Print Friendly and PDF

İlmi Ati

Bunlarada Bakarsınız

“Eğer insanlar geçmişle ilgisini keserse

her türlü ideolojinin kör müminleri kesilirler

ve toplumları illüzyonlar yönetmeye başlar.”

William Chittick

 

 

Hayat adı verilen şu mantığa ters gelen sürecin üyeleri olarak biz insanlar hep merak ederiz. Bu yüzden de gördüğümüz, görmediğimiz her ne varsa bu merakın konusu olmaktan kurtulamayız. Farkında olmak ve anlamak isteriz, gayret ederiz ve bilmek, her şeyin yolunda olduğuna inanmak isteriz.

Peki, bildiğimiz nedir?

Ya da insan olarak biz neyi bilmiş olmakla övünebiliriz?

Gerçekte biliyor muyuz?

Bildiğimize inanmalı mıyız?

[Nereden geliyorum ve nereye gidiyorum?

Bu her birimiz için derinliğine varılamaz büyük bir sorudur. Bilim bu gibi soruların birçoğunu cevaplandıramamaktadır. ] [1]

 “İnsan, bitmeyecek çünkü soruları sorabilendir.” Bu nedenle zihinlerimizin karışıklığı, kavramları da karıştırmamız sonucunu beraberinde getirmiştir. Bu kavram kargaşasından kurtulabilecek miyiz? Belki bu da karışık bir zihnin ürünüdür.

Bu yüzden “bilmek-bulmak” ve “bildiğine- bulduğuna inanmak” hakkında açmazlar çoğalır gider. Bu ikilemler arasında bocalayan insan inanarak yükü bir “üst-bene” bırakıp hayatını yaşar gider.  

Şah Nakşibend kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu ki; “Biz yolumuzun sonunu evveline derc ettik”

Hak ilminde bu âlem bir nüsha imiş ancak

Ol nüshada bu âdem bir nokta imiş ancak

Ol nokta içinde nice bin gizli derya

Bu âlem o deryadan bir katre imiş ancak

            Niyâzi Mısri kaddese’llâhü sırrahu’l azîz

Katre-i acz içre arif cilve eyler zahida

Katresin destinde pinhan mevc uran ummanı gör.

 Pir İlyas kaddese’llâhü sırrahu’l azîz

[Her giriş bir sonuçtur aslında. Her önsöz bir son sözdür. Tam bitti derken geride neleri bıraktığımız üzerine önü alınmaz bir şüphe içimizi kemirir ve rahatsız edici merakımıza yenik düşen zihnimizi, her şeyin başladığı o ilk ana, en baştaki kapsayıcı kaosa geri götürür. Kendini hem yazdığı metinden sorumlu, hem de metninin yarattığı gerçek karşısında korumasız hisseden yazar biraz da böyle davranmaya mecburdur. Zaten akıl, Hegel’ci anlamda gerçeği geriden takip eder. Çıktığı yolda en baştan itibaren mağluptur akıl. Ulaşmak istediği şeye ulaşması, gerçeği ellerinin arasında tutması ontolojik açıdan olanaksızdır; yine benzeri bir şekilde gerçeğin peşinden koşmaya yanaşmaması, vaaz geçip her şeyden sıyrılması da tabiatıyla bağdaşmaz. Peşinden koşar ve nihayetinde yenilir. Kendisi bir başka çalışma için az biraz soluklanırken, yarattığı gerçek de başkalarının peşinden koşacağı bir hedef haline dönüşür.][2]

İnsanoğlunun ortaya çıktığı ilk dönemlerden beri benliğinde taşıdığı, gerçekleştirmeyi sürekli arzuladığı ve eski çağlardan beri hiç değişmeyen bazı hayalleri mevcuttur. Bu hayallerin gerçekleşmesi pek çok kişi için imkânsız gibi görünse de, en çok arzuladıklarının gerçek gibi olması için kusursuz dünyaları yüzyıllardan beri tasarlamıştır ve arzulamıştır.

İnsanın özünde var olan, yasadığı dünyadan daha iyi bir dünyada yasamayı hak ettiği fikri, onu harekete geçiren düşüncedir. Her yönüyle mükemmel, yepyeni bir hayata sahip olmanın esin kaynağı, işte bu sosyal, ekonomik ve kültürel sıkıntıları aşabilme isteğidir. Böylece arzulanan kusursuz dünyaya, ulaşılacaktır.  

Düşünme, insanlığın ilerlemesinde motor görevi gören kavramların başında gelmektedir. Bu kavramın ve ilgili süreçlerinin tamamen aydınlatılması ve açıklığa kavuşturulması insanlığın geleceği ve mevcut ilerleme verimliği açısından hayati önem taşımaktadır. Eleştirel düşünme ise özellikle entelektüel gelişim açısından son derece önemlidir. Entelektüel gelişim, yeni fikir ve düşüncelerin üretimi açısından olamazsa olmaz bir değerdir. Geleceğin bireylerini düşünen, akleden ve doğruya saygılı, eksiksiz şekilde yetiştirmek için, eğitim programları “düşünme” kavramı çerçevesinde, kesinlikle entelektüel gelişim referanslı olarak şekillendirilmelidir. [3]

Foucault  “tanımak hükmetmektir” demektedir. Bilmenin getirisi olan kuvvet, sorumluluğu da yanında getirmektedir. Bu nedenle  [bir Latin atasözü de tanımlamak tehlikelidir der. Çünkü her tarif bir soyutlamadır ve her soyutlama karmaşık gerçekliğin zihinde yeniden inşası, anlaşılır olması için basitleştirilmesi, bir bakıma çıplaklaştıran bir tasarımla kimi niteliklerinin devre dışı bırakıp kimilerinin öne çıkartılması vasıtasıyla belirli hale getirilmesidir.

Böyle bakıldığında tanımlamaların ifade etmek istediği alanın ne ölçüde sahih bir karşılığı olduğu hususu tereddüt doğurur ve inandırıcılığı zedeler. Çünkü soyutlamalar ile gerçekliki zihnimize transfer ederken, aynı zamanda burada oluşturduğumuz teorik söylemi yeniden hayata aktarmayı umarız. Dolayısıyla bu sürecin her iki aşamasında da tartışmaya açık bir transfer söz konusudur. Bir bakıma aynı çağın tanıklarının niçin farklı tasavvurlara sahip olduğunun cevabı buradaki transferdedir. Düşünürü olduğu kadar siyasetçiyi ve nihayet kalabalıkları aynı çizgide bir araya getiren, içtimâi ve politik pozisyon ortaklığı ve bunun çevresinde oluşan hayata dair bakış-transfer beraberliğidir.

L. Althusser, “Gelecek Uzun Sürer” isimli hatıratında şöyle diyor. “Marks'ın Feurbach üzerine tezler'indeki ünlü sözü (Dünyayı yorumlamak değil dönüştürmek söz konusudur) de eleştirdim. Buna karşı, bazen dönüştürmek, bazen geriletmek, bazen de tehlikeli sayılan bir değişim tehdidine karşı olduğu gibi korumak ve güçlendirmek amacıyla bütün büyük filozofların dünya tarihinin gidişine müdahalede bulunmaya kalkıştıklarını gösterdim”][4]

“Dünya tarihinin gidişine müdahalede bulunmaya kalkışan” filozof, gerek olup-biteni yorumlarken ve gerekse nasıl olup-bitmesi lazım geldiğini anlatırken inşa bir dünya içinden konuşur. Teorik söyleyiş gücünü içtimâi hakikatin karşılığı olmaktan değil, böyle olduğuna dair ikna ediciliğinden alır. Buna “ikna edici' bir örnek”, Amerika ve Sovyetler Birliği'nin uzun yıllar iki farklı kutbu, iki farklı hakikat tasavvurunu temsil etmeleridir.

Şüphesiz, zihni sınıfların oluşturulmasında yaşanan zorluk ve hayattaki karşılığıyla bire bir örtüşmemesi soyutlamaların beyhude olduğu anlamıma gelmez. Tüm eksik ve kusurlarına rağmen soyutlamalar, tanımlamalar ve sınıflamalar vazgeçemeyeceğimiz analiz araçlarıdır. Çünkü elimizde henüz daha iyi bir başka usul yoktur.][5]

Çaresizlikler içinde sızlayan bu insanın huzurunu ancak İslâm teskin etmiştir. İslâm Âdem aleyhisselâmdan beri kaç defa geldi. Ancak insanın hırsının ve doyumsuzluğu ile tahrif olup özünden uzaklaştı. Son olarak Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile son şansını kullanan insanoğlu üzerine kopacak olan kıyametini beklemektedir. Kıyametini geciktirmeye çalışan iyi kişiler ile geçen binbeşyüz yılını bekleyen diğer bin yıllara hazırlık yapmak için Allah Teâlâ’nın yardımını bekleyenler için fırsatlar her gün yeniden doğması için sancılar çekilmektedir.

[İslam medeniyeti kendi dünyası içerisinde parçalılıktan kurtulmuş, din ile devlet arasında çatışmaları çözmüş, bireylerin güvenliğini temin etmiş devletler halinde bir dünyayı temsil etmektedir. Batıdaki gibi birey-toplum-din-devlet çatışması yerine diğer dünyalara dinin mesajını yayma çabası vardır. Dinin belirlediği ilkeler gereği maddeye ve sömürüye yönelik girişimleri zayıftır. Bireyler, içtimâi ve siyasal birliklerin gölgesi altında ezilirken tebaa olma anlayışı yönetimde yaygındır.

İslam medeniyetinin doruktaki düşünürlerin çıktığı bu dönemde aslında erken bir aydınlanma yaşandı. IX.yy. dan itibaren yükselen felsefe, kelam tartışmaları İslam dünyasının bilimsel olarak önünü açıcı girişimlerdi. Bu dönemin İslam medeniyetine kazandırdığı ivme daha sonraları takip edilememiş, diğer alanlara aktarılamamıştı. 14.yy.dan itibaren düşünsel dünyanın donması İslam medeniyetinin de donmasına neden olmuştu. [6]

İslam dünyası ilmî ve teknik olarak gerilemeye ve fakirleşmeye başlamıştı. Medeniyetler arası üstünlüğün askeri alanlarda gerçekleşeceğine yönelik inanç hakimdi. İslam dünyası batı medeniyetinin aksine dinamik değil tamamen statik bir bilimsel, içtimâi, ekonomik, siyasal tarihî süreç sergilemiştir. Dinin dünyaya egemenliğinin sorgulamasını yapmak bile dinden çıkma nedeni olarak kabul edilen bir medeniyette batı dünyasında yaşanan Reform, Rönesans gibi devrimlere şahit olmak mümkün değildi. İslam dünyasında birey-tabiat-din-iktidar” ilişkileri konusunda çok kapsamlı tartışmalar yerine çok uzun bir dönem boyunca din ile akıl arasındaki ilişkiler tartışıldı. İslam dünyasının belki de bin yıllık bir zaman diliminde bu sorunu çözüp fiziki gerçeklerin, realitenin içine girememesi sancısı halen devam etmektedir. Batı akıl ve din arasındaki çatışmada tercihini akıldan yana yaparken, doğuda din aklı kontrol etmeye devam etmektedir. Batılı birey tüm içtimâi ve siyasal olguların aktif/öznesi olma bilincinde iken doğulu için henüz birey demek bile imkânsızdır. Onun kendisini tanımlamasından önce ailesi, aşireti, dini, mezhebi, ırkı, toplumu, devleti onu tanımlamaktadır. İslam dünyasında bireyin yaratılma çabası aslında aklın tecrübeleriyle elde edilen bilginin ilâhi buyruklardan (vahy) daha üstün (veya bir filozofun bir nebilerden daha üstün) olduğu tartışmalarıyla başlamış ve orada boğulmuştur. Bu tartışmanın devam etmesi günümüzde İslam dünyasının bin yıllık bir sancı içerisinde bocaladığını da gösterir. Bu sancılar batı medeniyetinin ulaştığı sadece maddi refah düzeyi için değil insanın içerisinde yaşayacağı içtimâi, siyasal, ekonomik tüm unsurlar için söylenebilir.

Neticede doğu; inanca, onun kaynağı olan ruha ve onun da sahibi olan Allah Teâlâ’ya dayalı bir hayat düzenlemesini öncelerken Batı; maddeyi, onun kaynağı olan doğayı/aklı ve onun da sahibi olan insanı merkeze aldı.][7]

İslam’ın muzaffer olacağı üzerine gönüller mutmain iken bir türlü sıkıntıdan kurtulamayan ve üzülen Hakk yolun temsilcilerine ışık tutacak liderlerden yoksun kalan müslümanlar için çıkış yolunu bulmak için günümüzden geleceği görecek anlayış gelişmesine ihtiyaç oldu. Aklın kalbe, kalbin akla yatkınlığı ve dinin sonsuz kudretine muhtaç nesiller için aydınlık olacak kandilleri yakmak için gayretlere muhtaç olunca çalışmak ve fedâkarlık gerekti. Bunun için gayretlerimizin artması için Allah Teâlâ’ya dua edip yenilenmek için madde ve mananın kardeşliğini sağlamak için çok çalışmak gerekmiştir.

Geçmiş ve gelecek birbiri içinde kaybolurken gelecek ilmine temeller kazandırmak sonsuz bir hayatın geçmişine hazırlamak lazımdır. Kıyamet kopunca mahzun ve mahcup kişiler arasında “Niye? Niçin? Neden?” vb. soruların daha öncelerin sorulması ve bir sonraki nesiller için hazırlık yapmak üzerimize borçtur. Bugün yaşayanın yarın geleceklerin sorumlusu olduğunu unutmak kadar yanlış bir düşünce olamaz. Yapılan şey yalnız bugünü ilgilendirdiği gibi yarının yükünü çekeceğini unutmaktan kurtulmak için geleceğe bugünden bakmak gerektiği unutulmamalıdır. Bu sebeple inceleceğimiz İlm-i âtî (Gelecek ilmi) de kafa yormak ve bu şekilde tedbirler almak gerekmektedir. Bu ilim için yurdumuzda zayıf kalındığı bir gerçektir. Nesiller ömür değirmeninde ufalanırken günü düşünmekten başka bir derdi olmayan insanımıza bir derdi miras bırakmak çok önemlidir. O da bizim iyi bir insan ve Müslüman olmamızın bir değeri olmadığıdır. Yani çocuklarımızda, torunlarımızda ve onun çocukları da İslâm’ın bireyleri olmasıdır. Bugün ile bir şey bitmeyecektir. Çünkü gelecek bin yıllarda yurdumuzun semalarında  “Allah-u Ekber” sedâları kesilmemesi için geleceğimize bugünden bakmamız elzemdir. Atalarımız yurtlarını terk ederek bu diyarlara gelip yerleşmişler bize bu dini ve vatanı bırakmışlardır. Bizimde bu nesil ve diğerlere katıksız ve temiz olarak bırakmamız lazımdır. Bu ise ezelde verilmiş bir görevdir.

Ali Usta’nın bir hatırasını burada hatırlamak uygundur.

[Yunan Harbi sırasında, memleketin harb hali ve harbin sonu, İslamiyet'in durumu sohbet konusuydu. Şeyh Şerafeddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Efendi'ye:

“Müslümanların ve memleketin sonu ne olacak, hazret?” diye sordum. Şeyh Şerafeddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîz bana, Hz. Ali kerreme’llâhü vecheden bir kıssa anlattı ve buyurdu ki:

“Bir gün, Hz. Ali kerreme’llâhü vecheye kendisi ile birlikte muharebe edenlerden biri bu muharebe esnasında,

“Böyle fitne içinde bu işin sonu ne olacak?” diye sormuş. O da:

“Din kıyamete kadar bakidir.” dedikten sonra bir müddet başını önüne eğmiş, öylece kalmış. Etrafındakiler uyudu zannetmişler. Neden sonra Hz. Ali kerreme’llâhü veche başını kaldırıp “Niğme'l-Etrak, Niğme'l-Etrak” [8] “Din Türkler elinde kalacak, Türkler ile yücelecek ve kıyamete kadar baki kalacak”, demiş.

Bununla Şeyh Şerafeddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîz harbin sonunun galibiyetimizle sona ereceğini müjdelemiş oluyordu. Bu arada Yunan Bursa'ya geldiğinde, bizimkiler de dağlarda çete harbi yapıyorlardı. Bir taraftan da Anadolu'ya asker sevk ediliyordu. İşte bu sırada Mustafa Kemal Paşa tarafından Hasan Bey isminde kalpaklı bir adam geldi ve bana:

“Mustafa Kemal, sizden yardım istiyor.” Beni gönderdi; Şeyh Efendi'ye söyle, dedi. Ben de bunu Şeyh Şerafeddin kaddese’llâhü sırrahu’l azîze naklettim. Şeyh Efendi bana:

“Ali Usta! Sen O'na söyle. İstanbul'dan düşmanı atıncaya kadar elimizden gelen gayreti göstereceğiz ve düşmanı atacağız. Mustafa Kemal biraz kan döküp düşmanı İstanbul'dan atacaktır. Biz de yardım edeceğiz,” buyurdular. Ben de bunu Hasan Bey'e söyledim.

Düşman her tarafa yayılınca bizler de Geyve'ye geçmiş, oraya yerleşmiştik. Büyük Taarruz daha başlamamıştı. O vakit Şeyh Efendi'yi Ankara'dan çağırdılar. Şeyh Efendi iki üç gün sonra Ankara'dan döndüğünde O'na:

“Hazret ne için çağırdılar, haberler nasıl?” diye sordum. Şeyh Efendi bana:

“Ali Usta, Mustafa Kemal bana

“Nasıl muvaffak olacak mıyız?” diye sordu. Ben de,

“Evet, muvaffak olunacaktır. Az bir kan dökülüp İstanbul'u alacağız” dedim. Sonra dedi ki:

“Benim ömrüm ne kadardır, çok yaşayacak mıyım?” Ben de “Padişahlara dokunmazsan, ömrünce yaşarsın. Onları atarsan seninki de o kadardır,” dedim.” buyurdular.] [9] 

  Devlet ve millet el ele verirken bu bilgiler onların ruhundaki sıkıntıları gidermekte büyük etken olmuştur. Bu ise İlm-i Âtî’dir. Bu nedenle bu ilme vakıf olan Hz. Ali kerreme’llâhü veche ye emanet edilmiş bu ilimden Allah Teâlâ Müslümanları istifade buyursun. Bu ilmin kitabı yoktur. Fakat işaretleri ve mecazı ile gelecek nesillerimizi uyandırmak gerekmektedir.

İlm-i Âtî’nin zahiri ve batınî yönleri vardır. Bizim bu kitapta zahiri kısmının küçük bir kısmını açıklanacaktır. Bu ise bu ilmin denizinde toplu iğne başına toplanan su kadardır.

İlm-i Âtî hakikatte “derin millet”in ilmidir. Onlar “derin devletler” hakkındaki bilgileri zahiri kaynağa ulaşmadan manen karşısında oluşturur ve uyutulmuşluk olmaktan tedirginliğe doğru olan yolda belirginleştirerek çıkarır. İlm-i Âtî bu nedenle uyanış ve özgürlüğün koruyucusu olarak hareket eder.

Kitabın konusu olan İlm-i Âtî’de yani gelecek ilminde zamanımızda iki temel akım vardır.

Fütüroloji ve Fütürizm; (Gelecek bilim ve Gelecekçilik)

Fütüroloji = Gelecek Bilimi, Gelecek bilim

Fütüroloji[10], gelecekte gerçekleşebilecek veya geleceğe dair ilmî, teknolojik ve sosyolojik gelişmeleri, olağan durumun şartları ve trendlerini temel alarak, inceleyen ve tahminler yürüten bilim dalıdır.

Fütürizm = Gelecekçilik

Fütürizm, 20. yüzyıl başlarında İtalya'da başlayan bir sanat akımı olarak gelişti. İtalyan yazar Filippo Tommaso Marinetti hareketin kurucusu ve en etkili ismi oldu. Rusya ve İngiltere başta olmak üzere başka yerlerde de gelecekçi akımlar gelişti.

Bir kaç gelecekçi: Alvin Toffler, John Naisbitt, Jacques Attali, Jacque Fresco, Samuel Huntington, Francis Fukuyama, Stephan Hawking, Isac Asimov, Marian Salzman…

Gerçek ve gerçeklik kelimelerinin anlam alanları oldukça geniştir. Son yıllarda bu iki alan birbirine yaklaşmıştır. Fütüroloji ile uğraşanlar kendilerini (fütürolog yerine) fütürist diye adlandırmaktadırlar. Asrımız fütüristlerden bazılarının çalışma ve eserleri geleceğin inşasında önemli katkılar verecektir.

Bu kitapta ise genelde İslâm Dininin ışığı altında gelecek hayatın oluşmasında düşünce tarafını ele almaya çalışacağız. Çünkü insanlar hayvanların tersine geleceklerini planlama yeteneği vardır. Ancak insan tarihini bir bütün olarak göremez; çünkü kendisi belli bir ortama ve ana bağımlıdır ve geçmiş onun içinde yer etmiştir. Ancak insan sürekli gelecek nesillere ve çağlara taşınacak yeni anlamlar üretir, bu da onu zaman üstü yapar. Böylelikle geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki sınır oldukça bulanıklaşş olur. Fakat bir yol labirentin merkezine ulaşmaktadır. Labirentten çıkmak isteyen kişi ya geldiği yoldan geri dönmelidir ya da uçarak dışarı çıkmaya çalışmalıdır. Bu labirentin aynı zamanda da çıkış olan tek bir kapısı vardır. O ise gelecektir. Çünkü bu satırlarından sonra gelecek her şey bir gelecektir. Gelmesi ile geçmiş arasındaki ayrılık hiçbir zaman fark edilmeden, o kadar hızlı olur ki, insan geçmişini geleceğini ayırt edecek zamanı bulamamaktadır. Hakikatte her gelecek bir geçmiştir. Her geçmiş ise bir gelecektir. Bu ikilem içinde yoğunlaşan insan dünyayı terk edip bir sonraki aleme geçip geriye dönemediğini ve engellendiğini görünce tekrar geçmişini hesap verme anında tekrar yaşayabileceğini düşünürken Allah Teâlâ tarafından konulmuş engele karşı çıkar. Fakat bu engel geçmişini gelecekte tekrar yaşamasına sebep olur.

“Nihayet onlardan birine ölüm gelip çattığında: ‘Rabbim! der, beni geri gönder;’ ‘Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım.’ Hayır! Bu onun ağzından çıkan (boş) bir laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.” [11]

Engeller arasında kalan insan geçmiş ve geleceğin içindeki merakı ile kendini bulmaya ve bilmeye çalışır. Doğruların ve yanlışların gelecek için oluşturduğu paradokslar ile sürekli mantığı da yorulur. Bir gerçek hep insanı rahatsız edecektir. Gelecek mi bugünü bugün mü geleceği etkilediğidir.

 [“Gelecekteki toplumun nasıl bir şey olacağı bu geçiş dönemine gösterilecek tepkilere bağlıdır.”

“Kesin olan şey, geleceği biçimlendirecek günlerin bugünler olduğudur. Çünkü herkes bu girdaba kapılmış durumdadır. En büyük değişiklik belki bilgide olacaktır; bilginin şeklinde, kapsamında, anlamında, sorumluluğunda ve eğitimli insan için taşıdığı önemde kendini gösterecektir.”] [12] Her geçen gün bir bilgi ve anlayışın getirdiği sonuçlar sürekli akıl sahibi olan insanı ulaşılmaz bir duygular ve karmaşa içine düşürüyor. Bu şekilde bazen vesveseye düşse bile sonuçta Allah Teâlâ’ya güvenmek için sonsuz bir korku ile ya boyun eğiyor. Ya da isyan edip çelişkler içinde yuvarlanıp kalmaktadır. Geleceğine bir mana bulamayanlar için geçmişin değer kaybı olunca üzüntü ile manasız yaşantı içinde bocalayan insana ancak inanacağı bir inanç yanlış bile olsa tatmin olması için yeterli oluyor. Bu durumda beyin devreye girer.

 [Beyinin en önemli görevlerinden birisi çeşitli duyu organlarından aldığı bilgileri değerlendirip, geleceğe donuk planlar ve hesaplar yapmasıdır. Bu hesaplar, tahminler veya senaryolar şeklinde olabilir. Bunlara göre de tedbir planları hazırlar. Bu şekilde beyin edindiği bilgilerle geleceğine doğru, bizi koruyacak, iyi yaşamayı, gelişmeyi sağlayacak, planlar yapar. Beyinin bu özelliğini günlük hayatımızda merak olarak devamlı yaşarız. Gelecekte ne olacağını bilmek isteriz.

Gelecekle ilgili ne kadar çok bilgilerimiz olursa, o kadar çok hazırlıklı oluruz ve iyi yaşamayı düşünürüz.

Bu beyinin merakı bireyleri olduğu kadar toplumları, idarecileri, vb. de çok ilgilendirmektedir. Onun için eskiden olduğu gibi şimdide falcılar, astrologlar vb. kişiler aranan kişilerdir. Her padişahın kralın böyle bir yardımcısı vardı. Havaya, kırlangıçlara, yatarak, kalkarak ileriye doğru tahminlerde bulunurlardı. Kulelerden yıldızlara bakılır ve geleceğe donuk tahminler yapılırdı. Falcılara fal baktıranların, gazetelerdeki horoskopları okuyanların sayısı az değildir. Medyumlar bu yüzden gözdedirler ve iyi para kazanırlar. Hele hele gelen kişiye güzel tahminlerde bulunurlarsa. Bu merak aynı zamanda düşmanın durumunu, planlarını bilmek için de önemlidir.][13]

Geleceği düşünmekte ve merak etmedeki sınır içinse farklılıkların olduğu gözlemlenmektedir.

Geleceğin üzerine kurgu ve düşünceyi geliştirirken dar zihniyetten ne denli arınırsak, o denli geleceğimiz bizim olur. Serbest düşüncemizi kuvvetlendirip Allah Teâlâ’nın koyduğu sınırları aşmadığımızda Keşke bize gelecekteki erdemler konusunda önceden biraz hissedebilseydik”  dememek için gayretimizi artırmalı ve yolumuzu aydınlatacak fikirlerin hayata çıkarılması için geçmişte hareket halinde olursak gelecekte oturma eylemine sahip olma hakkına kavuşabiliriz. Gerçeklerle gelecek olan geçmişin değerlendirmesini iyi yapmak için gayret ve himmet sahibi olmak en doğru harekettir.

Nurettin Topçu geleceğin şekillenmesinde insan faktörünün belirleyiciliğini şu şekilde açıklıyor.

[İnsanlığı gerçek çehresiyle tanımak için, küçük görünen, kalabalığın alkışını toplamayan, ancak gözyaşından doğan eserlere bakın, insanlık, kaba gözlerle görünmeyen bu şuur hareketleriyle ilerlemiştir. Bugünkü insanlık, Ramses'in, Sardanapal'ın ve Cengiz'in eseri değildir. Bu insanlık, Konfüçyüs'ün ve Buda'nın Hz. İsa aleyhisselâmın ve Sokrat'ın, Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin ve Gandi'nin eseridir. İnsanlık, Eflâtun'un ve Pascal'ın, Hallac'ın ve Yunus'un eseridir.

Ruhları kımıldatan en küçük bir hareketin hâdiseler arasında yarattığı izler derinden incelenirse, insanlığın en feyizli, en büyük eser ve hareketlerinin doğuşunda tesiri görülecektir. Ruhun kudretini inkâr edenler, deryanın damla ile olduğunu bilmeyenlerdir. Asıl mesele, damlaya hareket verebilmektir. Hareket adamı denen niceleri, zorbalıklarının eseriyle insan kütlelerini yürüterek büyük ve değerli hareketlerin yaratıcısı olduklarını iddia ettiler. Fikirle telkinin değerini inkâr ettiler. Ruhların hareketine değer vermeyenler, hareketin toprak altındaki köklerini görmeyenlerdir. Bunlar, her mefkûrenin düşmanı oldular,

“İngiliz kuvvetlerine karşı Gandi ne yapabilir. Avrupa'nın muazzam orduları karşısında Çinli çocuğu ne yapacak ki? Bunlar halkı ve kendilerini oyalıyor, uyuşturuyor” diyenler, ruhî mefkûrenin âleme yayılma kuvvetine sahip bulunduğunu ve insanlığın bütün ahlâkî hareketlerinin ferdî ruhlardan kaynamış olduğunu bilmeyenlerdir. Bunlar, fertteki derûni hareket kuvvetlerini inkâr ederek sürülerin zorbalıkla kımıldanışına bağlanan korkak ve kuvvetsiz ruhlardır. Bunlar, imansız kalmış esir ruhlardır. Hareketin ahlâkî oluşu, ferdî ruhlarda kazandığı kıymet yüzündendir.][14]

Geleceğimiz için geçmişimizi bulandırmaktan sakınmakla kendimize yapacağımız tedbir en doğru harekettir.


 

Zamandaki geçmiş ve gelecek

[(İnsana göre) kâinattan daha büyük, ya da eski bir şey yoktur.

Peki, biz nereden geldik? Kâinat nasıl var oldu? Kâinatta yalnız mıyız? Oralarda bir yerlerde uzaylı var mı? İnsan ırkının geleceği ne?

1920'lere kadar, insanlar kâinatın durağan olduğunu ve zamanla değişmediğini düşünüyordu. Daha sonra kâinatın genişlediği keşfedildi. Uzaktaki galaksiler bizden uzaklaşıyordu. Bu, galaksilerin bir zamanlar bize yakın oldukları anlamına geliyordu. Eğer geriye gidersek, 15 milyar yıl kadar önce, hepimizin birbirimizin üstünde olması lazım. Bu Big Bang idi, kâinatın başlangıcı.

Peki Big Bang'den önce bir şey var mıydı?

Eğer değilse, kâinatı kim yarattı?

Neden kâinat Büyük Patlama'dan sonra bu şekilde gelişti?

kâinat teorisinin ikiye ayrılabileceğini düşünülmektedir.

Birincisi, kanunlar. Bir zamandaki tüm durumlar verilince, kâinatın evrimini belirleyen Maxwell denklemleri[15] ve genel görecelilik.

Ve ikinci kısım, kâinatın ilk hali ile ilgili soru sorulmuyordu. İlk kısımda çok iyi gelişme kat ettik ve evrim kanunları hakkında en uç durumlar hariç her şart için bilgiye sahibiz. Fakat daha yakın zamana kadar, kâinatın ilk hali hakkında çok az bilgiye sahip idik. ][16]

 Stephen Hawking’in bahsettiği sorunlar ile zamanın da kendi içindeki bilmecesi hala devam etmektedir. Çünkü her şeyi yaratan Allah Teâlâ hakkında yeterli bilgi bulmak mümkün olmayınca başlangıcında ve geleceğinde bir insanlık açısından bilinmezi olacağı kesindir.

“Dehre (zamana) sövmeyiniz, çünkü dehr Allah'tır.”   

“Âdemoğlu dehre söver. Hâlbuki ben dehr (in yaratanıy) ım. Gece ve gündüz benim elimdedir” [17]

[Pek çok ilim adamı şu soruların cevabını aramıştır: “Allah Teâlâ’daki tekillik nereden geliyor?” “Allah Teâlâ’dan önce bir şey varmı?” “Kâinatın sınırının ötesinde ne var? ve en önemlisi “Kâinat hayatını başlatan şey nedir ne niçin bunu yapmıştır?” Bilim cevap veremez. Din en azından bir yön gösterir.] [18]

 [Zaman bilim için çok önemlidir. Zamanın gerçekliğini inkâr, sıradan saat zamanı içinde yaşayan kimselerin hep aklını karıştırmıştır.] [19]

 [Zamanın varlığı yoktur, çünkü gelecek henüz gelmemiştir, geçmişin artık varlığı kalmamış­tır, şimdiki zaman da ortalıkta değildir. Oysa bizler zaman­dan sanki varmış gibi söz ederiz: Gelecekteki şeylerin ileride olacaklarını, geçmişteki şeylerin eskiden var olduklarını, şim­diki şeylerin ise geçmekte olduklarını söyleriz. Geçmek bile bir hiç değildir. Var olmama savına direnişi geçici olarak des­tekleyenin, dilin kullanımı olduğunu görmek de dikkate de­ğer bir özelliktir. Zamandan söz ediyoruz, hem de akla yat­kın bir biçimde söz ediyoruz; bu da zamanın varlığı konu­sundaki bir sava temel oluşturur: “Zamandan söz edince, onu anlıyoruz kesinlikle; bir başkasının ondan söz ettiğini duyunca da yine anlıyoruz” (Augustinus, İTİRAFLAR 24,176).

“Nedir ger­çekten zaman? Eğer hiç kimse bana sormazsa ne olduğunu biliyorum; ama bir soran olur da açıklamaya kalkarsam, bilmiyorum” (Augustinus, İTİRAFLAR 14, 17).

Böylece ontolojik paradoks, dili yalnızca o kuşkucu delille karşı karşıya getirmekle kalmaz, dili de ken­di kendisiyle karşıt duruma sokar: “geçmiş olmak”, “birden­bire meydana gelmek”, “olmak” gibi fiilerin olumluluğu, “... artık yok”, “... henüz olmamış”, “... hep ... değil” gibi belir­teçlerin olumsuzluğuyla nasıl bağdaştırılabilir? Demek ki so­runun sınırları bellidir: “Eğer geçmiş artık yoksa gelecek he­nüz olmamışsa, şimdi de hep şimdi değilse, bu durumda za­man nasıl var olabilir ki?

Bu başlangıç paradoksu üstünde distentio tema'sının do­ğacağı ana paradoks yükselir. Olmayan bir şey nasıl ölçülebi­lir? Ölçme paradoksu doğrudan doğruya zamanın var olma ve var olmama paradoksu tarafından üretilmiştir. Burada da dil görece olarak güvenilir bir rehberdir. Uzun zaman ve kısa zaman diyoruz, bir biçimde uzunluğu gözlemliyor ve ölçümler yapıyoruz (bkz. İTİRAFLAR 15, 19'da ruhun kendi kendine seslenişi: “Sa­na zamanın yavaş ve ağır ilerleyişini algılama ve ölç­me yeteneği verilmiştir. Ne yanıt vereceksin bana?”). Üstelik yalnızca geçmiş ve gelecekle ilgili olarak uzun ya da kısa ol­duklarını söyleyebiliriz. Aporinin “çözüm”ünü öne almak için şöyle diyebiliriz: İnsanlar geleceğin kısaldığını, geçmişin ise uzadığını dile getirirler. Ama dil, ölçme işini doğrulamak­la sınırlar kendini; nasıl olduğuna ise, yine yanıt veremez; “nasıl oluyor da...”, “hangi sıfatla” (sed quo pacto, 15, 18) diye sorar yalnızca.] [20]

“Kâinatta geçmiş ve geleceğin birlikte var olduğu hipotezini öne sürebiliriz. İşte bu nokta da, şu sorular ortaya çıkabilir:

Geçmiş ve gelecek birlikte varsa, şimdiki zaman var mıdır?

Geçmiş ve gelecek bir eksenin iki uçlarıysa, şimdiki zaman denilen şeyi nereye koymak gerektir?

Acaba şimdiki zaman dediğimiz şey, durmaksızın değişen, tek tek anlardan mı oluşmaktadır?

Acaba biz insanların zaman gerçeği;   hep şimdi, şu anda yaşadığımız kısa kısa anlardan mı meydana çıkı­yor?

Mevlâna kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz:

Yok, olanın yolu, başka yoldur; çünkü aklı başında olmak da başka bir günahtır. Aklı başında oluş, geçmişleri hatırlamaktan ileri gelir. Geçmişin de Allah Teâlâ’ya perdedir, geleceğin de. Her ikisini de ateşe vur. [21]

[Muhakkak tüm zıtlar nihai zeminde birdir] [22] Kuantum Kuramına göre de evrende süreksiz bir bütün­lük vardır ve her geçmiş gelecek ile anında etkileşir. Bu ku­ramda zaman kavramı yerine “an” kavramı kullanıldığı­nı görerek anlıyoruz!

'Şimdiki an' içinde yaşayan biz insanlar için zaman, hem geçmişten hem de gelecekten etkilenen bir yapıya sahiptir. Sadece tek yönlü akan bir zaman kavramı, bizim için sa­dece pratik önemi olan bir yaklaşımdan iba­rettir. Gerçekte zaman, süreksiz anlardan oluşmaktadır. Her an kendi içinde bir bütün­dür ve bir an ile diğer an arasında sürekli bir ilişkinin bulunması zorunlu değildir. An adını verdiğimiz zaman süresi son derece kısa, adeta sıfıra yakın olmakla birlikte tamamen sıfır da değildir. Bu çok kısa süre Kuantum kuramındaki Planck[23] sabiti ile orantılı olup Planck zamanı olarak tanımlanmıştır. Tüm evren bu Planck süreleri arasında bir var ol­makta, bir yok olmaktadır.”   [24]

 Kur’ân-ı Kerim’de gelmiş olan ayetlerdeki zaman anlayışı da konu hakkında bize yeterli bilgi vermektedir. Yani insanın anladığı zaman ile veya bir şeyin diğer şey ile zaman farkı çok bariz şekilde görülmektedir. Üzeyir aleyhisselâm hakkında gelen ayetler ;

Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki:

“Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?” Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki:

“Ne kadar kaldın?” O:

“Bir gün veya bir günden az kaldım” dedi. (Allah ona:)

“Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak, nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?” dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki:

“(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, herşeye güç yetirendir. ”  [25]

İnsan, yiyecek ve eşeği üçleminde zaman nasıl  farklı tecelli ettiği ve algılanıldığı anlaşılmaktadır. Yine Ashab-ı Kehf hakkındaki ;

“Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık. [26]

“Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki:

“Ne kadar kaldınız?” Dediler ki:

“Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.” Dediler ki:

“Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin.” [27]

“Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar. De ki:

“Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz.” [28]

Bu ayetler ile geçmiş ve gelecek zamanın içinde kaybolup gitmektedir. Hakikatte zaman kavramının en temel gerçeklerinden biri de geleceğin geçmişten farklı gözükmesidir. Fakat kâinat bilimi açısından bakıldığından geçmiş ve gelecek aynı gözükebilmektedir. Bu durumdan da anlaşıldığına göre kâinatın doğru gözlemlenemediğidir.

[“Duyularımız yeterince hassas olsaydı, hareketsiz haldeki sarp kayalığı dans eden bir kaosu algılardık.”[29]    ] [30] Bu bakışa sahip olmak ise çok zordur. Bu nedenle geleceğin sıkıştığı yerde zamanın geriye doğru akmaya başlaması ile gelecek geride kalmayıp geçmişin önüne geçer. Yukarıda bahsedilen engel olmamış olsaydı bu daha iyi fark edilecekti.

Mesela Dünya yüzeyi üzerinde belli bir yöne veya geleceğe gidildiğinde, hiçbir zaman aşılamaz bir engelle karşılaşılmaz ya da bir kenardan aşağı düşülmez; sonunda başlanılan yere geri dönüleceği görülmektedir.

Geçmiş başlangıç noktası olarak tanımlandığı sürece, dünya üzerindeki hareket bizi geleceğini belirlediğimiz noktaya götürürken yine geçmişe tekrar götürür. Dünya üzerindeki şartlarda çizgiden dışarıya taşmak gibi bir durum söz konusu değildir; çünkü çember boyutludur. Öte yandan, ilerlediğiniz yol zamanın sınırlarıdır. Zaman yoksa sınırlarınızın sınır olduğunu anlamanız mümkün olabilir mi? Dolayısıyla elbette ki sınırı yoktur dersiniz, fakat sınırları vardır. [Bu çeşitliliğin ve birliğin birliği içinde kişi çeşitliliğe baktığında tarihte, değişimden ve olaylardan söz edebilir. Ama birlik penceresinden bakılınca hiçbir şeyin olmadığı her şeyin zaten öylece var olduğu sonucuna varılıyor. ] [31]

[Görünmeyen düzende zaman ve uzay içinde ayrım yoktur. Dolayısıyla ayrım yapmamızın nedeni bizim temel gerçeklik olarak görünür dünyaya büyük ölçüde bağlanmamızdır. Görünür dünyadaki ana esas, bir şekilde görece ayrı olan ve fakat etkileşim içindeki birimlerin varlığıdır. Görünmeyen gerçeklikte her şey birbirine nüfuz etmiş, birbiriyle bağlantılı halde birdir. Mamafih insanlığın bilinci derinlerde birdir. Bu bariz bir kesinliktir, çünkü vakumda bile madde birdir ve eğer bunu göremiyorsak gözlerimizi buna kapadığımızdan dolayıdır. ] [32]

Sonuç olarak, zamanı algılamak geçmiş ve gelecekle, dışıyla algıladığımızdır. Zamanı kürenin yüzeyleri gibi açınca, geçmiş ve gelecek kendi üzerine kapanmış bir yüzey gibi olduğu görülür. [Şimdiki zaman sadece arada bir nokta olarak görünse geçmişin mevcut olduğu, şimdinin sınırlı bir süreye sahip bulunduğu ve geleceğin henüz var olmadığı bir zaman kavramına ulaşabilir.] [33] Ancak geçmiş ve gelecek için ayrımı düşünmek saat zamanı için kolay olurken Allah Teâlâ için zor olmaktadır.


 

İnsan Hürriyeti Açısından Allah Teâlâ’nın Ön Bilgisi ve kuldaki mecburiyet

Zaman konusunda biraz bilgi edindikten sonra Allah Teâlâ’nın önbilgisi hakkında şunları söyleyebiliriz. [İnsanın özgür olup olmadığı en eski zamanlardan beri gizemini koruyan bir sorundur. Özgür iradeye sahip bir failin yaptığı eylemlerden nereye kadar sorumlu olacağı, hangi eylemleri sonucunda mükâfat veya cezaya maruz kalacağı konusunda birçok soru cevaplanmayı beklemektedir. Her hangi bir fiil tabiat kanunları veya geçmişin geleceği belirlemesinden dolayı zorunluluktan yapılıyorsa, o zaman ortaya çıkan sonucu özgür bir fiil olarak telakki etmemiz mümkün olmayacaktır. Bunun aksine eğer fail yaptığı eylemi kendisinden önce zorunlu bir neden olmaksızın en nihayetinde kendi yapıyorsa, failin fiillerinden sorumlu olacağı yargısına varılacaktır.

Dini inançları olan bir kimsenin özgürlük sorununa bakış açısı da farklı bir boyut kazanacaktır. Bir yandan inanmış olduğu Allah Teâlâ’nın kendisinin yaptığı her şeyi önceden bildiğini varsayması gerekecek, diğer yandan da, fiillerinin nihayetinde Allah Teâlâ tarafından cezaya ve mükâfata çarptırılacağını kabul ederek, Allah Teâlâ’nın önceden bilmesine karşın insanın özgür bir varlık olduğunu varsaymak zorunda olacaktır.

Bilindiği gibi klasik teistik anlayış Allah Teâlâ’nın bilgisinde her hangi bir eksiklik görmez. Mükemmel Varlık Teolojisi Allah Teâlâ’yı bilgisi, kudreti, iradesi ve iyiliği bakımından mükemmel kabul eder. Diğer yandan da yaratılmış olan insanın iyi ve kötüyü seçmede sorumlu olduğunu, bunun sonucunda insanın eylemlerine göre ceza ve mükâfat elde edeceğini ileri sürer. Dolayısıyla bir yandan Allah Teâlâ’nın insan eylemleri konusundaki bilgisinde her hangi bir eksikliğinin olmaması gerektiği varsayılmak zorunda iken, diğer yandan da insan eylemlerinin özgür kabul edilmesi gerekmektedir. Çünkü Allah Teâlâ’nın yaratıcısı olduğu insanın eylemlerini önceden bilmesinden daha makul bir iddia olamayacağı, hem rasyonel düşüncenin bir gereği, hem de teizmin en temel varsayımıdır. Dolayısıyla Klasik teizm bir yandan, Allah Teâlâ’nın gelecekte olacak olan insan fiilleri hakkında, o fiiller meydana gelmeden önce bir bilgiye sahip olduğunu iddia ederken, diğer yandan insanın yapıp ettiklerinde özgür olduğunu ve yaptıklarının sonunda mükâfat veya cezaya maruz kalacağını varsaymaktadır.

Fakat mesele hem Allah Teâlâ’nın önbilgisi hem de özgür irade gibi iki unsurun bir arada olması gerektiği şeklinde konulmasına karşın, bir takım problemler hemen kendini göstermektedir. Mesela; ön bilgi insan için söz konusu edildiğinde, insanın dahi gelecek hakkındaki bazı olayları bilebileceği ifade edilebilir. Dolayısıyla bir anne, örneğin, oğlunun meyve suyunu sevdiğini bildiğinden dolayı, ertesi gün kahvaltısında oğluna sormadan portakal suyunu koyabilir ve oğlu da buna itiraz etmeyebilir. Diğer bir ifadeyle anne öngörüsünde haklı çıkabilir. Fakat çocuğun meyve suyu içmesi annenin öngörüsünden kaynaklanan bir nedenden dolayı değildir. Dolayısıyla burada annenin öngörüsü ile çocuğun meyve suyu içmesi arasında nedensel bir ilişki yoktur.

Durum insan bilgisi açısından böyle olmasına karşın, Allah Teâlâ söz konusu olunca mesele farklı bir boyut kazanmaktadır. Allah Teâlâ’nın bilgisi sadece pasif bir bilgi değildir. Allah Teâlâ’nın ezeli ve zorunlu olması, aynı zamanda kendisinin dışındaki varlıkların nedeni olması, bilgisinin de nedensel bir karaktere sahip olduğu anlamına gelir. Bu varsayımın teolojik ifadesi, Allah Teâlâ’nın yaratmış olduğu âlem hakkında mutlak anlamda ilahi inayete ve hükümranlığa sahip olması anlamına gelir. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın bilgisi, insan bilgisinin aksine, objesi hakkında nedensel bir karaktere sahip olup onu var kılan bir bilgidir.

Klasik teizme vurgu yapılma nedeni, modern teoloji olarak adlandırılan süreç ve açıklık (openness) teolojisi, mükemmellik kavramını farklı bir şekilde yorumladığı için, Allah Teâlâ’nın kudretinin ve bilgisinin sınırlı olması nedeniyle insan eylemlerini zorunlu kılmadığı konusunda açık bir inanca sahip olmasındandır.

Doğal olarak klasik anlayış, Allah Teâlâ’nın mükemmelliği ile insanın özgür iradesinin bir arada var olacağını iddia etmektedir. Dolayısıyla temel meseleyi yeniden Allah Teâlâ’nın zorunlu bilgisi ile insan iradesinin bir arada savunulup savunulamayacağı olarak formüle etmek daha uygun olacaktır. Genel anlamda problemi şu şekilde formülleştirmek mümkündür:

1. Zorunlu olarak, eğer Allah Teâlâ x’i önceden biliyorsa, o takdirde x olacaktır.

2. Allah Teâlâ x’i önceden biliyor.

3. Öyleyse, x olacaktır.

Bu şemalandırmayı sembolik bir şekilde yapacak olursak,

1. p q

2. p

3. q

Burada temel problem zorunluluk kavramının ne şekilde değerlendirileceğiyle ilgilidir. Allah Teâlâ’nın bilgisinin zorunlu olması, bildiği şeylerin de zorunlu olmasını gerektirmeyeceği temel çözüm olarak ortaya konmuş olmakla birlikte, birçok başka sorun hemen kendini göstermektedir. Zorunluluk kavramının geçişken olup olmadığı bu meselinin çözümünde en temel sorunların başında gelir.

‘Eğer Allah Teâlâ yarın İstanbul’a gideceğimi biliyorsa, zorunlu olarak yarın İstanbul’a gideceğim’ gibi, p q, p, q şeklinde ifade edilebilecek olan zorunluluğun geçişken olması gerektiği, teolojik fatalizmin [34] zorunlu olarak çıktığını varsaydığı sonuçtur.

Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın bilgisinin zorunlu olması nedeniyle, bildiği şeyin de zorunlu olmasının gerektiği, teolojik fatalizmin temel iddiası olarak zikredilebilir. Fakat bu çıkarsamaya[35] klasik anlayışın cevabı hazırdır; şartlı bir önermenin zorunlu olması sonucun zorunluluğunu gerektirmez. Diğer bir ifadeyle zorunlu varlığın zorunlu bilgisinin içeriği kontenjan olabilir. De dicto [36] zorunluluk de re zorunluluğu gerektirmediğinden, “zorunlu olarak yarın İstanbul’a gideceğim” gibi bir çıkarsama yanlıştır. “yarın İstanbul’a gideceğim” cümlesinin başına getirilen zorunlu modal [37] kavramı bu cümleyi mutlak anlamda zorunlu kılacağından dolayı, “yarın İstanbul’a gideceğim” cümlesinin bütün mümkün dünyalarda doğru olmasını gerektirmektedir. Fakat bu cümlenin bütün mümkün dünyalarda doğru olduğunu söylemeyiz. Dolayısıyla mutlak anlamda zorunluluktan kastedilen bir şeyin bütün mümkün dünyalarda doğru olması ise, o takdirde “yarın İstanbul’a gideceğim” gibi bir cümle yarından sonra doğru olmayacağı gibi, dün de doğru olmadığını söylemek yanlış bir akıl yürütme olmayacaktır. [38]

Diğer yandan ezelilik konusundaki farklı anlayışlar, ilahi ön bilgi ve insan hürriyeti konusunda merkezi bir unsur teşkil eder. Genel olarak iki türlü ezelilik anlayışının olduğu varsayılmaktadır.

Bunlardan ilki, Allah Teâlâ’nın tamamen zamanın dışında olduğu, zamansal olaylarla hiçbir şekilde ortak bir paydaya sahip olmadığı, mutlak anlamda ilahi zamansızlık anlayışıdır. Bu anlayışa göre, Allah Teâlâ’nın âlem hakkında ön bilgisinden bahsetmek yerine, bütün zamanı kuşatan ezeli bilgisi söz konusu edilebilir. Mutlak anlamda zaman dışı ezeliliğin savunulmasının temel nedeni olarak, Allah Teâlâ’nın zamanla herhangi bir ilişkisinin olmadığı varsayılmak suretiyle, mutlak anlamda Allah Teâlâ’nın basitliğinin ve değişmezliğinin korunmak istenmesinden kaynaklandığını söyleyebilir. Bu bakış açısına yöneltilen en temel itiraz olarak, tamamen zamanın dışında telakki edilen bir varlığın, zamanın içindeki olguları zamansal olarak bilemeyeceğinden, her şeyi bilen olma temel niteliğini muhafaza edemeyeceği konusundadır. Dolayısıyla, Allah Teâlâ hakkında ifade edilmiş olan bütün sıfatlar nihayetinde Allah Teâlâ’nın zatına irca edilerek, varlığıyla özdeş kabul edilir. Allah Teâlâ’nın sıfatlarından bahsetmek, bu sıfatların Allah Teâlâ’nın varlığından ayrı niteliklere sahip olduğu anlamına gelmez. Bunlar sadece dilsel ifadeler olup, metaforik [39] anlama sahiptirler.

Diğer bir ezelilik yaklaşımı olarak da Allah Teâlâ’nın insanla aynı zamansal çerçevede var olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre Allah Teâlâ’nın ezeli olması bütün zamanlarda var olması anlamına gelir. Bu anlayışa göre Allah Teâlâ zamansal olarak ezelidir (everlastingly), o daima var olmuştur şu anda vardır ve var olacaktır. Bu anlayış Allah Teâlâ’nın basitliğini ve değişmezliğini genelde farklı bir şekilde yorumlamaktadır. Allah Teâlâ’nın basit olması demek, Onda her hangi bileşik bir unsurun bulunmamasına karşın, Allah Teâlâ’nın sıfatlarının zatına irca edilmesi de mümkün görünmemektedir. Allah Teâlâ’nın sıfatları sadece dilsel ifadeler olmayıp, Allah Teâlâ’nın zatından ayrı bir anlam ve işlevleri vardır. Bununla birlikte Allah Teâlâ’nın zatından ayrı olarak telakki edilen bu sıfatların zamanla olan ilişkisi Allah Teâlâ’nın zatında her hangi bir değişikliğe neden olmamaktadır. Sadece özsel olmayan bir değişikliğe neden olmaktadır ki, bu sayede Allah Teâlâ’nın özsel olarak basitliği, değişmezliği ve mükemmelliği korunmuş olmaktadır. ] [40]

Sonuç olarak [İnsanın özgür olup olmadığı tarihin ilk çağlarından beri cevaplandırılmaya çalışılan bir sorudur. İnsan determinist bir dünyada mı yaşamaktadır yoksa, fiillerini özgür bir şekilde mi yapmaktadır? Bu soruya cevap vermek, meseleye teizmin temel varsayımları girince daha da zor bir hal almaktadır.

Mükemmel varlık teolojisi Allah Teâlâ’nın kudretinde ve bilgisinde her hangi bir eksiklik görmez. Dolayısıyla Allah Teâlâ kendisinin dışındaki varlıkların yaratıcısı olduğundan dolayı, onlar hakkında tam ve eksiksiz bir bilgiye sahiptir. Allah Teâlâ’nın insanın fiillerini o fiiller meydana gelmeden önce bilmesi teizmin en temel varsayımıdır. Bu yüzden buradaki en temel soru, Allah Teâlâ’nın bilgisinin nedensel karakteri vasıtasıyla önceden bildiği insan eylemlerini zorunlu kılıp kılmadığıdır.

Mutlak anlamda mükemmel bir Allah Teâlâ’nın bilgisinde herhangi bir eksiklik kabul edilemeyeceğinden dolayı, zamanda meydana gelen olayların Allah Teâlâ tarafından nasıl bilindiği, bu anlayışın temel sorunlarından birisidir. Zamansal olguların zamansız bir şekilde ifade edilmesi Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda değişmez bir varlık olması düşüncesiyle tutarlı olmakla birlikte, Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda her şeyi bilen olmasının savunulması, bazı sıkıntılar doğurmaktadır.

Özgür iradeli yaratılmış insan açısından temel sorun, Allah Teâlâ’nın hem özgür irade sahibi olarak yaratıp hem de onun daima doğru yapmasını sağlaması mümkün olup olmadığı sorusunda düğümlenmiş görünmektedir.

Bu nedenle, ilahi ön bilgi ve insan hürriyeti problemine farklı bakış açıları bulunmaktadır. Bu farklı bakış açılarının her birisinin diğerine göre daha rasyonel ve tutarlı olduğu noktalar mevcuttur.

İnsan, Allah Teâlâ’nın mutlak anlamda inayetini ve insanın özgür iradesini bir arada ön gören bakış açısıyla, teizmin temel varsayımları ile yalnız Allah Teâlâ’ya bırakan bakış arasında sürekli gidip gelmektedir.  ][41]

 Allah Teâlâ’nın zamanları kuşatması

Sonsuz güç ve kudret sahibi,  mutlak hâkimi, mutlak efendisi, mutlak kudret sahibi olan Allah Teâlâ, her şeyi yoktan var etti. Allah Teâlâ’nın kendisinin tâbi olacağı hiçbir şart, kayıt veya belirleme de yoktur. Tersine bütün şart, kayıt ve belirlemeler, O’nun özgür iradesinin sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. O kâinatı istediği için, istediği anda ve istediği gibi yaratmıştır. Başlangıçta değil, istediği her an tabiata müdahale etmektedir.

 [Sözlükte, kuşatmak ve hâkim olmak manasından hareketle, bir şeyi her bakımdan tanıyıp bilmeye ihata denmiştir. Geleceği ihata etmek, henüz yaşanmamış zamanları ilmen kuşatıp bilmek demektir. Daha gelmemiş zamanlar, ileride var olacak gerçeklikleri yönüyle bilinir.

Peki, böyle bir bilgi insan zihni için mümkün müdür? İnsanlar, geleceğin nasıl yaşanacağını kesin bilgiler şeklinde öngörebilir mi?

Bilinen şu ki, normal şartlarda en çoğu geleceğe yönelik güçlü tahminlerde bulunmak ve gerçekçi hayaller kurmak dışında bu konuda insanın elinde bir şey yoktur.][42]

Şu anda bulunan varlığımızla düşüncede geçmişten geleceğe ulaşma çabamız, kesinlik bildirmeyen hükümler üretmekten öteye geçemez. Bir dakika ilerisinden bir yüzyıl sonrasına kadar bütün gelecek zamanlar, varlık realitemiz açısından henüz yaşanmamıştır. Hiçbir tahmin ve hayal mantıkta bilgi ifade etmediğinden ötürü, normal zihin yeteneğimizle gelecek zamanları bilmemiz mümkün olamaz.

Gelecek zamanlar bizim için henüz var olmadığı için, şimdiden müşahede edilmesi imkânsızdır. Gerçekte mevcut olmayan şeyler, duyularla algılanamaz Daha önce yaşanmış bir olay gibi daha sonra yaşanacak bir olaya da şimdiden şahit olmak yaratılışımız gereği mevcut olan engeller kalkmadan söz konusu değildir. Bu bakımdan, geleceğin bilgisi ancak düşüncede katiyet bildiren hükümler şeklinde olur. Varlığın sonrası şimdiden düşünülebilir olduğundan, varlık hakkında önceden hükmedilebilir. Ne var ki, zamanla yaşanacak şeyleri önceden düşünmek ve katî hükmetmek için zamana hâkim olmak gerekir. İrade ve güçle hâkim olunamayan şeyler hakkında düşüncede hüküm vermek, ancak tahmin değeri taşır. Eğer zamana gerçekten hükmümüz geçseydi, gelecek zamanı hükmen bilmek de imkân dâhilinde olabilirdi. Ancak insanın varlığa hâkimiyeti çok az olduğundan, zamana hükmü de pek zayıftır. Bu hâkimiyet yetersizliği sebebiyle tahmin ve hayalimiz daima muhtemel kalmaya mahkûmdur.

Geleceğin bilgisinin zaman hâkimiyetine bağlı olması uyarınca, geleceğe yönelik öngörülerin kesinlik derecesi, hâkimiyetin derecesine bağlanabilir. Yüksek bir hâkimiyet durumunda yürüttüğümüz öngörü, diğerinden daha kesin görünür. Örneğin masamızın üzerinde, algıladığı bir şeker taneciğine doğru sabit hızla yürüyen bir karıncanın bir dakika sonra nerede bulunacağını öngörmek, havada serbest uçan bir serçenin bir gün sonra nerede olacağını tahmin etmekten daha kuvvetli bir hüküm niteliği belirtir. Çünkü serçenin hemen bütünüyle hükmümüz­den çıkması yanında, önümüzdeki karıncaya bir ölçüde hâkim olduğumuz varsayılabilir. Karıncanın bir dakika sonra şeker taneciğiyle meşgul olacağına hükmedebilir, bu düşünceyi hayalimizde canlandırabiliriz. Fakat verilen bu hüküm bilgi değildir; çünkü hâkimiyetimizi engelleyecek ihtimallerin varlığı daima şüphe uyandırır. İrademizi aşan bir sebeple karıncanın yön değiştirmesi veya yürüyemez hale gelmesi mümkün olduğundan, bu kadar küçük bir varlık alanında ve bu denli kısa bir zaman diliminde bile öngörümüzün yanlışlarıma ihtimali vardır. Demek ki gelecek zamanlar, bildirilmediği sürece insana meçhuldür. Geleceği bilmek, ancak ihtimalleri yok eden mutlak bir hâkimiyetle olabilir.

Bu açıklama üzerinden ihatayı (kuşatmayı) mukaddes manada tanımlayacak olursak, ilâhî ihata, Allah Teâlâ'nın gelecek zamanlan mutlak ilmiyle kuşatması, henüz yaşanmamış gerçekleri önceden bilmesidir. Bütün gelecek, kesin bilgiler suretinde Allah Teâlâ'nın sonsuz ilminde yer alır; sonsuzlukta yaşanacak realiteler Allah Teâlâ'ya daima malumdur. Yaratan'ın gelecek zamanları bilmesi, mutlak ilmine ait bir şe'ndir [43]. İhata ise, Allah Teâlâ’nın varlık ve zamana mutlak hâkim olduğunu belirtir. Mukaddes ihatanın, geleceğe tamamen hükmeden mutlak rubûbiyetin ilmi olduğu da söylenebilir. Âlemlerin Rabbi'nin hükmünü engelleyecek bir sebep bulunmadığına göre, Cenâb-ı Hak değişmez hükümler şeklinde belirlediği zamanları katiyetle bilir. Yüksek ihata tecellîsi, kesin hükümler manasında geleceği belirleyip tâyin etmektir. Meydana çıkan sonsuz hükümler, zamanın görünümünü önceden vermiş olur.[44]

Yaratan'ın hükmü engellenemez, kayıt altına alınamaz.[45] Tabiatın sınırsız yaratılışında görüldüğü üzere, müteâl[46] irade yerel şartlardan bağımsız kaldığı gibi, nûranî kudretin yaratılmış mâhiyetlerce kısıtlanması da imkânsızdır. Muhalefet tanımayan bu serbestlik, Allah Teâlâ'nın her ne dilerse yapması, ne hüküm verirse olması anlamına gelir.[47]

Yaratan'ın her şeye hükmeden emri dışında âlemde bir şey meydana gelemez. Varlık tamamen O'nun elinde, olaylar O'nun hükmündedir.[48]

Müteâl iradenin beşerî iradeyi kayıt altında tutması, kulun tercihine vesayet ve vekâlet etmesi anlamındadır. “Allah istemediği sürece siz isteyemezsiniz.”[49] beyanı bunu ifade eder. Bu manada, mukaddes irade mahlûk iradenin vekili ve son merciidir.[50] Kul kendi kişiliği doğrultusunda bir şeye meyil gösterse, bu meyil mukayyet bir irade hükmü oluşturur; Allah Teâlâ kulun bu yönelişine ya izin verir, teyit eder veya engel olur, değiştirir. Bu, yerel iradenin nihaî düzeyde müteâl iradeye bağlanması demektir.

Yaratan, insanların kişiliklerini ilmen kuşatarak, herkesin karakterine bağlı meyil ve yönelişleri bilir; hükmünün merciiyeti cihetiyle önceden tâyin eder. Burada açıklanmayan, kulda karakterin nasıl ortaya çıktığıdır ki, yaratılış hikmetinin gizli tuttuğu bu bilinmez mesele “kaderin sırrı” anlamında sırru'l-kader şeklinde adlandırılmıştır.

Allah'ın varlık âlemi üzerinde çeşitli manalarda tecelli eden mutlak hâkimiyeti, bütün varlıkların geleceğini Allah Teâlâ'nın hükmüne, dolayısıyla muhît ilmine bağlamaktadır. İrade ve kudretin hükmünden hariç olmayan bir şey, ilmin ihatasın­dan da hariç değildir. Hâkimiyetin mutlaklığı, geleceğin müteâl hükümlerini ihtimal manasından uzak, kesin bilgiler mahiyetinde göstermektedir. Bizde tahminden öteye geçmeyen hükümler, müteâl hükme nispetle birer tâyindir.

Kur'ân-ı Kerîm'in geleceğe dair hâkimiyet ifadeleri, aynı zamanda ilmin ihatası manasına gelir. Tıpkı gelecekten yapılan gaybî ihbarların, aynı zamanda irade ve kudretin kesin hükmünü gösterdiği gibi. Cenâb-ı Hakk hükmüyle her şeyi kuşattığı anda ilmiyle de kuşatmış olur. Vahyin gelecek zaman­lara ilişkin bildirdiği müteâl hükümleri, mukaddes ilmin ihatası manasında okumak mümkündür.

Kur’ân-ı Kerim’in beyanına göre, gelecek zamanlar insan için bilinmez bir gayb âlemidir.[51] Geleceğin gizli hükümleri Allah Teâlâ'nın elinde, istikbalin bütün bilgisi O'nun yanındadır.[52] İleride neler yaşanacağını Allah Teâlâ'dan başka kimse bilemez; kimsenin, yarın başına neler geleceğini ve sonunda nerede öleceğini bilmediği gibi.[53] Allah Teâlâ muhît ilmiyle, insanların haberdar olduğu veya olmadığı her şeyi bilir.[54] İnsanların dünyada tek tek nasıl bir hayat süreceğinden, ömürlerini ne şekilde tamamlayaca­ğından aynıyla haberdardır.[55] Kıyametin nasıl meydana geleceği, mahşer gününde neler olacağı, hesaba çekilen kişilerin Allah Teâlâ'ya nasıl cevap vereceği, günahkâr kişilerin birbirlerine neler söyleyeceği, nihayet kimin cennete gireceği ve kimlerin azaba maruz kalacağı dahi Yaratan'ın malumudur.[56] Hatta cehennemde azap çekenlerin arasında yaşanacak münakaşalar, dile getirecekleri pişmanlıklar, cennet ehlinin kavuşacağı saadetler, yaşayacakları yerler, birbirlerine hitabın nezih cümle­leri ve ebedî nimetler, hepsi ilâhî ilmin ihatasına nazaran ayrıntısıyla bildirilmektedir.[57]

Vahyin bu gibi gayb haberlerinden başka, nüzul zamanında bildirilip sonradan aynıyla gerçekleşmiş tarihî ihbarları da vardır. Kur’ân-ı Kerim’in indiği dönem açısından yakın bir geleceği aydınlatan bu gaybî ihbarlar,   bildirildiği üzere tahakkuk etmiş olmakla, ilâhî ihatanın aynen yaşanmış malumatına örnektir. Bu örnekler, bir zaman Nuh aleyhisselâma artık kavminden kimsenin iman etmeyeceği vahyedildikten sonra, gerçekten büyük tufana kadar kimsenin imana girmemesiyle müteâl ihbarın aynen vuku bulmasına benzer.[58] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme vahyedilen yakın gayb haberleri, kendi hayatında aynen yaşanarak tarihe geçmiş olaylar durumun­dadır. Örneğin Mekke müşriklerinden Ebû Leheb'in iman etmeyip küfür üzere ahirete göçeceği, vahyin ilk yıllarında önceden bildirilmişti.[59] Bu kişi, hicretin ikinci yılında kendi evinde inançsız ve perişan bir halde öldü.

Varlık âlemi üzerinde böyle sınırsız bir hükümle tecellî eden ilâhî ihatanın, müteâl hükmün ıtlakınca sonsuz olduğu anlaşılır. Mukaddes ihata mutlak bir şe'ndir. Gelecek zamanlar, müteâl hükmün sınırsız tâyini cihetiyle daima malum ve mukadder olur ki, vahyin mutlak geleceğe yönelik kesin beyanları bu itibarladır. İhatanın sonsuzluğunu, mutlak ilmin, sonsuz hükümler eşliğinde geleceğin sınırsız realitelerini kuşatması şeklinde düşünmeliyiz. İhatanın sınırsızlığı, hükmün sınırsız­lığına eşdeğer; ihatanın tecellî sahası da müteâl hükmün kuşattığı varlık sahasına denktir.

Hükmün kuşattığı varlık sahası, müteâl iradenin yönelişine bağlıdır. İrade hangi keyfiyette hükmediyorsa, ilmin ihatası da o keyfiyette tecellî edecektir. İhata tecellîsinin, iradeye ait hüküm tecellîsi nisbetinde gerçekleştiği düşünülür.

Kur’ân-ı Kerim, Yaratan'ın nezdindeki yüce kader dîvanına İmâm-ı Mübîn adını vermiştir.[60] Bu yüce kitabın, hikmet dîvanı olan Ümmül-kitab'a istinad ettiği ve ona dâhil olduğu söylenmişti. Buna göre kader hükümleri hikmet hükümlerine, İmam-ı Mübîn de Ümmül-kitab'a bağlıdır.[61] Evveliyette hikmetin tesbit edilmesini kaderin tesbiti izlediği kadarıyla, iki mukaddes dîvanın mutlak bir münasebet üzere birbiri ardınca yazıldığı düşünülebilir. Allah Resulü'nün bildirdiğine göre, yüce hikmet ve kader kitapları, yaratılıştan çağlar önce Kalem ismindeki bir meleğe yazdırılmıştır. Kur'ân-ı Kerim, Allah'ın âlemdeki her şeyi önceden tek tek belirleyip kaydettiğini anlatmaktadır. Evvelî ihatayı ifade eden bu ilk kader kaydında, her şeyin mutlak bir tafsil üzere değil, nispeten mücmel yazılmış olduğu söylenebilir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, yaratılış zamanları boyunca mufassal yazılan diğer bir kader dîvanından bahseder. Bu itibarla İmam-ı Mübîn, müteâl kaderin icmal mertebesini belirtmektedir.

Yaratılış zamanlarının sonsuz ayrıntılı ihata tecellîlerini temsil eden mufas­sal kader dîvanı, vahyin beyanında Kitâb-ı Mübîn ismiyle anılır.[62] Evveli kader kitabı İmam-ı Mübîn nasıl yüce hikmet dîvanı Ümm'ül-kitab'a bağlı ve onun bir devamı ise, Kitab-ı Mübîn de onlara bağlı ve dâhil bir kitabet sayılır. Kıyamet gününe kadar daimî surette gerçekleşecek olan bu ikinci yazım, kaderin tafsil mertebesini belirtmektedir. Buna göre, evvelî dîvanda nisbeten mücmel kaydedilen her şey, yaratılış boyunca sonsuz ayrıntılarda yeniden yazılmakta, mutlak bir ihata üzere istinsah edilmektedir. Kur’ân-ı Kerim, görevli meleklerin gerçekleştirdiği bu daimî istinsahın, Kadir gecesiyle özel bir münasebeti olduğuna işaret eder.[63] Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin miraçta duyduğunu söylediği kudsî kalem seslerinin de aynı müteâl kitabete ait olması muhtemeldir.[64] Kur’ân-ı Kerim, varlık âleminde yaşanan her şeyin, henüz var edilmeden önce mübîn bir kitapta yer aldığını bildirmektedir.[65]

Evvelî ve daimî ihatanın böyle birbirine bağlı mukaddes yazımlarla temsil edilmesine mukabil, kıyamet ötesini kuşatan ihata tecellîlerinin kitabete geçmemesi, kader dîvanlarının ağırlıklı olarak ahiret öncesine ilişkin mânalar ifade ettiğini gösterir. Bu mânalann en genişi, mutlak rubûbiyetin temsil edilmesi olsa gerektir. Kader hakikatte bir rubûbiyet tecellîsi olduğundan, kader dîvanları da rubûbiyetin yüksek bir keyfiyette temsili için düzenlenmiştir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerim, kaderin yazılmasının hikmetini, insanlara mutlak rubûbiyet altında yaşadıklarını göstermek ve böylece Yaratan'a teslim olmalarını anlatmak şeklinde açıklar. Aynı doğrultu­da, her insanın hususî kaderinin manen boynuna asıldığı bildirilmektedir.[66] Alın yazısı da denen bu özel kitabet tecellîsi, her ferdin hayatına hâkim olan rubûbiyeti temsil eder. Allah Resulü, bu hususî yazımın, insana anne karnında ruhun üflenişine bağlı olarak gerçekleştiğini belirtmektedir.[67]

Kader dîvanları dünya hayatına münhasır kalsa bile, vahyin dîvanı olan Kur’ân-ı Kerim kıyamet ötesi âlemlerden haber verir. Kısaca, her insanın ölümü gibi kâinatı da nihaî bir ölüm beklemektedir.[68] Kâinatın sonu, insanı korkudan mahveden muazzam yıkılışlara sahne olacaktır. Nice sonra insanlar yeni dirilişle hayat bulacak, herkes mezarından çıkarak dünyasının hesabını vermek üzere ilâhî huzura alınacaktır. Mahşerin nihayetinde insanlık bölüklere ayrılacak, herkes lâyık olduğu ebedî hayata kavuşacaktır.  İyilikle yaşayan salih müminler cennete girerken, imandan yoksun günahkârlar ise âdil bir cezaya mâruz kalacaktır.72 İlâhî ihata, ahiretin nihaî hayat sahalarında ebediyen tecellî eder. Belki de cennet ehli hiç bitmeyecek sonsuz saadetlerini daima hatırlamak ve yaşanmamış ebedî zamanlar­dan da feyz almak için, Yaratan'ın müteâl ihatasına mazhar manzaralar üzerinde cennetin geleceğini seyredebilecektir. Cenneti var eden sınırsız merhamet, böyle bir lütuftan uzak değildir.][69]

Allah Teâlâ’nın önbilgisinin zaman içerisindeki ihatası ile anlamakta düşüncemizde O’nun tarafına meyledip noksanlık makamında kendimizi görmek uygun olacaktır. Yaratılışında kendisine danışılmayan bir varlığın sebebi olan yaratıcının iradesini sorgulamakta açmazların olacağını düşünmesi gerekmektedir. Allah Teâlâ’nın sonsuz kudreti karşısında insana verilmiş kısmî özgürlük kapısını kırmadan düşüncelerimizde bir sorgulayıcı değil, sorgulanan mahkûmun çilesi ile hareket etmek uygundur.[70] Çünkü Allah Teâlâ’da bulunan sonsuz bilginin[71] ve tecellinin kısacık akılla ölçülmesi bir yerde abesle iştigaldir. Hakikatte bizim uğraşımız O’nun rahmet penceresinden yaratılış hikmetlerini düşünmektir. Düşünme emri de Allah Teâlâ’nın ayrı bir emridir.

İmtihan Sırrı

İlm-i âtî gaybi ilimler arasında sayılır. Bu yönüyle “İlm-i Âtî” imtihan konuları arasında bulunmaktadır. İnsan dünyaya gelmekle imtihan için sözleşmeye imza atan birey olmuştur. Onun için artık her şey bir imtihan vesilesidir ve kurtuluşu da yoktur. Kur’ân-ı Kerim’de dünya hayatının bir deneme veya imtihan yeri olduğunu sıkça tekrar ettiği temalarından biridir. Gelecek ayetlerde de görüleceği gibi kâinatın insanlık için imtihan yeri olduğudur.

İnsanın dünya hayatının yegâne gayesi imtihandır. İmtihan insan hayatının özüdür. İnsan hayatına anlam ve varlığına gaye kazandırır.”  [72]

 “Allah, hanginizin ameli, hal ve hareketlerinin daha güzel olacağı hususunda sizi imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı.” [73]

 “O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” [74]

Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda bize döndürüleceksiniz,” [75]

İmtihan konusunda insanların iyi ve kötü ile ayırt edilmediğinin bilinmesi ilâhi bir emir olması nedeniyle kaçınılmaz hakikattir.

İnsanlar, imtihandan geçirilmeden sadece “İman ettik” demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?

Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” [76]

Biz sizi, çaresiz, biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!” [77]  

Biz hangi ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını -yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır.” [78]

 “Başınıza gelen herhangi bir musibet ellerinizle islediklerinizden ötürüdür. O, yinede çoğunu affeder.” [79]

İmtihan konusunun Kur’ân-ı Kerim’de fitne olarak bahsedilmesi de, bu ilmin kendi içerisinde sıkıntıların bulunması yanında yanlış algı ile sapmaların ve hata ihtimallerini artırmasındandır.

Kur’ân-ı Kerim’de “Sizi bir fitne olmak üzere şerle de hayırla da deneyip sınarız” [80] buyrulmaktadır.

Fitne insanın sınanması anlamına kullanıldığında hem olumlu, hem de olumsuz sonuç vermesi ihtimal olduğu için her iki şekilde sonuçla­nan olaylara da isim olarak verilir. Hz. Ömer radiyallâhü anh, fitnelerden Allah Teâlâ'ya sığınan bir kişiyi gördüğünde:

“Allah'ın sana evlat ve mal vermemesini mi istiyorsun?” der. [81] Yani hayattan kopmak mı istiyorsun diye sorgulanmaktır.

Geleceğin ilmi, hata payının en düşük düzeye düşürülmesi için gayret gösterilmek içindir. Yoksa zaten gelecek bilgisi Allah Teâlâ’ya ait bilgilerden olup çok az bir pay insanlara işaretler ve ilham yoluyla vehbî olarak ihsan edilmiştir. Bilinmesi dahi gelecek hakkında olacak şeyleri de istenilen olumlu duruma çeviremez. Çünkü bilginin fiiliyata doğru akışında uzun bir mesafe bulunmaktadır. İleri görüş sahibi olan kişilerin bazı düşünceleri ilerde olacak bir olayı bilmesi geleceği bilmekten çok “tevil=yorum” feraset kısmındaki vasfını açığa çıkartmaktadır.

Rivayetlerde belirtildiğine göre bir defasında da Hz. Ömer radiyallâhü anh, yanındakilere:

“Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin bildirdiği fitneleri hanginiz biliyor?” diye sormuş, mecliste bulunanlardan Hz. Huzeyfe radiyallâhü anh (v.36/656), aile, evlat, mal ve komşu yüzünden maruz kalman fitnelerden bahsetmiş, Hz. Ömer radiyallâhü anh,

“Hayır, bu fitneleri değil, deniz dalgaları gibi dalgalanacak olan fitneleri kastediyo­rum” [82] demiştir. İbn-i Ömer de kendisine sorulduğunda,

“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin döneminde sadece müşriklerle savaştıklarını ve onların dinine girmeyi fitne saydıklarını, şimdi ise insanların iktidar uğruna birbirleri ile savaştıklarını” [83] söylemiştir.

Bahsedilen bu ön bilgilerin fitnelerin olmasını da engelleyememiştir. Müslümanların bu bahsedilen fitne önbilgisinin geçmişte bilmelerine rağmen gelecekte kurtulamayışları belki kader divanlarındaki yazıların tecellisinin engellenemez bir durumlarının varlığından mı yoksa, başak bir geleceğin geçmişi olacak durumların gereği olduğunu anlamak mümkün olamamaktadır.

Yine aynı soru akla gelmektedir. Geçmiş mi geleceği etkiliyor? Yoksa gelecek mi geçmişi etkiliyor? Burada zaman, bilgi, irade ve fiil dörtlüsünün sonsuz blanketleri [84] sarmalr durur. Bu durumların tek sonuçlandırıcısı da muhakkak Allah Teâlâ olacağı için insanlık açısından zâtına karşı haddi aşanlardan olmamak gerekir. Düşünün bir defa “Ben Kahhâr’ım, bu sıfatım ile tecelli ettiğimde kim bana mani olacak?” emri ilahisi karşısında beşeriyetin konuşması söz konusu olabilir mi?

O gün onlar meydana çıkarlar; onların hiçbir şeyi Allah'a gizli kalmaz. “Bugün hükümranlık kimindir?” denir; hepsi: “Gücü herşeye yeten tek Allah'ındır” derler.” [85]

 

 

İLM-İ ÂTÎ

(GELECEK İLMİ)

İlm-i Âtî insanın rahat bir hayat yaşayıp nefsinin isteklerine kavuşmada zirveyi bulmak olmadığı bilinmelidir. Konu üzerinde bazı düşünürlerin insanı insanlıktan çıkarak ilâhî bir statüye kavuşması için gayret göstermesi aslında yıkılışın temellerini getirerek köleliğin tekrar kazanılmasına yardımcı olmaktır. Teknolojinin ve kazanımların hızı karşısında insanın yetişme hızını hala bulamadığı bir gerçektir. Bu nedenle zamanı gelmeden elde edilen ilerlemeler psikolojik, sosyolojik ve ahlakî yıkımlar oluşturması ile emperyalist kuvvetlere teslim olan insan topluluklarını oluşturur. Sonuçta bu insanları mutsuz olmalarına sebep olmaktadır. Mutsuz insanlar art niyetli çeteler tarafından hayvan sürülerine çevrilerek buhranlar içinde yok etmeye başlarlar. Bu yok ediş sinsi yavaş ve sistemlidir. Bu hareket aynı gemideki insanların birbirlerini yok etmelerine benzemektedir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bir benzetme yaparak çok güzel bir örnek verir:

“Allah’ın sınırları üzerinde duran (onları) aşmayan kimse ile, o sınırların içine düşen kimselerin benzeri, bir gemi halkının benzeri gibidir. Onlar gemi üzerinde kur'a çektiler. Bazısına geminin üstü düştü, bazısına da altı (ambar kısmı) isabet etti. Geminin alt kısmında bulunanlar su almak istedikleri zaman yukarıdakilere uğruyorlardı. Bunlar (kendi kendilerine) biz nasibimiz olan ambarda bir delik açsak (rahat eder) ve üstümüzdekilere de sıkıntı vermemiş oluruz dediler. Simdi üst katta olanlar, aşağıda olanları bu talepleriyle baş başa bırakırlarsa hepsi helak olurlar. Fakat onların bu istediklerine engel olurlarsa hem kendilerini ve hem de diğerlerini kurtarmış olurlar.” [86]

Geleceğin hızı karşısında yetişemeyen insanın buhranı sonunda köleleştirmek isteyen kuvveti yıkma hareketine geçer. Çünkü kaybedecekleri kalmayanların hedefi kaybedeceği olanlar için şiddet unsuru olurlar.

Geçmişinden kopuk ve kesik gelecek zamanın kırılmıştır. Bu kırılma ise diğer bütün varlıkları etkiler. Bu kıyametin kopmasına kadar gidebilir. Çünkü zamanın sahibi Allah Teâlâ olunca ilâhi irâde müdahale etmesinin sebeplerini insan hazırlamıştır. Olacak bu son gelecek kırılmasına “kıyamet” denir.

Bu son kırılmada arzular ve hedefler “bütüncül=küllî irâde” yi aşmak veya kontrol etmek seviyesine gelince “kıyamet”i koparmış olur. Çünkü Allah Teâlâ zatındaki birliği hiçbir şey ile paylaşmaz. Yani insan geleceğini geçmişten kopardığı zaman kıyametini öne alarak “ecel”ini yakınlaştırmıştır.

Allah Teâlâ kâinatta “sebeplerden sonuca gitme” üzerine sistemini kurmuştur. Bu durumda İlm-i âtî oluşurken geçmişte elde edilen sonucu ileriye doğru sebepler zinciri” kurarak temel yapısını oluşturur.

Yine aynı soru tekrarlanır; geçmiş mi geleceği, gelecek mi geçmişi etkiliyor?

[Düne ait bu olaylar, şimdinin dünyasını hem tek başlarına açıklamakta, hem de açıklamamaktadırlar. Aslında şimdiki zaman, çok daha eski deneylerin, farklı derecelerdeki uzantısı olmaktadır. Şimdiki zaman geçmiş yüzyıllardan, hatta "insanlığın günümüze kadar yaşadığı tarihsel evrim”in tümünden beslenmektedir. Hepimizin kendiliğinden bir şekilde, bizi çevreleyen dünyayı yalnızca kendi hayatımızın çok kısa süresi içinde ele alma ve dünya tarihini her şeyin (savaşlar, çarpışmalar, zirve toplantıları, siyasal bunalımlar, devrim günleri, devrimler, ekonomik düzensizlikler, fikirler, entelektüel ve sanatsal modalar) birbiri ardına geldiği veya birbirine çarptığı hızlı bir film gibi görme eğilimine sahip olmamıza rağmen, şimdiki zamanın böylesine bir yaşanmış zaman boyutunu içermesi size saçma gelmemelidir.

Buna karşılık insanların hayatının, bu filmde yer almayan birçok başka gerçekliği içerdiğini fark etmekte güçlük çekmeyeceksiniz; içinde yaşadıkları mekân, onları hapseden ve varoluşlarını belirleyen toplumsal biçimler, bilinçli veya bilinçsiz olarak uyulan ahlâk kuralları, dinsel ve felsefi inançlar, onlara Özgü uygarlık. Bu gerçekliklerin ömrü bizimkinden uzundur ve hayatımız süresince bunların baştan sona değiştiğini görmeye çoğu zaman fırsatımız olmamaktadır.

Bir kıyaslama yapmak gerekirse, çevremizdeki fizik dünya -dağlar, nehirler, buzullar, kıyılar-, kesinlikle biçim değiştirmektedir. Öte yandan, bu evrim o kadar yavaştır ki, hiç kimse onu, uzak bir geçmişe atıfta bulunmadan, bizim gözlemimizin sınırlarını aşan bilimsel inceleme ve ölçümler olmadan, kendi gözleriyle fark edemez. Ulusların, uygarlıkların hayatı, psişik veya dinsel tutumlar, aslında görünüşte daha az bir değişmezliğe sahiptir, ama insan kuşakları birbirlerini izlerken, onlar da fazlasıyla değişmektedir. Bu durum, hayatımıza eklenen ve dünyayı biçimlendiren bu derin güçlerin önemini azaltmak yerine anırmaktadır. Böylece, yakın bir geçmişle, az veya çok uzak bir geçmiş, şimdiki zamanın çoğulluğu içinde birbirlerine karışmaktadır; yakın bir tarih, bize doğru hızlı adımlarla koşarken, uzak bir tarih, bize yavaş adımlarla eşlik etmektedir. ][87]

İnsanlar olayların geçmiş ve gelecek sırrına vakıf olmadığı için sadece onların zahirine bakarak hüküm vermektedir. Musa aleyhisselâm ve Hızır aleyhisselâm örneğinde de olduğu gibi Musa aleyhisselâm rasül olmasına rağmen olayların iç yüzlerini kavrayamamıştı.[88]

İlm-i Âtî gerçeğinde geçmişin saf bilgisinin işareti her zaman geleceğe ışık tutmalıdır. Bu bozulmamış bilgi Allah Teâlâ tarafından gönderilen bilgidir. Bu bilgide Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem ile miras kalmıştır.  


 

Gerçek-Gerçeklik

Gerçek ve gerçekliğin ne olduğu sorusu, tarih boyunca insanın kafasını en çok kurcalayan konulardan biri olmuştur. Gerçeklik üzerinde ilkçağlardan beri çok tartışılmış ve felsefenin ana sorunlarından olmuş ve çok sayıda ve farklı yorum yapılmıştır.

En genel tarifiyle gerçek, somut bir şekilde var olandır. Bu somut olarak var oluş; insanın bilincinden, olayları ve nesneleri algılayışından bağımsızdır. Bununla birlikte insan, yaşadığı ve algıladığı kadarıyla yetinmez ve “gerçek” olanı bulmaya çalışır.

Gerçeklik ise, gerçek olarak var olan şeylerin aslını ifade etmektedir. İnsanın ulaşmaya çalıştığı şey, esasen tek bir “gerçek” olgu ya da nesneden öte, bunların aslı yani “gerçeklik”tir. Gerçeğin “ne olduğu” nu açıklamaya çalışan düşünürler, öncelikle gerçeğe “nasıl ulaşılacağı” sorusunu cevaplamaya çalışmışlardır. İnsanlar, yaşadıkları olayları, dünya ve diğer insanlar hakkındaki bilgi ve görüşlerini başkalarına aktarmak ister. Gerçek/gerçekliğin bulunmasında sorunlar giderilmesinde “inanç” mefhumu devreye girerek “olan/olmayan” nın sınırını kendi tayin ederek birinin gerçeğini batıl, kendi batılını gerçek görür. Bu böylece devam eder gider. Bu gerçek bilgisi de geleceği etkileyen faktör olur. Bazılarının gerçek kabul ettiği bir zaman sonra gerçekliğini kaybedince geçmiş çöküşe uğrar. Geçmişi çöken gelecekte artık ayakta duramaz.

[İslâm idealizmi, Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin Mekke'de yaşadığı, hicretten evvelki yıllar esnasında inen ayetlerin meali içinde gelişti. İslâm ruhu bu devrede doğmuştur.

Hayatın pratik icapları ile mükemmel dünya adamı olmak arzusu içinde doğan muvaffak olmuş bir gerçekçiliğin (realizm), sonraki yüzyıllarda İslâm ruhunu hareketten durdurup menfaat ve muvaffakiyetlere tâbi kıldığını görüyoruz, İslâm âleminin içten yıkılışı, böyle bir realizmin eseri olmuştur.][89]

Bir dönem yükselmenin sebebi olan gerçeklik başka bir dönem yıkılmada etken olması kırılmanın olmasıdır. Mesela haricilerin Allah rızası anlayışı ile Hz. Ali kerreme’llâhü vechenin Allah rıza anlayışındaki gerçeklik karşı karşıya gelmiştir. Gerçek ile gerçeklik bir uyuşum içinde olmayınca kopmalar ve sonuçta yıkılmalar olur.

Sonuçta İlm-i Âtîdeki bilginin gerçek olmasının önemsiz olmasıdır. Önemli olan ruhun geçmişteki olan yaptırım gücüdür. Çünkü Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme Kafirûn süresinde “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.” [90] emredilmesi bu sebepledir.

İlm-i Âtî de gerçeklik geçmişteki gerçeğin temeline bağımlı oluşu ile gelecek kendini gösterir. Bu ise geleceğe yönelik tahminin isabetli kararına eş değerdir. Bu ise iyi ve kötü olmaktan kurtulamaz.


 

Tahmin

 İlm-i Âtî için yapılacak tahminler gerçek ve gerçekliğin süzgecinden geçerken çıkan sonuçlar görecelidir. Meydana gelecek şeyler hakkında da bir tesirinin olabilmesi için muhakkak isabetli olması için doğruya yakin tahmin yapabilmek gerekir.

[Tahmin: karar alma ve sonuca sürecinin önemli bir alt bölümüdür. İnsan için her zaman ve her yerde hemen hemen soluduğu hava kadar önemli olmuştur. Tahmin, kişinin yalnız kendi kararları için değil, aynı zamanda başkalarına öneride bulunanlar içtimâi planda önemli kararlar alacakların da yolunu aydınlatır. Sonraki dönemlerde olması muhtemel olayların oluşumunda etken olan faktörlerin, olaya etki, yön ve derecesinin önceden tam olarak bilinebilmesi mümkün değildir. Bunun nedeni, geleceğin belirsiz oluşudur. Bu nedenle, gelecekteki belirsizlik şartlarının en aza indirilmesi ve gelecekte olayların nasıl bir gelişme eğilimi göstereceklerinin tahmin edilmesi işine, insanoğlunun yeryüzünde görülmesiyle başlanmıştır.][91]

[Sonuç olarak, gelecek için sağlıklı karar alabilmek, başarı ihtimali yüksek plan yapmak ve optimum stratejiler belirleye bilmek için, belirsizlik şartlarını en aza indirmek gerekir. Bunun içinde yaygın olarak kullanılan en önemli araç, tahmindir.][92]

Geleceğin Tahmini

[Tahmin, geleceğe ait bilgilerin araştırılması işlemidir. Politika, yönetim sanatı ve iş hayatı, ekonomik ve sosyal değişkenlerin gelişme eğilimlerine ilişkin tahminlere dayanır. Çünkü bu konulardaki faaliyetlerin sağlıklı bir biçimde yürütülebilmesi için cari dönemle gelecek arasındaki perdenin aralanması gerekir. Bu açıdan, tahmin geleceğe açılan bir pencere niteliğindedir.

Genel anlamıyla tahmin, geçmişin görüntüsünün gelecek üzerindeki etkisi olarak tanımlanabilir.

Gelecek insan için belirsizdir.

Geleceğin belirsizliğini tümden yok edemeyiz ancak bu belirsizliği azaltabiliriz.

Bunun için çeşitli bilimlerden yararlanarak tahmin usülleri geliştirilmiştir. Geleceğin tahmininin bir başka tanımı da, geçmişin ve bugünün bilgisinden geleceğe ait sonuçlar hakkında tahminde bulunabilmektir,

Geleceğin tahmini kimi zaman bilimsel merak, kimi zaman da mikro ve makro bazda karar birimlerine yardımcı olmak amacıyla yapılır. Geleceğin tahmini unsurları şunlardır.

-Tüm karar mekanizmaları gelecekle ilgilenmekte ve doğrudan zaman unsurunu içermektedir. Bu nedenle tahmin belli bir zaman için yapılacak, tahminin yapıldığı zamanın değişmesi halinde tahmin de değişecektir.

-Tüm tahmin süreçleri, değişen ölçü ve nitelikte verilere gereksinme duymaktadır.][93]

Tahminlerin geleceğin geçmişteki görüntüsünü fark etmekten başka bir şey değildir. Geçmiş sürekli olarak geleceğe gebe kaldığından ve geleceğe baktığından isabet şartı şartları uygulamadaki ihmalleri en aza indirmektir.

 Ardında ve önünde insanoğlunu takip edenler vardır; Allah'ın emriyle onu gözetirler.

Bir millet kendini bozmadıkça Allah onların durumunu değiştirmez. Allah bir milletin fenalığını dileyince artık onun önüne geçilmez. Onlar için Allah'tan başka hami de bulunmaz.” [94]

“Bir millet kendini bozmadıkça” şartı ile tahmin edilecek sonuç “ Allah onların durumunu değiştirmez.” Sonucu tahmin edilecektir. Bu tahminin gerçekleşme süreci ve olma zamanı ise geleceğin geçmişine görecelidir.


 

Tahmindeki Aşamalar

1-Verilerin Toplanması

Veriler, değişkenlerin değerlerine göre toplanmasıdır. Sebep sonuç ilkesine göre toplanması gereken zincirler birbirine bağlanacak şekilde toplanır.

2- Verilerin Düzenlenmesi

Bilgi ve veriler hangi yöntem ve araçlarla toplanırsa toplandığı araştırmanın amacına, niteliğine ve kullanılması ve planlanan analiz usül ve tekniklerini uygun olarak önce gerekli düzeltmeler ve kontrol için gözden, geçirilerek tasnif ve sonuç çıkarılmak için hazırlanır.

3- Tahmin türetilip karar verilmesi.

Karar, bir şey ya da sorun hakkında düşünülerek verilen kesin yargıdır. Karar verme ise, genel anlamda, karar vericinin değişik alternatifler arasından, kendi amaçlarına uygun, kendisince önceden belirlenmiş belirli kriterlere göre en uygun tedbiri seçebilmesidir.

Ayrıca, karar verme; bir değişikliği, bir seçimi, bir kanaatin oluşmasını, bazen de belirsiz bir durumu gösteren bir terim olup, geleceğin gelmesiyle birlikte ortaya çıkmakta ve sürekli değişerek devam etmektedir.

Alınacak bir karar, mantıksal bir esasa dayanan bir yaklaşımla seçenekler arasından en iyi olanı seçilerek verilmektedir. İyi bir karar, bazı durumlarda hemen beklenen ve istenilen sonuçları veremeyebilmektedir. Fakat bu durum, uzun dönemde kararın iyi olma özelliğini değiştirmez. Belki bu kader denilen faktörün yani Allah Teâlâ’nın muradının tecellisidir. Mesela, iki savaşan ordunun birbirini yenmede hazırladıkları tedbirin dışında oluşan beklenilmeyen bir olayın geçekleşmesidir. Tabiat olaylarının birdenbire değişmesi ile mesela fırtına olmasıdır. Fırtına hiç beklenilmeyen bir sonuç iken bütün geleceği bir anda etkiler. Alınan kararlar bir anda değişir. Gelecekte bu olayla birdenbire değişir.

O bağ sahiblerini belâlandırdığımız gibi; o sıra ki yemin etmişlerdi: sabah olunca onu mutlaka devşireceklerdi.

Bir istisna da yapmıyorlardı

Derken onlar uyurken Rabbin tarafından bir dolaşan (afet) onun üzerinden dolaşıverdi.

Sonunda (bahçe) kökünden kuruyup-kapkara kesildi.

Derken sabaha yakın birbirlerine seslendiler

Mahsullerinizi devşirecekseniz erkence çıkın, diye.

Ve gizli gizli konuşarak yürüyorlardı.

“Sakın bugün hiçbir yoksul bahçeye girip yanınıza sokulmasın” diyorlardı.

Yoksullara yardım etmeye güçleri yeterken böyle konuşarak erkenden gittiler.

Fakat bahçeyi gördüklerinde: Mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız! dediler.

“Yok, biz mahrum edilmişiz.” dediler.

İçlerinden en makul olanı şöyle dedi: Ben size “Rabbinizi tesbih etsenize” dememiş miydim?

Rabbimizi tesbih ederiz; doğrusu biz (kendi kendimize) yazık etmişiz, dediler.

Ardından, kabahati birbirlerine yüklemeye başladılar.

(Nihayet) şöyle dediler: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgın kişilermişiz.

Belki Rabbimiz bize bunun yerine daha iyisini verir. Çünkü biz (artık) Rabbimizi(O'nun hoşnutluğunu) arzuluyoruz.

İşte azap böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!

Allah'a karşı gelmekten sakınanlara, Rableri katında nimet cennetleri vardır.” [95]

Bu bağ kıssasındaki duruma göre, karar verilirken bir şart dahi noksan olursa sonuç gelecekte değişik olmaktadır.

Geleceğe karar verme oldukça güç bir süreçtir. Gelecekten kaynaklanan belirsizlik ile karşı karşıya kalırlar. Bu tür ortamlarının birçoğunda bulanıklık sonuçta etkili olmaktadır. Gelecek için bulanık yaklaşım yardımıyla verilerin değerlendirilmesi, geleceğin belirsizliğini etkili bir şekilde temsil edilebilmekte ve daha etkin bir tedbire ulaşılabilmek için isabet etme şartı aranmalıdır.

Gelecek üzerine yapılan varsayımların geçerliliği ve olabilirliği vehmî bir bilgi olduğu muhakkaktır. Bu konuda insanların fikir, eylem vb. bazında yönlendirilmeleri ile elde edilecek kazançların sonuçları için müsbet ve menfi bir yorum yapılması ilk aşamada tam olarak bilinemez. Günümüzde gelecek için yapılan tahminle sunulan bilgilerde daha açık görülmektedir.

Mesela sosyalist düşünce temsilcisi bir gurubun birkaç gelecekçi hakkındaki görüşü buna açıklık getirebilir.

“Pentagon'da üç kuş var. Kanadında rozet yok. Onlar sivil kurmaylar.

Biri Fukuyama, öteki Huntington, diğeri Brzezinsky.

Üç akıllı ve soysuz akbaba. Soysuzluk, sözcüğün birinci anlamında: Fukuyama, Japon kökenli bir Amerikalı. Huntington Hint asıllı bir Amerikalı. Brzezinsky Polonya kökenli bir Amerikalı. Kültür intiharını bireysel açıdan başarıyla gerçekleştirmiş asaletsiz ve üniformasız üç negatif simülasyon. İdeolojik terörün üç kurmayı. Üçüde John Hopkins Üniversitesi'nin çıkardığı Journal Of Democrasy'nin editörü. ABD'nin Afganistan taarruzunu destekleyen bildirgeye imza atmış üç emperyalist stratejistyen. Popüler olan özellikle ikisi, Fukuyama ve Huntington.” [96]

 Gelecek gerçekliğine çıkarken kabul edilen tahmin arka planındaki gerçek faktör unutulmamalıdır. Gerçek gerçekliği ile kopunca çıkacak sonuçta yukarıdaki bağın sonucu ile eşleşeceği anlaşılmaktır.

İlm-i Âtî’de geçmişin gelecek bulanıklığı

Geçmişin mantıkla gelecekte şu sonuçları olacak demek tam doğru olmaz. Belki iki sonuç arası oluşum arasında gelir gelip gidebilir. Bu ise kader faktörünün araya girmesidir.

[Modern bilim, 2000 yıldan bu yana, mutlaklıklar ve kesinlikler üzerine kuruludur. Kâinattaki gerçeklikler çoğu zaman gri olsalar da, bilim, yaptığı kesin tanımlamalarıyla onları siyaha ve beyaza boyar. Aslında uç değerler arasında dereceli değerlerin var olduğu her devirde bilinen bir gerçektir. Fakat bu gerçeği kabullenmek ve bilimsel saymak genellikle pek çok bilim insanı tarafından kolay olmamıştır.

Aristo mantığı olarak bilinen iki değerli klasik mantık, 1920’lerden itibaren filozof ve teorik matematikçilerin ürettikleri paradoksları açıklamakta yetersiz kalmıştır. Çünkü Aristo mantığı gerçek dünyayı bütünüyle tasvir etmekten uzaktır. Tabiattaki her oluşumun bir meydana gelme derecesi vardır. Bu anlamda herhangi bir önermenin yalnızca doğru ya da yalnızca yanlış olması gerekliliği, ikili mantığın gelişerek çok değerli mantığa dönüşmesine sebep olmuştur. Çok değerli mantığın en ilkel hali olan üç değerli mantık, önermelerin {0, 1} değerlerinin yanında, {0.5} değerini de almasını sağlamıştır ve böylece değer kümesi {0, 0.5, 1} olarak geliştirilmiştir. Değer kümesindeki {0} ögesi önermenin kesinlikle yanlış olduğunu, {0.5} ögesi belirsiz olduğunu ve {1} ögesi de kesinlikle doğru olduğunu ifade etmektedir.

1930’ların başında Polonyalı mantık bilimcisi Lukasiewicz, üç değerli mantıktan yola çıkarak mantığı bütünüyle ele almıştır ve sonsuz değerli mantığı geliştirmiştir. 1965’te Lotfi Zadeh, o zaman kadar yapılan tüm mantıksal yaklaşımları toplu bir şekilde ele alarak yorumlamış ve ulaştığı bu çıkarımlarla bulanık mantığı keşfeden kişi olmuştur. Günümüzde bulanık mantık, Zadeh ile birlikte anılmaktadır. Bulanık mantıkta önermeler [0, 1] aralığında sonsuz değer alabilirler. Dolayısıyla ikili mantık, bulanık mantığın özel (indirgenmiş) bir halidir. Klasik mantıkta doğru veya yanlış olma durumu dışında başka herhangi bir durumun gerçekleşmesi olanaksız olarak varsayılır ve genellikle böyle durumların paradoks oldukları kabul edilir. Hâlbuki böylesi durumlar bulanık mantık açısından son derece doğaldır. Hatta {0, 1} dışında sadece üçüncü bir durumla yetinilmez, bunun dışında [0, 1] aralığında değer alabilecek sonsuz durum gerçekleşebilmektedir.

Tarih içinde değişen ve gelişen mantık sistemleri içinde, insan zekâsını en kapsamlı olarak ele alıp analiz edebilen, yani insan beyni gibi düşünebilen en gelişmiş mantık sistemi bulanık mantıktır. Sonsuz değer alabilme gibi özellikleri sayesinde insani yargıları olduğu gibi kavrayarak yaklaşık düşünebilmeyi mümkün kılmaktadır. Zadeh’e göre bulanık mantık, kelimelerle hesap yapmaktır.

 Kelimeler nesneleri temsil eder. Araba kelimesi pek çok arabanın yerine kullanılır ve herkes için farklı düşünceler çağrıştırır. Günlük konuşmalarımızda genellikle hepimiz aynı kelimeleri kullanmamıza rağmen aynı şeyleri düşünmeyiz. Söylemlerimiz, düşündüklerimizin yansımasıdır. Fakat bu yansımalar belirsizliklerle doludur. Bulanık mantık bu belirsizlikleri ustaca ele alır. Bunu yaparken her olaya bir meydana gelme derecesi atar ve böylece önermelerin iki değerli sınırlı kalıbını kırarak, sonsuz değerli olabilmelerini sağlar. Bulanık mantık aslında tabiatta var olan, fakat ilmî olduğu, hatta olması gerektiği sonradan anlaşılan, ayrı bir öğreti gibi varlığını çağlar boyu sürdürmüştür. Kimi zaman paradokslar, kimi zaman üç değerli, kimi zaman çok değerli mantık olarak karşımıza çıkmış, nihayet Zadeh’in tanımlamalarıyla gerçek kimliğini kazanmıştır.] [97]

 [İnsan beyni belirsiz bilgiyle yaklaşık karar verebilen en üstün mantığa sahiptir. Makineler ise bu özellikten yoksundurlar. Sadece ikili bit[98] değerleriyle girilen bilgileri özetleyerek işlem yaparlar. Bulanık teori ortaya atıldığı andan itibaren çeşitli eleştirilere maruz kalmıştır. Bu eleştirilerin ilki, teorinin uygulaması olmadığı için, sağlam temellere oturtulamayacağı yönündeydi. Fakat 1974 yılında Ebrahim Mamdani, bulanık denetimle çalışan buhar kazanı yapmayı başarmış ve bu eleştirileri geçersiz kılarak günümüzde halen devam etmekte olan akıllı üretimin öncüsü olmuştur. Ancak zaman içinde bu eleştiriler boyut değiştirerek devam etmiş, bu defa da yapılan uygulamaları destekleyecek kadar güçlü bir teorinin olmadığı öne sürülmüştür. Hâlbuki bulanık mantık, klasik mantığın çok değer alabilen genelleştirilmiş bir halidir ve klasik yaklaşımı inkâr etmeden, kesin bilgilerin yanına insani yargıları, tecrübeleri ve belirsiz bilgileri de dâhil etmeyi amaçlayan bir sistemdir. Klasik mantığın açıklamakta yetersiz kaldığı durumlarda çözüme gidebilmeyi sağlayan geniş bir bakış açısı getirmektedir.][99]

Gelecek ilmi açısından da yapılacak tahminlerde bulanık mantığın geçerli olduğu görülmektedir. Bu şekilde yapılan tahminlerin uç değerleri arasındaki oluşumlar ile hata payı yüksek olanlar ile düşük olanlar dengelenmiş olur. Her ne şekilde olursa olsun bu mantık ile hiçbir sonuç isabetsiz kalmamış olur.

Bugün için kesin yargılar ile gelecek hükümlerindeki ihtimaller açığa çıkar ki isabetli karar vermenin ihtiyatı elden kaçırılmamış olur.

İlm-i âtî (Gelecek İlmi) nin Dini yönü

“Gelecek” gibi çok geniş ve henüz tecrübe edilmemiş bir alanda söz söyleme, bu tür bilgileri doğru sayıp üzerlerine hüküm bina etme zor ve iddialı bir husustur. Çünkü gelecekle ilgili bilgilerin sınırı yoktur. Her alanda önceden verilen veya verildiği iddia edilen bilgi bu kapsama girer.

Kur'an-ı Kerim, gaybı bilmeyi Allah Teâlâ’nın yüce sıfatlarından biri olarak kabul etmektedir. “Gaybı bilen” nitelemesi sadece Allah Teâlâ'ya nisbet edilebilir. [100] İmam Matüridî bu ilme sahip olmayı Rabb, ondan mahrumiyeti de yaratılmış (merbûb) olmanın bir ala­meti olarak ifade etmektedir. [101]

Kur'an-ı Kerim bir taraftan, gaybı bilmenin Cenab-ı Hakk'ın kontrolünde olduğunu beyan ederken öte yandan Allah Teâlâ'nın resullerinden dilediklerine gayptan bilgi vereceğini ifade etmek­tedir. [102] Bu demektir ki insanoğlu gayptan beşerî özellikleri ile değil, ancak Allah Teâlâ'ın bildirmesi (vahiy) ile veya ilham etmesi ile bilgi sahibi olabilir.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de “Yüce Allah'ın, resullerinden dilediklerine gayptan haber vereceği” bildirmektedir. [103] Enbiya Allah Teâlâ'nın “elçileri” olduklarına göre zaman zaman vahiy yoluyla gaybî haberler alabilirler. Bu durum istisna olup onların bütün hayatları için genelleştirilemez. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de

“Hiçbir insanın, yarın ne yapacağını ve nerede öleceğini bilemeyeceği” [104] şeklinde bütün insanları kapsayan genel hükümler belirtilmiştir. Bu umumi hükmü birçok rasülün ağzından teyid etmektedir. Mesela; Hz. Nuh aleyhisselâm kavmine;

“...Size Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyo­rum. Ben gaybı da bilmem...” [105] dediği, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleminde

“...Benim ve sizin başınıza gelecek olanları bilmiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uymaktayım...” [106] diye söylediği buyrulmaktadır.

Kur'ân-ı Kerim’in bakışına göre gaybî haber Allah Teâlâ'ya ait yani ilâhî kaynaklıdır. Beşerin kendi imkânları ile gayptan haber vermesi müm­kün değildir. Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme vahiy yoluyla bazı gayp haberlerinin bil­dirildiği Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır [107]. Ona gönderilen gayr-i metlüv vahiyler Kur'ân'da yer almadığına göre[108], bir kısmının da bu şekilde bildirilmiş olabileceği ve bu haberlerin de hadis kitaplarında yer almış olabileceği tabii karşılanabilir.

Sünnetten de Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gaybı bilmediğini ifâde eden bir­çok misal göstermek mümkündür. Mesela Hz. Aişe radiyallâhü anha “... Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin gelecekte olacakları, bildiğini iddia eden Allah Teâlâ'ya iftira etmiş olur” [109] de­mekte, mahşerde ümmetinin affedilmesini isteyen Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme

“Sen, onların senden sonra neler yaptıklarını bilmiyorsun” [110] denileceği haber verilmekte, ashaptan Osman b. Ma’zûn hakkında

“Allah'ın sana ikramda bulunacağına şehadet ederim” diyen Ümmü'l-A'la'ya (v.6/627), Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin “Ben Allah'ın elçisi olduğum halde ne muamele göreceğimi bilmiyorum” [111] dediği bildirilmektedir.

Gayb bilgisinin Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bildirildiği muhakkaktır. Fakat bilginin zaman, mekân, şahıslar hakkındaki kapalı ve imalı ifadelerinden dolayı, gerçekleşene kadar çoğu zaman gizli kalması nedeniyle istismar edildiği, uydurulmaya müsait olması açısından şüpheli kısma da girer. Adı üzerinde olduğu gibi “gaybî” kelimesi hazırda olmayan; görünmeyenlere âit; hazır olmayanlara âit; başka âlemdekilere âit; âhirete âit; gayba âit ve müteallik” demek olunca kabul etmemek sorunu ile karşılaşırız. Dinin temeli de “gayb” üzerine kurulu olduğuna göre bilgilerin ret ve kabul aşamasındaki dikkatin ne olacağı daha açıktır.

Anlaşıldığına göre gaybi bilgide sınırlamayı kaldırmak, insanları takıntılardan kurtulmalarıyla donukluk içine düşmelerine mani olmak için, vahyin bir kısmında okunmayan vahyin gelişi (gayr-i metlüv) ile sorumluluk sınırlarının genişlemesine Allah Teâlâ engel olmuştur.  Fakat hadislerde gelen gaybi haberler ile belki Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem düşünce alanında öngörü sahibi olunmanın temellerini atarak sebep ve sonuç ilişkisinin çözümleme ile gelecek için geçmişin yorumlanması ve gelecekte oluşacak kırılmaların önüne geçilmesi ve ibret alınacak derslerin çıkması istenilmiştir. Bu arada bazılarının her şeyin Kur’ân-ı Kerim’de olmasını aramak ve bulmak çabası aslında Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme karşı yapılan sindirme ve silme hareketi olduğudur. Çünkü bu şekilde kazanılacak bir düşüncenin getirisi yüzyıl sonunda Kur’ân-ı Kerim’in de şüphe götürür tarafları olabileceği inancının meydana çıkmasıdır. Çünkü gaybi bilgiden tamamen yoksun kabul edilmesi ile Allah Teâlâ tarafından gönderilen Kur’ân-ı Kerim de gaybiyet ile geldiğine göre sonuçta olumsuz sonuç çıkarımı muhakak olacak demektir.

Hz. Ali kerremallâhü veche gelecek için birçok bilgiyi kendisinden sonra geleceklere bildirmiştir. Fakat bu bilme ve bildirmeler ile gelecekte olacak olaylarda bir değişme olmamıştır. (Kerbela) Bu bize göstermektedir ki, geçmiş mi geleceği, gelecek mi geçmişi etkilemektedir. Olacak olayların sonsuz örgüsü kendi içindeki sarmalı nasıl olmakta olduğudur.  Yukarıda bahsettiğimiz bulanık mantık ile gelecek geçmiş ile geçmiş gelecek ile birçok ihtimal hesabı yapmaktadır. Bu ihtimallerin sayı olarak büyümesi de Allah Teâlâ’nın büyüklüğünün açıkça göstergesinden başka bir şey değildir.


 

İlm-i Âtî’nin Kur’ânî yaklaşımı

İlm-i Âtî’yi Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerin gösterdiği işaretlere bakarak yorumlama yapmak, Allah Teâlâ’nın kader alanında devletlerin ve milletlerin yüzyıllar sonra göreceği ve başlarına gelecek durumların habercisi olmaktan başka bir şey değildir. Allah Teâlâ’nın kullarına saklı tuttuğu gelecek “kesin olacak bilgisi” olan kısmıdır. Yoksa geleceğin ne getireceği hususunda işaretleri ve ön bilgilerini saklı tutmadığı gibi tahsili olmayan bir kişinin anlayacağı açıklıkta Kur’ân-ı Kerim’de beyan buyurmuştur. Bu nedenle “İlm-i Âtî”nin çok bir tahsil gerektirmesi yanında gerektirmeyen kısmı da vardır. Buna “feraset” “ilm-i ledün” de diyebiliriz.

İlm-i Âtî’nin ledünni boyutuna kavuşmak için Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerin işaretine ihtiyaç duyarız. Allah Teâlâ kader kitabı olarak koyduğu levh-i mahfuzu bir kurallar manzumesi olarak irade-i külliyesinin dileği ile tecelli eder.

Bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz.

1-Kudret Allah Teâlâ’nın dilemesi ile olur. Yani evrimleşme gibi durumdan bahsedilemez. Tekâmül ise evrimleşme olmayıp tecrübelerin birleşmesi ile olgunlaşma gayret neticesidir. Evrim ise iradesiz tesadüfler ile meydana geldiğinden gelecek bilgis olan İlm-i Âtî’de tesadüf saçmalığı bulunmaz

“Allah mülkünü dilediğine verir. Allah her şeyi ihata eden ve her şeyi bilendir.” [112]

“(O yol) göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın yoludur. Dikkat edin, bütün işler sonunda Allah'a döner.” [113]

“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında Biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık; Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha iyidir.” [114]

2-İdrak sahibi olanların idrakine kavuşamadığı ve ulaşamadığı birçok âlem vardır.

 “(Allah Teâlâ) Bilmediğiniz daha nice şeyleri de yaratır.” [115]

“Oysa sizi de, yaptığınız bu şeyleri de Allah yaratmıştır dedi.” [116]

3-Allah Teâlâ mahlûkatına hiçbir konuda dileği dışında mecburiyeti yoktur. Yani çalışmak, gayret ve istek ile bir şeylere varılacak zannedilir. Allah Teâlâ kullarına “zalim” sıfatına düşmeden adilâne muamele kılar.

“Gökleri ve yeri gerçekten Allah'ın yarattığını bilmiyor musun? Dilerse sizi yok edip yeni bir topluluk var eder. Bu, Allah için güç değildir.” [117]

“Bizim, yeryüzüne gelip, onu uçlarından eksilttiğimizi görmediler mi? Allah (dilediği gibi) hükmeder, O'nun hükmünü bozacak kimse yoktur. Ve O hesabı çabuk görendir.” [118]

4- Doğru ve eğri olmak an açısından açısından olmayıp öncesine bağlı neticelerin kaderine bağlıdır.

 “Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?” [119]

5- Küreselleşme ile tek sistem ve devlet üzerine kurulması imkânsızdır.

“Allah'ın insanları birbiriyle savması olmasaydı yeryüzünün düzeni bozulurdu. Fakat Allah âlemlere lütufkârdır.” [120]

6-Yükselme ve yıkılmanın şartları oluşmasında sebep ve sonuç ilişkisi açıktır. İlm-i âtî hakkında tedbir aşamasında kurallar Allah Teâlâ tarafından kulları haberdar edilmiştir.

“Bir şehri yok etmek istediğimiz zaman, şımarık varlıklarına yola gelmelerini emrederiz, ama onlar yoldan çıkarlar. Artık o şehir yok olmayı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz.” [121]

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” [122]

7-Allah Teâlâ’nın haddi aşanlar hakkında aceleci davranmadığı gibi, dilemesiyle olan neticeye ulaşanlar hakkında kararını değiştirmez.

“Her ümmet için belirli bir süre vardır; vakitleri dolunca ne bir saat gecikebilir ne de öne geçebilirler.” [123]

 “Herkes için önünden ve arkasından takip eden melekler vardır, onu Allah'ın emriyle gözetirler. Muhakkak Allah bir topluluğa verdiğin! Onlar nefislerindekini bozmadıkça bozmaz! Bir topluluğa da Allah bir kötülük irade buyurdu mu artık onun geri çevrilmesine çare bulunmaz. Onlar için O'ndan başka bir vali de yoktur.” [124]

“Fakat azabımızı gördükleri zaman imanları kendilerine bir fayda vermeyecektir. Allah'ın kulları hakkında süregelen âdeti budur. İşte o zaman kâfirler hüsrana uğrayacaklardır.” [125]

“Allah'ın emri mutlaka yerine gelecek, yazılmış bir kaderdir.” [126]

8- Kıyametten önce İslâm’ın zaferi olacaktır. Her ne şekilde olursa olsun kullarına zulmeden topluluklar ve güçler mağlup olacaktır.

“Müşriklerin hoşuna gitmese de kendi dinini diğer bütün dinlere karşı üstün getirmek üzere rasüllerini doğru yol ve gerçek din ile gönderen O'dur.” [127]

9-Allah Teâlâ gelecek için bir şeyin olmasını takdir ettiğinde engel olacak her şeyi kaldırmakta olduğu gibi yönlendirme ve takviye konusunda yardım konusunda yardım edişinde ilah olduğunu sürekli tecelli ettirir.

 “Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” [128]

10- Geleceğin kontrolünü Allah Teâlâ kudret elindedir.

“Eğer yerle gökte Allah'tan başka Allah Teâlâlar olsaydı, ikisi de bozulurdu. Arşın Rabbi olan Allah, onların vasıflandırdıklarından münezzehtir.” [129]

11-Doğru sonuçları ancak Allah Teâlâ’nın sevdiklerinden başkasının anlayışı kavrayamaz. Çünkü küfür ehli kapalılık üzere hayat yaşadığı için Allah Teâlâ’yı inkâr eder.

“İnkâr edenlerin işleri engin çöllerdeki serap gibidir. Susayan kimse onu su zanneder, fakat oraya geldiğinde hiçbir şey bulamaz. Orada Allah'ı bulur ve O da hesabını görür. Allah hesabı çabuk görendir.” [130]

“Veya derin denizin karanlıklarına benzer. Onu üstüste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar örter; karanlıklar üstünde karanlıklar; insan elini uzattığı zaman, nerdeyse onu bile göremez. Allah'ın nur vermediği kimsenin nuru olmaz.” [131]

“Onlar, dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Onlar, ahiretten habersizdirler.” [132]

12- Tekâmül nazariyesinin sınırı vardır. Bu sınır aşılmayacak aşıldığı sanıldığı zaman vehimden farkı olmayacaktır.

“Süleyman: “Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver; Sen şüphesiz, daima bağışta bulunansın” dedi.”

“Bunun üzerine ona rüzgârı müsahhar ettik, emriyle istediği yere yumuşacık cereyan ederdi” “Bina ustalarını ve dalgıçlık yapan şeytanları da emrine verdik.” “Demir zincirlere bağlı diğer yaratıkları da onun emrine verdik.” [133]

12-İlm-i âtî vehbi ve ledünni ilimdir. Allah Teâlâ’nın dilediklerinden başkası fikir üretmesi mümkün değildir.

“Cennette altlarından ırmaklar akarken gönüllerinden kini çıkarıp atarız. “Bizi buraya eriştiren Allah'a hamdolsun. Eğer Allah bizi doğru yola iletmeseydi, biz doğru yolu bulamazdık. And olsun ki Rabbimizin peygamberleri bize gerçeği getirmiştir” derler. Onlara, “İşlediğinize karşılık işte mirasçısı olduğunuz cennet” diye seslenilir.” [134]

“Dilerse sizi yok eder, yeniden başkalarını yaratır. Bu da Allah'a güç bir şey değildir.” [135]

13-Allah Teâlâ bir facirlele de dilediklerini yapar. Dini kuvvetlendirir ve dilediğini tecelli ettirir.

Allah Teâlâ, Hz. Musa aleyhisselâmı firavunun gözetiminde yetiştirip ve olgunlaştırmıştır. Bunu yaparken firavun gerçekten sevgi ile ona yönelmişti.

“Onu sandığın içine koy, denize bırak, deniz de onu sahile bıraksın onu, hem Bana düşman, hem ona düşman biri alsın!” Ve senin üzerine, gözetimim altında yetiştirilesin diye, katımdan bir sevgi koydum.” [136]

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:

“Emîriniz, fâzıl veya  fâcir her nasıl  olursa olsun, (onun emri altında) cihad etmeniz size farzdır. Keza, namazı da fâzıl veya fâcir ve hatta kebâir işlemiş bile olsa her Müslümanın, arkasında kılması bütün Müslümanlara farzdır.” [137]

 Başka bir hadisinde ise “Allah bu dini fâcir bir kimse ile de kuvvetlendirir”

Bu ayetler, hadisler diğer birçok ayetlerde Allah Teâlâ’nın geleceği sürekli kontrol altında tuttuğunu haber veriyor.

Bilinen ve olay ve olguların birbirine belirli bir şekilde bağlı olması, her şeyin bir nedeni olması ya da her şeyin bir nedene bağlanarak açıklanabilir olması ya da belli nedenlerin belirli sonuçları yaratacağı, aynı nedenlerin aynı şartlarda aynı sonuçları vermenin[138] olmayacağından hareketle dilediği zaman dilediği şeyi işlemeyi de zâtında saklı tuttuğunu bildirmiştir.

Buradan çıkan sonuç geçmiş ve gelecek zamanın unsurları olup zaman kendi zâtına işaret eder. Zatının irâde-i külliyesi cüz-i iradeye bıraktığı seçme hakkını gerekirse sorgulamasız bitirir. Bunun için kulun seçme bir hakkı yoktur. Bu durum ise rablık gereğinin mantıklı sonucudur. Bunun niçin ve nedeni de bulunmaz.

 

İlm-i Âtî ile İlmi Ledün ilişkisi

İlm-i Âtî tarih ilminin bir simetrisidir. Biri geçmişe, diğeri geleceğe bakar. Tarih geçmişi keşf ise İlm-i Âtî de geleceği keşf veya geleceği şeffaflaştırmaktır. Lakin İlm-i Âtî ile kehânet arasında dağlar kadar fark vardır. Falcılık  icabında İlm-i Âtî’nin bir şubesi sayılabilirse de İlm-i Âtî falcılık değildir.

Geçmişi analiz etmek, somut olaylardan dolayı daha kolaydır. Lâkin bugünün verileriyle geleceği okumak da mümkündür. Zira Allah Teâlâ’nın koyduğu işleyiş kanunları vardır. Yanılma payı olmakla birlikte, bu kanunlar çerçevesinde geleceği okuyabiliriz. Bunu pekâlâ herkeste yapabilir.

Geleceği okumanın kâhinlikle bir irtibatı olduğu gibi, kâhinliğin ötesinde müspet ve pozitif ilimlerle de bir alakası vardır. İbni Haldun, tarihçi ve medeniyet ilmi uzmanı olduğundan dolayı, tarihten çöküş ve yükseliş kanunlarını çıkarmıştır. Dolayısıyla geleceği okumak anlamında fütürolojinin çok büyük bir fezası ve gök kubbesi vardır. Bu nedenle kimileri ilm-i âtiye falcılık ve astrolojiyi de katarken, kimileri de tarih gibi ilimler üzerinden ilerlerler.

İlm-i Âtî, geleceği düşünme yöntemi belirsiz bir geleceğe hazırlık yapmak, yarının ne olacağını Allah Teâlâ kader kanunları ile anlamaya çalışmaktır. Bu ise hem zor hem kolaydır. Çünkü Allah Teâlâ dilerse bu ilmin hakikate çıkmasını sağlar. Fakat bu ilim gaybî tarafa düşmesinden dolayı ancak zuhur edince fark edilir. Bu bilmemek ile eşdeğer duruma döner. Yani bilmek, sanki bilmemek olur. Bazen öyle bir duruma döner ki alay edilen bir gerçek olur. Rasüllerin bilgileri hakikat olmasına rağmen uzun vadelerdeki bilgileri, mesela ölüm sonrası bilgiler hep alay konusu olmuştur.

İlm-i âtî mensuplarının gelecek faraziyeleri dinî, sosyal ve pozitif bilimlerin kullanılması ile olsa da, bu her zaman haklı çıkacaklarını göstermez. Aksine, tarih, bu ilim sahiplerinin yaptığı yığınla yanlış tahminlerle doludur.

Gelecek ilmi olan İlm-i âtî bir çeşit öngörü olduğu için, içinde daima küçük veya büyük yanılgıları da barındırır. Neticeler çoğunlukla bilimsellikten uzaklaşması görebilir. İlm-i Âtî’de esas olarak dinimizin iki önemli esası Kur’ân-ı Kerim ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemi ele alırız. Bunun dışındaki şeylerin “Ön yargı” olmasının önüne geçilmediği zaman, yanılgı sebebi olması kaçınılmazdır. Çünkü İlm-i âtî geleceğe dönük yönüyle kehanete benzer durumu çağrıştırır. Çalışmaya başlarken, tahmin edilmeye çalışılan konu ile ilgili 'beklenilen' sonucu baştan doğru kabul etmek hatanın gerçekleşmesi ihtimalini artıracaktır. Bahsettiğimiz iki esasın dışındaki sebepler için bilinçaltında veya bilinçli olarak yanlı bakma durumu, istenilen sonucun gerçeğin yerine geçmesine yol açacaktır. Aslında, yapılmak istenen geleceği anlamaktır, planlamak değildir. Bu ilim mutlak analiz olmayıp, değişik ilmî usullerle ulaşılmaya çalışılan ‘sebep-sonuç’ analizidir. Yani 50 yıl sonra nasıl olacağız sorularının cevabı kehanetle değil ancak İlm-i âtî ile verilebilir. Bu ilimde yanılabiliriz, fakat en azından ‘bir şeyler’ yapmış oluruz. Ancak geleceğe her bakışta bilinen şey onu hep değiştirmemize de sebep olur. Çünkü her bakışta gördüğümüz bir değişimin oluşmasını isteyişimizdir.

İlm-i Âtî’nin gelecek ile yorumlar getirmesi ile İlm-i ledün sınıfına dâhil olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü verilerin neticeleri birbirleri ile çözülmez düğümler halindedir. Çünkü kaderin çizgileri ve her şey olması gerekene doğru hareket ediyor. Geçmiş ve gelecek birbiri içinde o kadar karmaşık sistem ki

“gelecek bugünü mü etkiliyor? Yoksa geçmiş mi geleceği?” bu soru hala cevap bulmuş değildir. Ancak geçmişin geleceği etkilediği düşüncesi hâkim gelenektir. Anthony Giddens’ın da belirttiği gibi, geleceğe bakış her zaman geçmişe bakış üzerinden temellendirilmelidir”.[139]

 [İnsanların çoğu hayatlarında rüya, ilham ve önsezi ile bir şekilde karşılaşırlar. Etkisinde kaldıkları bir rüyanın dahi doğruluğuna inanmasalar bile yorumunu öğrenmeye çalışırlar. Bu nedenle insanlar, kritik kararlarında haricî verilerin dışında içsel bilgilerine de değer verirler. Bu kişisel bilgiler, sahibi için kimi zaman büyük önem arz edebilir. İçsel bilgiyi bütünüyle reddetmek ya da onu yegâne bilgi olarak görmek, doğru bir tutum değildir. Çünkü insan, hem maddî hem de manevî boyutu olan bir varlıktır. Bu boyutlardan biri ihmal edildiği zaman insan tanımında ciddi bir eksiklik söz konusu olur. Maddî boyutun öne çıkarıldığı günümüzde insanın manevî boyutunun önemli unsurlarından olan ilm-i ledünnî bir giz olarak kalmaya devam etmektedir.

Beşerî bilginin her zaman doğru sonuç ortaya çıkardığı söylenemez. Hakikate ulaşmada insan aklı yetersizdir. Kendi çevresini bile tam olarak ihata edemeyen insan aklının, gaybî hakikatlere nüfuz etmesi imkânsızdır. İnsan aklı, yanılgı, gaflet ve unutmaya açıktır. İnsan, hakikat arayışında vahyin yol göstericiliğine muhtaçtır ve onsuz hakikate ulaşması mümkün değildir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, gerek rasüller gerekse de bu bilgiye mazhar olmuş kişiler aracılığıyla insanların bu ihtiyacını gidermektedir. Tarihin çeşitli dönemlerinde Allah'ın gönderdiği rasüllerin görevleri, insanları hidayete erdirmek ile yararlı ve zararlı şeyleri onlara öğretmektir. Bu gerek vahiy, gerekse ilham gibi bazı yollarla olmaktadır. Böylece insanlar aklen yetersiz kaldığı zamanlarda bu desteklerle ayakta kalmışlardır. Bu durum kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü insanlar vahyi desteğe her zaman muhtaçtırlar. Ancak “Kelamcılar ve filozoflar, ilm-i ledünnînin bilgi kaynağı olamayacağı hususunda görüş birliği içindedirler.” Bu ilme daha çok değer veren ve onu bir bilgi kaynağı olarak kabul edenler sufilerdir. Sufilerden bir kısmı bu ilme sahip olmanın büyük bir erdem olduğunu ve bu ilmin, sahibi açısından bağlayıcı olduğunu belirtmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de bu ilimle ilgili olarak Hz. Musa ile Hızır aleyhimesselâm arasında geçen olaylardan anlaşılan şey Hızır aleyhisselâmın sahip olduğu ilmin, bizim ilmimizden farklı olduğu olgusudur. Öncelikle mahiyet ve kaynağı bakımından farklı bir ilimdir. Bu bilgi, sebepten sonuca giden değil, sonuçtan sebebe akan bir bilgidir. Zaten bu ilme sahip olan Hızır aleyhisselâm, kıssada geçen fiilleri kendi ilmiyle yapmadığını ifade etmiştir. Zira bu olayla Allah Teâlâ, Hz. Musa aleyhisselâma beşer ilminin ne kadar yetersiz olduğunu göstermeyi amaçlamıştır. Kıssada geçen Hızır aleyhisselâm, sadece kendisine verilen rolü yerine getirmek zorunda olan semboldür. Bu kıssa, gayba ilişkin meselelerin Allah Teâlâ'ya özgü kılma noktasında birleşiyor. Kuşkusuz yüce Allah Teâlâ, olayları sonsuz bilgisi uyarınca bir hikmete göre planlar. İnsanlar ise bu plânı kavrayamazlar. Burada gaybı bilemeyeceğimizin teyidi vardır. İnsanlar gayba ait sırları ancak O’nun öğrettiği oranlarda öğrenebilirler. O halde bu ilim Allah Teâlâ’nın ilmidir.][140]

Buradan anlaşılan geçmiş ile gelecek arasında bir berzah olduğudur.  Berzah ise, sözlükte iki şey arasında bulunan engel, iki nesne arasındaki engel anlamlarına gelmektedir. Berzah Kur’ân-ı Kerim’de

“Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman; Rabbim beni geri döndür ki terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım der. Hayır, bu onun söylediği, (olmayacak) bir lâftır. Önlerinde tâ dirilecekleri güne kadar bir berzah (engel) vardır” [141] şeklinde kullanılmaktadır. Bu ayetin işareti ile berzah, gaib olanla varlık sahası arasında bir engel olarak anlatılmaktadır. Yani berzah; insanın geçmiş ve gelecek bilgisinde varlık sahasından gaib sahasına girmesine engel vardır. Bu engeli aşmak için ilm-i ledün sahibi olan kişilere mahsustur. Bu ilim sahiplerinin İlm-i Âtî’ye vukufu da mükemmeldir.

 

 

 

GELECEK TİPLERİ

Gelecek tipleri

İlm-i Âtî üzerinde bahsettiğimiz bilgiler ışığında insanlığı bekleyen gelecek hayat biçimleri hakkında yorumlar yapmaya çalışacağız. Bu olması ihtimal gelecekler olarak düşünebiliriz. Aslında hepsi bir tahmindir. Tahminlerin gerçekliğe çıkması ise birçok sebepler ve onun olması gereken sonuç olursa ortaya çıkar. Bunlar insanlık için bu veya şu olarak için kesinlik bildirmez. Ancak inançlı bir kimse için Allah Teâlâ ve Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin izinde gitmekle mutlu hayat ve geleceği bulacağı da kesindir. Sırasıyla olabilecek gelecek tiplerini inceleyelim.

1-ARZU EDİLEN GELECEK DİNDAR HAYAT

[Din insanlığın bir parçası gibi her zaman var olan bir olgudur. Bu yüzden fertler ve toplumlar için din, en büyük bir ihtiyaçtır. Nasıl ki hava bizim için vazgeçilmez bir ihtiyaç ise din de iç dünyamızı saran öyle vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bu açıdan bakıldığında dinin hem bireysel hem de toplumsal yapılanmada büyük etkinliği vardır. Fakat din bu yapılanma içerisinde sihirli bir formül gibi insanlığın tüm sorunlarını çözen bir olgu olarak düşünülmemelidir. Din insanlara genel ilkeler koyarak yardımcı olur. Bu genel ilkeler de kişiler için birer yük olarak düşünülmemelidir. Bilakis bu ilkeler insanın dünya hayatında ve ahiret düşüncesinde çıkmaza düşmesini engeller, altından kalkamayacağı iş ve davranıştan kişiyi alı kor, yükünü hafifleten düzenlemeler getirir. Bu durumda her insanda dini inanç ve tutumların etkisini görmek mümkündür denilebilir. Fakat her insanın dini emir ve yasaklar karşısındaki tutumunun farklı olacağı unutulmamalıdır. Kimileri dindardır ve ibadetlerini tam tamına yapar, kimileri inançlıdır ama emir ve yasaklar konusunda çok hassas değildir. Kimilerinin ise bu konular ile ilgili tereddütleri olabilir. Ancak her insan yaşadığı sıkıntılı anlarda bundan kurtulmak için çeşitli çözümler arar. Bazen bunu birileri ile paylaşır, bazen içine atar, bazen bastırır. İsyan edebilir, başkalarını suçlayabilir. Bu kişiden kişiye, zamandan zamana ve yaşanılan durumdan duruma değişebilir.

Bu açıdan bakıldığında kişiler sıkıntılarını dini faktörlere havale ederek rahatlamaktadırlar. Dünyada yaşanılan üzüntüler, adaletsizlikler karşısında dini inancı insanlar üzerinde etkili olmaktadır. Yaratıcıya kavuşma, onu görme, ilahi adaletin gerçekleşeceği düşüncesi insanlara mutluluk vermektedir. Aynı zamanda ölümden korkmamalarına neden olan en önemli şey de asıl huzur ve mutluluğun ahirette olacağı inancıdır. Fakat bu düşüncelerin yanı sıra ilahi adalet, cehennem, Allah Teâlâ’ya karşı görevlerini tam yapamama düşüncesi bir yandan da kaygı oluşturmaktadır. Öyleyse ahirete inanmak bir açıdan mutluluk sebebi iken başka bir açıdan ise kaygı nedenidir.

Sonuç olarak din, dini emir ve pratikler insanların mutlu olmalarında etkili olabilmekte aynı zamanda insanların kaygıdan, üzüntüden, sıkıntıdan kurtulmasında yardımcı olabilmektedir. Bu dünyada yaşanılan olumsuzluklar karsısında ilahi adaletin gerçekleşeceği yer olarak görülen ahiret inancıda inananlara huzur sağlamaktadır. Fakat bazen yaşanılan olumsuzluklar karşısında Yaratıcıya yakınmalar olabilmekte veya ibadetleri tam olarak yerine getirememe gibi bir his yaşanmaktadır. Bu durum da kişinin Yaratıcıya karsı suçluluk duygusu yaşamasına sebep olabilmektedir. Bu da kişinin kaygı yasamasına yol aç açmaktadır. Dolayısıyla din çift yönlü bir fonksiyona sahip olmaktadır. Bir yönüyle kaygıyı azaltıcı bir fonksiyon icra ederken diğer yandan ise kaygı kaynağı olabilmektedir.][142]

[Din faktörü dönem dönem değişse de her zaman etkili olmasına rağmen, zamanımızda gerekli ilgiyi görmeyerek ihmal edilmektedir. Bu zamanımızdaki olguların Batı merkezli olması temel belirleyici etken olmuştur.

Özellikle Soğuk Savaş sonrası dünya sisteminde ve uluslararası politikada meydana gelen ciddi değişimler sonrasında din genel anlamda canlanma yaşadı. Artık Batı-merkezli bakış açısı sorunların çözümlemeleri için yeterli olmamaktadır.

Seküler değerler üzerine kurulan komünist devlet sisteminin ve Orta Doğu’da Arap milliyetçiliğinin başarısız olmalarını üstü örtülmüş olan dinin geniş bir coğrafyada tekrar canlanmasına ve ciddi bir alternatif olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Bugün din, yerel ve küresel düzeyde çok etkili ve ana belirleyici unsurlardan biri haline gelmiştir. Bundan dolayı dinin rasyonel bir şekilde bütün ilişkilere eklendiği görülmektedir. Bu durum din etkisinin anlaşılmasında ve yapıcı rol oynamasını sağlayacaktır. Böyle bir yaklaşımın doğması dünyanın dindar olması, din kurallarının yaygınlaşması anlamına gelmemektedir. Böyle bir yaklaşım, dinin etkisinin ve yerinin sağlıklı bir şekilde anlaşılmasını sağlayacaktır.][143]

Dine dayalı hayat Allah Teâlâ’nın istediği gelecektir. Bu dinin gerçek manada en güzel şekilde anlaşılacağı dönem demektir. Allah Teâlâ’nın kulları hakkında takdir ettiği tevhid inancı mükemmel şekilde bütün insanlar hakkında gerçekleşmesidir. Tam manada bu gelecek dini hayat Mehdi aleyhisselâmın geldiği dönemin olması öngörülmektedir. Hz. Îsâ aleyhisselâmın nüzulü ile Hıristiyanların İslâm’a geçmeleri Yahudilerin azgınlıklarının kontrol altına alındığı dönemdir. Bu gelecek tipinde ideolojik sistemler ve ulus devlet modelleri yok olup din devletinin oluşmasıdır. Bu devletin ismi “İslam Devleti” olarak anılacak ırklar ve kültürler bu devletin içinde silik durumda bulunacak ve yok olacaktır. Bazılarınca “Altın Çağ” olacağı kabul edilen bu devlet “İslâm Devleti” dir.

Din-Mutluluk İlişkisi

Din tapınma dilidir, inanan kişinin bilgisine kılavuzluk eden, onu güvenilir kılan, canlı tutan, imâni aklına uygun yapan tapınma fiilleridir.

[İnsan, doğumundan ölümüne kadar hep mutlu olmak arzusu içerisindedir. Mutluluk insanın hayatının amacı ve anlamıdır. Bu yüzden o, daima ona mutluluğu yaşatacak şeyi arar durur.

Modern dünyada teknolojinin ve bilimin ilerlemesi ile insanın mutluluğunun artacağı düşünülmüştür. Oysaki teknolojinin ilerlemesi insanın mutlu olmasına vesile olmamış, aksine kaygının, sıkıntının, stresin artmasına neden olmuştur. Bu ortam içerisinde insan kendisini mutlu edecek her yöntemi kullanmaya çalışmıştır. Kişileri mutluluğa götürecek çeşitli formüller üretilmeye çalışılmış ve bu formüllerle ilgili yöntemler ve kitaplar tüm dünya üzerinde rağbet görmüştür. Başlangıcını insanlığın başlangıç tarihi olarak gösterebileceğimiz dinler de kişilerin mutluluğunu hedeflediklerini, amaçlarının insana dünya ve ahiret mutluluğunu kazandırmak olduğunu ifade etmişlerdir. Öyleyse mutluluğu arzulayan insan için dinler olumlu bir katkıda bulanabilir. Çünkü dinler, insanın yaratılışına uygun formüller ileri sürer. Bu yüzden bir dine inanma nasıl insanın doğasında yer alıyorsa, inandığı dinin ona mutluluğu getireceği düşüncesine sahip olmak da kişilerin zihninde yer alabilir. Bu durumda din ile mutluluk arasında anlamlı bir ilişkinin var olduğu söylenilebilir.][144]

[ancak modern dönemin burjuvazi kesimi, geleneksel din kavramını kökten değiştirerek yerine kusursuz evren düzeneğini yaratan “iyi ve adil saat Yapımcısı”, herkesi aynı düzeyde seven, onlara günah işleme ya da günahtan kaçınma özgürlüğü veren, sadece çok büyük günahları cezalandıran yeni bir Tanrı koydu. Allah Teâlâ’yı mantıksal önermelerle kanıtlanmasını rasyonel bir söyleme geçirdiler ve inancı kişisel bir seçim saydılar. ][145]  


 

2-İLERİ TEKNOLOJİ GELECEĞİ  

Nanoteknoloji, bilişim, robotlar, yapay akıl vb. hayatın tüm alanlarına yüksek teknoloji girerek insanüstü bir hayata geçilmesidir. Hemen hemen tüm konularda yüksek düzeyde yapay akıl içeren bilgisayarlar karar vermesi ile İnsanların bağımsızlığı ve kendi kendilerine karar alma mekanizmalarını kaybedeceği zamanın gelmesidir.

 [Her zaman, “Değişmeyen tek şey değişimdir” denilmiştir. İnsanların gözden kaçırdıkları sorun, değişecek şeylerin sadece nesneler olmaması gerekliliğidir. Bizlerin de, aynı şekilde değişime açık olmamız gerekmektedir. Asıl sorun, değişimin hızının sabit olmamasıdır. Değişim artık hızlanmakta ve teknolojik gelişmeler yatay olarak değil, dikey olarak hareket etmektedir.

Madalyonun öteki yüzüne bakıldığında, teknoloji, hükümetleri yeni ve daha sert kanunlar koymaya itecektir; zira denetim organları, standartlarını daha da yukarı çekmek isteyecektir. Teknoloji ve onun kaynağını oluşturan bilim, doğrudan bir üretici güç haline gelmiştir ve bu, çağımızın ayırt edici, özelliğidir. Artık üretimde yetkinlik, bilim ve teknolojide yetkinlik olarak anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bilim ve teknoloji, ekonomik büyüme ve içtimâi refah açısından stratejik bir önem kazanmıştır. Ülkelerin bilim politikaları da, bu değişime paralel olarak bilim ve teknoloji politikaları haline gelmiş ve bu politikalar bütünüyle ekonomiye ve içtimâi yaşama ilişkin kavramlarla örülmeye başlanmıştır.

Teknolojinin ilerlemesine misal olarak nanoteknolojiyi ele alalım. Bu teknoloji ile gelecek geçmişteki hayallere kavuşulacağı anlaşılmaktadır. Bugün bilmediğimiz başka teknolojilerde insanlar tarafından bulunacak ve insanlık akıl almaz sınırlara erişecek.

Maddenin atomik katmanda işlenebilme ihtimalini ilk kez dile getiren Richard Fenyman, nanoteknoloji için şunları söylemiştir:

“Nanoteknoloji, öyle zannediyorum ki, kaçınılmaz bir gelişme olacaktır”. Kaçınılmaz olsa da, nanoteknolojinin mevcut düzeni kökten değiştirecek doğası önceden tahmin edilebilmektedir.

Teknolojideki gelişmelerin tarihine bakıldığında, belirli aralıklarla tarih sahnesine çıkan bazı teknolojilerin neredeyse bütün ekonomik ve içtimâi faaliyet alanlarında devrimsel değişikliklere yol açtıkları görülür. ][146]

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Süleyman aleyhisselâmın yanında bulunan kişi hakkında gelen ayet teknolojin ulaşacağı seviyeyi haber vermektedir.

“(Süleyman dedi ki:) Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin.”[147]

Yukarıdaki ayette haber verilen Hz. Süleyman aleyhisselâmın duasına Allah Teâlâ, icabet etmiş ve onu kendi katından çok büyük nimetlerle ve üstün ilimlerle desteklemiş, ona hiç kimsenin ulaşamayacağı bir mülk, görkemli bir saltanat, eşi ve benzeri bulunmayan bir hâkimiyet vermiştir. Hz. Süleyman aleyhisselâmın hayatından bazı bölümlerin aktarıldığı ayetlerde bu zenginlikten, güç ve iktidardan, sahip olduğu ilimleri kullanış şeklinden pek çok detay verilir.

 Allah Teâlâ Hz. Süleyman aleyhisselâma kuşların konuşma dilini öğretmiş ve bu üstün ilim sayesinde ordusunda kuşlardan oluşan bir bölük kurmasını sağlamıştır. Hz. Süleyman aleyhisselâm bu vesileyle kuşlarla bağlantı kurmuş, onlara dilediği şekilde hükmedebilmiştir.

... “Ey insanlar, bize kuşların konuşma-dili öğretildi ve bize herşeyden (bol bir nimet) verildi. Gerçekten bu, apaçık bir üstünlüktür.” [148]

 Bu ayetle, ahir zamanda benzeri kullanılacak olan üstün bir teknolojinin varlığına dikkat çekiliyor olabilir. Bu kıssada geçen kuşlarla, bildiğimiz kuşlara değil, bugün kullanılmakta olan pilotsuz uçaklara da işaret ediliyor olması muhtemeldir.

 Hz. Süleyman aleyhisselâmın cinler ve şeytanlar üzerinde büyük bir hâkimiyeti olduğu bilinmektedir.

 "... Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı..."[149]

"... Onun için denizde dalgıçlık yapan ve bundan başka iş(ler) de gören şeytanlardan kimseleri de (emrine verdik)..." [150]

Yine Allah Teâlâ, rüzgârı, Hz. Süleyman aleyhisselâmın emrine vermiş ve çeşitli işlerinde bir araç olarak kullanmasına imkân sağlamıştır. Bu ifadeyle Hz. Süleyman aleyhisselâm döneminde ve aynı şekilde ahir zamanda rüzgar enerjisinin, teknolojide kullanılacağına işaret ediliyor olabilir.

 “Süleyman için de, fırtına biçiminde esen rüzgâra (boyun eğdirdik) ki, kendi emriyle, içinde bereketler kıldığımız yere akıp giderdi. Biz her şeyi bilenleriz.” [151]

 Hz. Süleyman aleyhisselâmın emrine "fırtına biçimindeki rüzgârın" verildiğinin belirtilmesiyle, ahir zamanda gelişecek yüksek uçak teknolojisine de dikkat çekiliyor olabilir.

“Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgâra (boyun eğdirdik)…”[152]

Ayette yer alan "… sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik)…" ifadesi ile Hz. Süleyman aleyhisselâmın çeşitli bölgeler arasında hızlı bir şekilde hareket ettiğine dikkat çekiliyor olabilir.

 Hz. Süleyman emrindeki şeytan ve cinleri kullanarak erimiş bakırdan hem dekorasyon, hem de kullanım amaçlı geniş çanaklar, kazanlar ve heykeller yaptırmıştır. Nitekim bu çanak, kazan ve heykellerden ayetlerde söz edilmektedir.[153]

 Sebe Melikesinin tahtının getirilmesi de ışınlama teknolojinin habercisidir.

“Yanında kitaptan bir ilim bulunan zât da dedi ki: "Ben onu sana daha kendine gözün dönmeden getiririm." Vaktâ ki (Hazreti Süleyman) Onu (tahtı) yanında karargir olmuş gördü, dedi ki: "Bu Rabbimin fazlındandır, tâ ki beni imtihan etsin ki, şükür mü ederim, yoksa küfran-ı nîmette mi bulunurum ve her kim şükrederse ancak kendi nefsi lehine şükreder. Ve kim de küfran-ı nîmette bulunursa, şüphe yok ki, Rabbim ganîdir, kerîmdir." [154]

Burada asıl bahsedeceğimiz konu Allah Teâlâ Hz. Süleyman aleyhisselâmı İsrailoğullarına bir uyarıcı ve korkutucu olarak göndermiştir. Bugünde teknolojide Yahudilerin ileri gitmesi de ayrı işarettir. Bu nedenle teknolojide Yahudi egemenliği hiçbir zaman geçilemeyecek olması da insanlığın acı bir kaderidir.

“(Süleyman dedi ki:) Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz Sen, karşılıksız armağan edensin.” [155]

Yahudilerin sonsuz hırsları ile arayışları halen devam etmektedir. Hz. Süleyman aleyhisselâm ile günümüz teknolojisinden daha ileri bir seviye ile anlatılması İsrailoğullarındaki bu ilerleyişin işareti olacağıdır. Bu nedenle İsrail Mescid-i Aksa ve çevresindeki kazılar yapması bu ilerlemiş teknolojinin kalıntılarına bilgilerine ulaşmak istemesidir.

Bugün Küdüs’te ağlama duvarı ve Mescid-i Aksa’yı çevirerek, arkeolojik kazı yaptıklarını söyleyen İsrail, kazının niçin, mescidin altına yöneldiği sorusunu açıklayamamaktadır. Bugünkü Mescidi Aksa’nın yerinde daha önce, Süleyman Heykeli diğer adıyla Siyon Mabedi adını verdikleri bir mabedin bulunduğunu ve bu mabedden bugün geriye kalan tek şeyin Ağlama Duvarı adını verdikleri duvar olduğunu ileri sürmektedirler. Bu yüzden Yahudiler Mescidi Aksa’nın mevcut şeklini yıkarak daha önce yerinde bulunduğunu ileri sürdükleri Siyon Mabedi’ni inşa etmeyi amaçlamaktadırlar diye düşünülürse de asıl hedefin ileri teknoloji ile insanlığa hükmetmektir. Irk olarak hırslı olan Yahudilerin bu işlere girişmesi de yapıları ve kişilikleri açısından yapması olağan işlerdir. Onların dünyaya hükmetme istekleri de teknolojide ileri gitmelerine sebep olmaktadır.

Yahudi Kimliği qqq

[Kur'ân-ı Kerîm'e göre Yahudiler bir türlü huzur ve güven zeminine oturtamadıkları devletlerine de soyundan geldikleri zatın ismini koyan ve Yahudiliği din olarak benimsemiş bulunan millet, tarihin akışı içinde edindikleri, nesilden nesile aktardıkları olumsuz vasıflar ve seciyeler sebebiyle genellikle diğer insanlar ve milletler için zararlı, itici, güvenilmez, egoist ve acımasız olarak bilinmiş, böyle değerlendirilmişlerdir.

Bugün dünyada, çifte standart kavramının en tipik örneğini de bu millet sergilemektedir. Sanatı ve kitle iletişim araçlarını kullanarak, kendilerine, İkinci Dünya Harbi yıllarında yapılan zulümleri bıkmadan, usanmadan gündemde tutan Yahudiler, vatanlarından, temel hak ve hürriyetlerinden yoksun bıraktıkları bir toplumun (Filistin halkının) hak talebini kan ve işkence ile bastırmakta, kendilerine yapılan zulüm olurken onların başkalarına yaptıkları hak ve adalet (!) sayılmaktadır. Endülüs'ten Kuzey Afrika ve Orta Doğuya kadar birçok bölgede tarih boyunca kendilerini acılardan, işkencelerden, katliamlardan korumuş ve kurtarmış, din ve vicdan hürriyeti temin etmiş Müslümanları bugün bu millet, baş düşmanı olarak ilân etmekte, arkasına süperleri alarak özellikle Müslümanlara zulmetmektedirler. Bütün bu davranışların bir tesadüf olmadığını anlayabilmek için Kur'ân-ı Kerîm'e başvurmak ve tarihleri boyunca Yahudi kimliğini oluşturan başlıca nirengi noktalarını buradan tesbit etmek faydalı olacaktır.

Kur'ân-ı Kerîm, Yahudiler için "Yahûd, Benî-İsrâîl, Ehlu'l-Kitâb, Ehlu't-Tevrât" gibi isimler kullanarak yüzlerce âyet sevk etmekte, bu milletin geçmişini, geleceğini ve ahlâkını bize tanıtmaktadır. Hiç şüphe yok ki iyi bir toplum içinde kötüler, kötü bir toplum içinde de iyiler bulunabilir. Ancak bir toplum hakkında hüküm verirken aza, müstesnalara değil, çoğa, hâkim nüfusa ve davranışa bakılacaktır:

"Onların çoğunun, inkâr edenlerle dostluk ettiklerini görürsün. Nefislerinin kendileri için önceden hazırladığı şey ne kötüdür: (Hazırlanan) Allah'ın onlara gazap etmesi ve kendilerinin azâb içinde kalıcı olmalarından ibârettir" [156]

"Onları grup grup yeryüzünde dağıttık. Onlardan iyi kimseler vardır, yine onlardan bundan aşağıda olanlar vardır; belki dönerler diye onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik."[157]

Bu millette çoğunluğu teşkil eden insan tipinin temsilî resmi Kur'ân-ı Kerîm'e göre şöyledir:

1. Nankördürler, şımarıktırlar, iyiliğe kötülükle mukabele ederler:

Bakara sûresinin özellikle 40-61. âyetlerinde Allah Teâlâ, İsrâîloğullarına sayısız nimetler bahşettiğini, bu cümleden olarak onları Firavun'un zulmünden kurtardığını, buzağıyı ilâh edindikleri hâlde onları bağışladığını, kendilerine yurt ve yuva verdiğini, yerden sular fışkırttığını, en güzel yiyecekler ile beslediğini... bildirmekte, bütün bunlara rağmen onların daima nankörlük ettiklerini, daha fazlasını, yahut kötü de olsa değişik şeyleri istediklerini, olmayacak şeylerin peşine düştüklerini, peygamberlerini üzdüklerini ifade buyurmaktadır.

 
2. Vefâsız ve sadâkatsizdirler, sözlerine güvenilemez:

"(Tevrat ile amel edeceğinize dair) sizden sağlam bir söz almış, Tûr'u üzerinize kaldırmış (şahit tutmuş), size verdiğimize sağlam yapışın, onda bulunanları daima hatırlayın, umulur ki korunursunuz demiştik. Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz..."[158]

Yahudiler döneklikleri, vefâsızlıkları sebebiyle maymuna[159], eşeğe [160] ve köpeğe[161] benzetilmişlerdir.

3. Hîleci ve ikiyüzlüdürler:

"Şimdi (ey müminler) onların (yahûdîlerin) size inanacaklarını mı sanıyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zümre Allah'ın kelâmını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif eder, değiştirirlerdi. İnsanlar ile karşılaştıklarında 'iman ettik' derler. Birbirleri ile yalnız kaldıkları vakit ise 'Allah'ın size açtıklarını (Tevrat'taki bilgileri), Rabbiniz katında sizin aleyhinize delil kılmaları için mi onlara anlatıyorsunuz, bunları düşünemiyor musunuz?' derler."[162] 

"Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi (Tevrat'ta bulunan, Son rasül ile ilgili bilgiyi) gizleyip onu az bir baha karşılığında değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir" [163]

"Yahudilerden bir kısmı, kelimelerin yerlerini değiştirirler, dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak (rasüle karşı belli belirsiz) 'işittik ve karşı geldik', 'dinle, dinlemez olası'... derler..." [164]

4. Zâlim, âsî ve hâindirler:

"Verdikleri sözden dönmeleri sebebiyle onları lânetledik ve kalblerini katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştirirler. Kendilerine öğretilen ahkâmın önemli bir bölümünü de unuttular. İçlerinden pek azı hariç onlardan daima bir hainlik görürsün. Yine de sen onları affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah iyilik edenleri sever."[165]

Zulüm ve isyanları için bir-iki ayet meali yeterli değildir, zikredilenlerin tamamı buna delâlet etmektedir.

5. Başkalarının zararına aldırmadan haksız ve ölçüsüz kazanç peşinde koşarlar, özellikle tefeci ve faizcidirler:

"Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri hâlde faizi almaları ve haksız yollar ile insanların mallarını yemeleri yüzünden kendilerine (daha önce) helâl kılınmış şeyleri haram kıldık ve içlerinden inkâra sapanlara acı bir azap hazırladık." [166]

6. Mü'minlerin en çetin düşmanıdırlar:

"İnsanların içlerinde, iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile şirk koşanları bulacaksın..."[167] 

7. Kendilerinin üstün bir millet, Allah'ın çocukları, seçkin kulları, dünyaya hâkim olmak için gönderilmiş bir topluluk olduklarına inanır veya böyle görünürler.[168]


8. Karakterleri, yapıp ettikleri sebebiyle kalbleri mühürlenmiştir, Allah'ın lânetine ve gadâbına uğramışlardır, maddî veya mânevî bakımdan daima zillet içinde olacaklardır.
[169]

9. Kibir ve gururlarına rağmen müminler hakkıyle karşı durur, savaşırlarsa yenilirler. [170]

10. Devamlı devlet ve hâkimiyet sahibi olabilmeleri, kötü huy ve davranışlarından vazgeçmelerine bağlanmıştır; vazgeçmedikleri müddetçe tekrar tekrar burunları yere sürtülecektir.

"Biz kitapta İsrâiloğullarına 'Sizler yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız' diye bildirdik.

Bunlardan ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar evlerin arasında dolaşarak sizi aradılar. Bu yerine getirilmiş bir söz (vaat) idi.

Sonra onlara karşı size tekrar galibiyet ve zafer verdik, servet ve oğullarla gücünüzü arttırdık, sayınızı daha da çoğalttık.

Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz. Artık diğer cezâlandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid-i Aksâ'ya girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler (diye, başınıza yine düşmanlarınızı musallat kıldık.)

Belki Rabbiniz size merhamet eder; fakat siz yine fesatçılığa dönerseniz biz de (cezalandırmaya) döneriz. Biz cehennemi, kâfirler için bir hapishane yaptık..."[171]][172] 


 

3-ÇEVRECİ SAĞLIKLI GELECEK

Sağlıklı ve güzel bir hayatın yaşandığı cennet gibi ortamın ve zamanın geldiği gelecektir. Çevrecilik Âdem aleyhisselâm’dan başlamıştır. Kur’ân-ı Kerim’de ilk defa çevre koruma işini ele alan kişinin İbrahim aleyhisselâm gösterilmektedir.[173]

Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem  ‘Hz. İbrahim aleyhisselâmın Mekke’yi haram kıldığını’ söylüyor ve ‘ben de Medine’yi haram kıldım’ diyor. Bunun anlamı şudur: Haram kılınan o iki şehrin otu yolunmaz, ağaçları kesilmez, hayvanları avlanmaz şeklinde bir yasak koyuyor. Bu bir çevreciliktir.

 [Eko-merkezcilik [174] ilkesine göre, insan ve diğer organizmalar ancak tabiat içinde ve tabiata bağımlı olarak yaşayabildiğine göre, ekolojik topluma geçilebilmesinin ve sürdürülebilmesinin şartlarından biri, artış hızıyla, tüketim düzeyiyle ve oluşturduğu atıklarla yaşamın fiziksel ve biyolojik altyapısını tahrip eden insan nüfusunun, organizmalar-çevre ilişkisinde belirli bir dengeyi sağlamasıdır.

Şimdiye kadar, toplum-tabiat ilişkisini bir hükmeden-hükmedilen ilişkisine dönüştürmenin araçlarını sunan bilimsel-teknolojik gelişmeler, içtimai denetimin demokratik mekanizmalarında süzüldüğünde, çeşitlilik, karmaşıklık, kendine yeterlilik, daha az enerjiyle daha niteliklinin üretimi, daha az kirlilik, yeniden kullanım ve geri kazanım gibi ekolojik toplumun ilkelerini gerçekleştirmenin maddi imkânlarını sunmaktadır. Bu çerçevede düşünüldüğünde, çevreciliğin sürdürülebilir toplum ideali çevreselliğin sürdürülebilir kalkınma ya da sürdürülebilir büyüme idealinden farklıdır.

Sürdürülebilir kalkınma, daha çok, çevre ile ekonomiyi ilişkilendiren ve etkinlik, verimlilik, çevresel kaynak kullanmada rasyonellik, yer seçimi vb. gibi ekonomik ilkelerin belirlediği bir çevreye duyarlı büyüme anlayışını yansıtır. Oysa, çevreciliğin sürdürülebilir toplum ideali, bireysel, İçtimai ve kültürel gelişmenin önünü açacak sektörlerde nitelikli büyüme dışında, büyümenin, nüfus artışının ve teknolojik ilerlemelerin sınırlarını dikkate alan, fiziksel, doğal ve ekolojik ilkelerin belirlediği ve sürdürülebilir kalkınmadan daha kapsamlı bir proje olan ekolojik toplum idealidir.

Çevreci ideolojide, her ne kadar ekolojik topluma şimdide geçilmesinin altı çizilse de, bu, bir yıkımdan kurtuluşa geçiş öngördüğü için, bir yandan diğer siyasal ideolojilerle benzeşen biçimde, bir 'gelecek' ütopyası geliştirildiği söylenebilir. Ama öte yandan, onlardan farklı olarak, çevreci ideolojide insanın potansiyelinin ve kapasitesinin sınırlılığının vurgulanıyor olması, bu toplumun gerçekleştirilmesi ile ilgili kuşkuların oluşmasına neden olur. Çevrenin yanında, insanın da maddi (fiziksel, biyolojik) sınırlılıkları nedeniyle gelişmenin ve ilerlemenin sınırlarına dikkat çekilirken, insanın, sınırlılığı da kabul edilmekle birlikte, bilinçsel (düşünce, etik, değer, sorumluluk) değişim potansiyeli ön plana çıkarılarak ekolojik topluma geçişin önü açılmak istenir.

Bu noktada iki temel sorun belirir. Birincisi, eko-merkezcilik çerçevesinde, insan (ve genel olarak organizmalar) -tabiat ikiliği terk edilmek istenirken, maddi/fizikî-ilmî/fikrî olan ikiliği yaratıldığı için, söz konusu ikiliğin ortadan kaldırılması bir yana, tersine, yeniden üretilme zemini hazırlanmaktadır. Kartezyen düşünüşün madde-bilinç, beden-düşünce ikiliği, insanı tabiattan ayıran insan-tabiat ikiliğine dayalı yaklaşımların belirleyenlerinden biri olagelmiştir. Bunu destekler içerikteki bir başka nokta, eko-merkezciliğin felsefi bir ilke olmaktan siyasal, ideolojik bir unsura doğru evrilme sürecinde bazı kırılmalara maruz kalmasıdır.

İdeologların ve Yeşil partilerin manifestolarında, insanın gereksinimleri, bireyin bilincinde, düşünce sisteminde, etik, değer ve sorumluluk anlayışındaki değişim, uygun ölçeğin aynı zamanda insanî ölçek olarak nitelenmesi, insanın gezegenin idare memuru olarak görülmesi ve dünyayı korurken insanların aslında kendilerini, kendi çıkarlarını korudukları ve çoğu insanın kendi çocukları için daha iyi bir gelecek istemesi gibi, insana vurgu yapan ifadeler öne çıkmaktadır. İnsan bir yandan yaşamın merkezinden alınmaya çalışılırken, diğer yandan ona, tabiatın bakıcısı olarak (tabiat ve bilinçlenmiş bakıcısı ikiliği) yeniden işlevsellik kazandırılarak ekolojik topluma geçişte kurucu bir rol yüklenmektedir. Bu, çevreci ideolojinin yaygınlaşması için tabiatının geri kalanına değil de insana yönelmenin kaçınılmazlığından kaynaklandığı kadar, insanın biyolojik sınırlılıkları-bilinçsel değişim potansiyeli ayrımı ile de beslenmektedir.

Bu ayrıma bağlı ikinci sorun, ekolojik topluma geçişle ilgilidir. Çevreci ideolojide bireylerin düşüncesindeki değişim abartılarak, ekonomi gibi maddi yapıların etik/bilinç değişimi ile dönüştürülebileceği varsayılır. Kapitalist toplumun sorunlarının nedenleri endüstriyalizme indirgendiği için, etik, bilinç, ideoloji değişimi endüstri toplumunu ekolojik topluma dönüştürmenin ana dinamiği olarak ele alınır. İçtimai biçimlenmenin bileşenlerinden biri olarak ideoloji önemlidir, ama ideolojik değişim karmaşık ve çok boyutlu İçtimai bütünlüğü değiştirmeye yeterli midir? Örneğin, kapitalist birikim süreçleri terk edilmeden, ideolojide değişimle ekolojik toplumun gerçekleştirilebilmesi mümkün müdür?

Çevreci ideolojide kapitalizme ve sosyalizme eşit uzaklıkta durulur, her ikisinin de ekolojik ve, içtimai krizlere yol açtıkları savunulur ve çıkış bir dönüşümde, ekolojik topluma geçişte görülür. Serbest pazar ekonomisi eleştirilir ama kapitalizmin yıkılması gerektiğine dair bir tartışmaya yer verilmez.

pratikte nasıl bir değişim doğuracağı, geri ye kalan bilinç değişikliğinin ise ekolojik topluma geçişi nasıl mümkün kılacağı sorusu, çevreci ideolojide cevapsız kalmaktadır. Kuşkusuz, yukarıda belirtildiği gibi, çevreci ideolojide her soruya cevap oluşturulduğu iddiası yoktur. Ama topluca bir yıkıma karşı çözüm olarak sunulan çevreci ideoloji, dönüşüm mekanizmalarının yetersizliği ölçüsünde kendi tarihinin başladığı yere dönmüş olmaktadır: Toptan bir yıkım.][175]

Gelecekte toptan yıkım olmazsa herkes çevreci, çevreci teknolojiler, geri dönüşüm, kontrol altına alınır. Her şey maksimum çevreci olacak şekilde yapılandırılmaya çalışılır. Yukarıda anlatılanlara bakılınca çevreci gelecek mümkün görünmemektedir. İnsanın tabiatındaki hırsın ve menfaat ilişkisi düzeyinde yıkımın olma sebeplerini oluşturmakta gayreti daha çok görülmektedir.


 

4-KÜRESEL EKONOMİK SİSTEM

Gelecekte olması düşünülenlerden biride şirket vatandaşlığı, özelleştirme, küresel pazarlar, karlılık, .... çok uluslu şirketlerin egemenliğidir. Yani ekonomik sistemin emperyalist düzen sahiplerinin emellerine hizmet edecek sistemlerin hayata geçirilmeye çalışılmasıdır. Görünüşte bütün insanlığı bir havuzda toplayıp bir köy haline gelmesidir.

Küreselleşme İslamî açıdan uygun görülmemektedir. Çünkü Allah Teâlâ kulların birbirleri anlaşmaları için ayrı kabileler, fikirler, mezhepler vb. olmasını uygun görmektedir.

“Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz, Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınanızdır. Allah bilendir, haberdardır.” [176]

İslâm’ın geniş perspektifi[177] diğer hayat, fikirler ve ideolojileri  “Dinde zorlama yoktur; Artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.” [178] ilkesi ile onlara hayat hakkı tanır. Emperyalist sistemin görüntüsü olan küreselleşmeyi köleleştirme ile aynı görmektedir. Küreselleşme sömürmenin bir başka adıdır. Özgürlüklerin kaybolduğu bir geleceğe karşı tek engelde ancak İslam’ın olduğu anlaşılmıştır.

[Meselâ, kul hakkı dediğimiz bir temel düstur var.

Kul nedir, öyleyse?

Görünürler (phenomene) dünyasında varolmayan bir yetki merciine bağlanma, bunun sonucunda dünyevî bir makamın, güç odağının sorusuz sorgusuz kölesi olmama durumudur. Demek ki bir toplumsal adalet ilkesi olup İslam’ın kaçınılmaz kuralıdır. Markscılık bu ilkeyi İslâm’dan aşırıp içini maneviyâttan boşaltmıştır. Nasıl Luthercilik, dince Müslümanlıktan esinlenmişse, benzer biçimde, Markscılık dahi bizlere İslâmî etkiler ile unsurları yansıtmaktadır. Bunların başında emek ile alın terine dayanmayan gelir ile kazancın haram sayılması ve kul hakkının dokunulmazlığı gelmektedir. Bahsettiğimiz iki ilke, insanın insanı kul kılması ile sömürüyü yasaklayıp sonuçta toplumsal adaleti gündeme sokup yaşatmaktadır. Toplumsal adalet, İslam’ın temelidir. Namaz, oruç gibi bilcümle ibadetlerse, dünyanın en zor işi olan kul hakkını yememek için tesis olunmuş talimlerdir. Her ibadet insanı kul hakkını yememe disiplini ile tutarlılığına götürme maksadına matuftur.][179]

 [İslam inkılâbı, liberalizma ve kapitalizma, faşizma ve nazizma, sosyalizma ve komünizma gibi, bugüne kadar tatbik mevzuu olmuş içtimai ve iktisadi mezheplerin her birini, hiçbirine üstünlük vermeden masaya oturtur ve onlara şöyle mukabele eder:

‘Her birinizin, bütünü kucaklayamadan, ayrı ayrı ve parça parça bazı haklarınız ve hakikatleriniz vardır ve her birinizin ayrı ayrı ve parça parça arayıp da bulamadığınız hakikat, birer bütün halinde İslamiyet’tedir.

İslamiyet’in bunlardan hiç birine tabi olması ve hiç birine kendi ismini ilave etmesi mümkün değil; ancak bunlardan her birinin öbüründe kaybetmek istemediği hak ve hakikatle beraber hepsinin birden hesabını tekeffül edici külli mizanın tahkik ve tefahhusu[180], ancak İslamiyet içinde kabildir.][181]

Gelecekte hakiki manada yüksek hayat ilkesinin insanlığın hizmetinde olduğu düşünülecekse aranması gereken hususlar için dinimizin değerlerini sisteme oturtmak gerekecektir. Çünkü İslam iktisadi değil, ahlaki endişelere ve değerlere dayanır. Ekonomik hayatı tanzim edenler, maddeci olmaktan çok, ruhâni, otoriter ve sorumlulukları tamamen yüklenmiş bir davranışa sahip olmalıdır.

Genel olarak, insanın kaplayıcı faaliyetinden ziyade, Allah Teâlâ’nın iradesine bağlı fedakârlık olduğu şeklinde düşünülmelidir. Mesela faiz sisteminin yasaklanması ve herkesin zekât vermekle yükümlü olması hassasiyeti ile insanların bilinçlenmesi gibi. Bu nedenle Hz. Ebubekir radiyallâhü anhın zekât için savaş ilan etmesi unutulmamalıdır.

İslam’ın özel mülkiyete karşı çıkmadığı herkesin de bazı bakımlardan, yüce bir hakkı olduğunu kabul eder. Normal şartlar ile nizamını devam ettiren milletin hayat seyrinde sömürüye götürecek komplo düzenlerini de bertaraf etmektedir. [Küreselleşmede ise iç güçle, milli imkânlarla sağlanan kalkınmayı diğerlerinden ayırma yönündeki güçlü iddialarını büyük ölçüde yitiren milli ekonomiler arasındaki ilişkilerin yapısında hızlı ve yeni bir değişme olduğu, yerel ekonomik yönetim stratejilerinin, yerel dışında yetersiz kaldığından bahseder. Buna göre enternasyonalizm, içerisinde teknolojinin ve karşı konulmaz piyasa güçlerinin küresel sistemi dönüştürdüğü milli sınırları, bir gel-git gibi silip süpürür. Yurtdışı şirketler ve Dünya Bankası ve IMF gibi küresel hükümranlık örgütleri, coğrafi konumlarına ve tercihlerine aldırış dahi etmeden bütün ülkeleri birbirine benzemeye zorlar. Böyle bir yaklaşımın tabii sonucu, radikal alternatiflerin söz konusu olmadığı, Margaret Thatcher'ın, unutulmaz özdeyişindeki gibi, “başka çaremiz yok” dayatmasını ileri sürer.

Bilinmesi gereken kapitalizm hep değişen bir sistem oluşudur. Acımasız küresel sermaye egemenliğinin bozguncu oluşunu unutmamalıyız. Aslında üresel ekonomiyle bütünleşmek, sözde mucize ekonomiler için dahi, zorunlu bir son değildir. Fakat fikir dayatmaları ile bunun olması için uğraşanlar art niyetliliktir.

Kapitalizm, daima bir küresel sistem olmuştur. Ekonomi tarihçileri, bu güne de bu perspektifle bakmamızı ister. Dünya ekonomi politiği, yüz ya da yüz elli yıl öncesinden daha küresel değildir. Kapitalist mantığın, sosyal yaşamın her alanına yönelik bugünkü saldırısı, devletin, kapitalist sistemin birikim modellerine karşı yurttaş sadakatini geliştiren meşrulaştırma işlevlerinin birçoğunu da sakatlamıştır.

21'nci yüzyılda küreselleşme hayaletinin elimizi kolumuzu bağlamasına izin vermemesi için güçlü olmak gerekir.

Küreselleşmeye karşı dengeye ihtiyacımız vardır; ekonominin, emekçilerin rekabetçilik, serbest piyasa için fedakarlıklara ihtiyacımız vardır. [182]

5-MİLLİYETÇİ TOPLUMLAR

 qqqGelecekte ülkelerin aşırı milliyetçi yönetiliyor olması, tutucu, gelenekçi, sansürler, vs. ülkeler birbirlerinden kopması. Ve ülkeler arası dayanışma yok olup, şehir devletlerine dönüşmesidir.

[Milliyetçilik hem bir duyguyu hem bir içtimâi hareketi hem de bir ideolojiyi anlatmak için kullanılan bir kelimedir. Milliyetçilik kavramı millet gerçeğinden hareket eden bir fikir akımı ve çağımızın da geçerli bir sosyal politika prensibidir. 

Milliyetçilik tanımı millet tanımında olduğu gibi tartışmalı bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Her milletin milliyetçilik anlayışı farklı olduğundan dünyada ne kadar milliyetçilik akımı varsa o kadar milliyetçilik anlayışı vardır. Değişik içeriklere bürünen milliyetçilik akımlarını biçimlendiren kıstaslar; sosyal bünye, gelenek, kültürel tarihiyle toplumun coğrafi yönü milli karakteridir. Bu nedenle Milliyetçilik hakkında ilmî açıdan üzerinde fikir birliğine varılmamıştır. Milliyetçiliği inceleyen bilim adamlarının söz birliğine vardıkları tek nokta ise milliyetçiliğin doğasının karmaşıklığı ve milliyetçiliği tanımlamanın güçlüğüdür.

Milliyetçilik ideolojisinin kökenlerini, bir duygu ve inanç birikimi olarak milletlerin oluşum sürecine ve hatta tarihin en derinliklerinde yaşanmış ilk biz ve öteki ayırımına kadar götürmek mümkündür. Bugün dünyanın pek çok yerinde çatışmalar kimlik mefhumu üzerinde düğümlenmektedir. Bu çatışmalar güçlerini kültürel kimliğin muhakkak bir siyasal kimliğe denk düştüğü varsayımından alır. Geçmişte bir yerlerdeki saf, bozulmamış bir kültürel öze atıfta bulunarak kendilerini insanlara dayatırlar. Kimliğin düşsel çekiciliği ideolojik ve siyasal bölünmeleri anlamsızlaştırır.

Etnik kimlik kendini şiddetle ifade ederek bir ulus karşıtlığına kapılıyor, ulusal aidiyet bilincini aşındırıyor ve ulusallık meselesini yabancı düşmanlığı ve aşırı milliyetçilik olarak algılayarak kendi karşıtını güçlendirmeye hizmet etmeye başlıyor. Ulusal boyutun etnik kimlikler tarafından şeytan ilan edilmesi milliyetçiliği hem ulusal boyutta hem de etnik milliyetçilik esasında yayarak meşrulaştırıyor.

Milliyetçiliğin bu tarih şuuru üzerinde yükselen bir fenomen olması ise onun sürekliliğini ve her daim güçlü bir konuma sahip oluşunu açıklar. Milliyetçilik ve milli devlet kendilerini tarihselliğin üzerine inşa etmiş olmakla beraber asıl önemlerini modern çağ ile birlikte kazanmışlardır. Yani milli devletler, milletler ve milliyetçilik modern olgular olarak kabul edilmektedirler. Fransız İhtilali ile ortaya çıkmışlar ve varlıklarını günümüze değin taşımışlardır. Milletler ve milliyetçilik kapitalizmin, endüstriyalizmin, bürokrasinin, kitle iletişiminin ve sekülarizmin özgün koşullarının birer ürünüdür.

Pek çok insan dünyanın dört bir yanında patlak veren etnik çatışmalar ve milliyetçilik karşısında şaşkına dönmüş durumdadır. Oysa onlar etnisite[183] ve milliyetçiliklerin hızla yok olacağına inanılıyordu. Fakat öyle olmadığı görülmektedir. Etnik çatışmaların, milletlerarası savaşların, soykırımların yaşandığı bir dünyada milliyetçiliğin sonunun gelmediği çok açıktır. Milliyetçiliklerin terör ve yıkım yaratma kapasitesine rağmen milli devletler ve milliyetçilik modern çağın, en gerçekçi sosyokültürel çerçevesi olmaya devam etmektedir. Milli kimlik, pek çok kişi için önemini korumakta ve kültürel olarak kendini tanımlayabilmenin en kapsamlı ifadesi olarak görülmektedir. Milli devletler ise küreselleşme-yerelleşme kıskacında ayakta kalabilmek için insanlığın bulabildiği en gerçekçi yapılar olmaya devam etmektedirler.

Bugün ulus devletler kendilerini hem çok-kültürlülük ve küreselleşmeye hem de yerel dirençlere ve etno milliyetçiliğe karşı savunmak zorunda kalmaktadırlar. Bu da milli kimliğin her zamankinden daha savunmacı bir hal almasına ve milliyetçiliğin ulus devlet sathında popülerleşerek kendini yeniden üretmesine yol açmaktadır.

Milliyetçiliğin bugün yeniden gündeme oturması ancak onun tarihselliği dikkate alındığında açıklanabilir. Eğer milliyetçiliği sadece / sıradan bir ideoloji olarak ele alınırsa o zaman yalnızca kendisine popülerleşebilecek bir neden bulabildiğinde, belirli içtimâi gruplar tarafından benimsendiğinde kök salabilir olduğunu iddia edilmektedir. Ancak milliyetçilik sadece / sıradan bir ideoloji değildir. İdeolojiden öte bir şeydir. Milliyetçilik gücünü, kendisini kültürel ve tarihsel bağların üzerine inşa etmesinden alır. Millet ve tarih arasındaki ilişki bakımdan önemlidir. Bir milleti oluşturanlar ortak bir tarih içinden gelmiş olmasalar bile kendilerini ortak bir tarihe sahip olarak görebilirler veya gerçekten ortak bir tarihe sahip olsalar bile gruplar kendilerini birbirlerinden ayrı sayabilirler. Sübjektif anlamıyla tarih-millet ilişkisine “tarih şuuru” da denilebilir. Tarih şuuru milleti oluşturan bireylerin kendi tarihleri hakkındaki fikirleridir. Bu fikirler bazen gerçek tarihle uyuşabilir veya bazen gerçek tarihle uyuşmayabilir. Fakat milleti oluşturan bireylerin milli bilince sahip olabilmeleri, tarih şuuruna sahip olmalarına bağlıdır.

Kısaca bugün içinde yaşadığımız Dünya’da küreselleşmenin yarattığı dönüşümün ve değişimin etkisiyle, etnik, ırksal, dinsel, cinsel, sınıfsal, kültürel farklılıkların altı daha kalın çizgilerle çizilmektedir. Bu nedenle toplumlar ve bireyler özgünlüklerini ve özgürlüklerini korumak için çok daha fazla çaba harcamak zorunda kalıyorlar.

Farklılıkların altının bu denli kalın çizgilerle çizildiği, biz ve öteki ayırımının eskisinden çok daha derin ve şiddetli bir biçimde hissedildiği bugünlerde milliyetçilik kendisini diğer ideolojilerden çok daha fazla hissettiriyor ve öne çıkıyor. Milliyetçilik en çok tartışılan, en çok savunulan ve en çok karşı çıkılan ideoloji olmayı başarıyor.  ][184]

Ancak milliyetçilik sınırını aşarak her şeyin üzerine çıktığı zaman olumsuzluklarda oluşturmaktadır. Milliyetçiliğin faşizm diktatörlüğüne dönüşmesi ile olan bir milliyetçi gelecekte sorunlardan başka bir şeyde üretmeyeceği görülmüştür.

Allah Teâlâ  Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır.” [185] buyurarak asıl değerin Allah Teâlâ’yı bilmek ve onun dininin emirlerine tabi olmak olduğunu bildirmiştir. Milliyetçi bir geleceğin faydasız olması düşünülemez. [yarınki insanlığa örnek olacak değerler elbette anlaşmazlık içinde doğamazlar, bir düzen içinde doğabilirler. Milliyet bu düzenin en şuurlu koruyucusudur. Soy birliği, toprak birliği, emek birliği gibi toprağın ve topraktan fışkıran hayatın zaruretleri, dil birliği, dilek ve vicdan birlikleri gibi yeni birlikler doğurdu. Biz bu birliklerin yalnız birisine bağlanıp öbürlerini çiğneyerek, bundan içtimaî hakikatler çıkarmak isteyen ilim ve zekâ simsarlarının menfaatlerine âlet olmakta gerekli değildir. Belki bu birliklerin, hep birlikte millet dediğimiz arzla ve insanlıkla anlaşabilen bir zümreyi doğuracaklarına inanmak gerekir. Ancak yüzünün biçimi ve bedeninin yapısı benimkine benzemeyen, benim yaşadığım toprakların derdiyle yaşamayan ve bu topraklarda yetişmeyen, benimle birlikte bu topraklara ve bu tarihe emeğini ve kanını vermeyen, benim dilimi konuşmayan, benim inandıklarıma hiç inanmayan insanlarla beraber, ben bir millet olunamayacağı da unutulmamalıdır.][186]

Fakat yalnız onunla iktifa edilerek hareket edilmesi de yanlışları doğuracağı kesindir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem  Veda Hutbesinde buyurdu ki;

“Ey insanlar! 

Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem'in çocuklarısınız, Adem ise topraktandır. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah'tan korkmaktadır. Allah yanında  en kıymetli olanınız O'ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse, sizi Allah'ın kitabi ile idare ederse, onu dinleyiniz ve itaat ediniz.  Kimse kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba, oğlunun suçu üzerine, oğlu da babasının suçu üzerine  suçlanamaz.

 

 

TOPLUMLARIN ÇÖKÜŞÜ

Toplumların çöküşünü hazırlayan iç, dış, maddî ve manevi sebeplerin birinin oluşmasıyla tetikleme etkisiyle uzun ve kısa vadede çöküş gerçekleşir. Bu gerçekleşen faktörün haklılık oranı ile çöküş birbirine paralel olunca suçlu ve suçsuz aranmasında gerek duyulmaz. Çünkü toplum artık el değiştirmiş veya yok olmuştur. Tarihte çöküş neticesi toparlanma zor olurken günümüzde çökmede toplum kimliğinin değişimi ile görülmektedir. Çünkü yok olma faktörleri için tam kaybolma görülmez. Ancak çöküş sonucu erime ve asimile olarak yeni bir oluşum içine düşüş gerçekleşir. Artık buradan çıkış yolunda kültür ve usullerin denenmesi terk edilmek mecburiyeti vardır. Belki inanç konusunda tam olarak bir değişim olmasa da kendi içinde tahrip veya başkalaşım türünden reformist bir alana düşer. Bu ise toplum bilinçaltının çöküşe karşı verdiği tepkidir. Geçmiş, gelecek için kötülenmeye tenkit edilmeye başlanır. Çöküşün suçlu mantık açısından geçmişin kendisidir. Hakikatte geçmişin suçu olmadığı ve gelecekteki toplumun da aynı hal üzere devam ettiğinde çöküş yine olacaktır.

Toplum çöküşü için nedenler sıralansa çok şeyler söylenebilir. Nedenler içerisinde savaş, terör, suç, kötülük, yozlaşma vb. şeyler en önemlisidir. Sırasıyla inceleyelim

a-Kötülük

[Kötülük, canlı varlıklara acı ve ıztırap veren şeyleri ifade eden bir kavramdır. Hırsızlık, yalan söyleme, öldürme, tecavüzler, terör, gibi canlıların acı çekmesine sebep olan ve kötülük olarak değerlendirilen birçok olgu vardır.

Geleceğin huzursuz olması konusunda insanların dilekleri olmadığı halde bir şekilde baş gösteren bu olgulara kendince nedenler arar. Bazen soruların cevabını bulmakta aciz kalınca suçlu olarak Allah Teâlâ’yı dahi görür.

“Allah Teâlâ bizim acı çekmemizden hoşlanıyor mu?”

Yaşadığımız dünya, her şeyi bilen, her şeye kadir ve mutlak iyi bir varlık tarafından yaratılmışsa, var olan kötülük nereden gelmektedir?

Allah Teâlâ, mutlak kudreti ile var olan kötülüğü ortadan kaldırabilir mi?

Allah Teâlâ, mutlak iyilik niteliğine sahipse, niçin kötülüğün varlığına müsaade etmektedir. Kötülük ve her şeye kadir, her şeyi bilen ve mutlak iyi bir Allah Teâlâ ’nın varlığı arasındaki ilişki dikkate alındığı zaman ortaya çıkan sorunlar nasıl çözülebilir?

Sorularını sormaktan kendini alamaz. Birçok düşünürün zihnini meşgul eden bu sorular bize kötülük sorununun ne olduğuna ilişkin fikirler vermektedir. Kötülük sorununa dair çözümlere baktığımız zaman, bu çözümlerin var olan kötülüğü, insanoğlunun özgür iradesine dayandırdıklarını görebiliriz. Ahlaki kötülüğü insanoğlunun sahip olduğu özgür irade ile açıklamaya çalışmak oldukça makul bir düşüncedir. Çünkü insanoğlu sahip olduğu özgürlüğü, bazen yanlış yönde kullanabilmektedir. Özgür iradenin yanlış yönde kullanılması, ahlaki kötülüğün ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Özgür irade sonucu ortaya çıkan kötülükten dolayı Allah Teâlâ sorumlu tutulamaz. Allah Teâlâ, sahip olduğu lütuf gereği insanoğluna “özgür irade”yi bahşetmiştir. Böyle bir lütuf insanoğlu tarafından yanlış yönde kullanılabilir. Özgür irade sonucu ortaya çıkan “kötülük” olgusu her şeye kadir, her şeyi bilen ve mutlak iyi bir Allah Teâlâ ’nın varlığı aleyhinde delil olarak kullanılamaz. Çünkü insanoğlunun sahip olduğu bu irade her zaman kötü olan şeylerin ortaya çıkmasına sebep olmamaktadır. Nitekim insanlar sahip oldukları bu irade ile iyi olan şeyleri de yapmaktadır. Genel olarak baktığımız zaman özgür iradelerini iyi yönde kullanan insanların kötü yönde kullanan insanlardan daha fazla olduğunu görebiliriz. Bu nedenle “kötülük” olgusunu temele alarak Allah Teâlâ ’nın sahip olduğu bazı niteliklerin mükemmel olmadığı ya da her şeye kadir, her şeyi bilen ve mutlak iyi bir Allah Teâlâ ’nın var olmadığı sonucuna varamayız.][187]

b-Suç

qqq[Suç, toplumlarda insanlar arası ilişkileri bozan, toplum içindeki dayanışmayı zayıflatan ve toplumun sosyal yapısını temelinden sarsan bir sosyal problem olarak tarihin ilk dönemlerinden itibaren, araştırmacıların dikkatini çekmiştir. İnsanlar neden suç işlerler sorusu, yüzyıllar boyu düşünürleri, yöneticileri, sosyologları, hukukçuları, bilim adamlarını yakından ilgilendirmiş ve hâlâ da ilgilendirmektedir.

Suç, cihanşümul bir gerçektir.

Toplumların gelişimi incelendiğinde, her türlü sosyal yapıda suçun her zaman var olduğu görülür. Bütün insanlığı ilgilendirmesi yanında, suçu oluşturan fiiller, toplumdan topluma ve aynı toplumda da zaman içinde farklılık gösterebilirler. Bir toplumda suç olarak kabul edilen bir davranış, başka bir toplumda suç olarak tanımlanmayabilir.

Durkheim'in suçun yararlılığı konusunda dikkat çekici yaklaşımları olmuştur. Durkheim'e göre suç, normal bir sosyolojik olaydır ve kendisine özgü bir açıklık ve enerji belirten kolektif duyguları ihlal etmektedir.

Suçun toplum açısından çok önemli üç özelliği vardır.

Birincisi, suç normaldir, çünkü içinde suç işlenmeyen bir toplum imkânsızdır.

İkincisi, suç zorunludur, çünkü suçların ihlal etmekte olduğu duygular, bütün kişilerin vicdanlarında vardır ve bunun tersi olan duyguların kişilerin vicdanında yerleşmesine imkân yoktur. Böyle bir durum gerçekleşmiş olsa idi, suçluluk ortadan kalkmaz, sadece biçim değiştirmiş olurdu.

Üçüncü ve son olarak da suç yararlıdır, çünkü suçun bulunmadığı bir toplumda, mutlak bir durgunluk var olacak ve o toplumlar oldukları yerde ve halde kalacaklardır. Bundan dolayı da suç, en önemli sosyal değişim aracıdır. Suçun neden ve sonuçlarını inceleyen birçok bilim adamı farklı teoriler geliştirmişlerdir.][188]

c-Terör

Terör ve terörizm konularında farklı yaklaşımlar sergilenmekte ve birçok şekilde tanımlanmaktadır..

“Terör; baskı, cebir ve şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, devletin niteliklerini, siyasi, hukuki, sosyal, ekonomik düzenini değiştirmek, devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmak, varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylemlerdir”

Terörizm

Terör, tarih boyunca var olan bir geçektir. Terörizmin günümüz şartlarında sıcak savaşların yerini aldığı bir gerçektir. Muhtemelen gelecek yüzyıllarda da varlığını hissettirir bir şekilde sürdürecektir. Bu nedenle teröre göz yummayı ve terörü beslemeyi değil, teröre karsı daha sıkı tedbirler almayı gerektirir. Dünya’nın soğuk savaş sonrası tek kutuplu bir hale bürünmesi, Amerikan emperyalizminin ve sömürgeci Avrupa zihniyetinin 3. Dünya ülkeleri üzerinde yarattığı baskı ve bunalım terör faaliyetlerini körüklemiştir.

Teknolojinin son yüzyıldaki inanılmaz gelişimi ile adını ve amaçlarını duyurmak isteyen terör örgütleri, kitle iletişim araçlarının da sağladığı yüksek imkânlar sayesinde dünyanın herhangi bir yerinde kanlı faaliyetlerini gerçekleştirebilmektedirler. Ancak terörizmin dış kaynaklardan beslenmeden varlığını sürdüremeyeceği de apaçık ortadadır. Bu durumda devletlerin terör örgütlerini siyasi amaçları için kullanmaktan vazgeçip kararlılıkla mücadele etmesi gerekmektedir. Bu, bir veya iki devletin verebileceği bir savaş değildir. Uluslar arası anlaşmalar, birlikleri sadece yazı üstünde değil fiiliyatta da kendini göstermelidir. Aksi takdirde terör örgütlerinin yöntem ve hedeflerine bakıldığında, tesiri çok daha yüksek saldırıların ve önüne geçilemez bir kıyımın kaçınılmaz olduğu görülmektedir.

Bu nedenle kötülük çağrışımı yapan şeylerin neticesinde hüsran ve azap tehdidi ile karşılaşan insanoğlu için faydayı gerekli kılan bir özelliği de yoktur. Yani terör ile muvaffak olacağını sananların kazançları ilk anda bir getiri sunsa da sona doğru mağlubiyetten başka bir çıkarımı olmamaktadır.

 [Terörizm kavramı, terör yöntemlerinin siyasi bir amaçla örgütlü, sistemli ve sürekli bir şekilde kullanılmasını benimseyen bir strateji olarak terör kavramından ayrılmaktadır. Terör terimi, dehşet ve korkuyu belirtirken terörizm, bu kavrama süreklilik ve siyasal içerik katmaktadır. Buradan hareketle terörizm,

“Savaş ve diplomasi ile kazanılmayan sonuçları elde etmek, korkutmak ve itaat ettirmek için bir teoriye, felsefeye ve ideolojiye dayanılarak siyasi maksatlarla, iradi olarak terör ve şiddetin sistemli ve hesaplı bir şekilde kullanılmasıdır”

Terörizmin temel amacı, bir davaya veya siyasal anlaşmazlığa dikkat çekilmesidir. Bu “dikkat çekme” şiddet eylemleri neticesinde toplumda oluşturulan korku ve dehşet havası ile sağlanmaktadır. Kitle iletişim araçlarının sağladığı imkânlardan da yararlanan terörizm, yarattığı korku ve dehşet ile bir bakıma topluma; “Benden yana mısın, değil misin?”, “benden değilsen düşmanımsın”, “düşmanımsan hedefimsin”, “senin yaşama hakkın yoktur.” şeklinde belirtilebilecek “taraf olma” çağrısında bulunmaktadır.

Terörizm, bu dramatik çağrılar ile insanlara tarafsız olma hakkını yasaklamakta, onların zihinsel ve duygusal masumiyetini yok etmekte, şiddet ortamına çekmekte ve toplumun şiddet yoluyla siyasallaşmasına, kutuplaşmasına yol açmaktadır. Toplumdaki kutuplaşmalar da zihinsel ve duygusal yönden bölünmüş “çatışan tarafları” ortaya çıkarmaktadır. Çatışan tarafların ise toplumun birlik ve bütünlüğünü bozacağı, dolayısıyla terörün amacına hizmet edeceği açıktır. Terörizmin benimsediği bir diğer amaç, kargaşa yaratarak toplumun direnme gücünü kırmak, yerleşik sosyal ve siyasal düzenin arkasındaki halk desteğini şiddet yoluyla zayıflatmaktır.

Terörizmin bazı güçler tarafından birtakım siyasi ve ekonomik çıkarlar sağlamanın da aracı olarak kullanıldığı dikkate alındığında amaç oldukça farklılaşmaktadır. Bu gibi durumlarda terörizmin amacı, bir kazanım elde etmek maksadıyla hedef alınan ülke ve toplumda belirli ortamların oluşmasına aracılık etmektir.

Stratejik öneme sahip ülkelerin terör ortamında tutulmasında, hedef olarak seçmiş devletler ve birtakım güçlerin çıkarları açısından zaruret bulunduğu, terörün amacının da sadece bu ortamın devamını sağlamak olduğu değerlendirilmektedir. Bu nedenle terörizm, bir siyasi mücadele aracı olmaktan çıkıp, bir ülkenin bir başka ülkeyi zayıflatmak ve istikrarsızlaştırmak için kullandığı bir araç haline gelmektedir. Öte yandan terörizm kitlelere yönelik hedef gözetmeyen şiddet eylemleriyle, toplumun güven duygusunu ortadan kaldırarak, halkın can derdine düşmesini ve olaylara tepkisiz kalmasını amaçlar. Böylece kitleler terörizme karşı duyarlılıklarını yitirir, teröre alışır ve devletle toplum arasında güven açısından büyük bir uçurum oluşur.

Terörizmin bir başka amacı da; baş eğdirmek, itaat ettirmektir.

Terörizmin bu türü, terörist örgütlerce kendi üyelerine ve etkilemek istedikleri halk kesitlerine uygulanabilmektedir. Terörist gruplarca amaçlanan; yandaşlar kadar “seyircilerin” de itirazsız baş eğmeleri, “hedef kitlenin” emredileni yapmasıdır. Etkilenmesi amaçlanan bireylere ikinci defa düşünecek zaman ve aksine davranabilecekleri alan bırakılmaz. Amaç, “hedef kitleyi” yıldırmak, yönlendirmek ve yönetmektir.

Bu nedenle vurgulanması gereken, terörizm ile mücadelenin, bu tehditlerle karşı karşıya kalan ülkelerin tek başına gerçekleştireceği çabalarla tam ve sürekli bir başarıya ulaşamayacağıdır. Bu sorunlarla etkin bir mücadele yürütmek için demokratik ülkeler arasında geniş kapsamlı bir işbirliği ve dayanışmaya ihtiyaç bulunmaktadır.][189]

Açıklamasını yaptığımız terimlerden çıkan gelecek tipleri içinde olması en dehşetli korkunç ve ilkel olanı da terör ve savaşlar içinde geçen yıllardır. Bu anlatılması ve yaşanması en sıkıntılı olan dönemdir. Bu nedenle geçmişte tedbir almak ve eğitim ile önüne geçilmesi öngörülmektedir. Ancak siyasi, jeopolitik ve stratejik farklılığı olan ülkeler için kaçınılmaz gelecek olmaktan ayrı kalmadığı bilinmelidir. Ortadoğu tarih boyunca ve gelecekte bu savaş, suç, kötülük ve terörle beraber olacağıdır. Allah Teâlâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de bildirdiği rasüllerinin çoğunluğunu buraya göndermesi de bu gelecek sendromun açık işaretidir. Her ne şekilde olursa olsun insanı dehşete düşüren bu zülüm şubelerinden sakınmak gerekir. Örnek verecek olursak teknolojik yönden ileri bir seviyede olan Hz. Süleyman aleyhisselâmın Sebe Ülkesi ile olan ilişkisinin aktarıldığı ayetlerde, savaştan ziyade diplomatik yollara başvurduğu görülmektedir. Zaferlerini, askeri güç kullanmadan, anlaşma ve barış yollarıyla, masa başında elde etmektedir. Elçiler ve mektuplar göndererek uzlaşı yolları aramaktadır.

Sebe Melikesi'nin, aldığı bu önemli mektup hakkında hemen yanındaki yöneticilere fikirlerini sorması, onun yaşadığı sistemin diktatörlük değil, bir meclise sahip demokratik vasıfta bir yönetim olduğunu göstermektedir. Melike, önde gelenlerden fikir sormakta, onların tecrübelerinden faydalanmaktadır.

“Dediler ki: "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen (biz uygularız)” [190]

Bu ayette Sebe Melikesi'nin Hz. Süleyman aleyhisselâmdan gelen mektup konusunda ne yapılması gerektiğini askerlerden oluşan bir meclis ile istişare ettiği anlaşılmaktadır. Askerlerin verdiği bu cevaptan ise söz konusu meclisin Sebe Melikesi'nin tam yetki ve emri altında hareket ettiği anlaşılmaktadır.

“Dedi ki: "Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar.” [191]

Burada Sebe Melikesi'nin Hz. Süleyman aleyhisselâmın karşı konulamaz gücünü çok iyi tanıdığı tekrar anlaşılmaktadır. Süleyman aleyhisselâmdan gelen çağrı karşısında teslim olmaktan başka çaresi olmadığını anlamakta ve bunu ifade etmektedir.


 

Toplumların çöküş aşamaları

Hayatın ve insanlığın değersizleştiği dönemlerin gelişi ile kaos ortamlarının her yeri kaplaması ve fesadın yayıldığı gelecekte toplumların çöküşüdür..

[Toplum, insanın muhafaza ve gelişmesine yönelik belli amaçları, sosyal güçler yardımı ile uygun zaman ve zeminde gerçekleştiren, kendi kendine yeterli grup ve kurumların bir bütünüdür. Daha açık bir ifadeyle toplum, belirli bir coğrafyada yaşayan, sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için etkileşen ve ortak bir kültürü paylaşan çok sayıdaki insanın oluşturduğu birlikteliğin adı olarak tanımlanmaktadır.

Toplum hayatı, insanların belirli bir amaç etrafında birleşmelerinin sonucudur. Şekilsiz ve düzensiz bir toplum hiçbir zaman var olmamıştır. Dolayısıyla toplum bir “sürü” değildir. En küçük toplumlardan en geniş toplumlara kadar her toplumun kendine göre kuralları, sosyal, ekonomik ve dini normları, bunları idare edecek yönetim mekanizması ve teşkilatları vardır. Toplum, bir yandan insan davranışlarını sınırlandırırken öte yandan da hürriyete kavuşturma fonksiyonu icra eder. Devamlı değişme halinde olan toplum, böylece dinamik bir karaktere de sahiptir.

Şüphesiz toplumları oluşturan insanlar bir anda bir halden başka bir hale dönüşüp farklılaşmamaktadır. Ancak aile, okul, arkadaş, çevre ve millet faktörlerinin etkisiyle bir süreç sonucunda zamanla değişime uğrarlar. Birçok insanın birlikteliğinden oluşan toplumların ise değişimi ve yok oluşu için de aynı şekilde bir süreç gereklidir.

İçtimâi çöküşü öncelikle değişim ve değişim ile olan sürecini incelemek gerekmektedir.

1-İçtimâi Çözülme

Bugün yeryüzü toplumlarının karşı karşıya kaldığı sorunlar içerisinde başta olanın daha çok sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alanlarda yoğunlaştığı bilinmektedir. Çünkü bu sorunlar beraberinde toplumların kendi içlerinde kırılmalar yaşanmasına, hatta birey-toplum ilişkilerinde uzaklaşma ve kopma diye nitelendirebilecek olumsuz yaşam biçimlerinin artış göstermesine; giderek derinleşen ve kaygı verici bir seviye kazanan bireysel/içtimâi sorunların çözümlenmelerinin de güçleşmesine sebep olmaktadır.

Çözülme veya sosyal çözülme problemi kendi içtimâi varlığımız için göz ardı edilemeyecek bir önemi arz etmektedir. Çözülme, makro olarak ve toplum seviyesinde, bir toplum düzeninin bütün boyutlarıyla işlerliğini kaybetmesi ve tıkanıklıklara yol açması olarak tanımlanmaktadır. Bu anlamda çözülme, içtimâi parçalanma ve çöküşün ilk basamağı olarak görülmektedir. Yaşanılan gerçekliğin en belirgin özelliği olarak içtimâi yapı ve hayatta değerler bütünlüğünün korunamaması gösterilmektedir.

Sosyal çözülme sürecinde toplum, bir canlı gibi yine ayakta, yürümekte, görevlerini yapmaya çalışmakta, ancak, o eski sağlıklı, bütüncül özelliğini kaybetmiş bulunmaktadır. Bireyler arasındaki sosyal ilişkilerde zayıflama ve güvensizliğin olmasıyla, ekonomi, din, siyaset, eğitim, aile gibi sosyal kurumlarla bireylerin kurduğu ilişkiler gevşemektedir.

2- İçtimâi Değişim

Değişme, bir halden başka bir hale geçiş ya da önceki durum veya davranıştan uzaklaşma biçimi olarak tanımlanır. İçtimâi değişme ise bir toplumun sosyal sistemi içerisindeki kurumların, sosyal rol kalıplarının ve insanlar arasındaki ilişkiler ağının değişmesi anlamına gelmektedir.

Dinamik bir yapıya sahip olan toplum, değişim özelliğine sahiptir. Dolayısıyla toplum, sürekli bir oluş ve hareket içindedir. Ancak bu değişim, toplumdan topluma fark eder. Her toplumda değişim aynı ölçüde olmayabilir.

İçtimâi değişimden maksat sosyal sistemi oluşturan katmanların değişimidir. Gündelik değişiklikler değildir. Dolayısıyla sosyal değişim toplumun tamamını veya önemli bir bölümünü etkileyen bir değişmedir. Örneğin gelir dağılımındaki adaletsizlik nedeniyle sınıfların oluşması toplumda meydana gelen köklü değişimlerdendir.

3- Çöküş

Çöküş, içtimâi değişim ve peşinden gelen içtimâi çözülmeden sonra ortaya çıkan kaçınılmaz bir durumdur. Başlayan ve dönüşü olmayan bu durumlarda gelecek hüsrandır.

[Çöküş denince her insanın zihninde farklı çağrışımlar yapar. Kimilerine göre gerilemek anlamına gelirken, kimilerine göre dini ve ahlaki değerlerden uzaklaşmak anlamına gelebilir. Bazıları için ekonomik çöküntü akla gelirken, bazıları için siyasi çöküntü akla gelebilir. Nihayet bazılarınca toplumun batması, yok olması ve hayat sahnesinden silinmesi anlamına gelebilir.

Toplumların çöküşü, bazı filozof ve sosyologların dediği gibi hârici veya dâhili dış faktörler ya da bir takım evrimci modeller değil, bizzat insanın kendisidir.

Nitekim çöküşün en önemli tetikleyicisi, insanın hür irade ve isteğiyle seçmiş olduğu batıl inançlarıdır. Bunların başında da Allah Teâlâ’ya isyan gelmektedir. Çünkü isyan toplumdaki sosyal dengeden ekonomik dengelere kadar her şeyi altüst ederek bozar ve toplumların sağlıklı işleyişine engel olur. Bu durum da toplumları çöküşe götürür. Bu çöküşün neticesinde iyi ile kötünün ayırt edilmemesi toplumun birbirleri hakkında sorumlu tutulmalarıdır.][192]

 [Hepimiz tarihe gömülen toplumların romantik esrarıyla zaman zaman ilgilenmişizdir: Klasik Maya ve Yucatan kültürleri, Paskalya Adası'nın yerlileri, Anasazi, Bereketli Hilal toplumları, Angkor Wat, Büyük Zimbabwe vb.

Son on yirmi yıl içinde de arkeologlar, bu yıkılışların birçoğunun arkasında, çevresel sorunların olduğunu ortaya çıkardılar. Öte yandan, dünyanın birçok yerinde de toplumlar bin yıllardır yok oluş belirtisi göstermeden gelişmelerini sürdürmektedir: Japonya, Java, Tonga ve Tikopea.

Şu halde, öyle görünüyor ki, bazı bölgelerdeki toplumlar diğerlerinden daha kırılgan. Bazı toplumların neden diğerlerinden daha kırılgan olduklarını nasıl anlarız? Bu soru, açık bir şekilde günümüzü de ilgilendirir, çünkü bugün, henüz yeni çöküşe uğramış toplumlar görüyoruz: Somali, Ruanda ve Eski Yugaslavya.

Ayrıca çöküşün eşiğinde olabilecek toplumlar da vardır: Nepal, Endonezya ve Kolombiya. Peki ya kendimiz?

Toplumumuzun, geçmiş zaman toplumları gibi çökmesini engellemek için öğrenebileceğimiz hangi dersler vardır?

Kuşkusuz, bu sorunun cevabı sadece bir faktör olmayacaktır. Eğer birisi size toplumların çöküşlerini açıklayan tek bir faktör olduğunu söylerse, onun aptal olduğunu hemen anlarsınız. Bu karmaşık bir konudur. Ama bu konunun karmaşıklığının içinden nasıl çıkarız?

Toplumsal çöküşleri incelerken, beş maddelik bir çerçeve sayabiliriz. Çöküşleri anlamama yardımcı olmak için beş maddelik bir liste sayılabilir. Bu listeyi, İskandinav Grönland toplumunun yok oluşu açıklayarak olursak. Burası, yazılı kaynakları olan Avrupalı bir toplumdu, dolayısıyla bu insanları ve amaçlarını büyük ölçüde M.S 984'te İskandinavlar Grönland'a gidip yerleştiler ve 1450'de yok oldular.

Toplumları çöktü ve toplumlarının içindeki her bir birey de helak oldu. Niye sonunda hepsi helak oldu?

Bunu beş madde ile açıklayabiliriz.

1-İnsanların, çevrelerine yaptıkları etki: İnsanların dikkatsizce bağımlı oldukları kaynakları tüketmeleri. İskandinavya Vikingleri de dikkatsizce humuslu toprağın erozyonuna ve ormansızlaşmasına yol açtılar. Bu onlar için ciddi bir sorundu; çünkü ormanı kullanarak kömür, kömürü kullanarak da demir yapıyorlardı. Dolayısıyla, demirsiz kalmış bir Avrupalı Demir Çağı toplumuna dönüştüler.

Allah Teâlâ buyurdu ki;

“Yanından ayrılınca yeryüzünde fesat çıkarmaya, ekinleri, zürriyetleri helâk etmeğe çalışır. Allah Teâlâ ise fesadı sevmez.”[193]

 “İnsanların ellerinin kazandığı şey sebebiyle karada ve denizde fesat zuhûra gelir. Allah da onlara yaptıkları şeylerin bazısını tattırır. Gerek ki, onlar dönüverirler.” [194]

2-İklim değişikliği:

İklimler ılıyabilir, soğuyabilir, kuruyabilir veya nemlenebilir. Grönland'daki Vikingler'e bakarsak, 1300'lü yıllarda ve özellikle 1400'lerde iklimlerinin soğuduğunu görürüz. Soğuk bir iklim illâ ölümcül olmak zorunda değil, çünkü bu soğuyan iklim, Grönland Eskimoları'na köstek olmaktansa destek oldu. Peki neden Grönland İskandinavları'nın işine yaramadı?

Allah Teâlâ buyurdu ki;

“ Artık Biz de onların üzerlerine uğursuz günlerde pek ziyâde soğuk bir rüzgâr gönderdik ki, onlara dünya hayatında bir zillet azabını tattıralım, ve elbette ki, ahiret azabı daha ziyâde zilletlidir ve onlar yardım da olunmazlar.”  [195]

“ Ve Allah bir beldeyi bir örnek irâd eder ki, emin ve sükunet içinde idi, ona rızkı da her yerden bol bol gelirdi. Sonra Allah'ın nîmetlerine nankörlükte bulundular. Artık Allah da onlara işledikleri şeylerden dolayı açlık ve korku libasını tattırdı.” [196]

“ Fakat nefislerine zulmedenler, sözü kendilerine söylenilenden başkasına tebdîl ettiler. Biz de zulmeden kimseler üzerine yaptıkları fısklar sebebiyle gökten korkunç bir azap indirdik.” [197]

“ Artık Semûd (kavmi) hadden aşırı bir hadise ile helâk edildiler. Âd (kavmi) ise onlar da son derece kuvvetli bir rüzgar ile helâk edildiler. (Cenâb-ı Hak) Onu (o rüzgarı) yedi gece ve sekiz gün ardı ardına onların üzerlerine musallat etti. Artık o kavmi görürsün ki, onlar sanki içleri bomboş hurma kökleriymiş gibi yere yıkılmışlardır.” [198]

3-Komşu dost toplumların desteği: Eğer bu destek ortadan kalkarsa, bu toplumu çöküşe yaklaştırabilir. Grönland İskandinavları anavatanları Norveç ile ticaret yapıyorlardı. Ancak bu ticaret hem Norveç'in zayıflamasıyla, hem de Grönland ve Norveç arasındaki denizin buzlanmasıyla giderek azaldı.

Allah Teâlâ buyurdu ki;

“Sonra fırkalar kendi aralarında ihtilâfa düştüler. Artık görülecek günün en şiddetli azabı, kâfir olan kimseler içindir. Bize gelecekleri gün neler işitecekler ve neler göreceklerdir. Fakat o zalimler bugün pek açık bir sapıklık içindedirler.”[199]

 “Hâlbuki bir nice zulmeden beldeyi helâk ettik ve onlardan sonra başka başka birer kavim vücuda getirdik.” [200]

4-Hasım toplumlarla ilişkiler: Grönland İskandinavları'nın hasımları Grönland'ı İskandinavlar'la paylaşan Eskimolardı. İlişkileri kötüydü ve İskandinavlar'ı öldürürlerdi. daha da önemlisi, İskandinavyalılar'ın fok balığı avlamak için yılın belli bir zamanında gitmeye mecbur oldukları dış körfezlere ulaşımlarını engellemiş olabilirler.

Allah Teâlâ buyurdu ki;

 “ Şüphe yok ki, Allah Teâlâ imân eden kimselerden kâfirlerin eziyetlerini def'eder. Muhakkak ki, Allah Teâlâ herhangi bir haini, nankörü sevmez.” [201]

“ Andolsun ki, Biz sizden evvelki nice nesilleri, zulmettikleri zaman helâk ettik. Halbuki, onlara rasülleri açık delillerle ile gelmişlerdi. Onlar ise imân eder olmadılar. İşte günahkârlar olan kavmi Biz böyle cezalandırırız.” [202]

5-Toplumun politik, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlere göre çevresel sorunlarını fark edip bu sorunları çözebilme ihtimalinin artması veya azalması: Grönland İskandinavları' nın Hıristiyan olup da katedral inşaasına büyük yatırım yapmaları, şeflerin birbirleriyle rekabet etmeleri ve Eskimoları aşağılık bulup onlardan ders almayı reddetmeleri, çevresel sorunlarını çözmelerini zorlaştıran kültürel faktörlerdi.

Allah Teâlâ buyurdu ki;

“ Yeryüzünde müfsitler olarak fesat çıkarmayınız.” [203]

“ Ve Biz bir beldeyi helâk etmek murad edince onun devlet sahiplerine (hakka itaat etmelerini) emrederiz. Onlar ise orada fısk (ve fücurda) bulunmuş olurlar. Artık o beldenin üzerine söz (helâkları hakkındaki hüküm) hak olmuş olur. İmdi onu (o beldeyi) tamamen helâk ile helâk etmiş oluruz.” [204]

İşte, beş maddelik çerçeve, Grönland İskandinavları'nın çöküşü ve nihai yok oluşlarını böyle açıklanabilir. Birçok geçmiş toplumu ve günümüz toplumunu, bu çöküş nedenlerine göre incelenince, ortaya genel sonuçlar çıkıyor mu? Tolstoy'un, her mutsuz evliliğin farklı olduğunu söylediği gibi, her çökmüş veya tehlikedeki toplum farklı hepsinin ayrıntıları değişiktir. Fakat  yine de, geçmiş ve bugünkü toplumların çöküşe uğrayanlarını ve hayatta kalanlarını karşılaştırınca, belirli ortak ipuçlarına ulaşılabilir. İlginç bir ortak ipucu, toplum bir kere zirvesine çıktıktan sonra çöküşün ne kadar hızlı geldiğiyle ilgilidir.

“ Ve o kimseler ki, Bizim âyetlerimizi yalanladılar, işte onları bilmez oldukları cihetten yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız.” [205]

Birçok toplum yavaş yavaş ortadan kalkmadı. Daha ziyade, toplumlarını inşaa ettiler, zenginleştiler ve güçlendiler, sonra kısa bir zaman içinde, zirveye erişmelerinden yirmi otuz yıl içinde çöktüler. Örnek olarak, Yucatan yarımadasındaki klasik ova Maya kültürü, erken 800'lerde çökmeye başladı. Bu Mayalar'ın en büyük eserlerini yaratmalarından ve nüfuslarının zirve yapmasından sonraki otuz kırk yıl içinde gerçekleşti.

Bir örnek daha vermek gerekirse, Sovyetler Birliği'nin çöküşü, gücünün zirvesine ulaşmasından sonraki yirmi otuz, hatta belki de on yıl içinde gerçekleşti. Bunu deney kabındaki bakterilere benzetebiliriz. Eldeki kaynaklar ve bu kaynakların tüketimi veya ekonomik gelir gider arasında bir dengesizlik olduğunda bu ani çöküşlerin gerçekleşme ihtimali artıyor.

Deney kabında bakteriler çoğalır. Her kuşakta sayılarının ikiye katlandığını farz edelim: Sonlarının gelmesinden beş kuşak önce deney kabının 16'da 15'i boştur, sonraki kuşakta 4'te 3'ü boştur, sonraki kuşakta da yarısı boştur. Yarısı boş olduktan bir kuşak sonra kap doludur. Artık yiyecek kalmamıştır ve bakteriler çöküş yaşar. Dolayısıyla, toplumların güçlerinin zirvelerine ulaştıktan çok kısa süre sonra çöküş yaşamaları, tekrarlanan bir durumdur. Bunu matematiksel olarak açıklamak istersek, eğer bugünkü toplumlardan birini incelemek isterseniz, matematiksel fonksiyonun bugünkü değerine, yani zenginliğe değil, fonksiyonun birinci ve ikinci türevlerine bakmanız gerekir. Bu genel kurallardan biridir. İkinci bir genel kural da, toplumları diğerlerinden daha kırılgan yapan, çoğunlukla ilk bakışta görünmeyen çevresel faktörler olduğu ve bu faktörlerin çoğunun henüz iyi anlaşılmadığıdır.

Örnek olarak, neden Pasifik'teki yüzlerce Pasifik adasının arasında Paskalya Adası en tahrip edici, ormansızlaşmayı yaşadı? Öyle anlaşılıyor ki, Paskalya Adası yerlilerinin aleyhinde çalışan yanardağ püskürtüsü, enlem ve yağışla ilgili dokuz değişik çevresel faktör bulunuyordu; bunların bazıları da kolay fark edilemeyecek türdendi. En zor görünenlerinden biri de, Orta Asya'dan gelen kıta tozunun, adanın humuslu toprağının verimine katkıda bulunup, Pasifik adalarındaki doğal hayatı koruyor olmasıydı. Bütün Pasifik Adaları arasında, Asya'dan gelen bereketli tozun en azı Paskalya Adası'na ulaşır. Bu durum ancak farkına 1999 yılında anlaşılmıştır. Dolayısıyla, bazı toplumlar, ilk bakışta gözlemlenemeyen çevresel sebeplerden dolayı, diğerlerinden daha kırılgan oluyor.

Son olarak bir genel kural daha vardır. Bu da toplumların başlarına geleni fark edememeleridir.

“ Ve hiçbir ülke yoktur ki, illâ onu Kıyamet gününden evvel Biz ya helâk ederiz veya onu şiddetli bir azap ile cezalandırırız. Bu, kitapta yazılmış bulunmaktadır.” [206]

Nasıl oldu da Paskalya Adalılar yaşadıkları ortamı ormansızlaştırabildi?

En son palmiye ağacını keserken ne düşündüler?

Yaptıklarını fark etmediler mi? Bu toplumlar nasıl olup da çevrelerine verdikleri etkileri görüp vaktinde durmadılar?

“ Allah'ın nîmetini küfre değiştirenleri ve kavimlerini helâk yurduna sevkeyleyenleri görmedin mi?”[207]

Eğer insan medeniyeti varlığını sürdürürse, gelecek yüzyılda insanların şu soruyu sormalarıdır:

“2003 senesinde yaşayan insanlar nasıl olup da yaptıkları bariz yanlışları görüp de önlem almadılar?”

Geçmiştekilerin yaptıkları inanılmaz görünüyor. Gelecektekilere de bizim bugün yaptıklarımız inanılmaz görünecek. Toplumların neden sorunlarını çözemediklerine dair hiyerarşik bir sebepler listesi geliştirmek gerekiyor.

Neden sorunlarını fark edemiyorlar veya eğer fark ederlerse, neden üzerinde duramıyorlar?

Veya üzerinde durdularsa, neden çözmekte başarılı olamıyorlar?

Bu konuda sadece iki tane genel kuraldan bahsedilebilir.

Felakete davetiye çıkarıp çöküşü yaklaştıran bir reçete, karar verici yöneticilerin kısa vadeli çıkarları ile toplumun uzun vadeli çıkarları arasında bir çatışma olmasıdır. Özellikle, söz konusu yöneticiler kendilerini hareketlerinin sonuçlarından soyutlayabildikleri zaman bu sorun vahimleşiyor. Kısa vadede yöneticilerin çıkarına olan şeyler uzun vadede topluma zarar verdiğinde, yöneticilerin toplumun uzun vadede düşüşüne yol açacak işler yapmaları çok muhtemeldir.

Örnek olarak, Grönland İskandinavları'nın rekabetçi şefleri, daha fazla kul, daha fazla koyun ve daha fazla kaynak edinip, rekabette komşu şeflerin önüne geçmek istiyorlardı. Bu istekleri yüzünden, topraklarını aşırı zorlayıp harcadılar: toprağı aşırı kullanarak yerel çiftçileri bağımlı kıldılar. Bu, şeflerin kısa vadede güçlenmelerine yol açtı, ancak uzun vadede toplumun çöküşünü getirdi. Bunun gibi çıkar çatışmaları, günümüzde Amerika Birleşik Devletler'de de ciddi bir sorundur. Özellikle de Birleşik Devletler'in karar vericileri, yüksek duvarlı yapılarda yaşayıp, şişelenmiş su içerek verdiklerin kararların sonuçlarından kendilerini soyutlamaktadır. Son birkaç sene içinde de iş hayatındaki yüksek kademedeki yöneticiler, toplum için uzun vadede zararlı olup da kısa vadede kendileri için faydalı olan bir takım hareketleri yaparak, kendi çıkarlarına hizmet edebileceklerini keşfettiler: Enron ve benzeri şirketlerden bir kaç milyar doların hortumlanması gibi. Bu keşifleri doğruydu: gerçekten de bu hareket kısa vadede kendileri için faydalı, ama toplum için uzun vadede zararlı. Bu da, toplumların nasıl yanlış kararlar verdikleriyle ilgili bir genel kural: çıkar çatışmaları. Bahsetmek istediğim ikinci genel kural da şu: hararetle savunulan, çoğu koşulda faydalı ama bazı şartlarda zararlı olan değer yargıları çelişki yarattığında, doğru kararın verilmesi çok zorlaşıyor. Örnek olarak, Grönland İskandinavları bu zorlu çevre şartlarında, dört buçuk yüzyıl boyunca dine ortak bir bağlılık ve güçlü bir toplumsal dayanışma ile beraberce ayakta kalabildiler. Ancak bu iki şey ‐ yani dine bağlılık ve toplumsal dayanışma ‐ sona yaklaştıklarında değişim geçirerek Eskimo yerlilerinden ders alıp öğrenmeyi onlar için zorlaştırdı.

Bugünün Avusturalya'sı da başka bir örnek olabilir. Avusturalya'nın, Avrupa medeniyetinin bu uzak karakolunda 250 sene boyunca var olabilmesini sağlayan şey, Britanyalı kimliğiydi. Ama bugün, Britanyalı kimliğine olan bu bağlılık, Asya'daki konumlarına adapte olmaları gerektiğinde Avusturalyalıların işine yaramıyor. Dolayısıyla, başımıza gelen dertlerin sebepleri, aynı zamanda gücümüzün de kaynağı olduğunda, rota değiştirmek zor oluyor. Günümüzdeki sorunların sonuçları ne olacak? Günümüzde, geri sayıma devam eden bir düzine saatli bomba olduğunu düşünebiliriz. Bu bombaların bazılarının fitilleri 20 ‐ 30 yıllık fitiller, hiçbirininki de 50 yıldan fazla değil. Bu bombaların herhangi biri sonumuz olabilir. Bunlar, su, humuslu toprak, iklim değişikliği, mütecavüz türler, fotosentetik tavan, nüfus problemleri, zehirli atıklar, vs..., vs...toplamda yaklaşık bir düzine. Bunların hiç birinin fitili 50 seneyi geçmese de, çoğunun fitili sadece 20 ‐ 30 senelik, bazı bölgelerde de fitil çok daha kısadır. Bugünkü hızla, Filipinler'deki ulaşılabilir odunluk ağaçları beş yıl içinde kaybedeceğiz. Solomon Adaları'ndaysa odun ağaçlarının bitmesine sadece bir yıl kaldı, üstelik bu Solomonlar'ın en büyük ihraç ürünüdür. Bu durum Solomon Adaları'nın ekonomisi için muhteşem olacaktır.

“O memleketleri ki, zulmeder oldukları vakit onları helâk ettik. Ve onların helâkleri için bir muayyen vakit tayin etmiş idik.” [208]

İnsanlar soruyorlar; dünyanın çevresel sorunlarını çözmek için yapmamız gereken en önemli şey nedir?.

Bunun cevabı, yapmamız gereken en önemli şeyin, yapmamız gereken en önemli tek bir şey olduğunu unutmak olduğudur.

Daha ziyade, herhangi biri bizim sonumuzu giderebilecek bir düzine sorun vardır. Bunların hepsini çözmeliyiz; çünkü on birini çözüp de on ikincisinde tıkanırsak, başımız dertte demektir. Örnek olarak, su, humuslu toprak ve nüfus sorunlarımızı çözüp de zehirli atık problemlerimizi çözmezsek, başımız derttedir. İşin aslı şu ki, bugünkü gidişatımız, sürdürülebilir bir gidişat değil, yani bu şekilde devam etmemiz imkânsızdır. Bu sorunlar, yirmi otuz sene içinde çözülecektir. Bu şu anlama geliyor: Bu odada 50 ‐ 60 yaşından genç olanlar, bu paradoksların nasıl çözüldüğünü görecekler, 60 yaşından büyükler ise görmeyebilirler, ama çocukları ve torunları kesinlikle görecektir. Bu çözümler, iki şekilde tezahür edebilir: bu sürdürülemeyen fitillere acilen müdahale ederek kendimize uygun, bizim seçtiğimiz, hoş çözümler buluruz veya bu problemler, bizim seçimimiz dışında, tatsız şekillerde çözüme ulaşır: Savaş, salgın hastalık ve kıtlıkla. Ancak kesin olan, bu sürdürülemez gidişatın şu ya da bu şekilde yirmi otuz sene içinde çözülecek olmasıdır.

Günümüzde karşılaştığımız büyük sorunlar, bizim kontrolümüz dışında olaylar değildir. Ancak unutturuluyoruz. En ciddi tehdit, bizi çaresiz bırakacak, bize çarpmak üzere olan bir asteroid değildir. Aksine, karşılaştığımız bütün ciddi tehditler, kendi yarattığımız sorunlardır. Bu sorunları biz yarattığımıza göre, bunları çözmemiz de mümkündür. Demek ki, bu sorunları ortadan kaldırmaya kudretimiz yetiyor. Özellikle, her birimiz ne yapabiliriz? Bu seçimlerle ilgilenenlerimiz için yapılabilecek birçok şey vardır. Anlamadığımız ve anlamamız gereken çok şey vardır. Öte yandan, anladığımız ancak yapmadığımız, ama yapmaya başlamamız gereken birçok şey de vardır.] [209]

Buradan çıkarmamız gereken iyi bir değerlendirme yaparak ülkemizin çöküş tarihini bulmak çok kolay olacaktır. Eğer tarih olarak 2000 yılını esas alarak politik, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlere göre çevresel sorunların sonuçlarına göre bir yorum yapılırsa 50 yılı görmeden yurdumuzda çok büyük ihtimallere gebe olduğu görülmektedir. Uzun vadeli fedakâr düşüncelerin kaybolduğu zihniyet ve siyasetlerin toplum desteğiyle kuvvetlenmediğinde fazla bir şey beklemek hatalı olmaktadır. Toplum neyin nereye ve niçinlerine cevap bulmadığı zamanlar ve etik değerlerini kaybettikçe fazla bir umutlu olmak aptallık gibi görünüyor. Kopuk, kaçık, kültürden yoksun nesiller için değer yargıları olmadığı için içtimai çöküş hızlanmıştır. Bunun neticesi ise emperyalist güçlere köle olmak kaçınılmaz sonuç olabilir. Bu nedenle Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem de çöküş konusunda ümmetini uyarmıştır. “İnsanlar zalimi görür de elinden tutup zulmüne mani olmazlarsa Allah onların hepsini en kısa zamanda cezalandırır.” [210]

Bir başka hadisinde de şöyle buyurur:

“Bir toplumda günahlar islenir, (salih olan insanlar) güçleri yettiği halde bu kötülükleri değiştirmeye çaba sarf etmezlerse Allah Teâlâ en yakın zamanda hepsini cezalandırır.”[211]

Toplumların yok oluşu veya çöküşü, zorunlu, kaçınılmaz değildir. Çöküş insanlığın tabiatında yer alan tedavisi mümkün olmayan bir hastalıktan değil, irâdi ihmaller ve ahlak bozukluklarından ileri gelmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de bu olguya şu şekilde işaret etmektedir:

Fakat, Ne yazık ki, (yok ettiğimiz) sizden önceki kuşaklar arasında, yeryüzünde yozlaşmaya karşı çıkan (doğru yolu izledikleri için) kendilerini kurtardığımız küçük topluluklar dışında- akıl, iz'an ve erdem sahibi kimseler çıkmalı ve zulme eğilim gösteren çoğunluk yalnızca kendilerini yozlaştıran hazların peşine düşüp günaha gömülüp gittiler.”[212]

Bu konuya dikkat çeken Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemde “Eger onlar, aralarında kötü amellerin yaygınlaştığını gördükleri halde onları önlemeye ve ortadan kaldırmaya çalışmazlarsa, Allah Teâlâ’nın onlara genel bir azap göndereceğinden (korkulur)”[213] buyurmuştur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hanımlarından Hz. Zeyneb radiyallâhü anha anlatıyor

“Bir gün Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem  korku ve endişe içerisinde yanıma geldi...Dedim ki

“Ey Allah'ın Resulü içimizde salihler olduğu halde yok olur muyuz?” O da

“Evet; kötülükler çoğaldığında” diye cevap verdi.[214]


 

Toplumların Eceli

Toplumlar için câri olan bir hüküm vardır. Bu ise toplumun canlı özelliği göstermesi, doğması, yaşaması ve ölmesidir. Canlılık özelliği olan topluluklar için kullanılan “ecel” kavramı bu özelliğinin devam edişinin sınırını Allah Teâlâ’nın topluma bırakarak adalet ve imtihan sıfatları ile tecelli ettirmiştir. Bu durumu en güzel şekilde Bedîuzzaman Said Nursi kaddese’llâhü sırrahu’l azîz açıklamıştır.

 [Elbette beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa; istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâm’da nev’-i beşerin eski hatiatına keffaret olacak bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşâallah….][215]

[Her halde çabuk başında bir kıyamet kopmazsa, hakaik-i İslâmiye, beşeri esfel-i safilîn derece-i sukutundan kurtarmaya ve rûy-i zemini temizlemeğe ve sulh-u umumîyi temin etmeğe vesile olmasını Rahman-ı Rahîm’in rahmetinden niyaz ediyoruz ve ümid ediyoruz ve bekliyoruz.] [216]

[Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir. Hususan kırk-elli sene sonra Arab taifeleri, Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.] [217]

Buradaki sözlerden anlaşılan kıyametin vaktinden önce kopabilir veya tehir olacağıdır. Toplumların ecellerinde zaman ile ifadesinin göreceli olduğu anlaşılmaktadır.

 [Dünya hayatında toplumsal cezalandırma konusunda dikkate alınması gereken bir diğer kavram da mühlet ve ecel” kavramlarıdır. Bu hususta Kur’ân-ı Kerim’de ; “…şayet yaptıkları yüzünden onları (hemen) muaheze edecek olsaydı, onlara azabı çarçabuk verirdi fakat kendilerine tanınmış belli bir süre vardır ki, artık bundan kaçıp kurtulacakları bir sığınak bulamayacaklardır…” [218] şeklindeki ayetlerden kavimlere bir mühletin verildiği, fakat bu mühletin izafî [219] olduğu zikredilmektedir. Ayrıca; 

“…eğer Rabbinden bir söz geçmemiş olsaydı, elbette onların arasında hüküm verilmişti(işleri bitirilmişti)…”,[220]  “…eğer Rabbinden (azabın ertelenmesi ile ilgili) bir söz geçmemiş olsaydı ayrılığa düştükleri konuda hemen aralarında hüküm verilirdi (derhal azap iner ve isleri bitirilirdi)”[221].

Bu ve benzer ayetlerde[222] geçen “geçmiş sözden” maksadın: hesabın ve cezanın kıyamet gününe kadar tehir edilmiş olması veya kendilerine rasül göndermek gibi bir delile dayalı olmaksızın hiç kimsenin sorumlu tutulamayaca, cezalandırılmayacağı  şeklindeki bir sözün verildiği anlaşılmaktadır. Bu söze rağmen; yani: hesabın ve cezanın kıyamet gününe kadar ertelendiğine ve rasül gönderilmeden hiçbir topluma azap edilmeyeceğine dair Allah Teâlâ’nın vermiş olduğu söze rağmen onlar hâlâ kitapta ayrılığa düşüp, kitabı yalanlıyorlarsa artık onların günahı kıyamete ertelenmeyecek kadar büyük, ağır ve haddi aşş demektir. Onlar için dünyada helak kaçınılmaz ve ilahî azap gerçekleşmek durumundadır. Ayet; önce de zikredildiği gibi toplumsal yansımaları olan suçların öylesi vardır ki onların cezasının ahiret’e ertelenmeyecek kadar vahim ve yıkıcı olduğuna da işaret etmektedir. Bu bağlamda “…eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir erteleme sözü geçmemiş olsaydı aralarında hemen hüküm verilirdi…” [223] ayetlerden anlaşılan Allah’ın her ümmete bir ecel tayin ettigi,[224] onlara imtihanlarını verebilecekleri yeterli bir zaman bahşettiği, bununla birlikte, ifsat ve inkarlarını sürdürebilecekleri bir “sınır-ecel” tayin ettiği, ifsat ve inkarı gerçekleştirir gerçekleştirmez cezanın derhal verilmeyip ahirete erteleyeceğine dair bir sözün verildiği anlaşılmaktadır. Bütün bunlar sınırsız ve süresiz bir durumun söz konusu olduğunu ifade etmediği gibi, bilakis ecel ve sınır asılınca dünyada cezanın devreye gireceğine işaret etmektedir. Zira inkâr ve ifsat toplu olarak yapılıyorsa helakin kaçınılmaz olduğu da bir sünnetullah gereğidir. Dolayısı ile  “Allah’ın bu hususta koyduğu kanun (sünnetullah), hüküm olmamış olsaydı” anlamını da taşımakla birlikte dünya hayatında azabın sonsuza kadar ertelenmediği de anlaşılmaktadır. Kısaca ayet

“Bir kavim hak yoldan sapar ahlakları bozulur, hareketleri de muğlâklaşırsa Allah Teâlâ onlara; onları zillete düşürecek şeyleri musallat  kılar ve onların azabını hesap gününe de ertelemez.” şeklinde anlaşılmalıdır. Ayrıca “Her ümmetin süresi vardır” ifadesinde geçen “ecel”in sadece yıl, ay, gün sınırlanmış bir zaman birimi olarak tanımlanması, bütün olarak ifadenin de sırası gelen her topluluğun mutlaka ortadan kaldırılması, helak edilmesi gerekir şeklinde anlaşılması mümkün görünmemektedir. Aksine ifade; kendisini gösterebilmesi için, her bir topluluğa verilmiş olan imkânların bir ahlakî sınırının bulunduğunu belirtmektedir. Bu sınır iyi amellerle kötü amellerin nispetine göre tespit edilmektedir. Nitekim bu durum, Allah Teâlâ’nın bir topluluğa iyi işleri kötü işlerine nispetle daha aşağı seviyeye düşünceye kadar müsamaha ettiğini, sınır asılınca o günahkâr ve rüsvay topluluğa artık hiçbir mühlet vermediğinden de anlaşılmaktadır. Sınırı aşan bu tür toplumların helakin, azabın bir sekliyle dünya hayatında cezalandırılarak yok olup gittikleri izlenmektedir. Bu sebeple ecel kavramında, tabii olarak zaman birimi bulunuyor olsa da asıl vurgunun ahlâkî sınıra, yani sınırlama yapıldığı görülmektedir. Kur’ân-ı Kerim bu durumu söyle açıklamaktadır:

Helak ettiğimiz hiç bir ülke yoktur ki, onlar hakkında yazgı, kader olmamış olsun. Hiç bir toplum/ümmet ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.” [225] bu ve “her ümmetin bir ecelinin olduğu” ifadesiyle anlatılmak istenen şey; işin geldiği andaki, noktadaki durumudur. Birinci ayet işin geriye dönülemez bir noktaya gelindiğini yansıtmaktadır. Bu noktaya gelmeden önce, ecelin öne alınması ve bu noktadan sonra da geriye bırakılması mümkün değildir. Bu sürecin seyrini belirleyen, ömrünü tüketen veya uzatan, toplumun bizzat kendisidir. Ecel ise belirlenen sürenin sonu olduğundan, ecel çizgisine gelip dayanan toplum için artık geriye dönüş yolları kapanmıştır. Bunun sebebi, toplumsal olayların meydana çıkısının bir süreci gerekli kıldığındandır. Bu süreç tamamlanmadan olayın ortaya çıkışı veya süreç bittikten sonra olayın geri alınması diye bir şey söz konusu değildir. Dolayısıyla ecel, sürecin sonu, zirvesi, sınırı, yani ulaşılabilecek son nokta, bardağı taşıran son damla, söz konusu toplum için zamanın durduğu andır. ] [226]

 

 

 

TAVSİYELER

Tavsiyeler

QQQYukarıda bahsettiğimiz gelecek tipleri gelmesi muhtemeldir. Allah Teâlâ’nın öngördüğü dini hayatın makro şekilde yaşanıldığı bir gelecek için ise tedbirler almak için bazı tavsiyelere uymamız gerekmektedir. Bu tavsiyeler ile geleceğimiz için olumlu sonuçlar elde edebiliriz.

İhtimal geleceklerin temeli şimdiki ve geçmişteki kavramlarıdır; ancak “geleceğin” gelecekteki simgelenişini de kapsarlar. Geleceğe dair temeller her ne kadar şimdiki temelden farklıysa da mevcut temelle ilişkilidir. Dolayısıyla gelecekteki ihtimaller sadece hayal edilen şeyler olmak yerine gelecek için anlam taşıyan temelleri içinde barındıracaktır. O halde temelin bugünkü durumu gelecekteki ihtimallerin bir ön şartı olmayabilir. Bilindiği gibi mevcut olanı geçmişle karşılaştırma aracılığıyla insanlar, kendilerini ve hayatlarını kıyaslarlar. Bu süreç de hem olumlu hem de olumsuz nitelikli “ihtimal geleceklerin” oluşmasına katkıda bulunabilir. Buna göre, bugün başına gelen herhangi bir şey ile yarın kendisinin başına ne gelebileceğini düşünebilir. Kurtuluş çareleri aranır. Sonuçta kurtulan kaybeden birdir. Çünkü zaman geçmiştir. Zamanın geleceğine ve geçmişine ne türlü yolculuk yapılırsa yapılsın çıkar yolun olmadığı görülecektir. Bu nedenle kurtuluşun temelleri Allah Teâlâ’nın gösterdiği hedefler ile kazanılır. Bu hedefleri ise bulmak ise üç şeyle gerçekleşecektir.

a-      Allah Teâlâ’nın ihsanı ve devamıdır.

b-      İnsanın doğru bilgiye ulaşması ve nübüvvet nuruyla aydınlanmasıdır.

c-       Kurtuluşu talep eden insanın kendi iradesidir.

Ancak bunların olması için kulun hazırlanması gerekir. Allah Teâlâ’nın ihsanı ile iman nimetine kavuşan kulun, İlâhî lütfun bir yansıması olarak gönderilen rasüllere ve onların getirdikleri vahye muhalefet etmemesi ve bunun gereklerini yerine getirmesi gerekir. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme ve onun Allah Teâlâ katından getirdiği kesin olarak bilinen her şeye, gönülden bağlılık göstermesi gerekir.

Bu esaslara yardım edecek tavsiyelere de uymakta gerekebilir. Tavsiyelerin yapılması ve yapılmaması da çok bir anlam ifade etmeyeceğidir. Çok doğruları zamanında yanlış anlayarak hüküm verdiğimiz olmuştur ve olacaktır.

1- Yaratılış fıtratını esas alınmalıdır.

Fıtratı esas almak Allah Teâlâ’yı da kabul etmek demek olur. Her yeni bir ideoloji ve teknoloji içerisinde insan geçmişten getirdiği tecrübelerini kaybetmesi gerekir. Çünkü Allah Teâlâ insanlara son rasülünü göndermiş ve fıtratın kemalini beyan etmiştir. Eğer bir anlaşılamayan durum zuhur ederse bu manada kesinleşmiş bilgiler ve geçmişin tecrübeleri ile kendimizi sapkın ve dalalet yollarından imtina ederek muhafaza etmelidir. Belki istenilen seviyede bir meselenin çözümü olmayınca geçmiş hayatın işareti ile güne ışık tutmakta ayrı bir meseledir. Yani bugünü geçmişte yaşamak demek geleceğin sıkışmasına sebep olur. Sıkıntıların ve meselelerin çözümü için geçmişe gidilmesi yanına geçmişi bugüne getirmek en uygun olanıdır. Bu nedenle sorunları çözmek için, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem dönemine gitmek değil, O’nu bu döneme getirmek gerekir.

Ayrıca geleceğin korkutucu teknoloji çılgınlığında insan fıtratı boğulmasına da engel olmak gerekir. Çünkü manada zayıf kaldığımız her gün itibarı ile belirginleşmekte olduğu gibi ulaşılmaz hırsların ürünü olan teknolojide başka sorunlar oluşturmaktadır. Bu nedenle ona yetişmekte zorlanan insan sonuçta hastalanan insan sınıfına geçer. Çünkü fıtratın yaşama ve kavuşma hırsı yenilince nevrozlu hastalar ortalığı kaplamaya başlar. Sapık ideoloji ve kimliklerin kontrolünü ise bol bol uyuşturucu imal etmek için haşhaş tarlaları açmak veya olur olmaz sebeplerden savaşların çıkmasını sağlamak olur. Çünkü artık kontrol edilmesi imkânsız durumlar çıkmıştır. Fıtratın zıddı hayatın ancak geleceği kurban olmaktır.

2- Fikir adamı yetiştirmek

qqqFikir  “insan başını fare kafasından ayıran tek hassa” [227] dır. Fikir toplumlar ve insanlık için kıymet biçilemeyecek değeri ifade eder.  Ancak fikrin hayata geçirilmesinin asıl gaye olması gerekmektedir. Fikir adamı ve sistemiyle beraber, onun düşünüş tarzı üzerinde de durulması gerekmektedir. Necip Fazıl Kısakürek,  fikirlerinin geniş bir tesir çevresi bırakması için kendisinin ifadesiyle “fikir öfkesi” ne ihtiyaçtan bahseder. Fikir, insan ve cemiyet hayatında bir şekil ifadesi istenmiyorsa, zarını yırtmamış bir tohum [228] gibidir. O gün itibarı ile kabul edilmedi diye zayi etmemek gerekir. Fikrinde çilesi çekmeye razıda olmak kuvvet bulmasına yardımcı olmak gerekir. öfkesi olmayan fikir de, tüfeği olmayan asker” [229] gibi zamanla yıpranmakta her türlü taarruza maruz kalır.

Çalışmak insanın kaderidir. Allah Teâlâ bile her an bir yaratma içindedir. Mehmet Âkif ERSOY diyorki,

“Mâsivâ bir şey midir? Boş durmuyor Hâlik bile;

Bak tecelli eyliyor, bin şe’n-i gûnâgûn ile.”[230]

Fakat zamanımızda fikir para etmez hale getirilmiştir. Düşünen kişiler ezilmesi için bir güç sürekli baskı yapmaktadır. Bu güç emperyalist güçlerin düşünen insanlara karşı hazırladığı entrikadır. Finans kurumları bile bu çetelere destek oluyor gibidir. Mesela kitap okumanın artması için paralar verilmezken eğlence türü etkinliklere paralar su gibi akmaktadır. Çözüm olarak kazancının seviyesine göre sermaye sahiplerinin siyasi, eğitim, kültür, sanat, edebiyat felsefe vb. konuları içeren eserlerin insanlara ulaşılmasını sağlamak mecburiyeti getirilmelidir. Hali hazırda zengin ve elit tabaka teknolojiyi kontrol etmek için sürekli açtığı okullarda düşünceyi ele alan eğitimden çok teknoloji hedef almıştır. Bu şu demek oluyor, düşünmeyi unutanlar ile kontrol edilmesi kolay nesiller elde etmektir.

Teknoloji eğitimi pahalıdır. Bu eğitimin yakınına dahi yaklaşamayan diğer guruplar ise fakir kalır, geçim kaygusu yüzünden düşünmeye fırsat dahi bulamayınca şahsiyeti olumsuz yönde gelişerek potansiyel suçlu olma yolunda aktif eleman olur. Hakikatte bu kişilerin hedef kitlesi de yine refah seviyesi yüksek seviyedekilerdir. Bunların insan, millet ve devlet olması da önemli değildir. Varlığını bulmayan olgunlaşmayanın kaybedeceği olmayınca arzularına kavuşmada ilkel tavrı olan hayvanî yönü harekete geçer. Bir nevi hayvanlaşır. Çünkü düşünme unutturulunca hayvanî şahsiyet ruhanî ve ulvî gerçeği baskı altına alır. Yuvarlanmalar olunca artık çok şeyin değeri kalmaz.

Parçalanmış nesil sendromu ile başıboş vahşiler gibi olunca etkilendiği ve emelini duyduğu bir şeyi kalmayan insanların karamsar duyguları ile rasüllerine isyan eden Yahudiler yıllarca çöl hayatına mahkûm olarak yüzyıllarca kinle yoğrulmuş toplulukları oluşmuştur.

[Yahudilerin yetmiş yıllık Babil esareti, insanlığın ebedi kalacak çilesinin başlangıcı olmuştur. Bu esaretin kıyamete kadar intikamını almaya söz veren vicdanı azapsız kavim, madde dünyasında olduğu kadar ruh ve düşünce dünyasında da insanlığa yapabileceği bütün zulmü yapıyor.][231]

3- Geçmişten kopmamaktır.

 [Geçmişe hakkını teslim etmektir. Geçmiş içkin anlamda ne iyi ne de kötüdür. Ama gereklidir. Bir forma sahip olmak zorundayız -tamamen örtük düzen içinde yaşayamayız- Geçmiş artık uyum sağlayamıyorsa ölmeye hazır olmak zorundadır, ama o hâlâ ayakta kalmaya eğilim gösterir ve bu rahatsız edicidir. Ancak doğru şekilde anlaşılan geçmişin kendisi yeterince faydalıdır. Gördüğünüz gibi, geçmiş de yaratıcılıkta rol oynayabilmektedir. Mutlak yaratıcılık -geçmişsiz mutlak yenilik olsaydı hiçbir şey olamazdı çünkü her şey tam yaratılış anında yok olurdu. Eğer her şey bütünüyle yeni olsaydı hiçbir şey varlığını sürdüremezdi. Bu nedenle o, her iki tarafı, yaratıcılığı ve kararlılığı, yaratıcı şimdiyi ve nispeten sabit geçmişi öngören diyalektik bir devinimdir.

O zaman geçmişle ilişki kurmanın doğru yolu geçmişi göz ardı etmemek isteriz tamda ona bağlanmamak. Eğer geçmişten gelen bir şey karışıklık ve çatışma doğuruyorsa onun bir kenara atılması gerekir diye düşünülebilir. ] [232]

 [İşte; ecdadında büyükler bulunmazsa, insan ister istemez küçük doğar, millet küçük yaşar. Ancak ecdatta büyüklükler olduğu halde insan onlardan nasipsiz kalırsa o bayağı insandır, ruh ve duygusunu benimsemiştir ve eğer ecdadındaki büyükleri çiğnerse, çiğnetirse o insan ruh âleminde canidir, elleri mukaddesat denen şey, fert olan varlığımızdan başlayarak Allah Teâlâ’ya doğru yönelmek için, bizi maziye tırmandıran ve orada benliğimize ulaştıran basamaklardır. Mazideki ruh kuvvetlerinin fethi, kendini yetiştirmede olan ferdin zaferidir.][233]

 “Her şeyin birbirine muhtaç olduğu fikrinden hareketle sınıflar ve unsurların ince sınırları aşılmadan bağlantılarını sağlamak üzere hareket edilmelidir.”

“Geçmişe muhtaç olma” ilişkilerin gelişme ve devamında gereklidir. Çünkü her şeyin aynı vasıfta olmadığı gibi farklılıklar gösterdiği görülmektedir. Bir şey başka bir şeye muhakkak bir yönden bağımlıdır.

 “Özgürlük” adı altında geleceğin geçmişinden “kopma”ları yanlış olacağı unutulmamalıdır. Yalnızlık geleceğin gelişimine en büyük darbeyi vurur. Ayrılığın fikirden varlığa seyrinde aldığı hız karşısında bocalayan geleceğin tekrar dönüşümünü sağlaması çok zor olduğunu görülmektedir.

 

4- “Küreselleşme” adı altında emperyalist amaçlarla sömürü düzeni kurarak, tek toplum çılgınlığının önüne geçilmesidir.

Zamanımızda ülkeler el değiştirerek başka bir devlete katılması yerine şimdi, sınırları genişletmek, başka memleketlerin zenginlik kaynaklarını ele geçirme ve insanlarını kendi hesaplarına çalıştırılmaktadır. Çünkü çok defa silâhlı harp, hem masraflı, hem de hürriyet fikriyle bağdaşmadığından zamanımızda daha sinsi ve maskeli bir “emperyalizm” şekline başvurulmaktadır. “Modern emperyalizm” denilen bu şekil iktisadi ve kültür hayatı bakımından bir ülkeyi kendine bağlamak suretiyle menfaat sağlamaktadır. Gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkeleri bu yolla kendilerine bağımlı hâle getirmektedirler. İnsanlarını kendi kültür ve ideolojileriyle yetiştirdikleri için felsefe, siyasi görüş ve yaşayış bakımından kendilerinden ayrılamaz hâle getiriyorlar. Bunun adına da küreselleşme deniyor.

[Küreselleşme konusunda müthiş bir anlama ve yorumlama karmaşası vardır. Çağımızın moda söylemi ve gündem sözcüğü küreselleşmeye farklı anlam yüklemeleri yapılıyor. Çünkü öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, her şey birbirine karıştırılıyor ve gerçekler gerçekdışı gibi sunulmaya çalışılıyor.

Küreselleşme, Batı dünyasının sosyal, ekonomik, politik ve kültürel temelleri olan kapitalizm ve emperyalizmin yeni adıdır. Küreselleşme, kapitalizmle yaşıttır ve onunla eş anlamlıdır, dolayısıyla iddia edilenlerin tersine yeni bir süreç değildir.

Küreselleşme, 16. yüzyılda temellenen, ancak 19. yüzyılda dünya toplumlarına önemli ölçüde nüfuz eden kapitalizmin, günümüzde yerküreyi kaplaması ve dünyanın tamamına yayılmasıdır. Küreselleşmenin öznesi, Amerika ve Avrupa Birliği'dir. Küreselleşme, onların çıkarları doğrultusunda, dünyayı küçülten, ekonomi, politika ve kültür gibi ana öğeleri ulus-devlet üstü bir noktaya taşıyan, toplumlar üzerinde denetim kuran ve özellikle Batı-dışı mazlum toplumları tarih sahnesinden yok etmeye çalışan bir süreçtir. Kısaca, küreselleşme bütün toplumları yakından ilgilendiren ve insanlığın başına büyük belalar açan yeni kapitalizmdir.

Küreselleşme, kapitalizmin dönüm noktalarından biridir. Bu dönüm noktaları; kapitalizmin ve Avrupa'nın yerküreyi kuşatmasının sonucu olan modern kutuplaşmanın eşzamanlı doğumu, merkantilist geçiş döneminin bitişi, Sovyetizmin sonu ve yeni bir küreselleşme aşamasının başlangıcıdır. Küreselleşme, 19. yüzyıl vahşi kapitalizminin restorasyonudur, laissez faire[234] ideolojisi ve politikasının zaferidir. Küreselleşme, dünyanın yeni liberal değerlerle beslenen ekonomik, sosyal, kültürel ve ideolojik sürecidir. Küreselleşme, sermayenin Batı'da, özellikle Amerika'da birikmesine kaynaklık eden, dünya ölçeğinde kaosa, eşitsiz gelişmeye ve kutuplaşmaya yol açan bir süreçtir.

Kısaca, küreselleşme, kapitalizmin günümüzdeki boyutu ve görünümü, onun dünyaya dağılıp yayılması, esnemesi, dünyayı kuşatması ve en ileri aşaması olan emperyalizmin yeni adıdır.

Günümüzde küreselleşme adı altında kendisini kamufle eden kapitalizm, esas olarak insandan ziyade sermaye ve kârı önemsemektedir. Kapitalizmde amaç sermayeyi mümkün olabildiğince arttırmaktır. Bunun için de insanın emeğinin sömürülmesi, onun kendisine, işine, çevresine ve topluma yabancılaştırılması, ayrıca fiziksel olarak çöküntüye uğratılması ve bedeninin tahrip edilmesi oldukça önemsenir. Kapitalizmin temel dayanağı olan sermaye, özü itibariyle, “ölü emektir ve ancak vampir gibi canlı emeği emmekle yaşayabilir ve ne kadar çok emek emerse, o kadar çok yaşar” [235]

Yine, kapitalizmin varlığı, üretilen metaların satılmasına bağlıdır. Bunun için de kapitalizm, insanları, sürekli olarak tüketime yönlendirir. Kapitalizmin biçimlendirdiği sistemde insanlar aşırı derecede tüketen obur yaratıklar olarak görülür. Hatta kapitalizme bedeni oburlaştırma tasarımı da denebilir. Kapitalizm, yarattığı tüketim kültürü sayesinde insanları oburlaştıran bir sistemdir.

Küreselleşme çağında bireylerin yaşamının anlamı ve mutluluğu, tüketime bağlı hale gelmiştir. Birey, tüketiyorsa vardır, anlamlıdır ve mutludur, tüketmiyorsa yoktur, anlamsızdır ve mutsuzdur.

[İşte, çağımızda bedenin önemli bir öğe haline gelmesi, kapitalizmin bu mantığı ve doğasının bir sonucudur. Küreselleşmenin ördüğü tüketim toplumlarında tüketen esas öğe, bedendir ve bu yüzden beden büyük önem kazanmıştır. Başka bir deyişle, tüketim toplumunun temel bileşeni, bedendir. Tüketim kültürü, doğrudan bedeni hedef seçmiştir. Küreselleşmenin inşa ettiği dünyamızda birey, tüketici konumuna indirgenmiştir: “Tüketiyorum, Öyleyse Varım”, ana slogan haline gelmiştir. Ama bedeni sürekli tüketen birey, dış dünyadaki gerçekliği fark edemediği için de şizofrendir.][236]

Descartes'in “düşünüyorum, öyleyse varım” ya da bunun tam tersi bir algılama olan marxistlerin “varım öyleyse, düşünüyorum” söylemleri/kavrama biçimleri, artık yok gibi. Bu, bireylerin dış dünyayla bağlarının kopması, kendi, dışındaki gerçekliklerle anlamlı bağıntı kuramaması ve gerçeklik duygusunu yitirmesi olduğu için tam bir şizofreni durumudur.

Küreselleşme çağı, kişilik bozulmalarının öne çıktığı şizofren çağıdır. Küreselleşmeyle birlikte kişiliğin sadece bir bölümü hastalığa yakalanmamıştır (nevrozlar), genel kişiliğin bozulması (psikozlar) söz konusudur. Kısaca, Foucault'nun[237] dediği gibi, ruhsal hastalıklar, kişilik bozulmalarının hacmine göre nevrozlar ve psikozlar olarak ikiye ayrılır. Şizofren durum ise psikozlar içine dâhildir.

Şizofreni, ya da zihnin yarılması, insanın gerçeklerden uzaklaşarak, kendine özgü bir dünyada yaşadığı; düşünüş ve davranışlarda önemli bozukluklarla kendini gösteren bir rahatsızlıktır. Şizofrenlerde çağrışım zinciri gevşemiştir, konuşmaları kopuk kopuk ve tutarsızdır. Şizofrenler bir konu üzerinde tam olarak dikkatlerini toplayamazlar ve onlarda dikkatin seçiciliği bozuktur. Şizofrenlerin hareketleri, tepkisizliğe kadar gidebilir. Şizofrenler, üretken olamazlar ve dış dünyayla ilişkilerinde içlerine kapanırlar. Şizofrenlerde kendilik duygusu bozulur. Şizofrenler, kendi kimlikleri ve varlıklarının anlamını karıştırırlar.

Kapitalizmin günümüzdeki biçimi olan küreselleşme ile şizofreni arasında bağ kurmak mümkündür. Çünkü şizofreniyi inceleyen psikanaliz de, insanlığın başına makro sorunlar açan kapitalizm de bunalımların sistemidir, ikisinin de varlığını sürdürmesi, bunalımlara bağlıdır. Eş deyişle, gerek psikanaliz gerekse kapitalizm, problemler, krizler ve olumsuzluklarla yaşarlar, bunalımlar onların yaşama iksiridir. “Lucrece'in demiş olduğu gibi, 'İKTİDARLARIN HASTALIKLI KİŞİLERE İHTİYAÇLARI VARDIR Kİ, BUNLAR HASTALIKLARINI SAĞLIKLI KİŞİLERE GEÇİREBİLSİNLER' SÖYLEMİ KAPİTALİZM İÇİN DE PSİKANALİZ İÇİN DE GEÇERLİDİR. YANİ KAPİTALİZM BUNALIMLARI VE ÇELİŞKİLERİ SONUCU YIKILACAKTIR TEZİ BURADA BİR DUVARA TOSLAR. ... ASLA KİMSE ÇELİŞKİDEN ÖLMEDİ”. Kısaca, kapitalizm ve psikanaliz, bunalımlara gereksinim duyarlar. Örneğin, hastalık “yenilemediği vakit, 'yönetilmesi' gereken bir şeydir ve zorunlu olarak insani ilişkileri buna yerleştirmek lâzımdır”

Hayatımızda önemli bir yeri olan ekonomik olduğu kadar, siyasal, teknolojik ve kültürel yönleriyle çok boyutlu bir olgu olarak değerlendirilen küreselleşmenin çevresiyle etkileşim içinde olan bireyin ruh sağlığıyla ve dini hayatını da etkilemektedir. Bu etkilenmenin boyutları bazen kontrol edilmesi dahi zorlaşan durum aldı. “Öteki ve diğeri” kavramları kayboldu. Her şey birbirine kenetlenince sonuçlara ulaşmak ve inanmak zorlaşmaya da başladı. [Peter Beyer’e göre KÜRESELLEŞME 1960’lı yıllardaki bazı batılı teologların düşündüğü gibi TANRI’NIN ÖLÜMÜNE DEĞİL, ŞEYTANIN BELİRSİZLEŞMESİNE SEBEP OLMUŞTUR. KÜRESEL TOPLUMLARDA TANRI HALA DİRİDİR, FAKAT ONDAN KORKMAK GÜÇLEŞMİŞTİR. Dolayısıyla küreselleşme sürecinin kötü ve şeytanın dini yapıdan çıkarması veya belirsizleştirmesi geleneksel dinleri değişime zorlamıştır. Bu da dindarları kötülüğün ve şeytanın yer aldığı geleneksel yapının devamını ifade eden muhafazakâr ve şeytanın ve kötülüğün belirsizleşmesinin kabullenmesine vurgu yapan liberal tercih arasında ciddi bir ikileme sevk etmiştir. Çünkü küreselleşme ahlaki kuralların varlık bilimi temellerini oluşturan iyi-kötü ayırımının belirsizleşmesine yol açmıştır. Zira günümüz küreselliğinin çok-kültürlü yapısının bir sonucu olarak din, dinin çoğulculuk bağlamında izafileşmiştir.][238]

Anlattığımız şekilde yaratılışın din, millet ve devlet etmenleri içinde özerk yani bağımsız olması deformasyona uğrayarak tabii zenginliği, sanal zenginlikler içinde “buhran çılgınlığına” dönüştürerek kontrol edilen insanlar sayısının artmaması için “küreselleşme” hikayesinden kurtulmak gerekir.

Çok gelişmiş karşısında gelişimi tam sağlayamamış topluluklar “aşağılık kompleksi” ile “yetersizlik” “tükeniş” in etkisi altına eritilmesi, daha fazla kayıpların oluşmasına sebep olur. Hayalleri kalmayan nesiller, “hiç” olup, kölelik düzeninin bireyleri olmanın kaçınılmazı olur.

5- “Kısalma-kopma” yı zaman-mekân-zihin arasında uyumlu olarak oluşturmaktır.

Teknolojinin, ulaşımın, iletişimin, ticaretin vb. yaygınlaşması ve hızlanması kısalmayı doğurmuştur. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin hadislerinde buna “tekarubuzzaman” denilmektedir. Zamanın hızlanması ve yoğunlaşması anlamındadır. “Zaman kısalacak ve vasıtalarla mesafeler kısalacak.” [239]

Yaşadığımız yüzyılın sesten hızlı uçakları, trenleri ve diğer gelişmiş ulaşım araçlarıyla, eski dönemlerde aylar süren yolculuklar şimdi birkaç saat içinde, üstelik çok daha güvenli, rahat ve konforlu bir biçimde yapılabilmektedir. Hadisin işareti de bu şekilde gerçekleşmektedir. Günümüzün ileri teknoloji ürünü ulaşım araçlarına Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde işaret etmiştir:

“Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkepleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır.” [240]

Zaman tekarüb ederek (yaklaşarak) gece ile gündüz birbirine yaklaşır... “Zaman kısalıp sene ay, ay hafta, hafta gün, gün saat, saat de ateş tutuşturacak kadar az bir zaman olmadıkça kıyamet kopmaz.” [241]

"Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem buyurdular ki:

“Zaman yakınlaşmadıkça Kıyamet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, haftada bir gün gibi, gün saat gibi, saat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur.” [242]

 Zamanı kullanma biçimimiz ve onu algılama biçimimizin değişimi “zaman kavramı” nın değişimine, aynı şekilde bu değişim de tekrar zamanı kullanma ve algılama biçiminin değişimine sebep olmaktadır.

 [“Gerçek”in anlamını yitirdiğini, gerçeklik (simülakr)[243] kavramının onun artık egemen olamadığı alanı büyük bir kabiliyetle doldurduğunu birçok disiplinde yapacağımız tarama işlemiyle anlamamız zor olmayacaktır. Bağlamlarından kopartılarak içerikleri sürekli boşaltılıp doldurulan kavramlar silsilesinin bu sürekli başkalaşımının sebep ve sonucu, yaşadığımız her ayrıntıyı resmeden zaman kavramının uğradığı “değişim”dir.

17. yüzyılda Aydınlanma Çağı ile başlayan felsefe, bilim, sanat, edebiyat gibi birçok disiplinin uğradığı sürekli değişim bugüne kadar uzanan bir altyapıya sahiptir. Sanayi Devriminin altyapısını hazırlayan Aydınlama Hareketleri sosyo-ekonomik açıdan toplulukların köklü değişimine sebep olmuştur. Sanayi Devriminin birinci bölümünü oluşturan “makinalaşma çağı” üretim teknolojilerinin uğradığı evrimin yerini sağlamlaştırırken yepyeni bir yaşam biçimini, estetik anlayışı ve gündelik hayatı da örgütlüyordu. Bu dönemi takiben oluşan fabrikalaşma, şehirlerin konumlanma biçimlerini kökten değiştirdi. Çalışma kavramının zamanla olan ilişkisini keşfeden, seri-üretiminin gücüne hayran kalıp etkisi altında zevkten kendini kaybeden yeni yaşam biçimleri “hız”ı da keşfetmiştir. Üretimde zamanın rolünün öneminin kavrandığı bu dönemi takip eden dönemde, üretimin lokomotifi olan “tüketim”in yaptırım gücü keşfedilmiştir. Üretim ve tüketim birbirini öteleyerek öyle bir konuma getirmiştir ki bugünün insanı kendisi için üretilip paketlenmiş zaman programları (bir tatil, eğlence turu, uçak, gemi, tren yolculukları, eğitim programları, emeklilik poliçeleri vb.) satın almaya başlamıştır. Sanayi Devriminin son bölümü olarak da adlandırılan “bilgi çağı” ise sonraki adımı takip etmektedir. Bilgisayarın keşfinin ve ileri teknolojik gelişmelerin sanayi devriminin üçüncü aşamasını oluşturduğu varsayılmaktadır. Gerçeklerin yerini suretlerinin aldığı, “katı olan her şeyin buharlaştığı”, ağırlıklarını yitiren kavramlar sebebiyle uç kutupların birbirine hızla yaklaştığı dönemdir.

Mekâna katı bir sadakatle bağlı bireyin bu yeni dönemde bedenî ve zihnî olarak hareket kabiliyeti artmış, mekânla bağları zayıflamış ve kopma noktasına gelmiştir. Büyük üretim teknolojilerinin yarattığı iş kapasitesine bağlı olarak artan şehir nüfusları yüzünden, çeperlerine baskı yapan şehirler yeni ağlar sistemi kurmuştur. Kırsalı sürekli yutan şehir, geçmişteki insanın domestik[244] yapısını terörize etmiştir. Göç nitelikli olan bu “hareket”,[245] şehirlerin merkezlerinin suretlerini üretip şehir içinde şehirler oluşturmaya başlamıştır. Bu da metropolleşen şehrin tanımını oluşturmaktadır. Sürekli genleşen, sınırlarına baskı yapan şehirlerde özerk yaşam şehirden kaçarcasına kurulmaya başlanmıştır. Ve bu üretmek ve tüketmek için şehrin kaynaklarına ihtiyacı olmasına rağmen kendi yaşam aralığını oluşturmak için şehir’den kaçan yeni yaşamlar üretmeye başlamıştır.

Sadece teknolojileri değil düşünme biçimi de değişen yeni insan dünyayı farklı bir biçimde görmeye başlamıştır. Ulaşım teknolojilerinin artışı ve “mobilite” kavramı insanı yere bağımlı bir varlık olmaktan çıkarıp bir zamanlar hayal bile edemeyeceği mesafelere hâkim olmasını sağlamıştır. Bu da bedenin hâkimiyet alanını genişletmiştir. Ancak bu değişimlerle gelişen insanın aşırı hareketliliği sadece bedensel değil aynı zamanda zihinsel alanda da kendini göstermiştir.

“Sürekli hareket” halinde olan insanın oluşturduğu yaşam biçiminin “sürekli iletişim-kavuşma” i de talep ettiği ve bunun da insanın bir gün içerisinde yapabildiklerinin her geçen gün artmasına sebep olduğudur. Hareketli beden iletişim-kavuşma ağını genişletmek zorundadır. Bu genişleme de daha çok hareketi doğurmaktadır. Ancak bu çift taraflı tepkime belirli bir durumdan sonra hareketini zihnin içine sığdırmış hareketsiz bedenlerin doğmasına sebep olmaktadır. Çünkü artık birçok eylemi teknolojiler sayesinde hareket etmeden yapmak mümkündür. Teknolojilerin ilerleme yönünde önünü böyle cömertçe açan bu durum, birçok disiplinde yeni deneyimlerin oluşmasına sebep olmaktadır. Ve hatta biraz daha geleceğe doğru bir önerme yapacak olursak, bu hareketsiz ama özgür bireyin bedeni öyle bir beden halini almaktadır ki tüm bu yetenekleri bünyesinde barındıran bir seviyeye ulaşmış bir post-hüman özne olmaktadır.][246]

[Bu nedenle “Tüketim devir süresinin” de hızlanması; yine bu organizasyon değişimi nedeniyle iletişim ve enformasyon sistemleri, dağıtım teknikleri gibi kavramların gelişmesi, bunun da sonucu olarak mesafelerin giderek daha çok ve korkusuzca kat(l)edilmesi “mekânın zaman tarafından sıkıştırılmasına, yok edilmesine” neden olur. Hızla artan dünya nüfusu bir gün yeryüzüne sığamayacağından şüphelendiren kalabalıklar yaratır. Ve insanlık bir organizma gibi yayılmaya devam eder. Ancak bu durum sadece yeni topografyaların işgaline değil aynı zamanda var olan şehirlerin de sıkışmasına neden olur. Bu arada birey öteki üzerinden kendi benliğini keşfeder, kalabalığın içinde çok olmanın değil tek olmanın doğasını kavrayınca, kendi dışında gelişmiş olan ve üst ölçekte yaşama damgasını vuran kapitalist sistemin, öngördüğü “tüketmek için üret” mantığında üretilen nesneleri, tüketmek için simülakrlarla çevrelenmiş kişisel hayatının olmadığını yarı şuurlulukla görür. Tam olarak görmez çünkü bu durum onu öyle uyuşturmuştur ki daha önce nasıl olduğunu sorgulama yetisini kaybetmiştir. A. Toffler’in de dediği gibi “kullan at” toplumunun bir parçası olmuştur. Üstelik bu toplum sadece üretilen nesneleri değil, fikirleri, ideolojileri, mesafeleri de kullanıp atmaktadır. Öznenin ‘mekân’ la kurduğu bağların giderek zayıflaması, onu “kök salamaz” hale getirir.

Kapitalist sistemin oluşturduğu, birbirini aralıksız biçimde birbirinin içine alan mekânın, bedenin de hareketlenmesiyle, zaman tarafından sıkıştırılması, bedenin hayatla ilişkinin zayıflamasına neden olmuştur.

Belki bu anlatılanlar sosyo-kültürel kavramların yaşadığı bu değişim bir felaket göstergesinin habercisidir. Sosyo-ekonomik faktörlerin değişmesiyle postmodernist insanın, ulaşılamayan dinamik dünyanın dinamik bireyleri haline gelmesi kaçınılmaz olmuştur.

Zihnin, bedenin hâkim olamayacağı kadar geniş bir alanda hâkimiyet göstermesi nedeniyle, diğer yandan da onu daha yoğunlaşan dinamik bir yaşam biçimine zorlar. Bu ikili durum sarkacın yaptığı salınım hareketi gibi birbirini öteleyerek devam etmektedir. Bedenin hareket yasası korundu ama özgürleşen zihin bu bağlamda bedenin etki alanının önemini sınadı. Zihin her şeyi beden üzerinden tanımlayan, bedenî deneyimin birincil olduğu dönemin aksine bedenin yapacağı eylemleri hiper-gerçeklik ortamlarında yerine getirme imkânını bulmuştur.

Başlangıçtan bu yana zamanla kurduğumuz çok önemli ilişki sayesinde bedenî ve zihnî var oluş biçimlerimizde yaşadığımız değişim gözler önündedir. Büyük bir ivmeyle gelişen teknolojilerinin ve kapitalist sistemin etkisiyle oluşan aşırı-hareketli insan, teknolojilerinin artışıyla zihnî olarak hareket sınırlarını yıkarak bedenî deneyime ait mekânlardan, sanal mekânlara transfer olduğundaki ilişkide, kendi yerini bulamayan bedenin, bu teknolojiler karşısında kendi eksikliğini ve kısıtlı yeteneklerini keşfetmektedir. Bu nedenle bedenin eksikliğinin zihin aracılığıyla farkına varılması kaçınılmaz tekamül sürecinin zeminini hazırlamakta ve öznenin hayat oyununda yer alması için bu kopmadan korunması zorunlu bırakmaktadır..][247]

Sonuç olarak çağımızda zaman-mekân-zihin ilişkisindeki durum insan dünyasında sanal bir algıya dönüşmüştür. Bu algının tabii olaylarla bağıntısındaki izafiyeti çok kısalınca insanın yeni bir şeyler bulma ve güdüsü olan “ihtiyaç” kavramı kaybolma noktasına gelince kopmalar olur, hayat dayanılmaz hale gelir. Çünkü duyguların seyri bedenin seyrinden hızlıdır. Kavram karmaşasına düşen geleceğin kaosu ise “mutsuzluk” ve sonuçta “inançsızlık” ve ileri aşamada “intihar eden topluluklar” meydana çıkarır. Bu ise kıyameti öne almak gibi bir şeydir.

6- “Sahte mutluluklar” a mani olmaktır.

Gerçeğin gerçeklikle bağıntısının bozularak hangi gerçeğe inanılacak şeyin kalmayışıdır. Mutluluk vardır. Fakat mutluluğun hiçbir neticesi yoktur. Bu nedenle doyumsuzluk veren hallerdir. Buna en güzel örnek sinema ve alt birimleri olan hayali kişiler, hayatları ve komplo düzenleri olabilir. Sinema bu görevi en güzel şekilde gerçekleştirmektedir.

Mesela; [Hollywood film endüstrisinin ürettiği ürünler, bu içtimâi değişmelere yön verebilmektedirler. Bu bağlamda, ABD gibi devletlerin gücü yalnız bir askeri güce dayanmamaktadır. Bu gücün kültürel boyutları da mevcuttur. Hollywood bu anlamda çok önemli roller üstlenmiştir. Bugün için Hollywood’un karşısında ciddi bir güç görünmemektedir. Bu durum, teknolojik ve ekonomik imkânların genişlemesiyle değişebilecektir.] [248]

7- “Kalp komplo teoriler” ile kısa vadeli teori ve ünlülerle insanların yıpratılarak “güven duyguları”nın istismar edilmesinin önüne geçilmesidir.

Kalp Komplo teoriler için aslında söylenecek çok şeyler vardır. Bu teorileri üretenler kişileri ve cemiyetleri belirlenmiş hedefin merkezine doğru çekerek bataklık çukuruna düşürürler. Her şey bir komplo illüzyonu içinde kaybolup dağılır. En akıllı, tedbirli ve temkinli olduğunu zannedenler dahi bu illüzyona maruz kalıp aldanırlar.  

Her komplo teorisi üç kısımdan oluşur. Birincisi “Haber” bölümüdür. Teorisyen size aklınızda olmayan bir şeyi hatırlatır. Bu daha önce düşünülmemiştir. Son derece gerçekmiş gibi normal bir şey olduğunu kabul etmenizi ister. Fakat gerçek, farklıdır.

İkinci kısma “Eğriltme” denir. Teorisyen iddiasını alır ve onu olağanüstü bir şeye dönüştürür.  Çünkü dikkatler etkilenmiş ve dağılmıştır. Artık teoriyi bilmek değil, kandırmak isteyenin isteğine mahkûm olmuş bir düşünce yapısı vardır.

Bununla yani kandırmak ve kandırılmakta yeterli değildir. Çünkü bir anlatılanların bir kısmının gerçek çıkması gerekir. İşte üçüncü kısım olan  “Prestij” in teorisyen tarafına geçmesi gerekir. Bu “Prestij =saygınlık, itibar, nüfuz, ün” olan kısımda artık kontrol teorisyeninin elindedir. Artık teoriyi çözmek yerine kandırılmak insanlara daha hoş gelmektedir. Gerçeklerle karşılaşmak yerine insanların olmayacak bir şeye inanması daha kolaydır. Çünkü gelecekte hata yaptığı açığa çıkınca aldatıldım demek şansını kaybetmek istemez.

Bu anlattıklarımızı misal olarak ABD'nin önemli strateji kuruluşu Stratfor'un sahibi analist George Friedman, 2050 yılına yönelik “The Next 100 Years: A Forecast for the 21st Century” (Önümüzdeki 100 Yıl: 21. Yüzyıl İçin Tahminler) isimli bir kitabındaki öngörüleri verebiliriz.[249]

G. Friedman'ın gelecek öngörüsü hakkındaki ütobik düşüncelerine aldanmanın bedelinin ne kadar olacağını düşünmek gerekir. Düşünüldüğünde güçlü bir devletin strateji kuruluşunun uzmanı önceden gördüğü bazı şeyleri deşifre ederek bir yenilgiyi mi haber veriyor? Yoksa bir illüzyona doğru bazı devletlerin halkını çekerek onların hata yapma ihtimallerini yükselterek büyük lokma yapma peşinde midir? Bu gibi sorular sorulunca tedbir mahiyetli düşüncelerimizin artması gerektiği hatıra gelmektedir. Mesela Türkiye hakkındaki varsayımlarına baktığımızda umut verici sözler gerçekleşmesi sevinmemize sebep olur. Fakat bu bir illüzyonsa?

Kuvvet bulmanın birinci şartı kuvvetli beslenmedir. Kuvvetli beslenme ise kaliteli gıda ile olur. Bir çiftçinin hindiye verdiği gıdalar, hindiyi sevmesinden olduğunu düşünmek illüzyondur.

Yakın zamanlarda aşağılık kompleksi içinde olan milletimize birileri gelerek hayallerinde senelerce ABD hakkında düşündüğü süper devlet fikrini yıkacak söylemleri ile parıldayan, milliyetçi olduğu lanse edilen profesörün ağzından  “Aptal Amerika” gibi sözler ile bir şeyler duyulmaya başlayınca çok kişi şok olmaya başlamıştı. Bir şey bu arada unutuluyordu. Bu kişi uzun seneler Amerika’ya hizmet etmişti. Şimdi niye bu şekilde konuşuyordu. Çünkü bu bir illüzyondu. SSCB yıkılınca Amerika siyaset ve hedef kitle olarak yıllardır rakip olarak gördüğü ve gösterdiği kuvveti ve kolunu kaybedince yeni ve daha güçlü bir hedef bulması gerekti. Bunun içinde potansiyel kitle olarak Türkleri seçmiş olduğu teorisyenleri bu saçma fikirleri ileri atmaktadır. Hiç insan kendini yesin diye aslan besler mi? Roma’da gladyatör ve aslanı besleyen yönetim arena duvarları arasında verdiği özgürlüğü hiç dışarı taşırmıyordu. Arena savaşların olduğu ve halkın illüzyona çarpıldığı yer olmaktan öteye çıkmadı.

 [1501'de İspanya'nın Katolik Krallarına gönderdiği bir mektupta Kristof Kolomb, (1451'e doğru-1506) şöyle demektedir:

“Önceden de söylediğim gibi, bu Hint Adaları girişimi için bana ne akıl ne matematik hesapları ne de dünya haritaları yardımcı olmuştur; yalnızca İşaya'nın söyledikleri gerçekleşmiştir.”

Kutsal Metinler tarafından esinlenmiş ve büyük yazgıların adamı olduğuna inanmış Büyük Amiral, bu özellikleriyle eski eskatolojik[250] beklentileri gerçekleştirecektir. Bartolome de Las Casas (1474-1566) sayesinde kurtarılan ve ölümünden sonra yayımlanan Diario de navegacion adlı eserinde, dinsel binyılcılık ve haçlı seferleri saplantısı alan tutkusuyla, ekonomik ve ticari hesaplarla (sözleşme yaparak Kolomb gelecekteki kârın onda birini daha baştan kendine ayırır) ve bir sömürge imparatorluğuna dayalı dünya hegemonyası kurmaya yönelik açık projesiyle çatışır. Hint Adaları'nın zenginliği, Hıristiyan evrenselciliğinin bayrağı altında insanlığı yeniden bir araya getirmek için, Kudüs ve İsa aleyhisselâmın mezarının kurtuluşu yönünde kullanılmalıdır. Böylelikle Kolomb kendisini, İsrail Tanrısının ismini ve şanını dünyanın öteki ucuna kadar taşımanın Tanrısal misyonuyla çevrilmiş hisseder. “Siyon Dağı'nın evini yeniden inşa etmek” gerekli diye haykırır. Altınla birlikte, “ruhlar cennete gönderilebilir.” Onun keşfi eksiksiz bir dirilişin Yeni Zamanı'nı ilan eder; orada insanlık, bir bütünlük içinde tek dini kucaklayarak yanılgıyla geçen yüzyıllardan ve ilk günahtan azade, çatışmasız bir bütünlük içinde tek bir çobanın asası altında buluşacaktır. Kolomb, Platonculuk ve Kutsal Kitapların çift yanlı geleneğinden esinlenmiş, müritleri ortak bir Tanrı aslanda buluşmuş mistik bir toplum hayal eden Aziz Augustinus'un Civitas dei'sine yönelir. Ayrıca Las Casas da Kıyamet tarafından ilan edilmiş mutluluk binyılına inancın etkisi altına girmekten kurtulamaz: O, Hıristiyanlığın mistik vücudunun bir parçası olan yerli halkta açılan yaralardan sorumlu olan kardeşlerinin, bu inancın gelişine engel olmalarına yanar.

Son günlerinde yerlilerin savunucusu olan Las Casas, “Eskisinin bir Türk kuşatmasıyla silinmiş olacağı gün, Hıristiyanlık dünyasından Yeni Dünya'ya genel bir eskatolojik aktarımın beklentisine katılacaktır.”

 Kolomb'un Amerikan kozmografyasına gelince, o, kurmacaya dayalıdır. Edebi başvuru kaynağı Marco Polo'nun (1254'e doğru-1324) yolculuklarının masalsı Asyası'dır. Cenovalı denizci Antil Adaları'na çıktığında, ölene değin masalsı Asya'ya çıktığı inancıyla yaşamıştır. Hint Okyanusu ile Atlas Okyanusu'nu birleştiren bir boğaz keşfetmeyi kesin olarak istediğinden, 1502'de onu Panama ve Honduras kıyılarına ulaştıran dördüncü ve son yolculuğunun hedefi daima Uzakdoğu olacaktır.][251]

 Yine Kolomb gibi [More ve Erasmus [insanlığın kurtuluşu] için Hıristiyanlığının yerine insan kardeşliği Hıristiyanlığını koymayı dilerler. İlk Hıristiyan meclislerinin ruhuna dönmenin, Platon'un communitas'ının ilk çağlardan kalma bilgisi ile Tanrıda insanı sevmeyi ya da caritas'ın hümanist ülküsünü birleştirme onurunu ifade ettiğini düşünürler. Aziz Yuhanna “Tüm insanlık tek bir aile olacak,” kehanetinde bulunuyordu. Bu tümce Hıristiyan Mesihçiliğinin küreselleşme projesini anlatmaktadır.

Avrupalı bilincini taşıyan ilklerden olan Erasmus için, insan ve Hıristiyan olmanın gereği, halkları birbirine karşıt kılan ulusçuluğu ve ulusal dilleri tanımamaktır. Onun için yalnızca Latin dili, büyük bilginlerin kardeşliğiyle paylaşıldığı için, evrensel sıfatını hak eder. Onun mektup ağı sınır tanımaz. Hayatı boyunca,

“Dünya vatandaşı olmak istiyorum, herkesin yurttaşı ya da daha doğrusu herkese yabancı”

“Hiçbir zaman bir yere bir başkasından daha fazla bağlanmadım, benim için bütün dünya vatanımdı”

“Bir şehrin değil, dünyanın vatandaşı olmak istiyorum,” diye haykırmıştır.

Özgür şehirlerin cumhuriyetçi sistemi konusunda More'la aynı inancı öğretir. Querela Paris'le [Örselenen Barışın Şikâyeti] iki kısım oluşturan 1551'de yayımlanmış barışın kişileştirildiği Encomium Moriae'de [Deliliğe Övgü] İngilizlerin, İskoçların, Fransızların, Parislilerin, İtalyanların, Romalıların, Venediklilerin, Yunanlıların, Türklerin, Yahudilerin, İspanyolların ve Almanların özelliklerinden yola çıkarak kolektif biçim altında her ulusa şırınga edilen kendini sevmeyi tiye alır.”

Bu dünya vatandaşlığı arzusu, Hıristiyan hümanizminin insan uygarlığının birliğine inancının demirleme noktası olan eskatolojik vatana kavuşma umudundan ayrılamaz.

Evrensel Hıristiyan kenti sınırlıdır. İnananlar arasındaki birlik, haçlı seferlerinden beri imanın amansız düşmanları sayılan imansızları, Türkler ya da Müslümanları dışlayarak oluşur.

Erasmus, Deliliğe Övgü'sünde “Tüm bu gerçek barbarlar topluluğu insan türünün düşmanıdır,” der.

Erasmus 1517'de yayımlanan Querela Pacis'te Ancak Türklere karşı savaş ilan edildikten sonra ve “Avrupa'nın selameti adına” 1530'da Consultation au sujet de la guerre contre les Turcs [Türklere Karşı Savaş Konusunda İnceleme] adlı yapıtında savunma amaçlı bir savaş fikrini ileri sürer. Dahası koşullarını şöyle sıralar:

Kötülerle kötüler olarak savaşmamak gerekir, Türklerle haç çıkararak değil, Türk gibi savaşmak gerekir; savaş, insanlıktan uzaklaşmadan yapılmalı, barışçıl bir Hıristiyanlaştırmayı getirmelidir.][252]

[IV. Henri [253] Avrupa Federasyonu için üç kriteri yerine getirmesini öneriyordu:

Türklere karşı sürekli bir savaş için anlaşmak; kalıtsal monarşiler, seçimli monarşiler ve cumhuriyetler arasında eşit parçalar halinde paylaşılmış on beş ayrı “egemenlik”e dönüşmek; temsilcilerin ortak çıkarlar üzerinde tartıştıkları ve aralarında çıkan ayrılıkları değerlendirdikleri Yunan antikitesinin kent-devletler kuruluna benzer bir çeşit amfiktyonik[254] konsey yaratmak.][255]

Küreselleşme safsatası adı altında gizli bir düşmanlık planları uygulandığı görülmektedir. Alıntılara bakınca aydınlarının örneklerini verdiğimiz düşmanca duygularla Türk düşmanlığını körükleyen ifadeler gerçek olan niyeti göstermektedir. Yayılmacı ve sömürgeci Hıristiyan birliği olan Avrupa tehlike olarak gördüğü Türk ve İslam dünyasına karşı Haçlı zihniyeti ile ayağa kalkmıştır. Onların Rönesansı birbirlerine olan duşmanlıklarının bitmesidir. Bu düşmanlık onlara uyanış kazandırmış ve bununla yenilenme içine girmiştirler. [256]

Allah Teâlâ buyurdu ki;

“ Sen onların milletine tâbi oluncaya kadar senden ne Yahudiler ne de Hıristiyanlar asla hoşnut olmazlar. De ki: "Asıl hüda, Allah'ın hidâyetidir." Eğer sen sana gelen ilimlerden sonra, onların hevâlarına uyacak olsan, yemin olsun ki senin için Allah tarafından ne bir yar bulunur ne de bir yardımcı.”[257]

 “ Mü'minler, mü'minlerden başka kâfirleri dostlar edinmesinler. Her kim onu edinirse Allah Teâlâ'dan (nusrete nâiliyet) ilgisi kalmamış olur. Meğer ki, onlardan bir korunma için çekinecek olasınız. Allah Teâlâ ise sizi Zât-ı Ulûhiyyeti hakkında tahzir buyurur. Ve nihâyet gidiş de Allah Teâlâ'yadır.”[258]

Onun için G. Friedman’ın Türkiye için söylenen sözlerin arka planını düşünmek gerekmektedir. Aslında dünya düzeninin temelinde “dengeler kanunu” vardır. Eğer yalnız kalırsan yani düşmanın yok olursa, sende yok olursun demektir. Çünkü Allah Teâlâ dünya düzenini çiftler ile teşekkül ettirmiştir.

O zât-ı ilâhî (noksanlardan) münezzehtir ki, yerin bitirdiklerinden ve (insanların) kendi nefislerinden ve bilmedikleri şeylerden (nice) çiftleri, onların hepsini yaratmıştır.”[259]

Tek olunca yok olmak demektir. Teklik ancak ilahlık vasfına râci bir konudur. Yetiştirme ve gelişme usullerinde zıtlık prensibinin kaybolması yok olma ile eş değerdir. Varlığın değer bulması ölümün hakikati karşında ancak değer kazanır. Bu nedenle ölümdeki gereklilik varlıktan daha üstündür. Eğer ölüm olmasa idi var olmanın hiçbir kıymeti yoktur. Allah Teâlâ bile beşeri yaratıp kendi zatının gerçekliğini açığa çıkarmıştır. Mahlûkatın varlığı zâtı karşısında bir değer ifade etmediği bilinen gerçektir. Ancak sürekli yok olup var olmalar, O’nun sıfatlarının ve isimlerinin tecelli etmesine sebep olmaktadır.[260] Bunu da kendi dilemektedir. Meşiet[261] de Allah Teâlâ’nın ayrı bir sıfatıdır.

Bir gün ki, (kabirlerinden) hârice çıkarlar, onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir?

Vâhid, kahhâr olan Allah'ındır.” [262]

Bu kelam gerçekleşebilmesi için beşer faktörünün devreye girmesi gerekmektedir.

İleri sürülen komplo teoriler karşısında güven bunalımı yaşayan insanlar istenilen şekilde istenilen hayata sanki tepeden bırakılan taşlar gibi beğenmedikleri hayatı dahi kolayca kabullenmek için fazlalıklarını terk etmeye başlarlar. Neyin ne kadar doğru ve yanlış olduğuna kafa dahi yormak ihtiyacı hissetmezler. Artık bilginin değil komplo propagandanın esiri olurlar. Komplo teoriler ise gerçeğin gizli hedefte gizlendiği bataklıklar gibidir. Çektiğinin bir daha kurtuluşa dönüşüne engel olur.

[Fransız toplumunu, içinde bulunduğu kaostan kurtaran Napolyon, propagandayı en etkin biçimde kullanan liderlerdendir. Napolyon kısa süre içerisinde, basının, kitleleri etkilemede çok önemli bir silah olduğunu öğrenmiştir. Onun döneminde, basın yoluyla propaganda en yaygın şekliyle kullanılmaya başlanmıştır.

Napolyon,  Mısır seferine çıkmadan önce Roma'da ele geçirdiği bir Arapça matbaayı da yanında götürmüştür. İskenderiye'ye ulaşğında, ahaliye Arapça olarak yayınladığı beyannamede, padişahın dostu olarak geldiğini, İslam dinini beğendiğini ve amacının sadece Fransa'nın Mısır'daki ticaretine zarar veren, halka zulüm eden Kölemenleri cezalandırmak olduğunu söylemiştir. Bu ilan besmele ile başlıyor, Arapça “Allah’tan başka tanrı yoktur” ibaresi ile noktalanıyordu.][263]

Komplolar ile yapılması ve hedeflenen işlerin uygulanmasına alt zemin hazırlanmaktadır. Bu şekilde daha az bir gayret ve emekle isteklere kavuşulmaktadır.

Sun Tzu, “Harp Sanatı” adlı eserinde “harp sanatında uzman olanlar, düşman ordusuna savaşmadan boyun eğdirirler. Onlar taarruz etmeksizin şehirleri ele geçirirler ve uzun bir harekât yapmaksızın bir devleti devirirler” demektedir (Tzu, 1992: 24).[264]

Bilgiler sürekli komplo teoriler içinde erimeye başlayınca sonsuz bir inançsızlık ve güvensizlik ortamı oluşur. Her şeyde şüphe aramak artık normal hal almıştır. Gizli ve illegal yapılanmalar ile neticesi birleşmeler kaybolup kırılmalar ve kopmalar oluşur. [Ezoterizm[265] ile komplo teorileri arasında kopmaz bir bağ bulunmaktadır. Nitekim son dönemde insanları meşgul eden Zeitgeist: The Movie' belgesel filminde bu durum son derece barizdir. Filimde “Perde arkasındakiler” den bahsedilmekte, İmparatorluk denilen sistemin CFR, Bilderberg, Üçlü Komisyon gibi örgütler tarafından yönetildiği ileri sürülmektedir. Bunların amacı herkese bir çip yerleştirmek ve “tek dünya devleti”ni kurmaktır. 

Aslında filmdeki ABD karşıtlığıyla çelişen ilginç vurgular bulunmakta, sistem eleştirisi bir noktadan sonra güzellemeye dönmektedir. Bunlara göre ABD'nin, yaşanan bütün bu işlerde hiç suçu yoktur. ABD'nin ne yapacağına sistemin ekonomik-politik ihtiyaçları değil, bir avuç insan karar vermektedir. Söz konusu insanlar perde arkasında saklanmaktadır ve ABD'nin yaptığı bütün kötü işlerin günahı bunların boynunadır. Örneğin 11 Eylül'ü, “Mağaralarda yaşayan bir Arap”ın gerçekleştirmesi mümkün değildir. Saldırıyı sistem yapmıştır. Ona karşı koymak mümkün değildir.

Örneğin ABD Irak'ta da zafer kazanmıştır; ama öylesi işlerine geldiği için basına işgale karşı direnişin güçlü olduğuna dair haberlerin sızmasına müsaade etmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta bulunmaktadır. ABD'de Milis Hareketi gibi aşırı sağcı grupların ABD'ye yönelik bir takım sözde eleştirileri bulunmaktadır. Ama bu eleştiriler dünyanın bu tarafında yapılanlardan çok farklıdır ve daha çok federal hükümet kurumuna yöneliktir. Bu Neonazi özentisi gruplar arasında Zeitgeist'ın kaynak olarak gösterdiği isimlerin etkisi büyüktür. Bu gruplar aynı zamanda “Yeni Dünya Düzeni”ni de eleştirmektedir. Doğal olarak bu eleştiri de bizlerin yaptığından çok farklıdır. Örneğin Fransız ve Ekim devrimlerinin İlluminati, CFR ve Üçlü Komisyon tarafından düzenlendiğini, Yeni Dünya Düzeni'nin ve Tek Dünya Devleti'nin asıl amacının ABD'yi sosyalistleştirmek olduğunu iddia etmektedir.][266]

Küreselleşme hikâyeler altında bir batışın habercisidir. Çünkü [batı medeniyeti kendi çelişkileri yüzünden bir gün son bulabilir. Özellikle onun ekonomik düzenleri olan kapitalizm ve kolektivizm yoluyla doğayı ve insanı hoyratça sömürdüğü için kendi ortamını hızla yok etmektedir. Ancak, bu dışarıdan gelen bir tehdit değildir; içeriden kaynaklanmaktadır. Oysa Huntington Doğu’nun, Batı medeniyetini tehdit ettiğini ve bu yüzden son bulabileceğini ileri sürmektedir. Aslında böyle bir tehdit yoktur; ama emperyalizm bahaneler yaratarak İslam Dünyasını hedef göstermektedir.][267]

Sonuç olarak küreselleşme iddiaları İslam’ın gücünü Hıristiyanlık karşısında yok etmek istenilmektedir.

8- “Gerçek tarihin gün yüzüne çıkışına engel olunması” in kaldırılmasıdır.

Çünkü geçmişi olmayan geleceğin varlığı kaybolmaktır. “Kaybolmak” ateşin içindeki odunun küllerinin tekrar dönüşümü için geçecek hallerin, tesadüf ihtimallerinin hesabı kadar zor durumdur. Geçmiş geleceğin güç kaynağıdır. Bu kaynak kurutulunca üçüncü nesil için avare olmaktan başka çare bırakmaz.

[Şahsiyet, mutlak manada bütün maziyi, mazi olaylarının muhteşem sentezini kaybettiği zaman, işte bu insanları tımarhane kliniklerinde buluyoruz. Hafızasız fert olmadığı gibi, hafızasız millet de olmaz. Mazide bir milleti kurmuş olan ve millet hafızasının bütün servetini teşkil eden yaratıcı kuvvetler elde tutuldukça o millet kendi şahsiyetine bürünmüştür. Ancak o millet, ruhen istiklâline sahip sayılır. Mazinin bu ulvî mirasına mukaddesat denir. Büyük milletler muhteşem mazilerinin sahibi oldukları için, daima büyüktür.][268]

[Fatih’in, alnında Rönesanslar parıldayan simasına bakın. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin emelini gerçekleştirmek için gemilerini dağdan aşıran hükümdar, kafalardan kule yaptıran Cengiz'lerin torunu değildir. Varna'da ve İkinci Kosova'da düşmanları tarumar etmek üzere Manisa’daki çilehaneden çıkıp gelen bir dervişin oğludur. Dünyanın en büyük zaferlerine muhteris Yıldırım gibi bir kumandan, kahpe düşmanı arkadan vurmaya tenezzül etmeyerek sonunda sekiz ay bir demir kafesin içerisindeki işkencelere katlanan ve kendisi gibi nice millet büyüklerinin dayanılmaz ıstıraplarına önder olmuş bir Türk büyüğüdür.

Bizans bir takım avare kılıçlara mı teslim olmuştur?

Topkapı Sarayı'nda görülen, bir tarih ve bir milletin siması değil midir?

Bu şehrin, bir milletin şehri, belki de bir milletin beyni olduğunu ispat eden, cihana ilân eden yüzlerce minare değil midir?

Her köşesinde bir devlet harikası, bir millet zaferi yükselen bu toprak, bu vakfen Fatih’lerin bize emanetidir. Ve bu toprakların üstünde yasayan insan, eşref-i mahlûkattır. Bu millet, bu vatan çocuklarının insanlık sahnesinde önderi, büyük Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemdir. Onlar seherden geceye kadar vakit vakit O'nu hatırlar, O'na olan sevgilerini tazeler. Ahlâkî yapısı insanlığa örnek olacak insanlar tarafından kurulan millî birlik, ulu devletimizin en kuvvetli temelini teşkil ediyordu. Altıyüz yıl bu millet, kendi sinesinde parça parça, fırka fırka ayrılık nedir bilmedi. Fatih’in anlayış ve âlicenaplık taşıran kalbi. Bizans'ın Rum halkını da birliğimize hayran bir bağlılıkla fethetmiştir. Vatan bir aile ocağı haline gelmişti.][269]

9- “Alan ihlâlleri-köleleşme” ye mani olmaktır.

İnsanlar yaratılışında hürriyeti sevmek fıtratındandır. İslam’ın getirdiği cezalarda hürriyet kısıtlaması ta’zir için ve kısa sürelidir.  Hırsızın elinin kesilmesi tecavüz haddinde aciz bırakmak, kısasta maktülün ailesine katil hakkında diyet ve ölüm hakkını vererek kan davasına engel olmak, zinanın ise tesbitini zor şartlara bağlayarak tespitinde bekâra sürgün, evliye ölüm cezası ile aile yapısını korumak ve terörist için çaprazlama el ayak kesme ile hem örnek olmaları ve hem de özgürlüklerini kısıtlama ile sonsuz bir terbiye usulü ile insanlık korunmuştur. Kapitalist sistemin ucuz insan gücü için önerdiği hapis insana bir şey kazandırdığı görülmemektedir. Hapis cezası insanlar için köleleşmenin başlangıcıdır. Köleleşme ise insanlık için bir getirisi yoktur.

nsanın kıymetini bilhassa alçaltan bir sebep, köleliktir. Bu hale gelen, başkasının önünde baş eğen ve onun emirlerine kör gibi itaat eden insan, köpekten bile alçaktır.

Ben, bir köpeğin diğer köpeğin önünde boynunu eğdiğini görmedim.” Hâlbuki bu kölelik, yalnız fertler arasındaki hizmet münasebetlerinde mevzubahis değildir; aynı zamanda bazı siyasî ve iktisadî sistemlerde görünen istismar prensibi de bu kulluk mefhumuna dâhildir.][270]

Unutulmamalıdır ki Allah Teâlâ kullarını en mükemmel şekilde gözetip ve haberdâr olduğu halde köleleştirmeye hiç teşebbüs etmemektedir.

10- “Mükemmel olmak sorunu” ndan kurtulmaktır.

Mükemmellik, mükemmel, kusursuz, dört dörtlük çok sık duyduğumuz, kullandığımız ama çoğu zaman da gerçek anlamı üzerinde pek düşünmediğimiz kelimelerdir. Hep daha iyisini yapmak, sürekli kendimizi geliştirmek için çabalamaktır. Tüm bu düşünce hataları ve katı kurallar sonucunda da birtakım olumsuz durumlarla karşı karşıya kalmaktır. Buna çaresizlik denir. Mükemmel olmak isterken çaresizlik içinde kalmak ile yıkıma uğramakta insanlığın geleceğinde kayıplar oluşmasına sebep olur.

[Çaresizlik, insan yaşamını etkileyen önemli değişkenlerden birisidir. Eğer bu öğrenilmiş çaresizlik olursa, bir davranış ile bu geçmişinin sonucu arasında bir gelecek olmadığını öğrenmesi sonucunda, bireyin benzer durumlarda gereken davranışı gösterememesidir.

Öğrenilmiş çaresizlikte, geçmişte davranışta bulunurken yaptığı davranışın sonucunu kontrol edemediğini öğrendiği zaman, başka bir durumda olayın sonucunu kontrol edebileceği halde bir başarısızlık beklentisine ve davranışlarıyla geleceği kontrol edebileceği durumlarda bile başarmak için gereken davranışları göstermemesine neden olabilmektedir.

Geçmişlerin yaşantıları sonucunda öğrendiği bu başarısızlık veya kendi davranışının sonucunu kontrol edememe beklentisi, toplumun yaşamının birçok alanında başarısızlıklara yol açabilir. Geleceği kontrol edilebilecek durumlarda bile ortaya çıkan başarısızlık beklentisi bilişsel bir hata olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle öğrenilmiş çaresizlik değişkeni özellikle toplumların başarılarıyla yakından ilişkili gibi görünmektedir. Genel olarak, insanlar başarılarından kendilerine pay çıkarma, ama başarısızlıkları için diğer insanları ve durum faktörlerini suçlama eğilimindedirler.

Sonuç olarak, öğrenilmiş çaresizlik gelecek yaşamın birçok boyutundaki davranışlarının nedenini açıklamaya yönelik önemli değişkenlerden birisidir. Çaresizlik yaşantısı geçiren ve bunun sonucunda çaresiz davranış örüntüsü oluşturan geçmiş en belirgin özelliği olarak, gelecek için belli bir işi-görevi başarmak için gereken çaba gösterme davranışında belirgin bir azalma olmasıdır. Bu durumda çaresizlik yaşantısının sonucunda geliştirilen “başarısızlık beklentisi”nin bireyin davranışlarına yansıması olarak ele alınabilir. ][271]

11- Doğru kararların ne olacağı konusunda ayrımcılıktır.

Bir mucit ilaç bulmuştur. İlaç maliyet açısından ucuzdur fakat piyasa fiyatı pahalıdır. Bir kişi düşünün hastasını kurtarmak için ihtiyacı olan ilacı alamayınca hırsızlık yapmıştır. Aslında hastayı kurtarmak için yapılan hırsızlık mantıklı gibi gelirken sonuçta zarar veren bir olay vardır. Bu nedenle gelecek için kararların olumlu ve olumsuz taraflarını çözerken ilacı alamayan kişiye karşı eczacıya korumak için “hırs” faktörünü “fedakârlık” yönünden hareket etmesinin gerekliliğini öğretmelidir. Yani iki zarın bir zarara düşmesini sağlamalıdır. İki zarar eczacı ve hasta sahibi ikileminde oluşandır. Tek zarar ise eczacının hasta sahibine ödeme kolaylığının çarelerini teklif ederek uzun vadede çözüm üretmesidir. Hastası ölecek birine sabır et demek, onunla alay etmektir. Çünkü o ilacın kurtaracağı ispatlanmıştır. Bu nedenle toplum ahlakının yıkıma uğramaması için içtimai yardım kuruluşlarının asgari düzeyde paylaşımcılıktan ileri seviyeye doğru şuurlandırmak için alt yapı oluşturulmalıdır. Asalak insan tipinin ilk çıkışı acizliktir. Çünkü insanın fıtratı acelecilikten olduğunu Allah Teâlâ buyurmaktadır. “Acelecilik” asalak olmakla bir yerde buluşamaz. Ancak aciz olduğu fikrine alıştırılan insan kendince yıkıma uğrayınca “beklenti” yi artırır. O zaman eczacı ilacı vermek mecburiyetindeymiş sorunu çıkar. Ticari düşünen eczacıya ahlaki erezyona uğramış gibi duruma düşürmekten çok çözüm üretmede karşılıklı anlaşabilme yollarının temel unsurlarını bulmaktır.

Bu anlattığımız durumdan çıkarak, doğru karar olarak alınabilecek davranışın ne olduğunu görebilmektir. Yoksa  “İki yüz eşek kafasından bir insan fikri çıkmaz.” Veya Demokrasi insanların tartılacaklarına sayıldıkları bir idare şeklidir.[272] şekline getirip insanlarla alay edenler elinde oyuncak olmaktan kurtulmak gerekir. Neyin nerede ne kadar doğru ve yanlışın neden yanlış olduğu illetini bilmeden “sürü insanı” olmak bir değer ifade etmemektir. “Üstbenliği” bulmadan ulaşılacak her sonuç kendi içerisindeki paradokstan[273] kurtulmanın çarelerini bulmalıdır. Doğrunun ne olduğu bulmak için gayret gösterilmelidir. Mesela siyasetin işleyişndeki karar mekanizmasının işleyişine göz atalım

 [Siyaset alanında siyasi temsil görevine talip olanların halktan oy almak için verdikleri sözleri tutmamaları, kişisel menfaatleri doğrultusunda hareket etmeleri, kamu imkânlarını haksız ve hukuksuz yollarla bir tarafa aktarmaya çalışmaları, hatta bu tür amaçları gerçekleştirmek için mafya türü çevrelerle iş tutmaları “ahlâk” ve “etik” tartışmalarını gündeme getirmiştir. Bu nedenle siyasetin insanı erdemli bir varlık düzeyine yükseltmek amacı güden ahlâk alanıyla yıldızının pek barışık olduğu söylemek zor olmakta olduğu görülmektedir.

Birey düzeyinde onaylanmayan pek çok eylem ve davranışın siyaset alanında “mümkün” olarak görülmesi ve hatta siyasetin gereği olarak kabul edilip onaylanması imkân dâhilindedir. Çünkü siyasetin doğası “vazife” kavramı üzerinde değil “menfaat” kavramı üzerinde oturtulmaktadır. Ancak bu siyasetin ahlâk dışı bir alan olduğu anlamına gelmemelidir. Çünkü insan davranışları, hangi alana yönelik olursa olsun, temelde ahlâk ve değer bağımlı davranışlardır. Ahlâk çoğu defa bağımlı değil bağımsız bir değişkendir. Ne var ki siyaset alanında bu bağımlılığın derecesi gevşemekte ve toplum tarafından da bu durum makul ve kabul edilebilir olarak görülmektedir. Kişinin kendisi için yaptığı bir davranışta ahlâkî ilkelerden sapması kabul görmezken bunun “kamu yararı” ve “menfaati” söz konusu olduğunda eleştirinin dozu azalmaktadır.

 Aslında insan davranışlarının belli davranış kalıplarına, kurallara ve eylem biçimlerine göre oluşmakta olduğu belirtilmelidir. Davranış ve eylemleri yönlendiren ana temel siyasetin merkezindeki “menfaat” mi, yoksa ahlâkın merkezinde yer alan “vazife” midir?

Oysaki insan davranışlarının “dürüstlük” temelinde gerçekleşmesi ahlâkın eylem sahiplerine “vazife” olarak yüklediği bir ilkedir. Ancak bu “vazife” çerçevesi siyasette “başarı” nın sağlanmasında yeterli olamamaktadır. Buna karşılık siyasetin merkezinde yer alan “menfaat”in gerçekleşmesi için “verdikleri sözü hiçe saymış ve insanların beyinlerini kurnazca uyutmasını bilmiş” olanlar başarılı olmuşlardır. “Verdiği sözü hiçe saymak ve insanların beyinlerini kurnazca uyutmak” ahlâk ilkelerine ve dürüstlüğe göre asla tasvip edilebilecek davranışlar değildir. Davranış sahiplerinden böyle davranmaları ne talep edilmekte ne de beklenmektedir. Ancak siyasette “menfaat”in ve başarının elde edilmesini sağlayan hesaba, menfaate, disipline ve akla dayanan önemli bir davranıştır. Ahlâkî davranış ise menfaate karşı olup hesaba, disipline ve akla dayalı olmakla bir ilgisi yoktur.][274]

Sonuçta siyasetin doğası “vazife” kavramı üzerinde değil “menfaat” kavramı üzerinde oturmaktadır. Siyasetin ahlakiliği eyleminin sonucu içinde gizlidir.

Bir tümün paçaları gibi gerçek ve yalan beraber olan siyaset ikiyüzlü madalyon gibidir. Onun hangi yüzü görülmesi istenirse o tarafının ışığı daha parlaktır. Tarih boyunca siyaset daha çok aldatmanın temsilcisi olmuş ve çarkları arasında birçok temiz insanı eritmiştir. Bu şekilde dahi olsa bu siyaset sayesinde büyük işler zuhur etmiştir. Bu nedenle siyaset vazgeçilmez olduğu kadar temiz siyaset arzulanan olmuştur.

Günümüzde siyasetin çirkinleşmesi siyasetin sömürü ve yayılmacı politikalar yüzünden çirkinleşmesi ile canavarlaşmış iğrenç duruma dönüşmüştür. Olaylar siyasette rastgele olmaz hep bir planın aheste aheste uygulanmaktadır. Maddî hedefleri olan insanların temiz insanlar üzerinde uyguladıkları sinsi planları genellikle bozulmaz.

12-Propaganda, psikolojik savaşlar ve dezinfar- masyona hazır olmaktır.

İlişkilerde çıkarlar ön plandadır. Tarih boyunca bu çıkarlar uğrunda çatışmalar yaşanmıştır ve de yaşanmaya devam edecektir. Geçmişe oranla dolaylı yöntemlerin daha ağır bastığı günümüzde, mücadele tekniklerinden birisi de “Psikolojik müdahele” dir. Belirli yollarla etki altına alınarak, istismar etmek ve çıkarlar doğrultusunda hareket etmek mümkündür. Buna  Psikolojik etkinlikler bu imkânı vermektedir.][275]

[Tarihin derinliklerinden günümüze kadar, akıllı liderlerin üstünlük elde etmek için başvurduğu psikolojik müdaheleler, kimi zaman her hamlesi düşünülmüş, kimi zamanda plansız ve programsız kullanılmış, etkili ve yerinde kullanıldığında ise beklentiler ötesi sonuçlar kazandırmıştır.

Günümüzde psikolojik faaliyetlerin üç yöntemi olan propaganda, psikolojik savaş ve dezinformasyon[276] çok etkin olarak kullanılmaktadır.

Propaganda, bireylere her türlü konuyu anlatmada, onların kanaatlerini etkilemede ve yönlendirmede çağın her türlü tekniği kullanılarak yapılır. İnançlar, tavırlar ve davranışlar, propaganda açısından etkilenmesi istenen kavramlardır.

Propaganda, bir taraftan kitleleri inandırırken, diğer taraftan da onları yönetmek içindir.

“Her türlü propaganda, düşünce düzeyi ne kadar aşağı olursa olsun düzeyini seslendiği kişilerin en kalın kafalısının anlama yeteneğine göre ayarlanmıştır. Bunu sağlanmasıyla inandıracağı insan kitlesi o kadar geniş olur.” [277]

Bilinen dünyada, en kanlı savaşların yaşandığı 20. yüzyılda ve sonrasında, milletler politik hedeflere ve ekonomik çıkarlara ulaşmada tek ve en geçerli yol olarak bilinen sıcak savaş, yerini insanların bilinçaltı ve duygularını hedef alan psikolojik savaşa bırakmıştır.

Dezinformasyon ise, kamuoyunun kandırmak gayesinden hareketle gerçekmiş gibi gösterilip, yalana dayanan kışkırtıcı bir haberdir. Dezinformasyon, insanları, planlayıcıların çıkarılmasını görmek istediği neticeler bulmasına yarayacak yalan haberlerle beslemek suretiyle yanıltmaya yönelik özel faaliyetlerdir.

Dezinformasyon birçok senelere yayılmış ve uzamış bir faaliyettir. Dezinformasyon faaliyetleri içeriğine göre siyasi, askeri veya ilmi olabilir. Dezinformasyonun esası gerçek gibi doğrulanmak istenen bir yalandan ibarettir. Dezinformasyon diğer psikolojik faaliyetlerden farklı olarak her ülkede veya her kitleye karşı uygulanamaz. Uluslararası platformda tüm gelişmiş ülkeler, amaçladıkları hedeflere ulaşmak için dünya siyasetini yönetmeyi isterler.][278]

İnsanların temel istekleri “Kimsenin kimseyi öldürmediği, sömürmediği aksine yardımlaştığı bir dünya” dır. Ancak görülmektedir ki geçmiş gelecek birbirine karışmıştır. Örnek verecek olursak günümüz siyasetinde uygulanan oyunlar konuyu daha açık şekilde göstermektedir.   

Anlattığımız faaliyetler yüzünden yüzyılımız itibarıyla görülen siyaset kimliği temiz özünden uzaklaşmaya başlamıştır. Dinden uzaklaşan toplumlar için sorgulama yapacak faktörlerin kaybolması ile kapitalist zihniyet boşlukta gezenleri sürüler şeklinde gütmeye başlar. Son dönemde ortaya çıkan siyasetçi kimliklerinde “tesadüfler nazariyesi”nin işlemediği bilinen bir şeydir. Zaman itibarı ile para güçlerinin sonsuz hırsları ile elde ettikleri servetlerini korumak için teşkilatlanmaları şeytânî ve dayanılmaz emelleri yıkılmaz örgütlerini kurmalarına sebep olmuştur. Aslında yıkılmaz sanılan bu örgütler sürekli yıkılır. Fakat şerre müntesip olanların sayısında sürekli olarak azalma olmadığından onların yolunu izleyenlerin keyfi emelleri birbirine benzediğinden yıkılmaz görünürler. Onlar içlerinde sürekli birbirini yiyen akrepler gibidir. Sürekli olarak birbirlerini yiyerek hayatta kalırken temiz insanlara zarar vermek onlar için zevk teşkil eder.

Hangi din olursa olsun muhakkak kendi içindeki doğmaları “kesin fikirleri” insanın dayanılmaz hırsını didiklediğinden kurtulmak isteğini içinden atamayanlar için sıkıntı verir. Bunu engellemek ise zor olunca sınırlarını aşmak zorunda kalanlar insanlığın başına bela olurlar. Çünkü kimliğini kaybetmiş siyaset vardır. Bu siyaset para düzeninin emellerine hizmet etmek görevini kendine şiar edinmiştir. Öyle ki bu hırs düzeninde siyaset zalim bir hile olmuştur. Para güçleri için çalışır. Siyasetçileri ise “söylentilerin aksine, tesadüf eseri doğmaz. Bir para güçlerinin kasasında doğar ve dünyayı kurtarmaya geldiğini söyleyerek, para güçlerinin kasasında doğduğu gibi orada ölürler.”  

En güçlü olup iktidarı bulan bir finansal sermayenin bir ajanıdır. Her yeni gelen siyasetçi bir önceki tarafından başlatılan işlere devam edeceğine dair sözü vardır. Fakat yalan onların birinci sermayesidir. Mesela kamuoyu önünde siyasetçiler birbirinden nefret eder. Ama sahne gerisinde iyi dostlardır ve akşam beraber yemeklere giderler. Beraber yemekler yerler. Siyaset onlar için sadece bir iştir. Çünkü herkesin herkesle göbek bağı vardır. Bir çeşit gösteri dünyasıdır. Ve bugün siyaset meydanında olan da budur.

Aslında sağcılar ve solcular birbirlerinin muhalifi değillerdir. Sağ ve solun bir anlamı yoktur. Asıl onlara sorulacak soru sadece, “para piyasası için mi çalışıyorsun, yoksa insanları finansörlerden mi korumaya çalışıyorsun?” dur.

Şu oldukça aşikârdır ki, her ülkedeki siyasetçilerin ipleri uzun zamandır devasa finansal kurumların elindedir. Ve bu politikacıların fonlarına ve kampanyalarına bu güçlerin milyonlarca dolar bağışlayabildikleri bir sitemi kurmuşlardır. Her seçim bir değişime çaresizce ihtiyaç duyar. Bu aldatma ise çok güzel uyarlanır. Çünkü bir önceki dönem tam bir felaket olduğudur. ne zaman insanlar maskelerinin arkasındakini görmeye başlarlar, yani paravan adamlarının gerisinde, tahtın arkasındaki yöneten elit ortaya çıkmak üzeredir. Aktörler hemen değişime uğrar. Ve sonra sahneye değişim vaat eden bir adam çıkıverir, herkesin inanabileceği bir değişim olur.

Siyasetçinin bu aldatıcılığının önüne geçmek için çare üretilmediği müddetçe sistem insanlarını sömürürken siyasetçinin doymaz hırsının hizmet ettiği emel şeytâni faktörleri harekete geçirmektedir. Kaçınılmaz sömürü tetikçisinin elinden kurtulmak için Allah Teâlâ’nın yardımı gelmediği müddetçe ezilmek insanların tabii kaderi olmaktan öteye geçmez.

Para hâkimleri haricinde kimsenin sözü geçmediğinde dünyada bir yıkım gücü eline geçmiş demektir. "Hâkim güçler" para çeteleri ile birlikte ülkelerin kontrolünü ele geçirirler. Bu çeteler siyasetçinin bir kukla olmasını ister. Onunla toplumu maniple[279] ettikleri görülür. Fakat bir kukla olması düşünülen istenilenin ötesinde kişiliği olduğunu keşfeder ve ekonomik ve devleti hırsız baronların elinden kurtarmaya kalktığında, vahşi bir şekilde öldürülür.  Yani “Ya istediğimiz gibi hareket edersin, ya da ölürsün!”

XXI. Yüzyıl siyaset sistemlerine dair akılda tutulması gereken şey, bunun bir kukla makamı olduğudur. Siyaset otomatikman bir kukla makamına dönüşmektedir.

Para çeteleri için kontrolden çıkma olursa siyasette hiç olmadık işler olur. Çünkü kontrolden çıkma olunca bu “millet ihtilali” demektir. Bunun engellenmesi gerekmektedir. Bu ihtilalin kontrol edilmesi gerekmektedir. Bu alışılmamış bir adamdır. Yani “Kurtarıcı=Mehdi” kılıklı bir adam olur. Bunun hazırlanışı çeteler elinde büyük bir zaman alırken millet önüne çıkışı ani olur. Sersemleyen milletin dengeyi bulma gayretini kontrol edecek bu kişiye paranın musluklarını çeteler açarlar. Onun seçimi kazanması için yardımlar sağlanır. Öyle ki medyatik fahişeler ayarlanır ve fedaileri onlar verilir. Bütün engelleri kaldırılan bu kişiye mani olacakların ve kamuoyunda eleştirenlerin hapse atılmakla dahi tehditlere maruz kalırlar.[280] Aslında bu siyasetçi diğerlerinden çok daha fazla kukla olacağıdır.

Bu anlatılanlara verilecek bir örnek olarak siyaseti David Rockefeller “Yeni Dünya Düzenini uluslararası bankacılık seçkinlerine hizmet eden bir sistem” olarak tarif etmektedir.

Onlarca yıldır, para çetelerinin sahip olduğu medya, diktatöryel bir dünya hükümetinin burunları dibinde inşa edildiği ve milli hâkimiyetin kasten tahrip edildiği konusunda kamuoyunu uyaran herkese saldırmıştır.

Bu türlü düşüncelerle yoğrularak geleceğin neler getireceği üzerine düşünceler yoğunlaşmadan felaket senaryoları üzerine kafalar yorulmuş, ütopyalar meydana getirilmiştir. Onu için İnsanlığın huzur bulacağı bir geleceğe bugünden, bugün gerçeklerinden yola çıkarak nasıl ulaşabileceğimiz konusu üzerinde durmamız gerekecektir. Belki bu konuda başarısız olmamız Allah Teâlâ’nın kader divanlarındaki yazının neticesi olmaktır.

Hz. Ebu Hureyre radiyallâhu anh anlatıyor:

“Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme: “Ey Allah'ın Resulü dedik, senin yanında iken kalplerimiz maneviyatta rikkate gelip inceliyor, dünyaya karşı alâkamız kesiliyor ve ahireti sanki görmüş gibi oluyoruz. Yanınızdan ayrılınca ailemizle ünsiyet edip çocuklarımızı kokladık mı, önceki halimizi inkâr ediyoruz, bunun sebebi nedir?” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şu cevabı verdi:

“Eğer siz, ayrıldıktan sonra da yanımdaki halinizi devam ettirseydiniz, melekler sizi evlerinizde ziyaret eder, yollarda sizinle müsafahada bulunurdu. Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ sizi toptan yok eder, günah işleyip istiğfar edecek yeni bir mahlûk yaratır ve onları mağfiret ederdi.”[281]

Bu hadisin işaretiyle Rabbâni tecelliyatların süreklilik içinde olup Allah Teâlâ’nın isim ve sıfatlarının karşılığıdır. Burada önemli olan ise ideallerin iyilik ve güzellik olmasıdır. Yoksa başarmak veya başarılı olmak önem değildir.

13- Yozlaşmadan kurtulmaktır.

Yozlaşma kavramını tanımlamada genel geçer bir tanım yapılamadığı için kabul edilmesi gereken tek genelleme, yozlaşmanın zamana bağlı olarak değişmekte olan ve farklı toplumlarda, farklı şekillerde karşımıza çıkan bir olgu olduğudur. Yozlaşmanın tanımı, ele almak istediğimiz sorunlara ve içinde bulunduğumuz zaman ve koşullara göre değişmektedir.

[Yozlaşma,  meşru olmayan çıkarlar uğruna ekonomik ve toplumsal imkânların veya kamu otoritesinin kötüye kullanılmasını; ekonomik, bürokratik ve siyasal yapının yetersizliklerini; toplumsal değerlerdeki aşınma ve bozulmaları, hukuki, ekonomik, etik ve kültürel normların toplumun temel ihtiyaçlarına cevap vermemesini ifade etmektedir. Daha kısa bir ifadeyle, yozlaşma, ekonomik, siyasal ve sosyal sistemin işlerliğini kısmen ya da tamamen yitirmesine neden olacak yasadışı ve/veya etik olmayan eylemler bütünüdür. Sadece günümüz toplumlarına özgü bir olgu olmayıp, neredeyse insanlık tarihi kadar eskilere dayanan yozlaşma kavramı zamana ve ülkeye bağlı olarak azalıp artmakla birlikte her dönem varlığını sürdürmüştür.

Siyaset ve ahlak arasındaki güçlü ilişki, çıkarlar bireysel anlamda ön plana çıktığında ‘yozlaşma’ olgusunu beraberinde getirmektedir. Siyasal ahlak bozuldukça, karar alma mekanizmalarında özel çıkarların ağırlık kazanmasından dolayı toplumsal değerlerin kaybolması, siyasetçilere ve yöneticilere olan güvenin yitirilmesi, bu nedenle alınan kararların etkili bir şekilde uygulanamaması ve sosyo-ekonomik kalkınmanın sekteye uğraması söz konusu olmaktadır. ][282] 

14- Doğruluk adına zulmedip üzüntüye sebep olmamaktır.

qqqÜzüntü vermekle ceza vermek aynı şeyler olmadığı görülmektedir. Bu nedenle dinde dahi ceza uygulama üzüntüye sebep olmaktan uzaktır. Bu nedenle doğruluk adına yapılan hareketlerde dahi bu ayrıma dikkat etmek gerekir. Tekrarlanması istenmeyen bir davranışın engellenmesi amacıyla bilinen tepki ile karşılık verilmesi cezayı, bilinmeyen sonuçlar ise üzüntüyü meydana getirir. Ceza kelimesi mükâfat kelimesi ile eşdeğer kullanıldığı yerler vardır. Üzüntüde ise bulanıklık bulunurken cezada açıklık göstergesi belirgindir. Cezanın karşılığı karamsarlık olmazken üzüntüde karamsarlık vardır. Bu nedenle her cezalı düşen üzülmez. Üzülen kişi ise hem ceza karşılığı ve eziyetini beraberinde çeker.

Tavsiyelerden çıkarılacak sonuçlar

Sayılan unsurların artırımı yapılabilir. Her ne kadar emperyalist güçler insanlığa komplo üzerine komplo kursalar da sonuçta mağlup olacakları kesindir. Çünkü Allah Teâlâ “Şüphesiz ki Allah, emrine gâlibdir, muktedirdir. Velâkin insanların çoğu bunu bilmezler!” [283] buyurdu.

Hak ve Batılın sonsuz mücadelesi var olagelmiştir. Durmayan bu savaşın galipleri Allah Teâlâ’ya inananlardır. Ancak olaylar ve zamanlara bakılınca bu galibiyetin çok zaman inkitaya uğradığı tespit edilmektedir. Belli bir zaman bir yükselme varken bir düşmenin başlaması nedenini bulup dini kalkınmanın önünü açmak gerektiği hissedilmektedir. Aslında dünyada İslam’ın yükselişi de İslam’ın kendi dinamikleriyle olmamıştı. Mesela Sovyetleri kuşatmak için yaratılan yeşil kuşak projesi olmasaydı, bugün etrafta bu kadar dindar adam görmezdik. Ama artık küresel sermayenin, yeşil kuşak ve siyasal İslam içindeki gücü görüldüğü için yeşil kuşak'ı ve siyasal İslam’ı bitirme projelerine dönüş yapmak için düzen kurmaya yeniden başladılar. Çünkü bu yok etme planları ile kendilerinede korumak ve kuvvetlendirmek başarısı kolaylaşacaktır.

[Arnold Toynbee, bu konuda çekici bir teori ileri sürmektedir:

“İnsanın başarılı olması için, her zaman bir challenge ve bir response (meydan okuma ve karşılık) gerekir; eğer insan meydan okumaya boyun eğmezse, verdiği karşılık bizzat onun uygarlığının tabanını geleceğini yaratır.” Bu yaratma bazen yok etmeye doğru götürür.

Bu nedenle bu teorinin sonuna kadar gidilecek olursa, acaba meydan okuma ne kadar büyükse, insanın karşılığının da o kadar güçlü olacağı gibi bir sonucuna varılacaktır?

En azından, daha iyi bir karşılığın bulunmasına kadar.][284]

Doğru olmanın verdiği kazançların yanında şartların varlığı da önem arz etmektedir. Çünkü kâinatta Allah Teâlâ Hak ve batıl arasında mücadelede taraf tutarken batılın gayretini de baltalamaz. Fakat onun karşılığı olan cezayı da yeri gelir dünyada yeri gelir ahirette verir. Hakk yolunda olmak ile istismar hakkını kulları için kullanmaz. Avantajlar ihsan edilmişse bunun karşılığında batıl ehline de başka bir yönden ikrâmı ilâhi verilmiştir.

İnsanların çoğu zaman suçladığı birçok şeyin başında Yahudiler gelmektedir. Bu ise Yahudilerin insanlara karşı besledikleri duyguları yanında ezilen insanların da savunma mekanizmaları arasında sayılır. Bu Yahudilerin hatalı tarafı olsa da insanların kendilerinde suç olduğunu unutmamak gerekir.

[Bir kişi, yurdunun mutsuzluğundan ya da kendi özel talihsizliğinden toplumdaki Yahudi elemanlarını sorumlu tutar, bu kötülükleri ortadan kaldırmak için Yahudilerin bazı haklarını kısmak, onları kimi ekonomik ve sosyal görevlerin dışında bırakmak; yurttan kovmak ya da büsbütün yok etmek gerektiği düşüncesini savunursa, o kişinin antisemitçe “görüşler” beslediği söylenir.][285]

[Mason teşkilatını bağrında yok edemeyen bir millet İstiklaline sahip sayılmaz. İsterse yedi meydan muharebesi kazanmış olsun, dünyamızın başlıca kaynaklarına el koyanlar ve her yerde milletlerin gerçek iradelerini ezerek sinsice saltanatlarını kuran Yahudi gücü yani gizli Yahudi iktidarı, her milletin kendi gerçek iktidarını yaşatacak olan toplumculuğun en büyük düşmanıdır.][286]

Ahlâk ve din kuralları, hayat ve ölüm karşısındaki tutumlar, çalışma kavrayışı, çaba sarf etmenin değeri, insanın rolü; bunların her biri artık İslam’la hiçbir ilgisi olmayan davranışlar olarak görülmekle beraber ondan türemiştir. Ancak bunun böyle olması, Hakkın batılın gelişmesinde ki eğilimini, teknolojik yönünde ilerlemesini engellememektedir.

Unutulmaması gereken İslâm’ın galibiyetinin Allah Teâlâ tarafından istenmesidir. Ancak bu muzafferiyet bizlerin gayreti neticesinde olacağını bilmemiz gerekir. Yoksa batılın inancındaki teslimiyeti hak yol karşısında batıl olması nedeniyle mağlup olmadığı gerçeğini tarih göstermektedir. Kur’ân-ı Kerim’de Müminler saadete ermişlerdir.” [287] Ayeti gelecek ayetlerden bağımsız düşünüldüğünde iman edenler denildiğinde inancında “mümin” olanlar kurtulur demektir. Gelecek ayetler ile beraber düşünülünce “eyleme geçen iman sahipleri” nin varis olacağından bahsedilmektedir.

[İlk çıktığı dönemde teknolojik durumu iyi olmayan İslam âlemi, ona hayat veren, hareket getiren kervan yollar olmasaydı, ilk dönemdeki hızlı gelişimi olmayabilirdi. Yollar onun zenginliği, varlık nedeni, uygarlığıdır. Yüzyıllar boyunca, yolların sayesinde "egemen" bir konumda kalacaktır. Bu Allah Teâlâ’nın o dönem için bağışladığı bir ikramdır. Ancak Müslümanlık, Amerika'nın keşfine kadar, Eski Dünya'ya egemen olmakta, bu dünyanın o sıralardaki "dünyasal" tarihini kurala bağlamaktadır. Yani, Eski Dünya'nın bölümlerini oluşturan büyük kültür alanlarını temasa geçiren -Uzakdoğu, Avrupa, Kara Afrika-, tek başına İslamiyet’tir. Razı olmadığı veya hiç değilse göz yummadığı hiçbir şey geçememektedir.][288]

Zamanımızda ise bu avantajların yanında dinin güçlü etkisi zayıflayınca çok şeyler kaybedilmiştir. Bu kaybedişe son zamanlarda ise bu antisemitik (Yahudi aleyhtarı) görüşün karşısında Anti-İslam görüşler piyasaya sürülerek bütün kötülük sebebi olarak beyinlere işlenmeye başlamıştır. Çünkü emperyalist emeller karşısında İslâm’ın engel olacağını düşünmektedir. Ancak bu komplo görüşe karşı kendimizi geliştirmemiz ve içtimai hayatta terakki edebilmemiz için inanç seviyemizin terakki etmesi gayret etmemiz lazımdır. Niçin mi?

Kapitalist sistem karşısında zayıf kalan komünizm yerine hayatta kalabilmek için İslâm’ı öngörenlerin bir sebebi olsa gerekir. Çünkü onların başarılarını kat kat daha artırmak için ortaya çıkan dinsiz sosyalizm sonucunda kuvvetlerini daha artırdılar. Fakat Karl Marks’ın çok önceleri kabul ettiği fakat sonra dine karşı tavır alarak kendi sistemini emperyalist emellere mahkûm edişi ile unutulan büyük engel yıkım ile tekrar hatırlanıldı. O da İslâm’ın kendisi idi.

Marx, dinin toplumları uyutmak için uydurulan bir afyon olduğunu söylerken, İslamiyet için farklı düşünür. Şunları söyler: “Bütün tek Tanrılı dinler kurulu düzene karşı oluştu, örgütlendi, gelişti. Arabistan çöllerinde inanılmaz bir yoksulluk ve yozluk vardı. Müslümanlık bir isyan bayrağı olarak doğdu. Aşırı faizci sermaye, her yere, her şeye hâkimdi. Tefeciler, ülkenin insanını soyup soğana çeviriyorlardı. Ama fakirin, fukaranın, göçebenin, yoksulun kendisine şemsiye ve kalkan olarak kullanacağı bir felsefesi ve ideolojisi yoktu, Müslümanlık bunu sağladı.”[289]

Epiküros diyor ki; “Gerçek kâfir, kalabalıkların tapındıkları tanrıları inkâr eden değil; asıl, kalabalıkların inandıkları tanrıları doğrulayan kişidir” Aslında buradan çıkan mana Hz. Ali kerremallâhu vechenin

“Sakın Hakk´ı bazı kişilerle bilip tanımaya çalışma; önce Hakkı´ı bil, sonra Hakk ehlini tanımaya çalış.”

 İnsan tarihinde değişmeyen tek olgu değişimin kendisidir. Özellikle sistemlerinin sürüklediği aşırılıkları ve karmaşık ortamın oluşturduğu yeni dengeleri sağlamada, öncelikle öğrenmeli ve zaman kaybetmeden ulusal gelişim ve yönelimimizi belirlemeliyiz. 

İnsanın kendini yetiştirme hususunda hassasiyeti kendini aştığı kadar kendini de büyük ölçüde tutarlı kılması da gerekecektir. Çünkü başarı iç ve dışın aynı duygu ve düşüncede olması ile mümkündür. Gazzali’ye Sûfi meşrep kardeşi Ahmed’in onu kast ederek okuduğu;

Ey yumuşamaz taş! Daha ne zamana kadar demiri bileyeceksin; ama kendin keskin olmayacaksın?”[290]

[Bize öyle geliyor ki, bizim gayretimiz, insandaki cüz'î irade yanılgısını olduğu kadar, hareketlerinde kaçınılmaz olan determinizm[291] yanılgısını da ortadan kaldırmaktır. Böyle olunca isyan problemi, insanın ta içinde keşfedilmiş bir olgu, selametini belirleyecek bir seçim olarak ortaya çıkıyor. İsyan etmeyi istemek veya istememek, harekete geçmeyi istemek veya istememek, bu ikisinden birini seçmek gerekiyor. En iyisini seçmek için de, hep daha fazlasını istemek, elini daha ileriye uzatmak, kalbini genişletmek, bir yandan kendini âleme verirken öte yandan kendini âlemin merkezi hâline getirmek yeterlidir.][292]


 

SON SÖZ YERİNE: FELSEFE VE CEMİYET

[İnsanların bir kısmı düşünür, bir kısmı yaşar.

Çoğunluğu teşkil eden düşünmeden yaşayanlar, hayat yolunda daha önceden hazırlanmış rayların üzerinde yürürler. Hazır sigara içenler gibi evvelden yapılıp hazırlanmış kaideleri kullanırlar. Onları, örfleri ve alışkanlıkları idare eder; hazları ve hayatî duygularıyla yaşarlar. Kısa ömrün verebileceği şeyleri mutlaka harcamaktan hoşlanırlar. Mevki, servet, iştihâlar ve muvaffakiyetlerden ibaret birkaç kat elbiseyi sırasıyla giyinerek bu akıbeti korkunç sirkte, kendileriyle aynı akıbete kurban olmak için semirtilen ihtirasların sahiplerine birkaç gün öylece görünmek isterler.

Düşünenler ise, evvelkilerin yaşadığı manada yaşamayanlardır. Onlar, hayatın fâniliğinden kaçarak barınacak bir ebedîlik aramış ve düşüncelerine sığınmışlardır. Yaşanan bir ebedîlik, dünyamızda bulunmasa bile, düşünen varlığın kavradığı bir ebedîlik vardır. Ona “düşünen ebedîlik” de diyebiliriz. O yüksekliğe ulaşanların düşüncelerinde kurdukları hakikat binasına felsefe deniyor.

Felsefe bize, üstümüzde ve yükseklerde bulunan hedeflere doğru ilerlemesini öğretir, insan düşünürken, yeryüzünün bütün süflî hadiselerine yükseklerden gelen bir ulvî mayayı farkında olmayarak muttasıl karıştırır. Sanki hayatı onunla mana kazanır. İşte bu insanın felsefe yapmasıdır.

İnsan, düşünen varlık olduğu için filozoftur, ilk insan kendi felsefesini yapmıştı. İlk çağın felsefesini, Yunan'a kadar dinlerinde görüyoruz. Hind'in, Çin'in, İran’ın ve Mısır'ın felsefeleri dinlerin de yaşatılmıştı. Tao, Konfüçyüs, Zerdüşt, Buda, Brahma ve Mısır dinleri birer felsefî sistem ortaya koydular. Eski dünya insanlarının dünya görüşleri ve hareket kaideleri bu dinlerin içinde bulunuyordu. Onların ifadesi içinde hayatı seviyor veya itham ediyorlardı.

Felsefe, Yunan'da kendi adını aldı ve istiklâlini kazandı. Buna rağmen dinlerden büsbütün ayrılmadı. Yunan politeizmi gibi Hıristiyan ve İslâm dinleri de, bütünüyle birer felsefî sistem arz etmektedirler. Ancak vasıtaları tekâmül etmiş, aklı aşan ilham olmuştur.

Yaşayanların yığını olan cemiyet, düşünenlerin eseri olan felsefeden bâri müstağnî kalabilmiş mi? Hayır, Hemen her hareketimizde şerre uzanıp başkalarından hayrı istediğimiz gibi, düşünmeden yaşayıştan hoşlandığımız şu fâni kubbenin altında ebedî şeyler sunan felsefeye daima hayran olmuşuz. Her medenî cemiyet, hayır hattâ her cemiyet, klanlar bile bir felsefî düşünceye bağlanmışlar.

İlkçağ kavimlerinin felsefe ve hikmetleri dinlerinde barındığı gibi, Yunan ve Roma'nın büyük felsefi sistemleri ve herbirinin kendine özel felsefî düşünüşleri vardı. Ortaçağ, muhteşem bir Hıristiyan felsefesini yaşattı ve geliştirdi. Batıda Rönesans felsefesi metod sahasına kapılarını açtı. Sonra milletler kendi felsefelerini kendi ruh bölgelerinde işlediler. Bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz felsefesi doğdu. Küçük milletler de bunlardan aldıkları tesirlerle ırkdaşlarının eteğine yapışıp gitti, zihniyetlerinin hamurunu yoğurdular. Birisi ruhun derinliklerinde yol alırken öteki göz kamaştırıcı zirvelere tırmanıyor. Anglo-Sakson düşüncesi ise şüphe ve tenkidin törpüsüyle keskinleşiyor. Hattâ Yeni Dünya'nın yıldızı olan Amerika'nın felsefesi bile, asrın iktisadî şartları içinde çeşitli ırkların eliyle süratle hazırlanmış bulunuyor. Menfaatle, pratikte muvaffakiyeti hedef tutan hakikat iradesi yani pragmatizm, menfaatçi halkı hayran bırakan Amerikan felsefesidir. Nihayet İslâv ırkı da, içtimaî nizamiyle ebedî hakikatler karşısında anarşist zihniyete bağlanan felsefesini ortaya koydu.

Acaba bizim felsefemiz nedir?

Türk ırkının kabiliyetleriyle ortaya konmuş bir millî felsefemiz olmuş mudur?

Bu soruya, batı taklitçiliğine teslim olan iradesizlerimiz: “Batının felsefesi var ya!... Batılılaştığımıza göre onlardan birini benimsemeliyiz” diye cevap veriyorlar, insan ruhiyle yaşamaktan korkan bu papağanlar, filhakika her siyasî mevsimde bir başka felsefenin reklâmına koyuldukları halde, bunların hiçbiri bizim olmuyor ve münevverlerinin takdim ettiği, onların alkışladığı felsefenin bir siyasî mevsimden fazla ömrü olamıyor. Fransız'ınki gidiyor. Alman'ınki geliyor. Derken o gidiyor, İngiliz’inki, nihayet Amerikan'ınki geliyor. Ve millet, aslı tabaka bunların, bu yabancı elbiselerin hiçbirini benimsemiyor, kendine mal etmiyor. O, kendi ruhuna kendinden aşı yapmak ihtiyacıyle hâlâ kıvranmaktadır. Büyük millet kütlesinin tarafından ses veren muhafazakâr zihniyet ise:

“Kur'anın varlığı kâfidir; felsefe lâzım değil” diye cevap veriyor. Lâkin bu ifade de evvelkisi kadar tatminsizdir. Kur’ân-ı Kerim, Allah Teâlâ'nın kitabıdır. Felsefe ise, bizim onu anlayacak olan şahsiyetimizin örgüsüdür. Bizim düşünüş tarzımızdır. Felsefî görüşümüz olmasa Büyük Kitab'ı hakkiyle anlayamayız, sadece ezberleriz ve ezber okuya okuya, doktorun reçete kâğıdını batırdığı bardağın suyunu içmekle tedavisini uman hastanın haline benzeriz. İşte bu felsefesi olmayanların Kur’ân-ı Kerim anlayışıdır.

Kâinatın muammasını çözebilen felsefe, kalbimizin mantığı, hükümlerimizin mektebidir. Felsefesiz yaşamakla kalbimiz yabancı inançlarla harap olur. Hükümlerimiz akla karşı isyan haline gelebilir. Kültürümüzün köklerini teşkil eden İslâm dünyasında kendi felsefemiz olmayışı İslâm âleminin hâlâ yerlerde sürünen perişan halini doğurmuştur.

Filhakika öteden beri yanlış olarak İslâm felsefesi denen felsefenin yapıcıları Fârâbî, İbn-i Sîna, İbn-i Rüşd gibi filozoflar, Aristo'nun felsefesini İslâm’ın esaslarına tatbik ettiler, İslâm dininin hakikatlerini Aristoculukla ispata çalıştılar. Netice hüsran oldu ve bundan Gazalî'nin açtığı “Tehafüt” münakaşası doğdu.

Aristo felsefesi İslâm’ın değildi, Yunan’ındı. Şu halde İslâm felsefesi denen felsefe, İslâm’ın ufuklarında Yunan felsefesinin hüküm sürmesi veya dalgalanması gibi bir hâdiseden ibaret oldu. İslâm’ın felsefesi hiçbir zaman yapılmamıştır ve para karşılığında Kur’ân-ı Kerim’i bağıra bağıra tekrarlayan adamların kafalarını tedavi etmenin lüzumu anlaşılmadan, İslâm rönesansını açacak olan bu büyük eser yapılamayacaktır. Ancak tasavvuf, Kur’ân-ı Kerim’de esaslarını bulduğu derin bir insan felsefesini ele almıştır. Bilâhare Türk-İslâm medeniyeti içerisinde de pek çok felsefî meselelerin münakaşası yapıldı. Anadolu devletini kuran Müslüman Türkler, tasavvuf sahasında yani insan felsefesinde dehâ gösterdikleri gibi, sırf akla dayanan felsefe zemininde hiç değilse görüşler ortaya koydular. Bunların sonuncusu XV. asırda İstanbul’u alarak yeni çağı açan padişah Fatih Sultan Mehmed'in Molla Zeyrek'le Hocazâde arasında yaptırdığı “Tehafüt” münâkaşası oldu. Bu münakaşada Fârâbî ve Ibni Sîna gibi filozofları savunan İbn-i Rüşd ile onları tenkid ve bazı noktalarda tekfîr eden imam Gazzâlî arasındaki görüş ayrılıkları karşılaştırılıyordu. Molla Zeyrek filozofları, Hocazâde Gazzâli'yi müdafaa etti. Padişahın bizzat takip ettiği ve hakemlik yaptığı bu münakaşa tam yedi gün sürdü. Sonunda Gazzâli'nin görüşünü müdafaa eden Hocazâde münakaşayı kazandı. Fatih Hocazâde'yi takdir ederek bu fikirlerini bir eser halinde yazmasını söyledi.

Bu, bizde sonuncu felsefe hareketidir ve o günden beri kendi âlemimizin sınırları içinde ne bir dünya görüşüne ne de ciddî bir felsefe inancına rastlanmamıştır. Tanzimat hareketini idare eden zihniyet hiç bir felsefî esasa dayanmadığı gibi daha sonra Ziya Gökalp'ın derme çatma parçalar halinde Dürkeym gibi bir Yahudi mütefekkirinden adapte ettiği fikirlerle bizim felsefemiz yapılamazdı. Zira onda bizim ne imanımız, ne ahlâkımız barınıyor, ne de mukadderatımızın tohumları bulunuyordu.

Niçin felsefe lâzım?

Felsefemiz olmadan yaşayamaz mıyız?

Bu sorunun cevabı pek geniş, pek şümullüdür:

1. Felsefe her şeyden önce biricik kılavuzumuz olan aklın kullanılmasını öğretir. Elimizde fotoğraf makinesi var. Lâkin onu nereye yerleştireceğiz? Manzaranın resmini hangi taraftan çekeceğiz?

Eşyayı görüş açılarımız pek çok, belki de sonsuzdur. Bizim eşyayı hangi açıdan görmemiz gerektiğini tâyin eden felsefemizdir. Felsefemiz yoksa görüşlerimiz, eşya ve olaylar hakkındaki hükümlerimiz başka başka olacak ve birbirleriyle çelişecektir. Eğer felsefesi varsa Türk çocuğunun bir dünya görüşü olacak ve bütün vatandaşlar bu görüşte birleşeceklerdir. Böyle bir görüş birliğini doğuracak felsefemiz yoksa millî birliğimizden de bahsedilemez. Kalpleri ve kafaları bir noktada, bir sevgi mihrakında birleşmeyen insanlar gerçek vatandaş hayatını, millî birlik saadetini yaşayamazlar. Bu söz, mücerret bir kelimeden, kuru bir laftan ibaret kalır. Görüşlerin çatıştığı, kalplerin çarpıştığı yerde ise zümreler birbirini ezer, kuvvetler birbirini kırar. Gazeteler halkı teşhir, hatta terzîl etmekten hoşlanır. Ümit ve iftihar konusu olması beklenen gençlik, ümitler harcar; habis emelleri uğrunda onu kullananların elinde yıkıcı olur, bilmeden mefahire ve vicdana saldırır. Münevver geçinenler halktan ayrılır; milletin kendi evlâtları, onun mukadderatına düşman kesilirler. Sevginin yaşanmadığı, hep nefretlerin barındığı ve kalplerin çarpıştığı bir cemiyette, hayat yaşamaya değmez hal alacaktır. Hayat yük olacak, aile içi kahredecek. Mektep usanç verecek, mabed sevilmeyecektir. Sade bir içgüdünün arkasında şuursuz koşarken insan olan varlıkların bütün duygularıyla bütün iradelerini boşuna harcayan fertler, hayatı hep başkalarını, hem de hemcinslerini ezdiren kuvvetle kendi önlerine yığdıkları birkaç lokmanın sersemce temaşasından ibaret sanacaklar ve ölüm onların imdadına yetişinceye kadar sayıklayacaklardır.

Ancak bizde aklın saltanatını kuracak olan felsefe, iç hayatımızın bütün hareketlerini ve bütün unsurlarını birleştirmek suretiyle ruh yapımızdaki ahenk ve nizâmın da kurucusu olacaktır. Bir cemiyetin mesut insanları, onun felsefesinin mirasçılarıdır. Alman milletine mesut bir hayatın va'dini getiren kuvvetin kaynağı Fihte'nin Alman millî birliğini kurmuş olan benlik felsefesi oldu. Sokrat'ın katili olan eski Atina, onunla birlikte millî birliğini istikbalini de gömdü. Çok geçmeden eski Yunan dünyası, parça parça olan millî birliğinin enkazı altında can verdi.

2. Aklımızın âlemi bütün halinde kavrayışı demek olan felsefe, ahlâkımızın da sanatkârıdır. Âlemi bütün halinde görüş ve anlayış sayesinde ahlâkımızın rotasını çizebiliyoruz. Eğer dünyanın bütün halinde görüşüne, yani felsefî görüşe sahip değilsek, etrafta klişe halinde ahlâk çerçeveleri araştırır, yabancı veya hurda haline gelmiş örfleri, hiç tenkit etmeden yani aklın potasından geçirmeden ahlâk diye benimseriz ve her birimizin hurda çarşısından tedarik ettiği örflerin kırıntısıyla birbirimize çarparız, deviririz. Felsefesi olmayan cemiyet, ahlâk nizamı denen, vicdanlarımızı denkleştirici selâmete ulaştıramaz. Böyle bir cemiyette vicdanî tecellîler, vicdan yollan ayrılır ve nihayet birbirini kaybeder. Bir tarafta kadın kapkara bir örtüye girerken öbür tarafta bütün örtülerden ve hayâ perdelerinden sıyrılmayı ilerilik sanır. Bir yanda gençliğe itaat tavsiye edilirken öbür yanda isyan fazilet olur.

Bir zümre kelimelerin ırkını tahkik edercesine uydurma bir dil milliyetçiliği icad ederken, yanı başındaki zümre millet dilinde milletin tek kelimesini bırakmamaya azmetmişçesine bozuk batılı kelimelerle konuşur; millî çatı altında Avrupalı kelimelerin istilâsına uğramamış ne meslek, ne sanat, ne de mektep adı kalır. Bazıları akıl ve kalp yolundan gelme kaideleri putlaştırırken, başkaları kalp ile aklın bütün düşmanlarını putlaştırırlar. Bir kısmı kaidelere hayran yaşarken, diğerleri kaideleri çiğnemekten zevk alırlar. Bir kısmının hürmet ettiğinden öbürleri nefret duyar. Birçok elin alkışlarını, o alkışlarla oyulan kalplerin âhı karşılar. Millet mektebinin bir yanında yabancı ruh aşısı yapan mektepler gönüller fethederken, öte yanda hafız kursları rekor kırarlar. Sonunda millet fertleri arasında ahlâk ve ruh beraberliği kalmaz. Kimimizin aşkı, kimimizde lanet konusu olur. İki ahlâk, âdeta iki millet ideali yaratır. Biri elbette öbürüne düşman yaşayacaktır.

Vaktiyle XI. yüzyılda Anadolu'da millî birliğimizi ilk kuran hareket, ruh ve ahlâk birliğinden kuvvet almıştı. Bilâhare medeniyet yayıcı istilâlarımız da aynı ruh birliğinin meyvesi oldu. Eski Yunan'da madde dünyasının tanınmasından yani fizikten ahlâka yükselen felsefe büyük Yunan medeniyetinin kurucusu olmuştu. Bugün bizim de medeniyet semalarında yükseklere tırmanabilmemiz, maddenin bilgisinin üstünde bir ahlâk ideali, bir ahlâk felsefesi yaratmamızla kabil olacaktır.

3. Felsefe, siyasî nizamın da yapıcısıdır. Bir millet rejiminin hususiyetlerini, o milletin felsefesi tayin eder. Demokrasi asrın hâkim rejimi olmakla beraber her millet onu kendine has, kendi bünyesine uygun şekilde kullanıyor. Ayrı ayrı bir Fransız, bir Alman, bir İngiliz ve Amerikan demokrasisi bulunmaktadır. Bu rejimlerin kabul ettiği otoritelerin sınırları gibi, benimsedikleri liberal veya sosyalist prensipler de milletin kabiliyetinin ölçüsünü veren felsefeleriyle tayin edilmiştir. Bizim demokrasimizin bütün kuvvet kaynakları gibi, otorite mihrakları ve dayanması lâzım gelen temeller, içtimaî ve iktisadî prensipler, bizim kendi millî bünyemizden doğmuş olmalıdır. Her sahada olduğu gibi devlet rejiminde de taklitçilik idareyi felce uğratır. Osmanlıların devlet olarak azameti, diğer sebepleri yanında bu devletin rejiminin, tarihinin seyri içinde kendi kendini yapmış ve kendi millî tekâmülü içinde olgunlaşarak kendini bulmuş bir rejim olmasından ileri geliyordu.

4. Bizzat kendimize karşı zalim olmak istemiyorsak kendimize bir felsefe arayalım. Zira sabah uykudan gözlerimizi açarken, üstümüze çöken ümitsiz karanlık, o içler oyucu yaşamak korkusu, ruhumuza imanın aydınlığını getirecek bir felsefenin eliyle uzaklaştırılabilir. Yeni hayata atılan gencin hislerini didik didik eden felsefesiz yaşayıştır. Bir genç neslin ifadesindeki inceliğin, hareketlerindeki ruhluluğun, bakışlarındaki neşvenin kaynağı o milletin felsefesidir. Felsefesini yapmamış, yani kendini düşünmemiş, hayatına mana vermemiş, kaderinin bilmecesine hiç cevap aramamış bir neslin köylüsü dağ başında çorak ve ölü bir toprakla karşı karşıya oturur, bekler. Bir mehdî beklercesine öldürücü, kahredici bir sabırla kurtuluşunu bekler. Yer demir, gök bakırdır. Onlar da kader ne getirirse onunla yetineceklerdir. Şehirlerin hem de yüksek tahsil çağındaki gençleri ise dedikodu ve fitne politikası yaptırtan yerlerde, kahvelerde ve sokak başlarında sade ölümü bekleten bir hareketsizlik, bir ruhsuzluk, bir ıstırapsızlık ve bir gayesizlikle bekler dururlar. Ellerine ne geçse onu harcayacaklardır. Başkalarının eliyle hazırlanmış servetler, mevkiler, toprağın sefaletinden sömürülmüş saadetler. Bize yeni bir neşve lâzım. Onu felsefemizde bulacağız. Dünya anlayışımız yenileştiği zaman, varlığımız yeni bir hayata kavuşacaktır. Kararan kalbimizle harap olan duygularımızı onunla tazeleyeceğiz. Neyi sevip neden soğumamız lâzım geldiğini kalbimize o anlatacaktır. Kalbimizi bertaraf eden, samimiyetimizi daha ilkokul sıralarında öldüren zehrin pençesinden kurtaracak olan odur. Âlemşümul merhametin sesini bir defa olsun içinde duymamış, bütün hayat yolculuğu zalimi övmek, mazlumu dövmek maharetiyle geçmiş nesillerin perişan ruhunu kurtaracak olan telkin, asırların imanıyla yüklü bir insan felsefesinden çıkarılacaktır.

5. Felsefe dinî inanışlarımızın da üstadıdır. O olmazsa din adı altında halka sunulan her efsaneyi dinî inanış yaparız, ibadet hareketleri yapan herkesin din adamı diye arkasından gideriz. Daha mabetlerini bir gulgule ticarethanesi olmaktan kurtaramayan adamların telkinlerine kıymet veririz. Ancak üstadımız felsefe sayesinde kalbimiz yaşadığı dini aklımıza telkin eder; kalp inanır, ona itimadı olan akıl da onu takip eder, beğenir ve takdir eder. Hayran olur; hareketlerin taklidi ile değil de kendi iç dünyasında derinleşme yoluyla Allah Teâlâ'ya kavuşabileceğini anlar, ibadet hareketlerinin ise kendi içimizde derinleşmesinin vasıtası olduğunu tecrübeleriyle öğrenir. Felsefe olmazsa, dindarlık bir uyanık rüya, bir vehim, bir hastalık sanılır. Saf hava içerisinde yaşarken katlanılan külfetler, ibadetler, dualar ve dilekler manasız görülür. Din, yaşamak korkusunun yarattığı bir vehim veya bir ahiret simsarlığı, bir cimrilik veya bir sersemlik sayılır. Dünya vehminden bizi kurtararak duyularımızın bulanık rüyasının üstüne çıkaracak ve hakikatler zeminini, zekâmızı doyuran bir temaşaya yükseltecek olan felsefemizdir. Mezheplerin her biri dini bir cemaat tarafından kabullenilen felsefi anlayış tarzıdır. Her biri bir din felsefesidir. İslâm mezheplerinin bir kısmı bizzat İslâm dininin hukukî ve içtimaî yönünden felsefî görünüşüdür. Bazıları ise İslâm'ın ortadan kaldırdığı cemaatlerin, tarihî dinlerinin İslâm kıyafetine bürünmüş felsefesidir.

Meselâ Alevîlik, İslâmî dekor ve İslâmî klişeler içinde barınan Zerdüşt dininin felsefesidir. Bektaşîlik Şaman dininin felsefesidir. Tasavvuf ise, İslâm'ın ahlâkî özünü mistik tecrübenin konusu yapan derin bir felsefî yaşayıştır. Tasavvuf içinde de çeşit çeşit felsefî görüşler doğmuştur. Tasavvuf milletimizin ruhunu derinden derine işledi, öyle ki Yavuz'da Mevlâna'dan cezbeler bulmak, Mehmed Akif de Yunus'un çilesini tatmak kabildir. Ancak büyük milletin başardığı İstiklâl Harbi ise Anadolu'nun ruhuna sinmiş bulunan bu cezbe ile bu sonu gelmeyen çilenin bir meyvesidir. Biz ne cezbeler tattık, ne çileler çektik!

İslâm dünyası bir şaşkınlık içinde sarhoştur. Kur’ân-ı Kerim’i çok okuyor ve az düşünüyoruz. Büyük kitap bir musikî güftesi midir? Ne münasebet!. Onu karşılayacak kalbimiz mi yok? Buna da inanılmaz. Ancak örfler ve âdetler, her akşam bir kaç kadeh içinler gibi bizi şaşkına çevirmiş. Neden Türk çocuğu düşünen dünyanın ortasında ve muazzam bir hikmet hazinesinin başında manayı bırakır da iskelete bağlanır? Neden Süleyman Çelebi gibi bir dahînin eseri dilencilere sermaye olsun da, onun:

Bîhurûf u lafz u savt ol pâdişâh,

Mustafa'ya söyledi bî iştibâh.

Hikmetiyle bize sunduğu muhteşem mi'rac sırrı bir masalcılıktan öte felsefî izah aramasın ve yine Mi'raca çıkan Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin, bu ruhanî yolculukta Mescid-i Aksa'yı ziyaretinin sırrı ve hikmeti derin felsefî tahlillere konu olmasın? Bu şuursuzluk, hayır bu duygusuzluk anlaşılır gibi değildir. Her halde İslâm'ın felsefesi XX. asırda başlayacaktır.

6. Felsefe, hürriyetimizin de hayat kaynağıdır. Düşünen adam hürriyetini anlar, hareketini doğurmuş olan sebepleri bilen insan, o sebeplerin idaresini kendi eline alabilmekle hürriyetini gerçekleştirir. Bizi hayat yolunda durdurup düşündüren felsefe, her adımda hürriyet sunmaktadır. Biz gördükçe düşünüyoruz, düşündükçe görüyoruz. Ve her an görüşümüzün ufukları genişledikçe insanlığın her derdine deva olmak isteğiyle doluyoruz. Kendi kendimize hem teklif hem de kabul ettiğimiz mesuliyetimizin sahası genişliyor. Çok tahammül edilmeyecek kadar çok genişlediği zaman, sonsuzluğa temaşa ettiren vecdin kucağında selâmetle huzuru buluyoruz. Dünyamızda bulunmayanı sonsuzluğun vecdinde arıyoruz. Bakınız Mevlâna ruhundaki, dünyada mükemmel insanı yaşatmak idealini sonsuzluğun vecdinde nasıl huzura kavuşturuyor?

“Şehrin dışında dolaşıyordum. Bir adam gördüm; elinde fenerle bir şey arıyor gibiydi. Yaklaştım:

Ne arıyorsun? Dedim. Bir şey mi yitirdin? Adam cevap verdi:

Hayır, dedi. Vahşî hayvanlar arasında yaşamaktan usandım; insan arıyorum.

Zavallı, dedim, beyhude yoruluyorsun. Onu aslâ bulamazsın. Ben diyarımı terk ettim de yine bulamadım. Evine git! Rahatına bak... Adam cevap verdi:

Bulamayacağımı ben de biliyorum. Lâkin ben onu aramakta vecd buldum. Bana dokunma. Bulmasam da arayacağım.

İşte hürriyetimizin içimizdeki çerâğı, sönmeyen nuru bu vecdimizdir. O yoksa hürriyetimiz bir vehim, bir kibir, bir benlik ifadesidir, o kadar. Onsuz insan, hem nefsinin, hem arzın, hem gayrın, hem de her şeyin esiridir. Hallac'ın kendini darağacına çıkartanlar hakkında bile şefaat dileyen, merhametini onlardan esirgemeyen iradesi hürdür. İntikam alıcının hür olduğunu zannetmek kadar gülünç iddia olur mu? Hür olan insan dünyalardan daha değerlidir. Zalim esir insanın eşyadan farkı yoktur.

7. İnsan anlaşılmadan insanlık âleminde inkılâp yapılmaz. Nedir bu insan ki hayvanların hepsi ondadır; öyle iken Allah Teâlâ'ya götüren yol da ondadır. Varlığımızın Allah Teâlâ ile münasebetinin sırrına ermesek bile, kendimizi bilmeden Allah Teâlâ'yı anlamıyoruz. İnsanı tanıtan felsefe olduğuna göre inkılâplarımızın hepsi ona muhtaçtır. Hangi inkılâp felsefesiz yapıldı? İslâm’ın nuru Kur’ân-ı Kerim’in felsefesinden çıkarak âleme yayıldı. Avrupa, rönesansını ve romantizmini felsefe sistemleri içerisinde hazırladı. Fransız ihtilâli bir felsefenin meyvesi oldu. Akıbetimizin düşüncesi de bir felsefeye bağlanacaktır. “Yarınımız ne olacak? Nereye gidiyoruz?” sorusu şuurda önceden açılmış yollar arar. Nereye gitmede olduğumuzu takdir için, cemiyetimizin temayüllerini, ideallerini kabiliyetlerini, yani bütün hayatî kuvvetlerini yüksekten bakışla görebilmemiz lâzımdır. Hayat tecrübesinin yaşandıktan sonra vereceğini, o yaşanmadan önce felsefe tanıtır, sezdirir, hem de zaruretler halinde ortaya koyar. Önceden bilmenin büyük faydası, yanlış yolda isek dönmek, doğru yolu aramak için bize imkân bağışlamasıdır. Felsefenin bize neler verebildiğini gördük. O halde insan cemiyetlerinin felsefesiz yaşamadığını söyleyebiliriz. Çünkü hikmetsiz hayat olmaz. Mesele, yaşatan felsefenin sistem halinde ifadesini ortaya koymaktır; bütün bir cemiyeti bir hikmet sofrasının etrafında toplamaktır. Eğer bu yalımzas atemayüller, hisler ve hareketler halinde kalarak bir türlü şuurlarımıza ulaşmayan felsefemiz, ruhumuzu sefaletten kurtarıp ideale kavuşturamaz.

Toprağın üstünde her biri bir hastalığa şifa olan otlar bitiyor. Biz bunları rastgele pişirip yiyoruz, Ama hangisinin hangi hastalığa deva olduğunu bilmediğimizden bu tesadüfî gıdalanma, bizim hastalıklarımıza şifa olmuyor. İlletin teşhisi ve doktorun reçetesi lâzım. Bizim felsefemiz, duyuşlarımızda, davranışlarımızda, sevgimizde ve isteklerimizde barınmaktadır. Bir yapının, bir büyük meydana serpilmiş malzemesi gibi etrafınızdadır. Binayı yapan mimar filozof olacaktır. Yapı malzemesiyle sanat eseri olan binanın farkı düşünülürse, felsefenin bizi ulaştıracağı hedefin kurtarıcı oluşu kolayca anlaşılacaktır.

Şimdi asıl meselemize giriyoruz: Bizim felsefemiz ne olmalıdır? Felsefe, bizdeki can denilen nesne cinsinden en çok bizim olan şey olduğundan başkalarından iğreti alınmayacak, mutlaka bizim eserimiz olacaktır; bu anlaşıldı. O halde felsefemizi meydana getirecek unsurları, binamızın malzemesini bir bir araştıralım.

1. Felsefemizin eşiğinde ilk endişemiz şu olmalıdır: Asrımıza asırların hediye ettiği fikir dünyasının şu iki altın anahtarını ele geçirmeden binamızın kapısını zorlamayalım. O iki anahtar işte: XX. asırda insanlığın ulaşabildiği fikir ve zekâ hazinesinde bütün fikir dünyasının ortaklaşa bölüştüğü prensiplerden;

a) Biri dünyamızı idare eden tekâmül prensibi.

b)Öbürü aklın mükemmel işleyişini düzenleyen metotlu düşünme prensibi. Bu prensip, tekâmülcülüğümüzün temel taşıdır.

2. İkinci prensip, aradığımız cemiyet nizamını kuracak: Çoğunluğu çiftçi olan Anadolu'nun, kendi içinden gelen evrimi takip eden toprağa bağlı insanını, toprağın sahibi, hâkimi yapacak ve alın terinin meyvesi olan mülke hürmet ederek sade üretimi sosyalleştirici bir çalışma nizamı. Bu Anadolu'nun sosyalizmidir.

3. Ya insanımızın içyapısını hangi malzeme ile yoğuracağız? Kur’ân-ı Kerim’in, zulmün karşısına sabrı, kinin karşısına affı koyan, ölümü ümit ile karşılayan, sonu olan varlığımızı sonsuzluğun yolcusu yapan ve Allah Teâlâ'yı insanda tanıyan, insan anlayışı. Bu ahlâkımızın temelini teşkil eden İslâm ruhçuluğudur.

4. Dördüncü ve sonuncu prensip, şahsiyetçiliği esas olarak kabul eden idealizmimiz olacaktır. Onun yapıcı unsurlarını bin yıllık ıztıraplarımız yoğurdu. Anadolu'nun asırlık sefaleti, insanı taliine hasret varlığıyla, bu idealizmi kalplerimize âlemşümul bir merhamet iradesi halinde sunmuş olmalıdır. Bu bedbaht diyarın iç ve dış manzarası, içinde barındırdığı insanın perişan ruhiyle idealinin ilhamcısıdır. Bu dâvanın ifadesi, mistik hayatın ifadesi kadar müşkül, bir dağın gövdesinden bir feryadın fışkırması gibi müthiştir. Onu anlatmak için bir rüyanın derin manalı ifadesine sığınmak istiyorum.

“Bir bozkırdan geçiyordu. Bir köylü onu arabasıyla çamurlu bir ovada götürüyordu. Hava soğuktu. Ekim ayında idiler. Kuş başlı kar yağıyor ve toprağa değer değmez eriyordu. Arabacı hayvanları şiddetle kamçılıyordu... Yolda bir köye vardılar; harap, sefil izbelerden ibaret bir köye... Kulübelerin yarısı yanmıştı. Çatılar, kömürleşmiş direkler üzerinde güç halde devrilmeden durabiliyordu. Köyün eşiğinde kemiklerine kadar erimiş, perişan kılıklı bir kadın kalabalığına rastladılar. Yüzleri toprak rengini bağlamıştı. Yirmi yaşında olduğu halde kırklık gibi görünen, uzun boylu, iri kemikli bir zavallı, kucağında ağlayan bir çocuk taşıyor. Yavru aç, ananın kemikleri kurumuş... İkisi de ağlıyorlar. Yavru çıplak kollarını, soğuktan morarmış ellerini uzatıyor. Araba dörtnala giderken o:

- Niçin ağlıyor bu çocuk? Diye sordu. Delikanlı bunu köylü şivesiyle sormuştu. Kendine gelince böyle konuştuğuna sevindi ve tekrarladı:

- Ama niçin ağlıyor bu minik... ? Hem de çıplak? Ne diye sarıp sarmalamıyorlar?

- Çocuk donuyor. Elbiseleri buz tutuğu için atmışlar. Isıtmaz çünkü buz tutan elbiseler. Yolcu şaşkın bir halde:

- Nasıl olur bu? Dedi.

-Nasıl olacak, bunlar yoksul zavallılar... İzbeleri de yanmış... Yiyecek ekmekleri bile yok. O rüyalara mahsus bir tuhaflıkla hâlâ anlamıyor, biteviye arabacıya:

-Yok canım, diyordu. Hiç öyle şey olur mu? Söyle bana sen, neden bu kalabalık buraya toplanmış? Niçin bu kadar sefil ve perişandırlar? Neye kapkara kesilmişler? Niçin birbirleriyle kucaklaşıp türkü söylemiyorlar? Hele çocuğu niçin aç bırakıyorlar? Yavaş yavaş içini derin bir mahzunluk kapladı Ağlamak üzere olduğunu duydu. Aç çocuğu doyurmak, göğüsleri kurumuş anneyi teselli etmek, bütün dünyanın saadetini temin edecek bir şey yapmak istiyordu. Ruhunda bu istek, Karamazoflara mahsus o müthiş şahlanışla, o engel tanımaz coşkunlukla köpürüp taşıyordu.”

Görüyoruz ki, perişan bir millet idealini yaşatan rüyanın kahramanı bizden değil, Karamazof Kardeşler'dendir. İnsanı Allah Teâlâ'ya en çok yaklaştıran âlemşümul merhamet iradesine örnek diye Dostoyevski'nin Hıristiyan kalbine uzanış mazur görülsün. Hangi hayat sanatkârımız veya ıztırap şairimiz, hatta millî sefalet destanlarımızı dolduran hangi kalem, Anadolu'nun talihini, sefaletlerin miracı olan ruhunu böylece anlatabilmiştir? Ve anlatmak istemiştir? Bu istek, bu irade henüz bizde ideal olmadı. Neden? Çünkü felsefemiz yok. Felsefe insan yapar, diyorum. Bakınız idealin rüyasını gören kahraman, milletinin mukaddes ıztırabı uğrunda kendini nasıl kurban ediyor? Yine Dostoyevski'yi dinleyelim:

“Kardeşim, tevkif edildiğim gün, içimde bir başka varlığın doğduğunu hissettim. Gerçi bu yeni varlık, bende eskiden de vardı Fakat eğer şu son büyük darbe ile dehşetli surette sarsılmasaydım, mümkün değil tamamıyla beliremezdi. O zaman sürgünlerde kazma sallamak beni korkutamaz. Yirmi yıl alnımın yazısıyla boğuşabilirim. Hayır! İçimi altüst eden şimdi başka bir derdim var. Kürek mahkûmları arasında da kalp ve ruh sahibi bir adam bulunabilir. Orada da insan sevip yaşayabilir. Iztırap çeker. Orada da bir kürek mahkûmunun uyuşuk gönlünü yumuşatabilecek şeylere rastlandığı görülmüştür. Orada ıztırapla, iç ağrılarıyla büyümüş bir ruha yeniden can vererek bir kahraman yaratılabilir Böyle yüzlerce adam ardır ki, onlara karşı biz suçlu vaziyetindeyiz. Ben ne için rüyamda o çıplak ve aç çocuğu gördüm? Bu bir işaretti. Sürgüne işte o yavru için gideceğim. Evet, bu dünyada herkes herkese karşı suçludur. Herkes yavrudur. Dünya büyük ve küçük çocuklarla doludur. İşte onlar için ben kurban olacağım. Umum namına birinin kurban olması lâzım.

Cemaat için nefsini feda etmek en aşırı ferdiyetçi idealizmin davasıdır. Hazreti İsa aleyhisselâmdan sonra Hallac-ı Mansûr ve nihayet asrımızda Gandi bu dâvanın kahramanı oldular. Anadolu'nun mukaddes kurbanları olmadığını kim söyleyebilir? Anadolu'da sefil ve perişan kalabalıklar, aç ve çıplak çocuklar, göğüsleri kurumuş anneler vardı. Ancak bugüne kadar Dostoyevski gibi bir sanatkârını bulamamıştır. Zira sanat kendi kendine var olmaz. Cemiyet örflerini, ahlâkını, din duygusunu ve dünya anlayışını kendinde birleştiren felsefesinden kuvvet ve ilham alır. Felsefe ise doğabilmek için cemiyette hazırlanmış bir tarih, çekilmiş ıztıraplar, devrilmiş iradeler birlikte benimsenen inanışların asırlarca yaşanmış saltanatı gibi hayatî unsurlar arar. Biz bunların hepsini yaşadık. Tarihin mutlak emirlerinin önünde eğilmeğe mecburuz. İnsan anlayışımız bütün bir sistem halinde ifadesini istiyor. Her tarafta onu arıyoruz. Yunus'dan Akif'lere kadar bu çok cepheli hayat çilesi bizde bir feryat olmak istiyor. Türk milleti, kendi felsefesinin ifadesini dilinin ucunda saklıyor. Sâde bir şeye muhtacız:

Duygulu, iradeli, milletini olduğu gibi anlayan ve seven münevverlere, işte bu hasretimiz giderildiği, sözde münevverlerimizin gözleri Batı'nın ufuklarından milletin kalbine çevrildiği gün bizim de felsefemiz yapılacaktır.

Felsefemizin tekâmülcü, ruhçu, sosyalist ve idealist temellerinde yapılacak bina her filozofun şahsî görüş ve inanışına göre başka manzara taşıyabilir.

Ancak bu temelleri değiştirmek bizi bizden uzaklaştırır. Müslüman Anadolu'nun yanık toprağı üzerinde yaşayıp da ruh yapımıza İslâm'ın dışında temel aramak, Anadolu'nun sefaletlerinden idealizmimize hisse çıkarmamak, normal bir beynin samimi düşüncesinin mahsulü olamaz.

Böyle düşünmek için, bu memlekette bu toprağı tanıyıp sevmeden, bu milletin inandıklarına inanmadan, onun varlığına düşman bir irade ile yaşamış olmalıdır. Anadolu, bin yıllık tarihinin muzdarip macerası içinde, felsefesinin bütün unsurlarını ortaya koymuş bulunuyor. Kendi felsefesini yapacak çocuklarını da yine kendi bağrından çıkaracaktır.][293]

KAYNAKÇA

ACABOĞA Asiye ı Din-Mutluluk İlişkisi [Kitap]. - Kahramanmaraş : Sütçü İmam Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim dalı Yüksek Lisans Tezi-204569, Ocak–2007.

Armand MATTELART trc: Şule ÇİLTAŞ Gezegensel Ütopya Tarihi Kehanetsel Kentten Küresel Topluma (Histoire de I’utopie planetaire De la cite prophetüque o la societe globale ) [Kitap]. - İstanbul : Ayrıntı, 2005.

AYDIN Bedi Öğrenilmiş Çaresizliğin Yordanması Ve Yaşam Başarısı İle İlişkisi [Kitap]. - [s.l.] : Mersin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-188820 , 2006 .

BARDAK Ahmet Kur`an`da İlm-i Ledünni [Kitap]. - Van : Yüzüncü Yıl Üniversitesi , Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi 187223 , 2006.

ÇİÇEK J. Ütgm. Erdogan Günümüzde Devletler Tarafından Uygulanan Psikolojik Operasyonlar Teorisi [Kitap]. - Ankara : Kara Harp Okulu Savunma Bilimleri Enstitüsü Güvenlik Bilimleri Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-220011, 2006 .

ER Filiz Ontolojinin Dinî Tasavvurların İçeriğine Etkisi (Doğal Teoloji) [Kitap]. - Bursa : Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Felsefesi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi 204782, 2006.

ESENTUR Uğur Devlet Aleyhine Suç İşleyen Teröristlerin Sosyoekonomik Özellikleri - [Kitap]. - Ankara  : Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü -Disiplinler Arası Adli Tıp Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-193835, 2007.

Fernand BRAUDEL trc:Mehmet Ali KILIÇBAY Uygarlıkların Grameri [Kitap]. - İstanbul : İmge, 2006.

İŞBİLEN YÜCEL Leyla “Bulanık Regresyon: Türkiye’de 1980-2004 Döneminde Kayıt Dışı Ekonominin Bulanık Yöntemlerle Tahminine İlişkin Bir Uygulama” [Kitap]. - İstanbul : İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ekonometri Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-217283, 2005.

KURT Erkan Kur'an-ı Kerim'e Göre Allah'ın İlmi [Kitap]. - İstanbul  : Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Kelâm Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 111101 , 2002 .

Niyazi-i Mısri Şerh-i beyan-ı (Ene noktai tahte'l-ba) İmam-ı Ali [Kitap]. - İstanbul : Atatürk Kitaplığı MC. Yazmaları - Depo 297.7 NİY MC_Yz_K.000339/07, H. 1184.

ÖZBEY Mim. Damla Onur Zaman-Mekan Sıkışmasıyla Oluşan Aşırıhareketli İnsanın, Beden-Mekân İlişkisinin Dönüşümü [Kitap]. - İstanbul : İstanbul Teknik Üniversitesi-Fen Bilimleri Enstitüsü-Yüksek Lisans Tezi,223066 , Haziran 2007 .

ÖZTÜRK Armağan Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çağdaş Liberal Siyaset Felsefesinde Adalet Sorunu: Rawls, Hayek, Nozick Örneği [Kitap]. - Kocaeli : Siyaset Bilimi Anabilim Dalı:Siyaset Ve Sosyal BilimlerProgramı: Yüksek Lisans Tezi 220374 , 2007 .

SARTRE Jean-Paul, trc: Emin Türk ELİÇİN Özgür Olmak Antisemit'in Portresi, [Kitap]. - İstanbul : 3. Baskı: Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998.

SİLİNİR Murat ABD Gücünün Geleceği [Kitap]. - Ankara : Atılım Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslar Arası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi 206088, 2007.

ŞAHİN Mehmet Din-Dış Politika İlişkisi: Abd Örneği [Kitap]. - Ankara : Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora Tezi-207534 , 2007.

ŞİMŞEK Fatma Popüler Milliyetçilik [Kitap]. - Ankara : Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Sosyoloji Bilim Dalı Master Tezi-186844, 2006 .

TARI Meltem Yozlaşmanın Ekonomik Etkileri: Türkiye Üzerine Değerlendirmeler [Kitap]. - Kocaeli : Kocaeli Üniversitesi -Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi-204311, 2006 .

TOKER Ayhan Gelecek Tahmini [Kitap]. - İstanbul : İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Fakültesi Ekonometri Ana Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi-86/633 , Ekim-1989.

TOPÇU Nurettin Hazırlayanlar: Ezel Erverdi-Ismail Kara Yarınki Türkiye [Kitap]. - İstanbul : Dergâh Yayınları, 1999.

TOPÇU Nurettin: trc: Mustafa Kök-Musa Doğan İsyan Ahlâkı —Conformisme et Revolte [Kitap]. - İstanbul : Dergah Yayınları, 1995.

YAVUZ Zikri İnsan Hürriyeti Açısından Tanrı’nın Ön Bilgisi [Kitap]. - Ankara : Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri (Din Felsefesi) Ana Bilim Dalı Doktora Tezi-191407 , 2006.

YAZICI Mahmut Hadislerde Toplumların Çöküşü [Kitap]. - İstanbul : Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Hadis Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi 209165, 2007.

 



[1] Planck, (Renée WEBER, 2001 ), s.257

[2] (ÖZTÜRK, 2007 ), s.14

[3] “Düşünme Ve Eleştirel Düşünme”, Özel Öğretim Yöntemleri Dersi Araştırma Projesi Raporu, S.Demirel Ü.Teknik Eğitim Fak. Elektronik-Bilgisayar Eğitimi Böl. Bilgisayar Sistemleri Öğretmenliği

[4] Louis Althusser - Gelecek Uzun Sürer, Can Yay., İstanbul, 1996, s:198.

[5] M. Naci BOSTANCI, “Etnisite, Modernizm Ve Milliyetçilik” Türkiye Günlüğü, Ankara, 1998, No:50, s:38-55.

[6] Osmanlının ilimde gerilemesi Molla Lûtfi (hyt. 1494)’nin idamıyla başlamış ve devam etmiştir. Çünkü tenkit edilmeyi hazmedemeyen bir ilim ehlinin yanlışı daha sonra kalıplaşınca kaldırılması mümkün olmayan taşlar gibi olmuş akan nehirleri durağanlaştırıp kokmuş sular haline getirmiştir. Molla Lûtfî kaddese’llâhü sırrahu’l-aziz (hyt. 1494) Sahn müderrisliğinden idam sehpasına giden yolda bir “kıskançlık kurbanı” olurken onun yardımına yetişmeyen kişilerdeki noksanlığın ne olduğunu çok iyi düşünmek gerekir.

[7] ÇETİN, Halis; Çatışma Ve Dialog Tartışmaları Arasında İki İnsan, İki Medeniyet (Hay bin Yakzan/Doğu-Robinson Crusoe/Batı), Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 58-2, s. 29-53

[8] Ne güzel Türkler,

[9] Ali Usta’nın Zeynel  Abidin   Şerafeddin  Dağıstanî kaddese’llâhü sırrahu’l azîz (Hicrî 1292 - Miladî 1875  *  Hicrî 1355 - Miladî 1936) hakkındaki hatıraları.

[10] TDK tanımı: Fütüroloji küresel bir perspektif içinde geleceği öngörmeye çalışan bilimdir.

[11] Mu’minûn, 99-100

[Bu ayetlerde, Hakk’tan yüz çeviren insanlardan birine ölüm gelip çatınca geriye bıraktığı ömründe güzel işler yapmak için bir daha dünyaya dönmeyi temenni edeceği fakat kıyamete kadar arkalarında bir berzah (engel) bulunduğu, geri dönemeyeceği belirtiliyor.

Berzah, iki şey arasında bulunan engel, perde demektir. Râğıb'ın açıklamasına göre ahirette berzah insanın, kendisiyle yüce mevkiler arasında bulunan engeldir. Bu berzahı ancak sâlihler aşabilir.

Mü'minun Suresi'nin 100. ayetinden, ruhun bedenden ayrılışından yeniden bedenleneceği (ba's) güne kadar bedene dönmesine bir engel bulunduğu anlaşılmaktadır:

"Nihayet onlardan birine ölüm geldiği zaman, 'Rabbim, der, beni geri döndürünüz! Ki terk ettiğim dünyada yararlı bir iş yapayım.' Hayır, bu onun söylediği bir sözdür. Ötelerinde, ta diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır." Bu ayeti, insanın hiçbir zaman dünyaya dönmeyeceği şeklinde anlayanlar da vardır. Biz bu kanaatte değiliz. Ayet, ruhun ayrıldığı bedene dönmeyeceğini ifade ediyor, dünyaya dönmeyeceğini değil. Dünyaya dönmek başka, bedene dönmek başkadır. Müfessirlerin çoğunluğuna göre kıyamet haşri dünyada olacaktır.

Demek ki kıyamette insan, yeniden bedene sokulunca haşr alanına gelecektir. Bedensel hayata dönme ancak ba's ile yani yeniden diriltilmeyle olur. Bunu da ancak Allah Teâlâ yapar. Bu ayette, ruhun hiç dünyaya dönmeyeceği değil, tekrar bedenleneceği zamana kadar (yani iki ba's arasında) bir geçit, bir ara zaman bulunduğu anlatılmaktadır. Ayette ruhun ba'solunacağı (yeniden bedenlendirilip kaldırılacağı, bedensel yaşama getirileceği) kesindir. Ancak bu ba's hemen ölümün ardından değil, belli bir zaman aralığından sonra olacaktır. O belli zaman dolmadan ruhun arkasında, bedene dönmesine engel bir zaman (berzah) vardır. Cumhura göre ayette sözü edilen ba's, ahiret bedenlenmesidir.

"Allah onu, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden korudu ve Firavun ailesini, azabın en kötüsü kuşattı: Ateş! Sabah akşam ona sunulurlar. Kıyamet koptuğu gün de, 'Firavun ailesini azabın en çetinine sokun!' (denilir)" (Mü'min: 45-46). Firavun ve adamlarının, yaptıkları kötülükler yüzünden kıyamete kadar sabah akşam ateşe sunulmakta olduklarını bildiren bu ayet, ruhların ölmediğini, sadece bedenden ayrılıp bedensiz yaşadığını, dünya hayatıyla kıyamet arasında kalan berzah hayatında nimet veya azap göreceğini ispatlar.] (suleymanates@gazetevatan.com)

[12] DRUCKER, Peter F. trc. Belkıs ÇORAKÇI, Kapitalist Ötesi Toplum, İstanbul,1994, İnkılâp Kitapevi, s. 29; 203

[13] Dr. Gökelma

[14] (TOPÇU Nurettin, 1999), s.24-25

[15] Maxwell denklemleri, James Clerk Maxwell' in toparladığı dört denklemli, elektrik ve manyetik özelliklerle bu alanların maddeyle etkileşimlerini açıklayan bir settir. Bu dört denklem sırasıyla, elektrik alanın elektrik yükler tarafından oluşturulduğunu (Gauss Yasası), manyetik alanın kaynağının, manyetik yükün olmadığını, yüklerin ve değişken elektrik alanların manyetik alan ürettiğini (Ampere-Maxwell Yasası) ve değişken manyetik alanın elektrik alan ürettiğini (Faraday' ın İndüksiyon Yasası) gösterir.

[16]“Stephen Hawking kâinat hakkında büyük sorular soruyor” http://www.ted.com, TED Open Translation Project. Erişim: 27 Temmuz 2009

[17] Müslim. Elfâz. 5; İbn. Hanbel. II/237.272

[18] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.32

[19] (Renée WEBER, 2001 ),s.33

[20] (Paul RICŒUR, 2007), s. 33

[21] Mesnevi, c.I, b.2200

[22] (Renée WEBER, 2001 ),s.47

[23] Max Karl Ernst Ludwig Planck (23 Nisan 1858, Kiel - 4 Ekim 1947,  Göttingen), Alman fizikçi. 1918 Nobel Fizik Ödülü sahibi.

"Kuantum Kuramı"nı geliştirmiştir. Termodinamik yasaları üzerine çalıştı. Kendi adıyla bilinen "Planck sabiti"ni ve "Planck ışınım yasası"nı buldu. Ortaya attığı kuantum kuramı, o güne değin bilinen fizik yasaları içinde devrimsel ve çığır açıcı nitelikteydi.

[24] (ÖZDER, 2006), s.153-155

[25] Bakara, 259

[26] Kehf, 11-12

[27] Kehf,19

[28] Kehf, 25-26

[29] F. Nietzche

[30] (Renée WEBER, 2001 ),s.217

[31] (Renée WEBER, 2001 ),s.49

[32] bkz:(Renée WEBER, 2001 ),s.60

[33] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.228-229

[34] Kaderciliğin

[35] Sonuç çıkarma, anlam, sonuç

[36] De dicto “önerme ile ilgili” anlamında olup de re “şeyle ilgili” anlamındadır. De dicto zorunluluk önermeye atfedilen bir zorunluluk iken de re zorunluluk şeye atfedilen bir zorunluluktur. Buna örnek olarak Stephen Hawking’in 2 sayısını düşündüğünü varsayalım. 2 sayısı özsel olarak veya zorunlu olarak çift sayıdır. Böylece şu de re önerme doğru olmuş olacaktır; “Stephen Hawking’in hakkında düşünmüş olduğu şey zorunlu olarak çift sayıdır”. Fakat bunun aksine “Zorunlu olarak, Stephen Hawking’in düşünmüş olduğu şey çift sayıdır” yanlış olmuş olacaktır. Çünkü Stephen Hawking’in 2’nin çift sayı olduğunu düşünmesi zorunlu değildir, başka şey de düşünebilirdi. bkz. Michael J. Loux, Metaphysics, Routledge, London,1998, s. 173–174

[37] Model

[38] Konuyla ilgili olarak üç türlü zorunluluktan bahsedebiliriz;

Mutlak anlamda/metafiziksel zorunluluk: bütün mümkün dünyalarda zorunlu olan, bir mümkün dünyadan öbürüne göre değişmeyen zorunluluktur. 

Arızi/geçici/zamansal zorunluluk: Mutlak anlamda zorunluluğun aksine arızi zorunluluk, geçici zorunluluk da diyebiliriz, bir şekilde zamanla kayıtlı bir zorunluluktur. Belli bir zamanda doğru olmasına karşın ondan önce doğru olmadığı için mutlak anlamda zorunlu olamaz, diğer bir ifadeyle bütün mümkün dünyalarda zorunlu değildir.

Nedensel zorunluluk: Bir sonucun meydana gelmesi için nedenin şart olmasını gerektirir. Sonuç, neden ön şartı olmaksızın meydana gelmez. Bu yüzden nedenle sonuç arasında zorunlu bir ilişkinin var olduğundan söz edilebilir.

[39] Mecazi

[40] (YAVUZ, 2006),s.1-9

[41] (YAVUZ, 2006), s. 175-182

[42] BAYMUR, Feriha, Genel Psikoloji, İstanbul 1973. s. 193.

[43] Şe'n: Bir şeyin hususiyetinin fiilî tezâhürâtı, neticesi ve eseri; iş, gerek, tavır, hal.

[44] Gazzâlî, Me âricü l-kuds fi medârici ma 'rifeti 'n-nefs, 1988, s. 165.

[45] En'âm,57; Yûsuf,40; Sebe, 22; el-Furkan, 13.

[46] Müteal: Âlî, büyük

[47] Bakara,165; Ra'd, 41; Ahzâb, 38; Talâk, 3

[48] Âl-i İmrân,154; Mâide,1; Hûd,56; Ra'd,31; Yâsîn, 83.

[49] İnsân, 30; Tekvîr,29

[50] En'âm, 102; Hûd, 12; Zümer, 62

[51] Meryem,78; ,Tûr,41; Necm,35; Kalem, 47.

[52] En'âm,58; Yûnus, 20; Hûd, 123; Nahl,77.

[53] Âl-i İmrân,179; En'âm, 59; Neml,65; Lokman, 34.

[54] Bakara,255; En'âm,73; Tâhâ,110; Enbiyâ, 28.

[55] Muhammed, 19

[56] İbrahim,44; Nahl, 86; Meryem, 70; Tâhâ, 104; Lokman, 43; Sebe, 32; Nebe, 40; Mesed, 3

[57] Bakara, 167; İbrahim, 21; İnsân, 5-22; Nebe,31 -36.

[58] Hûd,36; Nûh, 25.

[59] Mesed, 1-3

[60] Yâsîn, 12.

[61] Zuhruf, 4

[62] En'âm, 59; Yûnus, 61; Hûd, 6.

[63] Duhân, 4

[64] Müslim, "îmân", 263

[65] En'âm, 59; Yûnus, 61; Neml,75; Sebe, 3

[66] İsrâ,13

[67] Buhârî, "Kader", 1; Müslim, "Kader", 1,2

[68] Hac, 7; Nâzi'ât, 34; Abese, 33

[69] (KURT, 2002 ), s. 127-138

[70] (Âdem ile eşi) “Rabbimiz! Kendimize yazık ettik; bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz kaybedenlerden oluruz” dediler. (A’raf, 23)

[71] “De ki: “Rabbimin sözlerini yazmak için denizler mürekkep olsa ve bir o kadarını da katsak, Rabbimin sözleri tükenmeden denizler tükenirdi.” (Kehf, 109)

[72] Muhammed Kutup, Tarihe Bakışımız, (trc. Talip Özdeş), İstanbul, 1990, s.76

[73] Hud, 7

[74] Mülk, 2

[75] Enbiya, 35

[76] Ankebut, 2–3

[77] Bakara, 155

[78] Araf, 94

[79] Şura, 30

[80] Enbiya, 35

[81] İbnü'l-Esîr, en-Nihaye fi garîbi'l-hadîs ve'l-eser, Kahire 1963,s. 111,411.

[82] Buhârî, Fiten, 17; Tirmizî, Fiten, 60.

[83] Buhârî, Fiten, 16.

[84] Endless blanket: sonsuz blanket

Endless: s. sonsuz, daimi, bitmek bilmeyen, ebedi, uçsuz bucaksız, ölümsüz, bitmez tükenmez

Blanket: i. battaniye. f. sarıp sarmalamak.

[85] Mümin, 16

[86] Buhari, şirk,6; Tirmizî,  Fiten, 13

[87] (Fernanad BRAUDEL, 2006), s.24-25

[88] Kehf, 78- 81

[89] (TOPÇU Nurettin, 1999), s.232

[90] Kafirûn, 6

[91] (TOKER, Ekim-1989), s. 5-8

[92] (TOKER, Ekim-1989), s. 9-10

[93] (TOKER, Ekim-1989), s. 13

[94] Râd, 11

[95] Kalem, 17-34

[96] Fukuyama, Japon asıllı bir Amerikan vatandaşıdır. CIA’nin beyin kuruluşlarından olan Rand Corporation’da görev yapmıştır. 1990-91’lerde ortalama 45 sayfalık “Tarihin Sonu” başlıklı bir makale yazmıştır. 10 yıldır dünyanın her tarafında konuşulmaktadır.

Tarihin sonu ne demektir?

Bundan dünyanın sonu anlaşılmamalıdır. Fukuyama da bu tezinde dünyanın sonunu kastetmemiştir. Fukuyama, Tarihin sonu iddiasıyla kısaca demek istiyor ki;

“insan düşünsel evrimini tamamlamış ve Batılı Liberal Demokrasi’ye (Liberal Kapitalizme) ulaşmıştır. Liberal Demokrasinin, Liberal Kapitalizmin alternatifi yoktur. İnsanlar bütün medeniyetleri denemişler, en sonunda Liberal Demokraside karar kılmışlardır. Liberal Demokrasi alternatiflerini yok etmiş, yenmiştir.”

Fukuyama’nın “Tarihin sonu” başlıklı bu makalesi, Amerika’nın başını çektiği Yeni Dünya Düzeni’ne bir ön hazırlıktı. Yeni Dünya Düzeni düşünceleri bu makaleden sonra ortaya çıktı. Belki de bu makale bir bahaneydi. Amerika çoktandır zaten dünyayı kendi kontrolüne almak istiyordu. Amerika, ileride girişeceği global/küresel emperyalist ve terörist saldırılarına zemin hazırlamalı ve bu saldırıları meşrulaştırmalıydı. Bu iş için CIA’da görevli Fukuyama’yı ve Hungtington’u kullandı.Tarihin Sonu'ndan Medeniyetler Çatışması'na: Soğuk İdeolojik Savaş Konseptleri” http://sgdf.biz/, Erişim: 12.05. 2009

 

 

[97] (İŞBİLEN YÜCEL, 2005), s.4-5

[98] Bit: Temel Veri Ölçü Birimi, Bit, İkil

[99] (İŞBİLEN YÜCEL, 2005), s.6

[100] Mâide,109; En'am,73; Tevbe,94; Ra'd,9; Sebe',48

[101] Kitabu't-tevhîd, s. 21.

[102] Âl-İ İmran,179; Cin,26

[103] Âl-i İmrân, 179; Cin, 26.

[104] Lokman, 34.

[105] Hûd, 31.

[106] Ahkâf, 9

[107] Nûr: 24/11-16; Muhammed: 47/16; el-Haşr: 59/11-12; et-Tahrîm: 66/3.

[108] Gayr-ı Metlüv Vahiy

Oryantalistlerin başlattığı ve bazı müslümanlarca da kabul gören “Kur’ân-ı Kerim dışında vahiy olmadığı ve sünnetin vahiy olmadığı” belli bir mesafe kat etmiş ve müslümanların düşüncelerini bulandırmıştır. Sünneti hafife alan veya inkâr eden bu kimselerin itirazlarına bakacak olursak, bütün meselenin çözüm noktasının “Kur’ân-ı Kerim’den başka vahyin” Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme inip inmediğidir. Bunu Kur’ân-ı Kerim şu şekilde açıklar.

 “Nebi, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. O bunu nebinin diğer bir eşine haber verince, Allah da bu durumu nebiye bildirmişti, o da bir kısmını yüzüne vurmuş bir kısmını da yüzüne vurmadı. Nebi bunu ona haber verince eşi “Bunu sana kim söyledi?” dedi. Nebi, ”Bilen, her şeyden haberi olan Allah Teâlâ bana söyledi” dedi.” (Tahrim, 3)

Tefsirlerde beyan edildiğine göre Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem gizli tutmak kaydıyla eşi Hafsa'ya bir söz söylemiş; ancak o, bu sözü saklayamayıp Hz. Aişe'ye söy­lemiştir. Bunun üzerine Allah Teâlâ durumu Hz. Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bildirmiş, o da Hafsa'ya anlatmıştır. Hafsa, Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme bunu kimin haber verdiğini sormuş, O da Allah Teâlâ’nın bildirdiğini söylemiştir. Ancak Kur'ân'da bu bildirimin kendisi yer almıyor. Demek ki bu bildirim Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve selleme gayr-i metlüv vahiyle bildirilmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de buna benzer birçok ayette (Ahzab, 37; Bakara, 144; Haşr, 5; Fetih, 15; Şura, 21; Hakka 44,47; Yunus; 15; Enfal, 5; Nur, 62; Enfal, 9) gayr-i metlüv vahyin olduğuna işaretler mevcuttur. İşte bu hakikati ifade ederek Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem şöyle buyuruyor: “Dikkat edin bana Kur-an ve benzeri verildi.” (Ebu Davut, 6) Bu nedenle Resul, bu iki kaynağı insanlara ulaştırmakla mesuldür. (Maide, 67)

[109] Müslim, İman, 77; Tirmizî, Tefsir, 7.

[110] Buhârî, Fiten, 1.

[111] Buhârî, Cenâiz, 3.

[112] Bakara, 247

[113] Şurâ, 53

[114] Zuhruf, 32

[115] Nahl, 8

[116] Saffat, 96

[117] İbrahim, 19-20

[118] Rad, 41

[119] Beled, 10

[120] Bakara, 251

[121] İsra, 16        

[122] Mü’minun, 115

[123] Â’raf, 34

[124] Râd, 11

[125] Mü’min, 85

[126] Ahzab, 38

[127] Tevbe, 33

[128] Enfal, 63

[129] Enbiya, 22

[130] Nur, 39

[131] Nur, 40

[132] Rum, 7

[133] Sad, 35-38

[134] Â’raf, 43

[135] Fatır, 16-17

[136] Tâha, 39

[137] Ebu Dâvud, Cihâd 35, (2533)

[138] Determinist (Nedensellik)

[139] Anthonny Giddens, Beyond Left and Right-The Future of Radical Politics, (Cambridge and Oxford: Polity Press and Blackwell Publishers, 1996), 26.

[140] (BARDAK, 2006), s.112-114

[141] Müminûn, 99-100.

[142] (ACABOĞA, Ocak–2007), s. 56-57

[143] (ŞAHİN, 2007), s. 175-178

[144] (ACABOĞA, Ocak–2007), s. IV

[145] (ER, 2006), s. 82-85

[146] (TANYOLAÇ, 2007 ), s. 93-98

[147] Sad, 35

[148] Neml, 16

[149] Sebe, 12

[150] Enbiya, 82

[151] Enbiya, 81

[152] Sebe, 12

[153] Sebe, 13

[154] Neml, 40

[155] Sad, 35

[156] Mâide, 80

[157] A'râf, 168 

[158] Bakara, 63-64. 

[159] Bakara,65; A’raf,166

[160] Cuma, 5

[161] A’raf, 176

[162] Bakara: 75-76

[163] Bakara,174

[164] Nisâ,46 

[165] Mâide,13

[166] Nisâ, 160-161. 

[167] Mâide, 82 

[168] Bakara, 94; Al’i İmran, 24; Maide,18; Cuma,6 

[169] Bakara,88, Al’i İmran, 112

[170] Al’i İmran, 111

[171] İsrâ, 4-8

[173] 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nü Risale Haber’e değerlendiren Prof Dr. İbrahim Canan, İslam dininin çevreye çok önem verdiğini söyledi. http://www.moralhaber.net: 31 Temmuz 2009

[174] Ekoloji: canlıların birbirleri ve çevreleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Ekosistem ise canlı ve cansız çevrenin tamamıdır. Ekosistemi de abiotik faktörler (toprak, su, hava, iklim gibi cansız faktörler) ve biyotik (üreticiler, tüketiciler ve ayrıştırıcılar) faktörler olmak üzere iki faktör oluşturur.

[175] Aykut Çoban. Çevreciliğin İdeolojik Unsurlarının Eklemlenmesi, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi. 57-3,

[176] Hucurat, 13

[177] Perspective: i. perspektif, derinlik, derinlemesine inceleme yeteneği, görünüm, geniş bakış açısı

[178] Bakara, 256

[179]Şaban Teoman DURALI, Sorun Çağının Anotomisi, Şule Yayın. İstanbul, 2009, s.89

[180] Tefahhus: Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü dikkatle araştırma

[181]Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1976, s.187-188

[182] Bkz: William K. TABB, trc: Ali TARTANOĞLU, (Mülkiye Dergisi, Cilt: XXV, Sayı: 226, s. 351-360   

William K. Tabb, Queens College ve City University'de Ekonomi ve Sosyoloji profesörü. The Postwar Japanese System'nin (Savaş Sonrası Japon Sistemi, New York, Oxford University Press, 1995) yazarı. Bu yazı ise, 1997 Sosyalist Bilim Adamları Konferansına bildiri olarak sunulmuştur.  

[183] Etnisite: Etnisite ya da etnik grup kavramı, sosyolojide belirsiz bir kavramdır. Nathan Glazer ve Daniel Moynihan tarafından ortaya atılmıştır. Irk terimine karşı etnisite daha geniş bir kavramdır. Bir içtimâi yapıdaki özelliği, bireylerin bir özel grupla özdeşleşmesini, grup siyasallığını, bireylerin gruba aidiyetini ifade etmek üzere ortaya atılmıştır, ancak ırk teriminin örtmecesi yapılmakla da suçlanmıştır.

[184] Bkz: (ŞİMŞEK, 2006 )

[185] Hucurat, 13

 [186] bkz: (TOPÇU Nurettin, 1999), s. 77.

[187] (AKDAĞ, 2006),s. 92-98

[188] (ESENTUR, 2007) ,s.2

[189] (ESENTUR, 2007), s.9-20

[190] Neml, 33

[191] Neml, 34

[192] (YAZICI, 2007)

[193] Bakara,205

[194] Rum, 41

[195] Fussilet, 16

[196] Nahl, 112

[197] Bakara, 59

[198] Hakka, 5-7

[199] Meryem, 37-38

[200] Enbiya, 11

[201] Hac, 38

[202] Yunus, 13

[203] Ankebut, 36

[204] İsra, 16

[205] Â’raf, 182

[206] İsra, 58

[207] İbrahim, 28

[208] Kehf, 59

[209]Jared Diamond:Toplumların Çöküşü Üzerine;http://www.ted.com,  TED Open Translation Project. Erişim: 27 Temmuz 2009

[210]  Tirmizî, Fiten, 8.

[211] Ebu Davud, Melahim, 17.

[212] Hud, 116

[213] Tirmizî, Fiten, 8.

[214] Buharî, Fiten, 4, 38; Enbiya, 10.

 

[215] Bedîuzzaman Sâid Nursî; Hutbe-i Şamiye, 37

[216] Bedîuzzaman Sâid Nursî; Hutbe-i Şamiye, 43

[217] Bedîuzzaman Sâid Nursî; Hutbe-i Şamiye, 57

[218] Kehf, 55-59; Fâtır, 45.

[219] Hac, 42-48.

[220] Hûd, 110.

[221] Yûnus, 19.

[222] Tâhâ, 129; Fussilet, 45.

[223] Şûrâ, 14-21; Ra’d, 32.

[224] Ra’d, 13/38.

[225] Hicr, 15/4-5.

[226] (KÜÇÜK, 2006 ), 239-241

[227] İman ve Aksiyon, Bedir Yayınları, İstanbul,1964, s. 8.

[228] “1001 Çerçeveden”, Büyük Doğu, İstanbul,1944, S. 30, s.2;

[229] İman ve Aksiyon, Bedir Yayınları, İstanbul,1964, s. 8; Ayrıca bkz. Akif Emre, “Büyük Doğu ve Gelecek Tasavvuru”, Hece Dergisi Necip Fazıl Özel Sayısı, s. 52.

[230] Allah Teâlâ'nın dışındaki varlıklar, zaten çalışıyor. Hâlik bile boş durmuyor, Yaratıcı dahi devamlı çalışıyor, ihtiyacı yokken çalışıyor; sen sıkılmazsan otur. Allah Teâlâ her an yarattığı binbir çeşit yaratılmış ile tecelli ediyor diyor.

[231] Nurettin TOPÇU: Ahlak Nizamı (İstanbul,1999), s. 205

[232] bkz: (Renée WEBER, 2001 ),s.121-122

[233] Nurettin TOPÇU: Büyük Fetih (İstanbul, 2003), 58.

[234] Laissez faire: (Fr.) hükümetin sanayi ve ticaret işlerine müdahale etmemesi prensibi.

[235]MARX, Karl; Kapital I-Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara, 1986, s.247

[236] KIZILÇELİK, Prof. Dr. Sezgin; Küreselleşme, Beden Ve Şizofreni” C. Ü. Tıp Fakültesi Dergisi 25 (4), 2003 Özel Eki; 8. Halk Sağlığı Günleri, (Halk Sağlığı Ve Sosyal Bilimler, 23 - 25 Haziran 2003 Sivas)

[237] FOUCAULT, Michel; Psikoloji ve Ruhsal Hastalık, Çeviren: Muhsin Hesapçıoğlu, Birey Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 27-28

[238] M. Naci KULA; 21-23 Eylül 2003 tarihinde Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi, “Küreselleşme ve Din “ isimli sempozyumunda tebliğ olarak sunulan metnin makalesi; Çoştu, Yakup; “Hemojenlik ve Heterojenlik Arasında Küreselleşme Din İlişkisi, İslamiyat VI, 2003, sayı: 2, s. 73, 74;

[239] Buhari, Fiten: 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2/313

[240] Nahl, 8 

[241] Tirmizi, İbn-i Mace, Ahmed bin Hanbel;

[242] Tirmizi, Zühd: 24, 2333

[243] Simülakr: İkonlara tapanlar, Tanrı'yı övmek adına onu betimlediklerini ileri süren usta insanlardı, ama gerçekte Tanrı'yı simgeleriyle bir simülakra dönüştürürken aynı zamanda onun varlığı sorusunu ortadan kaldırıyorlardı. Her imge, Tanrı'nın varlığı sorusunu sormayı engellemek için bir bahaneydi. Gerçekte Tanrı, her imgenin ardında görünürlüğünü yitiriyordu. Ölmemişti, görünürlüğünü yitirmişti yani artık böyle bir soru sorulmuyordu. Tanrı'nın varlığını ya da yokluğuna dair sorulan soru simülasyon aracılığıyla çözülmüştü.

(Baudrillard'dan)
Simülakr orijinali, gerçeği, ilk örneği olmayan; kendisi zaten kopya olan birşeyin kopyasını anlatan bir terim. Simüle edilen veya edilebilen her şey orijinalliğini kaybeder. Her görüntü bir simülasyondur, ergo simülasyonun simülasyonu simülakrdır. O yüzdendir resim yıkıcılığı gelişmiştir.

Konumuz resim yıkıcılığı değildir. Nasıl ki İslam resme karşı çeşitli nedenlerle bir tavır geliştirdiyse, yasaklamaya çalıştıysa, Hıristiyanlık ta aynı şekilde ilk zamanlarında resme karşı bir tutum almıştı. İstanbul’daki resim yok etme olaylarından bahsediyordu.) Baudrillard'ın simülakr ile bahsettiği dünya aslında Matrix filminde de anlatılan bir simülasyon mu gerçek mi dünyası. Baudrillard'ın gerçekten ilginç tezleri vardır. Hepsi de anlaşılır değil. postmodern dile yatkınlıkla da ilgisi var bu düşüncenin. Ama bazen bazı şeyleri gerçekten anladığınızı hissedersiniz. Bu bir andır, geçicidir genellikle, o kısacık anda her şey aslında çok mantıklıdır, çözülmüştür. Baudrillard'da onu hissediyorum, ama anladığım şey biranda uçup gidiveriyor sanki:) Sanırım bu bir bilinçlenme (consciousnes) anı. Bilinç dediğimiz "şey"in de aynen bu anlarda ortaya çıktığını, sürdülebilir olduğu şekilde insanlarda yerleşebileceği gibi bir fikir ileri sürülebilir. (http:// oyleveyaboyle.blogspot.com /2006/01/simlakr.html) (Erişim:27 Temmuz 2009)

[244] Domestik: 1 .    Evcil. 2 . İsim  İç, ülke içi. 3 . Yerel, yerli.

[245] Burada bahsedilen hareket yayılmacı, doyumsuzluk olarak düşünülmelidir.

[246] Bkz: (ÖZBEY, Haziran 2007 ),s. 1-3

[247] Bkz:(ÖZBEY, Haziran 2007 ), s. 44-47

[248] (SİLİNİR, 2007), s. 11

[249] 2020: Rusya çökecek. Türkiye en büyük 10’uncu ekonomi olacak. Çin büyük bir kriz yaşayarak dağılacak.

2030:Dünya ABD kaynaklı büyük ekonomik krizle yeniden sarsılacak 
2040: Türkiye; Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanları hâkimiyeti altına alarak dev bir ülke olacak. Bölgesinde askeri müdahaleler yapacak. ABD-TÜRKİYE arasındaki gerilim artacak

2050: Türkiye, ABD, Polonya ve Japonya arasında 3. Dünya Savaşı çıkacak. 50.000 kişi ölecek.

2060: Enerji Devrimi Gerçekleşecek. 

2080: Petrol rezervleri bitecek, yerine uzay temelli enerjiler dünyada kullanılmaya başlayacak.

2100: Meksika ABD’ye savaş açacak. - NATO bitecek. Avrupa’daki Almanya Fransa ittifakı çökecek. Avrupa Birliği bitecek, hâkimiyet Polonya’ya geçecek.

- Türkiye; Ortadoğu, Orta Asya ve Balkanları hâkimiyeti altına alarak dev bir ülke olacak.

- Başkent Ankara’dan İstanbul’a taşınacak.

- Karadeniz ve Akdeniz artık bir Türk gölü haline gelecek.

- Neo Osmanlı senaryosu gerçek olacak. Türkiye Osmanlının sahip olduğu topraklara yeniden hükmedecek

-Dünyadaki herkes Türkçe, Japonca, Polonya ve Meksika dillerini öğrenecek.

[250] Eskatologya: isim, felsefe (eskatolo'gya) Yunanca:  İnsanın ve dünyanın sonunu, öbür dünyayı anlatmaya çalışan tanrı bilimi kolu.

[251] (Armand MATTELART, 2005), s.24-25

[252] (Armand MATTELART, 2005), s.32-34

[253] Bearn prensi ve Fransa kralı IV. Henri (d. 13 Aralık 1553, Pau, Bearn, Navarre - 14 Mayıs 1610, Paris, Fransa)1589-1610 yılları arasında Fransa kralı, 1572-1610 yılları arasında Naverra Kralı. Bourbon hanedanından gelen ilk kraldır. Nantes Fermanı'nı yayımlayarak (1598) Fransa'da din ayrımcılığına geçici de olsa son vermiştir. 1610'da akıl hastası bir papaz tarafından bıçaklanarak öldürülmüştür.

[254] Amfiktyon: Eski Yunan'da, Delphoi'de barışı korumakla görevli delege,

[255] (Armand MATTELART, 2005), s.72

[256] [Gabriel Tarde, 1839'da yayımlanmış olan ulusların doğal hukukunun tarihiyle ilgili toplumbilimsel incelemesinde, "Grotius'un eserlerinde "Rönesans'ın Romalılıştırma, Hıristiyanlaştırma, feodalleştirme, insancıllaştırma gibi büyük öykünmeli dalgaların arka arkaya gelmesi sayesinde Avrupa halklarının XVII. yüzyılda eriştikleri ortak medeniyet derecesiyle açıklar.] (Armand MATTELART, 2005)

[257] Bakara, 120

[258] Al-i İmran, 28

[259] Yâsin, 36

[260]  “O, her gün bir işle (meşgul)dür.” Rahman, 29

[261] Meşiet: dileme, irade, arzu, matlub, murad, istek.

[262] Mü’min, 16

[263]  BEKTAŞ, Arsev; Siyasal Propaganda, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2002, s. 90

[264] (ÇİÇEK, 2006 ), s. 82

[265] Esoteric: (s.) belirli bir grup tarafından anlaşılan veya onlara hitap eden, hususi, özel, anlaşılması zor; gizli, saklı, mektum.

[266] HEPKON, Haluk, “Zeitgeist Kova Çağı Muhalefeti” Teori Dergisi Mart 2009 – SAYI: 232 http: // genclikcephesi. blogspot. com  

[267]  ACAR, Sadık,  Medeniyetler Çatışması mı, Menfaatler Çatışması mı?, Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü  s. 15

[268] (TOPÇU Nurettin, 1999), s. 154-155

[269] Nurettin TOPÇU: Büyük Fetih (İstanbul, 2003), 16-17.

[270] İkbal, Muhammed, Cavidnâme, trc. Annemarie Schimmel, Kırkambar Yay., İstanbul, 1999, s. 41.

[271] (AYDIN, 2006 ), s. 1-6

[272] İkbal, Muhammed, Cavidnâme, trc. Annemarie Schimmel, Kırkambar Yay., İstanbul,

1999, s. 46.

[273] Paradoks, görünüşte doğru olan bir ifade veya ifadeler topluluğunun bir çelişki yaratması veya sezgiye karşı bir sonuç yaratmasıdır. Çoğunlukla, çelişkili gözüken sonuç veya sonuçların aslında çelişkili tarafları vardır.

[274] DURSUN, Davut, Siyaset Ve Ahlâk: Gerçeklikle İdealin Bağdaşmazlığı Sorunu, s. 17-24

[275] bkz: (ÇİÇEK, 2006 ), s. II

[276] Disinformation: i. kasten yanlış haber verme, yanlış bilgi verme

[277] DOMENACH, Jean-Marie. Politika ve Propaganda (trc. Tahsin YÜCEL), İstanbul, Varlık Yayınları, 2003. s.60

[278] (ÇİÇEK, 2006 ), s. 1-4

[279] Manipulation: i. 1. elle hareket ettirme. 2. kullanma, hareket ettirme, çalıştırma, işletme. 3. kendi çıkarları için kullanma. 4. hile yaparak (fiyatları) istediği şekilde değiştirme

[280] Mesela, Bilderberg'i haber yapan herkes tutuklanmış, sorgulanmış ve hakarete uğramıştır.

[281] Tirmizî, Cennet 2, (2528); İbnu Mace, Siyam 48, (1752)

[282] (TARI, 2006 ), s. 106-108

[283] Yusuf, 21

[284]Bkz: (Fernanad BRAUDEL, 2006), s.41

[285] (SARTRE, 1998), s.7

[286] Nurettin TOPÇU: Ahlak Nizamı (İstanbul,1999), 179.

[287] Müminûn, 1

[288] bkz: (Fernanad BRAUDEL, 2006), s. 97

[289] ARSLANOĞLU, İbrahim: Kurumlar Sosyolojisi Ders Notları. Ankara, 2001, s. 55

[290] ZERRİNKUB, Hüseyin,  Medreseden Kaçış, İmam Gazzâli’nin Hayatı, Fikirleri ve Eserleri, Anka Yayınları, İstanbul, 2001, s.130–136

[291] Determinism: Doğa'daki her olayın, dolayısıyla insanın tüm faaliyet ve davranışlarının kendi iradesi dışında seyreden bazı faktörlere tabi olduğunu ileri süren teori, gerekircilik.

[292] (TOPÇU, 1995), s. 205

[293] (TOPÇU Nurettin, 1999) s.52-66 (9 Aralık 1961 'de Eminönü Öğrenci Lokali'nde verilen konferans)

Not: Bazen Büyük Dosyaları tarayıcı açmayabilir...İndirerek okumaya Çalışınız.

Benzer Yazılar

Yorumlar