İlmi Ati
“Eğer insanlar
geçmişle ilgisini keserse
her türlü
ideolojinin kör müminleri kesilirler
ve
toplumları illüzyonlar yönetmeye başlar.”
William
Chittick
Hayat adı
verilen şu mantığa ters gelen sürecin üyeleri olarak biz insanlar hep merak
ederiz. Bu yüzden de gördüğümüz, görmediğimiz her ne varsa bu merakın konusu
olmaktan kurtulamayız. Farkında olmak ve anlamak isteriz, gayret ederiz ve
bilmek, her şeyin yolunda olduğuna inanmak isteriz.
Peki,
bildiğimiz nedir?
Ya da
insan olarak biz neyi bilmiş olmakla övünebiliriz?
Gerçekte
biliyor muyuz?
Bildiğimize
inanmalı mıyız?
[Nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?
Bu her birimiz için derinliğine varılamaz
büyük bir sorudur. Bilim bu gibi soruların birçoğunu cevaplandıramamaktadır. ] [1]
“İnsan, bitmeyecek çünkü soruları
sorabilendir.” Bu
nedenle zihinlerimizin karışıklığı, kavramları da karıştırmamız sonucunu
beraberinde getirmiştir. Bu kavram kargaşasından kurtulabilecek miyiz? Belki bu
da karışık bir zihnin ürünüdür.
Bu yüzden “bilmek-bulmak”
ve “bildiğine- bulduğuna inanmak” hakkında açmazlar çoğalır
gider. Bu ikilemler arasında bocalayan insan inanarak yükü bir “üst-bene”
bırakıp hayatını yaşar gider.
Şah
Nakşibend kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki; “Biz yolumuzun sonunu
evveline derc ettik”
Hak ilminde bu âlem bir nüsha
imiş ancak
Ol nüshada bu âdem bir nokta imiş
ancak
Ol nokta içinde nice bin gizli
derya
Bu âlem o deryadan bir katre imiş
ancak
Niyâzi Mısri kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz
Katre-i acz içre arif cilve eyler
zahida
Katresin destinde pinhan mevc
uran ummanı gör.
Pir İlyas kaddese’llâhü sırrahu’l
azîz
[Her giriş bir sonuçtur aslında. Her önsöz bir son sözdür. Tam bitti
derken geride neleri bıraktığımız
üzerine önü alınmaz
bir şüphe içimizi kemirir ve
rahatsız edici merakımıza
yenik düşen zihnimizi, her şeyin başladığı o ilk ana, en baştaki kapsayıcı kaosa
geri götürür. Kendini hem yazdığı metinden
sorumlu, hem de metninin yarattığı gerçek
karşısında korumasız hisseden yazar biraz da böyle davranmaya mecburdur.
Zaten akıl, Hegel’ci anlamda gerçeği geriden takip eder. Çıktığı yolda
en baştan itibaren mağluptur akıl. Ulaşmak
istediği şeye ulaşması, gerçeği
ellerinin arasında
tutması ontolojik
açıdan olanaksızdır;
yine benzeri bir şekilde
gerçeğin peşinden koşmaya
yanaşmaması, vaaz geçip her şeyden sıyrılması da
tabiatıyla bağdaşmaz.
Peşinden koşar ve nihayetinde yenilir. Kendisi bir başka çalışma için
az biraz soluklanırken,
yarattığı gerçek
de başkalarının peşinden koşacağı bir hedef haline dönüşür.][2]
İnsanoğlunun ortaya çıktığı ilk
dönemlerden beri benliğinde taşıdığı, gerçekleştirmeyi
sürekli arzuladığı ve eski çağlardan beri hiç
değişmeyen bazı hayalleri mevcuttur. Bu hayallerin
gerçekleşmesi pek çok kişi için imkânsız gibi görünse de, en çok
arzuladıklarının gerçek gibi olması için kusursuz dünyaları yüzyıllardan beri
tasarlamıştır ve arzulamıştır.
İnsanın
özünde var olan, yasadığı dünyadan daha iyi bir dünyada yasamayı hak
ettiği fikri, onu harekete geçiren düşüncedir. Her
yönüyle mükemmel, yepyeni bir hayata sahip olmanın esin kaynağı, işte bu
sosyal, ekonomik ve kültürel sıkıntıları aşabilme isteğidir. Böylece arzulanan kusursuz dünyaya, ulaşılacaktır.
Düşünme, insanlığın ilerlemesinde motor
görevi gören kavramların başında gelmektedir. Bu kavramın ve ilgili
süreçlerinin tamamen aydınlatılması ve açıklığa kavuşturulması insanlığın
geleceği ve mevcut ilerleme verimliği açısından hayati önem taşımaktadır.
Eleştirel düşünme ise özellikle entelektüel gelişim açısından son derece
önemlidir. Entelektüel gelişim, yeni fikir ve düşüncelerin üretimi açısından
olamazsa olmaz bir değerdir. Geleceğin bireylerini düşünen, akleden ve doğruya
saygılı, eksiksiz şekilde yetiştirmek için, eğitim programları “düşünme”
kavramı çerçevesinde, kesinlikle entelektüel gelişim referanslı olarak
şekillendirilmelidir. [3]
Foucault
“tanımak hükmetmektir” demektedir. Bilmenin getirisi olan
kuvvet, sorumluluğu da yanında getirmektedir. Bu nedenle [bir
Latin atasözü de “tanımlamak
tehlikelidir” der. Çünkü her tarif bir soyutlamadır ve her
soyutlama karmaşık gerçekliğin zihinde yeniden inşası, anlaşılır olması için
basitleştirilmesi, bir bakıma çıplaklaştıran bir tasarımla kimi niteliklerinin
devre dışı bırakıp kimilerinin öne çıkartılması vasıtasıyla belirli hale
getirilmesidir.
Böyle bakıldığında tanımlamaların ifade etmek
istediği alanın ne ölçüde sahih bir karşılığı olduğu hususu tereddüt doğurur ve
inandırıcılığı zedeler. Çünkü soyutlamalar ile “gerçeklik” i zihnimize transfer ederken, aynı zamanda burada
oluşturduğumuz teorik söylemi yeniden hayata aktarmayı umarız. Dolayısıyla bu
sürecin her iki aşamasında da tartışmaya açık bir transfer söz konusudur. Bir
bakıma aynı çağın tanıklarının niçin farklı tasavvurlara sahip olduğunun cevabı
buradaki “transfer”dedir. Düşünürü olduğu kadar siyasetçiyi ve nihayet
kalabalıkları aynı çizgide bir araya getiren, içtimâi ve politik pozisyon
ortaklığı ve bunun çevresinde oluşan hayata dair “bakış-transfer” beraberliğidir.
L. Althusser, “Gelecek Uzun Sürer”
isimli hatıratında şöyle diyor. “Marks'ın
Feurbach üzerine tezler'indeki ünlü sözü (Dünyayı yorumlamak değil
dönüştürmek söz konusudur) de eleştirdim. Buna karşı, bazen dönüştürmek,
bazen geriletmek, bazen de tehlikeli sayılan bir değişim tehdidine karşı olduğu
gibi korumak ve güçlendirmek amacıyla bütün büyük filozofların dünya tarihinin
gidişine müdahalede bulunmaya kalkıştıklarını gösterdim”][4]
“Dünya tarihinin gidişine müdahalede
bulunmaya kalkışan”
filozof, gerek olup-biteni yorumlarken ve gerekse nasıl olup-bitmesi lazım
geldiğini anlatırken inşa bir dünya içinden konuşur. Teorik söyleyiş gücünü içtimâi
hakikatin karşılığı olmaktan değil, böyle olduğuna dair ikna ediciliğinden
alır. Buna “ikna edici' bir örnek”, Amerika ve Sovyetler
Birliği'nin uzun yıllar iki farklı kutbu, iki farklı hakikat tasavvurunu temsil
etmeleridir.
Şüphesiz, zihni sınıfların oluşturulmasında
yaşanan zorluk ve hayattaki karşılığıyla bire bir örtüşmemesi soyutlamaların
beyhude olduğu anlamıma gelmez. Tüm eksik ve kusurlarına rağmen soyutlamalar,
tanımlamalar ve sınıflamalar vazgeçemeyeceğimiz analiz araçlarıdır. Çünkü
elimizde henüz daha iyi bir başka usul yoktur.][5]
Çaresizlikler içinde sızlayan bu insanın huzurunu ancak
İslâm teskin etmiştir. İslâm Âdem aleyhisselâmdan beri kaç defa geldi. Ancak
insanın hırsının ve doyumsuzluğu ile tahrif olup özünden uzaklaştı. Son olarak
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile son şansını kullanan insanoğlu
üzerine kopacak olan kıyametini beklemektedir. Kıyametini geciktirmeye çalışan
iyi kişiler ile geçen binbeşyüz yılını bekleyen diğer bin yıllara hazırlık
yapmak için Allah Teâlâ’nın yardımını bekleyenler için fırsatlar her gün
yeniden doğması için sancılar çekilmektedir.
[İslam
medeniyeti kendi dünyası içerisinde parçalılıktan kurtulmuş, din ile devlet
arasında çatışmaları çözmüş, bireylerin güvenliğini temin etmiş devletler
halinde bir dünyayı temsil etmektedir. Batıdaki gibi birey-toplum-din-devlet
çatışması yerine diğer dünyalara dinin mesajını yayma çabası vardır. Dinin
belirlediği ilkeler gereği maddeye ve sömürüye yönelik girişimleri zayıftır.
Bireyler, içtimâi ve siyasal birliklerin gölgesi altında ezilirken tebaa olma
anlayışı yönetimde yaygındır.
İslam medeniyetinin doruktaki düşünürlerin
çıktığı bu dönemde aslında erken bir aydınlanma yaşandı. IX.yy. dan itibaren
yükselen felsefe, kelam tartışmaları İslam dünyasının bilimsel olarak önünü
açıcı girişimlerdi. Bu dönemin İslam medeniyetine kazandırdığı ivme daha
sonraları takip edilememiş, diğer alanlara aktarılamamıştı. 14.yy.dan itibaren düşünsel dünyanın donması İslam
medeniyetinin de donmasına neden olmuştu. [6]
İslam dünyası ilmî ve teknik olarak
gerilemeye ve fakirleşmeye başlamıştı. Medeniyetler arası üstünlüğün askeri
alanlarda gerçekleşeceğine yönelik inanç hakimdi. İslam dünyası batı
medeniyetinin aksine dinamik değil tamamen statik bir bilimsel, içtimâi,
ekonomik, siyasal tarihî süreç sergilemiştir. Dinin dünyaya egemenliğinin
sorgulamasını yapmak bile dinden çıkma nedeni olarak kabul edilen bir
medeniyette batı dünyasında yaşanan Reform, Rönesans gibi devrimlere şahit
olmak mümkün değildi. İslam dünyasında “birey-tabiat-din-iktidar”
ilişkileri konusunda çok kapsamlı tartışmalar yerine çok uzun bir dönem boyunca
din ile akıl arasındaki ilişkiler tartışıldı. İslam dünyasının belki de bin
yıllık bir zaman diliminde bu sorunu çözüp fiziki gerçeklerin, realitenin içine
girememesi sancısı halen devam etmektedir. Batı akıl ve din arasındaki
çatışmada tercihini akıldan yana yaparken, doğuda din aklı kontrol etmeye devam
etmektedir. Batılı birey tüm içtimâi ve siyasal olguların aktif/öznesi olma
bilincinde iken doğulu için henüz birey demek bile imkânsızdır. Onun kendisini
tanımlamasından önce ailesi, aşireti, dini, mezhebi, ırkı, toplumu, devleti onu
tanımlamaktadır. İslam dünyasında bireyin yaratılma çabası aslında aklın
tecrübeleriyle elde edilen bilginin ilâhi buyruklardan (vahy) daha üstün (veya
bir filozofun bir nebilerden daha üstün) olduğu tartışmalarıyla başlamış ve
orada boğulmuştur. Bu tartışmanın devam etmesi günümüzde İslam dünyasının
bin yıllık bir sancı içerisinde bocaladığını da gösterir. Bu sancılar batı
medeniyetinin ulaştığı sadece maddi refah düzeyi için değil insanın içerisinde
yaşayacağı içtimâi, siyasal, ekonomik tüm unsurlar için söylenebilir.
Neticede doğu; inanca, onun kaynağı olan ruha
ve onun da sahibi olan Allah Teâlâ’ya dayalı bir hayat düzenlemesini öncelerken
Batı; maddeyi, onun kaynağı olan doğayı/aklı ve onun da sahibi olan insanı
merkeze aldı.][7]
İslam’ın muzaffer olacağı üzerine gönüller
mutmain iken bir türlü sıkıntıdan kurtulamayan ve üzülen Hakk yolun
temsilcilerine ışık tutacak liderlerden yoksun kalan müslümanlar için çıkış
yolunu bulmak için günümüzden geleceği görecek anlayış gelişmesine ihtiyaç
oldu. Aklın kalbe, kalbin akla yatkınlığı ve dinin sonsuz kudretine muhtaç
nesiller için aydınlık olacak kandilleri yakmak için gayretlere muhtaç olunca
çalışmak ve fedâkarlık gerekti. Bunun için gayretlerimizin artması için Allah
Teâlâ’ya dua edip yenilenmek için madde ve mananın kardeşliğini sağlamak için
çok çalışmak gerekmiştir.
Geçmiş ve gelecek birbiri içinde kaybolurken
gelecek ilmine temeller kazandırmak sonsuz bir hayatın geçmişine hazırlamak
lazımdır. Kıyamet kopunca mahzun ve mahcup kişiler arasında “Niye? Niçin?
Neden?” vb. soruların daha öncelerin sorulması ve bir sonraki nesiller
için hazırlık yapmak üzerimize borçtur. Bugün yaşayanın yarın geleceklerin
sorumlusu olduğunu unutmak kadar yanlış bir düşünce olamaz. Yapılan şey yalnız
bugünü ilgilendirdiği gibi yarının yükünü çekeceğini unutmaktan kurtulmak için
geleceğe bugünden bakmak gerektiği unutulmamalıdır. Bu sebeple inceleceğimiz İlm-i
âtî (Gelecek ilmi) de kafa yormak ve bu şekilde tedbirler almak gerekmektedir.
Bu ilim için yurdumuzda zayıf kalındığı bir gerçektir. Nesiller ömür
değirmeninde ufalanırken günü düşünmekten başka bir derdi olmayan insanımıza
bir derdi miras bırakmak çok önemlidir. O da bizim iyi bir insan ve Müslüman
olmamızın bir değeri olmadığıdır. Yani çocuklarımızda, torunlarımızda ve onun
çocukları da İslâm’ın bireyleri olmasıdır. Bugün ile bir şey bitmeyecektir.
Çünkü gelecek bin yıllarda yurdumuzun semalarında “Allah-u Ekber” sedâları
kesilmemesi için geleceğimize bugünden bakmamız elzemdir. Atalarımız yurtlarını
terk ederek bu diyarlara gelip yerleşmişler bize bu dini ve vatanı
bırakmışlardır. Bizimde bu nesil ve diğerlere katıksız ve temiz olarak
bırakmamız lazımdır. Bu ise ezelde verilmiş bir görevdir.
Ali Usta’nın bir hatırasını burada hatırlamak uygundur.
[Yunan Harbi sırasında, memleketin harb hali ve harbin
sonu, İslamiyet'in durumu sohbet konusuydu. Şeyh Şerafeddin kaddese’llâhü
sırrahu’l azîz Efendi'ye:
“Müslümanların ve memleketin sonu ne olacak, hazret?” diye sordum. Şeyh Şerafeddin kaddese’llâhü sırrahu’l
azîz bana, Hz. Ali kerreme’llâhü vecheden bir kıssa anlattı ve buyurdu ki:
“Bir gün, Hz. Ali kerreme’llâhü vecheye kendisi ile
birlikte muharebe edenlerden biri bu muharebe esnasında,
“Böyle fitne içinde bu işin sonu ne olacak?” diye sormuş. O da:
“Din kıyamete kadar bakidir.” dedikten sonra bir müddet başını önüne eğmiş, öylece
kalmış. Etrafındakiler uyudu zannetmişler. Neden sonra Hz. Ali kerreme’llâhü
veche başını kaldırıp “Niğme'l-Etrak, Niğme'l-Etrak” [8] “Din Türkler elinde kalacak, Türkler ile yücelecek
ve kıyamete kadar baki kalacak”, demiş.
Bununla Şeyh Şerafeddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîz
harbin sonunun galibiyetimizle sona ereceğini müjdelemiş oluyordu. Bu arada
Yunan Bursa'ya geldiğinde, bizimkiler de dağlarda çete harbi yapıyorlardı. Bir
taraftan da Anadolu'ya asker sevk ediliyordu. İşte bu sırada Mustafa Kemal Paşa
tarafından Hasan Bey isminde kalpaklı bir adam geldi ve bana:
“Mustafa Kemal, sizden yardım istiyor.” Beni gönderdi; Şeyh Efendi'ye söyle, dedi. Ben de
bunu Şeyh Şerafeddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîze naklettim. Şeyh Efendi bana:
“Ali Usta! Sen O'na söyle. İstanbul'dan düşmanı
atıncaya kadar elimizden gelen gayreti göstereceğiz ve düşmanı atacağız.
Mustafa Kemal biraz kan döküp düşmanı İstanbul'dan atacaktır. Biz de yardım
edeceğiz,” buyurdular. Ben de
bunu Hasan Bey'e söyledim.
Düşman her tarafa yayılınca bizler de Geyve'ye geçmiş,
oraya yerleşmiştik. Büyük Taarruz daha başlamamıştı. O vakit Şeyh Efendi'yi
Ankara'dan çağırdılar. Şeyh Efendi iki üç gün sonra Ankara'dan döndüğünde O'na:
“Hazret ne için çağırdılar, haberler nasıl?” diye sordum. Şeyh Efendi bana:
“Ali Usta, Mustafa Kemal bana
“Nasıl muvaffak olacak mıyız?” diye sordu. Ben de,
“Evet, muvaffak olunacaktır. Az bir kan dökülüp İstanbul'u
alacağız” dedim. Sonra dedi ki:
“Benim ömrüm ne kadardır, çok yaşayacak mıyım?” Ben de
“Padişahlara dokunmazsan, ömrünce yaşarsın. Onları atarsan seninki de o
kadardır,” dedim.” buyurdular.] [9]
Devlet ve millet el ele verirken bu bilgiler
onların ruhundaki sıkıntıları gidermekte büyük etken olmuştur. Bu ise İlm-i
Âtî’dir. Bu nedenle bu ilme vakıf olan Hz. Ali kerreme’llâhü veche ye emanet
edilmiş bu ilimden Allah Teâlâ Müslümanları istifade buyursun. Bu ilmin kitabı
yoktur. Fakat işaretleri ve mecazı ile gelecek nesillerimizi uyandırmak
gerekmektedir.
İlm-i Âtî’nin zahiri ve batınî yönleri
vardır. Bizim bu kitapta zahiri kısmının küçük bir kısmını açıklanacaktır. Bu
ise bu ilmin denizinde toplu iğne başına toplanan su kadardır.
İlm-i Âtî hakikatte “derin millet”in
ilmidir. Onlar “derin devletler” hakkındaki bilgileri zahiri
kaynağa ulaşmadan manen karşısında oluşturur ve uyutulmuşluk olmaktan
tedirginliğe doğru olan yolda belirginleştirerek çıkarır. İlm-i Âtî bu nedenle
uyanış ve özgürlüğün koruyucusu olarak hareket eder.
Kitabın konusu olan İlm-i Âtî’de yani gelecek
ilminde zamanımızda iki temel akım vardır.
Fütüroloji ve Fütürizm; (Gelecek bilim ve Gelecekçilik)
Fütüroloji = Gelecek Bilimi, Gelecek bilim
Fütüroloji[10],
gelecekte gerçekleşebilecek veya geleceğe dair ilmî, teknolojik ve sosyolojik
gelişmeleri, olağan durumun şartları ve trendlerini temel alarak, inceleyen ve
tahminler yürüten bilim dalıdır.
Fütürizm = Gelecekçilik
Fütürizm, 20.
yüzyıl başlarında İtalya'da başlayan bir sanat akımı olarak gelişti. İtalyan yazar
Filippo Tommaso Marinetti hareketin kurucusu ve en etkili ismi oldu. Rusya ve
İngiltere başta olmak üzere başka yerlerde de gelecekçi akımlar gelişti.
Bir
kaç gelecekçi: Alvin
Toffler, John Naisbitt, Jacques Attali, Jacque Fresco, Samuel Huntington, Francis
Fukuyama, Stephan Hawking, Isac Asimov, Marian Salzman…
Gerçek
ve gerçeklik kelimelerinin anlam alanları oldukça geniştir. Son yıllarda bu iki alan birbirine yaklaşmıştır.
Fütüroloji ile uğraşanlar kendilerini (fütürolog yerine) fütürist diye adlandırmaktadırlar.
Asrımız fütüristlerden bazılarının çalışma ve eserleri geleceğin inşasında
önemli katkılar verecektir.
Bu
kitapta ise genelde İslâm Dininin ışığı altında gelecek hayatın oluşmasında düşünce
tarafını ele almaya çalışacağız. Çünkü
insanlar hayvanların tersine geleceklerini planlama yeteneği vardır. Ancak insan
tarihini bir bütün olarak göremez; çünkü kendisi belli bir ortama ve ana bağımlıdır
ve geçmiş onun içinde yer etmiştir.
Ancak insan sürekli gelecek nesillere ve çağlara
taşınacak yeni anlamlar üretir, bu da onu zaman üstü yapar.
Böylelikle geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki sınır oldukça bulanıklaşmış olur. Fakat bir yol labirentin merkezine ulaşmaktadır.
Labirentten çıkmak isteyen kişi ya geldiği yoldan geri
dönmelidir ya da uçarak dışarı çıkmaya çalışmalıdır. Bu
labirentin aynı zamanda da çıkış olan tek bir kapısı vardır. O ise gelecektir.
Çünkü bu satırlarından sonra gelecek her şey bir gelecektir. Gelmesi ile geçmiş
arasındaki ayrılık hiçbir zaman fark edilmeden, o kadar hızlı olur ki, insan
geçmişini geleceğini ayırt edecek zamanı bulamamaktadır. Hakikatte her gelecek
bir geçmiştir. Her geçmiş ise bir gelecektir. Bu ikilem içinde yoğunlaşan insan
dünyayı terk edip bir sonraki aleme geçip geriye dönemediğini ve engellendiğini
görünce tekrar geçmişini hesap verme anında tekrar yaşayabileceğini düşünürken
Allah Teâlâ tarafından konulmuş engele karşı çıkar. Fakat bu engel geçmişini
gelecekte tekrar yaşamasına sebep olur.
“Nihayet
onlardan birine ölüm gelip çattığında: ‘Rabbim! der, beni geri gönder;’ ‘Ta ki
boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım.’ Hayır! Bu onun ağzından
çıkan (boş) bir laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri
güne kadar (süren) bir berzah vardır.” [11]
Engeller
arasında kalan insan geçmiş ve geleceğin içindeki merakı ile kendini bulmaya ve
bilmeye çalışır. Doğruların ve yanlışların gelecek için oluşturduğu paradokslar
ile sürekli mantığı da yorulur. Bir gerçek hep insanı rahatsız edecektir.
Gelecek mi bugünü bugün mü geleceği etkilediğidir.
[“Gelecekteki toplumun nasıl bir şey olacağı
bu geçiş dönemine gösterilecek tepkilere bağlıdır.”
“Kesin
olan şey, geleceği biçimlendirecek günlerin bugünler olduğudur. Çünkü herkes bu
girdaba kapılmış durumdadır. En büyük değişiklik belki bilgide olacaktır;
bilginin şeklinde, kapsamında, anlamında, sorumluluğunda ve eğitimli insan için
taşıdığı önemde kendini gösterecektir.”] [12]
Her geçen gün bir bilgi ve anlayışın getirdiği sonuçlar sürekli akıl sahibi
olan insanı ulaşılmaz bir duygular ve karmaşa içine düşürüyor. Bu şekilde bazen
vesveseye düşse bile sonuçta Allah Teâlâ’ya güvenmek için sonsuz bir korku ile
ya boyun eğiyor. Ya da isyan edip çelişkler içinde yuvarlanıp kalmaktadır.
Geleceğine bir mana bulamayanlar için geçmişin değer kaybı olunca üzüntü ile
manasız yaşantı içinde bocalayan insana ancak inanacağı bir inanç yanlış bile
olsa tatmin olması için yeterli oluyor. Bu durumda beyin devreye girer.
[Beyinin
en önemli görevlerinden birisi çeşitli duyu organlarından aldığı bilgileri değerlendirip,
geleceğe donuk planlar ve hesaplar yapmasıdır. Bu hesaplar, tahminler veya
senaryolar şeklinde olabilir. Bunlara göre de tedbir planları hazırlar. Bu
şekilde beyin edindiği bilgilerle geleceğine doğru, bizi koruyacak, iyi yaşamayı,
gelişmeyi sağlayacak, planlar yapar. Beyinin bu özelliğini günlük hayatımızda merak olarak
devamlı yaşarız. Gelecekte ne olacağını bilmek isteriz.
Gelecekle ilgili ne kadar çok bilgilerimiz
olursa, o kadar çok hazırlıklı oluruz ve iyi yaşamayı düşünürüz.
Bu beyinin merakı bireyleri olduğu kadar
toplumları, idarecileri, vb. de çok ilgilendirmektedir. Onun için eskiden
olduğu gibi şimdide falcılar, astrologlar vb. kişiler aranan kişilerdir. Her
padişahın kralın böyle bir yardımcısı vardı. Havaya, kırlangıçlara, yatarak,
kalkarak ileriye doğru tahminlerde bulunurlardı. Kulelerden yıldızlara bakılır
ve geleceğe donuk tahminler yapılırdı. Falcılara fal baktıranların,
gazetelerdeki horoskopları okuyanların sayısı az değildir. Medyumlar bu yüzden
gözdedirler ve iyi para kazanırlar. Hele hele gelen kişiye güzel tahminlerde
bulunurlarsa. Bu merak aynı zamanda düşmanın durumunu, planlarını bilmek için
de önemlidir.][13]
Geleceği
düşünmekte ve merak etmedeki sınır içinse farklılıkların olduğu
gözlemlenmektedir.
Geleceğin
üzerine kurgu ve düşünceyi geliştirirken dar zihniyetten ne denli arınırsak, o
denli geleceğimiz bizim olur. Serbest düşüncemizi kuvvetlendirip Allah Teâlâ’nın
koyduğu sınırları aşmadığımızda “Keşke bize gelecekteki erdemler konusunda
önceden biraz hissedebilseydik” dememek için gayretimizi artırmalı ve yolumuzu
aydınlatacak fikirlerin hayata çıkarılması için geçmişte hareket halinde
olursak gelecekte oturma eylemine sahip olma hakkına kavuşabiliriz. Gerçeklerle
gelecek olan geçmişin değerlendirmesini iyi yapmak için gayret ve himmet sahibi
olmak en doğru harekettir.
Nurettin
Topçu geleceğin şekillenmesinde insan faktörünün belirleyiciliğini şu şekilde
açıklıyor.
[İnsanlığı
gerçek çehresiyle tanımak için, küçük görünen, kalabalığın alkışını toplamayan,
ancak gözyaşından doğan eserlere bakın, insanlık, kaba gözlerle görünmeyen bu
şuur hareketleriyle ilerlemiştir. Bugünkü insanlık, Ramses'in, Sardanapal'ın
ve Cengiz'in eseri değildir. Bu insanlık, Konfüçyüs'ün
ve Buda'nın Hz. İsa aleyhisselâmın ve Sokrat'ın,
Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ve Gandi'nin
eseridir. İnsanlık, Eflâtun'un ve Pascal'ın, Hallac'ın
ve Yunus'un eseridir.
Ruhları kımıldatan en küçük bir hareketin
hâdiseler arasında yarattığı izler derinden incelenirse, insanlığın en feyizli,
en büyük eser ve hareketlerinin doğuşunda tesiri görülecektir. Ruhun kudretini
inkâr edenler, deryanın damla ile olduğunu bilmeyenlerdir. Asıl mesele, damlaya
hareket verebilmektir. Hareket adamı denen niceleri, zorbalıklarının eseriyle
insan kütlelerini yürüterek büyük ve değerli hareketlerin yaratıcısı
olduklarını iddia ettiler. Fikirle telkinin değerini inkâr ettiler. Ruhların
hareketine değer vermeyenler, hareketin toprak altındaki köklerini
görmeyenlerdir. Bunlar, her mefkûrenin düşmanı oldular,
“İngiliz kuvvetlerine karşı Gandi ne
yapabilir. Avrupa'nın muazzam orduları karşısında Çinli çocuğu ne yapacak ki?
Bunlar halkı ve kendilerini oyalıyor, uyuşturuyor” diyenler, ruhî mefkûrenin âleme yayılma kuvvetine
sahip bulunduğunu ve insanlığın bütün ahlâkî hareketlerinin ferdî ruhlardan
kaynamış olduğunu bilmeyenlerdir. Bunlar, fertteki derûni hareket kuvvetlerini
inkâr ederek sürülerin zorbalıkla kımıldanışına bağlanan korkak ve kuvvetsiz
ruhlardır. Bunlar, imansız kalmış esir ruhlardır. Hareketin ahlâkî oluşu, ferdî
ruhlarda kazandığı kıymet yüzündendir.][14]
Geleceğimiz için geçmişimizi bulandırmaktan
sakınmakla kendimize yapacağımız tedbir en doğru harekettir.
Zamandaki
geçmiş ve gelecek
[(İnsana göre) kâinattan
daha büyük, ya da eski bir şey yoktur.
Peki, biz
nereden geldik? Kâinat nasıl var oldu? Kâinatta yalnız mıyız? Oralarda bir
yerlerde uzaylı var mı? İnsan ırkının geleceği ne?
1920'lere kadar,
insanlar kâinatın durağan olduğunu ve zamanla değişmediğini düşünüyordu. Daha
sonra kâinatın genişlediği keşfedildi. Uzaktaki galaksiler bizden
uzaklaşıyordu. Bu, galaksilerin bir zamanlar bize yakın oldukları anlamına
geliyordu. Eğer geriye gidersek, 15 milyar yıl kadar önce, hepimizin
birbirimizin üstünde olması lazım. Bu Big Bang idi, kâinatın başlangıcı.
Peki Big
Bang'den önce bir şey var mıydı?
Eğer değilse,
kâinatı kim yarattı?
Neden kâinat
Büyük Patlama'dan sonra bu şekilde gelişti?
kâinat
teorisinin ikiye ayrılabileceğini düşünülmektedir.
Birincisi, kanunlar.
Bir zamandaki tüm durumlar verilince, kâinatın evrimini belirleyen Maxwell
denklemleri[15]
ve genel görecelilik.
Ve ikinci kısım,
kâinatın ilk hali ile ilgili soru sorulmuyordu. İlk kısımda çok iyi gelişme kat
ettik ve evrim kanunları hakkında en uç durumlar hariç her şart için bilgiye
sahibiz. Fakat daha yakın zamana kadar, kâinatın ilk hali hakkında çok az
bilgiye sahip idik. ][16]
Stephen Hawking’in bahsettiği sorunlar ile
zamanın da kendi içindeki bilmecesi hala devam etmektedir. Çünkü her şeyi
yaratan Allah Teâlâ hakkında yeterli bilgi bulmak mümkün olmayınca
başlangıcında ve geleceğinde bir insanlık açısından bilinmezi olacağı kesindir.
“Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr
Allah'tır.”
“Âdemoğlu dehre söver. Hâlbuki ben dehr (in
yaratanıy) ım. Gece ve gündüz benim elimdedir” [17]
[Pek çok ilim adamı şu soruların cevabını
aramıştır: “Allah Teâlâ’daki tekillik nereden geliyor?” “Allah
Teâlâ’dan önce bir şey varmı?” “Kâinatın sınırının ötesinde ne
var? ve en önemlisi “Kâinat hayatını başlatan şey nedir ne niçin
bunu yapmıştır?” Bilim cevap veremez. Din en azından bir yön gösterir.] [18]
[Zaman bilim
için çok önemlidir. Zamanın gerçekliğini inkâr, sıradan saat zamanı içinde
yaşayan kimselerin hep aklını karıştırmıştır.]
[19]
[Zamanın varlığı yoktur, çünkü gelecek henüz
gelmemiştir, geçmişin artık varlığı kalmamıştır, şimdiki zaman da ortalıkta
değildir. Oysa bizler zamandan sanki varmış gibi söz ederiz: Gelecekteki
şeylerin ileride olacaklarını, geçmişteki şeylerin eskiden var olduklarını, şimdiki
şeylerin ise geçmekte olduklarını söyleriz. Geçmek bile bir hiç değildir. Var
olmama savına direnişi geçici olarak destekleyenin, dilin kullanımı olduğunu
görmek de dikkate değer bir özelliktir. Zamandan söz ediyoruz, hem de akla yatkın
bir biçimde söz ediyoruz; bu da zamanın varlığı konusundaki bir sava temel
oluşturur: “Zamandan söz edince, onu anlıyoruz kesinlikle; bir başkasının
ondan söz ettiğini duyunca da yine anlıyoruz” (Augustinus, İTİRAFLAR
24,176).
“Nedir
gerçekten zaman? Eğer hiç kimse bana sormazsa ne olduğunu biliyorum; ama bir
soran olur da açıklamaya kalkarsam, bilmiyorum”
(Augustinus, İTİRAFLAR 14, 17).
Böylece ontolojik
paradoks, dili yalnızca o kuşkucu delille karşı karşıya getirmekle
kalmaz, dili de kendi kendisiyle karşıt duruma sokar: “geçmiş olmak”, “birdenbire
meydana gelmek”, “olmak” gibi fiilerin olumluluğu, “... artık yok”, “... henüz
olmamış”, “... hep ... değil” gibi belirteçlerin olumsuzluğuyla nasıl
bağdaştırılabilir? Demek ki sorunun sınırları bellidir: “Eğer geçmiş
artık yoksa gelecek henüz olmamışsa, şimdi de hep şimdi değilse, bu durumda zaman
nasıl var olabilir ki?
Bu başlangıç
paradoksu üstünde distentio tema'sının doğacağı ana paradoks yükselir. Olmayan
bir şey nasıl ölçülebilir? Ölçme paradoksu doğrudan doğruya zamanın var
olma ve var olmama paradoksu tarafından üretilmiştir. Burada da dil görece
olarak güvenilir bir rehberdir. Uzun zaman ve kısa zaman diyoruz, bir
biçimde uzunluğu gözlemliyor ve ölçümler yapıyoruz (bkz. İTİRAFLAR
15, 19'da ruhun kendi kendine seslenişi: “Sana zamanın yavaş ve ağır
ilerleyişini algılama ve ölçme yeteneği verilmiştir. Ne yanıt vereceksin bana?”).
Üstelik yalnızca geçmiş ve gelecekle ilgili olarak uzun ya da kısa olduklarını
söyleyebiliriz. Aporinin “çözüm”ünü öne almak için şöyle diyebiliriz: İnsanlar
geleceğin kısaldığını, geçmişin ise uzadığını dile getirirler. Ama dil, ölçme
işini doğrulamakla sınırlar kendini; nasıl olduğuna ise, yine yanıt
veremez; “nasıl oluyor da...”, “hangi sıfatla” (sed quo pacto, 15, 18)
diye sorar yalnızca.] [20]
“Kâinatta
geçmiş ve geleceğin birlikte var olduğu hipotezini öne sürebiliriz. İşte bu
nokta da, şu sorular ortaya çıkabilir:
Geçmiş
ve gelecek birlikte varsa, şimdiki zaman var mıdır?
Geçmiş
ve gelecek bir eksenin iki uçlarıysa, şimdiki zaman denilen şeyi nereye koymak
gerektir?
Acaba
şimdiki zaman dediğimiz şey, durmaksızın değişen, tek tek anlardan mı
oluşmaktadır?
Acaba
biz insanların zaman gerçeği; hep
şimdi, şu anda yaşadığımız kısa kısa anlardan mı meydana çıkıyor?
Mevlâna
kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:
Yok, olanın
yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı
başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allah Teâlâ’ya
perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. [21]
[Muhakkak tüm zıtlar nihai zeminde birdir] [22]
Kuantum Kuramına göre de evrende süreksiz bir bütünlük vardır ve her geçmiş
gelecek ile anında etkileşir. Bu kuramda zaman kavramı yerine “an” kavramı
kullanıldığını görerek anlıyoruz!
'Şimdiki
an' içinde yaşayan biz insanlar için zaman, hem
geçmişten hem de gelecekten etkilenen bir yapıya sahiptir. Sadece tek yönlü
akan bir zaman kavramı, bizim için sadece pratik önemi olan bir yaklaşımdan
ibarettir. Gerçekte zaman, süreksiz anlardan oluşmaktadır. Her an kendi içinde
bir bütündür ve bir an ile diğer an arasında sürekli bir ilişkinin bulunması
zorunlu değildir. An adını verdiğimiz zaman süresi son derece kısa, adeta
sıfıra yakın olmakla birlikte tamamen sıfır da değildir. Bu çok kısa süre
Kuantum kuramındaki Planck[23]
sabiti ile orantılı olup Planck zamanı olarak tanımlanmıştır. Tüm evren bu
Planck süreleri arasında bir var olmakta, bir yok olmaktadır.” [24]
Kur’ân-ı Kerim’de
gelmiş olan ayetlerdeki zaman anlayışı da konu hakkında bize yeterli bilgi
vermektedir. Yani insanın anladığı zaman ile veya bir şeyin diğer şey ile zaman
farkı çok bariz şekilde görülmektedir. Üzeyir aleyhisselâm hakkında gelen
ayetler ;
“Ya da
altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?)
Demişti ki:
“Allah, burasını
ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?” Bunun üzerine Allah, onu
yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki:
“Ne kadar kaldın?” O:
“Bir gün veya bir günden
az kaldım” dedi. (Allah ona:)
“Hayır, yüz yıl kaldın,
böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu
yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak,
nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?” dedi. O,
kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki:
“(Artık şimdi) Biliyorum
ki gerçekten Allah, herşeye güç yetirendir. ” [25]
İnsan, yiyecek ve eşeği
üçleminde zaman nasıl farklı tecelli ettiği
ve algılanıldığı anlaşılmaktadır. Yine Ashab-ı Kehf hakkındaki ;
“Böylelikle mağarada
yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki
gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için
onları uyandırdık. ” [26]
“Böylece,
aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık).
İçlerinden bir sözcü dedi ki:
“Ne
kadar kaldınız?” Dediler ki:
“Bir
gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.”
Dediler ki:
“Ne
kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre
gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak
oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” [27]
“Onlar
mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki:
“Ne
kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O,
ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur.
Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” [28]
Bu ayetler ile geçmiş ve gelecek zamanın
içinde kaybolup gitmektedir. Hakikatte zaman kavramının en temel gerçeklerinden
biri de geleceğin geçmişten farklı gözükmesidir. Fakat kâinat
bilimi açısından bakıldığından geçmiş ve gelecek aynı gözükebilmektedir. Bu durumdan da anlaşıldığına göre kâinatın
doğru gözlemlenemediğidir.
[“Duyularımız yeterince hassas olsaydı,
hareketsiz haldeki sarp kayalığı dans eden bir kaosu algılardık.”[29] ] [30]
Bu bakışa sahip olmak ise çok zordur. Bu nedenle geleceğin
sıkıştığı yerde zamanın
geriye doğru akmaya başlaması ile gelecek geride
kalmayıp geçmişin önüne geçer. Yukarıda bahsedilen engel olmamış olsaydı bu
daha iyi fark edilecekti.
Mesela Dünya yüzeyi üzerinde belli bir yöne
veya geleceğe gidildiğinde, hiçbir zaman aşılamaz bir engelle karşılaşılmaz ya
da bir kenardan aşağı düşülmez; sonunda başlanılan yere geri dönüleceği
görülmektedir.
Geçmiş
başlangıç noktası olarak tanımlandığı sürece, dünya üzerindeki hareket bizi
geleceğini belirlediğimiz noktaya götürürken yine geçmişe tekrar götürür. Dünya
üzerindeki şartlarda çizgiden dışarıya taşmak gibi bir durum söz konusu
değildir; çünkü çember boyutludur. Öte yandan, ilerlediğiniz yol zamanın
sınırlarıdır. Zaman yoksa sınırlarınızın sınır olduğunu anlamanız mümkün
olabilir mi? Dolayısıyla elbette ki sınırı yoktur dersiniz, fakat sınırları
vardır. [Bu
çeşitliliğin ve birliğin birliği içinde kişi çeşitliliğe baktığında tarihte,
değişimden ve olaylardan söz edebilir. Ama birlik penceresinden bakılınca
hiçbir şeyin olmadığı her şeyin zaten öylece var olduğu sonucuna varılıyor.
] [31]
[Görünmeyen düzende zaman ve uzay içinde ayrım
yoktur. Dolayısıyla ayrım yapmamızın nedeni bizim temel gerçeklik olarak
görünür dünyaya büyük ölçüde bağlanmamızdır. Görünür dünyadaki ana esas, bir
şekilde görece ayrı olan ve fakat etkileşim içindeki birimlerin varlığıdır.
Görünmeyen gerçeklikte her şey birbirine nüfuz etmiş, birbiriyle bağlantılı
halde birdir. Mamafih insanlığın bilinci derinlerde birdir. Bu bariz bir
kesinliktir, çünkü vakumda bile madde birdir ve eğer bunu göremiyorsak
gözlerimizi buna kapadığımızdan dolayıdır. ] [32]
Sonuç
olarak, zamanı algılamak geçmiş ve gelecekle, dışıyla algıladığımızdır. Zamanı
kürenin yüzeyleri gibi açınca, geçmiş ve gelecek kendi üzerine kapanmış bir
yüzey gibi olduğu görülür. [Şimdiki
zaman sadece arada bir nokta olarak görünse geçmişin mevcut olduğu, şimdinin
sınırlı bir süreye sahip bulunduğu ve geleceğin henüz var olmadığı bir zaman
kavramına ulaşabilir.] [33]
Ancak geçmiş ve gelecek için ayrımı düşünmek saat zamanı için kolay olurken
Allah Teâlâ için zor olmaktadır.
İnsan Hürriyeti Açısından Allah Teâlâ’nın Ön Bilgisi ve
kuldaki mecburiyet
Zaman
konusunda biraz bilgi edindikten sonra Allah Teâlâ’nın önbilgisi hakkında şunları
söyleyebiliriz. [İnsanın özgür olup olmadığı en eski zamanlardan beri gizemini
koruyan bir sorundur. Özgür iradeye sahip bir failin yaptığı eylemlerden nereye
kadar sorumlu olacağı, hangi eylemleri sonucunda mükâfat veya cezaya maruz kalacağı
konusunda birçok soru cevaplanmayı beklemektedir. Her hangi bir fiil tabiat
kanunları veya geçmişin geleceği belirlemesinden dolayı zorunluluktan
yapılıyorsa, o zaman ortaya çıkan sonucu özgür bir fiil olarak telakki etmemiz
mümkün olmayacaktır. Bunun aksine eğer fail yaptığı eylemi kendisinden önce
zorunlu bir neden olmaksızın en nihayetinde kendi yapıyorsa, failin fiillerinden
sorumlu olacağı yargısına varılacaktır.
Dini
inançları olan bir kimsenin özgürlük sorununa bakış açısı da farklı bir boyut
kazanacaktır. Bir yandan inanmış olduğu Allah Teâlâ’nın kendisinin yaptığı her
şeyi önceden bildiğini varsayması gerekecek, diğer yandan da, fiillerinin
nihayetinde Allah Teâlâ tarafından cezaya ve mükâfata çarptırılacağını kabul
ederek, Allah Teâlâ’nın önceden bilmesine karşın insanın özgür bir varlık
olduğunu varsaymak zorunda olacaktır.
Bilindiği
gibi klasik teistik anlayış Allah Teâlâ’nın bilgisinde her hangi bir eksiklik
görmez. Mükemmel Varlık Teolojisi Allah Teâlâ’yı bilgisi, kudreti, iradesi ve
iyiliği bakımından mükemmel kabul eder. Diğer yandan da yaratılmış olan insanın
iyi ve kötüyü seçmede sorumlu olduğunu, bunun sonucunda insanın eylemlerine
göre ceza ve mükâfat elde edeceğini ileri sürer. Dolayısıyla bir yandan Allah
Teâlâ’nın insan eylemleri konusundaki bilgisinde her hangi bir eksikliğinin
olmaması gerektiği varsayılmak zorunda iken, diğer yandan da insan eylemlerinin
özgür kabul edilmesi gerekmektedir. Çünkü Allah Teâlâ’nın yaratıcısı olduğu
insanın eylemlerini önceden bilmesinden daha makul bir iddia olamayacağı, hem
rasyonel düşüncenin bir gereği, hem de teizmin en temel varsayımıdır.
Dolayısıyla Klasik teizm bir yandan, Allah Teâlâ’nın gelecekte olacak olan
insan fiilleri hakkında, o fiiller meydana gelmeden önce bir bilgiye sahip
olduğunu iddia ederken, diğer yandan insanın yapıp ettiklerinde özgür olduğunu
ve yaptıklarının sonunda mükâfat veya cezaya maruz kalacağını varsaymaktadır.
Fakat
mesele hem Allah Teâlâ’nın önbilgisi hem de özgür irade gibi iki unsurun bir
arada olması gerektiği şeklinde konulmasına karşın, bir takım problemler hemen
kendini göstermektedir. Mesela; ön bilgi insan için söz konusu edildiğinde,
insanın dahi gelecek hakkındaki bazı olayları bilebileceği ifade edilebilir.
Dolayısıyla bir anne, örneğin, oğlunun meyve suyunu sevdiğini bildiğinden
dolayı, ertesi gün kahvaltısında oğluna sormadan portakal suyunu koyabilir ve
oğlu da buna itiraz etmeyebilir. Diğer bir ifadeyle anne öngörüsünde haklı
çıkabilir. Fakat çocuğun meyve suyu içmesi annenin öngörüsünden kaynaklanan bir
nedenden dolayı değildir. Dolayısıyla burada annenin öngörüsü ile çocuğun meyve
suyu içmesi arasında nedensel bir ilişki yoktur.
Durum
insan bilgisi açısından böyle olmasına karşın, Allah Teâlâ söz konusu olunca
mesele farklı bir boyut kazanmaktadır. Allah Teâlâ’nın bilgisi sadece pasif bir
bilgi değildir. Allah Teâlâ’nın ezeli ve zorunlu olması, aynı zamanda
kendisinin dışındaki varlıkların nedeni olması, bilgisinin de nedensel bir
karaktere sahip olduğu anlamına gelir. Bu varsayımın teolojik ifadesi, Allah
Teâlâ’nın yaratmış olduğu âlem hakkında mutlak anlamda ilahi inayete ve
hükümranlığa sahip olması anlamına gelir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın bilgisi,
insan bilgisinin aksine, objesi hakkında nedensel bir karaktere sahip olup onu
var kılan bir bilgidir.
Klasik
teizme vurgu yapılma nedeni, modern teoloji olarak adlandırılan süreç ve
açıklık (openness) teolojisi, mükemmellik kavramını farklı bir şekilde
yorumladığı için, Allah Teâlâ’nın kudretinin ve bilgisinin sınırlı olması
nedeniyle insan eylemlerini zorunlu kılmadığı konusunda açık bir inanca sahip
olmasındandır.
Doğal
olarak klasik anlayış, Allah Teâlâ’nın mükemmelliği ile insanın özgür
iradesinin bir arada var olacağını iddia etmektedir. Dolayısıyla temel meseleyi
yeniden Allah Teâlâ’nın zorunlu bilgisi ile insan iradesinin bir arada
savunulup savunulamayacağı olarak formüle etmek daha uygun olacaktır. Genel
anlamda problemi şu şekilde formülleştirmek mümkündür:
1.
Zorunlu olarak, eğer Allah Teâlâ x’i önceden biliyorsa, o takdirde x
olacaktır.
2.
Allah Teâlâ x’i önceden biliyor.
3.
Öyleyse, x olacaktır.
Bu
şemalandırmayı sembolik bir şekilde yapacak olursak,
1.
p→
q
2.
p
3.
q
Burada
temel problem zorunluluk kavramının ne şekilde değerlendirileceğiyle ilgilidir.
Allah Teâlâ’nın bilgisinin zorunlu olması, bildiği şeylerin de zorunlu olmasını
gerektirmeyeceği temel çözüm olarak ortaya konmuş olmakla birlikte, birçok
başka sorun hemen kendini göstermektedir. Zorunluluk kavramının geçişken olup olmadığı
bu meselinin çözümünde en temel sorunların başında gelir.
‘Eğer
Allah Teâlâ yarın İstanbul’a gideceğimi biliyorsa, zorunlu olarak yarın
İstanbul’a gideceğim’ gibi, p →q, p, q şeklinde ifade edilebilecek olan
zorunluluğun geçişken olması gerektiği, teolojik fatalizmin [34]
zorunlu olarak çıktığını varsaydığı sonuçtur.
Dolayısıyla
Allah Teâlâ’nın bilgisinin zorunlu olması nedeniyle, bildiği şeyin de zorunlu
olmasının gerektiği, teolojik fatalizmin temel iddiası olarak zikredilebilir. Fakat
bu çıkarsamaya[35]
klasik anlayışın cevabı hazırdır; şartlı bir önermenin zorunlu olması
sonucun zorunluluğunu gerektirmez. Diğer bir ifadeyle zorunlu varlığın
zorunlu bilgisinin içeriği kontenjan olabilir. De dicto [36]
zorunluluk de
re
zorunluluğu gerektirmediğinden, “zorunlu olarak
yarın İstanbul’a gideceğim” gibi bir çıkarsama yanlıştır. “yarın
İstanbul’a gideceğim” cümlesinin başına getirilen zorunlu modal [37] kavramı
bu cümleyi mutlak anlamda zorunlu kılacağından dolayı, “yarın İstanbul’a
gideceğim” cümlesinin bütün mümkün dünyalarda doğru olmasını
gerektirmektedir. Fakat bu cümlenin bütün mümkün dünyalarda doğru olduğunu söylemeyiz.
Dolayısıyla mutlak anlamda zorunluluktan kastedilen bir şeyin bütün mümkün
dünyalarda doğru olması ise, o takdirde “yarın İstanbul’a gideceğim”
gibi bir cümle yarından sonra doğru olmayacağı gibi, dün de doğru olmadığını
söylemek yanlış bir akıl yürütme olmayacaktır. [38]
Diğer
yandan ezelilik konusundaki farklı anlayışlar, ilahi ön bilgi ve insan
hürriyeti konusunda merkezi bir unsur teşkil eder. Genel olarak iki türlü
ezelilik anlayışının olduğu varsayılmaktadır.
Bunlardan
ilki, Allah Teâlâ’nın tamamen zamanın dışında olduğu, zamansal olaylarla
hiçbir şekilde ortak bir paydaya sahip olmadığı, mutlak anlamda ilahi zamansızlık
anlayışıdır. Bu anlayışa göre, Allah Teâlâ’nın âlem hakkında ön
bilgisinden bahsetmek yerine, bütün zamanı kuşatan ezeli bilgisi söz konusu
edilebilir. Mutlak anlamda zaman dışı ezeliliğin savunulmasının temel nedeni
olarak, Allah Teâlâ’nın zamanla herhangi bir ilişkisinin olmadığı varsayılmak
suretiyle, mutlak anlamda Allah Teâlâ’nın basitliğinin ve değişmezliğinin
korunmak istenmesinden kaynaklandığını söyleyebilir. Bu bakış açısına
yöneltilen en temel itiraz olarak, tamamen zamanın dışında telakki edilen bir
varlığın, zamanın içindeki olguları zamansal olarak bilemeyeceğinden, her
şeyi bilen olma temel niteliğini muhafaza edemeyeceği konusundadır.
Dolayısıyla, Allah Teâlâ hakkında ifade edilmiş olan bütün sıfatlar nihayetinde
Allah Teâlâ’nın zatına irca edilerek, varlığıyla özdeş kabul edilir. Allah
Teâlâ’nın sıfatlarından bahsetmek, bu sıfatların Allah Teâlâ’nın varlığından
ayrı niteliklere sahip olduğu anlamına gelmez. Bunlar sadece dilsel ifadeler
olup, metaforik [39]
anlama sahiptirler.
Diğer
bir ezelilik yaklaşımı olarak da Allah Teâlâ’nın insanla aynı zamansal çerçevede
var olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre Allah Teâlâ’nın ezeli olması
bütün zamanlarda var olması anlamına gelir. Bu anlayışa göre Allah Teâlâ zamansal olarak ezelidir (everlastingly), o daima var olmuştur şu anda
vardır ve var olacaktır. Bu anlayış Allah Teâlâ’nın basitliğini ve
değişmezliğini genelde farklı bir şekilde yorumlamaktadır. Allah Teâlâ’nın
basit olması demek, Onda her hangi bileşik bir unsurun bulunmamasına karşın, Allah
Teâlâ’nın sıfatlarının zatına irca edilmesi de mümkün görünmemektedir. Allah
Teâlâ’nın sıfatları sadece dilsel ifadeler olmayıp, Allah Teâlâ’nın zatından
ayrı bir anlam ve işlevleri vardır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın zatından
ayrı olarak telakki edilen bu sıfatların zamanla olan ilişkisi Allah Teâlâ’nın
zatında her hangi bir değişikliğe neden olmamaktadır. Sadece özsel olmayan bir
değişikliğe neden olmaktadır ki, bu sayede Allah Teâlâ’nın özsel olarak
basitliği, değişmezliği ve mükemmelliği korunmuş olmaktadır. ] [40]
Sonuç olarak [İnsanın özgür olup olmadığı
tarihin ilk çağlarından beri cevaplandırılmaya çalışılan bir sorudur. İnsan
determinist bir dünyada mı yaşamaktadır yoksa, fiillerini özgür bir şekilde mi
yapmaktadır? Bu soruya cevap vermek, meseleye teizmin temel
varsayımları girince daha da zor bir hal almaktadır.
Mükemmel varlık teolojisi Allah Teâlâ’nın
kudretinde ve bilgisinde her hangi bir eksiklik görmez. Dolayısıyla Allah Teâlâ kendisinin dışındaki
varlıkların yaratıcısı olduğundan dolayı, onlar hakkında tam ve eksiksiz bir
bilgiye sahiptir. Allah Teâlâ’nın insanın fiillerini o fiiller meydana gelmeden
önce bilmesi teizmin en temel varsayımıdır. Bu yüzden buradaki en temel
soru, Allah Teâlâ’nın bilgisinin nedensel karakteri vasıtasıyla
önceden bildiği insan eylemlerini zorunlu kılıp kılmadığıdır.
Mutlak anlamda mükemmel bir Allah Teâlâ’nın
bilgisinde herhangi bir eksiklik kabul edilemeyeceğinden dolayı, zamanda
meydana gelen olayların Allah Teâlâ tarafından nasıl bilindiği, bu anlayışın
temel sorunlarından birisidir. Zamansal olguların zamansız bir şekilde ifade
edilmesi Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda değişmez bir varlık olması düşüncesiyle
tutarlı olmakla birlikte, Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda her şeyi bilen
olmasının savunulması, bazı sıkıntılar doğurmaktadır.
Özgür iradeli yaratılmış insan açısından
temel sorun, Allah Teâlâ’nın hem özgür irade sahibi olarak yaratıp hem de onun
daima doğru yapmasını sağlaması mümkün olup olmadığı sorusunda düğümlenmiş
görünmektedir.
Bu nedenle, ilahi ön bilgi ve insan hürriyeti
problemine farklı bakış açıları bulunmaktadır. Bu farklı bakış açılarının her
birisinin diğerine göre daha rasyonel ve tutarlı olduğu noktalar mevcuttur.
İnsan, Allah
Teâlâ’nın mutlak anlamda inayetini ve insanın özgür iradesini bir arada ön
gören bakış açısıyla, teizmin temel varsayımları ile yalnız Allah Teâlâ’ya bırakan
bakış arasında sürekli gidip gelmektedir.
][41]
Allah Teâlâ’nın zamanları kuşatması
Sonsuz güç
ve kudret sahibi, mutlak hâkimi, mutlak
efendisi, mutlak kudret sahibi olan Allah Teâlâ, her şeyi yoktan
var etti. Allah Teâlâ’nın kendisinin tâbi olacağı hiçbir şart, kayıt
veya belirleme de yoktur. Tersine bütün şart, kayıt ve belirlemeler, O’nun özgür
iradesinin sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. O kâinatı istediği için,
istediği anda ve istediği gibi yaratmıştır.
Başlangıçta değil, istediği her an
tabiata müdahale etmektedir.
[Sözlükte,
kuşatmak ve hâkim olmak manasından hareketle, bir şeyi her bakımdan tanıyıp
bilmeye ihata denmiştir. Geleceği ihata etmek, henüz yaşanmamış zamanları ilmen
kuşatıp bilmek demektir. Daha gelmemiş zamanlar, ileride var olacak
gerçeklikleri yönüyle bilinir.
Peki, böyle bir bilgi insan zihni için mümkün
müdür? İnsanlar, geleceğin nasıl yaşanacağını kesin bilgiler şeklinde
öngörebilir mi?
Bilinen şu ki, normal şartlarda en çoğu
geleceğe yönelik güçlü tahminlerde bulunmak ve gerçekçi hayaller kurmak dışında
bu konuda insanın elinde bir şey yoktur.][42]
Şu anda bulunan varlığımızla düşüncede geçmişten
geleceğe ulaşma çabamız, kesinlik bildirmeyen hükümler üretmekten öteye
geçemez. Bir dakika ilerisinden bir yüzyıl sonrasına kadar bütün gelecek
zamanlar, varlık realitemiz açısından henüz yaşanmamıştır. Hiçbir tahmin ve
hayal mantıkta bilgi ifade etmediğinden ötürü, normal zihin yeteneğimizle
gelecek zamanları bilmemiz mümkün olamaz.
Gelecek zamanlar bizim için henüz var
olmadığı için, şimdiden müşahede edilmesi imkânsızdır. Gerçekte mevcut olmayan
şeyler, duyularla algılanamaz Daha önce yaşanmış bir olay gibi daha sonra
yaşanacak bir olaya da şimdiden şahit olmak yaratılışımız gereği mevcut olan
engeller kalkmadan söz konusu değildir. Bu bakımdan, geleceğin bilgisi ancak düşüncede
katiyet bildiren hükümler şeklinde olur. Varlığın sonrası şimdiden
düşünülebilir olduğundan, varlık hakkında önceden hükmedilebilir. Ne var ki,
zamanla yaşanacak şeyleri önceden düşünmek ve katî hükmetmek için zamana hâkim
olmak gerekir. İrade ve güçle hâkim olunamayan şeyler hakkında düşüncede hüküm
vermek, ancak tahmin değeri taşır. Eğer zamana gerçekten hükmümüz geçseydi,
gelecek zamanı hükmen bilmek de imkân dâhilinde olabilirdi. Ancak insanın
varlığa hâkimiyeti çok az olduğundan, zamana hükmü de pek zayıftır. Bu hâkimiyet
yetersizliği sebebiyle tahmin ve hayalimiz daima muhtemel kalmaya mahkûmdur.
Geleceğin bilgisinin zaman hâkimiyetine bağlı
olması uyarınca, geleceğe yönelik öngörülerin kesinlik derecesi, hâkimiyetin
derecesine bağlanabilir. Yüksek bir hâkimiyet durumunda yürüttüğümüz öngörü,
diğerinden daha kesin görünür. Örneğin masamızın üzerinde, algıladığı bir şeker
taneciğine doğru sabit hızla yürüyen bir karıncanın bir dakika sonra nerede
bulunacağını öngörmek, havada serbest uçan bir serçenin bir gün sonra nerede
olacağını tahmin etmekten daha kuvvetli bir hüküm niteliği belirtir. Çünkü
serçenin hemen bütünüyle hükmümüzden çıkması yanında, önümüzdeki karıncaya bir
ölçüde hâkim olduğumuz varsayılabilir. Karıncanın bir dakika sonra şeker taneciğiyle
meşgul olacağına hükmedebilir, bu düşünceyi hayalimizde canlandırabiliriz. Fakat
verilen bu hüküm bilgi değildir; çünkü hâkimiyetimizi engelleyecek ihtimallerin
varlığı daima şüphe uyandırır. İrademizi aşan bir sebeple karıncanın yön değiştirmesi
veya yürüyemez hale gelmesi mümkün olduğundan, bu kadar küçük bir varlık
alanında ve bu denli kısa bir zaman diliminde bile öngörümüzün yanlışlarıma
ihtimali vardır. Demek ki gelecek zamanlar, bildirilmediği sürece insana
meçhuldür. Geleceği bilmek, ancak ihtimalleri yok eden mutlak bir hâkimiyetle
olabilir.
Bu açıklama üzerinden ihatayı (kuşatmayı)
mukaddes manada tanımlayacak olursak, ilâhî ihata, Allah Teâlâ'nın gelecek zamanlan mutlak
ilmiyle kuşatması, henüz yaşanmamış gerçekleri önceden bilmesidir. Bütün gelecek,
kesin bilgiler suretinde Allah Teâlâ'nın sonsuz ilminde yer alır; sonsuzlukta
yaşanacak realiteler Allah Teâlâ'ya daima malumdur. Yaratan'ın gelecek
zamanları bilmesi, mutlak ilmine ait bir şe'ndir [43]. İhata ise, Allah Teâlâ’nın varlık ve zamana mutlak
hâkim olduğunu belirtir. Mukaddes ihatanın, geleceğe tamamen hükmeden mutlak
rubûbiyetin ilmi olduğu da söylenebilir. Âlemlerin Rabbi'nin hükmünü
engelleyecek bir sebep bulunmadığına göre, Cenâb-ı Hak değişmez hükümler
şeklinde belirlediği zamanları katiyetle bilir. Yüksek ihata tecellîsi, kesin hükümler manasında geleceği
belirleyip tâyin etmektir. Meydana çıkan sonsuz hükümler, zamanın görünümünü
önceden vermiş olur.[44]
Yaratan'ın hükmü engellenemez, kayıt altına
alınamaz.[45] Tabiatın sınırsız yaratılışında görüldüğü
üzere, müteâl[46] irade yerel şartlardan bağımsız kaldığı
gibi, nûranî kudretin yaratılmış mâhiyetlerce kısıtlanması da imkânsızdır.
Muhalefet tanımayan bu serbestlik, Allah Teâlâ'nın her ne dilerse yapması, ne
hüküm verirse olması anlamına gelir.[47]
Yaratan'ın her şeye hükmeden emri dışında
âlemde bir şey meydana gelemez. Varlık tamamen O'nun elinde, olaylar O'nun
hükmündedir.[48]
Müteâl iradenin beşerî iradeyi kayıt altında
tutması, kulun tercihine vesayet ve vekâlet etmesi anlamındadır. “Allah istemediği sürece siz isteyemezsiniz.”[49] beyanı bunu ifade eder. Bu manada, mukaddes
irade mahlûk iradenin vekili ve son merciidir.[50] Kul kendi kişiliği doğrultusunda bir şeye
meyil gösterse, bu meyil mukayyet bir irade hükmü oluşturur; Allah Teâlâ kulun
bu yönelişine ya izin verir, teyit eder veya engel olur, değiştirir. Bu, yerel
iradenin nihaî düzeyde müteâl iradeye bağlanması demektir.
Yaratan, insanların kişiliklerini ilmen
kuşatarak, herkesin karakterine bağlı meyil ve yönelişleri bilir; hükmünün
merciiyeti cihetiyle önceden tâyin eder. Burada açıklanmayan, kulda karakterin
nasıl ortaya çıktığıdır ki, yaratılış hikmetinin gizli tuttuğu bu bilinmez
mesele “kaderin sırrı” anlamında sırru'l-kader şeklinde adlandırılmıştır.
Allah'ın varlık âlemi üzerinde çeşitli manalarda
tecelli eden mutlak hâkimiyeti, bütün varlıkların geleceğini Allah Teâlâ'nın
hükmüne, dolayısıyla muhît ilmine bağlamaktadır. İrade ve kudretin hükmünden
hariç olmayan bir şey, ilmin ihatasından da hariç değildir. Hâkimiyetin
mutlaklığı, geleceğin müteâl hükümlerini ihtimal manasından uzak, kesin
bilgiler mahiyetinde göstermektedir. Bizde tahminden öteye geçmeyen hükümler,
müteâl hükme nispetle birer tâyindir.
Kur'ân-ı Kerîm'in geleceğe dair hâkimiyet
ifadeleri, aynı zamanda ilmin ihatası manasına gelir. Tıpkı gelecekten yapılan
gaybî ihbarların, aynı zamanda irade ve kudretin kesin hükmünü gösterdiği gibi.
Cenâb-ı Hakk hükmüyle her şeyi kuşattığı anda ilmiyle de kuşatmış olur. Vahyin
gelecek zamanlara ilişkin bildirdiği müteâl hükümleri, mukaddes ilmin ihatası
manasında okumak
mümkündür.
Kur’ân-ı Kerim’in beyanına göre, gelecek
zamanlar insan için bilinmez bir gayb âlemidir.[51] Geleceğin gizli hükümleri Allah Teâlâ'nın
elinde, istikbalin bütün bilgisi O'nun yanındadır.[52] İleride neler yaşanacağını Allah Teâlâ'dan
başka kimse bilemez; kimsenin, yarın başına neler geleceğini ve sonunda nerede
öleceğini bilmediği gibi.[53] Allah Teâlâ muhît ilmiyle, insanların
haberdar olduğu veya olmadığı her şeyi bilir.[54] İnsanların dünyada tek tek nasıl bir hayat
süreceğinden, ömürlerini ne şekilde tamamlayacağından aynıyla haberdardır.[55] Kıyametin nasıl meydana geleceği, mahşer
gününde neler olacağı, hesaba çekilen kişilerin Allah Teâlâ'ya nasıl cevap vereceği,
günahkâr kişilerin birbirlerine neler söyleyeceği, nihayet kimin cennete
gireceği ve kimlerin azaba maruz kalacağı dahi Yaratan'ın malumudur.[56] Hatta cehennemde azap çekenlerin arasında yaşanacak
münakaşalar, dile getirecekleri pişmanlıklar, cennet ehlinin kavuşacağı saadetler,
yaşayacakları yerler, birbirlerine hitabın nezih cümleleri ve ebedî nimetler,
hepsi ilâhî ilmin ihatasına nazaran ayrıntısıyla bildirilmektedir.[57]
Vahyin bu gibi gayb haberlerinden başka,
nüzul zamanında bildirilip sonradan aynıyla gerçekleşmiş tarihî ihbarları da
vardır. Kur’ân-ı Kerim’in indiği dönem açısından yakın bir geleceği aydınlatan
bu gaybî ihbarlar, bildirildiği üzere
tahakkuk etmiş olmakla, ilâhî ihatanın aynen yaşanmış malumatına örnektir. Bu
örnekler, bir zaman Nuh aleyhisselâma artık kavminden kimsenin iman etmeyeceği
vahyedildikten sonra, gerçekten büyük tufana kadar kimsenin imana girmemesiyle
müteâl ihbarın aynen vuku bulmasına benzer.[58] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
vahyedilen yakın gayb haberleri, kendi hayatında aynen yaşanarak tarihe geçmiş
olaylar durumundadır. Örneğin Mekke müşriklerinden Ebû Leheb'in iman etmeyip
küfür üzere ahirete göçeceği, vahyin ilk yıllarında önceden bildirilmişti.[59] Bu kişi, hicretin ikinci yılında kendi
evinde inançsız ve perişan bir halde öldü.
Varlık âlemi üzerinde böyle sınırsız bir
hükümle tecellî eden ilâhî ihatanın, müteâl hükmün ıtlakınca sonsuz olduğu
anlaşılır. Mukaddes ihata mutlak bir şe'ndir. Gelecek zamanlar, müteâl
hükmün sınırsız tâyini cihetiyle daima malum ve mukadder olur ki, vahyin mutlak
geleceğe yönelik kesin beyanları bu itibarladır. İhatanın sonsuzluğunu,
mutlak ilmin, sonsuz hükümler eşliğinde geleceğin sınırsız realitelerini
kuşatması şeklinde düşünmeliyiz. İhatanın sınırsızlığı, hükmün sınırsızlığına
eşdeğer; ihatanın tecellî sahası da müteâl hükmün kuşattığı varlık sahasına
denktir.
Hükmün kuşattığı varlık sahası, müteâl
iradenin yönelişine bağlıdır. İrade hangi keyfiyette hükmediyorsa, ilmin
ihatası da o keyfiyette tecellî edecektir. İhata tecellîsinin, iradeye ait hüküm tecellîsi
nisbetinde gerçekleştiği düşünülür.
Kur’ân-ı Kerim, Yaratan'ın nezdindeki yüce
kader dîvanına İmâm-ı
Mübîn adını vermiştir.[60] Bu yüce kitabın, hikmet dîvanı olan Ümmül-kitab'a istinad ettiği ve ona dâhil olduğu
söylenmişti. Buna göre kader hükümleri hikmet hükümlerine, İmam-ı Mübîn de Ümmül-kitab'a bağlıdır.[61] Evveliyette hikmetin tesbit edilmesini
kaderin tesbiti izlediği kadarıyla, iki mukaddes dîvanın mutlak bir münasebet
üzere birbiri ardınca yazıldığı düşünülebilir. Allah Resulü'nün bildirdiğine
göre, yüce hikmet ve kader kitapları, yaratılıştan çağlar önce Kalem ismindeki bir meleğe yazdırılmıştır. Kur'ân-ı
Kerim, Allah'ın âlemdeki her şeyi önceden tek tek belirleyip kaydettiğini anlatmaktadır.
Evvelî ihatayı ifade eden bu ilk kader kaydında, her şeyin mutlak bir tafsil
üzere değil, nispeten mücmel yazılmış olduğu söylenebilir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim,
yaratılış zamanları boyunca mufassal yazılan diğer bir kader dîvanından
bahseder. Bu itibarla İmam-ı Mübîn, müteâl kaderin icmal mertebesini
belirtmektedir.
Yaratılış zamanlarının sonsuz ayrıntılı ihata tecellîlerini temsil eden mufassal kader
dîvanı, vahyin beyanında Kitâb-ı Mübîn ismiyle anılır.[62] Evveli kader kitabı İmam-ı Mübîn nasıl yüce hikmet dîvanı Ümm'ül-kitab'a bağlı ve onun bir devamı ise, Kitab-ı Mübîn de onlara bağlı ve dâhil bir kitabet
sayılır. Kıyamet
gününe kadar daimî surette gerçekleşecek olan bu ikinci yazım, kaderin tafsil
mertebesini belirtmektedir. Buna göre, evvelî dîvanda nisbeten mücmel
kaydedilen her şey, yaratılış boyunca sonsuz ayrıntılarda yeniden yazılmakta,
mutlak bir ihata üzere istinsah edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim,
görevli meleklerin gerçekleştirdiği bu daimî istinsahın, Kadir gecesiyle özel bir münasebeti olduğuna işaret
eder.[63] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
miraçta duyduğunu söylediği kudsî kalem seslerinin de aynı müteâl kitabete
ait olması
muhtemeldir.[64] Kur’ân-ı Kerim, varlık âleminde yaşanan her
şeyin, henüz var edilmeden önce mübîn bir kitapta yer aldığını bildirmektedir.[65]
Evvelî ve daimî ihatanın böyle birbirine
bağlı mukaddes yazımlarla temsil edilmesine mukabil, kıyamet ötesini kuşatan ihata tecellîlerinin kitabete
geçmemesi, kader
dîvanlarının ağırlıklı olarak ahiret öncesine ilişkin mânalar ifade ettiğini
gösterir. Bu mânalann en genişi, mutlak rubûbiyetin temsil edilmesi olsa
gerektir. Kader hakikatte bir rubûbiyet tecellîsi olduğundan, kader dîvanları
da rubûbiyetin yüksek bir keyfiyette temsili için düzenlenmiştir. Bu yüzden Kur’ân-ı
Kerim, kaderin yazılmasının hikmetini, insanlara mutlak rubûbiyet altında
yaşadıklarını göstermek ve böylece Yaratan'a teslim olmalarını anlatmak
şeklinde açıklar. Aynı doğrultuda, her insanın hususî kaderinin
manen boynuna asıldığı bildirilmektedir.[66] Alın yazısı da denen bu özel kitabet
tecellîsi, her
ferdin hayatına hâkim olan rubûbiyeti temsil eder. Allah Resulü, bu hususî
yazımın, insana anne karnında ruhun üflenişine bağlı olarak gerçekleştiğini
belirtmektedir.[67]
Kader
dîvanları dünya hayatına münhasır kalsa bile, vahyin dîvanı olan Kur’ân-ı Kerim
kıyamet ötesi âlemlerden haber verir. Kısaca, her insanın ölümü gibi kâinatı da
nihaî bir ölüm beklemektedir.[68]
Kâinatın sonu, insanı korkudan mahveden muazzam yıkılışlara sahne olacaktır.
Nice sonra insanlar yeni dirilişle hayat bulacak, herkes mezarından çıkarak
dünyasının hesabını vermek üzere ilâhî huzura alınacaktır. Mahşerin nihayetinde
insanlık bölüklere ayrılacak, herkes lâyık olduğu ebedî hayata
kavuşacaktır. İyilikle yaşayan salih
müminler cennete girerken, imandan yoksun günahkârlar ise âdil bir cezaya mâruz
kalacaktır.72 İlâhî ihata, ahiretin
nihaî hayat sahalarında ebediyen tecellî eder. Belki de cennet ehli hiç
bitmeyecek sonsuz saadetlerini daima hatırlamak ve yaşanmamış ebedî zamanlardan
da feyz almak için, Yaratan'ın müteâl ihatasına mazhar manzaralar üzerinde
cennetin geleceğini seyredebilecektir. Cenneti var eden sınırsız merhamet,
böyle bir lütuftan uzak değildir.][69]
Allah
Teâlâ’nın önbilgisinin zaman içerisindeki ihatası ile anlamakta düşüncemizde
O’nun tarafına meyledip noksanlık makamında kendimizi görmek uygun olacaktır. Yaratılışında
kendisine danışılmayan bir varlığın sebebi olan yaratıcının iradesini
sorgulamakta açmazların olacağını düşünmesi gerekmektedir. Allah Teâlâ’nın sonsuz
kudreti karşısında insana verilmiş kısmî özgürlük kapısını kırmadan
düşüncelerimizde bir sorgulayıcı değil, sorgulanan mahkûmun çilesi ile hareket
etmek uygundur.[70]
Çünkü Allah Teâlâ’da bulunan sonsuz bilginin[71]
ve tecellinin kısacık akılla ölçülmesi bir yerde abesle iştigaldir. Hakikatte
bizim uğraşımız O’nun rahmet penceresinden yaratılış hikmetlerini düşünmektir. Düşünme
emri de Allah Teâlâ’nın ayrı bir emridir.
İmtihan
Sırrı
İlm-i
âtî gaybi ilimler arasında sayılır. Bu yönüyle “İlm-i Âtî” imtihan konuları
arasında bulunmaktadır. İnsan
dünyaya gelmekle imtihan için sözleşmeye imza atan birey olmuştur. Onun için
artık her şey bir imtihan vesilesidir ve kurtuluşu da yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de
dünya hayatının bir deneme veya imtihan yeri olduğunu sıkça
tekrar ettiği temalarından biridir. Gelecek ayetlerde de görüleceği gibi
kâinatın insanlık için imtihan yeri olduğudur.
İnsanın
dünya hayatının yegâne gayesi imtihandır. “İmtihan insan hayatının özüdür. İnsan hayatına anlam ve varlığına gaye kazandırır.”
[72]
“Allah, hanginizin ameli, hal ve
hareketlerinin daha güzel olacağı hususunda
sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı.” [73]
“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür,
bağışlayandır.” [74]
“ Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan
olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz
de sonunda bize döndürüleceksiniz,” [75]
İmtihan
konusunda insanların iyi ve kötü ile ayırt edilmediğinin bilinmesi ilâhi bir
emir olması nedeniyle kaçınılmaz hakikattir.
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?
Andolsun
ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya
koyacaktır.” [76]
“Biz sizi, çaresiz, biraz korku, biraz açlık,
biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!” [77]
“Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek,
onun halkını -yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.” [78]
“Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle
islediklerinizden ötürüdür. O, yinede çoğunu affeder.” [79]
İmtihan
konusunun Kur’ân-ı Kerim’de fitne olarak bahsedilmesi de, bu ilmin kendi
içerisinde sıkıntıların bulunması yanında yanlış algı ile sapmaların ve hata
ihtimallerini artırmasındandır.
Kur’ân-ı
Kerim’de “Sizi bir fitne olmak üzere
şerle de hayırla da deneyip sınarız” [80] buyrulmaktadır.
Fitne insanın sınanması anlamına kullanıldığında hem
olumlu, hem de olumsuz sonuç vermesi ihtimal olduğu için her iki şekilde
sonuçlanan olaylara da isim olarak verilir. Hz. Ömer radiyallâhü anh,
fitnelerden Allah Teâlâ'ya sığınan bir kişiyi gördüğünde:
“Allah'ın
sana evlat ve mal vermemesini mi istiyorsun?” der. [81] Yani hayattan kopmak mı istiyorsun diye
sorgulanmaktır.
Geleceğin
ilmi, hata payının en düşük düzeye düşürülmesi için gayret gösterilmek içindir.
Yoksa zaten gelecek bilgisi Allah Teâlâ’ya ait bilgilerden olup çok az bir pay
insanlara işaretler ve ilham yoluyla vehbî olarak ihsan edilmiştir. Bilinmesi
dahi gelecek hakkında olacak şeyleri de istenilen olumlu duruma çeviremez.
Çünkü bilginin fiiliyata doğru akışında uzun bir mesafe bulunmaktadır. İleri
görüş sahibi olan kişilerin bazı düşünceleri ilerde olacak bir olayı bilmesi
geleceği bilmekten çok “tevil=yorum” feraset kısmındaki vasfını
açığa çıkartmaktadır.
Rivayetlerde
belirtildiğine göre bir defasında da Hz. Ömer radiyallâhü anh, yanındakilere:
“Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bildirdiği fitneleri hanginiz biliyor?” diye sormuş, mecliste bulunanlardan Hz.
Huzeyfe radiyallâhü anh (v.36/656), aile, evlat, mal ve komşu yüzünden maruz
kalman fitnelerden bahsetmiş, Hz. Ömer radiyallâhü anh,
“Hayır,
bu fitneleri değil, deniz dalgaları gibi dalgalanacak olan fitneleri kastediyorum” [82] demiştir. İbn-i Ömer de kendisine
sorulduğunda,
“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
döneminde sadece müşriklerle savaştıklarını ve onların dinine girmeyi fitne
saydıklarını, şimdi ise insanların iktidar uğruna birbirleri ile savaştıklarını” [83] söylemiştir.
Bahsedilen bu ön bilgilerin fitnelerin
olmasını da engelleyememiştir. Müslümanların bu bahsedilen fitne önbilgisinin
geçmişte bilmelerine rağmen gelecekte kurtulamayışları belki kader
divanlarındaki yazıların tecellisinin engellenemez bir durumlarının varlığından
mı yoksa, başak bir geleceğin geçmişi olacak durumların gereği olduğunu anlamak
mümkün olamamaktadır.
Yine aynı soru akla gelmektedir. Geçmiş mi
geleceği etkiliyor? Yoksa gelecek mi geçmişi etkiliyor? Burada zaman, bilgi,
irade ve fiil dörtlüsünün sonsuz blanketleri
[84] sarmalr
durur. Bu durumların tek sonuçlandırıcısı da muhakkak Allah Teâlâ olacağı için
insanlık açısından zâtına karşı haddi aşanlardan olmamak gerekir. Düşünün bir
defa “Ben Kahhâr’ım, bu sıfatım ile tecelli ettiğimde kim bana mani
olacak?” emri ilahisi karşısında beşeriyetin konuşması söz konusu
olabilir mi?
“O gün onlar
meydana çıkarlar; onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. “Bugün
hükümranlık kimindir?” denir; hepsi: “Gücü herşeye yeten tek Allah'ındır” derler.”
[85]
İLM-İ ÂTÎ
(GELECEK İLMİ)
İlm-i
Âtî insanın rahat bir hayat yaşayıp nefsinin isteklerine kavuşmada zirveyi
bulmak olmadığı bilinmelidir. Konu üzerinde bazı düşünürlerin insanı
insanlıktan çıkarak ilâhî bir statüye kavuşması için gayret göstermesi aslında
yıkılışın temellerini getirerek köleliğin tekrar kazanılmasına yardımcı
olmaktır. Teknolojinin ve kazanımların hızı karşısında insanın yetişme hızını
hala bulamadığı bir gerçektir. Bu nedenle zamanı gelmeden elde edilen ilerlemeler
psikolojik, sosyolojik ve ahlakî yıkımlar oluşturması ile emperyalist kuvvetlere
teslim olan insan topluluklarını oluşturur. Sonuçta bu insanları mutsuz olmalarına
sebep olmaktadır. Mutsuz insanlar art niyetli çeteler tarafından hayvan
sürülerine çevrilerek buhranlar içinde yok etmeye başlarlar. Bu yok ediş sinsi
yavaş ve sistemlidir. Bu hareket aynı gemideki insanların birbirlerini yok
etmelerine benzemektedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir benzetme yaparak çok güzel bir örnek
verir:
“Allah’ın
sınırları üzerinde duran (onları) aşmayan kimse ile, o sınırların içine düşen
kimselerin benzeri, bir gemi halkının benzeri gibidir. Onlar gemi üzerinde
kur'a çektiler. Bazısına geminin üstü düştü, bazısına da altı (ambar kısmı)
isabet etti. Geminin alt kısmında bulunanlar su almak istedikleri zaman
yukarıdakilere uğruyorlardı. Bunlar (kendi kendilerine) biz nasibimiz olan
ambarda bir delik açsak (rahat eder) ve üstümüzdekilere de sıkıntı vermemiş
oluruz dediler. Simdi üst katta olanlar, aşağıda olanları bu talepleriyle baş
başa bırakırlarsa hepsi helak olurlar. Fakat onların bu istediklerine engel
olurlarsa hem kendilerini ve hem de diğerlerini kurtarmış olurlar.” [86]
Geleceğin
hızı karşısında yetişemeyen insanın buhranı sonunda köleleştirmek isteyen
kuvveti yıkma hareketine geçer. Çünkü kaybedecekleri kalmayanların hedefi kaybedeceği
olanlar için şiddet unsuru olurlar.
Geçmişinden kopuk ve kesik gelecek zamanın
kırılmıştır. Bu kırılma ise diğer bütün varlıkları etkiler. Bu kıyametin
kopmasına kadar gidebilir. Çünkü zamanın sahibi Allah Teâlâ olunca ilâhi irâde
müdahale etmesinin sebeplerini insan hazırlamıştır. Olacak bu son gelecek
kırılmasına “kıyamet” denir.
Bu son kırılmada arzular ve hedefler “bütüncül=küllî
irâde” yi aşmak veya kontrol etmek seviyesine gelince “kıyamet”i
koparmış olur. Çünkü Allah Teâlâ zatındaki birliği hiçbir şey ile paylaşmaz.
Yani insan geleceğini geçmişten kopardığı zaman kıyametini öne alarak “ecel”ini
yakınlaştırmıştır.
Allah
Teâlâ kâinatta “sebeplerden sonuca gitme” üzerine sistemini
kurmuştur. Bu durumda
İlm-i âtî oluşurken geçmişte elde edilen sonucu ileriye doğru “sebepler zinciri” kurarak temel
yapısını oluşturur.
Yine aynı soru
tekrarlanır; geçmiş mi geleceği, gelecek mi geçmişi etkiliyor?
[Düne ait bu olaylar, şimdinin
dünyasını hem tek başlarına açıklamakta, hem de açıklamamaktadırlar. Aslında
şimdiki zaman, çok daha eski deneylerin, farklı derecelerdeki uzantısı
olmaktadır. Şimdiki zaman geçmiş yüzyıllardan, hatta "insanlığın
günümüze kadar yaşadığı tarihsel evrim”in tümünden beslenmektedir.
Hepimizin kendiliğinden bir şekilde, bizi çevreleyen dünyayı yalnızca kendi
hayatımızın çok kısa süresi içinde ele alma ve dünya tarihini her şeyin
(savaşlar, çarpışmalar, zirve toplantıları, siyasal bunalımlar, devrim günleri,
devrimler, ekonomik düzensizlikler, fikirler, entelektüel ve sanatsal modalar)
birbiri ardına geldiği veya birbirine çarptığı hızlı bir film gibi görme
eğilimine sahip olmamıza rağmen, şimdiki zamanın böylesine bir yaşanmış zaman
boyutunu içermesi size saçma gelmemelidir.
Buna karşılık insanların hayatının, bu filmde
yer almayan birçok başka gerçekliği içerdiğini fark etmekte güçlük
çekmeyeceksiniz; içinde yaşadıkları mekân, onları hapseden ve varoluşlarını
belirleyen toplumsal biçimler, bilinçli veya bilinçsiz olarak uyulan ahlâk
kuralları, dinsel ve felsefi inançlar, onlara Özgü uygarlık. Bu gerçekliklerin
ömrü bizimkinden uzundur ve hayatımız süresince bunların baştan sona
değiştiğini görmeye çoğu zaman fırsatımız olmamaktadır.
Bir kıyaslama yapmak gerekirse, çevremizdeki
fizik dünya -dağlar, nehirler, buzullar, kıyılar-, kesinlikle biçim
değiştirmektedir. Öte yandan, bu evrim o kadar yavaştır ki, hiç kimse onu, uzak
bir geçmişe atıfta bulunmadan, bizim gözlemimizin sınırlarını aşan bilimsel inceleme
ve ölçümler olmadan, kendi gözleriyle fark edemez. Ulusların, uygarlıkların hayatı,
psişik veya dinsel tutumlar, aslında görünüşte daha az bir değişmezliğe
sahiptir, ama insan kuşakları birbirlerini izlerken, onlar da fazlasıyla
değişmektedir. Bu durum, hayatımıza eklenen ve dünyayı biçimlendiren bu derin
güçlerin önemini azaltmak yerine anırmaktadır. Böylece, yakın bir geçmişle, az
veya çok uzak bir geçmiş, şimdiki zamanın çoğulluğu içinde birbirlerine
karışmaktadır; yakın bir tarih, bize doğru hızlı adımlarla koşarken, uzak bir
tarih, bize yavaş adımlarla eşlik etmektedir. ][87]
İnsanlar olayların geçmiş ve gelecek sırrına
vakıf olmadığı için sadece onların zahirine bakarak hüküm vermektedir. Musa
aleyhisselâm ve Hızır aleyhisselâm örneğinde de olduğu gibi Musa aleyhisselâm
rasül olmasına rağmen olayların iç yüzlerini kavrayamamıştı.[88]
İlm-i Âtî gerçeğinde geçmişin saf bilgisinin
işareti her zaman geleceğe ışık tutmalıdır. Bu bozulmamış bilgi Allah Teâlâ
tarafından gönderilen bilgidir. Bu bilgide Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem ile miras kalmıştır.
Gerçek-Gerçeklik
Gerçek
ve gerçekliğin ne olduğu sorusu, tarih boyunca insanın kafasını en çok
kurcalayan konulardan biri olmuştur. Gerçeklik üzerinde ilkçağlardan beri çok
tartışılmış ve felsefenin ana sorunlarından olmuş ve çok sayıda ve farklı yorum
yapılmıştır.
En
genel tarifiyle gerçek, somut bir şekilde var olandır. Bu somut
olarak var oluş; insanın bilincinden, olayları ve nesneleri algılayışından
bağımsızdır. Bununla birlikte insan, yaşadığı ve algıladığı kadarıyla yetinmez
ve “gerçek” olanı bulmaya çalışır.
Gerçeklik
ise, gerçek olarak var olan şeylerin aslını ifade etmektedir.
İnsanın ulaşmaya çalıştığı şey, esasen tek bir “gerçek” olgu ya
da nesneden öte, bunların aslı yani “gerçeklik”tir. Gerçeğin “ne
olduğu” nu açıklamaya çalışan düşünürler, öncelikle gerçeğe “nasıl
ulaşılacağı” sorusunu cevaplamaya çalışmışlardır. İnsanlar, yaşadıkları
olayları, dünya ve diğer insanlar hakkındaki bilgi ve görüşlerini başkalarına
aktarmak ister. Gerçek/gerçekliğin bulunmasında sorunlar giderilmesinde “inanç”
mefhumu devreye girerek “olan/olmayan” nın sınırını kendi tayin
ederek birinin gerçeğini batıl, kendi batılını gerçek görür. Bu böylece devam
eder gider. Bu gerçek bilgisi de geleceği etkileyen faktör olur. Bazılarının
gerçek kabul ettiği bir zaman sonra gerçekliğini kaybedince geçmiş çöküşe
uğrar. Geçmişi çöken gelecekte artık ayakta duramaz.
[İslâm
idealizmi, Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Mekke'de yaşadığı,
hicretten evvelki yıllar esnasında inen ayetlerin meali içinde gelişti. İslâm
ruhu bu devrede doğmuştur.
Hayatın
pratik icapları ile mükemmel dünya adamı olmak arzusu içinde doğan muvaffak
olmuş bir gerçekçiliğin (realizm), sonraki yüzyıllarda İslâm ruhunu hareketten
durdurup menfaat ve muvaffakiyetlere tâbi kıldığını görüyoruz, İslâm âleminin
içten yıkılışı, böyle bir realizmin eseri olmuştur.][89]
Bir dönem yükselmenin sebebi olan gerçeklik
başka bir dönem yıkılmada etken olması kırılmanın olmasıdır. Mesela haricilerin
Allah rızası anlayışı ile Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin Allah rıza
anlayışındaki gerçeklik karşı karşıya gelmiştir. Gerçek ile gerçeklik bir
uyuşum içinde olmayınca kopmalar ve sonuçta yıkılmalar olur.
Sonuçta
İlm-i Âtîdeki bilginin gerçek olmasının önemsiz olmasıdır. Önemli olan ruhun geçmişteki
olan yaptırım gücüdür. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Kafirûn
süresinde “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” [90]
emredilmesi bu sebepledir.
İlm-i
Âtî de gerçeklik geçmişteki gerçeğin temeline bağımlı oluşu ile gelecek kendini
gösterir. Bu ise geleceğe yönelik tahminin isabetli kararına eş değerdir. Bu
ise iyi ve kötü olmaktan kurtulamaz.
Tahmin
İlm-i
Âtî için yapılacak tahminler gerçek ve gerçekliğin süzgecinden geçerken çıkan
sonuçlar görecelidir. Meydana gelecek şeyler hakkında da bir tesirinin olabilmesi
için muhakkak isabetli olması için doğruya yakin tahmin yapabilmek gerekir.
[Tahmin: karar alma ve sonuca sürecinin önemli bir
alt bölümüdür. İnsan için
her zaman ve her yerde hemen hemen soluduğu hava kadar önemli olmuştur. Tahmin,
kişinin yalnız kendi kararları için değil, aynı zamanda başkalarına öneride bulunanlar
içtimâi planda önemli kararlar alacakların da yolunu aydınlatır. Sonraki dönemlerde
olması muhtemel olayların oluşumunda etken olan faktörlerin, olaya etki, yön ve
derecesinin önceden tam olarak bilinebilmesi mümkün değildir. Bunun nedeni,
geleceğin belirsiz oluşudur. Bu nedenle, gelecekteki belirsizlik şartlarının en
aza indirilmesi ve gelecekte olayların nasıl bir gelişme eğilimi
göstereceklerinin tahmin edilmesi işine, insanoğlunun yeryüzünde görülmesiyle
başlanmıştır.][91]
[Sonuç olarak, gelecek için sağlıklı karar
alabilmek, başarı ihtimali yüksek plan yapmak ve optimum stratejiler belirleye
bilmek için, belirsizlik şartlarını en aza indirmek gerekir. Bunun içinde
yaygın olarak kullanılan en önemli araç, tahmindir.][92]
Geleceğin
Tahmini
[Tahmin, geleceğe ait bilgilerin
araştırılması işlemidir. Politika, yönetim sanatı ve iş hayatı, ekonomik ve
sosyal değişkenlerin gelişme eğilimlerine ilişkin tahminlere dayanır. Çünkü bu
konulardaki faaliyetlerin sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi için cari
dönemle gelecek arasındaki perdenin aralanması gerekir. Bu açıdan, tahmin
geleceğe açılan bir pencere niteliğindedir.
Genel anlamıyla tahmin, geçmişin görüntüsünün
gelecek üzerindeki etkisi olarak tanımlanabilir.
Gelecek insan için belirsizdir.
Geleceğin belirsizliğini tümden yok edemeyiz
ancak bu belirsizliği azaltabiliriz.
Bunun için çeşitli bilimlerden yararlanarak
tahmin usülleri geliştirilmiştir. Geleceğin tahmininin bir başka tanımı da,
geçmişin ve bugünün bilgisinden geleceğe ait sonuçlar
hakkında tahminde bulunabilmektir,
Geleceğin tahmini kimi zaman bilimsel merak,
kimi zaman da mikro ve makro bazda karar birimlerine yardımcı olmak amacıyla
yapılır. Geleceğin tahmini unsurları şunlardır.
-Tüm karar mekanizmaları gelecekle
ilgilenmekte ve doğrudan zaman unsurunu içermektedir. Bu nedenle tahmin belli
bir zaman için yapılacak, tahminin yapıldığı zamanın değişmesi halinde tahmin
de değişecektir.
-Tüm tahmin süreçleri, değişen ölçü ve
nitelikte verilere gereksinme duymaktadır.][93]
Tahminlerin geleceğin geçmişteki görüntüsünü
fark etmekten başka bir şey değildir. Geçmiş sürekli olarak geleceğe gebe
kaldığından ve geleceğe baktığından isabet şartı şartları uygulamadaki ihmalleri
en aza indirmektir.
“Ardında
ve önünde insanoğlunu takip edenler vardır; Allah'ın emriyle onu gözetirler.
Bir
millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir
milletin fenalığını dileyince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah'tan
başka hami de bulunmaz.” [94]
“Bir
millet kendini bozmadıkça” şartı ile tahmin edilecek sonuç “ Allah
onların durumunu değiştirmez.” Sonucu tahmin edilecektir. Bu tahminin
gerçekleşme süreci ve olma zamanı ise geleceğin geçmişine görecelidir.
Tahmindeki
Aşamalar
1-Verilerin Toplanması
Veriler, değişkenlerin değerlerine göre
toplanmasıdır. Sebep sonuç ilkesine göre toplanması gereken zincirler birbirine
bağlanacak şekilde toplanır.
2- Verilerin Düzenlenmesi
Bilgi ve veriler hangi yöntem ve araçlarla
toplanırsa toplandığı araştırmanın amacına, niteliğine ve kullanılması ve
planlanan analiz usül ve tekniklerini uygun olarak önce gerekli düzeltmeler ve
kontrol için gözden, geçirilerek tasnif ve sonuç çıkarılmak için hazırlanır.
3- Tahmin türetilip karar verilmesi.
Karar, bir şey ya da sorun hakkında düşünülerek verilen
kesin yargıdır. Karar verme ise, genel anlamda, karar vericinin değişik
alternatifler arasından, kendi amaçlarına uygun, kendisince önceden belirlenmiş belirli
kriterlere göre en uygun tedbiri seçebilmesidir.
Ayrıca, karar verme; bir değişikliği, bir
seçimi, bir kanaatin oluşmasını, bazen de belirsiz bir durumu gösteren
bir terim olup, geleceğin gelmesiyle birlikte ortaya çıkmakta ve sürekli değişerek devam
etmektedir.
Alınacak bir karar, mantıksal bir esasa
dayanan bir yaklaşımla seçenekler arasından en iyi olanı
seçilerek verilmektedir. İyi bir karar, bazı durumlarda hemen beklenen
ve istenilen sonuçları veremeyebilmektedir. Fakat bu durum, uzun dönemde
kararın iyi olma özelliğini değiştirmez. Belki bu kader denilen faktörün yani
Allah Teâlâ’nın muradının tecellisidir. Mesela, iki savaşan ordunun birbirini
yenmede hazırladıkları tedbirin dışında oluşan beklenilmeyen bir olayın
geçekleşmesidir. Tabiat olaylarının birdenbire değişmesi ile mesela fırtına olmasıdır.
Fırtına hiç beklenilmeyen bir sonuç iken bütün geleceği bir anda etkiler.
Alınan kararlar bir anda değişir. Gelecekte bu olayla birdenbire değişir.
“O bağ sahiblerini
belâlandırdığımız gibi; o sıra ki yemin etmişlerdi: sabah olunca onu mutlaka
devşireceklerdi.
Bir
istisna da yapmıyorlardı
Derken
onlar uyurken Rabbin tarafından bir dolaşan (afet) onun üzerinden dolaşıverdi.
Sonunda
(bahçe) kökünden kuruyup-kapkara kesildi.
Derken
sabaha yakın birbirlerine seslendiler
Mahsullerinizi
devşirecekseniz erkence çıkın, diye.
Ve
gizli gizli konuşarak yürüyorlardı.
“Sakın
bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın” diyorlardı.
Yoksullara
yardım etmeye güçleri yeterken böyle konuşarak erkenden gittiler.
Fakat
bahçeyi gördüklerinde: Mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız! dediler.
“Yok,
biz mahrum edilmişiz.” dediler.
İçlerinden
en makul olanı şöyle dedi: Ben size “Rabbinizi tesbih etsenize” dememiş miydim?
Rabbimizi
tesbih ederiz; doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz, dediler.
Ardından,
kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar.
(Nihayet)
şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz.
Belki
Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz (artık)
Rabbimizi(O'nun hoşnutluğunu) arzuluyoruz.
İşte
azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!
Allah'a
karşı gelmekten sakınanlara, Rableri katında nimet cennetleri vardır.” [95]
Bu bağ kıssasındaki duruma göre, karar
verilirken bir şart dahi noksan olursa sonuç gelecekte değişik olmaktadır.
Geleceğe karar verme oldukça güç bir
süreçtir. Gelecekten kaynaklanan belirsizlik ile karşı karşıya
kalırlar. Bu tür ortamlarının birçoğunda bulanıklık sonuçta etkili olmaktadır. Gelecek
için bulanık yaklaşım yardımıyla verilerin değerlendirilmesi,
geleceğin belirsizliğini etkili bir şekilde temsil edilebilmekte ve daha etkin bir
tedbire ulaşılabilmek için isabet etme şartı aranmalıdır.
Gelecek
üzerine yapılan varsayımların geçerliliği ve olabilirliği vehmî bir bilgi
olduğu muhakkaktır. Bu konuda insanların fikir, eylem vb. bazında
yönlendirilmeleri ile elde edilecek kazançların sonuçları için müsbet ve menfi
bir yorum yapılması ilk aşamada tam olarak bilinemez. Günümüzde gelecek için
yapılan tahminle sunulan bilgilerde daha açık görülmektedir.
Mesela
sosyalist düşünce temsilcisi bir gurubun birkaç gelecekçi hakkındaki görüşü
buna açıklık getirebilir.
“Pentagon'da üç
kuş var. Kanadında rozet yok. Onlar sivil kurmaylar.
Biri Fukuyama,
öteki Huntington, diğeri Brzezinsky.
Üç akıllı ve
soysuz akbaba. Soysuzluk, sözcüğün birinci anlamında: Fukuyama, Japon kökenli
bir Amerikalı. Huntington Hint asıllı bir Amerikalı. Brzezinsky Polonya kökenli
bir Amerikalı. Kültür intiharını bireysel açıdan başarıyla gerçekleştirmiş
asaletsiz ve üniformasız üç negatif simülasyon. İdeolojik terörün üç kurmayı.
Üçüde John Hopkins Üniversitesi'nin çıkardığı Journal Of Democrasy'nin editörü.
ABD'nin Afganistan taarruzunu destekleyen bildirgeye imza atmış üç emperyalist
stratejistyen. Popüler olan özellikle ikisi, Fukuyama ve Huntington.” [96]
Gelecek gerçekliğine çıkarken kabul edilen
tahmin arka planındaki gerçek faktör unutulmamalıdır. Gerçek gerçekliği ile
kopunca çıkacak sonuçta yukarıdaki bağın sonucu ile eşleşeceği anlaşılmaktır.
İlm-i
Âtî’de geçmişin gelecek bulanıklığı
Geçmişin mantıkla gelecekte şu sonuçları
olacak demek tam doğru olmaz. Belki iki sonuç arası oluşum arasında gelir gelip
gidebilir. Bu ise kader faktörünün araya girmesidir.
[Modern bilim, 2000 yıldan bu yana,
mutlaklıklar ve kesinlikler üzerine kuruludur. Kâinattaki gerçeklikler çoğu
zaman gri olsalar da, bilim, yaptığı kesin tanımlamalarıyla onları siyaha ve
beyaza boyar. Aslında uç değerler arasında dereceli değerlerin var olduğu her
devirde bilinen bir gerçektir. Fakat bu gerçeği kabullenmek ve bilimsel saymak
genellikle pek çok bilim insanı tarafından kolay olmamıştır.
Aristo mantığı olarak bilinen iki değerli
klasik mantık, 1920’lerden itibaren filozof ve teorik matematikçilerin
ürettikleri paradoksları açıklamakta yetersiz kalmıştır. Çünkü Aristo
mantığı gerçek dünyayı bütünüyle tasvir etmekten uzaktır. Tabiattaki
her oluşumun bir meydana gelme derecesi vardır. Bu anlamda herhangi bir önermenin
yalnızca doğru ya da yalnızca yanlış olması
gerekliliği, ikili mantığın gelişerek çok değerli mantığa dönüşmesine sebep
olmuştur. Çok değerli mantığın en ilkel hali olan üç değerli mantık,
önermelerin {0, 1} değerlerinin yanında, {0.5} değerini de
almasını sağlamıştır ve böylece değer kümesi {0, 0.5, 1} olarak
geliştirilmiştir. Değer kümesindeki {0} ögesi önermenin kesinlikle
yanlış olduğunu, {0.5} ögesi belirsiz olduğunu ve {1} ögesi de
kesinlikle doğru olduğunu ifade etmektedir.
1930’ların başında Polonyalı mantık bilimcisi
Lukasiewicz, üç değerli mantıktan yola çıkarak mantığı bütünüyle ele
almıştır ve sonsuz değerli mantığı geliştirmiştir. 1965’te Lotfi
Zadeh, o zaman kadar yapılan tüm mantıksal yaklaşımları toplu bir
şekilde ele alarak yorumlamış ve ulaştığı bu çıkarımlarla bulanık mantığı
keşfeden kişi olmuştur. Günümüzde bulanık mantık, Zadeh ile
birlikte anılmaktadır. Bulanık mantıkta önermeler [0, 1] aralığında
sonsuz değer alabilirler. Dolayısıyla ikili mantık, bulanık mantığın
özel (indirgenmiş) bir halidir. Klasik mantıkta doğru veya yanlış olma
durumu dışında başka herhangi bir durumun gerçekleşmesi olanaksız olarak
varsayılır ve genellikle böyle durumların paradoks oldukları
kabul edilir. Hâlbuki böylesi durumlar bulanık mantık açısından son
derece doğaldır. Hatta {0, 1} dışında sadece üçüncü bir durumla
yetinilmez, bunun dışında [0, 1] aralığında değer alabilecek sonsuz
durum gerçekleşebilmektedir.
Tarih içinde değişen ve gelişen mantık
sistemleri içinde, insan zekâsını en kapsamlı olarak ele alıp analiz edebilen,
yani insan beyni gibi düşünebilen en gelişmiş mantık sistemi bulanık mantıktır. Sonsuz değer alabilme gibi özellikleri
sayesinde insani yargıları olduğu gibi kavrayarak yaklaşık düşünebilmeyi mümkün
kılmaktadır. Zadeh’e göre bulanık mantık, kelimelerle hesap yapmaktır.
Kelimeler
nesneleri temsil eder. Araba
kelimesi
pek çok arabanın yerine kullanılır ve herkes için farklı düşünceler
çağrıştırır. Günlük konuşmalarımızda genellikle hepimiz aynı kelimeleri
kullanmamıza rağmen aynı şeyleri düşünmeyiz. Söylemlerimiz, düşündüklerimizin yansımasıdır. Fakat bu
yansımalar belirsizliklerle doludur. Bulanık mantık bu belirsizlikleri ustaca
ele alır. Bunu yaparken her olaya bir meydana gelme derecesi atar ve böylece
önermelerin iki değerli sınırlı kalıbını kırarak, sonsuz değerli olabilmelerini
sağlar. Bulanık mantık aslında tabiatta var olan, fakat ilmî olduğu, hatta
olması gerektiği sonradan anlaşılan, ayrı bir öğreti gibi varlığını çağlar boyu
sürdürmüştür. Kimi zaman paradokslar, kimi zaman üç değerli, kimi zaman çok
değerli mantık olarak karşımıza çıkmış, nihayet Zadeh’in tanımlamalarıyla
gerçek kimliğini kazanmıştır.] [97]
[İnsan
beyni belirsiz bilgiyle yaklaşık karar verebilen en üstün mantığa sahiptir.
Makineler ise bu özellikten yoksundurlar. Sadece ikili bit[98]
değerleriyle girilen bilgileri özetleyerek işlem yaparlar. Bulanık teori ortaya
atıldığı andan itibaren çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştirilerin
ilki, teorinin uygulaması olmadığı için, sağlam temellere oturtulamayacağı
yönündeydi. Fakat 1974 yılında Ebrahim Mamdani, bulanık denetimle
çalışan buhar kazanı yapmayı başarmış ve bu eleştirileri geçersiz kılarak
günümüzde halen devam etmekte olan akıllı üretimin öncüsü olmuştur. Ancak zaman
içinde bu eleştiriler boyut değiştirerek devam etmiş, bu defa da yapılan uygulamaları
destekleyecek kadar güçlü bir teorinin olmadığı öne sürülmüştür. Hâlbuki
bulanık mantık, klasik mantığın çok değer alabilen genelleştirilmiş bir halidir
ve klasik yaklaşımı inkâr etmeden, kesin bilgilerin yanına insani yargıları,
tecrübeleri ve belirsiz bilgileri de dâhil etmeyi amaçlayan bir sistemdir.
Klasik mantığın açıklamakta yetersiz kaldığı durumlarda çözüme gidebilmeyi
sağlayan geniş bir bakış açısı getirmektedir.][99]
Gelecek
ilmi açısından da yapılacak tahminlerde bulanık mantığın geçerli olduğu
görülmektedir. Bu şekilde yapılan tahminlerin uç değerleri arasındaki oluşumlar
ile hata payı yüksek olanlar ile düşük olanlar dengelenmiş olur. Her ne şekilde
olursa olsun bu mantık ile hiçbir sonuç isabetsiz kalmamış olur.
Bugün için kesin yargılar ile gelecek
hükümlerindeki ihtimaller açığa çıkar ki isabetli karar vermenin ihtiyatı elden
kaçırılmamış olur.
İlm-i âtî (Gelecek İlmi) nin Dini yönü
“Gelecek” gibi çok geniş ve henüz tecrübe edilmemiş
bir alanda söz söyleme, bu tür bilgileri doğru sayıp üzerlerine hüküm bina etme
zor ve iddialı bir husustur. Çünkü gelecekle ilgili bilgilerin sınırı yoktur.
Her alanda önceden verilen veya verildiği iddia edilen bilgi bu kapsama girer.
Kur'an-ı
Kerim, gaybı bilmeyi Allah Teâlâ’nın yüce sıfatlarından biri olarak kabul
etmektedir. “Gaybı bilen” nitelemesi sadece Allah Teâlâ'ya nisbet
edilebilir. [100] İmam Matüridî bu ilme sahip olmayı Rabb,
ondan mahrumiyeti de yaratılmış (merbûb) olmanın bir alameti olarak ifade
etmektedir. [101]
Kur'an-ı
Kerim bir taraftan, gaybı bilmenin Cenab-ı Hakk'ın kontrolünde olduğunu beyan
ederken öte yandan Allah Teâlâ'nın resullerinden dilediklerine gayptan bilgi
vereceğini ifade etmektedir. [102] Bu demektir ki insanoğlu gayptan beşerî
özellikleri ile değil, ancak Allah Teâlâ'ın bildirmesi (vahiy) ile veya ilham
etmesi ile bilgi sahibi olabilir.
Allah
Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de “Yüce Allah'ın, resullerinden dilediklerine
gayptan haber vereceği” bildirmektedir. [103] Enbiya Allah Teâlâ'nın “elçileri”
olduklarına göre zaman zaman vahiy yoluyla gaybî haberler alabilirler. Bu durum
istisna olup onların bütün hayatları için genelleştirilemez. Nitekim Kur'ân-ı
Kerîm'de
“Hiçbir
insanın, yarın ne yapacağını ve nerede öleceğini bilemeyeceği” [104] şeklinde bütün insanları kapsayan genel
hükümler belirtilmiştir. Bu umumi hükmü birçok rasülün ağzından teyid
etmektedir. Mesela; Hz. Nuh aleyhisselâm kavmine;
“...Size
Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem...” [105] dediği, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
selleminde
“...Benim
ve sizin başınıza gelecek olanları bilmiyorum. Ben ancak
bana vahyolunana uymaktayım...” [106] diye söylediği buyrulmaktadır.
Kur'ân-ı
Kerim’in bakışına göre gaybî haber Allah Teâlâ'ya ait yani ilâhî kaynaklıdır.
Beşerin kendi imkânları ile gayptan haber vermesi mümkün değildir. Hz.
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme vahiy yoluyla bazı gayp haberlerinin
bildirildiği Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır [107]. Ona gönderilen gayr-i metlüv vahiyler
Kur'ân'da yer almadığına göre[108], bir
kısmının da bu şekilde bildirilmiş olabileceği ve bu haberlerin de hadis
kitaplarında yer almış olabileceği tabii karşılanabilir.
Sünnetten
de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gaybı bilmediğini ifâde eden birçok
misal göstermek mümkündür. Mesela Hz. Aişe radiyallâhü anha “...
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gelecekte olacakları, bildiğini iddia
eden Allah Teâlâ'ya iftira etmiş olur” [109] demekte, mahşerde ümmetinin affedilmesini
isteyen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme
“Sen,
onların senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun” [110] denileceği haber verilmekte, ashaptan Osman
b. Ma’zûn hakkında
“Allah'ın
sana ikramda bulunacağına şehadet ederim” diyen Ümmü'l-A'la'ya (v.6/627), Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellemin “Ben Allah'ın elçisi olduğum halde ne
muamele göreceğimi bilmiyorum” [111] dediği bildirilmektedir.
Gayb
bilgisinin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bildirildiği muhakkaktır.
Fakat bilginin zaman, mekân, şahıslar hakkındaki kapalı ve imalı ifadelerinden
dolayı, gerçekleşene kadar çoğu zaman gizli kalması nedeniyle istismar
edildiği, uydurulmaya müsait olması açısından şüpheli kısma da girer. Adı
üzerinde olduğu gibi “gaybî” kelimesi “hazırda olmayan; görünmeyenlere âit; hazır
olmayanlara âit; başka âlemdekilere âit; âhirete âit; gayba âit ve müteallik” demek olunca
kabul etmemek sorunu ile karşılaşırız. Dinin temeli de “gayb”
üzerine kurulu olduğuna göre bilgilerin ret ve kabul aşamasındaki dikkatin ne
olacağı daha açıktır.
Anlaşıldığına göre
gaybi bilgide sınırlamayı kaldırmak, insanları takıntılardan kurtulmalarıyla
donukluk içine düşmelerine mani olmak için, vahyin bir kısmında okunmayan
vahyin gelişi (gayr-i metlüv) ile sorumluluk sınırlarının genişlemesine Allah
Teâlâ engel olmuştur. Fakat hadislerde
gelen gaybi haberler ile belki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem düşünce
alanında öngörü sahibi olunmanın temellerini atarak sebep ve sonuç ilişkisinin
çözümleme ile gelecek için geçmişin yorumlanması ve gelecekte oluşacak
kırılmaların önüne geçilmesi ve ibret alınacak derslerin çıkması istenilmiştir.
Bu arada bazılarının her şeyin Kur’ân-ı Kerim’de olmasını aramak ve bulmak
çabası aslında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı yapılan sindirme
ve silme hareketi olduğudur. Çünkü bu şekilde kazanılacak bir düşüncenin getirisi
yüzyıl sonunda Kur’ân-ı Kerim’in de şüphe götürür tarafları olabileceği
inancının meydana çıkmasıdır. Çünkü gaybi bilgiden tamamen yoksun kabul
edilmesi ile Allah Teâlâ tarafından gönderilen Kur’ân-ı Kerim de gaybiyet ile geldiğine
göre sonuçta olumsuz sonuç çıkarımı muhakak olacak demektir.
Hz. Ali kerremallâhü
veche gelecek için birçok bilgiyi kendisinden sonra geleceklere bildirmiştir.
Fakat bu bilme ve bildirmeler ile gelecekte olacak olaylarda bir değişme
olmamıştır. (Kerbela) Bu bize göstermektedir ki, geçmiş mi geleceği, gelecek mi
geçmişi etkilemektedir. Olacak olayların sonsuz örgüsü kendi içindeki sarmalı
nasıl olmakta olduğudur. Yukarıda
bahsettiğimiz bulanık mantık ile gelecek geçmiş ile geçmiş gelecek ile birçok
ihtimal hesabı yapmaktadır. Bu ihtimallerin sayı olarak büyümesi de Allah
Teâlâ’nın büyüklüğünün açıkça göstergesinden başka bir şey değildir.
İlm-i Âtî’nin Kur’ânî
yaklaşımı
İlm-i Âtî’yi Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerin gösterdiği
işaretlere bakarak yorumlama yapmak, Allah Teâlâ’nın kader alanında devletlerin
ve milletlerin yüzyıllar sonra göreceği ve başlarına gelecek durumların
habercisi olmaktan başka bir şey değildir. Allah Teâlâ’nın kullarına saklı
tuttuğu gelecek “kesin olacak bilgisi” olan kısmıdır. Yoksa
geleceğin ne getireceği hususunda işaretleri ve ön bilgilerini saklı tutmadığı
gibi tahsili olmayan bir kişinin anlayacağı açıklıkta Kur’ân-ı Kerim’de beyan
buyurmuştur. Bu nedenle “İlm-i Âtî”nin çok bir tahsil gerektirmesi yanında gerektirmeyen
kısmı da vardır. Buna “feraset” “ilm-i ledün” de
diyebiliriz.
İlm-i
Âtî’nin ledünni boyutuna kavuşmak için Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerin işaretine
ihtiyaç duyarız. Allah Teâlâ kader kitabı olarak koyduğu levh-i mahfuzu bir
kurallar manzumesi olarak irade-i külliyesinin dileği ile tecelli eder.
Bazılarını
şu şekilde sıralayabiliriz.
1-Kudret
Allah Teâlâ’nın dilemesi ile olur. Yani evrimleşme gibi durumdan
bahsedilemez. Tekâmül ise evrimleşme olmayıp tecrübelerin birleşmesi ile
olgunlaşma gayret neticesidir. Evrim ise iradesiz tesadüfler ile meydana
geldiğinden gelecek bilgis olan İlm-i Âtî’de tesadüf saçmalığı bulunmaz
“Allah
mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.” [112]
“(O
yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler
sonunda Allah'a döner.” [113]
“Rabbinin
rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların
geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için
kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabbinin rahmeti, onların
biriktirdikleri şeylerden daha iyidir.” [114]
2-İdrak
sahibi olanların idrakine kavuşamadığı ve ulaşamadığı birçok âlem vardır.
“(Allah Teâlâ) Bilmediğiniz daha nice şeyleri
de yaratır.” [115]
“Oysa
sizi de, yaptığınız bu şeyleri de Allah yaratmıştır dedi.” [116]
3-Allah
Teâlâ mahlûkatına hiçbir konuda dileği dışında mecburiyeti yoktur.
Yani çalışmak, gayret ve istek ile bir şeylere varılacak zannedilir. Allah
Teâlâ kullarına “zalim” sıfatına düşmeden adilâne muamele kılar.
“Gökleri
ve yeri gerçekten Allah'ın yarattığını bilmiyor musun? Dilerse sizi yok edip
yeni bir topluluk var eder. Bu, Allah için güç değildir.” [117]
“Bizim,
yeryüzüne gelip, onu uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi? Allah (dilediği
gibi) hükmeder, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur. Ve O hesabı çabuk görendir.”
[118]
4-
Doğru ve eğri olmak an açısından açısından olmayıp öncesine bağlı
neticelerin kaderine bağlıdır.
“Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik
mi?” [119]
5-
Küreselleşme ile tek sistem ve devlet üzerine kurulması imkânsızdır.
“Allah'ın
insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah
âlemlere lütufkârdır.” [120]
6-Yükselme
ve yıkılmanın şartları oluşmasında sebep ve sonuç ilişkisi açıktır.
İlm-i âtî hakkında tedbir aşamasında kurallar Allah Teâlâ tarafından kulları
haberdar edilmiştir.
“Bir
şehri yok etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklarına yola gelmelerini
emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. Biz de
onu yerle bir ederiz.” [121]
“Sizi
sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri
getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” [122]
7-Allah
Teâlâ’nın haddi aşanlar hakkında aceleci davranmadığı gibi, dilemesiyle olan
neticeye ulaşanlar hakkında kararını değiştirmez.
“Her
ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir
ne de öne geçebilirler.” [123]
“Herkes için önünden ve arkasından takip eden
melekler vardır, onu Allah'ın emriyle gözetirler. Muhakkak Allah bir topluluğa
verdiğin! Onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz! Bir topluluğa da Allah bir
kötülük irade buyurdu mu artık onun geri çevrilmesine çare bulunmaz. Onlar için
O'ndan başka bir vali de yoktur.” [124]
“Fakat
azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir.
Allah'ın kulları hakkında süregelen âdeti budur. İşte o zaman kâfirler hüsrana
uğrayacaklardır.” [125]
“Allah'ın
emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.” [126]
8-
Kıyametten önce İslâm’ın zaferi olacaktır. Her ne şekilde
olursa olsun kullarına zulmeden topluluklar ve güçler mağlup olacaktır.
“Müşriklerin
hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere
rasüllerini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.” [127]
9-Allah
Teâlâ gelecek için bir şeyin olmasını takdir ettiğinde engel olacak her şeyi
kaldırmakta olduğu gibi yönlendirme ve takviye konusunda yardım konusunda yardım
edişinde ilah olduğunu sürekli tecelli ettirir.
“Ve (Allah), onların kalplerini
birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini
birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O,
mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” [128]
10-
Geleceğin kontrolünü Allah Teâlâ kudret elindedir.
“Eğer
yerle gökte Allah'tan başka Allah Teâlâlar olsaydı, ikisi de bozulurdu. Arşın
Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.” [129]
11-Doğru
sonuçları ancak Allah Teâlâ’nın sevdiklerinden başkasının anlayışı kavrayamaz.
Çünkü küfür ehli kapalılık üzere hayat yaşadığı için Allah Teâlâ’yı inkâr eder.
“İnkâr
edenlerin işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder,
fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O da hesabını
görür. Allah hesabı çabuk görendir.” [130]
“Veya
derin denizin karanlıklarına benzer. Onu üstüste dalgalar ve dalgaların üstünde
de bulutlar örter; karanlıklar üstünde karanlıklar; insan elini uzattığı zaman,
nerdeyse onu bile göremez. Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz.” [131]
“Onlar,
dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Onlar, ahiretten habersizdirler.” [132]
12-
Tekâmül nazariyesinin sınırı vardır. Bu sınır aşılmayacak aşıldığı
sanıldığı zaman vehimden farkı olmayacaktır.
“Süleyman:
“Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık
ver; Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın” dedi.”
“Bunun
üzerine ona rüzgârı müsahhar ettik, emriyle istediği yere yumuşacık cereyan
ederdi” “Bina ustalarını ve dalgıçlık yapan şeytanları da emrine verdik.” “Demir
zincirlere bağlı diğer yaratıkları da onun emrine verdik.” [133]
12-İlm-i
âtî vehbi ve ledünni ilimdir. Allah Teâlâ’nın dilediklerinden başkası fikir
üretmesi mümkün değildir.
“Cennette
altlarından ırmaklar akarken gönüllerinden kini çıkarıp atarız. “Bizi buraya
eriştiren Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru
yolu bulamazdık. And olsun ki Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmiştir”
derler. Onlara, “İşlediğinize karşılık işte mirasçısı olduğunuz cennet” diye
seslenilir.” [134]
“Dilerse
sizi yok eder, yeniden başkalarını yaratır. Bu da Allah'a güç bir şey değildir.”
[135]
13-Allah
Teâlâ bir facirlele de dilediklerini yapar. Dini kuvvetlendirir ve dilediğini tecelli
ettirir.
Allah Teâlâ, Hz.
Musa aleyhisselâmı firavunun gözetiminde yetiştirip ve olgunlaştırmıştır. Bunu
yaparken firavun gerçekten sevgi ile ona yönelmişti.
“Onu sandığın
içine koy, denize bırak, deniz de onu sahile bıraksın onu, hem Bana düşman, hem
ona düşman biri alsın!” Ve senin üzerine, gözetimim altında yetiştirilesin
diye, katımdan bir sevgi koydum.” [136]
Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:
“Emîriniz, fâzıl
veya fâcir her nasıl olursa olsun, (onun emri altında) cihad
etmeniz size farzdır. Keza, namazı da fâzıl veya fâcir ve hatta kebâir işlemiş
bile olsa her Müslümanın, arkasında kılması bütün Müslümanlara farzdır.” [137]
Başka
bir hadisinde ise “Allah bu dini fâcir bir kimse ile de kuvvetlendirir”
Bu ayetler,
hadisler diğer birçok ayetlerde Allah Teâlâ’nın geleceği sürekli kontrol
altında tuttuğunu haber veriyor.
Bilinen ve olay ve olguların birbirine belirli bir şekilde bağlı olması, her şeyin bir nedeni
olması ya da her şeyin bir nedene bağlanarak açıklanabilir olması ya da belli
nedenlerin belirli sonuçları yaratacağı, aynı nedenlerin aynı şartlarda aynı
sonuçları vermenin[138] olmayacağından
hareketle dilediği zaman dilediği şeyi işlemeyi de zâtında saklı tuttuğunu
bildirmiştir.
Buradan çıkan sonuç geçmiş ve gelecek zamanın
unsurları olup zaman kendi zâtına işaret eder. Zatının irâde-i külliyesi cüz-i
iradeye bıraktığı seçme hakkını gerekirse sorgulamasız bitirir. Bunun için
kulun seçme bir hakkı yoktur. Bu durum ise rablık gereğinin mantıklı sonucudur.
Bunun niçin ve nedeni de bulunmaz.
İlm-i
Âtî ile İlmi Ledün ilişkisi
İlm-i Âtî tarih ilminin bir
simetrisidir. Biri geçmişe, diğeri geleceğe bakar. Tarih geçmişi keşf ise İlm-i
Âtî de geleceği keşf veya geleceği şeffaflaştırmaktır. Lakin İlm-i Âtî ile
kehânet arasında dağlar kadar fark vardır. Falcılık icabında İlm-i Âtî’nin bir şubesi
sayılabilirse de İlm-i Âtî falcılık değildir.
Geçmişi analiz
etmek, somut olaylardan dolayı daha kolaydır. Lâkin bugünün verileriyle
geleceği okumak da mümkündür. Zira Allah Teâlâ’nın koyduğu işleyiş kanunları
vardır. Yanılma payı olmakla birlikte, bu kanunlar çerçevesinde geleceği
okuyabiliriz. Bunu pekâlâ herkeste yapabilir.
Geleceği okumanın
kâhinlikle bir irtibatı olduğu gibi, kâhinliğin ötesinde müspet ve pozitif
ilimlerle de bir alakası vardır. İbni Haldun, tarihçi ve medeniyet ilmi uzmanı
olduğundan dolayı, tarihten çöküş ve yükseliş kanunlarını çıkarmıştır.
Dolayısıyla geleceği okumak anlamında fütürolojinin çok büyük bir fezası ve gök
kubbesi vardır. Bu nedenle kimileri ilm-i âtiye falcılık ve astrolojiyi de
katarken, kimileri de tarih gibi ilimler üzerinden ilerlerler.
İlm-i Âtî, geleceği düşünme yöntemi belirsiz bir geleceğe
hazırlık yapmak, yarının ne olacağını Allah Teâlâ kader kanunları ile anlamaya
çalışmaktır. Bu ise hem zor hem kolaydır. Çünkü Allah Teâlâ dilerse bu ilmin
hakikate çıkmasını sağlar. Fakat bu ilim gaybî tarafa düşmesinden dolayı ancak
zuhur edince fark edilir. Bu bilmemek ile eşdeğer duruma döner. Yani bilmek,
sanki bilmemek olur. Bazen öyle bir duruma döner ki alay edilen bir gerçek
olur. Rasüllerin bilgileri hakikat olmasına rağmen uzun vadelerdeki bilgileri,
mesela ölüm sonrası bilgiler hep alay konusu olmuştur.
İlm-i âtî mensuplarının gelecek faraziyeleri dinî, sosyal
ve pozitif bilimlerin kullanılması ile olsa da, bu her zaman haklı
çıkacaklarını göstermez. Aksine, tarih, bu ilim sahiplerinin yaptığı yığınla
yanlış tahminlerle doludur.
Gelecek ilmi olan İlm-i âtî bir çeşit öngörü olduğu
için, içinde daima küçük veya büyük yanılgıları da barındırır. Neticeler
çoğunlukla bilimsellikten uzaklaşması görebilir. İlm-i Âtî’de esas olarak
dinimizin iki önemli esası Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellemi ele alırız. Bunun dışındaki şeylerin “Ön yargı” olmasının
önüne geçilmediği zaman, yanılgı sebebi olması kaçınılmazdır. Çünkü İlm-i âtî
geleceğe dönük yönüyle kehanete benzer durumu çağrıştırır. Çalışmaya başlarken,
tahmin edilmeye çalışılan konu ile ilgili 'beklenilen' sonucu
baştan doğru kabul etmek hatanın gerçekleşmesi ihtimalini artıracaktır.
Bahsettiğimiz iki esasın dışındaki sebepler için bilinçaltında veya bilinçli
olarak yanlı bakma durumu, istenilen sonucun gerçeğin yerine geçmesine yol
açacaktır. Aslında, yapılmak istenen geleceği anlamaktır, planlamak
değildir. Bu ilim mutlak analiz olmayıp, değişik ilmî usullerle
ulaşılmaya çalışılan ‘sebep-sonuç’ analizidir. Yani 50 yıl sonra
nasıl olacağız sorularının cevabı kehanetle değil ancak İlm-i âtî ile
verilebilir. Bu ilimde yanılabiliriz, fakat en azından ‘bir şeyler’
yapmış oluruz. Ancak geleceğe her bakışta bilinen şey onu hep değiştirmemize
de sebep olur. Çünkü her bakışta gördüğümüz bir değişimin oluşmasını
isteyişimizdir.
İlm-i
Âtî’nin gelecek ile yorumlar getirmesi ile İlm-i ledün sınıfına dâhil olduğunu
söyleyebiliriz. Çünkü verilerin neticeleri birbirleri ile çözülmez düğümler
halindedir. Çünkü kaderin çizgileri ve
her şey olması gerekene doğru hareket ediyor. Geçmiş ve gelecek birbiri içinde
o kadar karmaşık sistem ki
“gelecek bugünü mü etkiliyor? Yoksa geçmiş mi geleceği?” bu soru hala cevap bulmuş değildir. Ancak geçmişin geleceği etkilediği
düşüncesi hâkim gelenektir. Anthony
Giddens’ın da belirttiği gibi, “geleceğe bakış her zaman geçmişe bakış
üzerinden temellendirilmelidir”.[139]
[İnsanların çoğu hayatlarında rüya, ilham ve önsezi ile
bir şekilde karşılaşırlar. Etkisinde kaldıkları bir rüyanın dahi doğruluğuna
inanmasalar bile yorumunu öğrenmeye çalışırlar. Bu nedenle insanlar, kritik
kararlarında haricî verilerin dışında içsel bilgilerine de değer verirler. Bu
kişisel bilgiler, sahibi için kimi zaman büyük önem arz edebilir. İçsel bilgiyi
bütünüyle reddetmek ya da onu yegâne bilgi olarak görmek, doğru bir tutum değildir.
Çünkü insan, hem maddî hem de manevî boyutu olan bir varlıktır. Bu boyutlardan
biri ihmal edildiği zaman insan tanımında ciddi bir eksiklik söz konusu olur.
Maddî boyutun öne çıkarıldığı günümüzde insanın manevî boyutunun önemli
unsurlarından olan ilm-i ledünnî bir giz olarak kalmaya devam etmektedir.
Beşerî bilginin her zaman doğru sonuç ortaya
çıkardığı söylenemez. Hakikate ulaşmada insan aklı yetersizdir.
Kendi çevresini bile tam olarak ihata edemeyen insan aklının, gaybî hakikatlere
nüfuz etmesi imkânsızdır. İnsan aklı, yanılgı, gaflet ve unutmaya açıktır.
İnsan, hakikat arayışında vahyin yol göstericiliğine muhtaçtır ve onsuz hakikate
ulaşması mümkün değildir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, gerek rasüller gerekse de
bu bilgiye mazhar olmuş kişiler aracılığıyla insanların bu ihtiyacını
gidermektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde Allah'ın gönderdiği rasüllerin
görevleri, insanları hidayete erdirmek ile yararlı ve zararlı şeyleri onlara
öğretmektir. Bu gerek vahiy, gerekse ilham gibi bazı yollarla olmaktadır.
Böylece insanlar aklen yetersiz kaldığı zamanlarda bu desteklerle ayakta
kalmışlardır. Bu durum kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü insanlar vahyi
desteğe her zaman muhtaçtırlar. Ancak “Kelamcılar ve filozoflar, ilm-i
ledünnînin bilgi kaynağı olamayacağı hususunda görüş birliği içindedirler.”
Bu ilme daha çok değer veren ve onu bir bilgi kaynağı olarak kabul edenler
sufilerdir. Sufilerden bir kısmı bu ilme sahip olmanın büyük bir erdem olduğunu
ve bu ilmin, sahibi açısından bağlayıcı olduğunu belirtmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de bu ilimle ilgili olarak Hz.
Musa ile Hızır aleyhimesselâm arasında geçen olaylardan anlaşılan şey Hızır
aleyhisselâmın sahip olduğu ilmin, bizim ilmimizden farklı olduğu olgusudur.
Öncelikle mahiyet ve kaynağı bakımından farklı bir ilimdir. Bu bilgi,
sebepten sonuca giden değil, sonuçtan sebebe akan bir bilgidir.
Zaten bu ilme sahip olan Hızır aleyhisselâm, kıssada geçen fiilleri kendi
ilmiyle yapmadığını ifade etmiştir. Zira bu olayla Allah Teâlâ, Hz. Musa
aleyhisselâma beşer ilminin ne kadar yetersiz olduğunu göstermeyi amaçlamıştır.
Kıssada geçen Hızır aleyhisselâm, sadece kendisine verilen rolü yerine getirmek
zorunda olan semboldür. Bu kıssa, gayba ilişkin meselelerin Allah Teâlâ'ya özgü
kılma noktasında birleşiyor. Kuşkusuz yüce Allah Teâlâ, olayları sonsuz bilgisi
uyarınca bir hikmete göre planlar. İnsanlar ise bu plânı kavrayamazlar. Burada
gaybı bilemeyeceğimizin teyidi vardır. İnsanlar gayba ait sırları ancak O’nun
öğrettiği oranlarda öğrenebilirler. O halde bu ilim Allah Teâlâ’nın ilmidir.][140]
Buradan anlaşılan geçmiş ile gelecek arasında
bir berzah olduğudur. Berzah ise,
sözlükte iki şey arasında bulunan engel, iki nesne arasındaki engel anlamlarına
gelmektedir. Berzah Kur’ân-ı Kerim’de
“Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman;
Rabbim beni geri döndür ki terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım der.
Hayır, bu onun söylediği, (olmayacak) bir lâftır. Önlerinde tâ dirilecekleri
güne kadar bir berzah (engel) vardır” [141] şeklinde
kullanılmaktadır. Bu ayetin işareti ile berzah, gaib olanla varlık sahası
arasında bir engel olarak anlatılmaktadır. Yani berzah; insanın geçmiş ve
gelecek bilgisinde varlık sahasından gaib sahasına girmesine engel vardır. Bu
engeli aşmak için ilm-i ledün sahibi olan kişilere mahsustur. Bu ilim sahiplerinin
İlm-i Âtî’ye vukufu da mükemmeldir.
GELECEK TİPLERİ
Gelecek
tipleri
İlm-i
Âtî üzerinde bahsettiğimiz bilgiler ışığında insanlığı bekleyen gelecek hayat
biçimleri hakkında yorumlar yapmaya çalışacağız. Bu olması ihtimal gelecekler
olarak düşünebiliriz. Aslında hepsi bir tahmindir. Tahminlerin gerçekliğe
çıkması ise birçok sebepler ve onun olması gereken sonuç olursa ortaya çıkar.
Bunlar insanlık için bu veya şu olarak için kesinlik bildirmez. Ancak inançlı
bir kimse için Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin izinde
gitmekle mutlu hayat ve geleceği bulacağı da kesindir. Sırasıyla olabilecek
gelecek tiplerini inceleyelim.
1-ARZU
EDİLEN GELECEK DİNDAR HAYAT
[Din insanlığın bir parçası gibi her zaman
var olan bir olgudur. Bu yüzden fertler ve toplumlar için din, en büyük bir
ihtiyaçtır. Nasıl ki hava bizim için vazgeçilmez bir ihtiyaç ise din de iç
dünyamızı saran öyle vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bu açıdan bakıldığında dinin
hem bireysel hem de toplumsal yapılanmada büyük etkinliği vardır. Fakat din bu
yapılanma içerisinde sihirli bir formül gibi insanlığın tüm sorunlarını çözen
bir olgu olarak düşünülmemelidir. Din insanlara genel ilkeler koyarak
yardımcı olur. Bu genel ilkeler de kişiler için birer yük olarak
düşünülmemelidir. Bilakis bu ilkeler insanın dünya hayatında ve ahiret
düşüncesinde çıkmaza düşmesini engeller, altından kalkamayacağı iş ve
davranıştan kişiyi alı kor, yükünü hafifleten düzenlemeler getirir. Bu durumda
her insanda dini inanç ve tutumların etkisini görmek mümkündür denilebilir.
Fakat her insanın dini emir ve yasaklar karşısındaki tutumunun farklı olacağı
unutulmamalıdır. Kimileri dindardır ve ibadetlerini tam tamına yapar, kimileri
inançlıdır ama emir ve yasaklar konusunda çok hassas değildir. Kimilerinin ise
bu konular ile ilgili tereddütleri olabilir. Ancak her insan yaşadığı sıkıntılı
anlarda bundan kurtulmak için çeşitli çözümler arar. Bazen bunu birileri ile
paylaşır, bazen içine atar, bazen bastırır. İsyan edebilir, başkalarını
suçlayabilir. Bu kişiden kişiye, zamandan zamana ve yaşanılan durumdan duruma
değişebilir.
Bu açıdan bakıldığında kişiler sıkıntılarını
dini faktörlere havale ederek rahatlamaktadırlar. Dünyada yaşanılan üzüntüler,
adaletsizlikler karşısında dini inancı insanlar üzerinde etkili olmaktadır. Yaratıcıya
kavuşma, onu görme, ilahi adaletin gerçekleşeceği düşüncesi insanlara mutluluk
vermektedir. Aynı zamanda ölümden korkmamalarına neden olan en önemli şey de
asıl huzur ve mutluluğun ahirette olacağı inancıdır. Fakat bu düşüncelerin yanı
sıra ilahi adalet, cehennem, Allah Teâlâ’ya karşı görevlerini tam yapamama
düşüncesi bir yandan da kaygı oluşturmaktadır. Öyleyse ahirete inanmak bir açıdan
mutluluk sebebi iken başka bir açıdan ise kaygı nedenidir.
Sonuç olarak din, dini emir ve pratikler
insanların mutlu olmalarında etkili olabilmekte aynı zamanda insanların
kaygıdan, üzüntüden, sıkıntıdan kurtulmasında yardımcı olabilmektedir. Bu
dünyada yaşanılan olumsuzluklar karsısında ilahi adaletin gerçekleşeceği yer olarak
görülen ahiret inancıda inananlara huzur sağlamaktadır. Fakat bazen yaşanılan
olumsuzluklar karşısında Yaratıcıya yakınmalar olabilmekte veya ibadetleri tam
olarak yerine getirememe gibi bir his yaşanmaktadır. Bu durum da kişinin
Yaratıcıya karsı suçluluk duygusu yaşamasına sebep olabilmektedir. Bu da
kişinin kaygı yasamasına yol aç açmaktadır. Dolayısıyla din çift yönlü bir
fonksiyona sahip olmaktadır. Bir yönüyle kaygıyı azaltıcı bir fonksiyon
icra ederken diğer yandan ise kaygı kaynağı olabilmektedir.][142]
[Din faktörü dönem dönem değişse de her zaman
etkili olmasına rağmen, zamanımızda gerekli ilgiyi görmeyerek ihmal edilmektedir.
Bu zamanımızdaki olguların Batı merkezli olması temel belirleyici etken
olmuştur.
Özellikle Soğuk Savaş sonrası dünya
sisteminde ve uluslararası politikada meydana gelen ciddi değişimler sonrasında
din genel anlamda canlanma yaşadı. Artık Batı-merkezli bakış açısı sorunların
çözümlemeleri için yeterli olmamaktadır.
Seküler değerler üzerine kurulan komünist
devlet sisteminin ve Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğinin başarısız olmalarını
üstü örtülmüş olan dinin geniş bir coğrafyada tekrar canlanmasına ve ciddi bir
alternatif olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Bugün din, yerel ve küresel düzeyde çok
etkili ve ana belirleyici unsurlardan biri haline gelmiştir. Bundan dolayı
dinin rasyonel bir şekilde bütün ilişkilere eklendiği görülmektedir. Bu durum
din etkisinin anlaşılmasında ve yapıcı rol oynamasını sağlayacaktır. Böyle bir
yaklaşımın doğması dünyanın dindar olması, din kurallarının yaygınlaşması
anlamına gelmemektedir. Böyle bir yaklaşım, dinin etkisinin ve yerinin sağlıklı
bir şekilde anlaşılmasını sağlayacaktır.][143]
Dine
dayalı hayat Allah Teâlâ’nın istediği gelecektir. Bu dinin gerçek manada en
güzel şekilde anlaşılacağı dönem demektir. Allah Teâlâ’nın kulları hakkında
takdir ettiği tevhid inancı mükemmel şekilde bütün insanlar hakkında
gerçekleşmesidir. Tam manada bu gelecek dini hayat Mehdi aleyhisselâmın geldiği
dönemin olması öngörülmektedir. Hz. Îsâ aleyhisselâmın nüzulü ile Hıristiyanların
İslâm’a geçmeleri Yahudilerin azgınlıklarının kontrol altına alındığı dönemdir.
Bu gelecek tipinde ideolojik sistemler ve ulus devlet modelleri yok olup din devletinin
oluşmasıdır. Bu devletin ismi “İslam Devleti” olarak anılacak
ırklar ve kültürler bu devletin içinde silik durumda bulunacak ve yok
olacaktır. Bazılarınca “Altın Çağ” olacağı kabul edilen bu devlet
“İslâm Devleti” dir.
Din-Mutluluk
İlişkisi
Din tapınma dilidir, inanan kişinin bilgisine
kılavuzluk eden, onu güvenilir kılan, canlı tutan, imâni aklına uygun yapan
tapınma fiilleridir.
[İnsan, doğumundan ölümüne kadar hep mutlu olmak
arzusu içerisindedir. Mutluluk insanın hayatının amacı ve anlamıdır. Bu yüzden
o, daima ona mutluluğu yaşatacak şeyi arar durur.
Modern dünyada teknolojinin ve bilimin
ilerlemesi ile insanın mutluluğunun artacağı düşünülmüştür. Oysaki teknolojinin
ilerlemesi insanın mutlu olmasına vesile olmamış, aksine kaygının, sıkıntının,
stresin artmasına neden olmuştur. Bu ortam içerisinde insan kendisini mutlu
edecek her yöntemi kullanmaya çalışmıştır. Kişileri mutluluğa götürecek
çeşitli formüller üretilmeye çalışılmış ve bu formüllerle ilgili yöntemler ve
kitaplar tüm dünya üzerinde rağbet görmüştür. Başlangıcını insanlığın başlangıç
tarihi olarak gösterebileceğimiz dinler de kişilerin mutluluğunu
hedeflediklerini, amaçlarının insana dünya ve ahiret mutluluğunu kazandırmak
olduğunu ifade etmişlerdir. Öyleyse mutluluğu arzulayan insan için dinler
olumlu bir katkıda bulanabilir. Çünkü dinler, insanın yaratılışına uygun
formüller ileri sürer. Bu yüzden bir dine inanma nasıl insanın doğasında yer
alıyorsa, inandığı dinin ona mutluluğu getireceği düşüncesine sahip olmak da
kişilerin zihninde yer alabilir. Bu durumda din ile mutluluk arasında anlamlı
bir ilişkinin var olduğu söylenilebilir.][144]
[ancak modern dönemin burjuvazi kesimi,
geleneksel din kavramını kökten değiştirerek yerine kusursuz evren düzeneğini
yaratan “iyi ve adil saat Yapımcısı”, herkesi aynı düzeyde seven, onlara günah işleme
ya da günahtan kaçınma özgürlüğü veren, sadece çok büyük günahları cezalandıran
yeni bir Tanrı koydu. Allah Teâlâ’yı mantıksal önermelerle kanıtlanmasını
rasyonel bir söyleme geçirdiler ve inancı kişisel bir seçim saydılar. ][145]
Nanoteknoloji, bilişim, robotlar, yapay akıl vb.
hayatın tüm alanlarına yüksek teknoloji girerek insanüstü bir hayata geçilmesidir.
Hemen hemen tüm konularda yüksek düzeyde yapay akıl içeren bilgisayarlar karar
vermesi ile İnsanların bağımsızlığı ve kendi kendilerine karar alma mekanizmalarını
kaybedeceği zamanın gelmesidir.
[Her
zaman, “Değişmeyen tek şey değişimdir” denilmiştir. İnsanların gözden kaçırdıkları sorun, değişecek şeylerin sadece
nesneler olmaması gerekliliğidir. Bizlerin de, aynı şekilde değişime açık
olmamız gerekmektedir. Asıl sorun, değişimin hızının sabit olmamasıdır. Değişim artık
hızlanmakta ve teknolojik gelişmeler yatay olarak değil, dikey
olarak hareket etmektedir.
Madalyonun öteki yüzüne bakıldığında,
teknoloji, hükümetleri yeni ve daha sert kanunlar koymaya itecektir; zira
denetim organları, standartlarını daha da yukarı çekmek isteyecektir. Teknoloji
ve onun kaynağını oluşturan bilim, doğrudan bir
üretici güç haline gelmiştir ve bu, çağımızın ayırt
edici, özelliğidir. Artık üretimde yetkinlik, bilim ve
teknolojide yetkinlik olarak anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bilim ve teknoloji,
ekonomik büyüme ve içtimâi refah açısından stratejik bir önem kazanmıştır. Ülkelerin
bilim politikaları da, bu değişime paralel olarak bilim ve teknoloji
politikaları haline gelmiş ve bu politikalar bütünüyle ekonomiye ve
içtimâi yaşama ilişkin kavramlarla örülmeye başlanmıştır.
Teknolojinin ilerlemesine misal olarak
nanoteknolojiyi ele alalım. Bu teknoloji ile gelecek geçmişteki hayallere
kavuşulacağı anlaşılmaktadır. Bugün bilmediğimiz başka teknolojilerde insanlar
tarafından bulunacak ve insanlık akıl almaz sınırlara erişecek.
Maddenin atomik katmanda işlenebilme
ihtimalini ilk kez dile getiren Richard Fenyman, nanoteknoloji için şunları söylemiştir:
“Nanoteknoloji, öyle zannediyorum ki,
kaçınılmaz bir gelişme olacaktır”. Kaçınılmaz olsa da, nanoteknolojinin mevcut
düzeni kökten değiştirecek doğası önceden tahmin
edilebilmektedir.
Teknolojideki gelişmelerin
tarihine bakıldığında, belirli aralıklarla tarih sahnesine
çıkan bazı teknolojilerin neredeyse bütün ekonomik ve içtimâi faaliyet
alanlarında devrimsel değişikliklere yol açtıkları görülür. ][146]
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Süleyman aleyhisselâmın
yanında bulunan kişi hakkında gelen ayet teknolojin ulaşacağı seviyeyi
haber vermektedir.
“(Süleyman dedi ki:) Rabbim, beni bağışla ve benden sonra
hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin.”[147]
Yukarıdaki ayette haber verilen
Hz. Süleyman aleyhisselâmın duasına Allah Teâlâ, icabet etmiş ve onu kendi katından çok büyük
nimetlerle ve üstün ilimlerle desteklemiş, ona hiç kimsenin ulaşamayacağı bir mülk, görkemli
bir saltanat, eşi ve benzeri bulunmayan bir hâkimiyet vermiştir. Hz. Süleyman
aleyhisselâmın hayatından bazı bölümlerin aktarıldığı ayetlerde bu zenginlikten, güç ve iktidardan, sahip
olduğu ilimleri kullanış şeklinden pek çok
detay verilir.
Allah Teâlâ Hz.
Süleyman aleyhisselâma kuşların konuşma dilini öğretmiş ve bu üstün ilim sayesinde ordusunda kuşlardan oluşan bir bölük kurmasını sağlamıştır. Hz. Süleyman
aleyhisselâm bu vesileyle kuşlarla bağlantı kurmuş, onlara dilediği şekilde hükmedebilmiştir.
... “Ey insanlar, bize
kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize herşeyden
(bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir
üstünlüktür.” [148]
Bu ayetle, ahir
zamanda benzeri kullanılacak olan üstün bir teknolojinin varlığına dikkat çekiliyor
olabilir. Bu kıssada geçen kuşlarla, bildiğimiz kuşlara değil, bugün kullanılmakta olan pilotsuz uçaklara da işaret ediliyor olması muhtemeldir.
Hz. Süleyman
aleyhisselâmın cinler ve şeytanlar üzerinde büyük bir hâkimiyeti olduğu bilinmektedir.
"...
Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören
bir kısım cinler vardı..."[149]
"... Onun için denizde
dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de
gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik)..." [150]
Yine Allah Teâlâ, rüzgârı,
Hz. Süleyman aleyhisselâmın emrine vermiş ve çeşitli işlerinde bir araç olarak kullanmasına imkân sağlamıştır. Bu ifadeyle Hz.
Süleyman aleyhisselâm döneminde ve aynı şekilde ahir zamanda rüzgar enerjisinin, teknolojide
kullanılacağına işaret ediliyor
olabilir.
“Süleyman için de, fırtına biçiminde esen
rüzgâra (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz her şeyi bilenleriz.” [151]
Hz. Süleyman aleyhisselâmın emrine "fırtına biçimindeki rüzgârın" verildiğinin belirtilmesiyle, ahir
zamanda gelişecek yüksek
uçak teknolojisine de dikkat çekiliyor olabilir.
“Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe)
olan rüzgâra (boyun eğdirdik)…”[152]
Ayette yer alan "…
sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun
eğdirdik)…" ifadesi ile Hz. Süleyman aleyhisselâmın çeşitli bölgeler arasında hızlı bir şekilde hareket ettiğine dikkat çekiliyor
olabilir.
Hz. Süleyman
emrindeki şeytan ve cinleri kullanarak erimiş bakırdan hem dekorasyon,
hem de kullanım amaçlı geniş çanaklar, kazanlar ve heykeller yaptırmıştır. Nitekim bu
çanak, kazan ve heykellerden ayetlerde söz edilmektedir.[153]
Sebe Melikesinin tahtının getirilmesi de
ışınlama teknolojinin habercisidir.
“Yanında kitaptan
bir ilim bulunan zât da dedi ki: "Ben onu sana daha kendine gözün dönmeden
getiririm." Vaktâ ki (Hazreti Süleyman) Onu (tahtı) yanında karargir olmuş
gördü, dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, tâ ki beni imtihan etsin ki,
şükür mü ederim, yoksa küfran-ı nîmette mi bulunurum ve her kim şükrederse
ancak kendi nefsi lehine şükreder. Ve kim de küfran-ı nîmette bulunursa, şüphe
yok ki, Rabbim ganîdir, kerîmdir." [154]
Burada
asıl bahsedeceğimiz konu Allah Teâlâ Hz. Süleyman aleyhisselâmı
İsrailoğullarına bir uyarıcı ve korkutucu olarak göndermiştir. Bugünde
teknolojide Yahudilerin ileri gitmesi de ayrı işarettir. Bu nedenle teknolojide
Yahudi egemenliği hiçbir zaman geçilemeyecek olması da insanlığın acı bir
kaderidir.
“(Süleyman dedi ki:) Rabbim, beni bağışla ve benden sonra
hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin.” [155]
Yahudilerin sonsuz
hırsları ile arayışları halen devam etmektedir. Hz. Süleyman aleyhisselâm ile
günümüz teknolojisinden daha ileri bir seviye ile anlatılması İsrailoğullarındaki
bu ilerleyişin işareti olacağıdır. Bu nedenle İsrail Mescid-i Aksa ve çevresindeki
kazılar yapması bu ilerlemiş teknolojinin kalıntılarına bilgilerine ulaşmak
istemesidir.
Bugün Küdüs’te ağlama duvarı ve
Mescid-i Aksa’yı çevirerek, arkeolojik kazı yaptıklarını söyleyen İsrail,
kazının niçin, mescidin altına yöneldiği sorusunu açıklayamamaktadır.
Bugünkü Mescidi
Aksa’nın yerinde daha önce, Süleyman Heykeli diğer adıyla Siyon Mabedi adını
verdikleri bir mabedin bulunduğunu ve bu mabedden bugün geriye kalan tek şeyin
Ağlama Duvarı adını verdikleri duvar olduğunu ileri sürmektedirler. Bu yüzden
Yahudiler Mescidi Aksa’nın mevcut şeklini yıkarak daha önce yerinde bulunduğunu
ileri sürdükleri Siyon Mabedi’ni inşa etmeyi amaçlamaktadırlar diye düşünülürse
de asıl hedefin ileri teknoloji ile insanlığa hükmetmektir. Irk olarak hırslı
olan Yahudilerin bu işlere girişmesi de yapıları ve kişilikleri açısından
yapması olağan işlerdir. Onların dünyaya hükmetme istekleri de teknolojide
ileri gitmelerine sebep olmaktadır.
Yahudi Kimliği qqq
[Kur'ân-ı Kerîm'e göre Yahudiler bir türlü huzur ve
güven zeminine oturtamadıkları devletlerine de soyundan geldikleri zatın ismini
koyan ve Yahudiliği din olarak benimsemiş bulunan millet, tarihin akışı içinde
edindikleri, nesilden nesile aktardıkları olumsuz vasıflar ve seciyeler
sebebiyle genellikle diğer insanlar ve milletler için zararlı, itici,
güvenilmez, egoist ve acımasız olarak bilinmiş, böyle değerlendirilmişlerdir.
Bugün dünyada, çifte standart kavramının en tipik
örneğini de bu millet sergilemektedir. Sanatı ve kitle iletişim araçlarını kullanarak,
kendilerine, İkinci Dünya Harbi yıllarında yapılan zulümleri bıkmadan, usanmadan
gündemde tutan Yahudiler, vatanlarından, temel hak ve hürriyetlerinden yoksun
bıraktıkları bir toplumun (Filistin halkının) hak talebini kan ve işkence ile
bastırmakta, kendilerine yapılan zulüm olurken onların başkalarına yaptıkları
hak ve adalet (!) sayılmaktadır. Endülüs'ten Kuzey Afrika ve Orta Doğuya kadar
birçok bölgede tarih boyunca kendilerini acılardan, işkencelerden,
katliamlardan korumuş ve kurtarmış, din ve vicdan hürriyeti temin etmiş
Müslümanları bugün bu millet, baş düşmanı olarak ilân etmekte, arkasına
süperleri alarak özellikle Müslümanlara zulmetmektedirler. Bütün bu
davranışların bir tesadüf olmadığını anlayabilmek için Kur'ân-ı Kerîm'e
başvurmak ve tarihleri boyunca Yahudi kimliğini oluşturan başlıca nirengi
noktalarını buradan tesbit etmek faydalı olacaktır.
Kur'ân-ı Kerîm, Yahudiler için "Yahûd,
Benî-İsrâîl, Ehlu'l-Kitâb, Ehlu't-Tevrât" gibi isimler kullanarak
yüzlerce âyet sevk etmekte, bu milletin geçmişini, geleceğini ve ahlâkını bize
tanıtmaktadır. Hiç şüphe yok ki iyi bir toplum içinde kötüler, kötü bir toplum
içinde de iyiler bulunabilir. Ancak bir toplum hakkında hüküm verirken aza,
müstesnalara değil, çoğa, hâkim nüfusa ve davranışa bakılacaktır:
"Onların çoğunun, inkâr edenlerle dostluk
ettiklerini görürsün. Nefislerinin kendileri için önceden hazırladığı şey ne
kötüdür: (Hazırlanan) Allah'ın onlara gazap etmesi ve kendilerinin azâb içinde
kalıcı olmalarından ibârettir" [156]
"Onları grup grup yeryüzünde dağıttık. Onlardan
iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanlar vardır; belki
dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik."[157]
Bu millette çoğunluğu teşkil eden insan tipinin
temsilî resmi Kur'ân-ı Kerîm'e göre şöyledir:
1. Nankördürler,
şımarıktırlar, iyiliğe kötülükle mukabele ederler:
Bakara sûresinin özellikle 40-61. âyetlerinde Allah
Teâlâ, İsrâîloğullarına sayısız nimetler bahşettiğini, bu cümleden olarak
onları Firavun'un zulmünden kurtardığını, buzağıyı ilâh edindikleri hâlde
onları bağışladığını, kendilerine yurt ve yuva verdiğini, yerden sular fışkırttığını,
en güzel yiyecekler ile beslediğini... bildirmekte, bütün bunlara rağmen
onların daima nankörlük ettiklerini, daha fazlasını, yahut kötü de olsa değişik
şeyleri istediklerini, olmayacak şeylerin peşine düştüklerini, peygamberlerini
üzdüklerini ifade buyurmaktadır.
2. Vefâsız ve sadâkatsizdirler, sözlerine güvenilemez:
"(Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden sağlam
bir söz almış, Tûr'u üzerinize kaldırmış (şahit tutmuş), size verdiğimize
sağlam yapışın, onda bulunanları daima hatırlayın, umulur ki korunursunuz
demiştik. Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz..."[158]
Yahudiler döneklikleri, vefâsızlıkları sebebiyle maymuna[159], eşeğe [160] ve köpeğe[161] benzetilmişlerdir.
3. Hîleci ve
ikiyüzlüdürler:
"Şimdi (ey müminler) onların (yahûdîlerin) size
inanacaklarını mı sanıyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zümre Allah'ın kelâmını
işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif eder,
değiştirirlerdi. İnsanlar ile karşılaştıklarında 'iman ettik' derler.
Birbirleri ile yalnız kaldıkları vakit ise 'Allah'ın size açtıklarını
(Tevrat'taki bilgileri), Rabbiniz katında sizin aleyhinize delil kılmaları için
mi onlara anlatıyorsunuz, bunları düşünemiyor musunuz?' derler."[162]
"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi (Tevrat'ta
bulunan, Son rasül ile ilgili bilgiyi) gizleyip onu az bir baha karşılığında
değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten
başka bir şey değildir" [163]
"Yahudilerden bir kısmı, kelimelerin yerlerini
değiştirirler, dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak (rasüle karşı belli
belirsiz) 'işittik ve karşı geldik', 'dinle, dinlemez olası'... derler..."
[164]
4. Zâlim,
âsî ve hâindirler:
"Verdikleri sözden dönmeleri sebebiyle onları
lânetledik ve kalblerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini
değiştirirler. Kendilerine öğretilen ahkâmın önemli bir bölümünü de unuttular.
İçlerinden pek azı hariç onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen
onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever."[165]
Zulüm ve isyanları için bir-iki ayet meali yeterli
değildir, zikredilenlerin tamamı buna delâlet etmektedir.
5. Başkalarının
zararına aldırmadan haksız ve ölçüsüz kazanç peşinde koşarlar, özellikle tefeci
ve faizcidirler:
"Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi
Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri hâlde faizi almaları ve haksız
yollar ile insanların mallarını yemeleri yüzünden kendilerine (daha önce) helâl
kılınmış şeyleri haram kıldık ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap
hazırladık." [166]
6. Mü'minlerin
en çetin düşmanıdırlar:
"İnsanların içlerinde, iman edenlere düşmanlık
bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın..."[167]
7. Kendilerinin
üstün bir millet, Allah'ın çocukları, seçkin kulları, dünyaya hâkim olmak için
gönderilmiş bir topluluk olduklarına inanır veya böyle görünürler.[168]
8. Karakterleri, yapıp ettikleri sebebiyle kalbleri mühürlenmiştir,
Allah'ın lânetine ve gadâbına uğramışlardır, maddî veya mânevî bakımdan daima
zillet içinde olacaklardır.[169]
9. Kibir ve
gururlarına rağmen müminler hakkıyle karşı durur, savaşırlarsa yenilirler.
[170]
10. Devamlı
devlet ve hâkimiyet sahibi olabilmeleri, kötü huy ve davranışlarından
vazgeçmelerine bağlanmıştır; vazgeçmedikleri müddetçe tekrar tekrar burunları
yere sürtülecektir.
"Biz kitapta İsrâiloğullarına 'Sizler yeryüzünde
iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız'
diye bildirdik.
Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü
kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar evlerin arasında dolaşarak sizi
aradılar. Bu yerine getirilmiş bir söz (vaat) idi.
Sonra onlara karşı size tekrar galibiyet ve zafer verdik,
servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık, sayınızı daha da çoğalttık.
Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz
yine kendinize etmiş olursunuz. Artık diğer cezâlandırma zamanı gelince,
yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid-i Aksâ'ya
girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler (diye, başınıza
yine düşmanlarınızı musallat kıldık.)
Belki Rabbiniz size merhamet eder; fakat siz yine fesatçılığa
dönerseniz biz de (cezalandırmaya) döneriz. Biz cehennemi, kâfirler için bir
hapishane yaptık..."[171]][172]
Sağlıklı ve güzel bir hayatın yaşandığı cennet gibi ortamın
ve zamanın geldiği gelecektir. Çevrecilik Âdem aleyhisselâm’dan başlamıştır.
Kur’ân-ı Kerim’de ilk defa çevre koruma işini ele alan kişinin İbrahim
aleyhisselâm gösterilmektedir.[173]
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Hz. İbrahim aleyhisselâmın Mekke’yi haram
kıldığını’ söylüyor ve ‘ben de Medine’yi haram kıldım’ diyor.
Bunun anlamı şudur: Haram kılınan o iki şehrin otu yolunmaz, ağaçları kesilmez,
hayvanları avlanmaz şeklinde bir yasak koyuyor. Bu bir çevreciliktir.
[Eko-merkezcilik
[174] ilkesine
göre, insan ve diğer organizmalar ancak tabiat içinde ve tabiata bağımlı olarak
yaşayabildiğine göre, ekolojik topluma geçilebilmesinin ve sürdürülebilmesinin
şartlarından biri, artış hızıyla, tüketim düzeyiyle ve oluşturduğu atıklarla yaşamın
fiziksel ve biyolojik altyapısını tahrip eden insan nüfusunun,
organizmalar-çevre ilişkisinde belirli bir dengeyi sağlamasıdır.
Şimdiye kadar, toplum-tabiat ilişkisini
bir hükmeden-hükmedilen ilişkisine dönüştürmenin araçlarını sunan
bilimsel-teknolojik gelişmeler, içtimai denetimin demokratik mekanizmalarında
süzüldüğünde, çeşitlilik, karmaşıklık, kendine yeterlilik, daha az enerjiyle
daha niteliklinin üretimi, daha az kirlilik, yeniden kullanım ve geri kazanım
gibi ekolojik toplumun ilkelerini gerçekleştirmenin maddi imkânlarını sunmaktadır.
Bu çerçevede düşünüldüğünde, çevreciliğin sürdürülebilir toplum ideali
çevreselliğin sürdürülebilir kalkınma ya da sürdürülebilir büyüme idealinden
farklıdır.
Sürdürülebilir kalkınma, daha çok, çevre ile
ekonomiyi ilişkilendiren ve etkinlik, verimlilik, çevresel kaynak kullanmada
rasyonellik, yer seçimi vb. gibi ekonomik ilkelerin belirlediği bir çevreye
duyarlı büyüme anlayışını yansıtır. Oysa, çevreciliğin sürdürülebilir toplum
ideali, bireysel, İçtimai ve kültürel gelişmenin önünü açacak sektörlerde
nitelikli büyüme dışında, büyümenin, nüfus artışının ve teknolojik
ilerlemelerin sınırlarını dikkate alan, fiziksel, doğal ve ekolojik ilkelerin
belirlediği ve sürdürülebilir kalkınmadan daha kapsamlı bir proje olan ekolojik
toplum idealidir.
Çevreci ideolojide, her ne kadar ekolojik
topluma şimdide geçilmesinin altı çizilse de, bu, bir yıkımdan kurtuluşa geçiş
öngördüğü için, bir yandan diğer siyasal ideolojilerle benzeşen biçimde, bir 'gelecek'
ütopyası geliştirildiği söylenebilir. Ama öte yandan, onlardan farklı olarak,
çevreci ideolojide insanın potansiyelinin ve kapasitesinin sınırlılığının
vurgulanıyor olması, bu toplumun gerçekleştirilmesi ile ilgili kuşkuların
oluşmasına neden olur. Çevrenin yanında, insanın da maddi (fiziksel, biyolojik)
sınırlılıkları nedeniyle gelişmenin ve ilerlemenin sınırlarına dikkat
çekilirken, insanın, sınırlılığı da kabul edilmekle birlikte, bilinçsel
(düşünce, etik, değer, sorumluluk) değişim potansiyeli ön plana çıkarılarak
ekolojik topluma geçişin önü açılmak istenir.
Bu noktada iki temel sorun belirir.
Birincisi, eko-merkezcilik çerçevesinde, insan (ve genel olarak organizmalar)
-tabiat ikiliği terk edilmek istenirken, maddi/fizikî-ilmî/fikrî olan ikiliği
yaratıldığı için, söz konusu ikiliğin ortadan kaldırılması bir yana, tersine,
yeniden üretilme zemini hazırlanmaktadır. Kartezyen düşünüşün madde-bilinç,
beden-düşünce ikiliği, insanı tabiattan ayıran insan-tabiat
ikiliğine dayalı yaklaşımların belirleyenlerinden biri olagelmiştir. Bunu
destekler içerikteki bir başka nokta, eko-merkezciliğin felsefi bir ilke
olmaktan siyasal, ideolojik bir unsura doğru evrilme sürecinde bazı kırılmalara
maruz kalmasıdır.
İdeologların ve Yeşil partilerin
manifestolarında, insanın gereksinimleri, bireyin bilincinde, düşünce sisteminde,
etik, değer ve sorumluluk anlayışındaki değişim, uygun ölçeğin aynı zamanda
insanî ölçek olarak nitelenmesi, insanın gezegenin idare memuru olarak
görülmesi ve dünyayı korurken insanların aslında kendilerini, kendi çıkarlarını
korudukları ve çoğu insanın kendi çocukları için daha iyi bir gelecek istemesi
gibi, insana vurgu yapan ifadeler öne çıkmaktadır. İnsan bir yandan yaşamın
merkezinden alınmaya çalışılırken, diğer yandan ona, tabiatın bakıcısı olarak
(tabiat ve bilinçlenmiş bakıcısı ikiliği) yeniden işlevsellik kazandırılarak
ekolojik topluma geçişte kurucu bir rol yüklenmektedir. Bu, çevreci ideolojinin
yaygınlaşması için tabiatının geri kalanına değil de insana yönelmenin
kaçınılmazlığından kaynaklandığı kadar, insanın biyolojik
sınırlılıkları-bilinçsel değişim potansiyeli ayrımı ile de beslenmektedir.
Bu ayrıma bağlı ikinci sorun, ekolojik
topluma geçişle ilgilidir. Çevreci ideolojide bireylerin düşüncesindeki değişim
abartılarak, ekonomi gibi maddi yapıların etik/bilinç değişimi ile
dönüştürülebileceği varsayılır. Kapitalist toplumun sorunlarının nedenleri
endüstriyalizme indirgendiği için, etik, bilinç, ideoloji değişimi endüstri
toplumunu ekolojik topluma dönüştürmenin ana dinamiği olarak ele alınır. İçtimai
biçimlenmenin bileşenlerinden biri olarak ideoloji önemlidir, ama ideolojik değişim
karmaşık ve çok boyutlu İçtimai bütünlüğü değiştirmeye yeterli midir? Örneğin,
kapitalist birikim süreçleri terk edilmeden, ideolojide değişimle ekolojik toplumun
gerçekleştirilebilmesi mümkün müdür?
Çevreci ideolojide kapitalizme ve sosyalizme
eşit uzaklıkta durulur, her ikisinin de ekolojik ve, içtimai krizlere yol
açtıkları savunulur ve çıkış bir dönüşümde, ekolojik topluma geçişte görülür.
Serbest pazar ekonomisi eleştirilir ama kapitalizmin yıkılması gerektiğine dair
bir tartışmaya yer verilmez.
pratikte nasıl bir değişim doğuracağı, geri
ye kalan bilinç değişikliğinin ise ekolojik topluma geçişi nasıl mümkün
kılacağı sorusu, çevreci ideolojide cevapsız kalmaktadır. Kuşkusuz, yukarıda
belirtildiği gibi, çevreci ideolojide her soruya cevap oluşturulduğu iddiası
yoktur. Ama topluca bir yıkıma karşı çözüm olarak sunulan çevreci ideoloji,
dönüşüm mekanizmalarının yetersizliği ölçüsünde kendi tarihinin başladığı yere
dönmüş olmaktadır: Toptan bir yıkım.][175]
Gelecekte toptan yıkım olmazsa herkes
çevreci, çevreci teknolojiler, geri dönüşüm, kontrol altına alınır. Her şey
maksimum çevreci olacak şekilde yapılandırılmaya çalışılır. Yukarıda
anlatılanlara bakılınca çevreci gelecek mümkün görünmemektedir. İnsanın
tabiatındaki hırsın ve menfaat ilişkisi düzeyinde yıkımın olma sebeplerini
oluşturmakta gayreti daha çok görülmektedir.
Gelecekte olması düşünülenlerden biride şirket
vatandaşlığı, özelleştirme, küresel pazarlar, karlılık, .... çok uluslu
şirketlerin egemenliğidir. Yani ekonomik sistemin emperyalist düzen
sahiplerinin emellerine hizmet edecek sistemlerin hayata geçirilmeye
çalışılmasıdır. Görünüşte bütün insanlığı bir havuzda toplayıp bir köy haline
gelmesidir.
Küreselleşme İslamî açıdan uygun
görülmemektedir. Çünkü Allah Teâlâ kulların birbirleri anlaşmaları için ayrı
kabileler, fikirler, mezhepler vb. olmasını uygun görmektedir.
“Ey
insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler
ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah
katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah
bilendir, haberdardır.” [176]
İslâm’ın
geniş perspektifi[177] diğer
hayat, fikirler ve ideolojileri “Dinde
zorlama yoktur; Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.” [178] ilkesi
ile onlara hayat hakkı tanır. Emperyalist sistemin görüntüsü olan
küreselleşmeyi köleleştirme ile aynı görmektedir. Küreselleşme sömürmenin bir
başka adıdır. Özgürlüklerin kaybolduğu bir geleceğe karşı tek engelde ancak
İslam’ın olduğu anlaşılmıştır.
[Meselâ, kul hakkı dediğimiz bir temel düstur
var.
Kul nedir, öyleyse?
Görünürler (phenomene) dünyasında varolmayan
bir yetki merciine bağlanma, bunun sonucunda dünyevî bir makamın, güç odağının
sorusuz sorgusuz kölesi olmama durumudur. Demek ki bir toplumsal adalet ilkesi
olup İslam’ın kaçınılmaz kuralıdır. Markscılık bu ilkeyi İslâm’dan aşırıp içini
maneviyâttan boşaltmıştır. Nasıl Luthercilik, dince Müslümanlıktan
esinlenmişse, benzer biçimde, Markscılık dahi bizlere İslâmî etkiler ile unsurları
yansıtmaktadır. Bunların başında emek ile alın terine dayanmayan gelir ile
kazancın haram sayılması ve kul hakkının dokunulmazlığı gelmektedir.
Bahsettiğimiz iki ilke, insanın insanı kul kılması ile sömürüyü yasaklayıp
sonuçta toplumsal adaleti gündeme sokup yaşatmaktadır. Toplumsal adalet,
İslam’ın temelidir. Namaz, oruç gibi bilcümle ibadetlerse, dünyanın en zor işi
olan kul hakkını yememek için tesis olunmuş talimlerdir. Her ibadet insanı kul
hakkını yememe disiplini ile tutarlılığına götürme maksadına matuftur.][179]
[İslam
inkılâbı, liberalizma ve kapitalizma, faşizma ve nazizma,
sosyalizma ve komünizma gibi, bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş
içtimai ve iktisadi mezheplerin her birini, hiçbirine üstünlük vermeden masaya
oturtur ve onlara şöyle mukabele eder:
‘Her birinizin, bütünü kucaklayamadan, ayrı
ayrı ve parça parça bazı haklarınız ve hakikatleriniz vardır ve her birinizin
ayrı ayrı ve parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat, birer bütün halinde İslamiyet’tedir.
İslamiyet’in
bunlardan hiç birine tabi olması ve hiç birine kendi ismini ilave etmesi mümkün
değil; ancak bunlardan her birinin öbüründe kaybetmek istemediği hak ve
hakikatle beraber hepsinin birden hesabını tekeffül edici külli mizanın tahkik
ve tefahhusu[180],
ancak İslamiyet içinde kabildir.][181]
Gelecekte
hakiki manada yüksek hayat ilkesinin insanlığın hizmetinde olduğu düşünülecekse
aranması gereken hususlar için dinimizin değerlerini sisteme oturtmak
gerekecektir. Çünkü İslam
iktisadi değil, ahlaki endişelere ve değerlere dayanır. Ekonomik hayatı tanzim
edenler, maddeci olmaktan çok, ruhâni, otoriter ve sorumlulukları tamamen
yüklenmiş bir davranışa sahip olmalıdır.
Genel
olarak, insanın kaplayıcı faaliyetinden ziyade, Allah Teâlâ’nın iradesine bağlı
fedakârlık olduğu şeklinde düşünülmelidir. Mesela faiz sisteminin yasaklanması
ve herkesin zekât vermekle yükümlü olması hassasiyeti ile insanların
bilinçlenmesi gibi. Bu nedenle Hz. Ebubekir radiyallâhü anhın zekât için savaş
ilan etmesi unutulmamalıdır.
İslam’ın özel mülkiyete karşı çıkmadığı herkesin
de bazı bakımlardan, yüce bir hakkı olduğunu kabul eder. Normal şartlar ile
nizamını devam ettiren milletin hayat seyrinde sömürüye götürecek komplo
düzenlerini de bertaraf etmektedir. [Küreselleşmede ise iç güçle, milli imkânlarla
sağlanan kalkınmayı diğerlerinden ayırma yönündeki güçlü iddialarını büyük
ölçüde yitiren milli ekonomiler arasındaki ilişkilerin yapısında hızlı ve yeni
bir değişme olduğu, yerel ekonomik yönetim stratejilerinin, yerel dışında yetersiz
kaldığından bahseder. Buna göre enternasyonalizm, içerisinde teknolojinin ve
karşı konulmaz piyasa güçlerinin küresel sistemi dönüştürdüğü milli sınırları,
bir gel-git gibi silip süpürür. Yurtdışı şirketler ve Dünya
Bankası ve IMF gibi küresel hükümranlık örgütleri,
coğrafi konumlarına ve tercihlerine aldırış dahi etmeden bütün ülkeleri
birbirine benzemeye zorlar. Böyle bir yaklaşımın tabii sonucu, radikal
alternatiflerin söz konusu olmadığı, Margaret Thatcher'ın, unutulmaz
özdeyişindeki gibi, “başka çaremiz yok” dayatmasını ileri sürer.
Bilinmesi gereken kapitalizm hep değişen bir
sistem oluşudur. Acımasız küresel sermaye egemenliğinin bozguncu oluşunu unutmamalıyız.
Aslında üresel ekonomiyle bütünleşmek, sözde mucize ekonomiler için dahi, zorunlu
bir son değildir. Fakat fikir dayatmaları ile bunun olması için uğraşanlar art
niyetliliktir.
Kapitalizm, daima bir küresel sistem
olmuştur. Ekonomi tarihçileri, bu güne de bu perspektifle bakmamızı ister.
Dünya ekonomi politiği, yüz ya da yüz elli yıl öncesinden daha küresel
değildir. Kapitalist mantığın, sosyal yaşamın her alanına yönelik bugünkü
saldırısı, devletin, kapitalist sistemin birikim modellerine karşı yurttaş sadakatini
geliştiren meşrulaştırma işlevlerinin birçoğunu da sakatlamıştır.
21'nci yüzyılda küreselleşme hayaletinin
elimizi kolumuzu bağlamasına izin vermemesi için güçlü olmak gerekir.
Küreselleşmeye karşı dengeye ihtiyacımız
vardır; ekonominin, emekçilerin rekabetçilik, serbest piyasa için fedakarlıklara
ihtiyacımız vardır. [182]
qqqGelecekte ülkelerin aşırı
milliyetçi yönetiliyor olması, tutucu, gelenekçi, sansürler, vs. ülkeler
birbirlerinden kopması. Ve ülkeler arası dayanışma yok olup, şehir devletlerine
dönüşmesidir.
[Milliyetçilik hem bir duyguyu
hem bir içtimâi hareketi hem de bir ideolojiyi anlatmak için kullanılan bir
kelimedir. Milliyetçilik
kavramı millet gerçeğinden hareket eden bir fikir akımı ve çağımızın da
geçerli bir sosyal politika prensibidir.
Milliyetçilik tanımı millet tanımında olduğu gibi tartışmalı bir
konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Her milletin milliyetçilik
anlayışı farklı olduğundan dünyada ne kadar milliyetçilik akımı
varsa o kadar milliyetçilik anlayışı vardır. Değişik
içeriklere bürünen milliyetçilik akımlarını biçimlendiren kıstaslar; sosyal
bünye, gelenek, kültürel tarihiyle toplumun coğrafi yönü
milli karakteridir. Bu nedenle
Milliyetçilik hakkında ilmî açıdan üzerinde fikir birliğine varılmamıştır.
Milliyetçiliği inceleyen bilim adamlarının söz birliğine vardıkları tek nokta
ise milliyetçiliğin doğasının karmaşıklığı ve milliyetçiliği tanımlamanın
güçlüğüdür.
Milliyetçilik ideolojisinin kökenlerini, bir
duygu ve inanç birikimi olarak milletlerin oluşum sürecine ve hatta tarihin en
derinliklerinde yaşanmış ilk biz ve öteki ayırımına kadar götürmek mümkündür.
Bugün dünyanın pek çok yerinde çatışmalar kimlik mefhumu üzerinde
düğümlenmektedir. Bu çatışmalar güçlerini kültürel kimliğin muhakkak bir
siyasal kimliğe denk düştüğü varsayımından alır. Geçmişte bir yerlerdeki saf,
bozulmamış bir kültürel öze atıfta bulunarak kendilerini insanlara dayatırlar.
Kimliğin düşsel çekiciliği ideolojik ve siyasal bölünmeleri anlamsızlaştırır.
Etnik kimlik kendini şiddetle ifade ederek
bir ulus karşıtlığına kapılıyor, ulusal aidiyet bilincini aşındırıyor ve
ulusallık meselesini yabancı düşmanlığı ve aşırı milliyetçilik olarak
algılayarak kendi karşıtını güçlendirmeye hizmet etmeye başlıyor. Ulusal
boyutun etnik kimlikler tarafından şeytan ilan edilmesi milliyetçiliği hem ulusal
boyutta hem de etnik milliyetçilik esasında yayarak meşrulaştırıyor.
Milliyetçiliğin bu tarih şuuru üzerinde
yükselen bir fenomen olması ise onun sürekliliğini ve her daim güçlü bir konuma
sahip oluşunu açıklar. Milliyetçilik ve milli devlet kendilerini tarihselliğin
üzerine inşa etmiş olmakla beraber asıl önemlerini modern çağ ile birlikte
kazanmışlardır. Yani milli devletler, milletler ve milliyetçilik modern olgular
olarak kabul edilmektedirler. Fransız İhtilali ile ortaya çıkmışlar ve
varlıklarını günümüze değin taşımışlardır. Milletler ve milliyetçilik
kapitalizmin, endüstriyalizmin, bürokrasinin, kitle iletişiminin ve sekülarizmin
özgün koşullarının birer ürünüdür.
Pek çok insan dünyanın dört bir yanında
patlak veren etnik çatışmalar ve milliyetçilik karşısında şaşkına dönmüş
durumdadır. Oysa onlar etnisite[183]
ve milliyetçiliklerin hızla yok olacağına inanılıyordu. Fakat öyle olmadığı
görülmektedir. Etnik çatışmaların, milletlerarası savaşların,
soykırımların yaşandığı bir dünyada milliyetçiliğin sonunun gelmediği çok
açıktır. Milliyetçiliklerin terör ve yıkım yaratma kapasitesine rağmen milli
devletler ve milliyetçilik modern çağın, en gerçekçi sosyokültürel çerçevesi
olmaya devam etmektedir. Milli kimlik, pek çok kişi için önemini korumakta ve
kültürel olarak kendini tanımlayabilmenin en kapsamlı ifadesi olarak görülmektedir.
Milli devletler ise küreselleşme-yerelleşme kıskacında ayakta kalabilmek için
insanlığın bulabildiği en gerçekçi yapılar olmaya devam etmektedirler.
Bugün ulus devletler kendilerini hem
çok-kültürlülük ve küreselleşmeye hem de yerel dirençlere ve etno milliyetçiliğe
karşı savunmak zorunda kalmaktadırlar. Bu da milli kimliğin her zamankinden
daha savunmacı bir hal almasına ve milliyetçiliğin ulus devlet sathında popülerleşerek
kendini yeniden üretmesine yol açmaktadır.
Milliyetçiliğin bugün yeniden gündeme
oturması ancak onun tarihselliği dikkate alındığında açıklanabilir. Eğer
milliyetçiliği sadece / sıradan bir ideoloji olarak ele alınırsa o zaman
yalnızca kendisine popülerleşebilecek bir neden bulabildiğinde, belirli içtimâi
gruplar tarafından benimsendiğinde kök salabilir olduğunu iddia edilmektedir.
Ancak milliyetçilik sadece / sıradan bir ideoloji değildir. İdeolojiden öte bir
şeydir. Milliyetçilik gücünü, kendisini kültürel ve tarihsel bağların üzerine
inşa etmesinden alır. Millet ve tarih arasındaki ilişki bakımdan önemlidir. Bir
milleti oluşturanlar ortak bir tarih içinden gelmiş olmasalar bile kendilerini
ortak bir tarihe sahip olarak görebilirler veya gerçekten ortak bir tarihe
sahip olsalar bile gruplar kendilerini birbirlerinden ayrı sayabilirler.
Sübjektif anlamıyla tarih-millet ilişkisine “tarih şuuru” da denilebilir. Tarih
şuuru milleti oluşturan bireylerin kendi tarihleri hakkındaki fikirleridir. Bu
fikirler bazen gerçek tarihle uyuşabilir veya bazen gerçek tarihle
uyuşmayabilir. Fakat milleti oluşturan bireylerin milli bilince sahip
olabilmeleri, tarih şuuruna sahip olmalarına bağlıdır.
Kısaca bugün içinde yaşadığımız Dünya’da
küreselleşmenin yarattığı dönüşümün ve değişimin etkisiyle, etnik, ırksal,
dinsel, cinsel, sınıfsal, kültürel farklılıkların altı daha kalın çizgilerle
çizilmektedir. Bu nedenle toplumlar ve bireyler özgünlüklerini ve
özgürlüklerini korumak için çok daha fazla çaba harcamak zorunda kalıyorlar.
Farklılıkların altının bu denli kalın
çizgilerle çizildiği, biz ve öteki ayırımının eskisinden çok daha derin
ve şiddetli bir biçimde hissedildiği bugünlerde milliyetçilik kendisini diğer
ideolojilerden çok daha fazla hissettiriyor ve öne çıkıyor. Milliyetçilik en
çok tartışılan, en çok savunulan ve en çok karşı çıkılan ideoloji olmayı başarıyor. ][184]
Ancak milliyetçilik sınırını aşarak her şeyin
üzerine çıktığı zaman olumsuzluklarda oluşturmaktadır. Milliyetçiliğin faşizm
diktatörlüğüne dönüşmesi ile olan bir milliyetçi gelecekte sorunlardan başka
bir şeyde üretmeyeceği görülmüştür.
Allah Teâlâ “Muhakkak
ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır.” [185]
buyurarak asıl değerin Allah Teâlâ’yı bilmek ve onun
dininin emirlerine tabi olmak olduğunu bildirmiştir. Milliyetçi bir geleceğin
faydasız olması düşünülemez. [yarınki
insanlığa örnek olacak değerler elbette anlaşmazlık içinde
doğamazlar, bir düzen içinde doğabilirler.
Milliyet bu düzenin en şuurlu koruyucusudur. Soy birliği, toprak birliği, emek birliği gibi toprağın ve
topraktan fışkıran hayatın zaruretleri, dil birliği, dilek ve
vicdan birlikleri gibi yeni birlikler doğurdu. Biz bu birliklerin yalnız birisine bağlanıp
öbürlerini çiğneyerek, bundan içtimaî hakikatler çıkarmak
isteyen ilim ve zekâ simsarlarının menfaatlerine âlet olmakta gerekli değildir.
Belki bu birliklerin, hep birlikte millet dediğimiz arzla ve
insanlıkla anlaşabilen bir zümreyi doğuracaklarına
inanmak gerekir. Ancak yüzünün biçimi ve bedeninin yapısı benimkine benzemeyen,
benim yaşadığım toprakların derdiyle yaşamayan ve bu
topraklarda yetişmeyen, benimle birlikte bu topraklara ve bu
tarihe emeğini ve kanını vermeyen, benim dilimi konuşmayan, benim
inandıklarıma hiç inanmayan insanlarla beraber, ben bir millet olunamayacağı da
unutulmamalıdır.][186]
Fakat
yalnız onunla iktifa edilerek hareket edilmesi de yanlışları doğuracağı
kesindir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Veda Hutbesinde buyurdu ki;
“Ey insanlar!
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz
Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap
olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah
üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak
takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız
O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak
tayin edilse, sizi Allah'ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat
ediniz. Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu
üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz.”
TOPLUMLARIN ÇÖKÜŞÜ
Toplumların
çöküşünü hazırlayan iç, dış, maddî ve manevi sebeplerin birinin oluşmasıyla
tetikleme etkisiyle uzun ve kısa vadede çöküş gerçekleşir. Bu gerçekleşen
faktörün haklılık oranı ile çöküş birbirine paralel olunca suçlu ve suçsuz
aranmasında gerek duyulmaz. Çünkü toplum artık el değiştirmiş veya yok
olmuştur. Tarihte çöküş neticesi toparlanma zor olurken günümüzde çökmede
toplum kimliğinin değişimi ile görülmektedir. Çünkü yok olma faktörleri için
tam kaybolma görülmez. Ancak çöküş sonucu erime ve asimile olarak yeni bir oluşum
içine düşüş gerçekleşir. Artık buradan çıkış yolunda kültür ve usullerin
denenmesi terk edilmek mecburiyeti vardır. Belki inanç konusunda tam olarak bir
değişim olmasa da kendi içinde tahrip veya başkalaşım türünden reformist bir
alana düşer. Bu ise toplum bilinçaltının çöküşe karşı verdiği tepkidir. Geçmiş,
gelecek için kötülenmeye tenkit edilmeye başlanır. Çöküşün suçlu mantık
açısından geçmişin kendisidir. Hakikatte geçmişin suçu olmadığı ve gelecekteki
toplumun da aynı hal üzere devam ettiğinde çöküş yine olacaktır.
Toplum
çöküşü için nedenler sıralansa çok şeyler söylenebilir. Nedenler içerisinde
savaş, terör, suç, kötülük, yozlaşma vb. şeyler en önemlisidir. Sırasıyla
inceleyelim
a-Kötülük
[Kötülük,
canlı varlıklara acı ve ıztırap veren şeyleri ifade eden bir kavramdır.
Hırsızlık, yalan söyleme, öldürme, tecavüzler, terör, gibi canlıların acı
çekmesine sebep olan ve kötülük olarak değerlendirilen birçok olgu vardır.
Geleceğin
huzursuz olması konusunda insanların dilekleri olmadığı halde bir şekilde baş
gösteren bu olgulara kendince nedenler arar. Bazen soruların cevabını bulmakta
aciz kalınca suçlu olarak Allah Teâlâ’yı dahi görür.
“Allah
Teâlâ bizim acı çekmemizden hoşlanıyor mu?”
Yaşadığımız
dünya, her şeyi bilen, her şeye kadir ve mutlak iyi bir varlık tarafından
yaratılmışsa, var olan kötülük nereden gelmektedir?
Allah
Teâlâ, mutlak kudreti ile var olan kötülüğü ortadan kaldırabilir mi?
Allah
Teâlâ, mutlak iyilik niteliğine sahipse, niçin kötülüğün varlığına müsaade
etmektedir. Kötülük ve her şeye kadir, her şeyi bilen ve mutlak iyi bir Allah
Teâlâ ’nın varlığı arasındaki ilişki dikkate alındığı zaman ortaya çıkan
sorunlar nasıl çözülebilir?
Sorularını
sormaktan kendini alamaz. Birçok düşünürün zihnini meşgul eden bu sorular bize
kötülük sorununun ne olduğuna ilişkin fikirler vermektedir. Kötülük sorununa
dair çözümlere baktığımız zaman, bu çözümlerin var olan kötülüğü, insanoğlunun
özgür iradesine dayandırdıklarını görebiliriz. Ahlaki kötülüğü insanoğlunun
sahip olduğu özgür irade ile açıklamaya çalışmak oldukça makul bir düşüncedir.
Çünkü insanoğlu sahip olduğu özgürlüğü, bazen yanlış yönde kullanabilmektedir.
Özgür iradenin yanlış yönde kullanılması, ahlaki kötülüğün ortaya çıkmasına
neden olmaktadır.
Özgür
irade sonucu ortaya çıkan kötülükten dolayı Allah Teâlâ sorumlu tutulamaz. Allah
Teâlâ, sahip olduğu lütuf gereği insanoğluna “özgür irade”yi
bahşetmiştir. Böyle bir lütuf insanoğlu tarafından yanlış yönde kullanılabilir.
Özgür irade sonucu ortaya çıkan “kötülük” olgusu her şeye kadir,
her şeyi bilen ve mutlak iyi bir Allah Teâlâ ’nın varlığı aleyhinde delil
olarak kullanılamaz. Çünkü insanoğlunun sahip olduğu bu irade her zaman kötü
olan şeylerin ortaya çıkmasına sebep olmamaktadır. Nitekim insanlar sahip
oldukları bu irade ile iyi olan şeyleri de yapmaktadır. Genel olarak baktığımız
zaman özgür iradelerini iyi yönde kullanan insanların kötü yönde kullanan
insanlardan daha fazla olduğunu görebiliriz. Bu nedenle “kötülük”
olgusunu temele alarak Allah Teâlâ ’nın sahip olduğu bazı niteliklerin mükemmel
olmadığı ya da her şeye kadir, her şeyi bilen ve mutlak iyi bir Allah Teâlâ
’nın var olmadığı sonucuna varamayız.][187]
b-Suç
qqq[Suç, toplumlarda insanlar arası
ilişkileri bozan, toplum içindeki dayanışmayı zayıflatan ve toplumun sosyal
yapısını temelinden sarsan bir sosyal problem olarak tarihin ilk dönemlerinden
itibaren, araştırmacıların dikkatini çekmiştir. İnsanlar neden suç işlerler
sorusu, yüzyıllar boyu düşünürleri, yöneticileri, sosyologları, hukukçuları,
bilim adamlarını yakından ilgilendirmiş ve hâlâ da ilgilendirmektedir.
Suç, cihanşümul bir gerçektir.
Toplumların gelişimi incelendiğinde, her
türlü sosyal yapıda suçun her zaman var olduğu görülür. Bütün insanlığı
ilgilendirmesi yanında, suçu oluşturan fiiller, toplumdan topluma ve aynı
toplumda da zaman içinde farklılık gösterebilirler. Bir toplumda suç olarak
kabul edilen bir davranış, başka bir toplumda suç olarak tanımlanmayabilir.
Durkheim'in suçun yararlılığı konusunda
dikkat çekici yaklaşımları olmuştur. Durkheim'e göre suç, normal bir sosyolojik
olaydır ve kendisine özgü bir açıklık ve enerji belirten kolektif duyguları
ihlal etmektedir.
Suçun toplum açısından çok önemli üç özelliği
vardır.
Birincisi, suç normaldir, çünkü içinde suç
işlenmeyen bir toplum imkânsızdır.
İkincisi, suç zorunludur, çünkü suçların
ihlal etmekte olduğu duygular, bütün kişilerin vicdanlarında vardır ve bunun
tersi olan duyguların kişilerin vicdanında yerleşmesine imkân yoktur. Böyle bir
durum gerçekleşmiş olsa idi, suçluluk ortadan kalkmaz, sadece biçim değiştirmiş
olurdu.
Üçüncü ve son olarak da suç yararlıdır, çünkü
suçun bulunmadığı bir toplumda, mutlak bir durgunluk var olacak ve o toplumlar
oldukları yerde ve halde kalacaklardır. Bundan dolayı da suç, en önemli sosyal
değişim aracıdır. Suçun neden ve sonuçlarını inceleyen birçok bilim adamı
farklı teoriler geliştirmişlerdir.][188]
c-Terör
Terör ve terörizm konularında farklı
yaklaşımlar sergilenmekte ve birçok şekilde tanımlanmaktadır..
“Terör; baskı, cebir ve şiddet, korkutma,
yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, devletin niteliklerini,
siyasi, hukuki, sosyal, ekonomik düzenini değiştirmek, devletin ülkesi ve
milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, varlığını tehlikeye düşürmek, devlet
otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve
hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya
genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından
girişilecek her türlü eylemlerdir”
Terörizm
Terör, tarih boyunca var olan bir geçektir.
Terörizmin günümüz şartlarında sıcak savaşların yerini aldığı bir
gerçektir. Muhtemelen gelecek yüzyıllarda da varlığını
hissettirir bir şekilde sürdürecektir. Bu nedenle teröre göz
yummayı ve terörü beslemeyi değil, teröre karsı daha sıkı
tedbirler almayı gerektirir. Dünya’nın soğuk savaş sonrası tek kutuplu bir hale bürünmesi, Amerikan
emperyalizminin ve sömürgeci Avrupa zihniyetinin 3. Dünya ülkeleri üzerinde
yarattığı baskı ve bunalım terör faaliyetlerini körüklemiştir.
Teknolojinin son yüzyıldaki inanılmaz gelişimi ile
adını ve amaçlarını duyurmak isteyen terör örgütleri, kitle iletişim
araçlarının da sağladığı yüksek imkânlar sayesinde dünyanın herhangi
bir yerinde kanlı faaliyetlerini gerçekleştirebilmektedirler. Ancak terörizmin dış kaynaklardan
beslenmeden varlığını sürdüremeyeceği de apaçık
ortadadır. Bu durumda devletlerin terör örgütlerini siyasi amaçları için
kullanmaktan vazgeçip kararlılıkla mücadele etmesi gerekmektedir. Bu, bir veya
iki devletin verebileceği bir savaş değildir.
Uluslar arası anlaşmalar, işbirlikleri sadece yazı üstünde değil
fiiliyatta da kendini göstermelidir. Aksi takdirde terör örgütlerinin yöntem ve
hedeflerine bakıldığında, tesiri çok daha yüksek saldırıların ve
önüne geçilemez bir kıyımın kaçınılmaz olduğu görülmektedir.
Bu nedenle kötülük çağrışımı yapan şeylerin
neticesinde hüsran ve azap tehdidi ile karşılaşan insanoğlu için faydayı
gerekli kılan bir özelliği de yoktur. Yani terör ile muvaffak olacağını
sananların kazançları ilk anda bir getiri sunsa da sona
doğru mağlubiyetten başka bir çıkarımı olmamaktadır.
[Terörizm
kavramı, terör yöntemlerinin siyasi bir amaçla örgütlü, sistemli ve sürekli bir
şekilde kullanılmasını benimseyen bir strateji olarak terör kavramından
ayrılmaktadır. Terör terimi, dehşet ve korkuyu belirtirken terörizm, bu kavrama
süreklilik ve siyasal içerik katmaktadır. Buradan hareketle terörizm,
“Savaş ve diplomasi ile kazanılmayan
sonuçları elde etmek, korkutmak ve itaat ettirmek için bir teoriye, felsefeye
ve ideolojiye dayanılarak siyasi maksatlarla, iradi olarak terör ve şiddetin
sistemli ve hesaplı bir şekilde kullanılmasıdır”
Terörizmin temel amacı, bir davaya veya
siyasal anlaşmazlığa dikkat çekilmesidir. Bu “dikkat çekme”
şiddet eylemleri neticesinde toplumda oluşturulan korku ve dehşet havası ile
sağlanmaktadır. Kitle iletişim araçlarının sağladığı imkânlardan da yararlanan
terörizm, yarattığı korku ve dehşet ile bir bakıma topluma; “Benden yana
mısın, değil misin?”, “benden değilsen düşmanımsın”, “düşmanımsan hedefimsin”, “senin
yaşama hakkın yoktur.” şeklinde belirtilebilecek “taraf olma”
çağrısında bulunmaktadır.
Terörizm, bu dramatik çağrılar ile insanlara
tarafsız olma hakkını yasaklamakta, onların zihinsel ve duygusal masumiyetini
yok etmekte, şiddet ortamına çekmekte ve toplumun şiddet yoluyla
siyasallaşmasına, kutuplaşmasına yol açmaktadır. Toplumdaki kutuplaşmalar da zihinsel
ve duygusal yönden bölünmüş “çatışan tarafları” ortaya
çıkarmaktadır. Çatışan tarafların ise toplumun birlik ve bütünlüğünü bozacağı,
dolayısıyla terörün amacına hizmet edeceği açıktır. Terörizmin benimsediği bir
diğer amaç, kargaşa yaratarak toplumun direnme gücünü kırmak, yerleşik sosyal
ve siyasal düzenin arkasındaki halk desteğini şiddet yoluyla zayıflatmaktır.
Terörizmin bazı güçler tarafından birtakım
siyasi ve ekonomik çıkarlar sağlamanın da aracı olarak kullanıldığı dikkate
alındığında amaç oldukça farklılaşmaktadır. Bu gibi durumlarda terörizmin
amacı, bir kazanım elde etmek maksadıyla hedef alınan ülke ve toplumda belirli
ortamların oluşmasına aracılık etmektir.
Stratejik öneme sahip ülkelerin terör
ortamında tutulmasında, hedef olarak seçmiş devletler ve birtakım güçlerin
çıkarları açısından zaruret bulunduğu, terörün amacının da sadece bu ortamın
devamını sağlamak olduğu değerlendirilmektedir. Bu nedenle terörizm,
bir siyasi mücadele aracı olmaktan çıkıp, bir ülkenin bir başka ülkeyi
zayıflatmak ve istikrarsızlaştırmak için kullandığı bir araç haline
gelmektedir. Öte yandan terörizm kitlelere yönelik hedef gözetmeyen
şiddet eylemleriyle, toplumun güven duygusunu ortadan kaldırarak, halkın can
derdine düşmesini ve olaylara tepkisiz kalmasını amaçlar. Böylece kitleler
terörizme karşı duyarlılıklarını yitirir, teröre alışır ve devletle toplum
arasında güven açısından büyük bir uçurum oluşur.
Terörizmin bir başka amacı da; baş eğdirmek,
itaat ettirmektir.
Terörizmin bu türü, terörist örgütlerce kendi
üyelerine ve etkilemek istedikleri halk kesitlerine uygulanabilmektedir.
Terörist gruplarca amaçlanan; yandaşlar kadar “seyircilerin” de
itirazsız baş eğmeleri, “hedef kitlenin” emredileni yapmasıdır.
Etkilenmesi amaçlanan bireylere ikinci defa düşünecek zaman ve aksine
davranabilecekleri alan bırakılmaz. Amaç, “hedef kitleyi”
yıldırmak, yönlendirmek ve yönetmektir.
Bu nedenle vurgulanması gereken, terörizm ile
mücadelenin, bu tehditlerle karşı karşıya kalan ülkelerin tek başına gerçekleştireceği
çabalarla tam ve sürekli bir başarıya ulaşamayacağıdır. Bu sorunlarla etkin bir
mücadele yürütmek için demokratik ülkeler arasında geniş kapsamlı bir işbirliği
ve dayanışmaya ihtiyaç bulunmaktadır.][189]
Açıklamasını
yaptığımız terimlerden çıkan gelecek tipleri içinde olması en dehşetli
korkunç ve ilkel olanı da terör ve savaşlar içinde geçen yıllardır. Bu
anlatılması ve yaşanması en sıkıntılı olan dönemdir. Bu nedenle geçmişte tedbir
almak ve eğitim ile önüne geçilmesi öngörülmektedir. Ancak siyasi, jeopolitik
ve stratejik farklılığı olan ülkeler için kaçınılmaz gelecek olmaktan ayrı kalmadığı
bilinmelidir. Ortadoğu tarih boyunca ve gelecekte bu savaş, suç, kötülük ve
terörle beraber olacağıdır. Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de bildirdiği rasüllerinin
çoğunluğunu buraya göndermesi de bu gelecek sendromun açık işaretidir. Her ne
şekilde olursa olsun insanı dehşete düşüren bu zülüm şubelerinden sakınmak
gerekir. Örnek verecek olursak teknolojik yönden ileri bir seviyede olan Hz.
Süleyman aleyhisselâmın Sebe Ülkesi ile olan ilişkisinin aktarıldığı ayetlerde,
savaştan ziyade diplomatik yollara başvurduğu görülmektedir. Zaferlerini,
askeri güç kullanmadan, anlaşma ve barış yollarıyla, masa başında elde
etmektedir. Elçiler ve mektuplar göndererek uzlaşı yolları aramaktadır.
Sebe Melikesi'nin, aldığı bu önemli mektup
hakkında hemen yanındaki yöneticilere fikirlerini sorması, onun yaşadığı
sistemin diktatörlük değil, bir meclise sahip demokratik vasıfta bir yönetim
olduğunu göstermektedir. Melike, önde gelenlerden fikir sormakta, onların tecrübelerinden
faydalanmaktadır.
“Dediler
ki: "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar
senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız)”
[190]
Bu
ayette Sebe Melikesi'nin Hz. Süleyman aleyhisselâmdan gelen mektup konusunda ne
yapılması gerektiğini askerlerden oluşan bir meclis ile istişare ettiği anlaşılmaktadır.
Askerlerin verdiği bu cevaptan ise söz konusu meclisin Sebe Melikesi'nin tam
yetki ve emri altında hareket ettiği anlaşılmaktadır.
“Dedi ki:
"Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna
uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte
onlar, böyle yaparlar.” [191]
Burada
Sebe Melikesi'nin Hz. Süleyman aleyhisselâmın karşı konulamaz gücünü çok iyi
tanıdığı tekrar anlaşılmaktadır. Süleyman aleyhisselâmdan gelen çağrı
karşısında teslim olmaktan başka çaresi olmadığını anlamakta ve bunu ifade
etmektedir.
Toplumların çöküş
aşamaları
Hayatın ve insanlığın değersizleştiği dönemlerin gelişi ile kaos
ortamlarının her yeri kaplaması ve fesadın yayıldığı gelecekte toplumların
çöküşüdür..
[Toplum, insanın muhafaza ve gelişmesine yönelik belli
amaçları, sosyal güçler yardımı ile uygun zaman ve zeminde gerçekleştiren,
kendi kendine yeterli grup ve kurumların bir bütünüdür. Daha açık bir ifadeyle
toplum, belirli bir coğrafyada yaşayan, sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için
etkileşen ve ortak bir kültürü paylaşan çok sayıdaki insanın oluşturduğu
birlikteliğin adı olarak tanımlanmaktadır.
Toplum hayatı, insanların belirli bir amaç etrafında birleşmelerinin
sonucudur. Şekilsiz ve düzensiz bir toplum hiçbir zaman var olmamıştır.
Dolayısıyla toplum bir “sürü” değildir. En küçük toplumlardan en
geniş toplumlara kadar her toplumun kendine göre kuralları, sosyal, ekonomik ve
dini normları, bunları idare edecek yönetim mekanizması ve teşkilatları vardır.
Toplum, bir yandan insan davranışlarını sınırlandırırken öte yandan da
hürriyete kavuşturma fonksiyonu icra eder. Devamlı değişme halinde olan toplum,
böylece dinamik bir karaktere de sahiptir.
Şüphesiz toplumları oluşturan insanlar bir anda bir halden başka bir hale
dönüşüp farklılaşmamaktadır. Ancak aile, okul, arkadaş, çevre ve millet
faktörlerinin etkisiyle bir süreç sonucunda zamanla değişime uğrarlar. Birçok
insanın birlikteliğinden oluşan toplumların ise değişimi ve yok oluşu için de
aynı şekilde bir süreç gereklidir.
İçtimâi çöküşü öncelikle değişim ve değişim ile olan sürecini incelemek
gerekmektedir.
1-İçtimâi Çözülme
Bugün yeryüzü toplumlarının karşı karşıya
kaldığı sorunlar içerisinde başta
olanın daha çok sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel
alanlarda yoğunlaştığı bilinmektedir. Çünkü bu sorunlar beraberinde
toplumların kendi içlerinde kırılmalar
yaşanmasına, hatta birey-toplum ilişkilerinde
uzaklaşma ve kopma diye nitelendirebilecek olumsuz
yaşam biçimlerinin artış göstermesine; giderek derinleşen ve
kaygı verici bir seviye kazanan bireysel/içtimâi
sorunların çözümlenmelerinin de güçleşmesine
sebep olmaktadır.
Çözülme veya sosyal çözülme problemi kendi
içtimâi varlığımız için göz ardı edilemeyecek
bir önemi arz etmektedir. Çözülme, makro olarak ve toplum seviyesinde, bir
toplum düzeninin bütün boyutlarıyla işlerliğini kaybetmesi ve tıkanıklıklara
yol açması olarak tanımlanmaktadır. Bu
anlamda çözülme, içtimâi parçalanma ve çöküşün ilk
basamağı olarak
görülmektedir. Yaşanılan gerçekliğin en
belirgin özelliği olarak içtimâi yapı ve
hayatta değerler bütünlüğünün korunamaması gösterilmektedir.
Sosyal çözülme sürecinde toplum, bir canlı gibi
yine ayakta, yürümekte, görevlerini yapmaya çalışmakta, ancak, o eski sağlıklı,
bütüncül özelliğini kaybetmiş bulunmaktadır. Bireyler
arasındaki sosyal ilişkilerde
zayıflama ve güvensizliğin
olmasıyla, ekonomi, din, siyaset, eğitim, aile gibi sosyal kurumlarla bireylerin
kurduğu ilişkiler gevşemektedir.
2- İçtimâi Değişim
Değişme, bir halden başka bir hale geçiş ya da önceki durum veya
davranıştan uzaklaşma biçimi olarak tanımlanır. İçtimâi değişme ise bir
toplumun sosyal sistemi içerisindeki kurumların, sosyal rol kalıplarının ve
insanlar arasındaki ilişkiler ağının değişmesi anlamına gelmektedir.
Dinamik bir yapıya sahip olan toplum, değişim özelliğine sahiptir.
Dolayısıyla toplum, sürekli bir oluş ve hareket içindedir. Ancak bu değişim,
toplumdan topluma fark eder. Her toplumda değişim aynı ölçüde olmayabilir.
İçtimâi değişimden maksat sosyal sistemi oluşturan katmanların
değişimidir. Gündelik değişiklikler değildir. Dolayısıyla sosyal değişim
toplumun tamamını veya önemli bir bölümünü etkileyen bir değişmedir. Örneğin
gelir dağılımındaki adaletsizlik nedeniyle sınıfların oluşması toplumda meydana
gelen köklü değişimlerdendir.
3- Çöküş
Çöküş, içtimâi değişim ve peşinden gelen içtimâi çözülmeden sonra ortaya
çıkan kaçınılmaz bir durumdur. Başlayan ve dönüşü olmayan bu durumlarda gelecek
hüsrandır.
[Çöküş denince her insanın zihninde farklı çağrışımlar yapar. Kimilerine
göre gerilemek anlamına gelirken, kimilerine göre dini ve ahlaki değerlerden
uzaklaşmak anlamına gelebilir. Bazıları için ekonomik çöküntü akla gelirken,
bazıları için siyasi çöküntü akla gelebilir. Nihayet bazılarınca toplumun
batması, yok olması ve hayat sahnesinden silinmesi anlamına gelebilir.
Toplumların çöküşü, bazı filozof ve sosyologların dediği gibi hârici
veya dâhili dış faktörler ya da bir takım evrimci modeller değil, bizzat
insanın kendisidir.
Nitekim çöküşün en önemli tetikleyicisi, insanın hür irade ve isteğiyle
seçmiş olduğu batıl inançlarıdır. Bunların başında da Allah Teâlâ’ya isyan
gelmektedir. Çünkü isyan toplumdaki sosyal dengeden ekonomik dengelere kadar
her şeyi altüst ederek bozar ve toplumların sağlıklı işleyişine engel olur. Bu
durum da toplumları çöküşe götürür. Bu çöküşün neticesinde iyi ile kötünün
ayırt edilmemesi toplumun birbirleri hakkında sorumlu tutulmalarıdır.][192]
[Hepimiz
tarihe gömülen toplumların romantik esrarıyla zaman zaman ilgilenmişizdir: Klasik
Maya ve Yucatan kültürleri, Paskalya Adası'nın
yerlileri, Anasazi, Bereketli Hilal toplumları,
Angkor Wat, Büyük Zimbabwe vb.
Son on yirmi yıl içinde de arkeologlar, bu
yıkılışların birçoğunun arkasında, çevresel sorunların olduğunu ortaya
çıkardılar. Öte yandan, dünyanın birçok yerinde de toplumlar bin yıllardır yok
oluş belirtisi göstermeden gelişmelerini sürdürmektedir: Japonya, Java,
Tonga ve Tikopea.
Şu halde, öyle görünüyor ki, bazı
bölgelerdeki toplumlar diğerlerinden daha kırılgan. Bazı toplumların neden
diğerlerinden daha kırılgan olduklarını nasıl anlarız? Bu soru, açık bir şekilde
günümüzü de ilgilendirir, çünkü bugün, henüz yeni çöküşe uğramış toplumlar görüyoruz:
Somali, Ruanda ve Eski Yugaslavya.
Ayrıca çöküşün eşiğinde olabilecek toplumlar
da vardır: Nepal, Endonezya ve Kolombiya. Peki ya
kendimiz?
Toplumumuzun, geçmiş zaman toplumları gibi
çökmesini engellemek için öğrenebileceğimiz hangi dersler vardır?
Kuşkusuz, bu sorunun cevabı sadece bir faktör
olmayacaktır. Eğer birisi size toplumların çöküşlerini açıklayan tek bir faktör
olduğunu söylerse, onun aptal olduğunu hemen anlarsınız. Bu karmaşık bir
konudur. Ama bu konunun karmaşıklığının içinden nasıl çıkarız?
Toplumsal çöküşleri incelerken, beş maddelik
bir çerçeve sayabiliriz. Çöküşleri anlamama yardımcı olmak için beş maddelik
bir liste sayılabilir. Bu listeyi, İskandinav Grönland toplumunun yok
oluşu açıklayarak olursak. Burası, yazılı kaynakları olan Avrupalı bir toplumdu,
dolayısıyla bu insanları ve amaçlarını büyük ölçüde M.S 984'te İskandinavlar
Grönland'a gidip yerleştiler ve 1450'de yok oldular.
Toplumları çöktü ve toplumlarının içindeki
her bir birey de helak oldu. Niye sonunda hepsi helak oldu?
Bunu beş madde ile açıklayabiliriz.
1-İnsanların, çevrelerine yaptıkları etki: İnsanların dikkatsizce bağımlı oldukları
kaynakları tüketmeleri. İskandinavya Vikingleri de dikkatsizce humuslu toprağın
erozyonuna ve ormansızlaşmasına yol açtılar. Bu onlar için ciddi bir sorundu;
çünkü ormanı kullanarak kömür, kömürü kullanarak da demir yapıyorlardı. Dolayısıyla,
demirsiz kalmış bir Avrupalı Demir Çağı toplumuna dönüştüler.
Allah Teâlâ
buyurdu ki;
“Yanından
ayrılınca yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekinleri, zürriyetleri helâk etmeğe
çalışır. Allah Teâlâ ise fesadı sevmez.”[193]
“İnsanların ellerinin kazandığı şey sebebiyle
karada ve denizde fesat zuhûra gelir. Allah da onlara yaptıkları şeylerin
bazısını tattırır. Gerek ki, onlar dönüverirler.” [194]
2-İklim değişikliği:
İklimler ılıyabilir, soğuyabilir, kuruyabilir
veya nemlenebilir. Grönland'daki Vikingler'e bakarsak, 1300'lü yıllarda ve
özellikle 1400'lerde iklimlerinin soğuduğunu görürüz. Soğuk bir iklim illâ
ölümcül olmak zorunda değil, çünkü bu soğuyan iklim, Grönland Eskimoları'na
köstek olmaktansa destek oldu. Peki neden Grönland İskandinavları'nın işine
yaramadı?
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“ Artık Biz de
onların üzerlerine uğursuz günlerde pek ziyâde soğuk bir rüzgâr gönderdik ki,
onlara dünya hayatında bir zillet azabını tattıralım, ve elbette ki, ahiret
azabı daha ziyâde zilletlidir ve onlar yardım da olunmazlar.” [195]
“ Ve Allah bir
beldeyi bir örnek irâd eder ki, emin ve sükunet içinde idi, ona rızkı da her
yerden bol bol gelirdi. Sonra Allah'ın nîmetlerine nankörlükte bulundular. Artık
Allah da onlara işledikleri şeylerden dolayı açlık ve korku libasını tattırdı.”
[196]
“ Fakat
nefislerine zulmedenler, sözü kendilerine söylenilenden başkasına tebdîl
ettiler. Biz de zulmeden kimseler üzerine yaptıkları fısklar sebebiyle gökten
korkunç bir azap indirdik.” [197]
“ Artık Semûd
(kavmi) hadden aşırı bir hadise ile helâk edildiler. Âd (kavmi) ise onlar da
son derece kuvvetli bir rüzgar ile helâk edildiler. (Cenâb-ı Hak) Onu (o
rüzgarı) yedi gece ve sekiz gün ardı ardına onların üzerlerine musallat etti.
Artık o kavmi görürsün ki, onlar sanki içleri bomboş hurma kökleriymiş gibi
yere yıkılmışlardır.” [198]
3-Komşu dost toplumların desteği: Eğer bu destek ortadan kalkarsa, bu toplumu
çöküşe yaklaştırabilir. Grönland İskandinavları anavatanları Norveç ile ticaret
yapıyorlardı. Ancak bu ticaret hem Norveç'in zayıflamasıyla, hem de Grönland ve
Norveç arasındaki denizin buzlanmasıyla giderek azaldı.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“Sonra fırkalar
kendi aralarında ihtilâfa düştüler. Artık görülecek günün en şiddetli azabı,
kâfir olan kimseler içindir. Bize gelecekleri gün neler işitecekler ve neler göreceklerdir.
Fakat o zalimler bugün pek açık bir sapıklık içindedirler.”[199]
“Hâlbuki bir nice zulmeden beldeyi helâk ettik
ve onlardan sonra başka başka birer kavim vücuda getirdik.” [200]
4-Hasım toplumlarla ilişkiler: Grönland İskandinavları'nın hasımları
Grönland'ı İskandinavlar'la paylaşan Eskimolardı. İlişkileri kötüydü ve
İskandinavlar'ı öldürürlerdi. daha da önemlisi, İskandinavyalılar'ın fok balığı
avlamak için yılın belli bir zamanında gitmeye mecbur oldukları dış körfezlere
ulaşımlarını engellemiş olabilirler.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“ Şüphe yok ki, Allah Teâlâ imân eden
kimselerden kâfirlerin eziyetlerini def'eder. Muhakkak ki, Allah Teâlâ herhangi
bir haini, nankörü sevmez.” [201]
“ Andolsun ki, Biz
sizden evvelki nice nesilleri, zulmettikleri zaman helâk ettik. Halbuki, onlara
rasülleri açık delillerle ile gelmişlerdi. Onlar ise imân eder olmadılar. İşte
günahkârlar olan kavmi Biz böyle cezalandırırız.” [202]
5-Toplumun politik, ekonomik, sosyal ve
kültürel faktörlere göre çevresel sorunlarını fark edip bu sorunları çözebilme
ihtimalinin artması veya azalması: Grönland İskandinavları' nın Hıristiyan olup da katedral
inşaasına büyük yatırım yapmaları, şeflerin birbirleriyle rekabet etmeleri ve
Eskimoları aşağılık bulup onlardan ders almayı reddetmeleri, çevresel
sorunlarını çözmelerini zorlaştıran kültürel faktörlerdi.
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“ Yeryüzünde
müfsitler olarak fesat çıkarmayınız.” [203]
“ Ve Biz bir
beldeyi helâk etmek murad edince onun devlet sahiplerine (hakka itaat
etmelerini) emrederiz. Onlar ise orada fısk (ve fücurda) bulunmuş olurlar.
Artık o beldenin üzerine söz (helâkları hakkındaki hüküm) hak olmuş olur. İmdi
onu (o beldeyi) tamamen helâk ile helâk etmiş oluruz.” [204]
İşte, beş maddelik çerçeve, Grönland
İskandinavları'nın çöküşü ve nihai yok oluşlarını böyle açıklanabilir. Birçok
geçmiş toplumu ve günümüz toplumunu, bu çöküş nedenlerine göre incelenince,
ortaya genel sonuçlar çıkıyor mu? Tolstoy'un, her mutsuz evliliğin farklı olduğunu
söylediği gibi, her çökmüş veya tehlikedeki toplum farklı hepsinin ayrıntıları
değişiktir. Fakat yine de, geçmiş ve
bugünkü toplumların çöküşe uğrayanlarını ve hayatta kalanlarını
karşılaştırınca, belirli ortak ipuçlarına ulaşılabilir. İlginç bir ortak
ipucu, toplum bir kere zirvesine çıktıktan sonra çöküşün ne kadar hızlı
geldiğiyle ilgilidir.
“ Ve o kimseler
ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar, işte onları bilmez oldukları cihetten
yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız.” [205]
Birçok toplum yavaş yavaş ortadan kalkmadı.
Daha ziyade, toplumlarını inşaa ettiler, zenginleştiler ve güçlendiler, sonra
kısa bir zaman içinde, zirveye erişmelerinden yirmi otuz yıl içinde çöktüler.
Örnek olarak, Yucatan yarımadasındaki klasik ova Maya kültürü, erken 800'lerde
çökmeye başladı. Bu Mayalar'ın en büyük eserlerini yaratmalarından ve
nüfuslarının zirve yapmasından sonraki otuz kırk yıl içinde gerçekleşti.
Bir örnek daha vermek gerekirse, Sovyetler
Birliği'nin çöküşü, gücünün zirvesine ulaşmasından sonraki yirmi otuz, hatta
belki de on yıl içinde gerçekleşti. Bunu deney kabındaki bakterilere
benzetebiliriz. Eldeki kaynaklar ve bu kaynakların tüketimi veya ekonomik gelir
gider arasında bir dengesizlik olduğunda bu ani çöküşlerin gerçekleşme ihtimali
artıyor.
Deney kabında bakteriler çoğalır. Her kuşakta
sayılarının ikiye katlandığını farz edelim: Sonlarının gelmesinden beş kuşak
önce deney kabının 16'da 15'i boştur, sonraki kuşakta 4'te 3'ü boştur, sonraki
kuşakta da yarısı boştur. Yarısı boş olduktan bir kuşak sonra kap doludur.
Artık yiyecek kalmamıştır ve bakteriler çöküş yaşar. Dolayısıyla, toplumların
güçlerinin zirvelerine ulaştıktan çok kısa süre sonra çöküş yaşamaları,
tekrarlanan bir durumdur. Bunu matematiksel olarak açıklamak istersek, eğer
bugünkü toplumlardan birini incelemek isterseniz, matematiksel fonksiyonun
bugünkü değerine, yani zenginliğe değil, fonksiyonun birinci ve ikinci
türevlerine bakmanız gerekir. Bu genel kurallardan biridir. İkinci bir genel kural
da, toplumları diğerlerinden daha kırılgan yapan, çoğunlukla ilk bakışta
görünmeyen çevresel faktörler olduğu ve bu faktörlerin çoğunun henüz iyi anlaşılmadığıdır.
Örnek olarak, neden Pasifik'teki yüzlerce
Pasifik adasının arasında Paskalya Adası en tahrip edici, ormansızlaşmayı
yaşadı? Öyle anlaşılıyor ki, Paskalya Adası yerlilerinin aleyhinde çalışan
yanardağ püskürtüsü, enlem ve yağışla ilgili dokuz değişik çevresel faktör
bulunuyordu; bunların bazıları da kolay fark edilemeyecek türdendi. En zor görünenlerinden
biri de, Orta Asya'dan gelen kıta tozunun, adanın humuslu toprağının verimine
katkıda bulunup, Pasifik adalarındaki doğal hayatı koruyor olmasıydı. Bütün
Pasifik Adaları arasında, Asya'dan gelen bereketli tozun en azı Paskalya
Adası'na ulaşır. Bu durum ancak farkına 1999 yılında anlaşılmıştır.
Dolayısıyla, bazı toplumlar, ilk bakışta gözlemlenemeyen çevresel sebeplerden
dolayı, diğerlerinden daha kırılgan oluyor.
Son olarak bir genel kural daha vardır. Bu da
toplumların başlarına geleni fark edememeleridir.
“ Ve hiçbir ülke
yoktur ki, illâ onu Kıyamet gününden evvel Biz ya helâk ederiz veya onu
şiddetli bir azap ile cezalandırırız. Bu, kitapta yazılmış bulunmaktadır.” [206]
Nasıl oldu da Paskalya Adalılar yaşadıkları
ortamı ormansızlaştırabildi?
En son palmiye ağacını keserken ne
düşündüler?
Yaptıklarını fark etmediler mi? Bu toplumlar
nasıl olup da çevrelerine verdikleri etkileri görüp vaktinde durmadılar?
“ Allah'ın
nîmetini küfre değiştirenleri ve kavimlerini helâk yurduna sevkeyleyenleri görmedin
mi?”[207]
Eğer insan medeniyeti varlığını sürdürürse,
gelecek yüzyılda insanların şu soruyu sormalarıdır:
“2003 senesinde yaşayan insanlar nasıl olup
da yaptıkları bariz yanlışları görüp de önlem almadılar?”
Geçmiştekilerin yaptıkları inanılmaz görünüyor.
Gelecektekilere de bizim bugün yaptıklarımız inanılmaz görünecek. Toplumların
neden sorunlarını çözemediklerine dair hiyerarşik bir sebepler listesi
geliştirmek gerekiyor.
Neden sorunlarını fark edemiyorlar veya eğer
fark ederlerse, neden üzerinde duramıyorlar?
Veya üzerinde durdularsa, neden çözmekte
başarılı olamıyorlar?
Bu konuda sadece iki tane genel kuraldan
bahsedilebilir.
Felakete davetiye çıkarıp çöküşü yaklaştıran
bir reçete, karar verici yöneticilerin kısa vadeli çıkarları ile toplumun uzun
vadeli çıkarları arasında bir çatışma olmasıdır. Özellikle, söz konusu yöneticiler
kendilerini hareketlerinin sonuçlarından soyutlayabildikleri zaman bu sorun
vahimleşiyor. Kısa vadede yöneticilerin çıkarına olan şeyler uzun vadede
topluma zarar verdiğinde, yöneticilerin toplumun uzun vadede düşüşüne yol
açacak işler yapmaları çok muhtemeldir.
Örnek olarak, Grönland İskandinavları'nın
rekabetçi şefleri, daha fazla kul, daha fazla koyun ve daha fazla kaynak
edinip, rekabette komşu şeflerin önüne geçmek istiyorlardı. Bu istekleri
yüzünden, topraklarını aşırı zorlayıp harcadılar: toprağı aşırı kullanarak
yerel çiftçileri bağımlı kıldılar. Bu, şeflerin kısa vadede güçlenmelerine yol
açtı, ancak uzun vadede toplumun çöküşünü getirdi. Bunun gibi çıkar çatışmaları,
günümüzde Amerika Birleşik Devletler'de de ciddi bir sorundur. Özellikle de
Birleşik Devletler'in karar vericileri, yüksek duvarlı yapılarda yaşayıp,
şişelenmiş su içerek verdiklerin kararların sonuçlarından kendilerini
soyutlamaktadır. Son birkaç sene içinde de iş hayatındaki yüksek kademedeki
yöneticiler, toplum için uzun vadede zararlı olup da kısa vadede kendileri için
faydalı olan bir takım hareketleri yaparak, kendi çıkarlarına hizmet
edebileceklerini keşfettiler: Enron ve benzeri şirketlerden bir kaç milyar
doların hortumlanması gibi. Bu keşifleri doğruydu: gerçekten de bu hareket kısa
vadede kendileri için faydalı, ama toplum için uzun vadede zararlı. Bu da,
toplumların nasıl yanlış kararlar verdikleriyle ilgili bir genel kural: çıkar
çatışmaları. Bahsetmek istediğim ikinci genel kural da şu: hararetle savunulan,
çoğu koşulda faydalı ama bazı şartlarda zararlı olan değer yargıları çelişki
yarattığında, doğru kararın verilmesi çok zorlaşıyor. Örnek olarak, Grönland
İskandinavları bu zorlu çevre şartlarında, dört buçuk yüzyıl boyunca dine ortak
bir bağlılık ve güçlü bir toplumsal dayanışma ile beraberce ayakta
kalabildiler. Ancak bu iki şey ‐ yani dine bağlılık ve toplumsal dayanışma ‐
sona yaklaştıklarında değişim geçirerek Eskimo yerlilerinden ders alıp
öğrenmeyi onlar için zorlaştırdı.
Bugünün Avusturalya'sı da başka bir örnek
olabilir. Avusturalya'nın, Avrupa medeniyetinin bu uzak karakolunda 250 sene
boyunca var olabilmesini sağlayan şey, Britanyalı kimliğiydi. Ama bugün,
Britanyalı kimliğine olan bu bağlılık, Asya'daki konumlarına adapte olmaları
gerektiğinde Avusturalyalıların işine yaramıyor. Dolayısıyla, başımıza gelen
dertlerin sebepleri, aynı zamanda gücümüzün de kaynağı olduğunda, rota
değiştirmek zor oluyor. Günümüzdeki sorunların sonuçları ne olacak? Günümüzde,
geri sayıma devam eden bir düzine saatli bomba olduğunu düşünebiliriz. Bu
bombaların bazılarının fitilleri 20 ‐ 30 yıllık fitiller, hiçbirininki de 50
yıldan fazla değil. Bu bombaların herhangi biri sonumuz olabilir. Bunlar, su,
humuslu toprak, iklim değişikliği, mütecavüz türler, fotosentetik tavan, nüfus
problemleri, zehirli atıklar, vs..., vs...toplamda yaklaşık bir düzine.
Bunların hiç birinin fitili 50 seneyi geçmese de, çoğunun fitili sadece 20 ‐ 30
senelik, bazı bölgelerde de fitil çok daha kısadır. Bugünkü hızla,
Filipinler'deki ulaşılabilir odunluk ağaçları beş yıl içinde kaybedeceğiz.
Solomon Adaları'ndaysa odun ağaçlarının bitmesine sadece bir yıl kaldı, üstelik
bu Solomonlar'ın en büyük ihraç ürünüdür. Bu durum Solomon Adaları'nın
ekonomisi için muhteşem olacaktır.
“O memleketleri
ki, zulmeder oldukları vakit onları helâk ettik. Ve onların helâkleri için bir
muayyen vakit tayin etmiş idik.” [208]
İnsanlar soruyorlar; dünyanın
çevresel sorunlarını çözmek için yapmamız gereken en önemli şey nedir?.
Bunun cevabı, yapmamız gereken en önemli
şeyin, yapmamız gereken en önemli tek bir şey olduğunu unutmak olduğudur.
Daha ziyade, herhangi biri bizim sonumuzu
giderebilecek bir düzine sorun vardır. Bunların hepsini çözmeliyiz; çünkü on
birini çözüp de on ikincisinde tıkanırsak, başımız dertte demektir. Örnek
olarak, su, humuslu toprak ve nüfus sorunlarımızı çözüp de zehirli atık problemlerimizi
çözmezsek, başımız derttedir. İşin aslı şu ki, bugünkü gidişatımız, sürdürülebilir
bir gidişat değil, yani bu şekilde devam etmemiz imkânsızdır. Bu sorunlar,
yirmi otuz sene içinde çözülecektir. Bu şu anlama geliyor: Bu odada 50 ‐ 60
yaşından genç olanlar, bu paradoksların nasıl çözüldüğünü görecekler, 60
yaşından büyükler ise görmeyebilirler, ama çocukları ve torunları kesinlikle
görecektir. Bu çözümler, iki şekilde tezahür edebilir: bu sürdürülemeyen
fitillere acilen müdahale ederek kendimize uygun, bizim seçtiğimiz, hoş
çözümler buluruz veya bu problemler, bizim seçimimiz dışında, tatsız şekillerde
çözüme ulaşır: Savaş, salgın hastalık ve kıtlıkla. Ancak kesin olan, bu
sürdürülemez gidişatın şu ya da bu şekilde yirmi otuz sene içinde çözülecek olmasıdır.
Günümüzde karşılaştığımız büyük sorunlar,
bizim kontrolümüz dışında olaylar değildir. Ancak unutturuluyoruz. En ciddi
tehdit, bizi çaresiz bırakacak, bize çarpmak üzere olan bir asteroid değildir.
Aksine, karşılaştığımız bütün ciddi tehditler, kendi yarattığımız sorunlardır.
Bu sorunları biz yarattığımıza göre, bunları çözmemiz de mümkündür. Demek ki,
bu sorunları ortadan kaldırmaya kudretimiz yetiyor. Özellikle, her birimiz ne
yapabiliriz? Bu seçimlerle ilgilenenlerimiz için yapılabilecek birçok şey
vardır. Anlamadığımız ve anlamamız gereken çok şey vardır. Öte yandan,
anladığımız ancak yapmadığımız, ama yapmaya başlamamız gereken birçok şey de
vardır.] [209]
Buradan çıkarmamız gereken iyi bir
değerlendirme yaparak ülkemizin çöküş tarihini bulmak çok kolay olacaktır. Eğer
tarih olarak 2000 yılını esas alarak politik, ekonomik, sosyal ve kültürel
faktörlere göre çevresel sorunların sonuçlarına göre bir yorum yapılırsa 50 yılı
görmeden yurdumuzda çok büyük ihtimallere gebe olduğu görülmektedir. Uzun vadeli
fedakâr düşüncelerin kaybolduğu zihniyet ve siyasetlerin toplum desteğiyle
kuvvetlenmediğinde fazla bir şey beklemek hatalı olmaktadır. Toplum neyin
nereye ve niçinlerine cevap bulmadığı zamanlar ve etik değerlerini kaybettikçe
fazla bir umutlu olmak aptallık gibi görünüyor. Kopuk, kaçık, kültürden yoksun
nesiller için değer yargıları olmadığı için içtimai çöküş hızlanmıştır. Bunun
neticesi ise emperyalist güçlere köle olmak kaçınılmaz sonuç olabilir. Bu
nedenle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve
sellem de çöküş konusunda ümmetini uyarmıştır. “İnsanlar zalimi görür de
elinden tutup zulmüne mani olmazlarsa Allah onların hepsini en kısa zamanda
cezalandırır.” [210]
Bir başka
hadisinde de şöyle buyurur:
“Bir
toplumda günahlar islenir, (salih olan insanlar) güçleri yettiği halde bu
kötülükleri değiştirmeye çaba sarf etmezlerse Allah Teâlâ en yakın zamanda
hepsini cezalandırır.”[211]
Toplumların
yok oluşu veya çöküşü, zorunlu, kaçınılmaz değildir. Çöküş insanlığın
tabiatında yer alan tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktan değil, irâdi
ihmaller ve ahlak bozukluklarından ileri gelmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de
bu olguya şu şekilde işaret etmektedir:
“Fakat, Ne yazık ki, (yok ettiğimiz) sizden
önceki kuşaklar arasında, yeryüzünde yozlaşmaya karşı çıkan (doğru yolu
izledikleri için) kendilerini kurtardığımız küçük topluluklar dışında- akıl,
iz'an ve erdem sahibi kimseler çıkmalı ve zulme eğilim gösteren çoğunluk yalnızca
kendilerini yozlaştıran hazların peşine düşüp günaha gömülüp gittiler.”[212]
Bu konuya
dikkat çeken Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde “Eger onlar,
aralarında kötü amellerin yaygınlaştığını gördükleri halde onları önlemeye ve
ortadan kaldırmaya çalışmazlarsa, Allah Teâlâ’nın onlara genel bir azap
göndereceğinden (korkulur)”[213]
buyurmuştur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hanımlarından Hz. Zeyneb
radiyallâhü anha anlatıyor
“Bir gün
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
korku ve endişe içerisinde yanıma geldi...Dedim ki
“Ey
Allah'ın Resulü içimizde salihler olduğu halde yok olur muyuz?” O da
“Evet;
kötülükler çoğaldığında” diye
cevap verdi.[214]
Toplumların
Eceli
Toplumlar
için câri olan bir hüküm vardır. Bu ise toplumun canlı özelliği göstermesi,
doğması, yaşaması ve ölmesidir. Canlılık özelliği olan topluluklar için kullanılan
“ecel” kavramı bu
özelliğinin devam edişinin sınırını Allah Teâlâ’nın topluma bırakarak adalet ve
imtihan sıfatları ile tecelli ettirmiştir. Bu durumu en güzel şekilde
Bedîuzzaman Said Nursi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz açıklamıştır.
[Elbette
beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa;
istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm’da nev’-i beşerin eski hatiatına
keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah….][215]
[Her
halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye, beşeri
esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rûy-i zemini temizlemeğe ve
sulh-u umumîyi temin etmeğe vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahmetinden niyaz
ediyoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.] [216]
[Onun
için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük
ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i
Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i
İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine
muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet
çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.] [217]
Buradaki
sözlerden anlaşılan kıyametin vaktinden önce kopabilir veya tehir olacağıdır.
Toplumların ecellerinde zaman ile ifadesinin göreceli olduğu anlaşılmaktadır.
[Dünya hayatında toplumsal cezalandırma konusunda
dikkate alınması gereken bir diğer kavram da “mühlet ve ecel” kavramlarıdır.
Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de ; “…şayet yaptıkları yüzünden onları (hemen) muaheze edecek
olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi fakat kendilerine tanınmış belli bir süre vardır ki, artık bundan kaçıp
kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır…” [218] şeklindeki ayetlerden kavimlere bir mühletin
verildiği, fakat bu mühletin izafî [219] olduğu
zikredilmektedir. Ayrıca;
“…eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, elbette onların arasında hüküm verilmişti(işleri bitirilmişti)…”,[220] “…eğer Rabbinden (azabın ertelenmesi ile ilgili) bir söz
geçmemiş olsaydı ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm
verilirdi (derhal azap iner ve isleri
bitirilirdi)”[221].
Bu ve benzer
ayetlerde[222]
geçen “geçmiş sözden” maksadın: hesabın ve cezanın kıyamet gününe kadar tehir
edilmiş olması veya kendilerine rasül göndermek gibi bir delile dayalı
olmaksızın hiç kimsenin sorumlu tutulamayacagı, cezalandırılmayacağı şeklindeki
bir sözün verildiği anlaşılmaktadır. Bu söze rağmen; yani:
hesabın ve cezanın kıyamet gününe kadar ertelendiğine ve rasül
gönderilmeden hiçbir topluma azap edilmeyeceğine dair
Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu söze rağmen onlar
hâlâ kitapta ayrılığa düşüp, kitabı yalanlıyorlarsa artık onların
günahı kıyamete ertelenmeyecek kadar büyük, ağır ve haddi
aşmış demektir. Onlar için dünyada helak kaçınılmaz
ve ilahî azap gerçekleşmek durumundadır. Ayet; önce de zikredildiği gibi
toplumsal yansımaları olan suçların öylesi vardır ki onların cezasının ahiret’e
ertelenmeyecek kadar vahim ve yıkıcı olduğuna da işaret etmektedir. Bu bağlamda “…eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir erteleme sözü
geçmemiş olsaydı aralarında hemen hüküm verilirdi…” [223] ayetlerden anlaşılan
Allah’ın her ümmete bir ecel tayin ettigi,[224] onlara
imtihanlarını verebilecekleri yeterli bir zaman bahşettiği, bununla
birlikte, ifsat ve inkarlarını sürdürebilecekleri bir “sınır-ecel” tayin ettiği, ifsat ve inkarı gerçekleştirir
gerçekleştirmez cezanın derhal verilmeyip ahirete erteleyeceğine dair bir
sözün verildiği anlaşılmaktadır. Bütün bunlar sınırsız ve süresiz
bir durumun söz konusu olduğunu ifade etmediği gibi,
bilakis ecel ve sınır asılınca dünyada cezanın devreye gireceğine işaret
etmektedir. Zira inkâr ve ifsat toplu olarak yapılıyorsa helakin kaçınılmaz
olduğu da bir sünnetullah gereğidir.
Dolayısı ile “Allah’ın bu hususta koyduğu kanun (sünnetullah), hüküm olmamış olsaydı” anlamını da
taşımakla birlikte dünya hayatında azabın sonsuza kadar
ertelenmediği de anlaşılmaktadır.
Kısaca ayet
“Bir kavim
hak yoldan sapar ahlakları bozulur, hareketleri de muğlâklaşırsa
Allah Teâlâ onlara; onları zillete düşürecek şeyleri
musallat kılar ve
onların azabını hesap gününe de ertelemez.” şeklinde anlaşılmalıdır.
Ayrıca “Her
ümmetin süresi vardır” ifadesinde geçen “ecel”in sadece yıl, ay,
gün sınırlanmış bir zaman birimi olarak tanımlanması, bütün olarak ifadenin de
sırası gelen her topluluğun mutlaka ortadan kaldırılması, helak edilmesi gerekir şeklinde anlaşılması mümkün
görünmemektedir. Aksine ifade; kendisini gösterebilmesi için, her bir topluluğa verilmiş olan
imkânların bir ahlakî sınırının bulunduğunu belirtmektedir. Bu sınır iyi amellerle
kötü amellerin nispetine göre tespit edilmektedir. Nitekim bu durum, Allah
Teâlâ’nın bir topluluğa iyi işleri kötü işlerine
nispetle daha aşağı seviyeye düşünceye kadar
müsamaha ettiğini, sınır asılınca o
günahkâr ve rüsvay topluluğa artık hiçbir mühlet vermediğinden de
anlaşılmaktadır. Sınırı aşan bu tür toplumların helakin, azabın bir sekliyle
dünya hayatında cezalandırılarak yok olup gittikleri izlenmektedir. Bu sebeple ecel kavramında,
tabii olarak zaman birimi bulunuyor olsa da asıl vurgunun ahlâkî sınıra, yani
sınırlama yapıldığı görülmektedir. Kur’ân-ı Kerim bu durumu söyle
açıklamaktadır:
“Helak ettiğimiz hiç bir ülke yoktur ki, onlar hakkında yazgı, kader
olmamış olsun. Hiç bir toplum/ümmet ecelinin önüne
geçemez ve onu geciktiremez.” [225] bu ve “her ümmetin bir ecelinin olduğu” ifadesiyle anlatılmak istenen şey; işin geldiği andaki,
noktadaki durumudur. Birinci ayet işin geriye dönülemez bir noktaya gelindiğini
yansıtmaktadır. Bu noktaya gelmeden önce, ecelin öne alınması ve bu noktadan
sonra da geriye bırakılması mümkün değildir. Bu sürecin seyrini
belirleyen, ömrünü tüketen veya uzatan, toplumun bizzat kendisidir.
Ecel ise belirlenen sürenin sonu olduğundan, ecel çizgisine gelip dayanan toplum
için artık geriye dönüş yolları kapanmıştır. Bunun
sebebi, toplumsal olayların meydana çıkısının bir
süreci gerekli kıldığındandır. Bu süreç tamamlanmadan olayın ortaya çıkışı veya süreç
bittikten sonra olayın geri alınması diye bir şey söz
konusu değildir. Dolayısıyla ecel, sürecin sonu, zirvesi, sınırı, yani ulaşılabilecek
son nokta, bardağı taşıran son
damla, söz konusu toplum için zamanın durduğu andır. ] [226]
TAVSİYELER
Tavsiyeler
QQQYukarıda
bahsettiğimiz gelecek tipleri gelmesi muhtemeldir. Allah Teâlâ’nın öngördüğü
dini hayatın makro şekilde yaşanıldığı bir gelecek için ise tedbirler almak
için bazı tavsiyelere uymamız gerekmektedir. Bu tavsiyeler ile geleceğimiz için
olumlu sonuçlar elde edebiliriz.
İhtimal
geleceklerin temeli şimdiki ve geçmişteki kavramlarıdır; ancak “geleceğin”
gelecekteki simgelenişini de kapsarlar. Geleceğe dair temeller her ne kadar
şimdiki temelden farklıysa da mevcut temelle ilişkilidir. Dolayısıyla
gelecekteki ihtimaller sadece hayal edilen şeyler olmak yerine gelecek için
anlam taşıyan temelleri içinde barındıracaktır. O halde temelin bugünkü durumu
gelecekteki ihtimallerin bir ön şartı olmayabilir. Bilindiği gibi mevcut olanı geçmişle
karşılaştırma aracılığıyla insanlar, kendilerini ve hayatlarını kıyaslarlar. Bu
süreç de hem olumlu hem de olumsuz nitelikli “ihtimal geleceklerin”
oluşmasına katkıda bulunabilir. Buna göre, bugün başına gelen herhangi bir şey
ile yarın kendisinin başına ne gelebileceğini düşünebilir. Kurtuluş çareleri
aranır. Sonuçta kurtulan kaybeden birdir. Çünkü zaman geçmiştir. Zamanın
geleceğine ve geçmişine ne türlü yolculuk yapılırsa yapılsın çıkar yolun
olmadığı görülecektir. Bu nedenle kurtuluşun
temelleri Allah Teâlâ’nın gösterdiği hedefler ile kazanılır. Bu hedefleri ise bulmak ise üç şeyle gerçekleşecektir.
a-
Allah Teâlâ’nın
ihsanı ve devamıdır.
b-
İnsanın doğru bilgiye ulaşması ve nübüvvet nuruyla aydınlanmasıdır.
c-
Kurtuluşu talep eden insanın kendi iradesidir.
Ancak bunların olması için kulun hazırlanması
gerekir. Allah Teâlâ’nın ihsanı ile iman nimetine kavuşan kulun, İlâhî lütfun bir yansıması olarak gönderilen
rasüllere ve onların getirdikleri vahye muhalefet etmemesi ve bunun gereklerini
yerine getirmesi gerekir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ve onun Allah
Teâlâ katından getirdiği
kesin olarak bilinen her şeye,
gönülden bağlılık
göstermesi gerekir.
Bu
esaslara yardım edecek tavsiyelere de uymakta gerekebilir. Tavsiyelerin
yapılması ve yapılmaması da çok bir anlam ifade etmeyeceğidir. Çok doğruları
zamanında yanlış anlayarak hüküm verdiğimiz olmuştur ve olacaktır.
1-
Yaratılış fıtratını esas alınmalıdır.
Fıtratı esas almak Allah Teâlâ’yı da kabul
etmek demek olur. Her yeni bir ideoloji ve teknoloji içerisinde insan geçmişten
getirdiği tecrübelerini kaybetmesi gerekir. Çünkü Allah Teâlâ insanlara son
rasülünü göndermiş ve fıtratın kemalini beyan etmiştir. Eğer bir anlaşılamayan
durum zuhur ederse bu manada kesinleşmiş bilgiler ve geçmişin tecrübeleri ile kendimizi
sapkın ve dalalet yollarından imtina ederek muhafaza etmelidir. Belki istenilen
seviyede bir meselenin çözümü olmayınca geçmiş hayatın işareti ile güne ışık
tutmakta ayrı bir meseledir. Yani bugünü geçmişte yaşamak demek geleceğin sıkışmasına
sebep olur. Sıkıntıların ve meselelerin çözümü için geçmişe gidilmesi yanına
geçmişi bugüne getirmek en uygun olanıdır. Bu nedenle sorunları çözmek için, Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem dönemine gitmek değil, O’nu bu döneme getirmek gerekir.
Ayrıca
geleceğin korkutucu teknoloji çılgınlığında insan fıtratı boğulmasına da engel
olmak gerekir. Çünkü manada zayıf kaldığımız her gün itibarı ile belirginleşmekte
olduğu gibi ulaşılmaz hırsların ürünü olan teknolojide başka sorunlar
oluşturmaktadır. Bu nedenle ona yetişmekte zorlanan insan sonuçta hastalanan
insan sınıfına geçer. Çünkü fıtratın yaşama ve kavuşma hırsı yenilince nevrozlu
hastalar ortalığı kaplamaya başlar. Sapık ideoloji ve kimliklerin kontrolünü
ise bol bol uyuşturucu imal etmek için haşhaş tarlaları açmak veya olur olmaz
sebeplerden savaşların çıkmasını sağlamak olur. Çünkü artık kontrol edilmesi
imkânsız durumlar çıkmıştır. Fıtratın zıddı hayatın ancak geleceği kurban
olmaktır.
2-
Fikir adamı yetiştirmek
qqqFikir
“insan başını fare kafasından ayıran tek hassa” [227] dır. Fikir toplumlar ve insanlık için kıymet
biçilemeyecek değeri ifade eder. Ancak fikrin hayata geçirilmesinin asıl gaye
olması gerekmektedir. Fikir adamı ve sistemiyle beraber, onun düşünüş tarzı
üzerinde de durulması gerekmektedir. Necip Fazıl Kısakürek, fikirlerinin geniş bir tesir
çevresi bırakması için kendisinin ifadesiyle “fikir öfkesi” ne
ihtiyaçtan bahseder. Fikir, insan ve cemiyet hayatında bir şekil ifadesi
istenmiyorsa, “zarını
yırtmamış bir tohum” [228]
gibidir. O gün itibarı ile kabul edilmedi diye zayi etmemek gerekir. Fikrinde
çilesi çekmeye razıda olmak kuvvet bulmasına yardımcı olmak gerekir. “öfkesi olmayan fikir de, tüfeği olmayan asker” [229]
gibi zamanla yıpranmakta her türlü taarruza maruz kalır.
Çalışmak insanın kaderidir. Allah Teâlâ bile
her an bir yaratma içindedir. Mehmet Âkif ERSOY
diyorki,
“Mâsivâ
bir şey midir? Boş durmuyor Hâlik bile;
Bak
tecelli eyliyor, bin şe’n-i gûnâgûn ile.”[230]
Fakat
zamanımızda fikir para etmez hale getirilmiştir. Düşünen kişiler ezilmesi için
bir güç sürekli baskı yapmaktadır. Bu güç emperyalist güçlerin düşünen
insanlara karşı hazırladığı entrikadır. Finans kurumları bile bu çetelere
destek oluyor gibidir. Mesela kitap okumanın artması için paralar verilmezken
eğlence türü etkinliklere paralar su gibi akmaktadır. Çözüm olarak kazancının
seviyesine göre sermaye sahiplerinin siyasi, eğitim, kültür, sanat, edebiyat
felsefe vb. konuları içeren eserlerin insanlara ulaşılmasını sağlamak
mecburiyeti getirilmelidir. Hali hazırda zengin ve elit tabaka teknolojiyi
kontrol etmek için sürekli açtığı okullarda düşünceyi ele alan eğitimden çok
teknoloji hedef almıştır. Bu şu demek oluyor, düşünmeyi unutanlar ile kontrol
edilmesi kolay nesiller elde etmektir.
Teknoloji
eğitimi pahalıdır. Bu eğitimin yakınına dahi yaklaşamayan diğer guruplar ise
fakir kalır, geçim kaygusu yüzünden düşünmeye fırsat dahi bulamayınca şahsiyeti
olumsuz yönde gelişerek potansiyel suçlu olma yolunda aktif eleman olur. Hakikatte
bu kişilerin hedef kitlesi de yine refah seviyesi yüksek seviyedekilerdir.
Bunların insan, millet ve devlet olması da önemli değildir. Varlığını bulmayan
olgunlaşmayanın kaybedeceği olmayınca arzularına kavuşmada ilkel tavrı olan
hayvanî yönü harekete geçer. Bir nevi hayvanlaşır. Çünkü düşünme unutturulunca
hayvanî şahsiyet ruhanî ve ulvî gerçeği baskı altına alır. Yuvarlanmalar olunca
artık çok şeyin değeri kalmaz.
Parçalanmış
nesil sendromu ile başıboş vahşiler gibi olunca etkilendiği ve emelini duyduğu
bir şeyi kalmayan insanların karamsar duyguları ile rasüllerine isyan eden
Yahudiler yıllarca çöl hayatına mahkûm olarak yüzyıllarca kinle yoğrulmuş
toplulukları oluşmuştur.
[Yahudilerin yetmiş yıllık Babil
esareti, insanlığın ebedi kalacak çilesinin başlangıcı olmuştur. Bu
esaretin kıyamete kadar intikamını almaya söz veren vicdanı azapsız kavim,
madde dünyasında olduğu kadar ruh ve düşünce
dünyasında da insanlığa yapabileceği bütün zulmü
yapıyor.][231]
3-
Geçmişten kopmamaktır.
[Geçmişe hakkını teslim etmektir. Geçmiş içkin
anlamda ne iyi ne de kötüdür. Ama gereklidir. Bir forma sahip olmak zorundayız
-tamamen örtük düzen içinde yaşayamayız- Geçmiş artık uyum sağlayamıyorsa
ölmeye hazır olmak zorundadır, ama o hâlâ ayakta kalmaya eğilim gösterir ve bu
rahatsız edicidir. Ancak doğru şekilde anlaşılan geçmişin kendisi yeterince
faydalıdır. Gördüğünüz gibi, geçmiş de yaratıcılıkta rol oynayabilmektedir.
Mutlak yaratıcılık -geçmişsiz mutlak yenilik olsaydı hiçbir şey olamazdı çünkü
her şey tam yaratılış anında yok olurdu. Eğer her şey bütünüyle yeni olsaydı
hiçbir şey varlığını sürdüremezdi. Bu nedenle o, her iki tarafı, yaratıcılığı
ve kararlılığı, yaratıcı şimdiyi ve nispeten sabit geçmişi öngören diyalektik
bir devinimdir.
O zaman geçmişle ilişki kurmanın doğru yolu
geçmişi göz ardı etmemek isteriz tamda ona bağlanmamak. Eğer geçmişten gelen
bir şey karışıklık ve çatışma doğuruyorsa onun bir kenara atılması gerekir diye
düşünülebilir. ] [232]
[İşte;
ecdadında büyükler bulunmazsa, insan ister istemez küçük doğar, millet
küçük yaşar. Ancak ecdatta büyüklükler olduğu halde insan
onlardan nasipsiz kalırsa o bayağı insandır, ruh ve duygusunu benimsemiştir ve eğer ecdadındaki
büyükleri çiğnerse, çiğnetirse o
insan ruh âleminde canidir, elleri mukaddesat denen şey, fert olan
varlığımızdan başlayarak Allah Teâlâ’ya doğru yönelmek
için, bizi maziye tırmandıran ve orada benliğimize ulaştıran
basamaklardır. Mazideki ruh kuvvetlerinin fethi, kendini yetiştirmede olan
ferdin zaferidir.][233]
“Her şeyin birbirine muhtaç olduğu fikrinden
hareketle sınıflar ve unsurların ince sınırları aşılmadan bağlantılarını
sağlamak üzere hareket edilmelidir.”
“Geçmişe
muhtaç olma” ilişkilerin gelişme ve devamında gereklidir.
Çünkü her şeyin aynı vasıfta olmadığı gibi farklılıklar gösterdiği
görülmektedir. Bir şey başka bir şeye muhakkak bir yönden bağımlıdır.
“Özgürlük” adı
altında geleceğin geçmişinden “kopma”ları yanlış olacağı unutulmamalıdır.
Yalnızlık geleceğin gelişimine en büyük darbeyi vurur. Ayrılığın fikirden
varlığa seyrinde aldığı hız karşısında bocalayan geleceğin tekrar dönüşümünü
sağlaması çok zor olduğunu görülmektedir.
4-
“Küreselleşme” adı altında emperyalist amaçlarla sömürü düzeni kurarak,
tek toplum çılgınlığının önüne geçilmesidir.
Zamanımızda
ülkeler el değiştirerek başka bir devlete katılması yerine şimdi, sınırları genişletmek, başka memleketlerin
zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırılmaktadır.
Çünkü çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından
zamanımızda daha sinsi ve maskeli bir “emperyalizm” şekline
başvurulmaktadır. “Modern emperyalizm” denilen bu şekil iktisadi
ve kültür hayatı bakımından bir ülkeyi kendine bağlamak suretiyle menfaat
sağlamaktadır. Gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkeleri bu yolla kendilerine
bağımlı hâle getirmektedirler. İnsanlarını kendi kültür ve ideolojileriyle
yetiştirdikleri için felsefe, siyasi görüş ve yaşayış bakımından kendilerinden
ayrılamaz hâle getiriyorlar. Bunun adına da küreselleşme deniyor.
[Küreselleşme konusunda müthiş bir anlama ve
yorumlama karmaşası vardır. Çağımızın moda söylemi ve gündem sözcüğü
küreselleşmeye farklı anlam yüklemeleri yapılıyor. Çünkü öyle bir dünyada
yaşıyoruz ki, her şey birbirine karıştırılıyor ve gerçekler gerçekdışı gibi
sunulmaya çalışılıyor.
Küreselleşme, Batı dünyasının sosyal,
ekonomik, politik ve kültürel temelleri olan kapitalizm ve emperyalizmin yeni
adıdır. Küreselleşme, kapitalizmle yaşıttır ve onunla eş anlamlıdır,
dolayısıyla iddia edilenlerin tersine yeni bir süreç değildir.
Küreselleşme, 16. yüzyılda temellenen, ancak
19. yüzyılda dünya toplumlarına önemli ölçüde nüfuz eden kapitalizmin,
günümüzde yerküreyi kaplaması ve dünyanın tamamına yayılmasıdır.
Küreselleşmenin öznesi, Amerika ve Avrupa Birliği'dir. Küreselleşme, onların
çıkarları doğrultusunda, dünyayı küçülten, ekonomi, politika ve kültür gibi ana
öğeleri ulus-devlet üstü bir noktaya taşıyan, toplumlar üzerinde denetim kuran
ve özellikle Batı-dışı mazlum toplumları tarih sahnesinden yok etmeye çalışan
bir süreçtir. Kısaca, küreselleşme bütün toplumları yakından ilgilendiren ve
insanlığın başına büyük belalar açan yeni kapitalizmdir.
Küreselleşme, kapitalizmin dönüm noktalarından
biridir. Bu dönüm noktaları; kapitalizmin ve Avrupa'nın yerküreyi kuşatmasının
sonucu olan modern kutuplaşmanın eşzamanlı doğumu, merkantilist geçiş döneminin
bitişi, Sovyetizmin sonu ve yeni bir küreselleşme aşamasının başlangıcıdır.
Küreselleşme, 19. yüzyıl vahşi kapitalizminin restorasyonudur, laissez faire[234] ideolojisi ve politikasının zaferidir.
Küreselleşme, dünyanın yeni liberal değerlerle beslenen ekonomik, sosyal,
kültürel ve ideolojik sürecidir. Küreselleşme, sermayenin Batı'da, özellikle Amerika'da
birikmesine kaynaklık eden, dünya ölçeğinde kaosa, eşitsiz gelişmeye ve
kutuplaşmaya yol açan bir süreçtir.
Kısaca, küreselleşme, kapitalizmin
günümüzdeki boyutu ve görünümü, onun dünyaya dağılıp yayılması, esnemesi,
dünyayı kuşatması ve en ileri aşaması olan emperyalizmin yeni adıdır.
Günümüzde küreselleşme adı altında kendisini
kamufle eden kapitalizm, esas olarak insandan ziyade sermaye ve kârı önemsemektedir. Kapitalizmde amaç sermayeyi mümkün
olabildiğince arttırmaktır. Bunun için de insanın emeğinin sömürülmesi, onun
kendisine, işine, çevresine ve topluma yabancılaştırılması, ayrıca fiziksel
olarak çöküntüye uğratılması ve bedeninin tahrip edilmesi oldukça önemsenir.
Kapitalizmin temel dayanağı olan sermaye, özü itibariyle, “ölü emektir ve
ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse,
o kadar çok yaşar” [235]
Yine, kapitalizmin varlığı, üretilen
metaların satılmasına bağlıdır. Bunun için de kapitalizm, insanları, sürekli
olarak tüketime yönlendirir. Kapitalizmin biçimlendirdiği sistemde insanlar aşırı derecede tüketen obur yaratıklar olarak
görülür.
Hatta kapitalizme bedeni oburlaştırma tasarımı da denebilir. Kapitalizm,
yarattığı tüketim
kültürü sayesinde
insanları oburlaştıran bir sistemdir.
Küreselleşme çağında bireylerin yaşamının
anlamı ve mutluluğu, tüketime bağlı hale gelmiştir. Birey, tüketiyorsa vardır,
anlamlıdır ve mutludur, tüketmiyorsa yoktur, anlamsızdır ve mutsuzdur.
[İşte, çağımızda bedenin önemli bir öğe
haline gelmesi, kapitalizmin bu mantığı ve doğasının bir sonucudur.
Küreselleşmenin ördüğü tüketim toplumlarında tüketen esas öğe, bedendir ve bu
yüzden beden büyük önem kazanmıştır. Başka bir deyişle, tüketim toplumunun
temel bileşeni, bedendir. Tüketim kültürü, doğrudan bedeni hedef seçmiştir. Küreselleşmenin
inşa ettiği dünyamızda birey, tüketici konumuna indirgenmiştir: “Tüketiyorum,
Öyleyse Varım”, ana slogan haline gelmiştir. Ama bedeni sürekli tüketen
birey, dış dünyadaki gerçekliği fark edemediği için de şizofrendir.][236]
Descartes'in “düşünüyorum, öyleyse varım” ya da bunun tam tersi bir algılama olan marxistlerin “varım öyleyse, düşünüyorum” söylemleri/kavrama biçimleri, artık yok gibi. Bu,
bireylerin dış dünyayla bağlarının kopması, kendi, dışındaki gerçekliklerle
anlamlı bağıntı kuramaması ve gerçeklik duygusunu yitirmesi olduğu için tam bir
şizofreni durumudur.
Küreselleşme çağı, kişilik bozulmalarının öne
çıktığı şizofren çağıdır. Küreselleşmeyle birlikte kişiliğin sadece bir bölümü
hastalığa yakalanmamıştır (nevrozlar), genel kişiliğin bozulması (psikozlar) söz konusudur. Kısaca, Foucault'nun[237] dediği gibi, ruhsal hastalıklar, kişilik bozulmalarının
hacmine göre nevrozlar ve psikozlar olarak ikiye ayrılır. Şizofren durum ise
psikozlar içine dâhildir.
Şizofreni, ya da zihnin yarılması, insanın
gerçeklerden uzaklaşarak, kendine özgü bir dünyada yaşadığı; düşünüş ve
davranışlarda önemli bozukluklarla kendini gösteren bir rahatsızlıktır.
Şizofrenlerde çağrışım zinciri gevşemiştir, konuşmaları kopuk kopuk ve
tutarsızdır. Şizofrenler bir konu üzerinde tam olarak dikkatlerini toplayamazlar
ve onlarda dikkatin seçiciliği bozuktur. Şizofrenlerin hareketleri,
tepkisizliğe kadar gidebilir. Şizofrenler, üretken olamazlar ve dış dünyayla
ilişkilerinde içlerine kapanırlar. Şizofrenlerde kendilik duygusu bozulur.
Şizofrenler, kendi kimlikleri ve varlıklarının anlamını karıştırırlar.
Kapitalizmin günümüzdeki biçimi olan
küreselleşme ile şizofreni arasında bağ kurmak mümkündür. Çünkü şizofreniyi inceleyen psikanaliz de,
insanlığın başına makro sorunlar açan kapitalizm de bunalımların sistemidir,
ikisinin de varlığını sürdürmesi, bunalımlara bağlıdır. Eş deyişle, gerek
psikanaliz gerekse kapitalizm, problemler, krizler ve olumsuzluklarla yaşarlar,
bunalımlar onların yaşama iksiridir. “Lucrece'in demiş olduğu gibi, 'İKTİDARLARIN
HASTALIKLI KİŞİLERE İHTİYAÇLARI VARDIR Kİ, BUNLAR HASTALIKLARINI SAĞLIKLI
KİŞİLERE GEÇİREBİLSİNLER' SÖYLEMİ KAPİTALİZM İÇİN DE PSİKANALİZ İÇİN DE
GEÇERLİDİR. YANİ KAPİTALİZM BUNALIMLARI VE ÇELİŞKİLERİ SONUCU YIKILACAKTIR TEZİ
BURADA BİR DUVARA TOSLAR. ... ASLA KİMSE ÇELİŞKİDEN ÖLMEDİ”. Kısaca,
kapitalizm ve psikanaliz, bunalımlara gereksinim duyarlar. Örneğin, hastalık “yenilemediği
vakit, 'yönetilmesi' gereken bir şeydir ve zorunlu olarak insani ilişkileri
buna yerleştirmek lâzımdır”
Hayatımızda önemli bir yeri olan ekonomik
olduğu kadar, siyasal, teknolojik ve kültürel yönleriyle çok boyutlu bir olgu
olarak değerlendirilen küreselleşmenin çevresiyle etkileşim içinde olan bireyin
ruh sağlığıyla ve dini hayatını da etkilemektedir. Bu etkilenmenin boyutları
bazen kontrol edilmesi dahi zorlaşan durum aldı. “Öteki ve diğeri”
kavramları kayboldu. Her şey birbirine kenetlenince sonuçlara ulaşmak ve
inanmak zorlaşmaya da başladı. [Peter Beyer’e göre KÜRESELLEŞME
1960’lı yıllardaki bazı batılı teologların düşündüğü gibi TANRI’NIN
ÖLÜMÜNE DEĞİL, ŞEYTANIN BELİRSİZLEŞMESİNE SEBEP OLMUŞTUR. KÜRESEL TOPLUMLARDA
TANRI HALA DİRİDİR, FAKAT ONDAN KORKMAK GÜÇLEŞMİŞTİR. Dolayısıyla
küreselleşme sürecinin kötü ve şeytanın dini yapıdan çıkarması veya
belirsizleştirmesi geleneksel dinleri değişime zorlamıştır. Bu da dindarları
kötülüğün ve şeytanın yer aldığı geleneksel yapının devamını ifade eden
muhafazakâr ve şeytanın ve kötülüğün belirsizleşmesinin kabullenmesine vurgu
yapan liberal tercih arasında ciddi bir ikileme sevk etmiştir. Çünkü
küreselleşme ahlaki kuralların varlık bilimi temellerini oluşturan iyi-kötü
ayırımının belirsizleşmesine yol açmıştır. Zira günümüz küreselliğinin
çok-kültürlü yapısının bir sonucu olarak din, dinin çoğulculuk bağlamında
izafileşmiştir.][238]
Anlattığımız
şekilde yaratılışın din, millet ve devlet etmenleri içinde özerk yani bağımsız
olması deformasyona uğrayarak tabii zenginliği, sanal zenginlikler içinde “buhran
çılgınlığına” dönüştürerek kontrol edilen insanlar sayısının artmaması
için “küreselleşme” hikayesinden kurtulmak gerekir.
Çok
gelişmiş karşısında gelişimi tam sağlayamamış topluluklar “aşağılık
kompleksi” ile “yetersizlik” “tükeniş” in etkisi altına
eritilmesi, daha fazla kayıpların oluşmasına sebep olur. Hayalleri kalmayan nesiller, “hiç” olup,
kölelik düzeninin bireyleri olmanın kaçınılmazı olur.
5- “Kısalma-kopma” yı zaman-mekân-zihin
arasında uyumlu olarak oluşturmaktır.
Teknolojinin, ulaşımın, iletişimin, ticaretin vb. yaygınlaşması ve
hızlanması kısalmayı doğurmuştur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin
hadislerinde buna “tekarubuzzaman” denilmektedir. Zamanın
hızlanması ve yoğunlaşması anlamındadır. “Zaman kısalacak ve vasıtalarla mesafeler kısalacak.” [239]
Yaşadığımız yüzyılın sesten hızlı uçakları, trenleri
ve diğer gelişmiş ulaşım araçlarıyla, eski dönemlerde aylar süren yolculuklar
şimdi birkaç saat içinde, üstelik çok daha güvenli, rahat ve konforlu bir
biçimde yapılabilmektedir. Hadisin işareti de bu şekilde gerçekleşmektedir.
Günümüzün ileri teknoloji ürünü ulaşım araçlarına Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de
şu şekilde işaret etmiştir:
“Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri
(yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır.” [240]
Zaman tekarüb ederek (yaklaşarak) gece ile gündüz
birbirine yaklaşır... “Zaman kısalıp sene ay, ay hafta, hafta gün, gün
saat, saat de ateş tutuşturacak kadar az bir zaman olmadıkça kıyamet kopmaz.”
[241]
"Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem
buyurdular ki:
“Zaman yakınlaşmadıkça Kıyamet kopmaz. Bu yakınlaşma
öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, haftada bir gün gibi, gün
saat gibi, saat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur.” [242]
Zamanı
kullanma biçimimiz ve onu algılama biçimimizin değişimi “zaman kavramı” nın
değişimine, aynı şekilde bu değişim de tekrar zamanı kullanma ve algılama
biçiminin değişimine sebep olmaktadır.
[“Gerçek”in
anlamını yitirdiğini, gerçeklik (simülakr)[243]
kavramının onun artık egemen olamadığı alanı büyük bir kabiliyetle doldurduğunu
birçok disiplinde yapacağımız tarama işlemiyle anlamamız zor olmayacaktır.
Bağlamlarından kopartılarak içerikleri sürekli boşaltılıp doldurulan kavramlar
silsilesinin bu sürekli başkalaşımının sebep ve sonucu, yaşadığımız her
ayrıntıyı resmeden zaman kavramının uğradığı “değişim”dir.
17. yüzyılda Aydınlanma Çağı ile başlayan
felsefe, bilim, sanat, edebiyat gibi birçok disiplinin uğradığı sürekli değişim
bugüne kadar uzanan bir altyapıya sahiptir. Sanayi Devriminin altyapısını
hazırlayan Aydınlama Hareketleri sosyo-ekonomik açıdan toplulukların köklü değişimine
sebep olmuştur. Sanayi Devriminin birinci bölümünü oluşturan “makinalaşma
çağı” üretim teknolojilerinin uğradığı evrimin yerini sağlamlaştırırken
yepyeni bir yaşam biçimini, estetik anlayışı ve gündelik hayatı da
örgütlüyordu. Bu dönemi takiben oluşan fabrikalaşma, şehirlerin konumlanma
biçimlerini kökten değiştirdi. Çalışma kavramının zamanla olan ilişkisini
keşfeden, seri-üretiminin gücüne hayran kalıp etkisi altında zevkten kendini
kaybeden yeni yaşam biçimleri “hız”ı da keşfetmiştir. Üretimde
zamanın rolünün öneminin kavrandığı bu dönemi takip eden dönemde, üretimin
lokomotifi olan “tüketim”in yaptırım gücü keşfedilmiştir. Üretim
ve tüketim birbirini öteleyerek öyle bir konuma getirmiştir ki bugünün insanı
kendisi için üretilip paketlenmiş zaman programları (bir tatil, eğlence turu,
uçak, gemi, tren yolculukları, eğitim programları, emeklilik poliçeleri vb.)
satın almaya başlamıştır. Sanayi Devriminin son bölümü olarak da adlandırılan “bilgi
çağı” ise sonraki adımı takip etmektedir. Bilgisayarın keşfinin ve
ileri teknolojik gelişmelerin sanayi devriminin üçüncü aşamasını oluşturduğu
varsayılmaktadır. Gerçeklerin yerini suretlerinin aldığı, “katı olan her
şeyin buharlaştığı”, ağırlıklarını yitiren kavramlar sebebiyle uç
kutupların birbirine hızla yaklaştığı dönemdir.
Mekâna katı bir sadakatle bağlı bireyin bu
yeni dönemde bedenî ve zihnî olarak hareket kabiliyeti artmış, mekânla bağları
zayıflamış ve kopma noktasına gelmiştir. Büyük üretim teknolojilerinin
yarattığı iş kapasitesine bağlı olarak artan şehir nüfusları yüzünden,
çeperlerine baskı yapan şehirler yeni ağlar sistemi kurmuştur. Kırsalı sürekli
yutan şehir, geçmişteki insanın domestik[244] yapısını
terörize etmiştir. Göç nitelikli olan bu “hareket”,[245]
şehirlerin merkezlerinin suretlerini üretip şehir içinde şehirler oluşturmaya
başlamıştır. Bu da metropolleşen şehrin tanımını oluşturmaktadır. Sürekli
genleşen, sınırlarına baskı yapan şehirlerde özerk yaşam şehirden kaçarcasına
kurulmaya başlanmıştır. Ve bu üretmek ve tüketmek için şehrin kaynaklarına
ihtiyacı olmasına rağmen kendi yaşam aralığını oluşturmak için şehir’den kaçan
yeni yaşamlar üretmeye başlamıştır.
Sadece teknolojileri değil düşünme biçimi de
değişen yeni insan dünyayı farklı bir biçimde görmeye başlamıştır. Ulaşım
teknolojilerinin artışı ve “mobilite” kavramı insanı yere bağımlı
bir varlık olmaktan çıkarıp bir zamanlar hayal bile edemeyeceği mesafelere hâkim
olmasını sağlamıştır. Bu da bedenin hâkimiyet alanını genişletmiştir. Ancak bu
değişimlerle gelişen insanın aşırı hareketliliği sadece bedensel değil aynı
zamanda zihinsel alanda da kendini göstermiştir.
“Sürekli hareket” halinde olan insanın oluşturduğu yaşam
biçiminin “sürekli iletişim-kavuşma” i de talep ettiği ve bunun
da insanın bir gün içerisinde yapabildiklerinin her geçen gün artmasına sebep
olduğudur. Hareketli beden iletişim-kavuşma ağını genişletmek zorundadır. Bu
genişleme de daha çok hareketi doğurmaktadır. Ancak bu çift taraflı tepkime
belirli bir durumdan sonra hareketini zihnin içine sığdırmış hareketsiz
bedenlerin doğmasına sebep olmaktadır. Çünkü artık birçok eylemi
teknolojiler sayesinde hareket etmeden yapmak mümkündür. Teknolojilerin
ilerleme yönünde önünü böyle cömertçe açan bu durum, birçok disiplinde yeni deneyimlerin
oluşmasına sebep olmaktadır. Ve hatta biraz daha geleceğe doğru bir önerme
yapacak olursak, bu hareketsiz ama özgür bireyin bedeni öyle bir beden halini
almaktadır ki tüm bu yetenekleri bünyesinde barındıran bir seviyeye ulaşmış bir
post-hüman özne olmaktadır.][246]
[Bu
nedenle “Tüketim devir
süresinin” de hızlanması;
yine bu organizasyon değişimi nedeniyle iletişim ve enformasyon sistemleri,
dağıtım teknikleri gibi kavramların gelişmesi, bunun da sonucu olarak
mesafelerin giderek daha çok ve korkusuzca kat(l)edilmesi “mekânın zaman
tarafından sıkıştırılmasına, yok edilmesine” neden olur. Hızla
artan dünya nüfusu bir gün yeryüzüne sığamayacağından şüphelendiren
kalabalıklar yaratır. Ve insanlık bir organizma gibi yayılmaya
devam eder. Ancak bu durum sadece yeni topografyaların işgaline değil aynı
zamanda var olan şehirlerin de sıkışmasına neden olur. Bu arada birey öteki
üzerinden kendi benliğini keşfeder, kalabalığın içinde çok olmanın değil tek
olmanın doğasını kavrayınca, kendi dışında gelişmiş olan ve üst ölçekte yaşama
damgasını vuran kapitalist sistemin, öngördüğü “tüketmek için üret”
mantığında üretilen nesneleri, tüketmek için simülakrlarla çevrelenmiş kişisel
hayatının olmadığını yarı şuurlulukla görür. Tam olarak görmez çünkü bu durum
onu öyle uyuşturmuştur ki daha önce nasıl
olduğunu sorgulama yetisini kaybetmiştir. A. Toffler’in de dediği gibi “kullan
at” toplumunun bir parçası olmuştur. Üstelik bu toplum sadece
üretilen nesneleri değil, fikirleri, ideolojileri, mesafeleri de kullanıp atmaktadır.
Öznenin ‘mekân’ la kurduğu bağların giderek zayıflaması, onu “kök
salamaz” hale getirir.
Kapitalist sistemin oluşturduğu, birbirini
aralıksız biçimde birbirinin içine alan mekânın, bedenin de hareketlenmesiyle,
zaman tarafından sıkıştırılması, bedenin hayatla ilişkinin zayıflamasına neden
olmuştur.
Belki bu anlatılanlar sosyo-kültürel
kavramların yaşadığı bu değişim bir felaket göstergesinin habercisidir.
Sosyo-ekonomik faktörlerin değişmesiyle postmodernist insanın, ulaşılamayan dinamik
dünyanın dinamik bireyleri haline gelmesi kaçınılmaz olmuştur.
Zihnin, bedenin hâkim olamayacağı kadar geniş
bir alanda hâkimiyet göstermesi nedeniyle, diğer yandan da onu daha yoğunlaşan
dinamik bir yaşam biçimine zorlar. Bu ikili durum sarkacın yaptığı salınım
hareketi gibi birbirini öteleyerek devam etmektedir. Bedenin hareket yasası
korundu ama özgürleşen zihin bu bağlamda bedenin etki alanının önemini sınadı.
Zihin her şeyi beden üzerinden tanımlayan, bedenî deneyimin birincil olduğu
dönemin aksine bedenin yapacağı eylemleri hiper-gerçeklik ortamlarında yerine
getirme imkânını bulmuştur.
Başlangıçtan bu yana zamanla kurduğumuz çok
önemli ilişki sayesinde bedenî ve zihnî var oluş biçimlerimizde yaşadığımız
değişim gözler önündedir. Büyük bir ivmeyle gelişen teknolojilerinin ve
kapitalist sistemin etkisiyle oluşan aşırı-hareketli insan, teknolojilerinin
artışıyla zihnî olarak hareket sınırlarını yıkarak bedenî deneyime ait
mekânlardan, sanal mekânlara transfer olduğundaki ilişkide, kendi yerini
bulamayan bedenin, bu teknolojiler karşısında kendi eksikliğini ve kısıtlı yeteneklerini
keşfetmektedir. Bu nedenle bedenin eksikliğinin zihin aracılığıyla farkına
varılması kaçınılmaz tekamül sürecinin zeminini hazırlamakta ve öznenin hayat
oyununda yer alması için bu kopmadan korunması zorunlu bırakmaktadır..][247]
Sonuç
olarak çağımızda zaman-mekân-zihin ilişkisindeki durum insan dünyasında sanal
bir algıya dönüşmüştür. Bu algının tabii olaylarla bağıntısındaki izafiyeti çok
kısalınca insanın yeni bir şeyler bulma ve güdüsü olan “ihtiyaç” kavramı
kaybolma noktasına gelince kopmalar olur, hayat dayanılmaz hale gelir. Çünkü duyguların
seyri bedenin seyrinden hızlıdır. Kavram karmaşasına düşen geleceğin kaosu ise “mutsuzluk”
ve sonuçta “inançsızlık” ve ileri aşamada “intihar eden
topluluklar” meydana çıkarır. Bu ise kıyameti öne almak gibi bir şeydir.
6-
“Sahte mutluluklar” a mani olmaktır.
Gerçeğin gerçeklikle bağıntısının bozularak
hangi gerçeğe inanılacak şeyin kalmayışıdır. Mutluluk vardır. Fakat mutluluğun
hiçbir neticesi yoktur. Bu nedenle doyumsuzluk veren hallerdir. Buna en güzel
örnek sinema ve alt birimleri olan hayali kişiler, hayatları ve komplo düzenleri
olabilir. Sinema bu görevi en güzel şekilde gerçekleştirmektedir.
Mesela; [Hollywood
film endüstrisinin ürettiği ürünler, bu içtimâi değişmelere yön
verebilmektedirler. Bu bağlamda, ABD gibi devletlerin gücü yalnız bir
askeri güce dayanmamaktadır. Bu gücün kültürel boyutları da mevcuttur.
Hollywood bu anlamda çok önemli roller üstlenmiştir. Bugün
için Hollywood’un karşısında ciddi bir güç görünmemektedir. Bu
durum, teknolojik ve ekonomik imkânların genişlemesiyle değişebilecektir.]
[248]
7-
“Kalp komplo teoriler” ile kısa vadeli teori ve ünlülerle insanların
yıpratılarak “güven duyguları”nın istismar edilmesinin önüne
geçilmesidir.
Kalp
Komplo teoriler için aslında söylenecek çok şeyler vardır. Bu teorileri
üretenler kişileri ve cemiyetleri belirlenmiş hedefin merkezine doğru çekerek
bataklık çukuruna düşürürler. Her şey bir komplo illüzyonu içinde kaybolup
dağılır. En akıllı, tedbirli ve temkinli olduğunu zannedenler dahi bu illüzyona
maruz kalıp aldanırlar.
Her komplo
teorisi üç kısımdan oluşur. Birincisi “Haber” bölümüdür.
Teorisyen size aklınızda olmayan bir şeyi hatırlatır. Bu daha önce
düşünülmemiştir. Son derece gerçekmiş gibi normal bir şey olduğunu kabul etmenizi
ister. Fakat gerçek, farklıdır.
İkinci
kısma “Eğriltme” denir. Teorisyen iddiasını alır ve onu
olağanüstü bir şeye dönüştürür. Çünkü
dikkatler etkilenmiş ve dağılmıştır. Artık teoriyi bilmek değil, kandırmak
isteyenin isteğine mahkûm olmuş bir düşünce yapısı vardır.
Bununla yani
kandırmak ve kandırılmakta yeterli değildir. Çünkü bir anlatılanların bir
kısmının gerçek çıkması gerekir. İşte üçüncü kısım olan “Prestij” in teorisyen tarafına
geçmesi gerekir. Bu “Prestij
=saygınlık, itibar, nüfuz, ün” olan
kısımda artık kontrol teorisyeninin elindedir. Artık teoriyi çözmek yerine kandırılmak insanlara
daha hoş gelmektedir. Gerçeklerle karşılaşmak yerine insanların olmayacak bir
şeye inanması daha kolaydır. Çünkü gelecekte hata yaptığı açığa çıkınca
aldatıldım demek şansını kaybetmek istemez.
Bu anlattıklarımızı misal olarak ABD'nin
önemli strateji kuruluşu Stratfor'un sahibi analist George Friedman, 2050
yılına yönelik “The Next 100 Years: A Forecast for the 21st Century”
(Önümüzdeki 100 Yıl: 21. Yüzyıl İçin Tahminler) isimli bir kitabındaki öngörüleri
verebiliriz.[249]
G. Friedman'ın gelecek öngörüsü hakkındaki ütobik
düşüncelerine aldanmanın bedelinin ne kadar olacağını düşünmek gerekir.
Düşünüldüğünde güçlü bir devletin strateji kuruluşunun uzmanı önceden gördüğü
bazı şeyleri deşifre ederek bir yenilgiyi mi haber veriyor? Yoksa bir illüzyona
doğru bazı devletlerin halkını çekerek onların hata yapma ihtimallerini
yükselterek büyük lokma yapma peşinde midir? Bu gibi sorular sorulunca tedbir
mahiyetli düşüncelerimizin artması gerektiği hatıra gelmektedir. Mesela Türkiye
hakkındaki varsayımlarına baktığımızda umut verici sözler gerçekleşmesi sevinmemize
sebep olur. Fakat bu bir illüzyonsa?
Kuvvet bulmanın birinci şartı kuvvetli beslenmedir.
Kuvvetli beslenme ise kaliteli gıda ile olur. Bir çiftçinin hindiye verdiği
gıdalar, hindiyi sevmesinden olduğunu düşünmek illüzyondur.
Yakın zamanlarda aşağılık kompleksi içinde olan milletimize
birileri gelerek hayallerinde senelerce ABD hakkında düşündüğü süper devlet
fikrini yıkacak söylemleri ile parıldayan, milliyetçi olduğu lanse edilen
profesörün ağzından “Aptal Amerika”
gibi sözler ile bir şeyler duyulmaya başlayınca çok kişi şok olmaya başlamıştı.
Bir şey bu arada unutuluyordu. Bu kişi uzun seneler Amerika’ya hizmet etmişti.
Şimdi niye bu şekilde konuşuyordu. Çünkü bu bir illüzyondu. SSCB yıkılınca
Amerika siyaset ve hedef kitle olarak yıllardır rakip olarak gördüğü ve
gösterdiği kuvveti ve kolunu kaybedince yeni ve daha güçlü bir hedef bulması
gerekti. Bunun içinde potansiyel kitle olarak Türkleri seçmiş olduğu
teorisyenleri bu saçma fikirleri ileri atmaktadır. Hiç insan kendini yesin diye
aslan besler mi? Roma’da gladyatör ve aslanı besleyen yönetim arena duvarları
arasında verdiği özgürlüğü hiç dışarı taşırmıyordu. Arena savaşların olduğu ve
halkın illüzyona çarpıldığı yer olmaktan öteye çıkmadı.
[1501'de
İspanya'nın Katolik Krallarına gönderdiği bir mektupta Kristof Kolomb, (1451'e
doğru-1506) şöyle demektedir:
“Önceden de söylediğim gibi, bu Hint Adaları
girişimi için bana ne akıl ne matematik hesapları ne de dünya haritaları
yardımcı olmuştur; yalnızca İşaya'nın söyledikleri gerçekleşmiştir.”
Kutsal Metinler tarafından esinlenmiş ve
büyük yazgıların adamı olduğuna inanmış Büyük Amiral, bu özellikleriyle eski
eskatolojik[250]
beklentileri gerçekleştirecektir. Bartolome de Las Casas (1474-1566) sayesinde
kurtarılan ve ölümünden sonra yayımlanan Diario de navegacion adlı eserinde, dinsel binyılcılık ve haçlı
seferleri saplantısı alan tutkusuyla, ekonomik ve ticari hesaplarla (sözleşme
yaparak Kolomb gelecekteki kârın onda birini daha baştan kendine ayırır) ve bir
sömürge imparatorluğuna dayalı dünya hegemonyası kurmaya yönelik açık
projesiyle çatışır. Hint Adaları'nın zenginliği, Hıristiyan evrenselciliğinin
bayrağı altında insanlığı yeniden bir araya getirmek için, Kudüs ve İsa
aleyhisselâmın mezarının kurtuluşu yönünde kullanılmalıdır. Böylelikle Kolomb
kendisini, İsrail Tanrısının ismini ve şanını dünyanın öteki
ucuna kadar taşımanın Tanrısal misyonuyla çevrilmiş hisseder. “Siyon
Dağı'nın evini yeniden inşa etmek” gerekli diye haykırır. Altınla
birlikte, “ruhlar cennete gönderilebilir.” Onun keşfi eksiksiz
bir dirilişin Yeni Zamanı'nı ilan eder; orada insanlık, bir bütünlük içinde tek
dini kucaklayarak yanılgıyla geçen yüzyıllardan ve ilk günahtan azade,
çatışmasız bir bütünlük içinde tek bir çobanın asası altında buluşacaktır.
Kolomb, Platonculuk ve Kutsal Kitapların çift yanlı geleneğinden esinlenmiş,
müritleri ortak bir Tanrı aslanda buluşmuş mistik bir toplum hayal eden Aziz Augustinus'un
Civitas dei'sine yönelir. Ayrıca Las Casas da Kıyamet tarafından
ilan edilmiş mutluluk binyılına inancın etkisi altına girmekten kurtulamaz: O,
Hıristiyanlığın mistik vücudunun bir parçası olan yerli halkta açılan
yaralardan sorumlu olan kardeşlerinin, bu inancın gelişine engel olmalarına
yanar.
Son günlerinde yerlilerin savunucusu olan Las
Casas, “Eskisinin bir Türk kuşatmasıyla silinmiş olacağı gün,
Hıristiyanlık dünyasından Yeni Dünya'ya genel bir eskatolojik aktarımın
beklentisine katılacaktır.”
Kolomb'un Amerikan kozmografyasına gelince, o,
kurmacaya dayalıdır. Edebi başvuru kaynağı Marco Polo'nun (1254'e doğru-1324)
yolculuklarının masalsı Asyası'dır. Cenovalı denizci Antil Adaları'na
çıktığında, ölene değin masalsı Asya'ya çıktığı inancıyla yaşamıştır. Hint
Okyanusu ile Atlas Okyanusu'nu birleştiren bir boğaz keşfetmeyi kesin olarak
istediğinden, 1502'de onu Panama ve Honduras kıyılarına ulaştıran dördüncü ve
son yolculuğunun hedefi daima Uzakdoğu olacaktır.][251]
Yine
Kolomb gibi [More ve Erasmus [insanlığın kurtuluşu] için Hıristiyanlığının
yerine insan kardeşliği Hıristiyanlığını koymayı dilerler. İlk Hıristiyan
meclislerinin ruhuna dönmenin, Platon'un communitas'ının ilk çağlardan
kalma bilgisi ile Tanrıda insanı sevmeyi ya da caritas'ın hümanist ülküsünü birleştirme onurunu ifade ettiğini
düşünürler. Aziz Yuhanna “Tüm insanlık tek bir aile olacak,”
kehanetinde bulunuyordu. Bu tümce Hıristiyan Mesihçiliğinin küreselleşme projesini
anlatmaktadır.
Avrupalı bilincini taşıyan ilklerden olan
Erasmus için, insan ve Hıristiyan olmanın gereği, halkları birbirine
karşıt kılan ulusçuluğu ve ulusal dilleri tanımamaktır. Onun için yalnızca
Latin dili, büyük bilginlerin kardeşliğiyle paylaşıldığı için, evrensel
sıfatını hak eder. Onun mektup ağı sınır tanımaz. Hayatı boyunca,
“Dünya vatandaşı olmak istiyorum, herkesin
yurttaşı ya da daha doğrusu herkese yabancı”
“Hiçbir zaman bir yere bir başkasından daha
fazla bağlanmadım, benim için bütün dünya vatanımdı”
“Bir şehrin değil, dünyanın vatandaşı olmak
istiyorum,” diye
haykırmıştır.
Özgür şehirlerin cumhuriyetçi sistemi
konusunda More'la aynı inancı öğretir. Querela
Paris'le [Örselenen
Barışın Şikâyeti] iki kısım oluşturan 1551'de yayımlanmış barışın kişileştirildiği
Encomium Moriae'de [Deliliğe Övgü] İngilizlerin, İskoçların,
Fransızların, Parislilerin, İtalyanların, Romalıların, Venediklilerin,
Yunanlıların, Türklerin, Yahudilerin, İspanyolların ve Almanların özelliklerinden
yola çıkarak kolektif biçim altında her ulusa şırınga edilen kendini sevmeyi
tiye alır.”
Bu dünya vatandaşlığı arzusu, Hıristiyan hümanizminin insan
uygarlığının birliğine inancının demirleme noktası olan eskatolojik vatana
kavuşma umudundan ayrılamaz.
Evrensel Hıristiyan kenti sınırlıdır.
İnananlar arasındaki birlik, haçlı seferlerinden beri imanın amansız düşmanları
sayılan imansızları,
Türkler ya da Müslümanları dışlayarak oluşur.
Erasmus, Deliliğe Övgü'sünde “Tüm
bu gerçek barbarlar topluluğu insan türünün düşmanıdır,” der.
Erasmus 1517'de yayımlanan Querela Pacis'te “ Ancak Türklere karşı savaş ilan edildikten sonra ve “Avrupa'nın
selameti adına” 1530'da Consultation
au sujet de la guerre contre les Turcs [Türklere Karşı Savaş Konusunda İnceleme] adlı yapıtında
savunma amaçlı bir savaş fikrini ileri sürer. Dahası koşullarını şöyle sıralar:
Kötülerle kötüler olarak savaşmamak gerekir,
Türklerle haç çıkararak değil, Türk gibi savaşmak gerekir; savaş, insanlıktan
uzaklaşmadan yapılmalı, barışçıl bir Hıristiyanlaştırmayı getirmelidir.][252]
[IV. Henri [253] Avrupa
Federasyonu için üç kriteri yerine getirmesini öneriyordu:
Türklere karşı sürekli bir savaş için
anlaşmak; kalıtsal
monarşiler, seçimli monarşiler ve cumhuriyetler arasında eşit parçalar halinde
paylaşılmış on beş ayrı “egemenlik”e dönüşmek; temsilcilerin ortak çıkarlar
üzerinde tartıştıkları ve aralarında çıkan ayrılıkları değerlendirdikleri Yunan
antikitesinin kent-devletler kuruluna benzer bir çeşit amfiktyonik[254]
konsey yaratmak.][255]
Küreselleşme safsatası adı altında gizli bir düşmanlık
planları uygulandığı görülmektedir. Alıntılara bakınca aydınlarının örneklerini
verdiğimiz düşmanca duygularla Türk düşmanlığını körükleyen ifadeler gerçek
olan niyeti göstermektedir. Yayılmacı ve sömürgeci Hıristiyan birliği olan
Avrupa tehlike olarak gördüğü Türk ve İslam dünyasına karşı Haçlı zihniyeti ile
ayağa kalkmıştır. Onların Rönesansı birbirlerine olan duşmanlıklarının bitmesidir.
Bu düşmanlık onlara uyanış kazandırmış ve bununla yenilenme içine girmiştirler.
[256]
Allah Teâlâ buyurdu ki;
“ Sen onların
milletine tâbi oluncaya kadar senden ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar asla
hoşnut olmazlar. De ki: "Asıl hüda, Allah'ın hidâyetidir." Eğer sen
sana gelen ilimlerden sonra, onların hevâlarına uyacak olsan, yemin olsun ki
senin için Allah tarafından ne bir yar bulunur ne de bir yardımcı.”[257]
“ Mü'minler, mü'minlerden başka kâfirleri
dostlar edinmesinler. Her kim onu edinirse Allah Teâlâ'dan (nusrete nâiliyet)
ilgisi kalmamış olur. Meğer ki, onlardan bir korunma için çekinecek olasınız.
Allah Teâlâ ise sizi Zât-ı Ulûhiyyeti hakkında tahzir buyurur. Ve nihâyet gidiş
de Allah Teâlâ'yadır.”[258]
Onun için G. Friedman’ın Türkiye için söylenen sözlerin
arka planını düşünmek gerekmektedir. Aslında dünya düzeninin temelinde “dengeler
kanunu” vardır. Eğer yalnız kalırsan yani düşmanın yok olursa, sende
yok olursun demektir. Çünkü Allah Teâlâ dünya düzenini çiftler ile teşekkül
ettirmiştir.
“O zât-ı ilâhî
(noksanlardan) münezzehtir ki, yerin bitirdiklerinden ve (insanların) kendi
nefislerinden ve bilmedikleri şeylerden (nice) çiftleri, onların hepsini yaratmıştır.”[259]
Tek olunca yok olmak demektir. Teklik ancak ilahlık
vasfına râci bir konudur. Yetiştirme ve gelişme usullerinde zıtlık prensibinin
kaybolması yok olma ile eş değerdir. Varlığın değer bulması ölümün hakikati
karşında ancak değer kazanır. Bu nedenle ölümdeki gereklilik varlıktan daha
üstündür. Eğer ölüm olmasa idi var olmanın hiçbir kıymeti yoktur. Allah Teâlâ
bile beşeri yaratıp kendi zatının gerçekliğini açığa çıkarmıştır. Mahlûkatın
varlığı zâtı karşısında bir değer ifade etmediği bilinen gerçektir. Ancak
sürekli yok olup var olmalar, O’nun sıfatlarının ve isimlerinin tecelli
etmesine sebep olmaktadır.[260]
Bunu da kendi dilemektedir. Meşiet[261]
de Allah Teâlâ’nın ayrı bir sıfatıdır.
“Bir gün ki,
(kabirlerinden) hârice çıkarlar, onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli
kalmaz. Bugün mülk kimindir?
Vâhid, kahhâr olan
Allah'ındır.” [262]
Bu kelam
gerçekleşebilmesi için beşer faktörünün devreye girmesi gerekmektedir.
İleri sürülen komplo teoriler karşısında
güven bunalımı yaşayan insanlar istenilen şekilde istenilen hayata sanki
tepeden bırakılan taşlar gibi beğenmedikleri hayatı dahi kolayca kabullenmek
için fazlalıklarını terk etmeye başlarlar. Neyin ne kadar doğru ve yanlış olduğuna
kafa dahi yormak ihtiyacı hissetmezler. Artık bilginin değil komplo propagandanın
esiri olurlar. Komplo teoriler ise gerçeğin gizli hedefte gizlendiği
bataklıklar gibidir. Çektiğinin bir daha kurtuluşa dönüşüne engel olur.
[Fransız toplumunu, içinde bulunduğu kaostan kurtaran
Napolyon, propagandayı en etkin biçimde kullanan liderlerdendir. Napolyon kısa
süre içerisinde, basının, kitleleri etkilemede çok önemli bir silah olduğunu öğrenmiştir. Onun
döneminde, basın yoluyla propaganda en yaygın şekliyle kullanılmaya
başlanmıştır.
Napolyon,
Mısır seferine çıkmadan önce Roma'da ele geçirdiği bir Arapça
matbaayı da yanında götürmüştür. İskenderiye'ye ulaştığında, ahaliye
Arapça olarak yayınladığı beyannamede, padişahın dostu
olarak geldiğini, İslam dinini beğendiğini ve
amacının sadece Fransa'nın Mısır'daki ticaretine zarar veren, halka zulüm eden
Kölemenleri cezalandırmak olduğunu söylemiştir. Bu ilan
besmele ile başlıyor, Arapça “Allah’tan başka tanrı yoktur” ibaresi ile noktalanıyordu.][263]
Komplolar ile yapılması ve hedeflenen işlerin
uygulanmasına alt zemin hazırlanmaktadır. Bu şekilde daha az bir gayret ve
emekle isteklere kavuşulmaktadır.
Sun Tzu, “Harp Sanatı” adlı
eserinde “harp sanatında uzman olanlar, düşman ordusuna savaşmadan boyun eğdirirler.
Onlar taarruz etmeksizin şehirleri ele geçirirler ve uzun bir harekât
yapmaksızın bir devleti devirirler” demektedir (Tzu, 1992: 24).[264]
Bilgiler sürekli komplo teoriler içinde
erimeye başlayınca sonsuz bir inançsızlık ve güvensizlik ortamı oluşur. Her
şeyde şüphe aramak artık normal hal almıştır. Gizli ve illegal yapılanmalar ile
neticesi birleşmeler kaybolup kırılmalar ve kopmalar oluşur. [Ezoterizm[265]
ile komplo teorileri arasında kopmaz bir bağ bulunmaktadır. Nitekim son dönemde
insanları meşgul eden Zeitgeist:
The Movie' belgesel filminde bu durum son derece
barizdir. Filimde “Perde arkasındakiler” den bahsedilmekte, İmparatorluk
denilen sistemin CFR, Bilderberg, Üçlü Komisyon gibi örgütler
tarafından yönetildiği ileri sürülmektedir. Bunların amacı herkese bir çip
yerleştirmek ve “tek dünya devleti”ni kurmaktır.
Aslında filmdeki ABD karşıtlığıyla çelişen
ilginç vurgular bulunmakta, sistem eleştirisi bir noktadan sonra güzellemeye
dönmektedir. Bunlara göre ABD'nin, yaşanan bütün bu işlerde hiç suçu yoktur.
ABD'nin ne yapacağına sistemin ekonomik-politik ihtiyaçları değil, bir avuç
insan karar vermektedir. Söz konusu insanlar perde arkasında saklanmaktadır ve
ABD'nin yaptığı bütün kötü işlerin günahı bunların boynunadır. Örneğin 11
Eylül'ü, “Mağaralarda yaşayan bir Arap”ın gerçekleştirmesi mümkün
değildir. Saldırıyı sistem yapmıştır. Ona karşı koymak mümkün
değildir.
Örneğin ABD Irak'ta da zafer kazanmıştır;
ama öylesi işlerine geldiği için basına işgale karşı direnişin güçlü olduğuna
dair haberlerin sızmasına müsaade etmektedir. Burada dikkat edilmesi
gereken önemli bir nokta bulunmaktadır. ABD'de Milis Hareketi gibi aşırı sağcı
grupların ABD'ye yönelik bir takım sözde eleştirileri bulunmaktadır. Ama bu
eleştiriler dünyanın bu tarafında yapılanlardan çok farklıdır ve daha çok
federal hükümet kurumuna yöneliktir. Bu Neonazi özentisi gruplar arasında Zeitgeist'ın kaynak olarak gösterdiği isimlerin etkisi büyüktür.
Bu gruplar aynı zamanda “Yeni Dünya Düzeni”ni de eleştirmektedir.
Doğal olarak bu eleştiri de bizlerin yaptığından çok farklıdır. Örneğin Fransız
ve Ekim devrimlerinin İlluminati, CFR ve Üçlü Komisyon tarafından
düzenlendiğini, Yeni Dünya Düzeni'nin ve Tek Dünya Devleti'nin
asıl amacının ABD'yi sosyalistleştirmek olduğunu iddia etmektedir.][266]
Küreselleşme
hikâyeler altında bir batışın habercisidir. Çünkü [batı medeniyeti kendi
çelişkileri yüzünden bir gün son bulabilir. Özellikle onun ekonomik düzenleri
olan kapitalizm ve kolektivizm yoluyla doğayı ve insanı hoyratça sömürdüğü için
kendi ortamını hızla yok etmektedir. Ancak, bu dışarıdan gelen bir tehdit
değildir; içeriden kaynaklanmaktadır. Oysa Huntington Doğu’nun, Batı
medeniyetini tehdit ettiğini ve bu yüzden son bulabileceğini ileri sürmektedir.
Aslında böyle bir tehdit yoktur; ama emperyalizm bahaneler yaratarak İslam
Dünyasını hedef göstermektedir.][267]
Sonuç
olarak küreselleşme iddiaları İslam’ın gücünü Hıristiyanlık karşısında yok
etmek istenilmektedir.
8- “Gerçek tarihin gün yüzüne çıkışına engel olunması”
in kaldırılmasıdır.
Çünkü
geçmişi olmayan geleceğin varlığı kaybolmaktır. “Kaybolmak” ateşin
içindeki odunun küllerinin tekrar dönüşümü için geçecek hallerin, tesadüf
ihtimallerinin hesabı kadar zor durumdur. Geçmiş geleceğin güç kaynağıdır. Bu kaynak
kurutulunca üçüncü nesil için avare olmaktan başka çare bırakmaz.
[Şahsiyet, mutlak manada bütün maziyi, mazi olaylarının
muhteşem sentezini kaybettiği zaman, işte bu insanları
tımarhane kliniklerinde buluyoruz. Hafızasız fert olmadığı gibi, hafızasız millet de olmaz. Mazide bir milleti kurmuş olan ve millet
hafızasının bütün servetini teşkil eden yaratıcı kuvvetler elde tutuldukça o
millet kendi şahsiyetine bürünmüştür. Ancak o
millet, ruhen istiklâline sahip sayılır. Mazinin bu ulvî mirasına mukaddesat
denir. Büyük milletler muhteşem mazilerinin sahibi oldukları için, daima
büyüktür.][268]
[Fatih’in, alnında Rönesanslar parıldayan
simasına bakın. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emelini gerçekleştirmek için
gemilerini dağdan aşıran hükümdar, kafalardan kule yaptıran
Cengiz'lerin torunu değildir. Varna'da ve İkinci
Kosova'da düşmanları tarumar etmek üzere Manisa’daki
çilehaneden çıkıp gelen bir dervişin oğludur. Dünyanın en büyük zaferlerine muhteris
Yıldırım gibi bir kumandan, kahpe düşmanı arkadan vurmaya tenezzül etmeyerek
sonunda sekiz ay bir demir kafesin içerisindeki işkencelere
katlanan ve kendisi gibi nice millet büyüklerinin dayanılmaz ıstıraplarına
önder olmuş bir Türk büyüğüdür.
Bizans bir takım avare kılıçlara mı teslim
olmuştur?
Topkapı Sarayı'nda görülen, bir tarih ve bir
milletin siması değil midir?
Bu şehrin, bir milletin şehri, belki de
bir milletin beyni olduğunu ispat eden, cihana ilân eden yüzlerce
minare değil midir?
Her köşesinde bir devlet harikası, bir millet zaferi
yükselen bu toprak, bu vakfen Fatih’lerin bize emanetidir. Ve bu toprakların
üstünde yasayan insan, eşref-i
mahlûkattır. Bu millet, bu vatan çocuklarının insanlık sahnesinde önderi, büyük
Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Onlar seherden geceye kadar vakit
vakit O'nu hatırlar, O'na olan sevgilerini tazeler. Ahlâkî yapısı insanlığa örnek olacak
insanlar tarafından kurulan millî birlik, ulu devletimizin en kuvvetli temelini
teşkil ediyordu. Altıyüz yıl bu millet, kendi sinesinde
parça parça, fırka fırka ayrılık nedir bilmedi. Fatih’in anlayış ve âlicenaplık
taşıran kalbi. Bizans'ın Rum halkını da birliğimize hayran
bir bağlılıkla fethetmiştir. Vatan bir aile ocağı haline gelmişti.][269]
9- “Alan ihlâlleri-köleleşme” ye mani
olmaktır.
İnsanlar
yaratılışında hürriyeti sevmek fıtratındandır. İslam’ın getirdiği cezalarda
hürriyet kısıtlaması ta’zir için ve kısa sürelidir. Hırsızın elinin kesilmesi tecavüz haddinde
aciz bırakmak, kısasta maktülün ailesine katil hakkında diyet ve ölüm hakkını
vererek kan davasına engel olmak, zinanın ise tesbitini zor şartlara bağlayarak
tespitinde bekâra sürgün, evliye ölüm cezası ile aile yapısını korumak ve
terörist için çaprazlama el ayak kesme ile hem örnek olmaları ve hem de özgürlüklerini
kısıtlama ile sonsuz bir terbiye usulü ile insanlık korunmuştur. Kapitalist
sistemin ucuz insan gücü için önerdiği hapis insana bir şey kazandırdığı
görülmemektedir. Hapis cezası insanlar için köleleşmenin başlangıcıdır.
Köleleşme ise insanlık için bir getirisi yoktur.
[İnsanın
kıymetini bilhassa alçaltan bir sebep, köleliktir. Bu hale gelen, başkasının
önünde baş eğen ve onun emirlerine kör gibi itaat eden
insan, köpekten bile alçaktır.
“Ben, bir
köpeğin diğer köpeğin önünde
boynunu eğdiğini görmedim.” Hâlbuki bu kölelik, yalnız fertler
arasındaki hizmet münasebetlerinde mevzubahis değildir; aynı
zamanda bazı siyasî ve iktisadî sistemlerde görünen istismar prensibi de bu
kulluk mefhumuna dâhildir.][270]
Unutulmamalıdır
ki Allah Teâlâ kullarını en mükemmel şekilde gözetip ve haberdâr olduğu halde köleleştirmeye
hiç teşebbüs etmemektedir.
10- “Mükemmel olmak sorunu” ndan
kurtulmaktır.
Mükemmellik, mükemmel, kusursuz, dört dörtlük
çok sık duyduğumuz, kullandığımız ama çoğu zaman da gerçek anlamı üzerinde pek
düşünmediğimiz kelimelerdir. Hep daha iyisini yapmak, sürekli kendimizi geliştirmek
için çabalamaktır. Tüm bu düşünce hataları ve katı kurallar sonucunda da
birtakım olumsuz durumlarla karşı karşıya kalmaktır. Buna çaresizlik denir.
Mükemmel olmak isterken çaresizlik içinde kalmak ile yıkıma uğramakta insanlığın
geleceğinde kayıplar oluşmasına sebep olur.
[Çaresizlik, insan yaşamını
etkileyen önemli değişkenlerden birisidir. Eğer bu öğrenilmiş çaresizlik
olursa, bir davranış ile bu geçmişinin sonucu arasında bir gelecek olmadığını
öğrenmesi sonucunda, bireyin benzer durumlarda gereken davranışı gösterememesidir.
Öğrenilmiş çaresizlikte, geçmişte davranışta
bulunurken yaptığı davranışın sonucunu kontrol edemediğini öğrendiği zaman,
başka bir durumda olayın sonucunu kontrol edebileceği halde bir başarısızlık
beklentisine ve davranışlarıyla geleceği kontrol edebileceği durumlarda bile
başarmak için gereken davranışları göstermemesine neden olabilmektedir.
Geçmişlerin yaşantıları sonucunda öğrendiği
bu başarısızlık veya kendi davranışının sonucunu kontrol edememe beklentisi, toplumun
yaşamının birçok alanında başarısızlıklara yol açabilir. Geleceği kontrol
edilebilecek durumlarda bile ortaya çıkan başarısızlık beklentisi bilişsel bir
hata olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle öğrenilmiş çaresizlik değişkeni
özellikle toplumların başarılarıyla yakından ilişkili gibi görünmektedir. Genel
olarak, insanlar başarılarından kendilerine pay çıkarma, ama başarısızlıkları
için diğer insanları ve durum faktörlerini suçlama eğilimindedirler.
Sonuç olarak, öğrenilmiş çaresizlik gelecek yaşamın
birçok boyutundaki davranışlarının nedenini açıklamaya yönelik önemli
değişkenlerden birisidir. Çaresizlik yaşantısı geçiren ve bunun
sonucunda çaresiz davranış örüntüsü oluşturan geçmiş en belirgin özelliği
olarak, gelecek için belli bir işi-görevi başarmak için gereken çaba gösterme
davranışında belirgin bir azalma olmasıdır. Bu durumda çaresizlik yaşantısının
sonucunda geliştirilen “başarısızlık beklentisi”nin bireyin
davranışlarına yansıması olarak ele alınabilir. ][271]
11- Doğru kararların ne olacağı konusunda
ayrımcılıktır.
Bir
mucit ilaç bulmuştur. İlaç maliyet açısından ucuzdur fakat piyasa fiyatı
pahalıdır. Bir kişi düşünün hastasını kurtarmak için ihtiyacı olan ilacı
alamayınca hırsızlık yapmıştır. Aslında hastayı kurtarmak için yapılan hırsızlık
mantıklı gibi gelirken sonuçta zarar veren bir olay vardır. Bu nedenle gelecek
için kararların olumlu ve olumsuz taraflarını çözerken ilacı alamayan kişiye
karşı eczacıya korumak için “hırs” faktörünü “fedakârlık”
yönünden hareket etmesinin gerekliliğini öğretmelidir. Yani iki zarın bir
zarara düşmesini sağlamalıdır. İki zarar eczacı ve hasta sahibi
ikileminde oluşandır. Tek zarar ise eczacının hasta sahibine ödeme kolaylığının
çarelerini teklif ederek uzun vadede çözüm üretmesidir. Hastası ölecek birine
sabır et demek, onunla alay etmektir. Çünkü o ilacın kurtaracağı
ispatlanmıştır. Bu nedenle toplum ahlakının yıkıma uğramaması için içtimai
yardım kuruluşlarının asgari düzeyde paylaşımcılıktan ileri seviyeye doğru
şuurlandırmak için alt yapı oluşturulmalıdır. Asalak insan tipinin ilk çıkışı
acizliktir. Çünkü insanın fıtratı acelecilikten olduğunu Allah Teâlâ
buyurmaktadır. “Acelecilik” asalak olmakla bir yerde buluşamaz.
Ancak aciz olduğu fikrine alıştırılan insan kendince yıkıma uğrayınca “beklenti”
yi artırır. O zaman eczacı ilacı vermek mecburiyetindeymiş sorunu çıkar. Ticari
düşünen eczacıya ahlaki erezyona uğramış gibi duruma düşürmekten çok çözüm
üretmede karşılıklı anlaşabilme yollarının temel unsurlarını bulmaktır.
Bu
anlattığımız durumdan çıkarak, doğru karar olarak alınabilecek davranışın ne
olduğunu görebilmektir. Yoksa “İki yüz eşek kafasından bir insan fikri çıkmaz.” Veya “Demokrasi insanların tartılacaklarına
sayıldıkları bir idare şeklidir.” [272] şekline getirip insanlarla alay edenler
elinde oyuncak olmaktan kurtulmak gerekir. Neyin nerede ne kadar doğru ve
yanlışın neden yanlış olduğu illetini bilmeden “sürü insanı”
olmak bir değer ifade etmemektir. “Üstbenliği” bulmadan
ulaşılacak her sonuç kendi içerisindeki paradokstan[273]
kurtulmanın çarelerini bulmalıdır. Doğrunun ne olduğu bulmak için gayret gösterilmelidir.
Mesela siyasetin işleyişndeki karar mekanizmasının işleyişine göz atalım
[Siyaset
alanında siyasi temsil görevine talip olanların halktan oy almak için
verdikleri sözleri tutmamaları, kişisel menfaatleri doğrultusunda hareket
etmeleri, kamu imkânlarını haksız ve hukuksuz yollarla bir tarafa aktarmaya
çalışmaları, hatta bu tür amaçları gerçekleştirmek için mafya türü çevrelerle
iş tutmaları “ahlâk” ve “etik” tartışmalarını gündeme
getirmiştir. Bu nedenle siyasetin insanı erdemli bir varlık düzeyine yükseltmek
amacı güden ahlâk alanıyla yıldızının pek barışık olduğu söylemek zor olmakta
olduğu görülmektedir.
Birey düzeyinde onaylanmayan pek çok eylem ve
davranışın siyaset alanında “mümkün” olarak görülmesi ve hatta
siyasetin gereği olarak kabul edilip onaylanması imkân dâhilindedir. Çünkü
siyasetin doğası “vazife” kavramı üzerinde değil “menfaat”
kavramı üzerinde oturtulmaktadır. Ancak bu siyasetin ahlâk dışı bir alan olduğu
anlamına gelmemelidir. Çünkü insan davranışları, hangi alana yönelik olursa
olsun, temelde ahlâk ve değer bağımlı davranışlardır. Ahlâk çoğu defa
bağımlı değil bağımsız bir değişkendir. Ne var ki siyaset alanında bu
bağımlılığın derecesi gevşemekte ve toplum tarafından da bu durum makul ve
kabul edilebilir olarak görülmektedir. Kişinin kendisi için yaptığı bir
davranışta ahlâkî ilkelerden sapması kabul görmezken bunun “kamu yararı”
ve “menfaati” söz konusu olduğunda eleştirinin dozu azalmaktadır.
Aslında insan davranışlarının belli davranış
kalıplarına, kurallara ve eylem biçimlerine göre oluşmakta olduğu
belirtilmelidir. Davranış ve eylemleri yönlendiren ana temel siyasetin
merkezindeki “menfaat” mi, yoksa ahlâkın merkezinde yer alan “vazife”
midir?
Oysaki insan davranışlarının “dürüstlük”
temelinde gerçekleşmesi ahlâkın eylem sahiplerine “vazife” olarak
yüklediği bir ilkedir. Ancak bu “vazife” çerçevesi siyasette “başarı”
nın sağlanmasında yeterli olamamaktadır. Buna karşılık siyasetin merkezinde yer
alan “menfaat”in gerçekleşmesi için “verdikleri sözü hiçe
saymış ve insanların beyinlerini kurnazca uyutmasını bilmiş” olanlar
başarılı olmuşlardır. “Verdiği sözü hiçe saymak ve insanların beyinlerini
kurnazca uyutmak” ahlâk ilkelerine ve dürüstlüğe göre asla tasvip
edilebilecek davranışlar değildir. Davranış sahiplerinden böyle davranmaları ne
talep edilmekte ne de beklenmektedir. Ancak siyasette “menfaat”in
ve başarının elde edilmesini sağlayan hesaba, menfaate, disipline ve akla
dayanan önemli bir davranıştır. Ahlâkî davranış ise menfaate karşı olup hesaba,
disipline ve akla dayalı olmakla bir ilgisi yoktur.][274]
Sonuçta
siyasetin doğası “vazife” kavramı üzerinde değil “menfaat”
kavramı üzerinde oturmaktadır. Siyasetin ahlakiliği eyleminin sonucu içinde
gizlidir.
Bir tümün
paçaları gibi gerçek ve yalan beraber olan siyaset ikiyüzlü madalyon gibidir.
Onun hangi yüzü görülmesi istenirse o tarafının ışığı daha parlaktır. Tarih
boyunca siyaset daha çok aldatmanın temsilcisi olmuş ve çarkları arasında
birçok temiz insanı eritmiştir. Bu şekilde dahi olsa bu siyaset sayesinde büyük
işler zuhur etmiştir. Bu nedenle siyaset vazgeçilmez olduğu kadar temiz siyaset
arzulanan olmuştur.
Günümüzde
siyasetin çirkinleşmesi siyasetin sömürü ve yayılmacı politikalar yüzünden
çirkinleşmesi ile canavarlaşmış iğrenç duruma dönüşmüştür. Olaylar siyasette
rastgele olmaz hep bir planın aheste aheste uygulanmaktadır. Maddî hedefleri
olan insanların temiz insanlar üzerinde uyguladıkları sinsi planları genellikle
bozulmaz.
12-Propaganda,
psikolojik savaşlar ve dezinfar- masyona hazır olmaktır.
İlişkilerde çıkarlar ön plandadır. Tarih
boyunca bu çıkarlar uğrunda çatışmalar yaşanmıştır ve de yaşanmaya devam
edecektir. Geçmişe oranla dolaylı yöntemlerin daha ağır bastığı günümüzde,
mücadele tekniklerinden birisi de “Psikolojik müdahele” dir. Belirli
yollarla etki altına alınarak, istismar etmek ve çıkarlar doğrultusunda hareket
etmek mümkündür. Buna Psikolojik etkinlikler
bu imkânı vermektedir.][275]
[Tarihin derinliklerinden günümüze kadar,
akıllı liderlerin üstünlük elde etmek için başvurduğu psikolojik müdaheleler,
kimi zaman her hamlesi düşünülmüş, kimi zamanda plansız ve programsız
kullanılmış, etkili ve yerinde kullanıldığında ise
beklentiler ötesi sonuçlar kazandırmıştır.
Günümüzde psikolojik faaliyetlerin üç yöntemi
olan propaganda, psikolojik savaş ve dezinformasyon[276]
çok etkin olarak kullanılmaktadır.
Propaganda, bireylere her türlü konuyu
anlatmada, onların kanaatlerini etkilemede ve yönlendirmede çağın her türlü tekniği kullanılarak
yapılır. İnançlar, tavırlar ve davranışlar, propaganda açısından etkilenmesi istenen
kavramlardır.
Propaganda, bir taraftan kitleleri
inandırırken, diğer taraftan da onları yönetmek içindir.
“Her türlü
propaganda, düşünce düzeyi ne kadar aşağı olursa olsun düzeyini seslendiği kişilerin en kalın kafalısının anlama yeteneğine göre ayarlanmıştır. Bunu sağlanmasıyla inandıracağı insan kitlesi o kadar geniş olur.” [277]
Bilinen dünyada, en kanlı savaşların yaşandığı 20. yüzyılda
ve sonrasında, milletler politik hedeflere ve ekonomik çıkarlara ulaşmada tek ve en
geçerli yol olarak bilinen sıcak savaş, yerini insanların bilinçaltı ve duygularını
hedef alan psikolojik savaşa bırakmıştır.
Dezinformasyon ise, kamuoyunun kandırmak gayesinden
hareketle gerçekmiş gibi gösterilip, yalana dayanan kışkırtıcı bir
haberdir. Dezinformasyon, insanları, planlayıcıların çıkarılmasını görmek
istediği neticeler bulmasına yarayacak yalan haberlerle beslemek
suretiyle yanıltmaya yönelik özel faaliyetlerdir.
Dezinformasyon birçok senelere yayılmış ve uzamış bir faaliyettir. Dezinformasyon faaliyetleri içeriğine göre siyasi,
askeri veya ilmi olabilir. Dezinformasyonun esası gerçek
gibi doğrulanmak istenen bir yalandan ibarettir. Dezinformasyon
diğer psikolojik faaliyetlerden farklı olarak her ülkede
veya her kitleye karşı uygulanamaz. Uluslararası platformda
tüm gelişmiş ülkeler, amaçladıkları hedeflere ulaşmak için dünya siyasetini yönetmeyi isterler.][278]
İnsanların temel istekleri “Kimsenin kimseyi öldürmediği,
sömürmediği aksine yardımlaştığı bir dünya” dır. Ancak görülmektedir ki
geçmiş gelecek birbirine karışmıştır. Örnek verecek olursak günümüz siyasetinde
uygulanan oyunlar konuyu daha açık şekilde göstermektedir.
Anlattığımız
faaliyetler yüzünden yüzyılımız itibarıyla görülen siyaset kimliği temiz
özünden uzaklaşmaya başlamıştır. Dinden uzaklaşan toplumlar için sorgulama
yapacak faktörlerin kaybolması ile kapitalist zihniyet boşlukta gezenleri
sürüler şeklinde gütmeye başlar. Son dönemde ortaya çıkan siyasetçi
kimliklerinde “tesadüfler nazariyesi”nin işlemediği bilinen bir
şeydir. Zaman itibarı ile para güçlerinin sonsuz hırsları ile elde ettikleri
servetlerini korumak için teşkilatlanmaları şeytânî ve dayanılmaz emelleri
yıkılmaz örgütlerini kurmalarına sebep olmuştur. Aslında yıkılmaz sanılan bu
örgütler sürekli yıkılır. Fakat şerre müntesip olanların sayısında sürekli
olarak azalma olmadığından onların yolunu izleyenlerin keyfi emelleri birbirine
benzediğinden yıkılmaz görünürler. Onlar içlerinde sürekli birbirini yiyen akrepler
gibidir. Sürekli olarak birbirlerini yiyerek hayatta kalırken temiz insanlara
zarar vermek onlar için zevk teşkil eder.
Hangi din
olursa olsun muhakkak kendi içindeki doğmaları “kesin fikirleri”
insanın dayanılmaz hırsını didiklediğinden kurtulmak isteğini içinden
atamayanlar için sıkıntı verir. Bunu engellemek ise zor olunca sınırlarını
aşmak zorunda kalanlar insanlığın başına bela olurlar. Çünkü kimliğini
kaybetmiş siyaset vardır. Bu siyaset para düzeninin emellerine hizmet etmek
görevini kendine şiar edinmiştir. Öyle ki bu hırs düzeninde siyaset zalim bir
hile olmuştur. Para güçleri için çalışır. Siyasetçileri ise “söylentilerin
aksine, tesadüf eseri doğmaz. Bir para güçlerinin kasasında doğar ve dünyayı
kurtarmaya geldiğini söyleyerek, para güçlerinin kasasında doğduğu gibi orada
ölürler.”
En güçlü
olup iktidarı bulan bir finansal sermayenin bir ajanıdır. Her
yeni gelen siyasetçi bir önceki tarafından başlatılan işlere devam edeceğine
dair sözü vardır. Fakat yalan onların birinci sermayesidir. Mesela kamuoyu
önünde siyasetçiler birbirinden nefret eder. Ama sahne gerisinde iyi dostlardır
ve akşam beraber yemeklere giderler. Beraber yemekler yerler. Siyaset onlar
için sadece bir iştir. Çünkü herkesin herkesle göbek bağı vardır. Bir çeşit
gösteri dünyasıdır. Ve bugün siyaset meydanında olan da budur.
Aslında
sağcılar ve solcular birbirlerinin muhalifi değillerdir. Sağ ve solun bir
anlamı yoktur. Asıl onlara sorulacak soru sadece, “para piyasası için mi
çalışıyorsun, yoksa insanları finansörlerden mi korumaya çalışıyorsun?” dur.
Şu oldukça
aşikârdır ki, her ülkedeki siyasetçilerin ipleri uzun zamandır devasa finansal
kurumların elindedir. Ve bu politikacıların fonlarına ve kampanyalarına bu
güçlerin milyonlarca dolar bağışlayabildikleri bir sitemi kurmuşlardır. Her
seçim bir değişime çaresizce ihtiyaç duyar. Bu aldatma ise çok güzel uyarlanır.
Çünkü bir önceki dönem tam bir felaket olduğudur. ne zaman insanlar
maskelerinin arkasındakini görmeye başlarlar, yani paravan adamlarının
gerisinde, tahtın arkasındaki yöneten elit ortaya çıkmak üzeredir. Aktörler
hemen değişime uğrar. Ve sonra sahneye değişim vaat eden bir adam çıkıverir,
herkesin inanabileceği bir değişim olur.
Siyasetçinin
bu aldatıcılığının önüne geçmek için çare üretilmediği müddetçe sistem
insanlarını sömürürken siyasetçinin doymaz hırsının hizmet ettiği emel şeytâni
faktörleri harekete geçirmektedir. Kaçınılmaz sömürü tetikçisinin elinden
kurtulmak için Allah Teâlâ’nın yardımı gelmediği müddetçe ezilmek insanların
tabii kaderi olmaktan öteye geçmez.
Para hâkimleri haricinde kimsenin sözü
geçmediğinde dünyada bir yıkım gücü eline geçmiş demektir. "Hâkim güçler" para çeteleri ile birlikte ülkelerin
kontrolünü ele geçirirler. Bu çeteler siyasetçinin bir kukla olmasını ister.
Onunla toplumu maniple[279] ettikleri
görülür. Fakat bir kukla olması düşünülen istenilenin ötesinde kişiliği olduğunu
keşfeder ve ekonomik ve devleti hırsız baronların elinden kurtarmaya
kalktığında, vahşi bir şekilde öldürülür.
Yani “Ya istediğimiz gibi hareket edersin, ya da ölürsün!”
XXI.
Yüzyıl siyaset sistemlerine dair akılda tutulması gereken şey, bunun bir kukla
makamı olduğudur. Siyaset otomatikman bir kukla makamına dönüşmektedir.
Para
çeteleri için kontrolden çıkma olursa siyasette hiç olmadık işler olur. Çünkü
kontrolden çıkma olunca bu “millet ihtilali” demektir. Bunun
engellenmesi gerekmektedir. Bu ihtilalin kontrol edilmesi gerekmektedir. Bu
alışılmamış bir adamdır. Yani “Kurtarıcı=Mehdi” kılıklı bir adam
olur. Bunun hazırlanışı çeteler elinde büyük bir zaman alırken millet önüne
çıkışı ani olur. Sersemleyen milletin dengeyi bulma gayretini kontrol edecek bu
kişiye paranın musluklarını çeteler açarlar. Onun seçimi kazanması için
yardımlar sağlanır. Öyle ki medyatik fahişeler ayarlanır ve fedaileri onlar
verilir. Bütün engelleri kaldırılan bu kişiye mani olacakların ve kamuoyunda
eleştirenlerin hapse atılmakla dahi tehditlere maruz kalırlar.[280]
Aslında bu siyasetçi diğerlerinden çok daha fazla kukla olacağıdır.
Bu
anlatılanlara verilecek bir örnek olarak siyaseti David Rockefeller “Yeni
Dünya Düzenini uluslararası bankacılık seçkinlerine hizmet eden bir sistem”
olarak tarif etmektedir.
Onlarca
yıldır, para çetelerinin sahip olduğu medya, diktatöryel bir dünya hükümetinin
burunları dibinde inşa edildiği ve milli hâkimiyetin kasten tahrip edildiği
konusunda kamuoyunu uyaran herkese saldırmıştır.
Bu türlü düşüncelerle yoğrularak geleceğin
neler getireceği üzerine düşünceler yoğunlaşmadan felaket senaryoları üzerine
kafalar yorulmuş, ütopyalar meydana getirilmiştir. Onu için İnsanlığın huzur
bulacağı bir geleceğe bugünden, bugün gerçeklerinden yola çıkarak nasıl ulaşabileceğimiz
konusu üzerinde durmamız gerekecektir. Belki bu konuda
başarısız olmamız Allah Teâlâ’nın kader divanlarındaki yazının neticesi
olmaktır.
Hz. Ebu Hureyre radiyallâhu anh anlatıyor:
“Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme: “Ey Allah'ın Resulü dedik, senin yanında iken
kalplerimiz maneviyatta rikkate gelip inceliyor, dünyaya karşı alâkamız
kesiliyor ve ahireti sanki görmüş gibi oluyoruz. Yanınızdan ayrılınca ailemizle
ünsiyet edip çocuklarımızı kokladık mı, önceki halimizi inkâr ediyoruz, bunun
sebebi nedir?” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şu cevabı verdi:
“Eğer siz, ayrıldıktan
sonra da yanımdaki halinizi devam ettirseydiniz, melekler sizi evlerinizde
ziyaret eder, yollarda sizinle müsafahada bulunurdu. Eğer siz hiç günah
işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi toptan yok eder, günah işleyip istiğfar edecek
yeni bir mahlûk yaratır ve onları mağfiret ederdi.”[281]
Bu
hadisin işaretiyle Rabbâni tecelliyatların süreklilik içinde olup Allah
Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının karşılığıdır. Burada önemli olan ise ideallerin
iyilik ve güzellik olmasıdır. Yoksa başarmak veya başarılı olmak önem değildir.
13-
Yozlaşmadan kurtulmaktır.
Yozlaşma
kavramını tanımlamada genel geçer bir tanım yapılamadığı için kabul edilmesi
gereken tek genelleme, yozlaşmanın zamana bağlı olarak değişmekte olan ve
farklı toplumlarda, farklı şekillerde karşımıza çıkan bir olgu olduğudur.
Yozlaşmanın tanımı, ele almak istediğimiz sorunlara ve içinde bulunduğumuz
zaman ve koşullara göre değişmektedir.
[Yozlaşma, meşru olmayan çıkarlar uğruna ekonomik ve
toplumsal imkânların veya kamu otoritesinin kötüye kullanılmasını; ekonomik,
bürokratik ve siyasal yapının yetersizliklerini; toplumsal değerlerdeki aşınma
ve bozulmaları, hukuki, ekonomik, etik ve kültürel normların toplumun temel
ihtiyaçlarına cevap vermemesini ifade etmektedir. Daha kısa bir ifadeyle, yozlaşma,
ekonomik, siyasal ve sosyal sistemin işlerliğini kısmen ya da tamamen
yitirmesine neden olacak yasadışı ve/veya etik olmayan eylemler bütünüdür.
Sadece günümüz toplumlarına özgü bir olgu olmayıp, neredeyse insanlık tarihi
kadar eskilere dayanan yozlaşma kavramı zamana ve ülkeye bağlı olarak azalıp
artmakla birlikte her dönem varlığını sürdürmüştür.
Siyaset ve
ahlak arasındaki güçlü ilişki, çıkarlar bireysel anlamda ön plana çıktığında
‘yozlaşma’ olgusunu beraberinde getirmektedir. Siyasal ahlak bozuldukça, karar
alma mekanizmalarında özel çıkarların ağırlık kazanmasından dolayı toplumsal
değerlerin kaybolması, siyasetçilere ve yöneticilere olan güvenin yitirilmesi,
bu nedenle alınan kararların etkili bir şekilde uygulanamaması ve
sosyo-ekonomik kalkınmanın sekteye uğraması söz konusu olmaktadır.
][282]
14- Doğruluk adına zulmedip üzüntüye sebep olmamaktır.
qqqÜzüntü
vermekle ceza vermek aynı şeyler olmadığı görülmektedir. Bu nedenle dinde dahi
ceza uygulama üzüntüye sebep olmaktan uzaktır. Bu nedenle doğruluk adına
yapılan hareketlerde dahi bu ayrıma dikkat etmek gerekir. Tekrarlanması istenmeyen bir davranışın engellenmesi
amacıyla bilinen tepki ile karşılık verilmesi cezayı, bilinmeyen sonuçlar ise
üzüntüyü meydana getirir. Ceza kelimesi mükâfat kelimesi ile eşdeğer
kullanıldığı yerler vardır. Üzüntüde ise bulanıklık bulunurken cezada açıklık
göstergesi belirgindir. Cezanın karşılığı karamsarlık olmazken üzüntüde
karamsarlık vardır. Bu nedenle her cezalı düşen üzülmez. Üzülen kişi ise hem
ceza karşılığı ve eziyetini beraberinde çeker.
Tavsiyelerden çıkarılacak sonuçlar
Sayılan unsurların artırımı yapılabilir.
Her ne kadar emperyalist güçler insanlığa komplo üzerine komplo kursalar da
sonuçta mağlup olacakları kesindir.
Çünkü Allah Teâlâ “Şüphesiz ki Allah, emrine gâlibdir, muktedirdir.
Velâkin insanların çoğu bunu bilmezler!” [283]
buyurdu.
Hak ve Batılın sonsuz mücadelesi var olagelmiştir. Durmayan
bu savaşın galipleri Allah Teâlâ’ya inananlardır. Ancak olaylar ve zamanlara bakılınca
bu galibiyetin çok zaman inkitaya uğradığı tespit edilmektedir. Belli bir zaman
bir yükselme varken bir düşmenin başlaması nedenini bulup dini kalkınmanın
önünü açmak gerektiği hissedilmektedir. Aslında
dünyada İslam’ın yükselişi de İslam’ın kendi dinamikleriyle olmamıştı. Mesela Sovyetleri
kuşatmak için yaratılan yeşil kuşak projesi olmasaydı, bugün
etrafta bu kadar dindar adam görmezdik. Ama artık küresel sermayenin, yeşil
kuşak ve siyasal İslam içindeki gücü görüldüğü için yeşil kuşak'ı ve siyasal İslam’ı
bitirme projelerine dönüş yapmak için düzen kurmaya yeniden başladılar. Çünkü bu
yok etme planları ile kendilerinede korumak ve kuvvetlendirmek başarısı kolaylaşacaktır.
[Arnold Toynbee, bu konuda çekici bir teori ileri sürmektedir:
“İnsanın
başarılı olması için, her zaman bir challenge ve bir response
(meydan okuma ve karşılık) gerekir; eğer insan meydan okumaya boyun
eğmezse, verdiği karşılık bizzat onun uygarlığının tabanını geleceğini
yaratır.” Bu yaratma bazen yok etmeye doğru götürür.
Bu
nedenle bu teorinin sonuna kadar gidilecek olursa, acaba meydan okuma ne kadar
büyükse, insanın karşılığının da o kadar güçlü olacağı gibi bir sonucuna varılacaktır?
En
azından, daha iyi bir karşılığın bulunmasına kadar.][284]
Doğru olmanın verdiği kazançların yanında şartların varlığı
da önem arz etmektedir. Çünkü kâinatta Allah Teâlâ Hak ve batıl arasında mücadelede
taraf tutarken batılın gayretini de baltalamaz. Fakat onun karşılığı olan cezayı
da yeri gelir dünyada yeri gelir ahirette verir. Hakk yolunda olmak ile
istismar hakkını kulları için kullanmaz. Avantajlar ihsan edilmişse bunun
karşılığında batıl ehline de başka bir yönden ikrâmı ilâhi verilmiştir.
İnsanların çoğu zaman suçladığı birçok şeyin başında
Yahudiler gelmektedir. Bu ise Yahudilerin insanlara karşı besledikleri
duyguları yanında ezilen insanların da savunma mekanizmaları arasında sayılır. Bu
Yahudilerin hatalı tarafı olsa da insanların kendilerinde suç olduğunu
unutmamak gerekir.
[Bir kişi, yurdunun mutsuzluğundan ya da
kendi özel talihsizliğinden toplumdaki Yahudi elemanlarını sorumlu tutar, bu
kötülükleri ortadan kaldırmak için Yahudilerin bazı haklarını kısmak, onları
kimi ekonomik ve sosyal görevlerin dışında bırakmak; yurttan kovmak ya da büsbütün
yok etmek gerektiği düşüncesini savunursa, o kişinin antisemitçe “görüşler”
beslediği söylenir.][285]
[Mason teşkilatını bağrında yok
edemeyen bir millet İstiklaline sahip sayılmaz. İsterse yedi
meydan muharebesi kazanmış olsun, dünyamızın başlıca
kaynaklarına el koyanlar ve her yerde milletlerin gerçek iradelerini ezerek
sinsice saltanatlarını kuran Yahudi gücü yani gizli Yahudi iktidarı, her
milletin kendi gerçek iktidarını yaşatacak olan toplumculuğun en büyük düşmanıdır.][286]
Ahlâk ve din kuralları, hayat ve ölüm
karşısındaki tutumlar, çalışma kavrayışı, çaba sarf etmenin değeri, insanın
rolü; bunların her biri artık İslam’la hiçbir ilgisi olmayan davranışlar olarak
görülmekle beraber ondan türemiştir. Ancak bunun böyle olması, Hakkın batılın
gelişmesinde ki eğilimini, teknolojik yönünde ilerlemesini engellememektedir.
Unutulmaması gereken İslâm’ın galibiyetinin
Allah Teâlâ tarafından istenmesidir. Ancak bu muzafferiyet bizlerin gayreti
neticesinde olacağını bilmemiz gerekir. Yoksa batılın inancındaki teslimiyeti
hak yol karşısında batıl olması nedeniyle mağlup olmadığı gerçeğini tarih
göstermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de “Müminler
saadete ermişlerdir.” [287] Ayeti gelecek ayetlerden bağımsız düşünüldüğünde
iman edenler denildiğinde inancında “mümin” olanlar kurtulur
demektir. Gelecek ayetler ile beraber düşünülünce “eyleme geçen iman
sahipleri” nin varis olacağından bahsedilmektedir.
[İlk çıktığı dönemde teknolojik durumu iyi
olmayan İslam âlemi, ona hayat veren, hareket getiren kervan yollar olmasaydı,
ilk dönemdeki hızlı gelişimi olmayabilirdi. Yollar onun zenginliği, varlık
nedeni, uygarlığıdır. Yüzyıllar boyunca, yolların sayesinde "egemen"
bir konumda kalacaktır. Bu Allah Teâlâ’nın o dönem için bağışladığı bir
ikramdır. Ancak Müslümanlık, Amerika'nın keşfine kadar, Eski Dünya'ya egemen
olmakta, bu dünyanın o sıralardaki "dünyasal" tarihini
kurala bağlamaktadır. Yani, Eski Dünya'nın bölümlerini oluşturan büyük kültür
alanlarını temasa geçiren -Uzakdoğu, Avrupa, Kara Afrika-, tek başına İslamiyet’tir.
Razı olmadığı veya hiç değilse göz yummadığı hiçbir şey geçememektedir.][288]
Zamanımızda ise bu avantajların yanında dinin
güçlü etkisi zayıflayınca çok şeyler kaybedilmiştir. Bu kaybedişe son zamanlarda
ise bu antisemitik (Yahudi aleyhtarı)
görüşün karşısında Anti-İslam görüşler piyasaya sürülerek bütün kötülük sebebi
olarak beyinlere işlenmeye başlamıştır. Çünkü emperyalist emeller karşısında
İslâm’ın engel olacağını düşünmektedir. Ancak bu komplo görüşe karşı kendimizi
geliştirmemiz ve içtimai hayatta terakki edebilmemiz için inanç seviyemizin
terakki etmesi gayret etmemiz lazımdır. Niçin mi?
Kapitalist sistem karşısında zayıf kalan
komünizm yerine hayatta kalabilmek için İslâm’ı öngörenlerin bir sebebi olsa
gerekir. Çünkü onların başarılarını kat kat daha artırmak için ortaya çıkan
dinsiz sosyalizm sonucunda kuvvetlerini daha artırdılar. Fakat Karl Marks’ın
çok önceleri kabul ettiği fakat sonra dine karşı tavır alarak kendi sistemini
emperyalist emellere mahkûm edişi ile unutulan büyük engel yıkım ile tekrar
hatırlanıldı. O da İslâm’ın kendisi idi.
Marx, dinin
toplumları uyutmak için uydurulan bir afyon olduğunu söylerken, İslamiyet için
farklı düşünür. Şunları söyler: “Bütün tek Tanrılı dinler kurulu düzene
karşı oluştu, örgütlendi, gelişti. Arabistan çöllerinde inanılmaz bir yoksulluk
ve yozluk vardı. Müslümanlık bir isyan bayrağı olarak doğdu. Aşırı faizci
sermaye, her yere, her şeye hâkimdi. Tefeciler, ülkenin insanını soyup soğana
çeviriyorlardı. Ama fakirin, fukaranın, göçebenin, yoksulun kendisine şemsiye
ve kalkan olarak kullanacağı bir felsefesi ve ideolojisi yoktu, Müslümanlık
bunu sağladı.”[289]
Epiküros
diyor ki; “Gerçek kâfir, kalabalıkların tapındıkları tanrıları inkâr eden
değil; asıl, kalabalıkların inandıkları tanrıları doğrulayan kişidir”
Aslında buradan çıkan mana Hz.
Ali kerremallâhu vechenin
“Sakın Hakk´ı bazı kişilerle bilip tanımaya
çalışma; önce Hakkı´ı bil, sonra Hakk ehlini tanımaya çalış.”
İnsan
tarihinde değişmeyen tek olgu değişimin kendisidir.
Özellikle sistemlerinin sürüklediği aşırılıkları ve karmaşık ortamın oluşturduğu yeni
dengeleri sağlamada, öncelikle öğrenmeli ve
zaman kaybetmeden ulusal gelişim ve yönelimimizi belirlemeliyiz.
İnsanın kendini yetiştirme hususunda
hassasiyeti kendini aştığı kadar kendini de büyük ölçüde tutarlı kılması da
gerekecektir. Çünkü başarı iç ve dışın aynı duygu ve düşüncede olması ile
mümkündür. Gazzali’ye Sûfi meşrep kardeşi Ahmed’in onu kast ederek okuduğu;
“Ey yumuşamaz taş! Daha ne zamana kadar demiri
bileyeceksin; ama kendin keskin olmayacaksın?”[290]
[Bize öyle geliyor ki, bizim gayretimiz,
insandaki cüz'î irade yanılgısını olduğu kadar, hareketlerinde kaçınılmaz olan
determinizm[291]
yanılgısını da ortadan kaldırmaktır. Böyle olunca isyan problemi, insanın ta
içinde keşfedilmiş bir olgu, selametini belirleyecek bir seçim olarak ortaya
çıkıyor. İsyan etmeyi istemek veya istememek, harekete geçmeyi istemek veya
istememek, bu ikisinden birini seçmek gerekiyor. En iyisini seçmek için de, hep
daha fazlasını istemek, elini daha ileriye uzatmak, kalbini genişletmek, bir
yandan kendini âleme verirken öte yandan kendini âlemin merkezi hâline getirmek
yeterlidir.][292]
SON
SÖZ YERİNE: FELSEFE VE CEMİYET
[İnsanların
bir kısmı düşünür, bir kısmı yaşar.
Çoğunluğu
teşkil eden düşünmeden yaşayanlar, hayat yolunda daha önceden hazırlanmış
rayların üzerinde yürürler. Hazır sigara içenler gibi evvelden yapılıp hazırlanmış
kaideleri kullanırlar. Onları, örfleri ve alışkanlıkları idare eder; hazları ve
hayatî duygularıyla yaşarlar. Kısa ömrün verebileceği şeyleri mutlaka
harcamaktan hoşlanırlar. Mevki, servet, iştihâlar ve muvaffakiyetlerden ibaret
birkaç kat elbiseyi sırasıyla giyinerek bu akıbeti korkunç sirkte, kendileriyle
aynı akıbete kurban olmak için semirtilen ihtirasların sahiplerine birkaç gün
öylece görünmek isterler.
Düşünenler
ise, evvelkilerin yaşadığı manada yaşamayanlardır. Onlar, hayatın fâniliğinden
kaçarak barınacak bir ebedîlik aramış ve düşüncelerine sığınmışlardır. Yaşanan
bir ebedîlik, dünyamızda bulunmasa bile, düşünen varlığın kavradığı bir
ebedîlik vardır. Ona “düşünen ebedîlik” de diyebiliriz. O
yüksekliğe ulaşanların düşüncelerinde kurdukları hakikat binasına felsefe deniyor.
Felsefe
bize, üstümüzde ve yükseklerde bulunan hedeflere doğru ilerlemesini öğretir,
insan düşünürken, yeryüzünün bütün süflî hadiselerine yükseklerden gelen bir
ulvî mayayı farkında olmayarak muttasıl karıştırır. Sanki hayatı onunla mana
kazanır. İşte bu insanın felsefe yapmasıdır.
İnsan,
düşünen varlık olduğu için filozoftur, ilk insan kendi felsefesini yapmıştı.
İlk çağın felsefesini, Yunan'a kadar dinlerinde görüyoruz. Hind'in, Çin'in,
İran’ın ve Mısır'ın felsefeleri dinlerin de yaşatılmıştı. Tao, Konfüçyüs,
Zerdüşt, Buda, Brahma ve Mısır dinleri birer felsefî sistem ortaya koydular.
Eski dünya insanlarının dünya görüşleri ve hareket kaideleri bu dinlerin içinde
bulunuyordu. Onların ifadesi içinde hayatı seviyor veya itham ediyorlardı.
Felsefe,
Yunan'da kendi adını aldı ve istiklâlini kazandı. Buna rağmen dinlerden
büsbütün ayrılmadı. Yunan politeizmi gibi Hıristiyan ve İslâm dinleri de,
bütünüyle birer felsefî sistem arz etmektedirler. Ancak vasıtaları tekâmül
etmiş, aklı aşan ilham olmuştur.
Yaşayanların
yığını olan cemiyet, düşünenlerin eseri olan felsefeden bâri müstağnî
kalabilmiş mi? Hayır, Hemen her hareketimizde şerre uzanıp başkalarından hayrı
istediğimiz gibi, düşünmeden yaşayıştan hoşlandığımız şu fâni kubbenin altında
ebedî şeyler sunan felsefeye daima hayran olmuşuz. Her medenî cemiyet, hayır
hattâ her cemiyet, klanlar bile bir felsefî düşünceye bağlanmışlar.
İlkçağ
kavimlerinin felsefe ve hikmetleri dinlerinde barındığı gibi, Yunan ve Roma'nın
büyük felsefi sistemleri ve herbirinin kendine özel felsefî düşünüşleri vardı.
Ortaçağ, muhteşem bir Hıristiyan felsefesini yaşattı ve geliştirdi. Batıda
Rönesans felsefesi metod sahasına kapılarını açtı. Sonra milletler kendi
felsefelerini kendi ruh bölgelerinde işlediler. Bir Fransız, bir Alman, bir
İngiliz felsefesi doğdu. Küçük milletler de bunlardan aldıkları tesirlerle
ırkdaşlarının eteğine yapışıp gitti, zihniyetlerinin hamurunu yoğurdular.
Birisi ruhun derinliklerinde yol alırken öteki göz kamaştırıcı zirvelere
tırmanıyor. Anglo-Sakson düşüncesi ise şüphe ve tenkidin törpüsüyle
keskinleşiyor. Hattâ Yeni Dünya'nın yıldızı olan Amerika'nın felsefesi bile,
asrın iktisadî şartları içinde çeşitli ırkların eliyle süratle hazırlanmış
bulunuyor. Menfaatle, pratikte muvaffakiyeti hedef tutan hakikat iradesi yani
pragmatizm, menfaatçi halkı hayran bırakan Amerikan felsefesidir. Nihayet İslâv
ırkı da, içtimaî nizamiyle ebedî hakikatler karşısında anarşist zihniyete
bağlanan felsefesini ortaya koydu.
Acaba bizim
felsefemiz nedir?
Türk ırkının
kabiliyetleriyle ortaya konmuş bir millî felsefemiz olmuş mudur?
Bu soruya,
batı taklitçiliğine teslim olan iradesizlerimiz: “Batının felsefesi var
ya!... Batılılaştığımıza göre onlardan birini benimsemeliyiz” diye cevap
veriyorlar, insan ruhiyle yaşamaktan korkan bu papağanlar, filhakika her siyasî
mevsimde bir başka felsefenin reklâmına koyuldukları halde, bunların hiçbiri
bizim olmuyor ve münevverlerinin takdim ettiği, onların alkışladığı felsefenin
bir siyasî mevsimden fazla ömrü olamıyor. Fransız'ınki gidiyor. Alman'ınki
geliyor. Derken o gidiyor, İngiliz’inki, nihayet Amerikan'ınki geliyor. Ve
millet, aslı tabaka bunların, bu yabancı elbiselerin hiçbirini benimsemiyor, kendine
mal etmiyor. O, kendi ruhuna kendinden aşı yapmak ihtiyacıyle hâlâ
kıvranmaktadır. Büyük millet kütlesinin tarafından ses veren muhafazakâr
zihniyet ise:
“Kur'anın
varlığı kâfidir; felsefe lâzım değil” diye cevap veriyor. Lâkin bu ifade de evvelkisi
kadar tatminsizdir. Kur’ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın kitabıdır. Felsefe
ise, bizim onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür. Bizim düşünüş
tarzımızdır. Felsefî görüşümüz olmasa Büyük Kitab'ı hakkiyle anlayamayız,
sadece ezberleriz ve ezber okuya okuya, doktorun reçete kâğıdını batırdığı
bardağın suyunu içmekle tedavisini uman hastanın haline benzeriz. İşte bu
felsefesi olmayanların Kur’ân-ı Kerim anlayışıdır.
Kâinatın
muammasını çözebilen felsefe, kalbimizin mantığı, hükümlerimizin mektebidir.
Felsefesiz yaşamakla kalbimiz yabancı inançlarla harap olur. Hükümlerimiz akla
karşı isyan haline gelebilir. Kültürümüzün köklerini teşkil eden İslâm
dünyasında kendi felsefemiz olmayışı İslâm âleminin hâlâ yerlerde sürünen
perişan halini doğurmuştur.
Filhakika öteden
beri yanlış olarak İslâm felsefesi denen felsefenin yapıcıları Fârâbî,
İbn-i Sîna, İbn-i Rüşd gibi filozoflar, Aristo'nun felsefesini İslâm’ın
esaslarına tatbik ettiler, İslâm dininin hakikatlerini Aristoculukla ispata
çalıştılar. Netice hüsran oldu ve bundan Gazalî'nin açtığı “Tehafüt” münakaşası
doğdu.
Aristo
felsefesi İslâm’ın değildi, Yunan’ındı. Şu halde İslâm felsefesi denen felsefe,
İslâm’ın ufuklarında Yunan felsefesinin hüküm sürmesi veya dalgalanması gibi
bir hâdiseden ibaret oldu. İslâm’ın felsefesi hiçbir zaman yapılmamıştır
ve para karşılığında Kur’ân-ı Kerim’i bağıra bağıra tekrarlayan adamların
kafalarını tedavi etmenin lüzumu anlaşılmadan, İslâm rönesansını açacak olan bu
büyük eser yapılamayacaktır. Ancak tasavvuf, Kur’ân-ı Kerim’de esaslarını
bulduğu derin bir insan felsefesini ele almıştır. Bilâhare Türk-İslâm
medeniyeti içerisinde de pek çok felsefî meselelerin münakaşası yapıldı.
Anadolu devletini kuran Müslüman Türkler, tasavvuf sahasında yani insan
felsefesinde dehâ gösterdikleri gibi, sırf akla dayanan felsefe zemininde hiç
değilse görüşler ortaya koydular. Bunların sonuncusu XV. asırda İstanbul’u
alarak yeni çağı açan padişah Fatih Sultan Mehmed'in Molla Zeyrek'le Hocazâde
arasında yaptırdığı “Tehafüt” münâkaşası oldu. Bu münakaşada
Fârâbî ve Ibni Sîna gibi filozofları savunan İbn-i Rüşd ile onları tenkid ve
bazı noktalarda tekfîr eden imam Gazzâlî arasındaki görüş ayrılıkları
karşılaştırılıyordu. Molla Zeyrek filozofları, Hocazâde Gazzâli'yi müdafaa
etti. Padişahın bizzat takip ettiği ve hakemlik yaptığı bu münakaşa tam yedi
gün sürdü. Sonunda Gazzâli'nin görüşünü müdafaa eden Hocazâde münakaşayı
kazandı. Fatih Hocazâde'yi takdir ederek bu fikirlerini bir eser halinde
yazmasını söyledi.
Bu, bizde
sonuncu felsefe hareketidir ve o günden beri kendi âlemimizin sınırları içinde
ne bir dünya görüşüne ne de ciddî bir felsefe inancına rastlanmamıştır.
Tanzimat hareketini idare eden zihniyet hiç bir felsefî esasa dayanmadığı gibi
daha sonra Ziya Gökalp'ın derme çatma parçalar halinde Dürkeym gibi bir Yahudi
mütefekkirinden adapte ettiği fikirlerle bizim felsefemiz yapılamazdı. Zira onda
bizim ne imanımız, ne ahlâkımız barınıyor, ne de mukadderatımızın tohumları
bulunuyordu.
Niçin
felsefe lâzım?
Felsefemiz
olmadan yaşayamaz mıyız?
Bu sorunun
cevabı pek geniş, pek şümullüdür:
1. Felsefe
her şeyden önce biricik kılavuzumuz olan aklın kullanılmasını öğretir.
Elimizde fotoğraf makinesi var. Lâkin onu nereye yerleştireceğiz? Manzaranın resmini
hangi taraftan çekeceğiz?
Eşyayı
görüş açılarımız pek çok, belki de sonsuzdur. Bizim eşyayı hangi açıdan
görmemiz gerektiğini tâyin eden felsefemizdir. Felsefemiz yoksa görüşlerimiz, eşya ve olaylar
hakkındaki hükümlerimiz başka başka olacak ve birbirleriyle çelişecektir. Eğer
felsefesi varsa Türk çocuğunun bir dünya görüşü olacak ve bütün vatandaşlar bu
görüşte birleşeceklerdir. Böyle bir görüş birliğini doğuracak felsefemiz yoksa
millî birliğimizden de bahsedilemez. Kalpleri ve kafaları bir noktada, bir
sevgi mihrakında birleşmeyen insanlar gerçek vatandaş hayatını, millî birlik
saadetini yaşayamazlar. Bu söz, mücerret bir kelimeden, kuru bir laftan ibaret
kalır. Görüşlerin çatıştığı, kalplerin çarpıştığı yerde ise zümreler birbirini
ezer, kuvvetler birbirini kırar. Gazeteler halkı teşhir, hatta terzîl etmekten
hoşlanır. Ümit ve iftihar konusu olması beklenen gençlik, ümitler harcar; habis
emelleri uğrunda onu kullananların elinde yıkıcı olur, bilmeden mefahire ve
vicdana saldırır. Münevver geçinenler halktan ayrılır; milletin kendi
evlâtları, onun mukadderatına düşman kesilirler. Sevginin yaşanmadığı, hep
nefretlerin barındığı ve kalplerin çarpıştığı bir cemiyette, hayat yaşamaya
değmez hal alacaktır. Hayat yük olacak, aile içi kahredecek. Mektep usanç
verecek, mabed sevilmeyecektir. Sade bir içgüdünün arkasında şuursuz koşarken
insan olan varlıkların bütün duygularıyla bütün iradelerini boşuna harcayan
fertler, hayatı hep başkalarını, hem de hemcinslerini ezdiren kuvvetle kendi
önlerine yığdıkları birkaç lokmanın sersemce temaşasından ibaret sanacaklar ve
ölüm onların imdadına yetişinceye kadar sayıklayacaklardır.
Ancak bizde
aklın saltanatını kuracak olan felsefe, iç hayatımızın bütün hareketlerini ve
bütün unsurlarını birleştirmek suretiyle ruh yapımızdaki ahenk ve nizâmın da
kurucusu olacaktır. Bir cemiyetin mesut insanları, onun felsefesinin
mirasçılarıdır. Alman milletine mesut bir hayatın va'dini getiren kuvvetin
kaynağı Fihte'nin Alman millî birliğini kurmuş olan benlik felsefesi oldu.
Sokrat'ın katili olan eski Atina, onunla birlikte millî birliğini istikbalini
de gömdü. Çok geçmeden eski Yunan dünyası, parça parça olan millî birliğinin
enkazı altında can verdi.
2. Aklımızın
âlemi bütün halinde kavrayışı demek olan felsefe, ahlâkımızın da sanatkârıdır.
Âlemi bütün halinde görüş ve anlayış sayesinde ahlâkımızın rotasını
çizebiliyoruz. Eğer dünyanın bütün halinde görüşüne, yani felsefî görüşe sahip
değilsek, etrafta klişe halinde ahlâk çerçeveleri araştırır, yabancı veya hurda
haline gelmiş örfleri, hiç tenkit etmeden yani aklın potasından geçirmeden
ahlâk diye benimseriz ve her birimizin hurda çarşısından tedarik ettiği
örflerin kırıntısıyla birbirimize çarparız, deviririz. Felsefesi olmayan
cemiyet, ahlâk nizamı denen, vicdanlarımızı denkleştirici selâmete ulaştıramaz.
Böyle bir cemiyette vicdanî tecellîler, vicdan yollan ayrılır ve nihayet
birbirini kaybeder. Bir tarafta kadın kapkara bir örtüye girerken öbür tarafta
bütün örtülerden ve hayâ perdelerinden sıyrılmayı ilerilik sanır. Bir yanda gençliğe itaat tavsiye edilirken
öbür yanda isyan fazilet olur.
Bir zümre
kelimelerin ırkını tahkik edercesine uydurma bir dil milliyetçiliği icad ederken,
yanı başındaki zümre millet dilinde milletin tek kelimesini bırakmamaya
azmetmişçesine bozuk batılı kelimelerle konuşur; millî çatı altında Avrupalı
kelimelerin istilâsına uğramamış ne meslek, ne sanat, ne de mektep adı kalır.
Bazıları akıl ve kalp yolundan gelme kaideleri putlaştırırken, başkaları kalp
ile aklın bütün düşmanlarını putlaştırırlar. Bir kısmı kaidelere hayran
yaşarken, diğerleri kaideleri çiğnemekten zevk alırlar. Bir kısmının hürmet
ettiğinden öbürleri nefret duyar. Birçok elin alkışlarını, o alkışlarla oyulan
kalplerin âhı karşılar. Millet mektebinin bir yanında yabancı ruh aşısı
yapan mektepler gönüller fethederken, öte yanda hafız kursları rekor kırarlar.
Sonunda millet fertleri arasında ahlâk ve ruh beraberliği kalmaz. Kimimizin
aşkı, kimimizde lanet konusu olur. İki ahlâk, âdeta iki millet ideali yaratır.
Biri elbette öbürüne düşman yaşayacaktır.
Vaktiyle XI.
yüzyılda Anadolu'da millî birliğimizi ilk kuran hareket, ruh ve ahlâk
birliğinden kuvvet almıştı. Bilâhare medeniyet yayıcı istilâlarımız da aynı ruh
birliğinin meyvesi oldu. Eski Yunan'da madde dünyasının tanınmasından yani
fizikten ahlâka yükselen felsefe büyük Yunan medeniyetinin kurucusu olmuştu.
Bugün bizim de medeniyet semalarında yükseklere tırmanabilmemiz, maddenin
bilgisinin üstünde bir ahlâk ideali, bir ahlâk felsefesi yaratmamızla kabil
olacaktır.
3. Felsefe,
siyasî nizamın da yapıcısıdır. Bir millet rejiminin
hususiyetlerini, o milletin felsefesi tayin eder. Demokrasi asrın hâkim rejimi
olmakla beraber her millet onu kendine has, kendi bünyesine uygun şekilde kullanıyor.
Ayrı ayrı bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz ve Amerikan demokrasisi
bulunmaktadır. Bu rejimlerin kabul ettiği otoritelerin sınırları gibi,
benimsedikleri liberal veya sosyalist prensipler de milletin kabiliyetinin ölçüsünü
veren felsefeleriyle tayin edilmiştir. Bizim demokrasimizin bütün kuvvet
kaynakları gibi, otorite mihrakları ve dayanması lâzım gelen temeller, içtimaî
ve iktisadî prensipler, bizim kendi millî bünyemizden doğmuş olmalıdır. Her
sahada olduğu gibi devlet rejiminde de taklitçilik idareyi felce uğratır.
Osmanlıların devlet olarak azameti, diğer sebepleri yanında bu devletin rejiminin,
tarihinin seyri içinde kendi kendini yapmış ve kendi millî tekâmülü içinde
olgunlaşarak kendini bulmuş bir rejim olmasından ileri geliyordu.
4. Bizzat
kendimize karşı zalim olmak istemiyorsak kendimize bir felsefe arayalım.
Zira sabah uykudan gözlerimizi açarken, üstümüze çöken ümitsiz karanlık, o
içler oyucu yaşamak korkusu, ruhumuza imanın aydınlığını getirecek bir
felsefenin eliyle uzaklaştırılabilir. Yeni hayata atılan gencin hislerini didik
didik eden felsefesiz yaşayıştır. Bir genç neslin ifadesindeki inceliğin,
hareketlerindeki ruhluluğun, bakışlarındaki neşvenin kaynağı o milletin
felsefesidir. Felsefesini yapmamış, yani kendini düşünmemiş, hayatına mana
vermemiş, kaderinin bilmecesine hiç cevap aramamış bir neslin köylüsü dağ başında
çorak ve ölü bir toprakla karşı karşıya oturur, bekler. Bir mehdî
beklercesine öldürücü, kahredici bir sabırla kurtuluşunu bekler. Yer
demir, gök bakırdır. Onlar da kader ne getirirse onunla yetineceklerdir.
Şehirlerin hem de yüksek tahsil çağındaki gençleri ise dedikodu ve fitne
politikası yaptırtan yerlerde, kahvelerde ve sokak başlarında sade ölümü
bekleten bir hareketsizlik, bir ruhsuzluk, bir ıstırapsızlık ve bir
gayesizlikle bekler dururlar. Ellerine ne geçse onu harcayacaklardır.
Başkalarının eliyle hazırlanmış servetler, mevkiler, toprağın sefaletinden
sömürülmüş saadetler. Bize yeni bir neşve lâzım. Onu felsefemizde bulacağız.
Dünya anlayışımız yenileştiği zaman, varlığımız yeni bir hayata kavuşacaktır.
Kararan kalbimizle harap olan duygularımızı onunla tazeleyeceğiz. Neyi sevip
neden soğumamız lâzım geldiğini kalbimize o anlatacaktır. Kalbimizi bertaraf
eden, samimiyetimizi daha ilkokul sıralarında öldüren zehrin pençesinden
kurtaracak olan odur. Âlemşümul merhametin sesini bir defa olsun içinde
duymamış, bütün hayat yolculuğu zalimi övmek, mazlumu dövmek maharetiyle geçmiş
nesillerin perişan ruhunu kurtaracak olan telkin, asırların imanıyla yüklü bir
insan felsefesinden çıkarılacaktır.
5. Felsefe
dinî inanışlarımızın da üstadıdır. O olmazsa din adı altında halka
sunulan her efsaneyi dinî inanış yaparız, ibadet hareketleri yapan herkesin din
adamı diye arkasından gideriz. Daha mabetlerini bir gulgule ticarethanesi
olmaktan kurtaramayan adamların telkinlerine kıymet veririz. Ancak üstadımız
felsefe sayesinde kalbimiz yaşadığı dini aklımıza telkin eder; kalp inanır, ona
itimadı olan akıl da onu takip eder, beğenir ve takdir eder. Hayran olur;
hareketlerin taklidi ile değil de kendi iç dünyasında derinleşme yoluyla Allah
Teâlâ'ya kavuşabileceğini anlar, ibadet hareketlerinin ise kendi içimizde
derinleşmesinin vasıtası olduğunu tecrübeleriyle öğrenir. Felsefe olmazsa, dindarlık
bir uyanık rüya, bir vehim, bir hastalık sanılır. Saf hava içerisinde yaşarken
katlanılan külfetler, ibadetler, dualar ve dilekler manasız görülür. Din,
yaşamak korkusunun yarattığı bir vehim veya bir ahiret simsarlığı, bir cimrilik
veya bir sersemlik sayılır. Dünya vehminden bizi kurtararak duyularımızın
bulanık rüyasının üstüne çıkaracak ve hakikatler zeminini, zekâmızı doyuran bir
temaşaya yükseltecek olan felsefemizdir. Mezheplerin
her biri dini bir cemaat tarafından kabullenilen felsefi anlayış tarzıdır. Her
biri bir din felsefesidir. İslâm mezheplerinin bir kısmı bizzat İslâm dininin
hukukî ve içtimaî yönünden felsefî görünüşüdür. Bazıları ise İslâm'ın
ortadan kaldırdığı cemaatlerin, tarihî dinlerinin İslâm kıyafetine bürünmüş
felsefesidir.
Meselâ
Alevîlik, İslâmî dekor ve İslâmî klişeler içinde barınan Zerdüşt dininin
felsefesidir. Bektaşîlik
Şaman dininin felsefesidir. Tasavvuf ise, İslâm'ın ahlâkî özünü mistik
tecrübenin konusu yapan derin bir felsefî yaşayıştır. Tasavvuf içinde de çeşit çeşit
felsefî görüşler doğmuştur. Tasavvuf milletimizin ruhunu derinden derine
işledi, öyle ki Yavuz'da Mevlâna'dan cezbeler bulmak, Mehmed Akif de Yunus'un
çilesini tatmak kabildir. Ancak büyük milletin başardığı İstiklâl Harbi
ise Anadolu'nun ruhuna sinmiş bulunan bu cezbe ile bu sonu gelmeyen çilenin bir
meyvesidir. Biz ne cezbeler tattık, ne çileler çektik!
İslâm
dünyası bir şaşkınlık içinde sarhoştur. Kur’ân-ı Kerim’i çok okuyor ve az
düşünüyoruz. Büyük kitap bir musikî güftesi midir? Ne münasebet!. Onu
karşılayacak kalbimiz mi yok? Buna da inanılmaz. Ancak örfler ve âdetler, her
akşam bir kaç kadeh içinler gibi bizi şaşkına çevirmiş. Neden Türk çocuğu
düşünen dünyanın ortasında ve muazzam bir hikmet hazinesinin başında manayı
bırakır da iskelete bağlanır? Neden Süleyman Çelebi gibi bir dahînin eseri
dilencilere sermaye olsun da, onun:
Bîhurûf u
lafz u savt ol pâdişâh,
Mustafa'ya
söyledi bî iştibâh.
Hikmetiyle
bize sunduğu muhteşem mi'rac sırrı bir masalcılıktan öte felsefî izah aramasın
ve yine Mi'raca çıkan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, bu ruhanî
yolculukta Mescid-i Aksa'yı ziyaretinin sırrı ve hikmeti derin felsefî
tahlillere konu olmasın? Bu şuursuzluk, hayır bu duygusuzluk anlaşılır gibi
değildir. Her halde İslâm'ın felsefesi XX. asırda başlayacaktır.
6. Felsefe,
hürriyetimizin de hayat kaynağıdır. Düşünen adam hürriyetini anlar,
hareketini doğurmuş olan sebepleri bilen insan, o sebeplerin idaresini kendi
eline alabilmekle hürriyetini gerçekleştirir. Bizi hayat yolunda durdurup düşündüren
felsefe, her adımda hürriyet sunmaktadır. Biz gördükçe düşünüyoruz,
düşündükçe görüyoruz. Ve her an görüşümüzün ufukları genişledikçe
insanlığın her derdine deva olmak isteğiyle doluyoruz. Kendi kendimize hem
teklif hem de kabul ettiğimiz mesuliyetimizin sahası genişliyor. Çok tahammül
edilmeyecek kadar çok genişlediği zaman, sonsuzluğa temaşa ettiren vecdin
kucağında selâmetle huzuru buluyoruz. Dünyamızda bulunmayanı sonsuzluğun
vecdinde arıyoruz. Bakınız Mevlâna ruhundaki, dünyada mükemmel insanı yaşatmak
idealini sonsuzluğun vecdinde nasıl huzura kavuşturuyor?
“Şehrin
dışında dolaşıyordum. Bir adam gördüm; elinde fenerle bir şey arıyor gibiydi.
Yaklaştım:
Ne
arıyorsun? Dedim. Bir şey mi yitirdin?
Adam cevap verdi:
Hayır, dedi. Vahşî hayvanlar arasında
yaşamaktan usandım; insan arıyorum.
Zavallı,
dedim, beyhude yoruluyorsun. Onu aslâ bulamazsın. Ben diyarımı terk ettim de
yine bulamadım. Evine git! Rahatına bak... Adam cevap verdi:
Bulamayacağımı
ben de biliyorum. Lâkin ben onu aramakta vecd buldum. Bana dokunma. Bulmasam da
arayacağım.”
İşte
hürriyetimizin içimizdeki çerâğı, sönmeyen nuru bu vecdimizdir. O yoksa
hürriyetimiz bir vehim, bir kibir, bir benlik ifadesidir, o kadar. Onsuz insan,
hem nefsinin, hem arzın, hem gayrın, hem de her şeyin esiridir. Hallac'ın
kendini darağacına çıkartanlar hakkında bile şefaat dileyen, merhametini
onlardan esirgemeyen iradesi hürdür. İntikam alıcının hür olduğunu zannetmek kadar
gülünç iddia olur mu? Hür olan insan dünyalardan daha değerlidir. Zalim esir insanın
eşyadan farkı yoktur.
7. İnsan
anlaşılmadan insanlık âleminde inkılâp yapılmaz. Nedir bu insan ki
hayvanların hepsi ondadır; öyle iken Allah Teâlâ'ya götüren yol da ondadır.
Varlığımızın Allah Teâlâ ile münasebetinin sırrına ermesek bile, kendimizi
bilmeden Allah Teâlâ'yı anlamıyoruz. İnsanı tanıtan felsefe olduğuna göre
inkılâplarımızın hepsi ona muhtaçtır. Hangi inkılâp felsefesiz yapıldı?
İslâm’ın nuru Kur’ân-ı Kerim’in felsefesinden çıkarak âleme yayıldı. Avrupa,
rönesansını ve romantizmini felsefe sistemleri içerisinde hazırladı. Fransız
ihtilâli bir felsefenin meyvesi oldu. Akıbetimizin düşüncesi de bir felsefeye
bağlanacaktır. “Yarınımız ne olacak? Nereye gidiyoruz?” sorusu
şuurda önceden açılmış yollar arar. Nereye gitmede olduğumuzu takdir için,
cemiyetimizin temayüllerini, ideallerini kabiliyetlerini, yani bütün hayatî
kuvvetlerini yüksekten bakışla görebilmemiz lâzımdır. Hayat tecrübesinin
yaşandıktan sonra vereceğini, o yaşanmadan önce felsefe tanıtır, sezdirir, hem
de zaruretler halinde ortaya koyar. Önceden bilmenin büyük faydası, yanlış
yolda isek dönmek, doğru yolu aramak için bize imkân bağışlamasıdır. Felsefenin
bize neler verebildiğini gördük. O halde insan cemiyetlerinin felsefesiz
yaşamadığını söyleyebiliriz. Çünkü hikmetsiz hayat olmaz. Mesele, yaşatan
felsefenin sistem halinde ifadesini ortaya koymaktır; bütün bir cemiyeti bir
hikmet sofrasının etrafında toplamaktır. Eğer bu yalımzas atemayüller, hisler
ve hareketler halinde kalarak bir türlü şuurlarımıza ulaşmayan felsefemiz, ruhumuzu
sefaletten kurtarıp ideale kavuşturamaz.
Toprağın
üstünde her biri bir hastalığa şifa olan otlar bitiyor. Biz bunları rastgele
pişirip yiyoruz, Ama hangisinin hangi hastalığa deva olduğunu bilmediğimizden
bu tesadüfî gıdalanma, bizim hastalıklarımıza şifa olmuyor. İlletin
teşhisi ve doktorun reçetesi lâzım. Bizim felsefemiz, duyuşlarımızda,
davranışlarımızda, sevgimizde ve isteklerimizde barınmaktadır. Bir yapının, bir
büyük meydana serpilmiş malzemesi gibi etrafınızdadır. Binayı yapan mimar
filozof olacaktır. Yapı malzemesiyle sanat eseri olan binanın farkı
düşünülürse, felsefenin bizi ulaştıracağı hedefin kurtarıcı oluşu kolayca
anlaşılacaktır.
Şimdi asıl
meselemize giriyoruz: Bizim felsefemiz ne olmalıdır? Felsefe, bizdeki can
denilen nesne cinsinden en çok bizim olan şey olduğundan başkalarından iğreti
alınmayacak, mutlaka bizim eserimiz olacaktır; bu anlaşıldı. O halde
felsefemizi meydana getirecek unsurları, binamızın malzemesini bir bir
araştıralım.
1. Felsefemizin
eşiğinde ilk endişemiz şu olmalıdır: Asrımıza asırların hediye ettiği
fikir dünyasının şu iki altın anahtarını ele geçirmeden binamızın kapısını zorlamayalım.
O iki anahtar işte: XX. asırda insanlığın ulaşabildiği fikir ve zekâ
hazinesinde bütün fikir dünyasının ortaklaşa bölüştüğü prensiplerden;
a) Biri
dünyamızı idare eden tekâmül prensibi.
b)Öbürü
aklın mükemmel işleyişini düzenleyen metotlu düşünme prensibi. Bu prensip,
tekâmülcülüğümüzün temel taşıdır.
2. İkinci
prensip, aradığımız cemiyet nizamını kuracak: Çoğunluğu çiftçi olan
Anadolu'nun, kendi içinden gelen evrimi takip eden toprağa bağlı insanını,
toprağın sahibi, hâkimi yapacak ve alın terinin meyvesi olan mülke hürmet
ederek sade üretimi sosyalleştirici bir çalışma nizamı. Bu Anadolu'nun
sosyalizmidir.
3. Ya
insanımızın içyapısını hangi malzeme ile yoğuracağız? Kur’ân-ı
Kerim’in, zulmün karşısına sabrı, kinin karşısına affı koyan, ölümü ümit ile
karşılayan, sonu olan varlığımızı sonsuzluğun yolcusu yapan ve Allah Teâlâ'yı
insanda tanıyan, insan anlayışı. Bu ahlâkımızın temelini teşkil eden İslâm
ruhçuluğudur.
4. Dördüncü
ve sonuncu prensip, şahsiyetçiliği esas olarak kabul eden idealizmimiz
olacaktır. Onun yapıcı unsurlarını bin yıllık ıztıraplarımız yoğurdu. Anadolu'nun
asırlık sefaleti, insanı taliine hasret varlığıyla, bu idealizmi kalplerimize
âlemşümul bir merhamet iradesi halinde sunmuş olmalıdır. Bu bedbaht diyarın iç
ve dış manzarası, içinde barındırdığı insanın perişan ruhiyle idealinin
ilhamcısıdır. Bu dâvanın ifadesi, mistik hayatın ifadesi kadar müşkül, bir dağın
gövdesinden bir feryadın fışkırması gibi müthiştir. Onu anlatmak için bir
rüyanın derin manalı ifadesine sığınmak istiyorum.
“Bir
bozkırdan geçiyordu. Bir köylü onu arabasıyla çamurlu bir ovada götürüyordu.
Hava soğuktu. Ekim ayında idiler. Kuş başlı kar yağıyor ve toprağa değer değmez
eriyordu. Arabacı hayvanları şiddetle kamçılıyordu... Yolda bir köye vardılar;
harap, sefil izbelerden ibaret bir köye... Kulübelerin yarısı yanmıştı.
Çatılar, kömürleşmiş direkler üzerinde güç halde devrilmeden durabiliyordu.
Köyün eşiğinde kemiklerine kadar erimiş, perişan kılıklı bir kadın kalabalığına
rastladılar. Yüzleri toprak rengini bağlamıştı. Yirmi yaşında olduğu halde
kırklık gibi görünen, uzun boylu, iri kemikli bir zavallı, kucağında ağlayan
bir çocuk taşıyor. Yavru aç, ananın kemikleri kurumuş... İkisi de ağlıyorlar.
Yavru çıplak kollarını, soğuktan morarmış ellerini uzatıyor. Araba dörtnala
giderken o:
- Niçin
ağlıyor bu çocuk? Diye sordu. Delikanlı bunu köylü şivesiyle sormuştu. Kendine
gelince böyle konuştuğuna sevindi ve tekrarladı:
- Ama niçin
ağlıyor bu minik... ? Hem de çıplak? Ne diye sarıp sarmalamıyorlar?
- Çocuk
donuyor. Elbiseleri buz tutuğu için atmışlar. Isıtmaz çünkü buz tutan
elbiseler. Yolcu şaşkın bir halde:
- Nasıl olur
bu? Dedi.
-Nasıl
olacak, bunlar yoksul zavallılar... İzbeleri de yanmış... Yiyecek ekmekleri
bile yok. O rüyalara mahsus bir tuhaflıkla hâlâ anlamıyor, biteviye arabacıya:
-Yok canım,
diyordu. Hiç öyle şey olur mu? Söyle bana sen, neden bu kalabalık buraya
toplanmış? Niçin bu kadar sefil ve perişandırlar? Neye kapkara kesilmişler?
Niçin birbirleriyle kucaklaşıp türkü söylemiyorlar? Hele çocuğu niçin aç
bırakıyorlar? Yavaş yavaş içini derin bir mahzunluk kapladı Ağlamak üzere
olduğunu duydu. Aç çocuğu doyurmak, göğüsleri kurumuş anneyi teselli etmek,
bütün dünyanın saadetini temin edecek bir şey yapmak istiyordu. Ruhunda bu
istek, Karamazoflara mahsus o müthiş şahlanışla, o engel tanımaz coşkunlukla
köpürüp taşıyordu.”
Görüyoruz
ki, perişan bir millet idealini yaşatan rüyanın kahramanı bizden değil,
Karamazof Kardeşler'dendir. İnsanı Allah Teâlâ'ya en çok yaklaştıran âlemşümul
merhamet iradesine örnek diye Dostoyevski'nin Hıristiyan kalbine uzanış mazur
görülsün. Hangi hayat sanatkârımız veya ıztırap şairimiz, hatta millî sefalet
destanlarımızı dolduran hangi kalem, Anadolu'nun talihini, sefaletlerin
miracı olan ruhunu böylece anlatabilmiştir? Ve anlatmak istemiştir? Bu istek,
bu irade henüz bizde ideal olmadı. Neden? Çünkü felsefemiz yok. Felsefe insan
yapar, diyorum. Bakınız idealin rüyasını gören kahraman, milletinin mukaddes
ıztırabı uğrunda kendini nasıl kurban ediyor? Yine Dostoyevski'yi dinleyelim:
“Kardeşim,
tevkif edildiğim gün, içimde bir başka varlığın doğduğunu hissettim. Gerçi bu
yeni varlık, bende eskiden de vardı Fakat eğer şu son büyük darbe ile dehşetli
surette sarsılmasaydım, mümkün değil tamamıyla beliremezdi. O zaman sürgünlerde
kazma sallamak beni korkutamaz. Yirmi yıl alnımın yazısıyla boğuşabilirim.
Hayır! İçimi altüst eden şimdi başka bir derdim var. Kürek mahkûmları arasında
da kalp ve ruh sahibi bir adam bulunabilir. Orada da insan sevip yaşayabilir.
Iztırap çeker. Orada da bir kürek mahkûmunun uyuşuk gönlünü yumuşatabilecek
şeylere rastlandığı görülmüştür. Orada ıztırapla, iç ağrılarıyla büyümüş bir
ruha yeniden can vererek bir kahraman yaratılabilir Böyle yüzlerce adam ardır
ki, onlara karşı biz suçlu vaziyetindeyiz. Ben ne için rüyamda o çıplak ve aç
çocuğu gördüm? Bu bir işaretti. Sürgüne işte o yavru için gideceğim. Evet, bu
dünyada herkes herkese karşı suçludur. Herkes yavrudur. Dünya büyük ve küçük
çocuklarla doludur. İşte onlar için ben kurban olacağım. Umum namına birinin
kurban olması lâzım.”
Cemaat için
nefsini feda etmek en aşırı ferdiyetçi idealizmin davasıdır. Hazreti İsa
aleyhisselâmdan sonra Hallac-ı Mansûr ve nihayet asrımızda Gandi bu dâvanın
kahramanı oldular. Anadolu'nun mukaddes kurbanları olmadığını kim söyleyebilir?
Anadolu'da sefil ve perişan kalabalıklar, aç ve çıplak çocuklar, göğüsleri
kurumuş anneler vardı. Ancak bugüne kadar Dostoyevski gibi bir sanatkârını
bulamamıştır. Zira sanat kendi kendine var olmaz. Cemiyet örflerini, ahlâkını,
din duygusunu ve dünya anlayışını kendinde birleştiren felsefesinden kuvvet ve
ilham alır. Felsefe ise doğabilmek için cemiyette hazırlanmış bir tarih,
çekilmiş ıztıraplar, devrilmiş iradeler birlikte benimsenen inanışların
asırlarca yaşanmış saltanatı gibi hayatî unsurlar arar. Biz bunların hepsini
yaşadık. Tarihin mutlak emirlerinin önünde eğilmeğe mecburuz. İnsan anlayışımız
bütün bir sistem halinde ifadesini istiyor. Her tarafta onu arıyoruz. Yunus'dan
Akif'lere kadar bu çok cepheli hayat çilesi bizde bir feryat
olmak istiyor. Türk milleti, kendi felsefesinin ifadesini dilinin ucunda saklıyor.
Sâde bir şeye muhtacız:
Duygulu,
iradeli, milletini olduğu gibi anlayan ve seven münevverlere, işte bu
hasretimiz giderildiği, sözde münevverlerimizin gözleri Batı'nın ufuklarından
milletin kalbine çevrildiği gün bizim de felsefemiz yapılacaktır.
Felsefemizin
tekâmülcü, ruhçu, sosyalist ve idealist temellerinde yapılacak bina her
filozofun şahsî görüş ve inanışına göre başka manzara taşıyabilir.
Ancak bu
temelleri değiştirmek bizi bizden uzaklaştırır. Müslüman Anadolu'nun yanık
toprağı üzerinde yaşayıp da ruh yapımıza İslâm'ın dışında temel aramak,
Anadolu'nun sefaletlerinden idealizmimize hisse çıkarmamak, normal bir
beynin samimi düşüncesinin mahsulü olamaz.
Böyle
düşünmek için, bu memlekette bu toprağı tanıyıp sevmeden, bu milletin
inandıklarına inanmadan, onun varlığına düşman bir irade ile yaşamış olmalıdır.
Anadolu, bin yıllık tarihinin muzdarip macerası içinde, felsefesinin bütün
unsurlarını ortaya koymuş bulunuyor. Kendi felsefesini yapacak çocuklarını da
yine kendi bağrından çıkaracaktır.][293]
KAYNAKÇA
ACABOĞA Asiye ı Din-Mutluluk İlişkisi [Kitap]. -
Kahramanmaraş : Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim dalı Yüksek Lisans Tezi-204569, Ocak–2007.
Armand MATTELART trc: Şule ÇİLTAŞ Gezegensel Ütopya Tarihi Kehanetsel Kentten Küresel
Topluma (Histoire de I’utopie planetaire De la cite prophetüque o la societe
globale ) [Kitap]. - İstanbul : Ayrıntı, 2005.
AYDIN Bedi Öğrenilmiş Çaresizliğin
Yordanması Ve Yaşam Başarısı İle İlişkisi [Kitap]. - [s.l.] :
Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi-188820 , 2006 .
BARDAK Ahmet Kur`an`da İlm-i Ledünni
[Kitap]. - Van : Yüzüncü Yıl Üniversitesi , Sosyal Bilimler
Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi 187223 , 2006.
ÇİÇEK J. Ütgm. Erdogan Günümüzde Devletler Tarafından Uygulanan Psikolojik
Operasyonlar Teorisi [Kitap]. - Ankara : Kara Harp Okulu Savunma
Bilimleri Enstitüsü Güvenlik Bilimleri Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-220011,
2006 .
ER Filiz Ontolojinin Dinî
Tasavvurların İçeriğine Etkisi (Doğal Teoloji) [Kitap]. - Bursa :
Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri
Anabilim Dalı Din Felsefesi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi 204782, 2006.
ESENTUR Uğur Devlet Aleyhine Suç
İşleyen Teröristlerin Sosyoekonomik Özellikleri - [Kitap]. - Ankara
: Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü -Disiplinler Arası
Adli Tıp Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-193835, 2007.
Fernand BRAUDEL trc:Mehmet Ali KILIÇBAY Uygarlıkların Grameri [Kitap]. -
İstanbul : İmge, 2006.
İŞBİLEN YÜCEL Leyla “Bulanık Regresyon: Türkiye’de 1980-2004 Döneminde Kayıt Dışı
Ekonominin Bulanık Yöntemlerle Tahminine İlişkin Bir Uygulama”
[Kitap]. - İstanbul : İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü Ekonometri Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-217283, 2005.
KURT Erkan Kur'an-ı Kerim'e Göre
Allah'ın İlmi [Kitap]. - İstanbul : Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Kelâm Bilim Dalı Yüksek Lisans
Tezi, 111101 , 2002 .
Niyazi-i Mısri Şerh-i beyan-ı (Ene noktai tahte'l-ba) İmam-ı Ali [Kitap]. -
İstanbul : Atatürk Kitaplığı MC. Yazmaları - Depo 297.7 NİY
MC_Yz_K.000339/07, H. 1184.
ÖZBEY Mim. Damla Onur Zaman-Mekan Sıkışmasıyla Oluşan Aşırıhareketli
İnsanın, Beden-Mekân İlişkisinin Dönüşümü [Kitap]. - İstanbul :
İstanbul Teknik Üniversitesi-Fen Bilimleri Enstitüsü-Yüksek Lisans
Tezi,223066 , Haziran 2007 .
ÖZTÜRK Armağan Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çağdaş Liberal Siyaset
Felsefesinde Adalet Sorunu: Rawls, Hayek, Nozick Örneği [Kitap]. -
Kocaeli : Siyaset Bilimi Anabilim Dalı:Siyaset Ve Sosyal
BilimlerProgramı: Yüksek Lisans Tezi 220374 , 2007 .
SARTRE Jean-Paul, trc: Emin Türk ELİÇİN Özgür Olmak Antisemit'in Portresi, [Kitap]. -
İstanbul : 3. Baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998.
SİLİNİR Murat ABD Gücünün Geleceği [Kitap]. - Ankara : Atılım Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslar Arası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans
Tezi 206088, 2007.
ŞAHİN Mehmet Din-Dış Politika
İlişkisi: Abd Örneği [Kitap]. - Ankara : Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora Tezi-207534
, 2007.
ŞİMŞEK Fatma Popüler Milliyetçilik
[Kitap]. - Ankara : Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Sosyoloji Bilim Dalı Master Tezi-186844, 2006 .
TARI Meltem Yozlaşmanın Ekonomik
Etkileri: Türkiye Üzerine Değerlendirmeler [Kitap]. - Kocaeli :
Kocaeli Üniversitesi -Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi-204311,
2006 .
TOKER Ayhan Gelecek Tahmini
[Kitap]. - İstanbul : İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü İktisat Fakültesi Ekonometri Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans
Tezi-86/633 , Ekim-1989.
TOPÇU Nurettin Hazırlayanlar: Ezel Erverdi-Ismail
Kara Yarınki Türkiye
[Kitap]. - İstanbul : Dergâh Yayınları, 1999.
TOPÇU Nurettin: trc: Mustafa Kök-Musa Doğan İsyan Ahlâkı —Conformisme et Revolte [Kitap]. -
İstanbul : Dergah Yayınları, 1995.
YAVUZ Zikri İnsan Hürriyeti Açısından
Tanrı’nın Ön Bilgisi [Kitap]. - Ankara : Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri (Din Felsefesi) Ana Bilim Dalı
Doktora Tezi-191407 , 2006.
YAZICI Mahmut Hadislerde Toplumların Çöküşü [Kitap]. - İstanbul : Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Hadis Bilim
Dalı Yüksek Lisans Tezi 209165, 2007.
[1]
Planck,
[2]
[3]
“Düşünme Ve Eleştirel Düşünme”,
Özel Öğretim Yöntemleri Dersi Araştırma Projesi Raporu, S.Demirel Ü.Teknik
Eğitim Fak. Elektronik-Bilgisayar Eğitimi Böl. Bilgisayar Sistemleri
Öğretmenliği
[4]
Louis Althusser - Gelecek Uzun Sürer, Can Yay., İstanbul, 1996, s:198.
[5] M. Naci BOSTANCI, “Etnisite, Modernizm
Ve Milliyetçilik” Türkiye Günlüğü, Ankara, 1998, No:50, s:38-55.
[6] Osmanlının ilimde gerilemesi Molla Lûtfi (hyt. 1494)’nin
idamıyla başlamış ve devam etmiştir. Çünkü tenkit edilmeyi hazmedemeyen bir
ilim ehlinin yanlışı daha sonra kalıplaşınca kaldırılması mümkün olmayan taşlar
gibi olmuş akan nehirleri durağanlaştırıp kokmuş sular haline getirmiştir.
Molla Lûtfî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (hyt. 1494) Sahn müderrisliğinden idam
sehpasına giden yolda bir “kıskançlık kurbanı” olurken
onun yardımına yetişmeyen kişilerdeki noksanlığın ne olduğunu çok iyi düşünmek
gerekir.
[7]
ÇETİN, Halis; Çatışma
Ve Dialog Tartışmaları Arasında İki İnsan, İki Medeniyet (Hay bin Yakzan/Doğu-Robinson
Crusoe/Batı), Ankara
Üniversitesi SBF Dergisi, 58-2, s. 29-53
[8]
Ne güzel Türkler,
[9] Ali Usta’nın Zeynel
Abidin Şerafeddin Dağıstanî
kaddese’llâhü sırrahu’l azîz (Hicrî 1292 - Miladî 1875 * Hicrî 1355
- Miladî 1936) hakkındaki hatıraları.
[10]
TDK tanımı: Fütüroloji küresel bir perspektif içinde geleceği öngörmeye çalışan
bilimdir.
[11]
Mu’minûn, 99-100
[Bu ayetlerde, Hakk’tan yüz çeviren insanlardan birine ölüm gelip
çatınca geriye bıraktığı ömründe güzel işler yapmak için bir daha dünyaya
dönmeyi temenni edeceği fakat kıyamete kadar arkalarında bir berzah (engel)
bulunduğu, geri dönemeyeceği belirtiliyor.
Berzah, iki şey arasında bulunan engel, perde demektir. Râğıb'ın
açıklamasına göre ahirette berzah insanın, kendisiyle yüce mevkiler arasında
bulunan engeldir. Bu berzahı ancak sâlihler aşabilir.
Mü'minun Suresi'nin 100. ayetinden, ruhun bedenden ayrılışından
yeniden bedenleneceği (ba's) güne kadar bedene dönmesine bir engel bulunduğu
anlaşılmaktadır:
"Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman, 'Rabbim, der,
beni geri döndürünüz! Ki terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım.' Hayır,
bu onun söylediği bir sözdür. Ötelerinde, ta diriltilecekleri güne kadar bir
berzah vardır." Bu ayeti, insanın hiçbir zaman dünyaya dönmeyeceği
şeklinde anlayanlar da vardır. Biz bu kanaatte değiliz. Ayet, ruhun ayrıldığı
bedene dönmeyeceğini ifade ediyor, dünyaya dönmeyeceğini değil. Dünyaya dönmek
başka, bedene dönmek başkadır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre kıyamet haşri
dünyada olacaktır.
Demek ki kıyamette insan, yeniden bedene sokulunca haşr alanına
gelecektir. Bedensel hayata dönme ancak ba's ile yani yeniden diriltilmeyle
olur. Bunu da ancak Allah Teâlâ yapar. Bu ayette, ruhun hiç dünyaya dönmeyeceği
değil, tekrar bedenleneceği zamana kadar (yani iki ba's arasında) bir
geçit, bir ara zaman bulunduğu anlatılmaktadır. Ayette ruhun
ba'solunacağı (yeniden bedenlendirilip kaldırılacağı, bedensel yaşama
getirileceği) kesindir. Ancak bu ba's hemen ölümün ardından değil, belli bir
zaman aralığından sonra olacaktır. O belli zaman dolmadan ruhun arkasında,
bedene dönmesine engel bir zaman (berzah) vardır. Cumhura göre ayette sözü
edilen ba's, ahiret bedenlenmesidir.
"Allah onu, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu
ve Firavun ailesini, azabın en kötüsü kuşattı: Ateş! Sabah akşam ona
sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de, 'Firavun ailesini azabın en çetinine
sokun!' (denilir)"
(Mü'min: 45-46). Firavun ve adamlarının, yaptıkları kötülükler yüzünden
kıyamete kadar sabah akşam ateşe sunulmakta olduklarını bildiren bu ayet,
ruhların ölmediğini, sadece bedenden ayrılıp bedensiz yaşadığını, dünya hayatıyla
kıyamet arasında kalan berzah hayatında nimet veya azap göreceğini ispatlar.] (suleymanates@gazetevatan.com)
[12] DRUCKER, Peter
F. trc. Belkıs ÇORAKÇI, Kapitalist Ötesi Toplum, İstanbul,1994, İnkılâp
Kitapevi, s. 29; 203
[13] Dr. Gökelma
[14]
[15]
Maxwell denklemleri, James
Clerk Maxwell' in
toparladığı dört denklemli, elektrik ve manyetik özelliklerle bu alanların
maddeyle etkileşimlerini açıklayan bir settir. Bu dört denklem sırasıyla,
elektrik alanın elektrik yükler tarafından oluşturulduğunu (Gauss Yasası),
manyetik alanın kaynağının, manyetik yükün olmadığını, yüklerin ve değişken
elektrik alanların manyetik alan ürettiğini (Ampere-Maxwell Yasası) ve değişken
manyetik alanın elektrik alan ürettiğini (Faraday' ın İndüksiyon Yasası)
gösterir.
[16]“Stephen Hawking
kâinat hakkında büyük sorular soruyor” http://www.ted.com, TED Open Translation
Project. Erişim: 27 Temmuz 2009
[17] Müslim. Elfâz. 5; İbn. Hanbel.
II/237.272
[18]
bkz:
[19]
[20]
[21]
Mesnevi, c.I, b.2200
[22]
[23] Max Karl Ernst Ludwig Planck (23 Nisan 1858, Kiel - 4 Ekim 1947, Göttingen), Alman fizikçi. 1918 Nobel Fizik Ödülü sahibi.
"Kuantum
Kuramı"nı geliştirmiştir. Termodinamik yasaları üzerine çalıştı. Kendi adıyla bilinen
"Planck sabiti"ni ve "Planck ışınım yasası"nı buldu. Ortaya
attığı kuantum kuramı, o güne değin bilinen fizik yasaları içinde devrimsel ve
çığır açıcı nitelikteydi.
[24]
[25]
Bakara, 259
[26]
Kehf, 11-12
[27] Kehf,19
[28] Kehf, 25-26
[29]
F. Nietzche
[30]
[31]
[32]
bkz:
[33]
bkz:
[34]
Kaderciliğin
[35]
Sonuç çıkarma, anlam, sonuç
[36]
De dicto “önerme ile ilgili” anlamında olup de
re “şeyle ilgili” anlamındadır. De dicto zorunluluk
önermeye atfedilen bir zorunluluk iken de re zorunluluk şeye atfedilen bir
zorunluluktur. Buna örnek olarak Stephen Hawking’in 2 sayısını düşündüğünü
varsayalım. 2 sayısı özsel olarak veya zorunlu olarak çift sayıdır. Böylece şu de
re önerme doğru olmuş olacaktır; “Stephen Hawking’in hakkında düşünmüş
olduğu şey zorunlu olarak çift sayıdır”. Fakat bunun aksine “Zorunlu olarak,
Stephen Hawking’in düşünmüş olduğu şey çift sayıdır” yanlış olmuş olacaktır.
Çünkü Stephen Hawking’in 2’nin çift sayı olduğunu düşünmesi zorunlu değildir,
başka şey de düşünebilirdi. bkz. Michael J. Loux, Metaphysics,
Routledge, London,1998, s. 173–174
[37]
Model
[38] Konuyla ilgili
olarak üç türlü zorunluluktan bahsedebiliriz;
Mutlak
anlamda/metafiziksel zorunluluk: bütün mümkün dünyalarda zorunlu olan,
bir mümkün dünyadan öbürüne göre değişmeyen zorunluluktur.
Arızi/geçici/zamansal
zorunluluk:
Mutlak anlamda zorunluluğun aksine arızi zorunluluk, geçici zorunluluk da
diyebiliriz, bir şekilde zamanla kayıtlı bir zorunluluktur. Belli bir zamanda
doğru olmasına karşın ondan önce doğru olmadığı için mutlak anlamda zorunlu olamaz,
diğer bir ifadeyle bütün mümkün dünyalarda zorunlu değildir.
Nedensel
zorunluluk:
Bir sonucun meydana gelmesi için nedenin şart olmasını gerektirir. Sonuç, neden
ön şartı olmaksızın meydana gelmez. Bu yüzden nedenle sonuç arasında zorunlu
bir ilişkinin var olduğundan söz edilebilir.
[39]
Mecazi
[40]
[41]
[42]
BAYMUR, Feriha, Genel Psikoloji, İstanbul 1973. s.
193.
[43] Şe'n: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürâtı, neticesi ve
eseri; iş, gerek, tavır, hal.
[44]
Gazzâlî, Me
âricü l-kuds fi medârici ma 'rifeti 'n-nefs, 1988, s. 165.
[45] En'âm,57; Yûsuf,40; Sebe,
22; el-Furkan, 13.
[46] Müteal: Âlî, büyük
[47] Bakara,165; Ra'd, 41;
Ahzâb, 38; Talâk, 3
[48] Âl-i İmrân,154; Mâide,1;
Hûd,56; Ra'd,31; Yâsîn, 83.
[49]
İnsân, 30; Tekvîr,29
[50]
En'âm, 102; Hûd, 12; Zümer, 62
[51]
Meryem,78; ,Tûr,41; Necm,35; Kalem, 47.
[52]
En'âm,58; Yûnus, 20; Hûd, 123; Nahl,77.
[53]
Âl-i İmrân,179; En'âm, 59; Neml,65; Lokman, 34.
[54]
Bakara,255; En'âm,73; Tâhâ,110; Enbiyâ, 28.
[55]
Muhammed, 19
[56] İbrahim,44; Nahl, 86;
Meryem, 70; Tâhâ, 104; Lokman, 43; Sebe, 32; Nebe, 40; Mesed, 3
[57]
Bakara, 167; İbrahim, 21; İnsân, 5-22; Nebe,31 -36.
[58] Hûd,36; Nûh, 25.
[59]
Mesed, 1-3
[60]
Yâsîn, 12.
[61]
Zuhruf, 4
[62]
En'âm, 59; Yûnus, 61; Hûd, 6.
[63]
Duhân, 4
[64]
Müslim, "îmân", 263
[65]
En'âm, 59; Yûnus, 61; Neml,75; Sebe, 3
[66]
İsrâ,13
[67]
Buhârî, "Kader", 1; Müslim,
"Kader", 1,2
[68]
Hac, 7; Nâzi'ât, 34; Abese, 33
[69]
[70]
(Âdem ile eşi) “Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize
merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz” dediler. (A’raf, 23)
[71]
“De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o
kadarını da katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi.”
(Kehf, 109)
[72]
Muhammed Kutup, Tarihe Bakışımız, (trc. Talip Özdeş), İstanbul, 1990, s.76
[73]
Hud, 7
[74]
Mülk, 2
[75]
Enbiya, 35
[76]
Ankebut, 2–3
[77]
Bakara, 155
[78]
Araf, 94
[79]
Şura, 30
[80] Enbiya, 35
[81] İbnü'l-Esîr, en-Nihaye fi garîbi'l-hadîs ve'l-eser, Kahire 1963,s. 111,411.
[82] Buhârî, Fiten,
17; Tirmizî, Fiten, 60.
[83] Buhârî, Fiten,
16.
[84] Endless blanket: sonsuz blanket
Endless: s. sonsuz, daimi, bitmek bilmeyen,
ebedi, uçsuz bucaksız, ölümsüz, bitmez tükenmez
Blanket: i. battaniye. f. sarıp sarmalamak.
[85]
Mümin, 16
[86]
Buhari, şirk,6; Tirmizî, Fiten, 13
[87]
[88]
Kehf, 78- 81
[89]
[90]
Kafirûn, 6
[91]
[92]
[93]
[94]
Râd, 11
[95]
Kalem, 17-34
[96] Fukuyama, Japon asıllı bir Amerikan
vatandaşıdır. CIA’nin beyin kuruluşlarından olan Rand Corporation’da görev
yapmıştır. 1990-91’lerde ortalama 45 sayfalık “Tarihin Sonu”
başlıklı bir makale yazmıştır. 10 yıldır dünyanın her tarafında
konuşulmaktadır.
Tarihin sonu ne demektir?
Bundan dünyanın sonu anlaşılmamalıdır. Fukuyama da bu
tezinde dünyanın sonunu kastetmemiştir. Fukuyama, Tarihin sonu iddiasıyla
kısaca demek istiyor ki;
“insan düşünsel evrimini tamamlamış ve Batılı Liberal
Demokrasi’ye (Liberal Kapitalizme) ulaşmıştır. Liberal Demokrasinin, Liberal
Kapitalizmin alternatifi yoktur. İnsanlar bütün medeniyetleri denemişler, en
sonunda Liberal Demokraside karar kılmışlardır. Liberal Demokrasi
alternatiflerini yok etmiş, yenmiştir.”
Fukuyama’nın “Tarihin sonu” başlıklı bu
makalesi, Amerika’nın başını çektiği Yeni Dünya Düzeni’ne bir ön hazırlıktı.
Yeni Dünya Düzeni düşünceleri bu makaleden sonra ortaya çıktı. Belki de bu
makale bir bahaneydi. Amerika çoktandır zaten dünyayı kendi kontrolüne almak
istiyordu. Amerika, ileride girişeceği global/küresel emperyalist ve terörist
saldırılarına zemin hazırlamalı ve bu saldırıları meşrulaştırmalıydı. Bu iş
için CIA’da görevli Fukuyama’yı ve Hungtington’u kullandı. “Tarihin
Sonu'ndan Medeniyetler Çatışması'na: Soğuk İdeolojik Savaş Konseptleri” http://sgdf.biz/, Erişim: 12.05.
2009
[97]
[98] Bit: Temel Veri Ölçü Birimi, Bit, İkil
[99]
[100] Mâide,109;
En'am,73; Tevbe,94; Ra'd,9; Sebe',48
[101] Kitabu't-tevhîd, s. 21.
[102] Âl-İ İmran,179;
Cin,26
[103] Âl-i İmrân,
179; Cin, 26.
[104] Lokman, 34.
[105] Hûd, 31.
[106] Ahkâf, 9
[107] Nûr: 24/11-16;
Muhammed: 47/16; el-Haşr: 59/11-12; et-Tahrîm: 66/3.
[108] Gayr-ı
Metlüv Vahiy
Oryantalistlerin
başlattığı ve bazı müslümanlarca da kabul gören “Kur’ân-ı Kerim dışında
vahiy olmadığı ve sünnetin vahiy olmadığı” belli bir mesafe kat etmiş ve
müslümanların düşüncelerini bulandırmıştır. Sünneti hafife alan veya inkâr eden
bu kimselerin itirazlarına bakacak olursak, bütün meselenin çözüm noktasının “Kur’ân-ı
Kerim’den başka vahyin” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme inip
inmediğidir. Bunu Kur’ân-ı Kerim şu şekilde açıklar.
“Nebi, eşlerinden birine gizlice bir söz
söylemişti. O bunu nebinin diğer bir eşine haber verince, Allah da bu durumu
nebiye bildirmişti, o da bir kısmını yüzüne vurmuş bir kısmını da yüzüne
vurmadı. Nebi bunu ona haber verince eşi “Bunu sana kim söyledi?” dedi. Nebi,
”Bilen, her şeyden haberi olan Allah Teâlâ bana söyledi” dedi.” (Tahrim, 3)
Tefsirlerde
beyan edildiğine göre Rasûlüllah sallallâhü
aleyhi ve sellem gizli tutmak kaydıyla eşi Hafsa'ya bir söz söylemiş; ancak o,
bu sözü saklayamayıp Hz. Aişe'ye söylemiştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ durumu
Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bildirmiş, o da Hafsa'ya
anlatmıştır. Hafsa, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bunu kimin haber
verdiğini sormuş, O da Allah Teâlâ’nın bildirdiğini söylemiştir. Ancak
Kur'ân'da bu bildirimin kendisi yer almıyor. Demek ki bu bildirim Rasûlüllah
sallallâhü aleyhi ve selleme gayr-i metlüv vahiyle bildirilmiştir.
Kur’ân-ı Kerim’de buna benzer birçok ayette (Ahzab, 37; Bakara, 144;
Haşr, 5; Fetih, 15; Şura, 21; Hakka 44,47; Yunus; 15; Enfal, 5; Nur, 62; Enfal,
9) gayr-i metlüv vahyin olduğuna
işaretler mevcuttur. İşte bu hakikati ifade ederek Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle
buyuruyor: “Dikkat edin bana Kur-an ve benzeri verildi.” (Ebu
Davut, 6) Bu nedenle Resul, bu iki kaynağı insanlara ulaştırmakla
mesuldür. (Maide, 67)
[109] Müslim, İman,
77; Tirmizî, Tefsir, 7.
[110] Buhârî, Fiten,
1.
[111] Buhârî, Cenâiz,
3.
[112]
Bakara, 247
[113]
Şurâ, 53
[114]
Zuhruf, 32
[115]
Nahl, 8
[116]
Saffat, 96
[117]
İbrahim, 19-20
[118]
Rad, 41
[119]
Beled, 10
[120]
Bakara, 251
[121]
İsra, 16
[122]
Mü’minun, 115
[123]
Â’raf, 34
[124]
Râd, 11
[125]
Mü’min, 85
[126]
Ahzab, 38
[127]
Tevbe, 33
[128]
Enfal, 63
[129]
Enbiya, 22
[130]
Nur, 39
[131]
Nur, 40
[132]
Rum, 7
[133]
Sad, 35-38
[134]
Â’raf, 43
[135]
Fatır, 16-17
[136]
Tâha, 39
[137]
Ebu Dâvud, Cihâd 35, (2533)
[138]
Determinist (Nedensellik)
[139] Anthonny
Giddens, Beyond Left and Right-The Future of Radical Politics,
(Cambridge and Oxford: Polity Press and Blackwell Publishers, 1996), 26.
[140]
[141]
Müminûn, 99-100.
[142]
[143]
[144]
[145]
[146]
[147]
Sad, 35
[148] Neml, 16
[149]
Sebe, 12
[150]
Enbiya, 82
[151]
Enbiya, 81
[152] Sebe, 12
[153]
Sebe, 13
[154]
Neml, 40
[155]
Sad, 35
[156]
Mâide, 80
[157]
A'râf, 168
[158]
Bakara, 63-64.
[159]
Bakara,65; A’raf,166
[160]
Cuma, 5
[161]
A’raf, 176
[162]
Bakara: 75-76
[163]
Bakara,174
[164]
Nisâ,46
[165]
Mâide,13
[166]
Nisâ, 160-161.
[167]
Mâide, 82
[168]
Bakara, 94; Al’i İmran, 24; Maide,18; Cuma,6
[169]
Bakara,88, Al’i İmran, 112
[170]
Al’i İmran, 111
[171]
İsrâ, 4-8
[172] http://www.hayrettinkaraman.net/kitap/meseleler. Erişim: 31 Temmuz 2009
[173] 5 Haziran Dünya Çevre
Günü’nü Risale Haber’e değerlendiren Prof Dr. İbrahim Canan, İslam dininin
çevreye çok önem verdiğini söyledi. http://www.moralhaber.net: 31 Temmuz 2009
[174] Ekoloji: canlıların birbirleri ve
çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekosistem ise canlı ve
cansız çevrenin tamamıdır. Ekosistemi de abiotik faktörler (toprak, su, hava,
iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve
ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur.
[175]
Aykut Çoban. Çevreciliğin İdeolojik Unsurlarının Eklemlenmesi, Ankara
Üniversitesi SBF Dergisi. 57-3,
[176]
Hucurat, 13
[177] Perspective:
i. perspektif, derinlik, derinlemesine inceleme yeteneği, görünüm,
geniş bakış açısı
[178]
Bakara, 256
[179]Şaban Teoman
DURALI, Sorun Çağının Anotomisi, Şule Yayın. İstanbul, 2009, s.89
[180] Tefahhus: Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü
dikkatle araştırma
[181]Necip
Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1976,
s.187-188
[182]
Bkz: William K. TABB, trc: Ali TARTANOĞLU, (Mülkiye Dergisi, Cilt: XXV,
Sayı: 226, s. 351-360
William K. Tabb, Queens College ve City University'de
Ekonomi ve Sosyoloji profesörü. The Postwar Japanese System'nin (Savaş Sonrası
Japon Sistemi, New York, Oxford University Press, 1995) yazarı. Bu yazı ise,
1997 Sosyalist Bilim Adamları Konferansına bildiri olarak sunulmuştur.
[183] Etnisite: Etnisite ya da etnik grup kavramı, sosyolojide belirsiz
bir kavramdır. Nathan Glazer ve Daniel Moynihan tarafından ortaya
atılmıştır. Irk terimine karşı etnisite daha geniş bir
kavramdır. Bir içtimâi yapıdaki özelliği, bireylerin bir özel grupla
özdeşleşmesini, grup siyasallığını, bireylerin gruba aidiyetini ifade etmek
üzere ortaya atılmıştır, ancak ırk teriminin örtmecesi yapılmakla da suçlanmıştır.
[184]
Bkz:
[185]
Hucurat, 13
[187]
[188]
[189]
[190]
Neml, 33
[191]
Neml, 34
[192]
[193]
Bakara,205
[194]
Rum, 41
[195]
Fussilet, 16
[196]
Nahl, 112
[197]
Bakara, 59
[198]
Hakka, 5-7
[199]
Meryem, 37-38
[200]
Enbiya, 11
[201]
Hac, 38
[202]
Yunus, 13
[203]
Ankebut, 36
[204]
İsra, 16
[205]
Â’raf, 182
[206]
İsra, 58
[207]
İbrahim, 28
[208]
Kehf, 59
[209]Jared
Diamond:Toplumların Çöküşü Üzerine;http://www.ted.com, TED
Open Translation Project. Erişim: 27 Temmuz 2009
[210] Tirmizî, Fiten, 8.
[211]
Ebu Davud, Melahim, 17.
[212]
Hud, 116
[213]
Tirmizî, Fiten, 8.
[214] Buharî, Fiten,
4, 38; Enbiya, 10.
[215]
Bedîuzzaman Sâid Nursî; Hutbe-i Şamiye, 37
[216]
Bedîuzzaman Sâid Nursî; Hutbe-i Şamiye, 43
[217]
Bedîuzzaman Sâid Nursî; Hutbe-i Şamiye, 57
[218]
Kehf, 55-59; Fâtır, 45.
[219]
Hac, 42-48.
[220]
Hûd, 110.
[221] Yûnus, 19.
[222]
Tâhâ, 129; Fussilet, 45.
[223] Şûrâ, 14-21;
Ra’d, 32.
[224]
Ra’d, 13/38.
[225]
Hicr, 15/4-5.
[226]
[227]
İman ve Aksiyon, Bedir Yayınları, İstanbul,1964, s. 8.
[228]
“1001 Çerçeveden”, Büyük Doğu, İstanbul,1944, S. 30, s.2;
[229] İman ve
Aksiyon, Bedir Yayınları, İstanbul,1964, s. 8; Ayrıca bkz. Akif Emre, “Büyük
Doğu ve Gelecek Tasavvuru”, Hece Dergisi Necip Fazıl Özel Sayısı, s. 52.
[230] Allah Teâlâ'nın
dışındaki varlıklar, zaten çalışıyor. Hâlik bile boş durmuyor, Yaratıcı dahi
devamlı çalışıyor, ihtiyacı yokken çalışıyor; sen sıkılmazsan otur. Allah Teâlâ
her an yarattığı binbir çeşit yaratılmış ile tecelli ediyor diyor.
[231]
Nurettin TOPÇU: Ahlak Nizamı (İstanbul,1999), s. 205
[232]
bkz:
[233]
Nurettin TOPÇU: Büyük Fetih (İstanbul, 2003), 58.
[234] Laissez faire: (Fr.) hükümetin sanayi ve ticaret
işlerine müdahale etmemesi prensibi.
[235]MARX, Karl; Kapital I-Kapitalist Üretimin Eleştirel
Bir Tahlili, Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1986,
s.247
[236] KIZILÇELİK,
Prof. Dr. Sezgin; “Küreselleşme, Beden Ve Şizofreni” C. Ü. Tıp
Fakültesi Dergisi 25 (4), 2003 Özel Eki; 8. Halk Sağlığı Günleri,
(Halk Sağlığı Ve Sosyal Bilimler, 23 - 25 Haziran 2003 Sivas)
[237]
FOUCAULT, Michel; Psikoloji ve
Ruhsal Hastalık, Çeviren:
Muhsin Hesapçıoğlu, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 27-28
[238] M. Naci
KULA; 21-23 Eylül 2003 tarihinde Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat
Fakültesi, “Küreselleşme ve Din “ isimli sempozyumunda tebliğ olarak
sunulan metnin makalesi; Çoştu, Yakup; “Hemojenlik ve Heterojenlik Arasında
Küreselleşme Din İlişkisi, İslamiyat VI, 2003, sayı: 2, s. 73,
74;
[239] Buhari,
Fiten: 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/313
[240]
Nahl, 8
[241]
Tirmizi, İbn-i Mace, Ahmed bin
Hanbel;
[242]
Tirmizi, Zühd: 24, 2333
[243] Simülakr: İkonlara tapanlar, Tanrı'yı
övmek adına onu betimlediklerini ileri süren usta insanlardı, ama gerçekte
Tanrı'yı simgeleriyle bir simülakra dönüştürürken aynı zamanda onun varlığı
sorusunu ortadan kaldırıyorlardı. Her imge, Tanrı'nın varlığı sorusunu sormayı
engellemek için bir bahaneydi. Gerçekte Tanrı, her imgenin ardında
görünürlüğünü yitiriyordu. Ölmemişti, görünürlüğünü yitirmişti yani artık böyle
bir soru sorulmuyordu. Tanrı'nın varlığını ya da yokluğuna dair sorulan soru
simülasyon aracılığıyla çözülmüştü.
(Baudrillard'dan)
Simülakr orijinali, gerçeği, ilk örneği olmayan; kendisi zaten kopya olan
birşeyin kopyasını anlatan bir terim. Simüle edilen veya edilebilen her şey
orijinalliğini kaybeder. Her görüntü bir simülasyondur, ergo simülasyonun
simülasyonu simülakrdır. O yüzdendir resim yıkıcılığı gelişmiştir.
Konumuz resim
yıkıcılığı değildir. Nasıl ki İslam resme karşı çeşitli nedenlerle bir tavır
geliştirdiyse, yasaklamaya çalıştıysa, Hıristiyanlık ta aynı şekilde ilk
zamanlarında resme karşı bir tutum almıştı. İstanbul’daki resim yok etme
olaylarından bahsediyordu.) Baudrillard'ın simülakr ile bahsettiği dünya
aslında Matrix filminde de anlatılan bir simülasyon mu gerçek mi dünyası.
Baudrillard'ın gerçekten ilginç tezleri vardır. Hepsi de anlaşılır değil.
postmodern dile yatkınlıkla da ilgisi var bu düşüncenin. Ama bazen bazı şeyleri
gerçekten anladığınızı hissedersiniz. Bu bir andır, geçicidir genellikle, o
kısacık anda her şey aslında çok mantıklıdır, çözülmüştür. Baudrillard'da onu
hissediyorum, ama anladığım şey biranda uçup gidiveriyor sanki:) Sanırım bu bir
bilinçlenme (consciousnes) anı. Bilinç dediğimiz "şey"in
de aynen bu anlarda ortaya çıktığını, sürdülebilir olduğu şekilde insanlarda
yerleşebileceği gibi bir fikir ileri sürülebilir. (http://
oyleveyaboyle.blogspot.com /2006/01/simlakr.html) (Erişim:27 Temmuz 2009)
[244] Domestik: 1 . Evcil. 2 .
İsim İç, ülke içi. 3 . Yerel, yerli.
[245]
Burada bahsedilen hareket yayılmacı, doyumsuzluk olarak düşünülmelidir.
[246]
Bkz:
[247]
Bkz:
[248]
[249] 2020: Rusya çökecek.
Türkiye en büyük 10’uncu ekonomi olacak. Çin büyük bir kriz yaşayarak
dağılacak.
2030:Dünya
ABD kaynaklı büyük ekonomik krizle yeniden sarsılacak
2040: Türkiye; Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanları
hâkimiyeti altına alarak dev bir ülke olacak. Bölgesinde askeri müdahaleler
yapacak. ABD-TÜRKİYE arasındaki gerilim artacak
2050:
Türkiye, ABD, Polonya ve Japonya arasında 3. Dünya Savaşı çıkacak. 50.000 kişi
ölecek.
2060:
Enerji Devrimi Gerçekleşecek.
2080:
Petrol rezervleri bitecek, yerine uzay temelli enerjiler dünyada kullanılmaya
başlayacak.
2100:
Meksika ABD’ye savaş açacak. - NATO bitecek. Avrupa’daki Almanya Fransa
ittifakı çökecek. Avrupa Birliği bitecek, hâkimiyet Polonya’ya geçecek.
-
Türkiye; Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanları hâkimiyeti altına alarak dev bir
ülke olacak.
-
Başkent Ankara’dan İstanbul’a taşınacak.
-
Karadeniz ve Akdeniz artık bir Türk gölü haline gelecek.
-
Neo Osmanlı senaryosu gerçek olacak. Türkiye Osmanlının sahip olduğu topraklara
yeniden hükmedecek
-Dünyadaki
herkes Türkçe, Japonca, Polonya ve Meksika dillerini öğrenecek.
[250] Eskatologya: isim, felsefe
(eskatolo'gya) Yunanca: İnsanın ve dünyanın sonunu, öbür dünyayı anlatmaya çalışan
tanrı bilimi kolu.
[251]
[252]
[253]
Bearn
prensi ve Fransa kralı IV. Henri (d. 13 Aralık 1553, Pau,
Bearn, Navarre - 14 Mayıs 1610, Paris,
Fransa)1589-1610 yılları arasında Fransa kralı, 1572-1610 yılları arasında
Naverra Kralı. Bourbon hanedanından gelen ilk kraldır. Nantes Fermanı'nı yayımlayarak (1598) Fransa'da din
ayrımcılığına geçici de olsa son vermiştir. 1610'da akıl hastası bir papaz
tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür.
[254]
Amfiktyon: Eski Yunan'da, Delphoi'de barışı korumakla görevli delege,
[255]
[256] [Gabriel Tarde,
1839'da yayımlanmış olan ulusların doğal hukukunun tarihiyle ilgili
toplumbilimsel incelemesinde, "Grotius'un eserlerinde "Rönesans'ın Romalılıştırma,
Hıristiyanlaştırma, feodalleştirme, insancıllaştırma gibi büyük
öykünmeli dalgaların arka arkaya gelmesi sayesinde Avrupa halklarının XVII.
yüzyılda eriştikleri ortak medeniyet derecesiyle açıklar.]
[257]
Bakara, 120
[258]
Al-i İmran, 28
[259]
Yâsin, 36
[260] “O, her gün bir işle (meşgul)dür.” Rahman,
29
[261] Meşiet: dileme, irade, arzu, matlub, murad,
istek.
[262]
Mü’min, 16
[263] BEKTAŞ, Arsev; Siyasal Propaganda, İstanbul,
Bağlam Yayınları, 2002, s. 90
[264]
[265] Esoteric: (s.) belirli bir grup
tarafından anlaşılan veya onlara hitap eden, hususi, özel, anlaşılması zor;
gizli, saklı, mektum.
[266]
HEPKON, Haluk, “Zeitgeist Kova
Çağı Muhalefeti” Teori Dergisi Mart 2009 – SAYI: 232 http: // genclikcephesi.
blogspot. com
[267] ACAR, Sadık,
Medeniyetler Çatışması mı,
Menfaatler Çatışması mı?, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler
Fakültesi İktisat Bölümü s. 15
[268]
[269]
Nurettin TOPÇU: Büyük Fetih (İstanbul, 2003), 16-17.
[270]
İkbal, Muhammed, Cavidnâme, trc. Annemarie Schimmel, Kırkambar Yay.,
İstanbul, 1999, s. 41.
[271]
[272] İkbal,
Muhammed, Cavidnâme, trc. Annemarie Schimmel, Kırkambar Yay., İstanbul,
1999, s. 46.
[273]
Paradoks, görünüşte doğru olan bir ifade veya ifadeler topluluğunun bir
çelişki yaratması veya sezgiye karşı bir sonuç yaratmasıdır. Çoğunlukla,
çelişkili gözüken sonuç veya sonuçların aslında çelişkili tarafları vardır.
[274]
DURSUN, Davut, Siyaset Ve Ahlâk: Gerçeklikle İdealin Bağdaşmazlığı Sorunu, s.
17-24
[275]
bkz:
[276] Disinformation: i. kasten yanlış haber verme, yanlış
bilgi verme
[277] DOMENACH,
Jean-Marie. Politika ve Propaganda (trc. Tahsin YÜCEL), İstanbul, Varlık
Yayınları, 2003. s.60
[278]
[279] Manipulation: i. 1. elle hareket ettirme. 2.
kullanma, hareket ettirme, çalıştırma, işletme. 3. kendi çıkarları için
kullanma. 4. hile yaparak (fiyatları) istediği şekilde değiştirme
[280] Mesela,
Bilderberg'i haber yapan herkes tutuklanmış, sorgulanmış ve hakarete
uğramıştır.
[281]
Tirmizî, Cennet 2, (2528); İbnu Mace, Siyam 48,
(1752)
[282]
[283]
Yusuf, 21
[284]Bkz:
[285]
[286]
Nurettin TOPÇU: Ahlak Nizamı (İstanbul,1999), 179.
[287]
Müminûn, 1
[288]
bkz:
[289]
ARSLANOĞLU, İbrahim: Kurumlar Sosyolojisi Ders Notları. Ankara, 2001, s. 55
[290] ZERRİNKUB, Hüseyin,
Medreseden Kaçış, İmam Gazzâli’nin Hayatı, Fikirleri ve Eserleri,
Anka Yayınları, İstanbul, 2001, s.130–136
[291] Determinism: Doğa'daki her olayın, dolayısıyla
insanın tüm faaliyet ve davranışlarının kendi iradesi dışında seyreden bazı
faktörlere tabi olduğunu ileri süren teori, gerekircilik.
[292]
[293]
Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.
Yorumlar