İlâhî Aşk/ İBN ARABÎ
Elinizdeki eser, Muhyiddin İbn Arabi'nin Risaletu’l-Fütûhâti’l-mekki-
yeti fi ma’rifeti’l-esrârı’l-malikiyyeti ve’l-mülkiyyeti (Malik ve mülk sırlarının
bilinmesine dair Mekke’deki manevi fetihler kitabı) adlı 560 bölümlük eserin
178. bölümünün çevirisidir. Bu bölümün adı, Fî ma’rifeti makâmı’l-mahabbeti
(Sevgi makâmımn bilinmesine dair)’dir ve adı geçen eserin dört ciltlik Beyrut
baskısının 2. cildinde 320-362 sayfaları arasında yer almaktadır. Aynı
bölüm, Maurice Gloton tarafından Traite de I’atnour (Albin Michel,
Paris, 1986) adıyla Fransızca’ya da çevrilmiştir.
Amacımız,
geçmişteki şiir anıtlarından ışıklar düşürmektir gönül penceremize. Klasik
Islâm edebiyatından esintiler taşımaktır çağımıza. Elinizdeki eser, tarihin
kalbinde titreşip duran İslâm edebiyatında doruk noktasına ulaşmış yüksek
gerilimli bir duyarlılıktır. Demek ki, Endülüs semasından bir aşk yıldızı daha
düşüyor gönlümüze. İlk kez, 1979’ da Diriliş dergisinde yayımlanan
Güvercin Gerdanlığı, Sevgiye ve Sevenlere Dair başlığıyla, İbn Haznı’ın
aşka dair eseri ufki boyuttan kayarak düşmüştü gönlümüze.* Bu kez gönlümüze
düşen aşk yıldızı şakuli boyuttan düşmekte. 13. yüzyıldan yüzydımıza ruhani
esintiler taşımakta. Böylece aşkın ufki ve şakuli boyutları bir kez daha
çizilmekte. Baştan aşağı gül ve çiçeklerle dolu bir bahçeden bize misk kokulan
ulaşmakta. Ruhumuz gıdalanmakta. İslâm Uygarlığının Endülüs yakasından gene
bir gül düşmekte penceremize.
Neden aşk,
diye bir soru gelecek olursa akla,
“Hiç aşkdan
özge şey revâ mı
Sarf etmeğe
gevher-i kelâmı”1 diyelim. Nitekim, bizi Hakikate ulaştıracak
ilk ve son noktanın aşk olduğu gerçeği günümüzde de şu dizelerle ne güzel dile
getirilmiştir:
“ilk nokta
Başlangıç noktası
Hakikate
Biri dedi
İlk nokta
aşktır
Ve öbürü
dedi
Aynı
zamanda
Son nokta”1
Ayrıca İbn
Arabi’nin kaleminden dökülen şu dizelerde de bu gerçeğe değinilmiştir.
“Biz
aşktan sudur ettik
Aşk
üzerine yaratıldık
Aşka doğru
yöneldik
Aşka
verdik gönlümüzü. ”3
Biz de
gönlümüzü aşka vererek, ilk ve son nokta olan aşka yöneldik. Bizi Hakikate
ulaştıracak başlangıç noktasından yola çıkalım istedik. Fuzuli gibi,
“Ya Rab, hemişe
lütfunun et relı-nümâ bana
Gösterme
ol tariki ki yetmez sana bana”4
(Ey Rabbim!
Lütfunu daima bana yol gösterici kıl; Sana ulaşmayan yolu bana gösterme!) diye
dua ediyoruz.
“Kad
enâre’l-ışku li'l-uşşâkı minhace’l-hüda
Salik-i
rah-ı hakikat tşka eyler ihtida”5
(Âşıklara
hidayet yolunu aşk aydınlatır; Hakikat yolunun yolcusu
* Bu eser
daha sonra kitap olarak yayınlanmıştır. Bkz. İbn Hazin, Güvercin Gerclanlı- gı,
çev. Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul, 1985; dördüncü baskı, 1998 aşka tabi
olur.) matlaıyla başlayan gazelinin anlamını yüreğimizde duymak istiyoruz.
İbn Arabi’nin
bu eseri bir şaheserdir. Bu eser İbn Arabi’den önce bu konuda söylenenleri içermekte,
aynı zamanda onları aşmaktadır. Aşkın bütün boyutları bütün yönleriyle ortaya
konulmaktadır.
Muhyiddin İbn
Arabi, yani dinin dirilticisi îbn Arabi günümüzde yeniden güncelleşen dirilişin
bir piri olarak, bize sevgi hakkında mükemmel bilgiler ve yorumlar
sunmaktadır. Bunu da, Kur’an’ın ilgili ayetleriyle, Hz. Peygamber’in
sözleriyle, son derece güzel şiirlerle, pek çok erkek ve kadın velilerin
öyküleriyle, gerçek âşıkların çok değişik sıfatlarıyla, dahası bizzat
kendisinin yaşadığı ve tattığı sevgilerle, kendinden önce sevgi üzerine şiir
yazan şairlerin şiirlerinden seçtiği ilginç örneklerle yapmaktadır.
Hemen
herşeyin yalnızca madde planında ele alınmaya çalışıldığı, aşkın yalnızca tabi
yönüyle ilgilenildiği günümüzde, sevginin ruhani ve İlâhi yönünden ortaya
konulması kimilerine şaşırtıcı gelebilirse de, kanımızca bir konuyu bütün
yönleriyle ortaya koymak en sağlıklı yoldur. Bu nedenle, İbn Arabi’nin, en
somut biçiminden en soyut biçimine kadar, aşkı bütün yönleriyle ortaya koyduğu
bu eserini çevirmekten dolayı mutluyuz.
îbn Arabi’ye
göre, aşkın tanımı yapılamaz. Aşk ancak tadılır. Tadan da aşkın ne olduğunu
anlatamaz. Sevgi evrenseldir. Annenin çocuğunu sevmesi, karı kocanın birbirini
sevmesi, İlâhî bir sır olarak, gayesi “bir tenle bir teni, bir canla bir
canı kavuşturmak” olan sevginin evrenselliğine en güzel örnektir.
Aşk kendi
içinde her zaman olumludur. Özü itibariyle dirilticidir, birleştiricidir,
kavuşturucudur. Fakat aşkın özünü, mahiyetini bozanlarda nefrete, kine ve
yıkıma dönüşür. Allah bu tür çirkin durumları sevmez. Çünkü “Allah güzeldir,
güzelliği sever." Bütün aşkların nihai noktası İlâhî aşktır. Asıl
olan sevgi Allah için Allah'da sevmektir. Allah'ı sevmektir. O’nun sevgisiyle
dirilmektir. O’nun sevgisinde dirilmektir.
İbn Arabi’nin
hayatı ve eserleri hakkında burada bilgi vermemiz gerekirse, kısaca şunları
söyleyebiliriz.
Tanı adı
şöyledir: Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed İbn Ali ibn Muhammed ibn Ahmed ibn
Ali ibn Arabi el- Halemi et-Tai el- En- dülüsi. Muhyiddin ibn Arabi, Şeyh- i
Ekber, Sultanü’l- arifin, Hatemü’l- evliya, Kuıbü’l- Hûmam, İbn Arabi diye de
anılır. Endülüs’te Ibn Seraka diye bilinir. Hicri 543’ de Fas’da ölen ünlü
bilgin Ebu Bekir ibnü’l- Arabi ile karıştırılmaması için adı harf-i tarifsiz
olarak İbn Arabi diye kulla- nılagelmiştir.
7 Ağustos 1135 Cumartesi günü (Hicri 27 Ramazan 539 kadir gecesinde)
Endülüs Sultanı Muhammed ibn Said ibn Merzeniş zamanında Mürsiye'de dünyaya
gelmiştir. Dedesinin adı Muhammed, babasınınki Ali ibn Muhammed’di. Babasının
kültürlü ve seçkin biri olduğu anlaşılmaktadır, çünkü İbn Merzeniş’in
arkadaşıydı. Aynı zamanda o dönemin ünlü bilgini İbn Rüşd’ün (1126-1198) de
yakın dostuydu. Babası İbn Arabi’yi çocukken İbn Rüşd’le tanıştırmıştır ve
aralarında çok ilginç bir konuşma geçmiştir. İbn Arabi soylu, kültürlü, maddi
ve manevi dereceleri yüksek olan bir ailenin tek erkek çocuğuydu. Sekiz
yaşında ilim tahsili için İşbiliye’ye gitmiştir. Burada İbn Beşküval ve ünlü
hadis bilgini Ebu Muhammed gibi bilginlerden ilim tahsil etmiştir. Yirmi yaşında
tasavvuf yoluna girmiştir. İbn Arabi’nin ilk hanımı Meryem adını taşımaktadır.
Ruhaniyet sahibi bir kadın olduğu anlaşılmaktadır. Bu kadından Zeynep adında
bir kızı olmuştur. Zeynep harika bir çocuktur. Daha kundaktayken düzgün bir
dille konuşabiliyor ve bazı ciddi sorulara cevaplar verebiliyordu. İbn Arabi
bu kızı için Zeynebiyyal diye şiirler yazmıştır6.
“İbn Arabi orta boylu, beyaz tenliydi. Altın rengine çalan sarı saçları
uzun ve dalgalıydı. Zayıf da değildi şişman da değildi. İri gözlüydü, berrak
sesliydi. Pek yüksek sesle konuşmazdı. Gerekmedikçe gülmezdi. Gözlerinde
devamlı bir yorgunluk izleri vardı.”7
İbn Arabi daha sonra Doğu’ya seyahate çıkmıştır. Kuzey Afrika, Tunus, ve
Mısır’a uğrayarak Mekke’ye gitmiş, oradan Bağdat ve Musul’a uğramış, oradan da
Anadolu’ya geçmiştir. Konya’ya yerleşmiş ve burada Sadreddin Konevi’nin dul
annesiyle evlenmiş, Sadreddin Konevi’yi (ö. 672 hicri) yetiştirmiştir. Sonra
Malatya’ya uğramış, burada tekrar evlenmiştir. Oğlu Sadeddin burada doğmuştur.
Daha sonra Şam’a gitmiş ve Hicri 638’ de, miladi 16 Kasım 1240’ da Şam’da vefat
etmiştir. Şam’ın Salihiyye bölgesine, Kasyon dağı eteğine defnolunmuştur. Oğlu
Muhammed Sadeddin (h. 617-656) ve Muhammed İmamüddin (ö. 667 h.) ve kızı
Zeynep aynı yerde yatmaktadır.
Kendisinin
bildirdiğine göre, İbn Asakir, Ebu'l-Ferec, İbn Cevzi, İbn Sekine, İbn Ûlvan
Cabir bin Ebu Eyyub gibi elli dört zattan zahiri ilimleri tahsil etmiştir.
Ayrıca Şeyh Ebu Medyen el-Mağribi, Cemaled- din Yunus bin Yahya el-Kassar, Ebu
Abdullah et-Teyemmi el-Fasi, Ebu’l-Hasan ibn Cami gibi zatlardan batini
ilimleri tahsil etmiştir. Füsu- sü'l-Hikem ve Fütuhat-el-Mehhiye gibi
eserleri büyüklüğüne birer delildir. Hızır aleyhisselamla karşılaşması irfan
ehlince bilinen bir gerçektir.
Sayıları
beşyüze ulaşan eserlerinin birçoğu tasavvufa dairdir. Bu nedenle büyük
tepkilere maruz kalmış bu sebepten ölümünden sonra, kabrinin yerini belirsiz
etmişlerdir. “Iza dahale’s-sinüfi’ş-şini zahara kabru muhyiddin"
(Sin Şın’a girdiğinde Muhyiddin’in kabri bulunur.) kerametli sözüyle Osmanlı
Sultanlarından Yavuz Sultan Selim Şam’ı fethedince tbn Arabi’nin kabrini
buldurmuş ve üzerine mükemmel bir türbe ve de ayrıca türbenin yanına bir cami,
bir de dergah yaptırmıştır. İkinci Ab- dülhamid zamanında türbesi restore edilmiştir8.
Türbesinde bir dörtlük ve kendisinin bir beyti yazılıdır.
“Kabrü
muhyiddin ibnü’l-Arabi
Küllü men
lazebehu ev zârehu
Kadıyet
hâcatühu min ba’di ma
Cafara’l-Bâriû
lehu evzarehu.”9
(Muhyiddin
ibn Arabi’nin kabridir bu; Kim ona bağlanırsa ya da onu ziyaret ederse,
ihtiyaçları giderilsin ve Allah günahlarını affetsin.)
“Felikülli
asrın vahidim yesmu bihi
Ve ene li
baki’l-asri zake’l-vahidü.”10
(Her asır
büyük bir şahsiyetin adıyla anılır; bundan sonraki asırlar da benim adımla
anılacaktır.) Bu kıtayı ve bu beyti Bursah Tahir Bey’in Tercüme-i hal ve
fazail-i Şeyh-i Ekber adlı eserinden alıntılıyoruz. Adı geçen kitapta tbn
Arabi’nin hayatı, bazı mankıbeleri anlatılmakta ve eserlerinin tam bir listesi
verilmektedir. 439 tane eserinin adı bu listede zikredilmektedir. (Adı geçen
eser Diriliş dergisinin 55-60 sayıları arasında da tefrika edilmiştir.)
Burada yalnızca bir bölümünü çevirmiş olduğumuz Fütuhatll’l-Mefekiyye hakkında
bilgi vermeye çalışacağız.
Fütuhat
İbn Arabi’nin en önemli eseridir. Onun bütün fikirlerini aşağı yukarı
içermektedir. Onun uzun tahsil hayatının ve derin araştırmalarının bir
meyvesidir. Bu eserini Hicri 599’ da Mekke’de yazmaya başlamıştır. Ortadoğuyla
Mekke arasında yaptığı geziler sırasında, 30 küsur yılda tamamlanmıştır11.
İbn Arabi Fûtuluıt'm
girişinde eserini dostu ve üstadı Abdulaziz el- Mahdavi’ye ithaf etmiştir. Bu
zat Ebu Medyen’in (ö. 594 h.) öğrencisidir. İbn Arabi bu zatı birçok defa
Tunus’da ziyaret etmiştir. Risaletü Ru- hü’l-Kuds adlı eserinde bu zatın
geniş bir biyografisini vermiştir. Bu eser, İbn Arabi çağının bir aynası ve o
dönemde İslâm dünyasında olup biten olayların bir yorumudur. Hicri altıncı,
miladi onikinci yüzyıldayız. İslâm kültürü doruk noktasına ulaşmış. Edebiyat
bütün türlerinde ilerlemiş. Dilbilim, tabiî ilimler, matematik ve felsefe en
ileri düzeye ulaşmış. Şer’i ekoller Islâm âleminde hayatın sosyal, ekonomik ve
siyasal yönünü düzenlemekte. Bu yapı içinde sufiler kendi çevrelerinde yüksek
noktaya ulaşan edebiyatları ve öğretimleriyle çok geniş bir etki alanı meydana
getirmiş dürümdalar. İşte böyle bir dönemde, bu eser Islâm medeniyetinin ve
düşüncesinin kaynağından su içmek isteyenleri kana kana sulamıştır. Eser
yazılır yazılmaz, bütün öğrencileri onu bir an önce okumak için can
atmışlardır. Eser kuşaktan kuşağa, elyazmalar, daha sonraları matbu nüshalarla
aralıksız geçmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Sanatseverlerin gözünü
kamaştıracak süslemelerle ve yazı çeşitleriyle prenslerin ve zenginlerin elde
etmek için can attıkları bir eser olma niteliğini korumuştur. Doğu’da ve Ba-
tı’da kütüphanelerde yazma nüshaları mevcuttur. Süleymaniye kütüphanesinde
yüzden fazla nüshası vardır. Konya’da ve Bursa’da yazma ve matbu nüshaları
vardır. Fütuhat’m yeni baskıları da yapılmıştır: Beyrut ve Kahire baskıları
en ünlüdür.
Fütuhat’m
özetleri de yazılmıştır: Abdul Vahab eş-Şarani’nin El-Kib- ritü’I-Ahmer ve
Levahilıu’l-Envar’ı bir örnektir. Türkçe, Farsça ve Fransız- caya kısmi
tercümeleri yapılmıştır.
Fütuhat
yukarıda da söylediğimiz gibi 560 bölümden oluşmuştur. Bu bölümler kendi içinde
altı ana bölüme ayrılmıştır:
1-
El-maarif, 73 bölümdür
(öğretiler).
2-
El-muamelat, 116 bölümdür
(uygulamayla ilgili).
3-
El-ahval, 80 bölümdür,
(haller)
4-
El-menazil, 114 bölümdür,
(menziller)
5-
El-ınünazalaı, 78 bölümdür,
(buluşmalar)
6-
El-makaınai, 99 bölümdür,
(makamlar).
Birinci
bölümde, ibn Arabi temel öğretisini ortaya koyuyor. Bu bölüm onun sisteminin
ve Varlık görüşünün teorik yanını oluşturmaktadır. İkinci bölümde. Hakikat
yolcusunun manen ilerlemesi ve şahsi olgunluğunu sağlaması için gerekli olan
muameleleri anlatmaktadır. Üçüncü bölümde, sufinin geçmesi gereken haller ve
Hakk’a doğru yükselirken karşılaşacağı durumlar söz konusu edilmektedir.
Dördüncü bölümde, manevi menziller, duraklar ele alınıyor. Sufi bu menzillerden
birer birer geçmek zorundadır. Beşinci bölümde, Hakikat yolcusunun Sevgili’yle
yüzyüze buluşacağı yerler açıklanıyor; ruhun sevgiliyle buluşması anlatılıyor.
Ruh Köşkü’nü ve Yitik Cennet’i yeniden bulmak için, insanın göğüslemesi gereken
büyük bir savaştır bu. Son bölümde sufi, varlığın yüksek makamlarına,
mükemmelliğin nihai aşamalarına ulaşır.
Ibn Arabi’nin
hayatı ve eserleriyle ilgili olarak, Fransızca çeviride yer alan bir
kronolojiyi burada veriyoruz.
MUHYIDD1N İBN ARABİ (1165-1240)
— ilk
Dönem: Endülüs
1165 Mürsiye, |
Doğumu 17 Ramazan 560 Hicri; 28 Temmuz 1165 Miladi. |
1173 İşbiliye, |
Mürsiye El-Muvahhitler tarafından işgal edildikten sonra İşbiliye’ye
hareket eder. Orada Kur’an, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Sarf ve Nahiv ve Edebiyat
tahsil eder. |
1179 Kurıuba, 1184 İşbiliye, |
Burada Ibn Rüşd’le karşılaşır. Tasavvuf!
yola girer. |
— ikinci Dönem: Kuzey Afrika’ya yaptığı yolculuklar
1193 Tunus, |
Kuzey Afrika’ya gitmek üzere Endülüs’ten ayrılır.
Burada Şeyh el-Mehdevi’yi ziyaret eder. Rulıü’I- Kuds adlı eserini ona
ithaf eder. |
1194 Fez, |
El-Muvahhit Yakup
el-Mansur’un Hıristiyanlara galip geleceğini önceden haber verir. |
1195 İşbiliy, |
Yeniden Endülüs’e döner.
Amcasından hadis dersleri ahr. |
1195 Fez, |
Miracı ve Nur makamına
yükselişi: Kitabu’l-lsra ila makaını’l-esra adlı kitabım yazar. |
1196 Fez, 1197 Mûrsiye |
Allah kendisine Hatemül-evliya olduğunu
bildirir. Gırnata ve Elmeriye Allah’tan aldığı İlâhî bir emirle
MevaH’ü’n-nûcum adlı eserini yazar. |
1198 Kurtuba, 1200 Marekeş, |
İbn Rûşd’ûn cenaze merasimine katılır. Kurbiyyet makamına erişir. Kûrsi’yi
keşfeder. Doğu’ya gitmek üzere Allah’tan emir alır. |
Becaya, 1201 Tunus, |
İlâhî nücuma ve hurufa katılır. Hızır ile karşılaşır. İnşâü’d-devâir adlı eserini kaleme ahr. |
1201 Kahire, |
Kudüs Doğu’ya hareket eder. |
— Üçüncü Dönem: Doğu’ya yaptığı yolculukları
1201 Mekke, |
Nizam Ayn eş-Şems adında çok güzel, yetişkin, kültürlü ve manevi yönü
kuvvetli bir genç kızla tanışır. Bu kız Tercümanü’l- eşvak adlı şiir
kitabının ilham kaynağı olur. |
1203 Mekke, |
Eserlerinin dördünü burada tamamlar: Mişkatü’l-
envar, Hilyetü’l-abdâl, Tâcü’r-resâil, Ruhü’l-Kuds. Ayrıca Fütühatü’l-Mekkiyye
adlı büyük eserine burada başlar. . |
1204 Malatya, Kudüs, Kahire, |
Anadolu’ya gelir. Kahire’ye giderken Kudüs’e uğrar. Resmî din bilginlerinin kendisine düşman olması karşısında bütün
Filistin’i dolaşarak yeniden Mekke’ye gider. |
1207 Mekke, 1209 Halep, |
Mekke’de hadis öğrenimini sürdürür. Et-Tecelliyat adlı eserinin yayımlanmasına izin verir.
Riscılatü’l-envar adlı eserini kaleme ahr. |
1210 Konya, |
Konya’da Sadreddin Konevi’yle karşılaşır. Sadred- din onun en büyük
öğrencilerinden biri olur. Daha sonra Sadreddin onun üvey oğlu durumuna gelir.
Üvey babasının en yetkin yorumcusu olur. |
1211 Bağdat, |
Büyük Şeyh Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi ile karşılaşır. |
1212 Bağdat, |
Kral Keykavus ve onun hamisi için, Hıristiyan te- beaya nasıl
davranılacağına dair bir Risale yazar. |
1213 Halep, 1214 Mekke, 1215
Halep, |
Bir süre Halep’te kalır. Şiir kitabı Tercümanü'l-eşvak'ı burada tamamlar. Öğrencilerinin isteği üzerine Zahâirü’l-alak adlı kitabının bir
yorumunu, şerhini yazar. |
1215-1219 Malatya, |
Kral Keykavus tarafından Anadoluya davet edilir. Aşağı yukarı beş yıl
kadar kahr. Bu kralın Anti- yoş’da Hıristiyanlar üzerine galip geleceğini
önceden haber verir. Bu arada bazı eserlerinin yayınlanmasına izin verir: Kitap
Makamû’l-Kûbra, Menzı- lü’l-Menazil |
— Dördüncü Dönem: Şam 1233-1240
Şam, |
Hükümdar Malik el-Adil tarafından Şam’a davet edilince, kesinkes buraya
yerleşmeye karar verir ve ölünceye kadar yaşamını Şam’da sürdürür. Önemli
eseri Fütühatû'l-Mekhiyye'yi burada tamamlar. Füsüsû’l-hikem
adlı en önemli eserini de tamamlar. 16 Kasım 1240’da (miladi), 26 Rebiülahir
638’ de (hicri), Hakk’ın rahmetine kavuşur12. Kad- desallahu
sırrahu. |
Bu çeviride
bazı özel terimleri kullanmaktan kaçınmadık, llâhî Aşk söz konusu olunca
bu terimler kaçınılmazdı. Kitapta geçen ayetlerin sure ve ayet numaralarını
hemen belirttik. Gerekli görülen yerlerde notlar ekledik. Elden geldiğince
Arapça metne sadık kalmaya bununla birlikte Türkçe’nin yapısın ve özelliğini
korumaya çalıştık. Şiirlerin çevirilerinde, anlama ağırlık vermekle birlikte,
şiirselliği de vermeye çaba gösterdik.
Böyle bir
eseri çevirmekten dolayı mutluyuz. Allah’a hamd olsun!
Mahmut KANIK
Sevgi bir nisbettir,
hem Tanrı’yı ilgilendiren hem insanı İlmimiz bilmese de bu ilişkinin sırrını.
Sevgi bir zevktir
bilinmez hakikati Allah, Allah! Ne tuhaf değil mi? Sevginin nedenleri sarıyor
beni özüyle Varlık ve yokluk gibi iki zıt elbisesiyle Allah’ın varlığı bile
sevgiyle bilinir O’na benzer değiliz ama, bizde de O'nda da o görülür Ey
Allahım affet beni, beni ve söylediklerimi Şükür kabilinden söylüyorum ben
bunları.
Aynı konuda aşağıdaki dizeleri söylüyorum:
Ben kendi zâtımı
sevdim. Birin ikiyi sevişi gibi Sevgi O’ndandır: Tabiî ve ruhani, İlâhîsi de
O’ndandır, Kıır’an ayetleriyle belli Hûda nurunun sözleri sana geldi Sen
soruyorsun, oysa sorularını anlamıyorum ben Hangi sevgiden, hangi mizandan söz
ediyorsun sen Her sevginin bir başlangıcı var Rabb’m sevgisinden özge
ilmim
doğruluyor: Ikinciyok O’ndan öte
Her aşkın bir başı vardır, sonu yoktur
tabiî aşkın dışında
İki aşk var ki tanımına güç nerde
Ah bir kez anlasan o iki aşkın ne
olduğunu
Ne kaybolur gider ne de vardır o
ikisinin sonu
Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda
Bir teni bir tenle, bir canı bir canla
Oysa Rahmanla kavuşma gayesi
‘'ebediliğe" ermektir13
Çünkü sevginin
güzelliği ancak O’nun Güzelliğinin bir parçasıdır O’nu anlatamadıysam, nefsim
kimi sevdiğimi bilmiyor demektir Çünkü O’nu anlatmak için daha deliller
gerektir.
Gene aynı konuyla ilgili olarak aşağıdaki
dizeleri söylüyorum:
Ben sevginin
sevgilisiyim, ah bir bilseniz
Sevgi de bizim
sevgilimiz, ah bir anlasanız
Eğer benim niyetimi
anlarsanız
Yüce Allah’a hamd
ediniz
Biliniz, niçin
çevremdekiler sözlerimden yüz çevirdiler
Çünkü benim sözlerimi
anlamaktan çok uzaktı onlar.
Niçin açık seçik
gösterdiğim şeylere gözlerini kapadılar
Ve varlığımdaki
sevgilimi görmediler
Sevmedim ben O’nun
halkından hiç kimseyi
Anlayınız, hayır,
hayır, varlığımdan başka kimseyi
İlâhî niteliklere
büründüğümden beri O’nun zuhür yerine döndüm
Evet tam öyle oldum,
öyleyse bana bağlanınız
Ben Allah’ın ipiyim
yaratılışınızda, bunu iyi biliniz
Öyleyse kul olarak
hizmete koyulunuz kapıma geliniz
Zeyneb’i Nizam’ı ya
da İnan’ı
Seviyorum dersem, o
zaman iyi anlayınız ki
Bu bir simgedir eşsiz
ve sonsuz güzel
Ki ardında çok
değerli ve yaldızlı bir giysi var işte ben onu giyenin üzerindeki giysiyim O
giysiyi giyen kimdir bilinmez
O giysinin içinde
vaktiyle Hallac’tn dediği var14
öyleyse geliniz, neşeleniniz, sevininiz
Aşk hayalına yemin olsun ki ne zaman O’nu müşahade etsem
O gelir önümde belirir sizi müşahede edeyim diye
Göz göremez Allah’ı olduğu gibi
Her an ve her durumdadır, fakat yok gibidir sanki.
Gene aynı
konuyla ilgili olarak aşağıdaki dizeleri söylüyorum:
Varlık bir harftir sen onun anlamısın15
Hayatta bir emelim yok O'ndan başka
Harf bir anlamdır, anlamı kendindedir
Göz görmez o anlamdan başka hiçbir şey
Kalb gider gelir fıtratının bir gereği
Kâh şekline o harfin kâh anlamına
Tanrı Yücedir, hiç kimse O’nu içeremez
Ama biz O’nu kalbimize sığdırırız16
Bunu ben demiyorum, Tanrı böyle diyor
İyi bilin o ilahi söz bu anlama geliyor
Hak oraya yerleşmek istey ince
Yarattı halkı Kendisi için ve bir suret verdi güzelce
Varlığımın özü O’nun suretinin özüdür17
Bu sahih vahiydir, O’ndan başkası bunu anlayamaz
Allah en büyüktür O’na benzer hiçbir şey yoktur
O’nun dışında bir şey yoktur, herşey O’dur
Öyleyse göz bir başka varlığı ancak yok görür
İdrak edilen varlık O’dur, evet doğrudur
Öyleyse Allah ancak kendini görüyor
Bu sözü iyi anlayınız ki iyi bilinsin, ne kastediliyor, kimden
geliyor.
Gene aynı
konuyla ilgili olarak şunları yazdım:
Manevi bir
haldeydim, Hakk’ı gördüm, bu dizelerdeki manaları bana söyledi. Bana, hiç
duymadığım bir isimle, sadece o manevî hal içindeyken duyduğum bir isimle
“Evlerin şahini” (Bazdiyar) diye seslendi18. Bu ismin anlamını O’na
sordum. O da bana “Evi korunan kişi” dedi. İşte bu dizelerdeki anlam budur. Bu
kitapta bu konuyu uzun uzun anlattım. Şimdi burada yaptığım ise, o manevi halin
sadece bir tasviridir.
Seni evimde tuttum suretim19
izhar olsun diye
Seni teşbih ederim,
tenzih ederim, Sen ki bende tecelli ediyorsun Gözlerin bakmadı benim kadar
kâmil bir kimseye
Hiçbir göz bakmadı Senin gibi bu
varlığa
İmkân açısından hiç
kimse yoktur Sen’den daha mükemmel Bu konuda şeriattan delil getirdin, çok açık
Hangi kemal olursa olsun, hep
Sen’sin söz konusu
Hangi görünüşte olursa olsun hep O’dur
O
Yaratılışımı Adem’in suretinde ortaya çıkardın
Şen ölçüler içinde buna iman ettim ben
Bu imkân içinde olsaydı
Sen’den daha mükemmeli Kuşkusuz kusurlu bir varoluş olurdu bende
Gelmemiştir âleme bir
varlık benden daha mükemmeli Çünkü benim varlığım suretinde belirginleştin Sen.
Gene aynı konuyla ilgili olarak şunları
söylüyorum:
Allah en büyüktür, her
varlık O’nunla gelişir büyür O Seyyid’dir ve Samed’dir, en Yüce’dir, en
Sevgilidir Güneş bize ulaşır, biz güneşi idrak ederiz ' Evet O’ndan gelmektedir
sevgi, bağış, iyilik vefeyz Biz O'nu görüyoruz apaçık ortadadır O Öyle bir
tecelli ki hiç kimse erişemez
Nuru engelliyor bizi,
O’na bir keyfiyet vermemizi Keyfiyeti olmayanın birliği nasıldır ki?
Oysa O’nun ne bir
cismi, ne bir hali, ne de sayısı vardır.
Gene aynı konuyla ilgili olarak şu şiiri
söylüyorum:
Koş acele et yeniden
ele geçirmek için ömründen geçip gideni Koş acele et yolculuğunda azık olarak
almak için Rahman'ı Sevgiyle söyle O’na: Ey gönlümün son emeli!
Sır ve mana ne kadar âşıktır Sen’in
haberine
Biliyorsun Sana bakmaya doyamıyorum
Görünce Seni, varlığı var eden Seni
Sana benzeyen her şeyin yokluğu ve inkârı olmasaydı
Senin bakışından
gelen herşeyyok olmasaydı yanmasaydı20 Seni müşahede etmekten başka
bir emelim olmazdı Sen’den söz etmeyen hiçbir kitabı okumazdım İstiyorum
Sen’den ey eşi ve benzeri olmayan Sen'in kudretinin bana hükmettiği bir
şeyi Nitekim her şey Sen'in eserindir. Bana dedin:
“Kazanı kaderimi
görmendir, kim kaderimin dışına çıkabilir?” Bir Peygamber tarafından bize
gelmiştir
Böyle
kararlaştırılmış kazayı yok edecek ve ömrü uzatacak şey Çok değerli sözlerin
var Sen'in hepsi birer inci
Bu kıymetli mücevheri
de verelim o incilere sahip olana.
Şimdi de aşk sevgisiyle ilgili şiirimiz:
Sevginin değerine
paha biçilmez bildim Ne ki ömrümün sonuna dek olmadı bir etkim Ebediyen âşık
oldum ben aşkın sevgisine
Çene de yeter
demedim, o kadar sevgiye kavuştum da Sevgilim bana gösterdi vuslat güneşini
işte o güneş aydınlattı dünyamı gözümü gönlümü O'nun Celâlinden gizlice gönlüm
eriyeyazdı O anda doğdu benim için bir güven hattı Cezdirdi beni Güzellik
bahçesinde dostça Ruhlar, cinler ve insanlar hayran kaldı bana21 Önce
beni hazır etti, var etli ve sır benden gitti Sonra beni görünmez etti ve
yaklaştırdı beni Ben birim dediysem, O’nun varlığı da birdir Eğer varlığımı
isbat etselerdi ikilik çıkardı ondan Fakat O Bütün'düı; Ince’dir, Saftır. O Tek
göndür Böyle ama akıl gene de iki varlık görür “O ne kadar beliğ!” dedim O'nun
için
Oysa bu söz,
dilimin ucundan düşen bir istiaredir ancak Ey sen ki Kendi nefsi için kendi
nefsinde ortaya çıkan Varlık Sayı yok artık, çünkü benim varlığım yok oldu
artık Sen bu kıymetli hâzineyi müşahede ettin, mutlu Bak aynaya, orda beni
görürsün ancak beni
Ey Görünmeyen Varlık! Kim bu makâma yükselirse Kendini
Naîm cennetlerinde görür tıpkı bir can gibi Ey olağanüstü Varlık! Zâtının
Güzelliği’ne yürekleri uçuran Varlık Uçuş sırasında yürekleri de fani
kılmaktasın.
Allah seni
üstün kılsın! Bil ki, sevgi -(hubh).İlâhî bir makamdır. Allah kendini onunla
vasfetti. Kendini Vedûd-1 diye adlandırdı. Hz. Peygamberin
hadislerinde de Allah, Mııhibb-Seven, diye nitelendirildi. Allah Tevrat’ta
Musa’ya sevgiyle şöyle vahyetti: “Ey Ademoğlu, sana verdiğim hakla Ben seni
seviyorum. Öyleyse, senin üzerindeki hakkımla da sen Ben'i sev .
Kur’an’da ve
Sünnet’de hem Allah hakkında hem de yaratıklar hakkında ki sevgi (muhabbet)
zikredilmektedir. Allah, Kur’an’da, sevenlerin durumlarını sıfatlarıyla
bildirmiştir. Kendisinin sevmediği sıfatları da zikretmiştir. Sevmediği
sıfatların kimlere ait olduğunu da belirtmiştir. Yüce Allah Kur’an’da
Peygamberimize, şu ayeti bize söylemesini emrederek, şöyle buyurmuştur: “De ki:
Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun, ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan ve esirgeyendir." (Kur’an,
3/31). Gene buyurmuştur ki: “Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse,
(bilsin ki) Allah yakında öyle bir toplum getirecek ki, O onları sever,
onlar da O’nu severler..." (Kur’an,.5/54). Allah sevdiği kimseler
hakkında da şöyle buyurmaktadır: “Allah tövbe edenleri sever; tenüzle-
nenleri sever.” (Kur’an, 2/222; 9/108). “Hiç kuşkusuz Allah kendisine
tevek-. kül edenleri sever." (Kur’an, 3/159). “Allah
sabredenleri sever.’’ (Kur’an, 3/146). “Allah şûkredenleri sever, Allah
tasadduk edenleri sever, Allah mııhsin- leri,yani iyilik ve güzellik yapanları
sever.” (Kur’an, 2/195). "Allah Kendiyo- lıında, kurşunla
kaynatılmış sağlam binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.”
(Kur’an, 61/4).
Allah
beğenmediği bazı sıfatlarından dolayı bir toplumu sevmeyi bırakırsa, bununla, o
toplumun değişmesini, ancak ve de zorunlu olarak karşıtıyla devam etmesini
ister. Bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Allah bozguncuları,
fesatçıları sevmez " (Kur’an, 5/64; 28/77) Allah bozgunculuğu sevmez.
Bozgunculuğun karşıtı iyilik, sulh ve barıştır. Bozgunculuğu bırakmak demek,
bizzat sûlha ulaşmak demektir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Hiç
kuşkusuz Allah gururlanıp şı- maranları sevmez." (Kur’an,
28/76), “Çünkü Allah kendini beğenip övünen kimseyi sevmez"
(Kur’an, 31/18), “Allah zulmedenleri, zalimleri sevmez" (Kur’an,
42/40), “Allah müsrifleri, israf edenleri sevmez" (Kur’an, 6/41), "Allah
kâfirleri sevmez." (Kur’an, 30/45), “Allah, kötü sözün açıkça
söylenmesini sevmez" (Kur’an, 4/148), “Allah haksız yere
saldıranları sevmez" (Kur’an, 2/190).
Sonra Allah, bazısını süslü ve güzel göstererek, bazısına da mutlak
değerler vererek, bize eşyayı sevdirdi. Bize büyük ilgi gösteren Allah Te- alâ
şöyle buyuruyor: "... Fakat Alalı size imanı sevdirdi ve onu sizin
kalbleri- nizde süsledi ve size küfrü, Jıskı ve isyanı çirkin gösterdi.”
(Kur’an, 49/7). Aynı anlamda gene şöyle buyuruyor: “Kadınlardan,
oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşlen, otlağa salınmış atlardan,
davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırt düşkünlük insanlara süslü, cazip
ve güzel gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak
yer, Allah’ın yanındadır." (Kur’an, 3/14). Kan koca hakkında da şöyle
buyuruyor: “O’nun ayetlerinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için, size
kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet
koymasıdır." (Kur’an, 30/21). Allah bize, Allah’ın düşmanlarına sevgi
beslememizi yasak etmiştir. Şöyle demiştir bu konuda: "Ey inananlar!
Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar,
size gelen gerçeği inkâr ettikleri, Rabb'iniz Allah’a inandığınızdan dolayı
Resul’ü ve sizi, yurdunuzdan sürüp çıkardıkları halde, siz onlara sevgi
besliyorsunuz.” (Kur’an, 60/1).
Kur’an’da sevgi daha pek çok yerde geçmektedir. Ayrıca, sevgi Peygamberimizin
sözlerinde de çokça geçmektedir. Kudsî bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Ben
bir gizli hâzineydim, bilinmiyordum. Bilinmeyi sevdim, istedim ve
yaratıktan yarattım. Onlara kendimi bildirdim. Onlarda Beni tanıdılar".
Bu demektir ki, Allah bizi bizim için değil, sadece Kendi için yaratmıştır. Bu
nedenle, cezayı amellerle yan yana koydu, onu amellere bağladı. Amellerimiz
kendimiz içindir, O’nun için değil. İbadetimiz ise O’nun içindir, kendimiz için
değil. Dolayısıyla ibadet amelin aynısı değildir. Yaratıklardaki zahiri
ameller O’nun yaratmasıdır, çünkü o ameli yapan O'dur. O amellerin güzelliği, o
ameller kul tarafından yapılmış olmasına rağmen, edeben ve nezaketen O’na mal
edilir. Her şey Allah’tandır, çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: “Nefse ve
onu şekillendirene, ona kötülüğü ve iyiliği ilham edene and olsun."
(Kur’an, 91/7-8), “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah
yaratmıştır." (Kur’an, 37/96). Ve gene şöyle buyurmaktadır: “Rabbiniz
Allah, işte böyledir. O’ndan başka Tanrı yoktur. O herşeyin yaratıcısıdır.
Öyleyse O’na ibadet ediniz..." (Kur’an, 6/102). Demek ki kulların
amelleri bu ayetlerin çerçevesine girmektedir.
Selât ve
selâm üzerine olsun, Allah’ın Resulü bir hadisinde şöyle der: “Allah
şöyle buyurdu: Kullarımı Bana en çok yaklaştıran şey, kendilerine farz kıldığım
ve sevdiğim amelleri yerine getirmeleridir. Kulum bana, Ben kendisini sevinceye
kadar nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Ben onu sevince, artık onun
işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum.” İşte
bu tecelliden ölürüdür ki bu “ittihaf'la23 konuşan Allah şöyle buyuruyor:
“Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” (Kur’an, 8/17), “Oysa sizi
de, yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır." (Kur’an, 37/96).
Gene
Peygamberimizin bir hadisinde şöyle denilmektedir: “Yüce Allah. önce fitne
çıkarmış fakat sonra pişman olup tövbe etmiş kimseleri sever." “Birbirini
Allah için, Allah’ta sevenlere, Benim sevgim, muhabbetim vacip olur.”,
“Nimetlerinden size bağışta bulunduğu için Allah’ı seviniz”, “Allah güzeldir,
güzelliği sever”. Allah hamd edilmeyi sever. Peygamberimiz gene şöyle
buyurmaktadır: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve
gözümün nuru namaz".
Gerçekten bu
konudaki hadisler pek çoktur. Bil ki, sevgi makamı çok şerefli bir makâmdır.
Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır;
Biz sevgiden sudûr ettik
. Sevgi üzerine yaratıldık
Sevgiye doğru yöneldik
Sevgiye verdik gönlümüzü
Sevgide bulunan müthiş etkiyi bizzat yaşadım
ben. Bu etki aşırı ve şiddetli bir “aşb”tır, etkileyici bir “şevb”tir. Gönül
vermektir, yok olmaktır. İnsanın uykusunun kaçmasıdır, yemeden içmeden
kesilmesidir. Sevgi kimdedir, kimden gelir bilinmez. Sevgili (mahbîıb)
kimdir bilemezsin. İşte ben sevgide bulduğum zevki böyle buldum.
Bundan sonra
benzeri durumlar izleyebilir bunu. Kimi zaman keşf içinde bir tecelli
başlar senin için. Ve aşk belirtileri yavaş yavaş kendini gösterir. Kimi
zamanda birini görürsün, onu görünce bir vecd haline girersin. Daha
önce hiç tanımadığın halde, onun, sevgilin olduğunu anlarsın. Kimi zaman da,
yanında birinden söz edilir, ta gönlüne işleyen bir sevgiyle ona meyledersin ve
birden âşık oluverirsin. İşte o zaman onun senin dostun olduğunu anlarsın. Bu
durum gayb perdesinin arkasından eşyayı keşfederek, o eşya üzerinde
ruhların sahip olduğu kontrolün en gizli inceliklerinden biridir. O inceliklerin
durumunu bilemezsin. Kime âşık olduğunu, kimde ve nasıl âşık olduğunu, ayrıca
aşkın ne olduğunu anlayamazsın. İnsanlar buna lıabz halinde ya da bctst
halinde tutulurlar. Bunun niçin böyle olduğu da bilinmez. Bu hallerden
birinde hüzün gelirse, anlarsın ki bu kabz halidir. Yok eğer neşe ve sevinç
gelirse, anlarsın ki bu basl halidir. Bu haller daha dış duygularda
ortaya çıkmadan, nefsin bu haller üzerindeki ilk önsezisidir bu. İşte bunlar
sevginin oluşumundaki ilk belirtilerdir.
Bu durum, Allah’ın Âdemoğullarından, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
diye sorarak, onlardan aldığı “Evet, buna şahidiz!" misakına,
antlaşmasına benzemektedir. (Kur’an, 7/172). Hiç kimse, O’nu o zaman inkâr
etmemişti. Bu nedenle her insanın fıtratında, kendisine dayanacağı bir Varlığa,
bir Varediciye ihtiyacı vardır ki o da Allah’tır; kimileri O’nu tanı- masa da,
bilmese de, hakikat budur. Bunun için Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, siz Allah’a
muhtaçsınız; Allah ise, O zengindir, O hainde lâyıktır.” (Kur’an, 35/15).
Böylece Allah, sîzdeki bu muhtaçlığın, başkasına değil de sadece Kendisine
olduğunu bildirmekledir, fakat siz onu bilemiyorsunuz. Oysa biz Hakk'ı bununla
bildik. Bu makama bizzat ulaştığımız ve o duyguyu bizzat yaşadığımız için, bu
dizeleri söylüyoruz:
Ben öyle birine
bağlandım ki aşkı yirmi hacca bedeldir öyle âşık oldum ki ona, kime âşık
olduğumu bile bilemedim, Gözlerim bakmadı yüzünün güzelliğine
Kulaklarım birşey duymadı, dayanamadı
sesine
Diri olan Tanrı kalından bir şimşek
görûlünceye dek
Beni bir günlük nimete, yüzyıllık
çileye boğdu.
Gene bu konuda bizim tattığımız bir zevk vardır. Biz
sadece tattığımız aşkı anlatıyoruz: .
Ben öyle birine âşık oldum ki sevgisi
nerden bilmiyorum,
Bilmiyorum diyen kim onu da bilmiyorum
Şaşırıp kaldım, düşünceler sardı beni
Hayretler içinde kaldım, şaşkına döndüm
Yirmi kez hac ettikten sonra farkettim
Sırrımın kucakladığı bir aşkı terennüm
ettim
Kimi seviyordum, tanımıyordum, adını
bile bilmiyordum
Kimdi bu göğsümü daraltan bilmiyordum
Örtüsünü kaldırıp gösterinceye dek
yüzünü
Geceleyin dolunay ışığıyla parlayan
bulut gibi yüzünü
Sordum onlara: Kim bu? Safça dediler
bana, yürekten gelen
Saf bir niyetle: Bu gönüldür,
kardeşimin kızı
Bunun üzerine tekbir
getirdim, “Allah en büyüktür” dedim onun için aşkla
Onun yanında geçirdiğim gece Kadir
Gecesi'ni bile aştı.
Şam’a ilk kez
girdiğimde24, bizim için bu anlamda bir zevk, bir tad hasıl olmuştu.
Uzun sûren ilahı bir hal esnasında, hayalimde somut bir biçim kazanan, meçhul
ve uzunca sûren bir cazibe hissettim. O hal ve o lisan üzere hitab ederek,
aşağıdaki dizeleri söyledim:
Sana duyduğum aşkın
etkisiyle söylüyorum Sevgilisi kendisine “Söyle bana” diyenin sözünü Şam’a
girince karıştı aklım
Görmedim bir âşık, aşkı
benimki gibi olan Âşığım ama kime âşık olduğumu bilmiyorum Beni Yaratana mı
yoksa benim gibi birine mi Kulaklarım duymadı onun hakkında hiçbir söz Acaba
bizden başka, daha önce, bir âşık söyledi mi böyle söz? Dolaştım Allah’ın
beldelerini, Doğu’daki Batı’daki Belki bulurum diye bana uygun birini Gördüm
yalnızca tek bir sevgili o zaman Gölge gibi gitmek gerekiyordu onun ardından Ey
Tanrım, kalbim aşkla doldu dedim
Bakın şu halime, şu
perişanlığıma, ne yapacağımı bilemedim Aşk tellalı ünledi o zaman bana
arkamdan
Dedi: “Ey zavallı,
düşmüşsün sen bilgisizlik deryasına öyleyse gel dinle, işit sözümü öğren
bilgelik sırrımı Çünkü ben yedi ilmin, on ilmin, sonra elli ilmin ehliyim
Dahası bir erdem eriyim ben
Kavuşursun bana eğer
onlardan ikisini öğrensen O zaman görünür size çok güzel bir kare şekil Tamamen
uygun oradaki kavuşmaya ve ayrılığa Tıpkı açık seçik Allah adına benzer gibi
onun adı Asıl suretinde oluşmuş sevgilimin adı Sevgilinin adı işte bu, sen
bilmesen de Geliyor bu, cimriliğe yaklaşan bir ilimden Anlayış sahibiysen eğer
başka bir şey düşünme, Herşeyi kendinde toplayan kareyi üç katma
çıkartmaktan başka Çünkü onun üçlenmesi demek tapınak demektir Kutsal Kitap
demektir O’nun öyle bir güzelliği var ki benim yoksulluğuma delildir O bir
tapmaktır benim için, varlığımın varlığı için Macid Tanrı için O tapmağın iki
ehli var: Biri Tanrı, biri benim özüm, hem iyilik hem özveri için
O’nun ilki bir harftir yedili
Ki aşar fasıl harflerinden öteki altı harfi25
İşte sevgide
bulunan en lezzetli, en zevkli, en tatlı şey budur. Bunun biraz altında, aşk
sevgisi, sevginin sevgisi vardır. Bu, insanın sevdiğini unutacak derecede
aşkla meşgul olmasıdır. Leylâ Kays’ın (Mec- nun’un) yanma gelir. Kays o sırada
“Leylâ! Leylâ!” diye inlemektedir. O sırada bir buz parçası alır ve onu kor
gibi yanan yüreğinin üstüne koyar; o buz parçası yüreğinin yangınını dindirir.
O bu haldeyken Leylâ ona selam vererek “İşte ben geldim! Ben Leylâ'yım.
İstediğin, arzu ettiğinim, ben senin sevgilimin, ben senin gözünü, gönlünü
sevindirecek olanım, ben Leylâ’yım." der. Kays ona bakar ve ona “Gözümün
önünden çekil git! Çünkü senin aşkın beni öylesine meşgul etti ki sonunda seni
unuttum” der. Bu duygu aşkta hissedilebilecek en tatlı ve en ince duygudur.
Fakat bu duygu tat bakımından, daha önce belirttiğimiz duygudan daha
aşağıdadır.
Allah rahmet
etsin, şeyhimiz Ebu’l-Abbas Cafer el-Ûryanî26 bir duasında
Allah’tan sevgiyi değil de sevgi hissini, zevkini istemişti.
İnsanlar
sevginin tanımı konusunda ihtilafa düştüler, fakat ben, sevgisini tam manasıyle
tanımlayan birini görmedim. Aşkın, geride bıraktığı izleri ve gerekleri
aracılığıyla belki tanımı yapılabilir. Özellikle o, Aziz ve Cenab olan Allah’ın
bir sıfatı olarak kaldığında tanımını yapmak son derece zordur. Sevgi
konusunda duyduğum en güzel şey, bazılarının bana Ebu’l-Abbas ibn el-Arif
ed-Dahacî’den aktardığı şu sözlerdir. Ona sevgi hakkında bir soru yöneltilince
şunları söylediğini aktardılar: “Kıskançlık, sevginin sıfatlarındandır27;
edeplice örtünmenin dışında her şeyi hor görür”.
Bil ki,
bilinebilen işler (el-umür el-ma'lûmeh) iki türlüdür. Bir kısmının
tanımı yapılabilir, bir kısmının tanımı yapılamaz. Sevgi konusunu bilen ve bu
konuda konuşan bilginlere göre, sevgi tanımı yapılamayan işlerdendir. Sevgiyi
ancak aşka tutulan ve sıfatı âşık olanlar bilir. Bu âşıklar da sevginin
mahiyetini bilemezler, fakat onun varlığını da inkâr edemezler.
Bil ki, insan sevgilisinden duyduğu sözün dışındaki sözlere sağır olduğu,
sevgilisinin yüzünden başka gördüğü her türlü manzaraya karşı kör olduğu,
sevgilisinin konuşmasının ve sevgilisinin sevdiği konuşmaların dışındaki
konuşmalara ilgisiz kaldığı zaman, ancak aşk o insana hakim olur. O zaman
kalbinin üzerine bir mühür koyar ve oraya sevgilisinin sevgisinden başka
hiçbir şeyi sokmaz. Hayal hâzinesinin üzerine bir kilit vurur, bir sürgü sürer,
böylece hayalinde sevgilisinin suretinden başkasını hayal etmez, hayalini
meşgul edecek bir başka görüntünün öne çıkmasına ya da bir başka surelin oraya
sokulmasına izin vermez. Tıpkı şairin şu sözünde olduğu gibi:
“Hayalin gözlerimde, sözlerin dilimde
Taht kurmuşsun kalbimde, neden kayboluyorsun öyleyse?"
Onunla duyar ve onun için duyar. Onunla görür ve onun için görür. Onunla
konuşur ve onun için konuşur. Bizzat ben hayal gücüyle öyle etkilendim ki,
aşkım, tıpkı Cebrail’in, Allah Resulü’ne —selat ve selâm üzerine olsun—
somut olarak gözükmesi gibi, sevgilimin suretini gözlerimin önüne hissedilir
biçimde getiriyordu ve ben ona bakmamaz- lık edemiyordum. O benimle
konuşuyordu, ben de ona kulak verip .dinliyordum ve ne söylediğini anlıyordum.
Günlerce en ufak bir şey yi- yemedim. Her ne zaman sofra önüme gelse, sevgilim
sofranın ucuna geliyor, bana bakıyor ve bizzat kulaklarımla duyduğum sözler
söylüyordu bana. “Beni seyrederken yemek mi yiyeceksin?” diyordu bana. Bunun
üzerine ben de yemek yemekten vaz geçiyordum ama açlık da duymuyordum. Ona
öylesine sırılsıklam âşık olmuştum ki sonunda ona baka baka şişmanladım.
Bakışlarım ona çakılmıştı ve o benim için gıda ve besin kaynağı olmuştu.
Dostlarım ve ailem, hiçbir şey yemediğim halde böyle şişmanlayışnna
şaşırıyorlardı, çünkü günlerce, ne olursa olsun hiçbir şey tatmadan, yemeden,
içmeden o şekilde kalmıştım. Açlık hissetmiyordum. Susuzluk da duymuyordum.
İster oturayım, ister ayakta durayım, ister hareket edeyim, ister hareketsiz
durayım gözlerimin önünde hep O durmaktaydı.
Aslında insanın sevgilisi Hakk Teâlâ olursa, ya da bir insan, bir kadın
ya da bir çocuk olursa bil ki ancak o zaman sevgi, âşığı sevgi denizinde
boğar. Bu saydıklarımın dışındakilerin sevgileri, insanı sevgi deryasında
boğamaz.
Bunları
özellikle söyledik, çünkü insan kendi surelinde olan biriyle ancak onu sevdiği
zaman tam anlamıyla anlaşabilir ve bir uyum içinde olabilir. Âşıkta,
sevgilisininkine benzemeyen hiçbir yön yoktur; âşıktaki her şey sevgilisine
ayarlıdır. Dışı dışına, içi içine âşık olur. Hakk Te- âlâ’nın Kendisini, Zahir
ve Bâtın diye adlandırdığını görmüyor musun? İşte bu nedenle, insan Allah için
Allah’ın yarattığı şekiller ve varlıklar için sevgi deryasında boğulmaktadır.
İnsan dışında, dünyadaki öteki varlıklarda sevgi yoktur. Dolayısıyla insan
dünyaya ait bir şekil, bir suret severse, ona ancak uygun bir benzerlikle
karşılık verir. Kendi zatına ait olan bir şey ise zihninde daima uyanık ve diri
kalır.
İnsanın,
Allah’ı sevdiği zaman, sevginin içinde boğulması meselesine gelince, bunun
nedeni, Hz. Peygamberin hadisinde de belirtildiği gibi, insanın Tanrı
suretinde yaratılmış olmasıdır. Böyle olunca, insan İlâhi Varlığı bütünüyle
kendine kabul edebilir. Onu kendine sığdırabilir. İşte bunun için, insanda
Tanrı’nın bütün isimleri zuhûr eder. Kendinde sevgi sıfatı bulunmayan insan
bile bunu elde edebilir, çünkü kendinde olmasa da yaratılışında sevgi vardır.
Bu nedenle insan sevgi içinde boğulur28. Eğer insan Allah’a
bağlanır, O’na âşık olursa. Sevgilisi Allah olur. Sevgisinde öyle ileri makama
ulaşır ki, Allah’ın yaratıklarına karşı duyulan aşkta yok (fenâ~) olma
halinden çok daha ileri bir makamda, Allah’ın aşkında yok olur. Çünkü o
varlıklara, o şekillere duyulan aşk, varlık ya da o şekil, sevenin gözünde
kaybolunca, yok olmaktadır. Oysa sevgili Hakk Teâlâ olunca, O daima müşâhede
edilebilir durumdadır. Sevgilinin müşahede edilmesi, tıpkı beden üzerinde
gıdaların bıraktığı etki gibidir. Yani beden o gıdayla büyür, gelişir.
Sevgilinin müşahede edilmesi arttıkça sevgi de artar. Aşka özgü olan bu durum
nedeniyle, sevgiliyle karşılaşınca şevk sakinleşir, yatışır fakat yeniden
kavuşma arzularıyla iştiyak yeniden canlanır, işte sevgiliyle birarada bulunan
âşık bunları hisseder. Sevgilisini seyre dalmaya ve onu müşahede etmeye
doyamaz. Ona duyduğu arzudan kendini kurtaramaz. Sevgilisiyle birlikte
olmasına rağmen, ona her bakışında vecdi ve şevki artar. Tıpkı şairin dediği
gibi:
“Tuhaf değil mi? Ben onları ne kadar
çok özlüyorum.
Onlar benimle birlikte,
ama y ine de onları özlüyorum, Gözlerim onları ağlatıyor, oysa onlar
gözbebeğimin içinde Gönlüm onları arzuluyor, oysa onlar benim yanımda.”29
Eğer âşığm
sevgisinde, sevgilisinden başkasına düşünmeye fırsat verebilen bir akıl ya da
bir akıl yürütme varsa, o sevgi saf ve gerçek değildir. O ancak nefiste
(insanda) geçici bir durumdur. Kimileri bu tür bir sevgi hakkında şöyle
demiştir:
“Akıl ile idare edilen sevgide hayır
yoktur."
âşıkların bu konudaki öyküleri sayılamayacak kadar çoktur. İşte, konusu
müşahede ve şevkle sevginin artması olan bir şiirimiz:
“Sevgilimden
uzaklaşıyorum, bu kez kavuşma arzusu tüketiyor beni Ona kavuşuyorum,
iyileşemiyorum, o varken de yokken de özlüyorum Onunla karşılaşınca ummadığım
şeyler geliyor başıma Şifa bulacağım yerde yeni bir dert geliyor başıma Çünkü
ben onunla karşılaştığım daha ilk anda Güzelliği devamlı artan birini görüyorum
karşımda Bir vecd gerekli ki olsun durağımız
Altınca güzelliğinden uyumlu
beraberliğimiz"
Sahihi
Müslim’de Tann’nın —noksan sıfatlardan O’nu tenzih ederiz— istihalesi
(metamorfoz) hakkındaki hadislerde ifade edildiği gibi, burada ben de Sübhan
olan Tanrı’nın, ahirette kullan için ve bu dünyada kullarının kalbleri için,
çeşitli şekillerdeki (yani keyfiyet ve teşbih dışında, Zatına uygun düşen
şekillerdeki) tecellisine dikkat çekiyorum30.
Allah’a and
olsun ki, eğer Şeriat böyle İlâhî haberler getinneseydi, hiç kimse Allah’ı
tanıyamazdı. Ve eğer biz yalnızca akıllı insanların, münevverlerin, böyle değil
şöyle değil diyerek Allah’ın Zatı konusunda ileri sürdükleri akli delillerle
yetinmiş olsaydık, hiç bir insan O’nu sevemezdi. Fakat şer’î ifadelerle İlâhî
haber gelince ve görünüşte akli delillere karşıt olan işlerde, Sübhan olan
Tanrı’nın şöyle şöyle olduğunu bize haber verince, biz de, sûbûtî sıfatlarından
dolayı, Allah’ı sevdik.
Allah, ilgileri
belirttikten, sebepleri ve varlıkların sevgiye yönelmelerini sağlayacak
ilgileri saptadıktan sonra şöyle buyurmaktadır: “O’na benzer hiçbir şey
yoktur." (Kur’an, 42/11). Böylece, Allah sevgi için gerekli sebepleri
saptamıştır, ama akıl bunları kendine özgü delilleriyle inkâr eder. İşte şu
hadisin anlamı da budur: “Ben bir gizli hâzineydim, bilinmeyi sevdim,
istedim; yaratılmışları yarattım ve onlara Kendimi tanıttım. Böylece onlar Beni
tanıdılar”.
Demek ki Allah, ancak, bize karşı beslediği sevgi, muhabbet, rahmet,
acıma ve şefkatten dolayı, bize Kendisi hakkında haber verdiği Vahiyle
bilinebilir; yani Kendisini anlatabilmemiz, O'nun bize indirdiği Vahyin çizdiği
sınırlarla ancak O’nu bilebilmemizle mümkündür. O'nu kalbimizde, gönlümüzde,
hayalimizde ve yönelimlerimizde, bakışlarımızın ve ilgilerimizin konusu
yaparız; öyle olur ki sanki O’nu görürüz. Daha ilerisini söyleyelim, sanki O’nu
kendimizde görürüz, çünkü biz O’nu kendi görüşümüzle değil, Onun Kendisini
tanıtmasıyla bildik. Böyle olmakla birlikte, gene de bizden bazıları O’nu
görür, fakat O’nu bilmez31. Allah Kendisinden başkasına muhtaç
değildir. Aynı şekilde Allah, yaratılmışlarda, Kendinden başkasını sevmez.
Demek ki, her âşığın, sevenin gözü içinde, her sevgide, her sevgilide O zâhir olmaktadır.
Varoluş içinde sadece tek bir Seven vardır, dolayısıyla âlem hem sevendir hem
sevilen. Bütün bunlar hep O’na döner. O’ndan başkasına ibadet edilmeyeceği
gibi, ibadet eden kişi de ancak kendisindeki ulû- hiyyeti tahayyülle ibadette
bulunur. Eğer o ulûhiyyet olmasaydı, kul asla Tanrı’ya ibadet etmezdi. Allah
bu konuyu şu ayetle çok açıkça bildirmiştir: “RMiniz sadece Kendisine
tapmanızı emretti..." (Kuran, 17/23).
Sevgi de böyledir; Hiç kimse kendi Yaratıcısından başkasını sevmez.
Fakat Zeyneb’in, Suad’ın, Hind’in ve Leylâ’nın sevgisiyle, ya da bu dünya
sevgisiyle, ya da para ve makam hırsıyla ya da bu âlemde sevilen şeylerin
sevgisiyle Allah gizlenmiştir. Şairler bütün sözlerini yaratıklar üzerine
harcadılar ve O’nun hakikatini tam anlamıyla bilemediler. Arifler ise,
duydukları her şiirde, her bilmecede (lügaz), her methiyede ve her gazelde
(tegazzül), şekillerin ve suretlerin perdesi arkasından sadece O'nu görürler.
Bütün bunların sebebi, Tanrı’nın Kendinden başkasının sevilmesini kabul etmediği,
İlâhî kıskançlıktır.
Çünkü sevginin sebebi güzelliktir (cemal). Güzellik ise, Allah’a
aittir. Çünkü güzellik O’nun Zatından dolayı sevilmektedir. “Allah güzeldir;
güzelliği sever”32. Bu nedenle Allah Kendi kendini sever.
Sevginin bir diğer sebebi de ihsan'dır... Ihsan, ancak Allah’tan gelir.
Allah’tan başka nuılısin-ihsan edici yoktur, yani bir varlığı ihsanından dolayı
seversen, sadece Allah’ı sevmiş olursun, çünkü millisin, yani ihsanda bulunan
O’dur. Ve eğer bir varlığı güzelliğinden dolayı seversen, sadece Allah’ı sevmiş
olursun, çünkü Allah güzeldir.
Sevginin ilgi konusu her durumda Allah’tır33. Hakk, Tanrı,
Kendini bildi, Kendinde âlemi bildi ve âlemi Kendi surelinde çıkardı. Bundan
dolayı, âlem O’nun için bir aynadır. Allah o aynada Kendi suretini görür.
Demek ki. Tanrı ancak Kendini sevmektedir. Allah, Peygamberimize hitaben “De ki,
eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin..."
(Kur’an, 3/31) derken gerçekte Kendini kasdetmektedir. Öyleyse, birine uymak,
ona bağlanmak, sevginin sebebi olmaktadır; âlemin aynasında Tanrı’nm suretine
bağlanmak da sevginin sebebidir, çünkü o aynada sadece O Kendini
göstermektedir. Öte yandan nafileler de sevginin bir sebebidir. Nafileler bir
fazlalıktır, artık ibadetlerdir, Âlemin sureti de varoluş içinde bir
fazlalıktır. Bu nedenle Allah âlemi bir nafile olarak sevmiştir, böylece, ancak
Kendini sevecek derecede kulun “işittiği bulağı, gördüğü gözü
olmuştur".
Çok nazik, çok özel ve aynı zamanda da vehim melekesinden kaçan, yani
düşünceden hızla sıyrılıveren, bir mesele daha var. Diyelim ki tuhaf bir şey
oluyor. Meselâ, aklın doğrulayabileceği, saptayabileceği ve ondan dolayı
sarsılmayacağı, fakat vehim melekesinin onu nesnel olarak tutamayacağı
bir şey. İşte tıpkı bu misal gibi, akhn varlığını saptadığı fakat kendinden
uzaklaşmasına da engel olamadığı, ayrıca vehim melekesinden de kaçan,
onun da tutup yakalayamadığı bazı şeyler vardır. .Sonra, bu söylediklerimizin
tersine, akıldan kaçan, fakat vehim melekesinin, onun varlığını saptayıp hükmü
altında aldığı ve etkili olduğu daha başka şeyler de vardır. Meselâ bir adam
düşünelim: Çalışsa da çalışmasa da rızkının kendisine gelmesi gerektiğini aklı
kendisine delilleriyle gösteriyor. Bu şekildeki bir ilim akıldan uzaktır; onun
üzerinde ancak vehmi düşünce hükmünü sürdürmektedir. Eğer sen rızkını arama
konusunda çaba göstermezsen, ölür gidersin. Sonra biri çıkar gelir kalkar o
rızkı elde etmeye çalışır. Buna göre, onun haklılığı aklı açısından zâil olur;
vehmi açısından da bâtılhğı sabittir, dolayısıyla böylece inkâr edilemez ve
itiraz olunamaz bir gerçek olur.
Bir başka örnek verelim: Meselâ bir adam bir yılan ya da bir aslan görür.
Aklı bunların kendisine zarar vermeyeceğini söyler. Sonra bu aklî delilden
vazgeçer ve onların zararlı olduğuna vehmeder ve o hayvanlardan kaçar; vehim
melekesinin kendisine verdiği hükümle yüzünün şekli değişir, içi korkuyla
dolar. Bu haller vardır ve bunlar bir gerçektir. Kimi yerlerde vehmin gücü
hakimdir; kimi yerlerde akhn gücü.
Allah izin
verirse bu bölümde sevginin hakikatlerinden ve onların makamlarından
bahsedeceğiz. Allah bu işimizi kolaylaştırsın! Diyoruz ki, sevgi, iradenin,
ilgili olduğu şeyler arasında hususi bir ilgidir. Sevgi, bağlanma anında, gayrı
mevcut bir ma’duma bağlanır ve o sevgilinin somut olarak bizzat var olmasını,
vücûdunu ya da vukûunu ister. Vukû- unu dedim, çünkü sevgi bazen sevilen somut
varlığın gerçek varlığını ortadan kaldırmasına bağlanır. Bununla birlikle, var
olduğu halde, bir kimsenin varlığının yok olması aynı anda mümkün değildir.
Sevginin bağlandığı varlık yok olunca, gerçek olur; o zaman artık yokluğun varlığından
söz edilemez. Eğer ondan söz eden olursa, ancak bilgisizliğinden dolayı söz
eder.
Bu konuda biz
şöyle deriz: Seven, sevgilinin somut olarak var olmasını ister, çünkü sevgili
gerçekte ma’dunıdur. Böyle olunca, sevgili seven içindir. Bu da, kim olursa
olsun bir şahısla kavuşmayı gerekli kılan bir iradedir. Eğer bu şahıs
kucaklanıp öpülecek biriyse, onu kucaklamayı sever; eğer evlenilecek biriyse,
onunla evlenmeyi sever; eğer birlikte oturulacak, dost olunacak biriyse onunla
birlikte oturmayı, dost olmayı sever. Dolayısıyla sevenin aşkı şu anda henüz
sahip olunamayan o şahsın sadece yokluğuna bağlanacaktır. Böylece, sevgisinin
o şahsa bağlı olduğunu hayal eder. Oysa durum hiç de öyle değildir, çünkü o
şekilde davranmakla yalnızca sevgilisiyle karşılaşmayı ya da onu görmeyi arzu
etmektedir. Eğer sevgilinin bizzat şahsını ya da varoluşunu, yani şahsiyetini
ve varlığını sevmiş olsaydı, sevgisinin ona bağlanması kendisine hiçbir yarar
sağlamazdı.
Bu konuda,
“Biz bir şahısla birlikte olmayı seviyoruz, onu öpmek ya da kucaklamak, ona
sıcak bir ilgi duymak ve onunla sohbet etmek istiyoruz. Sonra da bunların
gerçekleştiğini düşünürsek, kucaklama ya da kavuşma olsa bile, gene de sevgi
devam ediyor, oysa ki sevginin bağlandığı şahsın ma’dum olması gerekmez
miydi?” diyecek olursan, ‘‘Bu konuda yanılıyorsun.” deriz. Çünkü kendisine
sevgi duyduğun birini kucakladığın zaman ya da onunla birlikte bulunduğun
zaman ya da onunla çok sıkı bir içtenlik kurduğun zaman, sevginin sebebi bu
durumda, sonuç olarak ortaya çıkan gerçekleşim değil, ondan doğan devamlılık ve
sürekliliktir. Devamlılık ve süreklilik ise, ma’dumdur, gerçekliğe dahil
değildir; bu müddet, bu süreç hiçbir zaman sona ermez. Öyleyse sonuç olarak,
sevgi vuslat halinde ancak sevgilinin ma’dunıuna bağlanır. Bu ise, vuslatın
devamlılığı demektir; ki hiçbir zaman gerçekleşmez.
Bu konuyu
Kur’an’daki şu ayet ne güzel dile getirmektedir: “Ey insanlar, sizden kim
dininden dönerse, iyi bilsin ki, Allah yakında öyle bir toplum getirecek ki O
onları sever onlar da O’nu sever...” (Kur’an, 5/54). Burada sevmek fiili
ûçûncû tekil ve üçüncü çoğul şahısta ve geniş zamanda kullanılmıştır. Burada
sevginin mütealliki (ilgi konusu) gaib ve ma’dıım bir varlığı
göstermektedir. Dolayısıyla her gaib göreli bir ma’dumdur.
Sevginin
özelliklerinden, niteliklerinden biri de şudur: Sevginin görünüşte mükemmel
olması için, âşık, eğer seçme gücüne malikse, sevgisinde iki karşıt görünümü
birleştirmelidir. Tabiî sevgi ile ruhanî sevgi arasındaki fark budur. Varlıklar
arasında sadece insan bu iki tür aşkı birleştirebilmektedir. Hayvanlar da
sever, fakat bu iki karşıt sevginin arasını insanlar gibi birleştiremezler.
Yalnızca insan bu iki karşıt sevgiyi sevgisinde birleştirebilmektedir, çünkü
insan Tanrı suretinde yaratılmıştır. Tanrı ise Kendini karşıt sıfatlarla
nitelemiştir. Örneğin şu ayette ifade edildiği gibi: “O Evveldir ve Ahirdir;
ve Zahirdir ve Bâtındır” (Kur’an, 57/3).
Karşıtlar
arasındaki sevginin insanda bu şekilde birleştirilmesinin nedeni, sevginin
insan için gerekli niteliklerden biri olmasıdır. Sevgilisiyle birleşme arzusu
ve sevgilisinin sevdiği şeyleri sevmesi de sevene gerekli olan
niteliklerdendir. Örneğin, eğer sevgilisi ayrılığı seviyorsa, o da ayrılığı
sevecektir. Böylece sevginin gereğine ters davranacaktır, çünkü sevgi
kavuşmayı ister ayrılığı değil. Buna karşılık, eğer sevgili kavuşmayı severse,
seven, sevginin gerektirmediği, garip bir şey yapabilir, çünkü seven,
sevgilisinin sevdiğini sever. Bu durumda öyle davranmaz. Demek ki her durumda
seven, sevdiğinin etkisinde kahr. Bu iki nokta arasını birleştirmenin gayesi,
sevenin kavuşmayı istemesine karşılık sevgilisi ayrılığı sevdiği halde,
sevgilisini sevmesidir yoksa salt ayrılık için değil. Bu konu bundan daha iyi
bir biçimde açıklanamaz.
Bu durum,
kazası ve kaderi ne olursa otsun durumuna razı olan birinin durumuna benzer:
Kazası “küfr” olunca, hakikatte kazasına razı olmayacağı halde, “razı” sıfatını
o insana vermek doğrudur.
Aynı şekilde,
Şeriat da böyledir; tıpkı bu sevgi meselesindeki gibi. Seven, sevgilisiyle
kavuşmayı sever. Ayrılığın kendisini değil. Sevgilisinin ayrılığa duyduğu
sevgiyi de sever, çünkü ayrılık da esasında sevgilinin sevdiği bir şey
değildir. Aynı şekilde, kaza da muhtevanın aynısı değildir. Aslında kaza,
muhtevanın bizzat kendisi değil de, Allah’ın o şahıs hakkında, o mukteza ile
hükmetmesidir. Bu nedenle, Allah’ın verdiği hükme razı olur.
Hayvanın
sevgisi böyle değildir, çünkü hayvandaki sevgi tabiî bir sevgidir, ruhani sevgi
değildir. Hayvan özellikle sevdiği hayvanla kavuşmayı ister, sevdiği hayvanın
kendisine bir sevgi duyup duymadığını da bilmez. Hayvan bunun bilincinde
değildir; bununla ilgili bir ilmi yoktur hayvanın.
Bu nedenle,
insana özgü sevgiyi iki kısma ayırdık: Tabiî sevgi: Bu sevgi hem insanlarda hem
de hayvanlarda vardır. İkincisi ise: ruhanî sevgi. Bu sevgiyle insan, hayvanî
sevgiden ayrılır.
Bunu böylece
belirttikten sonra, bil ki sevginin üç türü vardır; İlâhi Sevgi; Ruhanî
Sevgi ve Tabiî Sevgi. Bunlardan başka bir çeşidi yoktur.
ilâhı
sevgi: Allah'ın bize duyduğu sevgidir. Ayrıca bizim Allah’a duyduğumuz
sevginin de İlâhî sevgi olduğu kabul edilir.
Ruhani sevgi:
sevenin sevgilisini razı ve hoşnut etmeye çalıştığı sevgidir. Sevgilisine
karşıt olabilecek hiçbir şey kalmaz onda, ne garaz ne de irade. Dahası, seven,
bütünüyle sevgilisinin iradesine bağlı kahr.
Tabiî sevgi
ise; tamamen, bütün arzularını tatmin etme yolunu araşu- ranların sevgisidir.
Onun bu çabası, sevgilisinin hoşuna gitsin ya da gitmesin, hiç önemli
değildir. Bugün insanların çoğu bu sevgi üzerinedir.
O halde,
demek oluyor ki, bundan sonraki bölümde İlâhî Sevgi üzerinde duracağız. Onu
ruhanî sevgi izleyecek;-ondan sonra da üçüncü olarak tabiî sevgi üzerinde
duracağız.
Hakikati
ancak, Allah söyler ve hidayete ancak, O erdirir.
İlâhi sevgide
Allah, bizi, hem bizim için hem Kendisi için sever.
Tanrının,
Kendi için bize duyduğu sevgi şu kudsi hadiste ifade edilmektedir: “Ben bir
gizli hâzineydim; bilinmek istedim ve muhlukcıtı yarattım. Sonra
onlara Kendimi tanıttım; onlar da Beni tanıdılar”. Demek ki, Allah bizi,
O’nu tanıyalım diye, Kendisi için yaratmıştır. Şu ayet bunu çok iyi
belirtmektedir: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye
yarattım." (Kuran, 51/56). Neticede, Allah bizi sadece Kendi için
yaratmıştır.
Allah’ın
bizim için bize duyduğu sevgiye gelince, bizim yaratılış gayemize ve
tabiatımızın özüne uygun düşmeyen işlerden kurtuluşumuzu sağlayacak ve bizi
mutlu edecek amelleri bize tanıtmakla, bu sevgi, ifadesini bulmaktadır34.
Sübhan olan
Tanrı yaratıkları Kendini teşbih etsinler diye yaratmıştır. Yaratıklara, O’nu
teşbih etmelerini, O’na hamd ve sena etmelerini ve O’na secde etmelerini
söylemiştir. Ancak bu şekilde O’nu tanıyabiliyoruz. Bu konuda şöyle
buyurmaktadır: “Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, O’nu teşbih
ederler. O’nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların
teşbihlerini anlamazsınız...” (Kur’an, 17/44). Yani O nasılsa o hal üzere
ve O’ndan olan şeyle, O’na hamd ve sena ile O’nu teşbih etmeyen hiçbir şey
yoktur. Aynı şeyin şu ayette de bildirildiğini görüyoruz: “Göklerde ve
yerde olan varlıkların, kanatlarını çırparak uçan kuşların Allah’ı teşbih
ettiğini görmedin mi? Onların her biri kendi duasını ve teşbihini
bilmektedir." (Kur’an, 24/41). Her varlık kendi duasına önem vermekte,
onda kararlı ve devamlı olmaktadır.
Bu ayetle Allah, selat ve selam üzerine olsun Hz. Peygamberimize
hitap etti. Onu evrensel (külli) teşbihe tanık yaptı, çünkü o bunu görmüştür.
Ona “Görmedin mi...?" dedi ve bize “Görmediniz mi?” demedi.
Bunun nedeni şudur: Çünkü biz bu evrensel teşbihi görmedik, ona sadece
inandık. Oysa Muhammed —selat ve selam üzerine olsun— onu apaçık
görmüştü.
Aynı şekilde, Allah, peygamberimizi her şeyin secde halinde olduğuna
tanık etti ve ona şöyle hitap etti: “Görmedin mi, göklerde ve yerde bulunan
varlıklar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve insanların birçoğu Allah’a
secde ediyorlar?" (Kur’an, 22/18). Dikkat edilirse, Allah hiçbir
varlığı dışta tutmamış; göklerdeki ve yerdeki varlıkların hepsini zikretmiştir,
ulvî âlemi de süfli âlemi de zikretmiştir. Her varlığın sadece Allah’a secde
ettiğine Peygamberi tanık etmiştir. Bunun için bu secde işine Allah’ın tanık
yaptığı herkes ve bu secde işini gören herkes, bu hitabın muhatabı
durumundadır. Bu fıtrî ve zatî bir teşbihtir ki yalnızca o tanıklara tecelli
eder. İşte o zaman onlar Allah’ı severler. O’nu teşbih eder, O’na hamd ve
senada bulunurlar, bunları hiçbir zorunluluk olmadan bilakis zati bir
gereklilik olarak yaparlar. Bu zati bir ibadettir ki Allah o kimseleri
Kendisine ait istihkak hükmüyle o ibadetin içine yerleştirmiştir.
Keşf ehli hakkında da aynı şeyi söylemiştir, insanların çoğu, yani akıl
sahibi her insan buna muhataptır: “Allah’ın yarattığı şeylere bakmıyorlar
mı? Gölgeleri sağdan ve soldan sürünerek, Allah’a secde etmektedir. Onlar
Allah’a kullukta asla büyüklenmezler, daima O'na boyun eğerler."
(Kur’an, 16/48). işte, göze görünebilen en güzel nimet budur. Sonra, gölgelerin
bu şekilde sağa ve sola uzanmasının da O’nun Celali karşısında bir saygı ve
küçüklük işareti olarak Allah’a secde hali olduğunu gene Allah haber
vermektedir bize. Bu nedenle “onlar asla büyüklenmezler ve daima O’na boyun
eğerler" demiştir. Böylece, boyun eğerek Allah’a secde etsinler diye
Allah onları akıllılıkla nitelendirmiştir. Bu ayetin devamındaki ayet ise bu
ayetin bir tamamlayıcısı durumundadır. Şöyle ki: “Göklerde ve yerde
bulunan bütün canlılar ve melekler Allah'a secde ederler." (Kur’an,
16/49). Canlılar, yani yeryüzünde yaşayan, yürüyen ve sürünen varlıklar ve gök
ehli, ayrıca ne gökte ne yerde olan melekler; sonra, bu ayet şöyle bitiyor: “Onlar
asla büyüklenmezler." (Kur’an, 16/49). Yani Rabb’le- rine ibadet
etmemezlik etmezler. Sonra, Allah onları şöyle nitelenmektedir: “Üstlerinden,
Rablerinden korkarlar ve kendilerine emredileni yaparlar." (Kur’an,
16/50). Allah, onlara, “korkma" vasfını yüklemektedir, böylelikle, onların
kime secde ettiklerini bildiklerini, bize göstermek istemektedir. Daha sonra
Allah yine onları “Kendisine boyun eğmiş", ve “kendilerine emredileni
yaparlar" şeklinde vasfeder. Sonra da “Allah’ın kendilerine
buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar" (Kur’an,
66/6) şeklinde anlatır. Bir başka ayette ise şöyle buyuruyor: “Rabb’inin
yanında bulunanlar, melekler, gece ve gündüz O’nu teşbih ederler ve onlar bundan
hiç usanmazlar." (Kur’an, 419/38), yani canlan hiç sıkılmaz.
Bütün bunlar
gösteriyor ki, bütünüyle âlem, şühûd ve ibadet ma- kâmmdadır. Ancak düşünme
yeteneği olan varlıkların durumu farklıdır. Bu varlıklar konuşma yeteneği olan
insanlar ve cinlerdir. Bunların ruh durumları bakımından özellikleri vardır,
vücut durumları bakımından değil. Çünkü bunların şekilleri de, Allah’ı teşbih
etme ve O’na secde etmede, kâinattaki öteki varlıkların şekilleri gibidir.
Bedenin bütün azalan O'nun teşbihini dile getirir. Görmüyor musun, kendilerine
mûsahhar kılınmış nefisler üzerine Kıyamet gününde derileriyle, elleriyle,
ayaklarıyla, dilleriyle, kulaklarıyla, gözleriyle ve öteki dünya azalarıyla
şahitlik yapacaklardır35. “Ve hüküm, O yüce ve büyük Allah’ındır."
(Kur’an, 40/12).
Demek ki,
bütün bunlar Allah’ın, Kendisi için bize gösterdiği sevginin hükmüdür.
Öyleyse, kim O’na vefalı davranırsa, Allah, o kimseyi ödüllendirir; kim de
vefasızlık ederse, onu cezalandırır. Öyleyse, Allah Kendini sever, Kendinin
yüceltilmesini ve Kendine hamd ve sena edilmesini ister.
Allah'ın
bizim için, bize duyduğu sevgiye gelince, hiç kuşkusuz Allah onu bize, hem bu
dünyadaki hem de öte dünyadaki iyiliğimiz için tanıtmıştır. Kendisini tanıyıp
bilmemiz ve O’ndan habersiz kalmamamız için, Kendisini tanıtacak delilleri
bize göstermiştir. Ayrıca, O’nu tanıdıktan sonra ve içinde dolaştığımız, ve
sahip olduğumuz her nimetin ancak O’nun bir nimeti olduğu ve ancak O’na mal
edilebileceği hususunda elimizde deliller varken, ifratlara kaçmamıza rağmen O
bize nzık vermekte ve bizi nimetlere boğmaktadır. Ayrıca, o nimetler içerisinde
yaşayalım, daima huzur ve rahat içerisinde olalım diye, sırf bizim için
yaratmıştır onları. Bu eksiksiz ihsânın ardından O’na şükretmedik, oysaki
akıl, nimet verene şükretmeyi gerektirir. Ayrıca biliyoruz ki Allah’tan başka
ihsan edici yoktur.
Bize,
bilmediklerimizi öğretmek ve bizi eğitmek amacıyla, Kendi katından bize bir
peygamber göndermesi de O’nun ihsanındandır. Böy- lece Allah, Kendi hakkında
bilmemiz gerekenleri bize öğretti. Kendi mutluluğumuza ulaştıracak yolu bize
gösterdi. O yolu bize açıkça gösterdi. İsyana sürükleyici işlerden bizi korudu,
sakındırdı. Ahlâki düşüşlerden ve kötülüklerden, alçaklıklardan kaçınmamızı
sağladı.
Sonra, Hz.
Peygamberin doğruluğunu gösteren delilleri de bize bildirdi. Çok açık deliller
getirdi bize. Kalblerimize iman nurunu yerleştirdi ve onu bizlere sevdirdi.
Onu kalblerimizde süsledi. Bize küfrü, fışkı ve isyanı çirkin gösterdi.
(Kur’an, 49/7). Biz de buna iman ettik ve bunu tasdik ettik.
Sonra,
tevfikiyle bize iyilikte bulundu. Bizden Kendisini sevmemizi istedi, rızasını
kazanmamızı istedi. Eğer bizi sevmeseydi, bütün bunların hiçbiri olmazdı, bunu
bize açıkça bildirdi. Ayrıca, rahmetinin gazabını geçtiğini bildirdi. Bedbaht
olan şaki bedbahtlık yapsa bile, Allah’ın rahmetinin, inayetinin, ve mahlukatm
akıbetlerinde müessir olan aslî muhabbetinin kapsamına gireceğini bize
bildirdi. Aynı şekilde, sevginin (muhabbetin) en temel esas olduğunu,
İlahî Kelâm’ının hak olduğunu, ayrıca rahmetinin evrensel olduğunu bize
bildirdi.
Bu dünya evi,
Alîm ve Aziz Allah'ın takdir ettiği ölçüde, tutarsız gerçeklerle ve
perdelerle örülüdür. Allah öte dünyayı yaratmış ve bizi oraya doğru
götürmektedir. Yalancı iddiaların, sahte davaların kabul edilmediği bir yurttur
orası. Allah orada, bütün varlıklara Rabb olduğunu kabul ettirmiştir.
Daha bir avuç toprak halindeyken, Âdem’in böğründen gelen insanoğulları da
O’nun Rabhğını kabul etmişlerdir36. Demek ki, bu dünya hayatı iki
uç nokta arasında bir ara noktadır: Tevhid noktası ve O’nun Rabhğını tanıma
noktası. İşte bu ara noktadadır ki, Tanrı’nın varlığı kabul edilmesine rağmen, “şirk”
vaki oluyor, yani O’na ortak koşuluyor. İşte bu ara nokta böylece tutarsız
oluyor.
Bu nedenle, “Allah’ın dışında kendilerine Rablar edinenler, “Biz
onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz” derler’’
(Kur’an, 39/3). Böyiece kendi şirklerinde, Allah-u Teâlâ’ya, güya azamet, büyüklük
nisbet etmektedirler. Kaldı ki, kendi toplumu içerisinde, “büyüklük" (kibriya)
ve “otorite” (ceberut') sıfatlarıyla arz-ı endam eden herkesin “kalbini
mühürlediğini” gene Allah haber vermektedir. Fakat Allah bu mührü, onların
kalblerine, bir yardım işareti olarak koymadı, çünkü onlar, kesin olarak, kendi
nefislerini bu mühürle alçalmış ve aşağılanmış buldular. Dolayısıyla o
yaratıkta büyüklük sıfatı görülse bile, Allah’a ait olan büyüklük asla bir
yaratığın kalbine girmez, çünkü bu durum mazrufsuz bir zarfa benzer, yani içi
olmayan dış gibidir, ki bu mümkün değildir.
Bütün bunlar, nihaî sonuç mutluluk olsun diye Allah’ın yaratıklara
duyduğu rahmet ve muhabbetten kaynaklanmaktadır.
Bu ara nokta zayıflayınca ve kendisini çevreleyen iki taraf kuvvetlenince,
bu ara nokta sonunda iyice boşalır ve küçülür. Onu çevreleyen iki taraf ise
dolar ve büyür. Öyle ki, Allah bu iki tarafı, ora sakinleri için nimetlerle
doldurur. Ora sakinlerinin, mutluluğa ve nimete tertemiz olarak kavuşmaları
için Allah, kendilerini, bu dünyada hak ettikleri azaptan temizleyip
kurtardıktan sonra, onlar, o nimetlerden bol bol yararlanırlar.
Bir insanı öldürdüğü için öldürülen insanın durumunu görmüyor musun?
Öldürüldüğü kişiye karşılık olarak kendisini öldüren ölümün zulmünden,
kendisini nasıl temizliyor bu ölüm. Böyiece kılıç onun günahına kefaret
oluyor.
İşte, bu dünyada Allah’ın bildirdiği cezaların uygulanması müminler için
bir temizlenmedir, hatta bir pire ısırması ya da bir diken batması bile bu
kabildendir.
Burada şunu da belirtelim ki: Başka varlıklar topluluğu da vardır ki,
temizlenmeleri için kendilerine, cehennemde, öte dünya cezaları uygulanır.
Sonra cehennemden çıkmaları gerekmiyorsa dahi Tanrı’nın muhabbetinin yardımıyla
cehennemde kendilerine merhamet edilir37.
Görülüyor ki, Tanrı’mn kullarını sevmesinin ne başı var ne de sonu,
çünkü O, ne hâdis olmayı ne de âraz olmayı kabul eder. Fakat Tan-
rı’nın kulları için duyduğu muhabbetin özü, sonu olmayan bir süreç, içinde,
ilkiyle ve sonuyla, yaratılışlarındaki ilkenin (mebde’) özüdür. Bu nedenle,
Tanrı’nın onlara duyduğu sevginin nisbeti, nerede olurlarsa olsunlar, ister
yokluk-adem halinde ister varlık-vûcûd halinde olsunlar, kendileriyle birlikte
olan O’nun varoluşunun (beynımet) nisbetidir; tıpkı Allah'ın onların adem
hallerinde de vücud hallerinde de onlarla beraber oluşu gibi. Çünkü
onlar kendilerini sürekli seyreden ve sürekli seven Allah tarafından
bilinirler. Daha önce Allah’ın sahip olmadığı yeni bir hüküm, yeni bir ilke
kesinlikle O’na atfedilemez. O önceden ne ise her an odur. Allah yaratıklarını
her an sevmektedir, tıpkı onları her an bildiği ve gördüğü gibi. Dolayısıyla “Ben
bir gizli hâzineydim; bilinmek istedim..." sözüyle, bütün bunların
kendi içinde nasıl bir şey olduğunu, Allah-u Teâlâ. Kendi Celdl’ine uygun
düştüğü gibi anlatmaktadır bize, çünkü Allah akılla, ancak Fail ve Halik
olarak kavranılabilir.
Allah
tarafından bilinen her öz (’ayn) aslında bir nıa’dum’dur, yani gizilgüç halinde
vardır. Allah onları var etmeyi sever ve ister. O zaman o öz için bir varlık
(vücûd) yaratır, hatla o öz içinde bir varlık yaratır, yani o özü varlık
giysisiyle giydirir. Böylece o öz var olur. Sonra bir başka öz var olur. Sonra
bir başka öz. Kesintisiz ve aralıksız bir süreç içinde, ta Hakk’m ilkliğine
kanıt olan ilk varlıktan beri, bu böylece devam eder gider... Demek ki, önce
tekillerde sonra cinslerde ve türlerde başka bir varoluş değil, aksine sürekli
bir varoluş görülür. Bu dünyanın da bir gayesi ve bir sonu vardır ama,
yaratılmışlar içinde insanın, nihayeti öte dünyaya çıkan özel bir gayesi ve
varoluşu vardır. O halde, varlıklar öte- dünyada yeniden doğmuş olurlar ve
onların öte dünyadaki varoluşlarının bir sonu yoktur, çünkü mümkün varlıklar
için bir son söz konusu değildir. Onların ebedîliği daimdir, yani sonlan
yoktur, tıpkı Hakk’ın ezelî oluşu gibi. Hakk, sabittir, değişmezdir,
zorunludur (vacib). O’nun varlığının Evveli, ilk ilkesi yoktur.
Kullarına duyduğu muhabbetin de bir evveli yoktur. Sübhanallah! Ancak
sevgilinin yanında aşkın zikredilmesi, aşkın kendisi değil de aşkın İlâhî
anlatımı sırasında olur.
Kur’an Allah
kelâmıdır. Mûtekellim daima Allah’tır, yani, konuşan hep Allah’tır. Bununla
birlikte. O, sadece Kendini tanıtmak için konuşur, şöyle ki: “Rablerinden
kendilerine gelen yeni bir uyarı, bir zikir yok ki, onu eğlenerek
dinlemesinler!” (Kur’an, 21/2). Bu zikir, bu uyan sadece bizde yenidir,
yoksa Allah’da yeni değildir, çünkü o zikir, Seyyidimiz, Malikimiz, Sahibimiz
ve rızık vericimiz olan Tanrı’dan gelmektedir. “Rahman 'dan onlara gelen
yeni bir zikir yok ki kesinlikle ondan yüz çevirmesinler.” (Kur’an, 26/5).
Rahman’dan gelen bu zikir sadece bizim açımızdan yenidir, yoksa Rahman
açısından yeni değildir, çünkü rahmet, nimet ve ihsan hem başlangıçta hem de
sondadır. El-Ityan'da belirtildiğine göre. Kendi hakkında gerekli
bilgileri bize öğretmek için, bu ilahı zikir, Şaki isimlerden değil,
tersine Rab ya da Rahman isimlerinden gelmektedir.
Bu, bizim Allah’ı sevme durumumuzdur, yani: Biz, Allah’ı seviyoruz. iz Bununla ilgili olarak Allah şöyle
buyuruyor: "O onları sever, onlar da O'nu severler." (Kur’an,
5/54). Bununla birlikte, bize özgü olan sevgi ile O’na özgü olan sevgi aynı
nitelikte değildir.
Bize özgü
olan sevgi, hakikatimizin ona verdiği özellik bakımından ikiye ayrılır; Birine
ruhanî sevgi, ötekine tabiî sevgi denir. Bizim Allah'a duyduğumuz sevgi bu iki
sevgiyle birliktedir. Fakat bu, tasavvur edilmesi, anlaşılması ve kavranılması
çok zor olan bir konudur, çünkü herkese, bu konuya müteallik işlerde aynı ilim
verilmemiştir ve yine herkes, bu konuda Allah’tan gelen haberlere inanma
konusunda aynı değildir. Bu nedenle Allah, Hz. Peygamberi — selât ve selam
üzerine olsun— öyle bir ödülle ödüllendirmiştir ki bunun ifadesi şu
ayettedir: “İşte sana da böyle Emrimizden gelen bir ruh vahyettik. Sen Kitap
nedir, iman nedir bil- mezdin,fakat biz onu, vahyettiğimiz o kitabı, bir nur
yaptık. Kullarımızdan dilediğimizi onunla hidayete erdiriyoruz. Ve sen, hiç
kuşkusuz, doğru yola götürürsün.” (Kur’an, 42/52). Demek ki biz de,
Allah’ın hidayete erdirmek istediği kullardanız. Allah’a sonsuz hamd olsun!
Allah’a karşı
duyduğumuz sevgi konusunda bu izahatı verdikten sonra, şimdi, şu dört çeşit
sevgiyi ele almamız gerekiyor. Şöyle ki; Ya Allah’ı sadece O’nun için severiz;
Ya Allah’ı kendimiz için severiz, Ya Allah’ı hem O’nun için hem kendimiz için
severiz, Ya da Allah’ı severiz ama bu saydıklarımızın hiçbiri için değildir bu
sevgi. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Allah’ı ne Kendisi için ne de
kendimiz için seviyor değilsek, O’nu sevdiğimize göre, O’nu niçin severiz?
Farklı bir inceleme konusu olan bu dördüncü tür sevgi, o halde, nasıl bir
sevgidir? Bu ayrı bir bölümdür.
Sevginin bir
başka türü daha vardır. Şöyle ki: Eğer biz Allah’ı seviyorsak, O’nu bizim
tarafımızdan mı seviyoruz yoksa O’nun tarafından mı seviyoruz?
Veyahut da:
O’nu hem bizim tarafımızdan hem de O’nun tarafından beraberce mi seviyoruz?
Ya da O’nu bu
saydığımız sevgi çeşitlerinden hiçbiriyle değil de, başka bir çeşit sevgiyle mi
seviyoruz?
Bütün bunlar
açıklama, yorum ve şerh isteyen konulardır. İnşallah ilerde bu konularda
söyleyeceklerimiz olacak. Bu ek bölümde ayrıca şu soruları da inceleyeceğiz:
Allah’a duyduğumuz sevginin başlangıcı (mebde'i ve nıenşe’i) nedir? Bu
sevginin kendi içinde bir gayesi var mıdır yok mudur? Eğer bir gayesi varsa, o
gaye nedir?
Sevgiyle
ilgilenen, zeki ve son derece güzel bir kadından başka hiç kimse bana böyle bir
soru sormadı. Aynı şekilde, bu bölümde, inşallah, şu konuyu da ele alacağız:
Sevgi,.sevenin nefsî/zatî biı sıfatı mıdır, yani kişisel bir niteliği midir,
yoksa var olan zatı üzerinde zaid (fazladan) bir anlam mıdır? Ya da sevenle
sevilen arasında varlığı ve gerçekliği olmayan bir ilgi midir? İşte bütün
bunları bu ek bölümde açıklamaya çalışacağız.
Bil ki, aşk
ortaklık kabul etmez, ancak sevenin zatı tek ve bölünmez olursa durum
başkadır. Eğer sevenin zatı birçok öğeden meydana gelirse, sevgisi, çeşitli
yüzlere, çeşitli nedenlerden dolayı, bağlanabilir. Bu çeşitli işlerin ilgili
olduğu varlık tek ve aynı varlıksa, ya da o çeşitli işler o varlığı
ilgilendiren birçok işle ilgiliyse, o zaman aşk birçok kişiye bağlanabilir,
dolayısıyla insanın birçok sevgilisi olabilir. Eğer sevenin, birden fazla
kişiyi sevmesi mümkün olursa, daha fazlasını sevmesi de mümkündür. Müminlerin
Emiri bu konuda şöyle demişti38:
“Üç güzel kızın eline geçti dizginim
Her biri girdi kalbime her yönden benim."
Burada “dizginim” sözcüğünde gizli bir sır vardır. Dizgin sözcüğü tekil
kullanılmıştır, çoğul değil. O, üç sevgiliye ayrı ayrı birer dizgin değil de
hepsine bir tek dizgin vermiştir. Bu şunu kanıtlamaktadır: Seven birçok kişiyi
sevmek durumunda olsa bile, kendisinde en fazla etkili olan tek bir manaya
tutulacak ve bu üç güzele o manaya uygun biçimde davranacaktır, yani o üç
güzelin her birinde o mana vardır. Bunun kanıtı da yukandaki beytin ikinci
dizesidir:
“Her biri girdi kalbime her yönden benim."
Eğer o üç kızın her birini severken diğer ikisinde olmayan bir mana için
sevmiş olsaydı, her birine birer dizgin verirdi ve o dizgini diğer ikisine
vermezdi. Kalbine girerken, her birinin girdiği yer diğer ikisinin girdiği
yerden başka bir yer olurdu. Dolayısıyla bu açıklama, bir kişinin bir kişiyi
sevmesi durumudur. Fakat burada ise, bu biricik sevgili birçok âşığın
sevgilisidir. O halde yukarıda ifade edildiği gibi, âşık birçok sevgiliyi
sever.
İşte, bizim Allah’a duyduğumuz sevgi böyle bir sevgidir. Bizden bazıları
Allah’ı Allah için severler. Bazıları da O’nu hem kendileri için hem O’nun için
severler. Demek oluyor ki, bu sevgi en mükemmel sevgidir, çünkü Allah’ı
tanıması ve O’nu müşahede etmesi en mükemmel şekle ulaşmıştır. Gerçekten de
bizden bazıları Allah’ı şühûd halinde tanımıştır: O’nu, yukarıdan beri
sayılan nedenlerin hepsi için sevmiştir. Bazıları da var ki, Allah'ı şühûd
halinde değil de “hober”le tanımıştır; Allah'ı Allah için sevmiştir. Bazıları
da Allah’ı nimetleriyle tanımış ve O’nu kendi nefisleri için sevmişlerdir.
Bazıları da Allah’ı bütün bu nedenlerin hepsi için sevmişlerdir. Bütün bunlar
şu demektir: Şühûd ancak suretlerde olur. Suret ise birçok şeyin
birleşiminden doğar. Demek ki âşık da bileşik bir surelin sahibidir.
Dolayısıyla âşık sevgilisine dair, herhangi bir tarzda, bir şey işitse, bu
tarzda ona dair aldığı haberle onu sever. Tıpkı Hz. Peygamberin şu hadisinde
ifade edildiği gibi: “Benim yüzümden bir dostu mu sevdin yoksa bir düşmandan
mı uzaklaştın?" Demek ki, eşyayı O’nun sebebiyle sevmek ve eşyadan
O’nun sebebiyle yüz çevirmek, her şeyden öte Allah’a duyduğumuz sevginin
anlamını ve özünü oluşturmaktadır. O zaman O’nun bizden istediği her şeyi
gönül hoşluğuyla ve seve seve yerine getiririz. Suretimden O’nu müşahede etmeyen
kimse tebea hükmünde olur, tıpkı uzuvlarımızın ve hayvani yönlerimizin nefs-i
natıka'mn hükmü altında oluşu gibi ve de ona karşı olamayışları gibi,
çünkü onlar nefs-i natıka'nın aletleri gibidir. Allah’ın rızasını
kazanma ya da kazanmama konusunda onları istediği gibi tasarruf eder, kullanır.
İnsanın uzuvlarından her biri kendine bakmayı bırakırsa, ancak o zaman
Allah’ın razı olduğu şeylerde kendini tasarruf edebilir, çünkü o bunun
içindir. Ayrıca, cinler ve insanların (sekalân) dışında, varoluş
içindeki her şey aynı konumdadır. Bu konuyla ilgili olarak, Allah şöyle
buyurmaktadır: “O’nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz
onların teşbihini anlayamazsınız" (Kur’an, 17/44).
Allah, bu teşbih olgusuyla, Allah’a sena edilmesini istiyor, yoksa ceza
için değil, çünkü teşbih O’nun Zatına ibadet etmektir. İbadetle birlikte, ceza
vermeyi istemek bir arada düşünülemez.
İşte Allah’a, Allah için duyduğumuz sevgiden doğan sonuçlar bunlardır.
Sûbhanallah! Ancak, bazı nejs-i natıha’lar, Allah’ı tanımak için donandıkları
düşünce yetenekleri Allah’ın ilmini almaya kendilerini elverişli kılmadığı
için, bu temel tutuma aykırı davranırlar.
Bu nedenle, Kur’an’da anlatıldığı şekilde Allah, Âdem'in zürriyetin- den
gelen varlıkları kabzeımiş ve onlara kendi nefisleri üzerine zorla şahitlik
yaptırmıştı. Bunun sonucunda, o varlıklar Allah’a isteyerek değil fakat kerhen
secde etmek zorunda kaldılar, çünkü Allah o varlıkları bahsetmişti. Sonra Allah
o varlıkları bu özel durumdan, yani kabz halinden çıkardı, onları
serbest bıraktı, fakat aslında onlar bilmedikleri bir tarzda gene kabz
halindeydiler. Onlar kendilerinin kabz halinden kurtulmuş olduklarını
zannettiler39.
O varlıklar bu karanlık bedene kendilerini bağımlı hissedince, arzularının
kendilerini yönelttiği şeylere koştular ve ancak kendi tabiatlarına uygun
olanı sevdiler. Kendilerini yaratan Allah’ın Rabhğı üzerine yaptıkları
şahitlikten gafil oldular. Bu konuyu yukarıda da ele almıştık.
İşte bu şekilde, onun düşünme yeteneği ve ayrıca kullandığı bütün öteki
yetenekleri ona şöyle dedi: “Sen beni kullanıyorsun fakat benden gafil
oluyorsun ve beni terkediyorsun, sanki ben senin kullandığın aletlerden
biriyim. Beni hiç hesaba katmıyorsun. Peki öyleyse kullan beni!"
Bunun üzerine “Peki” dedi nefis onlara, “ama beni muaheze etme, çünkü ben
senin değerini bilemedim. Senin ne üzere olduğunu tam olarak bilmek için,
Hakikatinin gerçekleştirdiği konularda istediğin gibi tasarruf etmene izin
veriyorum. Böylece ben de o konularda seni tasarruf ederim.”
Düşünce
yeteneği -akıl; "Tamam kabul ediyorum!” dedi. Sonra yüzünü nefse
çevirdi, onu kendi efendisi kabul ederek ona şöyle dedi: “Sen kendi zatından ve
kendi varlığından gafil olmuşsun. Sen kendi zatın için bu şekilde mevcut değil
miydin? Yoksa yok musun? Ya da hiç var olmadın mı?”
Nefis, akla
şu cevabı verdi: “Ben önce yoktum, sonra var oldum!”. Bunun üzerine akıl
yeniden şöyle dedi: “Seni var eden senin kendi varlığın mı yoksa senden başka
bir varlık mı? İyice bir düşün bakalım ve bu hakikati yakalamaya çalış. Bu
konuda beni kullan, çünkü ben bu iş için yaratıldım.” Bunun üzerine nefis
düşünmeye başladı ve bu delilin, kendine verdiği temel kuralı öğrendi. Söyle
ki: Kendiliğinden var olmamıştı, onu bir başkası var etmişti. Kendisinin tabiî
acılara bağımlı olduğunu görünce bir Varedicinin gerekliliği ona zorunlu
gözüktü. Bu acıların giderilmesi için alışılagelen sebeplere sarılmak
gerektiğini anladı. Böylece kendi varlığı içinde, kendini var eden sebebe
bütünüyle bağlı kalması gerektiğini idrak etti.
Kendisinin hâdis
olduğunu, yani sonradan yaratıldığını ve kendisini var eden bir Sebebin
olduğunu tesbit edince nefis, düşünmeye başladı. Bu Sebebin kendisine benzemesi
gerekmediğini ve kendisi gibi muhtaç olmadığını, tam aksine, kendisini saran
acılara O’nun ortak bir yanının olmasının O’na uygun düşmeyeceğini bildi. Bu
sebeblerin, yokken sonradan olduğunu, değişmeye ve bozulmaya tabi olduğunu
müşahede etti. Bütün bunları kavradıktan sonra, kendisini yaratan, ve kendisi
gibi sonradan olmuş (dnzî) bütün varlıkları, ve elemlerini yok edecek bütün
sebebleri yaratan bir Varedicinin olduğunu anladı. Eğer bu Varedici olmasaydı,
hastalıkların ve illetlerin çaresinin bulunamayacağı bilincine vardı. Elemleri
ortadan kaldıracak sebepleri yaratması hiç kuşkusuz O’nun rahmetindedir.
Sonunda
nefis, o sebepleri sevecek ve onlara doğru tabiî bir cazibeyle yönelecek
noktaya ulaştı. Bu durumda, kendisini bu denli etkileyen sevgi ilgisini, o
sebepleri yaratan Yaratıcı üzerine aktardı: Kendi kendine “O’nu sevmem benim
için daha iyidir, fakat O’na uygun davranışlarda bulunup O’nu razı edecek
şeyler nelerdir bilmiyorum” dedi. Sonunda O’na karşı duyması gereken sevgiyi
doğurdu. Kendini varlık nimetiyle nimetlendirdiği, ve kendisiyle ilgili eşyayı
var ettiği için O’nu sevdi. Fakat bu noktada kaldı. Allah, Âdem’in zürriyetini
kabzasına al- dıgı sırada, daha önce O’nun Rabhğını ikrar ve tasdik etmişken,
bir anda O’nu unutuverdi.
İşte tam bu sırada, dışarıdan, kendi cinsinden bir davetçi gelerek, ona,
kendisinin onu yaratan katından gelen bir elçi olduğunu ileri sürünce, o da
ona şöyle dedi: “Sen de benim gibisin ve doğru sözlü olmamandan korkuyorum.
Peki senin yanında seni tasdik eden, doğruyala- yan bir şey var mı? Çünkü
bende, bir düşünme yeteneği var ki onunla beni Varedeni tanımayı başarabildim.”
O elçi ona öyle deliller getirdi ki hepsi de onun söylediğini doğrulamaktaydı.
Bunun üzerine nefis, bunlar hakkında düşünmeye başladı, onların doğru olduğuna
kani oldu ve onlara inandı. Kendisini var eden Varlığın, başlangıçta kendisini
kabzasına alan ve Rablığı konusunda kendisine tanıklık yaptıran, kendisinin de
buna tanıklık yaptığı, Varhk olduğunu anladı.
O zaman şöyle dedi: “Bütün bunlar hakkında hiç haberim yoktu, fakat şu
andan itibaren, bu ikrarın gereğine uymaya kendimi zorunlu hissediyorum. Hiç
kuşkusuz sen, getirdiğin bu haberde sadıksın, doğru söylüyorsun, fakat Rabb’imi
hangi fiilimle nasıl razı edeceğimi bilmiyorum. Eğer bana, uyulması gereken
ilkeleri söylersen ve eğer bana kuralları öğretirsen, onlara uyacağım,
Allah’ın bize verdiği nimetlere şükretme konusunda vefalı davranacağım,
göreceksin.”
Bunun üzerine elçi ona Allah’ın gönderdiği temel kuralları gösterdi. O da
istek ve arzularına ters gelse de, onlara şükretmeye başladı, fakat bu şükrünü
ne korkuyla ne de umutla yaptı. Çünkü elçi, ona ta başlangıçta bildirilen
şeyleri tekrar bildirdiği, ve Varediciyi razı etmek için onlara kesinlikle
uyulması gerektiğini belirttiği zaman, ona bu konulara uyarsa kendi lehine
olacağını, uymazsa kendi aleyhine olacağını ve cezaya çarptırılacağını daha
söylemedi. Zeki nefis bu konularda, Varediciyi razı etmek için bütün çabasını gösterdi.
Daha önce kendisine söylendiği gibi, “La ilahe illallah" demeye
başladı.
İşte, bütün bunları nefse öğrettikten sonradır ki elçi, onlara uymanın
büyük bir ödüle ve eksiksiz nimetlere layık olduğunu anlattı ve aynı zamanda,
onlara ters davranmanın da büyük bir cezaya neden olacağını haber verdi.
Nefsin O’na ibadetine sevgi ve rıza da eklenince, ibadeti sevaba erişmesini ve
cezadan kurtulmasını sağlayan özel bir ibadet oldu. Dolayısıyla o andan
itibaren kendini iki tip ibadet içinde buldu: Birincisi, Allah’a doğrudan
doğruya yaptığı ibadet; İkincisi, umut ve korku ile yaptığı ibadet. Böylece,
kuşkusuz tabiî ve ruhanî durumunun gerektirdiği ölçüde, Allah’ı, hem Allah için
hem de kendisi için sever oldu. Tabiî durumundan ötürü, umut ve korkuya bağlandı.
Ruhanî durumundan ötürü de, sadece Allah’a (O’nun dışında, mahlûkattan birini
seviniş olsaydı bile) sevgi ve muhabbet duyarak ibadet etmeye başladı. Demek ki
ruhanî yönüyle nefis Allah’ı yalnızca Allah için sevmekleydi; tabiî yönüyle ise
amacına ulaşmak için sevmekteydi. Hakk Teâlâ onu bu durumda gördü ve nefsin
hakikatinde bölünme olduğunu, yani kendinde iki ayrı sevgiyi birleştirdiğini
bildi. Bu kez kendini kıskanç olarak vasfetti. Bu nedenle, ortaklık istemedi
ve nefsin sadece Kendisini sevmesini, O’ndan başkasını sevmemesini istedi.
Sonra, Hak
Teâlâ ona tabi’ah suretinde tecelli etti ve ona, kendi nefsinde inkâr
edemeyeceği bir alâmet verdi: Bu da “zarurî ilim” denilen şeydir. Böylece o
surette tecelli edenin O olduğunu bildi; ruhen ve bedenen, tab’an O’na
yöneldi.
Hakk Teâlâ,
nefse gücünü kabul ettirince —tabiatı gereği sebeblerin nefis üzerinde etkili
olacağını biliyordu zaten— nefse bir diğer alâmet daha verdi. O alâmet
sayesinde nefis Hakk’ı tanıdı. Hakk Teâlâ da bütün o sebebler içinde o alâmetle
nefisde tecelli etti. Böylece nefis O’nıı tanıdı ve kendi için değil fakat
Tanrı için o sebebleri sevdi. Böylece o sebeblerin hepsiyle, kendisi için değil
fakat Tanrı için; başka bir şey için değil sadece O’nun için bir halden başka
bir hale geçti. Her şeyde O’nu gördü ve kendini O’na göre değerlendirdi ve
sevindi. Kendisine verilen bu hakikatle, öteki nefislerden üstün olduğunu
gördü.
Gene bu
alâmetle Tanrı, nefsin bizzat tabiî ve ruhanî zatında, nefis için tecelli etli.
O zaman nefis gördü ki, kendinden değil, ancak O’nun- la görüyordu;
kendiliğinden değil ancak O’nunla seviyordu. Dolayısıyla O’nu seven gene O idi.
O’nu seven o değildi, işte bu gözle, yani kendi gözüyle nefis her varlıkta O’nu
gördü. Dolayısıyla O'nda başkasını sevmediğini bildi. Seven de Sevilen de,
isteyen de istenilen de O idi.
Bütün
bunlarla, nefis için açıkseçik belli oldu ki O’na olan sevgisi hem O’nun içindi
hem de aynı zamanda kendisi içindi. Bu son mertebede, nefis, sadece O’na
duyduğu sevgiden dolayı O’nu müşahede etti. Bu müşahede O’nun sayesinde oldu,
nefis sayesinde, ya da iki sevginin toplamı sayesinde değil... Bu açıklamalara
yapılacak ilaveler, yok değerindedir.
Bu noktaya
ulaşan nefis, bu sevginin gücünü ve gayesini tanımak istedi. Şu İlâhî söz
üzerinde durdu: “Ben bir gizli hâzineydim, bilinmiyordum; bilinmek
istedim...” Nefis, Tann’yı, Tanrı kendisine tabiî bir surette tecelli
edince tanıdı. Böylece bildi ki, Zâhir ve Bâtın isimleri tamamen Allah’a
uygun düşüyordu, çünkü Allah ona bu isimlerle tecelli etmişti. Gene bildi ki,
sevgi —ki bu sevgiyle Tanrı bilinmek istedi— Bâtın ismi içinde O’nunla
alâkalıydı. Gene bildi ki, seven, kendi tabiatı gereği, bir surete bürünerek
teneffüs etmek, nefes alıp vermek istedi, çünkü ancak bu teneffüs içinde arzu
edilen lezzeti ve tadı buldu. Bu nefes, sevginin (muhabbetin) aslından çıktı ve
yaratıkların içine girdi, çünkü Tanrı, yaratıklar Kendini tanısınlar diye
kendini onlara tanıtmak istiyordu.
İşte o zaman
Hak diye isimlendirilen ama’40 meydana geldi. Yaratıkların hepsi işte
o ama’dan meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu ama’ âlemin cevheri
olmuştur. Âlemdeki suretleri, ruhları ve tabiatları, istisnasız hepsini, o ama’
içermekteydi, işte Tann’nın bize olan sevgisi böyle başladı.
Bizim O'na
duyduğumuz sevginin başlangıcı ise, işitmeyledir, görmeyle değil. Yani biz o ama’
cevherindeyken Tann’nın bize söylediği "Kün!” yani “OU” sözünü
işitmemizdir söz konusu olan. Demek ki, o ama’ İlâhî nefesten olmuştur.
Şekiller, suretler, ayrıca âlem, llahî Kelam hepsi “Kün”den olmuştur. Bizler
Tann’nın tükenmez kelimeleriyiz. Al- lah-u Teâlâ şöyle diyor: "Ey kitap
ehli, dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri
söylemeyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın bir elçisi, Onun Meryem’e
attığı bir kelimesi ve O’ndan bir ruhtur...” (Kuran, 4/171). O
kelime İsa’dır ve İsa da O’ndan bir ruhtur; o da nefestir. Bu hakikat
canlılarda böyledir. Eğer Allah onları öldürmek isterse, onlardan nefeslerini
ahr. Demek ki canlıların hayatları nefesle sürmektedir. Nefesleri alınınca
hayatları da sona ermektedir. Nefes bölümünde 41 âlemde ondan
meydana gelen yaratılış şekillerini ele alacağız.
Bizler o ama’
cevherinin içindeyken, fakat henüz varoluş haline geçmemişken, Tann’nın o
kelâmını, “Kün!” sözünü işittik. Dolayısıyla biz o cevher içinde
suretler halindeydik. Onun içinde zuhûr edişimizle o arna’a da vücut verdik.
Böylece o ama’ için vûcûdu'l-ma’kuh’den sonra vücıîdu’l-aynî de
gerçekleşti. Bu da bizim Tanrı’ya duyduğumuz sevginin başlangıç sebebi oldu.
işte bunun için, şarkılar dinlediğimiz zaman, açıktan veya gizlice, ilahi
suretten sadır olan “Kûn.'” kelimesi nedeniyle heyecanlanırız, duygulanırız,
yüreğimize su serpilir. "Kün" kelimesinin açık şekli, iki harften
ibarettir: Kâf ve Nun. Aynı şekilde açıkça görünen bu âlemin de (el-
âlemü'ş-şehâde) zahir ve bâtın olarak iki yönü vardır. Zahir yönü Nun
harfiyle, bâtın yönü ise Kâf harfiyle simgelenmiştir. Bu nedenle Kâf harfinin
ağızdaki mahreci gayb âlemine bir giriş niteliğini taşır; bu harfin mahreci
insanın gayb âlemine girmesini sağlar, çünkü Kâf harfi, dil ile gırtlak
arasından çıkan harflerin sonuncusudur. Nun harfi ise, dil üzerinden çıkan
harflerdendir. Bu Kün kelimesinin gayb yönü, Kâf ve Nun harflerinin
ortasındaki Vav’la simgelenmiştir. Vav dudak harflerinden- dir ve zuhûrun bir
simgesidir. Aynı zamanda Vav bir illet harfidir, sahih harf değildir. İşte
bunun için, oluş (tekvin) simgesel olarak ondan gelmiştir, çünkü o illet
harfidir; illiyet (nedensellik) harfidir. Gene çünkü, Vav harfi dudak
harflerindendir. Dudağın ileriye doğru uzatılmasıyla, varlığın ya da kozmosun
zahir yönüne doğru nefesin çıkmasını sağlar.
Bu nedenle, vücutta canlılık ilkesinin zuhûru, açığa çıkışı ruh gere-
ğincedir. Fiiller, hareketler ve bütün davranışlar, vücûda hayatiyet veren ruh
sebebiyle meydana gelir. Ruh vücutta gayb halindedir, tıpkı Kâf ve Nun
arasındaki Vav harfinin gayb oluşu, görünmeyişi gibi; çünkü aradaki Vav harfi
hazfolmuştur ve sükûn halindedir. Aynı şekilde Nun harfi de sükun halindedir.
Vav harfi simgesel olarak perde arkasında çalışır; onun varlığı gaybdır, fakat
hükmü ve etkisi açıktadır.
Bizim Allah’a olan sevgimizin gayesi, sevgimizin ne olduğunun hakikatini
bilmemizi gerektirir. Sevgi, sevenin zatî (ne/sî) bir özelliği midir, yoksa o
sevendeki manevi bir sıfat mıdır?. Ya da sevenle sevilen arasında basit bir
ilgi midir? Seveni, Sevgiyle kavuşmaya çeken bir alâka mıdır?
Biz, sevginin, seven için zatî (nefsî) bir sıfat olduğunu söylüyoruz. Bu
sıfat zamanla yok olup gider diye bize itiraz edilecek olursa, deriz ki sevginin
yok olması ancak sevenin varlığının yok olmasıyla mümkün olur. Öyleyse, seven
yok olmadıkça sevgi de yok olmayacaktır. Aksine düşünülebilecek tek şey,
muayyen bir sevgiliye bağlanmada ortaya çıkar. Bu özel bağlanmanın zamanla
kaybolması mümkündür. Bu bakımdan seveni, muayyen bir sevgiliye bağlayan ilgi
kaybolabilir. Fakat bu kez başka bir sevgiliye bağlanır, çünkü böyle bir sevgi
pek çok sevgiliye bağlanabilmeyi mümkün kılmaktadır. Seveni, muayyen bir
sevgiliye bağlayan ilgi kesilebilir, fakat sevgi sevenin nefsinde sonsuza dek
sürer gider, çünkü sevgi sevenin özüdür. Bu yüzden yok olması muhaldir. Demek
oluyor ki, sevgi, sevenin bizzat kendisidir, bizzat özüdür. Sevgi sevende,
kendisinden çekilip alınabilecek zahiri bir sıfat değildir. Dolayısıyla ancak
hükmü, yani etkisi çekilip alınabilir. Öyleyse sevgi, sevenle sevilen
arasındaki özel bir alâkadır; seveni sevilene bağlayan bir nis- bettir. Sevgi
sevenin varoluşudur, başka bir şey değil.
Buna göre,
ister fani olsun ister olmasın, dilediğini sevgiyle nitele! Sevgi kesinlikle
sevenin varoluşundan başka bir şey değildir. Varoluş içinde sadece seven ve bir
de sevilen vardır. Sevgilinin durumu ma’dûnı olmaktır, fakat bu rna’dûnıun ınevcüd
olması gereklidir; ya da mevcüd bir varlıkta vukû bulması gerekir, ma'dum
bir varlıkta değil. Bu iş kesinlikle böyledir, böyle olması gerekir.
Sevendeki
ilgi, sevgilinin var olmasını, vücud bulmasını ya da vuku bulmasını kabul eder;
sevgili somut varlık olarak nitelendirilemediği zamanlarda varlığını değil de
vukuunu kabul eder. Bu durumda vuku’ olarak nitelendirilir. Buna şöyle
bir örnek verelim. İnsan, var olan bir şeyin yokluğunu arzulayabilir, örneğin
elem, çünkü elemin varlığı kendisine zarar vermektedir; çünkü elem insana acı
veren bir'şey olarak vardır. Dolayısıyla insan onun yokluğunu istet. O zaman
sevgilisinin konusu, henüz vaki olmamış bir yokluk olacaktır. Eğer bu elem
kaybolacak olursa, elemin yok olması, var olduktan sonra adem haline
geçişiyle yok olması demektir, işte bu nedenle, seçtiğimiz bu örnekte vûcftd
olarak değil de vuku’ olarak dedik.
Sonuç olarak,
sevgili daima nıa’dünıdur. Mevcüd olan birine duyulan sevgi, ancak, ilgi
bakımından, bütün olarak ve bir anda gerçekleşebilir, çünkü ancak bir mevcûd’a
ilgi duyulur. Ma’düın olan sevgilinin var oluşu (vücût) ise o mevcüdda
zuhur eder. Nitekim biz bu konuyu daha önce açıkladık. Bu ek bölümse ise, sana
sevginin mahiyetini, başlangıcım, gayesini, sevenin ne ile ve nasıl sevdiğini,
sevenin sevgilisine ya da kendi nefsine duyduğu sevgiyi açıklamış bulunuyoruz.
Böylece bu konuyla ilgili her şey açıklanmış oldu.
Allah izin
verirse, sözümüze bir sonraki bölümde devam edeceğiz. İlâhi sevgi konusunda,
elden geldiğince ve vaktimiz elverdiğince bol açıklamalarda bulunduk. Böylece
yüz on ikinci cüz burada bilmiş oldu...
Ruhani sevgi, sevgilisini hem onun için hem
kendi nefsi için sevme durumunu, sevende bir araya getiren aşktır. Oysa tabiî
sevgide, âşık, sevgilisini sadece kendi nefsi için sever.
Bil ki, ruhani sevgide âşık akıl ve ilmi bileştirdiği zaman, aklı sayesinde
bilge (hekim) kişi olur; bilgeliği sayesinde de alim biri olur. O zaman
bütün işleri bilgelik (hikmet) düzenine göre düzenler ve işlerin yerini
değiştirmeye kalkmaz. Dolayısıyla, sevdiği zaman, sevginin ne demek olduğunu,
sevenin ne anlama geldiğini, sevgilinin hakikatinin ne olduğunu ve sevgiliden
ne istediğini, ne beklediğini bilir. Sevdiği kimsenin sevdiği şeyleri sevmesi
için O Sevgilinin (mahbûb) bir iradesi ve ihtiyarı var mı? Yoksa bir
iradesi yok da, ne severse yalnız kendi zatı için mi sevmektedir, bunu bilir.
Ayrıca sevgilisinin varlığını (vücûdunu), yalnız ve yalnız o mevcûd’un özünde
var olmasını isteyen mevcûd’u da bilir. Buna göre; sevgili, o mevcûd’un özünde
değil de sırf o mevcûdda olsa bile, o mevcûd için sevgilidir
(mahbûh’dur) diyebiliriz...
Eğer o sevgili, kendi iradesini kullanabilen biriyse, sevenin, onu kendi
nefsi için değil de onun için sevmesi mümkündür. Eğer kendi iradesini
kullanabilen biriyse, sevenin, onu kendi nefsi için değil de onun için sevmesi
mümkündür. Eğer kendi iradesini kullanamayan biriyse, o zaman seven,
sevgilisini sadece kendi nefsi için sever, yani sevenin nefsi için demek
istiyorum, sevgili için değil, çünkü sevgili sevgisinde herhangi birşeyle
nitelenmiş ya da seven hakkında herhangi bir maksat taşıyor değildir. Böyle
olmakla birlikte, bu sevgilinin, kimi zaman seven gibi bir irade sahibi olması
da mümkündür; öyle ki, seven de bizzat sevgilinin sevdiği şeyi sevdiğini
kolayca far- keder. Böylece sevgiliyi, sevgili için sever, fakat aşkının
doğurduğu yan bir etkiyle.
Hiç kuşkusuz
âşık sevgilinin varlığını istedikten sonra, onunla bizzat kavuşmayı (vuslat)
ister. Şu bir gerçektir ki, sevgilinin var oluşu, onunla kavuşmayla özdeştir,
başka türlüsü zaten olamaz.
Bizim bu konudaki şiirimiz şudur;
“Varoluş zamanı, kavuşma zamanıdır;
Sevme zamanıdır, yiyiniz, içiniz."
Bu beyit
bizin bir kasidemizden, bir şiirimizden alınmıştır. Müşahede halindeyken,
hakikatin bize tecelli ettiği bir anda söylediğimiz şiirlerdendir;
Aşk içindeyken Zeyneb’e
şaştım kaldım
Onun dışında bize bir
yol gözükmedi
Beni baştan ayağa yakıp
yandıranın nuru Tecelli edince, karanlıklar birden dağıldı Büyük bir sevgiyle
ona adadım kendimi Fakat aşk bu ya, müthiş sarsıyor insanı Aşltm etkisi ve
arzunun cezbesi arasında Kim bulabilir bir dinlenme anı.
Sevgi ortaya
çıktığı zaman, tatlı teneffüs edişler ve derin derin iç çekmeler olur. Öyle ki
nefes, sevenin nefsinde, sevgilisinin suretini tasavvur ettiği tarzda çıkar.
Hatta, hariçte mûşahade edebileceği bir suretle onu izhar eder. Böylece âşığın
maksudu hasıl olur ve mutluluğa erişir. Tıpkı ‘“ama”' konusunda ifade
etliğimiz gibi, bu da zaman kavramı dışında olur. Bu konuyu böylece anlatmış
olduk. Şimdi bu konunun özünü belirten bir şiir sunuyoruz:
Allah’ın bana verdiği rahmete şaştım kaldım
Umarım siz de şaşar kalırsınız
Sevme zamanı varolma zamanıdır
Kavuşma zamanıdır, yiyiniz içini?
Peki o büyük aşk nerde, o unutulmaz dert?
O büyük tutku? Kafanız karışmadı mı, aklınız nerde?
Giysisi tertemiz sevgili öylesine örtülü ki Hiç
kimseye, hiçbir şeye benzetilanez ki o.
Daha önce de söylediğimiz gibi, sevgilinin ma’dünı olması gerekir.
Dolayısıyla sevgili adem halinde, daha varoluşun başlangıcında kendi giysisi
içinde tertemizdir, çünkü ilk zuhuru ve varoluşu anında kendisini kirletecek
ve değerini düşürecek giysileri giymemiştir 42.
Temizliğin ash ise şu hadisde ifade edilmektedir: “Her doğan çocuk
“fıtrat" üzere doğar.” İşte burada söz konusu olan temizliktir.
Şiirimizde örtülü (mahcûb) ifadesine gelince, o, O’nun adem’idir, biz
bunu Varlığın şuhûdundan söyledik.
“O hiç kimseye, hiç bir şeye benzetilemez ki” derken de, aynı şey söz
konusudur, çünkü nıa'dum olan bir şeye benzetelimez, nisbet edilemez, fakat
seven kendi nefsi için ister. Bu konuyu da, böylece açıklamış .olduk. Şiirin devamı
şöyle bitiyor:
“Tanrı’ya şükretmek farz oldu bana,
Çünkü o sevgili bakire, bense dulum”
Burada şöyle bir açıklama yapabiliriz: Çünkü sevgili adem durumundan
vücûd durumuna geçmiştir. Adem durumu da simgesel olarak bir
bekâret halidir. Oysa, ben bundan önce, yani doğmadan önce ilahi sevgiliyi
sevmiştim, öyleyse ben dulum, bekâr değilim, çünkü varlık giysisini giyindim,
dolayısıyla ilk bekâretimi artık korumuyorum.
Bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, aslında ma’dum olan sevgili,
iradesini kullanmayan bir şahısda gerçekleşecek olursa, sevenin, sevgilisini,
sevgilisi için istediği söylenemez, dolayısıyla tıpkı tabiî sevgide olduğu
gibi, onu kendi nefsi için zorunlu olarak sever. Buna karşılık, eğer sevgili,
iradesini seven üzerinde serbestçe kullanan bir varlıkta — örneğin Yüce Tanrı
veya bir kadın ya da bir çocuk gibi ya da başka bir şey— gerçekleştirecek
olursa, seven, zikrettiğimiz bu sevgililerle etkilenir. İşte o zaman o
varlığın sevdiği şeyi sevenin de sevmesi doğru olur, çünkü aşkı sadece onda
berraklaşır. Fakat eğer o varlık, o sevenin sevdiğini istemeyecek olursa. O
zaman seven ilk durumunda, yani sevgiliye duyduğu adem halindeki
sevgisinde kahr, çünkü yukarıda söylediğimiz gibi, sevgilisi, kendisi üzerinde
iradesini kullanamamaktadır.
Bu son
düşünce, sevgilisinin, yani o mevcudun, sevdiği şeyi sevenin de sevmesini
gerektirmez, çünkü o sevgili, sevenin sevdiği şeyi sevmemektedir. Bu nedenle,
o mevcûd. o sevgili, gerçek sevgili değildir. O, ancak o sevgilinin varolma
yeridir. Gerçekten de o varlıkta sevgilisini bulması, sevenin gücü dahilinde
değildir, ancak kendiliğinden olursa o başka. Ama eğer sevgili, varlığı bir
mevcüdda bulunan cinsten değilse, kuşkusuz seven için sevgilinin varolması
mümkün olmayacaktır, ancak Hakk’ın yardımıyla olur. Kuşkusuz Allah, İsa
aleyhisselâm’a ve kullarından dilediği daha başkalarına bu işi lütfettiği
gibi, ona da lütfedebilir. Eğer Allah böyle bir lütufta bulunursa, sevgi,
sevgiliye bir varlık hali vermeye seveni mecbur eder.
Bu kadar
gerçekçi bir tarzda anlattığımız bu konunun tahlilini ve yorumunu bu kitabın
dışında başka hiçbir yerde bulamazsın, çünkü açıkladığım bu konuyu
gerçekleştiren bir kimseyi görmedim. Bununla birlikte bir sürü seven var; hatta
yaratılmış bütün varlıklar seven durumundadır, fakat sevgilerinin kime olduğunu
bilmezler; sevgilerini hamlettikleri, o varlıkla perdelenirler. Sonuçta
sevdikleri varlığın o varlık olduğunu hayal ederler, oysa ki hakikatte
sevginin ikinci dereceden bir sonucudur o. Gerçekte ise, hiç kimse sevgilisini,
sevgilisi için seviyor değildir, aksine kendi nefsi için sevmektedir. Kuşkusuz
işin aslı böyledir.
Şüphesiz
nıa’dtını bir varhk irade sahibi olarak nitelendirilemez. Bu nedenle seven, ma’dum
sevgiliyi kendi için sever ve kendi iradesini sevgilisinin iradesi uğruna
terkeder. Eğer bu iş kendi içinde bu şekilde olmazsa, bu hakikat karşısında
sevene, sevgilisini sadece kendi nefsi için sevmek düşer. Bunu böyle bil! Böyle
anla!
Tabiî
suretinden soyutlanmış ruhani sevgi işte böyledir. Eğer bu sevgi tabiî suretini
giyinirse ve o suret içinde tezahür ederse, tıpkı yukarıda İlâhî sevgi
konusunda söylediğimiz gibi, o zaman nisbeten ruhani sevgiye daha yakın bir
oranda olur, çünkü her halükarda, tabiat üstü bir suret de olsa o da âlemdeki
suretlerden biridir.
Bil ki,
kolayca algılanan şu duyular dünyasındaki cisimler ve varlıklar içerisinde
değil de, hayal âlemine ait varlıklar içerisinde, Ruh, tabiî bir suret
giyinirse, hayal âlemine ait bu varlıklar da kolayca algılanabilir bir duruma
gelirler. Ancak, bu çok ince, anlaşılması ve algılanması oldukça zor
varlıklarla, gerçek varlıklar arasındaki farkı ayırdetmek herkesin
becerebileceği bir iş değildir.
İşte bunun
içindir ki sahabeler —Allah onlardan razı olsun— Cebrail aleyhisselâm’ı,
bir bedevi suretinde geldiğinde tanıyamamışlardı, selât ve selâm üzerine olsun
Hz. Peygamber, onlara “işte bu gelen Cebrail'di, size dininizi öğretmek
için gelmiştir" deyinceye kadar onu tanıyamamışlardı; onun hayal
âleminden gelen bir varlık olduğunu bilememişlerdi. O zaman Cebrail’in o gelen
bedevi olduğu konusunda hiç kuşkuları kalmamıştı 43.
Aynı şekilde
Meryem’e de melek tam manasıyla bir insan şeklinde gözüktü, çünkü Meryem'in de,
ruhlar cesedlere, vûcudlara büründükleri zaman, ruhlarla ilgili bir bilgisi
yoktu44. Hz. Peygamber ise, bu konuyla ilgili bilgiye sahipti.
İnsan suretinde gelen o varlığın bir melek, yani Cebrail olduğunu biliyordu.
Kıyamet
Gûnü’nde de Allah kullarına böyle zuhur edecek, öyle ki kullar O’nu hakkıyla
tanıyamadıklarından dolayı gene O’na sığınacaklardır. Suretlerdeki hem İlâhî
hem de ruhani sırlar hakkında da hüküm böyledir. Hakk Teâlâ, Kendinden haberi
olmayan birine tecelli ettiği zaman da aynı durum söz konusudur.
Allah’ın
kendisine böyle lütufta bulunduğu kişi, Hakk’ın tecellisini meleğin tecellisinden,
cinlerin tecellisinden ve insanların tecellisinden, (tabiî ki bu varlıklara
tecelli etme gücü verildiği zaman, örneğin Kadîb el-Bân ve benzerleri gibi)4*5
ayırdedecek özel işaretleri bilmesi gerekir.
Topraktan
yaratılmış olan insan, kendi suretinde bulunduğu halde, kendisine bakanın
gözünde, suretlerde bir durum değiştirme gücüne (talıavvül) sahip
olduğuna göre, böyle bir durum değiştirme ruhlarda, cinlerde ve meleklerde daha
kolay olacaktır.
Öyleyse iyi
bil! Kimi görmektesin, ne ile ve nasıl görmektesin? Önünde gözüken durumlar ne
üzeredir? Biz bu konulan llm-i Hayalin Bilinmesi bölümünde genişçe
açıkladık. O halde oraya bak!46
Ruh tabiî ya
da cismani bir suret içinde tecelli ederse, İlâhî sevgi konusunda da
söylediğimiz gibi, bu şekilde tecelli eder, seven, o sureti ister zahir ister
batın için kabul etsin, bu fark etmez, çünkü bu şeklin dışına çıkılamaz. Bunu
böyle bil!
Öyleyse,
ruhani sevgi, tabiî sevginin ruhani sevgiyle arasını birleştirmektedir. Ayrıca
kendi nefsi için olan sevgiyle, sevgili için olan sevginin arasını da
birleştir, tabi eğer sevgili, söylediğimiz gibi, irade sahibi ise. Bütün bu
açıklamalarımıza göre, insanlar neyi sevdiklerini ve sevdikleri varlığın hangi
varlıkta bulunduğunu bilmemektedirler ve falan varlığı sevdiklerini sanmaktadırlar,
oysa ki durumun hiç de öyle olmadığı senin için artık açık bir şekilde belli
olmuştur.
Öyleyse sana
öğrettiğim kadarını bil ve seni bu konuda beni aracı kılarak bilgisizlikten
kurtardığı için Allah’a şükret. Bu kadar açıklama ulaşmayı amaçladığımız
maksadımız için yeterlidir, gerçi bu konunun ayrıntıları pek çoktur; fakat
bizim bu kitaptaki maksadımız, asıl amaca ulaştıracak yöntemleri ve temel
ilkeleri belirlemektir. Allah’a sonsuz hamd olsun!
B u sevgi iki türlüdür: Tabiî sevgi ve
unsuri sevgi. Fakat, ruhani sevginin gayesinin ne olduğunu söylemeyi unuttuk.
Öyleyse, onu bu tabiî sevgi bölümünde söyleyelim, çünkü ruhani sevginin tabiî
sevgiyle sıkı bir ilişkisi vardır.
Ruhani
sevginin gayesi “ittihat”tır, birleşmedir; yani sevgilinin zatıyla sevenin
zatının aynı olmasıdır. Sevenin zatıyla da sevgilinin zatının aynı olmasıdır.
“Hulûliyye”47 düşüncesini benimseyenler aslında bu noktayı
vurgulamak istemektedirler, fakat onlar da bu işin aslını bilmemektedirler.
Öyleyse bil
ki, tabiî suret (form); hangi nisbetle ve de cismen veya ceseden hangi hal
üzere tezahür ederse etsin (ve adem sevgili de adan olarak kalsa
da), o suret, o sevgilinin hayaldeki bir mümessilidir. Bu, hayal mertebesinde (hazreti’l-
hayaliyye), hayalî bir bakış ve ona ait bir gözle idrak olunabilen varlık
(vücûd) misallerinden biridir.
iki sevgili
birbiriyle sıkıca kucaklaşınca ya da öpüşünce, her biri diğerinin nefesini ve
tükürüğünü emer. Bu öpüşme ve kucaklaşma esnasında, birinin nefesi diğerinin
içine yayılır. Böylece her iki sevgili de aynı şekilde nefes ahp verir.
Birinin nefesi çıkar, öbürünün nefesi girer; onun nefesi çıkar, bu kez de
öbürûnünkü girer.
Tabiî
suretlerdeki hayvani ruh da bu nefesden başka bir şey değildir. Öyle ki, her
nefes, nefes alıp verenlerden her birinin ruhudur. Nefes ahp verme ya da öpme
anında nefes onu diriltir. Böylece Zeyd'in ruhu aynıyla Amr’ın ruhu olur. Bu
nefes bir kez sevenden çıktı mı, sevgi suretinde teşekkül eder ve sevgi
lezzeti, tadı ona eşlik eder. Kendisine intikal eden nefes birinde ruh olduğu
zaman, onun nefesi de ötekinde ruh olur. İşte o zaman, o iki şahıstan her biri
hakkında “ittihat’Tan söz edilebilir; aşağıdaki şu söz buna uygun düşmektedir:
“Seven benim, sevdiğim de ben."
İşte tabiî
suretlerdeki ruhani sevginin gayesi budur. Birinci bölümde yazılan bir şiirde
bu şöyle ifade edilmişti:
“Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda
Bir teni bir tenle bir canı bir canla.”
Şimdi tabiî
sevgiye dönebiliriz. Diyoruz ki, tabiî sevgi geneldir. Gerçekten, daha önce de
belirttiğimiz gibi, bu aşka tutulanlar kendi hakikatlerine uygun tabiî
suretleri alırlar. Sevgideki durumlarına göre, tabiî suretler olarak
nitelendirilen bazı özelliklerle tasvir edilirler. Örneğin: “Vecd” hali, "şevk”
hali, “iştiyak” hali, sevgiliyle kavuşma sevinci, sevgiliyi görme ve
onunla kavuşma gibi.
Bu konuda pek
çok sahih hadis nakledilmiştir. O hadislere inanmak gerekir. Örneğin: “Kim Allah’la
karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever". Gerçi her
kul, her an Allah’ın gözü önündedir. Kulun Allah’ın gözü önünde olmaması fikri
doğru olamaz, çünkü “Allah her şeye şahiddir." (Kur’an, 85/9);
Allah her şeyi her an görmektedir. Bununla birlikte, buradaki karşılaşma hem
Allah hakkında hem de kul hakkındadır.
Allah,
kendisini, kullarına sevgi ve şevk duyan biri olarak nitelendiriyor. Kulu,
çorak bir toprak parçası üzerine dalâlete, yoldan çıkrnış- hğa düşmüş ve
hayattan umudunu kesmiş, ölüp gideceğine artık iyice kanaat getirmiş bir
haldeyken, üzerinde yiyeceğini ve içeceğini taşıyan bineğini kaybettikten sonra
tekrar onu bulan o kulun, tövbeden geçtiğini görünce çok sevinç duyduğunu ve
memnun kaldığını bildirmektedir. Peki, Allah’ın kullan için sevinç duyması
nasıl olur? Şöyle: Allah, Mutlak ve Sonsuz zenginliğine rağmen, Sûbhan oluşuna,
Kudretine ve kulları üzerindeki Mutlak İradesine rağmen, kulunun tövbe ettiğini
görünce, kaybettiği devesini (bineğini) tekrar bulan insanın duyduğu sevinçten
daha fazla sevinç duyar.
Şu İlâhî
sözdeki sırra bak: “Rabb’ımız, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini)
vermiştir.” (Kur’an, 20/50), çünkü bilmelisin ki O bütün işlere istihkakım
vermiştir ve de çünkü hiçbir ilmin derecesi Allah’ın llm'inin üstünde değildir.
Bu nedenle,
Allah şöyle buyurmaktadır: “Benim yanımdaki, huzurumdaki söz, değiştirilemez”
(Kur’an, 50/29), çünkü gerçekten var olduğu bilinen bir şeyin, vukuuna aykırı
hareket edilemez. Buna göre bir şey, bir iş, kulun aklına göre mümkün
görünebilse bile, Allah'ın llm’ine göre, o imkânlardan birinin vukuuyla ve
Allah’ın o iş üzerindeki İradesiyle, dilemesiyle (meşie) mümkün olmayabilir.
Allah’ın
İradesi bir şeyin var olmasını (kevn) dilerse, onun var olması gerekir;
fakat vuku bulması gereken şey, bu hakikate göre, mümkün olarak
vasıflandırılamaz, (fakat zorunlu, vacip olarak vasıflandırılır.) Bu nedenle
konu üzerine eğilenler, “varlığı başkasıyla zorunlu” (el- vadbü’l-vücûd
bi’l-gayrih) deyimi için mümkün terimini kullanmaktan haklı olarak
kaçmıyorlar, çünkü İlâhî iradenin tahkikinde, gerçekleşmesinde bu daha
uygundur, işte bunun için Allah, “eğer Allah dilediy- se...” (Kur’an,
16/9) şeklinde konuşmaktadır. Öyleyse, Allah’ın bu şekilde hitab ettiği
ayetlerdeki “lev” harfi, yani “eğer” bağlacı, imtina, için
imtina harfidir, yani mutlak bir imkânsızlık ifade eder. Gerçek şu ki, İlâhi
İrade yani Allah’ın dilemesi, önceden var olan her şeyden de öncedir, tıpkı şu
ayette ifade edildiği gibi: “Bizim kelimemiz, sözümüz peygamber
kullarımızın size gelişinden çok önce de vardı.” (Kur’an, 37/171).
Yukarıda
ifade ettiğimiz “varlığı başkasıyla zorunlu olan” (el-vöci- bu’l-vücüd
bi’l-gayrih) terimi, varlık (eşya, insan, iş) açısından bakıldığında “mümkün”
teriminden daha uygundur, ama aslında tek ve aynı şeydir söz konusu olan. Göz
açıp kapama gibi bir anda olmaktadır bunun gerçekleşimi. Dolayısıyla “ihtimal”
ortadan kalkmış oluyor. Geriye sadece “mutlak zorunluluk” ya da “şarta bağlı
zorunluluk" kalıyor.
Fakat biz
bunları bir yana bırakıp asıl konumuza, tabiî sevgiye dönelim ve sözümüze
devanı edelim. Bil ki. tabiî sevgi; gerçekten sevenin, bir varlığı, onda kendi
nefsi için bulduğu mutluluk ve zevkten dolayı sevmesini gerektirir. Dolayısıyla
seven sevdiği varlığı kendi nefsi için sever, sevgilisi için değil. Bu hakikat,
yani sevgiliyi sevgili için sevme hakikati, yukarıda İlâhî ve ruhani sevgi bölümlerinde
açıklanmıştı.
Tabiî sevgi,
kaynağını in’anı ve ihsan’dan ahr, çünkü insan tabiatı hiçbir zaman bir
başkasını, bütün olarak sevmeyi bilemez, aksine eşyayı ve varlıkları sadece
kendi nefsi için sever ve onlara kavuşmayı ya da yaklaşmayı kendi nefsi için
arzu eder. Bu, her hayvanda ve her insanda böyledir, çünkü insanda da hayvani
bir yön vardır.
Gerçekten de
hayvan ya da canlı varlık ve insan, başka bir neden için değil salt kendi özel
varlığını korumak için sever eşini, fakat varlığı korumanın ne demek olduğunu
da bilmez. Sadece belli bir varlığa kavuşması için, içinden bir çağrı
geldiğini hisseder. İşte onun aşkının temel konusu, sevgilisine kavuşmadır.
Dolayısıyla bu kavuşma olayı belli bir varlıkta olur. Söz konusu varlık da onu
sevecektir kuşkusuz, fakat asıl olarak değil de sevenin sevgisinin hükmü altına
gireceğinden dolayı. Böyle bir kavuşma, hissidir ya da hissîliğe yakındır.
Daha önce,
“Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda,
Bir teni bir tenle..."
derken bunu ifade etmek istemiştik. İşte tabiî sevginin gayesi budur.
Eğer sevenin
sevgisinin gayesi, herhangi biriyle nikahlanmak ise, o kimseyle nikahlanarak bu
gayesini gerçekleştirir. O zaman sevgilisinin varlığının bulunduğu yeri
araştıracak ve onu elde etmek için can atacaktır. Demek ki, bu tür bir sevgi
ancak iki kişi arasında doğabilir tek bir kişide değil, çünkü bu, iki kişi
arasında olan bir ilgidir. Bu dediğimiz şey aynı şekilde, kucaklaşma, öpüşme,
iki kişi arasındaki sıkı dostluk ya da daha başka davranışlar için de
geçerlidir.
Burada
“eşyanın tabiatı” ya da “eşyanın hakikati” dememizde, ikisi arasında hiçbir
fark yoktur. Her ikisini de rahatlıkla kullanabiliriz. Bununla birlikte bu
durum, öteki varlıklardan daha çok insan için geçerlidir, çünkü insan, âlemin
hakikatlerini ve İlâhî sureti kendinde toplamıştır; ve gene insanın, en Kutsal
Varlık olan Yüce Tanrı'yla ayrıcalıklı bir ilgisi vardır; çünkü insan O’ndan
zuhûr etmiştir; O’nun “Kün/" sözünden olmuştur.
İnsan, (oluş açısından ele alınacak olursa) ruhuyla, öleki varlıklarla
ilgi kurar. Tabiat âlemi ve temel unsurlarla 48 da, cismiyle ilgi
kurar. Bu nedenle insan, özü itibariyle, temel unsurlarla ve tabiatla ilgili
her şeyi sever. Demek ki, burada hakikatin ûç derecesi söz konusu olmaktadır.
Cisimler âlemi, cesedler âlemi 49 ve ruhlar âlemi.
Bunlardan bazıları unsurî cisimler halindedir. Her unsurî cisim tabiîdir;
bazıları da unsurî değil fakat tabiî cisimler halindedir. Her tabiî cisim
unsurî değildir. Oysa unsurlar tabiî cisimlerin içindedir ki o durumda bunlara
unsurî cisimler denmez. Felekler (eflâk) ve mülkler (emlâk)
böyledir.
İşte bu nedenle, nıele-i a’lü’daki varlıkların kendi aralarında yarış ettiklerini
biliyoruz. Bu nedenle onlar, Allah-u Teâlâ’nın şu sözünün kapsamına
girmektedirler: “Rabb’in dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı, fakat,
Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar, esasen onları bunun
için yaratmıştır." (Kuran, 11/118 ve 119). Demek ki onlar, Allah’ın
merhamet ettiği kullara muhalif olmakla, onlara karşı çıkmaktadırlar. "işte
Allah onları bunun için yaratmıştır." yani hemcinslerine karşı
çıksınlar diye yaratmıştır onları.
Bu karşı çıkışın sebebine gelince, çünkü İlahî isimler fazilet yarışı
içindedirler. İhtilaf buradan doğmaktadır. Peki faydalı olan gelince, zararlı
olan nerede olacaktır? Zillete düşüren gelince, izzete yükselten nerede
olacaktır? Genişleten gelince, daraltan nerede olacaktır? Soğukluk gelince,
sıcaklık nerede olacaktır? Kuruluk gelince, nemlilik; karanlık gelince,
aydınlık; varhk gelince, yokluk nefede olacaktır? Su gelince ateş; balgam
gelince, safra; sükun (hareketsizlik) gelince, hareket nerede olacaktır? Ve
nihayet Rablık gelince, kulluk nerede olacaktır? Bütün bu çiftler daimî bir
şekilde çatışma halinde olmazlar mı? İki kişiyi birden ilgilendiren bir işte
haram ortaya çıkınca, helalin yeri ne olacaktır? Öyle ki, birine haram olan şey
diğerine helâl olmaz mı? Aynı ve tek varhk üzerine iki farklı hüküm, bir insana
iki farklı statü verilebilir mi?
Ortaya çıktığı her yerde çatışma halinde olan şu tabiatın hükmüne iyi
bak! Böyle olmakla birlikte, bu çatışmanın varoluş nedeni İlâhi İlme yani
Tanrı’nm llmi'ne karşıt değildir. Şunu iyi bilmelisin ki, ne bu dünyada ne de
öteki dünyada Allah’ın dışında hiçbir varhk bir eşya, ya da bir iş üzerinde
gerçek kudret sahibi değildir. Öte dünyanın iki yönü vardır: Biri "rü’yet"
yönü, yani görünen yön; biri de “hicab" yönü, yani perdeli yön.
Bize bu
şeyleri, bu işleri, bu konuları, bunların çıkış ve varış yerlerini bildiren ve
bizi ariflerden, bunları bilenlerden eden Allah’a sonsuz hamd olsun! Allah
bizi, kendilerine, ilim nimetini bağışlayarak mutlu ettiği insanlardan etsin!
Şimdi senin
için bildirilmiş oldu ki, sevginin amacı, aşkın gayesi, insanlar arasından
herhangi biriyle kavuşma ya da onunla sıkı dostluk kurma, onunla birlikte
bulunma, onu öpme ya da kucaklamadır; ya da bunların dışında, sevilen varlığın
hakikatinin gerektirdiği veya seven varlığın hakikatinin gerektirdiği şeye göre
olan durumlardır.
Sevginin
gayesi aslında tektir, fakat varlıklar çeşitlidir, pek çoktur. Sevginin gayesi,
özellikle, sevgiliye kavuşmadır. Bu ister onunla konuşma şeklinde olsun ister
onu kucaklama, isterse öpme şeklinde olsun. Bu, duruma göre değişir. Bir ya da
daha çok kişiye karşı, sevenin takındığı tavırlara göre değişir. Sevenin iki
kişiyi birden sevmesi doğru olmaz, çünkü ikisini birden kalbine sığdıramaz.
Dolayısıyla,
“yaratılmışların sevgisi konusunda böyle bir durum mümkündür, fakat Yaratıcının
sevgisi konusunda bu mümkün değildir, çünkü Allah şöyle buyuruyor: “O onları
sever; onlar da O’nu sever.” (Kur’an, 5/54) buyurmaktadır, demek ki, Allah
çok sayıda varlığı birden sevmektedir” dersen eğer, bununla ilgili olarak, biz
de deriz ki: Aşkın tna'kul bir anlamı vardır, gerçi aşkı tam anlamıyla
tanımlamak olanaksızdır, ama aşkı ancak ladan bilir; tatmayan bilmez. Bununla
birlikte aşkı tasavvur etmek çok zordur. Allah ile aşkın ilgisini kurmak nasıl
olur bilinmez, çünkü Allah “Ona benzer hiçbir şey yoktur." (Kur’an,
42/11) buyurmaktadır.
Yukarıdaki
itirazına, yani Allah’ın bir anda pek çok varlığı birden sevmesi konusundaki
sözüne gelince, böyle bir itiraz kabul edilmez. Böyle bir itirazı ancak
Tanrı’nın Zâtını tanıyan biri yapabilir; oysa ki Tanrı’nm Zâtı bilinmez. Belli
bir ölçüde O’nun sevgisi bilinebilse bile, bu sevginin oranı bilinemez. Çünkü
Allah kullarına ancak onların diliyle hitap eder. Kullar Allah’ı O’na uygun
düşen ve O’nun Kendini vas- fettiği hareketlerle tanırlar, fakat bunların
keyfiyeti meçhuldür.
Tabiî
sevginin İkincisi, “unsurî” sevgidir. Gerçi bu sevgi de tabiidir, ama tabiî
sevgiden biraz farklıdır, şöyle ki, Tabiî sevgi bir tabiî suretin zararına
olacak şekilde başka bir surete bağlanmaz, yani tabiî sevgi bir suretle olduğu
gibi, aynı şekilde bir diğeriyle de olur, tıpkı kehribarın birçok nesneyi aynı
anda kendine çekişi gibi.
Unsun
sevgiyse, sadece tek bir tabiî surete bağlanır, tıpkı Kays’ın Leylâ’ya,
Kaynes’in Lûbna’ya, Kesîr’in Uzza’ya ve Cemil’in Bûseyne’ye bağlanışı gibi50.
Bunlar, iki kişi arasında, mıknatısın demiri çekmesi gibi olan bir ilginin, genel
bir şey olduğunu açıklamaktadır sadece. Ayrıca, unsuri sevginin ruhani sevgiye
benzemesini sağlamaktadır ki bu husus, şu ayette ifade edilmiştir: "Bizim
içimizden herkesin belli bir makamı vardır." (Kur’an, 37/164).
Aynı şekilde,
başka inanç ilkelerini dışta tutarak, tek bir akideye bağlanma olgusuyla da bu
sevgi, İlâhî sevgiye benzer; tıpkı ruhani sevginin, taharet (temizlik)
açısından tabiî sevgiye benzeyişi ve ayrıca bütün inanç ilkelerinde, tek bir
Varlık gören insanlardaki İlâhî sevginin, tabiî sevgiye benzeyişi gibi.
Sevgi makamının dört adı vardır. Bunlardan
birincisi “el-hubb”dur5’.
Bunun saflığı kalbe nüfuz eder, saydamlığı ise arazların bozulmasıyla
bozulmaz. Sevgiliyle birlikteyken, âşığın başka bir maksadı, gayesi yoktur.-Sevgilinin
iradesi önünde kendi iradesini bırakır.
İkincisi “el-vedd”dir. Allah’ın "Vedûd” ismi bundan türer. El-vedd
Allah’ın sıfatlırandandır ve bu sıfat O’nda sabittir. Yeryüzündeki sükutundan
dolayı el-vedd diye adlandırılmıştır.
Üçüncüsü, “el-ışk”dır. Aşk, sevgide ifrattır, aşırılıktır. Kur’an’da bu
aşırı sevgi kinayeli olarak çokça geçmektedir: “insanlardan kimi, Allah’tan
başka eşler tutar, Allah’ı sever gibi severler onları, inananlar ise, Allah’ı
çök, hem de pek çok severler.” (Kur’an, 2/165). “Vezirin karısı52
uşağının nefsinden muradını almak istedi, çünkü Yusuf’un aşkı onun yüreğini
kor gibi yakmıştı” (.Kur’an, 12/30) yani Yusuf için gönlünde beslediği
sevgi kalbinin zarı olmuştu. Bu zar öylesine ince bir deridir ki kalbin
üzerini tamamen kaplar. Bu zar, kalbi dıştan bütünüyle saran çok ince bir
örtüdür. Peygamberimizin bir hadisine göre, Hakk, Kendini “şiddetli aşk”la
nitelendirmiştir. Ancak aşk ve âşık isimleri Hakk’a uygun düşmez, çünkü
bu “aşk” terimi, âşığı bütünüyle ve her yönüyle kuşatacak derecede sevginin
sarması demektir. Bu aşk sözcüğü “gûndüzsafası” veya “çitsarmaşı-
ğı" anlamına gelen “aşakatü" kökünden gelmiştir.
Dördüncüsü,
“el-heva”dır. Heva, iradenin sevgilide açığa çıkarılmasıdır, yani kalbe
doğan ilk durumdan itibaren iradenin tamamıyla sevgilinin iradesine
bağlanmasıdır. Allah’ın böyle bir adı yoktur. Heva’nın doğmasına sebep, bazen
bir bakıştır, bazen bir haberdir, bazen de bir ihsandır. Aslında sebebleri pek
çoktur. Anlamı ise, Kudsî hadislerde ve peygamberimizin sahih hadislerinde
geçmektedir. Demek ki Allah, nafile olarak yapılan hayırları ve ibadetleri
çokça yapan ve böylece dinde Resulüne ittiba eden kulunu çok sever. İşte bu
makam bizde “heva” diye adlandırılır. Bazıları buna konuşmayla doğan
sevgi demişlerdir.
Ey insanlar, kulağım
âşık oldu diri birine Gözden önce kulak âşık oldu, bakın şu işe.
Bir bakışla
ve bir konuşmayla doğan aşk hakkında şu dizeleri söylüyorum:
Senden başkasına olan sevgim bakışla
doğuyor
Ancak senin
sevgilidir ki konuşmayla doğuyor Allah biliyorya, sevgili hakkında hiçbir şey
bilmiyorum Oysa onun için, insanlar arasında bir dost, bir sevgili deniliyor
Arzum yalnız kalmaktır onunla onu elde etmek için Arzum onun bakmasıdır
gözlerimin içine derin derin.
Gene aynı konuda şu dizeleri söylüyorum:
Varlığım sevgilimin peşinde tükendi
gitti
Gözlerim ona bakamaz oldu
Bir gün ona bakacak
olsa gözlerim Kurbanı olur ölürüm o huri güzelin Onu görünce birden bire
Takıldım o güzel gözlerine Sabaha kadar bütün gecem büyülü geçti âşık oldum
birden, mecnuna döndüm seher vakti Ah! ihtiyattan doğan sakıncalar!
Keşke tedbirim
koruyabilse beni
Kaza ve kaderin hükmünden
Oysa tam tersine aşk deryasına
düşürüyor beni
Ey Tanrım, kim bu güzel varlık?
Aşkıyla yaktı beni
Bu utangaç güzelin güzelliği
Ey güzelliği ceylan güzelliği olan
sevgili
Aşk şarabıyla gideriyorsun susuzluğumu
Dik dik baksan ya da şefkatli gözlerle
ne çıkar
İnsanın aklını başından alıyorsun sen
Karanlık içinde parlayan bir yıldızsın
sen
Senin aşkından dağılıyor kara bulutlar
Nefesi benziyor misk kokusuna
Ki dağıtıyor çok tatlı çok hoş bir koku
Sanki o bir kuşluk güneşi
Sanki o parlıyor gökte gümüş rengi ay
gibi
Aydınlanınca hava o görünüyor ilk kez
Ağaran şafakta sabah ışığı oluyor sanki
o
Onu kaybeder kararınca hava
O güzelin kara saçlarına benzeyen
karanlıkta
Ey sen karanlık gecede parlayan ay
Gel yanıma, yak bütün varlığımı,
aydınlat gönlümü
Işıklarla doldur gözlerimi ki seni
göreyim
Çünkü bana kalan yalnızca gözlerimdir
benim
Duyduğum aşk cazibesinin gerçek temeli
Sesini duyuşumdan ileri geliyor
yüreklendiriyor beni.
Gene aynı konuda şu dizeleri söylüyorum:
Kulağım âşık gözüm âşık
Bakışlar ve duyuşlar arasındaki aşk ne
kadar farklı
Kulağını âşık oldu sevgilimin sözlerine
Gözüm âşık oldu sevgilimin gözlerine
Gelirse sevgili bir gün, göz görür âşık
olur
Dayamaz sevgiliye bakmaya bakışıyla
mutlu olur
Kulak dinler mest olur gelirse sevgili
bir gün güzellik suretinde
Başka şey duymaz Zeyneb'e âşık olur53
Tuhaf ama Zeynep’te bir oldu
İşitme ve görme duyusu.
Bil ki, yukarıda da söylediğimiz gibi, sevginin dön çeşit adı vardır. Bu
adlardan her biri için, diğer üçünde olmayan bir hal vardır. Şimdi biz bunları
birer birer ele alalım.
HEVA:
Bunun iki çeşit anlamı vardır ki ikisi de sevgiye uygundur. Birincisi;
aşkın, kalp içine inmesi ya da düşmesidir. Bu düşüş sevginin gayb âleminden
şehadet âlemine inerek kalbde zuhûr etmesidir. Örneğin, yıldız düşüyor gibi
gözüktüğü zaman, “yıldız kayıyor” denilir. Allahu Teâlâ da şöyle buyuruyor: “And
olsun yıldıza, indiği zaman!”(Kur’an, 53/ 1). Öyleyse bu durumda, “heva”
sevginin adlarından birisi olmaktadır. Bunun fiili “heviye yehva”dır;
mazide ayne’l-fiili kesradır; muzaride ise feıhadır. Bunun ismi ya da masdarı
“heva”dır. Bu isim aynı zamanda mazi fiilidir; anlamı ise, sevmek, sevgiden acı
çekmektir. Ayrıca aynı fiilin ayne’l-fiili mazide fetha, muzaride kesra olan “heva
yehvî" şekli de vardır. Bunun ismi ise “hûviyyû”dür. Bunun anlamı da
düşmektir.
Heva kelimesine, “kalbin içine inme ya da düşme" anlamları
vermenin üç nedeni vardır. Bunlardan biri ya da ikisi, veyahut her üçü de, bu
tip bir sevgiyi belirtebilir. Bu üç neden şunlardır: Bakış, duyuş ve ihsanda
bulunuş.
Bunların en önemlisi ya da en etkilisi bakıştır..Çünkü bakışın doğurduğu
aşk, sevgiliyle karşılaşmakla değişmez. Oysa sevgilinin sesini duymak böyle
değildir. Sevgiliyle karşılaşınca, duyuşa bağlı olan sevgi değişime uğrar.
Sevgilisinin sesini duyduğunda onun suretini hayal eder, fakat onunla
karşılaşınca hayal ettiği suretin sevgilisiyle tam tamına uyuşmadığını görür,
ihsanda bulunmanın doğurduğu sevgiye gelince, bu sakat ve zayıf bir aşktır.
İhsanda bulunan varlık gözden ırak olursa, ihsan devam etse bile ilgisizlik bu
aşkı kısa zamanda söndürür.
“Heva” sözcüğünün ikinci bir anlamı da; bir tutku ya da birdenbire
ortaya çıkan bir sevgi yönelimini vurgular. Öyleyse, herkese, “seninleyim"
anlamına gelen bir sevgi eğilimi göstermek şeriatın hükmüne uygun değildir.
Allah-u Teâlâ’nın Davud aleyhisselâm'a söylediği söz bunu teyid
etmektedir: “Ey Davud. Biz seni yeryüzünde halife yaptık. Öyleyse, insanlar
arasında hakla (hakikatle, adaletle) hükmet ve şahın “heva“ya uyma; sonra bu
seni Allah’ın yolundan saptırır..’’ (Kur’an, 38/26). Yani senin sevginin
ani yönelimlerine uyma, aksine Benim sevgimin eğilimlerine uy, çünkü sana
gönderdiğim hüküm, sana çizdiğim yol böyledir. Görüldüğü gibi, ayetin
devamında ''sonra seni Allah’ın yolundan saptırır" deniliyor; yani
böyle bir sevgi eğilimi, senin yolunu şaşırtır, seni telef eder, sana
gösterdiğim ve senin üzerinde yürümeni istediğim yolda seni kör eder. İşte bu
konuda Allah’ın hükmü böyledir.
Burada,
insanın ani sevgi yönelimleri, insanın istediği, fakat Allah’ın indirdiği
meşru yola uygun olmadığı zaman Allah’ın istemediği ve insandan onu
terketmesini istediği, sevgidir.
Eğer sen,
“Allah insana katlanamayacağı bir şeyi yasak etmiştir; dolayısıyla böyle bir
sevgi ya da sevgi eğilimi insan üzerinde öylesine kuvvetli bir etki yapar ki
aklını başından ahr.” diyecek olursan, biz de, “Allah o insandan sevgiyi yok
etmesini istemez, çünkü sevgi, daha önce de söylediğimiz gibi, her zaman
kendine bir yol bulur, ilgi konusu değişiktir, ve pek çok varlıkta ilgi
alanını bulur” deriz.
Daha önce de
belirttiğimiz gibi, heva sevgidir; hakikati ise herhangi bir ya da
birçok varlıkla kavuşma sevgisi. İşte bunun için Allahtı Teâlâ, insandan,
sevgisini, gönderdiği Tek Hakikate bağlamasını istemiştir; Allah’ın yolu odur.
Çünkü insan, sevgisini, Allah’ın yolu olmayan pek çok yola bağlayabilmektedir.
İşte bütün bunlar yukarıda geçen “... ve salım “heva”ya uyma” ayetinin
anlamıdır. Demek ki, Allah insana, gücü ve tâkâtınm yetmeyeceği bir işi
yüklemez, çünkü tâkât getirilemeyecek bir şeyi teklifle bulunması Alîm ve Hakîm
ve Tanrı’ya muhaldir.
Eğer sen,
gene, Allah'ın ilminde ezelde bir karara bağlanan, Ebu Cehil ve benzerleri54
gibi inanmayanlara yapılan iman teklifini ileri sürecek olursan, buna iki
türlü cevap verebiliriz: Birincisi, ben “teklif” derken sadece normal şekilde,
doğal olan şeylere tâkât getirileceğini kastetmiyorum. Doğal durumlara bağlı
olan zaten onlara aykırı hareket edemez. Örneğin bir insanın, hiçbir vasıta ve
sebep olmadan kalkıp da bir diğer insana “Haydi göğe çık bakalım!” demesi, ya
da “Şu iki zıt şeyi birleştir!” ya da “Bir “an”da kal!” demesi (ki bizzat
“an’Tn kendisi bir anda kalmamaktadır) gibi. Dolayısıyla Allah insanı normal ya
da doğal olarak tâkât getirebileceği şeylerle mükellef kılmıştır. İman ya da
imam telaffuz etmenin, imanı dil ile söylemenin temeli budur. Her insan
kendisinde bunlara uygun hareket etme gücünü ve imkânını bulur. Bu ya insanın
kendi çalışmasıyla (kesh) olur; ya da Allah’ın yaratmasıyla (halk)
olur. Nasıl istersen öyle söyle. İşte bu nedenle, bu konuyla ilgili. Kıyamet
Günü’nde kulu ilgilendiren delil Allah’a aittir. Nitekim Allah şöyle
buyurmaktadır: “De ki: “En üstün delil Allah’ındır”, Allah dileseydi elbette
hepinizi doğru yola iletirdi.” (Kur’an 6/149). Eğer Allah insana tabii
gücünün yetmeyeceği bir şeyi yüklemiş olsaydı, “En üstün delil Allah’ındır”
sözüne uygun düşmezdi. Fakat Allah “Dilediğini yapmak Allah’a özgüdür.”
demektedir. Aynı şekilde. “O yaptığından sorulmaz, fakat onlar
yaptıklarından sorulurlar.” (Kur’an, 21/23). Bunun anlamı şudur: Allah’a
“Sana karşı gelemiyeceğimizi bildiğin halde niçin bize falan işi yükledin?
Niçin bize falan şeyi emrettin ya da falan şeyi yasakladın?” gibi bir şey
denilemez. Bu konu, “Allahyaptığından sorulmaz” ayetiyle irtibatlıdır.
Dolayısıyla, Allah onlara şöyle sorar: “Ben size gücünüzün yeteceği bir şeyi mi
emrettim yoksa yetmeyeceği bir şeyi mi?” Onların da normal olarak, “Gücümüzün
yeteceği şeyleri emrettin bize.” demeleri gerekir. Çünkü Allah onlara
güçlerinin yeteceği şeyi yüklemiştir. Dolayısıyla, “En üstün delil
Allah’ındır.” sözü kanıtlanmış oluyor. Oysa ki onlar, “teklif’ süresince
Allah’ın kendileri hakkında sahip olduğu ilimden habersizdirler.
İkinci cevap ise şudur: Daha önce de belirtildiği gibi, Allah’a iman
edilmesi zorunludur. Âdem’in zûrriyeti dünyaya gelmeden önce Allah'ın
“habz”ındaydı. O’nun, onlar hakkında vereceği hüküm ise öte dünyada ortaya
çıkacaktır. İnsan bu dünyada O’nun varlığını kabul ettiği, itiraf ettiği
takdirde, ancak “mümin” olarak kalacaktır. Eğer O'na şirk koşarsa var olan bir
Varlığa şirk koşmuş olacaktır. İşte bu nedenle, insandan sadece Allah’ın
birliğini ve Varlığını kabul etmesi istenmektedir (ki Hakikat da böyledir,
yani Allah Birdir). İnsan Tanrı’nın sevgilisidir. Tanrı vardır ama insanlara
gözükmez (ma’dümün nıinhum). Tanrı Kendisinin o varlıklarda Bir olarak zuhur
etmesini sevmektedir. Dolayısıyla Tanrı o varlıklardan birini sevse onu pek
çok varlık arasından seçmiş ve sevmiş olur. Tanrı, işte böyle bir sevgiye
sahip olanı sever. O sevgilisi olduğu için, Allah o varlıkta zuhûr eden
Tevhiddir. Kim ona buğzederse, O’nun sevgilisi olduğu için, buğzedende Tevhid
olarak zuhûr etmez.
Demek ki, herkesin nihaî amacı Tanrı’ya imandır. Daha önce biz bunu
“Tanrı’nın rahmetinin gazabını geçtiği” konusunda belirtmiştik.
Simdi heva'nm anlamı senin için açıklığa kavuşmuş oldu.
HUBB:
Bu sevgide,
seven, sevgisini öteki bütün yollardan arındırıp kurtarır ve sadece Allah’ın
Yolu’na bağlar. İşte seven, bu arınmayı gerçekleştirdiği, yani çeşitli
yollarla Tann’ya koşulan ortakların neden olduğu kararmalardan sevgisini
kurtardığı zaman, bu, halis sevgi olduğundan ve arınmışhğından ötürü “hııbb"
(sevgi) diye adlandırılır.
Aynı şekilde
içindeki pislikler dibine çöksün, saflaşsın ve berraklaşsın diye bulanık bir
suyun konulduğu kaba da “el-hubb” denir. Yaratıklardaki sevgi de
böyledir. Bu sevgi Sübhan olan Tann’ya bağlanır ve müşriklerin ilahlık
konusunda Allah’a koştukları ortaklar olan eşlerden Allah için kurtulursa, işte
o zaman bu durum “hubb” (sevgi) diye adlandırılır.
Nitekim bu
konuda Allah şöyle buyuruyor: “İnsanlardan kimileri Allah'tan başka eşler
tutar, Allah’ı sever gibi severler onları. Oysa ki inananlaren çok Allah'ı
severler...” (Kur’an, 2/165). Bunun nedeni ise şudur: Perde aradan
çekilince “kendilerine uyutanlar onlara uyanlardan uzak duracaklar; azabı
görünce aralarındaki tüm bağlar kesilecek.” (Kur’an, 2/166). “Onlara
uyanlar şöyle diyecekler: Ah! Keşke bir kez daha dünyaya gitmemiz mümkün
olsaydı da şimdi onların bizden uzak durdukları gibi bizde onlardan uzak dıır-
saydık!” (Kur’an, 2/167). Dolayısıyla onlara besledikleri sevgi nihaî vatanda
kaybolacaktır. Oysa ki inananlar Allah’ı sevmeye orada da devam edeceklerdir.
Dahası, “inkâr edenlere ne çocuklarının ne de mallarının, hiç bir şeyin
Allah’a harşı yarar sağlamayacağı bir anda” (Kur’an, 3/10), inkâr edenler
ilahlarına duydukları sevgiden vazgeçtikleri sırada, inananlar inkâr edenlere
karşı üstün gelecekler ve Allah’a karşı duydukları sevgi daha da artacaktır.
Öyleyse Kıyamet Günü’nde müşrikler için geriye sadece ve sadece Allah sevgisi
kalır. Oysa ki onlar bu dünyadayken hem Allah’ı hem de O’na ortak koştukları
tanrıları birlikte sevmişlerdi. Eğer böyle bir kuruntuya ve yanlışa
düşmeselerdi, o tanrıları kesinlikle sevmezlerdi. Aslında o müşriklerin
sevgilisi Allah’tı, fakat O’nu çok sayıda yaratıklarda hayal etmişlerdi.
Yukarıda da söylediğimiz gibi. Kıyamet Günü gelince onlar için sadece Allah’a
duydukları sevgi kalır. Sonuç olarak ahirette onlar Allah’a, dünyadayken o
ortaklara besledikleri sevgiden daha yoğun bir sevgi duyacaklardır. Sevgileri
dünyada bölünmüş iken, ahirette Tanrı üzerinde toplanacaktır. O zaman gelince,
böyle bir varlık, gerçek sevgilisini müşahede edecektir. O da Tann’dır. İşte bu
nedenle Tanrı’nın rahmeti önce gelir. Her iki âlem de kuvvettir; orta âlem ise
zayıflıktır, çünkü onda ortaklık durumu vardır. Bütün bunları biz daha önce
belirtmiştik55, işte, “heva" ile “hubb”
arasındaki fark budur.
7$K:56
‘Işk-Aşk,
muhabbetin ifratı, yani sevginin aşınlaşmasıdır, ya da aşırı bir dereceye
ulaşmış sevgidir. Şu ayet bunu ifade etmektedir: “İnananlar ise Allah’ı
aşırı derecede severler.” (Kur’an, 2/165).
Olduğu
şekilde, saf olarak alındığında ve kalp çekirdeğinde 57 o şekilde
zuhûr ettiğinde “hubb” diye adlandırılan bu sevgi insanı bütünüyle
kuşatır; sevgiliden başka hiçbir şeyi gözü görmeyecek derecede insanı kör
eder. Bu hakikat, insan vücudunun bütün organlarına, bütün duyularına, ve
ruhuna işler; damarlarındaki kan gibi her yerinde deveran eder, insanın eti
olur; vücudunun bütün mafsallarına girer; bedeninin ve ruhunun bütün
parçalarını etkileyerek, insanın varlığıyla özdeş olur, öyle ki insanda artık
ondan başka bir şeye yer kalmaz. Bu noktaya geldiğinde, bu dereceye ulaştığında
ise, insan başkasıyla konuşurken bile, sevgilisiyle konuşur, başkasından bir
şey duysa, sevgilisinden duymuş olur; her neye baksa, sevgilisine bakar gibi
olur; gördüğü her şeyde sevgilisinin suretini görür; herhangi bir şey görse,
“Bu O’dur!” der. İşte o zaman bu sevgi “ışk" diye adlandırılır. .
Kur’an’da
hikaye edildiği gibi, Züleyha58 buna yakalanmıştı. Bir gün, damarını
kesti; kanı yere damladı ve toprağın üstüne “Yusuf! Yusuf!” diye yazdı
defalarca. Çünkü sevgilisinin adını anma, damarlarındaki kana karışmıştı. Aynı
şekilde, Hallaç hakkında da buna benzer şöyle bir şey anlatılır: Kesilen
organlarından akan kanla toprağın üstüne “Allah! Allah!” diye yazılmıştı,
bunun üzerine, Allah O’na rahmet etsin, şu dizeleri söylemişti.
“Uzuvlarım
kesilmiş, mafsallarım sökülmüş, ne çıkar!
Her
birinde Senin Adın anılır Rabbim! Senin Adın yazılır!”
İşte, bu
durum, bu baptandır. Bu tür bir sevgiye yakalananlar gerçek “âşıklar” dır.
Onlar bu sevgide helâk olmak, yok olmak istemişlerdir. Böyle bir yok oluşu
istemeye “gdrâm", yani, aşkın hakimiyeti altına fiilen girme, denir.
Sevenlerin niteliklerini anlatırken, inşallah bu konuyu ele alıp inceleyeceğiz59.
VEDD:
Bu sevgi, “hubb”un, veya “ışh”ın, ya da “JıevcTnın, kararlı ve devamlı
olmasıdır. Âşığın durumu ne olursa olsun, bu üç durumdan birine girecektir. Bu
sevgiyle nitelenmiş bir insan sebatlıdır, kararlıdır; hiçbir şey ondaki bu hali
değiştiremez ve etkisini bozamaz. Hoşa giden ya da hoşa gitmeyen durumlarda
etkisi aynı sürekliliktedir. Her an varlığının yanında olmasını arzuladığı
sevgilisinden ayrılması ya da uzaklaşması onu ne üzer ne de sevindirir. Böyle
olmakla birlikte, sevgilisinin varlığı zuhûr etmiş olduğu için o gene de
sevgilisine bağlı kalmaya devam eder. Demek oluyor ki, bütün bu tutumlar,
tavırlar “vedd” diye adlandırılır. Yüce Allah’ın şu ayeti bunu belirtmektedir:
“îman edenler ve satıh amel işleyenler için Rahman, kararlı bir sevgi
yaratacaktır." (Kur’an, 19/96). Yani Allah katında ve kulların
gönlünde onlar için kararlı bir sevgi yaratacaktır ve onları herkese
sevdirecektir. İşte, “vedd”in anlamı budur.
Gerçekten de sevginin, âşıkları etkileyen çok çeşitli durumları vardır.
İnşallah bunları ilerilerde de ele alıp inceleyeceğiz. Örneğin, “şevk" —(şidetli
arzu); “gürüm”—(aşkın hakimiyeti): “lııyem”—(çılgınca aşk); “kelef”—(aşk
derdi): “behd”-(aşkından ağlama); “hüzün”, “hebt?”-(aşk yarası);
“zübıd”-(vücuttan düşme, aşkından erime); “inhisar”-(iç çöküntü, yıkılma,
kırılma). Ayrıca bunlara benzeyen ve âşıkların vasıfları olan ve ‘ şiirlerde
anlatılan nice nice durumlar. İnşallah bütün bunları ayrıntılı olarak
açıklayacağız.
Sevgide pek çok yanılmalar olur. Birincisi, daha önce zikrettiğimiz bir
şeydir. Yani âşıklar sevgilinin gerçek bir varlığı (enırün vücûdiy- yün)
olduğunu zannederler. Oysa ki sevgili, “adem” halinde olan bir varlıktır (emrim
ademiyyûn). Âşık, sevgiliye öylesine bağlanır ki sonunda onu, gerçek bir
varlıkta ,”var” olarak görür. Âşık, gerçek varlığını sevdiği sevgiliyi görür
görmez, var olan bu varlıktan doğan bu halin sürmesi için, sevgisi yenilenir.
Böylece sevgili hep ''ma'dum” olarak kalır. Sevginin temel
hakikatlerini ve onunla ilgili tüm halleri bilen “arifler” dışında âşıkların
pek çoğu bu durumu bilmezler. Bunu daha önce belirtmiştik.
Bu bölümde söyleyeceklerimizin çoğu, çok aşırı bir dereceye ulaşmış
sevgi hakkında olacaktır. Bu aşırı sevgi, âşıkların akıllarını başlarından
alır; onları zayıflatır, bir deri bir kemik haline sokar; düşüncelerine
musallat olur, inatçı bir saplantı, bir kuşku, bir türlü uyuyamama, kuvvetli
bir aşk arzusu, bir şevk, bir iştiyak, devamlı uyanık kalma gibi haller
doğurur. Bu sevgi, insanın davranışını bütünüyle değiştirir, gönlünü ve
yeteneklerini alt üst eder. Sevgilisi hakkında yanlış, hatta kötü bir fikir ve
kanaat sahibi olacak, onun hakkında suizanda bulunacak kadar, âşığı acılara
boğar. Bu sevgi, âşığı deli-divaneye çevirir. Şunu be- lirleyim ki burada,
senin, sevgilinin kendisinde zuhur etmesini istediğin bir varlığı
kasdediyorum, oysa bu konuda insanların çoğu o varlığın genellikle kendileri
için bir sevgili olduğunu sanırlar.
Bu konu üzerinde biz iki gruba ayrılmış durumdayız. Bizden bir grup, o
mevcûd’dan olan ve de sevdiklerini onda zuhftr ettirdikleri, sevdiklerinin
var oluşlarım ona ayan ettikleri, kendi hayallerindeki misale (kopyaya)
bakarlar. Bu, hayalde bir bağlantı kurmaktır. Dış gözlerinde o sevgililerinin
var oluşlarından daha latif bir bağlantı ile ona bağlanarak onu müşahedeye
dalmaktır. Bu onlara daha tatlı gelir.
İşte Leylâ’nın aşkıyla mecnun olan, Kays’ı, Leylâ yanına geldiği zaman
Leylâ’dan yüz çevirten bu aşktır. Bu durumdayken, “Gözümün önünden çekil git!”
demiştir Leylâ’ya. Sevgilisinin böyle açıkça hissedilen ve görülen varlığı,
onun hayali müşahedesinin zevkini perdelemekteydi, çünkü Leylâ, Kays’ın
hayalinde gerçek varlığında olduğundan daha çekici ve daha güzeldi. Böyle bir
durum sevginin en tatlı ve en güzel yanıdır. Kim bu niteliğe sahip olursa,
sevgilisinden ayrı kalmaktan şikayet etmeksizin, mutluluk ve nimet içinde
olmaya devam eder.
Biz bu ayrıcalıklı durumdan en çok yararlanan âşıklardan biriyiz. Çoğu
âşıklarda benzeri durumun olması nadirdir, çünkü doğal eğilimlerine ve
sevgilerine kabalık egemen olur; çünkü “latif" sevgilerine “kesafet"
bulaştırırlar. Bizce bunun sebebi şudur: Maddeden soyutlanmış manaların aşkına
tutulmuş insanın nihai gayesi, o manalar “kesif’ bir biçim kazandıkları zaman,
o manaları yeniden hayale indirmektir; tabii ki onları çok aşağılara indirmek
istemeyecektir. Peki öyleyse, aşkta en kesif hali olan kimdir? Onun manalar
hakkındaki “letafet”! nedir sence? İşte durumu böyle olan birinin
Allah’ı sevmesi de mümkündür. O insanın gayesi Alla’a duyduğu aşkını
“teşbih”den tecrid edemediği zaman, ona hayal planına kadar indirmek olacaktır.
Bu durum Hz. Peygamberin — selât ve selâm üzerine olsun— şu sözünde
ifade edilmektedir: “Allah’a sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet et,
çünkülter ne kadar sen O’nu görmesen de O seni her an görmektedir."
Biz bu sıfatla bir varlığı sevdiğimiz zaman, sevgilimizin, kesif cisimler
âlemine ait, hissedilebilen varlıklardan birinde zuhur etmesini isteriz.
Sevgilimizi kendi güzelliğinin daha üstünde olan bir güzellikle donatarak onu
hayal âlemimize yükselterek onu laıi deştiririz ki artık oradan sevgilimizin
ayrılması ya da uzaklaşması imkânsız olur. Böylece âşık sürekli bir kavuşma
içerisinde olmaya devam eder. Bu konuyla ilgili şu dizeleri yazdım:
Aşkından nıeaıutıa dönmüş kişi
sürekli yakınmakta
Ayrılıktan, sevgilisinden uzakta
kalmaktan
Bense, tam tersine çok uzağım böyle
yakınmaktan
Çünkü sevgilim her an
hayalimde, her an yanımda Doğrusu, sevgilim benden doğmakta, bende kalmakta
Öyleyse “Bana ne oldu? Bana ne oldu?" demek niye?
Yukarıda, aşk, insanın aklını başından alır götürür, demiştik. Kimileri
de “akıl ile idare edilen aşkta hayır yoktur.” demişlerdir. Ebu’l-Ab- bas
el-Mukarani el-Kussad da şöyle demiştir: “Aşkın, insanlar üzerinde, akıldan
daha etkili bir gücü vardır.” Evet, üstadlar böyle dediler, çünkü akıl, insanı
belli bir kayıt altına alır, oysa ki aşk insanın hayatını alt üst eder, insanı
şaşkına çevirir, hayrete düşürür. Şaşkınlık ise, akıllılıkla bağdaşmaz. Akıl
sayesinde insan kendini toplar. Şaşkınlık ise, insanın kendini dağıtmasına
neden olur.
Hz. Yakup çocuklarına "Eğer, bana bunadı demezseniz inanın ki ben
Yusuf un kokusunu duyuyorum.” dedi. Bunun üzerine Yusuf un kardeşleri Ya- kub’a
“Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığın içindesin.” dediler. (Kuran, 12/94- 95)
Bu şekilde Yusuf’un kardeşleri, babalarının Yusuf’a duyduğu sevgiden dolayı
nasıl bir şaşkınlık içine düştüğünü belirtmek istiyorlardı.
Demek ki, şaşkınlık insanı dağıtmakta, insanın kendini toplamasına imkân
vermemektedir. Bu nedenle aşk, “dağılma” ve “dağıtma” özelliğiyle tavsif
edilmiştir. Bu özellik, birçok açılardan, âşığın kaygılarını, sıkıntılarını
dağılır. Bu bağlamda. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, sizi bir
tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, o ikisinden de birçok erkekler
ve kadınlar çoğaltan Rabb’inizden korkun..” (Kur'an, 4/1). Aynı şekilde
gene şöyle buyuruyor: “...Dağlar etrafa serpildikçe serpildiği, dağılan bir
toz duman haline geldiği zaman...” (Kur’an, 56/5-6).
Âşık, sevgilisinin hükmü altına girer; onun hakimiyeti altında kalır.
Dolayısıyla kendisi için, kendisinde bir idare mekanizması kalmaz. Bağımsızlığım
ve özerkliğini yitirir. Gönlünü ve kalbini ele geçiren, istila edip kuşatan Aşk
Sultanı’nın kendisine verdiği bağışlara ve emirlere ba- ğıınlı kalır.
Sevgisindeki bu alt üst oluştan dolayı, âşık karşılaştığı her şahısta
sevgilisinin güzelliğini gördüğünü hayal eder. Aynı şekilde, bizzat kendisinin
gördüğünü, onu görenlerin de gördüğünü düşünür. Bunun böyle olmasının nedeni,
âşığı saran hayret ve şaşkınlıktır. Şu atasözü de bu durumu dile getirmektedir:
“Kimi seviyorsan, herkesin yüzünde onu görürsün.” Yani sevgilin daima senin
yanındadır. Ey âşık, sevgilin senin gözünde ne denli güzelse, sevgilini gören
herkesin gözünde de o denli güzel olduğunu tahayyül edersin.
Âşığı saran
bu duygunun, onun bu şekilde alt üst oluşunun bir başka nedeni de, sevgilisini
elde edebileceğini sandığı çeşitli yollarla şaşkına dönmesidir. Aşık,
“sevgilime kavuşmak için şöyle şöyle yaparım; şu şekilde ya da bu şekilde
hareket ederim” der kendi kendine. Fakat, kullanması gereken yol ne olursa
olsun gene de şaşırıp kalmaktan geri durmaz, çünkü duyu planında sevgilisiyle
birlikte olmaktan elde edeceği lezzetin, zevkin hayal planında ondan elde
edeceği lezzet ve zevkten daha büyük olacağını tahayyül eder. Bunun nedeni,
uyku halinde iken hayalinde hissettiği lezzetten duyduğu zevkten gafil olan,
dolayısıyla ondan vazgeçen bu âşığın üzerine lıesafet'in hakim
olmasıdır. Bu durum âşığa, hayal ile elde edeceği zevkten daha yoğun ve daha
büyük bir zevk verir, çünkü böyle elde edeceği kavuşma hayalen elde edeceği kavuşmadan
daha kuvvetli olacaktır. Oysa ki hayalen kavuşma fiziki kavuşmadan yani
duyular planındaki kavuşmadan daha çok etkiler insanı. Böylece, mana olarak
doğan lezzet ve zevk, hayalen kavuşmadan doğacak zevkten daha yoğundur
(kesiftir). İşte o zaman, sevgilisiyle fiziki kavuşmasına imkân veren yollan
bulma konusunda âşık şaşırıp kalır. Amacına ulaşmak için bir hile, bir yol
bulmak ümidiyle âşık, bu konuda bilgi ve tecrübe sahibi olanlara konuyla
ilgili sorular sorar; hele bu konuda şairin aşağıdaki dizesini işitmişse!
"Gerçekten âşık olduğun doğru olsaydı
Sana gösterilirdi kuşkusuz aşkın yanıltmaları..."
NÜHÛL - ERİME:
Aşıkların sıfatlarından ilk anlatacağım, Hicri 599 yılında, Kabe-i
Muâzzama’da, Rûkn-i Yemani önünde bulunduğumuz bir sırada -Yunus ibn Yahya ibn
Ebi'l-Hasan el-Haşimi el-Abbasi cl-Kassar’ın bize anlattığı şu vasıftır. Şöyle
dedi: “Bize İbn Abdülbaki anlattı, ona da Ah- med ibn Ahmed, ona da Ahmed ibn
Abdullah, ona da Abdullah ibn Muhammed ibn Cafer, ona da Hicri 288’ de mûfessir
Ebu Bekir ed-Dey- nuri anlattı, ona da Muhammed ibn Amed eş-Şemsatiyyi
anlatmışmış; dedi ki: “Zünnun el-Mısri’nin60 şöyle dediğini işittim:
“Gerçekten Allah’ın bazı kullan vardır ki kalbleri Allah aşkının kristalvari
saflığıyla doludur. Allah onların ruhlarını Kendisini görme şevkiyle ve aşkıyla
genişletmiştir. Âşıkların gönüllerini Kendine çeviren ve Aşkıyla dolduran;
anlayışlarını, akıllarını O’na yaklaşmaya elverişli kılan; O’nun bağışını kabul
edebilmeleri için göğüslerini saflaştıran, berraklaştıran Yüce Allah’a hamd
olsun! Onları yardımıyla başarılı kılan; dayanılmaz yalnızlıklarında onları
Kendine yakın ve dost eden; onların hastalıklarını iyileştiren Yüce Allah’a
hamd olsun! Ey Allahım, onların bedenleri Senin için eğildi. Uzanan elleri
Sen’den gelecek lütfün artması için açıldı. Sen’i anlamanın ne denli tatlı bir
zevk olduğunu tattırdın onlara. Böyle- ce hayatlarını güzelleştirdin hem de ne
kadar güzelleştirdin! Onlara bağışladığın nimetler ne denli sürekli! Göklerin
kapılarını açtın onlara! Onların kalblerine “melekut âlemi”nde dolaşma izni
verdin! Fakat gene de âşıkların sevgisini unutmadın, çünkü sana âşık olanların
aşkı, şevki, Sen’in üzerine müsteniddir. Ariflerin kalbi Sen’i arzular.
Sadıkların kalbi Sen'i arar, Sana sığınır. Korkanların korkusu Sana bağlanır.
Yoksulların gönlü Senin korumana muhtaçtır, çünkü bazen gevşeklikleri nedeniyle,
rahatları için umutsuzluğa düşerler, kendilerindeki gafleti görmeye de pek
eğilimli değillerdir. Kendilerini ilgilendirmeyen konularda fikir yürütmeye
pek girişmezler. Geceleri uyanık kalmaktan dolayı, yorgunluktan gevşemezler.
Dilleriyle Ona münacat ederler. O’na olan gereksinimlerini bilerek O’na karşı
müıevazi davranırlar ve O’na gizlice yalvarırlar. İşledikleri günahlardan ötürü
O’nun affını, yaptıkları hatalardan dolayı O’nun bağışlamasını isterler. Hüzün
fikriyle kalbleri erir ve Allah’a iyi, dindar insanlar olarak hizmet ederler.”
Allah onlardan razı olsun, onların belirgin vasıflarından biri “mi- hûl"dür.
Bu sıfat onların kesif ve latif özellikleriyle doğrudan ilgilidir. Aşıkların
latif olan ruhları böylece duyuların algılamasından ve hayalin
biçimlendirmesinden kurtulur. Aşk onlara kuşkusuz serap letafeti gibi bir
latiflik verir. Bunun açıklaması şöyledir:-Susamış biri serabrgö- rünce, onu su
zanneder. Kur’an’da bu durum şöyle açıklanmıştır: “İnkar edenlere gelince,
onların işleri düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su zanneder, fakat
yanma gelince bir şey olmadığını anlar ve orada Allah’ı bulur. Ve Allah onun
hesabını görür. Alah hesabı çabuk görendir.” (Kur’an, 24/39). Serabı su
zannetmesinin nedeni, o insanın susamış olmasıdır, eğer su- samasaydı onu su
zannetmezdi, çünkü o insanın araştırmaya yönelmesi suya duyduğu gereksinimdendir.
Bu nedenle suda hayatın sırrı gizli olduğu için, daha doğrusu su hayat kaynağı
olduğu için, suya olan isteğini ve sevgisini gerçekleştirmek üzere seraba
yönelir. Fakat yanına varınca, orada hiç bir şey bulamaz. Orada hiç bir şey
bulamayınca, su yerine, yanı başında Allah’ı bulur. Aslında susamış bir insanın
oraya yönelmedeki gayesi, maksadı bizzat su idi. Allah’ın maksadı ise. o insanın
işin farkına varmaksızın, bu yanılsama yoluyla onu Kendisine ulaştırmak!...
İşte böylece Allahu Teâlâ, kul farkına varmaksızın, kulunu aldatır. Aynı
şekilde Allah, Kendisine sığınan, iltica ve rücû eden, Kendisine güvenen kuluna
daha fazlajlgi gösterir. Allah o kulu için, kul işin bilincine varmaksızın,
sebebleri yarattığı anda, o kulu sebeblerden kurtarır. Böylece o kul bu serap
içinde hayal ettiği sudan mahrum olunca, yanında sadece Allah’ın varlığını
bulur. Demek ki kul, yan sebeblerden kurtulunca ve istediğini elde edemeden o
yanıltıcı gerçeklerin kapıları kapanınca, ancak o zaman Allah’a rücû etmekte,
O’na dönmektedir. Sonuçta, kul “lıerşeyin hükümranlığını, melekutıımı
elinde bulunduran Tan- n’ya" (Kuran,36/83) döner. İşte Allah
tarafından, bu yolla, bu şekilde, istenilen amaç budur, kulları (onlar
Kendisini sevmelerine rağmen) Kendisine doğru zorla ya da kendi istekleriyle
göndererek yapar bunu. Aynı şekilde kullar, ruhlarının, Allah’ın kendilerine
farz kıldığı yükümlülüklerle yükümlü olduğunu bilirler; ayrıca ruhlarının
bilerek Allah'ın Emri üzerine çalıştıklarına inanırlar. Bunu da Allah'a
duydukları sevgiyle, muhabbetle ve O’nun Rızasını kazanmak arzusuyla, ve O
emrettiği şekilde onların hareket ettiklerini görsün diye, yaptıklarına
inanırlar.
Gözlerinin
önünden perde kalkınca ve kalb gözleri açılınca, kendi nefislerini su
şeklindeki serap gibi görürler; ayrıca Allah'ın hukukuyla, yani kendilerine
emrettiği yükümlülüklerle, kaim olanın, sadece o fiillerin yaratıcısı olduğunu
görürler. O yaratıcı ise Allah tır. Dolayısıyla, yanılsamayla kendi varlıkları
olarak hayal enikleri varlığın Allah olduğunu anlarlar. Böylece onların
varlığı kaybolur, geriye sadece Hakk’ın Varlığıyla müşahede edilen Hak baki
kalır, tıpkı su serabı da seraptan fani olunca, geriye sadece su olmayan
serabın müşahede edildiği gibi. Sonuç olarak, ruh da kendi içinde bir
“mevcuı”tur ve “fail” değildir.
Böylece
bilinmiş oldu ki, seven, sevilen varlıkla özdeş olmakta ve sonuçta kendini
sevmiş olmaktadır. Bu iş böyle olur, başka türlü olmaz.
İşte
âşıkların ruhlarında bundan daha latif bir “nûlııd” olamaz. Âşıkların kesif
yönleriyle ilgili olan “nülıu/’’a gelince. Sevgililerinin kendilerine
yüklediği şeyleri yerine getirme konusunda kendilerini kuşatan düşünce
dalgalarının etkisi altında renklerinin değişmesi ve bedenlerindeki etlerin
erimesidir. Bu nedenle âşıklar, ahitlerine, antlaşmalarına vefalı davrananlar
olarak nitelenmeleri için kendilerine yüklenen bu yükümlülükleri severek ve
büyük bir gayretle yerine getirirler. Çünkü Allah’a bu konuda ahit
vermişlerdir. Allah’a ve O’nun Elçisine iman etme, inanma konusunda o antlaşma
üzerine bağlı kalırlar. Dolayısıyla Allah’ın şu sözüne kulak verirler: "Ey
iman edenler! Yaplığınızcıkitleri yerine gelirin." (Kur’an, 5/1);
“Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdiğim sözü tutayım.”
(Kur’an, 2/40); Anlaşmayı bozmayınız, çünkü siz Allah’ı kendinize "kefil”
yaptınız.
İşte,
âşıkların cisimlerinin erimesine neden olan durumlar bunlardır.
ZÜBÛL -
HARAP OLMA:
Bu nitelik
sahih bir niteliktir; âşıkların hem ruhlarını hem de vücutlarını derinden
etkiler.
Vücutlarını
etkilemesinin nedeni, yağ ve su içeren, leziz ve iştah açıcı yemekleri
terketmeleridir. Oysa bu yemekler (nefislere) ruhlara bir tat, vücutlara da
sağlık ve güzellik verir.
Allah
onlardan razı olsun bu âşıklar. Sevgilinin, kendilerine, Huzurunda
durmalarını, kıyanı etmelerini, öteki insanlar uykuya dalmışken, O'nun tecelli
ettiği sırada, O’rıa mûnacatta bulunmalarını emrettiğini bilirler.
âşıklar,
vücutlarında meydana gelen rutubetlerin duygularını körelterek ve bulandırarak
beyinlerine kadar yükselen buharlar çıkardığını görürler. Halvet içinde O’na
mûnacatta bulunmak için uyanık bir halde Sevgili’nin huzurunda durmalarını
engelleyecek derecede, üzerlerine uyku çöker. Sonra, bu buharlar onların
bedenlerinde bir güç bir kuvvet ortaya çıkarır ki, bu kuvvet bütün organlarına
yayılır ve sevgililerinin, kendilerine tasarrufunu yasakladığı fuzuli işlerde
bulunmaları için on? ları kışkırtır. Bunun üzerine onlarda birinci derecede
ihtiyaç olmayan yiyecek ve içecekleri terkederler. Bu nedenle, vücutlarında
meydana gelen rutubet, dedim ya yavaş yavaş azalır. Böylece sağlıkları ve
güzellikleri yok olur; yüzlerindeki parlaklık gider, bedenlerindeki uygunluk
kaybolur; boyları posları biçimsizleşir. Uykuları dağılır; uyanıklıkları
güçlenir, yoğunlaşır, artar. Dolayısıyla Sevgili’nin huzurunda kıyamda durmak
olan amaçlarına ulaşırlar. Bu zûhdle, yani terkettikleri şeyle, amaçlarına
ulaşmak için gerekli yardımı bulmuş olurlar. İşte vücutlarının “zühul”ü, yani
harap olması bu demektir.
Ruhlarının
“zübul”ûne, yani harap olmasına gelince; bunun sebebi, onların sahip oldukları
ilimlerin ve marifetlerin verdiği birçok nimetler ve büyük mutluluktur.
Gerçekten de bu âşıkların ruhları yardımlaşma hususunda kendi cinsleriyle bir
dostluk, bir içtenlik kursunlar diye, “mele-i a’la”daki varlıkların ruhlarıyla
sıkı bir ilişki içindedir. Çünkü onlar Allah'ın şu sözünü işitmişlerdir: "İyilik
ve takva üzere yardımlaşın.” (Kur'an 5/2). Onlar kendilerini, bu ayetin
muhatabı olarak hayal etmişlerdir, oysa iş hiç de öyle değildir, çünkü bu
ayete muhatap olanlar, günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşanlardır. Bu
nedenle Tanrı, bir yasaklamayla sürdürmektedir ayetin devamım: "... günah
ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın; ayrıca Allah'tan korkun...” (Kur’an,
5/2). Görülüyor ki, böyle bir durum “mele-i a’!a”daki varlıkların
sıfatlarından değildir.
Böylece bu konudaki yanılgılarını öğrenince bu ayet üzerinde durmaktan
vazgeçerek şu ayet üzerinde durmaya başladılar: “Allah'tan yardım isteyiniz
ve sabrediniz" (Kur’an, 7/128), yani nefislerinizi (ruhlarınızı)
Allah’la birlikte tutunuz. Bu ayetin etkisiyle onlar, ilgili varlıkların
farkına varırlar; o varlıklarla birlikte bulunmaktan dolayı büyük mutluluk
içinde oldukları halde, ruhları harap olur, çünkü artık onlar “Zatına benzer
hiçbir şeyin olmadığı Varlık"a bağlanmışlardır (Kur’an, 42/11).
O’nunla kendileri arasında bir benzerlik ilgisinin olup olamayacağını
bilemezler. Dolayısıyla o ilgiye bağlanırlar. İşte o zaman “mele-i a’la”da- ki
varlıklara şöyle derler: “Allah’ı tanımak, ancak Allah (sübhanehu), sana senin
dilinle, senin tarzında ve senin ifadelerinle hitabederse mümkündür. Eğer bu
dili konuşan varlıklar —ki sen de onlardansın— Allah’ın hitabı üzerinde aynı
kanıya varırlarsa, o zaman O’nu tanımak mümkündür. Öyleyse, o dil ile Allah’ın
size hitab ettiği şeylerin anlamına dönünüz. O hitabın anlamı bu tarzda
geliştirilen fikre tamamen uygundur. Bizi Allah’a bağlayan bu incelikten
ötürü, bilgisizlikle, O’nunla kendi aranızda bir benzerlik kurmaya
kalkışmayınız.”
Hiç kuşkusuz Allah'ın sana hitab etliği şekliyle bu sıfat gereklidir,
çünkü Allah Kendisini o sıfatla vasfetmektedir. Nitekim O’nun sıfatları, bizden
O’na doğru giden özel bir ilgiyle ancak geçerli olmaktadır. Sen bu sıfata
bağlandığın, gereğine kesinlikle uyduğun zaman, o sıfat seni O’nun yanma
eriştirecektir. İşte o zaman o sıfatın O’na nisbetinin nasıl olduğunu bir zevk
ilmiyle ve bir ilâhı tecelliyle bileceksin. Dolayısıyla “zübul”ün, haraplığın
öylesine artacak ki vehmedilmiş hayali bir noktaya döneceksin, tıpkı
kimilerinin şöyle dediği gibi:
“Sende döndüm ben, bitkinlikten dolayı, Tıpkı
vehmedilmiş bir hayali noktaya.”
Böyle bir şey
ancak vehimde bir varlık kazanabilir. İşte âşıkları ruhlarında
belirginleştiren “zûbul” sıfatı böyledir.
Keşf yoluyla
teyit edilmiş bir haberde bize aktarıldığına göre, İsrafil aleyhisselâm, yani
en yüce ruhlardan biri olan ölüm meleği, kalbi üzerine Allah’ın büyüklüğünün,
azametinin inip çökmesiyle her gün kendi nefsinde yetmiş kere daha küçük
olmaktaydı ve hatta boyutsuz bir hale geliyordu. Tıpkı Kıyamet Günü’nde
Allah'ın kullarına üstün olduklarını göstermek amacıyla kibirlenenlerin
Kıyamet Günü’nde alçalmış ve horlanmış zerreler, küçücük parçacıklar olarak
haşrolunacakları gibi. Çünkü onlar dünyadayken büyüklük taslamışlar,
kibirlenmişler, şişkinlik etmişlerdi.
İşte bu sıfat
onların ruh ve bedenlerindeki “zübûl”dûr.
GÂRÂM -
HELÂK OLMA:
Daimi bir
sevgiyle ortaya çıkan, Sevgilide helak olmayı isteme halidir bu. Yüce Allah bu
konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Gerçeklen de Cehennem
azabı daimi bir helaktir" (Kur’an, 25/65); yani sevgilinin varlığına
devamlı bağlanmakla ortaya çıkan bir helak olma durumudur. “Gdrim” terimi de
aynı köklendir. Kendisine bir şey borçlu olunan anlamındadır. Bu nedenle “gânm”
yani "borçlu” diye-adlandırılır. Bu sözcüğün harflerinin (G-R-M) yerleri
değiştirilirse “ragam” (R-G-M) sözcüğü elde edilir. Bunun anlamı toprağa
yapışmak, iğrenmek, tiksinmek, karşı koymak, küçük düşürmektir; toprak yığını
demektir. Örneğin, “Burnu büyüdü!" (Ragime enfuhıı) denir, çünkü
yüzün güç ve kuvvet ifade eden dış kısmı burundur. Bununla “ragâm”
terimi arasında, namazda bir ilgi kurulmuştur, çünkü namazda secde haline
varınca burun toprağa yapışmaktadır. Böyle olunca, yani aşkın helak etmesi
anlamına gelen “garanı" teriminin, “ragctnı” terimiyle de ilgisi
kurulunca. “mııgran”in, yani aşkla helak olmuş varlığın, zillete, alçalışa
düçar olduğu da gösterilir. Çünkü toprak zelillerin zelilidir. İşte bu
nedenle, zelil varlıklar tarafından çiğnendiğinden dolayı toprak, belagatta
mübalağa sıiğasıyla “zelııl" diye nitelendirilir.
"HM”;
asıl sevgi, sevenlerin kalbinde olan bir şeydir; “şevk" ise; müştak
olanların, aşırı bir arzuyla sevenlerin kalbindedir; uykusuzluk, aşkından
dolayı geceleri gözüne uyku girmeyenlerdedir. Aşkın öteki sıfatları da
böyledir. Kimde o sıfat varsa, o sıfatla nitelenir. Aşkın bütün bu sıfatlarına
sahip olan kişiye, yani o âşığa “nıugrem". o âşığın sıfatına da "gârâm"
denir. Dolayısıyla bu öyle bir isimdir ki, âşığı etkisi altına alan aşkın bütün
sıfatlarına uygun düşer. Seveni, âşığı, “gârâm" sıfatından daha
genişçe kuşatan bir başka sıfat daha yoktur.
ŞEVK:
Şevk,
özellikle sevenle sevgili bir ve aynı oldukları zaman, sevgiliyle kavuşmaya
götüren ruhani bir harekettir. Aynı zamanda sevgiliyle kavuşmaya götüren tabii,
cismani ve hissi bir harekettir de. Eğer âşık öyle bir varlığa (yani hangi
sevgili olursa olsun) kavuşursa, o hareketinde bir huzur ve sükun bulur;
bununla birlikte, sevgiliyle kavuşmuş olmasına rağmen o hareket kendisini
hayrete düşürür. Sevgilisiyle fiilen kavuşmuş olmasına rağmen, şaşkınlığı artar
ve kendisini bir korku sarar. Bu korku, sevgilisinden ayrılma korkusudur,
dolayısıyla vuslatın, o kavuşma halinin sürmesini ister ve yeniden vuslata
işkiyak duyar. Şevk konusunda biri şu dizeleri söylemişti:
“Aşktan ve
korkudan evler evlere yaklaşınca,
Bir günlük
şevkten daha tatlı ne var acaba?"
Bir başkası
da yukarıda zikrettiğimiz vuslat halindeki korku hakkında şunları söylemiştir:
"Aşktan
ağlıyorum onlara, benden uzaklaşırlarsa,
Korkuyorum
ayrılacaklar diye bana yaklaşırlarsa."
Bu durum,
O’ndan başka birini sevenin cezasıdır, çünkü o şahıs sevgisini O’nun dışında
olan birine yöneltmiştir. Eğer o şahıs gerçek anlamda Allah’ı sevmiş olsaydı,
durumu hiç de böyle olmazdı. Allah’ı seven, ayrılık korkusu duymaz, çünkü O’na
bağlanmıştır sımsıkı. O’ndan nasıl ayrılabilir ki? Allah'ı seven, Allah’ın
kabzasında, avucundadır; O’ndan kesinlikle ayrılamaz. Ayrıca sevgilisi, âşığı
her an görmekledir. Gerçekten de "O, ona şahdamarmdan daha yakındır.”
(Kuran. 50/16). "Attın amma sen atmadın, fakat Allah attı.” (Kuran,
8/17).
“O’ndan ayrılmak nasıl mümkün olur, nerdc?
O’ndan başka biri yok ki Evrende.”
Bir kudsi
hadiste Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bana bir karış yaklaşana, Ben bir
kulaç yaklaşırım. Eğer kulum Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.”
İşte bunun için ey kardeşim! seni Allah için sevenle, kendi nefsi için sevenin
kıymetini takdir etmen gerekir, çünkü Yüce Hakk, âlemden müstağni olmasına
rağmen, kulu O’nu sevince kuluna kavuşmak için ona koşarak gitmektedir. Kulunu,
Kendine öylesine yaklaştırmaktadır ki kul O’nun meclisine girmektedir ve o
kulu, meclisindeki seçkin varlıklar arasına sokmaktadır. Öyleyse, seni birisi
sevdiği zaman bu sıfata en layık sensin demektir, çünkü seni seven sana kendisine
efendilik etme hakkını vermekte ve kendi nefsini senin tahakkümüne,
egemenliğine bırakmaktadır.
Öyleyse, eğer
sen de akıllıysan sevginin kıymetini, aşkın gücünü, seni seven varlığın
değerini bilmen gerekir; ayrıca ona kavuşmak için, Allah’ın ahlâkıyla
ahlâklanarak, gayret göstermen ve acele etmen gerekir61. Çünkü
O, o sevgiyle yarattı seni; o sevginin bir dengi, bir benzeri kesinlikle
yoktur, ebediyen de olamaz. Çünkü O’nun yaptığı her şey sevgiyledir,
sevgidendir, İlk önce de onunla başlamıştır işe; dolayısıyla her şey o sevginin
bir sonucudur; ta ilk baştan beri, seni o sevgiyle sevmektedir.
HIYAM -
ÇILGINLIK:
Bu aşka
tutulanlar çılgınca âşık olurlar; ne söyleyeceklerini ne yapacaklarım bilemez
duruma gelirler; kendilerine dilediği gibi bir yön veremezler, bir karara
varamazlar. Bu sıfatı Allah'a âşık olanlara yakıştırmak daha uygundur.
Yaratıklardan birini sevenin haline gelince; Bu âşık, çılgın gibi, deli gibi
şurda burda dolaşmaya başlayınca, kendini bir telaş kaplar ve sevgilisine
kavuşmaktan umudunu keser. Oysa ki Allah’a âşık olan mutlaka O’na
kavuşacağından emindir, şuraya buraya yönelerek telaşa kapılmaz, çünkü bilir ki
Allah zamanla ya da mekânla kayıtlı değildir ki bu yüzden oraya buraya
yönelsin. Hakk’ın hakikati O’nun kayıt altına alınmasını engeller. Bunun için
Allah şöyle buyurmaktadır: “Nereye dönerseniz dönünüz Allah'ın yüzü
oradadır." (Kur’an, 2/115), “Nerede olursanız olunuz, Allah sizinle
beraberdir." (Kur’an, 57/4)
Bu aşka
yakalananın aşkı her yerde ve her durumdadır, çünkü onun sevgilisi Hakk’tır,
dolayısıyla Hakk’a belli bir yöne yönelerek ulaşmaz, aksine hangi yöne
yönelirse yönelsin, hangi durumda olursa olsun, Hakk kendisine tecelli eder.
Bu durumdaki varlıklar, yani Hakk âşıkları, yaratıklara âşık olanlardan daha
çok layıktır bu sıfata, yani “lıı- yam" sıfatıyla, çılgına döndüren
aşkla sıfatlandırılmaya.
Hakk âşıkları
nezdinde, müşahede edilen yalnızca Allah’tır. Her gözden görülen, her dilden
konuşulan, her kulaktan duyulan sadece O’dur. Arifler O’nu böyle bilirler. O da
âşıklara bu hakikatle tecelli eder.
ZEFRÂT
-DERİN DERİN İÇ ÇEKİŞLER:
Bu yıkıcı bir
ateştir. Bir nurdur ki kalb onu taşırken daralır. Bu nedenle devamlı ve yoğun
bir şekilde aşağı saran üzüntü ve kederden dolayı, âşıktan derin derin iç
çekişler duyulur. Derin derin iç çekmeler çıkağı için, tıpkı ateş yanarken
işitilen çıtırtılara benzer birtakım hararetli ve hafif gürültülü sesler ve
iniltiler duyulur. İşte bu seslere “ze/rât” denir.
Bu sesler,
özellikle tabii bir cisimde olur, fakat bazen de cisim haline gelen bir surette
olur; bunun için bu derin derin iç çekmeler o surette zuhur edince, cisim
haline gelen o suret mücerret bir mana, yani maddesi olmayan bir cisim olarak
nitelendirilir. Ayrıca, tıpkı tabii cisimler gibi, o suretin de kızgınlık ve
memnunluk duyduğu söylenir, tıpkı Hz. Peygamberin, —Allah’ın selût ve selâm
onun üzerine olsun—, kendisi hakkında söylediği hadis gibi. Şöyle ki:
“Kuşkusuz ben de bir insanını, diğer insanların kızdığı gibi ben de
kızarım; diğer insanların memnun olduğu gibi ben de memnun olurum."
Nitekim “Kendisine
hiçbir şeyin benzemediği" (Kur’an, 46/11) Cenabı Allah da kendini “rıza"
ve “gazap"la, yani memnunluk ve kızgınlıkla ya da buna benzer şekilde
daha başka birbirine zıt sıfatlarla vasfetmiştir. İşte, sen de bu zıt sıfatlar
hakikatinden zuhur ettin bu âlemde. Bu nedenle diyoruz ki, Sübhan Tanrı bu
âlemi hem Kendi nefsiyle bilir hem de bu âlemle bilir. Bu böyledir.
Bu âlemde
zuhur eden her hakikat ve her sıfat için İlâhî bir ilke vardır. O hakikat ve o
sıfat o ilkeye bağlıdır. O hakikatlara ve o sıfatlara varoluş giysisini
giydiren o İlâhî ilke olmasaydı, onlar var olmazlardı ve onlardan bir iz
kalmazdı. Bu meseleyi ancak Allah ehli denilen insanlardan bazı seçkin kişiler
bilebilir, çünkü bu özel bir bilgiyi gerektirmektedir. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: “... Allah ona harşı kızmıştır, gazap etmiştir, ona lanet
etmiştir ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Kur’an, 4/93).
Hz. Peygamber’in hadisinde, Allah’tan şüphe eden, Allah’tan gâfil olan, O’nu
tanımayan kimse hakkında, bundan daha sert bir ifade kullanılmıştır. Bu hadis,
Kıyamet Günü’nde peygamberlerin sözü olarak nakledilen hadistir. Şöyle
buyuruluyor: “Hiç kuşkusuz Allah o gün öyle gazab eder, (kızar, öfkelenir)
öyle gazab eder ki ne ondan önce öyle gazap etmiştir ne de ondan sonra öyle
gazap edecektir." Demek ki bu gazap yukarıda zikredilen gazaptan daha
şiddetlidir, çünkü Allah’ın gazabı, sonradan ortaya çıkan (hudus) ve yok
olan (zeval) azap olarak nitelendirilmektedir.
Bu makamda Hz. Muammed, salat ve seldin onun üzerine olsun. Kendisinden
sonra, kuşaktan kuşağa geçerek, ashabına halef olacak makam ve ülke sahipleri
hakkında şöyle buyurmaktadır: “Siyaset sahibi olanlar, yani devlet adamları
verdikleri hükümlerde ve aldıkları kararlarda makamlarına ve ülkelerinin durumlarına
göre hüküm verirler."
KEMED - SEVDA:
Bu, kalbin en şiddetli hüznüdür. Bunda gözyaşı olmaz, ancak bu sevdaya
tutulan biri çok ah ve of çeker, inler durur, daima iç çeker. Bu öyle bir
hüzündür ki âşık onu kendinde bulur; ne yoksun kalabilir ne vazgeçebilir
bundan, fakat bir türlü sebebini de bilemez. Bu, âşıkların bir sıfatıdır ki
hassaten sevgiden başka bir sebebi yoktur bunun. Bunun biricik ilacı da
sevgiliye kavuşmaktır. Aşık, Sevgilisiyle öylesine meşguldür ki kendisini
saran bu aşk nedeniyle her tür duyguya karşı duygusuz kalır, bu sevda âşığı yok
eder, eritir, bitirir. Eğer sevgiliyle kavuşma bizzat gerçekleşmezse, ve eğer
sevgili âşığa emirler yağdıran bir sevgiliyse, âşık, sevgilinin emirlerini
yerine getirmekle meşgul olacaktır sadece. Böylece o emirleri yerine getirirken
hüznünden, sevdasından ferahlayacaktır. Çoğunlukla, sevgiliyle seven arasında,
seveni sevgilisiyle uğraştıracak, meşgul edecek bir şey olmazsa, hüzün olur.
Seven için, ancak sevgiliyle meşgul olunca yok olan sevdadan başka bir sıfat
yoktur.
Gerçekten de aşkın sıfatları pek çoktur. Birkaçını burada sayalım: Esef,
özlem, hayret, şaşkınlık, dehşet, kıskançlık, hırs, hastalık, heyecan,
sessizlik, hareketsizlik, ağlama, acı çekme, uyuyamama, devamlı uyanık kalma ve
de ayrıca âşıkların şiirlerinde dile getirdikleri daha nice nice sıfatlar...
Biz bu bölümde, özellikle ve münhasıran, Allah’ın kullarına duyduğu
sevgi ile, kulların Allah’a duyduğu sevgiyi ele alıp incelemeye çalıştık.
Noksan sıfatlardan münezzeh olan Tanrı sevdiği kullarını belirtmiştir.
Onlardaki belli sıfatlardan dolayı sevmiştir onları. Buna karşılık,
kendilerindeki bazı sıfatlardan dolayı, kimilerinden de sevgisini uzaklaştırmışım
Allah bunları Kendi Kitabında zikretmiştir. Ayrıca, selâı ve selâm üzerine olsun
Hz. Peygamberin dilinden de bunların kimler oldukları ifade edilmiştir.
Yüçonüçüncü cüz burada bitti; Sefer ayının onbeşinci günü.
ALLAH RESULÜ'NE BAĞLANMA:
Hah Resulü’ne, —selâl ve selâm üzerine olsun—, bağlanma konusu »/p
İlâhî yasayla belirlenmiştir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “De ki:
eğer Allah’ı seviyorsanız bana bağlanın İti Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın..." (Kur’an, 3/31)
Bil ki, Allah
için, kullarına duyduğu sevgide, iki sevgi ya da iki ilgi vardır. Bu sevgi,
iradeye bağlı bir özelliktir. Birincisi, başlangıçtan beri Allah’ın onlara,
kullara duyduğu sevgidir. İşte bu sevgiyle Allah onlara, Kendine bağlanmalarını
sağlamıştır. Örneğin, bütün peygamberlerin (hepsine selâm olsun) O’na
kendiliklerinden bağlanmaları gibi. Öyle ki bu bağlanma, onlar için sonuçta iki
çeşit sevgi ilgisi doğurmuştur, çünkü bağlanma iki biçimde olmuştur:
Birincisi, farzları yerine getirmekle ve O’nu sevmekle; İkincisi, nafile
ibadetler yapmakla, Hz. Peygamber, selât ve selâm üzerine olsun, Aziz ve Çelil
Rabb’inden naklettiği bir hadisi kudside şöyle buyurmaktadır: “Kendisine
farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle kulumun Bana yaklaşmasından daha çok
sevdiğim bir şey yoktur. Kulum Bana, Ben kendisini sevinceye kadar nafile
ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Ben onu sevince onun kulağı, gözü, eli ve
tüm organları olurum." Kul nafile ibadetler yapmakla, Tanrı o kulun
kulağı ve diğer organları
oluyorsa, peki kul farzları yerine getirmekle, Tann’nın kula duyduğu sevgi
ne olur? Buna verilecek cevap şudur: Hakk bu seçkin kulun iradesiyle rnurad
eder; bu sevgiye, bu bağlanmaya özgü olan ilk ve asıl iradeyle, yani Allah’ın
dilemesiyle (nıeşie) tam bir mutabakat içerisinde, o kula bu âlemde hükmetme
imkânını verir. Böylece Allah, o kulu, o sevgiyle muvaffak kılar. Dolayısıyla
bu sevgi, yukarıda belirtilen birinci çeşitte yer almış olur, ki bu anlam
Tann’nın şu sözünde ifadesini bulmaktadır: “Allah dilemedikçe siz hiçbir
şey dileyemezsiniz" (Kur’an, 76/30), “Alemlerin Rabbi Allah
dilemedikçe, si? hiçbir şey dileyemezsiniz." (Kur’an, 81/29). Hakk
Teâlâ Kur’an’da zikrettiği sıfatlar nedeniyle, o sıfatları üzerinde uygulayan
kullarını sever. Bu sıfatlar ise, ancak Hz. Peygambere bağlanmakla elde
edilir.
Demek ki
Allah’ın Resulü, selât ve selâm onun üzerine olsun, bu yolu
sünnetleştirmiştir. Bunu da Allah’a bağlanmakla yapmıştır, çünkü “O hevadan
konuşmaz; onun konuştuğu kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.”
(Kur’an, 53/3-4). Allah Resulü, hem Allah’a hem de bize bağlı olarak hareket
eder, fakat Allah, kimilerinin sandığı gibi, fiilin, hem Kendisi için hem de
bizim için olmasını kabul etmez. Bu bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
Allah sadece bana ve size ne yapacak, nasıl davranacak bilmiyorum. Ben bana
vahyolunana bağlanıyorum. Ben sadece açık bir uyarıcıyım.” Bununla ilgili
olarak, Allah da şöyle buyuruyor: “Resulün üzerine sadece duyurmak,
bildirmek düşer” (Kur’an, 5/99).
Allah
Resulü’ne bağlanmak demek, onun bize söylediği şeyleri yerine getirmek
demektir. Bu nedenle, eğer Allah Resulü “yaptığım şeylerde bana uyunuz”
demişse madem, biz ona uyduk; öyle dememiş olsaydı bile bize düşen onun
söylediği şeylere uymaktır. Dolayısıyla, buradan bizim için çıkarılacak sonuç,
bize emrettiği ve yasakladığı şeylerde ona uymamız gerektiğidir. Onun bize
çizdiği sınırlarda durmak demek, fiillerinde ve ahlâkında ona uymak demektir.
Bu tutum, “keramet" ve “ayet” diye isimlendirilir, yani bu
tutum, bağlanmanın hakikiliğine ve doğruluğuna dair gerçek bir kanıttır.
Peygamberler
de aynı şekilde İlâhî emirlere bağlıdırlar. Hz. Peygamber, selât ve selâm
üzerine olsun, bu konuda şöyle buyuruyor: “Ben ancak bana vahyedilene
tabi oluyorum." Böylece, ilâhı emirlere tabi olması sonucu ortaya
çıkan ve onun üzerinde gözüken, Allah'ın işine, fiiline bağ- lanına olayı bir “ayet",
bir mucize, bir işaret, bir örnek olmaktadır. Eğer biz de onun gibi onlara tabi
olursak, onlara bağlanırsak, bizim için de bir “keramet"
olmaktadır. Fakat bu fiil, bu eylem himmet ve teveccühle olmalıdır; insan kendi
nefsini sevme, ona tabi olma durumuna düşmemelidir... O zaman Allah’ın İradesi
dışında başka bir sebebi olmayan ve ancak o şekilde olması gereken olağanüstü
haller kulda görülür. Bu fiil zahiri bir sebebten dolayı zuhur edecek olursa,
kul bu mucizevi hal içine giremez. Örneğin, zahiri bir sebeble kuşların uçması
misali. Hakikatte kuşları havada tutan Allah'tan başkası değildir62.
Bu şu anlama geliyor: Kuşların havada durabilmeleri ve uçabilmeleri için
gerekli se- bebleri Allah yaratmaktadır. Buna karşılık, eğer insan, olağan
durum dışında havaya çıkar ve alışılagelen zahiri sebeble değil de yalnızca kendi
iradesiyle havada yürürse, bu fiili, Allah’ın Kendi İradesiyle eşyayı
yaratmasındaki fiiline benzer, işte Tann’mn yaratma fiiliyle, eşyanın se-
beblere bağlı olarak vuku bulması arasındaki bütün fark burada yatmaktadır.
Bunun özelliği Tann’ya ittiba etmekle, O’na bağlanmakla gerçekleş-
mesindedir. Bu çerçevede Kendisine ittiba edilecek varlık yalnızca Allah’tır.
Kendi İradesiyle yarattığı fiilinde ittiba edilecek varhk da gene Allah’tır.
Her şey Allah’ın yardımıyla ve dilemesiyledir. “O’ndan başka Tanrı yoktur; O
Azizdir; O hikmet sahibidir.” (Kur’an, 3/6”.
TÖVBE EDENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:
Sübhan Tann’mn tövbe edenlere duyduğu sevgi de, onların Allah’a ve
Resulüne bağlanmalanyla ilgilidir. “Tevvâb" Allah’ın bir sıfatıdır.
Aynı zamanda Allah’ın “esmaül-hüsnö”sından, yani güzel isimlerinden biridir.
Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır; “Gerçekten de Allah, o
“tevvab”tır." (Kur’an, 9/104) yani tövbeleri en çok kabul edendir.
‘Allah tövbe edenleri sever” (Kur’an, 2/222). Demek ki, Allah sadece Kendi
ismini ve sıfatını sevmektedir. Kul bu isim ve bu sıfatla isimlenir ve
sıfatlanırsa kulunu da sevmektedir. Fakat kul, ancak Hakk’ın kendisine bu
sıfatı verdiği ölçüde bu sıfatla sıfatlanır. Bunun nedeni de şudur: Kul,
kendisini Allah’tan uzaklaştıran günah, isyan, itaatsizlik ve başkaldırı gibi
kınanacak her türlü hal içindeyken bile Yüce Tanrı kuluna doğru döner. Kul, kendi
hemcinslerinden biri kendisine bir kötülük, bir haksızlık yaptığında, bu
kötülüğe karşı iyilikle karşılık verir ve ona kötülükle mukabelede bulunmaya
kalkışmazsa, yani işte bu şekilde Allah’a dönerse, bu kul “tevvab” diye
adlandırılır. Her an ve her durumda Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu
bilmeyen kişinin, yalnızca Allah’a dönmesi doğru olacaktır. Bu nedenle O,
“Allah’a bu şekilde dönerseniz” derken, tıpkı Kuranda: "Nerede
olursanız olunuz, Allah sizinle beraberdir." (Kur’an, 57/), “And
olsun ki insant biz yarattık, dolayısıyla nefsinin ona ne vesvese verdiğini
biliriz, çünhü biz ona onun şahdamarından daha yakınız" (Kur’an,
50/6) dediği gibi, her an ve her durumda Allah’ın kendileriyle beraber
olduğundan gafil olan kişilere hitap etmiştir sadece.
Eğer sen Allah’a, hesap sorulacağı idrakiyle dönersen, gerçekte, bu dönüş
senin içinde bulunduğun durumdan, içinde bulunmadığın başka bir duruma
dönüştür. Bütün durumlar Allah’ın Elinde olduğu için, dönüş de bu şekilde
Allah’a izafe edilir. Demek ki, gerççkten Allah’a dönen kişi, muhalefetten
muvafakata, ma’siyetten itaata dönmüş olmaktadır. İşte, Allah’ın tövbe
edenlere duyduğu sevginin anlamı budur.
Sana karşı kötü davranışta bulunanları affedersen, Allah da, Kendisine
karşı yaptığın kötü davranışlardan dolayı seni affeder. Böylece sana doğru
ihsanla, iyilikle döner. İşte, bu şekilde, işlerin hakikatini bilirsen...
Allah'ın kullarına yaptığı hitabın anlamını anlarsan..., derecelerin ve
mertebelerin arasındaki farkı görürsen..., o zaman Allah’ı hakkıyla tanıyan ve
O’nun Kelamını anlayan bilginlerden biri olursun.
Tövbe edenlere Allah’ın duyduğu sevgi, kadınların adet gördükleri sırada
çektikleri eziyet ve sıkıntının söz konusu edildiği ayetin sonunda dile
getirilmektedir: "Sana adet görme hakkında soruyorlar, De ki: O
bir eziyettir. Adet halinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar temas
kurmayın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın emrettiği yerden varabilirsiniz.
Allah tövbe edenleri ve temizlenenleri sever." (Kur’an, 2/22).
Hz. Peygamber’de, selât ve selâm üzerine olsun, bir hadisinde
şöyle buyurmaktadır: “Hiç kuşkusuz Allah, insanları baştan çıkarmış ve
fakat sonra çok pişman olmuş ve tövbe etmiş olanları sever”, yani kötü
işleri deneyen ve kendisine kötülük yaptığı kimselerle Allah’ın kendisini
denemesini isteyen kişi söz konusu edilmektedir burada. Onların kötülükleri
karşısında, onlara iyilik ve güzellikle davranacaktır, çünkü artık “tövbe
etmiş” birisidir. Ancak, Allah kullarını böyle itaatsizliklerle denemez.
Yaratma açısından fiil olarak (bütün fiiller Allah’ın yaratması olsa da)
Allah’a böyle bir şey izafe etmekten sakınalım! O fiiller, Allah’ın fiillere o
şekilde hükmetmesinden dolayı itaatsizliktir. Yoksa Allah’ın bütün fiilleri,
O’nun fiili olması açısından güzeldir. Öyleyse bunu iyi anla!63.
TEMİZLENENLERE
ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:
Allah'ın
temizlenenlere duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve Resulü’ne
bağlanmalarıyla ilgilidir. Allahtı Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah
temizlenenleri sever." (Kur’an, 2/222). Temizlik (tathir), bir
“takdis" ve “tenzih” sıfatıdır. Bu sıfat Allah’ın sıfatıdır.
Kulun
temizliğine gelince; bu, kulun, içinde bulunması kendisine layık olmayan her
türlü kusurdan kendisini çekip kurtarmasıdır, çünkü bir başkasına bu durum
övülecek bir durum gibi gözükse bile, kendisi için, şer’an, bu durum
kınanılacak bir durumdur. Kibir, zorbalık, övünme, kendini beğenme ve gurur
gibi olumsuz sıfatlardan kul kendini arındırırsa, Allahu Teâlâ onu sever. Bu
temizleyişlerden bazıları kalbler üzerindeki İlâhî damga nedeniyle kalbe bir
anda giremez. Allah şöyle buyuruyor: “... işte Allah her kibirlinin, her
zorbanın kalbini böyle mühürler.” (Kur’an, 40/35). Demek ki Allah,
insanlardan müstehak olanlara, zahiren, büyüklük ve zorbalığı gösteriyor ki,
ister büyüklük iddiasında bulunması ve ister kendisini öyle sanması, ya da
kalbinde bu büyüklük ve bu zorbalıktan ma’suın olmasına rağmen kibir içinde
bulunması nedeniyle bunlara müstehak olsun. Çünkü yaratıkların bütünü
karşısında kendi acizliğini, zilletini ve yoksulluğunu bilir bu kul. Örneğin,
kendisine acı veren, pire ısırması, büyük ya da küçük abdestini yaparken
çektiği sıkıntıdan kurtulmak istemesi, açlık duygusunun doğurduğu acıyı
gidermek için bir ekmek parçasına muhtaç olması gibi... Peki, her gün ve her
gece bu durumda olan birinin, kalbinde büyüklük ve zorbalık fikri olması nasıl
olur da doğru olur? İşte, onun kalbi üzerine Allah’ın koyduğu mühür bu
şekildedir. Bu nedenle onun kalbine hiçbir şey giremez.
Bu iki
eğilimin onun dış varlığında tezahür etmesi konusuna gelince, o bundan pek
zarar görmez, fakat Allah onun için bazı durumlar yaratır ki o, bu durumlarda o
sıfatlarla gözükür ve bu yüzden kınanmaz. Bununla birlikte bazı durumlarda da
onun kınanabileceği durumlar yaratır Allah. İşte kim kendi zatını, üzerinde
böyle uygunsuz sıfatlar gözükmeyecek şekilde arındırırsa o kişi temizlenmiş
demektir. Allah o kulu sever. Nitekim, tam tersine Allah, sevgisini, her
gururlu ve kibirli kişiden uzaklaştırır. Tıpkı Allah’ın buyurduğu gibi: “inananlara
karşı dudağını bükme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü Allah, kendini
beğenip övünen kimseyi sevmez." (Kur'an, 31/18). Ancak cahil olan
kişi kendini bu sıfatla gösterir, cahillik ise, kınanılacak bir durumdur. Bu
nedenle Allah, selât ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamberi cahil
olmaktan sakındırmışım Hz. Nuh’a hitaben Allah şöyle buyurmuştur: “Sana
cahillerden olmamanı öğütlerim." (Kur’an, 11/46).
Cahil olan kimse, emsalleri önünde, kendisini onlardan üstün olduğunu
iddia etmekten geri durmaz. Hatta Rabb’inden ve Yaratıcı- sı’ndan üstün olduğu
sanısına bile yakalanır. Fakat bu şekilde, emsalleri önünde üstünlük taslamak
demek herşeyden önce, kendi nefsine karşı üstünlük taslaması demektir. Oysa ki
bir şey kendi nefsi üzerine üstünlük taslayamaz. Bu kibirlilik ve kendini
beğenmişlik ancak bir cahilliktir. Hele hele bir insanın Rabb’ine karşı
büyüklük taslaması tümden saçmalıktır. Çünkü ya Yaratıcısını tanıması gerekir
ya da kendisinin bir yaratıcısı olduğunu bilmemesi gerekir. Eğer O’nu tanır ve
O’na karşı büyüklenirse, işte o adam tam cahildir; Yaratıcısının kemal sıfatlarla
sıfatlanmış olması gerektiği gerçeğini bilmiyordun Eğer bu gerçeği bilmiyorsa
tam anlamıyla o bir cahildir. Dolayısıyla Allah ona karşı buğz eder. Sırf
cahilliği yüzünden onu sevmez, çünkü bu gurura sırf kendi cahilliği yüzünden
kapılmaktadır. Cahillik bir ölümdür; ilim ise bir diriliştir. Allah bu konuda
şöyle buyurmaktadır: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz, yani ilimle
dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık
verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kimse gibi olur
mu?"(Kur’an, 6/122). İşte bu iman ve keşf nurudur ki Allah onu ona
ilham/vahiy yoluyla bağışlamış ya da o durum üzerinde onu sağlamlaştırmıştır.
İşle bu tür kusurlardan ve benzeri sıfatlardan kendini temizleyen kişi
Allah’ın sevgilisi olur. Bunu böyle bil! Allah’ın temizlenenlere duyduğu sevgi
buradan ileri gelir. Allah şöyle buyuruyor: “Allah temizlenen- leri
sever." (Kur’an, 2/222). Bu temizlenmiş insanlar, kendilerini temizledikleri
gibi, kendileriyle birlikte başkalarını da temizlerler, yani onların temizliği
başkalarına da sirayet eder. Bu bakımdan onlar, Hakk’ın naibi olarak, Hakk’ın
yerine geçerler. Gerçi hakikatte temizleyen Allah’tır. Hakk koruyandır,
gözetendir, sakındırandır, bağışlayandır, hem kendini hem de başkalarını bu tür
hatalardan koruyan kişi Allah katm- da kınanan biri durumuna düşmez. Allah o
kişiyi bunlardan korur, sakındırır. Bu tür durumlara düşmekten onu alıkoyan
Allah’ın kendisine verdiği ilimle, o hatalardan başkalarını da temizlemeye
çalışır.
Cahilliğin ve
ölümün karanlığından, ilmin ve hayatın ışığıyla kurtulmak için kendisine
gerekli olanları bilen ve ona göre davranan kişi, Kıyamet Günü’nde, mizanda,
çevresini çepeçevre kuşatacak nurlarla tartılacak. İşte o kişi Allah’ın
sevgilisidir. İlâhi velayetin yardımına özel olarak mazhar olur ve Tanrı’nın
yeryüzünde halifesi olur. "Mukarre- bun”dan, yani Allah’a yakın
olanlar arasından velayet ve halifelik makamına yükselmiş olanlar, Allah'ın
kendilerine naiplik verdiği kişilerdir, çünkü onlar öteki insanlar dışında bu
İlâhî işlevi yerine getirmekle görevlidirler. Bununla birlikle her insan kendi
uzuvlarını, ayrıca duygularını ve yeteneklerini yerinde kullanmakla
yükümlüdür.
İşte Allah,
temizliğin ne olduğunu böylece insana bildiriyor ve kullarını bu şekilde
temizliyor.
SABREDENLERE
ALLAH’IN DUYDUĞU SEVGİ:
Allah’ın
sabredenlere duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve O’nun Elçisi’ne
bağlanmalarıyla ilgilidir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah
sabredenleri sever.” (Kur’an, 3/146). Onlar bu şekilde Allah’ın kendilerini
sınadığı kişilerdir. Bu nedenle, kendilerine bu belayı, bu imtihanı gönderen
Allah’tan başkasına yalvarmak gibi bir hataya düşmediler. Sadece O’na yalvarıp
yakardılar.
Allah yolunda
savaşırken başlarına bir bela, bir felaket geldiğinde asla gevşemezler.
Savaşırken zayıflık, cesaretsizlik göstermezler, çünkü onlar savaşı O'nunla
birlikte sürdürürler, bu durum kendilerine zor gelse bile, böyle olması
gerekir, aksi takdirde, kendilerine zorluk olmasaydı, o zaman sınav diye bir
şey olmazdı. O belanın ortadan kaldırılması için Allah’tan başkasına
güvenmezler, bel bağlamazlar. O belanın sona ermesi için sadece Allah’a
sığınırlar. Tıpkı Salih peygamberin dediği gibi: “Bu dert bana dokundu. Sen
merhamet edenlerin en merhametlisi- sin.” (Kur’an, 21/83) Böylece felaket
anında başkasına değil, sadece Allah'a açtı derdini ve bu imtihan karşısında
Allah’a hamd ve sena etti. Bu nedenle, "Allah onu sabreden biri olarak
buldu. O ne güzel bir kuldur. O devamlı ve çokça tövbe eden biridir”
(Kur’an, 38/44). Şikayet etmesine rağmen durum böyledir.
Öyleyse bu şu
demek oluyor, sabreden kişi sadece Allah’a açar derdini, şikayetini başkasına
değil, sadece O’na bildirir. Kuşkusuz böyle davranması gerekir. Sabreden kişi,
“İlâhî kahr”ın mukavemeti, dayanık- lığı karşısında derdini Allah’a söylemezse,
Allah’a karşı edepsizlik etmiş olur. Oysa ki peygamberler, hepsine selâm
olsun, edep ehlidir ve Allah’tan gelen özel bir ilimle donanmışlardır.
Biliyorsun ki
senin sabrın ancak Allah’tan gelmektedir, senin zatından ya da kendi çevrenden
ya da kendi gücünden değil. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: “Sabret; sabrın
ancak Allah’tandır.” (Kur’an, 16/127). Öyleyse, o sana ait olmadığına göre,
hangi şeyle övüneceksin? O belaların kaldırılması için yalnızca Kendine
sığınsınlar ve O’ndan başkasına sığınmasınlar diye Allah kullarına, bu şekilde
belalar verir. Kullar bu şekilde davranırlarsa, o zaman sabredenlerden olurlar
ve Allah’ın sevdiği kullan arasına girerler.
Allah’ın
isimlerinden biri de “es-Sabür”dur. Bunun anlamı “çok sab- reden”dir. Allah,
sadece Kendi süslü giysisini üzerinde gördüğü kimseleri sever. Burada bir sır,
bir incelik var, yani: Allah burada kendi makamını sana vermiş oluyor.
Kuşkusuz
sabır, ancak eza ve cefa çeken birinde görülür. Biliyoruz ki, Allah’ın kulları
arasında Allah’a ve Resulü’ne eza ve cefa çektirenler olmuştur. Onları
tanıyalım ve dolayısıyla onlarla savaşarak ya da ilim öğrenmek isterlerse
(çünkü onlar cahillerdir) onlara ilim öğreterek Allah’a karşı yapacakları bu
eza ve cefayı ortadan kaldıralım diye Allah bize onların niteliklerini
bildirmiştir. Bu nedenle Allah Kendini “es-Sabûr” diye adlandırarak,
yapılan eziyeti bize atfetmiştir. “Sabür” sıfatıyla sıfatlanarak
Kendisine yapılacak eziyeti O’ndan uzaklaştırmamız için onları bize
tanıtmıştır. Ayrıca bize gönderdiği bela, eza ve cefa karşısında sadece
Kendisine yakarmamız ve o belayı başımızdan kaldırması için sadece O’na dua
etmemiz gerektiğini bilmemiz için, onları bize tanıtmıştır. O’na bu şekilde
dua etmemiz, isteğimizi O’na bildirmemiz, sabırlı olmamızı engellemez. Allah’ın
bize duyduğu sevgi devam eder. Aynı şekilde O’nun “Sabür” ismi de devam
eder gider. Bu ezayı ortadan biz kaldıralım diye, kendisine eza verenleri bize
bildiriyor. Nitekim sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Bir eza, cefa
ya da zulüm karşısında Allah’tan başka sabırlı biri yoktur.” Öyleyse
gönlünü, sana bu konuda yaptığımız uyarılar üzerinde tut, daima!
ŞÜKREDENLERE
ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:
Allah’ın
şükredenlere duyduğu sevgi de gene onların O’na ve O’nun Elçisi’ne
bağlanmalarıyla ilgilidir. Allah Kitabında Kendini “şûkredenleri seven
biri" olarak vasfetmiştir. Şükür, O’nun bir nimetidir, bir sıfatıdır,
çünkü “Allah şükredenlerin ecrini verir ve her şeyi bilendir."
(Kur’an, 2/158). Bu nedenle Allah Kendisinin sahip olduğu sıfatları kulunun
üzerinde de görmeyi sever.
Şükür, ancak
nimet üzerindeyken olur, yoksa bu konudaki gerçekleri bilmeyen bazı insanların
ileri sürdükleri gibi bela üzerindeyken değil. Çünkü Allahu Teâlâ nimetini eza
içine, cezasını da nimeti içine gizlemiştir. Dolayısıyla bu hakikatleri, yani
bu durumları bilmeyen biri için, bu konular biraz karmaşık konulardır. Bu
nedenle, o tür insanlar bela üzerindeyken şükrettiğini sanır, oysa bu doğru
değildir. Bu durum tıpkı tiksinti veren bir ilacı içmek gibi bir şeydir, ki
kuşkusuz bela cümlesindendir bu. Fakat aslında bu, bundan dolayı ölen, helâk
olan biri için tam anlamıyla bir beladır. Aynı zamanda bu bir hastalıktır da.
Hastalık nedeniyle o ilacı kullanmıştır. Bundan doğan elem, acı ise kendisinin
istediği ilacın düşmanıdır. Böyle olmakla birlikte, vücut böyle bir belaya
maruz kalırsa, vücuttaki bu acıyı giderecek olan şeyi içmek gerekir. İşte o
zaman o Haçtır. Vücul o ilacı içerken tiksinecek- tir, fakat hasta olan insan,
bu tiksintinin, bu acılığın içinde, ondan doğacak bir nimetin gizli olduğunu,
yani hastalığını giderecek şeyin, şifanın onun içinde bulunduğunu bilir.
Böylece, o acının, o tiksinti veren şeyin içine bir nimet yerleştirdiği için
Allah’a şükreder. Tiksinti verse de o ilacı kullanmaya sabırla devam eder.
Çünkü hastalığın sona ermesi için, ilacın içinde o acının olması gerektiğini
bilir. Dolayısıyla vücudunu rahata erdirmek için, o acı ilacı bir an önce
almaya bakar. Bu hakikati iyi düşün!
İşte bu
nedenle, o durumda bulunan kişi bundan dolayı şükreder yoksa belaya maruz
kaldığı için değil. Tiksinilecek bir şeyin içine gizli bir nimeti yerleştirdiği
için Tanrı’ya şükrederse, Tanrı ona bir başka nimet daha verir ki o da sağlık
ve afiyettir, hastalığının sona ermesidir, tiksinti veren ilacı içme konusunda
onu sabırlı ve kararlı kılmasıdır. Bu nedenle, Allah şöyle buyuruyor: “And olsun
ki eğer şükrederseniz, size nimetimi artırırım; (yani sağlık ve afiyet
nimetini verir) yok eğer nankörlük ederseniz hiç kuşkusuz azabım
çetindir." (Kur’an, 14/7).
Aynı şekilde
bir insan Hakk Teâlâ’ya eza vermeye kalkışırsa, biz de bu eza verenin, o
eziyetini ortadan kaldırmak için ona eza vermeye uğraşırız. Hakka bu şekilde
eza verme işinden vazgeçirinceye kadar onu engelleriz. Eğer biz, Hakk’a eziyet
veren bu kişiye, onu öldürerek ya da benzeri bir yolla eza veriyorsak, bunu
Hakk Teâlâ için yapmış oluruz, tıpkı tiksinti veren ilacı içmek istemeyen
hastaya derhal o ilacı içirmek gibidir bu. İlacın acısı geçer geçmez, hasta
ondaki nimeti görecektir.
Bütün bunları
şunun için söylüyoruz: Yani her şey O'nun Fi- ili’nden, O’nun Kazası’ndan ve
Kaderi'nden ileri gelmektedir.
Allah, Davud
aleyhisselâm’dan Kendisi için bir ev, yani kutsal bir tapınak yapmasını
istemişti. Fakat Davud tapınağı yaptığı her defasında tapmak yıkılıyordu.
Bunun üzerine Rabb’i ona bir vahiy göndererek şöyle dedi: “Bu tapmak senin
elinle yükselmeyecek, çünkü sen kan akıttın.” Bunun üzerine Davud şöyle
dedi: “Ey Rabb'im, bu işi sadece Senin için yaptım." Allah da ona “Doğru
söyledin. Bu işi Benim yolumda. Benim için yaptın. Evet, ama onlar da benim
kullanın değiller mi? Bu tapmak ancak kan akıtmakdan uzak ve temiz olan birinin
eliyle yükselecektir." O zaman Davud şöyle dedi: “Ey Rabb’im, öyleyse
benim çocuklarımdan biri olsun!” Allah da ona şöyle vahyetti: “Evet bu
tapmak senin oğlun Süleyman’ın eliyle yükselecektir." Nitekim daha
sonra, Süleyman aleyhisselâm, yükseltmiştir o tapınağı.
İşte eğer
anladıysan, sana anlattığım konunun özü budur. Böylece sen artık bu işin nasıl
olduğunu bütünüyle biliyorsun, İlâhi Emr, yani Tanrı’nın işi böyledir: Yapan o
değildir, fakat O'dur. Eğer O'nu böyle tanımazsan, tam anlamıyla O’nu
tanımamışsın demektir. “Attın amma sen atmadın, fakat Allah attı"
(Kuran, 8/17) 6<1. İşte yapan o değildir, fakat O’dur derken,
demek istediğimiz budur. Hakikatleri olduğu gibi görmeyenlerin akılları bu
noktada çıkmaza girer.
Cenabı Hakk’a
yapılan bu ezayı kul ortadan kaldırırsa, Allah bunun için o kula teşekkür eder.
Bu ezayı ortadan kaldırma işinde, yukarıda sözü edilen, ilacı kullanmadaki
etkinin aynısı vardır. Şükür, şükredilen şeyin artırılmasını gerektirir.
Dolayısıyla Sübhan Tanrı kullarına gösterdiği bu teşekkür tutumuyla
kullarından Kendine daha çok şükretmelerini ve şükürlerini amellerinde de
yansıtmalarını ister. Bu bağlamda, Hz. Peygamber aleyhisselâm Hz. Ayşe’ye
hitaben “Rabb'ime şükreden bir kul olmayayım mı?" demişti.
Dolayısıyla, Allah’ın kendisine gösterdiği bu teşekkür tutumuna karşı O’na
şükretmek için, ibadetini daha da artırdı. Böylece Allah da, onun, hidayette ve
yaptığı bütün işlerde muvaffak olmasını sağladı, öyle ki bu başarısı öte
dünyaya dek uzandı. Öte dünyada mutlular için herhangi bir amel herhangi bir
elem, bir üzüntü söz konusu olmayacaktır.
Allah’a
yapılan ezayı ortadan kaldırma konusunda, tiksinti veren ilacı kullanmayla
alakalı olarak yapılan uyarıya gelince; Bu uyarı, O’nun hayat belirtisi olan
nefesini kulundan geri aldığı, yani ruhunu kabzettiği anda kuluna yaptığı
uyarıdır. Gerçekten de, Allahu Teâlâ Kendini, ölümden tiksinen kulun bu kötü
tutumundan tiksinen biri olarak nitelemektedir. Allah, Kendini bu şekilde, bu
tutumundan hoşlanmayan biri olarak nitelemesine rağmen, ona öyle davranması gerekmektedir65.
Bu tiksinti,
hastanın ilacı içerken duyduğu tiksintinin aynısıdır, çünkü bir konuda sahip
olunan ilmin derecesi, sonuçta ona uygun davranmayı gerektirir, dolayısıyla
insanın gerçekleşeceğini bildiği hakikatlerin hilafına (o hakikatlere aykırı)
hareket etmesi saçma olur. Buna göre, İlâhî hakikatlerin bildirdiği âlemin
varlığı (vücûd) zorunlu (vacib) olmaktadır. Fakat, bu zorunluluk (vaciblik)
yanında imkân’m (mümkünlük) yeri neresidir?66. Öyleyse gönlünü
inceltmeye bak! Bil ki, “Allah şûkredenlerin ecrini verir ve yaptıklarını
bilir." (Kuran, 2/158). Dikkat edilecek olursa, Allah'ın şükürle
ilgili vasfı ilimle ilgili vasfından önce gelmektedir. Öyleyse sen de
amellerinde şükrünü arttır ki, onun için yaptığın ibadetlerden ve amellerden
ötürü O’nun sana karşı duyduğu teşekkür ve memnunluğa karşılık vermiş olasın.
Bu amel oruç
ibadetidir, çünkü oruç ibadeti sadece O’nun içindir. Nitekim kudsi bir hadiste:
“Ademoğlunun oruç dışında her ameli kendisi içindir; Oruç ise Benim
içindi»; bu yüzden onun ecrini Ben veririm.” buyurul- maktadır. Öyleyse sen de,
şu kudsi hadiste ifade edildiği gibi, Allah’a yapılacak bir ezayı O’ndan
uzaklaştır: “Biriyle dostluk kurarken Benim için mi dostluk kurdun, ya da
birine düşman olurken Benim için mi düşman oldun?", “Benim için birbirini
sevenlere, Benim için birbirini ziyaret edenlere, Benim için birbiriyle oturup
sohbet edenlere, Benim için birbirlerine yardım edenlere Benim muhabbetim,
sevgim vacip olur.”
■ Allah bizi, kendilerine nimet verdiği ve nimetini her an ve her durumda
üzerlerinde gördüğü, ayrıca Kendine şükreden kullarından etsin!
İYİLİK
EDENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:
İyilik yapanlara Allah’ın duyduğu sevgi de gene O’na ve Elçisine
bağlanmakla ilgilidir. Bu konuda Allah şöyle buyuruyor: "Allah iyilik
yapanları sever.” (Kur’an, 2/195). İhsan, Allah’ın bir sıfatıdır. Allah
muhsin’dir, yani iyilik ve güzellik ihsan edendir. Ayrıca mücmil'dir, yani
iyilik ve ihsanını ayrım gözetmeksizin herkese verir. Demek ki Allah Kendi
sıfatını sevmektedir .Bu sıfatı kulun nefsinde tezahür etmektedir. Ihsan’la
nitelenen kula muitsin denir. Muhsin olan kul Allah’a, sanki O’nu görüyormuş
gibi ibadet eder67. Yani Allah'a müşahede içerisinde ibadet eder.
Allah’ın ihsanı; hareketleri ve tasavvurları içinde kulları Allah’ın görmesi
makamıdır. Nitekim, Allah şöyle buyuruyor: “Allah her şeye şahittir.’’
(Kur’an, 85/9) "Nerede olursanız olunuz. O sizinle beraberdir."
(Kur’an, 57/4). O’nun her şeye şahit olması, O’nun ihsanıdır, dolayısıyla
Allah şühuduyla kulunu helâk olmaktan korur. O kulun bulunduğu her durum
Allah’ın ihsanından dolayıdır, çünkü kulu o duruma koyan, yerleştiren
Allah’tır. Bu nedenle Allah nimetlerine ihsan adını vermiştir. Gerçekten de,
ancak seni tanıyan ve seni bilen biri, sana bilerek, nimetler verir. Seni hem
tanıyan hem de aynı zamanda gören birinin ihsanı sürekli bir ihsandır, çünkü O
seni sürekli görmektedir. Ve gene çünkü O seni sürekli tanımaktadır.'İlâhi
Yasa’ya göre ihsan budur.
Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ihsan, Allah’a sanki
O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da
O seni her an görmektedir." Bu şu anlama geliyor: Her ne kadar sen
muitsin değilsen de, yani iyilik ve güzellikle davranmazsan da, hiç kuşkusuz
Allah her an Muhsin’dir, selât ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamber,
ashabının huzurunda, Cebrail’e ihsanı bu şekilde ta’lim etmiştir. Onların
dilinden ben de sana anlatıyorum. Öyleyse, bu ta’limin doğrudan tanığı olan
sen, beni iyi dinle! Hz. Peygamber, bilgiyle, bu ta’lim tarzıyla, muhatabına
yani Cebrail’e bir şeyler öğretmeyi anlatmamıştı, çünkü o bu bilgiyi zaten
biliyordu. Bu tarz ile maksud olan amaç, bunu orada hazır bulunan ashaba
öğretmekti. O sebepten Allah’ın Resulü o konuyu Cebrail’e tefsir etmişti.
Nitekim bu hadisin sonunda Hz. Peygamber: “Bu Cebrail’di, insanlara dinini
öğretmek için gelmişti” buyurmuştur.
ALLAH YOLUNDA SAVAŞANLARA
ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:
Allah yolunda savaşanlara Allah’ın duyduğu sevgi de gene onların Allah’a
ve Resulü’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Hususi bir vasıfla belirterek Allah
şöyle buyuruyor: “Kuşkusuz Allah Kendi yolunda, kurşunla kaynamış
binalar gibi, saf bağlayarak savaşanları sever.” (Kur’an, 61/4) yani o
saflar arasında hiçbir gedik açılmaz, çünkü saflar arasında açılacak bir gedik
şeytanlara yol açmak demek olur, oysaki yol tekdir; o da Allah’ın yoludur68.
Bu görünen hat çeşitli noktalardan kesilirse, o zaman tam bir hattın
gerçek varlığının olmasıdır. İşte Allah’ın yolu için ayette geçen “rassu-
nıersûs” sözcüğünün anlamı budur. Kim Allah’ın bu görünen (zâhiri) yolunda
bu şekilde saf bağlayarak çalışmazsa, çarpışmazsa, Allah ehli olamaz. Aynı
şekilde, cemaat halinde toplu namaz kılanların safları da (ancak bitişik olması
ve insanların birbirine sıkı sıkıya yapışmaları koşuluyla), Allah yolunda
bağlanmış bir saftır69. İşte, ancak o zaman, gerçek anlamda
Allah’ın yolu açıkça gözükmüş olur. Kim bu şekilde yapmazsa ve saflarda
boşluklar bırakırsa, Allah’ın yolunu kesmek için uğraşmış ve de Allah yolunun
gerçek varlığını ortadan kaldırmış ve onu kesintiye uğratmış olur. Dolayısıyla
Allah, kullarından belirtildiği şekilde davranmalarını istemektedir. Bunu da,
onları yaratanlar, yapanlar zümresine katmak için ister. Bu bağlamda Allah
şöyle buyuruyor: ' “...yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.”
(Kur’an, 23/14). Allah’ın yolu ancak bu şekilde olur, tıpkı noktalardan meydana
gelen bir çizgi gibi. Öyle ki o noktalar arasında o çizgiyi kesintili hale
getirecek hiçbir boşluk yoktur. İşte o zaman çizginin şekli tam olarak gözükür.
Namazda tutulan saf da böyledir. Orada Allah’ın yolunun gözükmesi için, cemaat
halinde namaz kılanların birbirine sıkı sıkıya tutunması, tek bir çizgi haline
gelmesi gerekir. Hiç kuşkusuz böyle bir durum çokluk olmasını gerektirir. Bu
da Cenabı Allah’da, mübarek ve yüce “esmaü’l-hüs- na”sınm, güzel
isimlerinin birbirine sıkı sıkıya tutunması (tarass) demektir.
İsimlerin bu şekilde sürekli birbirine tutunmasından yaratma yolu zuhur eder.
Böylece, “Hayy" (Diri) sıfatı, “Alîni” (herşeyi bilen) sıfatıyla
içiçe bulunur. İkisi arasında başka isim için yer kaltnaz, arada bir boşluk
olmaz. “Alîm” sıfatının yanında “Mürîd” (isteyen) sıfatı; onun
yanında “Kâil” (söyleyen) sıfatı; onun yanında “Kâdir” (Kudret
sahibi) sıfatı; onun yanında “Hakem" sıfatı; onun yanında “Mukît”
(besleyen) sıfatı; onun yanında “Muksit” (adaletle dağıtan) sıfatı;
onun yanında “Müdebbir" (Yöneten) sıfatı; onun yanında “Mufassd"
(Ayıran) sıfatı; onun yanında “Razık” (Rızık Veren) sıfatı; onun
yanında “Midiyi" (Dirilten) sıfatı vardır. Bu şekilde sıfatların
yanyana dizilişiyle oluşan “yaratma yolu”nun vücuda gelmesi için, İlâhî
isimlerin saf bağlaması bu şekilde olur. Bir kez bu Yol ortaya çıkınca, bu
isimlerin yanyana dizilmesine ilave edilecek başka bir şeye gerek kalmaz.
Böylece yaratma işi bu İlâhî isimlerle, daha doğrusu o isimlerin yanyana
dizilip varolmasıyla belirlenmiş olur. Yaratmanın gerçekleşmesi için, onların
durumu budur. İlâhi isimler yaratma işinde devamlı olarak devrededirler; dolayısıyla
ancak bu şekilde kavranılabilirler.
Buna göre,
âlem de “lıoyy”dir (diridir), “alim”dir (bilendir); “mü- rid”dir (isteyendir);
“/?ail”dir (söyleyendir); “/ıadir”dir, (güç ve kudret sahibidir); “hul?em”dir;
“mukif’tir, (besleyendir); “muksit”tir (adaletle dağıtandır); “müdebbir”dir
(yönetendir); “mu/assı!”dır (ayırandır); geriye kalan öteki İlâhî isimler de
bu şekilde devam eder gider.
Tarikatta bu
iş, bu süreç, “Allah’ın isimleriyle ahlâklanma" diye adlandırılır.
Öyle ki bu İlâhî isimler kulda zuhur eder, aşikar olur70, tıpkı o
isimlerin sürekli yanyana gelmesiyle Doğru Yol’un ortaya çıkmasında da zuhur
edişleri gibi. Eğer onların arasına yaratılışta bir boşluk girse, Allah’ın Yolu
kaybolur; hadiste belirtildiği gibi, saflarda açılacak boşluklardan sızan
şeytanların yolları açığa çıkar. Öyleyse sana yaptığım bu uyarılara iyi kulak
ver, onları kalbine iyice yerleştir!
Demek ki kul,
Hakk’ın isimleriyle mahlukatın varolmasında İlâhî isimler makamına yükselir; ve
bu sıfatlarla, saflar arasındaki boşluklardan sızarak içeri giren şeytanlar
tabiatına sahip düşmanlarla savaşır. Bu nitelikleri elde eden kullara mutlaka
yardım edilir ve onlar düşmanı mutlaka yenerler, çünkü onların arasında
düşmanın sızabileceği bir boşluk yoktur. Öyleyse Allah bu nitelikleri
taşıyanları sever.
Tek başına
ele alındığında insan da, kendisini hareket ettiren her şeyde bir saf
oluşturur. Dolayısıyla bütün hareketlerini Allah için yapar; hareketlerinde
Allah'tan başkasına yer vermez, böylece hiç kimse onu bu hareketinden
vazgeçiremez, onu yolundan geri çeviremez. Bu nedenle, düşmanların gözü daima
onun üstüne çevrilir. Sürekli onun hareketlerini ve fiillerini, yaptığı her
şeyi gözetlerler. Böylece girebilecekleri bir boşluk bulmayı umarlar; Allah’ın
yolunu kesmek suretiyle, onunla Allah’ın arasını açmaya çalışırlar.
Demek ki,
yapılan her fiil, her eylem bir “hat”tır, çünkü o fiil, o eylem İlâhî
isimlerin, övülmüş sıfatların ve pek çok fiillerin bir toplamıdır. Dolayısıyla
iş yoğunlaşır, büyür ve âlemde karmâşık (mürekkeb) suretler gözükür.
Bunun nedeni basittir, çünkü iki çizgi bir yüzey oluşturur; iki yüzey de bir
cisim oluşturur. Her cisim de, bir zattan ve yedi sıfattan meydana gelen
mükemmel bir sureti temsil etmek için sekiz öğeden ibarettir71.
Demek oluyor
ki, bu terkibin, bu oluşumun sonucu cisim ortaya çıkar. Bunun ötesinde bir
başka oluşum şekli yoktur. Hiç kuşkusuz, bütünü içinde bu öğeler arasında bir
uyumsuzluk, bir karşıtlık olmaksızın, cisim sekiz öğeden oluşmaktadır. Bu
öğelere daha başka öğeler ilave edilirse, o zaman daha büyük daha hacimli, yani
daha çok boyutlu bir cisim oluşur. Yüzeyler çoğalınca, çizgiler de çoğalır.
Çizgiler çoğalınca, noktalar da çoğalır. Cisimlerin ilkini oluşturan cismin,
meydana geldiği asıl öğeler üzerine aslında yeni bir şey ilave olmaz, eklenmez,
çünkü bu ilk cisim ne bir maddi ilkeye dayanır ne de ondan önceki bir cisme
dayanır.
Öyleyse kim
bir süreklilik içinde kendi “saf’ını, kendi çizgisini oluşturursa, yaratanlar
arasına girecektir, tıpkı şu ayette Allah’ın buyurduğu gibi: “...yaratanların
en güzeli olan Allah ne yücedir!”(Kur’an, 23/14). Demek ki Allah o kullar
için de bu yaratma vasfını onaylamıştır. Yaratma konusunda kendisinin önceliği
olduğu için, kendisini de “En Güzel Yaratıcı” olarak nitelemiştir. Eğer
Kendini böyle niteleıneseydi, o “yara- tanlar”ın varlıkları zuhur etmezdi.
Öyleyse Allah’ın ileri sürdüğü şey kendiliğinden isbat edilmiştir. Ayrıca
Allah, bu hakikati indirmemiş olsaydı. o zaman bu hakikate uygun düşen
bilgiden de mahrum olurdun; dolayısıyla bu hakikate karşı çıkan biri, yani
bizzat cahillerden biri olurdun.
işte kim bu
sıfatla sıfatlanırsa, Allah’ın sevdiği biri olur. Kim Allah’ın sevdiği olursa,
kendisini seven Allah’ın ona vereceği şeyi hiç kimse bilemez, çünkü seven,
sevdiğine kendini verir bütünüyle.
Burada akla
şöyle bir soru gelebilir ve itirazda bulunulabilir, yani: “Allah veli kullarını
sever. Seven sevdiğine de acı çektirmez. Oysa ki bu dünyada velilerden,
resullerden ve nebilerden ve onlara tabi olanlardan ve ancak onlara tabi olarak
imanlarını koruyanlardan daha fazla kimse acı çekmemiş, hiç kimse onlardan daha
fazla belalara maruz kalmamıştır. Peki, onların Allah’ın sevgili kulları
olmalarına karşılık, bu acıları, çileleri hak etmelerinin gerçek nedeni nedir?”
Bu soruyu biz şöyle cevaplıyoruz: Allah şöyle buyuruyor: “Allah onları
sever, onlar da O’nu severler.” (Kur’an, 5/54). Bela, ancak belayı
istememekle birlikte olur. Herhangi bir işi istemeyen kişi, o isteğinin doğru
olduğuna dair delil bulmaya da kalkışmaz. Öyleyse, istek olmasaydı, bela da
olmazdı. Ancak şunu belirtelim ki, resul delil istemez, dolayısıyla o belayı
istemi- şir7’. Bu nedenle, delil getirmek inkâr edenin işi değildir,
denir. Oysa ki gerçekte durum hiç de öyle değildir. Aksine, inkâr ettiğini
ileri sûrdûğû konuda delil getirmek inkârcının işidir. 73 Çünkü
herhangi bir şeyi inkâr ettiğini ileri sürmek demek o şeyin, o davanın bizzat
var olduğunu kabul etmek demektir. Öyleyse, iddiasından dolayı, inkâr edenden
delil getirmesi istenir, çünkü davasını isbat etmek ona düşer.
Allah kullarını sevince, kulların bilemeyeceği bir biçimde onları
sevgisiyle rızıklandırır. O zaman kullar, kendilerinde Allah için bir sevgi
duyarlar. Bunun üzerine, kendilerinin, Allah’ı seven inşalardan olduklarını
ileri sürerler. Bu nedenle onları, sevenler olarak imtihan eder ve gene onları,
Allah’ın sevdiği kulları oldukları için, nimetlere boğar. Onlara nimet vermesi,
Allah’ın onları sevdiğine dair bir delildir. “En üstün delil Allah’ındır.”
(Kur’an, 6/149). O halde kullar O’nu sevdiklerini ileri sürdükleri, iddia
ettikleri zaman, Allah onları bu konuda imtihan eder. Gene aynı sebeple, Allah
yaratıkları arasından sevdiklerini imtihan eder. “Allah doğruyu, hakikati
söyler; doğru yola iletir'’ (Kur’an, 33/4). '
ALLAH'IN
GÜZELLİĞE DUYDUĞU SEVGİ:
Güzellik
sevgisi de yine O’na ve Elçisine bağlanmakla ilgilidir. Güzellik Allah'ın
sıfatıdır. Sahih bir hadisde Allah’ın Elçisi, selât ve selâm üzerine olsun,
şöyle buyurmaktadır: “Allah güzeldir; güzelliği sever.” O halde
Allah’ın Elçisi, Allah’ı “güzel” sıfatıyla sevmemiz konusunda bizi
uyarmaktadır.
Bizler bu
konuda ikiye ayrılmış durumdayız. Bizden bazıları “hikmet güzelliği"
olan mükemmel güzelliğe tutkundurlar. Her şeyde Allah’ı severler, çünkü her şey
bir hikmetle örülüdür; her şey bir hikmet sahibinin sanatı ve eseridir.
Bazıları da bu sevgiye ulaşamazlar, bu düzeye erişemezler. Onların güzellikle
ilgili ilmi bir istek üzerine kurulmuş ve bir kayıt altına alınmış güzelliğin
ilmidir. Bu da Hz. Peygamber'in şu sözünün konusunu teşkil etmektedir: "Allah’a
sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet et. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da,
O seni her an görmektedir." Buradaki “hap harfi (sanki, gibi
anlamına olan harf, çev.) sıfat niteliğindedir; dolayısıyla bu kayıtlı
güzellikten daha ilerisini daha ötesini algılamaya erişemeyen insan, bunun
böyle olduğunu hayal eder. Böyle- ce O’nu bu güzellik anlayışıyla kayıt altına
alır, tıpkı namazda O’nu, Kıble’ye yönelmekle kayıt altına alışı gibi.
Demek ki
böyle biri Allah’ı Güzelliği için sever. Bu konuda o kişi üzerine bir günah,
bir kusur yoktur, çünkü o kendi gücü ölçüsünde meşru bir iş yapmaktadır. “Allah
her insanı ancak gücü ölçüsünde yükümlü tutar.” (Kur’an, 2/223). Öyleyse
Allah’ı, Güzelliği için sevmek düşer üzerimize.
Öyleyse şunu
bil ki, hiç kuşkusuz Allah âlemi son derece muhkem ve son derece güzel bir konumda
yaratmıştır, tıpkı, imam Ebu Hamid el-Gazali’nin dediği gibi: “İmkan
dahilindeki bütün gerçeklikler içinde, bu âlemden daha güzel, daha eşsiz bir
şey yoktur.”
Öte yandan
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah, Adem’i Kendi suretinde
yaratmıştır." İnsan bu âlemin bir mecmuudur, toplamıdır74.
Allah’ın bu âlemle ilgili ilmi, Kendisiyle ilgili ilimden başka bir şey değildir,
çünkü mevcudat içinde sadece O vardır. Buna göre, insanın da O’nun suretinde
olması gerekir. Allah, insanı, kendi bireysel varlığı içinde izhar edince,
insan Allah’ın bizzat tecelligâhı olur. Bu nedenle, insan âlemde O’nun
Güzelliğini görür ve o Güzelliği sever. Âlem ise, Allah’ın Güzelliğidir;
dolayısıyla Güzel olan da Allah’tır. Güzelliği seven de O’dur. İşte Allah’ı kim
bu nazarla severse, âlemi Allah sevgisiyle sevmiş olur. Daha doğrusu, ancak
Allah’ın Güzelliğini sevmiş olur. Buradan şu sonuca varıyoruz: Sanatın
güzelliği, sanata mal edilemez; aksine o sanatı ortaya koyan sanatçıya mal
edilir. Buna göre, bu âlemin güzelliği Allah’ın güzelliğidir.
Bu âlemin
güzelliğinin sureti, yani eşyanın güzelliği çok ince, dakik bir güzelliktir. Bu
da şu demek oluyor: Bu âlemde iki güzellik vardır. Bu iki güzellik de tabiî bir
aşkla sevilen iki kişiye benzer. Bu iki kişi, insanlığın hakikatini paylaşan
iki genç kız ya da iki delikanlı olabilir. Dolayısıyla o iki kişi bir ilk ve
asıl örnektir (prototiptir). O iki kişi, aynı zamanda vücut ve ruh
mükemmelliğinin aslı ve temel ilkesi olan suret mükemmelliğidir, ki bu suret,
hem terkibi gerçekliği için ve hem de kendini meydana getiren öğeler için bir
bütünlük sağlar. Sakatlıklardan ve biçimsizliklerden kurtulmak birlik olmaktır.
Bu iki
kişiden biri güzellikle vasıflanır ve her gören onu mutlaka sever; öteki
çirkinlikle vasıflanır ve her gören ondan iğrenir.
Peki öyleyse
bu güzellik nedir ki kendine Güzellik ismi verilen varlığı gören herkes onu
sevmektedir?75. İşte biz bu bilgileri sana, yani senin görüşüne
aktarmış oluyoruz.
Bu durum,
belli bir sohbet ya da dostluk ve ilişki kurduktan sonra değil de, sadece bir
kez gördükten sonra bir kişiye sevgi duyulursa olur. Öyleyse, iyi düşün ve
Allah’ın izniyle, bu işin bizzat aslını, esasını, özünü kavramaya bak! Allah
Kendini Güzel olarak nitelemektedir. Zararlı ve çirkin gözüken mahlukatında
bile, tabiatlarına ve gayelerine uygun davranmayan korkunç şeylerde bile,
Allah’ın güzelliğini görmek mümkündür.
Allah’ın
insanda görmeyi sevdiği sıfatlardan bazılarını kısaca anlatmış olduk. Aslında
bu sıfatlar pek çoktur. Otorite olan kaynaklara göre anlattığımız hususlarda
seni uyardık; bu konularda insanın nasıl davrandığını arılatmış olduk.
Şimdi de,
kısaca, inşaallah, sevginin öteki sıfatlarından söz edeceğiz. Bunlar, sevenin
sahip olduğu ve bu nedenle de “seven” diye adlan- dırıldığı sıfatlardır.
Bunlar, sevgi için çizilmiş gerçek sınırlardır. Bunların bazılarını son
bölümde ayrıntılı olarak ele alıp inceleyeceğiz. Şimdi onları burada sayalım:
— Âşık,
“maktul” sıfatıyla sıfatlanmahdır.
— Âşık,
“telef” olmalıdır.
— Âşık,
Allah’a doğru Allah’ın isimleriyle yürümelidir.
— Âşık, kuş
gibi uçar olmalıdır.
— Âşık, daima
uyanık kalmalıdır.
— Âşık,
gamını ve kederini gizlemelidir.
— Aşık,
Sevgiliye kavuşmak için bu dünyadan çıkmayı arzulamalı- dır.
— Kendisi ve
Sevgilisiyle kavuşması arasına giren ve bir türlü ayrılmayan dostlan
(perdeden) dolayı âşık bezginlik duymalıdır.
— Âşık,
Sevgili için çok ah çekmelidir.
— Âşık, Sevgilisinin sözünü duyarak, O’nun zikrini tilavet ederek, O’nu
hatırlayarak dinlenmelidir.
— Âşık, Sevgilisinin sevdiği şeylere uygun davranmalıdır.
— Âşık, Sevgilisine karşı yapmaya mecbur olduğu hizmette, hürmeti (yani
İlâhî emirleri) terketmekten korkmalıdır.
— Âşık, Rabb’inin hakikati karşısında kendine verdiği fazla önemi
azaltmalı, Sevgilisine verdiği az önemi çoğaltmalıdır.
— Âşık, Sevgilisine itaat etmeli ve O’na karşı gelmekten kaçınmalıdır.
— Âşık, kendi nefsinden bütünüyle çıkıp kurtulmalıdır.
— Âşık, kendi ölümü karşılığında diyet (kan bedeli) istememelidir.
— Âşık, Sevgilisinin kendisine önerdiği tedbirden dolayı, insan tabiatının
kaçmak istediği, sıkıntılara sabretmelidir.
— Âşığın kalbi, aşktan çılgına dönmelidir.
— Âşık, her türlü dosta Sevgilisini tercih etmelidir.
— Âşık, Sevgilisini isbat etme uğrunda kendini mahv
etmelidir.
— Sevgilisi öyle istediği için, âşık, nefsini ayaklar akma alıp çiğne-
melidir.
— Âşık, Sevgilinin sıfatlarım üzerinde taşımalıdır.
— Âşık, Sevgiliyle birlikteyken nefes bile almamalıdır.
— Âşığın her şeyi. Sevgilisi için olmalıdır.
— Âşık, Sevgilisi hakkında saygılı davranmalı, kendini ise eleştirmelidir,
kınamalıdır.
— Âşık, Sevgilinin neden olduğu şaşkınlıktan, dehşetten lezzet almalıdır.
— Âşık, belirlenmiş genel kuralları önce korumalı, sonra o kuralları
aşmalıdır.
— Âşık, Sevgilisini kendinden bile kıskanmalıdır.
— Âşık, akh ölçüsünde aşkının hükmü altında olmalıdır.
— Âşık, akıldan yoksun bir hayvan gibi (dâbbetün) olmalıdır ki açtığı
yaralar, yaptığı hatalar kendisini suçlu göstermesin.
— Âşığın sevgisi, Sevgilinin ihsanıyla, iyilikleriyle artmamak; Sevgilinin
cefalarıyla da azalmamalıdır.
— Âşık, Sevgilisi karşısında adaba uymak zorunda bırakılmamalıdır.
— Âşık, hem kendi durumunu hem de Sevgilisinin durumunu unutmahdır.
— Âşık, bütün sıfatlardan arınmış olmalıdır.
— Âşığın
isimleri meçhul olmalı, bilinmemelidir.
— Âşık,
gerçekte dalgın olmadığı halde adeta dalgınmış gibi olmalıdır.
— Âşık,
kavuşmayla ayrılık arasında bir fark görmemelidir.
— Âşık,
kendisini köleleştirenin içtenlikle kölesi olmalıdır.
— Âşık,
devamlı bir karışıklık içinde olmalıdır.
— Âşık,
davranışlarında ölçünün dışına taşmalıdır,
— Âşık,
Sevgilinin aynısı olduğunu söylemelidir.
— Âşık,
kendinden geçmeli, bitkin olmalıdır.
— Âşık,
utangaç bir şekilde sırrını açığa vurmalıdır.
— Âşık,
kendisinin âşık olduğunu bilmemelidir.
Ayrıca;
— Âşık, çok
şevkli, çok arzuludur, bununla birlikte kime doğru yöneldiğini bilmez.
— Âşık, büyük
heyecan duyar fakat kimde heyecanlandığını bilmez.
— Sevgili,
âşığa açık seçik gözükmez.
— Âşık, hem
sevinçlidir hem üzüntülüdür; zıt sıfatlarla sıfatlanır.
— Âşığın
makamı, hırstır, hali makamına tercümandır.
— Aşık,
sevgiliyle boy ölçüşmeyi sevmez.
— Âşık,
ayıkamayacak derecede aşk sarhoşluğu içindedir.
— Âşık,
sevgilisini razı ve hoşnut etmek için sürekli O’nunla ilgilenir.
— Âşık,
sevgilisi üzerinde etkilidir.
— Âşık,
sevgilisinin kedisine verdiği şeylerden dolayı O’na karşı acıma duygusu ve
şefkat besler.
— Âşık, kendi
durumunun tanığıdır.
— Âşık,
devamlı acı çeker.
— Yapacak bir
şeyi olmadığında âşık, yorgunluk ve bitkinlik duyar.
— Âşık,
bıkkınlık diye bir şey bilmez; ruhu dinç, bedeni zindedir.
— Âşık, Sevgilisi
dışında başka bir şey bilmez.
— Âşığm gözü,
sevgilinin varlığıyla görür.
— Âşık, ancak
sevgilisinin sözüyle konuşur.
İşte bütün
bunlar, Kur’an’ın hamili (taşıyıcısı) diye adlandırılırlar. Bu âşıklar
bütün bu sıfatları kendilerinde topladıkları zaman Kur’an’ın aynısı ve özü
olurlar, tıpkı Hz. Ayşe’nin, kendisine “Allah Resulû’nün, selât ve selâm
üzerine olsun, ahlâkı nasıldı?” diye sorulduğunda; “Onun ahlâkı
Kur’an’dı.” demesi gibi. Buna başkaca bir şey ek- lememiştir Hz. Ayşe.
Zünnun’a
Kur’an hamilleri’nin kim olduğu soruldu. O da şöyle dedi: “Onlar, üzerlerine
hüzün bulutlarından yağmur yağanlardır. Bineklerini ve bedenlerini yoranlardır.
Üzerlerinde korku ve hüzün belirtisi taşıyanlardır. Hakikat (ölüm, yakin)
kadehlerinden su içenlerdir. Yürekten ve samimi olarak inananların razı
oluşları gibi, nefislerini razı edip hem bollukta hem darlıkta, hem açlıkla hem
doygunlukta, hem bollukta hem yeterlikte, hem gizlilikte daima uyanık tutarak,
Allah’tan başka bir şeye nazar etmeyenlerdir. Tefekküre yönelerek eşyanın
hakikatini kavrayıp onlardan ibret alanlardır. Gecenin bir bölümünü uyanık
geçirip gözlerinden yaşlar akıtanlardır.
Zayıf, nahif
bedenleriyle, çatlamış dudaklarıyla, kurumuş gözyaşla- nyla, öldürücü derin iç
çekişleriyle Kur’an’m gerçek dostlarıdır onlar. İşte Kur’an, onların ve
nimetlere gark olmuş bu kimselerin arasına girer. Hakk’ın özlemini duyanlar
için gayelerin gayesidir Kur’an.
Tanrı’nın
vaadini dinledikçe, gözyaşları sel gibi akar onların. Tan- rı’mn uyarısı önünde
saçları beyazlar; dolayısıyla Cehennem’in korkunç azabı, onların ayaklarının
altında ve Tanrı’nın vaid, korkutması da kalblerinin içinde kahr”76.
AŞIKLARIN ÇEŞİTLİ HALLERİ HAKKINDA
ANLATILAN ÖYKÜLER
Öykü— Âşıklardan birinin başına gelen şu çok ince ve çok manidar
hal, bize şu şekilde anlatıldı: Bir gün bir âşık bir şeyhin evine gider. Şeyh
ona sevgiden bahsetmeye başlar. Bunun üzerine âşık erimeye ve incelmeye, hatla
ipince bir su gibi akmaya başlar. Öyle olur ki bütün cismi şeyhin önünde
çözülür, erir ve küçük bir su damlası haline gelir. O sırada şeyhin bir
arkadaşı oraya gelir ve şeyhin yanında hiç kimseyi göremeyince, “Buraya gelen
adam.nerede?” diye sorar. Şeyh de suyu göstererek, “O adam işte şu su!” der ve
âşığın başına gelen olayı arkadaşına anlatır.
Bu çok garip, çok tuhaf bir erimedir. İnsanı hayrete düşürücü, şaşkına
çevirici olağanüstü bir hal değiştirmedir. O adam “kesafet”ini öylesine
kaybetmiş ki sonunda bir su damlası olmuş, yani aslına, ilk şekline dönmüş.
İlk önce o su ile diri bir varlık olmuştu. Şimdi de o, tıpkı Allah’ın: “Biz
her canlı şeyi sudan yarattık.” (Kur’an, 21/30) buyurması gibi her şeyi
dirilten su şekline, yani asıl ve ilk şekline dönmüş oluyordu. Öyleyse buradan
şu sonuç çıkmatadır: âşık, her şeyin kendisiyle dirildiği canlandığı bir varlıktır.
Öykü— Allah rahmet etsin babam mıydı, amcam mıydı? hangisiydi, tam
bilemiyorum, ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda
bir avcı görür. Avcı dişi bir kumru güvercini takip etmektedir. O anda aniden
kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu
vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru çaresizliğinden kendi etrafında fır
dönerek havada yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur.
“Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık” diye devam etti babam; “sonra, o
kuş o yüksekliğe varınca kanatlarım kapattı, başını yere çevirdi ve çığlıklar
atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ
bakakalmıştık” diye anlatmıştı.
Ey âşık, bu bir kuşun yaptığı harekettir. Peki Allah aşkı uğrunda senin
tavrın nicedir?
Öykü— Bize Muhamıned ibn Muhammed anlattı. Ona da Hıbbetü’r-
Rahman, ona da Ebu'l-Kasım bin Hevazin anlatmış. O, Muhammed ib-
nü’l-Hüseyin’den işittim diyor. O da Ahıned bin Ali’den işittim demiş. O da
İbrahim ibn Fatik’den işittim demiş; o da şöyle diyor: “Camide oturmuş, aşk
hakkında konuşurken Sumnun’u dinliyordum 77. Yanma küçük bir kuş
sokuldu. Çok yakınına kadar geldi. İyice yaklaştı. Geldi eline kondu. Sonra
bütün gücüyle gagasıyla yere vurdu, öyle ki ağzından kan geldi ve öldü.”
Allah o kuşa bu şeyhin sözünü anlama gücünü vermişti, işte aşka dair
sözlerin etkisi o kuşta böyle oldu. Aşk hali ona galebe çaldı ve aşk sultanı
ona hakim oldu, Bu durum orada hazır bulunanlara bir vaaz niteliğinde oldu.
Aşk iddiasında bulunanlara da kesin bir kanıt ve iyi bir ibret oldu.
Allah bize sevgiden büyük bir pay vermiştir. Aynı zamanda bize o sevgiyi
tutabilecek gücü de vermiştir. Vallahi, ben sevgide öyle bir şey buluyorum ki,
hayalimdeki o sevgi gökyüzünde olsaydı hiç kuşkusuz gökyüzü çatır çatır
çatlardı. Eğer bu aşk yıldızlarda olsaydı yıldızlar parçalanır, parça parça
düşerdi. Eğer bu aşk dağlarda olsaydı dağlar yerinden kalkar yürürdü78.
İşte, ben böyle bir sevgiyi yaşadım. Allah, o sevgiyi miras alanlardan
bana öyle bir güç, öyle bir kuvvet verdi ki, o âşıkların özüdür. Ben o güç
içinde, kendimde öyle şaşırtıcı haller gördüm ki hiç bir sözcük onu tasvir
edemez, onu anlatamaz.
Sevgi, tecelli
ölçüsûndedir. Tecelli ise ma’rifet ölçüsûndedir. Sevgi ve ma’rifet içinde eriyen
ve kendilerinde sevginin hükümleri, erdemleri zuhur eden âşıklar, sevginin
tabiî görünümlerine bağlı kalırlar. Ariflerin aşkına gelince, görünüşte o aşkın
bir izi, bir eseri yoktur, çünkü ma’rifet, sadece arif âşıklara verilen ve
sadece onların bildiği sır gereğince, tabii sevginin izlerini siler süpürür.
Arif olan âşık diri kalır ve ölmez. Mücerred bir ruhtur o. Arifin taşıdığı
aşktan tabiatın bir haberi yoktur. Aşkı, İlâhî aşktır, rabbani şevktir.
Allah’ın “Kuddus” ismiyle güçlenmiştir. Duyulur (duyularla kavrandır)
sözlerin (el-kelamu'l-mahsüs) tesirlerinden güvencededir.
Aşkından
eriyip su olan âşık hakkında ileri sürülebilecek burhan (kati delil) şudur:
Eğer o âşıkta böyle bir aşk olmasaydı, durumu öyle olmazdı. O zaten önceden
âşıktı ve şeyhin aşka dair sözlerini duyar duymaz erimeye başladı. Şeyhin
sözleri kendisindeki aşkın gizli gücünü harekete geçirmiş oldu. Neticede olan
oldu. Bu şeyhten, kendisinde daha önceden bulunan imkânların gerçekleşmesini
elde etmiş oldu. Bir üçüncü kişinin, aşkla ilgili sözleri, âşık üzerinde hiç
bir etki uyandırmıyorsa, o aşk tabiî bir aşktır. Çünkü insanın sadece tabii yönü,
değişimi ve etkilenmeyi tepki göstermeden kabul eder. Öyleyse, o şeyhin
sözlerinden önce de o âşık, aşkla zaten sıfatlanmıştı. O olaydan önce et ve
kemikken, onu bir suya çeviren bu erime işi onun vücudu üzerinde oldu. Eğer
onun sevgisi İlâhî sevgi olsaydı, şeyhin harflerden oluşan kelimeleri onun
üzerinde böyle bir etki yapmazdı. O sözlerin bu ince anlamları onun
ruhaniyetini coşturmazdı. Dolayısıyla o âşık, aşk konusundaki davasından haya
etti ve kalbinde haya ateşi yandı ve öyküde anlatıldığı gibi, su oluncaya kadar
bu, onu eritmeye devam etti.
Bu değişim
ancak varlıklarda (bireylerde) gerçekleşir. Onlardan yalnızca bazıları, tabiî
sevgi sahibidirler. Bu ise, ruhani sevgi, İlâhî sevgi ve tabiî sevgi arasındaki
farkı oluşturur. Ruhani sevgi, İlâhî sevgiyle tabiî sevgi arasında bir ara
noktadır. İlâhi sevgi, varlıkta değişmez olarak kalır, fakat âşıktaki tabiî
sevgiden dolayı, bu durum onun üzerinde değişikliğe neden olabilir; böyle
olmakla birlikte onu “fena” haline ulaştıra- maz. çünkü “fena”
hali daima tabiî sevgi yönünden gelir. Varlığın “beka” hali ise İlâhî
sevgi yönünden gelir.
Örneğin
yukarıda değindiğimiz hadisi şerife tekrar dönecek olursam, orada Cebrail
aleyhisselâm bir ruh olduğu için, aşkı da ruhani aşktı. Bununla birlikte, bir
cisme büründüğü için, aşkının tabii bir yönü de vardı, çünkü temel unsurlara
bağlı olmayan tabii cisimler, temel unsurlara bağlı olan tabiî cisimlerin
tersine, durum değişikliğine maruz kalmazlar. Yalnızca temel unsurlara bağlı
olanlar durum değişikliğine uğrarlar, çünkü onlar temel olarak değişen özlerden
meydana gelmişlerdir. Tabiata gelince, tabiatın kendi içinde, kendiliğinden
bir değişikliğe uğrama gücü yoktur, çünkü hakikatlerden çıkan somut özler, varlıklar
değişikliğe uğramazlar.
Buna göre,
Cebrail aleyhisselâm aşka tutuldu, fakat yukarıdaki öyküde anlatılan âşığın
eridiği gibi, cismî varlığının özü erimedi. Bu nedenle, kendisinde bulunan tabiî
aşkın etkisi altına girdi. Fakat kendisindeki İlâhî aşk nedeniyle varlığı bakî
kalmaya devam etti.
Öyleyse
buradan şu sonuca varabiliriz: İlâhi sevgiye tutulan âşık cisimsin bir
ruhtur; Tabii sevgiye tutulan âşık ruhsun bir cisimdir. Ruhani sevgiye tutulan
âşık ise hem cismi hem de ruhu olan bir varlıktır. Öyleyse, tabii,
unsuri aşka tutulan âşık, kendisini değişikliğe uğramaktan koruyacak bir ruha
sahip değildir. Bu nedenle; sevgiye dair sözler, tabii aşka tutulan birini
etkileyecektir, fakat İlâhî aşka tutulan âşığı etkilemeyecektir; ruhani aşka
tutulan âşığı ise, biraz etkileyecektir.
öykü— Bize bu
öyküyü, Muhammed ibn İsmail el-Yemeni Mekke’de anlattı. O'na da Abdurrahman
ibn Ali, ona da Ebu Bekir ibn Ha- bib el-Amiri, ona da Ali ibn Ebi Sadık, ona
da Ebu Abdullah ibn Baku- ya eş-Sirazi, ona da Bükran ibn Ahnıed, ona da Yusuf
ibn el-Hüseyin anlatmış; Şöyle dedi:
“Zünnun’un
yanında oturmaktaydım. Etrafında insanlar vardı, o insanlara birşeyler
anlatıyordu. Orada bulunanların hepsi ağlıyordu. Yalnızca bir genç delikanlı
ise gülüyordu. Bunu üzerine, Zünnun o gence, “Ey delikanlı, sana ne oluyor ki
bütün herkes ağlarken sen gülüyorsun?” diye sordu. O genç de ona şu şiirle
karşılık verdi:
“Bu insanların hepsi Cehennem korkusuyla ibadet
ediyorlar Ateşten kurtuluşu büyük mutluluk sayıyorlar,
Oysa bende ne Cennet ne de Cehennem düşüncesi var,
Çünkü istemiyorum ben aşkıma olsun bir karşılık."
Bunun
üzerine, o gence “Peki Allah seni kovarsa, ne yapacaksın?” diye sordular. Bu
kez de şu şiiri okuyarak cevap verdi onlara:
“Eğer bu aşkta bir vuslat bulmasaydım
Evimi barkımı atardım ateşe
Acının hüküm sürdüğü bu cehennemi yerde
Sabah ahşam uyandırırdım ev halkımda, ailemde
Büyük bir heyecan, gözyaşlarımla
Ey müşrikler gelin öyleyse, ağlayın bana
Ben aciz bir kulum ama sevdim Yüce Mevla’yı iddiamda
sadık olmasaydım Çetin bir azaba çarpıtırdım”
Bizzat ben,
İşbiliye’de (Seville) âşık ve arif yaşlı bir kadının hizmetinde bulundum.
Kadıncağızın adı Falıma binti ibn Müsenna el-Kurtu- bî idi79.
Senelerce hizmet ettim ona. Ona hizmet ettiğim dönemde dok- sanbeş yaşını
geçmişti, fakat ben güzelliği ve yüzünün tazeliği karşısında onun yüzüne
bakmaktan haya ederdim, sakınırdım. İlerlemiş yaşına rağmen, yanakları hâlâ
kıpkırmızıydı. Yüzündeki güzellik, letafet ve tazelik onu ondört yaşındaki bir
genç kız gibi gösteriyordu.
Allah ile
kendine özgü bir manevi bir hal içindeydi. Kendisine, benim gibi, hizmet eden
başkaları da vardı. Fakat nedense o, onların arasında beni tercih eder ve
şöyle derdi: “Onun gibi birisini görmedim. O benim evime girince, bütün
varlığıyla giriyor; dışarıda kendine ait hiçbir şey bırakmıyor. Evimden
giderken de bütün varlığıyla gidiyor; evimde kendinden hiçbir şey bırakmıyor.”
Gene onun bir
gün şöyle dediğini işittim: “Allah’ı sevdiğini söyleyen fakat O’nunla
ferahlamayan kimseye şaşıyorum. Oysa ki, Tanrı o kulun müşahede ettiği
Varlıktır; o kulun gözü her gözde O’nu müşahede etmektedir. Bir an bile onun
gözünde kaybolmaz Tanrı. Bu gibi insanlar hep ağlarlar. Fakat nasıl oluyor da
ağlarken O’nu sevdiklerini iddia ediyorlar? Hiç haya etmiyorlar mı,
utanmıyorlar mı? Çünkü bir âşığın Tann’ya yakınlığı “mütekarrabun”un
(yani Tann’ya yakın olanla- r*n) yakınlığından kat kat fazladır.
Âşık, insanların Tann’ya en yakın °lanıdır, çünkü o her an Tanrı'yı müşahede
eder. O halde kime ağlasın ki? Bu harika bir şeydir!” Sonra bana dönüp “Ey
oğul, bu söylediklerim hakkında sen ne dersin?” dedi. Ben de ona “Ey anneciğim,
söz senin- dir" dedim. O da “Vallahi! Ben de şaştım kaldım. Sevgilim bana “Fatiha-
tü’l-Kitab'T, Fatiha Suresini verdi80, o sure benim hizmetimde
bulunuyor ve yeminle söylüyorum, beni O’ndan bir an bile ayırmıyor" dedi.
İşte o gün, Fatiha Suresinin kendisine hizmet ettiğini bana söyleyince,
o kadının ulaştığı makamı öğrenmiş oldum. Gene bir gün, birlikte oturuyorduk.
Bir kadın geldi ve bana “Ey kardeş, kocam şu anda Şa- riş eyaletinin Şüzûne
kentinde bulunuyor. Orada biriyle evleneceğini haber aldım. Bu işi sen nasıl
halledersin?” dedi. Ben de “Onun buraya gelmesini ister misin?” dedim ona. O da
“Evet!” dedi. Bunun üzerine yüzümü hizmetinde bulunduğum yaşlı kadına çevirdim
ve “Ey anacığım, şu kadıncağızın ne söylediğini duymadın mı?” dedim. O da “O
kadın ne istiyor, evladım?” dedi. “İhtiyacının, isteğinin şu anda hemen yerine
getirilmesini istiyor; benim dileğim de, onun kocasının hemen buraya
gelmesidir” dedim. Yaşh kadın “Tamam, tamam, Fatiha Suresini oraya gönderirim
ve bu kadının kocasını getirmesini söylerim” dedi. Sonra Fatiha’yı okudu, ben
de onunla birlikle okudum. Biz okurken Fatiha bir şekil, bir vücut kazandı.
Fatihayı okurken o kadının ulaştığı makamın derecesini öğrenmiş oldum. O
okurken, Fatiha basbayağı bir suret, esîrimsi bir suret, bir şekil kazanıyordu.
Yaşh kadın ona bu görevi yükleyerek o adama doğru gönderdi, Fatiha’ya bir
suret giydirdikten sonra, şöyle dediğini duydum: “Ey Fatiha, Şarîş eyaletine
git ve şu kadının kocasını buraya getir. Onu buraya getirinceye kadar, onu
sakın bırakma, sadece yol mesafesinin uzaklığı kadar uzak kalsın ve bir an önce
ailesine kavuşsun.”
Yaşlı kadın bazen, kendi kendine def çalar ve bundan hoşlanırdt. O def
çalarken bir taraftan ben kendisine bu konuda bazı sorular yöneltirdim. O da
bana “Ben bundan zevk alıyorum. Allah da bana ilgi gösteriyor, beni veliler
arasına alıyor ve beni Kendine sıkıca bağlıyor. Ben kimim ki, Rabb’im benim
gibi kullan arasından beni seçiyor? Sahibimin Dostumun büyüklüğüne izzetine ve
Kudretine yemin olsun ki, bazen beni öyle kıskanıyorlar ki anlatamam. Ne zaman
herhangi bir şeye, iti-1 mat ederek yönelsem, Rabb’imden gafil olduğum için
yöneldiğim şeyde başıma bir bela geliyor." dedi. Sonra bütün bunlarla
ilgili bir sürü olağanüstü şeyler anlattı. Ben ona hizmet etmeye hep devam
ettim ve kendi elimle onun için, sazdan onun boyunca bir kulübe yaptım.
Ölünceye kadar o evde yaşadı.
Bana hep “Ben senin manevi annenim ve dünyevi annenin nuruyum” derdi.
Annem onu ziyarete geldiğinde, ona şöyle dedi: “Ey Nur, bu çocuk benim
oğlumdur, senin de baban. Bu nedenle ona iyi davran ve ona sakın itaatsizlik
etme!”
Öykü— Hicri 599’ da Mekke'de Yunus Bin Yahya anlatmıştı. Ona da
Ebu Bekir bin el-Gazal, ona da Ebu’l-Fadl bin Ahmed, ona da Ahmed bin Abdullah,
ona da Muhammed ibn İbrahim, ona da Muhammed bin Yezid anlatmış. O şöyle dedi:
Zünnun’un şöyle dediğini işittim: “Allah’ın Kutsal Evi olan Ka’be’ye haccetmek
üzere yola çıktım. Ka’be’nin etrafında tavaf ediyordum. Birden, Ka’be’nin
örtüsüne asılmış ve hıçkı- ra hıçkıra ağlayan bir adam gördüm. Bir yandan
ağlıyor, bir yandan da şöyle diyordu: “Senden başka herkesden derdimi sakladım.
Sırrımı yalnızca Sana açtım. Senin dışındakileri bıraktım. Yalnızca Seninle
meşgul oldum. Seni tanıyıp da nasıl Senden uzak kalabiliyorlar, Senin aşkını
tadıp da nasıl Senden uzak kalmaya dayanabiliyorlar, şaşıyorum, aklım almıyor.”
Sonra şu mısraları okudu:
“Kavuşmalını tadını bana bir kez tattırdın
Sana tâ derinlerden duyduğum aşkımı kat kat artırdın.”
Sonra kendi kendine konuşmaya başladı ve şunları söyledi: “Rab- bin sana
mühlet verdi, sen günahlarından vazgeçmedin. Günahlarını örttü, sen haya
etmedin. Kendisine münacatta bulunmanın tadını senden aldı, sen buna hiç
üzülmedin.” Daha sonra şöyle devam etti: “Aziz dostum, sevgili canım! Ne olacak
benim halim? Senin huzuruna çıkınca ve beni uyku basınca ve Sen’in münacatının
helavetinden, tadından beni mahrum bırakınca? Niçin? Peki niçin, gözümün içi, a
canım?” Daha sona da şu şiiri söyledi:
“Ayrılık acısıyla dağladın kalbimi
Görmedim bir şey ayrılıktan daha acı daha yakıcı
Ayrılık yetti bizi birbirimizden ayırmaya
Nice zamandır korkuyordum başımıza gelmesinden.”
Zûnnun şöyle devam etti sözüne: “O şahsın yanına gittim. Bir de ne
göreyim, O bir kadınmış.”
öykü— Bize Muhammed ibn İsmail bin Ebi’s-Seyf anlattı. Ona da
Abdurrahman bin Ali, ona da Muhammed bin Nasır ve Muhammed bin Abdulbaki,
onlara da Yunus bin Yahya, ona da Hamdi ibn Ahıned, ona da Ahmed bin Abdullah,
ona da Ahmed bin Muhammed el-Mütevekke- lî, ona da Ahmed bin Ali bin Sabit, ona
da Ali bin el-Kasım eş-Şahid, ona da Ahmed bin Muhammed bin İsa el-Razi, ona da
Yusuf bin el-Hü- seyin anlatmış. O şöyle dedi: “Bir genç vardı. Zünun
el-Mısri’nin sohbetlerine bir süre devam etti. Sonra bir süre ara verdi. Sonra
tekrar sohbete devam etmeye başladı. Yüzünün rengi solmuş, beti benzi
sararmış, vücudu iyice zayıflamıştı. Üstünde ibadet ve çalışma izleri gözüküyordu.
Zünnun ona şöyle dedi: “Ey delikanlı! Allah sana neler bağışladı, neler
vehbetıi ki, o mevhibelerden dolayı, sen Mevla’na bunca ibadet ettin ve bu
kadar çok çalıştın?” Delikanlı da “Üstadım, Allah’ın kulları arasından alıp
seçtiği ve kendisine Hâzinelerinin anahtarlarını verdiği; ve daha sonra yine
Allah’ın ona bir sır verdiği bir kul gördün mü? O kulun bu sırrı ifşa etmesi
doğru olur mu?” dedi ve şu şiiri söylemeye başladı:
“Bir sır söylediler ona, o da bilerek açığa vurdu o sırn
Yaşadığı müddetçe artık
vermediler ana hiçbir sır Ve uzaklaştılar ondan. O ise, mutlu olamadı
yanlarında Kıyıda köşede bıraktılar onu, dost olmak şöyle dursun, Sırlarını
yayan birini dost bilmezler zira
Sevgileri ne denli uzak, ne denli uzak böyle davranışlardan.”
O genç adam şöyle devam etti: “Âşığın, sevgilisinin sırrını ifşa etmeye
çalışması hiç doğru değildir. Aksine, sevgilisinin emirlerini beklemesi
gerekir. Eğer sevgilisi, kendisine sırrını ifşa etmesini emrederse, ancak o
zaman ifşa eder, yoksa ilke olarak, sevgilisinin sırrını saklaması gerekir.”
Hicri 594' de Fez şehrinde bulunduğum bir sırada Allah bana bir sır
verdi. Ben de o sırrı herkese yaydım, çünkü o sırrın yayılmayacak sırlardan bir
sır olduğunu bilmiyordum. Bu yüzden Sevgiliden azar işittim, bir iyice
paylandım. Cevabım sadece sükut oldu, fakat gene de, “Eğer bu sır konusunda bir
kıskançlık duyuyorsan, o sırrı kendilerine söylediğim kişiler üzerine yükle bu
sırrı” dedim, çünkü Sen buna kadirsin, fakat ben kadir değilim. Ben o sırrı
aşağı yukarı onsekiz kişiye söylemiştim. Bunun üzerine Allah bana “Tamam, o işi
ben üzerine alı- yorum.”dedi. Sonra da sadırlarından, kalplerinden o sırrı
çekip çıkardığını bana rüyamda bildirdi. Bunun üzerine, arkadaşım, dostum
hizmetçi olan Abdullah’a “Allah bana şöyle şöyle yaptığını bildirdi, haydi
kalk, Birlikte Fez şehrine gidelim de Allah'ın bana bildirdiği şeyleri bir görelim.”
dedi. Böylece birlikte kalktık oraya gittik. Kendilerine o sırrı söylediğim
insanlar gelip beni buldular. Gördüm ki Allah onlardan o sırrı çekip almış,
göğüslerinden o sırrı çekip çıkarmış. Bunun üzerine onlar bana o konuda bazı
sorular sordular. Bu kez ben sustum, onlara hiçbir şey söylemedim.
Bu olay benim
için bu konuda meydana gelen, yaşadığım en şaşırtıcı, olağanüstü durumlardan
biridir. O gencin Zünnun’a söylediği korkunç vahşetle, ürküntü verici
yalnızlıkla beni cezalandırmadığı için Allah’a sonsuz hamd ediyorum.
Allah’ın Yolu
bir zevk, kişisel bir deneyim olduğu için o genç, Allah’ın bütün yaratıklara,
kendisine muamele ettiği gibi muamele ettiğini düşündü. Onun tattığı zevk,
edindiği deneyim doğrudur, fakat bu konuda Allah’a verdiği hüküm doğru
değildir. Bununla birlikte, bu tür şeyler tarikatta çokça görülür. Ancak “muhakkikin”,
yani hakikat bilgisine erişmişler için böyle şeyler vaki olmaz, çünkü onlar
eşyanın hakikatlerini ve derecelerini bilirler. Gerçekten de, bu ilim
erişilmesi çok zor bir ilimdir.
öykü—
Bu öykü bize Zünnun’dan rivayet edilmiştir. Muhammed ibn Yezid, Zünnun’dan
aktarmıştır. Dedi ki: “Bir kadına; Âşığın kalbine aşk ne zaman tam anlamıyla
girer? diye sordum, o da “Sürekli sevgilisini zikrettiği, sürekli onun aşkıyla
yanıp tutuştuğu zaman” dedi. “Ey Zünnun, bilmiyor musun ki aşk, şevk insanda
dert bırakır. Sürekli sevgiliyi anma ise, insanda hüzün doğurur” diye ekledi.
Sonra şu şiiri söyledi:
“Tadamadım Sana kavuşmanın verdiği zevki, Gitmedikçe
benden insanlara duyduğum sevgi.”
Bunun üzerine
ben de o kadına şöyle cevap verdim:
“Ne mutlu o âşığa,
artınca sevgisi kavuşması, Kavuşmanın hemen ardından coşunca sevgisi!"
Bunun üzerine “Beni acılara boğdun! Beni acılara boğdun! Bilmiyor musun
ki O’na kavuşmak ancak O’nun dışındakileri terk etmekle mümkün olur.” dedi.
Eğer o kadın bana bu tür şeyler söyleseydi ben de “O orada; O orada! derdim”,
dedim, kendi kendime.
Öykü— bu öyküyü bize İbn Ebi’s-Seyf, Abdurrahınan bin Ali’den
nakletti. Ona da İbrahim bin Dinar, ona da İsmail bin Muhammed bin Abdulaziz
bin Ahmed, ona da Ebu’ş-Şeyh Abdullah bin Muhammed anlattı. O dedi ki, Ebu
Said es-Sakafi’yi işittim. Zünnun’dan bu öyküyü naklediyordu. Şöyle dedi: “Bir
gün Ka’be’nin etrafında tavaf ediyordum. Bir an hüzünlü hüzünlü yalvarıp
yakarmakta olan bir ses duydum. Baktım ki bu sesin sahibi, Ka’be’nin örtüsüne
asılmış genç bir kız. Şöyle diyordu:
“Biliyorsun Sen ey
Sevgilim Ey Sevgilim, Sen biliyorsun Vücudumun ve ruhumun yorgunluğu Açığa
vurmaktadır sırrımı
Ey Sevgilim öyle sakladım hi içimde sevgimi.
Göğsüm daraldı, nerdeyse göğsüm
çatlayacaktı."
Zünnun şöyle devam etti: “Bu sözleri işitince, bir üzüldüm, bir sevindim;
öylesine duygulandım ki oracıkta ağladım.” O genç kız sözlerine devamla: “Ey
Allah’ım! Ey Rabb’im! Ey Yüce Mevlam! Eğer beni bağışlayacaksan, bana duyduğun
sevginle bağışla beni.” dedi. Zünnun bunun üzerine şöyle dedi: “Bu şekildeki
bir yalvarış bana çok çarpıcı geldi. Bu nedenle o kıza “Ey kızım, “Senin bana
duyduğun sevgiyle” diyeceğine “Sana duyduğum sevgiyle” desen, öyle yalvarsan
senin için yeterli olmaz mı?” dedim. O kız da bana şunları söyledi: “Ey
Zünnun! Çekil git yoluna! Bilmiyor musun, Allah’ın sevdiği öyle kullar var ki.
onlar Allah’ı sevmeden önce Allah onları sever. Duymadın mı Allah ne buyuruyor?
“Allah öyle insanlar getirecek hi O onları sever, onlar da O’na severler."
(Kur’an, 5/54). Görülüyor ki, Allah’ın onlara duyduğu sevgi, onların Allah’a
duyduğu sevgiden önce gelmektedir”. “Peki benim Zün- nun olduğumu nereden
bildin?" diye sordum ona. O da şöyle cevap verdi” “Ey yiğit kişi! Kalbler,
sırlar meydanında dolaştı, ben seni oradan tanıdım.” Sonra, “Dön, arkana bak!”
dedi bana. Ben de yüzümü çevirdim, baktım, Gökyüzü mü onu kendisine
yükseltmişti yoksa yeryüzü mü onu içine çekmiş almıştı, bilemedim. Bu genç
kızın sözlerinden ortaya çıkan durum, Allah’ın Hz. Musa’ya “Dağa bak!”
(Kur’an, 7/143) dediği anda, Hz. Musa aleyhisselâm’ın Rabb’iyle olan durumuna
yakın bir durum dedim kendi kendime”81.
Allahu
Teâlâ’nın meydanları vardır. Onların hepsine “sevgi meydanları” adı verilir.
Sonra o meydanlardan her birini sevginin özelliklerine verilen adlarla
adlandırır. Örneğin: “Vecd meydanı”, “Şevk meydanı” gibi. Orada her durum, bir
“cevelan”, yani dairevi bir dolaşma ve bir düz çizgi halindeki bir hareket
olur. Dolayısıyla her durum için bir meydan vardır. Bu, külli bir hakikattir,
bütünsel ve evrensel bir iştir82.
Aynı şekilde,
bilgi ve ma’rifeıler için de tecelli dereceleri ve yerleri vardır. Sübhan
Tanrı, mevcudatın özlerindeki farklılıkların ma’rifetini sana müşahede
ettirirse, ancak o zaman bunlar birer meydan olurlar. Dolayısıyla, eğer sen,
O’nun o meydanın isimleriyle orada zuhur etmiş Varlık olduğunu müşahede
edersen, işte o zaman bunlar “sır meydanları” olurlar, Eğer sen O’nun
varlıklarla maiyyetini, yani birlikteliğini isimleriyle müşahede edersen, o
zaman bunlar “nur meydanları” olur. Eğer bu iş senin kafanı karışmıyorsa, o
zaman öyle bir şey görürsün ki sonunda “o, O’dur!” dersin. Sonra daha başka bir
şey görürsün “o O mudur yoksa O değil midir, bilemiyorum?” dersin. İşte o zaman
bunlara “hayret meydanları” (ya da “hazret meydanları”) denir. Her varlığın
özü için bir işaret bir gösterge vardır. Bu meydanları dolaşan varlıklar onu o
alâmetle tanırlar; gene o alâmet sayesinde, bu dünyada, bu şeha- det âleminde,
tabiatında karartılmış, fakat bilgiyle (ma’rifetle) aydınlatılmış bu vücutlar
(heyahil) içinde zuhur eden varlığı, o meydanları dolaşan varlıklar tanırlar,
bilirler. Dolayısıyla, o meydanları dolaşanlar varlıkları isimleriyle tek tek
tanırlar, tıpkı yukarıdaki öyküde geçen o genç kızın Zünnun’u adıyla tanıyışı
gibi.
Öykü—
Musa bin Ali el-Ahmîmi’nin hadisinden bize rivayet edildi. O da Zünnun’dan
rivayet etmişti: Zûnnun o kimseye şöyle dedi: “Allah sana rahmetini
esirgemesin! Allah için seven insanın belirgin özelliği nedir sence?” O adam
“Ah sevgili dostum! Sevginin derecesi çok yûk-
sek bir derecedir.” dedi. Zûnnun da “Bana onu anlatmanı isterim.” dedi.
O da “Allah için sevenlerin kalbini Allah öyle yarmıştır ki kalbleri- nin
nuruyla onlar bedenleri dünyada kahr, ruhları ise perdeyle örtülür; akılları
ise göğe çıkar. Onlar melekler arasında dolaşırlar ve bu hakikatleri yakin
olarak müşahede ederler. Sadece Allah’a sevgi duyarak, Cenneti arzulama ve
Cehennem'den korkmadan uzak kalarak, ellerinden geldiğince Allah’a ibadet
ederler.” dedi. Bunları söylerken o genç adam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı,
öyle ki ruhu ta derinlerden müteessir oldu. Ben de bu sözleri söyleyen biri hiç
kuşkusuz ariflerdendir dedim, kendi kendime. Çünkü o arif olduğunu kanıtlayacak
üç tane delil sıralamıştı ki evrende sadece bunlar mevcuddur: İlk olarak, “bedenleri
dünyada kahr.” demişti. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Yalnız O’dur ki,
gökte de Tanrıdır, yerde de Tanrıdır.” (Kur’an, 43/84). Öyleyse, O’nunla
beraber olan kişi varoluşunu belirleyen hakikatleri, O’nun için bu dünyada
bırakmalıdır, çünkü insan âlemin bir mecmu’udur, bir toplamıdır. Bir bakıma
âlem, insanın bedenidir yalnızca, çünkü “Allah, insana şah- damarlarından
daha yakındır” (Kur’an, 50/16). Şahdamarı insanın bedeniyle ilgilidir.
Eğer şahdamarı, insanın tabii ve ruhi bütünlüğüne tatbik edilseydi, o zaman
durumu eksik olurdu... İkinci olarak,.o adam, “akılları göğe
çıkar." demişti. Gerçekten de akıllar kayıtlı, şartlı ve sınırlı sıfatlardır,
dolayısıyla akıl, bir sınır içinde, bir kayıt altındadır, çünkü “ikal"
yani “akalâ” kökünden gelmektedir. (Bunun anlamı ise, bağlamak, bukağı
tutmak, köstek vurmaktır.) Göklere gelince, makamlarıyla mukayyed meleklerin
bulunduğu yerlerdir gökler. Kur’an’da meleklerin ağzından şöyle denilmektedir:
“Bizim içimizden herkesin bir makamı vardır." (Kur’an, 37/164).
Akıllar o makamları aşamaz, o makamların ötesine ulaşamaz, çünkü aklı var eden
Yüce Varlık aklı oraya (o makamların sınırı içerisine) hapsetmiştir. Bu nedenle
o genç adam bile bile kasten, “meleklerin safları arasında dolaşırlar.”
ifadesini kullanmıştı. Dolayısıyla onlar akıllarıyla göklerdedir. Buna göre,
mürekkeb bileşik cisimler âleminde sadece gök ve yer vardır... Üçüncü olarak, “ruhları
perdeyle örtülüdür" demişti. Gerçekten de Subhan Tanrı, insan vücudunu düzenleyip
ona bir suret verince, o suret içinde ruh görünmez oldu, daha doğrusu o suretin
içinde zuhur edecek ruhu vücudun içinde perdeledi. Nitekim Allah şöyle
buyurmaktadır: “Ben onu düzenleyip insan suretine soktuğum zaman ve Kendi
Ruhumdan ona üflediğim zaman...” (Kur’an, 15/29). İşte insanların ruhları,
O’nun bu perdelenmiş ruhundan zuhur etmiştir. Bu nedenle ruhlar sürekli olarak
ilk asıllarını müşahede etmektedirler; ve ruhun örtülü, perdeli olduğunu ve de
kendi somut vücutlarında zuhur edenin, filan ya da falan diye
isimlendirilenin, kim olduğunu ve niçin öyle isimlendirildiğini bilirler.
Burada çok ince sırlar yatmaktadır!
Arif
âşıkların öyküleri daha pek çoktur.
Yüzondördüncû
cüz burada bitti.
Bu kitabı bu son bölümle bitiriyoruz. Bu bölümde, sevginin sıfatla- nnı
âşıklara vermek için, arif âşıklara gerdek odalarında Hakk’m tecellileri diye
isimlendirebileceğimiz halleri ele alıp inceleyeceğiz.
— Âşık, “maktul’’ (öldürülmüş) sıfatıyla sıfatlanmalıdır.
Âşığın, “maktul” sıfatıyla sıfatlanması bu tecelli yerinden, bu
gerdek odasından dolayıdır, çünkü âşık bir tabiattan ve Jair ruhtan meydana
gelmiştir.
“Ruhu bir nurdur âşığın, tabiatı bir karanlık,
Evet, ikisi de insan varlığında İhı zıt özellik.”
Bu iki zıt özellik birbirine ters düşer. Birbirine ters düşenler ise hiçbiriyle
çatışırlar. Her biri diğerine hakim olmak ister, onun üzerinde mülkiyet kurmak
ister. Âşık da bu duygudan hali olmaz. Eğer tabiatı kendine galebe çalarsa,
üstün gelirse, âşığın vücut evi (heykeli) karanlık olur. O zaman Hakk’ı halkda
sever. Böylece, aslına uygun olarak yavaş yavaş karanlığın içine nüfuz eder,
tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi: “Gece de onlar için bir ayettir. Biz
gündüzü geceden çekip çıkarırız, bir de bakarsın ki onlar karanlık içinde
kalmışlar.” (Kur’an, 36/37). Gündüz ise bir nurdur. Buna göre, âşık bilir
ki, karşıt da olsalar, her ikisi de, gece de gündüz de, karanlık da nur da
birbirine bitişiktir. Âşık gene bilir ki, birinin diğerinin içine girmiş
olması mümkündür. Öyleyse, iki zıt şeyin (arasını) ucunu birleştirmem için
Hakk’ı halkda sevmiş olmam da bana hiçbir zarar vermez83.
Eğer âşığa,
ruhu galebe çalarsa, üstün gelirse, hakim olursa, bu kez vücut evi (heykeli)
aydınlık olur. O zaman Hakk’da halkı sever, tıpkı “Allah’ı, size verdiği
nimetlerinden ötürü seviniz” sözünde olduğu gibi. Buna göre, âşık Hakk’ın
kendisine verdiği nimetlerden dolayı O’nun emrine uygun olarak sever Hakk’ı. O
nimetler içinde Hakk’ı müşahede eder.
Öte yandan
iki zıt arasındaki rekabet, yarış, kıskançlık, her ne olursa olsun, iki zıttan
her biri isteğine ulaştığını, hatta öteki zıttan kurtulduğunu ileri sürer.
Kendi kendine “onu iyice öldüreyim ki bir daha zıd- dım olarak karşıma
çıkmasın!” der. Eğer bu savaşta, tabiatı, ona galebe çalarsa, onu öldürürse, o
(ruh) ölür. O zaman yaratıkları seven bir âşık olur. Eğer ruhu ona galebe
çalarsa, onu öldürürse, o zaman Rabb’ın katında şehid olur, diri kahr ve bol
bol nzıklanir8*. Görülüyor ki âşık her iki durumda da “maktul",
öldürülmüş, durumdadır. Âşık bunun bilincinde olsun olmasın bu dünyada her
âşığın durumu budur.
— Aşık, kendini “telef" etmelidir.
Bu şudur:
Allah bu âşığı, “zâhir" ve “bâtın" isminden yaratmıştır85.
Âşığı, hem “gayb âlemi” hem de “şehadet âlemi" yapmıştır. O,
âşık için bir akıl yaratmıştır. Âşık, bu iki âlem arasındaki dengeyi sağlamak
için, kendi zatında Allah’ın bu iki isminden her birine uygun düşen durumu aklı
sayesinde fark eder.
Sonra, Allah
âşığa “Leyse kemislihi şey'ün” (O’na benzer hiçbir şey yoktur) (Kur’an,
42/11) ismiyle tecelli eder. Bu isim âşığı şaşırtır, aklını başından alır.
Dolayısıyla bu tecelli, âşığa, özellikle âlemler arasında bir denge kurma
imkânı vermez. Ayetin devamında Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah her şeyi
işitendir ve her şeyi görendir." (Kur’an, 52/11). Böylece âşık,
adaleti gerektiren ve dengeyi sağlayan durumu göremeyince, telef olur gider:
dolayısıyla yükümlülük sınırından dışarı çıkar, çünkü ancak akıllı kişi aklıyla
mukayyed olduğu sürece dinin emir ve yasaklarıyla yükümlüdür.
İşte âşığın “telef’ olması böyle olur.
— Âşık, Allah'ın isimleriyle Allah'a doğru gitmelidir.
Âşığın Allah’ın isimleriyle Allah’a doğru gitmesi sıfatı şöyle olur:
Allah âşığa hem mahlukatın isimleriyle hem de Kendi “esmaü’Lhüs- na”sıyla,
Güzel isimleriyle tecelli eder. Âşık, mahlukatın isimleriyle Allah’ın tecelli
etmesini, kendisine Hakk’m bir inişi olarak tahayyül eder oysaki bu tecelli işi
kendi ufkundan (perspektifinden) olmaz. Âşık, Allah’ın Güzel İsimleriyle,
“esnıaü’l-/ıüsna”sıyla ahlâklanınca, Allah ehlinin ahlâk yolunda, olup biten
şeyler âşığa galebe çalar, hakim olur. Dolayısıyla âşık yaratıkların
isimlerinin, Allah için değil de kendisi için yaratılmış olduğunu, ayrıca
Allah’ın Güzel İsimleri içinde kulun yeri ne ise, bu isimler içinde de Allah’ın
yerinin o olduğunu düşünür. O zaman kendi kendine şöyle der: “Hakk’m huzuruna
ancak kendi isimlerimle gireceğim; halkın huzuruna çıkarken de Hakk’m Güzel
İsimleriyle çıkacağım, çünkü o isimlerle ahlâklanmış olacağım.”
Âşık, Hakk’m huzuruna Allah’ın “esnıaü’l-hüsna”sı sandığı isimlerle
girince, (gerçekte ise o isimler çevresindeki mahlukatın isimleridir) bizzat
peygamberlerin, afakta ve enfüste (yüce ufuklarda ve ruhlarda) geceleyin
yaptıkları yolculuklarında ve miraçlarında gödükleri şeyleri görür86.
Ayrıca her şeyin O’nun isimlerinden ibaret olduğunu, kulun ise, hiç bir ismi,
adı sanı olmadığını, “kul” isminin bile kula ait olmadığını, fakat öteki Güzel
isimler gibi bir isim olduğunu görür. Böylece âşık, O’na doğru “seyr halinde”
olmanın, gitmenin, O’nun huzurunda. O’nun katında hazır durmanın ancak O’nun
isimleriyle mümkün olacağını; yaratıkların isimlerinin gerçekte O’nun isimleri
olduğunu bilir. Böylece, bütün bunlardan sonra, kendi yanılgısını anlar.
Ayrıca, “abid" ile “Ma’bud”, kul ile Allah arasındaki farkı
anlayınca, bu müşahede âşığa yaptığı bu hatayı düzeltme imkânı verir.
Bu müşahede ebedi bir gerdek odasında meydana gelen, çok değerli ve ender
bir tecelli şeklidir. Ebu Yezid el-Bistami'nin bulunduğu nokta bunun bir akı
idi. Onun ulaştığı noktayı ve sınırı kendisi şöyle ifade etmektedir: “O bana,
bana ait olmayan bir şeyle yaklaştı.” Onun, Rabb’in- den aldığı haz buydu. O
bunu, bir gaye (maksud), bir sonuç olarak gördü. Âşığın durumu da böyledir. Bu
onun gayesidir; gayenin bizatihi kendisi değildir. Bu “gaye"nin
gerçekleşimi başka bir yoldur. Velilerin hiçbirinde bu zevki görmedim, sadece
nebilerde, özellikle de resullerde gördüm böyle bir tecelliyi. Onlar Sübhan
Tanrı’yı “ibn-i nisum”da teşbih sıfatları diye adlandırılan şeyle
nitelemişlerdir. Dolayısıyla onlar Hakk’ın, Kendisini halkın sıfatlarıyla
nitelediğini düşünmüşler ve bunu te’vil etmişlerdir.
Demek ki, bu
müşahede şekli insana, mahlukata ait olan her ismin, aslında Hakk’ın bir ismi
olduğu izlenimini vermektedir. O isimler lafız olarak halkın isimleri iseler
de, mana olarak değillerdir. İşte halk, mah-, itikat, o isimlerle bu şekilde
ahlâklanmaktadır. Öyleyse bunu iyi anla!
— Âşıh, huş gibi uçar olmalıdır
“Âşığın bir sıfatıdır uçar olması huş gibi,
Bu sahih bir ilimdir, üzerinde yoktur hiçbir huşhu."
Bu dizeler
birden döküldü ağzımdan; mahlukatm isimleri dediğimiz şeylerle ilgilidir
bunlar. Âşık, bütün bu isimlerin kendisi için birer yuva olduğunu düşünür.
Fakat durumun hiç de böyle olmadığı âşığa belli olunca, kendi yuvası olarak
gördüğü yerden tıpkı bir kuş gibi havalanır ve uçar. Kendi hakkı gibi gördüğü
ve öyle değerlendirdiği ismin semasında fır fır döner. Dolayısıyla her nefeste,
o nefesten bir başka nefese uçar, çünkü “her gün bir iş üzere olan Varlık”
(Kur’an, 55/29) için temelde bütün isimler aynıdır. Öyleyse, hiçbir gün yok
ki, âşık bir işten bir başka işe uçmasın. İşte bu durum âşığa âlemi müşahede
etme imkânı verir.
— Âşıh, daima uyanık kalmalıdır
Âşık,
Sevgili’yi “ne uyuklamanın ne de uyhunun tutmadığını” (Kur’an, 2/255)
görünce, anlar ki âlemin korunması için bu durum, O’nun sevgisinin bir
makamıdır. Dolayısıyla onu; “Hakk’ın Varlığı suretlerde tecelli eder”
cümlesini düşünmeye davet eder. Suretler için bize bazı hükümler, bazı
durumlar vardır. Bu durumlardan biri “uyku” halidir. Âşık, Sevgiliyi böyle
benzeri bir surette görür fakat bu suretten dolayı “O’ııu ne uyuklama ne de
uyku tutar”. O zaman âşık, bu durumun, âlemin korunması için, onun
sevgisinin bir makamı olduğunu anlar. Sevgilisi bu durumdayken, yani devamlı
uyanıkken, sevgilisiyle birlikte bulunduğu zaman, âşığa uyku haranı olur. Bu
nedenle, âşık, kendi kendine “Sevgiliden ayrıyken uyku bana haramsa, O’nunla
birlikteyken, müşahede halindeyken nasıl olur da uyanık kalmam?” diye sorar.
Ayrılıktan
dolayı uyanık kalma haliyle ilgili olarak kimileri şöyle demiştir:
”Senden uzaktayken bana uyku haram olur,
Peki, sevgiliden ayrılanlar nasıl olur da uyur?”
O
halde, müşahede halindeyken uyumak imkânsızdır, kesinlikle imkânsızdır.
— Aşıh, gamını ve kederini gizlemelidir.
Âşığın bir
sıfatı da gamını ve kederini gizlemesidir. Âşığın üzüntülü olduğu açıktan gözükmez;
kederi gizlidir onun. Bunun nedeni de şu ayetteki anlamda saklıdır: “Allah’ı,
O’nun şanına yaraşır bir şekilde tanıyamadılar.” (Kuran, 6/91).
Sonra, âşık,
müşahede halindeyken her şeyin, en küçük zerrenin bile, Allah’ın izniyle
hareket ettiğini görür, çünkü onları hareket ettiren O’dur. Gene âşık, müşahede
halindeyken, yaratıkların edepsizlik yaparak Yaratıcılarına nasıl karşı
geldiklerini müşahede eder. Onları adem - yokluk sıfatıyla nitelemenin
gerekmeyeceğini de müşahede eder. Bu nedenle, âşık konuşmak ister. Ayrıca
içinde sakladığı ve aşkının gerektirdiği kıskançlığı açığa vurur. Sonra, bütün
bunların ancak Allah’ın izniyle olduğunu görür, çünkü âşık bu makamda eşyadan
önce Allah’ı, sanattan önce Sanatçıyı görme makamındadır. Bu makam Hz. Ebu Bekir’in
makamıdır87. İşte bunun için, âşık sessiz, sakin kalır. Üzüntüsünü,
gamını, kederini açığa vurmaz, çünkü âşık, sevgiliye gerektiği gibi, O’na layık
olduğu gibi davranmadığı için aşk, âşığın aleyhinde bir hüküm vermiştir.
Ayrıca âşık, kendisine yaratıkları, Allah’ın musallat ettiğini görür, çünkü
Sevgiliyle ilgili şeyleri, sırları onlara anlatmış ve onları mazur görmüştür.
Allah onların üzerine bir perde indirmiştir. Böyle- ce bu dünyada bu âşığın
gamım gizlemiştir, çünkü ötedünyada onun için bir gam, keder, üzüntü
olmayacaktır. Bunu bildiği için, âşık bir an önce bu dünyadan çıkıp gitmek
isteyecektir.
— Aşık Sevgiliye kavuşmak için bu dünyadan çıkmayı arzulamalıdır.
Âşığın bu
tutumunu az yukarıda belirtmiştik. Nefis kendi öz hakikati içinde dinlenmek
ister, oysa ki üzüntü bir yorgunluk belirtisidir. Bu yorgunluğu gizlemeye
çalışmak ise, katmerli bir yorgunluktur.
Dünya bir
meşakkat, bir üzüntü yeridir. Kendisine bu dünya evi (gerdek odası) verilen
âşığa gelince, burada sevgilisiyle kavuşmak isteyecektir, fakat bu kavuşma,
özel bir kavuşmadır ki Özü Hakk’tır, çünkü her durumda müşahede edilen yalnızca
O’dur. Fakat Allah âlemleri (mevatm) kendi dilediği şekilde yaratıp, kavuşma
için özel bir yer tayin ettiği için, biz o yeri arzu ederiz ve o yere ancak bu
dünyadan çıkmakla erişiriz, çünkü bu dünyadayken ona kavuşmak imkânsızdır. Hz.
Peygamber, selât ve selâm üzerine olsun, bu dünyada kalmak ve
ötedünyaya gitmek arasında bir seçim yaptı ve “En Yüce Dostu seçiyorum!” dedi,
çünkü o, bu dünyadaki konumunda en aşağı düzeyde bir dostluk içerisinde
bulunuyordu.
Gene bir
hadiste şöyle buyuruluyor: “Kim ölümle Allah'a kavuşmayı isterse, Allah da
onunla kavuşmayı ister. Kim Allah’a kavuşmaktan nefret ederse, Allah da onunla
kavuşmaktan nefret eder." Fakat gene de o kimse ölünce nefret ettiği
şeylerle O’na kavuşacaktır. O’nunla kavuşmayı istemese de. Onlarla, yani onun
nefret ettiği şeylerle Allah kendisini bu dünyada ondan gizlemiştir, fakat
kendisiyle kavuşmayı isteyen kullarına da tecelli eder. Hakk’a ölümle
kavuşmak, kendisi için öyle bir tattır ki, bu dünya hayatında O’na kavuşmada o
Lal olmaz. Allah’a ölümle kavuşmamızın ölçüsü, nisbeti şu ayette ifade edilen
ölçüdür: “Ey ağırlıkla donatılmış iki tür varlıklar, yani insanlar ve
cinler, sizin de hesabınızı görmek için boş vaktimiz olacak."
(Kur’an, 55/31). Bizdeki ölüm, ruhlarımızın bedenlerimizin yönetiminden
kurtulmasını sağlar, ruhlarımızı bedenlerimize bağlı olmaktan kurtarır.
Böyle bir
âşık, zevkle, bunun hasıl olmasını hem ister hem de bunu sever. Bu da ancak bu
dünyadan çıkmakla mümkün olur, yoksa sadece “hai” ile olmaz. Öyleyse bu
vücuttan (heykelden) ayrılması âşık için gerekli olmaktadır. Vücudun ruhla
kaynaşması ve vücud içinde zuhur etmesi doğum anında olur, belki de bu,
zuhurundaki sebebtir. Hakk Te- âlâ, ruhla vücut arasındaki ilişkiyi belirterek
ikisi arasına bir fark koymuştur. Bu birleşme, Allah’ın kullarına duyduğu
sevgiden dolayı, onlara karşı gösterdiği kıskançlık halinden ileri
gelmektedir. Bu nedenle Allah, onlar arasında ve de kendisi dışında bir ilgi
olmasını istemez. Bunun bir sonucu olarak Allah ölümü yaratmıştır. O’na
duydukları sevgi konusunda, davalarında samimi olup olmadıkları anlaşılsın
diye, ölümle kullarım imtihan etti88.
İlâhi Hüküm
günü gelince, Yahya aleyhisselâm89 cennetle cehennem arasında,
ölümü kurban edecek ve artık bu iki yerin ehlinden hiç kimse ölmeyecek, işte bu
durum, âşıkların Sevgiliye kavuşmak arzusuyla bu dünyadan çıkmak istemelerinin
nedeni olmaktadır, çünkü İlâhî kıskançlık dikili bir taş gibidir.
Allah, ölümü
böylece kurban ettikten sonra özel bir hayat için onu yeniden diriltir, tıpkı
ölümden sonra bizim uğrayacağımız hüküm gibi. Nitekim, Hz. Peygamber: “insanlar
uykudadır, ancak öldükleri zaman uyanırlar" buyurmaktadır.
— Kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına giren ve
bir türlü ayrılmayan perdeden (dostlan) dolayı âşık bezginlik duymalıdır
Bu sıfat
âşıkta bir önceki sıfattan daha genel bir özellik arz eder. Kuşkusuz arifin,
âşığın kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına ancak adem-yokluk sokulur;
adem kendi içinde bir gerçeklik değildir. Öyleyse vücud-varlık, sevgilinin
kendisinden başkası değildir. Vücud, O’nu gören her gözde O’nun bir
tanığıdır. Öyleyse sevenle Sevgili arasında sadece yaratıkların perdesi vardır,
öyle ki seven gerçekle bir Halik bir de mahluk, bir Yaratıcı bir
de yaratılmış olduğunu bilir, gerçi aradaki bu hakikat perdesini anlamaya gücü
yetmez, çünkü o perde bizzat kendisidir. Herhangi bir şey kendi gerçekliğinin
daha üstüne çıkamaz. Buna göre, kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına giren
perde gene bizzat kendisi olmaktadır. Bu nedenle, âşık, yaratılmış olduğundan
ötürü bizzat kendisinden bezginlik duyar. Kendine perde olması kendi zatından
ileri gelmektedir, ebedi olarak da zatından kopamaz, dolayısıyla ebedi olarak
bezginlik duyar.
İşte bunun
için bezginlik duyar âşık; bezginliği gittikçe artar da artar, çünkü bu
vücuttan (heykelden) ayrıldığı zaman, tabii “terkip" halinden de
ayrılacağını, sonra da “basit" haline döneceğini düşünür, ki bu “basit”
halin bir İkincisi yoktur. Böylece “ahadiyyet"iyle münferit olur.
Sonra bu “ahadiyy et" ini Hakk’m ahadiyyeti içinde yansıtır.
İşte Sevgiliye kavuşma budur. Bu yansıma durumundan sonra yalnızca Hakk vardır,
artık âşık O’nda yok olmuştur; artık âşık diye biri yoktur. İşte âşığı bezdiren
budur. Arif olan âşık ise, böyle bir bezginlik duymaz, çünkü arif için aslını,
nasılsa aynen o şekliyle bilir. Nitekim biz bu konuyu Risale- tü’l-ittihat
adlı kitabımızda ele alıp inceledik.
— Âşık, Sevgili için çok ah çekmelidir
Bu özellik Allah’ın şu ayetinde ifade edilmiştir: “... Gerçekten
İbrahim çok ah çeken, çok içli ve çok halim idi." (Kur’an, 9/114).
Hakk Teâlâ Kendisini “Rahman" ismiyle nitelemektedir, çünkü O’nun
bir nefesi vardır ki o nefesle kullarının nefes almasını ve iç çekmesini
sağlar. O nefeste bu âlem zuhur eder. Bu nedenle, Allah âlemi “Kân!”
yani “Ot!” sözüyle var etmiştir. .
Harf, ağızdan
çıktığı sırada havayı keser, dolayısıyla hava harfi doğurur ve yayar, gerçi
harf hava değildir, çünkü harf tam havanın kesildiği sırada çıkar. Hava ise
bir nefestir. Ayrıca, hava “anasır-ı erbaa" dediğimiz, dört
unsurdan biridir. (Bunlar, ateş, hava, su, topraktır.) Hava, tabiatın
nefesidir. Bu nedenle harfleri kabul eder.
Aynı durum
seslerin ağızdan çıkışı sırasında da meydana gelir. Bu seslerden çıkan Ha ve
hemze harfidir. Bu harfin mahreci, çıkış yeri boğazın içinde en uzak
yerdedir. Dolayısıyla bu iki harf kalbin eğilimini, sevgisini ifade eder. Bu
iki harf ilk gırtlak harfleridir, daha doğrusu göğüs harfleridir. Bu iki harf
nefes alıp verenin tabii halde oluşturduğu, şekillendirdiği ilk harflerdir.
Buna göre, bunların kalbe yakınlığından ötürü bu “ah çekme” kalble sıkı sıkıya
ilişkilidir. Kalb ise, hem nefesin çıkış yeri ve hem de yayılma yeridir.
Böylece bütün harfler nefesle oradan çıkar, tıpkı âlemin “Kân!"
sözünden çıkışı gibi. Bu insanı şaşırtan bir sırdır. Inşaallah nefes
bölümünde bu konuyu ele alacağız.91
Hakk Teâlâ
âşığın kalbinde tecelli edince, basiret gözü, kalb gözü açılır. Kalb gözü ancak
O’na bakar, çünkü kalb ancak Hakk’ı içine ahr ve bu tabii ne’şet üzerine
meydana gelen bağımlılığı görür. Bu tabii neş’et, İlâhî sırlan içerir. Rahman’m
nefesinden meydana gelen bu doğal oluşum varlıkta zuhur eder ve varlığın
bağımlılığını açığa vurur. Âşık ise, kendi payına bu durumu nasıl
değerlendireceğini bilemez, dolayısıyla derin iç çekmeler, ahlar çoğalır. O
anda meydana çıkan açıklık ve saydamlığı görünce, —insanların çoğunun kalb gözü
kapalı olduğu için bunu göremezler— bu durum karşında, Allah’a kıskançlık duyarak
gözü perdelenmiş varlıklara da şefkat besleyerek derin derin ah çekmeye
başlar, çünkü Hz. Peygamberin, selât ve selâm üzerine olsun, şu sözünü
hatırlar: “Mümindeki imanın kemale ermesi, olgunlaşması kendi nefsi
için sevdiği, istediği şeyi kardeşi için de istemesi, sevmesiyle mümkündür.”
Bu nedenledir ki Allah’ın, kendisine bu müşahedeyi nasip etmediği kişi için
âşık üzülür. Yaratılmışların çoğunun Allah’a karşı kör olduklarını, nankörlük
yaptıklarını görmesi nedeniyle, Allah’a duyduğu sevgi için derin derin ah
çeker.
Sevgiliye
şefkat beslemesi de âşığın bir niteliğidir, çünkü bu şefkati de aşk doğurur.
— Aşık, Sevgilisinin sözünü duyarak, O’nun zikrini
tilavet ederek, O'nu hatırlayarak dinlenmelidir
Allahtı Teâlâ
şöyle buyuruyor: “O zikri Biz indirdik; onun koruyucusu da hiç kuşkusuzgene
Biz'ız" (Kur’an, 15/9). Görülüyor ki Allah Kendi sözünü, yani
Kur’an’ı “zikir" olarak adlandırmaktadır.
Bil ki
varlığın varoluşunun aslı, sadece ve özellikle İlâhî Kelâm sıfatından
olmuştur. Bu nedenle varlık O’nun sadece Kelâmını bilir; onu işitir, onu
dinler, onu dinlemekten de aşırı zevk ahr. Eğer dinleme işi, hakikaten vaki
olursa, ancak o zaman Kelâmın bir etkisi olur. Bunun için dinlenme işi kelamın
hareket ve ritmine ve dinleyenlerdeki etkisine bağlıdır, çünkü dinleyici “Kün!"
(Ol!) sözünü işittiği anda, bir başka durum içine girer ve adem-yokluk halinden
vûcud-varhk haline geçer. Tam o anda varolur. İşte sema yapan dervişlerin
hareketinin aslı budur. Onlar sema yaparken vecd halindedirler, oysa ki öteki insanlar
ondan hiç etkilenmezler.
Hiç kuşkusuz
vecd, mahiyet itibariyle vecd olabilmesi için gerekli olan şeyleri gerektirir.
Sevilen çok değişik olabilir; örneğin “hubb", “vecd”92, “şevk"
ve öteki bütün sevgi nitelikleri ona bağlıdır. Sevilen ne olursa olsun
bunların hepsi aşkın birer niteliğidir. Ben bu kitapta, yalnızca Allah’la
ilgili sevgiyi incelemiş değilim, fakat aslında tek Sevgili O'dur, her ne kadar
bazı durumlarda bazı insanlar O’nu bilmiyorlarsa da, birçok insanlar O’nu
tanımaktadır, bilmektedir. O’nu bilip tanıyanlar ariflerdir, fakat aslında
herkes sadece Allah’ı sever, her ne kadar kendi ruhlarını, kendi ailelerini ve
kendi dostlarını sevmiş olsalar da. Bunu böyle bil!
Hatta bu
konuda bazı salih kimseler bize şunu anlatmıştır: Mecnun (Kays) Allah için
sevenlerden biriydi. Leylâ’yı kendisine bir perde yapmıştı, aşkından mecnuna
dönmüştü. Ben de, Kays’m Leylâ’ya söylediği şu sözleri tamamen doğru görüyorum.
Öyküde Kays Leylâ’ya şöyle demişti: “Uzaklaş benden, çekil git yanımdan! Sana
duyduğum aşk beni öylesine meşgul etti ki senden yüz çevirecek noktaya
ulaştım." Bu yüzden Leylâ’nın yanında rahat bulamadı, ona yaklaşmadı.
Aşkın
özelliklerinden birisi de sevenin sevgiliyle kavuşmayı istemesidir. Oysa ki
Kays’m buradaki tutumu aşkın bu ilkesine ters düşmektedir. Âşık, sevgiliye
kavuşma anında, birden sevgilisinin ayaklarına kapanmalıdır, ayrıca dehşete
kapıhnahdır. Oysa ki Kays Leylâ’ya “Uzaklaş, çekil git yanımdan!” derken, ne
dehşete kapıldı ne de kendinden geçti.
Bu arif
kişinin, Kays hakkında bana söylediği şeyin, doğru olduğu, bu tutumuyla bende
gerçekleşti, çünkü böyle bir tutum imkânsız değildir. Kullarından bazıları
Allah için yanıp tutuşurlar.
İşte
âşıkların sevgilinin kelamında ve O’nun zikrinde dinlenmeyi istemelerinin
nedeni buradan ileri gelmektedir. Kur’an O’nun hem kelamıdır hem de zikri93.
Dolayısıyla âşıklar Kur’an tilavetini hiçbir şeyle değişmezler, hiçbir şeyi ona
tercih etmezler, çünkü onlar Kur’an tilavet etmekle adeta Tanrı’ya naiplik
ederler, sanki bizzat Tanrı konuşuyor gibidir. Nitekim Allah şöyle
buyurmaktadır: “Eğer müşriklerden, Allah’a ortak koşunlardan biri eman
dileyip yanma gelmek isterse, onu yanma al ki Allah’ın Kelamını işitsin.”
(Kur’an, 9/6). O anda Kur’an’ı tilavet eden Hz. Muhammed’di, selât ve selâm
onun üzerine olsun! Dolayısıyla “Kuran ehli, Allah ehlidir.” diye
buyurmuştur. Allah onları sevenlerin en sevilenleri diye nitelemiştir.
—Aşık, Sevgilisinin sevdiği şeylere
uygun davranmalıdır.
Bu sıfat. Tanrı, hudutsuz olduğundan ve bir kayıt akına alınamayacağından
dolayı, Allah’ı sadece Allah için sevenlerin sıfatlarındandır. Allah-u Teâlâ
hem karib-yakın isminde hem de baid-uzak isminde tecelli eder, çünkü O hem çok
yakındır hem de çok uzaktır. Bir âşık bir konuda şöyle bir dize söylemiştir:
"Sevgilinin yaptığı her şey
güzeldir."
Eğer sevgili uzaklığı isterse, âşık da sevgiliden uzak olmayı sevmek
zorundadır, çünkü bu durumda uzaklık, sevgilinin sevdiği bir şey olmaktadır.
Âşık, uzaklığı sevgilisinin sevgisi için sever, yoksa uzaklığın kedisini değil.
Uzaklığı Sevgiliyi sever gibi sevmez, uzaklığın kendisini sevmez, öyle ki
sevgilinin sıfatıyla sıfatlanır. Bir kez sevgilinin sıfatıyla sıfatlanınca
âşık, artık o sıfatla kaim olur. O sıfatla kaim olunca, bizzat uzaklık içinde
olsa bile, sevgiliye kavuşma gayesine ulaşmıştır. Bu durumda yakınlık içindeki
kavuşmadan daha iyi bir şekilde ona kavuşmuş olur, çünkü yakınlık içinde âşık
kendi sıfatıyla sıfatlanmıştır, sev- gilininkiyle değil. Bunun nedeni de, bir
yerde iki "illet" bir tek "ma’lül” için bulunmayacağıdır.
(Yani bir yerde iki sebebin tek bir sonuç için bulunamayacağıdır.) Bu mümkün
değildir. Öyleyse âşık yakınlığı kendisi için sevecektir; uzaklığı da sadece
sevgilisi için sevecektir. Âşık, -uzaklık sevgisinde, yakınlık sevgisinden daha
tamdır. Aşağıdaki dizeleri işte bu bağlamda söylüyoruz:
Güzellikle güleryüzlülük arasında kaldı aşkım Ancak
güçlü bir erkek kıyaslayabilir bu ikisini Mutlaka geri durur onlardan
kalbi zayıf biri Hem mutluluk hem rahatlık içinde kararsızdır o Oysa benim
ayrılık içinde olmam daha tatlı Kavuşma içinde kucaklaşmaktan onunla Çünkü ben
kavuşma anında nefsimin kölesiyinı Oysa ayrılık anında Sevgilimin kölesiyinı
Her an Sevgilimle ilgilenmem daha iyidir benim için Kendimle uğraşıp durmaktan
her an.’’
Bu şiirde âşığı etkileyen derin etkiler vardır. Aynı zamanda bu şiir
yukarıda değindiğimiz konuyu da içermektedir. “Âşık sevgilinin sıfatıyla
sıfatlanınca...” şeklindeki, yukarıda belirttiğimiz ifade ise şu kud- si hadise
dayanmaktadır: "... ve Ben kulumu sevince, onun işittiği kulağı
ve gördüğü gözü olurum..."94 buna göre; Allah Kendini bu
kulun gözü ve kulağı yapmaktadır. Böylece âşığın sıfatlarıyla sıfatlanmış
olduğunu da isbat etmektedir. Kısacası âşık, uzaklığı sadece Sevgili için sever
diyoruz. Bu ise, bizzat uzaklık içinde vuslatın (kavuşmanın) en son
noktasıdır.
— Aşık, Sevgilisine yapmaya mecbur olduğu hizmette
hürmeti (yani İlâhi emirleri) terketmekten korkmalıdır
Bu durumdan
ancak ma’rifet konusunda tahkike ulaşamamış ve yarı yolda kalmış bir arif
korkar. Ancak, böyle bir arif, şuur zevki dışında bir zevk almaksızın bu durumu
bilir. Demek ki, o da âşıktır. Âşık ise, sevgilisinin verdiği bütün emirlere
harfiyyen itaat eder. Verilen emrin gerçekleştirilmesi, amirin me’murla,
me’murun da amirle özdeş olması anlamına gelir. Bununla birlikte, kuşkusuz bu
dünyada zahir olan varlık, kendisini zahir eden Varlığın kendisine verdiği
imkânlar nisbetinde zahir olur. Ayrıca zahir olan bu varlıktaki çok değişik
hakikatler onları zahir kılan varlıkla zuhur ederler. Değişik hükümler ve
farklı isimler ortaya çıkar. İtaat edenle isyan eden arasındaki fark böylece
açığa çıkar. Bu bilgi ve bu şuur derecesine ulaşmış fakat eşyayı ve gerçekleri
zahirdeki yerlerine oturtmayı sağlayamamış kişi sevgiliye hizmet konusunda
kendisinden çelişkili ve karşıt davranışlar sudur edeceğinden korkar; hatta
kendi kendine “O’ndan başka bir şey yok, sadece O var!” der. Böylece varlıkları
tek bir varlık şeklinde gören biri gibi yaklaşır bu konuya; fakat bunun nasıl
olduğunu bilemez. Böyle bir âşık edep kurallarına ters davranmaya devam eder,
çünkü o, bunu zevk almaksızın elde etmiştir.
Bu yol, bu
tarz, insanların bedenlerini tek bir ruhun yönettiğini. Örneğin Zeyd’in
ruhunun Amr’ın ruhuyla aynı olduğunu kabul edenlerin yoludur. Yukarıda da
değindiğimiz gibi, bu görüş yanlıştır. Böyle bir görüş Zeyd’in bildiği şeyi
Amr’ın da bilmesini gerektirir, madem ki onların her biri bu görüşe göre, aynı
ve tek bir ruhtur. Tek bir ruh ise “aynı anda bir şeyi hem bilir hem de
bilmez" gibi bir durum olamaz, yani bir insan hem âlim hem de câhil
olamaz. Bu da gösteriyor ki, âşık hata ya da
Âşıkların Baz t Sıfatları yanılgıyla kendisinden
İlâhî emirlere hürmetsizlik sudur etmesinden, yukarıda değindiğimiz gibi, o
yanılgılara dayanmasından ve onlardan çıkacak, zuhur edecek sonuçları bilmeden
benimsemesinden korkar.
Aşk,
sevgiliye hürmet etme dışında, her şeye inatla karşı koyar. Âşık, aşkının
kendisine hakim olmasını umut etse bile, sevgiliye hürmet etme duygusunu açığa
vurur. Âşık kendisini sevgilinin varlığı olarak görür ve şöyle der:
“Seven benim;
sevdiğim de ben”.
İşte âşığın
korkusunun nedeni budur, başka bir şey değil.
— Aşık, Rabb'inin hakikati karşısında kendine verdiği
fazla önemi azaltmalı, buna karşılık Sevgilisine verdiği az önemi
ise çoğaltmalıdır
Bu tutum, âşıklarda
aşk belirtileri olan özelliklerden bazılarını, örneğin inkisar, zillet, dehşet
ve hayret gibi durumları, âşığın kendi nefsinde de farketmesinden doğar. Aynı
şekilde Sevgilinin de kibirli, gururlu, kendini beğenmiş, otoriter ve
alışılmadık tavırlar içinde olduğunu farkeder. Ayrıca sahip olduğu şeylerin
tümünü sevgiliye verse bile, sevgilinin kendiliğinden kendisine verdiği şeyler
yanında onların çok az bir şey olduğunu görür, çünkü âşığın yanında sevgilinin
hakkı kendi hakkından çok daha büyüktür, hatta kendi nefsi için bir hak bile
görmez. Hakikatte sadece kendi nefsi için çalışıyor olsa bile durum böyle-
dir, çünkü ona böyle bir duyguyu aşk verir.
Kralın
birinin sevdiği bir cariyesi vardı. İsmi lyas’dı. Krahn yakın dostlarından biri
birgün kralın odasına girdi; o sırada kral cariyenin ayaklarını öpmekteydi.
Yakın dostu bu durumu görünce şaşırdı kaldı. Bunun üzerine lyas; “Ey Filan!
Krahn bu odada öptüğü lyas’ın ayakları değil, bizzat krahn kalbidir."
dedi... İşte bu cümlenin anlamı bizim yukarıda belirttiğimiz “kuşkusuz âşık
kendi nefsi için çalışır” ifadesinin içerdiği anlamdır, çünkü âşık bu
davranışdan çok büyük lezzet ve zevk duyar. O tada ancak bu fiiliyle ulaşır.
Bununla birlikte, âşık için sevgiliden lezzet alma durumu ortaya çıktığı her
defasında sevgili âşığa teveccüh gösterecektir. Dolayısıyla, sevgiliden ne
gelirse gelsin, âşık onu önemli kabul edecektir ve onu fazla bulacaktır. Çünkü
o. Efendinin kölesine yaptığı bir iyilik gibidir. Sevgili hakkında âşığın
tutumu ne olursa olsun, durum böyledir. Sevgilinin rızasını kazanabilmek için,
âşık ruhunu telef etse, canını bile verse, az bir şeydir bu, çünkü kölenin
Efendisine, kulun Rabb'ine itaat etmesi güzel bir şeydir, genel kural budur. “Onlar
Allah’ı O’nun şanına yaraşır bir şekilde tanıyamadılar... ” (Kur’an, 6/91).
Hiç kuşkusuz Sevgili zengindir, dolayısıyla O’nun âşığa verdiği az şey
gerçekte çok şeydir. Âşık ise, yoksuldur, dolayısıyla onun Sevgliye verdiği çok
şey gerçekle az şeydir. Ancak, her ne kadar bu sıfat âşıkların bir sıfatıysa
da, burada, bilgisi eksik ama kör olacak kadar Sevgilisine âşık olan bir
âşıktır söz konusu, çünkü âşık yaratılmış olduğuna göre hiçbir şeye sahip değildir,
kendisine ister az önem versin isler çok önem versin.
Ancak, seven,
Allah olduğu zaman; kulundan gelen az şeyi çok şey olarak değerlendirir.
Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Öyleyse, gücünüz yettiği kadar korkun
Allah’tan..." (Kur’an 64/16).95 “Allah hiç kimseye
gücünün üstünde bir şey teklif etmez, yüklemez" (Kur’an, 2/286).
Allah’ın sevdiği
kullan hakkında, onların sahip olduğu çok şeyleri az görmesinden şunu anlamak
gerekir: Allah katında bulunan şeyler sonu olmayan şeylerdir. Sonu olmayan
şeylerin yaratılmış, sonlu bir varlığa girmesi ise muhaldir, imkânsızdır.
Yaratılmış varlığa giren her şeyin sonu vardır. Sonlu olan sonsuz olanla
mukayese edilecek olursa, sonlu olan çok bile olsa, sonsuz olanın yanında
(sanki) az gibi, ya da bir hiç gibi kalır. Bu konular aslında çok uzundur, ama
burada keselim...
—Âşık sevgilisine itaat etmeli ve ona
karşı gelmekten kaçınmalıdır
Bir âşık şair şöyle demişti:
“Hem Allah'ı sevdiğini
söylüyorsun hem O’na isyan ediyorsun Oysa bu tutum terstir açıkça mantık
kurallarına Sevgin gerçek sevgi olsaydı, kuşkusuz itaat ederdin O’na âşık
dediğin Sevgilisine itaat eder zira."
Âşık bir
kuldur. Kul ise, Efendisinin emirlerine boyun eğen O’nun emirlerine ve
yasaklarına karşı gelmekten kaçman biridir. Gerçekten de Tanrı görmeyi yasak
ettiği zaman, kul O’nu göremez, fakat O, kula emrettiği zaman da kul O’na
uymaınazlık edemez, çünkü âşık daima O’nun huzurunda O’nun emrine amadedir.
Eğer Sevgili, âşığa bir emir verirse, âşık bunu Sevgilinin kendisine yaptığı
bir iyilik olarak görür. Sevgili âşığa böyle bir emir verdiği zaman, bu ancak
O’nun âşığa bir yardımıdır. Her ne kadar âşık O’nu göremiyor ve kendisini
meşgul ettiği işte O’nu müşahede edemiyorsa da, her şeye rağmen gene de âşık.
Efendisinin izniyle bu şekilde bir tutum içinde olmanın verdiği zevk ve
nimetler içinde bulur kendini.
Ama eğer, seven Allah olursa; sevgilinin O’na vereceği emir Tanrı onun
sevdiği ve onu hatırladığı için dua ve yakarış olur. Ayrıca bazı şeyleri de
sevmez, o zaman O'na olumsuz ifadeyle dua eder, yalvarır, şöyle ki: “Rabb’imiz
bizi doğru yola ilettikten sonra, kalblerimiz'ı ondan saptırma..."
(Kur’an, 3/8), “...Rabb’imiz bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi, ağır
yükler yükleme. Rabb’imiz bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!" (Kur’an,
2/286). Görülüyor ki, bu tür yalvarışlar, olumsuz ifadelerle yapılan
yalvarışlardır. İşte kulun, Efendisi için verceği emir ve yasaklar ancak bu
tarzda ifade edilebilir. Hakk'ın böyle bir kulun isteğine seven biri olarak
karşılık vermesi kulun Hakk’ın emirlerine uyması, yasaklarından kaçması
gibidir.
— Aşık, kendi
nefsinden bütünüyle çıkıp kurtulmalıdır
Bil ki insanı öteki pek çok yaratıklardan ayıran en önemli özellik
iradedir. Bu nedenle sevgilinin iradesi kaşısında, âşık kendi iradesini
terkederse, kendi nefsinden bütünüyle kurtulmuş olur, kendisi için tasarruf
sahibi olmaz. Eğer sevgilisi ondan birşey isterse ve eğer bu âşık, Sevgilisinin
kendisinden ya da kendisi aracılığıyla kendisinden ne istediğini bilirse, o
zaman bunu yerine getirmek için koşa koşa gider ve onun için hazırlanır. Bu
çabukluğun ve hazırlamşın, kendisine hakim olan aşktan ileri geldiğini de
bilir. Dolayısıyla sevgili bu âşığı Kendi iradesine karşı çıkacak biri olarak
görmez, çünkü bu âşık Sevgilisi için bütünüyle kendinden kurtulmuş durumdadır.
Artık onun kendisiyle birlikte olan bir iradesi de yoktur. Acak kendisi var
olsa bile, iradesi olsa bile, tamamen sevgiliye kavuşma yollarını arayacaktır.
Eğer âşık bu durumda değilse,kendileri için bir iradenin söz konusu olmadığı
cansızların seviyesine düşer. O halde kendisini Allah’ın âşık olarak kabul
ettiğini gördüğünden dolayı, Sevgiliye bağlanmakla elde edilen zevkten başka
bir zevk yoktur âşık için.
Allah, Musa aleyhisselâm’a şöyle vahyetmişti: “Ey Ademoğlu, eşyayı
senin için yarattım." eşyayı, yani dünyayı ve ahireti senden dolayı
yarat- tim, çünkü gayelerin gayesi birdir, o da, âşıkların başı Hz. Muham-
med’dir, selât ve selâm üzerine olsun. Demek ki, her şey bu insani
varlığın yaratılışına bağlanmaktadır, ister felek ve üzerlerinde bulunanlar söz
konusu olsun, ister yıldızlar ve yıldızların seyirleri, hareketleri sırasında
görülen şeyler söz konusu olsun. Tabii bunlar bu dünyadaki şeylerdir. Öte
dünyadaki şeylere gelince, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği,
hiçbir insan aklının hayal bile edemediği, bu dünyanın sonuna kadar da hayal
edemeyeceği şeylerdir onlar. Bu, Büyük Ziyaret Günü gerçekleşecek olan İlâhi
Tecellidir.
İşte âşığın
muhtaç olduğu Sevgilinin istekleri karşısında kendinden bütünüyle çıkıp
kurtulmasının anlamı budur. Fakat Sevgilinin âşığı ilgilendirmeyen istekleri,
örneğin ortak ilişkilerin dışında kalan lezzetler, tatlar ve zevkler bu bölümün
kapsamına girmez.
— Âşık, kendi ölümü
için diyet (han bedeli) istememelidir.
Âşığın bir
sıfatı da kendi ölümü konusunda diyet istememesidir, çünkü daha önce âşığı maktul
olarak nitelendirmiştik. Âşığın katli, öldürülmesi demek, onun şehit olması
demektir. Halta onun ölümü, diri olması demektir96. Buna göre, diri
olan biri için kan bedeli, diyet gerekmez. Sadece ölen biri için diyet
verilir; yani, şer’an, şehit olmaksızın ölen biri için diyet verilir.
Sevenin, Allah
olduğu dur umunda, ise; kul sevgili olur. Bu durumda kulun iradesi, söyleneni
yerine getiren bir iradedir, çünkü onun iradesine karşı çıkacak bir iradesi
yoktur Sevenin. Öldürülmüş (maktul) durumda olan biri için ise, irade
diye bir şey zaten olamaz. Buna göre, her kim sevgilisinin iradesiyle hareket
ederse, tabii olarak iradesi olsa bile, o zaman kendisinin bir iradesi kalmaz.
Ayrıca, diri olduğu için, kendisinin belli bir hayatı olduğu için de ona diyet
gerekmez.
İşte farzlara
olan tutkunluk böyledir. Kul farzları eda edince, Allah o kulu sever. Bunun
yanında kul nafile ibadetleri de eda ederse, bu kez Allah o kulun işittiği
kulağı, gördüğü gözü olur. Farzları yerine getiren kul ise, tam tersi, Hakk’ın
kulağı ve gözü olur97.
Bu nedenle
âlem, aşkın bu iki görünümüyle sabit olmuştur. Dolayısıyla Allah âleme sadece
bu kulun gözüyle bakar. Bu özel münasebetten ötürü âlem yok olmaz. Eğer Allah
âleme kendi Gözüyle baksaydı, Allah’ın Yücelikleriyle ve Yüzüyle âlem bir anda
yanar giderdi, yok olurdu. işte bunun için Allah, âleme, Kendi suretinde
yaratılmış olan insanı kamil'in gözüyle bakar. Yakıcı yüceliklerle âlem
arasındaki perde işte budur98.
— Sevgilisinin kendisine önerdiği tedbirden dolayı,
insan tabiatının normal olarak kaçacağı sıkıntılara âşık sabretmelidir
insan, tabiatlar ve nur toplamı bir varlıktır; dolayısıyla hem tabiatlar
hem de nur ona gereklidir. Nur, insana çeşitli durumlarını gizlemesini vc
kendisine gerekli olan pek çok şeyden vazgeçmesini gerektirir. İnsan tabiatının
gerektirdiği pek çok durumlardan dolayı, hakikati de onu gerektirir. Aynı
zamanda ruh demek olan nurun işi, Hz. Peygamberin, selât ve selâm üzerine
olsun, şu hadisine uygun olarak, insanın hakkını ve hukukunu ifa
etmesidir. “Kime iyilik yapmam gerekir?” diye soran bir gence, Hz.
Peygamber üç kez “Annene!” diye cevap vermiştir; dör- dücüsünde, “sonra
babana!” diye eklemiştir.
Görülüyor ki, Hz. Peygamber anneye yapılacak iyiliği babaya yapılacak
iyiliğe tercih etmiştir. Tabiat annedir. Bununla ilgili olarak, Hz. Peygamber,
selât ve selâm üzerine olsun, şöyle buyurmuştur: “Kuşkusuz ■ nefsinin
senin üzerinde hakkı vardır.” Buradaki nefis, hayvani nefistir. “Gözünün
de senin üzerinde hakkı vardır.” Bütün bunlar anne haklarındandır; anne
tabiattır. Baba ise, insan için İlâhî ruhtur; o da nurdur, insan nur yönüyle
ilgili sevgide pek çok şeyden vazgeçer ve onları terkederse, zarara uğramış
biri olarak nitelendirilir. O zaman kendisine sabretmesi emredilir. “Sıkıntı
zamanlarında sabreder.” cümlesinin anlamı budur99. Her ne kadar
hakikati bundan kaçmayı gerekli kılsa da, Allah ona sabretmesini emreder.
Sonra, Allah kulun sabrı konusunda şöyle buyurmaktadır: “Sabret! Senin
sabrın ancak Allah’ladır.” (Kur’an, 16/127). Dolayısıyla Allah Kendisini “es-Sabıır”
(yani çok sabırlı) ismiyle isimlendirirken sanki, kuluna şöyle demektedir:
“Ben Celâlimin izzeti üzerine- yim, bununla birlikte Ben Kendimi en çok eziyet
gören, en alçak gönüllü, en hoşgörülü ve en sabırlı olarak nitelendirdim.
Emredilmediğim ve zorlanmadığım halde Kendime “Sahur”, çok sabırlı adını
verdim. Kendimi yaratıklarımın sevdikleri şeylerin altına koydum. Bana gereken
şeyi, yaratıklarıma gereken şeyler uğruna terkettim, onlara Benden rahmet
olsun, bağış olsun diye. Öyleyse ey kulum, sıkıntılı zamanlarda Benimle sabretmeye
senin daha çok hakkın var, yani Benim emrim nedeniyle; ve ayrıca Celâlimin
gerektirmediği şeylerle kullarım Beni nitelediği zaman, kullarımın Bana
verdikleri ezaya karşı Kendimi “Sahur" diye adlandırmam
nedeniyle...”.
Demek ki bu
tecelli şekli Allah’ın seven olmasından ileri gelmektedir. Allah’ın durumu
böyle olunca, O da sevgilisini Kendi tabii durumuna hakim olması için zorlar.
Eğer sevgili
kul olur, seven de Allah olursa; teklifin bürüneceği suret, kulunun işlerine
önem veren Allah için bir sevgili olduğunu bilince kulun Efendisinden istediği
şey olacaktır, tabii ki Allah’ın isteğine ve sevgisine uygun olmak koşuluyla
kulun isteyeceği şey olacaktır. O zaman Hakk Teâlâ o kul ile birlikte hareket
eder. İşte âşığın bu sıfatıyla ilgili olarak yapılacak açıklamalar bunlardır.
— Aşığın kalbi, aşktan çılgına dönmelidir
Âşığın kalbi
bu şekilde nitelendirilir, çünkü tasarrufları pek çoktur ve o kadar çok durum
değiştirir. Âşığın kalbi pek çok görüntüyü içerir. Teveccühleri pek çoktur. Bu
sıfat aşktan çılgına dönenin sıfatıdır, özellikle âşığın yöneldiği her yüzde,
her görüntüde, yaptığı her işte Hakk Teâlâ âşığa zuhur ederse, bu sıfat âşığa
daha uygun düşer. Çünkü böyle bir âşık baktığı her yüzde Sevgilinin yüzünü
görür100.
Seven Allah
olursa: “Allah her gün yeni bir iştedir”. (Kur’an, 55/29). Herhangi bir
işi yaparken yapılan tereddüt, o işin pek çok yönü olduğunu gösterir. Çok yön
olmasıdır insanı tereddüde düşüren. Bu durumda, “Hepsi sevgiliyi razı ve
hoşnut ettiğine göre, hangisini yapmalıyım?” Sevgiliyi en çok hangisi memnun
edecek, biz onu bilmiyoruz. Oysa bize en uygun olanı O çok iyi bilmektedir.
Ancak biz, nafilelerle farzlar arasında neyin O’nu daha çok razı ve hoşnut
ettiğini biliriz; yani farzların O’nu daha çok razı ettiğini söylüyoruz. Fakat
burada bir seçim yapma durumuyla karşı karşıya kalınırsa, örneğin seçim
yapmanın zorunlu olduğu “kefaret” gibi bir durum olursa, O’nu en çok neyin
razı edeceğini ancak daha geniş bir bilgiyle bilebiliriz. Tıpkı bunun gibi, nafilelerde
de O’nu en çok neyin razı edeceğini ancak “nas”la, yani Kur’an ve sünnetle
bilebiliriz. Nafileler pek çoktur. Bazı açılardan bazı nafileler, O’nu daha
çok razı ediciyken bir başka açıdan da, diğer bazı nafileler O'nu daha çok
razı edicidir. Demek ki, bunu anlamak için daha geniş ve daha derin bir bilgi
gereklidir
Tıpkı burada
olduğu gibi, âşık, kalbi aşktan çılgına dönmüş biri olur çıkar, yani Sevgilinin
gördüğü pek çok yön, yüz ya da görünüm karşısında şaşırır kalır. Âşık o
görünümlerin hepsine birden yönelir.
— Aşık, her türlü
dosta karşı Sevgilisini tercih etmelidir.
Âşığın her
türlü dosta sevgilisini tercih etmesinin nedeni şudur: Âlem bir bütündür;
âlemin her bir parçası, insan için bir emanettir. İnsan emaneti geri vermekle,
iade etmekle yükümlüdür. İnsanın emanetleri ise çok sayıdadır. Emanetleri geri
vermek için özel vakitler vardır. Her vakitte o emanetlerden biri tekrar iade
edilir.
Ebu Talib
el-Mekki101 bu tür bir emanet üzerine şu uyarıda bulunmuştur:
“Felekler insanın nefesleriyle hareket ederler, hatta nefes alıp veren her
varlığın (özellikle insanın) yaptığı “zikir”lerle ya da nefesleriyle hareket
ederler, çünkü insan nefesinin alınıp verilmesiyle felekler (ya da “mülk”)
hareket eder ve böylece insana tabi olurlar. Bu nedenle, âlem, insana bağımlı kalmaya
devam eder.”
Sonra, hiç
kuşkusuz insan da âlemdeki bu emanetlere bağımlıdır; onlara gereksinimi vardır
insanın102. Fakat, insanın bu emanetlere bağımlı olmasına rağmen,
Allah ehli arasında, arif âşıklar Sevgilinin kendilerine emrettiği şeylerle gönüllerini
meşgul ederler. Bunlar büyük bir aşkla çılgına dünmüşçesine daima O’na nazar
ederler. Allah onları Kendi aşkıyla kendilerinden geçirmiştir. Onun uzaklığı
ve yakınlığı arasında onlar şaşırıp kalmışlardır. İşte bu nedenledir ki onlar
O’nu her türlü dosta tercih etmişlerdir, çünkü onlar için biricik Dost O’dur.
Nitekim bu gerçeği Allah şöyle bildirmiştir: "Nerede olursanız olunuz,
O sizinle berelerdir." (Kur’an, 57/4).
Bu dünyada
olan herkes, insanın elinde bulundurduğu emanet nedeniyle aynı şekilde
Tanrı’ya bağımlıdır. Bu nedenle insan Allah için duyduğu sevgisinden dolayı
Cenabı Allah’ı her tür dosta tercih eder.
Sehl
et-Tüsteri’ye “Yaşamak için ne gerekli?” diye sordular. O da “Allah!” diye
cevap verdi. “Hayatı gerçekleştiren kimdir, bilmek istiyoruz, bize söyler
misin?” dediler. O da “Allah’tır” diye cevap verdi. Çünkü O’nun gözü bu âlemde
Allah’tan başka hiç bir şeyi görmüyordu. Bu kez onlar üstüne üstüne giderek ona
“Biz sadece, bu vücudumuzu ma’mur eden, bize hayat veren nedir, onu öğrenmek
istiyoruz?" dediler. O da baktı ki onlar kendisini anlamıyorlar, onlara
şöyle cevap verdi: “Evleri, Usta’ya bırakın! Allah dilerse onları uzun ömürlü
kılar, dilerse onları harap eder! Bu özel vücud heykelinin içine girmek insanın
latif işlerinden değildir, dolayısıyla insan Sevgilisinin kendisini
yükümlü kıldığı şeylerle meşgul olmalıdır, çünkü âşığın hayatı ve varlığı
bizzat bu sevgilidir. Allah insanı hangi eve yerleştirirse yerleştirsin.
Kendisi de oraya yerleşir.” Sehl et-Tüsteri, bizim de söylediğimiz gibi, ayrıca
“keşf’in ona verdiği bilginin de doğruladığı gibi, burada bunu söylerken,
tabii neş’etten tecrit olunamayacağı gerçeğinden söz etmektedir. Eğer tabiattan
tecrit olunabileceğini söylemiş olsaydı, Allah’ı her türlü sevgiliye tercih
edenlerin durumunda olurdu.
Seven, Allah
olunca; yaratıkları arasında sevgili olarak insanı, âlemin tümüne tercih
etmektedir. Bu nedenle Allah insana öyle güzel öyle mükemmel bir suret
vermiştir ki bu âlemdeki hiç bir varlığa bu güzel ve mükemmel sureti vermemiştir.
Âlemdeki öteki varlıklar O’na itaat etmekle ve O’nu daima teşbih eder olmakla
nitelenmiş olsalar dahi, insanın durumu böyledir: Allah insanı her tür dosta
tercih etmiştir. Bununla ilgili olarak Allah şöyle buyurmaktadır: “Bir zamanlar-Rabb'in
meleklere, Ben yer yüzünde bir “halife" yaratacağım demişti"
(Kur'an, 2/30). Allah Âdem’e istisnasız bütün İlâhî isimleri öğretti. Âdem de,
içinde bulunduğu durum hangisiyle alakalıysa ona göre, bu İlâhî isimlerin her
biriyle Allah’ı teşbih etmiş. O’nu yüceltmişti. O’nu büyütmüş, tekbir etmişti.
Bu yüzden hiç bir isim, örneğin “çanak-çömlek" gibi bir isim dahi
anlamsız değildir. İsimlerin ve durumların şerefini bilmeyenler bunu
anlayamazlar. Bundan dolayı aym ayetin devamında melekler şöyle dediler:
“...Oysa biz Seni överek, Sana hamd ederek Seni teşbih ediyoruz ve Seni
takdis ediyoruz." (Kur’an, 2/30). Öyleyse, Allah ancak Kendi
isimleriyle teşbih vet takdis edilir. Allah meleklere, bu âlemde Kendisinin
bazı isimleri olduğunu ve meleklerin o isimlerin hiç biriyle Kendisini teşbih
ve takdis etmediklerini, oysa ki Âdem’e o isimleri öğrettiğini haber verdi.
Allah meleklere bazı şeyler gösterdi; melekler onların isimlerini bilmiyorlardı.
Bunun üzerine Allah meleklere madem ki siz bu isimlerle Beni teşbih ve takdis
ediyorsunuz, “Haydi bunların isimlerini Bana söyleyin!"
(Kur’an, 2/31) dedi. Melekler O’na “Sen çok yücesin ya Rabb! Senin bize
öğrettiğin bilgiden başka bizim bir bilgimiz yoktur." (Kur’an, 2/32)
dediler. O zaman Allah, Âdem’e, “Ey Âdem bunlara onların isimlerini haber
ver!” dedi. “Âdem meleklere onların isimlerini haber verince..."
(Kur’an, 2/33) melekler anladılar ve bildiler ki kendilerinin bilmediği başka
isimleri vardı Allah’ın. O isimlerle Allah’ın yarattığı başka varlıklar O’nu
teşbih ediyorlardı. Allah o isimleri Âdem’e öğretti. Âdem de o isimlerle
Allah’ı teşbih etti. Melekler Ka’be’nin etrafında tavaf ederlerken, Âdem
onlara, “Tavaf ederken ne söylüyordunuz?” diye sordu. Melekler de ona,
“tavafımız sırasında senin önünde “Sübhanallahu, vel-ham- dü lillahi ve
lâilâhe illalahu vallahû ekber!" (Allah’ı noksan sıfatlardan tenzih
ederiz, O’nu teşbih ederiz. Hamd Allah’a mahsustur. Allah'tan başka Tanrı
yoktur. Allah en büyüktür!) diyoruz, diye cevap verdiler. Bunun üzerine Âdem
“Ben de sizin bu sözünüze şunu ekliyorum: “Lâ havle velet kuvvete illâ
billahi” (Güç ve kuvvet ancak Allah’la vardır.) Allah bu isimleri Arş’ın
altına yerleştirilmiş bir hâzineden vermişti Âdem’e; oysa ki melekler bunu
bilmiyorlardı.
Eğer müfessir, “küçük olsun büyük olsun, çanak çömlek ismi bile...”
ifadesini, önemli ya da önemsiz, küçük ya da büyük işlerle alakalı İlâhî
isimler olarak tefsir etmek isterse, şu bir gerçektir ki, küçük bir şey küçük
olmasına rağmen, büyük olmasına rağmen büyük bir şeyin yapamayacağı teşbihi
yapabilir. Dolayısıyla burada bu sorunu bu şekilde ele almakla isabet ettik.
“Çanak, çömlek” ifadesine gelince, kendi içinde bu ifadelerin bir şerefi, bir
önemi yoktur, ıstılah olarak kullanıma bağlıdır, çünkü her dilde “çanak
çömlek” için, harflerden meydana gelen ve bunları karşılayan ve başka
kelimelere benzemeyen bir kelime vardır. Burada bu kelimelerin zikredilmesinin
amacı, meleklerin Allah’ı teşbih ve takdis etme konusunda insana karşı
belirttikleri övünmeyle ilgili durumu ortaya koymaktır. Dolayısıyla Allah
meleklere Âdem’in kendilerinden üstün olduğunu böylece göstermiş oldu.
Bizim söylemek istediğimiz budur, başka bir şey değil, çünkü yaratıklar
arasında, meleklerden daha şerefli, daha üstün biri yoktur. Buna rağmen Allah,
insan-ı kamil’i isimleri bilmesinden ötürü, meleklerden daha üstün tutmuştur.
Bu nedenle insan bu durumda ve bu makamda melekten daha üstündür. İşte Allah’ın
insana biçtiği değerin sınırı budur.
— Âşık, Sevgilisini
isbat etme uğrunda kendini mahvetmelidir
Âşık bir
kulun, sevgilisini isbat etmesi, yüklendiği yükümlülüklerde, örneğin fiili
ibadetlerden olan namazda103 olur. Allah, namazı kulu ile Kendisi
arasında taksim etmiştir, dolayısıyla kulunu sevdiğini Allah böylece isbat
etmiştir.
Sevgilinin
isbatında âşığın “mahv”ı konusuna gelince, şu ayetlerde bu husus dile
getirilmektedir: “Oysa sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır."
(Kur’an, 37/96), “Senin o işten hiçbir payın yoktur.” (Kur’an, 3/1238),
“Bütün iş Allah’a aittir." (Kur’an, 3/154), “Attın amma sen atmadın,
fakat Allah attı." (Kur’an, 8/17), "Allah’a ve Resulü’ne
inanın ve Onun sizi hakini kıldığı, sizin yönetiminize verdiği
şeylerden Allah için harcayın." (Kur’an, 57/7). İşte bütün bu
ayetler sevgiliyi isbat etme konusunda âşık kulun kendini “mahv”
etmesini bildirmektedir.
Demek ki
âşığın kendi hakkında tasarruf etme imkânı yoktur, ancak Allah’ın kendisine
tasarruf etme imkânı verdiği yerde vardır. Âşık Allah'ın iradesinin dışına
çıkar çıkmaz, aşkı onu yolundan saptırmış olur. İşin aslı, hakikati budur. Başka
bir izah yolu da yoktur. Âşıktan meydana gelen her şey, Alah için
yaratılmıştır. Allah sayesinde yapılmıştır o işler; fail yani o işleri yapan,
âşık değildir, âşık sadece üzerinde işlerin vuku bulduğu olay mahallidir.
Dolayısıyla, sevgiliyi isbat etme uğrunda, âşık mahv olmuştur, yani hepten
ortadan silinmiştir..
Seven, Allah
olunca; O da isbat içinde mahvolur. Bu durumda hakikat, kulun fiili
üzerinde meydana gelmiş olur. Bu ise, Hakk’ın mahvıdır, gerçi akli delil ve
keşf, kulun varlığını ya da âlemin varlığını değil, sadece ve sadece Hakk’ın
varlığını isbat etmektedir. İşte Hakk ın isbatı budur. Hakk
şehadet âleminde mahv olmuştur, yani gözlerden silinmiştir; buna karşılık şühud
âleminde ise isbat olmuştur10’’.
— Sevgilisi öyle istediği için âşık, kendi nefsini
ayaklar altına alıp çiğnemelidir
Aşk, âşıkla
sebeblerin görüntüsü arasına sokulunca, âşık için Sevgilisine, yani, Hakk’a
doğru yönelmekten sadece O’na nazar etmekten başka bir yol kalmaz. Âşık, âlemin
hangi konularda ve ne ölçüde Hakk’a muhtaç olduğunu bilemez. Bu durumda âşığın
kendisinden islenilen hukuku, yapılması gereken şeyleri yerine getirmesi
gerekir. Nitekim Hz. Peygamber selât ve selâm üzerine olsun, bu konuyla
ilgili olarak “Seni ziyaret edenlerin, senin üzerinde bir hakkı
vardır.” buyurmaktadır. Dikkat edilecek olursa, Hz. Peygamber burada, bütün
âleme uygulanabilecek bir sözcük kullanmıştır. Bu da “ziyaret”
sözcüğüdür. Hz. Peygamberin konuşma tarzı bütün sözlerin özünü bünyesinde
toplamaktadır. Görülüyor ki, böyle bir âşık, sevgilisinin kendisinden
istediği, beklediği şeyden ötürü kendi nefsini ayaklar altına alıp çiğnemiş ve
kendisi üzerinde âlemin ne gibi hakkı olduğunu bilmiştir. Bu da sevgilisini
âşığa tasarruf etmek istemesiyle ilgilidir. Hakk Teâlâ Hakimdir. Bu nedenle Allah,
özel bir vakitte, âlemdeki özel bir duruma denk düşen özel bir işin yapılması
ve özel bir hakkın yerine getirilmesi uğrunda âşığı hareket ettirir. Sonuçta
âşık âlemin Allah’tan geldiğini bilir ve âlemde Hakk’ı müşahede etmeye başlar.
H. Ebubekr’in, —Allah ondan razı olsun—, şu sözünün anlamı budur: “Ne
görmüşsem, mutlaka ondan önce Allah’ı görmüşümdür”105. Böylece âşık,
Allah’ı müşahede ederken âlemin varlığını da müşahede eder.
Seven, Allah
olunca; bu durumda noksan sıfatlardan münezzeh olan Hakk Teâlâ’nın Zatı bir
değişiklik kabul etmez. Âlemdeki nefisleri, varlıkları Kendine muhtaç eder,
çünkü baki olmaları, yaşamaları ve amaçlarına ulaşmaları ancak O’nun sayesinde
mümkündür. Sanki O, yaratıkların O’ndan istediği ya da O’nun sayesiyle ulaşmak
istedikleri şeyler uğruna, Kendini ayaklar altına alıp çiğnemiş gibidir. Bu
nedenle, vakti henüz gelmemiş şeyleri O’ndan istedikleri zaman, O onlara şöyle
hitap etmektedir: “Ey ağırlığı olan iki toplum (sekelan), yani cinler
ve inşalar topluluğu, sizin hesabınızı görmek için de boş vaktimiz olacak."
(Kuran, 55/31). Görülüyor ki her durumda “fail” Allah’tır ve O’nun Zatı,
eserlerin, yani varlıkların bir zuhur yeri değildir. Burada Allah’ın Kendini
çiğnemiş gibi gözükmesi, Kendi için değil, fakat kâinatın ya da varlıkların
O’na olan gereksinimini karşılamak içindir. Allah’ın yarattığı her varlık O’nu
teşbih etmektedir ve bu teşbih o varlık için bir temel gıda olmaktadır. Bu
konuyla ilgili olarak, Sübhan Tanrı bize şunu bildirmektedir: “O’nu övgüyle
teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların teşbihini anlamazsınız.”
(Kuran, 17/44). Biz bu konuyu daha önce “Fütüvvet” (Cömertlik, yiğitlik)
bölümünde incelemiştik106.
— Aşık, Sevgilinin sıfatlarını üzerinde taşımalıdır
Âşık
sevgilisiyle kavuşmak ve sevgilisinin iradesine bağlanmak istediği zaman bu
sıfata bürünür. Fakat bazen öyle olur ki, sevgili, kavuşmaya karşıt olabilecek
şeyler de isteyebilir. İşte ancak böyle bir âşığın sıfatlarına sahip olan âşık,
sevgilinin sıfatlarına bürünebilir.
Seven, Allah
olunca; “ahir”, yani sonra olan herhangi bir varlığa nis- betle, Allah
“EvveF'dir, yani o varlıktan önce vardır Allah. Allah’ın son- ralığı O’nun
önceliğinin içinde dahildir. Aynı şekilde önceliği de sonra- hğına dahildir,
öyle ki sadece O’nun varlığıdır söz konusu. Buna göre şöyle diyebiliriz: O’nun
önceliği O’nun Zatı’dır, sonrahğı ise onun kuludur ve sevgilisidir. Bu
nedenle, ister “Ey kul, kurtulmadın.” de, ister “Ey Efendi, kurtulmadın!” de,
her iki durumda da doğru söylemiş olursun. İşte sevenle sevilenin sıfatlarının
“tedahülü”, birbirine karışması, içiçe girmesinin hükmü budur107.
— Âşık, sevgilisiyle birlikteyken nefes
bile almamalıdır
Âşık,
sevgilisiyle birlikteyken nefes bile almamalıdır demek, âşık sevgilisiyle
birlikteyken müsterih, yani dinlenme halinde değildir demektir, çünkü âşık her
nefesde sevgilisini murakabe etmekte, her an O’nu gözetlemektedir, yani O’nun
için nöbet tutmaktadır. Âşık her an aşkının nerede olduğunu görür ve orada
hazır bulunur. Sevgilisini razı etmek, onu hoşnut etmek için göstermiş olduğu
aşırı çabanın etkisiyle bir umut ve bir beklenti içine girer. Sevgiliyi memnun
ve razı etmek bir . hayli zor olduğundan, âşık için rahat diye bir şey yoktur.
İşte “sevgilinin yanındayken âşık nefes bile alamaz", yani dinlenmeye
vakit bulamaz cümlesinin anlamı budur. Bu durum, üzüntü, keder ve zorluğun
ortadan kaldırılmasıdır. Bu ise aşkında sadık olan bir âşığın niteliğidir.
Seven, Allah
olunca; Allah şöyle buyuruyor: “O her gün yeni bir işledir."
(Kur’an, 55/29). Allah sadece kullan yararına tasarruf eder. Kullarından da
sadece sevdiği kullarla ilgilenir. Geriye kalanlar ise, İlâhî hükme tabi
olurlar. Allah’ın arta kalan nimetlerinden yerler içerler. Allah onların dünya
ve ahiret işlerini ayarlar. Bütün bunları yaparken Kendisine yorgunluk gelmez.
Allah “yorgun” sıfatıyla nitelendirilemez. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır:
“And olsun, Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri altı
günde yarattık; bunları yaparken bize bir yorgunluk gelmiş değildir."
(Kur’an, 50/38). Gene şöyle buyuruyor: “ilk yarattığı mız zaman yorulduk mu
ki yeniden yaralamayalım? Doğrusu onlar yeniden yaratma konusunda kuşku
duymaktadırlar" (Kur’an, 50/15). Yani her nefeste, her anda Allah
kulları içinde kimilerini yeni yaratmaktadır. Nitekim yukarıda da denildiği
gibi, “O her gün yeni bir iştedir.” (Kur’an, 55/29). Mutluluk ehli, yani
cennetlikler hakkında da şöyle buyuruyor: "Orada onlara hiçbir
yorgunluk dokunmaz". (Kur’an, 15/48), çünkü onlar cennetteki her
durumlarında, kendi nefisleri için değil de, Allah uğrunda hareket ederler,
öyle ki bu durum onlar üzerinde yansır. Bu durum onlar üzerinde yansıdığı için
başka bir şey de istemezler. Doğrusu hakikatler de bunu öngörmektedir. İşte bu
nedenle âşık, sevgilisiyle birlikteyken nefes bile almamalıdır diye
nitelendirilir.
— Aşığın her şeyi, Sevgilisi için olmalıdır
Bu şu anlamdadır: âşık bir bütündür ve bu bütünlüğü ile varlığı zuhur
eder. Onun birliğinin ya da bütünlüğünün çeşitli görünümleri Allah’a aittir,
çünkü mutlak birlik (ehadiyet) ancak Allah’a aittir. Öyleyse birliği
meydana getiren bu çeşitli görünümler olmadan birlik, bütünlük olamaz.
Dolayısıyla bir bütün olan âşık, bütünüyle Allah’a aittir. Bu bütünün her bir
parçasını Hakk olan Bir’le çarptığın zaman, çıkan Hakk’m Birliği’dir. İşte “âşık”,
bütünüyle Sevgilisine aittir.” ifadesinin anlamı budur. O, bütünün biridir,
çünkü bütün onun için ehadiyyettir, birliktir. İşte âşık, bu minval
üzere, o bütünden çıkar.
Seven, Allah olunca; durum şöyle olur: Ehadiyetine rağmen, “Bütün”,
bu kez Allah için kullanılır. O, Bütün İlâhî isimlerin bir toplamıdır. O
isimlerin sayısı da doksan dokuzdur108. Görülüyor ki isimlerde
“kesret”, yani çokluk zuhur etmiştir. Allah için de “Bütün” ismini kullanmak
yanlış olmaz. Bu “Bûtün”ü oluşturan birler, Allah’ın her ismini meydana
getirir. Bu isimlerden her biri kul için söylendiğinde, o ismi bir hakikat
olur ve o hakikat içinde, o ismin taşıdığı erdem (sultan) zuhur eder. Öyleyse
o hakikat sadece “bir” olur. Buna göre, biri Bir’le çarpınca, ya da bir Bir’in
içinde yansıyınca, müşahede içinde kulun birliği zuhur eder; ve kul sevgili
olur. Böylece kulun bütün varlığı Allah’a ait olur. Çünkü bütün isimler
hükümlerini ve etkilerini kulda açığa çıkarırlar. Oysa ki isimler Allah’a
aittir. Öyleyse Bütün, Allah katında sevgili olan kula aittir. İlâhi Huzurda
hiçbir şey yoktur ki sevgili olan kula ait olmasın, çünkü Allah kuşkusuz Kendi
Zatı’yla âlemlerden zengindir; kesretten müstağnidir. Kendi hakkında herhangi
bir kanıta da ihtiyacı yoktur.
— Âşık,
Sevgilisi hakkında saygılı davranmalı, kendini ise eleştirmelidir.
Âşık,
sevgilisine karşı aşkın gerektirdiği hukuku yerine getirmekte aciz kaldığını
görür; çünkü sevgilisinin sevgisini bütünüyle kuşatacak usuller hakkında bir
bilgiye sahip değildir. Bu nedenle, bu konuda ancak bildiği kadarıyla amel
etmeye çalışır ve kendi kendine şöyle der: “Eğer sevginde sadık olsaydın,
sevgilinin sevdiği her şey senin için belli olur, ortaya çıkardı. Hiç kuşkusuz
sen, yükümlülükler dünyasında bulunuyorsun; bu mahsur bir dünyadır, yani
birtakım şartlarla sınırlıdır. Oysa ki sevgilinin sevdiği şeyler bu dünyada,
öte dünyanın aksine, bellidir. Öte dünyada, gözün, gönlün dinlenmiş durumda
olacaksın, çünkü öte dünya tamamıyla mutluluk dünyasıdır. Orada azarlama,
tersleme, eleştirme ve kınama diye bir şey yoktur.” İşte bu nedenle, âşık bu
dünyada sevgilisi hakkında saygılı davranır, kendini ise kınar, eleştirir.
Sevenin,
Allah olması halinde ise; Allah, mümin kuluna beslediği sevgi hakkında tereddüt
gösteren biri olarak nitelemiştir Kendini. Çünkü sevgilinin seven üzerindeki
haklarından biri de,' sevgilinin çirkin gördüğü, hoşlanmadığı şeyleri sevenin
yapmamasıdır. Örneğin, sevgili ölümden hoşlanmaz. Kul Allah için bir sevgili
olduğuna göre, Allah da onun kötü olduğunu istemez. İşte ölüm karşısında kulun
takındığı tavırdan dolayı Allah’ın kendini kınamasının anlamı budur. Oysa,
İlâhi ilmin bir gereği olarak kulun ölmesi de gerekir, fakat âşıkların aksine,
sıradan bir kul Allah’la karşılaşma sırasında kendini hangi hayırların, iyiliklerin
beklediğini bilmez. Âşıklar ise, dinlenme ya da rahatlık için değil de bir an
önce Sevgiliye kavuşmak için, ölümü severler.
Âşıklardan
bazıları da var ki sevgiliyi hoşnut ve razı etme duygusu onlara hakim olur. Bu
âşıklar, sevgiliyi hoşnut ve razı etmenin, sevenin aşkının gücünü
tanıyabileceği bir durumla değil de, aksine, onu hoşnut ve razı edecek şeyler
ile onu kızdıracak şeyler arasındaki farkı anlamalarıyla mümkün olacağını
bilirler. Tabii ki bu durum, o âşıklar için, sadece bu. yükümlülükler dünyasında
söz konusudur. Öte dünyada ise, herhangi bir tahdit -sınırlama söz konusu
değildir. Orada bir denklik. bir rahatlık vardır. Dolayısıyla, kendi
tasarrufundaki işlere uygun davranan âşıkla, bu tahditlere uymayan âşık
arasındaki farkın hükmü kalmaz. Bu yüzden bazı âşıklar ölümden hoşlanmazlar.
Bu da onların aşk- daki içtenliklerinden ileri gelir.
Aynı şekilde, gene eğer, seven Allah olursa; Allah, bu hakikat çerçevesinde,
ölümü herkes üzerine mukarrer kılmıştır. Yukarıda belirtilen temyiz ve tahdidi
isteyen bu seçkin topluluğun amacı, öteki topluluklardan farklı olarak,
Rabb’lerine besledikleri muhabbet ve sevginin gücü ve değeri bilinsin diye bu
tahdidin kendilerinden kaldırılmasıdır. Nitekim Allah’ın ezeli ilmi de, bu
tahdidin kaldtnlmamasını öngörür. İşte muhabbete, sevgiye biçilen bu değer Hakk
Teâlâ hakkında bir “kınama” olarak adlandırılır. Hakk Teâlâ bu konuyu şu
şekilde açıklamaktadır: “Allah her istediğini yapandır.” (Kur’an,
85/16). Allah bunu özellikle belirtiyor ve belli bir tercih, bir seçme bile
yapıyor. “Allah dileseydi..." ifadesini ve benzeri ifadeleri bu
şekilde anlayan kişinin de, Allah’ın iradesi ve ilmi devreye girmeksizin,
kınanması gerekir, çünkü irade ve ilmin farkh bir hükmü vardır.
Öyleyse burada anlattıklarımı iyi anla! Bunların herbirinde İlâhî sırlar
gizlidir. Bu İlâhî sırların büyük değerini bilen, gören dostlarımız kıskançtırlar;
bu özelliklerden dolayı, kıskançlıklarını da belirtmişlerdir. Bununla birlikte,
Allah’la ilgili bizim sahip olduğumuz ilme göre, İlâhî • sırlar hakkında bizim
burada açıkladığımız şeyler bir kabuk (hışr) hükmündedir. Bu da,
bunları açıklamaya girişmemize neden teşkil etmektedir, çünkü bunların
açıklamasında insanlar için büyük faydalar vardır.
—Aşık, sevgilinin sebeb
olduğu şaşkınlıktan zevk almalıdır.
Bu şaşkınlığın sebebi sevgilinin beklenmedik bir anda aniden gelişidir.
Bu durum “ani hücum” olarak ifade edilir, ki biz bu kitapta daha ileriki bir
bölümde bu konuyu inceleyeceğiz109.
Hakk Teâlâ kullarının kalbini Kendine çağırınca ve onları Kendine
ulaştıracak meşru Yolu onlara gösterince ve son derece açık delillerle Kendini
onlara tanıtınca, onlar da O’nu tanımış oldular. Hakk Teâlâ onlara verdiği
nimetlerle Kendini onlara sevdirdi; onlar da O’nu sevdiler.
Vadedilmemiş bir tarzda, yani beklenmedik bir anda Allah onlara tecelli
edince ve onlar O’nun huzuruna girdiklerini bilmeksizin O’nun huzuruna girince,
Hakk’ın tecellisi onları kıskıvrak yakaladı. Böylece onlar da O’nu bir alâmetle
tanıdılar. Dolayısıyla bu beklenmedik tecelli karşısında dehşete kapıldılar,
büyük bir şaşkınlık içine düştüler. Kendilerinde gördükleri bu alâmetin ne
olduğunu bildikleri için, büyük bir zevk aldılar ve mutlu oldular. O, onların
sevgilisiydi ve büyük özlemle istedikleriydi. İşte kulların şaşkınlık içine
düşmekten aldıkları zevk, duydukları mutluluk budur.
Seven, Allah
olunca; durum şöyledir: Allah, Kendini “hür seçim”le vasfetmiştir, çünkü "O
her şeyi yapmaya Kadirdir.” (Kur’an, 2/20), yani Onun her şeye gücü yeter.
Eğer O bir şeyi dileseydi, mutlaka onu yapardı. Ayrıca O bir şey yapmak için
zorlanamaz, sıkıştırılamaz. O sözünde sadıktır, doğru söyler, sözünde durur.
Kararından dolayı O’nu kimse yargılayamaz. Bütün varlıkların rızkını veren
O’dur. Hikmetinin bir gereği olarak bütün her şeyi yerli yerine düzenlemiştir.
Böyle hükmettiği için, O’nu, hükümden döndürecek biri yoktur. O her an ne gerekiyorsa,
gerektiği anda, gerekeni gerektiği gibi yapar. O’nun işi hikmetli bir iştir.
Her şeyin sırasını ve zamanını O bilir. Bu nedenle, O’na istekte bulunanların
istekleri O’na ulaşır, fakat o isteklere verilecek karşılıklar, her zaman O’na
istekte bulunulan zamana denk düşmez. Ayrıca biliyoruz ki, kararı O verir. Her
şeyi karara O bağlar. Vereceği kararda kimse O’na baskı yapamaz. Öyleyse,
hikmet- sırasına göre onlara cevap verdiği zaman, çelişme olmasın diye o
istekler yapıldığı anda, biraz beklemek gerekir. İşte bu bekleme süresi
dehşet-şaşkınhk olarak adlandırılır. .
Allah bundan
zevk alır, çünkü bu durumda istekte bulunan kul, sevgilidir, Allah onun
isteklerini, dua ve yakarışlarını duymayı sever. Nitekim hadiste şöyle ifade
edilmiştir: “İhtiyaç içinde bulunan iki kişi isteklerini Allah'a
bildirirler. Bu iki kişiden birini Allah seviyordu, ötekini sevmiyordu. Allah
meleğe vahyetti ve sevmediği kulun ihtiyacını derhal yerine getirmesini
emretti; o kulu sevmediğinden, onun isteğiyle fazla meşgul olmamak için, çünkü
Allah o hulun sesini fazla duymak istemiyordu. Öte yandan,
sevdiği kul hakkında meleğe şöyle seslendi: ‘'Palanın isteğini yerine getirme,
onun ihtiyacını beklet, çünkü ben onun sesini duymayı, isteğini işitmeyi seviyorum:
çünkü Ben onu seviyorum” görülüyor ki, Allah sevmediği kulun isteğini hemen
yerine getiriyor, oysa ki sevmesine rağmen, sevdiği kulun isteğini erteliyor,
hemen yerine getirmiyor. Eğer Allah’ın sevdiği bu kula, isteğinin ertelenmesi
anında, bu sır ifşa edilmiş olsaydı, o kulun sevincinin yerini hiçbir şey
tutamazdı.
İşte o kulun isteğinin ertelenmesi, tıpkı dehşet ve şaşkınlık içindeki
kulun dehşetinin ertelenmesi gibidir. Yukarıda belirtilen söz doğru olduğu
için, yani bu konuda Allah'ı hiç kimse zorlayamayacağı için. Bu kulun bu
durumdan alacağı zevke gelince, bu sebepten, o kul istediği şeye kavuşacağını,
kavuşması gerektiğini bilir ve bundan büyük zevk alır. Fesübhanallah!
Allah'ım sen Azizsin, Hakimsin!
— Aşılı, belirlenmiş genel kuralları önce korumalı,
sonra o kuralları aşmalıdır
Böyle bir âşık, Bedir savaşında savaşan âşıklara benzetilebilir. Onlar da
belirli kuralları önce korumuş sonra da o kuralları aşmışlardı. Allah onlara “Ne
istersem? yapın, Ben sizin günahlarınızı çoktan bağışladım.” demişti.
Durumu genel kurallar içerisinde belirlenmemiş insanlara gelince, onların
durumu özel kurallar içerisinde belirlenmiştir. Onların statülerini Allah
belirlemiştir. Bu insanların durumu, Allah’ın şu sözünde belirttiği şeye uygun
düşmektedir: “Kulum bir günah işler; sonra işlediği günahını affeden bir
Rabb’ı olduğunu bilir ve gene günalı işler." (Kudsi hadis). .
Dördüncüsünde ya da ûçüncüsünde Allah şöyle der: "istediğin şeyi yap,
Ben senin günahlarını çoktan bağışladım.” Demek ki insanların geneli için
yasak olan falan işi, Allah ona mubah kılar; bu dünyada o kişi için belli
tahditleri ortadan kaldırır, çünkü Allah kötülüğü emretmez. Dolayısıyla bu
sıfata sahip birisi zaten Allah’a karşı asi olmaz, başkaldırmaz, aksine
Allah’ın kendisine mubah kıldığı işleri yapar, çünkü Allah ona bu ayrıcalığı
vermeden önce, o kul da belirli genel kurallara uymaktaydı. Demek ki o kişi o
genel kuralları koruduktan sonra onları aşmış oluyordu. “Hal” sahibinin
tersine, yükümlülük durumunu korumasına rağmen, bu ayrıcalıklı durumu ona ilmin
şerefi, üstünlüğü sağlamıştır. “Hal” sahibinin hükmüne, statüsüne
gelince, onun statüsü, deli durumuna benzer. İlâhi Kâlem, onun üzerinde
durmaz, yani onun ne lehinde ne de aleyhinde bir şey yazar. Buna karşılık söz
konusu ayrıcalığa sahip kişinin lehinde olanı yazar, fakat aleyhinde olan bir
şeyi yazmaz.
İşte “ilim”le “hal” arasındaki farkın değeri budur. Demek ki ilmin
değeri ne kadar yüksektir! Bu nedenle âşık, bir de ilim sahibi olursa, o haliyle,
yalnızca hal sahibinden daha mükemmeldir. Demek oluyor ki “hal”
bu dünya evinde eksiktir; öte dünyada tamam olur. İlim ise, hem bu
dünyada tamamdır hem de ötedünyada, hatta tamamın da üstündedir!
Seven, Allah
olunca; Allah Kendisini seven kulların Allah’ın kendileri için yapmayı gerekli
gördüğü şeyleri Kendisinden istemeyeceklerini bilir. Onlar genel kuralları önce
koruduktan sonra o kuralları aşarlar. Bu nedenle Allah, kendine gerekli kıldığı
şeyi (yani verdiği vaadleri tutma işini) onlara verir. Üstelik onlara sınırsız
iyilikler verir, ki bu bağış genel sınırları aşmak demektir. Buna göre, bir
iyiliğin sınırı, o iyiliğin on katıyla yediyüz110 katına kadar çıkan
bir ecrin sınırıdır. Bu şekilde sınırların aşılması bir artıştır, bir
fazlalıktır; tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi: “Güzel davrananlara daha
güzel karşılıklar ve hatta daha fazlası vardır..." (Kur’an, 10/26).
İşte bize
verilen budur. Öyleyse bu iyiliği iyi kullan ya da hesapsız ve sınırsız bir
şekilde tut onu!
— Âşık, sevgilisini kendisinden hile kıskanmahdtr
Allah’ı seven
birisi hakkında bulunabilecek en uygun ve en güzel sıfat budur. Bu makam
Şibli’nin111 eriştiği makamdır. O.bu makama kendini hor ve hakir
görerek, sevgilisini işe yücelterek, büyüterek ulaşmıştı. Gördü ki âşıkların
nazlanması Cenab ve Aziz Allah’a karşı pek uygun düşmüyordu. Hiç kuşkusuz
âşıklar için, İlâhi Huturda nazlanmak vardır, ancak “kıskanç” olarak
nitelendirilen âşıklar bunda istisnadır. Bu âşıklar için nazlanma diye bir şey
söz konusu değildir, çünkü onlara büyültme ve yüceltme düşüncesi
hakimdir. Ayrıca onlar, “ağzı sıkıhk”la nitelendirilirler. Bunun nedeni ise
kıskançlıktır. Kıskançlık ise, aşkın sıfatlarından biridir112. Bu
nedenle onlar âlemin, yani öteki insanların yanında, âşık olarak gözükmezler.
İşte bu makam, Allah’ın Resulü Hz. Muhammed’in makamıdır, çünkü o,
Sa’d’ı çok kıskanç biri olarak tanımlamış, kendisini ise Sa’d’dan daha kıskanç
biri olarak nitelemiştir. Sa’d’ın kıskançlığından söz ederken mübalağa siga-
sını kullanmıştır, ama kendisini Sa’d’dan daha kıskanç olduğunu da ifade
etmiştir. — selât ve selâm üzerine olsun— Hz. Peygamber Böylece aşkını
ve aşkı için duyduğu vecd halini, yani coşkusunu, çocukları okşayıp
sevmesiyle, onlarla oynamasıyla gizledi. Sevgisini eşlerine, çocuklarına ve
arkadaşlarına izhar etti, açıkça gösterdi. Yani bütün bunlar kıskançlık
babından olan şeylerdir. Hz. Peygamber “Ben ancak bir insanım” demiş ve
kendisini âşıklardan saymamıştı. Bu nedenle onun tabiatı, aşkı tanımadı, fakat
aşk hakkında onun nasıl davrandığını görünce ve aşkı tercih ettiğini fark
edince, onun aşkla beraber hareket ettiğini hayal etti. Oysa, bu durumun, ona
Sevgilisinin verdiği bir meziyet olduğunu bilmiyordu.
Hz. Muhammed’in —selât ve selâm üzerine olsun— Hz.Ayşe’yi, Hz.
Haşan ve Hz. Hüseyin’i çok sevdiği söylenmektedir. Bir cuma günü hutbe
okunurken, hutbesini yarıda kesti,., minberden indi,.. Haşan ve Hüseyin’e doğru
yürüdü... onların... İkisini de kucağına aldı ve tekrar minbere çıkıp, o
şekilde, yani onlar kucağında olduğu halde hutbesini tamamladı. İşte bütün
bunlar, eğer Sevgiliye duyulan hürmeti sürdürmek istersen, Sevgili için
duyulan kışkançlık babmdadır. Cenab ve en Kutsal olan Sevgiliye duyulan ta’zim
ve hürmetin bu şekilde olması, bu ta’zim ve hürmetin başkalarına, O’nun
dışındakilere gösterilmemesini gerektirir. İşte bu nedenledir ki Allah, Kendini
seven kullarının kalbine, kıskançlık perdesini yerleştirmiştir.
Sevgili, Allah olunca ise durum şöyledir; Hz. Peygamber —selât ve
selâm üzerine olsun—, bir hadisinde “... Allah ise, benden daha
kıskançtır." buyurmuştur. Demek ki, âşıkların Allah’ı sevdiklerini
iddia ettikleri za-
- man, yapabilecekleri kötülükleri Allah’ın onlara
haram etmesi de Allah’ın kıskançhğmdandır. Yalancı, kendisini doğru söyleyen
biri olduğunu iddia etmesin diye Allah kıskanç davranmıştır. Dolayısıyla bu
iki iddia arasındaki farkı ayırıp gösteren bir ölçü de yoktur, ama her halükarda
Allah kötülükleri, fuhşu, dine aykırı hareketleri haram etmiş, yasaklamıştır.
Öyleyse kim Allah’ı sevdiğini iddia ederse, O’nun çizdiği hudutlar içerisinde
durmalıdır, o sınırlar çerçevesinde kalmalıdır ki dürüst ve doğru sözlü olan,
yalancı olandan ayırt edilsin. Bununla birlikte, istisnasız her şey, Allah’la
kaimdir. Bu nedenle Allah sevgilisini Kendinden bile kıskanır. Dolayısıyla,
bütün fiilleri, sevgili olan kula bir noksanlık, bir kusur nisbeı edilmesin
diye, kuluna değil de Kendine mal etmiştir.
—Aşık, aklı
ölçüsünde, aşkının hükmü altında olmalıdır113.
Âşık, aşkının hükmü altına, aklı ölçüsünde girmelidir, çünkü onu kayıt
altına alan aklıdır, üstelik aklı da bir kayıt altındadır. Nitekim Al- lahu
Teâlâ da sadece akılhlara hitap etmiştir. Akıllılar kendi sıfatlarıyla kayıt
altına alınmışlardır. Yaratıcının sıfatlarından onların sıfatları ayrılmıştır.
İşte bu ayrım yapıldıktan sonradır ki kayıt altına alınma (takyid) ortaya
çıkmıştır. Dolayısıyla akıl, daha doğrusu akıllıların sahip oldukları akli
deliller, Hakk Teâlâ ile kul. Halik ile mahluk, Yaratıcı ile yaratılmış
arasındaki farkı fark ederler.
Aşkın
etkisiyle ortaya çıkan halde, kim aklını muhafaza ederse, aklıyla birlikte
kalmayı başarırsa, aşk sultanından gelen erdemleri kabul etmeye hazırdır (Lâkin
ancak akli delilinin gerektirdiği ölçüde). Buna karşılık, kim de akli deliliyle
değil de, aklının kabul etliğiyle kalmayı başarırsa, Hakk’tan gelecek özel
nitelikleri, yani Hakk’m bizzat Kendisini vasıflandırdığı bazı nitelikleri
bile kabul edebilir. İşte o zaman aşk sultanı, o âşığa aklının kabul ettiği
ölçüde tahakküm eder. Demek ki, akıl, görme ve kabul arasındadır. Dolayısıyla
gören birinin aklıyla kabul eden birinin aklındaki aşk etkisi aynı ya da eşit
değildir. Öyleyse bu konuları iyi anla, çünkü burada pek çok sırlar vardır.
Seven, Allah
olunca; akıl bize, ilim ise O’na nisbet edilir. Bu açıdan bakılınca, sadece
O’nun ilminde önceden geçen, yani var olan şeyler vardır, tıpkı bizim açımızdan
da ancak bizim aklımızın yettiği şeyler, aklımızın yettiği ölçüde vardır.
Allah’ın yaratıklarına karşı duyduğu aşkın gücü O’nun ezeli ilminin sınırlarını
aşmaz, tıpkı bizim O’na duyduğumuz aşkın, bakış olarak olsun, kabul olarak
olsun, aklımızın sınırlarını aşmayacağı gibi. Öyleyse bunları iyi anla!
—Âşık, akıldan yoksun bir hay vatı gibi (dabbetün)
olmalıdır, ki açtığı yaralar, yaptığı hatalar kendisini suçlu göstermesin.
Öykü—
Bir kırlangıç Süleyman aleyhisselâm’m tapmağının kubbesi üstünde uçarken
sevdiği bir dişi kırlangıca aşkını ilan eder. Süleyman Peygamber o esnada
oradadır. Kırlagıcın sesini işitir. Kırlangıç şöyle diyordu dişisine: “Senin
aşkın beni öylesine sardı ki, eğer bana şu kubbeyi Süleyman’ın üzerine yık
desen, hiç tereddütsüz yıkardım”. Bunun üzerine Süleyman Peygamber kuşu yanına
çağırır ve ona “Az önce senden işittiğim bu sözler neydi?” der. Kuş da ona “Ey
Süleyman beni cezalandırmak için acele etme" diye karşılık verir, “çünkü
âşık öyle bir dille konuşur ki, o dili ancak deliler konuşur. Ben o kuşu
seviyorum ve ona işte senin işittiğin o sözleri söyledim. Çılgın âşıkların bir
yolu, bir yasası yoktur. Onların yolu aşk yoludur. Onlar aşk diliyle
konuşurlar, ilim ve akıl diliyle değil” deyince Süleyman Peygamber gülmeye
başlar ve kuşa acır, onu cezalandırmaz ve serbest bırakır.
İşte bu tür bir davranış tam bir yaralamadır. Allah onu masum kılmıştır.
Ondan kan bedeli istememiştir ve onu cezalandırmamışım Allah için seven âşığın
durumu da aynıdır. Aşktaki samimiyetinin ve sevgiye olan tam bağlılığın
görünüşte doğurduğu karışıklık durumlarından dolayı Allah’ı seven âşık
cezalandırılmaz, kınanmaz, çünkü bu durumlar aşkın etkisiyledir, çünkü aşk
insanın aklım allak bullak eder, aklını başından alır. Allah da sadece
akıllıları cezalandırır, âşıkları değil, çünkü âşıklar aşk sultanının
boyunduruğu ve hükmü altındadırlar.
Seven, Allah olunca; O’nun açtığı yara masumdur. O doğru sözlüdür. O
vaad ettiği gibi, hata ve günah işleyeni cezalandıracağını bildirerek önce
korkutur, sonra affeder, hatla tövbe etmeyen asi kulu bile, (Kendisinin bir
lütfü olarak dilerse, Çev.) cezalandırmaz114. Üstelik cezalandırması
gereken kullarını bile, Kendisinin bir Erdemi ve bir Lütfü olarak
cezalandırmaz. Dolayısıyla, köıülük yapanın kazandığı şeyler suçsuz, masum
nitelikli sayılır. Allah'ın intikam alacağını vaadettiği şeyler de böylece muaf
olur, suçsuz sayılır çünkü Allah o kulun günahını, akıldan yoksun olması
nedeniyle, affeder. Akıldan yoksun olan insan, insanlara zarar vermeyi
düşünemez, bunu akıl edemez. Bunun için onun sebeb olduğu yara da suç sayılmaz
ve bağışlanır. Aşık, mahkumun aleyh'tir, yani davayı kaybedendir,
üzerine hüküm giydirilendir, fakat katil değildir o, katil başkasıdır. Bu
nedenle âşığın işlediği hata suç sayılmaz. Kaldı ki her konuda olduğu gibi bu
konuda da “En üstün delil Allah’ındır; eğer O dileseydi, hiç kuşkusuz
hepinizi doğru yola iletirdi.” (Kur’an, 6/149).
— Aşığın sevgisi, Sevgilinin ihsanıyla, iyilikleriyle
artmamak, Sevgilinin cefalarıyla da azalmamalıdır
Aşkın bu yönü, Allah’ı ancak Zatı için seven bir âşıkta görülür. Böyle
bir âşık, Allah’ın Cemal isminden kendine tecelli eden tecellilerin etkisi
altındadır115. Bu nedenle böyle bir âşığın aşkı, sevgilinin yaptığı
iyilikle artmayacağı gibi, sevgisine rağmen, sevgilinin yüzçevirmesiyle (i’raz)
de ihsan ve nimet azalmaz. İhsan ve nimete dayah sevgi, değişik sebeplerle
artabilir de azalabilir de, çünkü böyle bir sevgi, dış etkenlere bağlı bir
sevgidir. Allah’a âşık bir kadın bu konuda şöyle demişti:
“Gelip
beni lime lime kesseydin, paramparça etseydin ey Sevgili
Vazgeçmezdim
asla sevmekten gene Seni.”
Yani Sevgili
onu lime lime kestiği için. Sevgiliye duyduğu aşkında bir eksilme olmazdı. Bu
söz seven bir kadının sözüdür. Denilir ki bu söz, ünlü kadın
Rabiatü’l-Adeviyye’nin116 sözüdür. Bu kadının manevi hali, derecesi
ve makamı sufi erkeklerden daha üstündü. Allah kendisinden razı olsun, aşkın
çeşitli yönlerini tahlil etmiş ve tercüman olmuştur. Şu şiir ona aittir:
"Ben Seni iki aşkla seviyorum: işte tutkum,
aşkım böyle.
Çünkü layıksın buna sen, öylesine
güzelsin!
Sana olan sevgimi nasıl anlatayım ki?
Aşkınla öyle geçmişim ki kendimden
Senden başkasını görmüyor gözüm
Kime dostsun Sen kime değilsin, nerden
bileyim
Kaldır aradaki perdeyi ki Seni göreyim
Öyle de olsa böyle de olsa hamd, övgü
bana değil
Hamd, övgü Sana, öyle de olsa böyle de
olsa!”
Bir başka
âşık kadın, Katip Atab'm cariyesi, aşkı şöyle terennüm etmiştir:
"Ey gönüller
Sultanı Sevgili, Senden başka kimim var ki benim Acı bana bugün, kapına geldim
ayaklarına kapanmaya geldim Tek dileğim Şensin! Sevincim, arzum neşemsin!
Razı değil Senden
başkasını sevmeye gönlüm
Ey güvendiğim
Sevgilim! Efendim! Sultanım!
Aşkım uzadıkça uzadı, kavuşmak ne
zurnan nasib olacak
Benim arzum nimetler de değil
cennetteki,
Ne var ki Seni göreyim diye istiyorum
cenneti. ”
Bu konuyla ilgili şu dizeler de bize aittir:
“ister nimetlere boğ, ister azap içine
koy beni, hiç fark etmez
Sana olan aşkım ne azalır ne de artar
Çünkü benim sevdiğim Senin bende bulduğun şeye bağlı
Yaratman gibi Sevgin de hep yenidir benim için.”
Bu dizelerde anlatılmak istenen, itidalin ölçüsüdür. Bu bir İlâhî ölçüdür
ki arızi durumlar o ölçü üzerinde etki edemezler. Bu ölçü geçici durumlarla da
etkilenmez.
Seven, Allah olunca; Kulların Allah’a itaat etmesiyle Allah’a bir fayda
gelmeyeceği gibi, kulların Allah’a itaatsizlik etmesiyle de Allah’a hiç bir
zarar gelmez. O’nu seven bir kula günahları zarar vermez, günahlar o kulun
durumunu değiştirmez, bozmaz, aksine Allah o kula şu müjdeyi vermektedir:
“Allah seni affetsin!!! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalan
söyleyenleri de bilmeden, niçin onlara izin verdin?” (Kur’an, 9/43). Allah bu
ayette, bizdeki inanç ve istekler üzerine ve bizim dışımızdakilerdeki ret ve
inkâr üzerine, affı öne çıkarmıştır. Bunu da “Allah senin geçmiş ve gelecek
günahlarını bağışlasın diye." (Kur’an, 48/2) yapmıştır. Görülüyor ki,
Allah günahtan önce affı, bağışlamayı öne sürüyor. Kaldı ki Hz. Peygamber,
Allah indinde günah işleyen biri değildi. Allah sevdiklerine nasıl yardım
ettiğini bildirmek için ayette özellikle onu zikretmiştir. Buna göre sevgili
için günah söz konusu değildir. Seven için de kendi açısından iyilik ve ihsanın
bir değeri yoktur. Fakat . bütün bunlara rağmen, bu durum âşıkta hemencecik
açığa çıkmayan, kolayca hissedilemeyen ve de hızlı bir şekilde kaybolan gizli
bir makamdır. Çünkü âşık, alıp verdiği her nefeste, yaptığı her işte, kedisini
savunması ve kendisini temize çıkarması isteneceğini, dolayısıyla ölçüyü
koruması gerektiğini düşünür. Eğer ölçüyü ihlal ederse, kaçırırsa, iki taraftan
da delilin kendi aleyhine döneceğini bilir. Demek ki ölçüyü sadece mağfiret, af
ve bağışlama sahibi olan, ayrıca eddsi ve yetkisi çok güçlü, hükmü sabit ve
aşkı sadık olan biri koruyabilir.
— Âşık, Sevgilisi karşısında adaba uymak zorunda bırakılmamalıdır.
Âşık, adaba uymak zorunda değildir, çünkü ancak aklı olan birinden adaba
uyması istenir. Oysa ki âşık bu bağlamda akh karışmış, allak bullak olmuş,
altüst olmuş, akima hakim olamayan biridir, âşık için alınacak bir önlem
yoktur. Bu yüzden âşıktan sadır olabilecek herhangi bir davranıştan dolayı,
âşık cezalandırılmaz.
Seven Allah olunca; O Büyüktür, Mülk sahibi O’dur, Akıllı insanların
uydukları adap kurallarını belirleyen de O’dur. Veli kullarını edepli,
terbiyeli kılan da O’dur. Nitekim Hz. Peygamber —selât ve selâm üzerine olsun—
şöyle buyurmuştur: “Beni Allah terbiye etti ve çok güzel terbiye etti."
Allah kuluyla “terbiye ediliyor" denilmez, tanı tersine “Allah sevgili
kulunun yanında duruyor ve ona layık olduğu ya da müstehak olduğu terbiyeyi
veriyor” denilir. Allah’ın o kulun yanında bulunması, Allah’ın o kula bir lütfü
ve bir ihsanıdır. Allah o kula verdiği terbiyeden dolayı bir şey istemez, hele
bir kul O'nun sevgilisi olursa!..
— Aşık, hem kendi durumunu hem de Sevgilisinin
durumunu unutmalıdır
Aşk âşığı öylesine meşgul eder ki sonunda âşık hem sevgiliyi unutur hem
de kendini unutur. İşte bu duruma “sevgi aşkı” adı verilir. İlâhi hakikatten
sudur eden bu hakikat hiç kuşkusuz kelimelerle anlatılamaz; Evet, bu hakikat
kelimelerle ifade edilemez! Bu hakikat kelimelerle açıklanamayan sırlardan
biridir. Ancak bu hakikati keşfeden âşık onu tanıyabilir. O da onu başkasına
anlatamaz. Başkasına onu anlatması âşığa caiz değlidir, uygun düşmez. Bu
konuyla ilgili ayet şudur: "... Onlar Allah’ı unuttular, Allah da
onları unuttu..." (Kur’an, 9/67), yani kim kendi suretini unutursa,
kendi kendini unutmuş demektir.
—Âşık, bütün sıfatlardan arınmış olmalıdır
Âşığın kendisini niteleyen ne bir sıfatı ne de belirgin bir tutumu
vardır, çünkü âşık, sevgilisi onun nasıl olmasını istiyorsa öyledir. Âşığın tek
sıfatı, kendisinden istenilen gibi olmasıdır. Âşık, Kendisinden ne istenildiğini
bile bilmez, çünkü o bütün sıfatlardan soyutlanmıştır.
Seven, Allah olunca; Allah Kendi zatı içinde Kamildir, Mükemmeldir.
O’nun mükemmelliği artan bir mükemmellik değildir, dolayısıyla O’nun bir
niteleyicisi, bir sıfatı yoktur, çünkü “O’nun Zatına benzer hiçbir şey
yoktur.” (Kur’an, 42/11). Bu nedenle, “izzet ve kudret sahibi Rabb’in onların
atfettikleri sıfatlardan ne kadar münezzehtir! ne kadar uzaktır!” (Kur’an,
37/180).
— Aşığın isimleri, meçhul olmalıdır
Şair şöyle
diyor:
“Beııi çağımsa sadece “Ey kulum!” diye çağırıyor,
[şte bu ad, benim en şerefli adımdır.”
Bu konuda az
önceki konuya, yani âşığın bütün sıfatlardan arınmasına benziyor. Buna göre,
âşık için kulluk temel esastır, zatî bir şeydir. Sevgilisinin ona verdiği
isimden başka, âşığın belli bir ismi yoktur. Sevgilisi onu bir isimle
adlandırırsa ya da onu hangi adla çağırırsa çağırsın, o, O’na cevap verir ve
O’na doğru hızla yönelir. Âşığa “Senin adm nedir?” diye sorulduğunda, âşık
“Ben ne bileyim, sevgilime sor, O bana ne ad koymuşsa, benim adım odur, çünkü
benim adını sanım yoktur, hiçbir isim bana ait değildir. Ben meçhulüm.
Tanınmayan bir “nekreyim ben.”der 11'.
Seven, Allah
olunca; aslında O’nun zatına uygun düşen ve O’nun zatını tam anlamıyla veren
hiçbir isim yoktur. Ancak ve ancak O’nu, ilâh kabul eden kul, O’nun sevgilisi
olur. Allah o kulda, Kendisi için yapılan esere bakar. O eserleri Kendi
eserleri olarak adlandırır. İşte o zaman Hakk Teâlâ âşığın kendisine takdığı
isimleri kabul eder.
Sadece
Allah’ı ilâh olarak tanıyan kul, “Ya! Allah” der. Allah da o kula “Lebbeyk!
işte buradayım ey kulum” diye seslenir. Sadece Allah’ı Rabb olarak gören kul, “Ya!
Rabb" diye seslenir. Rabb’i de ona “Lebbeyk! İşte buradayım ey
kulum” diye cevap verir. Sadece Allah’ı Halik (Yaratıcı) olarak gören kul, “Ya!
Halik”, (ey ulu Yaratan!) diye seslenir, Yaratan da ona “Lebbeyk!”
“işte buradayım ey kulum” diye cevap verir. Rızık verici olarak sadece Allah’ı
gören kul, “Ya! Razık” (ey rızık veren) diye seslenir, “Rezzak” olan,
bütün varlıklar rızkını veren Allah da “Lebbeyk! işte buradayım ey
kulum” diye cevap verir. Zayıf olan kul “Ey! biricik kuvvet sahibi” diye
seslenir, kuvvet sahibi olan Allah da ona “seni sevdim ey bulum!” diye
cevap verir.
İşte bizim bu
durumlarımız tahkiki olarak O’nu çağırır. O da bizim bu durumlarımıza uygun
isimler verir. Bunun için o durumların lafızları dillere göre farklı olduğu
gibi, o kelimelerin harfleri de farklıdır. Bu isim için gerekli olan anlam,
insanlar tarafından anlaşılırdır. Şöyle ki: Araplar: “Ya Allah!",
Farslar: “Ey Hûda!"' Rumlar: “îşâ!"; Ermeniler: “Esfâcl”;
Tûrkler: "Ey Tanrı!”; Frenkler: “Kreatör!” (Createur);
Habeşler: “Vak!” derler. Görüldüğü gibi, bütün bu farklı kelimeler tek
bir anlam içindir. Lafızlar, kelimeler farklıdır ama bütün bu yaratıkların (milletlerin)
maksadı tek bir anlamdır. İşte bu nedenle âşığın isimleri “meçhul” olmalıdır,
dedik. Çünkü isimler basit birer göstergedir. Sonuçta, âşık, sevgiliyi hangi
isimle çağırırsa çağırsın, sevgili âşığa karşılık verecektir.
— Aşık, gerçekte dalgın olmadığı halde, âdeta dalgınmış gibi olmalıdır
Âşığın bu
sıfatı “şaşkınlık" (baht) ve “baygınlık” (şubat) olarak adlandırılır.
Bu sıfat ancak, âşık, sevgilisinin sevgisiyle istiğrak halindeyken görülür.
Öyle ki sevgilisi önüne gelir dikilir de âşık onu tanıyamaz ya da sevgilisi
âşığa seslenir de, âşık onun sesini duyamaz, oysaki ona bakmakladır.
Dolayısıyla âşık bu haliyle dalgın biri gibidir. Aşk derdiyle iyice sarhoş
olmuştur.
Seven, Allah
olunca; Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah (hiç kimseye muhtaç değildir)
bütün âlemlerden zengindir" (Kur’an, 3/97). Allah onlardan, nefes ahp
vermelerinin ancak O’nun zikri demek olduğunu, bizzat nefesleriyle dile
getirmelerini ister, çünkü "duayı işiten O’dur” (Kur’an, 3/38).
— Âşık, kavuşmayla ayrılık arasında bir fark görmemelidir.
Âşık,
sevgilisiyle ilgili her şeyle öylesine ilgilenir, öylesine ilgilenir ki
ayrılıkla kavuşma arasında bir fark göremez bir hale gelir. Âşık daima
Sevgilisini müşahede eder ya da şairin:
“Gece gelmiş ona kavuşmuşum
Gece gelmiş ondan ayrılmışım
Ne çıkar, şikayetçiyim ben
Uzunluğundan da kısalığından da gecenin. ”
dediği gibi olur.
Bu âşık her
iki durumda da halinden şikayetçidir, çünkü hangi durumda olursa olsun, hali
değişmiyor ve sürekli azap içinde kıvranıyor.
Biz ise, birinci durum üzerindeyiz. Bizim için Allah’la ilgilenmenin
dışında bir şey söz konusu değildir. Biz daima O’nu müşahede etmekteyiz.
O’ndan başkasını tanımayız. O’ndan başkasını müşahede etmeyiz. İşte şu şiirimiz
bununla ilgilidir:
“Bütün uğraşım, bütün ilgim O’ndan yanadır
Gece olmuş O’na kavuşmuşum
Gece olmuş O’ndan ayrılmışım, ne çıkar?
Gece uzamış, gece kısalmış umrumda mı?”
Seven, Allah olunca; İlâhi Kelime biriciktir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp yummak gibidir” (Kur’an,
54/50), çünkü Allah katında fark diye bir şey yoktur. Dolayısıyla O’nun
uzaklığı yakınlığıyla, yakınlığı uzaklığıyla aynıdır. Bu nedenle O, hem çok
yakındır hem çok uzaktır. O’nun katında bizimle kavuşma diye bir şey söz
konusu olamaz. O ayrılığı kabul eder, fakat O’nun için ayrılık diye bir şey
yoktur. O kavuşmayı kabul eder, fakat kavuşma diye bir şey yoktur.
"Öyleyse O’nda kavuşmayla ayrılık aynı şeydir
Fakat bunu ancak O’nu gören, O’nu bilen bilir."
— Aşılı, kendisini köleleştirenin içtenlikle kölesi olmalıdır
Aşk, âşığı bir köle yapar. Sevgilinin yanında hüsn-ü kabul görse bile,
aşk âşığı zelil eder. Bu alçaltmanın sebebini âşık bilemez, ancak gerçeklerin
elverdiği kadarını bilebilir. Şöyle ki; âşık, sevgiliye kendisi üzerinde bir
üstünlük, bir otorite kurmasını sağlar, adetâ sevgili, âşığın Velisi olur.
Böyle bir duruma ulaşan âşık, tam bir huşu, hudu ve tevazu için içtenlik
kokusunu duymalıdır. Böyle bir durumu insana ancak aşk (sevgi) makamı
sağlayabilir.
Seven, Allah olunca; Hz. Peygamberin ağzından Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey kulum, Ben acıktım fakat sen Beni doyurmadın; Ben susadım fakat sen
Bana su vermedin; Ben hastalandım, fakat sen Beni ziyaret etmedin.”118
“Kim Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım.” Görülüyor
ki Allah kuluna daha çok yaklaşmaktadır119. “Kimdiro, Allah’a güzel
bir borç verecek olan ki, Allah da onun verdiğini kat kat artırsın ve onun için
şerefli bir ödül versin?” (Kur’an, 57/11). Görülüyor ki, ödül kat kat
verilmekle, ecir, içtenliği artırmakladır. Fakat ayetteki soru, her zaman soru
olarak kalmaktadır120.
— Âşık, devamlı bir karışıklık içinde olmalıdır
Bu
karışıklığın nedeni, âşığın bizzat durumunu bilmemesidir. Âşık, sevgilinin
kendisine karşı nasıl bir tutum içinde olduğunu bilmez, bilemez.
Ancak âşığın
sevgilisi Hakk Teâlâ olursa, âşık Hakk Teâlâ’yı Allah’ın kendisine bildirdiği
vahiyle bilir. Fakat gene de kalbinde bir burukluk sürer gider, çünkü O’nun
bildirdiği şeyler sırlarla doludur. O’nun bağışladığı iyilikler ise birer letaif
tir.
Âşık,
Allah’ı, mahlukaıa sevdirmeye uğraşır. Bütün dileklerin, bütün yönelişlerin ve
bütün kalblerin O’na yönelmesini, O’nun üzerinde toplanmasını ister. Fakat
bunun gerçekleşmesi ancak O’nun sırlarını yaymakla mümkün olur. Çünkü ruhlar,
Tann’nın bağışlarını, hibelerini ve hediyelerini sevmek üzere yaratılmışlardır.
Ayrıca, âşık bu sırları yaymanın Tanrı'yı razı edip etmeyeceğini de
bilemez. İşte bu durum, Allah’ı sevenlerin kalblerinde devamlı bir burukluğun
olmasına neden olur121. .
Seven, Allah
olunca; Allah’ın ilminde önceden bildirilen yasaya göre, inansın ya da
inanmasın her insan hakkında İlâhi Emir yerine gelir. Allah’ın sözü ve ilmi
birdir, ikisi de aynı hakikattir. Fakat bu hakikat ne olursa olsun, Allah
emrederek konuşur. O’nun Emrine uymayı bilmeyen insanlar, isyana sürüklenmiş
olurlar. Oysa ki Allah Hakim’dir ve Alim’dir. İşte âlemde tesbiı edilen
karışıklığın ve inşalardaki gaye ve eğilim farklılığının ve münakaşaların
kaynağı budur.
—Aşık davranışlarında ölçünün dışına (aşmalıdır
Gerçekten de
âşık, sağlıklı bir düşüncenin gerektirdiği hikmet içerisinde belirtilen genel
ölçüler üzerine kurulu davranışların dışına çıkar, fakat kâinatın idaresi
hakkındaki konulara kulak asmaz. Âşığın biricik özlemi ve yegane uğraşısı
Sevgilisidir, Sevgilisini sürekli hatırında tutmasıdır. O’nun dışındaki şeylere
gönlü kapalıdır âşığın. Bu konuda âşığın hayali “ifrat" noktasına
varır. Bu yüzden olayları değerlendirmeyi tam olarak bilemez.
Eğer âşığın sevgilisi Allah olursa; Allah âşığın kalbine sığacağı için122,
âşık genel ölçülerin dışına taşar, artık hiçbir şeye hiçbir ölçüye sığmaz.
O’nun zikri nasıl, görmüyor musun? Lafzına bir baksana! “Lâ ilahe
illallah" lafzı, yaratılmış hiçbir ölçüye sığmıyor! Bu şekilde,
levhalar üzerine ya da parşömen kağıtları üzerine, inanmış insanlarca yazılan
yazılar, bir ölçüye bir tartıya vurulsa, onların ağırlığına denk olabilecek
hiçbir şey olmayacaktır, çünkü bütün âlem bir kefeye, kelime-i tevhid öbür
kefeye konsa, kelime-i tevhid daha ağır gelir123. O’nun sevgisi dışında
hiçbir sevgiyle avunmayan, dolmayan tnü’min insanın söylediği, bu ilâhı sözün
değeri budur işte. Peki bu İlâhî sözü âşık söylerse, onun hakkında ne
düşünürsün? O âşığın durumu hakkında, ne düşünürsün? Allah’ın rahmetinden daha
geniş olan âşığın kalbi hakkında neler düşünürsün? Hiç kuşkusuz âşığın
kalbinin genişliği de gene Allah’ın rahmetinden ileri gelmektedir. Varoluş
içinde zuhur eden en şaşırtıcı durumlardan birisi, Allah’ın rahmetinden ileri
gelen kalp genişlemesidir. Oysaki genişleyen bu kalp rahmetten daha geniş
olmaktadır. Ebu Yezid el- Bistami bu konuda şunları söylemiştir: “Eğer Arş,
kapsadığı şeylerle birlikte yüz milyon kere, “ariP’in kalbinin köşesinin bir
kenarında toplanmış olsaydı, arif gene de onları hissetmezdi!” Peki, arifin durumu
buysa, acaba âşığın durumu nasıldır ki? 12t
Seven, Allah olunca; Allahtı Teâlâ her türlü ölçünün ötesindedir. Hakk’ın
sevgilisi Hakk’ın yanındadır, çünkü âşık, sevgilisinden ayırde- dilemez.
Nitekim Allah şöyle buyuruyor: “Allah’ın yanındaki bakidir.” (Kur’an,
16/96). Buna göre, sevgili bakidir ve baki olanı,fani olan kendi ölçüsüne
sığdıramaz; baki olan,fâni olanla kıyaslanamaz.
— Aşık sevgilinin aynısı okluğunu söylemelidir
Âşık bu duruma gelir, çünkü sevgilide helak olur, O’nda fena olur.
Dolayısıyla O’nu kendinden farklı olarak görmez. Âşıklardan biri bu konuda
şöyle demiştir:
“Seven benim! Sevdiğim de ben!”
Ebu Yezid el-Bistami'nin durumu böyleydi.
Seven, Allah olunca; Allah kullarından bazılarını öylesine sever ki,
sonunda onların kulağı, gözü, dili ve tüm azalan olur.
— Aşık, kendinden geçmeli, bitkin
olmalıdır
Âşık,
sevgilisine “Niçin böyle yaptın?”, “Niçin şöyle dedin?” gibi bir şey söylemez.
Allah
kendisinden razı olsun. Enes bin Malik şöyle söylemiştir: “5e- lât ve selâm
üzerine olsun, Allah’ın Resulü’ne on yıh aşkın bir sûre hizmet ettim. Bu
süre içinde yaptığım herhangi bir şey için “Bunu niçin yaptın?” demediği gibi,
yapmadığım bir şey için de “Bunu niçin yapmadın?” dememiştir.” Çünkü Hz.
Peygamber, orada, Sevgili’nin, seven üzerindeki tasarrufu çözümlenemez, aksine
ona teslim olunur, hatta ondan lezzet alınır, zevk duyulur, çünkü âşık,
sevgilisinin dışında, kalbinde bulunan diğer her şeyi yakan, yakıp kül eden
bir ateşle yanmaktadır. Alev alev yanan kalbine âşık, sevgilisinden başka herşey
için bir kıskançlık yerleştirir. Kendini tamamen sevgiliye vermeye çalışa
çalışa bitkin düşer, çünkü O’na olan borcunu kesinlikle ödeyemeyeceğini bilir.
Sevgilisini razı edecek tarzda hareket etmediğini hatırlar.
Seven, Allah
olunca; bu aşk yurdunda, en küçük zerre bile, ancak O'nun izniyle hareket eder.
Öyleyse, nasıl olur da sevgili “Niçin?” diyebilir ki!... Çünkü bu durumda
sevgili, hadisi şerifte geçen, kendisine gerekli olan duruma göre “ben senin
elin, dilin, gözün olurum...” sözüne uygun olarak, ancak Hakk’m söylediği
şeyleri yapar. .
Genel olarak
her sevgili için, sadece kendisini ilgilendiren bir tecelli vardır,
dolayısıyla sevgilide iki aynı tecelli biraraya gelemez125, bu doğru
da olmaz, işte bu kendinden geçme olayı ve bitkinlik vasfı, bir tereddüdün
sonucudur.
—Aşık, utangaç bir şekilde sırrını
açığa vurmalıdır
Bu aşamada
âşığın sırrı artık alenî olmuştur ve herkesin diline düşmüştür. Artık âşık
sırrını saklamayı bilemez. Nitekim sadık bir âşık şöyle demiştir:
"Aşık mı değil
mi kuşku duyulsun diye, Yalandır, kim aşkını gizleyebileceğim ileri sürse Aşkın
öyle bir gücü var ki gönül üzerinde Gerilen perdelerin bir etkisi olmaz
gönülde
Gönüle giren varlığın sırrı başlayınca
faş olmaya
Bir şey görülmez aşka
yenik düşmüş delikanlıdan başka Bu yüzden gıpta ederim âşığa ihtiyatlıca Ne
gözler ne de kalpler kuşkulanmasın diye. ”
Sevgi, âşığa
öylesine galip gelir ki açılmadık örtü, ifşa edilmedik sır bırakmaz. Aşkın
neden olduğu derin iç çekmeler sürekli devam eder, akıttığı göz yaşları dinmek
bilmez. Bütün azalan ve bütün yetenekleri, âşığın hasta olduğunu, devamlı
uyanık kaldığını açıkça gösterir. Âşığın bütün halleri aşkının kokusunu yayar.
Konuşacak olsa âşık, ne konuştuğunu bilmeden konuşur. Ne sabrı vardır ne
metaneti. Sıkıntıları durmadan âşığı tedirgin eder. Kederli anları kat kat
artar.
Seven, Allah
olunca; Allah kulunu sevdiğinde, o kulu sevdiğini göklerde duyurması için bir
meleğe vahyeder. O meleği bu işle görevlendirir. Melekler de severler o kulu,
aynı zamanda gök ehli de sever o kulu. Daha sonra Allah yeryüzüne, sevdiği bu
kulu kabul etmesini emreder. Bunun üzerine, zahirde bazı insanlar bazı özel
sebeblerden ötürü onu inkâr etseler bile, batında bütün varlıklar onu kabul
ederler. O zaman o varlıklar, tıpkı Allah’a secde eden varlıkların tutumu gibi
bir tutum içine girerler. Âlemde herkes, herşey Allah’a secde etmektedir. Allah’ın
Kitabı’nda da belirtildiği gibi, bütün insanlar değilse bile, insanların çoğu
Allah’a secde etmektedirler.
İşte onların
kalblerinde bu kulun sevgisi böyledir. Yeryüzüne onu kabul etmesi önerilmiştir.
Yeryüzünün bütün bölgeleri ve o bölgelerde bulunan her şey ve herkes onu sever.
İnsanların çoğu, asılları bir olmasından dolayı, Allah’a secde etme konusunda
eşittirler.
— Âşık, kendisinin âşık olduğunu
bilmemelidir
Âşık,
kendisinin âşık olduğunu bilmez. Bu kadar çok sevgi ve şevki kimin için
duyduğunu bilemez. Bu kadar büyük bir coşkuyu kimin için duyduğunu bilemez. Bu
nedenle, sevgilisi ona açıkça gözükmez. Sevgilinin aşırı yakınlığı bile, âşığa
bir perdedir, öyle ki âşık kendinde sadece aşkın eserlerini bulur. Sevgilinin
sureti âşığın hayalindeki surete göre âşığı kuşatır, öyle ki âşık onu dışarıda
arar. Batındaki letafetin, inceliğin tersine zahirdeki kesafetten, yoğunluktan
dolayı âşık, sevgilinin somut suretine bağlanma gücünü kendinde göremez.
Dolayısıyla âşık, sevgiliden edindiği mana ile beraber olur ve o manayı
kendinde yüceltir. Bununla birlikle, Sevgiliye ait bu yüceltmiş mana âşığı
altüst eder, onu rahatsız eder, çünkü sevgili âşıktadır, fakat âşık sevgilinin
kendinde olduğunu bilmez, öyle ki âşık sevgiliyi gene sevgili vasıtasıyla
tanır. Sevgili, latif olduğundan, duyguların ötesindedir. Bu nedenle, hatta
“Kalbim sevgilimin yanındadır” dese bile âşık konuşur ama ne konuştuğunu ak-
ledemez, anlayamaz.
“Kalbim kayboldu, Sevgilimi nerede bulayım ki?
Vücudumu O’nuıı bir yurdu olarak görmüyorum ki.”
Hatta
“Sevgilim kalbimdedir” dese bile, ne söylediğini anlamaz. Bilemiyorum bu iki
durumdan hangisi daha doğrudur, çünkü âşık iki zıt hakikatin arasında bulunmaktadır:
“Sevgilim hem yanımda hem yanımda değil."
sözünde olduğu gibi.
Seven, Allah
olunca; Allah, kabz halinde yani iki elini yummuş bir halde Hz. Âdem’e
tecelli etti. Bir hadisi şerife göre, Allah Âdem’e şöyle dedi: “Ey Adem,
istediğini seç!’’. Âdem de “Rabb’imin Sağ Elini seçtim, fakat Rabb’imin
her iki Eli de Sağ Eldir, Mübarektir”126 dedi. Bunun
üzerine Allah Ellerini açtı, bast hali oldu. Bir de baktı ki, Avucunda
Hz. Âdem ve Âdem’in zürriyeti var! Hz. Âdem, hem Allah'ın Avucunun içindeydi
hem de dışındaydı.
İşte âşıkla
birlikte Sevgilinin sureti böyledir. Âşık hem Sevgilidedir hem de Sevgilinin
dışındadır!
Aşıkların sıfatları sayılamayacak kadar çoktur ve bu
sıfatların bir sının dahi yoktur.
Aşkla,
sevgiyle ilgili açıklamalarımızı, araştırma ve tahlilin en uç noktalarına kadar
götürdük. Ancak, sevgilinin çeşitli olması nedeniyle aşkın kaynakları da o
kadar çeşitli olmaktadır. Eğer beni iyi anladıysan, seni Yol’un üzerine koydum.
Bununla birlikte, teşbih’ten, yani Allah’ı yaratıklara benzetmekten, sakın,
kesinlikle sakın!
Sevgi, aşk,
vecd, şevk, sevda, bunların hepsi sonuçta tek bir hakikattir, fakat aşka ilgi
duyanların farklı farklı olmaları nedeniyle, ona farklı yananlamlar
verilmektedir. Bütün bunlar, birer sıfattır. Kim o sıfata bürünürse, o sıfatın
etkisi altına girer. Sevgiliye tanı anlamıyla uygun düşen bir seven olmadıkça,
o sıfatlardan hiçbiri sevgiliye rücu etmez, O’nunla ilgili olmaz; ayrıca o
sıfatların sevgili için hiçbir etkisi de olmaz. O halde bunu iyi anla!
İster Sevgili
olsun, ister seven olsun, aşkla ilgilenenlerin sıfatları hakkında kısaca
anlatılan bu bilgiler bu kadarıyla yeterlidir. Hakikati, ancak Allah
söyler. Doğru Yolu, ancak O gösterir.
Yüzyirmibeşinci
tuz burada bitmiştir.
Vesselâm
’Şeyh Galip, Hüsn ü Ajh, hazırlayanlar Orhan Oktay-Hûseyin Ayan,
Dergâh Yayınlan, İstanbul 1975, Bkz. 225. beyit
2Sezai Karakoç, Leylâ ile Mecnun, Diriliş Yayınlan,
İstanbul 1980, s. 67
3lbn Arabi, İlâhi Aşk, s.28
'Fuzuli, Kûlliyat-ı Fuzuli, Mekteb-i Sanayi Matbaası, İstanbul, H.
1291, s. 131.
’A.g.e. s. 130.
6Nihat Keklik, El-Fütuhat el-Melılıiyye, 11. cilt; İst.
Ûniv. Ed. Fak. Yay. 1980, Bkz. c. 11, Bölüm B, s, 261.
’Ebu’l-Hasan Ali el-Bağdadi, M. İbn Arabi'nin Menkabeleri, Çev. A.
Şener, R. Ayaş, Ank. Ûniv. İlahiyat Fak. Yay, Ankara 1972, Bkz; s. 20.
8lbn Arabi, Füsusü'l-Hihem, çev. M. Nuri Gençosman,
İstanbul Kitabevi, İstanbul 1971, Bkz. s. Vlll
’Bursah Tahir Bey, Tercûme-i hal ve Jezail-i Şeyh-i Ekber Muhyiddin
Arabi, ikinci tab’ı, Necm-i İstikbal Matbaası, 1329 Dersaadet Bkz: s. 7.
10A.g.e s. 7
nEş-Şeyh Muhyiddin İbn Arabi. Al-Futuhat al-Mahkıya, c.
1, s. 4 Tahkik: Os- tnan Yahya, Kahire, 1980.
,2lbn Arabi, Traite de l’amrnr, çev.: Maurice Gloton,
Albin Michel, 1986, Paris, Bkz: s. 14-17.
nBu konuda bakınız, İbn Arabi, “Kitabü’l-fenai
fi’l-Mûşahede”. Bu risale, 1948’de Haydarabad'da Resaila ibn Arabi
adıyla yayınlanan ve pek çok risalelerini ihtiva eden kitapta yer almaktadır.
Ayrıca bu risale Michel Valsan tarafından Traite de I'Extinction dans la
Contemplation adıyla Fransızcaya çevrilmiştir. (Les Editions de Eoeuvre, Paris,
1984.) Fend Risalesi adıyla bizim tarafımızdan da çevrilmiştir. İz Yay.
Ist. 1991
l4Hüseyin İbn Mansur el-Hallac (858-922) KitabıTt-Tavasin
adlı eseri ünlüdür. (Türkçesi için bkz. çev. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul 1976.)
l5“Harf sözcüğü aynı zamanda tersine çevirmek, sırasını
değiştirmek anlamlarına da gelir.
16Burada “Ne Arş ne de Kürsi Beni sığdıramaz, fakat mümin
kulumun kalbi Beni sığdırır.” kudsi hadisine bir gönderme vardır.
17“Tann’nın sureti" konusunda hadisler pek çoktur:
"Allah Adem'i Kendi suretinde yarattı", “Yüze küfretmeyiniz, çünkü
Allah Adem’i Rahman suretinde yarattı.’’, “Rabb'imi en güzel surette gördüm.”
vb.
18“Diyar”, “dar" kelimesinin çoğuludur. “Dar”, ev
anlamına geldiği gibi, fiil olarak ele alınırsa, çevrede dolaşmak ve dönmek
gibi anlamlan da vardır. Buna göre, burada şahin kelimesinin koruma,
dokundurmama gibi bir anlamı çıkmaktadır.
19“5uret”; varlığın görünümünü meydana getiren bütün
özellikleridir.
^“Rabb'imin karanlıktan ve nurdan yetmiş bin perdesi vardır. Eğer o
perdeleri kaldıracak olsaydı, Vech'inden (Yüzü'nden) gelen ulvi yücelikler
O’nun bakışının ulaştığı her yeri, her şeyi yakardı, yok ederdi."
hadisine bir gönderme var. (İbn Hanbel, Müsned, c. 4 s. 401).
2,Kur’an’ın Rahman suresindeki 31-33 ayetlerine göndermeler
var.
22"Vedud" ismi “feul"
veznindedir, hem etken hem de edilgen olarak çift anlamlıdır, yani hem seven
hem de sevilen anlamlarına gelir..
23Bu konuda bakınız, İbn Arabi, Kitabü’l-fenaifİ'l-mûşahede.
(bkz. not 13).
24Tahminen h. 610/m. 1213 yılında.
25Fasıl harfleri Kur’an’da bazı surelerin başında bulunan
harflerdir.
26Bu zat İbn Arabi’nin ilk hocalarından biridir. İşbiliye’de
(Seville) doğmuştur. İbn Arabi, Ruhü’l-Kuds adlı eserinde bu zat
hakkında bilgi vermektedir. Bu eser, Les soufts d'Andalousie adıyla
Gerard Lecomte tarafından Fransızca’ya da çevrilmiştir, Paris. 1979.
27 "gayret", kıskançlık demektir.
28“Rabb’imi en güzel surette gördüm" hadisine
aittir.
291197 de ölen ve Cezayir’in Tlemsen şehrinde medfun olan Şeyh
Ebu Medyen et-Tlemsani’nin şiiri.
wBakmız: not 17.
yl‘‘Rü'yetullah", yani Allah’ı görme ancak kalb
gözüyle mümkündür.
32Hz. Peygamberin bir hadisi.
33llâhi, ruhi ve tabii haller.
34Allah insanı kendi suretinde yarattığı için, insanı bütün
olarak sever. İnsanda Allah’ı bütün olarak sever.
D ip no t la r
15“Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül
hepsi ondan sorumlu- dun"(Kur'an, 17/36), "Ogün dilleri,
elleri ve ayaklan yaptıkları her şeye dair şahitlik edeceklerdir.”
(Kur'an, 24/24)
î6"Rabb'in Ademoğullarından, onların bellerinden
zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: “Ben sizin Rcıbb'ini?
değil miyim? demişti. Onlarda "Evet, buna şahidiz, ya Rab!"
demişlerdi. Öyle ki Kıyamet Günü “Biz bundan habersizdik."
dcmeyesiniz diye." (Kur'an, 7/172) ayetine gönderme var.
37 “Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır.
Ancak Rabb’in onları çıkarmayı dilerse o başka, çünkü Rabb’in dilediğini
yapandır.” (Kur’an, 11/107).
38Halife Harun Reşit söz konusudur.
39Bkz.; not. 36.
40Buradaki "ama" terimi şu hadiste de
geçmektedir: “Hz. Peygambcr’e “Rabb’imiz mahlukatı yaratmadan önce
neredeydi?” diye sordular. O da ne üstünde ne altında havanın bulunmadığı
“ama”nın, içindeydi, diye cevap verdi. (Bkz. Tirmizi, Hud Suresi tefsiri, 1
bab: İbn Mace, mukaddime, 13. bab; İbn Hanbel, 4. cild, 11 ve 12 sayfalar.)
Söz konusu olan bu ama' sözcüğü İbn Arabi düşüncesinde önemli bir
terimdir. Tam olarak karşılayabilmek hayli zordur. Ankaravi merhum bunu “ince
bulut" diye çevirmiştir. Lugatta “Bulul, toz bulutu, sis, is, duman,
zifiri karanlık, körlük, hiçlik, bütün unsurların karmakarışık bulundukları ilk
durumu.” Felsefede bu, “boşluk" ile ifade edilir. Ne var ki bu boşluk
sonradan varlaşacak olan bütün imkânların kaynaştığı bir boşluktur.
Başlangıçta cansız ve akılsız unsurlar karmakarışık bir vaziyette (kaos)
bulunmaktaydılar, sadece akıl sahibi cevher (nus) bu kaosun dışındaydı. Akıl
sahibi bu cevher kaosu düzenleyerek ondan kâinatı meydana getirdi (Kozmos).
İbn Arabi de benzer şekilde, bu terimi “ilk taayyün" makamı karşılığında
kullanmaktadır. Varlığın başlangıcı bu makamdır. Bundan önce lü’ta’ayyün
denilen vücud-ı mutlak vardır ki bu durumda daha Rububiyyet ile muttasıf
değildir. Rubu- biyyet ama' mertebesinde başlar.
4,Fûtuhaı’ın 198. bölümü. "Nefes ve sırları hakkında
bilgiler"
4-Bkz. Fakhr ad-Din Razi, Traite sur les Noms divins,
tracduction de Maurice Gloton, Paris 1981, s. 223 ve devamı.
4}Hz. Ömer’in rivayet ettiği bu hadisi şerife göre, Cebrail
bir gün insan suretinde çıkıp gelmiş, iman, İslâm, ihsan, kıyamet gibi
konularda Hz. Peygambere sorular sormuştur. Hadisin tam metni şöyledir: “Günün
birinde Hz. Peygamberin yanında oturuyorduk. Birdenbire yanımıza bir adam
çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı. Üzerinde yolculuk eseri
görülmüyordu, yani uzaktan geldiğine dair bir iz taşımıyordu. Hiç birimiz onu
tanımıyorduk. Nihayet Hz. Peygamberin önüne gelip olurdu. Dizlerini O’nun
dizlerine dayadı ve ellerini dizlerine koydu ve “Ya Mu- hammed, İslâm nedir
bana söyle!” dedi. Hz. Peygamber de "Islâm, Allah'tan başka ilah
olmadığmma, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmen; namaz kılman.
zekat vermen, Ramazan orucu tutman, yoluna
gücün yeterse Hacc’a gitmendir." dedi. O adam bunun üzerine “Doğru söyledin.”
dedi. Biz de hem soru soruyor hem doğru söyledin diye tasdik ediyor diyerek
taaccüp ettik, şaşırdık kaldık. O adam yeniden “Peki, iman nedir, bana
söyle!" dedi. Hz. Peygamber de “/man, Allah’a, meleklere, hitaplara,
peygamberlere ve kıyamet gününe kaderin hayır ve şerrine inanmandır.” diye
cevap verdi. Yine o adam “Doğru söyledin." diye onu tasdik etti. “Peki,
ihsan nedir?" diye sordu gene o adam, Hz. Peygamber de “İhsan Allah’ı
görüyormuşsıın gibi Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'ııu görmüyorsan
da, O seni her an görmektedir.” diye cevap verdi. O gene “Doğru
söyledin." diyerek onu tasdik etti. “Peki, kıyamet ne zaman kopacak, bana
söyle.” dedi o adam. Bu soru üzerine Hz. Peygamber “Bu konuda kendisine soru
sorulan bu soruyu sorandan daha fazla bir şey bilmiyor" diye cevap verdi.
“Öyleyse Kıyamet’in belirtilerini söyle.” dedi. Hz. Peygamber de “Kıyametin
belirtileri, cariyenin kendi efendisini doğurması; yalın ayak, başı kabak, çıplak.
yoksul koyun çobanlarının kentlerde büyük binalar yükseltmede birbirleriyle
yanşa girmeleridir.” diye cevap verdi. Daha sonra o yabancı adam çekip gitti.
Ben bir süre öylece kaldım. Sonra Hz. Peygamber “Ya Ömer, bu soruları soranı
tanıdın mı?” diye bana sordu. Ben de “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dedim.
Bunun üzerine Hz. Peygamber “O Cebrail’di; size dininizi öğretmek için
gelmiştir dedi." İbn Arabi bu hadisi şerife pek çok göndermeler
yapmaktadır bu eserinde. Bu hadisi Müslim, rivayet etmiştir.
44Bkz. Kur’an; 19/16-41.
45Bu ad Fütuhal'ıa bir çok defa geçmektedir. Bu zatın
tam adı; Ebu Abdullah Kadib el-Ban el-Mevsili’dir.
■*6Fütulıat’ın 177. Bölümü. Bakınız Ma’rifet ve Hikmet,’
çcv.Mahmut Kanık, iz. Yay. s. 133. Aynca Fütuhat’ın 63. babında bu konuda bilgi
vardır.
47Tann’nm insanlara hulul ettiği inancını taşıma.
4STemel unsurlar şunlardır: Ateş, hava, su, toprak.
49“Cesed"in çoğulu “ecsad"dır. bu konuda bakınız İbn
Arabi “Kitabü'l-ıstılahat". MSu ve ateş, hava ve toprak
unsurlarındaki örnekte olduğu gibi.
5l“Hubb" kelimesi hem sevgi hem de tohum anlamına
gelir. Fiil olarak da hem sevmek hem de tohum ekmek anlamına gelir.
52Hz. Yusuf’a âşık olan Zûleyha söz konusudur burada.
”Girişte de belirttiğimiz gibi Zeyneb isminin İbn Arabi nezdinde özel bir
yeri vardır. Kızının adı Zeynep’tir; Zeynebiyyat adıyla şiirler de
yazmıştır.
54Ebu Cehil, yani Cehaletin babası, Hz. Peygamber'in amcası
olmasına rağmen, onun amansız bir düşmanıydı. Bedir savaşında öldürülmüştür.
5SBkz; “İlahi Sevgi" bölümü.
3&Bkz; “Sevginin Adlan” bölümü.
57Hubb, daha önce de belirtildiği gibi hem sevgi hem de tohum
anlamına gelir.
58Kur’an’ın 12. suresi olan Yusuf suresine bakınız.
^“Aşıkların Bazı Sıfatlan" adlı bölümde bu konu
anlatılmaktadır.
“Zûnnun el-Mısri (h. 180/m. 796-h. 245/m. 859): Daha fazla bilgi için
bkz.: Hucviri, Hakikat Bilgisi (Keşfû'l-Mahcub), hazırlayan Süleyman
Uludağ, Dergah Yayınlan. İstanbul 1982, ss: 198-200.
6,
"Allah'ın
ahlâkıyla ahlâklanm.” hadisine gönderme var.
62“ Kanatlarını açarak kapatarak üstlerinde uçan kuşlan
görmüyorlar nu? Onları havada tutan Rahman'dan başkası değildir."
(Kur’an, 67/19).
63“Nerede olursanız olumu;, sağlam kayalar içinde bile
olsanız, ölüm size ulaşır. Onlara bir iyilik erişirse, “Bu
Allah'tandır." derler. Onlara bir kötülük erişirse “Bu senin tarafmdan-
dır." derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır " Bu insanlara ne oluyor ki,
nerdeyse hiç bir söz anlamıyorlar." (Kuran, 4/78), “Sana gelen her
iyilik Allah'tandır. Sana gelen her kötülük de kendi (işlediğin günah
yüzü)ndendir." (Kur’an, 4/79) ayetlerine göndermeler var.
64Kureyş, müşlûmanlarla savaşmak için ilerleyince, Allah’ın
Resulü: “Allah’ım Kureyş Resulünü yalanlayan kibirli liderleriyle geldi.
Allah’ım bana verdiğin sözü gerçektleş- tirmeni diliyorum."
dedi ve iki topluluk karşılaşınca yerden bir avuç toprak alıp onların
yüzlerine doğru serpti. O anda Kureyş ordusunun gözleri görmez oldu. Sonunda
bozguna uğradılar. İşte bu ayet onu atanın hakikatte Allah olduğunu bildirmektedir.
çünkü Resul, onu atarken kendi varlığıyla değil, Allah ile atmıştı.
65“Âşıklann Bazı Sıfatlan" bölümünde, “Âşık, sevgilisi
hakkında saygılı davranmalı, kendini ise eleştirmeli ve kınamalıdır" ve
“Âşık sevgilinin sebeb olduğu şaşkınlıktan lezzet almalıdır" kısımlarına
bakınız.
66Tabii Sevgi bölümünde aynı konu ele alınmıştır.
87Bkz; not 43.
68“O yedi göğü birbiri üzerinde tabaka tabaka
yarattı. Rahman'ın yaratmasında bir aykırılık, bir uygunsuzluk göremezsin.
Çözünü döndür de bak! Her hangi bir çatlak, bir boşluk görüyor musun?”
(Kur’an, 67/3).
69Enes bin Malik’in naklettiği: “Namaz başlıyordu. Hz.
Peygamber önümüze geçti, bize doğru döndü ve üç kez şu sözü tekrar etti: Safları
sıklaştırın ve düzgün tutun. Hiç kuşkusuz ben sizi, arkam dönükken de
görürüm." hadisi şerifine değini var.
70Bkz; not 61.
7,
Burada Allah’ın Zat
ismiyle, hayat, ilim, semi’, basar, kelâm, kudret ve irade sıfatlan söz konusu
edilmektedir.
72“Allah’a itaat edin, Resule de itaat edin ve kötü
şeylerden sakının. Eğer bu yoldan dönerseniz, biliniz ki resulümüze düşen
sadece bu bildiriyi söylemektir " (Kur’an. 5/92) yani ona delil
getirmek düşmez, o sadece açıklamakla yükümlüdür.
73“Allah'ın varlığı, inanan için, isbata gerek duyulmayan bir
konudur. Resim varsa. Ressam resimden önce vardır; sanat varsa, sanatçı
sanattan önce vardır; varlık varsa, Vareden varlıktan önce vardır. Allah’ın
varlığını isbat etme konusunda gû- nümüzde de birtakım determinist delillere
başvuruluyor. Oysaki buna hiç gerek yok. İnanmak bir tezdir. İnkâr eden
Tanrının yokluğunu ileri sürerse, delil getirmek ona düşer, iddiasını isbat
için, evrendeki herşeyi incelemesi gerekir!".
HBkz; not 17.
75Allah güzel olduğu için, O’nun zuhuru da güzel olacaktır.
76Bu tanımlamaların herbiri büyük sufilerin sözleridir.
Bunların çoğu tasavvuf kitaplannda, örneğin Kuşeyri Risalesinde ve Keşfü'l
Mahcub'da anlatılmaktadır. Bu kitapların Türkçeleri için bkz; Abdulkerim
Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, Hazırlayan Süleyman Uludağ, Dergah
Yayınları, İstanbul 1978, Hucviri, Hakikat Bilgisi, (Kcşfül-Mah- cub),
Hazırlayan Süleyman Uludağ, Dergah Yayınlan İstanbul 1982.
77Sumnun Muhibb hakkında daha geniş bilgi için bkz.. Feridûddin
Atlar, Tezki- ratü’l-Evliya; hazırlayan, Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür
Yayınları, İstanbul 1985.
78“Güneş dûrüldûğü zaman; yıldızlar kararıp döküldüğü
zaman; dağlarr yürütüldüğü zaman; on aylık gebe develer başıboş bırakıldığı
zaman; vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman; denizler kaynatıldığı
zaman;... gökyüzü sıyrılıp açıldığı zaman." (Kur’an, 88/1-11).
79Bu sufi kadın hakkında İbn Arabi’nin Ruhû'l-Kuds
adlı esesinde bilgi verilmiştir. Fransızca tercümesi için bkz. not 26.
“Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha suresi söz konusu edilmekledir.
81Ayeün tamamı şöyledir: “Musa belirlediğimiz vahitle Bizimle
buluşmaya gelip de Rabb’i onunla konuşunca, Musa “Rabb’im bana Kendini
göster ki Sana bahayım!" dedi, bunun üzerine Allah, “sen Beni
göremezsin; fakat dağa balı; eğer dağyerinde durursa, sen Beni
göreceksin!" dedi. Rabb’i dağa tecelli edince, dağı durmadığın etti.
ıMusa da baygın vaziyette yere düştü. Ayılınca, “Sen ne yücesin ey
Rabb’im! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim!" dedi.” (Kur’an,
7/143).
82Bu iki terim Sevginin, ufki (yatay) ve
şakuli (dikey) boyutlarını göstermektedir.
83Allah Tek olduğu için, bütün zıtlar O’nda birleşir ve tek
olur.
84“Aila)ı yolunda öldürülenleri ölü sanına. Hayır! onlar
diridirler; Rabb'leri katında rı- Ziklanmaktadırlar." (Kur’an, 3/169).
85“Allah hem ilktir hem sondur; hem zahirdir hem batındır,
O her şeyi bilendir." (Kur’an, 57/3) ayetine değinilmektedir.
^Konuyla ilgili olarak Kur’an’daki şu ayeti belirtmemiz gerekiyor: “Biz onlara
ufaktaki ve enfesteki, (yani ufuklardaki ve ruhlardaki) ayetlerimizi
göstereceğiz, ta ki O’nun Hakk olduğu onlar için belli olsun.."
(Kur’an, 41/53).
87Aynı konu , "Sevgilisi öyle istediği için, âşık kendini
ayaklar altına alıp çiğne- melidir" bölümünde anlatılmıştır: "Ne
görmüşsem mutlaka ondan önce Allah'ı görmü- şümdûr." Hz. Ebubekir
M“O hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için
ölümü ve hayatı yarattı. O Azizdir, O bağışlayandır." (Kur’an, 67/2)
ayetine gönderi var.
89Bkz; Kur’an, Meryem suresi, 19/12-15’de Yahya aleyhisselâm
söz konusu edilmektedir.
"Adı geçen kitap tarafımızdan çevrilmiştir: Narlar Risalesi, çev.
M. Kanık. İnsan Yayınlan, İstanbul,1991; İkinci baskı, 1997
9lFûtuhat‘m 198. Babı: Nefes ve sırlan hakkında bilgiler.
92“Şevk” için bakınız Kuşcyri Risalesi, a.g.e. s.
446-450.
9iEtimolojik olarak “Kur'an” sözcüğü "Ka-ra-e",
yani okumak fiilinden türemiştir.
94Bu bir hadisi kudsidir.
95Ayetin devamı konuyu daha iyi açıklamaktadır: “...O’nun
emirlerini dinleyin, O’na itaat edin, kendi iyiliğiniz için mallarınızı
Allah uğrunda harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar
kurtuluşa erenlerdir.” (Kur’an 64/16) çünkü kulun sahip olduğu malı, mülkü,
evladı, her şeyi Mutlak Zenginlik sahibi Allah göndermiştir. Kulun sahip olduğu
şey, Allah’ın sahip olduğu şeyler yanında nedir ki?
96"Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz. Hayır,
aksine onlar diridirler ama siz farkında olamazsınız " (Kur’an,
2/154).
97llk bölümde geçen kudsi hadise değinilmektedir.
98Bkz; not 20'deki hadis.
"Bkz; Kur’an, 2/177.
’°°Bkz; Füsusü'l-Hikem, XII. Fass. Şuayb Kelimesindeki “kalbi”
hikmetin aslı. Türkçesi için bkz; çev.; M.N. Gençosnıan, İstanbul Yayınevi,
İstanbul 1971 s. 112.
101Ebu Talib el-Mekki (ö.h. 386/m. 996): Kütü'l-Kulnb
adlı iki ciltlik eserin yazarı ünlü sufi.
102“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk. Onlar onu
yüklenmekten kaçındılar, ondan korktular. Onu insan yüklendi, çünkü o
çok zalim, çok cahildir." (Kur’an, 33/72) ayetine değinilmektedir.
IO3Namazın Arapçası "seleftir. Selat’ın anlamı; sırtından
yaralamak, yaklaştıran ve birleştiren bir iyilik hareketi yapmak, dua etmek, at
mevzu bahis olduğunda da, yarışta ikinci gelmek gibi anlamları vardır. Namaz
kılana “musalli" adı verilir. Namaz kılan ya da dua eden,
Kendisine dua edilene göre, her zaman ikinci durumdadır. Öte yandan namaz
insanı Tanrı'ya yaklaştıran, O’na ulaştıran bir ibadettir.
,04“Ma/ıv” ve “isbat" terimlerini tasavvufi
anlamda anlamak gerekir.
105Bkz; not 87.
106Bu makam Futühal'm 146 ve 147. bölümlerinde
incelenmiştir.
IO7Bkz; Füsusü'l-Hikem, 5. Fass. İbrahim Kelimesindeki “mehimi"
(aşkta ifrat) hikmetinin aslı. Türkçesi için bkz; çev; M.N. Gençosman, İstanbul
Yayınevi, İstanbul 1971. s. 60.
l08Allah kendisinden razı olsun Ebu Hureyre dedi ki: Allah
Resulü şöyle buyurdu: "Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bu
isimleri sayarsa, ezberlerse, anlamlarını şuurla öğrenip anlarsa, cennete
girer, sonsuz saadete ulaşır."
109Fütuhat'm 259. bölümünde bu konuda geniş açıklama vardır.
ll0Ebu Hureyre nakletti: “Allah Resulü şöyle buyurdu: "Ademoğlunun
her bir iyi ameli için bir ecir vardır. Bu ecir, Allah'ın takdirine göre
on katından yediyüz batma kadar çıkabilir. Allah şöyle dedi: Oruç hariç, çünkü
oruç Bana aittir; orucun ecri Benim." Bu hadisi Buhari, Nesei, İbn
Mace nakletmiştir.
H1Ebu Bekir eş-Şibli h. 247/m. 861'de Bağdat’ta doğan büyük
bir sufidir. h. 334/b. 945 de ölmüştür. Bakınız Kuşeyri Risalesi, A.g.c.
s. 122 ve Keşfü’l-Mahcub, A.g.e. s. 259.
,12Kıskançltgm Arapçası gayrettir. Gayret kelimesinin
dilimizdeki kullanımı da dolaylı olarak kıskançlık demektir. Örneğin birini
görünce gayrete gelmek gibi.
,13Akıl, kavramları ve düşünceleri kendi aralarında
birleştirip onların ortak noktalarını ve sebeblerini bulma yeteneğidir. Burada
İbn Arabi bilfiil akıl ile bilkuv- ve akıl arasındaki farkı ortaya koymaktadır.
"■’Bu durum Allah'ın dilediği kullarını affedeceği vaadiyle
ilgilidir. Dünyevi planla değil de uhrevi planla ilgilidir.
,15Bu konu “Kur'an'da Âşıkların Sıfatlan" bölümünün
“Allah'ın güzelliğe duyduğu sevgi" kısmında açıklanmıştır.
116Tezhiretü'l-Evliya'da hayatı ve menkıbeleri anlatılmıştır.
A.g.e.
ll7Arapça dilbilgisinde belirli isme “ma’rife",
belirsiz isme “nehre” denir.
118Hadisin tamamı Sahih-i Müslim'de yer almaktadır. Ebu
Hureyre'den nakildir.
ll9Ebu Hureyre’nin naklettiği şu hadisi şerife değini var:
“Ben kulumun zannma göreyim. Beni andığı an Ben onunlayım. Eğer Beni kendi
kendine anarsa. Ben de onu anarım. Eğer Beni bir mecliste anarsa, Ben de onu
daha iyi bir mecliste anarım. Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Bendeona bir
kulaç yaklaşırım. Kulum Bana yürüyerek gelirse, Bendeona koşarak giderim."
Bu hadis Buhari'de ve Müslim’de yer almıştır.
l20Bkz; Füsusü'l-Hikem., A.g.e. 5. Fass, s. 60.
l21“Âşıkların Çeşitli Halleri Hakkında Anlatılan Öyküler”
bölümünde bu konu anlatılmaktadır. Bkz. “Sevgilisinin sırrım başkasına yayan
âşık" kısmı.
l22Bkz; not 16.
121Burada söz konusu olan “kozmik terazi"dir.
Hattatların ihlasla yazdıkları yazılar, alimlerin yazdıkları sayfalar bu
bağlamda değerlendirilir.
124Bkz; Füsusü'l-Hikem, A.g.e. 12. Fass, Şuayb
kelimesindeki “kalbi" hikmetin ash. s. 113.
l2,Bkz; Rene Guenon, Les Etats multiples de Vitre,
1932, Paris.
l26Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bu hadis Tinnizi’de yer almaktadır.
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar