Print Friendly and PDF

İlâhî Aşk/ İBN ARABÎ

Bunlarada Bakarsınız

Çeviren: Mahmur Kanık

Giriş

Elinizdeki eser, Muhyiddin İbn Arabi'nin Risaletu’l-Fütûhâti’l-mekki- yeti fi ma’rifeti’l-esrârı’l-malikiyyeti ve’l-mülkiyyeti (Malik ve mülk sır­larının bilinmesine dair Mekke’deki manevi fetihler kitabı) adlı 560 bö­lümlük eserin 178. bölümünün çevirisidir. Bu bölümün adı, Fî ma’rifeti makâmı’l-mahabbeti (Sevgi makâmımn bilinmesine dair)’dir ve adı geçen eserin dört ciltlik Beyrut baskısının 2. cildinde 320-362 sayfaları arasın­da yer almaktadır. Aynı bölüm, Maurice Gloton tarafından Traite de I’atnour (Albin Michel, Paris, 1986) adıyla Fransızca’ya da çevrilmiştir.

Amacımız, geçmişteki şiir anıtlarından ışıklar düşürmektir gönül penceremize. Klasik Islâm edebiyatından esintiler taşımaktır çağımıza. Elinizdeki eser, tarihin kalbinde titreşip duran İslâm edebiyatında do­ruk noktasına ulaşmış yüksek gerilimli bir duyarlılıktır. Demek ki, En­dülüs semasından bir aşk yıldızı daha düşüyor gönlümüze. İlk kez, 1979’ da Diriliş dergisinde yayımlanan Güvercin Gerdanlığı, Sevgiye ve Se­venlere Dair başlığıyla, İbn Haznı’ın aşka dair eseri ufki boyuttan kaya­rak düşmüştü gönlümüze.* Bu kez gönlümüze düşen aşk yıldızı şakuli boyuttan düşmekte. 13. yüzyıldan yüzydımıza ruhani esintiler taşımak­ta. Böylece aşkın ufki ve şakuli boyutları bir kez daha çizilmekte. Baş­tan aşağı gül ve çiçeklerle dolu bir bahçeden bize misk kokulan ulaş­makta. Ruhumuz gıdalanmakta. İslâm Uygarlığının Endülüs yakasın­dan gene bir gül düşmekte penceremize.

Neden aşk, diye bir soru gelecek olursa akla,

“Hiç aşkdan özge şey revâ mı

Sarf etmeğe gevher-i kelâmı”1 diyelim. Nitekim, bizi Hakikate ulaştıra­cak ilk ve son noktanın aşk olduğu gerçeği günümüzde de şu dizelerle ne güzel dile getirilmiştir:

“ilk nokta Başlangıç noktası

Hakikate

Biri dedi

İlk nokta aşktır

Ve öbürü dedi

Aynı zamanda

Son nokta”1

Ayrıca İbn Arabi’nin kaleminden dökülen şu dizelerde de bu gerçe­ğe değinilmiştir.

“Biz aşktan sudur ettik

Aşk üzerine yaratıldık

Aşka doğru yöneldik

Aşka verdik gönlümüzü. ”3

Biz de gönlümüzü aşka vererek, ilk ve son nokta olan aşka yönel­dik. Bizi Hakikate ulaştıracak başlangıç noktasından yola çıkalım iste­dik. Fuzuli gibi,

“Ya Rab, hemişe lütfunun et relı-nümâ bana

Gösterme ol tariki ki yetmez sana bana”4

(Ey Rabbim! Lütfunu daima bana yol gösterici kıl; Sana ulaşmayan yolu bana gösterme!) diye dua ediyoruz.

“Kad enâre’l-ışku li'l-uşşâkı minhace’l-hüda

Salik-i rah-ı hakikat tşka eyler ihtida”5

(Âşıklara hidayet yolunu aşk aydınlatır; Hakikat yolunun yolcusu

* Bu eser daha sonra kitap olarak yayınlanmıştır. Bkz. İbn Hazin, Güvercin Gerclanlı- gı, çev. Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul, 1985; dördüncü baskı, 1998 aşka tabi olur.) matlaıyla başlayan gazelinin anlamını yüreğimizde duy­mak istiyoruz.

İbn Arabi’nin bu eseri bir şaheserdir. Bu eser İbn Arabi’den önce bu konuda söylenenleri içermekte, aynı zamanda onları aşmaktadır. Aşkın bütün boyutları bütün yönleriyle ortaya konulmaktadır.

Muhyiddin İbn Arabi, yani dinin dirilticisi îbn Arabi günümüzde yeniden güncelleşen dirilişin bir piri olarak, bize sevgi hakkında mü­kemmel bilgiler ve yorumlar sunmaktadır. Bunu da, Kur’an’ın ilgili ayetleriyle, Hz. Peygamber’in sözleriyle, son derece güzel şiirlerle, pek çok erkek ve kadın velilerin öyküleriyle, gerçek âşıkların çok değişik sıfatlarıyla, dahası bizzat kendisinin yaşadığı ve tattığı sevgilerle, ken­dinden önce sevgi üzerine şiir yazan şairlerin şiirlerinden seçtiği ilginç örneklerle yapmaktadır.

Hemen herşeyin yalnızca madde planında ele alınmaya çalışıldığı, aşkın yalnızca tabi yönüyle ilgilenildiği günümüzde, sevginin ruhani ve İlâhi yönünden ortaya konulması kimilerine şaşırtıcı gelebilirse de, ka­nımızca bir konuyu bütün yönleriyle ortaya koymak en sağlıklı yoldur. Bu nedenle, İbn Arabi’nin, en somut biçiminden en soyut biçimine ka­dar, aşkı bütün yönleriyle ortaya koyduğu bu eserini çevirmekten dola­yı mutluyuz.

îbn Arabi’ye göre, aşkın tanımı yapılamaz. Aşk ancak tadılır. Tadan da aşkın ne olduğunu anlatamaz. Sevgi evrenseldir. Annenin çocuğunu sevmesi, karı kocanın birbirini sevmesi, İlâhî bir sır olarak, gayesi “bir tenle bir teni, bir canla bir canı kavuşturmak” olan sevginin evrenselliğine en güzel örnektir.

Aşk kendi içinde her zaman olumludur. Özü itibariyle dirilticidir, birleştiricidir, kavuşturucudur. Fakat aşkın özünü, mahiyetini bozan­larda nefrete, kine ve yıkıma dönüşür. Allah bu tür çirkin durumları sevmez. Çünkü “Allah güzeldir, güzelliği sever." Bütün aşkların nihai nok­tası İlâhî aşktır. Asıl olan sevgi Allah için Allah'da sevmektir. Allah'ı sevmektir. O’nun sevgisiyle dirilmektir. O’nun sevgisinde dirilmektir.

İbn Arabi’nin hayatı ve eserleri hakkında burada bilgi vermemiz ge­rekirse, kısaca şunları söyleyebiliriz.

Tanı adı şöyledir: Muhyiddin Ebu Abdullah Muhammed İbn Ali ibn Muhammed ibn Ahmed ibn Ali ibn Arabi el- Halemi et-Tai el- En- dülüsi. Muhyiddin ibn Arabi, Şeyh- i Ekber, Sultanü’l- arifin, Hatemü’l- evliya, Kuıbü’l- Hûmam, İbn Arabi diye de anılır. Endülüs’te Ibn Seraka diye bilinir. Hicri 543’ de Fas’da ölen ünlü bilgin Ebu Bekir ibnü’l- Ara­bi ile karıştırılmaması için adı harf-i tarifsiz olarak İbn Arabi diye kulla- nılagelmiştir.

7 Ağustos 1135 Cumartesi günü (Hicri 27 Ramazan 539 kadir gece­sinde) Endülüs Sultanı Muhammed ibn Said ibn Merzeniş zamanında Mürsiye'de dünyaya gelmiştir. Dedesinin adı Muhammed, babasınınki Ali ibn Muhammed’di. Babasının kültürlü ve seçkin biri olduğu anlaşıl­maktadır, çünkü İbn Merzeniş’in arkadaşıydı. Aynı zamanda o dönemin ünlü bilgini İbn Rüşd’ün (1126-1198) de yakın dostuydu. Babası İbn Arabi’yi çocukken İbn Rüşd’le tanıştırmıştır ve aralarında çok ilginç bir konuşma geçmiştir. İbn Arabi soylu, kültürlü, maddi ve manevi derece­leri yüksek olan bir ailenin tek erkek çocuğuydu. Sekiz yaşında ilim tahsili için İşbiliye’ye gitmiştir. Burada İbn Beşküval ve ünlü hadis bil­gini Ebu Muhammed gibi bilginlerden ilim tahsil etmiştir. Yirmi yaşın­da tasavvuf yoluna girmiştir. İbn Arabi’nin ilk hanımı Meryem adını ta­şımaktadır. Ruhaniyet sahibi bir kadın olduğu anlaşılmaktadır. Bu ka­dından Zeynep adında bir kızı olmuştur. Zeynep harika bir çocuktur. Daha kundaktayken düzgün bir dille konuşabiliyor ve bazı ciddi soru­lara cevaplar verebiliyordu. İbn Arabi bu kızı için Zeynebiyyal diye şiir­ler yazmıştır6.

“İbn Arabi orta boylu, beyaz tenliydi. Altın rengine çalan sarı saçla­rı uzun ve dalgalıydı. Zayıf da değildi şişman da değildi. İri gözlüydü, berrak sesliydi. Pek yüksek sesle konuşmazdı. Gerekmedikçe gülmezdi. Gözlerinde devamlı bir yorgunluk izleri vardı.”7

İbn Arabi daha sonra Doğu’ya seyahate çıkmıştır. Kuzey Afrika, Tu­nus, ve Mısır’a uğrayarak Mekke’ye gitmiş, oradan Bağdat ve Musul’a uğramış, oradan da Anadolu’ya geçmiştir. Konya’ya yerleşmiş ve burada Sadreddin Konevi’nin dul annesiyle evlenmiş, Sadreddin Konevi’yi (ö. 672 hicri) yetiştirmiştir. Sonra Malatya’ya uğramış, burada tekrar evlen­miştir. Oğlu Sadeddin burada doğmuştur. Daha sonra Şam’a gitmiş ve Hicri 638’ de, miladi 16 Kasım 1240’ da Şam’da vefat etmiştir. Şam’ın Salihiyye bölgesine, Kasyon dağı eteğine defnolunmuştur. Oğlu Mu­hammed Sadeddin (h. 617-656) ve Muhammed İmamüddin (ö. 667 h.) ve kızı Zeynep aynı yerde yatmaktadır.

Kendisinin bildirdiğine göre, İbn Asakir, Ebu'l-Ferec, İbn Cevzi, İbn Sekine, İbn Ûlvan Cabir bin Ebu Eyyub gibi elli dört zattan zahiri ilimleri tahsil etmiştir. Ayrıca Şeyh Ebu Medyen el-Mağribi, Cemaled- din Yunus bin Yahya el-Kassar, Ebu Abdullah et-Teyemmi el-Fasi, Ebu’l-Hasan ibn Cami gibi zatlardan batini ilimleri tahsil etmiştir. Füsu- sü'l-Hikem ve Fütuhat-el-Mehhiye gibi eserleri büyüklüğüne birer delildir. Hızır aleyhisselamla karşılaşması irfan ehlince bilinen bir gerçektir.

Sayıları beşyüze ulaşan eserlerinin birçoğu tasavvufa dairdir. Bu ne­denle büyük tepkilere maruz kalmış bu sebepten ölümünden sonra, kabrinin yerini belirsiz etmişlerdir. “Iza dahale’s-sinüfi’ş-şini zahara kabru muhyiddin" (Sin Şın’a girdiğinde Muhyiddin’in kabri bulunur.) keramet­li sözüyle Osmanlı Sultanlarından Yavuz Sultan Selim Şam’ı fethedince tbn Arabi’nin kabrini buldurmuş ve üzerine mükemmel bir türbe ve de ayrıca türbenin yanına bir cami, bir de dergah yaptırmıştır. İkinci Ab- dülhamid zamanında türbesi restore edilmiştir8. Türbesinde bir dörtlük ve kendisinin bir beyti yazılıdır.

“Kabrü muhyiddin ibnü’l-Arabi

Küllü men lazebehu ev zârehu

Kadıyet hâcatühu min ba’di ma

Cafara’l-Bâriû lehu evzarehu.”9

(Muhyiddin ibn Arabi’nin kabridir bu; Kim ona bağlanırsa ya da onu ziyaret ederse, ihtiyaçları giderilsin ve Allah günahlarını affetsin.)

“Felikülli asrın vahidim yesmu bihi

Ve ene li baki’l-asri zake’l-vahidü.”10

(Her asır büyük bir şahsiyetin adıyla anılır; bundan sonraki asırlar da benim adımla anılacaktır.) Bu kıtayı ve bu beyti Bursah Tahir Bey’in Tercüme-i hal ve fazail-i Şeyh-i Ekber adlı eserinden alıntılıyoruz. Adı ge­çen kitapta tbn Arabi’nin hayatı, bazı mankıbeleri anlatılmakta ve eser­lerinin tam bir listesi verilmektedir. 439 tane eserinin adı bu listede zikredilmektedir. (Adı geçen eser Diriliş dergisinin 55-60 sayıları arasın­da da tefrika edilmiştir.) Burada yalnızca bir bölümünü çevirmiş oldu­ğumuz Fütuhatll’l-Mefekiyye hakkında bilgi vermeye çalışacağız.

Fütuhat İbn Arabi’nin en önemli eseridir. Onun bütün fikirlerini aşağı yukarı içermektedir. Onun uzun tahsil hayatının ve derin araştır­malarının bir meyvesidir. Bu eserini Hicri 599’ da Mekke’de yazmaya başlamıştır. Ortadoğuyla Mekke arasında yaptığı geziler sırasında, 30 küsur yılda tamamlanmıştır11.

İbn Arabi Fûtuluıt'm girişinde eserini dostu ve üstadı Abdulaziz el- Mahdavi’ye ithaf etmiştir. Bu zat Ebu Medyen’in (ö. 594 h.) öğrencisi­dir. İbn Arabi bu zatı birçok defa Tunus’da ziyaret etmiştir. Risaletü Ru- hü’l-Kuds adlı eserinde bu zatın geniş bir biyografisini vermiştir. Bu eser, İbn Arabi çağının bir aynası ve o dönemde İslâm dünyasında olup biten olayların bir yorumudur. Hicri altıncı, miladi onikinci yüz­yıldayız. İslâm kültürü doruk noktasına ulaşmış. Edebiyat bütün tür­lerinde ilerlemiş. Dilbilim, tabiî ilimler, matematik ve felsefe en ileri düzeye ulaşmış. Şer’i ekoller Islâm âleminde hayatın sosyal, ekonomik ve siyasal yönünü düzenlemekte. Bu yapı içinde sufiler kendi çevrele­rinde yüksek noktaya ulaşan edebiyatları ve öğretimleriyle çok geniş bir etki alanı meydana getirmiş dürümdalar. İşte böyle bir dönemde, bu eser Islâm medeniyetinin ve düşüncesinin kaynağından su içmek isteyenleri kana kana sulamıştır. Eser yazılır yazılmaz, bütün öğrenci­leri onu bir an önce okumak için can atmışlardır. Eser kuşaktan kuşa­ğa, elyazmalar, daha sonraları matbu nüshalarla aralıksız geçmiş ve günümüze kadar ulaşmıştır. Sanatseverlerin gözünü kamaştıracak süslemelerle ve yazı çeşitleriyle prenslerin ve zenginlerin elde etmek için can attıkları bir eser olma niteliğini korumuştur. Doğu’da ve Ba- tı’da kütüphanelerde yazma nüshaları mevcuttur. Süleymaniye kütüp­hanesinde yüzden fazla nüshası vardır. Konya’da ve Bursa’da yazma ve matbu nüshaları vardır. Fütuhat’m yeni baskıları da yapılmıştır: Beyrut ve Kahire baskıları en ünlüdür.

Fütuhat’m özetleri de yazılmıştır: Abdul Vahab eş-Şarani’nin El-Kib- ritü’I-Ahmer ve Levahilıu’l-Envar’ı bir örnektir. Türkçe, Farsça ve Fransız- caya kısmi tercümeleri yapılmıştır.

Fütuhat yukarıda da söylediğimiz gibi 560 bölümden oluşmuştur. Bu bölümler kendi içinde altı ana bölüme ayrılmıştır:

1-   El-maarif, 73 bölümdür (öğretiler).

2-    El-muamelat, 116 bölümdür (uygulamayla ilgili).

3-    El-ahval, 80 bölümdür, (haller)

4-    El-menazil, 114 bölümdür, (menziller)

5-    El-ınünazalaı, 78 bölümdür, (buluşmalar)

6-    El-makaınai, 99 bölümdür, (makamlar).

Birinci bölümde, ibn Arabi temel öğretisini ortaya koyuyor. Bu bö­lüm onun sisteminin ve Varlık görüşünün teorik yanını oluşturmakta­dır. İkinci bölümde. Hakikat yolcusunun manen ilerlemesi ve şahsi ol­gunluğunu sağlaması için gerekli olan muameleleri anlatmaktadır. Üçüncü bölümde, sufinin geçmesi gereken haller ve Hakk’a doğru yük­selirken karşılaşacağı durumlar söz konusu edilmektedir. Dördüncü bölümde, manevi menziller, duraklar ele alınıyor. Sufi bu menzillerden birer birer geçmek zorundadır. Beşinci bölümde, Hakikat yolcusunun Sevgili’yle yüzyüze buluşacağı yerler açıklanıyor; ruhun sevgiliyle bu­luşması anlatılıyor. Ruh Köşkü’nü ve Yitik Cennet’i yeniden bulmak için, insanın göğüslemesi gereken büyük bir savaştır bu. Son bölümde sufi, varlığın yüksek makamlarına, mükemmelliğin nihai aşamalarına ulaşır.

Ibn Arabi’nin hayatı ve eserleriyle ilgili olarak, Fransızca çeviride yer alan bir kronolojiyi burada veriyoruz.

MUHYIDD1N İBN ARABİ (1165-1240)

— ilk Dönem: Endülüs

1165 Mürsiye,

Doğumu 17 Ramazan 560 Hicri; 28 Temmuz 1165 Miladi.

1173 İşbiliye,

Mürsiye El-Muvahhitler tarafından işgal edildikten sonra İşbiliye’ye hareket eder. Orada Kur’an, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Sarf ve Nahiv ve Edebiyat tahsil eder.

1179 Kurıuba,

1184 İşbiliye,

Burada Ibn Rüşd’le karşılaşır. Tasavvuf! yola girer.

 

— ikinci Dönem: Kuzey Afrika’ya yaptığı yolculuklar

1193 Tunus,

Kuzey Afrika’ya gitmek üzere Endülüs’ten ayrılır. Burada Şeyh el-Mehdevi’yi ziyaret eder. Rulıü’I- Kuds adlı eserini ona ithaf eder.

1194 Fez,

El-Muvahhit Yakup el-Mansur’un Hıristiyanlara galip geleceğini önceden haber verir.

1195 İşbiliy,

Yeniden Endülüs’e döner. Amcasından hadis ders­leri ahr.

1195 Fez,

Miracı ve Nur makamına yükselişi: Kitabu’l-lsra ila makaını’l-esra adlı kitabım yazar.


 

1196 Fez,

1197 Mûrsiye

Allah kendisine Hatemül-evliya olduğunu bildirir. Gırnata ve Elmeriye Allah’tan aldığı İlâhî bir emir­le MevaH’ü’n-nûcum adlı eserini yazar.

1198 Kurtuba,

1200 Marekeş,

İbn Rûşd’ûn cenaze merasimine katılır.

Kurbiyyet makamına erişir. Kûrsi’yi keşfeder. Do­ğu’ya gitmek üzere Allah’tan emir alır.

Becaya,

1201 Tunus,

İlâhî nücuma ve hurufa katılır.

Hızır ile karşılaşır. İnşâü’d-devâir adlı eserini kale­me ahr.

1201 Kahire,

Kudüs Doğu’ya hareket eder.

 

— Üçüncü Dönem: Doğu’ya yaptığı yolculukları

1201 Mekke,

Nizam Ayn eş-Şems adında çok güzel, yetişkin, kültürlü ve manevi yönü kuvvetli bir genç kızla tanışır. Bu kız Tercümanü’l- eşvak adlı şiir kitabının ilham kaynağı olur.

1203 Mekke,

Eserlerinin dördünü burada tamamlar: Mişkatü’l- envar, Hilyetü’l-abdâl, Tâcü’r-resâil, Ruhü’l-Kuds. Ayrı­ca Fütühatü’l-Mekkiyye adlı büyük eserine burada başlar.               .

1204 Malatya, Kudüs, Kahire,

Anadolu’ya gelir.

Kahire’ye giderken Kudüs’e uğrar.

Resmî din bilginlerinin kendisine düşman olması karşısında bütün Filistin’i dolaşarak yeniden Mek­ke’ye gider.

1207 Mekke,

1209 Halep,

Mekke’de hadis öğrenimini sürdürür.

Et-Tecelliyat adlı eserinin yayımlanmasına izin ve­rir. Riscılatü’l-envar adlı eserini kaleme ahr.

1210 Konya,

Konya’da Sadreddin Konevi’yle karşılaşır. Sadred- din onun en büyük öğrencilerinden biri olur. Da­ha sonra Sadreddin onun üvey oğlu durumuna ge­lir. Üvey babasının en yetkin yorumcusu olur.

1211 Bağdat,

Büyük Şeyh Şihabüddin Ömer es-Sühreverdi ile karşılaşır.

1212 Bağdat,

Kral Keykavus ve onun hamisi için, Hıristiyan te- beaya nasıl davranılacağına dair bir Risale yazar.


 

1213 Halep,

1214 Mekke,

1215  Halep,

Bir süre Halep’te kalır.

Şiir kitabı Tercümanü'l-eşvak'ı burada tamamlar.

Öğrencilerinin isteği üzerine Zahâirü’l-alak adlı ki­tabının bir yorumunu, şerhini yazar.

1215-1219

Malatya,

Kral Keykavus tarafından Anadoluya davet edilir. Aşağı yukarı beş yıl kadar kahr. Bu kralın Anti- yoş’da Hıristiyanlar üzerine galip geleceğini önce­den haber verir. Bu arada bazı eserlerinin yayın­lanmasına izin verir: Kitap Makamû’l-Kûbra, Menzı- lü’l-Menazil

 

— Dördüncü Dönem: Şam 1233-1240

Şam,

Hükümdar Malik el-Adil tarafından Şam’a davet edilince, kesinkes buraya yerleşmeye karar verir ve ölünceye kadar yaşamını Şam’da sürdürür. Önemli eseri Fütühatû'l-Mekhiyye'yi burada tamam­lar. Füsüsû’l-hikem adlı en önemli eserini de ta­mamlar. 16 Kasım 1240’da (miladi), 26 Rebiülahir 638’ de (hicri), Hakk’ın rahmetine kavuşur12. Kad- desallahu sırrahu.

Bu çeviride bazı özel terimleri kullanmaktan kaçınmadık, llâhî Aşk söz konusu olunca bu terimler kaçınılmazdı. Kitapta geçen ayetlerin sure ve ayet numaralarını hemen belirttik. Gerekli görülen yerlerde notlar ekledik. Elden geldiğince Arapça metne sadık kalmaya bununla birlikte Türkçe’nin yapısın ve özelliğini korumaya çalıştık. Şiirlerin çe­virilerinde, anlama ağırlık vermekle birlikte, şiirselliği de vermeye çaba gösterdik.

Böyle bir eseri çevirmekten dolayı mutluyuz. Allah’a hamd olsun!

Mahmut KANIK

 SEVGİNİN TEMELLERİ

Sevgi bir nisbettir, hem Tanrı’yı ilgilendiren hem insanı İlmimiz bilmese de bu ilişkinin sırrını.

Sevgi bir zevktir bilinmez hakikati Allah, Allah! Ne tuhaf değil mi? Sevginin nedenleri sarıyor beni özüyle Varlık ve yokluk gibi iki zıt elbisesiyle Allah’ın varlığı bile sevgiyle bilinir O’na benzer değiliz ama, bizde de O'nda da o görülür Ey Allahım affet beni, beni ve söylediklerimi Şükür kabilinden söylüyorum ben bunları.

Aynı konuda aşağıdaki dizeleri söylüyorum:

Ben kendi zâtımı sevdim. Birin ikiyi sevişi gibi Sevgi O’ndandır: Tabiî ve ruhani, İlâhîsi de O’ndandır, Kıır’an ayetleriyle belli Hûda nurunun sözleri sana geldi Sen soruyorsun, oysa sorularını anlamıyorum ben Hangi sevgiden, hangi mizandan söz ediyorsun sen Her sevginin bir başlangıcı var Rabb’m sevgisinden özge

 ilmim doğruluyor: Ikinciyok O’ndan öte

Her aşkın bir başı vardır, sonu yoktur tabiî aşkın dışında

İki aşk var ki tanımına güç nerde

Ah bir kez anlasan o iki aşkın ne olduğunu

Ne kaybolur gider ne de vardır o ikisinin sonu

Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda

Bir teni bir tenle, bir canı bir canla

Oysa Rahmanla kavuşma gayesi ‘'ebediliğe" ermektir13

Çünkü sevginin güzelliği ancak O’nun Güzelliğinin bir parçasıdır O’nu anlatamadıysam, nefsim kimi sevdiğimi bilmiyor demektir Çünkü O’nu anlatmak için daha deliller gerektir.

Gene aynı konuyla ilgili olarak aşağıdaki dizeleri söylüyorum:

Ben sevginin sevgilisiyim, ah bir bilseniz

Sevgi de bizim sevgilimiz, ah bir anlasanız

Eğer benim niyetimi anlarsanız

Yüce Allah’a hamd ediniz

Biliniz, niçin çevremdekiler sözlerimden yüz çevirdiler

Çünkü benim sözlerimi anlamaktan çok uzaktı onlar.

Niçin açık seçik gösterdiğim şeylere gözlerini kapadılar

Ve varlığımdaki sevgilimi görmediler

Sevmedim ben O’nun halkından hiç kimseyi

Anlayınız, hayır, hayır, varlığımdan başka kimseyi

İlâhî niteliklere büründüğümden beri O’nun zuhür yerine döndüm

Evet tam öyle oldum, öyleyse bana bağlanınız

Ben Allah’ın ipiyim yaratılışınızda, bunu iyi biliniz

Öyleyse kul olarak hizmete koyulunuz kapıma geliniz

Zeyneb’i Nizam’ı ya da İnan’ı

Seviyorum dersem, o zaman iyi anlayınız ki

Bu bir simgedir eşsiz ve sonsuz güzel

Ki ardında çok değerli ve yaldızlı bir giysi var işte ben onu giyenin üzerindeki giysiyim O giysiyi giyen kimdir bilinmez

O giysinin içinde vaktiyle Hallac’tn dediği var14

öyleyse geliniz, neşeleniniz, sevininiz

Aşk hayalına yemin olsun ki ne zaman O’nu müşahade etsem

O gelir önümde belirir sizi müşahede edeyim diye

Göz göremez Allah’ı olduğu gibi

Her an ve her durumdadır, fakat yok gibidir sanki.

Gene aynı konuyla ilgili olarak aşağıdaki dizeleri söylüyorum:

Varlık bir harftir sen onun anlamısın15

Hayatta bir emelim yok O'ndan başka

Harf bir anlamdır, anlamı kendindedir

Göz görmez o anlamdan başka hiçbir şey

Kalb gider gelir fıtratının bir gereği

Kâh şekline o harfin kâh anlamına

Tanrı Yücedir, hiç kimse O’nu içeremez

Ama biz O’nu kalbimize sığdırırız16

Bunu ben demiyorum, Tanrı böyle diyor

İyi bilin o ilahi söz bu anlama geliyor

Hak oraya yerleşmek istey ince

Yarattı halkı Kendisi için ve bir suret verdi güzelce

Varlığımın özü O’nun suretinin özüdür17

Bu sahih vahiydir, O’ndan başkası bunu anlayamaz

Allah en büyüktür O’na benzer hiçbir şey yoktur

O’nun dışında bir şey yoktur, herşey O’dur

Öyleyse göz bir başka varlığı ancak yok görür

İdrak edilen varlık O’dur, evet doğrudur

Öyleyse Allah ancak kendini görüyor

Bu sözü iyi anlayınız ki iyi bilinsin, ne kastediliyor, kimden geliyor.

Gene aynı konuyla ilgili olarak şunları yazdım:

Manevi bir haldeydim, Hakk’ı gördüm, bu dizelerdeki manaları ba­na söyledi. Bana, hiç duymadığım bir isimle, sadece o manevî hal için­deyken duyduğum bir isimle “Evlerin şahini” (Bazdiyar) diye seslendi18. Bu ismin anlamını O’na sordum. O da bana “Evi korunan kişi” dedi. İşte bu dizelerdeki anlam budur. Bu kitapta bu konuyu uzun uzun anlattım. Şimdi burada yaptığım ise, o manevi halin sadece bir tasviridir.

Seni evimde tuttum suretim19 izhar olsun diye

Seni teşbih ederim, tenzih ederim, Sen ki bende tecelli ediyorsun Gözlerin bakmadı benim kadar kâmil bir kimseye

Hiçbir göz bakmadı Senin gibi bu varlığa

İmkân açısından hiç kimse yoktur Sen’den daha mükemmel Bu konuda şeriattan delil getirdin, çok açık

Hangi kemal olursa olsun, hep Sen’sin söz konusu

Hangi görünüşte olursa olsun hep O’dur O

Yaratılışımı Adem’in suretinde ortaya çıkardın

Şen ölçüler içinde buna iman ettim ben

Bu imkân içinde olsaydı Sen’den daha mükemmeli Kuşkusuz kusurlu bir varoluş olurdu bende

Gelmemiştir âleme bir varlık benden daha mükemmeli Çünkü benim varlığım suretinde belirginleştin Sen.

Gene aynı konuyla ilgili olarak şunları söylüyorum:

Allah en büyüktür, her varlık O’nunla gelişir büyür O Seyyid’dir ve Samed’dir, en Yüce’dir, en Sevgilidir Güneş bize ulaşır, biz güneşi idrak ederiz ' Evet O’ndan gelmektedir sevgi, bağış, iyilik vefeyz Biz O'nu görüyoruz apaçık ortadadır O Öyle bir tecelli ki hiç kimse erişemez

Nuru engelliyor bizi, O’na bir keyfiyet vermemizi Keyfiyeti olmayanın birliği nasıldır ki?

Oysa O’nun ne bir cismi, ne bir hali, ne de sayısı vardır.

Gene aynı konuyla ilgili olarak şu şiiri söylüyorum:

Koş acele et yeniden ele geçirmek için ömründen geçip gideni Koş acele et yolculuğunda azık olarak almak için Rahman'ı Sevgiyle söyle O’na: Ey gönlümün son emeli!

Sır ve mana ne kadar âşıktır Sen’in haberine

Biliyorsun Sana bakmaya doyamıyorum

Görünce Seni, varlığı var eden Seni

Sana benzeyen her şeyin yokluğu ve inkârı olmasaydı

Senin bakışından gelen herşeyyok olmasaydı yanmasaydı20 Seni müşahede etmekten başka bir emelim olmazdı Sen’den söz etmeyen hiçbir kitabı okumazdım İstiyorum Sen’den ey eşi ve benzeri olmayan Sen'in kudretinin bana hükmettiği bir şeyi Nitekim her şey Sen'in eserindir. Bana dedin:

“Kazanı kaderimi görmendir, kim kaderimin dışına çıkabilir?” Bir Peygamber tarafından bize gelmiştir

Böyle kararlaştırılmış kazayı yok edecek ve ömrü uzatacak şey Çok değerli sözlerin var Sen'in hepsi birer inci

Bu kıymetli mücevheri de verelim o incilere sahip olana.

Şimdi de aşk sevgisiyle ilgili şiirimiz:

Sevginin değerine paha biçilmez bildim Ne ki ömrümün sonuna dek olmadı bir etkim Ebediyen âşık oldum ben aşkın sevgisine

Çene de yeter demedim, o kadar sevgiye kavuştum da Sevgilim bana gösterdi vuslat güneşini işte o güneş aydınlattı dünyamı gözümü gönlümü O'nun Celâlinden gizlice gönlüm eriyeyazdı O anda doğdu benim için bir güven hattı Cezdirdi beni Güzellik bahçesinde dostça Ruhlar, cinler ve insanlar hayran kaldı bana21 Önce beni hazır etti, var etli ve sır benden gitti Sonra beni görünmez etti ve yaklaştırdı beni Ben birim dediysem, O’nun varlığı da birdir Eğer varlığımı isbat etselerdi ikilik çıkardı ondan Fakat O Bütün'düı; Ince’dir, Saftır. O Tek göndür Böyle ama akıl gene de iki varlık görür “O ne kadar beliğ!” dedim O'nun için

Oysa bu söz, dilimin ucundan düşen bir istiaredir ancak Ey sen ki Kendi nefsi için kendi nefsinde ortaya çıkan Varlık Sayı yok artık, çünkü benim varlığım yok oldu artık Sen bu kıymetli hâzineyi müşahede ettin, mutlu Bak aynaya, orda beni görürsün ancak beni

Ey Görünmeyen Varlık! Kim bu makâma yükselirse Kendini Naîm cennetlerinde görür tıpkı bir can gibi Ey olağanüstü Varlık! Zâtının Güzelliği’ne yürekleri uçuran Varlık Uçuş sırasında yürekleri de fani kılmaktasın.

Allah seni üstün kılsın! Bil ki, sevgi -(hubh).İlâhî bir makamdır. Al­lah kendini onunla vasfetti. Kendini Vedûd-1 diye adlandırdı. Hz. Pey­gamberin hadislerinde de Allah, Mııhibb-Seven, diye nitelendirildi. Al­lah Tevrat’ta Musa’ya sevgiyle şöyle vahyetti: “Ey Ademoğlu, sana verdiğim hakla Ben seni seviyorum. Öyleyse, senin üzerindeki hakkımla da sen Ben'i sev .

Kur’an’da ve Sünnet’de hem Allah hakkında hem de yaratıklar hak­kında ki sevgi (muhabbet) zikredilmektedir. Allah, Kur’an’da, sevenle­rin durumlarını sıfatlarıyla bildirmiştir. Kendisinin sevmediği sıfatları da zikretmiştir. Sevmediği sıfatların kimlere ait olduğunu da belirtmiş­tir. Yüce Allah Kur’an’da Peygamberimize, şu ayeti bize söylemesini emrederek, şöyle buyurmuştur: “De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun, ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan ve esirgeyendir." (Kur’an, 3/31). Gene buyurmuştur ki: “Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse, (bilsin ki) Allah yakında öyle bir toplum getirecek ki, O onları sever, onlar da O’nu severler..." (Kur’an,.5/54). Allah sevdiği kimse­ler hakkında da şöyle buyurmaktadır: “Allah tövbe edenleri sever; tenüzle- nenleri sever.” (Kur’an, 2/222; 9/108). “Hiç kuşkusuz Allah kendisine tevek-. kül edenleri sever." (Kur’an, 3/159). “Allah sabredenleri sever.’’ (Kur’an, 3/146). “Allah şûkredenleri sever, Allah tasadduk edenleri sever, Allah mııhsin- leri,yani iyilik ve güzellik yapanları sever.” (Kur’an, 2/195). "Allah Kendiyo- lıında, kurşunla kaynatılmış sağlam binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları se­ver.” (Kur’an, 61/4).

Allah beğenmediği bazı sıfatlarından dolayı bir toplumu sevmeyi bırakırsa, bununla, o toplumun değişmesini, ancak ve de zorunlu ola­rak karşıtıyla devam etmesini ister. Bu konuyla ilgili olarak şöyle bu­yurmuştur: “Allah bozguncuları, fesatçıları sevmez " (Kur’an, 5/64; 28/77) Allah bozgunculuğu sevmez. Bozgunculuğun karşıtı iyilik, sulh ve ba­rıştır. Bozgunculuğu bırakmak demek, bizzat sûlha ulaşmak demektir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Hiç kuşkusuz Allah gururlanıp şı- maranları sevmez." (Kur’an, 28/76), “Çünkü Allah kendini beğenip övünen kimseyi sevmez" (Kur’an, 31/18), “Allah zulmedenleri, zalimleri sevmez" (Kur’an, 42/40), “Allah müsrifleri, israf edenleri sevmez" (Kur’an, 6/41), "Allah kâfirleri sevmez." (Kur’an, 30/45), “Allah, kötü sözün açıkça söylen­mesini sevmez" (Kur’an, 4/148), “Allah haksız yere saldıranları sevmez" (Kur’an, 2/190).

Sonra Allah, bazısını süslü ve güzel göstererek, bazısına da mutlak değerler vererek, bize eşyayı sevdirdi. Bize büyük ilgi gösteren Allah Te- alâ şöyle buyuruyor: "... Fakat Alalı size imanı sevdirdi ve onu sizin kalbleri- nizde süsledi ve size küfrü, Jıskı ve isyanı çirkin gösterdi.” (Kur’an, 49/7). Ay­nı anlamda gene şöyle buyuruyor: “Kadınlardan, oğullardan, kantarlarca yığılmış altın ve gümüşlen, otlağa salınmış atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırt düşkünlük insanlara süslü, cazip ve güzel gösterildi. Bunlar sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak yer, Allah’ın yanındadır." (Kur’an, 3/14). Kan koca hakkında da şöyle buyuruyor: “O’nun ayetle­rinden biri de, kendileriyle kaynaşmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır." (Kur’an, 30/21). Allah bize, Allah’ın düşmanlarına sevgi beslememizi yasak etmiştir. Şöyle de­miştir bu konuda: "Ey inananlar! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkâr ettikleri, Rabb'iniz Allah’a inandığınızdan dolayı Resul’ü ve sizi, yurdunuzdan sürüp çı­kardıkları halde, siz onlara sevgi besliyorsunuz.” (Kur’an, 60/1).

Kur’an’da sevgi daha pek çok yerde geçmektedir. Ayrıca, sevgi Pey­gamberimizin sözlerinde de çokça geçmektedir. Kudsî bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Ben bir gizli hâzineydim, bilinmiyordum. Bilinmeyi sev­dim, istedim ve yaratıktan yarattım. Onlara kendimi bildirdim. Onlarda Beni tanıdılar". Bu demektir ki, Allah bizi bizim için değil, sadece Kendi için yaratmıştır. Bu nedenle, cezayı amellerle yan yana koydu, onu amellere bağladı. Amellerimiz kendimiz içindir, O’nun için değil. İbadetimiz ise O’nun içindir, kendimiz için değil. Dolayısıyla ibadet amelin aynısı de­ğildir. Yaratıklardaki zahiri ameller O’nun yaratmasıdır, çünkü o ameli yapan O'dur. O amellerin güzelliği, o ameller kul tarafından yapılmış olmasına rağmen, edeben ve nezaketen O’na mal edilir. Her şey Al­lah’tandır, çünkü Allah şöyle buyurmaktadır: “Nefse ve onu şekillendirene, ona kötülüğü ve iyiliği ilham edene and olsun." (Kur’an, 91/7-8), “Oysa sizi de yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Kur’an, 37/96). Ve gene şöyle bu­yurmaktadır: “Rabbiniz Allah, işte böyledir. O’ndan başka Tanrı yoktur. O herşeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na ibadet ediniz..." (Kur’an, 6/102). Demek ki kulların amelleri bu ayetlerin çerçevesine girmektedir.

Selât ve selâm üzerine olsun, Allah’ın Resulü bir hadisinde şöyle der: “Allah şöyle buyurdu: Kullarımı Bana en çok yaklaştıran şey, kendilerine farz kıldığım ve sevdiğim amelleri yerine getirmeleridir. Kulum bana, Ben kendisini sevinceye kadar nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder. Ben onu sevince, ar­tık onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve yürüdüğü ayağı olurum.” İşte bu tecelliden ölürüdür ki bu “ittihaf'la23 konuşan Allah şöyle bu­yuruyor: “Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” (Kur’an, 8/17), “Oysa sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır." (Kur’an, 37/96).

Gene Peygamberimizin bir hadisinde şöyle denilmektedir: “Yüce Al­lah. önce fitne çıkarmış fakat sonra pişman olup tövbe etmiş kimseleri sever." “Birbirini Allah için, Allah’ta sevenlere, Benim sevgim, muhabbetim vacip olur.”, “Nimetlerinden size bağışta bulunduğu için Allah’ı seviniz”, “Allah gü­zeldir, güzelliği sever”. Allah hamd edilmeyi sever. Peygamberimiz gene şöyle buyurmaktadır: “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel ko­ku ve gözümün nuru namaz".

Gerçekten bu konudaki hadisler pek çoktur. Bil ki, sevgi makamı çok şerefli bir makâmdır. Gene bil ki, sevgi varoluşun aslıdır;

Biz sevgiden sudûr ettik

. Sevgi üzerine yaratıldık

Sevgiye doğru yöneldik

Sevgiye verdik gönlümüzü

 SEVGİNİN BELİRTİLERİ

Sevgide bulunan müthiş etkiyi bizzat yaşadım ben. Bu etki aşırı ve şiddetli bir “aşb”tır, etkileyici bir “şevb”tir. Gönül vermektir, yok olmaktır. İnsanın uykusunun kaçmasıdır, yemeden içmeden kesilmesi­dir. Sevgi kimdedir, kimden gelir bilinmez. Sevgili (mahbîıb) kimdir bi­lemezsin. İşte ben sevgide bulduğum zevki böyle buldum.

Bundan sonra benzeri durumlar izleyebilir bunu. Kimi zaman keşf içinde bir tecelli başlar senin için. Ve aşk belirtileri yavaş yavaş kendini gösterir. Kimi zamanda birini görürsün, onu görünce bir vecd haline gi­rersin. Daha önce hiç tanımadığın halde, onun, sevgilin olduğunu an­larsın. Kimi zaman da, yanında birinden söz edilir, ta gönlüne işleyen bir sevgiyle ona meyledersin ve birden âşık oluverirsin. İşte o zaman onun senin dostun olduğunu anlarsın. Bu durum gayb perdesinin arka­sından eşyayı keşfederek, o eşya üzerinde ruhların sahip olduğu kont­rolün en gizli inceliklerinden biridir. O inceliklerin durumunu bile­mezsin. Kime âşık olduğunu, kimde ve nasıl âşık olduğunu, ayrıca aş­kın ne olduğunu anlayamazsın. İnsanlar buna lıabz halinde ya da bctst halinde tutulurlar. Bunun niçin böyle olduğu da bilinmez. Bu hallerden birinde hüzün gelirse, anlarsın ki bu kabz halidir. Yok eğer neşe ve se­vinç gelirse, anlarsın ki bu basl halidir. Bu haller daha dış duygularda ortaya çıkmadan, nefsin bu haller üzerindeki ilk önsezisidir bu. İşte bunlar sevginin oluşumundaki ilk belirtilerdir.

Bu durum, Allah’ın Âdemoğullarından, “Ben sizin Rabbiniz değil mi­yim?" diye sorarak, onlardan aldığı “Evet, buna şahidiz!" misakına, antlaş­masına benzemektedir. (Kur’an, 7/172). Hiç kimse, O’nu o zaman inkâr etmemişti. Bu nedenle her insanın fıtratında, kendisine dayanacağı bir Varlığa, bir Varediciye ihtiyacı vardır ki o da Allah’tır; kimileri O’nu tanı- masa da, bilmese de, hakikat budur. Bunun için Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, siz Allah’a muhtaçsınız; Allah ise, O zengindir, O hainde lâyıktır.” (Kur’an, 35/15). Böylece Allah, sîzdeki bu muhtaçlığın, başkasına değil de sadece Kendisine olduğunu bildirmekledir, fakat siz onu bilemiyorsu­nuz. Oysa biz Hakk'ı bununla bildik. Bu makama bizzat ulaştığımız ve o duyguyu bizzat yaşadığımız için, bu dizeleri söylüyoruz:

Ben öyle birine bağlandım ki aşkı yirmi hacca bedeldir öyle âşık oldum ki ona, kime âşık olduğumu bile bilemedim, Gözlerim bakmadı yüzünün güzelliğine

Kulaklarım birşey duymadı, dayanamadı sesine

Diri olan Tanrı kalından bir şimşek görûlünceye dek

Beni bir günlük nimete, yüzyıllık çileye boğdu.

Gene bu konuda bizim tattığımız bir zevk vardır. Biz sadece tattığı­mız aşkı anlatıyoruz:               .

Ben öyle birine âşık oldum ki sevgisi nerden bilmiyorum,

Bilmiyorum diyen kim onu da bilmiyorum

Şaşırıp kaldım, düşünceler sardı beni

Hayretler içinde kaldım, şaşkına döndüm

Yirmi kez hac ettikten sonra farkettim

Sırrımın kucakladığı bir aşkı terennüm ettim

Kimi seviyordum, tanımıyordum, adını bile bilmiyordum

Kimdi bu göğsümü daraltan bilmiyordum

Örtüsünü kaldırıp gösterinceye dek yüzünü

Geceleyin dolunay ışığıyla parlayan bulut gibi yüzünü

Sordum onlara: Kim bu? Safça dediler bana, yürekten gelen

Saf bir niyetle: Bu gönüldür, kardeşimin kızı

Bunun üzerine tekbir getirdim, “Allah en büyüktür” dedim onun için aşkla

Onun yanında geçirdiğim gece Kadir Gecesi'ni bile aştı.

Şam’a ilk kez girdiğimde24, bizim için bu anlamda bir zevk, bir tad hasıl olmuştu. Uzun sûren ilahı bir hal esnasında, hayalimde somut bir biçim kazanan, meçhul ve uzunca sûren bir cazibe hissettim. O hal ve o lisan üzere hitab ederek, aşağıdaki dizeleri söyledim:

Sana duyduğum aşkın etkisiyle söylüyorum Sevgilisi kendisine “Söyle bana” diyenin sözünü Şam’a girince karıştı aklım

Görmedim bir âşık, aşkı benimki gibi olan Âşığım ama kime âşık olduğumu bilmiyorum Beni Yaratana mı yoksa benim gibi birine mi Kulaklarım duymadı onun hakkında hiçbir söz Acaba bizden başka, daha önce, bir âşık söyledi mi böyle söz? Dolaştım Allah’ın beldelerini, Doğu’daki Batı’daki Belki bulurum diye bana uygun birini Gördüm yalnızca tek bir sevgili o zaman Gölge gibi gitmek gerekiyordu onun ardından Ey Tanrım, kalbim aşkla doldu dedim

Bakın şu halime, şu perişanlığıma, ne yapacağımı bilemedim Aşk tellalı ünledi o zaman bana arkamdan

Dedi: “Ey zavallı, düşmüşsün sen bilgisizlik deryasına öyleyse gel dinle, işit sözümü öğren bilgelik sırrımı Çünkü ben yedi ilmin, on ilmin, sonra elli ilmin ehliyim Dahası bir erdem eriyim ben

Kavuşursun bana eğer onlardan ikisini öğrensen O zaman görünür size çok güzel bir kare şekil Tamamen uygun oradaki kavuşmaya ve ayrılığa Tıpkı açık seçik Allah adına benzer gibi onun adı Asıl suretinde oluşmuş sevgilimin adı Sevgilinin adı işte bu, sen bilmesen de Geliyor bu, cimriliğe yaklaşan bir ilimden Anlayış sahibiysen eğer başka bir şey düşünme, Herşeyi kendinde toplayan kareyi üç katma çıkartmaktan başka Çünkü onun üçlenmesi demek tapınak demektir Kutsal Kitap demektir O’nun öyle bir güzelliği var ki benim yoksulluğuma delildir O bir tapmaktır benim için, varlığımın varlığı için Macid Tanrı için O tapmağın iki ehli var: Biri Tanrı, biri benim özüm, hem iyilik hem öz­veri için

O’nun ilki bir harftir yedili

Ki aşar fasıl harflerinden öteki altı harfi25

İşte sevgide bulunan en lezzetli, en zevkli, en tatlı şey budur. Bu­nun biraz altında, aşk sevgisi, sevginin sevgisi vardır. Bu, insanın sevdi­ğini unutacak derecede aşkla meşgul olmasıdır. Leylâ Kays’ın (Mec- nun’un) yanma gelir. Kays o sırada “Leylâ! Leylâ!” diye inlemektedir. O sırada bir buz parçası alır ve onu kor gibi yanan yüreğinin üstüne ko­yar; o buz parçası yüreğinin yangınını dindirir. O bu haldeyken Leylâ ona selam vererek “İşte ben geldim! Ben Leylâ'yım. İstediğin, arzu etti­ğinim, ben senin sevgilimin, ben senin gözünü, gönlünü sevindirecek olanım, ben Leylâ’yım." der. Kays ona bakar ve ona “Gözümün önün­den çekil git! Çünkü senin aşkın beni öylesine meşgul etti ki sonunda seni unuttum” der. Bu duygu aşkta hissedilebilecek en tatlı ve en ince duygudur. Fakat bu duygu tat bakımından, daha önce belirttiğimiz duygudan daha aşağıdadır.

Allah rahmet etsin, şeyhimiz Ebu’l-Abbas Cafer el-Ûryanî26 bir du­asında Allah’tan sevgiyi değil de sevgi hissini, zevkini istemişti.

İnsanlar sevginin tanımı konusunda ihtilafa düştüler, fakat ben, sevgisini tam manasıyle tanımlayan birini görmedim. Aşkın, geride bı­raktığı izleri ve gerekleri aracılığıyla belki tanımı yapılabilir. Özellikle o, Aziz ve Cenab olan Allah’ın bir sıfatı olarak kaldığında tanımını yap­mak son derece zordur. Sevgi konusunda duyduğum en güzel şey, bazı­larının bana Ebu’l-Abbas ibn el-Arif ed-Dahacî’den aktardığı şu sözler­dir. Ona sevgi hakkında bir soru yöneltilince şunları söylediğini aktar­dılar: “Kıskançlık, sevginin sıfatlarındandır27; edeplice örtünmenin dı­şında her şeyi hor görür”.

Bil ki, bilinebilen işler (el-umür el-ma'lûmeh) iki türlüdür. Bir kısmı­nın tanımı yapılabilir, bir kısmının tanımı yapılamaz. Sevgi konusunu bilen ve bu konuda konuşan bilginlere göre, sevgi tanımı yapılamayan işlerdendir. Sevgiyi ancak aşka tutulan ve sıfatı âşık olanlar bilir. Bu âşıklar da sevginin mahiyetini bilemezler, fakat onun varlığını da inkâr edemezler.

Bil ki, insan sevgilisinden duyduğu sözün dışındaki sözlere sağır ol­duğu, sevgilisinin yüzünden başka gördüğü her türlü manzaraya karşı kör olduğu, sevgilisinin konuşmasının ve sevgilisinin sevdiği konuşma­ların dışındaki konuşmalara ilgisiz kaldığı zaman, ancak aşk o insana hakim olur. O zaman kalbinin üzerine bir mühür koyar ve oraya sevgi­lisinin sevgisinden başka hiçbir şeyi sokmaz. Hayal hâzinesinin üzerine bir kilit vurur, bir sürgü sürer, böylece hayalinde sevgilisinin suretin­den başkasını hayal etmez, hayalini meşgul edecek bir başka görüntü­nün öne çıkmasına ya da bir başka surelin oraya sokulmasına izin ver­mez. Tıpkı şairin şu sözünde olduğu gibi:

“Hayalin gözlerimde, sözlerin dilimde

Taht kurmuşsun kalbimde, neden kayboluyorsun öyleyse?"

Onunla duyar ve onun için duyar. Onunla görür ve onun için gö­rür. Onunla konuşur ve onun için konuşur. Bizzat ben hayal gücüyle öyle etkilendim ki, aşkım, tıpkı Cebrail’in, Allah Resulü’ne —selat ve se­lâm üzerine olsun— somut olarak gözükmesi gibi, sevgilimin suretini gözlerimin önüne hissedilir biçimde getiriyordu ve ben ona bakmamaz- lık edemiyordum. O benimle konuşuyordu, ben de ona kulak verip .dinliyordum ve ne söylediğini anlıyordum. Günlerce en ufak bir şey yi- yemedim. Her ne zaman sofra önüme gelse, sevgilim sofranın ucuna geliyor, bana bakıyor ve bizzat kulaklarımla duyduğum sözler söylü­yordu bana. “Beni seyrederken yemek mi yiyeceksin?” diyordu bana. Bunun üzerine ben de yemek yemekten vaz geçiyordum ama açlık da duymuyordum. Ona öylesine sırılsıklam âşık olmuştum ki sonunda ona baka baka şişmanladım. Bakışlarım ona çakılmıştı ve o benim için gıda ve besin kaynağı olmuştu. Dostlarım ve ailem, hiçbir şey yemedi­ğim halde böyle şişmanlayışnna şaşırıyorlardı, çünkü günlerce, ne olur­sa olsun hiçbir şey tatmadan, yemeden, içmeden o şekilde kalmıştım. Açlık hissetmiyordum. Susuzluk da duymuyordum. İster oturayım, is­ter ayakta durayım, ister hareket edeyim, ister hareketsiz durayım göz­lerimin önünde hep O durmaktaydı.

Aslında insanın sevgilisi Hakk Teâlâ olursa, ya da bir insan, bir ka­dın ya da bir çocuk olursa bil ki ancak o zaman sevgi, âşığı sevgi deni­zinde boğar. Bu saydıklarımın dışındakilerin sevgileri, insanı sevgi der­yasında boğamaz.

Bunları özellikle söyledik, çünkü insan kendi surelinde olan biriyle ancak onu sevdiği zaman tam anlamıyla anlaşabilir ve bir uyum içinde olabilir. Âşıkta, sevgilisininkine benzemeyen hiçbir yön yoktur; âşıkta­ki her şey sevgilisine ayarlıdır. Dışı dışına, içi içine âşık olur. Hakk Te- âlâ’nın Kendisini, Zahir ve Bâtın diye adlandırdığını görmüyor musun? İşte bu nedenle, insan Allah için Allah’ın yarattığı şekiller ve varlıklar için sevgi deryasında boğulmaktadır. İnsan dışında, dünyadaki öteki varlıklarda sevgi yoktur. Dolayısıyla insan dünyaya ait bir şekil, bir su­ret severse, ona ancak uygun bir benzerlikle karşılık verir. Kendi zatına ait olan bir şey ise zihninde daima uyanık ve diri kalır.

İnsanın, Allah’ı sevdiği zaman, sevginin içinde boğulması meselesi­ne gelince, bunun nedeni, Hz. Peygamberin hadisinde de belirtildiği gi­bi, insanın Tanrı suretinde yaratılmış olmasıdır. Böyle olunca, insan İlâ­hi Varlığı bütünüyle kendine kabul edebilir. Onu kendine sığdırabilir. İşte bunun için, insanda Tanrı’nın bütün isimleri zuhûr eder. Kendinde sevgi sıfatı bulunmayan insan bile bunu elde edebilir, çünkü kendinde olmasa da yaratılışında sevgi vardır. Bu nedenle insan sevgi içinde bo­ğulur28. Eğer insan Allah’a bağlanır, O’na âşık olursa. Sevgilisi Allah olur. Sevgisinde öyle ileri makama ulaşır ki, Allah’ın yaratıklarına karşı duyulan aşkta yok (fenâ~) olma halinden çok daha ileri bir makamda, Allah’ın aşkında yok olur. Çünkü o varlıklara, o şekillere duyulan aşk, varlık ya da o şekil, sevenin gözünde kaybolunca, yok olmaktadır. Oysa sevgili Hakk Teâlâ olunca, O daima müşâhede edilebilir durumdadır. Sevgilinin müşahede edilmesi, tıpkı beden üzerinde gıdaların bıraktığı etki gibidir. Yani beden o gıdayla büyür, gelişir. Sevgilinin müşahede edilmesi arttıkça sevgi de artar. Aşka özgü olan bu durum nedeniyle, sevgiliyle karşılaşınca şevk sakinleşir, yatışır fakat yeniden kavuşma ar­zularıyla iştiyak yeniden canlanır, işte sevgiliyle birarada bulunan âşık bunları hisseder. Sevgilisini seyre dalmaya ve onu müşahede etmeye doyamaz. Ona duyduğu arzudan kendini kurtaramaz. Sevgilisiyle bir­likte olmasına rağmen, ona her bakışında vecdi ve şevki artar. Tıpkı şa­irin dediği gibi:

“Tuhaf değil mi? Ben onları ne kadar çok özlüyorum.

Onlar benimle birlikte, ama y ine de onları özlüyorum, Gözlerim onları ağlatıyor, oysa onlar gözbebeğimin içinde Gönlüm onları arzuluyor, oysa onlar benim yanımda.”29

Eğer âşığm sevgisinde, sevgilisinden başkasına düşünmeye fırsat verebilen bir akıl ya da bir akıl yürütme varsa, o sevgi saf ve gerçek de­ğildir. O ancak nefiste (insanda) geçici bir durumdur. Kimileri bu tür bir sevgi hakkında şöyle demiştir:

“Akıl ile idare edilen sevgide hayır yoktur."

âşıkların bu konudaki öyküleri sayılamayacak kadar çoktur. İşte, konu­su müşahede ve şevkle sevginin artması olan bir şiirimiz:

“Sevgilimden uzaklaşıyorum, bu kez kavuşma arzusu tüketiyor beni Ona kavuşuyorum, iyileşemiyorum, o varken de yokken de özlüyorum Onunla karşılaşınca ummadığım şeyler geliyor başıma Şifa bulacağım yerde yeni bir dert geliyor başıma Çünkü ben onunla karşılaştığım daha ilk anda Güzelliği devamlı artan birini görüyorum karşımda Bir vecd gerekli ki olsun durağımız

Altınca güzelliğinden uyumlu beraberliğimiz"

Sahihi Müslim’de Tann’nın —noksan sıfatlardan O’nu tenzih ederiz— istihalesi (metamorfoz) hakkındaki hadislerde ifade edildiği gibi, burada ben de Sübhan olan Tanrı’nın, ahirette kullan için ve bu dünyada kulla­rının kalbleri için, çeşitli şekillerdeki (yani keyfiyet ve teşbih dışında, Zatına uygun düşen şekillerdeki) tecellisine dikkat çekiyorum30.

Allah’a and olsun ki, eğer Şeriat böyle İlâhî haberler getinneseydi, hiç kimse Allah’ı tanıyamazdı. Ve eğer biz yalnızca akıllı insanların, münevverlerin, böyle değil şöyle değil diyerek Allah’ın Zatı konusunda ileri sürdükleri akli delillerle yetinmiş olsaydık, hiç bir insan O’nu se­vemezdi. Fakat şer’î ifadelerle İlâhî haber gelince ve görünüşte akli de­lillere karşıt olan işlerde, Sübhan olan Tanrı’nın şöyle şöyle olduğunu bize haber verince, biz de, sûbûtî sıfatlarından dolayı, Allah’ı sevdik.

Allah, ilgileri belirttikten, sebepleri ve varlıkların sevgiye yönelme­lerini sağlayacak ilgileri saptadıktan sonra şöyle buyurmaktadır: “O’na benzer hiçbir şey yoktur." (Kur’an, 42/11). Böylece, Allah sevgi için gerek­li sebepleri saptamıştır, ama akıl bunları kendine özgü delilleriyle inkâr eder. İşte şu hadisin anlamı da budur: “Ben bir gizli hâzineydim, bilinmeyi sevdim, istedim; yaratılmışları yarattım ve onlara Kendimi tanıttım. Böylece onlar Beni tanıdılar”.

Demek ki Allah, ancak, bize karşı beslediği sevgi, muhabbet, rah­met, acıma ve şefkatten dolayı, bize Kendisi hakkında haber verdiği Va­hiyle bilinebilir; yani Kendisini anlatabilmemiz, O'nun bize indirdiği Vahyin çizdiği sınırlarla ancak O’nu bilebilmemizle mümkündür. O'nu kalbimizde, gönlümüzde, hayalimizde ve yönelimlerimizde, bakışları­mızın ve ilgilerimizin konusu yaparız; öyle olur ki sanki O’nu görürüz. Daha ilerisini söyleyelim, sanki O’nu kendimizde görürüz, çünkü biz O’nu kendi görüşümüzle değil, Onun Kendisini tanıtmasıyla bildik. Böyle olmakla birlikte, gene de bizden bazıları O’nu görür, fakat O’nu bilmez31. Allah Kendisinden başkasına muhtaç değildir. Aynı şekilde Allah, yaratılmışlarda, Kendinden başkasını sevmez. Demek ki, her âşığın, sevenin gözü içinde, her sevgide, her sevgilide O zâhir olmakta­dır. Varoluş içinde sadece tek bir Seven vardır, dolayısıyla âlem hem se­vendir hem sevilen. Bütün bunlar hep O’na döner. O’ndan başkasına ibadet edilmeyeceği gibi, ibadet eden kişi de ancak kendisindeki ulû- hiyyeti tahayyülle ibadette bulunur. Eğer o ulûhiyyet olmasaydı, kul as­la Tanrı’ya ibadet etmezdi. Allah bu konuyu şu ayetle çok açıkça bildir­miştir: “RMiniz sadece Kendisine tapmanızı emretti..." (Kuran, 17/23).

Sevgi de böyledir; Hiç kimse kendi Yaratıcısından başkasını sev­mez. Fakat Zeyneb’in, Suad’ın, Hind’in ve Leylâ’nın sevgisiyle, ya da bu dünya sevgisiyle, ya da para ve makam hırsıyla ya da bu âlemde sevilen şeylerin sevgisiyle Allah gizlenmiştir. Şairler bütün sözlerini yaratıklar üzerine harcadılar ve O’nun hakikatini tam anlamıyla bilemediler. Arif­ler ise, duydukları her şiirde, her bilmecede (lügaz), her methiyede ve her gazelde (tegazzül), şekillerin ve suretlerin perdesi arkasından sadece O'nu görürler. Bütün bunların sebebi, Tanrı’nın Kendinden başkasının sevilmesini kabul etmediği, İlâhî kıskançlıktır.

Çünkü sevginin sebebi güzelliktir (cemal). Güzellik ise, Allah’a ait­tir. Çünkü güzellik O’nun Zatından dolayı sevilmektedir. “Allah güzel­dir; güzelliği sever”32. Bu nedenle Allah Kendi kendini sever. Sevginin bir diğer sebebi de ihsan'dır... Ihsan, ancak Allah’tan gelir. Allah’tan başka nuılısin-ihsan edici yoktur, yani bir varlığı ihsanından dolayı seversen, sadece Allah’ı sevmiş olursun, çünkü millisin, yani ihsanda bulunan O’dur. Ve eğer bir varlığı güzelliğinden dolayı seversen, sadece Allah’ı sevmiş olursun, çünkü Allah güzeldir.

Sevginin ilgi konusu her durumda Allah’tır33. Hakk, Tanrı, Kendini bildi, Kendinde âlemi bildi ve âlemi Kendi surelinde çıkardı. Bundan dolayı, âlem O’nun için bir aynadır. Allah o aynada Kendi suretini gö­rür. Demek ki. Tanrı ancak Kendini sevmektedir. Allah, Peygamberimi­ze hitaben “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sev­sin..." (Kur’an, 3/31) derken gerçekte Kendini kasdetmektedir. Öyleyse, birine uymak, ona bağlanmak, sevginin sebebi olmaktadır; âlemin ay­nasında Tanrı’nm suretine bağlanmak da sevginin sebebidir, çünkü o aynada sadece O Kendini göstermektedir. Öte yandan nafileler de sev­ginin bir sebebidir. Nafileler bir fazlalıktır, artık ibadetlerdir, Âlemin sureti de varoluş içinde bir fazlalıktır. Bu nedenle Allah âlemi bir nafile olarak sevmiştir, böylece, ancak Kendini sevecek derecede kulun “işitti­ği bulağı, gördüğü gözü olmuştur".

Çok nazik, çok özel ve aynı zamanda da vehim melekesinden ka­çan, yani düşünceden hızla sıyrılıveren, bir mesele daha var. Diyelim ki tuhaf bir şey oluyor. Meselâ, aklın doğrulayabileceği, saptayabileceği ve ondan dolayı sarsılmayacağı, fakat vehim melekesinin onu nesnel olarak tutamayacağı bir şey. İşte tıpkı bu misal gibi, akhn varlığını saptadığı fakat kendinden uzaklaşmasına da engel olamadığı, ayrıca vehim mele­kesinden de kaçan, onun da tutup yakalayamadığı bazı şeyler vardır. .Sonra, bu söylediklerimizin tersine, akıldan kaçan, fakat vehim meleke­sinin, onun varlığını saptayıp hükmü altında aldığı ve etkili olduğu da­ha başka şeyler de vardır. Meselâ bir adam düşünelim: Çalışsa da çalış­masa da rızkının kendisine gelmesi gerektiğini aklı kendisine delilleriy­le gösteriyor. Bu şekildeki bir ilim akıldan uzaktır; onun üzerinde an­cak vehmi düşünce hükmünü sürdürmektedir. Eğer sen rızkını arama konusunda çaba göstermezsen, ölür gidersin. Sonra biri çıkar gelir kal­kar o rızkı elde etmeye çalışır. Buna göre, onun haklılığı aklı açısından zâil olur; vehmi açısından da bâtılhğı sabittir, dolayısıyla böylece inkâr edilemez ve itiraz olunamaz bir gerçek olur.

Bir başka örnek verelim: Meselâ bir adam bir yılan ya da bir aslan görür. Aklı bunların kendisine zarar vermeyeceğini söyler. Sonra bu ak­lî delilden vazgeçer ve onların zararlı olduğuna vehmeder ve o hayvan­lardan kaçar; vehim melekesinin kendisine verdiği hükümle yüzünün şekli değişir, içi korkuyla dolar. Bu haller vardır ve bunlar bir gerçektir. Kimi yerlerde vehmin gücü hakimdir; kimi yerlerde akhn gücü.

Allah izin verirse bu bölümde sevginin hakikatlerinden ve onların makamlarından bahsedeceğiz. Allah bu işimizi kolaylaştırsın! Diyoruz ki, sevgi, iradenin, ilgili olduğu şeyler arasında hususi bir ilgidir. Sevgi, bağlanma anında, gayrı mevcut bir ma’duma bağlanır ve o sevgilinin so­mut olarak bizzat var olmasını, vücûdunu ya da vukûunu ister. Vukû- unu dedim, çünkü sevgi bazen sevilen somut varlığın gerçek varlığını ortadan kaldırmasına bağlanır. Bununla birlikle, var olduğu halde, bir kimsenin varlığının yok olması aynı anda mümkün değildir. Sevginin bağlandığı varlık yok olunca, gerçek olur; o zaman artık yokluğun var­lığından söz edilemez. Eğer ondan söz eden olursa, ancak bilgisizliğin­den dolayı söz eder.

Bu konuda biz şöyle deriz: Seven, sevgilinin somut olarak var olma­sını ister, çünkü sevgili gerçekte ma’dunıdur. Böyle olunca, sevgili seven içindir. Bu da, kim olursa olsun bir şahısla kavuşmayı gerekli kılan bir iradedir. Eğer bu şahıs kucaklanıp öpülecek biriyse, onu kucaklamayı sever; eğer evlenilecek biriyse, onunla evlenmeyi sever; eğer birlikte oturulacak, dost olunacak biriyse onunla birlikte oturmayı, dost olmayı sever. Dolayısıyla sevenin aşkı şu anda henüz sahip olunamayan o şah­sın sadece yokluğuna bağlanacaktır. Böylece, sevgisinin o şahsa bağlı olduğunu hayal eder. Oysa durum hiç de öyle değildir, çünkü o şekilde davranmakla yalnızca sevgilisiyle karşılaşmayı ya da onu görmeyi arzu etmektedir. Eğer sevgilinin bizzat şahsını ya da varoluşunu, yani şahsi­yetini ve varlığını sevmiş olsaydı, sevgisinin ona bağlanması kendisine hiçbir yarar sağlamazdı.

Bu konuda, “Biz bir şahısla birlikte olmayı seviyoruz, onu öpmek ya da kucaklamak, ona sıcak bir ilgi duymak ve onunla sohbet etmek isti­yoruz. Sonra da bunların gerçekleştiğini düşünürsek, kucaklama ya da kavuşma olsa bile, gene de sevgi devam ediyor, oysa ki sevginin bağlan­dığı şahsın ma’dum olması gerekmez miydi?” diyecek olursan, ‘‘Bu ko­nuda yanılıyorsun.” deriz. Çünkü kendisine sevgi duyduğun birini ku­cakladığın zaman ya da onunla birlikte bulunduğun zaman ya da onun­la çok sıkı bir içtenlik kurduğun zaman, sevginin sebebi bu durumda, sonuç olarak ortaya çıkan gerçekleşim değil, ondan doğan devamlılık ve sürekliliktir. Devamlılık ve süreklilik ise, ma’dumdur, gerçekliğe dahil değildir; bu müddet, bu süreç hiçbir zaman sona ermez. Öyleyse sonuç olarak, sevgi vuslat halinde ancak sevgilinin ma’dunıuna bağlanır. Bu ise, vuslatın devamlılığı demektir; ki hiçbir zaman gerçekleşmez.

Bu konuyu Kur’an’daki şu ayet ne güzel dile getirmektedir: “Ey in­sanlar, sizden kim dininden dönerse, iyi bilsin ki, Allah yakında öyle bir toplum getirecek ki O onları sever onlar da O’nu sever...” (Kur’an, 5/54). Burada sevmek fiili ûçûncû tekil ve üçüncü çoğul şahısta ve geniş zamanda kullanılmıştır. Burada sevginin mütealliki (ilgi konusu) gaib ve ma’dıım bir varlığı göstermektedir. Dolayısıyla her gaib göreli bir ma’dumdur.

Sevginin özelliklerinden, niteliklerinden biri de şudur: Sevginin görünüşte mükemmel olması için, âşık, eğer seçme gücüne malikse, sevgisinde iki karşıt görünümü birleştirmelidir. Tabiî sevgi ile ruhanî sevgi arasındaki fark budur. Varlıklar arasında sadece insan bu iki tür aşkı birleştirebilmektedir. Hayvanlar da sever, fakat bu iki karşıt sevgi­nin arasını insanlar gibi birleştiremezler. Yalnızca insan bu iki karşıt sevgiyi sevgisinde birleştirebilmektedir, çünkü insan Tanrı suretinde yaratılmıştır. Tanrı ise Kendini karşıt sıfatlarla nitelemiştir. Örneğin şu ayette ifade edildiği gibi: “O Evveldir ve Ahirdir; ve Zahirdir ve Bâtın­dır” (Kur’an, 57/3).

Karşıtlar arasındaki sevginin insanda bu şekilde birleştirilmesinin nedeni, sevginin insan için gerekli niteliklerden biri olmasıdır. Sevgili­siyle birleşme arzusu ve sevgilisinin sevdiği şeyleri sevmesi de sevene gerekli olan niteliklerdendir. Örneğin, eğer sevgilisi ayrılığı seviyorsa, o da ayrılığı sevecektir. Böylece sevginin gereğine ters davranacaktır, çün­kü sevgi kavuşmayı ister ayrılığı değil. Buna karşılık, eğer sevgili ka­vuşmayı severse, seven, sevginin gerektirmediği, garip bir şey yapabilir, çünkü seven, sevgilisinin sevdiğini sever. Bu durumda öyle davranmaz. Demek ki her durumda seven, sevdiğinin etkisinde kahr. Bu iki nokta arasını birleştirmenin gayesi, sevenin kavuşmayı istemesine karşılık sevgilisi ayrılığı sevdiği halde, sevgilisini sevmesidir yoksa salt ayrılık için değil. Bu konu bundan daha iyi bir biçimde açıklanamaz.

Bu durum, kazası ve kaderi ne olursa otsun durumuna razı olan bi­rinin durumuna benzer: Kazası “küfr” olunca, hakikatte kazasına razı olmayacağı halde, “razı” sıfatını o insana vermek doğrudur.

Aynı şekilde, Şeriat da böyledir; tıpkı bu sevgi meselesindeki gibi. Seven, sevgilisiyle kavuşmayı sever. Ayrılığın kendisini değil. Sevgilisi­nin ayrılığa duyduğu sevgiyi de sever, çünkü ayrılık da esasında sevgili­nin sevdiği bir şey değildir. Aynı şekilde, kaza da muhtevanın aynısı de­ğildir. Aslında kaza, muhtevanın bizzat kendisi değil de, Allah’ın o şahıs hakkında, o mukteza ile hükmetmesidir. Bu nedenle, Allah’ın verdiği hükme razı olur.

Hayvanın sevgisi böyle değildir, çünkü hayvandaki sevgi tabiî bir sevgidir, ruhani sevgi değildir. Hayvan özellikle sevdiği hayvanla kavuş­mayı ister, sevdiği hayvanın kendisine bir sevgi duyup duymadığını da bilmez. Hayvan bunun bilincinde değildir; bununla ilgili bir ilmi yok­tur hayvanın.

Bu nedenle, insana özgü sevgiyi iki kısma ayırdık: Tabiî sevgi: Bu sevgi hem insanlarda hem de hayvanlarda vardır. İkincisi ise: ruhanî sevgi. Bu sevgiyle insan, hayvanî sevgiden ayrılır.

Bunu böylece belirttikten sonra, bil ki sevginin üç türü vardır; İlâhi Sevgi; Ruhanî Sevgi ve Tabiî Sevgi. Bunlardan başka bir çeşidi yoktur.

ilâhı sevgi: Allah'ın bize duyduğu sevgidir. Ayrıca bizim Allah’a duy­duğumuz sevginin de İlâhî sevgi olduğu kabul edilir.

Ruhani sevgi: sevenin sevgilisini razı ve hoşnut etmeye çalıştığı sev­gidir. Sevgilisine karşıt olabilecek hiçbir şey kalmaz onda, ne garaz ne de irade. Dahası, seven, bütünüyle sevgilisinin iradesine bağlı kahr.

Tabiî sevgi ise; tamamen, bütün arzularını tatmin etme yolunu araşu- ranların sevgisidir. Onun bu çabası, sevgilisinin hoşuna gitsin ya da git­mesin, hiç önemli değildir. Bugün insanların çoğu bu sevgi üzerinedir.

O halde, demek oluyor ki, bundan sonraki bölümde İlâhî Sevgi üzerinde duracağız. Onu ruhanî sevgi izleyecek;-ondan sonra da üçün­cü olarak tabiî sevgi üzerinde duracağız.

Hakikati ancak, Allah söyler ve hidayete ancak, O erdirir.

 İLÂHİ SEVGİ

İlâhi sevgide Allah, bizi, hem bizim için hem Kendisi için sever.

Tanrının, Kendi için bize duyduğu sevgi şu kudsi hadiste ifade edilmektedir: “Ben bir gizli hâzineydim; bilinmek istedim ve muhlukcıtı ya­rattım. Sonra onlara Kendimi tanıttım; onlar da Beni tanıdılar”. Demek ki, Allah bizi, O’nu tanıyalım diye, Kendisi için yaratmıştır. Şu ayet bunu çok iyi belirtmektedir: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım." (Kuran, 51/56). Neticede, Allah bizi sadece Kendi için yaratmıştır.

Allah’ın bizim için bize duyduğu sevgiye gelince, bizim yaratılış ga­yemize ve tabiatımızın özüne uygun düşmeyen işlerden kurtuluşumu­zu sağlayacak ve bizi mutlu edecek amelleri bize tanıtmakla, bu sevgi, ifadesini bulmaktadır34.

Sübhan olan Tanrı yaratıkları Kendini teşbih etsinler diye yaratmış­tır. Yaratıklara, O’nu teşbih etmelerini, O’na hamd ve sena etmelerini ve O’na secde etmelerini söylemiştir. Ancak bu şekilde O’nu tanıyabiliyo­ruz. Bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Yedi gök, yeryüzü ve bunların içinde bulunanlar, O’nu teşbih ederler. O’nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, fakat siz onların teşbihlerini anlamazsınız...” (Kur’an, 17/44). Yani O nasıl­sa o hal üzere ve O’ndan olan şeyle, O’na hamd ve sena ile O’nu teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Aynı şeyin şu ayette de bildirildiğini görü­yoruz: “Göklerde ve yerde olan varlıkların, kanatlarını çırparak uçan kuşların Allah’ı teşbih ettiğini görmedin mi? Onların her biri kendi duasını ve teşbihini bilmektedir." (Kur’an, 24/41). Her varlık kendi duasına önem vermekte, onda kararlı ve devamlı olmaktadır.

Bu ayetle Allah, selat ve selam üzerine olsun Hz. Peygamberimize hi­tap etti. Onu evrensel (külli) teşbihe tanık yaptı, çünkü o bunu gör­müştür. Ona “Görmedin mi...?" dedi ve bize “Görmediniz mi?” demedi. Bunun nedeni şudur: Çünkü biz bu evrensel teşbihi görmedik, ona sa­dece inandık. Oysa Muhammed —selat ve selam üzerine olsun— onu apa­çık görmüştü.

Aynı şekilde, Allah, peygamberimizi her şeyin secde halinde oldu­ğuna tanık etti ve ona şöyle hitap etti: “Görmedin mi, göklerde ve yerde bulunan varlıklar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve insanların birçoğu Allah’a secde ediyorlar?" (Kur’an, 22/18). Dikkat edilirse, Allah hiçbir varlığı dışta tutmamış; göklerdeki ve yerdeki varlıkların hepsini zik­retmiştir, ulvî âlemi de süfli âlemi de zikretmiştir. Her varlığın sadece Allah’a secde ettiğine Peygamberi tanık etmiştir. Bunun için bu secde işine Allah’ın tanık yaptığı herkes ve bu secde işini gören herkes, bu hitabın muhatabı durumundadır. Bu fıtrî ve zatî bir teşbihtir ki yalnız­ca o tanıklara tecelli eder. İşte o zaman onlar Allah’ı severler. O’nu teşbih eder, O’na hamd ve senada bulunurlar, bunları hiçbir zorunlu­luk olmadan bilakis zati bir gereklilik olarak yaparlar. Bu zati bir iba­dettir ki Allah o kimseleri Kendisine ait istihkak hükmüyle o ibadetin içine yerleştirmiştir.

Keşf ehli hakkında da aynı şeyi söylemiştir, insanların çoğu, yani akıl sahibi her insan buna muhataptır: “Allah’ın yarattığı şeylere bakmı­yorlar mı? Gölgeleri sağdan ve soldan sürünerek, Allah’a secde etmektedir. On­lar Allah’a kullukta asla büyüklenmezler, daima O'na boyun eğerler." (Kur’an, 16/48). işte, göze görünebilen en güzel nimet budur. Sonra, gölgelerin bu şekilde sağa ve sola uzanmasının da O’nun Celali karşısında bir say­gı ve küçüklük işareti olarak Allah’a secde hali olduğunu gene Allah haber vermektedir bize. Bu nedenle “onlar asla büyüklenmezler ve daima O’na boyun eğerler" demiştir. Böylece, boyun eğerek Allah’a secde etsin­ler diye Allah onları akıllılıkla nitelendirmiştir. Bu ayetin devamındaki ayet ise bu ayetin bir tamamlayıcısı durumundadır. Şöyle ki: “Göklerde ve yerde bulunan bütün canlılar ve melekler Allah'a secde ederler." (Kur’an, 16/49). Canlılar, yani yeryüzünde yaşayan, yürüyen ve sürünen varlık­lar ve gök ehli, ayrıca ne gökte ne yerde olan melekler; sonra, bu ayet şöyle bitiyor: “Onlar asla büyüklenmezler." (Kur’an, 16/49). Yani Rabb’le- rine ibadet etmemezlik etmezler. Sonra, Allah onları şöyle nitelenmek­tedir: “Üstlerinden, Rablerinden korkarlar ve kendilerine emredileni yapar­lar." (Kur’an, 16/50). Allah, onlara, “korkma" vasfını yüklemektedir, böylelikle, onların kime secde ettiklerini bildiklerini, bize göstermek is­temektedir. Daha sonra Allah yine onları “Kendisine boyun eğmiş", ve “kendilerine emredileni yaparlar" şeklinde vasfeder. Sonra da “Allah’ın ken­dilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar" (Kur’an, 66/6) şeklinde anlatır. Bir başka ayette ise şöyle buyuruyor: “Rabb’inin yanında bulunanlar, melekler, gece ve gündüz O’nu teşbih ederler ve onlar bun­dan hiç usanmazlar." (Kur’an, 419/38), yani canlan hiç sıkılmaz.

Bütün bunlar gösteriyor ki, bütünüyle âlem, şühûd ve ibadet ma- kâmmdadır. Ancak düşünme yeteneği olan varlıkların durumu farklı­dır. Bu varlıklar konuşma yeteneği olan insanlar ve cinlerdir. Bunların ruh durumları bakımından özellikleri vardır, vücut durumları bakı­mından değil. Çünkü bunların şekilleri de, Allah’ı teşbih etme ve O’na secde etmede, kâinattaki öteki varlıkların şekilleri gibidir. Bedenin bütün azalan O'nun teşbihini dile getirir. Görmüyor musun, kendile­rine mûsahhar kılınmış nefisler üzerine Kıyamet gününde derileriyle, elleriyle, ayaklarıyla, dilleriyle, kulaklarıyla, gözleriyle ve öteki dünya azalarıyla şahitlik yapacaklardır35. “Ve hüküm, O yüce ve büyük Allah’ın­dır." (Kur’an, 40/12).

Demek ki, bütün bunlar Allah’ın, Kendisi için bize gösterdiği sevgi­nin hükmüdür. Öyleyse, kim O’na vefalı davranırsa, Allah, o kimseyi ödüllendirir; kim de vefasızlık ederse, onu cezalandırır. Öyleyse, Allah Kendini sever, Kendinin yüceltilmesini ve Kendine hamd ve sena edil­mesini ister.

Allah'ın bizim için, bize duyduğu sevgiye gelince, hiç kuşkusuz Al­lah onu bize, hem bu dünyadaki hem de öte dünyadaki iyiliğimiz için tanıtmıştır. Kendisini tanıyıp bilmemiz ve O’ndan habersiz kalmama­mız için, Kendisini tanıtacak delilleri bize göstermiştir. Ayrıca, O’nu ta­nıdıktan sonra ve içinde dolaştığımız, ve sahip olduğumuz her nimetin ancak O’nun bir nimeti olduğu ve ancak O’na mal edilebileceği husu­sunda elimizde deliller varken, ifratlara kaçmamıza rağmen O bize nzık vermekte ve bizi nimetlere boğmaktadır. Ayrıca, o nimetler içerisinde yaşayalım, daima huzur ve rahat içerisinde olalım diye, sırf bizim için yaratmıştır onları. Bu eksiksiz ihsânın ardından O’na şükretmedik, oy­saki akıl, nimet verene şükretmeyi gerektirir. Ayrıca biliyoruz ki Al­lah’tan başka ihsan edici yoktur.

Bize, bilmediklerimizi öğretmek ve bizi eğitmek amacıyla, Kendi katından bize bir peygamber göndermesi de O’nun ihsanındandır. Böy- lece Allah, Kendi hakkında bilmemiz gerekenleri bize öğretti. Kendi mutluluğumuza ulaştıracak yolu bize gösterdi. O yolu bize açıkça gös­terdi. İsyana sürükleyici işlerden bizi korudu, sakındırdı. Ahlâki düşüş­lerden ve kötülüklerden, alçaklıklardan kaçınmamızı sağladı.

Sonra, Hz. Peygamberin doğruluğunu gösteren delilleri de bize bil­dirdi. Çok açık deliller getirdi bize. Kalblerimize iman nurunu yerleş­tirdi ve onu bizlere sevdirdi. Onu kalblerimizde süsledi. Bize küfrü, fış­kı ve isyanı çirkin gösterdi. (Kur’an, 49/7). Biz de buna iman ettik ve bunu tasdik ettik.

Sonra, tevfikiyle bize iyilikte bulundu. Bizden Kendisini sevmemizi istedi, rızasını kazanmamızı istedi. Eğer bizi sevmeseydi, bütün bunla­rın hiçbiri olmazdı, bunu bize açıkça bildirdi. Ayrıca, rahmetinin gaza­bını geçtiğini bildirdi. Bedbaht olan şaki bedbahtlık yapsa bile, Allah’ın rahmetinin, inayetinin, ve mahlukatm akıbetlerinde müessir olan aslî muhabbetinin kapsamına gireceğini bize bildirdi. Aynı şekilde, sevginin (muhabbetin) en temel esas olduğunu, İlahî Kelâm’ının hak olduğunu, ayrıca rahmetinin evrensel olduğunu bize bildirdi.

Bu dünya evi, Alîm ve Aziz Allah'ın takdir ettiği ölçüde, tutarsız gerçeklerle ve perdelerle örülüdür. Allah öte dünyayı yaratmış ve bizi oraya doğru götürmektedir. Yalancı iddiaların, sahte davaların kabul edilmediği bir yurttur orası. Allah orada, bütün varlıklara Rabb oldu­ğunu kabul ettirmiştir. Daha bir avuç toprak halindeyken, Âdem’in böğründen gelen insanoğulları da O’nun Rabhğını kabul etmişler­dir36. Demek ki, bu dünya hayatı iki uç nokta arasında bir ara nokta­dır: Tevhid noktası ve O’nun Rabhğını tanıma noktası. İşte bu ara noktadadır ki, Tanrı’nın varlığı kabul edilmesine rağmen, “şirk” vaki oluyor, yani O’na ortak koşuluyor. İşte bu ara nokta böylece tutarsız oluyor.

Bu nedenle, “Allah’ın dışında kendilerine Rablar edinenler, “Biz onlara, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz” derler’’ (Kur’an, 39/3). Böyiece kendi şirklerinde, Allah-u Teâlâ’ya, güya azamet, büyük­lük nisbet etmektedirler. Kaldı ki, kendi toplumu içerisinde, “büyük­lük" (kibriya) ve “otorite” (ceberut') sıfatlarıyla arz-ı endam eden herke­sin “kalbini mühürlediğini” gene Allah haber vermektedir. Fakat Allah bu mührü, onların kalblerine, bir yardım işareti olarak koymadı, çünkü onlar, kesin olarak, kendi nefislerini bu mühürle alçalmış ve aşağılan­mış buldular. Dolayısıyla o yaratıkta büyüklük sıfatı görülse bile, Al­lah’a ait olan büyüklük asla bir yaratığın kalbine girmez, çünkü bu du­rum mazrufsuz bir zarfa benzer, yani içi olmayan dış gibidir, ki bu mümkün değildir.

Bütün bunlar, nihaî sonuç mutluluk olsun diye Allah’ın yaratıklara duyduğu rahmet ve muhabbetten kaynaklanmaktadır.

Bu ara nokta zayıflayınca ve kendisini çevreleyen iki taraf kuvvetle­nince, bu ara nokta sonunda iyice boşalır ve küçülür. Onu çevreleyen iki taraf ise dolar ve büyür. Öyle ki, Allah bu iki tarafı, ora sakinleri için nimetlerle doldurur. Ora sakinlerinin, mutluluğa ve nimete terte­miz olarak kavuşmaları için Allah, kendilerini, bu dünyada hak ettikle­ri azaptan temizleyip kurtardıktan sonra, onlar, o nimetlerden bol bol yararlanırlar.

Bir insanı öldürdüğü için öldürülen insanın durumunu görmüyor musun? Öldürüldüğü kişiye karşılık olarak kendisini öldüren ölümün zulmünden, kendisini nasıl temizliyor bu ölüm. Böyiece kılıç onun gü­nahına kefaret oluyor.

İşte, bu dünyada Allah’ın bildirdiği cezaların uygulanması mümin­ler için bir temizlenmedir, hatta bir pire ısırması ya da bir diken batma­sı bile bu kabildendir.

Burada şunu da belirtelim ki: Başka varlıklar topluluğu da vardır ki, temizlenmeleri için kendilerine, cehennemde, öte dünya cezaları uygu­lanır. Sonra cehennemden çıkmaları gerekmiyorsa dahi Tanrı’nın mu­habbetinin yardımıyla cehennemde kendilerine merhamet edilir37.

Görülüyor ki, Tanrı’mn kullarını sevmesinin ne başı var ne de so­nu, çünkü O, ne hâdis olmayı ne de âraz olmayı kabul eder. Fakat Tan- rı’nın kulları için duyduğu muhabbetin özü, sonu olmayan bir süreç, içinde, ilkiyle ve sonuyla, yaratılışlarındaki ilkenin (mebde’) özüdür. Bu nedenle, Tanrı’nın onlara duyduğu sevginin nisbeti, nerede olurlarsa olsunlar, ister yokluk-adem halinde ister varlık-vûcûd halinde olsunlar, kendileriyle birlikte olan O’nun varoluşunun (beynımet) nisbetidir; tıp­kı Allah'ın onların adem hallerinde de vücud hallerinde de onlarla bera­ber oluşu gibi. Çünkü onlar kendilerini sürekli seyreden ve sürekli se­ven Allah tarafından bilinirler. Daha önce Allah’ın sahip olmadığı yeni bir hüküm, yeni bir ilke kesinlikle O’na atfedilemez. O önceden ne ise her an odur. Allah yaratıklarını her an sevmektedir, tıpkı onları her an bildiği ve gördüğü gibi. Dolayısıyla “Ben bir gizli hâzineydim; bilinmek is­tedim..." sözüyle, bütün bunların kendi içinde nasıl bir şey olduğunu, Allah-u Teâlâ. Kendi Celdl’ine uygun düştüğü gibi anlatmaktadır bize, çünkü Allah akılla, ancak Fail ve Halik olarak kavranılabilir.

Allah tarafından bilinen her öz (’ayn) aslında bir nıa’dum’dur, yani gizilgüç halinde vardır. Allah onları var etmeyi sever ve ister. O zaman o öz için bir varlık (vücûd) yaratır, hatla o öz içinde bir varlık yaratır, yani o özü varlık giysisiyle giydirir. Böylece o öz var olur. Sonra bir baş­ka öz var olur. Sonra bir başka öz. Kesintisiz ve aralıksız bir süreç için­de, ta Hakk’m ilkliğine kanıt olan ilk varlıktan beri, bu böylece devam eder gider... Demek ki, önce tekillerde sonra cinslerde ve türlerde başka bir varoluş değil, aksine sürekli bir varoluş görülür. Bu dünyanın da bir gayesi ve bir sonu vardır ama, yaratılmışlar içinde insanın, nihayeti öte dünyaya çıkan özel bir gayesi ve varoluşu vardır. O halde, varlıklar öte- dünyada yeniden doğmuş olurlar ve onların öte dünyadaki varoluşları­nın bir sonu yoktur, çünkü mümkün varlıklar için bir son söz konusu değildir. Onların ebedîliği daimdir, yani sonlan yoktur, tıpkı Hakk’ın ezelî oluşu gibi. Hakk, sabittir, değişmezdir, zorunludur (vacib). O’nun varlığının Evveli, ilk ilkesi yoktur. Kullarına duyduğu muhabbetin de bir evveli yoktur. Sübhanallah! Ancak sevgilinin yanında aşkın zikre­dilmesi, aşkın kendisi değil de aşkın İlâhî anlatımı sırasında olur.

Kur’an Allah kelâmıdır. Mûtekellim daima Allah’tır, yani, konuşan hep Allah’tır. Bununla birlikte. O, sadece Kendini tanıtmak için konu­şur, şöyle ki: “Rablerinden kendilerine gelen yeni bir uyarı, bir zikir yok ki, onu eğlenerek dinlemesinler!” (Kur’an, 21/2). Bu zikir, bu uyan sadece biz­de yenidir, yoksa Allah’da yeni değildir, çünkü o zikir, Seyyidimiz, Ma­likimiz, Sahibimiz ve rızık vericimiz olan Tanrı’dan gelmektedir. “Rah­man 'dan onlara gelen yeni bir zikir yok ki kesinlikle ondan yüz çevirmesinler.” (Kur’an, 26/5). Rahman’dan gelen bu zikir sadece bizim açımızdan ye­nidir, yoksa Rahman açısından yeni değildir, çünkü rahmet, nimet ve ihsan hem başlangıçta hem de sondadır. El-Ityan'da belirtildiğine göre. Kendi hakkında gerekli bilgileri bize öğretmek için, bu ilahı zikir, Şaki isimlerden değil, tersine Rab ya da Rahman isimlerinden gelmektedir.

 İLÂHÎ SEVGÎ-EK

Bu, bizim Allah’ı sevme durumumuzdur, yani: Biz, Allah’ı seviyoruz. iz Bununla ilgili olarak Allah şöyle buyuruyor: "O onları sever, onlar da O'nu severler." (Kur’an, 5/54). Bununla birlikte, bize özgü olan sevgi ile O’na özgü olan sevgi aynı nitelikte değildir.

Bize özgü olan sevgi, hakikatimizin ona verdiği özellik bakımından ikiye ayrılır; Birine ruhanî sevgi, ötekine tabiî sevgi denir. Bizim Allah'a duyduğumuz sevgi bu iki sevgiyle birliktedir. Fakat bu, tasavvur edil­mesi, anlaşılması ve kavranılması çok zor olan bir konudur, çünkü her­kese, bu konuya müteallik işlerde aynı ilim verilmemiştir ve yine her­kes, bu konuda Allah’tan gelen haberlere inanma konusunda aynı de­ğildir. Bu nedenle Allah, Hz. Peygamberi — selât ve selam üzerine olsun— öyle bir ödülle ödüllendirmiştir ki bunun ifadesi şu ayettedir: “İşte sana da böyle Emrimizden gelen bir ruh vahyettik. Sen Kitap nedir, iman nedir bil- mezdin,fakat biz onu, vahyettiğimiz o kitabı, bir nur yaptık. Kullarımızdan di­lediğimizi onunla hidayete erdiriyoruz. Ve sen, hiç kuşkusuz, doğru yola götü­rürsün.” (Kur’an, 42/52). Demek ki biz de, Allah’ın hidayete erdirmek istediği kullardanız. Allah’a sonsuz hamd olsun!

Allah’a karşı duyduğumuz sevgi konusunda bu izahatı verdikten sonra, şimdi, şu dört çeşit sevgiyi ele almamız gerekiyor. Şöyle ki; Ya Allah’ı sadece O’nun için severiz; Ya Allah’ı kendimiz için severiz, Ya Allah’ı hem O’nun için hem kendimiz için severiz, Ya da Allah’ı severiz ama bu saydıklarımızın hiçbiri için değildir bu sevgi. Burada akla şöyle bir soru gelebilir: Allah’ı ne Kendisi için ne de kendimiz için seviyor değilsek, O’nu sevdiğimize göre, O’nu niçin severiz? Farklı bir incele­me konusu olan bu dördüncü tür sevgi, o halde, nasıl bir sevgidir? Bu ayrı bir bölümdür.

Sevginin bir başka türü daha vardır. Şöyle ki: Eğer biz Allah’ı sevi­yorsak, O’nu bizim tarafımızdan mı seviyoruz yoksa O’nun tarafından mı seviyoruz?

Veyahut da: O’nu hem bizim tarafımızdan hem de O’nun tarafından beraberce mi seviyoruz?

Ya da O’nu bu saydığımız sevgi çeşitlerinden hiçbiriyle değil de, başka bir çeşit sevgiyle mi seviyoruz?

Bütün bunlar açıklama, yorum ve şerh isteyen konulardır. İnşallah ilerde bu konularda söyleyeceklerimiz olacak. Bu ek bölümde ayrıca şu soruları da inceleyeceğiz: Allah’a duyduğumuz sevginin başlangıcı (mebde'i ve nıenşe’i) nedir? Bu sevginin kendi içinde bir gayesi var mıdır yok mudur? Eğer bir gayesi varsa, o gaye nedir?

Sevgiyle ilgilenen, zeki ve son derece güzel bir kadından başka hiç kimse bana böyle bir soru sormadı. Aynı şekilde, bu bölümde, inşal­lah, şu konuyu da ele alacağız: Sevgi,.sevenin nefsî/zatî biı sıfatı mıdır, yani kişisel bir niteliği midir, yoksa var olan zatı üzerinde zaid (fazla­dan) bir anlam mıdır? Ya da sevenle sevilen arasında varlığı ve gerçek­liği olmayan bir ilgi midir? İşte bütün bunları bu ek bölümde açıkla­maya çalışacağız.

Bil ki, aşk ortaklık kabul etmez, ancak sevenin zatı tek ve bölün­mez olursa durum başkadır. Eğer sevenin zatı birçok öğeden meydana gelirse, sevgisi, çeşitli yüzlere, çeşitli nedenlerden dolayı, bağlanabilir. Bu çeşitli işlerin ilgili olduğu varlık tek ve aynı varlıksa, ya da o çeşitli işler o varlığı ilgilendiren birçok işle ilgiliyse, o zaman aşk birçok kişiye bağlanabilir, dolayısıyla insanın birçok sevgilisi olabilir. Eğer sevenin, birden fazla kişiyi sevmesi mümkün olursa, daha fazlasını sevmesi de mümkündür. Müminlerin Emiri bu konuda şöyle demişti38:

“Üç güzel kızın eline geçti dizginim

Her biri girdi kalbime her yönden benim."

Burada “dizginim” sözcüğünde gizli bir sır vardır. Dizgin sözcüğü tekil kullanılmıştır, çoğul değil. O, üç sevgiliye ayrı ayrı birer dizgin de­ğil de hepsine bir tek dizgin vermiştir. Bu şunu kanıtlamaktadır: Seven birçok kişiyi sevmek durumunda olsa bile, kendisinde en fazla etkili olan tek bir manaya tutulacak ve bu üç güzele o manaya uygun biçim­de davranacaktır, yani o üç güzelin her birinde o mana vardır. Bunun kanıtı da yukandaki beytin ikinci dizesidir:

“Her biri girdi kalbime her yönden benim."

Eğer o üç kızın her birini severken diğer ikisinde olmayan bir mana için sevmiş olsaydı, her birine birer dizgin verirdi ve o dizgini diğer iki­sine vermezdi. Kalbine girerken, her birinin girdiği yer diğer ikisinin girdiği yerden başka bir yer olurdu. Dolayısıyla bu açıklama, bir kişinin bir kişiyi sevmesi durumudur. Fakat burada ise, bu biricik sevgili bir­çok âşığın sevgilisidir. O halde yukarıda ifade edildiği gibi, âşık birçok sevgiliyi sever.

İşte, bizim Allah’a duyduğumuz sevgi böyle bir sevgidir. Bizden ba­zıları Allah’ı Allah için severler. Bazıları da O’nu hem kendileri için hem O’nun için severler. Demek oluyor ki, bu sevgi en mükemmel sev­gidir, çünkü Allah’ı tanıması ve O’nu müşahede etmesi en mükemmel şekle ulaşmıştır. Gerçekten de bizden bazıları Allah’ı şühûd halinde ta­nımıştır: O’nu, yukarıdan beri sayılan nedenlerin hepsi için sevmiştir. Bazıları da var ki, Allah'ı şühûd halinde değil de “hober”le tanımıştır; Al­lah'ı Allah için sevmiştir. Bazıları da Allah’ı nimetleriyle tanımış ve O’nu kendi nefisleri için sevmişlerdir. Bazıları da Allah’ı bütün bu ne­denlerin hepsi için sevmişlerdir. Bütün bunlar şu demektir: Şühûd an­cak suretlerde olur. Suret ise birçok şeyin birleşiminden doğar. Demek ki âşık da bileşik bir surelin sahibidir. Dolayısıyla âşık sevgilisine dair, herhangi bir tarzda, bir şey işitse, bu tarzda ona dair aldığı haberle onu sever. Tıpkı Hz. Peygamberin şu hadisinde ifade edildiği gibi: “Benim yüzümden bir dostu mu sevdin yoksa bir düşmandan mı uzaklaştın?" Demek ki, eşyayı O’nun sebebiyle sevmek ve eşyadan O’nun sebebiyle yüz çe­virmek, her şeyden öte Allah’a duyduğumuz sevginin anlamını ve özü­nü oluşturmaktadır. O zaman O’nun bizden istediği her şeyi gönül hoş­luğuyla ve seve seve yerine getiririz. Suretimden O’nu müşahede etme­yen kimse tebea hükmünde olur, tıpkı uzuvlarımızın ve hayvani yönle­rimizin nefs-i natıka'mn hükmü altında oluşu gibi ve de ona karşı ola­mayışları gibi, çünkü onlar nefs-i natıka'nın aletleri gibidir. Allah’ın rıza­sını kazanma ya da kazanmama konusunda onları istediği gibi tasarruf eder, kullanır. İnsanın uzuvlarından her biri kendine bakmayı bırakır­sa, ancak o zaman Allah’ın razı olduğu şeylerde kendini tasarruf edebi­lir, çünkü o bunun içindir. Ayrıca, cinler ve insanların (sekalân) dışın­da, varoluş içindeki her şey aynı konumdadır. Bu konuyla ilgili olarak, Allah şöyle buyurmaktadır: “O’nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların teşbihini anlayamazsınız" (Kur’an, 17/44).

Allah, bu teşbih olgusuyla, Allah’a sena edilmesini istiyor, yoksa ce­za için değil, çünkü teşbih O’nun Zatına ibadet etmektir. İbadetle bir­likte, ceza vermeyi istemek bir arada düşünülemez.

İşte Allah’a, Allah için duyduğumuz sevgiden doğan sonuçlar bun­lardır. Sûbhanallah! Ancak, bazı nejs-i natıha’lar, Allah’ı tanımak için do­nandıkları düşünce yetenekleri Allah’ın ilmini almaya kendilerini elve­rişli kılmadığı için, bu temel tutuma aykırı davranırlar.

Bu nedenle, Kur’an’da anlatıldığı şekilde Allah, Âdem'in zürriyetin- den gelen varlıkları kabzeımiş ve onlara kendi nefisleri üzerine zorla şahitlik yaptırmıştı. Bunun sonucunda, o varlıklar Allah’a isteyerek de­ğil fakat kerhen secde etmek zorunda kaldılar, çünkü Allah o varlıkları bahsetmişti. Sonra Allah o varlıkları bu özel durumdan, yani kabz halin­den çıkardı, onları serbest bıraktı, fakat aslında onlar bilmedikleri bir tarzda gene kabz halindeydiler. Onlar kendilerinin kabz halinden kur­tulmuş olduklarını zannettiler39.

O varlıklar bu karanlık bedene kendilerini bağımlı hissedince, ar­zularının kendilerini yönelttiği şeylere koştular ve ancak kendi tabiatla­rına uygun olanı sevdiler. Kendilerini yaratan Allah’ın Rabhğı üzerine yaptıkları şahitlikten gafil oldular. Bu konuyu yukarıda da ele almıştık.

İşte bu şekilde, onun düşünme yeteneği ve ayrıca kullandığı bütün öteki yetenekleri ona şöyle dedi: “Sen beni kullanıyorsun fakat benden gafil oluyorsun ve beni terkediyorsun, sanki ben senin kullandığın alet­lerden biriyim. Beni hiç hesaba katmıyorsun. Peki öyleyse kullan beni!"

Bunun üzerine “Peki” dedi nefis onlara, “ama beni muaheze etme, çünkü ben senin değerini bilemedim. Senin ne üzere olduğunu tam olarak bilmek için, Hakikatinin gerçekleştirdiği konularda istediğin gi­bi tasarruf etmene izin veriyorum. Böylece ben de o konularda seni ta­sarruf ederim.”

Düşünce yeteneği -akıl; "Tamam kabul ediyorum!” dedi. Sonra yü­zünü nefse çevirdi, onu kendi efendisi kabul ederek ona şöyle dedi: “Sen kendi zatından ve kendi varlığından gafil olmuşsun. Sen kendi za­tın için bu şekilde mevcut değil miydin? Yoksa yok musun? Ya da hiç var olmadın mı?”

Nefis, akla şu cevabı verdi: “Ben önce yoktum, sonra var oldum!”. Bunun üzerine akıl yeniden şöyle dedi: “Seni var eden senin kendi var­lığın mı yoksa senden başka bir varlık mı? İyice bir düşün bakalım ve bu hakikati yakalamaya çalış. Bu konuda beni kullan, çünkü ben bu iş için yaratıldım.” Bunun üzerine nefis düşünmeye başladı ve bu delilin, kendine verdiği temel kuralı öğrendi. Söyle ki: Kendiliğinden var olma­mıştı, onu bir başkası var etmişti. Kendisinin tabiî acılara bağımlı oldu­ğunu görünce bir Varedicinin gerekliliği ona zorunlu gözüktü. Bu acıla­rın giderilmesi için alışılagelen sebeplere sarılmak gerektiğini anladı. Böylece kendi varlığı içinde, kendini var eden sebebe bütünüyle bağlı kalması gerektiğini idrak etti.

Kendisinin hâdis olduğunu, yani sonradan yaratıldığını ve kendisini var eden bir Sebebin olduğunu tesbit edince nefis, düşünmeye başladı. Bu Sebebin kendisine benzemesi gerekmediğini ve kendisi gibi muhtaç olmadığını, tam aksine, kendisini saran acılara O’nun ortak bir yanının olmasının O’na uygun düşmeyeceğini bildi. Bu sebeblerin, yokken son­radan olduğunu, değişmeye ve bozulmaya tabi olduğunu müşahede et­ti. Bütün bunları kavradıktan sonra, kendisini yaratan, ve kendisi gibi sonradan olmuş (dnzî) bütün varlıkları, ve elemlerini yok edecek bü­tün sebebleri yaratan bir Varedicinin olduğunu anladı. Eğer bu Varedici olmasaydı, hastalıkların ve illetlerin çaresinin bulunamayacağı bilinci­ne vardı. Elemleri ortadan kaldıracak sebepleri yaratması hiç kuşkusuz O’nun rahmetindedir.

Sonunda nefis, o sebepleri sevecek ve onlara doğru tabiî bir cazi­beyle yönelecek noktaya ulaştı. Bu durumda, kendisini bu denli etkile­yen sevgi ilgisini, o sebepleri yaratan Yaratıcı üzerine aktardı: Kendi kendine “O’nu sevmem benim için daha iyidir, fakat O’na uygun davra­nışlarda bulunup O’nu razı edecek şeyler nelerdir bilmiyorum” dedi. Sonunda O’na karşı duyması gereken sevgiyi doğurdu. Kendini varlık nimetiyle nimetlendirdiği, ve kendisiyle ilgili eşyayı var ettiği için O’nu sevdi. Fakat bu noktada kaldı. Allah, Âdem’in zürriyetini kabzasına al- dıgı sırada, daha önce O’nun Rabhğını ikrar ve tasdik etmişken, bir an­da O’nu unutuverdi.

İşte tam bu sırada, dışarıdan, kendi cinsinden bir davetçi gelerek, ona, kendisinin onu yaratan katından gelen bir elçi olduğunu ileri sü­rünce, o da ona şöyle dedi: “Sen de benim gibisin ve doğru sözlü olma­mandan korkuyorum. Peki senin yanında seni tasdik eden, doğruyala- yan bir şey var mı? Çünkü bende, bir düşünme yeteneği var ki onunla beni Varedeni tanımayı başarabildim.”

O elçi ona öyle deliller getirdi ki hepsi de onun söylediğini doğru­lamaktaydı. Bunun üzerine nefis, bunlar hakkında düşünmeye başladı, onların doğru olduğuna kani oldu ve onlara inandı. Kendisini var eden Varlığın, başlangıçta kendisini kabzasına alan ve Rablığı konusunda kendisine tanıklık yaptıran, kendisinin de buna tanıklık yaptığı, Varhk olduğunu anladı.

O zaman şöyle dedi: “Bütün bunlar hakkında hiç haberim yoktu, fakat şu andan itibaren, bu ikrarın gereğine uymaya kendimi zorunlu hissediyorum. Hiç kuşkusuz sen, getirdiğin bu haberde sadıksın, doğru söylüyorsun, fakat Rabb’imi hangi fiilimle nasıl razı edeceğimi bilmiyo­rum. Eğer bana, uyulması gereken ilkeleri söylersen ve eğer bana kural­ları öğretirsen, onlara uyacağım, Allah’ın bize verdiği nimetlere şükret­me konusunda vefalı davranacağım, göreceksin.”

Bunun üzerine elçi ona Allah’ın gönderdiği temel kuralları gösterdi. O da istek ve arzularına ters gelse de, onlara şükretmeye başladı, fakat bu şükrünü ne korkuyla ne de umutla yaptı. Çünkü elçi, ona ta başlan­gıçta bildirilen şeyleri tekrar bildirdiği, ve Varediciyi razı etmek için on­lara kesinlikle uyulması gerektiğini belirttiği zaman, ona bu konulara uyarsa kendi lehine olacağını, uymazsa kendi aleyhine olacağını ve ce­zaya çarptırılacağını daha söylemedi. Zeki nefis bu konularda, Varedici­yi razı etmek için bütün çabasını gösterdi. Daha önce kendisine söylen­diği gibi, “La ilahe illallah" demeye başladı.

İşte, bütün bunları nefse öğrettikten sonradır ki elçi, onlara uyma­nın büyük bir ödüle ve eksiksiz nimetlere layık olduğunu anlattı ve ay­nı zamanda, onlara ters davranmanın da büyük bir cezaya neden olaca­ğını haber verdi. Nefsin O’na ibadetine sevgi ve rıza da eklenince, iba­deti sevaba erişmesini ve cezadan kurtulmasını sağlayan özel bir ibadet oldu. Dolayısıyla o andan itibaren kendini iki tip ibadet içinde buldu: Birincisi, Allah’a doğrudan doğruya yaptığı ibadet; İkincisi, umut ve korku ile yaptığı ibadet. Böylece, kuşkusuz tabiî ve ruhanî durumunun gerektirdiği ölçüde, Allah’ı, hem Allah için hem de kendisi için sever oldu. Tabiî durumundan ötürü, umut ve korkuya bağlandı. Ruhanî du­rumundan ötürü de, sadece Allah’a (O’nun dışında, mahlûkattan birini seviniş olsaydı bile) sevgi ve muhabbet duyarak ibadet etmeye başladı. Demek ki ruhanî yönüyle nefis Allah’ı yalnızca Allah için sevmekleydi; tabiî yönüyle ise amacına ulaşmak için sevmekteydi. Hakk Teâlâ onu bu durumda gördü ve nefsin hakikatinde bölünme olduğunu, yani ken­dinde iki ayrı sevgiyi birleştirdiğini bildi. Bu kez kendini kıskanç ola­rak vasfetti. Bu nedenle, ortaklık istemedi ve nefsin sadece Kendisini sevmesini, O’ndan başkasını sevmemesini istedi.

Sonra, Hak Teâlâ ona tabi’ah suretinde tecelli etti ve ona, kendi nef­sinde inkâr edemeyeceği bir alâmet verdi: Bu da “zarurî ilim” denilen şeydir. Böylece o surette tecelli edenin O olduğunu bildi; ruhen ve be­denen, tab’an O’na yöneldi.

Hakk Teâlâ, nefse gücünü kabul ettirince —tabiatı gereği sebeblerin nefis üzerinde etkili olacağını biliyordu zaten— nefse bir diğer alâmet daha verdi. O alâmet sayesinde nefis Hakk’ı tanıdı. Hakk Teâlâ da bü­tün o sebebler içinde o alâmetle nefisde tecelli etti. Böylece nefis O’nıı tanıdı ve kendi için değil fakat Tanrı için o sebebleri sevdi. Böylece o sebeblerin hepsiyle, kendisi için değil fakat Tanrı için; başka bir şey için değil sadece O’nun için bir halden başka bir hale geçti. Her şeyde O’nu gördü ve kendini O’na göre değerlendirdi ve sevindi. Kendisine verilen bu hakikatle, öteki nefislerden üstün olduğunu gördü.

Gene bu alâmetle Tanrı, nefsin bizzat tabiî ve ruhanî zatında, nefis için tecelli etli. O zaman nefis gördü ki, kendinden değil, ancak O’nun- la görüyordu; kendiliğinden değil ancak O’nunla seviyordu. Dolayısıyla O’nu seven gene O idi. O’nu seven o değildi, işte bu gözle, yani kendi gözüyle nefis her varlıkta O’nu gördü. Dolayısıyla O'nda başkasını sev­mediğini bildi. Seven de Sevilen de, isteyen de istenilen de O idi.

Bütün bunlarla, nefis için açıkseçik belli oldu ki O’na olan sevgisi hem O’nun içindi hem de aynı zamanda kendisi içindi. Bu son mertebe­de, nefis, sadece O’na duyduğu sevgiden dolayı O’nu müşahede etti. Bu müşahede O’nun sayesinde oldu, nefis sayesinde, ya da iki sevginin topla­mı sayesinde değil... Bu açıklamalara yapılacak ilaveler, yok değerindedir.

Bu noktaya ulaşan nefis, bu sevginin gücünü ve gayesini tanımak istedi. Şu İlâhî söz üzerinde durdu: “Ben bir gizli hâzineydim, bilinmiyor­dum; bilinmek istedim...” Nefis, Tann’yı, Tanrı kendisine tabiî bir surette tecelli edince tanıdı. Böylece bildi ki, Zâhir ve Bâtın isimleri tamamen Allah’a uygun düşüyordu, çünkü Allah ona bu isimlerle tecelli etmiş­ti. Gene bildi ki, sevgi —ki bu sevgiyle Tanrı bilinmek istedi— Bâtın ismi içinde O’nunla alâkalıydı. Gene bildi ki, seven, kendi tabiatı ge­reği, bir surete bürünerek teneffüs etmek, nefes alıp vermek istedi, çünkü ancak bu teneffüs içinde arzu edilen lezzeti ve tadı buldu. Bu nefes, sevginin (muhabbetin) aslından çıktı ve yaratıkların içine girdi, çünkü Tanrı, yaratıklar Kendini tanısınlar diye kendini onlara tanıt­mak istiyordu.

İşte o zaman Hak diye isimlendirilen ama’40 meydana geldi. Yara­tıkların hepsi işte o ama’dan meydana gelmiştir. Dolayısıyla bu ama’ âlemin cevheri olmuştur. Âlemdeki suretleri, ruhları ve tabiatları, is­tisnasız hepsini, o ama’ içermekteydi, işte Tann’nın bize olan sevgisi böyle başladı.

Bizim O'na duyduğumuz sevginin başlangıcı ise, işitmeyledir, gör­meyle değil. Yani biz o ama’ cevherindeyken Tann’nın bize söylediği "Kün!” yani “OU” sözünü işitmemizdir söz konusu olan. Demek ki, o ama’ İlâhî nefesten olmuştur. Şekiller, suretler, ayrıca âlem, llahî Kelam hepsi “Kün”den olmuştur. Bizler Tann’nın tükenmez kelimeleriyiz. Al- lah-u Teâlâ şöyle diyor: "Ey kitap ehli, dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Al­lah’ın bir elçisi, Onun Meryem’e attığı bir kelimesi ve O’ndan bir ruhtur...” (Kuran, 4/171). O kelime İsa’dır ve İsa da O’ndan bir ruhtur; o da nefes­tir. Bu hakikat canlılarda böyledir. Eğer Allah onları öldürmek isterse, onlardan nefeslerini ahr. Demek ki canlıların hayatları nefesle sürmekte­dir. Nefesleri alınınca hayatları da sona ermektedir. Nefes bölümünde 41 âlemde ondan meydana gelen yaratılış şekillerini ele alacağız.

Bizler o ama’ cevherinin içindeyken, fakat henüz varoluş haline geçmemişken, Tann’nın o kelâmını, “Kün!” sözünü işittik. Dolayısıyla biz o cevher içinde suretler halindeydik. Onun içinde zuhûr edişimizle o arna’a da vücut verdik. Böylece o ama’ için vûcûdu'l-ma’kuh’den sonra vücıîdu’l-aynî de gerçekleşti. Bu da bizim Tanrı’ya duyduğumuz sevginin başlangıç sebebi oldu.

işte bunun için, şarkılar dinlediğimiz zaman, açıktan veya gizlice, ilahi suretten sadır olan “Kûn.'” kelimesi nedeniyle heyecanlanırız, duy­gulanırız, yüreğimize su serpilir. "Kün" kelimesinin açık şekli, iki harf­ten ibarettir: Kâf ve Nun. Aynı şekilde açıkça görünen bu âlemin de (el- âlemü'ş-şehâde) zahir ve bâtın olarak iki yönü vardır. Zahir yönü Nun harfiyle, bâtın yönü ise Kâf harfiyle simgelenmiştir. Bu nedenle Kâf har­finin ağızdaki mahreci gayb âlemine bir giriş niteliğini taşır; bu harfin mahreci insanın gayb âlemine girmesini sağlar, çünkü Kâf harfi, dil ile gırtlak arasından çıkan harflerin sonuncusudur. Nun harfi ise, dil üze­rinden çıkan harflerdendir. Bu Kün kelimesinin gayb yönü, Kâf ve Nun harflerinin ortasındaki Vav’la simgelenmiştir. Vav dudak harflerinden- dir ve zuhûrun bir simgesidir. Aynı zamanda Vav bir illet harfidir, sahih harf değildir. İşte bunun için, oluş (tekvin) simgesel olarak ondan gel­miştir, çünkü o illet harfidir; illiyet (nedensellik) harfidir. Gene çünkü, Vav harfi dudak harflerindendir. Dudağın ileriye doğru uzatılmasıyla, varlığın ya da kozmosun zahir yönüne doğru nefesin çıkmasını sağlar.

Bu nedenle, vücutta canlılık ilkesinin zuhûru, açığa çıkışı ruh gere- ğincedir. Fiiller, hareketler ve bütün davranışlar, vücûda hayatiyet ve­ren ruh sebebiyle meydana gelir. Ruh vücutta gayb halindedir, tıpkı Kâf ve Nun arasındaki Vav harfinin gayb oluşu, görünmeyişi gibi; çünkü aradaki Vav harfi hazfolmuştur ve sükûn halindedir. Aynı şekilde Nun harfi de sükun halindedir. Vav harfi simgesel olarak perde arkasında ça­lışır; onun varlığı gaybdır, fakat hükmü ve etkisi açıktadır.

Bizim Allah’a olan sevgimizin gayesi, sevgimizin ne olduğunun ha­kikatini bilmemizi gerektirir. Sevgi, sevenin zatî (ne/sî) bir özelliği mi­dir, yoksa o sevendeki manevi bir sıfat mıdır?. Ya da sevenle sevilen arasında basit bir ilgi midir? Seveni, Sevgiyle kavuşmaya çeken bir alâ­ka mıdır?

Biz, sevginin, seven için zatî (nefsî) bir sıfat olduğunu söylüyoruz. Bu sıfat zamanla yok olup gider diye bize itiraz edilecek olursa, deriz ki sevginin yok olması ancak sevenin varlığının yok olmasıyla mümkün olur. Öyleyse, seven yok olmadıkça sevgi de yok olmayacaktır. Aksine düşünülebilecek tek şey, muayyen bir sevgiliye bağlanmada ortaya çı­kar. Bu özel bağlanmanın zamanla kaybolması mümkündür. Bu bakım­dan seveni, muayyen bir sevgiliye bağlayan ilgi kaybolabilir. Fakat bu kez başka bir sevgiliye bağlanır, çünkü böyle bir sevgi pek çok sevgiliye bağlanabilmeyi mümkün kılmaktadır. Seveni, muayyen bir sevgiliye bağlayan ilgi kesilebilir, fakat sevgi sevenin nefsinde sonsuza dek sürer gider, çünkü sevgi sevenin özüdür. Bu yüzden yok olması muhaldir. Demek oluyor ki, sevgi, sevenin bizzat kendisidir, bizzat özüdür. Sevgi sevende, kendisinden çekilip alınabilecek zahiri bir sıfat değildir. Dola­yısıyla ancak hükmü, yani etkisi çekilip alınabilir. Öyleyse sevgi, seven­le sevilen arasındaki özel bir alâkadır; seveni sevilene bağlayan bir nis- bettir. Sevgi sevenin varoluşudur, başka bir şey değil.

Buna göre, ister fani olsun ister olmasın, dilediğini sevgiyle nitele! Sevgi kesinlikle sevenin varoluşundan başka bir şey değildir. Varoluş içinde sadece seven ve bir de sevilen vardır. Sevgilinin durumu ma’dûnı olmaktır, fakat bu rna’dûnıun ınevcüd olması gereklidir; ya da mevcüd bir varlıkta vukû bulması gerekir, ma'dum bir varlıkta değil. Bu iş kesinlikle böyledir, böyle olması gerekir.

Sevendeki ilgi, sevgilinin var olmasını, vücud bulmasını ya da vuku bulmasını kabul eder; sevgili somut varlık olarak nitelendirilemediği zamanlarda varlığını değil de vukuunu kabul eder. Bu durumda vuku’ olarak nitelendirilir. Buna şöyle bir örnek verelim. İnsan, var olan bir şeyin yokluğunu arzulayabilir, örneğin elem, çünkü elemin varlığı ken­disine zarar vermektedir; çünkü elem insana acı veren bir'şey olarak vardır. Dolayısıyla insan onun yokluğunu istet. O zaman sevgilisinin konusu, henüz vaki olmamış bir yokluk olacaktır. Eğer bu elem kaybo­lacak olursa, elemin yok olması, var olduktan sonra adem haline geçi­şiyle yok olması demektir, işte bu nedenle, seçtiğimiz bu örnekte vûcftd olarak değil de vuku’ olarak dedik.

Sonuç olarak, sevgili daima nıa’dünıdur. Mevcüd olan birine duyulan sevgi, ancak, ilgi bakımından, bütün olarak ve bir anda gerçekleşebilir, çünkü ancak bir mevcûd’a ilgi duyulur. Ma’düın olan sevgilinin var oluşu (vücût) ise o mevcüdda zuhur eder. Nitekim biz bu konuyu daha önce açıkladık. Bu ek bölümse ise, sana sevginin mahiyetini, başlangıcım, gayesini, sevenin ne ile ve nasıl sevdiğini, sevenin sevgilisine ya da ken­di nefsine duyduğu sevgiyi açıklamış bulunuyoruz. Böylece bu konuyla ilgili her şey açıklanmış oldu.

Allah izin verirse, sözümüze bir sonraki bölümde devam edeceğiz. İlâhi sevgi konusunda, elden geldiğince ve vaktimiz elverdiğince bol açıklamalarda bulunduk. Böylece yüz on ikinci cüz burada bilmiş oldu...

RUHÂNÎ SEVGİ

Ruhani sevgi, sevgilisini hem onun için hem kendi nefsi için sevme durumunu, sevende bir araya getiren aşktır. Oysa tabiî sevgide, âşık, sevgilisini sadece kendi nefsi için sever.

Bil ki, ruhani sevgide âşık akıl ve ilmi bileştirdiği zaman, aklı saye­sinde bilge (hekim) kişi olur; bilgeliği sayesinde de alim biri olur. O za­man bütün işleri bilgelik (hikmet) düzenine göre düzenler ve işlerin ye­rini değiştirmeye kalkmaz. Dolayısıyla, sevdiği zaman, sevginin ne de­mek olduğunu, sevenin ne anlama geldiğini, sevgilinin hakikatinin ne olduğunu ve sevgiliden ne istediğini, ne beklediğini bilir. Sevdiği kim­senin sevdiği şeyleri sevmesi için O Sevgilinin (mahbûb) bir iradesi ve ihtiyarı var mı? Yoksa bir iradesi yok da, ne severse yalnız kendi zatı için mi sevmektedir, bunu bilir. Ayrıca sevgilisinin varlığını (vücûdunu), yalnız ve yalnız o mevcûd’un özünde var olmasını isteyen mevcûd’u da bilir. Buna göre; sevgili, o mevcûd’un özünde değil de sırf o mevcûdda ol­sa bile, o mevcûd için sevgilidir (mahbûh’dur) diyebiliriz...

Eğer o sevgili, kendi iradesini kullanabilen biriyse, sevenin, onu kendi nefsi için değil de onun için sevmesi mümkündür. Eğer kendi iradesini kullanabilen biriyse, sevenin, onu kendi nefsi için değil de onun için sevmesi mümkündür. Eğer kendi iradesini kullanamayan biriyse, o zaman seven, sevgilisini sadece kendi nefsi için sever, yani sevenin nefsi için demek istiyorum, sevgili için değil, çünkü sevgili sevgisinde herhangi birşeyle nitelenmiş ya da seven hakkında her­hangi bir maksat taşıyor değildir. Böyle olmakla birlikte, bu sevgili­nin, kimi zaman seven gibi bir irade sahibi olması da mümkündür; öyle ki, seven de bizzat sevgilinin sevdiği şeyi sevdiğini kolayca far- keder. Böylece sevgiliyi, sevgili için sever, fakat aşkının doğurduğu yan bir etkiyle.

Hiç kuşkusuz âşık sevgilinin varlığını istedikten sonra, onunla biz­zat kavuşmayı (vuslat) ister. Şu bir gerçektir ki, sevgilinin var oluşu, onunla kavuşmayla özdeştir, başka türlüsü zaten olamaz.

Bizim bu konudaki şiirimiz şudur;

“Varoluş zamanı, kavuşma zamanıdır;

Sevme zamanıdır, yiyiniz, içiniz."

Bu beyit bizin bir kasidemizden, bir şiirimizden alınmıştır. Müşahe­de halindeyken, hakikatin bize tecelli ettiği bir anda söylediğimiz şiir­lerdendir;

Aşk içindeyken Zeyneb’e şaştım kaldım

Onun dışında bize bir yol gözükmedi

Beni baştan ayağa yakıp yandıranın nuru Tecelli edince, karanlıklar birden dağıldı Büyük bir sevgiyle ona adadım kendimi Fakat aşk bu ya, müthiş sarsıyor insanı Aşltm etkisi ve arzunun cezbesi arasında Kim bulabilir bir dinlenme anı.

Sevgi ortaya çıktığı zaman, tatlı teneffüs edişler ve derin derin iç çekmeler olur. Öyle ki nefes, sevenin nefsinde, sevgilisinin suretini ta­savvur ettiği tarzda çıkar. Hatta, hariçte mûşahade edebileceği bir suret­le onu izhar eder. Böylece âşığın maksudu hasıl olur ve mutluluğa eri­şir. Tıpkı ‘“ama”' konusunda ifade etliğimiz gibi, bu da zaman kavramı dışında olur. Bu konuyu böylece anlatmış olduk. Şimdi bu konunun özünü belirten bir şiir sunuyoruz:

Allah’ın bana verdiği rahmete şaştım kaldım

Umarım siz de şaşar kalırsınız

Sevme zamanı varolma zamanıdır

Kavuşma zamanıdır, yiyiniz içini?

Peki o büyük aşk nerde, o unutulmaz dert?

O büyük tutku? Kafanız karışmadı mı, aklınız nerde?

Giysisi tertemiz sevgili öylesine örtülü ki Hiç kimseye, hiçbir şeye benzetilanez ki o.

Daha önce de söylediğimiz gibi, sevgilinin ma’dünı olması gerekir. Dolayısıyla sevgili adem halinde, daha varoluşun başlangıcında kendi giysisi içinde tertemizdir, çünkü ilk zuhuru ve varoluşu anında kendisi­ni kirletecek ve değerini düşürecek giysileri giymemiştir 42.

Temizliğin ash ise şu hadisde ifade edilmektedir: “Her doğan çocuk “fıtrat" üzere doğar.” İşte burada söz konusu olan temizliktir. Şiirimizde örtülü (mahcûb) ifadesine gelince, o, O’nun adem’idir, biz bunu Varlığın şuhûdundan söyledik.

“O hiç kimseye, hiç bir şeye benzetilemez ki” derken de, aynı şey söz konusudur, çünkü nıa'dum olan bir şeye benzetelimez, nisbet edile­mez, fakat seven kendi nefsi için ister. Bu konuyu da, böylece açıklamış .olduk. Şiirin devamı şöyle bitiyor:

“Tanrı’ya şükretmek farz oldu bana,

Çünkü o sevgili bakire, bense dulum”

Burada şöyle bir açıklama yapabiliriz: Çünkü sevgili adem duru­mundan vücûd durumuna geçmiştir. Adem durumu da simgesel olarak bir bekâret halidir. Oysa, ben bundan önce, yani doğmadan önce ilahi sevgiliyi sevmiştim, öyleyse ben dulum, bekâr değilim, çünkü varlık giysisini giyindim, dolayısıyla ilk bekâretimi artık korumuyorum.

Bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, aslında ma’dum olan sevgili, iradesini kullanmayan bir şahısda gerçekleşecek olursa, sevenin, sevgi­lisini, sevgilisi için istediği söylenemez, dolayısıyla tıpkı tabiî sevgide olduğu gibi, onu kendi nefsi için zorunlu olarak sever. Buna karşılık, eğer sevgili, iradesini seven üzerinde serbestçe kullanan bir varlıkta — örneğin Yüce Tanrı veya bir kadın ya da bir çocuk gibi ya da başka bir şey— gerçekleştirecek olursa, seven, zikrettiğimiz bu sevgililerle etkile­nir. İşte o zaman o varlığın sevdiği şeyi sevenin de sevmesi doğru olur, çünkü aşkı sadece onda berraklaşır. Fakat eğer o varlık, o sevenin sev­diğini istemeyecek olursa. O zaman seven ilk durumunda, yani sevgili­ye duyduğu adem halindeki sevgisinde kahr, çünkü yukarıda söylediği­miz gibi, sevgilisi, kendisi üzerinde iradesini kullanamamaktadır.

Bu son düşünce, sevgilisinin, yani o mevcudun, sevdiği şeyi seve­nin de sevmesini gerektirmez, çünkü o sevgili, sevenin sevdiği şeyi sev­memektedir. Bu nedenle, o mevcûd. o sevgili, gerçek sevgili değildir. O, ancak o sevgilinin varolma yeridir. Gerçekten de o varlıkta sevgilisini bulması, sevenin gücü dahilinde değildir, ancak kendiliğinden olursa o başka. Ama eğer sevgili, varlığı bir mevcüdda bulunan cinsten değilse, kuşkusuz seven için sevgilinin varolması mümkün olmayacaktır, ancak Hakk’ın yardımıyla olur. Kuşkusuz Allah, İsa aleyhisselâm’a ve kulla­rından dilediği daha başkalarına bu işi lütfettiği gibi, ona da lütfedebi­lir. Eğer Allah böyle bir lütufta bulunursa, sevgi, sevgiliye bir varlık ha­li vermeye seveni mecbur eder.

Bu kadar gerçekçi bir tarzda anlattığımız bu konunun tahlilini ve yo­rumunu bu kitabın dışında başka hiçbir yerde bulamazsın, çünkü açıkla­dığım bu konuyu gerçekleştiren bir kimseyi görmedim. Bununla birlikte bir sürü seven var; hatta yaratılmış bütün varlıklar seven durumundadır, fakat sevgilerinin kime olduğunu bilmezler; sevgilerini hamlettikleri, o varlıkla perdelenirler. Sonuçta sevdikleri varlığın o varlık olduğunu ha­yal ederler, oysa ki hakikatte sevginin ikinci dereceden bir sonucudur o. Gerçekte ise, hiç kimse sevgilisini, sevgilisi için seviyor değildir, aksine kendi nefsi için sevmektedir. Kuşkusuz işin aslı böyledir.

Şüphesiz nıa’dtını bir varhk irade sahibi olarak nitelendirilemez. Bu nedenle seven, ma’dum sevgiliyi kendi için sever ve kendi iradesini sev­gilisinin iradesi uğruna terkeder. Eğer bu iş kendi içinde bu şekilde ol­mazsa, bu hakikat karşısında sevene, sevgilisini sadece kendi nefsi için sevmek düşer. Bunu böyle bil! Böyle anla!

Tabiî suretinden soyutlanmış ruhani sevgi işte böyledir. Eğer bu sevgi tabiî suretini giyinirse ve o suret içinde tezahür ederse, tıpkı yu­karıda İlâhî sevgi konusunda söylediğimiz gibi, o zaman nisbeten ruha­ni sevgiye daha yakın bir oranda olur, çünkü her halükarda, tabiat üstü bir suret de olsa o da âlemdeki suretlerden biridir.

Bil ki, kolayca algılanan şu duyular dünyasındaki cisimler ve var­lıklar içerisinde değil de, hayal âlemine ait varlıklar içerisinde, Ruh, ta­biî bir suret giyinirse, hayal âlemine ait bu varlıklar da kolayca algılana­bilir bir duruma gelirler. Ancak, bu çok ince, anlaşılması ve algılanması oldukça zor varlıklarla, gerçek varlıklar arasındaki farkı ayırdetmek herkesin becerebileceği bir iş değildir.

İşte bunun içindir ki sahabeler —Allah onlardan razı olsun— Cebrail aleyhisselâm’ı, bir bedevi suretinde geldiğinde tanıyamamışlardı, selât ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamber, onlara “işte bu gelen Cebrail'di, si­ze dininizi öğretmek için gelmiştir" deyinceye kadar onu tanıyamamışlardı; onun hayal âleminden gelen bir varlık olduğunu bilememişlerdi. O za­man Cebrail’in o gelen bedevi olduğu konusunda hiç kuşkuları kalma­mıştı 43.

Aynı şekilde Meryem’e de melek tam manasıyla bir insan şeklinde gözüktü, çünkü Meryem'in de, ruhlar cesedlere, vûcudlara büründük­leri zaman, ruhlarla ilgili bir bilgisi yoktu44. Hz. Peygamber ise, bu ko­nuyla ilgili bilgiye sahipti. İnsan suretinde gelen o varlığın bir melek, yani Cebrail olduğunu biliyordu.

Kıyamet Gûnü’nde de Allah kullarına böyle zuhur edecek, öyle ki kullar O’nu hakkıyla tanıyamadıklarından dolayı gene O’na sığınacak­lardır. Suretlerdeki hem İlâhî hem de ruhani sırlar hakkında da hüküm böyledir. Hakk Teâlâ, Kendinden haberi olmayan birine tecelli ettiği za­man da aynı durum söz konusudur.

Allah’ın kendisine böyle lütufta bulunduğu kişi, Hakk’ın tecellisini meleğin tecellisinden, cinlerin tecellisinden ve insanların tecellisinden, (tabiî ki bu varlıklara tecelli etme gücü verildiği zaman, örneğin Kadîb el-Bân ve benzerleri gibi)4*5 ayırdedecek özel işaretleri bilmesi gerekir.

Topraktan yaratılmış olan insan, kendi suretinde bulunduğu halde, kendisine bakanın gözünde, suretlerde bir durum değiştirme gücüne (talıavvül) sahip olduğuna göre, böyle bir durum değiştirme ruhlarda, cinlerde ve meleklerde daha kolay olacaktır.

Öyleyse iyi bil! Kimi görmektesin, ne ile ve nasıl görmektesin? Önünde gözüken durumlar ne üzeredir? Biz bu konulan llm-i Hayalin Bilinmesi bölümünde genişçe açıkladık. O halde oraya bak!46

Ruh tabiî ya da cismani bir suret içinde tecelli ederse, İlâhî sevgi konusunda da söylediğimiz gibi, bu şekilde tecelli eder, seven, o sureti ister zahir ister batın için kabul etsin, bu fark etmez, çünkü bu şeklin dışına çıkılamaz. Bunu böyle bil!

Öyleyse, ruhani sevgi, tabiî sevginin ruhani sevgiyle arasını birleş­tirmektedir. Ayrıca kendi nefsi için olan sevgiyle, sevgili için olan sevgi­nin arasını da birleştir, tabi eğer sevgili, söylediğimiz gibi, irade sahibi ise. Bütün bu açıklamalarımıza göre, insanlar neyi sevdiklerini ve sev­dikleri varlığın hangi varlıkta bulunduğunu bilmemektedirler ve falan varlığı sevdiklerini sanmaktadırlar, oysa ki durumun hiç de öyle olma­dığı senin için artık açık bir şekilde belli olmuştur.

Öyleyse sana öğrettiğim kadarını bil ve seni bu konuda beni aracı kılarak bilgisizlikten kurtardığı için Allah’a şükret. Bu kadar açıklama ulaşmayı amaçladığımız maksadımız için yeterlidir, gerçi bu konunun ayrıntıları pek çoktur; fakat bizim bu kitaptaki maksadımız, asıl amaca ulaştıracak yöntemleri ve temel ilkeleri belirlemektir. Allah’a sonsuz hamd olsun!

 TABİİ SEVGİ

B u sevgi iki türlüdür: Tabiî sevgi ve unsuri sevgi. Fakat, ruhani sevginin gayesinin ne olduğunu söylemeyi unuttuk. Öyleyse, onu bu tabiî sevgi bölümünde söyleyelim, çünkü ruhani sevginin tabiî sev­giyle sıkı bir ilişkisi vardır.

Ruhani sevginin gayesi “ittihat”tır, birleşmedir; yani sevgilinin za­tıyla sevenin zatının aynı olmasıdır. Sevenin zatıyla da sevgilinin zatı­nın aynı olmasıdır. “Hulûliyye”47 düşüncesini benimseyenler aslında bu noktayı vurgulamak istemektedirler, fakat onlar da bu işin aslını bil­memektedirler.

Öyleyse bil ki, tabiî suret (form); hangi nisbetle ve de cismen veya ceseden hangi hal üzere tezahür ederse etsin (ve adem sevgili de adan olarak kalsa da), o suret, o sevgilinin hayaldeki bir mümessilidir. Bu, hayal mertebesinde (hazreti’l- hayaliyye), hayalî bir bakış ve ona ait bir gözle idrak olunabilen varlık (vücûd) misallerinden biridir.

iki sevgili birbiriyle sıkıca kucaklaşınca ya da öpüşünce, her biri di­ğerinin nefesini ve tükürüğünü emer. Bu öpüşme ve kucaklaşma esna­sında, birinin nefesi diğerinin içine yayılır. Böylece her iki sevgili de ay­nı şekilde nefes ahp verir. Birinin nefesi çıkar, öbürünün nefesi girer; onun nefesi çıkar, bu kez de öbürûnünkü girer.

Tabiî suretlerdeki hayvani ruh da bu nefesden başka bir şey değil­dir. Öyle ki, her nefes, nefes alıp verenlerden her birinin ruhudur. Ne­fes ahp verme ya da öpme anında nefes onu diriltir. Böylece Zeyd'in ru­hu aynıyla Amr’ın ruhu olur. Bu nefes bir kez sevenden çıktı mı, sevgi suretinde teşekkül eder ve sevgi lezzeti, tadı ona eşlik eder. Kendisine intikal eden nefes birinde ruh olduğu zaman, onun nefesi de ötekinde ruh olur. İşte o zaman, o iki şahıstan her biri hakkında “ittihat’Tan söz edilebilir; aşağıdaki şu söz buna uygun düşmektedir:

“Seven benim, sevdiğim de ben."

İşte tabiî suretlerdeki ruhani sevginin gayesi budur. Birinci bölüm­de yazılan bir şiirde bu şöyle ifade edilmişti:

“Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda

Bir teni bir tenle bir canı bir canla.”

Şimdi tabiî sevgiye dönebiliriz. Diyoruz ki, tabiî sevgi geneldir. Gerçekten, daha önce de belirttiğimiz gibi, bu aşka tutulanlar kendi ha­kikatlerine uygun tabiî suretleri alırlar. Sevgideki durumlarına göre, ta­biî suretler olarak nitelendirilen bazı özelliklerle tasvir edilirler. Örne­ğin: “Vecd” hali, "şevk” hali, “iştiyak” hali, sevgiliyle kavuşma sevinci, sevgiliyi görme ve onunla kavuşma gibi.

Bu konuda pek çok sahih hadis nakledilmiştir. O hadislere inan­mak gerekir. Örneğin: “Kim Allah’la karşılaşmayı severse, Allah da onunla karşılaşmayı sever". Gerçi her kul, her an Allah’ın gözü önündedir. Ku­lun Allah’ın gözü önünde olmaması fikri doğru olamaz, çünkü “Allah her şeye şahiddir." (Kur’an, 85/9); Allah her şeyi her an görmektedir. Bu­nunla birlikte, buradaki karşılaşma hem Allah hakkında hem de kul hakkındadır.

Allah, kendisini, kullarına sevgi ve şevk duyan biri olarak nitelen­diriyor. Kulu, çorak bir toprak parçası üzerine dalâlete, yoldan çıkrnış- hğa düşmüş ve hayattan umudunu kesmiş, ölüp gideceğine artık iyice kanaat getirmiş bir haldeyken, üzerinde yiyeceğini ve içeceğini taşıyan bineğini kaybettikten sonra tekrar onu bulan o kulun, tövbeden geçti­ğini görünce çok sevinç duyduğunu ve memnun kaldığını bildirmekte­dir. Peki, Allah’ın kullan için sevinç duyması nasıl olur? Şöyle: Allah, Mutlak ve Sonsuz zenginliğine rağmen, Sûbhan oluşuna, Kudretine ve kulları üzerindeki Mutlak İradesine rağmen, kulunun tövbe ettiğini gö­rünce, kaybettiği devesini (bineğini) tekrar bulan insanın duyduğu se­vinçten daha fazla sevinç duyar.

Şu İlâhî sözdeki sırra bak: “Rabb’ımız, her şeye yaratılışını (varlığını ve biçimini) vermiştir.” (Kur’an, 20/50), çünkü bilmelisin ki O bütün işlere istihkakım vermiştir ve de çünkü hiçbir ilmin derecesi Allah’ın llm'inin üstünde değildir.

Bu nedenle, Allah şöyle buyurmaktadır: “Benim yanımdaki, huzurum­daki söz, değiştirilemez” (Kur’an, 50/29), çünkü gerçekten var olduğu bi­linen bir şeyin, vukuuna aykırı hareket edilemez. Buna göre bir şey, bir iş, kulun aklına göre mümkün görünebilse bile, Allah'ın llm’ine göre, o imkânlardan birinin vukuuyla ve Allah’ın o iş üzerindeki İradesiyle, di­lemesiyle (meşie) mümkün olmayabilir.

Allah’ın İradesi bir şeyin var olmasını (kevn) dilerse, onun var ol­ması gerekir; fakat vuku bulması gereken şey, bu hakikate göre, müm­kün olarak vasıflandırılamaz, (fakat zorunlu, vacip olarak vasıflandırı­lır.) Bu nedenle konu üzerine eğilenler, “varlığı başkasıyla zorunlu” (el- vadbü’l-vücûd bi’l-gayrih) deyimi için mümkün terimini kullanmaktan haklı olarak kaçmıyorlar, çünkü İlâhî iradenin tahkikinde, gerçekleş­mesinde bu daha uygundur, işte bunun için Allah, “eğer Allah dilediy- se...” (Kur’an, 16/9) şeklinde konuşmaktadır. Öyleyse, Allah’ın bu şekil­de hitab ettiği ayetlerdeki “lev” harfi, yani “eğer” bağlacı, imtina, için im­tina harfidir, yani mutlak bir imkânsızlık ifade eder. Gerçek şu ki, İlâhi İrade yani Allah’ın dilemesi, önceden var olan her şeyden de öncedir, tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi: “Bizim kelimemiz, sözümüz peygamber kullarımızın size gelişinden çok önce de vardı.” (Kur’an, 37/171).

Yukarıda ifade ettiğimiz “varlığı başkasıyla zorunlu olan” (el-vöci- bu’l-vücüd bi’l-gayrih) terimi, varlık (eşya, insan, iş) açısından bakıldı­ğında “mümkün” teriminden daha uygundur, ama aslında tek ve aynı şeydir söz konusu olan. Göz açıp kapama gibi bir anda olmaktadır bu­nun gerçekleşimi. Dolayısıyla “ihtimal” ortadan kalkmış oluyor. Geriye sadece “mutlak zorunluluk” ya da “şarta bağlı zorunluluk" kalıyor.

Fakat biz bunları bir yana bırakıp asıl konumuza, tabiî sevgiye dö­nelim ve sözümüze devanı edelim. Bil ki. tabiî sevgi; gerçekten sevenin, bir varlığı, onda kendi nefsi için bulduğu mutluluk ve zevkten dolayı sevmesini gerektirir. Dolayısıyla seven sevdiği varlığı kendi nefsi için sever, sevgilisi için değil. Bu hakikat, yani sevgiliyi sevgili için sevme hakikati, yukarıda İlâhî ve ruhani sevgi bölümlerinde açıklanmıştı.

Tabiî sevgi, kaynağını in’anı ve ihsan’dan ahr, çünkü insan tabiatı hiçbir zaman bir başkasını, bütün olarak sevmeyi bilemez, aksine eşya­yı ve varlıkları sadece kendi nefsi için sever ve onlara kavuşmayı ya da yaklaşmayı kendi nefsi için arzu eder. Bu, her hayvanda ve her insanda böyledir, çünkü insanda da hayvani bir yön vardır.

Gerçekten de hayvan ya da canlı varlık ve insan, başka bir neden için değil salt kendi özel varlığını korumak için sever eşini, fakat varlığı korumanın ne demek olduğunu da bilmez. Sadece belli bir varlığa ka­vuşması için, içinden bir çağrı geldiğini hisseder. İşte onun aşkının te­mel konusu, sevgilisine kavuşmadır. Dolayısıyla bu kavuşma olayı belli bir varlıkta olur. Söz konusu varlık da onu sevecektir kuşkusuz, fakat asıl olarak değil de sevenin sevgisinin hükmü altına gireceğinden dola­yı. Böyle bir kavuşma, hissidir ya da hissîliğe yakındır. Daha önce,

“Sevginin gayesi kavuşturmaktır insanda,

Bir teni bir tenle..."

derken bunu ifade etmek istemiştik. İşte tabiî sevginin gayesi budur.

Eğer sevenin sevgisinin gayesi, herhangi biriyle nikahlanmak ise, o kimseyle nikahlanarak bu gayesini gerçekleştirir. O zaman sevgilisinin varlığının bulunduğu yeri araştıracak ve onu elde etmek için can ata­caktır. Demek ki, bu tür bir sevgi ancak iki kişi arasında doğabilir tek bir kişide değil, çünkü bu, iki kişi arasında olan bir ilgidir. Bu dediği­miz şey aynı şekilde, kucaklaşma, öpüşme, iki kişi arasındaki sıkı dost­luk ya da daha başka davranışlar için de geçerlidir.

Burada “eşyanın tabiatı” ya da “eşyanın hakikati” dememizde, ikisi arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisini de rahatlıkla kullanabiliriz. Bu­nunla birlikte bu durum, öteki varlıklardan daha çok insan için geçerli­dir, çünkü insan, âlemin hakikatlerini ve İlâhî sureti kendinde topla­mıştır; ve gene insanın, en Kutsal Varlık olan Yüce Tanrı'yla ayrıcalıklı bir ilgisi vardır; çünkü insan O’ndan zuhûr etmiştir; O’nun “Kün/" sö­zünden olmuştur.

İnsan, (oluş açısından ele alınacak olursa) ruhuyla, öleki varlıklarla ilgi kurar. Tabiat âlemi ve temel unsurlarla 48 da, cismiyle ilgi kurar. Bu nedenle insan, özü itibariyle, temel unsurlarla ve tabiatla ilgili her şeyi sever. Demek ki, burada hakikatin ûç derecesi söz konusu olmaktadır. Cisimler âlemi, cesedler âlemi 49 ve ruhlar âlemi.

Bunlardan bazıları unsurî cisimler halindedir. Her unsurî cisim ta­biîdir; bazıları da unsurî değil fakat tabiî cisimler halindedir. Her tabiî cisim unsurî değildir. Oysa unsurlar tabiî cisimlerin içindedir ki o du­rumda bunlara unsurî cisimler denmez. Felekler (eflâk) ve mülkler (em­lâk) böyledir.

İşte bu nedenle, nıele-i a’lü’daki varlıkların kendi aralarında yarış et­tiklerini biliyoruz. Bu nedenle onlar, Allah-u Teâlâ’nın şu sözünün kap­samına girmektedirler: “Rabb’in dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı, fakat, Rabbinin merhamet ettikleri bir yana, hâlâ ayrılıktadırlar, esasen onları bunun için yaratmıştır." (Kuran, 11/118 ve 119). Demek ki onlar, Al­lah’ın merhamet ettiği kullara muhalif olmakla, onlara karşı çıkmakta­dırlar. "işte Allah onları bunun için yaratmıştır." yani hemcinslerine karşı çıksınlar diye yaratmıştır onları.

Bu karşı çıkışın sebebine gelince, çünkü İlahî isimler fazilet yarışı içindedirler. İhtilaf buradan doğmaktadır. Peki faydalı olan gelince, za­rarlı olan nerede olacaktır? Zillete düşüren gelince, izzete yükselten ne­rede olacaktır? Genişleten gelince, daraltan nerede olacaktır? Soğukluk gelince, sıcaklık nerede olacaktır? Kuruluk gelince, nemlilik; karanlık gelince, aydınlık; varhk gelince, yokluk nefede olacaktır? Su gelince ateş; balgam gelince, safra; sükun (hareketsizlik) gelince, hareket nerede olacaktır? Ve nihayet Rablık gelince, kulluk nerede olacaktır? Bütün bu çiftler daimî bir şekilde çatışma halinde olmazlar mı? İki kişiyi birden ilgilendiren bir işte haram ortaya çıkınca, helalin yeri ne olacaktır? Öyle ki, birine haram olan şey diğerine helâl olmaz mı? Aynı ve tek varhk üzerine iki farklı hüküm, bir insana iki farklı statü verilebilir mi?

Ortaya çıktığı her yerde çatışma halinde olan şu tabiatın hükmüne iyi bak! Böyle olmakla birlikte, bu çatışmanın varoluş nedeni İlâhi İlme yani Tanrı’nm llmi'ne karşıt değildir. Şunu iyi bilmelisin ki, ne bu dün­yada ne de öteki dünyada Allah’ın dışında hiçbir varhk bir eşya, ya da bir iş üzerinde gerçek kudret sahibi değildir. Öte dünyanın iki yönü vardır: Biri "rü’yet" yönü, yani görünen yön; biri de “hicab" yönü, yani perdeli yön.

Bize bu şeyleri, bu işleri, bu konuları, bunların çıkış ve varış yerle­rini bildiren ve bizi ariflerden, bunları bilenlerden eden Allah’a sonsuz hamd olsun! Allah bizi, kendilerine, ilim nimetini bağışlayarak mutlu ettiği insanlardan etsin!

Şimdi senin için bildirilmiş oldu ki, sevginin amacı, aşkın gayesi, insanlar arasından herhangi biriyle kavuşma ya da onunla sıkı dostluk kurma, onunla birlikte bulunma, onu öpme ya da kucaklamadır; ya da bunların dışında, sevilen varlığın hakikatinin gerektirdiği veya seven varlığın hakikatinin gerektirdiği şeye göre olan durumlardır.

Sevginin gayesi aslında tektir, fakat varlıklar çeşitlidir, pek çoktur. Sevginin gayesi, özellikle, sevgiliye kavuşmadır. Bu ister onunla konuş­ma şeklinde olsun ister onu kucaklama, isterse öpme şeklinde olsun. Bu, duruma göre değişir. Bir ya da daha çok kişiye karşı, sevenin takın­dığı tavırlara göre değişir. Sevenin iki kişiyi birden sevmesi doğru ol­maz, çünkü ikisini birden kalbine sığdıramaz.

Dolayısıyla, “yaratılmışların sevgisi konusunda böyle bir durum mümkündür, fakat Yaratıcının sevgisi konusunda bu mümkün değildir, çünkü Allah şöyle buyuruyor: “O onları sever; onlar da O’nu sever.” (Kur’an, 5/54) buyurmaktadır, demek ki, Allah çok sayıda varlığı bir­den sevmektedir” dersen eğer, bununla ilgili olarak, biz de deriz ki: Aş­kın tna'kul bir anlamı vardır, gerçi aşkı tam anlamıyla tanımlamak ola­naksızdır, ama aşkı ancak ladan bilir; tatmayan bilmez. Bununla birlik­te aşkı tasavvur etmek çok zordur. Allah ile aşkın ilgisini kurmak nasıl olur bilinmez, çünkü Allah “Ona benzer hiçbir şey yoktur." (Kur’an, 42/11) buyurmaktadır.

Yukarıdaki itirazına, yani Allah’ın bir anda pek çok varlığı birden sevmesi konusundaki sözüne gelince, böyle bir itiraz kabul edilmez. Böyle bir itirazı ancak Tanrı’nın Zâtını tanıyan biri yapabilir; oysa ki Tanrı’nm Zâtı bilinmez. Belli bir ölçüde O’nun sevgisi bilinebilse bile, bu sevginin oranı bilinemez. Çünkü Allah kullarına ancak onların di­liyle hitap eder. Kullar Allah’ı O’na uygun düşen ve O’nun Kendini vas- fettiği hareketlerle tanırlar, fakat bunların keyfiyeti meçhuldür.

Tabiî sevginin İkincisi, “unsurî” sevgidir. Gerçi bu sevgi de tabiidir, ama tabiî sevgiden biraz farklıdır, şöyle ki, Tabiî sevgi bir tabiî suretin zararına olacak şekilde başka bir surete bağlanmaz, yani tabiî sevgi bir suretle olduğu gibi, aynı şekilde bir diğeriyle de olur, tıpkı kehribarın birçok nesneyi aynı anda kendine çekişi gibi.

Unsun sevgiyse, sadece tek bir tabiî surete bağlanır, tıpkı Kays’ın Leylâ’ya, Kaynes’in Lûbna’ya, Kesîr’in Uzza’ya ve Cemil’in Bûseyne’ye bağlanışı gibi50. Bunlar, iki kişi arasında, mıknatısın demiri çekmesi gi­bi olan bir ilginin, genel bir şey olduğunu açıklamaktadır sadece. Ayrı­ca, unsuri sevginin ruhani sevgiye benzemesini sağlamaktadır ki bu hu­sus, şu ayette ifade edilmiştir: "Bizim içimizden herkesin belli bir makamı vardır." (Kur’an, 37/164).

Aynı şekilde, başka inanç ilkelerini dışta tutarak, tek bir akideye bağlanma olgusuyla da bu sevgi, İlâhî sevgiye benzer; tıpkı ruhani sev­ginin, taharet (temizlik) açısından tabiî sevgiye benzeyişi ve ayrıca bü­tün inanç ilkelerinde, tek bir Varlık gören insanlardaki İlâhî sevginin, tabiî sevgiye benzeyişi gibi.

 SEVGİNİN ADLARI

Sevgi makamının dört adı vardır. Bunlardan birincisi “el-hubb”dur5’.

Bunun saflığı kalbe nüfuz eder, saydamlığı ise arazların bozulmasıy­la bozulmaz. Sevgiliyle birlikteyken, âşığın başka bir maksadı, gayesi yoktur.-Sevgilinin iradesi önünde kendi iradesini bırakır.

İkincisi “el-vedd”dir. Allah’ın "Vedûd” ismi bundan türer. El-vedd Al­lah’ın sıfatlırandandır ve bu sıfat O’nda sabittir. Yeryüzündeki sükutun­dan dolayı el-vedd diye adlandırılmıştır.

Üçüncüsü, “el-ışk”dır. Aşk, sevgide ifrattır, aşırılıktır. Kur’an’da bu aşırı sevgi kinayeli olarak çokça geçmektedir: “insanlardan kimi, Allah’tan başka eşler tutar, Allah’ı sever gibi severler onları, inananlar ise, Allah’ı çök, hem de pek çok severler.” (Kur’an, 2/165). “Vezirin karısı52 uşağının nefsin­den muradını almak istedi, çünkü Yusuf’un aşkı onun yüreğini kor gibi yakmış­tı” (.Kur’an, 12/30) yani Yusuf için gönlünde beslediği sevgi kalbinin za­rı olmuştu. Bu zar öylesine ince bir deridir ki kalbin üzerini tamamen kaplar. Bu zar, kalbi dıştan bütünüyle saran çok ince bir örtüdür. Pey­gamberimizin bir hadisine göre, Hakk, Kendini “şiddetli aşk”la nitelen­dirmiştir. Ancak aşk ve âşık isimleri Hakk’a uygun düşmez, çünkü bu “aşk” terimi, âşığı bütünüyle ve her yönüyle kuşatacak derecede sevgi­nin sarması demektir. Bu aşk sözcüğü “gûndüzsafası” veya “çitsarmaşı- ğı" anlamına gelen “aşakatü" kökünden gelmiştir.

Dördüncüsü, “el-heva”dır. Heva, iradenin sevgilide açığa çıkarılma­sıdır, yani kalbe doğan ilk durumdan itibaren iradenin tamamıyla sev­gilinin iradesine bağlanmasıdır. Allah’ın böyle bir adı yoktur. Heva’nın doğmasına sebep, bazen bir bakıştır, bazen bir haberdir, bazen de bir ihsandır. Aslında sebebleri pek çoktur. Anlamı ise, Kudsî hadislerde ve peygamberimizin sahih hadislerinde geçmektedir. Demek ki Allah, na­file olarak yapılan hayırları ve ibadetleri çokça yapan ve böylece dinde Resulüne ittiba eden kulunu çok sever. İşte bu makam bizde “heva” di­ye adlandırılır. Bazıları buna konuşmayla doğan sevgi demişlerdir.

Ey insanlar, kulağım âşık oldu diri birine Gözden önce kulak âşık oldu, bakın şu işe.

Bir bakışla ve bir konuşmayla doğan aşk hakkında şu dizeleri söy­lüyorum:

Senden başkasına olan sevgim bakışla doğuyor

Ancak senin sevgilidir ki konuşmayla doğuyor Allah biliyorya, sevgili hakkında hiçbir şey bilmiyorum Oysa onun için, insanlar arasında bir dost, bir sevgili deniliyor Arzum yalnız kalmaktır onunla onu elde etmek için Arzum onun bakmasıdır gözlerimin içine derin derin.

Gene aynı konuda şu dizeleri söylüyorum:

Varlığım sevgilimin peşinde tükendi gitti

Gözlerim ona bakamaz oldu

Bir gün ona bakacak olsa gözlerim Kurbanı olur ölürüm o huri güzelin Onu görünce birden bire Takıldım o güzel gözlerine Sabaha kadar bütün gecem büyülü geçti âşık oldum birden, mecnuna döndüm seher vakti Ah! ihtiyattan doğan sakıncalar!

Keşke tedbirim koruyabilse beni

Kaza ve kaderin hükmünden

Oysa tam tersine aşk deryasına düşürüyor beni

Ey Tanrım, kim bu güzel varlık? Aşkıyla yaktı beni

Bu utangaç güzelin güzelliği

Ey güzelliği ceylan güzelliği olan sevgili

Aşk şarabıyla gideriyorsun susuzluğumu

Dik dik baksan ya da şefkatli gözlerle ne çıkar

İnsanın aklını başından alıyorsun sen

Karanlık içinde parlayan bir yıldızsın sen

Senin aşkından dağılıyor kara bulutlar

Nefesi benziyor misk kokusuna

Ki dağıtıyor çok tatlı çok hoş bir koku

Sanki o bir kuşluk güneşi

Sanki o parlıyor gökte gümüş rengi ay gibi

Aydınlanınca hava o görünüyor ilk kez

Ağaran şafakta sabah ışığı oluyor sanki o

Onu kaybeder kararınca hava

O güzelin kara saçlarına benzeyen karanlıkta

Ey sen karanlık gecede parlayan ay

Gel yanıma, yak bütün varlığımı, aydınlat gönlümü

Işıklarla doldur gözlerimi ki seni göreyim

Çünkü bana kalan yalnızca gözlerimdir benim

Duyduğum aşk cazibesinin gerçek temeli

Sesini duyuşumdan ileri geliyor yüreklendiriyor beni.

Gene aynı konuda şu dizeleri söylüyorum:

Kulağım âşık gözüm âşık

Bakışlar ve duyuşlar arasındaki aşk ne kadar farklı

Kulağını âşık oldu sevgilimin sözlerine

Gözüm âşık oldu sevgilimin gözlerine

Gelirse sevgili bir gün, göz görür âşık olur

Dayamaz sevgiliye bakmaya bakışıyla mutlu olur

Kulak dinler mest olur gelirse sevgili bir gün güzellik suretinde

Başka şey duymaz Zeyneb'e âşık olur53

Tuhaf ama Zeynep’te bir oldu

İşitme ve görme duyusu.

Bil ki, yukarıda da söylediğimiz gibi, sevginin dön çeşit adı vardır. Bu adlardan her biri için, diğer üçünde olmayan bir hal vardır. Şimdi biz bunları birer birer ele alalım.

HEVA:

Bunun iki çeşit anlamı vardır ki ikisi de sevgiye uygundur. Birinci­si; aşkın, kalp içine inmesi ya da düşmesidir. Bu düşüş sevginin gayb âleminden şehadet âlemine inerek kalbde zuhûr etmesidir. Örneğin, yıldız düşüyor gibi gözüktüğü zaman, “yıldız kayıyor” denilir. Allahu Teâlâ da şöyle buyuruyor: “And olsun yıldıza, indiği zaman!”(Kur’an, 53/ 1). Öyleyse bu durumda, “heva” sevginin adlarından birisi olmaktadır. Bunun fiili “heviye yehva”dır; mazide ayne’l-fiili kesradır; muzaride ise feıhadır. Bunun ismi ya da masdarı “heva”dır. Bu isim aynı zamanda mazi fiilidir; anlamı ise, sevmek, sevgiden acı çekmektir. Ayrıca aynı fi­ilin ayne’l-fiili mazide fetha, muzaride kesra olan “heva yehvî" şekli de vardır. Bunun ismi ise “hûviyyû”dür. Bunun anlamı da düşmektir.

Heva kelimesine, “kalbin içine inme ya da düşme" anlamları verme­nin üç nedeni vardır. Bunlardan biri ya da ikisi, veyahut her üçü de, bu tip bir sevgiyi belirtebilir. Bu üç neden şunlardır: Bakış, duyuş ve ihsan­da bulunuş.

Bunların en önemlisi ya da en etkilisi bakıştır..Çünkü bakışın do­ğurduğu aşk, sevgiliyle karşılaşmakla değişmez. Oysa sevgilinin sesi­ni duymak böyle değildir. Sevgiliyle karşılaşınca, duyuşa bağlı olan sevgi değişime uğrar. Sevgilisinin sesini duyduğunda onun suretini hayal eder, fakat onunla karşılaşınca hayal ettiği suretin sevgilisiyle tam tamına uyuşmadığını görür, ihsanda bulunmanın doğurduğu sevgiye gelince, bu sakat ve zayıf bir aşktır. İhsanda bulunan varlık gözden ırak olursa, ihsan devam etse bile ilgisizlik bu aşkı kısa za­manda söndürür.

“Heva” sözcüğünün ikinci bir anlamı da; bir tutku ya da birdenbire ortaya çıkan bir sevgi yönelimini vurgular. Öyleyse, herkese, “seninle­yim" anlamına gelen bir sevgi eğilimi göstermek şeriatın hükmüne uy­gun değildir. Allah-u Teâlâ’nın Davud aleyhisselâm'a söylediği söz bunu teyid etmektedir: “Ey Davud. Biz seni yeryüzünde halife yaptık. Öyleyse, in­sanlar arasında hakla (hakikatle, adaletle) hükmet ve şahın “heva“ya uyma; sonra bu seni Allah’ın yolundan saptırır..’’ (Kur’an, 38/26). Yani senin sev­ginin ani yönelimlerine uyma, aksine Benim sevgimin eğilimlerine uy, çünkü sana gönderdiğim hüküm, sana çizdiğim yol böyledir. Görüldü­ğü gibi, ayetin devamında ''sonra seni Allah’ın yolundan saptırır" deniliyor; yani böyle bir sevgi eğilimi, senin yolunu şaşırtır, seni telef eder, sana gösterdiğim ve senin üzerinde yürümeni istediğim yolda seni kör eder. İşte bu konuda Allah’ın hükmü böyledir.

Burada, insanın ani sevgi yönelimleri, insanın istediği, fakat Al­lah’ın indirdiği meşru yola uygun olmadığı zaman Allah’ın istemediği ve insandan onu terketmesini istediği, sevgidir.

Eğer sen, “Allah insana katlanamayacağı bir şeyi yasak etmiştir; do­layısıyla böyle bir sevgi ya da sevgi eğilimi insan üzerinde öylesine kuv­vetli bir etki yapar ki aklını başından ahr.” diyecek olursan, biz de, “Al­lah o insandan sevgiyi yok etmesini istemez, çünkü sevgi, daha önce de söylediğimiz gibi, her zaman kendine bir yol bulur, ilgi konusu değişik­tir, ve pek çok varlıkta ilgi alanını bulur” deriz.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, heva sevgidir; hakikati ise herhangi bir ya da birçok varlıkla kavuşma sevgisi. İşte bunun için Allahtı Teâlâ, insandan, sevgisini, gönderdiği Tek Hakikate bağlamasını istemiştir; Al­lah’ın yolu odur. Çünkü insan, sevgisini, Allah’ın yolu olmayan pek çok yola bağlayabilmektedir. İşte bütün bunlar yukarıda geçen “... ve sa­lım “heva”ya uyma” ayetinin anlamıdır. Demek ki, Allah insana, gücü ve tâkâtınm yetmeyeceği bir işi yüklemez, çünkü tâkât getirilemeyecek bir şeyi teklifle bulunması Alîm ve Hakîm ve Tanrı’ya muhaldir.

Eğer sen, gene, Allah'ın ilminde ezelde bir karara bağlanan, Ebu Cehil ve benzerleri54 gibi inanmayanlara yapılan iman teklifini ileri sü­recek olursan, buna iki türlü cevap verebiliriz: Birincisi, ben “teklif” derken sadece normal şekilde, doğal olan şeylere tâkât getirileceğini kastetmiyorum. Doğal durumlara bağlı olan zaten onlara aykırı hareket edemez. Örneğin bir insanın, hiçbir vasıta ve sebep olmadan kalkıp da bir diğer insana “Haydi göğe çık bakalım!” demesi, ya da “Şu iki zıt şe­yi birleştir!” ya da “Bir “an”da kal!” demesi (ki bizzat “an’Tn kendisi bir anda kalmamaktadır) gibi. Dolayısıyla Allah insanı normal ya da doğal olarak tâkât getirebileceği şeylerle mükellef kılmıştır. İman ya da imam telaffuz etmenin, imanı dil ile söylemenin temeli budur. Her in­san kendisinde bunlara uygun hareket etme gücünü ve imkânını bulur. Bu ya insanın kendi çalışmasıyla (kesh) olur; ya da Allah’ın yaratmasıyla (halk) olur. Nasıl istersen öyle söyle. İşte bu nedenle, bu konuyla ilgili. Kıyamet Günü’nde kulu ilgilendiren delil Allah’a aittir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: “En üstün delil Allah’ındır”, Allah dileseydi el­bette hepinizi doğru yola iletirdi.” (Kur’an 6/149). Eğer Allah insana tabii gücünün yetmeyeceği bir şeyi yüklemiş olsaydı, “En üstün delil Allah’ın­dır” sözüne uygun düşmezdi. Fakat Allah “Dilediğini yapmak Allah’a öz­güdür.” demektedir. Aynı şekilde. “O yaptığından sorulmaz, fakat onlar yaptıklarından sorulurlar.” (Kur’an, 21/23). Bunun anlamı şudur: Allah’a “Sana karşı gelemiyeceğimizi bildiğin halde niçin bize falan işi yükle­din? Niçin bize falan şeyi emrettin ya da falan şeyi yasakladın?” gibi bir şey denilemez. Bu konu, “Allahyaptığından sorulmaz” ayetiyle irtibatlı­dır. Dolayısıyla, Allah onlara şöyle sorar: “Ben size gücünüzün yeteceği bir şeyi mi emrettim yoksa yetmeyeceği bir şeyi mi?” Onların da nor­mal olarak, “Gücümüzün yeteceği şeyleri emrettin bize.” demeleri gere­kir. Çünkü Allah onlara güçlerinin yeteceği şeyi yüklemiştir. Dolayısıy­la, “En üstün delil Allah’ındır.” sözü kanıtlanmış oluyor. Oysa ki onlar, “teklif’ süresince Allah’ın kendileri hakkında sahip olduğu ilimden ha­bersizdirler.

İkinci cevap ise şudur: Daha önce de belirtildiği gibi, Allah’a iman edilmesi zorunludur. Âdem’in zûrriyeti dünyaya gelmeden önce Al­lah'ın “habz”ındaydı. O’nun, onlar hakkında vereceği hüküm ise öte dünyada ortaya çıkacaktır. İnsan bu dünyada O’nun varlığını kabul etti­ği, itiraf ettiği takdirde, ancak “mümin” olarak kalacaktır. Eğer O'na şirk koşarsa var olan bir Varlığa şirk koşmuş olacaktır. İşte bu nedenle, insandan sadece Allah’ın birliğini ve Varlığını kabul etmesi istenmekte­dir (ki Hakikat da böyledir, yani Allah Birdir). İnsan Tanrı’nın sevgilisi­dir. Tanrı vardır ama insanlara gözükmez (ma’dümün nıinhum). Tanrı Kendisinin o varlıklarda Bir olarak zuhur etmesini sevmektedir. Dolayı­sıyla Tanrı o varlıklardan birini sevse onu pek çok varlık arasından seç­miş ve sevmiş olur. Tanrı, işte böyle bir sevgiye sahip olanı sever. O sevgilisi olduğu için, Allah o varlıkta zuhûr eden Tevhiddir. Kim ona buğzederse, O’nun sevgilisi olduğu için, buğzedende Tevhid olarak zu­hûr etmez.

Demek ki, herkesin nihaî amacı Tanrı’ya imandır. Daha önce biz bunu “Tanrı’nın rahmetinin gazabını geçtiği” konusunda belirtmiştik.

Simdi heva'nm anlamı senin için açıklığa kavuşmuş oldu.

HUBB:

Bu sevgide, seven, sevgisini öteki bütün yollardan arındırıp kurtarır ve sadece Allah’ın Yolu’na bağlar. İşte seven, bu arınmayı gerçekleştirdi­ği, yani çeşitli yollarla Tann’ya koşulan ortakların neden olduğu karar­malardan sevgisini kurtardığı zaman, bu, halis sevgi olduğundan ve arınmışhğından ötürü “hııbb" (sevgi) diye adlandırılır.

Aynı şekilde içindeki pislikler dibine çöksün, saflaşsın ve berraklaş­sın diye bulanık bir suyun konulduğu kaba da “el-hubb” denir. Yaratıklar­daki sevgi de böyledir. Bu sevgi Sübhan olan Tann’ya bağlanır ve müşrik­lerin ilahlık konusunda Allah’a koştukları ortaklar olan eşlerden Allah için kurtulursa, işte o zaman bu durum “hubb” (sevgi) diye adlandırılır.

Nitekim bu konuda Allah şöyle buyuruyor: “İnsanlardan kimileri Al­lah'tan başka eşler tutar, Allah’ı sever gibi severler onları. Oysa ki inananlaren çok Allah'ı severler...” (Kur’an, 2/165). Bunun nedeni ise şudur: Perde aradan çekilince “kendilerine uyutanlar onlara uyanlardan uzak duracaklar; azabı görünce aralarındaki tüm bağlar kesilecek.” (Kur’an, 2/166). “Onlara uyanlar şöyle diyecekler: Ah! Keşke bir kez daha dünyaya gitmemiz mümkün olsaydı da şimdi onların bizden uzak durdukları gibi bizde onlardan uzak dıır- saydık!” (Kur’an, 2/167). Dolayısıyla onlara besledikleri sevgi nihaî va­tanda kaybolacaktır. Oysa ki inananlar Allah’ı sevmeye orada da devam edeceklerdir. Dahası, “inkâr edenlere ne çocuklarının ne de mallarının, hiç bir şeyin Allah’a harşı yarar sağlamayacağı bir anda” (Kur’an, 3/10), inkâr edenler ilahlarına duydukları sevgiden vazgeçtikleri sırada, inananlar inkâr edenlere karşı üstün gelecekler ve Allah’a karşı duydukları sevgi daha da artacaktır. Öyleyse Kıyamet Günü’nde müşrikler için geriye sa­dece ve sadece Allah sevgisi kalır. Oysa ki onlar bu dünyadayken hem Allah’ı hem de O’na ortak koştukları tanrıları birlikte sevmişlerdi. Eğer böyle bir kuruntuya ve yanlışa düşmeselerdi, o tanrıları kesinlikle sev­mezlerdi. Aslında o müşriklerin sevgilisi Allah’tı, fakat O’nu çok sayıda yaratıklarda hayal etmişlerdi. Yukarıda da söylediğimiz gibi. Kıyamet Günü gelince onlar için sadece Allah’a duydukları sevgi kalır. Sonuç olarak ahirette onlar Allah’a, dünyadayken o ortaklara besledikleri sev­giden daha yoğun bir sevgi duyacaklardır. Sevgileri dünyada bölünmüş iken, ahirette Tanrı üzerinde toplanacaktır. O zaman gelince, böyle bir varlık, gerçek sevgilisini müşahede edecektir. O da Tann’dır. İşte bu ne­denle Tanrı’nın rahmeti önce gelir. Her iki âlem de kuvvettir; orta âlem ise zayıflıktır, çünkü onda ortaklık durumu vardır. Bütün bunları biz daha önce belirtmiştik55, işte, “heva" ile “hubb” arasındaki fark budur.

7$K:56

‘Işk-Aşk, muhabbetin ifratı, yani sevginin aşınlaşmasıdır, ya da aşırı bir dereceye ulaşmış sevgidir. Şu ayet bunu ifade etmektedir: “İnananlar ise Allah’ı aşırı derecede severler.” (Kur’an, 2/165).

Olduğu şekilde, saf olarak alındığında ve kalp çekirdeğinde 57 o şe­kilde zuhûr ettiğinde “hubb” diye adlandırılan bu sevgi insanı bütünüy­le kuşatır; sevgiliden başka hiçbir şeyi gözü görmeyecek derecede insa­nı kör eder. Bu hakikat, insan vücudunun bütün organlarına, bütün duyularına, ve ruhuna işler; damarlarındaki kan gibi her yerinde deve­ran eder, insanın eti olur; vücudunun bütün mafsallarına girer; bedeni­nin ve ruhunun bütün parçalarını etkileyerek, insanın varlığıyla özdeş olur, öyle ki insanda artık ondan başka bir şeye yer kalmaz. Bu noktaya geldiğinde, bu dereceye ulaştığında ise, insan başkasıyla konuşurken bile, sevgilisiyle konuşur, başkasından bir şey duysa, sevgilisinden duy­muş olur; her neye baksa, sevgilisine bakar gibi olur; gördüğü her şey­de sevgilisinin suretini görür; herhangi bir şey görse, “Bu O’dur!” der. İşte o zaman bu sevgi “ışk" diye adlandırılır. .

Kur’an’da hikaye edildiği gibi, Züleyha58 buna yakalanmıştı. Bir gün, damarını kesti; kanı yere damladı ve toprağın üstüne “Yusuf! Yu­suf!” diye yazdı defalarca. Çünkü sevgilisinin adını anma, damarların­daki kana karışmıştı. Aynı şekilde, Hallaç hakkında da buna benzer şöyle bir şey anlatılır: Kesilen organlarından akan kanla toprağın üstü­ne “Allah! Allah!” diye yazılmıştı, bunun üzerine, Allah O’na rahmet etsin, şu dizeleri söylemişti.

“Uzuvlarım kesilmiş, mafsallarım sökülmüş, ne çıkar!

Her birinde Senin Adın anılır Rabbim! Senin Adın yazılır!”

İşte, bu durum, bu baptandır. Bu tür bir sevgiye yakalananlar ger­çek “âşıklar” dır. Onlar bu sevgide helâk olmak, yok olmak istemişler­dir. Böyle bir yok oluşu istemeye “gdrâm", yani, aşkın hakimiyeti altına fiilen girme, denir. Sevenlerin niteliklerini anlatırken, inşallah bu ko­nuyu ele alıp inceleyeceğiz59.

VEDD:

Bu sevgi, “hubb”un, veya “ışh”ın, ya da “JıevcTnın, kararlı ve devamlı olmasıdır. Âşığın durumu ne olursa olsun, bu üç durumdan birine gire­cektir. Bu sevgiyle nitelenmiş bir insan sebatlıdır, kararlıdır; hiçbir şey ondaki bu hali değiştiremez ve etkisini bozamaz. Hoşa giden ya da hoşa gitmeyen durumlarda etkisi aynı sürekliliktedir. Her an varlığının ya­nında olmasını arzuladığı sevgilisinden ayrılması ya da uzaklaşması onu ne üzer ne de sevindirir. Böyle olmakla birlikte, sevgilisinin varlığı zuhûr etmiş olduğu için o gene de sevgilisine bağlı kalmaya devam eder. Demek oluyor ki, bütün bu tutumlar, tavırlar “vedd” diye adlandı­rılır. Yüce Allah’ın şu ayeti bunu belirtmektedir: “îman edenler ve satıh amel işleyenler için Rahman, kararlı bir sevgi yaratacaktır." (Kur’an, 19/96). Yani Allah katında ve kulların gönlünde onlar için kararlı bir sevgi ya­ratacaktır ve onları herkese sevdirecektir. İşte, “vedd”in anlamı budur.

Gerçekten de sevginin, âşıkları etkileyen çok çeşitli durumları var­dır. İnşallah bunları ilerilerde de ele alıp inceleyeceğiz. Örneğin, “şevk" —(şidetli arzu); “gürüm”—(aşkın hakimiyeti): “lııyem”—(çılgınca aşk); “kelef”—(aşk derdi): “behd”-(aşkından ağlama); “hüzün”, “hebt?”-(aşk ya­rası); “zübıd”-(vücuttan düşme, aşkından erime); “inhisar”-(iç çöküntü, yıkılma, kırılma). Ayrıca bunlara benzeyen ve âşıkların vasıfları olan ve ‘ şiirlerde anlatılan nice nice durumlar. İnşallah bütün bunları ayrıntılı olarak açıklayacağız.

 SEVGİNİN YANILTMALARI

Sevgide pek çok yanılmalar olur. Birincisi, daha önce zikrettiğimiz bir şeydir. Yani âşıklar sevgilinin gerçek bir varlığı (enırün vücûdiy- yün) olduğunu zannederler. Oysa ki sevgili, “adem” halinde olan bir varlıktır (emrim ademiyyûn). Âşık, sevgiliye öylesine bağlanır ki sonun­da onu, gerçek bir varlıkta ,”var” olarak görür. Âşık, gerçek varlığını sevdiği sevgiliyi görür görmez, var olan bu varlıktan doğan bu halin sürmesi için, sevgisi yenilenir. Böylece sevgili hep ''ma'dum” olarak ka­lır. Sevginin temel hakikatlerini ve onunla ilgili tüm halleri bilen “arif­ler” dışında âşıkların pek çoğu bu durumu bilmezler. Bunu daha önce belirtmiştik.

Bu bölümde söyleyeceklerimizin çoğu, çok aşırı bir dereceye ulaş­mış sevgi hakkında olacaktır. Bu aşırı sevgi, âşıkların akıllarını başla­rından alır; onları zayıflatır, bir deri bir kemik haline sokar; düşüncele­rine musallat olur, inatçı bir saplantı, bir kuşku, bir türlü uyuyamama, kuvvetli bir aşk arzusu, bir şevk, bir iştiyak, devamlı uyanık kalma gibi haller doğurur. Bu sevgi, insanın davranışını bütünüyle değiştirir, gön­lünü ve yeteneklerini alt üst eder. Sevgilisi hakkında yanlış, hatta kötü bir fikir ve kanaat sahibi olacak, onun hakkında suizanda bulunacak kadar, âşığı acılara boğar. Bu sevgi, âşığı deli-divaneye çevirir. Şunu be- lirleyim ki burada, senin, sevgilinin kendisinde zuhur etmesini istedi­ğin bir varlığı kasdediyorum, oysa bu konuda insanların çoğu o varlı­ğın genellikle kendileri için bir sevgili olduğunu sanırlar.

Bu konu üzerinde biz iki gruba ayrılmış durumdayız. Bizden bir grup, o mevcûd’dan olan ve de sevdiklerini onda zuhftr ettirdikleri, sev­diklerinin var oluşlarım ona ayan ettikleri, kendi hayallerindeki misale (kopyaya) bakarlar. Bu, hayalde bir bağlantı kurmaktır. Dış gözlerinde o sevgililerinin var oluşlarından daha latif bir bağlantı ile ona bağlana­rak onu müşahedeye dalmaktır. Bu onlara daha tatlı gelir.

İşte Leylâ’nın aşkıyla mecnun olan, Kays’ı, Leylâ yanına geldiği zaman Leylâ’dan yüz çevirten bu aşktır. Bu durumdayken, “Gözü­mün önünden çekil git!” demiştir Leylâ’ya. Sevgilisinin böyle açıkça hissedilen ve görülen varlığı, onun hayali müşahedesinin zevkini per­delemekteydi, çünkü Leylâ, Kays’ın hayalinde gerçek varlığında ol­duğundan daha çekici ve daha güzeldi. Böyle bir durum sevginin en tatlı ve en güzel yanıdır. Kim bu niteliğe sahip olursa, sevgilisinden ayrı kalmaktan şikayet etmeksizin, mutluluk ve nimet içinde olmaya devam eder.

Biz bu ayrıcalıklı durumdan en çok yararlanan âşıklardan biriyiz. Çoğu âşıklarda benzeri durumun olması nadirdir, çünkü doğal eğilim­lerine ve sevgilerine kabalık egemen olur; çünkü “latif" sevgilerine “ke­safet" bulaştırırlar. Bizce bunun sebebi şudur: Maddeden soyutlanmış manaların aşkına tutulmuş insanın nihai gayesi, o manalar “kesif’ bir bi­çim kazandıkları zaman, o manaları yeniden hayale indirmektir; tabii ki onları çok aşağılara indirmek istemeyecektir. Peki öyleyse, aşkta en kesif hali olan kimdir? Onun manalar hakkındaki “letafet”! nedir sence? İşte durumu böyle olan birinin Allah’ı sevmesi de mümkündür. O insa­nın gayesi Alla’a duyduğu aşkını “teşbih”den tecrid edemediği zaman, ona hayal planına kadar indirmek olacaktır. Bu durum Hz. Peygambe­rin — selât ve selâm üzerine olsun— şu sözünde ifade edilmektedir: “Al­lah’a sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet et, çünkülter ne kadar sen O’nu görmesen de O seni her an görmektedir."

Biz bu sıfatla bir varlığı sevdiğimiz zaman, sevgilimizin, kesif cisim­ler âlemine ait, hissedilebilen varlıklardan birinde zuhur etmesini iste­riz. Sevgilimizi kendi güzelliğinin daha üstünde olan bir güzellikle do­natarak onu hayal âlemimize yükselterek onu laıi deştiririz ki artık ora­dan sevgilimizin ayrılması ya da uzaklaşması imkânsız olur. Böylece âşık sürekli bir kavuşma içerisinde olmaya devam eder. Bu konuyla il­gili şu dizeleri yazdım:

Aşkından nıeaıutıa dönmüş kişi sürekli yakınmakta

Ayrılıktan, sevgilisinden uzakta kalmaktan

Bense, tam tersine çok uzağım böyle yakınmaktan

Çünkü sevgilim her an hayalimde, her an yanımda Doğrusu, sevgilim benden doğmakta, bende kalmakta Öyleyse “Bana ne oldu? Bana ne oldu?" demek niye?

Yukarıda, aşk, insanın aklını başından alır götürür, demiştik. Kimi­leri de “akıl ile idare edilen aşkta hayır yoktur.” demişlerdir. Ebu’l-Ab- bas el-Mukarani el-Kussad da şöyle demiştir: “Aşkın, insanlar üzerinde, akıldan daha etkili bir gücü vardır.” Evet, üstadlar böyle dediler, çünkü akıl, insanı belli bir kayıt altına alır, oysa ki aşk insanın hayatını alt üst eder, insanı şaşkına çevirir, hayrete düşürür. Şaşkınlık ise, akıllılıkla bağdaşmaz. Akıl sayesinde insan kendini toplar. Şaşkınlık ise, insanın kendini dağıtmasına neden olur.

Hz. Yakup çocuklarına "Eğer, bana bunadı demezseniz inanın ki ben Yusuf un kokusunu duyuyorum.” dedi. Bunun üzerine Yusuf un kardeşleri Ya- kub’a “Vallahi sen hâlâ eski şaşkınlığın içindesin.” dediler. (Kuran, 12/94- 95) Bu şekilde Yusuf’un kardeşleri, babalarının Yusuf’a duyduğu sev­giden dolayı nasıl bir şaşkınlık içine düştüğünü belirtmek istiyorlardı.

Demek ki, şaşkınlık insanı dağıtmakta, insanın kendini toplaması­na imkân vermemektedir. Bu nedenle aşk, “dağılma” ve “dağıtma” özelliğiyle tavsif edilmiştir. Bu özellik, birçok açılardan, âşığın kaygı­larını, sıkıntılarını dağılır. Bu bağlamda. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, o ikisin­den de birçok erkekler ve kadınlar çoğaltan Rabb’inizden korkun..” (Kur'an, 4/1). Aynı şekilde gene şöyle buyuruyor: “...Dağlar etrafa serpildikçe serpildiği, dağılan bir toz duman haline geldiği zaman...” (Kur’an, 56/5-6).

Âşık, sevgilisinin hükmü altına girer; onun hakimiyeti altında kalır. Dolayısıyla kendisi için, kendisinde bir idare mekanizması kalmaz. Ba­ğımsızlığım ve özerkliğini yitirir. Gönlünü ve kalbini ele geçiren, istila edip kuşatan Aşk Sultanı’nın kendisine verdiği bağışlara ve emirlere ba- ğıınlı kalır. Sevgisindeki bu alt üst oluştan dolayı, âşık karşılaştığı her şahısta sevgilisinin güzelliğini gördüğünü hayal eder. Aynı şekilde, biz­zat kendisinin gördüğünü, onu görenlerin de gördüğünü düşünür. Bu­nun böyle olmasının nedeni, âşığı saran hayret ve şaşkınlıktır. Şu atasö­zü de bu durumu dile getirmektedir: “Kimi seviyorsan, herkesin yü­zünde onu görürsün.” Yani sevgilin daima senin yanındadır. Ey âşık, sevgilin senin gözünde ne denli güzelse, sevgilini gören herkesin gö­zünde de o denli güzel olduğunu tahayyül edersin.

Âşığı saran bu duygunun, onun bu şekilde alt üst oluşunun bir baş­ka nedeni de, sevgilisini elde edebileceğini sandığı çeşitli yollarla şaşkı­na dönmesidir. Aşık, “sevgilime kavuşmak için şöyle şöyle yaparım; şu şekilde ya da bu şekilde hareket ederim” der kendi kendine. Fakat, kul­lanması gereken yol ne olursa olsun gene de şaşırıp kalmaktan geri durmaz, çünkü duyu planında sevgilisiyle birlikte olmaktan elde edece­ği lezzetin, zevkin hayal planında ondan elde edeceği lezzet ve zevkten daha büyük olacağını tahayyül eder. Bunun nedeni, uyku halinde iken hayalinde hissettiği lezzetten duyduğu zevkten gafil olan, dolayısıyla ondan vazgeçen bu âşığın üzerine lıesafet'in hakim olmasıdır. Bu durum âşığa, hayal ile elde edeceği zevkten daha yoğun ve daha büyük bir zevk verir, çünkü böyle elde edeceği kavuşma hayalen elde edeceği ka­vuşmadan daha kuvvetli olacaktır. Oysa ki hayalen kavuşma fiziki ka­vuşmadan yani duyular planındaki kavuşmadan daha çok etkiler insa­nı. Böylece, mana olarak doğan lezzet ve zevk, hayalen kavuşmadan doğacak zevkten daha yoğundur (kesiftir). İşte o zaman, sevgilisiyle fi­ziki kavuşmasına imkân veren yollan bulma konusunda âşık şaşırıp ka­lır. Amacına ulaşmak için bir hile, bir yol bulmak ümidiyle âşık, bu ko­nuda bilgi ve tecrübe sahibi olanlara konuyla ilgili sorular sorar; hele bu konuda şairin aşağıdaki dizesini işitmişse!

"Gerçekten âşık olduğun doğru olsaydı

Sana gösterilirdi kuşkusuz aşkın yanıltmaları..."

ÂŞIKLARIN BAZI SIFATLARI

NÜHÛL - ERİME:

Aşıkların sıfatlarından ilk anlatacağım, Hicri 599 yılında, Kabe-i Muâzzama’da, Rûkn-i Yemani önünde bulunduğumuz bir sırada -Yunus ibn Yahya ibn Ebi'l-Hasan el-Haşimi el-Abbasi cl-Kassar’ın bize anlattığı şu vasıftır. Şöyle dedi: “Bize İbn Abdülbaki anlattı, ona da Ah- med ibn Ahmed, ona da Ahmed ibn Abdullah, ona da Abdullah ibn Muhammed ibn Cafer, ona da Hicri 288’ de mûfessir Ebu Bekir ed-Dey- nuri anlattı, ona da Muhammed ibn Amed eş-Şemsatiyyi anlatmışmış; dedi ki: “Zünnun el-Mısri’nin60 şöyle dediğini işittim: “Gerçekten Al­lah’ın bazı kullan vardır ki kalbleri Allah aşkının kristalvari saflığıyla doludur. Allah onların ruhlarını Kendisini görme şevkiyle ve aşkıyla genişletmiştir. Âşıkların gönüllerini Kendine çeviren ve Aşkıyla doldu­ran; anlayışlarını, akıllarını O’na yaklaşmaya elverişli kılan; O’nun bağı­şını kabul edebilmeleri için göğüslerini saflaştıran, berraklaştıran Yüce Allah’a hamd olsun! Onları yardımıyla başarılı kılan; dayanılmaz yal­nızlıklarında onları Kendine yakın ve dost eden; onların hastalıklarını iyileştiren Yüce Allah’a hamd olsun! Ey Allahım, onların bedenleri Se­nin için eğildi. Uzanan elleri Sen’den gelecek lütfün artması için açıldı. Sen’i anlamanın ne denli tatlı bir zevk olduğunu tattırdın onlara. Böyle- ce hayatlarını güzelleştirdin hem de ne kadar güzelleştirdin! Onlara ba­ğışladığın nimetler ne denli sürekli! Göklerin kapılarını açtın onlara! Onların kalblerine “melekut âlemi”nde dolaşma izni verdin! Fakat gene de âşıkların sevgisini unutmadın, çünkü sana âşık olanların aşkı, şevki, Sen’in üzerine müsteniddir. Ariflerin kalbi Sen’i arzular. Sadıkların kal­bi Sen'i arar, Sana sığınır. Korkanların korkusu Sana bağlanır. Yoksulla­rın gönlü Senin korumana muhtaçtır, çünkü bazen gevşeklikleri nede­niyle, rahatları için umutsuzluğa düşerler, kendilerindeki gafleti görme­ye de pek eğilimli değillerdir. Kendilerini ilgilendirmeyen konularda fi­kir yürütmeye pek girişmezler. Geceleri uyanık kalmaktan dolayı, yor­gunluktan gevşemezler. Dilleriyle Ona münacat ederler. O’na olan ge­reksinimlerini bilerek O’na karşı müıevazi davranırlar ve O’na gizlice yalvarırlar. İşledikleri günahlardan ötürü O’nun affını, yaptıkları hata­lardan dolayı O’nun bağışlamasını isterler. Hüzün fikriyle kalbleri erir ve Allah’a iyi, dindar insanlar olarak hizmet ederler.”

Allah onlardan razı olsun, onların belirgin vasıflarından biri “mi- hûl"dür. Bu sıfat onların kesif ve latif özellikleriyle doğrudan ilgilidir. Aşıkların latif olan ruhları böylece duyuların algılamasından ve haya­lin biçimlendirmesinden kurtulur. Aşk onlara kuşkusuz serap letafeti gibi bir latiflik verir. Bunun açıklaması şöyledir:-Susamış biri serabrgö- rünce, onu su zanneder. Kur’an’da bu durum şöyle açıklanmıştır: “İn­kar edenlere gelince, onların işleri düz arazideki serap gibidir. Susayan onu su zanneder, fakat yanma gelince bir şey olmadığını anlar ve orada Allah’ı bulur. Ve Allah onun hesabını görür. Alah hesabı çabuk görendir.” (Kur’an, 24/39). Serabı su zannetmesinin nedeni, o insanın susamış olmasıdır, eğer su- samasaydı onu su zannetmezdi, çünkü o insanın araştırmaya yönelme­si suya duyduğu gereksinimdendir. Bu nedenle suda hayatın sırrı gizli olduğu için, daha doğrusu su hayat kaynağı olduğu için, suya olan is­teğini ve sevgisini gerçekleştirmek üzere seraba yönelir. Fakat yanına varınca, orada hiç bir şey bulamaz. Orada hiç bir şey bulamayınca, su yerine, yanı başında Allah’ı bulur. Aslında susamış bir insanın oraya yönelmedeki gayesi, maksadı bizzat su idi. Allah’ın maksadı ise. o in­sanın işin farkına varmaksızın, bu yanılsama yoluyla onu Kendisine ulaştırmak!...

İşte böylece Allahu Teâlâ, kul farkına varmaksızın, kulunu aldatır. Aynı şekilde Allah, Kendisine sığınan, iltica ve rücû eden, Kendisine güvenen kuluna daha fazlajlgi gösterir. Allah o kulu için, kul işin bilin­cine varmaksızın, sebebleri yarattığı anda, o kulu sebeblerden kurtarır. Böylece o kul bu serap içinde hayal ettiği sudan mahrum olunca, ya­nında sadece Allah’ın varlığını bulur. Demek ki kul, yan sebeblerden kurtulunca ve istediğini elde edemeden o yanıltıcı gerçeklerin kapıları kapanınca, ancak o zaman Allah’a rücû etmekte, O’na dönmektedir. So­nuçta, kul “lıerşeyin hükümranlığını, melekutıımı elinde bulunduran Tan- n’ya" (Kuran,36/83) döner. İşte Allah tarafından, bu yolla, bu şekilde, istenilen amaç budur, kulları (onlar Kendisini sevmelerine rağmen) Kendisine doğru zorla ya da kendi istekleriyle göndererek yapar bunu. Aynı şekilde kullar, ruhlarının, Allah’ın kendilerine farz kıldığı yüküm­lülüklerle yükümlü olduğunu bilirler; ayrıca ruhlarının bilerek Allah'ın Emri üzerine çalıştıklarına inanırlar. Bunu da Allah'a duydukları sev­giyle, muhabbetle ve O’nun Rızasını kazanmak arzusuyla, ve O emretti­ği şekilde onların hareket ettiklerini görsün diye, yaptıklarına inanırlar.

Gözlerinin önünden perde kalkınca ve kalb gözleri açılınca, kendi nefislerini su şeklindeki serap gibi görürler; ayrıca Allah'ın hukukuyla, yani kendilerine emrettiği yükümlülüklerle, kaim olanın, sadece o fiil­lerin yaratıcısı olduğunu görürler. O yaratıcı ise Allah tır. Dolayısıyla, yanılsamayla kendi varlıkları olarak hayal enikleri varlığın Allah oldu­ğunu anlarlar. Böylece onların varlığı kaybolur, geriye sadece Hakk’ın Varlığıyla müşahede edilen Hak baki kalır, tıpkı su serabı da seraptan fani olunca, geriye sadece su olmayan serabın müşahede edildiği gibi. Sonuç olarak, ruh da kendi içinde bir “mevcuı”tur ve “fail” değildir.

Böylece bilinmiş oldu ki, seven, sevilen varlıkla özdeş olmakta ve sonuçta kendini sevmiş olmaktadır. Bu iş böyle olur, başka türlü olmaz.

İşte âşıkların ruhlarında bundan daha latif bir “nûlııd” olamaz. Âşıkların kesif yönleriyle ilgili olan “nülıu/’’a gelince. Sevgililerinin ken­dilerine yüklediği şeyleri yerine getirme konusunda kendilerini kuşa­tan düşünce dalgalarının etkisi altında renklerinin değişmesi ve beden­lerindeki etlerin erimesidir. Bu nedenle âşıklar, ahitlerine, antlaşmaları­na vefalı davrananlar olarak nitelenmeleri için kendilerine yüklenen bu yükümlülükleri severek ve büyük bir gayretle yerine getirirler. Çünkü Allah’a bu konuda ahit vermişlerdir. Allah’a ve O’nun Elçisine iman et­me, inanma konusunda o antlaşma üzerine bağlı kalırlar. Dolayısıyla Allah’ın şu sözüne kulak verirler: "Ey iman edenler! Yaplığınızcıkitleri yeri­ne gelirin." (Kur’an, 5/1); “Bana verdiğiniz sözü tutun ki, Ben de size verdi­ğim sözü tutayım.” (Kur’an, 2/40); Anlaşmayı bozmayınız, çünkü siz Al­lah’ı kendinize "kefil” yaptınız.

İşte, âşıkların cisimlerinin erimesine neden olan durumlar bunlardır.

ZÜBÛL - HARAP OLMA:

Bu nitelik sahih bir niteliktir; âşıkların hem ruhlarını hem de vü­cutlarını derinden etkiler.

Vücutlarını etkilemesinin nedeni, yağ ve su içeren, leziz ve iştah açıcı yemekleri terketmeleridir. Oysa bu yemekler (nefislere) ruhlara bir tat, vücutlara da sağlık ve güzellik verir.

Allah onlardan razı olsun bu âşıklar. Sevgilinin, kendilerine, Huzu­runda durmalarını, kıyanı etmelerini, öteki insanlar uykuya dalmışken, O'nun tecelli ettiği sırada, O’rıa mûnacatta bulunmalarını emrettiğini bilirler.

âşıklar, vücutlarında meydana gelen rutubetlerin duygularını körel­terek ve bulandırarak beyinlerine kadar yükselen buharlar çıkardığını görürler. Halvet içinde O’na mûnacatta bulunmak için uyanık bir halde Sevgili’nin huzurunda durmalarını engelleyecek derecede, üzerlerine uyku çöker. Sonra, bu buharlar onların bedenlerinde bir güç bir kuvvet ortaya çıkarır ki, bu kuvvet bütün organlarına yayılır ve sevgililerinin, kendilerine tasarrufunu yasakladığı fuzuli işlerde bulunmaları için on? ları kışkırtır. Bunun üzerine onlarda birinci derecede ihtiyaç olmayan yiyecek ve içecekleri terkederler. Bu nedenle, vücutlarında meydana ge­len rutubet, dedim ya yavaş yavaş azalır. Böylece sağlıkları ve güzellik­leri yok olur; yüzlerindeki parlaklık gider, bedenlerindeki uygunluk kaybolur; boyları posları biçimsizleşir. Uykuları dağılır; uyanıklıkları güçlenir, yoğunlaşır, artar. Dolayısıyla Sevgili’nin huzurunda kıyamda durmak olan amaçlarına ulaşırlar. Bu zûhdle, yani terkettikleri şeyle, amaçlarına ulaşmak için gerekli yardımı bulmuş olurlar. İşte vücutları­nın “zühul”ü, yani harap olması bu demektir.

Ruhlarının “zübul”ûne, yani harap olmasına gelince; bunun sebebi, onların sahip oldukları ilimlerin ve marifetlerin verdiği birçok nimetler ve büyük mutluluktur. Gerçekten de bu âşıkların ruhları yardımlaşma hususunda kendi cinsleriyle bir dostluk, bir içtenlik kursunlar diye, “mele-i a’la”daki varlıkların ruhlarıyla sıkı bir ilişki içindedir. Çünkü onlar Allah'ın şu sözünü işitmişlerdir: "İyilik ve takva üzere yardımlaşın.” (Kur'an 5/2). Onlar kendilerini, bu ayetin muhatabı olarak hayal etmiş­lerdir, oysa iş hiç de öyle değildir, çünkü bu ayete muhatap olanlar, gü­nah ve düşmanlık üzerine yardımlaşanlardır. Bu nedenle Tanrı, bir ya­saklamayla sürdürmektedir ayetin devamım: "... günah ve düşmanlık üze­rine yardımlaşmayın; ayrıca Allah'tan korkun...” (Kur’an, 5/2). Görülüyor ki, böyle bir durum “mele-i a’!a”daki varlıkların sıfatlarından değildir.

Böylece bu konudaki yanılgılarını öğrenince bu ayet üzerinde dur­maktan vazgeçerek şu ayet üzerinde durmaya başladılar: “Allah'tan yar­dım isteyiniz ve sabrediniz" (Kur’an, 7/128), yani nefislerinizi (ruhlarını­zı) Allah’la birlikte tutunuz. Bu ayetin etkisiyle onlar, ilgili varlıkların farkına varırlar; o varlıklarla birlikte bulunmaktan dolayı büyük mutlu­luk içinde oldukları halde, ruhları harap olur, çünkü artık onlar “Zatına benzer hiçbir şeyin olmadığı Varlık"a bağlanmışlardır (Kur’an, 42/11). O’nunla kendileri arasında bir benzerlik ilgisinin olup olamayacağını bilemezler. Dolayısıyla o ilgiye bağlanırlar. İşte o zaman “mele-i a’la”da- ki varlıklara şöyle derler: “Allah’ı tanımak, ancak Allah (sübhanehu), sana senin dilinle, senin tarzında ve senin ifadelerinle hitabederse mümkündür. Eğer bu dili konuşan varlıklar —ki sen de onlardansın— Allah’ın hitabı üzerinde aynı kanıya varırlarsa, o zaman O’nu tanımak mümkündür. Öyleyse, o dil ile Allah’ın size hitab ettiği şeylerin anlamı­na dönünüz. O hitabın anlamı bu tarzda geliştirilen fikre tamamen uy­gundur. Bizi Allah’a bağlayan bu incelikten ötürü, bilgisizlikle, O’nunla kendi aranızda bir benzerlik kurmaya kalkışmayınız.”

Hiç kuşkusuz Allah'ın sana hitab etliği şekliyle bu sıfat gereklidir, çünkü Allah Kendisini o sıfatla vasfetmektedir. Nitekim O’nun sıfatları, bizden O’na doğru giden özel bir ilgiyle ancak geçerli olmaktadır. Sen bu sıfata bağlandığın, gereğine kesinlikle uyduğun zaman, o sıfat seni O’nun yanma eriştirecektir. İşte o zaman o sıfatın O’na nisbetinin nasıl olduğunu bir zevk ilmiyle ve bir ilâhı tecelliyle bileceksin. Dolayısıyla “zübul”ün, haraplığın öylesine artacak ki vehmedilmiş hayali bir nok­taya döneceksin, tıpkı kimilerinin şöyle dediği gibi:

“Sende döndüm ben, bitkinlikten dolayı, Tıpkı vehmedilmiş bir hayali noktaya.”

Böyle bir şey ancak vehimde bir varlık kazanabilir. İşte âşıkları ruh­larında belirginleştiren “zûbul” sıfatı böyledir.

Keşf yoluyla teyit edilmiş bir haberde bize aktarıldığına göre, İsrafil aleyhisselâm, yani en yüce ruhlardan biri olan ölüm meleği, kalbi üze­rine Allah’ın büyüklüğünün, azametinin inip çökmesiyle her gün kendi nefsinde yetmiş kere daha küçük olmaktaydı ve hatta boyutsuz bir hale geliyordu. Tıpkı Kıyamet Günü’nde Allah'ın kullarına üstün oldukları­nı göstermek amacıyla kibirlenenlerin Kıyamet Günü’nde alçalmış ve horlanmış zerreler, küçücük parçacıklar olarak haşrolunacakları gibi. Çünkü onlar dünyadayken büyüklük taslamışlar, kibirlenmişler, şişkin­lik etmişlerdi.

İşte bu sıfat onların ruh ve bedenlerindeki “zübûl”dûr.

GÂRÂM - HELÂK OLMA:

Daimi bir sevgiyle ortaya çıkan, Sevgilide helak olmayı isteme hali­dir bu. Yüce Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Ger­çeklen de Cehennem azabı daimi bir helaktir" (Kur’an, 25/65); yani sevgili­nin varlığına devamlı bağlanmakla ortaya çıkan bir helak olma duru­mudur. “Gdrim” terimi de aynı köklendir. Kendisine bir şey borçlu olu­nan anlamındadır. Bu nedenle “gânm” yani "borçlu” diye-adlandırılır. Bu sözcüğün harflerinin (G-R-M) yerleri değiştirilirse “ragam” (R-G-M) sözcüğü elde edilir. Bunun anlamı toprağa yapışmak, iğrenmek, tiksin­mek, karşı koymak, küçük düşürmektir; toprak yığını demektir. Örne­ğin, “Burnu büyüdü!" (Ragime enfuhıı) denir, çünkü yüzün güç ve kuv­vet ifade eden dış kısmı burundur. Bununla “ragâm” terimi arasında, namazda bir ilgi kurulmuştur, çünkü namazda secde haline varınca bu­run toprağa yapışmaktadır. Böyle olunca, yani aşkın helak etmesi anla­mına gelen “garanı" teriminin, “ragctnı” terimiyle de ilgisi kurulunca. “mııgran”in, yani aşkla helak olmuş varlığın, zillete, alçalışa düçar oldu­ğu da gösterilir. Çünkü toprak zelillerin zelilidir. İşte bu nedenle, zelil varlıklar tarafından çiğnendiğinden dolayı toprak, belagatta mübalağa sıiğasıyla “zelııl" diye nitelendirilir.

"HM”; asıl sevgi, sevenlerin kalbinde olan bir şeydir; “şevk" ise; müştak olanların, aşırı bir arzuyla sevenlerin kalbindedir; uykusuzluk, aşkından dolayı geceleri gözüne uyku girmeyenlerdedir. Aşkın öteki sı­fatları da böyledir. Kimde o sıfat varsa, o sıfatla nitelenir. Aşkın bütün bu sıfatlarına sahip olan kişiye, yani o âşığa “nıugrem". o âşığın sıfatına da "gârâm" denir. Dolayısıyla bu öyle bir isimdir ki, âşığı etkisi altına alan aşkın bütün sıfatlarına uygun düşer. Seveni, âşığı, “gârâm" sıfatın­dan daha genişçe kuşatan bir başka sıfat daha yoktur.

ŞEVK:

Şevk, özellikle sevenle sevgili bir ve aynı oldukları zaman, sevgiliy­le kavuşmaya götüren ruhani bir harekettir. Aynı zamanda sevgiliyle kavuşmaya götüren tabii, cismani ve hissi bir harekettir de. Eğer âşık öyle bir varlığa (yani hangi sevgili olursa olsun) kavuşursa, o hareke­tinde bir huzur ve sükun bulur; bununla birlikte, sevgiliyle kavuşmuş olmasına rağmen o hareket kendisini hayrete düşürür. Sevgilisiyle fiilen kavuşmuş olmasına rağmen, şaşkınlığı artar ve kendisini bir korku sa­rar. Bu korku, sevgilisinden ayrılma korkusudur, dolayısıyla vuslatın, o kavuşma halinin sürmesini ister ve yeniden vuslata işkiyak duyar. Şevk konusunda biri şu dizeleri söylemişti:

“Aşktan ve korkudan evler evlere yaklaşınca,

Bir günlük şevkten daha tatlı ne var acaba?"

Bir başkası da yukarıda zikrettiğimiz vuslat halindeki korku hak­kında şunları söylemiştir:

"Aşktan ağlıyorum onlara, benden uzaklaşırlarsa,

Korkuyorum ayrılacaklar diye bana yaklaşırlarsa."

Bu durum, O’ndan başka birini sevenin cezasıdır, çünkü o şahıs sevgisini O’nun dışında olan birine yöneltmiştir. Eğer o şahıs gerçek anlamda Allah’ı sevmiş olsaydı, durumu hiç de böyle olmazdı. Allah’ı seven, ayrılık korkusu duymaz, çünkü O’na bağlanmıştır sımsıkı. O’ndan nasıl ayrılabilir ki? Allah'ı seven, Allah’ın kabzasında, avucun­dadır; O’ndan kesinlikle ayrılamaz. Ayrıca sevgilisi, âşığı her an gör­mekledir. Gerçekten de "O, ona şahdamarmdan daha yakındır.” (Kuran. 50/16). "Attın amma sen atmadın, fakat Allah attı.” (Kuran, 8/17).

“O’ndan ayrılmak nasıl mümkün olur, nerdc?

O’ndan başka biri yok ki Evrende.”

Bir kudsi hadiste Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bana bir karış yakla­şana, Ben bir kulaç yaklaşırım. Eğer kulum Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak giderim.” İşte bunun için ey kardeşim! seni Allah için sevenle, kendi nefsi için sevenin kıymetini takdir etmen gerekir, çünkü Yüce Hakk, âlemden müstağni olmasına rağmen, kulu O’nu sevince kuluna kavuşmak için ona koşarak gitmektedir. Kulunu, Kendine öylesine yak­laştırmaktadır ki kul O’nun meclisine girmektedir ve o kulu, meclisin­deki seçkin varlıklar arasına sokmaktadır. Öyleyse, seni birisi sevdiği zaman bu sıfata en layık sensin demektir, çünkü seni seven sana kendi­sine efendilik etme hakkını vermekte ve kendi nefsini senin tahakkü­müne, egemenliğine bırakmaktadır.

Öyleyse, eğer sen de akıllıysan sevginin kıymetini, aşkın gücünü, se­ni seven varlığın değerini bilmen gerekir; ayrıca ona kavuşmak için, Al­lah’ın ahlâkıyla ahlâklanarak, gayret göstermen ve acele etmen gerekir61. Çünkü O, o sevgiyle yarattı seni; o sevginin bir dengi, bir benzeri kesin­likle yoktur, ebediyen de olamaz. Çünkü O’nun yaptığı her şey sevgiyle­dir, sevgidendir, İlk önce de onunla başlamıştır işe; dolayısıyla her şey o sevginin bir sonucudur; ta ilk baştan beri, seni o sevgiyle sevmektedir.

HIYAM - ÇILGINLIK:

Bu aşka tutulanlar çılgınca âşık olurlar; ne söyleyeceklerini ne yapa­caklarım bilemez duruma gelirler; kendilerine dilediği gibi bir yön vere­mezler, bir karara varamazlar. Bu sıfatı Allah'a âşık olanlara yakıştırmak daha uygundur. Yaratıklardan birini sevenin haline gelince; Bu âşık, çıl­gın gibi, deli gibi şurda burda dolaşmaya başlayınca, kendini bir telaş kaplar ve sevgilisine kavuşmaktan umudunu keser. Oysa ki Allah’a âşık olan mutlaka O’na kavuşacağından emindir, şuraya buraya yönelerek telaşa kapılmaz, çünkü bilir ki Allah zamanla ya da mekânla kayıtlı de­ğildir ki bu yüzden oraya buraya yönelsin. Hakk’ın hakikati O’nun kayıt altına alınmasını engeller. Bunun için Allah şöyle buyurmaktadır: “Ne­reye dönerseniz dönünüz Allah'ın yüzü oradadır." (Kur’an, 2/115), “Nerede olursanız olunuz, Allah sizinle beraberdir." (Kur’an, 57/4)

Bu aşka yakalananın aşkı her yerde ve her durumdadır, çünkü onun sevgilisi Hakk’tır, dolayısıyla Hakk’a belli bir yöne yönelerek ulaş­maz, aksine hangi yöne yönelirse yönelsin, hangi durumda olursa ol­sun, Hakk kendisine tecelli eder. Bu durumdaki varlıklar, yani Hakk âşıkları, yaratıklara âşık olanlardan daha çok layıktır bu sıfata, yani “lıı- yam" sıfatıyla, çılgına döndüren aşkla sıfatlandırılmaya.

Hakk âşıkları nezdinde, müşahede edilen yalnızca Allah’tır. Her gözden görülen, her dilden konuşulan, her kulaktan duyulan sadece O’dur. Arifler O’nu böyle bilirler. O da âşıklara bu hakikatle tecelli eder.

ZEFRÂT -DERİN DERİN İÇ ÇEKİŞLER:

Bu yıkıcı bir ateştir. Bir nurdur ki kalb onu taşırken daralır. Bu ne­denle devamlı ve yoğun bir şekilde aşağı saran üzüntü ve kederden dola­yı, âşıktan derin derin iç çekişler duyulur. Derin derin iç çekmeler çıka­ğı için, tıpkı ateş yanarken işitilen çıtırtılara benzer birtakım hararetli ve hafif gürültülü sesler ve iniltiler duyulur. İşte bu seslere “ze/rât” denir.

Bu sesler, özellikle tabii bir cisimde olur, fakat bazen de cisim hali­ne gelen bir surette olur; bunun için bu derin derin iç çekmeler o suret­te zuhur edince, cisim haline gelen o suret mücerret bir mana, yani maddesi olmayan bir cisim olarak nitelendirilir. Ayrıca, tıpkı tabii ci­simler gibi, o suretin de kızgınlık ve memnunluk duyduğu söylenir, tıpkı Hz. Peygamberin, —Allah’ın selût ve selâm onun üzerine olsun—, kendisi hakkında söylediği hadis gibi. Şöyle ki: “Kuşkusuz ben de bir in­sanını, diğer insanların kızdığı gibi ben de kızarım; diğer insanların memnun olduğu gibi ben de memnun olurum."

Nitekim “Kendisine hiçbir şeyin benzemediği" (Kur’an, 46/11) Cenabı Allah da kendini “rıza" ve “gazap"la, yani memnunluk ve kızgınlıkla ya da buna benzer şekilde daha başka birbirine zıt sıfatlarla vasfetmiştir. İşte, sen de bu zıt sıfatlar hakikatinden zuhur ettin bu âlemde. Bu ne­denle diyoruz ki, Sübhan Tanrı bu âlemi hem Kendi nefsiyle bilir hem de bu âlemle bilir. Bu böyledir.

Bu âlemde zuhur eden her hakikat ve her sıfat için İlâhî bir ilke var­dır. O hakikat ve o sıfat o ilkeye bağlıdır. O hakikatlara ve o sıfatlara va­roluş giysisini giydiren o İlâhî ilke olmasaydı, onlar var olmazlardı ve on­lardan bir iz kalmazdı. Bu meseleyi ancak Allah ehli denilen insanlardan bazı seçkin kişiler bilebilir, çünkü bu özel bir bilgiyi gerektirmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: “... Allah ona harşı kızmıştır, gazap etmiştir, ona lanet etmiştir ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Kur’an, 4/93). Hz. Peygamber’in hadisinde, Allah’tan şüphe eden, Allah’tan gâfil olan, O’nu tanımayan kimse hakkında, bundan daha sert bir ifade kullanılmıştır. Bu hadis, Kıyamet Günü’nde peygamberlerin sözü olarak nakledilen hadis­tir. Şöyle buyuruluyor: “Hiç kuşkusuz Allah o gün öyle gazab eder, (kızar, öf­kelenir) öyle gazab eder ki ne ondan önce öyle gazap etmiştir ne de ondan sonra öyle gazap edecektir." Demek ki bu gazap yukarıda zikredilen gazaptan da­ha şiddetlidir, çünkü Allah’ın gazabı, sonradan ortaya çıkan (hudus) ve yok olan (zeval) azap olarak nitelendirilmektedir.

Bu makamda Hz. Muammed, salat ve seldin onun üzerine olsun. Ken­disinden sonra, kuşaktan kuşağa geçerek, ashabına halef olacak makam ve ülke sahipleri hakkında şöyle buyurmaktadır: “Siyaset sahibi olanlar, yani devlet adamları verdikleri hükümlerde ve aldıkları kararlarda makamları­na ve ülkelerinin durumlarına göre hüküm verirler."

KEMED - SEVDA:

Bu, kalbin en şiddetli hüznüdür. Bunda gözyaşı olmaz, ancak bu sevdaya tutulan biri çok ah ve of çeker, inler durur, daima iç çeker. Bu öyle bir hüzündür ki âşık onu kendinde bulur; ne yoksun kalabilir ne vazgeçebilir bundan, fakat bir türlü sebebini de bilemez. Bu, âşıkların bir sıfatıdır ki hassaten sevgiden başka bir sebebi yoktur bunun. Bunun biricik ilacı da sevgiliye kavuşmaktır. Aşık, Sevgilisiyle öylesine meşgul­dür ki kendisini saran bu aşk nedeniyle her tür duyguya karşı duygusuz kalır, bu sevda âşığı yok eder, eritir, bitirir. Eğer sevgiliyle kavuşma biz­zat gerçekleşmezse, ve eğer sevgili âşığa emirler yağdıran bir sevgiliyse, âşık, sevgilinin emirlerini yerine getirmekle meşgul olacaktır sadece. Böylece o emirleri yerine getirirken hüznünden, sevdasından ferahlaya­caktır. Çoğunlukla, sevgiliyle seven arasında, seveni sevgilisiyle uğraştı­racak, meşgul edecek bir şey olmazsa, hüzün olur. Seven için, ancak sevgiliyle meşgul olunca yok olan sevdadan başka bir sıfat yoktur.

Gerçekten de aşkın sıfatları pek çoktur. Birkaçını burada sayalım: Esef, özlem, hayret, şaşkınlık, dehşet, kıskançlık, hırs, hastalık, heye­can, sessizlik, hareketsizlik, ağlama, acı çekme, uyuyamama, devamlı uyanık kalma ve de ayrıca âşıkların şiirlerinde dile getirdikleri daha ni­ce nice sıfatlar...

Biz bu bölümde, özellikle ve münhasıran, Allah’ın kullarına duydu­ğu sevgi ile, kulların Allah’a duyduğu sevgiyi ele alıp incelemeye çalış­tık. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Tanrı sevdiği kullarını belirtmiş­tir. Onlardaki belli sıfatlardan dolayı sevmiştir onları. Buna karşılık, kendilerindeki bazı sıfatlardan dolayı, kimilerinden de sevgisini uzak­laştırmışım Allah bunları Kendi Kitabında zikretmiştir. Ayrıca, selâı ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamberin dilinden de bunların kimler ol­dukları ifade edilmiştir.

Yüçonüçüncü cüz burada bitti; Sefer ayının onbeşinci günü.

KUR'AN'DA ÂŞIKLARIN VASIFLARI

ALLAH RESULÜ'NE BAĞLANMA:

Hah Resulü’ne, —selâl ve selâm üzerine olsun—, bağlanma konusu »/p İlâhî yasayla belirlenmiştir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyur­muştur: “De ki: eğer Allah’ı seviyorsanız bana bağlanın İti Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın..." (Kur’an, 3/31)

Bil ki, Allah için, kullarına duyduğu sevgide, iki sevgi ya da iki ilgi vardır. Bu sevgi, iradeye bağlı bir özelliktir. Birincisi, başlangıçtan beri Allah’ın onlara, kullara duyduğu sevgidir. İşte bu sevgiyle Allah onlara, Kendine bağlanmalarını sağlamıştır. Örneğin, bütün peygamberlerin (hepsine selâm olsun) O’na kendiliklerinden bağlanmaları gibi. Öyle ki bu bağlanma, onlar için sonuçta iki çeşit sevgi ilgisi doğurmuştur, çün­kü bağlanma iki biçimde olmuştur: Birincisi, farzları yerine getirmekle ve O’nu sevmekle; İkincisi, nafile ibadetler yapmakla, Hz. Peygamber, selât ve selâm üzerine olsun, Aziz ve Çelil Rabb’inden naklettiği bir ha­disi kudside şöyle buyurmaktadır: “Kendisine farz kıldığım şeyleri yerine getirmekle kulumun Bana yaklaşmasından daha çok sevdiğim bir şey yoktur. Kulum Bana, Ben kendisini sevinceye kadar nafile ibadetlerle yaklaşmaya de­vam eder. Ben onu sevince onun kulağı, gözü, eli ve tüm organları olurum." Kul nafile ibadetler yapmakla, Tanrı o kulun kulağı ve diğer organları

oluyorsa, peki kul farzları yerine getirmekle, Tann’nın kula duyduğu sevgi ne olur? Buna verilecek cevap şudur: Hakk bu seçkin kulun ira­desiyle rnurad eder; bu sevgiye, bu bağlanmaya özgü olan ilk ve asıl ira­deyle, yani Allah’ın dilemesiyle (nıeşie) tam bir mutabakat içerisinde, o kula bu âlemde hükmetme imkânını verir. Böylece Allah, o kulu, o sev­giyle muvaffak kılar. Dolayısıyla bu sevgi, yukarıda belirtilen birinci çe­şitte yer almış olur, ki bu anlam Tann’nın şu sözünde ifadesini bulmak­tadır: “Allah dilemedikçe siz hiçbir şey dileyemezsiniz" (Kur’an, 76/30), “Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe, si? hiçbir şey dileyemezsiniz." (Kur’an, 81/29). Hakk Teâlâ Kur’an’da zikrettiği sıfatlar nedeniyle, o sıfatları üzerinde uygulayan kullarını sever. Bu sıfatlar ise, ancak Hz. Peygam­bere bağlanmakla elde edilir.

Demek ki Allah’ın Resulü, selât ve selâm onun üzerine olsun, bu yo­lu sünnetleştirmiştir. Bunu da Allah’a bağlanmakla yapmıştır, çünkü “O hevadan konuşmaz; onun konuştuğu kendisine vahyedilen vahiyden başka bir şey değildir.” (Kur’an, 53/3-4). Allah Resulü, hem Allah’a hem de bi­ze bağlı olarak hareket eder, fakat Allah, kimilerinin sandığı gibi, fi­ilin, hem Kendisi için hem de bizim için olmasını kabul etmez. Bu bağlamda Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: Allah sadece bana ve size ne yapacak, nasıl davranacak bilmiyorum. Ben bana vahyolunana bağla­nıyorum. Ben sadece açık bir uyarıcıyım.” Bununla ilgili olarak, Allah da şöyle buyuruyor: “Resulün üzerine sadece duyurmak, bildirmek düşer” (Kur’an, 5/99).

Allah Resulü’ne bağlanmak demek, onun bize söylediği şeyleri yeri­ne getirmek demektir. Bu nedenle, eğer Allah Resulü “yaptığım şeylerde bana uyunuz” demişse madem, biz ona uyduk; öyle dememiş olsaydı bi­le bize düşen onun söylediği şeylere uymaktır. Dolayısıyla, buradan bi­zim için çıkarılacak sonuç, bize emrettiği ve yasakladığı şeylerde ona uymamız gerektiğidir. Onun bize çizdiği sınırlarda durmak demek, fiil­lerinde ve ahlâkında ona uymak demektir. Bu tutum, “keramet" ve “ayet” diye isimlendirilir, yani bu tutum, bağlanmanın hakikiliğine ve doğruluğuna dair gerçek bir kanıttır.

Peygamberler de aynı şekilde İlâhî emirlere bağlıdırlar. Hz. Peygam­ber, selât ve selâm üzerine olsun, bu konuda şöyle buyuruyor: “Ben ancak bana vahyedilene tabi oluyorum." Böylece, ilâhı emirlere tabi olması sonu­cu ortaya çıkan ve onun üzerinde gözüken, Allah'ın işine, fiiline bağ- lanına olayı bir “ayet", bir mucize, bir işaret, bir örnek olmaktadır. Eğer biz de onun gibi onlara tabi olursak, onlara bağlanırsak, bizim için de bir “keramet" olmaktadır. Fakat bu fiil, bu eylem himmet ve teveccühle olmalıdır; insan kendi nefsini sevme, ona tabi olma durumuna düşme­melidir... O zaman Allah’ın İradesi dışında başka bir sebebi olmayan ve ancak o şekilde olması gereken olağanüstü haller kulda görülür. Bu fiil zahiri bir sebebten dolayı zuhur edecek olursa, kul bu mucizevi hal içi­ne giremez. Örneğin, zahiri bir sebeble kuşların uçması misali. Haki­katte kuşları havada tutan Allah'tan başkası değildir62. Bu şu anlama geliyor: Kuşların havada durabilmeleri ve uçabilmeleri için gerekli se- bebleri Allah yaratmaktadır. Buna karşılık, eğer insan, olağan durum dışında havaya çıkar ve alışılagelen zahiri sebeble değil de yalnızca ken­di iradesiyle havada yürürse, bu fiili, Allah’ın Kendi İradesiyle eşyayı yaratmasındaki fiiline benzer, işte Tann’mn yaratma fiiliyle, eşyanın se- beblere bağlı olarak vuku bulması arasındaki bütün fark burada yat­maktadır.

Bunun özelliği Tann’ya ittiba etmekle, O’na bağlanmakla gerçekleş- mesindedir. Bu çerçevede Kendisine ittiba edilecek varlık yalnızca Al­lah’tır. Kendi İradesiyle yarattığı fiilinde ittiba edilecek varhk da gene Allah’tır. Her şey Allah’ın yardımıyla ve dilemesiyledir. “O’ndan başka Tanrı yoktur; O Azizdir; O hikmet sahibidir.” (Kur’an, 3/6”.

TÖVBE EDENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:

Sübhan Tann’mn tövbe edenlere duyduğu sevgi de, onların Allah’a ve Resulüne bağlanmalanyla ilgilidir. “Tevvâb" Allah’ın bir sıfatıdır. Ay­nı zamanda Allah’ın “esmaül-hüsnö”sından, yani güzel isimlerinden biri­dir. Allah bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır; “Gerçekten de Allah, o “tevvab”tır." (Kur’an, 9/104) yani tövbeleri en çok kabul edendir. ‘Allah tövbe edenleri sever” (Kur’an, 2/222). Demek ki, Allah sadece Ken­di ismini ve sıfatını sevmektedir. Kul bu isim ve bu sıfatla isimlenir ve sıfatlanırsa kulunu da sevmektedir. Fakat kul, ancak Hakk’ın kendisine bu sıfatı verdiği ölçüde bu sıfatla sıfatlanır. Bunun nedeni de şudur: Kul, kendisini Allah’tan uzaklaştıran günah, isyan, itaatsizlik ve başkal­dırı gibi kınanacak her türlü hal içindeyken bile Yüce Tanrı kuluna doğru döner. Kul, kendi hemcinslerinden biri kendisine bir kötülük, bir haksızlık yaptığında, bu kötülüğe karşı iyilikle karşılık verir ve ona kötülükle mukabelede bulunmaya kalkışmazsa, yani işte bu şekilde Al­lah’a dönerse, bu kul “tevvab” diye adlandırılır. Her an ve her durumda Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu bilmeyen kişinin, yalnızca Allah’a dönmesi doğru olacaktır. Bu nedenle O, “Allah’a bu şekilde dönerse­niz” derken, tıpkı Kuranda: "Nerede olursanız olunuz, Allah sizinle bera­berdir." (Kur’an, 57/), “And olsun ki insant biz yarattık, dolayısıyla nefsinin ona ne vesvese verdiğini biliriz, çünhü biz ona onun şahdamarından daha yakı­nız" (Kur’an, 50/6) dediği gibi, her an ve her durumda Allah’ın kendi­leriyle beraber olduğundan gafil olan kişilere hitap etmiştir sadece.

Eğer sen Allah’a, hesap sorulacağı idrakiyle dönersen, gerçekte, bu dönüş senin içinde bulunduğun durumdan, içinde bulunmadığın başka bir duruma dönüştür. Bütün durumlar Allah’ın Elinde olduğu için, dö­nüş de bu şekilde Allah’a izafe edilir. Demek ki, gerççkten Allah’a dö­nen kişi, muhalefetten muvafakata, ma’siyetten itaata dönmüş olmakta­dır. İşte, Allah’ın tövbe edenlere duyduğu sevginin anlamı budur.

Sana karşı kötü davranışta bulunanları affedersen, Allah da, Kendi­sine karşı yaptığın kötü davranışlardan dolayı seni affeder. Böylece sana doğru ihsanla, iyilikle döner. İşte, bu şekilde, işlerin hakikatini bilir­sen... Allah'ın kullarına yaptığı hitabın anlamını anlarsan..., derecelerin ve mertebelerin arasındaki farkı görürsen..., o zaman Allah’ı hakkıyla tanıyan ve O’nun Kelamını anlayan bilginlerden biri olursun.

Tövbe edenlere Allah’ın duyduğu sevgi, kadınların adet gördükleri sırada çektikleri eziyet ve sıkıntının söz konusu edildiği ayetin sonun­da dile getirilmektedir: "Sana adet görme hakkında soruyorlar, De ki: O bir eziyettir. Adet halinde kadınlardan çekilin, temizleninceye kadar temas kurma­yın. Temizlendikleri zaman, Allah’ın emrettiği yerden varabilirsiniz. Allah töv­be edenleri ve temizlenenleri sever." (Kur’an, 2/22).

Hz. Peygamber’de, selât ve selâm üzerine olsun, bir hadisinde şöyle bu­yurmaktadır: “Hiç kuşkusuz Allah, insanları baştan çıkarmış ve fakat sonra çok pişman olmuş ve tövbe etmiş olanları sever”, yani kötü işleri deneyen ve kendisine kötülük yaptığı kimselerle Allah’ın kendisini denemesini iste­yen kişi söz konusu edilmektedir burada. Onların kötülükleri karşısın­da, onlara iyilik ve güzellikle davranacaktır, çünkü artık “tövbe etmiş” birisidir. Ancak, Allah kullarını böyle itaatsizliklerle denemez. Yaratma açısından fiil olarak (bütün fiiller Allah’ın yaratması olsa da) Allah’a böyle bir şey izafe etmekten sakınalım! O fiiller, Allah’ın fiillere o şekil­de hükmetmesinden dolayı itaatsizliktir. Yoksa Allah’ın bütün fiilleri, O’nun fiili olması açısından güzeldir. Öyleyse bunu iyi anla!63.

TEMİZLENENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:

Allah'ın temizlenenlere duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve Resulü’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Allahtı Teâlâ şöyle buyuruyor: “Al­lah temizlenenleri sever." (Kur’an, 2/222). Temizlik (tathir), bir “takdis" ve “tenzih” sıfatıdır. Bu sıfat Allah’ın sıfatıdır.

Kulun temizliğine gelince; bu, kulun, içinde bulunması kendisine layık olmayan her türlü kusurdan kendisini çekip kurtarmasıdır, çünkü bir başkasına bu durum övülecek bir durum gibi gözükse bile, kendisi için, şer’an, bu durum kınanılacak bir durumdur. Kibir, zorbalık, övün­me, kendini beğenme ve gurur gibi olumsuz sıfatlardan kul kendini arındırırsa, Allahu Teâlâ onu sever. Bu temizleyişlerden bazıları kalbler üzerindeki İlâhî damga nedeniyle kalbe bir anda giremez. Allah şöyle buyuruyor: “... işte Allah her kibirlinin, her zorbanın kalbini böyle mühür­ler.” (Kur’an, 40/35). Demek ki Allah, insanlardan müstehak olanlara, zahiren, büyüklük ve zorbalığı gösteriyor ki, ister büyüklük iddiasında bulunması ve ister kendisini öyle sanması, ya da kalbinde bu büyüklük ve bu zorbalıktan ma’suın olmasına rağmen kibir içinde bulunması ne­deniyle bunlara müstehak olsun. Çünkü yaratıkların bütünü karşısında kendi acizliğini, zilletini ve yoksulluğunu bilir bu kul. Örneğin, kendi­sine acı veren, pire ısırması, büyük ya da küçük abdestini yaparken çektiği sıkıntıdan kurtulmak istemesi, açlık duygusunun doğurduğu acıyı gidermek için bir ekmek parçasına muhtaç olması gibi... Peki, her gün ve her gece bu durumda olan birinin, kalbinde büyüklük ve zorba­lık fikri olması nasıl olur da doğru olur? İşte, onun kalbi üzerine Al­lah’ın koyduğu mühür bu şekildedir. Bu nedenle onun kalbine hiçbir şey giremez.

Bu iki eğilimin onun dış varlığında tezahür etmesi konusuna gelin­ce, o bundan pek zarar görmez, fakat Allah onun için bazı durumlar yaratır ki o, bu durumlarda o sıfatlarla gözükür ve bu yüzden kınan­maz. Bununla birlikte bazı durumlarda da onun kınanabileceği durum­lar yaratır Allah. İşte kim kendi zatını, üzerinde böyle uygunsuz sıfatlar gözükmeyecek şekilde arındırırsa o kişi temizlenmiş demektir. Allah o kulu sever. Nitekim, tam tersine Allah, sevgisini, her gururlu ve kibirli kişiden uzaklaştırır. Tıpkı Allah’ın buyurduğu gibi: “inananlara karşı du­dağını bükme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme, çünkü Allah, kendini beğe­nip övünen kimseyi sevmez." (Kur'an, 31/18). Ancak cahil olan kişi kendi­ni bu sıfatla gösterir, cahillik ise, kınanılacak bir durumdur. Bu nedenle Allah, selât ve selâm üzerine olsun Hz. Peygamberi cahil olmaktan sakın­dırmışım Hz. Nuh’a hitaben Allah şöyle buyurmuştur: “Sana cahillerden olmamanı öğütlerim." (Kur’an, 11/46).

Cahil olan kimse, emsalleri önünde, kendisini onlardan üstün ol­duğunu iddia etmekten geri durmaz. Hatta Rabb’inden ve Yaratıcı- sı’ndan üstün olduğu sanısına bile yakalanır. Fakat bu şekilde, emsalle­ri önünde üstünlük taslamak demek herşeyden önce, kendi nefsine karşı üstünlük taslaması demektir. Oysa ki bir şey kendi nefsi üzerine üstünlük taslayamaz. Bu kibirlilik ve kendini beğenmişlik ancak bir ca­hilliktir. Hele hele bir insanın Rabb’ine karşı büyüklük taslaması tüm­den saçmalıktır. Çünkü ya Yaratıcısını tanıması gerekir ya da kendisi­nin bir yaratıcısı olduğunu bilmemesi gerekir. Eğer O’nu tanır ve O’na karşı büyüklenirse, işte o adam tam cahildir; Yaratıcısının kemal sıfat­larla sıfatlanmış olması gerektiği gerçeğini bilmiyordun Eğer bu gerçeği bilmiyorsa tam anlamıyla o bir cahildir. Dolayısıyla Allah ona karşı buğz eder. Sırf cahilliği yüzünden onu sevmez, çünkü bu gurura sırf kendi cahilliği yüzünden kapılmaktadır. Cahillik bir ölümdür; ilim ise bir diriliştir. Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Ölü iken kendisini dirilttiğimiz, yani ilimle dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebile­ceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayan kim­se gibi olur mu?"(Kur’an, 6/122). İşte bu iman ve keşf nurudur ki Allah onu ona ilham/vahiy yoluyla bağışlamış ya da o durum üzerinde onu sağlamlaştırmıştır.

İşle bu tür kusurlardan ve benzeri sıfatlardan kendini temizleyen kişi Allah’ın sevgilisi olur. Bunu böyle bil! Allah’ın temizlenenlere duy­duğu sevgi buradan ileri gelir. Allah şöyle buyuruyor: “Allah temizlenen- leri sever." (Kur’an, 2/222). Bu temizlenmiş insanlar, kendilerini temiz­ledikleri gibi, kendileriyle birlikte başkalarını da temizlerler, yani onla­rın temizliği başkalarına da sirayet eder. Bu bakımdan onlar, Hakk’ın naibi olarak, Hakk’ın yerine geçerler. Gerçi hakikatte temizleyen Al­lah’tır. Hakk koruyandır, gözetendir, sakındırandır, bağışlayandır, hem kendini hem de başkalarını bu tür hatalardan koruyan kişi Allah katm- da kınanan biri durumuna düşmez. Allah o kişiyi bunlardan korur, sa­kındırır. Bu tür durumlara düşmekten onu alıkoyan Allah’ın kendisine verdiği ilimle, o hatalardan başkalarını da temizlemeye çalışır.

Cahilliğin ve ölümün karanlığından, ilmin ve hayatın ışığıyla kur­tulmak için kendisine gerekli olanları bilen ve ona göre davranan kişi, Kıyamet Günü’nde, mizanda, çevresini çepeçevre kuşatacak nurlarla tartılacak. İşte o kişi Allah’ın sevgilisidir. İlâhi velayetin yardımına özel olarak mazhar olur ve Tanrı’nın yeryüzünde halifesi olur. "Mukarre- bun”dan, yani Allah’a yakın olanlar arasından velayet ve halifelik maka­mına yükselmiş olanlar, Allah'ın kendilerine naiplik verdiği kişilerdir, çünkü onlar öteki insanlar dışında bu İlâhî işlevi yerine getirmekle gö­revlidirler. Bununla birlikle her insan kendi uzuvlarını, ayrıca duygula­rını ve yeteneklerini yerinde kullanmakla yükümlüdür.

İşte Allah, temizliğin ne olduğunu böylece insana bildiriyor ve kul­larını bu şekilde temizliyor.

SABREDENLERE ALLAH’IN DUYDUĞU SEVGİ:

Allah’ın sabredenlere duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve O’nun Elçisi’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah sabredenleri sever.” (Kur’an, 3/146). Onlar bu şekilde Allah’ın kendilerini sınadığı kişilerdir. Bu nedenle, kendilerine bu belayı, bu im­tihanı gönderen Allah’tan başkasına yalvarmak gibi bir hataya düşmedi­ler. Sadece O’na yalvarıp yakardılar.

Allah yolunda savaşırken başlarına bir bela, bir felaket geldiğinde asla gevşemezler. Savaşırken zayıflık, cesaretsizlik göstermezler, çünkü onlar savaşı O'nunla birlikte sürdürürler, bu durum kendilerine zor gelse bile, böyle olması gerekir, aksi takdirde, kendilerine zorluk olma­saydı, o zaman sınav diye bir şey olmazdı. O belanın ortadan kaldırıl­ması için Allah’tan başkasına güvenmezler, bel bağlamazlar. O belanın sona ermesi için sadece Allah’a sığınırlar. Tıpkı Salih peygamberin de­diği gibi: “Bu dert bana dokundu. Sen merhamet edenlerin en merhametlisi- sin.” (Kur’an, 21/83) Böylece felaket anında başkasına değil, sadece Al­lah'a açtı derdini ve bu imtihan karşısında Allah’a hamd ve sena etti. Bu nedenle, "Allah onu sabreden biri olarak buldu. O ne güzel bir kuldur. O de­vamlı ve çokça tövbe eden biridir” (Kur’an, 38/44). Şikayet etmesine rağ­men durum böyledir.

Öyleyse bu şu demek oluyor, sabreden kişi sadece Allah’a açar der­dini, şikayetini başkasına değil, sadece O’na bildirir. Kuşkusuz böyle davranması gerekir. Sabreden kişi, “İlâhî kahr”ın mukavemeti, dayanık- lığı karşısında derdini Allah’a söylemezse, Allah’a karşı edepsizlik etmiş olur. Oysa ki peygamberler, hepsine selâm olsun, edep ehlidir ve Allah’tan gelen özel bir ilimle donanmışlardır.

Biliyorsun ki senin sabrın ancak Allah’tan gelmektedir, senin zatın­dan ya da kendi çevrenden ya da kendi gücünden değil. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: “Sabret; sabrın ancak Allah’tandır.” (Kur’an, 16/127). Öyleyse, o sana ait olmadığına göre, hangi şeyle övüneceksin? O belala­rın kaldırılması için yalnızca Kendine sığınsınlar ve O’ndan başkasına sığınmasınlar diye Allah kullarına, bu şekilde belalar verir. Kullar bu şekilde davranırlarsa, o zaman sabredenlerden olurlar ve Allah’ın sevdi­ği kullan arasına girerler.

Allah’ın isimlerinden biri de “es-Sabür”dur. Bunun anlamı “çok sab- reden”dir. Allah, sadece Kendi süslü giysisini üzerinde gördüğü kimse­leri sever. Burada bir sır, bir incelik var, yani: Allah burada kendi maka­mını sana vermiş oluyor.

Kuşkusuz sabır, ancak eza ve cefa çeken birinde görülür. Biliyoruz ki, Allah’ın kulları arasında Allah’a ve Resulü’ne eza ve cefa çektirenler olmuştur. Onları tanıyalım ve dolayısıyla onlarla savaşarak ya da ilim öğrenmek isterlerse (çünkü onlar cahillerdir) onlara ilim öğreterek Al­lah’a karşı yapacakları bu eza ve cefayı ortadan kaldıralım diye Allah bi­ze onların niteliklerini bildirmiştir. Bu nedenle Allah Kendini “es-Sabûr” diye adlandırarak, yapılan eziyeti bize atfetmiştir. “Sabür” sıfatıyla sıfat­lanarak Kendisine yapılacak eziyeti O’ndan uzaklaştırmamız için onları bize tanıtmıştır. Ayrıca bize gönderdiği bela, eza ve cefa karşısında sa­dece Kendisine yakarmamız ve o belayı başımızdan kaldırması için sa­dece O’na dua etmemiz gerektiğini bilmemiz için, onları bize tanıtmış­tır. O’na bu şekilde dua etmemiz, isteğimizi O’na bildirmemiz, sabırlı olmamızı engellemez. Allah’ın bize duyduğu sevgi devam eder. Aynı şe­kilde O’nun “Sabür” ismi de devam eder gider. Bu ezayı ortadan biz kal­dıralım diye, kendisine eza verenleri bize bildiriyor. Nitekim sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Bir eza, cefa ya da zulüm karşısında Al­lah’tan başka sabırlı biri yoktur.” Öyleyse gönlünü, sana bu konuda yaptı­ğımız uyarılar üzerinde tut, daima!

ŞÜKREDENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:

Allah’ın şükredenlere duyduğu sevgi de gene onların O’na ve O’nun Elçisi’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Allah Kitabında Kendini “şûkredenleri seven biri" olarak vasfetmiştir. Şükür, O’nun bir nimetidir, bir sıfatıdır, çünkü “Allah şükredenlerin ecrini verir ve her şeyi bilendir." (Kur’an, 2/158). Bu nedenle Allah Kendisinin sahip olduğu sıfatları kulunun üzerinde de görmeyi sever.

Şükür, ancak nimet üzerindeyken olur, yoksa bu konudaki gerçek­leri bilmeyen bazı insanların ileri sürdükleri gibi bela üzerindeyken değil. Çünkü Allahu Teâlâ nimetini eza içine, cezasını da nimeti içine gizlemiştir. Dolayısıyla bu hakikatleri, yani bu durumları bilmeyen biri için, bu konular biraz karmaşık konulardır. Bu nedenle, o tür insanlar bela üzerindeyken şükrettiğini sanır, oysa bu doğru değildir. Bu durum tıpkı tiksinti veren bir ilacı içmek gibi bir şeydir, ki kuşkusuz bela cümlesindendir bu. Fakat aslında bu, bundan dolayı ölen, helâk olan biri için tam anlamıyla bir beladır. Aynı zamanda bu bir hastalıktır da. Hastalık nedeniyle o ilacı kullanmıştır. Bundan doğan elem, acı ise kendisinin istediği ilacın düşmanıdır. Böyle olmakla birlikte, vücut böyle bir belaya maruz kalırsa, vücuttaki bu acıyı giderecek olan şeyi içmek gerekir. İşte o zaman o Haçtır. Vücul o ilacı içerken tiksinecek- tir, fakat hasta olan insan, bu tiksintinin, bu acılığın içinde, ondan do­ğacak bir nimetin gizli olduğunu, yani hastalığını giderecek şeyin, şifa­nın onun içinde bulunduğunu bilir. Böylece, o acının, o tiksinti veren şeyin içine bir nimet yerleştirdiği için Allah’a şükreder. Tiksinti verse de o ilacı kullanmaya sabırla devam eder. Çünkü hastalığın sona erme­si için, ilacın içinde o acının olması gerektiğini bilir. Dolayısıyla vücu­dunu rahata erdirmek için, o acı ilacı bir an önce almaya bakar. Bu ha­kikati iyi düşün!

İşte bu nedenle, o durumda bulunan kişi bundan dolayı şükreder yoksa belaya maruz kaldığı için değil. Tiksinilecek bir şeyin içine gizli bir nimeti yerleştirdiği için Tanrı’ya şükrederse, Tanrı ona bir başka ni­met daha verir ki o da sağlık ve afiyettir, hastalığının sona ermesidir, tiksinti veren ilacı içme konusunda onu sabırlı ve kararlı kılmasıdır. Bu nedenle, Allah şöyle buyuruyor: “And olsun ki eğer şükrederseniz, size ni­metimi artırırım; (yani sağlık ve afiyet nimetini verir) yok eğer nankörlük eder­seniz hiç kuşkusuz azabım çetindir." (Kur’an, 14/7).

Aynı şekilde bir insan Hakk Teâlâ’ya eza vermeye kalkışırsa, biz de bu eza verenin, o eziyetini ortadan kaldırmak için ona eza vermeye uğ­raşırız. Hakka bu şekilde eza verme işinden vazgeçirinceye kadar onu engelleriz. Eğer biz, Hakk’a eziyet veren bu kişiye, onu öldürerek ya da benzeri bir yolla eza veriyorsak, bunu Hakk Teâlâ için yapmış oluruz, tıpkı tiksinti veren ilacı içmek istemeyen hastaya derhal o ilacı içirmek gibidir bu. İlacın acısı geçer geçmez, hasta ondaki nimeti görecektir.

Bütün bunları şunun için söylüyoruz: Yani her şey O'nun Fi- ili’nden, O’nun Kazası’ndan ve Kaderi'nden ileri gelmektedir.

Allah, Davud aleyhisselâm’dan Kendisi için bir ev, yani kutsal bir tapınak yapmasını istemişti. Fakat Davud tapınağı yaptığı her defasın­da tapmak yıkılıyordu. Bunun üzerine Rabb’i ona bir vahiy göndere­rek şöyle dedi: “Bu tapmak senin elinle yükselmeyecek, çünkü sen kan akıt­tın.” Bunun üzerine Davud şöyle dedi: “Ey Rabb'im, bu işi sadece Senin için yaptım." Allah da ona “Doğru söyledin. Bu işi Benim yolumda. Benim için yaptın. Evet, ama onlar da benim kullanın değiller mi? Bu tapmak ancak kan akıtmakdan uzak ve temiz olan birinin eliyle yükselecektir." O zaman Davud şöyle dedi: “Ey Rabb’im, öyleyse benim çocuklarımdan biri olsun!” Allah da ona şöyle vahyetti: “Evet bu tapmak senin oğlun Süleyman’ın eliyle yükselecektir." Nitekim daha sonra, Süleyman aleyhisselâm, yük­seltmiştir o tapınağı.

İşte eğer anladıysan, sana anlattığım konunun özü budur. Böylece sen artık bu işin nasıl olduğunu bütünüyle biliyorsun, İlâhi Emr, yani Tanrı’nın işi böyledir: Yapan o değildir, fakat O'dur. Eğer O'nu böyle ta­nımazsan, tam anlamıyla O’nu tanımamışsın demektir. “Attın amma sen atmadın, fakat Allah attı" (Kuran, 8/17) 6<1. İşte yapan o değildir, fakat O’dur derken, demek istediğimiz budur. Hakikatleri olduğu gibi gör­meyenlerin akılları bu noktada çıkmaza girer.

Cenabı Hakk’a yapılan bu ezayı kul ortadan kaldırırsa, Allah bunun için o kula teşekkür eder. Bu ezayı ortadan kaldırma işinde, yukarıda sözü edilen, ilacı kullanmadaki etkinin aynısı vardır. Şükür, şükredilen şeyin artırılmasını gerektirir. Dolayısıyla Sübhan Tanrı kullarına göster­diği bu teşekkür tutumuyla kullarından Kendine daha çok şükretmele­rini ve şükürlerini amellerinde de yansıtmalarını ister. Bu bağlamda, Hz. Peygamber aleyhisselâm Hz. Ayşe’ye hitaben “Rabb'ime şükreden bir kul olmayayım mı?" demişti. Dolayısıyla, Allah’ın kendisine gösterdiği bu teşekkür tutumuna karşı O’na şükretmek için, ibadetini daha da artırdı. Böylece Allah da, onun, hidayette ve yaptığı bütün işlerde muvaffak ol­masını sağladı, öyle ki bu başarısı öte dünyaya dek uzandı. Öte dünya­da mutlular için herhangi bir amel herhangi bir elem, bir üzüntü söz konusu olmayacaktır.

Allah’a yapılan ezayı ortadan kaldırma konusunda, tiksinti veren ilacı kullanmayla alakalı olarak yapılan uyarıya gelince; Bu uyarı, O’nun hayat belirtisi olan nefesini kulundan geri aldığı, yani ruhunu kabzettiği anda kuluna yaptığı uyarıdır. Gerçekten de, Allahu Teâlâ Kendini, ölümden tiksinen kulun bu kötü tutumundan tiksinen biri olarak nitelemektedir. Allah, Kendini bu şekilde, bu tutumundan hoş­lanmayan biri olarak nitelemesine rağmen, ona öyle davranması ge­rekmektedir65.

Bu tiksinti, hastanın ilacı içerken duyduğu tiksintinin aynısıdır, çünkü bir konuda sahip olunan ilmin derecesi, sonuçta ona uygun dav­ranmayı gerektirir, dolayısıyla insanın gerçekleşeceğini bildiği hakikat­lerin hilafına (o hakikatlere aykırı) hareket etmesi saçma olur. Buna gö­re, İlâhî hakikatlerin bildirdiği âlemin varlığı (vücûd) zorunlu (vacib) ol­maktadır. Fakat, bu zorunluluk (vaciblik) yanında imkân’m (mümkün­lük) yeri neresidir?66. Öyleyse gönlünü inceltmeye bak! Bil ki, “Allah şûkredenlerin ecrini verir ve yaptıklarını bilir." (Kuran, 2/158). Dikkat edi­lecek olursa, Allah'ın şükürle ilgili vasfı ilimle ilgili vasfından önce gel­mektedir. Öyleyse sen de amellerinde şükrünü arttır ki, onun için yap­tığın ibadetlerden ve amellerden ötürü O’nun sana karşı duyduğu te­şekkür ve memnunluğa karşılık vermiş olasın.

Bu amel oruç ibadetidir, çünkü oruç ibadeti sadece O’nun içindir. Nitekim kudsi bir hadiste: “Ademoğlunun oruç dışında her ameli kendisi içindir; Oruç ise Benim içindi»; bu yüzden onun ecrini Ben veririm.” buyurul- maktadır. Öyleyse sen de, şu kudsi hadiste ifade edildiği gibi, Allah’a yapılacak bir ezayı O’ndan uzaklaştır: “Biriyle dostluk kurarken Benim için mi dostluk kurdun, ya da birine düşman olurken Benim için mi düşman ol­dun?", “Benim için birbirini sevenlere, Benim için birbirini ziyaret edenlere, Be­nim için birbiriyle oturup sohbet edenlere, Benim için birbirlerine yardım eden­lere Benim muhabbetim, sevgim vacip olur.”

■ Allah bizi, kendilerine nimet verdiği ve nimetini her an ve her du­rumda üzerlerinde gördüğü, ayrıca Kendine şükreden kullarından etsin!

İYİLİK EDENLERE ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:

İyilik yapanlara Allah’ın duyduğu sevgi de gene O’na ve Elçisine bağlanmakla ilgilidir. Bu konuda Allah şöyle buyuruyor: "Allah iyilik yapanları sever.” (Kur’an, 2/195). İhsan, Allah’ın bir sıfatıdır. Allah muhsin’dir, yani iyilik ve güzellik ihsan edendir. Ayrıca mücmil'dir, yani iyilik ve ihsanını ayrım gözetmeksizin herkese verir. Demek ki Allah Kendi sıfatını sevmektedir .Bu sıfatı kulun nefsinde tezahür etmekte­dir. Ihsan’la nitelenen kula muitsin denir. Muhsin olan kul Allah’a, san­ki O’nu görüyormuş gibi ibadet eder67. Yani Allah'a müşahede içeri­sinde ibadet eder. Allah’ın ihsanı; hareketleri ve tasavvurları içinde kulları Allah’ın görmesi makamıdır. Nitekim, Allah şöyle buyuruyor: “Allah her şeye şahittir.’’ (Kur’an, 85/9) "Nerede olursanız olunuz. O sizinle beraberdir." (Kur’an, 57/4). O’nun her şeye şahit olması, O’nun ihsanı­dır, dolayısıyla Allah şühuduyla kulunu helâk olmaktan korur. O ku­lun bulunduğu her durum Allah’ın ihsanından dolayıdır, çünkü kulu o duruma koyan, yerleştiren Allah’tır. Bu nedenle Allah nimetlerine ihsan adını vermiştir. Gerçekten de, ancak seni tanıyan ve seni bilen biri, sana bilerek, nimetler verir. Seni hem tanıyan hem de aynı za­manda gören birinin ihsanı sürekli bir ihsandır, çünkü O seni sürekli görmektedir. Ve gene çünkü O seni sürekli tanımaktadır.'İlâhi Yasa’ya göre ihsan budur.

Bu konuda Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ihsan, Allah’a sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyor­san da O seni her an görmektedir." Bu şu anlama geliyor: Her ne kadar sen muitsin değilsen de, yani iyilik ve güzellikle davranmazsan da, hiç kuşkusuz Allah her an Muhsin’dir, selât ve selâm üzerine olsun Hz. Pey­gamber, ashabının huzurunda, Cebrail’e ihsanı bu şekilde ta’lim etmiş­tir. Onların dilinden ben de sana anlatıyorum. Öyleyse, bu ta’limin doğrudan tanığı olan sen, beni iyi dinle! Hz. Peygamber, bilgiyle, bu ta’lim tarzıyla, muhatabına yani Cebrail’e bir şeyler öğretmeyi anlatma­mıştı, çünkü o bu bilgiyi zaten biliyordu. Bu tarz ile maksud olan amaç, bunu orada hazır bulunan ashaba öğretmekti. O sebepten Al­lah’ın Resulü o konuyu Cebrail’e tefsir etmişti. Nitekim bu hadisin so­nunda Hz. Peygamber: “Bu Cebrail’di, insanlara dinini öğretmek için gelmiş­ti” buyurmuştur.

ALLAH YOLUNDA SAVAŞANLARA

ALLAH'IN DUYDUĞU SEVGİ:

Allah yolunda savaşanlara Allah’ın duyduğu sevgi de gene onların Allah’a ve Resulü’ne bağlanmalarıyla ilgilidir. Hususi bir vasıfla belirte­rek Allah şöyle buyuruyor: “Kuşkusuz Allah Kendi yolunda, kurşunla kay­namış binalar gibi, saf bağlayarak savaşanları sever.” (Kur’an, 61/4) yani o saflar arasında hiçbir gedik açılmaz, çünkü saflar arasında açılacak bir gedik şeytanlara yol açmak demek olur, oysaki yol tekdir; o da Allah’ın yoludur68.

Bu görünen hat çeşitli noktalardan kesilirse, o zaman tam bir hattın gerçek varlığının olmasıdır. İşte Allah’ın yolu için ayette geçen “rassu- nıersûs” sözcüğünün anlamı budur. Kim Allah’ın bu görünen (zâhiri) yolunda bu şekilde saf bağlayarak çalışmazsa, çarpışmazsa, Allah ehli olamaz. Aynı şekilde, cemaat halinde toplu namaz kılanların safları da (ancak bitişik olması ve insanların birbirine sıkı sıkıya yapışmaları ko­şuluyla), Allah yolunda bağlanmış bir saftır69. İşte, ancak o zaman, ger­çek anlamda Allah’ın yolu açıkça gözükmüş olur. Kim bu şekilde yap­mazsa ve saflarda boşluklar bırakırsa, Allah’ın yolunu kesmek için uğ­raşmış ve de Allah yolunun gerçek varlığını ortadan kaldırmış ve onu kesintiye uğratmış olur. Dolayısıyla Allah, kullarından belirtildiği şekil­de davranmalarını istemektedir. Bunu da, onları yaratanlar, yapanlar zümresine katmak için ister. Bu bağlamda Allah şöyle buyuruyor: ' “...yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir.” (Kur’an, 23/14). Allah’ın yolu ancak bu şekilde olur, tıpkı noktalardan meydana gelen bir çizgi gibi. Öyle ki o noktalar arasında o çizgiyi kesintili hale getirecek hiçbir boşluk yoktur. İşte o zaman çizginin şekli tam olarak gözükür. Namaz­da tutulan saf da böyledir. Orada Allah’ın yolunun gözükmesi için, ce­maat halinde namaz kılanların birbirine sıkı sıkıya tutunması, tek bir çizgi haline gelmesi gerekir. Hiç kuşkusuz böyle bir durum çokluk ol­masını gerektirir. Bu da Cenabı Allah’da, mübarek ve yüce “esmaü’l-hüs- na”sınm, güzel isimlerinin birbirine sıkı sıkıya tutunması (tarass) de­mektir. İsimlerin bu şekilde sürekli birbirine tutunmasından yaratma yolu zuhur eder. Böylece, “Hayy" (Diri) sıfatı, “Alîni” (herşeyi bilen) sı­fatıyla içiçe bulunur. İkisi arasında başka isim için yer kaltnaz, arada bir boşluk olmaz. “Alîm” sıfatının yanında “Mürîd” (isteyen) sıfatı; onun yanında “Kâil” (söyleyen) sıfatı; onun yanında “Kâdir” (Kudret sahibi) sıfatı; onun yanında “Hakem" sıfatı; onun yanında “Mukît” (bes­leyen) sıfatı; onun yanında “Muksit” (adaletle dağıtan) sıfatı; onun ya­nında “Müdebbir" (Yöneten) sıfatı; onun yanında “Mufassd" (Ayıran) sı­fatı; onun yanında “Razık” (Rızık Veren) sıfatı; onun yanında “Midiyi" (Dirilten) sıfatı vardır. Bu şekilde sıfatların yanyana dizilişiyle oluşan “yaratma yolu”nun vücuda gelmesi için, İlâhî isimlerin saf bağlaması bu şekilde olur. Bir kez bu Yol ortaya çıkınca, bu isimlerin yanyana di­zilmesine ilave edilecek başka bir şeye gerek kalmaz. Böylece yaratma işi bu İlâhî isimlerle, daha doğrusu o isimlerin yanyana dizilip varolma­sıyla belirlenmiş olur. Yaratmanın gerçekleşmesi için, onların durumu budur. İlâhi isimler yaratma işinde devamlı olarak devrededirler; dola­yısıyla ancak bu şekilde kavranılabilirler.

Buna göre, âlem de “lıoyy”dir (diridir), “alim”dir (bilendir); “mü- rid”dir (isteyendir); “/?ail”dir (söyleyendir); “/ıadir”dir, (güç ve kudret sahibidir); “hul?em”dir; “mukif’tir, (besleyendir); “muksit”tir (adaletle dağıtandır); “müdebbir”dir (yönetendir); “mu/assı!”dır (ayırandır); geri­ye kalan öteki İlâhî isimler de bu şekilde devam eder gider.

Tarikatta bu iş, bu süreç, “Allah’ın isimleriyle ahlâklanma" diye adlan­dırılır. Öyle ki bu İlâhî isimler kulda zuhur eder, aşikar olur70, tıpkı o isimlerin sürekli yanyana gelmesiyle Doğru Yol’un ortaya çıkmasında da zuhur edişleri gibi. Eğer onların arasına yaratılışta bir boşluk girse, Allah’ın Yolu kaybolur; hadiste belirtildiği gibi, saflarda açılacak boş­luklardan sızan şeytanların yolları açığa çıkar. Öyleyse sana yaptığım bu uyarılara iyi kulak ver, onları kalbine iyice yerleştir!

Demek ki kul, Hakk’ın isimleriyle mahlukatın varolmasında İlâhî isimler makamına yükselir; ve bu sıfatlarla, saflar arasındaki boşluklar­dan sızarak içeri giren şeytanlar tabiatına sahip düşmanlarla savaşır. Bu nitelikleri elde eden kullara mutlaka yardım edilir ve onlar düşmanı mutlaka yenerler, çünkü onların arasında düşmanın sızabileceği bir boşluk yoktur. Öyleyse Allah bu nitelikleri taşıyanları sever.

Tek başına ele alındığında insan da, kendisini hareket ettiren her şeyde bir saf oluşturur. Dolayısıyla bütün hareketlerini Allah için yapar; hareketlerinde Allah'tan başkasına yer vermez, böylece hiç kimse onu bu hareketinden vazgeçiremez, onu yolundan geri çeviremez. Bu ne­denle, düşmanların gözü daima onun üstüne çevrilir. Sürekli onun ha­reketlerini ve fiillerini, yaptığı her şeyi gözetlerler. Böylece girebilecek­leri bir boşluk bulmayı umarlar; Allah’ın yolunu kesmek suretiyle, onunla Allah’ın arasını açmaya çalışırlar.

Demek ki, yapılan her fiil, her eylem bir “hat”tır, çünkü o fiil, o ey­lem İlâhî isimlerin, övülmüş sıfatların ve pek çok fiillerin bir toplamı­dır. Dolayısıyla iş yoğunlaşır, büyür ve âlemde karmâşık (mürekkeb) su­retler gözükür. Bunun nedeni basittir, çünkü iki çizgi bir yüzey oluştu­rur; iki yüzey de bir cisim oluşturur. Her cisim de, bir zattan ve yedi sı­fattan meydana gelen mükemmel bir sureti temsil etmek için sekiz öğe­den ibarettir71.

Demek oluyor ki, bu terkibin, bu oluşumun sonucu cisim ortaya çıkar. Bunun ötesinde bir başka oluşum şekli yoktur. Hiç kuşkusuz, bütünü içinde bu öğeler arasında bir uyumsuzluk, bir karşıtlık olmak­sızın, cisim sekiz öğeden oluşmaktadır. Bu öğelere daha başka öğeler ilave edilirse, o zaman daha büyük daha hacimli, yani daha çok boyutlu bir cisim oluşur. Yüzeyler çoğalınca, çizgiler de çoğalır. Çizgiler çoğa­lınca, noktalar da çoğalır. Cisimlerin ilkini oluşturan cismin, meydana geldiği asıl öğeler üzerine aslında yeni bir şey ilave olmaz, eklenmez, çünkü bu ilk cisim ne bir maddi ilkeye dayanır ne de ondan önceki bir cisme dayanır.

Öyleyse kim bir süreklilik içinde kendi “saf’ını, kendi çizgisini oluşturursa, yaratanlar arasına girecektir, tıpkı şu ayette Allah’ın buyur­duğu gibi: “...yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!”(Kur’an, 23/14). Demek ki Allah o kullar için de bu yaratma vasfını onaylamıştır. Yarat­ma konusunda kendisinin önceliği olduğu için, kendisini de “En Güzel Yaratıcı” olarak nitelemiştir. Eğer Kendini böyle niteleıneseydi, o “yara- tanlar”ın varlıkları zuhur etmezdi. Öyleyse Allah’ın ileri sürdüğü şey kendiliğinden isbat edilmiştir. Ayrıca Allah, bu hakikati indirmemiş ol­saydı. o zaman bu hakikate uygun düşen bilgiden de mahrum olurdun; dolayısıyla bu hakikate karşı çıkan biri, yani bizzat cahillerden biri olurdun.

işte kim bu sıfatla sıfatlanırsa, Allah’ın sevdiği biri olur. Kim Al­lah’ın sevdiği olursa, kendisini seven Allah’ın ona vereceği şeyi hiç kim­se bilemez, çünkü seven, sevdiğine kendini verir bütünüyle.

Burada akla şöyle bir soru gelebilir ve itirazda bulunulabilir, yani: “Allah veli kullarını sever. Seven sevdiğine de acı çektirmez. Oysa ki bu dünyada velilerden, resullerden ve nebilerden ve onlara tabi olanlardan ve ancak onlara tabi olarak imanlarını koruyanlardan daha fazla kimse acı çekmemiş, hiç kimse onlardan daha fazla belalara maruz kalmamış­tır. Peki, onların Allah’ın sevgili kulları olmalarına karşılık, bu acıları, çileleri hak etmelerinin gerçek nedeni nedir?” Bu soruyu biz şöyle ce­vaplıyoruz: Allah şöyle buyuruyor: “Allah onları sever, onlar da O’nu se­verler.” (Kur’an, 5/54). Bela, ancak belayı istememekle birlikte olur. Herhangi bir işi istemeyen kişi, o isteğinin doğru olduğuna dair delil bulmaya da kalkışmaz. Öyleyse, istek olmasaydı, bela da olmazdı. An­cak şunu belirtelim ki, resul delil istemez, dolayısıyla o belayı istemi- şir7’. Bu nedenle, delil getirmek inkâr edenin işi değildir, denir. Oysa ki gerçekte durum hiç de öyle değildir. Aksine, inkâr ettiğini ileri sûrdûğû konuda delil getirmek inkârcının işidir. 73 Çünkü herhangi bir şeyi in­kâr ettiğini ileri sürmek demek o şeyin, o davanın bizzat var olduğunu kabul etmek demektir. Öyleyse, iddiasından dolayı, inkâr edenden delil getirmesi istenir, çünkü davasını isbat etmek ona düşer.

Allah kullarını sevince, kulların bilemeyeceği bir biçimde onları sevgisiyle rızıklandırır. O zaman kullar, kendilerinde Allah için bir sevgi duyarlar. Bunun üzerine, kendilerinin, Allah’ı seven inşalardan olduklarını ileri sürerler. Bu nedenle onları, sevenler olarak imtihan eder ve gene onları, Allah’ın sevdiği kulları oldukları için, nimetlere boğar. Onlara nimet vermesi, Allah’ın onları sevdiğine dair bir delil­dir. “En üstün delil Allah’ındır.” (Kur’an, 6/149). O halde kullar O’nu sevdiklerini ileri sürdükleri, iddia ettikleri zaman, Allah onları bu ko­nuda imtihan eder. Gene aynı sebeple, Allah yaratıkları arasından sev­diklerini imtihan eder. “Allah doğruyu, hakikati söyler; doğru yola iletir'’ (Kur’an, 33/4).    '

ALLAH'IN GÜZELLİĞE DUYDUĞU SEVGİ:

Güzellik sevgisi de yine O’na ve Elçisine bağlanmakla ilgilidir. Gü­zellik Allah'ın sıfatıdır. Sahih bir hadisde Allah’ın Elçisi, selât ve selâm üzerine olsun, şöyle buyurmaktadır: “Allah güzeldir; güzelliği sever.” O hal­de Allah’ın Elçisi, Allah’ı “güzel” sıfatıyla sevmemiz konusunda bizi uyarmaktadır.

Bizler bu konuda ikiye ayrılmış durumdayız. Bizden bazıları “hik­met güzelliği" olan mükemmel güzelliğe tutkundurlar. Her şeyde Allah’ı severler, çünkü her şey bir hikmetle örülüdür; her şey bir hikmet sahi­binin sanatı ve eseridir. Bazıları da bu sevgiye ulaşamazlar, bu düzeye erişemezler. Onların güzellikle ilgili ilmi bir istek üzerine kurulmuş ve bir kayıt altına alınmış güzelliğin ilmidir. Bu da Hz. Peygamber'in şu sözünün konusunu teşkil etmektedir: "Allah’a sanki O’nu görüyormuşsun gibi ibadet et. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni her an görmekte­dir." Buradaki “hap harfi (sanki, gibi anlamına olan harf, çev.) sıfat nite­liğindedir; dolayısıyla bu kayıtlı güzellikten daha ilerisini daha ötesini algılamaya erişemeyen insan, bunun böyle olduğunu hayal eder. Böyle- ce O’nu bu güzellik anlayışıyla kayıt altına alır, tıpkı namazda O’nu, Kıble’ye yönelmekle kayıt altına alışı gibi.

Demek ki böyle biri Allah’ı Güzelliği için sever. Bu konuda o kişi üzerine bir günah, bir kusur yoktur, çünkü o kendi gücü ölçüsünde meşru bir iş yapmaktadır. “Allah her insanı ancak gücü ölçüsünde yükümlü tutar.” (Kur’an, 2/223). Öyleyse Allah’ı, Güzelliği için sevmek düşer üzerimize.

Öyleyse şunu bil ki, hiç kuşkusuz Allah âlemi son derece muhkem ve son derece güzel bir konumda yaratmıştır, tıpkı, imam Ebu Hamid el-Gazali’nin dediği gibi: “İmkan dahilindeki bütün gerçeklikler içinde, bu âlemden daha güzel, daha eşsiz bir şey yoktur.”

Öte yandan Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah, Adem’i Kendi suretinde yaratmıştır." İnsan bu âlemin bir mecmuudur, toplamıdır74. Al­lah’ın bu âlemle ilgili ilmi, Kendisiyle ilgili ilimden başka bir şey değil­dir, çünkü mevcudat içinde sadece O vardır. Buna göre, insanın da O’nun suretinde olması gerekir. Allah, insanı, kendi bireysel varlığı içinde izhar edince, insan Allah’ın bizzat tecelligâhı olur. Bu nedenle, insan âlemde O’nun Güzelliğini görür ve o Güzelliği sever. Âlem ise, Allah’ın Güzelliğidir; dolayısıyla Güzel olan da Allah’tır. Güzelliği seven de O’dur. İşte Allah’ı kim bu nazarla severse, âlemi Allah sevgisiyle sev­miş olur. Daha doğrusu, ancak Allah’ın Güzelliğini sevmiş olur. Bura­dan şu sonuca varıyoruz: Sanatın güzelliği, sanata mal edilemez; aksine o sanatı ortaya koyan sanatçıya mal edilir. Buna göre, bu âlemin güzel­liği Allah’ın güzelliğidir.

Bu âlemin güzelliğinin sureti, yani eşyanın güzelliği çok ince, dakik bir güzelliktir. Bu da şu demek oluyor: Bu âlemde iki güzellik vardır. Bu iki güzellik de tabiî bir aşkla sevilen iki kişiye benzer. Bu iki kişi, in­sanlığın hakikatini paylaşan iki genç kız ya da iki delikanlı olabilir. Do­layısıyla o iki kişi bir ilk ve asıl örnektir (prototiptir). O iki kişi, aynı zamanda vücut ve ruh mükemmelliğinin aslı ve temel ilkesi olan suret mükemmelliğidir, ki bu suret, hem terkibi gerçekliği için ve hem de kendini meydana getiren öğeler için bir bütünlük sağlar. Sakatlıklardan ve biçimsizliklerden kurtulmak birlik olmaktır.

Bu iki kişiden biri güzellikle vasıflanır ve her gören onu mutlaka sever; öteki çirkinlikle vasıflanır ve her gören ondan iğrenir.

Peki öyleyse bu güzellik nedir ki kendine Güzellik ismi verilen var­lığı gören herkes onu sevmektedir?75. İşte biz bu bilgileri sana, yani se­nin görüşüne aktarmış oluyoruz.

Bu durum, belli bir sohbet ya da dostluk ve ilişki kurduktan sonra değil de, sadece bir kez gördükten sonra bir kişiye sevgi duyulursa olur. Öyleyse, iyi düşün ve Allah’ın izniyle, bu işin bizzat aslını, esasını, özünü kavramaya bak! Allah Kendini Güzel olarak nitelemektedir. Za­rarlı ve çirkin gözüken mahlukatında bile, tabiatlarına ve gayelerine uygun davranmayan korkunç şeylerde bile, Allah’ın güzelliğini görmek mümkündür.

Allah’ın insanda görmeyi sevdiği sıfatlardan bazılarını kısaca anlat­mış olduk. Aslında bu sıfatlar pek çoktur. Otorite olan kaynaklara göre anlattığımız hususlarda seni uyardık; bu konularda insanın nasıl dav­randığını arılatmış olduk.

Şimdi de, kısaca, inşaallah, sevginin öteki sıfatlarından söz edece­ğiz. Bunlar, sevenin sahip olduğu ve bu nedenle de “seven” diye adlan- dırıldığı sıfatlardır. Bunlar, sevgi için çizilmiş gerçek sınırlardır. Bunla­rın bazılarını son bölümde ayrıntılı olarak ele alıp inceleyeceğiz. Şimdi onları burada sayalım:

— Âşık, “maktul” sıfatıyla sıfatlanmahdır.

— Âşık, “telef” olmalıdır.

— Âşık, Allah’a doğru Allah’ın isimleriyle yürümelidir.

— Âşık, kuş gibi uçar olmalıdır.

— Âşık, daima uyanık kalmalıdır.

— Âşık, gamını ve kederini gizlemelidir.

— Aşık, Sevgiliye kavuşmak için bu dünyadan çıkmayı arzulamalı- dır.

— Kendisi ve Sevgilisiyle kavuşması arasına giren ve bir türlü ayrıl­mayan dostlan (perdeden) dolayı âşık bezginlik duymalıdır.

— Âşık, Sevgili için çok ah çekmelidir.

— Âşık, Sevgilisinin sözünü duyarak, O’nun zikrini tilavet ederek, O’nu hatırlayarak dinlenmelidir.

— Âşık, Sevgilisinin sevdiği şeylere uygun davranmalıdır.

— Âşık, Sevgilisine karşı yapmaya mecbur olduğu hizmette, hür­meti (yani İlâhî emirleri) terketmekten korkmalıdır.

— Âşık, Rabb’inin hakikati karşısında kendine verdiği fazla önemi azaltmalı, Sevgilisine verdiği az önemi çoğaltmalıdır.

— Âşık, Sevgilisine itaat etmeli ve O’na karşı gelmekten kaçınmalıdır.

— Âşık, kendi nefsinden bütünüyle çıkıp kurtulmalıdır.

— Âşık, kendi ölümü karşılığında diyet (kan bedeli) istememelidir.

— Âşık, Sevgilisinin kendisine önerdiği tedbirden dolayı, insan ta­biatının kaçmak istediği, sıkıntılara sabretmelidir.

— Âşığın kalbi, aşktan çılgına dönmelidir.

— Âşık, her türlü dosta Sevgilisini tercih etmelidir.

— Âşık, Sevgilisini isbat etme uğrunda kendini mahv etmelidir.

— Sevgilisi öyle istediği için, âşık, nefsini ayaklar akma alıp çiğne- melidir.

— Âşık, Sevgilinin sıfatlarım üzerinde taşımalıdır.

— Âşık, Sevgiliyle birlikteyken nefes bile almamalıdır.

— Âşığın her şeyi. Sevgilisi için olmalıdır.

— Âşık, Sevgilisi hakkında saygılı davranmalı, kendini ise eleştir­melidir, kınamalıdır.

— Âşık, Sevgilinin neden olduğu şaşkınlıktan, dehşetten lezzet al­malıdır.

— Âşık, belirlenmiş genel kuralları önce korumalı, sonra o kuralla­rı aşmalıdır.

— Âşık, Sevgilisini kendinden bile kıskanmalıdır.

— Âşık, akh ölçüsünde aşkının hükmü altında olmalıdır.

— Âşık, akıldan yoksun bir hayvan gibi (dâbbetün) olmalıdır ki aç­tığı yaralar, yaptığı hatalar kendisini suçlu göstermesin.

— Âşığın sevgisi, Sevgilinin ihsanıyla, iyilikleriyle artmamak; Sev­gilinin cefalarıyla da azalmamalıdır.

— Âşık, Sevgilisi karşısında adaba uymak zorunda bırakılmamalıdır.

— Âşık, hem kendi durumunu hem de Sevgilisinin durumunu unutmahdır.

— Âşık, bütün sıfatlardan arınmış olmalıdır.

— Âşığın isimleri meçhul olmalı, bilinmemelidir.

— Âşık, gerçekte dalgın olmadığı halde adeta dalgınmış gibi ol­malıdır.

— Âşık, kavuşmayla ayrılık arasında bir fark görmemelidir.

— Âşık, kendisini köleleştirenin içtenlikle kölesi olmalıdır.

— Âşık, devamlı bir karışıklık içinde olmalıdır.

— Âşık, davranışlarında ölçünün dışına taşmalıdır,

— Âşık, Sevgilinin aynısı olduğunu söylemelidir.

— Âşık, kendinden geçmeli, bitkin olmalıdır.

— Âşık, utangaç bir şekilde sırrını açığa vurmalıdır.

— Âşık, kendisinin âşık olduğunu bilmemelidir.

Ayrıca;

— Âşık, çok şevkli, çok arzuludur, bununla birlikte kime doğru yö­neldiğini bilmez.

— Âşık, büyük heyecan duyar fakat kimde heyecanlandığını bil­mez.

— Sevgili, âşığa açık seçik gözükmez.

— Âşık, hem sevinçlidir hem üzüntülüdür; zıt sıfatlarla sıfatlanır.

— Âşığın makamı, hırstır, hali makamına tercümandır.

— Aşık, sevgiliyle boy ölçüşmeyi sevmez.

— Âşık, ayıkamayacak derecede aşk sarhoşluğu içindedir.

— Âşık, sevgilisini razı ve hoşnut etmek için sürekli O’nunla ilgi­lenir.

— Âşık, sevgilisi üzerinde etkilidir.

— Âşık, sevgilisinin kedisine verdiği şeylerden dolayı O’na karşı acıma duygusu ve şefkat besler.

— Âşık, kendi durumunun tanığıdır.

— Âşık, devamlı acı çeker.

— Yapacak bir şeyi olmadığında âşık, yorgunluk ve bitkinlik duyar.

— Âşık, bıkkınlık diye bir şey bilmez; ruhu dinç, bedeni zindedir.

— Âşık, Sevgilisi dışında başka bir şey bilmez.

— Âşığm gözü, sevgilinin varlığıyla görür.

— Âşık, ancak sevgilisinin sözüyle konuşur.

İşte bütün bunlar, Kur’an’ın hamili (taşıyıcısı) diye adlandırılırlar. Bu âşıklar bütün bu sıfatları kendilerinde topladıkları zaman Kur’an’ın aynısı ve özü olurlar, tıpkı Hz. Ayşe’nin, kendisine “Allah Resulû’nün, selât ve selâm üzerine olsun, ahlâkı nasıldı?” diye soruldu­ğunda; “Onun ahlâkı Kur’an’dı.” demesi gibi. Buna başkaca bir şey ek- lememiştir Hz. Ayşe.

Zünnun’a Kur’an hamilleri’nin kim olduğu soruldu. O da şöyle dedi: “Onlar, üzerlerine hüzün bulutlarından yağmur yağanlardır. Bineklerini ve bedenlerini yoranlardır. Üzerlerinde korku ve hüzün belirtisi taşı­yanlardır. Hakikat (ölüm, yakin) kadehlerinden su içenlerdir. Yürekten ve samimi olarak inananların razı oluşları gibi, nefislerini razı edip hem bollukta hem darlıkta, hem açlıkla hem doygunlukta, hem bollukta hem yeterlikte, hem gizlilikte daima uyanık tutarak, Allah’tan başka bir şeye nazar etmeyenlerdir. Tefekküre yönelerek eşyanın hakikatini kav­rayıp onlardan ibret alanlardır. Gecenin bir bölümünü uyanık geçirip gözlerinden yaşlar akıtanlardır.

Zayıf, nahif bedenleriyle, çatlamış dudaklarıyla, kurumuş gözyaşla- nyla, öldürücü derin iç çekişleriyle Kur’an’m gerçek dostlarıdır onlar. İşte Kur’an, onların ve nimetlere gark olmuş bu kimselerin arasına gi­rer. Hakk’ın özlemini duyanlar için gayelerin gayesidir Kur’an.

Tanrı’nın vaadini dinledikçe, gözyaşları sel gibi akar onların. Tan- rı’mn uyarısı önünde saçları beyazlar; dolayısıyla Cehennem’in kor­kunç azabı, onların ayaklarının altında ve Tanrı’nın vaid, korkutması da kalblerinin içinde kahr”76.

 AŞIKLARIN ÇEŞİTLİ HALLERİ HAKKINDA
ANLATILAN ÖYKÜLER

Öykü— Âşıklardan birinin başına gelen şu çok ince ve çok manidar hal, bize şu şekilde anlatıldı: Bir gün bir âşık bir şeyhin evine gi­der. Şeyh ona sevgiden bahsetmeye başlar. Bunun üzerine âşık erimeye ve incelmeye, hatla ipince bir su gibi akmaya başlar. Öyle olur ki bütün cismi şeyhin önünde çözülür, erir ve küçük bir su damlası haline gelir. O sırada şeyhin bir arkadaşı oraya gelir ve şeyhin yanında hiç kimseyi göremeyince, “Buraya gelen adam.nerede?” diye sorar. Şeyh de suyu göstererek, “O adam işte şu su!” der ve âşığın başına gelen olayı arka­daşına anlatır.

Bu çok garip, çok tuhaf bir erimedir. İnsanı hayrete düşürücü, şaş­kına çevirici olağanüstü bir hal değiştirmedir. O adam “kesafet”ini öy­lesine kaybetmiş ki sonunda bir su damlası olmuş, yani aslına, ilk şekli­ne dönmüş. İlk önce o su ile diri bir varlık olmuştu. Şimdi de o, tıpkı Allah’ın: “Biz her canlı şeyi sudan yarattık.” (Kur’an, 21/30) buyurması gi­bi her şeyi dirilten su şekline, yani asıl ve ilk şekline dönmüş oluyordu. Öyleyse buradan şu sonuç çıkmatadır: âşık, her şeyin kendisiyle dirildi­ği canlandığı bir varlıktır.

Öykü— Allah rahmet etsin babam mıydı, amcam mıydı? hangisiydi, tam bilemiyorum, ikisinden biri bana şu öyküyü anlatmıştı: Babam bir gün ormanda bir avcı görür. Avcı dişi bir kumru güvercini takip etmek­tedir. O anda aniden kumrunun erkeği çıkagelir. Dişisine bakar. Tam o sırada avcı dişi kumruyu vurur, öldürür. Bunu gören erkek kumru ça­resizliğinden kendi etrafında fır dönerek havada yükselir yükselir, öyle yükselir ki gözlerden kaybolur. “Gözümüzden kayboluncaya kadar o kuşa baktık” diye devam etti babam; “sonra, o kuş o yüksekliğe varınca kanatlarım kapattı, başını yere çevirdi ve çığlıklar atarak kendini yere sapladı, paramparça oldu, ezildi ve öldü. Bizse, hâlâ bakakalmıştık” di­ye anlatmıştı.

Ey âşık, bu bir kuşun yaptığı harekettir. Peki Allah aşkı uğrunda se­nin tavrın nicedir?

Öykü— Bize Muhamıned ibn Muhammed anlattı. Ona da Hıbbetü’r- Rahman, ona da Ebu'l-Kasım bin Hevazin anlatmış. O, Muhammed ib- nü’l-Hüseyin’den işittim diyor. O da Ahıned bin Ali’den işittim demiş. O da İbrahim ibn Fatik’den işittim demiş; o da şöyle diyor: “Camide oturmuş, aşk hakkında konuşurken Sumnun’u dinliyordum 77. Yanma küçük bir kuş sokuldu. Çok yakınına kadar geldi. İyice yaklaştı. Geldi eline kondu. Sonra bütün gücüyle gagasıyla yere vurdu, öyle ki ağzın­dan kan geldi ve öldü.”

Allah o kuşa bu şeyhin sözünü anlama gücünü vermişti, işte aşka dair sözlerin etkisi o kuşta böyle oldu. Aşk hali ona galebe çaldı ve aşk sultanı ona hakim oldu, Bu durum orada hazır bulunanlara bir vaaz ni­teliğinde oldu. Aşk iddiasında bulunanlara da kesin bir kanıt ve iyi bir ibret oldu.

Allah bize sevgiden büyük bir pay vermiştir. Aynı zamanda bize o sevgiyi tutabilecek gücü de vermiştir. Vallahi, ben sevgide öyle bir şey buluyorum ki, hayalimdeki o sevgi gökyüzünde olsaydı hiç kuşkusuz gökyüzü çatır çatır çatlardı. Eğer bu aşk yıldızlarda olsaydı yıldızlar parçalanır, parça parça düşerdi. Eğer bu aşk dağlarda olsaydı dağlar ye­rinden kalkar yürürdü78.

İşte, ben böyle bir sevgiyi yaşadım. Allah, o sevgiyi miras alanlar­dan bana öyle bir güç, öyle bir kuvvet verdi ki, o âşıkların özüdür. Ben o güç içinde, kendimde öyle şaşırtıcı haller gördüm ki hiç bir sözcük onu tasvir edemez, onu anlatamaz.

Sevgi, tecelli ölçüsûndedir. Tecelli ise ma’rifet ölçüsûndedir. Sevgi ve ma’rifet içinde eriyen ve kendilerinde sevginin hükümleri, erdemleri zuhur eden âşıklar, sevginin tabiî görünümlerine bağlı kalırlar. Ariflerin aşkına gelince, görünüşte o aşkın bir izi, bir eseri yoktur, çünkü ma’ri­fet, sadece arif âşıklara verilen ve sadece onların bildiği sır gereğince, tabii sevginin izlerini siler süpürür. Arif olan âşık diri kalır ve ölmez. Mücerred bir ruhtur o. Arifin taşıdığı aşktan tabiatın bir haberi yoktur. Aşkı, İlâhî aşktır, rabbani şevktir. Allah’ın “Kuddus” ismiyle güçlenmiş­tir. Duyulur (duyularla kavrandır) sözlerin (el-kelamu'l-mahsüs) tesirle­rinden güvencededir.

Aşkından eriyip su olan âşık hakkında ileri sürülebilecek burhan (kati delil) şudur: Eğer o âşıkta böyle bir aşk olmasaydı, durumu öyle olmazdı. O zaten önceden âşıktı ve şeyhin aşka dair sözlerini duyar duymaz erimeye başladı. Şeyhin sözleri kendisindeki aşkın gizli gü­cünü harekete geçirmiş oldu. Neticede olan oldu. Bu şeyhten, kendi­sinde daha önceden bulunan imkânların gerçekleşmesini elde etmiş oldu. Bir üçüncü kişinin, aşkla ilgili sözleri, âşık üzerinde hiç bir etki uyandırmıyorsa, o aşk tabiî bir aşktır. Çünkü insanın sadece tabii yö­nü, değişimi ve etkilenmeyi tepki göstermeden kabul eder. Öyleyse, o şeyhin sözlerinden önce de o âşık, aşkla zaten sıfatlanmıştı. O olay­dan önce et ve kemikken, onu bir suya çeviren bu erime işi onun vü­cudu üzerinde oldu. Eğer onun sevgisi İlâhî sevgi olsaydı, şeyhin harflerden oluşan kelimeleri onun üzerinde böyle bir etki yapmazdı. O sözlerin bu ince anlamları onun ruhaniyetini coşturmazdı. Dolayı­sıyla o âşık, aşk konusundaki davasından haya etti ve kalbinde haya ateşi yandı ve öyküde anlatıldığı gibi, su oluncaya kadar bu, onu erit­meye devam etti.

Bu değişim ancak varlıklarda (bireylerde) gerçekleşir. Onlardan yal­nızca bazıları, tabiî sevgi sahibidirler. Bu ise, ruhani sevgi, İlâhî sevgi ve tabiî sevgi arasındaki farkı oluşturur. Ruhani sevgi, İlâhî sevgiyle tabiî sevgi arasında bir ara noktadır. İlâhi sevgi, varlıkta değişmez olarak ka­lır, fakat âşıktaki tabiî sevgiden dolayı, bu durum onun üzerinde deği­şikliğe neden olabilir; böyle olmakla birlikte onu “fena” haline ulaştıra- maz. çünkü “fena” hali daima tabiî sevgi yönünden gelir. Varlığın “beka” hali ise İlâhî sevgi yönünden gelir.

Örneğin yukarıda değindiğimiz hadisi şerife tekrar dönecek olur­sam, orada Cebrail aleyhisselâm bir ruh olduğu için, aşkı da ruhani aşktı. Bununla birlikte, bir cisme büründüğü için, aşkının tabii bir yö­nü de vardı, çünkü temel unsurlara bağlı olmayan tabii cisimler, temel unsurlara bağlı olan tabiî cisimlerin tersine, durum değişikliğine maruz kalmazlar. Yalnızca temel unsurlara bağlı olanlar durum değişikliğine uğrarlar, çünkü onlar temel olarak değişen özlerden meydana gelmiş­lerdir. Tabiata gelince, tabiatın kendi içinde, kendiliğinden bir değişik­liğe uğrama gücü yoktur, çünkü hakikatlerden çıkan somut özler, var­lıklar değişikliğe uğramazlar.

Buna göre, Cebrail aleyhisselâm aşka tutuldu, fakat yukarıdaki öy­küde anlatılan âşığın eridiği gibi, cismî varlığının özü erimedi. Bu ne­denle, kendisinde bulunan tabiî aşkın etkisi altına girdi. Fakat kendi­sindeki İlâhî aşk nedeniyle varlığı bakî kalmaya devam etti.

Öyleyse buradan şu sonuca varabiliriz: İlâhi sevgiye tutulan âşık cisim­sin bir ruhtur; Tabii sevgiye tutulan âşık ruhsun bir cisimdir. Ruhani sevgiye tu­tulan âşık ise hem cismi hem de ruhu olan bir varlıktır. Öyleyse, tabii, unsuri aşka tutulan âşık, kendisini değişikliğe uğramaktan koruyacak bir ruha sahip değildir. Bu nedenle; sevgiye dair sözler, tabii aşka tutulan birini etkileyecektir, fakat İlâhî aşka tutulan âşığı etkilemeyecektir; ruhani aş­ka tutulan âşığı ise, biraz etkileyecektir.

öykü— Bize bu öyküyü, Muhammed ibn İsmail el-Yemeni Mek­ke’de anlattı. O'na da Abdurrahman ibn Ali, ona da Ebu Bekir ibn Ha- bib el-Amiri, ona da Ali ibn Ebi Sadık, ona da Ebu Abdullah ibn Baku- ya eş-Sirazi, ona da Bükran ibn Ahnıed, ona da Yusuf ibn el-Hüseyin anlatmış; Şöyle dedi:

“Zünnun’un yanında oturmaktaydım. Etrafında insanlar vardı, o in­sanlara birşeyler anlatıyordu. Orada bulunanların hepsi ağlıyordu. Yal­nızca bir genç delikanlı ise gülüyordu. Bunu üzerine, Zünnun o gence, “Ey delikanlı, sana ne oluyor ki bütün herkes ağlarken sen gülüyor­sun?” diye sordu. O genç de ona şu şiirle karşılık verdi:

“Bu insanların hepsi Cehennem korkusuyla ibadet ediyorlar Ateşten kurtuluşu büyük mutluluk sayıyorlar,

Oysa bende ne Cennet ne de Cehennem düşüncesi var, Çünkü istemiyorum ben aşkıma olsun bir karşılık."

Bunun üzerine, o gence “Peki Allah seni kovarsa, ne yapacaksın?” diye sordular. Bu kez de şu şiiri okuyarak cevap verdi onlara:

“Eğer bu aşkta bir vuslat bulmasaydım

Evimi barkımı atardım ateşe

Acının hüküm sürdüğü bu cehennemi yerde

Sabah ahşam uyandırırdım ev halkımda, ailemde

Büyük bir heyecan, gözyaşlarımla

Ey müşrikler gelin öyleyse, ağlayın bana

Ben aciz bir kulum ama sevdim Yüce Mevla’yı iddiamda sadık olmasaydım Çetin bir azaba çarpıtırdım”

Bizzat ben, İşbiliye’de (Seville) âşık ve arif yaşlı bir kadının hizme­tinde bulundum. Kadıncağızın adı Falıma binti ibn Müsenna el-Kurtu- bî idi79. Senelerce hizmet ettim ona. Ona hizmet ettiğim dönemde dok- sanbeş yaşını geçmişti, fakat ben güzelliği ve yüzünün tazeliği karşısın­da onun yüzüne bakmaktan haya ederdim, sakınırdım. İlerlemiş yaşına rağmen, yanakları hâlâ kıpkırmızıydı. Yüzündeki güzellik, letafet ve ta­zelik onu ondört yaşındaki bir genç kız gibi gösteriyordu.

Allah ile kendine özgü bir manevi bir hal içindeydi. Kendisine, be­nim gibi, hizmet eden başkaları da vardı. Fakat nedense o, onların ara­sında beni tercih eder ve şöyle derdi: “Onun gibi birisini görmedim. O benim evime girince, bütün varlığıyla giriyor; dışarıda kendine ait hiç­bir şey bırakmıyor. Evimden giderken de bütün varlığıyla gidiyor; evimde kendinden hiçbir şey bırakmıyor.”

Gene onun bir gün şöyle dediğini işittim: “Allah’ı sevdiğini söyle­yen fakat O’nunla ferahlamayan kimseye şaşıyorum. Oysa ki, Tanrı o kulun müşahede ettiği Varlıktır; o kulun gözü her gözde O’nu müşahe­de etmektedir. Bir an bile onun gözünde kaybolmaz Tanrı. Bu gibi in­sanlar hep ağlarlar. Fakat nasıl oluyor da ağlarken O’nu sevdiklerini id­dia ediyorlar? Hiç haya etmiyorlar mı, utanmıyorlar mı? Çünkü bir âşığın Tann’ya yakınlığı “mütekarrabun”un (yani Tann’ya yakın olanla- r*n) yakınlığından kat kat fazladır. Âşık, insanların Tann’ya en yakın °lanıdır, çünkü o her an Tanrı'yı müşahede eder. O halde kime ağlasın ki? Bu harika bir şeydir!” Sonra bana dönüp “Ey oğul, bu söylediklerim hakkında sen ne dersin?” dedi. Ben de ona “Ey anneciğim, söz senin- dir" dedim. O da “Vallahi! Ben de şaştım kaldım. Sevgilim bana “Fatiha- tü’l-Kitab'T, Fatiha Suresini verdi80, o sure benim hizmetimde bulunu­yor ve yeminle söylüyorum, beni O’ndan bir an bile ayırmıyor" dedi.

İşte o gün, Fatiha Suresinin kendisine hizmet ettiğini bana söyle­yince, o kadının ulaştığı makamı öğrenmiş oldum. Gene bir gün, birlik­te oturuyorduk. Bir kadın geldi ve bana “Ey kardeş, kocam şu anda Şa- riş eyaletinin Şüzûne kentinde bulunuyor. Orada biriyle evleneceğini haber aldım. Bu işi sen nasıl halledersin?” dedi. Ben de “Onun buraya gelmesini ister misin?” dedim ona. O da “Evet!” dedi. Bunun üzerine yüzümü hizmetinde bulunduğum yaşlı kadına çevirdim ve “Ey anacı­ğım, şu kadıncağızın ne söylediğini duymadın mı?” dedim. O da “O ka­dın ne istiyor, evladım?” dedi. “İhtiyacının, isteğinin şu anda hemen yerine getirilmesini istiyor; benim dileğim de, onun kocasının hemen buraya gelmesidir” dedim. Yaşh kadın “Tamam, tamam, Fatiha Suresini oraya gönderirim ve bu kadının kocasını getirmesini söylerim” dedi. Sonra Fatiha’yı okudu, ben de onunla birlikle okudum. Biz okurken Fatiha bir şekil, bir vücut kazandı. Fatihayı okurken o kadının ulaştığı makamın derecesini öğrenmiş oldum. O okurken, Fatiha basbayağı bir suret, esîrimsi bir suret, bir şekil kazanıyordu. Yaşh kadın ona bu göre­vi yükleyerek o adama doğru gönderdi, Fatiha’ya bir suret giydirdikten sonra, şöyle dediğini duydum: “Ey Fatiha, Şarîş eyaletine git ve şu ka­dının kocasını buraya getir. Onu buraya getirinceye kadar, onu sakın bırakma, sadece yol mesafesinin uzaklığı kadar uzak kalsın ve bir an önce ailesine kavuşsun.”

Yaşlı kadın bazen, kendi kendine def çalar ve bundan hoşlanırdt. O def çalarken bir taraftan ben kendisine bu konuda bazı sorular yöneltir­dim. O da bana “Ben bundan zevk alıyorum. Allah da bana ilgi gösteri­yor, beni veliler arasına alıyor ve beni Kendine sıkıca bağlıyor. Ben ki­mim ki, Rabb’im benim gibi kullan arasından beni seçiyor? Sahibimin Dostumun büyüklüğüne izzetine ve Kudretine yemin olsun ki, bazen beni öyle kıskanıyorlar ki anlatamam. Ne zaman herhangi bir şeye, iti-1 mat ederek yönelsem, Rabb’imden gafil olduğum için yöneldiğim şeyde başıma bir bela geliyor." dedi. Sonra bütün bunlarla ilgili bir sürü ola­ğanüstü şeyler anlattı. Ben ona hizmet etmeye hep devam ettim ve ken­di elimle onun için, sazdan onun boyunca bir kulübe yaptım. Ölünceye kadar o evde yaşadı.

Bana hep “Ben senin manevi annenim ve dünyevi annenin nuru­yum” derdi. Annem onu ziyarete geldiğinde, ona şöyle dedi: “Ey Nur, bu çocuk benim oğlumdur, senin de baban. Bu nedenle ona iyi davran ve ona sakın itaatsizlik etme!”

Öykü— Hicri 599’ da Mekke'de Yunus Bin Yahya anlatmıştı. Ona da Ebu Bekir bin el-Gazal, ona da Ebu’l-Fadl bin Ahmed, ona da Ahmed bin Abdullah, ona da Muhammed ibn İbrahim, ona da Muhammed bin Yezid anlatmış. O şöyle dedi: Zünnun’un şöyle dediğini işittim: “Al­lah’ın Kutsal Evi olan Ka’be’ye haccetmek üzere yola çıktım. Ka’be’nin etrafında tavaf ediyordum. Birden, Ka’be’nin örtüsüne asılmış ve hıçkı- ra hıçkıra ağlayan bir adam gördüm. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da şöyle diyordu: “Senden başka herkesden derdimi sakladım. Sırrımı yal­nızca Sana açtım. Senin dışındakileri bıraktım. Yalnızca Seninle meşgul oldum. Seni tanıyıp da nasıl Senden uzak kalabiliyorlar, Senin aşkını tadıp da nasıl Senden uzak kalmaya dayanabiliyorlar, şaşıyorum, aklım almıyor.” Sonra şu mısraları okudu:

“Kavuşmalını tadını bana bir kez tattırdın

Sana tâ derinlerden duyduğum aşkımı kat kat artırdın.”

Sonra kendi kendine konuşmaya başladı ve şunları söyledi: “Rab- bin sana mühlet verdi, sen günahlarından vazgeçmedin. Günahlarını örttü, sen haya etmedin. Kendisine münacatta bulunmanın tadını sen­den aldı, sen buna hiç üzülmedin.” Daha sonra şöyle devam etti: “Aziz dostum, sevgili canım! Ne olacak benim halim? Senin huzuruna çıkın­ca ve beni uyku basınca ve Sen’in münacatının helavetinden, tadından beni mahrum bırakınca? Niçin? Peki niçin, gözümün içi, a canım?” Da­ha sona da şu şiiri söyledi:

“Ayrılık acısıyla dağladın kalbimi

Görmedim bir şey ayrılıktan daha acı daha yakıcı

Ayrılık yetti bizi birbirimizden ayırmaya

Nice zamandır korkuyordum başımıza gelmesinden.”

Zûnnun şöyle devam etti sözüne: “O şahsın yanına gittim. Bir de ne göreyim, O bir kadınmış.”

öykü— Bize Muhammed ibn İsmail bin Ebi’s-Seyf anlattı. Ona da Abdurrahman bin Ali, ona da Muhammed bin Nasır ve Muhammed bin Abdulbaki, onlara da Yunus bin Yahya, ona da Hamdi ibn Ahıned, ona da Ahmed bin Abdullah, ona da Ahmed bin Muhammed el-Mütevekke- lî, ona da Ahmed bin Ali bin Sabit, ona da Ali bin el-Kasım eş-Şahid, ona da Ahmed bin Muhammed bin İsa el-Razi, ona da Yusuf bin el-Hü- seyin anlatmış. O şöyle dedi: “Bir genç vardı. Zünun el-Mısri’nin soh­betlerine bir süre devam etti. Sonra bir süre ara verdi. Sonra tekrar soh­bete devam etmeye başladı. Yüzünün rengi solmuş, beti benzi sararmış, vücudu iyice zayıflamıştı. Üstünde ibadet ve çalışma izleri gözüküyor­du. Zünnun ona şöyle dedi: “Ey delikanlı! Allah sana neler bağışladı, neler vehbetıi ki, o mevhibelerden dolayı, sen Mevla’na bunca ibadet ettin ve bu kadar çok çalıştın?” Delikanlı da “Üstadım, Allah’ın kulları arasından alıp seçtiği ve kendisine Hâzinelerinin anahtarlarını verdiği; ve daha sonra yine Allah’ın ona bir sır verdiği bir kul gördün mü? O kulun bu sırrı ifşa etmesi doğru olur mu?” dedi ve şu şiiri söylemeye başladı:

“Bir sır söylediler ona, o da bilerek açığa vurdu o sırn

Yaşadığı müddetçe artık vermediler ana hiçbir sır Ve uzaklaştılar ondan. O ise, mutlu olamadı yanlarında Kıyıda köşede bıraktılar onu, dost olmak şöyle dursun, Sırlarını yayan birini dost bilmezler zira

Sevgileri ne denli uzak, ne denli uzak böyle davranışlardan.”

O genç adam şöyle devam etti: “Âşığın, sevgilisinin sırrını ifşa et­meye çalışması hiç doğru değildir. Aksine, sevgilisinin emirlerini bekle­mesi gerekir. Eğer sevgilisi, kendisine sırrını ifşa etmesini emrederse, ancak o zaman ifşa eder, yoksa ilke olarak, sevgilisinin sırrını saklaması gerekir.”

Hicri 594' de Fez şehrinde bulunduğum bir sırada Allah bana bir sır verdi. Ben de o sırrı herkese yaydım, çünkü o sırrın yayılmayacak sırlardan bir sır olduğunu bilmiyordum. Bu yüzden Sevgiliden azar işit­tim, bir iyice paylandım. Cevabım sadece sükut oldu, fakat gene de, “Eğer bu sır konusunda bir kıskançlık duyuyorsan, o sırrı kendilerine söylediğim kişiler üzerine yükle bu sırrı” dedim, çünkü Sen buna ka­dirsin, fakat ben kadir değilim. Ben o sırrı aşağı yukarı onsekiz kişiye söylemiştim. Bunun üzerine Allah bana “Tamam, o işi ben üzerine alı- yorum.”dedi. Sonra da sadırlarından, kalplerinden o sırrı çekip çıkardı­ğını bana rüyamda bildirdi. Bunun üzerine, arkadaşım, dostum hizmet­çi olan Abdullah’a “Allah bana şöyle şöyle yaptığını bildirdi, haydi kalk, Birlikte Fez şehrine gidelim de Allah'ın bana bildirdiği şeyleri bir göre­lim.” dedi. Böylece birlikte kalktık oraya gittik. Kendilerine o sırrı söy­lediğim insanlar gelip beni buldular. Gördüm ki Allah onlardan o sırrı çekip almış, göğüslerinden o sırrı çekip çıkarmış. Bunun üzerine onlar bana o konuda bazı sorular sordular. Bu kez ben sustum, onlara hiçbir şey söylemedim.

Bu olay benim için bu konuda meydana gelen, yaşadığım en şaşırtı­cı, olağanüstü durumlardan biridir. O gencin Zünnun’a söylediği kor­kunç vahşetle, ürküntü verici yalnızlıkla beni cezalandırmadığı için Al­lah’a sonsuz hamd ediyorum.

Allah’ın Yolu bir zevk, kişisel bir deneyim olduğu için o genç, Al­lah’ın bütün yaratıklara, kendisine muamele ettiği gibi muamele ettiği­ni düşündü. Onun tattığı zevk, edindiği deneyim doğrudur, fakat bu konuda Allah’a verdiği hüküm doğru değildir. Bununla birlikte, bu tür şeyler tarikatta çokça görülür. Ancak “muhakkikin”, yani hakikat bilgisi­ne erişmişler için böyle şeyler vaki olmaz, çünkü onlar eşyanın haki­katlerini ve derecelerini bilirler. Gerçekten de, bu ilim erişilmesi çok zor bir ilimdir.

öykü— Bu öykü bize Zünnun’dan rivayet edilmiştir. Muhammed ibn Yezid, Zünnun’dan aktarmıştır. Dedi ki: “Bir kadına; Âşığın kalbi­ne aşk ne zaman tam anlamıyla girer? diye sordum, o da “Sürekli sev­gilisini zikrettiği, sürekli onun aşkıyla yanıp tutuştuğu zaman” dedi. “Ey Zünnun, bilmiyor musun ki aşk, şevk insanda dert bırakır. Sürek­li sevgiliyi anma ise, insanda hüzün doğurur” diye ekledi. Sonra şu şi­iri söyledi:

“Tadamadım Sana kavuşmanın verdiği zevki, Gitmedikçe benden insanlara duyduğum sevgi.”

Bunun üzerine ben de o kadına şöyle cevap verdim:

“Ne mutlu o âşığa, artınca sevgisi kavuşması, Kavuşmanın hemen ardından coşunca sevgisi!"

Bunun üzerine “Beni acılara boğdun! Beni acılara boğdun! Bilmiyor musun ki O’na kavuşmak ancak O’nun dışındakileri terk etmekle mümkün olur.” dedi. Eğer o kadın bana bu tür şeyler söyleseydi ben de “O orada; O orada! derdim”, dedim, kendi kendime.

Öykü— bu öyküyü bize İbn Ebi’s-Seyf, Abdurrahınan bin Ali’den nakletti. Ona da İbrahim bin Dinar, ona da İsmail bin Muhammed bin Abdulaziz bin Ahmed, ona da Ebu’ş-Şeyh Abdullah bin Muhammed an­lattı. O dedi ki, Ebu Said es-Sakafi’yi işittim. Zünnun’dan bu öyküyü naklediyordu. Şöyle dedi: “Bir gün Ka’be’nin etrafında tavaf ediyordum. Bir an hüzünlü hüzünlü yalvarıp yakarmakta olan bir ses duydum. Baktım ki bu sesin sahibi, Ka’be’nin örtüsüne asılmış genç bir kız. Şöyle diyordu:

“Biliyorsun Sen ey Sevgilim Ey Sevgilim, Sen biliyorsun Vücudumun ve ruhumun yorgunluğu Açığa vurmaktadır sırrımı

Ey Sevgilim öyle sakladım hi içimde sevgimi.

Göğsüm daraldı, nerdeyse göğsüm çatlayacaktı."

Zünnun şöyle devam etti: “Bu sözleri işitince, bir üzüldüm, bir se­vindim; öylesine duygulandım ki oracıkta ağladım.” O genç kız sözleri­ne devamla: “Ey Allah’ım! Ey Rabb’im! Ey Yüce Mevlam! Eğer beni ba­ğışlayacaksan, bana duyduğun sevginle bağışla beni.” dedi. Zünnun bu­nun üzerine şöyle dedi: “Bu şekildeki bir yalvarış bana çok çarpıcı gel­di. Bu nedenle o kıza “Ey kızım, “Senin bana duyduğun sevgiyle” diye­ceğine “Sana duyduğum sevgiyle” desen, öyle yalvarsan senin için ye­terli olmaz mı?” dedim. O kız da bana şunları söyledi: “Ey Zünnun! Çekil git yoluna! Bilmiyor musun, Allah’ın sevdiği öyle kullar var ki. onlar Allah’ı sevmeden önce Allah onları sever. Duymadın mı Allah ne buyuruyor? “Allah öyle insanlar getirecek hi O onları sever, onlar da O’na se­verler." (Kur’an, 5/54). Görülüyor ki, Allah’ın onlara duyduğu sevgi, on­ların Allah’a duyduğu sevgiden önce gelmektedir”. “Peki benim Zün- nun olduğumu nereden bildin?" diye sordum ona. O da şöyle cevap verdi” “Ey yiğit kişi! Kalbler, sırlar meydanında dolaştı, ben seni ora­dan tanıdım.” Sonra, “Dön, arkana bak!” dedi bana. Ben de yüzümü çe­virdim, baktım, Gökyüzü mü onu kendisine yükseltmişti yoksa yeryü­zü mü onu içine çekmiş almıştı, bilemedim. Bu genç kızın sözlerinden ortaya çıkan durum, Allah’ın Hz. Musa’ya “Dağa bak!” (Kur’an, 7/143) dediği anda, Hz. Musa aleyhisselâm’ın Rabb’iyle olan durumuna yakın bir durum dedim kendi kendime”81.

Allahu Teâlâ’nın meydanları vardır. Onların hepsine “sevgi mey­danları” adı verilir. Sonra o meydanlardan her birini sevginin özellikle­rine verilen adlarla adlandırır. Örneğin: “Vecd meydanı”, “Şevk meyda­nı” gibi. Orada her durum, bir “cevelan”, yani dairevi bir dolaşma ve bir düz çizgi halindeki bir hareket olur. Dolayısıyla her durum için bir meydan vardır. Bu, külli bir hakikattir, bütünsel ve evrensel bir iştir82.

Aynı şekilde, bilgi ve ma’rifeıler için de tecelli dereceleri ve yerleri vardır. Sübhan Tanrı, mevcudatın özlerindeki farklılıkların ma’rifetini sana müşahede ettirirse, ancak o zaman bunlar birer meydan olurlar. Dolayısıyla, eğer sen, O’nun o meydanın isimleriyle orada zuhur etmiş Varlık olduğunu müşahede edersen, işte o zaman bunlar “sır meydanla­rı” olurlar, Eğer sen O’nun varlıklarla maiyyetini, yani birlikteliğini isimleriyle müşahede edersen, o zaman bunlar “nur meydanları” olur. Eğer bu iş senin kafanı karışmıyorsa, o zaman öyle bir şey görürsün ki sonunda “o, O’dur!” dersin. Sonra daha başka bir şey görürsün “o O mudur yoksa O değil midir, bilemiyorum?” dersin. İşte o zaman bunla­ra “hayret meydanları” (ya da “hazret meydanları”) denir. Her varlığın özü için bir işaret bir gösterge vardır. Bu meydanları dolaşan varlıklar onu o alâmetle tanırlar; gene o alâmet sayesinde, bu dünyada, bu şeha- det âleminde, tabiatında karartılmış, fakat bilgiyle (ma’rifetle) aydınla­tılmış bu vücutlar (heyahil) içinde zuhur eden varlığı, o meydanları do­laşan varlıklar tanırlar, bilirler. Dolayısıyla, o meydanları dolaşanlar varlıkları isimleriyle tek tek tanırlar, tıpkı yukarıdaki öyküde geçen o genç kızın Zünnun’u adıyla tanıyışı gibi.

Öykü— Musa bin Ali el-Ahmîmi’nin hadisinden bize rivayet edildi. O da Zünnun’dan rivayet etmişti: Zûnnun o kimseye şöyle dedi: “Allah sana rahmetini esirgemesin! Allah için seven insanın belirgin özelliği nedir sence?” O adam “Ah sevgili dostum! Sevginin derecesi çok yûk-

sek bir derecedir.” dedi. Zûnnun da “Bana onu anlatmanı isterim.” de­di. O da “Allah için sevenlerin kalbini Allah öyle yarmıştır ki kalbleri- nin nuruyla onlar bedenleri dünyada kahr, ruhları ise perdeyle örtülür; akılları ise göğe çıkar. Onlar melekler arasında dolaşırlar ve bu hakikat­leri yakin olarak müşahede ederler. Sadece Allah’a sevgi duyarak, Cen­neti arzulama ve Cehennem'den korkmadan uzak kalarak, ellerinden geldiğince Allah’a ibadet ederler.” dedi. Bunları söylerken o genç adam hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, öyle ki ruhu ta derinlerden müteessir oldu. Ben de bu sözleri söyleyen biri hiç kuşkusuz ariflerdendir dedim, kendi kendime. Çünkü o arif olduğunu kanıtlayacak üç tane delil sıra­lamıştı ki evrende sadece bunlar mevcuddur: İlk olarak, “bedenleri dün­yada kahr.” demişti. Nitekim Allah şöyle buyurmuştur: “Yalnız O’dur ki, gökte de Tanrıdır, yerde de Tanrıdır.” (Kur’an, 43/84). Öyleyse, O’nunla beraber olan kişi varoluşunu belirleyen hakikatleri, O’nun için bu dün­yada bırakmalıdır, çünkü insan âlemin bir mecmu’udur, bir toplamıdır. Bir bakıma âlem, insanın bedenidir yalnızca, çünkü “Allah, insana şah- damarlarından daha yakındır” (Kur’an, 50/16). Şahdamarı insanın bede­niyle ilgilidir. Eğer şahdamarı, insanın tabii ve ruhi bütünlüğüne tatbik edilseydi, o zaman durumu eksik olurdu... İkinci olarak,.o adam, “akıl­ları göğe çıkar." demişti. Gerçekten de akıllar kayıtlı, şartlı ve sınırlı sı­fatlardır, dolayısıyla akıl, bir sınır içinde, bir kayıt altındadır, çünkü “ikal" yani “akalâ” kökünden gelmektedir. (Bunun anlamı ise, bağla­mak, bukağı tutmak, köstek vurmaktır.) Göklere gelince, makamlarıyla mukayyed meleklerin bulunduğu yerlerdir gökler. Kur’an’da meleklerin ağzından şöyle denilmektedir: “Bizim içimizden herkesin bir makamı var­dır." (Kur’an, 37/164). Akıllar o makamları aşamaz, o makamların ötesi­ne ulaşamaz, çünkü aklı var eden Yüce Varlık aklı oraya (o makamların sınırı içerisine) hapsetmiştir. Bu nedenle o genç adam bile bile kasten, “meleklerin safları arasında dolaşırlar.” ifadesini kullanmıştı. Dolayısıy­la onlar akıllarıyla göklerdedir. Buna göre, mürekkeb bileşik cisimler âleminde sadece gök ve yer vardır... Üçüncü olarak, “ruhları perdeyle örtülüdür" demişti. Gerçekten de Subhan Tanrı, insan vücudunu dü­zenleyip ona bir suret verince, o suret içinde ruh görünmez oldu, daha doğrusu o suretin içinde zuhur edecek ruhu vücudun içinde perdeledi. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Ben onu düzenleyip insan suretine soktuğum zaman ve Kendi Ruhumdan ona üflediğim zaman...” (Kur’an, 15/29). İşte insanların ruhları, O’nun bu perdelenmiş ruhundan zuhur etmiştir. Bu nedenle ruhlar sürekli olarak ilk asıllarını müşahede et­mektedirler; ve ruhun örtülü, perdeli olduğunu ve de kendi somut vü­cutlarında zuhur edenin, filan ya da falan diye isimlendirilenin, kim ol­duğunu ve niçin öyle isimlendirildiğini bilirler. Burada çok ince sırlar yatmaktadır!

Arif âşıkların öyküleri daha pek çoktur.

Yüzondördüncû cüz burada bitti.

 ÂŞIKLARIN BAZI SIFATLARI

Bu kitabı bu son bölümle bitiriyoruz. Bu bölümde, sevginin sıfatla- nnı âşıklara vermek için, arif âşıklara gerdek odalarında Hakk’m tecellileri diye isimlendirebileceğimiz halleri ele alıp inceleyeceğiz.

— Âşık, “maktul’’ (öldürülmüş) sıfatıyla sıfatlanmalıdır.

Âşığın, “maktul” sıfatıyla sıfatlanması bu tecelli yerinden, bu gerdek odasından dolayıdır, çünkü âşık bir tabiattan ve Jair ruhtan meydana gelmiştir.

“Ruhu bir nurdur âşığın, tabiatı bir karanlık,

Evet, ikisi de insan varlığında İhı zıt özellik.”

Bu iki zıt özellik birbirine ters düşer. Birbirine ters düşenler ise hiç­biriyle çatışırlar. Her biri diğerine hakim olmak ister, onun üzerinde mülkiyet kurmak ister. Âşık da bu duygudan hali olmaz. Eğer tabiatı kendine galebe çalarsa, üstün gelirse, âşığın vücut evi (heykeli) karan­lık olur. O zaman Hakk’ı halkda sever. Böylece, aslına uygun olarak ya­vaş yavaş karanlığın içine nüfuz eder, tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi: “Gece de onlar için bir ayettir. Biz gündüzü geceden çekip çıkarırız, bir de ba­karsın ki onlar karanlık içinde kalmışlar.” (Kur’an, 36/37). Gündüz ise bir nurdur. Buna göre, âşık bilir ki, karşıt da olsalar, her ikisi de, gece de gündüz de, karanlık da nur da birbirine bitişiktir. Âşık gene bilir ki, bi­rinin diğerinin içine girmiş olması mümkündür. Öyleyse, iki zıt şeyin (arasını) ucunu birleştirmem için Hakk’ı halkda sevmiş olmam da bana hiçbir zarar vermez83.

Eğer âşığa, ruhu galebe çalarsa, üstün gelirse, hakim olursa, bu kez vücut evi (heykeli) aydınlık olur. O zaman Hakk’da halkı sever, tıpkı “Allah’ı, size verdiği nimetlerinden ötürü seviniz” sözünde olduğu gi­bi. Buna göre, âşık Hakk’ın kendisine verdiği nimetlerden dolayı O’nun emrine uygun olarak sever Hakk’ı. O nimetler içinde Hakk’ı müşahede eder.

Öte yandan iki zıt arasındaki rekabet, yarış, kıskançlık, her ne olur­sa olsun, iki zıttan her biri isteğine ulaştığını, hatta öteki zıttan kurtul­duğunu ileri sürer. Kendi kendine “onu iyice öldüreyim ki bir daha zıd- dım olarak karşıma çıkmasın!” der. Eğer bu savaşta, tabiatı, ona galebe çalarsa, onu öldürürse, o (ruh) ölür. O zaman yaratıkları seven bir âşık olur. Eğer ruhu ona galebe çalarsa, onu öldürürse, o zaman Rabb’ın ka­tında şehid olur, diri kahr ve bol bol nzıklanir8*. Görülüyor ki âşık her iki durumda da “maktul", öldürülmüş, durumdadır. Âşık bunun bilin­cinde olsun olmasın bu dünyada her âşığın durumu budur.

— Aşık, kendini “telef" etmelidir.

Bu şudur: Allah bu âşığı, “zâhir" ve “bâtın" isminden yaratmıştır85. Âşığı, hem “gayb âlemi” hem de “şehadet âlemi" yapmıştır. O, âşık için bir akıl yaratmıştır. Âşık, bu iki âlem arasındaki dengeyi sağlamak için, kendi zatında Allah’ın bu iki isminden her birine uygun düşen durumu aklı sayesinde fark eder.

Sonra, Allah âşığa “Leyse kemislihi şey'ün” (O’na benzer hiçbir şey yoktur) (Kur’an, 42/11) ismiyle tecelli eder. Bu isim âşığı şaşırtır, aklını başından alır. Dolayısıyla bu tecelli, âşığa, özellikle âlemler arasında bir denge kurma imkânı vermez. Ayetin devamında Allah şöyle buyurmak­tadır: “Allah her şeyi işitendir ve her şeyi görendir." (Kur’an, 52/11). Böylece âşık, adaleti gerektiren ve dengeyi sağlayan durumu göremeyince, telef olur gider: dolayısıyla yükümlülük sınırından dışarı çıkar, çünkü ancak akıllı kişi aklıyla mukayyed olduğu sürece dinin emir ve yasaklarıyla yükümlüdür.

İşte âşığın “telef’ olması böyle olur.

— Âşık, Allah'ın isimleriyle Allah'a doğru gitmelidir.

Âşığın Allah’ın isimleriyle Allah’a doğru gitmesi sıfatı şöyle olur: Allah âşığa hem mahlukatın isimleriyle hem de Kendi “esmaü’Lhüs- na”sıyla, Güzel isimleriyle tecelli eder. Âşık, mahlukatın isimleriyle Al­lah’ın tecelli etmesini, kendisine Hakk’m bir inişi olarak tahayyül eder oysaki bu tecelli işi kendi ufkundan (perspektifinden) olmaz. Âşık, Al­lah’ın Güzel İsimleriyle, “esnıaü’l-/ıüsna”sıyla ahlâklanınca, Allah ehli­nin ahlâk yolunda, olup biten şeyler âşığa galebe çalar, hakim olur. Do­layısıyla âşık yaratıkların isimlerinin, Allah için değil de kendisi için yaratılmış olduğunu, ayrıca Allah’ın Güzel İsimleri içinde kulun yeri ne ise, bu isimler içinde de Allah’ın yerinin o olduğunu düşünür. O zaman kendi kendine şöyle der: “Hakk’m huzuruna ancak kendi isimlerimle gireceğim; halkın huzuruna çıkarken de Hakk’m Güzel İsimleriyle çı­kacağım, çünkü o isimlerle ahlâklanmış olacağım.”

Âşık, Hakk’m huzuruna Allah’ın “esnıaü’l-hüsna”sı sandığı isimlerle girince, (gerçekte ise o isimler çevresindeki mahlukatın isimleridir) bizzat peygamberlerin, afakta ve enfüste (yüce ufuklarda ve ruhlarda) geceleyin yaptıkları yolculuklarında ve miraçlarında gödükleri şeyleri görür86. Ayrıca her şeyin O’nun isimlerinden ibaret olduğunu, kulun ise, hiç bir ismi, adı sanı olmadığını, “kul” isminin bile kula ait olmadı­ğını, fakat öteki Güzel isimler gibi bir isim olduğunu görür. Böylece âşık, O’na doğru “seyr halinde” olmanın, gitmenin, O’nun huzurunda. O’nun katında hazır durmanın ancak O’nun isimleriyle mümkün olaca­ğını; yaratıkların isimlerinin gerçekte O’nun isimleri olduğunu bilir. Böylece, bütün bunlardan sonra, kendi yanılgısını anlar. Ayrıca, “abid" ile “Ma’bud”, kul ile Allah arasındaki farkı anlayınca, bu müşahede âşığa yaptığı bu hatayı düzeltme imkânı verir.

Bu müşahede ebedi bir gerdek odasında meydana gelen, çok değerli ve ender bir tecelli şeklidir. Ebu Yezid el-Bistami'nin bulunduğu nokta bunun bir akı idi. Onun ulaştığı noktayı ve sınırı kendisi şöyle ifade et­mektedir: “O bana, bana ait olmayan bir şeyle yaklaştı.” Onun, Rabb’in- den aldığı haz buydu. O bunu, bir gaye (maksud), bir sonuç olarak gördü. Âşığın durumu da böyledir. Bu onun gayesidir; gayenin bizatihi kendisi değildir. Bu “gaye"nin gerçekleşimi başka bir yoldur. Velilerin hiçbirinde bu zevki görmedim, sadece nebilerde, özellikle de resullerde gördüm böyle bir tecelliyi. Onlar Sübhan Tanrı’yı “ibn-i nisum”da teşbih sıfatları diye adlandırılan şeyle nitelemişlerdir. Dolayısıyla onlar Hakk’ın, Kendisini halkın sıfatlarıyla nitelediğini düşünmüşler ve bunu te’vil etmişlerdir.

Demek ki, bu müşahede şekli insana, mahlukata ait olan her ismin, aslında Hakk’ın bir ismi olduğu izlenimini vermektedir. O isimler lafız olarak halkın isimleri iseler de, mana olarak değillerdir. İşte halk, mah-, itikat, o isimlerle bu şekilde ahlâklanmaktadır. Öyleyse bunu iyi anla!

— Âşıh, huş gibi uçar olmalıdır

“Âşığın bir sıfatıdır uçar olması huş gibi,

Bu sahih bir ilimdir, üzerinde yoktur hiçbir huşhu."

Bu dizeler birden döküldü ağzımdan; mahlukatm isimleri dediği­miz şeylerle ilgilidir bunlar. Âşık, bütün bu isimlerin kendisi için birer yuva olduğunu düşünür. Fakat durumun hiç de böyle olmadığı âşığa belli olunca, kendi yuvası olarak gördüğü yerden tıpkı bir kuş gibi ha­valanır ve uçar. Kendi hakkı gibi gördüğü ve öyle değerlendirdiği ismin semasında fır fır döner. Dolayısıyla her nefeste, o nefesten bir başka ne­fese uçar, çünkü “her gün bir iş üzere olan Varlık” (Kur’an, 55/29) için te­melde bütün isimler aynıdır. Öyleyse, hiçbir gün yok ki, âşık bir işten bir başka işe uçmasın. İşte bu durum âşığa âlemi müşahede etme imkâ­nı verir.

— Âşıh, daima uyanık kalmalıdır

Âşık, Sevgili’yi “ne uyuklamanın ne de uyhunun tutmadığını” (Kur’an, 2/255) görünce, anlar ki âlemin korunması için bu durum, O’nun sev­gisinin bir makamıdır. Dolayısıyla onu; “Hakk’ın Varlığı suretlerde te­celli eder” cümlesini düşünmeye davet eder. Suretler için bize bazı hü­kümler, bazı durumlar vardır. Bu durumlardan biri “uyku” halidir. Âşık, Sevgiliyi böyle benzeri bir surette görür fakat bu suretten dolayı “O’ııu ne uyuklama ne de uyku tutar”. O zaman âşık, bu durumun, âlemin korunması için, onun sevgisinin bir makamı olduğunu anlar. Sevgilisi bu durumdayken, yani devamlı uyanıkken, sevgilisiyle birlikte bulun­duğu zaman, âşığa uyku haranı olur. Bu nedenle, âşık, kendi kendine “Sevgiliden ayrıyken uyku bana haramsa, O’nunla birlikteyken, müşa­hede halindeyken nasıl olur da uyanık kalmam?” diye sorar.

Ayrılıktan dolayı uyanık kalma haliyle ilgili olarak kimileri şöyle demiştir:

”Senden uzaktayken bana uyku haram olur,

Peki, sevgiliden ayrılanlar nasıl olur da uyur?”

O halde, müşahede halindeyken uyumak imkânsızdır, kesinlikle imkânsızdır.

— Aşıh, gamını ve kederini gizlemelidir.

Âşığın bir sıfatı da gamını ve kederini gizlemesidir. Âşığın üzüntülü olduğu açıktan gözükmez; kederi gizlidir onun. Bunun nedeni de şu ayetteki anlamda saklıdır: “Allah’ı, O’nun şanına yaraşır bir şekilde tanıya­madılar.” (Kuran, 6/91).

Sonra, âşık, müşahede halindeyken her şeyin, en küçük zerrenin bile, Allah’ın izniyle hareket ettiğini görür, çünkü onları hareket ettiren O’dur. Gene âşık, müşahede halindeyken, yaratıkların edepsizlik yapa­rak Yaratıcılarına nasıl karşı geldiklerini müşahede eder. Onları adem - yokluk sıfatıyla nitelemenin gerekmeyeceğini de müşahede eder. Bu ne­denle, âşık konuşmak ister. Ayrıca içinde sakladığı ve aşkının gerektir­diği kıskançlığı açığa vurur. Sonra, bütün bunların ancak Allah’ın iz­niyle olduğunu görür, çünkü âşık bu makamda eşyadan önce Allah’ı, sanattan önce Sanatçıyı görme makamındadır. Bu makam Hz. Ebu Be­kir’in makamıdır87. İşte bunun için, âşık sessiz, sakin kalır. Üzüntüsü­nü, gamını, kederini açığa vurmaz, çünkü âşık, sevgiliye gerektiği gibi, O’na layık olduğu gibi davranmadığı için aşk, âşığın aleyhinde bir hü­küm vermiştir. Ayrıca âşık, kendisine yaratıkları, Allah’ın musallat etti­ğini görür, çünkü Sevgiliyle ilgili şeyleri, sırları onlara anlatmış ve onla­rı mazur görmüştür. Allah onların üzerine bir perde indirmiştir. Böyle- ce bu dünyada bu âşığın gamım gizlemiştir, çünkü ötedünyada onun için bir gam, keder, üzüntü olmayacaktır. Bunu bildiği için, âşık bir an önce bu dünyadan çıkıp gitmek isteyecektir.

— Aşık Sevgiliye kavuşmak için bu dünyadan çıkmayı arzulamalıdır.

Âşığın bu tutumunu az yukarıda belirtmiştik. Nefis kendi öz haki­kati içinde dinlenmek ister, oysa ki üzüntü bir yorgunluk belirtisidir. Bu yorgunluğu gizlemeye çalışmak ise, katmerli bir yorgunluktur.

Dünya bir meşakkat, bir üzüntü yeridir. Kendisine bu dünya evi (gerdek odası) verilen âşığa gelince, burada sevgilisiyle kavuşmak iste­yecektir, fakat bu kavuşma, özel bir kavuşmadır ki Özü Hakk’tır, çünkü her durumda müşahede edilen yalnızca O’dur. Fakat Allah âlemleri (mevatm) kendi dilediği şekilde yaratıp, kavuşma için özel bir yer tayin ettiği için, biz o yeri arzu ederiz ve o yere ancak bu dünyadan çıkmakla erişiriz, çünkü bu dünyadayken ona kavuşmak imkânsızdır. Hz. Pey­gamber, selât ve selâm üzerine olsun, bu dünyada kalmak ve ötedünyaya gitmek arasında bir seçim yaptı ve “En Yüce Dostu seçiyorum!” dedi, çün­kü o, bu dünyadaki konumunda en aşağı düzeyde bir dostluk içerisin­de bulunuyordu.

Gene bir hadiste şöyle buyuruluyor: “Kim ölümle Allah'a kavuşmayı isterse, Allah da onunla kavuşmayı ister. Kim Allah’a kavuşmaktan nefret eder­se, Allah da onunla kavuşmaktan nefret eder." Fakat gene de o kimse ölün­ce nefret ettiği şeylerle O’na kavuşacaktır. O’nunla kavuşmayı istemese de. Onlarla, yani onun nefret ettiği şeylerle Allah kendisini bu dünyada ondan gizlemiştir, fakat kendisiyle kavuşmayı isteyen kullarına da te­celli eder. Hakk’a ölümle kavuşmak, kendisi için öyle bir tattır ki, bu dünya hayatında O’na kavuşmada o Lal olmaz. Allah’a ölümle kavuşma­mızın ölçüsü, nisbeti şu ayette ifade edilen ölçüdür: “Ey ağırlıkla donatıl­mış iki tür varlıklar, yani insanlar ve cinler, sizin de hesabınızı görmek için boş vaktimiz olacak." (Kur’an, 55/31). Bizdeki ölüm, ruhlarımızın bedenleri­mizin yönetiminden kurtulmasını sağlar, ruhlarımızı bedenlerimize bağlı olmaktan kurtarır.

Böyle bir âşık, zevkle, bunun hasıl olmasını hem ister hem de bunu sever. Bu da ancak bu dünyadan çıkmakla mümkün olur, yoksa sadece “hai” ile olmaz. Öyleyse bu vücuttan (heykelden) ayrılması âşık için ge­rekli olmaktadır. Vücudun ruhla kaynaşması ve vücud içinde zuhur et­mesi doğum anında olur, belki de bu, zuhurundaki sebebtir. Hakk Te- âlâ, ruhla vücut arasındaki ilişkiyi belirterek ikisi arasına bir fark koy­muştur. Bu birleşme, Allah’ın kullarına duyduğu sevgiden dolayı, onla­ra karşı gösterdiği kıskançlık halinden ileri gelmektedir. Bu nedenle Al­lah, onlar arasında ve de kendisi dışında bir ilgi olmasını istemez. Bu­nun bir sonucu olarak Allah ölümü yaratmıştır. O’na duydukları sevgi konusunda, davalarında samimi olup olmadıkları anlaşılsın diye, ölüm­le kullarım imtihan etti88.

İlâhi Hüküm günü gelince, Yahya aleyhisselâm89 cennetle cehen­nem arasında, ölümü kurban edecek ve artık bu iki yerin ehlinden hiç kimse ölmeyecek, işte bu durum, âşıkların Sevgiliye kavuşmak arzu­suyla bu dünyadan çıkmak istemelerinin nedeni olmaktadır, çünkü İlâ­hî kıskançlık dikili bir taş gibidir.

Allah, ölümü böylece kurban ettikten sonra özel bir hayat için onu yeniden diriltir, tıpkı ölümden sonra bizim uğrayacağımız hüküm gibi. Nitekim, Hz. Peygamber: “insanlar uykudadır, ancak öldükleri zaman uya­nırlar" buyurmaktadır.

— Kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına giren ve bir türlü ayrıl­mayan perdeden (dostlan) dolayı âşık bezginlik duymalıdır

Bu sıfat âşıkta bir önceki sıfattan daha genel bir özellik arz eder. Kuşkusuz arifin, âşığın kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına ancak adem-yokluk sokulur; adem kendi içinde bir gerçeklik değildir. Öyleyse vücud-varlık, sevgilinin kendisinden başkası değildir. Vücud, O’nu gören her gözde O’nun bir tanığıdır. Öyleyse sevenle Sevgili arasında sadece yaratıkların perdesi vardır, öyle ki seven gerçekle bir Halik bir de mah­luk, bir Yaratıcı bir de yaratılmış olduğunu bilir, gerçi aradaki bu haki­kat perdesini anlamaya gücü yetmez, çünkü o perde bizzat kendisidir. Herhangi bir şey kendi gerçekliğinin daha üstüne çıkamaz. Buna göre, kendisi ve sevgilisiyle kavuşması arasına giren perde gene bizzat kendi­si olmaktadır. Bu nedenle, âşık, yaratılmış olduğundan ötürü bizzat kendisinden bezginlik duyar. Kendine perde olması kendi zatından ileri gelmektedir, ebedi olarak da zatından kopamaz, dolayısıyla ebedi ola­rak bezginlik duyar.

İşte bunun için bezginlik duyar âşık; bezginliği gittikçe artar da ar­tar, çünkü bu vücuttan (heykelden) ayrıldığı zaman, tabii “terkip" halin­den de ayrılacağını, sonra da “basit" haline döneceğini düşünür, ki bu “basit” halin bir İkincisi yoktur. Böylece “ahadiyyet"iyle münferit olur. Sonra bu “ahadiyy et" ini Hakk’m ahadiyyeti içinde yansıtır. İşte Sevgiliye kavuşma budur. Bu yansıma durumundan sonra yalnızca Hakk vardır, artık âşık O’nda yok olmuştur; artık âşık diye biri yoktur. İşte âşığı bez­diren budur. Arif olan âşık ise, böyle bir bezginlik duymaz, çünkü arif için aslını, nasılsa aynen o şekliyle bilir. Nitekim biz bu konuyu Risale- tü’l-ittihat adlı kitabımızda ele alıp inceledik.

— Âşık, Sevgili için çok ah çekmelidir

Bu özellik Allah’ın şu ayetinde ifade edilmiştir: “... Gerçekten İbrahim çok ah çeken, çok içli ve çok halim idi." (Kur’an, 9/114). Hakk Teâlâ Kendi­sini “Rahman" ismiyle nitelemektedir, çünkü O’nun bir nefesi vardır ki o nefesle kullarının nefes almasını ve iç çekmesini sağlar. O nefeste bu âlem zuhur eder. Bu nedenle, Allah âlemi “Kân!” yani “Ot!” sözüyle var etmiştir.     .

Harf, ağızdan çıktığı sırada havayı keser, dolayısıyla hava harfi do­ğurur ve yayar, gerçi harf hava değildir, çünkü harf tam havanın kesil­diği sırada çıkar. Hava ise bir nefestir. Ayrıca, hava “anasır-ı erbaa" dedi­ğimiz, dört unsurdan biridir. (Bunlar, ateş, hava, su, topraktır.) Hava, tabiatın nefesidir. Bu nedenle harfleri kabul eder.

Aynı durum seslerin ağızdan çıkışı sırasında da meydana gelir. Bu seslerden çıkan Ha ve hemze harfidir. Bu harfin mahreci, çıkış yeri boğa­zın içinde en uzak yerdedir. Dolayısıyla bu iki harf kalbin eğilimini, sevgisini ifade eder. Bu iki harf ilk gırtlak harfleridir, daha doğrusu gö­ğüs harfleridir. Bu iki harf nefes alıp verenin tabii halde oluşturduğu, şekillendirdiği ilk harflerdir. Buna göre, bunların kalbe yakınlığından ötürü bu “ah çekme” kalble sıkı sıkıya ilişkilidir. Kalb ise, hem nefesin çıkış yeri ve hem de yayılma yeridir. Böylece bütün harfler nefesle ora­dan çıkar, tıpkı âlemin “Kân!" sözünden çıkışı gibi. Bu insanı şaşırtan bir sırdır. Inşaallah nefes bölümünde bu konuyu ele alacağız.91

Hakk Teâlâ âşığın kalbinde tecelli edince, basiret gözü, kalb gözü açılır. Kalb gözü ancak O’na bakar, çünkü kalb ancak Hakk’ı içine ahr ve bu tabii ne’şet üzerine meydana gelen bağımlılığı görür. Bu tabii neş’et, İlâhî sırlan içerir. Rahman’m nefesinden meydana gelen bu do­ğal oluşum varlıkta zuhur eder ve varlığın bağımlılığını açığa vurur. Âşık ise, kendi payına bu durumu nasıl değerlendireceğini bilemez, do­layısıyla derin iç çekmeler, ahlar çoğalır. O anda meydana çıkan açıklık ve saydamlığı görünce, —insanların çoğunun kalb gözü kapalı olduğu için bunu göremezler— bu durum karşında, Allah’a kıskançlık duyarak gözü perdelenmiş varlıklara da şefkat besleyerek derin derin ah çekme­ye başlar, çünkü Hz. Peygamberin, selât ve selâm üzerine olsun, şu sözünü hatırlar: “Mümindeki imanın kemale ermesi, olgunlaşması kendi nefsi için sev­diği, istediği şeyi kardeşi için de istemesi, sevmesiyle mümkündür.” Bu neden­ledir ki Allah’ın, kendisine bu müşahedeyi nasip etmediği kişi için âşık üzülür. Yaratılmışların çoğunun Allah’a karşı kör olduklarını, nankör­lük yaptıklarını görmesi nedeniyle, Allah’a duyduğu sevgi için derin derin ah çeker.

Sevgiliye şefkat beslemesi de âşığın bir niteliğidir, çünkü bu şefkati de aşk doğurur.

— Aşık, Sevgilisinin sözünü duyarak, O’nun zikrini tilavet ederek, O'nu hatırlayarak dinlenmelidir

Allahtı Teâlâ şöyle buyuruyor: “O zikri Biz indirdik; onun koruyucusu da hiç kuşkusuzgene Biz'ız" (Kur’an, 15/9). Görülüyor ki Allah Kendi sö­zünü, yani Kur’an’ı “zikir" olarak adlandırmaktadır.

Bil ki varlığın varoluşunun aslı, sadece ve özellikle İlâhî Kelâm sıfa­tından olmuştur. Bu nedenle varlık O’nun sadece Kelâmını bilir; onu işitir, onu dinler, onu dinlemekten de aşırı zevk ahr. Eğer dinleme işi, hakikaten vaki olursa, ancak o zaman Kelâmın bir etkisi olur. Bunun için dinlenme işi kelamın hareket ve ritmine ve dinleyenlerdeki etkisi­ne bağlıdır, çünkü dinleyici “Kün!" (Ol!) sözünü işittiği anda, bir başka durum içine girer ve adem-yokluk halinden vûcud-varhk haline geçer. Tam o anda varolur. İşte sema yapan dervişlerin hareketinin aslı budur. Onlar sema yaparken vecd halindedirler, oysa ki öteki insanlar ondan hiç etkilenmezler.

Hiç kuşkusuz vecd, mahiyet itibariyle vecd olabilmesi için gerekli olan şeyleri gerektirir. Sevilen çok değişik olabilir; örneğin “hubb", “vecd”92, “şevk" ve öteki bütün sevgi nitelikleri ona bağlıdır. Sevilen ne olursa olsun bunların hepsi aşkın birer niteliğidir. Ben bu kitapta, yal­nızca Allah’la ilgili sevgiyi incelemiş değilim, fakat aslında tek Sevgili O'dur, her ne kadar bazı durumlarda bazı insanlar O’nu bilmiyorlarsa da, birçok insanlar O’nu tanımaktadır, bilmektedir. O’nu bilip tanıyan­lar ariflerdir, fakat aslında herkes sadece Allah’ı sever, her ne kadar kendi ruhlarını, kendi ailelerini ve kendi dostlarını sevmiş olsalar da. Bunu böyle bil!

Hatta bu konuda bazı salih kimseler bize şunu anlatmıştır: Mecnun (Kays) Allah için sevenlerden biriydi. Leylâ’yı kendisine bir perde yap­mıştı, aşkından mecnuna dönmüştü. Ben de, Kays’m Leylâ’ya söylediği şu sözleri tamamen doğru görüyorum. Öyküde Kays Leylâ’ya şöyle de­mişti: “Uzaklaş benden, çekil git yanımdan! Sana duyduğum aşk beni öylesine meşgul etti ki senden yüz çevirecek noktaya ulaştım." Bu yüz­den Leylâ’nın yanında rahat bulamadı, ona yaklaşmadı.

Aşkın özelliklerinden birisi de sevenin sevgiliyle kavuşmayı isteme­sidir. Oysa ki Kays’m buradaki tutumu aşkın bu ilkesine ters düşmekte­dir. Âşık, sevgiliye kavuşma anında, birden sevgilisinin ayaklarına ka­panmalıdır, ayrıca dehşete kapıhnahdır. Oysa ki Kays Leylâ’ya “Uzak­laş, çekil git yanımdan!” derken, ne dehşete kapıldı ne de kendinden geçti.

Bu arif kişinin, Kays hakkında bana söylediği şeyin, doğru olduğu, bu tutumuyla bende gerçekleşti, çünkü böyle bir tutum imkânsız değil­dir. Kullarından bazıları Allah için yanıp tutuşurlar.

İşte âşıkların sevgilinin kelamında ve O’nun zikrinde dinlenmeyi istemelerinin nedeni buradan ileri gelmektedir. Kur’an O’nun hem ke­lamıdır hem de zikri93. Dolayısıyla âşıklar Kur’an tilavetini hiçbir şeyle değişmezler, hiçbir şeyi ona tercih etmezler, çünkü onlar Kur’an tilavet etmekle adeta Tanrı’ya naiplik ederler, sanki bizzat Tanrı konuşuyor gi­bidir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer müşriklerden, Allah’a or­tak koşunlardan biri eman dileyip yanma gelmek isterse, onu yanma al ki Al­lah’ın Kelamını işitsin.” (Kur’an, 9/6). O anda Kur’an’ı tilavet eden Hz. Muhammed’di, selât ve selâm onun üzerine olsun! Dolayısıyla “Kuran ehli, Allah ehlidir.” diye buyurmuştur. Allah onları sevenlerin en sevilenleri diye nitelemiştir.

—Aşık, Sevgilisinin sevdiği şeylere uygun davranmalıdır.

Bu sıfat. Tanrı, hudutsuz olduğundan ve bir kayıt akına alınamaya­cağından dolayı, Allah’ı sadece Allah için sevenlerin sıfatlarındandır. Allah-u Teâlâ hem karib-yakın isminde hem de baid-uzak isminde tecel­li eder, çünkü O hem çok yakındır hem de çok uzaktır. Bir âşık bir ko­nuda şöyle bir dize söylemiştir:

"Sevgilinin yaptığı her şey güzeldir."

Eğer sevgili uzaklığı isterse, âşık da sevgiliden uzak olmayı sevmek zorundadır, çünkü bu durumda uzaklık, sevgilinin sevdiği bir şey ol­maktadır. Âşık, uzaklığı sevgilisinin sevgisi için sever, yoksa uzaklığın kedisini değil. Uzaklığı Sevgiliyi sever gibi sevmez, uzaklığın kendisini sevmez, öyle ki sevgilinin sıfatıyla sıfatlanır. Bir kez sevgilinin sıfatıyla sıfatlanınca âşık, artık o sıfatla kaim olur. O sıfatla kaim olunca, bizzat uzaklık içinde olsa bile, sevgiliye kavuşma gayesine ulaşmıştır. Bu du­rumda yakınlık içindeki kavuşmadan daha iyi bir şekilde ona kavuş­muş olur, çünkü yakınlık içinde âşık kendi sıfatıyla sıfatlanmıştır, sev- gilininkiyle değil. Bunun nedeni de, bir yerde iki "illet" bir tek "ma’lül” için bulunmayacağıdır. (Yani bir yerde iki sebebin tek bir sonuç için bulunamayacağıdır.) Bu mümkün değildir. Öyleyse âşık yakınlığı ken­disi için sevecektir; uzaklığı da sadece sevgilisi için sevecektir. Âşık, -uzaklık sevgisinde, yakınlık sevgisinden daha tamdır. Aşağıdaki dizeleri işte bu bağlamda söylüyoruz:

Güzellikle güleryüzlülük arasında kaldı aşkım Ancak güçlü bir erkek kıyaslayabilir bu ikisini Mutlaka geri durur onlardan kalbi zayıf biri Hem mutluluk hem rahatlık içinde kararsızdır o Oysa benim ayrılık içinde olmam daha tatlı Kavuşma içinde kucaklaşmaktan onunla Çünkü ben kavuşma anında nefsimin kölesiyinı Oysa ayrılık anında Sevgilimin kölesiyinı Her an Sevgilimle ilgilenmem daha iyidir benim için Kendimle uğraşıp durmaktan her an.’’

Bu şiirde âşığı etkileyen derin etkiler vardır. Aynı zamanda bu şiir yukarıda değindiğimiz konuyu da içermektedir. “Âşık sevgilinin sıfa­tıyla sıfatlanınca...” şeklindeki, yukarıda belirttiğimiz ifade ise şu kud- si hadise dayanmaktadır: "... ve Ben kulumu sevince, onun işittiği kulağı ve gördüğü gözü olurum..."94 buna göre; Allah Kendini bu kulun gözü ve kulağı yapmaktadır. Böylece âşığın sıfatlarıyla sıfatlanmış olduğunu da isbat etmektedir. Kısacası âşık, uzaklığı sadece Sevgili için sever di­yoruz. Bu ise, bizzat uzaklık içinde vuslatın (kavuşmanın) en son noktasıdır.

— Aşık, Sevgilisine yapmaya mecbur olduğu hizmette hürmeti (yani İlâhi emirleri) terketmekten korkmalıdır

Bu durumdan ancak ma’rifet konusunda tahkike ulaşamamış ve ya­rı yolda kalmış bir arif korkar. Ancak, böyle bir arif, şuur zevki dışında bir zevk almaksızın bu durumu bilir. Demek ki, o da âşıktır. Âşık ise, sevgilisinin verdiği bütün emirlere harfiyyen itaat eder. Verilen emrin gerçekleştirilmesi, amirin me’murla, me’murun da amirle özdeş olması anlamına gelir. Bununla birlikte, kuşkusuz bu dünyada zahir olan var­lık, kendisini zahir eden Varlığın kendisine verdiği imkânlar nisbetinde zahir olur. Ayrıca zahir olan bu varlıktaki çok değişik hakikatler onları zahir kılan varlıkla zuhur ederler. Değişik hükümler ve farklı isimler ortaya çıkar. İtaat edenle isyan eden arasındaki fark böylece açığa çıkar. Bu bilgi ve bu şuur derecesine ulaşmış fakat eşyayı ve gerçekleri zahir­deki yerlerine oturtmayı sağlayamamış kişi sevgiliye hizmet konusun­da kendisinden çelişkili ve karşıt davranışlar sudur edeceğinden kor­kar; hatta kendi kendine “O’ndan başka bir şey yok, sadece O var!” der. Böylece varlıkları tek bir varlık şeklinde gören biri gibi yaklaşır bu konuya; fakat bunun nasıl olduğunu bilemez. Böyle bir âşık edep ku­rallarına ters davranmaya devam eder, çünkü o, bunu zevk almaksızın elde etmiştir.

Bu yol, bu tarz, insanların bedenlerini tek bir ruhun yönettiğini. Ör­neğin Zeyd’in ruhunun Amr’ın ruhuyla aynı olduğunu kabul edenlerin yoludur. Yukarıda da değindiğimiz gibi, bu görüş yanlıştır. Böyle bir gö­rüş Zeyd’in bildiği şeyi Amr’ın da bilmesini gerektirir, madem ki onların her biri bu görüşe göre, aynı ve tek bir ruhtur. Tek bir ruh ise “aynı an­da bir şeyi hem bilir hem de bilmez" gibi bir durum olamaz, yani bir in­san hem âlim hem de câhil olamaz. Bu da gösteriyor ki, âşık hata ya da

 Âşıkların Baz t Sıfatları yanılgıyla kendisinden İlâhî emirlere hürmetsizlik sudur etmesinden, yukarıda değindiğimiz gibi, o yanılgılara dayanmasından ve onlardan çı­kacak, zuhur edecek sonuçları bilmeden benimsemesinden korkar.

Aşk, sevgiliye hürmet etme dışında, her şeye inatla karşı koyar. Âşık, aşkının kendisine hakim olmasını umut etse bile, sevgiliye hür­met etme duygusunu açığa vurur. Âşık kendisini sevgilinin varlığı ola­rak görür ve şöyle der:

“Seven benim; sevdiğim de ben”.

İşte âşığın korkusunun nedeni budur, başka bir şey değil.

— Aşık, Rabb'inin hakikati karşısında kendine verdiği fazla önemi azaltmalı, buna karşılık Sevgilisine verdiği az önemi ise çoğaltmalıdır

Bu tutum, âşıklarda aşk belirtileri olan özelliklerden bazılarını, ör­neğin inkisar, zillet, dehşet ve hayret gibi durumları, âşığın kendi nef­sinde de farketmesinden doğar. Aynı şekilde Sevgilinin de kibirli, gu­rurlu, kendini beğenmiş, otoriter ve alışılmadık tavırlar içinde olduğu­nu farkeder. Ayrıca sahip olduğu şeylerin tümünü sevgiliye verse bile, sevgilinin kendiliğinden kendisine verdiği şeyler yanında onların çok az bir şey olduğunu görür, çünkü âşığın yanında sevgilinin hakkı kendi hakkından çok daha büyüktür, hatta kendi nefsi için bir hak bile gör­mez. Hakikatte sadece kendi nefsi için çalışıyor olsa bile durum böyle- dir, çünkü ona böyle bir duyguyu aşk verir.

Kralın birinin sevdiği bir cariyesi vardı. İsmi lyas’dı. Krahn yakın dostlarından biri birgün kralın odasına girdi; o sırada kral cariyenin ayaklarını öpmekteydi. Yakın dostu bu durumu görünce şaşırdı kaldı. Bunun üzerine lyas; “Ey Filan! Krahn bu odada öptüğü lyas’ın ayakları değil, bizzat krahn kalbidir." dedi... İşte bu cümlenin anlamı bizim yuka­rıda belirttiğimiz “kuşkusuz âşık kendi nefsi için çalışır” ifadesinin içer­diği anlamdır, çünkü âşık bu davranışdan çok büyük lezzet ve zevk du­yar. O tada ancak bu fiiliyle ulaşır. Bununla birlikte, âşık için sevgiliden lezzet alma durumu ortaya çıktığı her defasında sevgili âşığa teveccüh gösterecektir. Dolayısıyla, sevgiliden ne gelirse gelsin, âşık onu önemli kabul edecektir ve onu fazla bulacaktır. Çünkü o. Efendinin kölesine yaptığı bir iyilik gibidir. Sevgili hakkında âşığın tutumu ne olursa olsun, durum böyledir. Sevgilinin rızasını kazanabilmek için, âşık ruhunu telef etse, canını bile verse, az bir şeydir bu, çünkü kölenin Efendisine, kulun Rabb'ine itaat etmesi güzel bir şeydir, genel kural budur. “Onlar Allah’ı O’nun şanına yaraşır bir şekilde tanıyamadılar... ” (Kur’an, 6/91). Hiç kuşku­suz Sevgili zengindir, dolayısıyla O’nun âşığa verdiği az şey gerçekte çok şeydir. Âşık ise, yoksuldur, dolayısıyla onun Sevgliye verdiği çok şey ger­çekle az şeydir. Ancak, her ne kadar bu sıfat âşıkların bir sıfatıysa da, bu­rada, bilgisi eksik ama kör olacak kadar Sevgilisine âşık olan bir âşıktır söz konusu, çünkü âşık yaratılmış olduğuna göre hiçbir şeye sahip değil­dir, kendisine ister az önem versin isler çok önem versin.

Ancak, seven, Allah olduğu zaman; kulundan gelen az şeyi çok şey olarak değerlendirir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Öyleyse, gü­cünüz yettiği kadar korkun Allah’tan..." (Kur’an 64/16).95 “Allah hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez, yüklemez" (Kur’an, 2/286).

Allah’ın sevdiği kullan hakkında, onların sahip olduğu çok şeyleri az görmesinden şunu anlamak gerekir: Allah katında bulunan şeyler so­nu olmayan şeylerdir. Sonu olmayan şeylerin yaratılmış, sonlu bir varlı­ğa girmesi ise muhaldir, imkânsızdır. Yaratılmış varlığa giren her şeyin sonu vardır. Sonlu olan sonsuz olanla mukayese edilecek olursa, sonlu olan çok bile olsa, sonsuz olanın yanında (sanki) az gibi, ya da bir hiç gibi kalır. Bu konular aslında çok uzundur, ama burada keselim...

—Âşık sevgilisine itaat etmeli ve ona karşı gelmekten kaçınmalıdır

Bir âşık şair şöyle demişti:

“Hem Allah'ı sevdiğini söylüyorsun hem O’na isyan ediyorsun Oysa bu tutum terstir açıkça mantık kurallarına Sevgin gerçek sevgi olsaydı, kuşkusuz itaat ederdin O’na âşık dediğin Sevgilisine itaat eder zira."

Âşık bir kuldur. Kul ise, Efendisinin emirlerine boyun eğen O’nun emirlerine ve yasaklarına karşı gelmekten kaçman biridir. Gerçekten de Tanrı görmeyi yasak ettiği zaman, kul O’nu göremez, fakat O, kula em­rettiği zaman da kul O’na uymaınazlık edemez, çünkü âşık daima O’nun huzurunda O’nun emrine amadedir. Eğer Sevgili, âşığa bir emir verirse, âşık bunu Sevgilinin kendisine yaptığı bir iyilik olarak görür. Sevgili âşığa böyle bir emir verdiği zaman, bu ancak O’nun âşığa bir yardımıdır. Her ne kadar âşık O’nu göremiyor ve kendisini meşgul etti­ği işte O’nu müşahede edemiyorsa da, her şeye rağmen gene de âşık. Efendisinin izniyle bu şekilde bir tutum içinde olmanın verdiği zevk ve nimetler içinde bulur kendini.

Ama eğer, seven Allah olursa; sevgilinin O’na vereceği emir Tanrı onun sevdiği ve onu hatırladığı için dua ve yakarış olur. Ayrıca bazı şeyleri de sevmez, o zaman O'na olumsuz ifadeyle dua eder, yalvarır, şöyle ki: “Rabb’imiz bizi doğru yola ilettikten sonra, kalblerimiz'ı ondan sap­tırma..." (Kur’an, 3/8), “...Rabb’imiz bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi, ağır yükler yükleme. Rabb’imiz bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme!" (Kur’an, 2/286). Görülüyor ki, bu tür yalvarışlar, olumsuz ifadelerle ya­pılan yalvarışlardır. İşte kulun, Efendisi için verceği emir ve yasaklar ancak bu tarzda ifade edilebilir. Hakk'ın böyle bir kulun isteğine seven biri olarak karşılık vermesi kulun Hakk’ın emirlerine uyması, yasakla­rından kaçması gibidir.

— Aşık, kendi nefsinden bütünüyle çıkıp kurtulmalıdır

Bil ki insanı öteki pek çok yaratıklardan ayıran en önemli özellik iradedir. Bu nedenle sevgilinin iradesi kaşısında, âşık kendi iradesini terkederse, kendi nefsinden bütünüyle kurtulmuş olur, kendisi için ta­sarruf sahibi olmaz. Eğer sevgilisi ondan birşey isterse ve eğer bu âşık, Sevgilisinin kendisinden ya da kendisi aracılığıyla kendisinden ne iste­diğini bilirse, o zaman bunu yerine getirmek için koşa koşa gider ve onun için hazırlanır. Bu çabukluğun ve hazırlamşın, kendisine hakim olan aşktan ileri geldiğini de bilir. Dolayısıyla sevgili bu âşığı Kendi ira­desine karşı çıkacak biri olarak görmez, çünkü bu âşık Sevgilisi için bütünüyle kendinden kurtulmuş durumdadır. Artık onun kendisiyle birlikte olan bir iradesi de yoktur. Acak kendisi var olsa bile, iradesi ol­sa bile, tamamen sevgiliye kavuşma yollarını arayacaktır. Eğer âşık bu durumda değilse,kendileri için bir iradenin söz konusu olmadığı can­sızların seviyesine düşer. O halde kendisini Allah’ın âşık olarak kabul ettiğini gördüğünden dolayı, Sevgiliye bağlanmakla elde edilen zevkten başka bir zevk yoktur âşık için.

Allah, Musa aleyhisselâm’a şöyle vahyetmişti: “Ey Ademoğlu, eşyayı senin için yarattım." eşyayı, yani dünyayı ve ahireti senden dolayı yarat- tim, çünkü gayelerin gayesi birdir, o da, âşıkların başı Hz. Muham- med’dir, selât ve selâm üzerine olsun. Demek ki, her şey bu insani varlığın yaratılışına bağlanmaktadır, ister felek ve üzerlerinde bulunanlar söz konusu olsun, ister yıldızlar ve yıldızların seyirleri, hareketleri sırasın­da görülen şeyler söz konusu olsun. Tabii bunlar bu dünyadaki şeyler­dir. Öte dünyadaki şeylere gelince, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kula­ğın işitmediği, hiçbir insan aklının hayal bile edemediği, bu dünyanın sonuna kadar da hayal edemeyeceği şeylerdir onlar. Bu, Büyük Ziyaret Günü gerçekleşecek olan İlâhi Tecellidir.

İşte âşığın muhtaç olduğu Sevgilinin istekleri karşısında kendinden bütünüyle çıkıp kurtulmasının anlamı budur. Fakat Sevgilinin âşığı il­gilendirmeyen istekleri, örneğin ortak ilişkilerin dışında kalan lezzetler, tatlar ve zevkler bu bölümün kapsamına girmez.

— Âşık, kendi ölümü için diyet (han bedeli) istememelidir.

Âşığın bir sıfatı da kendi ölümü konusunda diyet istememesidir, çünkü daha önce âşığı maktul olarak nitelendirmiştik. Âşığın katli, öl­dürülmesi demek, onun şehit olması demektir. Halta onun ölümü, diri olması demektir96. Buna göre, diri olan biri için kan bedeli, diyet gerek­mez. Sadece ölen biri için diyet verilir; yani, şer’an, şehit olmaksızın ölen biri için diyet verilir.

Sevenin, Allah olduğu dur umunda, ise; kul sevgili olur. Bu durum­da kulun iradesi, söyleneni yerine getiren bir iradedir, çünkü onun ira­desine karşı çıkacak bir iradesi yoktur Sevenin. Öldürülmüş (maktul) durumda olan biri için ise, irade diye bir şey zaten olamaz. Buna göre, her kim sevgilisinin iradesiyle hareket ederse, tabii olarak iradesi olsa bile, o zaman kendisinin bir iradesi kalmaz. Ayrıca, diri olduğu için, kendisinin belli bir hayatı olduğu için de ona diyet gerekmez.

İşte farzlara olan tutkunluk böyledir. Kul farzları eda edince, Allah o kulu sever. Bunun yanında kul nafile ibadetleri de eda ederse, bu kez Allah o kulun işittiği kulağı, gördüğü gözü olur. Farzları yerine getiren kul ise, tam tersi, Hakk’ın kulağı ve gözü olur97.

Bu nedenle âlem, aşkın bu iki görünümüyle sabit olmuştur. Dolayı­sıyla Allah âleme sadece bu kulun gözüyle bakar. Bu özel münasebetten ötürü âlem yok olmaz. Eğer Allah âleme kendi Gözüyle baksaydı, Al­lah’ın Yücelikleriyle ve Yüzüyle âlem bir anda yanar giderdi, yok olur­du. işte bunun için Allah, âleme, Kendi suretinde yaratılmış olan insan­ı kamil'in gözüyle bakar. Yakıcı yüceliklerle âlem arasındaki perde işte budur98.

— Sevgilisinin kendisine önerdiği tedbirden dolayı, insan tabiatının normal olarak kaçacağı sıkıntılara âşık sabretmelidir

insan, tabiatlar ve nur toplamı bir varlıktır; dolayısıyla hem tabiat­lar hem de nur ona gereklidir. Nur, insana çeşitli durumlarını gizleme­sini vc kendisine gerekli olan pek çok şeyden vazgeçmesini gerektirir. İnsan tabiatının gerektirdiği pek çok durumlardan dolayı, hakikati de onu gerektirir. Aynı zamanda ruh demek olan nurun işi, Hz. Peygambe­rin, selât ve selâm üzerine olsun, şu hadisine uygun olarak, insanın hakkı­nı ve hukukunu ifa etmesidir. “Kime iyilik yapmam gerekir?” diye soran bir gence, Hz. Peygamber üç kez “Annene!” diye cevap vermiştir; dör- dücüsünde, “sonra babana!” diye eklemiştir.

Görülüyor ki, Hz. Peygamber anneye yapılacak iyiliği babaya yapı­lacak iyiliğe tercih etmiştir. Tabiat annedir. Bununla ilgili olarak, Hz. Peygamber, selât ve selâm üzerine olsun, şöyle buyurmuştur: “Kuşkusuz ■ nefsinin senin üzerinde hakkı vardır.” Buradaki nefis, hayvani nefistir. “Gö­zünün de senin üzerinde hakkı vardır.” Bütün bunlar anne haklarındandır; anne tabiattır. Baba ise, insan için İlâhî ruhtur; o da nurdur, insan nur yönüyle ilgili sevgide pek çok şeyden vazgeçer ve onları terkederse, za­rara uğramış biri olarak nitelendirilir. O zaman kendisine sabretmesi emredilir. “Sıkıntı zamanlarında sabreder.” cümlesinin anlamı budur99. Her ne kadar hakikati bundan kaçmayı gerekli kılsa da, Allah ona sab­retmesini emreder. Sonra, Allah kulun sabrı konusunda şöyle buyur­maktadır: “Sabret! Senin sabrın ancak Allah’ladır.” (Kur’an, 16/127). Dola­yısıyla Allah Kendisini “es-Sabıır” (yani çok sabırlı) ismiyle isimlendi­rirken sanki, kuluna şöyle demektedir: “Ben Celâlimin izzeti üzerine- yim, bununla birlikte Ben Kendimi en çok eziyet gören, en alçak gönül­lü, en hoşgörülü ve en sabırlı olarak nitelendirdim. Emredilmediğim ve zorlanmadığım halde Kendime “Sahur”, çok sabırlı adını verdim. Kendi­mi yaratıklarımın sevdikleri şeylerin altına koydum. Bana gereken şeyi, yaratıklarıma gereken şeyler uğruna terkettim, onlara Benden rahmet olsun, bağış olsun diye. Öyleyse ey kulum, sıkıntılı zamanlarda Benim­le sabretmeye senin daha çok hakkın var, yani Benim emrim nedeniyle; ve ayrıca Celâlimin gerektirmediği şeylerle kullarım Beni nitelediği za­man, kullarımın Bana verdikleri ezaya karşı Kendimi “Sahur" diye ad­landırmam nedeniyle...”.

Demek ki bu tecelli şekli Allah’ın seven olmasından ileri gelmekte­dir. Allah’ın durumu böyle olunca, O da sevgilisini Kendi tabii duru­muna hakim olması için zorlar.

Eğer sevgili kul olur, seven de Allah olursa; teklifin bürüneceği su­ret, kulunun işlerine önem veren Allah için bir sevgili olduğunu bilince kulun Efendisinden istediği şey olacaktır, tabii ki Allah’ın isteğine ve sevgisine uygun olmak koşuluyla kulun isteyeceği şey olacaktır. O za­man Hakk Teâlâ o kul ile birlikte hareket eder. İşte âşığın bu sıfatıyla il­gili olarak yapılacak açıklamalar bunlardır.

— Aşığın kalbi, aşktan çılgına dönmelidir

Âşığın kalbi bu şekilde nitelendirilir, çünkü tasarrufları pek çoktur ve o kadar çok durum değiştirir. Âşığın kalbi pek çok görüntüyü içerir. Teveccühleri pek çoktur. Bu sıfat aşktan çılgına dönenin sıfatıdır, özel­likle âşığın yöneldiği her yüzde, her görüntüde, yaptığı her işte Hakk Teâlâ âşığa zuhur ederse, bu sıfat âşığa daha uygun düşer. Çünkü böyle bir âşık baktığı her yüzde Sevgilinin yüzünü görür100.

Seven Allah olursa: “Allah her gün yeni bir iştedir”. (Kur’an, 55/29). Herhangi bir işi yaparken yapılan tereddüt, o işin pek çok yönü oldu­ğunu gösterir. Çok yön olmasıdır insanı tereddüde düşüren. Bu durum­da, “Hepsi sevgiliyi razı ve hoşnut ettiğine göre, hangisini yapmalı­yım?” Sevgiliyi en çok hangisi memnun edecek, biz onu bilmiyoruz. Oysa bize en uygun olanı O çok iyi bilmektedir. Ancak biz, nafilelerle farzlar arasında neyin O’nu daha çok razı ve hoşnut ettiğini biliriz; yani farzların O’nu daha çok razı ettiğini söylüyoruz. Fakat burada bir seçim yapma durumuyla karşı karşıya kalınırsa, örneğin seçim yapmanın zo­runlu olduğu “kefaret” gibi bir durum olursa, O’nu en çok neyin razı edeceğini ancak daha geniş bir bilgiyle bilebiliriz. Tıpkı bunun gibi, na­filelerde de O’nu en çok neyin razı edeceğini ancak “nas”la, yani Kur’an ve sünnetle bilebiliriz. Nafileler pek çoktur. Bazı açılardan bazı nafile­ler, O’nu daha çok razı ediciyken bir başka açıdan da, diğer bazı nafile­ler O'nu daha çok razı edicidir. Demek ki, bunu anlamak için daha ge­niş ve daha derin bir bilgi gereklidir

Tıpkı burada olduğu gibi, âşık, kalbi aşktan çılgına dönmüş biri olur çıkar, yani Sevgilinin gördüğü pek çok yön, yüz ya da görünüm karşısında şaşırır kalır. Âşık o görünümlerin hepsine birden yönelir.

— Aşık, her türlü dosta karşı Sevgilisini tercih etmelidir.

Âşığın her türlü dosta sevgilisini tercih etmesinin nedeni şudur: Âlem bir bütündür; âlemin her bir parçası, insan için bir emanettir. İn­san emaneti geri vermekle, iade etmekle yükümlüdür. İnsanın emanet­leri ise çok sayıdadır. Emanetleri geri vermek için özel vakitler vardır. Her vakitte o emanetlerden biri tekrar iade edilir.

Ebu Talib el-Mekki101 bu tür bir emanet üzerine şu uyarıda bulun­muştur: “Felekler insanın nefesleriyle hareket ederler, hatta nefes alıp veren her varlığın (özellikle insanın) yaptığı “zikir”lerle ya da nefesle­riyle hareket ederler, çünkü insan nefesinin alınıp verilmesiyle felekler (ya da “mülk”) hareket eder ve böylece insana tabi olurlar. Bu nedenle, âlem, insana bağımlı kalmaya devam eder.”

Sonra, hiç kuşkusuz insan da âlemdeki bu emanetlere bağımlıdır; onlara gereksinimi vardır insanın102. Fakat, insanın bu emanetlere ba­ğımlı olmasına rağmen, Allah ehli arasında, arif âşıklar Sevgilinin ken­dilerine emrettiği şeylerle gönüllerini meşgul ederler. Bunlar büyük bir aşkla çılgına dünmüşçesine daima O’na nazar ederler. Allah onları Ken­di aşkıyla kendilerinden geçirmiştir. Onun uzaklığı ve yakınlığı arasın­da onlar şaşırıp kalmışlardır. İşte bu nedenledir ki onlar O’nu her türlü dosta tercih etmişlerdir, çünkü onlar için biricik Dost O’dur. Nitekim bu gerçeği Allah şöyle bildirmiştir: "Nerede olursanız olunuz, O sizinle be­relerdir." (Kur’an, 57/4).

Bu dünyada olan herkes, insanın elinde bulundurduğu emanet ne­deniyle aynı şekilde Tanrı’ya bağımlıdır. Bu nedenle insan Allah için duyduğu sevgisinden dolayı Cenabı Allah’ı her tür dosta tercih eder.

Sehl et-Tüsteri’ye “Yaşamak için ne gerekli?” diye sordular. O da “Allah!” diye cevap verdi. “Hayatı gerçekleştiren kimdir, bilmek istiyo­ruz, bize söyler misin?” dediler. O da “Allah’tır” diye cevap verdi. Çün­kü O’nun gözü bu âlemde Allah’tan başka hiç bir şeyi görmüyordu. Bu kez onlar üstüne üstüne giderek ona “Biz sadece, bu vücudumuzu ma’mur eden, bize hayat veren nedir, onu öğrenmek istiyoruz?" dediler. O da baktı ki onlar kendisini anlamıyorlar, onlara şöyle cevap verdi: “Evleri, Usta’ya bırakın! Allah dilerse onları uzun ömürlü kılar, dilerse onları harap eder! Bu özel vücud heykelinin içine girmek insanın latif işlerinden değildir, dolayısıyla insan Sevgilisinin kendisini yükümlü kıldığı şeylerle meşgul olmalıdır, çünkü âşığın hayatı ve varlığı bizzat bu sevgilidir. Allah insanı hangi eve yerleştirirse yerleştirsin. Kendisi de oraya yerleşir.” Sehl et-Tüsteri, bizim de söylediğimiz gibi, ayrıca “keşf’in ona verdiği bilginin de doğruladığı gibi, burada bunu söyler­ken, tabii neş’etten tecrit olunamayacağı gerçeğinden söz etmektedir. Eğer tabiattan tecrit olunabileceğini söylemiş olsaydı, Allah’ı her türlü sevgiliye tercih edenlerin durumunda olurdu.

Seven, Allah olunca; yaratıkları arasında sevgili olarak insanı, âle­min tümüne tercih etmektedir. Bu nedenle Allah insana öyle güzel öyle mükemmel bir suret vermiştir ki bu âlemdeki hiç bir varlığa bu güzel ve mükemmel sureti vermemiştir. Âlemdeki öteki varlıklar O’na itaat etmekle ve O’nu daima teşbih eder olmakla nitelenmiş olsalar dahi, in­sanın durumu böyledir: Allah insanı her tür dosta tercih etmiştir. Bu­nunla ilgili olarak Allah şöyle buyurmaktadır: “Bir zamanlar-Rabb'in me­leklere, Ben yer yüzünde bir “halife" yaratacağım demişti" (Kur'an, 2/30). Al­lah Âdem’e istisnasız bütün İlâhî isimleri öğretti. Âdem de, içinde bu­lunduğu durum hangisiyle alakalıysa ona göre, bu İlâhî isimlerin her biriyle Allah’ı teşbih etmiş. O’nu yüceltmişti. O’nu büyütmüş, tekbir et­mişti. Bu yüzden hiç bir isim, örneğin “çanak-çömlek" gibi bir isim da­hi anlamsız değildir. İsimlerin ve durumların şerefini bilmeyenler bunu anlayamazlar. Bundan dolayı aym ayetin devamında melekler şöyle de­diler: “...Oysa biz Seni överek, Sana hamd ederek Seni teşbih ediyoruz ve Seni takdis ediyoruz." (Kur’an, 2/30). Öyleyse, Allah ancak Kendi isimleriyle teşbih vet takdis edilir. Allah meleklere, bu âlemde Kendisinin bazı isimleri olduğunu ve meleklerin o isimlerin hiç biriyle Kendisini teşbih ve takdis etmediklerini, oysa ki Âdem’e o isimleri öğrettiğini haber ver­di. Allah meleklere bazı şeyler gösterdi; melekler onların isimlerini bil­miyorlardı. Bunun üzerine Allah meleklere madem ki siz bu isimlerle Beni teşbih ve takdis ediyorsunuz, “Haydi bunların isimlerini Bana söyle­yin!" (Kur’an, 2/31) dedi. Melekler O’na “Sen çok yücesin ya Rabb! Senin bize öğrettiğin bilgiden başka bizim bir bilgimiz yoktur." (Kur’an, 2/32) dedi­ler. O zaman Allah, Âdem’e, “Ey Âdem bunlara onların isimlerini haber ver!” dedi. “Âdem meleklere onların isimlerini haber verince..." (Kur’an, 2/33) melekler anladılar ve bildiler ki kendilerinin bilmediği başka isimleri vardı Allah’ın. O isimlerle Allah’ın yarattığı başka varlıklar O’nu teşbih ediyorlardı. Allah o isimleri Âdem’e öğretti. Âdem de o isimlerle Allah’ı teşbih etti. Melekler Ka’be’nin etrafında tavaf ederler­ken, Âdem onlara, “Tavaf ederken ne söylüyordunuz?” diye sordu. Me­lekler de ona, “tavafımız sırasında senin önünde “Sübhanallahu, vel-ham- dü lillahi ve lâilâhe illalahu vallahû ekber!" (Allah’ı noksan sıfatlardan ten­zih ederiz, O’nu teşbih ederiz. Hamd Allah’a mahsustur. Allah'tan başka Tanrı yoktur. Allah en büyüktür!) diyoruz, diye cevap verdiler. Bunun üzerine Âdem “Ben de sizin bu sözünüze şunu ekliyorum: “Lâ havle ve­let kuvvete illâ billahi” (Güç ve kuvvet ancak Allah’la vardır.) Allah bu isimleri Arş’ın altına yerleştirilmiş bir hâzineden vermişti Âdem’e; oysa ki melekler bunu bilmiyorlardı.

Eğer müfessir, “küçük olsun büyük olsun, çanak çömlek ismi bi­le...” ifadesini, önemli ya da önemsiz, küçük ya da büyük işlerle alakalı İlâhî isimler olarak tefsir etmek isterse, şu bir gerçektir ki, küçük bir şey küçük olmasına rağmen, büyük olmasına rağmen büyük bir şeyin yapamayacağı teşbihi yapabilir. Dolayısıyla burada bu sorunu bu şekil­de ele almakla isabet ettik. “Çanak, çömlek” ifadesine gelince, kendi içinde bu ifadelerin bir şerefi, bir önemi yoktur, ıstılah olarak kullanı­ma bağlıdır, çünkü her dilde “çanak çömlek” için, harflerden meydana gelen ve bunları karşılayan ve başka kelimelere benzemeyen bir kelime vardır. Burada bu kelimelerin zikredilmesinin amacı, meleklerin Allah’ı teşbih ve takdis etme konusunda insana karşı belirttikleri övünmeyle ilgili durumu ortaya koymaktır. Dolayısıyla Allah meleklere Âdem’in kendilerinden üstün olduğunu böylece göstermiş oldu.

Bizim söylemek istediğimiz budur, başka bir şey değil, çünkü yara­tıklar arasında, meleklerden daha şerefli, daha üstün biri yoktur. Buna rağmen Allah, insan-ı kamil’i isimleri bilmesinden ötürü, meleklerden daha üstün tutmuştur. Bu nedenle insan bu durumda ve bu makamda melekten daha üstündür. İşte Allah’ın insana biçtiği değerin sınırı budur.

— Âşık, Sevgilisini isbat etme uğrunda kendini mahvetmelidir

Âşık bir kulun, sevgilisini isbat etmesi, yüklendiği yükümlülükler­de, örneğin fiili ibadetlerden olan namazda103 olur. Allah, namazı kulu ile Kendisi arasında taksim etmiştir, dolayısıyla kulunu sevdiğini Allah böylece isbat etmiştir.

Sevgilinin isbatında âşığın “mahv”ı konusuna gelince, şu ayetlerde bu husus dile getirilmektedir: “Oysa sizi de, yaptığınız şeyleri de Allah ya­ratmıştır." (Kur’an, 37/96), “Senin o işten hiçbir payın yoktur.” (Kur’an, 3/1238), “Bütün iş Allah’a aittir." (Kur’an, 3/154), “Attın amma sen atma­dın, fakat Allah attı." (Kur’an, 8/17), "Allah’a ve Resulü’ne inanın ve Onun sizi hakini kıldığı, sizin yönetiminize verdiği şeylerden Allah için harcayın." (Kur’an, 57/7). İşte bütün bu ayetler sevgiliyi isbat etme konusunda âşık kulun kendini “mahv” etmesini bildirmektedir.

Demek ki âşığın kendi hakkında tasarruf etme imkânı yoktur, an­cak Allah’ın kendisine tasarruf etme imkânı verdiği yerde vardır. Âşık Allah'ın iradesinin dışına çıkar çıkmaz, aşkı onu yolundan saptırmış olur. İşin aslı, hakikati budur. Başka bir izah yolu da yoktur. Âşıktan meydana gelen her şey, Alah için yaratılmıştır. Allah sayesinde yapıl­mıştır o işler; fail yani o işleri yapan, âşık değildir, âşık sadece üzerinde işlerin vuku bulduğu olay mahallidir. Dolayısıyla, sevgiliyi isbat etme uğrunda, âşık mahv olmuştur, yani hepten ortadan silinmiştir..

Seven, Allah olunca; O da isbat içinde mahvolur. Bu durumda haki­kat, kulun fiili üzerinde meydana gelmiş olur. Bu ise, Hakk’ın mahvıdır, gerçi akli delil ve keşf, kulun varlığını ya da âlemin varlığını değil, sa­dece ve sadece Hakk’ın varlığını isbat etmektedir. İşte Hakk ın isbatı bu­dur. Hakk şehadet âleminde mahv olmuştur, yani gözlerden silinmiştir; buna karşılık şühud âleminde ise isbat olmuştur10’’.

— Sevgilisi öyle istediği için âşık, kendi nefsini ayaklar altına alıp çiğnemelidir

Aşk, âşıkla sebeblerin görüntüsü arasına sokulunca, âşık için Sevgi­lisine, yani, Hakk’a doğru yönelmekten sadece O’na nazar etmekten başka bir yol kalmaz. Âşık, âlemin hangi konularda ve ne ölçüde Hakk’a muhtaç olduğunu bilemez. Bu durumda âşığın kendisinden is­lenilen hukuku, yapılması gereken şeyleri yerine getirmesi gerekir. Ni­tekim Hz. Peygamber selât ve selâm üzerine olsun, bu konuyla ilgili olarak “Seni ziyaret edenlerin, senin üzerinde bir hakkı vardır.” buyurmaktadır. Dikkat edilecek olursa, Hz. Peygamber burada, bütün âleme uygulana­bilecek bir sözcük kullanmıştır. Bu da “ziyaret” sözcüğüdür. Hz. Pey­gamberin konuşma tarzı bütün sözlerin özünü bünyesinde toplamakta­dır. Görülüyor ki, böyle bir âşık, sevgilisinin kendisinden istediği, bek­lediği şeyden ötürü kendi nefsini ayaklar altına alıp çiğnemiş ve kendisi üzerinde âlemin ne gibi hakkı olduğunu bilmiştir. Bu da sevgilisini âşığa tasarruf etmek istemesiyle ilgilidir. Hakk Teâlâ Hakimdir. Bu ne­denle Allah, özel bir vakitte, âlemdeki özel bir duruma denk düşen özel bir işin yapılması ve özel bir hakkın yerine getirilmesi uğrunda âşığı hareket ettirir. Sonuçta âşık âlemin Allah’tan geldiğini bilir ve âlemde Hakk’ı müşahede etmeye başlar. H. Ebubekr’in, —Allah ondan razı ol­sun—, şu sözünün anlamı budur: “Ne görmüşsem, mutlaka ondan önce Allah’ı görmüşümdür”105. Böylece âşık, Allah’ı müşahede ederken âle­min varlığını da müşahede eder.

Seven, Allah olunca; bu durumda noksan sıfatlardan münezzeh olan Hakk Teâlâ’nın Zatı bir değişiklik kabul etmez. Âlemdeki nefis­leri, varlıkları Kendine muhtaç eder, çünkü baki olmaları, yaşamaları ve amaçlarına ulaşmaları ancak O’nun sayesinde mümkündür. Sanki O, yaratıkların O’ndan istediği ya da O’nun sayesiyle ulaşmak iste­dikleri şeyler uğruna, Kendini ayaklar altına alıp çiğnemiş gibidir. Bu nedenle, vakti henüz gelmemiş şeyleri O’ndan istedikleri zaman, O onlara şöyle hitap etmektedir: “Ey ağırlığı olan iki toplum (sekelan), yani cinler ve inşalar topluluğu, sizin hesabınızı görmek için de boş vaktimiz ola­cak." (Kuran, 55/31). Görülüyor ki her durumda “fail” Allah’tır ve O’nun Zatı, eserlerin, yani varlıkların bir zuhur yeri değildir. Burada Allah’ın Kendini çiğnemiş gibi gözükmesi, Kendi için değil, fakat kâinatın ya da varlıkların O’na olan gereksinimini karşılamak içindir. Allah’ın yarattığı her varlık O’nu teşbih etmektedir ve bu teşbih o varlık için bir temel gıda olmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak, Sübhan Tanrı bize şunu bildirmektedir: “O’nu övgüyle teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların teşbihini anlamazsınız.” (Kuran, 17/44). Biz bu konuyu daha önce “Fütüvvet” (Cömertlik, yiğitlik) bölümünde ince­lemiştik106.

— Aşık, Sevgilinin sıfatlarını üzerinde taşımalıdır

Âşık sevgilisiyle kavuşmak ve sevgilisinin iradesine bağlanmak iste­diği zaman bu sıfata bürünür. Fakat bazen öyle olur ki, sevgili, kavuş­maya karşıt olabilecek şeyler de isteyebilir. İşte ancak böyle bir âşığın sıfatlarına sahip olan âşık, sevgilinin sıfatlarına bürünebilir.

Seven, Allah olunca; “ahir”, yani sonra olan herhangi bir varlığa nis- betle, Allah “EvveF'dir, yani o varlıktan önce vardır Allah. Allah’ın son- ralığı O’nun önceliğinin içinde dahildir. Aynı şekilde önceliği de sonra- hğına dahildir, öyle ki sadece O’nun varlığıdır söz konusu. Buna göre şöyle diyebiliriz: O’nun önceliği O’nun Zatı’dır, sonrahğı ise onun kulu­dur ve sevgilisidir. Bu nedenle, ister “Ey kul, kurtulmadın.” de, ister “Ey Efendi, kurtulmadın!” de, her iki durumda da doğru söylemiş olur­sun. İşte sevenle sevilenin sıfatlarının “tedahülü”, birbirine karışması, içiçe girmesinin hükmü budur107.

— Âşık, sevgilisiyle birlikteyken nefes bile almamalıdır

Âşık, sevgilisiyle birlikteyken nefes bile almamalıdır demek, âşık sevgilisiyle birlikteyken müsterih, yani dinlenme halinde değildir de­mektir, çünkü âşık her nefesde sevgilisini murakabe etmekte, her an O’nu gözetlemektedir, yani O’nun için nöbet tutmaktadır. Âşık her an aşkının nerede olduğunu görür ve orada hazır bulunur. Sevgilisini razı etmek, onu hoşnut etmek için göstermiş olduğu aşırı çabanın etkisiyle bir umut ve bir beklenti içine girer. Sevgiliyi memnun ve razı etmek bir . hayli zor olduğundan, âşık için rahat diye bir şey yoktur. İşte “sevgili­nin yanındayken âşık nefes bile alamaz", yani dinlenmeye vakit bula­maz cümlesinin anlamı budur. Bu durum, üzüntü, keder ve zorluğun ortadan kaldırılmasıdır. Bu ise aşkında sadık olan bir âşığın niteliğidir.

Seven, Allah olunca; Allah şöyle buyuruyor: “O her gün yeni bir işle­dir." (Kur’an, 55/29). Allah sadece kullan yararına tasarruf eder. Kulla­rından da sadece sevdiği kullarla ilgilenir. Geriye kalanlar ise, İlâhî hükme tabi olurlar. Allah’ın arta kalan nimetlerinden yerler içerler. Al­lah onların dünya ve ahiret işlerini ayarlar. Bütün bunları yaparken Kendisine yorgunluk gelmez. Allah “yorgun” sıfatıyla nitelendirilemez. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “And olsun, Biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunan şeyleri altı günde yarattık; bunları yaparken bize bir yorgun­luk gelmiş değildir." (Kur’an, 50/38). Gene şöyle buyuruyor: “ilk yarattığı mız zaman yorulduk mu ki yeniden yaralamayalım? Doğrusu onlar yeniden yaratma konusunda kuşku duymaktadırlar" (Kur’an, 50/15). Yani her ne­feste, her anda Allah kulları içinde kimilerini yeni yaratmaktadır. Nite­kim yukarıda da denildiği gibi, “O her gün yeni bir iştedir.” (Kur’an, 55/29). Mutluluk ehli, yani cennetlikler hakkında da şöyle buyuruyor: "Orada onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz". (Kur’an, 15/48), çünkü onlar cennetteki her durumlarında, kendi nefisleri için değil de, Allah uğrun­da hareket ederler, öyle ki bu durum onlar üzerinde yansır. Bu durum onlar üzerinde yansıdığı için başka bir şey de istemezler. Doğrusu haki­katler de bunu öngörmektedir. İşte bu nedenle âşık, sevgilisiyle birlik­teyken nefes bile almamalıdır diye nitelendirilir.

— Aşığın her şeyi, Sevgilisi için olmalıdır

Bu şu anlamdadır: âşık bir bütündür ve bu bütünlüğü ile varlığı zu­hur eder. Onun birliğinin ya da bütünlüğünün çeşitli görünümleri Al­lah’a aittir, çünkü mutlak birlik (ehadiyet) ancak Allah’a aittir. Öyleyse birliği meydana getiren bu çeşitli görünümler olmadan birlik, bütünlük olamaz. Dolayısıyla bir bütün olan âşık, bütünüyle Allah’a aittir. Bu bü­tünün her bir parçasını Hakk olan Bir’le çarptığın zaman, çıkan Hakk’m Birliği’dir. İşte “âşık”, bütünüyle Sevgilisine aittir.” ifadesinin anlamı budur. O, bütünün biridir, çünkü bütün onun için ehadiyyettir, birliktir. İşte âşık, bu minval üzere, o bütünden çıkar.

Seven, Allah olunca; durum şöyle olur: Ehadiyetine rağmen, “Bü­tün”, bu kez Allah için kullanılır. O, Bütün İlâhî isimlerin bir toplamı­dır. O isimlerin sayısı da doksan dokuzdur108. Görülüyor ki isimlerde “kesret”, yani çokluk zuhur etmiştir. Allah için de “Bütün” ismini kul­lanmak yanlış olmaz. Bu “Bûtün”ü oluşturan birler, Allah’ın her ismi­ni meydana getirir. Bu isimlerden her biri kul için söylendiğinde, o is­mi bir hakikat olur ve o hakikat içinde, o ismin taşıdığı erdem (sul­tan) zuhur eder. Öyleyse o hakikat sadece “bir” olur. Buna göre, biri Bir’le çarpınca, ya da bir Bir’in içinde yansıyınca, müşahede içinde ku­lun birliği zuhur eder; ve kul sevgili olur. Böylece kulun bütün varlığı Allah’a ait olur. Çünkü bütün isimler hükümlerini ve etkilerini kulda açığa çıkarırlar. Oysa ki isimler Allah’a aittir. Öyleyse Bütün, Allah ka­tında sevgili olan kula aittir. İlâhi Huzurda hiçbir şey yoktur ki sevgili olan kula ait olmasın, çünkü Allah kuşkusuz Kendi Zatı’yla âlemler­den zengindir; kesretten müstağnidir. Kendi hakkında herhangi bir kanıta da ihtiyacı yoktur.

— Âşık, Sevgilisi hakkında saygılı davranmalı, kendini ise eleştirmelidir.

Âşık, sevgilisine karşı aşkın gerektirdiği hukuku yerine getirmekte aciz kaldığını görür; çünkü sevgilisinin sevgisini bütünüyle kuşatacak usuller hakkında bir bilgiye sahip değildir. Bu nedenle, bu konuda an­cak bildiği kadarıyla amel etmeye çalışır ve kendi kendine şöyle der: “Eğer sevginde sadık olsaydın, sevgilinin sevdiği her şey senin için bel­li olur, ortaya çıkardı. Hiç kuşkusuz sen, yükümlülükler dünyasında bulunuyorsun; bu mahsur bir dünyadır, yani birtakım şartlarla sınırlı­dır. Oysa ki sevgilinin sevdiği şeyler bu dünyada, öte dünyanın aksine, bellidir. Öte dünyada, gözün, gönlün dinlenmiş durumda olacaksın, çünkü öte dünya tamamıyla mutluluk dünyasıdır. Orada azarlama, tersleme, eleştirme ve kınama diye bir şey yoktur.” İşte bu nedenle, âşık bu dünyada sevgilisi hakkında saygılı davranır, kendini ise kınar, eleştirir.

Sevenin, Allah olması halinde ise; Allah, mümin kuluna beslediği sevgi hakkında tereddüt gösteren biri olarak nitelemiştir Kendini. Çün­kü sevgilinin seven üzerindeki haklarından biri de,' sevgilinin çirkin gördüğü, hoşlanmadığı şeyleri sevenin yapmamasıdır. Örneğin, sevgili ölümden hoşlanmaz. Kul Allah için bir sevgili olduğuna göre, Allah da onun kötü olduğunu istemez. İşte ölüm karşısında kulun takındığı ta­vırdan dolayı Allah’ın kendini kınamasının anlamı budur. Oysa, İlâhi il­min bir gereği olarak kulun ölmesi de gerekir, fakat âşıkların aksine, sı­radan bir kul Allah’la karşılaşma sırasında kendini hangi hayırların, iyi­liklerin beklediğini bilmez. Âşıklar ise, dinlenme ya da rahatlık için de­ğil de bir an önce Sevgiliye kavuşmak için, ölümü severler.

Âşıklardan bazıları da var ki sevgiliyi hoşnut ve razı etme duygusu onlara hakim olur. Bu âşıklar, sevgiliyi hoşnut ve razı etmenin, sevenin aşkının gücünü tanıyabileceği bir durumla değil de, aksine, onu hoşnut ve razı edecek şeyler ile onu kızdıracak şeyler arasındaki farkı anlama­larıyla mümkün olacağını bilirler. Tabii ki bu durum, o âşıklar için, sa­dece bu. yükümlülükler dünyasında söz konusudur. Öte dünyada ise, herhangi bir tahdit -sınırlama söz konusu değildir. Orada bir denklik. bir rahatlık vardır. Dolayısıyla, kendi tasarrufundaki işlere uygun dav­ranan âşıkla, bu tahditlere uymayan âşık arasındaki farkın hükmü kal­maz. Bu yüzden bazı âşıklar ölümden hoşlanmazlar. Bu da onların aşk- daki içtenliklerinden ileri gelir.

Aynı şekilde, gene eğer, seven Allah olursa; Allah, bu hakikat çerçe­vesinde, ölümü herkes üzerine mukarrer kılmıştır. Yukarıda belirtilen temyiz ve tahdidi isteyen bu seçkin topluluğun amacı, öteki topluluk­lardan farklı olarak, Rabb’lerine besledikleri muhabbet ve sevginin gü­cü ve değeri bilinsin diye bu tahdidin kendilerinden kaldırılmasıdır. Nitekim Allah’ın ezeli ilmi de, bu tahdidin kaldtnlmamasını öngörür. İşte muhabbete, sevgiye biçilen bu değer Hakk Teâlâ hakkında bir “kı­nama” olarak adlandırılır. Hakk Teâlâ bu konuyu şu şekilde açıklamak­tadır: “Allah her istediğini yapandır.” (Kur’an, 85/16). Allah bunu özellik­le belirtiyor ve belli bir tercih, bir seçme bile yapıyor. “Allah dileseydi..." ifadesini ve benzeri ifadeleri bu şekilde anlayan kişinin de, Allah’ın ira­desi ve ilmi devreye girmeksizin, kınanması gerekir, çünkü irade ve il­min farkh bir hükmü vardır.

Öyleyse burada anlattıklarımı iyi anla! Bunların herbirinde İlâhî sır­lar gizlidir. Bu İlâhî sırların büyük değerini bilen, gören dostlarımız kıs­kançtırlar; bu özelliklerden dolayı, kıskançlıklarını da belirtmişlerdir. Bununla birlikte, Allah’la ilgili bizim sahip olduğumuz ilme göre, İlâhî • sırlar hakkında bizim burada açıkladığımız şeyler bir kabuk (hışr) hük­mündedir. Bu da, bunları açıklamaya girişmemize neden teşkil etmekte­dir, çünkü bunların açıklamasında insanlar için büyük faydalar vardır.

—Aşık, sevgilinin sebeb olduğu şaşkınlıktan zevk almalıdır.

Bu şaşkınlığın sebebi sevgilinin beklenmedik bir anda aniden gelişi­dir. Bu durum “ani hücum” olarak ifade edilir, ki biz bu kitapta daha ileriki bir bölümde bu konuyu inceleyeceğiz109.

Hakk Teâlâ kullarının kalbini Kendine çağırınca ve onları Kendine ulaştıracak meşru Yolu onlara gösterince ve son derece açık delillerle Kendini onlara tanıtınca, onlar da O’nu tanımış oldular. Hakk Teâlâ on­lara verdiği nimetlerle Kendini onlara sevdirdi; onlar da O’nu sevdiler.

Vadedilmemiş bir tarzda, yani beklenmedik bir anda Allah onlara tecelli edince ve onlar O’nun huzuruna girdiklerini bilmeksizin O’nun huzuruna girince, Hakk’ın tecellisi onları kıskıvrak yakaladı. Böylece onlar da O’nu bir alâmetle tanıdılar. Dolayısıyla bu beklenmedik tecelli karşısında dehşete kapıldılar, büyük bir şaşkınlık içine düştüler. Kendi­lerinde gördükleri bu alâmetin ne olduğunu bildikleri için, büyük bir zevk aldılar ve mutlu oldular. O, onların sevgilisiydi ve büyük özlemle istedikleriydi. İşte kulların şaşkınlık içine düşmekten aldıkları zevk, duydukları mutluluk budur.

Seven, Allah olunca; durum şöyledir: Allah, Kendini “hür seçim”le vasfetmiştir, çünkü "O her şeyi yapmaya Kadirdir.” (Kur’an, 2/20), yani Onun her şeye gücü yeter. Eğer O bir şeyi dileseydi, mutlaka onu ya­pardı. Ayrıca O bir şey yapmak için zorlanamaz, sıkıştırılamaz. O sö­zünde sadıktır, doğru söyler, sözünde durur. Kararından dolayı O’nu kimse yargılayamaz. Bütün varlıkların rızkını veren O’dur. Hikmetinin bir gereği olarak bütün her şeyi yerli yerine düzenlemiştir. Böyle hük­mettiği için, O’nu, hükümden döndürecek biri yoktur. O her an ne ge­rekiyorsa, gerektiği anda, gerekeni gerektiği gibi yapar. O’nun işi hik­metli bir iştir. Her şeyin sırasını ve zamanını O bilir. Bu nedenle, O’na istekte bulunanların istekleri O’na ulaşır, fakat o isteklere verilecek karşılıklar, her zaman O’na istekte bulunulan zamana denk düşmez. Ayrıca biliyoruz ki, kararı O verir. Her şeyi karara O bağlar. Vereceği kararda kimse O’na baskı yapamaz. Öyleyse, hikmet- sırasına göre on­lara cevap verdiği zaman, çelişme olmasın diye o istekler yapıldığı an­da, biraz beklemek gerekir. İşte bu bekleme süresi dehşet-şaşkınhk olarak adlandırılır. .

Allah bundan zevk alır, çünkü bu durumda istekte bulunan kul, sevgilidir, Allah onun isteklerini, dua ve yakarışlarını duymayı sever. Nitekim hadiste şöyle ifade edilmiştir: “İhtiyaç içinde bulunan iki kişi is­teklerini Allah'a bildirirler. Bu iki kişiden birini Allah seviyordu, ötekini sev­miyordu. Allah meleğe vahyetti ve sevmediği kulun ihtiyacını derhal yerine getirmesini emretti; o kulu sevmediğinden, onun isteğiyle fazla meşgul olma­mak için, çünkü Allah o hulun sesini fazla duymak istemiyordu. Öte yandan, sevdiği kul hakkında meleğe şöyle seslendi: ‘'Palanın isteğini yerine getirme, onun ihtiyacını beklet, çünkü ben onun sesini duymayı, isteğini işitmeyi sevi­yorum: çünkü Ben onu seviyorum” görülüyor ki, Allah sevmediği kulun isteğini hemen yerine getiriyor, oysa ki sevmesine rağmen, sevdiği kulun isteğini erteliyor, hemen yerine getirmiyor. Eğer Allah’ın sevdi­ği bu kula, isteğinin ertelenmesi anında, bu sır ifşa edilmiş olsaydı, o kulun sevincinin yerini hiçbir şey tutamazdı.

İşte o kulun isteğinin ertelenmesi, tıpkı dehşet ve şaşkınlık içindeki kulun dehşetinin ertelenmesi gibidir. Yukarıda belirtilen söz doğru ol­duğu için, yani bu konuda Allah'ı hiç kimse zorlayamayacağı için. Bu kulun bu durumdan alacağı zevke gelince, bu sebepten, o kul istediği şeye kavuşacağını, kavuşması gerektiğini bilir ve bundan büyük zevk alır. Fesübhanallah! Allah'ım sen Azizsin, Hakimsin!

— Aşılı, belirlenmiş genel kuralları önce korumalı, sonra o kuralları aşmalıdır

Böyle bir âşık, Bedir savaşında savaşan âşıklara benzetilebilir. Onlar da belirli kuralları önce korumuş sonra da o kuralları aşmışlardı. Allah onlara “Ne istersem? yapın, Ben sizin günahlarınızı çoktan bağışladım.” de­mişti. Durumu genel kurallar içerisinde belirlenmemiş insanlara gelin­ce, onların durumu özel kurallar içerisinde belirlenmiştir. Onların sta­tülerini Allah belirlemiştir. Bu insanların durumu, Allah’ın şu sözünde belirttiği şeye uygun düşmektedir: “Kulum bir günah işler; sonra işlediği günahını affeden bir Rabb’ı olduğunu bilir ve gene günalı işler." (Kudsi hadis). . Dördüncüsünde ya da ûçüncüsünde Allah şöyle der: "istediğin şeyi yap, Ben senin günahlarını çoktan bağışladım.” Demek ki insanların geneli için yasak olan falan işi, Allah ona mubah kılar; bu dünyada o kişi için belli tahditleri ortadan kaldırır, çünkü Allah kötülüğü emretmez. Dola­yısıyla bu sıfata sahip birisi zaten Allah’a karşı asi olmaz, başkaldırmaz, aksine Allah’ın kendisine mubah kıldığı işleri yapar, çünkü Allah ona bu ayrıcalığı vermeden önce, o kul da belirli genel kurallara uymaktay­dı. Demek ki o kişi o genel kuralları koruduktan sonra onları aşmış oluyordu. “Hal” sahibinin tersine, yükümlülük durumunu korumasına rağmen, bu ayrıcalıklı durumu ona ilmin şerefi, üstünlüğü sağlamıştır. “Hal” sahibinin hükmüne, statüsüne gelince, onun statüsü, deli duru­muna benzer. İlâhi Kâlem, onun üzerinde durmaz, yani onun ne lehin­de ne de aleyhinde bir şey yazar. Buna karşılık söz konusu ayrıcalığa sahip kişinin lehinde olanı yazar, fakat aleyhinde olan bir şeyi yazmaz.

İşte “ilim”le “hal” arasındaki farkın değeri budur. Demek ki ilmin de­ğeri ne kadar yüksektir! Bu nedenle âşık, bir de ilim sahibi olursa, o ha­liyle, yalnızca hal sahibinden daha mükemmeldir. Demek oluyor ki “hal”

bu dünya evinde eksiktir; öte dünyada tamam olur. İlim ise, hem bu dünyada tamamdır hem de ötedünyada, hatta tamamın da üstündedir!

Seven, Allah olunca; Allah Kendisini seven kulların Allah’ın kendi­leri için yapmayı gerekli gördüğü şeyleri Kendisinden istemeyeceklerini bilir. Onlar genel kuralları önce koruduktan sonra o kuralları aşarlar. Bu nedenle Allah, kendine gerekli kıldığı şeyi (yani verdiği vaadleri tut­ma işini) onlara verir. Üstelik onlara sınırsız iyilikler verir, ki bu bağış genel sınırları aşmak demektir. Buna göre, bir iyiliğin sınırı, o iyiliğin on katıyla yediyüz110 katına kadar çıkan bir ecrin sınırıdır. Bu şekilde sınırların aşılması bir artıştır, bir fazlalıktır; tıpkı şu ayette ifade edildiği gibi: “Güzel davrananlara daha güzel karşılıklar ve hatta daha fazlası var­dır..." (Kur’an, 10/26).

İşte bize verilen budur. Öyleyse bu iyiliği iyi kullan ya da hesapsız ve sınırsız bir şekilde tut onu!

— Âşık, sevgilisini kendisinden hile kıskanmahdtr

Allah’ı seven birisi hakkında bulunabilecek en uygun ve en güzel sıfat budur. Bu makam Şibli’nin111 eriştiği makamdır. O.bu makama kendini hor ve hakir görerek, sevgilisini işe yücelterek, büyüterek ulaşmıştı. Gördü ki âşıkların nazlanması Cenab ve Aziz Allah’a karşı pek uygun düşmüyordu. Hiç kuşkusuz âşıklar için, İlâhi Huturda naz­lanmak vardır, ancak “kıskanç” olarak nitelendirilen âşıklar bunda is­tisnadır. Bu âşıklar için nazlanma diye bir şey söz konusu değildir, çünkü onlara büyültme ve yüceltme düşüncesi hakimdir. Ayrıca onlar, “ağzı sıkıhk”la nitelendirilirler. Bunun nedeni ise kıskançlıktır. Kıs­kançlık ise, aşkın sıfatlarından biridir112. Bu nedenle onlar âlemin, ya­ni öteki insanların yanında, âşık olarak gözükmezler. İşte bu makam, Allah’ın Resulü Hz. Muhammed’in makamıdır, çünkü o, Sa’d’ı çok kıs­kanç biri olarak tanımlamış, kendisini ise Sa’d’dan daha kıskanç biri olarak nitelemiştir. Sa’d’ın kıskançlığından söz ederken mübalağa siga- sını kullanmıştır, ama kendisini Sa’d’dan daha kıskanç olduğunu da ifade etmiştir. — selât ve selâm üzerine olsun— Hz. Peygamber Böylece aşkını ve aşkı için duyduğu vecd halini, yani coşkusunu, çocukları ok­şayıp sevmesiyle, onlarla oynamasıyla gizledi. Sevgisini eşlerine, ço­cuklarına ve arkadaşlarına izhar etti, açıkça gösterdi. Yani bütün bun­lar kıskançlık babından olan şeylerdir. Hz. Peygamber “Ben ancak bir insanım” demiş ve kendisini âşıklardan saymamıştı. Bu nedenle onun tabiatı, aşkı tanımadı, fakat aşk hakkında onun nasıl davrandığını gö­rünce ve aşkı tercih ettiğini fark edince, onun aşkla beraber hareket et­tiğini hayal etti. Oysa, bu durumun, ona Sevgilisinin verdiği bir mezi­yet olduğunu bilmiyordu.

Hz. Muhammed’in —selât ve selâm üzerine olsun— Hz.Ayşe’yi, Hz. Haşan ve Hz. Hüseyin’i çok sevdiği söylenmektedir. Bir cuma günü hutbe okunurken, hutbesini yarıda kesti,., minberden indi,.. Haşan ve Hüseyin’e doğru yürüdü... onların... İkisini de kucağına aldı ve tekrar minbere çıkıp, o şekilde, yani onlar kucağında olduğu halde hutbesini tamamladı. İşte bütün bunlar, eğer Sevgiliye duyulan hürmeti sürdür­mek istersen, Sevgili için duyulan kışkançlık babmdadır. Cenab ve en Kutsal olan Sevgiliye duyulan ta’zim ve hürmetin bu şekilde olması, bu ta’zim ve hürmetin başkalarına, O’nun dışındakilere gösterilmemesini gerektirir. İşte bu nedenledir ki Allah, Kendini seven kullarının kalbi­ne, kıskançlık perdesini yerleştirmiştir.

Sevgili, Allah olunca ise durum şöyledir; Hz. Peygamber —selât ve selâm üzerine olsun—, bir hadisinde “... Allah ise, benden daha kıskançtır." buyurmuştur. Demek ki, âşıkların Allah’ı sevdiklerini iddia ettikleri za-

- man, yapabilecekleri kötülükleri Allah’ın onlara haram etmesi de Al­lah’ın kıskançhğmdandır. Yalancı, kendisini doğru söyleyen biri oldu­ğunu iddia etmesin diye Allah kıskanç davranmıştır. Dolayısıyla bu iki iddia arasındaki farkı ayırıp gösteren bir ölçü de yoktur, ama her halü­karda Allah kötülükleri, fuhşu, dine aykırı hareketleri haram etmiş, ya­saklamıştır. Öyleyse kim Allah’ı sevdiğini iddia ederse, O’nun çizdiği hudutlar içerisinde durmalıdır, o sınırlar çerçevesinde kalmalıdır ki dü­rüst ve doğru sözlü olan, yalancı olandan ayırt edilsin. Bununla birlik­te, istisnasız her şey, Allah’la kaimdir. Bu nedenle Allah sevgilisini Ken­dinden bile kıskanır. Dolayısıyla, bütün fiilleri, sevgili olan kula bir noksanlık, bir kusur nisbeı edilmesin diye, kuluna değil de Kendine mal etmiştir.

—Aşık, aklı ölçüsünde, aşkının hükmü altında olmalıdır113.

Âşık, aşkının hükmü altına, aklı ölçüsünde girmelidir, çünkü onu kayıt altına alan aklıdır, üstelik aklı da bir kayıt altındadır. Nitekim Al- lahu Teâlâ da sadece akılhlara hitap etmiştir. Akıllılar kendi sıfatlarıyla kayıt altına alınmışlardır. Yaratıcının sıfatlarından onların sıfatları ayrıl­mıştır. İşte bu ayrım yapıldıktan sonradır ki kayıt altına alınma (takyid) ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla akıl, daha doğrusu akıllıların sahip olduk­ları akli deliller, Hakk Teâlâ ile kul. Halik ile mahluk, Yaratıcı ile yara­tılmış arasındaki farkı fark ederler.

Aşkın etkisiyle ortaya çıkan halde, kim aklını muhafaza ederse, ak­lıyla birlikte kalmayı başarırsa, aşk sultanından gelen erdemleri kabul etmeye hazırdır (Lâkin ancak akli delilinin gerektirdiği ölçüde). Buna karşılık, kim de akli deliliyle değil de, aklının kabul etliğiyle kalmayı başarırsa, Hakk’tan gelecek özel nitelikleri, yani Hakk’m bizzat Kendisi­ni vasıflandırdığı bazı nitelikleri bile kabul edebilir. İşte o zaman aşk sultanı, o âşığa aklının kabul ettiği ölçüde tahakküm eder. Demek ki, akıl, görme ve kabul arasındadır. Dolayısıyla gören birinin aklıyla kabul eden birinin aklındaki aşk etkisi aynı ya da eşit değildir. Öyleyse bu ko­nuları iyi anla, çünkü burada pek çok sırlar vardır.

Seven, Allah olunca; akıl bize, ilim ise O’na nisbet edilir. Bu açıdan bakılınca, sadece O’nun ilminde önceden geçen, yani var olan şeyler vardır, tıpkı bizim açımızdan da ancak bizim aklımızın yettiği şeyler, aklımızın yettiği ölçüde vardır. Allah’ın yaratıklarına karşı duyduğu aş­kın gücü O’nun ezeli ilminin sınırlarını aşmaz, tıpkı bizim O’na duydu­ğumuz aşkın, bakış olarak olsun, kabul olarak olsun, aklımızın sınırla­rını aşmayacağı gibi. Öyleyse bunları iyi anla!

—Âşık, akıldan yoksun bir hay vatı gibi (dabbetün) olmalıdır, ki açtı­ğı yaralar, yaptığı hatalar kendisini suçlu göstermesin.

Öykü— Bir kırlangıç Süleyman aleyhisselâm’m tapmağının kubbesi üstünde uçarken sevdiği bir dişi kırlangıca aşkını ilan eder. Süleyman Peygamber o esnada oradadır. Kırlagıcın sesini işitir. Kırlangıç şöyle di­yordu dişisine: “Senin aşkın beni öylesine sardı ki, eğer bana şu kubbe­yi Süleyman’ın üzerine yık desen, hiç tereddütsüz yıkardım”. Bunun üzerine Süleyman Peygamber kuşu yanına çağırır ve ona “Az önce sen­den işittiğim bu sözler neydi?” der. Kuş da ona “Ey Süleyman beni ce­zalandırmak için acele etme" diye karşılık verir, “çünkü âşık öyle bir dille konuşur ki, o dili ancak deliler konuşur. Ben o kuşu seviyorum ve ona işte senin işittiğin o sözleri söyledim. Çılgın âşıkların bir yolu, bir yasası yoktur. Onların yolu aşk yoludur. Onlar aşk diliyle konuşurlar, ilim ve akıl diliyle değil” deyince Süleyman Peygamber gülmeye başlar ve kuşa acır, onu cezalandırmaz ve serbest bırakır.

İşte bu tür bir davranış tam bir yaralamadır. Allah onu masum kıl­mıştır. Ondan kan bedeli istememiştir ve onu cezalandırmamışım Allah için seven âşığın durumu da aynıdır. Aşktaki samimiyetinin ve sevgiye olan tam bağlılığın görünüşte doğurduğu karışıklık durumlarından do­layı Allah’ı seven âşık cezalandırılmaz, kınanmaz, çünkü bu durumlar aşkın etkisiyledir, çünkü aşk insanın aklım allak bullak eder, aklını ba­şından alır. Allah da sadece akıllıları cezalandırır, âşıkları değil, çünkü âşıklar aşk sultanının boyunduruğu ve hükmü altındadırlar.

Seven, Allah olunca; O’nun açtığı yara masumdur. O doğru sözlü­dür. O vaad ettiği gibi, hata ve günah işleyeni cezalandıracağını bildire­rek önce korkutur, sonra affeder, hatla tövbe etmeyen asi kulu bile, (Kendisinin bir lütfü olarak dilerse, Çev.) cezalandırmaz114. Üstelik ce­zalandırması gereken kullarını bile, Kendisinin bir Erdemi ve bir Lütfü olarak cezalandırmaz. Dolayısıyla, köıülük yapanın kazandığı şeyler suçsuz, masum nitelikli sayılır. Allah'ın intikam alacağını vaadettiği şeyler de böylece muaf olur, suçsuz sayılır çünkü Allah o kulun güna­hını, akıldan yoksun olması nedeniyle, affeder. Akıldan yoksun olan in­san, insanlara zarar vermeyi düşünemez, bunu akıl edemez. Bunun için onun sebeb olduğu yara da suç sayılmaz ve bağışlanır. Aşık, mahkumun aleyh'tir, yani davayı kaybedendir, üzerine hüküm giydirilendir, fakat katil değildir o, katil başkasıdır. Bu nedenle âşığın işlediği hata suç sa­yılmaz. Kaldı ki her konuda olduğu gibi bu konuda da “En üstün delil Allah’ındır; eğer O dileseydi, hiç kuşkusuz hepinizi doğru yola iletirdi.” (Kur’an, 6/149).

— Aşığın sevgisi, Sevgilinin ihsanıyla, iyilikleriyle artmamak, Sevgi­linin cefalarıyla da azalmamalıdır

Aşkın bu yönü, Allah’ı ancak Zatı için seven bir âşıkta görülür. Böy­le bir âşık, Allah’ın Cemal isminden kendine tecelli eden tecellilerin et­kisi altındadır115. Bu nedenle böyle bir âşığın aşkı, sevgilinin yaptığı iyilikle artmayacağı gibi, sevgisine rağmen, sevgilinin yüzçevirmesiyle (i’raz) de ihsan ve nimet azalmaz. İhsan ve nimete dayah sevgi, değişik sebeplerle artabilir de azalabilir de, çünkü böyle bir sevgi, dış etkenlere bağlı bir sevgidir. Allah’a âşık bir kadın bu konuda şöyle demişti:

“Gelip beni lime lime kesseydin, paramparça etseydin ey Sevgili

Vazgeçmezdim asla sevmekten gene Seni.”

Yani Sevgili onu lime lime kestiği için. Sevgiliye duyduğu aşkında bir eksilme olmazdı. Bu söz seven bir kadının sözüdür. Denilir ki bu söz, ünlü kadın Rabiatü’l-Adeviyye’nin116 sözüdür. Bu kadının manevi hali, derecesi ve makamı sufi erkeklerden daha üstündü. Allah kendi­sinden razı olsun, aşkın çeşitli yönlerini tahlil etmiş ve tercüman ol­muştur. Şu şiir ona aittir:

"Ben Seni iki aşkla seviyorum: işte tutkum, aşkım böyle.

Çünkü layıksın buna sen, öylesine güzelsin!

Sana olan sevgimi nasıl anlatayım ki?

Aşkınla öyle geçmişim ki kendimden

Senden başkasını görmüyor gözüm

Kime dostsun Sen kime değilsin, nerden bileyim

Kaldır aradaki perdeyi ki Seni göreyim

Öyle de olsa böyle de olsa hamd, övgü bana değil

Hamd, övgü Sana, öyle de olsa böyle de olsa!”

Bir başka âşık kadın, Katip Atab'm cariyesi, aşkı şöyle terennüm et­miştir:

"Ey gönüller Sultanı Sevgili, Senden başka kimim var ki benim Acı bana bugün, kapına geldim ayaklarına kapanmaya geldim Tek dileğim Şensin! Sevincim, arzum neşemsin!

Razı değil Senden başkasını sevmeye gönlüm

Ey güvendiğim Sevgilim! Efendim! Sultanım!

Aşkım uzadıkça uzadı, kavuşmak ne zurnan nasib olacak

Benim arzum nimetler de değil cennetteki,

Ne var ki Seni göreyim diye istiyorum cenneti. ”

Bu konuyla ilgili şu dizeler de bize aittir:

“ister nimetlere boğ, ister azap içine koy beni, hiç fark etmez

Sana olan aşkım ne azalır ne de artar

Çünkü benim sevdiğim Senin bende bulduğun şeye bağlı Yaratman gibi Sevgin de hep yenidir benim için.”

Bu dizelerde anlatılmak istenen, itidalin ölçüsüdür. Bu bir İlâhî öl­çüdür ki arızi durumlar o ölçü üzerinde etki edemezler. Bu ölçü geçici durumlarla da etkilenmez.

Seven, Allah olunca; Kulların Allah’a itaat etmesiyle Allah’a bir fay­da gelmeyeceği gibi, kulların Allah’a itaatsizlik etmesiyle de Allah’a hiç bir zarar gelmez. O’nu seven bir kula günahları zarar vermez, günahlar o kulun durumunu değiştirmez, bozmaz, aksine Allah o kula şu müjde­yi vermektedir: “Allah seni affetsin!!! Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalan söyleyenleri de bilmeden, niçin onlara izin verdin?” (Kur’an, 9/43). Allah bu ayette, bizdeki inanç ve istekler üzerine ve bi­zim dışımızdakilerdeki ret ve inkâr üzerine, affı öne çıkarmıştır. Bunu da “Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın diye." (Kur’an, 48/2) yapmıştır. Görülüyor ki, Allah günahtan önce affı, bağışlamayı öne sü­rüyor. Kaldı ki Hz. Peygamber, Allah indinde günah işleyen biri değildi. Allah sevdiklerine nasıl yardım ettiğini bildirmek için ayette özellikle onu zikretmiştir. Buna göre sevgili için günah söz konusu değildir. Se­ven için de kendi açısından iyilik ve ihsanın bir değeri yoktur. Fakat . bütün bunlara rağmen, bu durum âşıkta hemencecik açığa çıkmayan, kolayca hissedilemeyen ve de hızlı bir şekilde kaybolan gizli bir ma­kamdır. Çünkü âşık, alıp verdiği her nefeste, yaptığı her işte, kedisini savunması ve kendisini temize çıkarması isteneceğini, dolayısıyla ölçü­yü koruması gerektiğini düşünür. Eğer ölçüyü ihlal ederse, kaçırırsa, iki taraftan da delilin kendi aleyhine döneceğini bilir. Demek ki ölçüyü sadece mağfiret, af ve bağışlama sahibi olan, ayrıca eddsi ve yetkisi çok güçlü, hükmü sabit ve aşkı sadık olan biri koruyabilir.

— Âşık, Sevgilisi karşısında adaba uymak zorunda bırakılmamalıdır.

Âşık, adaba uymak zorunda değildir, çünkü ancak aklı olan birin­den adaba uyması istenir. Oysa ki âşık bu bağlamda akh karışmış, allak bullak olmuş, altüst olmuş, akima hakim olamayan biridir, âşık için alı­nacak bir önlem yoktur. Bu yüzden âşıktan sadır olabilecek herhangi bir davranıştan dolayı, âşık cezalandırılmaz.

Seven Allah olunca; O Büyüktür, Mülk sahibi O’dur, Akıllı insanla­rın uydukları adap kurallarını belirleyen de O’dur. Veli kullarını edepli, terbiyeli kılan da O’dur. Nitekim Hz. Peygamber —selât ve selâm üzerine olsun— şöyle buyurmuştur: “Beni Allah terbiye etti ve çok güzel terbiye etti." Allah kuluyla “terbiye ediliyor" denilmez, tanı tersine “Allah sevgili kulu­nun yanında duruyor ve ona layık olduğu ya da müstehak olduğu ter­biyeyi veriyor” denilir. Allah’ın o kulun yanında bulunması, Allah’ın o kula bir lütfü ve bir ihsanıdır. Allah o kula verdiği terbiyeden dolayı bir şey istemez, hele bir kul O'nun sevgilisi olursa!..

— Aşık, hem kendi durumunu hem de Sevgilisinin durumunu unutmalıdır

Aşk âşığı öylesine meşgul eder ki sonunda âşık hem sevgiliyi unu­tur hem de kendini unutur. İşte bu duruma “sevgi aşkı” adı verilir. İlâhi hakikatten sudur eden bu hakikat hiç kuşkusuz kelimelerle anlatıla­maz; Evet, bu hakikat kelimelerle ifade edilemez! Bu hakikat kelimeler­le açıklanamayan sırlardan biridir. Ancak bu hakikati keşfeden âşık onu tanıyabilir. O da onu başkasına anlatamaz. Başkasına onu anlatma­sı âşığa caiz değlidir, uygun düşmez. Bu konuyla ilgili ayet şudur: "... Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu..." (Kur’an, 9/67), yani kim kendi suretini unutursa, kendi kendini unutmuş demektir.

—Âşık, bütün sıfatlardan arınmış olmalıdır

Âşığın kendisini niteleyen ne bir sıfatı ne de belirgin bir tutumu vardır, çünkü âşık, sevgilisi onun nasıl olmasını istiyorsa öyledir. Âşığın tek sıfatı, kendisinden istenilen gibi olmasıdır. Âşık, Kendisin­den ne istenildiğini bile bilmez, çünkü o bütün sıfatlardan soyutlan­mıştır.

Seven, Allah olunca; Allah Kendi zatı içinde Kamildir, Mükemmel­dir. O’nun mükemmelliği artan bir mükemmellik değildir, dolayısıyla O’nun bir niteleyicisi, bir sıfatı yoktur, çünkü “O’nun Zatına benzer hiçbir şey yoktur.” (Kur’an, 42/11). Bu nedenle, “izzet ve kudret sahibi Rabb’in on­ların atfettikleri sıfatlardan ne kadar münezzehtir! ne kadar uzaktır!” (Kur’an, 37/180).

— Aşığın isimleri, meçhul olmalıdır

Şair şöyle diyor:

“Beııi çağımsa sadece “Ey kulum!” diye çağırıyor,

[şte bu ad, benim en şerefli adımdır.”

Bu konuda az önceki konuya, yani âşığın bütün sıfatlardan arınma­sına benziyor. Buna göre, âşık için kulluk temel esastır, zatî bir şeydir. Sevgilisinin ona verdiği isimden başka, âşığın belli bir ismi yoktur. Sev­gilisi onu bir isimle adlandırırsa ya da onu hangi adla çağırırsa çağırsın, o, O’na cevap verir ve O’na doğru hızla yönelir. Âşığa “Senin adm ne­dir?” diye sorulduğunda, âşık “Ben ne bileyim, sevgilime sor, O bana ne ad koymuşsa, benim adım odur, çünkü benim adını sanım yoktur, hiçbir isim bana ait değildir. Ben meçhulüm. Tanınmayan bir “nek­reyim ben.”der 11'.

Seven, Allah olunca; aslında O’nun zatına uygun düşen ve O’nun zatını tam anlamıyla veren hiçbir isim yoktur. Ancak ve ancak O’nu, ilâh kabul eden kul, O’nun sevgilisi olur. Allah o kulda, Kendisi için yapılan esere bakar. O eserleri Kendi eserleri olarak adlandırır. İşte o zaman Hakk Teâlâ âşığın kendisine takdığı isimleri kabul eder.

Sadece Allah’ı ilâh olarak tanıyan kul, “Ya! Allah” der. Allah da o ku­la “Lebbeyk! işte buradayım ey kulum” diye seslenir. Sadece Allah’ı Rabb olarak gören kul, “Ya! Rabb" diye seslenir. Rabb’i de ona “Lebbeyk! İşte buradayım ey kulum” diye cevap verir. Sadece Allah’ı Halik (Yaratıcı) olarak gören kul, “Ya! Halik”, (ey ulu Yaratan!) diye seslenir, Yaratan da ona “Lebbeyk!” “işte buradayım ey kulum” diye cevap verir. Rızık verici olarak sadece Allah’ı gören kul, “Ya! Razık” (ey rızık veren) diye sesle­nir, “Rezzak” olan, bütün varlıklar rızkını veren Allah da “Lebbeyk! işte buradayım ey kulum” diye cevap verir. Zayıf olan kul “Ey! biricik kuvvet sahibi” diye seslenir, kuvvet sahibi olan Allah da ona “seni sevdim ey bu­lum!” diye cevap verir.

İşte bizim bu durumlarımız tahkiki olarak O’nu çağırır. O da bizim bu durumlarımıza uygun isimler verir. Bunun için o durumların lafız­ları dillere göre farklı olduğu gibi, o kelimelerin harfleri de farklıdır. Bu isim için gerekli olan anlam, insanlar tarafından anlaşılırdır. Şöyle ki: Araplar: “Ya Allah!", Farslar: “Ey Hûda!"' Rumlar: “îşâ!"; Ermeniler: “Esfâcl”; Tûrkler: "Ey Tanrı!”; Frenkler: “Kreatör!” (Createur); Habeşler: “Vak!” derler. Görüldüğü gibi, bütün bu farklı kelimeler tek bir anlam içindir. Lafızlar, kelimeler farklıdır ama bütün bu yaratıkların (millet­lerin) maksadı tek bir anlamdır. İşte bu nedenle âşığın isimleri “meç­hul” olmalıdır, dedik. Çünkü isimler basit birer göstergedir. Sonuçta, âşık, sevgiliyi hangi isimle çağırırsa çağırsın, sevgili âşığa karşılık vere­cektir.

— Aşık, gerçekte dalgın olmadığı halde, âdeta dalgınmış gibi olmalıdır

Âşığın bu sıfatı “şaşkınlık" (baht) ve “baygınlık” (şubat) olarak ad­landırılır. Bu sıfat ancak, âşık, sevgilisinin sevgisiyle istiğrak halindey­ken görülür. Öyle ki sevgilisi önüne gelir dikilir de âşık onu tanıyamaz ya da sevgilisi âşığa seslenir de, âşık onun sesini duyamaz, oysaki ona bakmakladır. Dolayısıyla âşık bu haliyle dalgın biri gibidir. Aşk derdiy­le iyice sarhoş olmuştur.

Seven, Allah olunca; Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah (hiç kimseye muhtaç değildir) bütün âlemlerden zengindir" (Kur’an, 3/97). Allah onlar­dan, nefes ahp vermelerinin ancak O’nun zikri demek olduğunu, bizzat nefesleriyle dile getirmelerini ister, çünkü "duayı işiten O’dur” (Kur’an, 3/38).

— Âşık, kavuşmayla ayrılık arasında bir fark görmemelidir.

Âşık, sevgilisiyle ilgili her şeyle öylesine ilgilenir, öylesine ilgilenir ki ayrılıkla kavuşma arasında bir fark göremez bir hale gelir. Âşık da­ima Sevgilisini müşahede eder ya da şairin:

“Gece gelmiş ona kavuşmuşum

Gece gelmiş ondan ayrılmışım

Ne çıkar, şikayetçiyim ben

Uzunluğundan da kısalığından da gecenin. ”

dediği gibi olur.

Bu âşık her iki durumda da halinden şikayetçidir, çünkü hangi du­rumda olursa olsun, hali değişmiyor ve sürekli azap içinde kıvranıyor.

Biz ise, birinci durum üzerindeyiz. Bizim için Allah’la ilgilenmenin dışında bir şey söz konusu değildir. Biz daima O’nu müşahede etmekte­yiz. O’ndan başkasını tanımayız. O’ndan başkasını müşahede etmeyiz. İşte şu şiirimiz bununla ilgilidir:

“Bütün uğraşım, bütün ilgim O’ndan yanadır

Gece olmuş O’na kavuşmuşum

Gece olmuş O’ndan ayrılmışım, ne çıkar?

Gece uzamış, gece kısalmış umrumda mı?”

Seven, Allah olunca; İlâhi Kelime biriciktir. Nitekim Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp yummak gibidir” (Kur’an, 54/50), çünkü Allah katında fark diye bir şey yoktur. Dolayı­sıyla O’nun uzaklığı yakınlığıyla, yakınlığı uzaklığıyla aynıdır. Bu ne­denle O, hem çok yakındır hem çok uzaktır. O’nun katında bizimle ka­vuşma diye bir şey söz konusu olamaz. O ayrılığı kabul eder, fakat O’nun için ayrılık diye bir şey yoktur. O kavuşmayı kabul eder, fakat kavuşma diye bir şey yoktur.

"Öyleyse O’nda kavuşmayla ayrılık aynı şeydir

Fakat bunu ancak O’nu gören, O’nu bilen bilir."

— Aşılı, kendisini köleleştirenin içtenlikle kölesi olmalıdır

Aşk, âşığı bir köle yapar. Sevgilinin yanında hüsn-ü kabul görse bi­le, aşk âşığı zelil eder. Bu alçaltmanın sebebini âşık bilemez, ancak ger­çeklerin elverdiği kadarını bilebilir. Şöyle ki; âşık, sevgiliye kendisi üze­rinde bir üstünlük, bir otorite kurmasını sağlar, adetâ sevgili, âşığın Ve­lisi olur. Böyle bir duruma ulaşan âşık, tam bir huşu, hudu ve tevazu için içtenlik kokusunu duymalıdır. Böyle bir durumu insana ancak aşk (sevgi) makamı sağlayabilir.

Seven, Allah olunca; Hz. Peygamberin ağzından Allah şöyle buyur­maktadır: "Ey kulum, Ben acıktım fakat sen Beni doyurmadın; Ben susadım fakat sen Bana su vermedin; Ben hastalandım, fakat sen Beni ziyaret etme­din.”118 “Kim Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım.” Görü­lüyor ki Allah kuluna daha çok yaklaşmaktadır119. “Kimdiro, Allah’a gü­zel bir borç verecek olan ki, Allah da onun verdiğini kat kat artırsın ve onun için şerefli bir ödül versin?” (Kur’an, 57/11). Görülüyor ki, ödül kat kat verilmekle, ecir, içtenliği artırmakladır. Fakat ayetteki soru, her zaman soru olarak kalmaktadır120.

— Âşık, devamlı bir karışıklık içinde olmalıdır

Bu karışıklığın nedeni, âşığın bizzat durumunu bilmemesidir. Âşık, sevgilinin kendisine karşı nasıl bir tutum içinde olduğunu bil­mez, bilemez.

Ancak âşığın sevgilisi Hakk Teâlâ olursa, âşık Hakk Teâlâ’yı Allah’ın kendisine bildirdiği vahiyle bilir. Fakat gene de kalbinde bir burukluk sürer gider, çünkü O’nun bildirdiği şeyler sırlarla doludur. O’nun bağış­ladığı iyilikler ise birer letaif tir.

Âşık, Allah’ı, mahlukaıa sevdirmeye uğraşır. Bütün dileklerin, bü­tün yönelişlerin ve bütün kalblerin O’na yönelmesini, O’nun üzerinde toplanmasını ister. Fakat bunun gerçekleşmesi ancak O’nun sırlarını yaymakla mümkün olur. Çünkü ruhlar, Tann’nın bağışlarını, hibelerini ve hediyelerini sevmek üzere yaratılmışlardır.

Ayrıca, âşık bu sırları yaymanın Tanrı'yı razı edip etmeyeceğini de bilemez. İşte bu durum, Allah’ı sevenlerin kalblerinde devamlı bir bu­rukluğun olmasına neden olur121.        .

Seven, Allah olunca; Allah’ın ilminde önceden bildirilen yasaya gö­re, inansın ya da inanmasın her insan hakkında İlâhi Emir yerine gelir. Allah’ın sözü ve ilmi birdir, ikisi de aynı hakikattir. Fakat bu hakikat ne olursa olsun, Allah emrederek konuşur. O’nun Emrine uymayı bilme­yen insanlar, isyana sürüklenmiş olurlar. Oysa ki Allah Hakim’dir ve Alim’dir. İşte âlemde tesbiı edilen karışıklığın ve inşalardaki gaye ve eğilim farklılığının ve münakaşaların kaynağı budur.

—Aşık davranışlarında ölçünün dışına (aşmalıdır

Gerçekten de âşık, sağlıklı bir düşüncenin gerektirdiği hikmet içe­risinde belirtilen genel ölçüler üzerine kurulu davranışların dışına çı­kar, fakat kâinatın idaresi hakkındaki konulara kulak asmaz. Âşığın bi­ricik özlemi ve yegane uğraşısı Sevgilisidir, Sevgilisini sürekli hatırında tutmasıdır. O’nun dışındaki şeylere gönlü kapalıdır âşığın. Bu konuda âşığın hayali “ifrat" noktasına varır. Bu yüzden olayları değerlendirmeyi tam olarak bilemez.

Eğer âşığın sevgilisi Allah olursa; Allah âşığın kalbine sığacağı için122, âşık genel ölçülerin dışına taşar, artık hiçbir şeye hiçbir ölçüye sığmaz.

O’nun zikri nasıl, görmüyor musun? Lafzına bir baksana! “Lâ ilahe illallah" lafzı, yaratılmış hiçbir ölçüye sığmıyor! Bu şekilde, levhalar üzerine ya da parşömen kağıtları üzerine, inanmış insanlarca yazılan yazılar, bir ölçüye bir tartıya vurulsa, onların ağırlığına denk olabilecek hiçbir şey olmayacaktır, çünkü bütün âlem bir kefeye, kelime-i tevhid öbür kefeye konsa, kelime-i tevhid daha ağır gelir123. O’nun sevgisi dı­şında hiçbir sevgiyle avunmayan, dolmayan tnü’min insanın söylediği, bu ilâhı sözün değeri budur işte. Peki bu İlâhî sözü âşık söylerse, onun hakkında ne düşünürsün? O âşığın durumu hakkında, ne düşünürsün? Allah’ın rahmetinden daha geniş olan âşığın kalbi hakkında neler düşü­nürsün? Hiç kuşkusuz âşığın kalbinin genişliği de gene Allah’ın rahme­tinden ileri gelmektedir. Varoluş içinde zuhur eden en şaşırtıcı durum­lardan birisi, Allah’ın rahmetinden ileri gelen kalp genişlemesidir. Oy­saki genişleyen bu kalp rahmetten daha geniş olmaktadır. Ebu Yezid el- Bistami bu konuda şunları söylemiştir: “Eğer Arş, kapsadığı şeylerle birlikte yüz milyon kere, “ariP’in kalbinin köşesinin bir kenarında top­lanmış olsaydı, arif gene de onları hissetmezdi!” Peki, arifin durumu buysa, acaba âşığın durumu nasıldır ki? 12t

Seven, Allah olunca; Allahtı Teâlâ her türlü ölçünün ötesindedir. Hakk’ın sevgilisi Hakk’ın yanındadır, çünkü âşık, sevgilisinden ayırde- dilemez. Nitekim Allah şöyle buyuruyor: “Allah’ın yanındaki bakidir.” (Kur’an, 16/96). Buna göre, sevgili bakidir ve baki olanı,fani olan kendi ölçüsüne sığdıramaz; baki olan,fâni olanla kıyaslanamaz.

— Aşık sevgilinin aynısı okluğunu söylemelidir

Âşık bu duruma gelir, çünkü sevgilide helak olur, O’nda fena olur. Dolayısıyla O’nu kendinden farklı olarak görmez. Âşıklardan biri bu konuda şöyle demiştir:

“Seven benim! Sevdiğim de ben!”

Ebu Yezid el-Bistami'nin durumu böyleydi.

Seven, Allah olunca; Allah kullarından bazılarını öylesine sever ki, sonunda onların kulağı, gözü, dili ve tüm azalan olur.

— Aşık, kendinden geçmeli, bitkin olmalıdır

Âşık, sevgilisine “Niçin böyle yaptın?”, “Niçin şöyle dedin?” gibi bir şey söylemez.

Allah kendisinden razı olsun. Enes bin Malik şöyle söylemiştir: “5e- lât ve selâm üzerine olsun, Allah’ın Resulü’ne on yıh aşkın bir sûre hizmet ettim. Bu süre içinde yaptığım herhangi bir şey için “Bunu niçin yap­tın?” demediği gibi, yapmadığım bir şey için de “Bunu niçin yapma­dın?” dememiştir.” Çünkü Hz. Peygamber, orada, Sevgili’nin, seven üzerindeki tasarrufu çözümlenemez, aksine ona teslim olunur, hatta ondan lezzet alınır, zevk duyulur, çünkü âşık, sevgilisinin dışında, kal­binde bulunan diğer her şeyi yakan, yakıp kül eden bir ateşle yanmak­tadır. Alev alev yanan kalbine âşık, sevgilisinden başka herşey için bir kıskançlık yerleştirir. Kendini tamamen sevgiliye vermeye çalışa çalışa bitkin düşer, çünkü O’na olan borcunu kesinlikle ödeyemeyeceğini bi­lir. Sevgilisini razı edecek tarzda hareket etmediğini hatırlar.

Seven, Allah olunca; bu aşk yurdunda, en küçük zerre bile, ancak O'nun izniyle hareket eder. Öyleyse, nasıl olur da sevgili “Niçin?” diye­bilir ki!... Çünkü bu durumda sevgili, hadisi şerifte geçen, kendisine gerekli olan duruma göre “ben senin elin, dilin, gözün olurum...” sözüne uygun olarak, ancak Hakk’m söylediği şeyleri yapar. .

Genel olarak her sevgili için, sadece kendisini ilgilendiren bir tecel­li vardır, dolayısıyla sevgilide iki aynı tecelli biraraya gelemez125, bu doğru da olmaz, işte bu kendinden geçme olayı ve bitkinlik vasfı, bir tereddüdün sonucudur.

—Aşık, utangaç bir şekilde sırrını açığa vurmalıdır

Bu aşamada âşığın sırrı artık alenî olmuştur ve herkesin diline düş­müştür. Artık âşık sırrını saklamayı bilemez. Nitekim sadık bir âşık şöyle demiştir:

"Aşık mı değil mi kuşku duyulsun diye, Yalandır, kim aşkını gizleyebileceğim ileri sürse Aşkın öyle bir gücü var ki gönül üzerinde Gerilen perdelerin bir etkisi olmaz gönülde

Gönüle giren varlığın sırrı başlayınca faş olmaya

Bir şey görülmez aşka yenik düşmüş delikanlıdan başka Bu yüzden gıpta ederim âşığa ihtiyatlıca Ne gözler ne de kalpler kuşkulanmasın diye. ”

Sevgi, âşığa öylesine galip gelir ki açılmadık örtü, ifşa edilmedik sır bırakmaz. Aşkın neden olduğu derin iç çekmeler sürekli devam eder, akıttığı göz yaşları dinmek bilmez. Bütün azalan ve bütün yetenekleri, âşığın hasta olduğunu, devamlı uyanık kaldığını açıkça gösterir. Âşığın bütün halleri aşkının kokusunu yayar. Konuşacak olsa âşık, ne konuş­tuğunu bilmeden konuşur. Ne sabrı vardır ne metaneti. Sıkıntıları dur­madan âşığı tedirgin eder. Kederli anları kat kat artar.

Seven, Allah olunca; Allah kulunu sevdiğinde, o kulu sevdiğini göklerde duyurması için bir meleğe vahyeder. O meleği bu işle görev­lendirir. Melekler de severler o kulu, aynı zamanda gök ehli de sever o kulu. Daha sonra Allah yeryüzüne, sevdiği bu kulu kabul etmesini em­reder. Bunun üzerine, zahirde bazı insanlar bazı özel sebeblerden ötürü onu inkâr etseler bile, batında bütün varlıklar onu kabul ederler. O za­man o varlıklar, tıpkı Allah’a secde eden varlıkların tutumu gibi bir tu­tum içine girerler. Âlemde herkes, herşey Allah’a secde etmektedir. Al­lah’ın Kitabı’nda da belirtildiği gibi, bütün insanlar değilse bile, insanla­rın çoğu Allah’a secde etmektedirler.

İşte onların kalblerinde bu kulun sevgisi böyledir. Yeryüzüne onu kabul etmesi önerilmiştir. Yeryüzünün bütün bölgeleri ve o bölgelerde bulunan her şey ve herkes onu sever. İnsanların çoğu, asılları bir olma­sından dolayı, Allah’a secde etme konusunda eşittirler.

— Âşık, kendisinin âşık olduğunu bilmemelidir

Âşık, kendisinin âşık olduğunu bilmez. Bu kadar çok sevgi ve şevki kimin için duyduğunu bilemez. Bu kadar büyük bir coşkuyu kimin için duyduğunu bilemez. Bu nedenle, sevgilisi ona açıkça gözükmez. Sevgi­linin aşırı yakınlığı bile, âşığa bir perdedir, öyle ki âşık kendinde sadece aşkın eserlerini bulur. Sevgilinin sureti âşığın hayalindeki surete göre âşığı kuşatır, öyle ki âşık onu dışarıda arar. Batındaki letafetin, inceliğin tersine zahirdeki kesafetten, yoğunluktan dolayı âşık, sevgilinin somut suretine bağlanma gücünü kendinde göremez. Dolayısıyla âşık, sevgili­den edindiği mana ile beraber olur ve o manayı kendinde yüceltir. Bu­nunla birlikle, Sevgiliye ait bu yüceltmiş mana âşığı altüst eder, onu ra­hatsız eder, çünkü sevgili âşıktadır, fakat âşık sevgilinin kendinde oldu­ğunu bilmez, öyle ki âşık sevgiliyi gene sevgili vasıtasıyla tanır. Sevgili, latif olduğundan, duyguların ötesindedir. Bu nedenle, hatta “Kalbim sevgilimin yanındadır” dese bile âşık konuşur ama ne konuştuğunu ak- ledemez, anlayamaz.

“Kalbim kayboldu, Sevgilimi nerede bulayım ki?

Vücudumu O’nuıı bir yurdu olarak görmüyorum ki.”

Hatta “Sevgilim kalbimdedir” dese bile, ne söylediğini anlamaz. Bi­lemiyorum bu iki durumdan hangisi daha doğrudur, çünkü âşık iki zıt hakikatin arasında bulunmaktadır:

“Sevgilim hem yanımda hem yanımda değil."

sözünde olduğu gibi.

Seven, Allah olunca; Allah, kabz halinde yani iki elini yummuş bir halde Hz. Âdem’e tecelli etti. Bir hadisi şerife göre, Allah Âdem’e şöyle dedi: “Ey Adem, istediğini seç!’’. Âdem de “Rabb’imin Sağ Elini seçtim, fakat Rabb’imin her iki Eli de Sağ Eldir, Mübarektir”126 dedi. Bunun üzerine Allah Ellerini açtı, bast hali oldu. Bir de baktı ki, Avucunda Hz. Âdem ve Âdem’in zürriyeti var! Hz. Âdem, hem Allah'ın Avucunun içindeydi hem de dışındaydı.

İşte âşıkla birlikte Sevgilinin sureti böyledir. Âşık hem Sevgilidedir hem de Sevgilinin dışındadır!

SONSÖZ

Aşıkların sıfatları sayılamayacak kadar çoktur ve bu sıfatların bir sının dahi yoktur.

Aşkla, sevgiyle ilgili açıklamalarımızı, araştırma ve tahlilin en uç noktalarına kadar götürdük. Ancak, sevgilinin çeşitli olması nedeniyle aşkın kaynakları da o kadar çeşitli olmaktadır. Eğer beni iyi anladıysan, seni Yol’un üzerine koydum. Bununla birlikte, teşbih’ten, yani Allah’ı yaratıklara benzetmekten, sakın, kesinlikle sakın!

Sevgi, aşk, vecd, şevk, sevda, bunların hepsi sonuçta tek bir haki­kattir, fakat aşka ilgi duyanların farklı farklı olmaları nedeniyle, ona farklı yananlamlar verilmektedir. Bütün bunlar, birer sıfattır. Kim o sı­fata bürünürse, o sıfatın etkisi altına girer. Sevgiliye tanı anlamıyla uy­gun düşen bir seven olmadıkça, o sıfatlardan hiçbiri sevgiliye rücu et­mez, O’nunla ilgili olmaz; ayrıca o sıfatların sevgili için hiçbir etkisi de olmaz. O halde bunu iyi anla!

İster Sevgili olsun, ister seven olsun, aşkla ilgilenenlerin sıfatları hakkında kısaca anlatılan bu bilgiler bu kadarıyla yeterlidir. Hakikati, ancak Allah söyler. Doğru Yolu, ancak O gösterir.

Yüzyirmibeşinci tuz burada bitmiştir.

Vesselâm

 DİPNOTLAR

’Şeyh Galip, Hüsn ü Ajh, hazırlayanlar Orhan Oktay-Hûseyin Ayan, Dergâh Ya­yınlan, İstanbul 1975, Bkz. 225. beyit

2Sezai Karakoç, Leylâ ile Mecnun, Diriliş Yayınlan, İstanbul 1980, s. 67

3lbn Arabi, İlâhi Aşk, s.28

'Fuzuli, Kûlliyat-ı Fuzuli, Mekteb-i Sanayi Matbaası, İstanbul, H. 1291, s. 131.

’A.g.e. s. 130.

6Nihat Keklik, El-Fütuhat el-Melılıiyye, 11. cilt; İst. Ûniv. Ed. Fak. Yay. 1980, Bkz. c. 11, Bölüm B, s, 261.

’Ebu’l-Hasan Ali el-Bağdadi, M. İbn Arabi'nin Menkabeleri, Çev. A. Şener, R. Ayaş, Ank. Ûniv. İlahiyat Fak. Yay, Ankara 1972, Bkz; s. 20.

8lbn Arabi, Füsusü'l-Hihem, çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul Kitabevi, İstan­bul 1971, Bkz. s. Vlll

’Bursah Tahir Bey, Tercûme-i hal ve Jezail-i Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabi, ikinci tab’ı, Necm-i İstikbal Matbaası, 1329 Dersaadet Bkz: s. 7.

10A.g.e s. 7

nEş-Şeyh Muhyiddin İbn Arabi. Al-Futuhat al-Mahkıya, c. 1, s. 4 Tahkik: Os- tnan Yahya, Kahire, 1980.

,2lbn Arabi, Traite de l’amrnr, çev.: Maurice Gloton, Albin Michel, 1986, Paris, Bkz: s. 14-17.

nBu konuda bakınız, İbn Arabi, “Kitabü’l-fenai fi’l-Mûşahede”. Bu risale, 1948’de Haydarabad'da Resaila ibn Arabi adıyla yayınlanan ve pek çok risalelerini ihtiva eden kitapta yer almaktadır. Ayrıca bu risale Michel Valsan tarafından Traite de I'Extinction dans la Contemplation adıyla Fransızcaya çevrilmiştir. (Les Editions de Eoeuvre, Pa­ris, 1984.) Fend Risalesi adıyla bizim tarafımızdan da çevrilmiştir. İz Yay. Ist. 1991

l4Hüseyin İbn Mansur el-Hallac (858-922) KitabıTt-Tavasin adlı eseri ünlüdür. (Türkçesi için bkz. çev. Yaşar Nuri Öztürk, İstanbul 1976.)

l5“Harf sözcüğü aynı zamanda tersine çevirmek, sırasını değiştirmek anlamla­rına da gelir.

16Burada “Ne Arş ne de Kürsi Beni sığdıramaz, fakat mümin kulumun kalbi Beni sığdırır.” kudsi hadisine bir gönderme vardır.

17“Tann’nın sureti" konusunda hadisler pek çoktur: "Allah Adem'i Kendi suretinde yarattı", “Yüze küfretmeyiniz, çünkü Allah Adem’i Rahman suretinde yarattı.’’, “Rabb'imi en güzel surette gördüm.” vb.

18“Diyar”, “dar" kelimesinin çoğuludur. “Dar”, ev anlamına geldiği gibi, fiil ola­rak ele alınırsa, çevrede dolaşmak ve dönmek gibi anlamlan da vardır. Buna göre, burada şahin kelimesinin koruma, dokundurmama gibi bir anlamı çıkmaktadır.

19“5uret”; varlığın görünümünü meydana getiren bütün özellikleridir.

^“Rabb'imin karanlıktan ve nurdan yetmiş bin perdesi vardır. Eğer o perdeleri kaldıra­cak olsaydı, Vech'inden (Yüzü'nden) gelen ulvi yücelikler O’nun bakışının ulaştığı her yeri, her şeyi yakardı, yok ederdi." hadisine bir gönderme var. (İbn Hanbel, Müsned, c. 4 s. 401).

2,Kur’an’ın Rahman suresindeki 31-33 ayetlerine göndermeler var.

22"Vedud" ismi “feul" veznindedir, hem etken hem de edilgen olarak çift anlam­lıdır, yani hem seven hem de sevilen anlamlarına gelir..

23Bu konuda bakınız, İbn Arabi, Kitabü’l-fenaifİ'l-mûşahede. (bkz. not 13).

24Tahminen h. 610/m. 1213 yılında.

25Fasıl harfleri Kur’an’da bazı surelerin başında bulunan harflerdir.

26Bu zat İbn Arabi’nin ilk hocalarından biridir. İşbiliye’de (Seville) doğmuştur. İbn Arabi, Ruhü’l-Kuds adlı eserinde bu zat hakkında bilgi vermektedir. Bu eser, Les soufts d'Andalousie adıyla Gerard Lecomte tarafından Fransızca’ya da çevrilmiştir, Pa­ris. 1979.

27 "gayret", kıskançlık demektir.

28“Rabb’imi en güzel surette gördüm" hadisine aittir.

291197 de ölen ve Cezayir’in Tlemsen şehrinde medfun olan Şeyh Ebu Medyen et-Tlemsani’nin şiiri.

wBakmız: not 17.

yl‘‘Rü'yetullah", yani Allah’ı görme ancak kalb gözüyle mümkündür.

32Hz. Peygamberin bir hadisi.

33llâhi, ruhi ve tabii haller.

34Allah insanı kendi suretinde yarattığı için, insanı bütün olarak sever. İnsanda Allah’ı bütün olarak sever.

 D ip no t la r

15“Bilmediğin şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül hepsi ondan sorumlu- dun"(Kur'an, 17/36), "Ogün dilleri, elleri ve ayaklan yaptıkları her şeye dair şahitlik ede­ceklerdir.” (Kur'an, 24/24)

î6"Rabb'in Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve onları kendi­lerine şahit tutarak: “Ben sizin Rcıbb'ini? değil miyim? demişti. Onlarda "Evet, buna şahidiz, ya Rab!" demişlerdi. Öyle ki Kıyamet Günü “Biz bundan habersizdik." dcmeyesiniz diye." (Kur'an, 7/172) ayetine gönderme var.

37 “Gökler ve yer durdukça orada sürekli kalacaklardır. Ancak Rabb’in onları çıkarmayı dilerse o başka, çünkü Rabb’in dilediğini yapandır.” (Kur’an, 11/107).

38Halife Harun Reşit söz konusudur.

39Bkz.; not. 36.

40Buradaki "ama" terimi şu hadiste de geçmektedir: “Hz. Peygambcr’e “Rabb’imiz mahlukatı yaratmadan önce neredeydi?” diye sordular. O da ne üstünde ne al­tında havanın bulunmadığı “ama”nın, içindeydi, diye cevap verdi. (Bkz. Tirmizi, Hud Suresi tefsiri, 1 bab: İbn Mace, mukaddime, 13. bab; İbn Hanbel, 4. cild, 11 ve 12 sayfalar.)

Söz konusu olan bu ama' sözcüğü İbn Arabi düşüncesinde önemli bir terimdir. Tam olarak karşılayabilmek hayli zordur. Ankaravi merhum bunu “ince bulut" diye çevirmiştir. Lugatta “Bulul, toz bulutu, sis, is, duman, zifiri karanlık, körlük, hiçlik, bütün unsurların karmakarışık bulundukları ilk durumu.” Felsefede bu, “boşluk" ile ifade edilir. Ne var ki bu boşluk sonradan varlaşacak olan bütün imkânların kay­naştığı bir boşluktur. Başlangıçta cansız ve akılsız unsurlar karmakarışık bir vazi­yette (kaos) bulunmaktaydılar, sadece akıl sahibi cevher (nus) bu kaosun dışındaydı. Akıl sahibi bu cevher kaosu düzenleyerek ondan kâinatı meydana getirdi (Koz­mos). İbn Arabi de benzer şekilde, bu terimi “ilk taayyün" makamı karşılığında kullanmaktadır. Varlığın başlangıcı bu makamdır. Bundan önce lü’ta’ayyün denilen vücud-ı mutlak vardır ki bu durumda daha Rububiyyet ile muttasıf değildir. Rubu- biyyet ama' mertebesinde başlar.

4,Fûtuhaı’ın 198. bölümü. "Nefes ve sırları hakkında bilgiler"

4-Bkz. Fakhr ad-Din Razi, Traite sur les Noms divins, tracduction de Maurice Gloton, Paris 1981, s. 223 ve devamı.

4}Hz. Ömer’in rivayet ettiği bu hadisi şerife göre, Cebrail bir gün insan suretin­de çıkıp gelmiş, iman, İslâm, ihsan, kıyamet gibi konularda Hz. Peygambere sorular sormuştur. Hadisin tam metni şöyledir: “Günün birinde Hz. Peygamberin yanında oturuyorduk. Birdenbire yanımıza bir adam çıkageldi. Elbisesi bembeyaz, saçları simsiyahtı. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyordu, yani uzaktan geldiğine dair bir iz taşımıyordu. Hiç birimiz onu tanımıyorduk. Nihayet Hz. Peygamberin önüne ge­lip olurdu. Dizlerini O’nun dizlerine dayadı ve ellerini dizlerine koydu ve “Ya Mu- hammed, İslâm nedir bana söyle!” dedi. Hz. Peygamber de "Islâm, Allah'tan başka ilah olmadığmma, Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmen; namaz kılman.

 zekat vermen, Ramazan orucu tutman, yoluna gücün yeterse Hacc’a gitmendir." dedi. O adam bunun üzerine “Doğru söyledin.” dedi. Biz de hem soru soruyor hem doğru söyledin diye tasdik ediyor diyerek taaccüp ettik, şaşırdık kaldık. O adam yeniden “Peki, iman nedir, bana söyle!" dedi. Hz. Peygamber de “/man, Allah’a, meleklere, hi­taplara, peygamberlere ve kıyamet gününe kaderin hayır ve şerrine inanmandır.” diye ce­vap verdi. Yine o adam “Doğru söyledin." diye onu tasdik etti. “Peki, ihsan nedir?" diye sordu gene o adam, Hz. Peygamber de “İhsan Allah’ı görüyormuşsıın gibi Allah'a ibadet etmendir. Her ne kadar sen O'ııu görmüyorsan da, O seni her an görmektedir.” diye cevap verdi. O gene “Doğru söyledin." diyerek onu tasdik etti. “Peki, kıyamet ne zaman kopacak, bana söyle.” dedi o adam. Bu soru üzerine Hz. Peygamber “Bu ko­nuda kendisine soru sorulan bu soruyu sorandan daha fazla bir şey bilmiyor" diye cevap verdi. “Öyleyse Kıyamet’in belirtilerini söyle.” dedi. Hz. Peygamber de “Kıya­metin belirtileri, cariyenin kendi efendisini doğurması; yalın ayak, başı kabak, çıp­lak. yoksul koyun çobanlarının kentlerde büyük binalar yükseltmede birbirleriyle yanşa girmeleridir.” diye cevap verdi. Daha sonra o yabancı adam çekip gitti. Ben bir süre öylece kaldım. Sonra Hz. Peygamber “Ya Ömer, bu soruları soranı tanıdın mı?” diye bana sordu. Ben de “Allah ve Resulü daha iyi bilir.” dedim. Bunun üzeri­ne Hz. Peygamber “O Cebrail’di; size dininizi öğretmek için gelmiştir dedi." İbn Arabi bu hadisi şerife pek çok göndermeler yapmaktadır bu eserinde. Bu hadisi Müslim, rivayet etmiştir.

44Bkz. Kur’an; 19/16-41.

45Bu ad Fütuhal'ıa bir çok defa geçmektedir. Bu zatın tam adı; Ebu Abdullah Kadib el-Ban el-Mevsili’dir.

■*6Fütulıat’ın 177. Bölümü. Bakınız Ma’rifet ve Hikmet,’ çcv.Mahmut Kanık, iz. Yay. s. 133. Aynca Fütuhat’ın 63. babında bu konuda bilgi vardır.

47Tann’nm insanlara hulul ettiği inancını taşıma.

4STemel unsurlar şunlardır: Ateş, hava, su, toprak.

49“Cesed"in çoğulu “ecsad"dır. bu konuda bakınız İbn Arabi “Kitabü'l-ıstılahat". MSu ve ateş, hava ve toprak unsurlarındaki örnekte olduğu gibi.

5l“Hubb" kelimesi hem sevgi hem de tohum anlamına gelir. Fiil olarak da hem sevmek hem de tohum ekmek anlamına gelir.

52Hz. Yusuf’a âşık olan Zûleyha söz konusudur burada.

”Girişte de belirttiğimiz gibi Zeyneb isminin İbn Arabi nezdinde özel bir yeri vardır. Kızının adı Zeynep’tir; Zeynebiyyat adıyla şiirler de yazmıştır.

54Ebu Cehil, yani Cehaletin babası, Hz. Peygamber'in amcası olmasına rağmen, onun amansız bir düşmanıydı. Bedir savaşında öldürülmüştür.

5SBkz; “İlahi Sevgi" bölümü.

3&Bkz; “Sevginin Adlan” bölümü.

57Hubb, daha önce de belirtildiği gibi hem sevgi hem de tohum anlamına gelir.

58Kur’an’ın 12. suresi olan Yusuf suresine bakınız.

^“Aşıkların Bazı Sıfatlan" adlı bölümde bu konu anlatılmaktadır.

“Zûnnun el-Mısri (h. 180/m. 796-h. 245/m. 859): Daha fazla bilgi için bkz.: Hucviri, Hakikat Bilgisi (Keşfû'l-Mahcub), hazırlayan Süleyman Uludağ, Dergah Ya­yınlan. İstanbul 1982, ss: 198-200.

6,       "Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanm.” hadisine gönderme var.

62“ Kanatlarını açarak kapatarak üstlerinde uçan kuşlan görmüyorlar nu? Onları ha­vada tutan Rahman'dan başkası değildir." (Kur’an, 67/19).

63“Nerede olursanız olumu;, sağlam kayalar içinde bile olsanız, ölüm size ulaşır. Onlara bir iyilik erişirse, “Bu Allah'tandır." derler. Onlara bir kötülük erişirse “Bu senin tarafmdan- dır." derler. De ki: “Hepsi Allah'tandır " Bu insanlara ne oluyor ki, nerdeyse hiç bir söz anla­mıyorlar." (Kuran, 4/78), “Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her kötülük de kendi (işlediğin günah yüzü)ndendir." (Kur’an, 4/79) ayetlerine göndermeler var.

64Kureyş, müşlûmanlarla savaşmak için ilerleyince, Allah’ın Resulü: “Allah’ım Kureyş Resulünü yalanlayan kibirli liderleriyle geldi. Allah’ım bana verdiğin sözü gerçektleş- tirmeni diliyorum." dedi ve iki topluluk karşılaşınca yerden bir avuç toprak alıp on­ların yüzlerine doğru serpti. O anda Kureyş ordusunun gözleri görmez oldu. So­nunda bozguna uğradılar. İşte bu ayet onu atanın hakikatte Allah olduğunu bildir­mektedir. çünkü Resul, onu atarken kendi varlığıyla değil, Allah ile atmıştı.

65“Âşıklann Bazı Sıfatlan" bölümünde, “Âşık, sevgilisi hakkında saygılı dav­ranmalı, kendini ise eleştirmeli ve kınamalıdır" ve “Âşık sevgilinin sebeb olduğu şaşkınlıktan lezzet almalıdır" kısımlarına bakınız.

66Tabii Sevgi bölümünde aynı konu ele alınmıştır.

87Bkz; not 43.

68“O yedi göğü birbiri üzerinde tabaka tabaka yarattı. Rahman'ın yaratmasında bir aykırılık, bir uygunsuzluk göremezsin. Çözünü döndür de bak! Her hangi bir çatlak, bir boş­luk görüyor musun?” (Kur’an, 67/3).

69Enes bin Malik’in naklettiği: “Namaz başlıyordu. Hz. Peygamber önümüze geçti, bize doğru döndü ve üç kez şu sözü tekrar etti: Safları sıklaştırın ve düzgün tu­tun. Hiç kuşkusuz ben sizi, arkam dönükken de görürüm." hadisi şerifine değini var.

70Bkz; not 61.

7,       Burada Allah’ın Zat ismiyle, hayat, ilim, semi’, basar, kelâm, kudret ve irade sıfatlan söz konusu edilmektedir.

72“Allah’a itaat edin, Resule de itaat edin ve kötü şeylerden sakının. Eğer bu yoldan dö­nerseniz, biliniz ki resulümüze düşen sadece bu bildiriyi söylemektir " (Kur’an. 5/92) yani ona delil getirmek düşmez, o sadece açıklamakla yükümlüdür.

73“Allah'ın varlığı, inanan için, isbata gerek duyulmayan bir konudur. Resim varsa. Ressam resimden önce vardır; sanat varsa, sanatçı sanattan önce vardır; var­lık varsa, Vareden varlıktan önce vardır. Allah’ın varlığını isbat etme konusunda gû- nümüzde de birtakım determinist delillere başvuruluyor. Oysaki buna hiç gerek yok. İnanmak bir tezdir. İnkâr eden Tanrının yokluğunu ileri sürerse, delil getir­mek ona düşer, iddiasını isbat için, evrendeki herşeyi incelemesi gerekir!".

HBkz; not 17.

75Allah güzel olduğu için, O’nun zuhuru da güzel olacaktır.

76Bu tanımlamaların herbiri büyük sufilerin sözleridir. Bunların çoğu tasavvuf kitaplannda, örneğin Kuşeyri Risalesinde ve Keşfü'l Mahcub'da anlatılmaktadır. Bu ki­tapların Türkçeleri için bkz; Abdulkerim Kuşeyri, Kuşeyri Risalesi, Hazırlayan Süley­man Uludağ, Dergah Yayınları, İstanbul 1978, Hucviri, Hakikat Bilgisi, (Kcşfül-Mah- cub), Hazırlayan Süleyman Uludağ, Dergah Yayınlan İstanbul 1982.

77Sumnun Muhibb hakkında daha geniş bilgi için bkz.. Feridûddin Atlar, Tezki- ratü’l-Evliya; hazırlayan, Süleyman Uludağ, İlim ve Kültür Yayınları, İstanbul 1985.

78“Güneş dûrüldûğü zaman; yıldızlar kararıp döküldüğü zaman; dağlarr yürütüldüğü zaman; on aylık gebe develer başıboş bırakıldığı zaman; vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman; denizler kaynatıldığı zaman;... gökyüzü sıyrılıp açıldığı zaman." (Kur’an, 88/1-11).

79Bu sufi kadın hakkında İbn Arabi’nin Ruhû'l-Kuds adlı esesinde bilgi verilmiş­tir. Fransızca tercümesi için bkz. not 26.

“Kur’an’ın ilk suresi olan Fatiha suresi söz konusu edilmekledir.

81Ayeün tamamı şöyledir: “Musa belirlediğimiz vahitle Bizimle buluşmaya gelip de Rabb’i onunla konuşunca, Musa “Rabb’im bana Kendini göster ki Sana bahayım!" dedi, bu­nun üzerine Allah, “sen Beni göremezsin; fakat dağa balı; eğer dağyerinde durursa, sen Beni göreceksin!" dedi. Rabb’i dağa tecelli edince, dağı durmadığın etti. ıMusa da baygın vaziyette yere düştü. Ayılınca, “Sen ne yücesin ey Rabb’im! Sana tövbe ettim. Ben inananların ilkiyim!" dedi.” (Kur’an, 7/143).

82Bu iki terim Sevginin, ufki (yatay) ve şakuli (dikey) boyutlarını göstermekte­dir.

83Allah Tek olduğu için, bütün zıtlar O’nda birleşir ve tek olur.

84“Aila)ı yolunda öldürülenleri ölü sanına. Hayır! onlar diridirler; Rabb'leri katında rı- Ziklanmaktadırlar." (Kur’an, 3/169).

85“Allah hem ilktir hem sondur; hem zahirdir hem batındır, O her şeyi bilendir." (Kur’an, 57/3) ayetine değinilmektedir.

^Konuyla ilgili olarak Kur’an’daki şu ayeti belirtmemiz gerekiyor: “Biz onlara ufaktaki ve enfesteki, (yani ufuklardaki ve ruhlardaki) ayetlerimizi göstereceğiz, ta ki O’nun Hakk olduğu onlar için belli olsun.." (Kur’an, 41/53).

87Aynı konu , "Sevgilisi öyle istediği için, âşık kendini ayaklar altına alıp çiğne- melidir" bölümünde anlatılmıştır: "Ne görmüşsem mutlaka ondan önce Allah'ı görmü- şümdûr." Hz. Ebubekir

M“O hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O Azizdir, O bağışlayandır." (Kur’an, 67/2) ayetine gönderi var.

89Bkz; Kur’an, Meryem suresi, 19/12-15’de Yahya aleyhisselâm söz konusu edilmektedir.

"Adı geçen kitap tarafımızdan çevrilmiştir: Narlar Risalesi, çev. M. Kanık. İnsan Yayınlan, İstanbul,1991; İkinci baskı, 1997

9lFûtuhat‘m 198. Babı: Nefes ve sırlan hakkında bilgiler.

92“Şevk” için bakınız Kuşcyri Risalesi, a.g.e. s. 446-450.

9iEtimolojik olarak “Kur'an” sözcüğü "Ka-ra-e", yani okumak fiilinden türe­miştir.

94Bu bir hadisi kudsidir.

95Ayetin devamı konuyu daha iyi açıklamaktadır: “...O’nun emirlerini dinleyin, O’na itaat edin, kendi iyiliğiniz için mallarınızı Allah uğrunda harcayın. Kim nefsinin cimri­liğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Kur’an 64/16) çünkü kulun sahip olduğu malı, mülkü, evladı, her şeyi Mutlak Zenginlik sahibi Allah göndermiştir. Kulun sahip olduğu şey, Allah’ın sahip olduğu şeyler yanında nedir ki?

96"Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyiniz. Hayır, aksine onlar diridirler ama siz farkında olamazsınız " (Kur’an, 2/154).

97llk bölümde geçen kudsi hadise değinilmektedir.

98Bkz; not 20'deki hadis.

"Bkz; Kur’an, 2/177.

’°°Bkz; Füsusü'l-Hikem, XII. Fass. Şuayb Kelimesindeki “kalbi” hikmetin aslı. Türkçesi için bkz; çev.; M.N. Gençosnıan, İstanbul Yayınevi, İstanbul 1971 s. 112.

101Ebu Talib el-Mekki (ö.h. 386/m. 996): Kütü'l-Kulnb adlı iki ciltlik eserin ya­zarı ünlü sufi.

102“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara sunduk. Onlar onu yüklenmekten kaçındılar, ondan korktular. Onu insan yüklendi, çünkü o çok zalim, çok cahildir." (Kur’an, 33/72) ayetine değinilmektedir.

IO3Namazın Arapçası "seleftir. Selat’ın anlamı; sırtından yaralamak, yaklaştıran ve birleştiren bir iyilik hareketi yapmak, dua etmek, at mevzu bahis olduğunda da, yarışta ikinci gelmek gibi anlamları vardır. Namaz kılana “musalli" adı verilir. Na­maz kılan ya da dua eden, Kendisine dua edilene göre, her zaman ikinci durumda­dır. Öte yandan namaz insanı Tanrı'ya yaklaştıran, O’na ulaştıran bir ibadettir.

,04“Ma/ıv” ve “isbat" terimlerini tasavvufi anlamda anlamak gerekir.

105Bkz; not 87.

106Bu makam Futühal'm 146 ve 147. bölümlerinde incelenmiştir.

IO7Bkz; Füsusü'l-Hikem, 5. Fass. İbrahim Kelimesindeki “mehimi" (aşkta ifrat) hikmetinin aslı. Türkçesi için bkz; çev; M.N. Gençosman, İstanbul Yayınevi, İstan­bul 1971. s. 60.

l08Allah kendisinden razı olsun Ebu Hureyre dedi ki: Allah Resulü şöyle bu­yurdu: "Allah'ın doksan dokuz ismi vardır. Kim bu isimleri sayarsa, ezberlerse, anlamlarını şuurla öğrenip anlarsa, cennete girer, sonsuz saadete ulaşır."

109Fütuhat'm 259. bölümünde bu konuda geniş açıklama vardır.

ll0Ebu Hureyre nakletti: “Allah Resulü şöyle buyurdu: "Ademoğlunun her bir iyi ameli için bir ecir vardır. Bu ecir, Allah'ın takdirine göre on katından yediyüz batma kadar çıkabilir. Allah şöyle dedi: Oruç hariç, çünkü oruç Bana aittir; orucun ecri Benim." Bu hadisi Buhari, Nesei, İbn Mace nakletmiştir.

H1Ebu Bekir eş-Şibli h. 247/m. 861'de Bağdat’ta doğan büyük bir sufidir. h. 334/b. 945 de ölmüştür. Bakınız Kuşeyri Risalesi, A.g.c. s. 122 ve Keşfü’l-Mahcub, A.g.e. s. 259.

,12Kıskançltgm Arapçası gayrettir. Gayret kelimesinin dilimizdeki kullanımı da dolaylı olarak kıskançlık demektir. Örneğin birini görünce gayrete gelmek gibi.

,13Akıl, kavramları ve düşünceleri kendi aralarında birleştirip onların ortak noktalarını ve sebeblerini bulma yeteneğidir. Burada İbn Arabi bilfiil akıl ile bilkuv- ve akıl arasındaki farkı ortaya koymaktadır.

"■’Bu durum Allah'ın dilediği kullarını affedeceği vaadiyle ilgilidir. Dünyevi planla değil de uhrevi planla ilgilidir.

,15Bu konu “Kur'an'da Âşıkların Sıfatlan" bölümünün “Allah'ın güzelliğe duy­duğu sevgi" kısmında açıklanmıştır.

116Tezhiretü'l-Evliya'da hayatı ve menkıbeleri anlatılmıştır. A.g.e.

ll7Arapça dilbilgisinde belirli isme “ma’rife", belirsiz isme “nehre” denir.

118Hadisin tamamı Sahih-i Müslim'de yer almaktadır. Ebu Hureyre'den nakildir.

ll9Ebu Hureyre’nin naklettiği şu hadisi şerife değini var: “Ben kulumun zannma göreyim. Beni andığı an Ben onunlayım. Eğer Beni kendi kendine anarsa. Ben de onu ana­rım. Eğer Beni bir mecliste anarsa, Ben de onu daha iyi bir mecliste anarım. Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Bendeona bir kulaç yaklaşırım. Kulum Bana yürüyerek gelirse, Bendeona koşarak giderim." Bu hadis Buhari'de ve Müslim’de yer almıştır.

l20Bkz; Füsusü'l-Hikem., A.g.e. 5. Fass, s. 60.

l21“Âşıkların Çeşitli Halleri Hakkında Anlatılan Öyküler” bölümünde bu konu anlatılmaktadır. Bkz. “Sevgilisinin sırrım başkasına yayan âşık" kısmı.

l22Bkz; not 16.

121Burada söz konusu olan “kozmik terazi"dir. Hattatların ihlasla yazdıkları ya­zılar, alimlerin yazdıkları sayfalar bu bağlamda değerlendirilir.

124Bkz; Füsusü'l-Hikem, A.g.e. 12. Fass, Şuayb kelimesindeki “kalbi" hikmetin ash. s. 113.

l2,Bkz; Rene Guenon, Les Etats multiples de Vitre, 1932, Paris.

l26Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği bu hadis Tinnizi’de yer almaktadır. 

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar