedir.
Birbirleriyle uyuşmayan
eşlerin en son başvuracakları çözüm şekli, boşanmadır. Bundan önce uyuşmazlığın
eşler arasında çözülmesi, bu mümkün olmazsa iki tarafın ailelerinden seçilecek
birer hakeme havale edilmesi başvurulacak usullerdendir. Eğer bunlar fayda
vermezse, son çare olarak boşanmaya izin verilmektedir. Yine de bu izinle
birlikte boşanma, hoş görülmemiştir. Özellikle sebepsiz boşanmalar, hiç bir
şekilde iyi karşılanmamıştır. Çünkü boşanmanın eşler, çocuklar ve hatta toplum
üzerinde olumsuz pek çok etkileri bulunmaktadır. Fakat aile hayatı kötüleştiği
takdirde, eşler arasında bir uzlaşma olmadığı zaman, hayat çekilmez olacağından
dolayı, boşama devreye girmektedir. İslam, boşamaya izin vermekle birlikte bir
takım şartlar da koymuştur. İslam, kadını ya iyilikle tutmak, ya da
güzelce salıvermeyi kabul ederek yaşanan toplumsal kötülükleri engellemeyi
amaçlamıştır.
Depresyonlar
ile başlayıp ayrılığa giden yolculuğun neticesi genellikle boşanma, hastane,
hapishane veya mezarlık olmaktadır. Sonuçta bir ayrılık vardır ve bu
ayrılıkla şizofrenide olduğu gibi, karı kocadan oluşan ruhun bir bütün iken
parçalanması söz konusudur.
“Ruhun ikiye
bölünmesi” olarak tercüme edilen “şizofreni” terimi ile daha çok anlatılmak
istenen; yan yana bulunan iki ayrı algılama dünyasının varoluşu ile ayrılık meydana
gelmesidir.
[21. yüz yılın salgın hastalıkları endişe ve depresyondur.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO), her dört kişiden birinin yaşamı boyunca bir akıl
hastalığından mustarip olacağını belirlemiştir.
GEÇTİĞİMİZ ELLİ YIL İÇİNDE, DEPRESYONDAN MUSTARİP İNSAN
SAYISINDA BELİRGİN BİR ARTIŞ OLMUŞTUR. EN SON BULUNAN ŞEY DE DEPRESYONUN GİDEREK DAHA GENÇ
YAŞLARDA ORTAYA ÇIKMASIDIR. 2020 YILINA GELİNDİĞİNDE, AKIL HASTALIKLARI VE
ÖZELLİKLE DEPRESYONUN İKİNCİ EN YAYGIN SAĞLIK PROBLEMİ SEBEBİ OLACAĞI
BEKLENMEKTEDİR.
Depresyon, intiharın ilk sebeplerinden biridir. Her yıl,
bir milyondan fazla kişi kendi hayatlarını alıyorlar ve 10 ile 20 milyon
arasında kişi de teşebbüste bulunuyorlar. İntihar teşebbüsleri genel olarak ve
özellikle gençler arasında, yukarıya doğru giden açık bir eğimdedir. Gelişmiş
Batı ülkelerinde intiharlar, çocuklar ve gençler arasındaki ölümlerin en yaygın
ikinci sebebini oluşturmaktadır.
Sağlık alanında çalışanların
çoğu intihar olgusunun toplumun genel sağlıksızlık durumunu yansıttığına inanmaktadır.][396]
Boşanma
sebepleri
Kadın özellikle duygusal
bakımdan daha endişeli ve dayanıksız bir varlık olduğundan kendisinden onu
zorlayacak yapması/değiştirmesi zor şeyler istendiğinde çabalamak yerine korkup
vazgeçmeyi tercih eder. Bu
sebeple kadınlar zorlaşan evliliği yürütmek yerine en ufak pürüzde “boşanalım
o zaman” şeklinde bir cümle kurabilirler. Hâlbuki
erkek, kadının hataları olsa bile onları düzeltmeyi göze alarak ondan küçük de
olsa bir çaba bekler. Çaba harcaması için biraz zorladığında da sonuç
alamıyorsa kırılma noktası yaşanır.
Bu nedenle [Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi
ve sellemin, erkeklerin kadınlar hakkında hayırhâh olmalarını ve eşlerin birbirlerine
karşı yükümlülük ve sorumluluklarını ifade eden hadîsleri, azımsanamayacak
sayıdadır. Geçerli mazeret olmadan meydana gelen boşanmaların tasvip
edilmediğini ve sevimsiz olduğunu ifade eden bir grup hadîsler de bilhassa dikkate şâyândır. Bu anlamda
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
“Allah’a helâllerin en sevimsizi talâktır” 58
“Her hangi bir kadın gereksiz yere kocasından
boşanmayı isterse, cennetin kokusu ona haram olur”[397]
“Allah, zevk için sık sık kadın değiştiren
erkekleri ve zevk için sık sık koca değiştiren kadınları sevmez” [398]
“Kendisini boşattırmak
isteyen kadınlar münafıktırlar.” [399] buyurur
ve boşanmaların uhrevî mesuliyetini hatırlatır.
Ayrıca, hadiste iki kişinin
arasını bulmaya vesile olmak, sadaka olarak nitelenir ve sosyal bir görev
olarak vurgulanır.[400]
Buna ek olarak hadislerde, bazı istisnaî özel durumlarda, sınırlı ve sayılı
ölçüde yalan söylemeye cevaz verilir. Bunlar arasında, karı koca arasını
düzeltmek için söylenebilecek yalanın da olması, meselenin önemini belirtir.[401]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem, “Evleniniz, fakat
(kurduğunuz aile yuvalarını) boşanmakla yıkmayınız. Zira ondan Arş-ı İlâhî
titrer”[402] buyurarak,
boşanmanın ilâhî boyutunu haber verir.
Kur’ân-ı
Kerim, Hz. Süleyman zamanında karı-koca arasını ayıran fesat şebekelerinden
bahseder.[403] Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem de, aile birliğinin sürdürülmesinde psikolojik bir
etken olarak şu vak’ayı ibret için nakleder;
“ŞEYTAN ARŞINI SUYUN ÜZERİNE KURAR, SONRA ÇETELERİNİ
GÖNDERİR. BUNLARDAN RÜTBECE EN YAKIN (İTİBARI
EN BÜYÜK) OLANI, FİTNESİ EN BÜYÜK OLANIDIR. BİRİ GELİP, ŞUNU ŞUNU YAPTIM,
DER. İBLİS İSE, ANLATILANLARI DİNLEDİKTEN SONRA,
“HİÇ BİR ŞEY YAPMAMIŞSIN”
KARŞILIĞINI VERİR VE YAPILANLARI KÜÇÜMSER. SONRA, BİR BAŞKASI DAHA
GELİR VE
“KARISIYLA ARALARINI AÇINCAYA KADAR PEŞLERİNİ BIRAKMADIM”
DİYEREK, YAPTIKLARINI ANLATIR. BUNUN
ÜZERİNE İBLİS, ONUN MAKAMINI YÜKSELTİR VE
“SEN NE HARİKASIN!” [404] diyerek
becerisini kutlar.
İslâm hukukunda ise,
geçici evlilikler (mut’a ve hülle) bâtıldır, hükümsüzdür74. Yani
evlilik akdi, sürekli bir akittir. Bu durum, akdin tabiatının gereğidir. Fakat evlilik
akdinde süreklilik şart olmakla birlikte, bu süreklilik
sonsuzluk anlamında da değildir. Boşanmayı menetmek veya hiç
olmayacak şartlara
bağlamak
suretiyle, beraber yaşamayı düşünmeyenleri zorla bir
arada tutmak, çözüm olmamıştır. Ama keyfî boşamaların, çoğu kez boşayan için bir pişmanlık, boşanan için bir haksızlık
ve aile fertleri için de hayat boyu bir huzursuzluk kaynağı olduğu görülmektedir. Buna
göre boşanma
hastalıklı bir uzva karşı cerrahî bir müdahale ise, evliliğin, aklî-mantıkî bir
çizgide cereyan etmesi ve sağlam şartlara bağlanması hijyenik bir
hassasiyettir. Onun için boşanmakla aileyi yıkmadan önce, eşler arası uyumda titiz davranılmalı
ve gelecekte bu uyumu temin edecek şartlardan da, asla taviz verilmemelidir.][405]
Kibirli bir ruhla, kendilerinin kadınlardan
üstün olduklarını düşünen erkekler vardır. Bunlar, kendilerini doğuran bir kadının
sayesinde hayatta olduklarının farkında değilmiş gibi görünürler ve böylece
kendi üstünlüklerini ileri sürüp kadını alçaltırlar.
“Erkek
kendisini alçaltmadan kadını alçaltamaz; aynı zamanda kendisini yükseltmeden
kadını da yükseltemez” denmiştir .[406] Ne
kadar doğrudur. O alçaltmanın acı meyvelerini etrafımızda görmekteyiz.
Toplumumuzda şaha kalkan bu kötülük, kişinin evlilikteki ortağına
saygısızlığının sonucudur. İhmal etmek, eleştirmek, taciz etmek vb.
davranışlarla kendini gösteren bu durum sonunda terk etmeyle noktalanır. Her
birey üzerine düşen vazifeleri eşinin rahat ve mutluğunu sağlamak için özveriyle
yapsa toplumda çok az boşanma olurdu.
Mutlu olmak istiyorum,
Ama olmayacağım,
Ta ki, seni de mutlu edinceye kadar.[407]
Dini Hüküm olarak boşanma
[Kur’ân-ı Kerim’de, erkeğin
manevî bir bağla bağlandığı
karısını üç defa boşama
hakkı vardır. Câhiliye’de sınırsız olan boşama
sayısını Allah, üç talakla sınırlandırmıştır.
“Boşanma iki defadır” [408] ayeti,
prosedür itibariyle boşanmaların
tek celsede sonuçlandırılmamasını ifade eder.[409]
İslâm
hukukçuları, kitap ve sünnette iki veya üç talakı bir anda söyleyip, boşanmaların
tek celsede vuku bulmasının nehyedildiği
hususunda tereddüt etmezler. Hatta bu konuda, selefin ittifak ettiğini
naklederler.[410]
Dolayısıyla prosedür itibariyle İslâm hukukunda boşanmanın, her ay bir boşanma olmak üzere en az üç
aylık bir sürece yayılması güzel (hasen); üç ay aralıklarla dokuz aylık bir sürece yayılması ise daha da
güzel (ahsen) olarak değerlendirilir. Dahası bu süreç içerisinde
zevci ilişkide bulunulmamalıdır. Tam aksine ilgili zaman şartlarına
riayet edilmeyen boşanmalar,
İslam hukukunda “bid’at” olarak
isimlendirilir. Zaten, hayız halinde boşamanın
haram olduğunu bildiren ayet[411],
boşanma zamanı itibariyle bir
kısıtlama mahiyetindedir.
İslâm,
birinci veya ikinci boşama
hakkı kullanılmış olsa bile, pişmanlık
süresi özelliğine sahip, birinci veya ikinci boşamadan
sonra, kocaya
“ric’at” (karısına
geri dönebilme) hakkı tanır. Bu konuda, İbn Teymiyye’nin nakline göre, Ahmed b.
Hanbel,
“Dikkatle
inceledim, Kur’an’daki boşamayla ilgili ayetlerin tamamı, ric’î talâktır
(cayılabilir boşanma)” tespitini
yapar.[412]
Kur’ân-ı Kerim’de, “Kocaları
bu arada barışmak isterlerse, karılarını geri almakta daha çok hak sahibidirler” [413] buyurulur.
Hatta Kur’an, birinci
veya ikinci boşanma sonrası kadınların bekleme sürelerinin (iddet) sona ermesi
hâlinde, koca karısına geri dönmek isterse, mani olunmamasını ister[414].
Zaten, boşanmış kadının iddet süresince kocasının evinde kalması
hem hakkı, hem de sorumluluğudur. Dahası, yaklaşık bu üç aylık müddet
içerisinde, kocanın karısına geri döndüğünü belirten sözlü ifadesi veya geri
döndüğüne işaret eden fiilî davranışıyla bile, aile birliği -nikah bakımından
öncesinden farksız bir özellikte- yeniden kurulabilmektedir. Eğer, birinci veya
ikinci boşanma, -bazı kinaî [415]
lafızlarda olduğu gibi- bâin talakla (ayırıcı boşanma) gerçekleşmişse,
evliliğin devamı kararında kadının irade beyanına müracaat esastır. Bununla,
kadının mağduriyetinin giderilmesi hedeflenir. Çünkü kadın, evliliği sürdürmede
veya sona erdirmede özgürdür. Şayet kadının hür iradesi, evliliğin devamı
yönünde tecelli ederse, tekrar bir mehir belirlenerek yeni bir nikâh akdi gerekir.[416]
Birinci hatta ikinci boşanmadan sonra, aile birliğinin yeniden tesis
edilebilmesi belki de İslâm boşanma hukukunun en ayrıcalıklı yönüdür.
Bu
aşamalardan sonra da sonuç alınamamış ve ayrılık tek çözüm hâline gelmişse,
İslâm, eşleri birlikteliğe mahkûm etmez. Zaten, üç ayrı boşama tecrübesi,
şartlarda bir değişme olmadığı sürece, bu aile birliğinin yürütülemeyeceğine
delil olarak yeterli görülür.[417]
Buna göre boşanma, kronikleşen geçimsizliklerde başvurulabilecek en son çare
görünümündedir. Zaten, ahenksiz ailelerin birliktelikleri zorla devam
ettirerek, erkeğin de kadının da boşandıktan sonra tekrar evlenip yeni ve daha
iyi bir hayat kurmaları ihtimaline engel olmak, mantıkî temelden yoksundur.
Diğer bir anlatımla, fiilen birbirinden ayrılmış eşleri, hukuken bir saymak
içtimaî bakımdan faydalı değildir, belki de zararlıdır. Bu açıdan, Alman
hukukçusu ve mütefekkiri Kohler, pek haklı olarak, “Geçinmelerine
imkân olmayan karı-koca arasındaki evlilik, sadece bir azap ve işkence kaynağı
olarak kalmaz, ruhî tekâmüle bir mani teşkil edebilir ve
büyük istidatları bir hiç menzilesine indirebilir” demektedir.[418] Bu
özelliğiyle boşanma, bazı hâllerde “rahmet” 36 olarak da nitelenebilir.
Yalnız bu rahmet ifadesinin boşanmanın genel hükmüne göre değil, özel hükmüne
göre olduğunu da kaydedelim.
Her şeye rağmen önü
alınamamış, karı-koca birbirinden tamamen ayrılmış ve dün birlikte
tüttürdükleri aile ocağı bugün bütün bütün sönmüşse, “Her
kim Allah’tan korkarsa, ona bir çıkış yolu yaratır ve onu ummadığı yerden
rızıklandırır. Kim Allah’a güvenirse, bilsin ki Allah ona kâfidir” [419] ve “Eğer
karı koca boşanarak birbirlerinden ayrılırlarsa, Allah Teâlâ her birini kendi
kudretiyle, muhtaç duruma düşmekten korur. Allah Teâlâ’nın ihsanı geniştir” [420] ifadeleriyle,
boşanmış çiftler, neticeye razı olmaları ve karamsarlığa düşmemeleri
hususunda “teselli” de
edilir37.
Bu hükümlere ek olarak Kur’ân-ı
Kerim’de, “Eğer erkek kadını (üçüncü defa) boşarsa, ondan sonra kadın bir
başka erkekle evlenmedikçe onu alması kendisine helâl olmaz”[421] buyrularak,
erkeğin aynı kadınla tekrar evlenebilmesi için hem fiilî olarak başka bir
erkekle evlenip boşanmış olması hem de kadının hür iradesi şart koşulur. Böylece
de boşanmanın geri dönüşü olmayan bir olay olduğu vurgulanır ve tarafların
kıskançlık damarlarına dokunulur.
Kur’ân-ı Kerim’de,
boşanmayla ilgili hükümlerden sonra bunların Allah Teâlâ’nın koyduğu kanunlar
olduğu belirtilir ve bu kanunların bozulmaması, bu sınırların aşılmaması
emredilir. Bu kanunlara aykırı hareket eden kişiler de, “zâlim” olarak
tavsif edilir.[422]
Yine boşanmayla ilgili ayetlerde, “marûf”, “ihsân” ve “cemîl” sözcüklerinin
kullanılmasıyla da, ayrılma esnasında söz düelloları, birbirlerinin kusurlarını
deşifre etmeleri, hatta olası karşılıklı iftiralar engellenerek, boşanmaların medenî bir şekilde
sonuçlanması istenir [423].
Ayrıca, ayrılma sonrası mehir ve nafakanın haricinde kadına ayrı
bir meblağın (mut’a) verilmesi gerekmektedir. Bu bedelin manevî bir tazminat
veya boşanan kadınının yarasını sarmaya yönelik bir gönül alma mahiyetinde olduğu
söylenebilir.][424]
Boşanmanın önemli
sebeplerinden biri de hastalıktır.[425] Dayak da önemli bir
ayrılık sebebidir, Hz. Osman radiyallâhü anhe kocasından dayak yediği için kolu
kırılan bir kadın müracaat eder ve kocasından ayrılmak istediğini söyler. Hz.
Osman, bu konuda karar vermek üzere Kesir b. es-Salt’a görev verir. O da kadının
kocasının bir daha dayak atmayacağına yemin etmesini ister.[426]
Hz. Ali döneminde
yaşayan Dureyd es-Simme’nin, eşini kardeşine sövdüğü için boşadığını kaydeder.[427]
[Hz. Ömer radiyallâhü
anhın sudan bahanelerle bir erkeğin eşini boşamasını hoş karşılamadığı Cahız’ın
kaydettiği şu rivayetten[428]
anlaşılmaktadır: Hz. Ömer eşini boşamaya karar vermiş bir erkekle şu konuşmayı
yapar:
“NİÇİN EŞİNİ BOŞUYORSUN?”
“ONU SEVMİYORUM.”
“HER EV SEVGİ ÜZERİNE Mİ
KURULDU? NEREDE KALDI KADIN HAKLARINA RİAYET ETME VE SAHİP ÇIKMA.”
Hz. Ömer’in dik başlılık
yapan bir kadına nasihat ettiği ancak kadının buna kulak asmaması üzerine onu
hapse attığı bundan da bir netice alamayınca kocasına kadından ayrılmasını
söylediği nakledilmektedir.[429]
] [430]
Boşanmada
kadınların tavrı
Boşanmanın bir kriz
olarak gündeme geldiği evliliklerde, boşanma düşüncesi oluşmadan önce pek çok
soruna rağmen evliliğin sürdürülmeye çalışıldığı görülmektedir. Ancak dikkat
çeken nokta, eşlerin bu süre içinde evlilikle ilgili sorunları çözmeye yönelik
arayışlar içinde olmayıp, boşanmanın gündeme gelmesiyle yardım arayışı içine
girmeleridir.
Kadınların eşleriyle
iletişim sorunlarını, ekonomik sorunları, eşin ailesiyle yaşanan sorunları,
hatta şiddeti bile yıllarca katlanılması gereken bir durum olarak görmeleri,
ancak şiddetin hayati tehlike meydana getirdiği ya da eşin başka bir kadınla
ilişkisinin gündeme gelmesiyle boşanmayı düşünmeleri evliliklerini
sürdürebilmek için çok çaba harcadıklarını göstermektedir.
Boşanma sonrası
yaşamını sürdürme konusunda ekonomik ve sosyal yönden güvencesi olan kadınların
boşanma kararı aldıktan sonra, yaşayabilecekleri zorlukları göze aldıkları,
buna karşılık özellikle ekonomik anlamda eşe bağımlı olan kadınların her şeye
rağmen evliliklerini sürdürmek zorunda kaldıkları görülmektedir.
Çocukların varlığı
her iki durumda da evliliğin sürdürülmesi için tek neden olabilmekte,
boşanmanın kriz olarak gündeme gelmesi ve profesyonel yardımla evliliklerin
yeniden gözden geçirilmesi ve sorunların çözümüne yönelik eşlerin çaba harcaması
sağlanabilmektedir. Bu anlamda boşanmanın gündeme gelmesine rağmen evliliğin
sürmesi durumunda evliliğin yeniden yapılandırılmasında, boşanmanın
gerçekleştiği durumlarda ise aile üyelerinin yeni duruma uyumu konusunda
faydalı olmaktadır.
Boşanmaya
çözüm önerileri
Ailenin önem ve
değerinin giderek yara aldığı günümüzde bu gerçeklerin dikkate alınması,
evlilik yaşamındaki anlaşmazlıkların boşanma noktasına gelmeden aşılabilmesi
gerekmektedir.
Evlilikler düşüncesiz
yapılamayacağı gibi ani kararlar vererek de sonlandırılmamalıdır. Bu bağlamda sorunlu dönemlerde aile bireylerinin, ruh
sağlıklarının korunması için yardım almaları pek çok sorunun çözümünde önemli
bir rol oynayacaktır.
1—Bireysel çözüm:
Eşler, birbirleriyle
mutlaka iletişimi olması gerekmeyen farklı kişilerin, farklı zamanlarda desteği
ile doğruları bulabilirler.
2—Eşlerin beraberliği ile çözüm:
Eşlerin her ikisi ile
görüşülerek ortak bir çözüm bulma yöntemidir. Bu yöntem birinciden daha olumlu
sonuçlar verir.
3—Sorunlu aileler ile beraber çözüm:
Genellikle ders
mahiyetinde olur. Batı toplumu için uygun olan bu çeşit çözüm arayışları doğu
toplumları için uygun değildir.
SONUÇ
Zaman ve mekân açısından erkek ve kadın ilişkisinde toplumun
örfü dikkate alınarak orta yol bulunmalı, Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellemin tavsiyelerinden uzaklaşmadan hayatın idame ettirilip evli
olarak dünyadaki günlerin geçirilmesinin gerekliliği anlaşılmalıdır.
İktidar, özgürlük, ailede görev paylaşımı, cinsellik, giyim
ve maddi kazanç gibi hususlarda kadın ve erkeğin eşit haklara sahip olduklarını
kabul ederken Allah Teâlâ’nın erkeğe tanıdığı bir derece farkı da göz ardı
etmemek gerekmektedir. Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar? Dünya hayatında
onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş
gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti
onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.”[431]
Erkeğe tanının bu bir derecelik fark huzurlu bir aile
mevcudiyetini sağlamaktadır. Erkek ve kadın ilişkilerinde bekâr olmak fazla bir
sorun teşkil etmez fakat aile olamamış kişilerde zafiyet derecesinde gelişim
noksanlığı da görülmektedir. Yaşanmamış duygularla verilecek hükümler de noksan
olacaktır. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem belirtilen hadiste de
görüleceği gibi evliliği tavsiye etmiştir.
“Ey gençler
topluluğu, sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik gözü
kapamada daha tesirlidir. Ve cinsel organı iffet ve namus çizgisinde tutmada
daha elverişlidir.
Artık kimin de
evlenmeye gücü yetmezse ona gereken oruç tutmaktır. Çünkü oruç onun için
şehveti kesip durdurucudur.” [432]
Dini hayatın
evlilik ile ikmal olduğu bilgisinden yola çıkarak ve evlenmenin kutsallığının
bilinerek bu kurumun idamesi için kadın ve erkeğin büyük sorumluluklar
içerisinde oldukları anlaşılmalıdır. Kitapta, ailenin var oluşunda ve yine
varlığını sürdürmesinde vazgeçilmez bir unsur olarak kadının üzerinde yoğunlaşılmış
ve onun kurtarıcı vasfı vurgulanarak günümüzün yıkılmak üzere olan
evliliklerine çözümler sunulmak istenmiştir.
Bilgisini insanlarla paylaşan,
insanların meselelerine çözüm üreten ehl-i ilim, asırlardır etrafına ışık
tutmuş, cehaleti yüreklerden söküp atmıştır.
Konuyla ilgili bir menkıbeyi
burada zikretmekte fayda vardır. Hz. Hasan radiyallâhu anhdan şöyle
nakledilmiştir:
“Bir gün bir kadın, Hz. Fatıma
radiyallâhu anhanın huzuruna varıp şöyle dedi:
‘Güçsüz bir annem vardır,
namazında zor bir meseleyle karşılaştı ve o meseleyi sana sormam için beni
huzurunuza gönderdi.’ Hz. Fatıma radiyallâhu anha o meselenin cevabını verdi. O kadın,
ikinci kez başka bir mesele sordu. Hz. Fatıma radiyallâhu anha yine cevabını verdi. Daha sonra üçüncü bir
mesele sordu, böylece sorduğu soruların sayısı onu buldu. Hz. Fatıma
radiyallâhu anhada hepsine cevap verdi. Sonra o kadın sorunun çok olmasından
dolayı utanıp
‘Sizi daha çok yormayayım’ dedi. Hz. Fatıma radiyallâhu
anha;
‘Karşılaştığın her soruyu
utanmadan gel sor, ben senin sorularından yorulmam. Eğer bir kimse bir yükü
dama çıkarmak için ecir olur ve karşılığında yüz bin dinar alırsa, acaba o iş
ona ağır gelir mi ?’ Kadın:
‘Hayır, ağır gelmez ve o işten
yorulmaz’
dedi. Hz. Fatıma radiyallâhu anha sonra şöyle buyurdular:
‘Her meselenin cevabına
karşılık bana verilen sevap, arası incilerle dolu olan yer ile göklerken daha
fazladır. Öyleyse meselelere cevap vermekten hiç yorulur muyum ?”
SONSÖZ YERİNE
[“Beşikten
mezara niçin gittiğimizi bilseydik” diyor Maurice Maeterlinck, “Bu
yol boyunca tıpkı mektepten azad olmuş çocuklar gibi şarkı söyleyerek giderdik.”
Müslüman
olarak bizleri zaman zaman sıkıntıya sokan, terleten, sinirli ve cedelci kılan
husus, kendimizin haklılığını, inancımızın isabetli olduğunu ispat etme, tuttuğumuz
safın başkalarını da çağırmaya ne ölçüde değer olduğunu gösterme telaşıdır. Bu
telaş, belli ki bazı gerçekleri kendi kendimize de inandırmaya yöneldiğimizin
göstergesidir. Kendimiz de güvenlik içinde düşünebilme şartlarını elden kaçırmamaya
çabalıyoruz. Eğer böyle olmasaydı, yani kendi haklılığımız bizim için bir
bedahat [433]
olsa, inancımızın isabetli oluşu kendi durumumuzla mutabakat sağlasaydı,
eylemlerimiz hiçbir gösterişli tavır gerektirmeyecekti. Hasımlarımız
karşısında sinirli olmayacak, cedelciliği [434]
davranış biçimlerimiz arasından çıkaracaktık. Kişi, tuttuğu safı başkasına
özendirirken biraz da kendinin doğruluğunu yeni bir somut örnekte yaşamak
isteğindedir.
Bu
saydığımız tutumların pek de kınanır tutumlar olmadığını eklememiz gerek. Çünkü
dünyaya gelmekle bir bilmecenin içine düşmüş oluyoruz. Müslüman olduğumuz
zaman ise bu bilmecenin hangi yoldan giderek çözüme ulaşacağına dair bir
tutamak noktası ele geçirmiş oluyoruz. İşte bu yüzden kaygulu, tedirgin, telaş
içinde oluşumuz şaşılacak, ayıplanacak bir şey değildir.
Yaratılmış
olmak, insanın temel bilmecesidir. Bu bilmecenin farkına vardıktan sonra Yaratıcısıyla
insan arasındaki asli ilişkinin meseleleri başlar ki bunların her biri başlı
başına bir insan ömrünü kaplamaya yeter.
Beşikten
mezara niçin gittiğimizi bilmek, “iki kapılı handa” kendi
anlamımızın keşfi demektir ki bu anlamı hangi seviyede keşfetmiş olursak
olalım, fert olarak güvenlik içinde olmamıza yetecektir. Bizleri müslüman
olmayanlara karşı saldırgan, katı, kapalı kılan duygu, kendimizi yaratılmış
olma bilmecesi içinde hapsolmuş saymamızdan gelen duygudur. Aramamız
gereken, hiç kuşku yok ki bu bilmecenin çözüm yolları olmalı. Hatta kendimizi
bu bilmece içinde hapsolmuş olarak tanımak bile çözüm yolunda önemli bir
mesafe katetmek demektir. Henüz kendim yaratılmış olma bilmecesinde kapalı
dururken, başkasının bu bilmecenin mevcudiyetinden bile habersiz oluşuna
nasıl öfkelenebilirim?
Müslüman
olmak yani Hakk’a teslimiyet, bana yaratılmış olma bilmecesinin önce
çözülebilir olduğunu, sonra da çözümün Kur an ve Sünnet yolundan sağlanabileceğini
öğretiyor. Bu noktada hiçbir endişem yoksa bilmecenin çözümünde başka bir yan
araç ve gereç bulma arzusunu içimde taşımıyorsam, yolun beni salimen güvene,
emniyete, iman bölgesine götüreceğine inanıyorsam, artık başkalarına karşı
tedirginliğimden, müslüman olmayanlar arasındaki düşünce dalgalanmalarından,
kendi tavırlarımda ne büyük bir haklılık payı olduğunu bir başkasına ispat
etme telaşından arınmış olurum. Çünkü niçin gittiğim konusunda emniyete sahibim
ve bu emniyet, beni olduğu kadar başkalarını da güvenli kılmaya başlamıştır. Anlıyorum
ki benim güvensizliğim, çemberime giren herkesi güvensizliğe itecektir. Aksi
vaki olunca, ben güvenlik içinde hissedince kendimi, başkaları da güvenlik
alanı denilen alanı tanıma, hissetme imkânına erişebilirler. Aramamız
gereken, başkasını ikna yolları değil, kendimizin mukni [435]
oluşudur. Müslüman eğer beşikten mezara niçin gittiğini biliyorsa, bu
bilgisini süsleyip bir başkasına cazip kılmasına gerek kalmaz. Çünkü bu
konudaki rahat ve emin tavrı başlı başına bir cazibe olacaktır. O zaman bir
tür azadlık yaşayacağımızı, bu azade halimizin de başkalarını cezp edeceğini
düşünebiliriz. Yani beşikten mezara giden yolda kendimize sağladığımız güven,
başkalarına sunabileceğimiz güvenin kaynağıdır. Çağımızın propaganda, beyin
yıkama ve şartlandırma metodları, kişinin kendi inanmadığı şeylere başkalarını
inandırmasının yollarıdır. MÜSLÜMANLARIN “BİR
İKNA METODU” ARAMALARI KENDİLERİNİ,
KENDİ İTİKADLARINI ALELADE BİR DOKTRİN [436] SEVİYESİNDE
GÖRMELERİ DEMEKTİR Kİ BU, İSLÂM’A MAHSUS BİLGİYİ TERK ETTİKLERİNİN DELİLİ
OLABİLİR.][437]
Sartre’ın
Hürriyetin Yollları’ndaki kahramanlarından
Mathieu, burjuvazinin ortadan kalkmasını istemez. Çünkü burjuvazi ortadan
kalkacak olursa, nefret edeceği kimse kalmayacak ve böylece kendine bir rahatlama
alanı olarak seçtiği duygu elinden alınmış olacak. Roman kahramanının yaşadığı
sıkıntı dolu hayat içindeki en önemli sığınak, bir sınıfa karşı duyduğu
nefrettir. O olmazsa huzuru da olmaz. Baudelaire’in Paris çamurundan, Mathieu’nun
burjuvaziye olan nefretinden simyacılık yoluyla elde ettikleri anlam, gerçek
anlamıyla ne kendilerini, ne de bir başkasını kurtarmaz. Olsa olsa ellerine geçen
ada ile birazcık rahatlık duyarlar. Kendi kozaları içinde aydınlanmış sayarlar
ruhlarını.
Simyacılık, tek tek
insanların rahatlama çabaları olmaktan çıkıyor çoğu zaman. Kapitalizm doğup da
dünyaya egemen olmaya başladığı dönemlerden bu yana siyasi programların
muhteviyatı da bir çeşit simyacılık barındırıyor içinde. Değersiz bu madenden
altın yapma çabası, insanların zihinlerine zerk edilmeye başlanıyor. Birinci
Cihan Harbi’yle birlikte fiiliyata konmaya çalışılan simyacılık formülleri
var: Rusya’da Sovyet rejimi, Almanya’da Nasyonal Sosyalist düzen, İtalya’da
Faşizm. Bu tür simyacılık, 1960’lara kadar cazibesini kaybetmedi.
Azgelişmiş dedikleri
ülkelerde “kapitalist olmayan yol” uydurması
da meşgul etti zihinleri bir süre. İnsanlığı ezdiği varsayılan bir toplum
düzeninden, insanlığın bütün hâkimiyeti eline alacağı bir toplum düzeni
çıkarmak! Kurtuluşu kapitalizmin doğurduğu bir sınıf veya üstün ırk veya
korporatif sistemle temin etmeye insan yığınlarını inandırmak! Peki, bu
simyacılık işlemi yapılırken kullanılacak değersiz maden hangisi? Yani
teknolojik medeniyet yine aynı medeniyetin unsurlarıyla mı, makine düzeninin
yarattığı değerle mi “cennete” dönüştürülecek?
Bakırın bütün simya deneylerine rağmen altın olmayışı gibi, bütün toplumsal
deneyler de hammadde olarak burjuva hümanizmini kullanan maceraların asıllarını
muhafaza etmekten öteye geçemeyeceğini gösterdi. Sovyet rejimi, yeni bir
burjuva düzeni kurdu. Nazi Almanyası, Faşist İtalya, Nasır’ın Mısır’ı birer ıztırap
dinamosu olabildiler yaşadıkları dönem boyunca.
Günümüz de simyacılık
deneylerinin zayıf da olsa yaşandığı bir zaman parçasıdır. Müslümanların
yaşadığı toplumlarda batı medeniyetinin bazı unsurlarını altına dönüştürme
gayreti, şu veya bu biçimde hayatiyetini koruyor. Hayatın aldığı yeni biçim,
niyetlerimiz ölçüsünde bir dönüşüme uğratılmak isteniyor. Elektronik çağda,
bu çağın imkânlarının nasıl bir ideal toplum düzenine inkılâb edebileceği
sorulabiliyor. Bakırı altın yapma gayreti, bazı müslümanlar arasında hâlâ
rağbette.
Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem, bize bir tek yol göstermiştir. O, cahili toplumu ve o
toplumun kurumlarını ıslah etmemiştir. İnsanlığa parçalanamaz bir kulluk tavrı
önermiş, örneklerini göstermiştir. Asr-ı saadette, putperest kafası mümin
kafasına “inkılâb etmiş” değildir.
Yalnızca “iman” kendi
hâkimiyetini sarsılmaz bir biçimde kurmuştur. Altın bulunmuştur. Bakırdan elde
edilmemiştir.] [438]
Bu nedenle tekrar tekrar
konuların artık yeniden araştırılması gerektiği anlaşılmaktadır. Hz.Mevlâna
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki;
“Tertemiz
Kur’an-ı Mecid’i kendi hevânla tefsire yeltenmişsin. Sen önce kendini te’vil
et. Kur’ân-ı Kerim’e uydur. Yanlış iç dünyana ve hevesine göre Kur’ân-ı Kerim’i
anlamaya çalışıyorsun. O yüce mana senin bu hareketin yüzünden eğrileşiyor,
adileşiyor.” [439]
Kitâbiyat
ABUZAROVA Ülker Âhiret İnancının
Dinî-Felsefî Temelleri - İstanbul, : Marmara Ü.İlahiyat A. Dalı Kelâm
Bilim Dalı 208646 (Dok. Tezi), 2007.
AVCI Gültekin Kıyamet Kadınları
İslamcı Ve Modern Kadının Yozlaşması [Kitap]. - İstanbul : Metropol
Yayınları, Kasım 2007 .
AYVERDİ Samiha Kann Rifâî ve
Yirminci Asırın Işığında Müslümanlık [Kitap]. - İstanbul : Kubbealtı,
2003.
BAYÜLKEM Dr. Faruk Bir ruh Hekiminin
Başından Geçenler. - İstanbul :
BRİZENDİNE Dr. Louann Kadın Beyni
[Kitap]. - İst: Kelebek, Ocak-2007.
ÇAKMAK Araş. Gör. Diren ; Fransız
Devrimi’nde Kadın:Eksik Yurttaş (Woman In The French Revolutıon:Defıcıent
Cıtızen), [Dergi] // Ege Akademik Bakış / Ege Academic Review . -
[s.l.] : Çankaya Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi,
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, 7(2) 2007. - s. 727-745 .
ÇAKMAKLIOĞLU M. Mustafa Muhyiddin
İbnü’l-Arabi’ye Göre Dil-Hakikat İlişkisi Marifetin İfadesi Sorunu Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler E.Temel
İslam Bilimleri (Tasavvuf) A. Dalı, 2005. - DoktoraTezi,.
ÇETİNER Ş. Gökçen Aile İçi Siddet
Yasayan Kadınlarda Cinsel Sorunlar Ve İntihar Olasılıgı Ankara Üniversitesi
Saglık Bilimleri Enstitüsü-Disiplinler Arası Sosyal Psikiyatri A. Dalı 192090 Y.Lisans
Tezi, 2006 .
ÇETİNKAYA Pınar Yüksek Ögrenim
Görmüş Kadınların Cinsel Profili [Kitap]. - İstanbul : İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalısmaları Bilim Dalı (214603) Y.
L. Tezi , 2006.
ÇİPER Ayşe Tükenmişlik Sendromunun Hizmet
Kalitesine Etkisi Ve Çağrı Merkezi Uygulaması
Marmara Ü. Sosyal Bilimler Ens. İşletme Anabilim Dalı Uluslararası
Kalite Yönetimi B. Dalı , 2006. 207449-Y.Lisans Tezi.
DİNCER Özüm Namus Ve Bekaret:
Kuşaklar Arasında Değişen Ne? İki Kuşaktan Kadınların Cinsellik Algıları Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler E. Kadın
Çalışmaları A. Dalı 208101 Y. Lisans Tezi - , 2007.
DÖKMEN Zehra Y. Çalışma Durumları
Farklı Üç Grup Kadında Ruh Sağlığı, Kontrol Odağıinancı ve Cinsiyet Rolü
[Dergi] // Ankara Ü.Türk Psikoloji Dergisi. - HAZiRAN 2003, CiLT 18,
SAYI 51. - s. 111 – 124 .
ERŞAHİN Cengiz Kafesin
İçerisindeki Hayat. - Ankara : 2004.
Friedrich NİETZSCHE trc: Prof. Dr. Ahmet
İnam İyinin ve Kötünün Ötesinde (Bir Gelecek Felsefesini Açış) -
İstanbul : Yorum Yay, 2001 .
FROMM Erich Psikolojik ve Ahlaki
Bir Sorun Olarak İtaatsizlik [Kitap]. - İstanbul : Kariyer,
Ekim-2001.
GRABER Gustav Hans ve trc:Kâmuran ŞİPAL Kadın Psikolojisi
[Kitap]. - İstanbul : Cem, 1998.
GRATCH Dr. Alon ve trc: Sibel SAKACI Orijinal adı: If
Men Could Talk... Here's vvhat they'd say Erkekler Dile Gelse [Kitap]. -
İstanbul : Doğan, 5. baskı / Eylül 2002.
GÜNAYDIN Mehmet Din Bilgini Mustafa
Cansız'ın Hayatı Ve Görüşleri Dinbilimleri Akademik A. Dergisi,
2005. - 2 : Cilt V -191-214.
GÜNEŞ Okt. Dr. Ahmet Kur'an Ve Sünnette
Aile Birliğinin Korunması [Dergi]. - [s.l.] : Atatürk Ü İlâhiyat Fak
İslâm Hukuku Anabilim Dalı..
GÜZEL Emine George Sand’ın
Indıana Adlı Romanında Kadın İmgesi Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Batı Dilleri Ve Edebiyatları ( Fransız Dili Ve Edebiyatı )Anabilim
Dalı 186995-Y.Lisans Tezi, 2006.
GÜZEL M. Şehmus Kadın, Aşk ve
İktidar İstanbul : Haziran 1996 .
KARACOŞKUN M. Doğan İbn’ül-Arabî’de
İnsan Psikolojisine Yaklasımlar ve Kişilik Çözümlemeleri Dinbilimleri A.Dergisi. - 2 : Cilt
VII (2007).
KARACOŞKUN M. Doğan Kuran Bağlamında
Olumsuz Davranışlara Psikolojik Yaklaşımlar [Dergi]. - Sivas :
Cumhuriyet Ü. İlahiyat Fak. Dergisi, Haziran 2005.. - Cilt Cilt IX / 1 s.
87-100.
KARAKULAK Seral Felsefe Açısından
İnsan Hakları Ve İnsan Hakları Sorunları. Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Sistematik Felsefe Ve Mantık Anabilim Dalı Felsefe B. Dalı Y.L.
Tezi-220954, 2007 .
KARTAL Abdullah İbnü’l-Arabî’nin
Yorum Yöntemi ve Muhammed Fassında Bu Yöntemin Tatbiki: Her Varlık Bir Âyettir
[Dergi] // Tasavvuf Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1). -
Ankara : [s.n.], 9 [2008].
Kınalızade Ali Efendi Devlet ve Aile
Ahlakı - İst : Tercüman, 1979.
KISAKÜREK Necip Fazıl Rapor. -
İstanbul : Büyük Doğu, 1976. - Cilt 1.
KONUK Ahmed Avni ve Tahralı trc: Dr. Selçuk
Eraydın - Prof. Dr. Mustafa Mesnevî-i Şerîf Şerhi Tercüme ve Şerh. -
İst : Kitabevi, 2006.
Laitman Rav Michael Kaostan Ahenge
[Kitap]. -: Ashlag Arş Enstitüsü.
MADRAN Dr. H. Andaç DEMİRTAŞ Duygusal ve Cinsel
Kıskançlık Açısından Temel Cinsiyet Farklılıkları: Evrimsel Yaklaşım ve
Süregelen Tartışmalar Başkent Ü İletişim Fak., Ankara : Türk Psikiyatri
Dergisi , 2008; . - Cilt 19(3): 300-309.
Marks Engels, Lenin ve ÜNALAN Öner Kadın ve Aile ,İst :
Eriş , 2006.
MERİÇ Cemil -
İstanbul : Journal, cilt 1 Mart 1995. - Cilt 1- 6. Baskı.
MERİÇ Cemil Ş.-3. Baskı, Journal, cilt 2 Mart 1993.
MÜTERCİMLER Erol Komplo Teorileri
Aynanın Ardında Kalan Gerçekler [Kitap]. - İstanbul : Alfa, 7. Basım:
Ocak 2006.
NALBANTOĞLU Hasan Ünal “Kant Burada Da
Hizmetinizdedir, Fräulein.” Maria Von Herbert-Immanuel Kant Yazışması Doğu Batı
Düşünce Dergisi, Yıl 7, No. : [Dergi] // Doğu Batı Düşünce Dergisi. -
7. - 27 (Mayıs-Temmuz 2004). - s. 27-51.
NAVARO Leyla Tapınağın Öbür
Yüzü - İstanbul : Varlık , 1997.
NEŞİRAY Ümmühan Kadının
Tarihselliği İstanbul : Eğit-Sen,
1994.
ORAY Umut Disosiyasyon [Kitap]. -
İstanbul : Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar E. Sinema-Tv Anasanat
Dalı- Y. Lisans Tezi 186426, 2005.
ÖZEL İsmet Faydasız Yazılar [Kitap]. -
İstanbul : Şule, 2007.
ÖZEL İsmet, Wanda XIX. Yüzyıl
İstanbul'unda Yaşanmış Hikâyeler [Dergi] // İstanbul Araştırmaları
. - İstanbul : Güz-1997. -
ÖZGÜ Halis Aşağılık Kompleksi ve Hayatın
Manası. - İst : Özgü.
ÖZKORKUT Yrd. Doç. Dr. Nevin ÜNAL İslam Ceza
Hukukunda Kadın [Dergi] // AÜHFD. - 2007. - s. C.56 Sa.2
[83-95].
PAKALIN Mehmet Zeki Tarih Deyimleri ve
Terimleri Sözlüğü [Kitap]. - İstanbul : MEB, 1971.
PALABIYIKOĞLU R. İntihar
Davranışında Ailenin Rolü ve Önemi [Kitap Bölümü]. - Ankara : A.Ü.
T.F. Psikiyatrik Kriz Uyg. ve Araştırma Merkezi.
SAĞLAM Bahaeddin Kadın ve Hayat
Hakkında Bilmediklerimiz [Kitap]. - İstanbul : KLMN, 2007.
SAĞLAM Bahaeddin ve AYYILDIZ Kemal Sıkça Sorulan
Sorular [Kitap]. - İstanbul : Tebliğ Yayınları, Nisan 2005.
SARTRE Jean-Paul, trc: Emin Türk ELİÇİN Özgür Olmak
Antisemit'in Portresi, [Kitap]. - İstanbul : 3. Baskı: Toplumsal
Dönüşüm Yay, 1998.
SAVAŞ Rıza Raşid Halifeler Döneminde Kadın. İst. :
Ravza, 1996.
Şamil Ansiklopedisi [Kitap].
ŞA'RÂNİ Abdülvehhâb-ı ve Meyan A. Farûk Mîzân-ül Kübra Dört
Hak Mezhebin Büyük Fıkıh Kitabı. - İstanbul : Berekat, 1980.
TAŞDELEN Murat İnanç Açısından
İntihar [Kitap]. - Konya : Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler E.
Temel İslam Bilimleri Ana Bilim Dalı Kelam Bilim Dalı, 2006. - Cilt 189248
(Y Lisans Tezi).
TEKİN İklim Kadın Sorunlarına
Yönelik Sosyal Sorumluluk Kampanyaları Ve Reklamlarda Kadın Cinsiyetinin Sunumu,
Marmara Ü.Y.L. Tez , 2006.
TİMUÇİN Afşar Özgür
Prometheus - İstanbul : Bulut Yay, 2002 .
YALOM ve İrvin D. trc: Aysun BABACAN Nietzcsche
Ağladığında [Kitap]. - İstanbul : [s.n.], 2000.
YALSIZUÇANLAR Sadık Seyr-ü Sülük
Risalesi Ebü'l Hasan Harakânî [Kitap]. - İstanbul : Sufi, 2006.
YILDIRIM Doç. Dr. Neşide Aile Yapısı ve
Problemleri, İst : 2006.
YILMAZ Nuh Yahudi Ve Hıristiyan Kutsal
Metinlerinde Kadının Başını Örtmesi T.C. Sakarya Üniversitesi , Yüksek
Lisans Tezi, 210601, 2007.
YÖRÜKOĞLU Atalay Çocuk Ruh
Sağlığı. - Ankara : [s.n.], 1986.
[1]
Nisa, 1
[2]
Ebu Dâvud, Edeb 108
[3]
(NEŞİRAY, Şubat 1994)
[4]
(GÜZEL, Birinci Baskı: Haziran 1996
), s.6-7
[5] Fetanet:
(ara.) zihin açıklığı,
zihnin yaratılıştan bir şeyi çabuk ve iyi kavraması. Nebilere mahsus beş
sıfattan biridir.
[6]
Yusuf, 28
[7] (AVCI, Kasım 2007 ),s.28
[8]
(TİMUÇİN, 2002 ), s. 39
[9]
Zâriyat, 55
[10]
Müslim, İlm, 6 (6745); Ebu
Davud, Sünne,7 (4609); Tirmizî, İlm, 15 (2674)
[11]
Türk Atasözü
[12] İhtibas:
(Habs. den) Tutulma,
tutukluk. * Hapsolunma, hapsetme
[13]
(KISAKÜREK, 1976), s. 70-73
[14] İntelligentsia: i. aydınlar sınıfı,
Rusya’da devrim öncesi aydınlar sınıfı
[15] Aggressive: s. agresif, saldırgan,
kavgacı, girişken, atılgan, saldırı ile ilgili
[16] (AVCI, Kasım 2007 ),
s.173
[17]
(ÇETİNKAYA, 2006), s. 11-12
[18]
Cenab Şihabüddin (Evrak-ı eyyam) adındaki
mecmu’asında tercüme etmiştir.
[19]
Aspasya: (M.Ö: V.yy.)
güzelliği ve zekâsıyla ün kazanmış Milaslı bir kadın. Zamanının en kültürlü
kadınlarından biri, Perikles'in eşi.
[20]
Valeria Messalin; Messallina olarak da bilinir, (d. 17/20 civarı – ö. 48) İmparator Claudius'un üçüncü karısı ve İmparatoriçe olan Antik Roma'lı kadın.
Güçlü ve etkileyici bir kadın olarak pasaklı olmasıyla ünlüdür ve kocasına
karşı yapılan bir komploya dâhil olduğu anlaşılınca idam edilmiştir.
[21]
Alexandre
dumas’ın muhteşem yapıtı. Bir hayat kadınının trajik yaşamı üstüne
işlenmiş yegâne eser. Türkçesi; kamelyalı kadın demektir.
[22]
(MERİÇ, Journal, cilt 1 Mart 1995),
s.336-337
[23] (MÜTERCİMLER, 7. Basım: Ocak 2006),
Bölüm “Lambert Konferansı” Kaynak: Komplo Teorileri Dergisi, Temmuz-Ağustos
2002/07 sayılı nüshasından Aytunç Altındal ile yapılan röportajdan
geliştirilmiştir.
[24] Semîha
Cemal, Ken'an Rifâî'nin halifelerinden Cemal Bey'in ve en yakın müritlerinden
Nazlı Hanım'ın küçük kızları ve o zamanki Kız Muallim Mektebi'nin ruhiyat
hocasıdır.
[25] Sünen-i Nesâî, Kitab u
aşratü’n-nisâ, Bab: 1 ; Ahmet b. Hanbel, el-Müsned, 2, 3,
128, 199, 285, İstanbul 1982
[26] “Sanki
bir ince perdeden Hakk tecelli etmiştir.”
[27]
(AYVERDİ,
2003), s. 236-238
[28] Ayn: Göz. * Pınar, kaynak. Çeşme. * Tıpkısı, tâ
kendisi. * Zât. * Eşyanın hakikatı. * Kavmin şereflisi. Nazar değme. Her şeyin
en iyisi.
[29]
İbnü’l-Arabî,
Muhyiddîn, Fusûsu’l-Hikem, tahk.: Afîfî, 1980.s. 215
[30] Fer: bir aslın neticesi, uzantısı.
[31]
Kâşânî, Şerh alâ Fusûsi’l-hikem, Kahire 1987, s. 327.
[32]
Câmî, Şerh alâ Fusûsi’l-hikem, Beyrut 2003, s. 510.
[33] Epistemology:(i.), (fels.) epistemoloji, bilgi kuramı, bilginin esas ve sınırlarından
bahseden bilim dalı.
[34] Münfail (E): İnfiâl eden. Te'sir ile harekete geçen.
[35] Fâil: İşi yapan. Fiili işleyen.
[36]
İbnü’l-Arabî,
Muhyiddîn, Fusûsu’l-hikem, tahk.: Afîfî, Beyrut
1980.s. 217.
[37] Müşâhede: görme, seyretme, şâhit olma.
[38] Ontology:i.) yaratıklar bilgisi, yaratılış ilmi, ontoloji; gerçeğin asıl kendisini
ve niteliğini inceleyen konu. ontologic(al) (s.) yaratıklar bilgisine ait,
ontolojik. ontologist (i.) yaratıklar bilgisi alimi, ontolojist.
[39]
(KARTAL, [2008])
[40] MEKKÎ, Ebû Tâlib, Kûtu'l-Kulûb, Beyrut ts. II, 244.
[41]
Rum, 21
[42]
A'râf , 189; Nisâ, 1;
el-En'âm,98; Zümer, 6
[43]
Havas Kitaplarında rukye tariflerinde bu ifadeyi destekleyen cümleler bulunur.
“…Benî Âdem ve Benâti Havva..” (Âdemin oğulları ve Havva’nın Kızları…” olararak
geçen bu ifadeler kadın ve erkek yaratılışındaki bir ledünnî bir farklılığı
göstermektedir.
[44]
Mâtürîdî, Te’vilâtu ehli’s-sünne, II, 317
[45]
Mâtürîdî, a.g.e., IV, 40;
Elmalılı, Hak
din Kur'ân dili, IV,
167 vd.
[46]
(ABUZAROVA, 2007), s. 65-66
[47]
Nisa, 1
[48]
A’raf, 189
[49] Yaraşık:
isim; Yaraşma, uyma, uygunluk. Atasözü, yaraşık almak
[50]
A’raf, 189
[51]
Psikoz, ruhsal denge bozukluğu
[52](ÇAKMAKLIOĞLU, 2005), s. 185
[53]Tesviye: Seviyelendirme. Düzleme. Beraber etme. İki şeyi müsavi
etme. * Bir neticeye bağlama
[54]
Mevlânâ, Mesnevi, II, Beyit:2308-2311
[55] Mevlânâ, Mesnevî, IV, Beyit: 190-195.
[56]
(GRABER, et al., 1998), s. 9
[57]
Mesnevi, 2430-2435
[58]
Necm, 27
[59]
İsra, 40
[60]
Saffat, 149,150
[61] Effeminate: (s.) kadınımsı, erkekçe davranışları olmayan. effeminscy (i.) kadınca
davranış, erkekçe olmayan tavır. effemi nately (s.) kadın gibi, kadınca.
[62]
Put İsimleri: Menat (“Kader”), Lat (“ilahe”)
ve Uzza (“Kudretli”). Bu tanrıçalar “Allah’ın kızları” olarak
kabul edilirdi
[63] (AVCI, Kasım 2007 ),
s. 247
[64]
Cinleri
[65]
(SAĞLAM, 2007), s. 53
[66]
Fussilet
Sûresi, 34-35;
[67]
Buharî,
Tefsir, Hâ-mim, Secde, Fussilet
[68] Zâriyât, 49
[69] Masculine: erkek, erkek gibi, erkeğe ait, erkeksi, eril
[70] Feminin: dişil, kadın gibi, kadınsı
[71] (TEKİN, 2006), s. 72-78
[72]
(ÖZKORKUT, 2007)
[73]
Ahzab, 35
[74]
Âli İmran,195
[75]
ÜÇOK, Bahriye, İnsan Haklarının Felsefi Temelleri, Yayıma Hazırlayan: İoanna Kuçuradi,
Hacette Üniversitesi, Haziran 1980, Ankara, s.127
[76]
(KARAKULAK, 2007 ), s. 32-39
[77]
Mevlana , Fîhi Mâ Fîh,
25. Bölüm (Abdulbaki GÖLPINARLI)
[78]
Tâha, 50
[79]
(KONUK, et al., 2006), c.1, s. 367
[80]
(BRİZENDİNE, Ocak-2007), s. 26
[81]
(BRİZENDİNE, Ocak-2007), s. 23
[82]
Rey, Pierre-Louis, La Femme, Bordas, Paris, 1972, s:76; (GÜZEL, 2006),
s.50
[83]
Bakara, 286
[84]
Talak, 7
[85] İsfehânî, Müfredât, s. 228.
[86]
İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, IX, 43
[87] Cürcânî, Seyyid Şerif, Ta’rîfât (baskı yeri ve
tarihi yok), s. 53; Ebu’l-Bekâ, Külliyyât, s.294.
[88]
Bkz.Râzî, Fahruddîn, et-Tefsîru’l-Kebîr, Mısır, ts., III, 134-135; XI,
187; VIII, 114.
[89] Muhammet TARAKCI, “Tevrat ve İncil’in Tahrîfi ile İlgili
Kur’ân Âyetlerinin Anlaşılması Sorunu”, Usûl, 2 (2004/2), 33 - 54. UÜ İlahiyat Fakültesi
Dinler Tarihi Anabilim Dalı
[90]
(ŞA'RÂNİ, et al., 1980), s. 276
[91]
“Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah'a ve
ahiret gününe inanıyorsanız, Allah'ın dini konusunda o ikisine acımayın.
Onların ceza görmesine, inananlardan bir topluluk da şahit olsun.” (Nur, 2)
[92]
“Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah
tarafından ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin. Allah Güçlü'dür,
Hakim'dir.” (Maide, 38)
[93] Buhârî, Edeb, 90;
Müslim, Fedâil,
70-72
[94]
Müslim, Rada’, 59.
[95]
Rey, Pierre-Louis, La Femme, Bordas, Paris, 1972, s:164-165;
(GÜZEL, 2006),
s.45
[96]
İbni Mâce, Edeb, 6.
[97] Ebû Davûd, Menâsik, 56.
[98]
Tirmîzî, Rada’, 11.
[99]
Müslim, Rada’, 61.
[100]
(GÜNEŞ)
[101] John Berger (Görme Biçimleri adlı
kitabından)
[102]
(ÇETİNKAYA, 2006), s. 144
[103] (DİNCER, 2007),
s. 20
[104] Pathological:
1. Patoloi ile ilgili; 2.
Normal dışı seyir gösteren, hastalık işareti olan, marazi, patolojik.
[105] http://www.scribd.com/doc/8965265/ Abraham
Maslow'un Düşünen Beyinlere Hiç Okunmamış Yazılar 3 18
Mart 2009
[106] ÇOŞKUN, Ahmet, Sohbetler,
Hatıralar, İst, 1982, s. 61
[107] Pakize Suda (d. 1952 İzmir), Türk köşe yazarıdır.
Girit Türklerindendir. 17 yaşına Ege güzeli seçilmiştir. Hürriyet Gazetesinde haftanın dört günü köşe yazısı yazmış ve 27 Aralık 2008 günü
ekonomik kriz nedeniyle köşe yazarlığından ayrılmak zorunda kalmıştır.
Yazdığı Kitaplar Ağız
tadıyla sevişemedik. Yenmiş yutulmuş sözler.
Oynadığı TV dizileri 2006 -
Sevda Çiçeği: Nazan Anne 2005 - Davetsiz Misafir: Kehribar 2003 - Hayat
Bilgisi: Pakize 2002 - Pembe Patikler: Hadiye Yenge 1998 - Erguvan Yılları
Yaptığı Programlar:Miş Muş Lütfen Bu Konuya Girmeyelim Dobra
[108] [Kadın, bir erkekle evlilik yaptığı zaman bazı meşru şartlar
koşabilir. Eğer bu şartları koca kabul ederek evlenmişse, bunlara riayet etmek
zorundadır. Bazı erkekler
"Bunu şimdi kabul edeyim, sonra benim
dediğim olur" düşüncesi ile daha önceden kabul ettikleri şartları hiçe saymak
istemişlerdir. Hz. Ömer radiyallâhü anh devrinde bir kadın, evlenirken evinden
çıkmama şartını erkeğe koşar. O da bunu kabul ederek evlenir. Sonra bu şartı
ihlal etmek isteyince Hz. Ömer "Şart kadının hakkıdır" diyerek
kadının haklı olduğunu Belirtir.” ] (SAVAŞ, 1996), s.136
[109] (AVCI, Kasım 2007 ),
s.29-45
[110]
(Friedrich NİETZSCHE, Ekim 2001 ), Kısım.
139
[111]
Talak, 7
[112]
(Friedrich NİETZSCHE, Ekim 2001 ), Kısım.
86
[113]
(Friedrich NİETZSCHE, Ekim 2001 ), Kısım.
145
[114] (AVCI, Kasım 2007 ),
s. 56
[115] Müslim, Kitab-uz Zikir Ved-Dua’da Ebu Said-il Hudri
(r.a.)’den tahriç etti. Hadisin tamamı “Muhakkak Beni İsrail’e gelen ilk fitne,
kadın taifesinden idi” buyurdu.
[116]Tegâbün, 14
[117]
Tahrîm, 10
[118] Elmalılı,
M. Hamdi, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, Vll, 5130-5131.
[119]
Meryem, 18
[120]
Âl-i İmrân, 47
[121]
Tahrîm, 11
[122]
Yusuf, 32
[123]
Kasas, 25
[124]
Nisâ, 76
[125]
Yûsuf, 28
[126]
(GÜNEŞ)
[127]
Buhârî, İmân, 21.
[128]
Müslim, İmân, 132.
[129]
Îlâ "âlâ" fiilinden Arapça bir mastar olup, yemin etmek
demektir. Bir fıkıh terimi olarak; kocanın eşiyle cinsel teması yemin, adak
veya bir şarta bağlayarak, belirli veya belirsiz bir süre kendisini bundan menetmesini
ifade eder. Yemin ederken süre belirlenirse bunun en az dört ay olması da
gereklidir.
[130] Müreffeh:
(Rüfuh. dan) Terfih
edilmiş, rahata, refaha kavuşturulmuş. * Nizam-ı hâle, refah ve huzura kavuşmuş
olan
[131]
Ahmed b. Hanbel, III, 328.
[132]
Ahzâb, 28-29
[133]
Ahzâb, 28
[134]
Tahrîm, 5
[135]
İlâ: Evlilik akdinin sona ermesine yol açabilen bir yemin türü.
Kocanın eşiyle cinsel teması yemin, adak veya bir şarta
bağlayarak, belirli veya belirsiz bir süre kendisini bundan menetmesi anlamında
bir İslâm hukuku terimi. Yemin ederken süre belirlenirse, bunun en az dört ay
olması gereklidir.
Hz. Âîşe radiyallâhu anh den (v. 58/677) şöyle dediği
nakledilmiştir: "Allah'ın elçisi hanımlarına ilâ yaptı ve kendisine
helâlı haram kıldı. Arkasından da haramı helâl yaptı ve yeminden dolayı kefaret
verdi" (Buhârî, Savm, 11, Salât, 18, Nikâh, 91, 92, Talâk, 21,
Eymân, 20, Mezâlim, 25; Tirmizî, Talâk, 21; Nesaî, Talâk, 32).
[136]
Buhârî, Tefsîru’l-Kur’an, 5;
Müslim, Talâk, 30-35.
[137]
Ahzâb, 51-52
[138]
Tahrîm, 1
[139]
(GÜNEŞ)
[140]
(YALSIZUÇANLAR, 2006), s. 88-89
[141]
( HUNT, Lynn (1996): Erotizm ve Politika, L. Hunt, çev. Ayşe Lahur Kırtunç,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul, s. 162)
[142]
(ÇAKMAK, 7(2) 2007), s. 731
[143] Darling: i. sevgili, sevgilim. s. 1. sevgili. 2. sevimli, cici, hoş..
[144]
(MERİÇ, Journal, cilt 1 Mart 1995),
s.341
[145]
(MERİÇ, Journal, cilt 1 Mart 1995), s.340
[146]
(MERİÇ, Journal, cilt 1 Mart 1995), s.346
[147]
(MERİÇ, Journal, cilt 1 Mart 1995), s.389
[148]
(MERİÇ, Journal, cilt 2 Mart 1993), s. 53
[149]
(ÇETİNKAYA, 2006), s. 139
[150] Getto: (i.) bir şehirde,
mahrumiyet içinde yaşayan azınlık mahallesi; ortaçağda bazı Avrupa şehirlerinde
Musevi mahallesi.
[151]
(GÜZEL, Birinci Baskı: Haziran 1996
), s. 10
[152]
HUNT, Lynn (1996): Erotizm ve Politika, L. Hunt, çev. Ayşe Lahur Kırtunç,
Kabalcı Yayınevi, İstanbul, s.147)
[153] (ÇAKMAK, 7(2) 2007), s. 728
[154]
(GÜZEL, 2006),
s.35
[155]
(GÜZEL, 2006),
s.41
[156]
(NAVARO, 1997), s. 12
[157]
Peyami Safa; (Berna Moran, Edebiyat kuramları ve eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s:257)
[158]
Woolf, Virginia, Kendine Ait Bir Oda, İletişim
Yayınları, 2002, s:124
[159]
(GÜZEL, 2006),
s.45
[160] (GÜZEL, 2006),
s.31
[161]
(NAVARO, 1997), s. 20
[162]
(GÜZEL, 2006),
s.32; Maurois, André, Lélia ou la vie de George Sand, Générale Française, Paris, 1956,
s:464
[163]
(ÖZEL, Güz-1997)
[164] En Önemli
Boşanma Nedeni Geçimsizlik 2003
yılındaki 50 bin 108 boşanmadan yüzde 93'üne geçimsizlik gerekçe
gösterildi.
Boşananların 46 bin 615'i geçimsizlik,
2 bin 119'u diğer, 708'i terk, 194'ü zina, 173'ü cana kast
ve fena muamele, 166'sı akıl hastalığı ve 133'ü de cürüm ve haysiyetsizlik gerekçelerini
gösterdi.
2003 yılında boşananların 21 bin 805'inin çocuğunun
bulunmadığı, 11 bin 695'inin bir, 9 bin 764'ünün iki, 3 bin 912'sinin 3,
1606'sının 4, 722'sinin 5 ve 604'ünün de 6 ve üzerinde çocuk sahibi olduğu
belirlendi.
[165] Hayırhah: iyilik isteyen, iyilik düşünen.
[166]
(Prof. Aişe ABDURRAHMAN), s. 19-27
[167]
(GRATCH, et al., 5. baskı / Eylül 2002),
s. 13
[168] Patriarchal: s. ataerkili, muhterem,
yaşlı ve saygıdeğer,
[169]
“Bu açıdan bakınca İskandinavya
ülkeleri, İsveç en başta, önderdirler. Hukuki ve siyasi düzenlemelerde en ileri
kurallar İsveç’te bugün: Tam eşitlik uygulanıyor. Ancak kuralların, yazılı
metinlerden çıkıp, zihniyetlere girmesini beklemek için daha çok zamana ihtiyaç
var. Bu hukuki düzenlemelerin kültürel açıdan sindirilmesi, bireysel/ailesel
düzeyde gerçekleşmesi için kadın ve erkeklerin bir şeyler daha yapması
gerekiyor. Düzenlemeler sonucu İskandinavya ülkelerinde patriarkal (pederşahi/
babasal) aile düzeni feci biçimde sarsıldı. Yıkıldı / yıkılacak. Ev içi, aile
içi şiddet (dayak, küfür, ensest, iğfal...) erkek takımını da etkiliyor bu
ülkelerde. Örneğin Danimarka'da "Dövülen/ Dayak Yiyen Erkekler
Evi" açıldı 1991'de: Her ay 30 ile 60 yaşlan arasında otuz kadar
erkek bu eve sığınıyor. Bütün diğer ülkelerde dayak yiyen kadınlar hatırlayınca
Danimarka'da dayak yiyen erkeklere ağlamak olası değil. Ama belirtilmesinde
de yarar var. Türkiye'de de arada bir basına yansıyan dövme olaylarına da rastlanıyor.” (GÜZEL, Birinci Baskı:
Haziran 1996 ), s. 254
[170] (GÜZEL, Birinci Baskı:
Haziran 1996 ), s. 7
[171]
Cinsellikle ilgili bilinçsiz arzuların
ve fantezilerin pençesindeki kişinin geçmiş olayları hatırlamak yerine bunları
bilinçsizce eyleme yansıtması; kaynak: Selçuk Budak, Psikoloji Sözlüğü,
[172]
(GRATCH, et al., 5. baskı / Eylül 2002),
s. 17-28
[173]
(GRATCH, et al., 5. baskı / Eylül 2002),
s. 16
[174]
(MERİÇ, Journal, cilt 2 Mart 1993), s.12
[175]
Mevlâna. Mevlâna'nın
Rubaileri, (trc,: M. Nuri Gençosman). İstanbul: MEGSB yay. 1986..
s.26(119).
[176]
Mevlâna. Dîvan-ı Kebîr.
(trc.: A. Gölpınarlı). İstanbul: Remzi Kitabevi. cilt 2. s.319 (2626), cilt 5. s.84
(968-969).
[177]
Mevlâna. Dîvan-ı Kebîr.
(trc.: A. Gölpınarlı). İstanbul: Remzi Kitabevi., cilt 5. s. 129 (25.gazel).
[178]
(GÜZEL, Birinci Baskı: Haziran 1996
), s. 16
[179] (AVCI, Kasım 2007 ),
s. 307-309
[180] İbn
Âbidîn, Muhammed Emîn, Hâşiyetü Reddi'l-Muhtâr, İstanbul 1984, lll, 3.
[181] Hukukullah: Fık: İbadetler ve İlâhî cezalar, ukubetlerle alâkalı haklar.
[182] Mumcu,
Ahmet, İnsan Hakları Kamu Özgürlükleri, Ankara 1992, s. 5.
[183]
(GÜNEŞ)
[184] Franz
Kafka, Babama
Mektup, s.
9, 66-67, 86, Cem Yayınevi, 1999. (Mektuptan uyarlanmıştır.)
[185]
(GRATCH, et al., 5. baskı / Eylül 2002),
s. 197-198
[186]
Tolstoy, İtiraflarım, trc. İhsan Özdemir, İst, 2005, s.10
[187] Benzeri Sa’d Bin Ebi Vakkas’tan; Ahmed (1/168)Taberani (1/19)
Taberani Evsat (1/163) Mecmauz Zevaid (4/272) İbni Ebi Şeybe İbni Kurre’den şu
lafızla rivayet eder; “şu üç şey dünya nimetlerindendir; uysal binek, saliha
kadın, geniş menzil.” Suyuti Camiüs Sağir’de (no;3438) zayıf olduğuna işaret
etti. Beyhaki’nin Şuabul İman’da (7/83) Müslim Bin Yesar’dan rivayetinde,
“Salih binek” yerine “Salih komşu” lafzı yer almıştır.
[188] Buhari(6/153, 7/83)
Müslim(4/2191) Tirmizi(3943) Ahmed(4/17)
Darimi(2226) İbni Mace(1983) Cem’ül Fevaid(4321)
[189]
Ahmed (1/95, 107) Buhari (4/208)
Müslim (4/2091) Ebu Davud (2988,5063) Tirmizi (5/477) Tayalisi (93) Beyhaki
(7/293)
[190]
Taberani (8/238) Metalibu Aliye
(1636) Deylemi (6452) Gazali İhya (2/46) Nesai İşratun Nisa (s.316 no;390)
Nesai bunu muttasıl senedle rivayet etmiş, Hâkim sahih olduğunu belirtirken,
Zehebi de ona muvafakat etmiştir. Heysemi de Ahmed ve Taberani’den nakledip
sahih olduğunu belirtmiştir.
[191]
Enes Radıyallahu anh’den;
Taberani Evsat (2/206) Taberani Sağir
(1/89) Mecmauz Zevaid (4/312) Tergib Ve Terhib (3/37)
[192] Mevlânâ, Mesnevi, III, Beyit: 4396-4420.
[193]
Buhari (6/123) Müslim (s.1086)
Ebu Davud (2047) Nesai (6/68) İbni Hibban (1231) Hakim (2/161) Ahmed (3/80)
Elbani Sahiha (307) Tuhfetul Arus (s.55 no;89)
[194] Ticani Tuhfetul Arus (s.55 no;90) Beyhaki, İbniMace (1859) İbni
Hibban.
[195]
Safvan Bin Süleym radıyallahu
anh; Tabiin’dendir. Zehebi, Onun hakkında; “hüccet, güvenilir, hidayet öncüsü”
diye övgüde bulunmuş, imam Ahmed de onun güvenilir bir ravi olduğunu belirtmiştir.
Hicri 132 yılında 72 yaşında iken vefat etmiştir. Bkz.: Tezkiretu’l-Huffaz
(1/134) Takrib (1/368)
[196] Mevlânâ, Mesnevi, V, Beyit:3719.
[197]
Nisâ, 19
[198]
Nisâ, 34
[199] İbn-i Arabî, I, 420-421.
[200]
(GÜNEŞ)
[201]
Şa’rani Hukukül Uhuvvet (s.151)
[202] Feminist sanat tarihçisi G.Pollock
[203] Hadisin isnadı sahihtir. Benzeri; İbni Mace (1857) Nesai (6/68)
Ebu Davud (1664) Hakim (1/567) Beyhaki (4/83) Ma’mer Bin Raşid el Cami (11/304)
EbuYa’la (4/378) İbni Abdilberr et Temhid (19/168) Suyuti Dibac (4/85) Ebu
Muhammed et Ticani Tuhfetul Arus (s.52,84)
[204]
Nisâ, 128
[205]
(GÜNEŞ)
[206] Tuhfetul Arus (370)
[207] İbni Mace(1854) Tirmizi (1161) Cem’ül Fevaid(4294)
[208] Busayri İthaf (3837) Mecmauz Zevaid(1/105,
4/313) Cem’ül Fevaid
(4313) Şa’rani Hukukul Uhuvvet (s.196) İbni Mace (1/311) Tergib (3/59)
[209] Buhari(6/150) Müslim (2/1059)
İbni Hibban (4160) Beyhaki(7/292) Darimi (1/149-50 no;2234) Ebu Davud
(nikah,41; no; 2141) Ahmed (2/255, 348,
386, 439) Tuhfetul Arus (379)
[210] Benzeri merfu olarak Fatıma Binti Kays’tan zayıf sened ile;
Haris’in Müsned’inden naklen; Busayri İthaf (3834) Buğyetul Bahis(495) Metalibu
Aliye (1615)
[211] İbni Abdilberr el İstiab (4/1788) Gunyet’ut Talibin (s.143) Heytemi ez Zevacir (2/121)
Tergib (3/53) Bezzar, İbnül Cevzi
Ahkamun Nisa (65) İsmail Çetin, Müslime
Genç Şuuru (s.83)
[212]
La Rochefoucauld, Özdeyişler; (34)
[213]
La Rochefoucauld, Özdeyişler; (35)
[214]
(ÖZEL, 2007), s. 24-25
[215] Atalay Yörükoğlu, Çocuk
Ruh Sağlığı, Ankara, 1986, s. 93–112; Cengiz
Erşahin, Kafesin İçerisindeki Hayat, Ankara, 2004, s.235–238
[216]
(YILDIRIM, 2006), Giriş
[217]
(GRATCH, et al., 5. baskı / Eylül 2002),
s. 29
[218]
(YILDIRIM, 2006), Giriş
[219]
(YILDIRIM, 2006), Giriş
[220]
(YILDIRIM, 2006),Giriş
[221]
(TİMUÇİN, 2002 ), s. 47-53
[222]
(DİNCER, 2007), s. 30
[223] Foster Wood
[224]
(GÜZEL, Birinci Baskı: Haziran 1996
), s. 191
[225] (GÜZEL, Birinci Baskı:
Haziran 1996 ), s. 204-205 (Saçak, Sayı: 48, Ocak 1988,
s. 44-48.)
[226]
Bihar’ul- Envar, c.8,s.310.
[227]
Tuhfetul Arus (371) Taberani
Evsat’ta. Metalibu Aliye (1616-17)
Busayri İthaf(3831) Mecmauz Zevaid
(4/313) Buğyetül Bahis (497) zayıftır.
[228] İbni Kayyım Ahbarun Nisa(s.119)
[229]
Ebû Davûd, Nikâh, 40.
[230]
İbn Mâce, Nikâh, 4.
[231]
Tirmîzî, Rada’, 10; İbn Mâce, Nikâh, 4.
[232] Oscar
Wilde (AVCI,
Kasım 2007 ), s.45
[233]
(GÜZEL, Birinci Baskı: Haziran 1996 ), s.
252-261
[234] ÖZEL, Hüseyin, Liberalizmin
“Ütopyacı” Toplum Tasarımı, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi Mayıs 2002
Cilt : 26 No:1 101-123
[235]
ÖZEL, Hüseyin,
Liberalizmin “Ütopyacı” Toplum Tasarımı, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi
Mayıs 2002 Cilt : 26 No:1 101-123
[236] Sempati: attraction: i. çekim,
cazibe, çekicilik, atraksiyon, eğlence programı, alımlılık
[237] Empathy: i., (ruhb) bir başkasının duygularını anlayabilme, duygu sezgisi
[238] Paradox: (i.) paradoks, mantığa aykırı görünen fakat hakikatte doğru olabilen
düşünce; birbirini tutmaz sözler; birbirine aykırı söz ve davranışlar;
karakterinde birbirine aykırı hususlar olan kimse. paradox'ical (s.) mantığa
aykırı görünen. paradox'ically (z.) birbirine zıt olarak, aykırı düşerek.
[239] TOFFLER, Alvin, Gelecek Korkusu, trc.
Selami SARGUT, 3.b. İstanbul: Altın Kitaplar Yayınevi, 1982, s.308
[240]
(Laitman), s. 11
[241]
Oscar Wilde, Bayan
Windermere’in Yelpazesi
[242]
(Laitman), s. 3-22
[243]
Firedrich Nietzsche - Tan Kızıllığı, Birinci Kitap, b.75
[244]
“İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” Madde 4 ve5/1. cümle (Çeviri: Coşkun ÜÇOK,
Siyasi Tarih ‘1789-1960’, 3. Bası, Ankara 1980, s. 19.)
[245]
(KONUK, et al., 2006), c.1, s. 87
[246]
(SARTRE, 1998), s.125 (Alman Çevirmen Walter Schmiele'nin Son
Sözünde)
[247]
(Friedrich NİETZSCHE, Ekim 2001 ), Kısım.
239
[248](GÜNAYDIN, 2005);
[249]
(NAVARO, 1997), s. 76-78
[250] 1895-1975
yılları arasında Trabzon’da yaşayan Mustafa Cansız'ın sıradışı bir imam olarak
görüşleri ile insanların ufkunu açmıştır. Sütçü İmam Üniversitesi'nden ilahiyatçı Mehmet Günaydın tarafından hakkında kitap
yazılmıştır,
[251]
Zina yapmak dinimizce
yasaklanmış bir davranıştır. Ancak bu günahı işleyen kadın, toplum tarafından
kötü görülmesine rağmen erkeğe öyle bakılmamaktadır. Hâlbuki ikisi de aynı
fiili işlemişlerdir.
[252]
Buhârî, Nafakât 1, Edeb 25, 26; Nesâî, Zekât 78,
(5, 86, 87); Müslim, Züd 41, (2982); Tirmizî, Birr 44, (1970).
[253]
(BAYÜLKEM), s.23-26
[254]
(ÖZGÜ), s. 3
[255]
(ÖZGÜ), s. 25-27
[256]
(ÖZGÜ), s. 93-97
[257]
(ÖZEL, 2007), s. 55-56
[258] Berzenci el İşaa (s.139) Şarani Muhtasarı Tezkira (s.480) bkz.: Heytemi
ez Zevacir (2/420)
[259]
Buhari (7/55) Ebu Davud (4098-99) Tirmizi (edeb 34)
İbni Mace (nikah 22) Darimi (2652) Ahmed (1/225, 227, 237) Tayalisi (s.349) Taberani
(1/32)
[260]
(YALOM, et al., 2000), s. 129
[261]
(Marcus AURELIUS, 2006), II. Kitap, 10,
s. 42
[262] Mevlânâ, Mesnevi, V, Beyit:1370-1380.
[263]
La Rochefoucauld, Özdeyişler; (300)
[264] Diğerkâmlık: Başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme” ya da “diğer insanlara
maddi veya manevi kişisel çıkar gözetmeksizin yararlı
olmaya çalışma ve ‘bencillik karşıtı hareketlerde bulunma” olarak tanımlanır.
Bencilliğin (egoism) karşıt anlamlısı olan
ve “özgecilik, elcilik” olarak da bilinen diğerkâmlık (altruism), tanımlarından
da anlaşılabileceği gibi, “kendi gelişim gereksinimlerini bir kenara itip
yalnızca başkalarının çıkarlarını sağlamaya çalışma” anlamında değil,
başkalarını da kendisi kadar düşünme, başkalarını da kendisi kadar sevme ya da
başkalarının yararını da kendi yararı kadar gözetme anlamında kullanılır.
[265] Altruism:(i.) diğerkâmlık, başkalarını
düşünme, fedakârlık. altruist (i.) digerkâm, fedakâr, başkalarını düşünen
kimse. altruistic (s.) digerkâm, fedakâr, başkalarını düşünür.
[266] Ebu Nuaym, Hilye, IV/121
[267] Nesâî'nin rivayetinde "...hayır şeylerden" ziyadesi mevcuttur.
Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71, (45); Nesâî, İman 19, (3, 115); Tirmizî,
Sıfatu'l-Kıyamet 60, (3517); İbnu Mâce, Mukaddime 9, (66).
[268]
(Laitman), s. 3-22
[269](ÇETİNER, 2006 ), s.121-123
[270]
Mevlâna. Dîvan-ı Kebîr.
(Çev.: A. Gölpınarlı). İstanbul: Remzi Kitabevi. cilt 2. s.319(2626)
[271]
(ÖZGÜ), s. 139-144
[272]
Ebu Davud (567)
[273] İ'tikâf: Bir şeye devam etmek. * Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet.
Hususan Ramazan’ın son on gününde, mescitlerde ve buna benzer yerlerde kalıp,
ibadet, ilm-i iman ve Kur’ân-ı Kerim, evrat ve ezkâr gibi ibadetlerle meşgul
olmak. Böyle bir kimseye "Mu'tekif" denir.
[274]
Ebu Davud (565) İbnül Cevzi
Ahkamun Nisa (s.34)
[275]
Bihar-ül Envar, c.43, s.84. Keşf’ul- Ğumme, c.2,s.23. Nehc’ul- Hayat, s.160.
[276]
Bihar-ül Envar, c.43,s.92. Avalim, c.11,s.223. Mecma’uz- Zevaid, c.9,s.202.
Nehc’ul- Hayat, s.164.
[277]
(NEŞİRAY, Şubat 1994)
[278] Anxı-ety: endişe, merak, sıkıntı, kuruntu, -OUS endişeli, meraklı
[279]
Hayat Boyu Öğrenme Programı
Hayat Boyu Öğrenme Alanında Toplumsal Eylem Programı, 2007-2013 Çokortaklı Yenilik Transferi
Projeleri Wap / Psikiyatri Hemşireliği Mesleki Eğitimi Ambulatuar Psikiyatrik Bakım Hizmeti
Sunanların İleri Eğitimi Eğitim Modulü Aileye Terapötik Müdahale Teknikleri,
s.14
[280]
(DÖKMEN, HAZiRAN 2003, CiLT 18, SAYI 51)
[281]
(Marcus AURELIUS, 2006), s. 127-130
[282] Hekimoğlu İsmail; “Kocana Yâr
mısın?..” http://zaman.com.tr/ Erişim: 18 Nisan 2009, Cumartesi
[283] İbni Mace(1851) Tirmizi(1163) Tuhfetul Arus (350)
[284] İbni Mace(1608) Mecmauz Zevaid (4/303) Busayri İthaf (3801) Tuhfetul
Arus (344) Elbani Sahiha (285)
[285]
Câmiu's-sağîr V/388 (Tirmizî, Tabarânî ve Müsned'den).)
[286] Mahrem: Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi hâllerine
ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba,
dede, anne, nine, erkek ve kız kardeş, amca, dayı, hala ve teyzeler arasında
bir nesep yakınlığı, bir ebedî mahremiyet vardır. Bunlar arasında nikâh asla
caiz değildir.)
[287]
Ensest: yakın akraba ile cinsel ilişki
[288] Libido: (i.) şehvet; (psik.) cinsiyet içgüdüsü veya yaşama iradesi gibi esas
içgüdü, libido.
[289]
Dinin bu konuda ön tedbirler alarak sınırlandırma ve tedbir getirmesi demektir.
[290] FREUD; Sıgmund, Niyazi Berkes,Totem Ve Tabu, Bölüm 1, İlkellerin
"Ensest'' Korkusu, İstanbul, Aralık 1998
[291] Ebu Davud (4011) İbni Mace (3748)
[292]
Buhari (fiten 6) Müslim (libas
125, cennet 52) Ahmed (2/356,440) Tirmizi (fiten 30) Deylemi (3783) Muvatta
(2/913) Beyhaki Şuab (7801)
[293] Darimi (2/116) İbni Mace (1446-49)
[294] Küfüv (Küfv): şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ.
[295] [Buharî, İman 39, Büyû 2;
Müslim, Müsakat 107, (1599); Ebu Davud, Büyû 3, (3329, 3330); Tirmizî, Büyû 1, (1205); Nesâî, Büyû
2, (7, 241).]
[296] [Tirmizî, Libas 6, (1726); İbnu Mace, Et'ime 60,
(3367).]
[297]
Haşr, 7
[298]
Helezon: sarmal hareket, spiral yay, helozoni yay, bobin, enflasyon
sarmalı
[299]
Âli İmran,195
[300]
Müslim (1/328) Nesai (8/154)
Tergib (3/85)
[301]
Muvatta (1/329)
[302] Ebu Davud(4174) İbni Mace (3233) İbnül Cevzi Ahkamun Nisa (s.39)
Nesai (8/153)
[303]
Merfu olarak; Tirmizi(1173) İbni
Huzeyme (3/93) İbni Hibban (12/412) İbni Ebi Şeybe (2/157)Taberani
(11/3)Taberani Evsat (10/108)
[304]
(YILMAZ, Eylül– 2007), s. 4
[305] Yar., 2/25.
[306] Yar., 3/7-12.
[307] Yar., 3/21
[308]
A’raf, 22-23
[309]
Tâhâ, 121
[310]
A’raf, 26
[311]
(YILMAZ, Eylül– 2007), s. 6-8
[312]
Saparmurat TÜRKMENBAŞI, Ruhname, Aşkabad 2001, s.10-13. ( Yard. Doç. Enver UYSAL, Ruhnâme Ve Ahlâkî Boyutu, Uludağ Ü. İlâhiyat Fakültesi İlahiyat
Fak. Dergi Cilt: 12, Sayı:2, 2003 s. 115-131)
[313]
(YILMAZ, Eylül– 2007), s. 140
[314] Saparmurat TÜRKMENBAŞI, Ruhname, Aşkabad
2001,s.10-13.( Yard. Doç. Enver
UYSAL, Ruhnâme Ve Ahlâkî Boyutu, Uludağ Ü. İlâhiyat Fakültesi İlahiyat Fak. Dergi Cilt: 12, Sayı:2, 2003 s. 115-131)
[315]
Nur, 30-31
[316]
Nur, 31
[317]
(KONUK, et al., 2006), c.1, s. 348
[318] Population: (i.) nüfus, şenlik; ahali, sekene; iskân. exchange of populations ahali
mubadelesi.
[319]
“Mümin kadınlara söyle başörtülerini yakalarının üzerine sarkıtsınlar.”
(Nur, 31)
Ebussuud Efendi’nin
tefsirinde “Cilbâb” dan maksat çok geniş ve uzun bir örtüdür. Kadın bununla
başını örttüğü gibi yüzünü ve göğsünü de örterek ayaklarına kadar salar.
Celaleyn tefsirinde cilbab
ise, kadının bütün vücudunu kapatan örtüdür. İbni Abbas radiyallâhü anh, “Hür
olduklarının bilinmesi ve iffetlerinin korunması için mü’min kadınlara bir
gözleri hariç, baş ve yüzlerini tamamıyla örtmeleri emredilmiştir.”
[320] Sırlamak. Defnedilmek manasına
kullanılmaktadır. İnsan için hakiki ölüm olmadığı gibi, büyüklerimizin dünyayı
terk etmelerinde saygı ifadesi için bu lafzı kullanmak edeben üzerimize
vacibtir.
[321] “İnsanlara,
kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, cins atlar, davarlar,
ekinler gibi zevklerin sevgisi, çekici hale getirildi. Fakat bunlar, dünya
hayatının geçici nimetleridir. Oysa Allah, akıbet güzelliği, O’nun yanındadır.”
(Âl-i İmran, 14)
[322] Mesnevi, c.I, b: 2425–2436
[323]
(ŞA'RÂNİ, et al., 1980), s. 236
[324]
(ŞA'RÂNİ, et al., 1980), s. 271
[325] (AVCI, Kasım 2007 ),
s. 44
[326] (AVCI, Kasım 2007 ),s.
51
[327] Anomaly:
(i.) kural dışı oluş,
kaide dışı olan şey, sapıklık, anomali, anormallik; (gram) kural dışı kelime.
true anomaly (astr.) gerçek anomali, elipste radyus vektörü ile büyük eksen
arasındaki açı .
[328] Dr. Emre ERDOĞAN, Siyaset Bilimci
[329]
La Rochefoucauld, Özdeyişler; (93)
[330]
Tirmizî, Birr, 3.
[331]
İbn Mâce, Cihâd, 12; Nesâi, Cihâd, 6.
[332]
Ebû Davud, 58, Tirmizî, Birr, 15.
[333]
(SAVAŞ, 1996), s. 45-49
[334]
Buharî, Rikâk 17
[335]
(SAVAŞ, 1996), s. 49-52
[336]
İbn’ül -Arabî, Fusûsü'l-Hikem, trc. Nuri Gençosman, s. 329.
[337]
İbn’ül -Arabî, Fusûsü'l-Hikem, trc. Nuri Gençosman, s. 331.
[338]
İbn’ül-Arabî, Fusûsü'l-Hikem, trc. Nuri Gençosman, s. 332.
[339]
(KARACOŞKUN)
[340] (NALBANTOĞLU,
7), s.35
[341]
Nisa, 3
[342] Tuhfetul Arus, (966)
[343] İbn Şebbe, Tarih,
II, 759-760.
[344] Abdurrezzak,
el-Musannaf, VII, 151,152; es-Suyûtî, Tarihu'l-Hule-fa, 139. Ibnu'l-Cevzî, bu
sürenin altı ay olduğunu kaydeder. Bkz.İbnu'l-Cevzî, Menakıbu Ömer b.
el-Hattab, 84.
[345] Hamidullah,
Vesaik, 511,513,514.
[346]Abdurrezzak,
el-Musannaf, VII, 149; İbn Sa'd, et-Tabakât, VII, 92; es-Suyûtî,
Tarihu'l-Hulefa, 141. Hz. Ömer'in, Kab’ın bu konuyu çözüme kavuşturmasını çok
beğendiği için onu Basra'ya kadı yaptığı nakledilmektedir.Bkz. İbnu'l-Cevzî,
el-Muntazam, V, 115-116.
[348] Abdurrezzak,
el-Musannaf, XI, 443; Muhammed Revvas, Mevsua-tu Fıkhı Ömer, 91.
[349] İbn Hanbel, İlel,
II, 93; el-Besevî, el-Ma'rife, II, 808; en-Nesai, İşre, 178.
[350] İbn Kayyım,
Ahbaru'n-Nisa, 10.
[351] el-Isbehânî,
el-Eğânî, XII, 326-327.
[352]
(SAVAŞ, 1996),s. 140-147
[353]
Firedrich Nietzsche - Tan Kızıllığı, Birinci Kitap, b.403
[354]
(KONUK, et al., 2006), c.1, s. 154
[355] (AVCI, Kasım 2007 ),
s. 439-
[356]
Hadid, 20
[357]
HANÇERLİOĞLU, Orhan, Ruhbilim Sözlüğü,
2. Basım, İstanbul, 1993, s. 229.
[358]
Yusuf, 8-9.
[359]
ADLER, Yaşama Sanatı,
(çev. Kâmuran Şipal), 3. Basım, İstanbul, 1992, s. 97.
[360]
Nisa, 32.
[361] (KARACOŞKUN, Haziran
2005.)
[362] Apathetic: duygusuz, duyarsız; ilgisiz
[363]
(MADRAN, 2008; )
[364]
Psikolog Aslıhan Tokgöz TOZLU
[365] Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Fîhi Mâ Fîh, ter.: Ahmed Avni Konuk,
haz.: Selçuk Eraydın, İz Yayıncılık, İstanbul 1994, s. 81-85.
[366]
Ahzab, 28-29
[367]
(Prof. Aişe ABDURRAHMAN), s. 135-143
[368]
Tahrim,1
[369]
Meryem, 8-9
[370]
Hicr, 51-55
[371] Teyemmünen: Uğur sayarak. Teyemmün ederek.
[372] [Buhârî, Küsûf 2, 4, 5,
13, 19, el-Amel fi's-Salât 11, Bed'ü'l-Halk 4, Tefsir, Maide 13; Müslim, Küsûf
1, 8, (901, 902, 903); Muvatta, Küsûf 1, (1, 186); Ebû Dâvud, 261, 263, 264,
265, (1177, 1180, 1187, 1188, 1190, 1191); Tirmizî, Salât 396, (561, 563);
Nesâî, Küsûf 6, 7, 10, 11, (3, 127, 128, 129, 130).]
[373] Hz. Ebu Hureyre
radiyallâhü anh, anlatıyor:
“Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme "Ey
Allah'ın Resulü dedik, senin yanında iken kalplerimiz maneviyatta rikkate gelip
inceliyor, dünyaya karşı alâkamız kesiliyor ve ahireti sanki görmüş gibi oluyoruz.
Yanınızdan ayrılınca ailemizle ünsiyet edip çocuklarımızı kokladık mı, önceki
halimizi inkar ediyoruz, bunun sebebi nedir?"
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem şu cevabı verdi:
"Eğer
siz, ayrıldıktan sonra da yanımdaki halinizi devam ettirseydiniz, melekler sizi
evlerinizde ziyaret eder, yollarda sizinle müsafahada (tokalaşmada) bulunurdu.
Eğer
siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah sizi toptan yok eder, günah işleyip
istiğfar edecek yeni bir mahlûk yaratır ve onları mağfiret ederdi." [Tirmizî, Cennet 2, (2528); İbnu Mace,
Siyam 48, (1752).]
[374] Diyalektik: Gerçekliği ve onun çelişmelerini incelemeye yarayan ve
bu çelişmeleri aşmaya yarayan yolları aramayı öngören akıl yürütme yöntemi,
eytişim.
[375] Phenomenon: Olgu, fenomen, algılanabilen şey, bilince yansıyan olay,
doğal olay, harika, olağanüstü şey
[376]
(FROMM, Ekim-2001), s. 7-15 kısaltılarak
alınmıştır.
[377]
(FROMM, Ekim-2001), s. 111-117
faydalanılmıştır.
[378]
Sabit olmayan;
karşısındakine göre kendini ayarlayan davranış (adaptif)
[379]
Kişinin yaşamın sorunlarıyla ve stresiyle başa çıkma yetisi
açısından işlevsiz veya uygunsuz olan zihinsel etkinlikleri veya davranışları.
[380]
(ÇİPER, 2006) Faydalanılarak yorumlanmış
ve uyarlanmıştır.
[381]
İbn’ül -Arabî, Fusûsü'l-Hikem, çev. Nuri Gencosman, s. 240.
[382]
(KARACOŞKUN)
[383]
(TAŞDELEN, 2006), s.7-
[384]
(TAŞDELEN, 2006), s. 10-12
[385]
(TAŞDELEN, 2006), s. 29-31
[386] Etiology: (i.) sebepler bilgisi, sebep tayin etme; (tıb.) hastalıkların sebeplerini
arama ilmi; sebepler.
[387]
(PALABIYIKOĞLU)
[388] Altruistic: s. özgecil,
başkalarını düşünen
[389] Anomie: (i.) ümitsizlik, gayesizlik, toplumsal düzensizlikten ileri gelen bunalım.
[390]
(TAŞDELEN, 2006)
[391]
(PALABIYIKOĞLU)
[392]
((TİMUÇİN, 2002 ), s. 23-36 İslâmî
literatüre uyarlanarak, düşüncemizdeki açmazlara yardım olsun diye kısmî
değişikliler yapılmıştır.)
[393]
Allah Teâlâ’nın kendi koyduğu ve dilediği zamana kadar geçerli ve zatının da
aşmadığı sınırlar. Mesela insanın bir dişi ve erkekten doğması, güneşin doğudan
doğup batıdan batması, her doğanın ölmesi gibi. Bu sınırlar aşılınca mucize
denilmesi bundandır. Mucize sınırların Allah Teâlâ’nın emri ile aşılması
demektir.
[394]
“Ölmeden önce ölünüz.”
[395]
(Bu kısım yazılırken (TİMUÇİN, 2002 ), s.
23-36 den faydalanılarak yazılmıştır.)
[396]
(Laitman), s. 8
[397]
Tirmizi (1186) Darimi ( 2/162)
Ebu Davud(2226) İbni Mace (2055) Heytemi ez Zevacir(2/151)
[398]
Muttakî, Alâüddîn Ali, Kenzü’l-Ummâl, Beyrut, ts. lX, 662.
[399] Tirmizi(no;1186) Nesai(6/168) Elbani Sahiha(632) Şa’rani Hukukül Uhuvvet (s.173) Tergib(3/84)
[400]
Buhârî, Sulh, 11.
[401]
Ahmed b. Hanbel, Vl, 403, 404.
[402]
Muttakî, lX, 661.
[403]
Bakara, 102
[404]
Müslim, Sıfatü’l-Münâfikîn, 67.
[405]
(GÜNEŞ)
[406] (Alexander Walker, Elbert Hubbard’s Scrap Book [1923], 204).
[407] (Irwing Caesar, “I Want to Be Happy” [1924])
[408]
Bakara, 229
[409]
İbnü’l-Arabî, I, 190; Zemahserî, I, 269.
[410]
Cassâs, II, 78.
[411]
Talak, 1
[412]
İbn Teymiyye, Mecmûu Fetâvâ, Riyad 1386/1967, XXXII, 293.
[413]
Bakara, 228
[414]
Bakara, 232
[415] Kinâi: dolaylı. Örtülü ifade.
[416]
Mevsılî, Abdullâh b. Mahmûd, el-İhtiyâr
li- Ta’lîli’l-Muhtâr, İstanbul 1980, III, 147.
[417]
Aktan, Hamza, İslâm Aile Hukukunda Bosanma ve
Yorumu, Erzurum 1982, s.
14.
[418]
Hıfzı Veldet, s.11.
[419]
Talâk, 2-3
[420]
Nisâ, 130
[421]
Bakara, 230
[422]
bkz. Bakara, 229; Talâk,
1
[423]
bkz. Bakara, 229; Talâk,
1
[424](GÜNEŞ); (SAĞLAM,
et al., Nisan 2005), s. 148-149
[425] el-Isbehânî,
el-Eğânî, XV, 226.
[426] M. b. Sellam,
Tabakât, I, 134; el-Isbehânî, el-Eğânî, IX, 161-164.
[427] el-Isbehânî,
el-Eğânî, X, 10-11.
[428] el-Cahız,
el-Beyan, II, 89; el-Afifi, el-Mer'e, II, 55.
[429] Abdurrezzak,
el-Musannaf, VI, 505.
[430]
(SAVAŞ, 1996),s. 140-147
[431]
Zuhruf, 32
[432] Buhari; savm 10, nikâh 2, 3, Müslim; nikâh 1, 3, 1400, Ebu
Davud; nikâh 1, 2046, Nesei; siyam 43, nikâh 3, İbn Mace, Nikâh 1, 1845, Ahmed;
1/378, 424, 425, 4112, 4023,
[433] Bedahat: (Bedihî. C.) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler
[434] Cedel: Konuşmada kavga etme. Niza. Hakkı bulmak için olmayıp, galib görünmek için
çekişme. (Diyalektik)
[435] Mukni: iknâ eden, inandıran, kâfi derecede. izah ve
ispat eden.
[436] Doktrin: yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y. * Fls: Bir sistem
meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun
fikirlerinin tümü
[437]
(ÖZEL, 2007), s. 62-64
[438]
(ÖZEL, 2007), s. 102-103
[439]
Mevlana,
Mesnevi ve Şerhi, (trc. A.Gölpınarlı, İst. 1973) I,s.251, beyitler: 1085-86
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar